Hilafet ve İmamet lafızlarının kullanılmaları
Hilafet ile Meliklik Arasındaki Fark
Hilefâi Râşidinin Dışındakilere Halife Denebilmesi
3-İMAMETİN MAKSATLARI (MEKASIDÜ'L-İMÂME)
Birinci Maksat: Dini uyğulamak
İkinci Maksat:Dünyayı Din İle İdare Etmek
Dünyayı Dinsiz İdare Etmenin Hükmü
Hz. Ali (r.a.) ve Hz. Zübeyr (r.a.)'in Hz. Ebû Bekir
(r.a.)'e bey'at etmeleri
Hulefâ-İ Raşidin'in Emir Tayini
Hz. Ebû Bekir es-Sıddık'ın Halife Seçimi
Hz. Ömer (r.a.)'in halife seçilmesi
Hz. Osman (r.a.)'m halife seçilmesi:
Hz. Ali (r.a.)'nin halife seçilmesi.
Ehl-İ Hal Ve'l-Akd'ın Görevleri
İkinci Yolveliahd Tayini (İstihlâf)
Birincisi: İslâm'a giriş bey'atı:
İkincisi: Yardım etme ve koruma üzere bey'at etme:
Üçüncüsü: Cihad etme üzerine bey'at:
Dördüncüsü: Hicret etmek üzere bey'at etmek:
Beşincisi: Dinleme ve itaat etmek üzere bey'at:
2-EHLİ SÜNNET VE'L-CEMAAT'A GÖRE İMAM
İkinci Şart: Buluğ çağına girmiş olması.
Sekizinci şart: Şahsi Yeterlilik
Dokuzuncu Şart: Bedeni Yeterlilik
Onuncu Şart: İmamete haris olmamak
Zamanının En Faziletlisi Olma Şartı
Hulefa-i Râşidin Arasında Olan Üstünlük Konusu
2-KONU İMAMIN GÖREVLERİ VE HAKLARI
İdarecilik Makamına Uygun Kimselerin Seçimi
Devlet Başkanının Otoritesinin Sınırlı Oluşuna Dair
Deliller
İmama Yardım Etmek ve Güçlendirmek:
İmamın Salahiyet Müddeti Konusundaki Hüküm
Şuranın Meşru Olmasının Hikmeti Ve Faydaları
İstişarenin Vâcibliğine Hükmedenler
Şuranın vacib değil mendub olduğüna hükmedenler aşağıdaki
delilleri ileri sürmektedirler:
İMANIN AZLI (GÖREVDEN ALINMASI) VE İMANLARA İSYAN ETMEK
1-HALİFEYİ GÖREVDEN ALMANIN (AZL)SEBEPLERİ+
1- Kafir olmak yeni dinden dönmek
2-Namazı Ve Namaza Daveti (Ezanı)Terketmek
3-Allah’ın İndirdikleriyle Hükmetmeyi Terketmek
Eserin tercümesini
aslıyla karşılaştırmamda bana yardımcı olan sayın Abdullah Kahraman'a
teşekkürlerimle...Yüce Allah (c.c) buyuruyor:'Yoksa cahiliye hükümlerini mi
arıyorlar? İyice bileni bir kavim için
Allah'tan daha güzel
hüküm kim verebilir?"(Maide,
50)Ey iman edenler! Allah'a itaat edint Rasûlüne ve sizden olan emir
sahiplerine itaat edin. Eğer her hangi biri şeyde anlaşmazlığa düşerseniz;
Alllah'a ve ahiret gününel inanıyorsanız onu Allah'a ve Rasûlüne götürün. Bu
daha iyidir ve sonuç bakımından daha güzeldir."(Nisa, 51)Rasûlullah
(s.a.v) buyuruyor;"Allah'a isyan olan hususlarda hiçbir mahluka itaat yoktur."
(Sahih Hadis)
İslâm'da Devlet
Başkanlığının maksadı, İslâmı dünyaya kılmak, dünyayı İslâm ile idare etmektir.
İslâmı, müslümanlara h» kim kılmak, müslümanlara uygulamak, müslüman
olmayanlara di İslâmın mesajını ulaştırmakla olur. Mani olur iseler gerçeğe
karşı çî-kanla harbedilir hükmü gereği onlarla cihad farz olur. İslâmın hakimiyeti önce
kalblerde tecelli etmektedir. Bu ise da-vetçi yetiştirerek davayı halka
maletmekle mümkündür. İlim adamı yetiştirerek davayı kadroya mal eder. Müslüman
aydını yetiştirerek devleti yönetir, kurumları kurar ve yürütür. Kalbdeki imanı
da dünya malı ile perçinler. Bu da yeraltı ve yerüstü imkanlarını
değerlendirmesiyle olur. Bu hem kalbi doyuran dini ilimlerle; hem de aklı
tatmin eden fen ilimleri ile donanmış insanları yetiştirmek ve bu anlayışla
teknolojiyi kullanmak suretiyle olur. Başkanlık, hizmetkarlığı efendilik kabul
eder ve bu anlayışla hareket eder. Başkan, hem kanunlar adına Allah'ın vekili
hem de halkın seçtiği veya uygun görüp bey1 at ettiği halkın vekili olarak iki
sorumluluk altında olduğunu bilerek hareket eder. Halk da hem kendi adına hem
de kanunlar adına başkanı hesaba çeker. İslâmda, sistemi Allah koymuştur.
Haramı ve helali Allah belirlemiştir. İşte bundan dolayıdır ki insanı sistem
yönlendirir. Ancak ic-tihadla ilgili kısımlarda ictihad ehli olanlar hükümleri
çıkarırlar, fakat bunlar kanun koyucu değillerdir. Şimdiki sistemlerin aksine
herkes sistem önünde eşittir. İnsanlar sistemleri koyarlarsa kendilerine göre
koyarlar. İnsanlarda o kanunlara o hükümlere boyun eğmekle o hükümleri koyan
insanları ilahlaştırmış olurlar. İnsanları sistem yönlendirmeli sistemleri
insanlar yönlendirmemelidir. İnsanlar ancak o sistemin icracıları
(uygulayıcıları) olmalıdırlar. Başkan yani yönetici; insanları, esarette iseler
maddi ve manevi esaretten kurtarmalıdır. Kalblerin, yanlış anlayışların
esaretinden, bedenlerin de ekonomik esaretten kurtarılması gerekir. Yanlış
anla-yışdan kurtulmak ise her konuda ölçünün ortaya konmasıyla ve herkesin
eğitim-Öğretimden geçirilmesiyle mümkündür. Başkan, yalnız başına bütün bunları
gerçekleştiremez. Halkın da bu gayeye, bu hizmete yardım etmesi gerekir. Çünkü
bey'at etmek, itaati gerektirmektedir. İslâm'da başkanın seçimi ve tesbiti tek
bir şekilde değildir. Önemli olan sistemin işlemesi ve işletilmesidir. Başkanın
da başkanlığa ehil olmasıdır. Başkanın özellikleri, İslâm, akıl, buluğ,
hürriyet, erkek, ilim, adalet, haris olmamak, ruhî ve cismî yeterliliktir.
Başkanın görevleri:
1- Dini
hakim kılmak.
a) İslâmın genel kaidelerine ve İslâm
hukukçularının icmaına uygun olarak dini korumak.
b)
Şüpheleri, bidatları ve batık izale edip Hakkı ikame etmek.
c) İslâmın mesajını bütün dünyaya müsbet
vasıtalarla ulaştırmak.
2- Dünyayı
İslâm ile idare etmek.
a) İslâmın
esaslarını hakim kılıp insanları buna teşvik etmek.
b) Ahkamı ve
hadleri uygulamak
3- Toplumun
malını, canını, neslini, dinini ve namusunu korumak.
4- Adaleti
sağlamak ve zulmü ortadan kaldırmak.
5- Mutlak
doğru üzerinde anlayış birliğini sağlamak, gruplar, cemaatler ve fertler
arasındaki ihtilafları halletmek
6- Dünyanın
imarına gayret edip gelirleri artırmak.Başkanın başkan olma veya başa geçme
yollan çeşitli şekillerdedir. Seçim ve bütün müslümanlarm bey'at etmeleri aslî
yoldur. Özde yanlış fakat tarihte çok rastlanan bir çeşiti de inkılap yoludur.
Başka çare yoksa, hep ihtilaf var, başkan seçilemiyor veya ata-namıyorsa bu
gibi sebeplerden dolayı, başkanlık da boş tutulamıya-cağı zaruriyetinden dolayı
inkılapla gelmiş ise İslâm sistemini yürütürse ve de İslâm.sistemini yürütmeye
ehil ise onun şahsında sisteme itaat etmiş olunacağından dolayı o inkılap
yoluyla gelen başkana da itaat edilir. Normal zamanlarda, başkan, seçim yoluyla
veya önceki başkanın ehil gördüğü kimseyi atamak gibi yollarla gelir. Fakat
başkanın seçimi veya atanması Ehl-i Hal ve'l-Akd arasından olur. Ehl-i Hal
ve'l-Akd ise başkan olabilecek, İslâm, akıl,hürriyet, erkek olmak gibi genel,
adalet, ilim, rey ve hikmet gibi özel şartları kendilerinde bulunduran
kimselerdEhl-i Hal ve'1-Akd'ın görevleri ise;
1. Başkanın
seçimi ve başkana bey'atı gerçekleştirmek,
2.
Başkanlığa aday gösterilen kimselerin arasından şartlara göre en faydalı olanı
belirtmek ,
3. Zaruret
halini aldığında başkanı azletmek.Devlet başkanının seçiminden veya atanmasından
sonra ona bey'at edilir. Bey'at, başkana, masiyetin dışında dinlemek ve itaat
etmek üzerine, sıkıntıda ve sevinçde, kolaylıkda ve zorlukta da olsa itaat
edeceğine söz vermektir.Bey'at adeta idare edilen halkın idare edecek olan
başkana birlikteliğinin ifadesidir, katılımın, paylaşımın, yardımda bulunacağının
ifadesidir.En iyi işleyen sistem, liderin, kadronun ve halkın anlayışı ve
davranışlarının yüceliği, aynı anlayış ve davranışa ulaşmış olmaları,
aralarında koordinenin bulunması, birlikteliklerinin yanında aynı gayeyi
gerçekleştirmede katılımın bulunmasıdır.
Genel olarak bey’at
Hz. Peygamber (s.a.v.)
ve Ashab döneminde çeşitli şekillerde bey'atlar yapılmışdır:
1. İslama
giriş bey'atı. Sadece bu beyattan vazgeçmek küfür, diğerlerinden vazgeçmek ise
büyük günahtır.
2. Lideri
hak yolda koruyacaklarına ve yardım edeceklerine dair alman bey'at. Akabe
bey'atlan gibi.
3. Cihada dair alınan bey'at. Kıyamete kadar
devam edebilecek olan cihada katılacağına dair alınan bey'attır.
4. Hicret edeceğine dair bey'at. Şartları gerçekleşince
gerekir, gerçekleşmeyine gerekmez.
5. İslâm
halifesine yapılan bey'atBaşkanın en faziletli olması şart değildir. Milletin
işlerini görmeye, vazifesini yapmaya uygun olan seçilirse illa da en üstün olması
şart değildir. Önemli olan başkanın mesuliyetini idrak edip memuriyetini ifa
etmesidir. İslâmın neşrini ve davetini müsbet vasıtalarıyla temin etmek,
batılların iptaline, hakkın isbatma, insanların neslini, nefsini, malını,
aklını korumaya çalışmak, İslâm ahlakını uygulamaya dikkat etmek, adaleti
tesis etmek, arzın imarına çalışmak, gulamaya dikkat etmek, adaleti tesis
etmek, arzın imarına çalışmak, millete şefkat ve nasihatla yaklaşmak, halka
Örnek olmaktır. Halkdan, hak yolu izlediği sürece itaat etmelerini, yardım edip
korumalarını, nasihat edip uyarıda bulunmalarını, azledilmediği müddetçe
istemesi hakkıdır. Başkanın en önemli dikkat edeceği prensiplerden birisi de
şura üyeleriyle idari işleri, milletin işlerini istişare etmesidir. Başkanın
kendisinin ya müctehid olması yada müctehid bulundurması, danışmanlar
edinmesi, danışmanların raporlarıyla birlikte istişare konusuna giren herşeyi
şura üyeleriyle istişare etmesi farz olur. İstişare neticesinde kitap ve
sünnete uygun olan hangi fikir ise ona uyması gerekir. Çoğunluğun kararına
uyması görüşü kafi değildir. İlla da kendi görüşü ile hareket etmesi de doğru
değildir. Eğer ihtilaf konusu ammeyi ilgilendiriyorsa, referanduma başvurması
en sağlıklı olanıdır. Peygamberimiz efendimiz (s.a.v.)'in de, hem çoğunluğun
fikrine uyduğu hem de yalnız başına, çoğunluğun görüşüne zıt olarak hareket
ettiği olmuştur. Başkan kendi görüşünü de takip etmiş olmakla bu konuda
Peygamberimize benzemiş olur. Şayet çoğunluğun görüşü, çoğunlukla hatadan uzak
olduğundan dolayı tercih edilecek olsa, istişare öncesi şurayı belli bir fikre
kanali-ze etmek için kulis faaliyetleri, parmak hesaplan başlar. Ayrıca bunu
kaide haline getirecek olsak bir yönden demokrasiye benzemiş olur. Eğer başkan,
sadece kendi görüşüne önem verse dikta rejimi olur. Zaten şûraya hiç
başvurmasa, istişareyi terk edecek olsa azledilmesi bile söz konusudur. Başkan,
masum değildir. İşte bundan dolayı daima kontrol edilmesi gerekir.
Gerektiğinde azledilebilir.
Başkanın Azledilme Sebepleri
1- İslâm'dan
vazgeçer küfre döner kafir olursa müslümanlar üzerinde idarecilik hakkını
kaybettiğinden dolayı azledilir. Zira âyet-i kerime'de: "Allah, kafirlerin
lehine olarak mü'minlerin aleyhine katiyen bir yol vermez. "(İnsan:141)
Çünkü ilahi şeriatta, mü'min kafirden daima azizdir, onun altında kalmaz, ona
payimal olmaz, izzetiyle ölür, hakkın izzetini çiğnetmez.
2- Namazı ve
ona daveti terk etmesi, (Müslim, imare, 62,65 Tir-mizi, Fiten 78)
3- Allah'ın
indirdiği hükmü terk etmek. (Müslim, îmare 37, Tir-mizi Cihad 28)daha baştan,
fasık olanın başkan adayı olması sözkonusu olamaz. Eğer sonradan fasıkhğı
ortaya çıkarsa namazın terkine ve küfre götürecek derecede olursa ittifakla
azledilir. Zulüm ise, keyfi olarak adamları öldürmeye vardırırsa azledilir.
5. Beş duyusundaki noksanlıklar azline sebeptir.
Görmesini ve aklım kaybetmesi gibi.
6. Kurtuluş
ümidi olmayan esaretler.Başkan, önceden İslama uygun davranış ve anlayışa sahip
olduğundan dolayı başa geçirilmişti. Şayet sonradan mürted olursa elbette
başkanın azli gerekir. Eğer başkan mürted olmaz da zalim ve fasık olmuşsa azli
mümkün ise azledilmeli. Eğer azledilmesi mümkün olamıyacaksa veya karşı
çıkümca daha büyük zararlara, mefsedete, zulme sebep olunacaksa şerrin
ehvenine izafeten bu duruma razı olunur. Müslümanların basma istila yoluyla,
emparyalizmin çeşitli oyunlarıyla kafir idareci getirilmişse itaat olmayınca
hemen isyan olur mu? Bu durumda hüküm nedir?
1- Güç
oranında karşı çıkılır. Sadece kalb ile mümkün olabilecek ise kalben
buğzedilir.Eğer dille karşı çıkılması mümkün ise dille karşı çıkılır.
2-
Değiştirecek güç varsa isyan etmemek haram olur.
3-
Değiştirmeye güç yoksa karşı koymak isyan etmek, eldeki gücün zayi
olacağından, daha büyük zararlar ve kötülükler olacağı zannı galib ise haram
olur.
4- Dille
karşı çıkmak mümkün ise dil ile karşı koymayı terk etmek, küfrü
doğurabileceğinden dolayı haramdır. Harama karşı çıkmamak haramdır, haramı
helal görerek harama karşı çıkmamak ise küfürdür.
5- Kalben
karşı çıkmamak harama razı olup, helal gördüğü için küfürdür. Zira, şirki,
küfrü ve haramı reddetmek kalbin cihadıdır.Güç varsa elle başlanır. Eğer güç
yoksa kalble başlanır. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in yaptığı gibi. Eğer
Müslümanların bulundukları yer, İslâm ülkesi olmasına rağmen müstevlilerin yani
emparyalistlerin hakim olduğu islâm Devletinin bulunmadığı bir yer ise
kendilerine gereken nedir? Bu durumda ne yapmaları gerekmektedir. Fiili bir
işgal olmamasına rağmen emparyalistlerin kültürleri, düzenleri hayat haline
dönüşmüş ve emperyalistlerin istediği insanlar idareye gelebiliyorsa bu
durumda müslümanlara düşen görevler nelerdir? Bu durumda şunların bilinmesi ve
yapılması gerekir:
1- Önce müslüman halka, istila altında oldukları
şuurunun verilmesi gerekir. Zira düştüğünü idrak eden ayağı kalkınmanın gerekliliğini
hisseder.
2- İstilanın
hangi sahalarda gerçekleştiği tesbit edilip ilan edilmesi, anlatılması ve de
alternatifin ne olduğu açık bir şekilde ortaya konması gerekir.
3- Müslümanm, ferd olarak özel hayatında ve
kurumlarında, 'iktisadî hukuki ve siyasi hayatında, devletinde îslâmi emirlerin
ve yasakların uygulanması lazım geldiği gerçeğinin çok iyi anlatılması
lazımdır. Karşı koyma imkanı yoksa en azından onların gayrımeşru olduğu ve
onların tüm kurumlarından beri olunduğu açıkça ortaya konmalıdır. İstilaya
uğramış iseler mutlaka istiladan kurtulmaları gerektiğinin de yine Ailahm
kesin bir emri olduğunu bilmeleri gerekir. Ayet-i Kerime'de:O kendilerine'kitap
verilenlerden oldukları halde ne Allah'a, ne ahiret gününe inanmayan, Allahın
ve Rasûlünün haram ettiğini haram tanımayan ve hak din (İslâm)ı din (takib
edilmesi itikadi ve ameli hayattaki yol) edinmeyen kimselere, küçülmüş
oldukları halde elden cizye verecekleri hale kadar harbedin!" (Tevbe 29)
buyrulan prensibe göre eğer eğitim de Allah'ın değil "tabiatın yaratıcı"
olduğu, ahiret gününe iman değil "yok olan var olmayacağı" prensibi
öğretilirse, bütün hayatta Allah'ın yasakladığı faiz, kumar, zina, içki, rüşvet
vs. gibi haramlar var ise Allahın mutlaka uyulmasını emrettiği hukuk sistemi
kaldırılmışsa; kendileriyle harbedilmesi gerekenler o yurdu işgal etmişler
demektir. İster emparyalistlerin kendileri işgal etsinler, ister kendi
adamlarına ettirsinler netice birdir. Ayet-i Kerimede "Allahın indirdiği
şeyle hükmetmeyen kimseler kafirlerin... zalimlerin,.fasıkların ta
kendileridir." (Maide 44,45,47) buyurulnıaktadır. Allahın indirdiği hukuk
sistemini beğenmiyerek, alaya alarak, çağ dışı görüp hükmetmemek küfürdür. Yok
eğer inkardan ve küfürden kaynaklanmıyorsa zulümdür ve fasıklıkdır. Şu da bir
gerçek ki zalimliğin ve fasıklığın da sonu kafirlik olur. Çünkü günahlar küfrün
postacısıdır. Kişi inandığını yaşamazsa yaşadığı gibi inanmaya başlar.
4- Müslümanlara düşen görevlerin başında bir
lider etrafmd toplanmaları gelir. Ashabın Peygamberin etrafında toplandıkları
gibi.
5- İslâmın
hem ferdi planda, hem cemiyet planında, kurumlarda, evde, çarşı-pazarda
yaşanabilmesi için, onu halka mal edebilecek kadroların, ilim adamlarının
yetiştirilmesi gerekir. Davetçi kadrosu, ilmi araştırmalar yapabilecek kadro
gibi.
6- Müslümanların, imkan nisbetinde İslâmı,
evlerinde, nefislerinde, kurumlarında göstermeleri gerekir. Devletin de
mutlaka İslâmi olmasını sağlamaları gerekmektedir. Islâmda müslümana uygulama
alanında müeyyideyi ancak devlet koyabilir. Örneğimiz Peygamber (s.a.v.) ve
Dört Halife (r.a.) dir.
7- Her
sahada İslâmın ortaya koyduğu sistemin mevcut sisteme alternatif olduğunu hem
kitap, dergi, gazete halinde ilmi olarak hem de kurumlarda örnek bir yaşayışla
ispatlamak gerekir.
8- Müslümanlar kendi grupları, cemaatleri
arasında işbirliği, menfaat birliği, hareket birliği yapabilmeleri için kültür
birliğini oluşturmaları gerekir. Zira ölçü birliği olmadıkça hareket birliği olmaz.
Ölçü ise kültürle elde edilir.
9- Kendimizi
kendimizin ve de bizi biz eden doğrulara göre yönetmesi gerektiği,
dayatmalardan uzak içimizdeki İslâm dışı unsurr lan da varsayarak yönetime
talip olmak lazımdır İçde birlik oluştukdan sonra dışa açılmak gerekir.
10- İslâm
Birliğinin oluşması ve İslâm ülkeleri arasında koordı nenin yapılabilmesi için
bu birliği temin edebilecek kurumların ht yata geçirilmesi gerekir. İslâm
hakkında bilgisi olmayan veya peşin hükümlü ve yanlış bilgiye sahip olanlar
İslâmda hakimiyet, devlet başkanlığı üzerinde bu derece hassas olmasını
garipseyebilirler. Ama İslâmın ana kaynakları olan Kur'an-ı Kerimi ve Hadis-i
Şerifleri, Rasûlüllah (s.a.v.) ile Ashab (r.a.) m tatbikatlarım, İslâm
hukukçusu olan fakih-lerin Usulü' d-Din ile Usul-ü Fıkhın konularını içine alan
İslâm Fıkhını tetkik ederseler bu konuların ne kadar önemli olduğunu görürler.
Şöyle ki, müslümanlarm başkana olan ihtiyacı, sürülerin çobana olan ihtiyacı
gibi zaruri ve bedii bir gerçekdir. İşte bundan dolayıdır ki "parçala
yut" prensibinin bir gereği olarak Avrupalı Lozanda hilafetin
kaldırılmasını temin etmiştir. Devlet İslama göre olacak ki idareyi,
tasarruflarını, eğitimini İslama göre yürütsün. Hayatı İslâmileştirebilsin,
ilmiye sınıfının İslâmi olmasını temin edebilsin. Hem İslâmı müslümanlara
uygulayabilmesi için hem de İslâmın mesajım bütün insanlara ulaştırabilmek
için devlet zaruridir. Elbette devlet olabilmek için kadronun bulunması, halkın
hazırlanması, maddi ve manevi ihtiyaçların karşılanması gerekir. Bu kitabı
tercüme etmemin sebebi İslâm'ın idare etmeye, devlet başkanına verdiği önemi
çok iyi açıklaması, bey'atın şartlarını, başkanın etrafında bulunması gereken
şura üyelerinin Özelliklerini ve görevlerini, başkanın azledilmesini gerektiren
halleri ve bununla ilgili konuları ilk kaynaklara inerek araştırmış
olmasındandır. Gerek eser hakkında, gerek terceme hakkında ve gerekirse mütercim
olarak bizim yaptığımız izahlar hakkındaki yanlışlık ve noksanlıklar bize
bildirilirse yanlışın izalesini, noksanın tamamlanmasını temine çalışırız. Bu
vesileyle eserin en güzel şekilde hazırlanmasında emeği geçen öğrencilerime,
Dost Ajans'm dizgi elemanlarına ve Ravza Yayınları yöneticilerine teşekkür
ederim. Çalışmak bizden basan Allahdandır. Allah bizi, istediği hedefe, razı
olduğu yola ve razı olduğu prensibe göre, razı olduğu gaye peşinde yürüyerek
kendisine ulaşmayı ve İslâmın hakimiyetini hem içde hem de dışta görmeyi nasib
etsin! (Amin)
İbrahim CÜCÜK15
Şaban 1415-16.1.1995 ÜSKÜDAR
Bütün hamd ve övgülere
layık olan ancak Yüce Allah'tır. O'na hamd eder, O'ndan yardım ister, O'ndan
mağfiret dileriz. Nefsimizin şerrinden ve amellerimizin kötülüğünden Allah'a
sığınırız. Allah kimi hidâyete erdirirse hiç kimse onu saptıramaz. Kimi de
dalâlete düşürürse onu kimse hidâyete erdiremez. Allah'dan başka ilah olmadığına,
tek olup şeriki bulunmadığına, Muhammed (s.a.v.)'in O'nun kulu ve elçisi
olduğuna şehadet ederim. "Ey iman edenler! Allah'dan gereği gibi korkun Ve
ancak müslümanlar olarak ölün!" (Al-i İmran:102) "Ey insanlar!
Sizleri bir tek nefisden yaratıp ondan eşini yaratan, o ikisinden de birçok
erkek ve kadınlar yayan (üreten) Rabbinizden korkun !”(Nisa süresi: 1) "Ey
iman edenler! Allah'dan korkun ve doğru söz söyleyiniz ki sizin amellerinizi
uygun kılsın ve size günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah'a ve Rasûlüne itaat
ederse büyük zafere nail olur." (Ahzab Süresi:70-71) Allah'ın, bu ümmete
kitaplarının en hayırlısını indirmesi, yarattıklarının en faziletlisini
Peygamber olarak göndermesi, bu ümmeti insanlık için çıkarılan ümmetlerin en
hayırlısı kılması, Allah'a inanıp marufu emreden, münkerden nehyeden bir ümmet
kılması, razı olduğu dinini muhafaza etmeyi üzerine alması, bu risaleti
taşımayı, Allah'ın kelimesi (olan kelime-i tevhid-İslâm) en yüce (ve galip)
olsun diye yolunda cihad etmeyi bu ümmete yüklemesi en büyük nimetlerden
biridir. Bu ümmet, ancak bu risaletin şerefiyle bütün beşerin önderliğini
elinde tutmuştur. Bazı toplumlar, kendilerinin Allah'ın seçkin bir milleti
olduğunu, kendilerinin beşeriyetin koruyucusu olduklarını ve beşeriyetin ancak
kendilerine hizmet için yaratıldıklarını iddia ediyorlardı. Ne zaman ki İslâm
geldi, dünyanın doğusu ve batısına nur saçtı, insan toplulukları da her
taraftan bu yeni nura girmeye başladılar, sonra bu ümmet, ilk nesil eliyle Hak
Davayı diğer ülkelere ulaştırmak için şaha kalktı... İşte o zaman insanlar, bu
ümmetin kanatları altına girdi. İnsanlık alemi, kendini hapseden bağlarından
çıkıp kurtuldu ve akın akın Allah'ın dinine girdi. O zaman hezimete uğrayan
milletler, insanlık üzerindeki hakimiyetini kaybedenler, bu durumu kıskanıp
kin ve hasetle bakmaya başladılar. Allah, beşer için son din olarak seçtiği
İslâmı, kulları kullara kul olmaktan kurtarıp Allah'a kul etmeye, dünyanın
darlığından dünya ve ahiret genişliğine, batıl dinlerin zulmünden kurtarıp
İslâmın adaletine çıkarması için gönderdi. Bu dinin düşmanları, bu din var
oldukça kendilerinin devam ve istikrarlarının olmayacağını kavradıklarında, bu
yeni nurun ışığını söndürmenin mutlaka gerektiğini anladılar. İslâm Dinine
galip gelebilmek için çeşitli yollar denediler. Kılıçla karşılık vermek,
tahrib etmek ve basit göstermek için gizli oyunlar peşinde koştular. Müslümanlar
arasında fitne yaymak, bu dinin gerçekleri etrafında şüphe uyandırmak, mü'min
kimselerde dini anlayışı bozmak, karıştırmak, mü'minleri hakimiyetten ve
idareden uzaklaştırmak gibi çeşitli vasıtalara başvurdular. Bundan dolayıdır
ki bu dinin gerçeklerinden hiçbir gerçek, hiçbir prensip yoktur ki din düşmanları
tarafından hile kurmak ve karıştırmak için kullanılmış olmasın, dine girenler
tarafından garip anlayışları dine sokmalarını isteyip ontı da dinin
gerçeklerinden gösterme gibi hilelerle taarruza uğramasın. İşte bu sebepden
dolayı "İmânıet-i Uzmâ" konusu, işlerin ve hareketlerin en
önemlisinden olmuştur. Çünkü İmâmet-i Uzmâ bu dinin bekçisi, muhafızı; dini
yaymak için uzun bir el, oyuncuların oyunundan muhafaza edip, dinin şerefini
koruyan bir makamdır. Bu konu, bu ümmetin ilk asrından bugüne kadar (İslama
karşı yürütülen) şüphecilik ve karalama yöntemlerinin en önemlisi ve payı en
büyük olanıdır. İlk asırlarda, bu konularda ilk olarak Abdullah İbni Sebe ve
yardımcıları ayrılık anlayışım sokmaya çalışmışlardı. Bu anlayışları kabul
eden Şiiler ona inandılar. Hatta bu anlayışları kendi mezheplerinin temel rüknü
yaptılar. İmamları, Ehli Beyt arasından belli bir sülaleye ait kıldılar. Ehli
Beyt için, ancak Allah'a veya peygamberlere layık olan özellikler verdiler.
Mutlak gaybı bilmek ve masumiyet gibi. Öyle ki onlara peygamberlik makamının
üstünde bir konum biçtiler. Onlar hakkında tekrar dünyaya dönme, ruhlarının
başka vücud-larla tekrar dünyaya gelmesi (tenasüh) gibi itikadlara daldılar. Bu
inanç tâ günümüze kadar devam etti ve hatta o inanç uğruna cihad edildi, neşri
konusunda coşkunlukla çarpışılarak harp edildi. Bu asırda kendilerinin Ehli
Sünnet olduklarım iddia eden bazı kimselerin de zihinlerinde, bu konu ile
ilgili oluşan düşünceler tehlike açısından öncekinden daha az değildir. Bu
dinin düşmanları Osmanlı Devletini yıkmaya azmettiler. Özellikle de zayıflama
ve çökme döneminde. Bundan sonra imkan nisbetinde bu dinin gerçeklerine,
prensiplerine tutunma gerekiyordu. Artık bu milletlerin nefislerinde olan takat
ve güç; hareket ve mücadeleye dönüşecekti. Bu gücü bazen hile ile bazen dost
görünerek, başka bir zamanda da kuvvetle söndürmeye çalışmak gerekecekti. Daha
sonra da dini devletten ayırma fîkri doğdu. Bu işe, İslâm ismini taşıyanlar
soyundu.[1] Bu
anlayışı cahil batıdan, batının batıl dinlerinden alıyorlardı. Daha sonra,
"Din ancak kul ile Rabbi arasındaki alakadan ibarettir. Hayatın içine
girmez, veya din sadece camide eda edilen bir namazdır veya tekrar edilen
zikirler ve dualardır veya zâviyelerdeki teşbih tıkırtısıdır. Veya dünyanın
belli yerlerine yapılan dini (!) seyahattir" diye çirkin bir akım ortaya
çıktı. Bu savaş, müslümanlardan akıllan zayıf kimselerden bir çoğunun bu safsatalara
inanmasına kadar sürdü. Bu hasta adam "Osmanlı Devleti" Ölünce
dünyanın köpekleri, bu ölünün bıraktığı mirası bölüştüler. Müslümanlar arasına
nefret ve bölücülüğü ektiler. Birbirlerini Allah için sevmeyi, vatan sevgisine
feya ırkçılık ve kabilecilik sevgisine çevirdiler. Bu fetret dönemi, [slâmm,
isminden başka birşey bilmeyenleri, elleriyle öğrenci olarak fetiştirinceye dek
devam etti. Nihayet bu küçük devletçikler bağımsızlıklarını ilan ettiler. Bu
da müslümanlar tarafından şiddetli bir mukavemetten sonra oldu. Fakat bu
devletler elleriyle ve fikirleriyle yetiştirdikleri köleler durumuna düştüler.
Onlar emrediyor bunlar taat ediyorlar, onlar nasihat ediyor, bunlar derhal
nasihati tutuyor-ar. Adeta milletlerinin maslahatlarına göre efendilerinin
işlerini görmeye âmâde kılınmış birer hizmetçi oldular. Bu hakimiyetle müs-üman
ülkelere hükmettiler. Bu mağlûb milletlere laikliği kendi doğrultusunda mecbur
ettiler, onları İslâmiyetle ilgili herşeyden uzaklaştırdılar. Fakat mü'min toplulukların kalblerindeki
gizli güç yok olmadı ve çeşitli hareketler halinde ortaya çıktı. Her taraftan
şöyle haykıran sesler yükseldi: "Mutlaka İslâmi hakimiyet gerekir.
Dünyanın idaresi bu dinle olmalıdır. Dostluğu ve sevgiyi ne batıya ne doğuya
değil sadece Allah'a göstermek gerekir."Bu haykırışlardan, seslerden sonra
Allah düşmanları, bu düşüncenin hakikatini anladılar ve realiteyi görerek bu düşünceyi
öldür-nenin, bu anlayışları silmenin yollarını aradılar. Müsteşrikler yetişirdiler.
Bununla da yetinmediler. Kendilerini boyun eğmiş gösteren-erden bir grubu,
kendilerine yamadıkları gibi, bu ümmetin din ve lim davetçilerînin de bazısını
kendi davalarına hizmet ettirdiler. Kaimler, İslâm'ın hakimiyet düzenini
yazabilmek için sendeleyerek yürüdü. Bunlardan bir kısmı İslâm'da hâkimiyet
düşüncesinin olmasını nkar ediyor, diğer bir kısmı İslâmi devleti kurmaya davet
ediyor, [2] iiğer
bir başkası hükümetin dinsiz olmasını milletin müslüman kal-nasma mani görmüyor
du. [3] Bir
kısım kalemler de bu asırda İslâmi lükümetin kurulmasını muhal sayarak şöyle
demekteydi: "Kim asıl şeriat kitaplarına basiret ve ihtisas gözüyle bakarsa
görür ki hicretin ikinci yılında bir kanun veya kitap veya esas ortaya koyulup
sonra bununla 1400'lü yıllara hükmetmek makul değildir." [4] Bir
diğeri şöyle diyordu: "Hilâfet Düzeninin İslâm hukukçularının
açıkladıkları (şartlarla ve o) şekilde kurulması bu çağda, İc-ma'nın oluşması
mümkün olmayacağından muhal bir iştir." [5] İslâm
birliği davetçilerinden, birisi de şöyle diyordu: "Birliğin, müslümanlar
üzerinde kontrolü bulunan bir hükümete, bir tek devlete dayanmasını doğru
görmüyoruz." [6] Bir diğeri de şöyle diyor:
"Arzu ettiğimiz birlik, hakkı yürüten bir otoriterin bulunmasını
gerektirmez, yönetim şekli İslâmi herhangi bir yöreye uyması zorunlu
değildir." [7] Onların akıllılarmca -eğer
akıllıları varsa- şöyle diyorlar: "Hayır! Sizler faydalı olandan
uzaklaştınız, İslâm'a iftira ettiniz, İslâm'ın hükümet nizamı vardır, devleti
kurmaya da davet etmektedir. Müslümanlar topluluğu olarak bizleri, Batı geçti
ve demokrasiye ulaştı. [8]
İslâm'daki hükümet nizamı da demokrasinin ta kendisidir, Hatta . İslâm,
demokrasilerin babasıdır" [9] Diğerleri
de onlara cevap vererek şöyle dediler: "Hayır! Bilakis siz hatalısınız.
İslâm'da hükümet nizamı sosyalizmdir, kitaplar ve kütüphaneler İslâm
demokrasisi ve sosyalizminden bahisle doludur". Yeni yazarların bazısı, bu
konuda üstün hedefleri ve farklı fikirleri paylaşıyorlar. Zira bu
anlayışlardaki eğri düşünce ve sapmalar kendilerini rahatsız ediyor. Fakat
onlar, meseleleri içinde yaşadıkları çağın realitesinin tesiri altında kalarak
araştırıyorlar. Kitapları da bu düşüncelerin tesirinde kalıyor. En garip olan
da İslâm düzeni ile çağdaş düzenler arasında bir yakınlık kuran yazılarıdır.
Sanki aralannda bir benzerlik var da yakınlığa bir zemin teşkil ediyor. Halbuki
Dunlar, gündüzün ortasında güneş ile; görülemiyecek derecede küçük trir mum
arasındaki benzerliğin hiçbir değerinin olmadığını unutuyorlar. Ya kapkaranlık
gece ile haddi hududu olmayan nura yakın kimseye ne dersin. Bütün bunları
gördüğümden dolayı, satışımın kısa, sermayemin azlığına rağmen, müslümanlardan
bir çoğunun "İmamet" gibi Önemli sir konudaki düşüncelerini,
zihinlerini kaplayan çamuru izâlede, örtüyü kaldırmada belki bir payım olur
diye bana vâcib olan bu kocaman denize dalmak, -sınırlı gücüm nisbetinde-
garip anlayış ve şüpheden uzak; temiz ve saf olarak gerçekleri açıklamak,
Allah'ın (c.c.) indirdiği ve selefi sâlihinin yürüdüğü gibi, Allah'ın dinini
bilmek için gayret eden, her akıl sahibine, hakkı arayan herkese, bu çağın yaşamışında
amelî realiteden uzaklaştırılan ve yıkılan bu büyük binayı yapmada gayret
göstermekle "İmamet" meselesi belki yeniden ortaya cıkar.Çalışmanın
başında hedefimi gerçekleştirmek için büyük bir gayret ve istekle çalıştım. Bu
meseleyi her tarafa arzetmeyi, eski yeni meydana gelen sapmaları okumayı
istedim. Araştırmaya, tetkike, müracaat kitaplarını, kaynakları toplamaya devam
ettim. Bizzat, kaynaklardan çoğunu topladım. Çağdaş batı düşüncesinin etkisinde
kalan eğilimlere de göz attım. Sonra konuya girdim. Günlük normal çalışma ile
iki sene sonra baktım ki, daha yolun yarısmdayım. Allah'tan istihare ettim.
"El-İmâmetü-1-Uzmâ inde Ehli's-Sünne ve'1-Cemâa" (Ehl-i Sünnete göre
sn büyük İmamet) ismiyle bu merhalede kısa bir şey yazmaya karar verdim. Diğer
merhaleyi de inşallah ömrüm yeterse başka açıdan yazacağım. Özellikle kaynakların
çoğunu topladım. Sonra bu yönde topladıklarımın en kapsamlı olanlarına müracaat
ettim. İşte bugün yöneldiğim taraf da bu kısmıdır ki, o da Ehli Sünnet'te büyük
imamlık (el-îmâmetu 1-Uzma)dır.
Araştırmadaki Metodum
Bu araştırmada takib
ettiğim metoda gelince; yorumlayabileceğim, beğenip müdafaa edebileceğim her
fikri ve yine ön şart olmadan, heva ve hevesten uzak olarak araştırmaya
girdiğim bu konuyu gücüm oranında
başarmaya çalıştım. Hevâ ve heves, insanı, güneşten daha açık bile olsa haktan
çevirir.Araştırma konularını sürdürmede hissi davranmak yanlıştır. Her
müslümanın, her an içinde bulunması gereken ihlas ve samimiyet hissiyle, İslâm
ölçüsüyle araştırmaya başlaması gerekir. Şu şartla ki görüşüne muhalefet
edene, iftira ve düşmanlığa gitmemelidir. Bundan sonra, şer'i nasslar olan
kitap ve sahih sünnetten delilleri toplamaya çalıştım. Bu nasslardan izah ve
yoruma muhtaç olanların yorumunu hiçbir karışıklık ve sapma bulunmayan pak ve
berrak düşünceye sahip olan selef-i sâlihinden ve ilk kuşak alimlerden almaya
gayret ettim. Bu konunun izahında Sahabe ve Tabiinin fetvalarını, eski ve yeni
alimlerin itimâd edilen sözlerini de toplamaya özen gösterdim. Her nakledileni,
gücüm oranında, aslına müracaatla, âyetlerin numaralarım vererek, hadislerin
tahriclerini yaparak cerh, ta'dil ve tahriç alimlerinin bu husustaki sözlerini
de zikrederek vermeye çalıştım. Meselelerin bazısının izahını Şer'i nasslarda
bulamayınca Hulefâyı Râşidinin sireti, kavli ve fiili uygulamalarını,özellikle
de Hz. Ebûbekir ve Hz. Ömer'in uygulamalarım araştırmaya yöneliyor-dum. Çünkü
onların uygulamaları, onlara tâbi olmaya dair (özellikle de Hz. Ebûbekir ve Hz.
Ömer), Hz. Rasûlullah'ın emrinden dolayı şer'i sünnet sayılmaktadır. Bundan
sonra da eski ve yeni müslüman âlimlerin sağlam sözlerine müracaat ediyordum. Bu
araştırma da, bu dini din kabul etmeyen hiç bir insandan bir-şey almamaya özen
gösterdim. Müsteşriklerinyazdığı her şeyi attım, içinde bazı gerçekler bulunsa
bile. Zaten özellikle de bu önemli konuda, onlardan alınanlardan dolayı îslâmi
düşüncede oluşan sapmalar hususunda çektiğimiz bela bize yeter Bu araştırmaya
ilmi malzeme olabilecek, önceden yazılmış eserler vardır. Bu hususta, sıfatlar
ve diğer .konular gibi akide meselele-.rinin bazısında Ehli Sünnet'e muhalefet
eden bazı büyük alimlerden nakiller aldım. Fakat onlar imamet konusunda bazen
Ehli Sünnetle uygunluk içindedirler. Bundan dolayı onlar da sünnete uygun olan
bu yerlerde Ehli Sünnet'tendirler. Fakat muhalefet ettikleri konularda Ehli
Sünnet'ten değildirler. Mutezile'den bir görüş naklettiğim zaman mezhebini
belirttim. Çoğu zaman Ehli Sünnet'in görüşüne muhalif şâz görüşlere yer vermedim,
ancak işaret ve imâ ile geçiştirdim. Aralarındaki görüş farklılıklarına veya
bazısının hükmettiği görüşlere gelince, o iki görüşü de, her birisinin
delillerini de muhakkak zikrettim. Sonra da görüşler arasındaki tercihi,
deliller ve tercih sebebini de ortaya koydum.
Araştırmanın Pilanı
Bu mütevazı eseri
yazmada tâkib ettiğim plâna gelince; bir giriş, iki bölüm, bir de sonuç diye
kısımlara ayırdım.
Girişte, bu konuyu
tercih ve çok kısa zamanda yazma sebebimi, sonra metodumu, araştırma esnasında
karşılaştığım bazı zorlukları, ve daha sonra da bu bahsin akide ile, alakasını
anlattım. Birinci bölümü dört kısma ayırdım. Birinci kısım; imametin tarifi.
Lügat tarifinden sonra istilâhi ve tercih edilen tarif, Kitap ve sünnetteki
İmamet lafzının tarihi seyri, imamet, hilafet, mü'minlerin emirliği lafızları
arasındaki eş anlamlılık, imamet ve hilâfet lafizları-mn kullanılmaları, sonra
halife ile melik arasındaki fark, son olarak da Hulefâ-i Râşidin dışındaki
kimseler için halife lafzının kullanılışının cevazı...
ikinci kısım:
İmametin Vâcibliği, bunun kitap, sünnet, icma, seri kaidelerden delilleri Sonra
mütekaddimin ve çağdaş alimlerden imametin vâcib olmadığına hükmedenlerin
münakaşasına yöneldim. Bu konunun peşine, unutulan bu vacibi, yerine getirme
ile ilgili mükellefiyetten söz ettim.
Üçüncü kısım:
Bu kısmı İmametin Maksadları'ndan sözetme-ye ayırdım. Bu da kısaca, İslâmı
hakim kılıp dünyayı da din ile idare etmektir. Bu kısımda dünyayı din ile idare
etmeyen kimselerin hükmü ve bu konuda, ulemânın görüşlerinden bahsettim.
Dördüncü Kısım:
İmametin Akdolunma Yolları'ndan bahsettim. Başta Hulefa-i Râşidîne ait imametin
akdolunmasındaki yolların meşruiyetinden. Hz. Ebûbekir (r.a.) hakkında nasdan,
ulemânın görüşlerinden ve her görüşün delillerinden söz edilmekte, tercih edilen
görüş, Hz. Ali (r.a.) hakkındaki nass iddiasından ve ondan başka imamların
iddia edeceği ve bu konuda Hz. Ali ile ilgili olarak gelen nasslardan söz
edilmektedir. Daha sonra Hz. Ali (r.a.)'nin, Hz. Ebû Bekir (r.a.)'e Sakife'de
bulunmadığı halde bey'at ettiğinin sabit oluşu.Sonra onların (r.a.) İmameti
akdetmedeki yollarının, tarihi yönü üzerinde durdum. Onların her birisinin
seçiliş usulünden özetlenmiş neticeleri de açıkladım. İşte bundan sonra bizim
için şer'î akdolma yollan açığa çıkmış oldu. Şöyle ki: Önce Ehli Hal; ve'î-Akd
tarafından yapılan seçimden, sonra Ehli Hal ve'1-Akd'in öneminden ve meşruiyetinden
bahsettim. Sonra da Ehli Hal ve'1-Akd'dan ve onlarla ilgili hükümlerden söz ettim.
Sonra ikinci yola yöneldim. Halife tayin edilişi (istihlaf) ve bunun caiz
olduğuna dair delilleri açıkladım. Onun, Ehli Hal ve'1-Akdm rızası şartına
bağlı oluşu, İmamet şartlarının kendisinde tamamiyle bulunduğu, istihlaf edilen
(seçilen) kimseye, onların bey1 at edişlerini açıkladım. Beyât bahsi ve onunla
alakalı olan hükümler üzerinde durdum. Bundan sonra da kahr ve galebe yolu
(ihtilal yolu) ve bu yolda; Ulemanın görüşleri üzerinde durdum.
İkinci bölüm: Bunu da
dört kısma ayırdım.
Birinci kısım :
İmâmın Şartları ve Kureyşilik şartı üzerin durdum, Kureyşli'nin kimler
olduğunu, bunun şart koşulmasının delillerini ve ulemanın görüşlerini
açıkladım. Sonra da tercih edilen görüşü, bu şartın hikmetini îbni Haldun,
Dehlevî ve Reşid Rıza'nın görüşlerinin münakaşasıyla birlikte izah ettim. Daha
sonra faaliyet şartı ve bu konuda ulemanın görüşlerini, delillerini ve tercih
edilen görüşü ortaya koydum. Bu kısmın içine, Hulefâ-i Râşidin arasındaki
afdaliyetle ilgili deliller ve herbirinin fazileti hakkında gelen hadisleri
aldım. İslâm fırkalarının bazısının durumlarını da konu edinerek konuyu sona
erdirdim.
İkinci Kısım :
İmâmın Görevleri ve Hakları'ndan bahs eden bir konu ayırdım. Bunu da üç konuya
böldüm. Birinci konuda imâmın görevleri, ikincisinde hakları ve itaat hakkı
üzerinde durdum, itaatin nerelerden olacağını, hududunu ve buna bağlı olan
-ahkâmı açıkladım. Üçüncü konuda şuraya özel yer ayırdım. Şura, hükmü, imâmı
bağlayıcılığının sınırı ve bütün bunlar hakkında tercih edilen görüş üzerinde
durdum.
Üçüncü Kısım :
Azl, imamlara karşı ayaklanma. Bunu da üç konuya ayırdım. Birinci konu: Azlin
sebepleri ve ulemanın görüşle-ri.İkinci konu : Azlin sebepleri kılıç meselesi
ve silahlı ihtilal üzerinde durdum. Silahlı ihtilal yolunun, tehlikelerinden
dolayı İslâmın bunu dar tutmasını açıkladım. Çünkü bu durum, yok edilmesi
düşünülen kötülükten daha büyük kötülüğü doğurmakta ve bu vasıta, fitnelere
ve maslahat dışında müslüman kanının akıtılmasına sebep olmaktadır. Üçüncü
konu: İmamlara karşı ayaklanış, bunu da iki kısma böldüm. Birincisi:
Ayaklananlar ve çeşitleri hakkında. İkincisi: Kendilerine karşı ayaklanılanlar
ve kısımları. Küfür sınırına ulaşmayan zalim fasık imamlara karşı ayaklanma
bahsinde uzunca durdum. Bu meselede ulemanın görüşleri ve her görüşün üzerine
eğildim. Bu delillerin münakaşasını yaptım. Bunun ardından doğru gördüğüm
görüşü ortaya koydum.
Dördüncü kısım : Ehli Sünette İmamların birden fazla olması ile ilgili görüşleri, her
mezhebin delillerini sonra da tercih edilen görüşü açıkladım. Son olarak gücüm
oranında her geçen konunun sonucunu yazarak bitirdim.
Araştırmada Karşılaştığım Zorluklar
Allah'ın rızasını
isteyen müslümamn her yaptığı işinde zorluklarla ve meşakkatlerle karşılaşması
muhakkaktır. Onlardan bir kısmı aşılamaz bir kısmı da aşılabilir. Bu
araştırmada karşılaşıp da aşma hususunda Allah'ın bana yardım ettiği
zorluklardan en önemlileri şunlardır:
1- Konunun ve şubelerinin genişliği, meselelerin
çokluğu, her meselenin hükümlerindeki görüş farklılıklarının araştırmaya muhtaç
olması...
2- Konunun,
uzun zamandan beri gerçek hayatta uygulamadan uzak oluşu... îslâmi hayatta
meydana gelen sapmanın ilkinin hakimiyet konusunda oluşu, gerçek mecrasından
çıkması ve hâlâ bu sapmanın devam etmesi. Biz bugün, bu konuya bir çare
bulamıyoruz. Ancak ilk olarak nazarî prensipler açısından sonra da içinde
bulun-
duğumuz çağa uygun,
tatbike müsait prensipler açısından çaresini bulacağız.
3- Bu
meseledeki malumat ile ilgili ilk alimlerin görüşlerinin toplanmasının zorluğu.
Çünkü konu, ilgili kitapların farklı yerlerin1 de araştırılmaktadır. Bir kısmı,
akaid kitaplarının imamet ve diğer bablarında, bir kısmı fikıhda muhtelif
yerlerde araştırılmaktadır. Bir kısmı muayyen bir baba tahsis edilmiş, bir
kısmı "Ahkâmu-1-Buğât" ta, bir kısmı "Hudâd"da
"Kaza"da araştırılmaktadır. Bir kısmı da namaz konusunun cuma
bahsinde, Vekâle'de, Zevac'de, Cihad'da ve Siyer'de v.s. yerlerde bahis konusu
edilmiştir. Hadis ve şerh kitaplarına gelince; bir kısmı belli bir bölüm
ayırmış, bir kısmı Menâkıb'da araştırmış, bir kısmı Cihad ve Siyer bablarında
açıklamış veya şurüt, sulh ve benzeri bölümlerde konu etmiştir. Usulu'1-Fıkh
kitaplarına gelince; bazı kerre "Emr'de veya "Umum"da veya farzı
kifayede veya içtihadda veya "İstishab"da veya maslahat konularında
açıklamışlar. Tarih kitaplarına gelince, çoğu zaman kitaplarının başında veya
"TerâcinV'de veya bazı hadiseleri yazan bölümlerin içinde... Bir alimin
görüşüne kitabından kolaylıkla vakıf olmak mümkün ama, bu konuda ilk
alimlerimizin yazdığı kitaplar gerçekten az, kitapların içlerinde olan da
dağınık. Bu konuda en çok malûmatı "El-Ahkâmüs-Sultaniyye" isimli Ebû
Ya'la ile Maverdi'nin yazdığı iki kitabın ilk sayfalarında bulmak mümkündür.
Konunun İman Konularıyla Alakası
islâm bir bütündür,
bölünemez. Allah, İslâm'ı insanları karanlıklardan nura çıkarmak için gönderdi
ve onda ameli hükümler ile inanç konuları arasında bağ kurdu. Mesela Allah'a ve
Ahiret Gününe imana karşı çıkana verilecek Ahiret azabı... vesaire gibi. Bu,
Allah'ın kitabında açıktır. Buna dair misaller Kur'an'da çoktur."Zina eden
(bekar) erkek ve kadının her birine yüzer değnek vurun Allah'a ve ahiret
gününe inanıyorsanız, Allah'ın dininde bunlara bir acıyacağınız
tutmasın." (Nur,2) Hırsıza verilen ceza ile ilgili şöyle buyuruluyor: "Erkek
ve kadın hırsızın yaptıklarına bir ceza ve Allah'tan bir azap olmak üzere
ellerini kesiniz! Allah azizdir, hikmet sahibidir." -(Maide: Talak
hakkında: "Ey Peygamberler! Kadınları boşayacağınız zaman, iddetleri
vaktinde (adetten temizlendikten sonra) boşayın. Ve o iddeti sayın. Rabbiniz
olan Allah'tan korkun." (Talak,l) .Buna dair misaller sayılamayacak kadar
çoktur. Bütün hükümler inançla ilgili ve inanca dayanmaktadır. Ahkamın hepsi
amelidir. Fıkhi ahkâm, organların ve kalblerin amellerindendir. Hâlis niyetten
olmayan her amel reddedilir. Zira niyet, kalbin amelidir. Dinin, usûl ve furu'
diye taksim edilişi; sonradan çıkan bir tak-simdir. [10] Usûl
ile murad kalb ameliyle alakalı ilmi ahkâmdır, füru' ile murad organ (beden)
ameliyle alakalı ameli ahkâmdır. Bu taksimden kolaylık ve kısımlara ayırma
hedefi güdülmektedir. Her ne kadar ikiside aynı kaynaktan çıkıp aralarında
fark olmasa bile. Fakat bu ayırım, ikisi arasında bir farkın olduğunu ortaya
çıkarıyor. Bu ikisinden birisi ahkâmın kaynağıdır. Îbnu'l-Kayyım (r.a.) bu
taksim hakkında şöyle diyor: "Bu ayırma, Kitap'da ve Sünnet'te
yoktur." Yine "Kitab'm, sünnetin ve muteber şeriat esaslarının
açıklanmadığı taksimin hepsi, iptali gerekli olan batıl bir taksimdir. Bu
taksim, onların sapıklığının esaslarından birisidir. O kimseler usûl ve furu'
diyerek, isim verdikleri şeylerin arasını ayırdılar. Onun üzerine hükümler
vaz ettiler, hükümleri de akıllarıyla ve görüşleriyle vaz ettiler. Bir de,
furu' meselesinde değil de usul meselelerinde hata ile tekfir konusu var. Bu
da zikredeceğimiz gibi batılın en batılıdır. Furu'u, usûl ile değil de ahad
haberlerle isbat etme de bunlardan birisidir." Sonra Ibn Kayyım, Usûl ve
Furu' arasında onların ortaya koydukları farkı, delillerle çürütür. Ibnu'l-Kayyım,
üstadı İbni Teymiye'ye bu konuda tâbi olmuştur. Şöyle ki; İbni Teymiye bu
taksimi doğru bulmaz ve der ki: "Gerçek temel olan usûl meseleleridir,
teferruat olan da Furu' meseleleridir." Bu durumda bizim için önemli olan,
İmamet konusuyla alakalı olandır. O da "İmamet, akide mevzularından mı
yoksa fıkıh konularından mı"?, sorusunun cevabıdır. Şu bir gerçek ki
İmametin inançla ilgili yönleri de var fıkhi yönleri de, tarihi yönlerinin
olduğu gibi. Bundan dolayı Selef âlimleri (r.a.) İnanç esaslarını anlatırken ve
akaid yazarlarının hemen hemen hepsi de imameti anlatırlar. İmameti dört halife
ile ve hilafetteki tertiplerini de faziletteki tertib-leri üzere
sınırlandırmışlar, hatta İmameti Kureyş'e ait kılmışlardır. Kim onlara
düşmanlık ederse, Allah onu yüzükoyun cehenneme sürer. Namazı her salih ve
fasık imâm arkasında kılmak, cihad ve haccı imâmla yapmak, imamlara karşı
çıkışın haramlığı, haramın dışında onları dinleyip itaat etmek... Bütün
bunlar, imametin konula-rındandır. İşte bu sebepden dolayıdır ki Kelâm Ulemâsı
imamet konusunu, akide kitaplarının sonlarına yazmışlardır.
Kelam Ulaması
Bu akide konusu
etrafında doğan, Şiilerin "imamet bahsindeki yanlı itikadları, imameti
dinin rükünlerinden saymaları, imamlarını masum görmeleri, ricat, imâmın gaybı
bildikleri iddiaları vb." gibi bidat ve sapmalara reddiye için de yine
akide konuları içinde cevap verilmiştir. İçinde bulunduğumuz çağda bazen
dindarlar, çağdaş fikri meselelerin en mühimlerinden birisi olduğu halde,
imametin dinden olduğunu inkar etmelerine karşılık bazıları da akide ile
ilgili meselelerden saymışlardır. İmametin fikri yönlerine gelince; bu yönleri
daha çoktur: İmamlığın şartları, müslümanlarm imâmı nasıl seçeceği, Ehli Hal
ve'l-Akd, şartları, sayıları, şura ve ahkâmı, bey'at ve ahkâmı v.s. gibi. Bu
konunun tarihi taraflarına gelince: Hulefa-i Râşidînin uygulamaları,
kendilerinden sonra gelenlerin durumları, zamanlarında meydana gelen hadiseler,
neticeler, ibretler ve bunlardan çıkarılan ahkâm. İmamet konusu, akide ile
fıkhi hükümlerin birbirlerinden ayrılmadığını gösteren delillerden birisidir.
Öyle ki bunlardan biri olmadan diğeri de olmaz. Her birisi diğerini ger ektir
içidir. İşte bundan dolayıdır ki Allah (c.c); imamlara itaati, onlara nasihat
etmeyi, şer'i bir gerekçe olmadan din adamlarına karşı ayaklanmamayı, işleyenin
se-vaplanacağı, işlemeyip terkedenin kıyamet gününde uhrevî azapla cezalandırılacağını
ibadetten kılmıştır Bu mütevazı çalışma ve gayretle, konunun gerçekten hakkını
verdim ve bütün yönlerini tamamladım diye iddia etmiyorum. Fakat bu yolda
hiçbir çabayı küçük görmeden çalıştığımı söyleyebilirim. Ömer'ul-Faruk'un
(r.a.)'ın dediği gibi diyorum : "Ayıplarımı bana gösterene, Allah merhamet
eylesin."Kim bunda bir hata veya noksanlık veyahut değişmesi gereken bir
mana veyahut da kelime kayması gibi bir şey bulurda bana bildirirse o kişinin
İslahı için Allah'a dua ederim. Hem de o konuda nasihat görevini yerine
getirmiş olur. Çünkü insan zayıftır. Allah'ın, tev-fikiyle koruduğu kimse hariç
hiçbir insan hatadan uzak değildir. İmameti gerçekleştirmesini Allah'tan niyaz
ediyor, O'ndan istiyor ve nihayet, Allah'a şükrediyor, evvelen ve ahiren,
zahiren ve batınen sa-yılamıyacak olan nimetlerine hamdediyorum. Bu araştırmayı
bitirmede bana yardım eden O'dur. Bundan sonra bu araştırmayı, hedefe
yönlendirme ve istişare etmede, düzeltme ve münakaşada, müracaat ve tetkik
etmede yanlışı açığa çıkarmada her kim benimle yardımlaşırsa çok teşekkür ederim.
Hem de Mevlâyı Kerimden o kimseleri mükâfatın en hayırlısıyla mükafatlandırmasını
isteyerek, bizi de onları da sevdiği ve razı olduğu şeylere muvaffak kılmasını
arzu ederek... Özellikle katında talebelik şerefine erdiğim pek kıymetli Dr.
Râşid Bin Râcih eş-Şerif e çok teşekkür ederim. Çünkü kendisi bu tezin kontrol
görevini üzerine almıştı. Bana çok vakit ayırdı, sorumluluklarının ve
meşguliyetlerinin çokluğuna rağmen yönlendirmelerde bulundu. Allah (c.c.) ona
mükafatın en hayırlısını, ecrin ve sevabın en bolunu ihsan buyursun. Duamızın
sonu "Elhamdülillah! Rabbil âlemin". Salât ve selâm, nebi Hz.
Muhammed'e (s.a.v), âl ve asabına ve kıyamete dek ona tabi olacakların
tümüne.Rabbın afûnı uman Abdullah B. Ömer, B. Süleyman ed-DEMİCİ
İkinci Baskının Önsözü
Bütün hamdler yalnızca
Yüce Allah'a, salat ve selam kendisinden sonra hiçbir peygamberin gelmeyeceği
Rasûlüne aittir. Kısa zamanda birinci baskısı tükendikten sonra bugün kıymetli
okuyucularımıza ikinci baskıyı sunuyoruz.Bu, Mevla'nın bize bir ikramı olup
aynı zamanda böyle önemli konularda İslâmi yayıncılığa olan ihtiyacın da bir
işaretidir.Bu baskıda, imkan nisbetinde birinci baskıdaki hatalar giderildi,
noksanlıklar tamamlanmış oldu. Özellikle de aralardaki ve fıhristler-deki
noktalama işaretleri, bazı baskı yanlışlıkları, kelime düşüklükleri de telafi
edilmiş oldu. Önceki baskıda olan bu durumlardan dolayı kıymetli
okuyucularımızdan gerçekten özür diliyoruz.Yine bu baskı bazı yeni ilmi
dayanaklar ve gerekli düzeltmelerden hali değildir. Nitekim okuyucu kitapta
bunları bulacaktır.Ben daha önce yazdığım bütün her şeye karşı tenkitçi ve
düzeltici bir konumda yaklaştım. Bu nedenle de bazı nasslara (delillere) yeniden
baş vurmak, bazısını diğer bazısına bağlamak, düzeltilmesi gereken yerleri
düzeltmek ve yeniden gözden geçirmek zorunda kaldım. Böylece bu baskı, inşallah
doğruya daha yakın, yeni bir elbise içinde ortaya çıkmış oldu. Bu da Yüce Allah
(c.c.)'m lütfundandır.Başında ve sonunda, içten ve dıştan O Yüce Zat'a hamd ve
şükrediyorum. O'ndan hakkı hak olarak gösterip hakka uymayı, batılı batıl
olarak gösterip batıldan da sakınmayı nasib etmesini istiyorum. Ey gaybı da
varlıklar alemini de bilen, gökleri ve yeri yaratan! Kulların, aralarında
ihtilaf ettikleri konularda Sen hüküm verirsin. , Haktan uzak, ihtilaflı
konularda beni doğruya ulaştır. Muhakkak sen, dilediğin kimseyi sırat-ı
müstakime (doğru yola) ulaştırırsın. Duamızın sonu, alemlerin Rabbi Yüce
Allah'a hamd etmektir.
Abdullah b. ÖMER
ed-DEMİCİ 21.11.1408
1. İMAMETİN TARİFİ
2. İMAMETİN VACİP OLUŞU
3. İMAMETİN MAKSATLARI
4. İMAMETİN AKDOLMA YOLLARI
Lügatte
"Emme" fiilinin masdarıdır. Nitekim Araplar şöyle der-îr:
"Emmehüm ve Emmebihim" 'Onların önüne geçti'. İmamet, öne eçmedir. İmâm
: "Başkan veya diğer insanlardan kendisine uyulan."[11] İbni
Manzur diyor ki: "İmâm, ister sapık ister istikamette olsun plümun
kendisine uyduğu herkestir. Çoğulu "Eimme" dir. Her şe-in imamı, o
şeyin, idarecisidir, başkanıdır, onun ıslah edenidir, öır'an, müslümanlarm
imamıdır. Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) nâmların imamıdır. Halife, halkın
imamıdır. Yine imâm, halkın na-ıazda iktida edip uyduğu kimsedir. İmâm; Örnek
olarak çocuğun okuldaki imâmı denince her gün ğrendiği şey anlaşılır. İmâmu
1-misâl, kendisine örnek aldığı kimse İmâm;
Binada uzatılan iptir ki bina o ipe göre yapılır ve binanın uğlaları ona göre
örülür. [12] İmâm; Önde olan, önde
yürüyen, öne geçendir. Bir kimse bir imseyi örnek edindiği zaman arkasında
yürür, nereye bassa o da raya basar. Ne yapsa o da onu yapar. Okulda, çocuğun
imâmı, her gün öğrendiğidir. Her insan, Öğren-iğini yapar. Öğrendiği sanki bir
insan gibi önde gider, o da onu taib eder. Bunun için Öğrenilen bilgiye de imâm
denmiştir. Bina yapımında, tuğlalar düzgün olsun diye bir ip konur. İmâm, akip
edilen, ona göre hareket edilen, tabi olunan kimse olunca; tuğ-alarm da imâmı,
tuğlalar dizilirken ipe uyduğundan, düzgünlükte pi takip ettiğinden dolayı
çekilen o ipe de imâm denmiştir.Tâcu'1-Arûs sahibi diyor ki:'İmâm: Geniş yol
demektir. Şu âyet de bu mana ile tefsir edilmiş: "Biz onlardan intikam
aldık (Sedum ile Eyke) ikisi de halâ apaçık durmaktadır." (Hıcr, 79) Buradaki
imâm, uyulan yol manasmdadır." Yine, (Halife: halkın imamıdır). Ebû Bekr
diyor ki: "Filan adam kavmin imâmı" denilince öncülük eden, önde
yürüyen manasmdadır. İmâm, reis de olur, Müslümanların imâmı denilince
müslümanlarm reisi, başkanı demektir. Yine diyor ki; Yolculuk esnasında yol
gösterene yolculuğun imâmı denilir. Develerin çobanı; geride de olsa develerin
imamıdır. Çünkü çoban onların kılavuzudur
[13]Cevheri,
Sıhah da diyor ki: "Emme" fetha ile kasd etme, yönelme, birşeye
yönelince teemme denilir [14] İmâm
kelimesine birbirlerine yakın manalar verilmektedir. Bütün bu geçen
tariflerden lügatçılara göre bu lafızların ifade ettiği manaların birbirine
yakın olduğunu anlarız. Demek ki imamet, Öne geçme ve uyma manaları etrafında
dönmektedir.
Alimler çeşitli
tarifler yapmışlardır. Lafızlarda değişiklik olsa bile manalarda birbirlerine
yakınlık vardır. Bunlardan bir kısmı aşağıdaki şekildedir:
1-
"Mâverdi"ye göre: "İmamet, dini koruma ve dünyayı din ile idare
etmekte peygamberliğe vekalet için konulmuştur."[15]
2- İmâmul
Haremeyn el-Cüveynî şöyle diyor: "İmamet tam bir önderlik, din ve dünya
işlerinde özel ve tüzel herkesle alakası bulunan bir başkanlıktır.'[16]
3-
"Neşen" Akaid'inde şöyle tarif etmiştir: "Dini uygulamada, bütün
ümmetlere vâcib olmak üzere Hz. Peygamber (s.a.v.)'e vekalettir."[17]
4- Mevâkıf
sahibi de şöyle diyor:"Uyulması bütün ümmete vâcib olması itibariyle dini
yürütmede Eîz. Peygamber'e hilafet etmektir."[18]
5- Aİlâme
İbni Haldun şöyle tarif ediyor: "Uhrevî maslahatlarla ilgili olan dünyevi
maslahatlar konusunda seri esaslara göre tüm insanları sevk ve idare etmektir.
Zira dünya ahvalinin hepsi Sari katında ahiret maslahatına yöneliktir. Gerçekte
imamet, dini korumada ve dünyayı din ile idare etmede şeriat sahibine vekalet
etmektir."[19]
6- Üstâd
Muhammed Necib el-Mutii şöyle diyor: "İmametten maksad, din ve dünya
işlerinde toplumu idare etmektir."
[20] Bu
manalar etrafında daha nice tarifler vardır. Bu tariflerde tercih edilen İbni
Haldun'un zikrettiğidir. Çünkü onun tarifi benim görüşüme göre "efradını
cami, ağyarını mâni"dir. Bu tarifin açıklaması: "Kâffenin
idaresi" sözüyle, emirlerin, kadıların ve diğerlerinin idareciliklerini
hariç tutuyor. Çünkü bunlardan her-birisinin idareciliklerinin sının belli,
salâhiyetleri de kayıtlı (imâmın salahiyetine bağlıjdır. "Şer'i ahkâmın
gereğine göre" sözüyle de şeriatın hakimiyetiyle kayıtlıdır. Zira İmâmın
hakimiyeti, İslâm şeriatına uygun olmasına bağlı olarak vâcibdir. "Dünyayı
din ile idare etme" hevâ ve hevesle, şahsi çıkarla değil... Bu şart da
dışarıda bırakıyor. "Dünyevî ve uhrevî maslahatlar çerçevesinde"
sözüyle de, birini bırakıp sadece birisini gözetmeyi değil imâmın
mesuliyetinin hem din hem dünya maslahatlarını kapsaması gerektiğini açıklıyor.
Kur'an-ı Kerim'de
"İmâm" lafzı, çeşitli yerlerde tekil sigası ile gelmiş onlardan
birisi, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e, Hz. İbrahim (a.s.)'m anlatıldığı şu âyet-i
kerimedir: "Hani bir zamanlar İbrahimi Rabbi birtakım kelimelerle imtihan,
etmiş, o da onları tamamen yerine getirmişti. "Ben seni insanlara imâm
yapacağım!" buyurdu. İbrahim, "Züriyetimden de!" dedi. Allah,
"Benim verdiğim söze zalimler nail olamaz" buyurdu." (Bakara,
124) Mana şu: (Ben Seni insanlara kendisine uyulan ve itaat edilen imâm
edeceğim.)[21] Mü'minlerin duasını
anlatırken Cenabı Hak şöyle buyuruyor: "Onlar ki "Ey Rabbimiz! Bize
zevcelerimizden ve çocuklarımızdan gözlerimizin nuru (mü'minler) olarak iyi
kimseler ihsan et! Ve bizi müttakilere imâm yap"'derler." (Furkan:74)
Yani (Bizi bizden sonra kendilerine uyulan imamlar yap), demektir. [22]Buhâri
de bu âyete şöyle mana veriyor: "Bizden Öncekileri, bizim uyacağımız
imamlar kıl, bizi de bizden sonrakilerin uyacakları imamlar kıl.'[23] Şu
âyette de çoğul sigasıyla geliyor: "Onları emrimizle yol gösteren imamlar
yaptık.." (Enbiya, 73) Ayetin manası: (Hayırda, Allah'a itaat konusunda,
emrini yerine getirmede, nehyinden uzaklaşmada kendilerine uyulan, tabi olunan
ve arkalarından gidilen imamlar kıldık).[24] Başka
bir âyette yine çoğul olarak şöyle gelmiştir: "Biz istiyorduk ki, o yerde
ezilmekte olanlara lütfedelim, onları imamlar yapalım. Kendilerini (Firavunun
yerine) mirasçılar kılalım. " (Kasas, 5) İmamlardan maksad; valiler ve
mâliklerdir.[25] Serde kendilerine
uyulanlara da imâm denildiğini şu âyetten anlıyoruz: "Eğer
andlaşmalarından sonra yeminlerini bozarlar ve dininize saldırırlarsa küfrün
imamlarına karşı savaşın. Bu âyetteki
imamlardan maksad, Allah'ı inkar edenlerin önderleri, başkanlarıdır. [26] Başka
bir âyet: "Onları (insanları) ateşe çağıran imamlar kıldık. Kıyamet günü
onlar yardım görmeyeceklerdir. "(Kasas, 41)
Yani "Allah'ı
inkar edip isyan edenlere, Firavun ve kavmini öncüler yaptık." [27]demektir.
"İmâm" lafzı
mutlak (umûmi) manada kullanıldığı zaman, batıl imamlara kullanılmaz. Çünkü
Kur'an'da bu kelime ile, (batıl imamların) anlatılması kayıtlı olarak gelmiş,
bu âyetlerde olduğu gibi mutlak bir ifade ile gelmemiştir. Kafirler önder
olamayacaklarından, kafirlerin önderlerine mutlak olarak imâm ismi verilemez.
Ancak "Kafirlerin imamları" şeklinde kullanılır ."İmânı"
lafzı, bir çok hadisi şerifde de kullanılmıştır. Onlardan bir kısmı şöyledir:
"İnsanlar üzerinde olan (El-İmâmü'1-A'zam) en büyük İmâm çoban (gibi)dir.
O da halkından sorumludur." [28] Başka
bir hadis: "İmamlar Kureyş"tendir" [29]
Bunlardan murad idareci veya halifedir. İnşallah yeri geldikçe zikredeceğimiz
çok sayıda hadis vardır. Buraya aldıklarım imametin İslâmi terim manasıdır. "İmâmdan
kastedilen müslümanların halifesi ve idarecisidir. İmamet bazen "İmameti
Uzmâ" veya "İmameti Kübrâ" diye nitelendirilir. Bu, namazdaki
imametten ayrılması için yapılır. İşte bütün bunlardan anlaşılacağı üzere
imamet, tek başına kullanıldığında İbn-i Hazm (r.a.)'m da açıkladığı gibi
"İmameti Kübra" ya da "İmameti Amme" kast edilir.
Imâmet-i Kübra:
En büyük imâm, yani en büyük liderlik, en büyük emirlik, en büyük yöneticilik
manasınadır.[30]
"İmâm" "Halife" ve "Emir'ül
Mü'minin" lafızlarının eş anlamlılığı Hilafet ve imamet konusunda rivayet edilenlerden ortaya çıkan durum
şudur: Hz. Peygamber, (s.a.v.) sahabe ve tabiin, Halife ile İmâm lafzı arasında
bir ayrım yapmamıştır. Aynı şekilde Hz. Ömer (r.a.)'ın idaresinden sonra ona
izafe ettikleri "Emirül-Mü'minin" lafzı hakkında da bir ayırımda
bulunmamışlardır. Alimler de bu görüş üzere olduklarından aynı manaya gelen bu
lafızları eş anlamlı kelimeler olarak kullanmışlardır. İmâm Neve-:Vİ (r.a.)
diyor ki: "İmâm" "Halife", "Emir ül Mü'minin"
denilmesi caizdir."[31] İbni
Haldun "Bu makamın hakikatini açıkladık. Bu makam ki şeriat sahibine
(peygamber'e (s.a.v.) dini muhafaza ve dünya-iyı din ile idare etme hususunda
vekildir. Bu makam, hilâfet veya imamet diye isimlendirilir. Orada duran ise halife
veya imâm diye isimlendirilir .[32] İbn-i
Manzur ise hilafeti "imare" diye tarif ediyor [33] Üstad
Muhammed Necib el-Mutii, Nevevî'nin el-Mecmuâ'sma yazdığı tekmilede aynı
görüşte olduğunu şöyle dile getiriyor: "İmamet, hilafet ve imaret eş
anlamlı kelimlerdir" [34]Muhammed
Reşid Rıza da aynı düşüncededir.[35] Ebû
Zehra da hilafet ve imamet lafızları arasındaki eş anlamlılığı şu şekilde
açıklıyor: "Siyâsi mezheplerin hepsi hilâfet etrafında dönüp dolaşıyor ki
o da İmâmet-i Kübrâdır. Bu makama Hilafet ismi de verilmiştir. Çünkü halife,
hilafeti üzerine alan, müslümanların işlerini idarede Hz. Peygamber(s.a.v.)' [36]vekalet
ederek müslümanlara en büyük idareci olan kimsedir. Ona imamet ismi de
verilmektedir Çünkü halifeye imâm denilir ve halifeye itaat vâcibdir. Zira
insanlar, kendilerine namazda imamlık yapanın gerisinde namaz kıldıkları gibi
halifenin de arkasında yürürler [37] Yani
ona uyarlar.Halifeler namaz imamlığını, özellikle Cuma ve Bayram namazı
imamlığını üzerlerine alan kimselerdir. Fakat İslâm Devletinin toprakları
genişleyip halifelerde ilmi yön zayıflayınca, namaz imamlığında Cuma ve Bayram
hutbelerinde kendi makamına kaim olan kimseleri vekil olarak tayin etmeye
başladılar. Üstad Muhammed el-Mübarek (r.a.), (İmâm, Halife, Emirel Mü'minin)
lafızlarının tercih sebebini şöyle açıklamıştır. Yeni olan İslâmi düzen ve
başkanlık sisteminin, eski olan Fars ve Romalıların krallık anlayış ve
düzenlerine zıt olduğunu ortaya koymak içindir. [38] İlk
halifeler İmâm unvanı gibi halife unvanıyla da anılıyorlardı. Hz Ömer İbni'l-Hattab
(r.a.) zamanından ben muslumanlar "Emir'el-Mu minin" lâkabım
kullandılar. İbni Sa'd Tabakat ında şöyle anlatıyor: "Hz. Ebû Bekr (r.a.)
Allah'ın Rasûlünün Halifesi Hahfe-tü Rasûliilah) diye çağrılırken, ölünce
*Z/°™ly,{^ t^ Rasûlünün Halifesinin Halifesi (Halifetü halıfetı Rasululıllah)
denildi Bu uzun oldu. Halife diye çağırmada ittifak ettiler. Sonraki halifeler
halife olarak çağırılırdı. Rasûlüllahm ashabının bazısı şöyle demişlerdir.
"Biz mu minleriz, Ömer de emirimizdır . iste Hz Ömer, (r.a.) de böylece
"Emire'1-Mü1 minin" diye çağrıldı. Hz. Ömer (r.a.) bu unvanla ilk
anılan kişidir.[39] Rivayet edilmiştir ki
Lebid bin Rebia ve Adiy Bin Hâtem (r a.) Medineye gelince Amr Bin el-As'a:
Bizim için Emirel Mümininden izin iste" dediler. Amr bin As da:
"Vallahi siz isminde isabet ettiniz, O emir, biz de müminleriz" dedi.
Amr, Hz. Ömer (r.a.)m huzuruna girdi ve şöyle dedi: "Esselamü aleyke ya
Emirel müminin Hz. Ömer: "Bu nedir"? dedi. Amr da: "Sen Emirsin,
biz de müminler Yazışmalarda o günden beri böylece kullanıldı.[40]İsim
vermenin sebebi hakkında şöyle de denilmiştir [41]Yalın
olarak emir lafzı Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında da kullanıldı. Lakin Halife
lafzı, yalnız başına kullanılmadı. Emir ismi ordu emiri, iklim emiri, şehir
emiri v.s. gibi kullanılıyordu. Mesela hadiste şöyle gelmiştir: "Kim bana
itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur kim bana isyan ederse Allah'a isyan etmiş
olur. Kim emırıme itaat ederse bana itaat etmiş olur. Kim emirime isyan ederse
bana ısj etmiş olur."[42]
Anlaşılan şu ki İmamet
lafzı, Ehl-i Sünnete göre adet bakımından akide ve fıkıh bahislerinde çokça
kullanılmıştır. Hilafet lafzının kullanılması da tarih kitaplarında çokçadır.
Belki bundaki sebep, bu konuların -özelikle akide kitaplarında- Şia ve
Hariciler gibi ehli bi-da'ya reddiye için yazümasıdır.Şia, hilafet lafzını
değil İmamet lafzını kullanır. İmameti, kendilerine göre imanın rükünlerinden
birisi olarak kabul ediyorlar. İmamet ile hilafet arasında farklılık
görüyorlar. Onlar, İmamet lafzının din idaresinde, hilafet lafzının da devlet
idaresinde kullanılmasına itibar ediyorlar. [43] Buna
dayanarak, Hz. Ali (r.a.)'nin, kendisinden önce geçen üç halife zamanında da
imâm olduğunun isbatını kasdediyorlar. Halbuki bunda, dini devletten ayırma
vardır. İslâm ise bunu kabul etmemektedir . Rafızi Batinileri [44] ile
bazı Mutezililer [45] din
ile devleti ayırma görüşünü kabul edenlerdendir. Çağdaş yazarların bazısı, Ehli
Sünnetin, İmamet lafzını kullanma sebebinin Şia'dan, etkilenme olduğunu iddia
ediyorlar.[46] Bazıları da, bu ismin
kullanılmasının Şia'nın icadı olduğu görüşündedir [47] Bu
iddia doğru değildir. Çünkü nıüslümanlar, Şia'nın cemaatten ayrılmasından önce
bu lafzı kullanıyorlardı. Hem âyetlerin ve hadislerin bazısında kullanılmış,
hem de sahabe (r.a.) bu imâm lafzını kullanmışlardır. Daha önce geçen imametin
tarifinden şunu anlamaktayız ki; İmameti tarif etmek için ortaya çıkan ulema,
din işlerini, dine yardımı, dini muhafazayı, dünya işleri üzerine tercih
etmişlerdir. İkinciyi (dünyayı) birinciye (Dine) tabi kılmak manasına bir
tercih... Dünya idaresinin, din ile, dinin hükümleriyle ve dinin prensipleriyle
olması vâcibtir (farzdır). Dini siyasetten ayırmak Rabbani şeriata, İslâmi
prensiplere açıkça tersdir. Dünyayı beşeri kanunlarla veya nefsani arzular ve
nefsani görüşlerle idare etmek aynı şekilde İslâm'a zıttır. Bu çeşit hükümler
İslâmi hükümdür, İslâmi şeriatla yürür diye ifade edilmesi asla caiz değildir.
Bu, apaçık İslâm şeriatına aykırıdır ve bunu İslâm hiçbir surette kabul etmez.
Alimler, hilafet ile
meliklik arasım ayırmışlardır. Allame İbni Haldun bu konuda şöyle diyor:
"Tabii meliklik, tüm halkı belli bir istek ve maksadın gereğine göre
idare etmektir. Siyasi meliklik de toplumu, zararı defetmede, dünyevi
menfaatları celbetmede akli görüşün gereğine göre yönetmektir. Hilafet ise,
toplumu, uhrevi maslahatlarda ve ahireti kazandıran dünyevi maslahatlar
hususunda, şer'i prensip gereğine göre sevk ve idare etmektir."[48] Hilafet
ile meliklik arasındaki fark, Hz, Peygamber (s.a.v.) den rivayet edilen sahih
hadislerle sabittir. Huzeyfe (r.a.)'nin Hz. Peygamber (s.a.v.)'in şöyle
dediğine dair sözü: "Sizin aranızda Allah'ın, olmasını dilediği kadar
nübüvvet olacak, sonra nübüvveti (peygamberliği) kalkmasını dilediği zaman kaldıracak
sonra nübüvvet metodu üzerine hilafet olacak, o da Allah'ın, olmasını dilediği
kadar olacak. Sonra hilafeti, kalkmasını dileyince kaldıracak sonra ısırıcı
meliklik [49]olacak.
O da Allah'ın, olmasını diledği kadar olacak. Sonra ısırıcı melikliği,
kalkmasını dilediği zaman kaldıracak. Sonra zorba meliklik olacak. O da
Allah'ın, olmasını dilediği kadar olacak. Onu da, kalkmasını dilediği zaman
kaldıracak. Sonra nübüvvet metodu üzere hilafet olacak dedi, sonra da sustu. [50]
"Bu hadis kıyamete kadar olan idarenin seyrini ifade etmekte. Nübüvvetten
sonra hilafet, hilafetten sonra önce ısırıcı sonra zorba meliklik gelecek. Bu
ısırıcı ve zorbaların zamanında İslâm vardı. Müesseseler İslâmdı, düzen küfür
düzeni değildi. Belki zulüm vardı. İdare İslâm idi. Ancak bugün bunlar da yok.
Zira şimdi zulüm ve küfür var, şirk var. İnşallah bu da kalkacak hadise göre.
Zannıma göre işte biz bu zamandayız. Zira başka çare yok. Çünkü bütün batıl düzenler
çöktü, batıl olduğu ortaya çıktı. Bize düşen görev bu geçişi çabuklaştırmak
için bir görev üstlenmek, bu ilahi düzene layık olmaya, ehil insanlar
yetiştirmeye çalışmaktır. Sünen sahipleriyle diğerlerinin Said b. Cemhan'dan,
Rasûlullah'ın azadlı kölesi Süfeyne'den, O da Hz. Peygamber (s.a.v.)'den
rivayet etmiştir. Şöyle buyurmuşlardır: "Nübüvvet hilafeti otuz senedir.
Sonra Allah, dilediği Melikini-veya Meliklik- getirir." Başka bir
rivayette: "Hilafet otuz sene olacak, sonra meliklik olur." [51] Ebû
Hureyre (r.a.)'den rivayetle şöyle demiştir: "Cebrail, Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in yanına oturdu. Semaya baktı. Bir de ne görsün bir melek iniyor.
Cebrail O'na dedi ki: Bu melek yaratıldığından beri şu saat öncesine kadar
inmemişti. O melek inince dedi ki: Beni sana Rabbin gönderdi; seni melik mi
yoksa kul Rasûl mü kılayım? diye soruyor. Cebrail O'na (Hz. Peygamber)'e
"Ya Mu-hammed! Rabbine karşı mütevazi ol!" diye işaret etti. Allah'ın
Rasûlü (s.a.v.): Kul Rasûl kıl, dedi. [52] Bu,
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in münaka-şasız müslümanlarm imâmı olduğuna melik
olmadığına delildir. İbni Teymiye: "Hz. Peygamber (s.a.v.) mal ve
idarecilikten faydalanarak ahiretteki nasibinden hiçbir ecir noksan olmasın
diye melik-liği tercih etmemiştir. Çünkü kul peygamber, Allah katında nebi
me-likden daha faziletlidir."[53] Asar:
Eserin çoğuludur. İki görüş vardır:
1. Muhaddislere göre, Rasulullah (s.a.v.),
sahabe ve tâbiûnun söz, fiil ve takrirleri. Merfu, mevkuf ve maktu hadisler ile
eş anlamlıdır. (Merfû: Peygamber'e, Mevkuf; Sahabeye maktu: Tâbiü'na isnad
edilen hadis.)
2. Horasan fakihlerine göre, sahabe ve tâbiûnun
söz, fiil ve takrirleridir. Bu rivayet edilen sahabenin sözü oluyor ki
sahabenin sözüne mevkuf hadis denir.
.
(4)
Âsâr'dan; Selman (r.a.)'dan rivayet edilmiştir ki Ömer İbn Hattab (r.a.),
Selman (r.a.)'a halife ile melik arasındaki farkdan sormuş. Selman (r.a.)'da:
"Müslümanların arazisinden bir dirhem veya daha az veyahut daha çok
toplarsan sonra da onu layık olmayan yere koyarsan işte sen bu halinle meliksin
demektir. Halife ise halka adaletle davranandır, aralarında düzgün bir şekilde
taksimat yapandır, erkeğin ev halkına, ve ananın çocuğuna olan şefkati gibi
halkına şefkat edendir ve aralarında Allah'ın kitabıyla hükmedendir"
demiştir. Ka'b şöyle dedi: "Bu meclisde halife ile melikin arasını
ayırdedecek kimseyi zannetmiyordum. Fakat Allah (c.c.) Selman'a cevabı ilham etti.[54] İşte
bu, halkı idare çeşitleri arsındaki farklardandır, saltanat ile hilafetin
kendisiyle tamam olacağı yol ayırımlarındandır. Saltanat âdet olarak, galibiyet
ve zorlama yoluyla, babadan oğuîa geçme yoluyla elde edilir, Ehl-i Hâl
ve'1-Akd'e müracaatla değil. Hilafet ise ancak Ehli Hâl ve'1-Akd'm kabul
etmesiyle olur, ister seçim yoluyla, isterse birisini yerine vekil edinme
yoluyla olsun. Fakat dikkat edilmesi gereken şeylerden birisi şu ki, burada
bizim sözümüz, Allah'ın bazı peygamberleri, hakkında Davut (a.s.), Süleyman
(a.s.) ve diğerleri gibi zikrettiği melikliğe şâmil değildir. Allah Teâlâ
Davut (a.s.)'dan şöyle bahsediyor:"Allah'ın izniyle onları yendiler.
Davut, Câlut'u öldürdü. Allah ona (Davut'a) (saltanat) hükümdarlık ve hikmet
verdi, dilediği ilimlerden ona öğretti..."(Bakara, 251)Süleyman
(a.s.)'dan da şöyle bahsediyor: "Şeytanların, Süleyman'ın mülkü (saltanat
ve peygamberliği) aleyhine uydurdukları şeylere (yalanlara) uydular. Fakat o
şeytanlar kafirdiler ki insanlara sihri ve Babil'deki iki meleğe, Harut ve
Marufa indirilen şeyleri öğretiyorlardı.."(Bakara, 102) Daha nice diğer
peygamberlerden bir kısmı melik diye isimledi-rildiler. Fakat onlar peygamberdirler,
masumdurlar. Şüphe yok ki onların meliklikleri-saltanatları kafi olarak hak
üzeredir. İşte bundan dolayı geçen hadislerde gelen kınama, onlar masum
olduklarından dolayı onları kapsamaz.
Ehli Sünnet
vel-Cemaat, hulefâ kelimesini, Hulefâ-i Râşidinden sonra gelenler için saltanat
sahibi melik olsalar bile, Kureyş'den olma şartıyla cevaz vermişlerdir.
Kureyş'den olma şartının delili de şudur: "Hilafet benden sonra otuz
(senedir). Sonra Allah, dilediği meliki getirir." [55] Ehli
Sünnet, hulefâ kelimesinin, Hulefâ-i Râşidin'in dışındakilere kullanılmasına
Buhâri ve Müslim'in Sahihayn'da Ebû Hureyre (r.a.)'den rivayet ettikleri
hadislerle cevaz vermişlerdir. Ebû Hureyre (r.a.) Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
şöyle buyurduğunu rivayet ediyor: "Beni İsraili, peygamberler idare
ederdi. Bir peygamber vefat ettiği zaman yerine (başka) bir peygamber geçerdi.
Şu muhakkaktır ki, benden sonra peygamber yoktur. Ama halifeler gelecek hem de
çok olacaklardır." Ashab: "O halde bize ne emredersin"?
demişler. "Birinciye ve ondan sonra gelene (sıra ile) yaptığınız bey'atı
tutun! Onlara haklarını verin! Çünkü Allah halka, gözetmelerini istediği şeyden
soru soracaktır. "[56] İbni
Teymiye, hadisde geçen "çok olacaklar" sözü, Hulefâ-i Râşidin'in
dışındakilerden de olacağına delildir, diyor. Zira Hulefâ-i Râşidin çok
değildir. Yine "Birinciye ve ondan sonra gelene (sıra ile ) yaptığınız
bey'atı tutun!" sözü, onların ihtilaf edeceklerine delildir. Zira Hulefâ-i
Râşidin ihtilaf etmediler."[57] Yine
halife ifadesinin başkalarına da verilmesine delillerden birisi de Buhari ve
Müslimin ittifakla Câbir b. Semure (r.a.)'nin Rasûlullah (s.a.v.)'dan şöyle
işittiğini rivayet ettiği şu hadistir: "On iki halife olacak, sonra bir
kelime dedi ki ben onu işitmedim. Babama: Ne söyledi? diye sordum. O da,
"hepsi Kureyş'den" dedi." [58] Bu
hadis, aynı şekilde hilafetin Hulefâ-i Râşidinden başkalarına da söyleneceğine
delildir. Her ne kadar kendilerinde bazı sapmalar ve dinin vâciblerinde ve
Kureyş şartı gibi bazı şartlarda noksanlıklar bulunsa da... Çünkü halife ismini
Kureyşli olmayanlara vermediler. Bundan dolayı Osmanlı liderlerine sultan diye
isim verildi de halife ismi verilmedi. İbnu'l-Ezrak diyor ki: "El-Beğavî,
müslümanlarm işlerini yürüten kimselerin, âdil imamların siretine muhalif
olsalar bile müminlerin işine baktıkları, müslümanlarm da onu dinlediklerinden
dolayı emirel mü'minin ve halife ismiyle isimlendirilme sinde bir sakınca
yoktur."[59] Bu da dinin gereklerini
uygulama şartıyladır, ne kadar da kendilerinin işlerinde noksanlıklar yapsalar
veya zulüm yapmış olsalar da, veyahut mal ve diğer şeylerde zulmetmiş olsalar
da... Ancak dini tatbik etmezseler, küfre doğru götüren bir sapma içine
girerlerse bu ismi almaları, bu ismi kullanmaları caiz değildir. O zaman,
onların müslümanlar üzerinde asla, hiçbir idarecilik hakları olamaz. Delil ise
şu âyettir:"Allak, mü'minler üzerinde kafirlerin lehine hiçbir (hakimiyet,
galibiyet) yolu vermeyecektir." (Nisa, 141) Allah en iyi bilendir.
Müslümanlarm kahir
ekseriyeti, İmâm [60] tayininin
vâcibliği üzerinc.e ittifak etmiştir. Bu icmâdan ancak Hâriciler [61] ile
Mutezileden el-Esam [62] ve
el-Fûti [63] gibi ileri gelenler
ayrıldılar. [64]Bu konuda imâm İbni Hazm
şöyle diyor:
"EH-i Sünnet'in,
Mürcie'nin, Şia'nın ve Hâriciler'in bütünü, imametin vâcib olduğu üzerinde
ittifak etmişlerdir. Rasûlullah (s.a.v.) :n getirdiği şeriat ahkâmı ile idare
eden ve Allah'ın ahkâmım onlara tatbik eden adil imâma itaat etmeleri, ümmet
üzerine vâcibdi:\ Hâriciler'in ileri gelenleri bu görüşe karşı olup şöyle diyorlar:
İmâm tayini insanlara lazım değildir; ancak onlara lazım olan, aralarında hakka
boyun eğmektir."[65]Kurtûbî
ise şöyle diyor: "Ne ümmet arasında ne de imamlar arasında bu konunun
vâcibliğinde, ihtilaf vardır. El-Esâm'dan rivayet edilen görüş hariç. Zira o
şeriattan esam (sağır)dır. Her kim de onun sözüyle hükmeder de onun görüşüne ve
mezhebine tabi olursa o kimse de şeriattan sağırdır, nasibsizdir.[66]Onlardan
imametin vâcibliğini kabul edenler şeriat yolunun va-dpliğini görenlerdir ki,
onlar da Ehl-i Sünnet ve'1-Cemaat ile Mutezi-e'nin çoğunluğudur. [67]
Mutezile'den bir kısmı imametin aklen vâcib >lduğu görüşündedirler. İmametin
vâcibliğini kabul edenlerin bir asmı da Şia'dır. Bunlar imametin Allah üzerine
vâcib olduğu görü-îündedirler. Allah, onların dediklerinden tamamiyle
münezzehdir.Bağdatlı Mutezilîler [68] ile
Basralı Mutezile Cahız [69] ise
imametin ns anlara vâcib olduğu fikrindedirler.Biz şöyle diyoruz: Ehl-i Sünnet
ve'1-Cemaat İmametin vâcib ol-İuğu görüşündedir. Mutlaka dinin emir ve
yasaklarını uygulatacak, mazlumun hakkını zalimden alacak bir imânım bulunması
gerekir. Ehl-i Sünnet buna kitapdan, sünnetten, icmâdan ve şer'i kaidelerden
ielil getirmektedirler.
Ayet-i Kerimede şöyle
Duyurulmaktadır:"Ey iman edenler! Allah'a itaat ediniz, Peygambere ve
sizden olan emir sahiplerine itaat ediniz..." (Nisa, 59)Taberi, Ebû
Hureyre (r.a.)'in şöyle dediğini naklediyor:"Emir sahiplerinden maksat,
ümerâdır. [70] Bu konuda söz sahibi
olanlar, doğru olanın, şöyle diyen kimseler olduğunu söylemişlerdir. Onlar
Allah'a itaat ve müslümanlara da maslahat olan yerde emirler valilerdir."[71]Ibni
Kesir: "Ayette açık olan -gerçi Allah en iyi bilir- ulema ile ümeradan
emir sahibi olanların bütünü hakkındadır." [72] Bu,
tercih edilen görüştür.Bu ayetin delil alınacak tarafı şurasıdır: Şüphesiz
Allah (c.c.) müslümanîara, kendilerinden olan emir sahiplerine -ki, onlar
imamlardır- itaati vacip kılmıştır. İtaati emretmek de emir sahibiolan kimseyi
tayin etmenin, ortaya çıkarmanın vâcibüğine delildir. Çünkü Allah ortada
olmayan kimseye itaati emretmez. îtaatla emretmek itaat edilecek kimseyi
ortaya çıkarmayı gerektirir. İşte bu da, müslümanlara, bir imâm ortaya
koymalarının vâcib olduğuna delildir.Allahu Teâlâ, Hz. Peygamber (s'.a.v.)'e
hitaben şöyle buyurmaktadır:Aralarında Allah'ın (sana) indirdiği ile hükmet,
sana gelen hakikatden (dönüp de) onların hevâ (ve heveslerine uyma..."
(Maide, 48)'Aralarında Allah'ın indirdiği şeyle hükmet, onların hevalarına uyma
ve onların Allah'ın indirdiği şeylerin bir kısmından seni şaşırtmalarından
sakın!..."(Maide, 49)Allah Teâlâ'dan Rasûl (s.a.v)'e gelen bu emir,
müslümanlar arasında Allah'ın indirdiği şeyle yani şeriatla hükmetmek
gerktiğini bildirir. Hz. Peygamber (s.a.v)'e olan hitap, onu Özel kılacak bir
delil olmadıkça ümmetine hitapdır. Burada da bu uygulamanın sadece Hz.
Peygamber (s.a.v)'e ait olduğuna dair bir delil yoktur. O halde bütün
müslümanlara kıyamete kadar Allah'ın indirdiğiyle hükmetmek konusunda bir emir
vardır. Hükmü ve hakimiyeti temin etmek de ancak imameti ortaya çıkarmakla
olacaktır. Şüphesiz bu, imametin görevlerindendir. Bunu en kâmil manada yerine
getirmek ancak imamet yoluyla mümkün olabilir. Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyi
emreden ayetlerin bütünü, bu işi üzerine alan bir imâmın bulunmasının
vâcibliğine delil olmaktadır.Bir delil de şudur:"Andolsun ki biz
elçilerimizi açık delillerle gönderdik ve onlarla beraber kitabı ve (adalet)
ölçü(sü) indirdik ki, insanlar adaleti yerine getirsinler. Bir de kendisinde
şiddetli bir kuvvet ve insanlara birçok faydalar bulunan demiri indirdik ki,
Allah kimin (ondan istifade ederek) ğaybda (görmediği halde) Allah'a ve
Rasûlüne yardım edeceğini bilsin (ortaya çıkarsın) şüphesiz ki Allah büyük
kuvvet sahibidir ve yegâne galiptir." (Hadid, 25)Peygamberlerin ve
kendilerinden sonra gelen tabilerinin en önemli vazifesi, insanlar arasında
indirilen kitaba uymak suretiyle adaleti hakim kılmak ve buna da kuvvetlice
sarılmaktır. Peygamberlere uyanlar, aralarında adaleti sağlayacak, ordular
düzenleyecek bir imâm seçmek zorundadırlar.İşte bundan dolayı İbni Teymiye
(r.a.) şöyle diyor: "Hak dinin mutlaka, herşeye çare gösteren bir kitabı,
bu kitaba yardımcı olacak bir de kılıcı olması gerekir. Kitap, Allah'ın emrini
ve nehyini açıklar, kılıç ise buna yardım eder ve bunu kuvvetlendirir." [73]Yine
bu konuda:Kur'anın delillerinden olan had, kısas ve benzeri ayetlerin bütününün
tatbiki, imâmın varlığını gerektirmektedir.Emri bil ma'ruf ve nehyi anil
münker'in vâcibliğini bildiren ayetler de imâmın bulunmasını
gerektirmektedir.Şu bir gerçektir ki, imamet konusu ve işleriyle alakalı olan
hükümlerden bir hükmü tatbike dair inen Kur'an ayetlerinin bütünü, şer'i bir
toplumda şer'i imametin ayakta kalışı, genel komuta ve idarenin gerekliliğinin
münakaşa edilemeyecek ve isbatma gerek duyulmayacak bir şey olduğu prensibine
dayanarak inmiştir. İşaret edilen ahkâmın, yerine getirilmesi ve uygulanması
imâmın varlığına bağlı olan işlerdendir. Çünkü bu işler imâmın sorumluluğundan
ve görevlerindendir. Bu gibi ahkâmın tatbiki için öncelikle müslüman bir toplumda
İslâmi Devlet'in varlığı ile İmametin gerekliliği hükmünü ortaya kovmak
gerekir. İşte bu anlayış bizi, İslâmi toplumda devletin ikamesinin* imametin
gerekliliğinin İslâm şeriatının mutlak bir emri olduğu noktasına götürür.
Kavli Sünnet'ten DelillerHz. Peygamber (s.a.v)'den, imâmın nasbinin vâcibliğine
delalet eden çok sayıda hadisler rivayet edilmiştir.Abdullah b. Ömer (r.a.)1
rlz. Peygamber (s.a.v.)'in şöyle söylediğini rivayet etmiştir:
"Kim imâma bey'at
etmeden ölürse, cahiliyye ölümü (gibi bir ölümle) ile ölür."[74]Bu,
imâmın nasbinin vâcibliğine açık bir delildir. Çünkü beyat, müslümanın üzerine
vaciptir ve bu da ancak imâma yapılacağına göre, demek ki imâmın nasbi
(tayini) vâcibtir.Ebû Saîdi'l-Hudrî (r.a.)1, Hz. Peygamber (s.a.v.)'m şöyle
dediğini rivayet etmiştir:"Üç kişi sefere çıktıkları zaman içlerinden
birini emir tayin etsinler." Bunun bir benzerini, Ebû Hureyre (r.a.) ile
Abdullah b. Ömer (r.a.) Hz. Peygamber (s.a.v.)'den şöyle rivayet etmiştir:
"Üç kişi, yeryüzünde bir çölde oldukları vakit, içlerinden birisini emir
tayin etmemeleri onlara helal olmaz."[75]"Toplulukların
ve cemaatların içlerinden birisini idareci yapmasının vâcib olması, bundan
daha fazla olan kimselere bunun vâcib oluşuna misal teşkil eder."[76]Ebû
Ümâmete'l-Bahili (r.a.), Hz. Peygamber (s.a.v.)'m şöyle dediğini rivayet
ediyor:
"İslâm'ın
tutunulması gereken kulpları (yapılması gereken emirleri) tek tek çözülecek;
her bir kulp koptukça insanlar Önlerindekilere benzeyecekler. O kulpların ilki
hüküm (hakimiyetin Allah'ın olması), sonuncusu da namazdır .[77]Üstad
Prof. Abdulkerim Zeydan diyor ki:"Hükümden maksad, İslâmın net, geniş,
açık yolu üzere olan hüküm, hüküm koyma, hakimiyetdir. Hükme mutlaka, bu
hükümle idare edecek olan halifenin varlığı dahildir. Bozmaktan, çözmekten
maksad; hükümden, İslâmın hükmünden, hakimiyetinden, İslâm hükümleriyle
hareket etmekten uzaklaşmak ve onu kabul etmemektir. Hadiste hükmün bozulması
namazın bozulması ile beraberce ifade ediliyor. Namaz farz olduğuna göre hükmün
de-farz olduğuna delil teşkil eder."[78]Sünen'de
Irbad b. Sâriye'nin rivayet ettiği meşhur hadise göre Hz. Peygamber (s.a.v.)
şöyle buyuruyor:"Sizden kim yaşarsa çok ihtilaf görecektir. Size vacip
olan benim sünnetim ve hidayette olan Raşid Halifelerimin sünnetine
uymanız-dır. Bu sünnetlere tutunun ve azı dişlerinizle ısırırcasına bunlara sıkı
sıkı sarılın. Dinde sonradan uydurulan işlerden sakının, sonradan çıkarılan şey
bidattir. Ve her bidat sapıklıktır."[79]Tevatüren
sabittir ki sahabe, Hz. Peygamber (s.a.v.), Rabbine kavuştuktan sonra Hz. Ebû
Bekir (r.a.)'e beyat etmiştir. Sonra Hz. Ebû Bekir (r.a.) Hz. Ömer (r.a.)'i
yerine halife koydu. Sonra da Hz. Ömer (r.a.), aralarında Hz. Osman'ın da
bulunduğu altı kişiyi halife seçimi için görevlendirdi. Hz. Osman (r.a.)'m
şehadetinden sonra Hz. Ali (r.a.)ye halife olarak beyat ettiler. İşte bu
hususlar, Ashab (r.a.)'ın hilafet konusundaki sünnetlerini ve halife tayininde
de gevşek davranmadıklarını gösterir. Hz. Peygamber (s.a.v. )'ın emriyle onlara
uymak vaciptir.Bunlardan başka masiyet olmadıkça idarecilere itaatin
vâcibliğine delalet eden hadisler, beyat hadisleri, birinci halifeye ve ondan
sonra gelene sıra ile yaptığınız beyatı tutun diye gelen hadisler. Ve ayrıca
nıüslüman imamlara isyan etmenin haramlığına ve hak imâmla isyan eden kimsenin
boynunun vurulmasına dair hadisler de vardır. İnşallah araştırmamız esnasında
bu hadisler gelecektir. Bütün bu hadisler müslüman imâmın bulunmasını gerekli
kılmakta, o da imâmın tayin edilmesinin vâcibliğine delil olmaktadır. Allah en
iyi bilendir.
Fiili Sünnet'ten Deliller Hz. Peygamber (s.a.v.) ilk İslâm Hükümetini Medine'de
kurdu ve bu hükümetin de ilk İmâmı oldu. Allah bu dine ve Peygambere yardım
edecek kimseleri çoğaltınca Hz. Peygamber (s.a.v.) de hükümetin temellerini
yükseltmeye başladı. Evs ile Hazrec arasındaki eski harp problemlerinden doğan
sıkıntıları düzeltti. Sonra da Muhacir ile Ensar arasında kardeşliği
gerçekleştirdi. İslâm'ı yaymak için mü-cahid ordu tanzim etti. Komşu ülkelerin
krallarını İslama davet için elçiler
ve davetçiler gönderdi. Yahudiler ve diğer kabilelerle ittifaklar ve anlaşmalar
yaptı. Esirler ile ilgili ahkâmı, harp ahkâmını, ehli zimmenin ahkâmını
açıkladı. Allah'ın emrettiği şekilde Müslümanların beytülmalmı ayarlayıp tevzi
işini düzenledi. Müslümanların işlerini düzenlemek için emirler ve kadılar
tayin etti. Şer'i hadleri ve cezaları uyguladı. Devletin dış görünüşünü ve
imametin görevleriyle ilgili meseleleri de halletti. İmâm Şâtıbi (r.a.) bu
konuda şöyle diyor:"Hz. Peygamber (s.a.v.)'in din ve dünya işlerinden
gerekli şeylerin bütününü açıklamadan ölmediği sabittir. Bu konuda Ehl-i Sünnetten
hiçbir kimse muhalefette bulunmamıştır."[80]Şu
bilinen bir gerçek ki Hz. Peygamber (s.a.v.)'m bu devleti kurup idare etmesi
haddizatında tek hedefi değildi. İslâm Devletinin kurulması, bu dinin
tamamlanması için gerekli olan şeylerden biridir. Bu nasıl olur? Kureyş bile
ilk karşılaşmada Peygamber (s.a.v.)'e, hiçbir sıkıntı ve cihad olmadan
kırallık-meliklik teklif etti. Ancak, bunu ilahlarına kötü bir şey söylememe
karşılığında arzettiler. Hz. Peygamber (s.a.v.) bunu katiyetle reddetti.[81] Onun
(s.a.v.) tek hedefi, risaletin tebliğini yapmak ve İslâmî insanlara
ulaştırmaktı. Bu hedefe götürecek vesilelerin hepsini kullandı. Vesilelerden
birisi de İslâm Devletinin kurulmasıydı. Bu da, bu maksat için vâcibtir. Çünkü
İslâm Devleti, bu din için gerekli olan şeylerdendir.Üstad Abdulkadir Udeh
(ra.) şöyle diyor:"Hz. Peygamber (s.a.v.), müslümanları bir siyaset
etrafında topladı. Onları bir devlet içinde uzlaştırdı. O, devletin başkam ve
en büyük imâmı idi. İki de vazifesi vardı: Birincisi, Allah'tan aldığı vahyi
tebliğ ikincisi, Allah'ın emrine göre hareket etmek, devletin siyasetini
îslâmm emirleri çerçevesinde belirlemekti.Hz. Peygamber (s.a.v.)'in vefatıyla
vahyin gelmesi sona erdi. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in vefatından sonra Kur'an'm
ve sünnetin var olmasından dolayı insanların tebliğe [82]
ihtiyaçları yoktu. Şüphesiz Hz. Peygamber (s.a.v.) dünyanın doğusunda ve
batısındaki müslü-manlarm imâmı olmuş devlet idaresi konusunda onlara
prensipler koymuş ve tek bir siyaset oluşturmuştu. Hz. Peygamber'in vefatından
sonra Müslümanlar İslâm düzeni içerisinde kendilerini idare edecek Kur'an ve
sünnete göre yönetecek kimseye şiddetle ihtiyaç duydular. Hz. Peygamber
(s.a.v.)i örnek almak, sünnetine uymak; müslünıanları tek bir yönetim altında
birleştirme diği, hepsini kapsayacak tek bir devleti ayakta tutmayı gerekli
kılıyordu. Hz. Peygamber (s.a.v.)'e vekaletlik, halifelik yapacak kimsenin,
devletin başkanlığında İslâmı hakim kılmak için çalışmasını gerektiriyordu.[83]İlk
İslami devlet idaresini yönetmede Rasûlullah (s.a.v.) in fiili, imametin
vâcibliğine ulemanın bazısının görüşüne göre delildir. Şöy-leki, Hz. Peygamber,
(s.a.v.) şer'i ahkâmı kavliyle, fiiliyle ve ikrarıyla açıklamıştır. Peygamber
(s.a.v.)'m fiili ise -onların görünüşüne göre [84] eğer
Peygamber (s.a.v. )'e has değilse, beşeri tabiatının gereği ile beşeri tabiatı
ve diğer şeyler arasında dönüp dolaşan birşey değilse, hırsızın elini kesme
gibi mücmeli beyan için de değilse uyulması vâcibdir. Hz. Peygamber
(s.a-.v.)'in fiiline uymanın gerekliliğine delildir:Gelin Allah'a ve Allah'a,
kelimelerine inanan ümminebi olan Rasûlüne iman ediniz ve O'na tabi olun ki
doğru yolu bulaşınız." (Araf, 158)Peygamber'in size verdiği şeyi alınız,
size yasakladığı şeyden sakının/..." (Haşr, 7)Şimdi madem ki Zeyd o
kadından ilişiğini kesdi, biz onu sana zevce yapdık, Taki evlatlıklarının
kendilerinden ilişkilerini kes-dikleri zevceler (ini almada) mü'minler üzerine
günahı olmasın..." (Ahzab, 37)Ibnu'n-Neccâr diyor ki:"Eğer fiiline
uymak vâcib olmasaydı, Peygmberin Hz. Zeynebi oğulluğu Zeydle evlendirmesi ve
sonra da boşandıktan sonra Zeynep-le evlenmesi mü'minlerden sıkıntıyı
kaldırmazdı. "[85]
İmametin vâcibliğine
delâlet eden delillerin en önemlisinden birisi de ümmetin icmâsıdır. İcmanın
ilki de, Peygamber (s.a.v.)'in vefatından sonra hatta peygamberin defninden ve
teçhizinden de önce sahabenin halifenin tayini üzerine olan icmâlarıdır.[86]Bu
konuda çok rivayetler gelmiştir. Onlardan birisi Buhari'nin Sahihinde Hz.
Âişe'den rivayet ettiği hadisdir:Rasûlullah (s.a.v.) vefat etmişti. Hz. Ebûbekir
de Sünüh [87] denen yerde idi. Ömer
(r.a.) ayağa kalktı şöyle dedi: Allah'a yemin olsun ki Rasûlulîah (s.a.v.)
ölmedi. (Hz. Aişe) diyor ki Hz. Ömer (r.a.): "Allah'a yemin olsun ki
kendimde şu hasıl oldu, Allah O'nu tekrar gönderecek, insanların ellerini ve
ayaklarını kesecek" dedi. Hz. Ebû Bekir (r.a.) geldi, Rasûlullah (s.a.v.)
in yüzünü açtı ve Öptü, babam ve annem sana feda olsun,.diri iken de ölü iken
de güzelsin. Nefsim elinde olan (Allah)a yemin olsun ki Allah sana daha
ebediyyen ölümü tattırmayacak. Sonra çıktı ve şöyle dedi: Ey Peygamber ile
ilgili yeminle konuşan! dedi: Hz. Ebû Bekir konuşunca Hz. Ömer (r.a.) oturdu.
Hz. Ebûbekir (r.a.) Allah'a hamdü sena etti ve: "Dikkat edin! Kim Muhammed
(s.a.v.)'e tapıyorsa Muhammed şüphesiz öldü, kim de Allâha kulluk ediyorsa,
nıuhakak ki Allah Hayydır, diridir Ölmez dedi. Şu âyetleri
okudu:"Şüphesiz sen öleceksin, onlar da ölecektirler." (Zümer,
30)"Muhammed bir peygamberden başka (bir şey) değildir. Ondan evvel daha
nice peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o, ölür yahud öl-dürülürse
Ökçelerinizin üstünde (gerisin geri) mi döneceksiniz1? Kim,' (böylece) iki
ökçesi üzerinde (ardına) dönerse elbette Allah'a hiçbir şeyle zarar yapmış
olmaz. Allah şükür (ve sebat) edenlere mükâfat
verecektir." (Ali İmrân,144)İnsanlar, için için ağlıyorlardı. Ensar
Sa'd Bin Ubâde'nin yanında Benu sâide sofasında toplanmışlar demişler ki, bir
emir bizden, bir emir sizden olsun. Ebû Bekir (r.a.), Ömer (r.a.) ve Ebû Ubeyde
b. Cerrah (r.a.) birlikte onların yanma gittiler. Hz. Ömer konuşmaya başladı,
Ebû Bekir (r.a.) onu susturdu. Hz. Ömer şöyle diyor-du:"Vallâhi bununla
ancak hoşuma giden bir sözü hazırlamayı istemistim. Onu Ebû Bekirin tebliğ
etmemesinden korktum". Sonra Ebû Bekir konuştu, insanların en beliği
olarak konuştu. Şöyle diyordu: "Bizler Ümera, sizler vüzera. Hubab Bin
el-Münzir: Vallahi yapmayız, bizden bir emir, sizden de bir emir dedi. Ebû
Bekir: Hayır! Fakat ümera bizlerden vüzera sizlerden. Onlar yurt bakımından
Arabm en hayırlısı, neseb bakımından da en fasihi. Ömer veya Ebü Ubeydeye beyat
ediniz. Ömer (r.a.): Tam aksine, biz sana beyat edeceğiz sana, sen bizim
seyyidimiz, hayırlımız ve Rasûlüllâh (s.a.v.)'a en sevimli olanımız sensin. Hz.
Ömer, Hz. Ebûber (r.a.) in elini tuttu ve Ona beyat etti, insanlar da o'na
beyat ettiler [88]Bununla şu ortaya
çıkmıştır. Sahabe (r.a.)'ye Hz. Peygamber (s.a.v.) in sırf vefat haberi gelince
Ensar ve Muhacirin büyüklerinin bir araya geldileri Sakife toplantısını
akdetmeye koşuştular, o esnada kendilerince en mühim işlerini terketiler. En
Önemli iş Hz. Peygamber (s.a.v)'in teçhiz ve teşyii idi. [89]
Ashab, hilafet konusunda müşavere etmek, fikir alış-verişinde bulunmak üzere
geldiler. Onlar ne kadar da bey'at edilmesi gereken bir şahsın etrafında ilk
anda ihtilaf etmiş olsalar bile imamın varlığının vacipliği üzerinde icmâ ettiler.
