İSLÂM'DA DEVLET BAŞKANLIĞI 3

ÖNSÖZ. 6

İMAMET. 11

1-İMAMETİN TARİFİ 11

Terim anlamı 11

Kitab ve Sünnette İmâm Lafzı 12

Hilafet ve İmamet lafızlarının kullanılmaları 14

Hilafet ile Meliklik Arasındaki Fark. 14

Hilefâi Râşidinin Dışındakilere Halife Denebilmesi 15

2-İMAMET’İN  GEREKLİLİĞİ 16

Kur'an-I Kerimden Deliller 17

Sünnetten Deliller 17

İcma'dan Deliller 19

Şer'i Kaidelerden Deliller 20

2-İMAMET, FITRATIN GEREĞİDİR.. 21

3-İMAMETİN MAKSATLARI (MEKASIDÜ'L-İMÂME) 25

Birinci Maksat: Dini uyğulamak. 26

A. Dini Koruma. 26

B- Dini Uygulama. 29

İkinci Maksat:Dünyayı Din İle İdare Etmek. 30

Beşeri Hayatın Yönleri 32

Dünyayı Dinsiz İdare Etmenin Hükmü. 33

4-İMAMETİN AKDOLMA YOLLARI 40

Şıanın Hadis Anlayışı 44

Hz. Ali (r.a.) ve Hz. Zübeyr (r.a.)'in Hz. Ebû Bekir (r.a.)'e bey'at etmeleri 49

Hulefâ-İ Raşidin'in Emir Tayini 50

Hz. Ebû Bekir es-Sıddık'ın Halife Seçimi 50

Hz. Ömer (r.a.)'in halife seçilmesi 51

Hz. Osman (r.a.)'m halife seçilmesi: 52

Hz. Ali (r.a.)'nin halife seçilmesi. 53

İMAMIN TAYİN EDİLİŞİ 55

Birinci Yol Seçim.. 55

Ehl-İ Hal Ve'l-Akd. 56

Ehl-İ Hal Ve'l-Akd'ın Görevleri 56

Ehl-İ Hal Ve'l-Akd'ın Sayısı 56

İkinci Yolveliahd Tayini (İstihlâf) 63

BEY'AT. 68

Tarifi: 68

Bey'atm çeşitleri: 68

Birincisi: İslâm'a giriş bey'atı: 68

İkincisi: Yardım etme ve koruma üzere bey'at etme: 69

Üçüncüsü: Cihad etme üzerine bey'at: 69

Dördüncüsü: Hicret etmek üzere bey'at etmek: 70

Beşincisi: Dinleme ve itaat etmek üzere bey'at: 70

Bey'atın sahih olma şartları: 70

Bey'atı Bozmanın Hükmü: 71

Bey'atı Kim Alacak?. 74

Bey'at Şekilleri 74

Müsâfaha ve konuşma. 74

Sadece konuşma. 74

Yazışma: 75

Bey'atm kısımları: 75

Bey'atın Sebepleri 75

İstila (İhtilal)Yolu. 76

2-EHLİ SÜNNET VE'L-CEMAAT'A GÖRE İMAM.. 77

1-KONU İMAMIN ŞARTLARI 77

Birinci şart: İslâm.. 77

İkinci Şart: Buluğ çağına girmiş olması. 79

Üçüncü Şart: Akıl 79

Dördüncü Şart: Hürriyet 80

Beşinci şart: Erkek Olması 81

Altıncı Şart: İlim.. 82

Yedinci Şart: Adalet 83

Sekizinci şart: Şahsi Yeterlilik. 86

Dokuzuncu Şart: Bedeni Yeterlilik. 86

Onuncu Şart: İmamete haris olmamak. 87

Onbirinci şart: Kureyşilik. 88

Kureyşilik Şartının Hikmeti 95

Zamanının En Faziletlisi Olma Şartı 98

Hulefa-i Râşidin Arasında Olan Üstünlük Konusu. 102

2-KONU İMAMIN GÖREVLERİ VE HAKLARI 109

İmamın Görevleri 109

İmamın Temel Görevleri 109

İmanın Fer'i Görevleri 110

Bey tu İmalın Harcamaları 116

İdarecilik Makamına Uygun Kimselerin Seçimi 118

Görevlileri Hesaba Çekme. 119

Halka Yumuşak Davranma. 121

Halka Güzel Örnek Olma. 121

İmamın Hakları 122

İtaat Hakkı 122

İmama İtaat Mutlak Değildir 124

Devlet Başkanının Otoritesinin Sınırlı Oluşuna Dair Deliller 124

Zâlim İmama İtaat 128

İmama Yardım Etmek ve Güçlendirmek: 130

Mal Hakkı 135

İmamın Salahiyet Müddeti Konusundaki Hüküm.. 136

ŞÛRA.. 139

Şûranın tarifi: 139

Şûranın Meşru Oluşu. 140

Şuranın Meşru Olmasının Hikmeti Ve Faydaları 140

Şûra'nın Sahası 144

Şûranın Hükmü. 145

İstişarenin Vâcibliğine Hükmedenler 146

Mendub Olduğuna Hükmedenler 147

Şuranın vacib değil mendub olduğüna hükmedenler aşağıdaki delilleri ileri sürmektedirler: 148

Şura Bağlayıcı Mıdır?. 150

İMANIN AZLI (GÖREVDEN ALINMASI) VE İMANLARA İSYAN ETMEK.. 153

1-HALİFEYİ GÖREVDEN ALMANIN (AZL)SEBEPLERİ+. 153

1- Kafir olmak yeni dinden dönmek. 153

2-Namazı Ve Namaza Daveti (Ezanı)Terketmek. 154

3-Allah’ın İndirdikleriyle Hükmetmeyi Terketmek. 154

4-Fasıklık,Zulüm ve Bid’at 155

 

Eserin tercümesini aslıyla karşılaştır­mamda bana yardımcı olan sayın Abdullah Kahraman'a teşekkürlerimle...Yüce Allah (c.c) buyuruyor:'Yoksa cahiliye hükümlerini mi arıyorlar? İyice bileni bir   kavim   için   Allah'tan   daha   güzel   hüküm   kim verebilir?"(Maide, 50)Ey iman edenler! Allah'a itaat edint Rasûlüne ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin. Eğer her hangi biri şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Alllah'a ve ahiret gününel inanıyorsanız onu Allah'a ve Rasûlüne götürün. Bu daha iyidir ve sonuç bakımından daha güzeldir."(Nisa, 51)Rasûlullah (s.a.v) buyuruyor;"Allah'a isyan olan hususlarda hiçbir mahluka itaat yoktur." (Sahih Hadis)

 

İSLÂM'DA DEVLET BAŞKANLIĞI

 

İslâm'da Devlet Başkanlığının maksadı, İslâmı dünyaya kılmak, dünyayı İslâm ile idare etmektir. İslâmı, müslümanlara h» kim kılmak, müslümanlara uygulamak, müslüman olmayanlara di İslâmın mesajını ulaştırmakla olur. Mani olur iseler gerçeğe karşı çî-kanla harbedilir hükmü gereği onlarla cihad farz olur.                    İslâmın hakimiyeti önce kalblerde tecelli etmektedir. Bu ise da-vetçi yetiştirerek davayı halka maletmekle mümkündür. İlim adamı yetiştirerek davayı kadroya mal eder. Müslüman aydını yetiştirerek devleti yönetir, kurumları kurar ve yürütür. Kalbdeki imanı da dünya malı ile perçinler. Bu da yeraltı ve ye­rüstü imkanlarını değerlendirmesiyle olur. Bu hem kalbi doyuran di­ni ilimlerle; hem de aklı tatmin eden fen ilimleri ile donanmış insan­ları yetiştirmek ve bu anlayışla teknolojiyi kullanmak suretiyle olur. Başkanlık, hizmetkarlığı efendilik kabul eder ve bu anlayışla ha­reket eder. Başkan, hem kanunlar adına Allah'ın vekili hem de halkın seçti­ği veya uygun görüp bey1 at ettiği halkın vekili olarak iki sorumluluk altında olduğunu bilerek hareket eder. Halk da hem kendi adına hem de kanunlar adına başkanı hesaba çeker. İslâmda, sistemi Allah koymuştur. Haramı ve helali Allah belir­lemiştir. İşte bundan dolayıdır ki insanı sistem yönlendirir. Ancak ic-tihadla ilgili kısımlarda ictihad ehli olanlar hükümleri çıkarırlar, fa­kat bunlar kanun koyucu değillerdir. Şimdiki sistemlerin aksine her­kes sistem önünde eşittir. İnsanlar sistemleri koyarlarsa kendilerine göre koyarlar. İnsanlarda o kanunlara o hükümlere boyun eğmekle o hükümleri koyan insanları ilahlaştırmış olurlar. İnsanları sistem yönlendirmeli sistemleri insanlar yönlendirmemelidir. İnsanlar an­cak o sistemin icracıları (uygulayıcıları) olmalıdırlar. Başkan yani yönetici; insanları, esarette iseler maddi ve manevi esaretten kurtarmalıdır. Kalblerin, yanlış anlayışların esaretinden, bedenlerin de ekonomik esaretten kurtarılması gerekir. Yanlış anla-yışdan kurtulmak ise her konuda ölçünün ortaya konmasıyla ve her­kesin eğitim-Öğretimden geçirilmesiyle mümkündür. Başkan, yalnız başına bütün bunları gerçekleştiremez. Halkın da bu gayeye, bu hizmete yardım etmesi gerekir. Çünkü bey'at et­mek, itaati gerektirmektedir. İslâm'da başkanın seçimi ve tesbiti tek bir şekilde değildir. Önemli olan sistemin işlemesi ve işletilmesidir. Başkanın da başkan­lığa ehil olmasıdır. Başkanın özellikleri, İslâm, akıl, buluğ, hürriyet, erkek, ilim, adalet, haris olmamak, ruhî ve cismî yeterliliktir.

Başkanın görevleri:

1- Dini hakim kılmak.

a)  İslâmın genel kaidelerine ve İslâm hukukçularının icmaına uygun olarak dini korumak.

b) Şüpheleri, bidatları ve batık izale edip Hakkı ikame etmek.

c)  İslâmın mesajını bütün dünyaya müsbet vasıtalarla ulaştır­mak.

2- Dünyayı İslâm ile idare etmek.

a) İslâmın esaslarını hakim kılıp insanları buna teşvik etmek.

b) Ahkamı ve hadleri uygulamak

3- Toplumun malını, canını, neslini, dinini ve namusunu koru­mak.

4- Adaleti sağlamak ve zulmü ortadan kaldırmak.

5- Mutlak doğru üzerinde anlayış birliğini sağlamak, gruplar, ce­maatler ve fertler arasındaki ihtilafları halletmek

6- Dünyanın imarına gayret edip gelirleri artırmak.Başkanın başkan olma veya başa geçme yollan çeşitli şekillerde­dir. Seçim ve bütün müslümanlarm bey'at etmeleri aslî yoldur. Özde yanlış fakat tarihte çok rastlanan bir çeşiti de inkılap yolu­dur. Başka çare yoksa, hep ihtilaf var, başkan seçilemiyor veya ata-namıyorsa bu gibi sebeplerden dolayı, başkanlık da boş tutulamıya-cağı zaruriyetinden dolayı inkılapla gelmiş ise İslâm sistemini yürü­türse ve de İslâm.sistemini yürütmeye ehil ise onun şahsında siste­me itaat etmiş olunacağından dolayı o inkılap yoluyla gelen başkana da itaat edilir. Normal zamanlarda, başkan, seçim yoluyla veya önceki başka­nın ehil gördüğü kimseyi atamak gibi yollarla gelir. Fakat başkanın seçimi veya atanması Ehl-i Hal ve'l-Akd arasından olur. Ehl-i Hal ve'l-Akd ise başkan olabilecek, İslâm, akıl,hürriyet, erkek olmak gibi genel, adalet, ilim, rey ve hikmet gibi özel şartları kendilerinde bulunduran kimselerdEhl-i Hal ve'1-Akd'ın görevleri ise;

1. Başkanın seçimi ve başkana bey'atı gerçekleştirmek,

2. Başkanlığa aday gösterilen kimselerin arasından şartlara göre en faydalı olanı belirtmek ,

3. Zaruret halini aldığında başkanı azletmek.Devlet başkanının seçiminden veya atanmasından sonra ona bey'at edilir. Bey'at, başkana, masiyetin dışında dinlemek ve itaat etmek üze­rine, sıkıntıda ve sevinçde, kolaylıkda ve zorlukta da olsa itaat edece­ğine söz vermektir.Bey'at adeta idare edilen halkın idare edecek olan başkana bir­likteliğinin ifadesidir, katılımın, paylaşımın, yardımda bulunacağı­nın ifadesidir.En iyi işleyen sistem, liderin, kadronun ve halkın anlayışı ve davranışlarının yüceliği, aynı anlayış ve davranışa ulaşmış olmaları, aralarında koordinenin bulunması, birlikteliklerinin yanında aynı gayeyi gerçekleştirmede katılımın bulunmasıdır.

 

Genel olarak bey’at

 

Hz. Peygamber (s.a.v.) ve Ashab döneminde çeşitli şekillerde bey'atlar yapılmışdır:

1. İslama giriş bey'atı. Sadece bu beyattan vazgeçmek küfür, di­ğerlerinden vazgeçmek ise büyük günahtır.

2. Lideri hak yolda koruyacaklarına ve yardım edeceklerine dair alman bey'at. Akabe bey'atlan gibi.

3.  Cihada dair alınan bey'at. Kıyamete kadar devam edebilecek olan cihada katılacağına dair alınan bey'attır.

4.  Hicret edeceğine dair bey'at. Şartları gerçekleşince gerekir, gerçekleşmeyine gerekmez.

5. İslâm halifesine yapılan bey'atBaşkanın en faziletli olması şart değildir. Milletin işlerini görmeye, vazifesini yapmaya uygun olan seçilirse illa da en üstün ol­ması şart değildir. Önemli olan başkanın mesuliyetini idrak edip me­muriyetini ifa etmesidir. İslâmın neşrini ve davetini müsbet vasıtala­rıyla temin etmek, batılların iptaline, hakkın isbatma, insanların neslini, nefsini, malını, aklını korumaya çalışmak, İslâm ahlakını uy­gulamaya dikkat etmek, adaleti tesis etmek, arzın imarına çalışmak, gulamaya dikkat etmek, adaleti tesis etmek, arzın imarına çalışmak, millete şefkat ve nasihatla yaklaşmak, halka Örnek olmaktır. Halkdan, hak yolu izlediği sürece itaat etmelerini, yardım edip korumalarını, nasihat edip uyarıda bulunmalarını, azledilmediği müddetçe istemesi hakkıdır. Başkanın en önemli dikkat edeceği prensiplerden birisi de şura üyeleriyle idari işleri, milletin işlerini istişare etmesidir. Başkanın kendisinin ya müctehid olması yada müctehid bulundurması, danış­manlar edinmesi, danışmanların raporlarıyla birlikte istişare konu­suna giren herşeyi şura üyeleriyle istişare etmesi farz olur. İstişare neticesinde kitap ve sünnete uygun olan hangi fikir ise ona uyması gerekir. Çoğunluğun kararına uyması görüşü kafi değil­dir. İlla da kendi görüşü ile hareket etmesi de doğru değildir. Eğer ihtilaf konusu ammeyi ilgilendiriyorsa, referanduma başvurması en sağlıklı olanıdır. Peygamberimiz efendimiz (s.a.v.)'in de, hem çoğun­luğun fikrine uyduğu hem de yalnız başına, çoğunluğun görüşüne zıt olarak hareket ettiği olmuştur. Başkan kendi görüşünü de takip et­miş olmakla bu konuda Peygamberimize benzemiş olur. Şayet çoğunluğun görüşü, çoğunlukla hatadan uzak olduğundan dolayı tercih edilecek olsa, istişare öncesi şurayı belli bir fikre kanali-ze etmek için kulis faaliyetleri, parmak hesaplan başlar. Ayrıca bu­nu kaide haline getirecek olsak bir yönden demokrasiye benzemiş olur. Eğer başkan, sadece kendi görüşüne önem verse dikta rejimi olur. Zaten şûraya hiç başvurmasa, istişareyi terk edecek olsa azle­dilmesi bile söz konusudur. Başkan, masum değildir. İşte bundan dolayı daima kontrol edil­mesi gerekir. Gerektiğinde azledilebilir.

 

Başkanın Azledilme Sebepleri

 

1- İslâm'dan vazgeçer küfre döner kafir olursa müslümanlar üze­rinde idarecilik hakkını kaybettiğinden dolayı azledilir. Zira âyet-i kerime'de: "Allah, kafirlerin lehine olarak mü'minlerin aleyhine kati­yen bir yol vermez. "(İnsan:141) Çünkü ilahi şeriatta, mü'min kafir­den daima azizdir, onun altında kalmaz, ona payimal olmaz, izzetiyle ölür, hakkın izzetini çiğnetmez.

2- Namazı ve ona daveti terk etmesi, (Müslim, imare, 62,65 Tir-mizi, Fiten 78)

3- Allah'ın indirdiği hükmü terk etmek. (Müslim, îmare 37, Tir-mizi Cihad 28)daha baştan, fasık olanın başkan adayı olması sözkonusu olamaz. Eğer sonradan fasıkhğı ortaya çıkarsa namazın terkine ve küfre gö­türecek derecede olursa ittifakla azledilir. Zulüm ise, keyfi olarak adamları öldürmeye vardırırsa azledilir.

5.  Beş duyusundaki noksanlıklar azline sebeptir. Görmesini ve aklım kaybetmesi gibi.

6. Kurtuluş ümidi olmayan esaretler.Başkan, önceden İslama uygun davranış ve anlayışa sahip oldu­ğundan dolayı başa geçirilmişti. Şayet sonradan mürted olursa elbet­te başkanın azli gerekir. Eğer başkan mürted olmaz da zalim ve fasık olmuşsa azli müm­kün ise azledilmeli. Eğer azledilmesi mümkün olamıyacaksa veya karşı çıkümca daha büyük zararlara, mefsedete, zulme sebep oluna­caksa şerrin ehvenine izafeten bu duruma razı olunur. Müslümanların basma istila yoluyla, emparyalizmin çeşitli oyunlarıyla kafir idareci getirilmişse itaat olmayınca hemen isyan olur mu? Bu durumda hüküm nedir?

1- Güç oranında karşı çıkılır. Sadece kalb ile mümkün olabilecek ise kalben buğzedilir.Eğer dille karşı çıkılması mümkün ise dille karşı çıkılır.

2- Değiştirecek güç varsa isyan etmemek haram olur.

3- Değiştirmeye güç yoksa karşı koymak isyan etmek, eldeki gü­cün zayi olacağından, daha büyük zararlar ve kötülükler olacağı zannı galib ise haram olur.

4- Dille karşı çıkmak mümkün ise dil ile karşı koymayı terk et­mek, küfrü doğurabileceğinden dolayı haramdır. Harama karşı çık­mamak haramdır, haramı helal görerek harama karşı çıkmamak ise küfürdür.

5- Kalben karşı çıkmamak harama razı olup, helal gördüğü için küfürdür. Zira, şirki, küfrü ve haramı reddetmek kalbin cihadıdır.Güç varsa elle başlanır. Eğer güç yoksa kalble başlanır. Hz. Pey­gamber (s.a.v.)'in yaptığı gibi. Eğer Müslümanların bulundukları yer, İslâm ülkesi olmasına rağmen müstevlilerin yani emparyalistlerin hakim olduğu islâm Devletinin bulunmadığı bir yer ise kendilerine gereken nedir? Bu du­rumda ne yapmaları gerekmektedir. Fiili bir işgal olmamasına rağmen emparyalistlerin kültürleri, düzenleri hayat haline dönüşmüş ve emperyalistlerin istediği insan­lar idareye gelebiliyorsa bu durumda müslümanlara düşen görevler nelerdir? Bu durumda şunların bilinmesi ve yapılması gerekir:

1-  Önce müslüman halka, istila altında oldukları şuurunun ve­rilmesi gerekir. Zira düştüğünü idrak eden ayağı kalkınmanın gerek­liliğini hisseder.

2- İstilanın hangi sahalarda gerçekleştiği tesbit edilip ilan edil­mesi, anlatılması ve de alternatifin ne olduğu açık bir şekilde ortaya konması gerekir.

3-  Müslümanm, ferd olarak özel hayatında ve kurumlarında, 'iktisadî hukuki ve siyasi hayatında, devletinde îslâmi emirlerin ve yasakların uygulanması lazım geldiği gerçeğinin çok iyi anlatılması lazımdır. Karşı koyma imkanı yoksa en azından onların gayrımeşru olduğu ve onların tüm kurumlarından beri olunduğu açıkça ortaya konmalıdır. İstilaya uğramış iseler mutlaka istiladan kurtulmaları gerektiği­nin de yine Ailahm kesin bir emri olduğunu bilmeleri gerekir. Ayet-i Kerime'de:O kendilerine'kitap verilenlerden oldukları halde ne Allah'a, ne ahiret gününe inanmayan, Allahın ve Rasûlünün haram ettiğini ha­ram tanımayan ve hak din (İslâm)ı din (takib edilmesi itikadi ve ameli hayattaki yol) edinmeyen kimselere, küçülmüş oldukları halde elden cizye verecekleri hale kadar harbedin!" (Tevbe 29) buyrulan prensibe göre eğer eğitim de Allah'ın değil "tabiatın yaratıcı" olduğu, ahiret gününe iman değil "yok olan var olmayacağı" prensibi öğreti­lirse, bütün hayatta Allah'ın yasakladığı faiz, kumar, zina, içki, rüş­vet vs. gibi haramlar var ise Allahın mutlaka uyulmasını emrettiği hukuk sistemi kaldırılmışsa; kendileriyle harbedilmesi gerekenler o yurdu işgal etmişler demektir. İster emparyalistlerin kendileri işgal etsinler, ister kendi adamlarına ettirsinler netice birdir. Ayet-i Kerimede "Allahın indirdiği şeyle hükmetmeyen kimseler kafirlerin... zalimlerin,.fasıkların ta kendileridir." (Maide 44,45,47) buyurulnıaktadır. Allahın indirdiği hukuk sistemini beğenmiyerek, alaya alarak, çağ dışı görüp hükmetmemek küfürdür. Yok eğer inkardan ve küfür­den kaynaklanmıyorsa zulümdür ve fasıklıkdır. Şu da bir gerçek ki zalimliğin ve fasıklığın da sonu kafirlik olur. Çünkü günahlar küfrün postacısıdır. Kişi inandığını yaşamazsa yaşadığı gibi inanmaya baş­lar.

4-  Müslümanlara düşen görevlerin başında bir lider etrafmd toplanmaları gelir. Ashabın Peygamberin etrafında toplandıkları gibi.                                                                                                                      

5- İslâmın hem ferdi planda, hem cemiyet planında, kurumlarda, evde, çarşı-pazarda yaşanabilmesi için, onu halka mal edebilecek kadroların, ilim adamlarının yetiştirilmesi gerekir. Davetçi kadrosu, ilmi araştırmalar yapabilecek kadro gibi.

6-  Müslümanların, imkan nisbetinde İslâmı, evlerinde, nefisle­rinde, kurumlarında göstermeleri gerekir. Devletin de mutlaka İslâmi olmasını sağlamaları gerekmektedir. Islâmda müslümana uy­gulama alanında müeyyideyi ancak devlet koyabilir. Örneğimiz Pey­gamber (s.a.v.) ve Dört Halife (r.a.) dir.

7- Her sahada İslâmın ortaya koyduğu sistemin mevcut sisteme alternatif olduğunu hem kitap, dergi, gazete halinde ilmi olarak hem de kurumlarda örnek bir yaşayışla ispatlamak gerekir.

8-  Müslümanlar kendi grupları, cemaatleri arasında işbirliği, menfaat birliği, hareket birliği yapabilmeleri için kültür birliğini oluşturmaları gerekir. Zira ölçü birliği olmadıkça hareket birliği ol­maz. Ölçü ise kültürle elde edilir.

9- Kendimizi kendimizin ve de bizi biz eden doğrulara göre yö­netmesi gerektiği, dayatmalardan uzak içimizdeki İslâm dışı unsurr lan da varsayarak yönetime talip olmak lazımdır İçde birlik oluştukdan sonra dışa açılmak gerekir.

10- İslâm Birliğinin oluşması ve İslâm ülkeleri arasında koordı nenin yapılabilmesi için bu birliği temin edebilecek kurumların ht yata geçirilmesi gerekir. İslâm hakkında bilgisi olmayan veya peşin hükümlü ve yanlış bilgiye sahip olanlar İslâmda hakimiyet, devlet başkanlığı üzerinde bu derece hassas olmasını garipseyebilirler. Ama İslâmın ana kaynakları olan Kur'an-ı Kerimi ve Hadis-i Şerifleri, Rasûlüllah (s.a.v.) ile Ashab (r.a.) m tatbikatlarım, İslâm hukukçusu olan fakih-lerin Usulü' d-Din ile Usul-ü Fıkhın konularını içine alan İslâm Fık­hını tetkik ederseler bu konuların ne kadar önemli olduğunu görür­ler. Şöyle ki, müslümanlarm başkana olan ihtiyacı, sürülerin çobana olan ihtiyacı gibi zaruri ve bedii bir gerçekdir. İşte bundan dolayıdır ki "parçala yut" prensibinin bir gereği olarak Avrupalı Lozanda hila­fetin kaldırılmasını temin etmiştir. Devlet İslama göre olacak ki idareyi, tasarruflarını, eğitimini İslama göre yürütsün. Hayatı İslâmileştirebilsin, ilmiye sınıfının İslâmi olmasını temin edebilsin. Hem İslâmı müslümanlara uygula­yabilmesi için hem de İslâmın mesajım bütün insanlara ulaştırabil­mek için devlet zaruridir. Elbette devlet olabilmek için kadronun bulunması, halkın hazır­lanması, maddi ve manevi ihtiyaçların karşılanması gerekir. Bu kitabı tercüme etmemin sebebi İslâm'ın idare etmeye, devlet başkanına verdiği önemi çok iyi açıklaması, bey'atın şartlarını, baş­kanın etrafında bulunması gereken şura üyelerinin Özelliklerini ve görevlerini, başkanın azledilmesini gerektiren halleri ve bununla il­gili konuları ilk kaynaklara inerek araştırmış olmasındandır. Gerek eser hakkında, gerek terceme hakkında ve gerekirse mü­tercim olarak bizim yaptığımız izahlar hakkındaki yanlışlık ve nok­sanlıklar bize bildirilirse yanlışın izalesini, noksanın tamamlanması­nı temine çalışırız. Bu vesileyle eserin en güzel şekilde hazırlanmasında emeği ge­çen öğrencilerime, Dost Ajans'm dizgi elemanlarına ve Ravza Yayın­ları yöneticilerine teşekkür ederim. Çalışmak bizden basan Allahdandır. Allah bizi, istediği hedefe, razı olduğu yola ve razı olduğu prensi­be göre, razı olduğu gaye peşinde yürüyerek kendisine ulaşmayı ve İslâmın hakimiyetini hem içde hem de dışta görmeyi nasib etsin! (Amin)

İbrahim CÜCÜK15 Şaban 1415-16.1.1995 ÜSKÜDAR

 

ÖNSÖZ

 

Bütün hamd ve övgülere layık olan ancak Yüce Allah'tır. O'na hamd eder, O'ndan yardım ister, O'ndan mağfiret dileriz. Nefsimizin şerrinden ve amellerimizin kötülüğünden Allah'a sığınırız. Allah ki­mi hidâyete erdirirse hiç kimse onu saptıramaz. Kimi de dalâlete düşürürse onu kimse hidâyete erdiremez. Allah'dan başka ilah olmadı­ğına, tek olup şeriki bulunmadığına, Muhammed (s.a.v.)'in O'nun ku­lu ve elçisi olduğuna şehadet ederim. "Ey iman edenler! Allah'dan gereği gibi korkun Ve ancak müslümanlar olarak ölün!" (Al-i İmran:102) "Ey insanlar! Sizleri bir tek nefisden yaratıp ondan eşini yara­tan, o ikisinden de birçok erkek ve kadınlar yayan (üreten) Rabbinizden korkun !”(Nisa süresi: 1) "Ey iman edenler! Allah'dan korkun ve doğru söz söyleyiniz ki si­zin amellerinizi uygun kılsın ve size günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah'a ve Rasûlüne itaat ederse büyük zafere nail olur." (Ahzab Süresi:70-71) Allah'ın, bu ümmete kitaplarının en hayırlısını indirmesi, yarat­tıklarının en faziletlisini Peygamber olarak göndermesi, bu ümmeti insanlık için çıkarılan ümmetlerin en hayırlısı kılması, Allah'a ina­nıp marufu emreden, münkerden nehyeden bir ümmet kılması, razı olduğu dinini muhafaza etmeyi üzerine alması, bu risaleti taşımayı, Allah'ın kelimesi (olan kelime-i tevhid-İslâm) en yüce (ve galip) olsun diye yolunda cihad etmeyi bu ümmete yüklemesi en büyük nimetler­den biridir. Bu ümmet, ancak bu risaletin şerefiyle bütün beşerin ön­derliğini elinde tutmuştur. Bazı toplumlar, kendilerinin Allah'ın seçkin bir milleti olduğunu, kendilerinin beşeriyetin koruyucusu olduklarını ve beşeriyetin ancak kendilerine hizmet için yaratıldıklarını iddia ediyorlardı. Ne zaman ki İslâm geldi, dünyanın doğusu ve batısına nur saçtı, insan toplu­lukları da her taraftan bu yeni nura girmeye başladılar, sonra bu ümmet, ilk nesil eliyle Hak Davayı diğer ülkelere ulaştırmak için şa­ha kalktı... İşte o zaman insanlar, bu ümmetin kanatları altına girdi. İnsanlık alemi, kendini hapseden bağlarından çıkıp kurtuldu ve akın akın Allah'ın dinine girdi. O zaman hezimete uğrayan milletler, insanlık üzerindeki haki­miyetini kaybedenler, bu durumu kıskanıp kin ve hasetle bakmaya başladılar. Allah, beşer için son din olarak seçtiği İslâmı, kulları kul­lara kul olmaktan kurtarıp Allah'a kul etmeye, dünyanın darlığından dünya ve ahiret genişliğine, batıl dinlerin zulmünden kurtarıp İslâmın adaletine çıkarması için gönderdi. Bu dinin düşmanları, bu din var oldukça kendilerinin devam ve istikrarlarının olmayacağını kavradıklarında, bu yeni nurun ışığını söndürmenin mutlaka gerektiğini anladılar. İslâm Dinine galip gele­bilmek için çeşitli yollar denediler. Kılıçla karşılık vermek, tahrib et­mek ve basit göstermek için gizli oyunlar peşinde koştular. Müslü­manlar arasında fitne yaymak, bu dinin gerçekleri etrafında şüphe uyandırmak, mü'min kimselerde dini anlayışı bozmak, karıştırmak, mü'minleri hakimiyetten ve idareden uzaklaştırmak gibi çeşitli vası­talara başvurdular. Bundan dolayıdır ki bu dinin gerçeklerinden hiçbir gerçek, hiçbir prensip yoktur ki din düşmanları tarafından hile kurmak ve karıştır­mak için kullanılmış olmasın, dine girenler tarafından garip anlayış­ları dine sokmalarını isteyip ontı da dinin gerçeklerinden gösterme gibi hilelerle taarruza uğramasın. İşte bu sebepden dolayı "İmânıet-i Uzmâ" konusu, işlerin ve ha­reketlerin en önemlisinden olmuştur. Çünkü İmâmet-i Uzmâ bu di­nin bekçisi, muhafızı; dini yaymak için uzun bir el, oyuncuların oyu­nundan muhafaza edip, dinin şerefini koruyan bir makamdır. Bu konu, bu ümmetin ilk asrından bugüne kadar (İslama karşı yürütülen) şüphecilik ve karalama yöntemlerinin en önemlisi ve payı en büyük olanıdır. İlk asırlarda, bu konularda ilk olarak Abdullah İbni Sebe ve yar­dımcıları ayrılık anlayışım sokmaya çalışmışlardı. Bu anlayışları ka­bul eden Şiiler ona inandılar. Hatta bu anlayışları kendi mezheplerinin temel rüknü yaptılar. İmamları, Ehli Beyt arasından belli bir sü­laleye ait kıldılar. Ehli Beyt için, ancak Allah'a veya peygamberlere layık olan özellikler verdiler. Mutlak gaybı bilmek ve masumiyet gi­bi. Öyle ki onlara peygamberlik makamının üstünde bir konum biçti­ler. Onlar hakkında tekrar dünyaya dönme, ruhlarının başka vücud-larla tekrar dünyaya gelmesi (tenasüh) gibi itikadlara daldılar. Bu inanç tâ günümüze kadar devam etti ve hatta o inanç uğruna cihad edildi, neşri konusunda coşkunlukla çarpışılarak harp edildi. Bu asırda kendilerinin Ehli Sünnet olduklarım iddia eden bazı kimselerin de zihinlerinde, bu konu ile ilgili oluşan düşünceler tehli­ke açısından öncekinden daha az değildir. Bu dinin düşmanları Osmanlı Devletini yıkmaya azmettiler. Özellikle de zayıflama ve çökme döneminde. Bundan sonra imkan nisbetinde bu dinin gerçeklerine, prensiplerine tutunma gerekiyordu. Artık bu milletlerin nefislerinde olan takat ve güç; hareket ve müca­deleye dönüşecekti. Bu gücü bazen hile ile bazen dost görünerek, baş­ka bir zamanda da kuvvetle söndürmeye çalışmak gerekecekti. Daha sonra da dini devletten ayırma fîkri doğdu. Bu işe, İslâm ismini taşı­yanlar soyundu.[1] Bu anlayışı cahil batıdan, batının batıl dinlerin­den alıyorlardı. Daha sonra, "Din ancak kul ile Rabbi arasındaki alakadan ibarettir. Hayatın içine girmez, veya din sadece camide eda edilen bir namazdır veya tekrar edilen zikirler ve dualardır veya zâviyelerdeki teşbih tıkırtısıdır. Veya dünyanın belli yerlerine yapı­lan dini (!) seyahattir" diye çirkin bir akım ortaya çıktı. Bu savaş, müslümanlardan akıllan zayıf kimselerden bir çoğunun bu safsata­lara inanmasına kadar sürdü. Bu hasta adam "Osmanlı Devleti" Ölünce dünyanın köpekleri, bu ölünün bıraktığı mirası bölüştüler. Müslümanlar arasına nefret ve bölücülüğü ektiler. Birbirlerini Allah için sevmeyi, vatan sevgisine feya ırkçılık ve kabilecilik sevgisine çevirdiler. Bu fetret dönemi, [slâmm, isminden başka birşey bilmeyenleri, elleriyle öğrenci olarak fetiştirinceye dek devam etti. Nihayet bu küçük devletçikler bağım­sızlıklarını ilan ettiler. Bu da müslümanlar tarafından şiddetli bir mukavemetten sonra oldu. Fakat bu devletler elleriyle ve fikirleriyle yetiştirdikleri köleler durumuna düştüler. Onlar emrediyor bunlar taat ediyorlar, onlar nasihat ediyor, bunlar derhal nasihati tutuyor-ar. Adeta milletlerinin maslahatlarına göre efendilerinin işlerini görmeye âmâde kılınmış birer hizmetçi oldular. Bu hakimiyetle müs-üman ülkelere hükmettiler. Bu mağlûb milletlere laikliği kendi doğ­rultusunda mecbur ettiler, onları İslâmiyetle ilgili herşeyden uzaklaştırdılar.              Fakat mü'min toplulukların kalblerindeki gizli güç yok olmadı ve çeşitli hareketler halinde ortaya çıktı. Her taraftan şöyle haykıran sesler yükseldi: "Mutlaka İslâmi hakimiyet gerekir. Dünyanın idare­si bu dinle olmalıdır. Dostluğu ve sevgiyi ne batıya ne doğuya değil sadece Allah'a göstermek gerekir."Bu haykırışlardan, seslerden sonra Allah düşmanları, bu düşün­cenin hakikatini anladılar ve realiteyi görerek bu düşünceyi öldür-nenin, bu anlayışları silmenin yollarını aradılar. Müsteşrikler yetiş­irdiler. Bununla da yetinmediler. Kendilerini boyun eğmiş gösteren-erden bir grubu, kendilerine yamadıkları gibi, bu ümmetin din ve lim davetçilerînin de bazısını kendi davalarına hizmet ettirdiler. Ka­imler, İslâm'ın hakimiyet düzenini yazabilmek için sendeleyerek yü­rüdü. Bunlardan bir kısmı İslâm'da hâkimiyet düşüncesinin olmasını nkar ediyor, diğer bir kısmı İslâmi devleti kurmaya davet ediyor, [2] iiğer bir başkası hükümetin dinsiz olmasını milletin müslüman kal-nasma mani görmüyor du. [3] Bir kısım kalemler de bu asırda İslâmi lükümetin kurulmasını muhal sayarak şöyle demekteydi: "Kim asıl şeriat kitaplarına basiret ve ihtisas gözüyle bakarsa görür ki hicretin ikinci yılında bir kanun veya kitap veya esas ortaya koyulup sonra bununla 1400'lü yıllara hükmetmek makul değildir." [4] Bir diğeri şöyle diyordu: "Hilâfet Düzeninin İslâm hukukçuları­nın açıkladıkları (şartlarla ve o) şekilde kurulması bu çağda, İc-ma'nın oluşması mümkün olmayacağından muhal bir iştir." [5] İslâm birliği davetçilerinden, birisi de şöyle diyordu: "Birliğin, müslümanlar üzerinde kontrolü bulunan bir hükümete, bir tek dev­lete dayanmasını doğru görmüyoruz." [6] Bir diğeri de şöyle diyor: "Arzu ettiğimiz birlik, hakkı yürüten bir otoriterin bulunmasını gerektirmez, yönetim şekli İslâmi herhan­gi bir yöreye uyması zorunlu değildir." [7] Onların akıllılarmca -eğer akıllıları varsa- şöyle diyorlar: "Hayır! Sizler faydalı olandan uzaklaştınız, İslâm'a iftira ettiniz, İslâm'ın hü­kümet nizamı vardır, devleti kurmaya da davet etmektedir. Müslü­manlar topluluğu olarak bizleri, Batı geçti ve demokrasiye ulaştı.  [8] İslâm'daki hükümet nizamı da demokrasinin ta kendisidir, Hatta . İslâm, demokrasilerin babasıdır" [9] Diğerleri de onlara cevap vererek şöyle dediler: "Hayır! Bilakis siz hatalısınız. İslâm'da hükümet nizamı sosyalizmdir, kitaplar ve kütüphaneler İslâm demokrasisi ve sosyalizminden bahisle doludur". Yeni yazarların bazısı, bu konuda üstün hedefleri ve farklı fikir­leri paylaşıyorlar. Zira bu anlayışlardaki eğri düşünce ve sapmalar kendilerini rahatsız ediyor. Fakat onlar, meseleleri içinde yaşadıkla­rı çağın realitesinin tesiri altında kalarak araştırıyorlar. Kitapları da bu düşüncelerin tesirinde kalıyor. En garip olan da İslâm düzeni ile çağdaş düzenler arasında bir yakınlık kuran yazılarıdır. Sanki aralannda bir benzerlik var da yakınlığa bir zemin teşkil ediyor. Halbuki Dunlar, gündüzün ortasında güneş ile; görülemiyecek derecede küçük trir mum arasındaki benzerliğin hiçbir değerinin olmadığını unutu­yorlar. Ya kapkaranlık gece ile haddi hududu olmayan nura yakın kimseye ne dersin. Bütün bunları gördüğümden dolayı, satışımın kısa, sermayemin azlığına rağmen, müslümanlardan bir çoğunun "İmamet" gibi Önemli sir konudaki düşüncelerini, zihinlerini kaplayan çamuru izâlede, ör­tüyü kaldırmada belki bir payım olur diye bana vâcib olan bu koca­man denize dalmak, -sınırlı gücüm nisbetinde- garip anlayış ve şüp­heden uzak; temiz ve saf olarak gerçekleri açıklamak, Allah'ın (c.c.) indirdiği ve selefi sâlihinin yürüdüğü gibi, Allah'ın dinini bilmek için gayret eden, her akıl sahibine, hakkı arayan herkese, bu çağın yaşa­mışında amelî realiteden uzaklaştırılan ve yıkılan bu büyük binayı yapmada gayret göstermekle "İmamet" meselesi belki yeniden ortaya cıkar.Çalışmanın başında hedefimi gerçekleştirmek için büyük bir gayret ve istekle çalıştım. Bu meseleyi her tarafa arzetmeyi, eski ye­ni meydana gelen sapmaları okumayı istedim. Araştırmaya, tetkike, müracaat kitaplarını, kaynakları toplamaya devam ettim. Bizzat, kaynaklardan çoğunu topladım. Çağdaş batı düşüncesinin etkisinde kalan eğilimlere de göz attım. Sonra konuya girdim. Günlük normal çalışma ile iki sene sonra baktım ki, daha yolun yarısmdayım. Allah'tan istihare ettim. "El-İmâmetü-1-Uzmâ inde Ehli's-Sünne ve'1-Cemâa" (Ehl-i Sünnete göre sn büyük İmamet) ismiyle bu merhalede kısa bir şey yazmaya karar verdim. Diğer merhaleyi de inşallah ömrüm yeterse başka açıdan ya­zacağım. Özellikle kaynakların çoğunu topladım. Sonra bu yönde topladıklarımın en kapsamlı olanlarına müracaat ettim. İşte bugün yöneldiğim taraf da bu kısmıdır ki, o da Ehli Sünnet'te büyük imamlık (el-îmâmetu 1-Uzma)dır.

 

Araştırmadaki Metodum

 

Bu araştırmada takib ettiğim metoda gelince; yorumlayabilece­ğim, beğenip müdafaa edebileceğim her fikri ve yine ön şart olma­dan, heva ve hevesten uzak olarak araştırmaya girdiğim bu konuyu  gücüm oranında başarmaya çalıştım. Hevâ ve heves, insanı, gü­neşten daha açık bile olsa haktan çevirir.Araştırma konularını sürdürmede hissi davranmak yanlıştır. Her müslümanın, her an içinde bulunması gereken ihlas ve samimi­yet hissiyle, İslâm ölçüsüyle araştırmaya başlaması gerekir. Şu şart­la ki görüşüne muhalefet edene, iftira ve düşmanlığa gitmemelidir. Bundan sonra, şer'i nasslar olan kitap ve sahih sünnetten delil­leri toplamaya çalıştım. Bu nasslardan izah ve yoruma muhtaç olan­ların yorumunu hiçbir karışıklık ve sapma bulunmayan pak ve ber­rak düşünceye sahip olan selef-i sâlihinden ve ilk kuşak alimlerden almaya gayret ettim. Bu konunun izahında Sahabe ve Tabiinin fetvalarını, eski ve ye­ni alimlerin itimâd edilen sözlerini de toplamaya özen gösterdim. Her nakledileni, gücüm oranında, aslına müracaatla, âyetlerin numaralarım vererek, hadislerin tahriclerini yaparak cerh, ta'dil ve tahriç alimlerinin bu husustaki sözlerini de zikrederek vermeye ça­lıştım. Meselelerin bazısının izahını Şer'i nasslarda bulamayınca Hulefâyı Râşidinin sireti, kavli ve fiili uygulamalarını,özellikle de Hz. Ebûbekir ve Hz. Ömer'in uygulamalarım araştırmaya yöneliyor-dum. Çünkü onların uygulamaları, onlara tâbi olmaya dair (özellikle de Hz. Ebûbekir ve Hz. Ömer), Hz. Rasûlullah'ın emrinden dolayı şer'i sünnet sayılmaktadır. Bundan sonra da eski ve yeni müslüman âlimlerin sağlam sözle­rine müracaat ediyordum. Bu araştırma da, bu dini din kabul etmeyen hiç bir insandan bir-şey almamaya özen gösterdim. Müsteşriklerinyazdığı her şeyi attım, içinde bazı gerçekler bulunsa bile. Zaten özellikle de bu önemli konu­da, onlardan alınanlardan dolayı îslâmi düşüncede oluşan sapmalar hususunda çektiğimiz bela bize yeter Bu araştırmaya ilmi malzeme olabilecek, önceden yazılmış eser­ler vardır. Bu hususta, sıfatlar ve diğer .konular gibi akide meselele-.rinin bazısında Ehli Sünnet'e muhalefet eden bazı büyük alimlerden nakiller aldım. Fakat onlar imamet konusunda bazen Ehli Sünnetle uygunluk içindedirler. Bundan dolayı onlar da sünnete uygun olan bu yerlerde Ehli Sünnet'tendirler. Fakat muhalefet ettikleri konular­da Ehli Sünnet'ten değildirler. Mutezile'den bir görüş naklettiğim zaman mezhebini belirttim. Çoğu zaman Ehli Sünnet'in görüşüne muhalif şâz görüşlere yer ver­medim, ancak işaret ve imâ ile geçiştirdim. Aralarındaki görüş fark­lılıklarına veya bazısının hükmettiği görüşlere gelince, o iki görüşü de, her birisinin delillerini de muhakkak zikrettim. Sonra da görüş­ler arasındaki tercihi, deliller ve tercih sebebini de ortaya koydum.

 

Araştırmanın Pilanı

 

Bu mütevazı eseri yazmada tâkib ettiğim plâna gelince; bir giriş, iki bölüm, bir de sonuç diye kısımlara ayırdım.

Girişte, bu konuyu tercih ve çok kısa zamanda yazma sebebimi, sonra metodumu, araştırma esnasında karşılaştığım bazı zorlukları, ve daha sonra da bu bahsin akide ile, alakasını anlattım. Birinci bölümü dört kısma ayırdım. Birinci kısım; imametin ta­rifi. Lügat tarifinden sonra istilâhi ve tercih edilen tarif, Kitap ve sünnetteki İmamet lafzının tarihi seyri, imamet, hilafet, mü'minlerin emirliği lafızları arasındaki eş anlamlılık, imamet ve hilâfet lafizları-mn kullanılmaları, sonra halife ile melik arasındaki fark, son olarak da Hulefâ-i Râşidin dışındaki kimseler için halife lafzının kullanılışı­nın cevazı...

ikinci kısım: İmametin Vâcibliği, bunun kitap, sünnet, icma, seri kaidelerden delilleri Sonra mütekaddimin ve çağdaş alimlerden imametin vâcib olmadığına hükmedenlerin münakaşasına yöneldim. Bu konunun peşine, unutulan bu vacibi, yerine getirme ile ilgili mü­kellefiyetten söz ettim.

Üçüncü kısım: Bu kısmı İmametin Maksadları'ndan sözetme-ye ayırdım. Bu da kısaca, İslâmı hakim kılıp dünyayı da din ile idare etmektir. Bu kısımda dünyayı din ile idare etmeyen kimselerin hük­mü ve bu konuda, ulemânın görüşlerinden bahsettim.

Dördüncü Kısım: İmametin Akdolunma Yolları'ndan bahset­tim. Başta Hulefa-i Râşidîne ait imametin akdolunmasındaki yolla­rın meşruiyetinden. Hz. Ebûbekir (r.a.) hakkında nasdan, ulemânın görüşlerinden ve her görüşün delillerinden söz edilmekte, tercih edi­len görüş, Hz. Ali (r.a.) hakkındaki nass iddiasından ve ondan başka imamların iddia edeceği ve bu konuda Hz. Ali ile ilgili olarak gelen nasslardan söz edilmektedir. Daha sonra Hz. Ali (r.a.)'nin, Hz. Ebû Bekir (r.a.)'e Sakife'de bulunmadığı halde bey'at ettiğinin sabit oluşu.Sonra onların (r.a.) İmameti akdetmedeki yollarının, tarihi yönü üzerinde durdum. Onların her birisinin seçiliş usulünden özetlenmiş neticeleri de açıkladım. İşte bundan sonra bizim için şer'î akdolma yollan açığa çıkmış oldu. Şöyle ki: Önce Ehli Hal; ve'î-Akd tarafından yapılan seçimden, sonra Ehli Hal ve'1-Akd'in öneminden ve meşruiyetinden bahsettim. Sonra da Ehli Hal ve'1-Akd'dan ve onlarla ilgili hükümlerden söz et­tim. Sonra ikinci yola yöneldim. Halife tayin edilişi (istihlaf) ve bu­nun caiz olduğuna dair delilleri açıkladım. Onun, Ehli Hal ve'1-Akdm rızası şartına bağlı oluşu, İmamet şartlarının kendisinde tamamiyle bulunduğu, istihlaf edilen (seçilen) kimseye, onların bey1 at edişlerini açıkladım. Beyât bahsi ve onunla alakalı olan hükümler üzerinde durdum. Bundan sonra da kahr ve galebe yolu (ihtilal yolu) ve bu yolda; Ulemanın görüşleri üzerinde durdum.

İkinci bölüm: Bunu da dört kısma ayırdım.

Birinci kısım : İmâmın Şartları ve Kureyşilik şartı üzerin durdum, Kureyşli'nin kimler olduğunu, bunun şart koşulmasının de­lillerini ve ulemanın görüşlerini açıkladım. Sonra da tercih edilen gö­rüşü, bu şartın hikmetini îbni Haldun, Dehlevî ve Reşid Rıza'nın gö­rüşlerinin münakaşasıyla birlikte izah ettim. Daha sonra faaliyet şartı ve bu konuda ulemanın görüşlerini, delillerini ve tercih edilen görüşü ortaya koydum. Bu kısmın içine, Hulefâ-i Râşidin arasındaki afdaliyetle ilgili deliller ve herbirinin fazileti hakkında gelen hadisle­ri aldım. İslâm fırkalarının bazısının durumlarını da konu edinerek konuyu sona erdirdim.

İkinci Kısım : İmâmın Görevleri ve Hakları'ndan bahs eden bir konu ayırdım. Bunu da üç konuya böldüm. Birinci konuda imâmın görevleri, ikincisinde hakları ve itaat hakkı üzerinde dur­dum, itaatin nerelerden olacağını, hududunu ve buna bağlı olan -ahkâmı açıkladım. Üçüncü konuda şuraya özel yer ayırdım. Şura, hükmü, imâmı bağlayıcılığının sınırı ve bütün bunlar hakkında ter­cih edilen görüş üzerinde durdum.

Üçüncü Kısım : Azl, imamlara karşı ayaklanma. Bunu da üç konuya ayırdım. Birinci konu: Azlin sebepleri ve ulemanın görüşle-ri.İkinci konu : Azlin sebepleri kılıç meselesi ve silahlı ihtilal üzerin­de durdum. Silahlı ihtilal yolunun, tehlikelerinden dolayı İslâmın bu­nu dar tutmasını açıkladım. Çünkü bu durum, yok edilmesi düşünü­len kötülükten daha büyük kötülüğü doğurmakta ve bu vasıta, fitne­lere ve maslahat dışında müslüman kanının akıtılmasına sebep ol­maktadır. Üçüncü konu: İmamlara karşı ayaklanış, bunu da iki kıs­ma böldüm. Birincisi: Ayaklananlar ve çeşitleri hakkında. İkincisi: Kendilerine karşı ayaklanılanlar ve kısımları. Küfür sınırına ulaş­mayan zalim fasık imamlara karşı ayaklanma bahsinde uzunca dur­dum. Bu meselede ulemanın görüşleri ve her görüşün üzerine eğil­dim. Bu delillerin münakaşasını yaptım. Bunun ardından doğru gör­düğüm görüşü ortaya koydum.

Dördüncü kısım : Ehli Sünette İmamların birden fazla olması ile ilgili görüşleri, her mezhebin delillerini sonra da tercih edilen gö­rüşü açıkladım. Son olarak gücüm oranında her geçen konunun so­nucunu yazarak bitirdim.

 

Araştırmada Karşılaştığım Zorluklar

 

Allah'ın rızasını isteyen müslümamn her yaptığı işinde zorluk­larla ve meşakkatlerle karşılaşması muhakkaktır. Onlardan bir kıs­mı aşılamaz bir kısmı da aşılabilir. Bu araştırmada karşılaşıp da aş­ma hususunda Allah'ın bana yardım ettiği zorluklardan en önemlile­ri şunlardır:

1-  Konunun ve şubelerinin genişliği, meselelerin çokluğu, her meselenin hükümlerindeki görüş farklılıklarının araştırmaya muh­taç olması...

2- Konunun, uzun zamandan beri gerçek hayatta uygulamadan uzak oluşu... îslâmi hayatta meydana gelen sapmanın ilkinin haki­miyet konusunda oluşu, gerçek mecrasından çıkması ve hâlâ bu sapmanın devam etmesi. Biz bugün, bu konuya bir çare bulamıyoruz. Ancak ilk olarak nazarî prensipler açısından sonra da içinde bulun-

duğumuz çağa uygun, tatbike müsait prensipler açısından çaresini bulacağız.

3- Bu meseledeki malumat ile ilgili ilk alimlerin görüşlerinin toplanmasının zorluğu. Çünkü konu, ilgili kitapların farklı yerlerin1 de araştırılmaktadır. Bir kısmı, akaid kitaplarının imamet ve diğer bablarında, bir kısmı fikıhda muhtelif yerlerde araştırılmaktadır. Bir kısmı muayyen bir baba tahsis edilmiş, bir kısmı "Ahkâmu-1-Buğât" ta, bir kısmı "Hudâd"da "Kaza"da araştırılmaktadır. Bir kısmı da na­maz konusunun cuma bahsinde, Vekâle'de, Zevac'de, Cihad'da ve Si­yer'de v.s. yerlerde bahis konusu edilmiştir. Hadis ve şerh kitapları­na gelince; bir kısmı belli bir bölüm ayırmış, bir kısmı Menâkıb'da araştırmış, bir kısmı Cihad ve Siyer bablarında açıklamış veya şurüt, sulh ve benzeri bölümlerde konu etmiştir. Usulu'1-Fıkh kitaplarına gelince; bazı kerre "Emr'de veya "Umum"da veya farzı kifayede veya içtihadda veya "İstishab"da veya maslahat konularında açıklamışlar. Tarih kitaplarına gelince, çoğu zaman kitaplarının başında veya "TerâcinV'de veya bazı hadiseleri yazan bölümlerin içinde... Bir ali­min görüşüne kitabından kolaylıkla vakıf olmak mümkün ama, bu konuda ilk alimlerimizin yazdığı kitaplar gerçekten az, kitapların iç­lerinde olan da dağınık. Bu konuda en çok malûmatı "El-Ahkâmüs-Sultaniyye" isimli Ebû Ya'la ile Maverdi'nin yazdığı iki kitabın ilk sayfalarında bulmak mümkündür.

 

Konunun İman Konularıyla Alakası

 

islâm bir bütündür, bölünemez. Allah, İslâm'ı insanları karan­lıklardan nura çıkarmak için gönderdi ve onda ameli hükümler ile inanç konuları arasında bağ kurdu. Mesela Allah'a ve Ahiret Gününe imana karşı çıkana verilecek Ahiret azabı... vesaire gibi. Bu, Allah'ın kitabında açıktır. Buna dair misaller Kur'an'da çoktur."Zina eden (bekar) erkek ve kadının her birine yüzer değnek vu­run Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız, Allah'ın dininde bunla­ra bir acıyacağınız tutmasın." (Nur,2) Hırsıza verilen ceza ile ilgili şöyle buyuruluyor: "Erkek ve kadın hırsızın yaptıklarına bir ceza ve Allah'tan bir azap olmak üzere ellerini kesiniz! Allah azizdir, hikmet sahibidir." -(Maide: Talak hakkında: "Ey Peygamberler! Kadınları boşayacağınız zaman, iddetleri vaktinde (adetten temizlendikten sonra) boşayın. Ve o iddeti sayın. Rabbiniz olan Allah'tan korkun." (Talak,l) .Buna dair misaller sayılamayacak kadar çoktur. Bütün hüküm­ler inançla ilgili ve inanca dayanmaktadır. Ahkamın hepsi amelidir. Fıkhi ahkâm, organların ve kalblerin amellerindendir. Hâlis niyetten olmayan her amel reddedilir. Zira niyet, kalbin amelidir. Dinin, usûl ve furu' diye taksim edilişi; sonradan çıkan bir tak-simdir.  [10] Usûl ile murad kalb ameliyle alakalı ilmi ahkâmdır, füru' ile murad organ (beden) ameliyle alakalı ameli ahkâmdır. Bu taksim­den kolaylık ve kısımlara ayırma hedefi güdülmektedir. Her ne ka­dar ikiside aynı kaynaktan çıkıp aralarında fark olmasa bile. Fakat bu ayırım, ikisi arasında bir farkın olduğunu ortaya çıkarıyor. Bu ikisinden birisi ahkâmın kaynağıdır. Îbnu'l-Kayyım (r.a.) bu taksim hakkında şöyle diyor: "Bu ayırma, Kitap'da ve Sünnet'te yoktur." Yi­ne "Kitab'm, sünnetin ve muteber şeriat esaslarının açıklanmadığı taksimin hepsi, iptali gerekli olan batıl bir taksimdir. Bu taksim, on­ların sapıklığının esaslarından birisidir. O kimseler usûl ve furu' di­yerek, isim verdikleri şeylerin arasını ayırdılar. Onun üzerine hü­kümler vaz ettiler, hükümleri de akıllarıyla ve görüşleriyle vaz etti­ler. Bir de, furu' meselesinde değil de usul meselelerinde hata ile tek­fir konusu var. Bu da zikredeceğimiz gibi batılın en batılıdır. Furu'u, usûl ile değil de ahad haberlerle isbat etme de bunlardan birisidir." Sonra Ibn Kayyım, Usûl ve Furu' arasında onların ortaya koydukları farkı, delillerle çürütür. Ibnu'l-Kayyım, üstadı İbni Teymiye'ye bu konuda tâbi olmuştur. Şöyle ki; İbni Teymiye bu taksimi doğru bulmaz ve der ki: "Gerçek temel olan usûl meseleleridir, teferruat olan da Furu' meseleleridir." Bu durumda bizim için önemli olan, İmamet konusuyla alakalı olandır. O da "İmamet, akide mevzularından mı yoksa fıkıh konula­rından mı"?, sorusunun cevabıdır. Şu bir gerçek ki İmametin inançla ilgili yönleri de var fıkhi yönleri de, tarihi yönlerinin olduğu gibi. Bundan dolayı Selef âlimleri (r.a.) İnanç esaslarını anlatırken ve akaid yazarlarının hemen hemen hepsi de imameti anlatırlar. İmameti dört halife ile ve hilafetteki tertiplerini de faziletteki tertib-leri üzere sınırlandırmışlar, hatta İmameti Kureyş'e ait kılmışlardır. Kim onlara düşmanlık ederse, Allah onu yüzükoyun cehenneme sürer. Namazı her salih ve fasık imâm arkasında kılmak, cihad ve haccı imâmla yapmak, imamlara karşı çıkışın haramlığı, haramın dı­şında onları dinleyip itaat etmek... Bütün bunlar, imametin konula-rındandır. İşte bu sebepden dolayıdır ki Kelâm Ulemâsı imamet ko­nusunu, akide kitaplarının sonlarına yazmışlardır.

Kelam Ulaması

Bu akide konusu etrafında doğan, Şiilerin "imamet bahsindeki yanlı itikadları, imameti dinin rükünlerinden saymaları, imamlarını masum görmeleri, ricat, imâmın gaybı bildikleri iddiaları vb." gibi bi­dat ve sapmalara reddiye için de yine akide konuları içinde cevap ve­rilmiştir. İçinde bulunduğumuz çağda bazen dindarlar, çağdaş fikri mese­lelerin en mühimlerinden birisi olduğu halde, imametin dinden oldu­ğunu inkar etmelerine karşılık bazıları da akide ile ilgili meseleler­den saymışlardır. İmametin fikri yönlerine gelince; bu yönleri daha çoktur: İmamlığın şartları, müslümanlarm imâmı nasıl seçeceği, Ehli Hal ve'l-Akd, şartları, sayıları, şura ve ahkâmı, bey'at ve ahkâmı v.s. gibi. Bu konunun tarihi taraflarına gelince: Hulefa-i Râşidînin uygu­lamaları, kendilerinden sonra gelenlerin durumları, zamanlarında meydana gelen hadiseler, neticeler, ibretler ve bunlardan çıkarılan ahkâm. İmamet konusu, akide ile fıkhi hükümlerin birbirlerinden ayrıl­madığını gösteren delillerden birisidir. Öyle ki bunlardan biri olma­dan diğeri de olmaz. Her birisi diğerini ger ektir içidir. İşte bundan do­layıdır ki Allah (c.c); imamlara itaati, onlara nasihat etmeyi, şer'i bir gerekçe olmadan din adamlarına karşı ayaklanmamayı, işleyenin se-vaplanacağı, işlemeyip terkedenin kıyamet gününde uhrevî azapla cezalandırılacağını ibadetten kılmıştır Bu mütevazı çalışma ve gayretle, konunun gerçekten hakkını verdim ve bütün yönlerini tamamladım diye iddia etmiyorum. Fakat bu yolda hiçbir çabayı küçük görmeden çalıştığımı söyleyebilirim. Ömer'ul-Faruk'un (r.a.)'ın dediği gibi diyorum : "Ayıplarımı bana gös­terene, Allah merhamet eylesin."Kim bunda bir hata veya noksanlık veyahut değişmesi gereken bir mana veyahut da kelime kayması gibi bir şey bulurda bana bildi­rirse o kişinin İslahı için Allah'a dua ederim. Hem de o konuda nasi­hat görevini yerine getirmiş olur. Çünkü insan zayıftır. Allah'ın, tev-fikiyle koruduğu kimse hariç hiçbir insan hatadan uzak değildir. İmameti gerçekleştirmesini Allah'tan niyaz ediyor, O'ndan istiyor ve nihayet, Allah'a şükrediyor, evvelen ve ahiren, zahiren ve batınen sa-yılamıyacak olan nimetlerine hamdediyorum. Bu araştırmayı bitir­mede bana yardım eden O'dur. Bundan sonra bu araştırmayı, hedefe yönlendirme ve istişare et­mede, düzeltme ve münakaşada, müracaat ve tetkik etmede yanlışı açığa çıkarmada her kim benimle yardımlaşırsa çok teşekkür ederim. Hem de Mevlâyı Kerimden o kimseleri mükâfatın en hayırlısıyla mü­kafatlandırmasını isteyerek, bizi de onları da sevdiği ve razı olduğu şeylere muvaffak kılmasını arzu ederek... Özellikle katında talebelik şerefine erdiğim pek kıymetli Dr. Râşid Bin Râcih eş-Şerif e çok te­şekkür ederim. Çünkü kendisi bu tezin kontrol görevini üzerine al­mıştı. Bana çok vakit ayırdı, sorumluluklarının ve meşguliyetlerinin çokluğuna rağmen yönlendirmelerde bulundu. Allah (c.c.) ona müka­fatın en hayırlısını, ecrin ve sevabın en bolunu ihsan buyursun. Duamızın sonu "Elhamdülillah! Rabbil âlemin". Salât ve selâm, nebi Hz. Muhammed'e (s.a.v), âl ve asabına ve kıyamete dek ona tabi olacakların tümüne.Rabbın afûnı uman Abdullah B. Ömer, B. Süleyman ed-DEMİCİ

 

İkinci Baskının Önsözü

 

Bütün hamdler yalnızca Yüce Allah'a, salat ve selam kendisin­den sonra hiçbir peygamberin gelmeyeceği Rasûlüne aittir. Kısa zamanda birinci baskısı tükendikten sonra bugün kıymetli okuyucularımıza ikinci baskıyı sunuyoruz.Bu, Mevla'nın bize bir ikramı olup aynı zamanda böyle önemli konularda İslâmi yayıncılığa olan ihtiyacın da bir işaretidir.Bu baskıda, imkan nisbetinde birinci baskıdaki hatalar giderildi, noksanlıklar tamamlanmış oldu. Özellikle de aralardaki ve fıhristler-deki noktalama işaretleri, bazı baskı yanlışlıkları, kelime düşüklük­leri de telafi edilmiş oldu. Önceki baskıda olan bu durumlardan dola­yı kıymetli okuyucularımızdan gerçekten özür diliyoruz.Yine bu baskı bazı yeni ilmi dayanaklar ve gerekli düzeltmeler­den hali değildir. Nitekim okuyucu kitapta bunları bulacaktır.Ben daha önce yazdığım bütün her şeye karşı tenkitçi ve düzelti­ci bir konumda yaklaştım. Bu nedenle de bazı nasslara (delillere) ye­niden baş vurmak, bazısını diğer bazısına bağlamak, düzeltilmesi ge­reken yerleri düzeltmek ve yeniden gözden geçirmek zorunda kaldım. Böylece bu baskı, inşallah doğruya daha yakın, yeni bir elbise içinde ortaya çıkmış oldu. Bu da Yüce Allah (c.c.)'m lütfundandır.Başında ve sonunda, içten ve dıştan O Yüce Zat'a hamd ve şük­rediyorum. O'ndan hakkı hak olarak gösterip hakka uymayı, batılı batıl olarak gösterip batıldan da sakınmayı nasib etmesini istiyorum. Ey gaybı da varlıklar alemini de bilen, gökleri ve yeri yaratan! Kulların, aralarında ihtilaf ettikleri konularda Sen hüküm verirsin. , Haktan uzak, ihtilaflı konularda beni doğruya ulaştır. Muhakkak sen, dilediğin kimseyi sırat-ı müstakime (doğru yola) ulaştırırsın. Duamızın sonu, alemlerin Rabbi Yüce Allah'a hamd etmektir.

Abdullah b. ÖMER ed-DEMİCİ 21.11.1408

 

İMAMET

 

1. İMAMETİN TARİFİ

2. İMAMETİN VACİP OLUŞU

3. İMAMETİN MAKSATLARI

4. İMAMETİN AKDOLMA YOLLARI

 

1-İMAMETİN TARİFİ

 

Lügatte "Emme" fiilinin masdarıdır. Nitekim Araplar şöyle der-îr: "Emmehüm ve Emmebihim" 'Onların önüne geçti'. İmamet, öne eçmedir. İmâm : "Başkan veya diğer insanlardan kendisine uyulan."[11] İbni Manzur diyor ki: "İmâm, ister sapık ister istikamette olsun plümun kendisine uyduğu herkestir. Çoğulu "Eimme" dir. Her şe-in imamı, o şeyin, idarecisidir, başkanıdır, onun ıslah edenidir, öır'an, müslümanlarm imamıdır. Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) nâmların imamıdır. Halife, halkın imamıdır. Yine imâm, halkın na-ıazda iktida edip uyduğu kimsedir. İmâm; Örnek olarak çocuğun okuldaki imâmı denince her gün ğrendiği şey anlaşılır. İmâmu 1-misâl, kendisine örnek aldığı kimse  İmâm; Binada uzatılan iptir ki bina o ipe göre yapılır ve binanın uğlaları ona göre örülür. [12] İmâm; Önde olan, önde yürüyen, öne geçendir. Bir kimse bir imseyi örnek edindiği zaman arkasında yürür, nereye bassa o da raya basar. Ne yapsa o da onu yapar. Okulda, çocuğun imâmı, her gün öğrendiğidir. Her insan, Öğren-iğini yapar. Öğrendiği sanki bir insan gibi önde gider, o da onu taib eder. Bunun için Öğrenilen bilgiye de imâm denmiştir. Bina yapımında, tuğlalar düzgün olsun diye bir ip konur. İmâm, akip edilen, ona göre hareket edilen, tabi olunan kimse olunca; tuğ-alarm da imâmı, tuğlalar dizilirken ipe uyduğundan, düzgünlükte pi takip ettiğinden dolayı çekilen o ipe de imâm denmiştir.Tâcu'1-Arûs sahibi diyor ki:'İmâm: Geniş yol demektir. Şu âyet de bu mana ile tefsir edil­miş: "Biz onlardan intikam aldık (Sedum ile Eyke) ikisi de halâ apa­çık durmaktadır." (Hıcr, 79) Buradaki imâm, uyulan yol manasmdadır." Yine, (Halife: halkın imamıdır). Ebû Bekr diyor ki: "Filan adam kavmin imâmı" denilince öncülük eden, önde yürüyen manasmdadır. İmâm, reis de olur, Müs­lümanların imâmı denilince müslümanlarm reisi, başkanı demektir. Yine diyor ki; Yolculuk esnasında yol gösterene yolculuğun imâmı de­nilir. Develerin çobanı; geride de olsa develerin imamıdır. Çünkü ço­ban onların kılavuzudur  [13]Cevheri, Sıhah da diyor ki: "Emme" fetha ile kasd etme, yönel­me, birşeye yönelince teemme denilir [14] İmâm kelimesine birbirleri­ne yakın manalar verilmektedir. Bütün bu geçen tariflerden lügatçılara göre bu lafızların ifade et­tiği manaların birbirine yakın olduğunu anlarız. Demek ki imamet, Öne geçme ve uyma manaları etrafında dönmektedir.

 

Terim anlamı

 

Alimler çeşitli tarifler yapmışlardır. Lafızlarda değişiklik olsa bi­le manalarda birbirlerine yakınlık vardır. Bunlardan bir kısmı aşağı­daki şekildedir:

1- "Mâverdi"ye göre: "İmamet, dini koruma ve dünyayı din ile idare etmekte peygam­berliğe vekalet için konulmuştur."[15]

2- İmâmul Haremeyn el-Cüveynî şöyle diyor: "İmamet tam bir önderlik, din ve dünya işlerinde özel ve tüzel herkesle alakası bulunan bir başkanlıktır.'[16]

3- "Neşen" Akaid'inde şöyle tarif etmiştir: "Dini uygulamada, bütün ümmetlere vâcib olmak üzere Hz. Pey­gamber (s.a.v.)'e vekalettir."[17]

4- Mevâkıf sahibi de şöyle diyor:"Uyulması bütün ümmete vâcib olması itibariyle dini yürütmede Eîz. Peygamber'e hilafet etmektir."[18]

5- Aİlâme İbni Haldun şöyle tarif ediyor: "Uhrevî maslahatlarla ilgili olan dünyevi maslahatlar konusun­da seri esaslara göre tüm insanları sevk ve idare etmektir. Zira dünya ahvalinin hepsi Sari katında ahiret maslahatına yöneliktir. Ger­çekte imamet, dini korumada ve dünyayı din ile idare etmede şeriat sahibine vekalet etmektir."[19]

6- Üstâd Muhammed Necib el-Mutii şöyle diyor: "İmametten maksad, din ve dünya işlerinde toplumu idare et­mektir."  [20] Bu manalar etrafında daha nice tarifler vardır. Bu tariflerde tercih edilen İbni Haldun'un zikrettiğidir. Çünkü onun tarifi benim görüşüme göre "efradını cami, ağyarını mâni"dir. Bu tarifin açıklaması: "Kâffenin idaresi" sözüyle, emirlerin, kadıların ve diğerlerinin idareciliklerini hariç tutuyor. Çünkü bunlardan her-birisinin idareciliklerinin sının belli, salâhiyetleri de kayıtlı (imâmın salahiyetine bağlıjdır. "Şer'i ahkâmın gereğine göre" sözüyle de şeria­tın hakimiyetiyle kayıtlıdır. Zira İmâmın hakimiyeti, İslâm şeriatına uygun olmasına bağlı olarak vâcibdir. "Dünyayı din ile idare etme" hevâ ve hevesle, şahsi çıkarla değil... Bu şart da dışarıda bırakıyor. "Dünyevî ve uhrevî maslahatlar çerçevesinde" sözüyle de, birini bıra­kıp sadece birisini gözetmeyi değil imâmın mesuliyetinin hem din hem dünya maslahatlarını kapsaması gerektiğini açıklıyor.

 

Kitab ve Sünnette İmâm Lafzı

 

Kur'an-ı Kerim'de "İmâm" lafzı, çeşitli yerlerde tekil sigası ile gelmiş onlardan birisi, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e, Hz. İbrahim (a.s.)'m anlatıldığı şu âyet-i kerimedir: "Hani bir zamanlar İbrahimi Rabbi birtakım kelimelerle imti­han, etmiş, o da onları tamamen yerine getirmişti. "Ben seni insanlara imâm yapacağım!" buyurdu. İbrahim, "Züriyetimden de!" dedi. Allah, "Benim verdiğim söze zalimler nail olamaz" buyurdu." (Baka­ra, 124) Mana şu: (Ben Seni insanlara kendisine uyulan ve itaat edilen imâm edeceğim.)[21] Mü'minlerin duasını anlatırken Cenabı Hak şöyle buyuruyor: "Onlar ki "Ey Rabbimiz! Bize zevcelerimizden ve çocuklarımız­dan gözlerimizin nuru (mü'minler) olarak iyi kimseler ihsan et! Ve bizi müttakilere imâm yap"'derler." (Furkan:74) Yani (Bizi bizden sonra kendilerine uyulan imamlar yap), de­mektir.  [22]Buhâri de bu âyete şöyle mana veriyor: "Bizden Öncekile­ri, bizim uyacağımız imamlar kıl, bizi de bizden sonrakilerin uyacak­ları imamlar kıl.'[23] Şu âyette de çoğul sigasıyla geliyor: "Onları emrimizle yol gösteren imamlar yaptık.." (Enbiya, 73) Ayetin manası: (Hayırda, Allah'a itaat konusunda, emrini yerine getirmede, nehyinden uzaklaşmada kendilerine uyulan, tabi olunan ve arkalarından gidilen imamlar kıldık).[24] Başka bir âyette yine çoğul olarak şöyle gelmiştir: "Biz istiyorduk ki, o yerde ezilmekte olanlara lütfedelim, onları imamlar yapalım. Kendilerini (Firavunun yerine) mirasçılar kıla­lım. " (Kasas, 5) İmamlardan maksad; valiler ve mâliklerdir.[25] Serde kendilerine uyulanlara da imâm denildiğini şu âyetten an­lıyoruz: "Eğer andlaşmalarından sonra yeminlerini bozarlar ve dininize saldırırlarsa küfrün imamlarına karşı savaşın.  Bu âyetteki imamlardan maksad, Allah'ı inkar edenlerin önder­leri, başkanlarıdır. [26] Başka bir âyet: "Onları (insanları) ateşe çağıran imamlar kıldık. Kıyamet günü onlar yardım görmeyeceklerdir. "(Kasas, 41)

Yani "Allah'ı inkar edip isyan edenlere, Firavun ve kavmini ön­cüler yaptık." [27]demektir.

"İmâm" lafzı mutlak (umûmi) manada kullanıldığı zaman, batıl imamlara kullanılmaz. Çünkü Kur'an'da bu kelime ile, (batıl imamların) anlatılması kayıtlı olarak gelmiş, bu âyetlerde olduğu gi­bi mutlak bir ifade ile gelmemiştir. Kafirler önder olamayacakların­dan, kafirlerin önderlerine mutlak olarak imâm ismi verilemez. An­cak "Kafirlerin imamları" şeklinde kullanılır ."İmânı" lafzı, bir çok hadisi şerifde de kullanılmıştır. Onlardan bir kısmı şöyledir: "İnsanlar üzerinde olan (El-İmâmü'1-A'zam) en bü­yük İmâm çoban (gibi)dir. O da halkından sorumludur." [28] Başka bir hadis: "İmamlar Kureyş"tendir" [29] Bunlardan murad idareci veya halifedir. İnşallah yeri geldikçe zikredeceğimiz çok sayı­da hadis vardır. Buraya aldıklarım imametin İslâmi terim manası­dır. "İmâmdan kastedilen müslümanların halifesi ve idarecisidir. İmamet bazen "İmameti Uzmâ" veya "İmameti Kübrâ" diye nitelen­dirilir. Bu, namazdaki imametten ayrılması için yapılır. İşte bütün bunlardan anlaşılacağı üzere imamet, tek başına kullanıldığında İbn-i Hazm (r.a.)'m da açıkladığı gibi "İmameti Kübra" ya da "İmameti Amme" kast edilir.

Imâmet-i Kübra: En büyük imâm, yani en büyük liderlik, en büyük emirlik, en büyük yöneticilik manasınadır.[30]

"İmâm" "Halife" ve "Emir'ül Mü'minin" lafızlarının eş an­lamlılığı Hilafet ve imamet konusunda rivayet edilenlerden ortaya çıkan durum şudur: Hz. Peygamber, (s.a.v.) sahabe ve tabiin, Halife ile İmâm lafzı arasında bir ayrım yapmamıştır. Aynı şekilde Hz. Ömer (r.a.)'ın idaresinden sonra ona izafe ettik­leri "Emirül-Mü'minin" lafzı hakkında da bir ayırımda bulunmamış­lardır. Alimler de bu görüş üzere olduklarından aynı manaya gelen bu lafızları eş anlamlı kelimeler olarak kullanmışlardır. İmâm Neve-:Vİ (r.a.) diyor ki: "İmâm" "Halife", "Emir ül Mü'minin" denilmesi caizdir."[31] İbni Haldun "Bu makamın hakikatini açıkladık. Bu ma­kam ki şeriat sahibine (peygamber'e (s.a.v.) dini muhafaza ve dünya-iyı din ile idare etme hususunda vekildir. Bu makam, hilâfet veya imamet diye isimlendirilir. Orada duran ise halife veya imâm diye isimlendirilir .[32] İbn-i Manzur ise hilafeti "imare" diye tarif ediyor [33] Üstad Muhammed Necib el-Mutii, Nevevî'nin el-Mecmuâ'sma yazdığı tekmilede aynı görüşte olduğunu şöyle dile getiriyor: "İmamet, hilafet ve imaret eş anlamlı kelimlerdir"  [34]Muham­med Reşid Rıza da aynı düşüncededir.[35] Ebû Zehra da hilafet ve imamet lafızları arasındaki eş anlamlılı­ğı şu şekilde açıklıyor: "Siyâsi mezheplerin hepsi hilâfet etrafında dönüp dolaşıyor ki o da İmâmet-i Kübrâdır. Bu makama Hilafet ismi de verilmiştir. Çün­kü halife, hilafeti üzerine alan, müslümanların işlerini idarede Hz. Peygamber(s.a.v.)' [36]vekalet ederek müslümanlara en büyük idareci olan kimsedir. Ona imamet ismi de verilmektedir Çünkü halife­ye imâm denilir ve halifeye itaat vâcibdir. Zira insanlar, kendilerine namazda imamlık yapanın gerisinde namaz kıldıkları gibi halifenin de arkasında yürürler [37] Yani ona uyarlar.Halifeler namaz imamlığını, özellikle Cuma ve Bayram namazı imamlığını üzerlerine alan kimselerdir. Fakat İslâm Devletinin top­rakları genişleyip halifelerde ilmi yön zayıflayınca, namaz imamlığında Cuma ve Bayram hutbelerinde kendi makamına kaim olan kimseleri vekil olarak tayin etmeye başladılar. Üstad Muhammed el-Mübarek (r.a.), (İmâm, Halife, Emirel Mü'minin) lafızlarının tercih sebebini şöyle açıklamıştır. Yeni olan İslâmi düzen ve başkanlık sisteminin, eski olan Fars ve Romalıların krallık anlayış ve düzenlerine zıt olduğunu ortaya koymak içindir. [38] İlk halifeler İmâm unvanı gibi halife unvanıyla da anılıyorlardı. Hz Ömer İbni'l-Hattab (r.a.) zamanından ben muslumanlar "Emir'el-Mu minin" lâkabım kullandılar. İbni Sa'd Tabakat ında şöy­le anlatıyor: "Hz. Ebû Bekr (r.a.) Allah'ın Rasûlünün Halifesi Hahfe-tü Rasûliilah) diye çağrılırken, ölünce *Z/°™ly,{^ t^ Rasûlünün Halifesinin Halifesi (Halifetü halıfetı Rasululıllah) denil­di Bu uzun oldu. Halife diye çağırmada ittifak ettiler. Sonraki halife­ler halife olarak çağırılırdı. Rasûlüllahm ashabının bazısı şöyle de­mişlerdir. "Biz mu minleriz, Ömer de emirimizdır . iste Hz Ömer, (r.a.) de böylece "Emire'1-Mü1 minin" diye çağrıldı. Hz. Ömer (r.a.) bu unvanla ilk anılan kişidir.[39] Rivayet edilmiştir ki Lebid bin Rebia ve Adiy Bin Hâtem (r a.) Medineye gelince Amr Bin el-As'a: Bizim için Emirel Mümininden izin iste" dediler. Amr bin As da: "Vallahi siz isminde isabet ettiniz, O emir, biz de müminleriz" dedi. Amr, Hz. Ömer (r.a.)m huzuruna girdi ve şöyle dedi: "Esselamü aleyke ya Emirel müminin Hz. Ömer: "Bu nedir"? dedi. Amr da: "Sen Emirsin, biz de müminler Yazışmalarda o günden beri böylece kullanıldı.[40]İsim vermenin sebebi hakkında şöyle de denilmiştir [41]Yalın olarak emir lafzı Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında da kul­lanıldı. Lakin Halife lafzı, yalnız başına kullanılmadı. Emir ismi or­du emiri, iklim emiri, şehir emiri v.s. gibi kullanılıyordu. Mesela ha­diste şöyle gelmiştir: "Kim bana itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur kim bana isyan ederse Allah'a isyan etmiş olur. Kim emırıme itaat ederse bana itaat etmiş olur. Kim emirime isyan ederse bana ısj etmiş olur."[42]

 

Hilafet ve İmamet lafızlarının kullanılmaları

 

Anlaşılan şu ki İmamet lafzı, Ehl-i Sünnete göre adet bakımın­dan akide ve fıkıh bahislerinde çokça kullanılmıştır. Hilafet lafzının kullanılması da tarih kitaplarında çokçadır. Belki bundaki sebep, bu konuların -özelikle akide kitaplarında- Şia ve Hariciler gibi ehli bi-da'ya reddiye için yazümasıdır.Şia, hilafet lafzını değil İmamet lafzını kullanır. İmameti, kendi­lerine göre imanın rükünlerinden birisi olarak kabul ediyorlar. İmamet ile hilafet arasında farklılık görüyorlar. Onlar, İmamet lafzı­nın din idaresinde, hilafet lafzının da devlet idaresinde kullanılması­na itibar ediyorlar. [43] Buna dayanarak, Hz. Ali (r.a.)'nin, kendisinden önce geçen üç halife zamanında da imâm olduğunun isbatını kasdediyorlar. Halbu­ki bunda, dini devletten ayırma vardır. İslâm ise bunu kabul etme­mektedir . Rafızi Batinileri [44] ile bazı Mutezililer  [45] din ile devleti ayırma görüşünü kabul edenlerdendir. Çağdaş yazarların bazısı, Ehli Sünnetin, İmamet lafzını kullan­ma sebebinin Şia'dan, etkilenme olduğunu iddia ediyorlar.[46] Bazıları da, bu ismin kullanılmasının Şia'nın icadı olduğu görü­şündedir [47] Bu iddia doğru değildir. Çünkü nıüslümanlar, Şia'nın cemaatten ayrılmasından önce bu lafzı kullanıyorlardı. Hem âyetlerin ve hadislerin bazısında kullanılmış, hem de sahabe (r.a.) bu imâm lafzını kullanmışlardır. Daha önce geçen imametin tarifinden şunu anlamaktayız ki; İmameti tarif etmek için ortaya çıkan ulema, din işlerini, dine yardı­mı, dini muhafazayı, dünya işleri üzerine tercih etmişlerdir. İkinciyi (dünyayı) birinciye (Dine) tabi kılmak manasına bir tercih... Dünya idaresinin, din ile, dinin hükümleriyle ve dinin prensipleriyle olması vâcibtir (farzdır). Dini siyasetten ayırmak Rabbani şeriata, İslâmi prensiplere açıkça tersdir. Dünyayı beşeri kanunlarla veya nefsani arzular ve nefsani görüşlerle idare etmek aynı şekilde İslâm'a zıttır. Bu çeşit hükümler İslâmi hükümdür, İslâmi şeriatla yürür diye ifade edilmesi asla caiz değildir. Bu, apaçık İslâm şeriatına aykırıdır ve bunu İslâm hiçbir surette kabul etmez.

 

Hilafet ile Meliklik Arasındaki Fark

 

Alimler, hilafet ile meliklik arasım ayırmışlardır. Allame İbni Haldun bu konuda şöyle diyor: "Tabii meliklik, tüm halkı belli bir is­tek ve maksadın gereğine göre idare etmektir. Siyasi meliklik de top­lumu, zararı defetmede, dünyevi menfaatları celbetmede akli görü­şün gereğine göre yönetmektir. Hilafet ise, toplumu, uhrevi masla­hatlarda ve ahireti kazandıran dünyevi maslahatlar hususunda, şer'i prensip gereğine göre sevk ve idare etmektir."[48] Hilafet ile meliklik arasındaki fark, Hz, Peygamber (s.a.v.) den rivayet edilen sahih hadislerle sabittir. Huzeyfe (r.a.)'nin Hz. Peygamber (s.a.v.)'in şöyle dediğine dair sözü: "Sizin aranızda Allah'ın, olmasını dilediği kadar nübüvvet ola­cak, sonra nübüvveti (peygamberliği) kalkmasını dilediği zaman kal­dıracak sonra nübüvvet metodu üzerine hilafet olacak, o da Allah'ın, olmasını dilediği kadar olacak. Sonra hilafeti, kalkmasını dileyince kaldıracak sonra ısırıcı meliklik  [49]olacak. O da Allah'ın, olmasını diledği kadar olacak. Sonra ısırıcı melikliği, kalkmasını dilediği za­man kaldıracak. Sonra zorba meliklik olacak. O da Allah'ın, olmasını dilediği kadar olacak. Onu da, kalkmasını dilediği zaman kaldıracak. Sonra nübüvvet metodu üzere hilafet olacak dedi, sonra da sustu. [50] "Bu hadis kıyamete kadar olan idarenin seyrini ifade etmekte. Nübüvvetten sonra hilafet, hilafetten sonra önce ısırıcı sonra zorba meliklik gelecek. Bu ısırıcı ve zorbaların zamanında İslâm vardı. Mü­esseseler İslâmdı, düzen küfür düzeni değildi. Belki zulüm vardı. İdare İslâm idi. Ancak bugün bunlar da yok. Zira şimdi zulüm ve kü­für var, şirk var. İnşallah bu da kalkacak hadise göre. Zannıma göre işte biz bu zamandayız. Zira başka çare yok. Çünkü bütün batıl dü­zenler çöktü, batıl olduğu ortaya çıktı. Bize düşen görev bu geçişi çabuklaştırmak için bir görev üstlenmek, bu ilahi düzene layık olmaya, ehil insanlar yetiştirmeye çalışmaktır. Sünen sahipleriyle diğerlerinin Said b. Cemhan'dan, Rasûlullah'ın azadlı kölesi Süfeyne'den, O da Hz. Peygamber (s.a.v.)'den rivayet etmiştir. Şöyle buyurmuşlardır: "Nübüvvet hilafeti otuz senedir. Sonra Allah, dilediği Melikini-veya Meliklik- getirir." Başka bir rivayette: "Hilafet otuz sene olacak, sonra meliklik olur." [51] Ebû Hureyre (r.a.)'den rivayetle şöyle demiştir: "Cebrail, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in yanına oturdu. Semaya baktı. Bir de ne görsün bir melek iniyor. Cebrail O'na dedi ki: Bu melek ya­ratıldığından beri şu saat öncesine kadar inmemişti. O melek inince dedi ki: Beni sana Rabbin gönderdi; seni melik mi yoksa kul Rasûl mü kılayım? diye soruyor. Cebrail O'na (Hz. Peygamber)'e "Ya Mu-hammed! Rabbine karşı mütevazi ol!" diye işaret etti. Allah'ın Rasûlü (s.a.v.): Kul Rasûl kıl, dedi. [52] Bu, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in münaka-şasız müslümanlarm imâmı olduğuna melik olmadığına delildir. İbni Teymiye: "Hz. Peygamber (s.a.v.) mal ve idarecilikten fayda­lanarak ahiretteki nasibinden hiçbir ecir noksan olmasın diye melik-liği tercih etmemiştir. Çünkü kul peygamber, Allah katında nebi me-likden daha faziletlidir."[53] Asar: Eserin çoğuludur. İki görüş vardır:

1.  Muhaddislere göre, Rasulullah (s.a.v.), sahabe ve tâbiûnun söz, fiil ve takrirleri. Merfu, mevkuf ve maktu hadisler ile eş anlamlı­dır. (Merfû: Peygamber'e, Mevkuf; Sahabeye maktu: Tâbiü'na isnad edilen hadis.)                

2.  Horasan fakihlerine göre, sahabe ve tâbiûnun söz, fiil ve tak­rirleridir. Bu rivayet edilen sahabenin sözü oluyor ki sahabenin sözü­ne mevkuf hadis denir.    .

(4) Âsâr'dan; Selman (r.a.)'dan rivayet edilmiştir ki Ömer İbn Hattab (r.a.), Selman (r.a.)'a halife ile melik arasındaki farkdan sor­muş. Selman (r.a.)'da: "Müslümanların arazisinden bir dirhem veya daha az veyahut daha çok toplarsan sonra da onu layık olmayan yere koyarsan işte sen bu halinle meliksin demektir. Halife ise halka ada­letle davranandır, aralarında düzgün bir şekilde taksimat yapandır, erkeğin ev halkına, ve ananın çocuğuna olan şefkati gibi halkına şef­kat edendir ve aralarında Allah'ın kitabıyla hükmedendir" demiştir. Ka'b şöyle dedi: "Bu meclisde halife ile melikin arasını ayırdedecek kimseyi zannetmiyordum. Fakat Allah (c.c.) Selman'a cevabı ilham etti.[54] İşte bu, halkı idare çeşitleri arsındaki farklardandır, saltanat ile hilafetin kendisiyle tamam olacağı yol ayırımlarındandır. Saltanat âdet olarak, galibiyet ve zorlama yoluyla, babadan oğuîa geçme yo­luyla elde edilir, Ehl-i Hâl ve'1-Akd'e müracaatla değil. Hilafet ise an­cak Ehli Hâl ve'1-Akd'm kabul etmesiyle olur, ister seçim yoluyla, is­terse birisini yerine vekil edinme yoluyla olsun. Fakat dikkat edilme­si gereken şeylerden birisi şu ki, burada bizim sözümüz, Allah'ın bazı peygamberleri, hakkında Davut (a.s.), Süleyman (a.s.) ve diğerleri gi­bi zikrettiği melikliğe şâmil değildir. Allah Teâlâ Davut (a.s.)'dan şöyle bahsediyor:"Allah'ın izniyle onları yendiler. Davut, Câlut'u öldürdü. Allah ona (Davut'a) (saltanat) hükümdarlık ve hikmet verdi, dilediği ilim­lerden ona öğretti..."(Bakara, 251)Süleyman (a.s.)'dan da şöyle bahsediyor: "Şeytanların, Süleyman'ın mülkü (saltanat ve peygamberliği) aleyhine uydurdukları şeylere (yalanlara) uydular. Fakat o şeytanlar kafirdiler ki insanlara sihri ve Babil'deki iki meleğe, Harut ve Marufa indirilen şeyleri öğretiyorlardı.."(Bakara, 102) Daha nice diğer peygamberlerden bir kısmı melik diye isimledi-rildiler. Fakat onlar peygamberdirler, masumdurlar. Şüphe yok ki onların meliklikleri-saltanatları kafi olarak hak üzeredir. İşte bun­dan dolayı geçen hadislerde gelen kınama, onlar masum oldukların­dan dolayı onları kapsamaz.

 

Hilefâi Râşidinin Dışındakilere Halife Denebilmesi

 

Ehli Sünnet vel-Cemaat, hulefâ kelimesini, Hulefâ-i Râşidinden sonra gelenler için saltanat sahibi melik olsalar bile, Kureyş'den ol­ma şartıyla cevaz vermişlerdir. Kureyş'den olma şartının delili de şu­dur: "Hilafet benden sonra otuz (senedir). Sonra Allah, dilediği meliki getirir." [55] Ehli Sünnet, hulefâ kelimesinin, Hulefâ-i Râşidin'in dı­şındakilere kullanılmasına Buhâri ve Müslim'in Sahihayn'da Ebû Hureyre (r.a.)'den rivayet ettikleri hadislerle cevaz vermişlerdir. Ebû Hureyre (r.a.) Hz. Peygamber (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu rivayet ediyor: "Beni İsraili, peygamberler idare ederdi. Bir peygamber vefat et­tiği zaman yerine (başka) bir peygamber geçerdi. Şu muhakkaktır ki, benden sonra peygamber yoktur. Ama halifeler gelecek hem de çok olacaklardır." Ashab: "O halde bize ne emredersin"? demişler. "Birin­ciye ve ondan sonra gelene (sıra ile) yaptığınız bey'atı tutun! Onlara haklarını verin! Çünkü Allah halka, gözetmelerini istediği şeyden so­ru soracaktır. "[56] İbni Teymiye, hadisde geçen "çok olacaklar" sözü, Hulefâ-i Râşidin'in dışındakilerden de olacağına delildir, diyor. Zira Hulefâ-i Râşidin çok değildir. Yine "Birinciye ve ondan sonra gelene (sıra ile ) yaptığınız bey'atı tutun!" sözü, onların ihtilaf edeceklerine delildir. Zira Hulefâ-i Râşidin ihtilaf etmediler."[57] Yine halife ifadesinin başkalarına da verilmesine delillerden birisi de Buhari ve Müslimin ittifakla Câbir b. Semure (r.a.)'nin Rasûlullah (s.a.v.)'dan şöyle işittiğini rivayet ettiği şu hadistir: "On iki halife olacak, sonra bir kelime dedi ki ben onu işitmedim. Babama: Ne söyledi? diye sordum. O da, "hepsi Kureyş'den" dedi." [58] Bu hadis, aynı şekilde hilafetin Hulefâ-i Râşidinden başkalarına da söyleneceğine delildir. Her ne kadar kendilerinde bazı sapmalar ve dinin vâciblerinde ve Kureyş şartı gibi bazı şartlarda noksanlıklar bulunsa da... Çünkü halife ismini Kureyşli olmayanlara vermediler. Bundan dolayı Osmanlı liderlerine sultan diye isim verildi de halife ismi verilmedi. İbnu'l-Ezrak diyor ki: "El-Beğavî, müslümanlarm iş­lerini yürüten kimselerin, âdil imamların siretine muhalif olsalar bi­le müminlerin işine baktıkları, müslümanlarm da onu dinlediklerin­den dolayı emirel mü'minin ve halife ismiyle isimlendirilme sinde bir sakınca yoktur."[59] Bu da dinin gereklerini uygulama şartıyladır, ne kadar da kendi­lerinin işlerinde noksanlıklar yapsalar veya zulüm yapmış olsalar da, veyahut mal ve diğer şeylerde zulmetmiş olsalar da... Ancak dini tat­bik etmezseler, küfre doğru götüren bir sapma içine girerlerse bu is­mi almaları, bu ismi kullanmaları caiz değildir. O zaman, onların müslümanlar üzerinde asla, hiçbir idarecilik hakları olamaz. Delil ise şu âyettir:"Allak, mü'minler üzerinde kafirlerin lehine hiçbir (ha­kimiyet, galibiyet) yolu vermeyecektir." (Nisa, 141) Allah en iyi bilen­dir.

 

2-İMAMET’İN  GEREKLİLİĞİ

 

Müslümanlarm kahir ekseriyeti, İmâm [60] tayininin vâcibliği üzerinc.e ittifak etmiştir. Bu icmâdan ancak Hâriciler  [61] ile Mutezile­den el-Esam [62] ve el-Fûti [63] gibi ileri gelenler ayrıldılar. [64]Bu konuda imâm İbni Hazm şöyle diyor:

"EH-i Sünnet'in, Mürcie'nin, Şia'nın ve Hâriciler'in bütünü, imametin vâcib olduğu üzerinde ittifak etmişlerdir. Rasûlullah (s.a.v.) :n getirdiği şeriat ahkâmı ile idare eden ve Allah'ın ahkâmım onlara tatbik eden adil imâma itaat etmeleri, ümmet üzerine vâcibdi:\ Hâriciler'in ileri gelenleri bu görüşe karşı olup şöyle diyor­lar: İmâm tayini insanlara lazım değildir; ancak onlara lazım olan, aralarında hakka boyun eğmektir."[65]Kurtûbî ise şöyle diyor: "Ne ümmet arasında ne de imamlar ara­sında bu konunun vâcibliğinde, ihtilaf vardır. El-Esâm'dan rivayet edilen görüş hariç. Zira o şeriattan esam (sağır)dır. Her kim de onun sözüyle hükmeder de onun görüşüne ve mezhebine tabi olursa o kim­se de şeriattan sağırdır, nasibsizdir.[66]Onlardan imametin vâcibliğini kabul edenler şeriat yolunun va-dpliğini görenlerdir ki, onlar da Ehl-i Sünnet ve'1-Cemaat ile Mutezi-e'nin çoğunluğudur. [67] Mutezile'den bir kısmı imametin aklen vâcib >lduğu görüşündedirler. İmametin vâcibliğini kabul edenlerin bir asmı da Şia'dır. Bunlar imametin Allah üzerine vâcib olduğu görü-îündedirler. Allah, onların dediklerinden tamamiyle münezzehdir.Bağdatlı Mutezilîler [68] ile Basralı Mutezile Cahız  [69] ise imametin ns anlara vâcib olduğu fikrindedirler.Biz şöyle diyoruz: Ehl-i Sünnet ve'1-Cemaat İmametin vâcib ol-İuğu görüşündedir. Mutlaka dinin emir ve yasaklarını uygulatacak, mazlumun hakkını zalimden alacak bir imânım bulunması gerekir. Ehl-i Sünnet buna kitapdan, sünnetten, icmâdan ve şer'i kaidelerden ielil getirmektedirler.

 

Kur'an-I Kerimden Deliller

 

Ayet-i Kerimede şöyle Duyurulmaktadır:"Ey iman edenler! Allah'a itaat ediniz, Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine itaat ediniz..." (Nisa, 59)Taberi, Ebû Hureyre (r.a.)'in şöyle dediğini naklediyor:"Emir sahiplerinden maksat, ümerâdır. [70] Bu konuda söz sahibi olanlar, doğru olanın, şöyle diyen kimseler olduğunu söylemişlerdir. Onlar Allah'a itaat ve müslümanlara da maslahat olan yerde emirler valilerdir."[71]Ibni Kesir: "Ayette açık olan -gerçi Allah en iyi bilir- ulema ile ümeradan emir sahibi olanların bütünü hakkındadır." [72] Bu, tercih edilen görüştür.Bu ayetin delil alınacak tarafı şurasıdır: Şüphesiz Allah (c.c.) müslümanîara, kendilerinden olan emir sahiplerine -ki, onlar imamlardır- itaati vacip kılmıştır. İtaati emretmek de emir sahibiolan kimseyi tayin etmenin, ortaya çıkarmanın vâcibüğine delildir. Çünkü Allah ortada olmayan kimseye itaati emretmez. îtaatla em­retmek itaat edilecek kimseyi ortaya çıkarmayı gerektirir. İşte bu da, müslümanlara, bir imâm ortaya koymalarının vâcib olduğuna delil­dir.Allahu Teâlâ, Hz. Peygamber (s'.a.v.)'e hitaben şöyle buyurmak­tadır:Aralarında Allah'ın (sana) indirdiği ile hükmet, sana gelen hakikatden (dönüp de) onların hevâ (ve heveslerine uyma..." (Maide, 48)'Aralarında Allah'ın indirdiği şeyle hükmet, onların hevalarına uyma ve onların Allah'ın indirdiği şeylerin bir kısmından seni şa­şırtmalarından sakın!..."(Maide, 49)Allah Teâlâ'dan Rasûl (s.a.v)'e gelen bu emir, müslümanlar ara­sında Allah'ın indirdiği şeyle yani şeriatla hükmetmek gerktiğini bil­dirir. Hz. Peygamber (s.a.v)'e olan hitap, onu Özel kılacak bir delil ol­madıkça ümmetine hitapdır. Burada da bu uygulamanın sadece Hz. Peygamber (s.a.v)'e ait olduğuna dair bir delil yoktur. O halde bütün müslümanlara kıyamete kadar Allah'ın indirdiğiyle hükmetmek ko­nusunda bir emir vardır. Hükmü ve hakimiyeti temin etmek de an­cak imameti ortaya çıkarmakla olacaktır. Şüphesiz bu, imametin gö­revlerindendir. Bunu en kâmil manada yerine getirmek ancak imamet yoluyla mümkün olabilir. Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyi emreden ayetlerin bütünü, bu işi üzerine alan bir imâmın bulunma­sının vâcibliğine delil olmaktadır.Bir delil de şudur:"Andolsun ki biz elçilerimizi açık delillerle gönderdik ve onlarla beraber kitabı ve (adalet) ölçü(sü) indirdik ki, insanlar adaleti yerine getirsinler. Bir de kendisinde şiddetli bir kuvvet ve insanlara birçok faydalar bulunan demiri indirdik ki, Allah kimin (ondan istifade ederek) ğaybda (görmediği halde) Allah'a ve Rasûlüne yardım edece­ğini bilsin (ortaya çıkarsın) şüphesiz ki Allah büyük kuvvet sahibidir ve yegâne galiptir." (Hadid, 25)Peygamberlerin ve kendilerinden sonra gelen tabilerinin en önemli vazifesi, insanlar arasında indirilen kitaba uymak suretiyle adaleti hakim kılmak ve buna da kuvvetlice sarılmaktır. Peygamber­lere uyanlar, aralarında adaleti sağlayacak, ordular düzenleyecek bir imâm seçmek zorundadırlar.İşte bundan dolayı İbni Teymiye (r.a.) şöyle diyor: "Hak dinin mutlaka, herşeye çare gösteren bir kitabı, bu kitaba yardımcı olacak bir de kılıcı olması gerekir. Kitap, Allah'ın emrini ve nehyini açıklar, kılıç ise buna yardım eder ve bunu kuvvetlendirir." [73]Yine bu konuda:Kur'anın delillerinden olan had, kısas ve benzeri ayetlerin bütü­nünün tatbiki, imâmın varlığını gerektirmektedir.Emri bil ma'ruf ve nehyi anil münker'in vâcibliğini bildiren ayet­ler de imâmın bulunmasını gerektirmektedir.Şu bir gerçektir ki, imamet konusu ve işleriyle alakalı olan hü­kümlerden bir hükmü tatbike dair inen Kur'an ayetlerinin bütünü, şer'i bir toplumda şer'i imametin ayakta kalışı, genel komuta ve ida­renin gerekliliğinin münakaşa edilemeyecek ve isbatma gerek duyul­mayacak bir şey olduğu prensibine dayanarak inmiştir. İşaret edilen ahkâmın, yerine getirilmesi ve uygulanması imâmın varlığına bağlı olan işlerdendir. Çünkü bu işler imâmın sorumluluğundan ve görev­lerindendir. Bu gibi ahkâmın tatbiki için öncelikle müslüman bir top­lumda İslâmi Devlet'in varlığı ile İmametin gerekliliği hükmünü or­taya kovmak gerekir. İşte bu anlayış bizi, İslâmi toplumda devletin ikamesinin* imametin gerekliliğinin İslâm şeriatının mutlak bir emri olduğu noktasına götürür.

 

Sünnetten Deliller

 

Kavli Sünnet'ten DelillerHz. Peygamber (s.a.v)'den, imâmın nasbinin vâcibliğine delalet eden çok sayıda hadisler rivayet edilmiştir.Abdullah b. Ömer (r.a.)1 rlz. Peygamber (s.a.v.)'in şöyle söylediği­ni rivayet etmiştir:

"Kim imâma bey'at etmeden ölürse, cahiliyye ölümü (gibi bir ölümle) ile ölür."[74]Bu, imâmın nasbinin vâcibliğine açık bir delildir. Çünkü beyat, müslümanın üzerine vaciptir ve bu da ancak imâma yapılacağına gö­re, demek ki imâmın nasbi (tayini) vâcibtir.Ebû Saîdi'l-Hudrî (r.a.)1, Hz. Peygamber (s.a.v.)'m şöyle dediğini rivayet etmiştir:"Üç kişi sefere çıktıkları zaman içlerinden birini emir tayin et­sinler." Bunun bir benzerini, Ebû Hureyre (r.a.) ile Abdullah b. Ömer (r.a.) Hz. Peygamber (s.a.v.)'den şöyle rivayet etmiştir: "Üç kişi, yer­yüzünde bir çölde oldukları vakit, içlerinden birisini emir tayin etme­meleri onlara helal olmaz."[75]"Toplulukların ve cemaatların içlerinden birisini idareci yapma­sının vâcib olması, bundan daha fazla olan kimselere bunun vâcib oluşuna misal teşkil eder."[76]Ebû Ümâmete'l-Bahili (r.a.), Hz. Peygamber (s.a.v.)'m şöyle dedi­ğini rivayet ediyor:

"İslâm'ın tutunulması gereken kulpları (yapılması gereken emir­leri) tek tek çözülecek; her bir kulp koptukça insanlar Önlerindekilere benzeyecekler. O kulpların ilki hüküm (hakimiyetin Allah'ın olması), sonuncusu da namazdır .[77]Üstad Prof. Abdulkerim Zeydan diyor ki:"Hükümden maksad, İslâmın net, geniş, açık yolu üzere olan hü­küm, hüküm koyma, hakimiyetdir. Hükme mutlaka, bu hükümle idare edecek olan halifenin varlığı dahildir. Bozmaktan, çözmekten maksad; hükümden, İslâmın hükmünden, hakimiyetinden, İslâm hü­kümleriyle hareket etmekten uzaklaşmak ve onu kabul etmemektir. Hadiste hükmün bozulması namazın bozulması ile beraberce ifade ediliyor. Namaz farz olduğuna göre hükmün de-farz olduğuna delil teşkil eder."[78]Sünen'de Irbad b. Sâriye'nin rivayet ettiği meşhur hadise göre Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyuruyor:"Sizden kim yaşarsa çok ihtilaf görecektir. Size vacip olan benim sünnetim ve hidayette olan Raşid Halifelerimin sünnetine uymanız-dır. Bu sünnetlere tutunun ve azı dişlerinizle ısırırcasına bunlara sı­kı sıkı sarılın. Dinde sonradan uydurulan işlerden sakının, sonradan çıkarılan şey bidattir. Ve her bidat sapıklıktır."[79]Tevatüren sabittir ki sahabe, Hz. Peygamber (s.a.v.), Rabbine kavuştuktan sonra Hz. Ebû Bekir (r.a.)'e beyat etmiştir. Sonra Hz. Ebû Bekir (r.a.) Hz. Ömer (r.a.)'i yerine halife koydu. Sonra da Hz. Ömer (r.a.), aralarında Hz. Osman'ın da bulunduğu altı kişiyi halife seçimi için görevlendirdi. Hz. Osman (r.a.)'m şehadetinden sonra Hz. Ali (r.a.)ye halife olarak beyat ettiler. İşte bu hususlar, Ashab (r.a.)'ın hilafet konusundaki sünnetlerini ve halife tayininde de gev­şek davranmadıklarını gösterir. Hz. Peygamber (s.a.v. )'ın emriyle on­lara uymak vaciptir.Bunlardan başka masiyet olmadıkça idarecilere itaatin vâcibliğine delalet eden hadisler, beyat hadisleri, birinci halifeye ve ondan sonra gelene sıra ile yaptığınız beyatı tutun diye gelen hadis­ler. Ve ayrıca nıüslüman imamlara isyan etmenin haramlığına ve hak imâmla isyan eden kimsenin boynunun vurulmasına dair hadis­ler de vardır. İnşallah araştırmamız esnasında bu hadisler gelecek­tir. Bütün bu hadisler müslüman imâmın bulunmasını gerekli kıl­makta, o da imâmın tayin edilmesinin vâcibliğine delil olmaktadır. Allah en iyi bilendir.

Fiili Sünnet'ten Deliller Hz. Peygamber (s.a.v.) ilk İslâm Hükümetini Medine'de kurdu ve bu hükümetin de ilk İmâmı oldu. Allah bu dine ve Peygambere yardım edecek kimseleri çoğaltınca Hz. Peygamber (s.a.v.) de hükü­metin temellerini yükseltmeye başladı. Evs ile Hazrec arasındaki es­ki harp problemlerinden doğan sıkıntıları düzeltti. Sonra da Muhacir ile Ensar arasında kardeşliği gerçekleştirdi. İslâm'ı yaymak için mü-cahid ordu tanzim etti. Komşu ülkelerin krallarını İslama davet için elçiler ve davetçiler gönderdi. Yahudiler ve diğer kabilelerle ittifaklar ve anlaşmalar yaptı. Esirler ile ilgili ahkâmı, harp ahkâmını, ehli zimmenin ahkâmını açıkladı. Allah'ın emrettiği şekilde Müslümanla­rın beytülmalmı ayarlayıp tevzi işini düzenledi. Müslümanların işle­rini düzenlemek için emirler ve kadılar tayin etti. Şer'i hadleri ve ce­zaları uyguladı. Devletin dış görünüşünü ve imametin görevleriyle il­gili meseleleri de halletti. İmâm Şâtıbi (r.a.) bu konuda şöyle diyor:"Hz. Peygamber (s.a.v.)'in din ve dünya işlerinden gerekli şeyle­rin bütününü açıklamadan ölmediği sabittir. Bu konuda Ehl-i Sün­netten hiçbir kimse muhalefette bulunmamıştır."[80]Şu bilinen bir gerçek ki Hz. Peygamber (s.a.v.)'m bu devleti ku­rup idare etmesi haddizatında tek hedefi değildi. İslâm Devletinin kurulması, bu dinin tamamlanması için gerekli olan şeylerden biri­dir. Bu nasıl olur? Kureyş bile ilk karşılaşmada Peygamber (s.a.v.)'e, hiçbir sıkıntı ve cihad olmadan kırallık-meliklik teklif etti. Ancak, bunu ilahlarına kötü bir şey söylememe karşılığında arzettiler. Hz. Peygamber (s.a.v.) bunu katiyetle reddetti.[81] Onun (s.a.v.) tek hede­fi, risaletin tebliğini yapmak ve İslâmî insanlara ulaştırmaktı. Bu hedefe götürecek vesilelerin hepsini kullandı. Vesilelerden birisi de İslâm Devletinin kurulmasıydı. Bu da, bu maksat için vâcibtir. Çün­kü İslâm Devleti, bu din için gerekli olan şeylerdendir.Üstad Abdulkadir Udeh (ra.) şöyle diyor:"Hz. Peygamber (s.a.v.), müslümanları bir siyaset etrafında top­ladı. Onları bir devlet içinde uzlaştırdı. O, devletin başkam ve en bü­yük imâmı idi. İki de vazifesi vardı: Birincisi, Allah'tan aldığı vahyi tebliğ ikincisi, Allah'ın emrine göre hareket etmek, devletin siyaseti­ni îslâmm emirleri çerçevesinde belirlemekti.Hz. Peygamber (s.a.v.)'in vefatıyla vahyin gelmesi sona erdi. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in vefatından sonra Kur'an'm ve sünnetin var olmasından dolayı insanların tebliğe [82] ihtiyaçları yoktu. Şüphesiz Hz. Peygamber (s.a.v.) dünyanın doğusunda ve batısındaki müslü-manlarm imâmı olmuş devlet idaresi konusunda onlara prensipler koymuş ve tek bir siyaset oluşturmuştu. Hz. Peygamber'in vefatından sonra Müslümanlar İslâm düzeni içerisinde kendilerini idare edecek Kur'an ve sünnete göre yönetecek kimseye şiddetle ihtiyaç duydular. Hz. Peygamber (s.a.v.)i örnek almak, sünnetine uymak; müslünıanları tek bir yönetim altında birleştirme diği, hepsini kapsa­yacak tek bir devleti ayakta tutmayı gerekli kılıyordu. Hz. Peygam­ber (s.a.v.)'e vekaletlik, halifelik yapacak kimsenin, devletin başkan­lığında İslâmı hakim kılmak için çalışmasını gerektiriyordu.[83]İlk İslami devlet idaresini yönetmede Rasûlullah (s.a.v.) in fiili, imametin vâcibliğine ulemanın bazısının görüşüne göre delildir. Şöy-leki, Hz. Peygamber, (s.a.v.) şer'i ahkâmı kavliyle, fiiliyle ve ikrarıyla açıklamıştır. Peygamber (s.a.v.)'m fiili ise -onların görünüşüne göre [84] eğer Peygamber (s.a.v. )'e has değilse, beşeri tabiatının gereği ile beşeri tabiatı ve diğer şeyler arasında dönüp dolaşan birşey değilse, hırsızın elini kesme gibi mücmeli beyan için de değilse uyulması vâcibdir. Hz. Peygamber (s.a-.v.)'in fiiline uymanın gerekliliğine delil­dir:Gelin Allah'a ve Allah'a, kelimelerine inanan ümminebi olan Rasûlüne iman ediniz ve O'na tabi olun ki doğru yolu bulaşınız." (Araf, 158)Peygamber'in size verdiği şeyi alınız, size yasakladığı şeyden sakının/..." (Haşr, 7)Şimdi madem ki Zeyd o kadından ilişiğini kesdi, biz onu sa­na zevce yapdık, Taki evlatlıklarının kendilerinden ilişkilerini kes-dikleri zevceler (ini almada) mü'minler üzerine günahı olmasın..." (Ahzab, 37)Ibnu'n-Neccâr diyor ki:"Eğer fiiline uymak vâcib olmasaydı, Peygmberin Hz. Zeynebi oğulluğu Zeydle evlendirmesi ve sonra da boşandıktan sonra Zeynep-le evlenmesi mü'minlerden sıkıntıyı kaldırmazdı. "[85]

 

İcma'dan Deliller

 

İmametin vâcibliğine delâlet eden delillerin en önemlisinden bi­risi de ümmetin icmâsıdır. İcmanın ilki de, Peygamber (s.a.v.)'in ve­fatından sonra hatta peygamberin defninden ve teçhizinden de önce sahabenin halifenin tayini üzerine olan icmâlarıdır.[86]Bu konuda çok rivayetler gelmiştir. Onlardan birisi Buhari'nin Sahihinde Hz. Âişe'den rivayet ettiği hadisdir:Rasûlullah (s.a.v.) vefat etmişti. Hz. Ebûbekir de Sünüh [87] de­nen yerde idi. Ömer (r.a.) ayağa kalktı şöyle dedi: Allah'a yemin ol­sun ki Rasûlulîah (s.a.v.) ölmedi. (Hz. Aişe) diyor ki Hz. Ömer (r.a.): "Allah'a yemin olsun ki kendimde şu hasıl oldu, Allah O'nu tekrar gönderecek, insanların ellerini ve ayaklarını kesecek" dedi. Hz. Ebû Bekir (r.a.) geldi, Rasûlullah (s.a.v.) in yüzünü açtı ve Öptü, babam ve annem sana feda olsun,.diri iken de ölü iken de güzelsin. Nefsim elinde olan (Allah)a yemin olsun ki Allah sana daha ebediyyen ölümü tattırmayacak. Sonra çıktı ve şöyle dedi: Ey Peygamber ile ilgili ye­minle konuşan! dedi: Hz. Ebû Bekir konuşunca Hz. Ömer (r.a.) otur­du. Hz. Ebûbekir (r.a.) Allah'a hamdü sena etti ve: "Dikkat edin! Kim Muhammed (s.a.v.)'e tapıyorsa Muhammed şüphesiz öldü, kim de Allâha kulluk ediyorsa, nıuhakak ki Allah Hayydır, diridir Ölmez de­di. Şu âyetleri okudu:"Şüphesiz sen öleceksin, onlar da ölecektirler." (Zümer, 30)"Muhammed bir peygamberden başka (bir şey) değildir. Ondan evvel daha nice peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o, ölür yahud öl-dürülürse Ökçelerinizin üstünde (gerisin geri) mi döneceksiniz1? Kim,' (böylece) iki ökçesi üzerinde (ardına) dönerse elbette Allah'a hiçbir şeyle zarar yapmış olmaz. Allah şükür (ve sebat) edenlere mükâfat  verecektir." (Ali İmrân,144)İnsanlar, için için ağlıyorlardı. Ensar Sa'd Bin Ubâde'nin yanın­da Benu sâide sofasında toplanmışlar demişler ki, bir emir bizden, bir emir sizden olsun. Ebû Bekir (r.a.), Ömer (r.a.) ve Ebû Ubeyde b. Cerrah (r.a.) birlikte onların yanma gittiler. Hz. Ömer konuşmaya başladı, Ebû Bekir (r.a.) onu susturdu. Hz. Ömer şöyle diyor-du:"Vallâhi bununla ancak hoşuma giden bir sözü hazırlamayı istemistim. Onu Ebû Bekirin tebliğ etmemesinden korktum". Sonra Ebû Bekir konuştu, insanların en beliği olarak konuştu. Şöyle diyordu: "Bizler Ümera, sizler vüzera. Hubab Bin el-Münzir: Vallahi yapma­yız, bizden bir emir, sizden de bir emir dedi. Ebû Bekir: Hayır! Fakat ümera bizlerden vüzera sizlerden. Onlar yurt bakımından Arabm en hayırlısı, neseb bakımından da en fasihi. Ömer veya Ebü Ubeydeye beyat ediniz. Ömer (r.a.): Tam aksine, biz sana beyat edeceğiz sana, sen bizim seyyidimiz, hayırlımız ve Rasûlüllâh (s.a.v.)'a en sevimli olanımız sensin. Hz. Ömer, Hz. Ebûber (r.a.) in elini tuttu ve Ona be­yat etti, insanlar da o'na beyat ettiler [88]Bununla şu ortaya çıkmıştır. Sahabe (r.a.)'ye Hz. Peygamber (s.a.v.) in sırf vefat haberi gelince Ensar ve Muhacirin büyüklerinin bir araya geldileri Sakife toplantısını akdetmeye koşuştular, o esna­da kendilerince en mühim işlerini terketiler. En Önemli iş Hz. Pey­gamber (s.a.v)'in teçhiz ve teşyii idi. [89] Ashab, hilafet konusunda mü­şavere etmek, fikir alış-verişinde bulunmak üzere geldiler. Onlar ne kadar da bey'at edilmesi gereken bir şahsın etrafında ilk anda ihtilaf etmiş olsalar bile imamın varlığının vacipliği üzerinde icmâ ettiler. Hiçbir kimse buna bizim ihtiyacımız yoktur demedi. İkinci gün mes-cidde bey'atm yapıldığı günden önce hazır bulunmayan diğer Sahabeler de önceki gün toplananların kabul ettiği karara uydular.Bu konuda Kurtubi (rh.a.) şöyle diyor:

"Herhangi birisini tayinde, Sahabe, Sakifede Muhacir ve Ensar arasında meydana gelen ihtilaftan sonra icmâ etti. Hatta Ensar şöyle bile demişti: Bizden bir emir, sizden bir emir... İmâmı tayin görevi hususunda ne Kureyşde ve ne de Kureyşin dışında üzerine münazara ve fikir alışverişi caiz olmazdı. Bununla aralarında, tayin meselesin­de münakaşa ile ilgili cereyan eden hadise kasdolunuyor. Birisi şöyle diyebilirdi: İmamet ne Kureyşde ne de Kureyşin dışında vacip değil­dir, münakaşa etmenize de hiçbir haklı yön yoktur ve vâcıb olmayan bir işde fayda da yoktur. [90] eş-Şehristanî şöyle diyor:"HZ. Ebû Bekir (r.a.) in vefatı yaklaşınca: Bu iş hakkında müşa­vere edin! dedi. Sonra Hz. Ömer (r.a.) in özelliklerini belli etti ve O'nu tayin etti. Böylece bu iş gerçekleşmiş oldu. Ne O'nun kalbinde ne de hiçbir kimsenin kalbinde yeryüzünün bir imâmdan hali olması­nın caiz olacağı geçmemiştir. Ne zaman ki Hz. Ömer (r.a.)'in de vefatı yaklaştı, emr meselesini altı kişi arasmdai Şuraya bıraktı, ittifak Hz. Osman (r.a.) üzerinde gerçekleşti. Bundan sonra da ittifak Hz. Ali (r.a.)'nin üzerinde gerçekleşti. Bütün bunlar, sahabenin ki onlar, ilkler idiler, mutlaka imâmın olması gerektiğine ittifak ettiklerine delildir. Onlar örnek oldular... Böylece, bu şekil üzere olan icmâ, imametin vacibliğine kafi bir delildir. [91]el- Heytemî de şöyle söylüyor:"Sahabe (r.a.), nübüvvetin bitiminden sonra imâm tayininin /âcib oldu&u üzerinde icmâ ettiler. Hem de onu, Rasûlüllâh (s.a.v.)'m defninden geri durarak vâcibîerin en mühimi kıldılar. [92]Bu icmâyı ulemadan bir grup nakletmiştir. Onlardan birisi de el-Mâverdidir ve şöyle diyor:"İmameti, yürütecek kimseyi akdetmek icmâca vâcibdir, her ne kadar onlardan El-esam ayrıhrsa da."[93]Nevevî de şöyle diyor:"Ulema Halifeyi tayin etmenin müslümanlara vâcib olduğuna icmâ ettiler..."[94]İbni Haldun: "İmâmın nasbi vâcibtir. Şeriatta bunun vâcib olu­şu,   sahabenin   ve   tâbi'inin   açmasıyla   bilinmektedir.   ÇünküRasûlüllah (s.a.v.)'ın Ashabı, peygamberin vefatı esnasında Hz. Ebû Bekir (r.a.)'e beyata ve işlerin idaresini ona bırakmaya koştular. Her bir asırda böyle oldu. Böylece de bu, İmâmın nasbinin vâcibliğine delâlet eden icmâ olarak kararlaştı."[95]Bu konuda ümmetin ittifakı hakkında İbni Hazm'ın sözü geçti. Ümmete muhalefet etmeyi alışkanlık haline getirenden başkası buna karşı çıkmamıştır.[96]

 

Şer'i Kaidelerden Deliller

 

Vacibin, ancak kendisiyle tamamlandığı şeyde vâcibdir.[97]İmametin vâcibliğine delillerden birisi de", Vacibin ancak kendi­siyle tamamlandığı şey de vâcibdir" şeklindeki şer'i prensiptir.Şu bir gerçektir ki Alîahu Teâlâ Bir takım işleri emretmişdir ki o işleri yerine getirme insanların herbirinin gücü dahilinde değildir. Bu işlerden bazıları hadlerin tatbiki, İslâm'ı yaymak için mücahid ordular hazırlamak, zekatı toplayıp sarf edilecek yerlere vermek, sı­nırları korumak, müslüman ülkeleri korumak, adaleti yaymak, zul­mü defetmek, kullar arasında meydana gelen davaları halletmek ve insan bireylerinin yerine getirmeye güçlerinin yetmediği diğer vâcibler... Bu vâcibleri yerine getirebilmek için kuvvet lâzımdır. İşte bu kuvvetimâmettir.Bütün bu gerçeklerden şu husus ortaya çıkıyor. Boyun eğilecek ve itaat edilecek bir imâmın tayini vâcibdir. Bu işleri düzenlemede tasarruf hakkı olacak ki bu vâcibleri yerine getirmek mümkün olsun. Bu konuda Emirelmü'minin Hz. Ali (r.a.) şöyle diyor:"İnsanlar için mutlaka iyi veya fâcir emir gereklidir. Dediler ki Ey Emirel-müminin Bu iyi olanını anladık da fâcir emir ne demek? O da şöyle cevap verdi: "Hadler onunla uygulanır, yollar onunla emni­yet bulur, düşmana karşı onunla cihad edilir ve ganimetler onunla taksim edilir. "[98]"İnsanların işlerinin yönetimi, dinin vâciblerinin en büyüklerin­den olduğunu bilmekte vâcibdir. Dinin tatbiki ve hakimiyeti ancak onunla olur. İnsanoğlunun maslahatlarının temini, birbirlerinin ihti­yaçlarının yerine getirilmesi ancak bir araya gelmekle mümkün olur. [99] Buna delil getirerek şöyle söylüyor:"Allah (c.c), emri bilmaruf ve nehyi anilmünkeri vâcib kılmıştır. Bu da ancak kuvvet ve emirlikle olur. Diğer, Allâhın vâcib kıldığı ci­had, adalet, haccı, cumaları ve bayramları yerine getirme, mazluma yardım, hadlerin tatbiki de ancak kuvvet ve emirlik sistemiyle müm­kün olur."[100]îbni Hazm diyor ki:"Aklın ortaya koyduğu netlik ve gerçeklikle şunu anladık ki in­sanların; Allah'ın vâcib kıldığı mallar, cinayetler, kanlar, nikah, ta­lak ve şâir ahkâmı, zalimi menetme, mazlumu koruma, bölgelerinin ayrı ve uzaklığına, görüş farklılıklarına rağmen kısasların yapılması gibi ahkâmı yalnız başına uygulamaları mümkün değildir... Şu bir gerçektir ki bu durum reisi olmayan beldelerde çok açık görülmekte­dir. Zira orada ne bir hak ve hüküm ne de bir had uygulanır. Hatta öyle ki o beldelerin çoğunda böylece din gitmiştir. Demek ki dinin uy­gulaması ya bir kişiye veya çok kişiye dayanmakla sıhhatli olur.ıı[101]

 

ANARŞİNİN ZARARLARINI DEFETME

 

İmametin vacipliğine delillerden birisi de anarşinin zararlarını defetmektir. Çünkü belli bir İmâm edirimemede, ancak Allah'ın bile­bileceği zararlar ve anarşi vardır. Zararı defetme ve şu beş zaruri şe­yi -Din, Nefis, Irz, Mal, Akıl- korumak şef an vâcibdir. Bunları muha­faza (şeriatın maksatlaradır. Bu şeriat, ancak Müslümanların, imâmı ortaya çıkarması ile hasıl olur. Bu da imametin vücubuna de­lildir.İmâmı Ahmed (r.a.) Muhammed bin Avf b. Süfyane't-Tai el-Hu-musi'nin rivayetine göre şöyle demiş: "Fitne, insanların idaresini ye­rine getirecek bir İmâm olmadığı zaman ortaya çıkar."[102]İbnu'l-Mübarek (R.A.) şöyle diyor; Cemaat, Allah'ın ipidir, tutunun! Kurtuluş ipidir yaklaşan kimseye Allah; nice zulmü defeder sultanla Rahmet O'ndan dünyamıza dinimize Yoksa halife, olmaz bize yol emin Ganimet olur zayıfımız, kuvvetlimize  [103] Ebû Hâmid el-Gazali (r.a.) şöyle diyor:"Dünya ve insanlarla mallar üzerindeki emniyet, ancak kendisi­ne itaat edilen idareci ile düzene girer. Fitne günlerinde görülen şey­ler, sultanların/ve imamların ölmesiyle meydana geldiğine şahidlik etmektedir. Eğer bu durum devam etse, kendisine itaat edilen başka bir sultan da tedarik edilmezse kargaşa ve fitne devam eder, birbirle­rine kılıç çekme yaygın hale gelir, kıtlık yayılır, hayvanlar kırılır, sa­natlar kullanılmaz hale gelir, her galib olan soyguncu olur, hiç kimse sağ kaldıkça ibadet ve ilme yönelmez. Çoğunluk kılıçların gölgeleri altındakileri helak ederler [104]

İşte bundan dolayı denmiştir ki: "Din ile sultan ikizdirler. Yine bundan dolayı denmiş ki: Din bir temeldir, sultan ise bekçidir. Teme­li olmayan yıkılır, bekçisi olmayan da zayi olur."[105]Bu cümleden olarak eğer halkın idarecisi olmazsa halkın tabaka tabaka parçalanacağından hiçbir akıllı adam şüphe etmez. Eğer on­ların dağınıklığını toplayacak itaat edilen bir görüş sahibi olmazsa helak olurlar. Bu hastalık, görüş farklılıklarını biraraya getirecek, itaat edilen hakim, bir sultan ilacı ile tedavi edilebilecek bir hastalık-dır. Böyle sultanın, din ve dünya düzeni için bir zaruret olduğu açığa çıkmış oluyor. Dünyanın düzeni dinin düzeni için de bir zorunluluk­tur. Ahiret mutluluğuna ermek ancak dinin düzenine bağlıdır. Bu da kimsedir. Ebû'l-Muğireden, ehl-i Şanı ve Irakdan hadis edinlemiştir. Ahmed b. Hanbel bu durumu bilir ve ondan kendi beldesinin hadis ricalini sorardı. H. 272 senesinde vefat etti. Şuzuratu z-Zehep 2/163, Tabakatu'l-Hanabile 1/310kati olarak peygamberlerin hedefidir. Demek ki imâmın vâcibliği, terkine hiç bir yol olmayan şeriatın zaruriy a tındandır. Bunu böylebilin [106]Bu konuya dair, en üstün delil, bugün İslâm ümmetinin içinde yaşadığı acı gerçektir. Bu realitede, İslâm ümmetinin en çok Allah'a dönmekle ayağa kalkabileceğine kat'i bir delil vardır. Öyle ise İslâm düşmanlarının her taraftan ufaltıp, dilediklerini yaparak hakim ol­maya devanı ettikleri İslâm hilafetini hakim kılmaya çalışmak gere­kir. Zira İslâm düşmanları tarafından önce İslâm hilafeti ile İslâm ümmeti idare edilmekten uzaklaştırıldı. Hadlerin uygulanması ter-kedildi, ırzlar ihlal edilip mahremiyet kayboldu. Cihad sancağı indi­rildi. İslâm beldeleri birbirini boğazlar bir vaziyette birbirinin boynu­nu vurur şekilde küçük devletçikler halinde taksim edildi. Müslü­manların arazilerinden elde edilen gelirleri yağmalandı. Kafir millet­ler her taraftan müslümanlara çullandılar. Müslümanların aleyhine kurulan planın gereği, tarihin gerisinde bırakılarak ve alemin eteği­ne yapışarak yaşamaya mecbur bırakıldıkları bu zillet, müslümanla-nn hilafeti hakim kılmaya çalışmada geri durmaktan ve namaz oruç gibi dinden olduğu kesinlikle bilinen şer'i hükme tutunarak halifeyi tayin etmeye koşmamaktan başka birşey değildir. İslâmi hayata ye­niden başlamaya çalışmaktan geri durmak, isyanların en büyükle-rindendir. İşte bundan dolayıdır ki ahkâmı, müslümanlara tatbik et­mek ve İslâm davetini dünyanın her tarafına ulaştırabilmek için ha­lifeyi tayin etmek bu ümmete farzdır, lazımdır.'[107]

 

2-İMAMET, FITRATIN GEREĞİDİR

 

Cemaat için bir başkam tayine yönelmenin, fitri bir iş olmasıdır. Şöyle ki insan, tabiatı itibariyle medenidir. İnsan, diğer insanlardan ayrı olarak, tek başına yaşamaya güç yetiremez. İnsanın, insanlarla beraber yaşaması gerekir ki işleri düzelebilsin, maslahatları gerçek-leşebilsin ve diğer insanlarla uyuşabilsin.İnsanların maslahatları ile ferdin maslahatı çakışabilmekte, ferdlerle insanlar arasında çekişme ve münakaşa meydana gelebil­mektedir. Şüphe yok ki bu durumda, mutlaka insanların huzurunda mahkeme olacakları, münakaşa ve mücadelelerinde hükmetmesi için, razı olacakları bir emir gerekir. Buradan şu ortaya çıkıyor; in­sanların haklarını muhafaza edip hayatın istikrarını temin edebil­mek için imâmın tayin edilmesi zaruri bir iştir.Bu konuda İbni Teymiye (r.a.) şöyle diyor:"Bütün insanoğlunun, dünya ve ahirette dirlik ve düzenleri, an­cak cemaat olmakla, birbirleriyle yardımlaşmakla gerçekleşir. Yar­dımlaşmada faydalı olanı çekmek, kendilerine zararlı olanı da defet­mek üzere olmalıdır. Bu sebeple şöyle denmiştir: İnsan tabiatı gereği medenidir. Toplandıkları zaman, kendisiyle faydalı işlerin celbedile-ceği hususları, mefsedet denilen sıkıntı ve kötülüklerden de sakına­cakları bir takım şeyleri almaları muhakkaktır. Hem de bu maksad-ları emreden, bu mefsedet denilen fesadı, bozgunculuğu, kötülüğü yasaklayan bir kimseye itaat etmeleri de kesinlikle gerekmektedir. Bütün insanların da emreden ve nehyeden kimseye itaatları gerekir. İlahi kitap ve din ehlinden hiçbir kimse yoktur ki kendi dünya men-faatlarına ait gördükleri konularda meliklerine itaat etmesinler. Ba-zan melikleri isabetli, bazen da hatalı olsalar bile...."[108]Hangi toplum olursa olsun toplumları ayakta tutan esaslardan birisi de yürütme organıdır. Bir toplumun [109] bu temelleri tamam ol­madıkça ayakta kalması mümkün değildir.Şair Salâbe b. Ömer b. Malik el-Efuh el-Evdi şöyle diyor:Edebu'd-dünya ve'd-din sahibi Maverdi anlatıyor:Abs kabilesinden bir ferde: "Siz neden diğer kabilelerden farklı­sınız?" diye sorulunca. O ferd: "Biz bin kadar varız. Bizim on kadar akıllı, basiretli üst seviyede büyüklerimiz var. Bizden her bir ferd o on kişiden birisine sorar ne yapacaksa. Onlara sorunca onlar gibi ya­pıyoruz. Sanki bin.kişi o on kişi gibi oluyoruz" diyor. İşte üst seviye­deki insanlardan istifade etmenin örneği.İnsanlar, başı boş olup, önder kimseleri de yoksa, cahilleri de efendi makamında olurlarsa İslah olmazlar.Bu beyitten önce de şunu demiştir: "Büyük insanlar lider olursa, evin direği görevini yaparlar. Eve, direk yaparsanız ev olur. Diğer herşey ona tabi olur; ona uyar, onunla ayakta kalır. Direksiz ev ya­pılmaz. Direksiz ve kazıksız ev asla ayakta durmaz. Eğer direkler ve kazıklar birgün olursa, olmayan şeye ulaşmış olurlar (ev o zaman or­taya çıkmış olur).Belirli bir rehbere tabi olma arzusu yalnızca, Allah'ın üzerinde insanı yarattığı bir fıtrat değildir. Aksine bir lidere uyma noktasında bazı insanlar ortaktır, hayvanlar hatta bazı haşerat bile. Sen devele­ri görürsün ki adet olarak rehberi olan aygır deveye tâbi oluyorlar, nereye yürürse onlar da arkasından gidiyorlar. Bundan dolayı da de­ve çobanı, sadece bu rehberi yöneltmeye dikkat eder, diğerleri de onu takib ederler. Kainatta her sınıfta rehberler mevcuttur. Rehbere uy­dukları için anarşi doğmuyor. Disiplin ve intizam meydana geliyor. İnsana akıl verilmiş, ayırt edici özellik ihsan edilmiş olmasına rağ­men, arılar dahi ana arıya uydukları halde, rehbere niçin uymazlar ki. İşte fıtratın bu özellikleri bize emirin önemini gösteriyor.Haşerata gelince, fıtratta arıdan daha güzel bir delil olmaz. Arı­lar kendilerini koruyacak, ihtiyaçlarını giderecek Ana arı( [110] (Melik" (Araplar arı beyine, ana arıya Melik derler. Halbuki Melike denmesi uygundur. Zannederim ki arı, ana an ama yaptığı -insanlara göre kadın cinsi değil de erkek cinsi idareci olmalıdır.- Melike olmasına rağmen Melik işi olunca Melik diye yaygın olmuş herhalde.) edinmiş­lerdir. Nerede olursa, onlar o ana arıya tabi olurlar.Allah'ın, akıl ihsan ettiği, doğruyu eğriden, faydalıyı zararlıdan ayırt etme yeteneği verdiği insana ne oluyor da ibret almıyor.

 

MUHALİF GÖRÜŞLERİN MÜNAKAŞALARI

Ehl-i Sünnet ve'l Cemaat ile Mutezile'nin çoğunluğu İmametin vücubunda mutabakat halindeler. Mutezile'nin bu şer'i hükmü çıkar­dıkları deliller farklı olmasına rağmen yine bizim için şu açığa çıkmış oluyor: İmamet, Kitap, Sünnet, İcma ve Şer'i kaidelerle sabitdir ve vâcibdir. Bu görüşten, ancak Mutezile ve Şiâdan az bir topluluk ay­rılmıştır. Onlar da kendi aralarında görüş ayrılığına düşmüşlerdir:Onlardan bir kısmı, imameti şer'an değil de aklen vâcib görmekteler. Bunlar da iki fırkadır. Birinci Görüşİmâm seçmeyi insanlara vâcib görüyor. Bu görüş Bağdat Mutezi­lesi  [111]ile Basra Mutezilesinden [112] Cahız'a, [113] nisbet edilmekte­dir. Buna dair delillerin en kuvvetlilerinden birisi şudur:"Zararı defetmenin aslı, kafi olarak aklın hükmüyle aynı şekilde vâcibdir. Zannolunan zararların da def edilmesi aynı şekilde aklen vâcibdir. Zaimiyâttan olan cüz'iyat ise hükmü kati olan aslın altına girmektedir. Bunları da kati olarak bu hükmün içine dercetmek vâcib olur [114]Bunlara reddiye olarak deriz ki: Bu delilin şer'i olmayıp akli olu­şu kabul edilemez. Akıl, mahluktur. Her mahluk acizdir. Akıl da mahluk olduğundan acizdir. Akıl her konuda hakikati ortaya koyma­da da acizdir. Ancak bedihi konularda hakikat olabilir. Bir şeyin bü­tününün parçalarından daha büyük olduğunu bilmek gibi. Mutlak hakikati bilmede insanlar kördür, akıl da kördür. Gösterilirse görebi­lir. Akıl ancak vahiyle aydınlanırsa önünü ardını görebilir. Hükmün mutlak oluşu delilin mutlak oluşuna bağlıdır. Hükmün zanni olanı da delilin zanni olmasına bağlıdır. Kati hüküm vahiyle ortaya çıka­bilir. Bedihi olan konulardaki netlik aşikardır.Ehl-i Sünnet bu delille imametin vücûbuna şer'an delil getirmek­tedir. Çünkü zararı defetmenin vâcib oluşu şeriatla sabittir. İşte ayet:Kendinizi tehlikeye atmayın..." (Bakara:195) Hadis-i Şerifte ise şöyle ifade edilmekte: "Zarar ve zarara karşı intikam alma yoktur."[115]

Hem zaten akıl, bir şeyi helal ve haram kılmada temelde müsta­kil değildir. Bu şeriatın özelliklerinden en mühimidir. Kadi Ebû Ya'la (r.a.) diyor ki:"Bir şeyin farz ve mubah olduğu, helal ve haram olduğu akılla bilinmez."[116] Akılla bilinmez demek, haranı ve helalin kaynağı akıl değil demektir. Yoksa vahyin belirttiği helali ve haramı akıl anlamaz demek değildir.Şayet akıl müstakil olsaydı, helali ve haramı belirleseydi Resullerin gönderilmesine ve vahyin indirilmesine ihtiyaç olmazdı. Şu da uyarılması gereken şeylerdendir: Aklı selim ile Sahih Şeriat arasında tearuz (birbirine zıtlık) yoktur. Şeriatın uygun gördüğü her şeyi selim akıl da uygun görür. Şeriatın uygun görmediği herşeyi se­lim akıl da uygun görmez. Aralarında zıtlık tasavvur olunmaz. Eğer zıtlık olursa, ya Şeriata nisbet edilen nakil sahih değildir veya akıl hastadır.İbni Teymiye şöyle diyor: "Sahih aklî hüccet, sahih şer'î hüccete zıt olmaz. Sahih hüccetlerin birbirlerine zıtlığı imkansızdır. Bu hüc­cetler ister aklî olsun, ister naklî olsun birdirler.'[117]Allâme Îbnu'l-Kayyuni!şöyle diyor: "Akıllı kimselerin ihtilaf et­mediği aklın sarahatiylebilinen birşeyin elbette şeriata zıt olması ta­savvur olunmaz. Akıllıların münakaşa ettiği büyük meseleler hak­kında kim düşünse, sahih sarih naslara muhalif olan şeyin batıllığı-nın akılla bilinen fasid şüpheler olduğunu kolayca bulacaktır. Zıtlı­ğın sabitliği akılla bilinir. Tevhid sıfatlar kader, nübüvvet ve ahiret konuları hakkında etraflıca düşün ki aklın sarahatine hiçbir sem'in (vahiyle işitilen vahiyle bilinen) karşı çıkmadığına delil bulasın. Akla muhalif nakil olan sem' (nakil) mevzu hadisdir veya sem'in delaleti aklın delaletine muhalif olmaz. Biz kati olarak biliyoruz ki peygam­berler aklın imkansız gördüğünü haber vermezler, akılların caiz gör­düklerini haber verirler. Aklın tenakuza düşdüğü şeyi de haber ver-mezler.[118]Şüphesiz biz, sahih nakil ile selim aklın zıtlığını kabul etmiyo­ruz. Burada eğer bir zıtlık olursa nassa müracaat ederiz, sahih oldu­ğu sabit olursa, onu makul olduğu tasavvur olunan şeye takdim eder,tercih ederiz. [119] İkinci GörüşBunlar imametin, aklen Allah'a vâcib olduğuna hükmediyorlar. Halbuki Allah, dedikleri ve hükmettikleri vâciblikden son derece mü­nezzehtir. Onlar İmâmiye ve İsmaüiyye Rafizileridir. [120] İddiaları­na, fikirlerine şunu delil getiriyorlar ve şöyle diyorlar:"İmamet lutufdur, lütuf ise Allah'a vâcibdir." [121]Vacib olan lu-tufdan kasteddikleri ise: "O lütuf, kulu Allah'a itaat etmeye yaklaştı­ran, zorlama, ikrah ve icbar olmadan kulu masiyetten uzaklaştıran şeydir. [122]Onlara reddiye için deriz ki; onların Allah'a vâcib kılma iddiaları Mutezile'nin "Allah'a en uygun olanı yapması vâcibdir" anlayışından kaynaklanmıştır. Bu onların Allah'ı az tanımalarından, Cenab-ı Hakka karşı edebsizliklerindendir. Ayette:"Onlar Allah'ın kadrini hakkıyla ölçemediler. Şüphe yok ki Al­lah yegane kuvvet sahibidir, mutlak galibdir." (Hac, 74) Duyurul­maktadır.Yaratılmış kulların, Allah'a birşeyi vâcib kılmaları doğru değil­dir, yakışıksızdır. Çünkü Allah Teâlâ:"Allah, yapacağı şeyden mesul değildir, fakat onlar mesuldur-Zar."(Enbiya:27). Çünkü : O (Allah) dilediği şeyi yapar." (İbrahim:27) .istediği hükmü verir. (Maide:l)Takdirini reddedebilecek ve hükmüne karşı da niçin böyle hük­mettin diyebilecek kimse yoktur.Allah, kimin hidayetini isterse ona karşı fazl, ikram ve ihsan ve­rir. Allah'ın saptırdığı kimse de adaleti ve hikmeti gereğidir. Allah herşeyi bilen, herşeyi yerli yerince yapandır. Kimsenin emriyle hare­ket etmez. Dilediğini yapar. Zira; "Dilediğini saptırır, dilediğine de hidayet verir." (Müddessir: 31)Allah, nasıl ve ne zaman isterse bir şeyi vâcib, birşeyi haram kı­lar. Nitekim Ayet-i Kerime'de:"...O, rahmeti kendi üstüne yazmıştır. Hepinizi, hakkında hiçbir şüphe olmayan kıyamet gününe (götürüp) toplayacaktır." (Enam:12)"Kendi üstüne yazmıştır" demek, kendi mukaddes zatına ihsan ve iyilik vermesiyle vâcib kıldı ve hükmetti demektir.[123]Ebû Hureyre (r.a.) Hz. Peygamber (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu rivayet ediyor: "Allah mahlukatı yarattığı zaman Kitabı'na -kitap ar­şın üzerinde kendi nezdine konmuş olduğu halde- kendisi için: Benim rahmetim gazabıma galiptir" diye yazmıştır.'[124]Hadis-i Kutsi'de Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle demiştir:"Allah Teâlâ buyurdu ki: Ey kullarım! Ben zulmü kendime ha­ram kılmışımdır. Onu, sizin aranızda da haram kıldım. Öyleyse bir­birinize zulmetmeyiniz!.[125]Onların, kendilerine göre imametin, kulu Allah'a yaklaştıran bir lütuf olduğu iddiasına gelince, Onların bin seneden fazla zamandan beri bekledikleri beklenilen mehdinin imameti ile ilgili sözleri, iddia­ları reddedilmiştir. Çünkü: "Zikrettiğiniz, anlattığınız lütuf, ancak hâkim, kadir, açıkda, insanlardan gizli olmayan bir imâmla olur. Ümmet ferdlerinin, kendisinden çekineceği, iyiliğini umacakları ce­zalandırmasından korkacakları, kendilerini itaate davet edecek, ma-siyetlerden uzaklaştıracak, aralarında kısas ve hadleri tatbik edecek, mazlumun hakkım zalimden alacak bir imâm gerekir. Zamanımızda olduğu gibi siz bu lütfü Allah'a vâcib kılamazsınız. Çünkü sizin inan­dığınız imâm açık değil gizli, hazır değil gaib, kendisine, insanlara galib olmak kolay olmaz ki cezalandırmasından korksunlar, iyiliğini umsunlar. Onları itaate davet etmek isyandan uzaklaştırmak kolay olmaz. Sizin vâcibliğine hükmettiğiniz gizli, masum olan imâm, lütuf değildir. Çünkü onun, insanlardan uzak olarak insanları gizliliği ile

birlikte salaha yaklaştırması ve fesaddan uzaklaştırması tasavvur edilemez. Gizli ile yok olan birdir."[126]Şu bir gerçektir ki, Allah'ın kullarına farz kıldığı Şer'i ahkâmın bütünü bu manaya göre Cenab-ı Hak'tan bir lütuftur. Diğer ahkâm değil de özellikle imamet, Allah'a nasıl vacip olabilir?

2- İmametin vâçib olmadığına hükmedenler:Önce geçtiği gibi bunlar Hâricilerin ileri gelenleri, El-Esam ve Mutezileden el-Futi'dir. El-Esam1 dan naklen Bağdadi şöyle diyor: "Ümmet, birbirleriyle nasihatlaşırsa İmâma ihtiyaçları kalmaz."[127]El-Futi de "Fitne esnasında İmametin düşeceğine [128] hükmedi­yor. Bağdadi bu görüş üzerine şöyle açıklama yapıyor: "Hz. Ali (r.a.)'nin imametini vermek istemiştir. Çünkü Hz. Ali'nin imameti, kendisinden önceki imâmın katledilmesinden sonra meydana gelen Müslim, Birr, 55 h\no:2577fitne halinde nakdedilmiştir."[129]

3-  Liderliğe insanların ihtiyacı konusunda münakaşa etmiyen başka bir sınıf var. Fakat bunlar da İslâmın, hilafeti tatbike dair emirler getirdiğini, İslâmi hükümet denen hilafetin tatbikini Allah'ın emrettiğini ve İslâm'ın hem din hem de devlet olduğunu, inkar edi­yorlar. Bunlar diyorlar ki: "İslâm sadece dindir. İnsanları desbotça idare eden siyasi bir kuvvet olmayıp bize Allah'a giden yolu aydınlat­maktadır."Onlardan Ali Abdurrezzak; "El-İslâm ve Usulü'l-Hükm [130] isim­li kitabında İslâm'ın sadece davet dini olduğu, devlet ve dünya işleri­ni idare etme konusuna girmediği, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in, dine has bir davet için rasûl geldiği, devlet için hiçbir davette bulunmadı­ğı görüşüne sahiptir."[131]Yine şöyle diyor: "Gerçek olan şu ki İslâm dini, bu çeşit hilafet­ten uzaktır. Hilafet, dini çizgilerden hiç bir şeyin içinde değildir."[132]Bu kitap Mustafa Kemal'in hilafeti kaldırmasından sonra ortaya çıktı. Nerdeyse insanlar uydurma bir cereyan etrafında birleşmişler­di. Yine bu kitap müslümanlardan bir çoğunun (ki Kral Fuad bunlar­dan biridir) halife olmaya hırs gösterip koştukları bir anda ve Ez-her'in [133]İslâm konferansına veya hilâfet konferansına çağırmaya açıkça meyilli olduğu bir zamanda ortaya çıkmıştır. (Bu iddianın sa­hibi de Ezher mezunudur.[134]Bu kitap İngilizce'ye çevrildi. Amerika üniversitelerinde özellikle İslâm ve İslâm kültürü derslerinde İslâm toplumunu tanımada temel kaynaklardan birisi olarak itibar edildi.[135]Bu kitabın yazarı Ali Abdurrazık Camiu'l-Ezher tarafından mah­keme edildi. Ulemanın büyükleri önünde mahkemeye çıkarıldı. Hak­kında şu hüküm açıklandı: "El-Camiu'1-Ezher şeyhleri olarak bizler -ki orada şeyh Muhammed Ebû'1-Fazl da vardı.- Alimlerin büyükle­rinden bir heyet bizimle beraber yirmidört alimin ittifakıyla el-İslâm ve Usulu'1-Hükm adlı kitabın müellifi, Mahkeme-i Mansur-ı İbtidai Şeriyye kadısı ve el-Camiu'1-Ezher Ulemasının bir ferdi olan Şeyh Ali Abdurrazık'ın üniversiteden ihracına hükmettik." Bu hüküm, 22 Mu­harrem 1344 Çarşamba günü M. 12 Ağustos 1925'de, dini toplatılarm yapıldığı Daru'1-İdareti'l-Amme denilen dairede verilmiştir.[136]"El-Hilafe ve Sultatü'1-Ümme" [137]adlı kitabın yazarı her ne ka-Matbaatu'l-Selefiyye..dar görünüşte Mustafa Kemal'in yaptığı hilafet ile hükümetin arası­nı ayırma işini yapmayı hedefliyor idiyse deMustafa Kemal'den da­ha önce bu işi hileli bir kılıf altında yapmıştır. [138]Abdulhamid Mütevelli de bu iddiada, şöyle diyerek onun izinde yürümüştür:"Gerçek şu ki, hilafetin dünyevi boyası dini boyasından, yani dünyevi tarafı dini tarafından daha çoktur. Buna delil de Kur'an ve Sünnette, hilafet hükümlerine işaret eden açık bir nass bulamayışı-mızdır. Hilafetin ne farz oluşuna dair ne de farz olmadığına dair açık bir nas bulamıyoruz."[139]Bundan sonra Prof. Halid Muhammed, "Min Hüna Nebdeu" (Bu­radan Başlıyoruz) isimli kitabında onların peşinden gitmiştir. Fakat sonradan öncekileri izale edecek bir kitap yazmıştır. O da ed-Devletü fi'1-İslâm (İslâmda Devlet) adlı kitaptır. Şüphesiz hakka dönmek, ba­tılda devamdan daha hayırlıdır.Hilafetin katiyyen vâcib olmadığına hükmedenler ile imameti uygulamaya dair İslâm'da hiçbir emrin gelmediğine hükmedenlerin iddiasına reddiye için deriz ki: Bu kısmın bütünü onlara reddiyedir. Onların muhalefetleri birşey sayılmaz, sözlerine güvenilmez. Çünkü onlar iddialarında inat ederler. İnkar edilmiyecek şeyleri inkar eder­ler. Öne sürdükleri görüşlerinde şeriatı hakem etmezler. Eğer bunu, Allah'ın rızasını kazanmada gayret ederek, takvaya bürünerek yap­salardı, halifenin tayininin ümmete şer'an Kitap, Sünnet, İcma ve Şer'i Kaidelerle vâcib olduğunu mutlaka anlarlardı.[140]Vacibi Uygulama MükellefiyetiBütün bunlardan sonra imametin vâcib oluşunun varlığı net ola­rak ortaya çıktı. Fakat şu sorular sorulabilir: Bu ne çeşit bir vaciptir, bu vacibi uygulayacak mükellef kimdir? Her müslüman erkek ve ka-

dma farz-ı ayn mı yoksa farz-ı kifâye midir? Bütün bu sorulara Ehl-i Sünnet uleması ve fukahası cevap vermişlerdir.Kadı Ebû Yâ'la diyor ki: "Bu farzı kifâyedir. Bununla insanlar­dan iki taife muhatapdır. O iki taifeden birisi ictihad ehlidir ki seçi­mi kendileri yaparlar. İkinci taife de kendisinde imamet şartı bulu­nan kimselerdir ki kendilerinden birisi imamete seçilir."[141]el-Maverdi (r.h.) diyor ki: "İmametin vâcibliği sabit olunca, cihad ve ilim talebi gibi farz-ı kifâyedir."İmamete ehil olan kimse bunu yerine getirirse diğerlerinden farz-ı kifâye düşer. Eğer hiçbir kimse bunu yerine getirmezse insan­lardan iki gurup çıkar, birisi, seçime ehil olan kimselerdir ki onlar ümmete ait bir imâm seçerler. İkincisi imamet ehlidir ki onlardan bi­risi imamete nasb edilir. Ümmetden bu iki grup dışındakilere imameti geciktirmede hiçbir sıkıntı ve günah yoktur.[142] İmametin varlığının farz oluşunu kabul konusunda, ümmet içindeki bu iki gru­bun hukuki durumu ayırdedilince iki gurupdan herbirisi ile ilgili ka­bul edilen şartlara itibar edilmesi gerekir.[143]Nevevî diyor ki:"İmâmetin tayini farz-ı kifâyedir. Eğer imamete ancak bir kişi uygunsa o kimseye vazife verilir. Hilâfeti için ondan başkasına müracaat etmemişseler, o kimsenin imameti kabullenmesi gerekir. Bu durum Müslümanlar'ın maslahatını şiddetle arzu ettiği zamanda olur. Halbuki imamete ehil olmanın şartlarından birisi de imameti kendi nefsi için istememektir. İmametin şartları bölümünde gelecek hakikat olan şu ki, bu iki guruba imametin vâcibliği o iki grubun dışındakilerden daha kuvvetlidir. Fakat bu iki grub bu vacibi yerine getirmezlerse herkes günahkar olur. Farz-ı kifâye olmasından anlaşılan da budur. Yani onlardan bazısı imameti uygulamayı yerine getirirse diğerlerinden düşer. Bunu hiçkimse yerine getirmezse bütü­nü günahkar olur. Emri-bi'l maruf ve nehy-i ani'l münker cihad, ilim v.s. gibi.[144]

Bugün bu iki grub bu vacibi yerine getirmekten geri durursa veya kendileri ile arzu ettikleri şeyler arasında engeller olursa her Müslüman gücü oranında genel İslâmi hilafeti ikameye çalışmakla görevlenir. Bu hilafet ki; müslüman topluluklarım, tevhid bayrağı al­tında toplayan odur, bu büyük vacibi yerine getirmede kusurları se­bebiyle kaybettikleri şerefli mevkilerini ve kefaletlerini müslümanla-ra verecek olan yine odur. Yegane yardım istenilen Allah'tır.