Hiçbir kimse buna bizim ihtiyacımız yoktur demedi. İkinci gün mes-cidde bey'atm
yapıldığı günden önce hazır bulunmayan diğer Sahabeler de önceki gün
toplananların kabul ettiği karara uydular.Bu konuda Kurtubi (rh.a.) şöyle
diyor:
"Herhangi
birisini tayinde, Sahabe, Sakifede Muhacir ve Ensar arasında meydana gelen
ihtilaftan sonra icmâ etti. Hatta Ensar şöyle bile demişti: Bizden bir emir,
sizden bir emir... İmâmı tayin görevi hususunda ne Kureyşde ve ne de Kureyşin
dışında üzerine münazara ve fikir alışverişi caiz olmazdı. Bununla aralarında,
tayin meselesinde münakaşa ile ilgili cereyan eden hadise kasdolunuyor. Birisi
şöyle diyebilirdi: İmamet ne Kureyşde ne de Kureyşin dışında vacip değildir,
münakaşa etmenize de hiçbir haklı yön yoktur ve vâcıb olmayan bir işde fayda da
yoktur. [90] eş-Şehristanî şöyle
diyor:"HZ. Ebû Bekir (r.a.) in vefatı yaklaşınca: Bu iş hakkında müşavere
edin! dedi. Sonra Hz. Ömer (r.a.) in özelliklerini belli etti ve O'nu tayin
etti. Böylece bu iş gerçekleşmiş oldu. Ne O'nun kalbinde ne de hiçbir kimsenin
kalbinde yeryüzünün bir imâmdan hali olmasının caiz olacağı geçmemiştir. Ne
zaman ki Hz. Ömer (r.a.)'in de vefatı yaklaştı, emr meselesini altı kişi
arasmdai Şuraya bıraktı, ittifak Hz. Osman (r.a.) üzerinde gerçekleşti. Bundan
sonra da ittifak Hz. Ali (r.a.)'nin üzerinde gerçekleşti. Bütün bunlar,
sahabenin ki onlar, ilkler idiler, mutlaka imâmın olması gerektiğine ittifak
ettiklerine delildir. Onlar örnek oldular... Böylece, bu şekil üzere olan icmâ,
imametin vacibliğine kafi bir delildir. [91]el-
Heytemî de şöyle söylüyor:"Sahabe (r.a.), nübüvvetin bitiminden sonra imâm
tayininin /âcib oldu&u üzerinde icmâ ettiler. Hem de onu, Rasûlüllâh
(s.a.v.)'m defninden geri durarak vâcibîerin en mühimi kıldılar. [92]Bu
icmâyı ulemadan bir grup nakletmiştir. Onlardan birisi de el-Mâverdidir ve
şöyle diyor:"İmameti, yürütecek kimseyi akdetmek icmâca vâcibdir, her ne
kadar onlardan El-esam ayrıhrsa da."[93]Nevevî
de şöyle diyor:"Ulema Halifeyi tayin etmenin müslümanlara vâcib olduğuna
icmâ ettiler..."[94]İbni
Haldun: "İmâmın nasbi vâcibtir. Şeriatta bunun vâcib oluşu, sahabenin
ve tâbi'inin açmasıyla
bilinmektedir. ÇünküRasûlüllah
(s.a.v.)'ın Ashabı, peygamberin vefatı esnasında Hz. Ebû Bekir (r.a.)'e beyata
ve işlerin idaresini ona bırakmaya koştular. Her bir asırda böyle oldu. Böylece
de bu, İmâmın nasbinin vâcibliğine delâlet eden icmâ olarak kararlaştı."[95]Bu
konuda ümmetin ittifakı hakkında İbni Hazm'ın sözü geçti. Ümmete muhalefet
etmeyi alışkanlık haline getirenden başkası buna karşı çıkmamıştır.[96]
Vacibin, ancak
kendisiyle tamamlandığı şeyde vâcibdir.[97]İmametin
vâcibliğine delillerden birisi de", Vacibin ancak kendisiyle tamamlandığı
şey de vâcibdir" şeklindeki şer'i prensiptir.Şu bir gerçektir ki Alîahu
Teâlâ Bir takım işleri emretmişdir ki o işleri yerine getirme insanların
herbirinin gücü dahilinde değildir. Bu işlerden bazıları hadlerin tatbiki,
İslâm'ı yaymak için mücahid ordular hazırlamak, zekatı toplayıp sarf edilecek
yerlere vermek, sınırları korumak, müslüman ülkeleri korumak, adaleti yaymak,
zulmü defetmek, kullar arasında meydana gelen davaları halletmek ve insan
bireylerinin yerine getirmeye güçlerinin yetmediği diğer vâcibler... Bu
vâcibleri yerine getirebilmek için kuvvet lâzımdır. İşte bu kuvvetimâmettir.Bütün
bu gerçeklerden şu husus ortaya çıkıyor. Boyun eğilecek ve itaat edilecek bir
imâmın tayini vâcibdir. Bu işleri düzenlemede tasarruf hakkı olacak ki bu
vâcibleri yerine getirmek mümkün olsun. Bu konuda Emirelmü'minin Hz. Ali (r.a.)
şöyle diyor:"İnsanlar için mutlaka iyi veya fâcir emir gereklidir. Dediler
ki Ey Emirel-müminin Bu iyi olanını anladık da fâcir emir ne demek? O da şöyle
cevap verdi: "Hadler onunla uygulanır, yollar onunla emniyet bulur,
düşmana karşı onunla cihad edilir ve ganimetler onunla taksim edilir. "[98]"İnsanların
işlerinin yönetimi, dinin vâciblerinin en büyüklerinden olduğunu bilmekte
vâcibdir. Dinin tatbiki ve hakimiyeti ancak onunla olur. İnsanoğlunun
maslahatlarının temini, birbirlerinin ihtiyaçlarının yerine getirilmesi ancak
bir araya gelmekle mümkün olur. [99] Buna
delil getirerek şöyle söylüyor:"Allah (c.c), emri bilmaruf ve nehyi
anilmünkeri vâcib kılmıştır. Bu da ancak kuvvet ve emirlikle olur. Diğer,
Allâhın vâcib kıldığı cihad, adalet, haccı, cumaları ve bayramları yerine
getirme, mazluma yardım, hadlerin tatbiki de ancak kuvvet ve emirlik sistemiyle
mümkün olur."[100]îbni
Hazm diyor ki:"Aklın ortaya koyduğu netlik ve gerçeklikle şunu anladık ki
insanların; Allah'ın vâcib kıldığı mallar, cinayetler, kanlar, nikah, talak
ve şâir ahkâmı, zalimi menetme, mazlumu koruma, bölgelerinin ayrı ve
uzaklığına, görüş farklılıklarına rağmen kısasların yapılması gibi ahkâmı
yalnız başına uygulamaları mümkün değildir... Şu bir gerçektir ki bu durum
reisi olmayan beldelerde çok açık görülmektedir. Zira orada ne bir hak ve
hüküm ne de bir had uygulanır. Hatta öyle ki o beldelerin çoğunda böylece din
gitmiştir. Demek ki dinin uygulaması ya bir kişiye veya çok kişiye dayanmakla
sıhhatli olur.ıı[101]
ANARŞİNİN ZARARLARINI DEFETME
İmametin vacipliğine
delillerden birisi de anarşinin zararlarını defetmektir. Çünkü belli bir İmâm
edirimemede, ancak Allah'ın bilebileceği zararlar ve anarşi vardır. Zararı
defetme ve şu beş zaruri şeyi -Din, Nefis, Irz, Mal, Akıl- korumak şef an
vâcibdir. Bunları muhafaza (şeriatın maksatlaradır. Bu şeriat, ancak
Müslümanların, imâmı ortaya çıkarması ile hasıl olur. Bu da imametin vücubuna
delildir.İmâmı Ahmed (r.a.) Muhammed bin Avf b. Süfyane't-Tai el-Hu-musi'nin
rivayetine göre şöyle demiş: "Fitne, insanların idaresini yerine
getirecek bir İmâm olmadığı zaman ortaya çıkar."[102]İbnu'l-Mübarek
(R.A.) şöyle diyor; Cemaat, Allah'ın ipidir, tutunun! Kurtuluş ipidir yaklaşan
kimseye Allah; nice zulmü defeder sultanla Rahmet O'ndan dünyamıza dinimize
Yoksa halife, olmaz bize yol emin Ganimet olur zayıfımız, kuvvetlimize [103] Ebû
Hâmid el-Gazali (r.a.) şöyle diyor:"Dünya ve insanlarla mallar üzerindeki
emniyet, ancak kendisine itaat edilen idareci ile düzene girer. Fitne
günlerinde görülen şeyler, sultanların/ve imamların ölmesiyle meydana
geldiğine şahidlik etmektedir. Eğer bu durum devam etse, kendisine itaat edilen
başka bir sultan da tedarik edilmezse kargaşa ve fitne devam eder, birbirlerine
kılıç çekme yaygın hale gelir, kıtlık yayılır, hayvanlar kırılır, sanatlar
kullanılmaz hale gelir, her galib olan soyguncu olur, hiç kimse sağ kaldıkça
ibadet ve ilme yönelmez. Çoğunluk kılıçların gölgeleri altındakileri helak
ederler [104]
İşte bundan dolayı
denmiştir ki: "Din ile sultan ikizdirler. Yine bundan dolayı denmiş ki:
Din bir temeldir, sultan ise bekçidir. Temeli olmayan yıkılır, bekçisi olmayan
da zayi olur."[105]Bu
cümleden olarak eğer halkın idarecisi olmazsa halkın tabaka tabaka
parçalanacağından hiçbir akıllı adam şüphe etmez. Eğer onların dağınıklığını
toplayacak itaat edilen bir görüş sahibi olmazsa helak olurlar. Bu hastalık,
görüş farklılıklarını biraraya getirecek, itaat edilen hakim, bir sultan ilacı
ile tedavi edilebilecek bir hastalık-dır. Böyle sultanın, din ve dünya düzeni
için bir zaruret olduğu açığa çıkmış oluyor. Dünyanın düzeni dinin düzeni için
de bir zorunluluktur. Ahiret mutluluğuna ermek ancak dinin düzenine bağlıdır.
Bu da kimsedir. Ebû'l-Muğireden, ehl-i Şanı ve Irakdan hadis edinlemiştir.
Ahmed b. Hanbel bu durumu bilir ve ondan kendi beldesinin hadis ricalini
sorardı. H. 272 senesinde vefat etti. Şuzuratu z-Zehep 2/163,
Tabakatu'l-Hanabile 1/310kati olarak peygamberlerin hedefidir. Demek ki imâmın
vâcibliği, terkine hiç bir yol olmayan şeriatın zaruriy a tındandır. Bunu
böylebilin [106]Bu konuya dair, en üstün
delil, bugün İslâm ümmetinin içinde yaşadığı acı gerçektir. Bu realitede, İslâm
ümmetinin en çok Allah'a dönmekle ayağa kalkabileceğine kat'i bir delil vardır.
Öyle ise İslâm düşmanlarının her taraftan ufaltıp, dilediklerini yaparak hakim
olmaya devanı ettikleri İslâm hilafetini hakim kılmaya çalışmak gerekir. Zira
İslâm düşmanları tarafından önce İslâm hilafeti ile İslâm ümmeti idare
edilmekten uzaklaştırıldı. Hadlerin uygulanması ter-kedildi, ırzlar ihlal
edilip mahremiyet kayboldu. Cihad sancağı indirildi. İslâm beldeleri birbirini
boğazlar bir vaziyette birbirinin boynunu vurur şekilde küçük devletçikler
halinde taksim edildi. Müslümanların arazilerinden elde edilen gelirleri
yağmalandı. Kafir milletler her taraftan müslümanlara çullandılar.
Müslümanların aleyhine kurulan planın gereği, tarihin gerisinde bırakılarak ve
alemin eteğine yapışarak yaşamaya mecbur bırakıldıkları bu zillet,
müslümanla-nn hilafeti hakim kılmaya çalışmada geri durmaktan ve namaz oruç
gibi dinden olduğu kesinlikle bilinen şer'i hükme tutunarak halifeyi tayin
etmeye koşmamaktan başka birşey değildir. İslâmi hayata yeniden başlamaya
çalışmaktan geri durmak, isyanların en büyükle-rindendir. İşte bundan dolayıdır
ki ahkâmı, müslümanlara tatbik etmek ve İslâm davetini dünyanın her tarafına
ulaştırabilmek için halifeyi tayin etmek bu ümmete farzdır, lazımdır.'[107]
Cemaat için bir başkam
tayine yönelmenin, fitri bir iş olmasıdır. Şöyle ki insan, tabiatı itibariyle
medenidir. İnsan, diğer insanlardan ayrı olarak, tek başına yaşamaya güç
yetiremez. İnsanın, insanlarla beraber yaşaması gerekir ki işleri düzelebilsin,
maslahatları gerçek-leşebilsin ve diğer insanlarla uyuşabilsin.İnsanların
maslahatları ile ferdin maslahatı çakışabilmekte, ferdlerle insanlar arasında
çekişme ve münakaşa meydana gelebilmektedir. Şüphe yok ki bu durumda, mutlaka
insanların huzurunda mahkeme olacakları, münakaşa ve mücadelelerinde hükmetmesi
için, razı olacakları bir emir gerekir. Buradan şu ortaya çıkıyor; insanların
haklarını muhafaza edip hayatın istikrarını temin edebilmek için imâmın tayin
edilmesi zaruri bir iştir.Bu konuda İbni Teymiye (r.a.) şöyle diyor:"Bütün
insanoğlunun, dünya ve ahirette dirlik ve düzenleri, ancak cemaat olmakla,
birbirleriyle yardımlaşmakla gerçekleşir. Yardımlaşmada faydalı olanı çekmek,
kendilerine zararlı olanı da defetmek üzere olmalıdır. Bu sebeple şöyle
denmiştir: İnsan tabiatı gereği medenidir. Toplandıkları zaman, kendisiyle
faydalı işlerin celbedile-ceği hususları, mefsedet denilen sıkıntı ve
kötülüklerden de sakınacakları bir takım şeyleri almaları muhakkaktır. Hem de
bu maksad-ları emreden, bu mefsedet denilen fesadı, bozgunculuğu, kötülüğü
yasaklayan bir kimseye itaat etmeleri de kesinlikle gerekmektedir. Bütün insanların
da emreden ve nehyeden kimseye itaatları gerekir. İlahi kitap ve din ehlinden
hiçbir kimse yoktur ki kendi dünya men-faatlarına ait gördükleri konularda
meliklerine itaat etmesinler. Ba-zan melikleri isabetli, bazen da hatalı
olsalar bile...."[108]Hangi
toplum olursa olsun toplumları ayakta tutan esaslardan birisi de yürütme
organıdır. Bir toplumun [109] bu
temelleri tamam olmadıkça ayakta kalması mümkün değildir.Şair Salâbe b. Ömer
b. Malik el-Efuh el-Evdi şöyle diyor:Edebu'd-dünya ve'd-din sahibi Maverdi
anlatıyor:Abs kabilesinden bir ferde: "Siz neden diğer kabilelerden farklısınız?"
diye sorulunca. O ferd: "Biz bin kadar varız. Bizim on kadar akıllı,
basiretli üst seviyede büyüklerimiz var. Bizden her bir ferd o on kişiden
birisine sorar ne yapacaksa. Onlara sorunca onlar gibi yapıyoruz. Sanki
bin.kişi o on kişi gibi oluyoruz" diyor. İşte üst seviyedeki insanlardan
istifade etmenin örneği.İnsanlar, başı boş olup, önder kimseleri de yoksa,
cahilleri de efendi makamında olurlarsa İslah olmazlar.Bu beyitten önce de şunu
demiştir: "Büyük insanlar lider olursa, evin direği görevini yaparlar.
Eve, direk yaparsanız ev olur. Diğer herşey ona tabi olur; ona uyar, onunla
ayakta kalır. Direksiz ev yapılmaz. Direksiz ve kazıksız ev asla ayakta
durmaz. Eğer direkler ve kazıklar birgün olursa, olmayan şeye ulaşmış olurlar
(ev o zaman ortaya çıkmış olur).Belirli bir rehbere tabi olma arzusu yalnızca,
Allah'ın üzerinde insanı yarattığı bir fıtrat değildir. Aksine bir lidere uyma
noktasında bazı insanlar ortaktır, hayvanlar hatta bazı haşerat bile. Sen
develeri görürsün ki adet olarak rehberi olan aygır deveye tâbi oluyorlar,
nereye yürürse onlar da arkasından gidiyorlar. Bundan dolayı da deve çobanı,
sadece bu rehberi yöneltmeye dikkat eder, diğerleri de onu takib ederler.
Kainatta her sınıfta rehberler mevcuttur. Rehbere uydukları için anarşi
doğmuyor. Disiplin ve intizam meydana geliyor. İnsana akıl verilmiş, ayırt
edici özellik ihsan edilmiş olmasına rağmen, arılar dahi ana arıya uydukları
halde, rehbere niçin uymazlar ki. İşte fıtratın bu özellikleri bize emirin
önemini gösteriyor.Haşerata gelince, fıtratta arıdan daha güzel bir delil
olmaz. Arılar kendilerini koruyacak, ihtiyaçlarını giderecek Ana arı( [110]
(Melik" (Araplar arı beyine, ana arıya Melik derler. Halbuki Melike
denmesi uygundur. Zannederim ki arı, ana an ama yaptığı -insanlara göre kadın
cinsi değil de erkek cinsi idareci olmalıdır.- Melike olmasına rağmen Melik işi
olunca Melik diye yaygın olmuş herhalde.) edinmişlerdir. Nerede olursa, onlar
o ana arıya tabi olurlar.Allah'ın, akıl ihsan ettiği, doğruyu eğriden,
faydalıyı zararlıdan ayırt etme yeteneği verdiği insana ne oluyor da ibret
almıyor.
MUHALİF GÖRÜŞLERİN MÜNAKAŞALARI
Ehl-i Sünnet ve'l
Cemaat ile Mutezile'nin çoğunluğu İmametin vücubunda mutabakat halindeler.
Mutezile'nin bu şer'i hükmü çıkardıkları deliller farklı olmasına rağmen yine
bizim için şu açığa çıkmış oluyor: İmamet, Kitap, Sünnet, İcma ve Şer'i
kaidelerle sabitdir ve vâcibdir. Bu görüşten, ancak Mutezile ve Şiâdan az bir
topluluk ayrılmıştır. Onlar da kendi aralarında görüş ayrılığına
düşmüşlerdir:Onlardan bir kısmı, imameti şer'an değil de aklen vâcib
görmekteler. Bunlar da iki fırkadır. Birinci Görüşİmâm seçmeyi insanlara vâcib
görüyor. Bu görüş Bağdat Mutezilesi [111]ile
Basra Mutezilesinden [112]
Cahız'a, [113] nisbet edilmektedir.
Buna dair delillerin en kuvvetlilerinden birisi şudur:"Zararı defetmenin
aslı, kafi olarak aklın hükmüyle aynı şekilde vâcibdir. Zannolunan zararların
da def edilmesi aynı şekilde aklen vâcibdir. Zaimiyâttan olan cüz'iyat ise
hükmü kati olan aslın altına girmektedir. Bunları da kati olarak bu hükmün
içine dercetmek vâcib olur [114]Bunlara
reddiye olarak deriz ki: Bu delilin şer'i olmayıp akli oluşu kabul edilemez.
Akıl, mahluktur. Her mahluk acizdir. Akıl da mahluk olduğundan acizdir. Akıl
her konuda hakikati ortaya koymada da acizdir. Ancak bedihi konularda hakikat
olabilir. Bir şeyin bütününün parçalarından daha büyük olduğunu bilmek gibi.
Mutlak hakikati bilmede insanlar kördür, akıl da kördür. Gösterilirse görebilir.
Akıl ancak vahiyle aydınlanırsa önünü ardını görebilir. Hükmün mutlak oluşu
delilin mutlak oluşuna bağlıdır. Hükmün zanni olanı da delilin zanni olmasına
bağlıdır. Kati hüküm vahiyle ortaya çıkabilir. Bedihi olan konulardaki netlik
aşikardır.Ehl-i Sünnet bu delille imametin vücûbuna şer'an delil getirmektedir.
Çünkü zararı defetmenin vâcib oluşu şeriatla sabittir. İşte ayet:Kendinizi
tehlikeye atmayın..." (Bakara:195) Hadis-i Şerifte ise şöyle ifade
edilmekte: "Zarar ve zarara karşı intikam alma yoktur."[115]
Hem zaten akıl, bir
şeyi helal ve haram kılmada temelde müstakil değildir. Bu şeriatın
özelliklerinden en mühimidir. Kadi Ebû Ya'la (r.a.) diyor ki:"Bir şeyin
farz ve mubah olduğu, helal ve haram olduğu akılla bilinmez."[116]
Akılla bilinmez demek, haranı ve helalin kaynağı akıl değil demektir. Yoksa
vahyin belirttiği helali ve haramı akıl anlamaz demek değildir.Şayet akıl
müstakil olsaydı, helali ve haramı belirleseydi Resullerin gönderilmesine ve
vahyin indirilmesine ihtiyaç olmazdı. Şu da uyarılması gereken şeylerdendir:
Aklı selim ile Sahih Şeriat arasında tearuz (birbirine zıtlık) yoktur. Şeriatın
uygun gördüğü her şeyi selim akıl da uygun görür. Şeriatın uygun görmediği
herşeyi selim akıl da uygun görmez. Aralarında zıtlık tasavvur olunmaz. Eğer
zıtlık olursa, ya Şeriata nisbet edilen nakil sahih değildir veya akıl
hastadır.İbni Teymiye şöyle diyor: "Sahih aklî hüccet, sahih şer'î hüccete
zıt olmaz. Sahih hüccetlerin birbirlerine zıtlığı imkansızdır. Bu hüccetler
ister aklî olsun, ister naklî olsun birdirler.'[117]Allâme
Îbnu'l-Kayyuni!şöyle diyor: "Akıllı kimselerin ihtilaf etmediği aklın
sarahatiylebilinen birşeyin elbette şeriata zıt olması tasavvur olunmaz.
Akıllıların münakaşa ettiği büyük meseleler hakkında kim düşünse, sahih sarih
naslara muhalif olan şeyin batıllığı-nın akılla bilinen fasid şüpheler olduğunu
kolayca bulacaktır. Zıtlığın sabitliği akılla bilinir. Tevhid sıfatlar kader,
nübüvvet ve ahiret konuları hakkında etraflıca düşün ki aklın sarahatine hiçbir
sem'in (vahiyle işitilen vahiyle bilinen) karşı çıkmadığına delil bulasın. Akla
muhalif nakil olan sem' (nakil) mevzu hadisdir veya sem'in delaleti aklın
delaletine muhalif olmaz. Biz kati olarak biliyoruz ki peygamberler aklın
imkansız gördüğünü haber vermezler, akılların caiz gördüklerini haber
verirler. Aklın tenakuza düşdüğü şeyi de haber ver-mezler.[118]Şüphesiz
biz, sahih nakil ile selim aklın zıtlığını kabul etmiyoruz. Burada eğer bir
zıtlık olursa nassa müracaat ederiz, sahih olduğu sabit olursa, onu makul
olduğu tasavvur olunan şeye takdim eder,tercih ederiz. [119]
İkinci GörüşBunlar imametin, aklen Allah'a vâcib olduğuna hükmediyorlar.
Halbuki Allah, dedikleri ve hükmettikleri vâciblikden son derece münezzehtir.
Onlar İmâmiye ve İsmaüiyye Rafizileridir. [120] İddialarına,
fikirlerine şunu delil getiriyorlar ve şöyle diyorlar:"İmamet lutufdur,
lütuf ise Allah'a vâcibdir." [121]Vacib
olan lu-tufdan kasteddikleri ise: "O lütuf, kulu Allah'a itaat etmeye
yaklaştıran, zorlama, ikrah ve icbar olmadan kulu masiyetten uzaklaştıran
şeydir. [122]Onlara reddiye için deriz
ki; onların Allah'a vâcib kılma iddiaları Mutezile'nin "Allah'a en uygun
olanı yapması vâcibdir" anlayışından kaynaklanmıştır. Bu onların Allah'ı
az tanımalarından, Cenab-ı Hakka karşı edebsizliklerindendir. Ayette:"Onlar
Allah'ın kadrini hakkıyla ölçemediler. Şüphe yok ki Allah yegane kuvvet
sahibidir, mutlak galibdir." (Hac, 74) Duyurulmaktadır.Yaratılmış
kulların, Allah'a birşeyi vâcib kılmaları doğru değildir, yakışıksızdır. Çünkü
Allah Teâlâ:"Allah, yapacağı şeyden mesul değildir, fakat onlar
mesuldur-Zar."(Enbiya:27). Çünkü : O (Allah) dilediği şeyi yapar."
(İbrahim:27) .istediği hükmü verir. (Maide:l)Takdirini reddedebilecek ve
hükmüne karşı da niçin böyle hükmettin diyebilecek kimse yoktur.Allah, kimin
hidayetini isterse ona karşı fazl, ikram ve ihsan verir. Allah'ın saptırdığı
kimse de adaleti ve hikmeti gereğidir. Allah herşeyi bilen, herşeyi yerli
yerince yapandır. Kimsenin emriyle hareket etmez. Dilediğini yapar. Zira;
"Dilediğini saptırır, dilediğine de hidayet verir." (Müddessir:
31)Allah, nasıl ve ne zaman isterse bir şeyi vâcib, birşeyi haram kılar.
Nitekim Ayet-i Kerime'de:"...O, rahmeti kendi üstüne yazmıştır. Hepinizi,
hakkında hiçbir şüphe olmayan kıyamet gününe (götürüp) toplayacaktır."
(Enam:12)"Kendi üstüne yazmıştır" demek, kendi mukaddes zatına ihsan
ve iyilik vermesiyle vâcib kıldı ve hükmetti demektir.[123]Ebû
Hureyre (r.a.) Hz. Peygamber (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:
"Allah mahlukatı yarattığı zaman Kitabı'na -kitap arşın üzerinde kendi
nezdine konmuş olduğu halde- kendisi için: Benim rahmetim gazabıma
galiptir" diye yazmıştır.'[124]Hadis-i
Kutsi'de Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle demiştir:"Allah Teâlâ buyurdu ki: Ey
kullarım! Ben zulmü kendime haram kılmışımdır. Onu, sizin aranızda da haram kıldım.
Öyleyse birbirinize zulmetmeyiniz!.[125]Onların,
kendilerine göre imametin, kulu Allah'a yaklaştıran bir lütuf olduğu iddiasına
gelince, Onların bin seneden fazla zamandan beri bekledikleri beklenilen
mehdinin imameti ile ilgili sözleri, iddiaları reddedilmiştir. Çünkü:
"Zikrettiğiniz, anlattığınız lütuf, ancak hâkim, kadir, açıkda,
insanlardan gizli olmayan bir imâmla olur. Ümmet ferdlerinin, kendisinden
çekineceği, iyiliğini umacakları cezalandırmasından korkacakları, kendilerini
itaate davet edecek, ma-siyetlerden uzaklaştıracak, aralarında kısas ve hadleri
tatbik edecek, mazlumun hakkım zalimden alacak bir imâm gerekir. Zamanımızda
olduğu gibi siz bu lütfü Allah'a vâcib kılamazsınız. Çünkü sizin inandığınız
imâm açık değil gizli, hazır değil gaib, kendisine, insanlara galib olmak kolay
olmaz ki cezalandırmasından korksunlar, iyiliğini umsunlar. Onları itaate davet
etmek isyandan uzaklaştırmak kolay olmaz. Sizin vâcibliğine hükmettiğiniz
gizli, masum olan imâm, lütuf değildir. Çünkü onun, insanlardan uzak olarak
insanları gizliliği ile
birlikte salaha
yaklaştırması ve fesaddan uzaklaştırması tasavvur edilemez. Gizli ile yok olan
birdir."[126]Şu bir gerçektir ki,
Allah'ın kullarına farz kıldığı Şer'i ahkâmın bütünü bu manaya göre Cenab-ı
Hak'tan bir lütuftur. Diğer ahkâm değil de özellikle imamet, Allah'a nasıl
vacip olabilir?
2- İmametin
vâçib olmadığına hükmedenler:Önce geçtiği gibi bunlar Hâricilerin ileri
gelenleri, El-Esam ve Mutezileden el-Futi'dir. El-Esam1 dan naklen Bağdadi
şöyle diyor: "Ümmet, birbirleriyle nasihatlaşırsa İmâma ihtiyaçları
kalmaz."[127]El-Futi de "Fitne
esnasında İmametin düşeceğine [128] hükmediyor.
Bağdadi bu görüş üzerine şöyle açıklama yapıyor: "Hz. Ali (r.a.)'nin
imametini vermek istemiştir. Çünkü Hz. Ali'nin imameti, kendisinden önceki
imâmın katledilmesinden sonra meydana gelen Müslim, Birr, 55 h\no:2577fitne
halinde nakdedilmiştir."[129]
3- Liderliğe insanların ihtiyacı konusunda
münakaşa etmiyen başka bir sınıf var. Fakat bunlar da İslâmın, hilafeti tatbike
dair emirler getirdiğini, İslâmi hükümet denen hilafetin tatbikini Allah'ın
emrettiğini ve İslâm'ın hem din hem de devlet olduğunu, inkar ediyorlar.
Bunlar diyorlar ki: "İslâm sadece dindir. İnsanları desbotça idare eden
siyasi bir kuvvet olmayıp bize Allah'a giden yolu aydınlatmaktadır."Onlardan
Ali Abdurrezzak; "El-İslâm ve Usulü'l-Hükm [130] isimli
kitabında İslâm'ın sadece davet dini olduğu, devlet ve dünya işlerini idare
etme konusuna girmediği, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in, dine has bir davet için
rasûl geldiği, devlet için hiçbir davette bulunmadığı görüşüne sahiptir."[131]Yine
şöyle diyor: "Gerçek olan şu ki İslâm dini, bu çeşit hilafetten uzaktır.
Hilafet, dini çizgilerden hiç bir şeyin içinde değildir."[132]Bu
kitap Mustafa Kemal'in hilafeti kaldırmasından sonra ortaya çıktı. Nerdeyse
insanlar uydurma bir cereyan etrafında birleşmişlerdi. Yine bu kitap
müslümanlardan bir çoğunun (ki Kral Fuad bunlardan biridir) halife olmaya hırs
gösterip koştukları bir anda ve Ez-her'in [133]İslâm
konferansına veya hilâfet konferansına çağırmaya açıkça meyilli olduğu bir
zamanda ortaya çıkmıştır. (Bu iddianın sahibi de Ezher mezunudur.[134]Bu
kitap İngilizce'ye çevrildi. Amerika üniversitelerinde özellikle İslâm ve İslâm
kültürü derslerinde İslâm toplumunu tanımada temel kaynaklardan birisi olarak
itibar edildi.[135]Bu
kitabın yazarı Ali Abdurrazık Camiu'l-Ezher tarafından mahkeme edildi.
Ulemanın büyükleri önünde mahkemeye çıkarıldı. Hakkında şu hüküm açıklandı:
"El-Camiu'1-Ezher şeyhleri olarak bizler -ki orada şeyh Muhammed
Ebû'1-Fazl da vardı.- Alimlerin büyüklerinden bir heyet bizimle beraber
yirmidört alimin ittifakıyla el-İslâm ve Usulu'1-Hükm adlı kitabın müellifi,
Mahkeme-i Mansur-ı İbtidai Şeriyye kadısı ve el-Camiu'1-Ezher Ulemasının bir
ferdi olan Şeyh Ali Abdurrazık'ın üniversiteden ihracına hükmettik." Bu
hüküm, 22 Muharrem 1344 Çarşamba günü M. 12 Ağustos 1925'de, dini toplatılarm
yapıldığı Daru'1-İdareti'l-Amme denilen dairede verilmiştir.[136]"El-Hilafe
ve Sultatü'1-Ümme" [137]adlı
kitabın yazarı her ne ka-Matbaatu'l-Selefiyye..dar görünüşte Mustafa Kemal'in
yaptığı hilafet ile hükümetin arasını ayırma işini yapmayı hedefliyor idiyse
deMustafa Kemal'den daha önce bu işi hileli bir kılıf altında yapmıştır. [138]Abdulhamid
Mütevelli de bu iddiada, şöyle diyerek onun izinde yürümüştür:"Gerçek şu
ki, hilafetin dünyevi boyası dini boyasından, yani dünyevi tarafı dini
tarafından daha çoktur. Buna delil de Kur'an ve Sünnette, hilafet hükümlerine
işaret eden açık bir nass bulamayışı-mızdır. Hilafetin ne farz oluşuna dair ne
de farz olmadığına dair açık bir nas bulamıyoruz."[139]Bundan
sonra Prof. Halid Muhammed, "Min Hüna Nebdeu" (Buradan Başlıyoruz)
isimli kitabında onların peşinden gitmiştir. Fakat sonradan öncekileri izale
edecek bir kitap yazmıştır. O da ed-Devletü fi'1-İslâm (İslâmda Devlet) adlı
kitaptır. Şüphesiz hakka dönmek, batılda devamdan daha hayırlıdır.Hilafetin
katiyyen vâcib olmadığına hükmedenler ile imameti uygulamaya dair İslâm'da
hiçbir emrin gelmediğine hükmedenlerin iddiasına reddiye için deriz ki: Bu
kısmın bütünü onlara reddiyedir. Onların muhalefetleri birşey sayılmaz,
sözlerine güvenilmez. Çünkü onlar iddialarında inat ederler. İnkar edilmiyecek
şeyleri inkar ederler. Öne sürdükleri görüşlerinde şeriatı hakem etmezler.
Eğer bunu, Allah'ın rızasını kazanmada gayret ederek, takvaya bürünerek yapsalardı,
halifenin tayininin ümmete şer'an Kitap, Sünnet, İcma ve Şer'i Kaidelerle vâcib
olduğunu mutlaka anlarlardı.[140]Vacibi
Uygulama MükellefiyetiBütün bunlardan sonra imametin vâcib oluşunun varlığı net
olarak ortaya çıktı. Fakat şu sorular sorulabilir: Bu ne çeşit bir vaciptir,
bu vacibi uygulayacak mükellef kimdir? Her müslüman erkek ve ka-
dma farz-ı ayn mı
yoksa farz-ı kifâye midir? Bütün bu sorulara Ehl-i Sünnet uleması ve fukahası
cevap vermişlerdir.Kadı Ebû Yâ'la diyor ki: "Bu farzı kifâyedir. Bununla
insanlardan iki taife muhatapdır. O iki taifeden birisi ictihad ehlidir ki
seçimi kendileri yaparlar. İkinci taife de kendisinde imamet şartı bulunan
kimselerdir ki kendilerinden birisi imamete seçilir."[141]el-Maverdi
(r.h.) diyor ki: "İmametin vâcibliği sabit olunca, cihad ve ilim talebi
gibi farz-ı kifâyedir."İmamete ehil olan kimse bunu yerine getirirse
diğerlerinden farz-ı kifâye düşer. Eğer hiçbir kimse bunu yerine getirmezse
insanlardan iki gurup çıkar, birisi, seçime ehil olan kimselerdir ki onlar
ümmete ait bir imâm seçerler. İkincisi imamet ehlidir ki onlardan birisi
imamete nasb edilir. Ümmetden bu iki grup dışındakilere imameti geciktirmede hiçbir
sıkıntı ve günah yoktur.[142]
İmametin varlığının farz oluşunu kabul konusunda, ümmet içindeki bu iki grubun
hukuki durumu ayırdedilince iki gurupdan herbirisi ile ilgili kabul edilen
şartlara itibar edilmesi gerekir.[143]Nevevî
diyor ki:"İmâmetin tayini farz-ı kifâyedir. Eğer imamete ancak bir kişi
uygunsa o kimseye vazife verilir. Hilâfeti için ondan başkasına müracaat
etmemişseler, o kimsenin imameti kabullenmesi gerekir. Bu durum Müslümanlar'ın
maslahatını şiddetle arzu ettiği zamanda olur. Halbuki imamete ehil olmanın
şartlarından birisi de imameti kendi nefsi için istememektir. İmametin şartları
bölümünde gelecek hakikat olan şu ki, bu iki guruba imametin vâcibliği o iki
grubun dışındakilerden daha kuvvetlidir. Fakat bu iki grub bu vacibi yerine
getirmezlerse herkes günahkar olur. Farz-ı kifâye olmasından anlaşılan da
budur. Yani onlardan bazısı imameti uygulamayı yerine getirirse diğerlerinden
düşer. Bunu hiçkimse yerine getirmezse bütünü günahkar olur. Emri-bi'l maruf
ve nehy-i ani'l münker cihad, ilim v.s. gibi.[144]
Bugün bu iki grub bu
vacibi yerine getirmekten geri durursa veya kendileri ile arzu ettikleri şeyler
arasında engeller olursa her Müslüman gücü oranında genel İslâmi hilafeti
ikameye çalışmakla görevlenir. Bu hilafet ki; müslüman topluluklarım, tevhid
bayrağı altında toplayan odur, bu büyük vacibi yerine getirmede kusurları sebebiyle
kaybettikleri şerefli mevkilerini ve kefaletlerini müslümanla-ra verecek olan
yine odur. Yegane yardım istenilen Allah'tır.
İslâm'da İmamet ve
hakimiyet, gaye değil vasıtadır. Müslümanların her birinin elde etmekte aciz
kaldığı şeyi elde etmek ve gerçekleştirmek için imâmın özel yetkileri ile
gücünün yettiği belli maksatlara ulaştıran bir vasıtadır.Bu maksatların
bütününü şunlar içine almaktadır: Şeriatça belirlendiği şekilde yeryüzünde
Allah'ın emrini uygulamak, marufu emretmek, münkeri nehyetmektir. Her marufu
emretmek, her hayır ve yüceliği yaymak imametin kadr ve şerefindendir. Her
münkeri nehyetmek, her fesada hakim olup kovmak onun şanından ve
göre-vindendir. İşte İslâm'da imamete ait esas maksat da budur, hedef de. Allah
(c.c.) hedefi Kitab-ı Kerim'inde şöyle açıklıyor:"Onlar, (o müminlerdir
ki) eğer kendilerine yeryüzünjde bir iktidar, mevkii verirsek dosdoğru namazı
kılarlar, zekatı verirler, marufu emrederler, münkerden vazgeçirmeye
çalışırlar. İşlerin sonu Allah'a aittir. "(Hac:41)Bu ayet-i kerime,
imametin bütün maksatlarını içine almaktadır.İbni Teymiye (r.h.) diyor ki:
"İslâm idarelerinin bütününün maksadı, marufu emretmek ve münkerden
nehyetmektir." "Allah'ın, bizi ümmetler arasında en üstün kılmasmdaki
sebep de işte bu iki görevdir. Marufu emir ve münkeri nehiy. Marufun temeli
iman, münkerin temeli şirkdir. Demek ki mü'minler olarak bizler, imanı hakim,
şirki mahkum kılmakla görevliyiz. Halifeden, idareden, yönetimden ve ci-haddan
maksat da budur. [145]Esas
maksat ve idarelerle ilgili vâcib olan, terkettikleri zaman zarara
uğrayacakları ve dünyada nimetlendikleri şeylerin de kendilerine menfaat
vermiyeceği halkın dinini İslah, dinin ancak kendisiyle ayakta durabilecek
olan dünya işlerini de ıslah etmektir.[146]Ehl-i
Sünnetin önceki tarifinden anlaşıldığı üzere imametin bu hedefleri ve
maksadları iki büyük maksadda görülmektedir ki o iki maksad, dini uygulamak ve
dünyayı da din ile idare etmektir.
Dinden maksad hak dindir,
o da İslâmdır. Bu işin ilk ve en mühim maksadıdır.İbnu'l-Hümâm (r.h.)'m dediği
gibi: "İlk maksad dini uygulamak. Yani kulların Cenabı Hakk'a itaat etmeyi
tam yapabilmesi için, ita-atlarda ihlas, sünnetleri ihya ve bidatları öldürme
gibi emrolunan bir tarzda dini, hakim kılmaktır."[147]Dinin
uygulanışı iki şekilde görünür:
Şu bilinen bir
gerçektir ki Allah (c.c.) ayet-i kerimesinde buyurduğu gibi Kur'an-ı Kerim'i
muhafaza etmeyi üzerine almıştır:"Kur'anı biz indirdik.. Onun koruyucaları
da şüphesiz ki biziz." (Hicr: 9)Bizden öncekilerinin kitaplarının
muhafazasını kendilerine bıraktığı gibi, Kur'an'ın korunmasını bize
bırakmamıştır. Önceki kitaplar değişikliğe uğramıştır. Ayet-i kerime'de
belirtildiği gibi:"Şüphesiz ki Tevrat'ı biz indirdik ki O'nda bir^hidayet
bir nur vardır. Kendisini (Allah'a) teslim etmiş olan (İsrail) Peygamberler,
Yahudiler (e aid davalarda) onunla hükmeder (ler)di. Alimler, fakih-ler de
Allah'ın (o) kitabını muhafaza etmeye memur oldukları için (yine hükümlerini onunla
verirlerdi). Hepsi de onun (Allah tarafından gönderilmiş olduğu) üzerinde
(bi'l ittifak) şahid idiler..." (Mai-de:44).Allah (c.c), peygamberin
sünnetini, sahih, zayıf ve uydurma olanım birbirinden ayıran, kitaplarda
senedleriyle birlikte rivayet ederek toplayan ve göğüslerinde ezber olarak
muhafaza eden ulemanın mütehassıslarını ve kılı kırk yaran tenkitçilerini
yaratmıştır. İşte bu, bu dini Allah'ın koruduğunun bir işaretidir. Ancak
Kur'anın ve sünnetin muhafazasıyla, din, Allah'ın yeryüzü ve üzerinde
yaşıyanla-nn ömürlerinin sonuna kadar, izzetli, korunmuş ve emniyetli olarak
baki kalacaktır. Bu da Allah'ın bize fazlından ve.nimetindendir.
Burada dinin
bekçiliğinden ve muhafazasından maksat, mü!min-lerin göğüslerindeki İslâm
akidesini korumak, mü'minlerin bu dine ait tasavvurlarını bulanıklıktan salim
ve saf olarak muhafaza etmek, dinin hakikatlarım ve manalarım, Allah'ın
indirdiği, Rasûlullah'm (s.a.v.) tebliğ ettiği, sahabe-i kiramın üzerinde
yürüdüğü ve kendilerinden sonraki insanlara naklettiği gibi baki kılmak,
yaşanılan şu hayatta tatbik etmek ve onunla insanlara hükmetmektir. Yoksa bereket
olsun diye kitapların içlerinde bırakmak ve yazışmalarda, meclislerde süs
edinmek değildir.İşçe bunlardan dolayı bu manada dinin korunması şunlara tutunarak
gerçekleşebiliril- Dine kalemle, dille ve (hakkın yayılmasına engel olanlarla)
silahla davet etmek. Gerçek hakikat ilimle yayılır, ilmin vasıtası da kalem ve
lisandır. Silaha gelince ilim silahla yayılmaz. Ancak ilmin, mutlak hakikatin
anlaşılmasına, şirk düzenlerin batıl olduğu gerçeğinin anlaşılmasına mani olur
iseler işte o zaman silaha sarılmak ve engelleri silahla bertaraf etmek
gerekecektir. Hakikatin anlaşılmasına karşı çıkmak cinayetlerin en büyüğüdür.
Cinayete karşı silahla cevap vermek ise zulüm değil adalettir.Maksatların en
Önemlilerinden birisi, bu dini, İslâm ümmeti içinde anlatmak, dinsiz olan diğer
toplumlar, arasında yaymak, bu dinin hakikatlarım tertemiz ve net olarak
açıklamaktır. Müminlerin iki asli görevi vardır. Birisi İslâm'ı Müslümanlar'a
tatbik için tebliğ, diğeri de İslâm'ı kafirlere anlaşılsın diye tebliğ
etmektir.Allah'a davet etmek, makamların ve yüceliklerin en şereflisidir. Çünkü
bu Peygamberler (s.a.v.)'in ve tabilerinin görevidir. Peygamberimiz Hz.
Muhammed (s:a.v.), Allah kendisini peygamber olarak gönderdiği zaman kıyamın en
üstünü ile bu vazifeyi uygulamak için kıyama kalktı ve işi üzerine aldı.Ibni
Teymiye şöyle diyor: "Hz. Peygamber (s.a.v.), bu davetle kıyam etti.
İnsanlara, Allah'ın emrettiği herşeyi emrediyor, yasakladığı şeylerden de
yasaklıyordu. Her marufu emrediyor ve her münker-den de yasaklıyordu.[148]îu,
Allah'ın şu emrine tabi olmaktan dolayı idi: "...Sen Rabbine davet et!
Sakın müşriklerden olma!" (Kasas: 87)."De ki: işte bu, benim
yolumdur. Ben (insanları) Allah'a (körü körüne değil) bir basiret üzere davet
ediyorum. Ben de bana tabi olanlar da (böyleyiz)..." (Yusuf: 108)Bu görev,
ümmetin tamamının üzerine gerekli bir görevdir. İbni Teymiyye'nin dediği gibi:
"O, ulemanın farz-ı kifâye diye isim verdiği şeydir. Onlardan bir grup onu
yerine getirirse diğerlerinden düşer. Ümmetin hepsi bu fiille bunu uygulamakla
muhataptırlar. Fakat bunu bir grup yaparsa bu görev diğerlerinden düşer[149]İmâm,
ümmetin tamamının yerine naibdir, vekildir. Bu vâcib, ümmet hakkında daha
kuvvetli ve ümmete farz-ı ayındır. Çünkü ümmetin kudret ve hakimiyeti
kendisinin dışındaki müslümanlar'm fertlerinden daha çoktur. Ülkelerin içinde
ve dışında bu büyük hedefi uygulama ile uğraşması -kendi şahsında temsil edici
olarak- devlete vâcibtir.İslâm'a davet iki yolla olur: Dille ve mızrakla
(kılıçla, silahla) veya Ebû'l-Meali'l-Cüveyni'nin tabiriyle: "Hak dine
davetin iki yolu vardır. Birisi hüccet ve delil getirilerek davayı izahtır.
İkincisi, kılıç [150]'la
galip olmaktır, açıkça inkar edenlere ölüm konaklarını göstermektir."
Çünkü İslâm, bir kavmi bırakıp sadece bir kavim için veya bir topluluğu bırakıp
sadece bir topluluk için veyahut sadece bir zaman için gelmemiştir. Bilakis
kendinden önceki şeriatları neshede-rek, sona erdirerek, beşerin hepsine hitap
ederek, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in peygamber olarak gönderilişinden dünyanın
sonuna kadar hükmetmek için gelmiştir.İslâm devletine, İslâm şeriatının
ulaşmadığı kimseye İslâm şeriatını ulaştırmak ve yaymaya çeşitli vasıtalarla
çalışmak vâcibtir. İslâmi tebliğe, kendilerine ulaştığı toplum eğer icabet
etmezse -eğer cizye ehlinden iseler- onlara cizye konulur. O zaman da
müslümanla-rın teminatı içinde olurlar, kendilerim himaye etmek müslümanlara
vâcib olur. Dinin hakikatlarını onlara açıklamak gerekir. Ta ki islâm'a girecek
olan itaatla, rağbet ederek ve kanaat getirerek girsin. Çünkü dine girmeye
zorlama yoktur. Eğer toplum bu iki işi terkeder-se harpden başka yol kalmaz.
Devlete, fitne kalmayıncaya ve din de bütünüyle Allah için oluncaya kadar
onlarla harp etmek vâcibtir.Ayet-i kerime de: "Fi ine (den eser)
kalmayıncaya, din de (şunun bunun değil) yalnız Allah'ın (dini diye tanınmış)
oluncaya kadar onlarla savaşın." (Bakara:193) buyurulmaktadır.Fitneden
maksat küfrün hakimiyetidir. Küfrü hakimiyetten indirin-ceye dek cihadla
görevliyiz. Küfrü yok etmek değil, küfrün hakimiyetini yok etmek görevimizdir.
İslâm'ı, tebliğ etmeye engel olanlarla savaşmak, mutlak gerçek olan İslâmın
anlaşılmasına mani olanlarla savaşmak, Hakk adına hakkı hâkim kılmca'ya kadar
savaşmak, Hakk'm dinlenilmesi ve anlaşılmasına engel olanların izâlesine kadar
savaşmak, (müt) (* işaretli ve küçük puntolu kısımlar mütercimin
açıklamalarıdır. Yayıncı)Es-Sübkî de şöyle diyor: "Ordular kurması,
Allah'ın kelimesini yüceltmek için cihad farzını uygulaması sultanın
görevlerindendir. Çünkü Allah Teâlâ müslümanlar üzerine, istirahatına bakan,
yiyip içen bir başkan olsun diye idareyi vermedi. Bilakis dine yardım etsin ve
Kelime-i Tevhidi yüceltsin diye verdi. Sultanın görevlerinden birisi de
kafirleri, Allah'ın nimetlerini inkarda, Allah'a ve Rasûlüne iman etmemekte
bırakmamaktır."'[151]
Devlet başkanı merhametli olandır. Müslümanlar'a İslâm'ın adaletini tatbik
etmekle, kafirleri de küfür ateşinden, isyan karanlığından çıkarmakla merhamet
etmelidir. Çünkü .üslümanlar, İslâm devlet başkanının kardeşleridir. Zimmîler,
kefaletinde, zimmetinde olan vatandaşlarıdır. Diğer vatan dışındaki kafirler de
insan olarak değerlidir. İnsan kardeşlerine de İslâmın gerçeklerini
ulaştırmakla merhamet etmelidir. İslâmm iki temel görevi : a) Allah'a tazim ve
itaat, b) Beşere hizmet ve merhamet etmektir. Tazim ve imanla ilgili, itaat
İslâm'ı tatbikatla ilgilidir. Hizmet, dünyayı imarla ilgili, merhamet ise
onlara İslâm'ın gerçeklerini arzetmekle ilgili gorevleri-mizdir. Müslümanlar'a
merhamet, İslâm'ı tatbik ettirmekle, kafirlere merhamet de kafirleri İslâm ile
tanıştırmakdır. Hatta kafirleri bile kafirlerin zulmünden korumak,
müslümanların İslâm'ı onlara tanıtabilmeleri için yapmaları gereken arzın imarından
ve beşere olan merhametten sayılır, (müt.)Müslümanlar'm ilk imâmı olan Hz.
Peygamber (s.a.v.), bu maksadı gerçekleştirmek için bu yolu seçti. Allah
(c.c.) O'nu risaletle şereflendirdikten sonra O'na tebliği emretti, Allah O'na
yeryüzünde iktidar verdi. Şehirlere, Allah'ın dinine girmeye davet edecek ve
onlara hak yolu açıklayacak, Kur'an'ı okuyacak elçiler göndermeye başladı.
Devlet başkanlarıyla ve krallarla karşılıklı elçi göndermeye ve onlarla
yazışmaya başladı. Onları İslâm'a davet ediyordu. Eğer kabul etmezlerse,
elleriyle küçülmüş olarak cizye veriyorlardı. Cizye vermeyi de reddederlerse
harp... Bil'fiil Fars, Roma ve diğer müşriklerle savaş yaptı. Ölünceye kadar
bu dini yaymak için ordular şevketti.[152]Hulefa-i
Raşidîn (r.a.), Peygamberden sonra O'nun sünneti üzere yürüdüler. Bir asır
geçmeden İslâm, mâmur bölgelere yayıldı ve insanlar Allah'ın dinine
topluluklar halinde girdiler. Ta ki Harun er-Raşid (r.h.) buluta şöyle
sesleniyordu: "(ey bulut!) Dilediğin yere yağmur yağdır, (nasıl olsa) senin
haracın bana gelecek. "[153]Dini
yaymak için cihad etmek, Müslümanlar'm herbirisi için farz-ı kifâye [154] olsa
bile imâm için, davet gibi farzı ayndır.İmâmu'l-Haremeyn (r.h.)' in dediği
gibi: "Cihad, imâm'a havale edilmiştir. Cihadda öncülük yapması ve onunla ilgilenmesi
gerekir. İşte o zaman da cihad emri, farz-ı aynlar mesabesinde olur. Bundaki
sebep ise Müslümanlar'm işlerini üzerine almış olmasıdır. Sanki Müslümanlar
bütünüyle onun şahsında bir şahıs gibi olur. Ordular yürütmek, surlar, bendler
yapmak hep İmânım insiyatifindedir. O, Ehl-i İslâm'ın bütününün vekilidir.
İmameti uygulaması, kıldırdığı namazlar gibi imkanlarını en üst seviyede
kullanarak yapması gere-kir."[155]Fukahanın
bazısı vacibin düşeceği zaman hakkında bir smirla-ma getirmişler ve demişler
ki: "Yapılması gereken, senede bir defadır ve farz ancak bununla
düşer." Buna şunu delil getirmişlerdir: Zimmi-lerin cizye vermesi her sene
vâcibdir. Cizye de yardıma karşılıktır. Bunun karşılığı da cihaddır. Netice
olarak senede bir kerre cihad, özür olmadıkça vâcibdir.[156]:
2- Şüpheler, Bidatlar Ve Batılları Defedip Onlarla
Savaşmak İmametin maksatlarından
birisi de İslâm inancına veya diğer yönlerine sıkıntı verecek herşeyden dini
koruma üzerine çeşitli vasıtalarla çalışmaktır.
Fakihler de bu manaya
işaret etmişlerdir. Mesela Ebû Ya'la şöyle diyor:"Ümmetin selefinin
üzerinde icmâ ettiği usul üzere dini koruma İmâma vâcibdir. Bir şüphe kişiyi
dinden başka yöne meylettirecek olsa, İmâm onun için delili açıklayacak doğru
olanı ona izah edecektir. Dini, tahrifden, ümmeti yanlışlardan korumak için
gerekli olan had ve hukuku uygulamak imâma vâcibdir.[157]Bidatlarla
savaşmak, İslâm düşmanlarının gündemde tuttuğu batılları, iftiraları ve
şüpheleri yok etmeye çalışmak, çeşitli vesilelerle yıkıcı fikirlerle harp
etmek ve batıl fikirleri açıklamak İslâm Devletine vâcibdir. Ta ki insanlar
dinlerinde ve fikirlerinde emniyet ve selamet içinde olsunlar.İşlerin en
tehlikelilerinden birisi de bu bidatlara ve sapık fikirlere idarecilerin sahip
çıkmalarıdır. Zira bunda dinin bozulması sözko-nusudur.İşte bu mana ile ilgili
Fudayl (r.h.) diyor ki: "Kim bid'at sahibine yardım ederse, İslâm'ı
yıkmaya yardım etmiş olur.'[158]İbnu'l-Erzak
da şöyle diyor: "Bid'at ehlinin idarecilere meyletmesi, dinin
muhafazasına zarar verecek şeylerin en büyüklerindendir. Bu da iki türlü
olur:Birisi: İdarecinin, bid'ata uymayan kimseyi hapsetmesi, dövmesi ve ölümle
tehdit etmesi. Ahmed bin Hanbel'e yapılan hapis ve işkence gibi.İkincisi:
Devlet başkanının çağrısına icabet çok olacağından dolayı, devlet başkanının
yöneldiğine insanların yönelmesi, dini sebeb-den dolayı yönelmelerinden daha
etkili olmaktadır. İşte o zaman, bu uğursuz sınıfi (bidatçıları) meydana gelen
fitne ve sonra da onlarla dine gelebilecek zararları defetmek için, sünnet
hükümlerini tatbike teslim olmalarını sağlamak, emir sahiplerine (devlet
başkanı ve diğer amirlere) vâcibdir."[159]Bu
fesatçılardan korunma yollan pek çoktur:
a) Korunma
Sebeplerinin Öğretilmesi
b) Onlara
Karşı Delilleri Ortaya KoymaHz. Ali (ra)'nin Hâricilerle yaptığı gibi. Abdullah
İbni Abbas (ra)'ı onlarla münazaraya gonderince onlardan çok kimseler
vazgeçti-ler. [160]Bidattan
korunma yollarından bazısı da şunlardır:
a- İnatkar
olana ta'zir cezası uygulamak,
b- Sürgüne
göndermek,
c- Ondan
ayrılma, ondan alakayı kesmek.Hz. Ömer (ra)'m, Kur'an'ın müteşabihinden soran
Sabiğ'a yaptırıp. Onu dövdü ve dedi ki; "Onu deveye bindirin, sonra onu
çıkarın da onu beldelere tanıtınız. Sonra hatib olarak kalksın ve desin ki,
Sabiğ, ilmi aradı ama ilim onu sapıttı."[161]
Ameller niyetlere göre değerlendirilir. İlim amel için lazımdır. Lazım olan
ilim de lazım olan amel içindir, İnsana, müslüman'a lazım olan, mesuliyeti ile
ilgili olanları bilmektir. Yanlış davranış, yanlış anlayışın neticesidir.
Müteşabihata ancak kalbinde hastalık olanlar yönelir. Muhkem dururken
müteşabihata yönelme fikri, insanı saptırır, hem de Hz. Ömer (r.a.) ve O'nun
gibi olanların tazir cezalarına maruz bırakır. İlim insanı saptırmaz. Zararlı
düşünce, zararlı anlayış ve zararlı niyet sahibinin ilim arayışı insanı saptırır.Zararlı
veya faydalı olan bilgiler, fikirler ehil olanlar arasında münakaşa
yapılabilir. Fakat zararlı fikirler halka, avama zarar verir. İşte bunların
halka, avama indirilmesini, yayılmasını engellemek gerekir. Asrın, insanların,
suçların ve durumların gereğine göre önlem almak elbette faydalı olur. (müt.)
d- Onlarla
savaşmak. Hz. Ali (ra)'nin Hâricilerle savaştığı gibi.Gerçek olan şu ki,
bidattan korunma vasıtaları, bidatin, bidat sebeplerinin ve bidatçıları
kuşatan durumların tağyiratıyla değişikliğe uğrar. Esas maksad, imametin
maksatlarını yıkan fikirlerin ve bi-datların bulanıklığından efkarı
korumaktır.İmâmın sorumluluklarından birisi de zaten dini yaymak, toplumu
korumak, onu dini konularda kültürlü kılmaktır. Ta ki yıkıcı fikirlerden
korunmuş olsunlar, fikirlerine yanlışlığın girmesine bir mecal bırakılmasın ve
faydalı olan her vasıta kullanılarak harbedile-bilsin.
3- Nesli ve Ülke Sınırlarını Korumakİmametin hedeflerinden birisi de Müslümanların,
kültürel imkanını değerlendirerek kamil manada kültür emniyetini sağlamak. İç
ve dış askeri imkanı sağlayarak insanların dinleri, ruhları, akılları,
namusları ve malları üzerindeki.selamet ve emniyeti temin etmek.Bu konuda
el-Maverdi İmâm'ın sorumluluklarını sayarken şöyle diyor: "... İnsanların,
maişetlerini temin edebilmeleri, seferlerde can ve mal tehlikesinden emin
olarak dolaşabilmeleri için nesli fyimaye etmek ve namusu müdafaa edip,
korumak."[162]
İmâmu'l-Harameyn de
şöyle diyor: "İmâmın, sınırı kapamadaki itinasına gelince, bu, işlerin en
önemlilerindendir. Bu da kaleler ve surlar inşa etmekle olur. Yiyecek
ambarlarıyla, ihtiyatlı davranmakla, su depoları ve havuzları hazırlamakla,
hendekler kazmakla, müdafaa aletleri ve malzemelerini temin etmekle ve de
sınırın her yerine erkeklerden uygun olanları yerleştirmekle olur."[163]Allah
yolunda cephe karargahı ve nöbeti denilen ribat veya mu-rabıtlığı teşvike dair,
Allah'ın Kitabi'nda emirler olduğunu görüyoruz:"Ey iman edenler!
Sabredin, sabır yarışı ediniz, murabıtlık yapınız ki başarıya ulaşabilesiniz."
(Al-i İmran: 200) Ayette murabıtlık, yanlızca hudud beklemek demek değildir.
Sadece harp için hazırlık yapmak da değildir. Belki ikisi de vardır. Ayrıca
zamana ve zemine göre harp taktikleri değişiktir. Düşman bu gün kültür istilası
halinde kalbleri, kafaları, evleri, çarşı-pazarı kaplamış. Bu gün hudut beklemek,
önce kalblerin, kafaların etrafında oluşturulan şüpheleri, çeşitli şekil ve
vasıtalarla (gazete, seminer, konferans, kitap, sohbet gibi) gidermeye çalışmaktır,
(mut.)Ibn-i Kesir, buradaki murabıtlıktan rmırad, "düşman karşısında
savaşı gözetmek, müsîümanlar'ın beldelerinin içine düşmanların girmesine karşı
İslâm hududunu koruyup muhafaza etmektir. Bu konuda teşvik ifade eden hadisler
vardır" diyor.[164]Bu
konuda Rasûlullah (s.a.v.)'m sünnetinde çok hadisler var. Bunlardan bazıları:
1- Buhari,
Sahihinde, Sehl İbni Sa'di (ra)'den Rasûlullah (s.a.v.)'ın şöyle
buyurduğunu rivayet ediyor: "Allah yolunda bir gün hudut beklemek dünya ve
içindekilerden daha hayırlıdır. "[165]
2- Müslim,
Sahih'inde Selman-ı Farisi (ra)'den Rasûlullah'ın şöyle buyurduğunu rivayet
ediyor: "Bir gün ve gece (Allah yolunda) hudut beklemek bir ayın orucu
ile teravihinden daha hayırlıdır. Ölürse üzerine dünyada iken yaptığı ameli ve
rızkı cereyan eder. Fettan (Münker ve Nekir)'den de emin olur."[166]
3- İmâm Ahmed, Hz. Peygamber (sav)'in şöyle
dediğini rivayet ediyor:"Kim Müslümanların sahillerinde herhangi bir şey
hakkında üç gün nöbet tutarsa, bir senenin nöbetiyle mükafatlandırıhr."[167]
1) Şeriat hükümlerini ve hadleri yerine getirme ve
ahkâmı uygulama.
Dini korumanın
gereklerinden birisi de, Allah (c.c.)'ın hüküi koyduğu ve uygulanmasını
emrettiği, marufu emir, münkeri nehiy, mücahid ordularının tanzimi,
ganimetlerin taksimi ve zekat vergisi gibi ahkâmı uygulamaktır. Zaten ahkâmın
tatbiki idareci veya idareciye vekalet eden şeriat kadıları ve onun
gibilerinin görevlerindendir. Ayrıca hadleri uygulama vb. şeyler tek başına
her insanın yapa-' bileceği birşey de değildir. Bu durumda insanlar arasında
fitne ve fe-sad olur. İşte bundan dolayı bunların tatbiki, imâmı tayin sebeplerindendir.İbn
Teymiye (r.a.) şöyle diyor: "Hadlerin tatbiki yöneticilere vaciptir. Bu
da, yapılması gerekeni yapmayan ve yapılmaması gerekeni de yapana ceza
vermekle olur."[168]Şer'i
cezalar iki çeşittir: Birisi, sınırları belli cezalar ki hadlerdir. Hırsıza
uygulanan had ile iftira edene tatbik edilen kırbaç (celde) gibi. Diğeri de
muayyen olmayan cezalar ki tazir cezalarıdır. Bu, hakimin içtihadına veya
hakime vekalet eden şeriat kadılarının içtihadına bırakılmıştır. Suçların
nitelikleri ve miktarları, günahın büyüklüğü ve küçüklüğüne, günahkarın
durumuna göre değişiklik arzeder.Bu hadler, ancak suç işleyenlere tatbik için
konulmuştur. Öyle ise hadlerin kuvvetliye de, zayıfa da, zengine de fakire de
uygulan^ ması gerekir. Hadlerin tatbik edilmemesi ne şefaatla, ne hediye ile ne
de başka bir sebeple helal olmaz. Hz. Peygamber (s.a.v.) in buyurduğu
gibi:"(Ey Müslümanlar!) Siz Allah'ın had (ceza)lannı (akrabalıkta veya
güçlülükte ve güçsüzlükte size) yakın olan ve uzak olan herkes hakkında
dosdoğru infaz ediniz. Sakın, hiçbir kınayanın kınaması sizi Allah (m hükmünü
uygulama)'dan alıkoymasın."[169]Allah'ın
Rasûlü (s.a.v.) şöyle buyuruyor:"Kimin şefaati Allah'ın emri olan
hadlerden birinin yerine gelmesine engel olursa, Allah'ın emrine zıt hareket
etmiş olur[170]bütünü sikalar arasında
zikredilmiştir."Yeryüzünde uygulanan (ilahi) bir had (ceza) (yerdekiler
için) kendilerine kırk gün yağmur verilmesinden daha hayırlıdır."[171]İbn
Teymiyye (r.h.) bu hadise bağlı olarak şöyle diyor:"İşlenen günahlar,
rızkın noksanlaşmasma ve düşman korkusuna sebeptir. Kitap ve sünnet buna
delildir. Hadler uygulanır, Allah'a itaat ortaya çıkar da Allah'a isyan
azalırsa rızk ve nusret, zafer ve Allah'ın yardımı meydana gelir."[172]Bu
durumda, münkerlerin en büyüğünden birisi, idarecinin münkeri nehyetmeyi veya
aldığı bir mala karşılık haddi uygulamayı terketme sidir.İbn Teymiyye'nin
dediği gibi: "Veliyyü'1-emr (devlet başkanı) nıünkerleri nehyetmeyi ve
aldığı bir mal karşılığında hadleri uygulamayı terkettiği zaman, alman bir
malı soyguna Çatılanlara taksim yapan haramilerin öncüsü konumunda ve iki
kişiyi bir fahişe üzerinde buluşturmak için alınacak şeyi alan pezevenk
konumunda olur. Onun durumu Lut'un hanımına kötülük eden ihtiyarın durumuna
benzemiş olur."[173]
2) İnsanları Dini Uygulamaya Mükafat ve Ceza ile Sevk
Etmek
Dini tatbikde imametin
maksatlarından birisi de, insanları Alah'ın hadlerine saygı duymaya, emirlerine
itaat etmeye ve bu konuda onları teşvik etmek, emirlere muhalefet edenleri
şer'i cezalarla cezalandırmaktır. Çünkü insanların bazısı ancak kuvvetle ıslah
olur. Bazılarının da ancak yumuşaklık ve iyilikle ıslah olduğu
gibi.Eş-Şevkanî'nin (r.h.) dediği gibi: "İnsanların hallerim ve kabiliyet
farklılıklarım bilen herkese malum olduğu üzere, insanlardan bazısı ceza
vermekle düzelir, iyilik etmekle fesada gider. [174]Bu
gibileri, ellerinden tutup hakka çevirmek gerekir.Hz. Peygamber (s.a.v.)'ın
şöyle dediği rivayet edilmiştir: "İsrailo-ğulları'nda dini bir noksanlık
meydana gelince, adam kardeşini gü-nahda görüyor ve onu hemen nehyediyordu.
Ertesi gün, gördüğü günah, beraber yemesine içmesine ve onunla sıkı fıkı
olmasına mani olmazdı. Allah da kalblerini birbirine benzetti. Onlar hakkında
Kur'an şöyle buyuruyor:"İsrailoğullan'ndan kafir olanlara, hem Davud'un
hem de Mer-yemoğlu İsa'nın diliyle lanet olundu. Bunun sebebi, isyan etmeleri
ve ifrata sapmaları idi. Onlar işledikleri herhangi fenalıktan birbirini
vazgeçirmeye çalışmazlardı. İşleyegeldikleri şey ne kötü idi. Eğer onlar,
Allah'a, Peygamber'e ve ona indirilene iman etmiş olsalardı,\o kafirleri dost
edinmezlerdi. Lakin onların bir çoğu (imandan çıkmış) fasık kimselerdir."
(Maide: 78,79- 81)Ravi şöyle devam etti. Rasûlullah (s.a.v.) sözü söyleyip
ayeti de okuduğunda, yaslanmış olduğu yerden doğrulup oturarak:"(Siz
müslümanlar) zalimin kollarından tutup onu (batıldan) hakka çevirmedikçe
azaptan kurtulamaz ve mazur sayılmazsınız" İbni Mâce, Piten 20 h.no:4006,
Tirmizi Tefsir 5 h.no:3050, hadis hasendir diyor Ebû Da-vud, Melahim 17, (Avn:
11/788) Münziri: Ebû Ubeyde'nin Peygamber (s.a.v.) den. Mürsel olarak rivayet
ettiği zikrolunmuş diyor... halbuki önce de geçti ki Ebû Ubeyde b.Abdullah b.
Mesud'un babasından işitmemiş. Öyle ise munkatı hadisdir. (Avn'l-Mabud 11/488).
Ahmed 1/391 Aynı hadisde ilgili Ahmed Şakir: Hadis munkatı' olduğundan zayıfdır
diyor. H.no 3717 (5/268).[175]buyurdu.
Fakat bu üslubun kullanılması, ancak toplumdan mün-ker olanları ve bozgunculuk
sebeplerini giderdikten sonra mümkün olabilir. O da dini koruma, uygulama
vasıtalarındandır ve imametin maksatlarındandır.Zararları ve kötülükleri, tüm
gücüyle birlikte, gidermeden ve uzaklaştırmadan dini korumak ve insanları buna
zorlamak mümkün değildir. Tıpkı cemiyet önünde hayır yollarının kolaylaştırılıp
her imkanı kullanarak, o hayra insanları teşvik etmenin gerekliliği gibi.Bu
dini koruyup tatbikini temin etmenin vasıtalarından birisi de imametin
maksatlarından olan ikinci maksadıdır:[176]
Cezaları ve hadleri
uygulamadan "Dini Koruma" konusunda söz ettik. Allah'ın indirdiği ile
hükmetmenin gerekliliğinde şüphe yok. Lakin Allah'ın indirdiği ile hükmetme ile
murad tek maksad değildir. Allah'ın indirdiğinden maksad, hayatın her yönünü
şeriatın kaidelerine, prensiplerine ve hakkında nass bulunan veya nasslardan
istin-bat edilen ahkâma uygun olarak veya selim ictihad kaidelerine uygun
olarak düzenleyip idare etmektir. Hadler, Allah'ın indirdiği ile hükmetmekten
bir bölümdür. İnsanların çoğunun tasavvur ettiği gibi hükümler sadece hadler
değildir.Allah (c.c.) Kitabı Kerim'inde, hüküm koyma ile ilgili İslâmi düşüncedeki
temel kaideleri açıklamış ve şöyle buyurmuştur:Hükmetme (hüküm koyma) ancak
Allah'a aittir.." (Yusuf: 40) Bu da birkaç ayette geçmektedir.[177]O'nun
himayesi ve idaresi altındadır. Mutlak hakimiyet sadece O'na aittir, başkasına
değil. Her müslümana bu kaideyi koruması, anlaması ve mükemmel bir şekilde
tatbik etmesi vâcibdir. Çünkü hüküm koyma konusu İslâm'ı anlamaktır ve La
ilahe illallah kelimesinin gereğidir. Hakimiyet ancak Allah'a aittir esasına
iman etmeden iman olmaz.İmamlar ve hakimler Allah'ın kullar hakkındaki ahkâmı
infaz için memurlarıdır. Onların siyaseti ve idaresi beşer halinin ancak
kendisiyle düzeleceği şeriatladır.Hz. Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliğinin
hayatın bütün yönlerini kapsamasıİman edilmesi gereken diğer bir konu da Hz.
Peygamber'in peygamberliğinin her şeyi kapsadığı ve hayatın bütün isteklerine
cevap verdiği, kıyamete kadar bütün beşere uygun ve son şeriat olduğudur. Bu
durum şu ayet-i kerimede belirtilmiştir:"Bugün size dininizi kemâle
erdirdim, size olan nimetimi tamamladım, din olarak da sizin için İslâm'a razı
oldum." (Maide, 3)Başka bir ayette şöyle buyuruluyor:Biz kitapta hiçbir
şeyi eksik bırakmadık..." (En'am: 38)Sana (bu) kitabı her şeyin apaçık bir
beyanı, bir hidayet, bir rahmet ve müslümanlar için bir müjde olmak üzere
peyderpey indirdik." (Nahl:89)
Şeriatın kapsamlılığı
ve kemali, hayatın bütün ihtiyaçlarına tek tek hüküm koyduğu anlamında değil,
belirli her cüz üzerinde nass oluşu manasınadır. Zira bu, güç bir durumdur.
Allah'ın yüklemediği şeyi olmayan nasslara yüklemek olur. Ancak bundan murad,
şeriatın, zamanla ve mekanla etkilenmeyen, değişmeyen prensipler getirmiş
olmasıdır. Herşeyi kaplayan hayatın sebeplerinden etkilenmeye gelince, şeriat,
meşru vasıtalarla, çeşitli hükümlerin istinbatmm (hüküm çıkarılmasının) mümkün
olabileceği temel prensipler (külli kaideler) getirmiştir.
Bu konuda İmâm Şatibi
(r.h.) şöyle diyor:"Bu gün dininizi kemale erdirdim" ayetinden
maksat, eğer bilfiil cüziyatı elde etmede kemale erdirme ise -ki cüziyata
nihayet yoktur-hiçbir çizgiyle sınırlanmaz. Ulema bu manayı ifade etmiş hüküm
altına almış. Kemale erdirme ile maksat, sonsuz hadiselerin, meselelerin
üzerinde cari olduğu temel prensipleri koymak demektir [178]
Ayet ve hadislerde herşeyin aslı ifade edilmiş, her konunun ana kaynağı
sağlanmış. Bu asıl ve kaynaktan külli kaideler çıkarılmıştır. Bu külli
kaidelerden de kıyamete kadar çıkacak her mesele istibat edilir, istihraç
edilir, hükümler çıkarılır. Yoksa her cüz'i konuda ayet olmaz bu mümkün
değildir. Lüzum da yoktur. Ancak bazı konularda tafsilat verilmiş. Her konuda
tafsilat yok, tafsilatın çıkacağı ana asıllar verilmiş, asıllardan da genel
prensipler, genel prensiplerden de her konunun izahı çıkarılmıştır,
(müt.)Meydana gelen ve sonradan olan meseleler, şeriatta mevcut olan küllî ve
bu meselenin hükmü gelmesi mümkün olan cüz'i kaideler veya kıyas edilmesi
mümkün olan cüziyatm hepsi müctehidin çalışma alanıdır. Ömer İbni Abdülaziz
(r.a.)'in dediği gibi "İnsanlarla ilgili davalara, işledikleri günah
oranında önem verilir. Yoksa şeriatın kapsamhlık ve genel oluşu manası beşerin
muhtaç olduğu hükümlerin bütünü için değildir."İbni Teymiye (r.h.) şöyle
diyor:"Müslümanların imamlarının cumhurunun üzerinde ittifak ettiği esas
nokta nasslarm, kul fiillerine ait hükümlerin bütününe yeterli oluşudur. Bir
kısmı da, nasslarm, bütün herşeye yeterli olduğunu söylüyor. Bunun böyle
olduğunu, ancak nankörler inkar eder. Çünküo kimse, Allah'ın ve Rasûlü'nün
sözleri olan genel nassların manasım ve nassların kulların fiillerinin ahkâmınıkapsadığım
anlamamıştır. Zira, hem Allah (c.c.) Kur'an-ı Kerim'i Hz. Muhammed (s.a.v.)'i
Ceva-miu'l-Kelim (ifadesi kısa, manası kapsamlı olan) olarak göndermiştir.
Rasûlullah da, çok genel kaideler ve külli hükümleri olan genel şümullü
kelimeler ile konuşurdu. Bu tarzda bazen sayılamayacak kadarını ele alırdı.
İşte bu yönüyle, nasslar, kul fiillerinin hükümlerini kaplayıcıdır."[179]Bu
noktayı, İbnu'l-Kayyum (r.a.) şöyle belirtmiş:"Ayakların kaydığı,
anla'yışların saptığı, sıkıntılı bir makam ve çetin savaşın verildiği bu
konumda, bir grup tefrite düştü de hadleri işlevsiz (muattal) bıraktılar,
hakları zayi ettiler, günahkarları bozgunculuğa cesaretlendirdiler. Bunlar
şeriatı, kulların işlerini düzenlemekten uzak başka (sistem)lere muhtaç kısır
bir anlayışa hapsettiler. Kendileri için de başkaları için de realiteye uygun
tek sistemin şeriat olduğunu bildikleri halde hakkı uygulamadılar. Salih
yolları şeriat kaidelerine zıt olduğu zannına kapılarak kendileri aleyhine
kapattılar. Allah'a yemin ederim ki hakdan doğan sahih yollar Rasûlullah
(s.a.v.)'ın getirdiğine zıt değil, kendilerinin ictihadlarıyla şeriattan
anladıklarına ters düşse bile, bu anlayışı kendilerine gerekli kılan,
realiteyi bilmedeki noksanlıkları ve birini diğerinin seviyesine
indirmeleridir. İdareciler insanların işlerinin ancak, onların şeriattan
anladıklarından öte bir anlayışla düzeleceğine inandıklarını sanınca
siyasetlerinin gereği olarak uzun süren şer ve kapsamlı bir bozgunculuk meydana
getirdiler. Bu gruba karşı başka bir grup da ifrata düştü. Allah'ın ve
Rasûlü'nün hükmüne zıt olan şeylere cevaz verdiler. İki grubun herbiri,'
Allah'ın kendisiyle Rasûlünü gönderdiği, kitaplarım indirdiği şeyi bilmedeki
noksanlıklarından meydana gelmektedir.[180]Âyet
ve hadislerde herşeyin aslı ifade edilmiş, konunun ama kaynağı sağlanmıştır. Bu
asıl ve kaynaktan külli kaideler çıkarılmış-dır. Bu külli kaidelerden de
kıyamete kadar çıkacak her mesele istin-bat edilir, istihraç edilir, hükümler
çıkarılır. Yoksa her cüzî konuda âyet olmaz bu zordur. Lüzum da yoktur. Ancak
bazı konularda tafsilat verilmiş, her konuda tafsilat yoktur. Tafsilatın
çıkacağı ana asıllar verilmiştir. Asıllardan da genel prensipler, genel
prensiplerdende her konunun izahı çıkarılmıştır.Esas maksat Allah'ın
şeriatının, insanlığın muhtaç olduğu herşe-ye yeterli olduğudur. Hiçbir mesele
yoktur ki, Allah'ın kitabında ve Rasûlünün sünnetinde bir hüküm olmasın. Ya bir
nass, ya zahir, ya istinbat veya bundan başka delalet olarak vardır .[181]
Yoksa bu Allah (c.c.)'ın "Bugün size dininizi ikmal ettim, nimetimi size
tamamladım, din olarak da İslâm'a razı oldum..." (Maide, 3) ayetini
yalanlama olurdu. Şeriatı noksan görmek, Allah'ın ve Rasûlü'nün açıklamasını
noksan görmek, kitabın ve sünnetin, ihtilaf anında insanlığa yetmediğine
hükmetmek olurdu.Zira Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: Eğer birşey hakkında (ihtilaf
edip) çekişirseniz onu Allah'a (Kitap) ve Peygamber'e (sünnet) götürün, eğer Allah'a
ve ahiret gününe inanıyorsanız, bu, hem hayırlı hem netice itibariyle daha
güzeldir." (Nisa: 59)Ayette "fi şey'in" diye şarttan sonra nekre
olarak ifade edilmesi genele delalet eder. Yani konusu küçük olsun, büyük olsun
her şey demektir. Ayetteki münakaşa, çekişme, ihtilaf konusu din ve dünya
işlerinin tamamını kapsar. Başka bir ayette şöyle buyuruluyor:"Rabbine
yemin olsun ki, aralarında çekiştikleri şeyde seni hakem yapıp sonra da
verdiğin hükümde kendileri için hiçbir darlık duymadan (tam bir teslimiyetle)
boyun eğmedikçe iman etmiş olmazlar. " (Nisa, 65)Usulcülere göre, ism-i
mevsul, sıgasıyla birlikte umum sigasm-dandır. Bu umum ve şumulda (her konuyu
ele alıp genişçe izah) cinsler ve neviler yönünden, miktar yönünden olduğu
gibi. Burada nevi ile cins arasında fark yoktur, çok ile az arasında fark
olmadığı gibi. (İsmi mevsul olan "mâ" harfi bütün bunları
kapsar.)Allah'ı ve Rasûlünü hakem tayin etmekten maksat Allah'ın kitabı ve
Rasûlünün sünnetini hakem tayin etmektir,[182]Bunların
böyle olduğu bize açıklanınca, şeriatın neyi açıklayıp genel prensiplerinin
bize neyi verdiğini ve müctehidlere hangi tafsilatı bıraktığını bilmemiz
gerekir. Müctehidler şer'i, külli kaidelere ve diğer ahkâma bakıp, maslahatlar
ve şeriatın genel olarak gözettiği usul kaidelerine dikkat ederek birbirleriyle
kıyas yaparlar. Allah'ın bize akletmeyi, araştırmayı, inceliklerinden
bahsetmeyi helal kıldığı meseleleri tafsilatıyla bilmek bize vâcibtir ki işler
karışık gelmesin ve biz de dinimizden bir delil üzere olalım...
İnsan hayatım üç
bölümde inceleyebiliriz.
1- İnsanın hakikatına, zatına bağlı sabit
yanları. Zamanın ve hallerin değişmesiyle değişiklik' kabul etmez, mutlak
manada değişim olmaz. Şeriat, insanın hakikati, zatı ile ilgili tafsili, ince
ve net olan ahkâmı getirmiştir.[183] Bu,
aile hukuku, hadler1 ve ibadet konuları gibi.
2- Cevheri
ve hedefi sabit olup zamanın ve mekanın değişmesine bağlı olarak şekilleri
yenilenen ve gidişatında değişime uğrayan yönleri. Şeriat bu yönler için,
sabit tarafını koruyacak genel prensipler getirmiştir. Değişikle alakası olan
tarafı, değişenle değişmeyen kısım arasındaki münasebeti, cüz'i kısımlarını
açıklamada içtihâd şartlarına sahip müctehidin içtihad alanına girmesi
mümkündür. Bu, devletin iktisadi politikası, eğitim çizgisi, idari işleri,
trafik kuralları ve yol yasaları vs. gibi. Mesela iktisat politikası için
şeriat hangi şehir veya hangi asırda olursa olsun, ışığında yürüyeceği,
gözetilmesi mutlaka gerekli olan, değişmeyen sabit ve genel prensipler koymuştur.
Şeriat malın, hakikatte Allah'ın mülkü olduğunu beşerin ise o mülkte Allah
adına, Allah'ın emirleri doğrultusunda hareket edip tasarruf etmek üzere halife
seçilmiş olduğunu açıklamıştır. Şeriat her ferde zaruri ihtiyaçları elde
etmesinin vacipliğini, insanların mallarını batıl yollarla yemenin, faizin
haramlığmı, karaborsacılıktan ve haris-likten nehyi, kişisel mülkiyet hakkını,
zenginliğin, zenginler arasında dolaşan bir devlet olarak kalmasını
yasaklamayı, infaka teşviki,bazı zamanda [184] infakın
vâcibliğini izah etmiştir. Zekatı farz kılmış, nisab miktarını, verilecek
yerleri ve bütün inceliklerini de açıklamıştır. İktisadi planlar, yatırım
yolları, her hak sahibinin hakkını vermeyi garanti eden yasaların
belirtilmesi, Müslümanlar'm mallarını sahtekarların oyunundan koruma, umumi,
hususi müesseseler arasındaki mubah ilişkilerin keyfiyeti, vs. bunlar genel
ölçüler ve kaideler çerçevesi içinde ümmetin içtihadına yöneliktir.Prof.
Muhammed Abdulcevâd Muhammed şöyle diyor: "Esas gerekli olan, konulan bu
yasalar ve tüzüklerin bütününün çeşitli mez-heplerdeki İslâm fakihlerinin
istinbat ettiği kaide ve hükümlerden alınmasıdır. Yeni ortaya çıkan meseleler
sebebiyle önem verilen muamelata gelince, kıyas yoluyla hükümler çıkarmak veya
İslâm fıkhında usul kaideleri içinde ele almak mümkün olabilir."[185]
Bununla da bu yasalar ve tüzükler şer'i boyayı almış olur.Fakat bu içtihad
edilen, istinbat edilen konularda içtihad şartlarına sahip ve ona ehil olmak [186] şart
kılınmıştır. Şer'i naslarla çatışmamanın şart olduğu gibi. İmâm Şafii (r.a.)
bu gibi konularda önemli bir kaide koymuş, fakat bu kaideyi İslâm dışı
kaynaklardan kanunlar çıkaranlar hakkında koymamıştır. Bu gün İslâm
memleketleri bu ölçüden uzaktırlar. İmâm Şafii, bu kaideleri, kitapta ve sahih
sünnette sabit olan şeylere bakmadan önce, hükümler istinbat eden müslüman
alimlerin müctehidleri hakkında koymuştur. Bunlar kendi reyleriyle hiç bir
sahih temele dayanmadan kıyas yapıyorlar, içtihad yapıyorlar, doğruya uygun
gelse bile... şöyle diyor: 'Kim bilmediği ve bilgisinin ulaşamadığı bir şeye
kalkışsa da doğruya ulaşsa, bilmediğinden dolayı kendisinden kabul edilmez,
övülmez. Allah en iyi bilendir. Eğer o kimse, ilmi hata ile sevabı ayırt etmeye
yetmediği sahada konuşursa hatası sebebiyle mazur değildir."[187]
1) Kitap ve
sünneti, ahkamın kaynağı ve istinbatm nasıl yapılacağını bilmesi, nüzul sebeplerini,
tefsir ve tarih hakkında rivayetleri, nasih ve mensubu, hadisin sahihini zayıfını
bilen kimse olması.
2) İcmaı,
delil oluşunu, var oluş kaynağını bilmesi,
3) Kıyas
yönlerini, ahkâmın illetlerini ve meşru kılman ahkamın teşrii hükmü bilinmesi
4) Nahvi ve
fıkhı, Kitap ve Sünnetie alakalı olan zahir nassı, mücmeli, âm, has, mutlak ve
mukayyet vs. ile ilgili yeterli ilmi bilmesi,
5)
Kendisinde istinbat melekesinin olması, zeka parlaklığı, kalp zekasının olması,
insanların hallerini, hadiselerini, muamelelerini ve maslahatlarından haberdar
olması.Eğer bu şartların tamamının bulunması mümkün olmazsa en üstününden sonra
üstün, daha az üstün sırasıyla bulunan olabilir. Bu konuda: Ravdatü'ı Nazır,
İbni Kudame s. 190, El-Melhel ila Mezhebirl-İmâm Ahmed, İbni Medran s. 181, İlm
Usuli'1-Fıkh, Abdul-vehhab Hallaf, s. 218Üstad Ahmed Şakir Er-Risale'nin bu
kısmına düştüğü dipnotta şöyle diyor:"Bunun manası açıktır: İslâm
kaidelerine göre İslâm Hukukunda müctehid olan kimse, içtihadı, bilgi temeli
üzerine değilse, araştırma esnasında kitap ve sünnet delillerine dayanmıyorsa,
mazur olmaz. Hatta hükümde isabet etse bile, onun isabeti delil üzere, yahut
yakin üzere veya sahih ictihad üzere bina edilmeyen bir tesadüf olur.İslâm
kaidelerinden uzak kaideler üzere ictihad yapan ve hüküm çıkaran müctehid de
değil, müslüman da değildir. Zira o, ister İslâm'a uygun olsun, ister uygun
olmasın kendi anlayışıyla hüküm koymaya yönelmiştir. Doğruya olan uygunluğu,
eğer muvafık ise bilme diğindendir, bilakis doğruyu kastetmediğinden dolayı
doğruya isabet edişi makbul değildir. Hatta onlar doğruya muhalif olduğu za-,
man da küfürlerinden dolayı muhalefetleri de önemsenmezler...
3- Sırf
dünyevi işlere gelince, ziraat, sanat gibi maddi özellikler ve yeryüzünün
imarında bu özelliklerden istifade etme gibi helâl ve haram, hidayet ve
sapıklıkla alakası olmayan diğer beşeri faaliyetlerde, gelişme teknikleri
konusunda, gayret etmesi, çalışması, araştırması ve aklının ulaştıracağı kadar
iş yapması insanın kendisine bırakılmıştır.Hz. Peygamber (s.a.v.)'in söylediği
de işte bu idi: "Siz, dünya işlerinizi daha iyi bilirsiniz."[188]Bu,
mübâhlık hükmü altına girer. Ancak dünyevi işler, yaratılışın temel maksadı
olan kulluğa boyun eğerek devam eder, bekasını sürdürür.Cenab-ı Allah'ın,
buyurduğu gibi:"Ben cinleri de insanları da ancak bana kulluk etsinler
diye yarattım. " (Zariyat, 56)Eğer bu ameller ile Allah'ın rızası, O'na
itaat üzere takva ve dinine yardım kastediliyor s a işte o zaman kulluk
mefhumuna dahil olur. Kul yaptığı fiiline göre sevap kazanır. Eğer bununla
kendini büyük görme, riya ve Allah'a karşı üstünlük, Allah ve Rasûlü ile muharebe
kastediliyorsa işte o zaman da buna göre azaplandırıhr.
Şimdi, hayatın bütün
yönlerini içine alan şeriatı tanıdıktan sonra bize, dünyayı bu din ile idare
etmeyen veya başka bir ifade ile, bu hayatın işlerinde Allah'ın dini ile
hükmetmeyen ve dinin yerine beşerin koyduğu uydurma kanunlarla değiştiren
kimsenin hükmünü öğrenmemiz kalıyor. Bu hükmü araştırmada büyük zahmet çekmeyeceğiz.
Zira Allah (c.c.) birçok ayette bu konuyu açıklamıştır:Ayette şöyle
buyuruluyor:"Şunları görmüyor musun, kendilerinin, sana indirilene ve senden
önce indirilene inandıklarını ileri sürüyorlar da hakem olarak tâğuta başvurmak
istiyorlar. Oysa kendilerine onu inkâr etmeleri emredilmişti. Şeytan da onları
iyice saptırmak istiyor." (Nisa, 60)Ayette ilk anda "Yez'umün (ileri
sürüyorlar) ifadesi, onların iman iddialarının yalanlanması demektir. Allah
(c.c), Allah'ın şeriatının dışındakilerle mahkemeleşme veya hakem tayini
sebebiyle imanlarının olmadığını ifade etmiştir. Bir mü'minin kalbinde, iman
ile hirlikte Allah'ın hükmünün dışındakilerle muhakeme olmayı kabullenmek bir
arada bulunmaz. Birisi diğerini yokeder. Burada gerçek iman ancak tâğutu
inkârdan sonra olur.Eğer hem İslâm mahkemesi hem de küfür mahkemesi varsa o
zaman zahire göre hangisini tercih ederse onunla, o kimse hakkında hükmolunur.
Demek ki İslâm hükmünü beğenmiyor ki küfür hükmüne yönelmiştir diye o fiilini
kalbine tercüman yaparız. Eğer sadece küfür mahkemesi varsa, aralarında tahkim
usulü kurmalılar. Fakat bağlayıcılığı olmazsa o zaman hakkının zayi olmaması
için şeriatın belirlediği esasa göre hakkını, bir kâfiri veya bir küfür
kurumunu da kullanarak alabilir. Bu kurum veya şahıs hangi diyarda, (küfür
veya İslâmi görünen yerlerde) olursa olsun aynıdır. Ancak kalblerinde İslâm
mahkemesini tasdik, küfür hükmünü inkâr olması, lazımdır. Buna rağmen küfür
mahkemesinin varlığı ve hükmü normalmiş zannı uyandırması tehlikesi mevcuttur.
Küfre dönüşebilir, (müt.)"Kim tâğutu inkâr eder, Allah'ı tasdik ederse
kopmayan en sağlam kulpa tutunmuş olur. Allah her şeyi işiten, her şeyi
bilendir."La ilahe illallah'm manası da işte budur. Dikkat edilirse hem
ayette hem kelime-i tevhidde Önce nefiy sonra is-bat var. Önce nefiy yani
küfrü, şirki ve küfrün hükmü reddolunacak ki tasdikin varlığı kabul edilsin.
Önce inkârı gerekeni inkâr, sonra tasdiki gerekeni tasdik etmek olmalıdır,
(müt.)
Tâğut:
"Tuğyan" masdarından alınmıştır. O da haddi aşmaktır. Her kim Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in getirdiği şeyin dışındakilerle hükmeder veya Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in getirdiği şeyin dışmdakileri hakem tayin ederse tâğut
ile hükmetmiş ve tâğutu hakem kabul etmiş olur. Herkese lazım olan, sadece Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in getirdiği şey ile hükmetmesidir, başkasıyla değil.
Herkese gereken sadece Hz. Peygamber (s.a.v.)'in getirdiği şey ile muhakeme
olmak olduğu gibi. Kira bunun aksiyle hükmeder veya aksine muhakeme olursa
isyan etmiş olur ve haddi aşmış olur. İşte bu suretle haddi aştığından tâğüt olur."[189]Delillerden
birisi de şu âyet-i kerimedir:"Hayır! Rabbine yemin olsun ki onlar
aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp; sonra da senin verdiğin
hükme karşı içlerinde bir sıkıntı duymadan tam manasıyla teslim olmadıkça inanmış
olmazlar.11 (Nisa: 65)Burada şunu görüyoruz ki, Allah (c.c), Hz. Peygamber'i
hakem tayin etmeyen kimsenin imanının olmadığına yüce zatına yemin ediyor. Hem
de sadece hakem tayin etmeyi de yeterli bulmuyor, kendilerinde, verilen hükme
bir sıkıntı duymamalarını ekliyor. Bununla da yetinmiyor, mutlak bir inkıyâd ve
hükmüne tam bir teslimiyet istiyor. Yine aynı şekilde Allah (c.c), Allah'ın
indirdiği şeyle hükmetmeyen kimseyi küfr, zulm ve fiskla tanımlıyor:
"Kim Allah'ın
indirdiği (hükümler)'le hükmetmezse işte onlar kâfirlerin tâ
kendileridir." (Maide 44)"Kim Allah'ın indirdiği (ahkâm) ile
hükmetmezse onlar zalimlerin tâ kendileridir." (Maide 45)"Kim
Allah'ın indirdiği (ahkâm) ile hükmetmezse onlar fâsıkların tâ
kendileridir." (Maide 47)Bu ayetlerin Ehl-i Kitap dinlerini tahrif ettiği
hususunda nazil olduğu rivayet edilmiştir. Ayet, Allah'ın indirdiği hükümlerle
hükmetmeyen herkes hakkındadır. Çünkü itibar lafzın umûmiliğinedir, sebebin
hususiliğine değil. Nüzul sebebinin hususiliği, mananın umumiliğine mani
değildir. Sebep özel olur, mana genel olur. Ayet bir zamanda inmiş, bütün
zamanlar için, bir mekanda inmiş bütün mekanlardakiler için, bir hadise ve bir
insan için inmiş, bütün diğer hadise ve insanlar için bağlayıcıdır, (müt.)Bu
görüşle hükmedenleri Huzeyfe (r.a.) reddediyor: "İsrailoğulla-rı size ne
güzel kardeştir. Kendileri için ne kadar acılık varsa sizin için de o kadar
tatlılık vardır. Hayır tam aksine! Vallahi siz onların yollarım nalın
tasması(mn nalını takibi gibi) takib edeceksiniz. "[190]
îsrailoğulları'nın güzel kardeş oluşu takib etmeniz gerektiği için değil. Ne
yaparsa aksini yapacaksınız, onlara olan acılık, sizin için tatlılıktır. Onlara
acı gelen size tatlı gelir. Ama tam aksine, onlara muhalefet edeceğinize
onları takip edeceksiniz. Ayakkabının bağının ayakkabıyı takib ettiği gibi
takib edeceksiniz, demektir. Huzeyfe (r.a.)'nin bu sözünü buraya almaktan maksat,
onların görüşü alınır mı, alınmaz mı sorusuna karşılık, alınır onları takib
etmek manasına değil. Daima onların elediğinin aksini demekle, yaptığının
aksini yapmakla, bir bakıma onlardan istifade edilmiş olunur. II. Abdulhamid
İngiliz konsolosuna sorar, o ne derse aksini yaparmış. Batıl düşinandan
istifade böyledir. Ama gel gör ki bu ümmet onların aksine hareket edeceğine
maalesef onları takib edecek demektedir, (müt.)O konuda aynı şekilde şöyle de
denilmiş: "Küfür olmayan bir küfür" dinden nakletmeyen, almayan
manasına.Bu, İbni Abbas, Tavus ve diğerlerinden de rivayet edilmiştir [191]Hak
olan, doğru olan, ayetin ıtlakı, yani olduğu gibi kalmasıdır. Bazen dinden
çıkar, bazen, hâkimin haline göre küfrü asgâr (küçük küfür) olur.Tahâvi
şârihi'nin dediği gibi: "Eğer hâkim, Allah'ın indirdiği ahkâm ile
hükmetmenin vâcib olmadığına veya o konuda muhayyer olduğuna inanırsa veya
Allah'ın hükmü olduğunu bildiği halde hafife alırsa; işte bu küfr-i ekberdir.
Eğer Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmenin vâcibliğine inanır, bu vaka
hakkında hükm-i ilahiyi de bilir de hükmetmeyenin azaba müstehak olacağını
itirafla birlikte, Allah'ın hükmüyle hükmetmekten vazgeçerse işte bu adam da
âsidir. Buna mecazi küfür ile kâfir ismi verilir veya küfr-i asgâr
denilir."'[192]
Maide süresindeki 44, 45 ve 47. âyetlerdeki tefsir hakkında anlamamız gereken
şu olsa gerektir: Uç ayrı ifade üç ayrı hükmün varlığının ifadesidir. 44. âyetteki kâfir ifadesi inancı, itikadı
küfürde olanın ifadesidir. Allah'ın indirdiği hükmü üstün görmeyen, hafife
alan, hükmü uygulamanın farz olmadığı inancında olan kimsenin Allah'ın
indirdiği ile hükmetmemesi küfründendir ki bu kimse şüphesiz kâfirdir.45.
âyette zâlim ifadesinin iki manaya gelme ihtimali vardır:
a) Zâlim
Allah'ın hükmünün yerine başka hükümleri koyan kimsedir, [tikadı küfürde ise
buna kâfir zâlim denir ki üsteki ile aynı manaya gelir.
b) Allah'ın
hükmünün yerine başka hükümlerle hükmeden bu kimse ;tikadi küfürde olmadığından
bu kimseye kâfir denmez. Fatır; 32. âyette mü'mirder üçe taksim edilmiş zalim,
muktesid ve sabikun diye, 47. âyette fâsık ifadesinin de iki manaya gelme
ihtimali vardır.
aa) Fâsık,
Allah'ın hükmüne iman ettiği halde o hükümden dışarı çıkmış âsidir. İmanından
dolayı mü'min, isyanından dolayı da fâsıkdır. Buna mümin fâsık ismini vermek
gerekmektedir.
bb) Allah'ın
hükmünü kalben kabul etmemek, hafife almakla imandan yıkmış, kâfir bir
fâsıktır.Hülasa edersek 44. âyetteki, "kâfinin" ifadesi hem 45. hem
de 47. âyetlerdeki zalim ve fâsık isimlerini de içine alır. 45. âyet ise 44.
âyetin hükmü olmayınca kâfir olmayan zalimdir. 47. âyet ise 44. âyetin hükmü
olmayanca kâfir olmayan fâsıkdır. Ancak 2alim ile fâsıkm yaptıkları ile
kâfirin yaptıkları arasında netice itibariyle amel etmemeleri, hükm-i ilahiyi
tatbik atmemeleri itibariyle birdirler. Fâsıklığın ve zalimliğin sonu da
kâfirliktir. Küfür inkâr ile alakalı, zulüm ve fısk ise burada isyan ile
alakalıdır. Bir de Allah'ın hükmünü, bütün gayretine rağmen bilmediğinden hata
eder de hıikmedemeyince hata etmiş olur. Müctehid ise bir ecir alır, hatası da
mağfiret olunur, (müt.)Ben derim ki, buna göre, İbni Abbas (r.a.) ile Tavus
(r.a.)'nm küfrü tefsir ederken "küfür olmayan küfürdür" manasına
hamlolunur.Eş-Şeyh Muhammed ibni İbrahim (r.h.)'ın görüşü:"Allah'ın
indirdiğinin dışmdakilerle hükmedene, kâfir olmadığı halde Allah'ın kâfir
demesi muhaldir. Bilakis o kimseye mutlak kâfir (yani kayıtsız) denir. Ya ameli
küfür veya itikadi küfürdür.." diyerek şöyle devam ediyor:
Birinci kısım: İtikadi küfürdür ki, bunun da çeşitleri
vardır:
1) Allah'ın
indirdiğinin dışmdakilerle hükmedenin, Allah'ın hükmü ile Rasûlü'nün hükmünün
hak oluşunu inkâr etmesi. Bu İbni Abbas (r.a.)'den rivayet edilip İbn Cerir
et-Taberi'nin de tercih ettiği manadır. Bu da Allah'ın indirdiği şer'i hükmü
inkârdır. Bunun küfür oluşunda ehl-i ilim arasında hiçbir münâkaşa yoktur.
2) Allah'ın indirdiği hükmün dışmdakilerle
hükmedenin, Allah'ın ve Rasûlü'nün hükmünün hak oluşunu inkâr etmemesi. Fakat
insanların, aralarındaki münakaşadaki muhtaç oldukları bir hükümde, Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in dışındaki bir kimsenin hükmünün, Peygamber (s.a.v.)'in hükmünden
daha güzel, daha tam ve daha şümullü olduğuna inanmakta, ya mutlak veya
hallerin değişmesiyle ve zamanın gelişimiyle meydana gelen yeni hadiselere
nisbetledir. Bunun da aynı şekilde yaratıkların hükmünü, hakim ve habir olan
Allah'ın hükmünden üstün tuttuğundan dolayı küfür olduğunda hiç şüphe yoktur.
3) Kendi
hükmünü Allah'ın ve Rasûlü'nün hükmünden daha güzel olduğuna
inanması dır. Kendisinin hükmünün,
Allah ve Rasûlünün hükmü gibi
olduğuna inanırsa, bu durum kendisini dinden çıkarma konusunda ve kâfir
yapmada Önceki iki çeşitteki gibidir. Bu da yaratılmışı, yaratanla eşit görmeyi
gerektirdiğindendir.
4) Allah'ın
indirdiği ahkâmın dışmdakilerle hükmedenin hükmünün, kendisinin O'ndan daha
güzel olduğuna inanması surda dursun; Allah'ın ve Rasûlü'nün hükmüne denk
olduğuna inanmasıdır. Fakat Allah'ın ve Rasûlünün hükmüne muhalif olan şeyle
hükmetmenin caiz olabileceğine inanırsa haramlığı kafi sarih nasslarla bilinen
şeyin câizliğine inandığı için bu da, önceki ile aynı hükme tabidir.
5) Bu
kısım, şeriata ve
ahkâmına muhalefet, Allah'a
ve Rasûlü'ne düşmanlık, şer'i muhakemeye dosya hazırlığı ve takibi, usûl
ve füru1, şekil, nevi, karar ve cezayı isbat, hukuk kaynağı ve dayanağının
zıtlığı bakımından küfrün en şümullü ve en büyük olanıdır. İslâm
mahkemelerinin kaynak ve dayanaklarının bütünü Allah'ın kitabı ve Rasûlü'nün
sünnetidir. Şimdiki mahkemelerin kaynağı, Fransa, Amerika, İngiliz vs. kanunlarından,
şeriata mensub bidat ehli mezheplerden toplanan kanunlardır. Şimdi, İslâm
şehirlerinin çoğunda mahkemeler, kapılan her sapıklığa açık, insanlar da o
tarafa yönelmiş, sünnetin ve kitabın hükmüne muhalif hâkimlerin hükmettiği
mahkemeler halindedir. Bu küfrün üstünde hangi küfür vardır. "Muhammed
Allah'ın Rasûlüdür" şehadetini bozandan daha bozucu birşey var mıdır?
6) Aşiret ve
kabile başkanlarının çoğunun, babalarından ve dedelerinden, törelerinden
aldıkları onunla hükmettikleri, aralarında çıkan çekişmelerde, Allah'ın ve
Rasûlü'nün hükmünden yüzçevirerek cahiliyye ahkâmı üzere devam ederek
hükmettikleri şeylerdir.Şüphesiz, hayra olan kuvvet, serden uzaklaşmaya olan
kudret ancak Allah'ın yardımıyladır.İkinci Kısım:Allah'ın indirdiği şeyin
dışmdakilerle hükmedenin küfrü diye isimlenen kısımdır. Dinden çıkarmayan
kısımdır.İbni Abbas (r.a.)'m "Kim Allah'ın indirdiği (hükümler)yle hükmetmezse
işte onlar kâfirlerin ta kendisidir." (Maide 44) ayeti hakkındaki tefsiri
geçti. İşte bu kısma şâmildir. Bu konudaki sözü "küfür olmayan küfür"
idi. Yine sözü: "Bu küfür o kastettiğiniz küfür değildir."Bu,
Allah'ın ve Rasûlü'nün hükmünün hak olduğuna iman etmekle ve kendisinin doğru
yoldan uzaklaştığını ve hata ettiğini, saptığını itirafla birlikte, şehvetinin
ve nevasının mahkemede Allah'ın indirdiği hükmün dışmdakilerle hükmetmeye
sevketmesidir."[193]Allah'ın
indirdiği ahkâmın dışmdakilerle hükmedenin hükmü hakkındaki ayetlerin
derinlemesine incelemek burada zordur.Tevbe sûresinde:"Onlar, Allah'ı
bırakıp bilginlerini, rahiplerini, Meryem'in oğlu Mesih'i rabler edindiler.
Halbuki bunlar da ancak bir olan Allah'a kulluk etmelerinden başkasıyla
emrolunmamışlardır. Ondan başka hiç bir ilah yoktur. O, bunların şirk
koştukları her şeyden münezzeh-dir." (Tevbe 31)Hz. Peygamber (s.a.v.) bu
ayeti okurken Adiy İbni Hatim şöyle diyor:"Ey Allah'ın Rasûlü! Biz onlara
kulluk etmedik, ibadet etmedik." Hz. Peygamber (s.a.v.):"Allah'ın
haram dediği şeyi size helâl etmiyorlarlar mı? Siz de onu helâl sayıyorsunuz
değil mi? Allah'ın helâl kıldığı şeyi haram kılıyorlar siz de onu haram kabul
ediyorsunuz, değil mi?" deyince, O da: "Evet!" dedi. Hz.
Peygamber (s.a.v.) de:"İşte onlara ibadet-kulluk budur."[194]
buyurmuştur.İnsanlar için hüküm koyan hakim, Allah'ın haram kıldığı şeyi onlara
helâl kılar, helâl kıldığı şeyi de onlara haram ederse kendisini onlara rab
etmiş olur.Nûr sûresinde:"(Münafıklar): Allah'a da, Peygambere de inandık,
itaat ettik derler de sonra bunun arkasından içlerinden bir zümre yüz çevirir.
Bunlar mü'min adamlar değildir.Onlar, aralarında hükmetmesi için, Allah'ın
Rasûlüne davet edildikleri vakit (bakarsın ki) bir fırkası hemen yüz çevirip
dönücüdürler. Eğer hak kendilerinin lehinde ise itaatle koşa koşa ona gelirler.
Kalblerinde bir (küfür) maraz (ı) mı var bunların? Yoksa (onun hak
peygamberliğinden) şüphe mi ettiler? Yahud Allah'ın ve Rasûlü'nün kendilerine
haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? Hayır! Asıl zalimler (haksızlar)
kendileridir.Müminlerin aralarında hükmetmek üzere Allah'ın Rasûlüne davet
olundukları vakit sözü ancak: "Dinledik, itaat ettik" demeleridir,
işte onlar kurtulanlardır." (Nur: 47-51)Muhammed sûresinde:"Şüphesiz
ki, kendilerine hak belli olduktan sonra arkalarına dönenlere (irtidad
edenlere) şeytan hatalarını süslemiş, (günah işlemelerini) kolaylaştırmış ve
kendilerini uzun uzun emellere düşürmüştür. Bu böyledir. Çünkü gerçekten
onlar, Allah'ın indirdiğini hoş görmeyenlere "Biz size bazı işlerde itaat
edeceğiz" dediler. Halbuki Allah onların gizli konuştuklarını da
biliyor." (Muhammed, 25, 26)Allah (c.c.) bu çeşit hükmü şu ayette olduğu
gibi cahiliyye hükmü diye isimlendirmiştir:"Onlar hâlâ câhiliyyet hükmünü
mü arıyorlar? Yakinen bilen bir kavim için Allah'dan daha iyi hüküm veren kim
vardır?" (Maide 50) .Allah, hükmü
ikiye ayırmıştır. Üçüncü hüküm yoktur. İslâmi hüküm, O da Allah'ın kitabı ve
Rasûlü (s.a.v.)'nün sünnetiyle hükmetmektir. Cahili hüküm, bu da îslâmi hükme
muhalif olan hükümdür.Câhiliyyet bir zaman ve bir mekanla sınırlı, bir ara
gelip sonra yok olan bir şey değildir. Allah'ın indirdiği hükümlerin dışındaki
hükümlerle hükmeden her toplum cahili toplumdur, ne kadar kendilerine maddi
kuvvet ve ilmi keşifler verilmiş olsa da...Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz şöyle
buyuruyor:"İnsanlar arasında, Allah katında buğzedilmeye en müstehak olan
üç grup kimsedir. Onlardan biriside: İslâm'da (İslâm geldikten sonra) cahiliyye
yolunu araştıran kimsedir."[195]Hz.
Peygamber (s.a.v.) Ebû Zer (r.a.)'a:"Sen de cahiliyye (kalıntısı) bulunan
kimsesin." buyurmuş.Hasan Basri (nh.) da şöyle diyor:"Kim Allah'ın
indirdiği hükmün dışındaki bir hükümle hükmederse cahiliyye ile hükmetmiş
qlur."[196]îbni Cerîr ise şöyle
diyor:"Bir vacibin terkinden veya haram kılınan bir fiilden meydana gelen
her masiyet cahiliyye ahlakmdandır."[197]Bugün
müslümanlarm, uğratıldıkları belalardan bir kısmı, hakimiyet anahtarları
asilerin eline geçmesi, cahiliyye hükmünü yol ve metot edinmeleri ve Allah'ın
hükmünü sanki bilmiyorlarmış gibi arkalarına atmalarıdır.Üstad Ahmed Şâkir
(r.h.) şöyle diyor:Müslüman memleketlerin bazısında, dinsiz, putcu Avrupa'dan
alınan ve bütün beldeleri kuşatan kanunları görüyoruz. O kanunlar, İslâm usûl
ve furuunun çoğuna esas olarak muhalif olan kanunlardır. Bazısı da, İslâm'a
ters ve İslâm'ı yıkmaktadır. Bu aşikâr ve net bir iştir. Bu duruma ancak
kendisini aldatan, dinini bilmeyen veya dine bilerek veya bilmeyerek düşmanlık
eden adam karşı çıkmaz. O kanunlar ahkâmın çoğunluğunda İslâmi teşriye uygun
veya çok az tersliği olsa bile bu kanunlarla müslüman beldelerde amel etmek
caiz değildir. Hatta İslâmi teşriye uygun olan konuda bile olsa. Çün-* kü
onları koyanlar koydukları zaman İslâm'a uygun olup olmadığına bakmadılar.
Ancak ve ancak Avrupa kanunlarına, prensiplerine ve kaidelerine uygun olmasına
baktılar. Hem de o kanunları müracaat kaynağı kıldılar. İşte bu sebeple
günahkardır. İster İslâm'a uygunolarak hüküm koymuş olsun, isterse muhalif
olarak koymuş olsun-lar [198]Bu
büyük suça düşen insanların üç kısım olduğu görülmektedir:
1- Kanunu (Yasamayı) yapan
Bunların
ıstılahlarında buna yasama kurulu (meclis, parlamento) denmektedir. Bunların
başındaki âmir de devletin en üst yönetici-sidir, bu heyeti tayin eden bu işe
bunları emreden, işlerini sınırlayan ve yapılan kanunları onaylayan kimsedir.
Diyor ki: "Bu kanunları, doğru olduğuna ve yaptığının doğru olduğuna inanarak
koyuyor. Bu kişinin durumu aşikardır, bu adanı oruç da tutsa, namaz da kılsa,
kendisinin müslüman olduğunu iddia etse bile..[199]
2- Kanunu Yürüten
Bu kanunları yürütüp
uygulayan kimsedir (hükümet ve emrindeki vali, kaymakam vs.). Bu kimse
hakkında da diyor ki: "Hakkı da savunuyor batılı da savunuyor. İslâm'a
aykırı olan batılı, doğru olduğuna inanarak savunduğu zaman bunun durumu da
kanun koyucunun durumu gibidir. Bunun dışında ise, savunma görevini yaptığından
dolayı ne kadar da Özür beyan etse hâlis münafık olur.[200]
3- Hakim
Bu kanunlarla mahkeme
edip, insanlar arasında hükmeden kimsedir."Bu kanunlardan İslâm'a uygun
olanlarla hükmettiği zaman bazen kendisini mazur görür. Şayet inceden inceye
bir araştırma yapılsa bu özrün hiçbir kıymeti olmadığı anlaşılır. Kitap ve
sünnetin metni ve bu ikisinden çıkan delâletlere göre İslâm'a zıt olan şeyle
hükmetmeye gelince, bu durum gerçekten şu hadisin hükmü içine girenlerden
olur:"Kişiye, hoşlandığı ve hoşlanmadığı konularda (amiri, hakimi)
dinlemek ve itaat etmek vâcibdir, ancak masiyetle emrolunması ha-ricdir. O
zaman dinlemek ve itaat etmek yoktur." Bu hadis, kişinin uymayı gerekli
zannettiği kanunlara isyan etmeyi emrediyor. Çünkü o kanunlar o kimseye
ma'siyeti emretmektedir. Bilakis Allah'ın kitabına ve Rasûlu nün sünnetine
muhalefet etmek masiyetten daha şiddetlidir, öyleyse bu kanunları dinlemek ve
bu kanunlara itaat etmek yoktur. Eğer dinler ve itaat ederse, bu kanunları
koyan amirin günahı ile bunun günahı bir olur.[201]
Kanunlar itaat edilmek için çıkarılır. İtaat eden yoksa kanunlar da yoktur.
Beşeri kanunları reddetmesi gereken müslüman reddederse beşeri kanunlar diye
birşey olmaz. Daima hainlerin işlerini gafiller kolaylaştırmıştır. Gafiller
uyanırsa hainler ortaya çıkarılır, hıyanet de biter. Allah'ın kitabına ve
Rasûlü'nün sünnetine itaat etmemek hıyanet demektir, (müt.)
4- Yönetilen
Üstadın zikrettiği
diğer üç sınıfa bir sınıf daha eklemek mümkündür. O da
"yönetilen"dir. Özellikle razı olur ve tâbi olursa aynı suça katılmış
olur. Yönetilene vâcib olan beşeri kanunlarla hükmo-lunmaya razı olmamaktır.
Onun görevi haranılığını açıklamak, beşeri kanunlara karşı çıkma yolunda
çalışmak, gücü oranında Allah'ın şeriatıyîa muhakeme olmak için gayret
etmektir. Zira Allah hiçbir nefse gücünün dışında birşey yüklememiştir. Ümmü
Seleme (r.a.)'nin rivayet ettiği hadiste Rasûlullah (s.a.v.) efendimiz şöyle
buyurmuştur:"Sizin üzerinize bir takım âmirler tayin edilecektir. Siz
onları bilip itiraz edeceksiniz. Her kim kerih görürse beraat etti, her kim
itirazda, bulunursa kurtuldu demektir. Fakat kim rıza gösterir de tabi
olursa!.[202] Cebir ve şer'i zaruret
halindeki duruma gelince, zaruret, zaruret .miktarına göre takdir
olunur.Dünyayı, Allah'ın indirdiği şeriatla idare etmenin vâcibliğini anladıktan
sonra artık muhayyerliğe ve kararsızlığa imkan yoktur. Hüküm, iman veya küfür
hükmüdür. Ya İslâm olduğuna veya İslâm olmadığına hüküm. Bunun, İmâmet-i Uzmâ
(En büyük İmam=Emir'el mü'minin)'mn maksatlarının en önemlisi olmasında hiçbir
gariplik yoktur. Hüküm konusu, meşru kılman imametin hedefi ve gayesidir. Şimdi
bu külli gerçekten doğan fer'i maksadların bazısını açıklayalım.
Fer'i maksatlar
1- Adaleti uygulamak ve zulmü kaldırmak
Bu, maksadların en
mühiminden ve İslâm'ın, tatbikini emrettiği, istenilen şeylerin en yüce
sindendir. İslâm, bu emri kabullenmeyi sadece idarecilere has kılmamış tır.
Bilakis İslâm, aile veya komşu veyahut bunlardan başka şeylerle alakalı
bulunsun, uğraştığı işlerin bütününde adaleti her insana emretmiştir.Adaletin
vâcibliğini Kur'an ayetleri ile Rasûlullah (s.a.v.)'m hadisleri
emretmektedir:"Muhakkak ki Allah, adaleti, ihsanı ve akrabaya vermeyi emrediyor.
Zinadan, münkerden ve insanlara zulüm yapmaktan da men ediyor. Size böylece
öğüt veriyor ki öğüt alasınız." (H&k\, 90)"Şüphesiz ki Allah size
emanetleri ehil (ve erbabj'ine vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman
adaletle hükmetmenizi emreder. Allah bununla size, gerçek ne güzel öğüt
veriyor! Şüphe yok ki Allah (sözlerinizi, hükümlerinizi) hakkıyla işitici,
(bütün yaptıklarımızı) hakkıyla görücüdür," (Nisa, 58) Söylediğiniz zaman
akrabanız da olsa adalet yapınız ve Allah'a verdiğiniz sözü tutun. Hatırlayıp
Öğüt alasınız diye (Allah) bunları size tavsiye etti." (En'am,
152)"Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan (hakimler, insanlar,
adaletle şahidlik eden (kimse) ler olun. Bir kavme olan kininiz, sizi adalet
yapmamaya sevk etmesin. Adalet yapın ki o, takvaya çok yakın olandır."
(Maide, 8)Allah (c.c.) Davud (a.s.)'a, adaletle hükmetmeyi emretmiş, masum
olmasına rağmen hevaya tabi olmaktan nehyetmiştir:"Ey Davud! biz seni
yeryüzünde bir halife yaptık. O halde insanlar arasında hak (ve adalet)le
hükmet. (Hükmünde) heva (ve heves)e (hissiyatına) tabi olma ki bu, seni Allah
yolundan saptırır. Çünkü Allah yolundan sapanlar hesap gününü unuttukları için
onlara pek çetin bir azap vardır." (Sa'd: 26)Hadislere gelince,"Yedi
kimse vardır ki Allah, hiçbir gölgenin olmadığı ancak kendi gölgesinin
bulunduğu günde onları gölgelendirecektir. Onlardan birisi de: "Adil
İmam"dır.[203] Adalet
yapmayan çok veya az ümmet idarecilerinden hiçbir kimse yoktur ki, Allah onu
cehenneme yüzü üzere düşürmesin[204]Ebû
Hureyre (r.a.)'in Hz. Peygamber (s.a.v.)'den rivayet ettiği hadisde Efendimiz
(s.a.v.) şöyle buyurmuştur:"Hiçbir on kişinin amiri yoktur ki, kıyamet
günü eli boynunda bağlı olarak gelmesin. Onu ancak adalet kurtarır veya zulüm
onu zelil kılar.[205]"Adaletle
iş görenler (Allah katında) nurdan minberler üzerinde Rahman'm sağında
olacaklardır. Onlar hükümlerinde ve aileleri ile mütevellisi -üzerine aldıkları
kimseler- hakkında adalet gösterenler-dir[206]. .Ebû Ubeyd, Ebû Hureyre (r.a.)'ye isnadla
Hz. Peygamber (s.a.v.)'den şöyle dediğini rivayet ediyor:"Adü imamın halkı
içinde bir günlük işi, abidin ailesi içindeki yüz veya elli senelik ibadetinden
daha faziletlidir."[207]Buna
karşılık İslâm, zulmü ve zalimleri ayıplamış ve zalimleri tehdit etmiştir. Hz.
Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:"Şüphesiz ki, Allah (c.c.) zalime
mühlet verir. Ama bir de yakalarsa onu bırakmaz.[208]Allah,
zulmü ümmetlerin yok oluş sebeplerinden kılmıştır. Zulmün yayıldığı hiçbir
devlet yoktur ki, orada yıkılma ortaya çıkmasın ve oraya Allah'ın azabı
gelmesin. Ayette Cenab-ı Hak:"İşte Rabbin (halkı) zulmedici iken şehirleri
yakaladığı vakit böyle yakalar. Gerçekten O'nun çarpması çok acıklıdır, çok
şiddetlidir. '' (Hud, 102)İbni Teymiyye (r.h.): "Adalet, her şeyin
nizamıdır, düzenidir. Dünya işi adaletle yürütülürse ayakta kalır. İnanmayarak
adaleti uygulayana ahirette hiçbir kurtuluş olmasa bile. Dünya, adaletle
yö-netilmezse ayakta kalmaz, adaleti uygulamayan kimse, imanın karşılığım
ahirette görse bile[209]Gerçek
adalet, ancak hakları sahiplerine verme konusunda her adaleti kendisinde
toplayan şeriat ahkâmının tatbiki ve insanlar arasındaki ilişkileri adaletle
düzenlemekle olur. Zulmün en büyük tehlikesinden birisi, idarecilerden bir
idarecinin, idare ettiği halkına ait kanunu Allah'ın haklarından bir hakkı
çiğneyerek uygulamasıdır. Bu durumda, kendisini Allah'ın gazabına arzetmekle ve
helak yerine atmakla nefsine zulmetmiş olur. Allah'ın çizdiği hududu çiğniyor,
Allah'ın haklarından bir hakka isyan ediyor, işte böylece onları Allah'ın
adaletinden ve şeriatından mahrum etmekle eli altındaki halka zulmedici
oluyor. Onları tâğuta muhakemeye zorlamakla onların da günahlarını yükleniyor.
Bu konudaki tehdidi az Önce gördük.Adaletin çeşitli şekilleri vardır:Zulme mani
olmaya çalışmak, mazlumdan zulmü gidermek, insanların hürmet ettikleri
şeylerin ihlal edilmesine mani olmak, insanların kendileriyle alakalı
haklarının, namuslarının ve mallarının çiğnenmesine mani olmak, kendi
aleyhlerinde olan düşmanlık izlerini gidermek, haklarını onlara geri vermek,
düşmanlık yapanı müste-hak olduğu ceza ile cezalandırmak.Müslümanlar arasında
düşmanlıklar ve münakaşaları kesmek, her hak sahibine hakkını vermek. Bunun
gerçekleşmesi, için yetenekli hakimleri tayin etmek, zimmilerin haklarım da
gözetmek.Yaşanan hayatı ve hürriyetleri gerçekleştirmede millet fertlerinin
haklarıyla uğraşmakta, onlar içinde terkedilen aciz bırakılmış zayıf, yoksul bırakılmış
fakir, tehdide uğramış hiçbir korkan olmasın. Aynı şekilde adaletin
uygulanması gereken şeylerden bazıları da yine şunlardır: İnsanlar arasında,
muamelede gayretlerini ödüllendirmede eşitlik, işleri ve görevleri hakedene
vermek, şeriat dışı sebeplerden dolayı, şahsi menfaat ve nevaya uyarak
insanlar arasında ayrıcalık yapmamak ve birilerini üstün tutmamak.Bir de
adaletin şu yönü vardır:İnsanların sosyal kurumlan ve yakınlıklarının adaletin
gereğini uygulamaya engel olmamasıdır. Zira İslâm şeriatı herkese tatbik edilir.
Bu konuda soylu aileye mensub olan ile diğerleri arasında, idareci ile idare
edilen arasında hiçbir fark yoktur. Bu hususda Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyuruyor:Sizden önce geçenler şu yüzden helak oldular. Onlar arasında soylu
aileye mensub birisi hırsızlık yaparsa ona ceza vermez, göz yumarlardı.
Onlardan zayıf bir kimse hırsızlık ederse haddi yerine getirirlerdi. Allah'a
yemin ederim ki Muhammed'in kızı Fatıma dahi hırsızlık yapsa elini keserdim[210]Bunlardan
başka daha adaletin sayılamayacak kadar çeşitleri vardır. Hulefây-ı Raşidin
(r.a.), halka adaleti uygulamada, uygulama şekillerinin en yücesini ve en
üstününü ortaya koydular.İşte Hz. Ebûbekir (r.a.)'a görevlilerinden birisinin
zulüm olarak elini kestiğini şikayet eden bir adama şöyle söylemişti:"Eğer
sen (dediğin şeyde) doğru isen kısas uygularım."Ebû Davud ve diğerleri Hz.
Ömer (r.a.)'den şöyle rivayet ettiler.Hz. Ömer (r.a.) insanlara hutbe okudu ve
şöyle dedi:"Ben görevlilerimi, vücutlarınızı dövmeleri ve mallarınızı almaları
için göndermedim. Fakat onları size dininizi ve yaşama tarzını size öğretmeleri
için gönderdim. Kim bunun aksini yaparsa onu bana ulaştırın ki ben de kısas
yapayım." Amr ibni As ise şöyle dedi: "Eğer bir adam
emrindekilerinden bazısını edeplendirirse (böyle döverse) kısas mı
yapacaksın?" Hz. Ömer (r.a.):"Evet, nefsimi elinde tutan (Allah)'a
yemin ederim ki o kimseye kısas uygularım. Şüphesiz ben Rasûlullah (s.a.v.)'m
kendi nefsine kısas yaptırmak istediğini gördüm.[211]
dedi.Adaletin yüce örneklerinden daha niceleri var ki burada zikrede-meyeceğiz.
Bunda gariplik de yoktur. Zira sahabe beşerin efendisi Hz. Muhammed (s.a.v.)'in
eliyle terbiye edilmiş kimselerdir. Her gün, her namazda ve her rekatta
Fatiha'yı okurken "Bizi sırat-ı müstakimde (kamil) hidayete ulaştır.
Kendilerine nimetler verdiğin kimselerin yoluna, sapıkların ve gazaba
uğrayanlarınkine değil" diye dua ediyoruz. Allah'ın kendilerine nimetler
verdiği kimseler peygamberler, sıddıklar, şehidler ve salihlerdir. Yani Hz.
Muhammed (s.a.v.)' Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (r. ahum.)
Bunları tanıyacağız ki bunlardan örnek alabilelim. Ne üstün din, ne üstün
sistem! Her gün iyilere benzeme duası yapılmakta..,(müt.)
2- Sözbirliğini Sağlamak ve Ayrılığa Düşmemekimametin gayelerinden ve maksatlarından birisi de söz
birliğini sağlamak, müslümanların saflarını birleştirmek. Bu da ancak tek bir
liderlik altında olur. Bununla ilgili emir, Allah'ın kitabında ve Rasûlü
(s.a.v.)'nün sünnetinde mevcuttur.Ayet-i kerimede Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:"Şüphesiz
bu sizin ümmetiniz bir tek ümmettir, (şu tevhid ve İslâm Dini, bir tek din
olarak, sizin dininizdir) Ben de sizin Rabbini-zim. O halde (başkasına değil)
bana kulluk edin." (Enbiya, 92)Kur'an-ı Kerim, müslümanlara, tek bir
bayrak etrafında toplanmayı emretmektedir."Hepiniz, toptan (cemaat
halinde) Allah'ın ipine sarılın, parçalanıp ayrılmayın.." (Al-i îmran:
103)Yine Kur'an, aralarında çekişmeyi haram kılmakta, çekişmenin ayrılığa ve
zayıflamaya götürdüğünü açıklamaktadır.Birbirinizle çekişmeyin. Sonra korku ile
zayıflığa düşersiniz, rüzgarınız (kesilip) gider (Enfal, 46)
Duyurulmaktadır."Parçalanıp ayrılanlar, ihtilafa düşenler gibi
olmayın..." (ai-iİmran:105)Üstad Abdulkadir Udeh (r.h.). diyor ki:
"İslâm, İslâmi birlik içiı tevhidin gerektirdiği her şeyi yapmıştır.
Müslümanlar, Rablerine itaate, hırslı oldukları ve dinlerine tutundukları
müddetçe zayıflığın bozukluğun yol bulamıyacağı sabit sütunlar üzerine birliği
kurmuştur.İslâm, bütün müslümanların arasında, kendilerine vâcib kıldığı tek
Rabb'e iman ile, tek îlah'a boyun eğmekle, tek Kitab'a ve tek Şeriat Koyan'a
tâbi olmakla, ferdleri çeşitli olan İslâmi ümmet için tek bir hedef, tek bir
düşünce ve tek bir yol kılmakla, müslümanlan tek adab ve tek ahlâka
alıştırmakla, bütün ümmet için tek kıble tek siyaset, tek yol ve asli konular
üzerinde iki kişinin ihtilaf edemiyeceği tek amir kılmakla birliği
oluşturmuştur.ıl[212]Söz
birliğini ayakta tutan esaslardan birisi de, müslümanlar arasında kardeşlik
kurması, aralarında sadece inanç bağıyla bağ kurmuş olmasıdır. Allah (c.c.)
buyuruyor ki:"Mü'minler ancak tek bir
kardeşdirler..."(Hucurat:io).Allah'ın, üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani
siz (birbirinizin) düşmanlar(ı) idiniz de O, kalblerinizi (İslâm'a ısındırıp)
birleş-tirmişdi. İşte O'nun (bu) nimeti sayesinde (din) kardeşler(i) olmuştunuz..."
(AI-i İmran: 103)Hz. Peygamber (s.a.v.) de şöyle buyuruyor..Müslüman müslümanın
kardeşidir. Ona zulmetmez, onu yardımsız bırakmaz, onu tahkir etmez -üç defa
kalbine işaret ederek-takva şuradadır. Kişiye kötülük namına müslüman kardeşini
tahkir etmesi kafidir. Müslümanın her şeyi, kam, malı ve ırzı müslümana
haranıdır.[213]İslâm, coğrafi engellere,
vatan ve kabile ırkçılığı, dil, cins ve renk farklılıklarına karşı koymuş,
üstünlük ölçüsü için sabit bir Ölçü ortaya koymuş; o da takva ve salih
ameldir:"Ey insanlar! Şüphesiz biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık.
Birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak
ki Allah yanında en şerefliniz takvaca en ileri olanınızdır..İslâm insanları
eşitlik konusunda tarağın dişleri gibi kılmıştır. Hz. Peygamber (s.a.v.)'den
şöyle rivayet edilmiştir:"İnsanlar, bir tarağın dişleri gibi birbirine
eşittirler.[214]İslâm soy, sop, ırk,
cinsiyet ve renkle övünmeyi, cahiliyye işleri-den saymıştır. Peygamber (s.a.v.)
bu konuda şöyle buyurmaktadır:"Ey İnsanlar! Rabbiniz birdir, babanız
birdir. Dikkat edin! Hiç bir Arab'ın, Arap olmayana, Arap olmayanın da Arab'a,
ne kırmızının siyaha, ne de siyahın kırmızıya takvadan başka hiç bir üstünlüğü
yoktur. [215]Hz. Peygamber (s.a.v.)
şöyle buyuruyor:
"Şüphesiz Allah
sizden cahiliyye kalıntılarını, babalarla öğünme-yi kaldırdı. İnsanlar Adem'in
oğullarıdır. Adem ise topraktandır, mümin mütteki de, şaki facir de. Ya
kavimler erkeklerle övünmekten vazgeçerler -ki onlar ancak Cehennem kömüründen
bir kömürdürler- yoksa onlar Allah katında pisliği burunlanyla karıştırıp
uzaklaşan pislik böceğinden daha aşağı olurlar[216]Yine
Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyuruyor:
"Her kim körü
körüne (dikilmiş) bir sancağın altında ırkçılığa davet veya bir ırkçılığa
yardım ederken öldürülürse, bu bir cahiliyyet ölümüdür.[217]İşte
bu, müslümanlar hakkında İslâm'ın hükmüdür. Onları tek bir ümmet kıldı,
onlardan tek bir devlet yaptı. Onlara, bu devletle hükmedecek, ümmetin hepsini
toplayacak, onlardan ayrılık sebeplerini menedecek bir imam ortaya koymalarını
emretti. Bilfiil bu durum bir kaç asırda gerçekleşti. Tek bir bayrağın
altında, tek bir önderlikte idiler. Mısır'daki Abbasi hilâfetinin sonuna
kadar.Sonra İslâm beldeleriyle Tatarlar'm savaşması, sonra Mısır'da Abbasilerin
kıyamı, sonra Ubeydiyye DevletiMısır'da ayağa kalktı, Endülüs beldelerinde
Emevi Hilafeti esnasında ortaya çıktığı gibi. İslâm topraklarında üç hükümet
olmuştu:Doğuda Abbasiler, merkezi Bağdad, Mısır'da Uheydîler[218]merkezi
Kahire, batı tarafta Emeviler, merkezi Kurtuba. Sonra Bağdat'ta Abbasi
Devleti'nin güneşi, tekrar Memluklar devleti zamanında Kahire de doğması için
battı. Dini liderlik sancağını taşıyorlardı, ta batı dünyasında Osmanlı
hakimiyeti oluncaya kadar. Kahirede Abbasi halifelerinin sonuncusu, Osmanlı
Sultanı I. Selim Yavuz Sultan'm indirmesiyle tamamlandı.[219]
1918'de Osmanlı saltanatı iptal edilip Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra
1924'de Mustafa Ke-mal[220]tarafindan
hilafet kaldırıldı. İslâm dünyasının, İslâm ülkelerini içine alan bu devlet de
son buldu[221]îslâm Devleti üzerine
olan hüküm tamamlandı. İslâm cemaatı dağıldı, toprakları parçalandı. Fırsat
kollayan düşmanlar için kolay bir lokma oldu, hemen bu fırsatı
değerlendirdiler. Her taraftan üşüştüler ve "hasta adam" dedikleri bu
mirası paylaşmaya başladılar.Bundan sonra bu mirası parçaladılar, aralarına
hududlar[222]çizdiler. Müslümanların
idarelerini ve hedeflerini parça parça ettiler, aralarına düşmanlık ve buğz
tohumları ektiler ve aralarında öğütmeye başladılar. Bir kısmı doğulu olmakla,
diğeri batılı olmakla, bir başkası kavmiyetçilikle, diğeri vatanseverlik
iddiasıyla bir başkası Firavunlukla üstünlük taslamakta. Bugün horluk, hakirlik
ve zilletin ulaştığı ümmet arasından nice çatlak sesler ortaya çıktı.
Hayra kuvvet, serden
çekinmeye kudret ancak yüce Allah'ın yar-dımıyladır.
3- İslama uygun bir şekilde yeryüzünün imarına
çalışmak ve yeryüzünün zenginliklerinden istifade etmek:İmametin maksatlarından ve dünyayı din ile idare
etmenin sonuçlarından birisi de, Allah'ın bizi görevlendirdiği yeryüzünün
imarına çalışmaktır. Allah Teâlâ şöyle buyurmakta:O, sizi topraktan yarattı ve
sizi orada imara memur etti...(Hud: 61)Bu da ancak, insanların muhtaç oldukları
çeşitli sanayi, sanat ve ilimle ilgili şeyleri hazırlayarak, icad ve ilmi
araştırma yollarını açacak olan İslâm Devletini kurmakla olur. İslâm
müctehidleri, bunu ümmet içerisinde olması vâcib olan farz-ı kifâyelerden
kılmışlar. İbni Abidin diyor ki: "İnsanların muhtaç olduğu sanayi farz-ı
kifâyedendir.[223]Buna göre, sanayi elde
etmede kusur ve ihmal ederlerse, ümmete ve imama sorumluluk söz konusu olur.
İşte bundan dolayıdır ki İslâm hukukçuları, sanayi ehlini, halk için zaruri
şeyleri yapmaktan çekindikleri zaman, mecbur etmeyi imamın görevlerinden saymışlardır.Allame
İbni Kayyum (r.h.) diyor ki:"Bundan dolayı, insanların muhtaç olduğu
çiftçi, dokumacı, bina ustası v.s. gibi sanayi adamlarını ücret karşılığında
çalışmaya zorlamak emir sahibi olan devlet başkanının görevidir. Çünkü
insanların menfaati, maslahatı ancak bununla olmaktadır. İşte bu sebeple Ah-med
ibni Hanbel'in arkadaşlarıyla İmam Şafı'nin arkadaşlarından bir grup şöyle
demiştir: Bu sanayii öğrenmek farz-ı kifâyedir.[224])Aynı
şekilde, bütün müslümanlarm menfaati arını gerçekleştirecek, memleketlerde
hayırlı, faydalı yatırımlar yapmak yeryüzünün imarından sayılır. Yol yapmak,
fabrikalar kurmak, madenler çıkarmak, baraj yapmak, setler kurmak, mahsulü
artıran vasıtaları hazırlamak, ümmet için gerekli iş imkanlarını icad etmek
gibi daha sayılamayacak kadar şeyler bu misaldendir. Bu sorumlulukları düşünen
Ömer İbni'l-Hattab (r.a.) şöyle demiştir:"Şayet Irak toprağında bir
katırın ayağı kayşa Ömer'in ondan sorulacağından korkarım. Zira o katır için
düzgün bir yol olsaydı sıkıntıya düşmezdi."Ebû Yusuf (r.h.) Harun
er-Reşid (r.a.)'e, su kanalları kazdırılıp su akıtılmasını emretmenin halifeye
vâcib olan şeylerden olduğunu ve bunun harcamasını beytu 1-mala
yükleyebileceğine dair mektup yazmış ve şöyle demiştir:"İlim ehli
toplandıkları zaman haraçda bir artış söz konusu olur ve faydalı görürlerse
kanallar kazılmasını emredersin. Harcamayı da beytü'l-mal'den yaparsın.
Harcamayı bölge ehline yükleme!.. Haraç ehline arazilerinde ve kanallarında
maslahat olan herşeyi ve bunun da ıslahını istedikleri zaman, kendilerinden
başkasına zararı olmadıkça isteklerine cevap veriniz.[225]Prof.
Abdulkerim Zeydan diyor ki:"Ebû Yusuf un zikrettiğine göre, bölgelerin
servetlerini ve gelirlerini genel faydayı herkese ulaştıracak şekilde, kazanç
arttırılması için gerekli olan işlerin bütününü yapmanın cevazına kıyas etmek
mümkün ohu\[226]
Kitab ve sünnet
nasslarma bakıldığında, imam için imametin seçim yolunu tayinde açık bir nass
bulamıyoruz. Burada ancak şûra ve benzeri gibi, idarecilik ve idareci ile
ilgili genel nasslar vardır.İşte bununla ilgili, önümüzde sadece, Hulefa-i
Raşidine ait imametin akdolduğu yolları arz etmek kalıyor.Biz, aşağıda gelecek
olan delillere dayanarak bu yolların şer'an muteber olduğuna
inanıyoruz:el-Irbad İbni Sâriye'nin uzun hadisi, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in bu
konudaki sözü: "..Size vâcib olan, benim sünnetime ve raşid halifelerimin
sünnetine uymanızdır. Bu sünnetlere tutunun ve azı dişlerinizle ısırırcasma
bunlara sımsıkı sarılın. Dinde sonradan uydurulan işlerden sakının.[227]Bu,
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sünnetine ve raşid halifelerin sünnetine yapışmanın
vâcibliğine ait açık bir emirdir. Takib etmemiz gereken sünnetlerinden birisi
de idarecilikte kâmil olan yollarıdır.
İbni Recep el-Hambeli
(r.h.) şöyle söylüyor: "Hz. Peygamber (s.a.v.)'in, kendi sünneti ile
hulefa-i raşidinin sünnetine tâbi olma emrinden sonra genel olarak emir
sahiplerini dinleyip itaat etme emrinde, hulefai raşidinin sünnetinin, diğer
emir sahiplerinin aksine Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sünneti gibi tabi olunması
gerektiğine delil-
dir[228]"Benden
sonra bu ikisine Ebû Bekir ile Ömer'e uyun." Diğer bir rivayette de:
"Şüphesiz ben aranızda ne kadar kalacağımı (yaşayacağımı) kesinlikle
bilmiyorum. Bunun için benden sonra fşu) iki zata uyun" buyurdu ve Ebû Bekir
ile Ömer (r.a.)'e işaret etti.[229]Bu,
Ebû Bekir (r.a.) ile Ömer (r.a.) uymanın vâcibliği hakkında açık bir nassdır.
İşte bu nassdan dolayı halifeyi tayin hususunda bu ikisine uyulmuştur. Hulefa-i
raşidinden kim gelmişse tayin konusunda o ikisinin yolundan çıkmadı. Buradaki
uyma emri, önceki hadis-deki sünnetine tabi olma emrinden daha özeldir. İbni
Teymiye'nin dediği gibi:"Hz. Peygamber (s.a.v.) hulefay-i raşidin'in
sünnetine uymayı emretti. Bu, dört imamı da içine almaktadır. Hz, Peygamber
(s.a.v.) bunlar içinden Ebû Bekir ve Ömer (r.a.)'e uymayı tahsis etti. Müslümanlar
için hem fiillerinde hem de sünnet olan konuda iktida edilen, uyulan kimsenin
mertebesi, sadece sünnet kılman konuda tabi olunan kimsenin sünnetinin
üstündedir.[230]Buna dair icmâ:
İcmâ, şer'i bir
delildir. Hele icmâ, sahabe ve sahabenin kuşağından olursa. Sahabe arasındaki
münakaşaları, görüşme ve ilişkiler gibi her konuyu en ince ayrıntısına kadar
bize nakleden bir çok rivayette, halifelerden birisinin tayin tarzını,
sahabenin ayıpladığını gösteren bir tek rivayet yoktur. Burada meydana gelen
ihtilaf -ki o da cidden azdı, Sakife toplantısıyla sona erdi- idareci kılınacak
kimsenin şahsında idi, idarecilik prensibinden değildi. Bu ihtilaf da ikna,
hücceti izah ve deliller açıklandıktan sonra son buldu.Hulefa-i Raşidin devri,
îslâmm tam anlamıyla uygulandığı devirdir. Onlar, Hz. Peygamber (s.a.v.)'le
birlikte cihad ettiler, canlarını ve ruhlarını Allah yoluna adadılar, an.be an
inen ayetlerle hayat sürdüler. İşte bundandır ki Onlar, insanların içinde
şeriatın kaidelerini ve maksatlarını en iyi tanıyan ve en iyi bilen
kimselerdir. Çok işler yaptılar ve o işler üzerine icmâ ettiler. Kendilerinin
yanında bu işlere dair muayyen bir delilleri de yoktu. Onların bu konudaki
dayanakları şeriatın m aks atlarıyla, Kur'an'm toplanması, kitapların
yazılması ve çoğaltılması, Ebû Bekir'in Ömer'i emir tayini, Ömer'in hilafet
işini altı kişiye bırakması vs. bütün akü sahiplerinin şer'an muteber olduğundan
şüphe etmedikleri ve doğruluğunda birleştikleri maslahatlardır. Kim o
maslahatları inkâr ederse o kimse selef-i salihinin yolunu bilmiyor ve
anlamıyor demektir.. Bundan dolayı Hulefa-i Raşidin'in her birisinin
bey'atlaşmalan ile ilgili tarihi seyri kısa bir şekilde arz etmemiz gerekir.
Buna başlamadan önce de Ebû Bekir es-sıddik'in kendisinden sonra halifeliğine delalet
eden Rasûlüllah (s.a.v.)'dan açık bir nass mı var, yoksa seçimle mi sabit
olduğuna dair araştırma yapmamız gerekir. Bunun yanında Hz. Ali (r.a.)'nin
hilafeti hakkında Rafiziler'in nass olduğuna dair iddiaları da var, acaba
bunun, Allah'ın Kitabında ve Rasûlü'nün sünnetinde aslı var mı? Yoksa
Rafıziler'den Allah'a, Rasûlüne ve ashaba bir iftira mı var?Hz. Ebu Bekir
(r.a-)'in üzerinde nassm varlığı hakkında:
Ehl-i Sünnet'in
bazısı, Hz. Ebû Bekir'in halifeliği hakkında nass vardır görüşündedirler. Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in kendisinden sonra halifeliğe Hz. Ebû Bekir'i vasiyet
ettiği görüşündeler. Onlardan başlıca iki görüş nakledilmiştir: Gizli nass
olduğu görüşünde olanlar, açık nass olduğu görüşünde olanlar.Birinci görüş:Hz.
Ebû Bekir'e gizli nassı ve işareti söyleyenler.Bu görüş Hasanı Basri (r.a.) ile
Hadis Ehli[231]'nden bir cemaata nisbet
edilmektedir. O da İmam Ahmed İbni Hanbel'den rivayet edilmiştir. [232]Buna
dair bir takım deliller getirmekteler:
Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in Hz. Ebû Bekir'i namazda öne geçirmesi.Buhari, Ebû Musa'dan
Sahih'inde rivayet etmektedir. Ebû Musa:"Hz. Peygamber (s.a.v.) hastalandı
ve hastalığı da şiddetlendi ve şöyle dedi: "Ebû Bekir'e söyleyin,
insanlara namaz kıldırsın." Hz. Aişe dedi ki: "O yufka yürekli bir
insandır, senin makamında durduğu zaman, insanlara namaz kıldırmaya gücü
yetmez." Hz. Peygamber (s.a.v.): "(Sana) Ebû Bekir'e söyle,
insanlara namaz kıldırsın (diyorum)" buyurdu. Ona elçi geldi, o da Hz.
Peygamber (s.a.v.) hayatta iken insanlara namaz kıldırdı. [233]el-Mervezî
diyor ki: "Ebû Abdullah'a -Ahmed İbni Hanbel- Hz. Peygamber (s.a.v.)'in:
"Halka, onların en iyi okuyanı imamlık yapsm" sözü denildi.
Hastalanınca: "Ebû Bekir'i öne geçirin insanlara namaz kıldırsın"
dedi. Halk arasında Ebû Bekir'den daha iyi okuyan yok muydu? dedim. Ebû Abdullah: (Hz. Ebû Bekir'in) hilafetini
kastetti."dedi. [234]Hz.
Peygamber (s.a.v.) vefatına yakın, hitab ettiği vakit şöyle buyurmuştu:
"Bir kul ki, Allah kendisine dünya nimetlerini vermekle, kendi
nezdindekiler arasında muhayyer bırakmış, o da onun nez-dindekileri
seçmiştir... Sonunda, "hiçbir kapı bırakılmasın Ebû Bekir'in kapısından
başkası kapatılsın." diğer bir lafızda: "Mescidde Ebû Bekir'in
kapısından başka hiçbir kapı bırakılmayacaktır[235]Suyûti
diyor ki: "Ulemâ, bu, hilafete işarettir diyorlar. [236]Bu
görüş, sahipleri bu konuda "açık nass vardır" diyenlerin delil gösterdikleri
hadisleri de delil göstermişlerdir.İkinci görüş:Hz. Ebû Bekir'in hilafeti
hakkında açık nass vardır görüsü; bu görüş hadis ehlinden bir cemaatın görüşüdür.
İbni Hazm ez-Zahirî [237]ve
jkm- Hacer el-Heytemî de bunu tercih etmiş dir.[238]Bu
görüşü şöyle delillendiriyorlar:Şeyhayn (Buhari, Müslim), Cübeyr b. Mut'ım'den
rivayet ediyor:
"Bir kadın, Hz.
Peygamber (s.a.v.)he gelmiş, kadına tekrar gelmesini emir buyurmuş. Bunun
üzerine kadın: Ne buyurursun Ya Rasûlullah! Ya gelir de seni bulamazsam?"
(sanki kadın ölümü kastediyordu) demiş. Hz. Peygamber (s.a.v.) "Beni
bulamazsan Ebû Bekir'e gidiver!" buyurmuş[239]İbni
Hazm: "Bu, Ebû Bekir'i halife tayin ettiğine açık bir nass-tır."
diyor. [240]Buhari ve Müslim, rivayet
ediyorlar. Bu lafızla Müslim Âişe (r.a.)'den rivayet ediyor. Hz. Âişe (r.a.)
şöyle demiştir: Hz. Peygamber (s.a.v.) hastalandığında bana şöyle buyurdu:
"Bana Ebû Bekir'i ve kardeşini çağır da bir yazı yazdırayım. Çünkü bir
heveslinin temenni etmesinden ve birinin: Ben daha layıkım, demesinden
korkarım.-Halbuki bunu Allah ve müminler kabul etmez- Yalnız Ebû Bekir müstesna.[241]
İmam Ahmed b. Hanbel
ve diğerleri çeşitli senedlerle bu hadisi tahric etmişlerdir. Onların
bazısında: Hz. Âişe şöyle demiştir: "Bana Allahm Rasûlü (s.a.v.) Ölüm
hastalığında iken şöyle demişti: "Ebû Bekir'in oğlu Abdurrahman'ı bana
çağır da benden sonra daha hiçbir kimsenin ihtilaf edemiyeceği bir yazı
yazdırayım sonra buyurdu: "Onu bırak! Müminlerin Ebû Bekir hakkında
ihtilaf etmesinden Allah'a sığınırım.[242]
buyurdu."İbni Hazm yine şöyle diyor: "Bu, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
kendisinden sonra Ebu Bekir'i ümmetin idareciliğine istihlaf (halife tayin
ettiğine)'a dair açık bir nassdır.ıl[243]Hâkim'in,
Enes (r.a.)'den rivayet edip şahindir dediği hadis:Enes (r.a.) diyor ki:
"Mustalıkoğulları beni Hz. Peygamber (s.a.v.)'e, "Senden sonra
zekatlarımızı kime vereceğiz diye sor" deyip beni gönderdiler. Ben de Hz.
Peygamber (s.a.v.)'a geldim ve O'na sordum. O da: "Ebû Bekir'e
(verin!)" buyurdu.[244]Huzeyfe
(r.a.)'nin rivayet ettiği hadis: Hz. Peygamber (s.a.v.) "Benden sonra bu
ikisine Ebû Bekir ile Ömer'e uyun"[245]buyurmuştur.Burada
Hz. Ebû Bekir (r.a.)'ın istihlafına dair sahih hadisleri aldık. Bundan başka
hadisler de var ama isnadında zayıflık olmasından dolayı o hadisleri bırakmayı
tercih ettik.[246]İbni Teymiye'nin bu
konudaki görüşü:"Şu bir gerçektir ki: Hz. Peygamber (s.a.v.),
müslümanlara, Ebû Bekir'i halife tayin etmelerine yol göstermiş, onları, bu işe
çeşitli şekillerde sözleriyle ve fiilleriyle yönlendirmiş, onun halife
olacağını razı oluşu ve övücü haber vermesiyle haber vermiştir. Buna dair bir
ara yazı yazdırmaya da azmetmiş idi. Sonra müslümanların onu kabul konusunda
birleşeceklerini bildi de yazı yazdırmayı terk etti. Belirli bir kimseyi tayin
etmek, ümmeti bağlayıcı gelmeseydi Hz. Peygamber (s.a.v.) kafi bir açıklama
ile açıklama yapardı. Lakin Ebû Bekir'i belirlediğine dair çeşitli işaretlerle
onlara yol gösterince ve onlarda bunu anlayınca maksad hasıl oldu. Bundan
dolayı Hz. Ömer b. el-Hattab, muhacirler ile ensarın huzurunda hitab ettiği bir
hutbesinde şöyle demişti: "Artık aramızda Ebû Bekir gibi; insanların kendisine
teslim olacağı başka bir kimse daha yoktur [247]En
son şöyle diyor: "Ebû Bekir'in hilafetinin sahih olduğunun sabit olduğunu,
Allah'ın ve Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ondan razı olduğunu nasslar göstermektedir.
Müslümanlar da O'na bey'at etmekle, O'nun Allah'ın ve Rasülünün katında üstün
olduğunu, hak olduğunu, Allah'ın onu emredip takdir ettiğini, bildiklerine
dayanarak halife olarak seçmişlerdir. Bu ise halifeliğe (emirname yazmaktan)
vasiyetten daha beliğ oldu. Çünkü o zaman hilafetin sabit oluş yolu,
vasiyyetle tayin olurdu. Müslümanların, vasiyet-tayin olmadan seçmeleri,
nasslarm, müslümanların yaptıklarının doğruluğuna, Allah'ın ve Rasûlu riün
rızasına delalet etmesi, Hz. Sıddik'm, müslümanların hilafete en layık ferdi
olduğunu bildiklerine, kendisinde faziletler bulunduğuna delil olmuştur.
Şüphesiz bu da özel bir vasiyyete muhtaç değildi[248]bni
Teymiye'nin görüşü şudur: "Hz. Peygamber (s.a.v.)'den, müslümanlar'a
kendisinden sonra Ebû Bekir'in halife olacağına dair bir emir gelmemiştir.
Ancak müslümanların Hz. Ebû Bekir'den istifade edilip diğerlerinden üstün
tutulacak bir takım özelliklere sahip olduğundan onu seçeceklerini Allah
tarafından bilmekte idi.Hz. Peygamber (s.a.v.)'in, Hz. Ebû Bekir hakkındaki söz
ve davranışları, Allah'ın O'na razı olduğuna, onun seçileceğine, onun ehil
olduğuna işaretlerdir. Ehl-i idrake bazen işaret sarahatten daha beliğ olur.
Eğer Hz. Ebû Bekir hakkındaki nasslar Hz. Ali hakkında olsaydı Şiîler acaba ne
yaparlardı. Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.v.)'in haber vermesi, Allah'ın
öğretmesinden dolayı olduğundan Allah'tan bilmekte idi denmekte. Zira vahyin ve
gaybın kaynağı Peygamber veya başka bir kimse değil Allah Teâla dır. (mut.)
Tercih Edilen Görüş
Bana göre tercih
edilen görüş bu. Çünkü Hz. Ebû Bekirin hilafe tinin nassla sabit olduğunu delillendirmek
zor olur. Çünkü Hz. Ebû Bekir'in halifeliğinin nassla sabit olduğuna dair delil
getiren Hz. Peygamber (s.a.v.)'in kavil ve fiilleri bu konuyu açıkça ifade
etmez. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Ebû Bekir'i insanlara namaz kıldırması için
öne geçirmesi halifeliğine ne açık ve ne de gizli bir nass değildir. Ancak
ümmete, Ebû Bekir'in Hz. Peygamber (s.a.v.)'e vekil -naib olmaya eh layık
olduğunu göstermekti. Kapıların kapatılıp ancak Ebû Bekir'in kapısının
bırakılmasında da onun üstün olduğuna, değil, kendisinden, başkasından farklı
olduğuna işaret vardır.Vasiyet yazmayı isteyip de terkettiğine dalalet eden
hadislere gelince, Hz. Peygamber (s.a.v.)'den bir vasiyet olmadan da müminlerin
seçeceklerini bildiğinden bunu terketti. Bu da vasiyetin olmadığına
delildir.Aynı şekilde soru soran kadın ile Mustalıkoğulları'nm Enes'i
göndermeleri ile ilgili hadislerde idarecinin Ebû Bekir olacağını haber verme
söz konusudur. Kadın gelecek ve ondan soracak, Mustalı-koğulları da zekatlarını
ona verecek demektir. Aynı şekilde ona uyma emri ile ilgili hadis de hilafet
konusunda açık nass değildir.Bazı insanların, Hz. Ebû Bekir (r.a.)'in imametine
dair nass ifade ettiğini zannettikleri hadisler ise ancak Rasûlüllah
(s.a.v.)'in vahiy yoluyla, müslümanların Hz. Ebû Bekir'in, hiç kimsenin
benzeye-miyeceği meziyetlerinden dolayı halifeliği üzerine birleşeceklerini
bildiğine delildir, başkasına değil. Allah'ın rızasına delalet ettiği gibi. Bu
durum sahabenin Allah'ın Ebû Bekir'den razı olduğunu anladık-' larını göstermektedir.
İşte bu anlayışa aşağıdaki bilgiler delildir:
1- Sakife
Toplatısı: Rasûlüllah (s.a.v.), vefat edince ensar, Beni Saide sofasında halife
seçmek için toplandılar. Eğer burada bir nass olsaydı bunun için
toplanmazlardı. Vasiyet edilene de hemen bey'at ederlerdi. Halbuki onlar Hz.
Peygamber (s.a.v.)'a tabi olmada insanların en hırshsıydılar.
2- Hz. Ebû
Bekir (r.a.)'in Hz. Ömer ile Hz. Ebû Ubeyde'nin ellerini tutup "size bu
iki adamdan birisini tercih ettim, hangisini isterseniz bey'at ediniz."[249]
sözü de yine aynı şekilde delildir. Eğer burada da bir vasiyet olsaydı onun
için seçim yapılması caiz olmazdı. Vasiyet edilmiş olduğu halde bu durumun da
bilinmemesi düşünülemezdi.
3- Hz. Ömer
(r.a.)'ın kendisinden sonra müslümanlar için bir halife seçmesini isteyince:
"...Halife bırakmış olsam, benden daha hayırlısı (yani Ebû Bekir) kendine
halife bırakmıştır. Sizi (halifesiz) bıraksam ondan daha hayırlı olan
Rasûîullah (s.a.v.) sizi (halifesiz) bıraktı. [250]demesi
bu meselede Hz. Peygamber (s.a.v.)'in kendisinden sonra hiç kimseyi halife
bırakmadığına bir nassdır.
4- Yine buna
dair delilerden birisi de Hz. Aişe (r.a.) ye aittir:"Rasûîullah (s.a.v.)
yerine halife bıraksa, bu zat kim olurdu?" diye sorulunca: "Ebû
Bekir" dedi. (Ebû Bekir'den) Sonra kim? denildi. Ömer "cevabından
sonra kendisine: (Ömer'den) Sonra kim?" dediler. Ebû Ubeyde b.
Cerrah"[251] dedi."Eğer halife
bıraksa" diye soranın sözü, halife bırakmadığına delildir.
5- İmam
Ahmed'in İbni Abbas (r.a.)'dan rivayet ettiği hadis:İbni Abbas (r.a.) diyor ki:
"Rasûîullah (s.a.v.) vasiyet etmediği halde vefat etti."[252] Bu
da, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ne Hz. Ebû Bekir (r.a.) için, ne Hz. Ali (r.a.)
için ne de değerleri için halifelikle ilgili hiçbir vasiyette bulunmadığına
açık bir delildir.
6- İmam
Ahmed'in Hz. Ali'den rivayet ettiği hadis:Hz. AH diyor ki: "Ya Rasûîullah!
Senden sonra kimi emir tayin edeceksin?" denildi. Hz. Peygamber (s.a.v.):
"Eğer Ebû Bekir'i emir yaparsanız dünya konusunda zâhid ve emin, ahirete
de meyledici bulursunuz. Eğer Ömer'i emir yaparsanız, onu Allah yolunda
kınayanın kınamasının tesir etmediği, emin ve kuvvetli olarak bulursunuz. Eğer
Ali'yi emir yaparsanız onu, sizi sırat-ı müstakime götüren doğru yolu tutan ve
doğru yola ileten kimse olarak bulursunuz.[253]Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in: "Eğer emir tayin ederseniz" sözü hiç kimseyi
emir tayin etmediğine delildir. Bunu müslümanlar'a havale etmiştir. Sonra da
sahabenin faziletlilerinden bazılarını Ebû Bekir'den başlayarak saymış,
herbirininde kendine özgü, kendini diğerlerinden ayıran, övülen özelliklerini
tek tek açıklamıştır.
Hz. Ali (r.a.) hakkında Nas vardır iddiası
Hz. Peygamber
(s.a.v.)'den, Hz. Ali (r.a.)'nin hilafeti ile O'na v siyeti konusunda bir nassm
varlığı iddiasının ne kitaptan ne de sünnetten hiçbir delili yoktur. Çünkü
öyle bir şey olmamıştır. Ancak bu sözü, müslümanlar m birliğini parçalamak için
Yahudi Abdullah b. Sebe[254]uydurmuştur.
Şiâ da[255]ondan sonra o uydurma
sözü, iddiayı a?mış, kendilerine göre imanın aslından saymışlardır. Sonra da o
söz üzerinde çok tahrifat yaptılar. Bunu silsile halinde devam ettirdiler.
Yani her imam, vasiyeti kendinden sonra ehl-i beytten gelen kimseye vasiyet
ediyordu. Hz. Peygamber (s.a.v.)'i onlardan her birine bir kerresinde işaretle
daha sonra da açıkça nassı ifade etmiş, diye iddia ediyorlar. O anlayışlarına
ismet, ric'at, gaybı bilme, ikmal-i şeriat gibi nice şeyleri soktular.Bu
iddialarına delil getirmek, müslümanlarm cahillerini ve avamlarını kendilerine
meylettirmek için Allah'ın aziz kitabına yöneldiler, mü'minler ile Allah'ın
muttaki evliyasını öven genel ayetleri seçerek, o ayetleri Hz. Ali (r.a.)'ye
özelleş tir diler.Bu konuda, hadis uyduranlardan ve tarihçilerden çok kimse onlara
galib olmuş, hakkında ta'nedilmiş, sabit olmayan rivayetlerin bazılarım o
hadislere katmışlardır.Sonra bunlar, Hz. Ali (r.a.)'nin menakıbı hakkında gelen
hadisleri tevil ederek, büyük bidatlarına delil getirmek için ziyade yaparak,
noksanlaştırarak Rasûlullah'ın sünnetine yöneldiler. İşte bu sebepten dolayı
çok hadis uydurdular, sonra da onları Hz. Peygamber (s.a.v.)'e yalan ve iftira
ile nisbet ettiler. Halbuki Peygamber o sözlerden beridir.Şiâ, Caferi Sadık
(r.a.)'a nisbet ettikleri el-Cifru'1-Cami gibi kitaplar aracılığıyla temiz
Ehl-i Beyt imamlarına nisbet ettiler. Ehli Sünnet âlimleri de onlara karşı
koydular ve o hadislerin mevzu olduğunu açıkladılar.Onların iddiaları
konusunda münakaşa durumunda değiliz. Hem zaten, bu çağda onlarla münakaşa
etmek, onlara reddiye yazmak gibi konulara dalmak faydasızdır, boş yere vakti
zayi etmektir. [256]Buna
sebep de şudur, münakaşa esnasında, iki hastanın kendisine müracaat edecekleri
ve aralarında hükmedecek bir hakemin yokluğudur. Müslümanlar, bir münakaşa
olunca, aralarında Allah'ın kitabını ve Rasûlü'nün sünnetini aralarında hakem
kılmalarıyla memurdurlar.Zira âyette:"İhtilaf ettiğiniz herhangi birşey
hakkında hüküm vermek Allah'a aittir..." (Şura, 10)Eğer birşey hakkında
çekişirseniz onu Allah'a ve Peygamber'e döndürün, eğer Allah'a ve ahiret gününe
inanıyorsanız..." (Nisa, 59)Sünnete gelince onlar, kitaplarında ve
isnadlarında bu saçmalıklardan beri olan Ehl-i Beyt imamlarından başkasına
inanmazlar. Şiâ olmadıkça müslümanların sika olanlarının tarikinden gelen
hadisleri kabul etmezler. İşte bundan dolayıdır ki onlarla karşılaşmak ve münakaşa
etmek imkansızdır. Ancak muhakeme olunacak asıllar üzerinde ittifak hasıl
olursa olabilir. O asıllar, sahabenin, tabiinin anladığı gibi Allah'ın kitabı
ve sahih sünnettir.Şiâ, adına "Takiyye"(249) dedikleri iki
yüzlülüklerinden dolayı bunu tasdikten uzaktırlar. Bu takiyyeleri oldukça, ne
kadar zahirde neticeye ulaşılsa bile münakaşalarda ortaya çıkacak sonucun
hiçbir kıymeti yoktur. Bu konunun daha iyi anlaşılabilmesi için Cemal
Sofuoğlu'nun Hareket Dergisinde yayınlanan bir makalesini iktibas ediyoruz,
(müt.)
İslâmda zuhur eden ilk
siyasi fırka Şia'dır. Günümüze kadar varlığını muhafaza eden ve hâlâ
aktüalitesini koruyan bu mezhebin hadis anlayışını ana hatlarıyla sunmak
istiyoruz.Şiâya göre şer'i hükümlerin kaynağı Kur'an, sünnet, icmâ ve akıl olmak
üzere dört kısma ayrılır. Hadis, diğer tabirle sünnet, şer'i hükümlerin
Kur'an'dan sonra ikinci kaynağıdır. İlk bakışta Kur'an üzerinde herhangi bir
ihtilaf sözkomısu olmadığına göre, Ehi-i sünnet ile Şiâ arasındaki bu ihtilaf
nereden ileri gelmektedir. Bunun tesbitinde fayda mülahaza etmekteyiz.
Şiânm hadis anlayışını
bütün açıklığı ile ortaya koyabilmek için, Sünni kaynaklarda yeterince yer
almayan, fakat Şiâya göre onun doğuşunu ve temelini oluşturan bir hâdiseye
özellikle temas etmemiz gerekiyor. Bu Ga-dir-i Hum hadisesidir.
GADIR-I HUM HADİSESİ
Gadir-i Hum, Mekke ile
Medine arasında Cuhfe yakınlarında bir yerdir.[257] Şiî
rivayetlere göre Hz. Peygamber, Veda Haccı dönüşünde burada konaklamıştır.
Topluluk konaklayınca Hz. Peygamber memleketlerine buradan ayrılacak olanlar
gitmeden önce hepsini toplamış ve bir hitabede bulunmuştur.[258] Bu
hutbesinde "Allah bana, 'Ey Peygamber sana indirileni tebliği et, eğer
bunu yapmazsan, onun elçiliğini yerine getirmemiş olursun, Allah seni
insanlardan korur. Doğrusu Allah kâfirlere yol göstermez." (Maide,
5/67)Cebrail bana Rabbimden burada şu emri getirdi ki; Ali b. Ebi Talib benim
kardeşim, vasim, halifem ve benden sonra imamdır. Ey insanlar! Allah onu size
veli ve imam olarak tayin etti, ona itaat etmeyi herkese farz kıldı. Ona
muhalefet eden mei'un, kim saygı gösterirse merhamete erecektir. Dinleyiniz ve
itaat ediniz. Allah mevlanız, Ali ise imammızdır. İmamet bundan sonra onun
soyundan kıyamete kadar devam edecektir", dedi. [259]Şiî
müelliflere göre Maide sûresinin bu âyeti, Hz. Ali hakkında nazil olmuştur. Şiî
müfesir Taberi'ye göre bu âyette tebliğ edilmesi gereken şey, Ali b. Ebi
Talib'in hilâfetidir. Hz. Peygamber takiyye için eşi Âişe'den bazı şeyleri
gizlemiş, bu yüzden de Cenab-ı Allah onu ikaz etmiştir/[260]
Bunun üzerine Hz. Peygamber Ali'nin elinden tutarak havaya kaldırmış ve
"Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır"[261]
demiştir. Hatta Hz. Peygamber kolunu o kadar kaldırmıştır ki, koltuk altının
beyazlığı J)ile görülmüştür.[262]Bir
başka Şiî müellif bu âyetin sebeb-i nüzulünü şöyle açıklıyor: "Hz.
Peygamber Mi'rac'a çıkınca Arş'm altından Ali b. Ebi Talib'in hidayet bayrağı
olduğunu işitmiş, fakat yeryüzüne inince bunu gizlemiştir. Bunun üzerine Allah,
Ali hakkında indirileni tebliğ âyetini göndermiştir.[263]Şiî
râviîerin Hasan Basri (Öl. 110/728) den rivayet ettiklerine göre; Cebrail Hz.
Peygamber'den namaz mevzuunda ümmetine delil olmasını istemiş, o da olmuştur.
Zekât, hacc, oruç gibi hususlarda delil olduğu gibi Ali'nin velayeti mevzuunda
da delil olmasını istemiş, ancak Hz. Peygamber amcasının oğlunu korudu derler
ve bana ta'n ederler korkusuyla bunu tebliğ etmemiştir. Adı geçen âyet bunun
üzerine nazil olmuştur. Âyette bunun içindir ki 'Allah seni insanlardan korur'
denilmiştir.[264] Hz. Peygamber 'Ben kimin
mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır' hadisini bunun üzerine söylemiştir. Bu
hadisi Haris b. Nu'man adında biri duyunca Hz. Peygamber'e koşmuş, "Ey
Muhammed namazı, orucu, zekâtı ve iki şehâdeti emrettin, kabul ettik, buna da
razı olmadın amcan oğlu Ali'yi bize veli yaptın, eğer bu Allah'tan ise bize
söyle", demiş; Hz. Peygamber "Evet Allah'tan", diye cevap
verince geri dönmüş ve kendi kendine "Eğer bu gerçekten senin katından ise
bize gökten taş yağdır, yahut elim bir azap ver" (Enfal/32) âyetini okumuştur.
Haris gideceği yere varmadan gökten taş yağmış, Haris'in tepesinden girip altından
çıkarak onu öldürmüştür.[265]
Bunun üzerine, "Birisi yüksek derecelere sahip olan Allah katından
inkarcılara gelecek ve savunulması imkânsız azabı soruyor" (Mearic, /1-3)
ayeti nazil olmuştur. [266]Gadir
günü Hz. Peygamber ashabına Ali'ye bey'at etmelerini emretmiş onlar da ihlas ve
rızaları ile bey'at etmişlerdir. Şiîliğin aslı buradadır. Bey'at işi
tamamlandıktan sonra, Hz. Peygamber "Bugün sizin dininizi ikmal ettim"
(Maide, 5/3), âyetini okumuştur. Bu mesut hâdise üzerine sahabiler "Bize
ve bütün müslümanlara veli oldun" diyerek Ali'yi kutlamışlardır. Hz.at,
203.Ebu Bekir ve Ömer b. Hattab da bu sahabiler arasındadır. Şair Hasan da bir
beyitle görevini yerine getirmiştir.[267]Şiânın
hadis anlayışı, kısaca anlatmağa çalıştığımız Gadir-i Hum hâdisesinin
temelindedir. Gadir günü bir kısım sahabiler Ali'ye bey'at ettikleri halde Hz.
Peygamberin ölümünden sonra bu ahidlerine uymamışlar, ir-tidat etmişlerdir.
İrtidat etmeyen ancak birkaç sahabi vardır.[268]
Burada Ehl-i sünnet ile Şiâ arasında büyük bir ihtilaf konusu ortaya çıkmaktadır.
Sahabilerin adaleti meselesi. Bu konunun teferruatına girmiyeceğiz.[269] Ancak
şu kadarına işaret edelim ki, Şiilere göre birkaç sahabi dışındaki bütün
sahabiler sözlerinde durmadıkları için irtidat etmişlerdir ve irtidat edenlerin
rivayet etmiş oldukları hadisler ise kabule şayan değildir, öyleyse, rivayetleri
kabule şayan olan râvileri ve bu ravilerde aranması gereken şartların teshit
edilmesi gerekiyor.
RÂVİ VE RİVAYETİN ŞARTLARI
Şiâya göre bir râvide
bulunması gereken şartlardan bazılar şunlardır:
1. Fakihler
ve muhaddisler öncelikle ravinin hadisi rivayet ettiği zaman müslüman olmasını
şart koşmuşlardır. Yalnız kâfir iken hadis ezberlemiş ise müslüman olduktan
sonra bunu rivayet etmesi caizdir. [270]
2. Baliğ
olması: Hadis rivayet eden kimsenin, rivayet ettiği zaman baliğ olması gerekir.
3. Akıllı
olması: Mecnun kimsenin rivayeti icmaen kabul edilmez.
4. iman: Şiî
ulemanın büyük ehemmiyet verdiği önemli bir husustur. Mü'min olmayan bir
kimsenin rivayeti kesinlikle kabul edilmez. (İmandan maksat, râvinin
İmâmiyye-İsnâ aşeriyye mezhebinden olmasıdır. Muhaliflerin ve Şiânın diğer
mezheplerine mensup kimselerin verdiği haberlerle "amel edilmez. Ancak Şiî
İmâmı rivayetle hükmedecek kimse bulunmazsa, o zaman Ehl-i sünnetin ve diğer
mezheplerin rivayetlerine bazı şartlarla uyula-bilir diyenler olmuştur.
Muhaliflerin rivayeti masum imamlardan birinden ise o zaman ona uymak icap eder[271]
5. Bir
kimsenin âdil olabilmesi için bütün günahlardan korunmuş olması şart değildir.
Ancak büyük günah irtikâb etmemesi ve küçüklere de İsrar etmemesi gerekir/[272]Bir
râvinin adaleti şu şartlarla bilinir.
a) Devamlı
olarak bir arada bulunmakta,
b) Halk ve
muhaddisler arasında şöhret bulması ile,
c) Hakkında
yeterli delillerin bulunması ile,
d) İki
kişinin "o sikadır" yahut "âdildir" demeleriyle.Bunlardan
başka şu sıfatları taşıyan râvilerin rivayetleri de makbuldür:
6. Masum
imamın muharebede bayrağı eline teslim ettiği kimse. Masum imam bayrağı ancak
emin ve güvenilir kimseye verir,
7. Masum imamın bir kimseden razı olması; bu da
o kimsenin sika ve âdil olduğuna delâlet eder.
8. Masum
imamın bir kimseyi hasım tarafa elçi olarak göndermesi, bu onun sika ve âdil
olduğuna delildir.
9. Masum
imamın bir kimseyi şahitlik yapmak üzere göstermesi.
10. Masum imamın bir kimseyi, bir memlekette
yahut bir başka işte görevlendirmesi.
11. Masum imamın bir kimseyi hizmetçi veya kâtip
olarak tutması. Masum imamın bu davranışı o imsenin âdil olduğunu isbat eder.
12. Masum
imamın bir kimseye fetva vermek üzere izin vermesi. [273]Rivayeti
merdut olan râviler:
1. Bid'at ehlinden
olması,
2. Kendi mezhebini
te'yid etmesi için küfrü helâl görmesi,
3. Mezhebinin
propagandasını yapması,
4. İmâmiye-İsna aşeriyye mezhebinden olmayışının
sebebini açıklasa bile böyle bir râvinin rivayeti kabul edilmez.Râviler
üzerindeki bu şartlardan sonra temas etmemiz gereken şu husus kalıyor:
Hadis ve sünnet tâbirleri:Şiî görüşe göre Hadis: Masum imamların sSz, fiil ve
takrirleridir. Masum olmayan kimsenin sözleri eser adını alır. Haber ise
masumların dışındaki sahabi, tabiin ve tebeu't-tabiinden gelen sözlerdir[274]Başka
bir ifade ile hadis, masum olan imamın sözü, yahut onun sözünü ve takriririni
hikâye etmektir, demek mümkündür. Ancak aynı fiil ve takririn kendisi hadis değil,
sünnettir. [275]Bir sözün hadis
olabilmesi için mutlaka masum imama ulaşması şarttır.Durum böyle olunca Şiî
hadis musannefleri Hz. Peygamber'in sözlerinden ziyade, ismetine inanılan
imamların sözlerinden meydana gelmiştir, denebilir.
ŞİAYA GÖRE HADİSLERİN TEDVİNİ
Hz. Peygamber'in
başlangıçta hadislerin yazılmasına karşı çıktığı, daha sorn-a bunu hoş
karşıladığı bilinmektedir. Yine bilinmektedir ki, II. halife Hz. Ömer, hadis
rivayeti konusunda çok titiz davranmış, hatta bazı sahabelerin hadis rivayet
etmelerine mâni olmaya çalışmıştır. Şiî müelliflerden Hâşim Maruf, bu durumu
"Hz. Ali ve Ehl-i beyt hakkında Hz. Peygam-ber'den vârid olan hadislerin
müslümanlar arasında yayılmasından korkmasına" bağlanmaktadır[276]Haşim
Maruf, bazı sahabelerin Hz. Peygamber'in hadislerini yazdıklarını şüphe ile
karşılamaktadır. Bu durumda Hz. Peygamber'den hadis yazan hemen hemen tek kişi
yani Hz. Ali kalmaktadır. Hz. Ali'nin Hz. Peygamber'in kızı Fatıma'nm zevci
olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla Hz. Peygamber sık sık onları ziyaret etmekte,
sohbetlerde bulunmaktaydı. Allah'ın Resulü damadının evine her gidişinde
konuştuklarını Hz. Ali yazıyordu. Daha açık bir ifade ile Hz. Peygamber
söylüyor, Hz. Ali de onları dikte ediyordu. Onun için Hz. Ali'nin sahifesi
mevcut hadis kitapları içerisinde en sahih olanıdır. Hz. Ali'nin bu sahifesi
daha sonra Buharîye de kaynak olmuştur/[277]Şiî
inanca göre, bu kitap masum imamlara intikal etmiş, her imam kendinden sonraki
imama bunu devretmiştir^ Bu sahifeyi Hz. Peygamber, Hz. Ali'ye bizzat dikte
ettirdiği için onda her şey mevcuttur. Dolayısıyla masum imamlar her şeyi
bilirler[278]Hz. Peygamber her şeyi
dikte ettirdiğine göre, Şiânın rivayet ettiği hadislerden şüpheye mahal yoktur.
Onlar, Hz. Ali'nin yazdığı gibi imamlara intikal etmiştir. Hz. Ali'nin bu
sahifesinde helâl, haram ve insanların muhtaç oldukları her şey vardır, hatta
bir yaranın diyetinin ne olduğu bile[279]Sünni
kaynaklar, Hz. Ali'nin bir sahifesi bulunduğunu inkâr değil, bilakis iftiharla
kaydetmektedirler. Ancak kabulü imkansız olan husus, bu sahifenin mübalağalı
bir şekilde büyütülmesi ve onda her türlü bilginin mevcut olduğuna inanılarak
bu bilgilerin de imamlara geçmesiyle imamların her şeyi bilmeleridir. Hz.
Ali'nin, "Hz. Peygamber'den Kur'an'dan ve şu sahi-felerden başka bir şey
yazmadık", sözü, onun sahifesinin hacmi hakında tahmini bir bilgi
vermektedir. Kaynakların bize verdileri bilgilere göre, Hz. Ali'nin bu
sahifesinde daha çok feraiz ve fıkıhla ilgili meseleler bulunmaktadır. [280]Buhari'nin
bu sahifeden ne kadar istifade ettiğini kesin olarak bilmiyoruz. Ancak işaret
etmek gerekir ki, bu sahife Buhari'ye kaynak teşkil etmişse, Şiilerin Buhari'ye
güvenmeleri gerekirdi.Şiî rivayetlerde, hadis sahasında ilk isim olarak Hz. Ali
zikredilirse de, Hz. Peygamberin hadislerini ilk toplayan (cem1) kimsenin Ebu
Râfi olduğu kaydedilmektedir. Buradan Hz. Ali'nin Hz. Peygamber'den
yazdıklarını belli bir tasnife tâbi tutmadığı neticesi çıkarılmaktadır.Bir gün
İmam Muhammed Bakırın meclisinde bir mesele üzerinde ihtilaf vâki olur. İmam
Bakır, "Oğlum kalk, Ali'nin kitabını getir", der. Büyük ve hacimli
bir kitap getirirler, aradıkları meseleyi orada bulurlar. İmam Bakır, "Bu
Ali'nin hattı ve Resûlüllah'ın imlâsıdir", der[281]Şiî
inanca göre bu hâdise, Hz. Ali'nin sahifesinin imamların elinde mevcut olduğunu
göstermektedir.Şiî müellif Hasan Sadr, "Nereye gidilirse gidilsin, bu
kitaptakinden daha güvenilir bir bilgi bulunamayacağını" [282]ileri
sürüyor. Ona göre hadislerin cem'inde ilk adımı atanlar ve bu sahada öncülük
edenler şiîlerdir. Çünkü Hz. Ali, Hz. Peygamber'in devrinde hadisleri yazmış,
ondan sonra da şiânın seçkin şahsiyetlerinden Ebu Râfi tedvin etmiş,
Kitabu's-Sünen ve'l-Ahkâm ve'1-Kadâya adlı bir eser kaleme almıştır. Ebu Râfi
h. 35 yılında vefat ettiğine göre, hadislerin tedvininde Şiânın öncülüğü
kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Ebu Râfi'den sonra hadisleri ilk tasnif eden
Selman-ı Fârisi'dir. [283]Şiî
müellifler arasında Hz. Ali'nin ilk musannif olduğunu söyleyenler varsa da,
onun bu tasnifinin Kur'an-ı Kerim olduğu belirtilmektedir. Daha sonra Selman,
Ebu Zer, Asbağ b. Nübâte, şiî musannifler olarak kaydedilmektedir. [284]Ayrıca
şiî musannifler arasında ilk mütedevvin ve musannif olarak Hâkim Nisaburi'yi
kaydedenler de vardır.Siî anlayışta hadislerin tedvini meselesi, görüldüğü gibi
çok erken bir zamanda başlamıştır. Eğer gerçekten durum böyle olmuş olsaydı şu
hadis[285] anmfatıLı buna uygun
olarak daha erken bir devirde teşekkül etmesi gerekirdi.
Şİİ HADİS KİTAPLARI
Sünni müslümanlar
arasında "Kütüb-i Süte" ne kadar meşhur ve güvenilir ise şiîler
arasında da "Kütüb-i erba" adı verilen eserler aynı derecede
Ihemmiyetlidir. Bunlar Kurandan sonra en muteber kıtaplardrr Şıüer nez-iderece
ve mertebelerine göre bu eserlerden kısaca bahsetmek ıstıyofuz:
1. el-Kâfi:
Ebu Cafer Muhammed b.
Yakub Küleynî. Küleyn, İran'da Rey yakınlarında bir köydür. Doğduğu köye
nisbetle Küleynî olarak tanınan müellifin doğum tarihi hakkında kesin bilgilere
sahip değiliz. Babasının bu köyde medfun olduğu söylenir. Rivayetlere göre babası
o bölgenin ileri gelen âlimi erin dendir.
Küleynî daha sonra Bağdat'a gelmiş, iyi bir eğitim ve öğretim görmüştür.
Zamanının seçkin Şiâ âlimlerinden hadis, tefsir ve diğer İslâmi bilgileri
Öğrenmiştir. Şiilere göre gelmiş geçmiş muhaddislerin en büyüğüdür. Bunun için
kendisine Sikatu'l-Islâm adı verilmiştir.[286]Şiî
inancına göre, büyük âlimler toprakta çürümezler, nitekim Küleynî'nin mezarı
açıldığında gömüldüğü gibi, örtüsüyle hiç bozulmadan kaldığı, hatta onun yanına
defnedilen bir çocuğun aynı şekilde hiç çürüme-diği rivayet edilir.[287]
328/939 yıllarında vefat eden [288]Küleynî'nin
Şiîler nezdinde yüksek bir mevkii vardır. el-Kâfi adlı eseri, usûl ve furû
olmak üzere iki kısımdan meydana gelmiştir. Usûl kısmında itikat ve imana taalluk
eden hadisler, furû kısmında ise amel ve ahkâma taalluk eden hadisler yer
almıştır. 34 kitap ve 326 babtan meydana gelmiştir. [289]16.000
civarında hadis ihtiva ettiği kaydedilmektedir. [290]eyyid
Hasan Sadr, Şiîler arasında el-Kâfi'nin yüksek itibarı bulunduğunu Kur'an'dan
sonra en sahih kitab olarak kabul ettiklerini, Buhari'ninSahih'ine mukabil bir
mevki işgal ettiğini kaydederek Kütüb-i Sitte'de el-Kâfi'deki kadar hadis
bulunmadığını ifade ediyor. [291]Şiî
hadis anlayışının bariz misâllerini bu kitapta görmekteyiz. Malum olduğu üzere
Şiânın görü-şünde Hz. Peygamber'in sözleriyle masum imamların sözleri arasında
bir ark yoktur[292]Bu
bakımdan el-Kâfi'deki hadislerin büyük bir kısmının senedi Hz. Peygamber'e
kadar ulaşmamaktadır. Hadis adı verilen haberler ba-zan Hz. Alinin, bazen
Muhammed Bakırın, bazan da Cafer-i Sâdık'm sözü olarak karşımıza çıkmaktadır.
Müellif, bütün râvilerini güvenilir kabul ettiği için isnad zincirine gereken
önemi vermemiştir.Küleynî'nin 20 yılda meydana getirdiği bu eseri tasnif
ederken bazı şartlar tesbit edip etmediğini bilmiyoruz. Şu kadarını
söyleyebiliriz ki, mümkün olduğu kadar râvilerin Şiî-İmamî olmasına dikkat
göstermiştir.el-Kâfi'den birkaç hadis naklederek eser hakında bir fikir vermek
istiyoruz:"İmam Cafer-i Sadık (a.s) şöyle demiştir: İnsanlar üç gruptur,
öğrenenler ve döküntüler. Biz, alimleriz, taraftarlarımız (Şiâ) öğrenenlerdir,
diğer insanlar da döküntülerdir.[293]"Muhammed
b. Yahya, Ahmed b. Muhammed'den o Muhammed b. Sinan'dan, o da İbn Tayyar'dan,
şöyle demiştir; Ebu Abdullah (a.s) dan işittim, şöyle diyordu: Yeryüzünde iki
kişi kalsa bile, ikisinden birisi hicret olur.[294]"Cafer-i
Sadık, Muhammed Bakırdan rivayet etmiştir: O şöyle demiştir: Ebu Abdullah
Cedeil müminlerin emirinin yanına girdiğinde; Ey Ebu Abdullah, sana Allah
Teâlâ'mn "Kim bir iyilik yaparsa ona daha iyisi verilir. Onlar o günün
korkusundan emindirler. Kötülük yapan kimseler yüzükoyun ateşe atılırlar.
Yaptıklarınızdan başka bir şeyle mi cezalandırılıyorsunuz" (Nemi, 80-90)
âyetinden haber vereyim mi? Evet yâ Emirelmü-minin, canım sana feda olsun
dedim. İyilik velayeti bilmek ve bizim Ehl-i beytimize sevgi göstermektir.
Kötülük ise velayeti inkâr etmek ve Ehl-i beytimize buğz etmektir, dedi ve bu
âyeti okudu.[295]el-Kâfi yalnız Hz.
Peygamberin değil, Hz. Ali, Muhammed Bakır ve Cafer-i Sadık'm bile söylemesine
imkân görmediğimiz söz (hadis) lerle doludur. Bugün, el-Kâfi'deki hadislerin
tamamının sahih olmasının mümkün olmadığını söyleyen Şiî âlimleri vardır. [296]
2. Men lâ Yahduruhu'I-Fakîh:
Şeyh Saduk, Ebu Cafer
Muhammed b. Ali b. Babaveyh Kümmî. Şiîler arasında Reisü'l-muhaddisin unvanına
layık görülmesine rağmen hayatı hakkında yeterli bilgiye sahip değiliz. Şiî
kaynaklarda doğum yeri belirtilmemiştir. Donaldson, Horasan'da doğduğunu
kaydetmektedir.[297]
Babası Kum'un şeyhi ve fakihi idi. Babasından ve diğer bilginlerden hadis
almıştır. Uzun bir süre Kum'da kalan müellif daha sonra (339/950) hadis
öğrenmek için seyahate çıkmış, bir çok memleket dolaşmıştır. Bu seyahatlerinde
sünni ve şiî muhaddislerden hadis aldığı nakledilir. 355/965 de Bağdat'a gelen
Şeyh Saduk, orada Şiâ bilginlerine hadis dersleri vermiştir[298]300
civarında eseri olduğu söylenen müallifin başlıca eserleri şunlardır:1.
İsbatu'l-Vasıyye, 2. Ahbâru Ebi Zer, 3. Ahbâru Selman, 4. Tefsiru'l-Kur'an, 5.
el-Hısal, 6. Belâilu'l-Eimme, 7. Kitabu'l-İtikadât (Bu son eser Doç. Dr. E.R.
Fığlalı tarafından tercüme edilerek yayımlanmıştır, 1978), 8. Men lâ
Yahduruhu'l-Fakih, Kütüb-i Erbaanın ikincisini teşkil eden bu eser adından da
anlaşılacağı gibi fıkhi hadisleri ihtiva etmekte olup, fıkhın klasik bablarına
göre tasnif edilmiştir. Ancak kitapta Şiîliğin özelliğini yansıtan bazı
değişikliklere râstlamaktyız. Hz. Peygamberin abdest alış şeklim belirten
babtan sonra Hz. Ali'nin abdest alış şekline ayrı bir bab tahsis edilmiştir.
Namazın sevabı babında Hz. Peygamber'in kızı Fatrma'nm ismiyle maruf bir
namaza dair bab bulunmaktdır. Buna benzer bazı farklılık ve özellik arzeden
bablar mevcuttur. Müellif, gerek Hz. Peygamberden ve gerekse Hz. Ali ve diğer
masum imamlardan rivayet ettiği hadislerden sonra gerekli gördüğü yerlerde
açıklamalarda bulunmaktadır.Şeyh Saduk, Şiîler arasında "şeyhimiz,
fakihimiz, şeriatın hükümlerinden biri"[299]gibi
unvanlarla anılmasına rağmen eseri, el-Kâfi'nin derecesine ulaşamamıştır.
Bunun sebebi el-Kâfi'den daha sonra telif edilmesinde ve müellifinin metodunda
aramak gerekir, zannediyoruz. Eserde ekseriyetle hadislerin senetleri
hazfedilmiştir. Buna gerekçe olarak isnadın çok uzadığı gösterilmektedir.
Ayrıca râvilerinin hepsinin "sika" olması dolayısıyla bunalüzum da
görülmemiştir. [300]Kitaptaki
hadislerin sayısı hakkında ayrı ayrı rakamlar verilmektedir. Hasan Sadr ve ona
dayanarak M. Ebu Zehra 9.044[301] M.
Hüseyin Celâl, 5.963 hadis bulunduğunu ifade etmektedir.Müellif eserindeki
hadislerin tamamının sahih olduğu iddiasındadır. E. Kasım Hüf, hadislerin
hepsinin masum imamlardan sadır olmasının kesin olmadığı kanaatinde görünüyor.[302]
3. Tehzîbu'l-Ahkâm ve el-tstibsâr:
Kütüb-i Erbaa'nın son
iki eseri Şeyh Tüsî diye meşhur olan Ebu Cafer Muhammed b. Hasan
füsî'nindir.Şeyh Tüsi'ye gelinceye kadar Sia uleması arasında fazla ihtilaf
bulunmadığı, fakat o Tehzibu'l-Ahkâm ve el-İstibsar'ı derledikten sonra
muhtelif hadisler tedavüle çıktığından münakaşa ve ihtilafların arttığı
kaydediliyor. [303]460/1067
de vefat eden Tüsi'nin başlıca eserleri şunlardır:
1.
Tefsiru't-Tibyan,
2.
İddetu'1-Usûl,
3.
el-Fihrist,
4.
Kitabu'1-Gayb,
5.
et-Tehzib,
6.
el-İstibsar.
Müellif, Tehzib'in
mukaddimesinde bu kitabı yazış gayesini şöyle açıklamaktadır:
"Ashabımızdan bazıları haber (hadis) ler arasındaki zıtlıkların
giderilmesi, mezhebimize yapılan hücumların izalesi için beni ikaz ettiler.
Şeyhimiz, Ebu Abdullah'tan işittim, Ebu'l-Hüseyn Haruni, Alevi olduğu ve
İmanuyeye inandığı halde hadislerdeki bazı ihtilaflar yüzünden mezhebini
terkederek bir başka mezhebe geçti. Bu onun bilmeyerek başka bir mezhebi kabul
ettiğini ve inancının taklidi olduğunu gösterir. Şeyhimiz, seri meselelerde
ihtiyacı karşılayacak, mâna yönünden ikna edici, şüphelerden uzak, taharet,
tevhid, adi, nübüvvet ve imamet meselelerini ilgilendiren bir kitap yazmak
hususunda beni teşvik etti[304]Eserinde
muhakkikin Hasan Musevi, yazdığı önsözde Kütüb-i Erbaa arasında eserin büyük
bir mevkii bulunduğunu, fayda bakımından ötekilerden de üstün olduğunu
belirttikten sonra, "Ahkâm hususunda bir fakih aradığı her şeyi
bulabilir", demektedir [305]
(Cemal Sofuoğlu)Zeydiyye'den Süleyman b. Cerir şöyle diyor:İmamları, Şiâ için
iki görüş ortaya koymuşlar, hiçbir kimse onlara muttali olamaz:Birincisi
(Bedâ; açık görüş): Bir söz açıkladıkları zaman kuvvet, şevket ve zuhur olacak
derler. Sonra iş açıkladıklarına göre olmaz. Derler ki: Allah, bu konuda böyle
açıkladı.[306]İkincisi: Takiyye. Ne
zaman, nasıl isterseler o şekilde konuşurlar. Bu konuda onlara; "o hak
değildir, batıl olduğu, yanlış olduğu ortaya çıktı" denilince, biz onu
takiyye olarak söyledik, takiyye olarakyaptık derler[307]Daha
faydalı olur diye Hz. Ali (r.a.)'nin halifeliğe Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz.
Osman (r.a.)'dan daha layık ve hakkında nass olduğuna dair Şiîler'in
iddialarından uzak olduğuna delalet eden hadislerden bazısını rivayet olarak
aşağıda zikredeceğiz:Hz. Ali (r.a.) 'den rivayet edilip, ne kendisine ne. de
başkasına nass olmadığına delalet eden hadisler:
İ- Müslim'in
-diğerleri de -Ebû't-Tufeyl'e isnad ile rivayet ettiği hadis, Ebû't-Tufeyl
şöyle demiştir:
"Hz. Ali'ye
soruldu: "Size Rasûlullah (s.a.v.) husûsi birşey söyledi mi?", Ali
(r.a.): "Bize Rasûlullah bütün insanlara genel kılmadığı hiç bir şeyi özel
kılmadı. Yalnız şu kılıcımın,kılıfında bulunan müstesna dedi ve içinde:
"Allah'dan başkası adına hayvan kesene Allah lanet etsin! Arazideki
alametleri çalana Allah lanet etsin! Babasına lanet edene Allah lanet etsin!
Bidatçı barındırana Allah lanet etsin" cümleleri yazılı bir sahife
çıkardı.1[308]
2- Amr b.
Süfyan'dan. Diyor ki: Cemel Vak'ası günü Hz. Ali ortaya çıkınca şöyle dedi:
"Ey insanlar!
Şüphe yok ki Rasûlullah (s.a.v.) bu emirlik konusunda bize hiç bir vasiyette
bulunmadı. Ta ki biz de görüş olarak Ebû Bekir'i yerine halife seçmemizi uygun
gördük. O da emirliği yerine getirdi, dosdoğru oldu da yoluna devam etti. Sonra
Ebû Bekir, görüş olarak Ömer'i halife bırakmayı uygun gördü. O da (hilafeti)
yerine getirdi, dosdoğru oldu. Ta ki dini komşu ülkelere hakim kıldı. Sonra
kavimler dünyayı isterler, Allah'ın hükmettiği işler de oldu.[309]
3- İbni
Sa'd, Tabakat'da şöyle diyor: Bize Veki' b. el-Cerrah Ebû Bekir el-Hüzeli'den,
O da Hasan'dan haber verdi. Diyor ki: Hz. Ali, Hz. Peygamber (s.a.v.) vefat
edince demiş, biz, idaremiz konusunda baktık, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in,
namazda Ebû Bekir'i öne geçirdiğini bulduk. Rasûlullah (s.a.v.)'ın dinimiz
için razı olduğu kimseye biz de dünyamız için razı olduk.[310]
4- Ebû
Vail'den, o şöyle diyor: "Hz. Ali'ye, bize halife bırakmayacak mısın?
denilmiş. O da, Rasûlulah (s.a.v.) halife bırakmadı M, ben de halife bırakayım.
Lakin Allah, insanlara hayırlı olanı isterse, nebilerinden sonra kendilerinin
en hayırlısı üzerinde topladığı gibi onları da kendilerinin en hayırlısı üzerinde
toplayacaktır[311]
5- Kays b.
Ubbad'dan: Ravi diyor ki: Hz. Ali ile beraberdik, bir meclisde hazır olduğu
veya bir tepenin üzerine çıktığı veya bir vadiye indiği zaman dedi ki:
"Sübhanallah, Allah ve Rasûlü doğru söylemiştir"... Ravi sonunda
şöyle demiştir: Ondan sorduk ve dedik ki: "Rasûlullah (s.a.v.) bu konuda
sana birşey vasiyet etti mi? Ravi diyor ki: "Bizden yüz çevirdi, biz de
ona ısrar ettik. O da bu (ısrarı) görünce: "Allah'a yemin olsun ki
Rasûlullah (s.a.v.) bana hiçbir vasiyette bulunmadı, ancak insanlara vasiyet
ettiği şeyi vasiyet etti. Lakin insanlar Hz. Osman üzerinde durdular onu da
öldürdüler. Benim dı-şımdakiler o konuda hal ve fiil olarak benden daha
sıkıntılı idi. Sonra bu işe onların en layıkı olduğumu gördüm ve onun üzerine
ayağa kalktım. İsabet mi ettik, yoksa hata mı ettik, tabi ki Allah en iyi bilendir.[312]Bu
nassların hepsi, Rasûlullah (s.a.v.)'ın, kendisinden sonra gelen hiçbir
kimseye ne Hz. Ebû Bekir'e, ne Hz. Ali'ye ne de bir başkasına halifelikle
ilgili bir vasiyette bulunmadığına katî delildir. Ancak kendisinden sonra Hz.
Ebû Bekir'i istediğine bunu kabul edip razı olduğuna, müslümanlarm,
belirtildiği gibi ondan başkasını seçmeyeceklerini bildiğine işaret olan
fiiller ve sözler ortaya çıkmıştır.
Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in vefatından sonra, defninden önce seçilen Hz. Ebû Bekir'e Hz. Ali
ile Hz. Zübeyr'in bey'at ettikleri sahih is-nadlarla sabittir:
1- Ebû Said
el-Hudrî (r.a.)'m rivayet ettiği hadis: Ebû Said diyor ki:"Rasûlullah
(s.a.v.) vefat etti, insanlar da Sa'd b. Ubade'nin evinde toplanmışlardı. Orada
Ebû Bekir ve Ömer de vardı. Ravi şöyle diyor: Hz. Ebû Bekir minbere çıktı,
halkın yüzüne baktı, Zübeyr'i göremedi. Ravi diyor ki: Zübeyr'i çağırdı, o da
geldi ve dedi: "Ben (kendi kendime) Rasûlullah (s.a.v.)'m halasi oğluyum
dedim. Üzüntümden dolayı müslümanîardan ayrı kalmayı istedim. Ey Rasûlullah
(s.a.v.)'m halifesi! Azarlanacak bir durum yok" dedi, ayağa kalktı ve ona
bey'at etti. Sonra (Hz. Ebû Bekir) halkın yüzüne baktı, Hz. Ali'yi de göremedi.
Hz. Ali b. Ebi Talib'i çağırttı. O da geldi ve şöyle dedi: "Ben (kendi
kendime) Rasûlullah'm (s.a.v.)'m amcasının oğluyum ve kızlarının beyiyim,
dedim. Üzüntümden dolayı müslümanîardan ayrı kalmak istedim. Ey Rasûlullah
(s.a.v.)'m halifesi azarlanacak bir durum yok" dedi ve ona bey'at etti.[313] (Bu
rivayetler zayıftır. Sahih rivayetlerde altı ay sonra bey'at ettiği rivayet
edilmektedir.)
2- Musa b.
Ukbe'nin, Sa'd b. İbrahim'den anlattığı menkıbesinde geçen sözü de bunu
takviye etmektedir.Babam bana anlattı ki -babası Abdurrahman b. Avfdır.-Ömer'le
beraberdik. Muhammed b. Mesleme, Zübeyr'in kılıcını kırmıştı. Sonra, Ebû Bekir
hitapta bulundu ve insanlardan özür diledi ve dedi ki: "Ben emirliğe hiçbir
gün ve gece haris olmadım. Ne gizli ne açık onu da istemedim." Muhacirler
sözünü kabul ettiler. Ali ve Zübeyr ise: "Meşverete (çağrılmak)tan geri
bırakıldığımızdan başka birşeye kızmadık. Biz zaten Ebû Bekir'in emirliğe
insanların en layi-kı olduğunu görüyoruz. Çünkü O (Hira) mağarası (nda Hz.
Peygamberin) arkadaşıdır. Şüphesiz ki biz O'nun şerefini ve durumunu çok iyi
biliyoruz. Rasûlullah (s.a.v.), daha hayatta iken O'nun insanlara namaz
kıldırmasını emretmişti[314]dediler.Bu
konudaki mazeret onlarla müşare ver enin olmamasıdır. El-Maziri'nin dediği
gibi: "O, bey'atı geciktirmekle, Ensardan meydana gelebilecek ihtilafa
düşmekten korktu[315]) Bu
konu Sakife hadisinde gelecek.Sahihayn'da[316]Hz.
Ali (r.a.)'nin, Hz. Ebû Bekir (r.a.)'e Hz. Fa-tıma'nın vefatından sonra -Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in vefatından altı ay sonra- bey'at ettiği gerçeğine
gelince, Hz. Fatıma (r.a.), Hz. Peygamber (s.a.v.)'in mirasında (Hayber
hurmalığı), kendisinin hakkının olduğunu düşündüğünden Hz. Ebû Bekir'e karşı
kalbinde kırgınlık vardı.Halbuki doğru olan nassm gereği bunun aksine idi.
Hayber'de-ki arazi sadakası hakkındaki hüküm de böyle idi. Hz. Fatıma (r.a.)
Hz. Ebû Bekir'es-Sıddık ile vefat edinceye kadar konuşmadı. Hz. Ali (r.a.) de
Hz. Fatıma'nın hatırım gözetmeye ihtiyaç duydu. Hz. Fatıma (r.a.), babası
Rasûlullah (s.a.v.)'m vefatından altı ay sonra vefat edince, Hz. Ebû Bekir'e
Hz. Rasûlullah (s.a.v.)'m defninden önce, geçen bey'ata rağmen, bey'atı
yenilemeyi uygun gördü. [317]Hz.
Fatıma (r.a.), "Bize mirasçı olunmaz" hadisini tevil etmiş, kendisinin
kıymetli mallarda babasına mirasçı olamayacağı, yiyecek, giyecek, silah gibi
şeylerde mirasçı olacağını düşünmüştür. Fakat hadisi şerifteki "Al-lahm
fey olarak verdiği ..." ifadesi bu tevili reddeder. Bazı alimlere göre Hz.
Fatıma (r.a.)'nın miras istemesi, hadisi duymadan öncedir. Vasiyyet ayeti ile
delil getirmiş. Ayette mirasçı bir kız ise kendisine mirasın yansı verileceği
bildirilmektedir. Müslimin rivayet ettiği hadis: "Bize mirasçı olunmaz, bıraktığımız
sadakadır." Cihad ve Siyer, 56, Hadis No. 1761. (müt.)
Bundan sonra Hulefâ-i
Raşidin'in emir tayini yollarını gözden geçirip tetkik edelim ve ortaya koyalım
ki onlardan sonra imamı tes-bitte, tayinde şer'i yolları alıp, amel edebilelim.
Buhâri, Ömer b.
el-Hattab (r.a.)'dan uzun bir hadis rivayet ediyor. Hadisin bir kısmı
şöyledir:Allah (c.c.)'m Nebi'si (sav) vefat edince, Ensarm bizden ayrılıp,
Beni Said'e sofasında bütünüyle toplandıklarını, Ali ve Zübeyr'in de bizden,
beraberlerindekilerle ayrıldığını haber aldık. Muhacirler de Ebû Bekir'in
yanında toplandılar. Ben Ebû Bekir'e: "Kalk, Ensar kardeşlerimize
gidelim" dedim. Onlardan tarafa yönelerek kalkıp gittik. Oraya yaklaşınca
onlardan iki salih kişiyle[318]karşılaştık.
Kavmin üzerinde birikip toplandığı şeyden bahsettiler ve şöyle dediler:
"Size gerekmez, onlara yaklaşmayın, kendi işinize kendiniz hükmedin."
Ben de "vallahi onların yanana gideceğiz" dedim. Kalktık gittik. Beni
Saide sofasında onların yanma vardık. Bir de baktık ortalarında elbisesine
bürünmüş bir adam. "Bu adam kim? dedim." Onlar da: "Bu, Sa'd b.
Ubade" dediler. Ben de: "Ona ne oluyor?" dedim. Onlar:
"Sıtma ateşi var" dediler. Biz biraz oturunca, onların hatipleri[319]kelime-i
şehadet getirdi. Allah'a lâyıkıyla hamd-ü sena etti. Bundan sonra şöyle hitap
etti:"Bizler Allah'ın Ensar'ı ve İslâm'ın büyük ordusuyuz. Siz -Muhacirler
topluluğu- ise Mekke'deki kavminizden bize yürüyüp gelmiş bir azınlıksınız.
Böyle iken onlar bizi aslımızdan koparmak ve bizi emir konusunda yalnız
bırakmak istiyorlar," dedi.Hz. Ömer şöyle söyledi: "(Ensar'm hatibi)
susunca ben konuşmayı istedim. Daha evvel, beğendiğim ve Ebû Bekir'in önünde
takdim etmek istediğim bir hitabe hazırlamıştım. Ebû Bekir'e gelen öfkenin bir kısmını
ondan defetmeye uğraşıyordum. Konuşmak istediğim zaman, Ebû Bekir bana:
"Yumuşak ol!" dedi. Ben de O'nu Öfkelendirmek istemedim. Ebû
Bekir'in kendisi konuşmaya başladı. O Öfke anında benden daha halim ve daha
vakarlı idi. Allah'a yemin olsunki Ebû Bekir benim hazırlamamda hoşuma giden
hiçbirşeyi terket-medi. O konuşmasına başlamasında, doğru olan görüşü
belirtmekte benim hazırladığım hitabenin benzeri yahud ondan daha üstün olan
bir konuşmayı susuncaya kadar sürdürdü. Bu konuşmasında şunları söyledi:"(Ey
Ensar topuluğu!) Sizler, kendinizde hayır bulunduğunu zikrettiniz, sizler bu
hayrın ehlisiniz. Fakat şu halifelik işi Kureyş'den olan şu Muhacirler
topluluğundan başkasında asla tanınmayacaktır. Bu Kureyş topluluğu, neseb
bakımından en üstünü, yurt bakımından en ortasıdır. Ben sizler için şu iki
adamdan birine bey'at etmenizi teklif edip, buna razı oldum. Şimdi bu ikisinden
istediğinize bey'at ediniz!" dedi.Ömer dedi ki: "Bundan sonra Ebû
Bekir, aramızda otururken benim elimi ve Ebû Ubeyde b. el-Cerrah'ın elini
tuttu. Ben onun söylediklerinden bundan başkasını kerih görmedim. Vallahi
benim öne geçirilip de boynumun vurulması, bir günahdan dolayı benim boynumun
vurulmak istenmesi -bana içlerinde Ebû Bekir'in mevcud bulunduğu bir kavme
emirlik yapmaklığımdan- daha sevimlidir. Ancak ölümüm sırasında şeytanın
telkiniyle nefsimin bunu bana süsleyip güzel göstermesi hali müstesnadır ki ben
şu saatte onu vicdanımda hissetmiyor ve bulmuyorum."Bu sırada Ensardan bir
sözcü (Habbab b. el-Münzir) şöyle dedi: "Bizler emirlik ağacının
faydalanılacak olan aslıyız, köküyüz. Biz Ensar topluluğundan bir emir,
sizlerden de bir emir olsun ey Kureyş cemaati" dedi.Bunun üzerine farklı
sözler çoğaldı ve sesler yükseldi, hatta ben bir ihtilâf çıkmasından korktum da
hemen:"Uzat elini ya Ebû Bekir" (sana bey'at edeyim) dedim.O da elini
uzattı. Ben de ona bey'at ettim. Benden sonra Muhacirler sonra Ensar, Ebû
Bekir'e bey'at ettiler. Biz böylece Sa'd b. Uba-de'ye karşı çabuk davranıp
galebe sağlamış olduk. Onlardan bir sözcü: "Sizler Sa'd b. Ubade'yi
öldürdünüz". Hz. Ömer dedi ki: Bu sözcüye karşı ben, (Hilafet işine mani
olmaya çalıştığı için) "Allah Sa'd İb-ni Ubade'yi öldürsün"! dedim [320]Hz.
Ömer şöyle söylüyor:Allah'a yemin ederim ki bizler, o zaman meşgul olduğumuz bu
devlet başkanlığı müzakeresi ve Ebû Bekir'e bey'at edilmesi işinden daha önemli
hiç bir iş ve meşguliyet bulamadık. Biz Ensar topluluğunun bizlerden ayrılıp
bey'at etmemelerinden ve bizden sonra kendilerinden birine bey'at etmelerinden
korktuk.Bu takdirde ya bizler razı olmamamıza rağmen onlarla bey'atle-şecek,
yahut da onlara muhalefet edecektik. Böylece büyük bir fesat olacaktı. Artık
bundan böyle müslümanların istişaresi ve rızaları olmaksızın her kim bir adama
bey'at edecek olursa (insanlar tarafından, ne o bey'at eden adama, ne de onun
bey'at ettiği adama) ikisinin de öldürülecekleri korkusundan bey'at
olunmayacaktır. (Onun için hiç bir kimse bey'at olunmaya ve kendisi için
bey'atın- Ebû Bekir'e vaki olduğu gibi- tamam olacağına tamah etmesin"[321]Kaynakların
belirttiği gibi bu birinci biattir. Muhacir ve Ensann (r.anhum) büyüklerinin ve
fâzıl olanların birinci biatidir. Sonra ikinci biat takib edecektir. O da;
minberde iken müslümanların mescidde bulunduğu zaman herkesin genel
biatidir.Buhâri, Sahihi'nde Enes b. Malik (r.a.)'den rivayet etmiştir. Enes
(r.a.), Hz. Ömer'in (r.a.), minberde oturduğu zaman son hitabesini işitmiş. Bu
da Hz. Peygamber (s.a.v.)'in vefatından bir gün sonrasında idi. Keiime-i
şehadet getirdi. Ebû Bekir ise susmuş konuşmuyordu. Dedi ki: Rasûlullah
(s.a.v.)'m, bizi idare etmesi için, yaşamasını arzu ediyordumBununla
Peygamber'in (s.a.v.) vefatının kendilerinden sonra olmasını istiyordu.- Hz.
Muhammed (s.a.v.) ölmüş ise sizin aranızda bir nur (Kur'an) bırakmıştır ki,
onunla Allah'ın Muhammed (s.a.v.)'e hidayet ettiği doğru yolu bulacaksınız.
Şüphesiz Ebû Bekir (r.a.) de Rasûlullah (s.a.v.)'m arkadaşıdır. İkinin
ikincisidir (mağarada iken) O sizin işlerinizi idare etmeye en layık kimsedir.
Öyle ise kalkınız ve ona biat ediniz, dedi. Onlardan bir taife Beni Saide
sofasında bundan önce biat etmişlerdi. Genel biat minber üzerinde iken
oldu.Zührî diyor ki: Enes b. Malik, Ömer'in, Ebû Bekir'e o gün ısrarla
"minbere çık!" deyip durduğunu işitmiş ve nihayet Ebû Bekir (r.a.) minbere
çıkmış insanlar da toptan O'na biat etmişlerdi[322]İbni
Kesir diyor ki: "İbni İshak şöyle demiştir: Sonra Ebû Bekir konuştu,
Allah'a lâyıkı ile hamd ve sena etti. Şöyle dedi: "Ey insanlar! Sizin en
hayırlınız olmamama rağmen size idareci kılındım: İyi yaparsam bana yardım
ediniz, eğer kötü yaparsam beni düzeltiniz! Sıdk, itimad ve emniyettir, yalan
ise emniyet ve itimada karşı bir su-istimaidir. Sizin yanınızda zayıf olan onun
namına hakkını alıncaya kadar o, benim nazarımda kuvvetlidir. Sizin katınızda
kuvvetli olan da, inşaallah hakkı ondan alıncaya kadar benim yanımda zayıftır.
Cihadı bir kavim terketmeyedursun, terkederse Allah onları zilletle yardımdan
mahrum bırakır. Ahlaksızlık bir millet içinde yayılıp umi-mileşmeye görsün,
Allah onları genel bir açlık ve kıtlığa duçar eder. Ben Allah'a ve Rasûlü'ne
isyanda bulunmama müteakip artık bana hiçbir surette itaatta bulunmamanız
gerekir. Haydi şimdi namaza kalkın ki, Allah size merhamet etsin!"
Sonuç:
Bu, Hz. Ebû Bekir'in
hilafeti ile ilgili bey'atı hakkında gelen rivayetlerin özetidir. Bizim, bu
rivayetlerin bütününden, konumuzla ilgili şu neticeler çıkarabiliriz.
1- Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in kendisinden sonra gelen halifeyi, yani idareyi üzerine
alacak kimseyi haber verse bile açıkça tayin etmemiştir. Bunda da, imam
seçimini, kendisinden sonraki müslümanlara bıraktığında işaret vardır.
2- Hz. Ebû Bekir'in bey'atı, Muhacirler ve
Ensarın büyükleri arasında müşavere edildikten sonra tamamlandı. Bunda,
kendilerine Ehl-i Hal ve'l-Akd denilen kavmin ileri gelenleri, ulemâ ve
reislerinin seçimiyle icra edildiğine işaret vardır. Ehl-i hal ve'1-akda ait
tafsilatlı bilgi inşaallah yakında gelecek.
3- Halifenin seçimine tam icmâ şart değildir.
Sa'd b. Ubade (r.a.)'ın muhalefetinin zararı olmadığı gibi, kavmin bazısının
muhalefeti icmaya zarar vermez.
4- Hz. Ebû
Bekir (r.a.) için olduğu gibi, seçilen halifeye bey'atın önce ehl-i hal
ve'l-akd tarafından sonra da müslümanlarm geneli tarafından yapılması
meşrudur.
5- Hz. Ali
(r.a.) ve Hz. Zübeyr b. el-Avvam (r.a.)'ın[323]-bazı
rivayetlerde [324]zikredildiğine
göre- Hz. Peygamber'in teçhizinden dolayı seçimden geri kalmaları suretiyle,
seçimde bulunmamalarının zarar vermediği gibi, her ne kadar bundan sonra bey'at
etmiş olsalar da, seçimde ehl-i hal ve'1-akdin hepsinin hazır olması da şart
değildir.
Bu noktalar ışığında,
hilafetin akdine ait birinci yol bizim için açığa çıkmış oluyor. Birinci yol,
Dört Halife (r. anhum)'ye ait tarihi arz ettikten sonra izah edeceğimiz ehl-i
hal ve'l-akd tarafından yapılan seçimdir.
Hz. Ömer (r.a.)'in
hilafetinin akdolunmasma gelince, onun hali feliği-bir ölçüde- farklı bir yol
ile sabit olmuştur. Bu yol da, aynı şe kilde geçen delillere göre şer'idir. Bu
halifeyi tayin yoludur.İbnu'l-Cevzi diyor ki:"El-Hasen b. Ebi'l-Hasen
(r.a.)'dan rivayet edilmiştir. Buna göre, Hz. Ebû Bekir ağırlaşıp, vefat
edeceği ortaya çıkınca insanlar toplandı. Hz. Ebû Bekir (r.a.) dedi:
"Gördüğünüz duruma düştüm, kurtulacağımı zannetmiyorum. Allah bey'atından
yeminlerinizi salıverdi. Sizden olan düğümümü çözdü, idare işinizi size geri
verdi. Öyleyse sevdiğiniz kimseyi üzerinize emir tayin ediniz. Eğer ben hayatta
iken üzerinize bir emir seçerseniz benden sonra ihtilaf etmemeniz için bu daha
uygundur." Bu mesele için ayağa kalktılar, işe koyuldular. Fakat
kendileri için doğru bir şey ortaya çıkmadı. Halifeye: "Bize bir yol
göster, Ey Rasülallah (s.a.v.)'m halifesi" dediler. Hz. Ebû Bekir dedi
ki:"(Birşey söylersem) Belki ihtilafa düşerseniz." Onlar:
"Hayır" dediler. Hz. Ebû Bekir: "Razı olduğunuza Allah'a söz
veriyor musunuz?" dedi. Onlar; "Evet" dediler. Hz. Ebû Bekir
ise: "Bana mühlet verin, Allah için, dini için, kulları için (kim daha
uygun olur) bir bakayım" dedi. Hemen Ebû Bekir (r.a.), Hz. Osmaab. Aftan
(r.a.)'a (bi-risini) gönderdi. (O da gelince) Hz. Ebû Bekir O'na: "Bana
(halife olabilecek) bir adamı işaret et! Vallahi senin bu işte benim yanımda
ehliyet ve mevkiin var," dedi. Hz. Osman (r.a.) ise: "Ömer",
dedi.Hz.Ebûbekir: "Yaz!" dedi. O da yazdı, ta isme kadar geldi ve bayıldı.
Sonra kalktı ve: "Ömer'i yaz" dedi.[325]
Anlatıldığına göre,
Hz. Ebû Bekir (r.a.) halife seçmek istediğinde, İbni Sa'd'm, Vâkidi'den, O da
İbni Ebi Sebure'den, O da Abdulme-cid b. Sehl'den, O ise, Ebû Seleme b.
Abdurrahman'dah zikrettiğine göre ravi diyor ki -başka yolları da zikretti-:
Ebû Bekir es-Sıddık, hastalığı şiddetlenince[326]Abdurrahman
b. Avf ı çağırdı. Ona: "Bana Ömer b. el-Hattab hakkında bilgi ver"
dedi. Abdurrahman b. Avf ise: "Sorduğun her işi benden daha iyi
bilirsin" dedi. Ebû Bekir: "Acaba öyle mi?" dedi. Abdurrahman b.
Avf: "Vallahi O, senin düşündüğünden daha da üstündür," dedi. Sonra
Osman b. Affan'ı çağırdı. O'na: "Ömer hakkında bana bilgi ver," dedi.
O ise: "Ondan en iyi haberi alan sensin," dedi. Hz. Ebû Bekir: Öyle
ise ey Abdullah'ın babası söyle. Hz. Osman: "Allah'ım! O'nun hakkında
bildiğim şu; Onun içi dışından daha üstün, bizim aramızda onun gibisi
yoktur", dedi. Ebû Bekir: "Allah sana merhamet etsin vallahi eğer onu
terketsen sana karşı çıkmam" dedi. O, ikisiyle birlikte Said b. Zeyd,
Ebû'1-Aver, Useyd b. el-Hudayr ve bu ikisinin dışında Muhacirlerden ve
Ensar-dan olan kimselerle müşavere etti. Üseyd: "Allah'ım! içi dışından daha
üstün, kızılacak şeye kızan, razı olunacak şeye rıza gösteren seçkin birisini
ona bildir! Bu emir işini ondan daha kuvvetli hiç kimse üzerine alamaz,"
dedi.Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ashabından bazıları, Abdurrahman ile Osman'ın
Ebû Bekir'in yanına girdiklerini, onunla yalnız kaldıklarını işittiler. Hz.
Ebû Bekir'in yanma girdiler. Onlardan bir sözcü şöyle dedi:"Rabbin sana,
Ömer'i bize halife bırakmandan sorarsa ne dersin, halbuki sen O'nun katılığını
görüyorsun?" dedi. Ebû Bekir: "Beni oturtun, dedi. Beni Allah ile mi
korkutuyorsunuz? Kim, sizin idarenizde zulüm yaparsa, zarara uğrar. Ben de
derim ki: "Allah'ım! Ben onlara senin ehlinin en hayırlısını halife
bıraktım. Sana dediğim şeyi senden geride kalanlara ulaştır." Sonra yanı
üzere yattı ve Osman b. Affan'ı çağırdı. O'na yaz!
dedi."Bismillahirrahmanirrahim. Bu, Ebû Bekir b. Ebi Kuhafe'nin ömrünün
sonunda dünyadan ayrılırken, kâfirin inanacağı, fâcirin ya-kinen anlayacağı,
yalanlayanın tasdik edeceği, ömrünün sonunda yaptığı vasiyyetidir. Benden sonra
sizin üzerinize Ömer b. Hattab'ı halife bıraktım, onu dinleyin ve itaat edin.
Ben, Allah'a, Peygamber (s.a.v)'e, dinine, kendime ve size, en hayırlı olanı
seçtim. Eğer yolunu değiştirirse, herkesin günahtan kazandığı kendisine aittir.
Ben sadece hayrı istedim. Ben gaybı bilemem. Zâlimler de nasıl bir inkılap ile
devrileceklerini bilecektir. Vessalamu aleyküm ve rahmetullahi
ve-beraktüh." sonra yazmayı emretti, o da yazdı mühürledi.Sonra bazıları
şöyle dediler: .Hz. Ebû Bekir bu
yazının başını yazıp, Hz. Ömer'in zikri kalınca, bir kimsenin ismini vermeden
önce kaldırıldı. Hz. Osman, "size Ömer b. Hattab'ı halife bıraktım"
diye yazdı. Hz. Ebû Bekir iyileşip kalkınca: "Yazdığın şeyi oku!"
dedi. O da ona okudu ve Ömer b. Hattab'ı söyledi. Ebû Bekir, Allahu Ekber,
dedi ve devam etti: "Senin korktuğunu görüyorum, eğer nefsim bu
baygınlığım anında (Rabbi-me) yönelseydi (yani ölseydim) insanlar ihtilafa
düşerlerdi. Allah, seni ve ehlini İslâm'dan dolayı hayırla mükafatlandırsın!
Vallahi sen buna şüphesiz,ehilsin." Sonra Hz. Osman, mühürlü olarak
ahidna-meyi çıkardı. Beraberinde Ömer b. Hattab, Üseyd b. Said el-Kurezi vardı.
Hz. Osman insanlara: "Bu ahidnamede olan kimseye bey'at eder
misiniz?" dedi. Onlar: "Evet," dediler. Bazıları ise: "Biz
onu biliyorduk", dedi. İbni Sa'd o söyleyene: "O, Ömer'dir, bunu
bütün olarak ikrar edin, O'na razı olun ve bey'at ediniz," dedi.Sonra Ebû
Bekir, Ömer'i yalnız olarak çağırdı ve O'na tavsiye edilecek şeyleri tavsiyede
bulundu. Sonra da yanından çıktı. Ebû Bekir ellerini uzatarak kaldırdı ve:
"Allah'ım bununla ancak onların maslahatlarını istedim, onların üzerine
fitneden korktum. Onlar hakkında senin bildiğin şeyle amel ettim, onlara
reyimle ictihad ettim. Onların başına, onların hayırlısını, en kuvvetlisini ve
onları irşada en haris olanını idareci kıldım. Bana senin emrinden gelen geldi
(ölüm geldi), benim onlar hakkında hayırlı halef kıl. Onlar senin kulların,
kullarının da ileri gelenleridir. Kendi elinle onları düzelt.'Onu da rahmet
Nebisinin şeriatına, nebisinden sonra gelen salihlerin yoluna tabi olan
Hulefa-i Raşidin'den kıl, halkını da ıslah eyle.[327] di
ye dua etti.Hz. Ömer (r.a.)'e yapılan bey'attan çıkarılan neticeleri şu şekilde
özetlememiz mümkündür:
1- Muayyen
bir şahsa halifeliği bırakmanın cevazı,
2- Halifeyi tayine azmetmeden Önce, ehl-i hal
ve'l-akd ile müşavere etmek,
3- Kendisine
vasiyet edilen halife için akdin yazılması,
4- İmamın tayini için vasiyet kâfi değildir.
Mutlaka kendisine vasiyet edilen imama beyât gerekir.
Buharı, Sahih'inde,
Amr b. Meymûn'dan, Hz. Ömer (r.a.)'in yaralanmasının tafsilatını anlatan uzun
bir hadis rivayet edilmiştir. O'nu önce evine taşıdılar, sonra da yanına girip
hilâfet konusunda: "Ey mü'minlerin emiri! Vasiyet et, yerine halife
bırak," dediler. [328]O
da: "Bu emir meselesine layık olanı, Rasûlullah (s.a.v.) vefat ederken
razı olduğu şu kimseler arasında buluyorum: Ali, Osman, Zübeyr, Talha, Sa'd ve
Abdurrahman."[329]Hz.
Ömer şunu da söyledi: "Abdullah Ibni Ömer de sizlerle hazır bulunsun.
Fakat ona bu halifelik işinden hiç birşey yoktur (rey hakkı olmayacak)".
-İbni Ömer hazır bulunsun sözü teselli gibiydi.- Eğer emirlik Sa'd'a isabet
ederse, o bu işin ehli ve yeridir. İsabet etmezse, sizden hanginiz emir
yapılırsa Sa'd'm yardımını istesin. Çünkü ben Sa'd'ı Küfe valiliğinden acizliğinden
ve hıyanetinden dolayı almadım..." Ravi diyor ki: Hz. Ömer'in defni
bitince şûra heyeti toplandı. Abdurrahman: "Seçmedeki reyinizi kendinizden
gönül hoşluğu ile üç kişiye veriniz!" dedi. Bunun üzerine Zübeyr:
"Ben seçim işimi Ali'ye tahsis ettim," dedi. Talha: "Ben seçim
işimi Osman'a tahsis ettim." Sa'd b. Ebi Vakkas: "Ben seçim işimi
Abdurrahman b. Avf a tahsis ettim," dedi. Bunun üzerine Abdurrahman, Ali
ile Osman'a:"Hanginiz emirlikten (adaylıktan) feragat ederse bu seçim
işiyle meşgul olmayı ona verelim. Allah ve müslümanlar onu gözetleyici şahittirler.
Onlar bu işe kimin daha elverişli olduğunu şüphesiz daha iyi görür ve
bilirler," dedi. Ali ile Osman sustular. Bunun üzerine Abdurrahman iki
arkadaşına:"Öyleyse bu seçim işiyle uğraşmayı bana havale ediyor musunuz?
Allah üzerimde şahittir ki, ben sizin en faziletlinizi seçmekte kısaltma yani
eksiklik yapmayacağım," dedi. Onlar da "evet" dediler. Bunun
üzerine son akdedilen toplantıda Ali'nin* elini tutarak: (Ya Ali!) Kesinlikle
bilirsin ki, senin Rasûlullah (s.a.v.)'e hısımlığın ve İslâm'da kıdemin var.
Allah üzerinde (murakıb)dır. Yemin olsun ki, eğer ben seni emir seçersem,
İslâm Ümmeti üzerinde muhakkak adalet yaparsın. Yine yemin ederim ki eğer
Osman'ı seçersem, muhakkak sen onun da sözlerini dinler ve emirlerine itaat
edersin," dedi.Sonra Abdurrahman b. Avf diğerine, yani Osman'a dönerek
Ali'ye söylediğinin benzerini söyledi. Abdurrahman onların her ikisinden de bu
suretle söz aldıktan sonra Osman'a:"Ya Osman, elini kaldır" dedi ve
Ona bey'at etti. Ali de Osman'a bey'at etti. (Sonra kapılar açıldı) Medine
ahalisi de içeriye girdi ve Hz. Osman'a bey'at etti.[330]Bazı
rivayetlerde hilafetin sadece Hz. Osman (r.a.) ile Hz. Ali (r.a.) arasında
olduğudur:"Abdurrahman b. Avf, insanlarla o ikisi hakkında istişareye
kalktı. Müslümanların görüşünü, insanların önde gelenleriyle, hayır-lılarıyla
bazen beraberce, bazen ayrı ayrı, bazen ikili, bazen baş başa, bazen toplu
olarak aldığı oluyordu... Abdurrahman, bu konuda üç gün üç gece koşturdu.
Uykunun çoğunu, ancak ya namaz, ya dua veya istihare veya insanların görüş
sahiplerine danışma ile geçiriyordu. (Neticede) Osman. b. Affan'a denk bir
kimseyi bulamadı.[331]İşte
böylece Hz. Osman (r.a.)'a bey'at, sahabe (r. anhum)'ün icmâsıyla tamamlandı.
İmam Ahmed (r.a.)'in dediği gibi: "Hz. Osman'ın bey'atı üzerine birleştikleri
gibi hiç kimsenin bey'atı üzerine birleşilmemiştir. [332]Bu
bey'attan çıkarabildiğimiz netice şudur:Muayyen bir takım şahsa vasiyet etmek,
belli bir tek şahsa vasiyetten daha hayırlıysa bu caizdir. İbni Teymiye (r.a.)
de altı kişiden belli bir kişiyi tayin etmemenin sebebini, ihtilaf ve
çekişmenin meydana gelmemesi olarak görüyor. Çünkü Hz. Ömer (r.a.) altı
kişideki fazileti birbirine yakın görmüştü. Aynı şekilde, bir tek şahsı tayin
edince müslümanların imamıyla bu şekilde idarenin güzel olmayacağını
görüyordu. O zaman (bir tek şahsı tayin etseydi) Hz. Ömer vebali, kendisine
nisbet ederek kendisini mesul kılıyordu. İşte bu kusurdan korkarak, belli bir
kimseyi tayin etmekten çekindi.[333]İbni
Battal ise, -İbni Cerir'in naklettiği gibi- şu görüştedir: Bu prensipte, Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in halife bırakmayı terkedip devlet başkanlığı işini
müslümanlara bırakma prensibi ile, arkadaşı Ebû Bekir (r.a.)'in halife bırakma
prensibinin arasını birleştirme vardır. Şöyle diyor: Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
fiili olan, tayini terk tarafını almak ve Ebû Bekir (r.a.)'in fiili olan,
halife tayini tarafını almak ona dair nass olmasa bile [334]halife
tayini ile seçim arasını birleştiren bir yoldur.
Raşid Halife Hz. Osman
(r.a.)'ın şehid edilme hadisesinden sonra müslümanların saflarında ihtilaf
ortaya çıktı. İbni Teymiyye'nin dediği gibi önceden gerçek anlamda hiçbir
çekişmenin olmaması itibariyle halifeliğe dair ortaya çıkan çekişmenin ilki
budur. Ancak Sa-kife toplantısında cereyan eden hariç. Onda da bir araya
geldiler ve neticede ittifak ettiler. Böyle olana çekişme denmez. [335]Huzeyfe
(r.a.)'nin dediği gibi: "O -Hz. Osman'ın şehid edilme hadisesi- fitnelerin
ilkidir, sonuncusu da Deccal'm fitnesidir.[336]Tarihçilerin
bazısı ile maksadlı kimselerin Sakife olayını "İmamet üzerine korkunç bir
felaket ve birbirleriyle boğazlaşma" şeklindeki tasvirlerinin hiçbir
gerçekçi dayanağı yoktur.Hz. Ali (r.a.)'nin halifeliğe tayini, kendinden
öncekilerin karşılaşmadığı birçok zorluklarla karşılaştı. Bunlardan bazıları:
Hz. Osman'ın şehid edilmesi, katillerin Hz. Ali'nin safına girmesi, müslümanların
bazısının kısas talebi, Şam ehlinin Hz. Ali'ye yapılan biati [337]kabul
etmemeleri, Talha, Zübeyr, Aişe gibi sahabe büyüklerinin bazılarının hurucu
(karşı çıkış hareketi) dur.Şimdi Hz. Ali (r.a.)'nin halife tayiniyle ilgili
olayın tamamını görelim. el-Hallâl şöyle diyor:"Bana Muhammed b. Ali b.
Mahmud haber verdi. O şöyle dedi: Bize Ebû Bekir el-Esram bahsetti- bize kendi
kitabından imlâ ettirdi-Bize Ebû Abdillah bahsetti, bize İshak b. Yusuf
bahsetti. O da bize Abdulmelik, Seleme b. Kuheyl'den, O da Salim b.
Ebi'l-Ca'd'den, O Muhammed b. el-Hanfiyye'den bahsetti diyerek O şöyle dedi:
Hz. Osman muhasarada iken ben Hz. Ali (rh.a)'nin yanında idim. Ona bir adam geldi
ve: "Mü'minlerin emiri Öldürülmüş," dedi. Hz. Ali (r.a.) kalktı.