 

3-İMAMETİN MAKSATLARI (MEKASIDÜ'L-İMÂME)

 

İslâm'da İmamet ve hakimiyet, gaye değil vasıtadır. Müslüman­ların her birinin elde etmekte aciz kaldığı şeyi elde etmek ve gerçek­leştirmek için imâmın özel yetkileri ile gücünün yettiği belli maksat­lara ulaştıran bir vasıtadır.Bu maksatların bütününü şunlar içine almaktadır: Şeriatça be­lirlendiği şekilde yeryüzünde Allah'ın emrini uygulamak, marufu emretmek, münkeri nehyetmektir. Her marufu emretmek, her hayır ve yüceliği yaymak imametin kadr ve şerefindendir. Her münkeri nehyetmek, her fesada hakim olup kovmak onun şanından ve göre-vindendir. İşte İslâm'da imamete ait esas maksat da budur, hedef de. Allah (c.c.) hedefi Kitab-ı Kerim'inde şöyle açıklıyor:"Onlar, (o müminlerdir ki) eğer kendilerine yeryüzünjde bir ikti­dar, mevkii verirsek dosdoğru namazı kılarlar, zekatı verirler, maru­fu emrederler, münkerden vazgeçirmeye çalışırlar. İşlerin sonu Al­lah'a aittir. "(Hac:41)Bu ayet-i kerime, imametin bütün maksatlarını içine almakta­dır.İbni Teymiye (r.h.) diyor ki: "İslâm idarelerinin bütününün mak­sadı, marufu emretmek ve münkerden nehyetmektir." "Allah'ın, bizi ümmetler arasında en üstün kılmasmdaki sebep de işte bu iki görev­dir. Marufu emir ve münkeri nehiy. Marufun temeli iman, münkerin temeli şirkdir. Demek ki mü'minler olarak bizler, imanı hakim, şirki mahkum kılmakla görevliyiz. Halifeden, idareden, yönetimden ve ci-haddan maksat da budur. [145]Esas maksat ve idarelerle ilgili vâcib olan, terkettikleri zaman zarara uğrayacakları ve dünyada nimetlendikleri şeylerin de kendi­lerine menfaat vermiyeceği halkın dinini İslah, dinin ancak kendisiy­le ayakta durabilecek olan dünya işlerini de ıslah etmektir.[146]Ehl-i Sünnetin önceki tarifinden anlaşıldığı üzere imametin bu hedefleri ve maksadları iki büyük maksadda görülmektedir ki o iki maksad, dini uygulamak ve dünyayı da din ile idare etmektir.

 

Birinci Maksat: Dini uyğulamak

 

Dinden maksad hak dindir, o da İslâmdır. Bu işin ilk ve en mü­him maksadıdır.İbnu'l-Hümâm (r.h.)'m dediği gibi: "İlk maksad dini uygulamak. Yani kulların Cenabı Hakk'a itaat etmeyi tam yapabilmesi için, ita-atlarda ihlas, sünnetleri ihya ve bidatları öldürme gibi emrolunan bir tarzda dini, hakim kılmaktır."[147]Dinin uygulanışı iki şekilde görünür:

 

A. Dini Koruma

 

Şu bilinen bir gerçektir ki Allah (c.c.) ayet-i kerimesinde buyur­duğu gibi Kur'an-ı Kerim'i muhafaza etmeyi üzerine almıştır:"Kur'anı biz indirdik.. Onun koruyucaları da şüphesiz ki biziz." (Hicr: 9)Bizden öncekilerinin kitaplarının muhafazasını kendilerine bı­raktığı gibi, Kur'an'ın korunmasını bize bırakmamıştır. Önceki ki­taplar değişikliğe uğramıştır. Ayet-i kerime'de belirtildiği gibi:"Şüphesiz ki Tevrat'ı biz indirdik ki O'nda bir^hidayet bir nur vardır. Kendisini (Allah'a) teslim etmiş olan (İsrail) Peygamberler, Yahudiler (e aid davalarda) onunla hükmeder (ler)di. Alimler, fakih-ler de Allah'ın (o) kitabını muhafaza etmeye memur oldukları için (yine hükümlerini onunla verirlerdi). Hepsi de onun (Allah tarafın­dan gönderilmiş olduğu) üzerinde (bi'l ittifak) şahid idiler..." (Mai-de:44).Allah (c.c), peygamberin sünnetini, sahih, zayıf ve uydurma ola­nım birbirinden ayıran, kitaplarda senedleriyle birlikte rivayet ederek toplayan ve göğüslerinde ezber olarak muhafaza eden ulema­nın mütehassıslarını ve kılı kırk yaran tenkitçilerini yaratmıştır. İş­te bu, bu dini Allah'ın koruduğunun bir işaretidir. Ancak Kur'anın ve sünnetin muhafazasıyla, din, Allah'ın yeryüzü ve üzerinde yaşıyanla-nn ömürlerinin sonuna kadar, izzetli, korunmuş ve emniyetli olarak baki kalacaktır. Bu da Allah'ın bize fazlından ve.nimetindendir.

Burada dinin bekçiliğinden ve muhafazasından maksat, mü!min-lerin göğüslerindeki İslâm akidesini korumak, mü'minlerin bu dine ait tasavvurlarını bulanıklıktan salim ve saf olarak muhafaza etmek, dinin hakikatlarım ve manalarım, Allah'ın indirdiği, Rasûlullah'm (s.a.v.) tebliğ ettiği, sahabe-i kiramın üzerinde yürüdüğü ve kendile­rinden sonraki insanlara naklettiği gibi baki kılmak, yaşanılan şu hayatta tatbik etmek ve onunla insanlara hükmetmektir. Yoksa be­reket olsun diye kitapların içlerinde bırakmak ve yazışmalarda, mec­lislerde süs edinmek değildir.İşçe bunlardan dolayı bu manada dinin korunması şunlara tutu­narak gerçekleşebiliril- Dine kalemle, dille ve (hakkın yayılmasına engel olanlarla) si­lahla davet etmek. Gerçek hakikat ilimle yayılır, ilmin vasıtası da kalem ve lisandır. Silaha gelince ilim silahla yayılmaz. Ancak ilmin, mutlak hakikatin anlaşılmasına, şirk düzenlerin batıl olduğu gerçe­ğinin anlaşılmasına mani olur iseler işte o zaman silaha sarılmak ve engelleri silahla bertaraf etmek gerekecektir. Hakikatin anlaşılması­na karşı çıkmak cinayetlerin en büyüğüdür. Cinayete karşı silahla cevap vermek ise zulüm değil adalettir.Maksatların en Önemlilerinden birisi, bu dini, İslâm ümmeti içinde anlatmak, dinsiz olan diğer toplumlar, arasında yaymak, bu di­nin hakikatlarım tertemiz ve net olarak açıklamaktır. Müminlerin iki asli görevi vardır. Birisi İslâm'ı Müslümanlar'a tatbik için tebliğ, diğeri de İslâm'ı kafirlere anlaşılsın diye tebliğ etmektir.Allah'a davet etmek, makamların ve yüceliklerin en şereflisidir. Çünkü bu Peygamberler (s.a.v.)'in ve tabilerinin görevidir. Peygam­berimiz Hz. Muhammed (s:a.v.), Allah kendisini peygamber olarak gönderdiği zaman kıyamın en üstünü ile bu vazifeyi uygulamak için kıyama kalktı ve işi üzerine aldı.Ibni Teymiye şöyle diyor: "Hz. Peygamber (s.a.v.), bu davetle kı­yam etti. İnsanlara, Allah'ın emrettiği herşeyi emrediyor, yasakladı­ğı şeylerden de yasaklıyordu. Her marufu emrediyor ve her münker-den de yasaklıyordu.[148]îu, Allah'ın şu emrine tabi olmaktan dolayı idi: "...Sen Rabbine davet et! Sakın müşriklerden olma!" (Kasas: 87)."De ki: işte bu, benim yolumdur. Ben (insanları) Allah'a (körü körüne değil) bir basiret üzere davet ediyorum. Ben de bana tabi olanlar da (böyleyiz)..." (Yusuf: 108)Bu görev, ümmetin tamamının üzerine gerekli bir görevdir. İbni Teymiyye'nin dediği gibi: "O, ulemanın farz-ı kifâye diye isim verdiği şeydir. Onlardan bir grup onu yerine getirirse diğerlerinden düşer. Ümmetin hepsi bu fiille bunu uygulamakla muhataptırlar. Fakat bu­nu bir grup yaparsa bu görev diğerlerinden düşer[149]İmâm, ümmetin tamamının yerine naibdir, vekildir. Bu vâcib, ümmet hakkında daha kuvvetli ve ümmete farz-ı ayındır. Çünkü üm­metin kudret ve hakimiyeti kendisinin dışındaki müslümanlar'm fertlerinden daha çoktur. Ülkelerin içinde ve dışında bu büyük hedefi uygulama ile uğraşması -kendi şahsında temsil edici olarak- devlete vâcibtir.İslâm'a davet iki yolla olur: Dille ve mızrakla (kılıçla, silahla) ve­ya Ebû'l-Meali'l-Cüveyni'nin tabiriyle: "Hak dine davetin iki yolu vardır. Birisi hüccet ve delil getirilerek davayı izahtır. İkincisi, kılıç [150]'la galip olmaktır, açıkça inkar edenlere ölüm konaklarını göster­mektir." Çünkü İslâm, bir kavmi bırakıp sadece bir kavim için veya bir topluluğu bırakıp sadece bir topluluk için veyahut sadece bir za­man için gelmemiştir. Bilakis kendinden önceki şeriatları neshede-rek, sona erdirerek, beşerin hepsine hitap ederek, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in peygamber olarak gönderilişinden dünyanın sonuna kadar hükmetmek için gelmiştir.İslâm devletine, İslâm şeriatının ulaşmadığı kimseye İslâm şeri­atını ulaştırmak ve yaymaya çeşitli vasıtalarla çalışmak vâcibtir. İslâmi tebliğe, kendilerine ulaştığı toplum eğer icabet etmezse -eğer cizye ehlinden iseler- onlara cizye konulur. O zaman da müslümanla-rın teminatı içinde olurlar, kendilerim himaye etmek müslümanlara vâcib olur. Dinin hakikatlarını onlara açıklamak gerekir. Ta ki islâm'a girecek olan itaatla, rağbet ederek ve kanaat getirerek girsin. Çünkü dine girmeye zorlama yoktur. Eğer toplum bu iki işi terkeder-se harpden başka yol kalmaz. Devlete, fitne kalmayıncaya ve din de bütünüyle Allah için oluncaya kadar onlarla harp etmek vâcibtir.Ayet-i kerime de: "Fi ine (den eser) kalmayıncaya, din de (şunun bu­nun değil) yalnız Allah'ın (dini diye tanınmış) oluncaya kadar onlar­la savaşın." (Bakara:193) buyurulmaktadır.Fitneden maksat küfrün hakimiyetidir. Küfrü hakimiyetten indirin-ceye dek cihadla görevliyiz. Küfrü yok etmek değil, küfrün hakimiyetini yok etmek görevimizdir. İslâm'ı, tebliğ etmeye engel olanlarla savaşmak, mutlak gerçek olan İslâmın anlaşılmasına mani olanlarla savaşmak, Hakk adına hakkı hâkim kılmca'ya kadar savaşmak, Hakk'm dinlenilmesi ve anlaşılma­sına engel olanların izâlesine kadar savaşmak, (müt) (* işaretli ve küçük puntolu kısımlar mütercimin açıklamalarıdır. Yayıncı)Es-Sübkî de şöyle diyor: "Ordular kurması, Allah'ın kelimesini yüceltmek için cihad farzını uygulaması sultanın görevlerindendir. Çünkü Allah Teâlâ müslümanlar üzerine, istirahatına bakan, yiyip içen bir başkan olsun diye idareyi vermedi. Bilakis dine yardım etsin ve Kelime-i Tevhidi yüceltsin diye verdi. Sultanın görevlerinden biri­si de kafirleri, Allah'ın nimetlerini inkarda, Allah'a ve Rasûlüne iman etmemekte bırakmamaktır."'[151] Devlet başkanı merhametli olandır. Müslümanlar'a İslâm'ın adaletini tatbik etmekle, kafirleri de küfür ateşinden, isyan karanlığından çıkarmak­la merhamet etmelidir. Çünkü .üslümanlar, İslâm devlet başkanının kar­deşleridir. Zimmîler, kefaletinde, zimmetinde olan vatandaşlarıdır. Diğer vatan dışındaki kafirler de insan olarak değerlidir. İnsan kardeşlerine de İslâmın gerçeklerini ulaştırmakla merhamet etmelidir. İslâmm iki temel gö­revi : a) Allah'a tazim ve itaat, b) Beşere hizmet ve merhamet etmektir. Ta­zim ve imanla ilgili, itaat İslâm'ı tatbikatla ilgilidir. Hizmet, dünyayı imarla ilgili, merhamet ise onlara İslâm'ın gerçeklerini arzetmekle ilgili gorevleri-mizdir. Müslümanlar'a merhamet, İslâm'ı tatbik ettirmekle, kafirlere mer­hamet de kafirleri İslâm ile tanıştırmakdır. Hatta kafirleri bile kafirlerin zulmünden korumak, müslümanların İslâm'ı onlara tanıtabilmeleri için yapmaları gereken arzın imarından ve beşere olan merhametten sayılır, (müt.)Müslümanlar'm ilk imâmı olan Hz. Peygamber (s.a.v.), bu mak­sadı gerçekleştirmek için bu yolu seçti. Allah (c.c.) O'nu risaletle şe­reflendirdikten sonra O'na tebliği emretti, Allah O'na yeryüzünde ik­tidar verdi. Şehirlere, Allah'ın dinine girmeye davet edecek ve onlara hak yolu açıklayacak, Kur'an'ı okuyacak elçiler göndermeye başladı. Devlet başkanlarıyla ve krallarla karşılıklı elçi göndermeye ve onlar­la yazışmaya başladı. Onları İslâm'a davet ediyordu. Eğer kabul etmezlerse, elleriyle küçülmüş olarak cizye veriyorlardı. Cizye vermeyi de reddederlerse harp... Bil'fiil Fars, Roma ve diğer müşriklerle sa­vaş yaptı. Ölünceye kadar bu dini yaymak için ordular şevketti.[152]Hulefa-i Raşidîn (r.a.), Peygamberden sonra O'nun sünneti üzere yürüdüler. Bir asır geçmeden İslâm, mâmur bölgelere yayıldı ve in­sanlar Allah'ın dinine topluluklar halinde girdiler. Ta ki Harun er-Raşid (r.h.) buluta şöyle sesleniyordu: "(ey bulut!) Dilediğin yere yağ­mur yağdır, (nasıl olsa) senin haracın bana gelecek. "[153]Dini yaymak için cihad etmek, Müslümanlar'm herbirisi için farz-ı kifâye [154] olsa bile imâm için, davet gibi farzı ayndır.İmâmu'l-Haremeyn (r.h.)' in dediği gibi: "Cihad, imâm'a havale edilmiştir. Cihadda öncülük yapması ve onunla ilgilenmesi gerekir. İşte o zaman da cihad emri, farz-ı aynlar mesabesinde olur. Bundaki sebep ise Müslümanlar'm işlerini üzerine almış olmasıdır. Sanki Müslümanlar bütünüyle onun şahsında bir şahıs gibi olur. Ordular yürütmek, surlar, bendler yapmak hep İmânım insiyatifindedir. O, Ehl-i İslâm'ın bütününün vekilidir. İmameti uygulaması, kıldırdığı namazlar gibi imkanlarını en üst seviyede kullanarak yapması gere-kir."[155]Fukahanın bazısı vacibin düşeceği zaman hakkında bir smirla-ma getirmişler ve demişler ki: "Yapılması gereken, senede bir defadır ve farz ancak bununla düşer." Buna şunu delil getirmişlerdir: Zimmi-lerin cizye vermesi her sene vâcibdir. Cizye de yardıma karşılıktır. Bunun karşılığı da cihaddır. Netice olarak senede bir kerre cihad, özür olmadıkça vâcibdir.[156]:

2- Şüpheler, Bidatlar Ve Batılları Defedip Onlarla Savaş­mak İmametin maksatlarından birisi de İslâm inancına veya diğer yönlerine sıkıntı verecek herşeyden dini koruma üzerine çeşitli vası­talarla çalışmaktır.

Fakihler de bu manaya işaret etmişlerdir. Mesela Ebû Ya'la şöy­le diyor:"Ümmetin selefinin üzerinde icmâ ettiği usul üzere dini koruma İmâma vâcibdir. Bir şüphe kişiyi dinden başka yöne meylettirecek ol­sa, İmâm onun için delili açıklayacak doğru olanı ona izah edecektir. Dini, tahrifden, ümmeti yanlışlardan korumak için gerekli olan had ve hukuku uygulamak imâma vâcibdir.[157]Bidatlarla savaşmak, İslâm düşmanlarının gündemde tuttuğu batılları, iftiraları ve şüpheleri yok etmeye çalışmak, çeşitli vesileler­le yıkıcı fikirlerle harp etmek ve batıl fikirleri açıklamak İslâm Dev­letine vâcibdir. Ta ki insanlar dinlerinde ve fikirlerinde emniyet ve selamet içinde olsunlar.İşlerin en tehlikelilerinden birisi de bu bidatlara ve sapık fikirle­re idarecilerin sahip çıkmalarıdır. Zira bunda dinin bozulması sözko-nusudur.İşte bu mana ile ilgili Fudayl (r.h.) diyor ki: "Kim bid'at sahibine yardım ederse, İslâm'ı yıkmaya yardım etmiş olur.'[158]İbnu'l-Erzak da şöyle diyor: "Bid'at ehlinin idarecilere meyletme­si, dinin muhafazasına zarar verecek şeylerin en büyüklerindendir. Bu da iki türlü olur:Birisi: İdarecinin, bid'ata uymayan kimseyi hapsetmesi, dövmesi ve ölümle tehdit etmesi. Ahmed bin Hanbel'e yapılan hapis ve işken­ce gibi.İkincisi: Devlet başkanının çağrısına icabet çok olacağından do­layı, devlet başkanının yöneldiğine insanların yönelmesi, dini sebeb-den dolayı yönelmelerinden daha etkili olmaktadır. İşte o zaman, bu uğursuz sınıfi (bidatçıları) meydana gelen fitne ve sonra da onlarla dine gelebilecek zararları defetmek için, sünnet hükümlerini tatbike teslim olmalarını sağlamak, emir sahiplerine (devlet başkanı ve di­ğer amirlere) vâcibdir."[159]Bu fesatçılardan korunma yollan pek çoktur:

a) Korunma Sebeplerinin Öğretilmesi

b) Onlara Karşı Delilleri Ortaya KoymaHz. Ali (ra)'nin Hâricilerle yaptığı gibi. Abdullah İbni Abbas (ra)'ı onlarla münazaraya gonderince onlardan çok kimseler vazgeçti-ler. [160]Bidattan korunma yollarından bazısı da şunlardır:

a- İnatkar olana ta'zir cezası uygulamak,

b- Sürgüne göndermek,

c- Ondan ayrılma, ondan alakayı kesmek.Hz. Ömer (ra)'m, Kur'an'ın müteşabihinden soran Sabiğ'a yaptı­rıp. Onu dövdü ve dedi ki; "Onu deveye bindirin, sonra onu çıkarın da onu beldelere tanıtınız. Sonra hatib olarak kalksın ve desin ki, Sabiğ, ilmi aradı ama ilim onu sapıttı."[161] Ameller niyetlere göre değerlendirilir. İlim amel için lazımdır. Lazım olan ilim de lazım olan amel içindir, İnsana, müslüman'a lazım olan, mesu­liyeti ile ilgili olanları bilmektir. Yanlış davranış, yanlış anlayışın neticesi­dir. Müteşabihata ancak kalbinde hastalık olanlar yönelir. Muhkem dururken müteşabihata yönelme fikri, insanı saptırır, hem de Hz. Ömer (r.a.) ve O'nun gibi olanların tazir cezalarına maruz bırakır. İlim insanı saptırmaz. Zararlı düşünce, zararlı anlayış ve zararlı niyet sahibinin ilim arayışı insanı saptırır.Zararlı veya faydalı olan bilgiler, fikirler ehil olanlar arasında münaka­şa yapılabilir. Fakat zararlı fikirler halka, avama zarar verir. İşte bunların halka, avama indirilmesini, yayılmasını engellemek gerekir. Asrın, insanla­rın, suçların ve durumların gereğine göre önlem almak elbette faydalı olur. (müt.)

d- Onlarla savaşmak. Hz. Ali (ra)'nin Hâricilerle savaştığı gibi.Gerçek olan şu ki, bidattan korunma vasıtaları, bidatin, bidat se­beplerinin ve bidatçıları kuşatan durumların tağyiratıyla değişikliğe uğrar. Esas maksad, imametin maksatlarını yıkan fikirlerin ve bi-datların bulanıklığından efkarı korumaktır.İmâmın sorumluluklarından birisi de zaten dini yaymak, toplu­mu korumak, onu dini konularda kültürlü kılmaktır. Ta ki yıkıcı fi­kirlerden korunmuş olsunlar, fikirlerine yanlışlığın girmesine bir mecal bırakılmasın ve faydalı olan her vasıta kullanılarak harbedile-bilsin.

3- Nesli ve Ülke Sınırlarını Korumakİmametin hedeflerinden birisi de Müslümanların, kültürel imka­nını değerlendirerek kamil manada kültür emniyetini sağlamak. İç ve dış askeri imkanı sağlayarak insanların dinleri, ruhları, akılları, namusları ve malları üzerindeki.selamet ve emniyeti temin etmek.Bu konuda el-Maverdi İmâm'ın sorumluluklarını sayarken şöyle diyor: "... İnsanların, maişetlerini temin edebilmeleri, seferlerde can ve mal tehlikesinden emin olarak dolaşabilmeleri için nesli fyimaye etmek ve namusu müdafaa edip, korumak."[162]

İmâmu'l-Harameyn de şöyle diyor: "İmâmın, sınırı kapamadaki itinasına gelince, bu, işlerin en önemlilerindendir. Bu da kaleler ve surlar inşa etmekle olur. Yiyecek ambarlarıyla, ihtiyatlı davranmak­la, su depoları ve havuzları hazırlamakla, hendekler kazmakla, mü­dafaa aletleri ve malzemelerini temin etmekle ve de sınırın her yeri­ne erkeklerden uygun olanları yerleştirmekle olur."[163]Allah yolunda cephe karargahı ve nöbeti denilen ribat veya mu-rabıtlığı teşvike dair, Allah'ın Kitabi'nda emirler olduğunu görüyo­ruz:"Ey iman edenler! Sabredin, sabır yarışı ediniz, murabıtlık yapı­nız ki başarıya ulaşabilesiniz." (Al-i İmran: 200) Ayette murabıtlık, yanlızca hudud beklemek demek değildir. Sadece harp için hazırlık yapmak da değildir. Belki ikisi de vardır. Ayrıca zamana ve zemine göre harp taktikleri değişiktir. Düşman bu gün kültür istilası ha­linde kalbleri, kafaları, evleri, çarşı-pazarı kaplamış. Bu gün hudut bekle­mek, önce kalblerin, kafaların etrafında oluşturulan şüpheleri, çeşitli şekil ve vasıtalarla (gazete, seminer, konferans, kitap, sohbet gibi) gidermeye ça­lışmaktır, (mut.)Ibn-i Kesir, buradaki murabıtlıktan rmırad, "düşman karşısında savaşı gözetmek, müsîümanlar'ın beldelerinin içine düşmanların gir­mesine karşı İslâm hududunu koruyup muhafaza etmektir. Bu konu­da teşvik ifade eden hadisler vardır" diyor.[164]Bu konuda Rasûlullah (s.a.v.)'m sünnetinde çok hadisler var. Bunlardan bazıları:

1-   Buhari,  Sahihinde,  Sehl İbni  Sa'di (ra)'den Rasûlullah (s.a.v.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet ediyor: "Allah yolunda bir gün hudut beklemek dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır. "[165]

2- Müslim, Sahih'inde Selman-ı Farisi (ra)'den Rasûlullah'ın şöy­le buyurduğunu rivayet ediyor: "Bir gün ve gece (Allah yolunda) hu­dut beklemek bir ayın orucu ile teravihinden daha hayırlıdır. Ölürse üzerine dünyada iken yaptığı ameli ve rızkı cereyan eder. Fettan (Münker ve Nekir)'den de emin olur."[166]

3-  İmâm Ahmed, Hz. Peygamber (sav)'in şöyle dediğini rivayet ediyor:"Kim Müslümanların sahillerinde herhangi bir şey hakkında üç gün nöbet tutarsa, bir senenin nöbetiyle mükafatlandırıhr."[167]

 

B- Dini Uygulama

 

1)   Şeriat  hükümlerini ve hadleri yerine getirme ve ahkâmı uygulama.

Dini korumanın gereklerinden birisi de, Allah (c.c.)'ın hüküi koyduğu ve uygulanmasını emrettiği, marufu emir, münkeri nehiy, mücahid ordularının tanzimi, ganimetlerin taksimi ve zekat vergisi gibi ahkâmı uygulamaktır. Zaten ahkâmın tatbiki idareci veya ida­reciye vekalet eden şeriat kadıları ve onun gibilerinin görevlerinden­dir. Ayrıca hadleri uygulama vb. şeyler tek başına her insanın yapa-' bileceği birşey de değildir. Bu durumda insanlar arasında fitne ve fe-sad olur. İşte bundan dolayı bunların tatbiki, imâmı tayin sebeple­rindendir.İbn Teymiye (r.a.) şöyle diyor: "Hadlerin tatbiki yöneticilere vaciptir. Bu da, yapılması gerekeni yapmayan ve yapılmaması gere­keni de yapana ceza vermekle olur."[168]Şer'i cezalar iki çeşittir: Birisi, sınırları belli cezalar ki hadlerdir. Hırsıza uygulanan had ile iftira edene tatbik edilen kırbaç (celde) gi­bi. Diğeri de muayyen olmayan cezalar ki tazir cezalarıdır. Bu, haki­min içtihadına veya hakime vekalet eden şeriat kadılarının içtihadı­na bırakılmıştır. Suçların nitelikleri ve miktarları, günahın büyüklü­ğü ve küçüklüğüne, günahkarın durumuna göre değişiklik arzeder.Bu hadler, ancak suç işleyenlere tatbik için konulmuştur. Öyle ise hadlerin kuvvetliye de, zayıfa da, zengine de fakire de uygulan^ ması gerekir. Hadlerin tatbik edilmemesi ne şefaatla, ne hediye ile ne de başka bir sebeple helal olmaz. Hz. Peygamber (s.a.v.) in buyur­duğu gibi:"(Ey Müslümanlar!) Siz Allah'ın had (ceza)lannı (akrabalıkta ve­ya güçlülükte ve güçsüzlükte size) yakın olan ve uzak olan herkes hakkında dosdoğru infaz ediniz. Sakın, hiçbir kınayanın kınaması si­zi Allah (m hükmünü uygulama)'dan alıkoymasın."[169]Allah'ın Rasûlü (s.a.v.) şöyle buyuruyor:"Kimin şefaati Allah'ın emri olan hadlerden birinin yerine gelmesine engel olursa, Allah'ın emrine zıt hareket etmiş olur[170]bütünü sikalar arasında zikredilmiştir."Yeryüzünde uygulanan (ilahi) bir had (ceza) (yerdekiler için) kendilerine kırk gün yağmur verilmesinden daha hayırlıdır."[171]İbn Teymiyye (r.h.) bu hadise bağlı olarak şöyle diyor:"İşlenen günahlar, rızkın noksanlaşmasma ve düşman korkusu­na sebeptir. Kitap ve sünnet buna delildir. Hadler uygulanır, Allah'a itaat ortaya çıkar da Allah'a isyan azalırsa rızk ve nusret, zafer ve Allah'ın yardımı meydana gelir."[172]Bu durumda, münkerlerin en büyüğünden birisi, idarecinin münkeri nehyetmeyi veya aldığı bir mala karşılık haddi uygulamayı terketme sidir.İbn Teymiyye'nin dediği gibi: "Veliyyü'1-emr (devlet başkanı) nıünkerleri nehyetmeyi ve aldığı bir mal karşılığında hadleri uygula­mayı terkettiği zaman, alman bir malı soyguna Çatılanlara taksim yapan haramilerin öncüsü konumunda ve iki kişiyi bir fahişe üzerin­de buluşturmak için alınacak şeyi alan pezevenk konumunda olur. Onun durumu Lut'un hanımına kötülük eden ihtiyarın durumuna benzemiş olur."[173]                      

2) İnsanları Dini Uygulamaya Mükafat ve Ceza ile Sevk Etmek

Dini tatbikde imametin maksatlarından birisi de, insanları Alah'ın hadlerine saygı duymaya, emirlerine itaat etmeye ve bu ko­nuda onları teşvik etmek, emirlere muhalefet edenleri şer'i cezalarla cezalandırmaktır. Çünkü insanların bazısı ancak kuvvetle ıslah olur. Bazılarının da ancak yumuşaklık ve iyilikle ıslah olduğu gibi.Eş-Şevkanî'nin (r.h.) dediği gibi: "İnsanların hallerim ve kabili­yet farklılıklarım bilen herkese malum olduğu üzere, insanlardan ba­zısı ceza vermekle düzelir, iyilik etmekle fesada gider. [174]Bu gibileri, ellerinden tutup hakka çevirmek gerekir.Hz. Peygamber (s.a.v.)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "İsrailo-ğulları'nda dini bir noksanlık meydana gelince, adam kardeşini gü-nahda görüyor ve onu hemen nehyediyordu. Ertesi gün, gördüğü gü­nah, beraber yemesine içmesine ve onunla sıkı fıkı olmasına mani ol­mazdı. Allah da kalblerini birbirine benzetti. Onlar hakkında Kur'an şöyle buyuruyor:"İsrailoğullan'ndan kafir olanlara, hem Davud'un hem de Mer-yemoğlu İsa'nın diliyle lanet olundu. Bunun sebebi, isyan etmeleri ve ifrata sapmaları idi. Onlar işledikleri herhangi fenalıktan birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. İşleyegeldikleri şey ne kötü idi. Eğer on­lar, Allah'a, Peygamber'e ve ona indirilene iman etmiş olsalardı,\o kafirleri dost edinmezlerdi. Lakin onların bir çoğu (imandan çıkmış) fasık kimselerdir." (Maide: 78,79- 81)Ravi şöyle devam etti. Rasûlullah (s.a.v.) sözü söyleyip ayeti de okuduğunda, yaslanmış olduğu yerden doğrulup oturarak:"(Siz müslümanlar) zalimin kollarından tutup onu (batıldan) hakka çevirmedikçe azaptan kurtulamaz ve mazur sayılmazsınız" İbni Mâce, Piten 20 h.no:4006, Tirmizi Tefsir 5 h.no:3050, hadis hasendir diyor Ebû Da-vud, Melahim 17, (Avn: 11/788) Münziri: Ebû Ubeyde'nin Peygamber (s.a.v.) den. Mürsel olarak rivayet ettiği zikrolunmuş diyor... halbuki önce de geçti ki Ebû Ubeyde b.Abdullah b. Mesud'un babasından işitmemiş. Öyle ise munkatı hadisdir. (Avn'l-Mabud 11/488). Ahmed 1/391 Aynı hadisde ilgili Ahmed Şakir: Hadis munkatı' olduğundan zayıfdır di­yor. H.no 3717 (5/268).[175]buyurdu. Fakat bu üslubun kullanılması, ancak toplumdan mün-ker olanları ve bozgunculuk sebeplerini giderdikten sonra mümkün olabilir. O da dini koruma, uygulama vasıtalarındandır ve imametin maksatlarındandır.Zararları ve kötülükleri, tüm gücüyle birlikte, gidermeden ve uzaklaştırmadan dini korumak ve insanları buna zorlamak mümkün değildir. Tıpkı cemiyet önünde hayır yollarının kolaylaştırılıp her im­kanı kullanarak, o hayra insanları teşvik etmenin gerekliliği gibi.Bu dini koruyup tatbikini temin etmenin vasıtalarından birisi de imametin maksatlarından olan ikinci maksadıdır:[176]

 

İkinci Maksat:Dünyayı Din İle İdare Etmek

 

Cezaları ve hadleri uygulamadan "Dini Koruma" konusunda söz ettik. Allah'ın indirdiği ile hükmetmenin gerekliliğinde şüphe yok. Lakin Allah'ın indirdiği ile hükmetme ile murad tek maksad değildir. Allah'ın indirdiğinden maksad, hayatın her yönünü şeriatın kaidele­rine, prensiplerine ve hakkında nass bulunan veya nasslardan istin-bat edilen ahkâma uygun olarak veya selim ictihad kaidelerine uy­gun olarak düzenleyip idare etmektir. Hadler, Allah'ın indirdiği ile hükmetmekten bir bölümdür. İnsanların çoğunun tasavvur ettiği gi­bi hükümler sadece hadler değildir.Allah (c.c.) Kitabı Kerim'inde, hüküm koyma ile ilgili İslâmi dü­şüncedeki temel kaideleri açıklamış ve şöyle buyurmuştur:Hükmetme (hüküm koyma) ancak Allah'a aittir.." (Yusuf: 40) Bu da birkaç ayette geçmektedir.[177]O'nun himayesi ve idaresi altındadır. Mutlak hakimiyet sadece O'na aittir, başkasına değil. Her müslümana bu kaideyi koruması, anlaması ve mükemmel bir şekilde tatbik etmesi vâcibdir. Çünkü hü­küm koyma konusu İslâm'ı anlamaktır ve La ilahe illallah kelimesi­nin gereğidir. Hakimiyet ancak Allah'a aittir esasına iman etmeden iman olmaz.İmamlar ve hakimler Allah'ın kullar hakkındaki ahkâmı infaz için memurlarıdır. Onların siyaseti ve idaresi beşer halinin ancak kendisiyle düzeleceği şeriatladır.Hz. Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliğinin hayatın bü­tün yönlerini kapsamasıİman edilmesi gereken diğer bir konu da Hz. Peygamber'in pey­gamberliğinin her şeyi kapsadığı ve hayatın bütün isteklerine cevap verdiği, kıyamete kadar bütün beşere uygun ve son şeriat olduğudur. Bu durum şu ayet-i kerimede belirtilmiştir:"Bugün size dininizi kemâle erdirdim, size olan nimetimi ta­mamladım, din olarak da sizin için İslâm'a razı oldum." (Maide, 3)Başka bir ayette şöyle buyuruluyor:Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık..." (En'am: 38)Sana (bu) kitabı her şeyin apaçık bir beyanı, bir hidayet, bir rahmet ve müslümanlar için bir müjde olmak üzere peyderpey indir­dik." (Nahl:89)

Şeriatın kapsamlılığı ve kemali, hayatın bütün ihtiyaçlarına tek tek hüküm koyduğu anlamında değil, belirli her cüz üzerinde nass oluşu manasınadır. Zira bu, güç bir durumdur. Allah'ın yüklemediği şeyi olmayan nasslara yüklemek olur. Ancak bundan murad, şeria­tın, zamanla ve mekanla etkilenmeyen, değişmeyen prensipler getir­miş olmasıdır. Herşeyi kaplayan hayatın sebeplerinden etkilenmeye gelince, şeriat, meşru vasıtalarla, çeşitli hükümlerin istinbatmm (hü­küm çıkarılmasının) mümkün olabileceği temel prensipler (külli kai­deler) getirmiştir.

Bu konuda İmâm Şatibi (r.h.) şöyle diyor:"Bu gün dininizi kemale erdirdim" ayetinden maksat, eğer bilfiil cüziyatı elde etmede kemale erdirme ise -ki cüziyata nihayet yoktur-hiçbir çizgiyle sınırlanmaz. Ulema bu manayı ifade etmiş hüküm al­tına almış. Kemale erdirme ile maksat, sonsuz hadiselerin, meselele­rin üzerinde cari olduğu temel prensipleri koymak demektir [178] Ayet ve hadislerde herşeyin aslı ifade edilmiş, her konunun ana kay­nağı sağlanmış. Bu asıl ve kaynaktan külli kaideler çıkarılmıştır. Bu külli kaidelerden de kıyamete kadar çıkacak her mesele istibat edilir, istihraç edilir, hükümler çıkarılır. Yoksa her cüz'i konuda ayet olmaz bu mümkün değildir. Lüzum da yoktur. Ancak bazı konularda tafsilat verilmiş. Her ko­nuda tafsilat yok, tafsilatın çıkacağı ana asıllar verilmiş, asıllardan da genel prensipler, genel prensiplerden de her konunun izahı çıkarılmıştır, (müt.)Meydana gelen ve sonradan olan meseleler, şeriatta mevcut olan küllî ve bu meselenin hükmü gelmesi mümkün olan cüz'i kaideler ve­ya kıyas edilmesi mümkün olan cüziyatm hepsi müctehidin çalışma alanıdır. Ömer İbni Abdülaziz (r.a.)'in dediği gibi "İnsanlarla ilgili davalara, işledikleri günah oranında önem verilir. Yoksa şeriatın kapsamhlık ve genel oluşu manası beşerin muhtaç olduğu hükümle­rin bütünü için değildir."İbni Teymiye (r.h.) şöyle diyor:"Müslümanların imamlarının cumhurunun üzerinde ittifak etti­ği esas nokta nasslarm, kul fiillerine ait hükümlerin bütününe yeter­li oluşudur. Bir kısmı da, nasslarm, bütün herşeye yeterli olduğunu söylüyor. Bunun böyle olduğunu, ancak nankörler inkar eder. Çünküo kimse, Allah'ın ve Rasûlü'nün sözleri olan genel nassların manasım ve nassların kulların fiillerinin ahkâmınıkapsadığım anlamamıştır. Zira, hem Allah (c.c.) Kur'an-ı Kerim'i Hz. Muhammed (s.a.v.)'i Ceva-miu'l-Kelim (ifadesi kısa, manası kapsamlı olan) olarak göndermiş­tir. Rasûlullah da, çok genel kaideler ve külli hükümleri olan genel şümullü kelimeler ile konuşurdu. Bu tarzda bazen sayılamayacak kadarını ele alırdı. İşte bu yönüyle, nasslar, kul fiillerinin hükümle­rini kaplayıcıdır."[179]Bu noktayı, İbnu'l-Kayyum (r.a.) şöyle belirtmiş:"Ayakların kaydığı, anla'yışların saptığı, sıkıntılı bir makam ve çetin savaşın verildiği bu konumda, bir grup tefrite düştü de hadleri işlevsiz (muattal) bıraktılar, hakları zayi ettiler, günahkarları boz­gunculuğa cesaretlendirdiler. Bunlar şeriatı, kulların işlerini düzen­lemekten uzak başka (sistem)lere muhtaç kısır bir anlayışa hapsetti­ler. Kendileri için de başkaları için de realiteye uygun tek sistemin şeriat olduğunu bildikleri halde hakkı uygulamadılar. Salih yolları şeriat kaidelerine zıt olduğu zannına kapılarak kendileri aleyhine kapattılar. Allah'a yemin ederim ki hakdan doğan sahih yollar Rasûlullah (s.a.v.)'ın getirdiğine zıt değil, kendilerinin ictihadlarıyla şeriattan anladıklarına ters düşse bile, bu anlayışı kendilerine gerek­li kılan, realiteyi bilmedeki noksanlıkları ve birini diğerinin seviyesi­ne indirmeleridir. İdareciler insanların işlerinin ancak, onların şeri­attan anladıklarından öte bir anlayışla düzeleceğine inandıklarını sanınca siyasetlerinin gereği olarak uzun süren şer ve kapsamlı bir bozgunculuk meydana getirdiler. Bu gruba karşı başka bir grup da ifrata düştü. Allah'ın ve Rasûlü'nün hükmüne zıt olan şeylere cevaz verdiler. İki grubun herbiri,' Allah'ın kendisiyle Rasûlünü gönderdiği, kitaplarım indirdiği şeyi bilmedeki noksanlıklarından meydana gel­mektedir.[180]Âyet ve hadislerde herşeyin aslı ifade edilmiş, konunun ama kaynağı sağlanmıştır. Bu asıl ve kaynaktan külli kaideler çıkarılmış-dır. Bu külli kaidelerden de kıyamete kadar çıkacak her mesele istin-bat edilir, istihraç edilir, hükümler çıkarılır. Yoksa her cüzî konuda âyet olmaz bu zordur. Lüzum da yoktur. Ancak bazı konularda tafsi­lat verilmiş, her konuda tafsilat yoktur. Tafsilatın çıkacağı ana asıl­lar verilmiştir. Asıllardan da genel prensipler, genel prensiplerdende her konunun izahı çıkarılmıştır.Esas maksat Allah'ın şeriatının, insanlığın muhtaç olduğu herşe-ye yeterli olduğudur. Hiçbir mesele yoktur ki, Allah'ın kitabında ve Rasûlünün sünnetinde bir hüküm olmasın. Ya bir nass, ya zahir, ya istinbat veya bundan başka delalet olarak vardır .[181] Yoksa bu Allah (c.c.)'ın "Bugün size dininizi ikmal ettim, nimetimi size tamamladım, din olarak da İslâm'a razı oldum..." (Maide, 3) ayetini yalanlama olurdu. Şeriatı noksan görmek, Allah'ın ve Rasûlü'nün açıklamasını noksan görmek, kitabın ve sünnetin, ihtilaf anında insanlığa yetme­diğine hükmetmek olurdu.Zira Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: Eğer birşey hakkında (ihti­laf edip) çekişirseniz onu Allah'a (Kitap) ve Peygamber'e (sünnet) gö­türün, eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız, bu, hem hayırlı hem netice itibariyle daha güzeldir." (Nisa: 59)Ayette "fi şey'in" diye şarttan sonra nekre olarak ifade edilmesi genele delalet eder. Yani konusu küçük olsun, büyük olsun her şey demektir. Ayetteki münakaşa, çekişme, ihtilaf konusu din ve dünya işlerinin tamamını kapsar. Başka bir ayette şöyle buyuruluyor:"Rabbine yemin olsun ki, aralarında çekiştikleri şeyde seni ha­kem yapıp sonra da verdiğin hükümde kendileri için hiçbir darlık duymadan (tam bir teslimiyetle) boyun eğmedikçe iman etmiş olmaz­lar. " (Nisa, 65)Usulcülere göre, ism-i mevsul, sıgasıyla birlikte umum sigasm-dandır. Bu umum ve şumulda (her konuyu ele alıp genişçe izah) cins­ler ve neviler yönünden, miktar yönünden olduğu gibi. Burada nevi ile cins arasında fark yoktur, çok ile az arasında fark olmadığı gibi. (İsmi mevsul olan "mâ" harfi bütün bunları kapsar.)Allah'ı ve Rasûlünü hakem tayin etmekten maksat Allah'ın ki­tabı ve Rasûlünün sünnetini hakem tayin etmektir,[182]Bunların böyle olduğu bize açıklanınca, şeriatın neyi açıklayıp genel prensiplerinin bize neyi verdiğini ve müctehidlere hangi tafsi­latı bıraktığını bilmemiz gerekir. Müctehidler şer'i, külli kaidelere ve diğer ahkâma bakıp, maslahatlar ve şeriatın genel olarak gözettiği usul kaidelerine dikkat ederek birbirleriyle kıyas yaparlar. Allah'ın bize akletmeyi, araştırmayı, inceliklerinden bahsetmeyi helal kıldığı meseleleri tafsilatıyla bilmek bize vâcibtir ki işler karışık gelmesin ve biz de dinimizden bir delil üzere olalım...

 

Beşeri Hayatın Yönleri

 

İnsan hayatım üç bölümde inceleyebiliriz.

1-  İnsanın hakikatına, zatına bağlı sabit yanları. Zamanın ve hallerin değişmesiyle değişiklik' kabul etmez, mutlak manada deği­şim olmaz. Şeriat, insanın hakikati, zatı ile ilgili tafsili, ince ve net olan ahkâmı getirmiştir.[183] Bu, aile hukuku, hadler1 ve ibadet konu­ları gibi.

2- Cevheri ve hedefi sabit olup zamanın ve mekanın değişmesine bağlı olarak şekilleri yenilenen ve gidişatında değişime uğrayan yön­leri. Şeriat bu yönler için, sabit tarafını koruyacak genel prensipler getirmiştir. Değişikle alakası olan tarafı, değişenle değişmeyen kısım arasındaki münasebeti, cüz'i kısımlarını açıklamada içtihâd şartları­na sahip müctehidin içtihad alanına girmesi mümkündür. Bu, devle­tin iktisadi politikası, eğitim çizgisi, idari işleri, trafik kuralları ve yol yasaları vs. gibi. Mesela iktisat politikası için şeriat hangi şehir veya hangi asırda olursa olsun, ışığında yürüyeceği, gözetilmesi mut­laka gerekli olan, değişmeyen sabit ve genel prensipler koymuştur. Şeriat malın, hakikatte Allah'ın mülkü olduğunu beşerin ise o mülk­te Allah adına, Allah'ın emirleri doğrultusunda hareket edip tasarruf etmek üzere halife seçilmiş olduğunu açıklamıştır. Şeriat her ferde zaruri ihtiyaçları elde etmesinin vacipliğini, insanların mallarını ba­tıl yollarla yemenin, faizin haramlığmı, karaborsacılıktan ve haris-likten nehyi, kişisel mülkiyet hakkını, zenginliğin, zenginler arasın­da dolaşan bir devlet olarak kalmasını yasaklamayı, infaka teşviki,bazı zamanda [184] infakın vâcibliğini izah etmiştir. Zekatı farz kılmış, nisab miktarını, verilecek yerleri ve bütün inceliklerini de açıklamış­tır. İktisadi planlar, yatırım yolları, her hak sahibinin hakkını ver­meyi garanti eden yasaların belirtilmesi, Müslümanlar'm mallarını sahtekarların oyunundan koruma, umumi, hususi müesseseler ara­sındaki mubah ilişkilerin keyfiyeti, vs. bunlar genel ölçüler ve kaide­ler çerçevesi içinde ümmetin içtihadına yöneliktir.Prof. Muhammed Abdulcevâd Muhammed şöyle diyor: "Esas ge­rekli olan, konulan bu yasalar ve tüzüklerin bütününün çeşitli mez-heplerdeki İslâm fakihlerinin istinbat ettiği kaide ve hükümlerden alınmasıdır. Yeni ortaya çıkan meseleler sebebiyle önem verilen mu­amelata gelince, kıyas yoluyla hükümler çıkarmak veya İslâm fıkhın­da usul kaideleri içinde ele almak mümkün olabilir."[185] Bununla da bu yasalar ve tüzükler şer'i boyayı almış olur.Fakat bu içtihad edilen, istinbat edilen konularda içtihad şartla­rına sahip ve ona ehil olmak [186] şart kılınmıştır. Şer'i naslarla çatış­mamanın şart olduğu gibi. İmâm Şafii (r.a.) bu gibi konularda önemli bir kaide koymuş, fakat bu kaideyi İslâm dışı kaynaklardan kanun­lar çıkaranlar hakkında koymamıştır. Bu gün İslâm memleketleri bu ölçüden uzaktırlar. İmâm Şafii, bu kaideleri, kitapta ve sahih sün­nette sabit olan şeylere bakmadan önce, hükümler istinbat eden müslüman alimlerin müctehidleri hakkında koymuştur. Bunlar ken­di reyleriyle hiç bir sahih temele dayanmadan kıyas yapıyorlar, içti­had yapıyorlar, doğruya uygun gelse bile... şöyle diyor: 'Kim bilmedi­ği ve bilgisinin ulaşamadığı bir şeye kalkışsa da doğruya ulaşsa, bil­mediğinden dolayı kendisinden kabul edilmez, övülmez. Allah en iyi bilendir. Eğer o kimse, ilmi hata ile sevabı ayırt etmeye yetmediği sa­hada konuşursa hatası sebebiyle mazur değildir."[187]

1) Kitap ve sünneti, ahkamın kaynağı ve istinbatm nasıl yapılacağını bilmesi, nüzul se­beplerini, tefsir ve tarih hakkında rivayetleri, nasih ve mensubu, hadisin sahihini za­yıfını bilen kimse olması.

2) İcmaı, delil oluşunu, var oluş kaynağını bilmesi,

3) Kıyas yönlerini, ahkâmın illetlerini ve meşru kılman ahkamın teşrii hükmü bilinmesi

4) Nahvi ve fıkhı, Kitap ve Sünnetie alakalı olan zahir nassı, mücmeli, âm, has, mutlak ve mukayyet vs. ile ilgili yeterli ilmi bilmesi,

5) Kendisinde istinbat melekesinin olması, zeka parlaklığı, kalp zekasının olması, insan­ların hallerini, hadiselerini, muamelelerini ve maslahatlarından haberdar olması.Eğer bu şartların tamamının bulunması mümkün olmazsa en üstününden sonra üstün, daha az üstün sırasıyla bulunan olabilir. Bu konuda: Ravdatü'ı Nazır, İbni Kudame s. 190, El-Melhel ila Mezhebirl-İmâm Ahmed, İbni Medran s. 181, İlm Usuli'1-Fıkh, Abdul-vehhab Hallaf, s. 218Üstad Ahmed Şakir Er-Risale'nin bu kısmına düştüğü dipnotta şöyle diyor:"Bunun manası açıktır: İslâm kaidelerine göre İslâm Hukukun­da müctehid olan kimse, içtihadı, bilgi temeli üzerine değilse, araştır­ma esnasında kitap ve sünnet delillerine dayanmıyorsa, mazur ol­maz. Hatta hükümde isabet etse bile, onun isabeti delil üzere, yahut yakin üzere veya sahih ictihad üzere bina edilmeyen bir tesadüf olur.İslâm kaidelerinden uzak kaideler üzere ictihad yapan ve hü­küm çıkaran müctehid de değil, müslüman da değildir. Zira o, ister İslâm'a uygun olsun, ister uygun olmasın kendi anlayışıyla hüküm koymaya yönelmiştir. Doğruya olan uygunluğu, eğer muvafık ise bil­me diğindendir, bilakis doğruyu kastetmediğinden dolayı doğruya isa­bet edişi makbul değildir. Hatta onlar doğruya muhalif olduğu za-, man da küfürlerinden dolayı muhalefetleri de önemsenmezler...

3- Sırf dünyevi işlere gelince, ziraat, sanat gibi maddi özellikler ve yeryüzünün imarında bu özelliklerden istifade etme gibi helâl ve haram, hidayet ve sapıklıkla alakası olmayan diğer beşeri faaliyet­lerde, gelişme teknikleri konusunda, gayret etmesi, çalışması, araş­tırması ve aklının ulaştıracağı kadar iş yapması insanın kendisine bırakılmıştır.Hz. Peygamber (s.a.v.)'in söylediği de işte bu idi: "Siz, dünya işle­rinizi daha iyi bilirsiniz."[188]Bu, mübâhlık hükmü altına girer. Ancak dünyevi işler, yaratılı­şın temel maksadı olan kulluğa boyun eğerek devam eder, bekasını sürdürür.Cenab-ı Allah'ın, buyurduğu gibi:"Ben cinleri de insanları da ancak bana kulluk etsinler diye ya­rattım. " (Zariyat, 56)Eğer bu ameller ile Allah'ın rızası, O'na itaat üzere takva ve di­nine yardım kastediliyor s a işte o zaman kulluk mefhumuna dahil olur. Kul yaptığı fiiline göre sevap kazanır. Eğer bununla kendini bü­yük görme, riya ve Allah'a karşı üstünlük, Allah ve Rasûlü ile muha­rebe kastediliyorsa işte o zaman da buna göre azaplandırıhr.

 

Dünyayı Dinsiz İdare Etmenin Hükmü

 

Şimdi, hayatın bütün yönlerini içine alan şeriatı tanıdıktan sonra bize, dünyayı bu din ile idare etmeyen veya başka bir ifade ile, bu hayatın işlerinde Allah'ın dini ile hükmetmeyen ve dinin yerine beşerin koyduğu uydurma kanunlarla değiştiren kimsenin hükmünü öğrenmemiz kalıyor. Bu hükmü araştırmada büyük zahmet çekmeye­ceğiz. Zira Allah (c.c.) birçok ayette bu konuyu açıklamıştır:Ayette şöyle buyuruluyor:"Şunları görmüyor musun, kendilerinin, sana indirilene ve sen­den önce indirilene inandıklarını ileri sürüyorlar da hakem olarak tâğuta başvurmak istiyorlar. Oysa kendilerine onu inkâr etmeleri emredilmişti. Şeytan da onları iyice saptırmak istiyor." (Nisa, 60)Ayette ilk anda "Yez'umün (ileri sürüyorlar) ifadesi, onların iman iddialarının yalanlanması demektir. Allah (c.c), Allah'ın şeria­tının dışındakilerle mahkemeleşme veya hakem tayini sebebiyle imanlarının olmadığını ifade etmiştir. Bir mü'minin kalbinde, iman ile hirlikte Allah'ın hükmünün dışındakilerle muhakeme olmayı ka­bullenmek bir arada bulunmaz. Birisi diğerini yokeder. Burada ger­çek iman ancak tâğutu inkârdan sonra olur.Eğer hem İslâm mahkemesi hem de küfür mahkemesi varsa o zaman zahire göre hangisini tercih ederse onunla, o kimse hakkında hükmolunur. Demek ki İslâm hükmünü beğenmiyor ki küfür hükmüne yönelmiştir diye o fiilini kalbine tercüman yaparız. Eğer sadece küfür mahkemesi varsa, arala­rında tahkim usulü kurmalılar. Fakat bağlayıcılığı olmazsa o zaman hakkı­nın zayi olmaması için şeriatın belirlediği esasa göre hakkını, bir kâfiri veya bir küfür kurumunu da kullanarak alabilir. Bu kurum veya şahıs hangi di­yarda, (küfür veya İslâmi görünen yerlerde) olursa olsun aynıdır. Ancak kalblerinde İslâm mahkemesini tasdik, küfür hükmünü inkâr olması, lazım­dır. Buna rağmen küfür mahkemesinin varlığı ve hükmü normalmiş zannı uyandırması tehlikesi mevcuttur. Küfre dönüşebilir, (müt.)"Kim tâğutu inkâr eder, Allah'ı tasdik ederse kopmayan en sağ­lam kulpa tutunmuş olur. Allah her şeyi işiten, her şeyi bilendir."La ilahe illallah'm manası da işte budur. Dikkat edilirse hem ayette hem kelime-i tevhidde Önce nefiy sonra is-bat var. Önce nefiy yani küfrü, şirki ve küfrün hükmü reddolunacak ki tas­dikin varlığı kabul edilsin. Önce inkârı gerekeni inkâr, sonra tasdiki gereke­ni tasdik etmek olmalıdır, (müt.)

Tâğut: "Tuğyan" masdarından alınmıştır. O da haddi aşmaktır. Her kim Hz. Peygamber (s.a.v.)'in getirdiği şeyin dışındakilerle hük­meder veya Hz. Peygamber (s.a.v.)'in getirdiği şeyin dışmdakileri ha­kem tayin ederse tâğut ile hükmetmiş ve tâğutu hakem kabul etmiş olur. Herkese lazım olan, sadece Hz. Peygamber (s.a.v.)'in getirdiği şey ile hükmetmesidir, başkasıyla değil. Herkese gereken sadece Hz. Peygamber (s.a.v.)'in getirdiği şey ile muhakeme olmak olduğu gibi. Kira bunun aksiyle hükmeder veya aksine muhakeme olursa isyan etmiş olur ve haddi aşmış olur. İşte bu suretle haddi aştığından tâğüt olur."[189]Delillerden birisi de şu âyet-i kerimedir:"Hayır! Rabbine yemin olsun ki onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp; sonra da senin verdiğin hükme karşı içle­rinde bir sıkıntı duymadan tam manasıyla teslim olmadıkça inan­mış olmazlar.11 (Nisa: 65)Burada şunu görüyoruz ki, Allah (c.c), Hz. Peygamber'i hakem tayin etmeyen kimsenin imanının olmadığına yüce zatına yemin edi­yor. Hem de sadece hakem tayin etmeyi de yeterli bulmuyor, kendile­rinde, verilen hükme bir sıkıntı duymamalarını ekliyor. Bununla da yetinmiyor, mutlak bir inkıyâd ve hükmüne tam bir teslimiyet isti­yor. Yine aynı şekilde Allah (c.c), Allah'ın indirdiği şeyle hükmetme­yen kimseyi küfr, zulm ve fiskla tanımlıyor:

"Kim Allah'ın indirdiği (hükümler)'le hükmetmezse işte onlar kâfirlerin tâ kendileridir." (Maide 44)"Kim Allah'ın indirdiği (ahkâm) ile hükmetmezse onlar zalimle­rin tâ kendileridir." (Maide 45)"Kim Allah'ın indirdiği (ahkâm) ile hükmetmezse onlar fâsıkların tâ kendileridir." (Maide 47)Bu ayetlerin Ehl-i Kitap dinlerini tahrif ettiği hususunda nazil olduğu rivayet edilmiştir. Ayet, Allah'ın indirdiği hükümlerle hük­metmeyen herkes hakkındadır. Çünkü itibar lafzın umûmiliğinedir, sebebin hususiliğine değil. Nüzul sebebinin hususiliği, mananın umumiliğine mani değildir. Sebep özel olur, mana genel olur. Ayet bir zamanda inmiş, bütün zamanlar için, bir mekanda inmiş bütün mekanlardakiler için, bir hadise ve bir insan için inmiş, bütün diğer hadise ve insanlar için bağlayıcıdır, (müt.)Bu görüşle hükmedenleri Huzeyfe (r.a.) reddediyor: "İsrailoğulla-rı size ne güzel kardeştir. Kendileri için ne kadar acılık varsa sizin için de o kadar tatlılık vardır. Hayır tam aksine! Vallahi siz onların yollarım nalın tasması(mn nalını takibi gibi) takib edeceksiniz. "[190] îsrailoğulları'nın güzel kardeş oluşu takib etmeniz gerektiği için de­ğil. Ne yaparsa aksini yapacaksınız, onlara olan acılık, sizin için tatlılıktır. Onlara acı gelen size tatlı gelir. Ama tam aksine, onlara muhalefet edeceği­nize onları takip edeceksiniz. Ayakkabının bağının ayakkabıyı takib ettiği gibi takib edeceksiniz, demektir. Huzeyfe (r.a.)'nin bu sözünü buraya almak­tan maksat, onların görüşü alınır mı, alınmaz mı sorusuna karşılık, alınır onları takib etmek manasına değil. Daima onların elediğinin aksini demekle, yaptığının aksini yapmakla, bir bakıma onlardan istifade edilmiş olunur. II. Abdulhamid İngiliz konsolosuna sorar, o ne derse aksini yaparmış. Batıl düşinandan istifade böyledir. Ama gel gör ki bu ümmet onların aksine hare­ket edeceğine maalesef onları takib edecek demektedir, (müt.)O konuda aynı şekilde şöyle de denilmiş: "Küfür olmayan bir kü­für" dinden nakletmeyen, almayan manasına.Bu, İbni Abbas, Tavus ve diğerlerinden de rivayet edilmiştir [191]Hak olan, doğru olan, ayetin ıtlakı, yani olduğu gibi kalmasıdır. Bazen dinden çıkar, bazen, hâkimin haline göre küfrü asgâr (küçük küfür) olur.Tahâvi şârihi'nin dediği gibi: "Eğer hâkim, Allah'ın indirdiği ahkâm ile hükmetmenin vâcib olmadığına veya o konuda muhayyer olduğuna inanırsa veya Allah'ın hükmü olduğunu bildiği halde hafife alırsa; işte bu küfr-i ekberdir. Eğer Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmenin vâcibliğine inanır, bu vaka hakkında hükm-i ilahiyi de bilir de hükmetmeyenin azaba müstehak olacağını itirafla birlikte, Allah'ın hükmüyle hükmetmekten vazgeçerse işte bu adam da âsidir. Buna mecazi küfür ile kâfir ismi verilir veya küfr-i asgâr denilir."'[192] Maide süresindeki 44, 45 ve 47. âyetlerdeki tefsir hakkında anlama­mız gereken şu olsa gerektir: Uç ayrı ifade üç ayrı hükmün varlığının ifade­sidir.  44. âyetteki kâfir ifadesi inancı, itikadı küfürde olanın ifadesidir. Al­lah'ın indirdiği hükmü üstün görmeyen, hafife alan, hükmü uygulamanın farz olmadığı inancında olan kimsenin Allah'ın indirdiği ile hükmetmemesi küfründendir ki bu kimse şüphesiz kâfirdir.45. âyette zâlim ifadesinin iki manaya gelme ihtimali vardır:

a) Zâlim Allah'ın hükmünün yerine başka hükümleri koyan kimsedir, [tikadı küfürde ise buna kâfir zâlim denir ki üsteki ile aynı manaya gelir.

b) Allah'ın hükmünün yerine başka hükümlerle hükmeden bu kimse ;tikadi küfürde olmadığından bu kimseye kâfir denmez. Fatır; 32. âyette mü'mirder üçe taksim edilmiş zalim, muktesid ve sabikun diye, 47. âyette fâsık ifadesinin de iki manaya gelme ihtimali vardır.

aa) Fâsık, Allah'ın hükmüne iman ettiği halde o hükümden dışarı çık­mış âsidir. İmanından dolayı mü'min, isyanından dolayı da fâsıkdır. Buna mümin fâsık ismini vermek gerekmektedir.

bb) Allah'ın hükmünü kalben kabul etmemek, hafife almakla imandan yıkmış, kâfir bir fâsıktır.Hülasa edersek 44. âyetteki, "kâfinin" ifadesi hem 45. hem de 47. âyetlerdeki zalim ve fâsık isimlerini de içine alır. 45. âyet ise 44. âyetin hük­mü olmayınca kâfir olmayan zalimdir. 47. âyet ise 44. âyetin hükmü olma­yanca kâfir olmayan fâsıkdır. Ancak 2alim ile fâsıkm yaptıkları ile kâfirin yaptıkları arasında netice itibariyle amel etmemeleri, hükm-i ilahiyi tatbik atmemeleri itibariyle birdirler. Fâsıklığın ve zalimliğin sonu da kâfirliktir. Küfür inkâr ile alakalı, zulüm ve fısk ise burada isyan ile alakalıdır. Bir de Allah'ın hükmünü, bütün gayretine rağmen bilmediğinden hata eder de hıikmedemeyince hata etmiş olur. Müctehid ise bir ecir alır, hatası da mağ­firet olunur, (müt.)Ben derim ki, buna göre, İbni Abbas (r.a.) ile Tavus (r.a.)'nm küf­rü tefsir ederken "küfür olmayan küfürdür" manasına hamlolunur.Eş-Şeyh Muhammed ibni İbrahim (r.h.)'ın görüşü:"Allah'ın indirdiğinin dışmdakilerle hükmedene, kâfir olmadığı halde Allah'ın kâfir demesi muhaldir. Bilakis o kimseye mutlak kâfir (yani kayıtsız) denir. Ya ameli küfür veya itikadi küfürdür.." diyerek şöyle devam ediyor:

Birinci kısım: İtikadi küfürdür ki, bunun da çeşitleri vardır:

1) Allah'ın indirdiğinin dışmdakilerle hükmedenin, Allah'ın hük­mü ile Rasûlü'nün hükmünün hak oluşunu inkâr etmesi. Bu İbni Ab­bas (r.a.)'den rivayet edilip İbn Cerir et-Taberi'nin de tercih ettiği manadır. Bu da Allah'ın indirdiği şer'i hükmü inkârdır. Bunun küfür oluşunda ehl-i ilim arasında hiçbir münâkaşa yoktur.

2)  Allah'ın indirdiği hükmün dışmdakilerle hükmedenin, Al­lah'ın ve Rasûlü'nün hükmünün hak oluşunu inkâr etmemesi. Fakat insanların, aralarındaki münakaşadaki muhtaç oldukları bir hükümde, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in dışındaki bir kimsenin hükmünün, Pey­gamber (s.a.v.)'in hükmünden daha güzel, daha tam ve daha şümullü olduğuna inanmakta, ya mutlak veya hallerin değişmesiyle ve zama­nın gelişimiyle meydana gelen yeni hadiselere nisbetledir. Bunun da aynı şekilde yaratıkların hükmünü, hakim ve habir olan Allah'ın hükmünden üstün tuttuğundan dolayı küfür olduğunda hiç şüphe yoktur.

3) Kendi hükmünü Allah'ın ve Rasûlü'nün hükmünden daha gü­zel   olduğuna   inanması dır.   Kendisinin   hükmünün,   Allah   ve Rasûlünün hükmü gibi olduğuna inanırsa, bu durum kendisini din­den çıkarma konusunda ve kâfir yapmada Önceki iki çeşitteki gibidir. Bu da yaratılmışı, yaratanla eşit görmeyi gerektirdiğindendir.

4) Allah'ın indirdiği ahkâmın dışmdakilerle hükmedenin hükmü­nün, kendisinin O'ndan daha güzel olduğuna inanması surda dursun; Allah'ın ve Rasûlü'nün hükmüne denk olduğuna inanmasıdır. Fakat Allah'ın ve Rasûlünün hükmüne muhalif olan şeyle hükmetmenin caiz olabileceğine inanırsa haramlığı kafi sarih nasslarla bilinen şe­yin câizliğine inandığı için bu da, önceki ile aynı hükme tabidir.

5)   Bu  kısım,   şeriata  ve  ahkâmına  muhalefet,  Allah'a  ve Rasûlü'ne düşmanlık, şer'i muhakemeye dosya hazırlığı ve takibi, usûl ve füru1, şekil, nevi, karar ve cezayı isbat, hukuk kaynağı ve da­yanağının zıtlığı bakımından küfrün en şümullü ve en büyük olanı­dır. İslâm mahkemelerinin kaynak ve dayanaklarının bütünü Al­lah'ın kitabı ve Rasûlü'nün sünnetidir. Şimdiki mahkemelerin kay­nağı, Fransa, Amerika, İngiliz vs. kanunlarından, şeriata mensub bi­dat ehli mezheplerden toplanan kanunlardır. Şimdi, İslâm şehirleri­nin çoğunda mahkemeler, kapılan her sapıklığa açık, insanlar da o tarafa yönelmiş, sünnetin ve kitabın hükmüne muhalif hâkimlerin hükmettiği mahkemeler halindedir. Bu küfrün üstünde hangi küfür vardır. "Muhammed Allah'ın Rasûlüdür" şehadetini bozandan daha bozucu birşey var mıdır?

6) Aşiret ve kabile başkanlarının çoğunun, babalarından ve de­delerinden, törelerinden aldıkları onunla hükmettikleri, aralarında çıkan çekişmelerde, Allah'ın ve Rasûlü'nün hükmünden yüzçevirerek cahiliyye ahkâmı üzere devam ederek hükmettikleri şeylerdir.Şüphesiz, hayra olan kuvvet, serden uzaklaşmaya olan kudret ancak Allah'ın yardımıyladır.İkinci Kısım:Allah'ın indirdiği şeyin dışmdakilerle hükmedenin küfrü diye isimlenen kısımdır. Dinden çıkarmayan kısımdır.İbni Abbas (r.a.)'m "Kim Allah'ın indirdiği (hükümler)yle hük­metmezse işte onlar kâfirlerin ta kendisidir." (Maide 44) ayeti hak­kındaki tefsiri geçti. İşte bu kısma şâmildir. Bu konudaki sözü "küfür olmayan küfür" idi. Yine sözü: "Bu küfür o kastettiğiniz küfür değil­dir."Bu, Allah'ın ve Rasûlü'nün hükmünün hak olduğuna iman et­mekle ve kendisinin doğru yoldan uzaklaştığını ve hata ettiğini, sap­tığını itirafla birlikte, şehvetinin ve nevasının mahkemede Allah'ın indirdiği hükmün dışmdakilerle hükmetmeye sevketmesidir."[193]Allah'ın indirdiği ahkâmın dışmdakilerle hükmedenin hükmü hakkındaki ayetlerin derinlemesine incelemek burada zordur.Tevbe sûresinde:"Onlar, Allah'ı bırakıp bilginlerini, rahiplerini, Meryem'in oğlu Mesih'i rabler edindiler. Halbuki bunlar da ancak bir olan Allah'a kulluk etmelerinden başkasıyla emrolunmamışlardır. Ondan başka hiç bir ilah yoktur. O, bunların şirk koştukları her şeyden münezzeh-dir." (Tevbe 31)Hz. Peygamber (s.a.v.) bu ayeti okurken Adiy İbni Hatim şöyle diyor:"Ey Allah'ın Rasûlü! Biz onlara kulluk etmedik, ibadet etmedik." Hz. Peygamber (s.a.v.):"Allah'ın haram dediği şeyi size helâl etmiyorlarlar mı? Siz de onu helâl sayıyorsunuz değil mi? Allah'ın helâl kıldığı şeyi haram kı­lıyorlar siz de onu haram kabul ediyorsunuz, değil mi?" deyince, O da: "Evet!" dedi. Hz. Peygamber (s.a.v.) de:"İşte onlara ibadet-kulluk budur."[194] buyurmuştur.İnsanlar için hüküm koyan hakim, Allah'ın haram kıldığı şeyi onlara helâl kılar, helâl kıldığı şeyi de onlara haram ederse kendisini onlara rab etmiş olur.Nûr sûresinde:"(Münafıklar): Allah'a da, Peygambere de inandık, itaat ettik derler de sonra bunun arkasından içlerinden bir zümre yüz çevirir. Bunlar mü'min adamlar değildir.Onlar, aralarında hükmetmesi için, Allah'ın Rasûlüne davet edildikleri vakit (bakarsın ki) bir fırkası hemen yüz çevirip dönücü­dürler. Eğer hak kendilerinin lehinde ise itaatle koşa koşa ona gelir­ler. Kalblerinde bir (küfür) maraz (ı) mı var bunların? Yoksa (onun hak peygamberliğinden) şüphe mi ettiler? Yahud Allah'ın ve Rasûlü'nün kendilerine haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? Ha­yır! Asıl zalimler (haksızlar) kendileridir.Müminlerin aralarında hükmetmek üzere Allah'ın Rasûlüne davet olundukları vakit sözü ancak: "Dinledik, itaat ettik" demeleri­dir, işte onlar kurtulanlardır." (Nur: 47-51)Muhammed sûresinde:"Şüphesiz ki, kendilerine hak belli olduktan sonra arkalarına dönenlere (irtidad edenlere) şeytan hatalarını süslemiş, (günah işle­melerini) kolaylaştırmış ve kendilerini uzun uzun emellere düşür­müştür. Bu böyledir. Çünkü gerçekten onlar, Allah'ın indirdiğini hoş görmeyenlere "Biz size bazı işlerde itaat edeceğiz" dediler. Halbuki Allah onların gizli konuştuklarını da biliyor." (Muhammed, 25, 26)Allah (c.c.) bu çeşit hükmü şu ayette olduğu gibi cahiliyye hük­mü diye isimlendirmiştir:"Onlar hâlâ câhiliyyet hükmünü mü arıyorlar? Yakinen bilen bir kavim için Allah'dan daha iyi hüküm veren kim vardır?" (Maide 50)   .Allah, hükmü ikiye ayırmıştır. Üçüncü hüküm yoktur. İslâmi hüküm, O da Allah'ın kitabı ve Rasûlü (s.a.v.)'nün sünnetiyle hük­metmektir. Cahili hüküm, bu da îslâmi hükme muhalif olan hüküm­dür.Câhiliyyet bir zaman ve bir mekanla sınırlı, bir ara gelip sonra yok olan bir şey değildir. Allah'ın indirdiği hükümlerin dışındaki hü­kümlerle hükmeden her toplum cahili toplumdur, ne kadar kendileri­ne maddi kuvvet ve ilmi keşifler verilmiş olsa da...Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyuruyor:"İnsanlar arasında, Allah katında buğzedilmeye en müstehak olan üç grup kimsedir. Onlardan biriside: İslâm'da (İslâm geldikten sonra) cahiliyye yolunu araştıran kimsedir."[195]Hz. Peygamber (s.a.v.) Ebû Zer (r.a.)'a:"Sen de cahiliyye (kalıntısı) bulunan kimsesin." buyurmuş.Hasan Basri (nh.) da şöyle diyor:"Kim Allah'ın indirdiği hükmün dışındaki bir hükümle hükme­derse cahiliyye ile hükmetmiş qlur."[196]îbni Cerîr ise şöyle diyor:"Bir vacibin terkinden veya haram kılınan bir fiilden meydana gelen her masiyet cahiliyye ahlakmdandır."[197]Bugün müslümanlarm, uğratıldıkları belalardan bir kısmı, haki­miyet anahtarları asilerin eline geçmesi, cahiliyye hükmünü yol ve metot edinmeleri ve Allah'ın hükmünü sanki bilmiyorlarmış gibi ar­kalarına atmalarıdır.Üstad Ahmed Şâkir (r.h.) şöyle diyor:Müslüman memleketlerin bazısında, dinsiz, putcu Avrupa'dan alınan ve bütün beldeleri kuşatan kanunları görüyoruz. O kanunlar, İslâm usûl ve furuunun çoğuna esas olarak muhalif olan kanunlar­dır. Bazısı da, İslâm'a ters ve İslâm'ı yıkmaktadır. Bu aşikâr ve net bir iştir. Bu duruma ancak kendisini aldatan, dinini bilmeyen veya dine bilerek veya bilmeyerek düşmanlık eden adam karşı çıkmaz. O kanunlar ahkâmın çoğunluğunda İslâmi teşriye uygun veya çok az tersliği olsa bile bu kanunlarla müslüman beldelerde amel etmek caiz değildir. Hatta İslâmi teşriye uygun olan konuda bile olsa. Çün-* kü onları koyanlar koydukları zaman İslâm'a uygun olup olmadığına bakmadılar. Ancak ve ancak Avrupa kanunlarına, prensiplerine ve kaidelerine uygun olmasına baktılar. Hem de o kanunları müracaat kaynağı kıldılar. İşte bu sebeple günahkardır. İster İslâm'a uygunolarak hüküm koymuş olsun, isterse muhalif olarak koymuş olsun-lar [198]Bu büyük suça düşen insanların üç kısım olduğu görülmektedir:

1- Kanunu (Yasamayı) yapan

Bunların ıstılahlarında buna yasama kurulu (meclis, parlamen­to) denmektedir. Bunların başındaki âmir de devletin en üst yönetici-sidir, bu heyeti tayin eden bu işe bunları emreden, işlerini sınırlayan ve yapılan kanunları onaylayan kimsedir. Diyor ki: "Bu kanunları, doğru olduğuna ve yaptığının doğru olduğuna inanarak koyuyor. Bu kişinin durumu aşikardır, bu adanı oruç da tutsa, namaz da kılsa, kendisinin müslüman olduğunu iddia etse bile..[199]

2- Kanunu Yürüten

Bu kanunları yürütüp uygulayan kimsedir (hükümet ve emrin­deki vali, kaymakam vs.). Bu kimse hakkında da diyor ki: "Hakkı da savunuyor batılı da savunuyor. İslâm'a aykırı olan batılı, doğru oldu­ğuna inanarak savunduğu zaman bunun durumu da kanun koyucu­nun durumu gibidir. Bunun dışında ise, savunma görevini yaptığın­dan dolayı ne kadar da Özür beyan etse hâlis münafık olur.[200]

3- Hakim

Bu kanunlarla mahkeme edip, insanlar arasında hükmeden kim­sedir."Bu kanunlardan İslâm'a uygun olanlarla hükmettiği zaman ba­zen kendisini mazur görür. Şayet inceden inceye bir araştırma yapıl­sa bu özrün hiçbir kıymeti olmadığı anlaşılır. Kitap ve sünnetin met­ni ve bu ikisinden çıkan delâletlere göre İslâm'a zıt olan şeyle hük­metmeye gelince, bu durum gerçekten şu hadisin hükmü içine giren­lerden olur:"Kişiye, hoşlandığı ve hoşlanmadığı konularda (amiri, hakimi) dinlemek ve itaat etmek vâcibdir, ancak masiyetle emrolunması ha-ricdir. O zaman dinlemek ve itaat etmek yoktur." Bu hadis, kişinin uymayı gerekli zannettiği kanunlara isyan etmeyi emrediyor. Çünkü o kanunlar o kimseye ma'siyeti emretmektedir. Bilakis Allah'ın kita­bına ve Rasûlu nün sünnetine muhalefet etmek masiyetten daha şid­detlidir, öyleyse bu kanunları dinlemek ve bu kanunlara itaat etmek yoktur. Eğer dinler ve itaat ederse, bu kanunları koyan amirin güna­hı ile bunun günahı bir olur.[201] Kanunlar itaat edilmek için çıkarılır. İtaat eden yoksa kanunlar da yoktur. Beşeri kanunları reddetmesi gereken müslüman reddederse beşeri kanunlar diye birşey olmaz. Daima hainlerin işlerini gafiller kolaylaştırmış­tır. Gafiller uyanırsa hainler ortaya çıkarılır, hıyanet de biter. Allah'ın kita­bına ve Rasûlü'nün sünnetine itaat etmemek hıyanet demektir, (müt.)

4- Yönetilen

Üstadın zikrettiği diğer üç sınıfa bir sınıf daha eklemek müm­kündür. O da "yönetilen"dir. Özellikle razı olur ve tâbi olursa aynı suça katılmış olur. Yönetilene vâcib olan beşeri kanunlarla hükmo-lunmaya razı olmamaktır. Onun görevi haranılığını açıklamak, beşe­ri kanunlara karşı çıkma yolunda çalışmak, gücü oranında Allah'ın şeriatıyîa muhakeme olmak için gayret etmektir. Zira Allah hiçbir nefse gücünün dışında birşey yüklememiştir. Ümmü Seleme (r.a.)'nin rivayet ettiği hadiste Rasûlullah (s.a.v.) efendimiz şöyle buyurmuş­tur:"Sizin üzerinize bir takım âmirler tayin edilecektir. Siz onları bi­lip itiraz edeceksiniz. Her kim kerih görürse beraat etti, her kim iti­razda, bulunursa kurtuldu demektir. Fakat kim rıza gösterir de tabi olursa!.[202] Cebir ve şer'i zaruret halindeki duruma gelince, zaruret, zaruret .miktarına göre takdir olunur.Dünyayı, Allah'ın indirdiği şeriatla idare etmenin vâcibliğini an­ladıktan sonra artık muhayyerliğe ve kararsızlığa imkan yoktur. Hü­küm, iman veya küfür hükmüdür. Ya İslâm olduğuna veya İslâm ol­madığına hüküm. Bunun, İmâmet-i Uzmâ (En büyük İmam=Emir'el mü'minin)'mn maksatlarının en önemlisi olmasında hiçbir gariplik yoktur. Hüküm konusu, meşru kılman imametin hedefi ve gayesidir. Şimdi bu külli gerçekten doğan fer'i maksadların bazısını açıklaya­lım.

Fer'i maksatlar

1- Adaleti uygulamak ve zulmü kaldırmak

Bu, maksadların en mühiminden ve İslâm'ın, tatbikini emrettiği, istenilen şeylerin en yüce sindendir. İslâm, bu emri kabullenmeyi sa­dece idarecilere has kılmamış tır. Bilakis İslâm, aile veya komşu ve­yahut bunlardan başka şeylerle alakalı bulunsun, uğraştığı işlerin bütününde adaleti her insana emretmiştir.Adaletin vâcibliğini Kur'an ayetleri ile Rasûlullah (s.a.v.)'m ha­disleri emretmektedir:"Muhakkak ki Allah, adaleti, ihsanı ve akrabaya vermeyi emre­diyor. Zinadan, münkerden ve insanlara zulüm yapmaktan da men ediyor. Size böylece öğüt veriyor ki öğüt alasınız." (H&k\, 90)"Şüphesiz ki Allah size emanetleri ehil (ve erbabj'ine vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi em­reder. Allah bununla size, gerçek ne güzel öğüt veriyor! Şüphe yok ki Allah (sözlerinizi, hükümlerinizi) hakkıyla işitici, (bütün yaptıkları­mızı) hakkıyla görücüdür," (Nisa, 58) Söylediğiniz zaman akrabanız da olsa adalet yapınız ve Al­lah'a verdiğiniz sözü tutun. Hatırlayıp Öğüt alasınız diye (Allah) bunları size tavsiye etti." (En'am, 152)"Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan (hakimler, in­sanlar, adaletle şahidlik eden (kimse) ler olun. Bir kavme olan kini­niz, sizi adalet yapmamaya sevk etmesin. Adalet yapın ki o, takvaya çok yakın olandır." (Maide, 8)Allah (c.c.) Davud (a.s.)'a, adaletle hükmetmeyi emretmiş, ma­sum olmasına rağmen hevaya tabi olmaktan nehyetmiştir:"Ey Davud! biz seni yeryüzünde bir halife yaptık. O halde insan­lar arasında hak (ve adalet)le hükmet. (Hükmünde) heva (ve heves)e (hissiyatına) tabi olma ki bu, seni Allah yolundan saptırır. Çünkü Allah yolundan sapanlar hesap gününü unuttukları için onlara pek çetin bir azap vardır." (Sa'd: 26)Hadislere gelince,"Yedi kimse vardır ki Allah, hiçbir gölgenin olmadığı ancak ken­di gölgesinin bulunduğu günde onları gölgelendirecektir. Onlardan birisi de: "Adil İmam"dır.[203] Adalet yapmayan çok veya az ümmet idarecilerinden hiçbir kimse yoktur ki, Allah onu cehenneme yüzü üzere düşürmesin[204]Ebû Hureyre (r.a.)'in Hz. Peygamber (s.a.v.)'den rivayet ettiği hadisde Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:"Hiçbir on kişinin amiri yoktur ki, kıyamet günü eli boynunda bağlı olarak gelmesin. Onu ancak adalet kurtarır veya zulüm onu ze­lil kılar.[205]"Adaletle iş görenler (Allah katında) nurdan minberler üzerinde Rahman'm sağında olacaklardır. Onlar hükümlerinde ve aileleri ile mütevellisi -üzerine aldıkları kimseler- hakkında adalet gösterenler-dir[206].     .Ebû Ubeyd, Ebû Hureyre (r.a.)'ye isnadla Hz. Peygamber (s.a.v.)'den şöyle dediğini rivayet ediyor:"Adü imamın halkı içinde bir günlük işi, abidin ailesi içindeki yüz veya elli senelik ibadetinden daha faziletlidir."[207]Buna karşılık İslâm, zulmü ve zalimleri ayıplamış ve zalimleri tehdit etmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:"Şüphesiz ki, Allah (c.c.) zalime mühlet verir. Ama bir de yakalarsa onu bırakmaz.[208]Allah, zulmü ümmetlerin yok oluş sebeplerinden kılmıştır. Zul­mün yayıldığı hiçbir devlet yoktur ki, orada yıkılma ortaya çıkmasın ve oraya Allah'ın azabı gelmesin. Ayette Cenab-ı Hak:"İşte Rabbin (halkı) zulmedici iken şehirleri yakaladığı vakit böyle yakalar. Gerçekten O'nun çarpması çok acıklıdır, çok şiddetli­dir. '' (Hud, 102)İbni Teymiyye (r.h.): "Adalet, her şeyin nizamıdır, düzenidir. Dünya işi adaletle yürütülürse ayakta kalır. İnanmayarak adaleti uygulayana ahirette hiçbir kurtuluş olmasa bile. Dünya, adaletle yö-netilmezse ayakta kalmaz, adaleti uygulamayan kimse, imanın kar­şılığım ahirette görse bile[209]Gerçek adalet, ancak hakları sahiplerine verme konusunda her adaleti kendisinde toplayan şeriat ahkâmının tatbiki ve insanlar ara­sındaki ilişkileri adaletle düzenlemekle olur. Zulmün en büyük tehli­kesinden birisi, idarecilerden bir idarecinin, idare ettiği halkına ait kanunu Allah'ın haklarından bir hakkı çiğneyerek uygulamasıdır. Bu durumda, kendisini Allah'ın gazabına arzetmekle ve helak yerine atmakla nefsine zulmetmiş olur. Allah'ın çizdiği hududu çiğniyor, Al­lah'ın haklarından bir hakka isyan ediyor, işte böylece onları Allah'ın adaletinden ve şeriatından mahrum etmekle eli altındaki halka zul­medici oluyor. Onları tâğuta muhakemeye zorlamakla onların da gü­nahlarını yükleniyor. Bu konudaki tehdidi az Önce gördük.Adaletin çeşitli şekilleri vardır:Zulme mani olmaya çalışmak, mazlumdan zulmü gidermek, in­sanların hürmet ettikleri şeylerin ihlal edilmesine mani olmak, in­sanların kendileriyle alakalı haklarının, namuslarının ve mallarının çiğnenmesine mani olmak, kendi aleyhlerinde olan düşmanlık izleri­ni gidermek, haklarını onlara geri vermek, düşmanlık yapanı müste-hak olduğu ceza ile cezalandırmak.Müslümanlar arasında düşmanlıklar ve münakaşaları kesmek, her hak sahibine hakkını vermek. Bunun gerçekleşmesi, için yetenek­li hakimleri tayin etmek, zimmilerin haklarım da gözetmek.Yaşanan hayatı ve hürriyetleri gerçekleştirmede millet fertleri­nin haklarıyla uğraşmakta, onlar içinde terkedilen aciz bırakılmış zayıf, yoksul bırakılmış fakir, tehdide uğramış hiçbir korkan olma­sın. Aynı şekilde adaletin uygulanması gereken şeylerden bazıları da yine şunlardır: İnsanlar arasında, muamelede gayretlerini ödüllen­dirmede eşitlik, işleri ve görevleri hakedene vermek, şeriat dışı se­beplerden dolayı, şahsi menfaat ve nevaya uyarak insanlar arasında ayrıcalık yapmamak ve birilerini üstün tutmamak.Bir de adaletin şu yönü vardır:İnsanların sosyal kurumlan ve yakınlıklarının adaletin gereğini uygulamaya engel olmamasıdır. Zira İslâm şeriatı herkese tatbik edi­lir. Bu konuda soylu aileye mensub olan ile diğerleri arasında, idare­ci ile idare edilen arasında hiçbir fark yoktur. Bu hususda Hz. Pey­gamber (s.a.v.) şöyle buyuruyor:Sizden önce geçenler şu yüzden helak oldular. Onlar arasında soylu aileye mensub birisi hırsızlık yaparsa ona ceza vermez, göz yu­marlardı. Onlardan zayıf bir kimse hırsızlık ederse haddi yerine geti­rirlerdi. Allah'a yemin ederim ki Muhammed'in kızı Fatıma dahi hır­sızlık yapsa elini keserdim[210]Bunlardan başka daha adaletin sayılamayacak kadar çeşitleri vardır. Hulefây-ı Raşidin (r.a.), halka adaleti uygulamada, uygulama şekillerinin en yücesini ve en üstününü ortaya koydular.İşte Hz. Ebûbekir (r.a.)'a görevlilerinden birisinin zulüm olarak elini kestiğini şikayet eden bir adama şöyle söylemişti:"Eğer sen (dediğin şeyde) doğru isen kısas uygularım."Ebû Davud ve diğerleri Hz. Ömer (r.a.)'den şöyle rivayet ettiler.Hz. Ömer (r.a.) insanlara hutbe okudu ve şöyle dedi:"Ben görevlilerimi, vücutlarınızı dövmeleri ve mallarınızı alma­ları için göndermedim. Fakat onları size dininizi ve yaşama tarzını size öğretmeleri için gönderdim. Kim bunun aksini yaparsa onu bana ulaştırın ki ben de kısas yapayım." Amr ibni As ise şöyle dedi: "Eğer bir adam emrindekilerinden bazısını edeplendirirse (böyle döverse) kısas mı yapacaksın?" Hz. Ömer (r.a.):"Evet, nefsimi elinde tutan (Allah)'a yemin ederim ki o kimseye kısas uygularım. Şüphesiz ben Rasûlullah (s.a.v.)'m kendi nefsine kı­sas yaptırmak istediğini gördüm.[211] dedi.Adaletin yüce örneklerinden daha niceleri var ki burada zikrede-meyeceğiz. Bunda gariplik de yoktur. Zira sahabe beşerin efendisi Hz. Muhammed (s.a.v.)'in eliyle terbiye edilmiş kimselerdir. Her gün, her namazda ve her rekatta Fatiha'yı okurken "Bizi sırat-ı müstakimde (kamil) hidayete ulaştır. Kendilerine nimetler verdiğin kimse­lerin yoluna, sapıkların ve gazaba uğrayanlarınkine değil" diye dua ediyo­ruz. Allah'ın kendilerine nimetler verdiği kimseler peygamberler, sıddıklar, şehidler ve salihlerdir. Yani Hz. Muhammed (s.a.v.)' Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (r. ahum.) Bunları tanıyacağız ki bunlardan ör­nek alabilelim. Ne üstün din, ne üstün sistem! Her gün iyilere benzeme dua­sı yapılmakta..,(müt.)

2- Sözbirliğini Sağlamak ve Ayrılığa Düşmemekimametin gayelerinden ve maksatlarından birisi de söz birliğini sağlamak, müslümanların saflarını birleştirmek. Bu da ancak tek bir liderlik altında olur. Bununla ilgili emir, Allah'ın kitabında ve Rasûlü (s.a.v.)'nün sünnetinde mevcuttur.Ayet-i kerimede Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:"Şüphesiz bu sizin ümmetiniz bir tek ümmettir, (şu tevhid ve İslâm Dini, bir tek din olarak, sizin dininizdir) Ben de sizin Rabbini-zim. O halde (başkasına değil) bana kulluk edin." (Enbiya, 92)Kur'an-ı Kerim, müslümanlara, tek bir bayrak etrafında toplan­mayı emretmektedir."Hepiniz, toptan (cemaat halinde) Allah'ın ipine sarılın, parçala­nıp ayrılmayın.." (Al-i îmran: 103)Yine Kur'an, aralarında çekişmeyi haram kılmakta, çekişmenin ayrılığa ve zayıflamaya götürdüğünü açıklamaktadır.Birbirinizle çekişmeyin. Sonra korku ile zayıflığa düşersiniz, rüzgarınız (kesilip) gider (Enfal, 46) Duyurulmaktadır."Parçalanıp ayrılanlar, ihtilafa düşenler gibi olmayın..." (ai-iİmran:105)Üstad Abdulkadir Udeh (r.h.). diyor ki: "İslâm, İslâmi birlik içiı tevhidin gerektirdiği her şeyi yapmıştır. Müslümanlar, Rablerine ita­ate, hırslı oldukları ve dinlerine tutundukları müddetçe zayıflığın bo­zukluğun yol bulamıyacağı sabit sütunlar üzerine birliği kurmuştur.İslâm, bütün müslümanların arasında, kendilerine vâcib kıldığı tek Rabb'e iman ile, tek îlah'a boyun eğmekle, tek Kitab'a ve tek Şe­riat Koyan'a tâbi olmakla, ferdleri çeşitli olan İslâmi ümmet için tek bir hedef, tek bir düşünce ve tek bir yol kılmakla, müslümanlan tek adab ve tek ahlâka alıştırmakla, bütün ümmet için tek kıble tek siya­set, tek yol ve asli konular üzerinde iki kişinin ihtilaf edemiyeceği tek amir kılmakla birliği oluşturmuştur.ıl[212]Söz birliğini ayakta tutan esaslardan birisi de, müslümanlar arasında kardeşlik kurması, aralarında sadece inanç bağıyla bağ kurmuş olmasıdır. Allah (c.c.) buyuruyor ki:"Mü'minler ancak tek bir kardeşdirler..."(Hucurat:io).Allah'ın, üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani siz (birbirini­zin) düşmanlar(ı) idiniz de O, kalblerinizi (İslâm'a ısındırıp) birleş-tirmişdi. İşte O'nun (bu) nimeti sayesinde (din) kardeşler(i) olmuştu­nuz..." (AI-i İmran: 103)Hz. Peygamber (s.a.v.) de şöyle buyuruyor..Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu yar­dımsız bırakmaz, onu tahkir etmez -üç defa kalbine işaret ederek-takva şuradadır. Kişiye kötülük namına müslüman kardeşini tahkir etmesi kafidir. Müslümanın her şeyi, kam, malı ve ırzı müslümana haranıdır.[213]İslâm, coğrafi engellere, vatan ve kabile ırkçılığı, dil, cins ve renk farklılıklarına karşı koymuş, üstünlük ölçüsü için sabit bir Ölçü ortaya koymuş; o da takva ve salih ameldir:"Ey insanlar! Şüphesiz biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Mu­hakkak ki Allah yanında en şerefliniz takvaca en ileri olanınızdır..İslâm insanları eşitlik konusunda tarağın dişleri gibi kılmıştır. Hz. Peygamber (s.a.v.)'den şöyle rivayet edilmiştir:"İnsanlar, bir tarağın dişleri gibi birbirine eşittirler.[214]İslâm soy, sop, ırk, cinsiyet ve renkle övünmeyi, cahiliyye işleri-den saymıştır. Peygamber (s.a.v.) bu konuda şöyle buyurmaktadır:"Ey İnsanlar! Rabbiniz birdir, babanız birdir. Dikkat edin! Hiç bir Arab'ın, Arap olmayana, Arap olmayanın da Arab'a, ne kırmızı­nın siyaha, ne de siyahın kırmızıya takvadan başka hiç bir üstünlü­ğü yoktur. [215]Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyuruyor:

"Şüphesiz Allah sizden cahiliyye kalıntılarını, babalarla öğünme-yi kaldırdı. İnsanlar Adem'in oğullarıdır. Adem ise topraktandır, mümin mütteki de, şaki facir de. Ya kavimler erkeklerle övünmek­ten vazgeçerler -ki onlar ancak Cehennem kömüründen bir kömür­dürler- yoksa onlar Allah katında pisliği burunlanyla karıştırıp uzaklaşan pislik böceğinden daha aşağı olurlar[216]Yine Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyuruyor:

"Her kim körü körüne (dikilmiş) bir sancağın altında ırkçılığa davet veya bir ırkçılığa yardım ederken öldürülürse, bu bir cahiliyyet ölümüdür.[217]İşte bu, müslümanlar hakkında İslâm'ın hükmüdür. Onları tek bir ümmet kıldı, onlardan tek bir devlet yaptı. Onlara, bu devletle hükmedecek, ümmetin hepsini toplayacak, onlardan ayrılık sebeple­rini menedecek bir imam ortaya koymalarını emretti. Bilfiil bu du­rum bir kaç asırda gerçekleşti. Tek bir bayrağın altında, tek bir ön­derlikte idiler. Mısır'daki Abbasi hilâfetinin sonuna kadar.Sonra İslâm beldeleriyle Tatarlar'm savaşması, sonra Mısır'da Abbasilerin kıyamı, sonra Ubeydiyye DevletiMısır'da ayağa kalktı, Endülüs beldelerinde Emevi Hilafeti esnasında ortaya çıktığı gibi. İslâm topraklarında üç hükümet olmuştu:Doğuda Abbasiler, merkezi Bağdad, Mısır'da Uheydîler[218]mer­kezi Kahire, batı tarafta Emeviler, merkezi Kurtuba. Sonra Bağ­dat'ta Abbasi Devleti'nin güneşi, tekrar Memluklar devleti zamanın­da Kahire de doğması için battı. Dini liderlik sancağını taşıyorlardı, ta batı dünyasında Osmanlı hakimiyeti oluncaya kadar. Kahirede Abbasi halifelerinin sonuncusu, Osmanlı Sultanı I. Selim Yavuz Sultan'm indirmesiyle tamamlandı.[219] 1918'de Osmanlı saltanatı iptal edilip Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra 1924'de Mustafa Ke-mal[220]tarafindan hilafet kaldırıldı. İslâm dünyasının, İslâm ülkelerini içine alan bu devlet de son buldu[221]îslâm Devleti üzerine olan hüküm tamamlandı. İslâm cemaatı dağıldı, toprakları parçalandı. Fırsat kollayan düşmanlar için kolay bir lokma oldu, hemen bu fırsa­tı değerlendirdiler. Her taraftan üşüştüler ve "hasta adam" dedikleri bu mirası paylaşmaya başladılar.Bundan sonra bu mirası parçaladılar, aralarına hududlar[222]çizdiler. Müslümanların idarelerini ve hedeflerini parça parça ettiler, aralarına düşmanlık ve buğz tohumları ektiler ve aralarında öğütme­ye başladılar. Bir kısmı doğulu olmakla, diğeri batılı olmakla, bir başkası kavmiyetçilikle, diğeri vatanseverlik iddiasıyla bir başkası Firavunlukla üstünlük taslamakta. Bugün horluk, hakirlik ve zille­tin ulaştığı ümmet arasından nice çatlak sesler ortaya çıktı.

Hayra kuvvet, serden çekinmeye kudret ancak yüce Allah'ın yar-dımıyladır.

3- İslama uygun bir şekilde yeryüzünün imarına çalışmak ve yeryüzünün zenginliklerinden istifade etmek:İmametin maksatlarından ve dünyayı din ile idare etmenin so­nuçlarından birisi de, Allah'ın bizi görevlendirdiği yeryüzünün imarı­na çalışmaktır. Allah Teâlâ şöyle buyurmakta:O, sizi topraktan yarattı ve sizi orada imara memur etti...(Hud: 61)Bu da ancak, insanların muhtaç oldukları çeşitli sanayi, sanat ve ilimle ilgili şeyleri hazırlayarak, icad ve ilmi araştırma yollarını açacak olan İslâm Devletini kurmakla olur. İslâm müctehidleri, bunu ümmet içerisinde olması vâcib olan farz-ı kifâyelerden kılmışlar. İbni Abidin diyor ki: "İnsanların muhtaç olduğu sanayi farz-ı kifâyedendir.[223]Buna göre, sanayi elde etmede kusur ve ihmal ederlerse, ümme­te ve imama sorumluluk söz konusu olur. İşte bundan dolayıdır ki İslâm hukukçuları, sanayi ehlini, halk için zaruri şeyleri yapmaktan çekindikleri zaman, mecbur etmeyi imamın görevlerinden saymışlar­dır.Allame İbni Kayyum (r.h.) diyor ki:"Bundan dolayı, insanların muhtaç olduğu çiftçi, dokumacı, bina ustası v.s. gibi sanayi adamlarını ücret karşılığında çalışmaya zorla­mak emir sahibi olan devlet başkanının görevidir. Çünkü insanların menfaati, maslahatı ancak bununla olmaktadır. İşte bu sebeple Ah-med ibni Hanbel'in arkadaşlarıyla İmam Şafı'nin arkadaşlarından bir grup şöyle demiştir: Bu sanayii öğrenmek farz-ı kifâyedir.[224])Aynı şekilde, bütün müslümanlarm menfaati arını gerçekleştire­cek, memleketlerde hayırlı, faydalı yatırımlar yapmak yeryüzünün imarından sayılır. Yol yapmak, fabrikalar kurmak, madenler çıkar­mak, baraj yapmak, setler kurmak, mahsulü artıran vasıtaları hazır­lamak, ümmet için gerekli iş imkanlarını icad etmek gibi daha sayı­lamayacak kadar şeyler bu misaldendir. Bu sorumlulukları düşünen Ömer İbni'l-Hattab (r.a.) şöyle demiştir:"Şayet Irak toprağında bir katırın ayağı kayşa Ömer'in ondan sorulacağından korkarım. Zira o katır için düzgün bir yol olsaydı sı­kıntıya düşmezdi."Ebû Yusuf (r.h.) Harun er-Reşid (r.a.)'e, su kanalları kazdırılıp su akıtılmasını emretmenin halifeye vâcib olan şeylerden olduğunu ve bunun harcamasını beytu 1-mala yükleyebileceğine dair mektup yazmış ve şöyle demiştir:"İlim ehli toplandıkları zaman haraçda bir artış söz konusu olur ve faydalı görürlerse kanallar kazılmasını emredersin. Harcamayı da beytü'l-mal'den yaparsın. Harcamayı bölge ehline yükleme!.. Haraç ehline arazilerinde ve kanallarında maslahat olan herşeyi ve bunun da ıslahını istedikleri zaman, kendilerinden başkasına zararı olma­dıkça isteklerine cevap veriniz.[225]Prof. Abdulkerim Zeydan diyor ki:"Ebû Yusuf un zikrettiğine göre, bölgelerin servetlerini ve gelirlerini genel faydayı herkese ulaştıracak şekilde, kazanç arttırılması için gerekli olan işlerin bütününü yapmanın cevazına kıyas etmek mümkün ohu\[226]

 

4-İMAMETİN AKDOLMA YOLLARI

 

Kitab ve sünnet nasslarma bakıldığında, imam için imametin se­çim yolunu tayinde açık bir nass bulamıyoruz. Burada ancak şûra ve benzeri gibi, idarecilik ve idareci ile ilgili genel nasslar vardır.İşte bununla ilgili, önümüzde sadece, Hulefa-i Raşidine ait ima­metin akdolduğu yolları arz etmek kalıyor.Biz, aşağıda gelecek olan delillere dayanarak bu yolların şer'an muteber olduğuna inanıyoruz:el-Irbad İbni Sâriye'nin uzun hadisi, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in bu konudaki sözü: "..Size vâcib olan, benim sünnetime ve raşid halifele­rimin sünnetine uymanızdır. Bu sünnetlere tutunun ve azı dişleriniz­le ısırırcasma bunlara sımsıkı sarılın. Dinde sonradan uydurulan iş­lerden sakının.[227]Bu, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sünnetine ve raşid halifelerin sün­netine yapışmanın vâcibliğine ait açık bir emirdir. Takib etmemiz ge­reken sünnetlerinden birisi de idarecilikte kâmil olan yollarıdır.

İbni Recep el-Hambeli (r.h.) şöyle söylüyor: "Hz. Peygamber (s.a.v.)'in, kendi sünneti ile hulefa-i raşidinin sünnetine tâbi olma emrinden sonra genel olarak emir sahiplerini dinleyip itaat etme em­rinde, hulefai raşidinin sünnetinin, diğer emir sahiplerinin aksine Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sünneti gibi tabi olunması gerektiğine delil-

dir[228]"Benden sonra bu ikisine Ebû Bekir ile Ömer'e uyun." Diğer bir rivayette de: "Şüphesiz ben aranızda ne kadar kalacağımı (yaşayaca­ğımı) kesinlikle bilmiyorum. Bunun için benden sonra fşu) iki zata uyun" buyurdu ve Ebû Bekir ile Ömer (r.a.)'e işaret etti.[229]Bu, Ebû Bekir (r.a.) ile Ömer (r.a.) uymanın vâcibliği hakkında açık bir nassdır. İşte bu nassdan dolayı halifeyi tayin hususunda bu ikisine uyulmuştur. Hulefa-i raşidinden kim gelmişse tayin konusun­da o ikisinin yolundan çıkmadı. Buradaki uyma emri, önceki hadis-deki sünnetine tabi olma emrinden daha özeldir. İbni Teymiye'nin dediği gibi:"Hz. Peygamber (s.a.v.) hulefay-i raşidin'in sünnetine uymayı emretti. Bu, dört imamı da içine almaktadır. Hz, Peygamber (s.a.v.) bunlar içinden Ebû Bekir ve Ömer (r.a.)'e uymayı tahsis etti. Müslü­manlar için hem fiillerinde hem de sünnet olan konuda iktida edilen, uyulan kimsenin mertebesi, sadece sünnet kılman konuda tabi olu­nan kimsenin sünnetinin üstündedir.[230]Buna dair icmâ:

İcmâ, şer'i bir delildir. Hele icmâ, sahabe ve sahabenin kuşağın­dan olursa. Sahabe arasındaki münakaşaları, görüşme ve ilişkiler gi­bi her konuyu en ince ayrıntısına kadar bize nakleden bir çok riva­yette, halifelerden birisinin tayin tarzını, sahabenin ayıpladığını gös­teren bir tek rivayet yoktur. Burada meydana gelen ihtilaf -ki o da cidden azdı, Sakife toplantısıyla sona erdi- idareci kılınacak kimse­nin şahsında idi, idarecilik prensibinden değildi. Bu ihtilaf da ikna, hücceti izah ve deliller açıklandıktan sonra son buldu.Hulefa-i Raşidin devri, îslâmm tam anlamıyla uygulandığı de­virdir. Onlar, Hz. Peygamber (s.a.v.)'le birlikte cihad ettiler, canlarını ve ruhlarını Allah yoluna adadılar, an.be an inen ayetlerle hayat sür­düler. İşte bundandır ki Onlar, insanların içinde şeriatın kaidelerini ve maksatlarını en iyi tanıyan ve en iyi bilen kimselerdir. Çok işler yaptılar ve o işler üzerine icmâ ettiler. Kendilerinin yanında bu işlere dair muayyen bir delilleri de yoktu. Onların bu konudaki dayanakla­rı şeriatın m aks atlarıyla, Kur'an'm toplanması, kitapların yazılması ve çoğaltılması, Ebû Bekir'in Ömer'i emir tayini, Ömer'in hilafet işini altı kişiye bırakması vs. bütün akü sahiplerinin şer'an muteber oldu­ğundan şüphe etmedikleri ve doğruluğunda birleştikleri maslahat­lardır. Kim o maslahatları inkâr ederse o kimse selef-i salihinin yolu­nu bilmiyor ve anlamıyor demektir.. Bundan dolayı Hulefa-i Raşidin'in her birisinin bey'atlaşmalan ile ilgili tarihi seyri kısa bir şekilde arz etmemiz gerekir. Buna başla­madan önce de Ebû Bekir es-sıddik'in kendisinden sonra halifeliğine delalet eden Rasûlüllah (s.a.v.)'dan açık bir nass mı var, yoksa seçim­le mi sabit olduğuna dair araştırma yapmamız gerekir. Bunun yanın­da Hz. Ali (r.a.)'nin hilafeti hakkında Rafiziler'in nass olduğuna dair iddiaları da var, acaba bunun, Allah'ın Kitabında ve Rasûlü'nün sün­netinde aslı var mı? Yoksa Rafıziler'den Allah'a, Rasûlüne ve ashaba bir iftira mı var?Hz. Ebu Bekir (r.a-)'in üzerinde nassm varlığı hakkında:

Ehl-i Sünnet'in bazısı, Hz. Ebû Bekir'in halifeliği hakkında nass vardır görüşündedirler. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in kendisinden sonra halifeliğe Hz. Ebû Bekir'i vasiyet ettiği görüşündeler. Onlardan baş­lıca iki görüş nakledilmiştir: Gizli nass olduğu görüşünde olanlar, açık nass olduğu görüşünde olanlar.Birinci görüş:Hz. Ebû Bekir'e gizli nassı ve işareti söyleyenler.Bu görüş Hasanı Basri (r.a.) ile Hadis Ehli[231]'nden bir cemaata nisbet edilmektedir. O da İmam Ahmed İbni Hanbel'den rivayet edil­miştir. [232]Buna dair bir takım deliller getirmekteler:

Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Hz. Ebû Bekir'i namazda öne geçirme­si.Buhari, Ebû Musa'dan Sahih'inde rivayet etmektedir. Ebû Musa:"Hz. Peygamber (s.a.v.) hastalandı ve hastalığı da şiddetlendi ve şöyle dedi: "Ebû Bekir'e söyleyin, insanlara namaz kıldırsın." Hz. Aişe dedi ki: "O yufka yürekli bir insandır, senin makamında durdu­ğu zaman, insanlara namaz kıldırmaya gücü yetmez." Hz. Peygam­ber (s.a.v.): "(Sana) Ebû Bekir'e söyle, insanlara namaz kıldırsın (di­yorum)" buyurdu. Ona elçi geldi, o da Hz. Peygamber (s.a.v.) hayatta iken insanlara namaz kıldırdı. [233]el-Mervezî diyor ki: "Ebû Abdullah'a -Ahmed İbni Hanbel- Hz. Peygamber (s.a.v.)'in: "Halka, onların en iyi okuyanı imamlık yapsm" sözü denildi. Hastalanınca: "Ebû Bekir'i öne geçirin insanlara namaz kıldırsın" dedi. Halk arasında Ebû Bekir'den daha iyi okuyan yok muydu? dedim.  Ebû Abdullah: (Hz. Ebû Bekir'in) hilafetini kastetti."dedi. [234]Hz. Peygamber (s.a.v.) vefatına yakın, hitab ettiği vakit şöyle buyurmuştu: "Bir kul ki, Allah kendisine dünya nimetlerini vermek­le, kendi nezdindekiler arasında muhayyer bırakmış, o da onun nez-dindekileri seçmiştir... Sonunda, "hiçbir kapı bırakılmasın Ebû Be­kir'in kapısından başkası kapatılsın." diğer bir lafızda: "Mescidde Ebû Bekir'in kapısından başka hiçbir kapı bırakılmayacaktır[235]Suyûti diyor ki: "Ulemâ, bu, hilafete işarettir diyorlar. [236]Bu görüş, sahipleri bu konuda "açık nass vardır" diyenlerin delil göster­dikleri hadisleri de delil göstermişlerdir.İkinci görüş:Hz. Ebû Bekir'in hilafeti hakkında açık nass vardır görüsü; bu görüş hadis ehlinden bir cemaatın görüşüdür. İbni Hazm ez-Zahirî [237]ve jkm- Hacer el-Heytemî de bunu tercih etmiş dir.[238]Bu görüşü şöyle delillendiriyorlar:Şeyhayn (Buhari, Müslim), Cübeyr b. Mut'ım'den rivayet ediyor:

"Bir kadın, Hz. Peygamber (s.a.v.)he gelmiş, kadına tekrar gelme­sini emir buyurmuş. Bunun üzerine kadın: Ne buyurursun Ya Rasûlullah! Ya gelir de seni bulamazsam?" (sanki kadın ölümü kas­tediyordu) demiş. Hz. Peygamber (s.a.v.) "Beni bulamazsan Ebû Be­kir'e gidiver!" buyurmuş[239]İbni Hazm: "Bu, Ebû Bekir'i halife tayin ettiğine açık bir nass-tır." diyor. [240]Buhari ve Müslim, rivayet ediyorlar. Bu lafızla Müslim Âişe (r.a.)'den rivayet ediyor. Hz. Âişe (r.a.) şöyle demiştir: Hz. Peygamber (s.a.v.) hastalandığında bana şöyle buyurdu: "Bana Ebû Bekir'i ve kardeşini çağır da bir yazı yazdırayım. Çünkü bir heveslinin temenni etmesinden ve birinin: Ben daha layıkım, demesinden korkarım.-Halbuki bunu Allah ve müminler kabul etmez- Yalnız Ebû Bekir müstesna.[241]

İmam Ahmed b. Hanbel ve diğerleri çeşitli senedlerle bu hadisi tahric etmişlerdir. Onların bazısında: Hz. Âişe şöyle demiştir: "Bana Allahm Rasûlü (s.a.v.) Ölüm hastalığında iken şöyle demişti: "Ebû Bekir'in oğlu Abdurrahman'ı bana çağır da benden sonra daha hiçbir kimsenin ihtilaf edemiyeceği bir yazı yazdırayım sonra buyurdu: "Onu bırak! Müminlerin Ebû Bekir hakkında ihtilaf etmesinden Al­lah'a sığınırım.[242] buyurdu."İbni Hazm yine şöyle diyor: "Bu, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in kendi­sinden sonra Ebu Bekir'i ümmetin idareciliğine istihlaf (halife tayin ettiğine)'a dair açık bir nassdır.ıl[243]Hâkim'in, Enes (r.a.)'den rivayet edip şahindir dediği hadis:Enes (r.a.) diyor ki: "Mustalıkoğulları beni Hz. Peygamber (s.a.v.)'e, "Senden sonra zekatlarımızı kime vereceğiz diye sor" deyip beni gönderdiler. Ben de Hz. Peygamber (s.a.v.)'a geldim ve O'na sor­dum. O da: "Ebû Bekir'e (verin!)" buyurdu.[244]Huzeyfe (r.a.)'nin rivayet ettiği hadis: Hz. Peygamber (s.a.v.) "Benden sonra bu ikisine Ebû Bekir ile Ömer'e uyun"[245]buyurmuş­tur.Burada Hz. Ebû Bekir (r.a.)'ın istihlafına dair sahih hadisleri al­dık. Bundan başka hadisler de var ama isnadında zayıflık olmasın­dan dolayı o hadisleri bırakmayı tercih ettik.[246]İbni Teymiye'nin bu konudaki görüşü:"Şu bir gerçektir ki: Hz. Peygamber (s.a.v.), müslümanlara, Ebû Bekir'i halife tayin etmelerine yol göstermiş, onları, bu işe çeşitli şe­killerde sözleriyle ve fiilleriyle yönlendirmiş, onun halife olacağını ra­zı oluşu ve övücü haber vermesiyle haber vermiştir. Buna dair bir ara yazı yazdırmaya da azmetmiş idi. Sonra müslümanların onu ka­bul konusunda birleşeceklerini bildi de yazı yazdırmayı terk etti. Be­lirli bir kimseyi tayin etmek, ümmeti bağlayıcı gelmeseydi Hz. Pey­gamber (s.a.v.) kafi bir açıklama ile açıklama yapardı. Lakin Ebû Bekir'i belirlediğine dair çeşitli işaretlerle onlara yol gösterince ve onlarda bunu anlayınca maksad hasıl oldu. Bundan dolayı Hz. Ömer b. el-Hattab, muhacirler ile ensarın huzurunda hitab ettiği bir hutbe­sinde şöyle demişti: "Artık aramızda Ebû Bekir gibi; insanların ken­disine teslim olacağı başka bir kimse daha yoktur [247]En son şöyle diyor: "Ebû Bekir'in hilafetinin sahih olduğunun sabit olduğunu, Al­lah'ın ve Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ondan razı olduğunu nasslar gös­termektedir. Müslümanlar da O'na bey'at etmekle, O'nun Allah'ın ve Rasülünün katında üstün olduğunu, hak olduğunu, Allah'ın onu em­redip takdir ettiğini, bildiklerine dayanarak halife olarak seçmişler­dir. Bu ise halifeliğe (emirname yazmaktan) vasiyetten daha beliğ ol­du. Çünkü o zaman hilafetin sabit oluş yolu, vasiyyetle tayin olurdu. Müslümanların, vasiyet-tayin olmadan seçmeleri, nasslarm, müslü­manların yaptıklarının doğruluğuna, Allah'ın ve Rasûlu riün rızasına delalet etmesi, Hz. Sıddik'm, müslümanların hilafete en layık ferdi olduğunu bildiklerine, kendisinde faziletler bulunduğuna delil ol­muştur. Şüphesiz bu da özel bir vasiyyete muhtaç değildi[248]bni Teymiye'nin görüşü şudur: "Hz. Peygamber (s.a.v.)'den, müslümanlar'a kendisinden sonra Ebû Bekir'in halife olacağına dair bir emir gelmemiştir. Ancak müslümanların Hz. Ebû Bekir'den isti­fade edilip diğerlerinden üstün tutulacak bir takım özelliklere sahip olduğundan onu seçeceklerini Allah tarafından bilmekte idi.Hz. Peygamber (s.a.v.)'in, Hz. Ebû Bekir hakkındaki söz ve davranış­ları, Allah'ın O'na razı olduğuna, onun seçileceğine, onun ehil olduğuna işa­retlerdir. Ehl-i idrake bazen işaret sarahatten daha beliğ olur. Eğer Hz. Ebû Bekir hakkındaki nasslar Hz. Ali hakkında olsaydı Şiîler acaba ne yaparlar­dı. Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.v.)'in haber vermesi, Allah'ın öğretmesinden dolayı olduğundan Allah'tan bilmekte idi denmekte. Zira vahyin ve gaybın kaynağı Peygamber veya başka bir kimse değil Allah Teâla dır. (mut.)

 

Tercih Edilen Görüş

Bana göre tercih edilen görüş bu. Çünkü Hz. Ebû Bekirin hilafe tinin nassla sabit olduğunu delillendirmek zor olur. Çünkü Hz. Ebû Bekir'in halifeliğinin nassla sabit olduğuna dair delil getiren Hz. Peygamber (s.a.v.)'in kavil ve fiilleri bu konuyu açıkça ifade etmez. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Ebû Bekir'i insanlara namaz kıldırması için öne geçirmesi halifeliğine ne açık ve ne de gizli bir nass değildir. An­cak ümmete, Ebû Bekir'in Hz. Peygamber (s.a.v.)'e vekil -naib olma­ya eh layık olduğunu göstermekti. Kapıların kapatılıp ancak Ebû Be­kir'in kapısının bırakılmasında da onun üstün olduğuna, değil, ken­disinden, başkasından farklı olduğuna işaret vardır.Vasiyet yazmayı isteyip de terkettiğine dalalet eden hadislere gelince, Hz. Peygamber (s.a.v.)'den bir vasiyet olmadan da müminle­rin seçeceklerini bildiğinden bunu terketti. Bu da vasiyetin olmadığı­na delildir.Aynı şekilde soru soran kadın ile Mustalıkoğulları'nm Enes'i göndermeleri ile ilgili hadislerde idarecinin Ebû Bekir olacağını ha­ber verme söz konusudur. Kadın gelecek ve ondan soracak, Mustalı-koğulları da zekatlarını ona verecek demektir. Aynı şekilde ona uy­ma emri ile ilgili hadis de hilafet konusunda açık nass değildir.Bazı insanların, Hz. Ebû Bekir (r.a.)'in imametine dair nass ifa­de ettiğini zannettikleri hadisler ise ancak Rasûlüllah (s.a.v.)'in va­hiy yoluyla, müslümanların Hz. Ebû Bekir'in, hiç kimsenin benzeye-miyeceği meziyetlerinden dolayı halifeliği üzerine birleşeceklerini bildiğine delildir, başkasına değil. Allah'ın rızasına delalet ettiği gibi. Bu durum sahabenin Allah'ın Ebû Bekir'den razı olduğunu anladık-' larını göstermektedir. İşte bu anlayışa aşağıdaki bilgiler delildir:

1- Sakife Toplatısı: Rasûlüllah (s.a.v.), vefat edince ensar, Beni Saide sofasında halife seçmek için toplandılar. Eğer burada bir nass olsaydı bunun için toplanmazlardı. Vasiyet edilene de hemen bey'at ederlerdi. Halbuki onlar Hz. Peygamber (s.a.v.)'a tabi olmada insan­ların en hırshsıydılar.

2- Hz. Ebû Bekir (r.a.)'in Hz. Ömer ile Hz. Ebû Ubeyde'nin elleri­ni tutup "size bu iki adamdan birisini tercih ettim, hangisini isterse­niz bey'at ediniz."[249] sözü de yine aynı şekilde delildir. Eğer burada da bir vasiyet olsaydı onun için seçim yapılması caiz olmazdı. Vasiyet edilmiş olduğu halde bu durumun da bilinmemesi düşünülemezdi.

3- Hz. Ömer (r.a.)'ın kendisinden sonra müslümanlar için bir ha­life seçmesini isteyince: "...Halife bırakmış olsam, benden daha ha­yırlısı (yani Ebû Bekir) kendine halife bırakmıştır. Sizi (halifesiz) bı­raksam ondan daha hayırlı olan Rasûîullah (s.a.v.) sizi (halifesiz) bı­raktı. [250]demesi bu meselede Hz. Peygamber (s.a.v.)'in kendisinden sonra hiç kimseyi halife bırakmadığına bir nassdır.

4- Yine buna dair delilerden birisi de Hz. Aişe (r.a.) ye aittir:"Rasûîullah (s.a.v.) yerine halife bıraksa, bu zat kim olurdu?" di­ye sorulunca: "Ebû Bekir" dedi. (Ebû Bekir'den) Sonra kim? denildi. Ömer "cevabından sonra kendisine: (Ömer'den) Sonra kim?" dediler. Ebû Ubeyde b. Cerrah"[251] dedi."Eğer halife bıraksa" diye soranın sözü, halife bırakmadığına de­lildir.

5- İmam Ahmed'in İbni Abbas (r.a.)'dan rivayet ettiği hadis:İbni Abbas (r.a.) diyor ki: "Rasûîullah (s.a.v.) vasiyet etmediği halde vefat etti."[252] Bu da, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ne Hz. Ebû Be­kir (r.a.) için, ne Hz. Ali (r.a.) için ne de değerleri için halifelikle ilgili hiçbir vasiyette bulunmadığına açık bir delildir.

6- İmam Ahmed'in Hz. Ali'den rivayet ettiği hadis:Hz. AH diyor ki: "Ya Rasûîullah! Senden sonra kimi emir tayin edeceksin?" denildi. Hz. Peygamber (s.a.v.): "Eğer Ebû Bekir'i emir yaparsanız dünya konusunda zâhid ve emin, ahirete de meyledici bu­lursunuz. Eğer Ömer'i emir yaparsanız, onu Allah yolunda kınayanın kınamasının tesir etmediği, emin ve kuvvetli olarak bulursunuz. Eğer Ali'yi emir yaparsanız onu, sizi sırat-ı müstakime götüren doğ­ru yolu tutan ve doğru yola ileten kimse olarak bulursunuz.[253]Hz. Peygamber (s.a.v.)'in: "Eğer emir tayin ederseniz" sözü hiç kimseyi emir tayin etmediğine delildir. Bunu müslümanlar'a havale etmiştir. Sonra da sahabenin faziletlilerinden bazılarını Ebû Be­kir'den başlayarak saymış, herbirininde kendine özgü, kendini diğer­lerinden ayıran, övülen özelliklerini tek tek açıklamıştır.

Hz. Ali (r.a.) hakkında Nas vardır iddiası

Hz. Peygamber (s.a.v.)'den, Hz. Ali (r.a.)'nin hilafeti ile O'na v siyeti konusunda bir nassm varlığı iddiasının ne kitaptan ne de sün­netten hiçbir delili yoktur. Çünkü öyle bir şey olmamıştır. Ancak bu sözü, müslümanlar m birliğini parçalamak için Yahudi Abdullah b. Sebe[254]uydurmuştur. Şiâ da[255]ondan sonra o uydurma sözü, iddi­ayı a?mış, kendilerine göre imanın aslından saymışlardır. Sonra da o söz üzerinde çok tahrifat yaptılar. Bunu silsile halinde devam ettirdi­ler. Yani her imam, vasiyeti kendinden sonra ehl-i beytten gelen kimseye vasiyet ediyordu. Hz. Peygamber (s.a.v.)'i onlardan her biri­ne bir kerresinde işaretle daha sonra da açıkça nassı ifade etmiş, di­ye iddia ediyorlar. O anlayışlarına ismet, ric'at, gaybı bilme, ikmal-i şeriat gibi nice şeyleri soktular.Bu iddialarına delil getirmek, müslümanlarm cahillerini ve avamlarını kendilerine meylettirmek için Allah'ın aziz kitabına yö­neldiler, mü'minler ile Allah'ın muttaki evliyasını öven genel ayetleri seçerek, o ayetleri Hz. Ali (r.a.)'ye özelleş tir diler.Bu konuda, hadis uyduranlardan ve tarihçilerden çok kimse on­lara galib olmuş, hakkında ta'nedilmiş, sabit olmayan rivayetlerin bazılarım o hadislere katmışlardır.Sonra bunlar, Hz. Ali (r.a.)'nin menakıbı hakkında gelen hadisle­ri tevil ederek, büyük bidatlarına delil getirmek için ziyade yaparak, noksanlaştırarak Rasûlullah'ın sünnetine yöneldiler. İşte bu sebep­ten dolayı çok hadis uydurdular, sonra da onları Hz. Peygamber (s.a.v.)'e yalan ve iftira ile nisbet ettiler. Halbuki Peygamber o sözler­den beridir.Şiâ, Caferi Sadık (r.a.)'a nisbet ettikleri el-Cifru'1-Cami gibi ki­taplar aracılığıyla temiz Ehl-i Beyt imamlarına nisbet ettiler. Ehli Sünnet âlimleri de onlara karşı koydular ve o hadislerin mevzu oldu­ğunu açıkladılar.Onların iddiaları konusunda münakaşa durumunda değiliz. Hem zaten, bu çağda onlarla münakaşa etmek, onlara reddiye yaz­mak gibi konulara dalmak faydasızdır, boş yere vakti zayi etmektir. [256]Buna sebep de şudur, münakaşa esnasında, iki hastanın kendisi­ne müracaat edecekleri ve aralarında hükmedecek bir hakemin yok­luğudur. Müslümanlar, bir münakaşa olunca, aralarında Allah'ın ki­tabını ve Rasûlü'nün sünnetini aralarında hakem kılmalarıyla me­murdurlar.Zira âyette:"İhtilaf ettiğiniz herhangi birşey hakkında hüküm vermek Al­lah'a aittir..." (Şura, 10)Eğer birşey hakkında çekişirseniz onu Allah'a ve Peygamber'e döndürün, eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız..." (Nisa, 59)Sünnete gelince onlar, kitaplarında ve isnadlarında bu saçmalık­lardan beri olan Ehl-i Beyt imamlarından başkasına inanmazlar. Şiâ olmadıkça müslümanların sika olanlarının tarikinden gelen hadisleri kabul etmezler. İşte bundan dolayıdır ki onlarla karşılaşmak ve mü­nakaşa etmek imkansızdır. Ancak muhakeme olunacak asıllar üze­rinde ittifak hasıl olursa olabilir. O asıllar, sahabenin, tabiinin anla­dığı gibi Allah'ın kitabı ve sahih sünnettir.Şiâ, adına "Takiyye"(249) dedikleri iki yüzlülüklerinden dolayı bu­nu tasdikten uzaktırlar. Bu takiyyeleri oldukça, ne kadar zahirde ne­ticeye ulaşılsa bile münakaşalarda ortaya çıkacak sonucun hiçbir kıymeti yoktur. Bu konunun daha iyi anlaşılabilmesi için Cemal Sofuoğlu'nun Hare­ket Dergisinde yayınlanan bir makalesini iktibas ediyoruz, (müt.)

 

Şıanın Hadis Anlayışı

 

İslâmda zuhur eden ilk siyasi fırka Şia'dır. Günümüze kadar varlığını muhafaza eden ve hâlâ aktüalitesini koruyan bu mezhebin hadis anlayışını ana hatlarıyla sunmak istiyoruz.Şiâya göre şer'i hükümlerin kaynağı Kur'an, sünnet, icmâ ve akıl ol­mak üzere dört kısma ayrılır. Hadis, diğer tabirle sünnet, şer'i hükümlerin Kur'an'dan sonra ikinci kaynağıdır. İlk bakışta Kur'an üzerinde herhangi bir ihtilaf sözkomısu olmadığına göre, Ehi-i sünnet ile Şiâ arasındaki bu ih­tilaf nereden ileri gelmektedir. Bunun tesbitinde fayda mülahaza etmekte­yiz.

Şiânm hadis anlayışını bütün açıklığı ile ortaya koyabilmek için, Sün­ni kaynaklarda yeterince yer almayan, fakat Şiâya göre onun doğuşunu ve temelini oluşturan bir hâdiseye özellikle temas etmemiz gerekiyor. Bu Ga-dir-i Hum hadisesidir.

 

GADIR-I HUM HADİSESİ

 

Gadir-i Hum, Mekke ile Medine arasında Cuhfe yakınlarında bir yer­dir.[257] Şiî rivayetlere göre Hz. Peygamber, Veda Haccı dönüşünde burada konaklamıştır. Topluluk konaklayınca Hz. Peygamber memleketlerine bura­dan ayrılacak olanlar gitmeden önce hepsini toplamış ve bir hitabede bulun­muştur.[258] Bu hutbesinde "Allah bana, 'Ey Peygamber sana indirileni tebli­ği et, eğer bunu yapmazsan, onun elçiliğini yerine getirmemiş olursun, Allah seni insanlardan korur. Doğrusu Allah kâfirlere yol göstermez." (Maide, 5/67)Cebrail bana Rabbimden burada şu emri getirdi ki; Ali b. Ebi Talib be­nim kardeşim, vasim, halifem ve benden sonra imamdır. Ey insanlar! Allah onu size veli ve imam olarak tayin etti, ona itaat etmeyi herkese farz kıldı. Ona muhalefet eden mei'un, kim saygı gösterirse merhamete erecektir. Din­leyiniz ve itaat ediniz. Allah mevlanız, Ali ise imammızdır. İmamet bundan sonra onun soyundan kıyamete kadar devam edecektir", dedi. [259]Şiî müelliflere göre Maide sûresinin bu âyeti, Hz. Ali hakkında nazil olmuştur. Şiî müfesir Taberi'ye göre bu âyette tebliğ edilmesi gereken şey, Ali b. Ebi Talib'in hilâfetidir. Hz. Peygamber takiyye için eşi Âişe'den bazı şeyleri gizlemiş, bu yüzden de Cenab-ı Allah onu ikaz etmiştir/[260] Bunun üzerine Hz. Peygamber Ali'nin elinden tutarak havaya kaldırmış ve "Ben ki­min mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır"[261] demiştir. Hatta Hz. Peygam­ber kolunu o kadar kaldırmıştır ki, koltuk altının beyazlığı J)ile görülmüş­tür.[262]Bir başka Şiî müellif bu âyetin sebeb-i nüzulünü şöyle açıklıyor: "Hz. Peygamber Mi'rac'a çıkınca Arş'm altından Ali b. Ebi Talib'in hidayet bayra­ğı olduğunu işitmiş, fakat yeryüzüne inince bunu gizlemiştir. Bunun üzerine Allah, Ali hakkında indirileni tebliğ âyetini göndermiştir.[263]Şiî râviîerin Hasan Basri (Öl. 110/728) den rivayet ettiklerine göre; Cebrail Hz. Peygamber'den namaz mevzuunda ümmetine delil olmasını iste­miş, o da olmuştur. Zekât, hacc, oruç gibi hususlarda delil olduğu gibi Ali'nin velayeti mevzuunda da delil olmasını istemiş, ancak Hz. Peygamber amcasının oğlunu korudu derler ve bana ta'n ederler korkusuyla bunu tebliğ etmemiştir. Adı geçen âyet bunun üzerine nazil olmuştur. Âyette bunun içindir ki 'Allah seni insanlardan korur' denilmiştir.[264] Hz. Peygamber 'Ben ki­min mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır' hadisini bunun üzerine söylemiş­tir. Bu hadisi Haris b. Nu'man adında biri duyunca Hz. Peygamber'e koş­muş, "Ey Muhammed namazı, orucu, zekâtı ve iki şehâdeti emrettin, kabul ettik, buna da razı olmadın amcan oğlu Ali'yi bize veli yaptın, eğer bu Al­lah'tan ise bize söyle", demiş; Hz. Peygamber "Evet Allah'tan", diye cevap verince geri dönmüş ve kendi kendine "Eğer bu gerçekten senin katından ise bize gökten taş yağdır, yahut elim bir azap ver" (Enfal/32) âyetini okumuş­tur. Haris gideceği yere varmadan gökten taş yağmış, Haris'in tepesinden girip altından çıkarak onu öldürmüştür.[265] Bunun üzerine, "Birisi yüksek derecelere sahip olan Allah katından inkarcılara gelecek ve savunulması imkânsız azabı soruyor" (Mearic, /1-3) ayeti nazil olmuştur. [266]Gadir günü Hz. Peygamber ashabına Ali'ye bey'at etmelerini emretmiş onlar da ihlas ve rızaları ile bey'at etmişlerdir. Şiîliğin aslı buradadır. Bey'at işi tamamlandıktan sonra, Hz. Peygamber "Bugün sizin dininizi ikmal et­tim" (Maide, 5/3), âyetini okumuştur. Bu mesut hâdise üzerine sahabiler "Bize ve bütün müslümanlara veli oldun" diyerek Ali'yi kutlamışlardır. Hz.at, 203.Ebu Bekir ve Ömer b. Hattab da bu sahabiler arasındadır. Şair Hasan da bir beyitle görevini yerine getirmiştir.[267]Şiânın hadis anlayışı, kısaca anlatmağa çalıştığımız Gadir-i Hum hâdisesinin temelindedir. Gadir günü bir kısım sahabiler Ali'ye bey'at ettik­leri halde Hz. Peygamberin ölümünden sonra bu ahidlerine uymamışlar, ir-tidat etmişlerdir. İrtidat etmeyen ancak birkaç sahabi vardır.[268] Burada Ehl-i sünnet ile Şiâ arasında büyük bir ihtilaf konusu ortaya çıkmaktadır. Sahabilerin adaleti meselesi. Bu konunun teferruatına girmiyeceğiz.[269] An­cak şu kadarına işaret edelim ki, Şiilere göre birkaç sahabi dışındaki bütün sahabiler sözlerinde durmadıkları için irtidat etmişlerdir ve irtidat edenle­rin rivayet etmiş oldukları hadisler ise kabule şayan değildir, öyleyse, riva­yetleri kabule şayan olan râvileri ve bu ravilerde aranması gereken şartla­rın teshit edilmesi gerekiyor.

 

RÂVİ VE RİVAYETİN ŞARTLARI

 

Şiâya göre bir râvide bulunması gereken şartlardan bazılar şunlardır:

1. Fakihler ve muhaddisler öncelikle ravinin hadisi rivayet ettiği za­man müslüman olmasını şart koşmuşlardır. Yalnız kâfir iken hadis ezberle­miş ise müslüman olduktan sonra bunu rivayet etmesi caizdir. [270]

2. Baliğ olması: Hadis rivayet eden kimsenin, rivayet ettiği zaman baliğ olması gerekir.

3. Akıllı olması: Mecnun kimsenin rivayeti icmaen kabul edilmez.

4. iman: Şiî ulemanın büyük ehemmiyet verdiği önemli bir husustur. Mü'min olmayan bir kimsenin rivayeti kesinlikle kabul edilmez. (İmandan maksat, râvinin İmâmiyye-İsnâ aşeriyye mezhebinden olmasıdır. Muhalifle­rin ve Şiânın diğer mezheplerine mensup kimselerin verdiği haberlerle "amel edilmez. Ancak Şiî İmâmı rivayetle hükmedecek kimse bulunmazsa, o za­man Ehl-i sünnetin ve diğer mezheplerin rivayetlerine bazı şartlarla uyula-bilir diyenler olmuştur. Muhaliflerin rivayeti masum imamlardan birinden ise o zaman ona uymak icap eder[271]

5. Bir kimsenin âdil olabilmesi için bütün günahlardan korunmuş ol­ması şart değildir. Ancak büyük günah irtikâb etmemesi ve küçüklere de İs­rar etmemesi gerekir/[272]Bir râvinin adaleti şu şartlarla bilinir.

a) Devamlı olarak bir arada bulunmakta,

b) Halk ve muhaddisler arasında şöhret bulması ile,

c) Hakkında yeterli delillerin bulunması ile,

d) İki kişinin "o sikadır" yahut "âdildir" demeleriyle.Bunlardan başka şu sıfatları taşıyan râvilerin rivayetleri de makbuldür:

6. Masum imamın muharebede bayrağı eline teslim ettiği kimse. Ma­sum imam bayrağı ancak emin ve güvenilir kimseye verir,

7.  Masum imamın bir kimseden razı olması; bu da o kimsenin sika ve âdil olduğuna delâlet eder.

8. Masum imamın bir kimseyi hasım tarafa elçi olarak göndermesi, bu onun sika ve âdil olduğuna delildir.

9. Masum imamın bir kimseyi şahitlik yapmak üzere göstermesi.

10.  Masum imamın bir kimseyi, bir memlekette yahut bir başka işte görevlendirmesi.

11.  Masum imamın bir kimseyi hizmetçi veya kâtip olarak tutması. Masum imamın bu davranışı o imsenin âdil olduğunu isbat eder.

12. Masum imamın bir kimseye fetva vermek üzere izin vermesi. [273]Rivayeti merdut olan râviler:

1. Bid'at ehlinden olması,

2. Kendi mezhebini te'yid etmesi için küfrü helâl görmesi,

3. Mezhebinin propagandasını yapması,

4.  İmâmiye-İsna aşeriyye mezhebinden olmayışının sebebini açıklasa bile böyle bir râvinin rivayeti kabul edilmez.Râviler üzerindeki bu şartlardan sonra temas etmemiz gereken şu hu­sus kalıyor:

Hadis ve sünnet tâbirleri:Şiî görüşe göre Hadis: Masum imamların sSz, fiil ve takrirleridir. Ma­sum olmayan kimsenin sözleri eser adını alır. Haber ise masumların dışındaki sahabi, tabiin ve tebeu't-tabiinden gelen sözlerdir[274]Başka bir ifade ile hadis, masum olan imamın sözü, yahut onun sözünü ve takriririni hikâye etmektir, demek mümkündür. Ancak aynı fiil ve takririn kendisi hadis de­ğil, sünnettir. [275]Bir sözün hadis olabilmesi için mutlaka masum imama ulaşması şarttır.Durum böyle olunca Şiî hadis musannefleri Hz. Peygamber'in sözlerin­den ziyade, ismetine inanılan imamların sözlerinden meydana gelmiştir, de­nebilir.                                                                                      

 

ŞİAYA GÖRE HADİSLERİN TEDVİNİ

 

Hz. Peygamber'in başlangıçta hadislerin yazılmasına karşı çıktığı, da­ha sorn-a bunu hoş karşıladığı bilinmektedir. Yine bilinmektedir ki, II. halife Hz. Ömer, hadis rivayeti konusunda çok titiz davranmış, hatta bazı sahabe­lerin hadis rivayet etmelerine mâni olmaya çalışmıştır. Şiî müelliflerden Hâşim Maruf, bu durumu "Hz. Ali ve Ehl-i beyt hakkında Hz. Peygam-ber'den vârid olan hadislerin müslümanlar arasında yayılmasından kork­masına" bağlanmaktadır[276]Haşim Maruf, bazı sahabelerin Hz. Peygamber'in hadislerini yazdıkla­rını şüphe ile karşılamaktadır. Bu durumda Hz. Peygamber'den hadis yazan hemen hemen tek kişi yani Hz. Ali kalmaktadır. Hz. Ali'nin Hz. Peygam­ber'in kızı Fatıma'nm zevci olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla Hz. Peygamber sık sık onları ziyaret etmekte, sohbetlerde bulunmaktaydı. Allah'ın Resulü damadının evine her gidişinde konuştuklarını Hz. Ali yazıyordu. Daha açık bir ifade ile Hz. Peygamber söylüyor, Hz. Ali de onları dikte ediyordu. Onun için Hz. Ali'nin sahifesi mevcut hadis kitapları içerisinde en sahih olanıdır. Hz. Ali'nin bu sahifesi daha sonra Buharîye de kaynak olmuştur/[277]Şiî inanca göre, bu kitap masum imamlara intikal etmiş, her imam kendinden sonraki imama bunu devretmiştir^ Bu sahifeyi Hz. Peygamber, Hz. Ali'ye bizzat dikte ettirdiği için onda her şey mevcuttur. Dolayısıyla masum imam­lar her şeyi bilirler[278]Hz. Peygamber her şeyi dikte ettirdiğine göre, Şiânın rivayet ettiği hadislerden şüpheye mahal yoktur. Onlar, Hz. Ali'nin yazdığı gibi imamlara intikal etmiştir. Hz. Ali'nin bu sahifesinde helâl, haram ve in­sanların muhtaç oldukları her şey vardır, hatta bir yaranın diyetinin ne ol­duğu bile[279]Sünni kaynaklar, Hz. Ali'nin bir sahifesi bulunduğunu inkâr değil, bi­lakis iftiharla kaydetmektedirler. Ancak kabulü imkansız olan husus, bu sahifenin mübalağalı bir şekilde büyütülmesi ve onda her türlü bilginin mev­cut olduğuna inanılarak bu bilgilerin de imamlara geçmesiyle imamların her şeyi bilmeleridir. Hz. Ali'nin, "Hz. Peygamber'den Kur'an'dan ve şu sahi-felerden başka bir şey yazmadık", sözü, onun sahifesinin hacmi hakında tahmini bir bilgi vermektedir. Kaynakların bize verdileri bilgilere göre, Hz. Ali'nin bu sahifesinde daha çok feraiz ve fıkıhla ilgili meseleler bulunmakta­dır. [280]Buhari'nin bu sahifeden ne kadar istifade ettiğini kesin olarak bil­miyoruz. Ancak işaret etmek gerekir ki, bu sahife Buhari'ye kaynak teşkil etmişse, Şiilerin Buhari'ye güvenmeleri gerekirdi.Şiî rivayetlerde, hadis sahasında ilk isim olarak Hz. Ali zikredilirse de, Hz. Peygamberin hadislerini ilk toplayan (cem1) kimsenin Ebu Râfi olduğu kaydedilmektedir. Buradan Hz. Ali'nin Hz. Peygamber'den yazdıklarını belli bir tasnife tâbi tutmadığı neticesi çıkarılmaktadır.Bir gün İmam Muhammed Bakırın meclisinde bir mesele üzerinde ih­tilaf vâki olur. İmam Bakır, "Oğlum kalk, Ali'nin kitabını getir", der. Büyük ve hacimli bir kitap getirirler, aradıkları meseleyi orada bulurlar. İmam Bakır, "Bu Ali'nin hattı ve Resûlüllah'ın imlâsıdir", der[281]Şiî inanca göre bu hâdise, Hz. Ali'nin sahifesinin imamların elinde mevcut olduğunu göstermektedir.Şiî müellif Hasan Sadr, "Nereye gidilirse gidilsin, bu kitaptakinden daha güvenilir bir bilgi bulunamayacağını" [282]ileri sürüyor. Ona göre ha­dislerin cem'inde ilk adımı atanlar ve bu sahada öncülük edenler şiîlerdir. Çünkü Hz. Ali, Hz. Peygamber'in devrinde hadisleri yazmış, ondan sonra da şiânın seçkin şahsiyetlerinden Ebu Râfi tedvin etmiş, Kitabu's-Sünen ve'l-Ahkâm ve'1-Kadâya adlı bir eser kaleme almıştır. Ebu Râfi h. 35 yılında ve­fat ettiğine göre, hadislerin tedvininde Şiânın öncülüğü kendiliğinden orta­ya çıkmaktadır. Ebu Râfi'den sonra hadisleri ilk tasnif eden Selman-ı Fârisi'dir. [283]Şiî müellifler arasında Hz. Ali'nin ilk musannif olduğunu söyleyenler varsa da, onun bu tasnifinin Kur'an-ı Kerim olduğu belirtilmektedir. Daha sonra Selman, Ebu Zer, Asbağ b. Nübâte, şiî musannifler olarak kaydedil­mektedir. [284]Ayrıca şiî musannifler arasında ilk mütedevvin ve musannif olarak Hâkim Nisaburi'yi kaydedenler de vardır.Siî anlayışta hadislerin tedvini meselesi, görüldüğü gibi çok erken bir zamanda başlamıştır. Eğer gerçekten durum böyle olmuş olsaydı şu hadis[285] anmfatıLı buna uygun olarak daha erken bir devirde teşekkül etmesi gerekirdi.

 

Şİİ HADİS KİTAPLARI

 

Sünni müslümanlar arasında "Kütüb-i Süte" ne kadar meşhur ve gü­venilir ise şiîler arasında da "Kütüb-i erba" adı verilen eserler aynı derecede Ihemmiyetlidir. Bunlar Kurandan sonra en muteber kıtaplardrr Şıüer nez-iderece ve mertebelerine göre bu eserlerden kısaca bahsetmek ıstıyofuz:

1. el-Kâfi:

Ebu Cafer Muhammed b. Yakub Küleynî. Küleyn, İran'da Rey yakınla­rında bir köydür. Doğduğu köye nisbetle Küleynî olarak tanınan müellifin doğum tarihi hakkında kesin bilgilere sahip değiliz. Babasının bu köyde medfun olduğu söylenir. Rivayetlere göre babası o bölgenin ileri gelen âlimi erin dendir.                                                                            Küleynî daha sonra Bağdat'a gelmiş, iyi bir eğitim ve öğretim görmüş­tür. Zamanının seçkin Şiâ âlimlerinden hadis, tefsir ve diğer İslâmi bilgileri Öğrenmiştir. Şiilere göre gelmiş geçmiş muhaddislerin en büyüğüdür. Bunun için kendisine Sikatu'l-Islâm adı verilmiştir.[286]Şiî inancına göre, büyük âlimler toprakta çürümezler, nitekim Küleynî'nin mezarı açıldığında gömüldüğü gibi, örtüsüyle hiç bozulmadan kaldığı, hatta onun yanına defnedilen bir çocuğun aynı şekilde hiç çürüme-diği rivayet edilir.[287] 328/939 yıllarında vefat eden [288]Küleynî'nin Şiîler nezdinde yüksek bir mevkii vardır. el-Kâfi adlı eseri, usûl ve furû olmak üzere iki kısımdan meydana gelmiştir. Usûl kısmında itikat ve imana taal­luk eden hadisler, furû kısmında ise amel ve ahkâma taalluk eden hadisler yer almıştır. 34 kitap ve 326 babtan meydana gelmiştir. [289]16.000 civarında hadis ihtiva ettiği kaydedilmektedir. [290]eyyid Hasan Sadr, Şiîler arasında el-Kâfi'nin yüksek itibarı bulundu­ğunu Kur'an'dan sonra en sahih kitab olarak kabul ettiklerini, Buhari'ninSahih'ine mukabil bir mevki işgal ettiğini kaydederek Kütüb-i Sitte'de el-Kâfi'deki kadar hadis bulunmadığını ifade ediyor. [291]Şiî hadis anlayışının bariz misâllerini bu kitapta görmekteyiz. Malum olduğu üzere Şiânın görü-şünde Hz. Peygamber'in sözleriyle masum imamların sözleri arasında bir ark yoktur[292]Bu bakımdan el-Kâfi'deki hadislerin büyük bir kısmının se­nedi Hz. Peygamber'e kadar ulaşmamaktadır. Hadis adı verilen haberler ba-zan Hz. Alinin, bazen Muhammed Bakırın, bazan da Cafer-i Sâdık'm sözü olarak karşımıza çıkmaktadır. Müellif, bütün râvilerini güvenilir kabul etti­ği için isnad zincirine gereken önemi vermemiştir.Küleynî'nin 20 yılda meydana getirdiği bu eseri tasnif ederken bazı şartlar tesbit edip etmediğini bilmiyoruz. Şu kadarını söyleyebiliriz ki, mümkün olduğu kadar râvilerin Şiî-İmamî olmasına dikkat göstermiştir.el-Kâfi'den birkaç hadis naklederek eser hakında bir fikir vermek isti­yoruz:"İmam Cafer-i Sadık (a.s) şöyle demiştir: İnsanlar üç gruptur, öğrenen­ler ve döküntüler. Biz, alimleriz, taraftarlarımız (Şiâ) öğrenenlerdir, diğer insanlar da döküntülerdir.[293]"Muhammed b. Yahya, Ahmed b. Muhammed'den o Muhammed b. Si­nan'dan, o da İbn Tayyar'dan, şöyle demiştir; Ebu Abdullah (a.s) dan işittim, şöyle diyordu: Yeryüzünde iki kişi kalsa bile, ikisinden birisi hicret olur.[294]"Cafer-i Sadık, Muhammed Bakırdan rivayet etmiştir: O şöyle demiş­tir: Ebu Abdullah Cedeil müminlerin emirinin yanına girdiğinde; Ey Ebu Abdullah, sana Allah Teâlâ'mn "Kim bir iyilik yaparsa ona daha iyisi veri­lir. Onlar o günün korkusundan emindirler. Kötülük yapan kimseler yüzü­koyun ateşe atılırlar. Yaptıklarınızdan başka bir şeyle mi cezalandırılıyor­sunuz" (Nemi, 80-90) âyetinden haber vereyim mi? Evet yâ Emirelmü-minin, canım sana feda olsun dedim. İyilik velayeti bilmek ve bizim Ehl-i beytimize sevgi göstermektir. Kötülük ise velayeti inkâr etmek ve Ehl-i bey­timize buğz etmektir, dedi ve bu âyeti okudu.[295]el-Kâfi yalnız Hz. Peygamberin değil, Hz. Ali, Muhammed Bakır ve Cafer-i Sadık'm bile söylemesine imkân görmediğimiz söz (hadis) lerle dolu­dur. Bugün, el-Kâfi'deki hadislerin tamamının sahih olmasının mümkün ol­madığını söyleyen Şiî âlimleri vardır. [296]

2. Men lâ Yahduruhu'I-Fakîh:

Şeyh Saduk, Ebu Cafer Muhammed b. Ali b. Babaveyh Kümmî. Şiîler arasında Reisü'l-muhaddisin unvanına layık görülmesine rağmen hayatı hakkında yeterli bilgiye sahip değiliz. Şiî kaynaklarda doğum yeri belirtil­memiştir. Donaldson, Horasan'da doğduğunu kaydetmektedir.[297] Babası Kum'un şeyhi ve fakihi idi. Babasından ve diğer bilginlerden hadis almıştır. Uzun bir süre Kum'da kalan müellif daha sonra (339/950) hadis öğrenmek için seyahate çıkmış, bir çok memleket dolaşmıştır. Bu seyahatlerinde sünni ve şiî muhaddislerden hadis aldığı nakledilir. 355/965 de Bağdat'a gelen Şeyh Saduk, orada Şiâ bilginlerine hadis dersleri vermiştir[298]300 civarında eseri olduğu söylenen müallifin başlıca eserleri şunlar­dır:1. İsbatu'l-Vasıyye, 2. Ahbâru Ebi Zer, 3. Ahbâru Selman, 4. Tefsiru'l-Kur'an, 5. el-Hısal, 6. Belâilu'l-Eimme, 7. Kitabu'l-İtikadât (Bu son eser Doç. Dr. E.R. Fığlalı tarafından tercüme edilerek yayımlanmıştır, 1978), 8. Men lâ Yahduruhu'l-Fakih, Kütüb-i Erbaanın ikincisini teşkil eden bu eser adın­dan da anlaşılacağı gibi fıkhi hadisleri ihtiva etmekte olup, fıkhın klasik bablarına göre tasnif edilmiştir. Ancak kitapta Şiîliğin özelliğini yansıtan bazı değişikliklere râstlamaktyız. Hz. Peygamberin abdest alış şeklim belir­ten babtan sonra Hz. Ali'nin abdest alış şekline ayrı bir bab tahsis edilmiş­tir. Namazın sevabı babında Hz. Peygamber'in kızı Fatrma'nm ismiyle ma­ruf bir namaza dair bab bulunmaktdır. Buna benzer bazı farklılık ve özellik arzeden bablar mevcuttur. Müellif, gerek Hz. Peygamberden ve gerekse Hz. Ali ve diğer masum imamlardan rivayet ettiği hadislerden sonra gerekli gör­düğü yerlerde açıklamalarda bulunmaktadır.Şeyh Saduk, Şiîler arasında "şeyhimiz, fakihimiz, şeriatın hükümle­rinden biri"[299]gibi unvanlarla anılmasına rağmen eseri, el-Kâfi'nin derece­sine ulaşamamıştır. Bunun sebebi el-Kâfi'den daha sonra telif edilmesinde ve müellifinin metodunda aramak gerekir, zannediyoruz. Eserde ekseriyetle hadislerin senetleri hazfedilmiştir. Buna gerekçe olarak isnadın çok uzadığı gösterilmektedir. Ayrıca râvilerinin hepsinin "sika" olması dolayısıyla bunalüzum da görülmemiştir. [300]Kitaptaki hadislerin sayısı hakkında ayrı ayrı rakamlar verilmektedir. Hasan Sadr ve ona dayanarak M. Ebu Zehra 9.044[301] M. Hüseyin Celâl, 5.963 hadis bulunduğunu ifade etmektedir.Müellif eserindeki hadislerin tamamının sahih olduğu iddiasındadır. E. Kasım Hüf, hadislerin hepsinin masum imamlardan sadır olmasının ke­sin olmadığı kanaatinde görünüyor.[302]

3. Tehzîbu'l-Ahkâm ve el-tstibsâr:

Kütüb-i Erbaa'nın son iki eseri Şeyh Tüsî diye meşhur olan Ebu Cafer Muhammed b. Hasan füsî'nindir.Şeyh Tüsi'ye gelinceye kadar Sia uleması arasında fazla ihtilaf bulun­madığı, fakat o Tehzibu'l-Ahkâm ve el-İstibsar'ı derledikten sonra muhtelif hadisler tedavüle çıktığından münakaşa ve ihtilafların arttığı kaydediliyor. [303]460/1067 de vefat eden Tüsi'nin başlıca eserleri şunlardır:

1. Tefsiru't-Tibyan,

2. İddetu'1-Usûl,

3. el-Fihrist,

4. Kitabu'1-Gayb,

5. et-Tehzib,

6. el-İstibsar.