Muhammed şöyle dedi: Ondan korkarak belinden yakaladım. O da "Anasız
kalasıca beni bırak!" dedi. Ve Adam öldürülmüş, diyerek evine geldi,
içeri girdi ve kapıyı kapattı. İnsanlar ona geldiler, kapıyı dövdüler, yanma
girdiler ve dediler: Bu adam (Hz. Osman) Öldürülmüş dediler. Hz. Ali (r.a.)ya
hitaben: Mutlaka insanlara bir halife gerek, hilafete senden daha lâyık bir
kimse bilmiyoruz. Hz. Ali onlara: "Beni istemeyin, ben size vezirim, size
benden daha hayırlı emir gerek". Oradakiler: "Hayır! Vallahi hilâfete
senden daha layıkı-nı bilmiyoruz," dediler. Hz. Ali: Eğer benim üzerimde
diretirseniz bana bey'at gizli olmaz. Mescide çıkarım, kim bana bey'at etmeyi
isterse bana bey'at eder," dedi. Mescide çıktı, insanlar da ona bey'at
etti. Ebû Abdullah da şöyle diyor. Bu sözleri bizzat kendisinden işittim. Ne
acaip sözlerdi[338]Bir
rivayette de: "Abdullah b. Abbas şöyle diyor: Gürültü çıkar endişesiyle
mescide gelmesini uygun bulmadım. O ise illa mescid diye diretti. Girince
Muhacir ve Ensar geldi, bey'at etti. Sonra da diğer insanlar bey'at etti[339]Ibni
Kesir şöyle diyor:Seyf b. Ömer, bir grup hocasından nakletti. Onlar dediler ki,
Medine'de Osman'ın öldürülmesinden sonra beş gün kaldım. Gelenlerin emirleri
kendilerine, emirlik yapmaya icabet edecek kimseyi arıyorlardı. Şehirliler,
Hz. Ali üzerinde ısrar ediyorlardı. O ise onlardan oraya buraya kaçıyordu.
Küfeliler Zübeyr'i arıyorlardı, fakat onu bulamıyorlardı. Basralılar Talha'yı
arıyorlar, Talha ise onlara icabet etmiyordu. Aralarında şöyle dediler; Üç
kişiden başkasını emir yapmayacağız. Sa'd b. Ebi Vakkas'm yanına gittiler ve:
"Sen şûra ehlinden-sin" dediler. O ise onları kabul etmedi. Bu sefer
Ibni Ömer'e gittiler, O da onlara karşı diretti. Onlar ise emirleri konusunda
ateşli idiler. Sonra dediler: Hz. Osman'ın katledilmesi sebebiyle emirsiz
olarak şehirlerimize dönersek insanlar emirleri konusunda ihtilaf ederler. Biz
bunu doğru görmüyoruz. Neticede yine Hz. Ali'ye müracaat ettiler, onun üzerinde
ısrar ettiler. el-Eşturu'n-Nehai elini tuttu ve O'na bey'at etti. Bu
Zilhiccenin 24 Perşembe günüydü. İnsanların, bu müracaatlarından sonra hepsi:
Emirliğe ancak Ali uygundur, dediler. O da cuma günü olunca minbere çıktı,
önceden bey'at etmeyen herkes ona bey'at ettiler.[340]Seyf,
Ebû Harise Mihrez el-Abşemi'den, O, Ebû Osman.Yezid b. Useyd el-Gassani'den
rivayet etti. O ikisi şöyle dediler: Hz. Osman'ın öldürülmesinin beşinci
gününün Perşembesi olunca Medine ehli toplandılar, Sa'd ve Zübeyr'i dışarda,.
Talha'yı ise bahçesinde buldular... Medine ehli toplanınca Mısır ehli onlara:
"Siz şûra ehlisiniz, halifeyi siz seçersiniz, sizin yaptığınız ümmet
üzerinde geçerlidir. Kendiniz için tayin edeceğiniz bir adam araştırınız, biz
de size uyalım."Çoğunluk şöyle dedi: Ali b. Ebi Talib'e razıyız..."
Hz. Ali ise: "Beni bırakınız, benden başkasını arayınız" dedi...
Onlar ise: "Sana Allah'a yemin verdiriyoruz, fitneyi görmüyor musun?
Allah'dan korkmuyor musun?" dediler. Hz. Ali ise: "Ben size bu
konuda icabet ettim ve bildiklerimi uygulayacağım, eğer beni bu konuda yalnız
bırakırsanız ben de sizin gibi davranırım. Ancak idareyi kendisine bırakacağınız
kimseye, sizin en iyi dinleyeniniz ve en iyi itaat edeniniz olurum," dedi.
Bunun üzerine ayrıldılar. Bir gün sonra buluşmak üzere sözleştiler. Cuma günü
sabah olunca insanlar mescidde hazır oldu. Hz. Ali geldi, minbere
çıktı:"Ey insanlar! Müsaadenizle, bu iş sizin işinizdir, kimsenin onda
hakkı yoktur, ancak sizin halife seçtiğiniz kimsenin hakkı vardır. Dün bir iş
üzere ayrılmıştık. Eğer aynı şeyi istiyorsanız işte sizin için oturdum, yoksa
hemen bu işten vazgeçerim," dedi. Onlar da: "Biz dünkü ayrıldığımız
karar üzereyiz," dediler[341]Böylece
Hz. Ali' (r.a.)'ye bey'at tamamlandı. Fakat araya giren fesadcıların varlığı
başağntmaya [342]sebep oluyordu.
Müslümanlar arasında ayrılık baş gösterdi, meşhur Cemel vakası meydana geldi.
Muaviye ve Şam ehli, Hz. Osman (r.a.)'m intikamı alınıncaya kadar itaat
etmeyeceklerini ilan ettiler. Hz. Ali (r.a.) de onlara karşı ordusuyla yürüdü,
Sıffm ve diğer harpler meydana geldi. Hz. Ali (r.a.)'nin arkasındakiler Hakem
olayından sonra ikiye ayrıldılar. Hariciler O'na karşı çıktı. Hz. Ali de
onlarla harp etti. Hz. Ali (r.a.) zamanında fitneler çoğaldı.Bu araştırmada
bizim için önemli olan bey'atın tamamlanma yb-ludur. Bu da, Hz. Ebû Bekir'in
imametinin sabit olduğu seçim yoludur. Çünkü Hz. Osman (r.a.) kendisinden
sonra gelen hiçbir kimseyi yerine halife bırakmadı. [343]Kendisinin
şehid edilme hadisesinden sonra insanlar, imamsız kalmış oldular. Ta ki ehl-i
hal ve'l-akd imamı seçdi, Hz. Ali'nin imametini uzun müşavereler ve
münakaşalardan sonra akdettiler.Hz. Osman (r.a.)'dan sonra imamlık iddia eden
hiçbir kimsenin olmadığı, Hz. Ali (r.a.)'nin de imamete ısrarlı olmadığı,
imamlığı fitnelerin artmasından korkarak ısrarlardan sonra kabul ettiği gözlenmektedir.
Bununla birlikte Hz. Ali (r.a.), fitnelerden de kurtulamadı.
Hulefâ-i Raşidin'in
halife olma yollarım kısaca tarihi seyrisinde sergiledikten sonra bu yolların
ışığında bize imamet için sabit olan şer'i yollan çizmemiz mümkün olacaktır.
Şer'i yollar sadece ikidir:
Ehl-i hal ve'1-akd'ın
uyguladığı, Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ali'nin halifeliğinin gerçekleştiği yoldur.
Seçimin Önemi
İmamet, gaye değil,
vasıtadır. En geniş manasıyla emr-i bi'l ma'-rufu ve nehy-i ani'l münkeri
yerine getiren bir vasıtadır. Bu, İslâm ümmeti'nin bütün ferdlerine vâcibdir.
Bu genel vacibi eksiksiz uygulamanın yolu, ancak müslümanlarm kendilerini
yönetecek imam tayininden sonra mümkün olabilir. İşte bundan dolayıdır ki,
bütün ümmet, kendilerine vâcib olan bu büyük hedefi gerçekleştirmek için, itaat
ve inkıyad yularının kendisine teslim edildiği imamı seçmekle mesuldür. İmam
bu ümete ancak bir nâibdir ve vekildir. İslâm nazarında imamın, ayrıcalıklı
bir alameti, büyük bir şerefi, diğerlerinden farklı bir sıfatı yoktur. Bu
naibin seçim mesuliyeti ümmetin kendisine aittir. Çünkü imam, ümmete naibdir.
Ümmet ise bölgelerde ve şehirlerde ayrı ayrı durmakta, kuvvetlisi var, zayıfı
var; maslahatı bilen var, cahili var; akıllısı var; akılsızı, heva sahibi,
garaz sahibi gibi şeylerle birlikte salih ile fâsıkın ayırt edilmesi, bu ve
bundan başka emanetlerin taşınması ve kavranılması zor olan farklılıkları var.
İşte bundan dolayı, bu alandaki mesuliyet ümmetin akıl sahipleri, ulemâsının ve
ileri gelen fazilet sahibi kimselerinin boyunlarının borcudur. Zira, Allah'ın
vacib kıldığı bu şer'i vacibi uygulamaya ehil gördükleri kimseyi seçecek olan
da onlardır. Vâcib olan görev de, Allah'ın şeriatını yeryüzünde uygulamak,
yeryüzünün bütün yerleşim bölgelerinde emr-i bi'l marufu ve nehy-i ani'l
münkeri yapmaktır.İşte bu sebeple, yeryüzüne insanî hilâfetin yüklerini
omuzlamaya, Allah'ın vâcib kıldığı şeyi edaya ümmeti götürebilmesi için ümmetin
gemini elinde bulunduracak kimseyi seçmede ümmetin önemi ortaya çıkıyor.Bu
arada, Allah'ın kitabıyla, razı olduğu şekilde ümmeti idare edecek kimseyi
seçmeleri için kendilerine emânetin yüklenildiği, me-
suliyetin teslim
edildiği ve kendilerine itiinad edilen kimseler olan -ehl-i hal ve'l-akd-
ümmetin akıllılarının da önemi ortaya çıkmış oluyor.Bu topluluk- ehli hal
ve'l-akd-; a) Müslüman! ar'm ferdlerinden bir ferd olamamaları cihetinden, b)
Ümmetin önderliğini yapacak kimseyi seçme cihetinden, c) Bu büyük makama ehil
olacak kimseyi seçmeleri için kendilerine itimad edilme ve ümmete vekalet etme
cihetinden, d) En uygun olanı seçmede gayret etmedikleri zaman seçtikleri
kimse ile birlikte Allah'ın huzurunda günahta ortak oldukları cihetinden, mesuliyet
taşımaktadırlar.Ümmetin ulemâsı, akıllıları ve en faziletlilerinin bu
mesuliyetinin ağırlığım bilmeleri, bunların seçim işini yapmaları, iyice düşünüp
taşındıktan ve araştırdıktan sonra nefislerinin, nevalarının, şahsi
tamahkârlığın, kabile ve mezhep taassubunun kandırmasından, lekelemesinden uzak
olacak, özellikle de bunun yanında seçecekleri kimseyi bildikleri zaman
inşaallah başarılı ve isabetli olacaklardır. Müslümanlar üzerine de genel
olarak bir çok hak ve görev gerekli olacak, seçilen imama, Allah'a isyanın
dışında itaat etmek ümmetin bütün fertlerine vâcib olacaktır. Bunlardan
herhangi birşeyde kusur işlerse seçen topluluk, -ehl-i hal ve'l-akd- münasib
gördüğü kimseyi seçmede kendileri gayret göstermedikleri takdirde imamın
günahına ortak olacaktır.
Geçen şeylerin hepsi,
bu seçim yolunun önemini bize göstermektedir. Seçim yolu, yolların doğruya en
yakın olanıdır. Seçim yolu, halife bırakmanın, halife tayin edilen kimseyi
ehl-i hal vel akdm uygun görmesine bağlı olması itibariyle, İslâm şeriatında
imamı seçmek için asıl yoldur.
Bu yolun, meşruluğu
sünnet ve icmâ ile sabittir.
Sünnet'den deliller:
1- Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in fiili: Kendisinden sonra gelen halifeye dair hiçbir açık
nass ifade etmeden vefat etti. Ancak gördüğümüz gibi halife olacak kimseyi
haber verdi. Buna delil olan da, zikri daha önce geçen Hz. Ömer'in şu
sözüdür:Halife bırakmış olsam, benden daha hayırlısı (Yani Ebû Bekir) kendine
halife bırakmıştır. Sizi (halifesiz) bıraksam, benden daha hayırlı olan
Rasûlullah (s.a.v.) sizi (halifesiz) bıraktı.[344]Bundan
ortaya çıkan gerçek, bizi şu sonuca götürmektedir. O da Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in -geçtiği gibi- imam tayinini vâcib kılmasıdır ve kendisinden sonra
-belli hiçbir kimseye de- vasiyet etmeden vefat etmiş olmasıdır. İşte bu da
mutlaka seçimin meşru olduğuna delildir.
2- Senden sonra kimi emir tayin edeceksin?
denilince Hz. Peygamber (s.a.v.)'in verdiği cevabı:"Eğer Ebû Bekir'i emir
yaparsanız, O'nu dünyaya karşı zâhid ve emin, ahirete de rağbet eden, meyleden
kimse olarak bulursunuz. Eğer Ömer'i emir yaparsanız, O'nu kuvvetli, emin,
Allah yolunda kınayanın kınamasının tesir etmediği kimse olarak bulursunuz.
Eğer Ali'ye emirliği bırakırsanız, O'nu, sizi sırat-ı müstakime götüren, doğru
yolu tutan, doğru yola ileten kimse olarak bulursunuz. Bundan çıkan sonuç
şudur. Şayet seçim caiz olmasaydı, filanı emir yaparsanız şöyle şöyle yapar,
filana da emirlik verirseniz şöyle şöyle bulursunuz sözünü söylemezdi.
3- Geçtiği
üzere, Hulefây-ı Raşidin (r.a.)'nin fiili, biz onların sünnetlerine tabi
olmak, Ebû Bekir (r.a.) ile Ömer (r.a.) uymakla emro-lunduk. Hz. Ömer (r.a.)
diyor ki: "Her kim meşveret yapmadan müs-lümanlardan herhangi bir adama
bey'at ederse, onun bey'atı kabul edilmez. O bey'at eden de, bey'at edilen de
kendilerini öldürülme tehlikesine atmış olurlar[345]
icmâdân delil:
Tarihe kısa bir
bakışla, sahabenin, Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Ali (r.a.)'yi seçmelerinin
mahiyetini görmüş olduk. Rivayetler, hiçbir kimsenin bu yola itiraz edip
muhalefet ettiğini zikretmemi ştir. Bu da onların icmâına delildir. Bu icmâ,
ulemâdan Nevevî ve diğerlerinden nakledilmiştir. Müslim'in Sahih'ine yazdığı
şerhinde Nevevî şöyle demiştir: "İslâm âlimleri, hilafetin, önceki
halifenin yerine halife tayin etmesiyle halife olabileceği üzerinde ve Önceki
halifenin yerine kimseyi bırakmadığı zaman ehl-i hal ve'l akd'in birisini
halife seçmele-riyle [346]de
halife olabileceği üzerinde icma etmişlerdir.Bu'konuda ancak Rafiziler
muhalefet etmiştir. Çünkü bu, kendi inandıkları delillere ters düşmektedir.
Bundan dolayı da ona tenkit yöneltmektedirler.Bizce, bu seçimi yapan ehl-i hal
ve'1-akddır. Öyleyse, ehl-i ha ve'l-akd kimlerdir? Onlarda bulunması gerekenşartlar
nelerdir? Belli bir sayıda olmaları şart mıdır? Görevleri nelerdir? diye
sormamız, soruşturmamız gerekir.
Dinde, ahlâkta,
insanların hallerini, işlerini düzenlemeyi bilmede, belli bir dereceye ulaşan
insanlardan bir topluluktur. Onlara ehl-i ihtiyar, ehli şûra, ehl-i re'y ve
ehl-i tedbir ismi verilmektedir. Ulemanın bazıları şöyle de tarif
etmişlerdir:"Onlar, âlimler, reisler, üzerlerinde insanların kolaylıkla
birleştiği şan ve şeref sahipleridirler.[347]'Bu
isimler, bu cemaat hakkında ifade edilen isimlerden bazılarıdır.Ümmetin dini ve
dünyevi maslahatlarına bakmak bu topluluğa bırakılmıştır. Maslahatlardan birisi
de müslümanların imamının se-çilmesidir, bu önemli makamı üzerine almaya müsait
olanların hallerine iyiden iyiye bakıp düşünmek ve bu konuda gayret etmektir.
Bu makamı üzerine almaya uygun olanı görür iseler, Allah'ın Kitabı ve Rasûlü
(s.a.v.)'nün sünnetine göre, o kimseye bey'at ederler, masiyet olmayan
hususlarda da itaat ederler. Bu topluluk, bütün ümmetin yerine vekâleten imamı
seçme işini yürütür. Onlar, sırf kendilerini değil bütün ümmeti temsil ederek
seçim işine girişirler. Bundan dolayı ehl-i hal ve'l-akd, imama bey'at ederken
ümmetin diğer ferdleri-ne de imama bey'at etmek ve itaat etmek vaciptir[348]
Kur'an'dan âyet:
"Ey müminler! Allah'a itaat ediniz! Rasûle ve sizden olan ulu'l-emr'e itaat
ediniz!..." (Nisa 59)
Ulu'1-emr, âlimler ve
idarecilerdir.Başka bir âyette: Şayet onu 'Peygambere (s.a.v.) ve onlardan
(mü'minlerden) emir sahip (ulu'l-emr)'lerine döndürmüş (onlara müracaat etmiş)
olsalardı o (haberi) arayıp yayanlar bunu elbette onlardan
öğrenirlerdi..." (Nisa, 83)Sünnetten gösterilen delil ise, Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in şu sözüdür: "Kavimlerine, haklarında olan şeylere vekâlet
etmeleri için bana kendinizden on iki başkan çıkarın (seçin)!" Bu, İkinci
Akabe Bia-tı'nda Ensar'a söylenmişti.[349]
Ulemâ, insanlardan bu
gruba girmeye ehil olabilecek kimsede bulunması gereken şartları belirlemiştir.
Bu şartlar ikiye ayrılmaktadır:
Birincisi: Genel İdarecilik Şartları:
1- İslâm:
Bu, İslâm
beldelerindeki her idareci hakkında temel şarttır. Müslüman olmayan kimsenin
idareci olması caiz değildir. Bu hüküm şu âyetten alınmıştır: "Allah,
kafirlere, mü'minler üzerinde (hakimiyet için) bir yol kılmayacaktır..."
(Nisa, 141) Çünkü hiçbir kâfir, hiçbir Mmüslüman üzerinde idareci olamaz.
İbnu'l-Münzir diyor ki:"Kendisinden ehl-i ilim diye bahsedilen herkes,
kâfirin, müslü-man üzerinde idareci olamayacağınaicmâ etmişler.[350]Çünkü
müslümandan başkasına itaat etmek, ta'zim etmek ve hürmet etmek vâcib değildir.
Zaten Allah, kâfiri küfrü sebebiyle zelil kılmıştır. Öyleyse, müslümanlarm
işlerinden hiçbir şeye kâfirin idareciliği caiz olamaz. İbnu'l-Kayyım (r.a.)
diyor ki:"Madem ki birisini idareci yapmak, onu dost edinmektir. Kâfirleri
idareci yapmak da onları dost edinmenin bir çeşididir. Allah (c.c.) onları
idareci edinenin onlardan olacağına hükmetmiştir. İman, ancak onlardan uzak
olmakla tamam olur, onları dost edinmek onlardan uzaklaşmaya aykırıdır. Onları
dost edinmek ile onlardan uzak olmak ebediyyen bir arada bulunamaz. Bir kimseyi
idareci kılmak onu yüceltmektir. Zaten kâfir küfrüyle zelildir. Bu iki durum
ebediyyen birleşmez. İdarecilik dostluk bağıdır. Bu ise kâfire karşı beslenen
düşmanlıkla ebediyyen birarada bulunamaz.[351]
2- Akıl:
Akılsızın idareciliği
caiz değildir. İster akılsızlık buluğa ermemiş küçüklükten dolayı olsun, ister
aklın tamamını yok eden veya nok-sanlaştıran bir arızadan dolayı olsun birdir.
Bir kimsenin iyiyi kötüyü ayırdetmesi hususunda akıl etkilidir. Akılsıza,
müslümanlarm işlerinden hiçbir şey verilmediğine göre, halife seçme görevi
nasıl verilir?
3- Erkek olma:
İslâm hukukçularından
bir çoğu, genel idarecilikte erkek olmayı şart koşmuşlardır. Bu, şu âyetten
çıkarılmaktadır:"Erkekler kadınlar üzerine yöneticidirler. Çünkü.Allah
kimini kiminden üstün kılmıştır, çünkü erkekler (kadınlara) mallarından
harcamaktadırlar..."(Nisa, 34)Bir de, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e: İran
halkının, Kisra'nm, kızını kendilerine melik seçtikleri haberi ulaşınca: "İşlerini
bir kadınin eline bırakan kavim asla felah bulmaz.Il[352]diye
buyurması da bir delildir. Çünkü idare işlerinde erkeklerin meclislerine
girmek ihtiyacı olur. Bu ise kadınlara mahzurludur. Çünkü idarecilikte görüşün
kâmil olmasına, aklın ve zekânın tamam olmasına ihtiyaç vardır. Zira kadın
aklı, çoğunlukla noksan ve görüşünün isabetliliği azdır. Kadının mahrem
yerlerine, ayıplarına ancak kadınların muttali olabileceği konular hariç,
kadınların yanında bir erkek olmadıkça bin tane kadın da olsa kadınların
şahidlikleri kabul edilmez.Kadınlara nisbet edilen akıl azlığı, görüş
zayıflığı, kendilerine arız olan haller ve durumlar zamanlar itibariyledir.
Kadınların akıl azlığı her kadın için değildir, her zaman için de değildir.
Nice kadınlar vardır ki erkeklerden daha akıllıdır. Kadınların akıllarının
yaratılış itibariyle zayıflığı söz konusu değildir. Yetiştirilrnediği akılları
ilim ve tefekkürle çalıştırılmadığı, kadınların doğumda muhafaza
edilmedikleri, hayırda kontrol edilemediği kritik zamanlarda ilim ve iman
zayıflığından dolayı meydana gelen can sıkıntısı, stresler hep aklı
zayıflaştırmakta noksanlaştırmaktadır. O anlarda kadının çalışması kâmilce
olmamaktadır. Aynı durum erkeklerde de olsa -yaratılışta olan haller hariç-
kadın gibi aklı tam çalışmaz, görüşü isabetli olmaz. İdarecilik ise âyetle
erkeklere verilmiştir. Bu konuda erkekler kadınlardan üstün kılınmıştır.
Erkeklerin kadınlardan üstünlüğü mutlak değildir. Bazı konularda ve durumlarda
erkekler kadınlardan, bazı konular ve durumlarda da kadınlar erkeklerden
üstündür, (müt.)Şüphesiz Allah, kadınların yanıldıklarını ve unuttuklarını şu
âyet-i celilesiyle uyarmaktadır:Eğer iki erkek yoksa, razı olduğunuz
şahidlerden bir erkek iki kadın (şahidlik etsin) ta ki kadınlardan biri
unuttuğunda diğeri ona hatırlatsın.,." (Bakara, 282)İbni Kudame, el-Muğnî
adlı kitabında şöyle diyor[353]"İşte
bundan dolayıdır ki, ne Peygamber (s.a.v.), ne halifelerden birisi ve ne de
sonradan gelen bir kimse katiyyen kadını hâkim olarak tayin etmemiştir. Bize
ulaşana göre, hiçbir beldenin idareciliğini de vermemiştir. Eğer bu caiz
olsaydı, bu zaman içinde mutlaka bir kadın idareci bulunurdu."Mahkemede ve
küçük yöneticilikte kadın bulunmayınca, büyük yöneticilikte ve ehl-i hal
ve'1-akd'da olmaması daha evlâdır.Yeni yasaların bir çoğunun kadının dışarı
çıkmasına ve parlamentolarda temsilci olarak bulunacağına, Hz. Peygamber
(s.a.v.)'e Akabe Biatm'da temsilci olarak gelen kadınların bey'atları delil olarak
ileri sürülmektedir. Yoksa kadının idareci olarak erkekleri yönetmesi söz
konusu olmasa gerek. Kadınların, erkeklerin yöneticisi ve hâkimi
olamayacakları, kadın âlimlerden, kadın mürşidlerden, yazarlardan, hatîbelerden
istifade edilmemesi, kadın fâkihlerden soru sorulmaması demek değildir. Erkek
ve kadın ne için yaratılmış iseler çoğunlukla yaratılışlarına uygun, farklı
oldukları konularda da farklı olarak İslâm'ın genel umdelerine ters düşmemek
şartıyla istifade edilebilirler. Zaruret, maslahat veya ihtiyaç gibi genel
meclislere iştiraklerinin zaruri ve bunun da İslâm'ın onlara verdiği haklardan
olduğunu haykırarak söylemelerine itibar edilmez. Çünkü onlar bu meseleye saf
İslâm'ın gözlüğüyle bakmıyorlar, yoksa hak çok aşikârdır. Onlar, kadına, şark
veya dinsiz batı akımlarıyla bakıyorlar. Onlar, batılılar ve onların medeniyetleri
karşısında can çekişen, bozguna uğramış ve za'fa düşmüş bir konumdalar. Sonra
da gelirler, nassları te'vil ederler ve Kur'an'ın maksadının dışına koyarlar.
Kavramları yerlerinden tahrif ederler, ta ki nevalarına uygun olsun diye.
Sonra da peygamberlerin gönderildiği İslâm budur, derler.
4- Hürriyet
idarecilik şartlarının
en aşağısında da hürriyet, temel bir şarttır. Ehl-i hal ve'l akd hakkında ise
tam bir hürriyet gereklidir. Ehliyetin mükemmel oluşu onlar hakkında şarttır.
Çünkü o, başkasının kölesidir, nasıl efendisine ve diğer insanlara idareci
olabilir?İmamu'l-Haremeyn diyor ki: İlimlerde, yarış edebilecek seviyede
olsalar bile "bu emr yani imameti akdetme ve seçim işi kölelere
bırakılmaz."[354]Bu
şartın, varolduğunu Câbir (r.a.) hadisi göstermektedir. Cabir (r.a.) diyor ki:
Bir köle, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e hicret etmek üzere bey'at etmeye geldi. Hz.
Peygamber (s.a.v.) ise, onun köle olduğunu bilmiyordu. Efendisi onu istemeye
geldi. Hz. Peygamber (s.a.v.), onu bana sat, dedi ve onu iki siyah köle
karşılığıda satın aldı. Ondan sonra bir daha (bu köle midir?) diye sormadan
köle almadı."[355]Bu,
bey'atta hürriyetin şart olduğuna delildir. Ehl-i hal ve'l-ak-dın önemli işi,
halifeyi seçmek ve ona bey'at etmektir. İşte bu da, ehl-i hal ve'l-akd hakkında
hürriyetin şart olduğuna delildir.
İkincisi: Özel Şartlar:
Bu geçenler, İslâm
devletinde idareciliklerin bütününde olan ge nel şartlardır. Özel şartlara
gelince öncekilere ek olarak:
5- Adalet:
Adalet; insan nefsinde
yerleşmiş, insana büyük-küçük günahlardan sakınmayı, kişiliği öldüren
mubahların bazısından kaçınmayı gerektiren bir durumdur. İşte bu şarta binâen
fâsıkı idareci edinmek caiz değildir, şahidliğe engel bir noksanlığın bulunduğu
kimsenin de idareci edinilmesi caiz değildir.Adaleti şart koşmanın sânından
birisi de, adaleti tercihte ümmet ferdlerini sağlamlığa itmesidir. Bu
şartların kendisinde kemaliyle bulunduğu kimselerin vasıtasıyla halifenin
seçilmesi, insanların adalet konusunda sağlam olmasına ve adalete uymasına
sebep olur. Adalet, yaygın hale gelmekle yerleşir. İmam Nevevî (r.a.), diyor
ki: "Her kimin adaleti ilim ehli arasında şöhret yapmış,[356]
övülmesi de yaygın hale gelmiş ise, onun bu durumu adalet konusunda
kâfidir."
6- İlim:
Ehl-i hal ve'l-akd
hakkında, halife seçiminde kendilerini ehil kılabilecek belli bir bilgi
seviyesine ulaşmış olmaları şart koşulmuştur.Mâverdi bu konuda şöyle
diyor:"Seçim ehli hakkında muteber olan şartlar üçtür: a) Şartlarını cami
olan adalet, b) Muteber şartlara göre imamete müstehak olan kimseyi bilmeye ulaştıracak
olan ilim[357]Cüheynî de şöyle diyor:[358]"Seçimi
tayin eden, seçimi yapacak kimse, bu işe uygun kimsenin özelliklerini bilen
kimse değilse, ehil olmayan kimseyi ehil olanın yerine koyabilir Yanlış
tercihiyle ona zarar verebilir. İşte bu sebepledir ki avam, bu işe dahil
edilmemiş, basiret ehlinden de sayılmamıştır."Burada ilimden, müctehid
olması gibi belli bir derece için bir sınırlamaya gelince, gerçek olan
içtihadın şart olmamasıdır. Zira her asra münasib olan ne ise o olmalıdır.
7- Görüş ve Hikmet:
Şeriat hükümlerini
bilmeye ek olarak, ehl-i hal ve'1-akdm, insanların tabiatlarını, devlet
ihtiyaçlarını bilen isabetli bakış, doğru görüş sahibi olanlardan seçilmiş
olması, hilâfeti üzerine almaya en uygun olanı seçebilmek için yeterli bir
temyiz gücüne sahip olması şart koşulmuştur.Mâverdi diyor ki:"Şartın
üçüncüsü, imamete en elverişli olanı seçmeye, maslahatları en sağlam ve en iyi
bir şekilde gözetmeye götüren görüş sahibi ve hikmet ehli olmaktır.[359]Bu
şartlar, kendilerinde bulunması gereken seçim ehlinin şartlarıdır.Demokrasilerde
âlimlerle câhillerin oyları birdir. Görenle körün bir tutulması, duyanla
sağırın bir tutulması, yürüyenle duranın bir tutulması gibi. 51 cahilin 49
âlime hükmetmesi, kandırılan 51 cahilin, mazlum 49'a hakim kılınması demektir.
Seçim ehli, ancak avamın, arkasında yürüdüğü, sıfatları belirtilen ehl-i hal
ve'l-akd olanlardır. Devlet başkanı seçimi, sözleriyle, fiilleriyle, ortaya
koyduğu eserleriyle, bölgesindeki itibarı ve etkinliğiyle kendisini kabul
ettirmiş olan seçkinler tarafından yapılabilir, İmam tayinini geciktirmede
günahkâr olacakların ilki onlardır. Mâverdi diyor ki:"Bu işin
uygulanılması ihmal edildiği zaman, insanlardan iki gurup günahkâr olur.
Birinci grup: Ümmete imamı seçecek olan seçmenler, ikinci grup: Kendilerinden
birisini imamete geçirecek olan imamet ehli (Halife adayları)[360]Yukarıdaki
açıklamalarımızdan ortaya çıkan sonuca göre bütün ümmet günahkâr olur. Çünkü
imam seçimi, tayini ve tesbiti farz-ı ki-fay eler dendir. İmam tesbitini,
seçimini bir kısmı yapmazsa hepsi günahkâr olur.Seçimde başkentlilerin
diğerlerine üstünlüğü varmıdır?Alimlerden bazısı, önceki imamın oturduğu ve
içinde öldüğü başkentte oturan seçim ehlinin, yeni imamı seçmede, kendilerinin
dışındaki diğer şehir ve geri bölgelerdeki seçim ehli olmadan da özel bir
mesuliyet taşıdığını kabul ediyorlar. Çünkü kendileri, haberin ilk olarak
ulaştığı kimselerdir. Çünkü imamete elverişli olan kimse, sayı bakımından
başkentte, diğer beldelerde mevcut olanlardan daha çok olur. Mu'tezile'den olan
Cübbâî de bu görüşe katılmıştır. Ve şöyle diyor: "İmametin tayin işi,
imamın içinde Öldüğü şehir ehline vâcibdir. Bunun vâcibliğine onlar, uzakta
olanlardan daha lâyıktırlar.[361]Fakat
bu görüş, diğer âlimlere göre makbul değildir. Ebû Ya'la şöyle diyor: "Bu
beldede bulunan kimsenin, diğer belde ehli üstünde öncelik üstünlüğü yoktur.
Ancak imamın beldesindeki kimse, imamın ölümünü ilk bildiği gibi imamet akdini
de bilir. Çünkü imamete uygun, olanlar kendi beldesinde mevcutturlar.[362]
Mâverdi de, bu özelliğe şer'an değil örfen itibar etmiştir. Ebû Ya'la'nm az
önce zikrettiği sebepleri zikretmiştir. İbni Hazm da bu görüşe şunları eklemiştir:
"İmametin akdi, ancak imamların oturduğu yerde ve imamın yanında
bulunanların akdiyle sahih olur" sözü yanlış bir sözdür ve bu görüş
ehlinin de hiçbir hücceti yoktur. Kur'an'dan, Peygamber (s.a.v.)'in sünnetinden
ve mütteki ümmetin icmâsmdan uzak olan dindeki her görüş kesinlikle bâtıldır.
Gerçek olan, ancak kendilerinin akdiyle sahih olur demiyorlar, şöyle diyorlar:
"Onlar, bunun va-cibliğine uzakta olan kimselerden daha evlâdır."Ben
derim ki: Bu, ulaşım vasıtalarının ve naklin zor olduğu asırlar için uygundu.
Bugün ise ulaşım vasıtaları gelmiştir. Kısa zamanda toplanma ve haberin
yayılması mümkün olmaktadır. İşte bundan dolayıdır ki, başkent ehlinin
diğerleri üzerinde hiçbir üstünlüğü yoktur. Hükümleri şartlar belirlerse,
şartların değişmesiyle hükümler de değişir.Ehl-i hal ve'1-akdi ve şartlarından
sonra şimdi de, bu topluluğun omuzunda bulunan görevlerini gözden geçirmeyi
arzu ediyoruz.
I- Halifeyi seçip ona bey'atı akdetme:
Müslümanların, imamını
seçip ona bey'at etmeyi geciktirince günahkâr olacak kimselerin ilkinin onlar
olduğuna ve hep onlara bağlı olduğuna dair açıklamamız az önce geçti.Mâverdi
diyor ki:"Ehl-i hal ve'l-akd, seçim için toplandıkları zaman,
kendilerinde şartları mevcut imamet ehli olan kimselerin hallerini gözden
geçirirler. Onlar içinden şartlar bakımından en faziletlisini ve en kâmilini,
insanların itaatma koşacakları ve ona bey'attan geri durmayacakları kimseyi
bey'at için tercih ederler. Eğer seçim ehl-i denilen ehli hal ve'l-akd
arasından birisi halife olacaksa, halifeliği o kimseye teklif ederler. Eğer
uygun cevap verirse, halife olmak üzere ona bey'at ederler. Onların ona
imametle ilgili bey'atları kesinleşmiş olur. Eğer imamet için yapılan teklife
olumlu cevap vermezse imamete zorlanılmaz. Çünkü imamet hiçbir icbar ve
zorlamanın gir-miyeceği irade ve rıza beyanı ile olan bir akiddir. O zaman
ondan vazgeçilir, onun dışında layık olan kimseye dönülür, teklif edilir."
[363]2- İmamet
için tercih edilen iki kişiden birisini seçme:
Bu heyete bağlı olan
Önemli şeylerden birisi de, imamet için tercih edilen, kendilerinde imamet
şartlarının kemaliyle bulunduğu bu kimselerin arasından en uygun olanı seçmedir.
İki kişi, şartlarında birbirlerine denk olurlarsa, onlardan en yaşlı olan
tercih edilir. Mâverdi diyor ki: "Yaşça da eşitseler daha olgun, vakar
sahibi olan tercih edilir. Böyle olmakla beraber yaşça küçük olana da biat
edilirse caiz olur[364]Eğer
onlardan birisi daha âlim, diğeri daha cesur ise tercinde manın gereğine riayet
edilir..el-Ahkamu's-Sultaniyye sahibi diyor ki: "Anarşinin ve isyanların
yayılmasına mani olmayı gerektiriyorsa, huzur ve sükûna ihtiyaç duyuluyorsa
cesaretçe, güç ve kuvvetçe üstün olan tercih edilir. Şayet ihtiyaçlar ilimce
üstün olmayı gerektiriyorsa, sapık fikirlerin ve bid'atların önlenmesi için
ilimce üstün olan hilafete daha layıktır
tercih edilir[365]Bütün
konularda birbirlerine denk iseler bunda da çekişiyiyor-larsa, âlimlerden
bazısı diyor ki, iki adaydan da vazgeçilir. Maver-di'nin de dediği gibi cumhur
ulema ve fukahânm üzerinde bulunduğu görüş ise: "Halife adaylarının
birbirleriyle çekişmeleri (3ıl)aralann-dan birisinin halife olmasına mani
değildir. Eğer şûra ehli çekişirse-ler, ne halifelik teklif olunmuş birinden bu
teklifin geri alınması, ne de halifelik arzu edenin arzusu engellenmez.[366]Bu
çekişmenin kesilmesi konusunda İslâm hukukçuları iki farklı görüş ortaya
koymuşlardır.
Birinci görüş: Kur'a:
Ebû Ya'lâ şöyle
diyor:Kur'a "İmam Ahmed b. Hanbel (r.a.)'in sözüne kıyas edilmiştir. O,
diyor ki, çekişen iki halife adayı arasında kur'a çekilir, aralarında kura
çekiminde kuradan çıkana bey'at edilir. Çünkü o, oğlu Abdullah'ın [367]rivayetinde
bu görüşü ortaya koymuş ve böylece hükmetmiştir. Rivayete göre, nıescidde ezan
okumak isteyen iki adama, aralarında "kur'a çekilir", demiştir ve
Sa'd'm sözüyle delil [368]getirmiştir.
Hadisin lafzı, Ebû Cafer el-Akberi'nin, Ebû Şebrame'den isnadıyla rivayet
ettiği şekliyle şöyledir: "İnsanlar, Kadisiye günü ezan okumada çok ısrar
etmişlerdi. Bunun üzerine Sa'd, aralarında kur'a çekti[369]ikinci
görüş: Seçim. Ehl-i hal ve'l-akd, ikisinden hangisine biat etmeyi dilerlerse
onu seçmekte serbesttirler.En faydalı olana bey'at etmeEhl-i hal ve'1-akda kendilerinde
imamet şartlarının bulunduğu kimseler toplandığında, kendilerine en
faziletlisini imam seçmek va-cib değildir. Evlâ olan, makama münasib olan, en
uygun ve en faydalı olanı seçmeleridir. Bir şahısta fazilet ve maslahat
birleşirse işte istenilen de odur. Bu durum Hulefâ-i Râşidin (r.anhüm)'de
kemaliyle mevcut idi. Onların hilâfetteki tertipleri efdaliyetteki tertiplerine
de uygundur. Onların en efdalı Hz. Ebû Bekir (r.a.) sonra Hz. Ömer (r.a.) -
Ehl-i Sünnetin ittifakıyla- sonra Hz. Osman (ra) sonra da Hz. Ali (r.a.)dır.
Onlarda, aynı zamanda maslahat ve faydalı olma bakımından da aynı tertipp
gözetilmişti. Rasûlullah (s.a.v.)'dan sonra, emirliğin Hz. Ebû Bekir'e
bırakılması imanından ve İslâm'ı savunmaya olan azminden dolayı müslümanlara
olan maslahattandı. Bazı kabilelerin İslâm'dan çıkmaları, Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in vefatını bahane ederek zekâtı vermemeleri, hep O'nun zamanında idi.
İşte o zaman bu makama ancak Hz. Ebû Bekir uygun idi. Sonra Hz. Ömer (r.a.)
geldi. İslâm'ın dış düşmanlarına karşı çekilmiş bir kılıç idi. Bu makama o
zaman münasib olan da, O idi. Sonra onun peşine Hz. Osman (r.a.), sonra da Hz.
Ali (r.a.)... İnşaallah ileride birbirlerinden farklı yönlerinin ve
üstünlüklerinin izahı gelecek.Maksad en faziletli olmasa bile, evla olanı, en
faydalıyı emir yapmaktır. Bu durum Hz. Peygamber (s.a.v.)'n tatbikatında açıktı
Orduların başına emirleri tayin ederken en faydalı olanı getiriyordu.
Ibnu'l-Kayyım (r.a.) şöyle diyor: "Doğru olan, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
bu konudaki prensibi, enfaydalı olanı emir tayin etmesiydi. Onun dışındaki
kimse ondan daha faziletli olsa bile.[370]
4- Halifenin Azli
Ümmete vekâleten
halifeye imamet akdini gerçekleştiren enı-ı hal ve'l-akd olanlardır. Eğer tayin
edilen imam üzerinde azl konusu olursa, azlini ilân edip onun yerine bir
başkasını getirecek olan da aynı şekilde bu heyettir. Bu gibi konularda başka
toplulukların müdahale hakları yok mu? Şayet tayin edilen imama delilik,
iyileşmesi umulmayan şiddetli hastalık veya kurtulması ümit olunamayacak
düşmanın eline düşmesi veyahut dinden dönerse işte bu hallerde de azli ilân
edip yerini bir başkasıyla değiştirmeyi bu heyet uygulayacaktır.
EHLİ HAL VE'L-AKDIN SAYISI
Âlimler, imameti
akdeden ehl-i hal ve'1-akdin sayısının sınırlanmasında ihtilaf etmişlerdir. Bu
ihtilafı üç görüşte toplamak mümkündür. Önce bu görüşleri arzedelim, sonra da
tercih edilen görüşü görelim.
Birinci görüş:Bu
görüşde olanlar, seçilecek halifeye ehl-i hal ve akdin bütünün birleşmelerini
şart koşuyorlar ve belli bir sayı sınırı getirmiyorlar.Bunlar da görüş olarak
iki kısma ayrılmışlardır:Ehl-i hal ve'1-akdin seçtiği halifeye, ümmet
tarafından tam ittifakı şart koşan kısım. Eş'ari bu görüşü Mutezile'den
el-Esam'a nisbet etmiştir. O şöyle demiş: "İmamet, ancak müslümanların
icmâsıyla gerçekleşir[371]Bu
görüşü İmam Ahmed (r.a.)'den rivayet olarak hikâye etmiştir. Abdus b. Malik
el-Attar risalesinde:"Bize göre sünnetin asılları, Rasûlullah'm ashabının
üzerinde bulunduğu şeye tutunmaktır..." diyor en sonunda:"Hilâfet
verilen kimse üzerinde insanlar icmâ ederler ve ona razı olurlar..[372]
diyor.İshak b. Mansur'un rivayetinde şöyle diyor: Rz. Peygamber (s.a.v.)'in
"Her kim imamı olmadığı halde ölse cahiliyye ölümüyle ölmüş olur."
hadisinin manası nedir? diye sorunca şöyle demiştir. İmam nedir biliyor musun?
İmam, bütün müslümanların üzerinde birleştiği kimsedir. İşte imam budur, manası
da budur diyor." ' Cahiliye dönemindeki başsızlığa bir teşbih yapılmıştır.
Ayrıca müslümanların yöneticisi, İslâm'ı müslümanlara tatbik eden bir başı olmazsa,
sonunda cahiliye dönemine dönebilir, o kimseler de cahiliye dönemindekiler gibi
Ölebilirler, o duruma dönüşebilirler, demektir.Ehl-i hal ve'1-akdin icmâsım
şart koşan grup:
İbni Haldun, sahabenin
bir kısmının Hz. Ali (r.a.)'ye bey'attan vazgeçip Hz. Osman'ın kanını istemeye
yönelmelerinin sebebinin bu olduğunu naklederek şöyle diyor: "Diğerleri
ehl-i hal ve'l-akd olan sahabenin çeşitli bölgelere ayrılışından dolayı Hz.
Ali'nin bey'atımn gerçekleşmediği görüşündeler. Ehl-i hal ve'l-akd olanların
dışındaki kimselerin veya ehl-i hal ve'l akd'dan birazının bey'atıyla tayin
edilene bey'at vâcib olmaz..."Aynı şekilde Ebû Ya'lâ da,
"El-Mu'temedu fi Usuli'd-Din" kitabında bu görüşü kabul ediyor ve
şöyle diyor: "Çünkü imamın kendisine müracaat vâcibdir. İcmâ gibi imama muhalefet
etmek de ondan yüz çevirmek de caiz değildir, çünkü burada icmâ, imameti
halifeye akdetmede de bu akdin gerçekleşmesinde de ehl-i hal ve'l akd'in bütününün
bulunmasıyla muteber olur.[373]Bu
görüşe bakılınca aşağıdaki sebeplerden dolayı iki yönden de reddedildiğini
görüyoruz:
a)
Çoğunluğun icmâsı şartına itibar edilmez. Çünkü çoğunluğun arkasından gideceği
taklit edeceği heyetin bulunması gerekir. Zira kalabalıklara, propaganda ve
gürültü tesir eder. Çoğunluğun, adil imamı seçmek için akıllıca ve vakarla
hükmetmeye güçleri yetmez. İşte bundan dolayı ehl-i hal ve'l akd, insanları
koruyan öncüdürler. Ümmetin ictihad ehl-i olanları, herşeyi aydınlatan
heyettir. Onlar imamı seçmeye layıktırlar. Çünkü doğruyu araştırdıkları zaman,
imamın günahını da yüklenen yine onlardır. Günahlarında ve zulümlerinde ortak
yine onlar olacaktır.[374]
b) İbni
Hazmın da dediği gibi: "Bu, taşıyamayacağı kişiye yüklemektir, insan
gücünün yetmediği şeydir, bu sıkıntının en büyüğüdür, Allah hiçbir nefse
gücünün dışında birşey yüklememiştir. [375]Allah
(c.c.) şöyle buyuruyor: "...Dinde size bir güçlük yüklemedi..."'(Hac
78)
c) Bu görüş,
Beni Saide sofasında sahabe arasında meydana gelen şeylerle de reddedilmiş
durumdadır. Bu sofada ehl-i hal ve'l-ak-din bir kısmı bir araya geldiler, bütünün
hazır olmasını da beklemediler. Bü durumda iken, diğerlerinin görüşünü
beklemeden Ebû Bekir (r.a.)'e bey'at ettiler.
d) Bunun
icmâya kıyas edilmesine gelince, bu kıyas, kıyas maa'l fârıktır. Kıyasta iki
şey arasında birbirlerine benzetme yapılır. Kıyas denebilnıesi için de,
aralarında illet-sebep benzerliği olması gerekir. Aralarında sebep benzerliği
yok iken yine de kıyas yapılıyorsa, araları bir olamıyor da ayrı olmasına
rağmen kıyas yapılıyorsa buna kıyas maa'l fârık denir ile, el-Mutiî 17/519
İkinci Görüş
Burada ehl-i hal
ve'1-akdı belli sayı ile sınırlamaktadır ve bu sınırlamada da çeşitli
fikirlere, görüşlere ayrılmışlardır ki o görüşler şunlardır:Bir grup şöyle
demiştir: "Kendisiyle akdin yapıldığı miktarın en azı kırktır, daha az
olamaz. Çünkü imamet akdi cuma akdinin üstündedir. Cuma ise kırktan az kişi
ile akdolmaz.[376]Bir diğer grup şu görüşü
kabul etmiştir. "Kendisiyle akdin yapıldığı miktarın en azı beştir. Zira
diğer ashab, o beş kişinin yaptığı bey'at akdine göre birleştiler veya dördün rızası
ile onlardan birisinin akdedilmesidir. Buna, Ebû Bekir'in bey'atınm beş
kişiyle gerçekleştiğini delil getiriyorlar. Çünkü Hz. Ömer (r.a.) de hilafet
işini altı kişilik şûraya havale etti.[377] Bu
görüş de Mutezile'nin üstadları Cübbâi ile Kadı Abdulcebbar'a[378]nisbet
edilmektedir. Mâverdi şöyle diyor: "Bu, Basralılar'dan kelâmcı ve
hukukçuların çoğunun görüşüdür.[379]Bir
başka grup, şahidlerin nisab miktarının en fazlasına kıyas ederek akdin dört
kişiyle gerçekleşebileceği görüşündedirler.[380]Bir
başka grupda üç kişi olmaları şartım koşuyor, çünkü üç kişi cemaattir ki,
cemaata da muhalefet etmek caiz değildir.[381]Bir
diğer grup, üçüncü için iki kişinin rızasıyla akdin gerçekleşeceğini kabul
ediyorlar. Çünkü iki, cem' (çoğul)'in en azıdır, bir hakim ve iki şâhid olmaları
için, nikah akdini bir veli ve iki şahid ile gerçekleşmesinin sahih olduğu
gibi.[382] Mâverdi, bu görüşü Küfe
âlimlerine/[383]1 Bağdadi de, Süleyman b.
Cerir ez-Zeydi ile Mutezi-le'den bir gruba[384]nisbet
ediyor.Bir grupda bir kişiyle akid gerçekleşir diyor? Buna, Abbas (r.a.)'m Hz.
Ali (r.a.)'ye: "Elini uzat sana bey'at edeyim, insanlar derler ki
Rasûlullah (s.a.v.)'ın amcası, Rasûlullah'ın amcaoğluna bey'at etti. Daha iki
kişi senin aleyhine uyuşmamazlık etmez." dediğini delil getirirler. Çünkü
Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir'e bey'at edince bunun üzerine sahabe tâbi oldu ve ona
uydular. Çünkü bu geçerli bir hükümdür. [385]Bağdadi
bu görüşü, Ebû'l-Hasen el-Eş'ari'ye [386]nisbet
etmiştir. El-îci, Mevâkıfde,[387]
Gazali, Fedaihu'l-Batiniyye'de bu görüşü kabul ediyor. Gazali, "Tercih
ettiğimiz, imama bey'at akdini yapacak bir şahsın yeterli olduğudur.[388]
diyor. Bu görüşü İmamu'l-Harameyn şöyle belirtiyor: "Görüşlerin doğruya en
yakın olanı, Kadi Ebû Bekir'in tercih ettiği, üstadımız Ebû'l-Hasen (r.a.)'den
nakledilen görüştür. Bu görüşde, imamet, akd ehlinden bir kişinin bey'atıyla
sabit olur görüşüdür. [389]Fakat
bundan sonra, şevket-kuvvet sahibi olmasını şart koşmuştur, yoksa olmaz,[390]
diyor. Ebû Abdillah el-Kurtûbi tefsirinde[391]aynı
görüştedir ki, bu Zeydiyye'nin[392]de
görüşüdür. Yenilerden Dr. Ziyaeddin er-Reyis" de,
"en-Nazariyyatu's-Siyasiyyetu'l-İslâmiyye" kitabında aynı görüşe
hükmedenlerdendir.
[393]Şâfi hukukçularının çoğunluğu bey'at esnasında, orada
bulunması kolay olabilecek âlimlerin, reislerin ve şâhidlerin özelliklerine
sahip insanların seçkinlerinin hazır olması ile bey'at gerçekleşir, görüşündeler.
Hatta bu işin gerçekleşmesi, bir kişiye bile bağlı olsa yeterlidir, diyorlar.
el-Kalkaşendî şöyle diyor: "Bu görüş, biz Safilere göre en uygun olan
görüştür.[394] Bağdadinin hocası [395]el-Kalânîsî
ile yenilerden Dr. Salahaddin Debus, el-Halifetü Tevliyetuhu ve Az-luhu"[396]isimli
kitabında aynı görüşü kabul etmektedirler.Burada, Eş'ari ve tabilerinin kabul
ettiği görüş ile şâfiler'in kabul ettiği görüş arasında bir fark
gözetilmektedir. Şâfi hukukçuların çoğunluğu, akdin bir kişiyle gerçekleşme
şartım, orada, o kişinin dışında ehl-i hal ve'l-akd- özelliklerine sahip
kimselerin olmamasına bağlıyorlar. Eş'ariler ise bunu şart koşmuyorlar, ehl-i
hal ve'l-akd olanlardan bir kişi ile yeterli olur görüşündeler[397]Bu
görüş ve fikirlere bakıldığında şu sonuçlan bulabiliriz:
1- Ehl-i hal
ve'1-akdin sayısını, cumanın veya şâhidlerin veyahut nikahın, kendileriyle
sahih olması gereken sayıya kıyas edilmesi doğru değildir. Çünkü bu kıyas
aralarında illet benzerliği yok, illet ayrılığı var, kıyas maa'l-farıktır.
Ümmetin hepsi için Önemli olan bir konu, kesinlikle az olan sayının birisiyle
sahih olmaz. Ancak ehl-i hal ve'l-akd cemaatının ferdleri az olursa, imamet
akdinin az sayıyla olabileceği görüşüyle amel etme mecburiyeti zaruret haline
gelir. "İki kişiyle akdin gerçekleşmesini söyleyenin görüşü, ne dört
kişiyle akdin gerçekleşmesini söyleyenin görüşünden daha üstün, ne de dört
kişiyle olur diyenin sözü, cemaatle akd gerçekleşir diyenin görüşünden daha
üstündür..[398]
2- Hz. Ebû
Bekir (r.a.) ile Hz. Ömer (r.a.)'in bey'atlarını delil getirmeye gelince, bu
sahih değildir. Çünkü Hz. Ebû Bekir (r.a.)'in bey'atı onların belirttikleri
sadece beş kişinin bey'atıyla akd gerçekleşmemiştir. Ancak Sakife hadisinde
gördüğümüz gibi Ensar ve Muhacirlerin büyüklerinin bey'atıyla tamamlanmıştır.
İbni Teymiye, Şiilerin
görüşleri anlatıldığında şöyle demiştir: "Onlar, Rasûlullah (s.a.v.)'dan
sonraki imam, dört kişinin rızası ve Hz. Ömer'in bey'atıyla Ebû Bekir'dir,
diyorlar. Diyor ki: Ona şöyle denilir: "Bu, sünnet imamlarının görüşü
değildir. Kelam ehlinin bazısı, imamet dört kişinin bey'atıyla akdolunur,
bazısının iki kişinin bey'atıyla, bazısının da bir kişinin bey'atıyla
akdolunduğunu söyleseler bile, bu görüşler sünnet imamlarının görüşleri
değildir. Bir adam, imametin maksadının itaatlarıyla meydana gelecek olan
şevket ehlinin uygun görmesiyle halife olabilir. Şayet şöyle takdir olunsaydı:
Ömer ve beraberindeki bir grup Ebû Bekir'e bey'at edip, sahabe de bey'attan
çekinselerdi Ebû Bekir imam olamazdı. Ancak ve ancak kudret ve şevket ehli olan
sahabenin çoğunluğunun bey'atıyla imam
olmuştur.[399]
3- Hz. Ömer
(r.a.)'in halife seçimi için altı kişiyi tayin etmesine dair fiili de aynı
şekildedir. Biz diyoruz ki, bu altı kişinin tahsis edilmesi, seçim yapacak
olan ehl-i hal ve'l akdin sayısı değildir. Ancak aralarından seçim yapılacak
kimselerdir, zira hilafete aday olanlar-
dır, onların her biri
de seçilebilecek kimselerdir. Beraber gördük ki, Abdurrahnıan b. Avf (r.a.) üç
gün, gecenin çoğunda gözünü kapamadan, Muhacir ve Ensarın büyükleriyle
müşavereye devam etmesi de bu fikre delildir. İbni Teymiyye: "Hz. Osman
(r.a.) onların -altı kişi-seçimiyle imam olmadı, bilakis insanların ona bey'at
etmesiyle, müs-lümanların bütününün, bir kişi bile geri kalmadan bey'atlarıyla
imam olmuştur[400]Yine, İmam Ahmed'in, Hz.
Osman'ın (r.a.) bey'atına dair söz ederken ki görüşü de bu noktadadır.
4- Bir
kişinin bey'atının doğruluğuna, Hz. Ömer'in, Ebû Bekir'e bey'attaki girişimiyle
sahabenin ona tâbi olup, buna uymalarını delil göstermeleri sahih değildir.
Çünkü ona tâbi olma sebebi onların görüşüne rıza göstermeleriydi. Onun
bey'atı, diğerlerini ona tâbi olmak zorunda bırakmamıştır. Yoksa Hz. Ömer'den
başkasının bey'at etmediği varsayılırsa Hz. Ebû Bekir'in imameti
gerçekleşmezdi. Özellikle Hz. Ömer şöyle demiştir: "Artık bundan böyle
müslümanlarm istişaresi ve rızaları olmaksızın her kim bir adama bey'at edecek
olursa (insanlar tarafından ne o bey'at eden adama, ne de onun bey'at ettiği
adama) ikisinin de öldürülecekleri korkusundan bey'at olunmayacaktır[401]Hz.
Ömer (r.a.)'in bey'ata koşmasına gelince, İbni Teymiyye'nin de dediği gibi
mutlaka her bey'atta önce bey'at eden, bey'ata koşan olur. [402]
5- Bir
kişinin bey'atının geçerli olduğunun doğruluğuna, Hz. Ab-bas (r.a.)'ın Hz. Ali
(r.a.)'ye, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in vefatından sonra: "Uzat elini! sana
bey'at edeyim ki insanlar, Rasûlullah'ın amcası, kardeşinin oğluna bey'at etti
desinler..." diye delil göstermeleri şunlardan dolayı sahih değildir:
a) Bu sözün
Hz. Abbas (r.a.)'a ait olduğunu isbat etmek zordur. Çünkü bunu söyleyen senedi
de, aldığı kaynağı da zikretmemiştir. (Ben de senedini bulamadım[403]
b) Şayet
sözün söylendiğinin doğruluğu farz olunsa bile onun halife olmasına yetmezdi,
zaten böyle birşey de yapmamıştır.
c) Şayet yapmışsa, bu ancak sevimli göstermek,
başkalarını bey'ata teşvik etmek içindir
6- Şâtü hukukçularının çoğunluğunun imametin bir
kişiyle ak-dolunacağı görüşüne gelince, eğer ehli hal ve'l-akd bir kişiye münhasır
olursa, Dr. Muhammed Rafet Osman'ın dediği gibi: "Asırlardan hiçbir asırda
ehli hal ve'l-akd bir kişiyle sınırlanmamış ve bunun olması da nadir olur[404]Bunun
ise hiçbir hükmü yoktur.
7- Tek kişiyle
akdolunamayacağına Hz. Ömer b. el-Hattab'dan, Onun da Hz. Peygamber (s.a.v.)'den
rivayet ettiği şu hadis delildir: "Her kim cennetin ortasını isterse
cemaata yapışsın. Çünkü şeytan bir (insan)la beraberdir. O, (şeytan) iki
(kişi)den daha uzakdır.[405]
Üçüncü Görüş:
Üçüncü görüşün
sahihleri, ehli hal ve'1-akdi sınırlamada orta yolu takib etmişlerdir. Birinci
görüş sahiplerinin dediği gibi icmayı şart koşmuyorlar, ikinci görüş
sahiplerinin dediği gibi de belli bir sayıyı da şart koşmuyorlar. Ancak ehli
hal ve'1-akdin çoğunluğunu, kuvvet ehli olanları, imamı kendilerinin seçmeleri
ve bey'at etmeleriyle imametin maksadının meydana geldiği şevket ehlinin
çoğunluğunu şart koşmaktalar. Bu çizgiye uygun olarak, bazısının gelnıeyişi,
geri kalışı, seçimin sahih oluşu hakkında ileri geri konuşmaya götürmez,
azınlığın uygun görmesinin de halifeye otorite için şer'i senedin verilmesine
götürmediği gibi. Çünkü azınlığın geri kalması idareciliğin maksadına tesir
etmez. Azınlığın uygun görmesi, idareciliği gerçekleştirecek değildir. Muteber
olan çoğunluğun uygun görmesidir. Çünkü onların muvafakati ile halifede temsil
edilen genel otoritedenmaksad gerçekleşmiş olacaktır.[406]Mâverdi
diyor ki: "Bir grup da şöyle diyor, imamet akdi ancak, genel bir rızanın
ve imamete teslim olmanın icma olması için her beldeden ehli hal ve'1-akdin
çoğunluğu ile gerçekleşir. [407]Bu
görüşü kabul edenlerden birisi de Ebû Yala el-Ahkamu's-Sultaniyye isimli
kitabında şöyle diyor: "Ehl-i hal ve'1-akdin seçimiyle yapılan imamet
akdi, ancak ehli hal ve'1-akdin çoğunluğu ile akdo-lunur. İmam Ahmed, İshak b.
İbrahim'in rivayetinde şöyle diyor: "Ehl-i hal ve'1-akdin [408]söz
birliği ettiği imam, üzerinde hepsinin bu imamdır dediği kimsedir." Diyor
ki: "bundan açığa çıkan gerçek,imametin ehli hal ve'1-akdm bütünüyle
birlikde akdolunmasıdır[409]Bu
konuda İbni Teymiyye'nin kabul ettiği görüş de şudur ki: "Hz. Ebû Bekir
(r.a.), kudret ve şevket ehli olan sahabenin çoğunluğunun bey'atı ile imam
oldu. Bundan dolayı da Sa'd b. Ubade (r.a.)'nin muhalefeti zarar vermez. Çünkü
bu, idareciliğin maksadına tesir etmez. Maksad ise, imametin maslahatlarının
kendileriyle elde edildiği kudret ve otoritenin sağlanmasıdır. Bu da, buna dair
çoğunluğun uygun görmesiyle meydana gelmiştir. Kim derse ki, bir kişinin veya
iki veya dört kişinin, kudret ve şevket sahibi olmadıkları halde onların uygun
görmesiyle imam oldu, işte bu hatadır. Kim de, bir veya iki veya on kişinin
muhalefetinin bu işe zarar verdiğini zannederse bu da hatadır."
Tercih Edilen Görüş ve Tercih Delilleri:
1- Hulefâ-i
Raşidin (r. anhüm)'ün bey1 atlarında elde edilen ittifak şu: Onlar ehli hal ve'1-akdin
icmâmı şart koşmadılar, ikinci görüş sahiplerinin kabul ettiği gibi seçmen
heyetini belli bir sayı ile sınırlamadılar, bey'atta mümkün olan hangi sayı
olursa olsun diye yetinmediler, bilakis istişareyi ve kamuoyu yoklamasını
çokça yaptılar. Kamuoyundan maksad, ehil olmayan kimseler üzerindeki
ittifaklarının ortaya çıkışı değildir, ehil olan kimseler arasında istişare
ehlinin de şer'i maslahat ve faideler gözününde bulundurarak tesbit ettiği
kimseler arasında İslâm topluluklarının kalblerinin birleştiği kişiyi
tesbittir. Hulâsa Hakkın ve halkın tercihini tesbit etmektir. Hakkın tercihi,
şer'i esaslar, kaideler içerisinde ehil olanın tesbitidir, halkın tercihi de
hakkın tesbit ettiği kimseler arasından en layık, en uygun olanın tercihidir,
(müt.)
2- Bu
görüşün tercih edilenlerden birisi olduğu gerçeği, Kur'an-ı Kerim'in ve çok
yerde Hz. Peygamber (s.a.v.)'in teşvik ettiği şûra prensibinin bulunmasıdır. Bu
prensib İslâm fıkhının kaideleri, akılve mantığın gayretleri ve beyanı ile
ittifak etmiştir. Bu görüşü, yeni yazarlardan Dr. Muhammed Rafet Osman
"Riyasetü'd-Devleti fi'l-Fıkhı'l-İslâmi" isimli kitabında (s. 274),
Dr. Fuad Muhammed en-Na-di "Turuku İhtiyarı'l-Halife" isimli
kitabında (s. 193), Dr. Muhammed Faruk en-Nebhan "Nizamu'l-Hükmi Fi'1-îslâm"
isimli kitabında (s. 475) ve Dr. Muhammed Ammara "El-İslâm ve Felsefe
tu11-Hüm" isimli kitabında (s. 444) kabul etmişlerdir.
İmametin akdolunma
yollarından birisi de Önceki halifenin müs-hımanlardan seçeceği ve bu makama
layık gördüğü kimseye vasiyetidir. Halife, ecelinin yaklaştığını hisseder de
topluma kendilerinden birisini halife bırakmayı isterse, seçilecek kimse
hakkında ehl-i hal ve'l-akd ile müşavereye koyulur. Görüşü, bu makama uygun
belirli bir şahıs üzerinde yoğunlaşır, ehli hal ve'l-akd da ona muvafakat
ederse halife, kendinden sonra onu veliahd-halife tayin eder.Şimdi bizim ahd'm
tarif ve hükmünü belirtmemiz gerekir. Veliahdın imamlığı muteber midir? Yoksa
ehl-i hal ve'l akdin bey'atı, sonra da müslüm ani arın çoğunluğunun hilâfetle
ilgili ona bey'atı mutlaka gerekli midir? Veliahd tayinin sıhhat şartlan nedir?
Ve bunun gibi diğer ilgili konuları bilmemiz gerekmektedir.
Ahd'in lügat tarifi:"Ahd," üzerinde Allah'a söz verilen herşey, kullar arasında anlaşmalarla
ilgili herşeydir. Ahd vasiyettir, Sa'd b. Zem'a'nın cariyesinin oğlu hakkında
davacı olduğu zaman "Kardeşim, onun hakkında bana ahd etti. (vasiyyet
etti)" sözündeki ifadesi gibi.Şu hadis de, o manadadır. "Ümmü Abd'in
ahdine tutununuz!"[410]yani
size tavsiye ettiği ve emrettiği şeye tutunun, demektir. Um-mü Abd ise Abdullah
İbni Mes'ud'dur (r.a.).Ahd, bir şey hakkında adama yaklaşmak, manasına gelir,
valilere yazılan şeylere de ahd (ahidname) denilir. Ahd bu manadan
çıkarılmıştır. Çoğulu "uhud"dur.Ahd, söz ve ant manasına
kullanılmaktadır. Hatta kişi bu ikisiyle yemin eder, yemin verir. İdareciye de
veliyyu'1-ahd denilmiştir. Neden? Çünkü, halife, bey'at edenlere karşı söz
alınan yemin alınan kimse, söz sahibi kimsedir[411]Bunlardan
başka vefa ve aman gibi diğer manalar yanında konumuzla ilgisi olmayan daha
başka manaları da vardır.
Terim olarak Ahd:Devlet işlerinden belirli bir iş için belirli bir insan grubunu, devlet
başkanından başlayıp en alt derecedeki adama varıncaya kadar âmiri seçmesine
denir. Bu seçime ahd ismi verilir. Sonra bu "ahd" masdan, yazdırdığı
yazılı vesikaya veya veliahd bırakanın başkasına yazdığı vesikaya denildi.
"Ahd etti" denildiği zaman, ondan anlaşılan mana, ahidnamedeki
ibarenin akışına uygun olarak iki mananın birisine veya her ikisine birlikte [412]denilir.
Meşru oluşunun delilleriİstihlâf (halife bırakma) şer1 an caizdir. Şartlan tam
olduğu zaman imamet akdinin meşru olan yollarından birisidir.Buna dair
delillerden bir kısmı şunlardır:
1-
Buhari'nin rivayet ettiği Hz. Peygamber (s.a.v.)'m şu sözü:ben Ebû Bekir'e ve
oğluna haber göndermek ve hilafet dedikoducularının sözlerinden ve -hilafet
umanların temennilerinden nefret ederek -hilâfeti Ebû Bekir'e vasiyet etmemi
kastettim (veya istedim). Fakat sonra (kendi kendime) dedim ki, Allah, Ebû
Bekir'den başkasına hilâfeti vermemede diretir. Mü'minler de Ebû Bekir'den
başkasının halife olmasını menederler. Yahut Allah (c.c.) (Ebû Bekir'den
başkasının halife olmasını meneder. Mü'minler de (Ebû Bekir'den başkasına
bey'at ve uymaktan) çekinirler."[413]Hz.
Aişe (r.a.)'den başka bir rivayette, Hz. Âişe (r.a.) şöyle diyor: Rasûlullah
(s.a.v.) hastalandığında bana şöyle buyurdu:"Bana Ebû Bekir ve kardeşini
çağır da bir yazı yazdırayım. Çünkü bir hilafet umanın temenni etmesinden ve
birinin ben daha layı-kım demesinden korkarım. Halbuki bunu Allah ve mü'minler
kabul etmez. Yalnız Ebû Bekir müstesna[414]Bu
iki hadiste, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in vasiyyet etmeyi, veliahd bırakmayı
düşünüp, sonra insanların Hz. Ebû Bekir (r.a.)1 den başkasını seçmeyeceklerini
bildiğinden terkettiğine açık bir delildir. İşte bu da veliahd bırakmanın
câizliğine delildir.İbni Teymiye de bu hadise bağlı olarak şöyle diyor:
"Hz. Peygamber (s.a.v.)'in, önce kendisinden sonra çeşitli sıkıntılar
olur korkusuyla bir yazı yazmayı istediği, sonra Hz. Ebû Bekir'in hilâfet
seçilme işinin çekişme olmadan hallolacağını bildiğinden, vasiyyet etmeyi,
yazı yazdırmaya ihtiyaç olmadığından, Hz. Ebû Bekir'in üstünlüğü ve ehliyeti
açık olduğundan yazmayı terkettiği ortaya çıkmaktadır. Bu da veliahd tayini
ile ilgili yazı ve vasiyetten daha beliğdir (güzeldir[415]
2- Cevazına
delillerden birisi de, Hulefâ-i Râşidin'in uygulamalarıdır.Nitekim Hz. Ebû
Bekir (r.a.), Hz. Ömer b. el-Hattab'ı halife bıraktı, Hz. Ömer (r.a.) de,
vefat ederken Rasûlullah (s.a.v.)'in kendilerinden razı olduğu, hilâfete layık
gördüğü kimselerden altı kişiye emirliği bıraktı. Hz. Ömer (r.a.) dedi ki:
"Halife bırakmış olsam, benden daha hayırlısı (yani Ebû Bekir) kendine
halife bırakmıştır. Sizi (halifesiz) bıraksam, benden daha hayırlı olan
Rasûlullah (s.a.v.) sizi (halifesiz) bıraktı[416]Hz.
Ebû Bekir (r.a.)'in Hz. Ömer (r.a.)'e, Hz. Ömer (r.a.)'in de altı kişiye
hilâfet işini bırakmasına dair hadisler geçti. Altı kişi arasından birisinin
halife bırakılması hakkındaki Muhacir ve Ensarla uzun uzun yapılan müşavereleri
ifade eden hadisler de geçti.
3- Halife
bırakmanın câizliğine dair delillerden birisi de, sahabenin icmâsıdır.
Rivayetler, Hz. Ebû Bekir'in (r.a.) Hz. Ömer (r.a.)'i vasiyet ettiği, Hz.
Ömer'in de altı kişi arasında şûraya emirliği bıraktığı zaman böyle bir
vasiyetin caiz olmadığını ileri sürüp, muhalefet eden hiçbir kimseyi zikr
etmemektedir. İşte bu da bunun câizliğine delildir. Bu icmâyı ulemâdan çok
kimse nakletmiştir. Mâverdi şöyle diyor: "Önceki halifenin veliahd tayini
ile imametin caiz olduğunda icmâ, sahih olduğunda da ittifak vardır.'[417]Nevevî,
Müslim şerhinde şöyle diyor:
."İşin özeti şudur: Halifeye ölüm alâmetleri belirdiği zaman Ölüm
öncesinde, yerine halife bırakmasının da, bırakmamasının da câizliğine
müslümanlar icmâ etmişlerdir. Eğer yerine halife bırakmazsa, bu konuda Hz.
Peygamber (s.a.v.)'e uymuş olur, bırakırsa Hz. Ebû Bekir (r.a.)'e uymuş oİur.
Hilafetin, istihlâf -yerine halife tayini yolu- ile olmasında icma vardır[418]İbn-Hazm
da şöyle diyor:"İmamın, ölümünden önce yerine halife bırakıp
bırakmayabile-ceğine dair âlimler ittifak ettiler. Bunun Hz. Ebû Bekir (r.a.)'e
yapılmasının câizliği hakkında hiç kimse ihtilaf etmemiştir. Onların icma-sı
ise icmânm ta kendisidir.[419]Bu
prensibin, prensiplerin en güzeli ve en üstünü olduğu doğrudur. İbni Hazm
diyor ki: "İmametin akdoluşunun birkaç yönden sahih olduğunu görüyoruz.
Bunlardan birisi en üstün ve en doğru olanı şudur: Ölmek üzere olan imamın,
Ölümünden sonra imamlığını tercih ettiği bir insana vasiyet etmesi, bunu da
sağlığında veya hastalığında veya ölürken yapması müsavidir. Bu yönlerden hiç
birisinin olmayacağına ne bir nâss ne de bir icmâ yoktur. Rasûlullah (s.a.v.)'Ebû
Bekir'e;[420] Ebû Bekir'in Ömer'e
yaptığı gibi, Süleyman b. Ab-dulmelik'in, Ömer b. Abdilaziz'e yaptığı
gibi..." ve yine şöyle diyor:"Bu, tercih ettiğimiz yöndür. Bunun
dışmdakileri beğenmiyoruz. Çünkü imamet, İslâm ve nıüslümanlann idaresi işi bu
yöne bağlı,, bu yönün dışında anarşi olacağından ve bu yolla da kavga, gürültü
ve ihtilaf doğma korkusu da ortadan kalkmış olacaktır. Böylece, ihtilafın
yayılmasından, nefislerin kabarmasından, hilâfet umanların meydana gelmesinden
kurtulmuş olunur.[421]Bence:
az önceki icmâdan murad, sadece Ehl-i Sünnetin icmâsıdır. Çünkü Mutezile, Ehl-i
Sünnete, istihlâf -halife bırakma veya vasiyet etme- prensibinde muhalefet
etmektedir. Onlar hilâfeti ancak seçime hasretmekteler.[422]
Şevkâni, bu görüşü Eşarilere nisbet etmiştir.[423]
Fakat bu nis-bet hakkında düşünmek gerekir. Çünkü Eşariler'in çoğunluğu bu konuda
Ehl-i Sünnet'e muvafakat etmektedir.Yazara göre E'şariler Ehl-i Sünnetten
değildir. Halbuki bize göre sariler Ehl-i Sünnettendirler, (müt.)
4- Halife
tayininin câizliğine delillerden birisi de, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Mûte
ordusunun başına emir tayin etmesine yapılan kıyastır. Hz. Peygamber (s.a.v.),
ordunun başına emir tayininde bunu yapınca hilafette de bunu yapması caizdir.
İmam Buhari, Abdullah b. Ömer rivayetiyle Rasûlullah (s.a.v.)'m Mûte ordusunun
başına Zeyd b. Harise'yi emir tayin ettiğini zikretmiş. Hz. Peygamber (s.a.v.)
şöyle buyurmuştur:"Zeyd şehid düşerse Cafer b. Ebi Talib, o da şehid
düşerse Abdullah b. Ebi Revaha bir rivayette de: "Eğer şehid düşerse
müslümanlar bir adamı seçsin," buyurdu. Zeyd öne geçti, şehid düştü, Cafer
sancağı aldı, öne geçti ve şehid düştü. Abdullah b. Revaha sancağı aldı, Öne
geçti ve şehid düştü. Ondan sonra Halid b. Velid'i Müslümanlar seçti.[424]Geçen
bu delillere göre şüphesiz halife tayini yolu şer'an caizdir. Yeni yazarların
bazısının bu şer'i yol hakkında ileri geri konuşmalarına itibar edilmez.
Onların iddiası, bu usul, istibdat, zulüm ve benzeri şeylere itmektedir.
Halbuki onlar şunu bilmiyorlar: Halife tayin edilen kimsede yeterlilik, ehliyet
temel şarttır. Hem zaten halife tayin edilen kişinin hilafeti, ancak ehl-i hal
vel-akd ile müşavereden ve onların bey'atlarından sonra tamam olmaktadır, aynı
zamanda vasiyet edilen kişinin de imamet şartlarını ikmal etmesi şart
kılınmıştır. Vasiyet edilene, ehl-i hal ve'l-akd tarafından yapılan bey'at ve
ona rıza göstermeleriHilafet, önceki halife tarafından sırf bir vasiyetle
akdolunur mu, yoksa vasiyet edilene mutlaka ehl-i hal ve'l-akd tarafından
bey'at mı gerekir? Bu konuda ulemânın iki görüşü var. Bizim tercihimiz mutlaka
vasiyet edilenin bey'at almasıdır. Bu da Hulefâ-i Raşidin'in uygulamasıdır.
Hz. Ebû Bekir (r.a.),
Hz. Ömer (r.a.)'i yerine halife bırakmak isteyince bu konuda Muhacir ve
Ensarın büyükleriyle müşavere etti.Onların hepsi de bu konudaki görüşünü
desteklediler. Hz. Ebû Bekir de onu halef tayin etti. Onlar da ona bey'at
ettiler, arkasından insanlar da -geçtiği gibi- mescidde bey'at ettiler.Hz.
Ömer (r.a.)'in durumu da bunun gibi. Hz. Ömer, halife bırakmaya niyetlenmedi
ve: "Artık şimdi belli bir kimseyi yerime halife •tayin ederek hayatımda,
ölümümde mesuliyetini yüklenmek istemem." dedi. Sahabe ona çok ısrar
etti. O da hilâfeti altı kişiye havale etti. Onlar cennetle müjdelenenlerin
geride kalanlarıydılar. Hz. Peygamber (s.a.v.) vefat ederken kendilerinden
razı olduğu kimselerdendi. Şüphe yok ki onlar sahabe içinde mevcutların en
üstünüydüler. Sonra Abdurrahman b. Avfın insanlarla müşaveresini görüyoruz. İşe
başladı, üç gece, gecenin çoğunda gözünü kırpmadan insanlarla müşavere
ediyordu. En sonunda Abdurrahman'a Hz. Osman'ı işaret ettiler. Abdurrahman b.
Avf, onların onu bırakıp başka bir kimseye yönelmediklerini gördü, O'na bey'at
etti, insanlar da bey'at etti-ler.[425]Zeyd
b. Ali (r.a.)'nin "Mecmu" kitabında Hz. Ali'ye nisbet ettiği
rivayette Hz. Ali b. Ebi Talib (r.a.) şöyle demiştir:"İmamet, ancak
müslümanlarm bey'atiyle gerçekleşir. [426]Eğer
bey'at gerekmeseydi sahabe (r.a.) onu yapmazdı. Ebû Ya'lâ el-Ferra şöyle diyor:
"İmamet, vasiyet edilene sırf bir vasiyetle akdol-muyordu. Ancak ve ancak
müslümanlarm tavsiyesi ile akdoluyordu."[427]Buna
göre, bugünün diliyle, vasiyet etmeye "aday gösterme" demek
mümkündür. Mâverdi de şöyle diyor;"Basra ulemâsının bazısı, imama bey'at
için, seçim ehlinin rızasının, ümmet için imametin geçerliliğinin şart olduğu
görüşündeler.İbni Teymiye de "... Hz. Ömer'in durumu da böyle. Hz. Ebû Bekir
(r.a.), Hz. Ömer'i vasiyet ettiği zaman, O'na bey'at edip itaat ettiklerinde
imam oldu. Eğer onlar, Hz. Ebû Bekr'in vasiyyetini yerine getirmeyip bey'at da
etmemiş olsalardı imam olmazdı...[428]
Bununla, seçim yolu
ile vasiyet yolu arasında bir yakınlık meydana geliyor. Her birisinde de ehl-i
hal ve'1-akdm uygun görmesi ve bey'at etmeleri şart kılınmıştır.Ehl-i hal
ve'1-akdm rıza ve bey'atlarının şart olmadığına hükmedenlere gelince, ki
onlardan birisi Mâverdi, şöyle söylüyor:"Sahih olan, imamın vasiyet ettiği
kimseye bey'at etmektir. İmametin geçerliliğini ehl-i hal ve'1-akdm rızasına
bağlamak muteber değildir.[429]"es-Selâfetu
fi Marifeti'1-Hılâfe" yazan diyor ki: "Vasiyet hakkında imamın
hükmü, imamın halife olmasının gerçekleşmesinde seçim ehlinin hükmü[430]gibidir."Buna,
Hz. Ömer'in bey'atmda sahabenin rızasını beklediklerini delil gösteriyorlar.
"Çünkü imam olanın veliahde bey'atı daha tesirli, veliahdı seçmesi,
tesbiti daha çok geçerlidir. İmamın bu konuda sözleri daha tesirlidir.[431]Buna
karşı, Hz. Ömer'in bey'atının, sahabenin çoğunluğunun uygun görmesiyle meydana
geldiği şeklinde cevap veriliyor. Buna karşı kim itiraz ederse, Hz. Ömer'in
katılığından korkarak diğerine bey'at edildiği gibi bey'at olundu ve müracaat
olundu diye iddiada bulunmuş olur. Biz ehl-i hal ve'l-akd tarafından icmayı
şart koşmuyoruz, ne seçimde ve ne de halife tayininde.İmamın dışında yani
ehl-i hal ve'l-akd olmadan imamete veliaht tayininin daha layık olduğuna
gelince, buiddianın hiçbir delili yoktur. Tam aksine doğru olan, imamın
dışında, bütün müslümanlara bu konuda vekalet edecek olan büyükleri ve
alimleridir, yani ehl-i hal ve'1-akddır. İmam, ancak müslümanlarm din ve dünya
konusunda yararları için koşan kimsedir. Eğer maslahat ve hayra uygun hareket
eder, münasib olanı da yerine halife gösterirse, ehl-i hal ve'l akd topluluğu
onu uygun görecektir. Eğer bu konuda hata ederse, onun hatası diğer
müslümanları bağlayıcı değildir, özellikle de ölümünden sonra, boynundan
bey'atı düştükten sonra.Demek ki imamın onlara müracaatı ve onlarla bu konu
istişaresi gereklidir.
Eğer uygun olanı seçerse, ehl-i hal ve'l akd da onu uygun görürse, istenen
budur. Şerrin menedilmesine, fitnenin yok edilmesine daha yakın olan da budur.
Buna göre imamın tayini ve imamm bey'atı ister seçim yoluyla, ister halife
bırakma yoluyla olsun iş, ehl-i hal ve'l-akd üzerinde dönüp dolaşmaktadır.
Tayin edilenimam ancak bir adaydır, eğer ehl-i hal ve'l-akd kabul ederse ona
bey'at etmekle, imamet de akdolunmuş olur. Eğer ehl-i hal ve'l-akd, terkederse
önceki imamın aday göstermesinin hiçbir geçerliliği yoktur. Bu konuda Hulefâ-i
Raşidin'in hayatında görünen netlik budur.
Şartları:Alimler,
halife tayininin sahih olması için, sağlanması gerekli şartları açıklamışlar:
1- İmamda
aranan şartlar vasiyet edilen hakkında da bulunması muhakkaktır.İslâm,
hürriyet, akıl[432],
baliğ, erkek olma, adalet vs. gibi. Buna göre vasiyet edilenin, küçük olması,
fasık olması, yetersiz olması, şer'an itibar edilen imamın şartlarını elde
edemeyen kimse olması caiz değildir.
I
2- Vasiyet
edilenin kabul etmesi ve rıza göstermesi.Eğer vasiyet edilen kabul etmezse,
vasiyet gerçekleşmiş olmaz, bunun üzerine zorlanılmaz da. Çünkü vasiyet iki
taraf arasında yapılan bir akittir. Mutlaka tarafların herbirisinin mutabık
kalmaları ve rıza göstermeleri gerekir.Nevevî diyor ki: "İmametin
akdolunması için, imam olacak kimsenin bey'at edene icabet etmesi şarttır.
Eğer reddederse kabul etmekten çekinirse imameti gerçekleşmez, imamete
zorlanılmaz da.
3- Vasiyet
edilen kimsenin hazırda olması veya hazır hükmünde olması. Kaldığı yer belli
olması gerekir. Vasiyet edilen veliaht kaybolmuş ve meçhul olursa, ona vasiyet
ve (istihlaf) onu halife tayin etme caiz olmaz.[433]
4- Vasiyeti
yapan imamın, imameti, devam ederken vasiyet yapmalıdır. Kendisini imamlıktan
çıkaracak bir halde iken vasiyet ederse vasiyet sahih olmaz.[434]
5- Veliaht
bırakan imamın, ehl-i hal ve'l-akd ile kendi zamanında zorlama ve mecbur etme
olmaksızın müşavere etmek ve onların olurlarım almak ve vasiyet edilen halife
adayına bey'at etmeleri.[435])Vasiyet
etme, bazan bir kişiye olur, bazan iki kişiye, bazen de daha fazla kimselere
olur. Bu ise iki kısımdır.
Birinci kısım:
Hz. Ömer b. Hattab'm
(r.a.) yaptığı gibi imameti, şûraya bırakır. Bu durumda ehl-i hal ve'1-akdın,
kendilerine vasiyet edilenlerden birisini seçmeleri, sonra da ona müslümanlann
imamı olarak bey'at etmeleri vâcibdir.[436]
İkinci Kısım:
İmamın, imameti,
sıraya koyacağı birden fazlasına vasiyet etmesidir. Mesela şöyle der: Eğer ben
Ölürsem, filan kimse imamdır, o ölürse imam filandır, o da ölürse imam filan
kimsedir ve böylece sıra-sıyladır. O zaman imamette, söylenen tertibe riayet
edilmesi vâcib olur. Âlimler, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Mute Harbi hakkında
yaptığı, tertib üzere emirliği üç kişiye bırakmasını delil
gösteriyorlar.Babaların veya Oğulların Veliahd Tayini
Ulemâ bunun caizliği
hakkında üç görüşe ayrılmışlardır: Birinci Görüş:Veliahd bırakanın usûl (baba,
dede yukarı doğru) ve furû (oğul, torun, aşağı doğru)'na veliahd bırakmasının caiz
olmaması. Çünkü veliahd tayini şâhidlik ve hâkimlik gibidir. Zira adamın usul
ve furu-una şahidliği, hakkında töhmet olur diye kabul edilmez. İnsan, normal
olarak nefsini sever, kendisini çok zaman başkasına tercih eder, usul ve
furuunu sever. Çünkü kendisi onlardan, onlar da kendisin-, den bir parçadırlar.
Akrabalık kişiyi, doğru tarafa sevketmiyor. Hilafet işinde, baba veya oğul
yeterli olmadığı halde, işin ehli de olmamasına rağmen yakınlık kişiyi temize
çıkarmaya sevkedebiliyor. Halbuki müslüman, şüphelerden ve töhmet altında
kalmaktan uzaklaşmakla emrolunmuştur. Her kim şüphelerden sakınırsa dinini ve
şe*-refini korumuş olur.ikinci Görüş:Usul ve furuun veliahd olmasının
câizliğidir: "Çünkü kendisi ümmetin emiridir. Ümmetin lehinde ve aleyhinde
emirin emri geçerlidir. Makamın hükmü, neseb hükmüne gâlibdir, ona töhmet
altında bırakacak hiç bir yola müsaade edilmemiş tir. [437]İbni
Haldun diyor ki:"Babasını veya oğlunu bile veliahd yapsa, bu hususta imam
ve halife itham olunamaz. Çünkü hayatta iken müslümanların maslahatlarına olan
şeyleri gözeteceği hususunda emir olarak kabul edilen bir kimsenin, ölümünden
sonra bu hususta bir vebal yüklenmiyeceği gayet aşikârdır. Fakat bu esasa
muhalefet ederek baba ve oğul konusunda halifeyi itham edenler olduğu gibi,
töhmeti babaya değil oğul konusuna tahsis edenler de vardır. Zira halife bütün
bu hususlarda su-i zandan uzak bir durumdadır. Bilhassa tercih edilen bir maslahat
veya meydana gelmesi muhtemel olan bir mefsedet gibi bir sebep, imamı böyle
hareket etmeye sevkederse, bu konudaki kötü zan tamamen ortadan kalkar. Nitekim
Muâviye'nin oğlu Yezid'i veliahd yapmasında bu durum bahis konusu değildir.
Fakat başkasını değil de oğlu Yezid'in veliahdhğını tercih etmeye Muaviye'yi
sevkeden sebep sadece insan toplulukları hakkında maslahatı gözetmekti."[438]Üçüncü
Görüş:"Çocuğu değil de babayı veliahd yapmak caizdir. Çünkü insan
tabey'atı babadan çok çocuğa daha meyillidir. İşte bundan dolayı kişi babası
için değil, ekseriya oğlu için mal kazanır."[439]Bu
görüşlerden, bana göre tercih edilebilecek görüş, birinci görüştür. Bunun iki
sebebi vardır:
1- Hulefâ-i
Râşidin (r.a.)'e uyarak ki; onlar, şüpheye düşmekten bütün bütün uzaktırlar.
Hz. Ebû Bekir (r.a.) oğlunu veliahd bırakmadı. Hz. Ömer (r.a.) oğlu
Abdurrahman'ı, sahabenin üst seviyedekileri arasında olduğu halde veliahd
yapmadı. Hatta sahabenin bazısı bu durumu Hz. Ömer (r.a.)'e teklif bile
ettiler. İbni Sa'd bunu "Et-Taba-kat" da anlatıyor. Diyor ki, Veki'
b. el-Cerrah el-A'meş'den, o da İbrahim'den, İbrahim de şöyle diyor: Hz. Ömer
(r.a.): Kimi halife bırakayım? Ebû Ubeyd'e b. el-Cerrah olsaydı, dedi. Bir
adam ona: Ey mü'minlerin emiri! Abdullah b. Ömer'le ilgili sen nerede (sen ne
düşünmekte) sin? dedi. O da: Allah canını alsın. Vallahi onu ben Al-' lah'tan
istemedim[440]) Görmüştük ki, onu şûra
ehlinden yapmıştı.Fakat Hz. Ömer (r.a.) şüpheden sakınmasından ve dikkatinden
dola-yi veliahd bırakmayacağını ifade etmiştir.Hz. Ömer (r.a.), hilâfeti
Aşere-i Mübeşerre (cennetle müjdelenen on kişi)'den Said b. Zeyd hâriç diğer altı
kişiye has kıldı. Said b. Zeyd'i - Hz. Ömer'in amcasının oğlu- akrabalık
sebebiyle bu işten çekti, (akrabasını halife yapmak istiyor derler) şüphesinden
uzak olmak için, bu işden dolayı töhmet altına düşmekten dolaya ismini
bileanmadı.[441]Hz. Osman (r.a.) da,
tarihçilerin çoğunun, akrabalarını seviyor, onları kayırıyor ithamlarına
rağmen, akrabalarından hiçbirine halifelik bırakmadı.Hz. Ali (r.a.) de aynı
şekilde Hz. Hasanı veliahd tayin etmedi. Halbuki bu kendisinden istenmişti. Hz.
Ali (r.a.) vefat ederken insanlar: Oğlun Hasan'a bey'at edelim mi? diye
sordular. O, ise: "Size ne emrederim, ne de sizi yasaklarım, sizler daha
iyi gören kimselersiniz." dedi. Kendisinden hilâfet vasiyeti istenince,
bir adam ona şöyle sormuştu: "Ey mü'minlerin Emiri! Veliahd bırakmayacak
mısın?" O da şöyle cevap vermişti: "Hayır! Fakat, Rasûlullah
(s.a.v.)'ın sizi serbest bıraktığı gibi, ben de sizi serbest bırakıyorum.[442] Bu,
Hz. Ali (r.a.)'nin töhmetten kurtulma ifadesidir.En uygun olan, dünya ve
ahirette kurtuluşa erebilmek için, o kahramanlara uymak ve onların çizgisini
takib etmektir.
2- İmam ne
kadar takva, ve salihlik mertebesine ulaşsa, yine de hayır tarafına da, şer
tarafına da özlem duyar. Hata da eder, isabet de eder, günah da işler, istiğfar
de eder. Zira masum değildir.Babalar ve çocuklar birbirlerini sevmede insanın
yarıtılışmda bulunan sebeplerle tesir altında kalmaktadır. İmama en layık olan
şüphelilerden ve itham edilmekten uzaklaşmaktır, din ve şerefini korumaktır.
Zira hilâfet, korunması ve en mükemmel bir şekilde edası gereken bir emanettir.
Allah (cc) evlad yakınlığından sakındırmıştır: "Bilin ki mallarınız da
çocuklarınız da ancak birer (fitne) imtihandır..." (Enfal, 28) Yani
evlatlık şefkati sebebiyle, helake sebep olur korkusundan dolayı evlâdı idareci
kılmayın, manasını da çıkarmak mümkündür. Evlâdı veliahd yapmayı caiz görenlere
gelince, onlara göre hedef, basit dünyevi bir maksat olmayıp müslümanlarm
maslahatım gözetmektedirler. Bazı yazarlar, müslümanlarm maslahatını hedef
edinmeyi genel olarak veliahd edinmenin sıhhat şartından birisi olarak
sayıyorlar.Mesela Dr. Salah Debus: "Veliahd tayin edenin, veliahd tayininden
maksadın Müslümanların maslahatı olduğunu bildirmesidir. Hz. Ebû Bekir
(r.a.)'in Hz. Ömer (r.a.)'i emir tayininde ortaya çıkan rnaksad da bu idi[443]diyor.Aynı
şekilde Muaviye de oğlu Yezid'i, müslümanlarm maslahatını korumak için veliahd
yapmıştı. Yoksa ondan daha lâyık, daha üstün ve daha uygunu vardı. Fakat
onları, veliahdsız bırakırsa tekrar fitne meydana çıkar diye korkmuştu. İbni Haldun
bu doğrultuda şöyle söylüyor:"Başkasını değil de oğlu Yezid'in
veliahdlığım tercih etmeye Muaviye'yi sevkeden sebep sadece, o zaman
meseleleri halletme ve karara bağlama yetkisine sahip olan Emeviîer'in Yezid
üzerinde ittifak etmeleri suretiyle halkın biraraya gelmelerini ve arzularını
birleştirmelerini temin etmekten ibaretti. Enıeviler, o zaman ondan başkasının
halife olmasına razı olmazlardı. Bu sebeple Muaviye, bu makama daha layık
oldukları zannedilenleri bir yana bırakarak Yezid'i tercih etti. Sâri nazarında
en önemli husus olan "ittifakı temin etme ve değişik arzuları bir noktada
toplama" konusunu hırsla istediğinden, daha lâyık olandan vazgeçerek layık
olanı veliahdlığa tayin etti. Muaviye hakkında bundan başka bir şey
düşünülemez. Hem Muaviye, Yezid'in fâsık olduğunu bile bile veliahd tayin etmiş
değildir. Hâşâ Muaviye bunu yapsın.[444]Bu,
daha faziletli var iken, az faziletli olana bey'at etmektir. Ve-liahdlık
akrabaya bırakılmaz, ancak buna müslümanlarm maslahatı tercih edildiği ve bu
maslahatın gerçekleşmesi yakinen anlaşılırsa, o zaman akrabaya da hilafet
bırakılabilir.Buna binâen onlar, imametin miras bırakılamayacağı üzerinde de
müttefiktiler. Hem imametin belli bir aileye veya Özel bir gruba ait
olabileceğine İslâm'dan hiçbir delil yoktur.İbni Haldun yine şöyle diyor:
"Veliahdhktan maksadın, mülkü oğullara miras olarak bırakmak, hiçbir
şekilde dini maksatlardan değildir. Zira mülk, Allah'tan gelen bir husustur. O,
kullarından dilediğine bunu tahsis eder. Dinî makamların abes olacak şekilde
işgal edilmesinden çekinilerek, bu hususta mümkün olduğu nisbette iyi niyetle
hareket edilmesi lazımdır. Mülk Allah'ındır, onu dilediğine verir.[445]Abdulkâdir
el-Bağdadî şöyle diyor:"Hz. Ebû Bekir (r.a.)'in imametine hükmeden herkes
imametin miras olamayacağına hükmeder.[446]
Şu bilinen bir
gerçektir ki, bütün Ehl-i Sünnet, Hz. Ebû Bekr'i imametini kabul eder.İbni Hazm
diyor ki: "Ehl-i Sünnet arasında, imamette verasetin caiz olamayacağında
ihtilaf yoktur.[447]İslâmi
miras düzeni, babadan oğula geçen mallar arasında hilafeti zikretmemiştir.
Ayette ise şöyle ifade edilmektedir:"Hatırlayın o zamanki Rabbi, İbrahim'i
bir takım kelimelerle (emirleriyle) imtihan edip de o, bunları tamamen yerine
getirince: "Seni insanlara imam yapacağım" buyurmuş, (İbrahim): "Zürriye^
timden de" demiş, Allah ise: "Zalimler ahdime (imametime)
eremez" demişti." (Bakara, 124)
İmametin akdolunmasma
ait şer'i yolları seçim ve halife tayini idi. Bunlardan herbirisinde önce ehl-i
hal ve'l-akd tarafından sonra biraraya gelmeleri kolay olanların ve
müslümanlarm geneli tarafından mutlaka bey'atleri gerekir. Şimdi ise, bey'atın
mahiyetini, çeşitlerini, şartlarım ve kısımlarını, bey'atla ilgili şeyleri
tarif etmeyi istiyoruz.
"Bey'at",
alışverişte kabul işareti olarak, eliyle satanın eli tutma ve bununla da
alışverişin kabul edilmesine denir. Bir de karşılıklı alışverişe ve itaata
bey'at denir. İbni Manzur:Bey'at: Andlaşmak ve itaat etmektir. Bir iş üzere
andlaşma yapılar. Şu sözde olduğu gibi: İş üzere el sıkıştılar. Onunla iş
konusun-ia anlaşma yaptılar denilir. Nitekim hadisde Hz. Peygamber (s.a.v.):
'Bana İslâm üzere bey'at etmeyecek misiniz?" buyurmuştu. Bey'at,
sarşılıklı akidleşme ve ahidleşme yapmaktan ibarettir.O halde bey'at,
ma'siyetin dışında, sevinçte ve tasada, zorlukta /e kolaylıkta, emir konusunda
münakaşa etmemede, işleri ona ıavâle etmede, emir dinleme ve itaat üzere ahid
vermektir.İbni Haldun diyor ki:"Bey'atm, itaata dair söz-ahid vermekten
ibaret olduğunu bilin, ey'at eden kimse sanki, benim işime ve müslümanlarla
alakalı hususlara bakmayı sana havale ettim, bu gibi şeylerde katiyyen seninle
pekişmeyeceğim, hoşlansam da hoşlanmasam da emirlerine itaat edeceğim diye
emiri ile muahede yapmıştır. Bir emire bey'at edip munla muahede akdi
yaptıkları vakit, ahdi kuvvetlendirmek için ellerini onun eline koyarlardı. Bu
durum, satıcı ile alıcı arasındaki muameleye benzediğinden "bae"
(sattı), masdarında bey'at (satmak) adı rerilmiştir. Bu şekilde bey'at, elle
musafaha halini almıştır. Bey'atm günlük lisanda ve şeriattaki malum manası
budur. Hz. Rasûlullah ;s.a.v.)'a Akabe gecesi ve Rıdvan ağacı altında bey'at
edilmesiyle ilgili hadislerde geçen bey'atm manası da budur."
Şeriatta bey'at,
bey'at edilen işe göre kısımlara ayrılır. Ashabın, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e
üzerinde bey'at ettiği işlerin en mühimi dörttür:
Bu bey'at çeşitlerinin
en gerekli ve en kuvvetli olanıdır. Sadece bu bey'atın bozulması küfürdür.
Diğer bey'atların bozulması, günah-ı kebairdendir, büyük günahtır. İnsanların
çoğu Hz. Peygamber 's.a.v.)'e, İslâm'a giriş bey1 atı ile bey'at ediyordu. Bu
şöyle oluyordu. İslâm'a girmek isteyen adam geliyor, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e
selam yeriyor, elini elinin üzerine koyuyor, kelime-i şehadeti getiriyor, İslâm'ı
kabullendiğine ve İslâm'a göre hareket edeceğine dair söz veriyordu. İşte
böylece Hz. Peygamber (s.a.v.)'e bey'at ederek müslü-man oluyorlardı. Bunların
hepsi de Hz. Rasûlullah (s.a.v.)'dan sahih delillerle sabit olmuştur.
1- Allah
Teâlâ'nm şu sözü:"Ey Peygamber! İnanan kadınlar, Allah'a hiçbir şeyi ortak
koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, elleri
ile ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemek, iyi işi işlemekte sana
karşı gelmemek hususunda sana bey'at etmeye geldikleri zaman, bey'atlarını
kabul et ve onlar için Allah'tan mağfiret dile: Şüphesiz Allah, çok bağışlayan,
çok esirgeyendir." (Mümtehine: 12)
2~ Cerir b.
Abdillah (r.a.) hadisi: diyor ki: "Ben Rasûlullah (s.a.v.)'a Allah'dan
başka, bir ilah olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın Rasûlü olduğuna şehadet
üzere, namaz kılmak, zekat vermek, dinleyip itaat etmek ve her Müslüman'a nasihat
etmek üzere bey'at ettim. Bu hadis, hem bu çeşide hem de bunun dışındaki bey'at
çeşitlerine şâmildir.
3- Dımad
(r.a.)'ın hadisi: "Hz. Peygamber (s.a.v.)'e: "... ver elini sana
İslâmiyet üzerine bey'at edeyim" demiş ve O'na bey'at etmiştir. Rasûlullah
(s.a.v.): "Kavmin için de mi?" buyurmuşlar. Dımad: "(Evet)
kavmim namına da..." demiştir.[448]
4- Câbir b.
Abdillah (r.a.)'m rivayet ettiği hadis: Câbir diyor ki: Bir bedevi, Peygamber'e
geldi de: Ya Rasûlallah! Benim İslâm üzere bey1 atımı kabul et, dedi ve
Peygamber'e İslâm üzere bey'at etti. Sonra ertesi gün bu bedevi sıtma
hastalığına tutulmuş olarak geldi ve: (Ya Rasûlallah) Benim bey1 atimi çöz!
dedi. Rasûlullah (s.a.v.) onun bu teklifini kabul etmedi. Adam geri dönüp
gittiği zaman; Hz. Peygamber (s.a.v.):"Medine şehri demirci körüğü
gibidir; değersiz olan kiri pası dışarı atar, temiz olanı da alıkor."
buyurdu[449]
Bu, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in, Ensar
elçilerinden aldığı bey'atta görülmüştür. Bu bey'at İkinci Akabe [450]bey1
atıdır. Sayıları yetmiş üç erkek ve iki kadın idi: "Hz. Peygamber (s.a.v.)
onlarla Akabe'deteşrik günleri ortasında gizli olarak vaadleşti. Onlar hazır
olunca Hz. Peygamber (s.a.v.) konuştu. Kur'an okudu, Allah'a davet etti ve
İslâm'a girmelerini istedi. Sonra şöyle buyurdu:"Sizden, hanımlarınızı ve
çocuklarınızı koruduğunuz gibi beni koruyacağınıza dair bey'at istiyorum."[451]El-Berâ
b. Marûr elinden tuttu sonra şöyle dedi:Evet! seni hak ile peygamber gönderene
yemin olsun ki eşlerimizi
koruduğumuz gibi seni
mutlaka koruyacağız. Nihayet
Rasûlullah (s.a.v.)'a
bey'at ettik.[452]
Kur'an-ı Kerim'de ve
Sünnet-i Şerif de çeşitli yerlerde bu konu geçmektedir. Bunlardan bazıları:
1- "Allah
mü'mirilerden mallarını ve canlarını onlara (verilecek) cennet karşılığında
satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, Öldürürler, öldürülürler.
(Bu) Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah'tan
daha çok sözünü yerine getiren kim vardır? O halde O'nunla yapmış olduğunuz
(bey'at) bu ahş-verişden dolayı sevinin. İşte bu (gerçekten) büyük
kurtuluştur." (Tevbe, 111)Allah (c.c.) mü'minlerden mallarını ve
canlarını, inen kitaplarda vadettiğini yerine getireceğine dair gerçek bir va'd
olarak cennet karşılığında satın aldı. Onlar ise Allah'a verdikleri sözü
yerine getirdiler de Allah yolunda savaştılar, öldürdüler veya
öldürüldüler.İbni Cerir, Şâmir b. Atıyye'den naklederek şöyle
diyor:"Hiçbir Müslüman yoktur ki, Allah için boynunda bir bey'at olsun
da, o bey'atım ifâ etmesin veya o bey'at üzere ölmesin. Bu durum yukarıdaki
ayette beiirtilmiştir[453]eyh
Hafız Hakemi (r.a.) şöyle diyor:"Eğer bu konuda Rabbimin bu sözünden başka
bir söz olmasaydı, -üstteki ayeti zikretti- faziletinin büyüklüğü
kavrânamayacak ve akla gelmeyen bu kârlı alışverişe kalbleri yönlendirmede,
nefisleri heyecanlandırmada ve teşvikde bu ayet kâfi gelirdi. Yardımı istene
ancak Allah'dır[454]Bu
bey'at, her müslümamn boynundadır. Bu bey'at devamlı olarak Allah yolunda
cihaddır. Çünkü cihad, kıyamete kadar geçerlidir, devam edecektir. Bu yerlerde,
alış-veriş manasına gelmesi de muhtemel, ahdetme-söz verme manası da
muhtemeldir. 2- Hudeybiye'de yapılan bey'atla ilgili ayet: "Gerçek, sana
bey'at edenler ancak Allah'a bey'at etmiş olurla Allah'ın eli onların elleri
üstündedir. Şu halde kim (bu bağı) çözerse kendi aleyhine çözmüş olur. Kim de
Allah ile sözleştiği şeye vefa (onun hükmünü ifal ederse O da ona büyük bir
ecir verecektir."ÇEe-tih, 10)Bu bey'at Hudeybiye'de oldu. Sebebi hakkında
şu zikredilmiştir: Rasûlİulah (s.a.v.), Hz. Osman (r.a.)'ı, müşriklerle
karşılıklı görüşebilmek ve Hz. Peygamber (s.a.v.)'in gaza için değil, umre
için geldiğini haber vermek için Mekke'ye göndermişti. Kureyşliler onu Mekke'de
hapsettiler. Hz. Peygamber'in (s.a.v.) yanında Hz. Osman'ın öldürüldüğü haberi
yayılmıştı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.): "Kureyş) kavmiyle
çarpışmadıkça buradan ayrılmayacağız" dedi ve bey'ata davet etti. Rıdvan
Bey'atı ağacın altında oldu.[455] Bu
bey'at hakkında kıyamete kadar okunacak olan ayet nazil oldu:"Hakikaten
Allah, (Hudeybiye'de) ağacın altında sana bey'at et-mekde oldukları vakit, o mü'minlerden
razı oldu. Böylece kalblerinde olan sadakati bildi de, üzerlerine mânevi huzuru
indirdi. Kendilerine de yakın bir zafer (Hayber'in fethini) verdi."
(Fetih, 18)
Bu ayette Allah,
onların orada yaptıklarını Övüyor, ve rızasını ihsan ediyor. Zaten onların
arzuladıkları hedef, Allah'ın hoşnutluğunu kazanmaktı.
3- Buhâri,
Yezid b. Ebû Ubeyd'den rivayet ediyor. Seleme b. el-Ekva'ya, şöyle
demiştir:Sizler Hudeybiye günü hangi şey üzerine Rasûlullah (s.a.v.)'a bey'at
ettiniz? dedim. Seleme (r.a.): Ölmek
üzere, dedi[456]Buhâri'nin diğer bir
rivayetinde: - Sabır üzere. Müslim'in Ca-bir'den yaptığı rivayette de: - Biz
Rasûlullah (s.a.v.)'a Ölmek üzere bey'at etmedik. Biz O'na ancak
kaçmayacağımıza dair bey'at ettik, demiştir.[457]
4- Buharı,
harbde bey'at babında rivayet etmiştir... Bu konu ile ilgili pek çok hadis
vardır. Hendek gününde Muhacir ve Erisar zahmetten dolayı bey'atı tekrar
etmişlerdi:Bizler bey'at edenleriz Muhammed'eCihad üzre hayatta kaldıkça ebedâ[458]
Hicret, önce her
müslüman olana farz-ı ayın idi. Fetihden sonra sona erdi. Mücâşi b. Mesud
(r.a.)'m hadisi buna delillerden birisidir. Şöyle demiştir: Kardeşimle birlikte
fetihden sonra geldim ve:Ya Rasûlallah! Sana kardeşimi getirdim ki onun, hicret
üzere bey'atım alasın dedim. O da:Hicret, ehl-i hicretteki şeyleri aldı götürdü
(yani hicretin hükmü fetihden sonra kalktı) buyurdu. Ben:Hangi şey üzerine
bey'atı kabul ediyorsun? dedim. O ise:
İslâm, cihad ve hayır
üzerine bey'at alıyorum',[459]
buyurdu.Hicretten maksad Mekke'den Medine'ye idi. Küfür beldesinden İslâm
beldesine olan hicrete gelince, bunun hükmü kıyamete kadar devam edicidir,
farzdır.
Müslümanlar için
halife tayininde imamlara verilen bey'attır. Buna dair deliller çoktur.
Onlardan birkaçı:
1- Ubade b.
es-Sâmit (r.a.) hadisi, şöyle diyor:
"Allah'ın Rasûlü
(s.a.v.)'ne, darlıkta, varlıkta, neşeli ve kederli zamanlarımızda, amirlerimiz
kendi arzularını, nefislerimiz üzerine tercih etseler dahi onları dinleyip
itaat etmeye, emirlik hususunda ehil olanla çekişmemek üzere bey'at ettik,
ancak emirin açık bir küfrünü görseniz, onun küfrü hakkında yanınızda Allah'ın
(kitabın)dan
(veya Rasûlü'nden) bir deliliniz olması hali
müstesnadır." Diğer bir rivayette ise:"Nerede olsak hakkı
aöyliyeceğimize, Allah hakkında hiçbir kı-nayıcmın kınamasından
korkmayacağımıza dair bey'at ettik[460]
2- Abdulah
b. Ömer (r.a.) hadisi:"Biz Rasûlullah (s.a.v.)'a dinlemek ve itaat etmek
üzere bey'at ettik. Rasûlullah (s.a.v.)'da bize "Gücünüzün yettiği
hususta" buyurmuştu/[461]Cerir
b. Abdillah'ın hadisi az önce geçmişti. O hadiste dinlemek ve itaat etmek şartı
ile bey'at etme söz konusu idi. Allah'ın Rasûlu (s.a.v.) "Gücünüzün
yettiği hususta, her Müslüman'a nasihat etme konusunu da telkin etmişti."
Ulemâ, burada, bey'at
akdinin sahih olması için sağlanması vâcib olan şartların bazısını
zikretmiştir:
Bu şartların bulunduğu
kimseye bey'at etmek Müslüman'a vacibdir. Şartlar şunlardır:
1- Kendisine
bey'at alan kimsede imamet şartlarının toplanması -tafsili oiarak gelecektir.-
O şartlardan biri olmayınca bey'at gerçekleşmez. Ancak kuvvetli birisinin
inkılap yoluyla geldiği durumda bir şartın eksiğiyle akde mâni olmaz. Halife
sayılır. Bu durumun izahı gelecek.
2- Bey'at
akdini üzerine alan kimsenin ehl-i hal ve'l-akd olması. Bunun, onların
vazifelerinden olduğunu açıklamıştık.Er-Râmeli: "Ehli hal ve'1-akdın
dışındaki avamın bey'atma itibar edilmez[462]diyor.Ben
diyorum ki: Bu, akdolunma bey'atı hakkındadır. Genel bey'ata gelince, onların
bunda hakları vardır. Bu durumun izahı gelecek. Fakat görev verme, emirle
mükellef tutma bey'atmda bu şart kılınmıştır. Delil de şudur. Zeynep binti
Humeyd, oğlu Abdullah b. Hişam-ı götürdü ki; bu kimse Hz. Peygamber (s.a.v.)'i
görmüştü. Zey-neb b. Humeyd dedi ki: Ya Rasûlallah! Bunun bey1 atını kabul
buyur.Hz. Peygamber (s.a.v.): "O henüz çocuktur, dedi ve başını sıvazladı,
ona dua etti.[463]Bu şartın delili,
Hulefâ-i Raşidin (r. anhüm)'in tatbikatı ile Sahi-hayn'daki Hz. Ömer'in şu
sözüdür: "Müslümanlarla müşavere etmeden kim bir adama bey'at ederse o
adama bey'at edilmez." Bir rivayette de Hz. Ömer: "Her kim
müslümanların istişaresi olmaksızın müslümanlardan bir adama bey'at ederse ona
uyulmaz. O bey'at eden de bey'at edilen de kendilerini öldürülme tehlikesine
atmış olurlar.[464]Hz.
Ömer (r.a.) Ölüm döşeğinde iken şöyle demiştir: "Bana mühlet veriniz.
Bana birşey olursa, Benî Ceda'nm kölesi Suhayb insanlara namaz kıldırsın.
Sonra üçüncü gün insanların şeref sahibi olanlarını, ordu komutanlarını
toplayın. Sizden birisini emir tayin ediniz. -hitabın altı kişiye yapıldığı
anlatılmakta- Kim meşveretsiz emir olmaya kalkar ise boynunu vurunuz.[465]
3- Bey'at
edilen bey'atı kabul etmez, kaçınıp diretirse imameti akdolmamış olur, imam
olmaya zorlanmaz. Nevevî er-Ravda isimli kitabında: "Ancak imamete uygun
olan kişi, bir kişiden başka yoksa o zaman imam olmaya ihtilafsız zorlanır.[466]
4- Bey'atm,
birden fazlaya yapılmaması. Buna, Müslim'in Ebû Said el-Hudri senediyle rivayet
ettiği hadis delildir: Şöyle buyurmuştur: "Eğer iki halifeye bey'at
edilirse onlardan sonuncusunu Öldürü-nüz.[467] ve
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in şu sözü de delildir: "Birinciye ve ondan sonra
gelene (sıra ile) yaptığınız bey'atı tutun![468]İşte
bundan dolayıdır ki, Ebû Said b. el-Müseyyeb (r.a.) Abdul-melik b. Mervan'ın
iki oğlu Velid ile Süleyman'a bey'ata çağrılınca şöyle söylemiştir: "Ben,
gece ve gündüz birbirini takip ettiği müddetçe (ebediyyen) iki kişiye bey'at
etmem." Râvi diyor ki: Kendisine: Şu kapıdan gir, diğer kapıdan çık, denildi.
O da: Vallahi, insanlardan hiçbir kimse bana uyamaz. (Yani ben kimseye kötü
örnek olamam) dedi. Kendisi dövüldü ve kaim çullar giydirildi."[469]
5- Bey'atm,
Allah'ın kitabına ve Rasûlünün sünnetine kavlen ve fiilen uygun olması. Bu
şart, Hulefâ-i Raşidin (r.a.)'in hutbelerinde aşikârdır. Şöyle ki, Hz. Ebû
Bekir (r.a.): "Allah'a ve Rasûlüne itaat ettiğim müddetçe bana itaat
ediniz...[470] demişti. Hz. Ömer onu
şöyle diyerek takib ediyor: "Kâbenin Rabbine yemin olsun ki, arabı, iki
yola (Allah'ın Kitabı Rasûlünün sünneti) sevkedeceğim." Abdurrah-man b.
Avf (r.a.), Hz. Osman (r.a.)'a: 'Sana, Allah'ın sünneti, Rasûlü'nün sünneti ve
Raaûlü'nden sonra geçen iki halifesinin sünneti üzere bey'at ediyorum."
dedi. Hz. Osman, ona muvafakat etti, bunun üzerine, O da kendisine bey'at
etti.Abdullah b. Ömer (r.a.)'in Abdullah b. Mervan'a, insanların onun üzerinde
fikirleri birleşince şöylece yazması gibi:"Mü'minlerin Emin Abdullah b.
Mervan'a dinleyip itaat etmeyi, gücümün yettiği kadar Allah'ın sünneti ile
Rasûlünün sünneti üzere ikrar ediyorum. Oğullarım da bu suretle (bey'at) ve
ikrar etmişlerdir.[471]Dr.
Zâfir el-Kâsımi ise şöyle diyor: "Bu şart, Kur'an-ı Kerim'in açık
âyetlerine dayanmaktadır. Şöyle ki, bu ayet tek bir sûrede üç defa
tekrarlanmakta ve âyetin sadece son kısmı değişmektedir. Her kim Allah'ın
indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin tâ kendileridir.[472]
(Maide, 44)Bey'at edilen, bu şarta muhalefet eder de kitap ve sünnettekiyle
amel etmez veya kitap ve sünnete ters olarak amel ederse Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in şu sözüyle bey1 atı bozulur: "Müslümanlar kendi şartlan
üzerindedir.[473]Müslümanlar anlaşma
yaparlar, o anlaşmaya göre hareket ederler. Fakat aralarında bir haramı helâl
kılma, helâli haram kılma gibi bir anlayış veya anlaşma üzerinde yapılan
anlaşmalar bâtıldır demektir, (mut.)