Müellif, Tehzib'in mukaddimesinde bu kitabı yazış gayesini şöyle açık­lamaktadır: "Ashabımızdan bazıları haber (hadis) ler arasındaki zıtlıkların giderilmesi, mezhebimize yapılan hücumların izalesi için beni ikaz ettiler. Şeyhimiz, Ebu Abdullah'tan işittim, Ebu'l-Hüseyn Haruni, Alevi olduğu ve İmanuyeye inandığı halde hadislerdeki bazı ihtilaflar yüzünden mezhebini terkederek bir başka mezhebe geçti. Bu onun bilmeyerek başka bir mezhebi kabul ettiğini ve inancının taklidi olduğunu gösterir. Şeyhimiz, seri mesele­lerde ihtiyacı karşılayacak, mâna yönünden ikna edici, şüphelerden uzak, taharet, tevhid, adi, nübüvvet ve imamet meselelerini ilgilendiren bir kitap yazmak hususunda beni teşvik etti[304]Eserinde muhakkikin Hasan Musevi, yazdığı önsözde Kütüb-i Erbaa arasında eserin büyük bir mevkii bulunduğunu, fayda bakımından ötekiler­den de üstün olduğunu belirttikten sonra, "Ahkâm hususunda bir fakih ara­dığı her şeyi bulabilir", demektedir [305] (Cemal Sofuoğlu)Zeydiyye'den Süleyman b. Cerir şöyle diyor:İmamları, Şiâ için iki görüş ortaya koymuşlar, hiçbir kimse on­lara muttali olamaz:Birincisi (Bedâ; açık görüş): Bir söz açıkladıkları zaman kuvvet, şevket ve zuhur olacak derler. Sonra iş açıkladıklarına göre olmaz. Derler ki: Allah, bu konuda böyle açıkladı.[306]İkincisi: Takiyye. Ne zaman, nasıl isterseler o şekilde konuşur­lar. Bu konuda onlara; "o hak değildir, batıl olduğu, yanlış olduğu or­taya çıktı" denilince, biz onu takiyye olarak söyledik, takiyye olarakyaptık derler[307]Daha faydalı olur diye Hz. Ali (r.a.)'nin halifeliğe Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Osman (r.a.)'dan daha layık ve hakkında nass olduğuna dair Şiîler'in iddialarından uzak olduğuna delalet eden hadislerden bazısını rivayet olarak aşağıda zikredeceğiz:Hz. Ali (r.a.) 'den rivayet edilip, ne kendisine ne. de başkasına nass olmadığına delalet eden hadisler:

İ- Müslim'in -diğerleri de -Ebû't-Tufeyl'e isnad ile rivayet ettiği hadis, Ebû't-Tufeyl şöyle demiştir:

"Hz. Ali'ye soruldu: "Size Rasûlullah (s.a.v.) husûsi birşey söyle­di mi?", Ali (r.a.): "Bize Rasûlullah bütün insanlara genel kılmadığı hiç bir şeyi özel kılmadı. Yalnız şu kılıcımın,kılıfında bulunan müs­tesna dedi ve içinde: "Allah'dan başkası adına hayvan kesene Allah lanet etsin! Arazideki alametleri çalana Allah lanet etsin! Babasına lanet edene Allah lanet etsin! Bidatçı barındırana Allah lanet etsin" cümleleri yazılı bir sahife çıkardı.1[308]

2- Amr b. Süfyan'dan. Diyor ki: Cemel Vak'ası günü Hz. Ali or­taya çıkınca şöyle dedi:

"Ey insanlar! Şüphe yok ki Rasûlullah (s.a.v.) bu emirlik konu­sunda bize hiç bir vasiyette bulunmadı. Ta ki biz de görüş olarak Ebû Bekir'i yerine halife seçmemizi uygun gördük. O da emirliği yerine getirdi, dosdoğru oldu da yoluna devam etti. Sonra Ebû Bekir, görüş olarak Ömer'i halife bırakmayı uygun gördü. O da (hilafeti) yerine getirdi, dosdoğru oldu. Ta ki dini komşu ülkelere hakim kıldı. Sonra kavimler dünyayı isterler, Allah'ın hükmettiği işler de oldu.[309]

3- İbni Sa'd, Tabakat'da şöyle diyor: Bize Veki' b. el-Cerrah Ebû Bekir el-Hüzeli'den, O da Hasan'dan haber verdi. Diyor ki: Hz. Ali, Hz. Peygamber (s.a.v.) vefat edince demiş, biz, idaremiz konusunda baktık, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in, namazda Ebû Bekir'i öne geçirdiği­ni bulduk. Rasûlullah (s.a.v.)'ın dinimiz için razı olduğu kimseye biz de dünyamız için razı olduk.[310]

4- Ebû Vail'den, o şöyle diyor: "Hz. Ali'ye, bize halife bırakmaya­cak mısın? denilmiş. O da, Rasûlulah (s.a.v.) halife bırakmadı M, ben de halife bırakayım. Lakin Allah, insanlara hayırlı olanı isterse, ne­bilerinden sonra kendilerinin en hayırlısı üzerinde topladığı gibi on­ları da kendilerinin en hayırlısı üzerinde toplayacaktır[311]

5- Kays b. Ubbad'dan: Ravi diyor ki: Hz. Ali ile beraberdik, bir meclisde hazır olduğu veya bir tepenin üzerine çıktığı veya bir vadiye indiği zaman dedi ki: "Sübhanallah, Allah ve Rasûlü doğru söylemiş­tir"... Ravi sonunda şöyle demiştir: Ondan sorduk ve dedik ki: "Rasûlullah (s.a.v.) bu konuda sana birşey vasiyet etti mi? Ravi diyor ki: "Bizden yüz çevirdi, biz de ona ısrar ettik. O da bu (ısrarı) görün­ce: "Allah'a yemin olsun ki Rasûlullah (s.a.v.) bana hiçbir vasiyette bulunmadı, ancak insanlara vasiyet ettiği şeyi vasiyet etti. Lakin in­sanlar Hz. Osman üzerinde durdular onu da öldürdüler. Benim dı-şımdakiler o konuda hal ve fiil olarak benden daha sıkıntılı idi. Son­ra bu işe onların en layıkı olduğumu gördüm ve onun üzerine ayağa kalktım. İsabet mi ettik, yoksa hata mı ettik, tabi ki Allah en iyi bi­lendir.[312]Bu nassların hepsi, Rasûlullah (s.a.v.)'ın, kendisinden sonra ge­len hiçbir kimseye ne Hz. Ebû Bekir'e, ne Hz. Ali'ye ne de bir başka­sına halifelikle ilgili bir vasiyette bulunmadığına katî delildir. Ancak kendisinden sonra Hz. Ebû Bekir'i istediğine bunu kabul edip razı ol­duğuna, müslümanlarm, belirtildiği gibi ondan başkasını seçmeye­ceklerini bildiğine işaret olan fiiller ve sözler ortaya çıkmıştır.

 

 Hz. Ali (r.a.) ve Hz. Zübeyr (r.a.)'in Hz. Ebû Bekir (r.a.)'e bey'at etmeleri

 

Hz. Peygamber (s.a.v.)'in vefatından sonra, defninden önce seçi­len Hz. Ebû Bekir'e Hz. Ali ile Hz. Zübeyr'in bey'at ettikleri sahih is-nadlarla sabittir:

1- Ebû Said el-Hudrî (r.a.)'m rivayet ettiği hadis: Ebû Said diyor ki:"Rasûlullah (s.a.v.) vefat etti, insanlar da Sa'd b. Ubade'nin evinde toplanmışlardı. Orada Ebû Bekir ve Ömer de vardı. Ravi şöyle diyor: Hz. Ebû Bekir minbere çıktı, halkın yüzüne baktı, Zübeyr'i gö­remedi. Ravi diyor ki: Zübeyr'i çağırdı, o da geldi ve dedi: "Ben (kendi kendime) Rasûlullah (s.a.v.)'m halasi oğluyum dedim. Üzüntümden dolayı müslümanîardan ayrı kalmayı istedim. Ey Rasûlullah (s.a.v.)'m halifesi! Azarlanacak bir durum yok" dedi, ayağa kalktı ve ona bey'at etti. Sonra (Hz. Ebû Bekir) halkın yüzüne baktı, Hz. Ali'yi de göremedi. Hz. Ali b. Ebi Talib'i çağırttı. O da geldi ve şöyle dedi: "Ben (kendi kendime) Rasûlullah'm (s.a.v.)'m amcasının oğluyum ve kızlarının beyiyim, dedim. Üzüntümden dolayı müslümanîardan ayrı kalmak istedim. Ey Rasûlullah (s.a.v.)'m halifesi azarlanacak bir du­rum yok" dedi ve ona bey'at etti.[313] (Bu rivayetler zayıftır. Sahih ri­vayetlerde altı ay sonra bey'at ettiği rivayet edilmektedir.)

2- Musa b. Ukbe'nin, Sa'd b. İbrahim'den anlattığı menkıbesin­de geçen sözü de bunu takviye etmektedir.Babam bana anlattı ki -babası Abdurrahman b. Avfdır.-Ömer'le beraberdik. Muhammed b. Mesleme, Zübeyr'in kılıcını kır­mıştı. Sonra, Ebû Bekir hitapta bulundu ve insanlardan özür diledi ve dedi ki: "Ben emirliğe hiçbir gün ve gece haris olmadım. Ne gizli ne açık onu da istemedim." Muhacirler sözünü kabul ettiler. Ali ve Zübeyr ise: "Meşverete (çağrılmak)tan geri bırakıldığımızdan başka birşeye kızmadık. Biz zaten Ebû Bekir'in emirliğe insanların en layi-kı olduğunu görüyoruz. Çünkü O (Hira) mağarası (nda Hz. Peygam­berin) arkadaşıdır. Şüphesiz ki biz O'nun şerefini ve durumunu çok iyi biliyoruz. Rasûlullah (s.a.v.), daha hayatta iken O'nun insanlara namaz kıldırmasını emretmişti[314]dediler.Bu konudaki mazeret onlarla müşare ver enin olmamasıdır. El-Maziri'nin dediği gibi: "O, bey'atı geciktirmekle, Ensardan meydana gelebilecek ihtilafa düşmekten korktu[315]) Bu konu Sakife hadisin­de gelecek.Sahihayn'da[316]Hz. Ali (r.a.)'nin, Hz. Ebû Bekir (r.a.)'e Hz. Fa-tıma'nın vefatından sonra -Hz. Peygamber (s.a.v.)'in vefatından altı ay sonra- bey'at ettiği gerçeğine gelince, Hz. Fatıma (r.a.), Hz. Pey­gamber (s.a.v.)'in mirasında (Hayber hurmalığı), kendisinin hakkının olduğunu düşündüğünden Hz. Ebû Bekir'e karşı kalbinde kırgınlık vardı.Halbuki doğru olan nassm gereği bunun aksine idi. Hayber'de-ki arazi sadakası hakkındaki hüküm de böyle idi. Hz. Fatıma (r.a.) Hz. Ebû Bekir'es-Sıddık ile vefat edinceye kadar konuşmadı. Hz. Ali (r.a.) de Hz. Fatıma'nın hatırım gözetmeye ihtiyaç duydu. Hz. Fatı­ma (r.a.), babası Rasûlullah (s.a.v.)'m vefatından altı ay sonra vefat edince, Hz. Ebû Bekir'e Hz. Rasûlullah (s.a.v.)'m defninden önce, ge­çen bey'ata rağmen, bey'atı yenilemeyi uygun gördü. [317]Hz. Fatıma (r.a.), "Bize mirasçı olunmaz" hadisini tevil etmiş, kendi­sinin kıymetli mallarda babasına mirasçı olamayacağı, yiyecek, giyecek, si­lah gibi şeylerde mirasçı olacağını düşünmüştür. Fakat hadisi şerifteki "Al-lahm fey olarak verdiği ..." ifadesi bu tevili reddeder. Bazı alimlere göre Hz. Fatıma (r.a.)'nın miras istemesi, hadisi duymadan öncedir. Vasiyyet ayeti ile delil getirmiş. Ayette mirasçı bir kız ise kendisine mirasın yansı verileceği bildirilmektedir. Müslimin rivayet ettiği hadis: "Bize mirasçı olunmaz, bı­raktığımız sadakadır." Cihad ve Siyer, 56, Hadis No. 1761. (müt.)

 

Hulefâ-İ Raşidin'in Emir Tayini

 

Bundan sonra Hulefâ-i Raşidin'in emir tayini yollarını gözden geçirip tetkik edelim ve ortaya koyalım ki onlardan sonra imamı tes-bitte, tayinde şer'i yolları alıp, amel edebilelim.

 

Hz. Ebû Bekir es-Sıddık'ın Halife Seçimi

 

Buhâri, Ömer b. el-Hattab (r.a.)'dan uzun bir hadis rivayet edi­yor. Hadisin bir kısmı şöyledir:Allah (c.c.)'m Nebi'si (sav) vefat edince, Ensarm bizden ayrı­lıp, Beni Said'e sofasında bütünüyle toplandıklarını, Ali ve Zübeyr'in de bizden, beraberlerindekilerle ayrıldığını haber aldık. Muhacirler de Ebû Bekir'in yanında toplandılar. Ben Ebû Bekir'e: "Kalk, Ensar kardeşlerimize gidelim" dedim. Onlardan tarafa yönelerek kalkıp git­tik. Oraya yaklaşınca onlardan iki salih kişiyle[318]karşılaştık. Kav­min üzerinde birikip toplandığı şeyden bahsettiler ve şöyle dediler: "Size gerekmez, onlara yaklaşmayın, kendi işinize kendiniz hükme­din." Ben de "vallahi onların yanana gideceğiz" dedim. Kalktık gittik. Beni Saide sofasında onların yanma vardık. Bir de baktık ortaların­da elbisesine bürünmüş bir adam. "Bu adam kim? dedim." Onlar da: "Bu, Sa'd b. Ubade" dediler. Ben de: "Ona ne oluyor?" dedim. Onlar: "Sıtma ateşi var" dediler. Biz biraz oturunca, onların hatipleri[319]kelime-i şehadet getirdi. Allah'a lâyıkıyla hamd-ü sena etti. Bundan sonra şöyle hitap etti:"Bizler Allah'ın Ensar'ı ve İslâm'ın büyük ordusuyuz. Siz -Muha­cirler topluluğu- ise Mekke'deki kavminizden bize yürüyüp gelmiş bir azınlıksınız. Böyle iken onlar bizi aslımızdan koparmak ve bizi emir konusunda yalnız bırakmak istiyorlar," dedi.Hz. Ömer şöyle söyledi: "(Ensar'm hatibi) susunca ben konuşma­yı istedim. Daha evvel, beğendiğim ve Ebû Bekir'in önünde takdim etmek istediğim bir hitabe hazırlamıştım. Ebû Bekir'e gelen öfkenin bir kısmını ondan defetmeye uğraşıyordum. Konuşmak istediğim za­man, Ebû Bekir bana: "Yumuşak ol!" dedi. Ben de O'nu Öfkelendir­mek istemedim. Ebû Bekir'in kendisi konuşmaya başladı. O Öfke anında benden daha halim ve daha vakarlı idi. Allah'a yemin olsunki Ebû Bekir benim hazırlamamda hoşuma giden hiçbirşeyi terket-medi. O konuşmasına başlamasında, doğru olan görüşü belirtmekte benim hazırladığım hitabenin benzeri yahud ondan daha üstün olan bir konuşmayı susuncaya kadar sürdürdü. Bu konuşmasında şunları söyledi:"(Ey Ensar topuluğu!) Sizler, kendinizde hayır bulunduğunu zik­rettiniz, sizler bu hayrın ehlisiniz. Fakat şu halifelik işi Kureyş'den olan şu Muhacirler topluluğundan başkasında asla tanınmayacaktır. Bu Kureyş topluluğu, neseb bakımından en üstünü, yurt bakımından en ortasıdır. Ben sizler için şu iki adamdan birine bey'at etmenizi teklif edip, buna razı oldum. Şimdi bu ikisinden istediğinize bey'at ediniz!" dedi.Ömer dedi ki: "Bundan sonra Ebû Bekir, aramızda otururken benim elimi ve Ebû Ubeyde b. el-Cerrah'ın elini tuttu. Ben onun söy­lediklerinden bundan başkasını kerih görmedim. Vallahi benim öne geçirilip de boynumun vurulması, bir günahdan dolayı benim boynu­mun vurulmak istenmesi -bana içlerinde Ebû Bekir'in mevcud bulun­duğu bir kavme emirlik yapmaklığımdan- daha sevimlidir. Ancak ölümüm sırasında şeytanın telkiniyle nefsimin bunu bana süsleyip güzel göstermesi hali müstesnadır ki ben şu saatte onu vicdanımda hissetmiyor ve bulmuyorum."Bu sırada Ensardan bir sözcü (Habbab b. el-Münzir) şöyle dedi: "Bizler emirlik ağacının faydalanılacak olan aslıyız, köküyüz. Biz En­sar topluluğundan bir emir, sizlerden de bir emir olsun ey Kureyş ce­maati" dedi.Bunun üzerine farklı sözler çoğaldı ve sesler yükseldi, hatta ben bir ihtilâf çıkmasından korktum da hemen:"Uzat elini ya Ebû Bekir" (sana bey'at edeyim) dedim.O da elini uzattı. Ben de ona bey'at ettim. Benden sonra Muha­cirler sonra Ensar, Ebû Bekir'e bey'at ettiler. Biz böylece Sa'd b. Uba-de'ye karşı çabuk davranıp galebe sağlamış olduk. Onlardan bir söz­cü: "Sizler Sa'd b. Ubade'yi öldürdünüz". Hz. Ömer dedi ki: Bu sözcü­ye karşı ben, (Hilafet işine mani olmaya çalıştığı için) "Allah Sa'd İb-ni Ubade'yi öldürsün"! dedim [320]Hz. Ömer şöyle söylüyor:Allah'a yemin ederim ki bizler, o zaman meşgul olduğumuz bu devlet başkanlığı müzakeresi ve Ebû Bekir'e bey'at edilmesi işinden daha önemli hiç bir iş ve meşguliyet bulamadık. Biz Ensar topluluğu­nun bizlerden ayrılıp bey'at etmemelerinden ve bizden sonra kendile­rinden birine bey'at etmelerinden korktuk.Bu takdirde ya bizler razı olmamamıza rağmen onlarla bey'atle-şecek, yahut da onlara muhalefet edecektik. Böylece büyük bir fesat olacaktı. Artık bundan böyle müslümanların istişaresi ve rızaları ol­maksızın her kim bir adama bey'at edecek olursa (insanlar tarafın­dan, ne o bey'at eden adama, ne de onun bey'at ettiği adama) ikisinin de öldürülecekleri korkusundan bey'at olunmayacaktır. (Onun için hiç bir kimse bey'at olunmaya ve kendisi için bey'atın- Ebû Bekir'e vaki olduğu gibi- tamam olacağına tamah etmesin"[321]Kaynakların belirttiği gibi bu birinci biattir. Muhacir ve Ensann (r.anhum) büyüklerinin ve fâzıl olanların birinci biatidir. Sonra ikin­ci biat takib edecektir. O da; minberde iken müslümanların mescidde bulunduğu zaman herkesin genel biatidir.Buhâri, Sahihi'nde Enes b. Malik (r.a.)'den rivayet etmiştir. Enes (r.a.), Hz. Ömer'in (r.a.), minberde oturduğu zaman son hitabe­sini işitmiş. Bu da Hz. Peygamber (s.a.v.)'in vefatından bir gün son­rasında idi. Keiime-i şehadet getirdi. Ebû Bekir ise susmuş konuş­muyordu. Dedi ki: Rasûlullah (s.a.v.)'m, bizi idare etmesi için, yaşa­masını arzu ediyordumBununla Peygamber'in (s.a.v.) vefatının kendilerinden sonra olmasını istiyordu.- Hz. Muhammed (s.a.v.) öl­müş ise sizin aranızda bir nur (Kur'an) bırakmıştır ki, onunla Al­lah'ın Muhammed (s.a.v.)'e hidayet ettiği doğru yolu bulacaksınız. Şüphesiz Ebû Bekir (r.a.) de Rasûlullah (s.a.v.)'m arkadaşıdır. İkinin ikincisidir (mağarada iken) O sizin işlerinizi idare etmeye en layık kimsedir. Öyle ise kalkınız ve ona biat ediniz, dedi. Onlardan bir taife Beni Saide sofasında bundan önce biat etmişlerdi. Genel biat minber üzerinde iken oldu.Zührî diyor ki: Enes b. Malik, Ömer'in, Ebû Bekir'e o gün ısrarla "minbere çık!" deyip durduğunu işitmiş ve nihayet Ebû Bekir (r.a.) minbere çıkmış insanlar da toptan O'na biat etmişlerdi[322]İbni Kesir diyor ki: "İbni İshak şöyle demiştir: Sonra Ebû Bekir konuştu, Allah'a lâyıkı ile hamd ve sena etti. Şöyle dedi: "Ey insan­lar! Sizin en hayırlınız olmamama rağmen size idareci kılındım: İyi yaparsam bana yardım ediniz, eğer kötü yaparsam beni düzeltiniz! Sıdk, itimad ve emniyettir, yalan ise emniyet ve itimada karşı bir su-istimaidir. Sizin yanınızda zayıf olan onun namına hakkını alıncaya kadar o, benim nazarımda kuvvetlidir. Sizin katınızda kuvvetli olan da, inşaallah hakkı ondan alıncaya kadar benim yanımda zayıftır. Ci­hadı bir kavim terketmeyedursun, terkederse Allah onları zilletle yardımdan mahrum bırakır. Ahlaksızlık bir millet içinde yayılıp umi-mileşmeye görsün, Allah onları genel bir açlık ve kıtlığa duçar eder. Ben Allah'a ve Rasûlü'ne isyanda bulunmama müteakip artık bana hiçbir surette itaatta bulunmamanız gerekir. Haydi şimdi namaza kalkın ki, Allah size merhamet etsin!"

 

Sonuç:

 

Bu, Hz. Ebû Bekir'in hilafeti ile ilgili bey'atı hakkında gelen ri­vayetlerin özetidir. Bizim, bu rivayetlerin bütününden, konumuzla il­gili şu neticeler çıkarabiliriz.

1- Hz. Peygamber (s.a.v.)'in kendisinden sonra gelen halifeyi, ya­ni idareyi üzerine alacak kimseyi haber verse bile açıkça tayin etme­miştir. Bunda da, imam seçimini, kendisinden sonraki müslümanlara bıraktığında işaret vardır.

2-  Hz. Ebû Bekir'in bey'atı, Muhacirler ve Ensarın büyükleri arasında müşavere edildikten sonra tamamlandı. Bunda, kendilerine Ehl-i Hal ve'l-Akd denilen kavmin ileri gelenleri, ulemâ ve reislerinin seçimiyle icra edildiğine işaret vardır. Ehl-i hal ve'1-akda ait tafsilatlı bilgi inşaallah yakında gelecek.

3-  Halifenin seçimine tam icmâ şart değildir. Sa'd b. Ubade (r.a.)'ın muhalefetinin zararı olmadığı gibi, kavmin bazısının muhale­feti icmaya zarar vermez.

4- Hz. Ebû Bekir (r.a.) için olduğu gibi, seçilen halifeye bey'atın önce ehl-i hal ve'l-akd tarafından sonra da müslümanlarm geneli ta­rafından yapılması meşrudur.

5- Hz. Ali (r.a.) ve Hz. Zübeyr b. el-Avvam (r.a.)'ın[323]-bazı riva­yetlerde [324]zikredildiğine göre- Hz. Peygamber'in teçhizinden dolayı seçimden geri kalmaları suretiyle, seçimde bulunmamalarının zarar vermediği gibi, her ne kadar bundan sonra bey'at etmiş olsalar da, seçimde ehl-i hal ve'1-akdin hepsinin hazır olması da şart değildir.

Bu noktalar ışığında, hilafetin akdine ait birinci yol bizim için açığa çıkmış oluyor. Birinci yol, Dört Halife (r. anhum)'ye ait tarihi arz ettikten sonra izah edeceğimiz ehl-i hal ve'l-akd tarafından yapı­lan seçimdir.

 

Hz. Ömer (r.a.)'in halife seçilmesi

 

Hz. Ömer (r.a.)'in hilafetinin akdolunmasma gelince, onun hali feliği-bir ölçüde- farklı bir yol ile sabit olmuştur. Bu yol da, aynı şe kilde geçen delillere göre şer'idir. Bu halifeyi tayin yoludur.İbnu'l-Cevzi diyor ki:"El-Hasen b. Ebi'l-Hasen (r.a.)'dan rivayet edilmiştir. Buna göre, Hz. Ebû Bekir ağırlaşıp, vefat edeceği ortaya çıkınca insanlar toplan­dı. Hz. Ebû Bekir (r.a.) dedi: "Gördüğünüz duruma düştüm, kurtula­cağımı zannetmiyorum. Allah bey'atından yeminlerinizi salıverdi. Sizden olan düğümümü çözdü, idare işinizi size geri verdi. Öyleyse sevdiğiniz kimseyi üzerinize emir tayin ediniz. Eğer ben hayatta iken üzerinize bir emir seçerseniz benden sonra ihtilaf etmemeniz için bu daha uygundur." Bu mesele için ayağa kalktılar, işe koyuldular. Fa­kat kendileri için doğru bir şey ortaya çıkmadı. Halifeye: "Bize bir yol göster, Ey Rasülallah (s.a.v.)'m halifesi" dediler. Hz. Ebû Bekir dedi ki:"(Birşey söylersem) Belki ihtilafa düşerseniz." Onlar: "Hayır" dediler. Hz. Ebû Bekir: "Razı olduğunuza Allah'a söz veriyor musu­nuz?" dedi. Onlar; "Evet" dediler. Hz. Ebû Bekir ise: "Bana mühlet verin, Allah için, dini için, kulları için (kim daha uygun olur) bir ba­kayım" dedi. Hemen Ebû Bekir (r.a.), Hz. Osmaab. Aftan (r.a.)'a (bi-risini) gönderdi. (O da gelince) Hz. Ebû Bekir O'na: "Bana (halife ola­bilecek) bir adamı işaret et! Vallahi senin bu işte benim yanımda eh­liyet ve mevkiin var," dedi. Hz. Osman (r.a.) ise: "Ömer", dedi.Hz.Ebûbekir: "Yaz!" dedi. O da yazdı, ta isme kadar geldi ve bayıldı. Sonra kalktı ve: "Ömer'i yaz" dedi.[325]

Anlatıldığına göre, Hz. Ebû Bekir (r.a.) halife seçmek istediğin­de, İbni Sa'd'm, Vâkidi'den, O da İbni Ebi Sebure'den, O da Abdulme-cid b. Sehl'den, O ise, Ebû Seleme b. Abdurrahman'dah zikrettiğine göre ravi diyor ki -başka yolları da zikretti-: Ebû Bekir es-Sıddık, hastalığı şiddetlenince[326]Abdurrahman b. Avf ı çağırdı. Ona: "Bana Ömer b. el-Hattab hakkında bilgi ver" dedi. Abdurrahman b. Avf ise: "Sorduğun her işi benden daha iyi bilirsin" dedi. Ebû Bekir: "Acaba öyle mi?" dedi. Abdurrahman b. Avf: "Vallahi O, senin düşündüğün­den daha da üstündür," dedi. Sonra Osman b. Affan'ı çağırdı. O'na: "Ömer hakkında bana bilgi ver," dedi. O ise: "Ondan en iyi haberi alan sensin," dedi. Hz. Ebû Bekir: Öyle ise ey Abdullah'ın babası söy­le. Hz. Osman: "Allah'ım! O'nun hakkında bildiğim şu; Onun içi dı­şından daha üstün, bizim aramızda onun gibisi yoktur", dedi. Ebû Bekir: "Allah sana merhamet etsin vallahi eğer onu terketsen sana karşı çıkmam" dedi. O, ikisiyle birlikte Said b. Zeyd, Ebû'1-Aver, Useyd b. el-Hudayr ve bu ikisinin dışında Muhacirlerden ve Ensar-dan olan kimselerle müşavere etti. Üseyd: "Allah'ım! içi dışından da­ha üstün, kızılacak şeye kızan, razı olunacak şeye rıza gösteren seç­kin birisini ona bildir! Bu emir işini ondan daha kuvvetli hiç kimse üzerine alamaz," dedi.Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ashabından bazıları, Abdurrahman ile Osman'ın Ebû Bekir'in yanına girdiklerini, onunla yalnız kaldıkları­nı işittiler. Hz. Ebû Bekir'in yanma girdiler. Onlardan bir sözcü şöyle dedi:"Rabbin sana, Ömer'i bize halife bırakmandan sorarsa ne dersin, halbuki sen O'nun katılığını görüyorsun?" dedi. Ebû Bekir: "Beni oturtun, dedi. Beni Allah ile mi korkutuyorsunuz? Kim, sizin idare­nizde zulüm yaparsa, zarara uğrar. Ben de derim ki: "Allah'ım! Ben onlara senin ehlinin en hayırlısını halife bıraktım. Sana dediğim şeyi senden geride kalanlara ulaştır." Sonra yanı üzere yattı ve Osman b. Affan'ı çağırdı. O'na yaz! dedi."Bismillahirrahmanirrahim. Bu, Ebû Bekir b. Ebi Kuhafe'nin ömrünün sonunda dünyadan ayrılırken, kâfirin inanacağı, fâcirin ya-kinen anlayacağı, yalanlayanın tasdik edeceği, ömrünün sonunda yaptığı vasiyyetidir. Benden sonra sizin üzerinize Ömer b. Hattab'ı halife bıraktım, onu dinleyin ve itaat edin. Ben, Allah'a, Peygamber (s.a.v)'e, dinine, kendime ve size, en hayırlı olanı seçtim. Eğer yolunu değiştirirse, herkesin günahtan kazandığı kendisine aittir. Ben sade­ce hayrı istedim. Ben gaybı bilemem. Zâlimler de nasıl bir inkılap ile devrileceklerini bilecektir. Vessalamu aleyküm ve rahmetullahi ve-beraktüh." sonra yazmayı emretti, o da yazdı mühürledi.Sonra bazıları şöyle dediler:   .Hz. Ebû Bekir bu yazının başını yazıp, Hz. Ömer'in zikri kalın­ca, bir kimsenin ismini vermeden önce kaldırıldı. Hz. Osman, "size Ömer b. Hattab'ı halife bıraktım" diye yazdı. Hz. Ebû Bekir iyileşip kalkınca: "Yazdığın şeyi oku!" dedi. O da ona okudu ve Ömer b. Hat­tab'ı söyledi. Ebû Bekir, Allahu Ekber, dedi ve devam etti: "Senin korktuğunu görüyorum, eğer nefsim bu baygınlığım anında (Rabbi-me) yönelseydi (yani ölseydim) insanlar ihtilafa düşerlerdi. Allah, se­ni ve ehlini İslâm'dan dolayı hayırla mükafatlandırsın! Vallahi sen buna şüphesiz,ehilsin." Sonra Hz. Osman, mühürlü olarak ahidna-meyi çıkardı. Beraberinde Ömer b. Hattab, Üseyd b. Said el-Kurezi vardı. Hz. Osman insanlara: "Bu ahidnamede olan kimseye bey'at eder misiniz?" dedi. Onlar: "Evet," dediler. Bazıları ise: "Biz onu bili­yorduk", dedi. İbni Sa'd o söyleyene: "O, Ömer'dir, bunu bütün olarak ikrar edin, O'na razı olun ve bey'at ediniz," dedi.Sonra Ebû Bekir, Ömer'i yalnız olarak çağırdı ve O'na tavsiye edilecek şeyleri tavsiyede bulundu. Sonra da yanından çıktı. Ebû Be­kir ellerini uzatarak kaldırdı ve: "Allah'ım bununla ancak onların maslahatlarını istedim, onların üzerine fitneden korktum. Onlar hakkında senin bildiğin şeyle amel ettim, onlara reyimle ictihad et­tim. Onların başına, onların hayırlısını, en kuvvetlisini ve onları ir­şada en haris olanını idareci kıldım. Bana senin emrinden gelen geldi (ölüm geldi), benim onlar hakkında hayırlı halef kıl. Onlar senin kul­ların, kullarının da ileri gelenleridir. Kendi elinle onları düzelt.'Onu da rahmet Nebisinin şeriatına, nebisinden sonra gelen salihlerin yo­luna tabi olan Hulefa-i Raşidin'den kıl, halkını da ıslah eyle.[327] di ye dua etti.Hz. Ömer (r.a.)'e yapılan bey'attan çıkarılan neticeleri şu şekilde özetlememiz mümkündür:

1- Muayyen bir şahsa halifeliği bırakmanın cevazı,

2-  Halifeyi tayine azmetmeden Önce, ehl-i hal ve'l-akd ile müşavere etmek,

3- Kendisine vasiyet edilen halife için akdin yazılması,

4-  İmamın tayini için vasiyet kâfi değildir. Mutlaka kendisine vasiyet edilen imama beyât gerekir.

 

Hz. Osman (r.a.)'m halife seçilmesi:

 

Buharı, Sahih'inde, Amr b. Meymûn'dan, Hz. Ömer (r.a.)'in ya­ralanmasının tafsilatını anlatan uzun bir hadis rivayet edilmiştir. O'nu önce evine taşıdılar, sonra da yanına girip hilâfet konusunda: "Ey mü'minlerin emiri! Vasiyet et, yerine halife bırak," dediler. [328]O da: "Bu emir meselesine layık olanı, Rasûlullah (s.a.v.) vefat ederken razı olduğu şu kimseler arasında buluyorum: Ali, Osman, Zübeyr, Talha, Sa'd ve Abdurrahman."[329]Hz. Ömer şunu da söyledi: "Abdul­lah Ibni Ömer de sizlerle hazır bulunsun. Fakat ona bu halifelik işin­den hiç birşey yoktur (rey hakkı olmayacak)". -İbni Ömer hazır bu­lunsun sözü teselli gibiydi.- Eğer emirlik Sa'd'a isabet ederse, o bu işin ehli ve yeridir. İsabet etmezse, sizden hanginiz emir yapılırsa Sa'd'm yardımını istesin. Çünkü ben Sa'd'ı Küfe valiliğinden acizli­ğinden ve hıyanetinden dolayı almadım..." Ravi diyor ki: Hz. Ömer'in defni bitince şûra heyeti toplandı. Abdurrahman: "Seçmedeki reyinizi kendinizden gönül hoşluğu ile üç kişiye veriniz!" dedi. Bunun üzerine Zübeyr: "Ben seçim işimi Ali'ye tahsis ettim," dedi. Talha: "Ben seçim işimi Osman'a tahsis ettim." Sa'd b. Ebi Vakkas: "Ben seçim işimi Abdurrahman b. Avf a tahsis ettim," dedi. Bunun üzerine Abdurrah­man, Ali ile Osman'a:"Hanginiz emirlikten (adaylıktan) feragat ederse bu seçim işiyle meşgul olmayı ona verelim. Allah ve müslümanlar onu gözetleyici şa­hittirler. Onlar bu işe kimin daha elverişli olduğunu şüphesiz daha iyi görür ve bilirler," dedi. Ali ile Osman sustular. Bunun üzerine Ab­durrahman iki arkadaşına:"Öyleyse bu seçim işiyle uğraşmayı bana havale ediyor musu­nuz? Allah üzerimde şahittir ki, ben sizin en faziletlinizi seçmekte kı­saltma yani eksiklik yapmayacağım," dedi. Onlar da "evet" dediler. Bunun üzerine son akdedilen toplantıda Ali'nin* elini tutarak: (Ya Ali!) Kesinlikle bilirsin ki, senin Rasûlullah (s.a.v.)'e hısım­lığın ve İslâm'da kıdemin var. Allah üzerinde (murakıb)dır. Yemin ol­sun ki, eğer ben seni emir seçersem, İslâm Ümmeti üzerinde muhak­kak adalet yaparsın. Yine yemin ederim ki eğer Osman'ı seçersem, muhakkak sen onun da sözlerini dinler ve emirlerine itaat edersin," dedi.Sonra Abdurrahman b. Avf diğerine, yani Osman'a dönerek Ali'ye söylediğinin benzerini söyledi. Abdurrahman onların her iki­sinden de bu suretle söz aldıktan sonra Osman'a:"Ya Osman, elini kaldır" dedi ve Ona bey'at etti. Ali de Osman'a bey'at etti. (Sonra kapılar açıldı) Medine ahalisi de içeriye girdi ve Hz. Osman'a bey'at etti.[330]Bazı rivayetlerde hilafetin sadece Hz. Osman (r.a.) ile Hz. Ali (r.a.) arasında olduğudur:"Abdurrahman b. Avf, insanlarla o ikisi hakkında istişareye kalktı. Müslümanların görüşünü, insanların önde gelenleriyle, hayır-lılarıyla bazen beraberce, bazen ayrı ayrı, bazen ikili, bazen baş başa, bazen toplu olarak aldığı oluyordu... Abdurrahman, bu konuda üç gün üç gece koşturdu. Uykunun çoğunu, ancak ya namaz, ya dua ve­ya istihare veya insanların görüş sahiplerine danışma ile geçiriyordu. (Neticede) Osman. b. Affan'a denk bir kimseyi bulamadı.[331]İşte böylece Hz. Osman (r.a.)'a bey'at, sahabe (r. anhum)'ün icmâsıyla tamamlandı. İmam Ahmed (r.a.)'in dediği gibi: "Hz. Os­man'ın bey'atı üzerine birleştikleri gibi hiç kimsenin bey'atı üzerine birleşilmemiştir. [332]Bu bey'attan çıkarabildiğimiz netice şudur:Muayyen bir takım şahsa vasiyet etmek, belli bir tek şahsa vasi­yetten daha hayırlıysa bu caizdir. İbni Teymiye (r.a.) de altı kişiden belli bir kişiyi tayin etmemenin sebebini, ihtilaf ve çekişmenin mey­dana gelmemesi olarak görüyor. Çünkü Hz. Ömer (r.a.) altı kişideki fazileti birbirine yakın görmüştü. Aynı şekilde, bir tek şahsı tayin edince müslümanların imamıyla bu şekilde idarenin güzel olmayaca­ğını görüyordu. O zaman (bir tek şahsı tayin etseydi) Hz. Ömer veba­li, kendisine nisbet ederek kendisini mesul kılıyordu. İşte bu kusur­dan korkarak, belli bir kimseyi tayin etmekten çekindi.[333]İbni Battal ise, -İbni Cerir'in naklettiği gibi- şu görüştedir: Bu prensipte, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in halife bırakmayı terkedip devlet başkanlığı işini müslümanlara bırakma prensibi ile, arkadaşı Ebû Bekir (r.a.)'in halife bırakma prensibinin arasını birleştirme vardır. Şöyle diyor: Hz. Peygamber (s.a.v.)'in fiili olan, tayini terk tarafını al­mak ve Ebû Bekir (r.a.)'in fiili olan, halife tayini tarafını almak ona dair nass olmasa bile [334]halife tayini ile seçim arasını birleştiren bir yoldur.

 

Hz. Ali (r.a.)'nin halife seçilmesi.

 

Raşid Halife Hz. Osman (r.a.)'ın şehid edilme hadisesinden son­ra müslümanların saflarında ihtilaf ortaya çıktı. İbni Teymiyye'nin dediği gibi önceden gerçek anlamda hiçbir çekişmenin olmaması iti­bariyle halifeliğe dair ortaya çıkan çekişmenin ilki budur. Ancak Sa-kife toplantısında cereyan eden hariç. Onda da bir araya geldiler ve neticede ittifak ettiler. Böyle olana çekişme denmez. [335]Huzeyfe (r.a.)'nin dediği gibi: "O -Hz. Osman'ın şehid edilme hadisesi- fitnele­rin ilkidir, sonuncusu da Deccal'm fitnesidir.[336]Tarihçilerin bazısı ile maksadlı kimselerin Sakife olayını "İmamet üzerine korkunç bir felaket ve birbirleriyle boğazlaşma" şeklindeki tasvirlerinin hiçbir gerçekçi dayanağı yoktur.Hz. Ali (r.a.)'nin halifeliğe tayini, kendinden öncekilerin karşı­laşmadığı birçok zorluklarla karşılaştı. Bunlardan bazıları: Hz. Os­man'ın şehid edilmesi, katillerin Hz. Ali'nin safına girmesi, müslü­manların bazısının kısas talebi, Şam ehlinin Hz. Ali'ye yapılan biati [337]kabul etmemeleri, Talha, Zübeyr, Aişe gibi sahabe büyüklerinin bazılarının hurucu (karşı çıkış hareketi) dur.Şimdi Hz. Ali (r.a.)'nin halife tayiniyle ilgili olayın tamamını gö­relim. el-Hallâl şöyle diyor:"Bana Muhammed b. Ali b. Mahmud haber verdi. O şöyle dedi: Bize Ebû Bekir el-Esram bahsetti- bize kendi kitabından imlâ ettirdi-Bize Ebû Abdillah bahsetti, bize İshak b. Yusuf bahsetti. O da bize Abdulmelik, Seleme b. Kuheyl'den, O da Salim b. Ebi'l-Ca'd'den, O Muhammed b. el-Hanfiyye'den bahsetti diyerek O şöyle dedi: Hz. Os­man muhasarada iken ben Hz. Ali (rh.a)'nin yanında idim. Ona bir adam geldi ve: "Mü'minlerin emiri Öldürülmüş," dedi. Hz. Ali (r.a.) kalktı. Muhammed şöyle dedi: Ondan korkarak belinden yakaladım. O da "Anasız kalasıca beni bırak!" dedi. Ve Adam öldürülmüş, diye­rek evine geldi, içeri girdi ve kapıyı kapattı. İnsanlar ona geldiler, kapıyı dövdüler, yanma girdiler ve dediler: Bu adam (Hz. Osman) Öl­dürülmüş dediler. Hz. Ali (r.a.)ya hitaben: Mutlaka insanlara bir ha­life gerek, hilafete senden daha lâyık bir kimse bilmiyoruz. Hz. Ali onlara: "Beni istemeyin, ben size vezirim, size benden daha hayırlı emir gerek". Oradakiler: "Hayır! Vallahi hilâfete senden daha layıkı-nı bilmiyoruz," dediler. Hz. Ali: Eğer benim üzerimde diretirseniz ba­na bey'at gizli olmaz. Mescide çıkarım, kim bana bey'at etmeyi ister­se bana bey'at eder," dedi. Mescide çıktı, insanlar da ona bey'at etti. Ebû Abdullah da şöyle diyor. Bu sözleri bizzat kendisinden işittim. Ne acaip sözlerdi[338]Bir rivayette de: "Abdullah b. Abbas şöyle diyor: Gürültü çıkar endişesiyle mescide gelmesini uygun bulmadım. O ise illa mescid di­ye diretti. Girince Muhacir ve Ensar geldi, bey'at etti. Sonra da diğer insanlar bey'at etti[339]Ibni Kesir şöyle diyor:Seyf b. Ömer, bir grup hocasından nakletti. Onlar dediler ki, Me­dine'de Osman'ın öldürülmesinden sonra beş gün kaldım. Gelenlerin emirleri kendilerine, emirlik yapmaya icabet edecek kimseyi arıyor­lardı. Şehirliler, Hz. Ali üzerinde ısrar ediyorlardı. O ise onlardan oraya buraya kaçıyordu. Küfeliler Zübeyr'i arıyorlardı, fakat onu bu­lamıyorlardı. Basralılar Talha'yı arıyorlar, Talha ise onlara icabet et­miyordu. Aralarında şöyle dediler; Üç kişiden başkasını emir yapma­yacağız. Sa'd b. Ebi Vakkas'm yanına gittiler ve: "Sen şûra ehlinden-sin" dediler. O ise onları kabul etmedi. Bu sefer Ibni Ömer'e gittiler, O da onlara karşı diretti. Onlar ise emirleri konusunda ateşli idiler. Sonra dediler: Hz. Osman'ın katledilmesi sebebiyle emirsiz olarak şe­hirlerimize dönersek insanlar emirleri konusunda ihtilaf ederler. Biz bunu doğru görmüyoruz. Neticede yine Hz. Ali'ye müracaat ettiler, onun üzerinde ısrar ettiler. el-Eşturu'n-Nehai elini tuttu ve O'na bey'at etti. Bu Zilhiccenin 24 Perşembe günüydü. İnsanların, bu mü­racaatlarından sonra hepsi: Emirliğe ancak Ali uygundur, dediler. O da cuma günü olunca minbere çıktı, önceden bey'at etmeyen herkes ona bey'at ettiler.[340]Seyf, Ebû Harise Mihrez el-Abşemi'den, O, Ebû Osman.Yezid b. Useyd el-Gassani'den rivayet etti. O ikisi şöyle dediler: Hz. Osman'ın öldürülmesinin beşinci gününün Perşembesi olunca Medine ehli top­landılar, Sa'd ve Zübeyr'i dışarda,. Talha'yı ise bahçesinde buldular... Medine ehli toplanınca Mısır ehli onlara: "Siz şûra ehlisiniz, halifeyi siz seçersiniz, sizin yaptığınız ümmet üzerinde geçerlidir. Kendiniz için tayin edeceğiniz bir adam araştırınız, biz de size uyalım."Çoğunluk şöyle dedi: Ali b. Ebi Talib'e razıyız..." Hz. Ali ise: "Be­ni bırakınız, benden başkasını arayınız" dedi... Onlar ise: "Sana Al­lah'a yemin verdiriyoruz, fitneyi görmüyor musun? Allah'dan kork­muyor musun?" dediler. Hz. Ali ise: "Ben size bu konuda icabet ettim ve bildiklerimi uygulayacağım, eğer beni bu konuda yalnız bırakırsa­nız ben de sizin gibi davranırım. Ancak idareyi kendisine bırakacağı­nız kimseye, sizin en iyi dinleyeniniz ve en iyi itaat edeniniz olurum," dedi. Bunun üzerine ayrıldılar. Bir gün sonra buluşmak üzere sözleş­tiler. Cuma günü sabah olunca insanlar mescidde hazır oldu. Hz. Ali geldi, minbere çıktı:"Ey insanlar! Müsaadenizle, bu iş sizin işinizdir, kimsenin onda hakkı yoktur, ancak sizin halife seçtiğiniz kimsenin hakkı vardır. Dün bir iş üzere ayrılmıştık. Eğer aynı şeyi istiyorsanız işte sizin için oturdum, yoksa hemen bu işten vazgeçerim," dedi. Onlar da: "Biz dünkü ayrıldığımız karar üzereyiz," dediler[341]Böylece Hz. Ali' (r.a.)'ye bey'at tamamlandı. Fakat araya giren fesadcıların varlığı başağntmaya [342]sebep oluyordu. Müslümanlar arasında ayrılık baş gösterdi, meşhur Cemel vakası meydana geldi. Muaviye ve Şam ehli, Hz. Osman (r.a.)'m intikamı alınıncaya kadar itaat etmeyeceklerini ilan ettiler. Hz. Ali (r.a.) de onlara karşı ordu­suyla yürüdü, Sıffm ve diğer harpler meydana geldi. Hz. Ali (r.a.)'nin arkasındakiler Hakem olayından sonra ikiye ayrıldılar. Hariciler O'na karşı çıktı. Hz. Ali de onlarla harp etti. Hz. Ali (r.a.) zamanında fitneler çoğaldı.Bu araştırmada bizim için önemli olan bey'atın tamamlanma yb-ludur. Bu da, Hz. Ebû Bekir'in imametinin sabit olduğu seçim yolu­dur. Çünkü Hz. Osman (r.a.) kendisinden sonra gelen hiçbir kimseyi yerine halife bırakmadı. [343]Kendisinin şehid edilme hadisesinden sonra insanlar, imamsız kalmış oldular. Ta ki ehl-i hal ve'l-akd ima­mı seçdi, Hz. Ali'nin imametini uzun müşavereler ve münakaşalar­dan sonra akdettiler.Hz. Osman (r.a.)'dan sonra imamlık iddia eden hiçbir kimsenin olmadığı, Hz. Ali (r.a.)'nin de imamete ısrarlı olmadığı, imamlığı fit­nelerin artmasından korkarak ısrarlardan sonra kabul ettiği gözlen­mektedir. Bununla birlikte Hz. Ali (r.a.), fitnelerden de kurtulamadı.

İMAMIN TAYİN EDİLİŞİ

 

Hulefâ-i Raşidin'in halife olma yollarım kısaca tarihi seyrisinde sergiledikten sonra bu yolların ışığında bize imamet için sabit olan şer'i yollan çizmemiz mümkün olacaktır. Şer'i yollar sadece ikidir:

 

Birinci Yol Seçim

 

Ehl-i hal ve'1-akd'ın uyguladığı, Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ali'nin ha­lifeliğinin gerçekleştiği yoldur.

 

Seçimin Önemi

 

İmamet, gaye değil, vasıtadır. En geniş manasıyla emr-i bi'l ma'-rufu ve nehy-i ani'l münkeri yerine getiren bir vasıtadır. Bu, İslâm ümmeti'nin bütün ferdlerine vâcibdir. Bu genel vacibi eksiksiz uygu­lamanın yolu, ancak müslümanlarm kendilerini yönetecek imam ta­yininden sonra mümkün olabilir. İşte bundan dolayıdır ki, bütün üm­met, kendilerine vâcib olan bu büyük hedefi gerçekleştirmek için, ita­at ve inkıyad yularının kendisine teslim edildiği imamı seçmekle me­suldür. İmam bu ümete ancak bir nâibdir ve vekildir. İslâm nazarın­da imamın, ayrıcalıklı bir alameti, büyük bir şerefi, diğerlerinden farklı bir sıfatı yoktur. Bu naibin seçim mesuliyeti ümmetin kendisi­ne aittir. Çünkü imam, ümmete naibdir. Ümmet ise bölgelerde ve şe­hirlerde ayrı ayrı durmakta, kuvvetlisi var, zayıfı var; maslahatı bi­len var, cahili var; akıllısı var; akılsızı, heva sahibi, garaz sahibi gibi şeylerle birlikte salih ile fâsıkın ayırt edilmesi, bu ve bundan başka emanetlerin taşınması ve kavranılması zor olan farklılıkları var. İşte bundan dolayı, bu alandaki mesuliyet ümmetin akıl sahipleri, ulemâsının ve ileri gelen fazilet sahibi kimselerinin boyunlarının borcudur. Zira, Allah'ın vacib kıldığı bu şer'i vacibi uygulamaya ehil gördükleri kimseyi seçecek olan da onlardır. Vâcib olan görev de, Al­lah'ın şeriatını yeryüzünde uygulamak, yeryüzünün bütün yerleşim bölgelerinde emr-i bi'l marufu ve nehy-i ani'l münkeri yapmaktır.İşte bu sebeple, yeryüzüne insanî hilâfetin yüklerini omuzlama­ya, Allah'ın vâcib kıldığı şeyi edaya ümmeti götürebilmesi için üm­metin gemini elinde bulunduracak kimseyi seçmede ümmetin önemi ortaya çıkıyor.Bu arada, Allah'ın kitabıyla, razı olduğu şekilde ümmeti idare edecek kimseyi seçmeleri için kendilerine emânetin yüklenildiği, me-

suliyetin teslim edildiği ve kendilerine itiinad edilen kimseler olan -ehl-i hal ve'l-akd- ümmetin akıllılarının da önemi ortaya çıkmış olu­yor.Bu topluluk- ehli hal ve'l-akd-; a) Müslüman! ar'm ferdlerinden bir ferd olamamaları cihetinden, b) Ümmetin önderliğini yapacak kimseyi seçme cihetinden, c) Bu büyük makama ehil olacak kimseyi seçmeleri için kendilerine itimad edilme ve ümmete vekalet etme ci­hetinden, d) En uygun olanı seçmede gayret etmedikleri zaman seç­tikleri kimse ile birlikte Allah'ın huzurunda günahta ortak oldukları cihetinden, mesuliyet taşımaktadırlar.Ümmetin ulemâsı, akıllıları ve en faziletlilerinin bu mesuliyeti­nin ağırlığım bilmeleri, bunların seçim işini yapmaları, iyice düşü­nüp taşındıktan ve araştırdıktan sonra nefislerinin, nevalarının, şah­si tamahkârlığın, kabile ve mezhep taassubunun kandırmasından, lekelemesinden uzak olacak, özellikle de bunun yanında seçecekleri kimseyi bildikleri zaman inşaallah başarılı ve isabetli olacaklardır. Müslümanlar üzerine de genel olarak bir çok hak ve görev gerekli olacak, seçilen imama, Allah'a isyanın dışında itaat etmek ümmetin bütün fertlerine vâcib olacaktır. Bunlardan herhangi birşeyde kusur işlerse seçen topluluk, -ehl-i hal ve'l-akd- münasib gördüğü kimseyi seçmede kendileri gayret göstermedikleri takdirde imamın günahına ortak olacaktır.

Geçen şeylerin hepsi, bu seçim yolunun önemini bize göstermek­tedir. Seçim yolu, yolların doğruya en yakın olanıdır. Seçim yolu, ha­life bırakmanın, halife tayin edilen kimseyi ehl-i hal vel akdm uygun görmesine bağlı olması itibariyle, İslâm şeriatında imamı seçmek için asıl yoldur.

Bu yolun, meşruluğu sünnet ve icmâ ile sabittir.

 

Sünnet'den deliller:

 

1- Hz. Peygamber (s.a.v.)'in fiili: Kendisinden sonra gelen halife­ye dair hiçbir açık nass ifade etmeden vefat etti. Ancak gördüğümüz gibi halife olacak kimseyi haber verdi. Buna delil olan da, zikri daha önce geçen Hz. Ömer'in şu sözüdür:Halife bırakmış olsam, benden daha hayırlısı (Yani Ebû Be­kir) kendine halife bırakmıştır. Sizi (halifesiz) bıraksam, benden da­ha hayırlı olan Rasûlullah (s.a.v.) sizi (halifesiz) bıraktı.[344]Bundan ortaya çıkan gerçek, bizi şu sonuca götürmektedir. O da Hz. Peygamber (s.a.v.)'in -geçtiği gibi- imam tayinini vâcib kılmasıdır ve kendisinden sonra -belli hiçbir kimseye de- vasiyet etmeden vefat etmiş olmasıdır. İşte bu da mutlaka seçimin meşru olduğuna delildir.

2-  Senden sonra kimi emir tayin edeceksin? denilince Hz. Pey­gamber (s.a.v.)'in verdiği cevabı:"Eğer Ebû Bekir'i emir yaparsanız, O'nu dünyaya karşı zâhid ve emin, ahirete de rağbet eden, meyleden kimse olarak bulursunuz. Eğer Ömer'i emir yaparsanız, O'nu kuvvetli, emin, Allah yolunda kı­nayanın kınamasının tesir etmediği kimse olarak bulursunuz. Eğer Ali'ye emirliği bırakırsanız, O'nu, sizi sırat-ı müstakime götüren, doğru yolu tutan, doğru yola ileten kimse olarak bulursunuz. Bundan çıkan sonuç şudur. Şayet seçim caiz olmasaydı, filanı emir yaparsanız şöyle şöyle yapar, filana da emirlik verirseniz şöyle şöyle bulursunuz sözünü söylemezdi.

3- Geçtiği üzere, Hulefây-ı Raşidin (r.a.)'nin fiili, biz onların sün­netlerine tabi olmak, Ebû Bekir (r.a.) ile Ömer (r.a.) uymakla emro-lunduk. Hz. Ömer (r.a.) diyor ki: "Her kim meşveret yapmadan müs-lümanlardan herhangi bir adama bey'at ederse, onun bey'atı kabul edilmez. O bey'at eden de, bey'at edilen de kendilerini öldürülme teh­likesine atmış olurlar[345]

 

icmâdân delil:

 

Tarihe kısa bir bakışla, sahabenin, Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Ali (r.a.)'yi seçmelerinin mahiyetini görmüş olduk. Rivayetler, hiçbir kimsenin bu yola itiraz edip muhalefet ettiğini zikretmemi ştir. Bu da onların icmâına delildir. Bu icmâ, ulemâdan Nevevî ve diğerlerinden nakledilmiştir. Müslim'in Sahih'ine yazdığı şerhinde Nevevî şöyle de­miştir: "İslâm âlimleri, hilafetin, önceki halifenin yerine halife tayin etmesiyle halife olabileceği üzerinde ve Önceki halifenin yerine kim­seyi bırakmadığı zaman ehl-i hal ve'l akd'in birisini halife seçmele-riyle [346]de halife olabileceği üzerinde icma etmişlerdir.Bu'konuda ancak Rafiziler muhalefet etmiştir. Çünkü bu, kendi inandıkları delillere ters düşmektedir. Bundan dolayı da ona tenkit yöneltmektedirler.Bizce, bu seçimi yapan ehl-i hal ve'1-akddır. Öyleyse, ehl-i ha ve'l-akd kimlerdir? Onlarda bulunması gerekenşartlar nelerdir? Bel­li bir sayıda olmaları şart mıdır? Görevleri nelerdir? diye sormamız, soruşturmamız gerekir.

 

Ehl-İ Hal Ve'l-Akd

 

Dinde, ahlâkta, insanların hallerini, işlerini düzenlemeyi bilme­de, belli bir dereceye ulaşan insanlardan bir topluluktur. Onlara ehl-i ihtiyar, ehli şûra, ehl-i re'y ve ehl-i tedbir ismi verilmektedir. Ulema­nın bazıları şöyle de tarif etmişlerdir:"Onlar, âlimler, reisler, üzerlerinde insanların kolaylıkla birleş­tiği şan ve şeref sahipleridirler.[347]'Bu isimler, bu cemaat hakkında ifade edilen isimlerden bazılarıdır.Ümmetin dini ve dünyevi maslahatlarına bakmak bu topluluğa bırakılmıştır. Maslahatlardan birisi de müslümanların imamının se-çilmesidir, bu önemli makamı üzerine almaya müsait olanların halle­rine iyiden iyiye bakıp düşünmek ve bu konuda gayret etmektir. Bu makamı üzerine almaya uygun olanı görür iseler, Allah'ın Kitabı ve Rasûlü (s.a.v.)'nün sünnetine göre, o kimseye bey'at ederler, masiyet olmayan hususlarda da itaat ederler. Bu topluluk, bütün ümmetin yerine vekâleten imamı seçme işini yürütür. Onlar, sırf kendilerini değil bütün ümmeti temsil ederek seçim işine girişirler. Bundan do­layı ehl-i hal ve'l-akd, imama bey'at ederken ümmetin diğer ferdleri-ne de imama bey'at etmek ve itaat etmek vaciptir[348]

 

Ehl-İ Hal Ve'l-Akd'ın Görevleri

 

Kur'an'dan âyet: "Ey müminler! Allah'a itaat ediniz! Rasûle ve sizden olan ulu'l-emr'e itaat ediniz!..." (Nisa 59)

Ulu'1-emr, âlimler ve idarecilerdir.Başka bir âyette: Şayet onu 'Peygambere (s.a.v.) ve onlardan (mü'minlerden) emir sahip (ulu'l-emr)'lerine döndürmüş (onlara müracaat etmiş) olsalardı o (haberi) arayıp yayanlar bunu elbette onlar­dan öğrenirlerdi..." (Nisa, 83)Sünnetten gösterilen delil ise, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in şu sözü­dür: "Kavimlerine, haklarında olan şeylere vekâlet etmeleri için bana kendinizden on iki başkan çıkarın (seçin)!" Bu, İkinci Akabe Bia-tı'nda Ensar'a söylenmişti.[349]

 

Ehl-İ Hal Ve'l-Akd'ın Sayısı

 

Ulemâ, insanlardan bu gruba girmeye ehil olabilecek kimsede bulunması gereken şartları belirlemiştir. Bu şartlar ikiye ayrılmak­tadır:

Birincisi: Genel İdarecilik Şartları:

 1- İslâm:

Bu, İslâm beldelerindeki her idareci hakkında temel şarttır. Müslüman olmayan kimsenin idareci olması caiz değildir. Bu hüküm şu âyetten alınmıştır: "Allah, kafirlere, mü'minler üzerinde (hakimi­yet için) bir yol kılmayacaktır..." (Nisa, 141) Çünkü hiçbir kâfir, hiç­bir Mmüslüman üzerinde idareci olamaz. İbnu'l-Münzir diyor ki:"Kendisinden ehl-i ilim diye bahsedilen herkes, kâfirin, müslü-man üzerinde idareci olamayacağınaicmâ etmişler.[350]Çünkü müslümandan başkasına itaat etmek, ta'zim etmek ve hürmet etmek vâcib değildir. Zaten Allah, kâfiri küfrü sebebiyle zelil kılmıştır. Öyleyse, müslümanlarm işlerinden hiçbir şeye kâfirin ida­reciliği caiz olamaz. İbnu'l-Kayyım (r.a.) diyor ki:"Madem ki birisini idareci yapmak, onu dost edinmektir. Kâfirleri idareci yapmak da onları dost edinmenin bir çeşididir. Allah (c.c.) onları idareci edinenin onlardan olacağına hükmetmiştir. İman, ancak onlardan uzak olmakla tamam olur, onları dost edinmek on­lardan uzaklaşmaya aykırıdır. Onları dost edinmek ile onlardan uzak olmak ebediyyen bir arada bulunamaz. Bir kimseyi idareci kıl­mak onu yüceltmektir. Zaten kâfir küfrüyle zelildir. Bu iki durum ebediyyen birleşmez. İdarecilik dostluk bağıdır. Bu ise kâfire karşı beslenen düşmanlıkla ebediyyen birarada bulunamaz.[351]

2- Akıl:

Akılsızın idareciliği caiz değildir. İster akılsızlık buluğa ermemiş küçüklükten dolayı olsun, ister aklın tamamını yok eden veya nok-sanlaştıran bir arızadan dolayı olsun birdir. Bir kimsenin iyiyi kötü­yü ayırdetmesi hususunda akıl etkilidir. Akılsıza, müslümanlarm iş­lerinden hiçbir şey verilmediğine göre, halife seçme görevi nasıl veri­lir?                                                              

3- Erkek olma:

İslâm hukukçularından bir çoğu, genel idarecilikte erkek olmayı şart koşmuşlardır. Bu, şu âyetten çıkarılmaktadır:"Erkekler kadınlar üzerine yöneticidirler. Çünkü.Allah kimini kiminden üstün kılmıştır, çünkü erkekler (kadınlara) mallarından harcamaktadırlar..."(Nisa, 34)Bir de, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e: İran halkının, Kisra'nm, kızını kendilerine melik seçtikleri haberi ulaşınca: "İşlerini bir kadınin eli­ne bırakan kavim asla felah bulmaz.Il[352]diye buyurması da bir delil­dir. Çünkü idare işlerinde erkeklerin meclislerine girmek ihtiyacı olur. Bu ise kadınlara mahzurludur. Çünkü idarecilikte görüşün kâmil olmasına, aklın ve zekânın tamam olmasına ihtiyaç vardır. Zi­ra kadın aklı, çoğunlukla noksan ve görüşünün isabetliliği azdır. Ka­dının mahrem yerlerine, ayıplarına ancak kadınların muttali olabile­ceği konular hariç, kadınların yanında bir erkek olmadıkça bin tane kadın da olsa kadınların şahidlikleri kabul edilmez.Kadınlara nisbet edilen akıl azlığı, görüş zayıflığı, kendilerine arız olan haller ve durumlar zamanlar itibariyledir. Kadınların akıl azlığı her kadın için değildir, her zaman için de değildir. Nice kadınlar vardır ki er­keklerden daha akıllıdır. Kadınların akıllarının yaratılış itibariyle zayıflığı söz konusu değildir. Yetiştirilrnediği akılları ilim ve tefekkürle çalıştırılma­dığı, kadınların doğumda muhafaza edilmedikleri, hayırda kontrol edileme­diği kritik zamanlarda ilim ve iman zayıflığından dolayı meydana gelen can sıkıntısı, stresler hep aklı zayıflaştırmakta noksanlaştırmaktadır. O anlarda kadının çalışması kâmilce olmamaktadır. Aynı durum erkeklerde de olsa -yaratılışta olan haller hariç- kadın gibi aklı tam çalışmaz, görüşü isabetli olmaz. İdarecilik ise âyetle erkeklere verilmiştir. Bu konuda erkekler kadın­lardan üstün kılınmıştır. Erkeklerin kadınlardan üstünlüğü mutlak değil­dir. Bazı konularda ve durumlarda erkekler kadınlardan, bazı konular ve durumlarda da kadınlar erkeklerden üstündür, (müt.)Şüphesiz Allah, kadınların yanıldıklarını ve unuttuklarını şu âyet-i celilesiyle uyarmaktadır:Eğer iki erkek yoksa, razı olduğunuz şahidlerden bir erkek iki kadın (şahidlik etsin) ta ki kadınlardan biri unuttuğunda diğeri ona hatırlatsın.,." (Bakara, 282)İbni Kudame, el-Muğnî adlı kitabında şöyle diyor[353]"İşte bundan dolayıdır ki, ne Peygamber (s.a.v.), ne halifelerden birisi ve ne de sonradan gelen bir kimse katiyyen kadını hâkim ola­rak tayin etmemiştir. Bize ulaşana göre, hiçbir beldenin idareciliğini de vermemiştir. Eğer bu caiz olsaydı, bu zaman içinde mutlaka bir kadın idareci bulunurdu."Mahkemede ve küçük yöneticilikte kadın bulunmayınca, büyük yöneticilikte ve ehl-i hal ve'1-akd'da olmaması daha evlâdır.Yeni yasaların bir çoğunun kadının dışarı çıkmasına ve parla­mentolarda temsilci olarak bulunacağına, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e Akabe Biatm'da temsilci olarak gelen kadınların bey'atları delil ola­rak ileri sürülmektedir. Yoksa kadının idareci olarak erkekleri yö­netmesi söz konusu olmasa gerek. Kadınların, erkeklerin yöneticisi ve hâkimi olamayacakları, kadın âlimlerden, kadın mürşidlerden, yazarlardan, hatîbelerden istifade edilmemesi, kadın fâkihlerden so­ru sorulmaması demek değildir. Erkek ve kadın ne için yaratılmış iseler çoğunlukla yaratılışlarına uygun, farklı oldukları konularda da farklı olarak İslâm'ın genel umdelerine ters düşmemek şartıyla isti­fade edilebilirler. Zaruret, maslahat veya ihtiyaç gibi genel meclisle­re iştiraklerinin zaruri ve bunun da İslâm'ın onlara verdiği haklar­dan olduğunu haykırarak söylemelerine itibar edilmez. Çünkü onlar bu meseleye saf İslâm'ın gözlüğüyle bakmıyorlar, yoksa hak çok aşikârdır. Onlar, kadına, şark veya dinsiz batı akımlarıyla bakıyor­lar. Onlar, batılılar ve onların medeniyetleri karşısında can çekişen, bozguna uğramış ve za'fa düşmüş bir konumdalar. Sonra da gelirler, nassları te'vil ederler ve Kur'an'ın maksadının dışına koyarlar. Kav­ramları yerlerinden tahrif ederler, ta ki nevalarına uygun olsun diye. Sonra da peygamberlerin gönderildiği İslâm budur, derler.

 4- Hürriyet

idarecilik şartlarının en aşağısında da hürriyet, temel bir şart­tır. Ehl-i hal ve'l akd hakkında ise tam bir hürriyet gereklidir. Ehliyetin mükemmel oluşu onlar hakkında şarttır. Çünkü o, başkasının kölesidir, nasıl efendisine ve diğer insanlara idareci olabilir?İmamu'l-Haremeyn diyor ki: İlimlerde, yarış edebilecek seviyede olsalar bile "bu emr yani imameti akdetme ve seçim işi kölelere bırakılmaz."[354]Bu şartın, varolduğunu Câbir (r.a.) hadisi göstermektedir. Cabir (r.a.) diyor ki: Bir köle, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e hicret etmek üzere bey'at etmeye geldi. Hz. Peygamber (s.a.v.) ise, onun köle olduğunu bilmiyordu. Efendisi onu istemeye geldi. Hz. Peygamber (s.a.v.), onu bana sat, dedi ve onu iki siyah köle karşılığıda satın aldı. Ondan son­ra bir daha (bu köle midir?) diye sormadan köle almadı."[355]Bu, bey'atta hürriyetin şart olduğuna delildir. Ehl-i hal ve'l-ak-dın önemli işi, halifeyi seçmek ve ona bey'at etmektir. İşte bu da, ehl-i hal ve'l-akd hakkında hürriyetin şart olduğuna delildir.

İkincisi: Özel Şartlar:

Bu geçenler, İslâm devletinde idareciliklerin bütününde olan ge nel şartlardır. Özel şartlara gelince öncekilere ek olarak:

5- Adalet:

Adalet; insan nefsinde yerleşmiş, insana büyük-küçük günahlar­dan sakınmayı, kişiliği öldüren mubahların bazısından kaçınmayı gerektiren bir durumdur. İşte bu şarta binâen fâsıkı idareci edinmek caiz değildir, şahidliğe engel bir noksanlığın bulunduğu kimsenin de idareci edinilmesi caiz değildir.Adaleti şart koşmanın sânından birisi de, adaleti tercihte üm­met ferdlerini sağlamlığa itmesidir. Bu şartların kendisinde kemaliy­le bulunduğu kimselerin vasıtasıyla halifenin seçilmesi, insanların adalet konusunda sağlam olmasına ve adalete uymasına sebep olur. Adalet, yaygın hale gelmekle yerleşir. İmam Nevevî (r.a.), diyor ki: "Her kimin adaleti ilim ehli arasında şöhret yapmış,[356] övülmesi de yaygın hale gelmiş ise, onun bu durumu adalet konusunda kâfidir."

6- İlim:

Ehl-i hal ve'l-akd hakkında, halife seçiminde kendilerini ehil kı­labilecek belli bir bilgi seviyesine ulaşmış olmaları şart koşulmuştur.Mâverdi bu konuda şöyle diyor:"Seçim ehli hakkında muteber olan şartlar üçtür: a) Şartlarını cami olan adalet, b) Muteber şartlara göre imamete müstehak olan kimseyi bilmeye ulaştıracak olan ilim[357]Cüheynî de şöyle diyor:[358]"Seçimi tayin eden, seçimi yapacak kimse, bu işe uygun kimse­nin özelliklerini bilen kimse değilse, ehil olmayan kimseyi ehil olanın yerine koyabilir Yanlış tercihiyle ona zarar verebilir. İşte bu sebeple­dir ki avam, bu işe dahil edilmemiş, basiret ehlinden de sayılmamış­tır."Burada ilimden, müctehid olması gibi belli bir derece için bir sı­nırlamaya gelince, gerçek olan içtihadın şart olmamasıdır. Zira her asra münasib olan ne ise o olmalıdır.

7- Görüş ve Hikmet:

Şeriat hükümlerini bilmeye ek olarak, ehl-i hal ve'1-akdm, insan­ların tabiatlarını, devlet ihtiyaçlarını bilen isabetli bakış, doğru gö­rüş sahibi olanlardan seçilmiş olması, hilâfeti üzerine almaya en uy­gun olanı seçebilmek için yeterli bir temyiz gücüne sahip olması şart koşulmuştur.Mâverdi diyor ki:"Şartın üçüncüsü, imamete en elverişli olanı seçmeye, maslahat­ları en sağlam ve en iyi bir şekilde gözetmeye götüren görüş sahibi ve hikmet ehli olmaktır.[359]Bu şartlar, kendilerinde bulunması gereken seçim ehlinin şart­larıdır.Demokrasilerde âlimlerle câhillerin oyları birdir. Görenle körün bir tutulması, duyanla sağırın bir tutulması, yürüyenle duranın bir tutulması gibi. 51 cahilin 49 âlime hükmetmesi, kandırılan 51 cahilin, mazlum 49'a hakim kılınması demektir. Seçim ehli, ancak avamın, arkasında yürüdüğü, sıfatları belirtilen ehl-i hal ve'l-akd olanlardır. Devlet başkanı seçimi, sözle­riyle, fiilleriyle, ortaya koyduğu eserleriyle, bölgesindeki itibarı ve etkinli­ğiyle kendisini kabul ettirmiş olan seçkinler tarafından yapılabilir, İmam tayinini geciktirmede günahkâr olacakların ilki onlardır. Mâverdi diyor ki:"Bu işin uygulanılması ihmal edildiği zaman, insanlardan iki gu­rup günahkâr olur. Birinci grup: Ümmete imamı seçecek olan seç­menler, ikinci grup: Kendilerinden birisini imamete geçirecek olan imamet ehli (Halife adayları)[360]Yukarıdaki açıklamalarımızdan ortaya çıkan sonuca göre bütün ümmet günahkâr olur. Çünkü imam seçimi, tayini ve tesbiti farz-ı ki-fay eler dendir. İmam tesbitini, seçimini bir kısmı yapmazsa hepsi günahkâr olur.Seçimde başkentlilerin diğerlerine üstünlüğü varmıdır?Alimlerden bazısı, önceki imamın oturduğu ve içinde öldüğü baş­kentte oturan seçim ehlinin, yeni imamı seçmede, kendilerinin dışın­daki diğer şehir ve geri bölgelerdeki seçim ehli olmadan da özel bir mesuliyet taşıdığını kabul ediyorlar. Çünkü kendileri, haberin ilk olarak ulaştığı kimselerdir. Çünkü imamete elverişli olan kimse, sayı bakımından başkentte, diğer beldelerde mevcut olanlardan daha çok olur. Mu'tezile'den olan Cübbâî de bu görüşe katılmıştır. Ve şöyle di­yor: "İmametin tayin işi, imamın içinde Öldüğü şehir ehline vâcibdir. Bunun vâcibliğine onlar, uzakta olanlardan daha lâyıktırlar.[361]Fakat bu görüş, diğer âlimlere göre makbul değildir. Ebû Ya'la şöyle diyor: "Bu beldede bulunan kimsenin, diğer belde ehli üstünde öncelik üstünlüğü yoktur. Ancak imamın beldesindeki kimse, ima­mın ölümünü ilk bildiği gibi imamet akdini de bilir. Çünkü imamete uygun, olanlar kendi beldesinde mevcutturlar.[362] Mâverdi de, bu özelliğe şer'an değil örfen itibar etmiştir. Ebû Ya'la'nm az önce zik­rettiği sebepleri zikretmiştir. İbni Hazm da bu görüşe şunları ekle­miştir: "İmametin akdi, ancak imamların oturduğu yerde ve imamın yanında bulunanların akdiyle sahih olur" sözü yanlış bir sözdür ve bu görüş ehlinin de hiçbir hücceti yoktur. Kur'an'dan, Peygamber (s.a.v.)'in sünnetinden ve mütteki ümmetin icmâsmdan uzak olan dindeki her görüş kesinlikle bâtıldır. Gerçek olan, ancak kendile­rinin akdiyle sahih olur demiyorlar, şöyle diyorlar: "Onlar, bunun va-cibliğine uzakta olan kimselerden daha evlâdır."Ben derim ki: Bu, ulaşım vasıtalarının ve naklin zor olduğu asır­lar için uygundu. Bugün ise ulaşım vasıtaları gelmiştir. Kısa zaman­da toplanma ve haberin yayılması mümkün olmaktadır. İşte bundan dolayıdır ki, başkent ehlinin diğerleri üzerinde hiçbir üstünlüğü yok­tur. Hükümleri şartlar belirlerse, şartların değişmesiyle hükümler de değişir.Ehl-i hal ve'1-akdi ve şartlarından sonra şimdi de, bu topluluğun omuzunda bulunan görevlerini gözden geçirmeyi arzu ediyoruz.

I- Halifeyi seçip ona bey'atı akdetme:

Müslümanların, imamını seçip ona bey'at etmeyi geciktirince günahkâr olacak kimselerin ilkinin onlar olduğuna ve hep onlara bağlı olduğuna dair açıklamamız az önce geçti.Mâverdi diyor ki:"Ehl-i hal ve'l-akd, seçim için toplandıkları za­man, kendilerinde şartları mevcut imamet ehli olan kimselerin halle­rini gözden geçirirler. Onlar içinden şartlar bakımından en faziletli­sini ve en kâmilini, insanların itaatma koşacakları ve ona bey'attan geri durmayacakları kimseyi bey'at için tercih ederler. Eğer seçim ehl-i denilen ehli hal ve'l-akd arasından birisi halife olacaksa, halife­liği o kimseye teklif ederler. Eğer uygun cevap verirse, halife olmak üzere ona bey'at ederler. Onların ona imametle ilgili bey'atları kesin­leşmiş olur. Eğer imamet için yapılan teklife olumlu cevap vermezse imamete zorlanılmaz. Çünkü imamet hiçbir icbar ve zorlamanın gir-miyeceği irade ve rıza beyanı ile olan bir akiddir. O zaman ondan vazgeçilir, onun dışında layık olan kimseye dönülür, teklif edilir."

[363]2- İmamet için tercih edilen iki kişiden birisini seçme:

Bu heyete bağlı olan Önemli şeylerden birisi de, imamet için ter­cih edilen, kendilerinde imamet şartlarının kemaliyle bulunduğu bu kimselerin arasından en uygun olanı seçmedir. İki kişi, şartlarında birbirlerine denk olurlarsa, onlardan en yaşlı olan tercih edilir. Mâverdi diyor ki: "Yaşça da eşitseler daha olgun, vakar sahibi olan tercih edilir. Böyle olmakla beraber yaşça küçük olana da biat edilir­se caiz olur[364]Eğer onlardan birisi daha âlim, diğeri daha cesur ise tercinde manın gereğine riayet edilir..el-Ahkamu's-Sultaniyye sahibi diyor ki: "Anarşinin ve isyanların yayılmasına mani olmayı gerektiriyorsa, huzur ve sükûna ihtiyaç du­yuluyorsa cesaretçe, güç ve kuvvetçe üstün olan tercih edilir. Şayet ihtiyaçlar ilimce üstün olmayı gerektiriyorsa, sapık fikirlerin ve bid'atların önlenmesi için ilimce üstün olan hilafete daha layıktır  tercih edilir[365]Bütün konularda birbirlerine denk iseler bunda da çekişiyiyor-larsa, âlimlerden bazısı diyor ki, iki adaydan da vazgeçilir. Maver-di'nin de dediği gibi cumhur ulema ve fukahânm üzerinde bulunduğu görüş ise: "Halife adaylarının birbirleriyle çekişmeleri (3ıl)aralann-dan birisinin halife olmasına mani değildir. Eğer şûra ehli çekişirse-ler, ne halifelik teklif olunmuş birinden bu teklifin geri alınması, ne de halifelik arzu edenin arzusu engellenmez.[366]Bu çekişmenin kesilmesi konusunda İslâm hukukçuları iki fark­lı görüş ortaya koymuşlardır.

Birinci görüş: Kur'a:

Ebû Ya'lâ şöyle diyor:Kur'a "İmam Ahmed b. Hanbel (r.a.)'in sözüne kıyas edilmiştir. O, diyor ki, çekişen iki halife adayı arasında kur'a çekilir, aralarında kura çekiminde kuradan çıkana bey'at edilir. Çünkü o, oğlu Abdul­lah'ın [367]rivayetinde bu görüşü ortaya koymuş ve böylece hükmet­miştir. Rivayete göre, nıescidde ezan okumak isteyen iki adama, ara­larında "kur'a çekilir", demiştir ve Sa'd'm sözüyle delil [368]getirmiştir. Hadisin lafzı, Ebû Cafer el-Akberi'nin, Ebû Şebrame'den isnadıyla ri­vayet ettiği şekliyle şöyledir: "İnsanlar, Kadisiye günü ezan okumada çok ısrar etmişlerdi. Bunun üzerine Sa'd, aralarında kur'a çekti[369]ikinci görüş: Seçim. Ehl-i hal ve'l-akd, ikisinden hangisine biat etmeyi dilerlerse onu seçmekte serbesttirler.En faydalı olana bey'at etmeEhl-i hal ve'1-akda kendilerinde imamet şartlarının bulunduğu kimseler toplandığında, kendilerine en faziletlisini imam seçmek va-cib değildir. Evlâ olan, makama münasib olan, en uygun ve en fayda­lı olanı seçmeleridir. Bir şahısta fazilet ve maslahat birleşirse işte is­tenilen de odur. Bu durum Hulefâ-i Râşidin (r.anhüm)'de kemaliyle mevcut idi. Onların hilâfetteki tertipleri efdaliyetteki tertiplerine de uygundur. Onların en efdalı Hz. Ebû Bekir (r.a.) sonra Hz. Ömer (r.a.) - Ehl-i Sünnetin ittifakıyla- sonra Hz. Osman (ra) sonra da Hz. Ali (r.a.)dır. Onlarda, aynı zamanda maslahat ve faydalı olma bakı­mından da aynı tertipp gözetilmişti. Rasûlullah (s.a.v.)'dan sonra, emirliğin Hz. Ebû Bekir'e bırakılması imanından ve İslâm'ı savun­maya olan azminden dolayı müslümanlara olan maslahattandı. Bazı kabilelerin İslâm'dan çıkmaları, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in vefatını bahane ederek zekâtı vermemeleri, hep O'nun zamanında idi. İşte o zaman bu makama ancak Hz. Ebû Bekir uygun idi. Sonra Hz. Ömer (r.a.) geldi. İslâm'ın dış düşmanlarına karşı çekilmiş bir kılıç idi. Bu makama o zaman münasib olan da, O idi. Sonra onun peşine Hz. Os­man (r.a.), sonra da Hz. Ali (r.a.)... İnşaallah ileride birbirlerinden farklı yönlerinin ve üstünlüklerinin izahı gelecek.Maksad en faziletli olmasa bile, evla olanı, en faydalıyı emir yapmaktır. Bu durum Hz. Peygamber (s.a.v.)'n tatbikatında açıktı Orduların başına emirleri tayin ederken en faydalı olanı getiriyordu. Ibnu'l-Kayyım (r.a.) şöyle diyor: "Doğru olan, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in bu konudaki prensibi, enfaydalı olanı emir tayin etmesiydi. Onun dışındaki kimse ondan daha faziletli olsa bile.[370]

4- Halifenin Azli

Ümmete vekâleten halifeye imamet akdini gerçekleştiren enı-ı hal ve'l-akd olanlardır. Eğer tayin edilen imam üzerinde azl konusu olursa, azlini ilân edip onun yerine bir başkasını getirecek olan da aynı şekilde bu heyettir. Bu gibi konularda başka toplulukların mü­dahale hakları yok mu? Şayet tayin edilen imama delilik, iyileşmesi umulmayan şiddetli hastalık veya kurtulması ümit olunamayacak düşmanın eline düşmesi veyahut dinden dönerse işte bu hallerde de azli ilân edip yerini bir başkasıyla değiştirmeyi bu heyet uygulaya­caktır.

 

EHLİ HAL VE'L-AKDIN SAYISI

 

Âlimler, imameti akdeden ehl-i hal ve'1-akdin sayısının sınırlan­masında ihtilaf etmişlerdir. Bu ihtilafı üç görüşte toplamak müm­kündür. Önce bu görüşleri arzedelim, sonra da tercih edilen görüşü görelim.

Birinci görüş:Bu görüşde olanlar, seçilecek halifeye ehl-i hal ve akdin bütünün birleşmelerini şart koşuyorlar ve belli bir sayı sınırı getirmiyorlar.Bunlar da görüş olarak iki kısma ayrılmışlardır:Ehl-i hal ve'1-akdin seçtiği halifeye, ümmet tarafından tam itti­fakı şart koşan kısım. Eş'ari bu görüşü Mutezile'den el-Esam'a nisbet etmiştir. O şöyle demiş: "İmamet, ancak müslümanların icmâsıyla gerçekleşir[371]Bu görüşü İmam Ahmed (r.a.)'den rivayet olarak hikâye etmiştir. Abdus b. Malik el-Attar risalesinde:"Bize göre sünnetin asılları, Rasûlullah'm ashabının üzerinde bulunduğu şeye tutunmaktır..." diyor en sonunda:"Hilâfet verilen kimse üzerinde insanlar icmâ ederler ve ona razı olurlar..[372] diyor.İshak b. Mansur'un rivayetinde şöyle diyor: Rz. Peygamber (s.a.v.)'in "Her kim imamı olmadığı halde ölse cahiliyye ölümüyle öl­müş olur." hadisinin manası nedir? diye sorunca şöyle demiştir. İmam nedir biliyor musun? İmam, bütün müslümanların üzerinde birleştiği kimsedir. İşte imam budur, manası da budur diyor." ' Cahiliye dönemindeki başsızlığa bir teşbih yapılmıştır. Ayrıca müslü­manların yöneticisi, İslâm'ı müslümanlara tatbik eden bir başı ol­mazsa, sonunda cahiliye dönemine dönebilir, o kimseler de cahiliye dönemindekiler gibi Ölebilirler, o duruma dönüşebilirler, demektir.Ehl-i hal ve'1-akdin icmâsım şart koşan grup:

İbni Haldun, sahabenin bir kısmının Hz. Ali (r.a.)'ye bey'attan vazgeçip Hz. Osman'ın kanını istemeye yönelmelerinin sebebinin bu olduğunu naklederek şöyle diyor: "Diğerleri ehl-i hal ve'l-akd olan sa­habenin çeşitli bölgelere ayrılışından dolayı Hz. Ali'nin bey'atımn gerçekleşmediği görüşündeler. Ehl-i hal ve'l-akd olanların dışındaki kimselerin veya ehl-i hal ve'l akd'dan birazının bey'atıyla tayin edile­ne bey'at vâcib olmaz..."Aynı şekilde Ebû Ya'lâ da, "El-Mu'temedu fi Usuli'd-Din" kita­bında bu görüşü kabul ediyor ve şöyle diyor: "Çünkü imamın kendisi­ne müracaat vâcibdir. İcmâ gibi imama muhalefet etmek de ondan yüz çevirmek de caiz değildir, çünkü burada icmâ, imameti halifeye akdetmede de bu akdin gerçekleşmesinde de ehl-i hal ve'l akd'in bü­tününün bulunmasıyla muteber olur.[373]Bu görüşe bakılınca aşağıdaki sebeplerden dolayı iki yönden de reddedildiğini görüyoruz:

a) Çoğunluğun icmâsı şartına itibar edilmez. Çünkü çoğunluğun arkasından gideceği taklit edeceği heyetin bulunması gerekir. Zira kalabalıklara, propaganda ve gürültü tesir eder. Çoğunluğun, adil imamı seçmek için akıllıca ve vakarla hükmetmeye güçleri yetmez. İşte bundan dolayı ehl-i hal ve'l akd, insanları koruyan öncüdürler. Ümmetin ictihad ehl-i olanları, herşeyi aydınlatan heyettir. Onlar imamı seçmeye layıktırlar. Çünkü doğruyu araştırdıkları zaman, imamın günahını da yüklenen yine onlardır. Günahlarında ve zulüm­lerinde ortak yine onlar olacaktır.[374]

b) İbni Hazmın da dediği gibi: "Bu, taşıyamayacağı kişiye yükle­mektir, insan gücünün yetmediği şeydir, bu sıkıntının en büyüğüdür, Allah hiçbir nefse gücünün dışında birşey yüklememiştir. [375]Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "...Dinde size bir güçlük yüklemedi..."'(Hac 78)

c) Bu görüş, Beni Saide sofasında sahabe arasında meydana ge­len şeylerle de reddedilmiş durumdadır. Bu sofada ehl-i hal ve'l-ak-din bir kısmı bir araya geldiler, bütünün hazır olmasını da bekleme­diler. Bü durumda iken, diğerlerinin görüşünü beklemeden Ebû Be­kir (r.a.)'e bey'at ettiler.

d) Bunun icmâya kıyas edilmesine gelince, bu kıyas, kıyas maa'l fârıktır. Kıyasta iki şey arasında birbirlerine benzetme yapılır. Kıyas denebilnıesi için de, aralarında illet-sebep benzerliği olması gerekir. Aralarında sebep benzerliği yok iken yine de kıyas yapılıyorsa, arala­rı bir olamıyor da ayrı olmasına rağmen kıyas yapılıyorsa buna kıyas maa'l fârık denir ile, el-Mutiî 17/519

İkinci Görüş

Burada ehl-i hal ve'1-akdı belli sayı ile sınırlamaktadır ve bu sı­nırlamada da çeşitli fikirlere, görüşlere ayrılmışlardır ki o görüşler şunlardır:Bir grup şöyle demiştir: "Kendisiyle akdin yapıldığı miktarın en azı kırktır, daha az olamaz. Çünkü imamet akdi cuma akdinin üs­tündedir. Cuma ise kırktan az kişi ile akdolmaz.[376]Bir diğer grup şu görüşü kabul etmiştir. "Kendisiyle akdin yapıl­dığı miktarın en azı beştir. Zira diğer ashab, o beş kişinin yaptığı bey'at akdine göre birleştiler veya dördün rızası ile onlardan birisi­nin akdedilmesidir. Buna, Ebû Bekir'in bey'atınm beş kişiyle gerçek­leştiğini delil getiriyorlar. Çünkü Hz. Ömer (r.a.) de hilafet işini altı kişilik şûraya havale etti.[377] Bu görüş de Mutezile'nin üstadları Cübbâi ile Kadı Abdulcebbar'a[378]nisbet edilmektedir. Mâverdi şöyle diyor: "Bu, Basralılar'dan kelâmcı ve hukukçuların çoğunun görüşü­dür.[379]Bir başka grup, şahidlerin nisab miktarının en fazlasına kıyas ederek akdin dört kişiyle gerçekleşebileceği görüşündedirler.[380]Bir başka grupda üç kişi olmaları şartım koşuyor, çünkü üç kişi cemaattir ki, cemaata da muhalefet etmek caiz değildir.[381]Bir diğer grup, üçüncü için iki kişinin rızasıyla akdin gerçekleşe­ceğini kabul ediyorlar. Çünkü iki, cem' (çoğul)'in en azıdır, bir hakim ve iki şâhid olmaları için, nikah akdini bir veli ve iki şahid ile gerçek­leşmesinin sahih olduğu gibi.[382] Mâverdi, bu görüşü Küfe âlimlerine/[383]1 Bağdadi de, Süleyman b. Cerir ez-Zeydi ile Mutezi-le'den bir gruba[384]nisbet ediyor.Bir grupda bir kişiyle akid gerçekleşir diyor? Buna, Abbas (r.a.)'m Hz. Ali (r.a.)'ye: "Elini uzat sana bey'at edeyim, insanlar derler ki Rasûlullah (s.a.v.)'ın amcası, Rasûlullah'ın amcaoğluna bey'at etti. Daha iki kişi senin aleyhine uyuşmamazlık etmez." dediğini de­lil getirirler. Çünkü Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir'e bey'at edince bunun üzerine sahabe tâbi oldu ve ona uydular. Çünkü bu geçerli bir hü­kümdür. [385]Bağdadi bu görüşü, Ebû'l-Hasen el-Eş'ari'ye [386]nisbet etmiştir. El-îci, Mevâkıfde,[387] Gazali, Fedaihu'l-Batiniyye'de bu görüşü kabul ediyor. Gazali, "Tercih ettiğimiz, imama bey'at akdini yapacak bir şahsın yeterli olduğudur.[388] diyor. Bu görüşü İmamu'l-Harameyn şöyle belirtiyor: "Görüşlerin doğruya en yakın olanı, Kadi Ebû Bekir'in tercih ettiği, üstadımız Ebû'l-Hasen (r.a.)'den nakledi­len görüştür. Bu görüşde, imamet, akd ehlinden bir kişinin bey'atıyla sabit olur görüşüdür. [389]Fakat bundan sonra, şevket-kuvvet sahibi olmasını şart koşmuştur, yoksa olmaz,[390] diyor. Ebû Abdillah el-Kurtûbi tefsirinde[391]aynı görüştedir ki, bu Zeydiyye'nin[392]de gö­rüşüdür. Yenilerden Dr. Ziyaeddin er-Reyis" de, "en-Nazariyyatu's-Siyasiyyetu'l-İslâmiyye" kitabında aynı görüşe hükmedenlerdendir.

[393]Şâfi hukukçularının çoğunluğu bey'at esnasında, orada bulun­ması kolay olabilecek âlimlerin, reislerin ve şâhidlerin özelliklerine sahip insanların seçkinlerinin hazır olması ile bey'at gerçekleşir, gö­rüşündeler. Hatta bu işin gerçekleşmesi, bir kişiye bile bağlı olsa ye­terlidir, diyorlar. el-Kalkaşendî şöyle diyor: "Bu görüş, biz Safilere göre en uygun olan görüştür.[394] Bağdadinin hocası [395]el-Kalânîsî ile yenilerden Dr. Salahaddin Debus, el-Halifetü Tevliyetuhu ve Az-luhu"[396]isimli kitabında aynı görüşü kabul etmektedirler.Burada, Eş'ari ve tabilerinin kabul ettiği görüş ile şâfiler'in ka­bul ettiği görüş arasında bir fark gözetilmektedir. Şâfi hukukçuların çoğunluğu, akdin bir kişiyle gerçekleşme şartım, orada, o kişinin dı­şında ehl-i hal ve'l-akd- özelliklerine sahip kimselerin olmamasına bağlıyorlar. Eş'ariler ise bunu şart koşmuyorlar, ehl-i hal ve'l-akd olanlardan bir kişi ile yeterli olur görüşündeler[397]Bu görüş ve fikirlere bakıldığında şu sonuçlan bulabiliriz:

1- Ehl-i hal ve'1-akdin sayısını, cumanın veya şâhidlerin veyahut nikahın, kendileriyle sahih olması gereken sayıya kıyas edilmesi doğ­ru değildir. Çünkü bu kıyas aralarında illet benzerliği yok, illet ayrı­lığı var, kıyas maa'l-farıktır. Ümmetin hepsi için Önemli olan bir konu, kesinlikle az olan sayının birisiyle sahih olmaz. Ancak ehl-i hal ve'l-akd cemaatının ferdleri az olursa, imamet akdinin az sayıyla ola­bileceği görüşüyle amel etme mecburiyeti zaruret haline gelir. "İki kişiyle akdin gerçekleşmesini söyleyenin görüşü, ne dört kişiyle ak­din gerçekleşmesini söyleyenin görüşünden daha üstün, ne de dört kişiyle olur diyenin sözü, cemaatle akd gerçekleşir diyenin görüşün­den daha üstündür..[398]

2- Hz. Ebû Bekir (r.a.) ile Hz. Ömer (r.a.)'in bey'atlarını delil ge­tirmeye gelince, bu sahih değildir. Çünkü Hz. Ebû Bekir (r.a.)'in bey'atı onların belirttikleri sadece beş kişinin bey'atıyla akd gerçek­leşmemiştir. Ancak Sakife hadisinde gördüğümüz gibi Ensar ve Mu­hacirlerin büyüklerinin bey'atıyla tamamlanmıştır.

İbni Teymiye, Şiilerin görüşleri anlatıldığında şöyle demiştir: "Onlar, Rasûlullah (s.a.v.)'dan sonraki imam, dört kişinin rızası ve Hz. Ömer'in bey'atıyla Ebû Bekir'dir, diyorlar. Diyor ki: Ona şöyle denilir: "Bu, sünnet imamlarının görüşü değildir. Kelam ehlinin bazı­sı, imamet dört kişinin bey'atıyla akdolunur, bazısının iki kişinin bey'atıyla, bazısının da bir kişinin bey'atıyla akdolunduğunu söylese­ler bile, bu görüşler sünnet imamlarının görüşleri değildir. Bir adam, imametin maksadının itaatlarıyla meydana gelecek olan şevket ehli­nin uygun görmesiyle halife olabilir. Şayet şöyle takdir olunsaydı: Ömer ve beraberindeki bir grup Ebû Bekir'e bey'at edip, sahabe de bey'attan çekinselerdi Ebû Bekir imam olamazdı. Ancak ve ancak kudret ve şevket ehli olan sahabenin çoğunluğunun bey'atıyla imam

olmuştur.[399]

3- Hz. Ömer (r.a.)'in halife seçimi için altı kişiyi tayin etmesine dair fiili de aynı şekildedir. Biz diyoruz ki, bu altı kişinin tahsis edil­mesi, seçim yapacak olan ehl-i hal ve'l akdin sayısı değildir. Ancak aralarından seçim yapılacak kimselerdir, zira hilafete aday olanlar-

dır, onların her biri de seçilebilecek kimselerdir. Beraber gördük ki, Abdurrahnıan b. Avf (r.a.) üç gün, gecenin çoğunda gözünü kapama­dan, Muhacir ve Ensarın büyükleriyle müşavereye devam etmesi de bu fikre delildir. İbni Teymiyye: "Hz. Osman (r.a.) onların -altı kişi-seçimiyle imam olmadı, bilakis insanların ona bey'at etmesiyle, müs-lümanların bütününün, bir kişi bile geri kalmadan bey'atlarıyla imam olmuştur[400]Yine, İmam Ahmed'in, Hz. Osman'ın (r.a.) bey'atına dair söz ederken ki görüşü de bu noktadadır.

4- Bir kişinin bey'atının doğruluğuna, Hz. Ömer'in, Ebû Bekir'e bey'attaki girişimiyle sahabenin ona tâbi olup, buna uymalarını delil göstermeleri sahih değildir. Çünkü ona tâbi olma sebebi onların gö­rüşüne rıza göstermeleriydi. Onun bey'atı, diğerlerini ona tâbi olmak zorunda bırakmamıştır. Yoksa Hz. Ömer'den başkasının bey'at etme­diği varsayılırsa Hz. Ebû Bekir'in imameti gerçekleşmezdi. Özellikle Hz. Ömer şöyle demiştir: "Artık bundan böyle müslümanlarm istişaresi ve rızaları olmaksızın her kim bir adama bey'at edecek olursa (insanlar tarafından ne o bey'at eden adama, ne de onun bey'at ettiği adama) ikisinin de öldürülecekleri korkusundan bey'at olunmayacaktır[401]Hz. Ömer (r.a.)'in bey'ata koşmasına gelince, İbni Teymiyye'nin de dediği gibi mutlaka her bey'atta önce bey'at eden, bey'ata koşan olur. [402]

5- Bir kişinin bey'atının geçerli olduğunun doğruluğuna, Hz. Ab-bas (r.a.)'ın Hz. Ali (r.a.)'ye, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in vefatından son­ra: "Uzat elini! sana bey'at edeyim ki insanlar, Rasûlullah'ın amcası, kardeşinin oğluna bey'at etti desinler..." diye delil göstermeleri şun­lardan dolayı sahih değildir:

a) Bu sözün Hz. Abbas (r.a.)'a ait olduğunu isbat etmek zordur. Çünkü bunu söyleyen senedi de, aldığı kaynağı da zikretmemiştir. (Ben de senedini bulamadım[403]

b) Şayet sözün söylendiğinin doğruluğu farz olunsa bile onun ha­life olmasına yetmezdi, zaten böyle birşey de yapmamıştır.

c)  Şayet yapmışsa, bu ancak sevimli göstermek, başkalarını bey'ata teşvik etmek içindir

6-  Şâtü hukukçularının çoğunluğunun imametin bir kişiyle ak-dolunacağı görüşüne gelince, eğer ehli hal ve'l-akd bir kişiye münha­sır olursa, Dr. Muhammed Rafet Osman'ın dediği gibi: "Asırlardan hiçbir asırda ehli hal ve'l-akd bir kişiyle sınırlanmamış ve bunun ol­ması da nadir olur[404]Bunun ise hiçbir hükmü yoktur.

7- Tek kişiyle akdolunamayacağına Hz. Ömer b. el-Hattab'dan, Onun da Hz. Peygamber (s.a.v.)'den rivayet ettiği şu hadis delildir: "Her kim cennetin ortasını isterse cemaata yapışsın. Çünkü şeytan bir (insan)la beraberdir. O, (şeytan) iki (kişi)den daha uzakdır.[405]

Üçüncü Görüş:

Üçüncü görüşün sahihleri, ehli hal ve'1-akdi sınırlamada orta yo­lu takib etmişlerdir. Birinci görüş sahiplerinin dediği gibi icmayı şart koşmuyorlar, ikinci görüş sahiplerinin dediği gibi de belli bir sayıyı da şart koşmuyorlar. Ancak ehli hal ve'1-akdin çoğunluğunu, kuvvet ehli olanları, imamı kendilerinin seçmeleri ve bey'at etmeleriyle imametin maksadının meydana geldiği şevket ehlinin çoğunluğunu şart koşmaktalar. Bu çizgiye uygun olarak, bazısının gelnıeyişi, geri kalışı, seçimin sahih oluşu hakkında ileri geri konuşmaya götürmez, azınlığın uygun görmesinin de halifeye otorite için şer'i senedin veril­mesine götürmediği gibi. Çünkü azınlığın geri kalması idareciliğin maksadına tesir etmez. Azınlığın uygun görmesi, idareciliği gerçek­leştirecek değildir. Muteber olan çoğunluğun uygun görmesidir. Çün­kü onların muvafakati ile halifede temsil edilen genel otoritedenmaksad gerçekleşmiş olacaktır.[406]Mâverdi diyor ki: "Bir grup da şöyle diyor, imamet akdi ancak, genel bir rızanın ve imamete teslim olmanın icma olması için her bel­deden ehli hal ve'1-akdin çoğunluğu ile gerçekleşir. [407]Bu görüşü kabul edenlerden birisi de Ebû Yala el-Ahkamu's-Sultaniyye isimli kitabında şöyle diyor: "Ehl-i hal ve'1-akdin seçimiy­le yapılan imamet akdi, ancak ehli hal ve'1-akdin çoğunluğu ile akdo-lunur. İmam Ahmed, İshak b. İbrahim'in rivayetinde şöyle diyor: "Ehl-i hal ve'1-akdin [408]söz birliği ettiği imam, üzerinde hepsinin bu imamdır dediği kimsedir." Diyor ki: "bundan açığa çıkan gerçek,imametin ehli hal ve'1-akdm bütünüyle birlikde akdolunmasıdır[409]Bu konuda İbni Teymiyye'nin kabul ettiği görüş de şudur ki: "Hz. Ebû Bekir (r.a.), kudret ve şevket ehli olan sahabenin çoğunlu­ğunun bey'atı ile imam oldu. Bundan dolayı da Sa'd b. Ubade (r.a.)'nin muhalefeti zarar vermez. Çünkü bu, idareciliğin maksadına tesir etmez. Maksad ise, imametin maslahatlarının kendileriyle elde edildiği kudret ve otoritenin sağlanmasıdır. Bu da, buna dair çoğun­luğun uygun görmesiyle meydana gelmiştir. Kim derse ki, bir kişinin veya iki veya dört kişinin, kudret ve şevket sahibi olmadıkları halde onların uygun görmesiyle imam oldu, işte bu hatadır. Kim de, bir ve­ya iki veya on kişinin muhalefetinin bu işe zarar verdiğini zanneder­se bu da hatadır."

Tercih Edilen Görüş ve Tercih Delilleri:

1- Hulefâ-i Raşidin (r. anhüm)'ün bey1 atlarında elde edilen itti­fak şu: Onlar ehli hal ve'1-akdin icmâmı şart koşmadılar, ikinci görüş sahiplerinin kabul ettiği gibi seçmen heyetini belli bir sayı ile sınırla­madılar, bey'atta mümkün olan hangi sayı olursa olsun diye yetin­mediler, bilakis istişareyi ve kamuoyu yoklamasını çokça yaptılar. Kamuoyundan maksad, ehil olmayan kimseler üzerindeki ittifakları­nın ortaya çıkışı değildir, ehil olan kimseler arasında istişare ehlinin de şer'i maslahat ve faideler gözününde bulundurarak tesbit ettiği kimseler arasın­da İslâm topluluklarının kalblerinin birleştiği kişiyi tesbittir. Hulâsa Hak­kın ve halkın tercihini tesbit etmektir. Hakkın tercihi, şer'i esaslar, kaideler içerisinde ehil olanın tesbitidir, halkın tercihi de hakkın tesbit ettiği kimse­ler arasından en layık, en uygun olanın tercihidir, (müt.)

2- Bu görüşün tercih edilenlerden birisi olduğu gerçeği, Kur'an-ı Kerim'in ve çok yerde Hz. Peygamber (s.a.v.)'in teşvik ettiği şûra prensibinin bulunmasıdır. Bu prensib İslâm fıkhının kaideleri, akılve mantığın gayretleri ve beyanı ile ittifak etmiştir. Bu görüşü, yeni yazarlardan Dr. Muhammed Rafet Osman "Riyasetü'd-Devleti fi'l-Fıkhı'l-İslâmi" isimli kitabında (s. 274), Dr. Fuad Muhammed en-Na-di "Turuku İhtiyarı'l-Halife" isimli kitabında (s. 193), Dr. Muham­med Faruk en-Nebhan "Nizamu'l-Hükmi Fi'1-îslâm" isimli kitabında (s. 475) ve Dr. Muhammed Ammara "El-İslâm ve Felsefe tu11-Hüm" isimli kitabında (s. 444) kabul etmişlerdir.

 

İkinci Yolveliahd Tayini (İstihlâf)

 

İmametin akdolunma yollarından birisi de Önceki halifenin müs-hımanlardan seçeceği ve bu makama layık gördüğü kimseye vasiyeti­dir. Halife, ecelinin yaklaştığını hisseder de topluma kendilerinden birisini halife bırakmayı isterse, seçilecek kimse hakkında ehl-i hal ve'l-akd ile müşavereye koyulur. Görüşü, bu makama uygun belirli bir şahıs üzerinde yoğunlaşır, ehli hal ve'l-akd da ona muvafakat ederse halife, kendinden sonra onu veliahd-halife tayin eder.Şimdi bizim ahd'm tarif ve hükmünü belirtmemiz gerekir. Veli­ahdın imamlığı muteber midir? Yoksa ehl-i hal ve'l akdin bey'atı, sonra da müslüm ani arın çoğunluğunun hilâfetle ilgili ona bey'atı mutlaka gerekli midir? Veliahd tayinin sıhhat şartlan nedir? Ve bu­nun gibi diğer ilgili konuları bilmemiz gerekmektedir.

Ahd'in lügat tarifi:"Ahd," üzerinde Allah'a söz verilen herşey, kullar arasında an­laşmalarla ilgili herşeydir. Ahd vasiyettir, Sa'd b. Zem'a'nın cariyesi­nin oğlu hakkında davacı olduğu zaman "Kardeşim, onun hakkında bana ahd etti. (vasiyyet etti)" sözündeki ifadesi gibi.Şu hadis de, o manadadır. "Ümmü Abd'in ahdine tutununuz!"[410]yani size tavsiye ettiği ve emrettiği şeye tutunun, demektir. Um-mü Abd ise Abdullah İbni Mes'ud'dur (r.a.).Ahd, bir şey hakkında adama yaklaşmak, manasına gelir, valilere yazılan şeylere de ahd (ahidname) denilir. Ahd bu manadan çıkarılmıştır. Çoğulu "uhud"dur.Ahd, söz ve ant manasına kullanılmaktadır. Hatta kişi bu ikisiy­le yemin eder, yemin verir. İdareciye de veliyyu'1-ahd denilmiştir. Neden? Çünkü, halife, bey'at edenlere karşı söz alınan yemin alınan kimse, söz sahibi kimsedir[411]Bunlardan başka vefa ve aman gibi diğer manalar yanında konumuzla ilgisi olmayan daha başka mana­ları da vardır.

Terim olarak Ahd:Devlet işlerinden belirli bir iş için belirli bir insan grubunu, dev­let başkanından başlayıp en alt derecedeki adama varıncaya kadar âmiri seçmesine denir. Bu seçime ahd ismi verilir. Sonra bu "ahd" masdan, yazdırdığı yazılı vesikaya veya veliahd bırakanın başkasına yazdığı vesikaya denildi. "Ahd etti" denildiği zaman, ondan anlaşılan mana, ahidnamedeki ibarenin akışına uygun olarak iki mananın bi­risine veya her ikisine birlikte [412]denilir.

Meşru oluşunun delilleriİstihlâf (halife bırakma) şer1 an caizdir. Şartlan tam olduğu za­man imamet akdinin meşru olan yollarından birisidir.Buna dair delillerden bir kısmı şunlardır:

1- Buhari'nin rivayet ettiği Hz. Peygamber (s.a.v.)'m şu sözü:ben Ebû Bekir'e ve oğluna haber göndermek ve hilafet dedikoducularının sözlerinden ve -hilafet umanların temennilerinden nefret ederek -hilâfeti Ebû Bekir'e vasiyet etmemi kastettim (veya is­tedim). Fakat sonra (kendi kendime) dedim ki, Allah, Ebû Bekir'den başkasına hilâfeti vermemede diretir. Mü'minler de Ebû Bekir'den başkasının halife olmasını menederler. Yahut Allah (c.c.) (Ebû Be­kir'den başkasının halife olmasını meneder. Mü'minler de (Ebû Be­kir'den başkasına bey'at ve uymaktan) çekinirler."[413]Hz. Aişe (r.a.)'den başka bir rivayette, Hz. Âişe (r.a.) şöyle diyor: Rasûlullah (s.a.v.) hastalandığında bana şöyle buyurdu:"Bana Ebû Bekir ve kardeşini çağır da bir yazı yazdırayım. Çün­kü bir hilafet umanın temenni etmesinden ve birinin ben daha layı-kım demesinden korkarım. Halbuki bunu Allah ve mü'minler kabul etmez. Yalnız Ebû Bekir müstesna[414]Bu iki hadiste, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in vasiyyet etmeyi, veliahd bırakmayı düşünüp, sonra insanların Hz. Ebû Bekir (r.a.)1 den başka­sını seçmeyeceklerini bildiğinden terkettiğine açık bir delildir. İşte bu da veliahd bırakmanın câizliğine delildir.İbni Teymiye de bu hadise bağlı olarak şöyle diyor: "Hz. Peygamber (s.a.v.)'in, önce kendisinden sonra çeşitli sıkın­tılar olur korkusuyla bir yazı yazmayı istediği, sonra Hz. Ebû Be­kir'in hilâfet seçilme işinin çekişme olmadan hallolacağını bildiğin­den, vasiyyet etmeyi, yazı yazdırmaya ihtiyaç olmadığından, Hz. Ebû Bekir'in üstünlüğü ve ehliyeti açık olduğundan yazmayı terkettiği or­taya çıkmaktadır. Bu da veliahd tayini ile ilgili yazı ve vasiyetten da­ha beliğdir (güzeldir[415]

2- Cevazına delillerden birisi de, Hulefâ-i Râşidin'in uygulama­larıdır.Nitekim Hz. Ebû Bekir (r.a.), Hz. Ömer b. el-Hattab'ı halife bı­raktı, Hz. Ömer (r.a.) de, vefat ederken Rasûlullah (s.a.v.)'in kendile­rinden razı olduğu, hilâfete layık gördüğü kimselerden altı kişiye emirliği bıraktı. Hz. Ömer (r.a.) dedi ki: "Halife bırakmış olsam, ben­den daha hayırlısı (yani Ebû Bekir) kendine halife bırakmıştır. Sizi (halifesiz) bıraksam, benden daha hayırlı olan Rasûlullah (s.a.v.) sizi (halifesiz) bıraktı[416]Hz. Ebû Bekir (r.a.)'in Hz. Ömer (r.a.)'e, Hz. Ömer (r.a.)'in de altı kişiye hilâfet işini bırakmasına dair hadisler geçti. Altı kişi arasın­dan birisinin halife bırakılması hakkındaki Muhacir ve Ensarla uzun uzun yapılan müşavereleri ifade eden hadisler de geçti.

3- Halife bırakmanın câizliğine dair delillerden birisi de, sahabe­nin icmâsıdır. Rivayetler, Hz. Ebû Bekir'in (r.a.) Hz. Ömer (r.a.)'i va­siyet ettiği, Hz. Ömer'in de altı kişi arasında şûraya emirliği bıraktı­ğı zaman böyle bir vasiyetin caiz olmadığını ileri sürüp, muhalefet eden hiçbir kimseyi zikr etmemektedir. İşte bu da bunun câizliğine delildir. Bu icmâyı ulemâdan çok kimse nakletmiştir. Mâverdi şöyle diyor: "Önceki halifenin veliahd tayini ile imametin caiz olduğunda icmâ, sahih olduğunda da ittifak vardır.'[417]Nevevî, Müslim şerhinde şöyle diyor:   ."İşin özeti şudur: Halifeye ölüm alâmetleri belirdiği zaman Ölüm öncesinde, yerine halife bırakmasının da, bırakmamasının da câizliğine müslümanlar icmâ etmişlerdir. Eğer yerine halife bırak­mazsa, bu konuda Hz. Peygamber (s.a.v.)'e uymuş olur, bırakırsa Hz. Ebû Bekir (r.a.)'e uymuş oİur. Hilafetin, istihlâf -yerine halife tayini yolu- ile olmasında icma vardır[418]İbn-Hazm da şöyle diyor:"İmamın, ölümünden önce yerine halife bırakıp bırakmayabile-ceğine dair âlimler ittifak ettiler. Bunun Hz. Ebû Bekir (r.a.)'e yapıl­masının câizliği hakkında hiç kimse ihtilaf etmemiştir. Onların icma-sı ise icmânm ta kendisidir.[419]Bu prensibin, prensiplerin en güzeli ve en üstünü olduğu doğru­dur. İbni Hazm diyor ki: "İmametin akdoluşunun birkaç yönden sa­hih olduğunu görüyoruz. Bunlardan birisi en üstün ve en doğru olanı şudur: Ölmek üzere olan imamın, Ölümünden sonra imamlığını ter­cih ettiği bir insana vasiyet etmesi, bunu da sağlığında veya hastalı­ğında veya ölürken yapması müsavidir. Bu yönlerden hiç birisinin ol­mayacağına ne bir nâss ne de bir icmâ yoktur. Rasûlullah (s.a.v.)'Ebû Bekir'e;[420] Ebû Bekir'in Ömer'e yaptığı gibi, Süleyman b. Ab-dulmelik'in, Ömer b. Abdilaziz'e yaptığı gibi..." ve yine şöyle diyor:"Bu, tercih ettiğimiz yöndür. Bunun dışmdakileri beğenmiyoruz. Çünkü imamet, İslâm ve nıüslümanlann idaresi işi bu yöne bağlı,, bu yönün dışında anarşi olacağından ve bu yolla da kavga, gürültü ve ihtilaf doğma korkusu da ortadan kalkmış olacaktır. Böylece, ihtila­fın yayılmasından, nefislerin kabarmasından, hilâfet umanların meydana gelmesinden kurtulmuş olunur.[421]Bence: az önceki icmâdan murad, sadece Ehl-i Sünnetin icmâsıdır. Çünkü Mutezile, Ehl-i Sünnete, istihlâf -halife bırakma veya vasiyet etme- prensibinde muhalefet etmektedir. Onlar hilâfeti ancak seçime hasretmekteler.[422] Şevkâni, bu görüşü Eşarilere nisbet etmiştir.[423] Fakat bu nis-bet hakkında düşünmek gerekir. Çünkü Eşariler'in çoğunluğu bu ko­nuda Ehl-i Sünnet'e muvafakat etmektedir.Yazara göre E'şariler Ehl-i Sünnetten değildir. Halbuki bize göre sariler Ehl-i Sünnettendirler, (müt.)

4- Halife tayininin câizliğine delillerden birisi de, Hz. Pey­gamber (s.a.v.)'in Mûte ordusunun başına emir tayin etmesine yapı­lan kıyastır. Hz. Peygamber (s.a.v.), ordunun başına emir tayininde bunu yapınca hilafette de bunu yapması caizdir. İmam Buhari, Ab­dullah b. Ömer rivayetiyle Rasûlullah (s.a.v.)'m Mûte ordusunun ba­şına Zeyd b. Harise'yi emir tayin ettiğini zikretmiş. Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:"Zeyd şehid düşerse Cafer b. Ebi Talib, o da şehid düşerse Ab­dullah b. Ebi Revaha bir rivayette de: "Eğer şehid düşerse müslü­manlar bir adamı seçsin," buyurdu. Zeyd öne geçti, şehid düştü, Ca­fer sancağı aldı, öne geçti ve şehid düştü. Abdullah b. Revaha sancağı aldı, Öne geçti ve şehid düştü. Ondan sonra Halid b. Velid'i Müslü­manlar seçti.[424]Geçen bu delillere göre şüphesiz halife tayini yolu şer'an caizdir. Yeni yazarların bazısının bu şer'i yol hakkında ileri geri konuşmala­rına itibar edilmez. Onların iddiası, bu usul, istibdat, zulüm ve ben­zeri şeylere itmektedir. Halbuki onlar şunu bilmiyorlar: Halife tayin edilen kimsede yeterlilik, ehliyet temel şarttır. Hem zaten halife ta­yin edilen kişinin hilafeti, ancak ehl-i hal vel-akd ile müşavereden ve onların bey'atlarından sonra tamam olmaktadır, aynı zamanda vasi­yet edilen kişinin de imamet şartlarını ikmal etmesi şart kılınmıştır. Vasiyet edilene, ehl-i hal ve'l-akd tarafından yapılan bey'at ve ona rıza göstermeleriHilafet, önceki halife tarafından sırf bir vasiyetle akdolunur mu, yoksa vasiyet edilene mutlaka ehl-i hal ve'l-akd tarafından bey'at mı gerekir? Bu konuda ulemânın iki görüşü var. Bizim tercihimiz mutla­ka vasiyet edilenin bey'at almasıdır. Bu da Hulefâ-i Raşidin'in uygu­lamasıdır.

Hz. Ebû Bekir (r.a.), Hz. Ömer (r.a.)'i yerine halife bırakmak is­teyince bu konuda Muhacir ve Ensarın büyükleriyle müşavere etti.Onların hepsi de bu konudaki görüşünü desteklediler. Hz. Ebû Bekir de onu halef tayin etti. Onlar da ona bey'at ettiler, arkasından insan­lar da -geçtiği gibi- mescidde bey'at ettiler.Hz. Ömer (r.a.)'in durumu da bunun gibi. Hz. Ömer, halife bı­rakmaya niyetlenmedi ve: "Artık şimdi belli bir kimseyi yerime halife •tayin ederek hayatımda, ölümümde mesuliyetini yüklenmek iste­mem." dedi. Sahabe ona çok ısrar etti. O da hilâfeti altı kişiye havale etti. Onlar cennetle müjdelenenlerin geride kalanlarıydılar. Hz. Pey­gamber (s.a.v.) vefat ederken kendilerinden razı olduğu kimselerden­di. Şüphe yok ki onlar sahabe içinde mevcutların en üstünüydüler. Sonra Abdurrahman b. Avfın insanlarla müşaveresini görüyoruz. İşe başladı, üç gece, gecenin çoğunda gözünü kırpmadan insanlarla müşavere ediyordu. En sonunda Abdurrahman'a Hz. Osman'ı işaret ettiler. Abdurrahman b. Avf, onların onu bırakıp başka bir kimseye yönelmediklerini gördü, O'na bey'at etti, insanlar da bey'at etti-ler.[425]Zeyd b. Ali (r.a.)'nin "Mecmu" kitabında Hz. Ali'ye nisbet ettiği rivayette Hz. Ali b. Ebi Talib (r.a.) şöyle demiştir:"İmamet, ancak müslümanlarm bey'atiyle gerçekleşir. [426]Eğer bey'at gerekmeseydi sahabe (r.a.) onu yapmazdı. Ebû Ya'lâ el-Ferra şöyle diyor: "İmamet, vasiyet edilene sırf bir vasiyetle akdol-muyordu. Ancak ve ancak müslümanlarm tavsiyesi ile akdoluyordu."[427]Buna göre, bugünün diliyle, vasiyet etmeye "aday gösterme" de­mek mümkündür. Mâverdi de şöyle diyor;"Basra ulemâsının bazısı, imama bey'at için, seçim ehlinin rıza­sının, ümmet için imametin geçerliliğinin şart olduğu görüşündeler.İbni Teymiye de "... Hz. Ömer'in durumu da böyle. Hz. Ebû Be­kir (r.a.), Hz. Ömer'i vasiyet ettiği zaman, O'na bey'at edip itaat et­tiklerinde imam oldu. Eğer onlar, Hz. Ebû Bekr'in vasiyyetini yerine getirmeyip bey'at da etmemiş olsalardı imam olmazdı...[428]

Bununla, seçim yolu ile vasiyet yolu arasında bir yakınlık mey­dana geliyor. Her birisinde de ehl-i hal ve'1-akdm uygun görmesi ve bey'at etmeleri şart kılınmıştır.Ehl-i hal ve'1-akdm rıza ve bey'atlarının şart olmadığına hükme­denlere gelince, ki onlardan birisi Mâverdi, şöyle söylüyor:"Sahih olan, imamın vasiyet ettiği kimseye bey'at etmektir. İmametin geçerliliğini ehl-i hal ve'1-akdm rızasına bağlamak mute­ber değildir.[429]"es-Selâfetu fi Marifeti'1-Hılâfe" yazan diyor ki: "Vasiyet hakkın­da imamın hükmü, imamın halife olmasının gerçekleşmesinde seçim ehlinin hükmü[430]gibidir."Buna, Hz. Ömer'in bey'atmda sahabenin rızasını beklediklerini delil gösteriyorlar. "Çünkü imam olanın veliahde bey'atı daha tesirli, veliahdı seçmesi, tesbiti daha çok geçerlidir. İmamın bu konuda söz­leri daha tesirlidir.[431]Buna karşı, Hz. Ömer'in bey'atının, sahabenin çoğunluğunun uygun görmesiyle meydana geldiği şeklinde cevap veriliyor. Buna karşı kim itiraz ederse, Hz. Ömer'in katılığından korkarak diğerine bey'at edildiği gibi bey'at olundu ve müracaat olundu diye iddiada bulunmuş olur. Biz ehl-i hal ve'l-akd tarafından icmayı şart koşmu­yoruz, ne seçimde ve ne de halife tayininde.İmamın dışında yani ehl-i hal ve'l-akd olmadan imamete veliaht tayininin daha layık olduğuna gelince, buiddianın hiçbir delili yok­tur. Tam aksine doğru olan, imamın dışında, bütün müslümanlara bu konuda vekalet edecek olan büyükleri ve alimleridir, yani ehl-i hal ve'1-akddır. İmam, ancak müslümanlarm din ve dünya konusun­da yararları için koşan kimsedir. Eğer maslahat ve hayra uygun ha­reket eder, münasib olanı da yerine halife gösterirse, ehl-i hal ve'l akd topluluğu onu uygun görecektir. Eğer bu konuda hata ederse, onun hatası diğer müslümanları bağlayıcı değildir, özellikle de ölü­münden sonra, boynundan bey'atı düştükten sonra.Demek ki imamın onlara müracaatı ve onlarla bu konu

istişaresi gereklidir. Eğer uygun olanı seçerse, ehl-i hal ve'l akd da onu uygun görürse, istenen budur. Şerrin menedilmesine, fitnenin yok edilmesine daha yakın olan da budur. Buna göre imamın tayini ve imamm bey'atı ister seçim yoluyla, ister halife bırakma yoluyla ol­sun iş, ehl-i hal ve'l-akd üzerinde dönüp dolaşmaktadır. Tayin edilenimam ancak bir adaydır, eğer ehl-i hal ve'l-akd kabul ederse ona bey'at etmekle, imamet de akdolunmuş olur. Eğer ehl-i hal ve'l-akd, terkederse önceki imamın aday göstermesinin hiçbir geçerliliği yok­tur. Bu konuda Hulefâ-i Raşidin'in hayatında görünen netlik budur.

Şartları:Alimler, halife tayininin sahih olması için, sağlanması gerekli şartları açıklamışlar:

1- İmamda aranan şartlar vasiyet edilen hakkında da bulunması muhakkaktır.İslâm, hürriyet, akıl[432], baliğ, erkek olma, adalet vs. gibi. Buna gö­re vasiyet edilenin, küçük olması, fasık olması, yetersiz olması, şer'an itibar edilen imamın şartlarını elde edemeyen kimse olması caiz değildir.        I

2- Vasiyet edilenin kabul etmesi ve rıza göstermesi.Eğer vasiyet edilen kabul etmezse, vasiyet gerçekleşmiş olmaz, bunun üzerine zorlanılmaz da. Çünkü vasiyet iki taraf arasında yapı­lan bir akittir. Mutlaka tarafların herbirisinin mutabık kalmaları ve rıza göstermeleri gerekir.Nevevî diyor ki: "İmametin akdolunması için, imam olacak kim­senin bey'at edene icabet etmesi şarttır. Eğer reddederse kabul et­mekten çekinirse imameti gerçekleşmez, imamete zorlanılmaz da.

3- Vasiyet edilen kimsenin hazırda olması veya hazır hükmünde olması. Kaldığı yer belli olması gerekir. Vasiyet edilen veliaht kay­bolmuş ve meçhul olursa, ona vasiyet ve (istihlaf) onu halife tayin et­me caiz olmaz.[433]

4- Vasiyeti yapan imamın, imameti, devam ederken vasiyet yap­malıdır. Kendisini imamlıktan çıkaracak bir halde iken vasiyet eder­se vasiyet sahih olmaz.[434]

5- Veliaht bırakan imamın, ehl-i hal ve'l-akd ile kendi zamanın­da zorlama ve mecbur etme olmaksızın müşavere etmek ve onların olurlarım almak ve vasiyet edilen halife adayına bey'at etmeleri.[435])Vasiyet etme, bazan bir kişiye olur, bazan iki kişiye, bazen de daha fazla kimselere olur. Bu ise iki kısımdır.

 

Birinci kısım:

 

Hz. Ömer b. Hattab'm (r.a.) yaptığı gibi imameti, şûraya bırakır. Bu durumda ehl-i hal ve'1-akdın, kendilerine vasiyet edilenlerden bi­risini seçmeleri, sonra da ona müslümanlann imamı olarak bey'at et­meleri vâcibdir.[436]

 

İkinci Kısım:

 

İmamın, imameti, sıraya koyacağı birden fazlasına vasiyet etme­sidir. Mesela şöyle der: Eğer ben Ölürsem, filan kimse imamdır, o ölürse imam filandır, o da ölürse imam filan kimsedir ve böylece sıra-sıyladır. O zaman imamette, söylenen tertibe riayet edilmesi vâcib olur. Âlimler, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Mute Harbi hakkında yaptığı, tertib üzere emirliği üç kişiye bırakmasını delil gösteriyorlar.Babaların veya Oğulların Veliahd Tayini

Ulemâ bunun caizliği hakkında üç görüşe ayrılmışlardır: Birinci Görüş:Veliahd bırakanın usûl (baba, dede yukarı doğru) ve furû (oğul, torun, aşağı doğru)'na veliahd bırakmasının caiz olmaması. Çünkü veliahd tayini şâhidlik ve hâkimlik gibidir. Zira adamın usul ve furu-una şahidliği, hakkında töhmet olur diye kabul edilmez. İnsan, nor­mal olarak nefsini sever, kendisini çok zaman başkasına tercih eder, usul ve furuunu sever. Çünkü kendisi onlardan, onlar da kendisin-, den bir parçadırlar. Akrabalık kişiyi, doğru tarafa sevketmiyor. Hila­fet işinde, baba veya oğul yeterli olmadığı halde, işin ehli de olmama­sına rağmen yakınlık kişiyi temize çıkarmaya sevkedebiliyor. Halbu­ki müslüman, şüphelerden ve töhmet altında kalmaktan uzaklaş­makla emrolunmuştur. Her kim şüphelerden sakınırsa dinini ve şe*-refini korumuş olur.ikinci Görüş:Usul ve furuun veliahd olmasının câizliğidir: "Çünkü kendisi ümmetin emiridir. Ümmetin lehinde ve aleyhinde emirin emri geçerlidir. Makamın hükmü, neseb hükmüne gâlibdir, ona töhmet altında bırakacak hiç bir yola müsaade edilmemiş tir. [437]İbni Haldun diyor ki:"Babasını veya oğlunu bile veliahd yapsa, bu hususta imam ve halife itham olunamaz. Çünkü hayatta iken müslümanların masla­hatlarına olan şeyleri gözeteceği hususunda emir olarak kabul edilen bir kimsenin, ölümünden sonra bu hususta bir vebal yüklenmiyeceği gayet aşikârdır. Fakat bu esasa muhalefet ederek baba ve oğul konu­sunda halifeyi itham edenler olduğu gibi, töhmeti babaya değil oğul konusuna tahsis edenler de vardır. Zira halife bütün bu hususlarda su-i zandan uzak bir durumdadır. Bilhassa tercih edilen bir masla­hat veya meydana gelmesi muhtemel olan bir mefsedet gibi bir se­bep, imamı böyle hareket etmeye sevkederse, bu konudaki kötü zan tamamen ortadan kalkar. Nitekim Muâviye'nin oğlu Yezid'i veliahd yapmasında bu durum bahis konusu değildir. Fakat başkasını değil de oğlu Yezid'in veliahdhğını tercih etmeye Muaviye'yi sevkeden se­bep sadece insan toplulukları hakkında maslahatı gözetmekti."[438]Üçüncü Görüş:"Çocuğu değil de babayı veliahd yapmak caizdir. Çünkü insan tabey'atı babadan çok çocuğa daha meyillidir. İşte bundan dolayı kişi babası için değil, ekseriya oğlu için mal kazanır."[439]Bu görüşlerden, bana göre tercih edilebilecek görüş, birinci gö­rüştür. Bunun iki sebebi vardır:

1- Hulefâ-i Râşidin (r.a.)'e uyarak ki; onlar, şüpheye düşmekten bütün bütün uzaktırlar. Hz. Ebû Bekir (r.a.) oğlunu veliahd bırakma­dı. Hz. Ömer (r.a.) oğlu Abdurrahman'ı, sahabenin üst seviyedekileri arasında olduğu halde veliahd yapmadı. Hatta sahabenin bazısı bu durumu Hz. Ömer (r.a.)'e teklif bile ettiler. İbni Sa'd bunu "Et-Taba-kat" da anlatıyor. Diyor ki, Veki' b. el-Cerrah el-A'meş'den, o da İbra­him'den, İbrahim de şöyle diyor: Hz. Ömer (r.a.): Kimi halife bıraka­yım? Ebû Ubeyd'e b. el-Cerrah olsaydı, dedi. Bir adam ona: Ey mü'minlerin emiri! Abdullah b. Ömer'le ilgili sen nerede (sen ne dü­şünmekte) sin? dedi. O da: Allah canını alsın. Vallahi onu ben Al-' lah'tan istemedim[440]) Görmüştük ki, onu şûra ehlinden yapmıştı.Fakat Hz. Ömer (r.a.) şüpheden sakınmasından ve dikkatinden dola-yi veliahd bırakmayacağını ifade etmiştir.Hz. Ömer (r.a.), hilâfeti Aşere-i Mübeşerre (cennetle müjdelenen on kişi)'den Said b. Zeyd hâriç diğer altı kişiye has kıldı. Said b. Zeyd'i - Hz. Ömer'in amcasının oğlu- akrabalık sebebiyle bu işten çekti, (akrabasını halife yapmak istiyor derler) şüphesinden uzak ol­mak için, bu işden dolayı töhmet altına düşmekten dolaya ismini bileanmadı.[441]Hz. Osman (r.a.) da, tarihçilerin çoğunun, akrabalarını seviyor, onları kayırıyor ithamlarına rağmen, akrabalarından hiçbirine hali­felik bırakmadı.Hz. Ali (r.a.) de aynı şekilde Hz. Hasanı veliahd tayin etmedi. Halbuki bu kendisinden istenmişti. Hz. Ali (r.a.) vefat ederken insan­lar: Oğlun Hasan'a bey'at edelim mi? diye sordular. O, ise: "Size ne emrederim, ne de sizi yasaklarım, sizler daha iyi gören kimselersi­niz." dedi. Kendisinden hilâfet vasiyeti istenince, bir adam ona şöyle sormuştu: "Ey mü'minlerin Emiri! Veliahd bırakmayacak mısın?" O da şöyle cevap vermişti: "Hayır! Fakat, Rasûlullah (s.a.v.)'ın sizi ser­best bıraktığı gibi, ben de sizi serbest bırakıyorum.[442] Bu, Hz. Ali (r.a.)'nin töhmetten kurtulma ifadesidir.En uygun olan, dünya ve ahirette kurtuluşa erebilmek için, o kahramanlara uymak ve onların çizgisini takib etmektir.

2- İmam ne kadar takva, ve salihlik mertebesine ulaşsa, yine de hayır tarafına da, şer tarafına da özlem duyar. Hata da eder, isabet de eder, günah da işler, istiğfar de eder. Zira masum değildir.Babalar ve çocuklar birbirlerini sevmede insanın yarıtılışmda bulunan sebeplerle tesir altında kalmaktadır. İmama en layık olan şüphelilerden ve itham edilmekten uzaklaşmaktır, din ve şerefini ko­rumaktır. Zira hilâfet, korunması ve en mükemmel bir şekilde edası gereken bir emanettir. Allah (cc) evlad yakınlığından sakındırmıştır: "Bilin ki mallarınız da çocuklarınız da ancak birer (fitne) imtihan­dır..." (Enfal, 28) Yani evlatlık şefkati sebebiyle, helake sebep olur korkusundan dolayı evlâdı idareci kılmayın, manasını da çıkarmak mümkündür. Evlâdı veliahd yapmayı caiz görenlere gelince, onlara göre hedef, basit dünyevi bir maksat olmayıp müslümanlarm maslahatım gözet­mektedirler. Bazı yazarlar, müslümanlarm maslahatını hedef edin­meyi genel olarak veliahd edinmenin sıhhat şartından birisi olarak sayıyorlar.Mesela Dr. Salah Debus: "Veliahd tayin edenin, veliahd tayinin­den maksadın Müslümanların maslahatı olduğunu bildirmesidir. Hz. Ebû Bekir (r.a.)'in Hz. Ömer (r.a.)'i emir tayininde ortaya çıkan rnaksad da bu idi[443]diyor.Aynı şekilde Muaviye de oğlu Yezid'i, müslümanlarm maslahatı­nı korumak için veliahd yapmıştı. Yoksa ondan daha lâyık, daha üs­tün ve daha uygunu vardı. Fakat onları, veliahdsız bırakırsa tekrar fitne meydana çıkar diye korkmuştu. İbni Haldun bu doğrultuda şöy­le söylüyor:"Başkasını değil de oğlu Yezid'in veliahdlığım tercih etmeye Mu­aviye'yi sevkeden sebep sadece, o zaman meseleleri halletme ve kara­ra bağlama yetkisine sahip olan Emeviîer'in Yezid üzerinde ittifak etmeleri suretiyle halkın biraraya gelmelerini ve arzularını birleştir­melerini temin etmekten ibaretti. Enıeviler, o zaman ondan başkası­nın halife olmasına razı olmazlardı. Bu sebeple Muaviye, bu makama daha layık oldukları zannedilenleri bir yana bırakarak Yezid'i tercih etti. Sâri nazarında en önemli husus olan "ittifakı temin etme ve de­ğişik arzuları bir noktada toplama" konusunu hırsla istediğinden, daha lâyık olandan vazgeçerek layık olanı veliahdlığa tayin etti. Mu­aviye hakkında bundan başka bir şey düşünülemez. Hem Muaviye, Yezid'in fâsık olduğunu bile bile veliahd tayin etmiş değildir. Hâşâ Muaviye bunu yapsın.[444]Bu, daha faziletli var iken, az faziletli olana bey'at etmektir. Ve-liahdlık akrabaya bırakılmaz, ancak buna müslümanlarm maslahatı tercih edildiği ve bu maslahatın gerçekleşmesi yakinen anlaşılırsa, o zaman akrabaya da hilafet bırakılabilir.Buna binâen onlar, imametin miras bırakılamayacağı üzerinde de müttefiktiler. Hem imametin belli bir aileye veya Özel bir gruba ait olabileceğine İslâm'dan hiçbir delil yoktur.İbni Haldun yine şöyle diyor: "Veliahdhktan maksadın, mülkü oğullara miras olarak bırakmak, hiçbir şekilde dini maksatlardan değildir. Zira mülk, Allah'tan gelen bir husustur. O, kullarından diledi­ğine bunu tahsis eder. Dinî makamların abes olacak şekilde işgal edilmesinden çekinilerek, bu hususta mümkün olduğu nisbette iyi ni­yetle hareket edilmesi lazımdır. Mülk Allah'ındır, onu dilediğine verir.[445]Abdulkâdir el-Bağdadî şöyle diyor:"Hz. Ebû Bekir (r.a.)'in imametine hükmeden herkes imametin miras olamayacağına hükmeder.[446]

Şu bilinen bir gerçektir ki, bütün Ehl-i Sünnet, Hz. Ebû Bekr'i imametini kabul eder.İbni Hazm diyor ki: "Ehl-i Sünnet arasında, imamette verasetin caiz olamayacağında ihtilaf yoktur.[447]İslâmi miras düzeni, babadan oğula geçen mallar arasında hila­feti zikretmemiştir. Ayette ise şöyle ifade edilmektedir:"Hatırlayın o zamanki Rabbi, İbrahim'i bir takım kelimelerle (emirleriyle) imtihan edip de o, bunları tamamen yerine getirince: "Seni insanlara imam yapacağım" buyurmuş, (İbrahim): "Zürriye^ timden de" demiş, Allah ise: "Zalimler ahdime (imametime) eremez" demişti." (Bakara, 124)

 

BEY'AT

 

İmametin akdolunmasma ait şer'i yolları seçim ve halife tayini idi. Bunlardan herbirisinde önce ehl-i hal ve'l-akd tarafından sonra biraraya gelmeleri kolay olanların ve müslümanlarm geneli tarafın­dan mutlaka bey'atleri gerekir. Şimdi ise, bey'atın mahiyetini, çeşit­lerini, şartlarım ve kısımlarını, bey'atla ilgili şeyleri tarif etmeyi isti­yoruz.

 

Tarifi:

 

"Bey'at", alışverişte kabul işareti olarak, eliyle satanın eli tutma ve bununla da alışverişin kabul edilmesine denir. Bir de karşı­lıklı alışverişe ve itaata bey'at denir. İbni Manzur:Bey'at: Andlaşmak ve itaat etmektir. Bir iş üzere andlaşma yap­ılar. Şu sözde olduğu gibi: İş üzere el sıkıştılar. Onunla iş konusun-ia anlaşma yaptılar denilir. Nitekim hadisde Hz. Peygamber (s.a.v.): 'Bana İslâm üzere bey'at etmeyecek misiniz?" buyurmuştu. Bey'at, sarşılıklı akidleşme ve ahidleşme yapmaktan ibarettir.O halde bey'at, ma'siyetin dışında, sevinçte ve tasada, zorlukta /e kolaylıkta, emir konusunda münakaşa etmemede, işleri ona ıavâle etmede, emir dinleme ve itaat üzere ahid vermektir.İbni Haldun diyor ki:"Bey'atm, itaata dair söz-ahid vermekten ibaret olduğunu bilin, ey'at eden kimse sanki, benim işime ve müslümanlarla alakalı hu­suslara bakmayı sana havale ettim, bu gibi şeylerde katiyyen seninle pekişmeyeceğim, hoşlansam da hoşlanmasam da emirlerine itaat edeceğim diye emiri ile muahede yapmıştır. Bir emire bey'at edip munla muahede akdi yaptıkları vakit, ahdi kuvvetlendirmek için el­lerini onun eline koyarlardı. Bu durum, satıcı ile alıcı arasındaki mu­ameleye benzediğinden "bae" (sattı), masdarında bey'at (satmak) adı rerilmiştir. Bu şekilde bey'at, elle musafaha halini almıştır. Bey'atm günlük lisanda ve şeriattaki malum manası budur. Hz. Rasûlullah ;s.a.v.)'a Akabe gecesi ve Rıdvan ağacı altında bey'at edilmesiyle ilgili hadislerde geçen bey'atm manası da budur."

 

Bey'atm çeşitleri:

 

Şeriatta bey'at, bey'at edilen işe göre kısımlara ayrılır. Ashabın, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e üzerinde bey'at ettiği işlerin en mühimi dörttür:

 

Birincisi: İslâm'a giriş bey'atı:

 

Bu bey'at çeşitlerinin en gerekli ve en kuvvetli olanıdır. Sadece bu bey'atın bozulması küfürdür. Diğer bey'atların bozulması, günah-ı kebairdendir, büyük günahtır. İnsanların çoğu Hz. Peygamber 's.a.v.)'e, İslâm'a giriş bey1 atı ile bey'at ediyordu. Bu şöyle oluyordu. İslâm'a girmek isteyen adam geliyor, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e selam yeriyor, elini elinin üzerine koyuyor, kelime-i şehadeti getiriyor, İslâm'ı kabullendiğine ve İslâm'a göre hareket edeceğine dair söz ve­riyordu. İşte böylece Hz. Peygamber (s.a.v.)'e bey'at ederek müslü-man oluyorlardı. Bunların hepsi de Hz. Rasûlullah (s.a.v.)'dan sahih delillerle sabit olmuştur.

1- Allah Teâlâ'nm şu sözü:"Ey Peygamber! İnanan kadınlar, Allah'a hiçbir şeyi ortak koş­mamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürme­mek, elleri ile ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemek, iyi işi işlemekte sana karşı gelmemek hususunda sana bey'at etmeye gel­dikleri zaman, bey'atlarını kabul et ve onlar için Allah'tan mağfiret dile: Şüphesiz Allah, çok bağışlayan, çok esirgeyendir." (Mümtehine: 12)

2~ Cerir b. Abdillah (r.a.) hadisi: diyor ki: "Ben Rasûlullah (s.a.v.)'a Allah'dan başka, bir ilah olmadığına ve Muhammed'in Al­lah'ın Rasûlü olduğuna şehadet üzere, namaz kılmak, zekat vermek, dinleyip itaat etmek ve her Müslüman'a nasihat etmek üzere bey'at ettim. Bu hadis, hem bu çeşide hem de bunun dışındaki bey'at çeşitlerine şâmildir.

3- Dımad (r.a.)'ın hadisi: "Hz. Peygamber (s.a.v.)'e: "... ver elini sana İslâmiyet üzerine bey'at edeyim" demiş ve O'na bey'at etmiştir. Rasûlullah (s.a.v.): "Kavmin için de mi?" buyurmuşlar. Dımad: "(Evet) kavmim namına da..." demiştir.[448]

4- Câbir b. Abdillah (r.a.)'m rivayet ettiği hadis: Câbir diyor ki: Bir bedevi, Peygamber'e geldi de: Ya Rasûlallah! Benim İslâm üzere bey1 atımı kabul et, dedi ve Peygamber'e İslâm üzere bey'at etti. Sonra ertesi gün bu bedevi sıt­ma hastalığına tutulmuş olarak geldi ve: (Ya Rasûlallah) Benim bey1 atimi çöz! dedi. Rasûlullah (s.a.v.) onun bu teklifini kabul etmedi. Adam geri dönüp gittiği zaman; Hz. Peygamber (s.a.v.):"Medine şehri demirci körüğü gibidir; değersiz olan kiri pası dı­şarı atar, temiz olanı da alıkor." buyurdu[449]

 

İkincisi: Yardım etme ve koruma üzere bey'at etme:

 

 Bu, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in, Ensar elçilerinden aldığı bey'atta görülmüştür. Bu bey'at İkinci Akabe [450]bey1 atıdır. Sayıları yetmiş üç erkek ve iki kadın idi: "Hz. Peygamber (s.a.v.) onlarla Akabe'deteşrik günleri ortasında gizli olarak vaadleşti. Onlar hazır olunca Hz. Peygamber (s.a.v.) konuştu. Kur'an okudu, Allah'a davet etti ve İslâm'a girmelerini istedi. Sonra şöyle buyurdu:"Sizden, hanımlarınızı ve çocuklarınızı koruduğunuz gibi beni koruyacağınıza dair bey'at istiyorum."[451]El-Berâ b. Marûr elinden tuttu sonra şöyle dedi:Evet! seni hak ile peygamber gönderene yemin olsun ki eşleri­mizi   koruduğumuz   gibi   seni   mutlaka   koruyacağız.   Nihayet

Rasûlullah (s.a.v.)'a bey'at ettik.[452]

 

Üçüncüsü: Cihad etme üzerine bey'at:

 

Kur'an-ı Kerim'de ve Sünnet-i Şerif de çeşitli yerlerde bu konu geçmektedir. Bunlardan bazıları:

1- "Allah mü'mirilerden mallarını ve canlarını onlara (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda sava­şırlar, Öldürürler, öldürülürler. (Bu) Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah'tan daha çok sözünü yerine ge­tiren kim vardır? O halde O'nunla yapmış olduğunuz (bey'at) bu ahş-verişden dolayı sevinin. İşte bu (gerçekten) büyük kurtuluştur." (Tevbe, 111)Allah (c.c.) mü'minlerden mallarını ve canlarını, inen kitaplarda vadettiğini yerine getireceğine dair gerçek bir va'd olarak cennet kar­şılığında satın aldı. Onlar ise Allah'a verdikleri sözü yerine getirdiler de Allah yolunda savaştılar, öldürdüler veya öldürüldüler.İbni Cerir, Şâmir b. Atıyye'den naklederek şöyle diyor:"Hiçbir Müslüman yoktur ki, Allah için boynunda bir bey'at ol­sun da, o bey'atım ifâ etmesin veya o bey'at üzere ölmesin. Bu durum yukarıdaki ayette beiirtilmiştir[453]eyh Hafız Hakemi (r.a.) şöyle diyor:"Eğer bu konuda Rabbimin bu sözünden başka bir söz olmasay­dı, -üstteki ayeti zikretti- faziletinin büyüklüğü kavrânamayacak ve akla gelmeyen bu kârlı alışverişe kalbleri yönlendirmede, nefisleri heyecanlandırmada ve teşvikde bu ayet kâfi gelirdi. Yardımı istene ancak Allah'dır[454]Bu bey'at, her müslümamn boynundadır. Bu bey'at devamlı ola­rak Allah yolunda cihaddır. Çünkü cihad, kıyamete kadar geçerlidir, devam edecektir. Bu yerlerde, alış-veriş manasına gelmesi de muhte­mel, ahdetme-söz verme manası da muhtemeldir. 2- Hudeybiye'de yapılan bey'atla ilgili ayet: "Gerçek, sana bey'at edenler ancak Allah'a bey'at etmiş olurla Allah'ın eli onların elleri üstündedir. Şu halde kim (bu bağı) çözerse kendi aleyhine çözmüş olur. Kim de Allah ile sözleştiği şeye vefa (onun hükmünü ifal ederse O da ona büyük bir ecir verecektir."ÇEe-tih, 10)Bu bey'at Hudeybiye'de oldu. Sebebi hakkında şu zikredilmiştir: Rasûlİulah (s.a.v.), Hz. Osman (r.a.)'ı, müşriklerle karşılıklı görüşe­bilmek ve Hz. Peygamber (s.a.v.)'in gaza için değil, umre için geldiği­ni haber vermek için Mekke'ye göndermişti. Kureyşliler onu Mek­ke'de hapsettiler. Hz. Peygamber'in (s.a.v.) yanında Hz. Osman'ın öl­dürüldüğü haberi yayılmıştı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.): "Kureyş) kavmiyle çarpışmadıkça buradan ayrılmayacağız" dedi ve bey'ata davet etti. Rıdvan Bey'atı ağacın altında oldu.[455] Bu bey'at hakkında kıyamete kadar okunacak olan ayet nazil oldu:"Hakikaten Allah, (Hudeybiye'de) ağacın altında sana bey'at et-mekde oldukları vakit, o mü'minlerden razı oldu. Böylece kalblerinde olan sadakati bildi de, üzerlerine mânevi huzuru indirdi. Kendileri­ne de yakın bir zafer (Hayber'in fethini) verdi." (Fetih, 18)

Bu ayette Allah, onların orada yaptıklarını Övüyor, ve rızasını ihsan ediyor. Zaten onların arzuladıkları hedef, Allah'ın hoşnutluğu­nu kazanmaktı.