6- Bey'atta,
bey'at edenin tam hürriyete sahip olması. Sahabe (r. anhüm) 'nin Hulefâ-i
Raşidinin bey'atmda yaptıklan gibi. Rivayetler, kendilerinin hiç kimseyi asla
bey'ata zorlanmadıklannı zikretmektedir. Ancak ve ancak ya kendi tercihleriyle
bey'at etmiş veya terket-mişlerdi. Onlar itirazlarını ortaya koyuyorlar, ancak
delille, hüccetle ikna olduktan sonra vazgeçiyorlardı. Bu şarta göre zorlanan
kimsenin bey'atı geçerli değildir.İbni Kesir diyor ki: "İbni Cerir, İmam
Malik'in, 145. senesinde çıkan Muhammed b. Abdillah b. Hasen'e insanların
bey'at etmesine fetva verdiğini rivayet ediyor. İmam Malik'e: boyunlarımızda
Man-sur'un bey'atı var denildiğinde: Siz zorlama ile karşı karşıyasınız,
zorlamaya uğrayan kimsenin bey'atı olmaz demiş, insanlar da o zaman O'na
bey'at etmişler. İmam Malik ise evinden ayrılamıyordu." [474]imam
Malik (r.a.)'m sıkıntı ve dövülme sebebi idi.[475]
Bu şarta işaret eden
delillerden birisi de, bey'atm ikrâh-zorlama ve icbar yoluyla değil; ihtiyari
ve rızâ ile gereken bir akid olmasıdır.
7- Bey'ata
şahit tutma: Ulemâ arasında bey'atlaşmada şahit tutmayı şart koşanlar var. Bu,
imametin gizlice kendisine bey'at edildiğini iddia edenin, iddia etmemesi
içindir. Zira böyle bir iddia ayrılık ve fitneye götürür. İmamet akdine şâhid
tutmanın gerekliliğine hükmedenler şöyle diyorlar: İmamet akdinde dört şâhid,
bir akdeden, bir akdedilen gerektiğini şart koşan Cübbâi'ye zıt olarak iki
şahid kâfi gelir. Cübbâi ise bu iddiasını, Hz. Ömer'in emir konusunu altı
kişilik şûraya havale etmesine dayandırmaktadır. Emir işi, o altı kişiden biri
olan akdeden Abdurrahman b. Avf a bırakılmıştı, akdedilen de onlardan Hz.
Osman b. Affan idi, şahid olarak da diğer dört kişi kalmıştı.eş-Şenkıtî (r.a.)
şöyle diyor: "Bu delillendirmenin zayıf olduğu âşikârdır.[476]
el-Kurtûbi ve İbni Kesir'in ikaz ettiği gibi her konuda olduğu gibi bu konuda
da işin hakikatini bilmek Allah'a aittir.[477]Ulemânın
çoğunluğu ise, şahit tutmanın vâcib olmadığına hükmetmektedirler. Çünkü şâhid
tutmanın' vâcib oluşunun nakli delile ihtiyacı vardır. Buna dair bir delil ise
yoktur.Derim ki, şâhid tutmanın icab ettiğine hükmedenler, akdeden kimsenin bir
kişi olması cevazına hükmedenlerdir. Burada ise şâhid tutma icab etmektedir.
Önceden açıkladığımız bu meselede tercih edilen, âkd işini yapan ehl-i hal
ve'l-akd olan kimselerdir. Onlar iseyanında başka şâhidlere ihtiyacı olmayan
bir cemaattır. Yine daha Önceden ehl-i hal ve'l-akd ile ilgili bellibaşlı
görüşleri münakaşa etmiştik/[478]Özet
olarak: Bey'atta şahid tutmak vâcib değildir. Allah en iyi bilendir.
İslâm, sistem ve
yükümlülük dinidir. Bu dinin zaruri ve aşikâr gerçeklerinden birisi de, gerek
müslümanların birbirleri arasında ve gerekse kâfirlerle olan ilişkilerde
ahidlere vefa göstermektir. Kur'an-ı Kerim'de, gerek ferdler arasında gerek
cemaatlar arasında ve ge^ rekse müslümanlarla kâfirler arasındaki ahidlere vefa
göstermekle ilgili âyetler vardır.Âyetlerden bir kaçı:
1-
Verdiğiniz sözü de yerine getiriniz. Çünkü verilen söz, sorumluluğu gerektirir."
(İsra, 34)
2- "Ey
İman edenler! Ahidlerifn gereğini) yerine getiriniz..." (Ma-idel)
3- Andlaşma
yaptığınız zaman, Allah'ın ahdini yerine getirin ve Allah'ı üzerinize şâhid
tutarak, yeminleri pekiştirdikten sonra bozmayın. Şüphesiz Allah, yapacağınız
şeyleri çok iyi bilir." (Nahl, 91)Bu, her akid ve ahid hakkında geneldir.
Bey'at ise bütün çeşitleriyle bu akidlere ve ahidlere dahildir. Bu ayetler de
vefanın vâcibliğine delildir.Bey'atm kendisi, -çeşitlerini sayarken gördük ki-,
konularına göre farklılık arzeder. Bey'atla yükümlü olmayan kimseye, ya lafzen
veya bey'at çeşitlerinden istenilen birine işaret eden kayıtlamada belirli bir
hükmü vermek sahih olmaz. Zira her bir çeşidin özel bir hükmü vardır. Onlardan
bir kısmı vardır ki küfürdür, bir kısmı ma'siyet-tir, büyük günahlardandır.
Demek ki mesele izaha muhtaçdır:
1- İslâm
üzere bey'atını bozduğu zaman kişi İslâm'dan çıkar, kâfir olur. Önce geçen
hadisteki bedevinin yaptığı gibi. Bununla birlikte bu bedevinin Medine'de
yaşaması sıkıntı olup, sıtma isabet edince İslâm üzere yaptığı bey'attan değil
de hicret üzere yaptığıbey'atı bozmayı istemiş olması muhtemeldir. O zaman bu
suretle İslâm'dan çıkmaz, mürted olmaz. Büyük günahlardan bir günah işlemiş
olur.[479]Allah, hicret etmeyen
kimsenin velayetini kabul etmemekle birlikte imânını kabul etmiştir.Şu ayette
olduğu gibi: "... İmân edip de hicret etmeyenler ise, onlar hicret
edinceye kadar sizin onlara hiçbir şey ile velayetiniz yoktur. (Bununla
beraber) eğer onlar din hususunda sizden yardım isterlerse yardım etmek
üstünüze borçtur. Şu kadar ki sizinle aralarında anlaşma bulunan bir kavm
aleyhinde değil. Allah yapacaklarınızı hakkıyla görücüdür." (Enfal,
72)İslâm üzere bey'at etmek Hz. Peygamber (s.a.v.)'e has idi. Ne sahabeden ne
de kendilerinden sonrakilerden hiçbir kimsenin İslâm üzere bey'at aldığını
bilmiyoruz. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in vefatından sonra hiç kimse İslâm üzere
bey'at yapmaksızın İslâm'a giriyordu. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in kendisi bile
müslümanlarm bütününden İslâm üzere bey'at almamıştır. Onlardan bir kısmı
vardır ki, Hz. Peygamber (s.a.v.)'i görmeden müslüman olmuştur. Müslüman
olanlardan bir çoğu, elini Hz. Peygamber (s.a.v.)'in eline koyamadı.Hicret
üzere bey'ata gelince; Mekkenin fethinden sonra hicretin kesilmesiyle bu da sona
ermiştir.
2- İmânın
aslına ters bir durum ortaya çıkmaksızın yardım üzere veya cihad üzere veyahut
dinleyip itaat etmek şartıyla yaptığı bey'atı bozan kimseye gelince: Bu durumda
büyük günah işlemiş olur âsi olur, Allah'ın, failini cehennem azabıyla tehdit
ettiği ahdi bozmak olur. Bunun haramlığı, konusuna göre farklılık arzeder.
Bunun ha-ramlık bakımından en şiddetlisi, şer'i bir gerekçe olmaksızın, günah
olmayan bir konuda, şer'i imama, dinlemek ve itaat etmek şartıyla yapılan
bey'atı bozmaktır. Bu, imama yapılan bey'at akdi devam üzere yapılan bir
akiddir. Ancak bey'atı bozacak ölüm, kâfir olma veya delilik gibi birşey bey'at
edilende ortaya çıkınca bey'atı bozmak neh-yedilen bozmaya girmez. Bey'atı
bozmak denince (bu üç durumun) dışında olan için kullanılır.Yardım etme ve
cihâd üzere bey'at ise istisnai durumlarda meydana gelir. Bundan dolayı da, ne
üzere bey'at yapılırsa o söylenir. Böyle bir bey'at yapılınca da bey'ata vefa
göstermek vâcib olur. Bunun bozulması, dinleme ve itaat üzere imama yapılan
bey'atı bozmaktan daha hafiftir. Ordunun müslüman komutanının sebat ve sabır
üzere bey'at alması caizdir. Bazen sebat edip sabrettiği bazen de sebat
etmediği oluyor.
Allah'a isyanın dışında dinleyip itaat etmek üzere imama yapılan
bey'ata vefa göstermenin vâcipliğine ve şer'i gerekçe dışında bey'atı bozmanın
haramlığına dair çok hadis gelmiştir. Bu hadislerden bâzıları şunlardır:
1- İbni Abbas (r.a.)'m hadisi: "Allah'ın
Rasûlü (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Her kim emirinde kerih gördüğü bir iş
meydana geldiğini görürse, sabretsin (Hemen isyan etmesin) Çünkü her kim
(İslâm) cemaatından bir karış ayrılır da ölürse, muhakkak o, cahiliyet ölümü ile
ölür.[480]İtaati terketmek bile
hemen isyanı gerektirmez, sabrı gerektirir. İslam cemaatından ayrılan yavaş
yavaş şeytanın ve adamlarının tesiri altına girmeye, neticede İslâm'dan
çıkmaya doğru yaklaşır. İslâm'dan çıkarsa cahiliyye ölümü üzere ölmüş olur.
Diğer bir mana da, cahiliye yani küfür üzere ölme durumu değil, cahiliyye'nin
dağınıklığına, başsızlığına emanetsizliğine benzetme vardır. Aynı zamanda
böyle bir neticeye gitmekten sakındırma vardır.İbnu Ebi Hamza şöyle
diyor:"Cemaattan ayrılmaktan maksad, emir için yapılan bey'at akdini
bozmaya yönelmektir[481]
2- Abdullah b. Amr b. el-As (r.a.)'ın hadisi: Hz.
Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu:Kim imama (emire) bey'at eder de ona saklayan
elini ve kalbinin semeresini verirse, elinden geldiği takdirde hemen ona itaat
etsin. Başka biri gelir de onunla çekişirse o gelenin boynunu vuruve-rin[482]
3- Ebû Hazım
(r.a.)'dan rivayet edilen hadis: Ebû Hazım demiştir ki: Ebû Hureyre ile beş
sene düşüp kalktım. Onu Hz. Peygamber (s.a.v.)'den şu hadisi rivayet ederken
dinledim. Şöyle buyurmuştur:"Beni İsrail'i Peygamberler idare ederdi. Bir
peygamber vefat etti mi yerine (başka) bir peygamber geçerdi. Şu bir gerçektir
ki beden
sonra peygamber
yoktur. Ama halifeler gelecek hem de çok olacaklar." Ashab: O halde bize
ne emredersin? dediler."Birinciye ve ondan sonra gelene (sıra ile)
yaptığını bey'atı tutun! Onlara haklarını verin! Çünkü Allah, idaresini
kendilerine verdiği kimselerden dolayı onlara soru soracaktır,[483]
buyurmuştur.
4- İbni Ömer
(r.a.)'in hadisi: Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Her kim
boynunda bir bey'at olmadığı halde ölürse cahiliy-ye ölümü gibi (bir ölümle)
ölür." [484]Yani şer'i imamın
varlığında iken bey'at olmadığı halde ölse demektir. Bir kısım insanlar bu hadisin
zahirinden şunu anlıyorlar: Müslümana, asrında bulunan idareciye ister fasık,
ister zâlim hatta kâfir de olsa her ne olursa olsun bey'at etmek vâcib olur.
Böyle anlayıştan Allah'a sığınırız. Bey'at edecek ki "cahiliyye
ölümü" ile ölme tehdidinden kurtula.Hakikat olan bu anlayışın zıddıdır.
Hadisten anlaşılan, burada şer'i bir imamın bulunuşu söz konusudur. Sahihbey'at
şartlarının kendisinde tamamiyle bulunduğu bir imam, kendisinde bey'atı bozan
şeylerin olmadığı bir emir. Eğer emir ya ehl-i hal ve'1-akddan olursa veya
ehl-i hal ve'1-akdm istediği bir kimse ise müslümana, hemen bey'ata koşmak
vâcib olur. İmamı görmeden gecelemesi de caiz olmaz. Yok eğer bey'atm sıhhat
şartları bu hükmeden idarecide sağ-lanmamışsa kendisine bey'at etmek vâcib
değildir. Bilakis imkan nis-betinde şer'i bir imamı ortaya çıkarmaya çalışması
gerekir. Gücü nis-betinde diyoruz, çünkü Allah hiçbir nefsi gücünün dışında bir
emirle mükellef tutmamıştır.Esas maksadın hadisten ilk anlaşılan mana
olmadığına şu aşağıdakiler işaret etmektedir:
1- Bey'at
etmek, bazıları yapınca diğerlerinden düşer, cumhurun dediği gibi farz-ı
kifâyedir. [485]
2- Abdullah
b. Ömer (r.a.)'in kendi sözünü rivayet edenin davranışı, hadisi, sahih bir
şekilde anlamaya başkasından daha evlâdır. Hafiz İbni Hacer diyor ki:
"İbni Ömer. Hz. Ali'ye veya Hz. Muaviye'ye bey'at etmekten çekindi, sonra
Hz. Muaviye, Hz. Hasan b. Ali (r.a.) ile sulh yapınca Hz. Muaviye'ye bey'at
etti, insanlar da onun üzerinde birlik oldular. Oğlu Yezid'e de Muaviye'nin
ölümünden sonra insanlar onun üzerine ittifak etsinler diye İbni Ömer bey'at
etti. Sonra ihtilaf halinde herhangi birine bey'at etmekten çekindi. Ta ki İbni
Zübeyr öldürülüp memleketin bütünü Abdulmelik b. Mervan'm elinde toplanınca, o
zaman ona bey'at etti.[486]İbni
Ömer, eğer hadisi zahiri üzere anlasaydı bir gece bile gece-lemezdi. Ancak
boynundaki bey'atı ikisinden birisi için ifâ eder, içtihadının, doğruya en
yakın diye yönlendirdiği kimseye bey'atım verirdi. Yine O'ndan şu söz rivayet
edilmektedir:İnsanları bir emir üzerinde toplamadan önce iki emire bey'at
etmeyi uygun bulmuyorum.[487]İbni
Ömer'in buradaki maksadı, boynunda hiçbir kimseye bey'at olmadığı halde bir
müddet beklemekti. Bu ise hadisin zahirine terstir. Niçin bey'at etmedi?
Bey'atm sıhhat şartlarından birisinin mevcut olmaması idi. O şart da bey'at
edilecek kişinin bir kişi olmasıdır.
3- Huzeyfe
b. el-Yemân (r.a.)'m rivayet ettiği hadis: Rasûlullah (s.a.v.) şöyle
buyurmuştur:"Cehennem kapılarında (halkı cehenneme) çağırıcı (cehennemlik)
bir grup olacak. Kim o davetçilere icabetle o kapılara giderse, da-vetçiler de
o kimseyi cehenneme atarlar (yani cehenneme girmesine sebep olurlar). (Huzeyfe
demiştir ki) Ben:"Ya Rasûlallah! Onların vasıflarını bize anlat (tarif et)
dedim." Rasûlullah (s.a.v.):"Onları bizim milletimizden (veya
Ademoğullarından) bir zümredir, dillerimizle konuşurlar." buyurdu.
Ben:"Peki, o fitne devri bana erişirse nasıl-davranmamı emredersin?"
diye sordum. O şöyle buyurdu:"Sen müslümanların cemaatına ve imamına
bağlan, (onlardan ayrılma) müslümanların cemaatı ve imamları yoksa o fırkaların
hepsinden uzaklaşman, bir ağacın kökünü ısırman suretiyle (meşakkatli) de
olsa ölüm sana erişinceye kadar dişlerini sıkarak fırkaların hepsinden uzak
durmaya devam et![488]Önce
geçtiği gibi ihtilaf anında Hz. Peygamber (s.a.v.)'in şu sözüyle amel
edilir:"Ma'ruf gördüğünüz (hak olduğunu bildiğiniz) şeyi alırsınız, münker
gördüğünüz (münker oluşu doğru olan) şeyi de terkedersiniz, özel işlerinize
yönelirsiniz, sizin avamınızın işlerini terkedersiniz."
[489]Şayet bey'at, her zaman, her müslümana vâcib olsaydı
bu fırkalardan birisinin imamına bey'at etmek emrolunurdu. O zaman her
fırkanın bir imamı olurdu. Eğer varsa şer'i imamdan başkasına bey'at etmek caiz
olmaz. Allah bizden zorluğu kaldırmıştır. Böyle bir hal meydana geldiği zaman
özel işe yönelmemizi irşad etmiştir. Özel iş ise şahsın ailesi, akrabaları ve kardeşleridir.
Bunun dışında genel işleri terkederiz. Ma'rufun emri münkerin nehyi konusu
geniş bir konudur. İhtilâf anında ise ne yapılabilir? Hadisten anlaşılan şudur:
Çeşitli gruplaşmalar meydana gelecek, her grubun başı kendisinin imam olduğu
iddiası ile ortaya çıkacak. Hiç birisi de müeyyide uygulayacak hakimiyet tesis
edecek kimseler değildirler. Bunlara düşen, her grup kendi grubunu, kendi
ailesini bilsin, ailesinin, akidesinin, ahlâk ve muamelesinin güzelleşmesine
çalışsın demektir. Başkalarıyla uğraşmayı terk, fayda olmayınca ve de esas
kendi mesuliyet ve tesir alanını terkedince, mesul olacağından dolayı isabetli
bir emir veya tavsiyedir. Bugün herkes kendi grubuyla uğraşsın hiç bir guruba
düşmanlık etmesin, esas düşmana ve kendi hatalarına düşmanlık etsinler. Ancak
faydası olursa, özellikle makam ve ehliyeti uygunsa ikaz, irşad ve izah
sadedinde olmalıdır. Ümitsizlik olmamalı daima birleşmeye, ehil olanı imamlığa
getirmeye yönelinmelidir.
Bugün İslâmi gruplara
düşen:
a- Kendi
içinde İslâmi kimliği yitirmeden çalışmaya, olgunlaşmaya gayret etmek.
b- Düşmanların
oyununa gelmemeye azami dikkat etmek.
c- İslâmi
grupların hiçbirine düşmanlık etmemek. İkazları gizlice yaparak, düşmanı
sevindirmemek.
d- Lider
konumundakilere yakın insanların, samimiyet içinde en alt se-viyedekilere zaman
zaman biraraya gelip yakınlaşma tesis etmek. •
e- Kültür
birliği için, en alt seviyede mütevâtirlerde, icmâlarda sahihlerde, dinin
aslına uygun ictihadlarda birleşmek. Bunlar gözönünde bulundurularak her ehil
kişinin içtihadıyla amel etmesinde bir beis yoktur, (müt.)
4- Eğer
hadis, önceki anlayış üzere alınsa dostluğun ve düşmanlığın isminden başka
birşey kalmaz. Bunun izahı şöyle, bey'at dostluktan ibarettir- veya dostluğun
kendisidir- şayet biz, kim olursa olsun mevcud olana bey'at etmek mutlaka
gerekir dersek bunun manası, buna dostluk ettik, bunun dışındakilere düşmanlık
ederiz demektir; ister zâlim, ister kâfir olsun Allah korusun. Bu anlayış bu
davranış, hakiki bey'atı bozan tehlikeden daha büyük bir mahzura düşmeye
iter. Halbuki Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Sizden kim onları dost
edinirse o onlardandır." (Maide, 51) Allah, bize düşmanlarına dostluk
etmeyi emretmekten münezzehdir.Bey'at, şer'i bir hükümdür ki, bazı şartları ve
engelleri vardır. Şeriat bu şartları ve engelleri belirtmiştir. Ne zaman
şartlar gerçekleşir, engeller ortadan kalkarsa hüküm vâcib olur, yoksa olmaz.
Mesela zekât, İslâm'ın rükünlerinden üçüncü rükündür. Şeriat zekâtı vermeyen
kimseyi şiddetli bir ceza ile tehdit eder. İnsan Zekât vere-cet mala sahib
olur, üzerindende bir sene geçer de vermezse ceza tehdidi söz konusu olur.
Sonra zekâtı vermezse işte burada şer'i imam gerekir. Şer'i imam olmasına
rağmen müslüman da bey'attan çeki-nirse, işte o zaman hadisin ifade ettiği
tehdide maruz kalır. Allah en iyi bilendir.
İmam Ahmed (r.a.)'e:
"İmamı olmadığı halde kim Ölse cahiliyye Ölümü ile Ölmüş olur."
hadisinin manası nedir? diye sorulunca: İmanı nedir biliyor musunuz? İmam,
müslümanlarm üzerinde toplandığı kimsedir, herkesin "imam işte budur"
dediği kimsedir, hadisin manası budur.[490]
demiştir.
Müslümanlardan bey'atı alacak olan, İslâm
Devleti'nde hazırda olan imamdır. Uzak iklimlerdekilere gelince, bey'atı ya
imam alır veya imamın yerine vekâlet eden alır. Hz. Peygamber (s.a.v.),
bey'atı bizzat kendisi aldı. Bazı zamanlarda kendisine nâiblik eden olurdu,
kadınların bey'atmda yaptığı gibi. Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber
(s.a.v.), Hz. Ömer b. el-Hattab (r.a.)'dan fetih senesinde kadınlardan bey'at
almayı emretmişti. Kadınlar arasında Hind binti Utbe (r.a.) de vardı. Hz. Ömer
(r.a.)'e Hz. Peygamber (s.a.v.): "Onların bey'atlarını al, onlar için
Allah'dan da mağfiret iste! Hz. Ömer de onlardan bey'at aldı.l1[491]
Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in ve kendisinden sonra gelenlerin zamanında bey'atın çeşitli
şekilleri vardır. Onlardan bir kaçı şunlardır:
Görmüştük ki bunu
açıklayan bazı hadisler vardı. [492]Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in bey'atlarında yaygın olan budur. Nitekim Rıdvan
bey'atında böyle olmuştur. Bu konuda Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur. '
"Gerçek, sana
bey'at edenler ancak Allah'a bey'at etmiş olurlar. Allah'ın eli onların elleri
üstündedir..." (Fetih:10)
Bu, Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in kadınlar ile salgın hastalığa maruz kalmış kimsenin bey'atını
almadaki adeti idi. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in kadınlardan bey'at alması da
sadece söz ile idi. Çünkü müs-lüman'ın, yabancı kadının eline değmesi,
dokunması caiz değildir. Aşağıdakiler buna delildir:
a) Rivayete
göre Ümeyme binti Rukayha , bey'at eden kadınların yanma girmiş, kadınlar: Ya
Rasûlallah! Elini uzat, bey'at edelim demişler. Hz. Peygamber (s.a.v.):
"Ben kadınlarla müsâfaha etmem, fakat sizin bey'atmızı alacağım"
buyurdu. Bizden (böylece) bey'at aldı (Bey'atta)... maruf da sana isyan
etmeyeceklerine dair ifadeyi kullandılar. Hz. Peygamber (s.a.v.):Takatinizin
ve gücünüzün yettiği konularda, buyurdu. Kadınlar: Allah ve Rasûlü bize bizden
daha merhametlidir", dediler.[493]
b) Hz. Âişe
(r.a.) şöyle demiştir:Allah'a yemin ederim ki, Rasûlullah (s.a.v.)'m eli hiç
bir (yabancı) kadının eline katiyyen temas etmedi. O, kadınlarla sadece konuşmak
suretiyle (yani ellerini tutmadan) bey'atleşirdi.[494]
c) Amr
babasından naklen rivayet ediyor. Sakif Kabilesi'nden gelen heyetin arasında
cüzzamlı birisi vardı. Rasûlullah ona haber salarak "(Yerine) dön
bey'atını kabul ettim."[495]buyurdu.
Bu durum, Necâşi'nin
Peygamber (s.a.v.) ile bey'atlaşmesinde görülmektedir. Şöyle ki, Necâşi,
Peygamber (s.a.v.)'e mektub yazmıştı. Mektubunda: "Rahman ve rahim olan
Allah'ın ismiyle, en-Necaşi el-Esham b. Ebhar'dan Allah'ın Rasûlü (s.a.v.)'ne.
Selamün aleyke Ey Allah'ın Rasûlü, Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketleri
üzerine olsun! Kendisinden başka hak ilah olmayan Allah beni İslâm'a hidayet
etti. Ey Allah'ın Rasûlü, İsa (as)'nın durumu ile ilgili zikrettiğim şeyler
hakkındaki mektubun bana ulaştı..." Necâşi en sonunda şöyle diyor:
"Sana da, senin amcanmoğluna da, ashabına da bey'at ettim, onun elleriyle
alemlerin Rabbi Allah'a iman edip Müslüman oldum.[496]Sen
dediği Efendimiz Peygamber'in amcası oğlu Caferi Tayyar, amca oğlu dediği
Peygamberimiz (s.a.v.)'dir. Caferi Tayyar'a bey'atı vekil itibariyledir ki,
vekil asile vekalet etmesi itibariyle asil gibidir. Ashabına bey'at ise, Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in vefatını müteakiben yerine kim geçse onlara da Peygamber
(s.a.v.)'in halifeleri olmaları itibariyle olması muhtemeldir. Zira Necâşi
(r.a.)'nin devlet adamı olması Peygamber (s.a.v.)'in sistemini Allah'ın
nizamı, olarak tanımış olması muhtemeldir.Abdullah b. Ömer (r.a.)'in,
Abdulmelik b. Mervan'a bey'at etmek üzere mektup yazdığı sabittir. Şöyle
yazmıştır:"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla, Abdulmelik b. Mervan
Emirel mü'minine, Allah'ın selâmı senin üzerine olsun. Kendisinden başka hak
ilah olmayan Allah'a hamdettiğimi sana arz ederim. Sana gücümün yettiği kadar
Allah'ın sünneti ve Rasûlünün sünneti üzere dinleyip, itaat etmeyi ikrar edip
söz veriyorum.[497]Tarih
kitaplarındaki rivayete göre, halifelerin bazısı, bey'atlaş-ma esnasında talâk,
yemin ve nezir şartlarıyla bey'at alırlardı. Bunun hanif şeriatta hiçbir aslı
yoktur. Ancak bunlara dikkat son derece sebatı ve bunları bozmaktan korkmayı
ifade ediyordu. Hangi hal üzere olursa olsun bunun temiz şeriatta yeri yoktur.
Zaten ilk çıkan bidat, el-Haccac b. Yusuf es-Sekafi'nin bey'at yeminleridir.
Bunu, insanların, halife Abdulmelik b. Mervan'ın bey1 atma karşı yemin etmelerini
istediğinden yapıyordu[498]
İki kısmı vardır.
1- In'ıkad
bey'atı: Bu bey'at, ehl-i hal ve'1-akdm yaptığı ve gereğinin yapılmasıyla da,
bey'at edilen şahsın sultan olduğu, itaat etme, yardım etme, emirlerine uyma
hakkı doğan bir bey'attır. Bu bey'at, Hulefâ-i Raşidin'in (r.a.) uygulamasında
açıktır. Seçim ehl-i imamı seçme işini yaparlar sonra da sahabe (r.a.)'nin Beni
Saide sofasında yaptığı gibi bey'at ediyorlardı. Bu in'ikad bey'atıdır/[499]İn'ikad
bey'atı, halifeliğinin gerçekleşmesi bey'atıdır. Fakat bu bey'at ehl-i hal
ve'1-akdın ilk bey'atı olmaktadır. Bey'atın ilk temeli bunlarla atılmakta,
sonra da bütün toplumun bey'atı gerçekleşmektedir. İlk bey'ata in'ikad bey'atı
denir, (müt.)
2- Genel
Bey'at (İtaat bey'atı): İn'ıkad bey1 atından sonra diğer müslümanlarm yaptığı
bey'attır. Bu, Hulefâi Râşidinin bey'atında yapılanın üzerinde cereyan ettiği
şeydir. Beni Saide sofasında ehli hal ve'1-akdin kendisine bey'at ettikden
sonra ikinci gün Hz. Ebû Bekir (r.a.) minbere çıktı, sonra Hz. Ömer (r.a.)
ayağa kalktı, kendilerinin onu seçtiklerini ve bey'at ettiklerini haber verdi.
Ona bey'at etmelerini salık verdi. Bunun üzerine müslümanlarm geneli bey'at
et-di. İşte bu genelin bey'atidir. Daha önceden görmüştük ki onların
bey'atlarını arz ettiğimiz gibi Hz. Ebû Bekr'in durumu Hulefai Raşi-dine misal
teşkil etti.
el-Kalkaşendi [500]bey'at
sebeplerini ve bey1 atın alındığı yerleri zikretmişti. Biz aşağıdaki şekilde
özetleyeceğiz:
1. Sebep: Veliahd bırakmaksızın makamdaki
halifenin ölümü Hz. Ebû Bekir'in, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in vefatından sonraki
durumu veya Hz. Ömer (r.a.)'in yaptığı gibi hilafeti belirli bir cemaata,
şûraya bırakması
2. Sebep:
Azlini gerektiren bir sebepten dolayı makamdaki halifenin azledilmesi. O zaman
ümmet, kendi işlerini yerine getirebilecek ve mesuliyet yüklenecek bir imama
bey'at etmeye muhtacdır.
3. Sebep:
Halife, etrafındakilerden veya kenar uçlardan itaattan çıkış hareketi
hissetmesi. Emrine uyup itaati altına girmeleri için' onlara karşı kendisine
bey'at alır ve ayaklananlara karşı bey'atlarmı aldığı kimseleri yönlendirir.
4. Sebep: Veliahd tayin edenin vefatından sonra
veliahd tayin edilen halifeye bey'atm alınması
5. Sebep: Hilafet makamında bulunan halifenin,
veliahd için kendisinden sonra halife olacağına dair insanlardan bey'at alması.
Geçen bahisde, imamet
akdi için sahih şer'i yolları açıklamıştık. Burada başka bir yol vardır ki o
yolun gereğiyle itaat vâcib olur, o yol sebebiyle ona karşı çıkış haram olur.
Fakat bu, şer'i yollardan değildir. Ancak müslümanlarm maslahatı ve kanlarını
korumak için zaruret olduğunda caiz olur. Bu, idareye hükmetmek için istilâ,
galibiyet ve hâkimiyeti kuvvetle temin etme yoludur. Bugün buna askeri
inkılâb, ihtilal veya darbe denmektedir.Bu yolun, imametin akdolduğu muteber
bir yol oluşunda müslü-manlar icmâ etmemişlerdir. Onların bu konuda iki görüşü
vardır:
Birincisi:
İmameti kesinleşmez, ona itaat etmek vâcib olmaz. Çünkü: "İmamet sadece
bey'atla kesinleşmez, ancak halifelik şartlarının tamamlanmasıyla olur. Şartlardan
birisi de hakimiyettir."[501] Bu görüşü
Hariciler ve Mutezile kabul etmişlerdir, Şâfiilerden bazısı da bu görüştedir.[502]
İkincisi:
Ehl-i Sünnet ve'1-Cemaat'm görüşüdür. İnsanlara istilâ yoluyla hakim olan ve
yönetimi kuvvetle ele geçiren kimsenin imameti de Ehl-i Sünnete göre sahih
olur. İmam Ahmed, Abdus b. Malik el-Attar'm rivayetinde: "Kim onlara
kılıçla gâlib olup, halife olur ve emirel, mü'minin ismi verilirse, Allah'a ve
ahiret gününe inanan kimseye, onu imam görmeyerek gecelemesi helal olmaz[503]demektedir.Ebû'l-Haris'in
rivayetinde şöyle diyor: "Melik olmayı isteyen kimse imama karşı
ayaklandığı zaman, bir topluluk birisinin yanında, diğer bir topluluk da
Öbürünün yanında olursa, cuma namazı gâlib olanla birlikte kılınır." Buna
İbni Ömer'in, Medine ahalisine Harne zamanında namaz kıldırdığını ve "Biz
gâlib olanla birlikteyiz."[504]sözüyle
delil getirilmiştir.Bu, Malik (r.a.) ve Şafii (r.a.)'nin görüşüdür. Malik'e
gelince, Ma-lik'in ashabından Yahya b. Yahya'ya: "Böyle bir kimseye bey'at
etmek meşru mudur?" diye sorulunca: "Hayır!" demiştir."İbni
Ömer (r.a.), Abdulmelik b. Mervan'a melikliği kılıçla almasına rağmen bey'at
etmiş. Bunu bana Mâlik haber verdi. İbni Ömer'in ona mektup yazdığını, Allah'ın
Kitabı ve Rasûlü'nün sünneti üzere dinlemek ve itaat etmekle emrolunduğunu
Malik haber ver-mıştır.[505]İmam
Şafii (r.a.)'ye gelince:Beyhâki, Harmele'den senediyle şöyle rivayet etmiştir.
Ravi diyor ki, ben Şafii'nin şöyle dediğini işittim: "Hilâfete kılıçla
gelip, galip olan, halife.denilen, insanların da, üzerinde toplandığı her
kimse halifedir."Nevevî şöyle diyor:"Üçüncü yol galibiyet ve
istilâdır: İmam öldüğü zaman imamet şartlarını kendisinde toplayan birisi,
halifeliğe tayin edilmeden ve de bey'at olmaksızın ortaya çıkıp, insanlara
kuvvetiyle galib olursa müslüman toplumunu intizama sokması için halifeliği
gerçekleşmiş sayılır, hilâfeti müna'kid olur. Eğer fâsık veya câhil olması
sebebiyle imamet şartlarını cami değilse bu durumda iki görüş vardır. En sahih
olanı zikrettiğimiz durumdan dolayı o yaptığı şeyle âsi de olsa hilâfeti
müna'kid olur, halifeliği gerçekleşmiş olur[506]Ebû
Abdil-lah el-Kurtûbi de aynı görüşe katılmış ve bunu Sehl b. Abdillah
el-Tüsteri ile İbni Huveyzi, Mendad'a nisbet etmiştir.[507]İbni
Teymiye ise şöyle diyor:"Ne zaman yönetimi ele geçirirse, ya onların
itaatıyla veya onun galibiyetiyle, Allah'a itaati emrettiği zaman işte o kimse
kendisine itaat edilen saltanat sahibi bir sultandır.[508]Muhammed
b. Abdulvehhab diyor ki:"Bütün mezheb imamları, bir veya iki beldeyi
istilâ edenin her yerde imam hükmünün alacağı üzerinde müttefiktirler. Ne kadar
da dünyası müstakim olmasa bile. Çünkü insanlar, İmam Ahmed'den bu güne kadar
uzun zamandır bir imam üzerinde birleşmemişler ve âlimlerden hükümlerin ancak
en büyük imamla sahih olacağı yolunda bir şeyi kimse nakletmemiştir.[509]Muhammed
b. Abdilvehhab'm sözünden şu anlaşılmaktadır: Zorla gâlib olan istilâcının
idareci olması muteberdir ve ona itaat vâcib olur. Fakat müslümanların ne
imamıdır ve ne de halifesidir. Çünkü çok kere imamlık şartlarını da
sağlamamaktadırlar, şer'i bir yoldan da imamlıkları gerçekleşmemiştir, bilakis
kuvvetle, kahr ile, istilâ ve gasbla imam olmuşlardır. Gasb ise İslâm'da
haramdır. Fakat Allah'a itaatta, itaat olunur, beraberce cihad olunur ve
arkasında namaz kılımrlığıyla da imamlık hükmü vardır. Zira ona karşı çıkış caiz
değildir, o günahkâr da olsa. Onun günahı kendi nefsinedir. Müslümanlar o
günahdan uzaktırlar.Kitabu'l-Hilafeti ve Sultatü'l-Ümme'nin yazarı: "Fakat
bu hakiki hilâfet değildir. Tam aksine meliklik, saltanat ve zorla olmadır...
İstilâ yoluyla hâkim olmada söz kılıcındır, hüküm zaruri olarak gâlib
olanındır.[510] diyor. Yine şöyle diyor:
"Bu istilâcılara, meliklere ve sultanlara imam isminin verilmesi genel
manası itibariyledir.[511] Gazâlî,
ona itaatin vâcibliğindeki ve ona imam hükmünü vermedeki hikmeti şöyle açıklıyor:"İlim
ve takva sahibi bir kimsenin imam olması şayet mümkün değilse, imamet için,
hazırdaki imamdan yüz çevrildiğinde güç yetiri-lemeyecek bir fitne kopacaksa,
böyle bir durumla karşılaşan kimseye biz hazırdakinin imametinin geçerliliğine hükmederiz.
Çünkü onu değiştirmekle fitneyi harekete geçirmiş olacağız. Müslümanların karşılaşacakları
zarar, imamlığın gerekli şartlarından noksan oluşunun kaybettirdiğinden daha
fazla olur. Hilâfet Özelliklerine, meziyetlerine kafayı takarak maslahatın
aslı yıkılmaz. Bu durum sarayı, şehri yıkarak yapmaya benzer. Öyle ise
memleketleri, imamsız bırakmaya, hükümleri fesada vermeye hükmetmemiz muhaldir.
Biz, ihtiyaçların gerekliliğinden dolayı memleketlerde isyan halinin
hakimiyetinin geçerliliğine hükmediyoruz. Hem, zaruret ve ihtiyaç anında
imametin sıhhatine nasıl hükmetmeyelim ki?[512]Dediğimiz
gibi istilâcıya imamet hükmü, zaruret ve ihtiyaç haline nazaran verilir. Ancak
İslâm âlimleri kâfirlerin, müslümanlara galip gelip idareciliği ele
geçirmelerine asla cevaz vermemişlerdir. İstilâcının galibiyeti halinde, imamet
şartlarının bazısından müsamaha ile karşılamak mümkün olur. İlim ve adalet
gibi. Şu hadisi şerifte olduğu gibi: "... Dikkat edin! Bir kimseye biri
vali olur da.onu Allah'a ma'siyet olan bir şey yaparken görürse, yaptığı
ma'siyetten ikrah etsin! Ama itâttan el çekmesin[513]Hürriyet
ve Kureyşîlik gibi, şu hadis ona delalet etmektedir: "Üzerlerinize, sizi
Allah'ın kitabı ile yöneten bir köle bile vali tayin edilse onu dinleyin ve
itaat edin!" [514] ve
benzeri şartlar.İslâm şartının ise imamdan düşmesi ebediyyen mümkün olmaz.
"Bu esasa göre eğer kâfir, bu makamı zorla ele geçirirse bu durumda bu
aşağılığa sükût etmek şer'an caiz değildir. Bu istilâcıyı, zorla ele geçiren
kâfiri, silah kuvvetiyle indirmek vâcib olur. Çünkü Allah (c.c.) âyet-i
kerimede şöyle buyuruyor: "Allah, kâfirler için, mü'minler üzerinde (hâkimiyete)
kesin olarak yol vermez.[515]
(Nisa, 141)Hz. Peygamber (s.a.v.)'e:-Ya Rasûlallah! Onlarla kılıçla
çatışmayalım mı?" denilince: "-Hayır! Aranızda namazı ikâme ettikleri
müddetçe.[516]buyurmuştur. Kâfir ise
zaten namaz kılmaz. Eğer kâfir olursa kılıçla karşı çıkmak vâcib olur. İşte
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in hadis-i şerifi:Ancak hakkında elinizde Allah'dan bir
hüccet bulunan aşikâr bir küfür görürseniz o başka![517]Biz
böylece Ehl-i Sünnet ve'1-Cemaat müslümanlar'ımn çoğunluğuna göre imametin
gerçekleştiği yollar ve bu yollarla ilgili konular üzerinde söz ettik. Bu
konuda Şia'dan Zeydiyye imametin gerçekleştiği yollar ve bu yollarla ilgili
konular üzerinde söz ettik.Bu konuda Şia'dan Zeydiyye karşı çıkmakta ki onlar
nefse daveti imametin gerçekleşmesi için yegâne yol sayıyorlar.[518]
Mu'tezi-le'den Cübbâi de onlara uymaktadır.İmâmiyye Rafizileri'ne gelince,
onlar imamete ehl-i beytin ileri gelenlerinden başkası için uygun bir yol
görmüyorlar. Hatta onların iddialarına göre bu gün kıyamete kadar bekledikleri
gizli imamı da ehl-i beytin ileri gelenleri arasında görmekteler.
İmam, İslâm devletinin
en yüksek organıdır. Tabii olarak bu imamın da belli başlı şartlan hâiz olması
gerekir. Seçilirken o şartlar gözönünde bulundurulur. Bu şartların önemi,
işgal edeceği makamı, yüklendiği büyük mesuliyeti ve bu ağır emaneti taşımaya
yeterli olmasının önemi dolayısıyladır.İslâm devletinin başkanlığını üzerine
alması istenen kimse hakkında ulemânın öne sürdüğü bu şartları, ümmete saygı
duyarak seçim esnasında gözetmek vâcibdir. Ancak bu şartların kendisinde
gerçekleştiği kimseye ümmet işlerini bırakmak vâcib olur.Bu şartlar seçim
esnasında yok olursa, ümmet, istila, zorla ele geçirme gibi seçimsiz bir duruma
mecbur bırakılır ve böylece emirlik, imamet şartlarını tamamlamayan ve uygun
olmayana geçerse işte böylesi durumlarda bu şartların bütünü şart değildir.
Çünkü bu büyük bir fitneye sebep olur. Ümmet ise bu fitneden uzaktır. Çünkü o
zaman müslümanların maslahatı bunu gerektirmektedir. "İki zarardan daha
hafif olanı işlenir." kaidesince, vaziyetin değişmesine kadar, şartları
tamamıyla yerine getirebilmek için münasib vaktin gelmesine kadar bu şartların
bazısına müsamaha edilir.Netice olarak zorbalıkla gelen idarecide şartların
bazısının kaybolması ona karşı çıkışın, hurucun, mâsiyetin dışında
itaatsizliğin câizliğini gerektirmez.Bu şartlardan bir kısmı küçük olsun, büyük
olsun her idarecide bulunması gereken şartlardır, bir kısmı da, -
emire'1-mü'minin imameti uzmâya hasdır. Ehl-i hal ve'1-akdm şartlarıyla ilgili
hadis-i şerif geçti. Özellikle diğer şartlara ek olarak imamda bulunması vâcib
olan şartlardır. O şartların bir kısmı kemal şartı, bir kısmı da mutlaka
bulunması gerekli olan sıhhat şartıdır. Bu durum, her şartla ilgili hadis
geçtikçe ortaya çıkacaktır.Şimdi bu şartları arzedeceğiz. Bu konudaki ulemânın
fikirlerini, şart koşulan delilleri ve muhtelif şartlardaki tercih edilen
görüşü açıklayacağız.
Bu, büyük olsun, küçük
olsun her İslâmi idarecilikte vâcibdir. (En büyük idarecilikte) velâyet-i
uzmâda ise bunun şart kılınması daha mühimdir. Bu şarta dair deliller çoktur.
Onlardan bir kısmı şunlardır:
a) Âyeti kerime;Mü'minlere karşı kafirlere asla yol vermeyecektir." (Nisa, 141)
Yani dünyada müslümanlar küfrün hâkimiyetine rızâ[519]
göstermeyecek demektir. Şu bir gerçektir ki, velâyet-i uzmâ (en büyük idarecilik),
idare edilen halk üzerinde hakimiyet kurmanın en kuvvetlisi ve hakim olma
yolunun en büyüğüdür.
b) Kâfirleri
idareci ve dost edinmekten nehye delalet eden ayetler:Ey iman edenler! yahudileri ve hristiyanları dostlar
edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdır. Sizden onları kim dost edinirse o
onlardandır." (Maide 51)"Ey iman edenler! mü'minleri bırakıp da
kâfirleri dostlar edinmeyiniz! Allah'a, aleyhinizde olacak açık bir delil
vermek mi istiyorsunuz?" (Nisa, 144)"Müminler, mü'minleri bırakıp
kâfirleri dostlar edinmesin. Kim bunu yaparsa (ona) Allah'tan hiçbir şey
(hiçbir yardım) yoktur. Ancak onlardan (gelebilecek tehlikeden) sakınmanız
(gereken durumlar) başka." (Ali İmran, 28)Diğer kâfirleri dost edinmekten
nehiyle ilgili ayetler:[520]Onları
dost edinmek, nehyedilen idareci edinmenin bir çeşitidir. işte bundan dolayı
onları, müslümanların işlerinden herhangi bir şeye idareci kılmak caiz
değildir. Bu konuda İbn Kayyım'ın sözü daha önce geçti.
c) İmam'da İslâm şartının bulunması gerektiğine dair
deliller: Ey iman edenler! Allah'a
itaat ediniz. Rasûlüne ve sizden olan ulu'l-emr'e itaat ediniz.." (Nisa,
59)Ayetteki "sizden olan" sözü idarecinin müslümanlardan olmasını
şart koştuğuna dair açık bir nassdır.Prof. Dr. Mahmud el-Hâlidî şöyle
diyor:Ulu'1-emr" kelimesi ancak ve ancak müslümanlardan olmaları
gerektiğini ifade eden kelime ile birlikte ifade edilmiştir. İşte bu durum emir
sahibinin (veliyyü'1-emr) müslüman olmasının şart oluşuna delil olmaktadır[521]Şu
bir gerçek ki kafire hiçbir şeyde itaat asla vâcib olmaz, tam aksine onunla
harbetmek ve savaşmak, Kur'an'ın nassıyla[522]
vâcib olmuştur. Ya müslüman olacak, ya teslim olacak veya cizye ehlinden olup
cizye verecek.
d) Hadislerden deliller: Müminlerin annesi (r.a.)'nin, Hz. Peygamber
(s.a.v.)'den rivayet ettiği şu hadis-i şerifte: "Biz hiçbir müşrikten
yardım istemeyiz. [523]Başka
bir rivayette: "..Öyle ise dön! Ben asla bir müşrikten yardım alamam[524]buyurmaktadır.
Bu sözü, Rasulullah (s.a.v.) Bedir günü arkadan gelip beraberinde müşrik olarak
gazada bulunmayı isteyene söylemişti.Bazı işlerde kâfirden yardım istemekten
nehiy olunca, müslü-manların işlerini düzenlemede ve idareyi onlara bırakmada
nasıl onlardan yardım istenir! Müslümaların halifeleri işte bu emre
tutundu-lar ve uydular. Mesela Hz. Ömer (r.a.), Ebû Musa el-Eş'ari'ye Hristi-yan
katip edinmesinden dolayı kızmıştı.Abdullah b. Ahmed demiştir ki, bize babam
bahsetti, bize Veki' bahsetti, bize İsrail, Semmak b. Harb'den, o da Iyad
el-Eş'ari'den, o da Ebû Musa (r.a.)'dan bahsetmiş ve şöyle demiştir: Hz. Ömer
(r.a.)'e: Benim bir hıristiyan kâtibim var, dedim. O da:Sana ne oldu ki? Allah
canım alsın. Allah'ın şöyle buyurduğunu işitmedin mi?: "Ey iman edenler!
Yahudi ve Hristiyanlan dostlaredinmeyin! Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar.
Sizden kim onları dost edinirse oda onlardandır..." (Maide, 51) Hanif
olanı (katip) edinirsin, dedi. Ravi diyor ki: Ebû Musa: "Ey mü'minlerin
emiri! Kâtipliği bana, dini kendisine" dedim. Hz. Ömer (r.a.) ise:
"Allah'ın kendilerini alçalttığı kimselere ikram edemem, Allah'ın zelil
kıldığım aziz kıla-mam, Allah'ın uzaklaştırdığını yaklaştıramam."[525]dedi.
Yine Hz. Ömer:"Onlara emniyet etmeyin, Allah onlara hâindir, diyor. Onları
yaklaştırmayın, Allah onları uzaklaştırmıştır, onlara izzet vermeyin, aziz
kılmayın, Allah onları zelil kılmıştır[526] diyor.Bu
ümmet arasında Ömer b. Abdilaziz, Mansur, Harun Reşid, Mehdi, Mütevekkil,
Muktedir ve diğerleri gibi güzel övgüleri bulunan halifeler bu yol, bu prensip
üzere yürüdüler.[527]
e) Buna dair İcma: Müslümanların işlerini düzenlemede kâfirleri idareci kılmanın caiz olmadığında
müslümanlar icmâ etmişlerdir. Zira hiçbir kâfirin Müslümanın üzerinde
idarecilik hakkı yoktur. Bu icmâyı ulemâdan çok kimse nakletmiştir.
İbnü'l-Münzir de onlardandır. O şöyle diyor: "Ehl-i ilim vasfını kazanan
herkes, kâfirin hiçbir müslüman üzerinde idarecilik hakkının olmadığında icmâ
etmişlerdir. [528] Kadı İyâz: "Ulemâ,
imametin kâfir için geçerli olamayacağı üzerinde icmâ etmişlerdir. Şayet
onlarda küfür ortaya çıkarsa azledilir. Yine şöyle diyor: Şayet namaz kılmayı,
namaza çağırmayı terketse aynı şekilde yine azledilir, [529]
diyor.Buna göre imametin, kâfire veya dinden dönen (mürted) kafire akdedilmesi
caiz değildir. Çünkü İslâmi devletin hâkimiyetinin manası; İslâmi çizgiyi
kabullenip ayrılmaması, hayatını, Öğrendiklerine uygun bir şekilde sürdürmesi,
yaşayıp tatbik etmesidir. Bu İslâmi prensip, İslâmi çizgi ve İslâmi metodu
tatbik, ancak bu yolu açana tam bir teslimiyetle ve dostlukla takib eden
insanlardan tasavvur olunur.Galil 8/256.Üstad Muhammed Esed şöyle diyor:Bizim
kesinlikle gerçeklere gözümüzü kapamamamız gerekir. Ne kadar nezih, muhlis,
vefalı, memleketini seven, kendisini vatanının hizmetine bütün gönlüyle adamış
olsa bile müslümanın dışında hiç bir şahsa bu işi vermemeliyiz. Biz İslâm
ideolojisinin hedefinin gerçekleşmesi için müslümandan başka hiçbir şahsa
idareciliği bırakamayız. Onların bu derece nezih, samimi, memleketini seven,
kendisini feda eden kimse olmaları sırf nefsi sebeplerden kaynaklanmaktadır.
Biz bunları görmezlikten gelemeyiz. Hem İslâmi hedeflerin gerçekleşmesini
kâfirden istememizin insaflılık olmayacağı görüşündeyim.[530]
Büyük veya küçük
İslâmi her idarecilik hakkında lazım olan a-çık şartlardandır. İşte bundan
dolayı küçüğün imameti gerçekleşmez. Çünkü onun işlerinde ona sahiplik eden,
vekâlet eden, kendisinin dışında olan kimsedir. Bu durumda olan kimsenin
ümmetin işlerine nasıl nezaret etmesi caiz olur ki? İşte ayet-i kerime:
"Allah'ın, sizi
başına diktiği mallarımızı aklı ermezlere vermeyin, o mallarla onları besleyin,
giydirin ve onlara güzel söz söyleyin."Buradaki sefihlerden maksad
"küçükler ve kadınlardır.[531]
Se-fihlikte, kadınların sefihliği erkeklerden daha fazladır. Yoksa sadece
serinlik kadınlara has değildir. Kadınlardan öyleleri vardır ki erkeklerden
çok üstündür. Bu mutlak manada kadın erkekten üstün, erkek de kadından üstün
demek değildir, bunlar izafi şeylerdir. Bazı konularda kadınlar kadmlıklarıyla
üstündürler erkekler de erkeklik-leriyle üstündür. Bu da yine galibidir. Onlara
mallarım vermekten nehyolunursak, ki ohlar tasarrufu iyi yapamazlar,
Müslümanların işlerini yürütmeyi elbette onlara bırakmamamız gerekir. Hem zaten
küçük çocuk mükellef değildir. Delil ise şu hadis-i şeriftir: "Hz. Ali b.
Ebi Talib (r.a.)'den rivayet edilmiştir. "Kalem üç kimseden kaldırılmıştır:
Akıllanmcaya kadar deliden, erginlik çağına ulaşıncaya kadar çocuktan, uyanıncaya
kadar uyuyandan.[532]
Kalemi kaldırılan kimsenin işlerdeki tasarrufu sahih değildir. Çünkü şer'an
mükellef değildir.Kendi nefsine ait işlerde de tasarrufa malik olmaması devam
etmekte, öyle ise çocuğun müslümanların bütün işlerinde tasarrufa sahib olması
şer'an caiz olmaz. Kendi nefsinin işini üzerine alamayan müslümanların
işlerini hiç üzerine alamaz.Hz. Peygamber (s.a.v.)'in, çocuğun emirliğinden
sığınmaya dair bir hadisi vardır. Ebû Hureyre (r.a.)'den rivayete göre
Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:Yetmişin başından ve çocukların
emirliğinden Allah'a sığının!"[533]*
Hicri 70'in başında meydana gelecek fitneden veya Hz. Peygamber (s a v.)'in
vefatından sonraki yetmişin başında meydana gelecek fitneden Allah'a sığının
demektir. Mirkatu'l-Mefâtih Şerhu Mişkati'l-Mesabih. Aliyyü'l-Kari 7/290.
(müt.)İbni Hazm diyor ki: "Ehl-i kıble fırkalarından hiçbir kimse kadının
imameti ile baliğ olmayan çocuğun imametine cevaz vermemektedir. Ancak Şiîler
çocuğun imamlığına cevaz vermektedirler.[534]
Hâriciler de aynı
görüştedirler. Özellikle ileride geleceği gibi onların Şebibiyye kolu da aynı
anlayıştadır.
Bu da gerekliliği
aşikâr olan şartlardandır. Delilik veya başka bir sebeple aklını kaybedenin
idareciliği gerçekleşmez. "Çünkü akıl tedbirin âletidir. Akıl giderse
işlerin düzgün yürütülmesi (tedbir) de gider.[535]Çünkü
aklı giden, kendi işlerini evirip çeviren başka bir kimseye muhtaç olur. Böyle
olan kimseye müslümanların yönetimi nasıl bırakılır, havale edilir?Çocuk,
çocukluğu sebebiyle bu makamdan mahrum olunca, deli olan ise daha ziyade mahrum
olur. Bu konuda Hz. Peygamber (s.a.v.)'in hadisini az önce gördük: "Kalem
üç kimseden kaldırıldı. Onlardan "iyi oluncaya kadar deli" diye
zikredilmişti.Gazali, çocuk ile delinin imametinin caiz olmadığına delil getirerek
şunu söylemiştir: "İkincisi: Akıldır. Delinin imameti gerçekleşmez. Çünkü
mükellefiyet, işin Özü ve eksenidir.[536]Âlimler
aklın gitmesini çeşitli kısımlara ayırmışlardır:
1- Aklını geçici olarak kaybetmesi, baygınlık
gibi. Ebû Ya'lâ şöyle diyor: "Bu durum imamet akdine mani olmaz. Çünkü
devam etmez, süresi az bir hastalıktır. Zira Hz. Peygamber (s.a.v.) de hastalığında
baygınlık geçirmişti.[537]
2- İyi
olması umulmayan, kendisinden ayrılmayan, delilik gibi. Bu üç kısımdır:
a) Tam bir
akıl hastalığıdır ki kurtulması imkansızdır. Bu, hem imam olmaya mani hem de
imamlık anında olursa, imamlığın devamına manidir. İmam iken delilik ortaya
çıksa imameti iptal eder. Çünkü delilik idareciliğin maksadına engeldir.
b) Zamanın
çoğunda deli olan. Hastalık devam ediyor demektir. Hilâfete ve hilâfetin
devamına engeldir.
c) Akıllılık
hali delilik halinden fazla ise bu durum halife olmaya mani [538] ama
halifeliğini devamına mani değildir. Mani olmasıyla devam etmesi arasında
ihtilaf edilmiştir.Sırf akıllı olmak devlet başkanlığına kâfi değildir. Zekâsı
ve aklı en yüksek seviyede olmalı, ümmetin işlerini düşünen, ümmete uygun
faydaları ortaya koyacak seviyede olmalıdır.
Bu şart da imamet
hakkında zaruri şartlardandır. Çünkü köle hiçbir hususda tasarruf hakkına sahip
değildir. Ancak efendisinin izniyle hareket eder. Kendi nefsine bile
idareciliği yoktur, başkası üzerinde idareciliği nasıl olabilir ki?Gazali bu
şartı şu sözüyle delillendiriyor:"Kölenin imameti gerçekleşmez. İmamet
makamı, halkın işlerinde bütün vakitlerini harcamayı gerektirir. Emir altında
çalışan bir kölenin imameti nasıl ortaya çıkabilir? Kölenin Kureyşi olmasına
gelince böyle bir durum köle hakkında tasavvur bile olunmaz.[539]İbni
Battal, el-Mehleb'den buna dair icmâ nakletmekte ve şöyle
söylemektedir:"Bu ümmet, imametin köleler hakkında caiz olmadığında icmâ
etmiştir.[540]eş-Şenkıtî de şöyle
söylüyor:"Ulemâ arasında bu konuda hiçbir ihtilâf yoktur. [541]Bu
icmâya sadece hâriciler muhelefet etmiştir. Onlar imamın köle olmasına cevaz
vermişlerdir.[542] Alimler, haricilerin
muhalefetini, icmâm sıhhatine tesir edici saymamışlardır.Sahihi Buhari'de
kölenin imametine dair hadis vardır denilirse ki, Buhâri Sahih'inde Enes b.
Malik (r.a.)'den Rasülullah'm şöyle söylediğini rivayet
ediyor:"Üzerlerinize, tayin olunan vali, başı siyah kuru üzüm gibi
ha-beşli bir köle bile olsa dinleyiniz ve itaat ediniz!"[543]Bunun
bir benzeri, El-Irbad b. Sariye (r.a.)'den bir hadiste şöyle rivayet
edilmektedir. El-Irbad b. Sariye (r.a.) şöyle dedi:Bir gün Rasûlullah (s.a.v.)
bize, sabah namazından sonra çok belâgatlı bir va'z etti ki gözler yaşardı,
ağladı, gönüller ürperdi. Bir adam kalktı ve:Ey Allah'ın Rasûlü! Şu konuşma
ayrılış konuşması(na benziyor) bize ne tavsiye ediyorsun? dedi. Rasûlullah
(s.a.v.) şöyle buyurdu:-Ben size Alah'dan korkmanızı ve üzerinize habeşli bir
köle de (amir kılınsa, emirlerini) dinlemeyi ve itaati tavsiye ediyorum.[544]Buna
birkaç yönden şöyle cevap vermek mümkündür:
1) Bazen
darb-ı meselin, âdetten olmayan şeyle yapıldığı oluyor. Habeşli köle denmesi,
şer'an tasavvur edilmese bile, emre itaat etmede mübalağa içindir.Ibni Hacer
bu cevabı el-Hattâbi'den naklen anlatmıştır.[545] Hadisteki
bu teşbih şu âyete benziyor:"De ki, Rahmanın çocuğu olsa ben ona
tapanların ilki olurdum. " (Zuhruf, 81) Bu, izahlardan birisine göredir.[546]
2- İmam (halife) tarafından, habeşli kölenin
görevlendirilmesi bazı memleketlere memur olarak tayin edilmesidir. eş-Şenkiti
(rha): "İzahlardan en açık olanı budur [547]
diyor. Habeşli köle, imamın tayin ettiği memur olan kimsedir, imam değil.
3- Köle
denmesi, imam olmadan önce idi. İmam olduğu esnada ise hürdür. Mesela âyet-i
kerimede âkîl baliğ olana yetim lafzının kullanılması, baliğ olmadan önceki
hali itibariyledir:
"Yetimlere
mallarını (baliğ oldukları zaman) verin..." (Nisa, 2)
4- Habeşli
köleden maksad seçilen imam değil, mütegâllib-isti-lacı zorba olan kimsedir. Bu
durumda, habeşli köle de olsa ona itaat vâcib olur. Sırf köledir diye ona karşı
hurûc hareketi caiz olmaz. Bu görüşü şu lafız kuvvetlendirmektedir: "Size
tasallut ederse..." Hadis-de "teemmere" lafzı, kendi başına
ehl-i hal ve'l-akd tarafından emir tayin edilmediği halde, emirliğe zorbalıkla
hakim olmaya delâlet eder.Bu cevaplardan en uygunu ikincisidir. Şenkıti'nin de
tercih ettiği görüş budur. Bu tercihin sebebi, buna işaret eden bazı
hadislerin oluşudur. Mesela bunlardan birisi Hâkimin, Hz. Ali (r.a.)'nin Hz.
Peygamber (s.a.v.)'den duyup naklettiği şu hadistir: "İmamlar
Ku-reyş'dendir. İyileri, iyilerin emirleridir, fâsıkları, fâsıkların emirleridir,
Herbirisinin bir hakkı vardır, her hak sahibine hakkını veriniz. Eğer Kureyş,
size burnu kesik habeşli köleyi bile tayin etse onu dinleyin ve itaat
ediniz!"[548]Bu görüşü hadislerde
geçen şu lafızlar da kuvvetlendirmektedir: "Ve in ustu'mile, ve in
ümirre" (Emir tayin edilse) vs. Allah en iyi bilendir.Hürriyetin şart
olduğuna, kölenin tasarrufunun, devlet başkanı da olsa bâtıl olduğuna
delillerden birisi, el-Izz b. Abdisselam (r.a.)'m, Mısır'daki -Kölemenler-
Eyyübi Devleti'nin emirlerinin satılmasına hükmetmesidir. Çünkü kölelerin
tasarrufları şer'an sahih değildir, ancak azad edilirse sahih olur. Onların
satılıp paralarının müslü-manlarm beyt'ul malına katılmasına hükmetti. Böyle
hükmedince kızdılar, o zamanın Mısır'daki devlet başkanı olan Necmeddin Eyyüb
de kızdı ve: Bu onun karışacağı işten değildir, dedi. el-Izz b. Abdisselam da
Mısır'dan göçmeye karar verdi, eşyasını hazırladı ve yürüdü. İnsanlar da onu
takib etti ve dediler ki, o çıkarsa biz de çıkarız. Necmeddin yolda Ona
kavuştu, rızalık istedi, dönmesini ve hükmettiği şeyi bizzat kendisinin yerine
getirmesini istedi. O da döndü ve istediği de yerine geldi.[549]
İmametin şartlarından
birisi de erkek olmaktır." Ulema arasında bu konuda hiçbir ihtilâf
yoktur.ıl[550]Buna dair Buhari'nin
Sahihi ile diğerlerinin de Ebû Bekir (r.a.)'den yaptıkları rivayetlerdir:Hz.
Peygamber (s.a.v.)'e, Fars halkının Kisra Perviz'in kızını kendilerine şehinşah
seçtikleri haberi ulaşınca:"İşlerini (Devlet başkanlığı) bir kadının eline
veren toplum, asla felah bulmaz.[551]İdarecilik
konusunda erkeklerin kadınlara tercih edildiğine dair Kur'an-ı Kerim'de birçok
ayet vardır."Erkekler, kadınlar üzerinde hâkimdirler. O sebepledir ki
Allah onlardan kimini (erkekleri) kiminden (kadınlar) üstün kılmıştır. Bir de
(erkekler onlara) mallarından infak etmektedirler. İyi kadınlar itaatli
olanlardır. Allah kendi (hak) larını nasıl koruduysa onlar da öyle gözle
görünmeyeni koruyanlardır." (Nisa, 34)Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.v.),
kadınların akıllarının ve dinlerinin bazı itibarlarla noksan olduğunu haber
vermiştir.[552]İmametise kâmil görüş,
akıl ve idrakin tam olmasına muhtaçtır. İşte bu sebepten dolayı,
şehadetlerini, yanında bir erkek olmak şartıyla kabul ediyoruz. Zira Allah
(c.c.) şu sözüyle yamlabilecekleri ve unutabilecekleri gerçeğini hatırlatmış
ve uyarmıştır:Erkeklerinizden iki de şahid yapın. Eğer iki erkek bulunmazsa o
halde razı (ve doğruluğuna emin) olacağınız şahidlerden bir erkekle iki kadın
(yeter. Bu suretle) kadınlardan biri unutursa öbürünün hatırlatması (kolay
olur)..." (Bakara, 282)Ayrıca İbni Kudame'nin bu manadaki sözünü önceki
konularda zikretmiştik.Müslümanlara imam olmak, meclislere girmeyi, erkeklerle
haşır neşir olmayı, ordulara komutan olmayı vs. gerektirir. Bu ise şer'an
kadınlara mahzurludur. Ayette:"(Vakar ile) evlerinizde oturun..."
(Ahzab, 33) buyurulmaktadır.Kadınların evlerde oturma emri Hz. Peygamberin
hanımlarına aittir. Diğer kadınlar da aynı emirle muhatap olsaydı sıkıntı
olurdu. Bu özellik Peygamber hanımlarına aittir, diğer kadınlar için ancak
müstehaplık hükmü vardır. Evde oturan kadınların da boşu boşuna oturması
değil, faydalı işlerle meşgul olmaları gerekir. Eğiticilik gibi, el işleri,
kadınlara has işler gibi. (müt.)
Gazali diyor
ki:"Dördüncüsü erkek olmaktır. İmamet için müstakil sıfatların ve kemal
sıfatlarının bütününe sahip de olsa, bir kadının imameti kabul edilmez. Ekseri
hükümlerde şahidlik makamı ve kaza-muha-keme makamına sahip olmadığı halde, bir
kadın imamlık makamına nasıl namzet gösterilebilir ki?[553]Begavî
ise şöy^ söylüyor:"Kadının imamlığa ve kadılığa uygun olmadığında ittifak
ettiler. Çünkü imam müslümanların işlerini görmek, cihad emrini yerine
getirebilmek için dışarı çıkmaya muhtaçdır. Kadı ise davalılar arasında
hükmetmek için çıkmaya muhtaçtır. Kadına gelince, kadının örtünmesi, korunması
gerekir, her iş için dışarı çıkması uygun değildir, zayıflığından dolayı pek
çok işi yerine getirmekten acizdir. Çünkü kadının bu işlerde noksanlığı vardır.
İmamet ve kadılık ise idareciliğin kemâlindendir, kemal ister. Kâmil
idareciliğe ancak erkeğin kâmili uygundur.[554]Realite
de buna şahidlik etmektedir. İnsanlar tecrübeleri ile de bilirler ki, imamete
ancak erkekler uygundur. Tarihte devlet başkanlığı makamında, bazen kadın
bulunmuş olsa bile. Aynı şekilde kadının ruhi ve bedeni yapısı, devamlı olarak
bu makamda kalmasına müsait değildir. Şu bilinen bir gerçektir ki kadının
tabiatında yufka yüreklilik, âni infial gösterme ve şiddetli sızlanma
görülmektedir."Kadındaki bu sıfatlar, ilk görevini yerine getirmeye güc
yetire-, bilmesi için yaratılmıştır. O görev ise annelik ve dadılıktır.[555]Bu
sıfatlar annelik ve dadılık için lazım iken, idarecilik ve başkanlık için
zararlı olur. Erkeğe gelince, çoğunlukla şefkat ve vicda-nıyla kadınların
giriştiği gibi işe girişmez. Erkekte galib olan idrak, fikir ve düşüncedir.
İdrak ve düşünce ise sorumluluğun ve idareciliğin iki temel direğidir.İşte
bundan dolayıdır ki, Allah Teâlâ erkeğe, ruhi ve bedeni ihtiyaca uygun olanı;
cihad, idarecilik ve önderlik gibi şeyleri hükmetti. Kadına da aynı şekilde
yaratılışına uygun olan terbiye, dadılık ve kadına münasib olan diğer işleri
meşru kılmıştır.İbni Hazm Zahiri, kadına, imamlığın verilemeyeceğine dair ic-mâyı
nakletmiştir. Şöyle ki: "Ehl-i kıble fırkalarından hiçbirisi kadının imamlığına
cevaz vermemiştir,[556]
Kurtûbi[557] de aynı görüştedir. Buna
Hâriciler muhalefet etmiştir. Ancak onlardan bir fırka bunun câizliğine
hükmetmiştir. O firka eş-Şebibiyye fırkasıdır. Bunlar, Şe-bib b. Yezid
eş-Şeybani'nin taraftarlarıdır/[558]Bağdadî
onlar hakkında:"O ve tabileri, kadının imamlığına, eğer işlerini yerine
getirebiliyor ve muhaliflerine karşı çıkabiliyorsa cevaz vermektedirler. İddialarına
göre Şebib'in annesi Gazzale, Şebib'in öldürülmesinden sonra kendisi Ölünceye
kadar imam kalmıştır. [559]adılık
konusuna gelince, bu konuda âlimlerden bir kısmının farklı görüşleri vardır.
Fakat ulemânın çoğunluğu buna karşıdır. İb-ni't-Ttn, İbni Hacer'in naklettiği
hususda şöyle söylüyor."Kadının, kadı tayin edilemeyeceği görüşü,
çoğunluğun görüşüdür. Bu görüş Ebû Bekr'in hadisiyle delillendirilmiştir.
Fakat İbni Cerir et-Taberi buna muhaliftir. Taberi: Kadının şahidliği kabul edilen
konuda kadılık yapması caizdir, diyor. Malikiler'in bazısı da câizliğini ifade
etmişlerdir.[560] Bu, Ebû Hanife'den de
rivayet edilmiştir. "Kadınlar şahidliklerinin caiz olduğu hususda kadılık
yapabilirler/[561] Bu
meseleyi burada araştırma durumunda değiliz, zira bu konu ayrı bir araştırma
sahasıdır.
İmamın özelliklerinden
birisi de işleri en kamil manada düzenleyebilmek için yeterli derecede ilmî
ehliyete sahib olmaktır. Kur'an-ı Kerim, Tâlut kıssasında bu şarta işaret edip
ilmi, kişiyi melikliğe layık kılan özelliklerden birisi olarak saymıştır.
Âyette Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:"Peygamberleri onlara dedi ki:
"Allah Tâlut'u size hükümdar gönderdi." Dediler ki: "O bizim
üzerimize nasıl hükümdar olabilir? Biz hükümdarlığa ondan daha layıkız, ona
geniş mal da verilmemiştir. " Dedi: "Allah onu sizin üzerinize
(hükümdar) seçti, onun ilmini ve gücünü artırdı." Allah mülkünü dilediğine
verir. Allah (in lutfu) geniştir, (o herşeyi) bilendir." (Bakara,
247)Diğer bir âyette ise Süleyman (a.s.)'dan şöyle bahsediyor:'Onun mülkünü
kuvvetlendirdik. Ona hikmet ve açık-güzel konuşma (kabiliyetini) verdik."
(Sa'd, 20)Hikmet: Görüşte isabet, şeriatlar ilmi, peygamberlik, kamil bir ilim
ve kuvvetli bir amel.Faslı Hitap: Hakkı batıldan ayırd etmek suretiyle davaları
ayırma ve görüşte isabettir. Kâmil manada belagat demektir.Bir diğer âyette de
Yusuf (a.s.)'dan bahsediyor:"(Yusuf): "Beni memleketin hazineleri
üzerine (memur) et! Çünkü ben onları iyice korumaya muktedirim, (bütün
tasarruf şekillerini de) bilenim" dedi." (Yusuf, 55).Ayrıca Allah
(c.c.) birçok ayette bilenleri bilmeyenlerden üstün kılmıştır:De ki: Hiç
bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?.." (Zümer, 9)Fakat âlimler, imam için
bu ilmi belirlemede ihtilaf etmişlerdir. İmamın içtihad mertebesine ulaşması
gerekir mi, gerekmez mi? Bu konuda iki görüş vardır:
1. Görüş:
İctihad mertebesine
ulaşması şarttır diyorlar. Cumhur bu görüştedir.Bu konuda Şâtıbi (r.a.) diyor
ki:Alimler, imâmet-i kübra'nm, ancak şer'i ilimlerde fetva ve içtihad
rütbesine ulaşan kimse için gerçekleşebileceği üzerinde ittifakı naklettiler.[562]İmâmü'l-Harameyn
el-Cüveyni de şöyle söylüyor:"Gerekli olan, imamın, müftinin özelliklerini
kendinde toplayan, müctehid derecesine ulaşan bir müctehid. olmasıdır. İcthad
şartında hiçbir ihtilaf nakledilmemiştir.[563]er-Râmeli
ise, imamın şartlarını sayarken şunu söylüyor:Müctehid olması gerekir. İmam
hakkında içtihadın gerekli olduğuna dair icmâ nakledilmiştir. Hulefâ-i
Raşidin'den sonra ümmetin işini üzerine alan imamların çoğunluğu müctehid
değillerdi. Buna sebep de istilâ yoluyla gelmiş olmalarıdır. [564]Bu
görüşü İmam Şafii[565],
Mâverdi[566], Kadı Ebû Yala [567],
Ab-dul Kahir Bağdadi [568],
Kurtûbi [569], İbni Haldun [570]
Kalkaşendi[571]ve diğerleri kabul
etmektedirler. Görüşlerini, aşağıda gelecek delillerle delillendirmekteler:
1- Sahabe
(r.a.), imamete Hz. Peygamber (s.a.v.)'in namaz için öne geçirdiğini Öne
geçiriyordu. Hz. Peygamber (s.a.v.):"Cemaate, Allah'ın kitabını en iyi
okuyan imamlık yapar. Eğer okumada birbirlerine denk iseler onların sünneti en
iyi bileni imamlık yapar.[572]
2- Kıyasla
delillendiriyorlar. Şöyle ki imâmet-i uzmayı kadılık makamına kıyas ediyorlar.
Bakıllani diyor ki:
"Çünkü kadı, kadı
olabilmesi için içtihada muhtaç olursa imam daha çok içtihada muhtaç
olur."
3- En büyük
imama havale edilen bir işin tabiatıyla, delil getiriyorlar.İmamu'l-Harameyn
el-Cüveyni diyor ki:
"Buna delil dinin
en büyük işlerinin imamlara bağlı olmasıdır. Emir sahiplerine ve valilere has
olan şeylere gelince bunların imamla bağlantılı olduğunda hiç şüphe yok. Bunun
dışındaki hükümler ise emr-i bi'l maruf ve nehy-i ani'l münkerin derhal
yapılması cihetinden yine imama bağlıdır. Eğer imam şeriat ilminde müstakil
olmazsa imama çıkarılacak olan hadiselerin tafsilatında ulemaya müracaat
etmeye muhtaç olur. Bu ise görüşünü dağınık kılar, kendisini bağımsızlık
dairesinden çıkarmış olur.[573]Kalkaşendi
de şöyle diyor:"İmam, işleri, sırat-ı müstakim üzere yürütmeye ve sağlam
bir yol ve prensip üzere tasarrufa, hadleri bilmeye, hakları sağlamaya,
insanlar arasında, davalıların arasında hükmetmeye mecburdur.Eğer imam,
müctehid âlim olmazsa bütün bunlara kemaliyle güç ye-tiremez.[574]
4- İbni Haldun ise,
içtihadın şart olduğuna şu sözüyle delil geti-
i riyor: "Çünkü taklid noksanlıktır, imamet ise hem niteliklerde
hem hallerde kemali gerektirir." Şöyle devam ediyor: "Zira imam, âlim
olunca Allah'ın ahkâmını infaz edebilir. Allah'ın ahkâmını bilmedikçe onu bu
iş için öne geçirmek, sahih olmaz.[575]
2. Görüş:
Ulemâdan bir kısmı da
imam hakkında içtihadı şart koşma- ! maktadır. Bu konuda eş-Şehristani şöyle
demiştir:
"Bu görüşe Ehl-i
Sünnet'ten bir cemaat yönelmiştir. Hatta imamın, müctehid olmamasına, içtihad
yerlerinden haberdar olmamasına cevaz vermişlerdir. Fakat beraberinde içtihad
ehlinin bulunması vâcibdir ki, hükümlerde ona müracaat edilebilsin ve
helal-haram konusunda ondan fetva sorabilsin. Hem aynı zamanda, hadiseler konusunda
basiretli, sağlam görüşlü olması vâcibdir.[576]İbni
Hazm ise bu şartlara, vâcib değil müstehab şartlar olarak itibar etmektedir.[577] Bu
görüşü Hanefiler'in çoğu da kabullenmiştir.[578]
Gazali de şöyle söyleyerek bu görüşe hükmetmiştir:"İmamette, içtihad
rütbesine sahip olmak mutlaka gereken, zaruri olan şeylerden değildir.
Kendisini ilim ehline müracaata sev-keden takva kâfidir. Eğer maksad şeriata
göre imameti ayarlamak ise, şeriatın hükmünü bilmek ile zamanının adamlarının
en faziletlisine uymayı bilme arasındaki fark nerede kaldı?[579]
İçtihadın şart
olmadığına hükmedenler deliller getirmektedir.
1- Özellikle
bu zamanda bir tek şahısta diğer şartlarla birlikte bu şartın da olması çok
zordur. Şöyle ki, insanlar nezdinde dini ölçü zayıflamış, ilim talebi ve
içtihad mertebesine ulaşma gayretleri zayıflamıştır.
2-
Yönetimden maksad,. işlerin İslâm şeriatının gereğine göre olmasıdır. Bunun
elde edilmesi de, ihtiyaç duyulan her işte, mücte-hid âlimlerden istifade etmek
ve onlardan fetva sormakla mümkündür.
Ortaya çıkan netice şu ki imamın mutlaka şer'i ve diğer ilimlerden
yeterince haberdar olması gerekir. Çünkü görevinin tabiatı bunu gerekli kılmaktadır.
Öyle zamanlar, sıkışık anlar olur ki görüş sergilemek için vakit ayarlamak,
ulemâyı toplayıp onlardan fetva sormak mümkün olmaz. Fakat mutlaka içtihad
derecesine ulaşması da zaruri değildir. Bugün insanların çoğunda ilim talebine
olan gayretlerin zayıflığı, dünya ve lezzetiyle meşgul olmaları sebebiyle çok
zordur.Hem içtihad derecesine ulaşması lazım geldiğine dair açık bir nass
yoktur. İçtihada iten şey zaruret, ihtiyaç ve maslahattır. Eğer imam, müctehid
olur, diğer zaruri ve gerekli şartlar da bulunursa istenilen budur. Müctehidin
bulunması mümkün değilse, imamda bulunması gereken şartların kendisinde
bulunduğu müctehidin olmaması sebebiyle, fesadın alıp yürüdüğü bir ortamda
müctehid bulunmuyor diye müslümanlarm maslahatları terkedilmez. Mutlaka müctehid
olsun denmez, olanın kâfi derecede alim olması ile yetinilir.
Adalet, insana,
büyük-küçük günahlardan sakınmayı, şahsiyeti yok eden bazı mubahlardan
uzaklaşmayı gerekli kılan, nefis de bulunan gizli bir sıfattır. Takva, verâ,
sıdk, emanet, adi, sosyal adaba riayet gibi ahlaki sıfatların bütününü ve
şeriatın yapılmasını gerekli kıldığı her şeyi gözetmektir.Bu şarta göre fâsıkın
ve şahidliği bozan bir noksanlığın bulunduğu kimsenin de idareciliği caiz
değildir.Kadı Iyaz diyor ki:"Öncelikle fasıkın imamlığı geçerli olmaz.[580]Hâfiz
İbni Hacer, Fethu'l-Bârî'de onun gibi aynı görüşü belirtmiştir[581]Kurtûbi
ise şöyle söylüyor:[582]
"Fâsıkın halifeliğinin geçerli olmadığı hususunda ümmet arasında hiçbir
ihtilaf olmamıştır."
Adaletin şart kılınmasına dair deliller:
1- İbrahim
(a.s.)'m kıssasında; "Hatırlayın o zaman ki Rabbi, İbrahim'i bir takım
kelimelerle (emirlerle) imtihan edip de o, bunları tamamen yerine getirince:
"Seni insanlara imam yapacağım" buyurmuş, (İbrahim): "Zürriyetimden
de" demiş, Allah ise: "Zalimlere ahdim (imametim ermez"
demişti." (Bakara, 124)İmam Mücahid:"Âyette Allah (c.c.) zalimin imam
olamayacağını kasdetmiştir,[583]
diyor. El-Fahru'r-Razi ise"Cumhur, fâsıkın imam olmasının uygun
olamayacağına dair "Ahdim (imametim) zalimlere ermez" âyetiyle delil
getirmiştir. Delil alınacak yönü, açıkladığımıza göre "Ahdim zâlimlere
ermez" sözünü, "Allah'ın zikrettiği imamete İbrahim (a.s.)'in
"Benim zürriyetimden de" sözüne cevap olarak söylemiştir. Ayetteki
ahdden murad, isteğe uygun olarak imamettir. Ayet sanki "zalimler imamete
ermez" şekline dönüşüyor. Her asi nefsine zulmeden kimsedir. İşte böylece
âyet dediğimize delil teşkil ediyor,[584]
diyor.Şevkânî de benzer görüşü kabul ederek diyor ki:"İlim ehlinden bir
cemaat, imamın mutlaka adalet ehlinden olmasını ve şeriatle amel etmesini bu
ayetle delillendirmiştir. Çünkü adaletten ve şeriatla amelden saparsa zalim
olur. Hem şöyle bakmak da mümkündür; Ahd isminin benim ahdim diye kendisine
izafe etmesi, sebep ve siyaka bakmaksızın lafzın umumiliği itibariyle bunların
hepsine şâmildir..." En sonunda şöyle söylüyor: "En uygun olan şöyle
denmesidir: Bu ayetteki haber, emir manasınadır. Cenab-ı Hakk'm haberlerini ise
başka şekilde anlamak caiz değildir. İmamet ve diğer konularda Allah'ın ahdi
zalimlerden birçoğuna ulaşmış olduğunu da büiyoruz."[585] Bir
şeyin caiz olmaması başka, caiz olmayanın yapılması başka şeydir. Bir şeyin
yaratılış maksadı başka, yaradılış maksadına göre olmaması başka şeydir.
Âyetteki "ahd" den murad öncelikle İbrahim Aleyhisselamm soyundan
gelen peygamberlerle ilgili. Zâlimlere değil salihleredir. Veya ayette
"ahdim zalimlere ulaşmaz" demek, ulaşsa bile devam etmez demektir,
(müt.)Hanefi hukukçusu Ebû Bekir el-Cessas da şöyle söylüyor:"Bu âyetin
delaletiyle fâsıkm imametinin batıl oluşu ile halife olamayacağı sabit
olmuştur.[586]Zemahşeri ise bu ayetin
tefsirinde şöyle söylemiştir:"Bunda, fâsıkm imamlığa uygun olmadığına
delil vardır. Hükmü ve şahidliği caiz olmayan, itaati vâcib olmayan, haberi
kabul edilmeyen ve namaz için öne geçirilmeyen namaz (imamlığı yaptırılmayan)
kimsenin halifeliği nasıl uygun olur ki? Yine Zemahşeri devamla diyor ki:
"İbni Uyeyne'den nakledilmiştir ki: Zalim asla imam olamaz. Zalimin,
imamlığa tayini nasıl caiz olur ki, İmam zaten zalimlere engel olmak için
vardır. Eğer zalim tayin edilirse darb-ı meselde olduğu gibi; "Kim kurdu
kuzuyla otlatmak isterse kuzuya zulmetmiş olur.[587]Zâlime,
devletin imkanlarını vermek, mazlumu zalime teslim etmek, sürüyü kurda teslim
etmek demektir. Sürüye karşı ondan ne beklenirse zalimden de millete o
beklenir.Zulüm, birşeyi, konuluş maksadının dışına koymak demektir. Bu da
itikadi ve ameli sahada olur. İmanın yerine küfrü ve dini yalanlamayı koyarsa
işte buna zulüm denir. Bu kimse İtaatin yerine isyanı koyarsa buna da zulüm
denir, bunu yapan kimseye de zalim denir. Bu zâlim, kâfir olan zâlim değildir.
Bu günahkâr zâlimdir. Kâfir zâlime idareciliğin verilmeyeceği, verilirse
mutlaka alınması için savaşılacağı katidir. Ancak savaş kalble, dille ve
güçlenince elle savaştır, (müt.)
2- Diğer bir
delil de şu ayettir."Ey iman edenler! Eğer size bir fâsık bir haber
getirirse onu araştırın!... "(Hucurat, 6) Allah (c.c), bu ayette fâsıkm
sözlerinin araştırılmasını emretmiştir.""Sözü kabul edilmeyenin hüküm
esnasında da sözünü araştırmak vâcib olacağından böyle kimsenin hükmetmesi
caiz olmaz. Müslümanlar üzerine hakimiyet kurması caiz olmaz, idareciliği ise
hiç mi hiç olmaz.[588]
3- Diğer bir
âyet-i kerimede:"O müsriflerin emrine itaat etmeyin. Onlar ki yeryüzünü
fesada verirler de düzeltmezler." (Şuara 151,152)Allah Teâlâ, bu âyette
bizi, müsrife itaatten nehyediyor, diğer bir yerde de masiyet dışında imama
itaata emrediyor. Demek ki imamın, Allah'ın yasakladığı kimselerden olmaması
gerekiyor.
4- Buna,
halifenin tayininden esas maksadın zalimin zulmünü kaldırmak, ve zalimi
insanlara tasallut ettirmemek olması da delil getirilmektedir. Zalim, din ve
dünya işlerinin düzenini bozmaktadır. Öyle ise zalim idareciliğe nasıl uygun
olur? Halbuki idarecilik ancak zalimin şerrini gidermek içindir.Bu konuda imam
Cüveynî de şöyle diyor:"Evladını son derece sevmesine rağmen fâsık babaya,
evladının malı bile itimad edilmez de; imameti uzma konusunda, Allah'dan
korkmayan, aklıyla, hevâ ve nefsi emmâresine karşı koymayan, kendini idarede
bile görüşü alınmayan bir fâsıka nasıl güvenilir ki? İslâmi çizgiyi korumasına
nasıl güvenilebilir ki?'[589]İbni
Haldun da şöyle diyor:"İmamet dinî bir makamdır. Bu makamda bulunan imam,
adaletin şart kılındığı diğer makamlara da nezaret eder. Öyle ise bu hususun
mevcut olmasının kendisinde şart kılınması daha çok tercihe şayandır.[590] Bağdadî ise şöyle söylüyor;"Bu
özellikten vâcib olan miktarın en azı, yüklenmesi ve edası bakımından
şahidliğinin kabul edilme cevazı kadardır.[591] Hakikat
şu ki, Allah idarecilik ve hükmetme işlerinden tasavvur edilebilecek küçük
çocuğun terbiyesi ve avm cezası hakkındaki hüküm verme gibi en küçük~konuda
bile adaleti şart kılınca herhalde fâsıkm, ne küçük çocuğa veya ne yetime
idareci olması ve ne de kıyasi bir konuda hakem olması uygun olmaz. Öyle ise
bütün ümmete asıl idareci olması uygun olur ve son derece tehlikeli olan
davalarda hakem olması nasıl doğru olur ki?
5- Fısk,
dini uygulamada, şeriat ahkâmını tatbikte, basite alıp ihmali doğurmaktadır.
Mesela imam, içki içen bir fâsık ise aklen düşünüldüğünde içkiye ve içene
karşı mutlaka ihmalkâr davranacaktır. Diğer ahkâmda da durum
aynıdır."âsıkm idareciliğine ne gerek var ki? Ellhâmdülillah bu ümmette
hayırlı ve âdil kimseler çoktur.
Mâverdi, adaleti yok
eden fâsıkhğı ikiye ayırmıştır:
1- Şehvete
düşkün olması, nefsinin isteklerine uyması,
2- Şüphe
çekici işler yapması.Birincisi, bedeninin organlarıyla ilgili fiillerdir ki,
hevâya uyarak, şehveti hakem yaparak münkerlere yönelmesi, günahları işlemesidir.
Bu, -Maverdi'nin belirttiği gibi- imametin gerçekleşmesine ve imam olunca da
devamına engeldir.[592]İkincisi
: İtikadla ilgili bir konuda şüphe ile te'vil etme fiskı ki, hak olan te'vile
zıt bu te'vil hakkında alimler farklı düşünmektedirler. Alimlerden bir kısmı
imametin gerçekleşmesine ve imamlığın devamına engel olduğu görüşündeler.
Basra alimlerinden bir çoğu şöyle demiştir: Bu, "İmametin gerçekleşmesine
engel olmaz, imamlıktan da çıkarmaz. Kadılık yapmaya ve şahidlikte
bulunabilmeye de engel teşkil etmez.[593] Eğer
âdil kimse bulunamaz, ümmet de fâsıkm idareciliğine mecbur kalırsa: Bu durumda
fasıkın idareciliği caizdir. Bundan dolayıdır ki, İbnu Abdisselam şöyle diyor:
"İmamlar konusunda adil bulunmazsa fâsıkhğı en az olanı tercih
ederiz."El-Ezrâi de şöyle diyor: "Şu bir gerçektir ki, insanları başı
boşluğa terketmeye hiçbir yol yoktur[594] Dikkat
edilmesi gereken bir husus da, adaletin şart kılınması, sadece seçim ve tayin
zamanında olmasıdır. İstilâ, inkilap yoluyla gelinen durumda ise şart değildir.
Buna dair deliller çoktur. Bazıları:
1- Hz. Peygamber
(sav)'in zevcesi Ümmü Seleme'den, o Hz. Peygamber (sav)'den naklen rivayet
etti ki: Rasûlüllah (sav) şöyle buyurdu:Sizin üzerinize bir takım emirler
tayin edilecektir. Siz onları bilip itiraz edeceksiniz. Her kim kerih görürse beraat
etti. Her kim itirazda bulunursa kurtuldu demektir. Fakat kim rıza gösterir de
tabi olursa!.." Ashab: Ya Rasûlüllah onlarla harp etmeyelim mi? dediler.
Peygamber (s.a.v.):"Hayır! Namaz kıldıkları müddetçe!" buyurmuştur.[595]İmam
Nevevî: Hz. Peygamber (s.a.v.)'in "Hayır! Namaz kıldıkları
müddetçe!" buyurması, İslâm kaidelerinden bir şeyi değiştirmedikleri
müddetçe, sırf zulüm veya fısk vardır diye halifelere karşı hurûc hareketinin
caiz olmaması demektir.[596]
2-
Buhâri'nin ve diğerlerinin Abdullah b. Mesud (r.a.)'dan rivayet ettiği
hadis:Hz. Peygamber (s.a.v,) bize:Sizler benden sonra başkalarının size tercih
edildiğini ve (din işlerinde de) hoşlanmayacağım birtakım (bidatlı) işler
göreceksiniz" buyurdu. Sahabe:Ya Rasûlallah! Bu durumda bizlere nasıl hareket
etmemizi emredersiniz? diye sordular. Rasûlüllah (s.a.v):Emirlere istedikleri
haklarını edâ ediniz, kendi hakkınızı da Allah'tan isteyiniz" buyurdu.[597]Bunlardan
başka bu konu ile ilgili birçok hadis vardır. İşte bu delillerden dolayı selef,
iyi veya kötü her imamın arkasında namaz kılar ve cihada giderdi. Çünkü bu
Allah'a itaattandır. Allah'a itaatta onlara itaat ederler, Allah'a isyan olduğu
hususlarda da onlara isyan ederlerdi!Ebû Ya'lâ: "İmam Ahmed'den, fazilet,
ilim ve adaletin muteber-liğinin düştüğüne dair bazı ifadeler rivayet
etmiştir.Abdus b. Malik'in rivayetinde şöyle demiştir:"Kimlere kılıçla
ga-lib gelip, halife olur ve emire'l-muminin ismini alırsa, Allah'a ve ahi-ret
gününe iman eden hiçbir kimseye, iyi veya kötü olsun onu imam görmeden gecelemesi
helal değildir. Zira o emire'l-nıuminindir."Mervezi'nin rivayetinde aynı
şekilde İmam Ahmed b. Hambel şöyle söylüyor: "Eğer içki içmesiyle ve
ganimete hıyanetle tanınmış bir emir ise, yine de onunla birlikte gazaya
gidilir. Zira bu durum onun kendi nefsiyle alakalıdır.[598]imam
Ahmed'in birinci rivayetteki ifadeden elde edilen maksadı, ehli hal ve'1-akdm
seçtiği idareci değil, istilâ ile yönetimi ele geçiren idarecidir.Önce geçen
ifadeye ek olarak şu sözü de buna işaret ediyor:
, "İmamet, ancak
şu şartlarla caiz olur, Neseb, İslâm, himaye ve tedbir... Şeriatı koruma,
ahkâmı bilme, doğru uygulama, takva, itaati sağlama, müslümanlarm mallarını
koruma. Müslüman âlimlerinden ve müslümanlarm ileri gelenlerinden oluşan ehli
hal ve'I-akd bu özelliklere şahid olur veya bunları kendi nefsinde toplamışsa
sonra da müslümanlar ona razı olur iseler onun imamlığı caiz olur.[599]
İşte bu da, İmam Ahmed'in, seçim esnasında ilim, adalet ve diğer özellikler
gibi belli başlı şeyleri şart koşmuş olduğunu gösterir. İstilâ, ihtilal,
inkılap yoluyla imam olmuşsa az Önce geçtiği gibi o özellikler şart
kılınmamıştır.Hanefilerin tarifine göre, onlar adaleti, imametin vâciblerinden
saymamaktadırlar. Fâsıkm, ümmetin işini üzerine almalarına cevaz
vermektedirler. Fakat bunu mekruh görmekteler.[600]Çünkü
sahabenin Beni Ümeyye'nin zalim imamlarının arkasında namaz kıldıkları ve
devlet başkanlığını yüklenmelerine rıza gösterdikleri sabittir.Onlara
verilecek cevap, bunun istila halinde olup, seçim esnasında olan bir durum
olmadığıdır. Zira fiskı işleyenin azli gerekir. Buna göre fâsık ve istilacının
imameti kabul edilmez, sadece adilin imameti kabul edilebilir. Bu konu, azil
ile ilgili hadis geldiği zaman geniş izahı yapılacaktır. Bununla şu ortaya
çıkmış oluyor, buna dair delillerin ortaya çıkmasından dolayı, bu şart, istila
edildiğinde değil de seçim esnasında imamda bulunması vâcib olan şarttır.Hemen
şunu belirtmek gerekir ki, adaletten maksad imamın sözlerinde, fiillerinde ve
tasarruflarında masum, her türlü noksanlıktan uzak, her ayıptan beri manasına
değildir. Zira bu sıfatlara, ancak Allah'ın kendilerini büyük-küçük günahlardan
korumakla ikram ettiği peygamberler ulaşabilir.Normal bir müslümana gelince,
bazı günahlara düşebilirler. Fakat hemen o işlediği günahtan dönmek ister,
Allah'tan mağfiret diler ve dönmemek üzere azmederse, bu durum o kimsenin
şahsiyetinde bir noksanlık meydana getirmez ve adaletini de iptal etmez.Hz.
Peygamber (s.a.v)'den şöyle söylediği de rivayet edilmiştir: "Her ademoğlu
hata edebilir, hata edenlerin de hayırlısı tevbe edenlerdir.[601]
Adalet özelliği ile
sıfatlananlar, çeşitli ve farklı olsalar bile, adalet her zaman sahibi için
muteberdir, kıymetlidir. Şu bir gerçektir ki, kesin olarak söyleyebiliriz ki;
sahabenin adaleti ile tabiinin adaleti, tabiinin adaleti ile de sonra
gelenlerin adaleti bir olmaz. Aynı şekilde tabiinden sonra gelen asırlardaki
ihsanların adaleti, zamanımıza kadar farklılık arzetmektedir. Şayet
zamanımızın adilleriyle sahabenin ve tabiinin adilleri arasında kıyas
yapılırsa, takva ve insanlık özellikleri açısından çok mühim farklılıklar
bulunacağından zamanımızın adilleri onların yanında adil sayılmazlar. Fakat
adillerinin kıymetli oluşu asırlarına göredir. Yoksa tam adaletin şart
kılındığı idareciliğin hakkını vermek mümkün olmazdı.
Halifede bulunması
gereken şeylerden birisi de, hadleri uygulamada ve savaşlara girişmede cesur
ve şecaath, savaş konusunda basiretli, insanları savaşlara teşvike ehil,
işlerin sonunu görebilen, idareciliğin zahmetlerine katlanabilen ve güzel
idare etmeye kudretli olabilmektir. Bu özellikleriyle hedef, dini koruma,
düşmanla cihad etme, ahkâmı uygulama ve maslahatları düzenleme olmalıdır.Bu
şartın, gerekliliğinin delili, bu sıfatların hepsine muhtaç olan bu makamın
tabiatıdır ki halkı idareye güç yetirebilsin, dini ve dünyevi maslahatlarını
düzenleyebilsin. Çünkü devlette meydana gelen hadiseler, ona götürülür. Eğer bu
özelliklere sahip olmazsa bu problemleri çözemez. Bu maslahat, ancak
hükmetmeye, görüş belirtmeye ve düzenlemeye gücü yettiği zaman ortaya
çıkabilir. İşte bundan dolayıdır ki ancak buna güç yetirene imamet
verilebilebilir.Buna Hz. Peygamber'in Ebû Zer (ra)'e söylediği söz delildir.
Ebû Zer (ra), Hz. Peygamber (s.a.v)'e şöyle demiştir:Ya Rasûlallah! Beni vali
yapmıyor musun? deyince Hz. Peygamber (s.a.v) eli ile omuzuna vurdu. Sonra:Ya
Ebû Zer! Sen zayıfsın. Bu valilik bir emanettir. Gerçekten kıyamet gününde o
kepazelik ve pişmanlıktır. Yalnız onu hakk ile ifa eden, o hususta üzerine
düşeni yapan müstesna! [602]buyurdular.Diğer
bir rivayette O'na şöyle dedi:Ya Ebû Zer! Gerçekten ben seni zayıf görüyorum.
Ben, senin için kendime sevdiğim şeyi severim. Sakın iki kişi üzerine idareci
olma ve sakın yetim malına veli olma[603]En
küçük idarecilik ve mallar hakkında ehliyet böyle önemli olunca, büyük
idareciliğin mallar ve diğer konulardaki mesuliyetlerin ağırlıklarını yerine
getirmeye şâmil imameti uzmâ hakkındaki ehliyet, herhalde daha da
önemlidir.İmamü'l-harameyn ei-Cüveynî [604]ile
Ebû Ya'lâ [605]bu şartınşart kılınması
görüşündeler. Ebû Ya'la şöyle diyor:..."Üçüncüsü: Savaş işini, siyaseti,
acımaksızm hadleri uygulamada ve ümmeti müdafaa etmede yegâne başkan, yönetici
olmasıdır .Mâverdi de aynı görüşü paylaşıyor ve şöyle söylüyor: Dördüncüsü:
Kamu işlerini idareye, halkın sevk ve idaresini anlamaya yarayan fikir ve görüş
sahibi olmak. Beşincisi: Düşmanla cihada, topluluğu korumayı sağlayan güç ve
kuvvete, cesarete sahip olmak." [606]Aynı
şekilde Bağdadi, [607]İbni
Haldun [608]El-'İci, Meva-kıf da [609]Gazali,
Fedaihu'l-Batmiyye [610]de
ve diğer alimlerde ehliyet konusunu kabul etmektedirler.Bu görüş, âlimlerin
çoğunluğunun görüşüdür. Burada ulemâdan bazıları, imamın, mühim işleri, muhtaç
oldukça isabetli görüş sahipleriyle istişare etmesini kâfi görerek bunun şart
olmadığını caiz görmekteler. Buna şöyle delil getiriyorlar, içtihad ve diğerleri
gibi imamet hakkında arzu edilen şartlarla birlikte bu şartın da bulunması
nâdirdir diyorlar.Gerçek olan şu ki, bu şarta ait belirli bir sınır yoktur. Bu
durum, her asırda farklılık arzeder. Önemli olan, imamın tayininden, nasbmdan
maksad ne ise o maksada halel getirecek bir kusurun olmamasıdır.
,:.:
Bundan maksad, gözün,
dilin ve kulağın gitmesi gibi yokluğuy-la; görüş ve amele tesir eden organların
ve beş duyunun sağlam olmasıdır. Bunların yokluğu görüşe etki yapar, ellerin
ve ayakların kaybolması; kalkışa, süratli harekete olumsuz etki yapar,
görüntüyü çirkini eştirir, toplum ferdlerindeki imamın heybetini zayıflaştırır.
Kur'an-ı Kerim, Tâlut kıssasında bu özelliğe, işarette bulunur. Ayet-i
Kerime'de: "... Allah sizin üzerinize onu seçti, ilimde ve vücutta ona,
sizden daha çok üstünlük yerdi..."(Bakara, 247)
İşte bundan dolayıdır
ki, İslâm hukukçuları bedenî noksanlıkları dört kısma ayırmışlardır:
1- İmamet
akdine engel olmayan, yokluğu görüş belirtmesine, aktif olmasına ve görünüşüne
etki yapmayan noksanlık. Bu noksanlık halifenin görevlerini yerine getirmeye
engel olmaz. Çünkü bu derecedeki noksanlık, İslâm devletinde idare gücü ve
yeteneğini olumsuz yönde etkilemez.
2- Kişiyi,
hilâfet makamına seçmeye engel olan noksanlık. Ellerin yokluğu, harekete tesir
eden ayakların acizliği gibi. Hilâfete aday olan kimsede bulunması lazım olan
yeterliliğe tesir eden bir noksanlıktır. Ümmetin işi şayet kendisine havale
edilse, bizzat kendi kabiliyet ve kuvvetiyle iş yapmaya engel olur. Genel
maslahatlara ve haklara zarar verir. Zira bu noksanlık, şahsın devlet
başkanlığına uygun oluşuna engellik teşkil eder. Bu noksanlık, halifeliği
üzerine aldıktan sonra ortaya çıksa, aynı şekilde halifeliğinin devam
etmemesine sebep olur.
3- Bazı
işlerin yapılmasında kısmi güçsüzlüğe götüren noksanlıktır. El veya ayaklardan
birisinin kesik olması gibi. Böyle bir kişiye gerekli olan tam tasarrufa güç
yetiremeyeceğinden dolayı halifeliğe isteği ile gelmemektir. İslâm Hukukçuları
bunda ihtilaf etmemişlerdir. Ancak böyle birisinin halifeliğinin devam edip
etmeyeceğinde ihtilaf etmişlerdir ki, azil hadisini anlatırken inşaallah bunu
da izah edeceğiz.
4- Bu da halifelik makamının yüklenmesi gereken
zorlukları yüklenmeye mani olmayan ve halifenin diğer özellikleri ve hakimi- yetini
engellemeyen noksanlıktır. Mesela dış görünüşü etkileyen burun kopukluğu ve
gözlerden birinin çıkmış olması şeklindeki noksanlıktır. Bu durum, halife
ittifakla seçildikten sonra ortaya çıkarsa onu halifelikten çıkarmaz. Çünkü
onun haklarından hiçbirisine etkisi yoktur. Fakat böyle birisini seçme
konusunda âlimler iki farklı görüş ortaya koymuşlardır:Bir kısmına göre böyle
birisinin seçilmesi caizdir. Diğer bir kısmına göre ise caiz değildir. Çünkü
yöneticilerin, ayıplanacak bir çirkinlikten ve heybetlerini azaltacak bir
noksanlıktan uzak olmaları gerekir. Heybetin azlığı ise itaattan nefret ettirir.
Böyle bir şeye, serbep olan şeyi ümmetin haklarında bir noksanlık sayılır.Duyu
organlarının konuşma ve duymasının sağlıklı olmasını, ise, hukukçuların bir
çoğu şart koşmuşlardır. Çünkü müslümanların maslahatlarına vâkıf olmak ve
işleri yerli yerince yapmak bunlara bağlıdır. Alimlerden bir kısmı ise konuşma
ve duymayı şart koşma-mıştır. Çünkü yazışma ve benzeri yollarla anlaşma imkânı
vardır.[611] Fakat tercih edilen, bu
ikisine ihtiyaç olduğundan halifede bulunmasının şart kılınmasıdır. Göz de
böyledir. Mutlaka bulunması icâb eden şartlardandır. Çünkü kör olanın kendi
işini düzenlemeye gücü yetmez. Müslümanların işini düzenlemek ise kör olan
kimseye hiç kolay gelmez.Küçük idareciliklerde ise caizdir. Zira Hz. Peygamber
(s.a.v), İb-ni Ümmü Mektûm (r.a.) hazretlerini gözü kör olmasına rağmen
Medine-i Münevvere'de birkaç kere kendilerine vekil olarak bıraktı.[612]İbni
Hazm, bunun şart kılınmasına karşı çıkmakta şöyle söylemektedir: "Yaratılışmdaki
bir ayıp imama zararvermez. Körlük, sağırlık, burnunun kesik olması,
kamburluk, eli kesiklik gibi elleri ve ayaklan olmayan, yüz yaşında bile olsa
yerinde olduğu müddetçe ihtiyarlık yaşma ulaşan kimsenin de dahil bütün
bunların imamlıkları caizdir. Zira bunlara ne Kur'an nassı, ne sünnet nassı, ne
icmâ ve ne de akıl hiç bir delil mani değildir[613]Biz
de bu konuda Kur'an, sünnet ve icmâ ile ilgili bir ibarenin bir nassın olduğunu
söylemiyoruz. Ancak imametin maksadı ken-
dişinde bu şartların
bulunduğu kimse ile tamamlanır. Çünkü vacibin ancak kendisiyle tamamlandığı şey
de vaciptir.
Bu şartı Hz. Peygamber
(s.a.v) tayin etmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v), imamlığa şer'i bir maslahat
olmaksızın haris olmayı menetmek suretiyle azarlanması gereken bir töhmet
kılınmıştır. Bu şart üzerinde pek çok delil mevcuttur:
1-
Abdurrahman b. Semûre (r.a.) den rivayet edilmiştir. Dedi ki Bana Rasûlullâh
(s.a.v) şöyle buyurdular:Ya Abdurrahman! Emirliği isteme! Çünkü emirlik sana,
senin isteğinle verilirse onunla başbaşa bırakılırsın. Eğer emirlik sen istemeden
sana verilirse bu iş üzerine yardım olunur sun. [614]
2- Ebû Musa (r.a.) dan, şöyle demiştir: Ben
beraberinde kavmim eşarilerden iki kimseyle Peygamber (s.a.v) in huzuruna
girmiştim. O iki adamdan biri:Ya Rasûluilah, bize emirlik ver, bizi bir emirliğe
tayin et" dedi. Diğeri de bunun aynısını, dedi. Bunun üzerine Hz.
Peygamber (s.a.v):Biz bu işi isteyen ve ona hırslı olan kimseyi tayin etmeyiz[615]buyurdu.İşte
bu anlayıştan dolayıdır ki Süfyan-ı Sevri (rh.a) şöyle demiştir: "Bir
adamın, emirliğe hırslı olduğunu görürsen ona engel ol[616]Fakat
insanın, kendisini, şer'i bir maslahat gözeterek öne çıkarmasında ise sanki o
kimse bu makama ehil gibi olmuş olur. Diyelim ki vali öldü, kendisinden başka
da ehil kimse mevcut değil, geciktirilmesinden dolayı da fitne ve zayi olma
durumundan korkulursa işte o zaman insanın kendisini, ona hırsından doğan bir
niyyet olmaksızın şer'i bir maslahat niyyetiyle Öne çıkarıp-, emirliği isterse
caiz olur.Bu gün, şu içinde bulunduğumuz itikadi, ahlâki, hukuki, iktisadi istila
altında iken; ben bu emirliği, devlet başkanlığını istemiyorum, çünkü caiz
değildir isteyene verilmez diyerek istememek, bu istilanın devamına razıyım
demektir. Halbuki buna ehil olanın, Hz. Peygamber (s.a.v) in ortaya çıkıp imanı
küfre ve şirke hakim kıldığı gibi bu niyetle ortaya çıkmak bu işe biz varız
demek, istilaya son vermek gerekir. Değil câizlik, vâciblik farzlık söz konusu
hatta iman meselesi. Çünkü küfre karşı çıkmak kalble olursa imandandır. Bir
insan kalble küfre karşı çıkmazsa kâfir olur. Dille karşı çıkmazsa fâsık olur,
zalim olur, o da git gide kâfir olabilir. Fışkı zulmü normal görürse kâfir
olur. Gücü yeter de elle karşı çıkmazsa yine zâlim ve fâsık olur. Küfre rıza
küfür, isyana rıza isyandır, (müt.)Hafız ibni Hacer diyor ki:Şer'i bir maslahat
olduğu zaman emirlik isteği, hadiste geçen istekle ilgili hükme muhalif
değildir. Bilakis emirlik zayi olur da fitne olur korkusuyla emirliği üzerine
olan kimse, istemeden kendisine verilen kimse gibi olur. Çoğunlukla bu
durumlarda hırs da olmaz. Bir de bu durumlarda fitneden kurtarmak için
kendisine vâcib olduğundan emirliğe haris bile olsa böyle bir hırs müsamaha
ile karşıla-mr.[617]
Ayrıca bu konuda Nevevî'nin sözünü az önce naklettik.[618]Peygamberlerin
bazıları da kendilerini, idareciliği hakkıyla yapmaya en yetenekli
gördüklerinden ve idarecilik emniyet edilemeyecek-ellere bırakılınca'meydana
gelecek tehlikeyi gördüklerinden idareciliği istemişlerdir. Bunlardan birisi
Yusuf Aleyhisselâm'dır. Melike şöyle demişti:"Beni ülkenin hazinelerin
üstüne memur) et. Çünkü ben (onları) iyi korur, (yönetmesini) iyi
bilirim," (Yusuf 55)Bir diğer peygamber Süleyman Aleyhisselâm Allâh:dan
idarecilik istemiş ve şöyle demişti:"Rabbim dedi, beni affet, bana benden
sonra hiç kimseye nasib olmayan bir mülk (hükümdarlık) ver. Çünki sensin
lütfeden sen!" (Yusuf, 35)
Bu şart, açık nasslann
belirttiği, sahabe ve tabiinin icmâsimn gerçekleştiği ve müslüman alimlerinin
çoğunluğunun da bu icmâya mutabık olduğu şartlardandır. Bu konuda Hârici ve
Mutezilenin bazıları gibi ehli bidatan küçük bir muhalif olmuştur. Bazı
eşariler de muhalefet etmişlerdir. Biz bu şart için müsbet delilleri ortaya koyacağız.
Sonra kabul etmiyenlerin delillerini ortaya koyacağız. Sonra da tercih edilen
görüşü göreceğiz.
Bu konuyu ele almadan
önce, Kureyşiliğin tarifini yapmak ve onlar kimlerdir diye belirlemek
gerekmektedir.
Kureyş kimlerdir?
Kureyş kabilesi,
Kureyş'in evladlarıdır. Ensab tarihçileri Kureyş konusunda kimlerdir diye
çeşitli görüşlere ayrılmışlardır:
1. Görüş:
Denildiğine göre, Mudaroğlu İlyasoğlu Midrikeoğlu Huzeymeoğlu Kinâne, oğlu
en-Nadrdır. İbni Hişam şöyle söylüyor:"En-Nadr Kureyştir. Kim Nadnn
oğlundandır. İşte bu kimse Kureyşlidir. Kim de Nadr'in oğlu değildir, o kimse
Kureyşli değildir."[619]Bu
görüşü bazı Şâfiiler kabul etmiştir. Buna delil, İbni İshak ve diğerlerinin
Kinde elçisi kısssında zikrettiği şu hadisedir-Eşas b. Kays demiştir ki: Ya
Rasûlallah! Bizler Benu Akili'l-Mirarız. Sen de Akilü'1-Mirr[620]oğullarmdansm.
Rasûlullah (s.a.v) güldü ve şöyle dedi: Bu nesebi El-Abbas b. Abdulmuttalib ve
Rabia b. el-Han'se nisbet ediniz... Sonra onlara şöyle buyurdu: Hayır! Biz
En-Nadr b. Kinâne oğullarıyız. Biz annemize fâcirlik, günahı atmayız, babamızı
(kendimizi başka babalara nisbet ederek) inkâr etmeyiz. El-Eşas b. Kays dedi
ki: Ey Kinde Topluluğu! Tesir altında mı kaldınız, endişelendiniz mi? Allah'a
yemin olsun ki hangi adamı bunu söylerken duyarsam seksen değnek vururum[621]Bağdadi
diyor ki:"Bu, Ebû Ubeyde Mamer1 b. El-Müsenna ve Ebû Ubeyd El-Ka-sım b.
Selam'm tercih ettiği görüştür. Şâfi (r.a.) ve ashabı[622]da
bu görüşü kabul etmekteler. İbni Hazm [623]ve
İbni Manzur [624]un da görüşü aynıdır.
Hafız İbni Hacer [625]İbni
Kayyım el-Cevzî [626] nin
de kabul ettiği görüş budur.
2. Görüş:
Kureyş, Fihr b. Mâlik'dir. Zübeyr şöyle diyor "Diyorlar ki, Fihr b.
Malik'in ismi Kureyştir, Fihrden doğmayan Kureyş'den değildir.[627]Ez-Zebidî
diyor ki: Neseb bilginlerine göre sahih olan Kureyşin, Fihr b. Melik b. en-Nadr
olduğudur. Bu da Kureyşin bütününü içine almaktadır. Hz. Peygamber (s.a.v)'in
onbirinci dedesidir. Cüdan doğmayan Kureyşli değildir. [628]Denilmiştir
ki ismi Fihrdir. Lakabı Kureyştir. Aksi de denilmiştir. Arab ensab
yazarlarından rivayete göre şöyle demişlerdir: Kim Fihr'in nesebini geçerse
Kureyş'den değildir. [629]Zühri
"Arab ensab tarihçilerinden kavuştuğum kimselere göre kim Fihri aşarsa o,
Kureyş'den değildir.[630]Eş-Şenkiti:
"Fihre ait olan Kureyşlidir. Bunda hiç muhalefet yok. Kim Malik b.
en-Nadrın evladından veya en-Nadr b. Kiname evladından ise haklarmda ihtilaf
edilmiştir. Kim Nadrın dışında Kinâne evladından ise, hilafsız o Kureyşli
değildir.[631]Buna, Vasile b. [632]Eska
in rivayet ettiği hadis delildir. Demiştir ki: Rasûlüllah (s.a.v), Allah,
İsmailoğullarından Kinâne'yi, seçmiştir. Kinâneden Kureyşi seçmiştir. Kureyşten
de Hâşimoğullarını seçmiştir. Beni de Hâşimiler arasından seçmiştir,[633]
buyurdular.
3. Görüş: Temimi diyor ki, Kureyş İlyas b. Mudar oğullarıdır.
Kendilerini Kureyş topluluğu arasına katmışlar. Bu görüş, Amr b. el-Alâi,
Ebû'l-Hasen el-Ahfeş-Hammad b. Selemeti'l-Fâkih, Abdullah b. Hasene-1 Kâdey,
Sivar b. Abdillâh'm tercih ettiği görüştür. Bunun bir benzeri
Ebû'l-Esved'ed-Düeli'den rivayet edilmiştir.[634]
4. Görüş: "El-Kaysiyye şöyle demiştir: Kureyşin bütünü
Mudar b. Nizaroğullarıdır. Kays Gaylanı bu kısma katmıştır. Fukahadan Mısır b.
Kadda da buna hükmetmiştir. Bunun benzeri Huzeyfetu b. el-Yeman'dan rivayet
edilmiştir[635]Kureyş'e, ticaret ve
kazanma manasında Kureyş diye isim verilmiştir. İbni İshak ise, Kureyşe,
parçalandıktan[636]sonra
onları tekrar birleştirdiğinden Kureyş ismi verilmiştir diyor. Zebidi ise
şöyle demiştir; Bazıları, Fihr'in Kureyş ismini alması, hakkında yirmi görüş
nakletmişlerdir. Kamus'a yaptığım şerhim'de onları birbir belirt-tim.[637] Bu
fikirlerden başka görüşler de söylenmiştir[638]
Kureyşilik Şartına Dair Ehli Sünnetin Delilleri
İslâm alimlerinin
çoğunluğu bu şartın gerekliliği görüşündeler. Buna sahabe ve tabiin tarafından
icmâ anlatılmaktadır. Dört imam da böylece hükmetmişlerdir. İmam Ahmed,
El-İstahri rivayetinde şöyle söylemiştir.
" Hilâfet,
insanlardan iki kişi kaldığı müddetçe Kureyş'dedir. İnsanlardan hiçkimse
onlarla bu konuda münakaşa etmez, onlara karşı çıkmaz ve kıyamete kadar
hilâfeti onların dışındakilere ikrar etmez.[639]
"İmam Şafii (r.a.), bazı kitaplarında[640]bunu
açıklamış, aynı şekilde onu Zürkan'da Ebü Hanife'den rivayet etmiştir.[641]
İmam Malik: "İmam ancak Kureyş'den olur, Kureyş'den başkasının hiçbir
hükmü yoktur, ancak Kureyşli imama davet etmesi söz konusu olabilir.[642]Bu
konuda Haricilerden, bazı Mutezililerden ve bazı Eşariler-den muhalefet
olmuştur. Bunu, savunanlar, sünnet ve icmâdan çeşitli sahih deliller
getirmişlerdir.
Sünnetten Deliller:
1-
Buhari'nin Sahih'inde Muâviye'den yaptığı rivayet. Buhari, ümeranın Kureyşten
olduğuna dair bir bab ayırarak şöyle diyor:Ebû'l-Yeman bahsetti, bize Şuayb
Zühri'den haber verdi. Zühri şöyle demiştir: Muhammed b. Cübeyr b. Mutim,
Kureyş tarafından elçilikle gönderilen bir heyet arasında bulunduğu halde,
Muaviye'nin huzurunda iken geçen bir vakayı ve ondan işittiklerini şöyle rivayet
etmiştir: Abdullah b. Anır b. el-As'ın "Kahtaniler'den birisi ileride
melik olacaktır" diye bahsettiğini Muaviye duymuştu. Buna sinirle-nen[643]Muaviye
(heyet karşısında) ayağa kalkıp, Allah'a şanına layık sıfatlarla sena etti.
Sonra söze başlayıp şöyle dedi:Ey Kureyş heyeti! Kesin olarak bildirildiğine
göre, sizden bazı kimseler Allah'ın kitabında olmayan, Rasûlüllah (s.a.y) dan
nakledilmeyen bir takım sözlerden bahsettikleri bana ulaştı. Emin olunuz ki,
onlar sizin cahillerinizdir. Ben, sahibini dalalete sürükleyen bu batıl
sözlerden sizleri sakındırırım. Çünkü ben Rasûlullâh'dan şöyle söylerken
duydum: "Şu hilâfet işi Kureyş'dedir. Onlar dini uyguladıkları müddetçe,
onlara hiçbir kimse düşmanjık edemiyecektir. Eğer onlar dinden, (adaletten)
saparlarsa bu halde Allah Kureyşi yüz üstü ateşe sürçtürür[644].
2- Abdullah
b. Ömer'den, Buhari ve Müslimin rivayet ettiği ha-' dis: Rasûlullâh (s.a.v)
şöyle buyurmuştur:
Hâfız İbni Hacer şöyle
diyor: "Hadisdeki "iki kişi" ile murad sayıyı ifade etmek
değildir. Esas maksat hilâfet işlerinin Kureyşin dışında olmayacağını ifade
etmektedir.[645]
3- Buhari ve
Müslim'in Sahihlerinde Ebû Hureyre (r.a.) den rivayet ettikleri hadis.
Rasûlüllah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:"İnsanlar bu işte Kureyşe tâbidir.
Müslümanları onların müslü-manlarına, kâfirleri de onların kâfirlerine tâbidir.[646]
4- İmam
Ahmed'in Müsned'inde rivayet ettiği hadis:Hz. Ebû Bekir (r.a.) ile Hz. Ömer
(r.a.), Rasûlullâh (s.a.v) a halife olacak kimseyi seçmek için Ensar toplandığı
zaman Benu Sâide sofasına gidince Hz. Ebû Bekir (r.a.) konuştu. Ensar hakkında
inen ayetlerden hiçbirşey bırakmadı, Rasûlullâh (s.a.v) onlarla ilgili ne
zikretmişse zikretti ve şöyle söyledi: Biliyorsunuz ki Rasûlullâh şöyle
buyurmuştu: "Şayet insanlar bir vadiye girse, Ensar bir vadiye girse Bende
Ensarm vadisine girerim." Ya Sa'd! Muhakkak sen bilirsin ki sen otururken
Rasûlullâh (s.a.v) şöyle buyurmuştu. Bu işin yönetci-leri Kureyştir. İnsanların
iyisi onların iyisine tabi olur, fâcirleri de onların facirlerine tabi
olur." Sa'd ona: Doğru söyledin, dedi. Bizler vezirler sizler de emirler
siniz. [647]Sahih'de geçen rivayette
görmüştük ki; Hz. Ebû Bekr (r.a.) be-yatla ilgili hadiste şöyle
demişti:"Fakat şu emirlik-halifelik işi Kureyşten olan şu kabile (Muhacirler)
den başkasında asla tamnmayacaktır.[648]
5- İmam
Ahmed'in Enes b. Malik'den rivayet ettiği hadis: Enes dedi ki: Rasûlullâh
(s.a.v) evin kapısı önünde ayakta durmuştu ve biz de orada idik. Şöyle buyurdu:
"İmamlar Kureyştendir. Onların sizin üzerinizde, sizin de onlar üzerinde
aynı şekilde hakkınız var. Onlardan merhamet istenirse merhamet ederler.
Anlaşma yaparlarsa anlaşmaya uyarlar.- Onlar hükmederlerse adalet yaparlar.
Onlardan bunu kim yapmazsa Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti o
kimsenin üzerine olsun.[649]İbni
Hazm diyor ki, bu "İmamlar Kureyştendir" rivayeti tevatür derecesine
ulaşmıştır. Hadisi, Enes b. Malik, Abdullah b. Ömer b. el-Hattâb ve Muaviye
rivayet etmiştir, hadisi Cabir b. Abdullah, Cabir b. Semüre, Ubâdetü b.
es-Samit de o manada rivayet etmişlerdir.ilcHafız îbni Hacer'in bu konuda şimdi
zikredeceği İbni Hazm'm zikrettiğinden daha çoktur, şöyle diyor: "Hadisin
geliş yollarını, kırka yakın sahabiden topladım. Bana ulaşmıştır ki, asrın
ileri gelenlerinin bazısının zikrettiği "İmamlar Kureyştendir"
hadisi ancak Ebû Bekir es-Sıddik'ten nakledilmiştir.[650]İkincisi:
İcmâdan delillemâdan, birden fazla kişiden icmâ nakledilmiştir. Nevevî, Müslim
şerhinde "[651]İnsanlar
Küreyşe tabidir." hadisi hakkında şöyle söylüyor: "Bu ve benzeri
hadisler, hilâfetin Kureyşe has olup Kureyş-ten başka hiçbir kimseye akdinin
caiz olmayacağına bir delildir. Buna göre sahabe ve tabiin zamanında ve
kendilerinden sonra da sahih hadislerle icmâ gerçekleşmiştir.[652]Kâdî
İyaz'dan da Nevevî şöyle naklediyor: "İmamın Kureyşli olması ulemanın
hepsinin görüşüdür. Beni Saide sofasında Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer bununla
Ensara karşı delil getirdi de orada hiç-kimse ona karşı gelmedi." Kâdi
İyaz diyor ki: Ulema bu konuyu icmâ meseleleri arasında saymaktadır. Bu
zikrettiğimize muhalif olarak selefin hiçbirisinden ne bir söz ne bir fiil
nakledilmemektedir. Kendilerinden sonra gelen asırlarda da durum böyle. Yine
şöyle diyor Kadi yaz: Nezzânı ve ashabının bidat ehlinin imamın Kureyşli
olmaması ile ilgili sözlerine itibar edilmez.Darrar b. Amr'm eğer halifeye de bir
durum meydana gelirde hilâfetten indirilmesinden dolayı bir durum ortaya
çıkarsa Nebti ve diğerlerinden Kureyşli olmayan Kureyşli olana tercih edilir
sözüne de itibar edilmez. Müslümanların icmâsına muhalif olarak ortaya atılan
yaldızlı ve boş söz söyleyenlere de itibar edilecek değildir. Allah en iyi
bilendir.[653],Bu icmânın aynı şekilde
kendilerinden anlatılan bir kısmı daMâverdi , îcî), İbni Haldun [654]Gazali[655]ve
diğerleri gibidir.Yenilerden Reşid Rıza da şöyle söylüyor. "Kureyşli olma
şartı üzerindeki icmâ, nakil ve tatbikatla sabittir. Bunu muhaddislerin sika
olanları rivayet etmiş, kelamcılar, Ehli sünnetin bütün hukukçuları hununla
delil getirmişlerdir. Ensarın Kureyşlilere teslimiyet göstermeleri ve
kabullenmeleriyîe tatbikat da bu minval üzere cereyan edegeimiştir. Sonrada
ümmetin büyük çoğununluğunun anlayışı bu olmuştur,[656]akat
Hafız İbni Hacer bu icmâya şu sözüyle itiraz etmektedir: Nakledilen icmânın, bu
konuda Hz. Ömer'den gelen bir sözün teviline ihtiyacı var. İmam Ahmed, Hz.
Ömer'in şöyle dediğin, sika rical senediyle tahric etmiştir: "Ebû Ubeyde
zaten ölmüş durumda, şayet Muaz b. Cebel de hayatta olsaydı yerine halife tayin
ederdim..." Halbuki Muaz b. Cebel Ensardandır, Kureyş arasında hiçbir
nesebi de yoktu. Şöyle denilmesi muhtemeldir: Belki icma, Hz. Ömer'den sonra
halifenin Kureyşli olması şartı üzerine gerçekleşmiştir veya bu konuda Hz.
Ömer'in içtihadı değişmiş olabilir. Allah en iyi bilendir[657]
Kureyşli Olmanın Şart Olmadığına Hükmedenler.
Kureyşii olmanın şart
olmadığını söyleyenlerin ilki Hz. Ali'ye karşı çıkan haricilerdir. "Onlar
imameti Kureyşin dışındakilere de caiz görmüşlerdir. Onlara göre insanların,
zulümden sakınıp adaleti gerçekleştireceğine birleşip, görüşleriyle tayin
ettikleri herkes imammolur.[658]Mutezile
üstadlarından Darrar b. Amr, aynı şekilde imametin, Kureyşin dışındakiler
arasında da uygun olduğunu iddia etmektedir. "Kureyşli ile Nebti bir araya
gelseler bizler Nebti olanı tercih ederiz. Zira sayıca daha az, itibarca daha
zayıftır. İşte bundan dolayı şeriata muhalefet edince, bizim onu hilâfetten
indirmemiz kolay ol"[659]Şehristanî
şöyle diyor: "Mutezilenin çoğunluğu, imameti ne kadar Kureyşlilerin
dışındakiler arasında da caiz görseler Nebtileri Ku-reyşliler üzerine tercih
etmeyi caiz görmezler."
El-Ka'bi, Kureyşli
olan, Kureyşli olmayıp hilâfete ehil olandan daha evlâdır. Eğer fitneden
korkarlarsa Kureyşlinin dışındakine hilâfeti vermek caizdir[660]diye
iddia etmektedir.Eş'arilerden İmamu'1-Haremeyn el-Cüveyni hilâfette Kureyşli
olmanın şart olmadığına meyletmekte ve Kureyşli olmakla ilgili hadisin âhâdi
haberlerden olduğu iddiasındadır. Bâtıl görüşüne göre haberi ahadla delil
getirilemeyeceğinden bu meselelerde bununla delil getirilmez: "Bu, tercih
edilemiyecek bir yoldur. Çünkü bu hadisi nakledenler, tevatür derecesine ulaşacak
sayıda değildir. Bu konudaki gerçeği izah edecek söz şudur: "Diğer âhâdi
haberlerde bulamadığımız gibi bu konuda da Rasûluüâh (s.a.v) da rivayet
edildiğine dair müsbet, yakini ve gönül rahatlığını kendimizde bulamıyoruz. O
zaman bu hadis, imamet konusunda nesebin şart olduğu gerçeğini gerektirmiyor.[661]"El-İrşâd"
isimli kitabında da Cüveyni şöyle diyor: "Bu, hakkında insanların
bazılarının muhalefet ettiği konulardandır. Bana göre birkaç yöne ihtimal,
mümkündür. Allah en doğru olanı bilendir.[662]Ebü
Bekir el-B akili ani'nin görüşü ise bu konuda farklıdır.Cuveyni'nin
"El-İnsaf, isimli kitabında Kureyşiliği şart koşarak şöyle
demiştir:"İmametin, ancak şu şartların kendisinde toplandığı kimseye uygun
olabileceğini bilmek gerekir. O şartlardan birisi de "İmamlar Kureyştendir[663]hadisinin
delaletiyle Kureyşli olmaktır. "Et-Tem-hid" isimli kitabında ise
Kureyşli olmayı şart koşmamıştır. Bu kitab-ta şöyle söylüyor: "Haberin
zahiri Kureyşli olmayı hükmetmiyor, bunu da gerekli kılmıyor.[664]Yeni
yazarların çoğu da Kureyşîliğin şart olmadığı görüşündeler. Muhammed Ebû
Zehra, Târihu'l-Mezâhibi'l-İslâmiyye isimli kitabında, Kureyşlilik ile ilgili
gelen hadislerin hüküm ifade etmiyen mücerred haberler olduğu görüşündedir.[665]El-Akkâd
[666]Prof.
Ali Haseni el-Harbutli "El-îslâmu ve'l-Hilâfii" isimli kitabında
zikredilen hadislerin mevzu olduğunu söyleyecek kadar ileri gitmiştir. [667]Prof.
Salahaddin Debus, "El-Halifetü Tevliyetühu ve Azluhu" isimli
kitabında, bu hadislerin mücerred haberler olduğu görüşünde Prof. Muhammed
el-Mübarek de, imametin, sebeplerin değişmesiyle değişebilen şer'i siyasi
konulardan saymıştır. [668]
Kureyşli olmanın şart olmadığı görüşünde olanların delilleri:
Sakife gününde Ensarın
"Bir emir bizden, bir emir de sizden"[669]diye
söylemesi. Şöyle diyorlar: Şayet Ensar, imametin Kureyşin dışındakilere
câizliğini bilmeselerdi bunu demezlerdi.Delillerinden birisi de, Buhari'nin
Sahihi'nde, Enes b. Malik (r.a.) den tahric ettiği hadis: Enes b. Malık
demiştir ki: Rasûlullâh (s.a.v):Üzerlerinize tayin olunan vali, başı siyah kuru
üzüm gibi ha-beşli bir köle bile olsa dinleyiniz ve itaat ediniz! [670]hadisi
köle bile olsa her imama itaati vâcib kılmaktadır. Bu da Kureyşten olmasının
şart olmadığına delil teşkil) eder.Hz. Ömer'in "Ebû Ubeyde hayatta olsaydı
onu yerime halife tayin ederdim... Ebû Ubeyde vefat etmiş iken ecelim gelse
yerine Muaz b. Cebel'i halife .tayin ederim.[671]
sözü delildir. Muaz b. Cebelin Kureyşten hiçbir nesebi olmadığı belli.[672] Bu
da câizliğe delil olur. Yine Hz. Ömer (r.a.) in şöyle dediği rivayet
edilmektedir: "Eğer şu iki adamından biri bana yetişseydi, bu hilâfet
işini ona bırakır ve ona güvenirdim: Ebû Hüzeyfe'nin kölesi Salim ve Ebû Ubeyde
b. el-Cerrah." [673]Hz.
Ebû Bekir (r.a.) in şu sözünden bir sonuca varmak. "Araplar, Kureyşten şu
kabile (muhacirler) den başkasına boyun eğmez..." Bu, arabın Kureyşe itaat
edeceğine delildir, eğer durum değişirse tercihin konumu da değişir.
5- Ehli
Sünnetin delil getirdikleri bu hadisler, haber verme üslubu üzere gelmiştir,
hadislerde tutunulması vâcib olan bir emir yoktur. Yeni yazarlardan Şeyh
Muhammed Ebû Zehra[674]ile
Prof. Salahaddin Debus [675]ve
diğerlerinin yöneldikleri görüşte budur.Şu âyeti Kerime ile de buna delil
getirmekteler: "Allah yanında en üstün olanınız sizin en mutteki
olanınızdır." (Hucurat 13)Allah (c.c.)j üstünlük ve şerefi takvada kılmış
neseb ve benzeri şeyleri ölçü kılmamıştır. Hem ayrıca haseplerle, neseplerle
Övünmekten sakındıran, cahiliyye kavmiyetçiliğinde^ -nehyeden hadisler gelmiştir.Hz.
Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:'"Ümmetimde cahiliyyet adetlerinden
kalma dört şey vardır ki, onları terk etmiyorlar: Asaleti ile öğünme, neseblere
ta'n, yıldızlarla yağmur isteme ve ağıtçılıktır[676]Onları
terk etmiyorlar" ayrıca "terk etmezler" ve "terk
etsinler" manasına da gelmektedir. Hem hal hem istikbal manası anlaşılır.
Bir ümmetten bir kısım bıraksa diğer bir kısmı alır demektir. Yıldızlarla
yağmur isteme, yağmur yağınca yıldızlara nisbet etmektedirler. Bu ise caiz
değildir. Hakiki tesiri Allah'dan başkasına nisbet etmek şirktir. Ağıtçılık
ise, vakar ve sükûnetle taziye caizdir, bunun dışında bağırarak ağlama, isyan
ifadeleri ile ağlama ve ağlatma caiz değildir, (müt.)Hz. Peygamber (s.a.v)
şöyle buyurmuştur:"Şüphe yok ki Allah size cahiliyye dönemi ve atalarla
övünmeyi yasaklamıştır. İnsanlar iki kısımdırlar. Mü'min mütteki, fâcir şaki.
Siz Ademin çocuklarısınız. Adem ise topraktan yaratılmıştır. Bir kısım
erkekler bir kavimle (kafir olarak ölenlerle) övünmeyi terk etsinler. Çünkü
onlar cehennem kömüründen bir kömürdürler, yahut onlar Allah katında burnu ile
pislik yuvarlayan pislik böceğinden daha aşağıdırlar. [677]
1- Ensann
"Bir emir bizden, bir emir sizden" sözüyle delil getirmek yanlışlığı
açıktır. Zira Ensar (r.a.) o esnada Hz. Ebû Bekir (r.a.) in Kz. Peygamber
(s.a.v) den rivayet ederek anlattığı ve naklettiği hadisden sonra bu
sözlerinden döndüler. Hz. Ebû Bekr'in sözü şuydu: "Ya Sa'd! Sen de
biliyorsun ki, sen otururken Rasûlullâh (s.a.v): "Bu (hilâfet) işinin
sahipleri Kureyştir. Zira insanların iyisi onların iyisine, fâcirleri de
fâcirlerine tabi olur," buyurmuştu. Sa'd da O'na: Doğru söyledin, dedi.
Bizler vezirler sizler emirlersiniz, [678]dedi.
2- Habeşli
bir köle de olsa itaat edilmesini emreden hadislerle delillendirmeye gelince
bunun cevabı tafsilatlı bir şekilde geçti.[679]
Burada kasdedilen mana ya istila ile hâkim olunan imamet veya bazı idareler
üzerinde bulunan küçük emirle ilgili veya temsil suretiyle itaati emretmede
mübalağa içindir.
3- Hz. Ömer'in, Ensarh Muaz b. Cebel'i yerine
halife bırakma isteğindeki sözü ile delil getirmeye gelince bu olmamıştır. Hz.
Ömer Kureyşlilerden altı kişiyi aday gösterdi ve onları seçti ve
"Kendilerinden birisini seçsinler" dedi. Aynı şekilde bu sabit olsa
bile nass, saha-binin sözüne tercih edilir. Belki Hz. Ömer'den bir içtihaddır
ki içtihadından vazgeçip nassa yöneldi. Hafiz İbni Hacer bu itiraza iki ihtimalle
cevap vermiştir:
a) Halifenin
Kureyşli olmasının şart koşulmasına ait icmâ Hz. Ömer'den sonra gerçeleşmiş
olması muhtemeldir.[680]
b) Bu konuda
Hz. Ömer'in içtihadı değişmiş olabilir.İkinci hadise gelince, Ebû Huzeyfe'nin
kölesi Salim ve Ebü Ubeyde'nin zikrolunduğu hadis. Aynı şekilde küçük
idareciliği kas-detmiş olması muhtemeldir veya Salim'i Kureyşli diye itibar
etmiş olması muhtemeldir. Çünkü Ebû Huzeyfe Kureyşlidir.[681] Ubu
Hu-zeyfe, Salim'i oğulluk edinmişti. Kavmin kölesi onlardandır. Hem onu büyük
iken hanımı emzirmiş, oğulluk edinmenin haram kılınmasından sonra da emzirmiş
ve böylece oğlu olmuştur. Emzirme kıssası meşhurdur. Bu Müslim'in sahihinde ve
diğerlerinde mevcuttur. İbni Abdilberr şöyle diyor:"(Hz. Ömer)
zikrettiğimize göre (Salim'i) Kureyş arasında saymıştır. [682]Şu
sözü kasdediyor: "Ebû Huzeyfe-nin hanımı Salim'i azad edince, Salim de Ebû
Huzeyfe'yi veli edindi: Ebû Huzeyfe de Salim'i oğulluk edindi: İşte bundan
dolayı Salim, muhacirler arasında sayılmıştır.[683]Ebû
Ubeyde'ye gelince o, ittifakla Kureyşlidir [684]
4- Hz. Ebû
Bekr'in "Araplar ancak Kureyşten şu kabile (Muhacirler) e boyun eğer...
sözüyle delillendirmelerine gelince: Arabların onlara itaatmdan dolayı
Kureyşten imamın seçilmesi gereğini ileriye sürerek durumlar değişince seçimin
yeri de değişir diyerek bir başka topluluğa yönelirse Kureyşten çıkar diye
delil getirmekteler. Hz. Ebû Bekr'in delil olarak zikrettiği nasslar bu açık
gerçeği açıklayıcıdır. Hz. Ebû Bekir (r.a.) bu delili açıklayınca kendisine
itaati kabul etmeleri sahabenin anlayışınında bu olduğunu ifade ediyor. Allah
en iyi bilendir.
5-Kureyşlilikle
ilgili hadisler, haber verme üslubu ile gelmiştir. Onda emir yoktur diyenlerin
sözü merduddur. Çünkü haber sığasında emirdir. Hadislerin bazısı da açık bir
emirle gelmiştir. Şu hadiste olduğu gibi: "Kureyşi öne geçiriniz!
Kureyşin önüne geçmeyiniz!" [685]hadisi
Hz. Peygamber (s.a.v) den buna dair bir emirdir.Eğer haber verme Hz. Peygamber
(s.a.v) tarafından olmuşsa o muhakkak gerçekleşir. O, hilâfetle ilgili haberi
de ancak Kureyşe havale etmiştir. Çünkü sadık haberin gerçekleşmesi
muhakkaktır. Fakat olanlar böyle olmamıştır. Hilâfet, Kureyşin dışındakilere
de verilmiştir. Hatta onlardan, kendilerini yalan yere Kureyşli olduğunu iddia
eden Fatimiler denen Kölemenliler gibiler bile çıkmıştır[686]Kureyşli
olduğunu iddia etmeyen Osmanlı Devleti sultanları da bir başka örnektir.İbni
Hazm şöyle diyor: "Bu iki haber-zikirleri önce geçen İbni Ömer ile
Muaviyenin hadislerini kastediyor - haber lafzında bile olsa ikisi de, tekitli
sahih emirdir. Bu duruma göre şayet hilâfet işi Kureyşin dışında bulunması
caiz olsa Hz. Peygamber (s.a.v) 'in haberini yalanlama olurdu. Bunu caiz gören
ise kâfir olur[687]
6- islâm,
kavmiyetçiliği yasaklamıştır, diğer müslümanlar üzerine belirli bir topluluğu
idafeci yapmayı yasaklamıştır, İslâm bütün müslümanlar arasında eşitliği
getirmiştir, takva hariç arabm aceme üstünlüğü yoktur, aralarında hiç bir fark
da yoktur... diyenlerin sözlerine gelince biz şöyle diyoruz:İmamın Kureyşli
olmasını şart koşmasıyla İslâm, çok yerde yasakladığı kabile taraftarlığına
bununla davet etmiş olmaz. İslâm nazarında imamın, ümmetin diğer fertleri
üzerinde hiçbir meziyeti yoktur, imamın ailesinin de diğerleri üzerinde fazla
bir hakkı yoktur. İmam ve diğer müslüman fertleri, İslâm nazarında eşittir.
Ayrıca, kıyamet günü hesap bakımından en ağırı, yük bakımından insanların en
şiddetlisi olacak sorumlulukları yüklenmiştir.Bu, İslâm asabiyet davasını
yasaklamıştır demektir. Yoksa insanların birbirleri arasında fazilette
yarışmak yoktur demek değildir. Bilakis fıtratın gereği dünyada insanlar
arasında fazilet yarışı, fazilette üstünlükler vardır. Buna dair şer'i deliller
de mevcuttur.Her anın çoğunluğu [688]Arab
cinsinin, kendi dışmdakil erden daha hayırlı olduğu gibi Kureyş cinsi de
kendilerinin dışmdakilerden daha hayırlı olduğu görüşü üzerindedirler Bu durum
Buhari'nin Sahihinde sabittir ki Ebû Hureyre (r.a.) Rasûlullah'dan şöyle sorulduğunu
rivayet ediyor:Ya Rasülallâh! İnsanların
en üstün olanı
hangisidir? Rasûlullâh: Onların (insanların) en takvâlı olanıdır. Onlar
(soranlar): Biz senden bu (yönü) sormuyoruz. (Bunun üzerine) Rasûlullâh
(s.a.v):Öyleyse (şeref yönünden) Allah'ın peygamberi Yusuf tur. Yusuf Allâhm
peygamberi (Yakub'un) oğludur. O da Allah'ın peygamberi (İshakın) oğludur. O
da Halilullâh İbrahim'in oğludur." buyurdu. (Onu soranlar) şöyle
dediler:Biz sana bundan da sormuyoruz. Bu defa Rasûlullâh (s.a.v.):Sizler Arap
şeceresinin asıllarından soruyorsunuz. Cahiliyye döneminde onların hayırlı
olanları, İslâm döneminde de fakih oldukları zaman onların
hayırlılarıdır."Diğer bir rivayette de:"İnsanlar, altın ve gümüş
madeni gibi madenler (e benzerler). Onların cahiliyyede hayırlı olanları İslâm
döneminde de fakih oldukları zaman en hayırlılarıdırlar[689]İnsanlar
madenler gibidir. Her maden kendi madenliğinde diğerinden üstündür. Altın ve
gümüşün üstünlüğü hayatta kullaruldığındandır. Yoksa altın ve gümüş ne bakırın
yerini ne de kömürün yerini tutabilir. Ancak kabiliyetler farklı farklıdırlar.
Bir kısmında yöneticilik, bir kısmında cı-had (cengâverlik) bir kısmında
tefekkür bir kısmında hitabet diğerinden farklılık arzeder. Bir de her kavmin
diğer kavimler arasında en çok meşhur olduğu veya kabiliyetlerin en çok hangi
yönde yönlendirilmişse o yönü meşhur olur. Şöyle olması da mümkündür.
Kabiliyetlerin çok yönlü terbiyeye, yönlendirilmeye, işlenmeye müsait olması
bakımından Kureyşin diğer kavimlerden farklı olması mümkündür. Belki de
risaletin o kavimden gönderilme hikmeti bu olabilir. Altın ve gümüşün diğer
madenler arasındaki yeri, değer bakımından diğerlerinden daha değerlidir. Bir
de insanların en çok muhtaç olduğu madenlerdendir. İnsanların en çok ihtiyaç
duyulanı, en çok kıymet bileni Kureyşten olması mümkündür. Öyle de olmuştur.
Demek değildir ki; o değer onlarda kıyamete kadar devam edecektir. Devam da
edebilir ama devamı kat'î değildir. Bir kavmin üstün olması her ferdinin de
üstün olması demek değildir. Muhacir ve Ensar olan nice insanlar vardı ki,
Ku-reyştekilerin çoğundan daha üstündü, (müt.)
İbni Teymiye şöyle
diyor:Bir kısım âlimler, kavimler arasında üstünlük olmaması görüşündedirler.
Bu görüş Kadi Ebû Bekir b. Tayyib ve diğerleri gibi kelâm ehlinden bir grubun
görüşüdür... Bu görüşe Şu'übiyye mezhebi denir. Bu görüş bidat ehlinin görüşlerinden
zayıf bir görüştür.[690]"Fakat
bir topluluğun bir topluluk üzerindeki üstünlüğü her ferdinin diğerlerinin her
ferdinden daha üstündür, demek değildir. Muhacir ve Ensardan, Kureyşin
çoğundan daha hayırlıları vardır. Esas maksat Hz. Peygamber'in insanların ve
cinlerin bütününe gönderilmiş olmasıdır. Şer'î ahkâm, ümmetlerden kendilerinin
dışındakilere değil de sırf Araplara tahsis edilmemiştir. Fakat Araplar
arasında imamet sadece Kureyş'e has kılınmıştır. Beni Hâşim'e de zekat verilmesi
haram kılınmıştır. Kureyş cinsi efdal olunca imametin de imkan nisbetinde
cinslerin en faziletlisi arasında olması gerekir. İmamet de cinsin tamamına
şâmil bir iş değildir. Ancak imameti insanlardan birisi üzerine alabilir.[691]Yine
İbni Teymiye şöyle söylüyor: "İki kişi farzedelim ki, birinin babası
peygamber, diğerinin babası kâfir. İkisi de takvada ve itaatta her yönden eşit
olsalar, ikisinin derecesi cennette eşit olur. Fakat dünya ahkâmı, imamette,
karı-koca olmada, şerefte, sadakadan mahrum olmada ve benzeri gibi konularda
bunun aksinedir... Eşrafta üstünlük alt tabakadakilerden daha çok olur.[692]Sevap
ve azabın tertibi Allah'a olan yakınlığa ve uzaklığa göredir. Allah, belli bir
şahsın kendi katındaki şeref ve üstünlüğünü över. Bu konuda nesebin bir tesiri
olmaz. Ancak ve ancak üstünlükte tek müessir, takyâ ve salih ameldir. Şu âyet-i
kerimede olduğu gibi: "Sizin Allah katında en şerefli olanınız en takvâlı
olanınızdır." (Hu-curat 13)
Hz. Peygamber (s.a.v)
den Kureyş'in diğer kabilelere olan üstünlüğüne dair bir çok hadis
gelmiştir."Şüphesiz ki Allah, Kinâne'yi İsmailoğullarından seçmiştir.
Ku-reyş'i Kinâne'den seçmiş, Kureyş'ten de Beni Hâşimi seçmiştir. Beni de Beni
Hâşim'den seçmiştir.[693]Netice
olarak, bir tarafta mutlak manada nesebinin faziletini iptal eden, bir tarafta
da iman ve takvada kendisinden daha üstün olna nesebi tercih eden vardır.İbni
Teymiye diyor ki: "Görüşlerin ikisi de hatalıdır. Zira ikisi de
birbirlerine zıttır. Neseple ilgili olan bir fazilettir. îman ve takva ile olan
fazilet, belirli, hakiki ve son derece kuvvetlidir. Birincisi neseple olan
üstünlüktür. Çünkü nesep, üstünlüğe sebep ve üstünlük alametidir. Çünkü nesepçe
üstün toplum, sayıda eşit olan toplumdan daha üstündür. İkincisi ise iman ve
takva ile üstündür. Bu ise hakikattir ve üstündür. Çünkü takvada en ileride
olan herkes, Allah indinde de en şerefli olandır. Allah'tan sevap da buna göre
olur. Çünkü hakikat mevcuttur, hüküm ise hüsnü zanna bağlanmaz.'[694]İmamda
Kureyşilik şartından maksat, elbetteki İslâm'ın neh-yettiği kabile taraftarlığı
değildir. Zina nesebin, şeriatın aslında hiçbir kıymeti yoktur. Olsa olsa
Kureyşilik kemal sıfatı olabilir.Ehli Sünnet imameti, Kureyş'ten belli bir
gruba tahsis etmiyor. Ancak diğer şartları da sağladığı zaman, Kureyş'e müntesip
olanın imameti caizdir, diyorlar.Bidat ehlinden bir kısmı, imameti belli bir
gruba tahsis etmekte, bazısı da Beni Hâşim'e tahsis etmektedir. İki kısma
ayrılmaktadırlar:
1- Râvendiye[695]Onlar,
imametin El-Abbâs b. Abdilmuttalib ve evladında olmasını vacip kabul ederler.
Ebû Cafer el-Mansur'a kadar ulaştırırlar.
2- Şiâ: Bunlar da imametin Hz. Ali (r.a.) ve
ondan sonra evladında olmasını kabul ediyorlar. Onlar bundan sonra çeşitli
görüşlere ayrılmışlardır:Onlardan Zeydiyye, imametin ancak Hz. Ali (r.a.)
evladında olabileceğini iddia ederler. Kim Hz. Hasan veya Hüseyin evladından,
kendisinde İmamet alâmetleri bulunduğu halde kılıcını çekip çıkarsa, o
imamdır, diyorlar.İmâmiyye, imametin Hz. Ali (r.a.) evladından özel bir kişiye
ait olduğu iddiasındadırlar. O da, bekledikleri on ikinci imam Muham-med b.
el-Hasen el-Askeri'dir. Şöyle diyorlar: İmamet Hz. Ali (r.a.) de, sonra Hz.
Hasan, sonra Hz. Hüseyin sonra da evlatlarında mun-tazar imam Muhammed b.
el-Hasen el-Askeri'ye kadar teselsülen devam eder.Gulat taifesinin bazıları,
aslında imametin Hz. Ali (r.a.) ve evladında olduğunu söylüyorlar. Sonra
imameti Kureyşin dışından bir cemaata tahsis etmekteler. Ya onların, imamların
bazısının kendisine vasiyet ettiği iddiasındalar veya ruhların imamdan iddia ettikleri
kimseye tenasüh suretiyle geçtiği iddisındalar. Beyaniyye gibi ilahın ruhunun
Ebû Hâşim b. Muhammed b el-Hanefiyye'den beyan intikal ettiği iddiasındalar.
Ruhun el-Hattâb'el Esdi'ye intikal ettiğini iddia edenler gibi. Ebû Mansur
el-Aceli'nin peygamberlik ve imamet (raan-suriyye) iddiası gibi.[696]İmamların
Otoritelerinin Sınırlı Oluşu Onların emirlerine karşı çıkma ile tehditİmamların
otoriteleri mutlak değildir. Ancak dini uygulamaya bağlıdır. Devlet
otoritesine, gerekli olan haklara rivayet etmedikleri zaman onları karşı çıkma
ile tehdit etmek gerekecektir. Buna işaret eden hadisler üç yöndedir:
1- Otorite
sahipleri emrolunanı tatbike devam etmezlerse onlara lanetle tehdit söz
konusudur. Hadis-i şerifte:
"İmamlar şu üç
şeyi yaptıkları müddetçe Kureyş'dendir: Merhamet istendikleri zaman merhamet
ederler, anlaşma yaparlarsa ifa ederler, hükmederlerse âdil olurlar. Bunu kim
yapmazsa Allah'ın laneti meleklerin ve bütün insanların laneti o kimsenin
üzerindedir."[697]ibni
Hacer şöyle diyor: "Bu durumda onlara karşı huruç hareketini gerektirecek
durum yoktur.[698]
2- Son
derece eziyet edecek bir kimseyi Allah'ın onlara musallat edeceği tehdidi. İmam
Ahmed ve Ebû Ya'lâ'nın İbni Mesud'dan merfû olarak rivayet ettikleri hadiste
şöyle buyrulmaktadır:Ey Kureyş Topluluğu: Sizler Allah'a âsi olmadığınız
müddetçe bu (idare-yönetim)in ehlisiniz. Eğer ona isyan ederseniz bu dalın
bu-dandığı gibi sizi budayacak bir kimseyi Allah sizin üstünüze gönderir.
Elinde bir dal vardı. Sonra dalı soydu, bir de ne görsün, parlayan bembeyaz bir
dal.[699]Bunda
da onlara karşı huruca dair bir açıklama yoktur. Hadisin içinde bunu anlatan
birşey olsa bile açıklık yoktur.
3- Onlara karşı ayaklanma, onlarla harp etme [700]ve
onlara karşı hurûc hareketini ilan etme: Tayâlisi ve Taberâni'nin Sevban-dan
merfû olarak rivayet ettiği hadis:"Kureyş size, doğru davrandığı müddetçe
siz de Kureyşe doğru davranınız! Eğer istikamet üzere olmazlarsa kılıçlarınızı
omuzlarınıza koyunuz![701]Hafız
İbni Hacer şöyle diyor: Geride kalan hadislerden onlara karşı çıkılacağı
anlaşılmaktadır. Ancak Önce lanetle tehdit meydana geldikten sonra olmakta, o
da mahrumiyeti doğurmaktadır. Bunlar olmuştur... Sonra onlara, eziyet edecek
kimseyi musallat etmesiyle tehdit söz konusu, bu da olmuştur... Sonra onlara
karşı bir taifeden bir taife karşı koydular da bütün dünyanın her yerinde
onlardan esirlik alındı. Halifenin ancak bazı şehirlerde sadece ismi kaldı.[702]Bu
gün ise ne isim ne cisim kaldı. Ancak kitapların içinde resimleri kaldı.
Rasulüllâh (s.a.v) ne kadar da doğru söylemiş!Kureyş'te'imamete lâyık kimsenin
olmaması mümkün müdür? Bu soruya Kadı Ebû Ya'lâ şöyle cevap veriyor:Cübbâi'nin[703]caizdir
sözünün aksine içinde Kureyşten imamete uygun birisinin olmaması mümkün
değildir. Olmadıkları zaman, Kureyşin. dışından, hadleri uygulayabilecek,
herkese hakkını verebilecek bir imamın tayini caizdir. Buna delili, şeriatın
imameti Kureyş hakkında kılmasıdır. Şayet Kureyş, imamete uygun kimse olmazsa,
gücü yetmenıesine rağmen imam tayini ile mükellef olur. Bu da caiz değildir. [704]Daha
önce geçen İbni Ömer hadisi de aynı şekilde buna delildir: "Bu (hilâfet)
işi insanlardan iki kişi devam ettiği müddetçe Kureyşte-dir,[705] Hz.
Peygamber hadisde sayının kendisini kasdetmese bile, bu hadis kıyamete kadar
Kureyşilik prensibinin vacip oluşuna delildir. Şeriatın, olmayan bir şeyi
vacip kılması mümün değildir. Aynı şekilde Amr b. el-Âs (r.a.) in, Rasulüllâh
(s.a.v) tan duyduğu şu hadis de delildir:"Kureyş, insanların hayırda da
(İslâm dönemi), serde de (Cahi-liyye döneminde) kıyamete kadar idarecileridirler.[706]Yine
aynı şekilde Şafii ve diğer fakihler Kureyşliliğin olmamasını farzı muhal bile
görmemeleri de buna delil getirilir. Kureyşli mevcut olmazsa Kenâni halife
tayin edilir, Kenânilerden de bulunmazsa Beni İsmailden, bunlar arasında da
şartları kendinde toplayan bir kimse bulunmazsa Arap dışından bir tarafta da
Cürhümi, yoksa İs-hak oğullarından.[707]İbni
Hacer şöyle diyor: "Fakihler bunu, aklen mümkün olanı zikirdeki
âdetlerine göre farz ediyorlardı, âdeten bu mümkün olmasa bile.[708]Hilâfetin
Kureyş uhdesinde bulunması, Arap diyarında hilâfet Kureyş uhdesinde bulunacak
demektir. Yoksa bütün İslâm mıntıkalarında değildir. Veya Kureyş hilâfete ehil
oldukları müddetçe, İslâmı uyguladıkları müddetçe, hilâfet Kureyşten olması
tercih edilmelidir demek olabilir.
Şu kabul edilen bir
gerçektir ki, Allâh'dan gelen her bir hükmün mutlaka bir hikmeti ve bir
şerefli maksadı vardır. Onu bilen bilir, bilmiyen de bilmez. Ama biz her
hükmün hikmetini bilmeye talip değiliz. Bilakis biz bu hükmün doğruluğunun
gerçekleşmesine talibiz, İmamda Kureyşiliğin şart olması da bu kabildendir.
İbni Haldün’un Görüşü
Bazı âlimler bu
hikmeti göstermeye ve anlatmaya gayret etmişlerdir. Bunların en meşhurlarından
olan İbni Haldun Mukaddi-me'sinde şöyle diyor:"Bütün şer'i hükümlerin
mutlaka bir takım maksatları ve hikmetleri vardır. Dini hükümler işte bu
maksatları ihtiva eder ve bu maksat ve hikmetler için hükmolunur, teşri edilir.
Biz Kureyş nesebinden olma hususunun şart kılınmasmdaki hikmeti ve sarinin bundaki
maksadını araştırdığımız zaman, genellikle zannedildiği gibi bu hususta Hz.
Peygamber (s.a.v) in nesep bağı ile teberruk etme hali ile iktif â edilmediğini
göreceğiz. Her ne kadar söz konusu nesep bağı mevcut ve onunla teberruk hasıl
olmuş ise de, bilindiği gibi teberruk şer'î meksatlardan değildir. Şu halde
nesebin şart kılınması suretiyle mutlaka bir maslahat gözetmiş olacak. Bu
şartın teşri kılınmasından maksat o maslahattır. Yaptığımız inceleme ve
araştırma sonunda nesep hakkında sadece ırkçılığa itibar edildiğini görürüz.
Himaye ve hakkını aramaya, savunma ve taarruza esas teşkil eden, var olması
halinde makam sahibine karşı yönelen tefrika ve ihtilafların ortadan
kalkmasına vesile olan söz konusu asabiyettir. İslâm cemaatı bu makam sahibi ve
onun ailesi ile sükûn bulur, ülfet bağı, bu sayede nizama girer. Bunun sebebi
şudur: Kureyş, Mudar'ın usbesi (topluluğu) onların ve onlardan güç sahibi bir
boy idi. Kureyş (boyu) için mudar kabilesinin sair boylarına karşı çokluk,
asabiyet ve şeref itibariyle bir izzet ve üstünlüğü vardı. Diğer Araplar
onların bu hususiyetlerini itiraf etmekte ve üstün durumda olduklarını kabul
etmekte idi. Şayet iktidar ve hakimiyet onlardan başkasına verilseydi, kendilerine
muhalefet edilmek ve tabi olunmamak suretiyle birliğin dağılması muhtemel hale
gelirdi. Mudar kabilelerinden başkası Arapları ihtilaf halinden geri döndürmeye
ve vazgeçirmeye muktedir olamazdı. Bu suretle de cemaat dağılır ve birlik
bozulurdu. Halbuki Sari1'bu durumdan halkı sakındırmakta, asabiyeler arasında
kaynaşma meydana gelsin, himaye ve savunma güzel olsun diye aralarındaki
ihtilafı ve dağınıklığı kaldırmak ve ittifaklarını temin etmek konusunda haris
ve hassas bulunmaktadır. Bu ise hakimiyet ve iktidarın ancak Kureyşte bulunması
halinde gerçekleşirdi. Zira Kureyş kabilesi mensupları, galibiyet esası ile
halka istediklerini kabul ettirmeye muktedir bulunmakta, hiç kimsenin onlara
karşı ihtilaf ve tefrika çıkarmasından da endişe edilmemekte idi. Çünkü bu
takdirde Kureyş, bu gibi şeyleri defetme ve halkı ondan vazgeçirme gücüne
sahip bulunmakta idi. Hilâfet makamına nesep itibariyle Kureyşten olma hususunun
şart koşulması kuvvetli bir asabiyete sahip olan Kureyş sayesinde din
işlerinin daha sağlam bir şekilde nizama girmesi ve birliğin sağlanması
içindir... Böylece sabit olmuştur ki, Kureyş soyundan olma hususunun şart
kılınması, sadece onlarda mevcut olan asabiyet ve galip olma kabiliyeti
sayesinde çekişmeleri ortadan kaldırmak içindir. Diğer taraftan biliyoruz ki
sari' ne bir asra ne bir nesle ne de bir millete ahkâm tahsis etmez ve imtiyaz
vermez. İşte buna bakarak o Kureyş'ten olma şartının kifayet şartına dahil
bulunduğunu anlar, bunu ona döndürür, Kureyşten olma şartını da şümulüne alan
illeti genelleştirir ve düzenli bir kaide ve efradım (efradını cami, ağyarını
mani bir esas) haline getiririz. Bu illet asabiyetin mevcudiyetidir. Bu
durumda müslümanlarm işlerini idare etmeyi üzerine alan kimsenin kuvvetli ve
onunla birlikte çağında bulunanları galip gelecek bir asabiyete sahip olan
kavimden olmasını şart koşarız.[709]Hikmet
konusunda İbni Haldun'un şartını, illetinin dayanağını asabiyet kıldığı
düşünülürse, asabiyet mevcutsa şart da mevcut olur, asabiyet yoksa şart da yok
olur. Kureyş için asabiyet söz konusu değilse, İbni Haldun'a göre imametin
onlar hakkında olması gerekmez. Bilakis bu asırda, Kureyşin dışında bile olsa
en kuvvetli olan asabiyetin olması gerekir.[710]Fakat
nasslar tetkik edilince, nassların buna delalet ettiğini göremiyoruz. İslâm
nizamı, Hz. Muhammed (s.a.v) in, gelişinden kıyamete kadar hayatı tanzim için
gelmiştir. Belli bir zamana, belli bir mekana has da değildir. Eğer murad
edilen, asabiyet olsaydı Hz. Peygamber (s.a.v), asabiyet olduğunu ifade ederdi
veya asabiyetin daima Kureyş'e ait olması gerekirdi. Çünkü nasslar bizzat
Kureyş üzerine hükmetmiştir. Bu duruma hiç kimsenin söz söylemediği bir
gerçektir. Öyleyse bunun da bâtıl olduğuna delâlet etmektedir. Böylece şayet
illet sadece asabiyet olsaydı hilâfet Hz. Peygamber (s.a.v) den sonra asabiyet
bakımından Kureyşin evlerinden en kuvvetlisi arasında olurdu. Realite de bunun
zıttmadır. Hz. Ebûbekir Teym'dendir, Kureyşin batınlarının en kuvvetlisi de
değildir[711]Teym, asabiyet bakımından
onların çoğunluğu da değildir, Ancak Beni Hâşim, onların şevket bakımından,
asabiyetin çokluğu bakımından en kuvvetlisidir. Hilâfet onlar arasında en
evlası olmamıştır.Bu da delalet ediyor ki maksad asabiyet değildir...
Veliyyullâlı ed-Dehlevi'nin Görüşü:
Hikmetin araştırılmasını ele
alanlardan birisi de
Şah Veliyyullâh ed-Dehlevi'dir."İmamet konusunda Kureyşi nesebin
şart kılınmasını gerektiren sebep Allah'ın Hz. Peygamber (s.a.v) in dili
üzerinde açığa çıkardığı hak, Kureyşin lisanıyla ve adetleri içinde gelmiş
olmasıdır. Hazırlanmış olan ahkâmın çoğu onlar hakkında olmuştur. İşte bu sebepledir
ki onlar bununla amel etmede insanların en kuvvetlisi ve gelen ahkama en çok
tutunanı idiler. Kureyş Hz. Peygamberin kavmidir. Onlar ancak Hz Muhammed'in
dininin yüksekliği ile övünebilirler. Onlarda hem dini hamiyyet hem nesebi
hamiyyet birleşmiştir. Şeriata uymada parmakla gösterilen kimseler oldular. Hem
halifenin, insanların kendisine nesebinin ve hasebinin büyüklüğünden dolayı
itaatten çekinmeyeceği kimselerden olması gerekiyordu. Çünkü nesebi olmayan
kimseyi insanlar zelil ve hakir görürler. Halifenin, şerefçe meşhur olması,
erkeklerini toplayıp harp yapabilecek, kavminin en aktifi olması, kavminin de
kendisini koruyabilen, yardım eden, uğrunda nefislerini feda edebilen
kuvvetliler olması gerekir. Bu hususlar ancak Kureyş'te toplanmıştır. Özellikle
Kureyşin bu durumu Hz. Peygamberin gönderilmesinden sonra önemini daha da
belirginleştirmiştir.[712]
Muhammet Reşit Rıza’nın Görüşü
Bu hikmetin
araştırılması alanında M. Reşit Rıza da şu görüşleri
sergilemektedir:"Allah dinini sona erdirdi. Kureyşli Arab peygamberlerin
sonuncusuna "Arapça hüküm" ve Arapça Kur'an olarak indirdiği hikmetli
kitabıyla kemale erdirdi. Hikmeti, İslâm'ın dünyada şark ve garbına yani her
yere yayılmasını Kureyş'in davetiyle, Kureyş'in Öncülüğünde, onların
kuvvetiyle olmasını gerektirmiştir. Bu davetin himayesi onların kılıçlarıyla
olmuştur. Afabm dışında kim İslâm'a girmişse, kim de saîih amel varsa hep
onlardan öğrenerek aralarında hükümlerde şeriatın eşitliği üzere olanlara tabi
olmuşlar, sonradan Araplaşan onların kölelerinden birçoğunun ortaya koymasıyla
hasıl olmuştur. Kureyş, bir kısım batınlarda arabın, yaratılış, ahlâk, fesahat,
zeka, anlayış, kuvvet ve güç bakımından en kâmili idiler. Nesep bakımından da
İsmail (a.sj'm sülalesinde en aşikâr olan idi, Araplar arasında faziletleri ve
tarih bakımından Beytullâh'a olan hizmetleri açısından da en şereflileri
idiler. İslâm ile kemâle eren bu meziyetlerin bütünü üzerinde Araplar ile
sonradan İslâm'a girenlerin söz birliği etmelerine ehildiler. Özellikle
Rasûlullah'm hükmü sonra da sahabenin icmâsı bunun üzerinde gerçekleşmiştir.
Hz. Peygamber (s.a.s.)'in nübüvvetine vekâlet edecek kimseleri Kureyş'ten
demesinin hikmeti ve sebebi ikidir:
1- Davetin
yayılmasmdaki meziyetlerinin çokluğu, beşer tabiatı itibariyle söz birliği
etmelerine itirazın olmamasına, rekabetin yapılmasına ve zayıflığa meydan
vermemesine sebep olması.
2- İslâm'ın uygulanmasının, İslâmı öğrenilip
yayılmasında ve uygulanmasının tarihi seyri içerisinde aralıksız olarak bu işi
baştan beri yapmış olmaları[713]Dehlevi
ile Reşid Rıza'dan herbirisinin, Kureyşilik şartmdaki hikmeti, bu kabilenin
sahip olduğu şeref, fazilet ve konumlarında gördükleri anlaşılıyor. Bazen sebep
bu olur, bazen de ikisinin de zikrettikleri bu cüz'i noktaların bütününü doğru
bulamadığımıza göre bunun dışında bir şey olur. Mesela Dehlevi'nin;
"Allah'ın, Peygamberimizin lisanı üzerinde ortaya koyduğu hak, Kureyş
lisanı ile ve Ku-reyşin adetleri içerisinde gelmiştir..." sözü mutlak
manada doğru değildir. Çünkü İslâm, onların adetlerinin çoğu ile harp etmiş,
onları haram kılmış, o adetlerini ikrar etmemiş, sadece az bir kısmım kabul
etmiş. Bundan başka İslâmm getirdiği şeyler var, misafire ikram vs gibi. İslâmm
bazı güzellikleri bulup kendi rengiyle boyayıp din haline getirdiklerinin
dışında İslâm, Kureyşin adetlerini getirmiştir dememiz doğru olmaz.Bunun
benzerini, Reşid Rıza'nın, Beytullaha Kureyşin hizmeti ile ilgili
meziyyetlerini ve faziletlerini sayarken söylediği bir sözü var. Onların bu
dereceleri, onları Allah'a ve Ahirete inanan kimseler üzerinde üstün kılmaz. Bu
durum Kur'an ile sabittir: "Siz (müşriklerin) hacılara su dağıtma işi ile
Mescidi Haram'ın imarını, Allah'a ve âhiret gününe iman edip de Allah yolunda
cihad edenlerle bir mi tutuyorsunuz? Halbuki onlar Allah katında eşit
değillerdir, Allah zâlimler topluluğunu hidayete erdirmez." (Tevbe:19)Bu
hizmetin Araplar yanında bir şerefi olsa da, Kureyş'in diğerlerine karşı
bununla bir üstünlüğü de olsa, Mescidi Haram'ı imar etmenin Allah katında
kurbet (Allah'a yakınlık ifade eden ibadet)lerin en üstününden de olsa bu
hayırlar, sahibine, iman olmayınca fayda vermez. Zira Ayette: 'Allah'ın
mescitlerini ancak Allah'a ve âhiret gününe
iman eden, namazı
dosdoğru kılan, zekatı
veren ve Allah'dan başkasından
korkmayan kimseler imar eder. İşte doğru yola ermişlerden olmaları umulanlar
bunlardır." (Tevbe: 18) buyu-ruluyor. Yine şu sözü "Hikmeti, dünyanın
doğu ve batısında Kureyş'in daveti ve Kureyşin öncülüğü ile yayılmış olmasını
gerektirmiştir." Bu da doğru değildir. Çünkü yayılan ilk davet,
müslümanla-rın bütününün Kureyş'den, Ensar'dan, diğer Arap kabilelerinden
olanların iştirakiyle olmuştur. Aynı şekilde Arap olmayanlar tarafından da
davet yapılmıştır. Her bir ferd gelir müslüman olur, din işlerini öğrenir,
kabilesine Allah'a davet edici olarak dönerdi. Böylece onun eliyle çok kimse
iman ederdi. Bazen bu davetçi de bu dinin ya-yıcılan ve davetçileri olarak
Allah ordusuna ekleniyorlardı. Bu suretle davet yeryüzünün her tarafına
yayılıyordu. Bu davet, Kureyşli olan ve olmayanların öncülükleri altında
yapılıyordu. Aynı şekilde, Kureyş'in imamlıkla ilgili özellikleri birbiri
peşinde kesiksiz bir silsile içinde yapmasının muteber olması konusu da doğru
değildir. Çünkü bundan, imamet hakkında tevarüs (bir birine varis olarak)
yapıldığı anlaşılabilir. Halbuki alimler, İslâm'da böyle bir şey olmadığı
üzerinde ittifak etmişlerdir. Kureyş, Hz. Peygamber (s.a.v) den rivayet edilen
hadislerin ifadesiyle Arap kabilelerinin en faziletlisidir.Vasile b. el-Esk'den
rivayete göre Rasûlullâh (s.a.v) şöyle bu-. vurmuştur:"Allah, Kinâneden
Kureyş'i seçmiştir, Kureyş'ten de Hâşim oğullarını seçmiştir. Beni de Hâşimîler
arasından seçmiştir.[714]El-Isteharri'nin
Akide'sinde İmam Ahmed'in şu sözü zikrettiğini söyler:
"Arabın, hakkı,
fazileti ve önde oluşu bilinmekte ve şu hadisten dolayı da sevilmekteler:
"Onları sevmek imandandır, onlara buğz münafıklıktır.[715]"Milliyetçiler
ile arabı sevmeyen ve arabın üstünlüğünü ikrar etmiyen mevâlinin sözü ile hüküm
olmaz. Çünkü bidat onlarda, münafıklık ve ihtilaf çıkarma onlardadır.[716]Hikmetlerden
birisi de, Allah (c.c.) onları, diğer kabilelerden atıcılık ve görüş isabetli
ligiyle ayırdı. Bu ikisi de imam için zaruri olan iki sıfattır. Buna İmam
Ahmed'in Cübeyr b. Mut'im'den yaptığı rivayette Rasûlullâh (s.a.v)'m şu hadisi
delil olmaktadır:"Kureyşli, Kureyş dışından bir adamdan iki misli daha
kuvvetlidir." İmam Zühri'ye: Bununla, neyi kasdetti? denilince, O şöyle
söylemiş: Görüş üstünlüğüdür[717]Kureyşilik
konusunda söylenebilecek birkaç söz şudur:Şüphesiz Allah, emânetleri ehline
vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emr
ediyor." (Ni-sa,58)Allah yanında sizin en şerefli (ve en kıymetli)
olanınız takvada en ileri" olamnızdır..." (Hucuraf 13) şöyle buyurmaktadır:Hz.
Peygamber (s.a.v) şöyle buyuruyor: Üzerinize tayin olunan idareci, başı siyah
kuru üzüm gibi Habeşli köle bile olsa dinleyiniz ve itaat ediniz.[718]Hz.
Ömer(r.a.) şöyle demiştir: Ebû Ubeyde vefat etmiş iken ecelim gelse yerime Muaz
b. Cebel'i halife tayin ederdim.[719]Amelinin
geri koyduğu kimseyi nesebi ileri götüremez.[720]
Yukarıdaki delillerin ortaya koyduğu gerçekler şunlardır:
1-
Emanetlerin en mühimlerinden birisi olan imametin ehline verilmesi gerektiği.
Mutlaka Kureyşilik ifade edilmemektedir.
2- Şerefli
olmak takva ile olduğu, neseb ve haseble olmadığı.
3-
İdarecinin, Allah'tan korkup, kitaba ve sünnete göre davrandığı müddetçe
Habeşli bir köle bile'olsa itaat edilmesi gerektiği
4- Hz. Ömer
(r.a.)in, Muaz b. Cebel'i, hayatta olsaydı yerine koyacak olması önceliğin
kitap ve sünneti uygulayabilecek ehliyette olan herhangi bir nesebden
olabileceğini, önceliğin Kureyşilik olmadığını ortaya koyduğu
5- Kişiyi
öne çıkaranın neseb olmayıp ancak ameli olabileceği ortaya çıkmıştır.Şu
delillere gelince: " Hilâfet, insanlardan iki kişi kaldığı müddetçe
Kureyş'tedir.[721]İnsanlar bu (emr) işinde
Kureyş'e tabidir. Müslümanları onların müslümanlarına, kâfirleri de onların
kâfirlerine tabidir."Şu (hilâfet) işi Kureyş'dedir.[722]
İmamlar Kureyş'dendir.[723]Yukarıdaki
deliller ortada iken bu hadisler neyi ifade etmektedir: Bunlarla ilgili
şunları söylemek mümkündür.
1- İdeal
unutulmamalı, realite-vâkıâ da inkâr edilmemelidir. Hz. Peygamber (s.a.v)
döneminde arablar Kureyşi, lider kabul etmekteydiler. Kâbenin orada oluşu,
bazı özelliklerin kendilerinde bulunması sebebiyle veya çeşitli tesirlerle
lider olarak görmekteydiler.O zaman, hem insanlar onları liderliğe uygun
görmekte, hem de onlar liderliğin özelliklerine sahiptiler. İşte bu durumlar
gözetildiğinden dolayıdır ki Allah (c.c) Kur'an-ı Kerim'inde: "Ey İman
edenler! Allah'tan korkun ve sadıklarla beraber olunuz!" (Tevbe 119)
buyurmuştur. Zira sadıklardan kasıt muhacirlerdi. Muhacirlerden bir kısmı da
Kureyşliydi. Hem o şartları oluşturmuş, hem de Arapların önderliğini ellerinde
bulunduruyorlardı.Her konuda olduğu gibi bu konuda da temel şartlar vardır.
Kimlerde temel şartlarla birlikte kemlâl şartlar bulunursa onlar tercih
olunurlar. Fakat kimde temel şartlar yoksa kemâl şartlarından birisinin
bulunması bir değer ifade etmez. Zira temelsiz kemâl muteber değildir.
Kureyşilik temel şart değildir, kemâl şarttır.Eğer liderlik Kureyş'ten çıkar da
başka bir kavme geçerse temel şartlarla birlikte o kavimden alınmak tercih
edilebilir. Geçmişte bütün dünyada İslâm ülkelerinin tarihi konumu itibariyle
lider olarak Türk milleti görülmüştür. Eğer temel şartlarla birlikte bu kemâl
şart mevcutsa bu özellik sebebiyle tercih sebebi olur. Çünkü şartlar değişince
hüküm de değişir, o kavim tercih edilebilir.
2) Nasslar
içerisinde mutlak hukuku, ifade eden nasslara muhalif bir rivayet olursa
mutlaka uygun tevil olunur. Şöyle ki, hilâfette temel şartlar: İslâm, akıl,
buluğ, hürriyet, erkeklik, ilim, adalet, yeterliliktir. Kureyşli olmak ise
kemal şart denmiştir. Diğer şartların oluştuğu kimseler Kureyş'ten olunca
tercih edilmiştir. Hadisler, halifenin Kureyşten geleceğim haber vermiş
oluyor, hüküm ifade etmiyordu. Yoksa hiçbir hadisde halifeleri Kureyş'ten seçin
diye bir ifade yoktur. Kureyşilik konusunda sahabe ittifak etmiştir. Demek ki
hilâfete ehil insanlar Kureyşliler arasında da bulunması tercihe sebep
olmuştur. Kureyşilik faydalı da olmuştur.
3. İslâm cahiliyye alameti olan haseb ve nesebi
öne çıkarmayı yasaklamıştır. Kureyşlilik temel şart kılmsa neseb Öne çıkarılmış
olur ki cahiliyyenin bu özelliği İcabul edilmiş olunur. Bu ise haramdır. .
4. Hiçbir âlim, temel şartlarda hilâfete uygun
olan bir kimse Kureyşin dışında bulunsa, Kureyşin içinde de hilâfet şartlarına
uymayan bir kimse bulunsa mutlaka Kureyşten olan halife olur diyemez. Eğer
derse, yani Kureyşiliği temel şart sayarsa cahili bir sistemi kabul etmiş
olur.
5. Hz. Ömer (r.a.) Hz. Ebû Bekir (r.a.)'in
seçimini anlatırken, Hz. Osman (r.a.)'m seçimini tesbit ederken hiçbir zaman Kureyşlik-ten
bahsetmemiştir. Hz. Ebû Bekir (r.a.)'in Kureyşli olduğu için değil layık olduğu
için seçildiğini ifade etmektedir. Ayrıca Kureyşli olmayan, Ensardan olan Muaz
b. Cebel hayatta olsaydı halife tayin edeceğini ifade etmiştir.
Bu şart, ulema
arasında ihtilaf edilen bir konudur, imamın, zamanının en faziletlisi olması
vacip midir? Yoksa üstün kimse var iken daha üstün kılmanın idareciliği caiz
midir? Bu araştırmada bu iki grubun fikirlerini ve her birisinin delillerini
sunacağız. Sonra bundan tercih edilen görüşe bakacağız, Hulefâ-i Râşidin'in
aralarındaki üstünlükten kısaca bahsedeceğiz. Ehl-i Sünnet ile diğer fırkaların
bu konudaki durumunu göreceğiz.Bu konuya girmeden önce efdâldan kasdolunan
manayı ve birbirlerinden hangi konuda üstün olduğunu belirlemek istiyoruz.
Çünkü bazı ihtilaflar, ıstılahdaki ihtilafların neticesiyle oluyor, yoksa
netice birdir.Benim nazarımda efdâl (en üstün) olan, Allah yanında efdâl
olandır. Sahabe arasında, peygamberler arasında, enbiya ile melekler
arasındaki üstünlük konuları gibi. Bu konular Allah'ın gayb konusundan olsa
bile. Ancak biz insanlar üzerinde zahir amellerine göre hükmederiz. Bâtm-iç
durumlara gelince bizim bunlara ait bir bilgimiz yoktur. Kendisiyle Allah arasında
kalan bir durumdur. Eğer bir adamını salah, takva, farzlar ve nafilelerle
kulluk ettiğini görürsek, o kimsenin kendinden daha altta olana göre zahirdeki
ameliyle efdâl olduğuna hükmederiz, içinde gizlediğini bilmesek bile. Zira bu
durum kendisiyle Allah arasında olan bir durumdur. Allah katında nice az amel
vardır ki, ancak Allah'ın bildiği gizli bir sebepten dolayı daha faziletli
olur. Bu hüküm delâleti zannî olan bir hükümdür. Biz, ancak şeriatta sahih olan
şeyle kafi olduğuna hükmedebiliriz. Hulefâ-i Raşidin ve benzerlerinin arasında
birbirlerinden üstün olmaları gibi.Bu görüşü Mutezilî olan Kadı Abdulcebbâr
kabul etmekte ve kendi mezheplerine nisbet ederek şöyle demektedir:"Şu
bilinmektedir ki Mutezilî olanlar, neseb ve akıl gibi üstünlüğü kasdetmiyorlar...
Din konusunda sevap çokluğuna ve başkalarının sevabına göre farklılığı
kastediyorlar. Zeyd fâdıldır dediğimiz zaman, çok sevaba müstehak olduğu
anlaşılır". En son şunu ekliyor: "Bu , başkasından efdâldır dediğimiz
zaman, sevabın miktarında başkalarına olan üstünlüğü anlaşılmaktadır.[724]Üstünlük
ilimde efdâl, şecaatta efdâl veya imamet şartlarını tamamen oluşturmada efdâl,
denilmesi gibi Özel bir konuda olunca , o zaman bu üstünlük o özel konuya döner
ve müslümanlara en faydalı veya en uygun diye tabir edilmesi de mümkün olur.Bu
ise İmamu'l-Haremeyn Cüveyni'nin kabul ettiği fikrin aksinedir. Burada
efdâldan maksat müslümanlara en faydalı ve en uygun manasına almıştır. Şöyle
diyor: "Efdâldan anlaşılan mana, imameti omuzlayabilecek özelliklerin kendisinde
toplanması demektir. Bu hususta efdâl dediğimiz zaman, halka uygun olanı
uygulamaya en elverişli olan kimseyi kasdediyoruz.[725]Cüveyni'ye
göre efdâldan maksat, insanların işlerinde en elverişli olan kimsedir, yoksa
dinde efdâl olan demek değildir.
Efdaliyet Şartına Hükmedenler
İmamın, asrının
insanlarının efdâlı olmasını, Eş'ariler'den bir grup, Mutezilenin bazısı,
Haricilerin bazısı [726]ile
Zeydiyenin bir kısmı hariç Şianın Rafızi kolunun bütünü şart koşmaktadır. Bağdadi,
bu görüşü Eş'ariler'den Ebû Hasen el-Eş'ari'ye nisbet etmekte ve şöyle
demektedir :"Ebu'l-Hasen el-Eş'arî, şöyle demiştir: İmamet şartlarında [727]imamın,
zamanının en (efdâl) faziletli birisi varken imamet gerçekleşmez. Şayet efdâl
varken faziletliyi bir kavim imam tayin ederse, tayin edilen imamlardan değil
meliklerden olmuş olur.[728]Bu
görüş, Nezzam ve Mutezileden Gâhız'a nisbet edilmektedir. İkisi de şöyle
demiştir:"İmamete ancak efdâl olan müstehak olur. Efdâldan vazgeçip
faziletliye yönelmek caiz olmaz.[729]Ehl-i
Sünnet'ten Ebû Ya'la da bu görüşü kabul etmiş ve şöyle demiştir :"İşin
başlangıcında -ehl-i hal ve'l-akd, akdın başlangıcında- özürsüz olarak
efdâldan vazgeçerse caiz değildir. Eğer efdâlin gâib olması veya hasta olması
veyahut da faziletli olan, insanlar içinde daha fazla itaat edilen kimse
olması gibi meziyetleri varsa; efdâlı bırakıp faziletliyi seçmek caiz olur.[730]Zeydiyyeden
olan Ceririyye hariç Şianın hepsi efdâliyyet şartı görüşünde birleşmişlerdir.[731]Ceririyye,
Süleyman b. Cerir ez-Zeydî'nin tabîleridir. Bunlar "Mefdûlun imametini
caiz görüyorlar.[732]
Yoksa onlardan Betriyye, imamet konusunda Ceririyye'nin görüşündedir.[733] Bu,
kendisine Zeydiyeye diye nisbet edilen Zeyd b. Ali (rh.a.)'nin görüşüdür.
Şehristanî, "Onun (Zeyd b. Ali) mezhebinde, efdâl olan var iken daha az
faziletlinin imametinin caiz olduğunu söyleyenler vardır" diyor.[734]*
Faziletli olana fâdıl, daha faziletli olana efdâl denir. Efdâl tercih edilirse
tercih edilmeyen fâdıla mefdûl denir, (müt.)
Faziletli Olanı Bırakıp Daha Faziletli Olanı (Efdal)
ın İdareci Olmasını Vacip Görenlerin Delilleri
Görüşlerini çeşitli
delillerle delillendirmektedirler. Onların en önemlileri şunlardır:
1- Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir."Hangi adam ki,
on kişiye idareci tayin edilir de on kişi içinde tayin edilenden efdâl birisi
olduğunu bilir (de buna razı olursa) Allah'ı aldatmış olur, Rasûlü'nü aldatmış
olur, müslünıanlarm cemaatını aldatmış olur.[735]
Bunun bir benzeri de Hâkim'in İbni Ab-bas'dan merfu olarak rivayet edip
sahihdir dediği şu hadisdir : "Aralarında Allah'ın kendisinden daha
ziyade razı olduğu (efdâl) kimse var iken kim bir topluluğa idareci tayin
edilirse Allah'a, Rasülu ne ve müminlere hıyanet etmiş olur.[736] Bu
durum küçük bir toplulukhakkında böyle olursa büyük topluluk hakkında efdâlm
şart olması daha çok gerekli olur.
2 - Hz. Ömer
b. el-Hattab'dan rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: "Bu
(idarecilik işine) insanlardan bir kimse benden daha kuvvetli olduğunu bilsem
muhakkak onu öne geçirirdim (onu idareci ya-' pardım). Zira böyle bir kimseye
idareci olmaktansa boynumun vurulması daha sevimlidir[737]
3 - Yine Hz.
Ömer (r.a.) şöyle demiştir: Kendisinden daha kuvvetli bir kimseyi bulduğum
halde ondan başka bir adama görev vermekten mutlaka sakınırım.[738]Bu
durum idarecilikte böyle olursa imamet konusunda daha çok dikkat ister. . ...
4 - Buna
dair delillerden birisi de, sahabe, imameti önce en efdâlı , ondan sonra gelen
en efdâlı sırasıyla hep en efdâl olana vermiş olmalarıdır. Dört halife,
efdâliyete göre sıralanmışlardır. Onların en efdâli Hz. Ebû Bekir, sonra Hz.
Ömer, sonra Hz. Osman, sonra da Hz. Ali idi. Ebu'l-Hasan el-Eş'ari (rh.a.) bu
konuya bu şekilde delil getirmiştir.[739]Râfızîler
ise bunu doğru bulmuyorlar. Onlar efdâl olanın Hz. Ali b.Ebi Talib (r.a.)
olduğunu iddia ediyor.
5 -
Delillerden birisi de, efdâl olanın, toplumların kendisine itaat etmeye en
yakın olanı ve kendisine tabi olmakta herkesin birleştiği kimsedir.
6 - Buna bir
de sununla delil getirmişlerdir. Akıl, dinin hudutlarını korumada, şeriatın
ahkâmını tatbikte efdâl var iken mefdûlu (faziletçe ondan daha altta olanı) öne
geçirmeyi çirkin görmektedir. Şia da bunu delil gösteriyor. el-Icî buna bir
darb-ı mesel getirmiş ve şöyle demiştir: "Kim, İmam Safî (r.a.)'i ulemadan
birisinin dersinde tenkit etse sonra da fetvasıyla amel etse o kimsenin sefih
olduğuna hükmedilir. [740]Ehli
Sünnet'in, Mutezile'nin çoğunluğu ve Hariciler'in çoğunluğu, Şia'dan Zeyd b.
Ali (rh.a.) Cerîrî, Zeydiyye'den Betriyye, bunlar fâdıl varken fâdüdan alt
mertebede bulunan yani mefdûlûn imametinin câizliği görüşündeler. Bunun
dayanağı müslümanların maslahatıdır. Eğer maslahat, mefdûlûn öne geçirilmesini
gerektiriyorsa öne geçirilir. Eğer fâdılm öne geçirilmesini gerektiriyorsa
fâdıl öne geçirilir. Çünkü ilminde ve amelinde mefdûl olan nice kimseler.
vardır ki, o, idareciliği daha iyi bilmekte ve idareciliğin şartlarını daha
iyi uygulamaktadır.[741]İbni
Hazm, mefdûlûn imametinin câizliğine dair icmânın gerçekleştiğini
zikretmiştir.[742]İmam Ahmed b. Hanbel'e,
birisi kuvvetli ama fâcir, diğeri salih ama zayıf iki idareci var, bunlardan
hangisi ile savaşa gidilir? diye sorulunca şöyle cevap
vermiştir:"Kuvvetli, fâcirin kuvveti, müslümanların, lehine fâcirliği ise
kendi aleyhinedir. Fakat salih zayıfa gelince, salihliği kendi lehine, zayıflığı
ise müslümanların aleyhine olur, öyle ise kuvvetli fâcir ile savaşa çıkılır.[743]*
Hangi özelliği ile iş görülecekse o özelliğin bulunması gerekecektir. Kişinin
fışkı görevine engel olursa, fâsık olan tercih edilmez. İslâm'ın ve
müslümanların lehine olması öncelikli bir konudur, (müt.)Görüşlerine şu
aşağıdaki delilleri ileri sürmekteler : 1 - Hz. Peygamber (s.a.v.)'in emirleri
ve ordu komutanları hakkındaki uygulaması.Hz. Peygamber (s.a.v.), onların
efdâlım seçip de emir tayin etmemiştir. Bilakis içlerinde efdâl olanların
bulunduğu insanlara emir tayin ediyordu. Yemen âmillerinin başına Muaz b.
Cebel'i, Ebû Musa el Eşâri'yi ve Halid b. Velid'i, Umman amillerinin başına
Anır b. el-As'ı, Necran âmillerinin başına Ebû Sufyan'ı, Mekke'ye Itab b.
Useyd'i , Taife Osman b. Ebi'1-As'ı, Bahreyn'e, el-Alâu b. el-Hadrami'yi ve diğerlerini
(R Anhünı) tayin etmişti. Halbuki Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali, Talha, Zübeyr,
Abdurrahman b. Avf, Sa'd b. Ebi Vakkas, Said b. Zeyd, Ammar b. Yasir, Ebû
Ubeyde, İbni Mesud, Ebû Zer (Radıyallahû anhûm ecmaîn)'in diğer zikrolunan
kimselerden efdâl olduklarında ihtilaf yoktur.bni Hazm şöyle diyor :
"Gerçekten, imamet ve hilâfeti hak eden sıfatlardan, fazilette öne geçme
diye bir sıfatın olmadığı doğrudur.[744]işte
bundan dolayıdır ki, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in bu yoldaki prensiplerinden
birisi "Tayin ettiği kimsenin dışındakinin kendisinden efdâl olmasına
rağmen müslümanlara en faydalı olanı idareci olarak tayin etmesi idi.[745]Hulefa-i
Râşidîn (r.a.)'de emirleri tayin hususunda hep bu prensip üzerinde hareket
ettiler, efdâl olanı şart koşmuyorlardı. İbni Hacer, Hz Ömer (r.a.) hakkında
şöyle demiştir:Şehirlere tayin ettiği idarecileri hakkında Hz. Ömer'in tatbikatından
ortaya çıkan, onun sadece dinde efdâl olanı gözetmediğidir. Şeriata muhalif olan
şeylerden sakınmakla birlikte siyaseti bilmede ileri derece de olanları
alıyordu. İşte bundan dolayıdır ki, Şam'da Ebûdderdâ ve Küfe'de İbni Mesud gibi
kendilerinden ilim ve din işinde efdâl kimseler bulunmasına rağmen Muaviye'yi,
el-Muğire b. Şu'be'yi, Amr b. el-As'ı, âmir tayin etmişti.[746]İnsanlar
madenler gibi olduğundan, insanları kendi madeninde değerlendirmek gerekir.
Kim hangi yönde kabiliyetli ise o yönde değerlendirilmelidir. Ayrıca insanlara
görev bulmak değil, işlere göre insanlar görevlendirilmelidir. İnsanlar
üzerine idareci tayin etmekten maksat, dini hakim kılıp dünyayı din ile idare
etmede hangisi daha uygun ve elverişli ise o tayin edilir. Her görevin
kendisine ait özellikleri bulunur. Uygun olanlar bu göreve atanır, (müt.)Küçük
emirliklerde de olsa, imamet-i kübra ona kıyas edilerek efdâliyet şart
koşulmamıştır. Fakat Hz . Ömer (r.a)'nm şöyle dediği rivayet
edilmektedir."Kendisinden daha kuvvetli bir kimseyi bulduğum halde bir
adama görev vermekten mutlaka sakınırım.[747]*
Görev vermede, göreve tayin yaparken o işe en uygun, maslahata en müsait olanı
seçmeye çalışmak olmalıdır. Eğer hata olmuşsa, diğerinin daha layık olduğu
ortaya çıkar ise, daha lâyık olan tercih edilmeli ve göreve daha lâyık olan
getirilmelidir, (müt.)
2 - Hz Ebû
Bekir (r.a.)1 in Sakife günündeki şu sözü : "Şu iki adamdan —Ebû Ubeyde ve
Ömer- birisine sizin için razı oldum, hangisini isterseniz ona bey'at ediniz.[748]Şu
bir gerçek ki, Hz. Ebû Bekir (r.a.) Hz. Ömer (r.a.) dan efdâldır. Hz. Ömer de
Hz. Ebû Ubeyde'den efdâldır. Hz. Ebû Bekir (r.a.) efdâl var iken efdâlın
altındaki yani mefdûlun imametini uygun görmesi mefdûlun imametinin caiz
olduğuna delildir.
3 - Hz. Ömer
(r.a.)'in hilafet işini altı kişiye havale etmesi, şüphe yok ki, onlar
birbirlerinden üstündüler. Bu, Hz. Ömer (r.a.)'in , bir kişi üzerinde
toplandıkları zaman onun diğer kimseye verilmesini caiz görmüş olduğuna
delildir. Onlar maslahatlarını öbür kişiyi halife kılmada görmüşler. İşte bu
da imamın, insanların efdâlı olmasının şart olmadığına delildir.[749]
4 - Hz.
Hasan (r.a.)'m emirliği Hz. Muâviye (r.a.)'a teslim etmesinden sonra sahabe
(r.a.)'nin Hz. Muâviye (r.a.)'nin imameti üzerinde icmâ etmesi. Bu seneye
cemaat senesi ismi verilmiştir. Halbuki sahabenin geri kalanında Hz. Hasan ile
Hz. Muaviye'den de efdâl kimseler vardı.İbni Hazm diyor ki : "Onların
hepsi baştan sona Hz. Muaviye'ye bey'at etmiş ve imamlığını kabul etmiştir. Bu
icmâ yakini bir icmâdır.Hz. Ebû Bekir'in, Hz Ebû Ubeyde ile Hz . Ömer (r.a.)in
halife olmalarını istediğine dair sözü ile Hz . Ömer'in hilafeti altı kişiye
bırakmasından dolayı sahabeden hiçbir kimsenin bu konuda muhalefette
bulunmamasından anlaşıldığına göre kendisinin dışında daha efdâl biri varken
imam tayin edilmesinin caiz olduğuna dair icmâyı ifade eder. "Bu durum,
Allah katında hiçbir değeri olmayanların ortaya çıkmasına kadar sürdü. Hatta
onlar bozuk düşünceleriyle, hiçbir delil olmadan icmâyı ihlal ettiler. Böyle
yaparak hayırdan mahrum olmaktan Allah'a sığınırız.[750]
5 -
Delillerinden birisi de efdâl olanı tanımanın ancak nass veya icmâ ile
olacağıdır. Bu gün bu imkansızdır. Hiçbir kimse kendisinden başka insanın
faziletini bilemez. Sahabeden sonra ancak zanla bilinir. Zanla hükmetmek ise
helal olmaz.[751]Buna delil şudur:
"Allah bir kavmi kınayarak şöyle buyuruyor: "...(işimiz) ancak bir
zandan ibaret. Kesin olarak inanmış değiliz." (Casiye:32) ve benzeri
ayetler...
6-
Delillerden birisi, takat getirilemeyeni teklif, güç yetirileme-yeni mecbur
kılmaktır. Bu bâtıldır helal değildir. İşte bu durum Ku-reyş için de böyledir.
Çünkü Kureyş beldelere dağılmış, isimlerini, hallerini bilmek nasıl mümkün
olabilir ki? Hele efdâlmı tanımak nasıl olabilir ki? Aynı şekilde insanlar
fazilet konusunda da farklı farklıdırlar. Birisi daha ziyade zâhiddir, diğeri
daha çok verâ sahibidir. Bir üçüncüsü daha çok alimdir. Bu kadar farklılıklar
arasında efdâl nasıl olabilir? [752]
Delillerin Değerlendirilmesi
Bunları arz ettikden
ve her iki tarafın delilerine baktıktan sonra bu delilleri değerlendirelim:Hz.
Peygamber (s.a.v.)'den rivayet edilen efdâlın idareci olmasını vacip görenlerin
delillerinden "Hangi adam ki, on kişiye idareci tayin edilir de on kişi
içinde tayin edilenden efdâl birisi olduğunu bildiği halde (buna rıza
gösterirse) Allah'ı aldatmış olur, Rasûlü'nü aldatmış olur, müslümanlarm cemaatını
aldatmış olur." hadisi ile İbni Ab-bas'dan rivayet edilen hadislerin ikisi
de zayıftır. Bu ikisiyle de delil getirilemez. Birinci hadisin zayıf olduğunu Suyûtî'nin
el-Câmiu's-Sağîr'ine [753]yaptığı
tahricinde Nasıruddîn el Bânî ortaya koymuş. İkinci hadisin zayıflığım
el-Câmîu's-Sağîr hadislerinin zayıfları arasında zikrederken belirtmiş/[754]
Hakim'in sahih demesine itibar edilmez. Çünkü bu konuda Hakim'in
müsamahakârlığı meşhurdur. Bazen sahih olmayana sahih dediği oluyor. ,Bu ve benzeri hadislerin, birisine sevgi
basleyip de müslümanla-rı aldatmaya yönelik efdâlı terketmeye karşı
hamledilmesi mümkündür. Müslümanların maslahatı için mefdûlun idareci
kılınmasına gelince, bu Allah'ın ve Rasûlü'nün gösterdiği doğru olan yoldur ve
Allah'ın vacip kıldığı ile amel etmek vacip kıldığını uygulamaktır...
Üçüncü hadise gelince,
eğer sahihse ikinci görüş sahiplerinin lehine bir hüccettir-delildir. Çünkü
efdâlı şart koşmamış, bilakis en uygun, en elverişli olanı şart koşmuştur. Hz.
Ömer (r.a.)'in o iki sözü de aynı şekildedir. O efdâl olana hükmetmemiş,
bilakis en kuvvetli olana yani insanları idare etmeye, bu makamın sıkıntılarım
göğüsleyecek olana hükmetmiştir. Öyle ise o sözlerde onların lehine bir delil
yoktur. Ancak ve ancak o ikisi de, ikinci görüşe hükmedenlerin lehine
delildir.Hulefa-i Râşidîn'in hilâfet tertibi, efdâliyet hesabıyla olduğunu
delil almaları ise, sahihdir ve doğrudur. Ancabunda mefdûlun idareci
olamıyacağına dair hiçbir işaret yoktur. Diğerlerinin delillerini zikrederken
geçtiği gibi burada bunun aksine delil olacak şahid durumunda sözleri
mevcuttur.Efdâl olana toplululukların itaat edeceklerine dair sözleri pek doğru
birşey değildir. Nice mefdûl olanlar, imametin maslahatlarım uygulamaya daha
çok kadir olmuş, onun tayin edilmesi, halkın halini, durumunu düzenlemede daha
ileri, fitneyi gidermede daha sağlam daha becerikli oldukları
görülmüştür.Akim, mefdûlu efdâl olana tercih etmesi de doğru değildir. .
Hilâfeti uygulamaktan maksat, hilâfetin maksatlarını gerçekleştirmektir. Bu
maksatları gerçekleştirmeye kimin daha çok gücü yeterse efdâl olsun mefdûi
olsun birdir. Onun bu makama.tayini daha uygundur.Bana göre tercihe elverişli
olan görüş, imametin hedeflerini gerçekleştirmeye kim daha güçlü ise efdâl
olsun mefdûl olsun birdir, bu makama tayin edilmeye o daha layıktır. Çünkü
kendi nefsinde salih olur da işleri evirip çevirmede zayıf olursa bu zayıflık
bütün ümmete tesir eder. Fakat idarede güzel, siyasetinde kuvvetli olur; taatta
ise kusuru varsa bu taatın kusurunun zararı ümmete değil nefsine aittir. İşte bu kimsenin tercih edilmesi daha
uygundur. Bundan dolayı Rasûlûllâh (s.a.v.), Ebû Zer'i idarecilikden men_etti
ve men sebebini de ona açıkladı. Ebû Zer (r.a.): "Yâ Rasûlûllâh! Beni vali
tayin etmez misin? dedim. Hz. Peygamber (s.a.v.) elini omuzuma vurdu, sonra:
"Yâ Ebû Zer! sen zayıfsın. Bu valilik bir emanettir. Kıyamet gününde o
emanetten dolayı rezillik ve pişmanlık olur. Yalnız onu hakkı ile alarak o
hususta üzerine düşeni yapan müstesna![755]
buyurdu. Bu: Ebû Zer, Rasûlûllâh (s.a.v.)'in hakkında şöyle buyurduğu
kimsedir."Doğru sözlü olarak, Meryem oğlu İsa'nın benzeri Ebû Zer'den,
daha doğru ve daha vefakâr olanı ne gök (kubbesi) gölgelendirmiş (altında
barındırmış) ne de yeryüzü sırtında taşımıştır. Ömer b. Hattâb ayağa kalktı ve:
"Yâ Nebiyyallâh! bu (özelliği) sadece ona mı ait bilelim? dedi. Rasûlûllâh
(s.a.v.): "Evet! Siz Ona ait biliniz!" buyurdu. [756]Hıbban.Fazilet
ve maslahat bir şahısta toplandığı zaman onu başa geçir-ek şüphesiz evlâdır.
Ancak fitneye düşme korkusu ve genel masla-ît için ikinciye dönülür. Ömer b.
Abdülaziz'in kendisinden sonra sa-tı bir adamı idareci tayin etmemede ortaya
koyduğu gerçek de işte ıdur.İmam Malik (r.a.), el-Ömeri'ye şöyle demiştir:
"Sen, Ömer b. Ab-ılaziz'i salih bir adamı vali tayin etmekten men eden
nedir biliyor usun? el-Ömerî dedi ki: "Bilmiyorum." Malik:
"Fakat ben biliyo-ım," dedi. Kendisinden sonra Yezîd için bey'at
yapılmıştı. Ömer b. adulaziz, eğer salih bir adam idareye geçirilirse, Yezîd'in
idareci mamasından dolayı kıyama kalkılacak, hücuma kalkışacaklar, uy-ınsuz
işlerle düzen bozulacak diye korktu. [757](el-
Şâtıbî bu rivayetle alakalı şöyle diyor: "Bu rivayetin taya koyduğu
gerçek, müstehak olmayan azledilir müstehak olan rine geçirildiğinde fitne ve
uygunsuz işler meydana gelir ise masla-ıt olan, müstehak olanın başa
geçirilmesini terketmektedir.[758]Şunu
bilmek gerekir ki, burada idareye elverişlilik idarenin du-muna göre değişiklik
arzeder.Her idarecilikte, idareye en uygun olanın konulması gerekir.
Ida-ciliğin, İbni Teymiye'nin dediği gibi iki rüknü vardır. Kuvvet ve lanettir.
Bunu şu âyet-i kerimeden alarak çıkarmıştır. "...Çünkü ttuğun ücretlerin
en hayırlısı bu güvenilir, kuvvetli (adamdır)" asas:26) Ve şöyle diyor:
"Her idarecilikte kuvvet idareye göredir, vaş yönelimindeki kuvvet, kalbin
şecaatma, savaş sanatını ve rpteki hileyi bilmeye bağlıdır. İnsanlar arasında
hükmetmedeki vvet, Kitap ve sünnetin gösterdiği adaleti bilmeye, ahkâmı
uygula-1ya ait olan kudrete bağlıdır. Emanet ise, Allah korkusuna... İnkardan
korkmayı terketmeye bağlıdır.[759]Yine
şöyle diyor: "Her idarecilikte gerekli olan, idareye göre en gun olandır.
İki adam ortaya çıksa, birisi emanetçe en büyük, diğe-kuvvetçe en büyük.
Bunlardan bu idareye en faydalı olan ve zararı az olan tercih edilir. [760]Maverdi
ile Ebû Ya'la'mn, asrın gerektirdiği şey gözetilir diye sözleri
geçmişti:"Anarşi ve isyanların yayıldığı zamanda şecaatin üstünlüğüne daha
çok ihtiyaç duyuluyor ise, şecaatça daha üstün olan lâyıktır ve o tercih
edilir. Şayet bidatlann ortaya çıkmasından dolayı ve toplumların sükûnu için
ilmin üstünlüğüne ihtiyaç varsa, daha çok alim olan daha lâyıktır ve hilafete o
tercih edilir.[761]İbni
Teymiye'nin de belirttiği gibi bu, Ehl-i Sünnetin görüşüdür. İbni Teymiye:
"Ehl-i Sünnet şöyle söylüyor, eğer mümkün olursa idareye aslah (daha elverişli,
uygun) olanın tayini gerekir. Bu gereklilik çoğuna göre vacip olarak,
bazılarına göre müstehap ölaraktır. Heva» sına uyarak kudretli olmasına rağmen
en elverişli olan (aslah)'tan vazgeçerse o kimse zâlimdir. Kim de onu
sevmesiyle birlikte aslah olanı bu işe tayinden âciz kalırsa işte o kimse mazur
sayılır[762]'
Efdal’an Vazgeçip Mifdula Yönelme Sebepleri
Mutezile1 den Kadi
Abdûlcebbar, şu sebepler mevcut olursa fâdılın imametinden vazgeçip mefdûlun
imametinin caiz [763]oluşunu
gerektiren belli başlı sebepleri belirlemiştir:
1- Efdâl
olanda, imamlığını sahih olmaktan çıkaran bir sebep olması. İmamın muhtaç
olduğu ilim ve siyaseti anlama gibi şartların bazısının bulunmaması gibi.
2- Efdâl
olanın Kureyş dışından olması, imametin kureyşte olduğuna delâlet eden nakli
delilerin bulunmasından dolayı kureyşten olan mefdûl tercih edilir.
3- Evvelki hâli, salim bile olsa, tercihe daha
lâyık olanın mefdûlun haline yakın olması. Herkes nazarında efdâl olanın değil
de mefdul olanın fazilet ve salâhı meşhur ise, işte bu mefdûlun tercihi evlâ
olur. Çünkü nefisler böyle meşhur olan kimselere daha fazla mutmain olur. Çünkü
imamette aranan fazilet, herkese ait olan maslahat kast olunur.
4-
İnsanların daha çok itaat ettikleri, daha çok yöneldikleri mefdul, bu
özelliklerin bulunmadığı efdâldan tercihe daha lâyıktır.
5- Mefdûl
olanın, halifenin, imamın Öldüğü şehirde olması ve bir başka kimsenin tayinine
ihtiyaç olması mefdûlûn tayini tehir edilmesi ile fitne ve benzeri şeylere
sebep olması,.veya fâdıhn kaybolması veya hasta olması gibi şeyler akd halinde
ortaya çıkarsa mefdûlûn tercihini gerektirir.Burada mefdûlu fâdıla tercihe
sebep olacak bir neden mevcut olmazsa efdâlm tercihi evlâdır. Çünkü o kat'î
olarak en uygun olandır. Ehl-i hal ve'l-akd hiçbir sebep yokken mefdûla bey'at
ederse imamet o kimse için geçerlidir ve ona itaat etmekte vaciptir.
Bu konuya şöyle son
verelim: Efdâliyet imamette şart değildir. İmamın, zamanının efdâlı olması da
vacip değildir. Allah en iyi bilendir.
Birbirleri arasındaki
üstünlük konusu ile ilgili sözlerden sonra efdâliyet konusunun imamet
şartlarından bir şart olup olmadığı, sonra da Hulefa-i Raşidinin hilâfetteki
efdâliyete göre tertip edildiklerini zikrettikden sonra bu hüküm ile ilgili
delil getirmeyi ve daha fazla açıklamayı arzu ettik. Ehl-i Sünnet ve'1-Cemaat
olan selefin görüşünü zikrettikten sonra da sapık fırkaların görüşlerini, bu
konudaki konumlarını kısaca ekleyeceğiz.Ehl-i Sünnet ve'1-Cemaatın, Hulefa-i
Râşidin arasındaki üstünlük konusundaki görüşüEhl-i Sünnet Ve'1-Cemaat, Hz. Ebû
Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ye Hz. Ali (r.a:)'ın sırasıyla üstünlükleri üzerinde
ittifak etmişlerdir. İbni Teymiyye diyor ki:"Bu konu, sahabenin, tabiînin
ve tebeuttabiinin ilimde, dinde, imamhklanyla meşhur müslüman imamlar arasında
ittifak edilen bir konudur. Bu, Mâlik'in, Medine ehlinin,, el-Leys b.Sa'd'm,
Mısır ehlinin, el-Evzâ'i ve Şam Ehlinin Süfyan-ı Sevri, Ebû Hanife, Hammad b.
Zeyd, Hammad b. Seleme ve İshak'm, Ebû Ubeyd ve diğer imamların görüşüdür.[764]İmam
Malik, buna dair Medine ehlinin icmâsını anlatmıştır. Yine şöyle demiştir:
"Kendilerine tabi olunan kimseler arasında, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'in
tercih edilişlerinden şüphe eden hiçbir kimseye kavuşmadım.[765]Beyhâki,
el-İ'tikad'mda Ebû Sevr'e, Şâfi'den şöyle dediğini nak-letmiştir:"Sahabe
ve tabiîn önce Hz. Ebû Bekir'in, sonra Hz. Ömer'in sonra Hz. Osman'ın sonra da
Hz. Ali'nin üstünlükleri üzerinde icmâ etmişlerdir.[766]
Dayandıkları Deliller:
1- Buhârî ve diğerlerinin de Nâfi'clen, O da Abdullah
b. Ömer (r.a.)'dan, Abdullah b. Ömer şöyle demiştir:
"Biz, Hz.
Peygamber (s.a.v.) zamanında, insanlar arasında filan filandan hayırlıdır,
filan da filan kimseden hayırlıdır," diye konuşurduk. Neticede Ebû
Bekir'e, sonra Ömer b. Hattab'a, sonra Osman b. Affân'a (r.a.) hayırlıdır,
derdik.[767]
2- Bir rivayette, Salim b. Abdullah demiştir ki,
Abdullah b. Ömer (r.a.) şöyle dedi: "Biz, Rasûlûllâh (s.a.v.)
hayatta iken, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ümmetinin efdâlı kendisinden sonra Ebû
Bekir'dir, sonra Ömer'dir, sonra Osman'dır, sonra da Ali (r.a.)'dir, derdik.[768]
3- Hz. Ali
(r.a.)1 den müstefîz âsâr rivayet edilmiştir. Buhârî'nin Sahih'inde Muhammed b.
el-Hanefîyye şöyle demiştir: Babama:-Rasûlûllâh (s.a.v.)'dan sonra insanların
en hayırlısı hangisidir? diye sordum. Babam: Ebû Bekir'dir, dedi. Ben, Osman
denümesin-den'korktumda: Ömer'den sonra sensin, dedim. Babam:Ben müslümanlardan
bir adam olmaktan başka birşey değilim, dedi.[769]İbni
Teymiye şöyle diyor: "Bu, Hz Ali b. Ebi Talib'den seksen çeşit olarak rivayet
edilmiştir. Hz Ali (r.a.) sözünü Küfe minberi üzerinde söylemişti. Hem de
şöyle demişti: "Beni, Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer'den üstün tutan biri
getirilirse, o kimseye, iftira edenin had (cezası olarak) celde tatbik
ederim." Kim O'nu, Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer'e üstün tutarsa -Hz. Ali
(r.a.)'nin sözü- gereği seksen kırbaç olarak celde tatbik olunur"[770]. ,Bu konuda, Rafizîlerin, "Hz. Ali o
ikisinden de efdâl olduğu halde sırf takıyye olarak zorlamaya uğratıldığından
dolayı bey'at etmiştir." sözlerinin batıl olduğuna dair delilin en
büyüğüdür. Halbuki, eğer iurum böyle olsa idi minber üzerinde insanların gözü
önünde bunu böylece ilan etmezdi, böyle söyleyen kimseye de iftira had (cezası
ola--ak) celde uygulamak istemezdi.Buhârî ve Müslim, İbni Abbas (r.a.)'dan
rivayet etmişlerdir. İbni Vbbas şöyle demiştir: Ben, Ömer b. Hattab, tabuta
konmuş olduğu ıalde onun için Allah'a dua eden cemaatın içinde ayakta
duruyor-lum. Bu sırada bir adam arkamda dirseğini omuzum üzerine koy-nuşta
şöyle diyordu:-(Ya Ömer!) Allah sana merhamet etti. Ben muhakkak Allah'ın, ıeni
iki dostuyla (Rasûlullâh ve Ebû Bekir) beraber bulunduracağını :uuwetle
umuyordum. Çünkü ben, Rasûlullâh (s.a.v.)'dan çok defa: Ben, Ebû Bekir ve
Ömer'le şöyle oldum, ben Ebû Bekir ve Ömer'le öyle yaptım, ben Ebû Bekir ve
Ömer'le şuraya gittim" derken işitir lururdum. Bundan dolayı ben, Allah'ın
seni muhakkak iki dostuyla leraber bulunduracağını kuvvetle ümid ederdim."
(İbni Abbâs dedi :i) Bir de dönüp baktım ki, bu sözleri söyleyen AH b. Ebi Talib'dir.[771]. [772]
4-Süfyan-ı
Sevri'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Kim Hz. dinin halifeliğe Hz.
Ebû Bekir ve Hz. Ömer'den daha layık olduğunu idia ederse Hz. Ebû Bekir'i ve
Hz. Ömer'i Muhacirleri ve Ensarı ha-alı saymış olur. Bu inancı ile onun iyi
amellerinin semaya çıkacağı örüşünde değilim."[773]Bir
rivayette de "...Rasûlullâh (s.a.v.)'m shâbmdan on iki bin kişinin (Önem
verdiğine) önem vermemiş, (uyun gördüğüne) uygun görmemiş olur.[774]Hz.
Ebû Bekir (r.a.) in FaziletleriHz. Peygamber (s.a.v.)'den sonra bu ümmet üzerinde
Hz. Ebû Be-ir (r.a.)'in üstünlüğü konusunda açık, sahih çok hadisler gelmiştir,
iu hadislerden bir kısmı şunlardır:
1- İbni
Abbas (r.a.) dan rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmuştur: "Ben dost edinecek olsam, mutlaka Ebû Bekir'i dost edinirdim.
Fakat o benim kardeşim ve arkadaşımdır.[775]Başka
bir rivayetteLâkin İslâm kardeşliği daha üstündür.[776]
2-
Ebû'd-Derdâ (r.a.) şöyle demiştir: Ben Peygamber (s.a.v.)'in yanında
oturuyordum. Bu sırada Ebû Bekir elbisesinin eteğini diz kapaklarını açmcaya
kadar toplayarak telaşla çıkageldi. Hz. Peygamber (s.a.v.): Arkadaşınız
birisiyle çekişmiş, buyurdu. Hz. Ebû Bekir selam verdi ve:Ya Rasûlailâh!
Benimle Hattab oğlu arasında (bir çekişme) oldu. Ben bu çekişmede Hz. Ömer'e
çattım (kızdırdım). Sonra pişman oldum da kendisinden beni- affetmesini
istedim. Fakat bana karşı (Ömer) diretti (kabul etmedi). Ben de sana geldim.
Bunun üzerine Hz. Peygamber üç kerre : "Allah seni mağfiret etsin ya Ebû
Bekir!" dedi. Sonra Hz. Ömer de bu dargınlıktan pişman oldu da Hz. Ebû Bekir'in
evine gitti ve : Ebû Bekir burada mı? diye sordu. Ev halkı: "Hayır!"
dediler. Hz. Ömer de Hz. Peygamber (s.a.v.)'in huzuruna geldi ve O'na selam
verdi. Bu sırada Hz. Peygamber (s.a.v.)'in yüzü değişmeye başladı. Hatta Ebû
Bekir korktu da iki dizi üzerine çöktü ve iki kerre: Ya Rasûlullâh! Vallahi bu
işte ben daha çok zulmettim. (Hz. Ömer'den ziyade ileri gitmişimdir) dedi.
Bunun üzere Peygamber (s.a.v.): "Şüphesiz ki Allah beni size peygamber
göndermişti. Bunu size tebliğ ettiğimde hepiniz bana: "Yalan
söyledin." demiştiniz. Ebube-kir ise "Doğru söyledin demiş ve bana
canı ile, malı ile yardımcı olmuştu," buyurdu.[777]Sonra
Rasûlullâh iki kere:"Şimdi sizler benim bu dostumu, (bu nisbeti ve bu
özelliği ile) bana bırakırsınız değil mi?" buyurdu.Ebû'd-Derda: (Ebû
Bekir hakkında Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ortaya koyduğu bu yüceltmeden) sonra
artık (O'nun hatırı için) hiç incitilmedi, demiştir[778]
3- Amr b.
el-As şöyle bahsetmiştir: Hz. Peygamber (s.a.v.), kendisini zâtı selâsil ordusu
üzerine komutan olarak göndermişti. Amr dedi ki: Bu gazveden döndüğümüzde
peygamberin huzuruna vardım ve:-İnsanların hangisi sana en sevimlidir? diye
sordum. Hz. Peygamber (s.a.v.):Âişe'dir, dedi. Ben: "Erkeklerden en
sevimli olan kimdir?", dedim. Hz. Peygamber (s.a.v.):Âişe'nin babasıdır,
buyurdu. Ben: "Sonra kimdir?" Dedim. Peygamber (s.a.v.):Sonra Ömer
b. el-Hattâb'dır, buyurup bir takım adamların adlarını saydı.[779]Ebu'l-Hasan
el-Eş'ari şöyle demiştir:"Hz. Peygamber (s.a.v.)'den sonra Hz. Ebû
Bekir'in imamlığı sabit olunca nıüslümanların da en efdâh olduğu ortaya çıkmış
oldu."[780]Hz. Ebû Bekir (r.a.)'in
imamlığına Kur'an-ı Kerim1 den çeşitli ayetlerle delil getirilmiştir.Mesela:
"Andolsun ki o ağacın altında sana biat ederlerken Allah, mü'minlerden
razı olmuştur..." (Fetih 18)Ebu'l - Hasan el- Eşâri:"Allah'ın
kendilerini methedip sen â ettiği ashab, Hz. Ebû Bekir Sıddik'ın imameti -
halifeliği üzerinde icmâ ettiler, Rasûlüllah'm Halifesi ismini verdiler, O'na
bey'at ettiler ve O'na itaat ettiler, O'nun faziletini ikrar ettiler.
Halifeliğe layık olacak ilim, zühd, görüş kuvveti, ümmet yönetimi siyaseti
gibi özelliklerin bütünüyle cemaatin enefdâh idi.[781]Hz.
Ömer b, el- Hattab (r.a.)'m faziletleriHz. Ömer (r.a.) cennetle müjdelenen on
sahabeden biridir. Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman ve Hz. Ali gibi. Bu konuda Hz.
Peygamber (s.a.v.)'den pek çok hadis gelmiştir. Onlardan bir kısmı
şunlardır:Ebû Hureyre (r.a.), Rasûllüllah (s.a.v.)'ın şöyle dediğini rivayet
etmiştir. "Sizden önce geçen ümmetlerde bazen ilham sahipleri bulunurdu.
Şayet benim ümmetimde onlardan biri bulunursa şüphesiz Ömer (onlardan)dır.[782]
2- Sa'd b. Ebi Vakkas (r.a.)'dan, Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in Hz. Ömer (r.a.)'e hitaben şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:Nefsim
yedi kudretinde olan Allah'a yemin olsun ki, şeytan sana bir caddede rastlamış
olsa, mutlaka senin tuttuğun caddeden başkasını tutardı.[783]
3- Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir.Eğer benden sonra bir
peygamber olsaydı, O da Ömer olurdu."[784]Hz.
Ebû Bekir ile beraber anılan diğer faziletleri
1- Ebû Said (r.a.)'den rivayet edilmiştir.
Demiştir ki: Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu:" "Yüksek derece
sahipleri, sizin göğün ufkunda doğan bir yıldızı görmeniz gibi görecekler. Ebû
Bekir ve Ömer onlardandır ve (bu üstün) nimete erişmişlerdir[785]
2- Ebû Cuhayfe (r.a.)'den, O da babasından, O da
Rasûlüllah (s.a.v.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Ebû Bekir ve Ömer, Nebiler ve
Rasûllerden başka evvelin ve âhirin (öncekilerin ve, sonrakilerin) cennet
ehlinin orta yaşlılarının efendileridirler.[786]Hz.
Osman ile Hz, Ali nin aralarındaki üstünlük durumuHz. Osman (r.a.) ile Hz. Ali
(r.a.) arasındaki üstünlük durumu diğer ikisi - Hz. Ebû Bekir (r.a.) ile Hz.
Ömer (r.a.) - gibi değildir.İbni Teymiye diyor ki: "Süfyan-ı Sevri ve Küfe
ehlinden bir grup Hz. Ali (r.a.)'yi Hz. Osman'a tercih etmekte ve üstün
görmekteydiler. Sonra Süfyan ve diğerleri, bu fikirden vaz geçtiler. Medine
ehlinin bazısı Hz. Osman ve Hz. Ali hakkında tevakkuf (birbirinden üstün görüp
görmemede bir fikir belirtmemek) etmişlerdir. Bu görüş Malik'den yapılan'iki
rivayetten birisidir. Fakat Ö'ndan yapılan diğer rivayetler, diğer imamlardan
olan Safı, Ebû Hanife ve ashabı, Ahmed ve ashabı ve diğer İslâm imamları gibi
mezhep imamlarının da aynı fikirde olduğu ve Hz. Osman'ı Hz. Ali'den üstün
gördükleridir.[787]Ebû
Hanife (r.a.)'den yapılan rivayete göre, Ebû Hanife (r.a.) Hz. Ali'yi Hz.
Osman'a (r.a.) tercih etmiştir. [788]Muhammed
b.' el-Hasan eş-Şeybani'nin es-Siyeru'l - Kebir'inde şu ifade vardır:"Nuh
b. Ebi Meryem, Ebû Hanife (rh.a.)'den şöyle rivayet etmiştir: Ebû Hanife'ye,
Ehl-i Sünnet mezhebinden sordum. O şöyle dedi: "Hz. Ebû Bekir'i ve Hz.
Ömer'i üstün tutarsın, Hz. Ali ve Hz. Osman'ı seversin, mestler üzerine
meshedersin, ehl-i kıbleden hiç kimseyi tekfir etmezsin, kadere inanırsın,
Allah hakkında uygunsuz hiç bir şey konuşmazsın..." Sonra sarih şöyle
diyor:"İnsanlardan bir kısım şöyle diyor? Hilafetten önce Hz. Ali, Hz.
Osman'ın üzerine tercih ediliyordu, hilafetten sonra Hz. Osman Hz. Ali'den
efdâl oldu.[789]Sonra şârih, İmam Ebû
Hanife, Hz. Ali'yi önce zikretmesiyle Hz. Ali'yi Hz. Osman'a üstün kılmayı
kasdetmemiştir. Onun kasdı ikisini de Ehl-i Sünnet'in sevmeleri idi. Oradaki
vav harfi tertibi gerektirmemektedir. [790]Ebû
Hanife'ye nisbet edilen el-Fıkhu'1-Ekber'de Hz. Osman (r.a.)'ı Hz. Ali (r.a.)
üzerine tercih ettiği zikrolunmakta ve o kitabta: "Nebilerden
(aleyhimüsselatü vesselam) sonra insanların en faziletlisi (efdâlı) Hz. Ebû
Bekir, sonra Hz. Ömer b. el- Faruk, sonra Hz. Osman b. Affan Zünnurayn, sonra
da Hz. Ali b. Ebi Talib el-Mürteza (radiyallahu anhüm)'dır[791]Mezhebin
zahiri de budur.es-Serahsî ise şöyle diyor: "Bize göre doğru olan görüş
hilafetten önce de hilafetten sonra da Hz. Osman'ın Hz. Ali'den efdâl
olduğu-Hz. Osman (r.a.)'m Hz. Ali (r.a.)'den Efdâl Oluşunun DelilleriÖnce de
geçtiği üzere ortaya çıkan gerçek, Ehl-i Sünnet'te en fazla baskın olan, Hz.
Osman'ın Hz. Ali'den üstün tutulduğudur. Ehl-i Sünnet'in sahip olduğu fikrin
doğruluğuna aşağıdakiler delil olmaktadır:
1- Abdullah
b. Ömer (r.a.)'in önce geçtiği üzere şu sözü:"Biz, Rasûlüllah (s.a.v.)
hayatta iken, nebilerinden sonra, ümmetin efdâlı Ebû Bekir, sonra Ömer, sonra
da Osman (r.anhüm)'dır derdik[792]
2- Sahihi
Buhari de sabit olan Hz. Osman'a (r.a.) yapılan bey'at kıssasıdır. Şûrâ'da
sadece Hz. Osman, Hz. Ali ve hakemlik yapan Hz. Abdurahman b. Avf kalmıştı.
Abdurarrahman b. Avf üç gece Muhacirler, Ensar ve tabiin ile müşavereye devam
etti. Mu minlerin annesi Hz.Âişe ile istişare etti. Hac için Hz. Ömer ile
birlikte hac yapıp da Hz. Ömer'in ölümünde bulunan şehirlerin emirleriyle de
müşaverede bulundu. Hatta Abdurahman b. Avf: " Şu üç günümde uyku için hiç
gözümü yummadım" demiştir. Bütün bunlardan sonra ve de ikisinden-
Hz.Osman ve Hz. Ali - de kendisinin bey'at ettiğine bey'at edeceklerine dair
söz aldıktan ve bütün bu sorgulamalardan sonra neticeyi ilan etti ve :"
İnsanları gördüm ki, Hz. Osman'a hiç kimseyi denk tutmuyorlar," dedi. Hz.
Ali, Hz. Abdurahman b. Avf ve diğer müslü-manlar Hz. Osman'a rıza ve seçim
bey'atı ile bey'at ettiler.[793] İşte
bu, efdâliyet konusunda Hz.Osman'ı Hz. Ali'ye üstün tuttuklarına delildir.Bu
konuda İbni Teymiye şöyle diyor: " Bu, onlardan Hz. Osman (r.a.)'ı, Hz.
Ali (r.a.)'den üstün tuttuklarına bir icmâdır.[794]Bir
adam, Abdullah b. el-Mübarek Hz.lerine, Hz. Ali mi yoksa Hz. Osman mı efdâldir
diye sorunca:[795] "Bu konuda bize
Abdurrah-mari b. Avf yeterlidir," diye cevaplamıştır.Abdullah b.
Mesud,(r.a.), Hz. Osman hilafete tayin edilince: "En hayırlısı bize
emir-halife oldu, biz de başka birisine yönelmedik" demiştir. [796]Ahmed
b. Hanbel, ed-Dârekutni şöyle demişlerdir:"Kim Hz. Ali (r.a.)'yi, Hz.
Osman (r.a.)'dan üstün tutarsa Muhacirleri ve Ensan küçünısemiş hafife almış
olur." [797]İbni Teymiye bunu şöyle
izah ediyor: "Şayet Hz. Osman'ı, üstün tuttukları halde, üstün tutulmaya layık
olmasaydı, ya onun üstünlüğünü bilmemiş olurdular veya bilmeyen cahil kimseler
dini bir tercih olmaksızın efdâlm altındaki bir kimseyi üstün tutmakla
zulmetmiş olacaktılar. Kim de onları cehalet ve zulme nisbet etse, yani onlara
cahil veya zalim derse onları hafife almış olur.[798]Selefin
bazısı Hz. Osman'ın bu durumunu anlattıktan sonra duraklamayı tercih etseler
bile üç'den. sonra - Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman - Hz. Ali üzerine de
hiç bir kimseyi üstün görmezler. İmam Ahmed şöyle diyor: "Hz. Ali'yi
yükseltemeyen evinin eşiğinden daha aşağıdır.[799]Hz.
Osman mevzu olunca kim onu üstün tutmada duraklamaya hükmetse az Önceki İbni
Ömer'in sözüne tabi olmayı istemiş olur. Önce üçünü zikrederler, sonra da şûra
ashabının geride kalanlarını güzel görmüş- olurlar. İmam Ahmed'in rivayet edip
el-Lalekai'nin de zikrettiği söz şudur:Nebilerinden sonra bu ümmetin en
hayırlısı "Ebû Bekir es-Sıd-dik, sonra Hz. Ömer, sonra Hz. Osman b.
Affan'dır. Biz bu üçünü, Rasûlullah (s.a.v.)'ın ashabının üstün tuttuğu gibi
üstün tutuyoruz. Bu konuda ashab hiç ihtilaf etmedi. Bu üçten sonra şûra ashabı
(nı üstün tutuyoruz. Öncelikle) Hz. Ali b. Ebi Talib, Talha, Zübeyr,
Ab-durahman b. Avf ve Sâd. Bunların hepsi de hilafete, imamlığa müsaittiler.
Biz yine İbni Ömer hadisine yöneliyoruz: "Biz, Rasûlullah (s.a.v.) hayatta
iken, ashabı da mevcut iken nitelikli olanları Ebû Bekir, sonra Ömer ve sonra
da Osman olarak sayardık.[800]
-Bunun bir benzeri tam olarak Ali b. el-Medini'den de rivayet edilmiştir. [801]Hz.
Ali (r.a.)'yi yükseltmeye dair ifade edilen rivayetlerden birisi, daha önce
geçen şu rivayettir: Hz. Ali'yi yükseltmeyen (üstün bulunmayan) evinin
eşeğinden daha aşağıdır."Diğer bir rivayet, el-Istarhi'nin rivayetidir. O
bu konuda şöyle demiştir: Nebi (s.a.v.)'den sonra "Bu ümmetin en hayırlısı
Ebû Bekir'dir. Ebû Bekir'den sonra Ömer'dir. Ömer'den sonra Osman'dır. Bir
topluluk Osman hakkında duraklamıştır.[802]İmam
Ahmed (r.a.)'in üstün tutma-tafdil konusunda görüşünün özeti - el-Hallal'm
uygun gördüğü üzere- şu sözüdür: "Kim, Ebû Bekir, Ömer, Osman dese isabet
etmiş olur, amel edilen de budur. Kim de (efdâliyet sırasıyla) Ebû Bekir, Ömer,
Osman, Ali dese aynı şekilde sahihtir, güzeldir ve bir beis yoktur. Her
konumda doğruya ulaşmadaki muvaffakiyet Allah (in yardımı) iledir.[803]İmam
Ahmed'den, Hz. Osman'ın efdâliyeti hakkında duraklamanın nisbet edilmesini
yalanlayan hadis de rivayet edilmiştir. Muham-med b. Avfel-Humsi'nin
rivayetinde şöyle demişlerdir: Rasûlullah'dan sonra insanların en hayırlısı Ebû
Bekir, sonra Ömer, sonra Osman, sonra Ali'dir. Ona dedim ki: Ya Eba Abdillah!
Onlar, senin Hz. Osman hakkında tevakkuf (duraklama - tarafsızlık) ettiğini
söylüyorlar (öyle mi?) Kendisi: Yalan söylemişler. Vallahi Ali'dir. Allah
yücedir! dedi. Onlara İbni Ömer hadisini anlattım - hadisi zikretmiş -Hz.