3- Buhâri, Yezid b. Ebû Ubeyd'den rivayet ediyor. Seleme b. el-Ekva'ya, şöyle demiştir:Sizler Hudeybiye günü hangi şey üzerine Rasûlullah (s.a.v.)'a bey'at ettiniz? dedim. Seleme (r.a.):  Ölmek üzere, dedi[456]Buhâri'nin diğer bir rivayetinde: - Sabır üzere. Müslim'in Ca-bir'den yaptığı rivayette de: - Biz Rasûlullah (s.a.v.)'a Ölmek üzere bey'at etmedik. Biz O'na ancak kaçmayacağımıza dair bey'at ettik, demiştir.[457]

4- Buharı, harbde bey'at babında rivayet etmiştir... Bu konu ile ilgili pek çok hadis vardır. Hendek gününde Muhacir ve Erisar zah­metten dolayı bey'atı tekrar etmişlerdi:Bizler bey'at edenleriz Muhammed'eCihad üzre hayatta kaldıkça ebedâ[458]

 

Dördüncüsü: Hicret etmek üzere bey'at etmek:

 

Hicret, önce her müslüman olana farz-ı ayın idi. Fetihden sonra sona erdi. Mücâşi b. Mesud (r.a.)'m hadisi buna delillerden birisidir. Şöyle demiştir: Kardeşimle birlikte fetihden sonra geldim ve:Ya Rasûlallah! Sana kardeşimi getirdim ki onun, hicret üzere bey'atım alasın dedim. O da:Hicret, ehl-i hicretteki şeyleri aldı götürdü (yani hicretin hük­mü fetihden sonra kalktı) buyurdu. Ben:Hangi şey üzerine bey'atı kabul ediyorsun? dedim. O ise:

İslâm, cihad ve hayır üzerine bey'at alıyorum',[459] buyurdu.Hicretten maksad Mekke'den Medine'ye idi. Küfür beldesinden İslâm beldesine olan hicrete gelince, bunun hükmü kıyamete kadar devam edicidir, farzdır.

 

Beşincisi: Dinleme ve itaat etmek üzere bey'at:

 

Müslümanlar için halife tayininde imamlara verilen bey'attır. Buna dair deliller çoktur. Onlardan birkaçı:

1- Ubade b. es-Sâmit (r.a.) hadisi, şöyle diyor:

"Allah'ın Rasûlü (s.a.v.)'ne, darlıkta, varlıkta, neşeli ve kederli zamanlarımızda, amirlerimiz kendi arzularını, nefislerimiz üzerine tercih etseler dahi onları dinleyip itaat etmeye, emirlik hususunda ehil olanla çekişmemek üzere bey'at ettik, ancak emirin açık bir küf­rünü görseniz, onun küfrü hakkında yanınızda Allah'ın (kitabın)dan

 (veya Rasûlü'nden) bir deliliniz olması hali müstesnadır." Diğer bir rivayette ise:"Nerede olsak hakkı aöyliyeceğimize, Allah hakkında hiçbir kı-nayıcmın kınamasından korkmayacağımıza dair bey'at ettik[460]

2- Abdulah b. Ömer (r.a.) hadisi:"Biz Rasûlullah (s.a.v.)'a dinlemek ve itaat etmek üzere bey'at ettik. Rasûlullah (s.a.v.)'da bize "Gücünüzün yettiği hususta" buyur­muştu/[461]Cerir b. Abdillah'ın hadisi az önce geçmişti. O hadiste dinlemek ve itaat etmek şartı ile bey'at etme söz konusu idi. Allah'ın Rasûlu (s.a.v.) "Gücünüzün yettiği hususta, her Müslüman'a nasihat etme konusunu da telkin etmişti."

 

Bey'atın sahih olma şartları:

 

Ulemâ, burada, bey'at akdinin sahih olması için sağlanması vâcib olan şartların bazısını zikretmiştir:

Bu şartların bulunduğu kimseye bey'at etmek Müslüman'a vacibdir. Şartlar şunlardır:

1- Kendisine bey'at alan kimsede imamet şartlarının toplanması -tafsili oiarak gelecektir.- O şartlardan biri olmayınca bey'at gerçek­leşmez. Ancak kuvvetli birisinin inkılap yoluyla geldiği durumda bir şartın eksiğiyle akde mâni olmaz. Halife sayılır. Bu durumun izahı gelecek.

2- Bey'at akdini üzerine alan kimsenin ehl-i hal ve'l-akd olması. Bunun, onların vazifelerinden olduğunu açıklamıştık.Er-Râmeli: "Ehli hal ve'1-akdın dışındaki avamın bey'atma itibar edilmez[462]diyor.Ben diyorum ki: Bu, akdolunma bey'atı hakkındadır. Genel bey'ata gelince, onların bunda hakları vardır. Bu durumun izahı ge­lecek. Fakat görev verme, emirle mükellef tutma bey'atmda bu şart kılınmıştır. Delil de şudur. Zeynep binti Humeyd, oğlu Abdullah b. Hişam-ı götürdü ki; bu kimse Hz. Peygamber (s.a.v.)'i görmüştü. Zey-neb b. Humeyd dedi ki: Ya Rasûlallah! Bunun bey1 atını kabul buyur.Hz. Peygamber (s.a.v.): "O henüz çocuktur, dedi ve başını sıvazladı, ona dua etti.[463]Bu şartın delili, Hulefâ-i Raşidin (r. anhüm)'in tatbikatı ile Sahi-hayn'daki Hz. Ömer'in şu sözüdür: "Müslümanlarla müşavere etme­den kim bir adama bey'at ederse o adama bey'at edilmez." Bir riva­yette de Hz. Ömer: "Her kim müslümanların istişaresi olmaksızın müslümanlardan bir adama bey'at ederse ona uyulmaz. O bey'at eden de bey'at edilen de kendilerini öldürülme tehlikesine atmış olurlar.[464]Hz. Ömer (r.a.) Ölüm döşeğinde iken şöyle demiştir: "Bana müh­let veriniz. Bana birşey olursa, Benî Ceda'nm kölesi Suhayb insanla­ra namaz kıldırsın. Sonra üçüncü gün insanların şeref sahibi olanla­rını, ordu komutanlarını toplayın. Sizden birisini emir tayin ediniz. -hitabın altı kişiye yapıldığı anlatılmakta- Kim meşveretsiz emir ol­maya kalkar ise boynunu vurunuz.[465]

3- Bey'at edilen bey'atı kabul etmez, kaçınıp diretirse imameti akdolmamış olur, imam olmaya zorlanmaz. Nevevî er-Ravda isimli kitabında: "Ancak imamete uygun olan kişi, bir kişiden başka yoksa o zaman imam olmaya ihtilafsız zorlanır.[466]

4- Bey'atm, birden fazlaya yapılmaması. Buna, Müslim'in Ebû Said el-Hudri senediyle rivayet ettiği hadis delildir: Şöyle buyurmuş­tur: "Eğer iki halifeye bey'at edilirse onlardan sonuncusunu Öldürü-nüz.[467] ve Hz. Peygamber (s.a.v.)'in şu sözü de delildir: "Birinciye ve ondan sonra gelene (sıra ile) yaptığınız bey'atı tutun![468]İşte bundan dolayıdır ki, Ebû Said b. el-Müseyyeb (r.a.) Abdul-melik b. Mervan'ın iki oğlu Velid ile Süleyman'a bey'ata çağrılınca şöyle söylemiştir: "Ben, gece ve gündüz birbirini takip ettiği müddet­çe (ebediyyen) iki kişiye bey'at etmem." Râvi diyor ki: Kendisine: Şu kapıdan gir, diğer kapıdan çık, denildi. O da: Vallahi, insanlardan hiçbir kimse bana uyamaz. (Yani ben kimseye kötü örnek olamam) dedi. Kendisi dövüldü ve kaim çullar giydirildi."[469]

5- Bey'atm, Allah'ın kitabına ve Rasûlünün sünnetine kavlen ve fiilen uygun olması. Bu şart, Hulefâ-i Raşidin (r.a.)'in hutbelerinde aşikârdır. Şöyle ki, Hz. Ebû Bekir (r.a.): "Allah'a ve Rasûlüne itaat ettiğim müddetçe bana itaat ediniz...[470] demişti. Hz. Ömer onu şöy­le diyerek takib ediyor: "Kâbenin Rabbine yemin olsun ki, arabı, iki yola (Allah'ın Kitabı Rasûlünün sünneti) sevkedeceğim." Abdurrah-man b. Avf (r.a.), Hz. Osman (r.a.)'a: 'Sana, Allah'ın sünneti, Rasûlü'nün sünneti ve Raaûlü'nden sonra geçen iki halifesinin sün­neti üzere bey'at ediyorum." dedi. Hz. Osman, ona muvafakat etti, bunun üzerine, O da kendisine bey'at etti.Abdullah b. Ömer (r.a.)'in Abdullah b. Mervan'a, insanların onun üzerinde fikirleri birleşince şöylece yazması gibi:"Mü'minlerin Emin Abdullah b. Mervan'a dinleyip itaat etmeyi, gücümün yettiği kadar Allah'ın sünneti ile Rasûlünün sünneti üzere ikrar ediyorum. Oğullarım da bu suretle (bey'at) ve ikrar etmişler­dir.[471]Dr. Zâfir el-Kâsımi ise şöyle diyor: "Bu şart, Kur'an-ı Kerim'in açık âyetlerine dayanmaktadır. Şöy­le ki, bu ayet tek bir sûrede üç defa tekrarlanmakta ve âyetin sadece son kısmı değişmektedir. Her kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin tâ kendileridir.[472] (Maide, 44)Bey'at edilen, bu şarta muhalefet eder de kitap ve sünnettekiyle amel etmez veya kitap ve sünnete ters olarak amel ederse Hz. Pey­gamber (s.a.v.)'in şu sözüyle bey1 atı bozulur: "Müslümanlar kendi şartlan üzerindedir.[473]Müslümanlar anlaşma yaparlar, o anlaşmaya göre hareket ederler. Fakat aralarında bir haramı helâl kılma, helâli haram kılma gibi bir anlayış veya anlaşma üzerinde yapılan anlaşmalar bâtıldır demektir, (mut.)

6- Bey'atta, bey'at edenin tam hürriyete sahip olması. Sahabe (r. anhüm) 'nin Hulefâ-i Raşidinin bey'atmda yaptıklan gibi. Rivayetler, kendilerinin hiç kimseyi asla bey'ata zorlanmadıklannı zikretmektedir. Ancak ve ancak ya kendi tercihleriyle bey'at etmiş veya terket-mişlerdi. Onlar itirazlarını ortaya koyuyorlar, ancak delille, hüccetle ikna olduktan sonra vazgeçiyorlardı. Bu şarta göre zorlanan kimse­nin bey'atı geçerli değildir.İbni Kesir diyor ki: "İbni Cerir, İmam Malik'in, 145. senesinde çıkan Muhammed b. Abdillah b. Hasen'e insanların bey'at etmesine fetva verdiğini rivayet ediyor. İmam Malik'e: boyunlarımızda Man-sur'un bey'atı var denildiğinde: Siz zorlama ile karşı karşıyasınız, zorlamaya uğrayan kimsenin bey'atı olmaz demiş, insanlar da o za­man O'na bey'at etmişler. İmam Malik ise evinden ayrılamıyordu." [474]imam Malik (r.a.)'m sıkıntı ve dövülme sebebi idi.[475]

Bu şarta işaret eden delillerden birisi de, bey'atm ikrâh-zorlama ve icbar yoluyla değil; ihtiyari ve rızâ ile gereken bir akid olmasıdır.

7- Bey'ata şahit tutma: Ulemâ arasında bey'atlaşmada şahit tut­mayı şart koşanlar var. Bu, imametin gizlice kendisine bey'at edildi­ğini iddia edenin, iddia etmemesi içindir. Zira böyle bir iddia ayrılık ve fitneye götürür. İmamet akdine şâhid tutmanın gerekliliğine hük­medenler şöyle diyorlar: İmamet akdinde dört şâhid, bir akdeden, bir akdedilen gerektiğini şart koşan Cübbâi'ye zıt olarak iki şahid kâfi gelir. Cübbâi ise bu iddiasını, Hz. Ömer'in emir konusunu altı kişilik şûraya havale etmesine dayandırmaktadır. Emir işi, o altı kişiden bi­ri olan akdeden Abdurrahman b. Avf a bırakılmıştı, akdedilen de on­lardan Hz. Osman b. Affan idi, şahid olarak da diğer dört kişi kal­mıştı.eş-Şenkıtî (r.a.) şöyle diyor: "Bu delillendirmenin zayıf olduğu âşikârdır.[476] el-Kurtûbi ve İbni Kesir'in ikaz ettiği gibi her konuda olduğu gibi bu konuda da işin hakikatini bilmek Allah'a aittir.[477]Ulemânın çoğunluğu ise, şahit tutmanın vâcib olmadığına hük­metmektedirler. Çünkü şâhid tutmanın' vâcib oluşunun nakli delile ihtiyacı vardır. Buna dair bir delil ise yoktur.Derim ki, şâhid tutmanın icab ettiğine hükmedenler, akdeden kimsenin bir kişi olması cevazına hükmedenlerdir. Burada ise şâhid tutma icab etmektedir. Önceden açıkladığımız bu meselede tercih edilen, âkd işini yapan ehl-i hal ve'l-akd olan kimselerdir. Onlar iseyanında başka şâhidlere ihtiyacı olmayan bir cemaattır. Yine daha Önceden ehl-i hal ve'l-akd ile ilgili bellibaşlı görüşleri münakaşa et­miştik/[478]Özet olarak: Bey'atta şahid tutmak vâcib değildir. Allah en iyi bilendir.

 

Bey'atı Bozmanın Hükmü:

 

İslâm, sistem ve yükümlülük dinidir. Bu dinin zaruri ve aşikâr gerçeklerinden birisi de, gerek müslümanların birbirleri arasında ve gerekse kâfirlerle olan ilişkilerde ahidlere vefa göstermektir. Kur'an-ı Kerim'de, gerek ferdler arasında gerek cemaatlar arasında ve ge^ rekse müslümanlarla kâfirler arasındaki ahidlere vefa göstermekle ilgili âyetler vardır.Âyetlerden bir kaçı:

1- Verdiğiniz sözü de yerine getiriniz. Çünkü verilen söz, so­rumluluğu gerektirir." (İsra, 34)

2- "Ey İman edenler! Ahidlerifn gereğini) yerine getiriniz..." (Ma-idel)

3- Andlaşma yaptığınız zaman, Allah'ın ahdini yerine getirin ve Allah'ı üzerinize şâhid tutarak, yeminleri pekiştirdikten sonra bozmayın. Şüphesiz Allah, yapacağınız şeyleri çok iyi bilir." (Nahl, 91)Bu, her akid ve ahid hakkında geneldir. Bey'at ise bütün çeşitle­riyle bu akidlere ve ahidlere dahildir. Bu ayetler de vefanın vâcibliğine delildir.Bey'atm kendisi, -çeşitlerini sayarken gördük ki-, konularına gö­re farklılık arzeder. Bey'atla yükümlü olmayan kimseye, ya lafzen veya bey'at çeşitlerinden istenilen birine işaret eden kayıtlamada be­lirli bir hükmü vermek sahih olmaz. Zira her bir çeşidin özel bir hük­mü vardır. Onlardan bir kısmı vardır ki küfürdür, bir kısmı ma'siyet-tir, büyük günahlardandır. Demek ki mesele izaha muhtaçdır:

1- İslâm üzere bey'atını bozduğu zaman kişi İslâm'dan çıkar, kâfir olur. Önce geçen hadisteki bedevinin yaptığı gibi. Bununla bir­likte bu bedevinin Medine'de yaşaması sıkıntı olup, sıtma isabet edince İslâm üzere yaptığı bey'attan değil de hicret üzere yaptığıbey'atı bozmayı istemiş olması muhtemeldir. O zaman bu suretle İslâm'dan çıkmaz, mürted olmaz. Büyük günahlardan bir günah işle­miş olur.[479]Allah, hicret etmeyen kimsenin velayetini kabul etmemekle bir­likte imânını kabul etmiştir.Şu ayette olduğu gibi: "... İmân edip de hicret etmeyenler ise, on­lar hicret edinceye kadar sizin onlara hiçbir şey ile velayetiniz yok­tur. (Bununla beraber) eğer onlar din hususunda sizden yardım is­terlerse yardım etmek üstünüze borçtur. Şu kadar ki sizinle araların­da anlaşma bulunan bir kavm aleyhinde değil. Allah yapacaklarını­zı hakkıyla görücüdür." (Enfal, 72)İslâm üzere bey'at etmek Hz. Peygamber (s.a.v.)'e has idi. Ne sa­habeden ne de kendilerinden sonrakilerden hiçbir kimsenin İslâm üzere bey'at aldığını bilmiyoruz. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in vefatından sonra hiç kimse İslâm üzere bey'at yapmaksızın İslâm'a giriyordu. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in kendisi bile müslümanlarm bütününden İslâm üzere bey'at almamıştır. Onlardan bir kısmı vardır ki, Hz. Pey­gamber (s.a.v.)'i görmeden müslüman olmuştur. Müslüman olanlar­dan bir çoğu, elini Hz. Peygamber (s.a.v.)'in eline koyamadı.Hicret üzere bey'ata gelince; Mekkenin fethinden sonra hicretin kesilmesiyle bu da sona ermiştir.

2- İmânın aslına ters bir durum ortaya çıkmaksızın yardım üze­re veya cihad üzere veyahut dinleyip itaat etmek şartıyla yaptığı bey'atı bozan kimseye gelince: Bu durumda büyük günah işlemiş olur âsi olur, Allah'ın, failini cehennem azabıyla tehdit ettiği ahdi bozmak olur. Bunun haramlığı, konusuna göre farklılık arzeder. Bunun ha-ramlık bakımından en şiddetlisi, şer'i bir gerekçe olmaksızın, günah olmayan bir konuda, şer'i imama, dinlemek ve itaat etmek şartıyla yapılan bey'atı bozmaktır. Bu, imama yapılan bey'at akdi devam üze­re yapılan bir akiddir. Ancak bey'atı bozacak ölüm, kâfir olma veya delilik gibi birşey bey'at edilende ortaya çıkınca bey'atı bozmak neh-yedilen bozmaya girmez. Bey'atı bozmak denince (bu üç durumun) dı­şında olan için kullanılır.Yardım etme ve cihâd üzere bey'at ise istisnai durumlarda mey­dana gelir. Bundan dolayı da, ne üzere bey'at yapılırsa o söylenir. Böyle bir bey'at yapılınca da bey'ata vefa göstermek vâcib olur. Bu­nun bozulması, dinleme ve itaat üzere imama yapılan bey'atı bozmaktan daha hafiftir. Ordunun müslüman komutanının sebat ve sa­bır üzere bey'at alması caizdir. Bazen sebat edip sabrettiği bazen de sebat etmediği oluyor.                                                         Allah'a isyanın dışında dinleyip itaat etmek üzere imama yapı­lan bey'ata vefa göstermenin vâcipliğine ve şer'i gerekçe dışında bey'atı bozmanın haramlığına dair çok hadis gelmiştir. Bu hadisler­den bâzıları şunlardır:

1-  İbni Abbas (r.a.)'m hadisi: "Allah'ın Rasûlü (s.a.v.) şöyle bu­yurdu: "Her kim emirinde kerih gördüğü bir iş meydana geldiğini gö­rürse, sabretsin (Hemen isyan etmesin) Çünkü her kim (İslâm) ce­maatından bir karış ayrılır da ölürse, muhakkak o, cahiliyet ölümü ile ölür.[480]İtaati terketmek bile hemen isyanı gerektirmez, sabrı gerektirir. İslam cemaatından ayrılan yavaş yavaş şeytanın ve adamlarının te­siri altına girmeye, neticede İslâm'dan çıkmaya doğru yaklaşır. İslâm'dan çıkarsa cahiliyye ölümü üzere ölmüş olur. Diğer bir mana da, cahiliye yani küfür üzere ölme durumu değil, cahiliyye'nin dağı­nıklığına, başsızlığına emanetsizliğine benzetme vardır. Aynı zaman­da böyle bir neticeye gitmekten sakındırma vardır.İbnu Ebi Hamza şöyle diyor:"Cemaattan ayrılmaktan maksad, emir için yapılan bey'at akdi­ni bozmaya yönelmektir[481]

2-  Abdullah b. Amr b. el-As (r.a.)'ın hadisi: Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu:Kim imama (emire) bey'at eder de ona saklayan elini ve kal­binin semeresini verirse, elinden geldiği takdirde hemen ona itaat et­sin. Başka biri gelir de onunla çekişirse o gelenin boynunu vuruve-rin[482]

3- Ebû Hazım (r.a.)'dan rivayet edilen hadis: Ebû Hazım demiş­tir ki: Ebû Hureyre ile beş sene düşüp kalktım. Onu Hz. Peygamber (s.a.v.)'den şu hadisi rivayet ederken dinledim. Şöyle buyurmuştur:"Beni İsrail'i Peygamberler idare ederdi. Bir peygamber vefat et­ti mi yerine (başka) bir peygamber geçerdi. Şu bir gerçektir ki beden

sonra peygamber yoktur. Ama halifeler gelecek hem de çok olacak­lar." Ashab: O halde bize ne emredersin? dediler."Birinciye ve ondan sonra gelene (sıra ile) yaptığını bey'atı tu­tun! Onlara haklarını verin! Çünkü Allah, idaresini kendilerine ver­diği kimselerden dolayı onlara soru soracaktır,[483] buyurmuştur.

4- İbni Ömer (r.a.)'in hadisi: Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyur­muştur: "Her kim boynunda bir bey'at olmadığı halde ölürse cahiliy-ye ölümü gibi (bir ölümle) ölür." [484]Yani şer'i imamın varlığında iken bey'at olmadığı halde ölse demektir. Bir kısım insanlar bu hadi­sin zahirinden şunu anlıyorlar: Müslümana, asrında bulunan idare­ciye ister fasık, ister zâlim hatta kâfir de olsa her ne olursa olsun bey'at etmek vâcib olur. Böyle anlayıştan Allah'a sığınırız. Bey'at edecek ki "cahiliyye ölümü" ile ölme tehdidinden kurtula.Hakikat olan bu anlayışın zıddıdır. Hadisten anlaşılan, burada şer'i bir imamın bulunuşu söz konusudur. Sahihbey'at şartlarının kendisinde tamamiyle bulunduğu bir imam, kendisinde bey'atı bozan şeylerin olmadığı bir emir. Eğer emir ya ehl-i hal ve'1-akddan olursa veya ehl-i hal ve'1-akdm istediği bir kimse ise müslümana, hemen bey'ata koşmak vâcib olur. İmamı görmeden gecelemesi de caiz ol­maz. Yok eğer bey'atm sıhhat şartları bu hükmeden idarecide sağ-lanmamışsa kendisine bey'at etmek vâcib değildir. Bilakis imkan nis-betinde şer'i bir imamı ortaya çıkarmaya çalışması gerekir. Gücü nis-betinde diyoruz, çünkü Allah hiçbir nefsi gücünün dışında bir emirle mükellef tutmamıştır.Esas maksadın hadisten ilk anlaşılan mana olmadığına şu aşa­ğıdakiler işaret etmektedir:

1- Bey'at etmek, bazıları yapınca diğerlerinden düşer, cumhurun dediği gibi farz-ı kifâyedir. [485]

2- Abdullah b. Ömer (r.a.)'in kendi sözünü rivayet edenin davra­nışı, hadisi, sahih bir şekilde anlamaya başkasından daha evlâdır. Hafiz İbni Hacer diyor ki: "İbni Ömer. Hz. Ali'ye veya Hz. Muaviye'ye bey'at etmekten çekindi, sonra Hz. Muaviye, Hz. Hasan b. Ali (r.a.) ile sulh yapınca Hz. Muaviye'ye bey'at etti, insanlar da onun üzerin­de birlik oldular. Oğlu Yezid'e de Muaviye'nin ölümünden sonra insanlar onun üzerine ittifak etsinler diye İbni Ömer bey'at etti. Sonra ihtilaf halinde herhangi birine bey'at etmekten çekindi. Ta ki İbni Zübeyr öldürülüp memleketin bütünü Abdulmelik b. Mervan'm elin­de toplanınca, o zaman ona bey'at etti.[486]İbni Ömer, eğer hadisi zahiri üzere anlasaydı bir gece bile gece-lemezdi. Ancak boynundaki bey'atı ikisinden birisi için ifâ eder, içti­hadının, doğruya en yakın diye yönlendirdiği kimseye bey'atım verir­di. Yine O'ndan şu söz rivayet edilmektedir:İnsanları bir emir üzerinde toplamadan önce iki emire bey'at etmeyi uygun bulmuyorum.[487]İbni Ömer'in buradaki maksadı, boynunda hiçbir kimseye bey'at olmadığı halde bir müddet beklemekti. Bu ise hadisin zahirine ters­tir. Niçin bey'at etmedi? Bey'atm sıhhat şartlarından birisinin mevcut olmaması idi. O şart da bey'at edilecek kişinin bir kişi olma­sıdır.

3- Huzeyfe b. el-Yemân (r.a.)'m rivayet ettiği hadis: Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:"Cehennem kapılarında (halkı cehenneme) çağırıcı (cehennem­lik) bir grup olacak. Kim o davetçilere icabetle o kapılara giderse, da-vetçiler de o kimseyi cehenneme atarlar (yani cehenneme girmesine sebep olurlar). (Huzeyfe demiştir ki) Ben:"Ya Rasûlallah! Onların vasıflarını bize anlat (tarif et) dedim." Rasûlullah (s.a.v.):"Onları bizim milletimizden (veya Ademoğullarından) bir zümre­dir, dillerimizle konuşurlar." buyurdu. Ben:"Peki, o fitne devri bana erişirse nasıl-davranmamı emredersin?" diye sordum. O şöyle buyurdu:"Sen müslümanların cemaatına ve imamına bağlan, (onlardan ayrılma) müslümanların cemaatı ve imamları yoksa o fırkaların hep­sinden uzaklaşman, bir ağacın kökünü ısırman suretiyle (meşakkat­li) de olsa ölüm sana erişinceye kadar dişlerini sıkarak fırkaların hepsinden uzak durmaya devam et![488]Önce geçtiği gibi ihtilaf anında Hz. Peygamber (s.a.v.)'in şu sö­züyle amel edilir:"Ma'ruf gördüğünüz (hak olduğunu bildiğiniz) şeyi alırsınız, münker gördüğünüz (münker oluşu doğru olan) şeyi de terkedersiniz, özel işlerinize yönelirsiniz, sizin avamınızın işlerini terkedersiniz."

[489]Şayet bey'at, her zaman, her müslümana vâcib olsaydı bu fırka­lardan birisinin imamına bey'at etmek emrolunurdu. O zaman her fırkanın bir imamı olurdu. Eğer varsa şer'i imamdan başkasına bey'at etmek caiz olmaz. Allah bizden zorluğu kaldırmıştır. Böyle bir hal meydana geldiği zaman özel işe yönelmemizi irşad etmiştir. Özel iş ise şahsın ailesi, akrabaları ve kardeşleridir. Bunun dışında genel işleri terkederiz. Ma'rufun emri münkerin nehyi konusu geniş bir konudur. İhtilâf anında ise ne yapılabilir? Hadisten anlaşılan şudur: Çeşitli gruplaşmalar meydana gelecek, her grubun başı kendisinin imam olduğu iddiası ile ortaya çıkacak. Hiç birisi de müeyyide uygulayacak hakimiyet tesis edecek kimse­ler değildirler. Bunlara düşen, her grup kendi grubunu, kendi ailesini bilsin, ailesinin, akidesinin, ahlâk ve muamelesinin güzelleşmesine çalışsın demek­tir. Başkalarıyla uğraşmayı terk, fayda olmayınca ve de esas kendi mesuli­yet ve tesir alanını terkedince, mesul olacağından dolayı isabetli bir emir ve­ya tavsiyedir. Bugün herkes kendi grubuyla uğraşsın hiç bir guruba düş­manlık etmesin, esas düşmana ve kendi hatalarına düşmanlık etsinler. An­cak faydası olursa, özellikle makam ve ehliyeti uygunsa ikaz, irşad ve izah sadedinde olmalıdır. Ümitsizlik olmamalı daima birleşmeye, ehil olanı imamlığa getirmeye yönelinmelidir.

Bugün İslâmi gruplara düşen:

a- Kendi içinde İslâmi kimliği yitirmeden çalışmaya, olgunlaşmaya gayret etmek.

b- Düşmanların oyununa gelmemeye azami dikkat etmek.

c- İslâmi grupların hiçbirine düşmanlık etmemek. İkazları gizlice yapa­rak, düşmanı sevindirmemek.

d- Lider konumundakilere yakın insanların, samimiyet içinde en alt se-viyedekilere zaman zaman biraraya gelip yakınlaşma tesis etmek. •

e- Kültür birliği için, en alt seviyede mütevâtirlerde, icmâlarda sahih­lerde, dinin aslına uygun ictihadlarda birleşmek. Bunlar gözönünde bulun­durularak her ehil kişinin içtihadıyla amel etmesinde bir beis yoktur, (müt.)

4- Eğer hadis, önceki anlayış üzere alınsa dostluğun ve düşman­lığın isminden başka birşey kalmaz. Bunun izahı şöyle, bey'at dostluktan ibarettir- veya dostluğun kendisidir- şayet biz, kim olursa ol­sun mevcud olana bey'at etmek mutlaka gerekir dersek bunun mana­sı, buna dostluk ettik, bunun dışındakilere düşmanlık ederiz demek­tir; ister zâlim, ister kâfir olsun Allah korusun. Bu anlayış bu davra­nış, hakiki bey'atı bozan tehlikeden daha büyük bir mahzura düş­meye iter. Halbuki Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Sizden kim onları dost edinirse o onlardandır." (Maide, 51) Allah, bize düşmanlarına dostluk etmeyi emretmekten münezzehdir.Bey'at, şer'i bir hükümdür ki, bazı şartları ve engelleri vardır. Şeriat bu şartları ve engelleri belirtmiştir. Ne zaman şartlar gerçek­leşir, engeller ortadan kalkarsa hüküm vâcib olur, yoksa olmaz. Me­sela zekât, İslâm'ın rükünlerinden üçüncü rükündür. Şeriat zekâtı vermeyen kimseyi şiddetli bir ceza ile tehdit eder. İnsan Zekât vere-cet mala sahib olur, üzerindende bir sene geçer de vermezse ceza teh­didi söz konusu olur. Sonra zekâtı vermezse işte burada şer'i imam gerekir. Şer'i imam olmasına rağmen müslüman da bey'attan çeki-nirse, işte o zaman hadisin ifade ettiği tehdide maruz kalır. Allah en iyi bilendir.

İmam Ahmed (r.a.)'e: "İmamı olmadığı halde kim Ölse cahiliyye Ölümü ile Ölmüş olur." hadisinin manası nedir? diye sorulunca: İmanı nedir biliyor musunuz? İmam, müslümanlarm üzerinde toplandığı kimsedir, herkesin "imam işte budur" dediği kimsedir, hadisin mana­sı budur.[490] demiştir.

 

Bey'atı Kim Alacak?

 

 Müslümanlardan bey'atı alacak olan, İslâm Devleti'nde hazırda olan imamdır. Uzak iklimlerdekilere gelince, bey'atı ya imam alır ve­ya imamın yerine vekâlet eden alır. Hz. Peygamber (s.a.v.), bey'atı bizzat kendisi aldı. Bazı zamanlarda kendisine nâiblik eden olurdu, kadınların bey'atmda yaptığı gibi. Rivayet edildiğine göre Hz. Pey­gamber (s.a.v.), Hz. Ömer b. el-Hattab (r.a.)'dan fetih senesinde ka­dınlardan bey'at almayı emretmişti. Kadınlar arasında Hind binti Utbe (r.a.) de vardı. Hz. Ömer (r.a.)'e Hz. Peygamber (s.a.v.): "Onla­rın bey'atlarını al, onlar için Allah'dan da mağfiret iste! Hz. Ömer de onlardan bey'at aldı.l1[491]

 

Bey'at Şekilleri

 

Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ve kendisinden sonra gelenlerin zama­nında bey'atın çeşitli şekilleri vardır. Onlardan bir kaçı şunlardır:

 

Müsâfaha ve konuşma

 

Görmüştük ki bunu açıklayan bazı hadisler vardı. [492]Hz. Pey­gamber (s.a.v.)'in bey'atlarında yaygın olan budur. Nitekim Rıdvan bey'atında böyle olmuştur. Bu konuda Allah Teâlâ şöyle buyurmuş­tur.    '                                                   

"Gerçek, sana bey'at edenler ancak Allah'a bey'at etmiş olurlar. Allah'ın eli onların elleri üstündedir..." (Fetih:10)

 

Sadece konuşma

 

Bu, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in kadınlar ile salgın hastalığa maruz kalmış kimsenin bey'atını almadaki adeti idi. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in kadınlardan bey'at alması da sadece söz ile idi. Çünkü müs-lüman'ın, yabancı kadının eline değmesi, dokunması caiz değildir. Aşağıdakiler buna delildir:

a) Rivayete göre Ümeyme binti Rukayha , bey'at eden kadınların yanma girmiş, kadınlar: Ya Rasûlallah! Elini uzat, bey'at edelim de­mişler. Hz. Peygamber (s.a.v.): "Ben kadınlarla müsâfaha etmem, fa­kat sizin bey'atmızı alacağım" buyurdu. Bizden (böylece) bey'at aldı (Bey'atta)... maruf da sana isyan etmeyeceklerine dair ifadeyi kullan­dılar. Hz. Peygamber (s.a.v.):Takatinizin ve gücünüzün yettiği konularda, buyurdu. Kadın­lar: Allah ve Rasûlü bize bizden daha merhametlidir", dediler.[493]

b) Hz. Âişe (r.a.) şöyle demiştir:Allah'a yemin ederim ki, Rasûlullah (s.a.v.)'m eli hiç bir (ya­bancı) kadının eline katiyyen temas etmedi. O, kadınlarla sadece ko­nuşmak suretiyle (yani ellerini tutmadan) bey'atleşirdi.[494]

c) Amr babasından naklen rivayet ediyor. Sakif Kabilesi'nden gelen heyetin arasında cüzzamlı birisi vardı. Rasûlullah ona haber salarak "(Yerine) dön bey'atını kabul ettim."[495]buyurdu.

 

Yazışma:

 

Bu durum, Necâşi'nin Peygamber (s.a.v.) ile bey'atlaşmesinde görülmektedir. Şöyle ki, Necâşi, Peygamber (s.a.v.)'e mektub yazmış­tı. Mektubunda: "Rahman ve rahim olan Allah'ın ismiyle, en-Necaşi el-Esham b. Ebhar'dan Allah'ın Rasûlü (s.a.v.)'ne. Selamün aleyke Ey Allah'ın Rasûlü, Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketleri üzerine ol­sun! Kendisinden başka hak ilah olmayan Allah beni İslâm'a hidayet etti. Ey Allah'ın Rasûlü, İsa (as)'nın durumu ile ilgili zikrettiğim şey­ler hakkındaki mektubun bana ulaştı..." Necâşi en sonunda şöyle di­yor: "Sana da, senin amcanmoğluna da, ashabına da bey'at ettim, onun elleriyle alemlerin Rabbi Allah'a iman edip Müslüman oldum.[496]Sen dediği Efendimiz Peygamber'in amcası oğlu Caferi Tayyar, amca oğlu dediği Peygamberimiz (s.a.v.)'dir. Caferi Tayyar'a bey'atı vekil itibariyledir ki, vekil asile vekalet etmesi itibariyle asil gibidir. Ashabına bey'at ise, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in vefatını müteakiben yerine kim geçse onlara da Peygamber (s.a.v.)'in halifeleri olmaları itibariyle olması muhtemeldir. Zira Necâşi (r.a.)'nin devlet adamı ol­ması Peygamber (s.a.v.)'in sistemini Allah'ın nizamı, olarak tanımış olması muhtemeldir.Abdullah b. Ömer (r.a.)'in, Abdulmelik b. Mervan'a bey'at etmek üzere mektup yazdığı sabittir. Şöyle yazmıştır:"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla, Abdulmelik b. Mervan Emirel mü'minine, Allah'ın selâmı senin üzerine olsun. Kendisinden başka hak ilah olmayan Allah'a hamdettiğimi sana arz ederim. Sana gücümün yettiği kadar Allah'ın sünneti ve Rasûlünün sünneti üzere dinleyip, itaat etmeyi ikrar edip söz veriyorum.[497]Tarih kitaplarındaki rivayete göre, halifelerin bazısı, bey'atlaş-ma esnasında talâk, yemin ve nezir şartlarıyla bey'at alırlardı. Bu­nun hanif şeriatta hiçbir aslı yoktur. Ancak bunlara dikkat son dere­ce sebatı ve bunları bozmaktan korkmayı ifade ediyordu. Hangi hal üzere olursa olsun bunun temiz şeriatta yeri yoktur. Zaten ilk çıkan bidat, el-Haccac b. Yusuf es-Sekafi'nin bey'at yeminleridir. Bunu, in­sanların, halife Abdulmelik b. Mervan'ın bey1 atma karşı yemin etme­lerini istediğinden yapıyordu[498]

 

Bey'atm kısımları:

 

 İki kısmı vardır.

1- In'ıkad bey'atı: Bu bey'at, ehl-i hal ve'1-akdm yaptığı ve ge­reğinin yapılmasıyla da, bey'at edilen şahsın sultan olduğu, itaat et­me, yardım etme, emirlerine uyma hakkı doğan bir bey'attır. Bu bey'at, Hulefâ-i Raşidin'in (r.a.) uygulamasında açıktır. Seçim ehl-i imamı seçme işini yaparlar sonra da sahabe (r.a.)'nin Beni Saide sofasında yaptığı gibi bey'at ediyorlardı. Bu in'ikad bey'atıdır/[499]İn'ikad bey'atı, halifeliğinin gerçekleşmesi bey'atıdır. Fakat bu bey'at ehl-i hal ve'1-akdın ilk bey'atı olmaktadır. Bey'atın ilk temeli bunlarla atıl­makta, sonra da bütün toplumun bey'atı gerçekleşmektedir. İlk bey'ata in'ikad bey'atı denir, (müt.)

2- Genel Bey'at (İtaat bey'atı): İn'ıkad bey1 atından sonra diğer müslümanlarm yaptığı bey'attır. Bu, Hulefâi Râşidinin bey'atında yapılanın üzerinde cereyan ettiği şeydir. Beni Saide sofasında ehli hal ve'1-akdin kendisine bey'at ettikden sonra ikinci gün Hz. Ebû Be­kir (r.a.) minbere çıktı, sonra Hz. Ömer (r.a.) ayağa kalktı, kendileri­nin onu seçtiklerini ve bey'at ettiklerini haber verdi. Ona bey'at et­melerini salık verdi. Bunun üzerine müslümanlarm geneli bey'at et-di. İşte bu genelin bey'atidir. Daha önceden görmüştük ki onların bey'atlarını arz ettiğimiz gibi Hz. Ebû Bekr'in durumu Hulefai Raşi-dine misal teşkil etti.

 

Bey'atın Sebepleri

 

el-Kalkaşendi [500]bey'at sebeplerini ve bey1 atın alındığı yerleri zikretmişti. Biz aşağıdaki şekilde özetleyeceğiz:

1.  Sebep: Veliahd bırakmaksızın makamdaki halifenin ölümü Hz. Ebû Bekir'in, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in vefatından sonraki duru­mu veya Hz. Ömer (r.a.)'in yaptığı gibi hilafeti belirli bir cemaata, şûraya bırakması

2. Sebep: Azlini gerektiren bir sebepten dolayı makamdaki hali­fenin azledilmesi. O zaman ümmet, kendi işlerini yerine getirebile­cek ve mesuliyet yüklenecek bir imama bey'at etmeye muhtacdır.

3. Sebep: Halife, etrafındakilerden veya kenar uçlardan itaattan çıkış hareketi hissetmesi. Emrine uyup itaati altına girmeleri için' onlara karşı kendisine bey'at alır ve ayaklananlara karşı bey'atlarmı aldığı kimseleri yönlendirir.

4.  Sebep: Veliahd tayin edenin vefatından sonra veliahd tayin edilen halifeye bey'atm alınması

5.  Sebep: Hilafet makamında bulunan halifenin, veliahd için kendisinden sonra halife olacağına dair insanlardan bey'at alması.

 

İstila (İhtilal)Yolu

 

Geçen bahisde, imamet akdi için sahih şer'i yolları açıklamıştık. Burada başka bir yol vardır ki o yolun gereğiyle itaat vâcib olur, o yol sebebiyle ona karşı çıkış haram olur. Fakat bu, şer'i yollardan değil­dir. Ancak müslümanlarm maslahatı ve kanlarını korumak için zaruret olduğunda caiz olur. Bu, idareye hükmetmek için istilâ, gali­biyet ve hâkimiyeti kuvvetle temin etme yoludur. Bugün buna askeri inkılâb, ihtilal veya darbe denmektedir.Bu yolun, imametin akdolduğu muteber bir yol oluşunda müslü-manlar icmâ etmemişlerdir. Onların bu konuda iki görüşü vardır:

Birincisi: İmameti kesinleşmez, ona itaat etmek vâcib olmaz. Çünkü: "İmamet sadece bey'atla kesinleşmez, ancak halifelik şartla­rının tamamlanmasıyla olur. Şartlardan birisi de hakimiyettir."[501] Bu görüşü Hariciler ve Mutezile kabul etmişlerdir, Şâfiilerden bazısı da bu görüştedir.[502]

İkincisi: Ehl-i Sünnet ve'1-Cemaat'm görüşüdür. İnsanlara istilâ yoluyla hakim olan ve yönetimi kuvvetle ele geçiren kimsenin imameti de Ehl-i Sünnete göre sahih olur. İmam Ahmed, Abdus b. Malik el-Attar'm rivayetinde: "Kim onlara kılıçla gâlib olup, halife olur ve emirel, mü'minin ismi verilirse, Allah'a ve ahiret gününe ina­nan kimseye, onu imam görmeyerek gecelemesi helal olmaz[503]de­mektedir.Ebû'l-Haris'in rivayetinde şöyle diyor: "Melik olmayı isteyen kimse imama karşı ayaklandığı zaman, bir topluluk birisinin yanın­da, diğer bir topluluk da Öbürünün yanında olursa, cuma namazı gâlib olanla birlikte kılınır." Buna İbni Ömer'in, Medine ahalisine Harne zamanında namaz kıldırdığını ve "Biz gâlib olanla birlikteyiz."[504]sözüyle delil getirilmiştir.Bu, Malik (r.a.) ve Şafii (r.a.)'nin görüşüdür. Malik'e gelince, Ma-lik'in ashabından Yahya b. Yahya'ya: "Böyle bir kimseye bey'at et­mek meşru mudur?" diye sorulunca: "Hayır!" demiştir."İbni Ömer (r.a.), Abdulmelik b. Mervan'a melikliği kılıçla alma­sına rağmen bey'at etmiş. Bunu bana Mâlik haber verdi. İbni Ömer'in ona mektup yazdığını, Allah'ın Kitabı ve Rasûlü'nün sünneti üzere dinlemek ve itaat etmekle emrolunduğunu Malik haber ver-mıştır.[505]İmam Şafii (r.a.)'ye gelince:Beyhâki, Harmele'den senediyle şöyle rivayet etmiştir. Ravi di­yor ki, ben Şafii'nin şöyle dediğini işittim: "Hilâfete kılıçla gelip, ga­lip olan, halife.denilen, insanların da, üzerinde toplandığı her kimse halifedir."Nevevî şöyle diyor:"Üçüncü yol galibiyet ve istilâdır: İmam öldüğü zaman imamet şartlarını kendisinde toplayan birisi, halifeliğe tayin edilmeden ve de bey'at olmaksızın ortaya çıkıp, insanlara kuvvetiyle galib olursa müslüman toplumunu intizama sokması için halifeliği gerçekleşmiş sayılır, hilâfeti müna'kid olur. Eğer fâsık veya câhil olması sebebiyle imamet şartlarını cami değilse bu durumda iki görüş vardır. En sa­hih olanı zikrettiğimiz durumdan dolayı o yaptığı şeyle âsi de olsa hilâfeti müna'kid olur, halifeliği gerçekleşmiş olur[506]Ebû Abdil-lah el-Kurtûbi de aynı görüşe katılmış ve bunu Sehl b. Abdillah el-Tüsteri ile İbni Huveyzi, Mendad'a nisbet etmiştir.[507]İbni Teymiye ise şöyle diyor:"Ne zaman yönetimi ele geçirirse, ya onların itaatıyla veya onun galibiyetiyle, Allah'a itaati emrettiği zaman işte o kimse kendisine itaat edilen saltanat sahibi bir sultandır.[508]Muhammed b. Abdulvehhab diyor ki:"Bütün mezheb imamları, bir veya iki beldeyi istilâ edenin her yerde imam hükmünün alacağı üzerinde müttefiktirler. Ne kadar da dünyası müstakim olmasa bile. Çünkü insanlar, İmam Ahmed'den bu güne kadar uzun zamandır bir imam üzerinde birleşmemişler ve âlimlerden hükümlerin ancak en büyük imamla sahih olacağı yolun­da bir şeyi kimse nakletmemiştir.[509]Muhammed b. Abdilvehhab'm sözünden şu anlaşılmaktadır: Zorla gâlib olan istilâcının idareci olması muteberdir ve ona ita­at vâcib olur. Fakat müslümanların ne imamıdır ve ne de halifesidir. Çünkü çok kere imamlık şartlarını da sağlamamaktadırlar, şer'i bir yoldan da imamlıkları gerçekleşmemiştir, bilakis kuvvetle, kahr ile, istilâ ve gasbla imam olmuşlardır. Gasb ise İslâm'da haramdır. Fa­kat Allah'a itaatta, itaat olunur, beraberce cihad olunur ve arkasında namaz kılımrlığıyla da imamlık hükmü vardır. Zira ona karşı çıkış caiz değildir, o günahkâr da olsa. Onun günahı kendi nefsinedir. Müslümanlar o günahdan uzaktırlar.Kitabu'l-Hilafeti ve Sultatü'l-Ümme'nin yazarı: "Fakat bu hakiki hilâfet değildir. Tam aksine meliklik, saltanat ve zorla olmadır... İstilâ yoluyla hâkim olmada söz kılıcındır, hüküm zaruri olarak gâlib olanındır.[510] diyor. Yine şöyle diyor: "Bu istilâcılara, meliklere ve sultanlara imam isminin verilmesi genel manası itibariyledir.[511] Gazâlî, ona itaatin vâcibliğindeki ve ona imam hükmünü verme­deki hikmeti şöyle açıklıyor:"İlim ve takva sahibi bir kimsenin imam olması şayet mümkün değilse, imamet için, hazırdaki imamdan yüz çevrildiğinde güç yetiri-lemeyecek bir fitne kopacaksa, böyle bir durumla karşılaşan kimseye biz hazırdakinin imametinin geçerliliğine hükmederiz. Çünkü onu değiştirmekle fitneyi harekete geçirmiş olacağız. Müslümanların kar­şılaşacakları zarar, imamlığın gerekli şartlarından noksan oluşunun kaybettirdiğinden daha fazla olur. Hilâfet Özelliklerine, meziyetleri­ne kafayı takarak maslahatın aslı yıkılmaz. Bu durum sarayı, şehri yıkarak yapmaya benzer. Öyle ise memleketleri, imamsız bırakmaya, hükümleri fesada vermeye hükmetmemiz muhaldir. Biz, ihtiyaçların gerekliliğinden dolayı memleketlerde isyan halinin hakimiyetinin ge­çerliliğine hükmediyoruz. Hem, zaruret ve ihtiyaç anında imametin sıhhatine nasıl hükmetmeyelim ki?[512]Dediğimiz gibi istilâcıya imamet hükmü, zaruret ve ihtiyaç hali­ne nazaran verilir. Ancak İslâm âlimleri kâfirlerin, müslümanlara galip gelip idareciliği ele geçirmelerine asla cevaz vermemişlerdir. İstilâcının galibiyeti halinde, imamet şartlarının bazısından müsa­maha ile karşılamak mümkün olur. İlim ve adalet gibi. Şu hadisi şe­rifte olduğu gibi: "... Dikkat edin! Bir kimseye biri vali olur da.onu Allah'a ma'siyet olan bir şey yaparken görürse, yaptığı ma'siyetten ikrah etsin! Ama itâttan el çekmesin[513]Hürriyet ve Kureyşîlik gi­bi, şu hadis ona delalet etmektedir: "Üzerlerinize, sizi Allah'ın kitabı ile yöneten bir köle bile vali tayin edilse onu dinleyin ve itaat edin!" [514] ve benzeri şartlar.İslâm şartının ise imamdan düşmesi ebediyyen mümkün olmaz. "Bu esasa göre eğer kâfir, bu makamı zorla ele geçirirse bu durumda bu aşağılığa sükût etmek şer'an caiz değildir. Bu istilâcıyı, zorla ele geçiren kâfiri, silah kuvvetiyle indirmek vâcib olur. Çünkü Allah (c.c.) âyet-i kerimede şöyle buyuruyor: "Allah, kâfirler için, mü'minler üzerinde (hâkimiyete) kesin olarak yol vermez.[515] (Nisa, 141)Hz. Peygamber (s.a.v.)'e:-Ya Rasûlallah! Onlarla kılıçla çatışmayalım mı?" denilince: "-Hayır! Aranızda namazı ikâme ettikleri müddetçe.[516]buyurmuş­tur. Kâfir ise zaten namaz kılmaz. Eğer kâfir olursa kılıçla karşı çık­mak vâcib olur. İşte Hz. Peygamber (s.a.v.)'in hadis-i şerifi:Ancak hakkında elinizde Allah'dan bir hüccet bulunan aşikâr bir küfür görürseniz o başka![517]Biz böylece Ehl-i Sünnet ve'1-Cemaat müslümanlar'ımn çoğunlu­ğuna göre imametin gerçekleştiği yollar ve bu yollarla ilgili konular üzerinde söz ettik. Bu konuda Şia'dan Zeydiyye imametin gerçekleş­tiği yollar ve bu yollarla ilgili konular üzerinde söz ettik.Bu konuda Şia'dan Zeydiyye karşı çıkmakta ki onlar nefse dave­ti imametin gerçekleşmesi için yegâne yol sayıyorlar.[518] Mu'tezi-le'den Cübbâi de onlara uymaktadır.İmâmiyye Rafizileri'ne gelince, onlar imamete ehl-i beytin ileri gelenlerinden başkası için uygun bir yol görmüyorlar. Hatta onların iddialarına göre bu gün kıyamete kadar bekledikleri gizli imamı da ehl-i beytin ileri gelenleri arasında görmekteler.

 

2-EHLİ SÜNNET VE'L-CEMAAT'A GÖRE İMAM

 

1-KONU İMAMIN ŞARTLARI

 

İmam, İslâm devletinin en yüksek organıdır. Tabii olarak bu imamın da belli başlı şartlan hâiz olması gerekir. Seçilirken o şart­lar gözönünde bulundurulur. Bu şartların önemi, işgal edeceği maka­mı, yüklendiği büyük mesuliyeti ve bu ağır emaneti taşımaya yeterli olmasının önemi dolayısıyladır.İslâm devletinin başkanlığını üzerine alması istenen kimse hakkında ulemânın öne sürdüğü bu şartları, ümmete saygı duyarak seçim esnasında gözetmek vâcibdir. Ancak bu şartların kendisinde gerçekleştiği kimseye ümmet işlerini bırakmak vâcib olur.Bu şartlar seçim esnasında yok olursa, ümmet, istila, zorla ele geçirme gibi seçimsiz bir duruma mecbur bırakılır ve böylece emirlik, imamet şartlarını tamamlamayan ve uygun olmayana geçerse işte böylesi durumlarda bu şartların bütünü şart değildir. Çünkü bu bü­yük bir fitneye sebep olur. Ümmet ise bu fitneden uzaktır. Çünkü o zaman müslümanların maslahatı bunu gerektirmektedir. "İki zarar­dan daha hafif olanı işlenir." kaidesince, vaziyetin değişmesine ka­dar, şartları tamamıyla yerine getirebilmek için münasib vaktin gel­mesine kadar bu şartların bazısına müsamaha edilir.Netice olarak zorbalıkla gelen idarecide şartların bazısının kay­bolması ona karşı çıkışın, hurucun, mâsiyetin dışında itaatsizliğin câizliğini gerektirmez.Bu şartlardan bir kısmı küçük olsun, büyük olsun her idarecide bulunması gereken şartlardır, bir kısmı da, - emire'1-mü'minin imameti uzmâya hasdır. Ehl-i hal ve'1-akdm şartlarıyla ilgili hadis-i şerif geçti. Özellikle diğer şartlara ek olarak imamda bulunması vâcib olan şartlardır. O şartların bir kısmı kemal şartı, bir kısmı da mutlaka bulunması gerekli olan sıhhat şartıdır. Bu durum, her şart­la ilgili hadis geçtikçe ortaya çıkacaktır.Şimdi bu şartları arzedeceğiz. Bu konudaki ulemânın fikirleri­ni, şart koşulan delilleri ve muhtelif şartlardaki tercih edilen görüşü açıklayacağız.

 

Birinci şart: İslâm

 

Bu, büyük olsun, küçük olsun her İslâmi idarecilikte vâcibdir. (En büyük idarecilikte) velâyet-i uzmâda ise bunun şart kılınması daha mühimdir. Bu şarta dair deliller çoktur. Onlardan bir kısmı şunlardır:

a) Âyeti kerime;Mü'minlere karşı kafirlere asla yol vermeyecektir." (Nisa, 141) Yani dünyada müslümanlar küfrün hâkimiyetine rızâ[519] göster­meyecek demektir. Şu bir gerçektir ki, velâyet-i uzmâ (en büyük ida­recilik), idare edilen halk üzerinde hakimiyet kurmanın en kuvvetlisi ve hakim olma yolunun en büyüğüdür.

b)  Kâfirleri idareci ve dost edinmekten nehye delalet eden ayetler:Ey iman edenler! yahudileri ve hristiyanları dostlar edinme­yin. Onlar birbirlerinin dostlarıdır. Sizden onları kim dost edinirse o onlardandır." (Maide 51)"Ey iman edenler! mü'minleri bırakıp da kâfirleri dostlar edin­meyiniz! Allah'a, aleyhinizde olacak açık bir delil vermek mi istiyor­sunuz?" (Nisa, 144)"Müminler, mü'minleri bırakıp kâfirleri dostlar edinmesin. Kim bunu yaparsa (ona) Allah'tan hiçbir şey (hiçbir yardım) yoktur. Ancak onlardan (gelebilecek tehlikeden) sakınmanız (gereken durum­lar) başka." (Ali İmran, 28)Diğer kâfirleri dost edinmekten nehiyle ilgili ayetler:[520]Onları dost edinmek, nehyedilen idareci edinmenin bir çeşitidir. işte bundan dolayı onları, müslümanların işlerinden herhangi bir şe­ye idareci kılmak caiz değildir. Bu konuda İbn Kayyım'ın sözü daha önce geçti.

c) İmam'da İslâm şartının bulunması gerektiğine dair de­liller: Ey iman edenler! Allah'a itaat ediniz. Rasûlüne ve sizden olan ulu'l-emr'e itaat ediniz.." (Nisa, 59)Ayetteki "sizden olan" sözü idarecinin müslümanlardan olma­sını şart koştuğuna dair açık bir nassdır.Prof. Dr. Mahmud el-Hâlidî şöyle diyor:Ulu'1-emr" kelimesi ancak ve ancak müslümanlardan olmala­rı gerektiğini ifade eden kelime ile birlikte ifade edilmiştir. İşte bu durum emir sahibinin (veliyyü'1-emr) müslüman olmasının şart olu­şuna delil olmaktadır[521]Şu bir gerçek ki kafire hiçbir şeyde itaat asla vâcib olmaz, tam aksine onunla harbetmek ve savaşmak, Kur'an'ın nassıyla[522] vâcib ol­muştur. Ya müslüman olacak, ya teslim olacak veya cizye ehlinden olup cizye verecek.

d) Hadislerden deliller: Müminlerin annesi (r.a.)'nin, Hz. Peygamber (s.a.v.)'den rivayet ettiği şu hadis-i şerifte: "Biz hiçbir müşrikten yardım istemeyiz. [523]Başka bir rivayette: "..Öyle ise dön! Ben asla bir müşrikten yar­dım alamam[524]buyurmaktadır. Bu sözü, Rasulullah (s.a.v.) Bedir günü arkadan gelip beraberinde müşrik olarak gazada bulunmayı is­teyene söylemişti.Bazı işlerde kâfirden yardım istemekten nehiy olunca, müslü-manların işlerini düzenlemede ve idareyi onlara bırakmada nasıl on­lardan yardım istenir! Müslümaların halifeleri işte bu emre tutundu-lar ve uydular. Mesela Hz. Ömer (r.a.), Ebû Musa el-Eş'ari'ye Hristi-yan katip edinmesinden dolayı kızmıştı.Abdullah b. Ahmed demiştir ki, bize babam bahsetti, bize Veki' bahsetti, bize İsrail, Semmak b. Harb'den, o da Iyad el-Eş'ari'den, o da Ebû Musa (r.a.)'dan bahsetmiş ve şöyle demiştir: Hz. Ömer (r.a.)'e: Benim bir hıristiyan kâtibim var, dedim. O da:Sana ne oldu ki? Allah canım alsın. Allah'ın şöyle buyurduğu­nu işitmedin mi?: "Ey iman edenler! Yahudi ve Hristiyanlan dostlaredinmeyin! Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost edinirse oda onlardandır..." (Maide, 51) Hanif olanı (katip) edinir­sin, dedi. Ravi diyor ki: Ebû Musa: "Ey mü'minlerin emiri! Kâtipliği bana, dini kendisine" dedim. Hz. Ömer (r.a.) ise: "Allah'ın kendilerini alçalttığı kimselere ikram edemem, Allah'ın zelil kıldığım aziz kıla-mam, Allah'ın uzaklaştırdığını yaklaştıramam."[525]dedi. Yine Hz. Ömer:"Onlara emniyet etmeyin, Allah onlara hâindir, diyor. Onları yaklaştırmayın, Allah onları uzaklaştırmıştır, onlara izzet vermeyin, aziz kılmayın, Allah onları zelil kılmıştır[526] diyor.Bu ümmet arasında Ömer b. Abdilaziz, Mansur, Harun Reşid, Mehdi, Mütevekkil, Muktedir ve diğerleri gibi güzel övgüleri bulu­nan halifeler bu yol, bu prensip üzere yürüdüler.[527]

e) Buna dair İcma: Müslümanların işlerini düzenlemede kâfirleri idareci kılmanın caiz olmadığında müslümanlar icmâ etmişlerdir. Zira hiçbir kâfirin Müslümanın üzerinde idarecilik hakkı yoktur. Bu icmâyı ulemâdan çok kimse nakletmiştir. İbnü'l-Münzir de onlardandır. O şöyle diyor: "Ehl-i ilim vasfını kazanan herkes, kâfirin hiçbir müslüman üzerinde idarecilik hakkının olmadığında icmâ etmişlerdir. [528] Kadı İyâz: "Ulemâ, imametin kâfir için geçerli olamayacağı üze­rinde icmâ etmişlerdir. Şayet onlarda küfür ortaya çıkarsa azledilir. Yine şöyle diyor: Şayet namaz kılmayı, namaza çağırmayı terketse aynı şekilde yine azledilir, [529] diyor.Buna göre imametin, kâfire veya dinden dönen (mürted) kafire akdedilmesi caiz değildir. Çünkü İslâmi devletin hâkimiyetinin ma­nası; İslâmi çizgiyi kabullenip ayrılmaması, hayatını, Öğrendiklerine uygun bir şekilde sürdürmesi, yaşayıp tatbik etmesidir. Bu İslâmi prensip, İslâmi çizgi ve İslâmi metodu tatbik, ancak bu yolu açana tam bir teslimiyetle ve dostlukla takib eden insanlardan tasavvur olunur.Galil 8/256.Üstad Muhammed Esed şöyle diyor:Bizim kesinlikle gerçeklere gözümüzü kapamamamız gerekir. Ne kadar nezih, muhlis, vefalı, memleketini seven, kendisini vatanı­nın hizmetine bütün gönlüyle adamış olsa bile müslümanın dışında hiç bir şahsa bu işi vermemeliyiz. Biz İslâm ideolojisinin hedefinin gerçekleşmesi için müslümandan başka hiçbir şahsa idareciliği bıra­kamayız. Onların bu derece nezih, samimi, memleketini seven, ken­disini feda eden kimse olmaları sırf nefsi sebeplerden kaynaklan­maktadır. Biz bunları görmezlikten gelemeyiz. Hem İslâmi hedefle­rin gerçekleşmesini kâfirden istememizin insaflılık olmayacağı görü­şündeyim.[530]

 

İkinci Şart: Buluğ çağına girmiş olması.

 

Büyük veya küçük İslâmi her idarecilik hakkında lazım olan a-çık şartlardandır. İşte bundan dolayı küçüğün imameti gerçekleş­mez. Çünkü onun işlerinde ona sahiplik eden, vekâlet eden, kendisi­nin dışında olan kimsedir. Bu durumda olan kimsenin ümmetin işle­rine nasıl nezaret etmesi caiz olur ki? İşte ayet-i kerime:

"Allah'ın, sizi başına diktiği mallarımızı aklı ermezlere verme­yin, o mallarla onları besleyin, giydirin ve onlara güzel söz söyleyin."Buradaki sefihlerden maksad "küçükler ve kadınlardır.[531] Se-fihlikte, kadınların sefihliği erkeklerden daha fazladır. Yoksa sadece serinlik kadınlara has değildir. Kadınlardan öyleleri vardır ki erkek­lerden çok üstündür. Bu mutlak manada kadın erkekten üstün, er­kek de kadından üstün demek değildir, bunlar izafi şeylerdir. Bazı konularda kadınlar kadmlıklarıyla üstündürler erkekler de erkeklik-leriyle üstündür. Bu da yine galibidir. Onlara mallarım vermekten nehyolunursak, ki ohlar tasarrufu iyi yapamazlar, Müslümanların işlerini yürütmeyi elbette onlara bırakmamamız gerekir. Hem zaten küçük çocuk mükellef değildir. Delil ise şu hadis-i şeriftir: "Hz. Ali b. Ebi Talib (r.a.)'den rivayet edilmiştir. "Kalem üç kimseden kaldırıl­mıştır: Akıllanmcaya kadar deliden, erginlik çağına ulaşıncaya ka­dar çocuktan, uyanıncaya kadar uyuyandan.[532] Kalemi kaldırılan kimsenin işlerdeki tasarrufu sahih değildir. Çünkü şer'an mükellef değildir.Kendi nefsine ait işlerde de tasarrufa malik olmaması devam etmekte, öyle ise çocuğun müslümanların bütün işlerinde tasarrufa sahib olması şer'an caiz olmaz. Kendi nefsinin işini üzerine alama­yan müslümanların işlerini hiç üzerine alamaz.Hz. Peygamber (s.a.v.)'in, çocuğun emirliğinden sığınmaya dair bir hadisi vardır. Ebû Hureyre (r.a.)'den rivayete göre Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:Yetmişin başından ve çocukların emirliğinden Allah'a sığının!"[533]* Hicri 70'in başında meydana gelecek fitneden veya Hz. Peygamber (s a v.)'in vefatından sonraki yetmişin başında meydana gelecek fitneden Al­lah'a sığının demektir. Mirkatu'l-Mefâtih Şerhu Mişkati'l-Mesabih. Aliyyü'l-Kari 7/290. (müt.)İbni Hazm diyor ki: "Ehl-i kıble fırkalarından hiçbir kimse kadı­nın imameti ile baliğ olmayan çocuğun imametine cevaz vermemek­tedir. Ancak Şiîler çocuğun imamlığına cevaz vermektedirler.[534]

Hâriciler de aynı görüştedirler. Özellikle ileride geleceği gibi on­ların Şebibiyye kolu da aynı anlayıştadır.

 

Üçüncü Şart: Akıl

 

Bu da gerekliliği aşikâr olan şartlardandır. Delilik veya başka bir sebeple aklını kaybedenin idareciliği gerçekleşmez. "Çünkü akıl tedbirin âletidir. Akıl giderse işlerin düzgün yürütülmesi (tedbir) de gider.[535]Çünkü aklı giden, kendi işlerini evirip çeviren başka bir kimse­ye muhtaç olur. Böyle olan kimseye müslümanların yönetimi nasıl bırakılır, havale edilir?Çocuk, çocukluğu sebebiyle bu makamdan mahrum olunca, deli olan ise daha ziyade mahrum olur. Bu konuda Hz. Peygamber (s.a.v.)'in hadisini az önce gördük: "Kalem üç kimseden kaldırıldı. Onlardan "iyi oluncaya kadar deli" diye zikredilmişti.Gazali, çocuk ile delinin imametinin caiz olmadığına delil geti­rerek şunu söylemiştir: "İkincisi: Akıldır. Delinin imameti gerçekleş­mez. Çünkü mükellefiyet, işin Özü ve eksenidir.[536]Âlimler aklın gitmesini çeşitli kısımlara ayırmışlardır:

1-  Aklını geçici olarak kaybetmesi, baygınlık gibi. Ebû Ya'lâ şöyle diyor: "Bu durum imamet akdine mani olmaz. Çünkü devam et­mez, süresi az bir hastalıktır. Zira Hz. Peygamber (s.a.v.) de hastalı­ğında baygınlık geçirmişti.[537]

2- İyi olması umulmayan, kendisinden ayrılmayan, delilik gibi. Bu üç kısımdır:

a) Tam bir akıl hastalığıdır ki kurtulması imkansızdır. Bu, hem imam olmaya mani hem de imamlık anında olursa, imamlığın deva­mına manidir. İmam iken delilik ortaya çıksa imameti iptal eder. Çünkü delilik idareciliğin maksadına engeldir.

b) Zamanın çoğunda deli olan. Hastalık devam ediyor demektir. Hilâfete ve hilâfetin devamına engeldir.

c) Akıllılık hali delilik halinden fazla ise bu durum halife olma­ya mani [538] ama halifeliğini devamına mani değildir. Mani olmasıyla devam etmesi arasında ihtilaf edilmiştir.Sırf akıllı olmak devlet başkanlığına kâfi değildir. Zekâsı ve ak­lı en yüksek seviyede olmalı, ümmetin işlerini düşünen, ümmete uy­gun faydaları ortaya koyacak seviyede olmalıdır.

 

Dördüncü Şart: Hürriyet

 

Bu şart da imamet hakkında zaruri şartlardandır. Çünkü köle hiçbir hususda tasarruf hakkına sahip değildir. Ancak efendisinin iz­niyle hareket eder. Kendi nefsine bile idareciliği yoktur, başkası üze­rinde idareciliği nasıl olabilir ki?Gazali bu şartı şu sözüyle delillendiriyor:"Kölenin imameti gerçekleşmez. İmamet makamı, halkın işle­rinde bütün vakitlerini harcamayı gerektirir. Emir altında çalışan bir kölenin imameti nasıl ortaya çıkabilir? Kölenin Kureyşi olmasına gelince böyle bir durum köle hakkında tasavvur bile olunmaz.[539]İbni Battal, el-Mehleb'den buna dair icmâ nakletmekte ve şöyle söylemektedir:"Bu ümmet, imametin köleler hakkında caiz olmadığında icmâ etmiştir.[540]eş-Şenkıtî de şöyle söylüyor:"Ulemâ arasında bu konuda hiçbir ihtilâf yoktur. [541]Bu icmâya sadece hâriciler muhelefet etmiştir. Onlar imamın köle olmasına cevaz vermişlerdir.[542] Alimler, haricilerin muhalefeti­ni, icmâm sıhhatine tesir edici saymamışlardır.Sahihi Buhari'de kölenin imametine dair hadis vardır denilirse ki, Buhâri Sahih'inde Enes b. Malik (r.a.)'den Rasülullah'm şöyle söylediğini rivayet ediyor:"Üzerlerinize, tayin olunan vali, başı siyah kuru üzüm gibi ha-beşli bir köle bile olsa dinleyiniz ve itaat ediniz!"[543]Bunun bir benzeri, El-Irbad b. Sariye (r.a.)'den bir hadiste şöyle rivayet edilmektedir. El-Irbad b. Sariye (r.a.) şöyle dedi:Bir gün Rasûlullah (s.a.v.) bize, sabah namazından sonra çok belâgatlı bir va'z etti ki gözler yaşardı, ağladı, gönüller ürperdi. Bir adam kalktı ve:Ey Allah'ın Rasûlü! Şu konuşma ayrılış konuşması(na benzi­yor) bize ne tavsiye ediyorsun? dedi. Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyur­du:-Ben size Alah'dan korkmanızı ve üzerinize habeşli bir köle de (amir kılınsa, emirlerini) dinlemeyi ve itaati tavsiye ediyorum.[544]Buna birkaç yönden şöyle cevap vermek mümkündür:

1) Bazen darb-ı meselin, âdetten olmayan şeyle yapıldığı oluyor. Habeşli köle denmesi, şer'an tasavvur edilmese bile, emre itaat et­mede mübalağa içindir.Ibni Hacer bu cevabı el-Hattâbi'den naklen anlatmıştır.[545] Ha­disteki bu teşbih şu âyete benziyor:"De ki, Rahmanın çocuğu olsa ben ona tapanların ilki olur­dum. " (Zuhruf, 81) Bu, izahlardan birisine göredir.[546]

2-  İmam (halife) tarafından, habeşli kölenin görevlendirilmesi bazı memleketlere memur olarak tayin edilmesidir. eş-Şenkiti (rha): "İzahlardan en açık olanı budur [547] diyor. Habeşli köle, imamın tayin ettiği memur olan kimsedir, imam değil.

3- Köle denmesi, imam olmadan önce idi. İmam olduğu esnada ise hürdür. Mesela âyet-i kerimede âkîl baliğ olana yetim lafzının kullanılması, baliğ olmadan önceki hali itibariyledir:

"Yetimlere mallarını (baliğ oldukları zaman) verin..." (Nisa, 2)

4- Habeşli köleden maksad seçilen imam değil, mütegâllib-isti-lacı zorba olan kimsedir. Bu durumda, habeşli köle de olsa ona itaat vâcib olur. Sırf köledir diye ona karşı hurûc hareketi caiz olmaz. Bu görüşü şu lafız kuvvetlendirmektedir: "Size tasallut ederse..." Hadis-de "teemmere" lafzı, kendi başına ehl-i hal ve'l-akd tarafından emir tayin edilmediği halde, emirliğe zorbalıkla hakim olmaya delâlet eder.Bu cevaplardan en uygunu ikincisidir. Şenkıti'nin de tercih etti­ği görüş budur. Bu tercihin sebebi, buna işaret eden bazı hadislerin oluşudur. Mesela bunlardan birisi Hâkimin, Hz. Ali (r.a.)'nin Hz. Peygamber (s.a.v.)'den duyup naklettiği şu hadistir: "İmamlar Ku-reyş'dendir. İyileri, iyilerin emirleridir, fâsıkları, fâsıkların emirleri­dir, Herbirisinin bir hakkı vardır, her hak sahibine hakkını veriniz. Eğer Kureyş, size burnu kesik habeşli köleyi bile tayin etse onu din­leyin ve itaat ediniz!"[548]Bu görüşü hadislerde geçen şu lafızlar da kuvvetlendirmektedir: "Ve in ustu'mile, ve in ümirre" (Emir tayin edilse) vs. Allah en iyi bilendir.Hürriyetin şart olduğuna, kölenin tasarrufunun, devlet başkanı da olsa bâtıl olduğuna delillerden birisi, el-Izz b. Abdisselam (r.a.)'m, Mısır'daki -Kölemenler- Eyyübi Devleti'nin emirlerinin satılmasına hükmetmesidir. Çünkü kölelerin tasarrufları şer'an sahih değildir, ancak azad edilirse sahih olur. Onların satılıp paralarının müslü-manlarm beyt'ul malına katılmasına hükmetti. Böyle hükmedince kızdılar, o zamanın Mısır'daki devlet başkanı olan Necmeddin Eyyüb de kızdı ve: Bu onun karışacağı işten değildir, dedi. el-Izz b. Abdisse­lam da Mısır'dan göçmeye karar verdi, eşyasını hazırladı ve yürüdü. İnsanlar da onu takib etti ve dediler ki, o çıkarsa biz de çıkarız. Nec­meddin yolda Ona kavuştu, rızalık istedi, dönmesini ve hükmettiği şeyi bizzat kendisinin yerine getirmesini istedi. O da döndü ve istedi­ği de yerine geldi.[549]

 

Beşinci şart: Erkek Olması

 

İmametin şartlarından birisi de erkek olmaktır." Ulema arasın­da bu konuda hiçbir ihtilâf yoktur.ıl[550]Buna dair Buhari'nin Sahihi ile diğerlerinin de Ebû Bekir (r.a.)'den yaptıkları rivayetlerdir:Hz. Peygamber (s.a.v.)'e, Fars halkının Kisra Perviz'in kızını kendilerine şehinşah seçtikleri haberi ulaşınca:"İşlerini (Devlet başkanlığı) bir kadının eline veren toplum, asla felah bulmaz.[551]İdarecilik konusunda erkeklerin kadınlara tercih edildiğine da­ir Kur'an-ı Kerim'de birçok ayet vardır."Erkekler, kadınlar üzerinde hâkimdirler. O sebepledir ki Allah onlardan kimini (erkekleri) kiminden (kadınlar) üstün kılmıştır. Bir de (erkekler onlara) mallarından infak etmektedirler. İyi kadınlar itaatli olanlardır. Allah kendi (hak) larını nasıl koruduysa onlar da öyle gözle görünmeyeni koruyanlardır." (Nisa, 34)Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.v.), kadınların akıllarının ve dinle­rinin bazı itibarlarla noksan olduğunu haber vermiştir.[552]İmametise kâmil görüş, akıl ve idrakin tam olmasına muhtaçtır. İşte bu se­bepten dolayı, şehadetlerini, yanında bir erkek olmak şartıyla kabul ediyoruz. Zira Allah (c.c.) şu sözüyle yamlabilecekleri ve unutabile­cekleri gerçeğini hatırlatmış ve uyarmıştır:Erkeklerinizden iki de şahid yapın. Eğer iki erkek bulun­mazsa o halde razı (ve doğruluğuna emin) olacağınız şahidlerden bir erkekle iki kadın (yeter. Bu suretle) kadınlardan biri unutursa öbü­rünün hatırlatması (kolay olur)..." (Bakara, 282)Ayrıca İbni Kudame'nin bu manadaki sözünü önceki konularda zikretmiştik.Müslümanlara imam olmak, meclislere girmeyi, erkeklerle ha­şır neşir olmayı, ordulara komutan olmayı vs. gerektirir. Bu ise şer'an kadınlara mahzurludur. Ayette:"(Vakar ile) evlerinizde oturun..." (Ahzab, 33) buyurulmaktadır.Kadınların evlerde oturma emri Hz. Peygamberin hanımlarına ait­tir. Diğer kadınlar da aynı emirle muhatap olsaydı sıkıntı olurdu. Bu özellik Peygamber hanımlarına aittir, diğer kadınlar için ancak müstehaplık hük­mü vardır. Evde oturan kadınların da boşu boşuna oturması değil, faydalı işlerle meşgul olmaları gerekir. Eğiticilik gibi, el işleri, kadınlara has işler gibi. (müt.)

Gazali diyor ki:"Dördüncüsü erkek olmaktır. İmamet için müstakil sıfatların ve kemal sıfatlarının bütününe sahip de olsa, bir kadının imameti ka­bul edilmez. Ekseri hükümlerde şahidlik makamı ve kaza-muha-keme makamına sahip olmadığı halde, bir kadın imamlık makamına nasıl namzet gösterilebilir ki?[553]Begavî ise şöy^ söylüyor:"Kadının imamlığa ve kadılığa uygun olmadığında ittifak etti­ler. Çünkü imam müslümanların işlerini görmek, cihad emrini yerine getirebilmek için dışarı çıkmaya muhtaçdır. Kadı ise davalılar arasında hükmetmek için çıkmaya muhtaçtır. Kadına gelince, kadı­nın örtünmesi, korunması gerekir, her iş için dışarı çıkması uygun değildir, zayıflığından dolayı pek çok işi yerine getirmekten acizdir. Çünkü kadının bu işlerde noksanlığı vardır. İmamet ve kadılık ise idareciliğin kemâlindendir, kemal ister. Kâmil idareciliğe ancak er­keğin kâmili uygundur.[554]Realite de buna şahidlik etmektedir. İnsanlar tecrübeleri ile de bilirler ki, imamete ancak erkekler uygundur. Tarihte devlet başkan­lığı makamında, bazen kadın bulunmuş olsa bile. Aynı şekilde kadı­nın ruhi ve bedeni yapısı, devamlı olarak bu makamda kalmasına müsait değildir. Şu bilinen bir gerçektir ki kadının tabiatında yufka yüreklilik, âni infial gösterme ve şiddetli sızlanma görülmektedir."Kadındaki bu sıfatlar, ilk görevini yerine getirmeye güc yetire-, bilmesi için yaratılmıştır. O görev ise annelik ve dadılıktır.[555]Bu sıfatlar annelik ve dadılık için lazım iken, idarecilik ve baş­kanlık için zararlı olur. Erkeğe gelince, çoğunlukla şefkat ve vicda-nıyla kadınların giriştiği gibi işe girişmez. Erkekte galib olan idrak, fikir ve düşüncedir. İdrak ve düşünce ise sorumluluğun ve idarecili­ğin iki temel direğidir.İşte bundan dolayıdır ki, Allah Teâlâ erkeğe, ruhi ve bedeni ih­tiyaca uygun olanı; cihad, idarecilik ve önderlik gibi şeyleri hükmet­ti. Kadına da aynı şekilde yaratılışına uygun olan terbiye, dadılık ve kadına münasib olan diğer işleri meşru kılmıştır.İbni Hazm Zahiri, kadına, imamlığın verilemeyeceğine dair ic-mâyı nakletmiştir. Şöyle ki: "Ehl-i kıble fırkalarından hiçbirisi kadı­nın imamlığına cevaz vermemiştir,[556] Kurtûbi[557] de aynı görüştedir. Buna Hâriciler muhalefet etmiştir. Ancak onlardan bir fırka bunun câizliğine hükmetmiştir. O firka eş-Şebibiyye fırkasıdır. Bunlar, Şe-bib b. Yezid eş-Şeybani'nin taraftarlarıdır/[558]Bağdadî onlar hakkında:"O ve tabileri, kadının imamlığına, eğer işlerini yerine getirebi­liyor ve muhaliflerine karşı çıkabiliyorsa cevaz vermektedirler. İddi­alarına göre Şebib'in annesi Gazzale, Şebib'in öldürülmesinden sonra kendisi Ölünceye kadar imam kalmıştır. [559]adılık konusuna gelince, bu konuda âlimlerden bir kısmının farklı görüşleri vardır. Fakat ulemânın çoğunluğu buna karşıdır. İb-ni't-Ttn, İbni Hacer'in naklettiği hususda şöyle söylüyor."Kadının, kadı tayin edilemeyeceği görüşü, çoğunluğun görüşü­dür. Bu görüş Ebû Bekr'in hadisiyle delillendirilmiştir. Fakat İbni Cerir et-Taberi buna muhaliftir. Taberi: Kadının şahidliği kabul edi­len konuda kadılık yapması caizdir, diyor. Malikiler'in bazısı da câizliğini ifade etmişlerdir.[560] Bu, Ebû Hanife'den de rivayet edil­miştir. "Kadınlar şahidliklerinin caiz olduğu hususda kadılık yapabi­lirler/[561] Bu meseleyi burada araştırma durumunda değiliz, zira bu konu ayrı bir araştırma sahasıdır.

 

Altıncı Şart: İlim

 

İmamın özelliklerinden birisi de işleri en kamil manada düzen­leyebilmek için yeterli derecede ilmî ehliyete sahib olmaktır. Kur'an-ı Kerim, Tâlut kıssasında bu şarta işaret edip ilmi, kişiyi melikliğe layık kılan özelliklerden birisi olarak saymıştır. Âyette Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:"Peygamberleri onlara dedi ki: "Allah Tâlut'u size hükümdar gönderdi." Dediler ki: "O bizim üzerimize nasıl hükümdar olabilir? Biz hükümdarlığa ondan daha layıkız, ona geniş mal da verilmemiş­tir. " Dedi: "Allah onu sizin üzerinize (hükümdar) seçti, onun ilmini ve gücünü artırdı." Allah mülkünü dilediğine verir. Allah (in lutfu) geniştir, (o herşeyi) bilendir." (Bakara, 247)Diğer bir âyette ise Süleyman (a.s.)'dan şöyle bahsediyor:'Onun mülkünü kuvvetlendirdik. Ona hikmet ve açık-güzel ko­nuşma (kabiliyetini) verdik." (Sa'd, 20)Hikmet: Görüşte isabet, şeriatlar ilmi, peygamberlik, kamil bir ilim ve kuvvetli bir amel.Faslı Hitap: Hakkı batıldan ayırd etmek suretiyle davaları ayır­ma ve görüşte isabettir. Kâmil manada belagat demektir.Bir diğer âyette de Yusuf (a.s.)'dan bahsediyor:"(Yusuf): "Beni memleketin hazineleri üzerine (memur) et! Çün­kü ben onları iyice korumaya muktedirim, (bütün tasarruf şekillerini de) bilenim" dedi." (Yusuf, 55).Ayrıca Allah (c.c.) birçok ayette bilenleri bilmeyenlerden üstün kılmıştır:De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?.." (Zümer, 9)Fakat âlimler, imam için bu ilmi belirlemede ihtilaf etmişlerdir. İmamın içtihad mertebesine ulaşması gerekir mi, gerekmez mi? Bu konuda iki görüş vardır:

1. Görüş:

İctihad mertebesine ulaşması şarttır diyorlar. Cumhur bu gö­rüştedir.Bu konuda Şâtıbi (r.a.) diyor ki:Alimler, imâmet-i kübra'nm, ancak şer'i ilimlerde fetva ve içti­had rütbesine ulaşan kimse için gerçekleşebileceği üzerinde ittifakı naklettiler.[562]İmâmü'l-Harameyn el-Cüveyni de şöyle söylüyor:"Gerekli olan, imamın, müftinin özelliklerini kendinde topla­yan, müctehid derecesine ulaşan bir müctehid. olmasıdır. İcthad şar­tında hiçbir ihtilaf nakledilmemiştir.[563]er-Râmeli ise, imamın şartlarını sayarken şunu söylüyor:Müctehid olması gerekir. İmam hakkında içtihadın gerekli olduğuna dair icmâ nakledilmiştir. Hulefâ-i Raşidin'den sonra üm­metin işini üzerine alan imamların çoğunluğu müctehid değillerdi. Buna sebep de istilâ yoluyla gelmiş olmalarıdır. [564]Bu görüşü İmam Şafii[565], Mâverdi[566], Kadı Ebû Yala [567], Ab-dul Kahir Bağdadi [568], Kurtûbi [569], İbni Haldun [570] Kalkaşendi[571]ve diğerleri kabul etmektedirler. Görüşlerini, aşağıda gelecek delil­lerle delillendirmekteler:

1- Sahabe (r.a.), imamete Hz. Peygamber (s.a.v.)'in namaz için öne geçirdiğini Öne geçiriyordu. Hz. Peygamber (s.a.v.):"Cemaate, Allah'ın kitabını en iyi okuyan imamlık yapar. Eğer okumada birbirlerine denk iseler onların sünneti en iyi bileni imam­lık yapar.[572]

2- Kıyasla delillendiriyorlar. Şöyle ki imâmet-i uzmayı kadılık makamına kıyas ediyorlar. Bakıllani diyor ki:

"Çünkü kadı, kadı olabilmesi için içtihada muhtaç olursa imam daha çok içtihada muhtaç olur."

3- En büyük imama havale edilen bir işin tabiatıyla, delil getiri­yorlar.İmamu'l-Harameyn el-Cüveyni diyor ki:

"Buna delil dinin en büyük işlerinin imamlara bağlı olmasıdır. Emir sahiplerine ve valilere has olan şeylere gelince bunların imam­la bağlantılı olduğunda hiç şüphe yok. Bunun dışındaki hükümler ise emr-i bi'l maruf ve nehy-i ani'l münkerin derhal yapılması cihetin­den yine imama bağlıdır. Eğer imam şeriat ilminde müstakil olmaz­sa imama çıkarılacak olan hadiselerin tafsilatında ulemaya müraca­at etmeye muhtaç olur. Bu ise görüşünü dağınık kılar, kendisini ba­ğımsızlık dairesinden çıkarmış olur.[573]Kalkaşendi de şöyle diyor:"İmam, işleri, sırat-ı müstakim üzere yürütmeye ve sağlam bir yol ve prensip üzere tasarrufa, hadleri bilmeye, hakları sağlamaya, insanlar arasında, davalıların arasında hükmetmeye mecburdur.Eğer imam, müctehid âlim olmazsa bütün bunlara kemaliyle güç ye-tiremez.[574]

4- İbni Haldun ise, içtihadın şart olduğuna şu sözüyle delil geti-   i riyor: "Çünkü taklid noksanlıktır, imamet ise hem niteliklerde hem hallerde kemali gerektirir." Şöyle devam ediyor: "Zira imam, âlim olunca Allah'ın ahkâmını infaz edebilir. Allah'ın ahkâmını bilmedik­çe onu bu iş için öne geçirmek, sahih olmaz.[575]

2. Görüş:

Ulemâdan bir kısmı da imam hakkında içtihadı şart koşma- ! maktadır. Bu konuda eş-Şehristani şöyle demiştir:

"Bu görüşe Ehl-i Sünnet'ten bir cemaat yönelmiştir. Hatta ima­mın, müctehid olmamasına, içtihad yerlerinden haberdar olmaması­na cevaz vermişlerdir. Fakat beraberinde içtihad ehlinin bulunması vâcibdir ki, hükümlerde ona müracaat edilebilsin ve helal-haram ko­nusunda ondan fetva sorabilsin. Hem aynı zamanda, hadiseler konu­sunda basiretli, sağlam görüşlü olması vâcibdir.[576]İbni Hazm ise bu şartlara, vâcib değil müstehab şartlar olarak itibar etmektedir.[577] Bu görüşü Hanefiler'in çoğu da kabullenmiştir.[578] Gazali de şöyle söyleyerek bu görüşe hükmetmiştir:"İmamette, içtihad rütbesine sahip olmak mutlaka gereken, zaruri olan şeylerden değildir. Kendisini ilim ehline müracaata sev-keden takva kâfidir. Eğer maksad şeriata göre imameti ayarlamak ise, şeriatın hükmünü bilmek ile zamanının adamlarının en faziletli­sine uymayı bilme arasındaki fark nerede kaldı?[579]

İçtihadın şart olmadığına hükmedenler deliller getirmektedir.

1- Özellikle bu zamanda bir tek şahısta diğer şartlarla birlikte bu şartın da olması çok zordur. Şöyle ki, insanlar nezdinde dini ölçü zayıflamış, ilim talebi ve içtihad mertebesine ulaşma gayretleri za­yıflamıştır.

2- Yönetimden maksad,. işlerin İslâm şeriatının gereğine göre olmasıdır. Bunun elde edilmesi de, ihtiyaç duyulan her işte, mücte-hid âlimlerden istifade etmek ve onlardan fetva sormakla mümkün­dür.                                                                                        Ortaya çıkan netice şu ki imamın mutlaka şer'i ve diğer ilimler­den yeterince haberdar olması gerekir. Çünkü görevinin tabiatı bunu gerekli kılmaktadır. Öyle zamanlar, sıkışık anlar olur ki görüş sergi­lemek için vakit ayarlamak, ulemâyı toplayıp onlardan fetva sormak mümkün olmaz. Fakat mutlaka içtihad derecesine ulaşması da zaruri değildir. Bugün insanların çoğunda ilim talebine olan gayret­lerin zayıflığı, dünya ve lezzetiyle meşgul olmaları sebebiyle çok zor­dur.Hem içtihad derecesine ulaşması lazım geldiğine dair açık bir nass yoktur. İçtihada iten şey zaruret, ihtiyaç ve maslahattır. Eğer imam, müctehid olur, diğer zaruri ve gerekli şartlar da bulunursa is­tenilen budur. Müctehidin bulunması mümkün değilse, imamda bu­lunması gereken şartların kendisinde bulunduğu müctehidin olma­ması sebebiyle, fesadın alıp yürüdüğü bir ortamda müctehid bulun­muyor diye müslümanlarm maslahatları terkedilmez. Mutlaka müc­tehid olsun denmez, olanın kâfi derecede alim olması ile yetinilir.

 

Yedinci Şart: Adalet

 

Adalet, insana, büyük-küçük günahlardan sakınmayı, şahsiyeti yok eden bazı mubahlardan uzaklaşmayı gerekli kılan, nefis de bulu­nan gizli bir sıfattır. Takva, verâ, sıdk, emanet, adi, sosyal adaba ria­yet gibi ahlaki sıfatların bütününü ve şeriatın yapılmasını gerekli kıldığı her şeyi gözetmektir.Bu şarta göre fâsıkın ve şahidliği bozan bir noksanlığın bulun­duğu kimsenin de idareciliği caiz değildir.Kadı Iyaz diyor ki:"Öncelikle fasıkın imamlığı geçerli olmaz.[580]Hâfiz İbni Hacer, Fethu'l-Bârî'de onun gibi aynı görüşü belirt­miştir[581]Kurtûbi ise şöyle söylüyor:[582] "Fâsıkın halifeliğinin geçer­li olmadığı hususunda ümmet arasında hiçbir ihtilaf olmamıştır."

 

Adaletin şart kılınmasına dair deliller:

 

1- İbrahim (a.s.)'m kıssasında; "Hatırlayın o zaman ki Rabbi, İbrahim'i bir takım kelimelerle (emirlerle) imtihan edip de o, bunları tamamen yerine getirince: "Seni insanlara imam yapacağım" buyur­muş, (İbrahim): "Zürriyetimden de" demiş, Allah ise: "Zalimlere ah­dim (imametim ermez" demişti." (Bakara, 124)İmam Mücahid:"Âyette Allah (c.c.) zalimin imam olamayacağını kasdetmiştir,[583] diyor. El-Fahru'r-Razi ise"Cumhur, fâsıkın imam olmasının uygun olamayacağına dair "Ahdim (imametim) zalimlere ermez" âyetiyle delil getirmiştir. Delil alınacak yönü, açıkladığımıza göre "Ahdim zâlimlere ermez" sözünü, "Allah'ın zikrettiği imamete İbrahim (a.s.)'in "Benim zürriyetimden de" sözüne cevap olarak söylemiştir. Ayetteki ahdden murad, isteğe uygun olarak imamettir. Ayet sanki "zalimler imamete ermez" şekli­ne dönüşüyor. Her asi nefsine zulmeden kimsedir. İşte böylece âyet dediğimize delil teşkil ediyor,[584] diyor.Şevkânî de benzer görüşü kabul ederek diyor ki:"İlim ehlinden bir cemaat, imamın mutlaka adalet ehlinden ol­masını ve şeriatle amel etmesini bu ayetle delillendirmiştir. Çünkü adaletten ve şeriatla amelden saparsa zalim olur. Hem şöyle bakmak da mümkündür; Ahd isminin benim ahdim diye kendisine izafe et­mesi, sebep ve siyaka bakmaksızın lafzın umumiliği itibariyle bunla­rın hepsine şâmildir..." En sonunda şöyle söylüyor: "En uygun olan şöyle denmesidir: Bu ayetteki haber, emir manasınadır. Cenab-ı Hakk'm haberlerini ise başka şekilde anlamak caiz değildir. İmamet ve diğer konularda Allah'ın ahdi zalimlerden birçoğuna ulaşmış ol­duğunu da büiyoruz."[585] Bir şeyin caiz olmaması başka, caiz olmayanın yapılması başka şey­dir. Bir şeyin yaratılış maksadı başka, yaradılış maksadına göre olmaması başka şeydir. Âyetteki "ahd" den murad öncelikle İbrahim Aleyhisselamm soyundan gelen peygamberlerle ilgili. Zâlimlere değil salihleredir. Veya ayette "ahdim zalimlere ulaşmaz" demek, ulaşsa bile devam etmez demek­tir, (müt.)Hanefi hukukçusu Ebû Bekir el-Cessas da şöyle söylüyor:"Bu âyetin delaletiyle fâsıkm imametinin batıl oluşu ile halife olamayacağı sabit olmuştur.[586]Zemahşeri ise bu ayetin tefsirinde şöyle söylemiştir:"Bunda, fâsıkm imamlığa uygun olmadığına delil vardır. Hük­mü ve şahidliği caiz olmayan, itaati vâcib olmayan, haberi kabul edilmeyen ve namaz için öne geçirilmeyen namaz (imamlığı yaptırıl­mayan) kimsenin halifeliği nasıl uygun olur ki? Yine Zemahşeri de­vamla diyor ki: "İbni Uyeyne'den nakledilmiştir ki: Zalim asla imam olamaz. Zalimin, imamlığa tayini nasıl caiz olur ki, İmam zaten za­limlere engel olmak için vardır. Eğer zalim tayin edilirse darb-ı me­selde olduğu gibi; "Kim kurdu kuzuyla otlatmak isterse kuzuya zul­metmiş olur.[587]Zâlime, devletin imkanlarını vermek, mazlumu zalime teslim etmek, sürüyü kurda teslim etmek demektir. Sürüye karşı ondan ne beklenirse za­limden de millete o beklenir.Zulüm, birşeyi, konuluş maksadının dışına koymak demektir. Bu da itikadi ve ameli sahada olur. İmanın yerine küfrü ve dini yalanlamayı ko­yarsa işte buna zulüm denir. Bu kimse İtaatin yerine isyanı koyarsa buna da zulüm denir, bunu yapan kimseye de zalim denir. Bu zâlim, kâfir olan zâlim değildir. Bu günahkâr zâlimdir. Kâfir zâlime idareciliğin verilmeyece­ği, verilirse mutlaka alınması için savaşılacağı katidir. Ancak savaş kalble, dille ve güçlenince elle savaştır, (müt.)

2- Diğer bir delil de şu ayettir."Ey iman edenler! Eğer size bir fâsık bir haber getirirse onu araştırın!... "(Hucurat, 6) Allah (c.c), bu ayette fâsıkm sözlerinin araştırılmasını emretmiştir.""Sözü kabul edilmeyenin hüküm esnasında da sözünü araştır­mak vâcib olacağından böyle kimsenin hükmetmesi caiz olmaz. Müs­lümanlar üzerine hakimiyet kurması caiz olmaz, idareciliği ise hiç mi hiç olmaz.[588]

3- Diğer bir âyet-i kerimede:"O müsriflerin emrine itaat etmeyin. Onlar ki yeryüzünü fesada verirler de düzeltmezler." (Şuara 151,152)Allah Teâlâ, bu âyette bizi, müsrife itaatten nehyediyor, diğer bir yerde de masiyet dışında imama itaata emrediyor. Demek ki ima­mın, Allah'ın yasakladığı kimselerden olmaması gerekiyor.

4- Buna, halifenin tayininden esas maksadın zalimin zulmünü kaldırmak, ve zalimi insanlara tasallut ettirmemek olması da delil getirilmektedir. Zalim, din ve dünya işlerinin düzenini bozmaktadır. Öyle ise zalim idareciliğe nasıl uygun olur? Halbuki idarecilik ancak zalimin şerrini gidermek içindir.Bu konuda imam Cüveynî de şöyle diyor:"Evladını son derece sevmesine rağmen fâsık babaya, evladının malı bile itimad edilmez de; imameti uzma konusunda, Allah'dan korkmayan, aklıyla, hevâ ve nefsi emmâresine karşı koymayan, ken­dini idarede bile görüşü alınmayan bir fâsıka nasıl güvenilir ki? İslâmi çizgiyi korumasına nasıl güvenilebilir ki?'[589]İbni Haldun da şöyle diyor:"İmamet dinî bir makamdır. Bu makamda bulunan imam, ada­letin şart kılındığı diğer makamlara da nezaret eder. Öyle ise bu hu­susun mevcut olmasının kendisinde şart kılınması daha çok tercihe şayandır.[590]   Bağdadî ise şöyle söylüyor;"Bu özellikten vâcib olan miktarın en azı, yüklenmesi ve edası bakımından şahidliğinin kabul edilme cevazı kadardır.[591] Hakikat şu ki, Allah idarecilik ve hükmetme işlerinden tasavvur edilebilecek küçük çocuğun terbiyesi ve avm cezası hakkın­daki hüküm verme gibi en küçük~konuda bile adaleti şart kılınca herhalde fâsıkm, ne küçük çocuğa veya ne yetime idareci olması ve ne de kıyasi bir konuda hakem olması uygun olmaz. Öyle ise bütün ümmete asıl idareci olması uygun olur ve son derece tehlikeli olan davalarda hakem olması nasıl doğru olur ki?

5- Fısk, dini uygulamada, şeriat ahkâmını tatbikte, basite alıp ihmali doğurmaktadır. Mesela imam, içki içen bir fâsık ise aklen dü­şünüldüğünde içkiye ve içene karşı mutlaka ihmalkâr davranacaktır. Diğer ahkâmda da durum aynıdır."âsıkm idareciliğine ne gerek var ki? Ellhâmdülillah bu üm­mette hayırlı ve âdil kimseler çoktur.

Mâverdi, adaleti yok eden fâsıkhğı ikiye ayırmıştır:

1- Şehvete düşkün olması, nefsinin isteklerine uyması,

2- Şüphe çekici işler yapması.Birincisi, bedeninin organlarıyla ilgili fiillerdir ki, hevâya uya­rak, şehveti hakem yaparak münkerlere yönelmesi, günahları işle­mesidir. Bu, -Maverdi'nin belirttiği gibi- imametin gerçekleşmesine ve imam olunca da devamına engeldir.[592]İkincisi : İtikadla ilgili bir konuda şüphe ile te'vil etme fiskı ki, hak olan te'vile zıt bu te'vil hakkında alimler farklı düşünmektedir­ler. Alimlerden bir kısmı imametin gerçekleşmesine ve imamlığın de­vamına engel olduğu görüşündeler. Basra alimlerinden bir çoğu şöyle demiştir: Bu, "İmametin gerçekleşmesine engel olmaz, imamlıktan da çıkarmaz. Kadılık yapmaya ve şahidlikte bulunabilmeye de engel teşkil etmez.[593] Eğer âdil kimse bulunamaz, ümmet de fâsıkm idareciliğine mecbur kalırsa: Bu durumda fasıkın idareciliği caizdir. Bundan dola­yıdır ki, İbnu Abdisselam şöyle diyor: "İmamlar konusunda adil bu­lunmazsa fâsıkhğı en az olanı tercih ederiz."El-Ezrâi de şöyle diyor: "Şu bir gerçektir ki, insanları başı boş­luğa terketmeye hiçbir yol yoktur[594] Dikkat edilmesi gereken bir husus da, adaletin şart kılınması, sadece seçim ve tayin zamanında olmasıdır. İstilâ, inkilap yoluyla gelinen durumda ise şart değildir. Buna dair deliller çoktur. Bazıları:

1- Hz. Peygamber (sav)'in zevcesi Ümmü Seleme'den, o Hz. Pey­gamber (sav)'den naklen rivayet etti ki: Rasûlüllah (sav) şöyle buyur­du:Sizin üzerinize bir takım emirler tayin edilecektir. Siz onları bilip itiraz edeceksiniz. Her kim kerih görürse beraat etti. Her kim itirazda bulunursa kurtuldu demektir. Fakat kim rıza gösterir de tabi olursa!.." Ashab: Ya Rasûlüllah onlarla harp etmeyelim mi? dedi­ler. Peygamber (s.a.v.):"Hayır! Namaz kıldıkları müddetçe!" buyurmuştur.[595]İmam Nevevî: Hz. Peygamber (s.a.v.)'in "Hayır! Namaz kıldıkla­rı müddetçe!" buyurması, İslâm kaidelerinden bir şeyi değiştirmedik­leri müddetçe, sırf zulüm veya fısk vardır diye halifelere karşı hurûc hareketinin caiz olmaması demektir.[596]

2- Buhâri'nin ve diğerlerinin Abdullah b. Mesud (r.a.)'dan riva­yet ettiği hadis:Hz. Peygamber (s.a.v,) bize:Sizler benden sonra başkalarının size tercih edildiğini ve (din işlerinde de) hoşlanmayacağım birtakım (bidatlı) işler göreceksiniz" buyurdu. Sahabe:Ya Rasûlallah! Bu durumda bizlere nasıl hareket etmemizi em­redersiniz? diye sordular. Rasûlüllah (s.a.v):Emirlere istedikleri haklarını edâ ediniz, kendi hakkınızı da Allah'tan isteyiniz" buyurdu.[597]Bunlardan başka bu konu ile ilgili birçok hadis vardır. İşte bu delillerden dolayı selef, iyi veya kötü her imamın arkasında namaz kılar ve cihada giderdi. Çünkü bu Allah'a itaattandır. Allah'a itaatta onlara itaat ederler, Allah'a isyan olduğu hususlarda da onlara isyan ederlerdi!Ebû Ya'lâ: "İmam Ahmed'den, fazilet, ilim ve adaletin muteber-liğinin düştüğüne dair bazı ifadeler rivayet etmiştir.Abdus b. Malik'in rivayetinde şöyle demiştir:"Kimlere kılıçla ga-lib gelip, halife olur ve emire'l-muminin ismini alırsa, Allah'a ve ahi-ret gününe iman eden hiçbir kimseye, iyi veya kötü olsun onu imam görmeden gecelemesi helal değildir. Zira o emire'l-nıuminindir."Mervezi'nin rivayetinde aynı şekilde İmam Ahmed b. Hambel şöyle söylüyor: "Eğer içki içmesiyle ve ganimete hıyanetle tanınmış bir emir ise, yine de onunla birlikte gazaya gidilir. Zira bu durum onun kendi nefsiyle alakalıdır.[598]imam Ahmed'in birinci rivayetteki ifadeden elde edilen maksa­dı, ehli hal ve'1-akdm seçtiği idareci değil, istilâ ile yönetimi ele geçi­ren idarecidir.Önce geçen ifadeye ek olarak şu sözü de buna işaret ediyor:

, "İmamet, ancak şu şartlarla caiz olur, Neseb, İslâm, himaye ve tedbir... Şeriatı koruma, ahkâmı bilme, doğru uygulama, takva, itaa­ti sağlama, müslümanlarm mallarını koruma. Müslüman âlimlerin­den ve müslümanlarm ileri gelenlerinden oluşan ehli hal ve'I-akd bu özelliklere şahid olur veya bunları kendi nefsinde toplamışsa sonra da müslümanlar ona razı olur iseler onun imamlığı caiz olur.[599] İşte bu da, İmam Ahmed'in, seçim esnasında ilim, adalet ve diğer özellik­ler gibi belli başlı şeyleri şart koşmuş olduğunu gösterir. İstilâ, ihti­lal, inkılap yoluyla imam olmuşsa az Önce geçtiği gibi o özellikler şart kılınmamıştır.Hanefilerin tarifine göre, onlar adaleti, imametin vâciblerinden saymamaktadırlar. Fâsıkm, ümmetin işini üzerine almalarına cevaz vermektedirler. Fakat bunu mekruh görmekteler.[600]Çünkü sahabenin Beni Ümeyye'nin zalim imamlarının arkasın­da namaz kıldıkları ve devlet başkanlığını yüklenmelerine rıza gös­terdikleri sabittir.Onlara verilecek cevap, bunun istila halinde olup, seçim esna­sında olan bir durum olmadığıdır. Zira fiskı işleyenin azli gerekir. Buna göre fâsık ve istilacının imameti kabul edilmez, sadece adilin imameti kabul edilebilir. Bu konu, azil ile ilgili hadis geldiği zaman geniş izahı yapılacaktır. Bununla şu ortaya çıkmış oluyor, buna dair delillerin ortaya çıkmasından dolayı, bu şart, istila edildiğinde değil de seçim esnasında imamda bulunması vâcib olan şarttır.Hemen şunu belirtmek gerekir ki, adaletten maksad imamın sözlerinde, fiillerinde ve tasarruflarında masum, her türlü noksan­lıktan uzak, her ayıptan beri manasına değildir. Zira bu sıfatlara, ancak Allah'ın kendilerini büyük-küçük günahlardan korumakla ik­ram ettiği peygamberler ulaşabilir.Normal bir müslümana gelince, bazı günahlara düşebilirler. Fa­kat hemen o işlediği günahtan dönmek ister, Allah'tan mağfiret diler ve dönmemek üzere azmederse, bu durum o kimsenin şahsiyetinde bir noksanlık meydana getirmez ve adaletini de iptal etmez.Hz. Peygamber (s.a.v)'den şöyle söylediği de rivayet edilmiştir: "Her ademoğlu hata edebilir, hata edenlerin de hayırlısı tevbe eden­lerdir.[601]

Adalet özelliği ile sıfatlananlar, çeşitli ve farklı olsalar bile, ada­let her zaman sahibi için muteberdir, kıymetlidir. Şu bir gerçektir ki, kesin olarak söyleyebiliriz ki; sahabenin adaleti ile tabiinin adaleti, tabiinin adaleti ile de sonra gelenlerin adaleti bir olmaz. Aynı şekilde tabiinden sonra gelen asırlardaki ihsanların adaleti, zamanımıza ka­dar farklılık arzetmektedir. Şayet zamanımızın adilleriyle sahabenin ve tabiinin adilleri arasında kıyas yapılırsa, takva ve insanlık özel­likleri açısından çok mühim farklılıklar bulunacağından zamanımı­zın adilleri onların yanında adil sayılmazlar. Fakat adillerinin kıy­metli oluşu asırlarına göredir. Yoksa tam adaletin şart kılındığı ida­reciliğin hakkını vermek mümkün olmazdı.

 

Sekizinci şart: Şahsi Yeterlilik

 

Halifede bulunması gereken şeylerden birisi de, hadleri uygula­mada ve savaşlara girişmede cesur ve şecaath, savaş konusunda ba­siretli, insanları savaşlara teşvike ehil, işlerin sonunu görebilen, ida­reciliğin zahmetlerine katlanabilen ve güzel idare etmeye kudretli olabilmektir. Bu özellikleriyle hedef, dini koruma, düşmanla cihad etme, ahkâmı uygulama ve maslahatları düzenleme olmalıdır.Bu şartın, gerekliliğinin delili, bu sıfatların hepsine muhtaç olan bu makamın tabiatıdır ki halkı idareye güç yetirebilsin, dini ve dünyevi maslahatlarını düzenleyebilsin. Çünkü devlette meydana gelen hadiseler, ona götürülür. Eğer bu özelliklere sahip olmazsa bu problemleri çözemez. Bu maslahat, ancak hükmetmeye, görüş be­lirtmeye ve düzenlemeye gücü yettiği zaman ortaya çıkabilir. İşte bundan dolayıdır ki ancak buna güç yetirene imamet verilebilebilir.Buna Hz. Peygamber'in Ebû Zer (ra)'e söylediği söz delildir. Ebû Zer (ra), Hz. Peygamber (s.a.v)'e şöyle demiştir:Ya Rasûlallah! Beni vali yapmıyor musun? deyince Hz. Pey­gamber (s.a.v) eli ile omuzuna vurdu. Sonra:Ya Ebû Zer! Sen zayıfsın. Bu valilik bir emanettir. Gerçekten kıyamet gününde o kepazelik ve pişmanlıktır. Yalnız onu hakk ile ifa eden, o hususta üzerine düşeni yapan müstesna! [602]buyurdular.Diğer bir rivayette O'na şöyle dedi:Ya Ebû Zer! Gerçekten ben seni zayıf görüyorum. Ben, senin için kendime sevdiğim şeyi severim. Sakın iki kişi üzerine idareci ol­ma ve sakın yetim malına veli olma[603]En küçük idarecilik ve mallar hakkında ehliyet böyle önemli olunca, büyük idareciliğin mallar ve diğer konulardaki mesuliyetle­rin ağırlıklarını yerine getirmeye şâmil imameti uzmâ hakkındaki ehliyet, herhalde daha da önemlidir.İmamü'l-harameyn ei-Cüveynî [604]ile Ebû Ya'lâ [605]bu şartınşart kılınması görüşündeler. Ebû Ya'la şöyle diyor:..."Üçüncüsü: Savaş işini, siyaseti, acımaksızm hadleri uygula­mada ve ümmeti müdafaa etmede yegâne başkan, yönetici olması­dır .Mâverdi de aynı görüşü paylaşıyor ve şöyle söylüyor: Dördüncüsü: Kamu işlerini idareye, halkın sevk ve idaresini anlamaya yarayan fikir ve görüş sahibi olmak. Beşincisi: Düşmanla cihada, topluluğu korumayı sağlayan güç ve kuvvete, cesarete sahip olmak." [606]Aynı şekilde Bağdadi, [607]İbni Haldun [608]El-'İci, Meva-kıf da [609]Gazali, Fedaihu'l-Batmiyye [610]de ve diğer alimlerde ehli­yet konusunu kabul etmektedirler.Bu görüş, âlimlerin çoğunluğunun görüşüdür. Burada ulemâdan bazıları, imamın, mühim işleri, muhtaç oldukça isabetli görüş sahipleriyle istişare etmesini kâfi görerek bunun şart olmadı­ğını caiz görmekteler. Buna şöyle delil getiriyorlar, içtihad ve diğer­leri gibi imamet hakkında arzu edilen şartlarla birlikte bu şartın da bulunması nâdirdir diyorlar.Gerçek olan şu ki, bu şarta ait belirli bir sınır yoktur. Bu du­rum, her asırda farklılık arzeder. Önemli olan, imamın tayininden, nasbmdan maksad ne ise o maksada halel getirecek bir kusurun ol­mamasıdır.                                                                       ,:.:

 

Dokuzuncu Şart: Bedeni Yeterlilik

 

Bundan maksad, gözün, dilin ve kulağın gitmesi gibi yokluğuy-la; görüş ve amele tesir eden organların ve beş duyunun sağlam ol­masıdır. Bunların yokluğu görüşe etki yapar, ellerin ve ayakların kaybolması; kalkışa, süratli harekete olumsuz etki yapar, görüntüyü çirkini eştirir, toplum ferdlerindeki imamın heybetini zayıflaştırır. Kur'an-ı Kerim, Tâlut kıssasında bu özelliğe, işarette bulunur. Ayet-i Kerime'de: "... Allah sizin üzerinize onu seçti, ilimde ve vücutta ona, sizden daha çok üstünlük yerdi..."(Bakara, 247)

İşte bundan dolayıdır ki, İslâm hukukçuları bedenî noksanlıkla­rı dört kısma ayırmışlardır:

1- İmamet akdine engel olmayan, yokluğu görüş belirtmesine, aktif olmasına ve görünüşüne etki yapmayan noksanlık. Bu noksan­lık halifenin görevlerini yerine getirmeye engel olmaz. Çünkü bu de­recedeki noksanlık, İslâm devletinde idare gücü ve yeteneğini olum­suz yönde etkilemez.

2- Kişiyi, hilâfet makamına seçmeye engel olan noksanlık. Elle­rin yokluğu, harekete tesir eden ayakların acizliği gibi. Hilâfete aday olan kimsede bulunması lazım olan yeterliliğe tesir eden bir noksan­lıktır. Ümmetin işi şayet kendisine havale edilse, bizzat kendi kabili­yet ve kuvvetiyle iş yapmaya engel olur. Genel maslahatlara ve hak­lara zarar verir. Zira bu noksanlık, şahsın devlet başkanlığına uygun oluşuna engellik teşkil eder. Bu noksanlık, halifeliği üzerine aldık­tan sonra ortaya çıksa, aynı şekilde halifeliğinin devam etmemesine sebep olur.

3- Bazı işlerin yapılmasında kısmi güçsüzlüğe götüren noksan­lıktır. El veya ayaklardan birisinin kesik olması gibi. Böyle bir kişiye gerekli olan tam tasarrufa güç yetiremeyeceğinden dolayı halifeliğe isteği ile gelmemektir. İslâm Hukukçuları bunda ihtilaf etmemişler­dir. Ancak böyle birisinin halifeliğinin devam edip etmeyeceğinde ih­tilaf etmişlerdir ki, azil hadisini anlatırken inşaallah bunu da izah edeceğiz.

4-  Bu da halifelik makamının yüklenmesi gereken zorlukları yüklenmeye mani olmayan ve halifenin diğer özellikleri ve hakimi- yetini engellemeyen noksanlıktır. Mesela dış görünüşü etkileyen bu­run kopukluğu ve gözlerden birinin çıkmış olması şeklindeki noksan­lıktır. Bu durum, halife ittifakla seçildikten sonra ortaya çıkarsa onu halifelikten çıkarmaz. Çünkü onun haklarından hiçbirisine etkisi yoktur. Fakat böyle birisini seçme konusunda âlimler iki farklı görüş ortaya koymuşlardır:Bir kısmına göre böyle birisinin seçilmesi caizdir. Diğer bir kıs­mına göre ise caiz değildir. Çünkü yöneticilerin, ayıplanacak bir çir­kinlikten ve heybetlerini azaltacak bir noksanlıktan uzak olmaları gerekir. Heybetin azlığı ise itaattan nefret ettirir. Böyle bir şeye, serbep olan şeyi ümmetin haklarında bir noksanlık sayılır.Duyu organlarının konuşma ve duymasının sağlıklı olmasını, ise, hukukçuların bir çoğu şart koşmuşlardır. Çünkü müslümanların maslahatlarına vâkıf olmak ve işleri yerli yerince yapmak bunlara bağlıdır. Alimlerden bir kısmı ise konuşma ve duymayı şart koşma-mıştır. Çünkü yazışma ve benzeri yollarla anlaşma imkânı vardır.[611] Fakat tercih edilen, bu ikisine ihtiyaç olduğundan halifede bulunma­sının şart kılınmasıdır. Göz de böyledir. Mutlaka bulunması icâb eden şartlardandır. Çünkü kör olanın kendi işini düzenlemeye gücü yetmez. Müslümanların işini düzenlemek ise kör olan kimseye hiç kolay gelmez.Küçük idareciliklerde ise caizdir. Zira Hz. Peygamber (s.a.v), İb-ni Ümmü Mektûm (r.a.) hazretlerini gözü kör olmasına rağmen Medine-i Münevvere'de birkaç kere kendilerine vekil olarak bıraktı.[612]İbni Hazm, bunun şart kılınmasına karşı çıkmakta şöyle söyle­mektedir: "Yaratılışmdaki bir ayıp imama zararvermez. Körlük, sa­ğırlık, burnunun kesik olması, kamburluk, eli kesiklik gibi elleri ve ayaklan olmayan, yüz yaşında bile olsa yerinde olduğu müddetçe ih­tiyarlık yaşma ulaşan kimsenin de dahil bütün bunların imamlıkları caizdir. Zira bunlara ne Kur'an nassı, ne sünnet nassı, ne icmâ ve ne de akıl hiç bir delil mani değildir[613]Biz de bu konuda Kur'an, sünnet ve icmâ ile ilgili bir ibarenin bir nassın olduğunu söylemiyoruz. Ancak imametin maksadı ken-

dişinde bu şartların bulunduğu kimse ile tamamlanır. Çünkü vacibin ancak kendisiyle tamamlandığı şey de vaciptir.

 

Onuncu Şart: İmamete haris olmamak

 

Bu şartı Hz. Peygamber (s.a.v) tayin etmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v), imamlığa şer'i bir maslahat olmaksızın haris olmayı menet­mek suretiyle azarlanması gereken bir töhmet kılınmıştır. Bu şart üzerinde pek çok delil mevcuttur:

1- Abdurrahman b. Semûre (r.a.) den rivayet edilmiştir. Dedi ki Bana Rasûlullâh (s.a.v) şöyle buyurdular:Ya Abdurrahman! Emirliği isteme! Çünkü emirlik sana, senin isteğinle verilirse onunla başbaşa bırakılırsın. Eğer emirlik sen iste­meden sana verilirse bu iş üzerine yardım olunur sun. [614]

2-  Ebû Musa (r.a.) dan, şöyle demiştir: Ben beraberinde kav­mim eşarilerden iki kimseyle Peygamber (s.a.v) in huzuruna girmiş­tim. O iki adamdan biri:Ya Rasûluilah, bize emirlik ver, bizi bir emirliğe tayin et" de­di. Diğeri de bunun aynısını, dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v):Biz bu işi isteyen ve ona hırslı olan kimseyi tayin etmeyiz[615]buyurdu.İşte bu anlayıştan dolayıdır ki Süfyan-ı Sevri (rh.a) şöyle demiş­tir: "Bir adamın, emirliğe hırslı olduğunu görürsen ona engel ol[616]Fakat insanın, kendisini, şer'i bir maslahat gözeterek öne çıkar­masında ise sanki o kimse bu makama ehil gibi olmuş olur. Diyelim ki vali öldü, kendisinden başka da ehil kimse mevcut değil, gecikti­rilmesinden dolayı da fitne ve zayi olma durumundan korkulursa iş­te o zaman insanın kendisini, ona hırsından doğan bir niyyet olmak­sızın şer'i bir maslahat niyyetiyle Öne çıkarıp-, emirliği isterse caiz olur.Bu gün, şu içinde bulunduğumuz itikadi, ahlâki, hukuki, iktisadi is­tila altında iken; ben bu emirliği, devlet başkanlığını istemiyorum, çünkü caiz değildir isteyene verilmez diyerek istememek, bu istilanın devamına ra­zıyım demektir. Halbuki buna ehil olanın, Hz. Peygamber (s.a.v) in ortaya çıkıp imanı küfre ve şirke hakim kıldığı gibi bu niyetle ortaya çıkmak bu işe biz varız demek, istilaya son vermek gerekir. Değil câizlik, vâciblik farzlık söz konusu hatta iman meselesi. Çünkü küfre karşı çıkmak kalble olursa imandandır. Bir insan kalble küfre karşı çıkmazsa kâfir olur. Dille karşı çıkmazsa fâsık olur, zalim olur, o da git gide kâfir olabilir. Fışkı zulmü nor­mal görürse kâfir olur. Gücü yeter de elle karşı çıkmazsa yine zâlim ve fâsık olur. Küfre rıza küfür, isyana rıza isyandır, (müt.)Hafız ibni Hacer diyor ki:Şer'i bir maslahat olduğu zaman emirlik isteği, hadiste geçen istekle ilgili hükme muhalif değildir. Bilakis emirlik zayi olur da fit­ne olur korkusuyla emirliği üzerine olan kimse, istemeden kendisine verilen kimse gibi olur. Çoğunlukla bu durumlarda hırs da olmaz. Bir de bu durumlarda fitneden kurtarmak için kendisine vâcib oldu­ğundan emirliğe haris bile olsa böyle bir hırs müsamaha ile karşıla-mr.[617] Ayrıca bu konuda Nevevî'nin sözünü az önce naklettik.[618]Peygamberlerin bazıları da kendilerini, idareciliği hakkıyla yapmaya en yetenekli gördüklerinden ve idarecilik emniyet edileme­yecek-ellere bırakılınca'meydana gelecek tehlikeyi gördüklerinden idareciliği istemişlerdir. Bunlardan birisi Yusuf Aleyhisselâm'dır. Melike şöyle demişti:"Beni ülkenin hazinelerin üstüne memur) et. Çünkü ben (onları) iyi korur, (yönetmesini) iyi bilirim," (Yusuf 55)Bir diğer peygamber Süleyman Aleyhisselâm Allâh:dan idareci­lik istemiş ve şöyle demişti:"Rabbim dedi, beni affet, bana benden sonra hiç kimseye nasib olmayan bir mülk (hükümdarlık) ver. Çünki sensin lütfeden sen!" (Yusuf, 35)

 

Onbirinci şart: Kureyşilik

 

Bu şart, açık nasslann belirttiği, sahabe ve tabiinin icmâsimn gerçekleştiği ve müslüman alimlerinin çoğunluğunun da bu icmâya mutabık olduğu şartlardandır. Bu konuda Hârici ve Mutezilenin ba­zıları gibi ehli bidatan küçük bir muhalif olmuştur. Bazı eşariler de muhalefet etmişlerdir. Biz bu şart için müsbet delilleri ortaya ko­yacağız. Sonra kabul etmiyenlerin delillerini ortaya koyacağız. Sonra da tercih edilen görüşü göreceğiz.

Bu konuyu ele almadan önce, Kureyşiliğin tarifini yapmak ve onlar kimlerdir diye belirlemek gerekmektedir.                         

 

Kureyş kimlerdir?

Kureyş kabilesi, Kureyş'in evladlarıdır. Ensab tarihçileri Ku­reyş konusunda kimlerdir diye çeşitli görüşlere ayrılmışlardır:

1. Görüş: Denildiğine göre, Mudaroğlu İlyasoğlu Midrikeoğlu Huzeymeoğlu Kinâne, oğlu en-Nadrdır. İbni Hişam şöyle söylüyor:"En-Nadr Kureyştir. Kim Nadnn oğlundandır. İşte bu kimse Kureyşlidir. Kim de Nadr'in oğlu değildir, o kimse Kureyşli değildir."[619]Bu görüşü bazı Şâfiiler kabul etmiştir. Buna delil, İbni İshak ve diğerlerinin Kinde elçisi kısssında zikrettiği şu hadisedir-Eşas b. Kays demiştir ki: Ya Rasûlallah! Bizler Benu Akili'l-Mirarız. Sen de Akilü'1-Mirr[620]oğullarmdansm. Rasûlullah (s.a.v) güldü ve şöyle dedi: Bu nesebi El-Abbas b. Abdulmuttalib ve Rabia b. el-Han'se nisbet ediniz... Sonra onlara şöyle buyurdu: Hayır! Biz En-Nadr b. Kinâne oğullarıyız. Biz annemize fâcirlik, günahı atmayız, babamızı (kendimizi başka babalara nisbet ederek) inkâr etmeyiz. El-Eşas b. Kays dedi ki: Ey Kinde Topluluğu! Tesir altında mı kaldınız, endişe­lendiniz mi? Allah'a yemin olsun ki hangi adamı bunu söylerken du­yarsam seksen değnek vururum[621]Bağdadi diyor ki:"Bu, Ebû Ubeyde Mamer1 b. El-Müsenna ve Ebû Ubeyd El-Ka-sım b. Selam'm tercih ettiği görüştür. Şâfi (r.a.) ve ashabı[622]da bu görüşü kabul etmekteler. İbni Hazm [623]ve İbni Manzur [624]un da görüşü aynıdır. Hafız İbni Hacer [625]İbni Kayyım el-Cevzî [626] nin de kabul ettiği görüş budur.

2. Görüş: Kureyş, Fihr b. Mâlik'dir. Zübeyr şöyle diyor "Diyorlar ki, Fihr b. Malik'in ismi Kureyştir, Fihrden doğmayan Kureyş'den değildir.[627]Ez-Zebidî diyor ki: Neseb bilginlerine göre sahih olan Kureyşin, Fihr b. Melik b. en-Nadr olduğudur. Bu da Kureyşin bütününü içine almaktadır. Hz. Peygamber (s.a.v)'in onbirinci dedesidir. Cüdan doğ­mayan Kureyşli değildir. [628]Denilmiştir ki ismi Fihrdir. Lakabı Kureyştir. Aksi de denilmiş­tir. Arab ensab yazarlarından rivayete göre şöyle demişlerdir: Kim Fihr'in nesebini geçerse Kureyş'den değildir. [629]Zühri "Arab ensab tarihçilerinden kavuştuğum kimselere göre kim Fihri aşarsa o, Kureyş'den değildir.[630]Eş-Şenkiti: "Fihre ait olan Kureyşlidir. Bunda hiç muhalefet yok. Kim Malik b. en-Nadrın evladından veya en-Nadr b. Kiname ev­ladından ise haklarmda ihtilaf edilmiştir. Kim Nadrın dışında Kinâne evladından ise, hilafsız o Kureyşli değildir.[631]Buna, Vasile b. [632]Eska in rivayet ettiği hadis delildir. Demiştir ki: Rasûlüllah (s.a.v), Allah, İsmailoğullarından Kinâne'yi, seçmiştir. Kinâneden Kureyşi seçmiştir. Kureyşten de Hâşimoğullarını seçmiş­tir. Beni de Hâşimiler arasından seçmiştir,[633] buyurdular.

3.  Görüş: Temimi diyor ki, Kureyş İlyas b. Mudar oğullarıdır. Kendilerini Kureyş topluluğu arasına katmışlar. Bu görüş, Amr b. el-Alâi, Ebû'l-Hasen el-Ahfeş-Hammad b. Selemeti'l-Fâkih, Abdullah b. Hasene-1 Kâdey, Sivar b. Abdillâh'm tercih ettiği görüştür. Bunun bir benzeri Ebû'l-Esved'ed-Düeli'den rivayet edilmiştir.[634]

4.  Görüş: "El-Kaysiyye şöyle demiştir: Kureyşin bütünü Mudar b. Nizaroğullarıdır. Kays Gaylanı bu kısma katmıştır. Fukahadan Mısır b. Kadda da buna hükmetmiştir. Bunun benzeri Huzeyfetu b. el-Yeman'dan rivayet edilmiştir[635]Kureyş'e, ticaret ve kazanma manasında Kureyş diye isim veril­miştir. İbni İshak ise, Kureyşe, parçalandıktan[636]sonra onları tek­rar birleştirdiğinden Kureyş ismi verilmiştir diyor. Zebidi ise şöyle demiştir; Bazıları, Fihr'in Kureyş ismini alması, hakkında yirmi gö­rüş nakletmişlerdir. Kamus'a yaptığım şerhim'de onları birbir belirt-tim.[637] Bu fikirlerden başka görüşler de söylenmiştir[638]

Kureyşilik Şartına Dair Ehli Sünnetin Delilleri

İslâm alimlerinin çoğunluğu bu şartın gerekliliği görüşündeler. Buna sahabe ve tabiin tarafından icmâ anlatılmaktadır. Dört imam da böylece hükmetmişlerdir. İmam Ahmed, El-İstahri rivayetinde şöyle söylemiştir.

" Hilâfet, insanlardan iki kişi kaldığı müddetçe Kureyş'dedir. İnsanlardan hiçkimse onlarla bu konuda münakaşa etmez, onlara karşı çıkmaz ve kıyamete kadar hilâfeti onların dışındakilere ikrar etmez.[639] "İmam Şafii (r.a.), bazı kitaplarında[640]bunu açıklamış, aynı şekilde onu Zürkan'da Ebü Hanife'den rivayet etmiştir.[641] İmam Malik: "İmam ancak Kureyş'den olur, Kureyş'den başkasının hiçbir hükmü yoktur, ancak Kureyşli imama davet etmesi söz konu­su olabilir.[642]Bu konuda Haricilerden, bazı Mutezililerden ve bazı Eşariler-den muhalefet olmuştur. Bunu, savunanlar, sünnet ve icmâdan çeşit­li sahih deliller getirmişlerdir.

 

Sünnetten Deliller:

 

1- Buhari'nin Sahih'inde Muâviye'den yaptığı rivayet. Buhari, ümeranın Kureyşten olduğuna dair bir bab ayırarak şöyle diyor:Ebû'l-Yeman bahsetti, bize Şuayb Zühri'den haber verdi. Zühri şöyle demiştir: Muhammed b. Cübeyr b. Mutim, Kureyş tarafından elçilikle gönderilen bir heyet arasında bulunduğu halde, Muaviye'nin huzurunda iken geçen bir vakayı ve ondan işittiklerini şöyle rivayet etmiştir: Abdullah b. Anır b. el-As'ın "Kahtaniler'den birisi ileride melik olacaktır" diye bahsettiğini Muaviye duymuştu. Buna sinirle-nen[643]Muaviye (heyet karşısında) ayağa kalkıp, Allah'a şanına la­yık sıfatlarla sena etti. Sonra söze başlayıp şöyle dedi:Ey Kureyş heyeti! Kesin olarak bildirildiğine göre, sizden bazı kimseler Allah'ın kitabında olmayan, Rasûlüllah (s.a.y) dan nakledil­meyen bir takım sözlerden bahsettikleri bana ulaştı. Emin olunuz ki, onlar sizin cahillerinizdir. Ben, sahibini dalalete sürükleyen bu batıl sözlerden sizleri sakındırırım. Çünkü ben Rasûlullâh'dan şöyle söy­lerken duydum: "Şu hilâfet işi Kureyş'dedir. Onlar dini uyguladıkları müddetçe, onlara hiçbir kimse düşmanjık edemiyecektir. Eğer onlar dinden, (adaletten) saparlarsa bu halde Allah Kureyşi yüz üstü ateşe sürçtürür[644].

2- Abdullah b. Ömer'den, Buhari ve Müslimin rivayet ettiği ha-' dis: Rasûlullâh (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

Hâfız İbni Hacer şöyle diyor: "Hadisdeki "iki kişi" ile murad sa­yıyı ifade etmek değildir. Esas maksat hilâfet işlerinin Kureyşin dı­şında olmayacağını ifade etmektedir.[645]

3- Buhari ve Müslim'in Sahihlerinde Ebû Hureyre (r.a.) den ri­vayet ettikleri hadis. Rasûlüllah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:"İnsanlar bu işte Kureyşe tâbidir. Müslümanları onların müslü-manlarına, kâfirleri de onların kâfirlerine tâbidir.[646]

4- İmam Ahmed'in Müsned'inde rivayet ettiği hadis:Hz. Ebû Bekir (r.a.) ile Hz. Ömer (r.a.), Rasûlullâh (s.a.v) a halife olacak kimseyi seçmek için Ensar toplandığı zaman Benu Sâide sofasına gidince Hz. Ebû Bekir (r.a.) konuştu. Ensar hakkında inen ayetlerden hiçbirşey bırakmadı, Rasûlullâh (s.a.v) onlarla ilgili ne zikretmişse zikretti ve şöyle söyledi: Biliyorsunuz ki Rasûlullâh şöyle buyurmuştu: "Şayet insanlar bir vadiye girse, Ensar bir vadiye girse Bende Ensarm vadisine girerim." Ya Sa'd! Muhakkak sen bilirsin ki sen otururken Rasûlullâh (s.a.v) şöyle buyurmuştu. Bu işin yönetci-leri Kureyştir. İnsanların iyisi onların iyisine tabi olur, fâcirleri de onların facirlerine tabi olur." Sa'd ona: Doğru söyledin, dedi. Bizler vezirler sizler de emirler siniz. [647]Sahih'de geçen rivayette görmüştük ki; Hz. Ebû Bekr (r.a.) be-yatla ilgili hadiste şöyle demişti:"Fakat şu emirlik-halifelik işi Kureyşten olan şu kabile (Muha­cirler) den başkasında asla tamnmayacaktır.[648]

5- İmam Ahmed'in Enes b. Malik'den rivayet ettiği hadis: Enes dedi ki: Rasûlullâh (s.a.v) evin kapısı önünde ayakta durmuştu ve biz de orada idik. Şöyle buyurdu: "İmamlar Kureyştendir. Onların si­zin üzerinizde, sizin de onlar üzerinde aynı şekilde hakkınız var. On­lardan merhamet istenirse merhamet ederler. Anlaşma yaparlarsa anlaşmaya uyarlar.- Onlar hükmederlerse adalet yaparlar. Onlardan bunu kim yapmazsa Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti o kimsenin üzerine olsun.[649]İbni Hazm diyor ki, bu "İmamlar Kureyştendir" rivayeti tevatür derecesine ulaşmıştır. Hadisi, Enes b. Malik, Abdullah b. Ömer b. el-Hattâb ve Muaviye rivayet etmiştir, hadisi Cabir b. Abdullah, Cabir b. Semüre, Ubâdetü b. es-Samit de o manada rivayet etmişlerdir.ilcHafız îbni Hacer'in bu konuda şimdi zikredeceği İbni Hazm'm zikrettiğinden daha çoktur, şöyle diyor: "Hadisin geliş yollarını, kır­ka yakın sahabiden topladım. Bana ulaşmıştır ki, asrın ileri gelenle­rinin bazısının zikrettiği "İmamlar Kureyştendir" hadisi ancak Ebû Bekir es-Sıddik'ten nakledilmiştir.[650]İkincisi: İcmâdan delillemâdan, birden fazla kişiden icmâ nakledilmiştir. Nevevî, Müslim şerhinde "[651]İnsanlar Küreyşe tabidir." hadisi hakkında şöyle söylüyor: "Bu ve benzeri hadisler, hilâfetin Kureyşe has olup Kureyş-ten başka hiçbir kimseye akdinin caiz olmayacağına bir delildir. Bu­na göre sahabe ve tabiin zamanında ve kendilerinden sonra da sahih hadislerle icmâ gerçekleşmiştir.[652]Kâdî İyaz'dan da Nevevî şöyle naklediyor: "İmamın Kureyşli ol­ması ulemanın hepsinin görüşüdür. Beni Saide sofasında Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer bununla Ensara karşı delil getirdi de orada hiç-kimse ona karşı gelmedi." Kâdi İyaz diyor ki: Ulema bu konuyu icmâ meseleleri arasında saymaktadır. Bu zikrettiğimize muhalif olarak selefin hiçbirisinden ne bir söz ne bir fiil nakledilmemektedir. Kendi­lerinden sonra gelen asırlarda da durum böyle. Yine şöyle diyor Kadi yaz: Nezzânı ve ashabının bidat ehlinin imamın Kureyşli olmaması ile ilgili sözlerine itibar edilmez.Darrar b. Amr'm eğer halifeye de bir durum meydana gelirde hilâfetten indirilmesinden dolayı bir durum ortaya çıkarsa Nebti ve diğerlerinden Kureyşli olmayan Kureyşli olana tercih edilir sözüne de itibar edilmez. Müslümanların icmâsına muhalif olarak ortaya atılan yaldızlı ve boş söz söyleyenlere de itibar edilecek değildir. Al­lah en iyi bilendir.[653],Bu icmânın aynı şekilde kendilerinden anlatılan bir kısmı daMâverdi , îcî), İbni Haldun [654]Gazali[655]ve diğerleri gibi­dir.Yenilerden Reşid Rıza da şöyle söylüyor. "Kureyşli olma şartı üzerindeki icmâ, nakil ve tatbikatla sabittir. Bunu muhaddislerin sika olanları rivayet etmiş, kelamcılar, Ehli sünnetin bütün hukuk­çuları hununla delil getirmişlerdir. Ensarın Kureyşlilere teslimiyet göstermeleri ve kabullenmeleriyîe tatbikat da bu minval üzere cere­yan edegeimiştir. Sonrada ümmetin büyük çoğununluğunun anlayışı bu olmuştur,[656]akat Hafız İbni Hacer bu icmâya şu sözüyle itiraz etmektedir: Nakledilen icmânın, bu konuda Hz. Ömer'den gelen bir sözün tevili­ne ihtiyacı var. İmam Ahmed, Hz. Ömer'in şöyle dediğin, sika rical senediyle tahric etmiştir: "Ebû Ubeyde zaten ölmüş durumda, şayet Muaz b. Cebel de hayatta olsaydı yerine halife tayin ederdim..." Hal­buki Muaz b. Cebel Ensardandır, Kureyş arasında hiçbir nesebi de yoktu. Şöyle denilmesi muhtemeldir: Belki icma, Hz. Ömer'den sonra halifenin Kureyşli olması şartı üzerine gerçekleşmiştir veya bu konu­da Hz. Ömer'in içtihadı değişmiş olabilir. Allah en iyi bilendir[657]

 

Kureyşli Olmanın Şart Olmadığına Hükmedenler.

 

Kureyşii olmanın şart olmadığını söyleyenlerin ilki Hz. Ali'ye karşı çıkan haricilerdir. "Onlar imameti Kureyşin dışındakilere de caiz görmüşlerdir. Onlara göre insanların, zulümden sakınıp adaleti gerçekleştireceğine birleşip, görüşleriyle tayin ettikleri herkes imammolur.[658]Mutezile üstadlarından Darrar b. Amr, aynı şekilde imametin, Kureyşin dışındakiler arasında da uygun olduğunu iddia etmektedir. "Kureyşli ile Nebti bir araya gelseler bizler Nebti olanı tercih ederiz. Zira sayıca daha az, itibarca daha zayıftır. İşte bundan dolayı şeriata muhalefet edince, bizim onu hilâfetten indirmemiz kolay ol"[659]Şehristanî şöyle diyor: "Mutezilenin çoğunluğu, imameti ne ka­dar Kureyşlilerin dışındakiler arasında da caiz görseler Nebtileri Ku-reyşliler üzerine tercih etmeyi caiz görmezler."

El-Ka'bi, Kureyşli olan, Kureyşli olmayıp hilâfete ehil olandan daha evlâdır. Eğer fitneden korkarlarsa Kureyşlinin dışındakine hilâfeti vermek caizdir[660]diye iddia etmektedir.Eş'arilerden İmamu'1-Haremeyn el-Cüveyni hilâfette Kureyşli olmanın şart olmadığına meyletmekte ve Kureyşli olmakla ilgili ha­disin âhâdi haberlerden olduğu iddiasındadır. Bâtıl görüşüne göre haberi ahadla delil getirilemeyeceğinden bu meselelerde bununla de­lil getirilmez: "Bu, tercih edilemiyecek bir yoldur. Çünkü bu hadisi nakledenler, tevatür derecesine ulaşacak sayıda değildir. Bu konudaki gerçeği izah edecek söz şudur: "Diğer âhâdi haberlerde bulamadı­ğımız gibi bu konuda da Rasûluüâh (s.a.v) da rivayet edildiğine dair müsbet, yakini ve gönül rahatlığını kendimizde bulamıyoruz. O za­man bu hadis, imamet konusunda nesebin şart olduğu gerçeğini ge­rektirmiyor.[661]"El-İrşâd" isimli kitabında da Cüveyni şöyle diyor: "Bu, hakkında insanların bazılarının muhalefet ettiği konulardandır. Bana göre birkaç yöne ihtimal, mümkündür. Allah en doğru olanı bi­lendir.[662]Ebü Bekir el-B akili ani'nin görüşü ise bu konuda farklıdır.Cuveyni'nin "El-İnsaf, isimli kitabında Kureyşiliği şart koşarak şöyle demiştir:"İmametin, ancak şu şartların kendisinde toplandığı kimseye uygun olabileceğini bilmek gerekir. O şartlardan birisi de "İmamlar Kureyştendir[663]hadisinin delaletiyle Kureyşli olmaktır. "Et-Tem-hid" isimli kitabında ise Kureyşli olmayı şart koşmamıştır. Bu kitab-ta şöyle söylüyor: "Haberin zahiri Kureyşli olmayı hükmetmiyor, bu­nu da gerekli kılmıyor.[664]Yeni yazarların çoğu da Kureyşîliğin şart olmadığı görüşünde­ler. Muhammed Ebû Zehra, Târihu'l-Mezâhibi'l-İslâmiyye isimli ki­tabında, Kureyşlilik ile ilgili gelen hadislerin hüküm ifade etmiyen mücerred haberler olduğu görüşündedir.[665]El-Akkâd [666]Prof. Ali Haseni el-Harbutli "El-îslâmu ve'l-Hilâfii" isimli kitabında zikredilen hadislerin mevzu olduğunu söyle­yecek kadar ileri gitmiştir. [667]Prof. Salahaddin Debus, "El-Halifetü Tevliyetühu ve Azluhu" isimli kitabında, bu hadislerin mücerred ha­berler olduğu görüşünde Prof. Muhammed el-Mübarek de, imametin, sebeplerin değişmesiyle değişebilen şer'i siyasi konulardan saymış­tır. [668]

 

Kureyşli olmanın şart olmadığı görüşünde olanların de­lilleri:

 

Sakife gününde Ensarın "Bir emir bizden, bir emir de sizden"[669]diye söylemesi. Şöyle diyorlar: Şayet Ensar, imametin Kureyşin dışındakilere câizliğini bilmeselerdi bunu demezlerdi.Delillerinden birisi de, Buhari'nin Sahihi'nde, Enes b. Malik (r.a.) den tahric ettiği hadis: Enes b. Malık demiştir ki: Rasûlullâh (s.a.v):Üzerlerinize tayin olunan vali, başı siyah kuru üzüm gibi ha-beşli bir köle bile olsa dinleyiniz ve itaat ediniz! [670]hadisi köle bile olsa her imama itaati vâcib kılmaktadır. Bu da Kureyşten olmasının şart olmadığına delil teşkil) eder.Hz. Ömer'in "Ebû Ubeyde hayatta olsaydı onu yerime halife ta­yin ederdim... Ebû Ubeyde vefat etmiş iken ecelim gelse yerine Muaz b. Cebel'i halife .tayin ederim.[671] sözü delildir. Muaz b. Cebelin Ku­reyşten hiçbir nesebi olmadığı belli.[672] Bu da câizliğe delil olur. Yi­ne Hz. Ömer (r.a.) in şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Eğer şu iki adamından biri bana yetişseydi, bu hilâfet işini ona bırakır ve ona güvenirdim: Ebû Hüzeyfe'nin kölesi Salim ve Ebû Ubeyde b. el-Cerrah." [673]Hz. Ebû Bekir (r.a.) in şu sözünden bir sonuca varmak. "Arap­lar, Kureyşten şu kabile (muhacirler) den başkasına boyun eğmez..." Bu, arabın Kureyşe itaat edeceğine delildir, eğer durum değişirse tercihin konumu da değişir.

5- Ehli Sünnetin delil getirdikleri bu hadisler, haber verme üs­lubu üzere gelmiştir, hadislerde tutunulması vâcib olan bir emir yok­tur. Yeni yazarlardan Şeyh Muhammed Ebû Zehra[674]ile Prof. Sala­haddin Debus [675]ve diğerlerinin yöneldikleri görüşte budur.Şu âyeti Kerime ile de buna delil getirmekteler: "Allah yanında en üstün olanınız sizin en mutteki olanınızdır." (Hucurat 13)Allah (c.c.)j üstünlük ve şerefi takvada kılmış neseb ve benzeri şeyleri ölçü kılmamıştır. Hem ayrıca haseplerle, neseplerle Övünmek­ten sakındıran, cahiliyye kavmiyetçiliğinde^ -nehyeden hadisler gel­miştir.Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:'"Ümmetimde cahiliyyet adetlerinden kalma dört şey vardır ki, onları terk etmiyorlar: Asaleti ile öğünme, neseblere ta'n, yıldızlarla yağmur isteme ve ağıtçılıktır[676]Onları terk etmiyorlar" ayrıca "terk etmezler" ve "terk etsinler" ma­nasına da gelmektedir. Hem hal hem istikbal manası anlaşılır. Bir ümmet­ten bir kısım bıraksa diğer bir kısmı alır demektir. Yıldızlarla yağmur iste­me, yağmur yağınca yıldızlara nisbet etmektedirler. Bu ise caiz değildir. Hakiki tesiri Allah'dan başkasına nisbet etmek şirktir. Ağıtçılık ise, va­kar ve sükûnetle taziye caizdir, bunun dışında bağırarak ağlama, isyan ifa­deleri ile ağlama ve ağlatma caiz değildir, (müt.)Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:"Şüphe yok ki Allah size cahiliyye dönemi ve atalarla övünmeyi yasaklamıştır. İnsanlar iki kısımdırlar. Mü'min mütteki, fâcir şaki. Siz Ademin çocuklarısınız. Adem ise topraktan yaratılmıştır. Bir kı­sım erkekler bir kavimle (kafir olarak ölenlerle) övünmeyi terk etsin­ler. Çünkü onlar cehennem kömüründen bir kömürdürler, yahut on­lar Allah katında burnu ile pislik yuvarlayan pislik böceğinden daha aşağıdırlar. [677]

1- Ensann "Bir emir bizden, bir emir sizden" sözüyle delil getir­mek yanlışlığı açıktır. Zira Ensar (r.a.) o esnada Hz. Ebû Bekir (r.a.) in Kz. Peygamber (s.a.v) den rivayet ederek anlattığı ve naklettiği hadisden sonra bu sözlerinden döndüler. Hz. Ebû Bekr'in sözü şuy­du: "Ya Sa'd! Sen de biliyorsun ki, sen otururken Rasûlullâh (s.a.v): "Bu (hilâfet) işinin sahipleri Kureyştir. Zira insanların iyisi onların iyisine, fâcirleri de fâcirlerine tabi olur," buyurmuştu. Sa'd da O'na: Doğru söyledin, dedi. Bizler vezirler sizler emirlersiniz, [678]dedi.

2- Habeşli bir köle de olsa itaat edilmesini emreden hadislerle delillendirmeye gelince bunun cevabı tafsilatlı bir şekilde geçti.[679] Burada kasdedilen mana ya istila ile hâkim olunan imamet veya ba­zı idareler üzerinde bulunan küçük emirle ilgili veya temsil suretiyle itaati emretmede mübalağa içindir.

3-  Hz. Ömer'in, Ensarh Muaz b. Cebel'i yerine halife bırakma isteğindeki sözü ile delil getirmeye gelince bu olmamıştır. Hz. Ömer Kureyşlilerden altı kişiyi aday gösterdi ve onları seçti ve "Kendilerin­den birisini seçsinler" dedi. Aynı şekilde bu sabit olsa bile nass, saha-binin sözüne tercih edilir. Belki Hz. Ömer'den bir içtihaddır ki içtiha­dından vazgeçip nassa yöneldi. Hafiz İbni Hacer bu itiraza iki ihti­malle cevap vermiştir:

a) Halifenin Kureyşli olmasının şart koşulmasına ait icmâ Hz. Ömer'den sonra gerçeleşmiş olması muhtemeldir.[680]

b) Bu konuda Hz. Ömer'in içtihadı değişmiş olabilir.İkinci hadise gelince, Ebû Huzeyfe'nin kölesi Salim ve Ebü Ubeyde'nin zikrolunduğu hadis. Aynı şekilde küçük idareciliği kas-detmiş olması muhtemeldir veya Salim'i Kureyşli diye itibar etmiş olması muhtemeldir. Çünkü Ebû Huzeyfe Kureyşlidir.[681] Ubu Hu-zeyfe, Salim'i oğulluk edinmişti. Kavmin kölesi onlardandır. Hem onu büyük iken hanımı emzirmiş, oğulluk edinmenin haram kılın­masından sonra da emzirmiş ve böylece oğlu olmuştur. Emzirme kıs­sası meşhurdur. Bu Müslim'in sahihinde ve diğerlerinde mevcuttur. İbni Abdilberr şöyle diyor:"(Hz. Ömer) zikrettiğimize göre (Salim'i) Kureyş arasında saymıştır. [682]Şu sözü kasdediyor: "Ebû Huzeyfe-nin hanımı Salim'i azad edince, Salim de Ebû Huzeyfe'yi veli edindi: Ebû Huzeyfe de Salim'i oğulluk edindi: İşte bundan dolayı Salim, muhacirler arasında sayılmıştır.[683]Ebû Ubeyde'ye gelince o, itti­fakla Kureyşlidir [684]

4- Hz. Ebû Bekr'in "Araplar ancak Kureyşten şu kabile (Muha­cirler) e boyun eğer... sözüyle delillendirmelerine gelince: Arabların onlara itaatmdan dolayı Kureyşten imamın seçilmesi gereğini ileriye sürerek durumlar değişince seçimin yeri de değişir diyerek bir başka topluluğa yönelirse Kureyşten çıkar diye delil getirmekteler. Hz. Ebû Bekr'in delil olarak zikrettiği nasslar bu açık gerçeği açıklayıcıdır. Hz. Ebû Bekir (r.a.) bu delili açıklayınca kendisine itaati kabul etme­leri sahabenin anlayışınında bu olduğunu ifade ediyor. Allah en iyi bilendir.

5-Kureyşlilikle ilgili hadisler, haber verme üslubu ile gelmiştir. Onda emir yoktur diyenlerin sözü merduddur. Çünkü haber sığa­sında emirdir. Hadislerin bazısı da açık bir emirle gelmiştir. Şu ha­diste olduğu gibi: "Kureyşi öne geçiriniz! Kureyşin önüne geçmeyi­niz!" [685]hadisi Hz. Peygamber (s.a.v) den buna dair bir emirdir.Eğer haber verme Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından olmuşsa o muhakkak gerçekleşir. O, hilâfetle ilgili haberi de ancak Kureyşe ha­vale etmiştir. Çünkü sadık haberin gerçekleşmesi muhakkaktır. Fa­kat olanlar böyle olmamıştır. Hilâfet, Kureyşin dışındakilere de ve­rilmiştir. Hatta onlardan, kendilerini yalan yere Kureyşli olduğunu iddia eden Fatimiler denen Kölemenliler gibiler bile çıkmıştır[686]Kureyşli olduğunu iddia etmeyen Osmanlı Devleti sultanları da bir başka örnektir.İbni Hazm şöyle diyor: "Bu iki haber-zikirleri önce geçen İbni Ömer ile Muaviyenin hadislerini kastediyor - haber lafzında bile olsa ikisi de, tekitli sahih emirdir. Bu duruma göre şayet hilâfet işi Ku­reyşin dışında bulunması caiz olsa Hz. Peygamber (s.a.v) 'in haberini yalanlama olurdu. Bunu caiz gören ise kâfir olur[687]

6- islâm, kavmiyetçiliği yasaklamıştır, diğer müslümanlar üze­rine belirli bir topluluğu idafeci yapmayı yasaklamıştır, İslâm bütün müslümanlar arasında eşitliği getirmiştir, takva hariç arabm aceme üstünlüğü yoktur, aralarında hiç bir fark da yoktur... diyenlerin söz­lerine gelince biz şöyle diyoruz:İmamın Kureyşli olmasını şart koşmasıyla İslâm, çok yerde ya­sakladığı kabile taraftarlığına bununla davet etmiş olmaz. İslâm na­zarında imamın, ümmetin diğer fertleri üzerinde hiçbir meziyeti yok­tur, imamın ailesinin de diğerleri üzerinde fazla bir hakkı yoktur. İmam ve diğer müslüman fertleri, İslâm nazarında eşittir. Ayrıca, kıyamet günü hesap bakımından en ağırı, yük bakımından insanların en şiddetlisi olacak sorumlulukları yüklenmiştir.Bu, İslâm asabiyet davasını yasaklamıştır demektir. Yoksa in­sanların birbirleri arasında fazilette yarışmak yoktur demek değil­dir. Bilakis fıtratın gereği dünyada insanlar arasında fazilet yarışı, fazilette üstünlükler vardır. Buna dair şer'i deliller de mevcuttur.Her anın çoğunluğu [688]Arab cinsinin, kendi dışmdakil erden daha hayırlı olduğu gibi Kureyş cinsi de kendilerinin dışmdakilerden daha hayırlı olduğu görüşü üzerindedirler Bu durum Buhari'nin Sahihinde sabittir ki Ebû Hureyre (r.a.) Rasûlullah'dan şöyle sorul­duğunu rivayet ediyor:Ya  Rasülallâh!   İnsanların  en  üstün  olanı  hangisidir? Rasûlullâh: Onların (insanların) en takvâlı olanıdır. Onlar (soran­lar): Biz senden bu (yönü) sormuyoruz. (Bunun üzerine) Rasûlullâh (s.a.v):Öyleyse (şeref yönünden) Allah'ın peygamberi Yusuf tur. Yu­suf Allâhm peygamberi (Yakub'un) oğludur. O da Allah'ın peygambe­ri (İshakın) oğludur. O da Halilullâh İbrahim'in oğludur." buyurdu. (Onu soranlar) şöyle dediler:Biz sana bundan da sormuyoruz. Bu defa Rasûlullâh (s.a.v.):Sizler Arap şeceresinin asıllarından soruyorsunuz. Cahiliyye döneminde onların hayırlı olanları, İslâm döneminde de fakih olduk­ları zaman onların hayırlılarıdır."Diğer bir rivayette de:"İnsanlar, altın ve gümüş madeni gibi madenler (e benzerler). Onların cahiliyyede hayırlı olanları İslâm döneminde de fakih olduk­ları zaman en hayırlılarıdırlar[689]İnsanlar madenler gibidir. Her maden kendi madenliğinde diğerin­den üstündür. Altın ve gümüşün üstünlüğü hayatta kullaruldığındandır. Yoksa altın ve gümüş ne bakırın yerini ne de kömürün yerini tutabilir. An­cak kabiliyetler farklı farklıdırlar. Bir kısmında yöneticilik, bir kısmında cı-had (cengâverlik) bir kısmında tefekkür bir kısmında hitabet diğerinden farklılık arzeder. Bir de her kavmin diğer kavimler arasında en çok meşhur olduğu veya kabiliyetlerin en çok hangi yönde yönlendirilmişse o yönü meş­hur olur. Şöyle olması da mümkündür. Kabiliyetlerin çok yönlü terbiyeye, yönlendirilmeye, işlenmeye müsait olması bakımından Kureyşin diğer kavimlerden farklı olması mümkündür. Belki de risaletin o kavimden gönde­rilme hikmeti bu olabilir. Altın ve gümüşün diğer madenler arasındaki yeri, değer bakımından diğerlerinden daha değerlidir. Bir de insanların en çok muhtaç olduğu madenlerdendir. İnsanların en çok ihtiyaç duyulanı, en çok kıymet bileni Kureyşten olması mümkündür. Öyle de olmuştur. Demek de­ğildir ki; o değer onlarda kıyamete kadar devam edecektir. Devam da edebi­lir ama devamı kat'î değildir. Bir kavmin üstün olması her ferdinin de üstün olması demek değildir. Muhacir ve Ensar olan nice insanlar vardı ki, Ku-reyştekilerin çoğundan daha üstündü, (müt.)

İbni Teymiye şöyle diyor:Bir kısım âlimler, kavimler arasında üstünlük olmaması görü­şündedirler. Bu görüş Kadi Ebû Bekir b. Tayyib ve diğerleri gibi kelâm ehlinden bir grubun görüşüdür... Bu görüşe Şu'übiyye mezhe­bi denir. Bu görüş bidat ehlinin görüşlerinden zayıf bir görüştür.[690]"Fakat bir topluluğun bir topluluk üzerindeki üstünlüğü her fer­dinin diğerlerinin her ferdinden daha üstündür, demek değildir. Mu­hacir ve Ensardan, Kureyşin çoğundan daha hayırlıları vardır. Esas maksat Hz. Peygamber'in insanların ve cinlerin bütününe gönderil­miş olmasıdır. Şer'î ahkâm, ümmetlerden kendilerinin dışındakilere değil de sırf Araplara tahsis edilmemiştir. Fakat Araplar arasında imamet sadece Kureyş'e has kılınmıştır. Beni Hâşim'e de zekat veril­mesi haram kılınmıştır. Kureyş cinsi efdal olunca imametin de im­kan nisbetinde cinslerin en faziletlisi arasında olması gerekir. İmamet de cinsin tamamına şâmil bir iş değildir. Ancak imameti in­sanlardan birisi üzerine alabilir.[691]Yine İbni Teymiye şöyle söylüyor: "İki kişi farzedelim ki, birinin babası peygamber, diğerinin babası kâfir. İkisi de takvada ve itaatta her yönden eşit olsalar, ikisinin derecesi cennette eşit olur. Fakat dünya ahkâmı, imamette, karı-koca olmada, şerefte, sadakadan mahrum olmada ve benzeri gibi konularda bunun aksinedir... Eşraf­ta üstünlük alt tabakadakilerden daha çok olur.[692]Sevap ve azabın tertibi Allah'a olan yakınlığa ve uzaklığa gö­redir. Allah, belli bir şahsın kendi katındaki şeref ve üstünlüğünü över. Bu konuda nesebin bir tesiri olmaz. Ancak ve ancak üstünlükte tek müessir, takyâ ve salih ameldir. Şu âyet-i kerimede olduğu gibi: "Sizin Allah katında en şerefli olanınız en takvâlı olanınızdır." (Hu-curat 13)

Hz. Peygamber (s.a.v) den Kureyş'in diğer kabilelere olan üs­tünlüğüne dair bir çok hadis gelmiştir."Şüphesiz ki Allah, Kinâne'yi İsmailoğullarından seçmiştir. Ku-reyş'i Kinâne'den seçmiş, Kureyş'ten de Beni Hâşimi seçmiştir. Beni de Beni Hâşim'den seçmiştir.[693]Netice olarak, bir tarafta mutlak manada nesebinin faziletini iptal eden, bir tarafta da iman ve takvada kendisinden daha üstün olna nesebi tercih eden vardır.İbni Teymiye diyor ki: "Görüşlerin ikisi de hatalıdır. Zira ikisi de birbirlerine zıttır. Neseple ilgili olan bir fazilettir. îman ve takva ile olan fazilet, belirli, hakiki ve son derece kuvvetlidir. Birincisi ne­seple olan üstünlüktür. Çünkü nesep, üstünlüğe sebep ve üstünlük alametidir. Çünkü nesepçe üstün toplum, sayıda eşit olan toplumdan daha üstündür. İkincisi ise iman ve takva ile üstündür. Bu ise haki­kattir ve üstündür. Çünkü takvada en ileride olan herkes, Allah in­dinde de en şerefli olandır. Allah'tan sevap da buna göre olur. Çünkü hakikat mevcuttur, hüküm ise hüsnü zanna bağlanmaz.'[694]İmamda Kureyşilik şartından maksat, elbetteki İslâm'ın neh-yettiği kabile taraftarlığı değildir. Zina nesebin, şeriatın aslında hiç­bir kıymeti yoktur. Olsa olsa Kureyşilik kemal sıfatı olabilir.Ehli Sünnet imameti, Kureyş'ten belli bir gruba tahsis etmiyor. Ancak diğer şartları da sağladığı zaman, Kureyş'e müntesip olanın imameti caizdir, diyorlar.Bidat ehlinden bir kısmı, imameti belli bir gruba tahsis etmek­te, bazısı da Beni Hâşim'e tahsis etmektedir. İki kısma ayrılmakta­dırlar:

1- Râvendiye[695]Onlar, imametin El-Abbâs b. Abdilmuttalib ve evladında olmasını vacip kabul ederler. Ebû Cafer el-Mansur'a kadar ulaştırırlar.

2-  Şiâ: Bunlar da imametin Hz. Ali (r.a.) ve ondan sonra evla­dında olmasını kabul ediyorlar. Onlar bundan sonra çeşitli görüşlere ayrılmışlardır:Onlardan Zeydiyye, imametin ancak Hz. Ali (r.a.) evladında ola­bileceğini iddia ederler. Kim Hz. Hasan veya Hüseyin evladından, kendisinde İmamet alâmetleri bulunduğu halde kılıcını çekip çıkar­sa, o imamdır, diyorlar.İmâmiyye, imametin Hz. Ali (r.a.) evladından özel bir kişiye ait olduğu iddiasındadırlar. O da, bekledikleri on ikinci imam Muham-med b. el-Hasen el-Askeri'dir. Şöyle diyorlar: İmamet Hz. Ali (r.a.) de, sonra Hz. Hasan, sonra Hz. Hüseyin sonra da evlatlarında mun-tazar imam Muhammed b. el-Hasen el-Askeri'ye kadar teselsülen de­vam eder.Gulat taifesinin bazıları, aslında imametin Hz. Ali (r.a.) ve evla­dında olduğunu söylüyorlar. Sonra imameti Kureyşin dışından bir cemaata tahsis etmekteler. Ya onların, imamların bazısının kendisi­ne vasiyet ettiği iddiasındalar veya ruhların imamdan iddia ettikleri kimseye tenasüh suretiyle geçtiği iddisındalar. Beyaniyye gibi ilahın ruhunun Ebû Hâşim b. Muhammed b el-Hanefiyye'den beyan intikal ettiği iddiasındalar. Ruhun el-Hattâb'el Esdi'ye intikal ettiğini iddia edenler gibi. Ebû Mansur el-Aceli'nin peygamberlik ve imamet (raan-suriyye) iddiası gibi.[696]İmamların Otoritelerinin Sınırlı Oluşu Onların emirlerine karşı çıkma ile tehditİmamların otoriteleri mutlak değildir. Ancak dini uygulamaya bağlıdır. Devlet otoritesine, gerekli olan haklara rivayet etmedikleri zaman onları karşı çıkma ile tehdit etmek gerekecektir. Buna işaret eden hadisler üç yöndedir:

1- Otorite sahipleri emrolunanı tatbike devam etmezlerse onla­ra lanetle tehdit söz konusudur. Hadis-i şerifte:

"İmamlar şu üç şeyi yaptıkları müddetçe Kureyş'dendir: Merha­met istendikleri zaman merhamet ederler, anlaşma yaparlarsa ifa ederler, hükmederlerse âdil olurlar. Bunu kim yapmazsa Allah'ın la­neti meleklerin ve bütün insanların laneti o kimsenin üzerindedir."[697]ibni Hacer şöyle diyor: "Bu durumda onlara karşı huruç hareke­tini gerektirecek durum yoktur.[698]

2- Son derece eziyet edecek bir kimseyi Allah'ın onlara musallat edeceği tehdidi. İmam Ahmed ve Ebû Ya'lâ'nın İbni Mesud'dan merfû olarak rivayet ettikleri hadiste şöyle buyrulmaktadır:Ey Kureyş Topluluğu: Sizler Allah'a âsi olmadığınız müddetçe bu (idare-yönetim)in ehlisiniz. Eğer ona isyan ederseniz bu dalın bu-dandığı gibi sizi budayacak bir kimseyi Allah sizin üstünüze gönde­rir. Elinde bir dal vardı. Sonra dalı soydu, bir de ne görsün, parlayan bembeyaz bir dal.[699]Bunda da onlara karşı huruca dair bir açıklama yoktur. Hadi­sin içinde bunu anlatan birşey olsa bile açıklık yoktur.

3-  Onlara karşı ayaklanma, onlarla harp etme [700]ve onlara karşı hurûc hareketini ilan etme: Tayâlisi ve Taberâni'nin Sevban-dan merfû olarak rivayet ettiği hadis:"Kureyş size, doğru davrandığı müddetçe siz de Kureyşe doğru davranınız! Eğer istikamet üzere olmazlarsa kılıçlarınızı omuzlarını­za koyunuz![701]Hafız İbni Hacer şöyle diyor: Geride kalan hadislerden onlara karşı çıkılacağı anlaşılmaktadır. Ancak Önce lanetle tehdit meydana geldikten sonra olmakta, o da mahrumiyeti doğurmaktadır. Bunlar olmuştur... Sonra onlara, eziyet edecek kimseyi musallat etmesiyle tehdit söz konusu, bu da olmuştur... Sonra onlara karşı bir taifeden bir taife karşı koydular da bütün dünyanın her yerinde onlardan esirlik alındı. Halifenin ancak bazı şehirlerde sadece ismi kaldı.[702]Bu gün ise ne isim ne cisim kaldı. Ancak kitapların içinde re­simleri kaldı. Rasulüllâh (s.a.v) ne kadar da doğru söylemiş!Kureyş'te'imamete lâyık kimsenin olmaması mümkün müdür? Bu soruya Kadı Ebû Ya'lâ şöyle cevap veriyor:Cübbâi'nin[703]caizdir sözünün aksine içinde Kureyşten imamete uygun birisinin olmaması mümkün değildir. Olmadıkları zaman, Kureyşin. dışından, hadleri uygulayabilecek, herkese hakkını verebilecek bir imamın tayini caizdir. Buna delili, şeriatın imameti Kureyş hakkında kılmasıdır. Şayet Kureyş, imamete uygun kimse olmazsa, gücü yetmenıesine rağmen imam tayini ile mükellef olur. Bu da caiz değildir. [704]Daha önce geçen İbni Ömer hadisi de aynı şekilde buna delildir: "Bu (hilâfet) işi insanlardan iki kişi devam ettiği müddetçe Kureyşte-dir,[705] Hz. Peygamber hadisde sayının kendisini kasdetmese bile, bu hadis kıyamete kadar Kureyşilik prensibinin vacip oluşuna delil­dir. Şeriatın, olmayan bir şeyi vacip kılması mümün değildir. Aynı şekilde Amr b. el-Âs (r.a.) in, Rasulüllâh (s.a.v) tan duyduğu şu hadis de delildir:"Kureyş, insanların hayırda da (İslâm dönemi), serde de (Cahi-liyye döneminde) kıyamete kadar idarecileridirler.[706]Yine aynı şekilde Şafii ve diğer fakihler Kureyşliliğin olmaması­nı farzı muhal bile görmemeleri de buna delil getirilir. Kureyşli mev­cut olmazsa Kenâni halife tayin edilir, Kenânilerden de bulunmazsa Beni İsmailden, bunlar arasında da şartları kendinde toplayan bir kimse bulunmazsa Arap dışından bir tarafta da Cürhümi, yoksa İs-hak oğullarından.[707]İbni Hacer şöyle diyor: "Fakihler bunu, aklen mümkün olanı zi­kirdeki âdetlerine göre farz ediyorlardı, âdeten bu mümkün olmasa bile.[708]Hilâfetin Kureyş uhdesinde bulunması, Arap diyarında hilâfet Kureyş uhdesinde bulunacak demektir. Yoksa bütün İslâm mıntıkalarında değildir. Veya Kureyş hilâfete ehil oldukları müddet­çe, İslâmı uyguladıkları müddetçe, hilâfet Kureyşten olması tercih edilmelidir demek olabilir.

 

Kureyşilik Şartının Hikmeti

 

Şu kabul edilen bir gerçektir ki, Allâh'dan gelen her bir hük­mün mutlaka bir hikmeti ve bir şerefli maksadı vardır. Onu bilen bi­lir, bilmiyen de bilmez. Ama biz her hükmün hikmetini bilmeye talip değiliz. Bilakis biz bu hükmün doğruluğunun gerçekleşmesine tali­biz, İmamda Kureyşiliğin şart olması da bu kabildendir.

 

İbni Haldün’un Görüşü

Bazı âlimler bu hikmeti göstermeye ve anlatmaya gayret etmiş­lerdir. Bunların en meşhurlarından olan İbni Haldun Mukaddi-me'sinde şöyle diyor:"Bütün şer'i hükümlerin mutlaka bir takım maksatları ve hik­metleri vardır. Dini hükümler işte bu maksatları ihtiva eder ve bu maksat ve hikmetler için hükmolunur, teşri edilir. Biz Kureyş nese­binden olma hususunun şart kılınmasmdaki hikmeti ve sarinin bun­daki maksadını araştırdığımız zaman, genellikle zannedildiği gibi bu hususta Hz. Peygamber (s.a.v) in nesep bağı ile teberruk etme hali ile iktif â edilmediğini göreceğiz. Her ne kadar söz konusu nesep bağı mevcut ve onunla teberruk hasıl olmuş ise de, bilindiği gibi teberruk şer'î meksatlardan değildir. Şu halde nesebin şart kılınması suretiy­le mutlaka bir maslahat gözetmiş olacak. Bu şartın teşri kılınmasın­dan maksat o maslahattır. Yaptığımız inceleme ve araştırma sonun­da nesep hakkında sadece ırkçılığa itibar edildiğini görürüz. Himaye ve hakkını aramaya, savunma ve taarruza esas teşkil eden, var ol­ması halinde makam sahibine karşı yönelen tefrika ve ihtilafların or­tadan kalkmasına vesile olan söz konusu asabiyettir. İslâm cemaatı bu makam sahibi ve onun ailesi ile sükûn bulur, ülfet bağı, bu saye­de nizama girer. Bunun sebebi şudur: Kureyş, Mudar'ın usbesi (top­luluğu) onların ve onlardan güç sahibi bir boy idi. Kureyş (boyu) için mudar kabilesinin sair boylarına karşı çokluk, asabiyet ve şeref iti­bariyle bir izzet ve üstünlüğü vardı. Diğer Araplar onların bu hususi­yetlerini itiraf etmekte ve üstün durumda olduklarını kabul etmekte idi. Şayet iktidar ve hakimiyet onlardan başkasına verilseydi, kendi­lerine muhalefet edilmek ve tabi olunmamak suretiyle birliğin dağıl­ması muhtemel hale gelirdi. Mudar kabilelerinden başkası Arapları ihtilaf halinden geri döndürmeye ve vazgeçirmeye muktedir olamaz­dı. Bu suretle de cemaat dağılır ve birlik bozulurdu. Halbuki Sari1'bu durumdan halkı sakındırmakta, asabiyeler arasında kaynaşma mey­dana gelsin, himaye ve savunma güzel olsun diye aralarındaki ihtila­fı ve dağınıklığı kaldırmak ve ittifaklarını temin etmek konusunda haris ve hassas bulunmaktadır. Bu ise hakimiyet ve iktidarın ancak Kureyşte bulunması halinde gerçekleşirdi. Zira Kureyş kabilesi men­supları, galibiyet esası ile halka istediklerini kabul ettirmeye mukte­dir bulunmakta, hiç kimsenin onlara karşı ihtilaf ve tefrika çıkarma­sından da endişe edilmemekte idi. Çünkü bu takdirde Kureyş, bu gi­bi şeyleri defetme ve halkı ondan vazgeçirme gücüne sahip bulun­makta idi. Hilâfet makamına nesep itibariyle Kureyşten olma husu­sunun şart koşulması kuvvetli bir asabiyete sahip olan Kureyş saye­sinde din işlerinin daha sağlam bir şekilde nizama girmesi ve birli­ğin sağlanması içindir... Böylece sabit olmuştur ki, Kureyş soyundan olma hususunun şart kılınması, sadece onlarda mevcut olan asabiyet ve galip olma kabiliyeti sayesinde çekişmeleri ortadan kaldırmak içindir. Diğer taraftan biliyoruz ki sari' ne bir asra ne bir nesle ne de bir millete ahkâm tahsis etmez ve imtiyaz vermez. İşte buna baka­rak o Kureyş'ten olma şartının kifayet şartına dahil bulunduğunu anlar, bunu ona döndürür, Kureyşten olma şartını da şümulüne alan illeti genelleştirir ve düzenli bir kaide ve efradım (efradını cami, ağ­yarını mani bir esas) haline getiririz. Bu illet asabiyetin mevcudiye­tidir. Bu durumda müslümanlarm işlerini idare etmeyi üzerine alan kimsenin kuvvetli ve onunla birlikte çağında bulunanları galip gele­cek bir asabiyete sahip olan kavimden olmasını şart koşarız.[709]Hikmet konusunda İbni Haldun'un şartını, illetinin dayanağını asabiyet kıldığı düşünülürse, asabiyet mevcutsa şart da mevcut olur, asabiyet yoksa şart da yok olur. Kureyş için asabiyet söz konusu de­ğilse, İbni Haldun'a göre imametin onlar hakkında olması gerekmez. Bilakis bu asırda, Kureyşin dışında bile olsa en kuvvetli olan asabi­yetin olması gerekir.[710]Fakat nasslar tetkik edilince, nassların buna delalet ettiğini göremiyoruz. İslâm nizamı, Hz. Muhammed (s.a.v) in, gelişinden kı­yamete kadar hayatı tanzim için gelmiştir. Belli bir zamana, belli bir mekana has da değildir. Eğer murad edilen, asabiyet olsaydı Hz. Peygamber (s.a.v), asabiyet olduğunu ifade ederdi veya asabiyetin daima Kureyş'e ait olması gerekirdi. Çünkü nasslar bizzat Kureyş üzerine hükmetmiştir. Bu duruma hiç kimsenin söz söylemediği bir gerçektir. Öyleyse bunun da bâtıl olduğuna delâlet etmektedir. Böy­lece şayet illet sadece asabiyet olsaydı hilâfet Hz. Peygamber (s.a.v) den sonra asabiyet bakımından Kureyşin evlerinden en kuvvetlisi arasında olurdu. Realite de bunun zıttmadır. Hz. Ebûbekir Teym'dendir, Kureyşin batınlarının en kuvvetlisi de değildir[711]Teym, asabiyet bakımından onların çoğunluğu da değildir, Ancak Beni Hâşim, onların şevket bakımından, asabiyetin çokluğu bakı­mından en kuvvetlisidir. Hilâfet onlar arasında en evlası olmamıştır.Bu da delalet ediyor ki maksad asabiyet değildir...

 

Veliyyullâlı ed-Dehlevi'nin Görüşü:

Hikmetin   araştırılmasını   ele   alanlardan   birisi   de   Şah Veliyyullâh ed-Dehlevi'dir."İmamet konusunda Kureyşi nesebin şart kılınmasını gerekti­ren sebep Allah'ın Hz. Peygamber (s.a.v) in dili üzerinde açığa çıkar­dığı hak, Kureyşin lisanıyla ve adetleri içinde gelmiş olmasıdır. Ha­zırlanmış olan ahkâmın çoğu onlar hakkında olmuştur. İşte bu se­bepledir ki onlar bununla amel etmede insanların en kuvvetlisi ve gelen ahkama en çok tutunanı idiler. Kureyş Hz. Peygamberin kav­midir. Onlar ancak Hz Muhammed'in dininin yüksekliği ile övünebi­lirler. Onlarda hem dini hamiyyet hem nesebi hamiyyet birleşmiştir. Şeriata uymada parmakla gösterilen kimseler oldular. Hem halife­nin, insanların kendisine nesebinin ve hasebinin büyüklüğünden do­layı itaatten çekinmeyeceği kimselerden olması gerekiyordu. Çünkü nesebi olmayan kimseyi insanlar zelil ve hakir görürler. Halifenin, şerefçe meşhur olması, erkeklerini toplayıp harp yapabilecek, kavmi­nin en aktifi olması, kavminin de kendisini koruyabilen, yardım eden, uğrunda nefislerini feda edebilen kuvvetliler olması gerekir. Bu hususlar ancak Kureyş'te toplanmıştır. Özellikle Kureyşin bu du­rumu Hz. Peygamberin gönderilmesinden sonra önemini daha da belirginleştirmiştir.[712]

 

Muhammet Reşit Rıza’nın Görüşü

Bu hikmetin araştırılması alanında M. Reşit Rıza da şu görüş­leri sergilemektedir:"Allah dinini sona erdirdi. Kureyşli Arab peygamberlerin so­nuncusuna "Arapça hüküm" ve Arapça Kur'an olarak indirdiği hik­metli kitabıyla kemale erdirdi. Hikmeti, İslâm'ın dünyada şark ve garbına yani her yere yayılmasını Kureyş'in davetiyle, Kureyş'in Ön­cülüğünde, onların kuvvetiyle olmasını gerektirmiştir. Bu davetin hi­mayesi onların kılıçlarıyla olmuştur. Afabm dışında kim İslâm'a gir­mişse, kim de saîih amel varsa hep onlardan öğrenerek aralarında hükümlerde şeriatın eşitliği üzere olanlara tabi olmuşlar, sonradan Araplaşan onların kölelerinden birçoğunun ortaya koymasıyla hasıl olmuştur. Kureyş, bir kısım batınlarda arabın, yaratılış, ahlâk, fesa­hat, zeka, anlayış, kuvvet ve güç bakımından en kâmili idiler. Nesep bakımından da İsmail (a.sj'm sülalesinde en aşikâr olan idi, Araplar arasında faziletleri ve tarih bakımından Beytullâh'a olan hizmetleri açısından da en şereflileri idiler. İslâm ile kemâle eren bu meziyetle­rin bütünü üzerinde Araplar ile sonradan İslâm'a girenlerin söz birli­ği etmelerine ehildiler. Özellikle Rasûlullah'm hükmü sonra da saha­benin icmâsı bunun üzerinde gerçekleşmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in nübüvvetine vekâlet edecek kimseleri Kureyş'ten demesi­nin hikmeti ve sebebi ikidir:

1- Davetin yayılmasmdaki meziyetlerinin çokluğu, beşer tabiatı itibariyle söz birliği etmelerine itirazın olmamasına, rekabetin yapıl­masına ve zayıflığa meydan vermemesine sebep olması.

2-  İslâm'ın uygulanmasının, İslâmı öğrenilip yayılmasında ve uygulanmasının tarihi seyri içerisinde aralıksız olarak bu işi baştan beri yapmış olmaları[713]Dehlevi ile Reşid Rıza'dan herbirisinin, Kureyşilik şartmdaki hikmeti, bu kabilenin sahip olduğu şeref, fazilet ve konumlarında gördükleri anlaşılıyor. Bazen sebep bu olur, bazen de ikisinin de zik­rettikleri bu cüz'i noktaların bütününü doğru bulamadığımıza göre bunun dışında bir şey olur. Mesela Dehlevi'nin; "Allah'ın, Peygambe­rimizin lisanı üzerinde ortaya koyduğu hak, Kureyş lisanı ile ve Ku-reyşin adetleri içerisinde gelmiştir..." sözü mutlak manada doğru de­ğildir. Çünkü İslâm, onların adetlerinin çoğu ile harp etmiş, onları haram kılmış, o adetlerini ikrar etmemiş, sadece az bir kısmım kabul etmiş. Bundan başka İslâmm getirdiği şeyler var, misafire ikram vs gibi. İslâmm bazı güzellikleri bulup kendi rengiyle boyayıp din ha­line getirdiklerinin dışında İslâm, Kureyşin adetlerini getirmiştir de­memiz doğru olmaz.Bunun benzerini, Reşid Rıza'nın, Beytullaha Kureyşin hizmeti ile ilgili meziyyetlerini ve faziletlerini sayarken söylediği bir sözü var. Onların bu dereceleri, onları Allah'a ve Ahirete inanan kimseler üzerinde üstün kılmaz. Bu durum Kur'an ile sabittir: "Siz (müşrikle­rin) hacılara su dağıtma işi ile Mescidi Haram'ın imarını, Allah'a ve âhiret gününe iman edip de Allah yolunda cihad edenlerle bir mi tu­tuyorsunuz? Halbuki onlar Allah katında eşit değillerdir, Allah zâlimler topluluğunu hidayete erdirmez." (Tevbe:19)Bu hizmetin Araplar yanında bir şerefi olsa da, Kureyş'in diğer­lerine karşı bununla bir üstünlüğü de olsa, Mescidi Haram'ı imar et­menin Allah katında kurbet (Allah'a yakınlık ifade eden ibadet)lerin en üstününden de olsa bu hayırlar, sahibine, iman olmayınca fayda vermez. Zira Ayette: 'Allah'ın mescitlerini ancak Allah'a ve âhiret gününe   iman  eden,   namazı  dosdoğru  kılan,   zekatı  veren   ve Allah'dan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte doğru yola ermişlerden olmaları umulanlar bunlardır." (Tevbe: 18) buyu-ruluyor. Yine şu sözü "Hikmeti, dünyanın doğu ve batısında Ku­reyş'in daveti ve Kureyşin öncülüğü ile yayılmış olmasını gerektir­miştir." Bu da doğru değildir. Çünkü yayılan ilk davet, müslümanla-rın bütününün Kureyş'den, Ensar'dan, diğer Arap kabilelerinden olanların iştirakiyle olmuştur. Aynı şekilde Arap olmayanlar tarafın­dan da davet yapılmıştır. Her bir ferd gelir müslüman olur, din işle­rini öğrenir, kabilesine Allah'a davet edici olarak dönerdi. Böylece onun eliyle çok kimse iman ederdi. Bazen bu davetçi de bu dinin ya-yıcılan ve davetçileri olarak Allah ordusuna ekleniyorlardı. Bu su­retle davet yeryüzünün her tarafına yayılıyordu. Bu davet, Kureyşli olan ve olmayanların öncülükleri altında yapılıyordu. Aynı şekilde, Kureyş'in imamlıkla ilgili özellikleri birbiri peşinde kesiksiz bir silsi­le içinde yapmasının muteber olması konusu da doğru değildir. Çün­kü bundan, imamet hakkında tevarüs (bir birine varis olarak) yapıl­dığı anlaşılabilir. Halbuki alimler, İslâm'da böyle bir şey olmadığı üzerinde ittifak etmişlerdir. Kureyş, Hz. Peygamber (s.a.v) den riva­yet edilen hadislerin ifadesiyle Arap kabilelerinin en faziletlisidir.Vasile b. el-Esk'den rivayete göre Rasûlullâh (s.a.v) şöyle bu-. vurmuştur:"Allah, Kinâneden Kureyş'i seçmiştir, Kureyş'ten de Hâşim oğullarını seçmiştir. Beni de Hâşimîler arasından seçmiştir.[714]El-Isteharri'nin Akide'sinde İmam Ahmed'in şu sözü zikrettiği­ni söyler:

"Arabın, hakkı, fazileti ve önde oluşu bilinmekte ve şu hadisten dolayı da sevilmekteler: "Onları sevmek imandandır, onlara buğz münafıklıktır.[715]"Milliyetçiler ile arabı sevmeyen ve arabın üstünlüğünü ikrar etmiyen mevâlinin sözü ile hüküm olmaz. Çünkü bidat onlarda, mü­nafıklık ve ihtilaf çıkarma onlardadır.[716]Hikmetlerden birisi de, Allah (c.c.) onları, diğer kabilelerden atıcılık ve görüş isabetli ligiyle ayırdı. Bu ikisi de imam için zaruri olan iki sıfattır. Buna İmam Ahmed'in Cübeyr b. Mut'im'den yaptığı rivayette Rasûlullâh (s.a.v)'m şu hadisi delil olmaktadır:"Kureyşli, Kureyş dışından bir adamdan iki misli daha kuvvet­lidir." İmam Zühri'ye: Bununla, neyi kasdetti? denilince, O şöyle söy­lemiş: Görüş üstünlüğüdür[717]Kureyşilik konusunda söylenebilecek birkaç söz şudur:Şüphesiz Allah, emânetleri ehline vermenizi ve insanlar ara­sında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emr ediyor." (Ni-sa,58)Allah yanında sizin en şerefli (ve en kıymetli) olanınız takvada en ileri" olamnızdır..." (Hucuraf 13) şöyle buyurmaktadır:Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyuruyor: Üzerinize tayin olunan idareci, başı siyah kuru üzüm gibi Habeşli köle bile olsa dinleyiniz ve itaat ediniz.[718]Hz. Ömer(r.a.) şöyle demiştir: Ebû Ubeyde vefat etmiş iken ecelim gelse yerime Muaz b. Cebel'i halife tayin ederdim.[719]Amelinin geri koyduğu kimseyi nesebi ileri götüremez.[720] Yukarıdaki delillerin ortaya koyduğu gerçekler şunlardır:

1- Emanetlerin en mühimlerinden birisi olan imametin ehline verilmesi gerektiği. Mutlaka Kureyşilik ifade edilmemektedir.

2- Şerefli olmak takva ile olduğu, neseb ve haseble olmadığı.

3- İdarecinin, Allah'tan korkup, kitaba ve sünnete göre davran­dığı müddetçe Habeşli bir köle bile'olsa itaat edilmesi gerektiği

4- Hz. Ömer (r.a.)in, Muaz b. Cebel'i, hayatta olsaydı yerine ko­yacak olması önceliğin kitap ve sünneti uygulayabilecek ehliyette olan herhangi bir nesebden olabileceğini, önceliğin Kureyşilik olma­dığını ortaya koyduğu

5- Kişiyi öne çıkaranın neseb olmayıp ancak ameli olabileceği ortaya çıkmıştır.Şu delillere gelince: " Hilâfet, insanlardan iki kişi kaldığı müd­detçe Kureyş'tedir.[721]İnsanlar bu (emr) işinde Kureyş'e tabidir. Müslümanları onla­rın müslümanlarına, kâfirleri de onların kâfirlerine tabidir."Şu (hilâfet) işi Kureyş'dedir.[722] İmamlar Kureyş'dendir.[723]Yukarıdaki deliller ortada iken bu hadisler neyi ifade etmekte­dir: Bunlarla ilgili şunları söylemek mümkündür.

1- İdeal unutulmamalı, realite-vâkıâ da inkâr edilmemelidir. Hz. Peygamber (s.a.v) döneminde arablar Kureyşi, lider kabul et­mekteydiler. Kâbenin orada oluşu, bazı özelliklerin kendilerinde bu­lunması sebebiyle veya çeşitli tesirlerle lider olarak görmekteydiler.O zaman, hem insanlar onları liderliğe uygun görmekte, hem de onlar liderliğin özelliklerine sahiptiler. İşte bu durumlar gözetildi­ğinden dolayıdır ki Allah (c.c) Kur'an-ı Kerim'inde: "Ey İman eden­ler! Allah'tan korkun ve sadıklarla beraber olunuz!" (Tevbe 119) buyurmuştur. Zira sadıklardan kasıt muhacirlerdi. Muhacirlerden bir kısmı da Kureyşliydi. Hem o şartları oluşturmuş, hem de Arapların önderliğini ellerinde bulunduruyorlardı.Her konuda olduğu gibi bu konuda da temel şartlar vardır. Kimlerde temel şartlarla birlikte kemlâl şartlar bulunursa onlar ter­cih olunurlar. Fakat kimde temel şartlar yoksa kemâl şartlarından birisinin bulunması bir değer ifade etmez. Zira temelsiz kemâl mute­ber değildir. Kureyşilik temel şart değildir, kemâl şarttır.Eğer liderlik Kureyş'ten çıkar da başka bir kavme geçerse temel şartlarla birlikte o kavimden alınmak tercih edilebilir. Geçmişte bü­tün dünyada İslâm ülkelerinin tarihi konumu itibariyle lider olarak Türk milleti görülmüştür. Eğer temel şartlarla birlikte bu kemâl şart mevcutsa bu özellik sebebiyle tercih sebebi olur. Çünkü şartlar deği­şince hüküm de değişir, o kavim tercih edilebilir.

2) Nasslar içerisinde mutlak hukuku, ifade eden nasslara mu­halif bir rivayet olursa mutlaka uygun tevil olunur. Şöyle ki, hilâfette temel şartlar: İslâm, akıl, buluğ, hürriyet, erkeklik, ilim, adalet, yeterliliktir. Kureyşli olmak ise kemal şart denmiştir. Diğer şartların oluştuğu kimseler Kureyş'ten olunca tercih edilmiştir. Ha­disler, halifenin Kureyşten geleceğim haber vermiş oluyor, hüküm ifade etmiyordu. Yoksa hiçbir hadisde halifeleri Kureyş'ten seçin di­ye bir ifade yoktur. Kureyşilik konusunda sahabe ittifak etmiştir. Demek ki hilâfete ehil insanlar Kureyşliler arasında da bulunması tercihe sebep olmuştur. Kureyşilik faydalı da olmuştur.

3.  İslâm cahiliyye alameti olan haseb ve nesebi öne çıkarmayı yasaklamıştır. Kureyşlilik temel şart kılmsa neseb Öne çıkarılmış olur ki cahiliyyenin bu özelliği İcabul edilmiş olunur. Bu ise haram­dır.                                      .

4.  Hiçbir âlim, temel şartlarda hilâfete uygun olan bir kimse Kureyşin dışında bulunsa, Kureyşin içinde de hilâfet şartlarına uy­mayan bir kimse bulunsa mutlaka Kureyşten olan halife olur diye­mez. Eğer derse, yani Kureyşiliği temel şart sayarsa cahili bir siste­mi kabul etmiş olur.

5.  Hz. Ömer (r.a.) Hz. Ebû Bekir (r.a.)'in seçimini anlatırken, Hz. Osman (r.a.)'m seçimini tesbit ederken hiçbir zaman Kureyşlik-ten bahsetmemiştir. Hz. Ebû Bekir (r.a.)'in Kureyşli olduğu için değil layık olduğu için seçildiğini ifade etmektedir. Ayrıca Kureyşli olma­yan, Ensardan olan Muaz b. Cebel hayatta olsaydı halife tayin edeceğini ifade etmiştir.

 

Zamanının En Faziletlisi Olma Şartı

 

Bu şart, ulema arasında ihtilaf edilen bir konudur, imamın, za­manının en faziletlisi olması vacip midir? Yoksa üstün kimse var iken daha üstün kılmanın idareciliği caiz midir? Bu araştırmada bu iki grubun fikirlerini ve her birisinin delillerini sunacağız. Sonra bundan tercih edilen görüşe bakacağız, Hulefâ-i Râşidin'in araların­daki üstünlükten kısaca bahsedeceğiz. Ehl-i Sünnet ile diğer fırkala­rın bu konudaki durumunu göreceğiz.Bu konuya girmeden önce efdâldan kasdolunan manayı ve bir­birlerinden hangi konuda üstün olduğunu belirlemek istiyoruz. Çünkü bazı ihtilaflar, ıstılahdaki ihtilafların neticesiyle oluyor, yok­sa netice birdir.Benim nazarımda efdâl (en üstün) olan, Allah yanında efdâl olandır. Sahabe arasında, peygamberler arasında, enbiya ile melek­ler arasındaki üstünlük konuları gibi. Bu konular Allah'ın gayb ko­nusundan olsa bile. Ancak biz insanlar üzerinde zahir amellerine gö­re hükmederiz. Bâtm-iç durumlara gelince bizim bunlara ait bir bil­gimiz yoktur. Kendisiyle Allah arasında kalan bir durumdur. Eğer bir adamını salah, takva, farzlar ve nafilelerle kulluk ettiğini görür­sek, o kimsenin kendinden daha altta olana göre zahirdeki ameliyle efdâl olduğuna hükmederiz, içinde gizlediğini bilmesek bile. Zira bu durum kendisiyle Allah arasında olan bir durumdur. Allah katında nice az amel vardır ki, ancak Allah'ın bildiği gizli bir sebepten dolayı daha faziletli olur. Bu hüküm delâleti zannî olan bir hükümdür. Biz, ancak şeriatta sahih olan şeyle kafi olduğuna hükmedebiliriz. Hulefâ-i Raşidin ve benzerlerinin arasında birbirlerinden üstün ol­maları gibi.Bu görüşü Mutezilî olan Kadı Abdulcebbâr kabul etmekte ve kendi mezheplerine nisbet ederek şöyle demektedir:"Şu bilinmektedir ki Mutezilî olanlar, neseb ve akıl gibi üstünlü­ğü kasdetmiyorlar... Din konusunda sevap çokluğuna ve başkalarının sevabına göre farklılığı kastediyorlar. Zeyd fâdıldır dediğimiz zaman, çok sevaba müstehak olduğu anlaşılır". En son şunu ekliyor: "Bu , başkasından efdâldır dediğimiz zaman, sevabın miktarında başkala­rına olan üstünlüğü anlaşılmaktadır.[724]Üstünlük ilimde efdâl, şecaatta efdâl veya imamet şartlarını ta­mamen oluşturmada efdâl, denilmesi gibi Özel bir konuda olunca , o zaman bu üstünlük o özel konuya döner ve müslümanlara en faydalı veya en uygun diye tabir edilmesi de mümkün olur.Bu ise İmamu'l-Haremeyn Cüveyni'nin kabul ettiği fikrin aksi­nedir. Burada efdâldan maksat müslümanlara en faydalı ve en uy­gun manasına almıştır. Şöyle diyor: "Efdâldan anlaşılan mana, imameti omuzlayabilecek özelliklerin kendisinde toplanması demek­tir. Bu hususta efdâl dediğimiz zaman, halka uygun olanı uygulama­ya en elverişli olan kimseyi kasdediyoruz.[725]Cüveyni'ye göre efdâldan maksat, insanların işlerinde en elveriş­li olan kimsedir, yoksa dinde efdâl olan demek değildir.

 

Efdaliyet Şartına Hükmedenler

İmamın, asrının insanlarının efdâlı olmasını, Eş'ariler'den bir grup, Mutezilenin bazısı, Haricilerin bazısı [726]ile Zeydiyenin bir kısmı hariç Şianın Rafızi kolunun bütünü şart koşmaktadır. Bağda­di, bu görüşü Eş'ariler'den Ebû Hasen el-Eş'ari'ye nisbet etmekte ve şöyle demektedir :"Ebu'l-Hasen el-Eş'arî, şöyle demiştir: İmamet şartlarında [727]imamın, zamanının en (efdâl) faziletli birisi varken imamet gerçek­leşmez. Şayet efdâl varken faziletliyi bir kavim imam tayin ederse, tayin edilen imamlardan değil meliklerden olmuş olur.[728]Bu görüş, Nezzam ve Mutezileden Gâhız'a nisbet edilmektedir. İkisi de şöyle demiştir:"İmamete ancak efdâl olan müstehak olur. Efdâldan vazgeçip faziletliye yönelmek caiz olmaz.[729]Ehl-i Sünnet'ten Ebû Ya'la da bu görüşü kabul etmiş ve şöyle de­miştir :"İşin başlangıcında -ehl-i hal ve'l-akd, akdın başlangıcında- özür­süz olarak efdâldan vazgeçerse caiz değildir. Eğer efdâlin gâib olması veya hasta olması veyahut da faziletli olan, insanlar içinde daha faz­la itaat edilen kimse olması gibi meziyetleri varsa; efdâlı bırakıp faziletliyi seçmek caiz olur.[730]Zeydiyyeden olan Ceririyye hariç Şianın hepsi efdâliyyet şartı görüşünde birleşmişlerdir.[731]Ceririyye, Süleyman b. Cerir ez-Zeydî'nin tabîleridir. Bunlar "Mefdûlun imametini caiz görüyorlar.[732] Yoksa onlardan Betriyye, imamet konusunda Ceririyye'nin görüşündedir.[733] Bu, kendisine Zeydiyeye diye nisbet edilen Zeyd b. Ali (rh.a.)'nin görüşüdür. Şehristanî, "Onun (Zeyd b. Ali) mezhebinde, efdâl olan var iken daha az faziletlinin imametinin caiz olduğunu söyleyenler vardır" diyor.[734]* Faziletli olana fâdıl, daha faziletli olana efdâl denir. Efdâl tercih edi­lirse tercih edilmeyen fâdıla mefdûl denir, (müt.)

 

Faziletli Olanı Bırakıp Daha Faziletli Olanı (Efdal) ın İdareci Olmasını Vacip Görenlerin Delilleri

Görüşlerini çeşitli delillerle delillendirmektedirler. Onların en önemlileri şunlardır:

1- Hz. Peygamber (s.a.v.)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir."Hangi adam ki, on kişiye idareci tayin edilir de on kişi içinde tayin edilenden efdâl birisi olduğunu bilir (de buna razı olursa) Allah'ı aldatmış olur, Rasûlü'nü aldatmış olur, müslünıanlarm ce­maatını aldatmış olur.[735] Bunun bir benzeri de Hâkim'in İbni Ab-bas'dan merfu olarak rivayet edip sahihdir dediği şu hadisdir : "Ara­larında Allah'ın kendisinden daha ziyade razı olduğu (efdâl) kimse var iken kim bir topluluğa idareci tayin edilirse Allah'a, Rasülu ne ve müminlere hıyanet etmiş olur.[736] Bu durum küçük bir toplulukhakkında böyle olursa büyük topluluk hakkında efdâlm şart olması daha çok gerekli olur.

2 - Hz. Ömer b. el-Hattab'dan rivayet edildiğine göre o şöyle de­miştir: "Bu (idarecilik işine) insanlardan bir kimse benden daha kuv­vetli olduğunu bilsem muhakkak onu öne geçirirdim (onu idareci ya-' pardım). Zira böyle bir kimseye idareci olmaktansa boynumun vurul­ması daha sevimlidir[737]

3 - Yine Hz. Ömer (r.a.) şöyle demiştir: Kendisinden daha kuvvetli bir kimseyi bulduğum halde ondan başka bir adama görev vermekten mutlaka sakınırım.[738]Bu durum idarecilikte böyle olursa imamet konusunda daha çok dikkat ister.             .                     ...

4 - Buna dair delillerden birisi de, sahabe, imameti önce en efdâlı , ondan sonra gelen en efdâlı sırasıyla hep en efdâl olana vermiş ol­malarıdır. Dört halife, efdâliyete göre sıralanmışlardır. Onların en efdâli Hz. Ebû Bekir, sonra Hz. Ömer, sonra Hz. Osman, sonra da Hz. Ali idi. Ebu'l-Hasan el-Eş'ari (rh.a.) bu konuya bu şekilde delil getirmiştir.[739]Râfızîler ise bunu doğru bulmuyorlar. Onlar efdâl olanın Hz. Ali b.Ebi Talib (r.a.) olduğunu iddia ediyor.

5 - Delillerden birisi de, efdâl olanın, toplumların kendisine itaat etmeye en yakın olanı ve kendisine tabi olmakta herkesin birleştiği kimsedir.

6 - Buna bir de sununla delil getirmişlerdir. Akıl, dinin hudutla­rını korumada, şeriatın ahkâmını tatbikte efdâl var iken mefdûlu (faziletçe ondan daha altta olanı) öne geçirmeyi çirkin görmektedir. Şia da bunu delil gösteriyor. el-Icî buna bir darb-ı mesel getirmiş ve şöyle demiştir: "Kim, İmam Safî (r.a.)'i ulemadan birisinin dersinde tenkit etse sonra da fetvasıyla amel etse o kimsenin sefih olduğuna hükmedilir. [740]Ehli Sünnet'in, Mutezile'nin çoğunluğu ve Hariciler'in çoğunlu­ğu, Şia'dan Zeyd b. Ali (rh.a.) Cerîrî, Zeydiyye'den Betriyye, bunlar fâdıl varken fâdüdan alt mertebede bulunan yani mefdûlûn imametinin câizliği görüşündeler. Bunun dayanağı müslümanların maslahatıdır. Eğer maslahat, mefdûlûn öne geçirilmesini gerektiri­yorsa öne geçirilir. Eğer fâdılm öne geçirilmesini gerektiriyorsa fâdıl öne geçirilir. Çünkü ilminde ve amelinde mefdûl olan nice kimseler. vardır ki, o, idareciliği daha iyi bilmekte ve idareciliğin şartlarını da­ha iyi uygulamaktadır.[741]İbni Hazm, mefdûlûn imametinin câizliğine dair icmânın gerçek­leştiğini zikretmiştir.[742]İmam Ahmed b. Hanbel'e, birisi kuvvetli ama fâcir, diğeri salih ama zayıf iki idareci var, bunlardan hangisi ile savaşa gidilir? diye sorulunca şöyle cevap vermiştir:"Kuvvetli, fâcirin kuvveti, müslümanların, lehine fâcirliği ise kendi aleyhinedir. Fakat salih zayıfa gelince, salihliği kendi lehine, zayıflığı ise müslümanların aleyhine olur, öyle ise kuvvetli fâcir ile savaşa çıkılır.[743]* Hangi özelliği ile iş görülecekse o özelliğin bulunması gerekecektir. Kişinin fışkı görevine engel olursa, fâsık olan tercih edilmez. İslâm'ın ve müslümanların lehine olması öncelikli bir konudur, (müt.)Görüşlerine şu aşağıdaki delilleri ileri sürmekteler : 1 - Hz. Peygamber (s.a.v.)'in emirleri ve ordu komutanları hak­kındaki uygulaması.Hz. Peygamber (s.a.v.), onların efdâlım seçip de emir tayin etme­miştir. Bilakis içlerinde efdâl olanların bulunduğu insanlara emir ta­yin ediyordu. Yemen âmillerinin başına Muaz b. Cebel'i, Ebû Musa el Eşâri'yi ve Halid b. Velid'i, Umman amillerinin başına Anır b. el-As'ı, Necran âmillerinin başına Ebû Sufyan'ı, Mekke'ye Itab b. Useyd'i , Taife Osman b. Ebi'1-As'ı, Bahreyn'e, el-Alâu b. el-Hadrami'yi ve di­ğerlerini (R Anhünı) tayin etmişti. Halbuki Ebû Bekir, Ömer, Os­man, Ali, Talha, Zübeyr, Abdurrahman b. Avf, Sa'd b. Ebi Vakkas, Said b. Zeyd, Ammar b. Yasir, Ebû Ubeyde, İbni Mesud, Ebû Zer (Radıyallahû anhûm ecmaîn)'in diğer zikrolunan kimselerden efdâl olduklarında ihtilaf yoktur.bni Hazm şöyle diyor : "Gerçekten, imamet ve hilâfeti hak eden sıfatlardan, fazilette öne geçme diye bir sıfatın olmadığı doğrudur.[744]işte bundan dolayıdır ki, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in bu yoldaki prensiplerinden birisi "Tayin ettiği kimsenin dışındakinin kendisin­den efdâl olmasına rağmen müslümanlara en faydalı olanı idareci olarak tayin etmesi idi.[745]Hulefa-i Râşidîn (r.a.)'de emirleri tayin hususunda hep bu prensip üzerinde hareket ettiler, efdâl olanı şart koşmuyorlardı. İbni Hacer, Hz Ömer (r.a.) hakkında şöyle demiştir:Şehirlere tayin ettiği idarecileri hakkında Hz. Ömer'in tatbika­tından ortaya çıkan, onun sadece dinde efdâl olanı gözetmediğidir. Şeriata muhalif olan şeylerden sakınmakla birlikte siyaseti bilmede ileri derece de olanları alıyordu. İşte bundan dolayıdır ki, Şam'da Ebûdderdâ ve Küfe'de İbni Mesud gibi kendilerinden ilim ve din işin­de efdâl kimseler bulunmasına rağmen Muaviye'yi, el-Muğire b. Şu'be'yi, Amr b. el-As'ı, âmir tayin etmişti.[746]İnsanlar madenler gibi olduğundan, insanları kendi madeninde de­ğerlendirmek gerekir. Kim hangi yönde kabiliyetli ise o yönde değerlendiril­melidir. Ayrıca insanlara görev bulmak değil, işlere göre insanlar görevlen­dirilmelidir. İnsanlar üzerine idareci tayin etmekten maksat, dini hakim kı­lıp dünyayı din ile idare etmede hangisi daha uygun ve elverişli ise o tayin edilir. Her görevin kendisine ait özellikleri bulunur. Uygun olanlar bu göre­ve atanır, (müt.)Küçük emirliklerde de olsa, imamet-i kübra ona kıyas edilerek efdâliyet şart koşulmamıştır. Fakat Hz . Ömer (r.a)'nm şöyle dedi­ği rivayet edilmektedir."Kendisinden daha kuvvetli bir kimseyi bulduğum halde bir adama görev vermekten mutlaka sakınırım.[747]* Görev vermede, göreve tayin yaparken o işe en uygun, maslahata en müsait olanı seçmeye çalışmak olmalıdır. Eğer hata olmuşsa, diğerinin daha layık olduğu ortaya çıkar ise, daha lâyık olan tercih edilmeli ve göreve daha lâyık olan getirilmelidir, (müt.)

2 - Hz Ebû Bekir (r.a.)1 in Sakife günündeki şu sözü : "Şu iki adamdan —Ebû Ubeyde ve Ömer- birisine sizin için razı oldum, han­gisini isterseniz ona bey'at ediniz.[748]Şu bir gerçek ki, Hz. Ebû Bekir (r.a.) Hz. Ömer (r.a.) dan efdâldır. Hz. Ömer de Hz. Ebû Ubeyde'den efdâldır. Hz. Ebû Bekir (r.a.) efdâl var iken efdâlın altındaki yani mefdûlun imametini uygun görmesi mefdûlun imametinin caiz olduğuna delildir.

3 - Hz. Ömer (r.a.)'in hilafet işini altı kişiye havale etmesi, şüphe yok ki, onlar birbirlerinden üstündüler. Bu, Hz. Ömer (r.a.)'in , bir kişi üzerinde toplandıkları zaman onun diğer kimseye verilmesini caiz görmüş olduğuna delildir. Onlar maslahatlarını öbür kişiyi hali­fe kılmada görmüşler. İşte bu da imamın, insanların efdâlı olmasının şart olmadığına delildir.[749]

4 - Hz. Hasan (r.a.)'m emirliği Hz. Muâviye (r.a.)'a teslim etme­sinden sonra sahabe (r.a.)'nin Hz. Muâviye (r.a.)'nin imameti üzerin­de icmâ etmesi. Bu seneye cemaat senesi ismi verilmiştir. Halbuki sahabenin geri kalanında Hz. Hasan ile Hz. Muaviye'den de efdâl kimseler vardı.İbni Hazm diyor ki : "Onların hepsi baştan sona Hz. Muaviye'ye bey'at etmiş ve imamlığını kabul etmiştir. Bu icmâ yakini bir icmâdır.Hz. Ebû Bekir'in, Hz Ebû Ubeyde ile Hz . Ömer (r.a.)in halife olmalarını istediğine dair sözü ile Hz . Ömer'in hilafeti altı kişiye bırakmasından dolayı sahabeden hiçbir kimsenin bu konuda mu­halefette bulunmamasından anlaşıldığına göre kendisinin dışında daha efdâl biri varken imam tayin edilmesinin caiz olduğuna dair icmâyı ifade eder. "Bu durum, Allah katında hiçbir değeri olmayan­ların ortaya çıkmasına kadar sürdü. Hatta onlar bozuk düşünceleriy­le, hiçbir delil olmadan icmâyı ihlal ettiler. Böyle yaparak hayırdan mahrum olmaktan Allah'a sığınırız.[750]

5 - Delillerinden birisi de efdâl olanı tanımanın ancak nass ve­ya icmâ ile olacağıdır. Bu gün bu imkansızdır. Hiçbir kimse kendisin­den başka insanın faziletini bilemez. Sahabeden sonra ancak zanla bilinir. Zanla hükmetmek ise helal olmaz.[751]Buna delil şudur: "Allah bir kavmi kınayarak şöyle buyuruyor: "...(işimiz) ancak bir zandan ibaret. Kesin olarak inanmış değiliz." (Casiye:32) ve benzeri ayetler...

6- Delillerden birisi, takat getirilemeyeni teklif, güç yetirileme-yeni mecbur kılmaktır. Bu bâtıldır helal değildir. İşte bu durum Ku-reyş için de böyledir. Çünkü Kureyş beldelere dağılmış, isimlerini, hallerini bilmek nasıl mümkün olabilir ki? Hele efdâlmı tanımak na­sıl olabilir ki? Aynı şekilde insanlar fazilet konusunda da farklı fark­lıdırlar. Birisi daha ziyade zâhiddir, diğeri daha çok verâ sahibidir. Bir üçüncüsü daha çok alimdir. Bu kadar farklılıklar arasında efdâl nasıl olabilir? [752]

 

Delillerin Değerlendirilmesi

Bunları arz ettikden ve her iki tarafın delilerine baktıktan sonra bu delilleri değerlendirelim:Hz. Peygamber (s.a.v.)'den rivayet edilen efdâlın idareci olmasını vacip görenlerin delillerinden "Hangi adam ki, on kişiye idareci tayin edilir de on kişi içinde tayin edilenden efdâl birisi olduğunu bildiği halde (buna rıza gösterirse) Allah'ı aldatmış olur, Rasûlü'nü aldatmış olur, müslümanlarm cemaatını aldatmış olur." hadisi ile İbni Ab-bas'dan rivayet edilen hadislerin ikisi de zayıftır. Bu ikisiyle de delil getirilemez. Birinci hadisin zayıf olduğunu Suyûtî'nin el-Câmiu's-Sağîr'ine [753]yaptığı tahricinde Nasıruddîn el Bânî ortaya koymuş. İkinci hadisin zayıflığım el-Câmîu's-Sağîr hadislerinin zayıfları ara­sında zikrederken belirtmiş/[754] Hakim'in sahih demesine itibar edil­mez. Çünkü bu konuda Hakim'in müsamahakârlığı meşhurdur. Ba­zen sahih olmayana sahih dediği oluyor.   ,Bu ve benzeri hadislerin, birisine sevgi basleyip de müslümanla-rı aldatmaya yönelik efdâlı terketmeye karşı hamledilmesi mümkün­dür. Müslümanların maslahatı için mefdûlun idareci kılınmasına ge­lince, bu Allah'ın ve Rasûlü'nün gösterdiği doğru olan yoldur ve Al­lah'ın vacip kıldığı ile amel etmek vacip kıldığını uygulamaktır...

Üçüncü hadise gelince, eğer sahihse ikinci görüş sahiplerinin lehine bir hüccettir-delildir. Çünkü efdâlı şart koşmamış, bilakis en uygun, en elverişli olanı şart koşmuştur. Hz. Ömer (r.a.)'in o iki sözü de aynı şekildedir. O efdâl olana hükmetmemiş, bilakis en kuvvetli olana yani insanları idare etmeye, bu makamın sıkıntılarım göğüsle­yecek olana hükmetmiştir. Öyle ise o sözlerde onların lehine bir delil yoktur. Ancak ve ancak o ikisi de, ikinci görüşe hükmedenlerin lehi­ne delildir.Hulefa-i Râşidîn'in hilâfet tertibi, efdâliyet hesabıyla olduğunu delil almaları ise, sahihdir ve doğrudur. Ancabunda mefdûlun ida­reci olamıyacağına dair hiçbir işaret yoktur. Diğerlerinin delillerini zikrederken geçtiği gibi burada bunun aksine delil olacak şahid du­rumunda sözleri mevcuttur.Efdâl olana toplululukların itaat edeceklerine dair sözleri pek doğru birşey değildir. Nice mefdûl olanlar, imametin maslahatlarım uygulamaya daha çok kadir olmuş, onun tayin edilmesi, halkın hali­ni, durumunu düzenlemede daha ileri, fitneyi gidermede daha sağ­lam daha becerikli oldukları görülmüştür.Akim, mefdûlu efdâl olana tercih etmesi de doğru değildir. . Hilâfeti uygulamaktan maksat, hilâfetin maksatlarını gerçekleştir­mektir. Bu maksatları gerçekleştirmeye kimin daha çok gücü yeterse efdâl olsun mefdûi olsun birdir. Onun bu makama.tayini daha uy­gundur.Bana göre tercihe elverişli olan görüş, imametin hedeflerini ger­çekleştirmeye kim daha güçlü ise efdâl olsun mefdûl olsun birdir, bu makama tayin edilmeye o daha layıktır. Çünkü kendi nefsinde salih olur da işleri evirip çevirmede zayıf olursa bu zayıflık bütün ümmete tesir eder. Fakat idarede güzel, siyasetinde kuvvetli olur; taatta ise kusuru varsa bu taatın kusurunun zararı ümmete değil nefsine ait­tir.  İşte bu kimsenin tercih edilmesi daha uygundur. Bundan dolayı Rasûlûllâh (s.a.v.), Ebû Zer'i idarecilikden men_etti ve men sebebini de ona açıkladı. Ebû Zer (r.a.): "Yâ Rasûlûllâh! Beni vali tayin etmez misin? dedim. Hz. Peygamber (s.a.v.) elini omuzuma vurdu, sonra: "Yâ Ebû Zer! sen zayıfsın. Bu valilik bir emanettir. Kıyamet gününde o emanetten dolayı rezillik ve pişmanlık olur. Yalnız onu hakkı ile alarak o hususta üzerine düşeni yapan müstesna![755] buyurdu. Bu: Ebû Zer, Rasûlûllâh (s.a.v.)'in hakkında şöyle buyurduğu kimsedir."Doğru sözlü olarak, Meryem oğlu İsa'nın benzeri Ebû Zer'den, daha doğru ve daha vefakâr olanı ne gök (kubbesi) gölgelendirmiş (altında barındırmış) ne de yeryüzü sırtında taşımıştır. Ömer b. Hattâb ayağa kalktı ve: "Yâ Nebiyyallâh! bu (özelliği) sadece ona mı ait bilelim? dedi. Rasûlûllâh (s.a.v.): "Evet! Siz Ona ait biliniz!" bu­yurdu. [756]Hıbban.Fazilet ve maslahat bir şahısta toplandığı zaman onu başa geçir-ek şüphesiz evlâdır. Ancak fitneye düşme korkusu ve genel masla-ît için ikinciye dönülür. Ömer b. Abdülaziz'in kendisinden sonra sa-tı bir adamı idareci tayin etmemede ortaya koyduğu gerçek de işte ıdur.İmam Malik (r.a.), el-Ömeri'ye şöyle demiştir: "Sen, Ömer b. Ab-ılaziz'i salih bir adamı vali tayin etmekten men eden nedir biliyor usun? el-Ömerî dedi ki: "Bilmiyorum." Malik: "Fakat ben biliyo-ım," dedi. Kendisinden sonra Yezîd için bey'at yapılmıştı. Ömer b. adulaziz, eğer salih bir adam idareye geçirilirse, Yezîd'in idareci mamasından dolayı kıyama kalkılacak, hücuma kalkışacaklar, uy-ınsuz işlerle düzen bozulacak diye korktu. [757](el- Şâtıbî bu rivayetle alakalı şöyle diyor: "Bu rivayetin taya koyduğu gerçek, müstehak olmayan azledilir müstehak olan rine geçirildiğinde fitne ve uygunsuz işler meydana gelir ise masla-ıt olan, müstehak olanın başa geçirilmesini terketmektedir.[758]Şunu bilmek gerekir ki, burada idareye elverişlilik idarenin du-muna göre değişiklik arzeder.Her idarecilikte, idareye en uygun olanın konulması gerekir. Ida-ciliğin, İbni Teymiye'nin dediği gibi iki rüknü vardır. Kuvvet ve lanettir. Bunu şu âyet-i kerimeden alarak çıkarmıştır. "...Çünkü ttuğun ücretlerin en hayırlısı bu güvenilir, kuvvetli (adamdır)" asas:26) Ve şöyle diyor: "Her idarecilikte kuvvet idareye göredir, vaş yönelimindeki kuvvet, kalbin şecaatma, savaş sanatını ve rpteki hileyi bilmeye bağlıdır. İnsanlar arasında hükmetmedeki vvet, Kitap ve sünnetin gösterdiği adaleti bilmeye, ahkâmı uygula-1ya ait olan kudrete bağlıdır. Emanet ise, Allah korkusuna... İn­kardan korkmayı terketmeye bağlıdır.[759]Yine şöyle diyor: "Her idarecilikte gerekli olan, idareye göre en gun olandır. İki adam ortaya çıksa, birisi emanetçe en büyük, diğe-kuvvetçe en büyük. Bunlardan bu idareye en faydalı olan ve zararı az olan tercih edilir. [760]Maverdi ile Ebû Ya'la'mn, asrın gerektirdiği şey gözetilir diye sözleri geçmişti:"Anarşi ve isyanların yayıldığı zamanda şecaatin üstünlüğüne daha çok ihtiyaç duyuluyor ise, şecaatça daha üstün olan lâyıktır ve o tercih edilir. Şayet bidatlann ortaya çıkmasından dolayı ve toplum­ların sükûnu için ilmin üstünlüğüne ihtiyaç varsa, daha çok alim olan daha lâyıktır ve hilafete o tercih edilir.[761]İbni Teymiye'nin de belirttiği gibi bu, Ehl-i Sünnetin görüşüdür. İbni Teymiye: "Ehl-i Sünnet şöyle söylüyor, eğer mümkün olursa ida­reye aslah (daha elverişli, uygun) olanın tayini gerekir. Bu gereklilik çoğuna göre vacip olarak, bazılarına göre müstehap ölaraktır. Heva» sına uyarak kudretli olmasına rağmen en elverişli olan (aslah)'tan vazgeçerse o kimse zâlimdir. Kim de onu sevmesiyle birlikte aslah olanı bu işe tayinden âciz kalırsa işte o kimse mazur sayılır[762]'

 

Efdal’an Vazgeçip Mifdula Yönelme Sebepleri

Mutezile1 den Kadi Abdûlcebbar, şu sebepler mevcut olursa fâdılın imametinden vazgeçip mefdûlun imametinin caiz [763]oluşunu gerektiren belli başlı sebepleri belirlemiştir:

1- Efdâl olanda, imamlığını sahih olmaktan çıkaran bir sebep ol­ması. İmamın muhtaç olduğu ilim ve siyaseti anlama gibi şartların bazısının bulunmaması gibi.

2- Efdâl olanın Kureyş dışından olması, imametin kureyşte oldu­ğuna delâlet eden nakli delilerin bulunmasından dolayı kureyşten olan mefdûl tercih edilir.

3-  Evvelki hâli, salim bile olsa, tercihe daha lâyık olanın mefdûlun haline yakın olması. Herkes nazarında efdâl olanın değil de mefdul olanın fazilet ve salâhı meşhur ise, işte bu mefdûlun terci­hi evlâ olur. Çünkü nefisler böyle meşhur olan kimselere daha fazla mutmain olur. Çünkü imamette aranan fazilet, herkese ait olan mas­lahat kast olunur.

4- İnsanların daha çok itaat ettikleri, daha çok yöneldikleri mef­dul, bu özelliklerin bulunmadığı efdâldan tercihe daha lâyıktır.

5- Mefdûl olanın, halifenin, imamın Öldüğü şehirde olması ve bir başka kimsenin tayinine ihtiyaç olması mefdûlûn tayini tehir edilme­si ile fitne ve benzeri şeylere sebep olması,.veya fâdıhn kaybolması veya hasta olması gibi şeyler akd halinde ortaya çıkarsa mefdûlûn tercihini gerektirir.Burada mefdûlu fâdıla tercihe sebep olacak bir neden mevcut ol­mazsa efdâlm tercihi evlâdır. Çünkü o kat'î olarak en uygun olandır. Ehl-i hal ve'l-akd hiçbir sebep yokken mefdûla bey'at ederse imamet o kimse için geçerlidir ve ona itaat etmekte vaciptir.

Bu konuya şöyle son verelim: Efdâliyet imamette şart değildir. İmamın, zamanının efdâlı olması da vacip değildir. Allah en iyi bilen­dir.

 

Hulefa-i Râşidin Arasında Olan Üstünlük Konusu

 

Birbirleri arasındaki üstünlük konusu ile ilgili sözlerden sonra efdâliyet konusunun imamet şartlarından bir şart olup olmadığı, son­ra da Hulefa-i Raşidinin hilâfetteki efdâliyete göre tertip edildiklerini zikrettikden sonra bu hüküm ile ilgili delil getirmeyi ve daha fazla açıklamayı arzu ettik. Ehl-i Sünnet ve'1-Cemaat olan selefin görüşünü zikrettikten sonra da sapık fırkaların görüşlerini, bu konudaki ko­numlarını kısaca ekleyeceğiz.Ehl-i Sünnet ve'1-Cemaatın, Hulefa-i Râşidin arasındaki üstünlük konusundaki görüşüEhl-i Sünnet Ve'1-Cemaat, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ye Hz. Ali (r.a:)'ın sırasıyla üstünlükleri üzerinde ittifak etmişlerdir. İbni Teymiyye diyor ki:"Bu konu, sahabenin, tabiînin ve tebeuttabiinin ilimde, dinde, imamhklanyla meşhur müslüman imamlar arasında ittifak edilen bir konudur. Bu, Mâlik'in, Medine ehlinin,, el-Leys b.Sa'd'm, Mısır ehli­nin, el-Evzâ'i ve Şam Ehlinin Süfyan-ı Sevri, Ebû Hanife, Hammad b. Zeyd, Hammad b. Seleme ve İshak'm, Ebû Ubeyd ve diğer imamların görüşüdür.[764]İmam Malik, buna dair Medine ehlinin icmâsını anlatmıştır. Yi­ne şöyle demiştir: "Kendilerine tabi olunan kimseler arasında, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'in tercih edilişlerinden şüphe eden hiçbir kim­seye kavuşmadım.[765]Beyhâki, el-İ'tikad'mda Ebû Sevr'e, Şâfi'den şöyle dediğini nak-letmiştir:"Sahabe ve tabiîn önce Hz. Ebû Bekir'in, sonra Hz. Ömer'in son­ra Hz. Osman'ın sonra da Hz. Ali'nin üstünlükleri üzerinde icmâ et­mişlerdir.[766]

 

Dayandıkları Deliller:

1-  Buhârî ve diğerlerinin de Nâfi'clen, O da Abdullah b. Ömer (r.a.)'dan, Abdullah b. Ömer şöyle demiştir:

"Biz, Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında, insanlar arasında filan filandan hayırlıdır, filan da filan kimseden hayırlıdır," diye konu­şurduk. Neticede Ebû Bekir'e, sonra Ömer b. Hattab'a, sonra Osman b. Affân'a (r.a.) hayırlıdır, derdik.[767]

2-  Bir rivayette, Salim b. Abdullah demiştir ki, Abdullah   b. Ömer (r.a.)   şöyle dedi: "Biz, Rasûlûllâh (s.a.v.) hayatta iken, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ümmetinin efdâlı kendisinden sonra Ebû Be­kir'dir, sonra Ömer'dir, sonra Osman'dır, sonra da Ali (r.a.)'dir, der­dik.[768]

3- Hz. Ali (r.a.)1 den müstefîz âsâr rivayet edilmiştir. Buhârî'nin Sahih'inde Muhammed b. el-Hanefîyye şöyle demiştir: Babama:-Rasûlûllâh (s.a.v.)'dan sonra insanların en hayırlısı hangisidir? diye sordum. Babam: Ebû Bekir'dir, dedi. Ben, Osman denümesin-den'korktumda: Ömer'den sonra sensin, dedim. Babam:Ben müslümanlardan bir adam olmaktan başka birşey değilim, dedi.[769]İbni Teymiye şöyle diyor: "Bu, Hz Ali b. Ebi Talib'den seksen çe­şit olarak rivayet edilmiştir. Hz Ali (r.a.) sözünü Küfe minberi üze­rinde söylemişti. Hem de şöyle demişti: "Beni, Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer'den üstün tutan biri getirilirse, o kimseye, iftira edenin had (cezası olarak) celde tatbik ederim." Kim O'nu, Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer'e üstün tutarsa -Hz. Ali (r.a.)'nin sözü- gereği seksen kırbaç olarak celde tatbik olunur"[770].  ,Bu konuda, Rafizîlerin, "Hz. Ali o ikisinden de efdâl olduğu halde sırf takıyye olarak zorlamaya uğratıldığından dolayı bey'at etmiştir." sözlerinin batıl olduğuna dair delilin en büyüğüdür. Halbuki, eğer iurum böyle olsa idi minber üzerinde insanların gözü önünde bunu böylece ilan etmezdi, böyle söyleyen kimseye de iftira had (cezası ola--ak) celde uygulamak istemezdi.Buhârî ve Müslim, İbni Abbas (r.a.)'dan rivayet etmişlerdir. İbni Vbbas şöyle demiştir: Ben, Ömer b. Hattab, tabuta konmuş olduğu ıalde onun için Allah'a dua eden cemaatın içinde ayakta duruyor-lum. Bu sırada bir adam arkamda dirseğini omuzum üzerine koy-nuşta şöyle diyordu:-(Ya Ömer!) Allah sana merhamet etti. Ben muhakkak Allah'ın, ıeni iki dostuyla (Rasûlullâh ve Ebû Bekir) beraber bulunduracağını :uuwetle umuyordum. Çünkü ben, Rasûlullâh (s.a.v.)'dan çok defa: Ben, Ebû Bekir ve Ömer'le şöyle oldum, ben Ebû Bekir ve Ömer'le öyle yaptım, ben Ebû Bekir ve Ömer'le şuraya gittim" derken işitir lururdum. Bundan dolayı ben, Allah'ın seni muhakkak iki dostuyla leraber bulunduracağını kuvvetle ümid ederdim." (İbni Abbâs dedi :i) Bir de dönüp baktım ki, bu sözleri söyleyen AH b. Ebi Talib'dir.[771].    [772]

4-Süfyan-ı Sevri'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Kim Hz. dinin halifeliğe Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'den daha layık olduğunu idia ederse Hz. Ebû Bekir'i ve Hz. Ömer'i Muhacirleri ve Ensarı ha-alı saymış olur. Bu inancı ile onun iyi amellerinin semaya çıkacağı örüşünde değilim."[773]Bir rivayette de "...Rasûlullâh (s.a.v.)'m shâbmdan on iki bin kişinin (Önem verdiğine) önem vermemiş, (uy­un gördüğüne) uygun görmemiş olur.[774]Hz. Ebû Bekir (r.a.) in FaziletleriHz. Peygamber (s.a.v.)'den sonra bu ümmet üzerinde Hz. Ebû Be-ir (r.a.)'in üstünlüğü konusunda açık, sahih çok hadisler gelmiştir, iu hadislerden bir kısmı şunlardır:

1- İbni Abbas (r.a.) dan rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Ben dost edinecek olsam, mutlaka Ebû Bekir'i dost edinirdim. Fakat o benim kardeşim ve arkadaşımdır.[775]Başka bir rivayetteLâkin İslâm kardeşliği daha üstün­dür.[776]

2- Ebû'd-Derdâ (r.a.) şöyle demiştir: Ben Peygamber (s.a.v.)'in yanında oturuyordum. Bu sırada Ebû Bekir elbisesinin eteğini diz kapaklarını açmcaya kadar toplayarak telaşla çıkageldi. Hz. Peygam­ber (s.a.v.): Arkadaşınız birisiyle çekişmiş, buyurdu. Hz. Ebû Bekir selam verdi ve:Ya Rasûlailâh! Benimle Hattab oğlu arasında (bir çekişme) oldu. Ben bu çekişmede Hz. Ömer'e çattım (kızdırdım). Sonra pişman ol­dum da kendisinden beni- affetmesini istedim. Fakat bana karşı (Ömer) diretti (kabul etmedi). Ben de sana geldim. Bunun üzerine Hz. Peygamber üç kerre : "Allah seni mağfiret etsin ya Ebû Bekir!" dedi. Sonra Hz. Ömer de bu dargınlıktan pişman oldu da Hz. Ebû Be­kir'in evine gitti ve : Ebû Bekir burada mı? diye sordu. Ev halkı: "Ha­yır!" dediler. Hz. Ömer de Hz. Peygamber (s.a.v.)'in huzuruna geldi ve O'na selam verdi. Bu sırada Hz. Peygamber (s.a.v.)'in yüzü değiş­meye başladı. Hatta Ebû Bekir korktu da iki dizi üzerine çöktü ve iki kerre: Ya Rasûlullâh! Vallahi bu işte ben daha çok zulmettim. (Hz. Ömer'den ziyade ileri gitmişimdir) dedi. Bunun üzere Peygamber (s.a.v.): "Şüphesiz ki Allah beni size peygamber göndermişti. Bunu si­ze tebliğ ettiğimde hepiniz bana: "Yalan söyledin." demiştiniz. Ebube-kir ise "Doğru söyledin demiş ve bana canı ile, malı ile yardımcı ol­muştu," buyurdu.[777]Sonra Rasûlullâh iki kere:"Şimdi sizler benim bu dostumu, (bu nisbeti ve bu özelliği ile) ba­na bırakırsınız değil mi?" buyurdu.Ebû'd-Derda: (Ebû Bekir hakkında Hz. Peygamber (s.a.v.)'in or­taya koyduğu bu yüceltmeden) sonra artık (O'nun hatırı için) hiç in­citilmedi, demiştir[778]

3- Amr b. el-As şöyle bahsetmiştir: Hz. Peygamber (s.a.v.), kendisini zâtı selâsil ordusu üzerine komutan olarak göndermişti. Amr de­di ki: Bu gazveden döndüğümüzde peygamberin huzuruna vardım ve:-İnsanların hangisi sana en sevimlidir? diye sordum. Hz. Pey­gamber (s.a.v.):Âişe'dir, dedi. Ben: "Erkeklerden en sevimli olan kimdir?", de­dim. Hz. Peygamber (s.a.v.):Âişe'nin babasıdır, buyurdu. Ben: "Sonra kimdir?" Dedim. Pey­gamber (s.a.v.):Sonra Ömer b. el-Hattâb'dır, buyurup bir takım adamların adla­rını saydı.[779]Ebu'l-Hasan el-Eş'ari şöyle demiştir:"Hz. Peygamber (s.a.v.)'den sonra Hz. Ebû Bekir'in imamlığı sa­bit olunca nıüslümanların da en efdâh olduğu ortaya çıkmış oldu."[780]Hz. Ebû Bekir (r.a.)'in imamlığına Kur'an-ı Kerim1 den çeşitli ayetlerle delil getirilmiştir.Mesela: "Andolsun ki o ağacın altında sana biat ederlerken Al­lah, mü'minlerden razı olmuştur..." (Fetih 18)Ebu'l - Hasan el- Eşâri:"Allah'ın kendilerini methedip sen â ettiği ashab, Hz. Ebû Bekir Sıddik'ın imameti - halifeliği üzerinde icmâ ettiler, Rasûlüllah'm Ha­lifesi ismini verdiler, O'na bey'at ettiler ve O'na itaat ettiler, O'nun faziletini ikrar ettiler. Halifeliğe layık olacak ilim, zühd, görüş kuv­veti, ümmet yönetimi siyaseti gibi özelliklerin bütünüyle cemaatin enefdâh idi.[781]Hz. Ömer b, el- Hattab (r.a.)'m faziletleriHz. Ömer (r.a.) cennetle müjdelenen on sahabeden biridir. Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman ve Hz. Ali gibi. Bu konuda Hz. Peygamber (s.a.v.)'den pek çok hadis gelmiştir. Onlardan bir kısmı şunlardır:Ebû Hureyre (r.a.), Rasûllüllah (s.a.v.)'ın şöyle dediğini riva­yet etmiştir. "Sizden önce geçen ümmetlerde bazen ilham sahipleri bulunurdu. Şayet benim ümmetimde onlardan biri bulunursa şüphe­siz Ömer (onlardan)dır.[782]

2-  Sa'd b. Ebi Vakkas (r.a.)'dan, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Hz. Ömer (r.a.)'e hitaben şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:Nefsim yedi kudretinde olan Allah'a yemin olsun ki, şeytan sa­na bir caddede rastlamış olsa, mutlaka senin tuttuğun caddeden baş­kasını tutardı.[783]

3- Hz. Peygamber (s.a.v.)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir.Eğer benden sonra bir peygamber olsaydı, O da Ömer olurdu."[784]Hz. Ebû Bekir ile beraber anılan diğer faziletleri

1-  Ebû Said (r.a.)'den rivayet edilmiştir. Demiştir ki: Hz. Pey­gamber (s.a.v.) şöyle buyurdu:" "Yüksek derece sahipleri, sizin göğün ufkunda doğan bir yıldızı görmeniz gibi görecekler. Ebû Bekir ve Ömer onlardandır ve (bu üstün) nimete erişmişlerdir[785]

2-  Ebû Cuhayfe (r.a.)'den, O da babasından, O da Rasûlüllah (s.a.v.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:  "Ebû Bekir ve Ömer, Nebiler ve Rasûllerden başka evvelin ve âhirin (öncekilerin ve, sonra­kilerin) cennet ehlinin orta yaşlılarının efendileridirler.[786]Hz. Osman ile Hz, Ali nin aralarındaki üstünlük durumuHz. Osman (r.a.) ile Hz. Ali (r.a.) arasındaki üstünlük durumu diğer ikisi - Hz. Ebû Bekir (r.a.) ile Hz. Ömer (r.a.) - gibi değildir.İbni Teymiye diyor ki: "Süfyan-ı Sevri ve Küfe ehlinden bir grup Hz. Ali (r.a.)'yi Hz. Osman'a tercih etmekte ve üstün görmekteydiler. Sonra Süfyan ve diğerleri, bu fikirden vaz geçtiler. Medine ehlinin bazısı Hz. Osman ve Hz. Ali hakkında tevakkuf (birbirinden üstün görüp görmemede bir fikir belirtmemek) etmişlerdir. Bu görüş Ma­lik'den yapılan'iki rivayetten birisidir. Fakat Ö'ndan yapılan diğer rivayetler, diğer imamlardan olan Safı, Ebû Hanife ve ashabı, Ahmed ve ashabı ve diğer İslâm imamları gibi mezhep imamlarının da aynı fikirde olduğu ve Hz. Osman'ı Hz. Ali'den üstün gördükleridir.[787]Ebû Hanife (r.a.)'den yapılan rivayete göre, Ebû Hanife (r.a.) Hz. Ali'yi Hz. Osman'a (r.a.) tercih etmiştir. [788]Muhammed b.' el-Hasan eş-Şeybani'nin es-Siyeru'l - Kebir'inde şu ifade vardır:"Nuh b. Ebi Meryem, Ebû Hanife (rh.a.)'den şöyle rivayet etmiş­tir: Ebû Hanife'ye, Ehl-i Sünnet mezhebinden sordum. O şöyle dedi: "Hz. Ebû Bekir'i ve Hz. Ömer'i üstün tutarsın, Hz. Ali ve Hz. Osman'ı seversin, mestler üzerine meshedersin, ehl-i kıbleden hiç kimseyi tekfir etmezsin, kadere inanırsın, Allah hakkında uygunsuz hiç bir şey konuşmazsın..." Sonra sarih şöyle diyor:"İnsanlardan bir kısım şöyle diyor? Hilafetten önce Hz. Ali, Hz. Osman'ın üzerine tercih ediliyordu, hilafetten sonra Hz. Osman Hz. Ali'den efdâl oldu.[789]Sonra şârih, İmam Ebû Hanife, Hz. Ali'yi önce zikretmesiyle Hz. Ali'yi Hz. Osman'a üstün kılmayı kasdetmemiştir. Onun kasdı ikisini de Ehl-i Sünnet'in sevmeleri idi. Oradaki vav harfi tertibi gerektir­memektedir. [790]Ebû Hanife'ye nisbet edilen el-Fıkhu'1-Ekber'de Hz. Osman (r.a.)'ı Hz. Ali (r.a.) üzerine tercih ettiği zikrolunmakta ve o kitabta: "Nebilerden (aleyhimüsselatü vesselam) sonra insanların en faziletli­si (efdâlı) Hz. Ebû Bekir, sonra Hz. Ömer b. el- Faruk, sonra Hz. Os­man b. Affan Zünnurayn, sonra da Hz. Ali b. Ebi Talib el-Mürteza (radiyallahu anhüm)'dır[791]Mezhebin zahiri de budur.es-Serahsî ise şöyle diyor: "Bize göre doğru olan görüş hilafetten önce de hilafetten sonra da Hz. Osman'ın Hz. Ali'den efdâl olduğu-Hz. Osman (r.a.)'m Hz. Ali (r.a.)'den Efdâl Oluşunun Delil­leriÖnce de geçtiği üzere ortaya çıkan gerçek, Ehl-i Sünnet'te en fazla baskın olan, Hz. Osman'ın Hz. Ali'den üstün tutulduğudur. Ehl-i Sünnet'in sahip olduğu fikrin doğruluğuna aşağıdakiler delil olmak­tadır:

1- Abdullah b. Ömer (r.a.)'in önce geçtiği üzere şu sözü:"Biz, Rasûlüllah (s.a.v.) hayatta iken, nebilerinden sonra, ümme­tin efdâlı Ebû Bekir, sonra Ömer, sonra da Osman (r.anhüm)'dır der­dik[792]

2- Sahihi Buhari de sabit olan Hz. Osman'a (r.a.) yapılan bey'at kıssasıdır. Şûrâ'da sadece Hz. Osman, Hz. Ali ve hakemlik yapan Hz. Abdurahman b. Avf kalmıştı. Abdurarrahman b. Avf üç gece Muha­cirler, Ensar ve tabiin ile müşavereye devam etti. Mu minlerin anne­si Hz.Âişe ile istişare etti. Hac için Hz. Ömer ile birlikte hac yapıp da Hz. Ömer'in ölümünde bulunan şehirlerin emirleriyle de müşaverede bulundu. Hatta Abdurahman b. Avf: " Şu üç günümde uyku için hiç gözümü yummadım" demiştir. Bütün bunlardan sonra ve de ikisin­den- Hz.Osman ve Hz. Ali - de kendisinin bey'at ettiğine bey'at ede­ceklerine dair söz aldıktan ve bütün bu sorgulamalardan sonra neti­ceyi ilan etti ve :" İnsanları gördüm ki, Hz. Osman'a hiç kimseyi denk tutmuyorlar," dedi. Hz. Ali, Hz. Abdurahman b. Avf ve diğer müslü-manlar Hz. Osman'a rıza ve seçim bey'atı ile bey'at ettiler.[793] İşte bu, efdâliyet konusunda Hz.Osman'ı Hz. Ali'ye üstün tuttuklarına delildir.Bu konuda İbni Teymiye şöyle diyor: " Bu, onlardan Hz. Osman (r.a.)'ı, Hz. Ali (r.a.)'den üstün tuttuklarına bir icmâdır.[794]Bir adam, Abdullah b. el-Mübarek Hz.lerine, Hz. Ali mi yoksa Hz. Osman mı efdâldir diye sorunca:[795] "Bu konuda bize Abdurrah-mari b. Avf yeterlidir," diye cevaplamıştır.Abdullah b. Mesud,(r.a.), Hz. Osman hilafete tayin edilince: "En hayırlısı bize emir-halife oldu, biz de başka birisine yönelmedik" de­miştir. [796]Ahmed b. Hanbel, ed-Dârekutni şöyle demişlerdir:"Kim Hz. Ali (r.a.)'yi, Hz. Osman (r.a.)'dan üstün tutarsa Muha­cirleri ve Ensan küçünısemiş hafife almış olur." [797]İbni Teymiye bunu şöyle izah ediyor: "Şayet Hz. Osman'ı, üstün tuttukları halde, üstün tutulmaya layık olmasaydı, ya onun üstünlü­ğünü bilmemiş olurdular veya bilmeyen cahil kimseler dini bir tercih olmaksızın efdâlm altındaki bir kimseyi üstün tutmakla zulmetmiş olacaktılar. Kim de onları cehalet ve zulme nisbet etse, yani onlara cahil veya zalim derse onları hafife almış olur.[798]Selefin bazısı Hz. Osman'ın bu durumunu anlattıktan sonra du­raklamayı tercih etseler bile üç'den. sonra - Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman - Hz. Ali üzerine de hiç bir kimseyi üstün görmezler. İmam Ahmed şöyle diyor: "Hz. Ali'yi yükseltemeyen evinin eşiğinden daha aşağıdır.[799]Hz. Osman mevzu olunca kim onu üstün tutmada duraklamaya hükmetse az Önceki İbni Ömer'in sözüne tabi olmayı istemiş olur. Önce üçünü zikrederler, sonra da şûra ashabının geride kalanlarını güzel görmüş- olurlar. İmam Ahmed'in rivayet edip el-Lalekai'nin de zikrettiği söz şudur:Nebilerinden sonra bu ümmetin en hayırlısı "Ebû Bekir es-Sıd-dik, sonra Hz. Ömer, sonra Hz. Osman b. Affan'dır. Biz bu üçünü, Rasûlullah (s.a.v.)'ın ashabının üstün tuttuğu gibi üstün tutuyoruz. Bu konuda ashab hiç ihtilaf etmedi. Bu üçten sonra şûra ashabı (nı üstün tutuyoruz. Öncelikle) Hz. Ali b. Ebi Talib, Talha, Zübeyr, Ab-durahman b. Avf ve Sâd. Bunların hepsi de hilafete, imamlığa müsa­ittiler. Biz yine İbni Ömer hadisine yöneliyoruz: "Biz, Rasûlullah (s.a.v.) hayatta iken, ashabı da mevcut iken nitelikli olanları Ebû Be­kir, sonra Ömer ve sonra da Osman olarak sayardık.[800] -Bunun bir benzeri tam olarak Ali b. el-Medini'den de rivayet edilmiştir. [801]Hz. Ali (r.a.)'yi yükseltmeye dair ifade edilen rivayet­lerden birisi, daha önce geçen şu rivayettir: Hz. Ali'yi yükseltmeyen (üstün bulunmayan) evinin eşeğinden daha aşağıdır."Diğer bir rivayet, el-Istarhi'nin rivayetidir. O bu konuda şöyle demiştir: Nebi (s.a.v.)'den sonra "Bu ümmetin en hayırlısı Ebû Be­kir'dir. Ebû Bekir'den sonra Ömer'dir. Ömer'den sonra Osman'dır. Bir topluluk Osman hakkında duraklamıştır.[802]İmam Ahmed (r.a.)'in üstün tutma-tafdil konusunda görüşünün özeti - el-Hallal'm uygun gördüğü üzere- şu sözüdür: "Kim, Ebû Be­kir, Ömer, Osman dese isabet etmiş olur, amel edilen de budur. Kim de (efdâliyet sırasıyla) Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali dese aynı şekil­de sahihtir, güzeldir ve bir beis yoktur. Her konumda doğruya ulaş­madaki muvaffakiyet Allah (in yardımı) iledir.[803]İmam Ahmed'den, Hz. Osman'ın efdâliyeti hakkında duraklama­nın nisbet edilmesini yalanlayan hadis de rivayet edilmiştir. Muham-med b. Avfel-Humsi'nin rivayetinde şöyle demişlerdir: Rasûlullah'dan sonra insanların en hayırlısı Ebû Bekir, sonra Ömer, sonra Osman, sonra Ali'dir. Ona dedim ki: Ya Eba Abdillah! Onlar, senin Hz. Osman hakkında tevakkuf (duraklama - tarafsızlık) ettiği­ni söylüyorlar (öyle mi?) Kendisi: Yalan söylemişler. Vallahi Ali'dir. Allah yücedir! dedi. Onlara İbni Ömer hadisini anlattım - hadisi zik­retmiş -Hz. Peygamber (s.a.v.) onlardan sonra hiçbirinin arasında şu hayırlısıdır diye seçim yapmayınız! dememiştir, hiç kimsenin, bu ko­nuda bir delil de yoktur. Kim Hz. Osman üzerinde tevakkuf eder (de kararsızlık gösterir) ise ve Hz. Ali'yi de yüceltmezse, o kimse sünne­tin dışında (bir yol) üzerindedir. [804]Hz. Ali'yi üstün tutma konusun­da söz eden de, Hz. Osman konu edilince söz etmekten geri duran da Hz. Ali üzerine üç kişi (Ebû Bekir, Ömer, Osman) hariç, kimseyi üs­tün tutmaz.İbni Teymiye söyle diyor:Ehl-i Sünnet arasında, o üç kişinin dışında Hz. Ali üzerine hiç bir kimseyi üstün tutan yoktur. Hem Ehl-i Sünnet onu Bedir ehl-i'm'n, bey'atı rıdvan ehlinin ilk İslâm'a giren Muhacir ve Ensarın ço­ğunun üzerine*üstün tutmaktadır. Ehl-i Sünnet arasında Talha, Zü-beyir, Sa'd ve Abdurrahman b. Avfm O'ndan efdâl olduğunu söyle­yen bile var, hatta ehl-i Şia arasında üstün tutma konusunda susma­ya hükmedenler bile var.[805]Hafız îbni Hacer halifelerin efdâliyet konusundaki tertibin hilâfetteki tertibleri gibi olduğuna dair icnıâyı nakletmiştir.[806]Hz. Ali'yi Hz. Osman'a üstün tutan kimse bidat ehli olur mu ol­maz mı? Bu soruya el-Hallal cevap veriyor, Ehl-i Sünnet'in imamı Ah-med b. Hanbel'den Müsned'indeki çeşitli rivayetleri zikrettikden son­ra Hz. Ali'yi Hz. Osman'a üstün tutan kimse hakkında şöyle diyor: "Ahmed b. Hanbel'den nakledilmiştir ki o böyle bir sözü hoş karşıla­maz ve güzel bulmaz. Kim de o bidatdır derse onu ayıplamazdı. Tev-fik Allah (m yardımıy)ladır.[807]

 

Hz. Osman (r.a.)'m Faziletleri

Şimdi, Hz. Osman b. Affan Zünnûreyn (r.a.)'m fazileti hakkında gelen hadislerin bir kısmını verelim:

1. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in : "Kim Rüme[808]kuyusunu kazar ise ona cennet vardır." sözü. O kuyuyu Hz. Osman kazdı. Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Kam zorluk ordusunu (Tebuk Gazvesi) dona­tırsa ona cennetvardır. Onu Hz. Osman donattı.[809]Tirmizi, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu eklemiştir:Artık bugünden sonra Hz. Osman'a yaptığı (günah) zarar ver-mez"[810]Bunu iki kere tekrar etti.Hz. Osman (r.a.)'ın yaptığı bu sevap, o kadar kıymetli ve değerli ki böyle buyurmuştur. Günah işlese bile tevbeye muvaffak kılınacak veya gü­nahları çok az olsa da sevaplarına nisbetle zararlı olmayacak demektir. Al­lah en iyisini bilendir, (müt.)

2. Hz. Âişe (r.a.),Hz. Peygamber(s.a.v.)'e hitaben şunları söyledi:Ebû Bekir girdi. Ona güleryüz göstermedin ve aldırış etmedin. Sonra Ömer girdi. Ona da güleryüz göstermedin, aldırış etmedin,sonra Osman girdi. Hemen otur dun ve elbiseni düzelttin!   Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.):"Kendisinden meleklerin haya ettiği bir zattan ben haya etmeye­yim mi?" buyurdular.[811]Hz. Osman (r.a.)'m, Hz. Ebû Bekir (r.a.) ile Hz. Ömer (r.a.)'m müşterek olarak belirtilen faziletleri 1. Hz. Enes b. Malik (r.a.)'in rivayet ettiği hadis: Hz. Peygamber (s.a.v.) beraberinde Ebû Bekir, Ömer ve Osman olduğu halde Uhud Dağına çıkmıştı, orada bulundukları esnada dağ onları salladı Peygamber (s.a.v.) hemen:Ey Uhud sakin ol!" buyurdu Enes: Zannediyorum ki (Peygam­ber (s.a,v.) ayağı ile dağa vurdu da:Senin üzerinde bir peygamber, bir sıddik ve iki şehidden baş­kası yoktur" buyurdu, demiştir .[812]

2. Ebû Musa el- Eş'ari (r.a.)'den rivayet edilen hadis: Hz. Pey­gamber (s.a.v.) bir bahçeye girdi de hâna bahçenin kapısını bekleyip korumayı emretti. Derken bir adam geldi, izin istiyordu. Peygamber(s.a.v.);Ona izin ver kendisini cennetle müjdele, buyurdu. Bir de bak" tık ki Ebû Bekir'miş. Sonra diğer biri geldi, izin istiyordu. Peygamber (s.a.v.) yine:Ona izin ver ve kendisini cennetle müjdele, buyurdu. Bir de baktım ki o da Ömer'miş. Sonra başka biri geldi, o da izin istiyordu. Peygamber (s.a.v.) birazcık sustu, sonra:Ona izin ver ve kendisine isabet edecek bela (ve imtihan) üzeri­ne cennetle müjdele!" buyurdu. Bir de baktım ki (gelen) Osman b. Af-fanmış.Müslim'de şu da var: "Ve kendisini cennetle müjdeledim, Pey­gamber (s.a.v.)'in dediğini de söyledim" Osman:Allahım sabır! Yahut yardım dilenecek (merci) Allah'tır[813]de­di.

 

Hz. Ali b. Ebi Talib (r.a.)'in Faziletlerine Dair

Mü'minlerin Emiri Ali b. Ebi Talib (r.a.)'in faziletine ve menkıbe-rinin çokluğuna delalet eden sahih hadisler çoktur. Hatta şöyle de-Lİmiştir. Hiç bir sahabe hakkında, Hz. Ali (r.a.) hakkkında ceyyid is-adlarla[814]gelen hadisler kadar çok rivayet gelmemiştir.[815]Bu hadislerden bazıları aşağıdadır:Hz. Peygamber (s.a.v.) Tebük (seferin)e çıkmıştı, Hz. Ali (r.a.)'yi e yerine vekil olarak bırakmıştı. Hz. Ali (r.a.):(Ya Rasûlellah!) beni kadınlarla çocukların içinde vekil mi bıra­kıyorsun? dedi. Bunun üzerine: Bana nisbetlesen, Musa'ya nisbetleHarun menzilesinde olmana razı olmaz mısın? Şu kadar var ki, ben­den sonra Peygamber yoktur.[816]Bu hadis, Şiilerin, hilafet Hz. Ali'nin hakkıdır, zira Peygamber hilafeti O'na vasiyet etti diye tutundukları hadislerdendir. Halbuki bunda onların lehine bir delil yoktur. Bu hadis Hz. Ali (r.a.)'nin fazi­letlerinden bir faziletin ispatıdır. Hadis, kendisinin, başkasından da­ha efdâl veya onun gibi olduğunu da arzetmiyor. Çünkü onda Pey-gamber'den sonra halife bırakacağına dair delâlet eden bir işaret yoktur. Zira Hz. Peygamber (s.a.v.), Tebuk Gazvesi'nde Medine'ye kendisini vekil bıraktığı zaman gönlünü hoş etmek için o sözü söyle­mişti. Kendisine benzetilen Harun (a.s.), Musa (a.s.)'dan sonra halife olmamış, Musa (a.s.)'nin hayatında iken vefat etmişti. Hz. Musa (a.s.), Hz. Harun (a.s.)'u münacaat için Rabbinin katma gittiği zaman vekil bırakmıştı.Selh şöyle haber verdi, Hayber günü Rasûlüllah (s.a.v.):Bu sancağı öyle bir adama vereceğim ki, Allah, onun elinde fethi müyesser kılacak. Allah'ı ve Rasûîünü sever, Allah ve Rasûlü de O'nu sever", buyurmuştur. Sehl demiştir ki: Artık insanlar o gece sancağı kime verecek diye konuşarak gecele diler [817] Sabahlayınca erkenden Rasülüllah (s.a.v.)'ın yanına vardılar. Her biri sancağın kendine verilmesini umuyordu. Derken Rasülüllah (s.a.v.):Ali b. Ebi Talib nerede?" diye sordu. Ashab:Ya Rasülüllah! O gözlerinden rahatsızdır, dediler.Hemen O'na haber gönderin!" buyurdu. Hemen Ali'yi getirdiler. Rasülüllah (s.a.v.)'onun gözlerine tükürdü ve kendisine dua etti. Ali derhal düzeldi. Hatta hiç ağrısı yokmuş gibi oldu. Rasülüllah (s.a.v.) sancağı ona verdi[818]Bu hadisler, Hulefa-i Raşidin (a.s.)'in menkıbeleri hakkında ge­len sahih hadisler deryasından az bir şeydir. Hepsi bu kadar değildir. Yoksa onların menkıbeleri hakkında cildlerle kitaplar yazılmıştır.3731, İbni Hıbban (Mevaridu'z-Zam'an s. 543 .

Ehl-ı bunnet in bazısı Hulefa-ı Raşıdın ı beşe çıkarmışlardır. Fa­kat beşinci hakkında ihtilaf etmişler. Bir kısmı Ömer b. Abdülaziz'i beşinci kılmışlar. Bu Süfyan es-Sevri'den[819]rivayet edilmiştir. Şa-fii'den[820]de aynı şekilde rivayet edilmiştir. Bir kısmı da, sulh öncesi altı ay müddetle hilafette bulunan el-Hasan b. Ali'yi beşinci sayarlar. Buna, Süfayne hadisi ile delil getiriyorlar: "Benden sonra hilâfet otuz senedir..." Bu altı ayı, otuz senenin tamamından saymışlar.[821]Bu görüş, öncekinden daha kuvvetlidir. Çünkü Muaviye (r.a.) Ömer b. Abdulaziz'den daha efdâldır, onlardan da sayılmamıştır. Muaviye'ye fazilet olarak Rasûlüllah (s.a.v.)'m sahabesi olması, hu­zurunda vahiy katipliği yapması kâfidir.[822]Ömer b. Abdülaziz'in fazileti meşhurdur. Çünkü seneler sonra zülüm ve yolsuzluk döneminde geldi, zulümleri kaldırdı, emanetleri ehline verdi. Muaviye (r.a.)'ye gelince, Hz. Peygamber (s.a.v.) den sonra ümmetin en faziletlileri olan Hulefa-i Raşidin (r.a.)'dan sonra gelmiş oldu. Bununla birlikte fazileti, emanete riayeti, halkı idareyi becermesi ve halkın onu çok sevmesi gibi farklılıkları da vardı.el-Esrüm, Ebû Hureyre'ye nisbet edilen senediyle rivayet etmiş­tir: el-A'meş'in yanında idik. Ömer b. Abdulaziz'i ve adaletini anlattı­lar. el-A'meş: Muaviye'ye şayet yetişseydiniz (onu nasıl görürdünüz)? dedi. Onlar: Hilmi hakkında mı? dediler. Dedi ki: Hayır! Vallahi bila­kis adaleti konusunda.[823]Hulefa-i Raşidin arasındaki fazilet konusundan söz ederken, bu münasebetle bazen itirazcının itirazı olabiliyor. Mesela: Evlâ olan Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ashabını bütün olarak sevmemiz ve birini diğerinden üstün tutmamamızdır. Bu itirazcıya deriz ki: Sünnet olan, sahih hadislerin ortaya koyduğu esasa göre aralarında birbirle­rinden üstün tutma söz konusudur. Selef-i Salihin de önce Ebû Be­kir, Ömer, sonra Osman ve Ali diye diğer ashab üzerinde üstün tut­ma prensibi üzere yürümüşlerdir.İmam Ahmed b. Hanbel'e, Rasûlüllah (s.a.v.)'m ashabım seven, sevdiği halde ashabı birbirinden üstün tutmayan bir adamdan sorul­du, O da şöyle cevap verdi: "Sünnet olan, halifeleri Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali (sırasıyla) üstün kılmaktır [824]Onların kınadıkları, Hz. Osman'ın şehadetinden (r.a.) sonra sa­habe arasında olan kıtal ve fitne, sonra Hz, Ali ve Hz. Muaviye'nin beraberlerindeki ashabın birbirleriyle çekişmeleri, ileri geri konuş­maları ve taraflara sataşmalarıdır [825]Sünnetin kavli, fiili ve takriri diye kısımlara ayrıldığını biliyoruz. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in genel sözlerinden ve fillerinden sahabe bu sırayı tesbit etmiştir. Efendimiz (s.a.v.)'den bu üstünlük dediğimiz tafdili görmüşler ki adeta bütün ashab bu minval üzere yürümüşlerdir. Böylece hem Peygamber (s.a.v.)'in hem de ashabın sünneti böyle gerçekleşmiştir. Efendimiz (s.a.v.) hem kendi sünnetine hem de Hulefa-i Raşidinin gidişatına uymayı emret-miştir.(müt.)Bazı İslâm Fırkalarının Fazilet konusundaki Yeri Eş'arüer bu konuda Ehl-i Sünnetle beraberdirler. Fakat onlarınEhl-i Sünnet'e olan imamet konusundaki muhalefetleri genel olarak gerçekten az birşeydir. Bundan dolayı kendilerini Ehl-i Sünnet'e nis­bet ediyorlar bu gibi konularda kendilerinin Ehl-i Sünnetle oldukla­rını iddia ediyorlar. Bu konuda muhalefet eden diğer fırkaların gö­rüşlerini burada kısaca arz edeceğiz:

A) Mutezile

Mutezile, sahabenin bütününü dost edinmekte, onlara merha­metli olmada, tertip üzere dört halifenin halifeliklerinin sahih olduğu izerinde Ehl-i Sünnetle beraberdirler. Hz. Ebû Bekir'in Hz. Ömer'den, Hz. Ömer'in Hz. Osman'dan efdâl olduğunda Ehl-i Sünnet­le beraberdirler. Fakat Hz. Ebû Bekir (r.a.)'nıi yoksa Hz. Ali (r.a.)'mi iaha efdâl olduğu hakkında ihtilaf etmektedirler. Üç görüş üzeredir-.er.

1.  Hulefa-i Raşidin'in efdâliyetini hilâfetteki düzenlemeye göre îabul edenler: Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali (r.a.). Bu ilk Basralı'la-ın görüşü. Amr. b. Ubeyd, Nezzam, Cahız, Sumame b. Eşras, Futî, ^ahham ne diğerleri ilk Basrahlar'dır.[826]

2. Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman'ın efdâliyetlerine hük-neden fakat efdâliyet nisbeti Hz. Ebû Bekir'e mi yoksa Hz. Ali'ye mi )lsun diye tevakkuf (duraklama) edenler... Onlardan bir kısmı Hz. Ali'yi Hz. Osman'a üstün tutan, Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ali arasındaîfdâliyet konusunda tevakkuf edenlerdir. Vasıl b. Ata,[827] Ebû Hu-seyl el-Allaf onlardandır. Onlara müteahhirinden tabi olan Ebû Ha-şim b. Ebû Ali el-Cübbai, Ebu'l-Huseyn Muhammed b. Ali' b. et Tay-nb el-Basri (bu ikisi hayatlarının başlangıcında iken)[828]Vahhabilerin mühim hastalıklarından birisi de Eş'arilere çatmaktır, 'şlerine gelirse Eş'arileri takdir ederler ama çoğunlukla Fırak-ı Dalle'den ol-hıklarını iddia ederler. İbni Teymiye'yi kendilerine kalkan edinirler. Bu ko-ıuda da pek ciddi ve samimi değiller. Mesela Eş'ari hakkında İbni Teymi-re'nin övgüleri manidardır. Bu doktora çalışmasının Mekke'de Vahhabilerin lenetimi altında yapılmış olduğunu gözden uzak tutmamak gerekir, (müt.)

3. Hz. Ali (r.a)'yi, Hz. Ebû Bekir (r.a.)'den üstün tutan görüş. Bu, Bağdatlı Mutezilenin mezhebidir. "Basralı müteahhirinden Ebû Ali îl-Cübbbai tevakkuf edenlerdendi sonra bu görüşe yönelmiştir. Yaz­lığı eserlerinde tevakkuf fikrini kabullenmiştir, sonra vefat anında iz. Ali'yi üstün tutanların yanına geçmiştir. [829]Aynı şekilde Ebu'l-îuseyin Muhammed b. Ali el-Basri de hayatının sonunda aynı fikre lönmüştür.  "Emirel-mü'minin Ali'nin cemaattan efdâl olduğu kesin-ljr [830]yine Hz. Ali (r.a.)'nin Hz. Ebû Bekir (r.a.)1 den üstün olduğu îkrine yönelenlerden birisi de Kadi Abdülcebbar'dır ki şöyle diyor: Bize göre sahabenin en efdâlı Enıire'1-mü'minin Ali'dir, sonra Hz. İasan, sonra da Hz. Hüseyin'dir.[831]

 

B) Hariciler

Onlar, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman'ın efdâliyet ve hi­lafetlerine hükmediyorlardı. Hz. Osman'ı hilafetinin ilk altı senesinin bitimine kadar kabul ediyorlardı. Hz. Ali'nin de hakem olayına kadar halife oluşunu kabul ediyorlardı. Sonra Hz. Osman'ın altı senesin­den, Hz. Ali'yi de hakem olayından sonra Eş'ari'nin dediği gibi tekfir etmeleri Haricilerin üzerinde birleştikleri konulardandır.[832]

 

C)Rafiziler (Revafız)

Rafiziler, Hz. Ali (r.a.)'yi diğer ashabdan üstün bulurlar. Bu on­ların bütününün birleştikleri bir konudur. Onlara göre Peygamber (s.a.v.)'den sonra Hz. Ali'den üstün kimse yoktur.[833].Ehl-i Sünnet'e muhalif olan sapık fırkaların hiçbirisinin yanında bu meselede gerçeğe delalet eden hadislere karşı ne Allah'ın Kita­bından ne Rasûlünün (s.a.v.) sahih sünnetinden açık hiçbir delilleri yoktur.

 

2-KONU İMAMIN GÖREVLERİ VE HAKLARI

 

İslâm nazarında idarecilik mesuliyettir. Ancak ve ancak hedefle­ri gerçekleştirmek ve maksatlara ulaşmak için meşru kılınmıştır. Bu hedeflerin gerçekleştirilmesi ve bu maksatlara ulaşma işi idareci ile idare edilenler arasındaki müşterek bir sorumluluktur. Bu sorumlu­luktan topluca herkes mesuldür.İslâm'da idareciliklerin bütününün maksatı, dinin bütünüyle Al­lah için olması, Allanın kelimesi (Kelime-i Tevhid)in en yüce (hakim, galib) olması, ve kulluğun sadece Allah için olmasıdır. Allah (c.c.), herşeyi bu maksat için yaratmış, kitapları bu sebeple indirmiş, pey­gamberleri bu nedenle göndermiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.) ve mü­minler de sırf bu maksat için cihad etmişlerdir. Ayet-i Kerime'de: "Ben insanları ve cinleri, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım." diyor Allah (c.c). (Zariyat:56)Dinin bütünü, idareciliklerin tamamı emirler ve nehiylerdir. Al­lah (c.c), Peygamber (s.a.v.)'ini marufu emir, münkeri nehiy için gön­dermiştir. Allah'ın Kitabındaki mü'minlerin sıfatı da budur: "Erkek ve kadın bütün müminler, birbirlerinin velileridir. Marufu emreder­ler, münkerden sakındırırlar..." (Tevbe 71)İşte imam da, bu şer'i maksatları gerçekleştirmede ümmetin ve­kili veya naibidir. Ümmet, imama biat ederken bu hakimiyeti, bu maksatları gerçekleştirmesi için vermiştir. Bundan dolayı başkasın­dan olmayan görevler onun üzerindedir. Bu makamda görevlerin te­meli kudrettir. Ümmetin ona biatlarından sonra kudret de meydana gelir ve böylece bu ağır görevi yerine getirmek gerekir.Fakat halife, ne kadar kuvvet, zeka ve akla sahip olursa olsun bu maksatları gerçekleştirmeye yalnız başına gücü yetmez." Bu se­bepledir ki İslâm, imamın boynuna yüklenen bu görevlerin karşılı­ğında idare edilenlere de haklar ve görevler yüklemiştir. Halifenin, Allah'ın bu maksatları gerçekleştirmekle ilgili emrini uygulamadaki kudreti bu haklar vasıtasıyla kemale ermektedir.Hakkın gereği olarak görevleri ele almada, İslâmi kaidelere göre, önce halifenin boynuna atılan görevlerden bahsedeceğim sonra pe­şinden de halk üzerindeki haklarından söz edeceğim, daha sonra şûrayı konu edineceğim. Şûra, halifenin boynuna atılan görevlerin­den bir görev inidir? Yoksa halkı üzerinde ki haklardan bir hak mı­dır?

 

İmamın Görevleri

 

İmamet yükü ağırdır, görevleri de büyüktür. Bunları en kamil manada ancak ricalden ulul-azmP olanların yerine getirmeye güçleri yeter. İşte bundan dolayıdır ki bunu yerine getirmeye çalışan kimse için imamet, Allah katında yakınlık sebeplerinin en büyüğünden ve O'na yaklaşma sebeplerinden sayılmıştır.Bu sebepledir ki Peygamber (s.a.v.):Yedi sınıf insan vardır ki Allah onları kendi (arşının) gölgesin­den başka hiç bir gölge bulunmayan (kıyamet) gün(ün) de arşının gölgesinde gölgelendirecektir. (Bunlar) Adil imam.[834]Bu yükün ağırlığına delalet eden şeylerden birisi de Müslim'in, Sahih'inde Ebû Zeri'l- Gıfari (r.a.)'in rivayetidir. Hz. Peygamber (s.a.v.): "...Bu idarecilik bir emanettir. Gerçekten kıyamet gününde o kepazelik ve pişmanlıktır. Yalnız onu hakkı ile alarak, o hususda üzerine düşeni yapan müstesna"[835]buyurmuştur.Abdullah b. Ömer (r.a.)'den rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.v.): "Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürüsünden mesuldür. İnsanlara hükmeden emir bir çobandır. O sürüsünden mesuldür. Kişi, ailenin fertlerin çobanıdır. O da onlardan mesuldür. Kadın kocasının evine ve çocuklarına çobandır, o da onlardan mesuldür. Köle, sahibinin malına çobandır, o da ondan mesuldür. Dikkat! Şimdi hepiniz çoban­sınız ve hepiniz sürüsünden mesuldür.[836]

 

İmamın Temel Görevleri

 

Birinci ve şer'i görevlerin hepsini içine alan görev, imametin meşru kılınmasına sebep olan maksatları gerçekleştirmeye gayret et­mektir. Kısa bir ifade ile "dini uygulama ve dünyayı dinle idare et­mektir." Bu maksattan söz etmek için tam bir bölüm ayırdım. AmaRicalden Ulu'1-azm: Allahm emirlerine en ziyade dikkat gösteren büyük insanlar. Uulu'l-azm peygamberler vardır ki özellikle bunlar için bu ifade kullanılır olmuştur. Hz. Muham-med (s.a.v.) Hz. Musa (a.s.), Hz. İsa (a.s.). Hz. İbrahim (a.s.). Hz. Nuh (a.s.).(müt.)buna rağmen, bu bölümde de orada bahsedeceğim noktaların kısa bir özetine bir mani yoktur.

 

Birinci Maksat: Dini uygulamak.

İlk olarak; dini korumak.

1-  Dini yaymak, dine kalemle, lisanla ve mızrakla davet etmek.İslâm'a kalemle ve dille davet edilir. İslâm'ın ortaya koyduğu bütün insanlığın yararına, dünya ve ahiret mutluluklarına götüren gerçekleri, in­sanları kemiren emparyalizmin, sömürünün, zulmün karşısına çıkıp insan­lara bunları anlatmak müslümanların bir görevidir. İşte bütün insanlığın salahına uygun olan İslâm'ın bu davetine karşı çıkanlara elbette karşı konu­lur. Gerekirse silahla da karşı konulur. İşte İslâm'daki silahın yeri. Tebliğe, gerçeğe, fikir özgürlüğüne engel olanlarla savaş yapılır. Müslümanların iki temel görevi vardır. Birisi islâm'ı Müslümanlar'a tatbik, diğeri İslâm'ı kâfirlere tebliğ etmektir. İslâmı müslümanlara tatbik ederken de zor kulla­nılır, tebliğe engel olmak isteyenlere de engel aşılıncaya kadar zor kullanı­lır, (müt.)

2- Şüphe ve bâtılları defetmek ve onlarla harbetmek.Müslümanlar'm dinleri, nefisleri, malları ve ırzlarının emniyet içinde olması için nesli himaye etmek ve sınırları korumak

 

ikinci olarak: Dini uygulamak.

1. Dinin prensiplerini, hadlerini ve ahkamını uygulamak. Bu, ze­katı toplamayı, ganimet taksimini, İslâm bayrağını, sancağını yük­seltmek için cihad ordularını düzenleme gibi konular ile insanlar arasında Allah'ın indirdiği ile hükümetmek için şeriat hükümlerini tayin, Allah'ın koyduğu bu ahkâm ve hadleri kullarına uygulamadır.

2. İnsanları dine teşvik

ikinci Maksad: Dünyayı din ile yönetmek

Bu, hayat boyu Allah'ın indirdiği ile hükmetmektir. Bu maksat­tan, ikinci derecede fer'i maksatların bazısı doğuyor. Onlardan bir kısmı:

1. Adalet temin etmek ve zulmü kaldırmak.

2. Birliği sağlamak, ayrılıklara son vermek.Mezhep ve meşrep farklılıkları fıtridir. Müşterek hedefe giden parelel -doğrulardır. Birinin hak diğerinin batıl demesini ifade eden fırkacılık yasak­tır. İşte bunu doğuracak ayrılıklara son vermek gerekir. Bâtıl ehlinin bâtıl üzere birleşmeleri fırkayı ifade eder. Hak ehlinin hak üzere birleşmeleri de

az olsalar bile cemaat ifade eder. Mezhep ve meşrepler icmâda birdirler. İcmânın dışındaki konularda delilleri varsa ihtilaf ederler. Yani değişik icti-had üzere hareket edebilirler. Zaten emr-i bil maruf ve nehy-i ani'l münker bile icmâ konularında olabilir, (müt.)

3. Yeryüzünü imar edip İslama ve müslümanlara uygun faydalı olabilecek şekilde hayır ve gelir getirecek işleri yapmak. [837]

 

İmanın Fer'i Görevleri

 

Burada temel görevlere ilave olarak imamın gerekli bazı görevle­ri vardır. Her ne kadar bunlar imametin temel hedeflerinden olmasa bile. Bunlar bu temel hedeflerin gerçekleşmesine vasıta olan görev­lerdir, "vacibin ancak kendisiyle tamam olduğu şey de vaciptir", kai­desine göre bu vasıtalar da imama vacip olan görevlerdir.İlk olarak Beytu'1-mâlm (Devlet bütçesi) mâli haklarını alıp, seri harcama yerlerine harcamak:İmamın görevlerinden ve büyük mesuliyetlerinden birisi de mâli haklarını veya mâli gelirlerini temin etmek, almaktır. Ebû Ya'lâ'mn dediği gibi: "Zulmetmeden, şeriatın nass veya ictihad olarak farz kıl­dığı üzere zekâtları, vergileri ve ganimetleri toplamak.[838]Diğer harcamalar, nafakalar ve ihsanlar da böyledir. Kadı Ebû Ya'lâ'mn tarifine göre: "İsraf ve cimrilik olmaksızın beytül mal (Ha-zine)'den layık olanlara yardımlarda ve ihsanda bulunmak.Il[839]Gerçek şu ki bu görev, ister imametin maksatlarından olsun, is­ter temel görevlerinden olsun, ister İslâm'ı uygulama maksatı içinde değerlendirilsin, ancak benim burada tafsilatıyla üzerinde durdu­ğum, imamın, ictihad dairesi içinde nass olmayan konularda yardım­lar, ihsanlar vs ile ilgili konulardır.Bu kısımda beytu'l mâlın gelirleri, harcama yerleri, harcama şe­killerinden bahsedip bir göz atmamız iyi olur.

 

Beytu'l Mâlın Gelirleri: 1. Zekat:

İslâm'ın rükünlerinden ikinci rükündür. Kitap, sünnet ve icmâ ile sabittir. Zekât olarak değerlendirilen herşeyde, nisaba malik olup üzerinden bir tam sene geçince her erkek ve kadın müslümana farzdır. islam şeriatı, zekat malları sınıfına giren her sınıfın nisabını ta­rif etmiştir.İslâm'ı bir binaya benzetecek olursak bir temeli dört direği olur. Te­meli imandır ki kelime-i tevhid bunu ifade eder. Dört direğe de rükün denir. Birisi namaz, diğeri zekat, bir diğeri oruç ve bir diğeri de hacdır. İslâm'ın şartları beş değildir. İslâm beş rükün üzerine bina edilmiştir.. Birisi temel rükün, dördü kemal rükündür. İktisadi esaslar konular, zekat ve infak, ik­ram, sadaka gibi esaslar üzerindedir. Siyasi konular haccın üzerine bina edilmiştir, ruhi terbiye ile ilgili şeyler oruç üzerine, ibadetler ise namaz üze­rine bina edilmiştir, (müt)Sahabe, zekat vermeyenlere karşı harp edileceğine dair ittifak etmişlerdir. Buna göre zekatın farzıyetini inkar eden kâfir olur. Kim, zekatın farziyetine inanarak zekat vermezse halife de zekat almaya gücü yetiyorsa o kimseden zekatı zorla alır ve vermediğinden dolayı ona ta'zir cezası uygular. Eğer halifenin yakalamasından çıkmışsa onunla harb eder, Hz. Ebû Bekir (r.a.)'in yaptığı gibi. Meşhur nut­kunda şöyle demişti."Vallahi namazla zekatın arasım ayıranlarla mutlaka harb ede­ceğim. Çünkü zekat, malın hakkıdır. Vallahi Rasûlullah (s.a.v.)'a ve-regeldikleri yularları, -bir rivayette bir dişi oğlağı- bana vermezlerse vermediklerinden dolayı onlarla mutlaka harp ederim.[840] Tazir: Hakkında belirli bir ceza, şer'i bir hadd bulunmayan cürümler­den dolayı tertip ve tatbik edilecek olan tedib ve cezadan ibarettir.İlâm, ihtar, hapis ve dövme, tedib ve tehzib suretinde uygulanabilir. Hâkimin; suçun derecesine, işleyene, işleme tarzına göre cezayı takdir etme yetkisi vardır.Zekat bugün olduğu gibi zenginlerin keyfine bırakılmaz. Almayı da da­ğıtmayı da devlet bizzat kendisi yapar. Zenginlere bırakılınca verilecek yer­lerin veya kimselerin bir kısmına verir, bir kısmına vermez. Bu da dengesiz­lik, düşmanlık, hased ve çeşitli patlamaları doğurabilir, (müt.)Zekat, ferdlere bırakılıp da kimisine verip kimisinin vermiyeceği bir hak değildir. Bizzat halifenin ve valilerinin üzerlerine aldığı, farz olandan alıp verilmesi gerekli yerlere sarf edecekleri, vergi alarak uygulayacakları genel bir haktır."Sadakalar (zekatlar), Allah'tan bir farz olarak, ancak fakirlere, miskinlere, (zekat) üzerinde çalışanlara, gönülleri(İslâm'a) ısındırı­lacak olanlara, (esirlik ve kölelikdeh kurtulmak isteyen esir ve) köle­lere, (borcuna karşılık malı olmayan) borçlulara, Allah yolunda (harcamaya) ve yolculara mahsustur. Allah hakkıyla bilendir, tam,hüküm ve hikmet sahibidir." (Tevbe:60)el-Fahru'r-Razi Tefsirinde, üstteki ayette geçen (el-Amilîne aley-ha)"Zekat üzerinde çalışanlar" kısmını izah ederken şöyle diyor: "Bu ayet, zekâtın, imam ve görevlendirdiği kimselerin alıp dağıttığına de­lildir. Yine buna delil, Allah'ın zekat işinde çalışanlara bir pay ayır-masıdır. Bu ifade, zekatları edada mutlaka bir çalışanın bulunması gerektiğine delildir. Amil (zekât işinde çalışan), zekatları almak için imamın tayin ettiği kimsedir. Bu nass, imamın zekâtları alacağına delildir.[841].Zekat âmilleri, sadece zekat toplayıcıları değildir. Zekat işinde çalı­şanlar demektir. Amir, memur, müdür, muhasib, koca bir müessese kuru­lur, o işte çalışanların bütünü o fondan maaş alır. Çünkü âyet umumi iken sadece bir vazifeye tahsis âyetin şümulüne engel teşkil eder, (müt.)Zekat verilecek yerler-kimseler zikredilirken müellefe-i kulüb zikredilmiştir. Bunun da ancak imam tarafından verilmesi mümkün olur. Bunu ancak imam uygulayabilir. Müellefe-i kulüb olanlardan hangisinin müstehak olduğunu tesbit ve büme yine ancak imamın işidir.Allah yolunda cihad için hazırlık yapan, kimselerin olabileceği ve bunların yönetimi, düzenlenmesi yine ancak imamın tasarrufu ile mümkün olur."Onların mallarından sadaka (ve zekat) al ki onunla onları te-mizleyesin, yüceltesin ve onlara dua et çünkü senin duan onlar (in ızdıraplarını) yatıştırır. Allah işitendir ve bilendir. " (Tevbe 103)Âyetteki "huz"; al! emrindeki hitap Hz. Peygamber (s.a.v.)'e've kendisinden sonra gelen, müslümanların idare işini üzerine alan her­kesedir. Sahabe (r.a.)'de bunu böyle anlamıştır[842]bni Abbas (r.a.)'m Sahihayn ve diğerlerinde Hz. Peygamber (s.a.v.)'m Muaz b. Cebeî'i Yemen'e gönderirken şöyle buyurduğunu rivayet eder:"... Onlara, Allah'ın mallarında, zenginlerinden alınıp fa­kirlere verilmek üzere zekatı farz kıldığını bildir. Eğer onlar sana itaat ederlerse sahipleri yanında en kıymetli olan mallarını (zekat malı olarak) almaktan sakın! [843]Rasûlullan (s.a.v.)'ın farz olan bu zekat hakkında "zenginlerin­den alınır ve fakirlere verilir" buyurması, üzerine farz olan ferdin kendi arzusuna bırakılması değil mutlaka onu birinin alması ve biri­nin vermesi olduğunu belirtmektedir.[844]İbni Hacer: "Bu hadisle, imamın, zekatı alıp yerlerine serfetme işini üzerine alan kişi olduğuna delil getirilmektedir. İmam, zekatı alıp sarf işini ya bizzat kendisi veya naibi-vekili yapar. Müminlerden kim vermemeye diretirse ondan zorla alınır.[845]Siyer ve tarihde Hz. Peygamber (s.a.v.)'in zekat tahsildarlarını çeşitli şehirlere gönderdiği meşhurdur. Kendisinden sonra da halife­leri bu prensip üzere hareket ettiler. Bu konuda sahabelerin pek çok fetvası vardır.[846]

İşte bundan dolayıdır ki alimler şöyle demiştir: "Halifeye, zekât almak için zekât tahsildarlarını göndermesi farzdır. Çünkü Hz. Pey­gamber (s.a.v.) ve kendisinden sonraki halifeler zekât tahsildarlarını gönderiyorlar di. Zira insanlar arasında öyle mal sahipleri vardır ki, kendisine neyin farz olduğunu bilmez, öyleleri de vardır ki cimridir. İşte bundan dolayı zekât alacak kimseyi bunlara göndermek farz-dır[847]Halifelerin, zekâtı mal sahiplerinden toplayıp müstehak olanlara dağıtmasında pek çok hikmetler vardır.

1.  Fertlerden bir çoğunun vicdanları ölebilir yahut hastalık ve ciddiyetsizliğe düşebilir. İşte bu durumda böyle kimselere zekât işi terkedildiği takdirde fakirin hiçbir güvencesi ve garantisi kalmaz.

2.  Fakirin hakkının fertlerden değil de devletten alınması yüz suyunun dökülmesine ve şahsiyetinin istemekle ayaklar altında -na­dir de olsa- çiğnenmesine engeldir. Duygularının, başa kakma ve ezi­yet verme ile rencide edilmesine manidir.

3. Zekatın fertlere bırakılması, dağıtımda ve toplamada anarşiyi doğurur. Birden fazla zengin bir tek fakire vermek için harekete ge­çebildiği gibi diğer bir fakir ihmal edilebilir ve belki de en fazla ihti­yacı olan bu fakirin kimse farkına varmaz.[848]Geçen bu delillerden çıkarılan hükümler, imamın zekatı isteme­si, mal sahiplerinden zekat toplaması, sonra zekatı ayetin zikrettiği müstehaklanna dağıtımını yapması gerektiğine, ümmetin de zekatı halifeye veya tahsil etmek için halifenin gönderdiği amillere verme­leri gerektiğine delil olmaktadır.Şayet imam, zekatı istemez veya mal sahibi, bizzat kendisinin zekatı verip sarf edeceğini iddia ederse veyahut imam adil olmazsa, zekatı müstehak olmayan yönlerde harcarsa mal sahibinin kendisi­nin zekatı dağıtması caiz midir? Bu gibi durumlarda iş bu şekilde izaha muhtaç olur:Zekat Mallarının TasnifiZekat malları iki sınıftır, zahir ve bâtın.Zahir mallar: Gizlenmesi mümkün olmayan; ekinler, meyveler ve hayvanlar gibi...Bâtın mallar: Gizlenmesi mümkün olan; altın, gümüş, ticaret malları vs gibi.Fıtır sadakasında ihtilâf edilmiştir. Fakihlerden zahir mallar­dan sayan da var bâtın mallardan kılan da var.

 

a.Zahir Mallar

İmam Mâlik, Ebû Hanife ve Ebû Ubeyd, görünen malları ancak imam ayırdeder görüşündeler. Delilleri "Onların mallarından zekat al" âyeti kerimesi'dir. Çünkü Hz. Ebû Bekir (r.a.) onlardan zekatı is­tedi, vermiyenlerle harp etti. Sahabe de bunu tasvip ettiler. Zira imamın, idarecilik hükmü ile alma hakkı vardır, onu da yetimin veli­si gibi idaresini üzerine alan kimselere vermek caiz değildir.[849]İmam Şafi'nin bu konuda iki görüşü var. "En belirgin olan görü­şü ki; o da yeni olan, caizdir. Eski görüşü ise caiz değildir. Eğer imam adil ise imama vermek vacip olur.[850]İmam Ahmed'den şu söz rivayet edilmiştir." Arazi sadakasını sultana vermek beni hayrete düşürüyor.[851]Hanbelilerden Ebu'l-Hattab şöyle diyor:"Zekatı adil imama vermek daha faziletlidir. İmama verilmesine hükm edenlerden bazıları şunlardır: Şa'bi, Muhammed b. Ali-El-Bakır-Ebû Razin, Evzai[852]Ebû Ubeyd şöyle diyor: "Bu, bize göre yani Hicaz, Irak ve diğer Ehl-i Sünnet ve ilim ehlinin görüşüne göre altın gümüş hakkındadır. Çünkü müslümanlar imama güvenmektedirler. Hayvanlar, buğday­giller ve mahsulata gelince; bunları ancak imamlar düzenleyebilir. Mal sahibinin imamdan gizleme hakkı yoktur. Şayet mal sahipleri zekatı ayırır ve yerlerine verirseler ödemiş olmazlar ve zekatı imam­lara iade etmeleri gerekir. Sünnet ve asar bu durumu böyle ayırmış­tır/[853]Asar: Eserin çoğuludur. 1. Rasulullah (s.a.v.), Sahabe ve Tabiûnun söz, fiil ve takrirleri merfu, mevkuf, maktu hadis muradifi, 2. Sahabe ve Tabiûnun söz, fiil ve takrirleridir, (mut.)b. Emval-i Batıne (Gizli Mallar)Emval-i batme, nakit paralar (geçerli her cins para) ve ticaret eş­yaları. İslâm hukukçuları arasında bu konuda ihtilaf görülmemiştir. Zekâtlar, imama verilince kâfi gelir. Fakat imamın, zekâtı alması vacip midir? İmam zekatı kendisine vermeleri için insanları zorlaya­bilir mi? Bunlara cevap olarak deriz ki:Asıl olan, Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında, imam olarak kendi­sine, kendisinden sonra da halifesine verilirdi. Delillerde emval-i zahire ve emval-i batine diye mallar arasında ayırım gelmemiştir. La­kin Hz. Osman (r.a.)'m şehadetinden sonra zekâtların onlara verilme­sinde ihtilaf edilmiş tir[854]Onlardan bir kısmı, zekatı imamlara veri­yordu bir kısmı da kendileri taksim ediyorlardı. Böylece mal sahiple­ri, imamın zekat almadaki hakkını iptal etmese bile imamın vekilleri gibi almış oldular. Bundan dolayı şöyle demişlerdir: "Şayet sultan (imam) belde ahalisinin zekatı vermediklerini bilirse, zekatı onlardan ister[855]Hanefî ve Şafiler'den bazıları zekâtın mal sahiplerine havale edildiği görüşündeler.Mâverdi şöyle demiştir: "Zekatla görevli memurun gizli mallara (emval-i batine) bakma imkanı yoktur. Mal sahibi, bu malların zekatını çıkarmaya kendisi daha layıktır. Ancak mal sahipleri zekatı iste­yerek verirler, zekat memuru da onlardan zekatı kabul eder, onlara zekatı (hesap edip) ayırmada yardımcı olur.[856]Hanbeliler'e gelince, İbni Kudame şöyle demektedir: "İnsanın, zekat ayrımını da kendi üzerine alması kendisinin dü­zenlemesi müstehapdır. Yakinen müstehak olanlara ulaşabilmesi içindir. İster gizli mallardan ister açık mallardan olsun birdir. İmam Ahmed ise şöyle diyor: "Zekatı mal sahibinin çıkarması benim hoşu­ma gidiyor. Şayet onu sultana (devlet başkanına) verse caizdir." Di­yor ki: Hasen, Mekhul, Said b. Cübeyr, Meymün b. Mihran, mal sahi­bi zekatı verilecek yere verir, diyor.[857]Hambelilerden Ebû Ya'la da şöyle demektedir; "Zekatla görevli olanın gizli mallara bakma imkanı yoktur. Mal sahibinin, bu malların zekatını çıkarmaya kendisi daha uygundur. Ancak mal sahipleri zekatı isteyerek verirler. Zekat görevlisi de on­lardan zekatı kabul eder, onlara zekatı hesap edip ayırmada yardım­cı olur. Zekat memurunun, bakması açık malların zekatına mahsus­tur. Zekatı istediği zaman, mal sahiplerinin zekatı kendisine verme­leriyle emrolunurlar. Şayet zekatı istemezse zekatı zekat memuruna vermesi caizdir.[858]İmam Ahmed'e, oğlu Abdullah şöyle sormuştur: "Babama zekat­tan sordum. Sultana mı verilir yoksa kendisi mi taksimi yapar? De­miş ki: Kendisi (mal sahibi) zekatı taksim eder.[859]Mal sahibinin, malın zekatını bizzat kendisinin çıkarmasının câizliğine delalet eden şeylerden birisi de, Ebû Said El-Makberi'nin rivayet ettiği şeydir. Demiştir ki: "Ömer b. Hattab'a ikiyüz dirhem getirdim ve dedim ki Ey Müminlerin Enıiri! Bu, malımın zekatıdır. "Dedi ki" Ya Keysam! hürriyete kavuştun mu azad oldun mu? "Ben evet dedim. Dedi ki:" Onun sen taksim et."[860] Buna şu hadis de delâlet etmektedir: "Yedi sınıf insan vardır ki Allah onları kendi (arşının) gölgesin-[861]len başka hiç bir gölge bulunmayan (kıyamet) gün(ün) de (arşının) gölgesinde gölgelendirecektir... Onlardan birisi de şudur. "Sağ elinin serdiğini sol eli bilmeyecek derecede sağ eliyle sadaka veren kişi.." 346) Halbuki hadisteki bu ifade, nafile sadaka ve farz olan zekat hak­anda geneldir.Geçen ifadelerden ortaya çıkan şu ki adil imam, zekatı isteyince ma vermek vaciptir, ister gizli ister açık mal olsun aynıdır. İmam, sekatı istemediği zekat görevlilerini de zekat toplamak için gönder­mediği zaman mal sahiplerinin zekâtı, ehil gördükleri kimselere da­mıtma hakları vardır. Eğer imama verirse caizdir ve kendi vazifeleri­ni yapmada kifayet eder. İmam istemediği takdirde, zekat verilme­dikçe mal sahibinin üstünden düşmez. Zira, imam toplamasa ve tak­simini terketse veya insanlar imamı olmayan zamanda bile olsalar bu müslümanın boynunda bir haktır, farzdır.

 

Zekat'ın Zâlim İmamlara Verilmesi

İmam adil olmazsa, zekatı imam isteyince vermek vacip mi yoksa değil mi? Zâlim imam zekâtı alıp yerliyerine vermezse zekat verilmiş olur mu? Gerçek şu ki biz, delilleri, fetvaları ve bu konuda gelen nassları arz ettiğimiz zaman, vermeyi gerektireni de buna en­gel olan durumu da göreceğiz. Bunları arzedeceğiz ve ondan tercihe şayan olanı da göreceğiz.

 

Zalim İmamlara Zekatın Verilmesini Gerektiren Deliller

1. Cerir b. Abdullah'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah (s.a.v.)'a bedevilerden bir takım insanlar gelerek:Zekat memurlarından bazı kimseler bize gelip zulmediyorlar," dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.): -" Siz, zekat memurları­nızı hoşnut edin!" buyurdular.[862]

2. Enes b. Malik (r.a.)'m rivayetine göre: Rasûlullah (s.a.v.)'a bir adam dedi ki; Zekatı elçine verdiğim zaman Allah'a ve Rasûlune (karşı sorumluluğumdan  dolayı),  zekattan kurtulabilir miyim? Rasûllüllah (s.a.v.): -" Evet, zekatı elçime verirsen zekatla ilgili Al­lah'a ve Rasûlune (karşı mesuliyetten) kurtulmuş olursun. Sevabı sa­na, günahı onu değiştirene aittir," buyurdu.[863]Buna, sahabe ve tabiinin fetvaları ve fukahanm sözleri de delâlet etmektedir.

a) Sehl b. Ebi Salih'den, o da babasından rivayet etmiştir. Babası şöyle demiştir: "Yanımda, sadaka-yani zekat nisabına ulaşan-bir mal birikti. Sa'd b. Ebi Vakkas, İbni Ömer, Ebû Hureyre, Ebû Said el-Hudri'den zekatı ben mi taksim edeyim yoksa devlet başkanına mı vereyim?" diye sordum. Hepsi zekatı devlet başkanına vermemi em­rettiler. Bana onlardan hiç bir kimse farklı bir şey söylemedi." Başka bir rivayette: Onlara şunu dedim: "Bu sultân gördüğünüzü yapıyor. (Bu, Beni Ümeyye zamanında idi) Onlara zekatımı vereyim mi? On­ların hepsi: "Evet, zekatı onlara ver! de diler.[864]

b) İbni Ömer (r.a.)'den: "Sadaka (zekat)'larmızı idare işinizi Al­lah'ın kendisine tevdi ettiği kimselere veriniz! Kim iyi olursa kendi lehinedir, kim de günah işlerse kendi aleyhinedir," dedi.[865]Bir rivayette de Ziyad b. Ebih'in azadlısı Kuz'a'dan yapılan riva­yette İbni Ömer şöyle demiştir: "Onunla içki bile içseler yine onlaraveriniz.[866]

c) el-Muğire b. Şu'be'den, kölesine (o Taif deki malları üzerinde olan) malımın sadakası (zekatı) hakkında nasıl yapıyorsun? diye sor­du. O ise: "Ondan bir kısmını tasadduk ediyorum, bir kısmını sulta­na veriyorum, dedi. Muğire: "Bundan sana ne?" dedi. Kendi başına özel bir ayırmada bulunmasını kabul etmedi. Muğire şöyle dedi: "On­lar onunla arazi satın alıyorlar, onunla kadınlar nikahlıyorlar." O da: "Ben onlara onu verdim. Zira Rasûlullah (s.a.v.) bize zekatı onlara vermemizi emir buyurdu.[867]İbni Kudâme diyor ki: İmam Ahmed'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: İbni Ömer'e^ onlar onun (zekat)la köpeklerine gerdanlık takıyorlar, onunla içkiler içiyorlar denildi. O da: "Sen onu onlara ver" dedi. Ravi diyor ki: îbni Ömer, zekatını, İbni Zubeyr'in tahsildarla­rından veya Haruri'nin adamlarından (Hariciler'den) kendisine gele­ne veriyordu[868]

d) Fakihlerin Görüşü: İmam Şafı'nin açıklamaları: Zekatı zalim idareciye verme hususunda ikiye ayrılır. Birisi vacip olmayıp caiz olu­şudur. Nevevi: "En sahih olanı, ayrılmamak ve hükmünü uygulamak için zekatı, idareciye vermenin vacip oluşudur.[869]Hanbeliler'den İbni Kudame, El-Muğni'de şöyle demektedir: "Ze­katın, ister adil, ister gayri adil, ister açık inallarda, ister gizli mallar­da olsun devlet başkanına verilmesinin caiz oluşunda mezhepte ihti­laf edilmemektedir. Zekatı idareciye vermekle (zekat farziyetinden) kurtulmuş olunur[870]Zekâtın, Zalim İdarecilere Verilmesinin Caiz Olmadığına HükmedenlerZekâtın, zâlim idarecilere, yerinde harcamadıkları bilinirse veril­mesinin caiz olmadığına hükmedenler de bulunmaktadır.

1. İbni Ömer (r.a.)'in, önceki fetvasından vazgeçip zekâtın onlara verilmemesine dair fetvası. Bunu şu rivayetler gösteriyor:

a) İmam Ahmed'in oğlu Abdullah'ın babasından Hayseme'ye yap­tığı isnadla rivayet etmiş ve şöyle demiştir: "İbni Ömer (r.a.)'e zekâttan sordum. O şöyle dedi: "Onu onlara ver! Başka bir sefer sor­duğumda: "Zekatı onlara verme! Zira Onlar namazı terkettiler," dedi.[871]b) Ebû Ubeyde, Meymun'dan senediyle yapılan rivayette şöyle de­miştir: İbni Ömer'in bir arkadaşının, İbni Ömer'e, şöyle dediğini bana haber verdi: Zekat hakkında ne dersin, onlar şayet zekatı yerinde kul­lanmaz iseler?" Ömer: "Zekatı sen onlara ver!" Ravi diyor ki İbni Ömer'in arkadaşı: "Onlar eğer namazı vaktinde kılmazlarsa onlarla sen namaz kılar mısın?" deyince, İbni.Ömer: Hayır, dedi. Dedim ki di­yor: "Namaz zekat gibi değil midir?" İbni Ömer: "Bizi aldatırlarsa Al­lah da onları aldatır," dedi.[872] Lebbese fiili karıştırmak, birşeyi birşeye girdirmek, hakkı bâtıla gir­dirmek, hakkı batıl, batılı hak göstermek, aldatmak demektir. Allah, aldat­maktan münezzehdir. Buradaki mana, kim bizi aldatırsa Allah da bizim adı­mıza onlara, adalet olarak aldatmayı yaratır, onların aldatmalarına cevap verir, aldatmalarını başlarına geçirir demektir. Buna belagatta müşakeîe sa­natı denir, (müt.)

c- Ebû Ubeyd, Hıbban b. Ebi Cebele'nin, İbni Ömer'den, İbni Ömer'in zekâtı idareciye verme sözünden vazgeçtiğine dair rivayeti. O şöyle demiştir: "Zekatı siz yerlerine koyunuz (veriniz)"[873]

2- Es-Sevri şöyle demiştir: "Onlara yemin et, onlara yalan söyle, zekâtı yerinde kullanmadıkları zaman onlara hiçbir şey verme!. On­lara verme!" demiştir.[874]

3- Ata da şöyle demiştir: "Zekâtı, yerli yerinde kullandıkları za­man onlara ver!" Bu sözün manası İbni Kudame'nin dediği gibi "Böy­le, olmadıkları zaman onlara verilmez.[875]

4- eş-Şa'bi ve Ebû Ca'fer: "İdarecilerin adil olmadıklarım gördü­ğün zaman zekatı ihtiyaç ehline ver!" demektedirler.

5-  İbrahim : "Zekatı (verilecek) yerlerine koyunuz, eğer idareci alırsa sana kâfi gelir. (Zekatı vermiş olursun)" demiştir.[876] Şu söz de O'ndan rivayet edilmiştir:"Zekat hakkında zulmeden kimseye zekatı vermeyiniz.[877]Zulüm, birşeyi maksatin dışına koymaya denir. Zekatı, verilmesi ge­reken sekiz sınıfa vermemek zekât hakkında zulmetmek demektir, (müt.)

6- Fakihlerin görüşlerinden birisi de: El-Behidi'nin meylettiği gö­rüşüdür: "Eğer imam zekâtı, yerli yerince kullanmazsa, zekâtı ima­ma vermek haram olur. Zekâtı, o zaman imamdan gizlemek gerekir. Bu, El-Ahkamu's-Sultaniyye kitabında Ebû-Ya'la'nm görüşüdür.[878]Bu delillere bakıldığı zaman, şu görüşün tercih edildiği ortaya çıkmakta* zalim sultanlar zekâtı istedikleri zaman zekâtı onlara ver­menin câizliği ve verilmiş olunacağı, zikredilen hadislerle amel yö­nünden fitneden korkulacağı, hadislerin genelinden, zalim olsalar bi­le onlara itaat etmeyi gerektireceği, onlara vacip olan; zekâtı yerleri­ne vermek, size vacip olan da zekâtı onlara vermenizdir.Onların hakkım onlara veriniz, sizin hakkınızı da Allah'tan isteyiniz. Devlet şer'i olmakla beraber yönetim, zalim veya kâfir idareciler elin­de ise, müslümanlar da zekâtı alan o zalim veya kâfir idarecinin zekatı yer­lerine harcamadığını yakinen biliyor iseler işte bu takdirde onlara zekat ve­rilmez. Zekatın da mutlaka yerlerine ulaştırılması gerekir. Böyle bir zaman­da müslümanlar zekatı, zekat yerlerini, zekat verecek kimseleri tesbit eder­ler, emniyetli bir şekilde zekat sandıkları, fonları oluştururlar, ehliyetli, mütteki kimseler vasıtasıyla hiçbir töhmete düşmeden yerlerine harcayarak müesseseyi kurarlar ve işletirler, zira devletten ve idareciden maksat Al­lah'ın emirlerini idare edilenler adına vekaleten idare etmektir. Vekalet ol­mayınca, vekalet Allah adına; Allahın kanunu adına halka tatbik olmayınca mesuliyet müslüman halktan kalkmaz, (müt.)Beşir b. el-Hassaniyye'den rivayet edilmiştir. Beşir anlatıyor:"Biz, ya Rasûlüllah! Zekât tahsildarlarından bir kısmı bize karşı haddi aşıyorlar, malımızdan onların aldıkları o fazla miktarını sakla­yabilir miyiz? dedik. Rasûlüllah (s.a.v.): "Hayır! (Saklayamazsınız) cevabını verdi.[879]Zekatı istemede ısrar etmezlerse, fitneden emin olunursa veya zekatı gizlemek, mümkün olursa o zaman zekat sahibi, zekat almaya en layık olanı araştırır ve ona zekat verir.

 

2- Cizye

Müslümanların beytu'lmal gelirlerinin ikincisi cizyedir. Bu da zimmiden alman belli bir maldır. Müslümanların koruması altına gi­rince, kendi dini üzerine devam arzusunda ise İslâm Devletine cizye ödemeyi kabul etmiş demektir. İşte âyet-i kerime:"Kendilerine kitap verilenlerden oldukları halde, Allah'a ve ahi-ret gününe inanmayan, Allah'ın ve Rasülü'nün haram ettiğini ha­ram tanımayan ve hak dini (İslâm'ı) din edinmeyen kimselerle, kü­çülmüş oldukları halde cizyeyi kendi elleriyle verinceye kadar harp edin!" (Tevbe 29)Zimmi, müslüman olunca veya devlet onları himaye etmekten aciz kalınca cizye düşer. İşte bundan dolayıdır ki, Ebû Ubeyde b. Cer­rah (r.a.), Şam şehirlerinin bazılarındaki zimmüer üzerindeki cizye­yi, İslâm ordusu onları himaye etmekden aciz kalınca kaldırmıştır.Cizyeyi her yıl bir kerre vermek vaciptir.[880]

 

3-Harac

Galibiyet sonucu alınıp, ganimet sayılan ve tekrar sahiplerine terkedilen küffâr arazisine konulan vergidir. Bunu ilk yapan Raşid Halife Ömer b. el-Hattab (r.a.)1 dır. Hz. Ömer, Irak arazisini, ashab ile müşavere ettikten ve kendi reyine uygun olanların olurlarını aldık­tan sonra sahiplerine bırakarak haracı vergi olarak zorunlu kılmıştı. Konulan haracın muteber miktarı, arazinin taşıyabileceği miktardır.[881]

İmam Ahmed, Muhammed b. Davud'un rivayetinde bu konuyu araştırmıştır. Hz. Ömer'in sözünden sorulmuştu: "Üzüm vadisine şu kadar, vadidekine de şöyle şöyle vergi koymuştu" Bu insanlar üzerine belirtilen üzerine artırılmayan veya imamın bunun dışında artırıp eksiltmeyi uygun gördüğü (birşey midir?) diye sorulunca cevab ola­rak: "Evet, imamın reyine göredir. Dilerse arttırır, dilerse eksiltir", dedi. Hz. Ömer'in şu sözünde bu durum açıktır, dedi. "Onlara şu ka­dar artırırsan onlara sıkıntı vermez mi? sorusuna da: "Hz. Ömer, arazinin gücüne göre takdir etmiştir.[882]

 

4. Gümrük Vergisi

Zimmi ve müslümanların beldelerine girdiklerinde nıüste'menle-rin ticaret mallarına konulan bir vergidir. Zimmilere onda birin yarı­sı kadardır. Harbi olanlara onda birdir. Çünkü Müslüman tüccarlar onların beldelerine gittikleri zaman onlar da onlardan alırlar. [883]Zimmiler ise bunun üzerine anlaşma yapılmış kimselerdir. Ebû Ubeyd ve Malik b. Enes bu görüştedirler.Ebû Ubeyd bunu Şa'bi'ye isnad ile rivayet etmekte ve şöyle de­mektedir: "İslâm'da vergiyi koyanın ilki Hz. Ömer'dir.[884]Bu konuda, Hahbeliler [885]ile Hanefîler'in görüşüne göre nisab şart kılınmıştır. İmam Malik'e göre nisab şart değildir.[886]

 

5. Ganimetler:

Ganimet, küffardan savaşla alınan maldır. Allah buna enfal ismi vermiştir. Müslümanların mallarında bir artış olduğundan enfal den­miştir. [887]Bu da dört sınıftır: Köleler, cariyeler, arazi ve menkul mallar. Bunlar alışılagelmiş ganimetlerdir.Enfal: Nefel'in çoğuludur. İbadetlerdeki farz Üzerine nafile ne ise, ci-hadda da asıl olan ahiret sevabı üzerine fazla olan, ziyade olan ganimete de "nefel" denmiştir. Cihadın esas maksatı ahiret sevabı kazanmaktır. Cihad neticesi alınan ganimetler esas olan maksat değil, esas maksat üzerindeki nafile gibi olduğundan elde edilecek malları değil, esas Allah'ın rızasını, ahiret sevabını elde etmek için cihad edin demek olsa gerek....(müt.)

 

6. Fey

Müslümanların, kâfirlerden harpsiz aldığı her maldır. Âyeti keri­mede Allah (c.c.) buyuruyor:

"Allah'ın, onlardan peygamberine verdiği ganimetlere gelince siz (onu elde etmek için) onun üzerine ne at, ne de deve sürmediniz, Fa­kat Allah, peygamberlerini, dilediği kimselere karşı üstün kılar. Al­lah her şeye kadirdir." (Haşir 6)Fey denmesi, Allah'ın, müslümanlara kâfirlerden alıp verdiği içindir. "Zira Allah Teâlâ mallan, kendisine ibadette yardım için ya­ratmıştır. Kullarını da kendisine ibadet için yaratmıştır. Kâfirler de böylece ibadet etmeyen nefislerini ve ibadete yardımcı kılmadıkları mallarını Allah'a ibadet eden mümin kullarına vermiş olurlar.[888]

 

7. Diğer Gelirler:

Beytu'l—malın gelirlerinden bir kısmı da belli bir sahibi olmayan mallardır. Mesela müsiümanlardan ölüp de belli bir varisi olmayan kimselerin malları gibi. Gasbedilmiş mallar, emanetler, sahiplerini bulmak mümkün olmayan emanetler, devletin kiraya verdiği veya ge­lir getiren arazileri, devletin yer altından çıkardığı madenler; altın, gümüş, bakır, tuz v.s. gibi. Bunları devlet çıkardığı zaman bunlar müslümanların beytü'l-maline alınır.

Diğer gelirlerden birisi de, devlet işlerine, zaruri olarak halka harcayabilmesi için zaruret esnasında ve beytu'l—mal yetersiz kalınca imamın zenginlere zorunlu kıldığı vergilerdir. Devlet işlerinden olan askeri harcamalar ve silah gibi, halk ihtiyacından olan muhtaçların ihtiyaçlarını gidermek gibi.

 

Bey tu İmalın Harcamaları

 

1. Zekat:

. Allah'ın, kitabında belirttiği kimselere harcanır: "Sadakalar (ze­katlar) Allah'dan bir farz olarak, ancak fakirlere, miskinlere (zekat) üzerinde çalışanlara, gönülleri (İslâm'a) ısındırılacak olanlara, (esirlik ve kölelikden kurtulmak isteyen esir ve ) kölelere, (borcuna karşılık malı olmayan) borçlulara, Allah yolunda (harcamaya) ve yolculara mahsustur. Allah hakkıyla bilendir, tam hüküm ve hikmet sahibidir." (Tevbe 60)Bu sekiz sınıfın dışına zekatın sarfedilmesi caiz değildir. Haşi-milere ve kölelerine de verilmez. Delil şudur:Şüphesiz ki sadaka Al-i Muhammed'e (Ehl-i Beyte) layık değil­dir. O, ancak insanların kirleridir.[889]Muttaliboğulları hakkında, İmam Ahmed'den caiz olduğuna ve caiz olmadığına dair iki rivayet vardır. Ebû Hanife caiz olduğu görü­şündedir. Caiz görmeyenler, Cübeyr b. Mutım (r.a.) hadisiyle delil ge­tirmektedirler. Cübeyr diyor ki Allah'ın Rasûlü (s.a.v.):"Biz (Haşimiler) ve Muttaliboğulları ne Cahüiye döneminde ne de İslâm döneminde ayrılmadık. Biz ve onlar tek bir şeydirler.[890]îbni Hazm diyor ki:"Sahih olan, hiç birşeyde onların hükümleri arasında ayırım caiz değildir. Çünkü onların durumu, Peygamber (s.a.v.)'in sözünün hük­müyle eşittir. Demek ki sahih olan, onların da Al-i Muhammed olu­şudur. Al-i Muhammed olunca böylece sadaka-zekat da onlara haram olmuştur.[891]

 

2. Cizye, Haraç, Vergiler

Bunlar Müslümanların beytüjl-malma dahil olur. Hediyelerde, müstehak olan nafakalarda ve imanın uygun gördüğü diğer beytü'l---malın masraflarında harcanır. Devlete has beytü'1-malm diğer ge­lirleri, kiraya verilen arazileri, sahibi olmayan mallar vs gibi.