Peygamber (s.a.v.) onlardan sonra hiçbirinin arasında şu hayırlısıdır diye
seçim yapmayınız! dememiştir, hiç kimsenin, bu konuda bir delil de yoktur. Kim
Hz. Osman üzerinde tevakkuf eder (de kararsızlık gösterir) ise ve Hz. Ali'yi de
yüceltmezse, o kimse sünnetin dışında (bir yol) üzerindedir. [804]Hz.
Ali'yi üstün tutma konusunda söz eden de, Hz. Osman konu edilince söz etmekten
geri duran da Hz. Ali üzerine üç kişi (Ebû Bekir, Ömer, Osman) hariç, kimseyi
üstün tutmaz.İbni Teymiye söyle diyor:Ehl-i Sünnet arasında, o üç kişinin
dışında Hz. Ali üzerine hiç bir kimseyi üstün tutan yoktur. Hem Ehl-i Sünnet
onu Bedir ehl-i'm'n, bey'atı rıdvan ehlinin ilk İslâm'a giren Muhacir ve
Ensarın çoğunun üzerine*üstün tutmaktadır. Ehl-i Sünnet arasında Talha,
Zü-beyir, Sa'd ve Abdurrahman b. Avfm O'ndan efdâl olduğunu söyleyen bile var,
hatta ehl-i Şia arasında üstün tutma konusunda susmaya hükmedenler bile var.[805]Hafız
îbni Hacer halifelerin efdâliyet konusundaki tertibin hilâfetteki tertibleri
gibi olduğuna dair icnıâyı nakletmiştir.[806]Hz.
Ali'yi Hz. Osman'a üstün tutan kimse bidat ehli olur mu olmaz mı? Bu soruya
el-Hallal cevap veriyor, Ehl-i Sünnet'in imamı Ah-med b. Hanbel'den
Müsned'indeki çeşitli rivayetleri zikrettikden sonra Hz. Ali'yi Hz. Osman'a üstün
tutan kimse hakkında şöyle diyor: "Ahmed b. Hanbel'den nakledilmiştir ki o
böyle bir sözü hoş karşılamaz ve güzel bulmaz. Kim de o bidatdır derse onu
ayıplamazdı. Tev-fik Allah (m yardımıy)ladır.[807]
Hz. Osman (r.a.)'m Faziletleri
Şimdi, Hz. Osman b. Affan
Zünnûreyn (r.a.)'m fazileti hakkında gelen hadislerin bir kısmını verelim:
1. Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in : "Kim Rüme[808]kuyusunu
kazar ise ona cennet vardır." sözü. O kuyuyu Hz. Osman kazdı. Hz.
Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Kam zorluk ordusunu (Tebuk Gazvesi)
donatırsa ona cennetvardır. Onu Hz. Osman donattı.[809]Tirmizi,
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu eklemiştir:Artık bugünden sonra Hz.
Osman'a yaptığı (günah) zarar ver-mez"[810]Bunu
iki kere tekrar etti.Hz. Osman (r.a.)'ın yaptığı bu sevap, o kadar kıymetli ve
değerli ki böyle buyurmuştur. Günah işlese bile tevbeye muvaffak kılınacak veya
günahları çok az olsa da sevaplarına nisbetle zararlı olmayacak demektir. Allah
en iyisini bilendir, (müt.)
2. Hz. Âişe
(r.a.),Hz. Peygamber(s.a.v.)'e hitaben şunları söyledi:Ebû Bekir girdi. Ona
güleryüz göstermedin ve aldırış etmedin. Sonra Ömer girdi. Ona da güleryüz
göstermedin, aldırış etmedin,sonra Osman girdi. Hemen otur dun ve elbiseni
düzelttin! Bunun üzerine Rasûlullah
(s.a.v.):"Kendisinden meleklerin haya ettiği bir zattan ben haya etmeyeyim
mi?" buyurdular.[811]Hz.
Osman (r.a.)'m, Hz. Ebû Bekir (r.a.) ile Hz. Ömer (r.a.)'m müşterek olarak
belirtilen faziletleri 1. Hz. Enes b. Malik (r.a.)'in rivayet ettiği hadis: Hz.
Peygamber (s.a.v.) beraberinde Ebû Bekir, Ömer ve Osman olduğu halde Uhud
Dağına çıkmıştı, orada bulundukları esnada dağ onları salladı Peygamber
(s.a.v.) hemen:Ey Uhud sakin ol!" buyurdu Enes: Zannediyorum ki (Peygamber
(s.a,v.) ayağı ile dağa vurdu da:Senin üzerinde bir peygamber, bir sıddik ve
iki şehidden başkası yoktur" buyurdu, demiştir .[812]
2. Ebû Musa
el- Eş'ari (r.a.)'den rivayet edilen hadis: Hz. Peygamber (s.a.v.) bir bahçeye
girdi de hâna bahçenin kapısını bekleyip korumayı emretti. Derken bir adam
geldi, izin istiyordu. Peygamber(s.a.v.);Ona izin ver kendisini cennetle
müjdele, buyurdu. Bir de bak" tık ki Ebû Bekir'miş. Sonra diğer biri
geldi, izin istiyordu. Peygamber (s.a.v.) yine:Ona izin ver ve kendisini
cennetle müjdele, buyurdu. Bir de baktım ki o da Ömer'miş. Sonra başka biri
geldi, o da izin istiyordu. Peygamber (s.a.v.) birazcık sustu, sonra:Ona izin
ver ve kendisine isabet edecek bela (ve imtihan) üzerine cennetle
müjdele!" buyurdu. Bir de baktım ki (gelen) Osman b. Af-fanmış.Müslim'de
şu da var: "Ve kendisini cennetle müjdeledim, Peygamber (s.a.v.)'in
dediğini de söyledim" Osman:Allahım sabır! Yahut yardım dilenecek (merci)
Allah'tır[813]dedi.
Hz. Ali b. Ebi Talib (r.a.)'in Faziletlerine Dair
Mü'minlerin Emiri Ali
b. Ebi Talib (r.a.)'in faziletine ve menkıbe-rinin çokluğuna delalet eden sahih
hadisler çoktur. Hatta şöyle de-Lİmiştir. Hiç bir sahabe hakkında, Hz. Ali (r.a.)
hakkkında ceyyid is-adlarla[814]gelen
hadisler kadar çok rivayet gelmemiştir.[815]Bu
hadislerden bazıları aşağıdadır:Hz. Peygamber (s.a.v.) Tebük (seferin)e
çıkmıştı, Hz. Ali (r.a.)'yi e yerine vekil olarak bırakmıştı. Hz. Ali
(r.a.):(Ya Rasûlellah!) beni kadınlarla çocukların içinde vekil mi bırakıyorsun?
dedi. Bunun üzerine: Bana nisbetlesen, Musa'ya nisbetleHarun menzilesinde
olmana razı olmaz mısın? Şu kadar var ki, benden sonra Peygamber yoktur.[816]Bu
hadis, Şiilerin, hilafet Hz. Ali'nin hakkıdır, zira Peygamber hilafeti O'na
vasiyet etti diye tutundukları hadislerdendir. Halbuki bunda onların lehine bir
delil yoktur. Bu hadis Hz. Ali (r.a.)'nin faziletlerinden bir faziletin
ispatıdır. Hadis, kendisinin, başkasından daha efdâl veya onun gibi olduğunu
da arzetmiyor. Çünkü onda Pey-gamber'den sonra halife bırakacağına dair delâlet
eden bir işaret yoktur. Zira Hz. Peygamber (s.a.v.), Tebuk Gazvesi'nde Medine'ye
kendisini vekil bıraktığı zaman gönlünü hoş etmek için o sözü söylemişti.
Kendisine benzetilen Harun (a.s.), Musa (a.s.)'dan sonra halife olmamış, Musa
(a.s.)'nin hayatında iken vefat etmişti. Hz. Musa (a.s.), Hz. Harun (a.s.)'u
münacaat için Rabbinin katma gittiği zaman vekil bırakmıştı.Selh şöyle haber
verdi, Hayber günü Rasûlüllah (s.a.v.):Bu sancağı öyle bir adama vereceğim ki,
Allah, onun elinde fethi müyesser kılacak. Allah'ı ve Rasûîünü sever, Allah ve
Rasûlü de O'nu sever", buyurmuştur. Sehl demiştir ki: Artık insanlar o
gece sancağı kime verecek diye konuşarak gecele diler [817]
Sabahlayınca erkenden Rasülüllah (s.a.v.)'ın yanına vardılar. Her biri sancağın
kendine verilmesini umuyordu. Derken Rasülüllah (s.a.v.):Ali b. Ebi Talib
nerede?" diye sordu. Ashab:Ya Rasülüllah! O gözlerinden rahatsızdır,
dediler.Hemen O'na haber gönderin!" buyurdu. Hemen Ali'yi getirdiler.
Rasülüllah (s.a.v.)'onun gözlerine tükürdü ve kendisine dua etti. Ali derhal
düzeldi. Hatta hiç ağrısı yokmuş gibi oldu. Rasülüllah (s.a.v.) sancağı ona
verdi[818]Bu hadisler, Hulefa-i
Raşidin (a.s.)'in menkıbeleri hakkında gelen sahih hadisler deryasından az bir
şeydir. Hepsi bu kadar değildir. Yoksa onların menkıbeleri hakkında cildlerle
kitaplar yazılmıştır.3731, İbni Hıbban (Mevaridu'z-Zam'an s. 543 .
Ehl-ı bunnet in bazısı
Hulefa-ı Raşıdın ı beşe çıkarmışlardır. Fakat beşinci hakkında ihtilaf
etmişler. Bir kısmı Ömer b. Abdülaziz'i beşinci kılmışlar. Bu Süfyan es-Sevri'den[819]rivayet
edilmiştir. Şa-fii'den[820]de
aynı şekilde rivayet edilmiştir. Bir kısmı da, sulh öncesi altı ay müddetle
hilafette bulunan el-Hasan b. Ali'yi beşinci sayarlar. Buna, Süfayne hadisi ile
delil getiriyorlar: "Benden sonra hilâfet otuz senedir..." Bu altı
ayı, otuz senenin tamamından saymışlar.[821]Bu
görüş, öncekinden daha kuvvetlidir. Çünkü Muaviye (r.a.) Ömer b. Abdulaziz'den
daha efdâldır, onlardan da sayılmamıştır. Muaviye'ye fazilet olarak Rasûlüllah
(s.a.v.)'m sahabesi olması, huzurunda vahiy katipliği yapması kâfidir.[822]Ömer
b. Abdülaziz'in fazileti meşhurdur. Çünkü seneler sonra zülüm ve yolsuzluk
döneminde geldi, zulümleri kaldırdı, emanetleri ehline verdi. Muaviye (r.a.)'ye
gelince, Hz. Peygamber (s.a.v.) den sonra ümmetin en faziletlileri olan
Hulefa-i Raşidin (r.a.)'dan sonra gelmiş oldu. Bununla birlikte fazileti,
emanete riayeti, halkı idareyi becermesi ve halkın onu çok sevmesi gibi
farklılıkları da vardı.el-Esrüm, Ebû Hureyre'ye nisbet edilen senediyle rivayet
etmiştir: el-A'meş'in yanında idik. Ömer b. Abdulaziz'i ve adaletini anlattılar.
el-A'meş: Muaviye'ye şayet yetişseydiniz (onu nasıl görürdünüz)? dedi. Onlar:
Hilmi hakkında mı? dediler. Dedi ki: Hayır! Vallahi bilakis adaleti konusunda.[823]Hulefa-i
Raşidin arasındaki fazilet konusundan söz ederken, bu münasebetle bazen
itirazcının itirazı olabiliyor. Mesela: Evlâ olan Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
ashabını bütün olarak sevmemiz ve birini diğerinden üstün tutmamamızdır. Bu
itirazcıya deriz ki: Sünnet olan, sahih hadislerin ortaya koyduğu esasa göre
aralarında birbirlerinden üstün tutma söz konusudur. Selef-i Salihin de önce
Ebû Bekir, Ömer, sonra Osman ve Ali diye diğer ashab üzerinde üstün tutma
prensibi üzere yürümüşlerdir.İmam Ahmed b. Hanbel'e, Rasûlüllah (s.a.v.)'m
ashabım seven, sevdiği halde ashabı birbirinden üstün tutmayan bir adamdan
soruldu, O da şöyle cevap verdi: "Sünnet olan, halifeleri Ebû Bekir,
Ömer, Osman ve Ali (sırasıyla) üstün kılmaktır [824]Onların
kınadıkları, Hz. Osman'ın şehadetinden (r.a.) sonra sahabe arasında olan kıtal
ve fitne, sonra Hz, Ali ve Hz. Muaviye'nin beraberlerindeki ashabın
birbirleriyle çekişmeleri, ileri geri konuşmaları ve taraflara sataşmalarıdır [825]Sünnetin
kavli, fiili ve takriri diye kısımlara ayrıldığını biliyoruz. Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in genel sözlerinden ve fillerinden sahabe bu sırayı tesbit etmiştir.
Efendimiz (s.a.v.)'den bu üstünlük dediğimiz tafdili görmüşler ki adeta bütün
ashab bu minval üzere yürümüşlerdir. Böylece hem Peygamber (s.a.v.)'in hem de
ashabın sünneti böyle gerçekleşmiştir. Efendimiz (s.a.v.) hem kendi sünnetine
hem de Hulefa-i Raşidinin gidişatına uymayı emret-miştir.(müt.)Bazı İslâm
Fırkalarının Fazilet konusundaki Yeri Eş'arüer bu konuda Ehl-i Sünnetle
beraberdirler. Fakat onlarınEhl-i Sünnet'e olan imamet konusundaki
muhalefetleri genel olarak gerçekten az birşeydir. Bundan dolayı kendilerini
Ehl-i Sünnet'e nisbet ediyorlar bu gibi konularda kendilerinin Ehl-i Sünnetle
olduklarını iddia ediyorlar. Bu konuda muhalefet eden diğer fırkaların görüşlerini
burada kısaca arz edeceğiz:
A) Mutezile
Mutezile, sahabenin
bütününü dost edinmekte, onlara merhametli olmada, tertip üzere dört halifenin
halifeliklerinin sahih olduğu izerinde Ehl-i Sünnetle beraberdirler. Hz. Ebû
Bekir'in Hz. Ömer'den, Hz. Ömer'in Hz. Osman'dan efdâl olduğunda Ehl-i Sünnetle
beraberdirler. Fakat Hz. Ebû Bekir (r.a.)'nıi yoksa Hz. Ali (r.a.)'mi iaha
efdâl olduğu hakkında ihtilaf etmektedirler. Üç görüş üzeredir-.er.
1. Hulefa-i Raşidin'in efdâliyetini hilâfetteki
düzenlemeye göre îabul edenler: Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali (r.a.). Bu ilk
Basralı'la-ın görüşü. Amr. b. Ubeyd, Nezzam, Cahız, Sumame b. Eşras, Futî,
^ahham ne diğerleri ilk Basrahlar'dır.[826]
2. Hz. Ebû
Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman'ın efdâliyetlerine hük-neden fakat efdâliyet
nisbeti Hz. Ebû Bekir'e mi yoksa Hz. Ali'ye mi )lsun diye tevakkuf (duraklama)
edenler... Onlardan bir kısmı Hz. Ali'yi Hz. Osman'a üstün tutan, Hz. Ebû Bekir
ile Hz. Ali arasındaîfdâliyet konusunda tevakkuf edenlerdir. Vasıl b. Ata,[827] Ebû
Hu-seyl el-Allaf onlardandır. Onlara müteahhirinden tabi olan Ebû Ha-şim b. Ebû
Ali el-Cübbai, Ebu'l-Huseyn Muhammed b. Ali' b. et Tay-nb el-Basri (bu ikisi
hayatlarının başlangıcında iken)[828]Vahhabilerin
mühim hastalıklarından birisi de Eş'arilere çatmaktır, 'şlerine gelirse
Eş'arileri takdir ederler ama çoğunlukla Fırak-ı Dalle'den ol-hıklarını iddia
ederler. İbni Teymiye'yi kendilerine kalkan edinirler. Bu ko-ıuda da pek ciddi
ve samimi değiller. Mesela Eş'ari hakkında İbni Teymi-re'nin övgüleri
manidardır. Bu doktora çalışmasının Mekke'de Vahhabilerin lenetimi altında
yapılmış olduğunu gözden uzak tutmamak gerekir, (müt.)
3. Hz. Ali
(r.a)'yi, Hz. Ebû Bekir (r.a.)'den üstün tutan görüş. Bu, Bağdatlı Mutezilenin
mezhebidir. "Basralı müteahhirinden Ebû Ali îl-Cübbbai tevakkuf
edenlerdendi sonra bu görüşe yönelmiştir. Yazlığı eserlerinde tevakkuf fikrini
kabullenmiştir, sonra vefat anında iz. Ali'yi üstün tutanların yanına
geçmiştir. [829]Aynı şekilde
Ebu'l-îuseyin Muhammed b. Ali el-Basri de hayatının sonunda aynı fikre
lönmüştür. "Emirel-mü'minin Ali'nin
cemaattan efdâl olduğu kesin-ljr [830]yine
Hz. Ali (r.a.)'nin Hz. Ebû Bekir (r.a.)1 den üstün olduğu îkrine yönelenlerden
birisi de Kadi Abdülcebbar'dır ki şöyle diyor: Bize göre sahabenin en efdâlı
Enıire'1-mü'minin Ali'dir, sonra Hz. İasan, sonra da Hz. Hüseyin'dir.[831]
B) Hariciler
Onlar, Hz. Ebû Bekir,
Hz. Ömer ve Hz. Osman'ın efdâliyet ve hilafetlerine hükmediyorlardı. Hz.
Osman'ı hilafetinin ilk altı senesinin bitimine kadar kabul ediyorlardı. Hz.
Ali'nin de hakem olayına kadar halife oluşunu kabul ediyorlardı. Sonra Hz.
Osman'ın altı senesinden, Hz. Ali'yi de hakem olayından sonra Eş'ari'nin
dediği gibi tekfir etmeleri Haricilerin üzerinde birleştikleri konulardandır.[832]
C)Rafiziler (Revafız)
Rafiziler, Hz. Ali
(r.a.)'yi diğer ashabdan üstün bulurlar. Bu onların bütününün birleştikleri
bir konudur. Onlara göre Peygamber (s.a.v.)'den sonra Hz. Ali'den üstün kimse
yoktur.[833].Ehl-i Sünnet'e muhalif
olan sapık fırkaların hiçbirisinin yanında bu meselede gerçeğe delalet eden
hadislere karşı ne Allah'ın Kitabından ne Rasûlünün (s.a.v.) sahih sünnetinden
açık hiçbir delilleri yoktur.
İslâm nazarında
idarecilik mesuliyettir. Ancak ve ancak hedefleri gerçekleştirmek ve
maksatlara ulaşmak için meşru kılınmıştır. Bu hedeflerin gerçekleştirilmesi ve
bu maksatlara ulaşma işi idareci ile idare edilenler arasındaki müşterek bir
sorumluluktur. Bu sorumluluktan topluca herkes mesuldür.İslâm'da
idareciliklerin bütününün maksatı, dinin bütünüyle Allah için olması, Allanın
kelimesi (Kelime-i Tevhid)in en yüce (hakim, galib) olması, ve kulluğun sadece
Allah için olmasıdır. Allah (c.c.), herşeyi bu maksat için yaratmış, kitapları
bu sebeple indirmiş, peygamberleri bu nedenle göndermiştir. Hz. Peygamber
(s.a.v.) ve müminler de sırf bu maksat için cihad etmişlerdir. Ayet-i
Kerime'de: "Ben insanları ve cinleri, ancak bana kulluk etsinler diye
yarattım." diyor Allah (c.c). (Zariyat:56)Dinin bütünü, idareciliklerin
tamamı emirler ve nehiylerdir. Allah (c.c), Peygamber (s.a.v.)'ini marufu
emir, münkeri nehiy için göndermiştir. Allah'ın Kitabındaki mü'minlerin sıfatı
da budur: "Erkek ve kadın bütün müminler, birbirlerinin velileridir.
Marufu emrederler, münkerden sakındırırlar..." (Tevbe 71)İşte imam da, bu
şer'i maksatları gerçekleştirmede ümmetin vekili veya naibidir. Ümmet, imama
biat ederken bu hakimiyeti, bu maksatları gerçekleştirmesi için vermiştir.
Bundan dolayı başkasından olmayan görevler onun üzerindedir. Bu makamda
görevlerin temeli kudrettir. Ümmetin ona biatlarından sonra kudret de meydana
gelir ve böylece bu ağır görevi yerine getirmek gerekir.Fakat halife, ne kadar
kuvvet, zeka ve akla sahip olursa olsun bu maksatları gerçekleştirmeye yalnız
başına gücü yetmez." Bu sebepledir ki İslâm, imamın boynuna yüklenen bu
görevlerin karşılığında idare edilenlere de haklar ve görevler yüklemiştir. Halifenin,
Allah'ın bu maksatları gerçekleştirmekle ilgili emrini uygulamadaki kudreti bu
haklar vasıtasıyla kemale ermektedir.Hakkın gereği olarak görevleri ele almada,
İslâmi kaidelere göre, önce halifenin boynuna atılan görevlerden bahsedeceğim
sonra peşinden de halk üzerindeki haklarından söz edeceğim, daha sonra şûrayı
konu edineceğim. Şûra, halifenin boynuna atılan görevlerinden bir görev
inidir? Yoksa halkı üzerinde ki haklardan bir hak mıdır?
İmamet yükü ağırdır,
görevleri de büyüktür. Bunları en kamil manada ancak ricalden ulul-azmP
olanların yerine getirmeye güçleri yeter. İşte bundan dolayıdır ki bunu yerine
getirmeye çalışan kimse için imamet, Allah katında yakınlık sebeplerinin en
büyüğünden ve O'na yaklaşma sebeplerinden sayılmıştır.Bu sebepledir ki
Peygamber (s.a.v.):Yedi sınıf insan vardır ki Allah onları kendi (arşının)
gölgesinden başka hiç bir gölge bulunmayan (kıyamet) gün(ün) de arşının
gölgesinde gölgelendirecektir. (Bunlar) Adil imam.[834]Bu
yükün ağırlığına delalet eden şeylerden birisi de Müslim'in, Sahih'inde Ebû
Zeri'l- Gıfari (r.a.)'in rivayetidir. Hz. Peygamber (s.a.v.): "...Bu
idarecilik bir emanettir. Gerçekten kıyamet gününde o kepazelik ve
pişmanlıktır. Yalnız onu hakkı ile alarak, o hususda üzerine düşeni yapan
müstesna"[835]buyurmuştur.Abdullah
b. Ömer (r.a.)'den rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.v.): "Hepiniz
çobansınız ve hepiniz sürüsünden mesuldür. İnsanlara hükmeden emir bir
çobandır. O sürüsünden mesuldür. Kişi, ailenin fertlerin çobanıdır. O da
onlardan mesuldür. Kadın kocasının evine ve çocuklarına çobandır, o da onlardan
mesuldür. Köle, sahibinin malına çobandır, o da ondan mesuldür. Dikkat! Şimdi
hepiniz çobansınız ve hepiniz sürüsünden mesuldür.[836]
Birinci ve şer'i
görevlerin hepsini içine alan görev, imametin meşru kılınmasına sebep olan
maksatları gerçekleştirmeye gayret etmektir. Kısa bir ifade ile "dini
uygulama ve dünyayı dinle idare etmektir." Bu maksattan söz etmek için
tam bir bölüm ayırdım. AmaRicalden Ulu'1-azm: Allahm emirlerine en ziyade
dikkat gösteren büyük insanlar. Uulu'l-azm peygamberler vardır ki özellikle
bunlar için bu ifade kullanılır olmuştur. Hz. Muham-med (s.a.v.) Hz. Musa
(a.s.), Hz. İsa (a.s.). Hz. İbrahim (a.s.). Hz. Nuh (a.s.).(müt.)buna rağmen,
bu bölümde de orada bahsedeceğim noktaların kısa bir özetine bir mani yoktur.
Birinci Maksat: Dini uygulamak.
İlk olarak; dini
korumak.
1- Dini yaymak, dine kalemle, lisanla ve
mızrakla davet etmek.İslâm'a kalemle ve dille davet edilir. İslâm'ın ortaya
koyduğu bütün insanlığın yararına, dünya ve ahiret mutluluklarına götüren
gerçekleri, insanları kemiren emparyalizmin, sömürünün, zulmün karşısına çıkıp
insanlara bunları anlatmak müslümanların bir görevidir. İşte bütün insanlığın
salahına uygun olan İslâm'ın bu davetine karşı çıkanlara elbette karşı konulur.
Gerekirse silahla da karşı konulur. İşte İslâm'daki silahın yeri. Tebliğe,
gerçeğe, fikir özgürlüğüne engel olanlarla savaş yapılır. Müslümanların iki
temel görevi vardır. Birisi islâm'ı Müslümanlar'a tatbik, diğeri İslâm'ı
kâfirlere tebliğ etmektir. İslâmı müslümanlara tatbik ederken de zor kullanılır,
tebliğe engel olmak isteyenlere de engel aşılıncaya kadar zor kullanılır,
(müt.)
2- Şüphe ve
bâtılları defetmek ve onlarla harbetmek.Müslümanlar'm dinleri, nefisleri,
malları ve ırzlarının emniyet içinde olması için nesli himaye etmek ve
sınırları korumak
ikinci olarak: Dini uygulamak.
1. Dinin
prensiplerini, hadlerini ve ahkamını uygulamak. Bu, zekatı toplamayı, ganimet
taksimini, İslâm bayrağını, sancağını yükseltmek için cihad ordularını
düzenleme gibi konular ile insanlar arasında Allah'ın indirdiği ile hükümetmek
için şeriat hükümlerini tayin, Allah'ın koyduğu bu ahkâm ve hadleri kullarına
uygulamadır.
2. İnsanları
dine teşvik
ikinci Maksad: Dünyayı din ile yönetmek
Bu, hayat boyu
Allah'ın indirdiği ile hükmetmektir. Bu maksattan, ikinci derecede fer'i
maksatların bazısı doğuyor. Onlardan bir kısmı:
1. Adalet
temin etmek ve zulmü kaldırmak.
2. Birliği
sağlamak, ayrılıklara son vermek.Mezhep ve meşrep farklılıkları fıtridir.
Müşterek hedefe giden parelel -doğrulardır. Birinin hak diğerinin batıl
demesini ifade eden fırkacılık yasaktır. İşte bunu doğuracak ayrılıklara son
vermek gerekir. Bâtıl ehlinin bâtıl üzere birleşmeleri fırkayı ifade eder. Hak
ehlinin hak üzere birleşmeleri de
az olsalar bile cemaat
ifade eder. Mezhep ve meşrepler icmâda birdirler. İcmânın dışındaki konularda
delilleri varsa ihtilaf ederler. Yani değişik icti-had üzere hareket
edebilirler. Zaten emr-i bil maruf ve nehy-i ani'l münker bile icmâ konularında
olabilir, (müt.)
3. Yeryüzünü
imar edip İslama ve müslümanlara uygun faydalı olabilecek şekilde hayır ve
gelir getirecek işleri yapmak. [837]
Burada temel görevlere
ilave olarak imamın gerekli bazı görevleri vardır. Her ne kadar bunlar
imametin temel hedeflerinden olmasa bile. Bunlar bu temel hedeflerin
gerçekleşmesine vasıta olan görevlerdir, "vacibin ancak kendisiyle tamam
olduğu şey de vaciptir", kaidesine göre bu vasıtalar da imama vacip olan
görevlerdir.İlk olarak Beytu'1-mâlm (Devlet bütçesi) mâli haklarını alıp, seri
harcama yerlerine harcamak:İmamın görevlerinden ve büyük mesuliyetlerinden
birisi de mâli haklarını veya mâli gelirlerini temin etmek, almaktır. Ebû
Ya'lâ'mn dediği gibi: "Zulmetmeden, şeriatın nass veya ictihad olarak farz
kıldığı üzere zekâtları, vergileri ve ganimetleri toplamak.[838]Diğer
harcamalar, nafakalar ve ihsanlar da böyledir. Kadı Ebû Ya'lâ'mn tarifine göre:
"İsraf ve cimrilik olmaksızın beytül mal (Ha-zine)'den layık olanlara yardımlarda
ve ihsanda bulunmak.Il[839]Gerçek
şu ki bu görev, ister imametin maksatlarından olsun, ister temel görevlerinden
olsun, ister İslâm'ı uygulama maksatı içinde değerlendirilsin, ancak benim
burada tafsilatıyla üzerinde durduğum, imamın, ictihad dairesi içinde nass
olmayan konularda yardımlar, ihsanlar vs ile ilgili konulardır.Bu kısımda
beytu'l mâlın gelirleri, harcama yerleri, harcama şekillerinden bahsedip bir
göz atmamız iyi olur.
Beytu'l Mâlın Gelirleri: 1. Zekat:
İslâm'ın rükünlerinden
ikinci rükündür. Kitap, sünnet ve icmâ ile sabittir. Zekât olarak
değerlendirilen herşeyde, nisaba malik olup üzerinden bir tam sene geçince her
erkek ve kadın müslümana farzdır. islam şeriatı, zekat malları sınıfına giren
her sınıfın nisabını tarif etmiştir.İslâm'ı bir binaya benzetecek olursak bir
temeli dört direği olur. Temeli imandır ki kelime-i tevhid bunu ifade eder.
Dört direğe de rükün denir. Birisi namaz, diğeri zekat, bir diğeri oruç ve bir
diğeri de hacdır. İslâm'ın şartları beş değildir. İslâm beş rükün üzerine bina
edilmiştir.. Birisi temel rükün, dördü kemal rükündür. İktisadi esaslar
konular, zekat ve infak, ikram, sadaka gibi esaslar üzerindedir. Siyasi
konular haccın üzerine bina edilmiştir, ruhi terbiye ile ilgili şeyler oruç
üzerine, ibadetler ise namaz üzerine bina edilmiştir, (müt)Sahabe, zekat
vermeyenlere karşı harp edileceğine dair ittifak etmişlerdir. Buna göre zekatın
farzıyetini inkar eden kâfir olur. Kim, zekatın farziyetine inanarak zekat
vermezse halife de zekat almaya gücü yetiyorsa o kimseden zekatı zorla alır ve
vermediğinden dolayı ona ta'zir cezası uygular. Eğer halifenin yakalamasından
çıkmışsa onunla harb eder, Hz. Ebû Bekir (r.a.)'in yaptığı gibi. Meşhur nutkunda
şöyle demişti."Vallahi namazla zekatın arasım ayıranlarla mutlaka harb edeceğim.
Çünkü zekat, malın hakkıdır. Vallahi Rasûlullah (s.a.v.)'a ve-regeldikleri
yularları, -bir rivayette bir dişi oğlağı- bana vermezlerse vermediklerinden
dolayı onlarla mutlaka harp ederim.[840]
Tazir: Hakkında belirli bir ceza, şer'i bir hadd bulunmayan cürümlerden dolayı
tertip ve tatbik edilecek olan tedib ve cezadan ibarettir.İlâm, ihtar, hapis ve
dövme, tedib ve tehzib suretinde uygulanabilir. Hâkimin; suçun derecesine,
işleyene, işleme tarzına göre cezayı takdir etme yetkisi vardır.Zekat bugün
olduğu gibi zenginlerin keyfine bırakılmaz. Almayı da dağıtmayı da devlet
bizzat kendisi yapar. Zenginlere bırakılınca verilecek yerlerin veya
kimselerin bir kısmına verir, bir kısmına vermez. Bu da dengesizlik,
düşmanlık, hased ve çeşitli patlamaları doğurabilir, (müt.)Zekat, ferdlere
bırakılıp da kimisine verip kimisinin vermiyeceği bir hak değildir. Bizzat
halifenin ve valilerinin üzerlerine aldığı, farz olandan alıp verilmesi gerekli
yerlere sarf edecekleri, vergi alarak uygulayacakları genel bir
haktır."Sadakalar (zekatlar), Allah'tan bir farz olarak, ancak fakirlere,
miskinlere, (zekat) üzerinde çalışanlara, gönülleri(İslâm'a) ısındırılacak
olanlara, (esirlik ve kölelikdeh kurtulmak isteyen esir ve) kölelere, (borcuna
karşılık malı olmayan) borçlulara, Allah yolunda (harcamaya) ve yolculara
mahsustur. Allah hakkıyla bilendir, tam,hüküm ve hikmet sahibidir."
(Tevbe:60)el-Fahru'r-Razi Tefsirinde, üstteki ayette geçen (el-Amilîne
aley-ha)"Zekat üzerinde çalışanlar" kısmını izah ederken şöyle diyor:
"Bu ayet, zekâtın, imam ve görevlendirdiği kimselerin alıp dağıttığına delildir.
Yine buna delil, Allah'ın zekat işinde çalışanlara bir pay ayır-masıdır. Bu
ifade, zekatları edada mutlaka bir çalışanın bulunması gerektiğine delildir.
Amil (zekât işinde çalışan), zekatları almak için imamın tayin ettiği kimsedir.
Bu nass, imamın zekâtları alacağına delildir.[841].Zekat
âmilleri, sadece zekat toplayıcıları değildir. Zekat işinde çalışanlar
demektir. Amir, memur, müdür, muhasib, koca bir müessese kurulur, o işte
çalışanların bütünü o fondan maaş alır. Çünkü âyet umumi iken sadece bir
vazifeye tahsis âyetin şümulüne engel teşkil eder, (müt.)Zekat verilecek
yerler-kimseler zikredilirken müellefe-i kulüb zikredilmiştir. Bunun da ancak
imam tarafından verilmesi mümkün olur. Bunu ancak imam uygulayabilir.
Müellefe-i kulüb olanlardan hangisinin müstehak olduğunu tesbit ve büme yine
ancak imamın işidir.Allah yolunda cihad için hazırlık yapan, kimselerin
olabileceği ve bunların yönetimi, düzenlenmesi yine ancak imamın tasarrufu ile
mümkün olur."Onların mallarından sadaka (ve zekat) al ki onunla onları
te-mizleyesin, yüceltesin ve onlara dua et çünkü senin duan onlar (in
ızdıraplarını) yatıştırır. Allah işitendir ve bilendir. " (Tevbe
103)Âyetteki "huz"; al! emrindeki hitap Hz. Peygamber (s.a.v.)'e've
kendisinden sonra gelen, müslümanların idare işini üzerine alan herkesedir.
Sahabe (r.a.)'de bunu böyle anlamıştır[842]bni
Abbas (r.a.)'m Sahihayn ve diğerlerinde Hz. Peygamber (s.a.v.)'m Muaz b.
Cebeî'i Yemen'e gönderirken şöyle buyurduğunu rivayet eder:"... Onlara,
Allah'ın mallarında, zenginlerinden alınıp fakirlere verilmek üzere zekatı
farz kıldığını bildir. Eğer onlar sana itaat ederlerse sahipleri yanında en
kıymetli olan mallarını (zekat malı olarak) almaktan sakın! [843]Rasûlullan
(s.a.v.)'ın farz olan bu zekat hakkında "zenginlerinden alınır ve
fakirlere verilir" buyurması, üzerine farz olan ferdin kendi arzusuna
bırakılması değil mutlaka onu birinin alması ve birinin vermesi olduğunu
belirtmektedir.[844]İbni
Hacer: "Bu hadisle, imamın, zekatı alıp yerlerine serfetme işini üzerine
alan kişi olduğuna delil getirilmektedir. İmam, zekatı alıp sarf işini ya
bizzat kendisi veya naibi-vekili yapar. Müminlerden kim vermemeye diretirse
ondan zorla alınır.[845]Siyer
ve tarihde Hz. Peygamber (s.a.v.)'in zekat tahsildarlarını çeşitli şehirlere
gönderdiği meşhurdur. Kendisinden sonra da halifeleri bu prensip üzere hareket
ettiler. Bu konuda sahabelerin pek çok fetvası vardır.[846]
İşte bundan dolayıdır
ki alimler şöyle demiştir: "Halifeye, zekât almak için zekât
tahsildarlarını göndermesi farzdır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.) ve
kendisinden sonraki halifeler zekât tahsildarlarını gönderiyorlar di. Zira
insanlar arasında öyle mal sahipleri vardır ki, kendisine neyin farz olduğunu
bilmez, öyleleri de vardır ki cimridir. İşte bundan dolayı zekât alacak kimseyi
bunlara göndermek farz-dır[847]Halifelerin,
zekâtı mal sahiplerinden toplayıp müstehak olanlara dağıtmasında pek çok
hikmetler vardır.
1. Fertlerden bir çoğunun vicdanları ölebilir
yahut hastalık ve ciddiyetsizliğe düşebilir. İşte bu durumda böyle kimselere
zekât işi terkedildiği takdirde fakirin hiçbir güvencesi ve garantisi kalmaz.
2. Fakirin hakkının fertlerden değil de
devletten alınması yüz suyunun dökülmesine ve şahsiyetinin istemekle ayaklar
altında -nadir de olsa- çiğnenmesine engeldir. Duygularının, başa kakma ve eziyet
verme ile rencide edilmesine manidir.
3. Zekatın
fertlere bırakılması, dağıtımda ve toplamada anarşiyi doğurur. Birden fazla
zengin bir tek fakire vermek için harekete geçebildiği gibi diğer bir fakir
ihmal edilebilir ve belki de en fazla ihtiyacı olan bu fakirin kimse farkına
varmaz.[848]Geçen bu delillerden
çıkarılan hükümler, imamın zekatı istemesi, mal sahiplerinden zekat toplaması,
sonra zekatı ayetin zikrettiği müstehaklanna dağıtımını yapması gerektiğine,
ümmetin de zekatı halifeye veya tahsil etmek için halifenin gönderdiği amillere
vermeleri gerektiğine delil olmaktadır.Şayet imam, zekatı istemez veya mal
sahibi, bizzat kendisinin zekatı verip sarf edeceğini iddia ederse veyahut imam
adil olmazsa, zekatı müstehak olmayan yönlerde harcarsa mal sahibinin kendisinin
zekatı dağıtması caiz midir? Bu gibi durumlarda iş bu şekilde izaha muhtaç
olur:Zekat Mallarının TasnifiZekat malları iki sınıftır, zahir ve bâtın.Zahir
mallar: Gizlenmesi mümkün olmayan; ekinler, meyveler ve hayvanlar gibi...Bâtın
mallar: Gizlenmesi mümkün olan; altın, gümüş, ticaret malları vs gibi.Fıtır
sadakasında ihtilâf edilmiştir. Fakihlerden zahir mallardan sayan da var bâtın
mallardan kılan da var.
a.Zahir Mallar
İmam Mâlik, Ebû Hanife
ve Ebû Ubeyd, görünen malları ancak imam ayırdeder görüşündeler. Delilleri
"Onların mallarından zekat al" âyeti kerimesi'dir. Çünkü Hz. Ebû
Bekir (r.a.) onlardan zekatı istedi, vermiyenlerle harp etti. Sahabe de bunu
tasvip ettiler. Zira imamın, idarecilik hükmü ile alma hakkı vardır, onu da
yetimin velisi gibi idaresini üzerine alan kimselere vermek caiz değildir.[849]İmam
Şafi'nin bu konuda iki görüşü var. "En belirgin olan görüşü ki; o da yeni
olan, caizdir. Eski görüşü ise caiz değildir. Eğer imam adil ise imama vermek
vacip olur.[850]İmam Ahmed'den şu söz
rivayet edilmiştir." Arazi sadakasını sultana vermek beni hayrete
düşürüyor.[851]Hanbelilerden
Ebu'l-Hattab şöyle diyor:"Zekatı adil imama vermek daha faziletlidir.
İmama verilmesine hükm edenlerden bazıları şunlardır: Şa'bi, Muhammed b.
Ali-El-Bakır-Ebû Razin, Evzai[852]Ebû
Ubeyd şöyle diyor: "Bu, bize göre yani Hicaz, Irak ve diğer Ehl-i Sünnet
ve ilim ehlinin görüşüne göre altın gümüş hakkındadır. Çünkü müslümanlar imama
güvenmektedirler. Hayvanlar, buğdaygiller ve mahsulata gelince; bunları ancak
imamlar düzenleyebilir. Mal sahibinin imamdan gizleme hakkı yoktur. Şayet mal
sahipleri zekatı ayırır ve yerlerine verirseler ödemiş olmazlar ve zekatı imamlara
iade etmeleri gerekir. Sünnet ve asar bu durumu böyle ayırmıştır/[853]Asar:
Eserin çoğuludur. 1. Rasulullah (s.a.v.), Sahabe ve Tabiûnun söz, fiil ve
takrirleri merfu, mevkuf, maktu hadis muradifi, 2. Sahabe ve Tabiûnun söz, fiil
ve takrirleridir, (mut.)b. Emval-i Batıne (Gizli Mallar)Emval-i batme, nakit
paralar (geçerli her cins para) ve ticaret eşyaları. İslâm hukukçuları
arasında bu konuda ihtilaf görülmemiştir. Zekâtlar, imama verilince kâfi gelir.
Fakat imamın, zekâtı alması vacip midir? İmam zekatı kendisine vermeleri için
insanları zorlayabilir mi? Bunlara cevap olarak deriz ki:Asıl olan, Hz.
Peygamber (s.a.v.) zamanında, imam olarak kendisine, kendisinden sonra da
halifesine verilirdi. Delillerde emval-i zahire ve emval-i batine diye mallar
arasında ayırım gelmemiştir. Lakin Hz. Osman (r.a.)'m şehadetinden sonra
zekâtların onlara verilmesinde ihtilaf edilmiş tir[854]Onlardan
bir kısmı, zekatı imamlara veriyordu bir kısmı da kendileri taksim
ediyorlardı. Böylece mal sahipleri, imamın zekat almadaki hakkını iptal etmese
bile imamın vekilleri gibi almış oldular. Bundan dolayı şöyle demişlerdir:
"Şayet sultan (imam) belde ahalisinin zekatı vermediklerini bilirse,
zekatı onlardan ister[855]Hanefî
ve Şafiler'den bazıları zekâtın mal sahiplerine havale edildiği görüşündeler.Mâverdi
şöyle demiştir: "Zekatla görevli memurun gizli mallara (emval-i batine)
bakma imkanı yoktur. Mal sahibi, bu malların zekatını çıkarmaya kendisi daha
layıktır. Ancak mal sahipleri zekatı isteyerek verirler, zekat memuru da
onlardan zekatı kabul eder, onlara zekatı (hesap edip) ayırmada yardımcı olur.[856]Hanbeliler'e
gelince, İbni Kudame şöyle demektedir: "İnsanın, zekat ayrımını da kendi
üzerine alması kendisinin düzenlemesi müstehapdır. Yakinen müstehak olanlara
ulaşabilmesi içindir. İster gizli mallardan ister açık mallardan olsun birdir.
İmam Ahmed ise şöyle diyor: "Zekatı mal sahibinin çıkarması benim hoşuma
gidiyor. Şayet onu sultana (devlet başkanına) verse caizdir." Diyor ki:
Hasen, Mekhul, Said b. Cübeyr, Meymün b. Mihran, mal sahibi zekatı verilecek
yere verir, diyor.[857]Hambelilerden
Ebû Ya'la da şöyle demektedir; "Zekatla görevli olanın gizli mallara bakma
imkanı yoktur. Mal sahibinin, bu malların zekatını çıkarmaya kendisi daha
uygundur. Ancak mal sahipleri zekatı isteyerek verirler. Zekat görevlisi de onlardan
zekatı kabul eder, onlara zekatı hesap edip ayırmada yardımcı olur. Zekat
memurunun, bakması açık malların zekatına mahsustur. Zekatı istediği zaman,
mal sahiplerinin zekatı kendisine vermeleriyle emrolunurlar. Şayet zekatı
istemezse zekatı zekat memuruna vermesi caizdir.[858]İmam
Ahmed'e, oğlu Abdullah şöyle sormuştur: "Babama zekattan sordum. Sultana
mı verilir yoksa kendisi mi taksimi yapar? Demiş ki: Kendisi (mal sahibi)
zekatı taksim eder.[859]Mal
sahibinin, malın zekatını bizzat kendisinin çıkarmasının câizliğine delalet
eden şeylerden birisi de, Ebû Said El-Makberi'nin rivayet ettiği şeydir.
Demiştir ki: "Ömer b. Hattab'a ikiyüz dirhem getirdim ve dedim ki Ey
Müminlerin Enıiri! Bu, malımın zekatıdır. "Dedi ki" Ya Keysam!
hürriyete kavuştun mu azad oldun mu? "Ben evet dedim. Dedi ki:" Onun
sen taksim et."[860]
Buna şu hadis de delâlet etmektedir: "Yedi sınıf insan vardır ki Allah
onları kendi (arşının) gölgesin-[861]len
başka hiç bir gölge bulunmayan (kıyamet) gün(ün) de (arşının) gölgesinde
gölgelendirecektir... Onlardan birisi de şudur. "Sağ elinin serdiğini sol
eli bilmeyecek derecede sağ eliyle sadaka veren kişi.." 346) Halbuki
hadisteki bu ifade, nafile sadaka ve farz olan zekat hakanda geneldir.Geçen
ifadelerden ortaya çıkan şu ki adil imam, zekatı isteyince ma vermek vaciptir,
ister gizli ister açık mal olsun aynıdır. İmam, sekatı istemediği zekat
görevlilerini de zekat toplamak için göndermediği zaman mal sahiplerinin
zekâtı, ehil gördükleri kimselere damıtma hakları vardır. Eğer imama verirse
caizdir ve kendi vazifelerini yapmada kifayet eder. İmam istemediği takdirde,
zekat verilmedikçe mal sahibinin üstünden düşmez. Zira, imam toplamasa ve taksimini
terketse veya insanlar imamı olmayan zamanda bile olsalar bu müslümanın boynunda
bir haktır, farzdır.
Zekat'ın Zâlim İmamlara Verilmesi
İmam adil olmazsa,
zekatı imam isteyince vermek vacip mi yoksa değil mi? Zâlim imam zekâtı alıp
yerliyerine vermezse zekat verilmiş olur mu? Gerçek şu ki biz, delilleri,
fetvaları ve bu konuda gelen nassları arz ettiğimiz zaman, vermeyi gerektireni
de buna engel olan durumu da göreceğiz. Bunları arzedeceğiz ve ondan tercihe
şayan olanı da göreceğiz.
Zalim İmamlara Zekatın Verilmesini Gerektiren Deliller
1. Cerir b.
Abdullah'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah (s.a.v.)'a bedevilerden
bir takım insanlar gelerek:Zekat memurlarından bazı kimseler bize gelip
zulmediyorlar," dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.): -" Siz,
zekat memurlarınızı hoşnut edin!" buyurdular.[862]
2. Enes b.
Malik (r.a.)'m rivayetine göre: Rasûlullah (s.a.v.)'a bir adam dedi ki; Zekatı
elçine verdiğim zaman Allah'a ve Rasûlune (karşı sorumluluğumdan dolayı),
zekattan kurtulabilir miyim? Rasûllüllah (s.a.v.): -" Evet, zekatı
elçime verirsen zekatla ilgili Allah'a ve Rasûlune (karşı mesuliyetten)
kurtulmuş olursun. Sevabı sana, günahı onu değiştirene aittir," buyurdu.[863]Buna,
sahabe ve tabiinin fetvaları ve fukahanm sözleri de delâlet etmektedir.
a) Sehl b.
Ebi Salih'den, o da babasından rivayet etmiştir. Babası şöyle demiştir:
"Yanımda, sadaka-yani zekat nisabına ulaşan-bir mal birikti. Sa'd b. Ebi
Vakkas, İbni Ömer, Ebû Hureyre, Ebû Said el-Hudri'den zekatı ben mi taksim
edeyim yoksa devlet başkanına mı vereyim?" diye sordum. Hepsi zekatı
devlet başkanına vermemi emrettiler. Bana onlardan hiç bir kimse farklı bir
şey söylemedi." Başka bir rivayette: Onlara şunu dedim: "Bu sultân
gördüğünüzü yapıyor. (Bu, Beni Ümeyye zamanında idi) Onlara zekatımı vereyim
mi? Onların hepsi: "Evet, zekatı onlara ver! de diler.[864]
b) İbni Ömer
(r.a.)'den: "Sadaka (zekat)'larmızı idare işinizi Allah'ın kendisine
tevdi ettiği kimselere veriniz! Kim iyi olursa kendi lehinedir, kim de günah
işlerse kendi aleyhinedir," dedi.[865]Bir
rivayette de Ziyad b. Ebih'in azadlısı Kuz'a'dan yapılan rivayette İbni Ömer
şöyle demiştir: "Onunla içki bile içseler yine onlaraveriniz.[866]
c) el-Muğire
b. Şu'be'den, kölesine (o Taif deki malları üzerinde olan) malımın sadakası
(zekatı) hakkında nasıl yapıyorsun? diye sordu. O ise: "Ondan bir kısmını
tasadduk ediyorum, bir kısmını sultana veriyorum, dedi. Muğire: "Bundan
sana ne?" dedi. Kendi başına özel bir ayırmada bulunmasını kabul etmedi.
Muğire şöyle dedi: "Onlar onunla arazi satın alıyorlar, onunla kadınlar
nikahlıyorlar." O da: "Ben onlara onu verdim. Zira Rasûlullah
(s.a.v.) bize zekatı onlara vermemizi emir buyurdu.[867]İbni
Kudâme diyor ki: İmam Ahmed'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: İbni Ömer'e^
onlar onun (zekat)la köpeklerine gerdanlık takıyorlar, onunla içkiler içiyorlar
denildi. O da: "Sen onu onlara ver" dedi. Ravi diyor ki: îbni Ömer,
zekatını, İbni Zubeyr'in tahsildarlarından veya Haruri'nin adamlarından
(Hariciler'den) kendisine gelene veriyordu[868]
d)
Fakihlerin Görüşü: İmam Şafı'nin açıklamaları: Zekatı zalim idareciye verme
hususunda ikiye ayrılır. Birisi vacip olmayıp caiz oluşudur. Nevevi: "En
sahih olanı, ayrılmamak ve hükmünü uygulamak için zekatı, idareciye vermenin
vacip oluşudur.[869]Hanbeliler'den
İbni Kudame, El-Muğni'de şöyle demektedir: "Zekatın, ister adil, ister
gayri adil, ister açık inallarda, ister gizli mallarda olsun devlet başkanına
verilmesinin caiz oluşunda mezhepte ihtilaf edilmemektedir. Zekatı idareciye
vermekle (zekat farziyetinden) kurtulmuş olunur[870]Zekâtın,
Zalim İdarecilere Verilmesinin Caiz Olmadığına HükmedenlerZekâtın, zâlim
idarecilere, yerinde harcamadıkları bilinirse verilmesinin caiz olmadığına
hükmedenler de bulunmaktadır.
1. İbni Ömer
(r.a.)'in, önceki fetvasından vazgeçip zekâtın onlara verilmemesine dair
fetvası. Bunu şu rivayetler gösteriyor:
a) İmam
Ahmed'in oğlu Abdullah'ın babasından Hayseme'ye yaptığı isnadla rivayet etmiş
ve şöyle demiştir: "İbni Ömer (r.a.)'e zekâttan sordum. O şöyle dedi:
"Onu onlara ver! Başka bir sefer sorduğumda: "Zekatı onlara verme!
Zira Onlar namazı terkettiler," dedi.[871]b)
Ebû Ubeyde, Meymun'dan senediyle yapılan rivayette şöyle demiştir: İbni
Ömer'in bir arkadaşının, İbni Ömer'e, şöyle dediğini bana haber verdi: Zekat
hakkında ne dersin, onlar şayet zekatı yerinde kullanmaz iseler?" Ömer:
"Zekatı sen onlara ver!" Ravi diyor ki İbni Ömer'in arkadaşı:
"Onlar eğer namazı vaktinde kılmazlarsa onlarla sen namaz kılar
mısın?" deyince, İbni.Ömer: Hayır, dedi. Dedim ki diyor: "Namaz
zekat gibi değil midir?" İbni Ömer: "Bizi aldatırlarsa Allah da
onları aldatır," dedi.[872]
Lebbese fiili karıştırmak, birşeyi birşeye girdirmek, hakkı bâtıla girdirmek,
hakkı batıl, batılı hak göstermek, aldatmak demektir. Allah, aldatmaktan
münezzehdir. Buradaki mana, kim bizi aldatırsa Allah da bizim adımıza onlara,
adalet olarak aldatmayı yaratır, onların aldatmalarına cevap verir,
aldatmalarını başlarına geçirir demektir. Buna belagatta müşakeîe sanatı
denir, (müt.)
c- Ebû
Ubeyd, Hıbban b. Ebi Cebele'nin, İbni Ömer'den, İbni Ömer'in zekâtı idareciye
verme sözünden vazgeçtiğine dair rivayeti. O şöyle demiştir: "Zekatı siz
yerlerine koyunuz (veriniz)"[873]
2- Es-Sevri
şöyle demiştir: "Onlara yemin et, onlara yalan söyle, zekâtı yerinde
kullanmadıkları zaman onlara hiçbir şey verme!. Onlara verme!" demiştir.[874]
3- Ata da
şöyle demiştir: "Zekâtı, yerli yerinde kullandıkları zaman onlara
ver!" Bu sözün manası İbni Kudame'nin dediği gibi "Böyle,
olmadıkları zaman onlara verilmez.[875]
4- eş-Şa'bi
ve Ebû Ca'fer: "İdarecilerin adil olmadıklarım gördüğün zaman zekatı
ihtiyaç ehline ver!" demektedirler.
5- İbrahim : "Zekatı (verilecek) yerlerine
koyunuz, eğer idareci alırsa sana kâfi gelir. (Zekatı vermiş olursun)"
demiştir.[876] Şu söz de O'ndan rivayet
edilmiştir:"Zekat hakkında zulmeden kimseye zekatı vermeyiniz.[877]Zulüm,
birşeyi maksatin dışına koymaya denir. Zekatı, verilmesi gereken sekiz sınıfa
vermemek zekât hakkında zulmetmek demektir, (müt.)
6-
Fakihlerin görüşlerinden birisi de: El-Behidi'nin meylettiği görüşüdür:
"Eğer imam zekâtı, yerli yerince kullanmazsa, zekâtı imama vermek haram
olur. Zekâtı, o zaman imamdan gizlemek gerekir. Bu, El-Ahkamu's-Sultaniyye
kitabında Ebû-Ya'la'nm görüşüdür.[878]Bu
delillere bakıldığı zaman, şu görüşün tercih edildiği ortaya çıkmakta* zalim
sultanlar zekâtı istedikleri zaman zekâtı onlara vermenin câizliği ve verilmiş
olunacağı, zikredilen hadislerle amel yönünden fitneden korkulacağı,
hadislerin genelinden, zalim olsalar bile onlara itaat etmeyi gerektireceği,
onlara vacip olan; zekâtı yerlerine vermek, size vacip olan da zekâtı onlara
vermenizdir.Onların hakkım onlara veriniz, sizin hakkınızı da Allah'tan
isteyiniz. Devlet şer'i olmakla beraber yönetim, zalim veya kâfir idareciler
elinde ise, müslümanlar da zekâtı alan o zalim veya kâfir idarecinin zekatı
yerlerine harcamadığını yakinen biliyor iseler işte bu takdirde onlara zekat verilmez.
Zekatın da mutlaka yerlerine ulaştırılması gerekir. Böyle bir zamanda
müslümanlar zekatı, zekat yerlerini, zekat verecek kimseleri tesbit ederler,
emniyetli bir şekilde zekat sandıkları, fonları oluştururlar, ehliyetli,
mütteki kimseler vasıtasıyla hiçbir töhmete düşmeden yerlerine harcayarak
müesseseyi kurarlar ve işletirler, zira devletten ve idareciden maksat Allah'ın
emirlerini idare edilenler adına vekaleten idare etmektir. Vekalet olmayınca,
vekalet Allah adına; Allahın kanunu adına halka tatbik olmayınca mesuliyet
müslüman halktan kalkmaz, (müt.)Beşir b. el-Hassaniyye'den rivayet edilmiştir.
Beşir anlatıyor:"Biz, ya Rasûlüllah! Zekât tahsildarlarından bir kısmı
bize karşı haddi aşıyorlar, malımızdan onların aldıkları o fazla miktarını saklayabilir
miyiz? dedik. Rasûlüllah (s.a.v.): "Hayır! (Saklayamazsınız) cevabını
verdi.[879]Zekatı istemede ısrar
etmezlerse, fitneden emin olunursa veya zekatı gizlemek, mümkün olursa o zaman
zekat sahibi, zekat almaya en layık olanı araştırır ve ona zekat verir.
2- Cizye
Müslümanların beytu'lmal
gelirlerinin ikincisi cizyedir. Bu da zimmiden alman belli bir maldır.
Müslümanların koruması altına girince, kendi dini üzerine devam arzusunda ise
İslâm Devletine cizye ödemeyi kabul etmiş demektir. İşte âyet-i kerime:"Kendilerine
kitap verilenlerden oldukları halde, Allah'a ve ahi-ret gününe inanmayan,
Allah'ın ve Rasülü'nün haram ettiğini haram tanımayan ve hak dini (İslâm'ı)
din edinmeyen kimselerle, küçülmüş oldukları halde cizyeyi kendi elleriyle
verinceye kadar harp edin!" (Tevbe 29)Zimmi, müslüman olunca veya devlet
onları himaye etmekten aciz kalınca cizye düşer. İşte bundan dolayıdır ki, Ebû
Ubeyde b. Cerrah (r.a.), Şam şehirlerinin bazılarındaki zimmüer üzerindeki
cizyeyi, İslâm ordusu onları himaye etmekden aciz kalınca kaldırmıştır.Cizyeyi
her yıl bir kerre vermek vaciptir.[880]
3-Harac
Galibiyet sonucu
alınıp, ganimet sayılan ve tekrar sahiplerine terkedilen küffâr arazisine
konulan vergidir. Bunu ilk yapan Raşid Halife Ömer b. el-Hattab (r.a.)1 dır. Hz.
Ömer, Irak arazisini, ashab ile müşavere ettikten ve kendi reyine uygun
olanların olurlarını aldıktan sonra sahiplerine bırakarak haracı vergi olarak
zorunlu kılmıştı. Konulan haracın muteber miktarı, arazinin taşıyabileceği
miktardır.[881]
İmam Ahmed, Muhammed
b. Davud'un rivayetinde bu konuyu araştırmıştır. Hz. Ömer'in sözünden
sorulmuştu: "Üzüm vadisine şu kadar, vadidekine de şöyle şöyle vergi
koymuştu" Bu insanlar üzerine belirtilen üzerine artırılmayan veya imamın
bunun dışında artırıp eksiltmeyi uygun gördüğü (birşey midir?) diye sorulunca
cevab olarak: "Evet, imamın reyine göredir. Dilerse arttırır, dilerse
eksiltir", dedi. Hz. Ömer'in şu sözünde bu durum açıktır, dedi.
"Onlara şu kadar artırırsan onlara sıkıntı vermez mi? sorusuna da:
"Hz. Ömer, arazinin gücüne göre takdir etmiştir.[882]
4. Gümrük Vergisi
Zimmi ve müslümanların
beldelerine girdiklerinde nıüste'menle-rin ticaret mallarına konulan bir
vergidir. Zimmilere onda birin yarısı kadardır. Harbi olanlara onda birdir.
Çünkü Müslüman tüccarlar onların beldelerine gittikleri zaman onlar da onlardan
alırlar. [883]Zimmiler ise bunun
üzerine anlaşma yapılmış kimselerdir. Ebû Ubeyd ve Malik b. Enes bu
görüştedirler.Ebû Ubeyd bunu Şa'bi'ye isnad ile rivayet etmekte ve şöyle demektedir:
"İslâm'da vergiyi koyanın ilki Hz. Ömer'dir.[884]Bu
konuda, Hahbeliler [885]ile
Hanefîler'in görüşüne göre nisab şart kılınmıştır. İmam Malik'e göre nisab şart
değildir.[886]
5. Ganimetler:
Ganimet, küffardan
savaşla alınan maldır. Allah buna enfal ismi vermiştir. Müslümanların mallarında
bir artış olduğundan enfal denmiştir. [887]Bu
da dört sınıftır: Köleler, cariyeler, arazi ve menkul mallar. Bunlar
alışılagelmiş ganimetlerdir.Enfal: Nefel'in çoğuludur. İbadetlerdeki farz
Üzerine nafile ne ise, ci-hadda da asıl olan ahiret sevabı üzerine fazla olan,
ziyade olan ganimete de "nefel" denmiştir. Cihadın esas maksatı
ahiret sevabı kazanmaktır. Cihad neticesi alınan ganimetler esas olan maksat
değil, esas maksat üzerindeki nafile gibi olduğundan elde edilecek malları
değil, esas Allah'ın rızasını, ahiret sevabını elde etmek için cihad edin demek
olsa gerek....(müt.)
6. Fey
Müslümanların,
kâfirlerden harpsiz aldığı her maldır. Âyeti kerimede Allah (c.c.) buyuruyor:
"Allah'ın,
onlardan peygamberine verdiği ganimetlere gelince siz (onu elde etmek için)
onun üzerine ne at, ne de deve sürmediniz, Fakat Allah, peygamberlerini,
dilediği kimselere karşı üstün kılar. Allah her şeye kadirdir." (Haşir
6)Fey denmesi, Allah'ın, müslümanlara kâfirlerden alıp verdiği içindir.
"Zira Allah Teâlâ mallan, kendisine ibadette yardım için yaratmıştır.
Kullarını da kendisine ibadet için yaratmıştır. Kâfirler de böylece ibadet
etmeyen nefislerini ve ibadete yardımcı kılmadıkları mallarını Allah'a ibadet
eden mümin kullarına vermiş olurlar.[888]
7. Diğer Gelirler:
Beytu'l—malın
gelirlerinden bir kısmı da belli bir sahibi olmayan mallardır. Mesela
müsiümanlardan ölüp de belli bir varisi olmayan kimselerin malları gibi.
Gasbedilmiş mallar, emanetler, sahiplerini bulmak mümkün olmayan emanetler,
devletin kiraya verdiği veya gelir getiren arazileri, devletin yer altından
çıkardığı madenler; altın, gümüş, bakır, tuz v.s. gibi. Bunları devlet
çıkardığı zaman bunlar müslümanların beytü'l-maline alınır.
Diğer gelirlerden
birisi de, devlet işlerine, zaruri olarak halka harcayabilmesi için zaruret
esnasında ve beytu'l—mal yetersiz kalınca imamın zenginlere zorunlu kıldığı
vergilerdir. Devlet işlerinden olan askeri harcamalar ve silah gibi, halk
ihtiyacından olan muhtaçların ihtiyaçlarını gidermek gibi.
1. Zekat:
. Allah'ın, kitabında
belirttiği kimselere harcanır: "Sadakalar (zekatlar) Allah'dan bir farz
olarak, ancak fakirlere, miskinlere (zekat) üzerinde çalışanlara, gönülleri
(İslâm'a) ısındırılacak olanlara, (esirlik ve kölelikden kurtulmak isteyen esir
ve ) kölelere, (borcuna karşılık malı olmayan) borçlulara, Allah yolunda
(harcamaya) ve yolculara mahsustur. Allah hakkıyla bilendir, tam hüküm ve
hikmet sahibidir." (Tevbe 60)Bu sekiz sınıfın dışına zekatın sarfedilmesi
caiz değildir. Haşi-milere ve kölelerine de verilmez. Delil şudur:Şüphesiz ki
sadaka Al-i Muhammed'e (Ehl-i Beyte) layık değildir. O, ancak insanların
kirleridir.[889]Muttaliboğulları
hakkında, İmam Ahmed'den caiz olduğuna ve caiz olmadığına dair iki rivayet
vardır. Ebû Hanife caiz olduğu görüşündedir. Caiz görmeyenler, Cübeyr b. Mutım
(r.a.) hadisiyle delil getirmektedirler. Cübeyr diyor ki Allah'ın Rasûlü
(s.a.v.):"Biz (Haşimiler) ve Muttaliboğulları ne Cahüiye döneminde ne de
İslâm döneminde ayrılmadık. Biz ve onlar tek bir şeydirler.[890]îbni
Hazm diyor ki:"Sahih olan, hiç birşeyde onların hükümleri arasında ayırım
caiz değildir. Çünkü onların durumu, Peygamber (s.a.v.)'in sözünün hükmüyle
eşittir. Demek ki sahih olan, onların da Al-i Muhammed oluşudur. Al-i Muhammed
olunca böylece sadaka-zekat da onlara haram olmuştur.[891]
2. Cizye, Haraç, Vergiler
Bunlar Müslümanların
beytüjl-malma dahil olur. Hediyelerde, müstehak olan nafakalarda ve imanın
uygun gördüğü diğer beytü'l---malın masraflarında harcanır. Devlete has
beytü'1-malm diğer gelirleri, kiraya verilen arazileri, sahibi olmayan mallar
vs gibi.
3. Ganimetler
Şu ayetlerde olduğu
gibi bunlar da yerlerinde harcanır:"Sana harp ganimetleri (nin hükümünü)
sorarlar. De ki: (Bu) ganimetler Allah'ın ve Rasülu nündür..." (Enfal:
1)"Eğer Allah'ın (iman etmiş), hak ile batılın ayrıldığı gün, iki ordunun
birbirine kavuştuğu (Bedir) gün(ü) kulumuz (Muhammed)'a indirdiğimiz (ayetler)e
inanmışsanız, bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi birşeyin mutlaka
beşte biri Allah'ın Rasûlünün, hısımların, yetimlerin, yoksulların,
yolcunundur. Allah herşeye hakkıyle kadirdir.'1 (Enfal, 41)Ganimette vacip olan
beşe ayırmaktır. Beşte birini Allah Teâlânm zikrettiği kimselere harcanır. Geri
kalan kısmı da gaminet sahipleri arasında taksim olunur. Ömer b. el-Hattab
(r.a.): "Ganimet savaşta bulunana aittir. Onlar orada savaş için hazır
bulunan kimselerdir. Onlar ister savaşsınlar ister savaşmamış olsunlar,"
diyor.Ganimetleri adaletle taksim etmek vaciptir. Hiçbir kimseye reislik de
olsa, makamlarından dolayı da olsa, fazilet ve şereften dolayı da olsa iltimas
yapılmaz.Hz. Peygamber (s.a.v.) ve kendisinden sonra ki halifelerinin
yaptıkları gibi.Sahihi Buhari'de, Sa'd b. Ebi Vakkas (r.a.)'m, diğerleri
üzerinde kendisinde bir üstünlük olduğunu görmüştü de bunun üzerine Hz.
Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştu: "Sizler ancak zayıflarınız sebebiyle
yardım ediliyor ve rızıklandırıhyorsunuz.[892]Taksimattaki
adalet, adam için bir pay, at için iki payın ayrılmasıdır. Hz. Peygamber
(s.a.v.) de Hayber senesinde böyle yapmıştır.Şayet imam, nefsani bir arzudan
değil de bildiği dini bir maslahattan dolayı mücahidlerin bazısını diğer
bazıları üzerinde ganimetçe üstün tutmayı uygun görürse bunu yapabilir. Hz.
Peygamber (s.a.v.) de bunu çok kez yapmıştır.
4.Fey
Bu} Allah Teâlâ'mn
Haşr Sûresi'nde zikrettiği üzere taksim edilir:
-"Allahın
(fethedilen) beldeler halkından Rasûlü'ne verdiği ganimetler, Allah'a, Rasul'e
(Rasûle) akrabalığı bulunanlara, yetimlere, (yolda kalan) yolcuya aittir. Taki
(o malları) içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın.
Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan sakının ve
Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı şiddetlidir. (Bir de o mallar) göç eden
fakirlere aittir ki (onlar) yurtlarından ve mallarından (sürülüp) çıkarılmışlardır.
Allah'ın lütuf ve rızasını ararlar, Allah'a ve Rasûlü'ne (canlarıyla ve
mallarıyla) yardım ederler. İşte sadık onlardır.Onlardan önce, yurdu
(Medine'yi) hazırlayıp iman sahibi olanlar (Ensar), kendilerine hicret edip
gelenleri severler. Onlara verilen ganimetten dolayı nefislerinde bir
kıskançlık duymazlar, onları kendi nefislerine tercih ederler. Velev ki
kendileri zaruret içinde olsalar bile! Kim de nefsinin (mala olan) hırsından
korunur ise, işte onlar felaha erenlerin ta kendileridir.Onlardan
(Muhacirlerle Ensardan) sonra gelenler, Ey Rabbiniz! Bizi ve bizden önce gelen
kardeşlemizi bağışla; kalbimizde müminlere karşı bir kin bırakma. Rabbimiz!
Muhakkak ki sen, çok şefkatli çok merhametlisin!" (Haşr 7-10)Hz. Ömer b.
el-Hattab (r.a.)'dan rivayet edilmiştir. O şöyle diyor:Nadiroğularm mallan,
Allahm, kendi Rasûlün'e fey olarak tahsis ettiği şeylerdendir. Bunlar
müslümanlarm at sürerek deveye binerek (harb ile) elde ettikleri ganimetlerden
değildir. Bu sebeple Nadir oğullar ı'm n malları özel olarak Rasûlüllah'a aid
olmuş idi. Rasûlüllah (s.a.v.) aile halkının bir senelik nafakasını bundan
harcar idi. Sonra bundan geri kalanı da Allah yolunda gaza hazırlığı olarak
silaha ve atlara harcar idi.[893]Buna
göre Hz. Peygamber (s.a.v.)'in vefatından sonra fey, müslümanlarm bütün
maslahatlarında harcamrdı. İhtiyaç sahihlerine, orduya, ulemâya, kadılara,
devlet görevlilerine erzakların verilmesi hurdan yapılırdı. Müslümanların
geneline de buradan verilirdi. Bu durum Hulefa-i Raşidinin prensip, uygulama ve
tatbikatlarından nakledilmektedir. İşte bu konuda bir örnek olarak Hz. Ömer
(r.a.)'m şu sözünü nakledebiliriz:[894]"Allah'a
yemin ederim ki, bu mala hiçbir kimse diğer bir kimseden daha layık değildir.
Allah'a yemin olsun ki Müslümanlardan hiç kimse yoktur ki bu malda köle hariç
bir payı olmasın. Bizim fey ile ilgili yerimiz ve taksimatımız Allah'ın
kitabında belirtildiği ve Rasûlullah'm tatbikatında belirtildiği üzeredir. Zira
insan ve değeri İslâm'dadır. Kişi ve kıdemliliği İslâm'dadır, kişi ve
müstağniliği de İslâm'dadır, İnsan ve ihtiyacıfnm karşılanması yine
İslâm'dadır.)[895]Yine Hz. Ömer (r.a.)'den
şöyle rivayet edilmiştir: "Allah'a yemin ederim ki, şayet gelecek seneye
kadar kalır (yaşar)sam San'a dağından bir çoban gelirse, onunda gözetilerek bu
maldan payı(m alır.)[896]Bütün
bunlardan şu anlaşılıyor ki} müslümanların hepsinin fey 'malından paylan
vardır. Fakat devletin zaruri harcamalarını kapattıktan sonra feyden alırlar.
5- Fey'e Katılanlar
Bunlar da verilen,
sahibi belli olmayan mallardır. Mesela varisi olmadığı halde müslümanlardan
Ölen kimseler gibi. Gasb edilenler, emanetler, hediyeler ve diğer sahihlerinin
bilinmesi mümkün olmayan müslümanların malları gibi. [897]
Malların Harcama Yönleri
İmama gerekli olan,
malları harcamada, taksimatta en önemlisinden başlamasıdır. Müslümanlar'ın
maslahatları içinde en önemlisi, müslümanlara genel menfaati dokunan kimseler
veya muhtaç olanlara vermektir. Bunlardan bazıları şunlardır:
1.
Mücahitler : Cihad ve zafer ehli, feye, insanların en layık olanı bunlardır.
Çünkü fey ancak onlarla elde edilmiştir. Hatta fukaha, fey malında ihtilaf
etmişler, fey onlara mı hasdır yoksa diğer maslahatlarla savaşçılar arasında
mı ortaktır? Bu hususta Şafii ile Ahmed b. Hanbel in iki görüşü vardır.Fakat
Ebû Hanife, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel'in mezhebinde meşhur olan: Feyin sadece
muhariblere has olmayıp bütün maslahatlara sarfedileceği görüşüdür.[898] Eğer
mücahit savaşta şehid düşse veya harbden dolayı ölse, hanımı ve küçük çocukları
büyüyünceye kadar feyden istifade ederler.[899]
2. İdareciler: Valiler, kadılar, alimler, mal
üzerinde toplama ve koruma görevinde bulunan tahsildarlar ve bekçiler, taksimat
yapanlar, mal üzerinde çalışanlar ve müslümanların mashalatları üzerinde görev
alanların bütünü.
3. Aynı
şekilde bu paralar, silah ve vasıtalarla hudut korumasında, insanların muhtaç
olduğu yollar, köprüler su kanalları, nehir yatakları gibi iman gereken
yerlerde harcanır.
4. İhtiyaç sahipleri: Fakihler, sadakaların
dışında fey ve benzeri gelirlerde ihtiyaç sahiplerinin diğerlerinden Önce gelip
gelmediği hakkında ihtilaf etmişlerdir. İmam Ahmed ve diğerleri iki görüş üzeredirler.
Onlardan bir kısmı, ihtiyaç sahipleri Önceliklidir demektedirler. Bir kısmı da
şöyle diyorlar: Mala, müslüman olmakla hak kazanılır, onda varislerin mirasta
müşterek oldukları gibi müşterektirler.İbni Teymiyye şöyle diyor: "Doğru
olan, ihtiyaç sahiplerinin öncelikli olduklarıdır. Çünkü Hz. Peygamber
(s.a.v.), Nadiroğulları'nın mallarında onları Öne aldıkları gibi ihtiyaç
sahiplerini de öne alırdı. Hz. Ömer (r.a.) ise: "Bu malda, hiçbir kimsenin
diğer bir kimseden üstünlüğü yoktur.." demiştir.[900]
5. Kalbleri ısmdırılmaya muhtaç olanların
kalblerini ısındırmada harcanması caizdir -bilakis vaciptir-. Allah (cc)
Kur'anda kalbleri İslâm'a ısmdırılması gerekenlere zekattan bir pay ayırmıştır.
Aynı şekilde Hz. Peygamber (s.a.v.) fey ve benzerinden Akra' b. Habis, Uyeyne
b. Hısnı'l-Fezari, Alkametü'l-Amiri ve Zeyd el-Hayru't- Tai'ye Verip:
"Ben, bunun ancak onların kalblerini ısındırmak için yaptım,"
buyurmuştur.[901]Hz. Ömer (r.a.), hilafeti
döneminde buna karşı çıkmıştır. İslâm'ın izzeti var, onlara ihtiyacımız yok
diyordu. Hz. Ömer onlara verilmesi haramdır demedi. Zira Allah verilmesi
gerekenleri zikretmişti. Hz. Ömer (r.a.)'in bu uygulamasına da ashab tamamıyla
karşı çıkmadı. Demek ki sahabe de böyle anlıyordu ayetteki cevazı. Öyleyse bu
iş halifenin, imamın kendi reyine içtihadına bırakılır. İslâmm faydasına
olacaksa bu fondan buraya aktarılabilir demektir, (müt.)İbni Teymiye de bu
konuda şöyle diyor: "Bu kısımdan verilen ihsan, işin zahirine bakılırsa
meliklerin yaptıkları gibi zayıflar terkedi-lip reislere verilmektedir. Fakat
ameller niyetlere göredir. Eğer maksat, bununla din ve ehlinin maslahatı ise
Hz. Peygamber (s.a.v.) ve halifelerinin yaptığı ihsan cinsinden olur. Şayet
dünyada yükseklik ve fesat kasdolunursa Firavun'un verdiği ihsan cinsinden olur[902]
6.
Müslümanlar'm faydaları için harcananlardan arta kalan mallara
gelince:Aralarında taksim olunur. Fakat Şafii mezhebi ve İmam Ah-med'in bazı
arkadaşlarının görüşleri, zenginlerin bu malda menfaat-leneceği hiçbir şeyin
olmadığı yolundadır. Nitekim Hz. Ömer (r.a.) döneminde mal çoğalınca ondan
müslümanlarm bütününe ondan vermişti. Hz. Ömer (r.a.)'in sicil defterinde
müslümanlarm zenginin de ve fakirinin de bir aylığı vardı... Bununla birlikte
vacip olan, fakirleri zenginlere tercih etmektir. Zenginlere ancak fakirlerden
arta kalan fazlalık verilebilir. Bu Malik ve Ahmed'in de bulunduğu Cumhurun
görüşüdür/Buna şu âyet delildir:"... (o mal) sizden, zenginler arasında dolaşan
bir devlet olmaması için..." (Haşr 7)İhsanda eşitlik vacip inidir yoksa
değil midir?Sünnette şöyle gelmiştir: Hz. Peygamber (s.a.v.)'e bir mal geldiği zaman
evliye iki hisse, bekâr olana da bir hisse verirdi.[903]
Böylece verme konusunda evli olan bekâr olana üstün tutuluyordu.Hz. Ömer'in
feyin taksimindeki görüşü, verme konusunda dini fazileti ve halkın
ihtiyaçlarını tercih etmesi idi. Buna az önce geçen sözü delildir.[904] Hz.
Ebû Bekir'in görüşü ise ihtiyaçta eşit olurlarsa verme konusunda da eşitliktir.
Bazıları dinde birbirinden üstün olsalar da şöyle derdi: "Onlar ancak
Allah için müslüman oldular, ecirleri de Allah'a aittir, bu dünya ancak kifayet
yeridir."Şöyle söylediği de rivayet edilmiştir: "Onlar imanlarından
eşittirler, yani dünyadaki ihtiyaçları birdir. İşte bundan dolayı onlara
verirdi, dindeki faziletinden ve dine önce girişinden dolayı değil. Onların bu
konularla ilgili ecirleri Allah'a kalmıştır. İhtiyaçta müsavi oldukları zaman
ihsanda, vermede de aralarında eşit muamele ederdi. [905]Devlette
çalışanların haklarına gelince, görevlfiçin zevce temini, mesken, hizmetçi ve
binek temini devlete aittir.Zekatların bugünkü bütçenin dört, beş katı
olduğunu, devletin gelirlerinin arttığını düşünün. Devletin, beytü'l-malın zenginliği
artınca fakir memuru için yapamayacağı birşey söz konusu olur mu? (müt.)Ebû
Davud'un, Cübeyr b. Nüfeyr'in, el-Müstevrid b. Şeddat'dan rivayet ederek
anlattığı hadisde şöyle diyor: Hz. Peygamber (s.a,v.)'i şöyle derken
işittim:"Bize kim (zekât işinde) çalışırsa hanım alsın. Eğer hizmetçisi
yoksa hizmetçi tutsun. Eğer evi yoksa ev kazansın. (Misver) dedi ki: Ebû Bekir,
Rasûlullah (s.a.v.)'m şöyle buyurduğunu haber verdi: Bunlardan başka (servet)
edinenenler hain veya hırsızdır.[906]Kim
borcu olduğu halde ölse, borcunu ödeyecek bir malı da yoksa veya aciz evladı
varsa, imam borcunu beytü'lmalden öder. Ebû Hu-reyre (r.a.)'nin rivayet ettiği
hadisde Hz. Peygamber (s.a.v.):Her kim mal bırakırsa mirasçılarının olur. Kim
yük bırakırsa bizedir.[907]
buyurmuştur.Cabir b. Abdullah'ın rivayetinde ise Hz. Peygamber (s.a.v.):
" Ben her mü'mine
kendi nefsinden ileriyim. Hangi adam ki borç bırakarak ölürse o bana aittir,
fakat kim mal bırakırsa o mal miras-çılannmdır," buyurdu.[908]
İmamın üzerinde olan
yükün ağırlığına bakılırsa, bu yükün altından tamamiyle kalkmaya yalnız başına
gücü yetmez. İşte bundan dolayı kendisine yardımda bulunacak yardımcılar ve
valiler edinmesi kaçınılmazdır. Onlar da işlerde kendisine vekalet ederler,
emirlerini yerine getirirler, emrine göre vekâlet işini yürütürler. İşte bundan
dolayı mecburi olarak, kendi sorumlululuğundan kurtaracak idarecileri seçmesi
gerekmektedir. [910]Halk
üzerinde meydana gelecek her haksızlıktan ve hatadan da ilk mesul kendisidir.[911]Bunların
en yakını vezirler, müsteşarlar ve sırdaş müşavirleridir. Bunların seçiminde
uyanık, tedbirli ve temkinli olması gerekmektedir. Allah Teâlâ Musa (a.s.) ile
ilgili olarak şöyle buyuruyor:"Bana kendi ailemden bir de vezir ver.
Kardeşim Harun'u, onunla sırtımı kuvvetlendir.
Onu işimde ortak kıl!" (Taha 29-32)Başka bir âyette Allah Teâlâ
şöyle buyuruyor:"Ey iman edenler! Kendi (din kardeşlerinizden başkasını
(dost ve) sırdaş edinmeyin, (çünkü) onlar size şer ve fesad yapmakta hiç kusur
etmezler, size sıkıntı verecek şey(ler)i arzu ederler. Hakikat onların (kin
ve) buğzları ağızlarından (taşıp) meydana vurmuştur. Göğüslerinde gizlemekte
oldukları (düşmanlık) ise daha büyüktür. Size âyetlerimizi (kati suretle)
açıkladık, eğer düşünürseniz" (Âl-i İmrân 118)Bir başka âyet-i kerimede
şöyle buyurmuştur:"Sabah, akşam Rablerine (sırf) onun cemalini dileyerek
dua edenlerle beraber candan sabr (u sebat) et. Dünya hayatının zinetini arzu
edip de gözlerini onlardan ayırma. Kalbine bizi anmaktan gaflet verdiğimiz,
heva ve heves ile uymuş, işinde haddi aşmış kimselere boyun eğme." (Kehf:
28)Buhari, Ebû Said e'1-Hudri'den Hz. Peygamber (s.a.v.)'irı şöyle dediğini
riva*yet etmiştir:Devlet başkanı yapılan hiçbir halife yoktur ki, iki tane
sırdaş müşaviri olmasın. Birisi ona hayır yolu emredip gösterir ve hayra teşvik
eder, diğeri de ona şer yolu emredip gösterir ve şerre teşvik eder. Masum
(hatadan korunan kimse), Allah'ın masum kılıp (koruduğu) kimsedir.[912]Hz.
Aişe (r.a.), Hz. Peygamber (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu rivayet
etmiştir:"Allah bir emire hayır murad ederse ona sadık vezir verir. (Emir)
unutursa hatırlatır, hatırlarsa ona yardım eder. Allah, bir emire hayırdan
başkasını murad ederse ona fena bir vezir verir, unutursa hatırlatmaz,
hatırlarsa ona yardımcı olmaz.[913]Rasûl-i
Ekrem (s.a.v.) şöyle buyuruyor:"Allah hiçbir nebi veya halife
göndermemiştir ki, iki sırdaş müşaviri olmasın. Birisi ona marufu emredip
münkerden nehyeden sırdaş müşavir, diğeri güçlük çıkarmaktan geri kalmayan
sırdaş. Her kim kötü müşavirden korunursa (bütün kötülüklerden) korunmuş
olur/İdare işi ile uğraşan kadı, ordu komutanı, polis ve zabıta teşkilatı
başkam, mal müdürleri ve diğer idarecilerin bütünü bu vezirler ve sırdaş
müşavirler hükmüne dahildirler.İbni Teymiye der ki: "Devlet başkanının,
müslümanlarm işlerinin başına, o işi yapabilecek kimselerin en uygununu
ataması vaciptir."Hz. Peygamber (s.a.v.)'in şöyle söylediği rivayet
edilmekteı"Kim, müslümanların idare işini üzerine alır da, müslümanlar
içinde daha uygun bir kimse mevcud iken herhangi birisini tayin eder ise;
Allah'a ve Rasülü'ne hıyanet etmiş olur." Başka bir rivayette
de:"Kim, bir toplum üzerine, o toplumda ondan daha iyisi varken görevli
olarak herhangi birisini tayin ederse, Allah'a, Rasûlüne ve mü'minlere hıyanet
etmiş olur.[914]Hz. Ömer b. el-Hattab
(r.a.) da şöyle söylemektedir:Kim, müslümanîarm idare işini üzerine alır da
sırf aralarındaki yakınlık ve sevgiden dolayı bir kimseyi tayin ederse.
Allah'a, Rasülü'ne ve müslümanlara hıyanet etmiş olur.[915]İmama,
mevcudun en uygun olanını tayin etmesi vaciptir. Bazen bu idareciliğe uygun
olan mevcut olmayabilir. İşte o zaman her makama imkan nisbetinde sırasıyla en
uygun olanlar seçilmelidir. Bunu tam bir araştırma ve gayretten sonra yapar da
idareye layık olanı alırsa işte o zaman emanete riayet etmiş olur ve bu işte
gerekeni uygulamış olur. Bu makama uygun, Allah katında mutedil ve adil
imamlardan olmuş olur.İbni Teymiye, devlet başkanının görevinin sadece en uygun
olanı atamak olmadığını, bunu aşıp devlet işlerini yürütenlere gücü yetenlerin
görevi üzerine aldığı zaman kemaliyle uygulayabilmesi için bu göreve önceden
ehil hale getirmesi ve buna hazırlaması gerektiğini ifade ediyor ve şöyle
söylüyor:"Bütün bunlara rağmen, mevcutlar arasında en uygun olan varken
yine de zarûreten ehil olmayanın idareci olması mümkündür. Bununla birlikte
bütün bunların ıslahına çalışmak vaciptir. Ta ki yöneticilik ve idarecilik
işleri insanlar arasında mükemmele doğru yol alsın.[916]İbni
Teymiyye, görev alabilecek kimsenin temel şartlarını şu âyetlerden istinbât
etmektedir;Tuttuğum ücretlilerin en hayırlısı güvenilir kuvvetli
(adam)dır." (Kasas: 26) Cebrail (a.s.)'in sıfatı hakkındaki âyet: "Muhakkak
o Kur'an arşın sahibi katında değerli, güçlü, sözü dinlenen ve güvenilen
şerefli bir elçinin getirdiği sözdür." (Tekvir 19-21)Sen bugün, bizim
yanımızda mühim bir mevki sahibisin, eminsin!" (Yusuf 54)Bu şartlar;
"Kuvvet, emanet, bunlara yardımcı olacak ilim, kendisine havale edilen
işte ehliyet ve ona güç yetirme, insanlardan değil Allah'dan kork. [917]Bundan
başka kişi idarecilik istemede veya isteme yarışında öne atılmamalıdır.
İdarecilik isteği idareciliğin ona verilmemesine sebep olur. Bu konuda
Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:"Vallahi biz bu işe ne onu isteyen
birini tayin ederiz, ne de ona hırs gösteren birini.[918]Yine
Hz. Peygamber (s.a.v.) Abdurrahman b. Semire (r.a.)'ye:Ya Abdurrahman! emirliği
isteme! Çünkü istemeden sana verilirse onun uğrunda yardım görürsün. İsteyerek
sana verilirse onunla baş başa bırakılırsın[919]buyurdu.Eğer
aralarındaki akrabalık, arkadaşlık, aynı belde, aynı mez-hepden, aynı
tarikattan, Arab, Fars, Türk, Rum vs. gibi aynı milletten olması, mal, menfaat
ve diğer sebeplerle aldığı rüşvetten dolayı
veya en layık olanına
kalbindeki kinden veya aralarındaki düşıhk sebebiyle ondan vazgeçip layık
olmayana yönelinirse Allah'a, Rasûlü'ne ve mü'minlere hıyanet etmiş olur.
Allahın şu yasağı kapsamına girmiştir:"Ey iman edenler! Allah'a ve
Peygamber'e hainlik etmeyin ki, bile bile kendi emanetlerinize de hıyanet
etmiş olursunuz." (Enfal 127)İşte idarecilerin idareyi üzerine almaları bu
şartlarla muteber sayılabilir. Bu faydalı insanlardan istifade etmek, ancak bu
işe gücü yeten ehline teslim edilmesi vacip olan büyük bir mesuliyettir. Hem de
bu emanetlerin en büyüğündendir. İşi, ehli olmayan kimselere vermek, işlerin en
tehlikeli olamndandır. İşi ehline vermemek kıyamet alametlerin dendir.Buhari,
Sahih'inde Ebû Hureyre (r.a.)'den Hz. Peygamber (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu
rivayet ediyor:Emanet zayi edildiği zaman kıyameti bekle!"Emaneti zayi
etmek nasıl olur? diye sorulunca, Rasûlüllah (s.a.v.): "İşler ehli
olmayana verildiği zamandır, (işte o zaman da) kıyameti gözle!" buyurdu.[920]Başka
bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.v.):"Hepiniz çobansınız ve hepiniz
sürüsünden mesuldür.[921]İmran
b. Süleyman'dan Hz. Ömer b. el-Hattab'm şöyle söylediği rivayet
edilmiştir:"Kim, bir faciri, facir olduğunu bildiği halde tayin (edip bir
görev verirse) o da onun gibi (günahkâr) dır.[922]
İmamın görevlerinden
birisi de idarecilerini güzelce seçmesi, bu konuda tetkik ve araştırma
yapmasıdır. Aynı zamanda onlar hakkında gelen haberleri araştırrrfası ve
onları yaptıkları her büyük, küçük işlerinden dolayı hesaba çekmesidir. Buna
dair Buhari (r.a.), Sahi-hi'nde Ebû Humeyd es-Şa'dıy (r.a.) den rivayet ettiği
bir hadis var: Hz. Peygamber (s.a.v.), İbnü'l-Lütebiyye- bir rivayette de
el-Ütebiyye'yi Süleymanoğullarınm sadaka (zekat) larını almaya amil tayin
etmişti. Bu kimse Rasûlüllah (s.a.v.)'a gelip Rasûlüllah da onu hesaba çekince
adam:
- Bu sizin zekat
malmızdır, bu ise bana hediye verilmiştir, dedi. Bunun üzerine Rasûlüllah
(s.a.v.) ona:[923]"Eğer sen doğru
söyleyen bir kimse isen (amil olmayıp da) babanın evinde yahud ana evinde
dursaydm sana hediyen gelir miydi?" buyurdu.Rasûlüllah ayağa kalktı ve
Allah'a hamd ve senadan sonra insanlara şöyle hitab etti: "Ben sizlerden
bir kısım adamları, Allah'ın idaresini bana verdiği bazı işler üzerine tayin
ediyorum, sonra sizlerden herhangi biriniz geliyor ve: "Bu mal sizindir,
şu da bana verilen bir hediyedir" diyor. O zat doğru söyleyen bir kimse
ise babasının evinde yahüd anasının evinde otursa da kendisine verilen hediyesi
ona gelecek miydi (bir gösterse ya) Allah'a yemin ederim ki, (zekat
amillerinden) herhangi biriniz (topladığı mallar)dan haksız olarak birşey
alırsa muhakkak kıyamet günü o kimse, aldığı malı boynuna yüklenerek Allah'ın
huzuruna gelecektir. Dikkat edin! sakın ben sizlerden hiçbir kimseyi, boynunda
inlemesi olan bir deve ile yahud böğürmesi olan bir sığır ile yahud melemesi
olan bir davar ile Allahm huzuruna gelmesini görmeyeyim!" buyurdu. [924]el-Ahnef
b. Kays'dan -Hz. Ömer'in valilerinden birisi idi- rivayet edilmiştir. Ahnef
diyor ki, Hz. Ömer (r.a.) in yanma geldim. O da beni yanında bir sene bekletti
(adeta habsetti) sonunda şöyle dedi:Ya Ahnef! Seni imtihan ettim ve denedim.
Gördüm ki senin dışın güzel, içinin de dışın gibi olmasını arzu ediyorum.
Şüphesiz bize şöyle söylendi: "Bu ümmeti münafık âlim helak edecektir.[925]
İşleri Düzenlemede Bizzat Kontrol Etmesi Halkın Durumlarını
Denetlemesi
Devlette imam, her
küçük-büyük işten ilk sorumlu olandır. Bununla beraber işleri düzenlemede
yardımcılar ve vezirler edinmeye başlamalıdır. Ancak bizzat kendisinin yardımcı
ve vezirlerini kontrol etmesi, işi onlara bırakmaması gerekir. Aynı şekilde
halkın durumunu kontrol ve denetleme ile ilgilenmesi kendisine vaciptir.
Halkın durumunu tanıması için onlardan uzak durmaması, gizlenmemesi gerekmektedir.
Muhtaçlarına yardım eder, mazlumlarına yardımcı olur, zalimleri meneder.Ebû
Yala imamın görevlerini sayarken sonuncu görevi şöyle belirtmektedir:"Dini
korumak ve ümmetin idaresine Önem vermesi için işlerin kontrolünü bizzat
kendisinin yapması, durumları gözetmesi, kendisi ibadet veya lezzetlerle
uğraşarak işi başka bir yetkiliye bırakmaması, emin olan kimseye hiyanet
etmemesi, nasihat edeni aldatmaması. Zira Allahu Teâlâ şöyle
buyurmaktadır:"Ey Davut! biz seni yeryüzünde bir halife yaptık. O halde
insanlar arasında hak (ve adalet)le hükmet (hükmünde) heva (ve heve-sin)'e
tabi olma ki, bu seni Allah'ın yolundan saptırır..." (Sad 26) Ayette Allah
Teala, ilgisiz olarak sırf yetki ile yetinmedi. Hz. Peygamber (s.a.v.) de
"Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürüsünden sorumludur."
buyurmaktadır/[926]Zikri
geçenden anlaşılan, imamın bizzat kendisinin ilgilenmesi, halkından
gizlenmemesi ve onlara nasihat etmesinin gerektiğidir. Ebû Davud'un Ebû Meryem
el-Ezdi'den Rasûlüllah (s.a.v.)'m şöyle dediğini rivayet ediyor: "Allah
bir kimseyi müslümanların işleri üzerine idareci kılar, idareci de onların
ihtiyaçları, zaruretleri ve fakirlik halleri önüne perde çeker, (onların
halleriyle ilgilenmez kulak asmazsa) Allah Teala da o idarecinin ihtiyacı,
zaruri durumu ve fakirliği önüne perde çeker (dileklerini kabul etmez)[927]İdareciler
için kapıcı (mabeynci) tutmanın meşru olduğu konusunda ihtilaf edilmiştir.
Şafii ve bir grup, idarecilerin kapıcı edinmemesi gerekir demektedirler.
Diğerleri caiz olduğu görüşündeler. Birinci görüş, toplumun sükûnet, hayır
üzerine birleştikleri ve idareciye itaatlarmın olduğu zamana hamledilmiştir.
Diğerleri, ise davalıları düzenlemesi, içeriye muttali olacak kimseleri
engellemesi ve şakileri defetmesi için kapıcı tutulması müstehaptır, diyorlar.[928]Ebû
Müslim el-Havlani, Hz. Muaviye b. Ebi Süfyan (r.a.)'nın huzuruna girdi ve: -
Esselamu Aleyke ey ücretli kişi! dedi.- Muaviye'nin yanındakiler: Esselamu
Aleyke ey emir kişi de! dediler.O yine : Esselamu Aleyke ey ücretli kişi
dedi.Onlar yine: Esselamu Aleyke ey emir de! dediler. O tekrar: Essalamü Aleyke
ey ücretli kişi, dedi.Onlar: emir de, dediler.Muaviye ise: Ebû Müslim'i
bırakın, zira O ne söylediğini daha iyi bilen kimsedir, dedi. Ebû Müslim şöyle
dedi:Sen ancak bir ücretli kişisin, bu koyun (sürüsünün) sahibi seni sürüsü
için ücretli tutmuştur. Eğer uyuzlu olanı katranlar, hasta olanı tedavi eder,
baştan sona hepsini muhafaza eder, korursan, sürünün sahibi senin ücretini
sana verir. Şayet uyuzlusunu katranlamazğ hasta olanını tedavi etmezsen,
hepsini baştan sona korumazsan sü| rünün sahibi seni cezalandırır.[929]Kadı
Ebû Yûsuf (r.a.), Müminlerin Emiri Harun er-Raşid'e, hal4| km haklarının zayi
olmasından ve halkını ihmal etmekten sakmdıra| cak şekilde bir mektub yazmış ve
o mektubunda şöyle demiştir: "Hal-f kının haklarını zayi etmekten sakın,
yoksa halkın Rabbı, halkın hak-İ kını senden alır, böylece de zayi ettiğinden
dolayı-ecrini zayi etmiş| olursun. Binalara ancak yıkılmadan önce destek
verilir. Allah'ın ida4j resini sana verdiği konuda yaptığın hayır senin
lehine,-zayi ettiğinde | aleyhinedir. Allah'ın sana idaresini verdiği emanete
riayet etmeyi | unutma, (sen unutsan bile) unutulmazsın. Onlardan gafil olma,
(seni jafıl olsan bile) senden gafil olunmaz (her yaptığın kaydedilmekte-[930]İmamlar,
ne zaman bu inceliğe sahip olur da bu görevi yerine ge- İ irirlerse Allah'ın
rızasını da insanların rızasını da kazanırlar, işleri | loğruca yürür. Ne zaman
da bu yoldan saparsalar dünya,ve ahirette il iarar ederle*". İşte bu
apaçık bir hüsrandır. Hz. Peygamber (s.a.v.) den sonra bu görevi en güzeliyle
uygula- | anlar Hulefa-i Raşidin (r. anhüm)'dir. Örnek olarak bunlardan Hz. §
>mer b. el-Hattab'ı ele alalım. Hz. Hasan Basri (r.a.) ondan şu sözü |
ıvayet ediyor: "Şayet yaşarsam, inşallah bir sene boyunca halk ara- | mda
dolaşacağım muhakkak biliyorum ki, insanların mutlaka benden alacakları
ihtiyaçları vardır, fakat bana ulaşamazlar, valileri-idarecileri ise o
ihtiyaçları benim huzuruma çıkarmazlar. Şam'a gideceğim, iki ay orada
kalacağım, sonra Mısır'a yürüyeceğim, orada da iki ay kalacağım, sonra Bahreyn'e
gideceğim, iki ay da orada kalacağım, daha sonra Küfe'ye gideceğim, iki ay da
orada kalacağım, sonra Basra'ya gidecğim iki ayda orada kalacağım.[931]Tâvus'da
Hz. Ömer'in şöyle söylediğini rivayet etmiştir:"Şayet bildiğim kimselerin
en hayırlısını size vali tayin etsem, sonra da ona adalet öğretsem, bana ait
olanı yerine getirmiş olur muyum, ne dersiniz?" Onlar: "Evet",
dediler. Hz. Ömer: Hayır! İşine bakacağım ki, emretiğimi yapmış mı yoksa
yapmamış mı?.[932]Öir görevlinin, kendisine
verilen emirleri yerine getirip getirmediği takip edilmedikçe işler pek
yürümüyor, bazen de hiç yürümüyor. Kalbte Allah korkusu zayıf olunca dışarıdan
insan korkusu mutlaka gerekiyor. Sadece Allah korkusunun yönlendirdiği
insanlar azdan azdır. O nasıl imandır ki "Şüphesiz senin Rabbin mutlaka
daimi olarak seni gözetlemektedir" ayetini bilir de düşünmez veya bu ayeti
aklına getirmez. Daimi uyarıcıya ihtiyacımız var, ister nasihat ister emir
olsun!... (müt.)
Halka Yumuşak Davranma, Onlara Nasihat Etme, Gizliliklerini
Araştırmama
Görevlerinden birisi
de, Allah'ın gözetmesini emrettiği bu halka yumuşak davranması, onlara nasihat
etmesi, çirkinliklerini ve gizli hallerini araştırmaması dır. Bu görev
konusunda çok hadis ve eser mevcuttur. Onlardan birkaçı şunlardır:Müslim'in Sahih'inde
Hz. Aişe (r.a.) den rivayet ettiği hadis: Hz. Aişe (r.a.), Rasûlüllah
(s.a.v.)'m evimde şöyle söylediğini işittim di-yor:"Allahım! Bir kimse
ümmetimin işlerinden bir görev alır da onlara zorluk gösterirse, sen de ona
zorluk göster! Bir kimse ümmetimin işlerinden bir vazife alır da onlara hoş
muamele ederse sen de ona hoş muamele eyle! Nevevi (r.a.) şöyle diyor: "Bu
hadis, insanlara zorluk göstermeyi yasaklayanların en beliği, onlara hoş
muamele etmeye teşvikin de en büyüklerindendir. Hadisler hep bu manayı ortaya
çıkarmaktadır.[933]Onlardan
birisi de Buhari'nin, Hasan el-Basri'den rivayet ettiği hadistir. Hasen
el-Basri şöyle demiştir: Ubeydullah b. Ziyad, Ma'kil b. Yesar'ı Ölüm yatağında
ziyaret etmişti. Ma'kıl O'na şöyle demiştir: "Ben sana Rasûlüllah (s.a.v.)
dan işittiğim bir hadisten bahsedeyim. Ben Hz. Peygamber (s.a.v.)'i şöyle
derken işittim:"Müslüman bir halka Allah'ın görüp gözetmek üzere idareci
kıldığı hiçbir kul yoktur ki, onları aldatıp (zulmetmiş) olduğu halde Ölürse
muhakkak Allah ona cenneti haram etmiştir.[934]Aldatma,
ya makama gelince yapılması gerekeni yapacağını söylemesine rağmen yapmaması
ya da yapılması gerekeni yapmaması ile olur. Bugünkü idarecilerin kulakları
çınlasın, (müt.)Müslim'in rivayetinde ise Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Müslümanların idare
işini üzerine alıp da onlar için çalışmayan ve hayır istemeyen hiçbir amir
yoktur ki, onlarla (müslümanlarla) birlikte cennete girebilsin.[935]Hasen
el-Basri'den rivayete göre Aiz b. Amr Ubeydullah b. Zi-yad'ın yanma girmiş ve
şöyle demiştir: "Ey oğulcuğum! Ben Rasûlüllah (s.a.v.)'ı şöyle derken
işittim: "Şüphesiz çobanların en kötüsü insafsız deve bakıcılarıdır.
Sakın onlardan olma!" Bunun üzerine (Ubeydullah) ona:Olur! Sen ancak
Muhammed (s.a.v.) ashabının kepeğindensin demiştir. O da:- Onların kepeği var
mı idi ki? Kepek ancak onlardan sonra başkalarında oldu! cevabım vermiştir.[936]Ebû
Davud, Ebû Ümame'den Rasûlüllah (s.a.v.)'m şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Emir insanlar hakkında şüpheye düştüğü vakit onları ifsad eder.[937]Hz,
Muaviye (r.a.)'den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.v.)'i şöyle
derken işittim demiştir: "Eğer sen insanların ayıplarını araştırmaya
kalkarsan, onları ifsad eder veya ifsad etme yolunu açarsın.[938]
İnsan nefsinin tabiatındandır ki, hayırda veya
serde daima en kuvvetli olanı taklide düşkündür. Şöyleki, halk hakimiyet ve
idare yolları elinde olan devlet başkanının yöneldiği şeye düşkündür. İşte
bundan dolayıdır ki imamın, tâbi olanların onun izinden gidebilmesi ve onu
taklid etmeleri için güzel örnek olması gerekir. Bu sebepten dolayı
müslümanların ordu komutanı Sa'd b. Ebi Vakkas (r.a.) Kis-ra'nın sarayına
girdiği zaman şu ayet-i kerimeyi okuyordu:Geriye ne bahçeler, ne kaynaklar...
Ne çiftlikler, ne güzel konaklar!... içinde zevk u safa sürdükleri ne nimetler
bırakmışlardı. Evet öyle! Ve hep onları başka bir kavme miras verdik."
(Duhan 25-28)Sa'd b. Ebi Vakkas (r.a.) Kisra'nm sarayındaki herşeyi Emirel
Mü'minin Hz. Ömer b. el- Hattab'a gönderdi. Hz. Ömer (r.a.) bu nefis malları
evirip çevirmeye başladı ve şöyle dedi.: "Bunları emin kavme
veriniz." Ali b. Ebi Talib de şöyle demişti: "Sen iffetli olursan
(dünya ve malına meyletmezsen, tenezzül etmezsen) halkın da iffetli olur
(tenezzül etmez), şayet hırslı olursan onlar da hırslı olurlar." Sonra Hz.
Ömer (r.a.) onları müslümanlar arasında taksim etmiştir.Buhâri (r.a.), Hz. Ebû
Bekir (r.a.)'e Ahmesli bir kadın şöyle bir soru sorunca verdiği cevab rivayet
ediyor: Ahmes'li kadın:Cahiliyeden sanra Allah'ın getirdiği bu iyi-uygun iş
(İslâm)'m bekası (devamı) ne kadar (sürer)?" diye sordu. Hz. Ebû Bekir
(r.a.):İmamlarınız sizi (İslâm) istikameti üzere doğru tuttuğu müddetçe[939]Hz.
Ömer b. Hattab (r.a.) şöyle diyor: " İnsanlar, imamları (idarecileri) ve
rehberleri istikamet üzere oldukları müddetçe istikamet üzere olmaya devam
edecektir[940]Hz. Ömer yine şöyle
diyor:"İmam (devlet başkanı, müminlerin emiri) Allah'a karşı görevini eda
ettiği müddetçe halk da imama karşı görevini eda eder. İmam serbestlik
(genişlik içinde) halk da serbestlik (genişlik) içinde hareket eder.[941]Salim
b. Abdullah babasından naklen Hz. Ömer (r.a.)'in gidişatından bahisle şöyle
anlatıyor:"Hz. Ömer (r.a.), insanları birşeyden yasaklamayı istediği zaman
önce ailesinden işe başlardı ve şöyle der-di: Yasakladığım bir şeyi yapan
kimseyi tanır (kendi ailemden olduğunu bilirsem) cezayı ona kat kat
veririm."[942]İbni
Teymiye şöyle der: "Emir sahipleri (devlet başkanı)'nin neyi istediği
bilinmeli ki insanlar o yöne yönelsin. Mesela Ömer b. Abdu-laziz, sıdka,
iyiliğe, adalet ve emanete talib idi, insanlar da o yöne yö-neliyorlardı. Eğer
yalan, zulüm ve hıyanete talib olsaydı insanlar da bu şeylere talib olacaktı[943]İslâm
Tarihi, idareciler hakkında güzel örneklerle doludur. İdarecilerden, mesela
Hz. Ömer'in döneminde zühd ve lüksü terk yaygındı. el-Velid b. Abdulmelik [944]devrinde
ise insanların gayretleri cami inşasına, acizler ve hastalar için darülaceze,
sığınak ve hasta-hane yapımına yönelikti. Bütün bunlara halifenin meyli sebep
oluyordu da ondan. Ömer b. Abdulaziz devrinde ise toplumda adalet ruhu
yayılmıştı, insanlar dinin şeairi (alametleri)ni ayakta tutmaya yönelmişlerdi.
Bütün bunlar da adil halifenin örnek olmasıyla meydana geliyordu.Demek ki bu
gerçekten dolayı "insanlar, idarecilerinin (meliklerinin) dini üzere
(hareket etmekte)'dirler.[945]
Et-Tartüşi[946]diyor ki:
"İnsanların şu sözü söylediklerini daima işitiyorum: Amelleriniz sizin
idarecilerinizdir, nasıl iseniz öyle idare edilirsiniz.[947]Hatta
şu ayeti celilede de bu mana elde edilmektedir: "İşte biz, zalimlerin
bazısını, kazandıkları (cürümler) sebebiyle, bazısına böyle dost ederiz."
(Enam: 129.[948]
Halife, görevlerini
yerine getirince, buna karşılık, bu işi güzelce yerine getirmesine yardım
edecek hakları da olduğu, bir gerçektir. Şimdi bu haklardan kısaca bahsedelim.
İtaat, İslâm'da siyasi
düzenin prensiplerinden bir prensip, hakimiyet sütunlarından bir sütundur.
İtaat, imamın boynuna yüklenen bu görevleri1 yerine getirebilmesi için zaruri
işlerdendir. Aynı şekilde devletin maksadlarım gerçekleştirebilmesi ve
hedeflerine kavuşabilmesi için bu bir zarurettir. Allah (c.c.) Hz. Ömer b.
Hattab'dan razı olsun, şöyle derdi:Cemaatsız İslâm, emirsiz cemaat, itaatsiz da
emir olmaz." İslâm nizamını, beşerî düzenlerden ayıran şeyin en önemlilerinden
birisi, mü'minin kalbindeki dini kontroldür. İmam görevini yerine getirirken
mü'min de Allah Teâlâ'nm kendisine bu imama itaati vâcib kıldığının idraki
içinde olur. Müminin kalbindeki Allah korkusu, ümmetin faydası için konulan
devlet işlerinden herhangi bir işe isyanı, anarşiyi, devlet düzenini ihlâl
etmeyi -bu düzeni koruyan po-~ listen ve bekçiden uzak olsa da- yasaklar ve
reddeder. Çünkü mü'min kati olarak bilir ve inanır ki esas murakıb, kendisinde
hiçbir uyku ve uyuklama almayan Hayy ve Kayyûm olan Alîah'dır. Zira o her an bütün
halleri bilen ve muttali olandır. Beşeri düzenlerde, beşeri sistemlerde bu
mevcut değildir. Beşeri düzenlerin herbirisinin dışarda polisi ve kontrol
edenleri vardır. Onlar da kendileri gibi beşerdir. Zayıflık, gaflet ve hata
ise beşer tabiatındandır. Gözden uzak kalınca, artık ne kontrol eden, ne
polis, ne dini bir engel, muhafazası istenen düzene karşı anarşiden
reddedebilecek bir engel olmaz.İşte böylece mü'min bu itaati Allah'a yakınlık
ve ibadet olarak yapınca kendisi'nin o itaata karşılık sevabı çok olur. Çünkü
mü'min, emirlere Allah'ın ve Rasûlü'nün bu konudaki emrine uyarak itaat etmektedir,
yoksa onların şahıslarına değil. Mü1 min buna dair karşılığı ve sevabı da ancak
Allah'tan umar. Fakat diğer düzenlerde karşılık ancak dünya malından istenir ve
umulur. Halbuki bu dünya hayatının faidesi ahiretin yanında pek azdır.İbni
Teymiye diyor ki:"Allah'a ve Rasûlüne itaat etmek herkes üzerine vâcibdir.
Emir .sahiplerine itaat da. Allah'ın onlara itaa# etmeyi emretmesinden dolayı
vâcibdir. Kim emir sahiplerine itaat etmek suretiyle Allah'a ve Rasûlü'ne itaat
ederse o kimsenin eceli Allah'a aittir. Kim onlara, amirlik ve mal almak için
itaat ederse -verirlerse onlara itaat eder, vermezlerse isyan eder- işte o kimsenin
ahirette hiçbir nasibi yoktur.[949]Müslim
ve Buhari'nin Ebû Hureyre (r.a.)'den rivayet ettiğine göre Hz. peygamber
(s.a.v.): "Üç kişi vardır ki kıyamet gününde Allah onlarla konuşmaz,
onlara bakmaz, onları tezkiye etmez. Hem onlara elim bir azab vardır. Bunlar:
a) Kırda
fazla suyu olup da onu yolcuya vermeyen,
b) İkindiden sonra bir
kimseye bir mal satan ve o malı (kendim) şu şu kadara aldım diye Allah'a yemin
ederek, gerçek bunun aksine olduğu halde müşteriyi kendisine inandıran.
c) Bir imama
yalnız dünyalık için bey'at eden, dünyalık verirse sözünde duran, vermezse
durmayan kimselerdir.[950]İbni
Kesir şöyle diyor: "es-Sayyah b. Sevvadeti'l-Kindi dedi ki, Ömer b.
Abdulaziz hutbede şöyle söylerken işittim: "Onlar, o müminlerdir ki,
kendilerini yeryüzünde iktidar mevkine getirirsek namazı dosdoğru kılarlar,
zekatı verirler, marufu emrederler, mün-keri yasak ederler. Bütün işlerin sonu
Allah'a dönecektir," (Hac 41) ayetini okuduktan sonra: "Dikkat edin!
Bu ayet sadece idarecilere ait değildir, hem idareciye hem de idare edilenlere
aittir. Sizin idareci üzerindeki, idarecinin de sizin üzerinizdeki görevini
size haber vereyim mi? İdarecinin sizin üzerinizde ki görevi Allahm hukuku ile
sizi hesaba çekmesi, gücü yettiği kadar sizi en sağlam olana sevketmesi, en sağlam
olanı göstermesidir. Sizin göreviniz de zorlama olmadan,zor göstermeden ve içi
dışına muhalif olmadan itaat etmektir.[951]
İtaat Etmenin vâcib Oluşunun Delilleri
İmamın haklarının en
mühimlerinden ve halk üzerindeki görevlerinin en büyüğünden birisi de dinleme
ve itaat etmektir. Buna kitap ve sünnet delâlet etmektedir"Ey iman
edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan ulu'l-emre itaat edin.
Bir şey hakkında çekişip anlaşmazlığa düştünüz mü, eğer Allah'a ve ahiret
gününe inanıyorsanız, onu hemen Allah'a ve Peygamberi'ne arzedin. Bu, hem daha
hayırlı, hem de netice itibariyle daha güzeldir." (Nisa:Allah Teâlâ, bu
ayette, halka, ordu ve diğerlerine, taksimatlarında, hükümlerinde savaş ve
diğer konularda emir sahihlerine itaati, idarecilere, emanetleri ehline vermeyi
ve adaletle hükmetmeyi emretmektedir:
"Muhakkak ki,
Allah, adaleti, iyiliği ve akrabaya vermeyi emrediyor. Zinayı, fenalıkları ve
insanlara zulüm yapmayı da yasak ediyor, size böylece öğüt veriyor ki,
dinleyip tutasınız." (Nahl 90) Allah'a isyan ile emrolunduklarında,
yaratıcıya isyan ederek yaratılana itaat olmaz.[952]Bu
âyetteki ulu'1-emir olanlar, Şevkani'nin dediği gibi şunlardır: "İmamlar,
sultanlar, kadılar, şer'i bir idare sahibi olan herkesdir. Ancak tâgutî
idarecilik değil. Onlara itaattan maksat Allah'a isyan olmadıkça nehyettikleri
ve emrettikleri konulardadır. [953]İbni
Hacer diyor ki: "İbni Uyeyne şöyle demiştir: Zeyd b. Eslem'e ondan-yani
âyetteki ulu'l-emrden-Medine'de Muhammed b. Ka'b'dan sonra Kur'an-ı onun gibi
tefsir eden yoktur- sordum O da şöyle dedi: Bir Önceki ayeti oku ki onları
tanıyasın, ben de şu ayeti pkudum: "Allah size, emanetleri ehline
vermenizi hükmettiğinizde de insanlar arasında adaletle hükmetmenizi
emrediyor." Dedi ki, bu (ulu'1-emr)idareciler hakkındadır. [954]Taberani'nin
dediği "ulu'1-emr" alimleri de içine almaktadır. Ta-beri bunu İbni
Abbas, İbni Ebi Nüceyh, el-Hasen, Mücahid, Atâ ve diğerlerinden rivayet
etmiştir.[955]Demek ki doğru olan İbni
Teymiye'nin dediği gibi "ulu'1-emr" in şümullü oluşudur: "Ulu'1-emr,
insanlara emredenlerdir. Buna kudret sahibi ilim ve söz sahibi de dahildir.
Bundan dolayı ulu'1-emr iki sınıftır: Ulema ve ümera. Bu iki sınıf salih
olursalar insanlar da salih olur, bunlar fesatta olursalar insanlar da fesada
giderler."Allah'a isyanın dışında imamlara dinleyip itaat etmenin
vâcibliği hakkında hadisler çoktur. Onlardan bir kısmım ele alalım:Buhari ve
Müslim'in ve diğerlerinin de Ebû Hureyre'den rivayet ettiklerifhadis:
Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:"Kim bana itaat ederse Allah'a itaat
etmiş olur, her kim bana isyan ederse Allah'a isyan etmiş olur. Kim benim
emirime itaat ederse bana itaat etmiş, her kim benim emrime isyan ederse bana
isyan etmiş olur![956]Buhari,
Enes b. Malik" (r.a.)'den, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in şöyle dediğini
rivayet ediyor:Dinleyiniz ve itaat ediniz! Üzerinize tayin olunan vali, başı siyah
kuru üzüm gibi Habeşli bir köle olsa bile sizin aranızda Allah'ın kitabını
uyguladığı müddetçe..." Bir rivayette Ebû Zerr'e Rasûlullah (s.a.v.) şöyle
buyurmuştur: "Başı, siyah kuru üzüm gibi Habeşli de olsa dinle ve itaat
et[957]Buhari,
Müslim ve Tirmizi'nin Abdullah b. Mes'ud (r.a.)'dan rivayet ettiklerine göre
Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuuştur:"Benden sonra kayırma ve kabul
edemeyeceğiniz işler olacaktır." Ashab şöyle dedi:"Ya Rasûlullah!