 

3. Ganimetler

Şu ayetlerde olduğu gibi bunlar da yerlerinde harcanır:"Sana harp ganimetleri (nin hükümünü) sorarlar. De ki: (Bu) ga­nimetler Allah'ın ve Rasülu nündür..." (Enfal: 1)"Eğer Allah'ın (iman etmiş), hak ile batılın ayrıldığı gün, iki or­dunun birbirine kavuştuğu (Bedir) gün(ü) kulumuz (Muhammed)'a indirdiğimiz (ayetler)e inanmışsanız, bilin ki, ganimet olarak aldığı­nız herhangi birşeyin mutlaka beşte biri Allah'ın Rasûlünün, hısım­ların, yetimlerin, yoksulların, yolcunundur. Allah herşeye hakkıyle kadirdir.'1 (Enfal, 41)Ganimette vacip olan beşe ayırmaktır. Beşte birini Allah Teâlânm zikrettiği kimselere harcanır. Geri kalan kısmı da gaminet sahipleri arasında taksim olunur. Ömer b. el-Hattab (r.a.): "Ganimet savaşta bulunana aittir. Onlar orada savaş için hazır bulunan kimse­lerdir. Onlar ister savaşsınlar ister savaşmamış olsunlar," diyor.Ganimetleri adaletle taksim etmek vaciptir. Hiçbir kimseye reis­lik de olsa, makamlarından dolayı da olsa, fazilet ve şereften dolayı da olsa iltimas yapılmaz.Hz. Peygamber (s.a.v.) ve kendisinden sonra ki halifelerinin yaptıkları gibi.Sahihi Buhari'de, Sa'd b. Ebi Vakkas (r.a.)'m, diğerleri üzerinde kendisinde bir üstünlük olduğunu görmüştü de bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştu: "Sizler ancak zayıflarınız sebe­biyle yardım ediliyor ve rızıklandırıhyorsunuz.[892]Taksimattaki adalet, adam için bir pay, at için iki payın ayrılma­sıdır. Hz. Peygamber (s.a.v.) de Hayber senesinde böyle yapmıştır.Şayet imam, nefsani bir arzudan değil de bildiği dini bir masla­hattan dolayı mücahidlerin bazısını diğer bazıları üzerinde ganimet­çe üstün tutmayı uygun görürse bunu yapabilir. Hz. Peygamber (s.a.v.) de bunu çok kez yapmıştır.

 

4.Fey

Bu} Allah Teâlâ'mn Haşr Sûresi'nde zikrettiği üzere taksim edi­lir:

-"Allahın (fethedilen) beldeler halkından Rasûlü'ne verdiği gani­metler, Allah'a, Rasul'e (Rasûle) akrabalığı bulunanlara, yetimlere, (yolda kalan) yolcuya aittir. Taki (o malları) içinizden yalnız zen­ginler arasında dolaşan bir devlet olmasın. Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan sakının ve Allah'tan kor­kun. Çünkü Allah'ın azabı şiddetlidir. (Bir de o mallar) göç eden fa­kirlere aittir ki (onlar) yurtlarından ve mallarından (sürülüp) çıka­rılmışlardır. Allah'ın lütuf ve rızasını ararlar, Allah'a ve Rasûlü'ne (canlarıyla ve mallarıyla) yardım ederler. İşte sadık onlardır.Onlardan önce, yurdu (Medine'yi) hazırlayıp iman sahibi olan­lar (Ensar), kendilerine hicret edip gelenleri severler. Onlara verilen ganimetten dolayı nefislerinde bir kıskançlık duymazlar, onları ken­di nefislerine tercih ederler. Velev ki kendileri zaruret içinde olsalar bile! Kim de nefsinin (mala olan) hırsından korunur ise, işte onlar fe­laha erenlerin ta kendileridir.Onlardan (Muhacirlerle Ensardan) sonra gelenler, Ey Rabbiniz! Bizi ve bizden önce gelen kardeşlemizi bağışla; kalbimizde müminle­re karşı bir kin bırakma. Rabbimiz! Muhakkak ki sen, çok şefkatli çok merhametlisin!" (Haşr 7-10)Hz. Ömer b. el-Hattab (r.a.)'dan rivayet edilmiştir. O şöyle diyor:Nadiroğularm mallan, Allahm, kendi Rasûlün'e fey olarak tah­sis ettiği şeylerdendir. Bunlar müslümanlarm at sürerek deveye bi­nerek (harb ile) elde ettikleri ganimetlerden değildir. Bu sebeple Na­dir oğullar ı'm n malları özel olarak Rasûlüllah'a aid olmuş idi. Rasûlüllah (s.a.v.) aile halkının bir senelik nafakasını bundan harcar idi. Sonra bundan geri kalanı da Allah yolunda gaza hazırlığı olarak silaha ve atlara harcar idi.[893]Buna göre Hz. Peygamber (s.a.v.)'in vefatından sonra fey, müslü­manlarm bütün maslahatlarında harcamrdı. İhtiyaç sahihlerine, or­duya, ulemâya, kadılara, devlet görevlilerine erzakların verilmesi hurdan yapılırdı. Müslümanların geneline de buradan verilirdi. Bu durum Hulefa-i Raşidinin prensip, uygulama ve tatbikatlarından nakledilmektedir. İşte bu konuda bir örnek olarak Hz. Ömer (r.a.)'m şu sözünü nakledebiliriz:[894]"Allah'a yemin ederim ki, bu mala hiçbir kimse diğer bir kimse­den daha layık değildir. Allah'a yemin olsun ki Müslümanlardan hiç kimse yoktur ki bu malda köle hariç bir payı olmasın. Bizim fey ile il­gili yerimiz ve taksimatımız Allah'ın kitabında belirtildiği ve Rasûlullah'm tatbikatında belirtildiği üzeredir. Zira insan ve değeri İslâm'dadır. Kişi ve kıdemliliği İslâm'dadır, kişi ve müstağniliği de İslâm'dadır, İnsan ve ihtiyacıfnm karşılanması yine İslâm'dadır.)[895]Yine Hz. Ömer (r.a.)'den şöyle rivayet edilmiştir: "Allah'a yemin ederim ki, şayet gelecek seneye kadar kalır (yaşar)sam San'a dağın­dan bir çoban gelirse, onunda gözetilerek bu maldan payı(m alır.)[896]Bütün bunlardan şu anlaşılıyor ki} müslümanların hepsinin fey 'malından paylan vardır. Fakat devletin zaruri harcamalarını kapat­tıktan sonra feyden alırlar.

 

5- Fey'e Katılanlar

Bunlar da verilen, sahibi belli olmayan mallardır. Mesela varisi olmadığı halde müslümanlardan Ölen kimseler gibi. Gasb edilenler, emanetler, hediyeler ve diğer sahihlerinin bilinmesi mümkün olma­yan müslümanların malları gibi. [897]

 

Malların Harcama Yönleri

İmama gerekli olan, malları harcamada, taksimatta en önemli­sinden başlamasıdır. Müslümanlar'ın maslahatları içinde en önemli­si, müslümanlara genel menfaati dokunan kimseler veya muhtaç olanlara vermektir. Bunlardan bazıları şunlardır:

1. Mücahitler : Cihad ve zafer ehli, feye, insanların en layık olanı bunlardır. Çünkü fey ancak onlarla elde edilmiştir. Hatta fukaha, fey malında ihtilaf etmişler, fey onlara mı hasdır yoksa diğer maslahat­larla savaşçılar arasında mı ortaktır? Bu hususta Şafii ile Ahmed b. Hanbel in iki görüşü vardır.Fakat Ebû Hanife, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel'in mezhebinde meşhur olan: Feyin sadece muhariblere has olmayıp bütün maslahat­lara sarfedileceği görüşüdür.[898] Eğer mücahit savaşta şehid düşse veya harbden dolayı ölse, hanımı ve küçük çocukları büyüyünceye kadar feyden istifade ederler.[899]

2.  İdareciler: Valiler, kadılar, alimler, mal üzerinde toplama ve koruma görevinde bulunan tahsildarlar ve bekçiler, taksimat yapan­lar, mal üzerinde çalışanlar ve müslümanların mashalatları üzerinde görev alanların bütünü.

3. Aynı şekilde bu paralar, silah ve vasıtalarla hudut korumasın­da, insanların muhtaç olduğu yollar, köprüler su kanalları, nehir ya­takları gibi iman gereken yerlerde harcanır.

4.  İhtiyaç sahipleri: Fakihler, sadakaların dışında fey ve benzeri gelirlerde ihtiyaç sahiplerinin diğerlerinden Önce gelip gelmediği hakkında ihtilaf etmişlerdir. İmam Ahmed ve diğerleri iki görüş üze­redirler. Onlardan bir kısmı, ihtiyaç sahipleri Önceliklidir demekte­dirler. Bir kısmı da şöyle diyorlar: Mala, müslüman olmakla hak ka­zanılır, onda varislerin mirasta müşterek oldukları gibi müşterektir­ler.İbni Teymiyye şöyle diyor: "Doğru olan, ihtiyaç sahiplerinin ön­celikli olduklarıdır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.), Nadiroğulları'nın mallarında onları Öne aldıkları gibi ihtiyaç sahiplerini de öne alırdı. Hz. Ömer (r.a.) ise: "Bu malda, hiçbir kimsenin diğer bir kimseden üstünlüğü yoktur.." demiştir.[900]

5.  Kalbleri ısmdırılmaya muhtaç olanların kalblerini ısındırma­da harcanması caizdir -bilakis vaciptir-. Allah (cc) Kur'anda kalbleri İslâm'a ısmdırılması gerekenlere zekattan bir pay ayırmıştır. Aynı şekilde Hz. Peygamber (s.a.v.) fey ve benzerinden Akra' b. Habis, Uyeyne b. Hısnı'l-Fezari, Alkametü'l-Amiri ve Zeyd el-Hayru't- Tai'ye Verip: "Ben, bunun ancak onların kalblerini ısındırmak için yaptım," buyurmuştur.[901]Hz. Ömer (r.a.), hilafeti döneminde buna karşı çıkmıştır. İslâm'ın iz­zeti var, onlara ihtiyacımız yok diyordu. Hz. Ömer onlara verilmesi haram­dır demedi. Zira Allah verilmesi gerekenleri zikretmişti. Hz. Ömer (r.a.)'in bu uygulamasına da ashab tamamıyla karşı çıkmadı. Demek ki sahabe de böyle anlıyordu ayetteki cevazı. Öyleyse bu iş halifenin, imamın kendi reyi­ne içtihadına bırakılır. İslâmm faydasına olacaksa bu fondan buraya aktarı­labilir demektir, (müt.)İbni Teymiye de bu konuda şöyle diyor: "Bu kısımdan verilen ih­san, işin zahirine bakılırsa meliklerin yaptıkları gibi zayıflar terkedi-lip reislere verilmektedir. Fakat ameller niyetlere göredir. Eğer maksat, bununla din ve ehlinin maslahatı ise Hz. Peygamber (s.a.v.) ve halifelerinin yaptığı ihsan cinsinden olur. Şayet dünyada yükseklik ve fesat kasdolunursa Firavun'un verdiği ihsan cinsinden olur[902]

6. Müslümanlar'm faydaları için harcananlardan arta kalan mallara gelince:Aralarında taksim olunur. Fakat Şafii mezhebi ve İmam Ah-med'in bazı arkadaşlarının görüşleri, zenginlerin bu malda menfaat-leneceği hiçbir şeyin olmadığı yolundadır. Nitekim Hz. Ömer (r.a.) döneminde mal çoğalınca ondan müslümanlarm bütününe ondan vermişti. Hz. Ömer (r.a.)'in sicil defterinde müslümanlarm zenginin de ve fakirinin de bir aylığı vardı... Bununla birlikte vacip olan, fa­kirleri zenginlere tercih etmektir. Zenginlere ancak fakirlerden arta kalan fazlalık verilebilir. Bu Malik ve Ahmed'in de bulunduğu Cum­hurun görüşüdür/Buna şu âyet delildir:"... (o mal) sizden, zenginler arasında do­laşan bir devlet olmaması için..." (Haşr 7)İhsanda eşitlik vacip inidir yoksa değil midir?Sünnette şöyle gelmiştir: Hz. Peygamber (s.a.v.)'e bir mal geldiği zaman evliye iki hisse, bekâr olana da bir hisse verirdi.[903] Böylece verme konusunda evli olan bekâr olana üstün tutuluyordu.Hz. Ömer'in feyin taksimindeki görüşü, verme konusunda dini fazileti ve halkın ihtiyaçlarını tercih etmesi idi. Buna az önce geçen sözü delildir.[904] Hz. Ebû Bekir'in görüşü ise ihtiyaçta eşit olurlarsa verme konusunda da eşitliktir. Bazıları dinde birbirinden üstün olsa­lar da şöyle derdi: "Onlar ancak Allah için müslüman oldular, ecirleri de Allah'a aittir, bu dünya ancak kifayet yeridir."Şöyle söylediği de rivayet edilmiştir: "Onlar imanlarından eşit­tirler, yani dünyadaki ihtiyaçları birdir. İşte bundan dolayı onlara verirdi, dindeki faziletinden ve dine önce girişinden dolayı değil. On­ların bu konularla ilgili ecirleri Allah'a kalmıştır. İhtiyaçta müsavi oldukları zaman ihsanda, vermede de aralarında eşit muamele eder­di. [905]Devlette çalışanların haklarına gelince, görevlfiçin zevce temini, mesken, hizmetçi ve binek temini devlete aittir.Zekatların bugünkü bütçenin dört, beş katı olduğunu, devletin gelirle­rinin arttığını düşünün. Devletin, beytü'l-malın zenginliği artınca fakir me­muru için yapamayacağı birşey söz konusu olur mu? (müt.)Ebû Davud'un, Cübeyr b. Nüfeyr'in, el-Müstevrid b. Şeddat'dan rivayet ederek anlattığı hadisde şöyle diyor: Hz. Peygamber (s.a,v.)'i şöyle derken işittim:"Bize kim (zekât işinde) çalışırsa hanım alsın. Eğer hizmetçisi yoksa hizmetçi tutsun. Eğer evi yoksa ev kazansın. (Misver) dedi ki: Ebû Bekir, Rasûlullah (s.a.v.)'m şöyle buyurduğunu haber verdi: Bunlardan başka (servet) edinenenler hain veya hırsızdır.[906]Kim borcu olduğu halde ölse, borcunu ödeyecek bir malı da yoksa veya aciz evladı varsa, imam borcunu beytü'lmalden öder. Ebû Hu-reyre (r.a.)'nin rivayet ettiği hadisde Hz. Peygamber (s.a.v.):Her kim mal bırakırsa mirasçılarının olur. Kim yük bırakırsa bizedir.[907] buyurmuştur.Cabir b. Abdullah'ın rivayetinde ise Hz. Peygamber (s.a.v.):

" Ben her mü'mine kendi nefsinden ileriyim. Hangi adam ki borç bırakarak ölürse o bana aittir, fakat kim mal bırakırsa o mal miras-çılannmdır," buyurdu.[908]

 

İdarecilik Makamına Uygun Kimselerin Seçimi[909]

 

İmamın üzerinde olan yükün ağırlığına bakılırsa, bu yükün al­tından tamamiyle kalkmaya yalnız başına gücü yetmez. İşte bundan dolayı kendisine yardımda bulunacak yardımcılar ve valiler edinmesi kaçınılmazdır. Onlar da işlerde kendisine vekalet ederler, emirlerini yerine getirirler, emrine göre vekâlet işini yürütürler. İşte bundan dolayı mecburi olarak, kendi sorumlululuğundan kurtaracak idareci­leri seçmesi gerekmektedir. [910]Halk üzerinde meydana gelecek her hak­sızlıktan ve hatadan da ilk mesul kendisidir.[911]Bunların en yakını vezirler, müsteşarlar ve sırdaş müşavirleridir. Bunların seçiminde uyanık, tedbirli ve temkinli ol­ması gerekmektedir. Allah Teâlâ Musa (a.s.) ile ilgili olarak şöyle bu­yuruyor:"Bana kendi ailemden bir de vezir ver. Kardeşim Harun'u, onun­la sırtımı kuvvetlendir.  Onu işimde ortak kıl!" (Taha 29-32)Başka bir âyette Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:"Ey iman edenler! Kendi (din kardeşlerinizden başkasını (dost ve) sırdaş edinmeyin, (çünkü) onlar size şer ve fesad yapmakta hiç kusur etmezler, size sıkıntı verecek şey(ler)i arzu ederler. Hakikat on­ların (kin ve) buğzları ağızlarından (taşıp) meydana vurmuştur. Gö­ğüslerinde gizlemekte oldukları (düşmanlık) ise daha büyüktür. Size âyetlerimizi (kati suretle) açıkladık, eğer düşünürseniz" (Âl-i İmrân 118)Bir başka âyet-i kerimede şöyle buyurmuştur:"Sabah, akşam Rablerine (sırf) onun cemalini dileyerek dua edenlerle beraber candan sabr (u sebat) et. Dünya hayatının zinetini arzu edip de gözlerini onlardan ayırma. Kalbine bizi anmaktan gaf­let verdiğimiz, heva ve heves ile uymuş, işinde haddi aşmış kimselere boyun eğme." (Kehf: 28)Buhari, Ebû Said e'1-Hudri'den Hz. Peygamber (s.a.v.)'irı şöyle dediğini riva*yet etmiştir:Devlet başkanı yapılan hiçbir halife yoktur ki, iki tane sırdaş müşaviri olmasın. Birisi ona hayır yolu emredip gösterir ve hayra teşvik eder, diğeri de ona şer yolu emredip gösterir ve şerre teşvik eder. Masum (hatadan korunan kimse), Allah'ın masum kılıp (koru­duğu) kimsedir.[912]Hz. Aişe (r.a.), Hz. Peygamber (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu riva­yet etmiştir:"Allah bir emire hayır murad ederse ona sadık vezir verir. (Emir) unutursa hatırlatır, hatırlarsa ona yardım eder. Allah, bir emire ha­yırdan başkasını murad ederse ona fena bir vezir verir, unutursa ha­tırlatmaz, hatırlarsa ona yardımcı olmaz.[913]Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) şöyle buyuruyor:"Allah hiçbir nebi veya halife göndermemiştir ki, iki sırdaş müşaviri olmasın. Birisi ona marufu emredip münkerden nehyeden sırdaş müşavir, diğeri güçlük çıkarmaktan geri kalmayan sırdaş. Her kim kötü müşavirden korunursa (bütün kötülüklerden) korunmuş olur/İdare işi ile uğraşan kadı, ordu komutanı, polis ve zabıta teşkila­tı başkam, mal müdürleri ve diğer idarecilerin bütünü bu vezirler ve sırdaş müşavirler hükmüne dahildirler.İbni Teymiye der ki: "Devlet başkanının, müslümanlarm işleri­nin başına, o işi yapabilecek kimselerin en uygununu ataması vaciptir."Hz. Peygamber (s.a.v.)'in şöyle söylediği rivayet edilmekteı"Kim, müslümanların idare işini üzerine alır da, müslümanlar içinde daha uygun bir kimse mevcud iken herhangi birisini tayin eder ise; Allah'a ve Rasülü'ne hıyanet etmiş olur." Başka bir rivayet­te de:"Kim, bir toplum üzerine, o toplumda ondan daha iyisi varken görevli olarak herhangi birisini tayin ederse, Allah'a, Rasûlüne ve mü'minlere hıyanet etmiş olur.[914]Hz. Ömer b. el-Hattab (r.a.) da şöyle söylemektedir:Kim, müslümanîarm idare işini üzerine alır da sırf aralarındaki yakınlık ve sevgiden dolayı bir kimseyi tayin ederse. Allah'a, Rasülü'ne ve müslümanlara hıyanet etmiş olur.[915]İmama, mevcudun en uygun olanını tayin etmesi vaciptir. Bazen bu idareciliğe uygun olan mevcut olmayabilir. İşte o zaman her ma­kama imkan nisbetinde sırasıyla en uygun olanlar seçilmelidir. Bunu tam bir araştırma ve gayretten sonra yapar da idareye layık olanı alırsa işte o zaman emanete riayet etmiş olur ve bu işte gerekeni uy­gulamış olur. Bu makama uygun, Allah katında mutedil ve adil imamlardan olmuş olur.İbni Teymiye, devlet başkanının görevinin sadece en uygun olanı atamak olmadığını, bunu aşıp devlet işlerini yürütenlere gücü yetenlerin görevi üzerine aldığı zaman kemaliyle uygulayabilmesi için bu göreve önceden ehil hale getirmesi ve buna hazırlaması gerektiğini ifade ediyor ve şöyle söylüyor:"Bütün bunlara rağmen, mevcutlar arasında en uygun olan var­ken yine de zarûreten ehil olmayanın idareci olması mümkündür. Bununla birlikte bütün bunların ıslahına çalışmak vaciptir. Ta ki yö­neticilik ve idarecilik işleri insanlar arasında mükemmele doğru yol alsın.[916]İbni Teymiyye, görev alabilecek kimsenin temel şartlarını şu âyetlerden istinbât etmektedir;Tuttuğum ücretlilerin en hayırlısı güvenilir kuvvetli (adam)dır." (Kasas: 26) Cebrail (a.s.)'in sıfatı hakkındaki âyet: "Mu­hakkak o Kur'an arşın sahibi katında değerli, güçlü, sözü dinlenen ve güvenilen şerefli bir elçinin getirdiği sözdür." (Tekvir 19-21)Sen bugün, bizim yanımızda mühim bir mevki sahibisin, emin­sin!" (Yusuf 54)Bu şartlar; "Kuvvet, emanet, bunlara yardımcı olacak ilim, ken­disine havale edilen işte ehliyet ve ona güç yetirme, insanlardan de­ğil Allah'dan kork. [917]Bundan başka kişi idarecilik istemede veya isteme yarışında öne atılmamalıdır. İdarecilik isteği idareciliğin ona verilmemesine sebep olur. Bu konuda Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:"Vallahi biz bu işe ne onu isteyen birini tayin ederiz, ne de ona hırs gösteren birini.[918]Yine Hz. Peygamber (s.a.v.) Abdurrahman b. Semire (r.a.)'ye:Ya Abdurrahman! emirliği isteme! Çünkü istemeden sana veri­lirse onun uğrunda yardım görürsün. İsteyerek sana verilirse onunla baş başa bırakılırsın[919]buyurdu.Eğer aralarındaki akrabalık, arkadaşlık, aynı belde, aynı mez-hepden, aynı tarikattan, Arab, Fars, Türk, Rum vs. gibi aynı millet­ten olması, mal, menfaat ve diğer sebeplerle aldığı rüşvetten dolayı

veya en layık olanına kalbindeki kinden veya aralarındaki düşıhk sebebiyle ondan vazgeçip layık olmayana yönelinirse Allah'a, Rasûlü'ne ve mü'minlere hıyanet etmiş olur. Allahın şu yasağı kap­samına girmiştir:"Ey iman edenler! Allah'a ve Peygamber'e hainlik etmeyin ki, bi­le bile kendi emanetlerinize de hıyanet etmiş olursunuz." (Enfal 127)İşte idarecilerin idareyi üzerine almaları bu şartlarla muteber sayılabilir. Bu faydalı insanlardan istifade etmek, ancak bu işe gücü yeten ehline teslim edilmesi vacip olan büyük bir mesuliyettir. Hem de bu emanetlerin en büyüğündendir. İşi, ehli olmayan kimselere vermek, işlerin en tehlikeli olamndandır. İşi ehline vermemek kıya­met alametlerin dendir.Buhari, Sahih'inde Ebû Hureyre (r.a.)'den Hz. Peygamber (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:Emanet zayi edildiği zaman kıyameti bekle!"Emaneti zayi etmek nasıl olur? diye sorulunca, Rasûlüllah (s.a.v.): "İşler ehli olmayana verildiği zamandır, (işte o zaman da) kı­yameti gözle!" buyurdu.[920]Başka bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.v.):"Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürüsünden mesuldür.[921]İmran b. Süleyman'dan Hz. Ömer b. el-Hattab'm şöyle söylediği rivayet edilmiştir:"Kim, bir faciri, facir olduğunu bildiği halde tayin (edip bir görev verirse) o da onun gibi (günahkâr) dır.[922]

 

Görevlileri Hesaba Çekme

 

İmamın görevlerinden birisi de idarecilerini güzelce seçmesi, bu konuda tetkik ve araştırma yapmasıdır. Aynı zamanda onlar hakkın­da gelen haberleri araştırrrfası ve onları yaptıkları her büyük, küçük işlerinden dolayı hesaba çekmesidir. Buna dair Buhari (r.a.), Sahi-hi'nde Ebû Humeyd es-Şa'dıy (r.a.) den rivayet ettiği bir hadis var: Hz. Peygamber (s.a.v.), İbnü'l-Lütebiyye- bir rivayette de el-Ütebiyye'yi Süleymanoğullarınm sadaka (zekat) larını almaya amil tayin etmişti. Bu kimse Rasûlüllah (s.a.v.)'a gelip Rasûlüllah da onu hesa­ba çekince adam:

- Bu sizin zekat malmızdır, bu ise bana hediye verilmiştir, dedi. Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.v.) ona:[923]"Eğer sen doğru söyleyen bir kimse isen (amil olmayıp da) baba­nın evinde yahud ana evinde dursaydm sana hediyen gelir miydi?" buyurdu.Rasûlüllah ayağa kalktı ve Allah'a hamd ve senadan sonra in­sanlara şöyle hitab etti: "Ben sizlerden bir kısım adamları, Allah'ın idaresini bana verdiği bazı işler üzerine tayin ediyorum, sonra sizler­den herhangi biriniz geliyor ve: "Bu mal sizindir, şu da bana verilen bir hediyedir" diyor. O zat doğru söyleyen bir kimse ise babasının evinde yahüd anasının evinde otursa da kendisine verilen hediyesi ona gelecek miydi (bir gösterse ya) Allah'a yemin ederim ki, (zekat amillerinden) herhangi biriniz (topladığı mallar)dan haksız olarak birşey alırsa muhakkak kıyamet günü o kimse, aldığı malı boynuna yüklenerek Allah'ın huzuruna gelecektir. Dikkat edin! sakın ben siz­lerden hiçbir kimseyi, boynunda inlemesi olan bir deve ile yahud bö­ğürmesi olan bir sığır ile yahud melemesi olan bir davar ile Allahm huzuruna gelmesini görmeyeyim!" buyurdu. [924]el-Ahnef b. Kays'dan -Hz. Ömer'in valilerinden birisi idi- rivayet edilmiştir. Ahnef diyor ki, Hz. Ömer (r.a.) in yanma geldim. O da be­ni yanında bir sene bekletti (adeta habsetti) sonunda şöyle dedi:Ya Ahnef! Seni imtihan ettim ve denedim. Gördüm ki senin dı­şın güzel, içinin de dışın gibi olmasını arzu ediyorum. Şüphesiz bize şöyle söylendi: "Bu ümmeti münafık âlim helak edecektir.[925]

 

İşleri Düzenlemede Bizzat Kontrol Etmesi Halkın Durum­larını Denetlemesi

Devlette imam, her küçük-büyük işten ilk sorumlu olandır. Bu­nunla beraber işleri düzenlemede yardımcılar ve vezirler edinmeye başlamalıdır. Ancak bizzat kendisinin yardımcı ve vezirlerini kontrol etmesi, işi onlara bırakmaması gerekir. Aynı şekilde halkın durumu­nu kontrol ve denetleme ile ilgilenmesi kendisine vaciptir. Halkın durumunu tanıması için onlardan uzak durmaması, gizlenmemesi ge­rekmektedir. Muhtaçlarına yardım eder, mazlumlarına yardımcı olur, zalimleri meneder.Ebû Yala imamın görevlerini sayarken sonuncu görevi şöyle be­lirtmektedir:"Dini korumak ve ümmetin idaresine Önem vermesi için işlerin kontrolünü bizzat kendisinin yapması, durumları gözetmesi, kendisi ibadet veya lezzetlerle uğraşarak işi başka bir yetkiliye bırakmama­sı, emin olan kimseye hiyanet etmemesi, nasihat edeni aldatmaması. Zira Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:"Ey Davut! biz seni yeryüzünde bir halife yaptık. O halde insan­lar arasında hak (ve adalet)le hükmet (hükmünde) heva (ve heve-sin)'e tabi olma ki, bu seni Allah'ın yolundan saptırır..." (Sad 26) Ayette Allah Teala, ilgisiz olarak sırf yetki ile yetinmedi. Hz. Pey­gamber (s.a.v.) de "Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürüsünden sorum­ludur." buyurmaktadır/[926]Zikri geçenden anlaşılan, imamın bizzat kendisinin ilgilenmesi, halkından gizlenmemesi ve onlara nasihat etmesinin gerektiğidir. Ebû Davud'un Ebû Meryem el-Ezdi'den Rasûlüllah (s.a.v.)'m şöyle dediğini rivayet ediyor: "Allah bir kimseyi müslümanların işleri üze­rine idareci kılar, idareci de onların ihtiyaçları, zaruretleri ve fakirlik halleri önüne perde çeker, (onların halleriyle ilgilenmez kulak as­mazsa) Allah Teala da o idarecinin ihtiyacı, zaruri durumu ve fakirli­ği önüne perde çeker (dileklerini kabul etmez)[927]İdareciler için kapıcı (mabeynci) tutmanın meşru olduğu konu­sunda ihtilaf edilmiştir. Şafii ve bir grup, idarecilerin kapıcı edinme­mesi gerekir demektedirler. Diğerleri caiz olduğu görüşündeler. Bi­rinci görüş, toplumun sükûnet, hayır üzerine birleştikleri ve idareci­ye itaatlarmın olduğu zamana hamledilmiştir. Diğerleri, ise davalıla­rı düzenlemesi, içeriye muttali olacak kimseleri engellemesi ve şaki­leri defetmesi için kapıcı tutulması müstehaptır, diyorlar.[928]Ebû Müslim el-Havlani, Hz. Muaviye b. Ebi Süfyan (r.a.)'nın hu­zuruna girdi ve: - Esselamu Aleyke ey ücretli kişi! dedi.- Muaviye'nin yanındakiler: Esselamu Aleyke ey emir kişi de! de­diler.O yine : Esselamu Aleyke ey ücretli kişi dedi.Onlar yine: Esselamu Aleyke ey emir de! dediler. O tekrar: Essalamü Aleyke ey ücretli kişi, dedi.Onlar: emir de, dediler.Muaviye ise: Ebû Müslim'i bırakın, zira O ne söylediğini daha iyi bilen kimsedir, dedi. Ebû Müslim şöyle dedi:Sen ancak bir ücretli kişisin, bu koyun (sürüsünün) sahibi seni sürüsü için ücretli tutmuştur. Eğer uyuzlu olanı katranlar, hasta ola­nı tedavi eder, baştan sona hepsini muhafaza eder, korursan, sürü­nün sahibi senin ücretini sana verir. Şayet uyuzlusunu katranlamazğ hasta olanını tedavi etmezsen, hepsini baştan sona korumazsan sü| rünün sahibi seni cezalandırır.[929]Kadı Ebû Yûsuf (r.a.), Müminlerin Emiri Harun er-Raşid'e, hal4| km haklarının zayi olmasından ve halkını ihmal etmekten sakmdıra| cak şekilde bir mektub yazmış ve o mektubunda şöyle demiştir: "Hal-f kının haklarını zayi etmekten sakın, yoksa halkın Rabbı, halkın hak-İ kını senden alır, böylece de zayi ettiğinden dolayı-ecrini zayi etmiş| olursun. Binalara ancak yıkılmadan önce destek verilir. Allah'ın ida4j resini sana verdiği konuda yaptığın hayır senin lehine,-zayi ettiğinde | aleyhinedir. Allah'ın sana idaresini verdiği emanete riayet etmeyi | unutma, (sen unutsan bile) unutulmazsın. Onlardan gafil olma, (seni jafıl olsan bile) senden gafil olunmaz (her yaptığın kaydedilmekte-[930]İmamlar, ne zaman bu inceliğe sahip olur da bu görevi yerine ge- İ irirlerse Allah'ın rızasını da insanların rızasını da kazanırlar, işleri | loğruca yürür. Ne zaman da bu yoldan saparsalar dünya,ve ahirette il iarar ederle*". İşte bu apaçık bir hüsrandır. Hz. Peygamber (s.a.v.) den sonra bu görevi en güzeliyle uygula- | anlar Hulefa-i Raşidin (r. anhüm)'dir. Örnek olarak bunlardan Hz. § >mer b. el-Hattab'ı ele alalım. Hz. Hasan Basri (r.a.) ondan şu sözü | ıvayet ediyor: "Şayet yaşarsam, inşallah bir sene boyunca halk ara- | mda dolaşacağım muhakkak biliyorum ki, insanların mutlaka benden alacakları ihtiyaçları vardır, fakat bana ulaşamazlar, valileri-idarecileri ise o ihtiyaçları benim huzuruma çıkarmazlar. Şam'a gide­ceğim, iki ay orada kalacağım, sonra Mısır'a yürüyeceğim, orada da iki ay kalacağım, sonra Bahreyn'e gideceğim, iki ay da orada kalaca­ğım, daha sonra Küfe'ye gideceğim, iki ay da orada kalacağım, sonra Basra'ya gidecğim iki ayda orada kalacağım.[931]Tâvus'da Hz. Ömer'in şöyle söylediğini rivayet etmiştir:"Şayet bildiğim kimselerin en hayırlısını size vali tayin etsem, sonra da ona adalet öğretsem, bana ait olanı yerine getirmiş olur mu­yum, ne dersiniz?" Onlar: "Evet", dediler. Hz. Ömer: Hayır! İşine ba­kacağım ki, emretiğimi yapmış mı yoksa yapmamış mı?.[932]Öir görevlinin, kendisine verilen emirleri yerine getirip getirmediği takip edilmedikçe işler pek yürümüyor, bazen de hiç yürümüyor. Kalbte Al­lah korkusu zayıf olunca dışarıdan insan korkusu mutlaka gerekiyor. Sade­ce Allah korkusunun yönlendirdiği insanlar azdan azdır. O nasıl imandır ki "Şüphesiz senin Rabbin mutlaka daimi olarak seni gözetlemektedir" ayetini bilir de düşünmez veya bu ayeti aklına getirmez. Daimi uyarıcıya ihtiyacı­mız var, ister nasihat ister emir olsun!... (müt.)

 

Halka Yumuşak Davranma, Onlara Nasihat Etme, Gizli­liklerini Araştırmama

Görevlerinden birisi de, Allah'ın gözetmesini emrettiği bu halka yumuşak davranması, onlara nasihat etmesi, çirkinliklerini ve gizli hallerini araştırmaması dır. Bu görev konusunda çok hadis ve eser mevcuttur. Onlardan birkaçı şunlardır:Müslim'in Sahih'inde Hz. Aişe (r.a.) den rivayet ettiği hadis: Hz. Aişe (r.a.), Rasûlüllah (s.a.v.)'m evimde şöyle söylediğini işittim di-yor:"Allahım! Bir kimse ümmetimin işlerinden bir görev alır da onla­ra zorluk gösterirse, sen de ona zorluk göster! Bir kimse ümmetimin işlerinden bir vazife alır da onlara hoş muamele ederse sen de ona hoş muamele eyle! Nevevi (r.a.) şöyle diyor: "Bu hadis, insanlara zorluk göstermeyi yasaklayanların en beliği, onlara hoş muamele etmeye teşvikin de en büyüklerindendir. Hadisler hep bu manayı ortaya çıkarmaktadır.[933]Onlardan birisi de Buhari'nin, Hasan el-Basri'den rivayet ettiği hadistir. Hasen el-Basri şöyle demiştir: Ubeydullah b. Ziyad, Ma'kil b. Yesar'ı Ölüm yatağında ziyaret etmişti. Ma'kıl O'na şöyle demiştir: "Ben sana Rasûlüllah (s.a.v.) dan işittiğim bir hadisten bahsedeyim. Ben Hz. Peygamber (s.a.v.)'i şöyle derken işittim:"Müslüman bir halka Allah'ın görüp gözetmek üzere idareci kıl­dığı hiçbir kul yoktur ki, onları aldatıp (zulmetmiş) olduğu halde Ölürse muhakkak Allah ona cenneti haram etmiştir.[934]Aldatma, ya makama gelince yapılması gerekeni yapacağını söyleme­sine rağmen yapmaması ya da yapılması gerekeni yapmaması ile olur. Bu­günkü idarecilerin kulakları çınlasın, (müt.)Müslim'in rivayetinde ise Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

 

Halka Yumuşak Davranma

 

Müslümanların idare işini üzerine alıp da onlar için çalışmayan ve hayır istemeyen hiçbir amir yoktur ki, onlarla (müslümanlarla) bir­likte cennete girebilsin.[935]Hasen el-Basri'den rivayete göre Aiz b. Amr Ubeydullah b. Zi-yad'ın yanma girmiş ve şöyle demiştir: "Ey oğulcuğum! Ben Rasûlüllah (s.a.v.)'ı şöyle derken işittim: "Şüphesiz çobanların en kö­tüsü insafsız deve bakıcılarıdır. Sakın onlardan olma!" Bunun üzeri­ne (Ubeydullah) ona:Olur! Sen ancak Muhammed (s.a.v.) ashabının kepeğindensin demiştir. O da:- Onların kepeği var mı idi ki? Kepek ancak onlardan sonra baş­kalarında oldu! cevabım vermiştir.[936]Ebû Davud, Ebû Ümame'den Rasûlüllah (s.a.v.)'m şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Emir insanlar hakkında şüpheye düştüğü vakit on­ları ifsad eder.[937]Hz, Muaviye (r.a.)'den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.v.)'i şöyle derken işittim demiştir: "Eğer sen insanların ayıplarını araştırmaya kalkarsan, onları ifsad eder veya ifsad etme yolunu açarsın.[938]

 

Halka Güzel Örnek Olma

 

 İnsan nefsinin tabiatındandır ki, hayırda veya serde daima en kuvvetli olanı taklide düşkündür. Şöyleki, halk hakimiyet ve idare yolları elinde olan devlet başkanının yöneldiği şeye düşkündür. İşte bundan dolayıdır ki imamın, tâbi olanların onun izinden gidebilmesi ve onu taklid etmeleri için güzel örnek olması gerekir. Bu sebepten dolayı müslümanların ordu komutanı Sa'd b. Ebi Vakkas (r.a.) Kis-ra'nın sarayına girdiği zaman şu ayet-i kerimeyi okuyordu:Geriye ne bahçeler, ne kaynaklar... Ne çiftlikler, ne güzel konak­lar!... içinde zevk u safa sürdükleri ne nimetler bırakmışlardı. Evet öyle! Ve hep onları başka bir kavme miras verdik." (Duhan 25-28)Sa'd b. Ebi Vakkas (r.a.) Kisra'nm sarayındaki herşeyi Emirel Mü'minin Hz. Ömer b. el- Hattab'a gönderdi. Hz. Ömer (r.a.) bu nefis malları evirip çevirmeye başladı ve şöyle dedi.: "Bunları emin kavme veriniz." Ali b. Ebi Talib de şöyle demişti: "Sen iffetli olursan (dünya ve malına meyletmezsen, tenezzül etmezsen) halkın da iffetli olur (tenezzül etmez), şayet hırslı olursan onlar da hırslı olurlar." Sonra Hz. Ömer (r.a.) onları müslümanlar arasında taksim etmiştir.Buhâri (r.a.), Hz. Ebû Bekir (r.a.)'e Ahmesli bir kadın şöyle bir soru sorunca verdiği cevab rivayet ediyor: Ahmes'li kadın:Cahiliyeden sanra Allah'ın getirdiği bu iyi-uygun iş (İslâm)'m bekası (devamı) ne kadar (sürer)?" diye sordu. Hz. Ebû Bekir (r.a.):İmamlarınız sizi (İslâm) istikameti üzere doğru tuttuğu müd­detçe[939]Hz. Ömer b. Hattab (r.a.) şöyle diyor: " İnsanlar, imamları (ida­recileri) ve rehberleri istikamet üzere oldukları müddetçe istikamet üzere olmaya devam edecektir[940]Hz. Ömer yine şöyle diyor:"İmam (devlet başkanı, müminlerin emiri) Allah'a karşı görevini eda ettiği müddetçe halk da imama karşı görevini eda eder. İmam serbestlik (genişlik içinde) halk da serbestlik (genişlik) içinde hare­ket eder.[941]Salim b. Abdullah babasından naklen Hz. Ömer (r.a.)'in gidişa­tından bahisle şöyle anlatıyor:"Hz. Ömer (r.a.), insanları birşeyden yasaklamayı istediği zaman önce ailesinden işe başlardı ve şöyle der-di: Yasakladığım bir şeyi yapan kimseyi tanır (kendi ailemden oldu­ğunu bilirsem) cezayı ona kat kat veririm."[942]İbni Teymiye şöyle der: "Emir sahipleri (devlet başkanı)'nin neyi istediği bilinmeli ki insanlar o yöne yönelsin. Mesela Ömer b. Abdu-laziz, sıdka, iyiliğe, adalet ve emanete talib idi, insanlar da o yöne yö-neliyorlardı. Eğer yalan, zulüm ve hıyanete talib olsaydı insanlar da bu şeylere talib olacaktı[943]İslâm Tarihi, idareciler hakkında güzel örneklerle doludur. İda­recilerden, mesela Hz. Ömer'in döneminde zühd ve lüksü terk yay­gındı. el-Velid b. Abdulmelik [944]devrinde ise insanların gayretleri cami inşasına, acizler ve hastalar için darülaceze, sığınak ve hasta-hane yapımına yönelikti. Bütün bunlara halifenin meyli sebep olu­yordu da ondan. Ömer b. Abdulaziz devrinde ise toplumda adalet ru­hu yayılmıştı, insanlar dinin şeairi (alametleri)ni ayakta tutmaya yö­nelmişlerdi. Bütün bunlar da adil halifenin örnek olmasıyla meydana geliyordu.Demek ki bu gerçekten dolayı "insanlar, idarecilerinin (melikle­rinin) dini üzere (hareket etmekte)'dirler.[945] Et-Tartüşi[946]diyor ki: "İnsanların şu sözü söylediklerini daima işitiyorum: Amelleriniz sizin idarecilerinizdir, nasıl iseniz öyle idare edilirsiniz.[947]Hatta şu ayeti celilede de bu mana elde edilmektedir: "İşte biz, zalimlerin bazısını, kazandıkları (cürümler) sebebiyle, bazısına böyle dost ederiz." (Enam: 129.[948]

 

İmamın Hakları

 

Halife, görevlerini yerine getirince, buna karşılık, bu işi güzelce yerine getirmesine yardım edecek hakları da olduğu, bir gerçektir. Şimdi bu haklardan kısaca bahsedelim.

 

İtaat Hakkı

 

İtaat, İslâm'da siyasi düzenin prensiplerinden bir prensip, haki­miyet sütunlarından bir sütundur. İtaat, imamın boynuna yüklenen bu görevleri1 yerine getirebilmesi için zaruri işlerdendir. Aynı şekilde devletin maksadlarım gerçekleştirebilmesi ve hedeflerine kavuşabil­mesi için bu bir zarurettir. Allah (c.c.) Hz. Ömer b. Hattab'dan razı olsun, şöyle derdi:Cemaatsız İslâm, emirsiz cemaat, itaatsiz da emir olmaz." İslâm nizamını, beşerî düzenlerden ayıran şeyin en önemlilerin­den birisi, mü'minin kalbindeki dini kontroldür. İmam görevini yeri­ne getirirken mü'min de Allah Teâlâ'nm kendisine bu imama itaati vâcib kıldığının idraki içinde olur. Müminin kalbindeki Allah korku­su, ümmetin faydası için konulan devlet işlerinden herhangi bir işe isyanı, anarşiyi, devlet düzenini ihlâl etmeyi -bu düzeni koruyan po-~ listen ve bekçiden uzak olsa da- yasaklar ve reddeder. Çünkü mü'min kati olarak bilir ve inanır ki esas murakıb, kendisinde hiçbir uyku ve uyuklama almayan Hayy ve Kayyûm olan Alîah'dır. Zira o her an bü­tün halleri bilen ve muttali olandır. Beşeri düzenlerde, beşeri sistem­lerde bu mevcut değildir. Beşeri düzenlerin herbirisinin dışarda poli­si ve kontrol edenleri vardır. Onlar da kendileri gibi beşerdir. Zayıf­lık, gaflet ve hata ise beşer tabiatındandır. Gözden uzak kalınca, ar­tık ne kontrol eden, ne polis, ne dini bir engel, muhafazası istenen düzene karşı anarşiden reddedebilecek bir engel olmaz.İşte böylece mü'min bu itaati Allah'a yakınlık ve ibadet olarak yapınca kendisi'nin o itaata karşılık sevabı çok olur. Çünkü mü'min, emirlere Allah'ın ve Rasûlü'nün bu konudaki emrine uyarak itaat et­mektedir, yoksa onların şahıslarına değil. Mü1 min buna dair karşılığı ve sevabı da ancak Allah'tan umar. Fakat diğer düzenlerde karşılık ancak dünya malından istenir ve umulur. Halbuki bu dünya hayatı­nın faidesi ahiretin yanında pek azdır.İbni Teymiye diyor ki:"Allah'a ve Rasûlüne itaat etmek herkes üzerine vâcibdir. Emir .sahiplerine itaat da. Allah'ın onlara itaa# etmeyi emretmesinden dolayı vâcibdir. Kim emir sahiplerine itaat etmek suretiyle Allah'a ve Rasûlü'ne itaat ederse o kimsenin eceli Allah'a aittir. Kim onlara, amirlik ve mal almak için itaat ederse -verirlerse onlara itaat eder, vermezlerse isyan eder- işte o kimsenin ahirette hiçbir nasibi yoktur.[949]Müslim ve Buhari'nin Ebû Hureyre (r.a.)'den rivayet ettiğine gö­re Hz. peygamber (s.a.v.): "Üç kişi vardır ki kıyamet gününde Allah onlarla konuşmaz, onlara bakmaz, onları tezkiye etmez. Hem onlara elim bir azab vardır. Bunlar:

a) Kırda fazla suyu olup da onu yolcuya vermeyen,

b) İkindiden sonra bir kimseye bir mal satan ve o malı (kendim) şu şu kadara aldım diye Allah'a yemin ederek, gerçek bunun aksine olduğu halde müşteriyi kendisine inandıran.

c) Bir imama yalnız dünyalık için bey'at eden, dünyalık verirse sözünde duran, vermezse durmayan kimselerdir.[950]İbni Kesir şöyle diyor: "es-Sayyah b. Sevvadeti'l-Kindi dedi ki, Ömer b. Abdulaziz hutbede şöyle söylerken işittim: "Onlar, o müminlerdir ki, kendilerini yeryüzünde iktidar mevkine getirirsek namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler, marufu emrederler, mün-keri yasak ederler. Bütün işlerin sonu Allah'a dönecektir," (Hac 41) ayetini okuduktan sonra: "Dikkat edin! Bu ayet sadece idarecilere ait değildir, hem idareciye hem de idare edilenlere aittir. Sizin idareci üzerindeki, idarecinin de sizin üzerinizdeki görevini size haber vere­yim mi? İdarecinin sizin üzerinizde ki görevi Allahm hukuku ile sizi hesaba çekmesi, gücü yettiği kadar sizi en sağlam olana sevketmesi, en sağlam olanı göstermesidir. Sizin göreviniz de zorlama olmadan,zor göstermeden ve içi dışına muhalif olmadan itaat etmektir.[951]

 

İtaat Etmenin vâcib Oluşunun Delilleri

İmamın haklarının en mühimlerinden ve halk üzerindeki görev­lerinin en büyüğünden birisi de dinleme ve itaat etmektir. Buna ki­tap ve sünnet delâlet etmektedir"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan ulu'l-emre itaat edin. Bir şey hakkında çekişip anlaşmazlığa düştünüz mü, eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız, onu hemen Al­lah'a ve Peygamberi'ne arzedin. Bu, hem daha hayırlı, hem de netice itibariyle daha güzeldir." (Nisa:Allah Teâlâ, bu ayette, halka, ordu ve diğerlerine, taksimatların­da, hükümlerinde savaş ve diğer konularda emir sahihlerine itaati, idarecilere, emanetleri ehline vermeyi ve adaletle hükmetmeyi em­retmektedir:

"Muhakkak ki, Allah, adaleti, iyiliği ve akrabaya vermeyi emre­diyor. Zinayı, fenalıkları ve insanlara zulüm yapmayı da yasak edi­yor, size böylece öğüt veriyor ki, dinleyip tutasınız." (Nahl 90) Allah'a isyan ile emrolunduklarında, yaratıcıya isyan ederek yaratılana itaat olmaz.[952]Bu âyetteki ulu'1-emir olanlar, Şevkani'nin dediği gibi şunlardır: "İmamlar, sultanlar, kadılar, şer'i bir idare sahibi olan herkesdir. Ancak tâgutî idarecilik değil. Onlara itaattan maksat Allah'a isyan olmadıkça nehyettikleri ve emrettikleri konulardadır. [953]İbni Hacer diyor ki: "İbni Uyeyne şöyle demiştir: Zeyd b. Eslem'e ondan-yani âyetteki ulu'l-emrden-Medine'de Muhammed b. Ka'b'dan sonra Kur'an-ı onun gibi tefsir eden yoktur- sordum O da şöyle dedi: Bir Önceki ayeti oku ki onları tanıyasın, ben de şu ayeti pkudum: "Al­lah size, emanetleri ehline vermenizi hükmettiğinizde de insanlar arasında adaletle hükmetmenizi emrediyor." Dedi ki, bu (ulu'1-emr)idareciler hakkındadır. [954]Taberani'nin dediği "ulu'1-emr" alimleri de içine almaktadır. Ta-beri bunu İbni Abbas, İbni Ebi Nüceyh, el-Hasen, Mücahid, Atâ ve diğerlerinden rivayet etmiştir.[955]Demek ki doğru olan İbni Teymiye'nin dediği gibi "ulu'1-emr" in şümullü oluşudur: "Ulu'1-emr, insanlara emredenlerdir. Buna kudret sahibi ilim ve söz sahibi de dahildir. Bundan dolayı ulu'1-emr iki sını­ftır: Ulema ve ümera. Bu iki sınıf salih olursalar insanlar da salih olur, bunlar fesatta olursalar insanlar da fesada giderler."Allah'a isyanın dışında imamlara dinleyip itaat etmenin vâcibliği hakkında hadisler çoktur. Onlardan bir kısmım ele alalım:Buhari ve Müslim'in ve diğerlerinin de Ebû Hureyre'den rivayet ettiklerifhadis: Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:"Kim bana itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur, her kim bana is­yan ederse Allah'a isyan etmiş olur. Kim benim emirime itaat ederse bana itaat etmiş, her kim benim emrime isyan ederse bana isyan et­miş olur![956]Buhari, Enes b. Malik" (r.a.)'den, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in şöyle dediğini rivayet ediyor:Dinleyiniz ve itaat ediniz! Üzerinize tayin olunan vali, başı si­yah kuru üzüm gibi Habeşli bir köle olsa bile sizin aranızda Allah'ın kitabını uyguladığı müddetçe..." Bir rivayette Ebû Zerr'e Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Başı, siyah kuru üzüm gibi Habeşli de ol­sa dinle ve itaat et[957]Buhari, Müslim ve Tirmizi'nin Abdullah b. Mes'ud (r.a.)'dan ri­vayet ettiklerine göre Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuuştur:"Benden sonra kayırma ve kabul edemeyeceğiniz işler olacaktır." Ashab şöyle dedi:"Ya Rasûlullah! Bizden buna kavuşana ne emredersin?""Borcunuz olan hakkı eda edersiniz, lehinize olanı da Allah'tan istersiniz[958]buyurduBuhari ve Müslim'in Ubade b. es-Samit'den rivayetine göre, Ubade b. Velid b. Ubade'den o da babasından, o da dedesinden nak­len rivayet ederek şöyle demiş:Biz Rasûlullah (s.a.v.)'e darlıkta, varlıkta, neşeli ve kederli za­manlarımızda, bize tercih yapıldığında dinleyip itaat etmeye, emirlik hsusunda ehil olanla kavga etmemeye ve nerede olursak olalım hak­kı söyleyeceğimize, Allah katında hiçbir kınayanın kınamasından korkmayacağımıza (çekinmiyeceğimize) dair bey'at ettik. Müslim'in bir rivayetinde de Ubade:Ancak elinizde hakkında, Allah'dan bir hüccet bulunan aşikâr bir küfür görürseniz o başka!" dedi.[959]Zulmetseler bile, Allah'a isyan edilmesinin dışında namlara ita­atin gerekli oldğunu belirten daha nice hadisler mevcuttur. Ebû Ubeyd el-Kasım b. Selam'ın Mus'ab b. Sad'a isnad ile yaptığı rivayet­te Mus'ab diyor ki: Ali b. Ebi Talib (r.a.), içinde hak-hukuk bulunan bir takım kelimeler söyledi ve: "Allah'ın indirdiği ile hükmetmesi, emaneti eda etmesi imam üzerine haktır, vâcibdir. Bunu yaptığı za­man da insanlara, onu dinlemeleri ve itaat etmeleri, davet edince de icabet edip uymaları haktır, vâcibdir." dedi.[960]

 

İmama İtaat Mutlak Değildir

 

Allah Teâlâ halka, müslümandan emir sahiplerine itaat etmeyi farz kılınca bu itaati mutlak kılmadı. İdare eden de idare edilen de hepsi Allâhın kullarıdırlar. Hepsinin Allah'a itaat etmeleri ve emirle­rine tutunmaları vâcibdir. Çünkü tek ve yegâne hakim odur. Halk, Allâhın haklarından bir hakka kusur etse, idareciye düşen, o halkı teşvik ve korku ile doğru yolu takib edinceye kadar düzeltmeye gay­ret etmektir. Şayet idareci bir masiyeti emrederse onu dinleme ve ona itaat olmaz, ancak ümmete vâcib olan onu nasihat ve onu irşad-dır. Onu hakka döndürecek her vesileye başvurmaktır. Şu şartla ki idareciyi doğrultacak bir maslahattan daha büyük bir mefsedet ol­maya, yoksa halka gerekli olan onun hakkında Allah eriyle (aleyhin­de belane musibetle) hükmedinceye ve onlar o (idareci)den kurtarın-caya rahatlayıncaya kadar sabretmeleridir.Üstad Mevdudi (r.a), İslâmi idaredeki ferd ile idarecinin otorite­sini sınırlama konusunda şöyle söylüyor: "Bu düzende fert ile devlet arasında'bir denge konulmuştur. Devletin mutlak otoritesinin.olmadığı bir dengede şayet devlet mut­lak otorite sahibi olsa, o zaman insan o saltanatın, hiçbir gücü ve ni­meti olmayan bir kölesi olmuş, ferde hiç bir hürriyet verilmemiş ve elinden her şeyi alınmış olur. O zaman da hem kendine hem de top­lumun maslahatına zulmedilmiş olur. Ancak ve ancak ferdlere temel hakları verilmeli, hükümet de en yüce yasaya tabi olmalı, şûrayı oluşturmalı, ferdin kişiliğinin gelişmesi, terbiyesi ve hiçbir taraftan kişilik haklarına dokunulmadan muhafazası için tam olarak fırsatla­rı hazırlaması, ayrıca ferdi, ahlak kaideleriyle bağlamalı, Allah'ın ka­nun ve şeriatına uygun olarak yürüyen hükümete itaat etmeyi, hükümet ile hayır ve maruf ta yardımlaşmayı, kişiye İslâm nizamında gedikler açtırmamayı, etrafta başıboşluğu teşvik etmemeyi, İslâmi düzeni himaye ve muhafaza yolunda nefsi, malı ve ruhunu feda et­mekten geri durmamayı temin etmelidir[961]

 

Devlet Başkanının Otoritesinin Sınırlı Oluşuna Dair De­liller

 

Mâsiyet konusunda itaat olmaksızın devlet başkanının otoritesi­nin sınırlı oluşuna dair gerçekten delil çoktur. Bu delillerden bir ka­çını örnek olarak ele alalım.Önce Allah'ın kitabından:"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan ulu'l-emre de itaat edin. Birşey hakkında çekişip anlaşmazlığa düş­tünüz mü, eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız, onu hemen Allah'a ve Peygamber'e arzedin. Bu, hem daha hayırlı, hem de netice itibariyle daha güzeldir." (Nisa 59)Hafız İbni Hacer diyor ki: et-Tibi şöyle demiştir: "Allah bu ayet­te" "etiullahe: Allah'a itaat ediniz" den sonra ayrıca "etiurresüle: Rasûle itaat ediniz sözünde Rasûle itaatin müstakil oluşuna işaret olarak fiili tekrar etti. Fakat "Ulu'1-emr" de ise, kendilerinde itaati vâcib olmayanların bulunduğuna işaret olarak tekrar etmedi. Bunu şu sözüyle açıkladı. "Birşey hakkında çekişip anlaşmazlığa düştünüz mü, eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız onu hemen Allah'a ve Peygamber'e arz edin" sanki şöyle denilmiştir: Ulu'1-emr olanlar hak ile amel etmezlerse onlara itaat etmeyiniz, o muhalefet ettiğiniz şeyi Allah ve Rasûlü'nün hükmüne arzediniz.[962]idareci ile idare edilenlerin, Allah'a ve rasülüne itaatta hiçbir farkları yoktur. Şayet emir sahipleriyle muhalefet içinde bulunursanız emir sahiple­riyle birlikte Allah'a yani Kur'an'a ve Peygambere yani Sünnete müracaat ediniz demektir. Burada bir başka incelik daha var. Şöyleki: Hüküm koyma ancak Allah'a aitken, niçin bu âyette Allah'a ve rasûle itaat ayrı ayrı farz kı­lınmış? Allah'a itaat asıldır, Peygambere itaat ise Allah'a vekâleten pey­gamberedir, dolayısıyla yine Allah'a sayılıyor. Böylece hakimiye sadece Allâhın oluşu gerçeğine ters düşmüş oluyor. Ulu'1-emr yani devlet başkanı ve naibleri ümera ile ulemaya itaat, Allah'a ve peygambere itaata engel ol­mayan bir itaattir. Ulemanın durumu bilittifak olursa icmâyı, bilihtilaf olursa kıyası ifade eder. Önce Kitap, sonra sünnet, sonra icmâ, sonra da kıyas demek olur. Ulemanın hüküm koyması değil hüküm çıkarması söz ko­nusudur. Ümeranın ise kendisine olan itaata değil, Kitabın, sünnetin icmânın belki kıyasın itaatına itaat demekdir. (müt.)Ebû Hazim Seleme b. Dinar'dan rivayet edildiğine göre, Mesle-me b. Abdulmelik'e: "Ulu'1-emri minküm (Sizden olan emir sahipleri) sözünde bize itaatle emrolunmadınız mı? demiş. O da: "Feruddühu ilallahi verresüli "(Allah'a ve Rasûle müracaat ediniz) sözüyle hakka muhalefet ettiğiniz zaman sizden itaat çekilip alınmadı mı? diye ce­vap vermiştir. [963]Ayetten delil, itaat olunan imamın, şartlar zikrolunurken izahı geçtiği gibi müslümanlardan olması farzdır. Kendisi ile halkı arasın­da ihtilaf meydana gelince bu konudaki hüküm Allah'ın kitabı ve Rasûlü'nün sünnetine müracaat etmelidir, nevasına ve kuvvetlerine değil. Bu da otoritenin kitap ve sünnete tabi olmakla sınırlı olduğuna delildir.bni Teymiye diyor ki: "Şüphesiz onlar -Ehl-i Sünnet ve'1-Cema-at- imamın her emrine itaati caiz görmezler, Şeriatta itaatin caiz ol­duğu konuda itaati vâcib görürler. İmam, Adil bile olsa Allah'a isyan olan konuda da itaati caiz görmezler. İmam, Allah'a itaati emrettiği zaman ona itaat ederler. Mesela onlara namaz kılmayı, zekat verme­yi, sıdkı, adaleti, haccı ve Allah yolunda cihadı emrettiği zamanki itaatlarıyla, hakikatte ancak Allah'a itaat etmiş olurlar. Kâfir ve fâsık, Allah'a itaatla emrettiği zaman kâfir ve fasık emretti diye Al­lah'a itaat haram olmaz, itaatin yâcibliği sakıt da olmaz. Aynı şekil­de kâfir, fâsık bir hakkı konuştuğu zaman o kâfiri veya fâsıkı yalan­lamak caiz olmaz, fâsık veya kâfir onu söyledi diye hakka tabi olma vâcibliği sakıt olmaz.[964]yine şöyle diyor:"Ehl-i Sünnet, emir sahiplerine itaati mutlak manada uygun görmez. Emir sahiplerine olan itaati, Peygamber (s.a.v.)'e itaatin zımnında uygun görür. Şu ayette olduğu gibi: "Allah'a itaat edin, Peygamber ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin... "(Nisa. 59)"Ey Peygamber! Mümin kadınlar sana gelerek Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, evlatlarını öl­dürmemek, elleriyle ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemek (gayri meşru bir çocuk doğurup onu kocasına nisbet etmemek) bir maruf (iyilik işlemek)'da sana isyan etmemek şartıyla bey'at ederlerse (söz verirlerse) bey'atlarını kabul et ve onlar için Allah'tan mağfi­ret dile. Çünkü Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeciyidir. "(Mümtehine 12)"Bir iyilik (işlemek)te sana isyan etmemek şartıyla" ibaresinden alınan şahid-delil ile ilgili İbni Cerir, bu ayet bakkında İbni Zeyd'den naklen şöyle dediğini rivayet etmiştir: Rasûlullah (s.a.v.), Allah'ın nebisi ve yaratıklarının hayırlısı olduğu halde her işi ona helal kıl­madı, ancak bir şartla helal kıldı, sadece "sana isyan etmemek" diye­rek bırakmadı. Ta ki "bir marufda" sana isyan etmemek şartı ile" de­di Allah. Herhangi bir insana marufun dışında itaat olunması nasıl olur? Allah bunu peygamberine bile şart kılmıştır[965]Zemahşeri, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e maruf ile itaat etme sınırla­ması getirilmesinin sebebini tefsir ederek bununla beraber- sadece marufla da emretmesini söyleyerek Allah (c.c.) şu uyarıda bulunmak­tadır diyor:"Yaratıcıya isyanda yaratılana itaattan sakınmak ve korunmak gerekir.[966]el-Keyya el-Herasi de şöyle diyor: "Marufta sana isyan etmemek şartıyle" sözünden, hiçbir kimseye marufun dışında itaatin olmaya­cağı hükmü alınmıştır..." Diyor ki: Hz. Peygamber (s.a.v.), ancak ma­ruf ile emrolunmuştur, hiçbir kimsenin, sultanlara itaatte ruhsattan faydalanmaması için itaatte de maruf şart koşulmuştur.[967]İşte bütün bunlardan çıkarılan netice, idarecilerin ve idare edi­lenlerin hepsinin itaati, maruf olmasıyla sınırlanmıştır. Maruf, emir olsun nehiy olsun Sâri (Allah (c.c.) ve Paygamber (s.a.v.))'nin iyi gör­düğü, aklı seliminde güzel gördüğü şeydir. Bu hususda hakem, kitap ve sünnetten hüküm çıkaran alimlerdir. Şu âyet-i kerimede belirtil­diği gibi: "... Onu Peygamber ve içlerinden ulu'l-emr olanlara arzetse-ler elbette bunların hüküm çıkarmaya kadir olanları onu anlar bilir­lerdi..." (Nisa 83)İslâm'da mutlak hakikatin kaynağı Allah (c.c.) dır. Allah, hakikati, herşeyin kendisinden çıkrılacağHıakikatm kaynağını, her konudaki mutlak hakikati vahiyle belirlemiştir. Bunu da kitabı Kur'an'da, Rasülü Hz. Mu-hammed (s.a.v.) in sünnetinde belirlemiştir. Her konuda, her konunun as­lında, kaynak oluşunda tamanılık ve kemallik mevcuttuır. Değişmeyecek,değişmeye ihtiyaç olmayacak şekilde belirlenmiştir. İki kerre iki dört eder, asırların değişmesiyle değişmiyeceği gibi; iktisadi, itikadi, siyasi, ruhi, içti­mai vs. her konuda değişmeyecek gerçekler vardır. Asırların-ve ihtiyaçların değişmesiyle, gelişmesiyle yeni olan nadiselere bu asıllardan ilim ehli, istin-bat ehli tarafından hükümler çıkartılmıştır. Âyeti Kerimede dikkat edilecek olursa hem Peygamber (s.a.v.) hem de ehli ilim istinbat edebilmektedir. Kaynaktan istifadede, kaynaktan hüküm çıkarmada Rasül de Ümmeti de birdir. Peygamberin hüküm çıkarması, Allah reddetmemişse zanni değildir, ama ilim ehlinin hüküm çıkarması zannîdir. Peygamberin içtihadını Allah ya neshetmiş ya kabul etmiştir, neticede ortaya çıkan kati olmuş oluyor.Marufun bir manası da herkesçe fıtratı bozulmayan, herkesçe iyi bili­nen demektir. İnsan fıtratına, yani akla, ruha ve insan yaşayışına, yapabil­me gücüne uygun olan, iyi olan demektir. İslâmm iyi dediğine akıl iyi demi-yorsa ya anlamamıştır veya akıl bozulmuştur.Maruf, şeriatta yani Allahm maruf dediği şeylerdir. Şeriat ise vahiydir. Vahiyden ise ancak istinbat ehli alimler hüküm çıkarırlar. İşte bu alimlerin hakemliği ile maruflar tesbit edilir, (müt.)İmam alim olmazsa -imametin şartlarından olmasıyla birlikte-Önceki âyet-i kerimenin "Allah'a itaat edin, Peygamber'e ve sizden olan ulu'1-emre itaat edin" kısmındaki ulu'l-emr ifadesinin alimlere şamil olmasıyla da imamın alim olması gerekmektedir. Şüphesiz biz çekişme esnasında Allahm kitabı ve Rasûlü'nün sünnetinin hakemli­ğine müracaat etmekle emr olunduğumuza göre şeriat alimlerine şe­riatı öğrenen ve öğreten kimselere müracaat edilmesi gerekir. İşte bütün bunlardan dolayıdır ki idarecilere itaat alimlere itaata bağlı­dır. Bu konuda İbnu'l-Kayyım (r.a.) şöyle söylüyor: "Muhakkak olan şudur ki ümeraya, ilmin gereğiyle emirlik yaptıklarından dolayı itaat olunurlar. Onlara itaat alimlere itaata tabidir. İtaat ise ancak maruf­da ve ilmin gerektirdiği şeyde olur. Şunun gibidir ki alimlere itaat da peygambere itaata tâbidir. Demek ki netice, ümeraya itaat ulemaya itaata tâbidir. İslâmm hayatiyeti ve ayakta kalışı ulema ve ümera taifesiyle olunca, insanların bütünü de onlara tabi olunca, alemin dü­zelmesi işte bu iki taifenin düzelmesi ile olur. Alemin' bozulması da bu iki gurubun bozulması ile olur. Abdullah b. el-Mübarek ve diğer seleften bazılarının da dediği gibi: "İnsanlardan iki sınıf vardır ki, bu iki sınıf düzelirse insanlar da düzelir, bu iki sınıf bozulursa, insanlar da bozulur. Onlar kimlerdir? diye sorulunca: Melikler ve alimlerdir, diye cevap vermiştir.[968]Abdullah b. el-Mübarek'in şu şiirinde dediği gibi:Gördüm ki günahlar kalbleri öldürmekte, Günahlara devam da zilleti doğurmakta. Günahların terki kalblerin hayatıdır, Kendi nefsine günahlara isyanı tercih et! Dini ancak melikler ve kötü alimler değiştirmiş. Nefisleri sattılar fakat birşey kazanamadılar, Alışverişte bir gelir de elde edemediler.

işte bu insanlar, koktuğu akıl sahiplerine aşikar olan leş içinde dolaşmaktalar.[969]

 

Sünnetten Delil:

İmamın otoritesinin sınırlı olduğuna dair sünnetten deliller ger­çekten çoktur. Onlardan birkaçını ele alalım:

1- Abdullah b. Ömer (r.a.), Hz. Peygamber (s.a.v.)'in şöyle dediği­ni rivayet etmiştir: "Müslüman bir kimseye, sevdiği, sevmediği (her) hususta (amirini) dinleyip itaat etmek gerekir. Meğer ki, kendisine masıyet emredile. Eğer masiyet emredilirse ne dinlemek vardır, ne de itaat![970]İbmı'l-Kayyım (r.a.) bu hadisle alakalı olarak şöyle demiştir:"Bu hadiste, Allah'a isyan olan konuda emir sahiplerine itaat eden kimsenin asi olacağına, Allah katında buna dair hiçbir özür de ortaya koyamayacağına, masiyetin günahının o kimseye o günahı iş­lememiş bile olsa ulaşacağına delil vardır. Bu hadis bu manaya dela­let eder, delil alınacak yönü de budur. Hayra, doğruya güzele tevfik Allah'ın yardımıyladır. [971]

2- Müslim ve Buhari,Hz. Ali b. Ebi Talib'den naklen rivayet et­mişlerdir. Hz. Ali şöyle demiştir:Rasûlullah (s.a.v.) bir seriyye gönderdi. Üzerine de ensardan bir zatı kumandan tayin etti. Onlara bu zatı dinleyip kendisine itaat et­melerini emir buyurdu. Derken bu zatı kızdırdılar. O da:-Bana odun toplayın! dedi. Hemen topladılar. Sonra:Bir ateş yakın! dedi. Yaktılar. Sonra:Size Rasûlullah (s.a.v.) beni dinleyip itaat etmenizi emir buyur-madı mı? dedi.Evet, buyurdu! cevabını verdiler.Öyle ise bu ateşe girin! dedi. Bunun üzerine askerler birbirleri­ne bakıştılar, ve:Biz Rasûlullah (s.a.v.)'e ancak ateşten kaçtık! dediler. Gerçek­ten öyle yapmışlardı. Kumandanın öfkesi de yatıştı ve ateş söndürül­dü. Döndükleri vakit bunu Peygamber (s.a.v.)'e söylediler de: "Ona girseler, (bir daha) çıkamazlardı. Taat ancak maruf-meşru (olan bir­şey) hususundadır!" buyurdular,[972]Kumandanın askerlerini yakmak istemesi âlimlerin bazısına gö­re şakadır. Bazıları da denemek istediğini söylemişlerdir. Hatta güle­rek: "Ben sizi denemek istedim" dediği rivayet olunmuştur. Bu zaten Abdullah b. Huzafe olduğu söylenmişse de Nevevi bunu zayıf bulur. Zira hadisin ikinci rivayetinde kumandanın ensardan bir zat olduğu bildirilmiştir ki, bu da onun başka biri olduğunu gösterir. Onların kumandanları, onlara dünya ateşine girmelerini emretmişti. Hz. Peygamber (s.a.v.) ise buna isyan etmeyi vâcib kılmıştı. Masiyetleri işlemek suretiyle âhiret ateşine girmeyi emredenlere ne dersin, onla­ra itaat nasıl olur? Sen bir düşün.Buhâri'nin Enes b. Malik'den, Rasûlullah (s;a.v.)'ın şöyle buyur­duğunu rivayet ediyor:"Üzerinize tayin olunan bir vali, başı siyah kuru üzüm gibi Ha-beşli bir köle bile olsa Allah'ın kitabını uyguladığı müddetçe onu din­leyin ve itaat ediniz![973]' Bu hadis, halkını Allah'ın kitabıyla yönettiği müddetçe dinleyin ve itaat edin diye imama yapılan itaati sınırlamıştır. Buna göre, Al­lah'ın indirdiğinden başkasıyla idare eden hiçbir idareciye itaat caiz olmaz. İsterse bu hüküm onu dinden çıkarıcı olsun isterse olmasın birdir. Çünkü her iki halde de marufla emretmeyen asi durumdadır. Zira yaratıcıya isyanda yaratılana itaat yoktur.İmam Ahmed, Abdullah b. Mes'ud(r.a.)'dan, Rasûlullah (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:"Benden sonra sizin (yönetim) işini bir takım insanlar üzerine-alacaklar, sünneti söndürecekler, bid'atı ihdas edip (uyduracaklar), namazı vakitlerinden geciktirecekler." İbni Mes'ud: "Ben onlara yeti­şirsem ben(im halim) nasıl olur?" deyince. Rasûlullah şöyle buyur­muştur:"-Ey Ümmü Abdın oğlu! Allah'a isyan edene itaat olmaz.[974]Buhâri'nin Enes b. Malik den, Resûlüllah (s.a.v.)'ın şöyle buyur­duğu rivayet ediliyor.Üzerinize tayin olunan bir vali, başı siyah kuru üzüm gibi Ha-beşli bir köle bile olsa Allah'ın Kitabını uyguladığı müddetçe onları dinleyin ve itaat ediniz[975]Bu hadis, halkını Allah'ın kitabıyla yönettiği müddetçe dinleyin ve itaat edin diye imama yapılan itaati sınırlamıştır. Buna göre, Al­lah'ın indirdiğinden başkasıyla hükmeden hiçbir idareciye itaat caiz olmaz. İsterse bu hüküm onu dinden çıkarıcı olsun isterse olmasın birdir. İzahı önce geçmişti. Çünkü her iki halde de marufla emretme­yen âsi durumundadır. Zira yaratıcıya isyanda yaratılana itaat yok­tur.Her kayıttan azade mutlak itaat, şirke ve insanların birbirlerini ilahlaştırmaya götürür. Şu âyeti kerime'de olduğu gibi: "Allah'ı bıra­kıp hahamlarını, papazlarını ve Meryem'in oğlu Mesih'i Rab edindi­ler. Halbuki onlar da ancak bir olan Allah'a kulluk etmekle emrolun-muşlardı. Allah'dan başka hiçbir ilah yoktur. O, müşriklerin ortak koştuğu şeylerden münezzehdir." (Tevbe 31)Adiy b. Hatim (r.a.) hadisi hususunda: Hz. Peygamber (s.a.v.) in yanma, Adiy b. Hatim hiristiyan olduğu halde gelmişti, üstteki âyet okunurken işitmiş ve şöyle demişti: Biz onlara (papazlara ve haham­lara) kulluk edip ibadet etmedik. Hz. Peygamber (s.a.v.):"Allah'ın helal kıldığım, onlar haram ediyorlardı, siz de onu ha­ram kabul etmiyor muydunuz? Allah'ın haram kıldığını onlar helal ediyorlardı, siz de onu helal kabul etmiyor muydunuz? buyur^J Dedi ki: Evet. Hz. Peygamber (s.a.v.) de:İşte bu onlara kulluk, ibadet etmektir," buyurdu.[976]İbni Teymiye de şöyle diyor: "Ebû'l-Buhteri[977] de aynı şekilde şöylece demiştir: "Şüphesiz onlar, onîar için namaz kılmadılar, şayet onlar insanlara Allah'tan başkasına ibadet etmelerini emretseydiler itaat etmezlerdi. Fakat onlara emrettiler, onlar da Allah'ın helâlini haram ettiler, haramını da helal ettiler, onlar da bu konuda onlara itaat ettiler. İşte böylece bu rubübiyet oldu.[978]Rubübiyetin özelliklerinden birisi de emredip nehyetmesi, helal edip haram etmesidir. Demek ki kimin helâlini helal haramını da haram, diye emretmesini, yasak koymasını kabul ediyorsanız ona kulluk ediyorsunuz, onu rab etmiş, ilah kabul etmiş oluyorsunuz. Allah'ın koyduğu helâli yani farzları yasaklamak veya Allah'ın haram kıldığını helâl kabul etmek Al­lah'ın karşısına çıkıp ben senden daha iyi bilirim. İnsanları kendime kulluk ettireceğim demektir ki, işte bu da apaçık bir rablık ve ilahlık iddiasıdır ve bir şirktir, (müt.)Er-Rabi'b. Enes şöyle demiştir: Ben Ebû'l-Aliye'ye: İsrailoğulla-rmda bu rubübiyet nasıldı? diye sordum. O isRubübiyet onlarda şöyle idi, Allah'ın kitabında emrolundukları ve nehyolundukları şey­leri buluyorlardı ve diyorlardı ki: "Biz âlimlerimizi hiçbir konuda geç­medik, bize ne emrediyorlarsa biz de onu emir kabul ederdik, bizi ne­den yasaklıyorlarsa biz de onların söylemelerinden dolayı sakınır-dık." İşte böylece bir takım adamları nasihatci kabul ettiler. Allah'ın kitabını gerilerine atıp terkettiler. Hz. Peygamber (s.a.v.), Ehli kita­bın rahiplere ve ruhbanlara olan kulluklarını haram ile açıklamıştır. Yoksa onlar, onlar için namaz kılmadılar, onlar için oruç tutmadılar ve Allah'ı bırakıp onlara yakarmadılar. İşte bu, kişilerin Allah'dan başkasına olan ibadetidir. [979]Rahip ve ruhbanların da mallar elde etmek için yaptırdıkları kulluktur.Taberi, İbni C üreye'den naklederek "... Allah'ı bırakıp da bazı­nız bazınızı rabler edinmesin...", (Ali İmrân 64) âyetinin manası, ba­zımız bazımıza Allah'a isyanda itaat etmesin, demektir dediğini riva­yet etmiştir. [980]İşte bundan dolayıdır ki, kim Allah'a isyan olan kanunda ulemâya ve ümerâya itaat ederse, Allah'ı bırakıp onları rabler edin­miş olur. Bu da Allah'ı bırakıp onlara yapılan bir ibadet olup şirk ol­muş olur. Hangi günah, bir insanın diğer bir insanı, Allah'a isyan olan bir hususta ve Allah'ın helâl ettiğini haram kılmada itaat ettiği kimseyi hüküm koyucu bir rab edinmesinden daha büyük olabilir ki?Allah (c.c.) Kur'an-ı Kerim'inde müminleri havas ye avam diye iki kı­sım olarak belirtmiştir. Avama, "Bilmiyorsanız ehli Kur'an'a (yani alimlere, istinbat ehline) sorunuz!" buyurmuş. Havassa da :"... Herhangi bir konuda çekişirseniz Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız Allah'a (Kur'ana) ve Resule (Sünnete) müracaat ediniz!..." buyurmuştur. Âlimlere sormakla Al­lah'a ve peygambere sormuş oluyoruz. Fakat avam, avam da olsa zarûrati diniyeyi, küfür, şirk, helal ve haramı bilecek. Kitab ve sünnetteki belli başlı" hükümleri bilecek ki âlimlerin yanlışına uymasın, körükörüne taklid etme­sin. Allah'ın helâlini bırakıp da Allah'a sırt çeviren veya yanıldığından dola­yı sırt çevirmiş olan âlimin helâlma uymasın. Körükörüne taklid felakettir. Zira o zaman taklid ettiğiniz müslüman olursa siz de müslüman olursunuz, kâfir olursa siz de kâfir olursunuz. İşte mü'minin herşeyden Önce itikadi ve ameli farz ve haramları bilmesi farzdır... (müt.)Ma'siyette itaat etmek tağuta itaattir, halbuki biz tağutu inkar ile emrolunduk.İbni Teymiye diyor ki: "Allah'a isyanda kendisine itaat edilen, Hak din ve doğru yolun dışına çıkılıp kendisine uyulan kimse, ister Allah'ın kitabına muhalif olsun isterse Allah'ın bir emrine muhalif olsun hüküm aynıdır, o kimse tâğuttur.[981]Bütün bu geçenlerden ortaya çıkan netice, imamlara, idarecilere itaatin, Allah ve Resulüne isyan olmaması kaydıyla sınırlandırıldığı­dır. Allah'a ve Resulüne isyan olursa, delillerin ifade ettiği gibi o ko­nuda onlara itaat yoktur. İşte böylece bize şu gerçek ortaya çıkmıştır, Allah'ın bize emrettiği ve halka da vâcib kıldığı imamlara itaat, bile­rek görerek olan itaattir, beşeri sistemdeki askeri terimlerin ifade et­tiği ve bazı sofiye tarikatlarının ifade ettiği gibi bir şahsa yapılan kö­rükörüne bir itaat değildir. İslâm'daki itaat ancak marufda olur." Se-riyye ehlinde görülen, emirlerin durumu ve Hz. Peygamber (s.a.v.)'in onlara verdiği cevabı görmüştük. Eğer ma'siyetde itaat caiz görülse, İslâm'da tenakuz olürctu: Zira Şâri'nin birşeyi haram kılıp sonra da onu vâcib kılması düşünülemez.[982]Üstad Ahmed Şâkir, "Müslüman bir kimseye sevdiği, sevmediği! (her) hususta (âmirini) dinleyip itaat etmesi vâcibdir. Ancak ma'si-1: yette emredilirse müstesna. Eğer ma'siyet emredilirse ne dinlemek

vardır, ne de itaat!" hadisine yaptığı izahda şöyle söylüyor:Hz. Peygamber (s.a.v.) bu vacibi^-itaat vâcibliğini- ince, sahih bir f sınırla sınırlamıştır. Mükellef için, yüklenileni ve emredileni ölçmede \ hak ölçüsü koymuştur. Kendi üzerinde emir sahibi olan kimse bir [ ma'siyeti emrederse ne dinlemek ne de itaat vardır. Yaratılana itaat 1 edip Allah'a isyan ederse bu isyanın günâhı sadece emredene ait ol- i maz. Allah katında, bu ma'siyeti başkasının emriyle yapmasından [ dolayı mazur sayılmaz zira bu kimse amelinden mesul bir mükellef- j tir. Bunun durumu ile emredenin durumu eşittir.Net olarak bu bilinen bir geçekdir ki, memurun âmire itaat et­memesi gereken ma'siyet, haramlığını Kitab ve sünnetin belirttiği t açık ma'siyettir. Memurun yorumda bulunup da helâl kabul edebile-1 ceği bir ma'siyet değildir ki, kendisini haklı görüp diretebileceği veh- j mine kapılabilsin. Çünkü bu anlayış hem kendisini hem de başkasını hataya düşüren bir ma'siyeti emreder.[983]\İşte bu, kendilerinin memur olduklarını ileri sürerek ma'siyetle- [ ri işleyenlere reddiyedir. Diyorlar ki günah, bize emredenlere aittir, | bize ait değildir. Hak olan, günah hem emredenin hem de o emri ya- j panındır. Eğer ikrah (zorlama) karşısında kalarak yapmışsa sadece | emredene aittir. Bütün geçen hadisler ve ulemânın sözleri, onların j iddialarını ve nefislerine olan hilebazlıklarını reddetmektedir.Emeviler zamanında Şam ehlinden bir grup çıkmış, mutlak itaa-j tm imama ait olduğunu, Allahm imamın hasenatını kabul edeceğini* ve günahlarını da affedeceğini ileri sürüyorlardı.İbni Teymiye bu grup hakkında şu bilgiyi veriyor:Şam'ın aşırıları (galiye) Beni Ümeyyenin tâbileridir ki onlar 1 şöyle derler: Allah, bir halifeyi halife tayin edince, onun hasenatını i kabul eder, günahlarını affeder. Çok kere de şöyle diyorlar: Allah onu | hesaba çekmez. Bu sebeple el-Velid b. Abdülmelik bunu ulemâdan sordu. Âlimler şöyle dediler: Ey mü'minlerin Emiri! Sen mi Allah ka- \ tında daha şereflisin yoksa Davud Aleyhisselam mı? Zira Allah (c.c.) i ayet-i kerime'de: "Ey Davud! Biz seni yeryüzünde halife yaptık o hal- \ de insanlar arasında adaletle hükmet! Hevâya uyma ki, seni Allah tyolundan saptırmasın, çünkü Allah yolundan sapanlar, hesap günü­nü unuttukları cihette, kendilerine pek şiddetli bir azap vardır." (Sad 26)Aynı şekilde Süleyman b. Abdülmelik bu konuyu Ebû Hazım el-Medeni'ye meşhur va'zında sormuştur. O da ona bu âyeti oku­muş,[984] sonra da Ebû Hazım, Onların yanılgılarını açıklamış ve şöy­le demiştir: "Lâkin onlardan yanılanlarm yanılması iki cihettendir, birisi kendileri idarecilere mutlak itaatla itaat ediyorlar. Arkasından da şöyle diyorlar: Allah, onlara itaati emretti. Diğer yanılgı da, onlar­dan bir kısmının şu sözüdür: Allah bir halife tayin edince onun hasenatını kabul eder, günahlarını affeder.[985]

 

Zâlim İmama İtaat

 

Bir imama itaat edilebilmesi için âdil olması şarttır. Aksine bir takım günah ve zulmü bulunsa bile (mesela Allah'ın haklarında (ka­nunlarında) bir kusur veya insanların haklarının bazılarında kusur­ları olsa bile) ona itaat edilir. Çünkü âdil olan, Allah'tan korkan, Al­lah'ın hakkını koruyan gözeten kimsenin, ma'siyet olduğunu bilerek bir masiyeti emretmesi nadirdir. Fakat Allah'a isyanı emretmeyi kasteden zâlimdir ve fâsıkdır. İşte böyle olan kimseye Allah'a itaat konusunda itaat edilir, Allah'a isyan konusu olunca ise o kimseye is­yan edilir. Bu durum, zulmü ve fâsıklığı, azli gerektirecek bir sınıra ulaşmadıkçadır.- Bunun izahı, ulemanın görüşleri, inşaallah sonraki bölümde, delilleriyle birlikte gelecektir.Fışkı ve zulmü azli gerektirecek bir dereceye ulaşmadıkça itaat edilebilir. Allah'a isyan konusunda ise bu imama itaat edilmeyip is­yan edilir. Buna dair deliller.Buhari, Müslim, Tirenizi ve diğerlerinin Abdullah b. Mesud (r.a.)' den Hz. Resûllüllah (s.a.v.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir.Mesele şu ki: Benden sonra kayırma ve kabul edemeyeceğiniz işler olacaktır." Ashab:Yâ Resûlallah! Bizden buna yetişene ne emredersin? dediler:Borcunuz olan hakkı edâ edersiniz, lehinize olanı da Allah'tan istersiniz," buyurdular.[986]Üseyd b. Hudayr (r.a.) dan nakledildiğine göre, ensardan bir adam Hz. Peygamber (s.a.v.)'e geldi de:- Ya Resûlallah ! Filanı zekât âmili (veya vali) tayin etmişsin, be­ni zekât âmili (veya vali) tâyin etmediniz, dedi. Resûlüllah (s.a.v.):"(Ey Ensar cemaatı!) şüphesiz sizler benden sonra yakında (böy­le dünya işlerinde) başkalarının size tercih edildiği (zamanı) görecek­siniz. (Bununla beraber'yine de) siz, şu havuz üzerinde bana kavu­şuncaya kadar sabrediniz[987]Seleme b. Yezid el-Cü'fi (r.a.), Resûlüllah (s.a.v.) dan şöyle sordu: Ya Nebiyyallah! Başımıza kendi haklarını bizden isteyen fakat hakkımızı bize vermeyen âmirler gelirse bize ne emir buyurursun? dedi.O kendisinden yüzünü çevirdi. Sonra tekrar sordu. Yine ondan yüzünü çevirdi, sonra ikincide veya üçüncüde ona tekrar sordu da Eş'as b. Kays onu çekti. Hz. Peygamber (s.a.v.) de:"Dinleyin ve itaat edin! Onlara ancak yüklendikleri, (mükellef ol­dukları) size de yüklendikleriniz vardır," buyurdular[988]

Müslim, Huzeyfe b. Yeman (r.a.) dan rivayet ediyor. Huzeyfe (r.a.): Ya Resûlallah! Biz fenalıkta idik. Allah hayır getirdi. Şimdi biz onun içindeyiz. Acaba bu hayrın ardında bir şer var mıdır? dedim. Resûllulah (s.a.v.):"Evet," cevabını verdi.- Bu şerrin arkasında bir hayır var mıdır? dedim. "Evet," buyur­dular.- Ya bu hayrın arkasında bir şer var mıdır? dedim. "Evet," ceva­bını verdi.Nasıl ? dedim. "Benden sonra benim doğru yolumdan gitmeyen ye benim sünnetimle amel etmeyen imamlar (hükümdarlar) olacak. İçlerinden bir takım adamlar türeyecek ki, kalbleri, insan cisminde şeytan kalbi olacak!" buyurdu.Ben buna kavuşursam ne yapayım ya Resûlallah! dedim."Dinlersin ve emire itaat edersin. Sırtın dövülse ve malın alınsa bile yine dinle ve itaat eyle!" buyurdular. [989]Bu ve bu manadaki hadislerin bütününde, müslüman kişiye, imama marufta itaat vâcibtir, bazı haklarından mahrum da olsa, ba­zı malları elinden alınsa bile. Hatta bu durum, vurma gibi cisme za­rar vermeye kadar vardırsa veya malım almaya ve şahsi işlerdeki[990]zarara vardırsa bile. Mü1 mine gereken, Allah'ın vâcib kıldığı ma'rufta itaati yerine getirmekdir. Hakkını ise Allah katından ummasıdır. Zi­ra dâvâlılar Allah huzurunda bir araya toplanacaktır. Bu, fitne kapı­sının açılmasına ve istenmeyen ihtilafların ortaya çıkmasına bir sed-dir.Bütün bunlar mü'minin kendi nefsi için değil Allah için olması­nın dışında kızmaması ve intikam almaması gerektiğine delildir. Her konuda olduğu gibi bu konuda da Örnek Peygamber (s.a.v.) dir. Sahih hadisde:Resûlüllah (s.a.v.) kendisi için intikam almamıştır. Ancak, Al­lah'ın haramları çiğnenmesi hariç[991]İmam, halktan birisinin dünya haklarından bir hakkı konusun­da kusur etse, yine de o kimsenin imama itaat etmesi gerekir ve bu hakdan mahrum edilmesinden dolayı imama isyan etmez. İmamın kendisi günahlardan birini işlemiş de olsa veya kendi görevlerinden bazısının edasında kusuru da olsa durum böyledir. İşte bu durumda mü'mine gereken, imama nasihat etmesi ve Allah'a itaatta ona itaat etmesidir. Eğer iş, Allah'a ma'siyet ile emretmesi gibi dine dokunur­sa işte orada imamı dinlemek ve itaat yoktur. Bilakis ona isyan vâcib olur, bu sebepten dolayı başına bir belâ gelse de. Hz. Ebû Bekir (r.a.) meşhur hutbesinde şöyle demiştir."Allah'a ve Resulüne itaat ettiğim müddetçe bana itaat ediniz! Eğer Allah'a ve Resulüne isyan edersem sizin bana itaat etmeniz ge­rekmez.[992] Zikri az önce geçen Ubade b. es-Samit hadisinde olduğu gibi: "Bize düşen hak kelimeyi söylememiz ve Allah yolunda kınaya­nın kınamasından korkmamamızdır."Şüphesiz kim hakkı yerine getirir ve hakka çağırırda, zalim ida­reciler ona karşı çıksalar bile o kimseye lazım olan, sabretmesi, sebat etmesi ve devam etmesi, bunun ecrini de Allah katından ummasıdır. Zira Allah Teâlâ:"Marufu emret! Münkerden de sakındır, (bu işten dolayı) sana isabet eden (sıkıntılara) da sabret! Şüphe yok ki bu iş azm edilmesi gereken işlerdendir." (Lokman 17)Hz. Peygamber (s.a.v.)'e : Cihâdın hangisi efdaldır? diye sorulun­ca: "Zâlim sultan katında hakkı konuşmaktır.lı[993]Hâkim, Abdurrahman b. Beşir el-Ensari'den, şöyle dediğini riva­yet etmiştir: Bir adam geldi ve Ey İbni Mes'ud! diye nida etti, İbni Mes'ud da ona yöneldi. O adam:Yâ Eba Abdurrahman! Ben kendimi bilerek ne zaman saparım, dedi. İbni Mes'ud (r.a.):  Senin üzerinde bir takım âmirler bulunur, onlara itaat etsen seni cehenneme girdirirler, eğer onlara isyan etsen seni öldürürler.[994]dedi. Mesela: İnsana onlar cihetinden bir eziyet meydana gelse bile masiyetle emrettikleri zaman onlara muhalefet etmek vâcibdir. Bütün bu izahlarla birlikte, selefe göre şahsi eziyete sabrın vâcib olduğuna, üzerinde ittifak edilmemiş olduğu uyarısında bulunmamız da bir vâcibdir. Bu konuda sahabe asrından beri aşağıdaki deliller ileri sürülerek insanlar çeşitli fikirlere yönelmişlerdir. Delillerden bir kaçı şunlardır:"Onlar ki kendi (haklarına) tecâvüz isabet ederse yardımlaşırlar (savunurlar)" (Şura 39)* Ve onlar'ki kendilerine bağy isabet ettiği, yani haklarına tecâvüz vâki olduğu vakit yine kendileri yardımlaşır öçlerini alırlar. Haklarını müdafaa eder, haksızlığa boyun eğmez, zilletten hoşlanmaz, bağya tecavüz edenin ce­zasını verirler, aşırı gitmeyerek adaletle öçlerini alırlar ve bunun için başka bir milletin himayesine sığınmazlar, kendi cemaat ve milletlerinin istiklâli, izzet ve nusre birliği ile zâlim ve bâğinin hakkından gelirler... Onun için bağye karşı öc alınırken haddi aşıp da tecavüz etmemelidir. "Her kim de af-vedip ıslah eylerse-kendine kötülük eden kimsenin suçunu affedip onunla arasındaki husumet halini düzeltirse onun da ecri Allah'adır." (Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı H. Yazır, c. 6, s. 42, 49, 4251) (müt.)Her kim malı uğrunda öldürülürse şehiddir.[995]İdareci veya bir başkasından olan hakka tecavüz ile zulme uğra­ma arasında bir fark olmadığına dair buna benzer hadisler var. Bun­lardan birisi şudur: Rivayete göre Hz. Muaviye'nin valisi Anbese, arazisini sulamak için Amr b. As oğullarının bahçesinden yol açmak istemişti. (Hadise Taif de oluyor.) Bunun üzerine Abdullah b. Amr azadlıları ile birlikte silahlanarak karşısına çıkmış ve şöyle demişler: Ben Rasülullah (s.a.v.)'ı şöyle söylerken duydum: "Her kim malı uğ­runda mazlum olarak öldürülürse şehiddir.[996]Fakat bu deliller umumidir. Bu konu özeldir, umumun tahsisi gerekir. İbnu'l-Münzir diyor ki: İlim ehlinin üzerinde bulunduğu ger­çek, zulüm edilmek istendiğinde kişinin kendisini o zulümlerden mü­dafaa etme hakkı vardır. Ancak hadis alimlerinin ifadesine göre, sul­tanların zulmüne sabır ve kıyama kalkışmamakla ilgili âsârın mev­cudiyeti, sultanlardan gelen sıkıntılar istisna edilmiştir.[997]Yine işaret edilmesi uygun olan şeylerden birisi de şu ki, İmam İbni Hazm'ın bu konuda katı tutumu vardır. Şöyle ki, imam-sultan, malını aldığı zaman hatta sırtına da vursa imama karşı sabrı gerekli görür. Ancak imam, idare işini hak yolla üzerine almışsa böyledir. Fakat idareciliği batıl yolla üzerine almış ve batılla idare ediyorsa, Rasülullah (s.a.v.)'m buna sabredileceğine dair emretmesinden Al­lah'a sığınırım, diyor/[998]Hatta İbni Hazm işi, bu hadisleri mensuh olduğu hükmüne vardırıyor ki bu uzak bir ihtimaldir.Bu konularla ilgili, Ehli sünnetin tutumu ve azledilmesi ile ilgili geniş izahat inşaalah gelecektir.

 

İmama Yardım Etmek ve Güçlendirmek:

 

İmamın görevleri anlatılınca, boynuna yüklenen me'suliyetinin büyüklüğü anlaşılmış oldu.Görevlerinden birisi de fesad ve fesadcılarla savaşmaktır. Bu ise imamı güç duruma sokmaktadır. Bundan dolayıdır ki ümmete gere­ken, musibetlere, felaketlere karşı imama yardımcı olmak, onu İslâm Devleti'nin iç ve dış fesatçı düşmanlarına bırakmamaktır.iyilik etmek, fenalıktan sakınmak hususunda birbirinizle | yardımlasın. Günah işlemek ve haddi aşmak üzerinde yardımlaşma-ytn..."(Maide, 2)Şüphe yok ki hak imama yardım etmek, yardımlaşmak, İslâm'ın ve müslümanların zaferini gerektiren iyiliklerdendir. Abdullah b. Amr b. el-As (ra)'m, Hz. P.eygamber (s.a.v.) 'in şöyle* dediğini rivayet ediyor: "Bir kimse imama (emire, hükümdara) bey'at eder de ona şakla-1 yan elini ve kalbinin semeresini verirse elinden geldiği takdirde he­men ona itaat etsin! Başka biri gelir de onunla çekişirse gelene itaat' etmeyin![999]Ebû Ya'lâ şöyle diyor: İmam ümmetin haklarını yerine getirince, onun ümmet üzerinde iki hakkı vardır: İtaat ve imamı imametten çı­karacak birşey olmadıkça ona yardımda bulunmak.Üstad Muhammed Esed de şöyle diyor: "Müslümanlara vâcib olan, şeriat hükümetinin arkasında birlik halinde durmaları, yardım! etmeleri, kuvvetlendirmeleri ve bu birlik için bütün zenginliklerini] lezzet veren şeylerini, dünyadan malik oldukları şeylerini ve hayatla!rını feda etmeleridir.[1000]Bundan dolayıdır ki zulüm ve fesad ehli, âdil imama karşı har-j betmeye başlarsa hiçbir caiz te'vil olmaksızın onlara karşı âdil imam-J la birlikte savaşmak meşrudur. Şu âyette yağmacının cezasının verilj meşinin meşru kılındığı gibi: "Allah'a ve Peygamberine karşı harp ederek yeryüzünde fesad çıkarmaya çalışanların cezası, ancak ve an\ cak öldürülmeleri veya asılmaları yahut elleriyle ayaklarının çapraz kesilmesi veya o yerden sürgün edilmeleridir..."(Maide : 33)              

"Sultan veya vekili İslâm devleti ile harbedenleri zulmetmeden haddi uygulamak için onları aradığı zaman, onlar da haddi uygula^ maya karşı diretseler, müslümanların, âlimlerin ittifakıyla onlam hepsi üzerinde hakim oluncaya kadar savaşmak vâcib olur.[1001]Bu konunun tafsilatı, fıkıh kitablarmda çokça zikredilmiştir. Bu­rası tafsilata müsait değildir.Müslümanlara gereken, âdil imama hürmet göstermeleri onu güçlü kılmaları, ona dua etmeleri ve ihanet etmemeleri, ta ki nefisle­ri zayıf kimseler katında imamın heybeti, korkusu meydana gelsin de hislerinin ve arzularının kendilerine gâlib olduğu o şeylerden çe-kinsinler vazgeçsinler.Bununla ilgili deliller şunlardır:

1- Zeyyad b. Kuseyb el-Adevi'den rivayet edilmiştir. Zeyyad de­miştir ki: Ben Ebû Bekr (r.a.) ile beraberdim. İbni Amir de üzerinde ince bir elbise olduğu halde hutbe okurken minberin altında, idim. Ebû Bilal: Emirimize bakın! Fasıklarm elbisesini giyiyor dedi. Ebû Bekre ise: Sus! Resûlullah (s.a.v.) şöyle derken işittim."Kim Allah'ın sultanına yeryüzünde ihanet ederse Allah da ö kimseyi hor hakir kılar.[1002]

2-   Ebû  Musa  el-Eş'âri  (r.a.)   den  rivayet  edildiğine  göre Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:"Saçı ağarmış müslumana, hükümlerini çiğnemeyen ve okumayı terk etmeyen Kur'an hamillerine ve adaletli sultana ikram etmek Al­lah'a saygıdandır. [1003]

3- Huzeyfe b. el-Yeman (r.a.) şöyle demiştir:"Yeryüzünde Allah'ın adil sultanım zelil kılmaları için karşı yü­rüyüşe (harekete) geçen hiçbir kavim yokdur ki Allah onları ölmele­rinden Önce zelil kılmasm.[1004]El-Fudayl b. Iyaz diyor ki:"Şayet benim kabul edilecek bir duam olsa, o duamı imama ya­parım. Çünkü halkın salâhı onunladır. Zira o düzelirse (salaha ula­şırsa) insanlar ve beldeler emniyete kavuşur.[1005]Sehl b. Abdillah (r.a.) şöyle diyo"İnsanlar, Sultan ve ulemaya hürmet ettikleri oranda (huzurları) devam eder. Eğer (insanlar) bu ikisine hürmet ederseler Allah dün­yalarını da ahiretlerini de düzeltir. Şayet bu ikisini hafife alırlarsahem dünyalarım hem de ahiretlerini ifsâd eder (bozar )lar.[1006]Bu durum, imamın âdil imamlardan olması şartıyladır. Zâlim ve fâsık imamlar ise nsklarına ve zulümlerine yardım göremezler, yar­dım olunmazlar.İbnu'l-Kasım^'un rivayetine göre İmam Malik (r.a.) şöyle de­mektedir : "Eğer İmam, Ömer b. Abdilaziz gibi olursa, insanlara, onu müdafaa etmesi, onunla beraber savaşması vâcib olur. Yoksa olmaz. Kendi haline bırakılır. Hem Allah, zâlimden zâlim ile intikam alır, sonra da her ikisinden intikam alır.[1007]Eğer müslüman, imamların yanına girmede ve onlara nasihat etmede bir fayda olmayacağını görür veya kendisinden korkar yada onlarla fitneye düşeceğinden korkarsa müslumana onlardan uzaklaş­ması yanlarına girmeyi terketmesi, onların batıla olan uygunlukla­rından sakınması vâcib olur. Bu anlayışa şu aşağıdakiler delildir.Ka'b b. Acre (r.a.) nin rivayet ettiği hadis. Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Benden sonra bir takım emirler gelecek, kim on­ların yanma girer de onların yalanlarını tasdik eder, zulümlerine yardım ederse benden değildir, ben de ondan değilim, havzıma da ge­lemez. Kim de onların yanına girmez, onların yalanlarını tasdik et­mez, zulümlerine yardımcı olmazsa o kimse bendendir, ben de onda­nım, havuzuma da gelecekdir.[1008]Ebû Süleyman el-Hattabî (H. 317/388) (r.a.) şöyle demiştir: "Keş­ke bu gün onların huzuruna girip onların yalanlarım tasdik etmeye­cek, meclislerinde bulununca adaleti konuşacak, onlara nasihat ede­cek ve onlar tarafından da nasihatcı olarak kabul edilecek kimseyi tanıyabilsem ey kardeşim! Bu zamanda senin için en iyi kurtuluş yo­lu, dinin için en ihtiyatlı olanı, onlarla haşir neşir olmayı ve kapıla­rında dolaşmayı azaltmandır. Bu gibi ümerâdan müstağni olmayı, onlar konusunda hayra muvaffak olmayı Allah'tan isteriz.rı[1009]Derim ki bu, hicri dördüncü asırda İdi, ya hicri onbeşinci asırdaHicri 133'de doğmuş 191'de vefat etmiştir. İmam Malikle 20 sene arkadaşlık etmiş. İmam Malik'in vefatından sonra bu zattan istifade etmişler. El-Müdevvene isimli kitabın sahibidir, (mü t.)halin nasıl ölür!Ebû Hureyre (r.a.) den rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuşlar."Kim bâdiyede yaşarsa (ikamet ederse) kabalaşır,kim av peşinde koşarsa gafil olur, kim sultanın kapılarında dolaşırsa fitneye düşer. Sultana yakınlığı artmış hiçbir kul yoktur ki, Allah'tan uzaklığı art-masın.[1010] Allah'a yakın olana yakınlıktan yakınlık hasıl olur. Allah'tan uzak olana yakınlık Allah'dan uzaklığa sebep olur. Hem de onu meşru göstermek ve deradet olma tehlikesi vardır, (müt.)Ebû Hureyre (r.a.) den rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "...Allah'ın en çok öfkelendiği, ümerâyı (zalim) ziyaret eden Kur'an okuyuculardır. [1011]Burada, zalim idareciyi tasvib etme, halka onu şirin gösterme olabil­diği gibi, onun zulmüne yardımcı olmak, bir de Kur1 anı onların maddi dünya menfaatine alet etme ihtimali vardır, (müt)

Huzeyfe (r.a.) den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir."Fitne yerlerinden sakının! O (fitne yerleri) nelerdir? denilince, şöyle demiştir. Ümera kapılarıdır. Sizden biriniz amirin yanına girer, amirin yalanını tasdik eder, (sonra da) bunda birşey yoktur, der[1012]Halid b. Zeyd şöyle demiştir. Muhammed b. Ali el-Bakır'ı şöyle derken işittim: Ömer b. el-Hattab demiştir ki:"Eğer (Kur'an) okuyucusunu, zenginleri sever görürseniz işte o dünya adamıdır, şayet o kimsenin sultandan ayrılmadığını görürse­niz o kimse de hırsızdır.[1013]Ebû Zer, Seleme'ye şöyle demiş: "Ya Seleme! Sultanların kapıla­rında dolaşma! Çünkü onların dünyasından ne alırsan, ondan daha fazlasını senin dininden alırlar. [1014]Said b. el-Müseyyeb demiştir ki: "Zâlimlerin yardımcılarından gözlerimizi (sevgiyle) değil, ancak sâlih amellerinizin zayi olmaması! için kalblerinizi nefretle doldurunuz!"[1015]İmam Ahmed, Ma'mer b. Süleyman er-Rika'dan, O da Meyimin b. Mihran'dan naklen rivayete göre şöyle demiştir. "Üç şey vardır kiJ nefsini onlarla deneme! (Birincisi) Allah'a itaatla emredeceğim desen bile sultanın huzuruna girme! (ikincisi) Allah'ın kitabını öğreteceğim desen bile hiçbir kadının yanına girme! (üçüncüsü) hiçbir hevâ sahi­bine kulak verme! Çünkü sen, kalbinin onun hevâsına takıldığını bi­lemezsin. [1016] Her kap içindekini dışına sızdırır. Müessir olmayan müteessir olur.; sen ona tesir edeceğin zannı galibse sırf o maksat için gidersen git, yoksa onlar sana tesir ederler. Kadının yanına girmekle şeytana fitne için gedik açtın. Şayet kadının, öğreneceği farz ilimleri ancak erkekten öğrenecekse o; zaman yanında mahreminle birlikte olursa fitne olmamak şartıyla caiz olur. (müt.)

Bütün bu geçen rivayetlerden maksad zâlim sultanlardır, zâlimi sultanlarla haşir-neşir olmaktan, onlara, yaklaşma kasdıyla gitmek­ten ve onların dünyasından birşey elde etmekten yasaklamakdır.Zulümlerine yardımcı olmak, bazen onlarla oturmak suretiyle vd onları ziyaretle olur. Bazen hatalarını iyi görmekle olur. Bazen onlaij (m hatalarına karşı) susmakla olur, onlardaki münkerleri inkar et-j memekle olur, bazen da onlara duâ etmekle olur. Şöyle denilmişti "Kim zâlimin bekasına dua ederse, Allah'a arzında isyan edilmesini sevmiş olur.[1017]İbni Teymiye diyor ki: "Seleften herkes şöyle derdi: Zâlimlerhi yardımcıları, onlara yardım edendir, onları hakka getirme işi bile ol­sa, onların kalemlerinin ucunu bile sivriltse. Seleften bazıları da şöy+ le derdi: Hatta onların elbiselerini yıkayan onların yardımcılarından sayılır, şu âyette belirtilen eşleri bile onların yardımcıları durumun­dadır: "O zulmedenleri, onlara eşlik edenleri, Allah'ı bırakıp taptık­ları putları hep bir araya toplayın!" (SafTat: 22)[1018]Fakat onların yanma, nasihat etmek, marufu emir, münkerl nehy için girmeye gelince bu başka birkonudur. Onlara nasihat ko|nusu gelecek. Adil müslüman halifelerle nasihatleşmek, onlarla ziya-retleşmek ve fikir alış-verişinde onlara yardım etmek vâcibdir. Kur'an âlimleri, Hz. Ömer (r.a.)'in meclis ve müşavere arkadaşları idiler. [1019]Gazali, İhya-ı Ulümiddin'de zâlim idarecilerle haşir-neşir olma­da helâl olan ile haram olan, meclislerinde bulunma, yanlarına girme ve onlara ikram konusunda özel bir bölüm ayırmış ve şöyle demiştir:"Bil ki senin için amirler ve zâlim valilerle ilgili üç durum söz ko­nusudur. Birinci durum, onların yanma girmen şerdidan durumdur. İkinci durum, onların senin yanma girmelerinden uzak durma hali­dir. Üçüncü durum ise en iyisi onlardan tamamen ayrılmandır ki, ne sen onları görürsün ne de onlar seni görür.[1020]Gazali diyor ki: "Onların yanma girmek ancak iki mazeretle caiz olur: Birincisi, ikram emri değil de kendileri cihetinden mecburi bir emirle olmasıdır. Şayet gitmemede diretildiğinde eziyete uğranıla-caksa veya onlara (maruf olan konularda) halkın itaat yolu kapana­cak ve onlara idare işi sıkıntılı hale gelecek olduğu bilinirse onlara itaat değilde icabet etmek vâcib olur. İdare işi sıkıntılı olmaması için halkın maslahatını gözetmek gerekir. İkincisi, kendi dışındaki veya kendi nefsi ile ilgili bir müslümandan zulmü giderebilmek için onla­rın yanma girme sözkonusudur. Ya nasihat yolu veya zulümden şika­yet yolu ile girmek. Bu bir ruhsattır. Ancak yalan konuşmamak, öv­mede bulunmamak, kabulü mümkün olabilecek nasihati terketme-mek şartıyladır. İşte yanlarına girmenin hükmü budur.[1021]Üçüncüsü : Onlara nasihat etmek, marufu emir ve münkerken nehiy kasdıyla onların yanma girmektir. Buna şu hadis-i şerif delalet etmektedir. "Cihadın efdali, zalim sultan katında hakkı söylemek­tir. [1022]Selefi Salihinin zâlim sultanların, valilerin yanına girmeyi, emri bil maruf ve nehyi anilmünker için bile olsa nehyetmeleri takvalan-un şiddetindendir.Hâfiz İbni Receb el-Hanbeli (r.a.) şöyle diyor:"Selefden çoğu, meliklerin yanma girmeyi, onlara marufu emreden, münkerden yasaklayan kimseleri de aynı şekilde yasaklıyorlar­dı. Girmeyi yasaklayanlardan bazıları Ömer b. Abdilaziz, İbnü'l Mü­barek ile es-Sevri ve diğer imamlardır. İbni Mübarek demiştir ki:"Bize göre emreden nehyeden, onların yanına girip onlara emre­den ve nehyeden değildir. Ancak ve ancak emreden ve nehyden kim­se onlardan ayrılan kimsedir. Bunun sebebi, onların yanma girildi­ğinde fitneden korkulmasıdır. Çünkü nefis, onlardan uzakta iken on­lara emreder ve onlara nehyedersin, onlara katı davranırsın diye ba­zen insanı aldatır, onlarla beraber olunca da nefis onlara meyleder. Çünkü şeref ve makam sevgisi nefîsde gizlenmiştir. İşte bu sebeple onlara yağcılığa ve yumuşak davranmaya başlar. Çok kere onlara meyleder, onları sever ve özellikle de kendisine iyilikte ihsanda ve ik­ramda bulunurlarsa bunu onlardan kabul de eder.[1023]Yine şöyle demiştir: "Abdullah b. Tavusun, babasının huzurun­da ümera ile beraberliği olmuş da babası O'na, bu yaptığından dolayı azarlamıştı. Süfyan es Sevri de Abbad b. Abbad'a şöyle mektup yaz­mıştır: "Ümeraya yaklaşmatan ve her konuda onlarla haşır-neşir ol­maktan sakın! Sana, şefaatçi olursun, mazlumdan zulmü defedersin veya muzljrmun hakkını alırsın, denilerek oyuna gelmekten sakın! Bu şeytanın bir oyunudur. İblis, Kur'an okuyucularını bu yolda basa­mak olarak kullanmıştır. Zalim ümera tarafından soru sorulmamayı ve fetva vermemeyi ganimet bil! Onlarla beraberliğe rağbet etme! Emirin sözüyle amel etmeyi, veya sözünü yazmayı veyahut sözünü dinlemeyi sevmekten sakın! Böylece bu durum terk edildiğinde ma­ruf işlenmiş olur. Baş olma sevgisinden de sakın! Çünkü kişideki baş olma sevgisi altın ve gümüş sevgisinden daha sevimlidir. Bu durum, ancak basiretli alimlerin görebileceği gizli bir durumdur. Basiretli bir kalble araştır, sağlam niyetle amel et! İnsanın başına bir iş gelir ki, ölüp de kurtulmak ister. Bunu böyle bilvesselam!.[1024]

 

Nasihatlaşma

Daha önce şunu belirtmiştik ki, İmam bir insandır. İnsanda bu­lunan zayıflık, hata etme ve unutma imamda da bulunmaktadır. İşte bundan dolayıdır ki hatırlatmak, gizli olan işleri açığa çıkarmak ve açıklamak için nasihat meşru kılınmıştır. Bunlar halk üzerinde ima­mın haklarındandır. Halka gereken de bu görevleri yerine getirmeye gayret etmektir. Bunları idareci istese de istemese de yapmak gerekir. Buna dair deliller çoktur. Bu delillerden bir kaçı şunlardır.

1- Müslim'in Temimü'd-Dâri'den rivayet ettiğine göre, Hz. Pey­gamber (s.a'.v.) şöyle buyurmuştur."Din nasihattir." Bir rivayette bu sözü üç kere söylemiştir. "Ki­me?" denince de:"Allah'a, kitabına, resulüne, müslümanlarm imamlarına ve bü-; tün müslümanlara[1025]buyurmuşlardır.Bu hadis, büyük ve cevamiu'l-kelim (kelimesi az manası çok ve derin) olan hadislerdendir. İmam Nevevi:"Ulemadan birçokları, bu hadisi İslâmi konuları toplayan dört esas hadisten biri sayarlarsa da bu onların dedikleri gibi değildir. İslâm'ın asıl mihveri bunun üzerindedir," diyor.[1026]İmam Nevevi, Hattâbi ve diğer alimlerden naklederek "Allah-için nasihat etme" nin manası, Allah'a iman etmek, O'na ortak koş­mamak sıfatlarını inkar etmemek, O'nu cemal ve kemal sıfatlarıyla sıfatlamak, bütün noksan sıfatlardan tenzih eylemek, O'na itaat et­mek, ona asi olmaktan sakınmak, Allah için sevmek ve Allah için buğzetmek, ona itaat edenlere arka çıkmak, isyan edenlere düşman­lık etmek, küfredenlerle cihad etmektir., vs. diyor.Kitabı için nasihat etmenin manası: Allah'ın kelâmı olduğuna, onu Allah'ın indirdiğine, kul sözlerinin-hiçbirinin ona benzemediğine, kullardan hiçbirinin onun benzerini, mislini getiremiyeceğine iman etmek, sonra ona tazimde bulunmak, onu tecvid ve adabına riayet, harflerine dikkat ederek'hüşu ile okumaktır.

Resulüne itaat: Onun peygamberliğini tasdik, getirdiği şeylerin bütününe iman etmek, emir ve nehiylerinde O'na itaat etmek; haya­tında da hayatından sonra da O'na yardımda bulunmak, düşmanları­na düşmanlık etmek, dostlarına dostluk etmek, O'nun hakkını tazim etmek ve büyük kılmak, sünnetini diriltmek, davet ile şeriatını yay­maktır.Müslümanların imamına nasihat: Onlara hak. üzere yardımda bulunmak ve onlara hakta itaat etmek, onlara haktan ayrılmamala­rını tenbih, unuttukları şeyleri veya henüz duymadıkları Müslüman haklarını lütfü nezaketle ihtarda bulunmak, onlara huruç (isyan) ha­reketini terketmek ve halkın onlara itaati konusunda gönül birliğini, kalblerin ısınmasını temin etmektir.Müslümanların bütününe nasihat, yani emir sahiplerinin dışın­da olan herkese nasihat ise, onları dünya ve ahiret maslahatı olan şeylere yöneltmek, onlara marufu emretmek ve münkerden de neh-yetmektir[1027]Hattabi'nin dediği gibi nasihat, kapsamlı bir kelimedir. Manası, nasihat edilen kimseye hayırlı nasip toplamaktır. Onun neciz isim­lerden ve Özlü sözlerden olduğu söylenir. Arab dilinde bundan ve bir de felah kelimesinden daha fazla dünya ve ahiret hayrını bir araya toplayan kelime yoktur. [1028]Ebû Amr b. es-Salah da şöyle demiştir: "Nasihat, nasihat eden kimsenin nasihat edilene, irade ve fiil olarak hayır yönlerim temin etmesini içine alan kapsamlı bir kelimedir.[1029]

2- Cübeyr b. Mut'im'in rivayet ettiği hadis; Mut'ım şöyle demiş­tir:Resûlüllah (s.a.v.), Mina'nm el-Hayf (denilen dere kenarın) da ayağa kalkarak şöyle buyurdu:"Allah, benim sözümü işitip de (başkasına) tebliğ eden hadisleri) ezberleyen Jiice adamlar fâkih değiller ve'fakih olan nice (hadis) ha-fizları kendilerinden, daha kuvvetli fakihlere (hadisleri) iletebilirler. Üç özellik vardır ki müslüman bir kişi onlara sahip olduğu sürece kalbi; kin, hıyanet ve düşmanlık beslemez. Allah için olan ihlaslı amel, müslüman idarecilere nasihat, müslüman cemaatından ayrıl­mamak. Çünkü müslüman cemaatının daveti, geriden gelenleri de kaplar.[1030]Geçen bilgilerden şu neticeyi çıkarıyoruz: Nasihat, İslâm'ın esas­larından büyük bir esastır. İşte bundandır ki İbni Bâtta, nasihati Se­lef (r.a.)'e göre sünnetin asıllarından saymaktadır.[1031]Hz. Peygamber (s.a.v.) herhangi bir kimseden bey'at alırken her müslümana nasihat etmeyi şart koşardı. Cerir b. Abdillah (r.a.) : "Hz. Peygamber (s.a.v.)'e her müslümana nasihat etmek üzere bey'at ettim.." demiştir.[1032]Sahabe, imamlarına bu hakkı yerine getirmeyi adet edinmişler­di. İmam Ahmed, Muhammed b. Abdillah'dan rivayet ettiğine göre Abdullah b. Ömer, Mervan'm yanından çıkan insanlarla karşılaşmış ve demiştir ki: Nereden geliyorsunuz? Onlar: Emir Mervan'm yanın­dan çıktık, dediler. O ise: Ona her gördüğünüz hakkı konuştunuz mu, hak üzerinde ona yardımda bulundunuz mu, her gördüğünüz münkerden onu nehyetiniz mi? Onlar: Vallahi, hayır! o münker olanı söylüyor, bizse isabet ettin, Allah sana iyilik versin diyorduk. Yanın­dan da çıkınca: Allah onu öldürsün, ne kadar da zâlim, ne kadar da fakir, derdik. Abdullah b. Ömer: Resûlüllah (s.a.v.) zamanında, böyle hareket eden kimse için bunu münafıklık sayardık, dedi.[1033]Hz. Peygamber (s.a.v.), mü'mini ölüm korkusu bile olsa zalim idarecilere bu nasihati yapmaya teşvik etti. Hem de hadisin ifade et­tiği gibi cihadın en üstününden saydı:

1- Ebü Umâme (r.a.) den rivayet edildiğine göre:(Minada) birinci cemre yanında bir adam Resûlüllah (s.a.v.)'m huzuruna çıkarak : Ya Resûlüllah! Hangi cihad daha faziletlidir? Hz. Resûlüllah (s.a.v.) sorusunu cevaplamadı. Sonra Hz. peygamber (s.a.v.) ikinci cemreye taş atınca adam (aynı şeyi yine) sordu. Rasü-lullah (s.a.v.) (yine) susup cevaplamadı, daha sonra Rasûlullah (s.a.v.) akabe cemresinin taşlarını atınca bineğine binmek için ayağı­nı özengiye koydu. "(Bu arada) soru soran nerededir?" buyurdu. Adam: Benim Ya Resûlüllah, dedi. Resûlüllah (s.a.v.): "Cihadın en üstünü, zâlim sultan katında hak sözü söylemektir," buyurdu.[1034]Hattâbi diyor ki: "Ancak bu cihadın en üstünüdür. Çünkü düş­manla cihad eden kimse, düşmanına karşı aciz kalacağını yakinen bilmediği halde zafer ümidi üzeredir, zira mağlub olacağını da yaki­nen bilmiyor. Bundan ise sultanın elinin kendi elinden kuvvetli olduğunu bilir. Bundaki sevap, zahmetin büyüklüğü olduğundan sevap -daha fazla olur.[1035]

2- Cabir (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:"Şehidlerin en hayırlısı Abdulmuttalib'in oğlu Hamza'dır, (bir de) bir adama Allah için emirde ve nehiyde bulunup da buna karşılık öldürülden erkekdir[1036]

3-  Ahmed Abdullah b.  Amr'dan rivayet etmiştir. Abdullah Resûlüllah (s.a.v.)'ı şöyle derken işittim:"Ümmetimi, zâlime, karşı sen zalimsin demekten korktuğunu gördüğünüzde artık ümmetin düzelmesinden ümit kesilir. [1037]Hulefâ-i Raşidin (r.a.), kavimlerini, kendilerine nasihat etmeleri ve hata ettiklerinde de düzeltmelerini teşvik ederdiler. İşte bu anla­yıştan kaynaklanarak meşhur hutbesinde Hz. Ebû Bekir (r.a.) şöyle diyordu:"Ey insanlar! Ben ancak kitab ve sünneti tabi olan kimseyim, bi-datcı değilim. Eğer iyi olursam bana yardım ediniz, eğer hakdan ka­yarsam beni doğrultunuz.[1038] Hz. Ebû Bekir (r.a.) yine şöyle demiştir."Sizin en hayırlınız olmadığım halde sizin üzerinize idareci kılın­dım. Şayet iyi yaparsam bana yardım ediniz, eğer kötü yaparsam be­ni düzeltiniz[1039] Süfyan b. Uyeyne'nin rivayetine göre Hz. Ömer (r.a.) şöyle de-miştir:"İnsanlarm bana en sevimli olanı, ayıplarımı ortaya koyan kimsedir.[1040] Diğer halifeler de böyle idiler.Sultana nasihat edecek kimsenin, heybetini kaybetmiyecek şe­kilde, konumunu koruması gerekir. Bunu Iyaz b. Ganemi'l-Eşari (r.a.) nin rivayet ettiği şu hadis ifade etmektedir.Resûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:"Kim saltanat sahibine bir nasihat edecekse , o nasihati o kimse­ye açıkça söylemesin, onu yalnız olarak yakalasın ve yanında kimse olmadan konuşsun. Şayet nasihati kabul ederse kabul eder. Yoksa kendi aleyhine olanı, onun da lehinde olanı yerine getirmiş olur.[1041]Aynı zamanda nasihat eden kimsenin, kınama, ayıplama[1042]gıy­bet ve söz taşıyıcılık (jurnalcilik) tan sakınması vâcibdir ki nasihati sırf Allah için olsun.Selef-i Sâlihin uleması (r.anhüm), zâlim sultanların yüzlerine nasihat etmeyi ve hak sözü söylemeyi men ederlerdi. Şayet öyle bir durumda olursalar veya bu sebeple eziyeti yakinen anlarsalar, Allah için kınayanın kınamasından da çekinmezdiler. Çünkü onlar bu se­beple öldürülürse şehid olunacağını biliyordular. Zira şehidlik Al­lah'ın vadini tasdik eden mü'minin umudlarımn en kıymetlisidir. İş­te bundan dolayıdır ki, her yerde her çeşit azaba katlanarak, Allah yolunda sabrederek ve harp sahalarındaki hücum etme gayretlerinin sevabım Allah'tan umarak kendilerini ölüme atıyorlardı.Buna dair misaller çoktur. Onlardan bir kısmını ele alacağız:

A) Hişam b. Abdilmelik, Mekke'ye hacı olarak gelmişti. Oraya gi­rince dedi ki: Bana sahabeden bir adam getirin." Denildi ki: Ey Emi-rel mü'minin! Onlar geçip gittiler. O da: Öyleyse Tabiinden getirin, dedi. Tavus eî-Yemani getirildi. Yanına girince yaygısının kenarına ayakkabılarını çıkardı. "Ey müminlerin emiri diyerek selam verme­di. Fakat Esselamü Aleyküm Yalte'şam! dedi, künyesini söylemedi, hizasına da oturdu. Ve dedi ki: Nasılsın Ya Hişam ? Hişam da şiddet­le öfkelendi hatta öldürmeyi bile düşündü. Ona denildi ki: Sen Al­lah'ın ve Resulünün Harem'indesin, bu mümkün olmaz, caiz değildir. O ise: Ya Tavus! Buna seni sevkeden nedir? dedi. Tavus: Yaptığım nedir ki? dedi. Hişam daha çok öfkelendi ve kızdı, sonra da "Ayakka­bılarını yaygımın kenarına çıkardın, elimi öpmedin, ey mü'minlerin emiri diyerek selam vermedin, künyemle hitap etmedin, iznim olma­dan yanıma oturdun, bir de üstelik ya Hişam nasılsın? dedin", dedi.Tavus şöyle dedi: Ayakkabılarımı yaygımın kenarına çıkarma işini her gün beş kere Rabbul aleminin önünde çıkarıyorum, bana kızmıyor, hiç bana öfkelenmiyor. Elimi öpmedin demene gelince, ben mü'minlerin emiri Hz. Ali b. Ebi Talib'in şöyle dediğini işitmişinıdir. "Hiçbir erkeğe hiçbir kimsenin elini Öpmesi helâl olmaz, ancak şeh­vetle hanımını, şefkatle çocuğunu öpebilir." Ey mü'minlerin emiri di­yerek selâm vermedin sözüne gelince, hiçbir insan senin emirliğin­den razı değil, bende yalan söylemekten hoşlanmadım. Beni künyem­le çağırmadın sözüne gelince, Allah (cc) enbiyâsını ve evliyasını is­miyle çağırmıştır. Ya Yahya! Ya İsa! Düşmanlarını ise künye ile ifa­de etmiştir: Ebû Lehebin elleri kurusun! Hem kurudu da" Benim hi­zama oturdun sözüne gelince, ben Emir Hz. Ali (r.a.) den şunu işitmi­şim: "Cehennem ehlinden bir adama bakmayı istersen, etrafında kavmi ayakta iken kendisi oturan adama bak![1043]

b) Ebû Süleyman el-Hattâbi, Abdulah b. Bekr es-Sehmi den riva­yet etmiştir. Ravi şöyle demiştir, adamlarımızın bazılarının şöyle de­diklerini işittim: Ömer b. Hübeyre -Irak üzerinde hâkim idi- Basra hukukçuları ile Küfe hukukçularının gelmeleri için birisini gönder­mişti. Basra hukukçularından gelen Hasen-i Basri, Küfe hukukçula­rından da Şa'bi vardı. Bu ikisi yanına girdiler. O da onlara şöyle de­di: Müminlerin Emiri Yezid, bana, yaptığım bazı işler hakkında mek­tup yazmış, ne dersiniz? Şa'bi dedi ki: "Allah emiri ıslâh etsin, sen memursun, tenkit ise sana emredene aittir." Hasen-i Basri'ye yönel­di, sen ne dersin? dedi. Hasen-i Basri, bu böyle dedi. Ömer b. Hubey-re: sen söyle! dedi. Hasen'i Basri şöyle dedi: "Allah'tan kork Ya Ömer! Sanki bir melek sana geldi, seni bu tahtından kaydırmak isti­yor, seni sarayının genişliğinden çıkarıp kabrinin darlığına sokmak istiyor. Allah seni Yezid'den kurtarır ama, Yezid seni Allah'tan kur­taramaz. Allah'a isyanlarla götürülmenden sakın! Zira yaratıcıya is­yanda yaratılana itaat yoktur," dedi ve ayağa kalktı. Ömer: "Ey Şeyh! Seni, emiri böyle karşılamana ne şevketti? dedi. Hasen-i Basri: beni, ulemadan ilimleri konusunda Allah'ın aldığı misak şevketti, de­di ve şu âyet-i kerime'yi okudu: "Allah, kendilerine kitap verilenler­den: "Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, gizlemiyeceksiniz!" diye söz almıştı." (Ali İmrân 187)[1044] Bu konuda pek çok misaller var.Emri bilmaruf ve nehyi anilmünker konusunda, müslümanların imamlarına, bütün halka nasihatları ve sultanların hakimiyet ve öf­kelenmelerine pek aldırmamaları hakkında ulemanın tutum ve davranışları böyle idi. Onlar, sultanların bu durumlarına rağmen Al­lah'a dayanıyorlar, üzerlerine Allah'ın farz kıldığı şeyleri eda etmeye dikkat ediyorlar ve kendilerini şehidliğe ulaştıran yolda koşuyorlar­dı. Niyetlerini Allah için hâlis kılınca da, sözleri katı kalblerin çoğun­da tesir uyandırıyor, kalbleri yumuşatıyor ve kalblerin katılığını gi-deriyordu. Fakat bu gün, dünya tamahkârlığı ulemânın dillerini bağ­lamış, onları susturmuştur. Şayet konuşsalar yaşayışları sözlerine yardım etmiyor ve böylece de başarılı olamıyorlar. Sözleri ve yaşayış­ları çelişiyor. Eğer sâdık olsalar, bu konuda Allah'ın rızasına yönelse­ler ve niyetlerinde ihlâslı olsalar kurtarıcı olurlar. Zira halkın bozul­ması, yöneticilerin bozulması ile; yöneticilerin bozulması da ilim adamlarının bozulmasıyladır.İlim adamlarının bozulması ise mal, makam ve rütbe sevgisinin istilâ etmesiyledir. Bunlar (mal, makam ve mansıb sevgisi) kimi istilâ ederse nehyetmeye ve insanların rezillerine nasihat etmeye güç yetiremezler. Yöneticilere ve elit tabakaya nasıl etkili olabilirler ki? Şayet konuşsa ona işittiremez. Çünkü nefsine nasihat etmiyor ve nefsini islâh etmiyor, böyle birisi başkasını nasıl İslah edebilir ki!..İşte İslâm düşmanları bu nokta üzerinde durmuşlar. Bu noktada ulemâyı dünyaya bağlamak ve onlara dünyayı hesapsız bir şekilde açmak, istemişlerdir. Böylece gerçek görevlerine mani olunmuştur. İlim, peygamberlerin mirasıdır. Marufun emrini ve münkerin nehye-dilmesini gerektiren de ilimdir.

Bu durum, âlimleri bozmak için en tehlikeli vasıtadır. Çünkü âlimlere cephe almak, onlara karşı çıkmak, ihanet etmek onların imanlarının kuvvetlenmesine ve hak üzerinde sebat etmelerine se­bep olur, düşmanlara karşı halkın bütününün intikam almasına ve ihanet edenlere karşı buğzetmelerine sebep olur. Bu sebepledir ki Süfyân-ı Sevri (r.a.) şöyle demiştir: "Düşmanların ihanetlerinden en korktuğum şey yumuşak davranmalarıdır. Onların ikramlarından dolayı kalbimin onlara meyletmesinden korkuyorum.[1045]Düşmanların bu vasıtayı bilfiil tatbik etmeleriyle maalesef is­tekleri yerine geldi. -Rabbimin dilediği müstesnadır- Onların mak-sadlan, âlimleri dünya ile meşgul etmek, Allah'ın hakları ve kul hak­ları konusunda işledikleri isyanlara karşı alimleri susturmak idi.

Öyle oldu ki, onlar, zulümlerine yardım edebilecek, ve uygula­malarını temize çıkaracak sözde âlimler buldular. Hem bunlar kendiisimleriyle ve hem de İslâm ismiyle konuşuyorlardı. Bu durum, hak­tan uzak olsalar da kendi görüşlerini beğenmeleri ve sapıklıklarında devam etme sebeplerindendir. Kendi fikirlerini beğenmelerine sebep, insanların, özellikle de ulemânın onları çok övmeleridir. Her ne ka­dar hataları da olsa icraatlarını beğenecek dünya âlimlerinden bazı­larını bulmuş oldular. O kimselerin bundan maksadları, onların rıza­larını elde etmek, onlara yaklaşmak ve ellerindeki fâni dünya menfa-atmdan birşeylere ulaşmaktı.Eğer âlimler, kendilerine Allah'ın farz kıldığı şeyleri izah ve ilanla uğraşsaydılar, bunda da Allah için ihlâslı olsalardı, dünya me-tamdan uzak durup, kendilerini korusaydılar ve her zalimin karşısı­na dursaydılar o kimseleri hakka ulaştırırlardı. Allah'a isyanın kötü sonucundan sakmdırırlardı. Zalim sultanlar da sapıklıklarının ço­ğundan uzaklaşır, hakkı görür ve kendilerinden hiçbir konuda da korkulmazdı.Lâkin onlar içerisinde, Hasen-i Basri, Tavus, Süfyan-ı Sevri, Sa-id b. el-Müseyyeb, Said b. Cübeyr, Ebû Hanife, Malik, Şafii, Ahmed, Buhari, El-İzz b. Abdüsselam[1046]İbni Teymiye ve benzerleri gibi, ihlâslı, mücahid büyük alimler de var. Bu âlimler, zâlimlerin yüzüne karşı "Sen zalimsin" diyecek kadar cesur, bu zalimlerin her ne kadar makamı da olsa, alimleri her ne kadar dünya ile aldatmaya çalışmış olsalar da, bedenlerine isabet eden işkencelere rağmen, bu alimler İslâm'ın muhafazasına, ümmete örnek olmaya ve zalimleri sapıklık­larından men etmeye devam etmişlerdir. Yardım istenilecek olan an­cak Allah'dır.Alimler Peygamberlerin varisleridir." hadisi hükmünce alimler ken­dilerini peygamberlere benzetmeye çalışmalıdırlar. Hem velayet hem de ri-salet yönüne varis olmalıdırlar. Takvâlanyla velayet yönüne, ilimleriyle de risalet yönüne varis olmalıdırlar. Hem kendilerini hem başkalarını islâh için gece gündüz uğraşmalıdırlar. Özellikle de milletin kalbi konumunda olan idarecilere tebliğ etmelidirler. Zira onların İslahı milletin İslahı, onla­rın ifsadı milletin ifsadı demektir. Alimler daima ilimle uğraşmalıdırlar. Ka­biliyetleri doğrultusunda ya telifat ile, ya tedrisatla, ya da tebligat ile uğraş­malıdırlar. Bunlarda müesseseleşmeye gidilmelidir. Alimlerin dünyevi ihti­yaçlarla uğraşmamaları için, bu ihtiyaçları karşılanmalıdır. İnsanlar hoş kar sılam asalar bile âlimlerin ilimden katiyyen uzaklaşmamaları gerekir. Önceki âlimlerin fakru zaruret içinde olmalarına rağmen ilimden uzaklaş­mamalarından ibret almalıdırlar. Hem "Ehlini namazla emret, emrede devam et! Senden rızık istemiyoruz, senin (ve ehlinin) rızkını biz veriyoruz. (Güzel) netice takva ile (hareket etmeye bağlı) dır." âyetinin muhatabı Pey­gamber (s.a.v.) ve vekili vârisi olan alimlerdir. Alimler bu âyetle amel etme­lidirler, kendilerinin rızıklarının Allah'a ait olduğu hüsnü zannıyla hareket etmelidirler.Özet olarak, milletin ihyâsı dinin ihyâsına, dinin ihyası da ilmiye sınıfı­nın ihyasına, ilmiye sınırının ihyası da müesseseleşerek dünyevi ihtiyaçları­nı karşılayarak heyet ve ekib halinde çalışmalarına bağlıdır. Dinin düzeni dünyanın düzenine bağlı olduğundan ilmiye sınıfının dünyalarını düzenle­yip onları dünya ile değil ilimle, dinle meşgul olmalarını sağlamak gerekir, (müt.)

 

Mal Hakkı

 

İmamın görevleri çoktur. Halkın işlerini düzenliyebilmek için sırf bu işlerle uğraşması gerekmektedir. Onun da diğer insanlar gibi hem kendisinin hem ailesinin yiyebilmesi, giyebilmesi ve içebilmesi için mala ihtiyacı vardır. İşte bundan dolayıdır ki İslâm, kendisine ve bakımını üzerine aldığı kimselere yetecek miktarını müslümanlann malları içerisinde bir hak olarak ona vermiştir. İşte Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.) kendilerine yetecek miktarı beytulmaldan bundan dolayı aldılar.İbni Sa'd, Tabakat'mda Ata b. es-Saib'den şöyle dediğini rivayet etmiştir:"Hz. Ebû Bekir (r.a.) halife olarak seçilince, boynunda ticaret ya­pacağı birtakım giyim eşyaları ile çarşıya yiyecek için çıkmıştı. Hz. Ebû Bekr (r.a.), Hz. Ömer (r.a.) ile Hz. Ebû Ubeyde b. el-Cerrah'a rastladı ve onlar dediler ki: Ey Allah'ın Resulünün Halifesi! Nereye gitmek istiyorsun? Hz. Ebû Bekir: Çarşıya, dedi. Onlar ise: Müslü­manların idaresini üzerine aldığın halde sen ne yapıyorsun? dediler. Hz. Ebû Bekir (r.a.): Aileme nereden yedirebileceğim? dedi. Onlar, ona: Kalk gidelim de sana bir şey tahsis edelim, dediler. Onlarla be­raber kalkıp gitti, kendisine (yiyecek olarak her gün bir yarım koyun ve giyecek olarak da üst bir elbise takdir ettiler. [1047]Buhâri ve İbni Sa'd, Hz. Âişe (r.a.) den şöyle rivayet etmişlerdir. Hz. Âişe şöyle demiştir:"Ebû Bekir es-Sıddık, halife olunca şöyle dedi: Şüphesiz toplu­mum, benim kazancımın geçindirmekten âciz olmadığını biliyorlar.Şimdi ise müslümanlann (idare) işiyle meşgulüm. (Bundan sonra) Ebû Bekir ailesi, şu Beytu'l-maldan yiyecek ve Ebû Bekir de müslü­manlann Beytu'1-mali hesabına gayret edecektir.[1048]"Hz. Ömer b. el-Hattab (r.a.), Hz. Ebû Bekir'den sonra müslü­manlann idare işini üzerine alınca bir zaman bekledi, devlet hazine­sinden hiçbir şey yemedi. Bu sebeple iyice fakru zarurete düştü. Resûlüllah (s.a.v.)'in ashabına bir adam gönderdi ve onlarla bu konu­da istişare etti. Kendisi şöyle söyledi : "Kendim bu idare işiyle meşgulüm. Benim için uygun olan nedir? Osman b. Affan: Ye ve ye­dir! dedi. Kendisi dedi ki : Said b. Zeyd b. Amr b. Nüeyl de bunu söy­ledi. Hz. Ömer , Hz. Ali'ye : Bu konuda sen ne dersin? dedi Hz. Ali: Sabahlık ve akşamlık (yiyecek kadar) dedi. Hz. Ömer de bunu aldı."[1049]Ahmed, Abdullah b. Zubeyr, Hz. Ali b. Ebi Talib'den naklen riva­yet ediyor. Hz. Ali şöyle demiştir: Ey Zureyr'in oğlu! Ben Resûlüllah (s.a.v.)'m şöyle buyurduğunu işittim:"Halife için beytulmalden ancak iki tabak kadarı helâldir. Birisi kendisi ve ailesinin yiyeceği kadar olan tabak, diğeri de insanlann önüne koyacağı bir tabak. [1050]Yine İbni Sa'd ve İbni Ebi Şeybe, Harise b. Munb'dan rivayet et­miştir. Harise demiştir ki:Hz. Ömer b. el-Hattab şöyle dedi: "Kendimi, beytulmaldan alma konusunda yetim malı konumuna indirdim. İhtiyaçsız olursam tenez­zül edemem, fakir olursam maruf-meşru bir surette yerjm.[1051]Bana göre, Ömer (r.a.) bununla şu âyet-i kerimeye işaret etmiş­tir. "... Hangi (Veli) zengin ise yetimin malına tenezzül etmesin, fakir ise meşru surette yesin.." (Nisa 6)Bazı müslümanlar, emirel mü'minin'e helal maldan sormuşlar. Hz. Ömer de şöyle demiştir: "Size, helâl gördüğüm miktarı haber vereyim. Bana iki elbise helâldir, birisi kışta (giyebileceğim) elbise, diğeri de yaz vaktinde (giyeceğim) elbise. Hac ve umrede sırtımı Örte­cek şey. Benim ve ailemin yiyeceği, ne en zengin ne de en fakir olmayan Kureyşli bir adamın yiyeceği gibi.. Sonra ben müslümanlardan herhangi bir adamdan sonra gelen bir adamım, onlara nasib olan şey bana da nasib olur.[1052]Geçen bu izahlarla şu ortaya çıkmıştır: İmamın müslümanlann malından, ihtiyacını görebilecek kadar, israf ve cimrilik olmaksızın yetecek kadar belli bir aylık maaşı vardır. Bu hakkı, zengin bile olsa emirlik veya başka bir görev üzerine alan kimseye Hz. Peygamber (s.a.v.) tayin etmiştir.Buhari, Huveytıb b. Abduluzza'dan rivayet etmiştir. Huvaytıb, Abdullah b. es-Sa'di'nin haber verdiğine göre, halifeliği esnasında Ömer b. el-Hattab'ın yanma gelmişti. Hz. Ömer de ona: "Senin insan­ların valilik ve hakimlik gibi bir takım işlerini üzerine almakta oldu­ğun ve çalışmanın ücreti sana verildiğinde bunu almak istemediğin bana haber verildi, dedi. - Ben: Evet böyledir, dedim. Bunun üzerine Hz. Ömer bana: - Bu red ile neyi kasdediyorsun? dedi. Ben de ona: -Benim birçok beygirlerim ve kölelerim var, ben hayırlı ve rahat bir hayat içerisindeyim. Ben bu hizmetlerimin ücretinin müslümanlar üzerine sadaka olmasını arzu ediyorum, dedim. Hz. Ömer:Sen verilen ücreti reddetme! Çünkü ben de vaktiyle senin yap­mak istediğin işi yapmak istedim. Şöyle ki : Resûlullah (s.a.v.) bana, gördüğüm devlet işlerine karşılık beytulmaldan atıyyemi verirdi de ben de O'na : Sen bu hissemi benden daha fakir olan kimselere ver! derdim. Nihayet bana büyük bir mal daha verdi. Ben yine O'na : -(Ya Resûlullah!) Sen bunu benden daha muhtaç olanlara ver dedim. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) bana: - "Sen bunu al da kendine mal yap veya sadaka yap! Göz dikmediğin ve istemediğin halde sana bu maldan birşey geldiğinde, sen onu al (Böyle kendi gelmeyen ve nefsin kendisine meylettiği bir malın arkasından) canın çekme-sin[1053]buyurdu.Hâfiz İbni Hacer diyor ki: Taberi şöyle demiştir: "Ömer hadisin­de, müslümanlann (işleriyle veya) idareciliğiyle meşgul olan kimse­nin bu çalışmasına karşılık nzık (maaş) almasına dâir açık bir delil vardır.[1054]Fakat bu kimseye gereken, Allah'tan korkmasıdır. Çünkü bu, onun elinde bir emanettir. Ona cimri ve israf olmaksızın kendisine yetecek miktarı almasıdır. Allah'ın emanet olarak bıraktığı müslü­manlann mallarına hiçbir şeyi de karıştırmamasıdır.

 

İmamın Salahiyet Müddeti Konusundaki Hü­küm

 

İmamın haklarından birisi de, imamlığa uygunluğu devam ettiği müddetçe idareci olarak kalmasıdır. Sona ereceği sınırlı olan bir vak­ti yoktur ki, o vaktin sona ermesiyle son bulsun veya imameti uygu­lamadaki takatinin ve kudretinin sona ermesiyle son bulsun.Prof Muhammed es-Sadık Afifi şöyle diyor:"Halife için hak olan, hayatı boyunca hükmetmesi, idare etmesi­dir. Ta ki nifak ve fesattan eminlik olsun, yeni seçimde ikinci olarak hiç kimseye tamah ederek boyun eğmesin. Devlet başkanının idare işine bakarken, bir gruba bakıp diğer grubu bırakması değil bütün herkesi gözetmesi, kısa veya uzun hayatı boyunca devam edeceği esası üzerine hareket etmesi gerekir ki, işi bütün şüphelerden uzak, halisane olabilsin.[1055]Bu durum, başkanlık için muayyen bir süre getiren demokrasi düze­niyle İslâm'ın zıt olduğu konulardandır. Demokraside, sonra ikinci bir se­çimle seçilebilir. Bu durumda da bütün gayreti, düşüncesi diğer adayların seslerinden daha yüksek olması için olacaktır. Aynı zamanda demokrasiler­de herkes kendi partisinin adaylarına idareciliği has kılmakta, insanların maslahatlarına kendi partilerinin dışındaki adaylar daha uygun olduğunu bildiği halde sırf kendi partisinden olmadığı için başkalarını istememekte­dirler. Demokrasilerle İslâm arasındaki en önemli fark kanun koyucuları sı­nırlayan bir esasın olup olmamasıdır. İslâmda Kur'an ve Sünnetin temel prensipleri çerçevesinde yapılabilen içtihada karşılık demokrasilerde mecli­sin kanun koyma hakkı hiç bir sınır tanımaz, (mut.)Bugün demokrasi denince aşağıdaki hususiyetlere sahip bir 'idare şek-li'ni düşünmek lazımdır:

1-Seçimle işbaşına gelen hükümetler.   \

2-Seçimlerin idari ve her türlü baskılardan uzak, belirli aralıklarla ve gizli oy, açık tasnifle yapılmış olması.

3-Partilerin, adayların ve seçim işlerinin tamamen hür bir vasıta içinde fonksiyonlarını yerine getirmeleri ve muhalefet fonksiyonunun yerine geti­rildiği bir vasıtanın bulunması.

4-Meclislerin ve dolayısıyla seçilenlerin (temsil yetkisine haiz olanla­rın) kanun yapma yetkisine sahip olması.

5- Ferde her türlü hürriyetin (söz, fikir, yazma, din, eğitim, seyahat, toplantı vb.) tanınmış olması ve bunların kısıntı altında tutulmaması ve herkesi kanun karşısında eşit gören adalet müessesesinin bulunması.Şimdi sıraladığımız demokrasinin hususiyetlerini tahlil edelim:

1-Batılı biri bunu açıklamıştır: Demokrasi öyle bir hükümet düzenidir ki, insanlar sayılır ama değerleri ölçülmez.'Demokrasi, gövdesinin üzerinde bir kafa taşıyan herkesin görüşüne başvurmayı esas almasına rağmen, kişinin görüş belirteceği konuda ehliyet­li olup olmamasına itibar etmemektedir. Mesela Demokrasi'nin amacı 'Hu­kuk (adalet) Devleti'nin kurulmasıdır yani 'adalet'tir. Bu amacı, adalet nite­liğine ve bilincine sahip olmayanlar gerçekleştiremezler. Şu halde toplum çoğunluğunda adalet ülkü ve bilinci yoksa 'nasıl iseniz öyle yönetilirsiniz' gerçeğine göre, o ülkede 'şeklen' demokrasi olur.İslâm'da ise Devlet Başkanının ve şura meclisi üyelerinin seçimine ka­tılacaklarda aranacak ilk şart, elbette müslüman olmaktır. Çünkü ancak müslüman olanlar bu konuda gereken titizliği gösterebilir, İslam'ın menfaa­tine hangi adayın daha çok hizmet edebileceğini takdir edebilirler. Bunların dışında aranan diğer şartları kısaca şöyle sıralayabiliriz: Mükellef olmak, a-dil olmak, bilgi ve görüş sahibi olmak...İslam cahillerin reylerinin toplumun geleceğini etkilemesine imkan ta­nımadığı gibi, günahkâr, heva ve heveslerine esir olan kimselerin de böyle bir etkiye sahip olmalarına imkan tanımamıştır.Herkesçe bilindiği gibi bazı seçim sistemlerinin (özellikle çoğunluk sis­temi ve nisbi temsilin barajlı türleri) büyük partileri kayırmasına karşılık, tam bir orantılılık öngören seçim sistemleri küçük partilerin işine gelir. Do­layısıyla bütün partilerin üzerinde birleşecekleri bir seçim sistemi bulmak imkansız gibidir. Ayrıca Kasas, 4. ayette de belirtildiği gibi Gerçek şu ki, Fi-ravn (resmi ideoloji) büyüklenmiş (halkına zorba ve mağrur bur yönetici -diktatör- gibi baskı yapmaya başlamış) ve oranın halkını bir takım fırkalara (partilere) ayırıp bölmüştü, (ideolojisine inananları devletin yönetici sınıfına dahil etmek üzere hak ve imtiyazlara boğmuş, reddedenleri ise dışlamıştı) Onlardan bir bölümünü güçten düşürüyordu"Yeryüzünde bulunan (insan) ların çoğuna uysan, seni Allah'ın yolun­dan saptırırlar..."(En'am, 116)Çokları hakkı bilmezler, bundan dolayı onlar, (haktan) yüz çevirir­ler" (Enbiya, 24)Çokları da akü erdiremiyorlar" (Maide 103) ayetleri de işaret et­mektedir ki, çoğunluk kendi başına haklılığı taşımaz.Mesela İslam Tarihinin ilk safhalarında bir Daru'n-Nedve vardı. Da-ru'n-Nedve'yi Mekke'deki müşrik kabilelerden (asgari 40 yaşında olması şartı gözetilerek) seçilen mele-mütref takımı oluşturuyordu; ve buradan çı­kacak kararlara toplum düzleminde uyulması zaruretti. Bundandır ki Da­ru'n-Nedve ile Çağdaş Parlamento arasında büyük bir benzerlik vardır. Ra-sulullah (sav) o ortamda 'Çoğunluğun ittifakı ile iktidar' olunması sistemini reddetti. Her halde iktidar, 'güc'ü elinde bulunduran Ebu Cehil'in olacaktıBunun yanısıra, siyasi ve fikri olarak çok parçalı bir manzaraya sahip olan toplumlarda, hiçbir siyasi kesim çoğunluk sayılabilecek oranda oy top-layamayınca, bu sefer hepsi de birer 'azınlık' durumundaki mevcut parçalar­dan en büyük olana iktidar yolu açılmakta, bu 'en büyük azınlık1 grubu da, ya dışardan destekli olarak tek başına yahut yanma bir 'azınlık' grubunu a-larak ortağıyla birlikte iktidar koltuğunu işgal etmektedir.Bir diğer açmaz: Seçimler yoluyla iktidarın belirlenmesi, halkın kendi­ni sürekli bir güvensizlik içinde hissetmesine de yol açmaktadır. Kimin ne zaman iktidar olacağı ve iktidarın ne zaman ve nasıl bir muamele yapacağı bilinmediği için herkes endişe içindedir, huzursuzdur, güveni yoktur.

2- Demokraside herkesin bir 'oy hakkı' olduğu ve halkın egemenliğini belirlenen sürelerde kullanacağı oyla tayin edeceği ve seçimle iktidarların el değiştirebileceği, fikirlerin iktidar olabileceği iddia edilir. Halk ta hem poh­pohlandığı, hem de böyle bir şeyin imkansız olduğunu anlayamadığı için bü­tün bu söylenenlere inanmaya dünden hazırdır.Yasayı, çoğunluğun görüşü (oy) belirleyecektir. Hiç kimse 'görüş'ün ko­layca biçimlendirilip saptırılabilen birşey olduğunun farkında değildir. Uy­gun ayarlamaların yardımı ile, yönü önceden belirlenmiş akımlar doğurmak hiç te zor bir iş değildir. 'Görüş imal etmek' deyimi (veyahut oy imalı) son derece yerindedir.

Resmi ideolojilerin denetimi altında, teknolojinin gelişmesine bağlı ola­rak faaliyet alanları genişleyen 'kitle iletişim araçları' (TV, radyo, reklam, basın vs) bu 'imalatı üstlenmiştir ve 'emredileni' söylemektedir:

a-Dikkatleri belirli sorunlara, çözümlere yada insanlara çekip yönlendi­rerek güç sahibi olanları kayırıp, buna bağlı olarak ta rakip birey veya grup­lara yonelinmeşini önleyebilmekte,

b- Resmi ideoloji ve rejimin statüsünü sağlamakta meşruiyetini güçlen-direbilmekte,

c- Belirli koşullarda inandırma ve seferber etme görevini üstlenebil-mekte,

d- Belirli toplulukların oluşmasına ve varlıklarını sürdürmesine yar­dımcı,

e- Runl ödül ve doyumların sunulmasına da araç olabilmektedir.Mesela çok etkili bir araç olan televizyon karşısında insan kendisini bu alete öyle bir kaptırıp koyuveriyor ki, düşünmek aklına bile gelmiyor. TV. öylesine büyüyor öylesine devleşiyor ki, insan onun karşısında iyice küçülü­yor. Tabi bu seviyeye indirgenen insan da, ister-istemez resmi ideolojinin yönlendirmesi ve yoğun baskısı altına giriyor.Gene demokrasilerde seçmenlerin siyasi kararlarına (oylarına) etki eden iki temel unsur daha vardır ki birincisi, sınıf çıkarları, zümre dayanış­ması, etnik bağışıklık gibi etmenler; ikincisi ise iktisadi kriz, savaş, tabi afet gibi ani değişiklik yaşandığı durumlarda alınan veya alınması gereken ted­birlere destek olacak siyasi tercihlerdir. Bu tercihlerde bulunan yönetilenler belli bir ölçüyü kendi yönlendirişleri için kullanamayacak durumdadırlar. Oyuna getirildiklerini bilseler de bilmeseler de kısa vadeli bazı zorlukların atlatılmasına yarayacak tercihte bulunma mecburiyetiyle yüzyiize bulurlar kendilerini... Özetle ifade edecek olursak, demokrasilerde oy mekanizması ya taassubun veya kandırmacanın emrindedir. Oysa Allah'ın (cc) 'kemale er­dirdiği' din olan İslam, bu tür paradokslardan münezzehtir.

3- Siyasi partiler, anayasa ve kanunlara uygun olarak demokratik bir devlet ve toplum düzeni içinde ülke çapında faaliyet göstermek üzere teşki­latlanan kuruluşlardır. Bu sebeple 'demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır'Partiler kamuoyunu temsil etmelerinin ötesinde, propaganda yolu ile onu şekillendirir ve hazır bir kalıba sokarlar. Demek ki parti sistemi kamu­oyunun bir fotoğrafı olmaktan çok, kamuoyu parti sisteminin bir izdüşümü­dür. Ve mevcudiyetini devam ettirmek isteyen ideoloji ve rejimlerin, partisel oluşumları kontrol alfanda tutmaları; yani alternatifleri/muhalifleri kendisi­nin belirlemesi gerekecektir.

'Demokrasi, halk için halka rağmen sistemidir. Halkın isteğinin ancak rejimin kuralları içinde olduğu sürece değeri vardır. Ve silahlı kuvvetler, millet iradesinin emrinde değil, millet iradesinin üstündedir.'

Demokrasinin bir diğer unsuru: Propaganda... Propaganda, telkin ve il­gili psikolojik teknikler vasıtasıyla fikirleri ve değerleri neticede de karar­laştırılmış bir çizgiye paralel olarak davranışları değiştirmek (tutum ve ha­reketleri kontrol altına almak) amacıyla sembollerin az yada çok, isteyerek, planlı ve sistematik olarak kullanılmasıdır. Demokraside iktidar hesapları yapan -bunun için- kendini tanıtma ve şansını yükseltmede propagandayı meslek edinen propagandacılar, bu uğurda:

a-Muhataplarını etkilemek için genellikle lehte ya da aleyhte olan (duygusal çağrışımlı) deyimler kullanır.

b-Karmaşık gerçekler yığınından yalnızca amacına uygunluk arzeden-leri seçer.

c-Yalan söyler: Yap(a)mayacağı vaadlerde bulunur, övünür-kibirlenir.

d-İfadelerini yeterince tekrarladığı takdirde, zaman içinde muhatapla-rınca kabul edileceğinden emindir. Bu tekniğin bir değişik şekli sloganların ve anahtar kelimelerin kullanılmasıdır.

e-Düşmanını tanımlarken ifrada kaçarTüm bu noktalarda 'İslam Propagandaya karşıdır' Ancak, Öğüt vermek, ibret almak maksadıyla kürsülerden hatırlatmalarda bulunmak peygamber­lerin, rasullerin sünnetidir.

4) Hakimiyet kimin? İbn Haldun: 'Hakimiyet, sahibinin gücü üstünde bir gücün bulunmamasıdır' der. Buna göre hakimiyet mutlak üstünlük ve mutlak sahiplik demektir.Demokraside insan herşeyin ölçüsüdür. Zira 'İnsan aklının bilme yete­neği tamdır ve akim gücünden şüphe etmek için herhangi bir neden ola­maz. Fikir ve gerçeklik birbirinden ayrı değildir. Akla uygun olan her şey gerçek, gerçek olan her şey akla uygundur' (Hegel) Öyleyse 'Hukuk, akli bir varlığın üzerinde iktidar sahibi olduğu başka bir akli varlığın davranışlarını düzenlemek için belirttiği davranış modelidir' (Austin) denilebilir. Demokra­si de, insanların (vahyi bir kenara bırakarak) kendi kendilerini yönetmeleri­ni, 'hakimiyetin kayıtsız-şartsız halkın/milletin olmasını.esas alan bir ideo­lojidir; hakimiyeti parlamentolar aracılığıyla kullanır. Bu nedenle demokra­si, parlamentoyu 'ülkenin en yüksek ve mutlak iktidarı' olarak nitelendirir (rablık atfeder). Bu noktada İslam, parlamenter sistemi (demokrasiyi) red­deder. İslam'da Ulu'l emr yalnızca Allah (cc)'ın hakimiyetini yeryüzünde gerçekleştirmek ve O'nun hükümlerini uygulamakla görevlidir. Yasama yet­kisi de, hakimiyet te Allah (cc)'mdır; insan heva-heveslerinin değil:"(Ve şu emri indirdik) insanlar arasında, Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmet!.. Sakın onların (insanların) heva ve heveslerine uyma... Hükmü Al­lah'tan daha güzel olan da kimdir?" (Maide, 49-50)"Allah ve Rasulü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir er­kek ve kadına, o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Rasulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur." (Ahzab, 36)"Hüküm sadece ve sadece Allah'a mahsustur"... (Yusuf 40) Aslında demokraside anayasaları hazırlayanlar halkın sivil güçleri ve temsilcileri değil, doğrudan ya devlet içinde Örgütlenmiş güçler veya politik toplumla sıkı ilişkileri olan seçkin kimselerdir. Yürütme, halk temsilcileri­nin elinde olsa da, onların çıkaracakları bütün yasaların bir üst-hukuk met­nine, yani anayasaya uygun olması kuralları esas olduğundan sonuç değiş-memekte, meclis ancak kendisi için (Anayasa mahkemeleri, Cumhurbaşka-nılığı, Silahlı Kuvvetlerce...) yukarıdan ve dışardan belirlenmiş sınırlı alan içinde hareket edebilmektedir.

5- Demokratik sistemlerin bir türlü aşamadıkları temel açmazı, hürri­yet adına herşeyi istedikleri gibi yapmakta ve bu hayatı istedikleri gibi ya­şamada insanları tamamen serbest bırakırken, aslında hem ferdi, hem de toplumu bir dizi felaketle karşı karşıya bırakmış olduğunu görememesidir.Bir yandan kötü ve yanlış olduğunu kabul ettiğiniz şeylerle mücadele etmeye çalışacaksınız. Fakat öbür yandan ferdin hürriyetlerini kısıtlama­mak adına o kötü ve yanlış şeylerin yapılmasına izin verecek ve meseleyi kökünden halletmeye çalışmayacaksınız.Rasulullah (sav)'in ifade ettiği şu hadisede, İslam ve Demokrasinin hürriyet anlayışı irdelenebilir:"Hep birlikte gemiye binen insanların herbiri bu gemide bir köşeye sa­hiptir. Halbuki onlardan biri bir köşede geminin kenarına baltayla vurmaya başladı. Arkadaşları ona: -Ne yapıyorsun? diye sordular. O: -Bu benim ye­rim; canım ne isterse yaparım, cevabını verdi. Şayet arkadaşları ona mani olursa kurtulacaklar ve o da kurtulacak; fakat istediğini yapmaya bırakacak olurlarsa, hem o hem de kendileri mahvolacaktır."İslam'da yaşama hakkı (17/33), inanç ve ibadet serbestliği (88/21-22;109), fikri açığa vurma hürriyeti (42/38), eşitlik (49/13), adalet (4/135;5/S), haysiyet ve şerefin korunması (49/12), mesken dokunulmazlığı (24/27-28), seyahat hakkı (67/15)... vs. vardır fakat göstermelik ve sınırsız bir hürriyet anlayışı yerine, insana gerekli olduğu kadar ve insanı zara-ra/helaka sürüklemeyecek bir hürriyet anlayışı esastır.İslamda da demokraside de yürütmeyi halk seçer. Bunda herhangi bir anlaşmazlık yok. Ancak demokrasilerde yürütme tamamen ve belirli bir süre için (sözgelimi dört veya beş yıllığına) seçildiğinden, bu geçen süre zarfında halkın yürütmeyi denetleme 'hak'/imkan ve araçları ya çok sınırlıdır veya hemen hemen yok gibidir.İslamda ise imam her an kontrol altındadır. Halife Ömer (ra)'ın evlilikte kadının mehrinin düzenlenmesine dair hutbesi sırasında dinleyiciler arasında bulunan bir kadının itirazı ve sonrasında Hz. Ömer (ra)'m: "Kadın doğru söyledi, Ömer yanıldı" demesi.Hz. Ömer (ra)'m cuma hutbesi sırasında, birisinin: -Ya Ömer seni dinlemiyoruz! -Niçin dinlemiyorsunuz? -Gaza oldu, sen bize ganimet dağıttın, kumaş dağıttın. Bana verdiğin kumaştan bir elbise çıkmıyor; senin kumaştan ise bir elbise çıkmış, giyiyorsun; demek sen kendine çok aldın, demesi. Hz. Ömer (ra)'m oğlunun ise: -Evet dağıtılan kumaştan bir elbise çıkmıyor. Benim kumaşımla babamınkini birleştirdik; babama bir elbise çıktı, cevabı ile zatm ayağa kalkarak: -Ya Emire'l-Mü'minin seni dinliyoruz, demesi..İşte hak, işte özgürlük ve uygulanışı. (Yayıncı)              

 

ŞÛRA

 

İmamın görevlerinden ve haklarından söz ettikten sonra şûrayı ve İslâm'daki şûranın yerini anlatmak için onu müstakil olarak ele almak uygun olur diye şûrayı imamın hakları ve görevleri kısmına . koymadım. Çünkü bu mesele ihtilaflı bir konudur. Bazıları, imamın görevlerini sayarken şûrayı da onun görevlerinden saymışlardır. Bir kısmı ise şûrayı mendublardan gördüklerinden imamın görevlerin­den saymıyorlar. Selefin fakihlerinin ve diğerlerinin de anlayışı bu­dur.Bu konuda önce şûranın lügat ve ıstılahı tariflerinden bahset­tikten sonra şûranın meşru oluşundan ve buna dair delillerden, son­ra da vâcib midir yoksa müstehap mıdır diye hükmünden, bununla ilgili iki görüşten ve iki görüş arasından tercih edilenden bahsedece­ğim. Son olarak şûranın imamı bağlayıcılık sınırını ve bu konudaki her grubunun fikirlerini ele alacağım. Daha sonra da bu meseledeki tercih edilen görüşü ekleyeceğiz.Bu konu ile ilgili olan her şeyi kısaca arzedeceğim. Çünkü bu mesele zor meselelerdendir. Bu konuda çok da söz edilmiştir. Bu ko­nuya dair büyük alimlerin çalışmaları, müstakil kitap ve ilmi risale olarak yazdıkları eserler bize kâfi gelecektir. •

 

Şûranın tarifi:

 

1) Lügatte:

Şûra, meşveret, müşavere, "şâvere" fiilinin masdarlarıdır. Lisa-nu'1-Arab'da: "Balı, kovandan süzüp çıkardığı zaman, "şâre'1-asel şevren, şiyâreten, meşâren, meşâreten" denilir. Ebû Ubeyd şöyle de­miştir: "Balı kovanından aldım ve onu sağdım manası için Arab, "şürtul-asel ve'ştertuhu" der..." Şöyle de denilmektedir: Bana bal hakkında yardım et manası için "eşirni ale'1-asel", hayvanı satışa ar-zettim ve onu getirdim götürdüm manası için "şürtü1 d-dabbete şev­ren" denilmektedir[1056]Şûranın aslı, yukarıdaki manalara göre, görüş konusunda, fikir ortaya atmak, fikir beyan etmek ve fikir konusunda yardım etmek demektir. Şûranın "meşvere" ve "meşûre" diye iki masdarı vardır. Ib-ni Hacer, meşûrenin en çok tercih edilen olduğunu söyledi.[1057]

 

2) Terim olarak:

"İşlerin gerçeğe en yakınını bulmak için ihtisas sahibinden gö­rüş almaktır.Son dönem yazarlarından bazıları şûra ile meşvereti birbirinden ayırmışlardır. Şûrayı görüş alma olarak, meşvereti ise bağlayıcı, gö­rüş alımı olarak değerlendirmişlerdir. Daha sonra delillendirmeyi (istidlal) bu görüşe göre ele almışlardır. Fakat gerçek olan, ikisi ara­sında hiçbir farkın olmadığıdır. Ayrıca bu konuda ortaya koydukları deliller de ikna edici değildir.Müslümanın hayatında istişarenin çok önemli bir yeri vardır. Özel hayatında müslümanlar için, devlet olmadan önce de devlet olduktan sonra da istişare çok önemlidir. Zira istişare ile ilgili âyetlerden birisi Mekke'de nazil olmuştur. Diğeri de Medine'de nazil oldu. Mekke'de inen âyet Övülen bir cemaatın özelliklerinden bahsetmektedir.Şûra'da, istişare öncesi, istişare anı ve istişare sonrası dikkat edilecek şeyler vardır.a) İstişare öncesi dikkat edilecek hususlar:

1- İstişare edilecek konular Önceden şûra üyelerine bildirilmelidir. Zih­nen, düşünce açısından hazırlıklı hale gelinmesine yardımcı olur.

2- İstişare öncesi danışmanların raporu alınmalıdır.

b) İstişare anında dikkat edilecek hususlar:         

1-  İstişareye katılan insanların, sırf kendi istek i ve arzularını ifade eden bir irade gösterimi olmamalıdır.                             

2- Ancak benim dediğim haktır anlayışı ile değil, jYa Rabbi! Hakikati birimizden birinin kalbine ilham et de gerçeğe kavuşalım düşüncesine sahip olmalıdırlar.

3- Fikri kabul edilen üzülmeli, ya benim dediğim doğru değilse mesuli­yetinden dolayı halim nice olur diye düşünmeli.

4- Fikri kabul edilmeyen de üzülmemeli, mesuliyetten kurtuldum diye düşünmelidir.

1- Karara muhalefet eden, karara ilk .uyan kimse olmalıdır.

2- Fikrinin aksi çıkınca sevinmemeli, aksi fikirdekilere çıkışmamahdır.

3- Kadere razı olmalı, ibretler alınmalıdır.

4- Neticeyi tevekkül ile karşılamalıdır. Şûra Ehlinin Sıfatları:

1-Adalet (Büyük günah işlemeyen ve küçük günahlara devamdan sa­kınan)                                                                            

2~ Aklı selim ve görüş kabiliyeti

3- İlim sahibi olmak

A- Doğruluk ve istikamet  

5- Tecrübe

6- Takva sahibi olmak

7- Rey ve hikmet ehli olmak

8- İhtisas sahibi olmak (Müt.)

 

Şûranın Meşru Oluşu

 

Şûra'nın meşruluğu, Kitab, sünnet ve hulefa'i raşidinin uygula­masıyla sabittir. İslâm, şûrayı birçok yerde teşvik etmiş, gerçeği araştıran kimsenin uzak kalamayacağı işlerden saymıştır. İster üm­metin işlerini yürütme gibi önemli konularda olsun, ister şahsa ait ferdi işlerde olsun. Bu isim Allah'ın kitabındaki sûrelerden birinin is­mini taşımaktadır.Meşruluğuna dair deliller çoktur:

 

1- Kitabtan delil:

a) "Allah'tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp gi­derlerdi. Sen onları affet, bağışlanmaları için de dua et. işlerde onla­ra müşavere et. Artık karar verdiğin (azmettiğin) zaman da Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayananları sever." Imra[1058]İbn-i Cerir et-Taberî, bu âyetin tefsirinde seleften çok sayıda ri­vayet zikrettikten sonra şöyle demiştir: "Bu konuda söylenenlerin en doğrusu şöyle denilmesidir: Allah, Rasûlüne ashabıyla birlikte, harb hileleri ve düşmanlarla ilgili sıkıntılı konularda, İslâm'ı bilmekle bir­likte şeytanın fitnesinden emin olunacak bir basireti olmayan kimse­yi alıştırmak ve kendisinden sonra ümmete, sıkıntı verecek işlerde nasıl hareket edeceklerini öğretmek için müşavereyi emretmiştir. İstişareden maksat, kendilerinde meydana gelen mühim hadiseler anında bu konuda Peygamber(s.a.v.)'e uymaları, Peygamber (s.a.v.)'in hayatında yaptığını gördükleri gibi kendi

 

Şuranın Meşru Olmasının Hikmeti Ve Faydaları

 

aralarında da -müşavere etmeleridir. Peygamber(s.a.v.)'e gelince Allah ona sıkıntılı işlerin bütün yönlerinin doğru olanını vahiyle ve ilhamla tarif ediyor­du. Ümmetine gelince; onlar, doğrudan ayrılmadan nefis ve hevalan-

na yönelmeden bütünüyle iradelerini doğruya yönelterek, hakkı araştırarak, birbirlerine karşı sadakatle peygamberin fiilini sünnet edinerek, müşavere ediyorlardı. Allah da onları doğruya yöneltiyor ve onları hakka muvaffak kılıyordu[1059]İbn-i Ebi Hatim, Hasan'dan şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Al­lah (c.c), Peygamber (s.a.v.)'in onlara ihtiyacı olmadığını biliyordu. Fakat Peygamber (s.a.v.)'den kendisinden sonrakilerin takib edecek­leri sünnet koymasını istemiştir." ^İbni Ebi Hatim, Dahhak b. Mezahim'in şöyle dediğini rivayet et­miştir:

"Allah, Peygamberine ancak müşaverede hayır gördüğü için emY retmiştir.[1060]

b- Şûra sûresinde şöyle buyrulmuştur:"Size verilen şey yalnızca dünya hayatının geçimidir. Allah'ın yanında bulunanlar ise, iman eden ve Rablerine dayanan kimseler için daha hayırlı ve daha süreklidir. Onlar büyük günahlardan sakı­nır ve hayasızlıktan kaçınırlar, kızdıkları zaman da kusurları bağış­larlar. Ki onlar Rablerinin davetine icabet edenler ve namaz kılan­lardır. Onların işleri aralarında istişare iledir. Ve kendilerini rızık-landırdığımız şeyden infak ederler." (§ûra Suresi, 36-38)[1061]Allah bu âyetlerde, mü'minleri diğerlerinden ayırıp övdüğü te­mel sıfatları açıklamıştır. Özellikle bu sıfatlar arasında "Onların işle­ri aralarında istişare iledir." diyerek zikretmiştir.Kurtubi şöyle demiştir: "Allah, işlerde müşavere etmeyi, bu prensibe tutunan kavmi övmek suretiyle yüceltmiştir.[1062]Bu âyetin Ensar hakkında indiği söylenmiştir. en-Nekkâş ise şöyle söylemiştir: "Ensar, Hz. Peygamber (s.a.v.)'m gelmesinden ön­ce, bir iş yapmayı istedikleri zaman o konuda müşavere ederler, son­ra da o müşavereye göre amel ederdi. Allah da bu sebeple onları öv­dü.[1063]Fakat bu doğrudan uzaktır. Çünkü bu âyette, namaz ve infak gibi İslâm öncesinde olmayan mü'min özelliklerini övme zikrolun-muştur. Bu, ancak İslâm'ın gelişinden sonra meşru kılınmıştır. Zira bunlar müslüman olmalarından önce namazı da tanımıyorlardı.Seyyid Kutub (rh.a) şöyle demiştir:"Burada, bu âyetlerde, müslüman toplumun ayırıcı ve karakte­ristik hususiyetleri dile getiriliyor. Bu âyetleri, Medine'de bir müslü­man devlet kurulmadan önce Mekke'de inmiş olmalarına rağmen müslüman kitlenin özelliklerinden biri olarak görüyoruz: "Onların iş­leri aralarında istişare iledir." Bu da gösteriyor ki şûra prensibi müs-lümanların hayatında devletin siyasal düzeni olmaktan çok, daha köklü bir konuma sahiptir. Şûra bütün cemaatın temel özelliğidir. Cemaat olarak meselelerini bu prensip doğrultusunda çözüme bağ­larlar. Sonra cemaat olmanın tabii neticesi olarak cemaatten devlete geçilir.[1064]Bir fikir, önce inananlarını bulur. Cemaatını kurar. Ayakta kalabile­cek cemaat özelliği varsa halka malolmuş bu dava devlet olmaya yönelir ve devlet olur. Cemaat olma özelliği yapıyı korur gelişmeler kaydetmesiyle de insanını korur. Cemaat olma özelliğinden birisi de istişare etmeleridir, (mut.)

 

2- Sünnetten Delil:

Hz. Peygamber (s.a.v.)'in amelî sünneti, şûra konusunda teşvik­lerle doludur. Rasûlullah (s.a.v.)'ı yaşayışında ve Hulefa-i Raşidin'in yaşayışlarında bu durum açık bir özelliktir. Şûranın meşru olduğu­na, amelî sünnet tarafı, kavli sünnetten daha çok delâlet etmektedir.Şûra'nm meşru olduğuna dair kavli sünnetle delil getirme için araştırma yaptığımda açık hiçbir nassa rastlayamadım. Evet, birkaç hadis rivayet edilmiştir. Fakat o hadisler tenkide tabi tutulunca, is­nadında şüphe olmayan hiçbir tane bulamadım, bundan dolayı da ço­ğunu zikretmekten vazgeçtim.[1065]Bu konuyu ifade eden hadislerin bazıları şunlardır.

Abdurrahman b. Ganem'den rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.v.) Ebû Bekir ve Ömer (r.a.) için şöyle buyurmuştur:"Şayet siz ikiniz, bir konuda ittifak edecek olsanız hiçbir istişarede size katiyyen karşı çıkmam[1066]

2- "İstişare edilen kimse, emniyet edilen kimsedir.[1067]hadisine gelince, burada şûra hakkında açık bir teşvik olmasa da, istişare edi­len kimsenin istişare etmede kendisine emniyet edilen olması isten­diği bildirilmektedir.

* "İstişaresine emniyet edilen kimselerle istişare edin!" manasına "istişare edilen kimse emniyet edilen (yani güvenilen) kimse" dir diye ifade edilmiştir. (Müt.)Bu hadis, değişik senedlerle Ebû Hureyre, İbni Mesud, Hz. Âişe, İbni Ömer ve Ümmü Seleme'den de rivayet edilmiştir.

3- Ebû Hureyre (r.a.) şöyle demiştir:"Ashabıyla Peygamber (s.a.v.)'den daha çok müşavire eden hiç bir kimseyi görmedim.[1068]İslâm'ın şûraya verdiği önemi kuvvetlendiren delil, Hz. Peygam­ber (s.a.v.)'in, değerinin ve mevkisinin büyük olmasına, vahiy ve il­ham ile yardım görmesine rağmen ashab ile çokça müşavere etmede­ki tatbikatıdır. Ebû Hureyre hadisinde geçtiği gibi, O'nun hayatı, as­habı ile müşavere ettiğini isbat eden çok misallerle doludur:Bunlardan bir kısmı şunlardır:

1- Bedir günü, müşriklerle savaşa yönelme konusunda onlarla müşaveresi.[1069]

2- Uhud savaşından önce, şehirde mi kalınsın, yoksa düşman ile yüzyüze savaşa mı çıkılsm diye onlarla müşaveresi.[1070]

3- Bedir esirleri hakkında onlarla müşaveresi[1071]

4- Hendek Günü, Sa'd b. Muaz ve Sa'd b. Ubade ile müşaveresi, ikisi dönüp gitmeleri karşılığında düşmanlara Medine hurmalarının bazısını vererek anlaşma yapmayı kabul etmediklerine dair görüş bildirdiler. Peygamber (s.a.v.) de ikisinin görüşlerini kabul etti.[1072]

5- Hudeybiye senesinde müşavere etmesi.[1073]

6- Taif muhasarasında müşavere etmesi.[1074]

7- İfk hadisesinde, Hz. Âişe (r.a.) ile ilgili Hz. Ali ve Üsame (r.a.) ile istişaresi.[1075]

8- Ailesi hakkında, laf atmak suretiyle eziyet eden münafıkları cezalandırma ile ilgili olarak ta istişare etti ve: "Aileme söven kavim hakkında bana neyi işaret edersiniz..." dedi [1076] vs. ve daha nice istişareleri...

 

3- Hulefa-i Raşidin'in Uygulaması ve Selefin Asarı

Hulefa-i Raşidin (r.a.) döneminde şûra, açık bir özellik olmuş­tur. Onlar, mutlaka yapılması gereken hiçbir konu yoktur ki o konu­da istişare etmiş olmasınlar. Buna dair sayılamayacak kadar çok mi­saller var. En önemlileri Sakife Hadisesi, Hz. Ömer'in hilafeti arala­rında müşavere etmeleri için altı kişiye bırakması, Kur'an-ı Kerim'in toplanması ve tek Kur'an üzerinde müslümanların ittifakı vs. gibi halifeler valilerine, ancak müşavereden sonra ke sinle ş tir diki erini emrediyorlardı. Hz. Ebû Bekir (r.a.), Halid b. Velid'e mürtedlerle harbetmeye yönelince şöyle mektup yazmıştı: "Beraberindeki Rasûlullah'ın ashabından büyüklerle istişare et! Şüphesiz Allah (c.c.) seni onların istişâresiyle başarılı kılar.[1077]Meyimin b. Mihran'dan rivayete göre şöyle demiştir: Hz. Ebû Bekir (r.a.), kendisine bir iş gelince Allah'ın kitabına bakar, onda hükmedeceği şeyi bulunca aralarında hükmederdi. Şayet Rasûlullah'm sünetinden hükmünü öğrenirse onunla hükmederdi.Eğer bir çıkış yolunu bilemeyince müslümanlara sünnetle ilgili so­rardı. Bunda da aciz kalınca müslümanların ileri gelenlerini ve alim­lerini çağırır onlarla istişare ederdi.[1078]Hz. Ömer (r.a.) da bu minval üzere hareket ederdi. "Kurra (Kur'an'ı ezbere bilen alimler), genç olsun, yaşlı olsun, Hz. Ömer (r.a.)'in istişare ettiği kimselerdi. Hz. Ömer, Allah'ın kitabına vakıftı (üzerinde çokça dururdu)[1079]Hz. Ömer'in, hilafet hakkındaki şûra ile ilgili sözü geçti. Hz. Ömer'den sonra diğer imamlar da aynı yolu izlediler.Buhari şöyle diyor: "Hz. Peygamber (s.a.v.)'den sonra (şahabı, tabiin ve onların ardından gelen bütün) imamlar da mubah işler hu­susunda onların en kolaylarını almak için ilim ehlinden emin kimse­lerle istişare ediyorlardı. Kitap (yahud) sünnet, hükmü açıkça belirt­tiği zaman artık onlar Peygamber (s.a.v.)'e uyarak başka şeye geç­mezlerdi.[1080]

 

Selefin Şûrayı Teşvike Dair Örnek Hareketleri

Hasen (r.a.)'nin şöyle dediği rivayet edilmektedir:"Aralarmda müşavere eden hiçbir kavim yoktur ki Allah, onları bulundukları du­rumdan daha üstününe ulaştırmasın." Başka bir ifadede de: "Arala­rında müşavere eden hiçbir kavim yoktur ki Allah, onları doğruya ve­ya faydalı olana azmettirmesin.[1081]Katâde şöyle demiştir: "Allah'ın rızasını arayarak istişare eden hiçbir kavim yoktur ki işlerinin en doğru olanına ulaştırılmasınlar."[1082]Taberi, şu sözünü de ona isnad ederek rivayet etmiştir: "... Bir kavim birbirleriyle müşavere ettikleri ve bununla da Allah'ın rızasını istedikleri zaman, (Allah) onlara doğru üzerinde olmaya azim verir.[1083]'

 

Şûranın Meşru Olmasının Hikmetleri ve Faydaları

Hz. Peygamber (s.a.v.)'e isnad edilen şûranın meşru oluşunun hikmeti ile diğer idarecilere isnad edilen şûranın meşru oluşundaki hikmet farklıdır:

1.  Görüş: Böylece kendisinden sonrakilere sünnet olsun diye istişare yapmıştır. Haseni Basri (rh.a) nin şu sözü geçmişti: "Kendisi­nin onlara muhtaç olmadığını biliyordu. Ama bununla kendisinden sonrakilere sünnet olmasını istemiştir.[1084]Taberi, "Onlarla iş konusunda müşavere et!" âyetihakkında Süf-'yan b. Uyeyne'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir "Bu, mü"minlerin Peygamber (s.a.v.)'den hakkında bir delil gelmeyen konuda müşavere etmelerine (örneklik) içindir.[1085]Ebû Bekir b. el-Arabî de şöyle demiştir: "Bu fayda, Peygamber (s.a.v.)'i kendisinden sonra gelenlerin müşaverede örnek almaları içindir.[1086]

2. Görüş: Ashab (r.a.)'ın nefislerini ve kalblerini hoş tutmak ve Peygamber (s.a.v.)'in, ashabı dinlediğini ve onlardan yardım istediği­ni bilmeleri içindir. Buna âyeti kerimenin başı delildirşayet katı kalbli, haşin davransaydm muhakkak etrafından dağılırdılar.Taberi, Rebi'den şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Allah, Peygam­berine, kendisine semadan vahiy geldiği halde ashabıyla işlerde müşavere etmesini emretmiştir. Çünkü müşavere, ashabın gönülleri­ni daha fazla hoş kılıcıdır."[1087]Taberi, Katade'den de şöyle rivayet etmiştir: "Allah'ın, Peygam­berine, kendisine vahiy geldiği halde ashabıyla işlerde müşavere et­mesini emretmesidir. Çünkü müşavere etmek kavmin nefislerini da­ha fazla hoş kılıcıdır.[1088]Şöyle de denilmiştir: Arab'ın büyükleri iş hakkında müşavere etmedikleri zaman kendilerine ağır gelirdi. İşte bu sebepledir ki, onlan bırakıp sadece kendi fikriyle hareket etmesi onlara ağır gelme­mesi için, Allah, Rasûlü'ne ashabıyla müşavere etmeyi emretmiştir.[1089]

3. Görüş: İdarede, işlerin en isabetli olanını ve en doğru olan gö­rüşü kendisi için ortaya çıkarmak içindir. "Onlarla iş konusunda müşavere et!"  âyeti hakkında ed-Dahhak b.  Muzahim'in  şöyle dedmiştir: "Allah (c.c.),Peygamber (s.a.v.)'ine müşaverede fazilet, hikmet ve iyilik olduğunu bildiği için müşavere ile emretmiştir.[1090]Bu istişare hem harp işlerinde, hem de dünya işlerindedir. Dün­ya ile ilgili "siz, dünya işlerinizi daha iyi bilirsiniz.[1091]"Yapmak iste­diğiniz birşey, dünyanız ile ilgili bir iş olursa size aittir, o şey dinini­zin işlerinden olursa bana aittir[1092] buyurmuştur.Bedir günü Habbab b. Münzir'in, Hendek gününde de Selman-ı Farisi'nin görüşüne uyması bundan dolayıdır.Teşri' işlerine gelince, eğer içtihad edilecek bir işse onun hak­kında da vahiy gelmemişse ictihad ediyordu. Şayet ictihad hakka isa­bet etmişse Allah (c.c.) bu içtihadı takrir ediyordu, eğer içtihadı hak­ka isabet etmezse onu doğru olana çeviriyor ve O'na doğruyu gösteri­yordu. Bedir esirlerinde olduğu gibi. Hz. Peygamber (s.a.v.) esirler­den fidye alınca Allah'tan şu uyarı indi: "Hiçbir peygamberin yeryü­zünde ağır basıp (harp edip) zaferler kazanıncaya kadar (harp eden düşmandan) esirler alması layık değildir..." (Enfal, 67)

4.Görüş: Hz. Peygamber (s.a.v.) müşavere ile emrolunmuştur. Uhud Savaşı konusunda sahabenin çoğu, özellikle de Bedir'de harbe katılmayanlar Medine dışına çıkıp harbetmeye dair görüşlerini orta­ya koydular. Rasûlullah (s.a.v.) ise Medine'yi korumak ve çıkmamak görüşünde idi. Onların görüşüne uyarak çıkınca müslümanların boz­guna uğramalarına sebep oldu. Şayet Hz. Peygamber bundan sonra onlarla istişare etmeyi terketseydi, onlar Peygamberin kalbinde müşavereleri sebebiyle bir iz kalıntısı olduğuna inanacaktılar. İşte bundandır ki Allah (c.c), Uhud Harbi'nden sonra müşavere ile em­retti ki bu hadiseden dolayı kalbinde bir eser kalmadığına delâlet et­sin.[1093]Gerçek şu ki bütün bu hikmetler arasında hiçbir zıtlık yoktur. Bütün bunların bir hikmeti vardır ki Allah (c.c), Rasûlü'ne, ashabıy­la müşavere etmeyi emretmiştir. Allah herşeyi en iyi bilendir.Halifelere ve diğer ümmete nisbet edilen müşaverenin meşru olduğuna dair hikmet:İmamlara, ümeraya ve diğer insanlara nisbetle istişarenin ko­nulmasındaki hikmet farklıdır. Beşer nefsinin zayıflığı ve masum ol­madığı konusunda söz geçmişti. Nefis, hevaya hata etmeye ve unut­maya maruzdur. İşte bu sebepledir ki, insanın kendi dışmdakilerle istişare etmeye ve doğruya ulaşmada onlardan yardım istemeye şid­detle ihtiyacı vardır.

 

Şûra'nın meşru kılınmasındaki hikmetler

1. Çoğu zaman doğruyu elde etme

İş, şûraya bırakıldığı zaman, görüşü sorulanların her birisi mü­şavere edilen konuda en güzel şekilde konuyu ortaya çıkarmaya gay­ret gösterir. Ruhlar böylece en uygun ve en güzel bir şekilde elde et­mek üzere anlaşırlar. Bir şey üzerinde temiz ruhların anlaşması o şe­yi elde etmenin sebeplerinin en büyüğündendir. İhlaslı bir topluluk­tan çıkan bir görüş, bir şahsi görüşe göre doğruya daha yakın oldu­ğundan şüphe yoktur. Bazen doğru ve faydalı olanı bazılarının bilme­si hususi iken, istişarede gizli olanın açığa çıkması ile fayda genele mal olur.İbnu'l-Ezrak şöyle diyor: "Kendisine şu dört şey verilen, dört şeyden mahrum olmaz denilmiştir. Kendisine şükür verilen'artıştan, tevbe verilen kabuldan, istihare verilen kimse hayırdan ve kendisine meşveret verilen kimse de doğruya ulaşmadan mahrum olmaz.[1094]Fakat bu durum mutlak da değildir. Bazen olur ki bir tek şahıs veya azınlık, görüşüyle doğrunun ta kendisini yakalar, cemaatın gö­rüşü ise hatalı olabilir. Bu durum, şûranın imamı bağlayıcı olup ol­madığı söz konusu edildiğinde izahı gelecek.

 

2- Bazen neticesi beğenilmeyen şeylerin pişmanlığından emin olmak

Nefislerde neticesi itibariyle övülemeyen, beğenilmeyen şeyler doğmaktadır. Bunu, şûranın Peygamber (s.a.v.)'e nisbet ederek meş­ru olmasının hikmeti konusunda gördük. Başkasına nisbet edilenin sevilmemesi daha aşikar bir durumdur. Şöyle denilmiştir: "İstihare eden zarar etmez, istişare eden pişman olmaz.[1095] Hz. Peygamber (s.a.v.)'e nisbet edilen bir hadis de şöyle rivayet edilmiştir: "Akıllıya danışınız ki doğru yolu bulaşınız. Akıllıya isyan etmeyin, yoksa piş­man olursunuz.[1096]

 

3- Aldın gelişmesi ve sağlamlaşması:

et-Tartuşi der ki: "İstişare eden, istişare edilenden görüş bakı­mından daha seviyeli olsa bile, ateşin yağla ışığı arttığı gibi istişare edenin de bu sayede görüşünde artış olur.[1097]İbnu'l-Ezrak diyor ki: "Şöyle denilmiştir: Müşavere, aklın aşısı ve doğrunun Öncüsüdür. Kim akıllı ile müşavere ederse aklının yarı­sını almış olur.[1098]Hikmet ehlinin bazısı şöyle demiştir: "İhtiyatlı ve akıllı olana gerekli olan, görüşünü akıllıların görüşlerine eklemesidir. Bunu yap­tığı zaman kaynaktan emin olur, tercih mertebesine ulaşır. [1099]

 

4. Hata edilince ümmetin kınamasından emin olmak ve itiraz edene delili ortaya koymak

Şûra tarafından içtihadı bir mesele münakaşa edilince, şayet bundan sonra hata meydana gelirse sadece imama karşı kınama ya­pılmaz, bundan sonra hiçbir itirazcının lehine delil olmaz. Şöyle de­nilmiştir:"Kinlin istişaresi çok olursa, isabet edince kınayanı, hata edince de ayıplayanı olmaz. [1100],

5- Heva'dan sıyrılmak ve karışıklığa düşmekten uzak ol­mak:                                                                           '

Çünkü beşer nefsi, Allah'ın koruduğu kimselerin dışında bu duruma daima maruzdur. İşte bundan dolayı hikmet ehlinin bazısı şöyle demiştir: "Tecrübe sahibi akıllı kimse, görüşünü nevasından uzak tutabilmesi için müşavereye muhtaçtır. Onlardan birisine şöyle sorulmuştur:"İstişare edilenin görüşü niçin istişare edenin görüşünden daha üstündür? O da şöyle söylemiştir: Çünkü istişare edilenin görüşü he-vadan uzaktır.[1101]Beşşar b. Berd'in söylediği şu şiir ne güzeldir:"Müşavere etmek, nasihat (derecesine) ulaşınca, nasihatcmm görüşünden veya akıllının nasihatından yardım iste!Şûrayı aleyhine gizlenmeyi gerektiren bir zillet, şûraya gelenle­rin lehine senin aleyhine olan bir kuvvet (gibi) kılma (öyle değerlen­dirme)!Zayıf olana meyletmeyi bırak ve uykucu olma.Çünkü akıllı adam uykucu olmaz (uyanık olur).[1102]El-Esmai şöyle diyor. Beşşar'a dedim ki:"Ya Eba Muaz!İnsanlar senin (şu yukarıdaki) meşveret hakkın­daki beyitlerinden dolayı hayret içindeler." O da şöyle dedi:"Ya Eba Sa'd! Müşavere edilen adam, ya faydasıyla kurtulacağı doğruyu veya sıkıntıya düşülecek bir hatayı açıklar." Ben de ona şöy­le dedim:"Bu sözünde sen, şiirindekinden daha anlamlısın.[1103]

 

6- Rahmet ve bereket elde etmek:

Ömer b. Abdulaziz (r.a.) şöyle demiştir:"Meşveret ve münazara rahmetin iki kapısıdır, bereketin iki anahtarıdır. Meşveret ve münazara ile hiçbir görüş sapmaz, hiçbir fayda kaybolmaz.[1104]Hz. Ali (r.a.)'nin şu sözü, müşavere ile amel etmenin hedefe ulaşmaya ve doğru bir iş olduğuna delildir:"İstişare etmek kişiyi hedefe ulaştıranın ta kendisidir. Kendi gö­rüşünü beğenen, kimseye tenezzül etmeyen zarardadır.[1105]Bedaiu's-Silk 1/305, Edebu'd-Dünya ve'd -Din, El-Maverdi s. 289Sehl b. Sa'd es-Sa'di'den Rasûlullah (s.a.v.)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Hiç bir kul, müşavere ile asla mahrum olmamış­tır, kendi görüşüyle yetinen hiç bir kimse de mesud olmamıştır.[1106]

7- Şûra'nın faydalarından birisi de istişarenin, kıymetle­rin ve değerlerin ortaya çıkmasına hayırlı bir vesile olması­dır

Değerli insanlar istişare ile ortaya çıkmaktadır. Ümmet de on­ların bu değerlerinden istifade etmektedir.    "

el-Ikdu'1-Ferid sahibi şöyle diyor:

"Şûra'nın iyiliğinden ve faziletinden birisi de, değerli insanların özelliklerini ortaya çıkarmasıdır. Ne zaman bir adamın tercihini öğ­renmek istersen herhangi bir iş hakkında onunla müşavere et. Böyle­ce sana, onun görüş ve fikri, adalet ve zulmü, hayır ve şerri ortaya çıkmış olur.[1107]

 

Şûra'nın Sahası   

 

Gayet iyi bilinmektedir ki, şûra'nın vahyin olmadığı konularda yapılacağı hususunda alimler ittifak etmişlerdir. Yine alimler "On­larla iş hususunda müşavere et!" ve "Onların işleri aralarında şûra iledir." şeklindeki âyetlerin genellik ifade etmeyip vahyin inmediği hususlarla sınırlı olduğunda ittifak etmişlerdir. Ancak alimler bu sı­nırlamanın alanı hakkında üç ayrı görüş ileri sürmüşlerdir:

 

1.Şura hakkında hüküm olmayan savaş işlerlne hasdır

İbni Hacer, bu görüşü ed-Davudî'ye nisbet etmektedir. [1108]Ebû Bekir b. el-Arabî şöyle diyor: "Ulemamız şöyle demiştir: Bu­nunla murad savaş konusundaki istişaredir, bunda şüphe de yoktur. Çünkü hükümler, hakkında hiç bir sözle görüş bildirilmeyen konu­lardır. Ancak hükümler, Allah (c.c.) tarafından mutlak bir vahiyle ve­ya ictihad yapılması caiz olan konuda Peygamber (s.a.v.) tarafından ictihad ile olur.[1109][1110]ez-Zemahşeri bu konuda: "Hakkında vahiy inmeyen savaş ve benzeri işlerdedir,[1111]diyor.Süfyan b. Uyeyne, "Onlarla iş hakkında müşavere e t" âyeti hak­kında şöyle demiştir. Bu âyet Peygamber (s.a.v.)'den bir delil gelme­yen konularda mü'minlere müşavere etmelerini emreder.[1112] Bunu Hz. Ali b. Ebi Talib'den rivayet edilen şu sözü desteklemektedir."Ya.Rasûlallah! Senden sonra, hakkında Kur'an'dan bir âyet in­memiş, senden de o konuda bir şey işitilmemiş bir iş başımıza gelir­se?" deyince şöyle buyurdu: Ümmetimden ibadet ehlini o iş için toplayın, aralarında şûrayı oluşturun ve bir tek görüşle onu bozmayınız![1113]İbni Teymiye, şûranın faydalarını anlatırken şöyle demiştir."Hakkında vahiy inmeyen savaş işleri, cüz'i işler ve bundan baş­ka konularda görüş ortaya çıkarmak içindir.[1114] El-Cessas şöyle diyor."Allah Teâlâ, Hz. Peygamber (s.a.v.)in işlerinden olan, din işini, dünya işlerinden ayırmayınca, istişarenin bütünüyle hem din hem dünya işlerinde olması vâcib olmuştur."Buna göre şûra, hakkında nass olmayan her işte olur. İstişare, müslümanların işlerini doğru, uygun ve hayırlı bir şekilde gözetmele­rini sağlayacak olan görüşü tercih edebilmek için aklın hareket alanı içinde olan bütün işlerde olur.

İbni Huveyriz Mendâd da şöyle diyor:"İdarecilere, bilmedikleri konularda, kendilerine müşkil olan din işlerinde, ordunun savaşla ilgili yönlerinde, insanların maslahat-larıyla ilgili yönlerde, vezirlerin, katiplerin, çalışanların ve şehirlerin maslahatları ve ımarlarıyla ilgili yönlerde ulema ile müşavere etmek vâcibdir.[1115]Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ashabıyla müşavere ettiği alanları tet­kik edip, ortaya koyduktan sonra, bu alanların savaş işleriyle alakalı olan konulara has olmadığını görürüz. Peygamber (s.a.v,) zamanında olan şûranın çoğunun savaş işlerinde olduğu bir gerçektir. Fakat bu­na has da değildir. Bilakis cemaata ve cemaatın istikbaline nisbetle Önemli diğer dünyevi işlerden çoğunu, hakkında nass gelmeyen seri ictihadi işleri, ictihaddan sonra bu içtihadı kabul eden veya içtihadı doğrultan veya eğriliği düzelten bir nassm geldiği konuları da şümu­lüne almaktadır.[1116]Bunlara dair misallerden bir kaçı şunlardır:1) Tirmizi'nin Hz. Ali b. Ebi Talib (r.a.)'den rivayet edip hasen-dir, dediği hadiste Hz. Ali şöyle demiştir: "Ey iman edenler! Peygam­ber ile başbaşa konuşacağınız zaman, fısıldaşmanızdan önce bir sa­daka verin" âyeti inince, Peygamber (s.a.v.) bana, "Ne(yi uygun) gö­rüyorsun? Bir dinar mı?" diye sordu. Ben de "Buna güçleri yetmez!" dedim. "O halde yarım dinar mı?" buyurdu. "Buna da güçleri yet­mez!" dedim. "O halde ne kadar?" buyurdu. "Bir arpa (tanesi kadar altın)!" dedim. Hz. Peygamber (s.a.v.):"Sen pek zahid (kanaatkar)sin!" buyurdu. Bunun üzerine "Gizli konuşmanızdan önce sadakalar vereceğinizden korktunuz mu?..." (Mücadele 13), âyeti indi. Böylece Allah, benim yüzümden bu ümmetin yükünü hafifletti[1117]İbni Hacer şöyle diyor:

"Bu hadis, bazı ahkâm konularında da müşavere dlduğuna delil­dir.|Bu, sadaka miktarını belirleme gibi Hz. Peygamber (s.a.v.)'in iç­tihadına bırakılan! sınırlama hakkındadır.

2) Aynı şekilde Bedir esirleri olayında da müşavere yapılmıştı. Bu, nassm inişinden önce içtihada dayanan şer'i işlerdendir. Nass, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in içtihadının hatasını düzeltmek ve bu mese­ledeki hak olanı beyan etmek için indi. Bu konuda Örnekler çoktur.Yine aynı şekilde sahabe (r.a.) de bazı ahkâm konularında müşavere etmişlerdir. Ninenin mirası, içki içenin haddi ve sayısı, ka­dının çocuk düşürmesi, zekat vermeyenlerin durumu ve diğer şer'i iş­ler gibi. Bununla üçüncü görüşün tercihe şayan olduğu anlaşılmakta­dır.Burada dikkat edilmesi gereken şey, şer'i işlerdeki müşaverelerinin sebebi, nassı araştırmak ve doğru görüşü ortaya çı­karmaktır. Çünkü bazen bir konuda gizli bir nass, bazısına kapalı­dır, diğerine göre de açıktır. Veya onların müşaveresi, anlaşılmasın­da farklı görüşlerin ortaya çıktığı belirli bir nassı doğru bir şekilde anlamaya ulaşmak içindir. Nass sahih olupta açık olursa, bundan sonra istişareye yer yoktur. Bilakis Allah'ın ve Rasûlü'nün emrine mutlak teslimiyet ve itaat gerekir. İşte bundan dolayıdır ki, sahabe (r.a.)'nin adetinde birisi de herhangi bir mesele hakkında görüş orta­ya atmayı isteyince Peygamber (s.a.v.)'e sormaktı. O konuda vahiy var mı yok mu? diye. Eğer varsa o konuda görüş belirtmek olmazdı. el-Habbab b. el-Münzir (r.a.)'in: "Bu konuda Allah sana bir vahiy in­dirdi mi yoksa harb görüşü ve hilesi ile ilgili olarak mı?" diye sorma­sı, iki Sa'd'ın Hendek günündeki konuşmaları ve buna benzer pek çok olayda olduğu gibi.Yoksa bugünkü tâğuti parlementolarda olduğu gibi değil. Al­lah'ın şeriatını mı yoksa Fransa ve İtalya kanununu mu tatbik ede­ceğiz? Kitap ve sünnette sabit olan haddi mi tatbik edeceğiz yoksa başkasını mı? Bu şûra değildir, Allah'ın dininden ve İslâm'dan ayrıl­mak, Allah'ın dinini ve İslâm'ı inkârdır. -Allah korusun-Halbuki İslâm ise, Allah'ın emir ve vahyine tabi olmaya teslim olmak ve itaat etmektir. Zira âyette:"Yok yok, Rabbine yemin olsun ki onlar, aralarında çekiştikleri şeyde seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümde kendileri için hiçbir darlık duymadan (tam bir teslimiyetle) boyun eğmedikçe iman etmiş olamazlar." (Nisa, 65) Yardım istenen ancak Allah'dır.

 

Şûranın Hükmü

 

Eski dönemde de yeni dönemde de alimler şûranın hükmünde vâcib mi yoksa mendup mu diye ihtilaf edegelmişlerdir. Bu durum Hz. Peygamber (s.a.v.)'e nisbetle, Peygamber (s.a.v.)'den sonra ge­lenlere nisbetledir. Eğer şûra Peygamber (s.a.v.)'e vâcib ise, Peygam­ber (s.a.v.)'den sonra gelen emir sahiplerine zaten vâcib olur. Eğer .Peygamber (s.a.v.)'e vâcib değilse, sonra gelen idarecilere de vâcib değildir.Eski ve yeni alimlerin görüşleri ortaya konulunca selef uleması­nın genelinin, şûranın vâcib değil, mendub olduğu görüşünde olduk­larını görüyoruz. Onlardan burada vâcib olduğuna hükmedenler de var. Bu durum gelecek.Yeni yazarların çoğunluğu şûranın vâcibliği görüşündeler. Bu meselenin derinliğine dalmayı istemiyoruz. Çünkü bu konu, eskiden araştırılmış bir konudur. Bu yeni asırda da araştırma olarak yeterin­ce doyurucu olmaktadır. Onların da, bunların da dayandığı delillerin en önemlisini arz edeceğiz. Sonra da bu araştırmanın sonunda tercih edilen görüşü açıklayacağız.

 

İstişarenin Vâcibliğine Hükmedenler

 

Yeni islâm hukukçularının geneli şûranın, imam için vâcib ol­duğu görüşündeler. İlk İslâm hukukçularının bazısı da bu fikirdedir­ler. Onlardan bazıları şunlardır:

1) Ebû Bekir el-Cessas, Ahkamu'l-Kur'an kitabında şöyle diyor:"Müşavere ile emredilmesinin, gönülleri hoş tutmak, şerefleri yüceltmek ve ümmetin böyle konularda kendisine uyulması için em-redildiği görüşü caiz değildir. Şayet kendilerince malum olsaydı, is-tinbat konusunda gayretlerini orta yere dökünce, hakkında fikirleri sorulan konuda doğru görüş varken o konuda müşavere etmezdiler. Sonra bu, böylece tatbiki de olmamış, hiç bir şekilde bunun böylece kabul edildiği anlaşılmış değildir. Bu konuda gönüllerini hoş etme ve şereflerini yüceltmek de olmamıştır. Bilakis bunda, onları yalnız bı­rakmak ve onların görüşlerinin kabul edilmediğini ve buna göre amel edilmediğini bildirmek söz konusu olur. Bu ise manası olma­yan, hakikatten uzak bir yorumdur. [1118]Böyle bir anlayış işi vâciblikten mendubluğa çevirmeye götürür.

2) İbni Huveyz Mendad'dan [1119]Kurtubi Kendisinden şu sözünü naklediyor: "İdarecilere, ulema ile müşavere etmek vâcibdir[1120]

3)îbni Atıyyeti'l-Maliki'den[1121]Kurtubi aynı şekilde şu sözünü naklediyor: "Şûra şeriatın temel kaidelerinden ve ahkamın farzların-

dandır. İlim ve din ehliyle istişare etmeyen kimsenin azledilmesi vâcibdir.[1122]   

4) Fahreddin er-Razi şöyle diyor:"Bu konuda söylenecek sözün doğrusu şudur: Allahu feâlâ gö­rüş sahiplerine ibret almayı emretmektedir şu âyet-i kerimesinde:"... îşte ey akıl ve basiret sahipleri ibret alınız!" (Haşr, 2) buyurmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.v.) ise basiret sahiplerinin efendisiydi. Ayrıca Al­lah istinbat ehli olanları şu âyet-i kerimesinde övdü: "Bir de onlara emniyet bahşeden veya korku veren bir haber gelecek olsa onu hemen yayıverirler. İşittikleri haberi peygamber veya emir sahibi kimselere götürseler, bunların hüküm çıkarmaya gücü yetenleri elbette onu an­larlardı..." (Nisa, 83) İnsanların çoğunluğu akıl ve zeka sahibidirler. Bu, hakkında vahiy inmediği zamanda kişinin ictihadla memur oldu­ğuna delildir. îctihad ise münazara ve istişare ile kuvvetlenir. İşte bu sebepledir ki, akıl sahibi müşavere ile memurdur..." Sonra şöyle di­yor: "Onlarla müşavere et" emrinin zahiri, vâciblik içindir ve vâcibliği gerektirmektedir.[1123]Bir de Şevkani'nin, el-Hâdûye'ye nisbet ettiği görüş var: "el-Hâdûye, imamın fazilet ehli ile istişare etmesinin vâcibliği görüşün­dedir.[1124]Yeni yazarlara gelince, dediğimiz gibi onların çoğunluğu vâcib olduğu görüşündeler: En meşhurlarından: Muhammed Abduh, Reşid Rıza [1125]Abdulkadir Udeh [1126]Ebû Zehra [1127]Mahmud Şeltut[1128] Abdulkerim Zeydan[1129] Abdulhamid İsmail el-Ensari[1130], Ziyauddin er Reyis[1131]Yakub el-Müleya [1132] ve diğerleri.Vacib olduğuna hükmedenler şu aşağıdaki delilleri getirmekte­dir.Vacib olduğuna hükmedenlere göre şûranın vâcib oluşuna delil şu âyetlerdir:"Allah'ın rahmeti sayesinde onlara yumuşak davrandın. Eğer sen kaba ve katı yürekli olsaydın hiç şüphesiz etrafından dağılırlar­dı. Artık sen onları bağışla, Allah'tan da günahlarına mağfiret dile. İş konusunda onlarla istişare et! Bir kere de azmettin mi artık Al­lah'a güvenip dayan. Çünkü Allah, kendine güvenip dayananları se­ver. " (Al-i İmran, 159)

Diyorlar ki: Bu, vâcibliğe açık bir emirdir, vâcib oluşundan vaz­geçmeye bir karine de yoktur. Böylece Hz. Peygamber (s.a.v.) hakkın­da vâcib oluşuna delil olunca, Peygamber (s.a.v.)'in dışındakiler hak­kında daha fazla vâcib olduğu ortaya çıkar. [1133]"Onlar ki büyük günahlardan ve açık çirkinliklerden uzak du­rurlar, öfkelendikleri zaman da affederler. Onlar ki, Rableri için da­veti kabul etmekte ve namazı kılmaktadırlar. İşleri de aralarında istişare iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan (Allah yolunda) har­carlar. " (Şûra, 37-38)Allah Teâlâ, mü'minlerin temel sıfatlarını ve başkalarından kendilerini ayıran Özelliklerini açıklamış ve bu özellikler üzerine on­ları da övmüştür. Bu sıfatlardan birisi de şûradır. Allah (c.c.) şûra sı­fatını dinin temeli olan namaz sıfatından sonra, zekattan önce zik­retmiştir. Şûrayı, namazın edası ile zekatın edası arasına vâcibliğine delillerin en büyüğü olarak koymuştur. Bu, namazın dinin kulluk fa­rizası, zekatın sosyal farizası, şûranın da siyasi bir farizası olduğuna delildir. [1134]. Bunlara delâlet ettiği gibi Hz. Peygamber (s.a.v.)'in şeref ve ko­numunun büyüklüğüne, ashabıyla çok müşavere yaptığına'da delâlet etmektedir. Buna, dair misallerden bir çoğunu serdetmişlerdir. En mühiminin zikri de geçti. Peygamber (s.a.v.)'e nisbetle böyle olunca, emir sahiplerine nisbetle daha lazım ve daha ziyade vâcib olur.Hz. Peygamber (s.a.v.)'e nisbet edilen hadislerin [1135] bazısı ile is­tidlal ediyorlar. Bu hadislerin en önemlisinin zikri de geçti. Halbuki o hadislerde, delil olmaya uygun olması bir tarafa hasen derecesine yükselecek bir şey de bulamadım. İşte bundan dolayıdır ki, o hadis­lerden vazgeçmeyi tercih ettim.Hulefa-i Raşidin'in sünnet ve uygulamalarından örnekler suna­rak delil getiriyorlar. İmam seçimi tayin ve tesbiti, savaşlarla ilgili, bazı yerlere emirleri tayin etme, meydana gelen diğer problemler, Kur'an ve sünnette geçmeyip çözümü gereken şeyler, Kur'an'm top­lanması, ümmetin tek mushaf üzerinde birlik olmaları v.s. gibi.[1136]

 

Mendub Olduğuna Hükmedenler

 

İstişare, vâciblik haddine ulaşmasa bile, meşru olduğuna Kitap ve sünnetin delâlet ettiği sağlam sünnetlerdendir. Bu görüşte olan­lar, selefin çoğu ve halefin bazılarıdır. Müşavere emriyle ilgili Ha-sen'in, Katade'nin, Rabi'in, Sufyan b. Uyeyne'nin ve Dahhak'm sözle­ri geçti.[1137]Gelen emirlerin, vâcib olmayıp mendub olduğu görüşünde olan­lardan birisi de İmam Şafii[1138]ve İmam Ahmed b. Hanbel'dir. İmam Ahmed şöyle diyor: "Hakimler müşavereyi yapsalar ve müşavereyi gözetseler ne güzel olur[1139]Bu ifadenin kadıları kastettiği anlaşılır.İbni Kudame: "Bunun müstehap oluşuna hiç karşı çıkan yok­tur."[1140]Yani kadıların müşavere yapmasında hiçbir muhalif yoktur.[1141]Müstehap olduğuna İbni Teymiye de şu sözüyle işaret etmekte­dir. "Emir sahipleri, müşavereden müstağni değildir. Çünkü Allah (c.c.) Peygamber (s.a.v.)'ini müşavere ile emretmiştir.[1142] Bu ifade­den bazı yazarların[1143] anladığı gibi vâcib olduğu anlaşılmaz."Onların işleri aralarında şûra iledir." âyetinin tefsirindeki şu sözü de istişarenin vâcib olmadığı anlayışını desteklemektedir:Buradaki maksad, Allah (c.c), onları iman, tevekkül, büyük günahlardan sakınma, rablerine icabet etmeleri, namaz kılma ve iş­lerinde müşavere etmeleri sıfatları ile Övünce bu sıfatların zıddımn , övülmeyip kınanmış olduğuna delil olmuştur. Övülmemesi ile övgü olmaz, ancak övülen sıfatla övgü hasıl olur. Çünkü o sıfatları övme ve o sıfatlar üzerine onlara övgüde bulunmak o sıfatları elde etmeyi istemektir, nıüstehab bir emir bile olsa o sıfatlarla sıfatlanmayı em­retmektir[1144]

Anlaşılan şu ki, bütün bu zikredilen sıfatlarla emrin vâciblik için olduğuna ittifak ve icmâ vardır. Bu sıfatlar, iman, tevekkül, bü­yük günahlardan sakınma, Allah'a itaat ve namaz kılmaktır. Bu sı­fatlar içinde müstehap olma ihtimali yoktur, ancak müşavere sıfatı hariç. Bu da, müşavere emrinin müstehab bir emir olduğu kast olun­duğuna delildir.İbni Teymiye'nin talebesi olan İbnu'l-Kayyım (r.a.), Hudeybiye olayından çıkarılan fikhî faydaları sayarken müşaverenin müstehap olduğunu açıkça belirtmiştir. Şöyle diyor: "O faydalardan bazıları: İmamın, halkı ve ordusuyla fikirlerini ortaya çıkarmak ve nefislerini hoş tutmak için müşaverenin müstehap oluşu, onların azarlamala­rından emin olma, bir kısmının bilip bir kısmının bilemediği masla­hatı öğrenmek ve "Onlarla müşavere et, emrindeki Rabbm emrine tutunmaktır.[1145] Müstehap olduğuna hükmedenlerden birisi de Hafız İbni Hacer, Bu görüşünü Beyhaki ve Ebû Nasri'l-Kuşeyri'ye nisbet etmiştir. Şöy­le diyor: "Müşaverenin vâcibliği hakkında ihtilaf etmişlerdir. Beyha­ki "el-Marife" de müstehap olduğunu nakletmiş ve Ebû Nasrı'1-Ku-şeyri de tefsirinde bu görüşü kesin olarak kabul etmiştir. Tercih edi­len görüş de budur.[1146] Maverdi ile Ebû Ya'la'nın da bu görüşte olduğu aşikardır. Çün­kü ikisi de imamın görevlerini sayarken, müşavere görevini, vâcibler arasında saymamışlar. O ikisi de müşavereyi cihad emirinin ay-; rılmaz görevlerinden olarak zikretmişlerdir[1147]' İslâm hukukçuları dediğimiz fakihler de müşavereyi münakaşa ederken imamın görev­lerinden olduğu temel prensibi üzerine münakaşa etmemişler. Bila­kis kadıya olan nisbeti yönünde münakaşa etmişlerdir.Nevevi, müşaverenin ümmete müstehap olduğuna dair icmâyı nakletmiştir. Müslim'de Bedü'1-Ezan hadisinin şerhinde Nevevi şöyle demektedir: "Özellikle mühim işlerde müşavere etmek ümmet hak­kında ulemanın icmâsıyla müstehaptır.[1148] Burada, ulemadan bir kısmı müşaverenin Peygamber (s.a.v.) hakkında vâcib, ümmet hakkında müstehapolduğuna hükmetmiş­lerdir. Nevevi (r.a.) şöyle söylüyor: "Ashabımız ihtilaf etmiştir, müşavere Rasülullah (s.a.v.)'a vâcib midir yoksa bizim hakkımızda olduğu gibi Peygamber (s.a.v.)'in hakkında sünnet midir diye. Onlara göre sahih olan vâcib olduğudur. Tercih edilen de budur. Allah (c.c.) "Onlarla iş hakkında müşavere et!" bu konuda fukahanm Cumhuru ile usul ehlinin muhakkiklerinin üzerinde tercih edilenin, emrin vu-cub için olduğudur.[1149] Münavi, "el-Hasaisu ve Şerhuha", isimli kitabında şöyle demiş­tir: İş konusunda görüş ve akıl sahipleriyle müşaverenin vâcibliği Peygamber (s.a.v.)'e hasdır. Müşavere mecburiyeti Peygamber (s.a.v.)'e nisbetledir. Rafii ve Nevevi'nin de sahih dediği budur.[1150] Gerçek şu ki, müşaverenin vâcibliği Peygamber (s.a.v.) için sabit olursa, başkası için vâcib olması daha evladır. Fakat başkasına değil de vâcibliği Peygamber (s.a.v.)'e has kılan, "Onlarla iş konusunda müşavere et!" âyetinde diğer ümmete değil, hitabın Peygamber (s.a.v.)'e ait olduğudur. Şu da bir gerçektir ki, evvela hitab Peygam­ber (s.a.v.)'e sonra, tahsise karine gelmedikçe tabi obua prensibine ve "muteber olan sebebin özelliği değil lafzın genel oluşudur." sözüne kulak verilerek ümmetedir. Buna dair Kur'an-ı Kerim'de misaller çoktur:"Ey Peygamber! Allah'dan sakın!..."(Ahzab 1)

"Ey Peygamber! Kafirlerle ve münafıklarla cihad et!..." (Tevbe73)"Ey Peygamber! Kadınları boşadığınız zaman iddetlerini gözete­rek boşayın ve iddetini sayın..."(Talak 1)Ve benzeri âyetlerde hitab Peygamber (s.a.v.)'e Özeldir, hüküm ise hem kendisi için hem de ümmeti için geneldir.

Şuranın vacib değil mendub olduğüna hükmedenler aşağıdaki delilleri ileri sürmektedirler:[1151]

 

Deliller

1.Vacip olduğuna delalet edecek hiçbir delil yoktur.Zira Allah (c.c.) Onu, doğruya muvaffak  kılmakla ve vahiy göndermekle şüradan müstağni kılmıştır.Bu manada ve bu emrin hikmeti konusunda tabiinin büyüklerinden çeşitli rivayetler gelmiştir.[1152]Bu delillerin hepsi de vacip oluşuna değil mendup olduğuna delildir.

 b)Bu emrin, vacipliği gerektirdiğini kabul etmekle birlikte bu vaciplik Peygamber (s.a.v.)’e hastır görüşündeler.

Şevkani diyor ki: “Vacip olduğuna ayetle delil getirmek ancak ayetin Rasülüllah (s.a.v.)’e has olmadığını kabul ettikten veya hitabın O’na has, ümmete veya imamlara umümi olduğunu kabul ettikten sonra tamam olur.Bu konu usulcüler arasında ihtilaflı bir konudur. [1153]Şafiiler’den Neyevi ile Rafii’nin, emrin Hz. Peygamber (s.a.v.)’e has olduğu hakkındaki sözleri geçti.Kasdolunan şudur:Burada eğer vaciplik söz konusu ise, Peygamber ( s.a.v.)’e hastır.İmamların  Peygamber(s.a.v.)’e kıyası ise kıyası maalfarık (kıyası uygunolmayan, benzerlikleri farklı olan bir kıyas)’dır.

2) ikinci ayet-i kerimeye gelince o da şudur:“Onlar ki Rableri’inin iman ve amelle ilgili davetlne )icabet etmekteler,namazı dosdoğru kılmaktalar.İşleri de aralarında şura iledir.Kendilerine verdiğimiz rızıktan(rızamıza uygun)sarfederlerler.(Şura :38)          Ayette şuranın vacib oluşuna katiyen hiçbir delalet yoktur.Meşru oluşu ile ilgili hadis anlatılırken geçtiği gibi-ayet bu sıfatlarla sıfatlanan kimselere Allah’tan bir övgüdür.Biz derizki:Bu,istenilen ve hakkında teşfik edilen  bir durumdur ki ,burada vacip olduguna delalet eden bir şey yoktur.Namaz ile infak arasında geçmiş olmasına gelince.Namaz ve infak ikiside fazdırlar.İşte bundan dolayı şura için de bu ikisinin hükmü alınır.Bu da şu hükme dayanır.Her matuf(atfedilen ),matufun aleyh(üzerine atıf yapılan)in vaciblik  veya haramlık cihetinden aynı hükmü alır.Bu ise Salih değildir.Bu ayette zikredilen infak,farz kılınan zekat oldugufarzedilirse doğrudur.Ama infak hem farz olan hemde nafile olana şamil olmasına gelince,burada nafile olması daha muhtemeldir.Çünkü sure Mekki suredir.Zekat,henüz hangi şeyde olacağı ve nisab miktarı tayin edilmemiştir.Ancak bunlar hicretin üçüncü senesinde belirlendi.Bu durumda,görüşümüzü destekleyen şeydendir.Her matuf,matufun aleyhim hükmünü almaz-Ayrıca bu sıfatlar içerisinde vacib olmayan mendubolan ahlaktan da zikredilmiş sayılmaktadır.O da şu:Öfkelendikleri zaman afederler.(Şura,37)Hiç kimse öfkelendigi zamaz öfkelendiği kimseye affetmesi müslümana vaciptir diyemez.İşte ayet:Kim sabreder,affederse şüphesiz bu çok önemli işlerden biridir.(Şura 43)Bu,vacib olanlardan değil,Başka bir ayet:Her kim haddi aşarak üzerinize saldırırsa siz de tıbkı onların size saldırdıgı gibi onlara saldırın.(Bakara 194)Burada kasdolunan,bu ayette şuranın vacibliğine hiçbir delaletin olmamasıdır.Bilakis bu sıfatla sıfatlanan kimseye bir övgüdürki bunun işlenmesi övğüyü gerektirmektedir.İşte hükmettiğimiz şey de budur.

3) Bu konuda gelen asar ve hsdislere gelince:Hadisler geçtiği gibi zayıftırlar.Asarın hiç birisinde vacib oluşu dayir hiçbir delalet yoktur.Ancak teşfik ve terğibe aitir.Bu da ihtilaf olmayan şeylerdendir.

4) Hz.Pengamber (s.a.v)’in ashabıyla müşavere etmesine gelince.Bu durum geçtiği gibi Hz.Pangamber çok yerde birçok konuda müşavere etmiştir.Bınlar istişareninda vacibliğine değil meşru olduğuna delalet eder.Akıllı olan kimsenin Pengamber(s.a.v)’i örnek olması gerekir.[1154]Dr.Mahmut Abdulmecid el-Halidi,istişarenin vacib değil mendub olduğu görüşünü tercih etmiştir.Bunu şu sözüyle delillendirmektedir.’’Kur’an’daki olan bu emir,vacip hükmü belirleyecek kat’i ve lazım olmadığına delalet eden karine ile beraber bulunmaktadır.Bu karine şurada açıktır.Şura,ne farz,ne mendub,ne mekruh ve nede haramdır diye bir netlik yoktur.[1155]Çünkü hüküm bunlardan her biri hakkında net olarak belirlenir.Şeriat,ümmete nassıl net olarak belirlenmişse,o hükümle amel etmeye mecbur kılmaktadır.Şura ancak mübahlar konusunda yapılır.Bu durum şuranın farz olmadığına delalet etmektedir.Ancak tercih edilen görüş mendub olmasıdır. Çünkü Allah’ın övdüğü,Müslümanların mutlaka işlerinde aralarında müşavere ile yaptıkları bir şeye mubah denmez.Bu durum şu ayetle belirtilmiştir:Onlar ki Rableri (niniman ve amelle ilgili davetine)icabet etmekteler..Buradaki övgü,istişare yapmanın,yapmamaya tercih edilecegi bir karinedir.O halde bu övgü şuranın mendub olduguna bir işarettir. [1156]Deliller ve itirazlar hakkında tetkik ve araştırmalar sonucunda tercih ettigimiz şudurki vacib oluşuna dair hiçbir açık delil yoktur.Ancak Onlarla müşavere et, +emri manduhluğa ve müstehablığa çevrildigini –özellikle bu ümmet hakkında –gördük.Bu ayetin dışındaki deliller vaciplik hakkına ulaşmamaktadır,Ancak istişarenin yapılmasına dair o delillerde teşfik ve tergib, azmedilmesi gereken müştehaplık söz konusudur.İstişare,İslam’ın teşfik ettigi mustehap ve meşru olan işlerdendir derken,istişaregi hafife almak ve terk edilmesi basit bir şeydir manasında değildir. Özellikle Hz-Pengamber (s.a.v)’in buna hırs derecesinde önem verdigini ve sahabenin de bu gibi işlere tutulmadaki dikkatlerini biliyoruz,ne kadar da farzlardan ve vaciplerden olmasa bile.Zira onlar müstehap işleri de bırakmıyorlardı. gece namazı,farz namazlardan sonra revatib sürnetleri,vitir,sabahın iki rekat sürneti gibi.Hz.Pengamber (s.a.v)sabahın iki rekat sürnet namazlarını ne seferde nede ikamette bırakmamaıştır.(Bu da bunlar sürnet-i müekkedenlerdendir vaciplerden değildir,diyene göre ).Kendilerinde ilim,adlil,vera ve amanet gibi tamamıyla gerekli şartların bulundugunu bahsedeceğimiz imamlar da böyle.Kendilerinde bu şartların bulunduğu kimselerin,özellikle mühim işlerde hiçbir zaman istişareden geri durmadıkları muhakkaktır.Kendisi ile ilgili istişare edilmesi arzu edilen bir konuda doğru görüşü ve üstünlüğü olmasa da istişare kişiyi hakka ulaştırmaya en yakın kişidir.İstilacı,zorba sultanlara gelince onlar adet oldugu üzere şehvet,zevk u safa,adamı olduklarından insanların en cahillerindendir.Bu kimselerin,kendilerindeki imamet şartlarındaki noksanlıklarını ikmal etmeleri için bilmedikleri konularda ilim ve ihtisam sahibi kimselerle istişare etmeleri ve onlara sormaları vaciptir.Zira ayette’’bilmiyorsanız ehli zikir(ilim)’esorunuz!(Nahl,43) Her hangi bir hüküm hakkında nassı bilmenin durumu da aynıdır. Zaten devlet başkanı,müctehit bile olsa ulema ile istişare etmesi ile onlara sorması gerekir.Bu gün dikkatlice bakıldıgında yeni yazarların çoğunun bu konuda katı tutumları görülmektedir.Halbuki ekseriyetleilzam edici,mecbur bırakıcı konuların çoğundan sarfi nazar edip açık nasslarla hareket etmek,ruhsatları tetkit etmek ve musahama ile karşılamak gerektiği ile gerçektir.Onların bu konudaki keşkin tavırları,delilik kuvvet sebebi,onların yanındaki delilin sabit oluşu demek değildir.Selef,delilleri anlama bakımından onlardan daha ileri,delillerle amel etme ve delillere tutunma bakımından onlardan daha hırslıydı.Halbuki onların bu keşkin halleri kendileri için delil kuvvetidir.Fakat bunlar azınlıktır.Buna göre onları,bu keskin tavırlarına iten sebep şu üç şeyden biridir:

1) İdarecilerin zalim ve cahil olmaları.Kendilerine doğru dürüst doğruya ve hayra ulaştıracak bir ilim yok,halkın işlerini dikkat etmeye,hakka uygun bir şekildekendilerini koruyacak,elleri altındakilerden zulum ve istibdadı kaldıracak vera ve Allh korkusu yok.İşte onlar,bundan dolayı şuramecburiyeti prensibinde böyle bir sınırlamaya teşebbüs ediyorlar.İşte burada haraketle halkın gasbedilmiş halkına müdafaa edecek şura meclislerinin kurulmasına ele alıyorlar.

2) Bazı yazıların bu keşkin tavrı mütafaa etmeleri,putcu batı demokrasilerinin izini takib etmelerinden kaynaklanmaktadır. Onlar bu gibi konularda daima demokrasiyi izlemeyi istiyorlar. Hatta sizin demokrasinizde olan şey İslam’da da var veya ‘’İslam Demokrasisinin de var’’ deniyor. Bazılarına ‘’İslam Demokrasisi’’ diye bir isim vermek zevk veriyor.*işte buradan hareketle bizimle batı arasında hiçbir fark yoktur diyorlar! Halbuki İslamdaki şura ile batıdaki demokratik meclis ne kadar da farklıdır.İslami şura’da hüküm koyma Allah’a aittir, vekaleten Rasulullah’a aittir. Ancak hüküm çıkarmak müctehitlere aittir.Şura’da müctehid olanlar kitap ve sünnetten hüküm çıkarırlar, kitap ve sünnete rağmen hüküm koyamazlar.Demokratik mecliste ise hüküm koyan meclis üyeleridir. Her konu meclisin konusudur. İslam da her şey şuranın konusu olmaz. Hakkında açık nass olmayan konular olur. İslam da kaynak vahiydir ve kat’idir, demokrasilerde kaynak akıldır ve zanni olan ilmin verileridir.(müt.)

3) Bu konuya, bazı araştırıcıların önem verme ve bu konuda şiddet göstermelerinin sebeplerinden biriside müsteşriklerin İslam’ın istibdat ve zulum dini olduğu ithamını reddetmek içindir. Hatta bu araştırmacılar bu konulara cevap vererek bu ithamları redediyorlar. Hatta onlar İslam istibdad ve zulum dinidir iddialarına, şura vacibdir ve idarecileri şura bağlayıcıdır diyerek bu iddiaları sahih değildir demişlerdir. Bana göre sebepler bunlardır. Bunlardan bir kısmı niyetin iyiliğine delalet eder, birinci ve üçüncü sebebi müdafa edenler gibi. Fakat ben onlara çare konusunda muhalefet ediyorum. Çare, nassları tevil etmemiz, Allah ve Rasulü’nün vacib kılmadığı bir şeyi vacib kılmamız değildir ki bu tecrübeyi doğru bulalım veya bu ithamı reddedelim. Evvela bu tecrübenin doğuş sebebine, bu töhmetleri atanların akıllarının zayıf olduğunu tasdike yönelmek gerekir. İslam’ın tadbik edildiği zamanlarda bunlar olmamıştır. Doğru olan çare, İslam’ın gerçek bir temsil ile temsil edildiği, sahih İslamı hilafetin tadbikine gayret etmektir. İşte o zaman zulum ve istibdat problemi ortadan kalkmış olacak, taş atan inatkarların ağzı kapanmış olacak ve sözde değil gerçekten hakkı arayan ikna olacaktır. Fakat İslam, raflardaki kitap sayfaları arasında kaldıkça her ne kadar bu gün reislerinin işaretini bekleyip onların arzuladığı kararı alan şekli(göstermelik) bir takım şura meclisleri oluştursada zulum ve baskı baki kalacaktır.zira bu gibi ithamı kağıt üzerindeki mürekkep bertaraf edemez. Şura vacibtir onunla amel etmeniz gerekir demek de zalimleri zulümlerinden vazgeçirmez. Çünkü onlar, haramlığında asla şüphe olmayan daha büyük günahları helal saymışlardır. Allah’ın şeriatının dışındaki bir kanunla hükmetmeyi helal sayacak olursa Allah’ın kanunuyla beşeri kanunu arasında bir fark yoktur derse, Allah’ın kanunu hiçe sayarsa çağdaş değildir derse, alay ederse işte bu anlayışlarla başka hukuklarka amel ederse kafir olur. Eğer bu anlayışları redderek beşer hukuku ile hükmederse kafir olmaz fasık ve zalim olur.(müt)Allah’ın şeriatondan başkasıyla hükmetmek gibi(Allah’a sığınırım)küfür olan bir durumu helal saymışlardır.Bu gibi kimselernasıl’’Şura vaciptir,onunla amel etmeniz gerekir ‘’diyenin sözünü kabul eder ve yerine getirirler.İnsanların çoğu bu çareği ve çözümü garip karşılar ve derlerki,bu,imkansızı istemektir, doğru bir istektir ama ulaşılması uzaktır. Biz de onlara diyoruzki,iş sizin anladığınız gibi değildir.Aksine bir çözüm vardır ve inşallah olacaktır.Şayet her bireyimiz kendi neshini ve emir altındakileri düzeltse millet düzelmiş olur.Millet düzelince ve Allh’ın istediğine göre hareket edince de bu milletler arasında hiçbir zalime ve zorbaya yer kalmaz.O zaman yöneticikleri bu milletlerin salikleri (iyileri)üstlenir.Nitekim Hz. Pengamber (s.a.v) nasılsanız öyle yönetilirsiniz.[1157]buyurmuştur.İite arzulanan budur ve Pengamber (s.a.v)’in hadislerindeki müjdeler bunu işret etmektedir. İnşallah Roma’nın fethi Yahudilerin nehrin her iki tarafında öldürülüşü ve daha başka olaylar yakındır.Aslında imkansız olan,demokrasi çığırtkanlığı yapmak,her şeyde batıyı taklit etmek ve çadaş put pereslikleri içerisinde temsil edilmekte olan küfür ve aiaslam arasında yakınlık kurma çabalarıdır.Çünkü hak ve batıl bir arada bululmaz.Her ne kadar bazı yönler de karşılaşırlarsa da bu,(Hak ile batının bir arada bulunması)Allh’ın yaratıkları hakkındaki kanunu (sürnetidir)İslam,Allah’ın kanunu ve programıdır.Onun içeriğide, insanların birbirine kolelik atmeleridir.Bunun ilk aracı ise dinin piratik hayattan ayrılmasıdır.Küfür ve imanın arası ne kadarda uzaktır!Bundan dolayı diyoruzki;Önce,imanınızı,Allh ve onun şeriatı hakkındaki bilginizi düzeltin.Sonra bu gibi problemleri çözmeye gelin.Şüphesiz başkasına muhtaç etmeyecek ve her sahada yaterli olacak her şey elhamdülillah bizim şeriatımızdadır.Zira Allah (c.c.)şöyle buyuruyor: Yoksa cahiliye hükmünü müarıyorlar?İyice bilen bir toplum içinAllh’tan daha iyi bir hüküm veren kim olabilir?’’(Maide,5/50)

 

Şura Bağlayıcı Mıdır?

 

Daha evvelde açıkladığımız gibi şuranın hükmünde alimler iki kısma ayrılmışlardır.Burada da yine iki kısma ayrılmışlardır.Bir kısmı şuranın devlet bakanını bağlayıcı olduğunu ve şuradan çıkan çoğunun görüşüne bağlı kalmak zorunda olduğunu söylerler,diyer bir kısmı, şuranın sadece doğrunun elde edildiği bir çeşid bilği kaynağı olduğunu söylemektedir. Buna göre,devlet bakanı danışılması gereken kişilerle istişare yapınca,onların görüşlerini gözden geçirir sonra doğruya en yakına seçer.İşte bu seçilen,çoğunluğun görüşü,ister azınlığın görüşü,isterse sadece devlet bakanının görüşü olsun fark etmez.Burada emir ve devlet bakanı olan kimse kitap ve sürnetteki muhkem esaslara ve icmaya ters düşmeyecek şekilde,olup şeriatın genel prensibine ters düşmezse güzeldir.(müt)Şimdi kısaca her iki tarafın delillerini sunup tercih edilen görüşü görelim:

 

Şuranın bağlıyıcı olduğunu söyleyenlerin delilleri

1) Şu ayeti delil gösteriyorlar:(Yapacağım) iş (ler) hakkında onlara danış,bir kerede azmettinmi,artık Alalh’a dayan..’’(Ali İmran:3/159)Diyorlar ki,ayette geçen,’’azmetmek’’,çoğunun görüşünü almak demektir veya çoğunun görüşünü almaya delalet etmektedir.[1158] Hz.Pengamber (s.a.v)’den müminlerin Emiri Hz.Ali (r.a.)’ın rivayet atiği şu hadis de buna işaret etmektedir:Hz Ali buyuruyorki,Hz.Pengambere ‘’azim’’nedir diye soruldu.Oda ;’(dinde)görüş sahibi olanlara danışıp sonrada onlara tabi olmaktır’’buyurdu.İbn Kesir,tefsirinde bunu İbni Merdeveyh’e nisbat etmiştir.[1159] Halid b. Ma’dan ve Abdurrahman b. Ebi Hüseyn’in rivayet ettiğine göre de.’’bir adam dedi ki:Ey Allah’ın Rasulü’’azm’’nedir?Pengamber ise,’(dinde)görüş sahibi olana danışıp sonra ona itaat etmendir.[1160]Cessan ise şöyle demiştir:’’Azmetmenin’’danışmanın hemen peşinden zikredilmesi,onun danışmadan kaynaklandığını gösterir.[1161]

2- Onların işleri aralarında danışma(şura)iledir’’(Şura,42/38) ayetini delil göstererek diyorlar ki,’’ayet vücup ifade etmektir.Eğer danışma, çoğunluğun görüşüne bağlı kalmadan sadece görüş almak şeklinde olsaydı bu iş gerçek anlamda şura8danışma)olmazdı ve o zaman danışmanın bir faydası da olmazdı. [1162]

4- Son olarak bu görüşü savunanlar fiili sürnetten delil getirerek şöyle demişlerdir.Hz. Pengamber’in ashabıyla istişare yapıp sonrada çoğunluğun görüşünden yüz çevirdiği sabit değildir.Üstad Abdulrahman Abdulhalik şöyle diyor:’’Hz.Pengamber’in şura (danışma)işinde kendi görüşüne bağlı kaldığını gösteren tek bir hadis nakledilmiş değildir.[1163]Aynı zamanda bu görüş sahipleri,aklı görüş ve deliller ile’’cemaatin gerekliliği,büyük çoğunluk (sevad’ı azam)vb.hususlardaki genel hadisleri delil göstermişlerdir.[1164]Şuranın imamı bağlayıcı olmadığını söyleyenlerin delilleri:

1-(yapacağım)iş (ler)hakkında onlara danış, bir kere de azmattin mi artık Allah’a dayan.(Al’i İmran 3/159)ayeti. Bu ayet Pengamber (s.a.v)’e (savaşsa) çıkmaya işaret eden ashaba af ve istikfar dileyerek başlamıştır.Ogün ise ashabın başına gelen gelmiştir.Nasıl olur Pengamber(s.a.v)kendisinin af ve istiğfarına muhtaç olanların görüşlerine bağlı kalır,halbuki Pengamber daha yüksek bir konunda,onlar ise daha düşük bir konumdadırlar.[1165]Taberi söyle diyor:’’Din ve dünya işlerinden sana gelen hususta sana doğruyu göstermemiz ve (ayaklarını)sabitleştirmemizle azmin sağlam olduğu zaman,emrettiğimiz şekilde devam et,bu hususta’’Allah’a dayan’’.Bütün bu hususlarda O’na güven,hepsinde O’nun diğer yarattıklarının görüş ve yardımlarına değil de O’nun hükmüne razı ol. Şüphesiz’’Allah kendisine dayananları (tevekkül edenleri)sever’’Onlar Allah’ın hükmüne razıdırlar ve haklarında hükmettiğine de boyun eğmişlerdir.Bu husus ister onların arzusuna uygun düşsün isterse düşmesin.[1166]Dr.Abdulhamid el-Ensar,hepsi de aşağı yukarı bu manada olan onbeş müfessirin görüşünü zikretmiştir.[1167]

2- Yine bu görüş sahipleri şu Ayeti de delil getirmişlerdir.’’Ey iman edenler!Allah’a,Pengamber (s.a.v)’e ve sizden olan emir sahibine itaat edin.Eğer her hangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz;Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız-Onu Allh’a ve Rasulü’ne götürün.Bu daha iyidir ve sonuç bakımından daha güzeldir.’’(Nisa,4/59)Ayet,gösteriyor ki,ulü’l-emr(devlet başkanı)ile halk arasında bir anlaşmazlık çıktığı zaman,bu anlaşmazlığın Allah’ın kitabına ve Pengamber (s.a.v)’in sürnetine götürülmesi gerekir.Hüküm açık değilse ona muhalif olan hiç kimseye itaatte yoktur.Müslümanlar o hususta anlaşmazlığa düşmüşlerdir.Bu durumda ‘’Herbirisinin görüşünü ortaya koyması gerekir.Görüşlerden hangisi Allah’ın kitabına veRasülü’nün sürnetine daha çok benziyorsa (yakınsa) onunla emel edilir.[1168] Ne çoğunluğun ne de azınlığın görüşüyle amel edilmez.Fakat ictihada dayalı mubah meselelerde biz ayete göre onlara itaatle yükümlüyüz.’’Şuranın,muhalefet etmeyi gerektirdigi bir halifeye itaati,nasıl oluda Allah bize emreder![1169]

3- Yine bu görüş sahipleri,pengamberin hayatından (siyer)çoğunluğun görüşüne bağlı kalmadığı bazı hadiseleri delil getirmişlerdir.Mesela Hüdeybiye antlaşmasındaki bazı durumlar.Yine Reşit halifelerin Hz. Pengamber ‘den sonraki uygulamaların delil göstermişlerdir.Mesele,Ridde savaşlarında Ebu Hureyre,Amr b.As, İ.Abbas ve Sad b.Ebi Vakkas gibi sahabenin büyüklerindendi.[1170]Hz. Osman,dedikoducu(insanlar arasında dedi kodu yayanlara karşı şiddet,kullanmayı isteyen sahabenin kararına uymadı.Yina Hz. Ali,halife olduktan sonra şehir validelerini çabucak değiştirdi.Otoritesi tam yerleşip işi tamamen eline alıncaya kadar valileri değiştirmede aceleetmemesini isteyen sahabenin kararını(şurayı) dinledi.[1171]

4- Diğer bir delil ise şudur:Hsalife,hilafet şartlarını yerine getirmiş ve çoğu kere müctehid birisi olur.Mücteidin taklid  yapması ise haramdır. Böyle bir halife, doğru bir görüşe sahip olur da o hususta şura ehlinin çoğunluğu ona muhalefet ederse,şeriata göre kendi doğru bulduğu görüşünden vazgeçip hatalı gördüğü kimselerin görüşünü taklit etmesi caiz olur mu?[1172]Yine,devlet bakanı (imam),işlerinden tam manasıyla sorumludur.Onun duğruluğunu kanaat getirmediği ve hoşlanmadığı görüşünü bağlayıcı bir tarzla uyğulayıp,sonra da o görüşten ve sonuçlarından sorumlu olması demek değildir.Tahaviyye’yi şehreden şöyle demektedir:’’Kur’an.sürnet ve ümmetin geçmiş alimlerin icması gösteriyor ki,devldt başkanına (veliyyü’l-emr),namaz imamına,hakime,savaş emirine vezekat memuruna ictihada dayalı hususlarda itaat edilir.İctihada dayanan hususlarda bu kişilerin halka itaat etmesi gerekmez.Aksine halkın onlara bu hususta itaat etmesi ve görüşlerini imamın görüşüne teslim etmesi gerekir.[1173]

5- Şüphesiz çokluk,doğrunun ne ölçüsüdür,ne de kesin tercih edilecek delildir.Çünkü ğörüşün doğru veya yanışı,söyleyenlerinin azlık veya çokluğundan değil,bizzat görüşün kendisinden kaynaklanır.[1174]Çağdaş demokrasilerin yaptığı gibi İslam,sayı çokluğunu hak ve batının bir ölçüsü saymaz.Çokluk esası,İslami olmayan bir esastır.[1175]ÜstadMevdudi şöyle diyor:İslam nazarında,her hangi meselede bir kişinin meclisin diğer üyelerinden daha doğru görüşlü basireti daha keskin olması mümkündür.[1176]Kur’an-ı Kerim’de çokluğun,çoğu kere doğruyu yansıtmadığını gösteren birçok ayet vardır.Mesela:Fakat insanların çoğu inanmazlar.(Ğafil,59),Sen ne kadar iatesen de insanların çoğu inanmayacaktır.(Yusuf 106),’’Onların çoğu zann tabirolur.’’(Yunus,36),’’Yeryüzünde çoğuna itaat etsen seni Allah’ın yolundan saptırırlar.’’(Enam,116),Bunlardan başka pek çok ayet vardır.En doğrusunu Allah bilir.Delilleri gözden geçirip iyice inceledikten sonra görürüzki, bu gibi değişik meselelerde genel bir hüküm çıkarmak yanlıştır.Ve biz diyoruzki,şura mutlak olarak ya imamı bağlayıcı veya bağlayıcı değildir.Fakat iş biraz izaha muhtaçtır ki,onu kısaca zikredeceğiz.Çünkü imamı bağlayıcı şurada vardır,bağlayıcı olmayan şura da vardır.Şöyle ki:

1- Şuraya sunulan meselede şeri bir hüküm olduğu zaman eğer imam,o meselenin hükmünü biliyorsa o zaman imamın ihtişare etmesi ve ilim ehline sorması gerekir ki,delil ortaya çıksın da onunla hükmetsin.Delil ortaya çıkınca da ona bağlı kalması gerekir.Nitekim Allah (c.c.)şöyle buyurmuştur:’’Allah ve rasulü,bir işte hüküm verdiği zaman,artık inanmış bir kadın ve erkeğe,o iş, kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur.(Anzab,33/36)Fakat meselede açık bir delil yoksa bu durumda şuranın bütününün görüşünü alır ve insanlarında ona itaat etmesi vacip olur.Nitekim reşit halifelerde böyle yapıyorlardı.Mesela,ninenin mirası ve kadının çocuğunun düşürmesi hususu böyledir.Böylece bir durumda imam,ister azınlık isterse çoğunluk olsun bu görüşden belli birisini bağlı kalmakla yükümlü değildir.

2- Ancak,hakkında(açık)bir delil veya delile benzer bir(nass)bulunmayan ictihadla ilgili hüküm ve meseleler,ictihada bırakmış meselelerdir.Bu meselelerde imama gerekli olan önce kendi görüşünü işletme sonrada ictihadının kendisine ulaştırdığı şeye göre amel etmektir.Yine imamın böyle bir durumda alimlerin ve uzmanların görüşlerinden yararlanması ve onlarla istişarede bulunması gerekir.Ancak,imamın bu durumda danıştığı kişiler ister az olsun ister çok olsun belli bir görüşe bağlıbağlı hükümlülüğü yoktur.Aksine onun vardığı ictihada itaat etmek vaciptir.Zira Allah Teala şöyle buyuruyor:Aallah’a,Pengamberi’ne ve sizden olan emir sahibine itaat ediniz.(Nisa,4/59)Bu ise ancak hakkında (açık)nass olmayan durumlarda olur.

3- Ancak uzmanlar bu ihtisas sahiplerince bilinen teknik konularda ise imamın sadece uzmanlara danışması,sadece bir kişininki doğru olsa ona tercih etmesi veya doğruluğu belli olan görüşe uyması gerekir.Çokluk ve azlığa itaat etmesi gerekmez.Nitekim Pengamber (s.a.v)de Bedir günü bir yere konaklamak istediğinde,tecrübesi olan bugünkü değimle askeri strateji uzmanı olan Habbab b.Münzir(r.a)konaklamak için uygun olan yere haber verdi.Pengamber de onun görüşüne uydu.Hendek kazma konusunda Seman-ı Farisi’ye uyduğu gibi.

4- Fakat bunun haricindeki genel durumlarda imamın istişare etmesi hemde istişareyi çok yapması gerekir.Daha önce geçen nasslar da buna işaret etmiştir.Bu durumda çoğunluğun görüşünü tercih etmesinde bir sakınca yoktur. Nitekim Pengamber (s.a.v),Uhut günü kendisi ve ashabın büyükleri istemediği halde,Bedire katılmamış ve şehit olmak isteyen diğer sahabenin savaşa çıkmaktaki şiddetli ısrarı üzere savaşa çıkmıitı.Yine,Taif kuşatmasında Pengamber,dönmek ve geri çekilmek istemiş bir topluluk ise geri dönmeyi hoş görmemiştir. Pengamber onları bırakmıi,ancak onlarla çekinme isteği ortaya çıkınca onlara gülmüş ve göç etmeyi emretmişti.[1177]İmam kendi görüşünde ısrar edince günahın haricinde halkın ona itaat ve teslim olması gerekir.Denile bilir,kio zaman şuranın faydası nedir?Cevap şöyledir:Şuranın faydası doğru görüş ortaya çıktığında belli olur.Gerekli şartları kendisinde bulunduran halifenin heva ve hevesini değil de kendisinde maslahat (yarar)olan ve doğru olan görüşü alacağı düşünülür. Siyerde rastlanılan bir çok hadisede imamın kendi görüşünden dönüp danıştığı kimselerin görüşlerine uyması,bunların imamı bağlayıcı olduğunu göstermez.Bu hadiseler bağlayıcılığı delil olmaz,aksine halife ve diğer nasihat ehli hakkında farzledilen ,ortaya çiktığı yerde doğruya uymaktır.bu ise bizim tarihimizde çoktur ve bu şuranın güzel sonuçlarındandır.Bazen imam,danıştıklarının görüşüne döner. Bazen de onlar imamındakine dönerler.Aksi halde şuranın asla bir yararı olmaz.ve onu kanunlaştırmak boşuna olur.Bundan dolayı bu hadisler şuranın imamı bağlayıcı olduğunu gösterir.

 

UYARI

Bu çalışmada bassedilen şurada maksat,imam ile halk arasında olan yani imamın var olduğu durumdaki şuradır.Bu hükümler ise bu durumdaki şuraya aitir.Ehlü-l-Hal ve’l akdin imamı seçmek için aralarında yaptığı şura ise bunun aksinedir.Daha evvelde açıklamıştık ki,bu imamı tayin etmenin ilk şeri yoludur.Buna’’seçim’’denir.Bunun,bu çalışmada belirtilen şuraya zıt özel hükümleri vardır.Önceki halifenin,veliaht bırakmadığı zaman,seçim vacip olur.Nitekim Hz. Ömer şöyle demiştir:Müslümanlarl danışmadan kim bir imama bey’at ederse ona bey’at edilmez,bir başka rivayette,ona uyulmaz,ikisininde öldürülecekleri korkusundan bey’at olunmayacaktır.Yine bu şura,daha evvel belirtildiği gibi’’ehlü’l-hal vel akd’’seçip bey’at ettikleri zaman insanları bağlayıcıdır.Allah en iyisini bilir.

 

ÜÇÜNCÜ KONU

İMANIN AZLI (GÖREVDEN ALINMASI) VE İMANLARA İSYAN ETMEK

BİRİNCİ KONU :HALİFEYİ GÖREVDEN ALMANIN /AZL)SEBEPLERİ

İKİNCİ KONU :HALİFEYİ GÖREVDEN ALMA YOLLARI

ÜÇÜNCÜ KONU:HALİFELERE KARŞI İSYAN ETMEK

 

İmanın görevden alınması ve imanlara karşı çıkmak

Geçen bölümde imanlara ait görevleri ve bu görevlerle ilgili hakları anlattık.Ondan önce,imamlık makamına ehil ılması için imanda bulunması gerekli şartları anlatmıitık.Fakat bu şartlardan birisi imam kusur etme hüküm nedir.İslam,bu tehlikeli probleme şifa verici bir çare getirmiştir.Bu çare ise derdin değişmesiyle değişiklik gösterir.Bazen bu çare,nasiat,hetırlatma ve düzekrme şeklinde bazen de,terk etmek,yardımı kesmek ve alkayı kesmsk şeklinde olur.İmamın görevden alınması,bazen barışçı yollarla,bazı durumlarda ise ona karşı gelmek ve kılıç çekmekle olur.Bu konunun önemini ve tehlikeli oluşuna,bu konuyla ilgili eski ve yeni alimlerimizin açıklamalarının azliğına,eskiden ve şimdi konuya yaklaşımların farklılığına bakarak- ki her tarafın özel şeri’delilleri vardır-bütün bu sebeplerden dolayı,konuyu mümkün olduğu kadar parçalara ayrılmayı gerekli gördüm.Ta ki bu mes’eleye ilişkin önümüzde açık bir süret bulunsun diye.Konunun tamamen açıklığa kağuşması ve bu meseledeki karışıklığın giderilmesi için şu şekilde bir yol izlemek gereklidir;

1- Önce imamın görevden alınmasını gerektiren sebepler ve alimlerin bu husustaki görüşlerinin açıklanması

2- Görevden almanın yolları ve her yola ilgili alimlerin görüşleri

3- Adalet,fısk ve küfürden dolayı kendilerine isyan edilen imamların durumları

4- Bu imamları karşı,harekete geçenler, savaşanlar,isyankarlar ve hak ehli (doğru yolda olanlar)nin durumları şimdi bunları sırayla ele alalım:

 

1-HALİFEYİ GÖREVDEN ALMANIN (AZL)SEBEPLERİ+

 

Kendisine yüklenen görevleri yerine getirmeye devam eden,halkının işlerini düzene koymada devamlı otoritesi bulunan ve gönettiği kişiler arasında adaletli davranan bir devlet başkanının (imamın)görevden alınmasının ve ona karşı isyan etmenin caiz olmadığı hususunda alimler arasında görüş birliği vardır.Aksine İslam,böyle bir halifeye isyandan sakındırmış ve onun hıyanet edeni kıyamet gününde ızdırap verici bir azapla tehdit etmiştir.Yine basit hatalarla halifenin görevden alınmasını caiz görmamiştir.Çünkü her şeyi ile mükemmel olmak yalnız Allah’a mahsuzdur.Günahlardan korunan ise,ancak Allah’ın koruduğu kimsedir.Bütün Ademoğulları hata edicidir.Hata edenlerin en hayırlı olanları ise tevbe edenlerdir. Fakat bir takım büyük şeyler vardır ki,Müslümanların dini ve dünyevi yaşantılarına etki etmektedir.Onu işleyen halifenin görevden alınmasını zarüri kılan şey de bunlardandır.Bu dumlardan bir kısmında alimler görüş birliği etmiş bir kısmında da görüş ayrılılığına düşmüşlerdir.Şimdi alimlerin bu husustaki görüşlerini görmek için bu sebepleri ortaya koyacağız:

 

1- Kafir olmak yeni dinden dönmek

 

Bir valiği görevden almaya ve Müslümanların işlerini idare etmekten uzaklaştırmayı gerektiren ilk ve en büyük sebep dinden dönmek ve inandıktan sonra kafir olmaktır.Devlet başkanı, küfre ve dinden dönmeye sebep olan büyük bir suç işlediği zaman Müslümanların işini idare etmekten alınır ve hiçbir şekilde, hiçbir Müslüman üzeride idare etme hakkı bulunmaz.Allah Teala (c.c.)şöyle buyuruyor.Allah,aranızda hükmedecek ve mü’minlere karşı kafirlere asla yol vermeyecektir’’(Nisa,4/141).Hangi yol devlet başkanlığından daha büyüktür?!Ubade b. Samid(r.a.)!in rivayet ettiği bir hadiste şöyle demiştir:’’Pengamber (s.a.v)’e bey’at ettik.Allah’ın ve Rasülünün emirlerini dinleyip onlara hem neşeli hem kederli zamanımızda hem zor hem kolay halimizde itaat etmek ve amirlerimiz kendi arzularını bize tercih etseler dahi onlaraitaat etmek ve niza (savaş)etmemek ve amirin küfrü hakkında Allah’ın kitabından yanımızda açık delil bulunmadıkça ona atat etmeye söz verdik.[1178] Hattabi diyor ki, hadiste geçen’’Bevahan’’kelimesinin anlamı açık ve eleni demektir. Nitekim Araplar bir kişi bir şeyi yayıp açığa vurduğu zaman böyle derler.[1179] Allah katından yanınızdan açık bir delil kısmının izahında ise Halif b.Hacer şöyle diyor:Yani,ya bir ayet metni veya yorumua ihtimali olmayan sahih bir hadis’’bulursa(Feyt:13/5.) Nevevi diyorki;’’Buradaki küfürden maksat;masiyet (isyan)dir. Hadisin anlamı şöyledir:Emir sahipleriyle emirlikleri hususunda tartışmayın ve onlarla İslamın esaslarından hareketli bildiğiniz gerçek bir münker (kötülük) görmedikçede onlara itiraz etmeyin.[1180] Bir şeyin küfür olması ile bir insanın kafir olması farklıdlr.Mü’min küfrü demesi ile,nakletmesi ile,küfür olduğunu bilmeden söylemesi ile,kafir olmaz.Ancak küfrü tastik etmesi,tasdiki gerekenleri yalanlaması ile kafir olur.Bir kimse küfrü kabul etmese,istemezse kafir olmaz.Kıbleye gönelirse bile itikadı küfürde ise,küfrü kabullenmiş ise kafir olur.(müt.)[1181]Hadisin zahir gösteriyorki sonradan kafir olan kimsenin görevden alınması gerekmektedir.Bu ümmete vacip olanın en kolayıdır.Çünkü İbni Abbas’ın rivayet ettigi bir hadisin hükmüne uyarak dinden dönmesi sebebiyle böyle bir kimsenin kanının helal sayılması ve öldürülmesi vaciptir.Söz konusu hadis şöyledir;Kim dini (İslam’ı)değiştirirse onu öldürün.Şartları zikrederken,kafirin hiçbir durumda Müslüman üzerinde velayet (yönetme)hakkının olmadığı söylenmiştir.Bu küfür sebebiyle devlet başkanının görevden alınacağı alimlerin icma ve ihtivaki vardır.Ebu Ya’la şöyle diyor:Eğer imanda dinini zedeleyenbir durum ortaya çıkarsa bakılır;eğer inandıktan sonra küfretmişse imamettende çıkarılır.Burada anlaşılmayacak bir şey yoktur.Çünkü dinden çıkmış ve öldürülmüş vacip olunmaz.[1182]Kadı iyaz ise şöyle diyor;Alimler icma etmiştir ki,kafir devlet başkanı olması gerekli olmaz veyine sonradan kafir olup din değiştiren ve biad sahibi olan kişi yönetici hükümden çıkar ve ona itaad gerekmez.Ve Müslümanların ona karşı ayaklanması,onu değiştirmesi münkünse yerine adaletli bir devlet baikanı dikmeleri gerekir.Bu durum sadece bir toplulukta olsa onların kafiri değiştirmeye kalkışmaları gereklidir. [1183]İbni Hacer’in görüşü ise şöyledir:’’Küfür sebebi ile devlet başkanının görevden alınması icma ile sabittir. Her müslümanın bu hususta gayret göstermesi gerekir. Kim bu hususa destek verirse sevap alır.Kim yağcılık ederse o da günah kazanır.Kim de kafiri görevden almaktan aciz olursa o yerden hicret etmesi ona vaciptir.[1184]Sefakusi ise şöyle diyor:’’Halife küfre veya bidate (insanları)davet ettiği zaman ona karşı ayaklanmada İslam alimleri icma etmişlerdir.[1185]

 

2-Namazı Ve Namaza Daveti (Ezanı)Terketmek

 

İmamın ( halifenin) görevden alınmasını gerektiren sebeplerden biriside namazı ve namaza davet etmeyi terk etmesidir.Ya inkar ederek terk eder,o zaman biraz önce zikredilen sebsbe dahil olur.Veya tenbellik ve önemsemediğinden terk eder.Bu durumda bazı alimlerin görüşlerine göre ise bu şekilde namazı terk etmek küfrü gerektirir.Bu görüşe delil olarak sahih hadisler vardır.Mesala Pengamber(s.a.v) şöyle buyurmuştur:Bizimle onların (kafirlerin)arasındaki alamet(ahd) namazdır.Kim onu terk ederse kafir olur. [1186] Daha başka hadislerde vardır,ancak burası o konunun yeri değildir.Her iki duruma göre de bu husustaki hadislere uyarak namazı kılmayan halifeningörevden alınması gerekir.Zalim halifelere karşı gelmeyi, onlara olan bağlılık yemininin (bey’atın) bozulmasını ve onlarla savaşmayı yasaklayan hadisler ise bu halifelerin namazlarını kılıyor olmaları şartına bağlıdır.(Yani namaz kılan bir halife zalim de olsa ona isyan edilmez, ama hem namaz kılmaz hem de zalim olusa isyan edilir ve bey’at bozulur)Bu hadisten birisi şöyledir:

1-Müslim’in Avf b. Malik ‘ten rivayet ettiğine göre Avf şöyle dedi:Rasullallah:Hükümdarlarınızın en hayırlısı birbirlerinizi sevdikleriniz ve birbirlerinize dua ettiklerinizdir.Hükümdarlarınızın en kötüleri de birbirinize buğz ve lanet ettiklerinizdir,buyurmuştur.Ya Resulullah! Onlarla kılıçta çatışmayalım mı?denilmiş.Oda :Hayır, aranızda namazı ikame ettikleri müddetçe![1187] Hadisden anlaşıldığına göre namazı terk ettikleri zaman onlara karşı gelmek kendini savunmak,hasımlaşmak ve savunmak gerekir.İtikadi küfürde ise;namazı, mümin olarak kılmak.Namaz ancak münafıklığına elamet olur.Namaz itikadı sahih olduğunda değer ifade eder.Zira imanı olmayanın ameli zayidir.Küfürde olduğuna delil, kalbindeki küfrüne delil bilerek söylediği sözleri ve ifadeleridir.(müt)

2- Bir diğer hadis şöyledir:Müslim’in Ümmü Seleme’den rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:Bir takım yöneticilerin gelecek siz bilip itiraz edeceksiniz, şimdi kim bilirse beraat eder,kim itirazda bulunursa kurtulur.Fakat kim rıza gösterirde tebi olursa!.Ashab:Onlarla savaşmayalım mı?demiş,Pengamber de Hayır!namaz kıldıkları müddetçe (savaşmayın)[1188] buyurmuştur.Bu hadiste namaz kılmayan yöneticilerle savaşılacağına dair açıklık vardır.Bilindiği gibi savaşmak- ilerde de geleceği gibi- görevden alma yollarının en sonuncusudur.Daha evvel Kadı Iyaz’ın alimlerin halifenin namazı ve namaza çağırmayı terk ettiğinde görevden alınacağında icma ettiklerini iddia eden sözü zikredilmişti.[1189]

 

3-Allah’ın İndirdikleriyle Hükmetmeyi Terketmek

 

Bu sebepte de öncekinde olduğu gibi Allah’ın indirdiklerinden başka bir şeyle hükmetmesi durumunda bu hükmedeni İslam’dan çıkaran veya çıkarmayan durumlar eşittir.(Yani yaptığı şey kendisini İslamdan çıkarsın veya çıkarsın Allah’ın hükümlerinden başkasıyla hükmettiği sürece görevde alınır).Bu durumda bahsi daha evvel geçmişti.Bu sebebin halifeyi küfre ve fasıklığa götüren bütün durumların onu görevden almayı gerektirdiğini Pengamber’den rivayet edilen sahih hadislerdeki ifadenin mutlaklığı göstermektedir.Sözkonusu hadislerden iki tanesi şöyledir:

1- Enes b. Malik’ten rivayet edildiğine göre Pengamber (s.a.v)şöyle buyurmuştur:’’Size tayin edilen idareci başı izim tanesigibi siyah olan Habeşli bir köle bile olsa Allah’ın kitabını aranızda uyğuladığı müddetçe onun dinleyin ve ona itaat edin.[1190]

2-Ümmü’l Huseyn el Ahmesiyye ‘den rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir:Pengamber(s.a.v)’le beraber veda haccında hacettim (Ümmü Husayn şöyle diyene kadar sözünü sürdürdü)Sonra Pengamber’in şöyle dediğini duydum:’’Eğer size siyah bir köle tayin edilir de Allah’ın kitabıyla size önderlik ederse onu dinleyin ve ona itaat edin.’’tirmizi ve nesai’nin rivayeti ise şöyledir:Pengamber’in şöyle dediğini işittim:’’Ey insanlar!Allah’ tan sakının ,eğer size Habeşli bir köle bile emir yapılsa Allah’ın kitabını aranızda uyğuladığı müttetçe onu dinleyin ve ona itaat edin.[1191]Bu hadisler açıkça göstermektedir ki halifenin dinlenmesi ve ona itaat edilmesi için emrindekileri Allah’ın kitabına göre yinelmesi şarttır.Fakat emrindekileri Allah’ın hükmünü uygulamadığı zaman ne dinlerin, ne de itaat edilir ve bu durum onun görevden alınmasını gerektirir.Bu,Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyip de fasıklığını gerektiren durumlarda böyledir.Fakat küfrünü gerektiren durumlar ise- birinci sebepte de geçtiği gibi-savaş yoluyla da olsa görevden alınmasını gerektirir.Allah en iyisini bilir.

 

4-Fasıklık,Zulüm ve Bid’at

 

İlk olarak fasık bir küsmenin imamlığının geçerli olmadığına dair alimler arasında görüş birliği olduğundan bahsedilmişti.Kurtubi şöyle diyor:’’Fasığı halife yapmanın caiz olmadığı hususta alimler arasında ihtilaf yoktur.[1192] Bu husustaki delillerin açıklaması adalet şartından bahsedilirken geçmişti.Fakat adaletli bir kişi imam(halife)yapılsada sonradan bu kişi fasık olsa hüküm nedir?Bu hususta alimler arasında farklı görüşler vardır.Bir kısmı,böyle bir kişi görevden alınır ve ona yapılan bey’at bozulur derken ,bir kısmı şöyle demektedir.Bir kişiye verilen bağlılık sözü,fasıklığı,namazı terk etmeye ve küfre götürmrdikçe devameder.Diğer bir grupta aşağıdaki şekilde konuyu genişletmiştir.

1-Mutlak olarak azlini (görevden alınmasını )söyleyen:Bunlar,imama verilen bağlılık sözünün iptal edilmesi hususunda fasıklığın sonradan meydana gelmesini asıl gibi saymışlardır.Çünkü bu (da)aslında imametten beklenen gayeyi yok etmektedir.Kurtubi ,bu görüşü Cumhura ait saymış ve şöyle demiştir:Cumhur diyorki,onun imamlığı feshedilir ve bilinen açık fasıklık sebebiyle imamlıktan uzaklaştırılır. Çünkü bilinmektedir ki,imam (halife),hadleri(dinen takdir edilmiş cezaları )uygulamak, hakları almak,yetimlerin, delilerin mallarını korumak ve işlerini gözetmek için tayin edilir.Onda bulunan fasıklık ise bu işleri yapmaktan ve bu işlere kakışmaktan onu engeller.’’Kurtubi yine şöyle diyor:Fasık bir kimsenin imam olmasını caiz görsek bu durum,yerine getirmek üzere tayin edildiği şeylerin iptaline sebep olur.Bu da onun gibidir.[1193]Zebidi bunun Şafii’nin eski [1194] görüşü olduğunu söylüyor.Bazı şafiler de bu görüştedirler.[1195]Ebu Hanife’nin yaygın görüşü de böyledir.Mutezile ve Hariciler de bu görüştedirler.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 



[1] Özellikle ülkemizde Laik Müslüman olduğunu iddia eden bazı yazar-sanatçı ve politikacı­ların konumlarını da göz ardı etmemek gerekir. Müslümanız ama şeriatçı değiliz diyen Yahudi kökenli sermayedarların çıkardığı boyalı basındaki köşelerinde müfessir edasıyla âyetleri yorumlayanların isimlen dışında İslâmla ne kadar bağlan vardır? (yayıncının no­tu)

[2] Sahife 70'e bak.

[3] Mustafa Sabri Efendi, Ezherin Şeyhi Meraği'den şöyle naklediyor: "İslâmi Hükümet, dininden çıkmasıyla dinsiz hükümet olur, milletin İslâm üzere kalmasına hiçbir mani yok­tur. Yeni Türkiyedeki durum gibi." Mevkıfu'l Akl ve'l-îlm ve'd-Din 4/285.

[4] Mevkıfu'l- Akl ve'l-ilm ve'd- Din 4/359" Dipnot" Milâdi 1936 Febrayır, Ehram Gazetesinde yazılan ıraklı gençlerden bir gurupla birlikte şeyh Meraği'nin sözlerinden.

[5] Mebadiu Nizâmi'l-Hükmi fi'1-İslâm. Abdulhamid Mütevelli s. 162 2. baskı

[6] El Vahdetü'l- İslâmiyye, EbÛ Zehra s. 251 Baskı H. 1397 Darul-Fikr

[7] El' Vahdetul- İslâmiyye, Ebû Zehra s. 251 Baskı H. 1397 Daru'1-Fikr

[8] İslâm Bila Mezâhib, Mustafa Eş-Şek'a s. 57, 4. baskı, Daru'n-Nehda Mısır

[9] İslâmi Hükümetin Demokrasiye benzediği görüşünde olanlardan bazıları: Vehbe ez-Zühey-li, Muhammed El-Mutii, Malik Bin Nebi, Taha Abdul bakı Sürür, ve Muhammed Ali Ulvi­ye "El-îslâm ve'd-Demokrâtiyye" kitabında ve devamı. Osman Halil "Ed-Demokrasiye El-İslâmiyye" ve devamı, Hazimu's-Saidi "En-Nazari'yyetü'1-İslâmiyye Fi'd-Devle."

[10] ibni Teymiye diyor ki: Böyle isim verme sonradan çıkan birşeydir. Onu Fukaha ve Kelamçı-lardan bir grup taksim etmiştir. Bu da Kelamçılarm ve Usulcülerin daha çok üzerinde durduğu bir ayırımdır. Mecmüu'l-Feteva 6/56.

[11] El-Kamüsu'1-Muhit. Firuz Abadi. Mecdüddin Muhammed B. Yakub 4/78 Daru'1-Ceyl. Bey­rut.                                                                

[12] Lisânu'1-Arap, İbn Manzur: Cemaleddin Muhammed B. Mükrim 12/24, Daru Sadır ve Dar-ı Beyrut 1388 H.

[13] Tâcu'l arûs min cevahiri! - kamu. Muhammed Murteza ez-Zebidi 8 93 Dâru Mektet

yat. Beyrut, Lübnan.

[14] Tacü'1-lüğa ve sıhah'l-Arabiyye, İsmail B. Hamm-ede'1-Cevheri 5/1865 Ahmed Abdulgafh-

Atdar tahkik etmiş 2. baskı 1399 H. Daru'Mlm. Beyrut

[15] El-Ahkamii's.Sultaniyye Ali b. Muhammed el-Maverdî, s. 5. 3. baskı 1393 şirketü Mektebe Matbaası Mustafa el-Halebî. Kahire.

[16] Gıyasu'1-Ümem fi't-tiyasiz-Zûlam Ebû'l-Meali el-Cüveyni s. 15. 1. baskı 1400 Daru'd-Dâve, el-iskenderiyye. Mustafa Hilmi ile Fuad Abdulmüniın. tahkik etmiştir.

[17] El-Akaidü'n-Nesefiyye s. 179 1326 H. Şirketü Sahafeti Osmaniyye.

[18] El-Mevakif, EI-îci, s. 395. Tarihsiz Alemu'l-Kutub, Beyrut.

[19] El-Mukaddime, İbni Haldun s. 190. 4. baskı. 1398 H. Daru'1-Eâz, Mekke.

[20] El- Mecmu şerhu'1-Mühezzeb, Nevevi, Muhammed Necib el-Mutii'nin tekmilesi s. 517

[21] Tefsîru't-Taberî, Muhammed b. Cerir et-Taberî. 1/529 3. baskı. 1388. H. Mektebecmatbaafu Mustafa el-Bâbî, el-Halebî, Kahir

[22] Tefsîru't-Taberî 19/52.

[23] Çünkü onların ye­min (diye bir şey) leri yoktur..." (Tevbe, 12)

Fethul-Bârî 13/248 Sunadi

[24] Tefsiru't Taberi 17/49.

[25] Tefsiru't Taberi 20/28.

[26] Tefsiru't Taberi 10/87.

[27] Tefsiru't Taberi 20/79.

[28] Buhari, K. Ahkam B. 1, Fethu'1-Bârî 13/111. Müslim, İmare H. No. 1829 3/ 1459, Ebû Da-. vud, İmare. 1. Avnu'l-Ma'büd 8/146, Tirmizi Cihad 7, N. No. 1705, 4/208. Ahmed, 2/54

[29] Ahmed, 3/183, Buhari ve Müslim de rivayet etmişler, başka bir lafızla. Tahric ve ziyâde izahlı lafızlar şartları anlatılınca gelecek.

[30] El-Faslu fi'1-Milel ve'1-Ehya ve'n-Nihal 4/90 2. baskı 1395 H. Daru'l-Marife Beyrut. Lüb­nan.

[31] Ravdatü't-Talibin, Yahya Bin Şerefiddin en-Nevevi, 10./49, el-Mektebetü'1-İslâmi eş-şir-bi'nin Mugni'l-Muhtac isimli 4/132 eserinde aynısına bakınız.

[32] El-Mukaddime. 190.

[33] Lisanu'UArab 9/83.

[34] El-Mecumu 17/517.

[35] El- Hılafetü evi'1-imâmetu'l-Uzma s. 101..

[36] Fakıhler, İmâmın Halife ve de Allah Rasûlünün Halifesi diye isimlendirilmesine cevaz ver­mişler. İmâma, Halifetullah (Allam halifesi) diye isimlendirilmesinde ihtilafetmişler. Bazı­ları şu âyette ademoğlu için Kullanılan genel hilafeti delil göstererek halifeye "Allah'ın ha­lifesi" denilebileceğini caiz görmüşlerdir. Hatırla ki: Rabbin meleklere, Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" dedi..." (Bakara:30) et-Taberi: "Yani benim, yaratıklarım arasında hükümde bana hilafet (vekalet)'lik' yapacak, kimse demektir. Halife de Ademdir. Allah'a itaette Onun makamına kaim olan, yaratıkları arasında adaletle hükmetmede O'na halifelik yapan demektir. Bu görüşünü İbni Mesud ile İbni Abbas (r.a.)'a nisbet etmektedir. (Tefsirü't-Taberi 1/200) Cumhur bu görüşe karşıdırlar. Çünkü âyetin manası bu mana üzere değildir. İbni Kesir, (Asırdan aşıra, nesilden nesile birbirlerinin yerine geçen Kavm (yaratacağım) demektir" diyor. Tefsirü ibni Kesir 1/99, Kitabu'ş-Şa'b)

İbni Teymiye: "Ayetten Maksad, Allah Ademden başkasını kendisine halife kılmıyacak demektir. Çünkü Hilafet gaibdekine olur. Halbuki O, bütün mahlukatı gören ve malukatı idare edendir. Onları idarede başkasına muhtaç olmaz" (Minhacü's-Sünneti'n-Nebeviyye 1/138, Daru'l-Kütübi'l-îlmiyye, Beyrut) Yine şöyle diyor başka bir kitabında: "Bilakis O (c.c.) başkasına halifedir. Zira Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyuruyor:"Aliahım! seferde Sahib sensin, evdekilere halife sensin. Allahım! Seferimizde bize sahiplik yap, ehlimize de halife ol." (Mecmuu Petevayi Şeyhülislâm İbni Teymiyye 35/45 1. baskı 1386 A. Riyad) Hadis, Müslimin Hac'de 1342 no ile, Ebû Davud'un Cihadda bab 72 de (A^nu'I-Ma'bud 7/260), Tirmizinin Deavat'da bab 423438 (5/497) no ile, Ahmed İbni Hanber'in 1/256 da, Nesai, Darimi'nin İmâm Malikin Muvatta 2/977 de rivayet ettiği sahih bir hadisdir. Bu görüşe bazısı Hz. Ebû Bekir (r.a.) den rivayet edilen sözü delil getirdiler. O şöyle demiş: "Ben Allanın halifesi değilim, Lakin Allah'ın Rasûlünün halifesiyim." (İbni Haldun'un Mukaddisine bak s. 190) Bu hadis, sahih ise bu meselede nasdır. Lakin hadis zayıfdır. İbni sa'd Tabakat'da İbni Ebi Müleyke'den rivayet etmişdir. (Tabakat 3/183, Ahmed, İbni Ebi Müleykeden Ahmed İbni Hanber'in rivayet ettiği 29 nolu hadis. (El-Müsned min Alesaili'1-İmâm Ahmed, Yazma varik) Fakat İbni Ebi Müleyke bunu Hz. Ebû Bekir den işitmemiş. Haber sanedmunkatı' (senedde hadis rivayet zincirinde kopukluk) olduğundan zayıftır. Ahmed Şakirin Müsnede yapıhğı tahricin ziyadesi ne bak 1/179, Mecmeu'z-Zevad 5/198, Taberinin Cabir (r.a.) den rivayet ettiği, hadis bu hadisi kuvvetlendirmektedir. Diyor ki, bir adam Hz. Ömer İbn Hattab (r.a.) a: Ey Allah'ın halifesi! deyince, O da: Allah seni geri bıraksın dedi. O adam: Allah beni sana feda etsin dedi. Hz. Ömer fr.a.) da; O zaman Allah seni hakir kılsın!" (Et-Tarih 4/209) Hz. Ömer (r.a.) in ona badduası "Allanın halifesi diye isimlendirmesine rıza göstermediğine delildir. Ragib el-îsfehani şu anlayışdadır: "Hilafet başkasının yerine niyabet 'vekalet) dir, bu da ya rekabet edilen gaibdekine, ya ölene vekalet, ya vekalet edilenin aczinden ya da vekil edinilene şereflendirilmek içindir." Ragıb el-İsfehanı yine şöyl ediyor: " Bu son manaya göre Allah, dostlarını yeryüzüne halife kılmıştır... Sonra da buna delil olan âyetleri zikretmiştir Er-ragıb’ın El-müfradatına bak s.156.

[37] TarihuT-Mezahibi'l-İslâmiyye, Ebû Zehra, EI-Cüz'ül-Evvel fı's-Siyaseli ve'1-Akaid s. 21, Dar u'1-Fikri'l-Arabi.

[38] Nizamu'l-İslâm (el-Hukmu ved-Devle) s. 61 3. baskı, 1400 H. Daru'1-Fikr

[39] El-Tabakatul-Kübra, ibni Sa'd 3/281, 1398, Daru Beyrut.

[40] Taberanî. Heysemi, ricali sahih ricaldir dıiyor. Mecmeu'z-Zavaıd 9/61

[41] İbni Cevzî'nin Menakıbu Ömer İbni'l-Hattab isimli s. 59. 1. baskı 1400H. Damlbaz Tahkik. Zeynep İbrahim'ul-Karüt'a bakınız.

[42] Buhâri, K Ahkam 1, bab: Etîu'llâhe ve etîur-rasule Fethu'1-Bârî 13/111, Müslim. K. H. No. 1835, 3/1466, Nesaı, Bey'a bab fi Taatİ'1-imâm 7/154 ve diğerleri.

[43] El- imame, Muhammed Hüseyn, s. 19. 2. baskı, el-Mektebetu'1-Alemi Beyrut Nazariyyetü'l-Imâme Leda'ş-Şiati'1-isna Aşariyye, Ahmed Mahmud Subhi s. 24. baskı tarihsiz, Daru'1-Me-arif.

[44] El-imâmetü ve Kâimü'l-Kıyame, Mustafa Galib s. 19. 1981 M. Mektebetti'l-Hiîal

[45] EI-Muğni fi Ebvabi't-Tevhid ve'l-Adl 20/129

[46] Nazaratü'l-imâmeti leda'ş-Şiati'1-isna Aşariyye s. 23. Ahmed Mahmud Subhi

[47] El-Müctemeu'1-İslâmi ve Usulü'l-Hufcm. Muhammed es-Sadık Afifi s. 123 1. baskı, 1400 H. Daru'l-i'tisam.

[48] e] Mukaddime, s. 190

[49] Rivayetlerin bazısında "adüdan" "meliki adüd" olarak gelmekte, kendisinde serttik ve* zu­lüm bulunan katı bir melik anlamında. Hadisin manası: Haîka zulüm ve sertlik verecek. Sanki dişlerle dişlenecek ısırılacaklar. (Lisanu'1-Arap Adud maddesi 7/191)

[50] Ahmed İbni Hanbel 4/273, Tayalisi, 438 rivayet zincirinde Davut B. ibrahim el-Vasıti var. Tayalisi ona sika dedi ve Ondan hadis rivayet etti. (Mizanu'l-İ'tidal 3/203) Onda Habib B. Salim var: Numan'm kölesi ve katibidir. Ebû Hatim Ona sika demiştir. Buhari "fihi nazar" dedi. İbni Adiy, isnadında ıztırap var dedi. (Mizanu'l-İ'tidal 1/455), El-Heysemi, Mecmeu'z-Zevaid 5/189, (Ahmed îbni Hanbel ve el-Bezzar ondan daha tam, Teberani bir kısmıyla el-Evsaf da ve ricali sikadırlar) el-Elbani bu hadise hasen hadis diyor: Silsiletü'I-Ehâdi's-Sa-hio no. 5. 1/8 Şeyhülislâm ibni Teymiye hadisi Müslime nisbet etmiş: Mecmeu'l-Feteva 35/19 halbuki onu ben, onda bulamadım.

[51] Ebû Davud. Kitab es-Sünne, b. 8, Avnu'l-Ma'büd 12/397, Tirmizi, Fiten 48, H. No. 2226 4/503, Hasen Hadisdir. Said B. Cemhan'dan, birden çok kişi rivayet etmiştir. O (hadisi) an­cak Said tarikindan bilmekteyiz dedi. Ahmed İbni Hanbel, 4/273. Sahih olduğnu söylüyor. El-Hilal şöyle diyor: Bize el-Merrûzi haber verdi o da diyor ki Süfeyne hadisini Ebû Abdul­lah'a zikrettim o da sahjh dedi. Ben derim ki Said b. Cemhan hakkında ta'nediyorlar. O da Said b. Cemhan sikadır dedi.

ondan birkişi değil çok kişi rivayet etmişdir. Hammad, Haşrec ve el-Avam onlardandır. Ebü Abdullah'a, Yaş b. Salih Ali b. el-Medini'den hikaye edilmiş. O da Yahya el-Kattan'dan Said b. Camhan hakkında ileri geri konuştuğunu zikretmiş dedim. O da kızdı ve hayır, yanlış dedi. Yahya'nın Onun hakkında konuştuğunu işitmedim dedi. Said b. Cemham'dan bir kişi değil çok kişi rivayet etmiştir. El-Müsned min Mesaili'1-İmâm Ahmed, El- Hilal, yazma va­rak 64'e bak.

Çağdaş hadisçilerden Nasiru'd-din el-Elbani hadisi, sahih saymıştır. Hadisin tahricine iyice dalmış. Silsiletü'l-Ehadisi's-Sahiha No. 460 1/198 e bak. Said b. Cemhan'm tarikatından başka çok-tarikler de zikretmiş.

[52] Ahmed ibni Hanbel 2/ 231 İbnu Hibbân, H. No. 2137 s. 525. el-Elbani hadis hakkında Müs­lim'in şartına göre sahihdir diyor. Silsiletu'l-Ehadi's-Sahiha No. 1002, 3/3.

[53] Mecmûu'l-fetâva 35/34.

[54] Et-Tabakatü'1-Kübra, İbni Sa'd 3/306, Tarihu'l-Hulefa, Es-Suyü'ti s. 140 1. baskı 1371 El-Mektebetu't-Ticariyye'1-Kübra Mısır.

[55] Tahriri geçti.

[56] Buhari, Enbiya 5, Fethu'l, Bârî 6/495, Müslim, imare 44 H. No. 1842, 3/147, İbni Mâce, Ci-had 42k, H. No. 2871, 2/958, Ahmed 2/97

[57] Mecmüu'l-Fetava 35/20

[58] Buhari, Ahkâm, Fethu'î-Bârî 13/211, Müslim, İmâre 9. H. No. 1821, 3/1452

[59] Bedâü-u's-Silk, 1/92.   

[60] El-Camiü li Ahkâmi'l-Kur'ân 17264, Keşşaf 6/158, Münteha el-İnadat İbnu'c-Câr 2/494, Ha-şiyetti'l-Kalyûbi ala Şerhi'l-Minhâc 4/173, Mugni'l-Muhtac 4/129, Ed- dürrü'l-Muhtâr 1/115, E^-Müsâmere s. 254, El-AhkâmiVs-Sultaniyye, El-Maverdi s. 5, Ebû Ya'la s. 19, El-Faslu fi.'1-Milel ve'I-Ehvar ve'n-Nibal, ibni Hazm 4/87, Meratibu'Hcmâs 124, es-Siyasetü'ş-Şer'iye, İbni Teymiye s. 161, Mukaddime, İbni Haldun, s. 191, Bedaiu's-Silk İbnu'l-Ezrak 1/71, Ay­rı ;a Fıkıb Kitapları.

[61] Riakalatul-İslâmiyyin 1/205 2. baskı, 1389 H. Mektebetul-Mebdati'l-Mısriyye Tabkik: Mu-h ıinmed Mubyiddin Abdulhamid. Hâriciler ve el-Muhakkime, imametin vâcib olmadığı, b mdan vazgeçtikleri anlatılmakta, bu görüş Ebadiye'ye nisbet edildiği, fakat bu görüşü in­li a* ettikleri anlatılan, geniş bir risale olan şu kitaba bak: El-Havaricu Tarihuhüm, /. âuhumu'l-i'tikadiyye ve Mevkıfu'l-İslâm minhâ: Gâlib b. Ali Avaci, Osman Abdul mün'ım Ayş'm takdimiyle.

[62] Ebû Bekir Abdurrahman b. Keysan el-Esam min Kibâri'l-Mü'tezile mine't Tabakatı's-Sâdise (Fırâkun ve Tabakatü'l-Mu'tezile s. 65)

[63] Hişam b. Ömere'1-Fûti Şeybani, Basraîı olup 6. tabakadan (Tabakatü'l-Mutezile s. 69) Mu­tezilenin Hişamiyye fırkası ona nisbet edilmektedir. (El-Fark Beyne'l-Fırak s. 159)

[64] Usulü'd-Din, Bağdadi s. 272, 2 baskı 1400 H. Daru'l-Kurtûbi'l-îlmİyye Beyrut.

[65] El-Faslu fi'1-Milel ve'1-Ehvâ ve'n-Nibal 4/87

[66] El-Camiu li Ahkâmi'l-Kur'an, Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed el-Kurtubi 1/264 3. bas­kı, 1386 H. Dâru'l-Kalam.

[67] El-Muğnİ fi Ebvabi't-Tevhid ve'l-Adl 20/41, El-Osmaniyye, el- Cahız s. 261

[68] Şerhu Nehci'l-Belağa, ibni Ebi'l-Hadid 2/308 1. baskı 1378, Daru'lîhyai'1-Kütü bi'1-Arabiy-ye.

[69] El-Osmaniyye, El-Cahız, s. 261, Matbu, 1374 N. Daru'l-Kütübi'l-Arabî, tahkik Abdusselam Harun.

[70] Tefsiru't-Taberi 7/497, Tahkik: Ahmed Şakir ise bu hadise: İsnadı sahih diyor.

[71] Nefsul-Merci'7/502

[72] Tefsiru'1-Kur'ani'l-Azim. İbni Kesir, 2/303. Daru'ş-Şa'b Takkik: Muuhammed İbrahim el-benna,Muhammed ahmed aşur ve abdulaziz ğanim.

[73]  Minhacü's-Sünneti'n-Nebeviyye fi nakzı Kelâmi'ş-Şîati ve'1-Kaderiyye, İbni Teymiyye, 1/142 Daru'l-Kütübi'I-İlmiyye, Beyrut.

[74] Müslim, İmare 58, h. No. 1851, 3/1478

[75] Ebû Davud, Cihad 87, Avnu'l-Ma'bud 7/267, Ahraed 2/177, Bezzar, Ömer B. el Hattab'dan sahih senedle tahric etmiş. Yine Bezzar, îbni Ömer'den sahih senedle merfu olarak şu lafız­la rivayet etmiş: "Üç kişi bir seferde olurlarsa içlerinden birisini emir tayin etsinler." Tabe~ rani de bu lafızla İbni Mesud'dan sahih senedle rivayet etmiş. Bu hadisler birbirlerine şa-hiddirler. Ebû Davud ve el-Münzi Ebû Said ve Ebû Hureyre hadisleri hakkında susmuşlar Mein onu sika saymış, hakkında kötü bir söz söylememiş) Neylu'l-Evtar 8/288 e bak. Er-Ravdu'n-Nadir, Es-Siyaği et-, ikisinin de ricali sahih ricaldir. Ancak Ali b. Bahr hariç, halbuki o da sika der, el-Hülasa'da şöyle demiş: "İbni Tetimme 5/23, Nasıruddin el-Bâni, Îrvau'1-Ga-lil'de sahih demiş, H. No. 6647,10/133

[76] El- Hısbe, Şeyhülislâm İbni Teymiye s. 11. 1. baskı 1976. Dam'ş-Şa'b, Tahkik: Salah

Azzâm.

[77] Ahmed İbni Hanbel, 5/ 251, İbni Hıbban, Sahih, h.no: 257, s. 87. Hakim, el-Müştedrek 4/92, Nasıruddin el-Elbâni Ebû Umâme'den rivayet edilen hadise sahih diyor Sahihu- Ca-

miu's-Sagir h.no. 4951, 5/15 e bak.

[78] Usülu'd Da've, Abdulkerim Zeydan, s. 195, 3. baskı 1396 H. Mektebü'l-Menâri'l -îslâmiyye.

[79] Tirmizi,ilim 16, H. no. Hasen hadis diyor, 2676,5/44, Ebû Davud, sünne 5, Avnu'I-Ma'büd 12/359 ibnu Mâce, Mukaddime 6, h.No. 42 1/15, Ahmed 4/126, Darimi, Mukaddime 6, Ebû Nuaym diyor ki: Hadis Ceyyid. Camiu'1-Ulüm ve'I-Hikem s. 243 e bak.

[80] El- î'tisâm. İmâm Ebû İshak İbrahim Bin Musa eş-Şatıbi 1/49 El-Mektebetü't-Ticâri'1-Küb-

ra, Mısır.

[81] Siretu ibni Hişam V 293, 2. baskı, 1375 H. Mustafa el-Babi'1-Halebî, Mısır, Tahkik: Musta­fa es-Sakâ ve İbrahİmu'l-Ebyârî ve Abduîhafiz Şibli.

[82] Yeni bir şeriatın tebliğine ihtiyaçları yoktu. Kur'anın ve sünnetin tebliği ise ümmetin ule­ması üzerine ittifakla vâcibdir.

[83] El-Islamu ve Erdavna's-Siyasiyye; Abdulkadir Udeh, 127 müessesetür-Risale-Beyrııt.

[84] Usul alimleri arasındaki ihtilaf var. Alimlerden bir kısmı vâcib olduğuna, bir kısmı mubah olduğuna hükmetmişler. Bir kısmı da hiçbir hüküm vermemişler. Bu meseleyi, şu kitablara bak Şerhu'l-Kavkebi'l-Münirjbnu'n-Neccar el-Hanbeli 2/189 Tahkik: Muhammed ez-Zühey-li, Nezih Hanımad, el-Mustasfa, eİ-Gazaîi, 2/214, irşadü'l-Fuhul, s. 38, Usulu'1-Fıkh, Mu­hammed Ebûnnür Züheyr 3/107

[85] Şerhul-Kevkebi'I-Münir 2/190

[86] Hz. Peygamber (s.a.v.)'in vefatı pazartesi günü, Rebilevvelin 12. gecesi güneş döndükten sonra idi.ibni Hişam'ın dediği gibi, defni çarşamba gece ortası idi. İbni Hişam, Sıret 4/664, Sübu's-Selam 2/111. Daru'1-Fikr.

[87] Sunuh, Hazreç'ten, Harisoğullarmın durdukları yardi, Mescidi Nebevi ile arası bir mil ka­dardı. (Fathu'1-Bâri 7/29)

[88] Buhari, Menakib 5,Fethu'l-Bâri 7/19.

[89] Sahabenin, halifenin seçimini Peygamber (s.a.v.)'in teçhizinden önce yapmaları bu seçim işinin vâciblerin en mühimlerinden olduğuna delildir. Yoksa özellikle Hz. Peygamber (s.a.v.)'in defninden önce yapılması caiz olmazdı. Halbuki cenazeyi defnetmede acele etmek­le de emroîunmuştur. Ebû Hureyre'den rivayet edilen bir hadisde olduğu gibi. Rasûlüllâh (s.a.v.) şöyle buyuruyor:" Cenazeyi acele götürün, eğer salih ise onu toprağa vermeniz daha hayırlıdır, eğer böyle değilse bu da bir serdir, onu omuzlarınızdan atmış olursunuz. Mütte? fekan aleyh, Bu lafız Buharinin Cenaiz 51, Fethu'1-Bâri 3/183, Müslim, cenaiz 50 H.no. 944 2/652, Ebû Davud, şöyle rivayet etmiş, Talha b. el-Bera hasta olmuştu. Hz. Peygamber (s.a.v.) ona hasta ziyaretine gelmişti de şöyle buyurmuştu: "Ben Talhada ölüm alametinden başka bir şey görmedim onun ölümünden beni haberdar edin ve onu definde acele edin. Gerçekten mü'minin cenazesini aile halkı arasında tutmak yakışmazı. Ebû Davut, Cenaiz 238 Fakat bu hadis zayıftir.Anvu'l-M'büd 8/435-436 ya bak.

[90] El-Camiu'1-Ahkâmi'l-Kuran-Kurtubi 1/264, 3. baskı 1386 H. Darul-Ralem

[91] Nihayetul-İkdam Fi İlm'il-Kelam, eş-Şehristanî s 480, Mektebu'l-Müsenna, Bağdat.

[92] es, Savaiku'l-Muhrika fVr-Reddi ala ehli'l-Bidaı ve'z-Zendika, Ahmed B. Hacer. El Heytamı s. 7 2. Baskı Müktebetü'l Kahire.

[93] El-Ahkamu's-Sultaniyye, El-Maverdi, s.5

[94] Şerhu'n-Nevevî ala Sahihi Müslim 12/205, El-Matbaatu'1-Mısriyye ve Mektebuha

[95] El-Mukaddime, İbni Haldun s. 191.

[96] Bu kitabın ilgili bölümüne bakınız.

[97] Vucubun ancak kendisiyle tamamlandığı" ile "Vacibin ancak kendisiyle tamamlandığı şey"

arasında fark var. Birincisi namaz için alman taharet ki bu vâcibdir, ikincisi vâcib değildir.

Zekatın nisaba ulaşması gibi. Müzekkiretü usuli'l Fikh, Eş Şenkitî a. 14 e bak.  

[98] Minhacu's-Sünne 1/146, Es-Siyasetü'ş-Şer'iyye s. 63 4. baskı, 1969 m. Daru'I-Kitabi'l-Ara-

biyy, Kenzu'l-Ummal sahibinin Şuabu'l-İman'da Beyhakiye nisbet ettiği bir delil var. Ken-

zu'1-Ummal 5/751 H. No: 14286

[99] Es-Siyasetü'ş-Şer'iyye, ibni Teymiye s. 161

[100] Nefsu'l-Mevci s. 162.

[101] EI-Faslu fî'l-Milel ve'n-Nihal 4/87

[102] Ebû Ca'fer Muhammed b. Avf b. Süfyane't-Tai el-Humuusi hakkında el-HalIal şöyle diyor: Hadis Hafızı, zamanının imâmı, Akranı arasında ilim ve marifette önde olduğu bilinen bir kimsedir.Ebu’l-muğireden,ehl-i şam ve ırakdan hadis edinlemiş.ahmed b.hambel bu durumu bilir ve ondan kendi beldesinin hadis ricalini sorardı.h.272 senesinde vefat etti.şuzuratü’z-zehep 2/163,tabakatu’l-hanabile 1/310.

[103] El-Ahkâmu's-Sultaniyye, Ebû Ya'la s. 19, El-Müsnedü min mesaili'1-İmâm Ahmed, El-Hal-lal. Yazma, varak 1, Tabakatu'l-Hanabile 1/311 (Müslümanların emir meselesi= Emru'l-Müslimin) başlıklı bölüm.

[104] Hilyedu'l-Evliya, Ebû Nuaym 8/164, 1394, Matbaatü's-saade, Kahire, Bedahı's-Sılk 1/108

[105]  Bu söz, Hz. Aliye nisbet edilmektedir. El- Adabu'ş-Şer'ıye, İbni Müflih el-Hanbeli 1/200, 1972, Darul-ilm

[106] El-İktisadu fı'1-î'tikad, el-Gazali s. 199, 1393, Mektebetu'l-Cündi, Mısır.

[107] Kavafdu nizami'l-Hukmi fVl-îslâm, Mahmud Abdulmecid el-halidi s. 248 1. baskı, 1400 H. Dau'l-Buhüsi'l-ilmiyye.

[108] El-Hisbe. İbni Teymiye, s. 8                                                                        

[109] Toplum, toplum işlerini yürüten otorite, uyulan tüzükler, resmi kanunlar ve örfün tarif et­tiği aynı toplum fertlerinden oluşmaktadır. Bütün bunların üstünde ve bütün bunlardan daha mühimi, saygıda ve onu korumada bütün fertlerin müşterek olduğu inanca tek bir ce-naata ve tek bir vücuda mensub olduğunun şuurunda olmaktadır. El-Müctemeu'1-İslâmi, Muhammed Emin el-Mısri, s. 7, birinci baskı 1400 H. Daru'l-Erkam.

[110] Şifau'1-Alil, ibnu'l-Kayyım, s. 145 2. baskı, Darü'l-Türas, Tarihsiz. Araplar ana arıya arı­ların beyine Melike diyeceklerine Melik diyorlar. Yaygın olan meîik tabiri

[111] Şerhu Hehci'l-Belağa, İbni Ebi'l-Hadid 2/308, Er- Raudu'n-Nadir, Es-Siyaği, abbas Bin

Abmed el-Haseninin telimmesi 5/18

[112] O, Amr Bin Bahri'l-Cahizdır. Künyesi ebu Osman, Mutezilenin büyüklüklerindendir, ken-

disine fırkaları, arasında cahıziyye diye nisbet edilir. 7. tabakadandır. Muhtedi günlerin­de 255 yılında öldü. Fıraku ve tabakatu'l-Mutezile s. 73 bak.

[113] Şerhu'I-Mevakıf, Cürcani 8/348, Matbut 1325 H. Matbaatü's-Saade, Mısır.

[114] El-Osmaniyye, Cahız s. 261

[115] İbni Mâce, Ahkâm 17, H. no: 2340,2/784, Ed- Darekutni, İmâm Malik Muvatta'da Amr b. Yahya'dan o da babasından, O da Hz. Peygamber (s.a.v.) den mürsel olarak rivayet et­miştir, Ebû Said de senedden düşürmüş. En-Nevevî, Erbain'inde, hadis hasen hadisdir diyor. Hadisin birbirini takviye eden tarikları var. Camiu'l-Ulümi ve'1-Hıkem, îbni Recep el-Hanbeli, S. 286. Ahmed, 5/327 hadis müsned'in zevaidi'indendir. Nasıruddin el-Elbani, Silsiletü'l-Eharîis-Sahiha 1/99, no 250 de hadisin sahih olduğun söylemişdir.

[116] El-Ahkâmu's-Sultaniyye, Ebû Ya'la s. 19                                                               .

[117] RisaletÜnfi'1-akli ve R Rüh, Şeyhülislâm ibni Teymİye, Mecmuatur-Rısale'l-Mununyye

kitabını içine almakta c. 1. s. 27                                                                          .

[118] Mutasar li's-Savaıkı'1-Mürsile, ibnu'l-Kayyım 1/141, Mektebetü'r-riyad'ü Hadise.

[119] Bu, Mutezile ve eşari kalemcilarma muhaiifdir. onlar bu cihette aklı şeriata tercih eder­ler. Sarih nasîarı tevile lüzum yok derîer. ta ki hasta akıllarına uygun gelsin diye. Bu an­layış, onları tehlikeli kaygan olan teVile! ta'til le tahrife sevkediyor, götürüyor. Bu da on­ların İslâm hakkındaki tasavvurlarından kaynaklanmaktadır. Doğru olan Müslümana, şer'"i naslan eğip bükeceği bir görüş bir düzen ortaya koymaması gerekir. Ancak şer'i nasların hükmünü bu görüşler içerisinde arayıp o hükümle amel etmesi gerekir.

[120] Keşfu'l-Murad Şerhu tecdidi'l-i'tikad, Nasiruddin et-Tüsi, şerh Hüseyin b. Yusuf el-Mu-tahhar e]-Hulli s. 388. Akaidu'1-îmâmiyyeti'l-isna Aşariyye ibrahim el-Musevi s. 73, 2. baskı, Şerhu's-Sa'dı ala'-Akaidi'n-Nesefıyye s. 183, Şirketü's-Sahafiti'l- Osmaniyye. 1326H,

[121] Keşfu'l- Murad s. 388

[122] Akaidü'î-İmâmiyye s. 38, el-Firak'1-İslâmiyye, Bl-Gazali s. 173, 2. baskı Mektebetulemat-baatu muhammed Ali Sabih, Mısır.

[123] Mehasinu't-Tevü, Cemaleddin el-Kasımi 6/470, 2. baskı, 1398 . Darul-Fikr, Beyrut.

[124] Buhari, Tevhid 15 Fethul-Bâri 13/384, Müslim, Tevbe, 14,15,16 4/2108, H.NO. 2751

[125] Müslim, Birr, 55 h\no:2577

[126] Şerhu'l-Mevakıf, Cürcani 8/348, Mihhacü's-Sünne 1/20.

[127] Uslu'd-Din, Bağdadi s. 272.

[128] Nefsu'l-Merci's. 272, Makalatu'l-îsmiyyin, El-Eşari, 2/133

[129] El-Farku Beyne'l-Fırek s. 163

[130] Bu kitabın ona ait olduğu nisbeti doğru ise. Yoksa şöyle diyen çıkabilir: O kitabı, ingiliz müşteriklerinden birisi yazmıştı, Abdurrezzak da müsteşrikin yazdığı şey üzerine kitabı­nı bina etmiştir. Prof. Ziyauddin er-Rays kitabın müellifi ile görüşmüş. Bu adam daiki kişiden birisidir. Ya Britanyada Arapça profesörü olan Yahudi Merceliyus'un İslama dair yazdıkları İslâm'a ve Müslümanlara düşmanlığını ifade ediyor veya o Thomas Arnold meşhur müsteşriktir. El-İslâm ve'1-Hilafe s. 175

[131] El-îslâm ve Usulu'1-Hukm, Ali Abdurrazzak s. 136,1978, Daru Mektebeti'l-Hayat Beyrut,Talik Memduh Hakkı.                                                          

[132] Nefsu'l-Merci s. 210.                                               

[133] Mebadui Nizami'l-Hukmi fi'1-İslâm, Abdulhamid Mütevelli, 2. baskı 1974, Menşeetü'1-Me-arif, İskenderiyye

[134] El-İtticahatü'1-Vataniyyetü fi'1-Edep'il-Muasır, Muhammed Muhammed Hüseyin 2/86, 3. baskı, 1392 h, Daru'n-Nehdati'l-Arabiyye.

[135] El-Fikru'1-İslâmi ve Sılatuhu bi'1-İsti'maru'l-Garbi, Muhammed el-Behi, 8. baskı 1395 4.mektebetu Vehbe, Haşimi s. 232.

[136] Kitabu Hükmi Kibari'l-Ulema fi Kitabi'l-îslâm ve Usulu'1-Hukm, s. 32, 2. baskı 1344 h.

[137] Onu Arapçaya eski Lazkiye Valisi, Beyrut vilayetinin genel sekreteri ve Kahirede oturan

Abdulgani Sinni tercüme etti. Kitabın üstünde müellifi meçhul. Fakat Muhammed Mu­hammed Hüseyin şöyle diyor: "Türklerden oluşan komisyonumuz, Mustafa Kemal Ata­türk ve yolundakilerin işaretiyle ortaya konulduğu, hükümetlerinin yazılma işini üzerle­rine alıp neşrine yardım ettikleri bilinmektedir." El-İtticahatü'1-Vataniyye 2/68) Müterci­min de kitabın baş tarafında, niyetleri, şu sözüyle aşikardır: "O fazıl insanlar meseleyi araştırarak, tetkik ederek hallettikden sonra, fıkıh kitaplarından, vesikalardan, kitap, sünnet, kıyas ve icmâdan delilleri alarak şer'i ahkâmı cemettiler ve "El-Hilafetü ve Sul-tanu'1-Umme ismiyle anılan mecmuaya meclisin kararlarını neşrettiler. Kitabın Mukad­dimesi: S: 1-3.

[138] El-Hılafetü ve Sultatü'l- Ümme s. 1-3,1342 H. Matbaatuî-Hilal.

[139] Mebadiu Nizamil-Hükmi fi'1-İslâm, Abdulhamid Müdevelli s. 158..                         _____

[140] Ali Abdurrezzak ve kitabına müslüman alimlerden çoğu reddetmeye ve bu konuda kitap telifine gayret etmişler. En meşhurları:

1-  Nakdu Kitabi'l-İslâm ve Usuli'l-Hukuk Şeyh Muhammed el-Hıdır Hüseyin, El-Ca-miu'l- Ezherin eski şeyhi

2- El- İslâm ve'l- Hilafetü fı'1-Asri'l-Hadis, Nakdü Kitabi'l-îslâm ve Usülu'l Hukuk, Dok­tor Ziyauddin er-Reis

3- Nakdun ilmiyyun likitabi'l-İslâm ve Usu'lül-Hükm, Muhammed et-Tahir Aşir ve diğer alimlerinden.

[141] El-AhkâmuVSuItaniyye, Ebû Ya'la, s. 19, Şerhu'l-Akideti't-Tahaviyye s. 410 4. baskı.

[142] Ulemanın bazısı, ümmetin imâm seçmeyi, imâmın tayini gecikmeden doğan fetretin sınırr

Ummasının üç günde olabileceği görüşündeler. Bu görüştekilerin delili Hulefa yi Raşidi-nin fiili ve Hz. Ömer'in şu sözüdür:" Eğer ölürsem üç gün müşavere ediniz, dördüncü gün gelince üzerinize sizden olan bir emir gerekir." Tarihu't-Taberî 3/293, Daha fazla tafsilat için bakınız: Kavaidu Nizami'l-Hukmi fı'1-İslâm, Eî-Halidi, s. 254.

[143] El-Ahkâmu's-Sultaniyye, El-Maverdi s. 56.

[144] Ravdatü't-Talibin, Nevevî 10/43.

[145] El-Hisbe, Şeyhülislâm, İbni Teymiye s. 14.

[146] Mecmüu'l-Fetava 28/262.

[147] El-Müsamere, El-Kemal b. Ebi Şerif fi şerhi'l-Müsayere, el-kemal b. Hümâm fi ılmı'1-ke-lam, s. 153, 2. baskı, 1347 H. Matbaatu's-Saade, Mısır.

[148] Mecmüu'l-Petava 15/161.

[149] Mecmüu'l-Fetâvâ 15/165.

[150] Eıyasu'1-Ümem fi't-Tiyasiz-Zulem, Ebul-Meali'1-Cüveyni, S. 144.

[151] Muidu'n-Niami ve Mübidu n^Nekam, es-Sübkî, s. 16.

[152] Fethu'1-Bâri 13/241

[153] Sahihi Buhari, ilim, 7, Fethu'1-Bâri 1/154, Buhari Cihad 99, Fethu'1-Bâri 6/107, Ebü Da-vud, Hac ve İmare 27, Avnu'l-Mabud 8/268, Tabakat İbni Sa'd 1/21, 2/16, Ahmed 3/133, Tabakat ibni Sa'd 1/92, Ahmed 5/68

[154] Alimlerin bazısı, cihadın fertlere de farzı ayın olduğu görüşündeler. Şu ayeti Kerimeyi, Said b. El-Müseyyeb'in istidlal ettiği hikaye edilmekte:"(Ey mü'minler!) Sizler gerek ha­fif, gerek ağırlıklı olarak elbirlik (savaşa) çıkın. Allah yolunda mallarımızla, camlarımız­la cihad edin." (Tevbe 41) Sonra diğer ayette: "Eğer (emrolunduğunuz bu cihada) elbirlik çıkmazsanız (Allah) sizi pek acıklı bir azab ile cezalandıracaktır..." (Tevbe 39) Başka bir ayette: "Hoşunuza gitmediği halde savaş size (farz kılındı)...." (Bakara 216) Bir de şu ha­disi şerifi delil getiriyorlar: "Bir kimse gaza etmeden ve onu gönlünden geçirmeden ölür­se nifakın bir şubesi üzere ölür." Müslim İmare 158, h.No. 1910, Efaû Davud, Cihad 18, Avnu'l-Mabud 7/181, Nesai Cihad 2 Ahmed 2/374, Dârimi ve diğerleri. Fakat ulemanın cumhuru cihadın farzı kifâye olduğu görüşündeler. Şu ayeti delil getiriyorlar: " Mü'min-lerin hepsinin (topyekun) savaşa çıkmaları lâyık değildir. O halde onların her sınıfından birer zümre savaşa gitmeli) kimi de din ve şeriat ilimlerini öğrenmeleri ve kavimleri sa­vaştan döndükten sonra onları Allahın azabıyla korkutmaları için (gitmeyip kalmalıdır­lar) olur ki (bu suretle mü'minler aykırı hareketlerden kaçınırlar." (Tevbe, 22) Fakat Fı­kıh kitaplarında tafsilatlı olarak bazı yerlerde özel durumu vardır. El-Muğni ve'ş-Şerhul-Kebir 10/364. İbn'ul-Kayyım da şöyle diyor. "Bu İşin hakikati şu, cihad cinsi farzı ayndır. Ya kalble, ya lisanla veya mal ve el ile. Her müslümanın bu çeşitlerden bir çeşidiyle mü-cahedesi gerekir. (Zadu'1-Meâd 2/166)

[155] Giyasu'İ-Ümem, s. 156.

[156] El-Muğni ve'ş-Şerhu'1-Kebir 10/368, El-Mektebetu's-SeIefiyyebi'1-medine, ve mektebetul Müeyyed bi't-Taif, Şerhu Müntehal-İradat 2/92, Daru'1-Fikr.

[157] El-Ahkâmu's-Sultaniyye, Eb Yarla s. 27, El-Maverdi s. 11.

[158] Telbisu İblis, Îbnu'l-Cevzi, s. 14, 2. baskı, 1368 h. Danı'l-Kütübı'Hlmıyye.     ,

[159] Bedaiu's-Silk 2/131

[160] El-Musannef, Abdurrezzak 10/157, El-Behalci, Es-Sünenii'1-Kübra 8/179 Ebû Nuaym, Hılyetu'î-Evliya 1/318. Ahmed, El-Taberani, Mecmeu'z-Zevaid İbn u abdi'1-Berr, Camiıı beyani'1-İIm Fadluhu 2/103 ve diğerleride.

[161] El-Acuri, eş- Şeria kitabında senediyle rivayet etmiş s. 73. 1. baskı, 1369 h. Tahkik Mu-hammed Hamid el-Faki, Matbaatu's-Sünneti'l-Muhammediyye. Ed-darimi, Sünen 1/51. Abdurrezzak, el-musannef 11/426, El-Lalekai, Şerhu Usüli i'Tikadi ehîi's-Sünne 3/635, Hafız ibni Hacer, tankları El-İsabe 5/168-169 de cem etmiş ve sahih olduğun isbat etmiş.

[162] El-Ahkâmu's-Sultaniyye, Maverdi, s. 16, EbûYa'lâ s. 27.

[163] Gıyasu'1-Ümem s. 156.

[164] Tefsiru'1-Kur'ani'l-Azim 2/171.

[165] Buhari, Cihad 73, Fethu'1-Bâri 6/85, Nesai, Cihad 39, ibni Mâce, Cihad 7, Ahmed 1/62

[166] Müslim, İmare 163. h.No. 1913.

[167] El-Fethu'r-Rabbani sahibi El-Heysemî naklediyor, Ahmed, Teberani, İsmail b. Yaş El-Medemyyinden rivayet etmişler, geri kalan ricali sikadır. El-Fethu'r-Rabbani 14/10 Ha­dis zayıfdır. Çünkü ismail b. Yaş'ın sadece Şamlılardan yaptığı rivayet sahihdir.

[168] El-Hısbe, s. 55                                                                                                          ...

[169]  İbni Mâce, Hudud 3, H. No. 2540, ez-Zevaid'de: îbni Hıbban'ın şartına göre isnadı sahih­dir. Rivayetlerini

[170] Ebû Davud, el-Akdıye 14, Avn 10/5, Ahmed 2/70, ahmed şakir tashih etmiş, Husnedm tahrici 7/204 4. no: 5385, el-EIbanfnin sahih, dediği gibi: Silsiletu 1-Ehadi s-Sahıh.

[171] En-Nesai, Haddü's-Sarık. 8/76, İbrti Mâce, El-Hudud 3 H.no. 2538, Ahmed 2/362 Müsne-din tahririne yapılan Tekmile'de El-Hüseyni Abdulmecid Haşim sahih diyor. .No: 8723. El-Münziri Et-Tergib'de hasen hadis diyor. İbni Hacer, et-Tergib ve't-Terhib'de Tabera-ni'nin el-kebir ve'1-Evsatta rivayet ettiğini diyor. El-Kebirin senedi hasendir. s. 206, eî-Iraki, el-İhya'ın tahririnde 2/155 hasen dediği gibi. El-Elbani de hasen diyor: Silsiletu'I-Ehadi's-Sahiha hadis 231.

[172] Es-Siyasetü'ş-Şer'ıyye s. 68.

[173] Es-Siyasetü'ş-Şer'iyye s. 73.

[174] Katru'l-Veliyyi ala hadisi'l-Veliyy veya Velayetullahi ve't-Tariku ileyha. Takdim ve tahkik: İbrahim Hilal s. 259, 1397 h. Dara'l-kutubı'l-Hadis, Mısır

[175] İbni Mâce, Piten 20 h.no:4006, Tirmizi Tefsir 5 h.no:3050, hadis hasendir diyor Ebû Da-vud, Melahim 17, (Avn: 11/788) Münziri: Ebû Ubeyde'nin Peygamber (s.a.v.) den. Mürsel olarak rivayet ettiği zikrolunmuş diyor... halbuki önce de geçti ki Ebû Ubeyde b.Abdullah b. Mesud'un babasından işitmemiş. Öyle ise munkatı hadisdir. (Avn'l-Mabud 11/488). Ahmed 1/391 Aynı hadisde ilgili Ahmed Şakir: Hadis munkatı' olduğundan zayıfdır di­yor. H.no 3717 (5/268).

[176] Bu maksadı öncekinden ayrı olarak ele aldım, ne kadar dini uygulama konusunun içine girse de. Zira bu fiili uygulamadır. Bu dinin muhafazasının en mühim vasıtalarından ol­duğundan şüphe yok. Bu asırda ahlakımız tatbikden uzak değerlerden, beşeri kanunlar­la, şahsi yöneliş ve beşer nevasından meydana gelen cahili düzenlemelerle değiştirilmiş olmasından dolayı önemine binaen ayrı bir maksat olarak ele aldım. Dinin ancak insan hayatına girmeyen, tekrar edilen zikirler, ahlak ve mescidde uygulanan ibadete ait ala­metlerden ibarettir diye hükmedenlere reddiye olarak müstakil bir başlık altında yazma­yı uygun gördüm.

[177] Enam, 57, Yusuf, 40, Yusuf, 67.

[178] El-İtisam 2/305.

[179] Mecmuu Fetava Şeyhı'l-islam İbni Teymiyye 19/280, Buna yakın ibare de Minhacü's-Sünne 3/163 de var.

[180] Et-Turuku'l- Hukuniyye, ibnu'l-Kayyim s 13,14, i'lamuÜ-Muvakkıin 4/375.

[181] İbni Receb el-Hambeli şöyle diyor: "Bilinmesi gereken şeylerden birisi de birşeyin helalli­ğini ve haramlığmı söylemek. Kitapdan ve sünnetten anlaşılan bazen gizli olur. Çünkü bu nassların delaleti, bazen nassla ve açıkça oluyor, bazen umumi ve şümul yoluyla olur, bazen kavram ve tenbih yoluyla olur, bazen da mefhumu muhalif yoluyla olur. Çoğunluk bunu kabul ettiler ve onu hüccet yaptılar. Bazen de delalet kıyas babından oluyor. Eğer Sari manalardan bir mana için bir konuda bir hükmü tayin edince, bu manada bunun dı­şındakilerde mevcut ise ulemanın cumhuruna göre bu manasının mevcut olduğu herşeye hüküm geçerli olur. Bu da Allahm indirip muteberliğini emrettiği adi ve mizan babm-dandır. Bütün bunlar, kendisiyle naslarm helal ve haram kılıncaya delaleti bilinen şey­lerdendir." Camiu'l-Ulümi ve'1-Hıkem s. 267.

[182] Bunu Mücahid ve selefden daha başkaları böylece tefsir etmişler. Tefsiru'î-Kur'an el-Azim.îbni Kesir 2/304

[183] El-Almani (Laiklik), Neşetüha, tetavvuruha, asanha fı'1-hayati'l-İslâmiyyeti'l-Muasıra, Eş Şeyh Abdurrahman el-NavaM s.b 695 Ümmu'1-Kura Üniversitesi 1. baskı 1402 h.

[184] Kabatün Miner-Rasûl, Muhammed Kutup s. 191

[185] Et-Tetavuru't-Teşrii fi'î-Memleketi'1-ArabiyyetiVSuudiyye, Muhammed Abdulcemad Muhammed, s. 18.

[186] Usul uleması müctehidde bulunması gereken belli başlı şu şartları koşmuşlardır. Biz kı­saca o şartlan belirteceğiz:

[187] Er-Risale, İmâm Şafii, Tahkik: Ahmed Şakir s. 53, 2. baskı 13994. Mektebetü Dari't-Tü-ras(179) Ta'lik ala Müsnedi'1-îmam Ahmed 6/304.

[188] Müslim, Fedail 141 h.No. 2363, İbni Mâce, Ruuhün 15 Telkihu'n, Nahl h.no. 1471. Ahmed 3/152.

[189] Tahkimu'l-Kavanin, Muhammet! b. İbrahim s. 3.

[190] Tefsiru't-Taberi 6/253.

[191] Tefsiru't-Taberi 6/256,

[192] Şerhu'l Akidetit-Tahaviyye s. 363,364 1. baskı 1392 h.

[193] Tahkimu'I-Kavanin, Muhammed b. İbrahim, s.5-8. Bu asrımızda ihtiyaçdan ilmi kuvveti

ve ehemmiyyetinden dolayı imkan ölçüsünde kısaca naklettim.

[194] Tirmizi, Tefsir 10 4 no. 309. Bu, garib bir hadisdir. İbni Cerir tefsirinde 10/114, İbni Sa'd,

Abd ibni Humeyd, İbnu'l-Münzir, İbni Teymiye Kitabu'1-İman s. 64 de, El-EIbâni, Gâyetü'l-Meram fi Tahrici Ehadisi'l-Helal ve'1-Haram s. 20 No. 6 da hasen hadis demişlerdir.

[195] Buhari, Diyat 9, Fedhu'1-Bârî 12/120

[196] Tefsim'1-Kur'ani'l-Azim, İbni Kesir 1/510.

[197] Fethu'1-Bâri 1/85.

[198] Et-Ta'lik ala Müsnedi'1-îmam Ahmed 6/303,

[199] Et-Ta'lik ala Müsnedi'1-îmam Ahmed 6/305.

[200] Et-Ta'lik ala Müsnedi'1-İmam Ahmed 6/305.

[201] Et-Ta'lik ala Müsnedi'1-İman Ahmed 6/305.

[202] Müslim, İmare 63. h. no. 1854, 3/1841.

[203] Buhari, Hudüd 19, Fethu'1-Bârî 12/112, Müslim, Zekat 91, h.no. 1031, 2/715, Tirmızi, Zühd 53 h.no. 2391, 4/598, Nesai, Adabu'1-Kada 78 8/222, Muvatta, şiir. 26952

[204] Ahmed 5/25, benzeri Buhari'de var, EI-Fethu'r-Rabani 23/14

[205] Ahmed, Heysemi, isnadı ceyyid, ricali, sahibinin ricali diyor. Münziri: Bezzâr, onan ricali,sahihin ricali ile takne etmiş: El-Fethu'r-Rabbani 23/14, Derimi, 2/240

[206] Müslim, İmare 18, hno. 1827, 3/1458, Nesai, Adeb'l-Kudat, 8/221, Ahmed 2/160

[207] El-Emval s. 13.

[208] Buharı, Tefsir Serei Hud 5 Fethu'1-Bârî 8/354, Müslim, Birr 61, h. No. 2583, 4/1997

[209] El-Hısbe, s. 94.

[210] Buhari, Cihad 12. Fethu'1-Bârî 12/87, Ebû Davud, Hadid 4, Avnu'l-Mabud 12/31.

[211] Ebû Davud, Diyat 15, Avnu'l-Mabud 12/269, Ahmed rivayet etmiş, Ahmed Şakir sahih oldğunu söylüyor hadis: 286, 1/278, Tabakat 3/293

[212]El-İslâmu ve Evduna's-Siyasiyye s. 274

[213] Müslim, Bin- 32, h.no. 2564, 4/1986, Ebû Davud,Edep 46, Avn: 13/236 Tirmizi, Birr 18, h.no: 1927, 4/325, İbni Mâce, Zühd 23, h.no. 4213, 2/1406, Ahmed, 3/491

[214] Deylemi Sehl ibni Sa'd dan tahric etmiştir. Keşfu'l-Hafai ve Müzüü'l-Elbaş, el-Aclünı 2/451, isnadı zayıf bir hadisdir.

[215] Ahmed 5/411.

[216] Ahmed, 2/524, El-Elbâni hadisi hasen hadis saymış ve: Tahavi, İbni Mende ve Beyhaki rivayet etmişlerdir diyor. Ayrıca Sahihu'l-Camii's-Sağır 2/119 h.no. 1783.

[217] Müslim, İmare 57, h.no. 1850, 3/1478, Nesai, Tahrimu'd-Dima, 27, 7/123, Ahmed 2/306,488 de de birbirine yakın lafızlar var. îbni Mâce, Fiten 7, hno. 3948.

[218] Suyüti, Tahrihıı'l-Hulefa kitabında Ubeydi halifelerinden hiçbir kimseyi yazmamış. Çünkü onların imamlıkları şunlardan dolayı sahih değildir diyor. Önce, onlar Kureyşi değiller. Onlara avamın cahilleri Fatımiîer ismini vermişler, ancak onların dedesi Mecûsidir. Sonunda onların ekserisi îslâmdan çıkmış zındıklardır: Tarihu'l-Hulefa s. 4,5. Haşiye yazan: Fatımilerin dedeleri hakkında, çok ihtilaflar var. Bize göre tercih edilen onların cahil ve facir olmalarıdır. Mecûsi veya Yahudi olmalarıdır. "Et-Tarihu ve'î-Hitat sahibi Makrizi gibi onları savunan hiçbir kimseyi bulamadık. O kimse ithama uğrayan kimsedir. Çünkü nesebi onlara kavuşmakta: Haşiyetu Tarihi'l-Hulefa 5.4 Haşiye yazan Mihammed Muhyiddin Abdulhamid. Ayrıca Mülhaku Kitabi'l-Avasım min'el-Kavasım, İbnu'l-Arabi s. 199. Şeyh Ebû Amr. Osman ibni Merzuk Ubeydiler döneminde Mısıra gelince arkadaşlarına, ancak tanıdıkları kimsenin arkasında namaza müsade ederlerdi, ibni Teymiye de bunu şu sözüyle del ilendirmiş: "Bu zamandaki Ubeydi melikleri şialık için arka çıkıyorlardı. Onlar mülhid Batmilerdir." Mecmuatu'r-Resail ve'1-Mesail 6/199 Ubeydilerle ilgili daha fazla bilgi için Fetava İbni Teymiye 28/635.

[219] El-İslâm ve'1-Hilafe Dr. Ali Haseni el-Harputî, s. 7.

[220] Mustafa Kemal Atatürk (1880-1938) Selanik'te doğmuştur.  Osmanlı Ordusunda hizmette bulundu. İngiliz dostu idi. Yahudilerin ve masonların aynı yolda oldukları İttihad ve Terakki Cemiyeti onu Türk milletinin liderliğine hazırlıyordu. İngilizlerin istekleri 1921 de gerçekleşti. 1924 yılında Hilafetin kaldırıldığını ilan etti. Dini devletten ayırdı, islâm şeriatının tatbikini yasakladı ve onun yerine Avrupa Medeni Kanununu koydu. Devamlı içen, bir kimse idi. Aşırı içkiden dolayı hastalandı-ve 58 yaşında sirozdan Öldü. Mustafa Sabri Efendi, Avrupada Mustafa Kemali övmek için 600 den fazla kitap yazılmış olduğunu anlatıyor: El-Mevsüatu'1-Arabiyye 1/44, Nizamu'1-Hil afeti fi Fıkh'l-İslâm, Mustafa Hilmi s. 540, Mevkıful-Aklı ve'1-İlmi ve'd-Din, Mustafa Sabri 4/300, 301.

[221] El-İslâm ve'1-Hılafe s. 7.

[222] İslâm alemi, tek lider başkanlığında devlet iken bugün, herbirisinin özel idarecisi, özel hududu, özel valileri ve özel hedefi olan kırktan fazla devlet haline dönüştü.

[223] Reddu'l-Muhtar alad-Dürru'1-Mubtar 3.

[224] Et-Turuku'1-Hukmiyye s. 226.

[225] El-Harac, Ebû Yusuf s. 119.

[226] Usulu'd-Dave s. 227

[227] Tirmizi, İlim 16, h.no. 2676, Ebu Davud, Sünnet 5k, ibni Mâce, Mukaddime 6, Ahmec 4/126 Darimi, Mukaddime 6

[228] Camiu'l-Ulümi ve'1-Hıkem s. 249

[229] Ahmed 5/382, Tirmizi, Menakıb 16, h.no. 3662, îbni Mâce, Mukaddime 11, hno. 37, İbnu Ebi Asım, Es-sünne 2/545, Hâkim, sahih demiş Zehebi de onu uygun görmüş 3/75, İbni Sa'd, Tabakât 2/98, ibni Asakir, ed-Dürrul-Mensür 1/330,. El-Elbani sahilidir diyor, Sahihu'l-Camii's-Sağır h.no: 1153, 1/372.

[230]Mecmûatul-Feteva 4/400.

[231] Şerhu'l- Akideti't-Tahaviyye, îbni Ebu'l-1221'l-Hanefı s. 471. 3. baskı.

[232] El-Mu'temedu fi Usuliddin. Ebu Ya'lâ el-Ferra s. 226. Daru'ş, Şark.

[233] Buhari Ezan 46, Fethu'1-bari 2/164, Müslim, Salat 101, hno. 420, Tirmizi, Menakıb 1 Nesai, İmamet 15, ibni Mâce, İkametü's-salat 143, h.no: 1234. Ahmed 4/412.

[234] El-Müsned Minmesaili'1-İmam Ahmed, el-Hallal 43 varak. Eşari: Rasûlullah SAS in Sıddık'ı, muhacirler ve ensarın huzurunda "Allahm Kitabını en iyi okuyan kavme imamlık yapszın" sözüyle birlikte insanlara namaz kıldırmasını emrettiği kafi olarak bilinmektedir. Böyiece O'nun onların en iyi okuyanı olduğuna delalet eder. Tarihu'1-Hule-fa s.63. Fethu'l-Bârî'de İbni Hacerin de görüşü bu: 9/52. Fakat İmam Ahmed'in sözünü Ömer'in sözü takviye ediyor: "Bizim en iyi okuyanımız Übeydir...": Buhari, Tefsir 7. Ebu Bekir sahabenin en iyi okuyanı demek onların en alimi ve en fakihi manasmdadır. Tilavet konusunda ise Übey O'ndan daha iyi okuyan kimsedir, Allah en iyi bilendir.

[235] Buhari, Menakıp 45, Fethu'1-Bâri 7/227, Müslim, Fedailu's-Sahabe 2. hno. 2382.

[236] Tarihu'l-Hulefa s. 61.

[237] El-Faslu fı'1-Milel ve'1-Ehva ve'n-Nihal 4/108.

[238] Es-Savaıku'1-Muhrika s. 26.

[239] Buhari, ahkâm 51, Fethu'1-Bârî 13/206. Müslim, El-Fedail 10, Es-sünnet, ibni Ebu Asım 2/547 Elbaninin tahliki.

[240] El-Fasl 4/108.

[241] Buhari, Ahkâm 51, Fethu'1-Bârî 13/205, Müslim, Fedailu's-Sahabe 11, h. no. 2387.

[242] Müsnedü'1-İmam Ahmed 6/106, 6/144.

[243] El- Fasl 1/108.

[244] Hakim 3/77 hadise şahindir diyor. Zebebi de ona muvafakat etmiş, İçinde Mısır b Mansure'l-Mervezî tercemei halini bulamadım, ancak Tarihi Bağdat da 13/286 buldum takat o kimse hakkında cerh ve tedilde bulunmamış. Fakat geri kalan ricali sikadir. EtTahrib 2/44.

[245] Az önce tahrici geçti.

[246] Es-Sünnet, İbni Ebu Asım 2/546.

[247] Tahrici biraz ileride gelecek.

[248] Mmhacü's-Sünne 1/139.

[249] Buhari, Hudüd 31, Fethu'1-Bârî 12/144, Müsnedü'1-İmam -Ahmed EI-Fethu'r-Rabbânî 23/58, Siret ü'bni Hişam 4/660.

[250] Buhari, Ahkâm 51, Fâthu'1-Bârî 13/206, Müslim İmare 11, Şerhu'n-Nevevi 12/204, Ebu Davud İmare 8, Avn: 8/158, Tirmizi, Fiten 48, Ahmed 1/43

[251] Müslim, Fedailu's-Sahabe 9, Şerh'n-nevevi 15/154, Ahmed 6/63

[252] Ahmed, Ahmed Şakir sahih diyor. Müsnedin Tahhikı h. no: 3189, 5/68

[253] Ahmed, Ahmed Şakir sahih diyor ki: 859 2/157, Heysemi: Onu Ahmed, Bezzar ve Tabera-ni Evsat'da rivayet etmiş. Bezzarm ricali sikadır. Mecmeu'z.Zevaid 5/176, Kenzu'l-Ummal Ahmed, İbni Ebi Haysene fi Fedaİli's-Sahabe, Hakim, Müstedrekte, Ebu Nuaym Hilyede, İbni Cevzi El-Vahina da rivayet etmişler Cevzi hata etmiştir. îbni Asakir ve Said b. Mansur rivayet etmişler. Konu: 5/799 . H: 14419

[254] Çağdaş bazı Şiî Alimleri, Abdullah b. Sebenin hakikati olmayan vehmi bir şahsiyet olduğu görüşünü ileri sürüyorlar. Onlardan birisi de Abdullah Feyyaz Tarihu'l-İmameti ve Eslafıhüm mine-'ş-Şiâ kitabında s. 95 Mürteza el-Askeri, Abdullah b. Sebe s. 28 ve devamı, şia dışından Taba Hüseyin Fi'1-Fitneti'l-Kübra : İbn's-

Sevda ancak vehimdir, eğer mevcud olsaydı bu kadar tehlikeli olmazdı. 1/132 de diyor. Onu inkar edenler bilmiyorlar ki bizzat şianın kendileri imamlara onun tercümei halini ve sözlerini açıklamışlar hem de en büyük yetişmiş örnek diye: Mesailu'l-İmamiyye s. 22, El-Rummî.

[255] Usulu'1-Kafı, El-Kuleyni 1/239, 3. baskı 1388 h. Daru'l-Kutubi'I-îslâmiyye, Tahran.

[256] Ancak gerekli olan, gerçekten mezheplerini ortaya koymak, yanlışlıklarını izah, İslama aykırılıklarını açıklamak, gerekmektir ki insanların kafaları karışıp bu tip tartışmalarla vakitler zayi edilmesin. Biz onların Ehli sünnet olmasını bekleyemeyeceğimiz gibi, onlar da bizim Şiâ ölmemizin mümkün olmadığını bilerek iyi ilişkilerimizi geliştirebiliriz. Bu­gün özellikle elimizde bulunan eski yeni sünnet alimlerinden çoğu hakkı ortaya çıkar­mak için onlara karşı koymuşlardır. İlmi, hassas münakaşaların yapıldığı kitapların en kapsamlısı İbni Teymiye'nin, Minhacü's-Sünneti'n-Nebeviyye fi Nakdi Kelami'ş-Şiâti'l-Kaderiyye kitabıdır.

[257] Mu'cemu'l-Büldan, VI, 2969: İA, "Gadir"

[258] Dairetu'l-Muarifı'l-İslâmiyeti'ş-Şiîyye, 37. Beyrut, 1968.

[259] Esed Haydar, İmam Sadık ve'1-Mezahibu'l-Erbaa, I, 91.92; İmam Şerafüddin, el-Müracaat203.

[260] Taberi, Mecmu'l-Beyan, III, 233.

[261] Tirmizi, Menakıb, 20.

[262] Emini Abdulhuseyn, el-Kadir fi'1-Kitab ve's-Sünne ve'1-Edeb I, 11 (Beyrut İs).

[263] Hasan, Şevahidu't-Tenzil, I, 87, 191,192 (Beyrut 1974).

[264] a.g.e., s.

[265] Münâvi, Feyzu'l-Kadir, VI, 216 (Beyrut 1972). Tabakat kitaplarında böyle bir râvi yoktur.

[266] Şevahid, II, 287.

[267] M, Emin Galibi, Tarihu'l-Aleviyyin, 58,61 (Lazkiye 1924).

[268] A. Ruyyap Pulemânt, Terkihu'l-Makaİ, I, 214 - 216 (Necef 1349).

[269] Cemal Sofuoğlu, "Şiânın sahabiler hakkındaki bazı görüşleri", AÜİFD, XXIV, 533 ra, 1981

[270] Şehid, age, 185.

[271] Mamekânt, Mikbas, s. 77.

[272] Şehid, age, 185.

[273] Tenkihu'l-Makal, İ, 210, 211.

[274] Bahüuddin Amil, el-Vecize, mukaddime (Thrn 1356).

[275] age, s. 2

[276] Haşim Maruf, Dirast fı'1-Kafm'l-Küleyni ve's-Sahihi'1-Buhari, s. 19 (Beyrut 1972).

[277] M. Hüseyin Celâli, el-Mesüdıru'i-Hadis inde'ş-Şiâ, önsöz (Kahire 1975).

[278] age.

[279] .    Usûl eî-Kâfi, I, 462.

[280] Tarihu Bağdad, XII, 232.

[281] Hasan Sadr, Te'sisu'ş-Şiâ, s. 270 (Bağdat, 1951).

[282] Aynı yer.

[283] Aynı yer.

[284] Aynı yer.

[285] Musannifin ismi Küleyni ve Külini şeklinde okunmaktadır. Bk. Tenkihu'l-Makal, I, 48

[286] Ağa Büzürk Tahranî, ez-Zerl ila Tasanifi'ş-Şiâ, XVII, 345.

[287] Donaldson D, Akideu'ş-Şiâ, s. 284 (Mısır 1946).

[288] Ebu Cafer Tüsî, el-Fihrist, s. 135 (Necef 1937).

[289] M. Hüseyin Celal, Mesüdiru'l-Hadis inde'ş-Şiâ, s. 6 (Kahire 1975).

[290] el-Fihrist, s. 136.

[291] Te'sisu'ş-Şiâ, s. 78.

[292] Usûlü'1-Kafl, I. 53.

[293] age, I, 64.

[294] age, I, 335'

[295] age, I, 346.

[296] Ebu'l-Kasım Hûl Mucemü Ricali'l-Hadis, I, 40 (Necef 1970).

[297] Akidetu'ş-Şiâ, s. 286.

[298] Men la Yahduruhu'l-Fakih, onsuz

[299]  el-Fihrist, s. 157.

[300] Men la Yahduruhu'l-fakih, önsöz.

[301] M. Ebu Zehra, tmam Sadık, s. 438. (Mısır, ta.).

[302] Mucemu Rica'l-Hadis, I, 105.

[303] Mirza Muhammed Bakır Musevi, Ravzatu'l-Cennat, VI, 219 (Tahran 1390).

[304] Tehzibu'l-Ahkâm, önsöz (Tahran 1390.

[305] Aynı yer.

[306] Usulu'1-Kafı 1/146 Caferi Sadıka nisbet ediyorlar. Sözü: "Görüşün açığa çıkması kadar Allah'a hiçbJrşeyle hamd edilmez." bir rivayette de:" gibi hiç birşeyle Allah'a kulluk edil­memiştir."

[307] EHMilel ve'n-Nihal, Eş- Şehristanî, 1/160.

[308] Müslim, Edahi 45, h. no 1978, Nesai Taharet 105, Ahmed 1/118.

[309] el-Mübarekfûrî : Ahmed ve Beyhakinin Delailü'n-Nübuvve de hasen senedle tahriç ettiği­ni söylüyor.

[310] Tabakatu ibni Sa'd 3/183 İbni Asakir uzun olarak tahric etmiş. Tarihu'l-Hulefa, Suyûti s. 177, El-Hallal, El-müsned nıin Mesaili'1-İmam Ahmed 37. varak.

[311] El- Mübarekfüri: Hakim, Müstedrek'de, Beyhaki, Ed-Delial'de sahih diyerek tahric et­mişler Tuhfetu'l-Ahvezi 6/478 Buna yakın olanı Ahmedin Abdullah b. Seb'â isnatla riva­yetidir.: Bize Ali hitab etti.... dediği hadi. Ahmed Şakir sahih diyor 2/340

[312] Ahmed, Sahriba El-Fethu'r-Rabbam sahibi: Senedde Ali b. Zeyd, o da ibni ced'andır. Ba­zıları bu zatı sika diğerleri de zayıf diye nitelemişler. İsnadı ceyyiddir: El-Fethu'r-Rabba­ni 23/116, Ahmed Şakir Salihdir diyor El-Müsnede bak 1206 no 2/287

[313] Hafız İbni Kesir: (Beyhaki Hakim'den ve Ebu Muhammed b. Hamidı'l-Mukurriden8 riva­yet etmiş. Ali b. Asım, Cerirden, o da Ebu Nadradan, O da Ebu Said el-Hudri denrivayet etmiş...) ve şöyle diyor: İsnadı Sahih, ebu Nadr el-münzir b. Melikden, O da Ebu Said Sa'd b. Malik sinanel-hudriden) şöyle diyor: (Burada büyük bir faide var, O da Ali b. Ebi Talibin bey'at fetmesi, ya birinci gün, ya da vefatın ikinci günü diyor ki: (Bu hak olur. Ali b. Ebu Talib, Sıddiktan ayrılmadı, vakitlerden hiçbir vakit, namazlardan hiçbir namaz da da arkasından ayrılmamıştır. Eİ-Bidâye ve'n Nihâye 5/249

[314] El-Bidâye ve'n-Nihâye, İbni Kesir 5/250, isnadı ceyyiddir.

[315] Fethu'1-Bâri 7/495, Ahmed ve diğerlerinin rivayet ettiği hadisde olduğu gibi Hz. Ebu Be kir bunu açıklamıştır. O hadisede: "... Bana bu sebepden dolayı bey'at ettiler, ben de ka­bul ettim, fitne olmasından, sonra da irtidat olmasından korkmuştum, ifadesi mevcuttur. ibni kesir şöyle diyor: Bu, kuvvetli ceyyid bir isnaddır. EI-Bidâye ve'n-Nihâye 5/248

[316] Buhari, El-Meğazi 38 Fethu'1-Bârî 7/493, Müslim Cihad ve siyer 52 .no. 1759.

[317] El-Bİdâye Yve'n-Nihâye 5/249,250 Fethu'1-Bâri 7/495.

[318] Bazı rivayetlerde gelen isimleri: Uveymir b. Saide ve İna'n b. Adiy: Siretu'bni Hişam 4/660, Fethu'1-Bârî 12/151, El-Fethu'r-Rabbani 23/60

[319] Hafız İbni Hacer: İsmine rastlamadım. Sabit b. Kays b. Şemmas, Ensann hatibi diye çağ­rılıyordu. O unvamla meşhurdu. Fethu'1-Bârî 12/151.

[320] Burada Sa'd (r.a.)'ın tekrar tekrar zikrettiği diğer rivayetler var. İmam Ahmed'in Müs-ned'dein, Sıddik'in Osman'dan, onun, Ebû Muuaviye'den, onun da Davud b. Abdullah el-Evdi'den, onun da HumeytV Abdrrahman dan- O Humeyri-rivayet edip sakife hadisini zikretmiş. O hadisde: Sıddik-(A'zam) şöyle demiş: Bu emrin

sahipleri Kureyşdir. İnsanların iyileri onların iyisine tabi olur, facirleri de facirlerine tabi olur.  Ravi diyor: Sa'd ona şöylededi: Doğru söyledin,- bizler vüzera sizler de ümerâ (olalım.) Müsned: 1/5 îbni Teymiye: "Bu hasen mürseldir, Belki Humeyd onu orada bulunan Sahabenin bazısından almıştır..." Şöyle diyor: "Burada cidden büyük bir faide var. O faide de şu: Sa'd b. Ubade ilk emirlik davasındaki makamı olan idi. Sıddik'in emirliğini ikrar etti. Allah onlardan razı olsun." Minhâcu's-Sünne 1/143. Ahmed Şakir ise bu hadisde kesiklik var diye zayıflığa nisbet et­miştir. Diyor ki: Humeyd b. Abdurahman el-Humeyri et-Tabii sikadır, Ebû Hureyre, Ebû Bekir, İbni Ömer ve îbni Abbas gibilerden rivayet eder. Burada ise bu hadisi kimden aldığını açıklamamış. Peygamber'in vefatına yetişmediği sakife hadisesine ulaşmadığı açıktır. 1/164. Heyseni de : ricali sikadır, ancak Humeyd b. Abdurrahman Ebû Bekir'e ulaş­mamıştır: Mecmau'z-Zevâid 5/191.

[321] Buharı, Muharibin min ehli'l-Küfri ve'r -Ridde 25, Fethu'1-Bâri 12/144 Müsnedu'1-İmam Ahmed 1/56, Tahkik Ahmed Şakir. Siretü ibni Hişam 4/660 Menakıbu Ömer b. El-Hattab, İbnu'l-Cevzi s. 51

[322] Buhari, Ahkam 51, Fethul-Bârî 13/206, El-Bidâye ve'n-Nihâye 6/306 Siretü'bni Hişam 6/301 

[323] El-Bidâye ve'n-Nihâye 6/301, demiştir ki: İsnadı şahindir. Siretu ibni Hişam 4/661 e bak!

[324] Siretü'bni Hişam 4/658, El-Bidâye ve'n-Nihâye 6/301

[325] El-Bidâye ve'n-Nihâye 6/302, Hz. Ebû Bekir (r.a.) e bey'at ettikleri dair kitabın (araben) 142. sahifesine bakılsın.

[326] Menakıbu Ömer b. el-Hattab s. 52.

[327] Et-Tabakâtul-Kübra, İbni sa'd 3/199-200. Bunu muhtasar olarak Tarihu't-Taberi 3/428 bak. 2. baskı, Menakib-u Ömer'abni'l-Hattab, Ibnu'l-Cevzi s. 54.

[328] Hz. Ömer (r.a.) den şu sabittir. Kendisine, "Ey Müminlerin Emiri! yerine halife bırakma-yacakmısm?" denilince: "Eğer halife bıraksam benden daha hayırlı olan halife bıraktı. Eğer terkedersem, benden daha hayırlı olan-Rasülüllah SAS ı kas dediyor-bırakmadı. (Orada bu­lunan ashab) O'nu övdüler. Bunun üzerine Hz.Ömer:"Ben bir halife tayin etmek ve tayi­nimde isabet ederek medholunmak isterim. Fakat isabet olunmamasından da korkarım. Ben bu hilafet işinden ne kârlı, ne de zararlı olmayarak kurtuldum. Artık şimdi belli bir kimseyi yerime halife ederek hayatında ölümünde mesuliyetim yüklenmek istemem." dedi, Hadis müttefekun aleyhdir. Halife barakma işini altı kişiye ait kılması, Mecûsînin kendisi­ni yaralamasından önce olması, veya onu demesi, sonra ondan vazgeçip altı kişiyi tayin et­mesi muhtemeldir.

[329] Onlar cennetle müjdelenen on kişinin geri kalanlarıdır. Ebû Bekir ile Ebû Ubeyde ölmüş­tüler. Onlardan birisi Hz. Ömer, birisi de Sa'd b. Zeyd. Hz.Ömer ehli şûra arasına Said b. Zeydi tayin etmemişti. Belki sebep Hz. Ömer'in amcasının oğlu olmasıdır, ismini bile an­mamıştır Allah en iyi bilendir. Fethu'1-Bârî 7/67

[330] Buhari, Fedailu's-Sahabe 8, Fetuh 7/59, Ahmed 1/192, Tarihu't-Taberi 4/228 Tarih'1-Hule-fa s. 135, El-Bidâye ve'n-Nihâye 7/145.

[331] Buhari, Ahkam 43, Feth'1-Bâri 13/193, El-Bidâye ve'n-Nihâye 7/146.

[332] Minhacu's-Sünne 3/166.

[333] Minhacu's-Sünne 3/162.

[334] Fethu'1-Bârî 13/207.

[335] Minhacü's-Sünne 1/29.

[336] El-Müsned min Mesailil'1-İmam Ahmed, EI-Hallal 48. varak

[337] Nizamul-Hilafe fî'1-Fikri'l-İslami s. 106

[338] Nizamü'l-Hilafe Pikri'l-İslami s. 106

[339] El-Müsnedü min Mesaili'I-İmam Ahmed, El-Hallal 63. vara

[340] El-Eidâye ve'n-Nihâye 7/227, Taberİ 4/434

[341] Tarihu'l-Teberi 4/434-435 (Muhtasar olarak)

[342] Hâkim, Müstedrek 2/353 Rıb'i b. Hiraş isnadıyla. Ravi diyor ki: Hz. Ali (r.a.)'nin yanında otururken O'na Talha'mn bir oğlu geldi. Hamiş de, Kenzu'l-Ummal sahibi Musa b. Talha geldi diyor. Hz. Ali'ye selam verdi, O da merhaba, dedi. Musa dedi ki: Merhaba diyorsun bana Ey Müminlerin Emiri, bahamı sen öldürmedin mi, malını almadın mı? Hz. Ali: Senin malın Beytül-mâl'da ayrılmıştır, yarın olsun onu al, babamı öldürmedin mi sözüne gelince, ben ve baban şöyle olanlardan olmayı istiyoruz. "Biz onların kalblerindeki kinleri çıkarıp atmışızdır. Hepsi de kardeş olarak tahtlar üzerinde karşı karşıya oturuculardir." (Hicr: 47) Hamedan'dan bir adam dedi: Allah bundan daha adildir, öyle bir bağırdı ki köşk sallandı sanki: O da, o zaman biz onlar gibi değil miyiz?

dedi. Hakim, Müstedrek, tefsir 2/352-354 isnadı Sahih-i Buhari ve Müslim muhalefet etseler bile Zehebi de aynı görüştedir.

[343] İmam Ahmed, Müsned'inde Osman'ın senediyle rivayet etmiştir. Hz. Osman'dan halife bı­rakması istenince susmuştur. El-Müsned hadis: 455. Ahmed Şakir: İsnadı sahihdir, diyor. Diyor ki: Buhari ve Hakim rivayet etmiştir. 1/358.

[344] Buharı, Ahkâm 51, Fethu'I-Bârî 13/206, Müslim, İmare llm, Tirmizi, Fiaeaten 48, Tahki-kuhu Ahmed Şakir, Ahmed, Müsned 1/43, Ebû Davud, İmare 8 Avnu'l-Mabud 8/157

[345] Buhari, Muharibin 16, Fethu'1-Bârî 12/144, Ahmed Müsned 1/56, Tahkik, Ahmed Şakir. Siretu İbni Hişam 4/660, Menakıbu Ömer İbni'l-Hattab, İbnu'l-Cevzi s. 51

[346] Ebû Ya'la diyorki: İbni Batta, Hz. Ali isnadıyla rivayet etmiştir. el-Mutemed s. 225, İmam Ahmed, Müsned'de 1/209 şu lafızla rivayet etmiştir: "Eğer Aliyi emir yaparsanız- gerçi sizi bu işi yapan kimseler olarak da görmüyorum- O'nu sizi sıratrmüstekime götüren, doğru yo­lu tutan, doğru yola ileten kimse olarak bulursunuz. Tahricin fazlasına bak. s. 135

[347] Şarhu Saihih Müslim, Nevevî 12/205.

[348] Riasetü'd-Devleti fı'1-Fıhkı'l-İslami, Muhammed Rafet Osman s. 257.

[349] Siretü İbni Hişam 2/51, Tabakatü İbni Sa'd el-Kübra 3/602.

[350] Ahkamu Ehli'z-Zimme, tbnu'l-Kayyım 2/414, tahkik Subhı's-Salih

[351] Ahkamu Ehli'z-Zimme, İbnu'l-Kayyım 1/242 tahkik Subhı's-Salih

[352] Buhari, Fiten 18, Fethul-Bârî 13/53, Nesai, Kudat 8, Tİrmizi, Fiten 75.

[353] El- Muğni ve'ş-Şerhu'1-Kebir 11/ 380.

[354] Giyasu'1-Ümem s. 49

[355] Müslim, Misakaat 123, .no 1602, Nesai, Beyat. Tirmizi, Buyu' 22, îbni Mâce, Cihad 41.

[356] Tedribu4r-Ravi Şerhu Takribi'n-Nevevî 1/301

[357] El-Ahkamu's - Sultaniyye s. 6, el-Ahkamu's-Sultaniyye, Ebû Ya'la el-Ferra s. 19

[358] Gıyaasu'l-Ünıem s. 50

[359] El-Ahkamu's- Sultaniyye s. 6, El-Ahkam's-Sultaniyye, Ebû Yala s. 19.

[360] El-Ahkamu's- Sultaniyye s. 5, 6. (3O5)E1-Muğnifi Ebvabi't-Tevhid ve'l-Adl 20/68.

[361] EI-Ahkamu's-Sultamyye s. 19

[362] El-Faslu fi'1-Minel ve'n-Nihal 4/668

[363] El-Ahkamu's-Sultaniye, Mâverdi s. 7, Ebû Yala s. 24

[364] El-Ahkamu's-Sultaniye, Mâverdi s. 7, Ebû Ya'la s. 24

[365] El-Ahkamu's-Sultaniye, Mâverdi s. 7.

[366] EI-Ahkamü's-Sultaniyye s. 7.

[367] Hak olan: Burada münakaşa ve çekişmenin olmaması. Ancak toplanırlar, onlar bırbırle rinden vazgeçerler, iki kişi arasında davam eder ve hakem söz konusu olur. Hakem insan­lara müşamere eder, insanların tercih ettiğini tercih eder.

[368] Müsealü'I-İmam Ahmed, oğlu Abdullah'ın rivayeti s.57. Tahkik Züheyr eş-Şâvîş el-Mekte-betü'l-İslami.

[369] El-Ahkamus-Sultaniyye, Ebû Ya'lâ s.25.

[370] riâmül-Muvakkin 1/107

[371] Mekalatu'l-İslamiyyin 2/194, Em-Farku Beyne'l-Fırak s. 176.

[372] Mihhacu's-Sünne

[373] El-Mukaddime s. 214,

[374] El-Mecmu’Şerhu’l Muhezzep-et-Tekmile,el-Mutif 17_519..

[375] El-Fasl 4?167.

[376] Measirul-İnafe 1/42.

[377]Measiru'l-İnafe 1/43.

[378] El-Fasl 1/167. El - Muğni 20/252.

[379] El-Ahkam's-Sultaniyye s. 7.

[380] Measir'l-İnafe 1/43, Nihâyetl-Muhtac, er-rameli 7/410.

[381] Nihâyetu'l-Muhtac 7/410.

[382] Nihâyetu'l-Muhtac 7/410.

[383] El-Ahkamu's-Sultaniyye s. 7.

[384] Usulu'd-Din-Bağdadi ş. 281.

[385] el-Ahkamu's-Sultaniyye, Maverdi s. 7.  

[386] Usulu'd-din s. 281.

[387] El-Mevakıf, el-ici s. 400.

[388]  (Fedaihu'l-Batmiyye s, 176.

[389] Gıyasu'1-Ümem fî't-Tiyasu'z-Zulem s. 54.

[390] Gıyasu'1-Ümem fî't-Tiyasu'z-Zulem s. 56.

[391] Ahkamul-Kur'an 1/269.

[392] Tetimmetu'r-Ravdu'n-Nadir, Seyyid Ahmed el-haseni 5/28.

[393] en-Nazariyyatü's-Siyasiyyetü'1-İslamiyye s. 227

[394] Measirul-İnafe 1/144, Ravdatü't-talibin, en-Nevevî 10/434, Nihâyetu'l-mkuhtac

[395] Usulu'd-Din, Bağdadi s. 281.

[396] Usulu'd-Din, Bağdadi s. 126.

[397] Riasetu d-Devleti fi'1-fıkhi'l-İslam s. 268.

[398] El-Mu'temedu fi Usuli'd-din, Ebû Yala s. 2389.

[399] Minhacu's-Sünne 1/142.

[400] Mihhacu's-Sünne 1/142

[401] Buhari, Muharibin 16, Ahmed 1/56, Menakibu Ömer b. el-Hattab, İbnu'I-Cevzi s, 51.

[402] Münhacu's-Sünne 1/142.

[403] Sonra, bu manaya yakın bir lafız olarak İbni Sa'd'm Tabakât'mda buldum. O da şu ".... Hz. Abbas, Hz. Ali'ye kalk ayağa ki, ben ve burada bulunanlar sana bey'at edelim, bu gibi şeyler böyle durumlarla reddolunmaz zira işi elimizdedir....: et-Tabakatü'1-Kübra 2/246. Fa­kat isnadında Muhammed b- Ömer var, el-Vakidi, Cerh ve tadil ulemâsı bu zatın rivayetini zayıf görmekteler: Tehzibu'Tehzib 6/369 Zehebi:"Vâkidi'nin zayıflığı üzerine icmâ hasıl ol­muştur" diyor: Mizanu'l-i'ti'dal 3/666, "Bununla birlikte Vâkidi tarihin, siyer ve ahbarın imamıdır": Mizanu'l i'tidal 3/363.

[404] Riasetu d-Devleti rVI-Fıhkı'1-İslami s. 273.

[405] Ahmed 1/1826, Tirmizi, Fiten 7,İbni Mâce, Tayalisi ve diğerleri. Elbani sahihdir diyor: .Silsilet'l-Ehadi's-Sahiha: 1/173, Ahmed Şakir de Müsned'in tahricinde sahihdir diyor: H.no.114, 1/204, er-Risale, eş-Şafii rakam 13125.

[406] Turûk-u Îhtiyâri'l-Halife Dr. M. Naci s. 192.

[407] el-Ahkam's-Sultaniyye, Maverdi s. 7

[408] Önceki geçen rivayetle, ibarede ehli hal ve'1-akdm yerine müslümanlar kelimesi var, bu rivayette ise neşreden parantez içinde ehli hal ve'1-akdı yazmış, haşiyede asıl yazı budur, diyerek talik yapmışlardır. Bunu nereden aldığını bilmiyorum. Belki kendisinden içtihad olarak yazmıştır.

[409] el-Ahkamu's-Sultaniyye, Ebû Ya'lâ 23

[410] Tirmizi, Menakıb 38, Ahmed 5/385

[411] Lisanu'1-Arab "Ahd" maddesi 3/311

[412] Nizamu'l-Mülkifi'ş-Şeriatı ve't-Tarihi'1-İslami Dr. Zafirel-Kasımi s. 168

[413] Buhari, Ahkam 51, Feth'ul-Bâri 13/206

[414] Müslim, Fedailu'a-Sahabe İl, h.no: 2387, Ahmed 6/106, .144

[415] Minhacü's-Sünne 1/140., .

[416] Buhari, Ahkam 51, Fethul-Bârî 13/206, Müslim, İmare 11, Şerhu'n-Nevevı 12/204, &du Davud, İmare 8, Avnu'l-Ma'büd 8/158, Tirmizi, Fiten 48 Ahmed 1/43

[417] El-Akamu's-Sultaniyye s. 10

[418] Şerhu Sahihi Müslim Nevevî 15/205

[419] Meratibu'l-İcma'ı İbni Hazım s. 145

[420] Hz. Ebû Bekir'in hakkında nass olduğunu idda edenlerden birisi de İbni Hazım'dır ki bu yolu tercih etmiştir, sahih veliahdi bu prensip üzere hasretmiş.

[421] El-Faslu fi'1-Milel ve'n-Nihal 4/169

[422] El-Mugni fi Ebvabi't-Tevhid ve'l-Adl 20/205

[423] Neyl'l-Evtar 6/56

[424] Buhari, Mağazi 44, Fethu'1-Bârî 4/510, Bunun benzeri imam Ahmed in Müsned ‘inde 1265

[425] Hz. Ebû Bekir ile Hz. Osman'ın bey'atlan bahsine bakın.

[426] Er-Ravdu'n-Nadir, şerh Mecmu'I-Fıkhi'l-Kebir, es-Siyaeği, Tetimme, Ahmed el-Haseni 5/18

[427] EI-Ahkamu's-Sultaniyye s. 25.

[428] Mihracü's-Sünne 1/142

[429] El-Akhamu's-Sultaniyye Mâverdi s. 10

[430] Neşetu s-Selame fi MarifetMilafe, Abdulkadir Ahmet et. Taberi 23 varak Ummul Kura Üniversitesi Kütüphanesi 1818 noda kayıtlı.

[431] El-Ahkamu's-Sultaniyye, Mâverdi s. 10

[432] Revdatü't-Talibin 10/43

[433] En-Nizamu's-Siyasi fi'1-İslam, Dr. Muhammed Abdulkadir ebü Faria, s. 247

[434] Riasetü'd-Devleti fi'1-Fıhkı'l-îslami s. 287

[435] Bu şartın izahı s. 189 da geçti, daha geniş izahı "bey'atın şartlan"nda geçecek.

[436] Yeni yazarların bazısı buna itibar etmiyor, üçüncü bir yolu kabul ediyor ki o ise: Itımad edilen kimselerin tayin yolu: El-Halifetü Tevliyetühu ve Azluhu, Dr. Salah Dsbus, s. 159. Halifenin vasiyet etmesi ile bunun arasında bir fark görmüyoruz. Çünkü vasiyet eden imam, imamet şartlarına kemaliyle sahip olandır, o da sika olan, sağlam olanlardan olur.

[437] Measirul-inafe 1/52, El-Ahkamu's-Sultanîyye, Ebû Ya'lâ s. 25, Mâverdi s. 10

[438] Mukaddime, İbni Haldun s. 210.

[439] Measiru'l-İnafe 1/52, el-Ahkamu's-Sultaniyye, Mâverdi s. 10

[440] Tabakâtu İbni Sa'd 3/343.

[441] Fethu'I-Bârî 7/67.

[442] Müsnedi Ahmed 2/ H. no 1078, Ahmed Şakir: İsnadı sahih diyor: 2/242, Mecmeu'z-Zevaid 9/137: Ahmed, Ebû Ya'la rivayet etmiştir. Ricali, Abdullah b. Sebi'den başkası sahih rical­dir sikadırlar, Bezzar, hasen isnadla rivayet etmiş diyor.

[443] El-Halifetu Tevliyetuhu ve Azluhu s. 149

[444] El-Mukaddime İbni Haldun s. 206

[445] El-Mukaddime İbni Haldun s. 212

[446] Usülü'd-Din s. 184

[447] El-Faslu fi'i-Milel ve'n-Nihal 4/167.

[448] Buhari, Buy 68, Fethu'1-Bârî 4/370, Müslim, İman 56, Tirmizi, Birr 17 Nesai, Bey'at 16, Dârinî Buyu'da, Ahmed 4/358.

[449] Müslim, Cum'a, h.no. 868.

[450] Buhari, Ahkam 50, Fethu'1-Bârî 13/205.

[451] Birinci Akabe Bey'atı, Kadınlardan bey'at alma konusunda olduğu gibi bunda da İslam'a giriş üzeı-e olan bey'at idi. Buharı, iman 11, Fethu'1-Bâri 1/64 ve Siretü'bni Hişam 1/433 e bak.

[452] Müsned-i İmam Ahmed 5/125 Siretü'bnü Hişam 1/443.

[453] Tefsiru't-Taberi 11/35.

[454] Meanic'l-Kabül 1/300, Gemaatü Ihyai't-Türas, Mısır.

[455] Siretü İbni Hişam 3/315, Tefsiru İbni Kesir 7/314

[456] Buhâri, Meğazi 37, Fethu'1-Bârî 7/449, Müslim, Imare 81.

[457] Müslim, İmare 68

[458] Buhâri, Cihad 110, Fethu'1-Bârî 6/117,

[459] Buhâri, cihad 110, Fethu'I-Bârî 6/116, Müslim, İmare 84.

[460] Buhâri, Piten 2, Fethu'1-Bârî 13/5, Müslim, İmare 41

[461] Müslim, İmare, 90

[462] Nihâyetü'l-Muhtac 7/390

[463] Buhari, Ahkam 46, Fethül-Bârî 13/200

[464] Buhari, Muharibin 16, Fethu'1-Bârî 12/145, Ahmed 1/56

[465] Sünemü'l-Beyhaki 8/151      

[466] Measiru'l-İnafe 1/45

[467] Müslim, îmare 61

[468] Buhari, Enbiya 50, Müslim, İmare 44, İbni Mâce, Cihad 42, Ahmed 2/97

[469] Hılyetu'l-Evliya, Ebû Nuaym 2/170, Iraki, isnadı sahihdir, diyor. İhyayı Haşiyetü 2/145 El-Bidâye ven-Nihâye 9/60, 101

[470] Siretu'bni Hişam 4/661, el-Bidâye ve'n-Nihâye 6/301, İbni Kesir, İsnadı sahihdir.

[471] Buhari, Ahkam 43, Fethu'1-Bârî 13/194

[472] Gerçek olan, ayetin bir cüzüdür, müstakil bir ayet değildir, Maide Suresi 44,45,47. ayetle­rin son kısımındadır.

[473] Buhari, İcare 11, Fethu'1-Bârî 4/451, Ebû Davud, Akdiye 15, Avnu'l-Mabüd 9/516 Tirmizi,

Ahkam 17.

[474] El-Bidâye ve'n-Nihâye 10/84

[475]Adabü'ş-Şafıi ve Menakıbuhu, er-Razi s. 203

[476] Measiru'l-İnaşe, el-Kalkaşehdi 1/45

[477] Advau'l-Beyarn 1/61

[478] Ehl-i hal ve'l-akd ile ilgili konuya bakınız.

[479] Fethu'1-Bârî 13/200 .

[480] Buhari, Ahkam 4, Fethu'1-Bârî 13/121, Müslim, tmare 55, Darinci sire 7. Ahmed 1/275 .

[481] Fethul-Bârî 13/7.

[482] Müslim7/161, İmare 46, Ebû Davud, bey'at 25, İbni Mâce, Fiten 9, Nesai, Bey'at 25Ahmed 7/161

[483] Müslim, İmare 44

[484] Müslim, İmare 51.

[485] Fethu'1-Bârî 13/195, İbni Zübeyir ile Haccac arasındaki harpden dolayı ayrılışına el Bidâye ve'n-Nihâye 9/121'e bakınız. Ebü Said el-Hudrinin îbni Zübeyr'e, sonra Şam ehline bey'at etmesine karşı çıkışı için Müsned-i Ahmed 3/30'e bakınız.

[486] El-Mu'temedü fi Usülid-Din s. 254, Revdatu'l-Kudat ve Tarikun-Necat, es-Sümnani 1/69, el-Ahkamü's-Sultaniyye, Ebû Ya'la s. 27, el-Maverdi s, 15

[487] Müsned-i Ahmed 5/30

[488] Buhari, Piten 11, Müslim, imare 51, İbni Mâce, fıten 13.

[489] İbni Mâce, fiten 10 h. no. 3957, Ebû Davud, melahim 17, Ahmed 2/162

[490] El-Müsned min Mesaili'1-İmam Ahmed, el-Hellal varak.

[491] Tefsiru't-Taberİ 28/78, Şerhu Selasiyyati'l-Müsned, es-Sefarini 2/9271 baskı

[492] Müslim, cuma 46, Buhari, ahkam 50, Buhari, iman 11, Siyer-i İbn Hişam 1/433

[493] İbni Mâce, Gihad 45, Nesai, Bey'at 18, Muvatta, Bey'at 2, Tenviru'l-Havalik 2/250 Ahmed 6/357.

[494] Buhari, Tefsiri Münakılıne 60 Fethu'l-Barki 8/636, İbni Mâce, cihad 43

[495] Nesai, Bey'at 18, Müslim, Seilam 126 h. no. 2231.

[496] El-Bidâye ve'n-Nihâye 3/84, Mecnüatü'l-Vesâiku'Siyasiyyeti l'l-Ahdi'n-Nebevi ve'l-Hüafetü'r-Raşide, Dr. Muhammed Hamidullah s. 78, 3 baskı 1389

[497] Buhari, Ahkam 43.

[498] -Muğni 1/824, el-Kavaidu'n-Müraniyye s. 223, 259.

[499] s. 148

[500] Subhul-E'şafı Sıyagati'l-İnşai, Ebû'l-Abbas Ahmed b. Ali el-Kalkaşendi 10/274

[501] Measiru'l-İnafe 1/59.

[502] Riasetü'd-Devleti fil-Fıkhı'1-İslami s. 93.

[503] El-Ahkamu's-Sultaniyye, Ebû Ya'la s. 23.

[504] El-Ahkamu's-Sultaniyye, Ebû Ya'la s. 23, İbni Sa'd'm, Tabakatında devamında şu sözü var. "Ben fitne esnasında savaşmam, galib olanın arkasında namazımı kılarım." 4/149, Senedi şahindir. İbni Ebi Hatim de zikretmiş, İrvau'l-Galil 2/304

[505] El-İ'tisam, eş-Şatıbı 2/182, Buhari, Ahkam 43, Fethu'1-Bâri 13/194.

[506] Ravdatü't-Talibin 10/46.

[507] El-Camiu Ii Ahkamı 1-Kur'an 1/269.

[508] Minhacü's-Sünne 1/142. .

[509] Ed-Dürerü's-Seniyye 7/239, Bu görüşün icmâ olduğunu kabul edenlerden birisi de Hafız İbni Hacer'dir ki şöyle söylüyor. "Fâkihler, istila yoluyla Sultan olan kimseye itaatin vacib olduğu ve onunla cihada çıkmaya icma ettiler. Ona itaat etmek ona karşı hurücdan daha hayırlıdır. Çünkü bunda kanların muhafazası ve toplumların sükûneti söz konusudur. "Fethu'1-Bârî 13/7 Derim ki: Bu ikisi de, Hâricilerin ve Mutezilenin aksine icmânın bozulmasına itibar etmediler. Sahih olan da budur.

[510] El-Hilafetü ve Sultatü'1-Ümme s. 27 .

[511] El-Hilafetü ve Sultatü'1-Ümme s. 27.

[512] İhyâı Ulümi'd-Din 2/233, Zebidi'nin, İthafü's-Sadeti'l-Mütekimin mekini.

[513] Müslim, İmare 66, Darimi, Rikak 78, Ahmed 6/24

[514] Müslim, İmare 37, Tirmizi, Cihad 28, İbni Mâce, Cihad 39, Ahmed 4/570

[515] Riasetü'd-Devleti fı'1-Fikhi'l-İslami s. 294.

[516] Müslim, İmare 65

[517] Buharı, Fiten 2, Müslim, îmare 42

[518] Neylu'l-Evtar 6/51, Er-Ravdu'n-Nadir, Telinime el-Husayni 5/22 ı Rfirhn'l-Mftvakıf. el-Cürcani 8/254.

[519] İbni Kesir 3/388.

[520] Bu ayetleri İbni'l-Kayyım, Ahkâmu Ehli'z-Zimme kitabında toplamıştır.

[521] Kavaidu Nizami'1-Hükmi fî'1-İslâm s. 296

[522] İbni Mâce, Cihad 27.

[523] Kur'an onlarla harp etmeyi Tevbe 29'da: "Allah'a ve ahiret gününe iman etmiyen bile, Allah'ın ve Resulünün haram ettiğini haram etmeyenlerle, kendilerine kitap verilenlerden Hak dini din edinmiy eni erle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın!" ve Tevbe 36'da!".. Müşrikler nasıl sizinle topyekün savaşıyorlarsa siz de onlara karşı topyekün savaşın ve bilin ki Allah müttekilerle beraberdir" diye emretmektedir.

[524] Müslim, Cihad 150, Ebû Davud, Cihad 153, Ahmed 6/68, Tirmizi, Nesai, Darimi .

[525] Ahkâmu Ehli'z-Zimme 1/210, Ûyûnu'l-Ahbâr, ibni Kateybe 1/43, îrvanu'l

[526] Beyhaki kahin'e etmiş, Elbani sahihtir diyor İrvanu'l-Galil S/255.

[527] Bunun tafsilini Ahkâmu Ehli'z-Zimme 1/212'e bakınız.

[528] Ahkâmu Ehli'z-Zimme 2/414.

[529] Şerhu'n-Nevevî ala Sahihi Müslim 12/229.

[530] Minhaci'l-İslâm fi'1-Hukm s. 83 Arabçaya çeviren Mensur Mahamraed Madi

[531] Ahkâmu'l-Kur'an, İnu'l-Arabi 3/318 sefihlikleri galibidir, yoksa sefih erkeklerde vardır. akıllı kadınların varoluşu gibi.

[532] Buhari, Hudud 22, Pathu'1-Bârî 12/120, Ebû Davud, Hudud 16, Avn 12/72, Tirmizi, Hudud ibni Mâce, Talak 15, Ahmed 6/100.

[533] Ahmed 2/326, Elbani zayıf saymış; Camiu's Sagir 3/36, Şevkâni: Yukarıdaki hadise şahıd olarak İmam Ahmed, Kaysu'l-Gıfari hadisini merfu olarak tahric etmiştir. Ricali sahıhdır, Naylu'l-Ertar 8/298 Heysemi diyor ki: Ahmed, Bezzar, rivayet etmişlerdir. Ahmed'in ricali Kamil b. Ala hark sahihdir. Mecmeu'z-Zevaid 7/220.

[534] el-Faslu fî'1-Milel ve'n-Nihal 4/110.

[535] Measiru'l-İnafe 1/32.

[536] Fedaihu'l-Batınıyye s. 180.

[537] El-Ahkâmu's-Sultaniyye, Ebû Ya'la s. 21.

[538] EI-Ahkâmu's-Sultaniyye, Maverdi s. 18, Ebû Ya'la 21.

[539] Fedaihu'l-Batmiyye s. 180.

[540] Fethu'1-Bârî 13/122.

[541] Edvaü'l-Beyan 1/55.

[542] El-Milel ve'n-Nihal, eş-Şehristani 1/116.

[543] Buhari, Ahkâm 4, Fethu'1-Bârî 13/121, Müslim, İmare 37, İbni Mâce, Cihad 39 Ne yat 26, Ahmed 3/114.

[544] Ebû Davud, Sünnet 6, Avnu'l-Mabüd 12/359, Tirmizi, İlim 16, (Lafız Timizi'nin) İbni Mâce, Mukaddine 6, hadisin tahrici rein: İrvau'I-Galil 8/107

[545] Fethu'1-Bâri 13/122.

[546] Edvâü'l-Beyan 1/56.

[547] Edvâül'l-Beyan 1/56.

[548] El-Müstedrek 4/75-76, İbni Recep el-Hanbeli: İsnadı ceyyiddir, diyor. Fakat Hz. Ali'den mevkuf olarak rivayet edilmiş: Camiu'l-Ulumi ve'1-Hikem s. 248, Elbani, sahihdir. diyor: Sahihu'1-Cami h.no: 2754 (2/406)

[549] Tabakatü'ş-Şafiyye'UKübra, es-Subki 8/216, 217, 1. baskı, İsa'l-Babi'l-Halebi, Kahire, Tahkik: Abdulfeüah Muhammed el-Halvu, Dr. Muhammed et-Tanahi

[550] Edvaü'l-Beyan 1/55, İbni Hazm bunu, üzerinde icma olan meselelerden saymış, Meratibu'l-İcmah leh s. 125.

[551] Buhari, Fiten 18, Pethu'1-Bârî 13/53, Nesei, Kudat 8, Tirmizi, Fiten 75.

[552] Ebû Said el-Hudri'den rivayet edilen bir hadise işaret var. Şöyle ki: Bir Kurban veya Ra­mazan bayramında Rasûlullah yanımıza (namaz kılınacak yere) çıktı. Kadınların yanına uğradı da:-Ey kadınlar topluluğu ! Sadaka veriniz, çünkü sizler bana cehennem ahalisinin çoğu ola­rak gösterildiniz. buyurdu. Kadınlar:Ya Rasûlullah, neden? diye sordular. Rasûlullah (s.a.v.)Çünkü siz çokça lanet eder, kocalarınıza karşı nimete nankörlük yaparsınız. Acaib bir durumdur ki tam akıllı ve ihtiyatlı kimsenin aklını sizin gibi eksik akıllı ve eksik dinli hiçbir kimsenin gelebileceğini görmedim. " buyurdu. Kadınlar: Dinimizin ve aklımızın eksikliği nedir ya Rasûlullah, dediler.Kadının şahitliği erkeğin şahitliğinin yarısı değil midir? Kadınlar evet, dediler. İşte bu aklının noksanlığıdır. Hayız olduğu zaman da namaz kılmaz, oruç tutmaz değil mi? buyurdu. Kadınlar evet, dediler.İşte bu da dinin noksanlığıdır, cevabını verdi. Buhari, Hayız 7, Fethul Bârî 1/405, Müs­lim, İman 132, Tirmizi, İman 10, Ebû Davud, Sünnet 16, Avnu'l Mabud 12/438, İbni Mâce, Fitenl9

[553] Fedaihu'l-Batıniyye s. 180.

[554] Şerhu's-Sünne, El-Begavi 10/77.

[555] El-İslâm, Ahmed Şibli s. 226.    

[556] El-Faslu 4/110.

[557] Ahkâmu'l-Kur'an 1/271.

[558] Şebib b. Yezid. b. Naim b. Kays b. Amr b. es-Salt eş-Şeybani el-Harici, Abdülmelık b. Mer-van'ın zamanında Musul'da hükümet etti. Haccac, ona beş komutan gönderdi, o da °nlan Öldürdü. Sonra Kuşe'ye doğru yürüdü. Haccac onunla çarpıştı ve onu muhasara etti. 77. senede Diclede boğuldu: Tarihu'l-İslâm ez-Zehebi 3/160.

[559] El-Farku Beyne'l- Firak 110, Zehebi'de, hanımı yerine geçtiği sonra Ktife'ye girdiği, bir hutbecikte başladığı, camide onlara sabahı kıldığı I. rekatle Bakara ikincide de Ali İmran okuduğu rivayet edilmektedir: Tarihu'l-îslâm 3/160, El-Mearif, İbn Kelimeyi s. 186.

[560] Fethul-Bârî 13/56.

[561] Fethul-Bârî 8/128.

[562] El-Î'tisam 2/126.

[563] Gıyasü'1-Umem s. 66.

[564] Nihayetü'l-Muhtac 7/409.

[565] El-Ümm 1/161 1. bakı 1381 hicri, Mektebetü'l-Kürliyati'l-Ezheriyye

[566] El-Ahkâmu's-Sultaniyye, Maverdi s. 6.

[567] El-Ahkâmus-Sultaniyye, Ebû Yala s. 10

[568] Usulu'l-Kur'an 1/271.

[569] Ahkâmu'l-Kur'an 1/271.

[570] El-Mukaddime. s. 139.

[571] Measiru'l-înafe 1/37.

[572] Müslim, Salat 290, Buharı, Ezan 84, Fethu'I-Bâri 2/184, Ebû Davud, Salat 174 Nesei, İmamet 3, İbni Mâce, Ezan 5, Ahmed 3/84.

[573] Gıyasü'1-Umem s. 66.

[574] Measinil-înafe 1737.

[575] Mukaddimetu İbni Haldun s. 193.

[576] El-Milel ven-Nihal 1/160.

[577] El-Faslu 4/166.

[578] Riasetü'd-Devleti fi'1-Fıkhı'i-İsİâm s. 134.

[579] Fedaihu'l-Batınıyye s. 191.

[580] Şerhu'n-Nevevî Ala Sahihi Müslim 12/229

[581] Fethu'1-Bârî 13/8.

[582] El-Camiu lil Ahkâmi'l-Kur'an 1/270, Es-Siyasetüş-Şeriyye, İbni Teymiyye s. 21.

[583] Ahkâmu'l-Kur'an, Cessas 1/69.

[584] Et-Tefsira'1-Kebir, El-Fahru'r-Razi 4/46. Müessisetu'l-Matbüatı'l-İslâmiye 1, Kahire

[585] Fethu'l-Kadir, Eş-Şevkani 1/138.

[586] Ahkâmu'l-Kur'an, E/Cessas 1/70,1355 hicri

[587] El-Keşşaf 1/309.

[588] El-Müğni ve'ş-Şevha'1-Kebir 11/382.

[589] Gıyasü'1-Ümem s. 68.

[590] Mukaddimetu ibni Haldun s. 193.

[591] Usulu'd-Din s. 277.

[592] inşallah ileride fâsıkhğı sebebiyle azlini gerektireceği konusu gelecek, orada geniş izahat yardır.

[593] El-Ahkâmu's-s-Sultaniyye s. 17.

[594] Nihayetü'I-Muhtac, er-Rameli 7/409.

[595] Müslim, İmare 63, Tirmizi, Fiten 78, Ebû Davud, Sünnet 30 Ahmed 6/295.

[596] Şerhu Sahihi Müslim, en-Nevevî 12/243.

[597] Buhari, Fiten 2, Fethu'1-Bârî 13/5, Müslim, İmare 45, Tirmizi, Fiten.

[598] El-Ahkâmus-Sultaniyye, Ebû Yala s. 20.

[599] Tabakatü'l-Hanabile 2/305.

[600] EI-Müsamereti fi Şerhi'1-Müsayere s. 167 3. baskı 1347 4. Matbaatu's-Saade Musul, Haşi-yetü Reddi'l-Muhtar Aled'-Dürr'l-Muhtar 1/548.     .

[601] Tirmİzi, Sifatü'l-Kuyame 49, İbni Mâce, Zuhad 30 h. no. 4251, Ahmed 3/198, Tehzibu't-Tehzib 7/381.

[602] Müslim, İmare 16, Ebû Davud, Vesaya 4, Avnu'l-Ma'bud 8/70. Nesei, Vesaya 11, Ahmed 5/173.

[603] Müslim, îmare 17.

[604] Giyasü'1-Ümem s. 68.

[605] El-Ahkâmu's-Sultaniyye, Ebû Ya'la s. 20.

[606] El-Ahkâmu's-Sultaniyye, Maverdi s. 6.

[607] Usülud'Din s. 277.

[608] El-Mukaddine s. 193.

[609] El-Mevakıf, El-İci s. 398.

[610] Fedailu'l-Batiniyye, Genal s. 185.

[611] El-Ahkâmu's-Sultaniyye, Mâverdi s. 19, Ebû Ya'lâ s. 21, Measiru'l-İnafe 1/34 Mukaddimetu İbni Haldun s. 193, Turuku İhtiyari'l-Halife, Dr. Muhaımned en-Nadis s. 64, Riasetü'd - Devleti fi'1-Fikhi'I-îslâmi s. 168.

[612] EbâDavud, Haraç ve İmare 3. Avnu'l-Ma'büd 8/149, Ahmed 3/192 Tabakatu ibni Sa'd 2/31, Siretu ibni Hişam ve diğeri

[613] El-Faslu fil-Milel ve "Ehvai ve'n-Nihal 4//167.

[614] Buhari, Ahkâm 6, Fethu'1-Bârî 13/124, Müslim, Imare 13

[615] Buharı, Ahkâm 7, Fethul-Bârî 13/125, Müslim, Imare 14

[616] Şerhu's-Sünne, el-Begavi 10/58

[617] Fethu'1-Bârî 13/126

[618] Ravdatü't-Talibin, En-Nevevî 10/43

[619] Siratu İbni Hişam 1-40

[620] EI-Mirar, Sahra ağaçlarından bir ağaçtır. Akilu'I-Mirrar ağaçtan yiyen el-Haris b. Amr b. Hacer b. Amr b. Muaviye b. Kinde'dir. Hz. Peygamber (s.a.v.), Kinde'den bir dedesi var. Dedesi Ümmü Kİlab b. Mürre'dir. Esas bunu kasdetmiştir. Zadü'1-Meâd, 3/10.

[621] Siretu ibni Hişam 4/585, Tabakatu İbni Sa'd 1/23.

[622] Usulu'd-Dins. 276. 

[623] Camharetu Ensabi'1-Arab s. 12 4. baskı, Daru'l-Mearif, tahkuk Abdusselam Harun   :

[624] Lisanu'1-Arap. Kureyş, Maddesi İbni Manzur 6//334.

[625] Fethul-Bârî 6/534.

[626] Zadü'1-Meâd 3/40.

[627] Nesebu Kureyş, İbnul-Musab el-Zübeyr 5.12

[628] Hz. Peygamber {s.a.v.)'in nesebi İkincisidir: Muhammed b. Abdillah b. Siretu İbni Hisam 1/1 Abdülmuttalib b. Hâşim b. Abdülmenaf b. Kusay b. Kilab b. Mürre b. Ka'b b. Lüey b. Galib b. Fihr b. Malik b. en Nadir

[629] İthafu's-Sadeti'I-Müttekin, Şerhu İhyai Ulumuddin 2/30

[630] Şarhu Mevahisbu'l-Ledüniyye, Ez-Zerkani 1/75 1. baskı 13254. Mat. Erheriyye Mısır

[631] Zadü'1-Meâd, İbnu'l-Kayyım 3/40

[632] Edvaül-Beyan 1/52

[633] Müslim, Fedail 1, Tirmizi 5/583, Ahmed 4/107, İbnu Sa'd, Tabahat 1/20

[634] Usu]üd~Din, Bağdadi S: 277.

[635] Usulud-Din, Bağdadi, s. 277.

[636] Siretu ibni Hişam 1/93, 94, Lisanu'1-Arab KRŞ Maddesi 6/314

[637] Tacul-Aras 4/337.

[638] Nesebu Kureyş, Îbnu'l-Masab ez-Zübeyri s. 12 Lisanu'1-Arab KRŞ maddesi 6/335, Bari 6/534.

[639] Tabakatü'l-Henabile 1/26, İbnu Ebi Yala

[640] El-Ümm 1/143

[641] Usülü'd-Din s. 275

[642] Ahkâmü'l-Kur'an, İbnu'l-Arabi 1/1721

[643] Muaviye'nin karşı çıktığı öfkelendiği konu, Buhari, Fiten 24'de rivayet edilen hadis:"Ebü Hureyre (r.a)'den, Rasûlullâh (s.a.v.) "Kahtanoğull arın dan bir adam çıkıp inscanları asasîyle sevk ve idare etmedikçe kıyamet kopmayacaktir" buyurmuştur. Aynı hadisi Müslim, Fiten 60'da rivayet etmiştir. Kahtani'nin ismi çoğunluk katında pek maruf değil, ismine cehcah denilmiş, Şuayb b. Salih denilmiş, Daha başka şeylerde söylenmiş. Fethu'l-Bâri 13/115, Edva'l-Beyan 1/55.

[644] Buhari, Ahkâm 2, Fethu'1-Bâri 13/114.

[645] Fethu'I-Bârî 13/117

[646] Buhari, Menakıb 2, Müslim, İmare 2, Ahmed 2/243

[647] Ahmed 1/5 Mürsel hasen bir isnadla rivayet edilmiş.

[648] Buhari, Muharibin 16, Ahmed 1/56, İbni Hişam 4/660, Menelubu Ömer b. Hattun b. ibnu'1-Cem

[649] Ahmed 3/83, Mecmau'z-Zevâid 5/192, İni Kebi Asım e-Sünne'de rivayet etmiş, Elbani sa-hihdir diyor 2/531 îbni Hacer: Taberanî,Tayalisi, Bezzar, Buhari, Tarihi Kebirinde taline etmiştir. Nesai, Ebû Ya'la ve diğerleri rivayet etmişler .13-114: Bârî Fethu'1-Er-Revdu'n-Nadir 5/18.

[650] El-Faslu fi'1-Milel ve'1-Ehvai ve'n-Nahl 4/89.

[651] Fethu'1-Bârî 7/32.

[652] Şerhun'n-Nevevî ala Sahihi Müslim 12/200.

[653] Şerhun'n-Nevevî ala Sahihi Müslim 12/200 . (1 37) el-Ahkaemu's-Sultanriyye s. 6. (138)el-Muvekıfs. 398

[654] E1-Mukaddines. 194.

[655] Fedaihu'l-Batıniyye s. 180.

[656] El-Hilâfetü ve'1-İmâmetü'l-Uzma, Reşid Rıza S. 19.

[657] Fethu'1-Bârî 13-119 Hz. Ömer'in icmaya muhalefeti ile ilgili haber sahih olursa tevile mü­racaat edilir. Fakat bu eser, senedde kopma olduğundan zayıftır. Bu konu ile ilgili söz edi­lecek.

[658] El-Milel ve'n-Nihal, Eş-Şehristani 1/91

[659] El-Milel ve'n-Nihal, Eş-Şehristani 9/91                                                                      ____

[660] Usulu'd-Dins.

[661] Gıyasü'l-Umem, El-Cüveyni s. 163                                                                    

[662] El-İrşadu ila Kavaidü'l-Edille fi Usuli'l-İ'tikad, Ebû'l-Meali'd-Cüveyni. 427. 1369 baskı, Mektebetü'l-Hanici,   Mısır,   tahkik;  Muhammed Yusuf Musa  ve Ali Abdulraünım Abdülhamid

[663] El-İnsaf, el-Bakıllani s. 69.

[664] Temhidü'I-Evailü ve Telhisu'd-Delâil, Ebû Bekir el-Bakıllani, s. 475, takkik: İmamuddin Ahmet Haydar. Müessisetü'l-Kütübi's-Sekafi 1. baskı h; 1407.

[665] Tarihu'l-Mezahibi'I-İslâm, Ebû Zehra s. 1/90.

[666] Ed-Demokratiyyetü fi'l-İslâm s. 69 4. baskı, Darul-Mearif, Mısır.

[667] El-İslâm ve'1-Ihtilafetü, Ali Hasemi el-Harbutli s. 42.

[668] El-Halifetü Tevliyetühu ve Azluhu, Salahaddin Debus, s. 270.

[669] Nizamü'l-İslâmi fi'1-Hukuni ve'd-Devleti s. 71.

[670] Buhari, Ahkâm, 4, Müslim, İmare 37, İbni Mâce, Cihad 39, Nesai, Beyat 26 Ahmed 2/114

[671] Ahmed 1/18, Hafız İbni Hacer, ricali sikadır diyor; Fethu'1-Bârî 13/119 Fakat isnadında inkıta var. Çünkü Şureyh b. Ubeyd, Hz. Ömer'e yetişmemiş son tahindendir. Raşid b Sa'd el-Humusi Hz. Ömer'e yetişmemiştir. Hadis bu sebepten zayıftır: Müsnedin tahkiki Ahmed Şakır: h. 108 1/219

[672] El-îsabe, İbni Hacer 9/219

[673] Müsned 1/20 Üstad Ahmed Şakir, isnadı sahihtir diyor. h. no. 129, 1/112

[674] Tarihu'l-Mezahibn-îslâmiyye 1/90.

[675] El-Halifetü Tevliyetühu ve Azluhu s. 270.

[676] Buhari, Menakıb 26, Müslim, Cenaiz 29.

[677] Ebû Davud, Edep 120, Tirmizi, Menakıb 76 h n: 3950.

[678] Ahmedl/5

[679] Hadisin izahı daha önce geçti.

[680] Fethu'1-Bârî 13/119.

[681] El-İsabe 11/81.

[682] El-îstiab, İbnu Abdülberr Ala Hamişi'l-îsabe, İbni Hacer 4/101.

[683] El-İstiab, İbnu Abdülberr Ala Hamişi'l-İsabe, İbni Hacer 4/101.

[684] El-İsabe, 5/285.

[685] Beyhaki, aynısı Taberani'de Fethu'1-Bârî 13/118, İbnu Ebi Asım, Es-Sünnet 2/637, El-El-bani sahihdir diyor; İrvaü'l-Galil h: 519 2/295

[686] Tarihu's-Suyüti s.4.

[687] El-Muhalla, İbni Hazn 10/503.

[688] Mecmuu Fetava Şeyhil-îslâm İbni Teymiye 19/29.

[689] Buhari, Enbiya II, Fethu'1-Bâri 6/387, Müslim, Fedail 168.

[690] Minhacü's-Sünne 2/200.

[691] Mecmüu'l-Feteva 19/30, Minhaci's-Sünne 2/260.

[692]  (1) El-Münteka min Minhaci'l-îtidal, el-Zehebi s. 530.

[693] Müslim, Fedail 1, Tİrmizi, Menakıb 50, Ahmed 4/107, Et-Tabakat, İbni Sa'd

[694] Minhacü's-Sünne 2/261.

[695] Onlar Keysaniyye fırkasından EbÛ Kureyrede'r-Ravendiyenin tabılerıdırler. Maka 1/96, İ'tibadatu Fırakı'l-Müalimin ve'1-Müşrikin, er-Razi s. k95 yeni baskı  1398 Mektebetü'l-Külliyatı'l-Ezheriyye.

[696] Usulüd-Din s. 275.

[697] Ahraed 3/183, Mecmeu'z-Zevaid 5/192.

[698] Fethu'1-Eârî 13/116

[699] Ahmed 4/458 Ebû Ya'la ve diğerleri Hayseni: Ahmed, Ebû Ya'la, Taberani, Evsat da rivayet etmişler. Ahmed'in ravi ricali sahih ricaldir, Ebû Ya'la'ninkİler sikadır. Mec-mau'z-Zevaid 5/192 İbni Hacer: Hadisin ricali sikadır. Ancak Ubeydullah b. Abdillah .b. Ut-be b.  Mesud'un  amcası Abdullah  b.   Mesud'dan yaptığı rivaeyette İbni Mesud'la buluşmadığı halde rivayet etmiş diyor. Ata b. Yesar'm mürselinden şahidi var, onu Şafii ve Beyhaki aynı sıka senedle Ata'ya nisbet ederek rivayet etmişler, lafzı şu" Kureyş'e şöyle buyurmuş: Sizler, hak üzere olduğunuz müddetçe bu emir (idare işin)e insanların en layıki-smız. (Hak üzere olmak) tan vazgeçerseniz bu çubuğun soyulduğu gibi budanırsınız. "Fethu'1-Bârî 13/114, Hadisi Ahmed Şakir, Miisned'e yaptığı tahricde sahihdir diyor: Hadis no: 4380 6/279

[700] Bunun tafsili inşallah gelecek.

[701] Heysemi: Tebarani Sağir'de ricali sika olarak rivayet etmiştir. Evsat'dan da rivayet etmişMecmeu'z-Zevaid 5/1995. İmam Ahmed: A'meşin, Salim b. ebi'l-Cad'dan O'da Sevban'dan: Kureyş'e itaat ediniz, hadisi sahih değildir, Salim b.l ebil Ca'd, Sevban ile karşılaşmamış, el-Müsned min Mesaili'l-Ahmed varak 8. İbni Hacer benzerini rivayet etmiş ve şöyle demiş: Taberani'de En-Nu'man b. Beşir hadisinden o manada şahidi var: Fethu'I-Bârî 13/116 Hadis, ricali sika da olsa ancak hadis zayıftır. Zira hadisde inkıta var. İmam Ahmed şöyle demiştir: Rivayet edilen hadisler Sevban'm hilafınadır. Yönü nedir bilmiyorum: El-Müsned min Mesaili'1-İmam Ahmed varak 8. Ümmü Hani'den bir benzeri rivayet edilmiş, İmam Ahmed bunun hakkın da da : sahih değildir, münkerdir. Aynı kaynak.

[702] Fethu'1-Bârî 13/117.          

[703] El-Mugni fi Ebvabi't-Tevhid ve'l-Adl, El-Kadı Abdulcebbar el-Mu'tezili, birinci kısım 20/239. Derim ki: Mutezilenin ekserisinin üzerinde bulunduğu anlayiş budur. İbnu Ebil bu konuda şöyle söylüyor: Ashabımızın çoğunluğu, Hz. Peygamber (S.A.V.)'in: "İmamlar Ku-reyş'dendir sözünün manası, Kureyşilik, imamete uygun olan kimse Kureyşte mevcut olduğu zaman şart kılınmıştır. İmamete uygun kimse olmazsa imamette Kureyşçilik şart değildir" ŞerhuNehci'l-Belağa 9/87.

[704] El-Mu'temedu fi Usülid-Din s. 241.

[705] Müslim, îmare 4, Buhari," Ahkâm 2.

[706] Tirmizi, Fiten, 3 Müslim, Manere 3.

[707] Nihayetü'l-Muhtare 7/409.

[708] Fethu'1-Bârî 13/119.

[709] Mukaddimetu ibni Haldun s. 195,196

[710] Bu görüşü yeni yazarlardan Dr. Muhammed Ziyaeddin er Reyis, en-Nazariyyatü's-Şiyase-tü'1-İslâmiyye isimli kitabında s. 302 de, Dr. Muhammed Faruk en-Nebhan, Nizamu'l-Hukmi fı'-İslâm s. 470, Dr. Muhammed Fuad en-Nadi, Turuku Îhdiyan'l-Halifeti s. 107, El-Hilâfetu ve Sultatul-Ümme s. 23, Eş-Şeyh Abdullah Vahab Hallaf, es-Siyasetü'ş-Şer'ıyye s. 56, Üstad Yusuf Musa, Nizamü'l-Hiikmi fi'1-İslâm s. 69'da kabul etmekteler.

[711] Riasetü'd-Devleti fî'1-Fıkhı'l-İslâm s. 163

[712] Huccetullahi'l-Balığa, Şah Veliyyullâh ed-Dehlevi 2/737. Daru'l-Kütubi'l-Hadise, Kahire, Tahkik; es-Seyyid Sabık.

[713] El-Hilafetu evil-İmâmetü'l-Uzma s. 21

[714] Müslim, Fedai] 1. Tirmizi, Menakib 50, Ahmed 4/107, İbni Sad 1/20

[715] Ahmed 5/282, 6/7

[716] Tabakatu l-Hanabile, İbnu Ebi Ya'la 1/30

[717] Ahmed 4/81, Sübki: İsnadı sahihdir diyor. Tabakatü'ş-Şafiiyyeti Kübra 1/191, Hakim, El-Müstedrek 4/72 Buhari ve Müslim şartına göre sahihdir. Zehebi de bunu takdir etmiştir-Heysemi, Mecmeu'z-Zevaid 10/26, Ebû Muaym, el-Hılye 9/64, Beyhalki, Menakıbu'ş-Şafii, Tahkik es-Seyyid Ahmed sakar 1/22

[718] Buhari Ahkâm 4. Müslim, İmâre 37, İbni Mâce, Cihad 39.

[719] Ahmed 1/18, Fethu'1-Bârî 13/119.

[720] Müslim, Zikir 38, Ebû Davud, İlim 1, Tirmizi, Kur'an 10, İbni Mâce, Mukaddime 17 Dari-mi, Mukaddime 32, Ahmed, 2/252,407)

[721] Buhari, Ahkâm 2, Müslim, İmare 4.

[722] Buhari, Ahkâm 2.

[723] Ahmed 3/183, Mecmeu'z-Zevâid 5/192.

[724] El- Muğni fi Ebvabil -Tevhid ve'l-Adl. s.116.

[725] Gıyasu'1-Ümem, s. 12. 

[726] El-Fasl, 4/163.

[727] Burada efdâl ile Allah katındaki efdâliyeti değilde imamet şartlarını kendinde toplamayı kasdetmiştir. Bu fikre yönelen Cüveyni'dir.

[728] Usulu'd-Din s. 293, El-Farku Beyne'l-Firak, s.352.

[729] Aynı kaynak s. 293 ,E1 Ahkamu 's-Sultaniye,Maverdi s.8.

[730] El Ahkamu 's-Sultaniye, Ebû Ya'la s. 23. El - Mu'temeduîeh s. 245.

[731] Keşfu'l - Murad şerhu tecridi ' İtikadı, Nasiruddin et - Tûsi ve'ş-şerhu El - Huli s. 392, Akaidü' 1 -İmamiyye El - İsna Aşariyye s.78, Hakku'l - Yakin fi Marifeti Usuli 'd-Din 1/141.

[732] El - Farku Beyne'I - Firak s.34.

[733] El Milel ve'n - Nihal 1/61.

[734] El Milel ve'n - Nihal 1/159.

[735] Ebû Ya'la, Müsnedinde Huzeyfe'den zayıf bir senedle rivayet etmiş Daifu'l-Camii's-Sağır 2/265, Kenzu'l-Ummal H. no. 14653 6/19

[736] Hakim, İbni Abbas'dan zayıf bir senedle rivayet etmiş. Daifu'l-Camii's-Sağir El-Elbani 5/162, El-Müsned 1/165 Tahkik: Ahmed Şakir, Mecmeu'z-Zevaid 5/252, Heysemi: Ahmed rivayet etmiş.

[737] El-Tabakatü'1-Kübra, İbnu Sa'd 3/275.

[738] El-Tabakatü'İ-Kübra, İbnu Sa'd 3/305.

[739] Usulüd-Din, Bağdadi s. 293.

[740] El-Mevakıf, el-İci s. 413.

[741] El-Mevakıf, el-İci s. 413, el-Camiu'1-Ahkami'l-Kur'an 1/271

[742] El-Fasl 4/164.

[743] Es-Siyasetü'ş-Şeriyye, ibni Teymiyye s. 16.

[744] Ei-Fasl 4/165.

[745] Famul-Muvakkı, in, İbmı'l-Kayyım 1/107.

[746] Fethu'1-Bârî 13/198.

[747] Tabakatu İbni Sa'd 3/284.

[748] İlgili bölüme bak.

[749] Es-Savaiku'1-Muhrika s.9

[750] El-Fasl, İbni Hazm 4/164

[751] El-Fasl, İbni Hazm 4/165

[752] El-Fasl, 4/165

[753] Daifu'1-Camiu/s-Sağir 2/265.

[754] Daifu'1-Camiu/s-Sağir 2/262.

[755] Müslim, İmare 16, Ebû Davud, Nesai Ahmed 5/173

[756] Tirmizl, Menakıla 90, İbni Mâce, Mukaddine II, Ahmed 2/163, Ibm Sad 4/168, Ibn.

[757] İ'tisâm, eş-Şâtıbî 128, Bunu, Mesalih'i Mürsele ile amel etmede delillendirme olarak zikretmiştir

[758] El-ftisam, Eş-Şatıbı 2/128

[759] Es-siyasetü-ş-Şenyye, İbni Teymiyye 14, 15.

[760] Es-siyasetü-ş-Şenyye, İbni Teymiyye s. 16.

[761] El-Ahkamus- Sultaniyye, El Maverdi, s. 7, Ebû Ya'la s. 24.

[762] Minhacü's-Sünne 1/147.

[763] El-Muğni fi Ebvabi't-Tevhid ve'1-Adil H. 20 1. kısım s. 277, 228.

[764] Mecmuu Feteva Şeyhi'l-îslâm İbni Teymiye 4/421.

[765] Mecmuu Feteva Şeyhi'l-îslâm İbni Teymiye 4/421.

[766] Fethu'1-Bârî 7/17, Minhacü's-Sünne 1/168, Menakıbu'ş-Şafii 1/433.

[767] Buharı, Fedailus-Sahabe 3, Fethu'1-Bârî 7/16, Ebû Davud, Sünnet 8, Avnu'l-Mabud 8/380, Tirmizi ve diğerleri.

[768] Ebû Davud, Sünen 8 Avnu'l-Mabud 8/381.

[769] Buhari, Fedailu's-Sehabe 5, Fethu'1-Bârî 7/20.

[770] Mecmütı'l-Fetava 4/422.

[771] Buhari, Fedailu's-Sahabe 5, Müslim, Fedailu's-Sahabe 14

[772] Ebû Davud, Sünnet 8, Avnu't-Mabud 8/382.

[773] EI-Müsnedu min Mesali'1-imam Ahmed, El-Hatal, Yazma varak 55,,. Nevevi, isnadlan sa-hihdir diyor! Es-Savaıku'1-Muhrıka, İbni Hacer el-Heytekmi s. 16

[774] Buhari, Fedailu's-Sahabe 4, Müslim, Fedailu's-Sahabe 3, Tirmizi, Menahkla Hadis no. 3656.

[775] Buhari, Fedailu's-Sahabe 4, Müslim, Fedailu's-Sahabe 3, Tirmizi, Menakıb Hadis no. 3656.

[776] Buhari, Fedailu's-Sahabe 5, Fethu'1-Bârî 7/18.

[777] Buhari, Fedailus-Sahabe 5, Fethu'1-Bârî 7/18.

[778] Buhari, Fedailus-Sahabe 5, Fethu'1-Bârî 7/18 Müslim, Fedailu's-Sahabe 8

[779] Buharı, Pedailu's-Sahabe 5, Fethu'1-Bârî 7/18 Müslim, Fedailu's-Sahabe 8

[780] El-İbane s. 255, tahkik, Dr. Pevkiye Hüseyin Mahmud

[781] El-İbane s. 252.

[782] Buhari, Fedailüs-Sahabe 6, Müslim, Fedailu's-Sahabe 23, Tirmizi, Menakıb 53 h. no 3694

[783] Buhari, Fedailu's-Sahabe, 6, Fethu'1-Bârî 7/41, Müslim, Fedailu's-Sahabe 22, Tirmizi, Ma-

nakıb51,hno. 3692

[784] Hakim, El-Müstedrek, tashih etmiş, Zehebî, muvafakat etmiş 3/85 Tirmizi, Menakıb 49

[785] Tirmizi, Menakıb 31, İbni Mâce, Mukaddine II h no. 96, Âhmed 3/26 İbni Hıbban, Tabera-ni, İbni Asakir, Bs-Savaıku'1-Mukrika s. 77, Heysemi, Mecmeu'z-Zevaid 9/54.

[786] Tirmizi, Menakıb 34, İbni Mâce, Mukaddine 11, h no: 100, İbni Hıbban, Muvandu'z-Za-man s. 538, Fethu'r-Rabbani 22/184 isnadı sahih ricali sikadır.

[787] Mecmüu'l-Fetava 4/426.

[788] Şerhu'î-Akideti't-Tahaviyye s. 486.

[789] Şerhu's-Siyersu'l-Kebir 1/158.

[790] Şerhu's-Siyersu'l-Kebir 1/158.

[791] El-Fıkhu'1-Ekber, Şerhu Molla AliyyU'1-Kari, s. 168. Şerhu's-Siyeri'1-Kebir 1/158, Şerhu'l-Akideti-Tahaviyye s. 486.

[792] Ebû Davud, Sünnet 8, Avnu'I-Mabud 8/38.

[793] Buhari, Fetih 13/193 El-Bidâye ve'n-Nihâye 7/146

[794] Mecmüu'l-Fetava 4/428.

[795] El-Müsned min Mesaili'1-İmam Ahmed, El-Hallal varak 57.

[796] Mecmeu'z-Zevaid: Taberani isnadlanyla rivayet etmiştir. Ricali sahih rical 9/88, Eî-Hal lal, Müsned min Mesaili'I-İmam Ahmed varak 57'de zikretmiş.

[797] Mecmuu'l-Fetava 4/428, Şerhu Afcideti't-Tahaviyye 486.

[798] Mecmuu'l-Fetava 4/428.

[799] Minhacü's-Sünne 2/208.

[800] Şerhu Usüli İtikadi Ehli s-Sünneti ve'1-Cemaa s.157   !

[801] Şerhu Usuli İtikadi Ehli's-Sünneti ve'1-Cemaa s. 163

[802] Tabakatu'l-Hanabile, İbnu Ebi Ya'la 1/30.

[803] El-Müsnedu min Mesaiîilıl-İmam Ahmed, el-Hallal varak 62

[804] Şerhu Usuli İtikadi Ehli's-Sünne ve'1-Cemaa s. 163.

[805] Tabakatu'l-Hanabile 1/206 (290) Minhacü'sk-Sünne 2/206

[806] Fethu'1-Bârî 7/34.

[807] El-Müsned min mesaili'1-îmam Alim ed, el-Hallal varak 56.

[808] Gıfarlı bir adamın bir pman vardı, bir müd karşılığında oradan bir kırba su satıyordu. Hz. Peygamber (s.a.v.) O'na, bu gözeye karşılık cennette bir pınar satın alır mısm? diye arzetti. o adam: Ya Rasûlullah! Bu pınardan başka benim ve ailem'in birşeyi yokdur dedi. Bu du­rum Hz. Osman'a ulaştı. Hz. Osman o pınarı otuzbeş bin dirheme satın aldı ve sonra Hz. Peygamber (s.a.v.)'in yanma geldi dedi ki: Bu yaptığım şey için bana birşey yapacak mısın? Hz. Peygamber (s.a.v): Evet, onu müslümanlara ait kıldın buyurdu. İbni Hacer: Şayet ilkin pınar idiyse, o pınara bir kuyu kazılmasına bir mani yokdur. Belki pınar kuyuya akıyordu, kuyuyu genişletti ve döşedi, kazılması da ona nisbet edildi. Bakınız. Fethu'1-Bârî 5/408

[809] Buhari, Fedaihı's-Sahabe 7, Fethu'1-Bârî 7/52, 5/406.

[810] Tirmizi, Menakıb 56 H. no. 3702.

[811] Müslim, FedailuVSahabe 26, 4 no. 2401

[812] Buhari, Fedailu Ashabi'n-Nebi 7, Tirmizi, Menakıb 54 h no. 3697

[813] Buharı, Fedailu Ashabİ'n-Nebi 7, Müslim, Fedalu's-Sahabe 28 h no. 2403 Tirmizi, Mena-kıb61hno. 3711.

[814] Ceyyid isnad:1. Hasen lizatihi mertebesinden yüksek olmakla beraber sahih derecesine vardığına tered­düt edilen hadis, 2. Sahih hadis, 3. Makbul hadis.(müt.) Hadis Istılahları Sözlüğü Doç. Dr. Abdullah Aydınlı Shf. 44 Timaş, 087.

[815] Bakınız Müstederek 3/107 Bu görüş, İmam Ahmed'den, İsmail el-Kadi'den, Nesli, Ebû Ali n-Nisabürî'den rivayet edilmiş. Bunu İbni Hacer, Fethul Bari 7/71 de zikretmiş. Buna şunu delil getirmiştir. İhtilaflar ve huruç hareketi onun zamanında oldu. Bu, Hz. Ali'ye muhale­fet edenlere karşı sahabeden red olarak açıklama yapanların çoğundan onun menkibeleri-nin yayılmasına sebep oldu. İnsanlar iki grup oldu. Lakin bidat ehli cidden azdı. Sonra Hz. Ali ile muhasebe eden bir grup meydana geldi. Vaziyet iyice bozuldu, Hz. Ali'yi kötülemeye başladılar. Adeta minberlerde de lanet etmeyi sünnet edindiler. Hariciler de ona buğzda lanet edenlere muvafakat ettiler. Buna ek olarak ta Hz. Osman'ı tekfire koyuldular. İnsan­lar Hz. Ali hakkında üç sınıfa bölündüler: Ehli sünnet, hariciler, Beni ümeyye ve tabilerin-den harp edenler. Ehli sünnet, faziletini yaymaya ihtiyaç duydu. Nakledenler çoğaldı. Hz. Ali'ye muhalefet edenlerin çokluğundan dolayı. Yoksa gerçek olan şu ki, eğer ehli sünnet ve'1-cemaatı kaynak olarak dışarı çıkmayarak adalet ölçüsüyle yazılırsa dört halifeden her-birinin de üstünlükleri mevcuttur.Fethul-Bârî 7/171 ... Bunun böyle olması da, Onun, önceki üç halifeden efdâl olduğunu ge­rektirmez. Derim ki: Onda olmayan özelliği ona isnad etmek suretiyle şianın doğmasına se-beb olmuştur. Ehli sünneti, peygamberde bulunan özellikleri açıklamaya itmiştir. Lakin geçen sebepler hadislerin çokluğuna değil hadislerin yollarının çokluğuna götürmüştür. Ulemanın bazısı, Hz. Ali'nin fazileti hakkında münakaşanın Rafizilerin hadis uydurmaları­na sebep olduğu görüşündedirler.Şüphesiz bu konuda çok şey uydurdular. Fakat bu durum Ehli Sünnetçe malumdur ve Ehli sünneti de aldatamamışlardır. Çünkü Allah (c.c), tenkitçi ve kılı kırk yaran alimleri bu sünnet için hazırlamış, onlara sahihi, zayıfı ve uydurmayı açıklamışlardır. Rafizilerin bu uydurduklan hadislerin hepsi Ehli Sünnet alimlerine marufdur bellidir, sahih kitaplarına onları almamışlar. Almışlarsa onda olanı açıklamışlar veya bu durum onlardan sonra se-nedlerinden anlaşılmıştır. Bütün bu başarılar, övgüler dinimizi koruyan Allah'a mahsus-dur. El-İrşad'da El-Halili diyorki: Bazı hadis hafızlan, Küfe ehlinin Hz. Ali ve Ehli Beytin fazaili hakkında uydurdukları hadisleri tetkik ettim birde baktım ki üç yüz binden fazla idi demişler. Bakınız: Tenzih u'ş-Şeriatı'1-Merfüati ani'l- Ahbarı'ş Şeniatı'l-Mevdüa İbni Irak 1/407

[816] Buharı, Megazi 80, Fethu'1-Bârî 8/112, Müslim, Fedail 31, 32, Tirmizi, Menakıb 72 h no.

[817] Bu konuda konuşup dalmışlar derinlemesine. Bakınız Şerhu'1-Hevr Sahihi 5/178 Müslim.

[818] Müslim, Fedail 36, h, no 2406, Buhari, Fedail 9

[819] Ebû Davud, Sünnet 7, Avnut-Mabud 12/383, Hilyetü'I-Evliyşa 7/332

[820] Adabu'ş-Şafii ve Menakıbıh, İbni Ebû Hatim s. 189, Menakıbtı'ş-Şafıi, Beyhaki 1/448

[821] Tarihu'-Hulefa, es-Suyüti s. 9

[822] Bu konuda daha fazla bilgi isteyen, El-Avasımu Mine'l-Kavasim ve Haşiyetüh kitabının s. 151 ve sonrasına müracaat etsin.

[823] Minhacü's-Sünne 3/185, İmam Ahmed'e: Muaviye mi yoksa Ömer b. Abdilaziz mi daha efdâl? diye sorulunca, Muaviye daha efdâldir demiş. Biz Rasûhıllah (s.a.v.)'ın ashabıyla hiçbir kimseyi kıyas etmeyiz demiştir. Zira Allah'ın Rasülü (s.a.v.): Asırların en hayırlısı benim asrım sonra benim asrımı takib eden asırdır buyurmuş (Buhari, Şehadat 9, Fedailu-eshabi'n-Nebi 1, Rıkat v, Eymavi 20,27 Müslim, Fedailu's-Sahabe 212, Tirmizi, Piten 45, Şehadat 4 Menakıb 56, İbni Mâce, Ahkâm 27, Ahmed 1/378, 417, 2/228 Müslim),Bir rivayette İmam Malik söyle demiş: Muaviye, Ömer b. Abdilaziz gibi altıyüzbin daha efdâldır. Şu hadisle delillendirilmiştir:Biriniz Uhud (dağı) kadar altın infak etse, onların bir ölçeğine veya onun yarısına eri­şemez." Müslim, Fedail 221, h n. 2540 El-Müsned min Mesaili'1-İmam Ahmed, varak 68'e bakınız.

[824] El-Müsnedu Min Mesaili'1-İmam Ahmed, El-Hallal, yazma, varak 54

[825] Nakdu'l-Mantık, o İbni Teymiyye s. 16, Şerhu Hadisi'n-Nuzül s. 113

[826] el-İslâm ve Felsefetü'1-Hükm Dr. Muhammed Ammare s. 516

[827] Şerhu'l-Usüli'lm-Hamse, El-Kadi Abdülcebbar s. 727

[828] El-İslâmu ve Felsefetü'1-Hüku s 516

[829] El-İslâm ve Felsefetü'l-Hükım s. 516

[830] El-Muğri fi Ebvabi't-Tevhid ve'l-adl h. 20 k 1 s. 126

[831] Şerhu'I-Usuli'I-Hamse s. 727

[832] El-Farku Beyne'l-Fırak s. 73, El-Makalat 1/167

[833] Makaîatü'l-İslâmiyyin 1/150

[834] Buhari, Ezan 35 Fethul-Bârî 2/143, Müslim, Zekat 91 h no. 1031, Tirmizi, Zühad 53, Ne-sai, Kuzat 2, Muvatta, Şiir 14, Ahmed 2/439

[835] Müslim, İmare 26, H. no. 1825

[836] Buhari, Ahkam 1, Fethu'1-Bârî 13/111, Müslim, İmare 20, Ebû Davud, İmare i, Avnu'l-Mabud 8/146, Tirmizi, Cihad 7, Ahmed 2/34

[837] İmametin maksatı konusuna bak

[838] El-Ahkamu's-Sultaniyye s. 28

[839] El-Ahkamu's-Sultaniyye s. 28 .

[840] Buhari, t'tisam 2, Fethu'I-Bârî 13/250, Müslim, İman 32.

[841] Et-Tefsiru'1-Kebir, El-Razi 16-114 2. baskı

[842] Tefsiru'1-Kur'ani'l-Azim, İbni Kesir 4/145

[843] Buhari, Zekât 64, Fethu'1-Bârî 3/357,

[844] Fıkhu'z-Zekat, El-Kardavi 2/749.

[845] Fethu'1-Bârî 3/360.

[846] Geniş izahat için Fikhu's-Zekat, Kardavi 2/754'e bakınız.

[847] El-Mecmü 6/167, Er-Ravdatü 2/210 en-Nevevi .

[848] Fıkhu'z-Zekat, El-Kardavi 2/75.

[849] El-Mugni ve'ş-Şerhu'1-Kebir, Ibni Kerdame /508.

[850] Er-Ravda 2/205.

[851] El-Mugni, ve'ş-Şerhu'1-Kebir 2/508.

[852] El-Mugni, ve'ş-Şerhu'1-Kebir 2/508.

[853] El-Emval, Ebû Ubeyd s. 509

[854] Eî-Emvaî, Ebû Ubeyd s. 504

[855] Şerhu Fethu'l-Kadir, EI-Kemal b. el-Hüman 1/487 Bulak baskısı, 1315, Halebi baskısında 1398 h9. 2/162 de geçiyor

[856] El-Ahkamü's-Sultaniyye s. 113.

[857] EI-Muğni ve'ş-Şerhu'1-Kebir 2/507.

[858] El-AhkamuVSultaniyye, Ebu Ya'la s. 115.

[859] Mesailul-İmam Ahmed, oğlu Abdullah'ın rivayeti s. 152  

[860] Beyhaki 4/114, El-Emval, Ebû Ubeyd s. 507, Irvaul-Balü, el-Elbam 3/342 Elbam hamse hasen hadis diyor.

[861] Buhari, Ezan 35 Müslim, Zekat 91, Tirmizi, Zühd 53, Nesai, Kudat 2 Muvatta, Şiir 14, Ahmed 2/439

[862] Müslim, Zekat 29 H. no. 989, Ebû Davud, Zekat 5, Avnu'l-Mabüd 4/473, Nesai, Zekat 14, Ahmed 4/362

[863] Ahmed 3/136, Telhisu'l-Habir, İbni Hacer 2/174

[864] Said b. Mansur Müsnedinde, İbnİ Ebi Şebe 3/156, Esselefıyye ve'1-Beyhaki 4/115   Ebû Ubeyd, El-Emval s. 504. Elbani: Bu, Müslim'in şartına göre sahihdir. diyor Îrvau'l-Galil 3/380.

[865] Ebû Ubeyd, el-Emval s. 505.

[866] Beyhaki 4/115 sahih isnadla. En-Nevevi: El-Mecmuu 6/163, Ebû Ubeyd El-Emval s. 506. Elbani isnadını sahih bulmuş: İrvau'I-Galil 3/380.

[867] Beyhaki, es-Sünenü'1-Kübra 4/115.

[868] El-Mugni ve'ş-Şerhu'1-Kebir 2/508.

[869] Eî-Mecmü 6/107.

[870] El-Mugni ve'ş-Şerhu'1-Kebir 2/509.

[871] Mesaiîu'l-Ahmed, oğlu Abdullah'ın rivayeti s. 152.

[872] El-Emval, Ebû Ubeyd s. 508

[873] El-Emval, Ebû Ubeyd s. 508

[874] El-Mugni ve'ş-Şerhu'1-Kebir, İbni Kudame 2/507, 508.

[875] El-Mugni ve'ş-Şerhul-Kebir, îbni Kudame 2/507, 508

[876] a.g.e. 2/508, Mevsüatu ibrahim e'n-Nehai'1-Fikhıyye, Dr. Muhammed Revvas kalaü s. 318, Merkezu'n Bahsi'1-İlmi Camiatu Ümmül-Kura

[877] Musannafu Abdirrezzak 4/48, el-Mevsüa a.g.e. s. 318.

[878] Keşyafu'I-Kına, El-Behütı 2/302.

[879] Ebû Davud, Zekat 5, Avnu'l-Mabud 4/470, eş-Şevkani. bu hadisi Abdurrezzak da tahric etmiş. Hadis hakkında Ebu Davud ve Tirmizi bir söz söylememişler. Senedde Deysem es-Sudüdi vardır ki onu İbni Hibban sikalar arasında zikretmiş, et-Takrib'de makbul olarak zikredilmiş Neylü'l-Evtar 4/176.

[880] el-Ahkamu's-Sultaniyye, el-Maverdi s. 145.

[881] El Ahkamü's-Sultanniye el-Maverdi s. 148.

[882] El Ahkamü's-Sultanniye el-Ferra s. 165.

[883] El-Emval, Ebû Ubeyd s. 473.

[884] El-Emval, Ebû Ubeyd s. 476.

[885] El-Mugni ve'ş-Şerhu'1-Kebir 10/599.

[886] El-Emval s. 478.

[887] Es-Siyasetü'ş-Şer'ıyye, İbni Teymiye s. 32.

[888] Es-Siyasetü'ş-Şer'ıyye, İbni Teymiye s. 40.

[889] Müslim, Zekat 167, h no. 1073.

[890] EI-Mugni ve'ş-Şerhul-Kabir 2/520.

[891] Ebû Davud, İmare (Haraç) 20, Avnu'l-Mabud 8/202, Buhari, Humus 17, Fethu 6/144.

[892] El-Muhalla, İbni Hazu 6/210.

[893] Es-Siyatü'ş-Şeri'yye, İbni Teymiyye s. 33.

[894] Buhari, cihad 75, Fethu'1-Bârî 6/88, Ahmed 1/173, Tirmizi, Cihad 24 no. 1702 Ebû Davud Cİhad 70, Nesai, Chad 43

[895] Buhari, Cihad 51 Müslim, Cihad 57 no. 1762, Ebû Davud, Cİhad 45, No. 254 , Ahmed 2/62.

[896] Es-Siyasetü'ş-Şeriyye s. 35.

[897] Buhari, Cihad 79, Müslim, Cihad 48 no. 1757.

[898] Ahmed, h. no 292, Ahmed Şakir Müsnedin tahricinde şahindir diyor 1/281, 193 Ebû Da­vud, Haraç Kitabında rivayet ediyor, Avnu'l-Mabud 8/166 İbni Sa'd, Tabakat 3/299.

[899] Mecmuu Petava Şeyhu'l-İslâm İbni Teymiyye 8/276-277, buna yakın ifade 28/568

[900] MecmÜu'l-Fetava 28/565.

[901] Mecmüu'l-Fetava 28/582

[902] Es-Siyasetüş-Şeriyye s. 51.

[903] Et-Tabakat, İbni Sa'd 3/299, Avnu'l-Mabud 8/166.

[904] Buhari, Tevhid  3 Fethu'l-Bârî.13/415, Müslim, Zekat 143 no. 1064, Ebû Davud, Sünnet 28, Nesai, Zekat 79.

[905] Es-S'yasetü'ş-Şeriyye s. 35.

[906] Mecmüu'l-Fetava 28/567.

[907] Ebû Davud, Haraç 14, Ahmed 6/25, İbni Hıbban, ibni Teymiye, Mecmuu \-b atava da hadis hasendir diyor.

[908] Et-Tabakat, İbni Sa'd 3/299, Avnu'l-Mabud 8/166

[909] Mecmüu'I-Fetava, İbni Teymiye, 28/583

[910] Ebû Davud, Haral 10, Avnu'l-Mabud 8/161 

[911] Buhari, Feraiz, 14, Fethu'l-Bari 12/27, Müslim, Feraiz 14, no. 1619 Ibnı Mace, Sadakat 16 no. 2415, Nesai, Cenaiz 67.

[912] Buhari, Kader 7, Nesai, Eeyat 38, 2/289,3/39.

[913] Ebû Davud, Haraç 4, Nesai, bey'at 33, Ahmed 6/70.

[914] Tirmizi, Zühd 39, no 2369, İbni Hıbban, Hakim ve Nesaiye bakınız. Tuhfadüî Ahvezi 7/39

[915] Es-Siyasetü'ş-Şenyye s. 6.

[916] Es-Siyasetüş-Şeriyye s. 21.

[917] Es- Siyasetti'ş-Şeriyye s. 14.

[918] Buhari, Ahkam 6. Müslim İmare 14.

[919] Buhari Ahkam 7, Müslim, İmare 13.

[920] Buhari İlim 2.  

[921] Buhari, Ahkam 1, Müslim, İmare 20, Ebû Davud, Haraç, Imarel, Tirmizi, C.had 7 Ahmed 2/54.

[922] Menakıbu Ömer, İbni'l-Cevzi s. 78.

[923] Buharı, İlim 2.  

[924] Buhari, Ahkam 41, Fethu'1-Bârî 13/189.

[925] Menakıbu Ömer, İbnu'I-Cevzi s. 117.

[926] el-Ahkamis' Sultaniyye, EbûYa'Ia s. 28.

[927] Ebû Davud, Haraç 13, Tirmizi, Ahmed 5/239, İbni Hacer: İsnadı ceyyiddir diyor: Fethu'l-Bârî 13/233.

[928] Fethu'1-Bârî 13/233. 

[929] es-Siyasetü'ş-Şeriyye, s. 12.

[930] E]-Harac, Ebû Yusuf s. 5,

[931] Menakıbu Ömer, Îbnu'l-Cevzi s. 121.

[932] Eeyhaki Sünen, İbni Asakir Kenzu'l-Ummal 5/768 h.n.o. 14328.

[933] Şerhu Sahihi'-Müslim, en-Nevevi 12/213.   

[934] Buhari, Ahkam 8.

[935] Müslim, İman 229 h.no. 142.

[936] Müslim, İmare 23.

[937] Ebû Davud, Edep 44. Ahmed 6/4, Camiu'1-Usul: Hadis hasendir: 4/83.

[938] Ebû Davut, Edep 44, İbni Hıbban s. 359, Kenzu'l-Ummal, Abdurrezzak 5/797 h. no: 14356.

[939] Buhari, Menakıbu'l-Ensar 25. Dârimi, Mukaddime 23.

[940] Tabakat İbni Sa'd 3/292. Beyhaki Sünen.

[941] Tabakat, İbni Sa'd 3/292, Beyhaki, Sünenü'l-Kübra, İbnu Ebi Şeybe, Nesai, Kenzu'1-Um-mal 5/765 h.no. 14318.

[942] Et-Tabakatü'-Kübra 3/289.

[943] Es-Siyasetü'ş-Şeriyye s. 32.

[944] El-Bidâyeye'n~Nihâye 9/165.

[945] Sehavi: "Bunu hadis olarak bilmiyorum" diyor. Bakınız: El-Makasıdu'1-Hasene s. 441 4 no: 1236 1. baskı, 1399, Daru'l-Kütübi'l-Ilmiyye, Beyrut.

[946] îsmi Ebû Bekir Muhammed el-Velid, Maliki Ulemasındandir. Bakınız En-Nücümu'z-Zahi-re 5/231.

[947] Deylemi, Firedevs Müsned'inde, Beyhaki, Şuabu'l-İman'da, Ebû İshak es-Sebii den mür-sel olarak rivayet etmiştir: Kenzu'l-Ummal 6/89, h. no. 14972. el- Aclüni: Bu hadisi Hakim, Deylemi'nin Ebû Bekir'den merfu olarak rivayet tarikinden rivayet etmiştir. Beyhaki ise "Nasıl olursanız başınıza ona göre emir gelir." seksiz ve Ebû Bekr'e hazfedilerek rivayet et­miş. Bu rivayet munkatıdır. İbnu Cemi', el-Kudai, Ebû Bekr'den "Nasıl olursanız öylece idare edilirsiniz." Lafzı ile seksiz rivayet edilmiştir. Senedinde de meçhul şahıslar var. Ta-berani de aynı manada ei-Hasan'dan rivayet etmiş... Keşfu'1-Hafa ve Müzilu'l-Elbas 2/184, El-Elbani, Daifu'l-Camiu's-Sağir isimli kitabında bu hadisi zayıflardan saymış: 4/160.

[948] Siracu'l- Mülük, et-Tartüşi s. 101, 1 baskı:1319, el-Matbaatu'1-Ezherriyetin - Mısriyye.

[949] Mecmuu Fetava-yı İbni Teymiye 35/16, 17.

[950] Buhari, Ahkam 48, Müslim, İmam 173, Tirmizi, Siyer 35 h.no. 1595, İbni Mâce, Ticaret 30 h. no. 2207.

[951] Tefsiru İbni Kesir 5/434

[952] Mehasinu't-Tevil, el- Kasımı 5/353.

[953] Fethu'l-Radir, eş-Şevkani 1/481.

[954] Ei-Hısbe, İbni Teymiye s. 118

[955] Ei-Hısbe, İbni Teymiye s. 118

[956] Buhari, Ahkam 1, Müslim, İmare 33, Nesai, Beyat 26.

[957] Buhari, Ahkam 4, Müslim, İmare 37, Nesai, Beyat 27.

[958] Buhari, Fiten 2, Müslim, îmare 45, Tirmizi, Fiten 25, no. 2195.

[959] Buhari, Fiten 2, Müsüm, İmare 42, 41.

[960] El-Emval s. 12, Tefsiru't-Taberi 8/490 Şakir Tahkiki, El-Hilalu fı'1-Müsnedi min Mesail'l-Ahmed, varak 5, Tetimmetu'r-Ravdı'n-Nadir 5/15 Bunu, el-Feryabi, Said b. Mensur, îbni Ebi Şeybe, İbni Zencüye, el-Emval'de İbni Cerir ve İbnü Ebi Hatim tahriç etmişlerdir. Bakı­nız: Tetimmetu'r-Ravdi'n-Nadir 5/16 .

[961] el-Hılefetu ve'l Mülk, el-Mevdudi s. 35-36 Arapça'ya Çev. Ahmed İdris.

[962] Fethu'1-Bârî, 13/112.

[963] el-Keşşaf, ez- Zemahşeri 1/535, Fethu'1-Bârî 13/111, Bedaiu's-Silk 1/78.

[964] Minhacu's-Sünne 2/76

[965] Tefsîru'l-Taberi 28/80, bir benzeri Tefsiru'l İbni Kesir 8/127'de.

[966] El-Keşşaf 4/95, Bir benzeri Fethu'l-Kadir 5/216 de var.

[967] Mehasinu't-Te'vil 16/137.

[968] İ'lamu'l-Muvakkıin 1/10.

[969] Cami ul-Beyahi'1-îlm ve Padluh îbnu Abdulberr s. 165-166, 1398 Daru'l-Bâzli'n-Neşri ve't-Tevzi, Mekke.

[970] Buhari, Ahkam 4, Müslim, İmare 38, h.no. 1839, Tirmizi, Cihad 29 h.no.: 707, Ebû Davud, Cihad 96, Nesai, Beyat 34, Ahmed h.no. 4668 6/111 Tahkiku Ahmed Şakir, İbni Mâce, Ci­had 40 No. 2864.

[971] Şerhu îbni Davud, İbnul-Kayyim, Avnu'l-Ma'budîa birlikte 7/290.

[972] Müslim, İmare 40, h, no. 1840, Buhari, Ahkam 4, Ahmed no. 622 2/47 Tahkik Ahmed Şa­kir, Ebû Davud, Cihad 96 Avnu'l-Mabud 7/289.

[973] Buhari, Ahkam 4, Fethu'1-Bârî 13/111, Müslim, İmare 37 h.n.o 1838.

[974] Ahmed h. no: 3790 Tahkik Ahmed Şakir; İsnadı sahihtir diyor. 5/301. İbni Mâce ve Taberi rivayet etmiştir. el-Elbânî: "Hadisin isnadı Müslim'in şartına göre ceyyiddir" diyor. Silsile-tü'1-Ehadisi Sahiha 2/139, İbni Mâce, Cihad 40, h. no: 2865

[975] Ahmed 1/339, Hakim 3/356. Elbani sahihdir diyor: Silsiletü'l-Ehadisi's-Sahiha 2/138 No. 590      .

[976] Tirmizi, Tefsir 48. h.no. 3094,

[977] Tefsiru't-Taberi 10/114.

[978] El-İmam İhni Teymiye s. 64.

[979] El-İmam İbni Teymiye s. 64.

[980] Tefsiru't-Taberi 3/304.

[981] Mecmüatu'I-Fetava 28/201.

[982] En-Nizamu's-Siyasi Fi'1-İslam, Dr. Abdulkadir Ebü Fans, s. 73.

[983] Haşiyetu-Müsned 6/301 Ahmed Şakir

[984] Minhacü's-Sünne 1/232.

[985] Minhacü's-Sünne 1/233,

[986] Buhari, Fiten 2, Müslim, İmare 45, Tirmizi, Fiten 25 h.no. 2191

[987] Buhari, Fiten 2, Müslim, Zekat 132 h.no. 1059, Tirmizi, Fiten 25 h.no 2190 Nesai, Adabu'l-Kudat 4.

[988] Müslim, İmare 49, Tirmizi, Fiten 30 h.no. 2200

[989] Müslim, İmare 52

[990] Eş-Şeria, El-Acûri s. 40.

[991] Buhari, Edep 80 Pethu'1-Bârî 10/524, Müslim, Fedail 77 h.no. 2327.

[992] Siretu İbni Hişam 4/661.

[993] Ahmed 5/251, îbni Mâce, Fiten 20 h.no 4011-4012, Tirmizi, Piten 13 no. 21775 Nesai, 7/161 Şerhu's-Sünne 10/66, el-Elbani Es-Silsiletu's-Sahiha h: 491(1/262)

[994] El-Müstedrek 4/462, Zahebi: Sahihdir, diyor.

[995] Buhari, Mezahim Ve~Gasb 33 Fethu'1-Bârî 5/123, Müslim, İman 226 Ebu Davud, Sünnet 29, Nesai, Tahrimiddin 22, Tirmizi, Diyât 21, Ahmed 1/79.

[996] Müslim, İman 226. Bu konu ile ilgili kıssanın geniş izahı için bakınız: Fethu'1-Bârî 5/123

[997] Fethu'1-Bârî 5/124 .    .         .

[998] El-FaslufTl-Milel ven-Nihal 4/173.          

[999] Müslim, İmare 46, Ebû Davud, Beyat 25, İbni Mâce, Fiten 9 Nesei, Beyat 25, Ahmed 2/161.

[1000] El-Ahkamu's-Sultaniyye, Ebu Ya'las. 28. (487)Minhâcu'l-îslâmFi'l-Hukms. 132.                                    

[1001] Es-Siyasetü'ş-Şeriyye s. 85.

[1002] Tirmizi, Fiten 47, İmam Ahmed 5/42, Tayalisi 2/167.

[1003] Ebu Davud, Edep 23, Avnu'l-Mabud 13/192, Nevevi: Hadis hasendir diyor, bakınız: Et-Tibyan fi Adabi Hammeleti'l-Kur^an s. 12

[1004] Şerhıı's-Sünne, EI-Beğavi 10/54 Tahkik el-Arnavüt

[1005] El-Bidaye ve'n-Nihâye 10/199.

[1006] Tefsiru'l-Kurtûbi 5/260.

[1007] Şerhu'l-Hureşi ala Muhtasarı Halil 8/60, Daru Sadır, Beyrut, Ahkamü'l-Kur'an ibnu'I-Arabi 4/1721.

[1008] Tirmizi, Fiten 72, Nesai, Beyat 35, İbni Hibban, Mevandu's-Zam an s. 378, et-Tayilisi 2/165, Ahmed no. 5702 Ahmed Şakir: isnadı sahihdir diyor: 8/62

[1009] el,Uzle, el-Hattabi s.92.

[1010] El-Müsned 2/371, 440,1/357, bakınız: Sahihul-Camiu's-Sagir 5/364 h.no. 6000, Elbani, ha­dis hesendir diyor: Silaletü'l-Ehadisi's-Sahiha h.no 1732 3/267, Tirmizi, Fiten 69 h.no. 2256, hasen, sahih garibdir diyor Ebu Davud, Edahi 24, Nesai, Sayd 24.       ,

[1011] İbni Mâce, Mukaddime 23, h.no. 256.

[1012] Hılyetu'I-Evliya 1/277.

[1013] El-Bidaye ve'n-Nihâye 9/310.

[1014] İhyau Ulumid-Din 2/142.  

[1015] El-Bidaye ve'n- Nihâye 9/100.

[1016] El-Bidaye ve'n-Nihâye 9/315.-

[1017] İhyau Uhımiddin. 2/87

[1018] Kitabu'1-İman, İbni Teymiyye s. 61

[1019] Buhari, İ'tisam 2, Fethu'1-Bâri 13/250

[1020] İhyai Ulümuddin 2/142.

[1021] İhyai Ulümuddin 2/145

[1022] Ebu Davud, Melahim 17, Tirmizi, Fiten 13 h.no. 2175

[1023] Mecmüatü'r-Resaüü'l-Müniriyye, İbnu Recep el-Hambeli s. 13.

[1024] Mecnüatu'r-Resaili'I-Müniriyye s. 13

[1025] Müslim, îman 95, Buhari, İman 42, Fethu'1-Bârî 1/137, Tirmizi, Birr 17 Nesai, Beyat 31, Darimi, Retaik 41, Ahmed 1/351.

[1026] Şerhu Sahihi Müslim, En-I>fevevi 1/37

[1027] Şerhu Sahihi Müslim, en-Nevevi 1/38,39 .

[1028] Şerhu Sahihi Müslim, en-Nevevi 1/37.

[1029] Camiu'l-Ulumi ve'1-Hıkem s. 76.

[1030] İbni Mâce, Menasik 76, h.no. 3056, Mukaddine, 18, Ahmed 3/225, S/183 .

[1031] Bakınız: Eş-şerhu ve'1-İbane an Usuli's-Sünne ve'd-Diyane s. 179; Mastır tezi, Mukaddi­me; Rıza Mu'ti Na'san, Ümmü'1-Kura Üniversitesi

[1032] Müslim, İman 98, Nesai, Beyat 6.

[1033] Ahmed no: 5373 Tahkik: Ahmed Şakir: İsnadı sahihtir, diyor 7/198, Buhari, buna yakı­nım Ahkam 27, Pethu'1-Bârî 13/170, Beyhaki bir benzerini süneninde 8/165-166

[1034] Ahmed, -4/314 5/251İbni Mâce, Fiten 20, no. 4011, 4012, Tirmizi, Fiten no. 2174 Nesai 7/161, Arnavut: isnadı sahihdir, diyor. Nevevi ve Münziri sahihdir demişler. Tahrici için bakınız. Şerhu's-Sünne 10/66, Beğavi, hasendir, diyor. Elbani sahihdir, diyor. Bakınız: Es-silsiletu's-Sahiha 1/62 no: 491.

[1035] El-Uzle, eî-Hattabi s. 92

[1036] Hakim, Müstedrek 3/155, Es-sîlsiletü's-Sahiha h.no. 374

[1037] Ahmed no. 6520 Ahmed Şakir: İsnadı sahihdir, diyor: 10/30, Elbani, zayıftır, diyor. Bakı­nız: Daifu'l-Caimi's-Sağır no. 600, 1/182.

[1038] Et-Tabakatü'1-Kübra, İbni Sa'd 3/183.

[1039] EI-Bidayetü ven'-Nihâye 5/248 İbni Kesir: ibni İahak sahih isnadla rivayet etmiştir, diyor.

[1040] Et-Tabakatü'1-Kübra 3/293.

[1041] Haşiyetü îhyai Ulumiddin, El-Iraki 2/318, Hakim, müstedrekinde sahih isnadla rivayet etmiştir.

[1042] Nasihatla ayıplama_.arasmdaki fark hakkında İbni Recep el-Hanbeli bir risale te'lif etmiş­tir. Necm AbdıirrahmarMIalef tahkik yapmış, El-Mektebetu'1-Kayyıme neşretmiştir.

[1043] İhyau Ulümiddin, el-Gazali 2/146

[1044] El-Uzle, el-Hattabi s. 96

[1045] Telbisu Iblüs s. 122

[1046] El-İslamu Beynel-UIema ve'1-Hukkam, Abdulaziz el-Bedri

[1047] Et-Tabakatü'I-Kübra, İbni Sa'd 3/184

[1048] Buhari, Buyu 15, Fethu'1-Bârî 4/304, et-Tabakatu'1-Kubra, İbni Sa'd 3/185

[1049] et-Tababatü'1-Kübra, İbni Sad 3/307 .

[1050] Ahmed, el-Müsned h.no. 578, Ahmed Şakir sahihdir, diyor. 2/26. Bununla birlikte isna­dında İbni Lüheya ve çoğunluk zayıf olduğu görüşündeler. Bunu Kenzu'l-Ummal sahibi ile İbni Asakir isnad demişler Kenz: 5/774

[1051] et-Tababatü'1-Kübra, İbni Sad 3/308 .

[1052] et-Tababatü'1-Kübra, İbni Sad 3/310 .

[1053] Buhari, Ahkam 17, Müslim, Zikat 110, Nesai, Zekat 90, Ebu Davud, Haraç 10, Ahmed 1/17.   .

[1054] Fethu'1-Bârî 13/154

[1055] El-Müstemau'1-İslami ve Usulü'l-Hakem s. 195.

[1056] Lisanu'I-Arab, Şûra maddesi 4/434-436.

[1057] Fethu'1-Bârî, 13/341.

[1058] Eş-Şûra Fi Zilli Nizami'l-Hükmi'ljslâmi, Prof. Abdurraman Abdulalik s.14,1975, Ed-Darü's-

Selefiyye ve Darü'I-Kelam.

[1059] Tefsirü't-Taberî, 7/345, Tahkik Ahmet Şakir.

[1060] Feth'ül-Bârî 13/340, İbni Hacer isnadı hasendir, diyor

[1061] Tefsirürt-Taberî, 7/345.

[1062] Tefsirül'-Kurtubî, 16/37

[1063] Tefsirül'-Kurtubî, 16/37.

[1064] Fi zilâli'l-Kur'an 5/3160.  

[1065] el-Havadisu'1-Vâride fi Hâzihi'l-Mesele fi Kîtâbi'ş-Şûrâ ve Eseruhâ fi'd^Demok^fcye, s.65.

[1066] İbni Hacer, bu hadisin Es'ad b. Musa'nın "Fedailü's-Sahabe"sinde, Yakub b. Süfyan'ın "El-Marife"sinde Abdurrahman b. Ganem'den la be'se bih senediyle rivayet edildiğini ve bu za­tında sahabe olduğu konusunda ihtilaf edildiğini zikretmektedir. Fethul Bari 13/340. Derim ki ; Ahmed Müsnedinde Abdurrahman b. Ganem'den aynı şekilde 4/227'de rivayet etmiştir. Bu senedde Abdulhamid b. Mihram, Şer b. Htişib'den rivayet etmiştir ki, Yahya b. Main ve Ebû Davud et-Tayalisi, Abdulhamidi sika saymışlardır. Ebû Hatim, Şehr'den ge­len hadisler birbirlerine yakındır diyor. Fakat onda ta'n edilen kimse vardır. Mizanü'1-İ'ti-dal 2/538 îbni Metin- Şeir b, Üşib sikadır diyor. Ebû Hatim ise şöyle diyor? Bu senede Ebû'z-Zubeyr olmadan rivayet edilmiş olduğundan bununla hüccet getirilmez. Ebû Zur'a ise bunda bir beis yoktur der. İbni Adiy sağlam değildir diyor. Mizanül İtidal 2/283.

[1067] İbni Mâce, Edep 37 h.no: 3745,3746, Ez-Zevâid'de, İbni Mes'ud'un isnadı sahih, ricali de si­kadır diyor (es-Sünen 2/1233). Taberanî, Abdullah b. ez-Zübeyr'den merfu olarak rivayet et­miştir. El-Haysemi; ricali sahih ricaldir diyor. (Mecmeu'z-Zevâid 8/97) Tirmizi, Edep 57 h. no 2823, Ebû Davud, Edep 123^Ayjıu'l-Matmd 14/3, ed-Darimi, Siyer 13, Ahmed 5/274.

[1068] İbni Hacer ricali sikadır, ancak munkatıdır diyor. Fethul Bari 13/340, eş-Şafîî, El-Umm, 7/95, el-Beyhaki, es-Sünen 10/109, es-Suyutî, Ed-Dürrü'1-Mensur 2/90.

[1069] Müslim, Cihad 83 h.no.1779, Siretü İbni Hişam 2/614. 

[1070] Sİretu ibni Hişam 3/63.     

[1071] Müslim, Cihad 58 hno. 1763, Ahmed 3/243.

[1072] El-Musannef Abdurrezzak 5/368, El-Bidaye ven-Nihaye 4/104.

[1073] El-Musannef 5/330, Beyhaki 10/109, El-Bidaye ve'n-Nihaye 4/164.

[1074] Müslim, Cîhad 82 hno. 1778, Müsned hno. 4588 Tahkik Ahmed Şakir 6/268 Tabakatu ibni Sa'd 2/159 

[1075] Buhari, İ'tisam 28, Fethu'1-Bârî 13/339, Zadu'1-Mead 2/126. .-

[1076] Buhari, İ'tisam 28, Fethul-Bârî 13/340, Müslim, Tevbe 28.

[1077] Mecmüatü'I-Vesaıkıs's-Sıyasıyye s. 268.    

[1078] Beyhaki sahih senedle tahric etmiştir: İbni Hacer Fethu'1-Bârî 13/342.

[1079] Buhari, İ'tisam 28

[1080] Buhari, İ'tisam 28

[1081] Hafız ibni Hacer Fetrm'I-Bârfde şöyle diyor: Buhari, El-Edebü'I-Müfred'de, İbni Ebi Hatem, Kasenden sağlam senedle tahric etmişler. Taberi de aynı şekilde rivayet etmiş: 7/344 Tahkik Ahmed Şakir. Peygamber (s.a.v.)'e marfu olarak nİsbet edilen hadis sahih değildir.                                           

[1082] El-Kelimu't-Tayyıb, İbni Teymiye'^El-Elbani'nin tahkiki s. 71, El-Vabilu's-Sayyib İbnü'I-Kayyım s. 235

[1083] Tefsiru't-Taberi 7/344

[1084] İbni Ebi Hatem hasen senedle tahric etmiştir: Fethu'1-Bârî: 13/340

[1085] Tefsiru't-Taberi 7/345 Tahkik Ahmed Şakir

[1086] Ahkamu'l-Kur'an 1/298

[1087] Tefsiru't-Taberi 7/344

[1088] Tefsiru't-Taberi 7/344

[1089] El-Keşşaf, ez-Zemahşeri 1/475.

[1090] Tefsiru't-Taberi 7/344. 

[1091] Müslim, Fedail 141, İbni Mâce, Ruhun 15, Ahmed 3/152.

[1092] İbni Mâce, Ruhun 15, Ahmed 6/123.

[1093] Fi Zilali'l-Kur'an 1/501, Et-Tefsiru'1-Kebir, er-Razi 9/67.

[1094] Bedaiu's-Silk 1/304

[1095] Taberani Evsafında marfu olarak, el-Kudai de Enes'den rivayet etmiştir. Suyuti hasendir diyor. Tefsiru'l-Kurtubi Haşiyesi 4/250 El-Aclüni: Senedinde zayıflık var diyor: Keşfu'1-Hafa ve mevzilü'1-Elbs 2/260                                                                             

[1096] El-Hatib, Malik'in Ebû Hureyre'den merfiı olarak rivayetini tahric etmiştir Ed-Dürrü'l-Mensür 6/10                                                                                             

[1097] Siracü'l-Mülük, et-Tartüşi s. 68

[1098] Bedahı's-Silk 1/304

[1099] Bedahı's-Silk 1/304

[1100] Bedaiu's-Sük 1/304

[1101] Bedaius's-Silk 1/304, 305

[1102] Divanu Beşşar b. Berd 4/172,173,1376 baskı, şerh ve Talik: Muhammed et-Tahir b. Aşür

[1103] Bedaiu's-Silk 1/310

[1104] Bedaiu's-Silk 1/305, Edebu'd-Dünya ve'd -Din, El-Maverdi s. 289-

[1105] Bedaiu's-Silk 1/305, Edebu'd-Dünya ve'd -Din, El-Maverdi s. 289-

[1106] Tefsiru'i-Kurtubi, hadis zayıftır diyor. İbni Hazm: Mürseldir diyor. Ahmed Şakir: Bu hadis­te İsa el-Vasiti vardır ki bu maruf değildir, diyor. Bl-İhkam fi Usuli'l-Ahkam, Tahkik Ah­med Şakir s. 771,1970 m. El-Meşveretü ve Eşeruha fi'd-Demokradiyye s. 69

[1107] El-Ikdû'1-Ferid, Ebû Salim Muhammed b. Talha, el-Kuraşi, en-Nasibi. s. 43 Matbaatu'I-Vatan 1306 4. El-Kahire.

[1108] Fethu'I-Bârî 13/340.

[1109] Ahkamu'l-Kur'an 1/297.

[1110] Pethu'1-Bâri 13/340.

[1111] El-Keşşaf 1/474.

[1112] Tefsiru't-Taberi 7/245

[1113] El-Hatib, Melik'den rivayetle tahric etmiş: Ed-Dürrü'1-Mensür 6/10 Ed-Darimi, Ebû Sele­me'den rivayet etmiştir.

[1114] Es-Siyasetü'ş-Şer'ıyye, îbni Teymiye s. 158

[1115] Ahkamu'l-Kur'an 4/250,251, Fethu'l-Kadir, eş-Şevkani 1/394.

[1116] Fethu'1-Bârî 13/340.

[1117] Tirmizi, Tefsir 59 Hasen, hâsen-garibtir, onu yalnız bu vecihden biliyoruz. Hafız İbni Ha­cer îbni Hıbban da rivayet etmiş ve sahihdir diyor, Pethu'1-Bârî 13/340

[1118] Ahkamu'l-Kur'an, el-Cessas 2/330, Tahkik Muharamed es-Sadık Kamhavi Daru'l-Mushaf.

[1119] Ebû Abdillah, fakih, usulcu ve maliki, vefatı h. 400 Ed-Dibacu'1-Müzehhep, İbni Ferhün 2/229.

[1120] Tefsirul-Kurtubi 4/249.    

[1121] Abdulhak, Müfessir, Kadi, Maliki h. 541, Tabakatil'l-Müfessirin, ed-Dayudi 1/260 .

[1122] Tefsiru'l-Kurtubi 4/249.

[1123] Et-Tefsirul-Kebir 9/67.

[1124] Neylu'l-Evtar 7/256.

[1125] Tefsiru'l-Menar 4/45.

[1126] El-İslâmu ve Evdauna's-Siyasiyye s. 194 şöyle diyor: İstişare müslüman için lazım olan bir özelliktir. Müslümanların imamı ancak bunu yerine getirirse kemale erer.

[1127] İbni Hazm s. 252.

[1128] Usülu'd-Da've s, 207.

[1129] El-îslâm, Akide ve Şeria s. 438 ve devamı

[1130] Eş Şûra ve Eseruha fı'd-Demokratıyye s. 108.

[1131] En-Nezariyyatü's-Siyasiyye fi'I-îslâm s. 333.

[1132] Mebdeuş-Şüra fı'1-îslâm s. 100.

[1133] El-îslâmın ve Evdaune's-Siyasiyye s. 194, Eş-Şüra fi Zilli Nizamü'l-Hukmi'l-lslami s. 36,Eş-Şüra ve Eseruha fı'd-Demokratıyye s. 57

[1134] Eş-Şüra ve Eseruha fi'd-Demokratiyye s. 53 El-Meşrü'yyetü'1-Islamiyye dü'1-Uhya Dr.Ali Cerişe s. 254'den naklen, Eş-şüra fi Zilli Nizami'l-İslâmi s. 38

[1135] Eş-Şüra ve Eseruha fi'd-Demokratiyye s. 65, Mebdeü'ş-Şüra fi'1-İslâm EI-Müîeyici s. 95  

[1136] Et-Tafsilu'ş-Şürave Eseruh'a fi'd-Demokratıyye s. 97.

[1137] İlgili bölüme bakmız.ı

[1138] El-Ümm 5/18 2. baskı 1393.

[1139] El-Muğni, Eş-Şerhu'1-Kebir 11/396.

[1140] El-Muğni, Eş-Şerhu'1-Kebir 11/396.

[1141] Müşaverenin müstehap olmasının kadıya ait olduğuna hükmedenlerden birisi de Neve-vi'dir: Ravdatü't-Talibin 11/142 Serahsi: El-Mebsüt 16/71: şöyle diyor: "Kadi alim ise, alimlerle müşavereyi terketmemesi gerekir." Eş-Şirbini: Muğnil-MuhtaC 4/391, Haşiyetü'd-Düsüki ala Şerhı'I-Kebir 4/125 ve diğerleri.

[1142] Es-Siyasetü'ş-Şer'ıyye s. 157, Mecmüatu'l-Fetava 28/386

[1143] Prof. Abdurrahman Abdulhalık, Eş-Şüra fi Zilli Nizami'l-Hukmi'l-îslâmi s. 130. 

[1144] Mecmüatü'l-Fetava 16/37.

[1145] Zadü'1-Mead 2/141, Î'lamü'l-Muvakkin 4/256

[1146] Fethu'1-Bârî 13/341.

[1147] El-Ahkamu's-Sultaniyye, El-Mavcidi s. 43, EbûYa'la s. 45

[1148] Şerhu Sahihi Müslim, En-Nevevi 4/76.

[1149] Şerhu Sahihi Müslim, En-Nevevi 4/76.

[1150] el-Büceyremi "Ala'l-Hatib" adlı kitapta şöyle demiştir:

[1151] El-büceyremi Ala’l-Hatib 4-327,1370 baskı,Mustafa el-babi  el-Halebi

[1152] Bu rivayetler ilgili bölümde geçti

[1153] Neylu’l-Evtar 7/256.

[1154] Birinci görüş sahipleri bu itirazlarauzunca reddiye yazmışlardır.Bu üç konuda genişçe izahı arzu etmeyelim.Zira bu konu yetecek kadar özel bir risaleye muhtacdır.Bakınız:Eş-Şura ve Eseruha fi’d-Demokratiyye s.52 ve devamı

[1155] Kavaıdu Nizami’l-Hakmi fi’l-İslam s. 152’153,

[1156] Kenzu’l-Ummal 6/89,Keşfu’l-Hafa ve muzilü’l-Elbas 2/184,Daifu’l-Cami’s-Sağir El-Elbani 4/160.

[1157] Fethu’l-Baki 13/340,Ahmad 4/227,Mizanü’l-İtidal 2/538,283.

[1158] Buhari,Muhasibin 16,Fethu’l-Bari 12/144-156,Ahmed 1/56 Tahkik Ahmet Şakir,İbni Hişam 4/660.Menakıbu Ömer,Cevzi s.51

[1159] Eş-Şura ve Eseruhu fi’d Demokratiyye:193

[1160] S.Beyhaki,Kitabu Adabi’l-Kadi,10/112Suyuti’de bu hadisi ed-Dürr adlı eserinde rivayet etmiştir.2/90 Hadis Mürseldir.

[1161] Ahkamu’l-Kur’an:2/332.

[1162] Eş-Şura ve Eseruha fi’d-Demokratiyyeti:s.193.

[1163] Eş-Şura ve Eseruha fi’d Demokratiyyeti:s.196.

[1164] Şura ile ilgili zikredilen iki kaynağa bk.Eş-Şura,fi’d-Demokratiyye,s.206 vd.,eş-Şura fi ZilliNizami’l-Hükmi’l-İslami s.107 vd

[1165] Eş-Şura fi’l-İslam:Dr.H.Hüveydi,s.8.

[1166] T.Taberi:7/346,tak.A.Şakir ve kardeşi.

[1167] Eş-Şura ve Eseruha,s. 115-116.

[1168] Es-Siyasetü’s Şeriyye:s.158.

[1169] Eş-Şura fi’l-İslam:Dr.Hasan Hüveydi:s.19.

[1170] Aynı kaynak:s.18.

[1171] Mebdeü’ş-şura fi’l-İslam lilmelici:s.125-26.

[1172] Eş-Şura fi’l-İslam:s.22.

[1173] Şerhu Akidetü’t-Tahaviyye:s.362.

[1174] Usulü’d-Da’ve:A.Zeydan:s.213.

[1175] Eş-Şura ve Eseruha:172.

[1176] Nazarriyetü’l-İslam;s.59.

[1177] Müslim,Cihad 82,Ahmed Şakir Takkiki

[1178] Buhari,Fiten 2,Müslim İmare,142.

[1179] Fethu’l-Bari:13/8.

[1180] Keşmiri,İkfaru’l Muhhidin,s.22.

[1181] Buharı,Cihad,148,Ebu Davud,Hudud,35,İbni Mace,Hudud,3.

[1182] El-Mustaned fi Usuli’d-Dins.243.

[1183] Nevevi,S. Müslim,12/229.

[1184] Fethu’l-Bari:13/123.

[1185] İrşadü’s-Sari,10/217.

[1186] Tirmizi,İman,9,Nesai,Salat,8.

[1187] Müslim,İmare,65.

[1188] Müslim,İmare,62,Tirmizi,Fiten,78.

[1189] Nevevi,s. Müslim,12/(229.

[1190] Buhari,Ahkam,4,Mülim,İmare ,37;İbni Mace,Cihat,39,h.no:2860.

[1191] Müslim,imare,37,Tirmizi Cihat ,28

[1192] Kurtubi,1/270.

 

[1193] Kurtubi,1/271.

[1194] İthafu’s-Sade:2/233.

[1195] Measiru’l-İnafe:1/72.