Bizden buna kavuşana ne emredersin?""Borcunuz olan hakkı eda
edersiniz, lehinize olanı da Allah'tan istersiniz[958]buyurduBuhari
ve Müslim'in Ubade b. es-Samit'den rivayetine göre, Ubade b. Velid b. Ubade'den
o da babasından, o da dedesinden naklen rivayet ederek şöyle demiş:Biz
Rasûlullah (s.a.v.)'e darlıkta, varlıkta, neşeli ve kederli zamanlarımızda,
bize tercih yapıldığında dinleyip itaat etmeye, emirlik hsusunda ehil olanla
kavga etmemeye ve nerede olursak olalım hakkı söyleyeceğimize, Allah katında
hiçbir kınayanın kınamasından korkmayacağımıza (çekinmiyeceğimize) dair bey'at
ettik. Müslim'in bir rivayetinde de Ubade:Ancak elinizde hakkında, Allah'dan
bir hüccet bulunan aşikâr bir küfür görürseniz o başka!" dedi.[959]Zulmetseler
bile, Allah'a isyan edilmesinin dışında namlara itaatin gerekli oldğunu
belirten daha nice hadisler mevcuttur. Ebû Ubeyd el-Kasım b. Selam'ın Mus'ab b.
Sad'a isnad ile yaptığı rivayette Mus'ab diyor ki: Ali b. Ebi Talib (r.a.),
içinde hak-hukuk bulunan bir takım kelimeler söyledi ve: "Allah'ın
indirdiği ile hükmetmesi, emaneti eda etmesi imam üzerine haktır, vâcibdir.
Bunu yaptığı zaman da insanlara, onu dinlemeleri ve itaat etmeleri, davet
edince de icabet edip uymaları haktır, vâcibdir." dedi.[960]
Allah Teâlâ halka,
müslümandan emir sahiplerine itaat etmeyi farz kılınca bu itaati mutlak
kılmadı. İdare eden de idare edilen de hepsi Allâhın kullarıdırlar. Hepsinin
Allah'a itaat etmeleri ve emirlerine tutunmaları vâcibdir. Çünkü tek ve yegâne
hakim odur. Halk, Allâhın haklarından bir hakka kusur etse, idareciye düşen, o
halkı teşvik ve korku ile doğru yolu takib edinceye kadar düzeltmeye gayret
etmektir. Şayet idareci bir masiyeti emrederse onu dinleme ve ona itaat olmaz,
ancak ümmete vâcib olan onu nasihat ve onu irşad-dır. Onu hakka döndürecek her
vesileye başvurmaktır. Şu şartla ki idareciyi doğrultacak bir maslahattan daha
büyük bir mefsedet olmaya, yoksa halka gerekli olan onun hakkında Allah eriyle
(aleyhinde belane musibetle) hükmedinceye ve onlar o (idareci)den
kurtarın-caya rahatlayıncaya kadar sabretmeleridir.Üstad Mevdudi (r.a), İslâmi
idaredeki ferd ile idarecinin otoritesini sınırlama konusunda şöyle söylüyor:
"Bu düzende fert ile devlet arasında'bir denge konulmuştur. Devletin
mutlak otoritesinin.olmadığı bir dengede şayet devlet mutlak otorite sahibi
olsa, o zaman insan o saltanatın, hiçbir gücü ve nimeti olmayan bir kölesi
olmuş, ferde hiç bir hürriyet verilmemiş ve elinden her şeyi alınmış olur. O
zaman da hem kendine hem de toplumun maslahatına zulmedilmiş olur. Ancak ve
ancak ferdlere temel hakları verilmeli, hükümet de en yüce yasaya tabi olmalı,
şûrayı oluşturmalı, ferdin kişiliğinin gelişmesi, terbiyesi ve hiçbir taraftan
kişilik haklarına dokunulmadan muhafazası için tam olarak fırsatları
hazırlaması, ayrıca ferdi, ahlak kaideleriyle bağlamalı, Allah'ın kanun ve
şeriatına uygun olarak yürüyen hükümete itaat etmeyi, hükümet ile hayır ve
maruf ta yardımlaşmayı, kişiye İslâm nizamında gedikler açtırmamayı, etrafta
başıboşluğu teşvik etmemeyi, İslâmi düzeni himaye ve muhafaza yolunda nefsi,
malı ve ruhunu feda etmekten geri durmamayı temin etmelidir[961]
Mâsiyet konusunda
itaat olmaksızın devlet başkanının otoritesinin sınırlı oluşuna dair gerçekten
delil çoktur. Bu delillerden bir kaçını örnek olarak ele alalım.Önce Allah'ın
kitabından:"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden
olan ulu'l-emre de itaat edin. Birşey hakkında çekişip anlaşmazlığa düştünüz
mü, eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız, onu hemen Allah'a ve
Peygamber'e arzedin. Bu, hem daha hayırlı, hem de netice itibariyle daha
güzeldir." (Nisa 59)Hafız İbni Hacer diyor ki: et-Tibi şöyle demiştir:
"Allah bu ayette" "etiullahe: Allah'a itaat ediniz" den
sonra ayrıca "etiurresüle: Rasûle itaat ediniz sözünde Rasûle itaatin
müstakil oluşuna işaret olarak fiili tekrar etti. Fakat "Ulu'1-emr"
de ise, kendilerinde itaati vâcib olmayanların bulunduğuna işaret olarak tekrar
etmedi. Bunu şu sözüyle açıkladı. "Birşey hakkında çekişip anlaşmazlığa
düştünüz mü, eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız onu hemen Allah'a ve
Peygamber'e arz edin" sanki şöyle denilmiştir: Ulu'1-emr olanlar hak ile
amel etmezlerse onlara itaat etmeyiniz, o muhalefet ettiğiniz şeyi Allah ve
Rasûlü'nün hükmüne arzediniz.[962]idareci
ile idare edilenlerin, Allah'a ve rasülüne itaatta hiçbir farkları yoktur.
Şayet emir sahipleriyle muhalefet içinde bulunursanız emir sahipleriyle
birlikte Allah'a yani Kur'an'a ve Peygambere yani Sünnete müracaat ediniz
demektir. Burada bir başka incelik daha var. Şöyleki: Hüküm koyma ancak Allah'a
aitken, niçin bu âyette Allah'a ve rasûle itaat ayrı ayrı farz kılınmış?
Allah'a itaat asıldır, Peygambere itaat ise Allah'a vekâleten peygamberedir,
dolayısıyla yine Allah'a sayılıyor. Böylece hakimiye sadece Allâhın oluşu
gerçeğine ters düşmüş oluyor. Ulu'1-emr yani devlet başkanı ve naibleri ümera
ile ulemaya itaat, Allah'a ve peygambere itaata engel olmayan bir itaattir.
Ulemanın durumu bilittifak olursa icmâyı, bilihtilaf olursa kıyası ifade eder.
Önce Kitap, sonra sünnet, sonra icmâ, sonra da kıyas demek olur. Ulemanın hüküm
koyması değil hüküm çıkarması söz konusudur. Ümeranın ise kendisine olan
itaata değil, Kitabın, sünnetin icmânın belki kıyasın itaatına itaat demekdir.
(müt.)Ebû Hazim Seleme b. Dinar'dan rivayet edildiğine göre, Mesle-me b.
Abdulmelik'e: "Ulu'1-emri minküm (Sizden olan emir sahipleri) sözünde bize
itaatle emrolunmadınız mı? demiş. O da: "Feruddühu ilallahi verresüli
"(Allah'a ve Rasûle müracaat ediniz) sözüyle hakka muhalefet ettiğiniz
zaman sizden itaat çekilip alınmadı mı? diye cevap vermiştir. [963]Ayetten
delil, itaat olunan imamın, şartlar zikrolunurken izahı geçtiği gibi
müslümanlardan olması farzdır. Kendisi ile halkı arasında ihtilaf meydana
gelince bu konudaki hüküm Allah'ın kitabı ve Rasûlü'nün sünnetine müracaat
etmelidir, nevasına ve kuvvetlerine değil. Bu da otoritenin kitap ve sünnete
tabi olmakla sınırlı olduğuna delildir.bni Teymiye diyor ki: "Şüphesiz
onlar -Ehl-i Sünnet ve'1-Cema-at- imamın her emrine itaati caiz görmezler,
Şeriatta itaatin caiz olduğu konuda itaati vâcib görürler. İmam, Adil bile
olsa Allah'a isyan olan konuda da itaati caiz görmezler. İmam, Allah'a itaati
emrettiği zaman ona itaat ederler. Mesela onlara namaz kılmayı, zekat vermeyi,
sıdkı, adaleti, haccı ve Allah yolunda cihadı emrettiği zamanki itaatlarıyla,
hakikatte ancak Allah'a itaat etmiş olurlar. Kâfir ve fâsık, Allah'a itaatla
emrettiği zaman kâfir ve fasık emretti diye Allah'a itaat haram olmaz, itaatin
yâcibliği sakıt da olmaz. Aynı şekilde kâfir, fâsık bir hakkı konuştuğu zaman
o kâfiri veya fâsıkı yalanlamak caiz olmaz, fâsık veya kâfir onu söyledi diye
hakka tabi olma vâcibliği sakıt olmaz.[964]yine
şöyle diyor:"Ehl-i Sünnet, emir sahiplerine itaati mutlak manada uygun
görmez. Emir sahiplerine olan itaati, Peygamber (s.a.v.)'e itaatin zımnında
uygun görür. Şu ayette olduğu gibi: "Allah'a itaat edin, Peygamber ve
sizden olan emir sahiplerine itaat edin... "(Nisa. 59)"Ey Peygamber!
Mümin kadınlar sana gelerek Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık
yapmamak, zina etmemek, evlatlarını öldürmemek, elleriyle ayakları arasında
bir iftira uydurup getirmemek (gayri meşru bir çocuk doğurup onu kocasına
nisbet etmemek) bir maruf (iyilik işlemek)'da sana isyan etmemek şartıyla
bey'at ederlerse (söz verirlerse) bey'atlarını kabul et ve onlar için Allah'tan
mağfiret dile. Çünkü Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeciyidir.
"(Mümtehine 12)"Bir iyilik (işlemek)te sana isyan etmemek
şartıyla" ibaresinden alınan şahid-delil ile ilgili İbni Cerir, bu ayet
bakkında İbni Zeyd'den naklen şöyle dediğini rivayet etmiştir: Rasûlullah
(s.a.v.), Allah'ın nebisi ve yaratıklarının hayırlısı olduğu halde her işi ona
helal kılmadı, ancak bir şartla helal kıldı, sadece "sana isyan
etmemek" diyerek bırakmadı. Ta ki "bir marufda" sana isyan
etmemek şartı ile" dedi Allah. Herhangi bir insana marufun dışında itaat
olunması nasıl olur? Allah bunu peygamberine bile şart kılmıştır[965]Zemahşeri,
Hz. Peygamber (s.a.v.)'e maruf ile itaat etme sınırlaması getirilmesinin
sebebini tefsir ederek bununla beraber- sadece marufla da emretmesini
söyleyerek Allah (c.c.) şu uyarıda bulunmaktadır diyor:"Yaratıcıya
isyanda yaratılana itaattan sakınmak ve korunmak gerekir.[966]el-Keyya
el-Herasi de şöyle diyor: "Marufta sana isyan etmemek şartıyle"
sözünden, hiçbir kimseye marufun dışında itaatin olmayacağı hükmü
alınmıştır..." Diyor ki: Hz. Peygamber (s.a.v.), ancak maruf ile
emrolunmuştur, hiçbir kimsenin, sultanlara itaatte ruhsattan faydalanmaması
için itaatte de maruf şart koşulmuştur.[967]İşte
bütün bunlardan çıkarılan netice, idarecilerin ve idare edilenlerin hepsinin
itaati, maruf olmasıyla sınırlanmıştır. Maruf, emir olsun nehiy olsun Sâri
(Allah (c.c.) ve Paygamber (s.a.v.))'nin iyi gördüğü, aklı seliminde güzel
gördüğü şeydir. Bu hususda hakem, kitap ve sünnetten hüküm çıkaran alimlerdir.
Şu âyet-i kerimede belirtildiği gibi: "... Onu Peygamber ve içlerinden
ulu'l-emr olanlara arzetse-ler elbette bunların hüküm çıkarmaya kadir olanları
onu anlar bilirlerdi..." (Nisa 83)İslâm'da mutlak hakikatin kaynağı Allah
(c.c.) dır. Allah, hakikati, herşeyin kendisinden çıkrılacağHıakikatm
kaynağını, her konudaki mutlak hakikati vahiyle belirlemiştir. Bunu da kitabı
Kur'an'da, Rasülü Hz. Mu-hammed (s.a.v.) in sünnetinde belirlemiştir. Her
konuda, her konunun aslında, kaynak oluşunda tamanılık ve kemallik mevcuttuır.
Değişmeyecek,değişmeye ihtiyaç olmayacak şekilde belirlenmiştir. İki kerre iki
dört eder, asırların değişmesiyle değişmiyeceği gibi; iktisadi, itikadi,
siyasi, ruhi, içtimai vs. her konuda değişmeyecek gerçekler vardır.
Asırların-ve ihtiyaçların değişmesiyle, gelişmesiyle yeni olan nadiselere bu
asıllardan ilim ehli, istin-bat ehli tarafından hükümler çıkartılmıştır. Âyeti
Kerimede dikkat edilecek olursa hem Peygamber (s.a.v.) hem de ehli ilim
istinbat edebilmektedir. Kaynaktan istifadede, kaynaktan hüküm çıkarmada Rasül
de Ümmeti de birdir. Peygamberin hüküm çıkarması, Allah reddetmemişse zanni
değildir, ama ilim ehlinin hüküm çıkarması zannîdir. Peygamberin içtihadını
Allah ya neshetmiş ya kabul etmiştir, neticede ortaya çıkan kati olmuş
oluyor.Marufun bir manası da herkesçe fıtratı bozulmayan, herkesçe iyi bilinen
demektir. İnsan fıtratına, yani akla, ruha ve insan yaşayışına, yapabilme
gücüne uygun olan, iyi olan demektir. İslâmm iyi dediğine akıl iyi demi-yorsa
ya anlamamıştır veya akıl bozulmuştur.Maruf, şeriatta yani Allahm maruf dediği
şeylerdir. Şeriat ise vahiydir. Vahiyden ise ancak istinbat ehli alimler hüküm
çıkarırlar. İşte bu alimlerin hakemliği ile maruflar tesbit edilir, (müt.)İmam
alim olmazsa -imametin şartlarından olmasıyla birlikte-Önceki âyet-i kerimenin
"Allah'a itaat edin, Peygamber'e ve sizden olan ulu'1-emre itaat
edin" kısmındaki ulu'l-emr ifadesinin alimlere şamil olmasıyla da imamın
alim olması gerekmektedir. Şüphesiz biz çekişme esnasında Allahm kitabı ve
Rasûlü'nün sünnetinin hakemliğine müracaat etmekle emr olunduğumuza göre
şeriat alimlerine şeriatı öğrenen ve öğreten kimselere müracaat edilmesi
gerekir. İşte bütün bunlardan dolayıdır ki idarecilere itaat alimlere itaata
bağlıdır. Bu konuda İbnu'l-Kayyım (r.a.) şöyle söylüyor: "Muhakkak olan
şudur ki ümeraya, ilmin gereğiyle emirlik yaptıklarından dolayı itaat
olunurlar. Onlara itaat alimlere itaata tabidir. İtaat ise ancak marufda ve
ilmin gerektirdiği şeyde olur. Şunun gibidir ki alimlere itaat da peygambere
itaata tâbidir. Demek ki netice, ümeraya itaat ulemaya itaata tâbidir. İslâmm
hayatiyeti ve ayakta kalışı ulema ve ümera taifesiyle olunca, insanların bütünü
de onlara tabi olunca, alemin düzelmesi işte bu iki taifenin düzelmesi ile
olur. Alemin' bozulması da bu iki gurubun bozulması ile olur. Abdullah b.
el-Mübarek ve diğer seleften bazılarının da dediği gibi: "İnsanlardan iki
sınıf vardır ki, bu iki sınıf düzelirse insanlar da düzelir, bu iki sınıf
bozulursa, insanlar da bozulur. Onlar kimlerdir? diye sorulunca: Melikler ve
alimlerdir, diye cevap vermiştir.[968]Abdullah
b. el-Mübarek'in şu şiirinde dediği gibi:Gördüm ki günahlar kalbleri
öldürmekte, Günahlara devam da zilleti doğurmakta. Günahların terki kalblerin
hayatıdır, Kendi nefsine günahlara isyanı tercih et! Dini ancak melikler ve
kötü alimler değiştirmiş. Nefisleri sattılar fakat birşey kazanamadılar,
Alışverişte bir gelir de elde edemediler.
işte bu insanlar,
koktuğu akıl sahiplerine aşikar olan leş içinde dolaşmaktalar.[969]
Sünnetten Delil:
İmamın otoritesinin
sınırlı olduğuna dair sünnetten deliller gerçekten çoktur. Onlardan birkaçını
ele alalım:
1- Abdullah
b. Ömer (r.a.), Hz. Peygamber (s.a.v.)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Müslüman bir kimseye, sevdiği, sevmediği (her) hususta (amirini) dinleyip
itaat etmek gerekir. Meğer ki, kendisine masıyet emredile. Eğer masiyet
emredilirse ne dinlemek vardır, ne de itaat![970]İbmı'l-Kayyım
(r.a.) bu hadisle alakalı olarak şöyle demiştir:"Bu hadiste, Allah'a isyan
olan konuda emir sahiplerine itaat eden kimsenin asi olacağına, Allah katında
buna dair hiçbir özür de ortaya koyamayacağına, masiyetin günahının o kimseye o
günahı işlememiş bile olsa ulaşacağına delil vardır. Bu hadis bu manaya delalet
eder, delil alınacak yönü de budur. Hayra, doğruya güzele tevfik Allah'ın
yardımıyladır. [971]
2- Müslim ve
Buhari,Hz. Ali b. Ebi Talib'den naklen rivayet etmişlerdir. Hz. Ali şöyle
demiştir:Rasûlullah (s.a.v.) bir seriyye gönderdi. Üzerine de ensardan bir zatı
kumandan tayin etti. Onlara bu zatı dinleyip kendisine itaat etmelerini emir
buyurdu. Derken bu zatı kızdırdılar. O da:-Bana odun toplayın! dedi. Hemen
topladılar. Sonra:Bir ateş yakın! dedi. Yaktılar. Sonra:Size Rasûlullah
(s.a.v.) beni dinleyip itaat etmenizi emir buyur-madı mı? dedi.Evet, buyurdu!
cevabını verdiler.Öyle ise bu ateşe girin! dedi. Bunun üzerine askerler
birbirlerine bakıştılar, ve:Biz Rasûlullah (s.a.v.)'e ancak ateşten kaçtık!
dediler. Gerçekten öyle yapmışlardı. Kumandanın öfkesi de yatıştı ve ateş
söndürüldü. Döndükleri vakit bunu Peygamber (s.a.v.)'e söylediler de:
"Ona girseler, (bir daha) çıkamazlardı. Taat ancak maruf-meşru (olan birşey)
hususundadır!" buyurdular,[972]Kumandanın
askerlerini yakmak istemesi âlimlerin bazısına göre şakadır. Bazıları da
denemek istediğini söylemişlerdir. Hatta gülerek: "Ben sizi denemek
istedim" dediği rivayet olunmuştur. Bu zaten Abdullah b. Huzafe olduğu
söylenmişse de Nevevi bunu zayıf bulur. Zira hadisin ikinci rivayetinde
kumandanın ensardan bir zat olduğu bildirilmiştir ki, bu da onun başka biri
olduğunu gösterir. Onların kumandanları, onlara dünya ateşine girmelerini
emretmişti. Hz. Peygamber (s.a.v.) ise buna isyan etmeyi vâcib kılmıştı.
Masiyetleri işlemek suretiyle âhiret ateşine girmeyi emredenlere ne dersin,
onlara itaat nasıl olur? Sen bir düşün.Buhâri'nin Enes b. Malik'den,
Rasûlullah (s;a.v.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:"Üzerinize tayin
olunan bir vali, başı siyah kuru üzüm gibi Ha-beşli bir köle bile olsa Allah'ın
kitabını uyguladığı müddetçe onu dinleyin ve itaat ediniz![973]' Bu
hadis, halkını Allah'ın kitabıyla yönettiği müddetçe dinleyin ve itaat edin
diye imama yapılan itaati sınırlamıştır. Buna göre, Allah'ın indirdiğinden
başkasıyla idare eden hiçbir idareciye itaat caiz olmaz. İsterse bu hüküm onu
dinden çıkarıcı olsun isterse olmasın birdir. Çünkü her iki halde de marufla
emretmeyen asi durumdadır. Zira yaratıcıya isyanda yaratılana itaat yoktur.İmam
Ahmed, Abdullah b. Mes'ud(r.a.)'dan, Rasûlullah (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu
rivayet etmiştir:"Benden sonra sizin (yönetim) işini bir takım insanlar
üzerine-alacaklar, sünneti söndürecekler, bid'atı ihdas edip (uyduracaklar),
namazı vakitlerinden geciktirecekler." İbni Mes'ud: "Ben onlara yetişirsem
ben(im halim) nasıl olur?" deyince. Rasûlullah şöyle buyurmuştur:"-Ey
Ümmü Abdın oğlu! Allah'a isyan edene itaat olmaz.[974]Buhâri'nin
Enes b. Malik den, Resûlüllah (s.a.v.)'ın şöyle buyurduğu rivayet ediliyor.Üzerinize
tayin olunan bir vali, başı siyah kuru üzüm gibi Ha-beşli bir köle bile olsa
Allah'ın Kitabını uyguladığı müddetçe onları dinleyin ve itaat ediniz[975]Bu
hadis, halkını Allah'ın kitabıyla yönettiği müddetçe dinleyin ve itaat edin
diye imama yapılan itaati sınırlamıştır. Buna göre, Allah'ın indirdiğinden
başkasıyla hükmeden hiçbir idareciye itaat caiz olmaz. İsterse bu hüküm onu
dinden çıkarıcı olsun isterse olmasın birdir. İzahı önce geçmişti. Çünkü her
iki halde de marufla emretmeyen âsi durumundadır. Zira yaratıcıya isyanda
yaratılana itaat yoktur.Her kayıttan azade mutlak itaat, şirke ve insanların
birbirlerini ilahlaştırmaya götürür. Şu âyeti kerime'de olduğu gibi:
"Allah'ı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve Meryem'in oğlu Mesih'i Rab edindiler.
Halbuki onlar da ancak bir olan Allah'a kulluk etmekle emrolun-muşlardı.
Allah'dan başka hiçbir ilah yoktur. O, müşriklerin ortak koştuğu şeylerden
münezzehdir." (Tevbe 31)Adiy b. Hatim (r.a.) hadisi hususunda: Hz.
Peygamber (s.a.v.) in yanma, Adiy b. Hatim hiristiyan olduğu halde gelmişti,
üstteki âyet okunurken işitmiş ve şöyle demişti: Biz onlara (papazlara ve hahamlara)
kulluk edip ibadet etmedik. Hz. Peygamber (s.a.v.):"Allah'ın helal
kıldığım, onlar haram ediyorlardı, siz de onu haram kabul etmiyor muydunuz?
Allah'ın haram kıldığını onlar helal ediyorlardı, siz de onu helal kabul
etmiyor muydunuz? buyur^J Dedi ki: Evet. Hz. Peygamber (s.a.v.) de:İşte bu
onlara kulluk, ibadet etmektir," buyurdu.[976]İbni
Teymiye de şöyle diyor: "Ebû'l-Buhteri[977] de
aynı şekilde şöylece demiştir: "Şüphesiz onlar, onîar için namaz
kılmadılar, şayet onlar insanlara Allah'tan başkasına ibadet etmelerini
emretseydiler itaat etmezlerdi. Fakat onlara emrettiler, onlar da Allah'ın
helâlini haram ettiler, haramını da helal ettiler, onlar da bu konuda onlara
itaat ettiler. İşte böylece bu rubübiyet oldu.[978]Rubübiyetin
özelliklerinden birisi de emredip nehyetmesi, helal edip haram etmesidir. Demek
ki kimin helâlini helal haramını da haram, diye emretmesini, yasak koymasını
kabul ediyorsanız ona kulluk ediyorsunuz, onu rab etmiş, ilah kabul etmiş
oluyorsunuz. Allah'ın koyduğu helâli yani farzları yasaklamak veya Allah'ın
haram kıldığını helâl kabul etmek Allah'ın karşısına çıkıp ben senden daha iyi
bilirim. İnsanları kendime kulluk ettireceğim demektir ki, işte bu da apaçık
bir rablık ve ilahlık iddiasıdır ve bir şirktir, (müt.)Er-Rabi'b. Enes şöyle
demiştir: Ben Ebû'l-Aliye'ye: İsrailoğulla-rmda bu rubübiyet nasıldı? diye
sordum. O isRubübiyet onlarda şöyle idi, Allah'ın kitabında emrolundukları ve
nehyolundukları şeyleri buluyorlardı ve diyorlardı ki: "Biz âlimlerimizi
hiçbir konuda geçmedik, bize ne emrediyorlarsa biz de onu emir kabul ederdik,
bizi neden yasaklıyorlarsa biz de onların söylemelerinden dolayı
sakınır-dık." İşte böylece bir takım adamları nasihatci kabul ettiler.
Allah'ın kitabını gerilerine atıp terkettiler. Hz. Peygamber (s.a.v.), Ehli
kitabın rahiplere ve ruhbanlara olan kulluklarını haram ile açıklamıştır.
Yoksa onlar, onlar için namaz kılmadılar, onlar için oruç tutmadılar ve Allah'ı
bırakıp onlara yakarmadılar. İşte bu, kişilerin Allah'dan başkasına olan
ibadetidir. [979]Rahip ve ruhbanların da
mallar elde etmek için yaptırdıkları kulluktur.Taberi, İbni C üreye'den
naklederek "... Allah'ı bırakıp da bazınız bazınızı rabler
edinmesin...", (Ali İmrân 64) âyetinin manası, bazımız bazımıza Allah'a
isyanda itaat etmesin, demektir dediğini rivayet etmiştir. [980]İşte
bundan dolayıdır ki, kim Allah'a isyan olan kanunda ulemâya ve ümerâya itaat
ederse, Allah'ı bırakıp onları rabler edinmiş olur. Bu da Allah'ı bırakıp
onlara yapılan bir ibadet olup şirk olmuş olur. Hangi günah, bir insanın diğer
bir insanı, Allah'a isyan olan bir hususta ve Allah'ın helâl ettiğini haram
kılmada itaat ettiği kimseyi hüküm koyucu bir rab edinmesinden daha büyük
olabilir ki?Allah (c.c.) Kur'an-ı Kerim'inde müminleri havas ye avam diye iki
kısım olarak belirtmiştir. Avama, "Bilmiyorsanız ehli Kur'an'a (yani
alimlere, istinbat ehline) sorunuz!" buyurmuş. Havassa da :"...
Herhangi bir konuda çekişirseniz Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız Allah'a
(Kur'ana) ve Resule (Sünnete) müracaat ediniz!..." buyurmuştur. Âlimlere
sormakla Allah'a ve peygambere sormuş oluyoruz. Fakat avam, avam da olsa
zarûrati diniyeyi, küfür, şirk, helal ve haramı bilecek. Kitab ve sünnetteki
belli başlı" hükümleri bilecek ki âlimlerin yanlışına uymasın, körükörüne
taklid etmesin. Allah'ın helâlini bırakıp da Allah'a sırt çeviren veya
yanıldığından dolayı sırt çevirmiş olan âlimin helâlma uymasın. Körükörüne
taklid felakettir. Zira o zaman taklid ettiğiniz müslüman olursa siz de
müslüman olursunuz, kâfir olursa siz de kâfir olursunuz. İşte mü'minin
herşeyden Önce itikadi ve ameli farz ve haramları bilmesi farzdır...
(müt.)Ma'siyette itaat etmek tağuta itaattir, halbuki biz tağutu inkar ile
emrolunduk.İbni Teymiye diyor ki: "Allah'a isyanda kendisine itaat edilen,
Hak din ve doğru yolun dışına çıkılıp kendisine uyulan kimse, ister Allah'ın
kitabına muhalif olsun isterse Allah'ın bir emrine muhalif olsun hüküm aynıdır,
o kimse tâğuttur.[981]Bütün
bu geçenlerden ortaya çıkan netice, imamlara, idarecilere itaatin, Allah ve
Resulüne isyan olmaması kaydıyla sınırlandırıldığıdır. Allah'a ve Resulüne
isyan olursa, delillerin ifade ettiği gibi o konuda onlara itaat yoktur. İşte
böylece bize şu gerçek ortaya çıkmıştır, Allah'ın bize emrettiği ve halka da
vâcib kıldığı imamlara itaat, bilerek görerek olan itaattir, beşeri sistemdeki
askeri terimlerin ifade ettiği ve bazı sofiye tarikatlarının ifade ettiği gibi
bir şahsa yapılan körükörüne bir itaat değildir. İslâm'daki itaat ancak
marufda olur." Se-riyye ehlinde görülen, emirlerin durumu ve Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in onlara verdiği cevabı görmüştük. Eğer ma'siyetde itaat caiz
görülse, İslâm'da tenakuz olürctu: Zira Şâri'nin birşeyi haram kılıp sonra da
onu vâcib kılması düşünülemez.[982]Üstad
Ahmed Şâkir, "Müslüman bir kimseye sevdiği, sevmediği! (her) hususta
(âmirini) dinleyip itaat etmesi vâcibdir. Ancak ma'si-1: yette emredilirse
müstesna. Eğer ma'siyet emredilirse ne dinlemek
vardır, ne de
itaat!" hadisine yaptığı izahda şöyle söylüyor:Hz. Peygamber (s.a.v.) bu
vacibi^-itaat vâcibliğini- ince, sahih bir f sınırla sınırlamıştır. Mükellef
için, yüklenileni ve emredileni ölçmede \ hak ölçüsü koymuştur. Kendi üzerinde
emir sahibi olan kimse bir [ ma'siyeti emrederse ne dinlemek ne de itaat
vardır. Yaratılana itaat 1 edip Allah'a isyan ederse bu isyanın günâhı sadece
emredene ait ol- i maz. Allah katında, bu ma'siyeti başkasının emriyle
yapmasından [ dolayı mazur sayılmaz zira bu kimse amelinden mesul bir mükellef-
j tir. Bunun durumu ile emredenin durumu eşittir.Net olarak bu bilinen bir
geçekdir ki, memurun âmire itaat etmemesi gereken ma'siyet, haramlığını Kitab
ve sünnetin belirttiği t açık ma'siyettir. Memurun yorumda bulunup da helâl
kabul edebile-1 ceği bir ma'siyet değildir ki, kendisini haklı görüp
diretebileceği veh- j mine kapılabilsin. Çünkü bu anlayış hem kendisini hem de
başkasını hataya düşüren bir ma'siyeti emreder.[983]\İşte
bu, kendilerinin memur olduklarını ileri sürerek ma'siyetle- [ ri işleyenlere
reddiyedir. Diyorlar ki günah, bize emredenlere aittir, | bize ait değildir.
Hak olan, günah hem emredenin hem de o emri ya- j panındır. Eğer ikrah
(zorlama) karşısında kalarak yapmışsa sadece | emredene aittir. Bütün geçen hadisler
ve ulemânın sözleri, onların j iddialarını ve nefislerine olan hilebazlıklarını
reddetmektedir.Emeviler zamanında Şam ehlinden bir grup çıkmış, mutlak itaa-j
tm imama ait olduğunu, Allahm imamın hasenatını kabul edeceğini* ve günahlarını
da affedeceğini ileri sürüyorlardı.İbni Teymiye bu grup hakkında şu bilgiyi
veriyor:Şam'ın aşırıları (galiye) Beni Ümeyyenin tâbileridir ki onlar 1 şöyle
derler: Allah, bir halifeyi halife tayin edince, onun hasenatını i kabul eder,
günahlarını affeder. Çok kere de şöyle diyorlar: Allah onu | hesaba çekmez. Bu
sebeple el-Velid b. Abdülmelik bunu ulemâdan sordu. Âlimler şöyle dediler: Ey
mü'minlerin Emiri! Sen mi Allah ka- \ tında daha şereflisin yoksa Davud
Aleyhisselam mı? Zira Allah (c.c.) i ayet-i kerime'de: "Ey Davud! Biz seni
yeryüzünde halife yaptık o hal- \ de insanlar arasında adaletle hükmet! Hevâya
uyma ki, seni Allah tyolundan saptırmasın, çünkü Allah yolundan sapanlar, hesap
gününü unuttukları cihette, kendilerine pek şiddetli bir azap vardır."
(Sad 26)Aynı şekilde Süleyman b. Abdülmelik bu konuyu Ebû Hazım el-Medeni'ye
meşhur va'zında sormuştur. O da ona bu âyeti okumuş,[984]
sonra da Ebû Hazım, Onların yanılgılarını açıklamış ve şöyle demiştir:
"Lâkin onlardan yanılanlarm yanılması iki cihettendir, birisi kendileri
idarecilere mutlak itaatla itaat ediyorlar. Arkasından da şöyle diyorlar:
Allah, onlara itaati emretti. Diğer yanılgı da, onlardan bir kısmının şu
sözüdür: Allah bir halife tayin edince onun hasenatını kabul eder, günahlarını
affeder.[985]
Bir imama itaat
edilebilmesi için âdil olması şarttır. Aksine bir takım günah ve zulmü bulunsa
bile (mesela Allah'ın haklarında (kanunlarında) bir kusur veya insanların
haklarının bazılarında kusurları olsa bile) ona itaat edilir. Çünkü âdil olan,
Allah'tan korkan, Allah'ın hakkını koruyan gözeten kimsenin, ma'siyet olduğunu
bilerek bir masiyeti emretmesi nadirdir. Fakat Allah'a isyanı emretmeyi
kasteden zâlimdir ve fâsıkdır. İşte böyle olan kimseye Allah'a itaat konusunda
itaat edilir, Allah'a isyan konusu olunca ise o kimseye isyan edilir. Bu
durum, zulmü ve fâsıklığı, azli gerektirecek bir sınıra ulaşmadıkçadır.- Bunun
izahı, ulemanın görüşleri, inşaallah sonraki bölümde, delilleriyle birlikte
gelecektir.Fışkı ve zulmü azli gerektirecek bir dereceye ulaşmadıkça itaat
edilebilir. Allah'a isyan konusunda ise bu imama itaat edilmeyip isyan edilir.
Buna dair deliller.Buhari, Müslim, Tirenizi ve diğerlerinin Abdullah b. Mesud
(r.a.)' den Hz. Resûllüllah (s.a.v.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir.Mesele
şu ki: Benden sonra kayırma ve kabul edemeyeceğiniz işler olacaktır."
Ashab:Yâ Resûlallah! Bizden buna yetişene ne emredersin? dediler:Borcunuz olan
hakkı edâ edersiniz, lehinize olanı da Allah'tan istersiniz," buyurdular.[986]Üseyd
b. Hudayr (r.a.) dan nakledildiğine göre, ensardan bir adam Hz. Peygamber
(s.a.v.)'e geldi de:- Ya Resûlallah ! Filanı zekât âmili (veya vali) tayin
etmişsin, beni zekât âmili (veya vali) tâyin etmediniz, dedi. Resûlüllah
(s.a.v.):"(Ey Ensar cemaatı!) şüphesiz sizler benden sonra yakında (böyle
dünya işlerinde) başkalarının size tercih edildiği (zamanı) göreceksiniz.
(Bununla beraber'yine de) siz, şu havuz üzerinde bana kavuşuncaya kadar
sabrediniz[987]Seleme b. Yezid el-Cü'fi
(r.a.), Resûlüllah (s.a.v.) dan şöyle sordu: Ya Nebiyyallah! Başımıza kendi
haklarını bizden isteyen fakat hakkımızı bize vermeyen âmirler gelirse bize ne
emir buyurursun? dedi.O kendisinden yüzünü çevirdi. Sonra tekrar sordu. Yine
ondan yüzünü çevirdi, sonra ikincide veya üçüncüde ona tekrar sordu da Eş'as b.
Kays onu çekti. Hz. Peygamber (s.a.v.) de:"Dinleyin ve itaat edin! Onlara
ancak yüklendikleri, (mükellef oldukları) size de yüklendikleriniz
vardır," buyurdular[988]
Müslim, Huzeyfe b.
Yeman (r.a.) dan rivayet ediyor. Huzeyfe (r.a.): Ya Resûlallah! Biz fenalıkta
idik. Allah hayır getirdi. Şimdi biz onun içindeyiz. Acaba bu hayrın ardında
bir şer var mıdır? dedim. Resûllulah (s.a.v.):"Evet," cevabını
verdi.- Bu şerrin arkasında bir hayır var mıdır? dedim. "Evet," buyurdular.-
Ya bu hayrın arkasında bir şer var mıdır? dedim. "Evet," cevabını
verdi.Nasıl ? dedim. "Benden sonra benim doğru yolumdan gitmeyen ye benim
sünnetimle amel etmeyen imamlar (hükümdarlar) olacak. İçlerinden bir takım
adamlar türeyecek ki, kalbleri, insan cisminde şeytan kalbi olacak!"
buyurdu.Ben buna kavuşursam ne yapayım ya Resûlallah! dedim."Dinlersin ve
emire itaat edersin. Sırtın dövülse ve malın alınsa bile yine dinle ve itaat
eyle!" buyurdular. [989]Bu
ve bu manadaki hadislerin bütününde, müslüman kişiye, imama marufta itaat vâcibtir,
bazı haklarından mahrum da olsa, bazı malları elinden alınsa bile. Hatta bu
durum, vurma gibi cisme zarar vermeye kadar vardırsa veya malım almaya ve
şahsi işlerdeki[990]zarara
vardırsa bile. Mü1 mine gereken, Allah'ın vâcib kıldığı ma'rufta itaati yerine
getirmekdir. Hakkını ise Allah katından ummasıdır. Zira dâvâlılar Allah
huzurunda bir araya toplanacaktır. Bu, fitne kapısının açılmasına ve
istenmeyen ihtilafların ortaya çıkmasına bir sed-dir.Bütün bunlar mü'minin
kendi nefsi için değil Allah için olmasının dışında kızmaması ve intikam
almaması gerektiğine delildir. Her konuda olduğu gibi bu konuda da Örnek
Peygamber (s.a.v.) dir. Sahih hadisde:Resûlüllah (s.a.v.) kendisi için intikam
almamıştır. Ancak, Allah'ın haramları çiğnenmesi hariç[991]İmam,
halktan birisinin dünya haklarından bir hakkı konusunda kusur etse, yine de o
kimsenin imama itaat etmesi gerekir ve bu hakdan mahrum edilmesinden dolayı
imama isyan etmez. İmamın kendisi günahlardan birini işlemiş de olsa veya kendi
görevlerinden bazısının edasında kusuru da olsa durum böyledir. İşte bu durumda
mü'mine gereken, imama nasihat etmesi ve Allah'a itaatta ona itaat etmesidir.
Eğer iş, Allah'a ma'siyet ile emretmesi gibi dine dokunursa işte orada imamı
dinlemek ve itaat yoktur. Bilakis ona isyan vâcib olur, bu sebepten dolayı
başına bir belâ gelse de. Hz. Ebû Bekir (r.a.) meşhur hutbesinde şöyle
demiştir."Allah'a ve Resulüne itaat ettiğim müddetçe bana itaat ediniz!
Eğer Allah'a ve Resulüne isyan edersem sizin bana itaat etmeniz gerekmez.[992] Zikri
az önce geçen Ubade b. es-Samit hadisinde olduğu gibi: "Bize düşen hak
kelimeyi söylememiz ve Allah yolunda kınayanın kınamasından
korkmamamızdır."Şüphesiz kim hakkı yerine getirir ve hakka çağırırda,
zalim idareciler ona karşı çıksalar bile o kimseye lazım olan, sabretmesi,
sebat etmesi ve devam etmesi, bunun ecrini de Allah katından ummasıdır. Zira
Allah Teâlâ:"Marufu emret! Münkerden de sakındır, (bu işten dolayı) sana
isabet eden (sıkıntılara) da sabret! Şüphe yok ki bu iş azm edilmesi gereken
işlerdendir." (Lokman 17)Hz. Peygamber (s.a.v.)'e : Cihâdın hangisi
efdaldır? diye sorulunca: "Zâlim sultan katında hakkı konuşmaktır.lı[993]Hâkim,
Abdurrahman b. Beşir el-Ensari'den, şöyle dediğini rivayet etmiştir: Bir adam
geldi ve Ey İbni Mes'ud! diye nida etti, İbni Mes'ud da ona yöneldi. O adam:Yâ
Eba Abdurrahman! Ben kendimi bilerek ne zaman saparım, dedi. İbni Mes'ud
(r.a.): Senin üzerinde bir takım âmirler
bulunur, onlara itaat etsen seni cehenneme girdirirler, eğer onlara isyan etsen
seni öldürürler.[994]dedi.
Mesela: İnsana onlar cihetinden bir eziyet meydana gelse bile masiyetle
emrettikleri zaman onlara muhalefet etmek vâcibdir. Bütün bu izahlarla
birlikte, selefe göre şahsi eziyete sabrın vâcib olduğuna, üzerinde ittifak
edilmemiş olduğu uyarısında bulunmamız da bir vâcibdir. Bu konuda sahabe
asrından beri aşağıdaki deliller ileri sürülerek insanlar çeşitli fikirlere
yönelmişlerdir. Delillerden bir kaçı şunlardır:"Onlar ki kendi (haklarına)
tecâvüz isabet ederse yardımlaşırlar (savunurlar)" (Şura 39)* Ve onlar'ki
kendilerine bağy isabet ettiği, yani haklarına tecâvüz vâki olduğu vakit yine
kendileri yardımlaşır öçlerini alırlar. Haklarını müdafaa eder, haksızlığa
boyun eğmez, zilletten hoşlanmaz, bağya tecavüz edenin cezasını verirler,
aşırı gitmeyerek adaletle öçlerini alırlar ve bunun için başka bir milletin
himayesine sığınmazlar, kendi cemaat ve milletlerinin istiklâli, izzet ve nusre
birliği ile zâlim ve bâğinin hakkından gelirler... Onun için bağye karşı öc
alınırken haddi aşıp da tecavüz etmemelidir. "Her kim de af-vedip ıslah
eylerse-kendine kötülük eden kimsenin suçunu affedip onunla arasındaki husumet
halini düzeltirse onun da ecri Allah'adır." (Hak Dini Kur'an Dili,
Elmalılı H. Yazır, c. 6, s. 42, 49, 4251) (müt.)Her kim malı uğrunda öldürülürse
şehiddir.[995]İdareci veya bir
başkasından olan hakka tecavüz ile zulme uğrama arasında bir fark olmadığına
dair buna benzer hadisler var. Bunlardan birisi şudur: Rivayete göre Hz.
Muaviye'nin valisi Anbese, arazisini sulamak için Amr b. As oğullarının bahçesinden
yol açmak istemişti. (Hadise Taif de oluyor.) Bunun üzerine Abdullah b. Amr
azadlıları ile birlikte silahlanarak karşısına çıkmış ve şöyle demişler: Ben
Rasülullah (s.a.v.)'ı şöyle söylerken duydum: "Her kim malı uğrunda
mazlum olarak öldürülürse şehiddir.[996]Fakat
bu deliller umumidir. Bu konu özeldir, umumun tahsisi gerekir. İbnu'l-Münzir
diyor ki: İlim ehlinin üzerinde bulunduğu gerçek, zulüm edilmek istendiğinde
kişinin kendisini o zulümlerden müdafaa etme hakkı vardır. Ancak hadis
alimlerinin ifadesine göre, sultanların zulmüne sabır ve kıyama kalkışmamakla
ilgili âsârın mevcudiyeti, sultanlardan gelen sıkıntılar istisna edilmiştir.[997]Yine
işaret edilmesi uygun olan şeylerden birisi de şu ki, İmam İbni Hazm'ın bu
konuda katı tutumu vardır. Şöyle ki, imam-sultan, malını aldığı zaman hatta
sırtına da vursa imama karşı sabrı gerekli görür. Ancak imam, idare işini hak
yolla üzerine almışsa böyledir. Fakat idareciliği batıl yolla üzerine almış ve
batılla idare ediyorsa, Rasülullah (s.a.v.)'m buna sabredileceğine dair
emretmesinden Allah'a sığınırım, diyor/[998]Hatta
İbni Hazm işi, bu hadisleri mensuh olduğu hükmüne vardırıyor ki bu uzak bir
ihtimaldir.Bu konularla ilgili, Ehli sünnetin tutumu ve azledilmesi ile ilgili
geniş izahat inşaalah gelecektir.
İmamın görevleri
anlatılınca, boynuna yüklenen me'suliyetinin büyüklüğü anlaşılmış
oldu.Görevlerinden birisi de fesad ve fesadcılarla savaşmaktır. Bu ise imamı
güç duruma sokmaktadır. Bundan dolayıdır ki ümmete gereken, musibetlere,
felaketlere karşı imama yardımcı olmak, onu İslâm Devleti'nin iç ve dış fesatçı
düşmanlarına bırakmamaktır.iyilik etmek, fenalıktan sakınmak hususunda
birbirinizle | yardımlasın. Günah işlemek ve haddi aşmak üzerinde
yardımlaşma-ytn..."(Maide, 2)Şüphe yok ki hak imama yardım etmek,
yardımlaşmak, İslâm'ın ve müslümanların zaferini gerektiren iyiliklerdendir.
Abdullah b. Amr b. el-As (ra)'m, Hz. P.eygamber (s.a.v.) 'in şöyle* dediğini
rivayet ediyor: "Bir kimse imama (emire, hükümdara) bey'at eder de ona
şakla-1 yan elini ve kalbinin semeresini verirse elinden geldiği takdirde hemen
ona itaat etsin! Başka biri gelir de onunla çekişirse gelene itaat' etmeyin![999]Ebû
Ya'lâ şöyle diyor: İmam ümmetin haklarını yerine getirince, onun ümmet üzerinde
iki hakkı vardır: İtaat ve imamı imametten çıkaracak birşey olmadıkça ona
yardımda bulunmak.Üstad Muhammed Esed de şöyle diyor: "Müslümanlara vâcib
olan, şeriat hükümetinin arkasında birlik halinde durmaları, yardım! etmeleri,
kuvvetlendirmeleri ve bu birlik için bütün zenginliklerini] lezzet veren
şeylerini, dünyadan malik oldukları şeylerini ve hayatla!rını feda etmeleridir.[1000]Bundan
dolayıdır ki zulüm ve fesad ehli, âdil imama karşı har-j betmeye başlarsa
hiçbir caiz te'vil olmaksızın onlara karşı âdil imam-J la birlikte savaşmak
meşrudur. Şu âyette yağmacının cezasının verilj meşinin meşru kılındığı gibi:
"Allah'a ve Peygamberine karşı harp ederek yeryüzünde fesad çıkarmaya
çalışanların cezası, ancak ve an\ cak öldürülmeleri veya asılmaları yahut elleriyle
ayaklarının çapraz kesilmesi veya o yerden sürgün edilmeleridir..."(Maide
: 33)
"Sultan veya
vekili İslâm devleti ile harbedenleri zulmetmeden haddi uygulamak için onları
aradığı zaman, onlar da haddi uygula^ maya karşı diretseler, müslümanların,
âlimlerin ittifakıyla onlam hepsi üzerinde hakim oluncaya kadar savaşmak vâcib
olur.[1001]Bu konunun tafsilatı,
fıkıh kitablarmda çokça zikredilmiştir. Burası tafsilata müsait
değildir.Müslümanlara gereken, âdil imama hürmet göstermeleri onu güçlü
kılmaları, ona dua etmeleri ve ihanet etmemeleri, ta ki nefisleri zayıf
kimseler katında imamın heybeti, korkusu meydana gelsin de hislerinin ve
arzularının kendilerine gâlib olduğu o şeylerden çe-kinsinler
vazgeçsinler.Bununla ilgili deliller şunlardır:
1- Zeyyad b.
Kuseyb el-Adevi'den rivayet edilmiştir. Zeyyad demiştir ki: Ben Ebû Bekr
(r.a.) ile beraberdim. İbni Amir de üzerinde ince bir elbise olduğu halde hutbe
okurken minberin altında, idim. Ebû Bilal: Emirimize bakın! Fasıklarm
elbisesini giyiyor dedi. Ebû Bekre ise: Sus! Resûlullah (s.a.v.) şöyle derken
işittim."Kim Allah'ın sultanına yeryüzünde ihanet ederse Allah da ö
kimseyi hor hakir kılar.[1002]
2- Ebû
Musa el-Eş'âri (r.a.)
den rivayet edildiğine
göre Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:"Saçı ağarmış müslumana,
hükümlerini çiğnemeyen ve okumayı terk etmeyen Kur'an hamillerine ve adaletli
sultana ikram etmek Allah'a saygıdandır. [1003]
3- Huzeyfe
b. el-Yeman (r.a.) şöyle demiştir:"Yeryüzünde Allah'ın adil sultanım zelil
kılmaları için karşı yürüyüşe (harekete) geçen hiçbir kavim yokdur ki Allah
onları ölmelerinden Önce zelil kılmasm.[1004]El-Fudayl
b. Iyaz diyor ki:"Şayet benim kabul edilecek bir duam olsa, o duamı imama
yaparım. Çünkü halkın salâhı onunladır. Zira o düzelirse (salaha ulaşırsa)
insanlar ve beldeler emniyete kavuşur.[1005]Sehl
b. Abdillah (r.a.) şöyle diyo"İnsanlar, Sultan ve ulemaya hürmet ettikleri
oranda (huzurları) devam eder. Eğer (insanlar) bu ikisine hürmet ederseler
Allah dünyalarını da ahiretlerini de düzeltir. Şayet bu ikisini hafife alırlarsahem
dünyalarım hem de ahiretlerini ifsâd eder (bozar )lar.[1006]Bu
durum, imamın âdil imamlardan olması şartıyladır. Zâlim ve fâsık imamlar ise
nsklarına ve zulümlerine yardım göremezler, yardım olunmazlar.İbnu'l-Kasım^'un
rivayetine göre İmam Malik (r.a.) şöyle demektedir : "Eğer İmam, Ömer b.
Abdilaziz gibi olursa, insanlara, onu müdafaa etmesi, onunla beraber savaşması
vâcib olur. Yoksa olmaz. Kendi haline bırakılır. Hem Allah, zâlimden zâlim ile
intikam alır, sonra da her ikisinden intikam alır.[1007]Eğer
müslüman, imamların yanına girmede ve onlara nasihat etmede bir fayda
olmayacağını görür veya kendisinden korkar yada onlarla fitneye düşeceğinden
korkarsa müslumana onlardan uzaklaşması yanlarına girmeyi terketmesi, onların
batıla olan uygunluklarından sakınması vâcib olur. Bu anlayışa şu aşağıdakiler
delildir.Ka'b b. Acre (r.a.) nin rivayet ettiği hadis. Hz. Peygamber (s.a.v.)
şöyle buyurmuştur: "Benden sonra bir takım emirler gelecek, kim onların
yanma girer de onların yalanlarını tasdik eder, zulümlerine yardım ederse
benden değildir, ben de ondan değilim, havzıma da gelemez. Kim de onların
yanına girmez, onların yalanlarını tasdik etmez, zulümlerine yardımcı olmazsa
o kimse bendendir, ben de ondanım, havuzuma da gelecekdir.[1008]Ebû
Süleyman el-Hattabî (H. 317/388) (r.a.) şöyle demiştir: "Keşke bu gün
onların huzuruna girip onların yalanlarım tasdik etmeyecek, meclislerinde
bulununca adaleti konuşacak, onlara nasihat edecek ve onlar tarafından da
nasihatcı olarak kabul edilecek kimseyi tanıyabilsem ey kardeşim! Bu zamanda
senin için en iyi kurtuluş yolu, dinin için en ihtiyatlı olanı, onlarla haşir
neşir olmayı ve kapılarında dolaşmayı azaltmandır. Bu gibi ümerâdan müstağni
olmayı, onlar konusunda hayra muvaffak olmayı Allah'tan isteriz.rı[1009]Derim
ki bu, hicri dördüncü asırda İdi, ya hicri onbeşinci asırdaHicri 133'de doğmuş
191'de vefat etmiştir. İmam Malikle 20 sene arkadaşlık etmiş. İmam Malik'in
vefatından sonra bu zattan istifade etmişler. El-Müdevvene isimli kitabın
sahibidir, (mü t.)halin nasıl ölür!Ebû Hureyre (r.a.) den rivayet edildiğine
göre Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuşlar."Kim bâdiyede yaşarsa (ikamet
ederse) kabalaşır,kim av peşinde koşarsa gafil olur, kim sultanın kapılarında
dolaşırsa fitneye düşer. Sultana yakınlığı artmış hiçbir kul yoktur ki,
Allah'tan uzaklığı art-masın.[1010]
Allah'a yakın olana yakınlıktan yakınlık hasıl olur. Allah'tan uzak olana
yakınlık Allah'dan uzaklığa sebep olur. Hem de onu meşru göstermek ve deradet
olma tehlikesi vardır, (müt.)Ebû Hureyre (r.a.) den rivayete göre Hz. Peygamber
(s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "...Allah'ın en çok öfkelendiği, ümerâyı
(zalim) ziyaret eden Kur'an okuyuculardır. [1011]Burada,
zalim idareciyi tasvib etme, halka onu şirin gösterme olabildiği gibi, onun
zulmüne yardımcı olmak, bir de Kur1 anı onların maddi dünya menfaatine alet
etme ihtimali vardır, (müt)
Huzeyfe (r.a.) den
rivayet edildiğine göre şöyle demiştir."Fitne yerlerinden sakının! O
(fitne yerleri) nelerdir? denilince, şöyle demiştir. Ümera kapılarıdır. Sizden
biriniz amirin yanına girer, amirin yalanını tasdik eder, (sonra da) bunda
birşey yoktur, der[1012]Halid
b. Zeyd şöyle demiştir. Muhammed b. Ali el-Bakır'ı şöyle derken işittim: Ömer
b. el-Hattab demiştir ki:"Eğer (Kur'an) okuyucusunu, zenginleri sever
görürseniz işte o dünya adamıdır, şayet o kimsenin sultandan ayrılmadığını
görürseniz o kimse de hırsızdır.[1013]Ebû
Zer, Seleme'ye şöyle demiş: "Ya Seleme! Sultanların kapılarında dolaşma!
Çünkü onların dünyasından ne alırsan, ondan daha fazlasını senin dininden
alırlar. [1014]Said b. el-Müseyyeb
demiştir ki: "Zâlimlerin yardımcılarından gözlerimizi (sevgiyle) değil,
ancak sâlih amellerinizin zayi olmaması! için kalblerinizi nefretle
doldurunuz!"[1015]İmam
Ahmed, Ma'mer b. Süleyman er-Rika'dan, O da Meyimin b. Mihran'dan naklen
rivayete göre şöyle demiştir. "Üç şey vardır kiJ nefsini onlarla deneme!
(Birincisi) Allah'a itaatla emredeceğim desen bile sultanın huzuruna girme!
(ikincisi) Allah'ın kitabını öğreteceğim desen bile hiçbir kadının yanına
girme! (üçüncüsü) hiçbir hevâ sahibine kulak verme! Çünkü sen, kalbinin onun
hevâsına takıldığını bilemezsin. [1016]
Her kap içindekini dışına sızdırır. Müessir olmayan müteessir olur.; sen ona
tesir edeceğin zannı galibse sırf o maksat için gidersen git, yoksa onlar sana
tesir ederler. Kadının yanına girmekle şeytana fitne için gedik açtın. Şayet
kadının, öğreneceği farz ilimleri ancak erkekten öğrenecekse o; zaman yanında
mahreminle birlikte olursa fitne olmamak şartıyla caiz olur. (müt.)
Bütün bu geçen
rivayetlerden maksad zâlim sultanlardır, zâlimi sultanlarla haşir-neşir
olmaktan, onlara, yaklaşma kasdıyla gitmekten ve onların dünyasından birşey
elde etmekten yasaklamakdır.Zulümlerine yardımcı olmak, bazen onlarla oturmak
suretiyle vd onları ziyaretle olur. Bazen hatalarını iyi görmekle olur. Bazen
onlaij (m hatalarına karşı) susmakla olur, onlardaki münkerleri inkar et-j
memekle olur, bazen da onlara duâ etmekle olur. Şöyle denilmişti "Kim
zâlimin bekasına dua ederse, Allah'a arzında isyan edilmesini sevmiş olur.[1017]İbni
Teymiye diyor ki: "Seleften herkes şöyle derdi: Zâlimlerhi yardımcıları,
onlara yardım edendir, onları hakka getirme işi bile olsa, onların
kalemlerinin ucunu bile sivriltse. Seleften bazıları da şöy+ le derdi: Hatta
onların elbiselerini yıkayan onların yardımcılarından sayılır, şu âyette belirtilen
eşleri bile onların yardımcıları durumundadır: "O zulmedenleri, onlara
eşlik edenleri, Allah'ı bırakıp taptıkları putları hep bir araya
toplayın!" (SafTat: 22)[1018]Fakat
onların yanma, nasihat etmek, marufu emir, münkerl nehy için girmeye gelince bu
başka birkonudur. Onlara nasihat ko|nusu gelecek. Adil müslüman halifelerle
nasihatleşmek, onlarla ziya-retleşmek ve fikir alış-verişinde onlara yardım
etmek vâcibdir. Kur'an âlimleri, Hz. Ömer (r.a.)'in meclis ve müşavere
arkadaşları idiler. [1019]Gazali,
İhya-ı Ulümiddin'de zâlim idarecilerle haşir-neşir olmada helâl olan ile haram
olan, meclislerinde bulunma, yanlarına girme ve onlara ikram konusunda özel bir
bölüm ayırmış ve şöyle demiştir:"Bil ki senin için amirler ve zâlim
valilerle ilgili üç durum söz konusudur. Birinci durum, onların yanma girmen
şerdidan durumdur. İkinci durum, onların senin yanma girmelerinden uzak durma
halidir. Üçüncü durum ise en iyisi onlardan tamamen ayrılmandır ki, ne sen
onları görürsün ne de onlar seni görür.[1020]Gazali
diyor ki: "Onların yanma girmek ancak iki mazeretle caiz olur: Birincisi,
ikram emri değil de kendileri cihetinden mecburi bir emirle olmasıdır. Şayet
gitmemede diretildiğinde eziyete uğranıla-caksa veya onlara (maruf olan
konularda) halkın itaat yolu kapanacak ve onlara idare işi sıkıntılı hale
gelecek olduğu bilinirse onlara itaat değilde icabet etmek vâcib olur. İdare
işi sıkıntılı olmaması için halkın maslahatını gözetmek gerekir. İkincisi,
kendi dışındaki veya kendi nefsi ile ilgili bir müslümandan zulmü giderebilmek
için onların yanma girme sözkonusudur. Ya nasihat yolu veya zulümden şikayet
yolu ile girmek. Bu bir ruhsattır. Ancak yalan konuşmamak, övmede bulunmamak,
kabulü mümkün olabilecek nasihati terketme-mek şartıyladır. İşte yanlarına
girmenin hükmü budur.[1021]Üçüncüsü
: Onlara nasihat etmek, marufu emir ve münkerken nehiy kasdıyla onların yanma
girmektir. Buna şu hadis-i şerif delalet etmektedir. "Cihadın efdali,
zalim sultan katında hakkı söylemektir. [1022]Selefi
Salihinin zâlim sultanların, valilerin yanına girmeyi, emri bil maruf ve nehyi
anilmünker için bile olsa nehyetmeleri takvalan-un şiddetindendir.Hâfiz İbni
Receb el-Hanbeli (r.a.) şöyle diyor:"Selefden çoğu, meliklerin yanma
girmeyi, onlara marufu emreden, münkerden yasaklayan kimseleri de aynı şekilde
yasaklıyorlardı. Girmeyi yasaklayanlardan bazıları Ömer b. Abdilaziz, İbnü'l
Mübarek ile es-Sevri ve diğer imamlardır. İbni Mübarek demiştir ki:"Bize
göre emreden nehyeden, onların yanına girip onlara emreden ve nehyeden
değildir. Ancak ve ancak emreden ve nehyden kimse onlardan ayrılan kimsedir.
Bunun sebebi, onların yanma girildiğinde fitneden korkulmasıdır. Çünkü nefis,
onlardan uzakta iken onlara emreder ve onlara nehyedersin, onlara katı
davranırsın diye bazen insanı aldatır, onlarla beraber olunca da nefis onlara
meyleder. Çünkü şeref ve makam sevgisi nefîsde gizlenmiştir. İşte bu sebeple
onlara yağcılığa ve yumuşak davranmaya başlar. Çok kere onlara meyleder, onları
sever ve özellikle de kendisine iyilikte ihsanda ve ikramda bulunurlarsa bunu
onlardan kabul de eder.[1023]Yine
şöyle demiştir: "Abdullah b. Tavusun, babasının huzurunda ümera ile
beraberliği olmuş da babası O'na, bu yaptığından dolayı azarlamıştı. Süfyan es
Sevri de Abbad b. Abbad'a şöyle mektup yazmıştır: "Ümeraya yaklaşmatan ve
her konuda onlarla haşır-neşir olmaktan sakın! Sana, şefaatçi olursun,
mazlumdan zulmü defedersin veya muzljrmun hakkını alırsın, denilerek oyuna
gelmekten sakın! Bu şeytanın bir oyunudur. İblis, Kur'an okuyucularını bu yolda
basamak olarak kullanmıştır. Zalim ümera tarafından soru sorulmamayı ve fetva
vermemeyi ganimet bil! Onlarla beraberliğe rağbet etme! Emirin sözüyle amel
etmeyi, veya sözünü yazmayı veyahut sözünü dinlemeyi sevmekten sakın! Böylece
bu durum terk edildiğinde maruf işlenmiş olur. Baş olma sevgisinden de sakın!
Çünkü kişideki baş olma sevgisi altın ve gümüş sevgisinden daha sevimlidir. Bu
durum, ancak basiretli alimlerin görebileceği gizli bir durumdur. Basiretli bir
kalble araştır, sağlam niyetle amel et! İnsanın başına bir iş gelir ki, ölüp de
kurtulmak ister. Bunu böyle bilvesselam!.[1024]
Nasihatlaşma
Daha önce şunu
belirtmiştik ki, İmam bir insandır. İnsanda bulunan zayıflık, hata etme ve
unutma imamda da bulunmaktadır. İşte bundan dolayıdır ki hatırlatmak, gizli
olan işleri açığa çıkarmak ve açıklamak için nasihat meşru kılınmıştır. Bunlar
halk üzerinde imamın haklarındandır. Halka gereken de bu görevleri yerine
getirmeye gayret etmektir. Bunları idareci istese de istemese de yapmak
gerekir. Buna dair deliller çoktur. Bu delillerden bir kaçı şunlardır.
1- Müslim'in
Temimü'd-Dâri'den rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber (s.a'.v.) şöyle
buyurmuştur."Din nasihattir." Bir rivayette bu sözü üç kere
söylemiştir. "Kime?" denince de:"Allah'a, kitabına, resulüne,
müslümanlarm imamlarına ve bü-; tün müslümanlara[1025]buyurmuşlardır.Bu
hadis, büyük ve cevamiu'l-kelim (kelimesi az manası çok ve derin) olan
hadislerdendir. İmam Nevevi:"Ulemadan birçokları, bu hadisi İslâmi
konuları toplayan dört esas hadisten biri sayarlarsa da bu onların dedikleri
gibi değildir. İslâm'ın asıl mihveri bunun üzerindedir," diyor.[1026]İmam
Nevevi, Hattâbi ve diğer alimlerden naklederek "Allah-için nasihat
etme" nin manası, Allah'a iman etmek, O'na ortak koşmamak sıfatlarını
inkar etmemek, O'nu cemal ve kemal sıfatlarıyla sıfatlamak, bütün noksan
sıfatlardan tenzih eylemek, O'na itaat etmek, ona asi olmaktan sakınmak, Allah
için sevmek ve Allah için buğzetmek, ona itaat edenlere arka çıkmak, isyan
edenlere düşmanlık etmek, küfredenlerle cihad etmektir., vs. diyor.Kitabı için
nasihat etmenin manası: Allah'ın kelâmı olduğuna, onu Allah'ın indirdiğine, kul
sözlerinin-hiçbirinin ona benzemediğine, kullardan hiçbirinin onun benzerini,
mislini getiremiyeceğine iman etmek, sonra ona tazimde bulunmak, onu tecvid ve
adabına riayet, harflerine dikkat ederek'hüşu ile okumaktır.
Resulüne itaat: Onun
peygamberliğini tasdik, getirdiği şeylerin bütününe iman etmek, emir ve
nehiylerinde O'na itaat etmek; hayatında da hayatından sonra da O'na yardımda
bulunmak, düşmanlarına düşmanlık etmek, dostlarına dostluk etmek, O'nun
hakkını tazim etmek ve büyük kılmak, sünnetini diriltmek, davet ile şeriatını
yaymaktır.Müslümanların imamına nasihat: Onlara hak. üzere yardımda bulunmak
ve onlara hakta itaat etmek, onlara haktan ayrılmamalarını tenbih, unuttukları
şeyleri veya henüz duymadıkları Müslüman haklarını lütfü nezaketle ihtarda
bulunmak, onlara huruç (isyan) hareketini terketmek ve halkın onlara itaati
konusunda gönül birliğini, kalblerin ısınmasını temin etmektir.Müslümanların
bütününe nasihat, yani emir sahiplerinin dışında olan herkese nasihat ise,
onları dünya ve ahiret maslahatı olan şeylere yöneltmek, onlara marufu emretmek
ve münkerden de neh-yetmektir[1027]Hattabi'nin
dediği gibi nasihat, kapsamlı bir kelimedir. Manası, nasihat edilen kimseye
hayırlı nasip toplamaktır. Onun neciz isimlerden ve Özlü sözlerden olduğu
söylenir. Arab dilinde bundan ve bir de felah kelimesinden daha fazla dünya ve
ahiret hayrını bir araya toplayan kelime yoktur. [1028]Ebû
Amr b. es-Salah da şöyle demiştir: "Nasihat, nasihat eden kimsenin nasihat
edilene, irade ve fiil olarak hayır yönlerim temin etmesini içine alan kapsamlı
bir kelimedir.[1029]
2- Cübeyr b.
Mut'im'in rivayet ettiği hadis; Mut'ım şöyle demiştir:Resûlüllah (s.a.v.),
Mina'nm el-Hayf (denilen dere kenarın) da ayağa kalkarak şöyle
buyurdu:"Allah, benim sözümü işitip de (başkasına) tebliğ eden hadisleri)
ezberleyen Jiice adamlar fâkih değiller ve'fakih olan nice (hadis) ha-fizları
kendilerinden, daha kuvvetli fakihlere (hadisleri) iletebilirler. Üç özellik vardır
ki müslüman bir kişi onlara sahip olduğu sürece kalbi; kin, hıyanet ve
düşmanlık beslemez. Allah için olan ihlaslı amel, müslüman idarecilere nasihat,
müslüman cemaatından ayrılmamak. Çünkü müslüman cemaatının daveti, geriden
gelenleri de kaplar.[1030]Geçen
bilgilerden şu neticeyi çıkarıyoruz: Nasihat, İslâm'ın esaslarından büyük bir
esastır. İşte bundandır ki İbni Bâtta, nasihati Selef (r.a.)'e göre sünnetin
asıllarından saymaktadır.[1031]Hz.
Peygamber (s.a.v.) herhangi bir kimseden bey'at alırken her müslümana nasihat
etmeyi şart koşardı. Cerir b. Abdillah (r.a.) : "Hz. Peygamber (s.a.v.)'e
her müslümana nasihat etmek üzere bey'at ettim.." demiştir.[1032]Sahabe,
imamlarına bu hakkı yerine getirmeyi adet edinmişlerdi. İmam Ahmed, Muhammed
b. Abdillah'dan rivayet ettiğine göre Abdullah b. Ömer, Mervan'm yanından çıkan
insanlarla karşılaşmış ve demiştir ki: Nereden geliyorsunuz? Onlar: Emir
Mervan'm yanından çıktık, dediler. O ise: Ona her gördüğünüz hakkı konuştunuz
mu, hak üzerinde ona yardımda bulundunuz mu, her gördüğünüz münkerden onu
nehyetiniz mi? Onlar: Vallahi, hayır! o münker olanı söylüyor, bizse isabet
ettin, Allah sana iyilik versin diyorduk. Yanından da çıkınca: Allah onu
öldürsün, ne kadar da zâlim, ne kadar da fakir, derdik. Abdullah b. Ömer:
Resûlüllah (s.a.v.) zamanında, böyle hareket eden kimse için bunu münafıklık
sayardık, dedi.[1033]Hz.
Peygamber (s.a.v.), mü'mini ölüm korkusu bile olsa zalim idarecilere bu
nasihati yapmaya teşvik etti. Hem de hadisin ifade ettiği gibi cihadın en
üstününden saydı:
1- Ebü Umâme
(r.a.) den rivayet edildiğine göre:(Minada) birinci cemre yanında bir adam
Resûlüllah (s.a.v.)'m huzuruna çıkarak : Ya Resûlüllah! Hangi cihad daha
faziletlidir? Hz. Resûlüllah (s.a.v.) sorusunu cevaplamadı. Sonra Hz. peygamber
(s.a.v.) ikinci cemreye taş atınca adam (aynı şeyi yine) sordu. Rasü-lullah
(s.a.v.) (yine) susup cevaplamadı, daha sonra Rasûlullah (s.a.v.) akabe
cemresinin taşlarını atınca bineğine binmek için ayağını özengiye koydu.
"(Bu arada) soru soran nerededir?" buyurdu. Adam: Benim Ya
Resûlüllah, dedi. Resûlüllah (s.a.v.): "Cihadın en üstünü, zâlim sultan
katında hak sözü söylemektir," buyurdu.[1034]Hattâbi
diyor ki: "Ancak bu cihadın en üstünüdür. Çünkü düşmanla cihad eden
kimse, düşmanına karşı aciz kalacağını yakinen bilmediği halde zafer ümidi
üzeredir, zira mağlub olacağını da yakinen bilmiyor. Bundan ise sultanın
elinin kendi elinden kuvvetli olduğunu bilir. Bundaki sevap, zahmetin büyüklüğü
olduğundan sevap -daha fazla olur.[1035]
2- Cabir
(r.a.)'den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmuştur:"Şehidlerin en hayırlısı Abdulmuttalib'in oğlu Hamza'dır, (bir
de) bir adama Allah için emirde ve nehiyde bulunup da buna karşılık öldürülden
erkekdir[1036]
3- Ahmed Abdullah b. Amr'dan rivayet etmiştir. Abdullah Resûlüllah
(s.a.v.)'ı şöyle derken işittim:"Ümmetimi, zâlime, karşı sen zalimsin
demekten korktuğunu gördüğünüzde artık ümmetin düzelmesinden ümit kesilir. [1037]Hulefâ-i
Raşidin (r.a.), kavimlerini, kendilerine nasihat etmeleri ve hata ettiklerinde
de düzeltmelerini teşvik ederdiler. İşte bu anlayıştan kaynaklanarak meşhur
hutbesinde Hz. Ebû Bekir (r.a.) şöyle diyordu:"Ey insanlar! Ben ancak
kitab ve sünneti tabi olan kimseyim, bi-datcı değilim. Eğer iyi olursam bana
yardım ediniz, eğer hakdan kayarsam beni doğrultunuz.[1038]
Hz. Ebû Bekir (r.a.) yine şöyle demiştir."Sizin en hayırlınız olmadığım
halde sizin üzerinize idareci kılındım. Şayet iyi yaparsam bana yardım ediniz,
eğer kötü yaparsam beni düzeltiniz[1039] Süfyan
b. Uyeyne'nin rivayetine göre Hz. Ömer (r.a.) şöyle de-miştir:"İnsanlarm
bana en sevimli olanı, ayıplarımı ortaya koyan kimsedir.[1040]
Diğer halifeler de böyle idiler.Sultana nasihat edecek kimsenin, heybetini
kaybetmiyecek şekilde, konumunu koruması gerekir. Bunu Iyaz b. Ganemi'l-Eşari
(r.a.) nin rivayet ettiği şu hadis ifade etmektedir.Resûlüllah (s.a.v.) şöyle
buyurmuştur:"Kim saltanat sahibine bir nasihat edecekse , o nasihati o
kimseye açıkça söylemesin, onu yalnız olarak yakalasın ve yanında kimse
olmadan konuşsun. Şayet nasihati kabul ederse kabul eder. Yoksa kendi aleyhine
olanı, onun da lehinde olanı yerine getirmiş olur.[1041]Aynı
zamanda nasihat eden kimsenin, kınama, ayıplama[1042]gıybet
ve söz taşıyıcılık (jurnalcilik) tan sakınması vâcibdir ki nasihati sırf Allah
için olsun.Selef-i Sâlihin uleması (r.anhüm), zâlim sultanların yüzlerine
nasihat etmeyi ve hak sözü söylemeyi men ederlerdi. Şayet öyle bir durumda
olursalar veya bu sebeple eziyeti yakinen anlarsalar, Allah için kınayanın
kınamasından da çekinmezdiler. Çünkü onlar bu sebeple öldürülürse şehid olunacağını
biliyordular. Zira şehidlik Allah'ın vadini tasdik eden mü'minin umudlarımn en
kıymetlisidir. İşte bundan dolayıdır ki, her yerde her çeşit azaba katlanarak,
Allah yolunda sabrederek ve harp sahalarındaki hücum etme gayretlerinin sevabım
Allah'tan umarak kendilerini ölüme atıyorlardı.Buna dair misaller çoktur.
Onlardan bir kısmını ele alacağız:
A) Hişam b.
Abdilmelik, Mekke'ye hacı olarak gelmişti. Oraya girince dedi ki: Bana
sahabeden bir adam getirin." Denildi ki: Ey Emi-rel mü'minin! Onlar geçip
gittiler. O da: Öyleyse Tabiinden getirin, dedi. Tavus eî-Yemani getirildi.
Yanına girince yaygısının kenarına ayakkabılarını çıkardı. "Ey müminlerin
emiri diyerek selam vermedi. Fakat Esselamü Aleyküm Yalte'şam! dedi, künyesini
söylemedi, hizasına da oturdu. Ve dedi ki: Nasılsın Ya Hişam ? Hişam da şiddetle
öfkelendi hatta öldürmeyi bile düşündü. Ona denildi ki: Sen Allah'ın ve
Resulünün Harem'indesin, bu mümkün olmaz, caiz değildir. O ise: Ya Tavus! Buna
seni sevkeden nedir? dedi. Tavus: Yaptığım nedir ki? dedi. Hişam daha çok
öfkelendi ve kızdı, sonra da "Ayakkabılarını yaygımın kenarına çıkardın,
elimi öpmedin, ey mü'minlerin emiri diyerek selam vermedin, künyemle hitap
etmedin, iznim olmadan yanıma oturdun, bir de üstelik ya Hişam nasılsın?
dedin", dedi.Tavus şöyle dedi: Ayakkabılarımı yaygımın kenarına çıkarma
işini her gün beş kere Rabbul aleminin önünde çıkarıyorum, bana kızmıyor, hiç
bana öfkelenmiyor. Elimi öpmedin demene gelince, ben mü'minlerin emiri Hz. Ali
b. Ebi Talib'in şöyle dediğini işitmişinıdir. "Hiçbir erkeğe hiçbir
kimsenin elini Öpmesi helâl olmaz, ancak şehvetle hanımını, şefkatle çocuğunu
öpebilir." Ey mü'minlerin emiri diyerek selâm vermedin sözüne gelince,
hiçbir insan senin emirliğinden razı değil, bende yalan söylemekten hoşlanmadım.
Beni künyemle çağırmadın sözüne gelince, Allah (cc) enbiyâsını ve evliyasını
ismiyle çağırmıştır. Ya Yahya! Ya İsa! Düşmanlarını ise künye ile ifade
etmiştir: Ebû Lehebin elleri kurusun! Hem kurudu da" Benim hizama oturdun
sözüne gelince, ben Emir Hz. Ali (r.a.) den şunu işitmişim: "Cehennem
ehlinden bir adama bakmayı istersen, etrafında kavmi ayakta iken kendisi oturan
adama bak![1043]
b) Ebû
Süleyman el-Hattâbi, Abdulah b. Bekr es-Sehmi den rivayet etmiştir. Ravi şöyle
demiştir, adamlarımızın bazılarının şöyle dediklerini işittim: Ömer b. Hübeyre
-Irak üzerinde hâkim idi- Basra hukukçuları ile Küfe hukukçularının gelmeleri
için birisini göndermişti. Basra hukukçularından gelen Hasen-i Basri, Küfe
hukukçularından da Şa'bi vardı. Bu ikisi yanına girdiler. O da onlara şöyle dedi:
Müminlerin Emiri Yezid, bana, yaptığım bazı işler hakkında mektup yazmış, ne
dersiniz? Şa'bi dedi ki: "Allah emiri ıslâh etsin, sen memursun, tenkit
ise sana emredene aittir." Hasen-i Basri'ye yöneldi, sen ne dersin? dedi.
Hasen-i Basri, bu böyle dedi. Ömer b. Hubey-re: sen söyle! dedi. Hasen'i Basri
şöyle dedi: "Allah'tan kork Ya Ömer! Sanki bir melek sana geldi, seni bu
tahtından kaydırmak istiyor, seni sarayının genişliğinden çıkarıp kabrinin
darlığına sokmak istiyor. Allah seni Yezid'den kurtarır ama, Yezid seni
Allah'tan kurtaramaz. Allah'a isyanlarla götürülmenden sakın! Zira yaratıcıya
isyanda yaratılana itaat yoktur," dedi ve ayağa kalktı. Ömer: "Ey
Şeyh! Seni, emiri böyle karşılamana ne şevketti? dedi. Hasen-i Basri: beni,
ulemadan ilimleri konusunda Allah'ın aldığı misak şevketti, dedi ve şu âyet-i
kerime'yi okudu: "Allah, kendilerine kitap verilenlerden: "Onu
mutlaka insanlara açıklayacaksınız, gizlemiyeceksiniz!" diye söz
almıştı." (Ali İmrân 187)[1044] Bu
konuda pek çok misaller var.Emri bilmaruf ve nehyi anilmünker konusunda,
müslümanların imamlarına, bütün halka nasihatları ve sultanların hakimiyet ve
öfkelenmelerine pek aldırmamaları hakkında ulemanın tutum ve davranışları
böyle idi. Onlar, sultanların bu durumlarına rağmen Allah'a dayanıyorlar,
üzerlerine Allah'ın farz kıldığı şeyleri eda etmeye dikkat ediyorlar ve
kendilerini şehidliğe ulaştıran yolda koşuyorlardı. Niyetlerini Allah için
hâlis kılınca da, sözleri katı kalblerin çoğunda tesir uyandırıyor, kalbleri
yumuşatıyor ve kalblerin katılığını gi-deriyordu. Fakat bu gün, dünya
tamahkârlığı ulemânın dillerini bağlamış, onları susturmuştur. Şayet
konuşsalar yaşayışları sözlerine yardım etmiyor ve böylece de başarılı
olamıyorlar. Sözleri ve yaşayışları çelişiyor. Eğer sâdık olsalar, bu konuda
Allah'ın rızasına yönelseler ve niyetlerinde ihlâslı olsalar kurtarıcı
olurlar. Zira halkın bozulması, yöneticilerin bozulması ile; yöneticilerin
bozulması da ilim adamlarının bozulmasıyladır.İlim adamlarının bozulması ise
mal, makam ve rütbe sevgisinin istilâ etmesiyledir. Bunlar (mal, makam ve
mansıb sevgisi) kimi istilâ ederse nehyetmeye ve insanların rezillerine nasihat
etmeye güç yetiremezler. Yöneticilere ve elit tabakaya nasıl etkili olabilirler
ki? Şayet konuşsa ona işittiremez. Çünkü nefsine nasihat etmiyor ve nefsini
islâh etmiyor, böyle birisi başkasını nasıl İslah edebilir ki!..İşte İslâm
düşmanları bu nokta üzerinde durmuşlar. Bu noktada ulemâyı dünyaya bağlamak ve
onlara dünyayı hesapsız bir şekilde açmak, istemişlerdir. Böylece gerçek
görevlerine mani olunmuştur. İlim, peygamberlerin mirasıdır. Marufun emrini ve
münkerin nehye-dilmesini gerektiren de ilimdir.
Bu durum, âlimleri
bozmak için en tehlikeli vasıtadır. Çünkü âlimlere cephe almak, onlara karşı
çıkmak, ihanet etmek onların imanlarının kuvvetlenmesine ve hak üzerinde sebat
etmelerine sebep olur, düşmanlara karşı halkın bütününün intikam almasına ve
ihanet edenlere karşı buğzetmelerine sebep olur. Bu sebepledir ki Süfyân-ı
Sevri (r.a.) şöyle demiştir: "Düşmanların ihanetlerinden en korktuğum şey
yumuşak davranmalarıdır. Onların ikramlarından dolayı kalbimin onlara
meyletmesinden korkuyorum.[1045]Düşmanların
bu vasıtayı bilfiil tatbik etmeleriyle maalesef istekleri yerine geldi.
-Rabbimin dilediği müstesnadır- Onların mak-sadlan, âlimleri dünya ile meşgul
etmek, Allah'ın hakları ve kul hakları konusunda işledikleri isyanlara karşı
alimleri susturmak idi.
Öyle oldu ki, onlar,
zulümlerine yardım edebilecek, ve uygulamalarını temize çıkaracak sözde
âlimler buldular. Hem bunlar kendiisimleriyle ve hem de İslâm ismiyle
konuşuyorlardı. Bu durum, haktan uzak olsalar da kendi görüşlerini beğenmeleri
ve sapıklıklarında devam etme sebeplerindendir. Kendi fikirlerini beğenmelerine
sebep, insanların, özellikle de ulemânın onları çok övmeleridir. Her ne kadar
hataları da olsa icraatlarını beğenecek dünya âlimlerinden bazılarını bulmuş
oldular. O kimselerin bundan maksadları, onların rızalarını elde etmek, onlara
yaklaşmak ve ellerindeki fâni dünya menfa-atmdan birşeylere ulaşmaktı.Eğer
âlimler, kendilerine Allah'ın farz kıldığı şeyleri izah ve ilanla
uğraşsaydılar, bunda da Allah için ihlâslı olsalardı, dünya me-tamdan uzak
durup, kendilerini korusaydılar ve her zalimin karşısına dursaydılar o
kimseleri hakka ulaştırırlardı. Allah'a isyanın kötü sonucundan sakmdırırlardı.
Zalim sultanlar da sapıklıklarının çoğundan uzaklaşır, hakkı görür ve
kendilerinden hiçbir konuda da korkulmazdı.Lâkin onlar içerisinde, Hasen-i
Basri, Tavus, Süfyan-ı Sevri, Sa-id b. el-Müseyyeb, Said b. Cübeyr, Ebû Hanife,
Malik, Şafii, Ahmed, Buhari, El-İzz b. Abdüsselam[1046]İbni
Teymiye ve benzerleri gibi, ihlâslı, mücahid büyük alimler de var. Bu âlimler,
zâlimlerin yüzüne karşı "Sen zalimsin" diyecek kadar cesur, bu
zalimlerin her ne kadar makamı da olsa, alimleri her ne kadar dünya ile
aldatmaya çalışmış olsalar da, bedenlerine isabet eden işkencelere rağmen, bu
alimler İslâm'ın muhafazasına, ümmete örnek olmaya ve zalimleri sapıklıklarından
men etmeye devam etmişlerdir. Yardım istenilecek olan ancak Allah'dır.Alimler
Peygamberlerin varisleridir." hadisi hükmünce alimler kendilerini
peygamberlere benzetmeye çalışmalıdırlar. Hem velayet hem de ri-salet yönüne
varis olmalıdırlar. Takvâlanyla velayet yönüne, ilimleriyle de risalet yönüne
varis olmalıdırlar. Hem kendilerini hem başkalarını islâh için gece gündüz
uğraşmalıdırlar. Özellikle de milletin kalbi konumunda olan idarecilere tebliğ
etmelidirler. Zira onların İslahı milletin İslahı, onların ifsadı milletin
ifsadı demektir. Alimler daima ilimle uğraşmalıdırlar. Kabiliyetleri
doğrultusunda ya telifat ile, ya tedrisatla, ya da tebligat ile uğraşmalıdırlar.
Bunlarda müesseseleşmeye gidilmelidir. Alimlerin dünyevi ihtiyaçlarla
uğraşmamaları için, bu ihtiyaçları karşılanmalıdır. İnsanlar hoş kar sılam
asalar bile âlimlerin ilimden katiyyen uzaklaşmamaları gerekir. Önceki
âlimlerin fakru zaruret içinde olmalarına rağmen ilimden uzaklaşmamalarından
ibret almalıdırlar. Hem "Ehlini namazla emret, emrede devam et! Senden
rızık istemiyoruz, senin (ve ehlinin) rızkını biz veriyoruz. (Güzel) netice
takva ile (hareket etmeye bağlı) dır." âyetinin muhatabı Peygamber
(s.a.v.) ve vekili vârisi olan alimlerdir. Alimler bu âyetle amel etmelidirler,
kendilerinin rızıklarının Allah'a ait olduğu hüsnü zannıyla hareket
etmelidirler.Özet olarak, milletin ihyâsı dinin ihyâsına, dinin ihyası da
ilmiye sınıfının ihyasına, ilmiye sınırının ihyası da müesseseleşerek dünyevi
ihtiyaçlarını karşılayarak heyet ve ekib halinde çalışmalarına bağlıdır. Dinin
düzeni dünyanın düzenine bağlı olduğundan ilmiye sınıfının dünyalarını düzenleyip
onları dünya ile değil ilimle, dinle meşgul olmalarını sağlamak gerekir, (müt.)
İmamın görevleri
çoktur. Halkın işlerini düzenliyebilmek için sırf bu işlerle uğraşması
gerekmektedir. Onun da diğer insanlar gibi hem kendisinin hem ailesinin
yiyebilmesi, giyebilmesi ve içebilmesi için mala ihtiyacı vardır. İşte bundan
dolayıdır ki İslâm, kendisine ve bakımını üzerine aldığı kimselere yetecek
miktarını müslümanlann malları içerisinde bir hak olarak ona vermiştir. İşte
Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.) kendilerine yetecek miktarı
beytulmaldan bundan dolayı aldılar.İbni Sa'd, Tabakat'mda Ata b. es-Saib'den
şöyle dediğini rivayet etmiştir:"Hz. Ebû Bekir (r.a.) halife olarak
seçilince, boynunda ticaret yapacağı birtakım giyim eşyaları ile çarşıya
yiyecek için çıkmıştı. Hz. Ebû Bekr (r.a.), Hz. Ömer (r.a.) ile Hz. Ebû Ubeyde
b. el-Cerrah'a rastladı ve onlar dediler ki: Ey Allah'ın Resulünün Halifesi!
Nereye gitmek istiyorsun? Hz. Ebû Bekir: Çarşıya, dedi. Onlar ise: Müslümanların
idaresini üzerine aldığın halde sen ne yapıyorsun? dediler. Hz. Ebû Bekir
(r.a.): Aileme nereden yedirebileceğim? dedi. Onlar, ona: Kalk gidelim de sana
bir şey tahsis edelim, dediler. Onlarla beraber kalkıp gitti, kendisine
(yiyecek olarak her gün bir yarım koyun ve giyecek olarak da üst bir elbise
takdir ettiler. [1047]Buhâri
ve İbni Sa'd, Hz. Âişe (r.a.) den şöyle rivayet etmişlerdir. Hz. Âişe şöyle
demiştir:"Ebû Bekir es-Sıddık, halife olunca şöyle dedi: Şüphesiz toplumum,
benim kazancımın geçindirmekten âciz olmadığını biliyorlar.Şimdi ise
müslümanlann (idare) işiyle meşgulüm. (Bundan sonra) Ebû Bekir ailesi, şu
Beytu'l-maldan yiyecek ve Ebû Bekir de müslümanlann Beytu'1-mali hesabına
gayret edecektir.[1048]"Hz.
Ömer b. el-Hattab (r.a.), Hz. Ebû Bekir'den sonra müslümanlann idare işini
üzerine alınca bir zaman bekledi, devlet hazinesinden hiçbir şey yemedi. Bu
sebeple iyice fakru zarurete düştü. Resûlüllah (s.a.v.)'in ashabına bir adam
gönderdi ve onlarla bu konuda istişare etti. Kendisi şöyle söyledi :
"Kendim bu idare işiyle meşgulüm. Benim için uygun olan nedir? Osman b.
Affan: Ye ve yedir! dedi. Kendisi dedi ki : Said b. Zeyd b. Amr b. Nüeyl de
bunu söyledi. Hz. Ömer , Hz. Ali'ye : Bu konuda sen ne dersin? dedi Hz. Ali:
Sabahlık ve akşamlık (yiyecek kadar) dedi. Hz. Ömer de bunu aldı."[1049]Ahmed,
Abdullah b. Zubeyr, Hz. Ali b. Ebi Talib'den naklen rivayet ediyor. Hz. Ali
şöyle demiştir: Ey Zureyr'in oğlu! Ben Resûlüllah (s.a.v.)'m şöyle buyurduğunu
işittim:"Halife için beytulmalden ancak iki tabak kadarı helâldir. Birisi
kendisi ve ailesinin yiyeceği kadar olan tabak, diğeri de insanlann önüne
koyacağı bir tabak. [1050]Yine
İbni Sa'd ve İbni Ebi Şeybe, Harise b. Munb'dan rivayet etmiştir. Harise demiştir
ki:Hz. Ömer b. el-Hattab şöyle dedi: "Kendimi, beytulmaldan alma konusunda
yetim malı konumuna indirdim. İhtiyaçsız olursam tenezzül edemem, fakir
olursam maruf-meşru bir surette yerjm.[1051]Bana
göre, Ömer (r.a.) bununla şu âyet-i kerimeye işaret etmiştir. "... Hangi
(Veli) zengin ise yetimin malına tenezzül etmesin, fakir ise meşru surette
yesin.." (Nisa 6)Bazı müslümanlar, emirel mü'minin'e helal maldan
sormuşlar. Hz. Ömer de şöyle demiştir: "Size, helâl gördüğüm miktarı haber
vereyim. Bana iki elbise helâldir, birisi kışta (giyebileceğim) elbise, diğeri
de yaz vaktinde (giyeceğim) elbise. Hac ve umrede sırtımı Örtecek şey. Benim
ve ailemin yiyeceği, ne en zengin ne de en fakir olmayan Kureyşli bir adamın
yiyeceği gibi.. Sonra ben müslümanlardan herhangi bir adamdan sonra gelen bir
adamım, onlara nasib olan şey bana da nasib olur.[1052]Geçen
bu izahlarla şu ortaya çıkmıştır: İmamın müslümanlann malından, ihtiyacını
görebilecek kadar, israf ve cimrilik olmaksızın yetecek kadar belli bir aylık
maaşı vardır. Bu hakkı, zengin bile olsa emirlik veya başka bir görev üzerine
alan kimseye Hz. Peygamber (s.a.v.) tayin etmiştir.Buhari, Huveytıb b.
Abduluzza'dan rivayet etmiştir. Huvaytıb, Abdullah b. es-Sa'di'nin haber
verdiğine göre, halifeliği esnasında Ömer b. el-Hattab'ın yanma gelmişti. Hz.
Ömer de ona: "Senin insanların valilik ve hakimlik gibi bir takım
işlerini üzerine almakta olduğun ve çalışmanın ücreti sana verildiğinde bunu
almak istemediğin bana haber verildi, dedi. - Ben: Evet böyledir, dedim. Bunun
üzerine Hz. Ömer bana: - Bu red ile neyi kasdediyorsun? dedi. Ben de ona:
-Benim birçok beygirlerim ve kölelerim var, ben hayırlı ve rahat bir hayat
içerisindeyim. Ben bu hizmetlerimin ücretinin müslümanlar üzerine sadaka
olmasını arzu ediyorum, dedim. Hz. Ömer:Sen verilen ücreti reddetme! Çünkü ben
de vaktiyle senin yapmak istediğin işi yapmak istedim. Şöyle ki : Resûlullah
(s.a.v.) bana, gördüğüm devlet işlerine karşılık beytulmaldan atıyyemi verirdi
de ben de O'na : Sen bu hissemi benden daha fakir olan kimselere ver! derdim.
Nihayet bana büyük bir mal daha verdi. Ben yine O'na : -(Ya Resûlullah!) Sen
bunu benden daha muhtaç olanlara ver dedim. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.)
bana: - "Sen bunu al da kendine mal yap veya sadaka yap! Göz dikmediğin ve
istemediğin halde sana bu maldan birşey geldiğinde, sen onu al (Böyle kendi
gelmeyen ve nefsin kendisine meylettiği bir malın arkasından) canın çekme-sin[1053]buyurdu.Hâfiz
İbni Hacer diyor ki: Taberi şöyle demiştir: "Ömer hadisinde, müslümanlann
(işleriyle veya) idareciliğiyle meşgul olan kimsenin bu çalışmasına karşılık
nzık (maaş) almasına dâir açık bir delil vardır.[1054]Fakat
bu kimseye gereken, Allah'tan korkmasıdır. Çünkü bu, onun elinde bir emanettir.
Ona cimri ve israf olmaksızın kendisine yetecek miktarı almasıdır. Allah'ın
emanet olarak bıraktığı müslümanlann mallarına hiçbir şeyi de
karıştırmamasıdır.
İmamın haklarından
birisi de, imamlığa uygunluğu devam ettiği müddetçe idareci olarak kalmasıdır.
Sona ereceği sınırlı olan bir vakti yoktur ki, o vaktin sona ermesiyle son
bulsun veya imameti uygulamadaki takatinin ve kudretinin sona ermesiyle son
bulsun.Prof Muhammed es-Sadık Afifi şöyle diyor:"Halife için hak olan,
hayatı boyunca hükmetmesi, idare etmesidir. Ta ki nifak ve fesattan eminlik
olsun, yeni seçimde ikinci olarak hiç kimseye tamah ederek boyun eğmesin.
Devlet başkanının idare işine bakarken, bir gruba bakıp diğer grubu bırakması
değil bütün herkesi gözetmesi, kısa veya uzun hayatı boyunca devam edeceği esası
üzerine hareket etmesi gerekir ki, işi bütün şüphelerden uzak, halisane
olabilsin.[1055]Bu durum, başkanlık için
muayyen bir süre getiren demokrasi düzeniyle İslâm'ın zıt olduğu
konulardandır. Demokraside, sonra ikinci bir seçimle seçilebilir. Bu durumda da
bütün gayreti, düşüncesi diğer adayların seslerinden daha yüksek olması için
olacaktır. Aynı zamanda demokrasilerde herkes kendi partisinin adaylarına
idareciliği has kılmakta, insanların maslahatlarına kendi partilerinin
dışındaki adaylar daha uygun olduğunu bildiği halde sırf kendi partisinden
olmadığı için başkalarını istememektedirler. Demokrasilerle İslâm arasındaki
en önemli fark kanun koyucuları sınırlayan bir esasın olup olmamasıdır.
İslâmda Kur'an ve Sünnetin temel prensipleri çerçevesinde yapılabilen içtihada
karşılık demokrasilerde meclisin kanun koyma hakkı hiç bir sınır tanımaz,
(mut.)Bugün demokrasi denince aşağıdaki hususiyetlere sahip bir 'idare
şek-li'ni düşünmek lazımdır:
1-Seçimle
işbaşına gelen hükümetler. \
2-Seçimlerin
idari ve her türlü baskılardan uzak, belirli aralıklarla ve gizli oy, açık
tasnifle yapılmış olması.
3-Partilerin,
adayların ve seçim işlerinin tamamen hür bir vasıta içinde fonksiyonlarını
yerine getirmeleri ve muhalefet fonksiyonunun yerine getirildiği bir vasıtanın
bulunması.
4-Meclislerin
ve dolayısıyla seçilenlerin (temsil yetkisine haiz olanların) kanun yapma
yetkisine sahip olması.
5- Ferde her
türlü hürriyetin (söz, fikir, yazma, din, eğitim, seyahat, toplantı vb.)
tanınmış olması ve bunların kısıntı altında tutulmaması ve herkesi kanun
karşısında eşit gören adalet müessesesinin bulunması.Şimdi sıraladığımız
demokrasinin hususiyetlerini tahlil edelim:
1-Batılı
biri bunu açıklamıştır: Demokrasi öyle bir hükümet düzenidir ki, insanlar
sayılır ama değerleri ölçülmez.'Demokrasi, gövdesinin üzerinde bir kafa taşıyan
herkesin görüşüne başvurmayı esas almasına rağmen, kişinin görüş belirteceği
konuda ehliyetli olup olmamasına itibar etmemektedir. Mesela Demokrasi'nin
amacı 'Hukuk (adalet) Devleti'nin kurulmasıdır yani 'adalet'tir. Bu amacı,
adalet niteliğine ve bilincine sahip olmayanlar gerçekleştiremezler. Şu halde
toplum çoğunluğunda adalet ülkü ve bilinci yoksa 'nasıl iseniz öyle
yönetilirsiniz' gerçeğine göre, o ülkede 'şeklen' demokrasi olur.İslâm'da ise Devlet
Başkanının ve şura meclisi üyelerinin seçimine katılacaklarda aranacak ilk
şart, elbette müslüman olmaktır. Çünkü ancak müslüman olanlar bu konuda gereken
titizliği gösterebilir, İslam'ın menfaatine hangi adayın daha çok hizmet
edebileceğini takdir edebilirler. Bunların dışında aranan diğer şartları kısaca
şöyle sıralayabiliriz: Mükellef olmak, a-dil olmak, bilgi ve görüş sahibi
olmak...İslam cahillerin reylerinin toplumun geleceğini etkilemesine imkan tanımadığı
gibi, günahkâr, heva ve heveslerine esir olan kimselerin de böyle bir etkiye
sahip olmalarına imkan tanımamıştır.Herkesçe bilindiği gibi bazı seçim
sistemlerinin (özellikle çoğunluk sistemi ve nisbi temsilin barajlı türleri)
büyük partileri kayırmasına karşılık, tam bir orantılılık öngören seçim
sistemleri küçük partilerin işine gelir. Dolayısıyla bütün partilerin üzerinde
birleşecekleri bir seçim sistemi bulmak imkansız gibidir. Ayrıca Kasas, 4.
ayette de belirtildiği gibi Gerçek şu ki, Fi-ravn (resmi ideoloji) büyüklenmiş
(halkına zorba ve mağrur bur yönetici -diktatör- gibi baskı yapmaya başlamış)
ve oranın halkını bir takım fırkalara (partilere) ayırıp bölmüştü,
(ideolojisine inananları devletin yönetici sınıfına dahil etmek üzere hak ve
imtiyazlara boğmuş, reddedenleri ise dışlamıştı) Onlardan bir bölümünü güçten
düşürüyordu"Yeryüzünde bulunan (insan) ların çoğuna uysan, seni Allah'ın
yolundan saptırırlar..."(En'am, 116)Çokları hakkı bilmezler, bundan
dolayı onlar, (haktan) yüz çevirirler" (Enbiya, 24)Çokları da akü
erdiremiyorlar" (Maide 103) ayetleri de işaret etmektedir ki, çoğunluk
kendi başına haklılığı taşımaz.Mesela İslam Tarihinin ilk safhalarında bir
Daru'n-Nedve vardı. Da-ru'n-Nedve'yi Mekke'deki müşrik kabilelerden (asgari 40
yaşında olması şartı gözetilerek) seçilen mele-mütref takımı oluşturuyordu; ve
buradan çıkacak kararlara toplum düzleminde uyulması zaruretti. Bundandır ki
Daru'n-Nedve ile Çağdaş Parlamento arasında büyük bir benzerlik vardır.
Ra-sulullah (sav) o ortamda 'Çoğunluğun ittifakı ile iktidar' olunması sistemini
reddetti. Her halde iktidar, 'güc'ü elinde bulunduran Ebu Cehil'in
olacaktıBunun yanısıra, siyasi ve fikri olarak çok parçalı bir manzaraya sahip
olan toplumlarda, hiçbir siyasi kesim çoğunluk sayılabilecek oranda oy
top-layamayınca, bu sefer hepsi de birer 'azınlık' durumundaki mevcut parçalardan
en büyük olana iktidar yolu açılmakta, bu 'en büyük azınlık1 grubu da, ya
dışardan destekli olarak tek başına yahut yanma bir 'azınlık' grubunu a-larak
ortağıyla birlikte iktidar koltuğunu işgal etmektedir.Bir diğer açmaz: Seçimler
yoluyla iktidarın belirlenmesi, halkın kendini sürekli bir güvensizlik içinde
hissetmesine de yol açmaktadır. Kimin ne zaman iktidar olacağı ve iktidarın ne
zaman ve nasıl bir muamele yapacağı bilinmediği için herkes endişe içindedir,
huzursuzdur, güveni yoktur.
2-
Demokraside herkesin bir 'oy hakkı' olduğu ve halkın egemenliğini belirlenen
sürelerde kullanacağı oyla tayin edeceği ve seçimle iktidarların el
değiştirebileceği, fikirlerin iktidar olabileceği iddia edilir. Halk ta hem pohpohlandığı,
hem de böyle bir şeyin imkansız olduğunu anlayamadığı için bütün bu
söylenenlere inanmaya dünden hazırdır.Yasayı, çoğunluğun görüşü (oy)
belirleyecektir. Hiç kimse 'görüş'ün kolayca biçimlendirilip saptırılabilen
birşey olduğunun farkında değildir. Uygun ayarlamaların yardımı ile, yönü
önceden belirlenmiş akımlar doğurmak hiç te zor bir iş değildir. 'Görüş imal
etmek' deyimi (veyahut oy imalı) son derece yerindedir.
Resmi ideolojilerin
denetimi altında, teknolojinin gelişmesine bağlı olarak faaliyet alanları
genişleyen 'kitle iletişim araçları' (TV, radyo, reklam, basın vs) bu 'imalatı
üstlenmiştir ve 'emredileni' söylemektedir:
a-Dikkatleri
belirli sorunlara, çözümlere yada insanlara çekip yönlendirerek güç sahibi
olanları kayırıp, buna bağlı olarak ta rakip birey veya gruplara yonelinmeşini
önleyebilmekte,
b- Resmi
ideoloji ve rejimin statüsünü sağlamakta meşruiyetini güçlen-direbilmekte,
c- Belirli
koşullarda inandırma ve seferber etme görevini üstlenebil-mekte,
d- Belirli
toplulukların oluşmasına ve varlıklarını sürdürmesine yardımcı,
e- Runl ödül
ve doyumların sunulmasına da araç olabilmektedir.Mesela çok etkili bir araç
olan televizyon karşısında insan kendisini bu alete öyle bir kaptırıp
koyuveriyor ki, düşünmek aklına bile gelmiyor. TV. öylesine büyüyor öylesine
devleşiyor ki, insan onun karşısında iyice küçülüyor. Tabi bu seviyeye
indirgenen insan da, ister-istemez resmi ideolojinin yönlendirmesi ve yoğun
baskısı altına giriyor.Gene demokrasilerde seçmenlerin siyasi kararlarına
(oylarına) etki eden iki temel unsur daha vardır ki birincisi, sınıf çıkarları,
zümre dayanışması, etnik bağışıklık gibi etmenler; ikincisi ise iktisadi kriz,
savaş, tabi afet gibi ani değişiklik yaşandığı durumlarda alınan veya alınması
gereken tedbirlere destek olacak siyasi tercihlerdir. Bu tercihlerde bulunan
yönetilenler belli bir ölçüyü kendi yönlendirişleri için kullanamayacak
durumdadırlar. Oyuna getirildiklerini bilseler de bilmeseler de kısa vadeli
bazı zorlukların atlatılmasına yarayacak tercihte bulunma mecburiyetiyle
yüzyiize bulurlar kendilerini... Özetle ifade edecek olursak, demokrasilerde oy
mekanizması ya taassubun veya kandırmacanın emrindedir. Oysa Allah'ın (cc)
'kemale erdirdiği' din olan İslam, bu tür paradokslardan münezzehtir.
3- Siyasi
partiler, anayasa ve kanunlara uygun olarak demokratik bir devlet ve toplum
düzeni içinde ülke çapında faaliyet göstermek üzere teşkilatlanan
kuruluşlardır. Bu sebeple 'demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez
unsurlarıdır'Partiler kamuoyunu temsil etmelerinin ötesinde, propaganda yolu
ile onu şekillendirir ve hazır bir kalıba sokarlar. Demek ki parti sistemi kamuoyunun
bir fotoğrafı olmaktan çok, kamuoyu parti sisteminin bir izdüşümüdür. Ve
mevcudiyetini devam ettirmek isteyen ideoloji ve rejimlerin, partisel
oluşumları kontrol alfanda tutmaları; yani alternatifleri/muhalifleri kendisinin
belirlemesi gerekecektir.
'Demokrasi, halk için
halka rağmen sistemidir. Halkın isteğinin ancak rejimin kuralları içinde olduğu
sürece değeri vardır. Ve silahlı kuvvetler, millet iradesinin emrinde değil,
millet iradesinin üstündedir.'
Demokrasinin bir diğer
unsuru: Propaganda... Propaganda, telkin ve ilgili psikolojik teknikler
vasıtasıyla fikirleri ve değerleri neticede de kararlaştırılmış bir çizgiye
paralel olarak davranışları değiştirmek (tutum ve hareketleri kontrol altına
almak) amacıyla sembollerin az yada çok, isteyerek, planlı ve sistematik olarak
kullanılmasıdır. Demokraside iktidar hesapları yapan -bunun için- kendini
tanıtma ve şansını yükseltmede propagandayı meslek edinen propagandacılar, bu
uğurda:
a-Muhataplarını
etkilemek için genellikle lehte ya da aleyhte olan (duygusal çağrışımlı)
deyimler kullanır.
b-Karmaşık
gerçekler yığınından yalnızca amacına uygunluk arzeden-leri seçer.
c-Yalan
söyler: Yap(a)mayacağı vaadlerde bulunur, övünür-kibirlenir.
d-İfadelerini
yeterince tekrarladığı takdirde, zaman içinde muhatapla-rınca kabul
edileceğinden emindir. Bu tekniğin bir değişik şekli sloganların ve anahtar
kelimelerin kullanılmasıdır.
e-Düşmanını
tanımlarken ifrada kaçarTüm bu noktalarda 'İslam Propagandaya karşıdır' Ancak,
Öğüt vermek, ibret almak maksadıyla kürsülerden hatırlatmalarda bulunmak
peygamberlerin, rasullerin sünnetidir.
4) Hakimiyet
kimin? İbn Haldun: 'Hakimiyet, sahibinin gücü üstünde bir gücün bulunmamasıdır'
der. Buna göre hakimiyet mutlak üstünlük ve mutlak sahiplik
demektir.Demokraside insan herşeyin ölçüsüdür. Zira 'İnsan aklının bilme yeteneği
tamdır ve akim gücünden şüphe etmek için herhangi bir neden olamaz. Fikir ve
gerçeklik birbirinden ayrı değildir. Akla uygun olan her şey gerçek, gerçek
olan her şey akla uygundur' (Hegel) Öyleyse 'Hukuk, akli bir varlığın üzerinde
iktidar sahibi olduğu başka bir akli varlığın davranışlarını düzenlemek için
belirttiği davranış modelidir' (Austin) denilebilir. Demokrasi de, insanların
(vahyi bir kenara bırakarak) kendi kendilerini yönetmelerini, 'hakimiyetin
kayıtsız-şartsız halkın/milletin olmasını.esas alan bir ideolojidir;
hakimiyeti parlamentolar aracılığıyla kullanır. Bu nedenle demokrasi,
parlamentoyu 'ülkenin en yüksek ve mutlak iktidarı' olarak nitelendirir (rablık
atfeder). Bu noktada İslam, parlamenter sistemi (demokrasiyi) reddeder.
İslam'da Ulu'l emr yalnızca Allah (cc)'ın hakimiyetini yeryüzünde
gerçekleştirmek ve O'nun hükümlerini uygulamakla görevlidir. Yasama yetkisi
de, hakimiyet te Allah (cc)'mdır; insan heva-heveslerinin değil:"(Ve şu
emri indirdik) insanlar arasında, Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmet!.. Sakın
onların (insanların) heva ve heveslerine uyma... Hükmü Allah'tan daha güzel
olan da kimdir?" (Maide, 49-50)"Allah ve Rasulü, bir işte hüküm
verdiği zaman, artık inanmış bir erkek ve kadına, o işte kendi isteklerine
göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Rasulüne karşı gelirse, apaçık bir
sapıklığa düşmüş olur." (Ahzab, 36)"Hüküm sadece ve sadece Allah'a
mahsustur"... (Yusuf 40) Aslında demokraside anayasaları hazırlayanlar
halkın sivil güçleri ve temsilcileri değil, doğrudan ya devlet içinde
Örgütlenmiş güçler veya politik toplumla sıkı ilişkileri olan seçkin kimselerdir.
Yürütme, halk temsilcilerinin elinde olsa da, onların çıkaracakları bütün
yasaların bir üst-hukuk metnine, yani anayasaya uygun olması kuralları esas
olduğundan sonuç değiş-memekte, meclis ancak kendisi için (Anayasa mahkemeleri,
Cumhurbaşka-nılığı, Silahlı Kuvvetlerce...) yukarıdan ve dışardan belirlenmiş
sınırlı alan içinde hareket edebilmektedir.
5-
Demokratik sistemlerin bir türlü aşamadıkları temel açmazı, hürriyet adına
herşeyi istedikleri gibi yapmakta ve bu hayatı istedikleri gibi yaşamada
insanları tamamen serbest bırakırken, aslında hem ferdi, hem de toplumu bir
dizi felaketle karşı karşıya bırakmış olduğunu görememesidir.Bir yandan kötü ve
yanlış olduğunu kabul ettiğiniz şeylerle mücadele etmeye çalışacaksınız. Fakat
öbür yandan ferdin hürriyetlerini kısıtlamamak adına o kötü ve yanlış şeylerin
yapılmasına izin verecek ve meseleyi kökünden halletmeye
çalışmayacaksınız.Rasulullah (sav)'in ifade ettiği şu hadisede, İslam ve
Demokrasinin hürriyet anlayışı irdelenebilir:"Hep birlikte gemiye binen
insanların herbiri bu gemide bir köşeye sahiptir. Halbuki onlardan biri bir
köşede geminin kenarına baltayla vurmaya başladı. Arkadaşları ona: -Ne
yapıyorsun? diye sordular. O: -Bu benim yerim; canım ne isterse yaparım,
cevabını verdi. Şayet arkadaşları ona mani olursa kurtulacaklar ve o da
kurtulacak; fakat istediğini yapmaya bırakacak olurlarsa, hem o hem de
kendileri mahvolacaktır."İslam'da yaşama hakkı (17/33), inanç ve ibadet
serbestliği (88/21-22;109), fikri açığa vurma hürriyeti (42/38), eşitlik
(49/13), adalet (4/135;5/S), haysiyet ve şerefin korunması (49/12), mesken
dokunulmazlığı (24/27-28), seyahat hakkı (67/15)... vs. vardır fakat
göstermelik ve sınırsız bir hürriyet anlayışı yerine, insana gerekli olduğu
kadar ve insanı zara-ra/helaka sürüklemeyecek bir hürriyet anlayışı
esastır.İslamda da demokraside de yürütmeyi halk seçer. Bunda herhangi bir
anlaşmazlık yok. Ancak demokrasilerde yürütme tamamen ve belirli bir süre için
(sözgelimi dört veya beş yıllığına) seçildiğinden, bu geçen süre zarfında
halkın yürütmeyi denetleme 'hak'/imkan ve araçları ya çok sınırlıdır veya hemen
hemen yok gibidir.İslamda ise imam her an kontrol altındadır. Halife Ömer
(ra)'ın evlilikte kadının mehrinin düzenlenmesine dair hutbesi sırasında
dinleyiciler arasında bulunan bir kadının itirazı ve sonrasında Hz. Ömer
(ra)'m: "Kadın doğru söyledi, Ömer yanıldı" demesi.Hz. Ömer (ra)'m
cuma hutbesi sırasında, birisinin: -Ya Ömer seni dinlemiyoruz! -Niçin
dinlemiyorsunuz? -Gaza oldu, sen bize ganimet dağıttın, kumaş dağıttın. Bana
verdiğin kumaştan bir elbise çıkmıyor; senin kumaştan ise bir elbise çıkmış,
giyiyorsun; demek sen kendine çok aldın, demesi. Hz. Ömer (ra)'m oğlunun ise:
-Evet dağıtılan kumaştan bir elbise çıkmıyor. Benim kumaşımla babamınkini
birleştirdik; babama bir elbise çıktı, cevabı ile zatm ayağa kalkarak: -Ya
Emire'l-Mü'minin seni dinliyoruz, demesi..İşte hak, işte özgürlük ve
uygulanışı. (Yayıncı)
İmamın görevlerinden
ve haklarından söz ettikten sonra şûrayı ve İslâm'daki şûranın yerini anlatmak
için onu müstakil olarak ele almak uygun olur diye şûrayı imamın hakları ve
görevleri kısmına . koymadım. Çünkü bu mesele ihtilaflı bir konudur. Bazıları,
imamın görevlerini sayarken şûrayı da onun görevlerinden saymışlardır. Bir kısmı
ise şûrayı mendublardan gördüklerinden imamın görevlerinden saymıyorlar.
Selefin fakihlerinin ve diğerlerinin de anlayışı budur.Bu konuda önce şûranın
lügat ve ıstılahı tariflerinden bahsettikten sonra şûranın meşru oluşundan ve
buna dair delillerden, sonra da vâcib midir yoksa müstehap mıdır diye
hükmünden, bununla ilgili iki görüşten ve iki görüş arasından tercih edilenden
bahsedeceğim. Son olarak şûranın imamı bağlayıcılık sınırını ve bu konudaki
her grubunun fikirlerini ele alacağım. Daha sonra da bu meseledeki tercih
edilen görüşü ekleyeceğiz.Bu konu ile ilgili olan her şeyi kısaca arzedeceğim.
Çünkü bu mesele zor meselelerdendir. Bu konuda çok da söz edilmiştir. Bu konuya
dair büyük alimlerin çalışmaları, müstakil kitap ve ilmi risale olarak yazdıkları
eserler bize kâfi gelecektir. •
1) Lügatte:
Şûra, meşveret,
müşavere, "şâvere" fiilinin masdarlarıdır. Lisa-nu'1-Arab'da:
"Balı, kovandan süzüp çıkardığı zaman, "şâre'1-asel şevren,
şiyâreten, meşâren, meşâreten" denilir. Ebû Ubeyd şöyle demiştir:
"Balı kovanından aldım ve onu sağdım manası için Arab, "şürtul-asel
ve'ştertuhu" der..." Şöyle de denilmektedir: Bana bal hakkında yardım
et manası için "eşirni ale'1-asel", hayvanı satışa ar-zettim ve onu
getirdim götürdüm manası için "şürtü1 d-dabbete şevren"
denilmektedir[1056]Şûranın
aslı, yukarıdaki manalara göre, görüş konusunda, fikir ortaya atmak, fikir
beyan etmek ve fikir konusunda yardım etmek demektir. Şûranın
"meşvere" ve "meşûre" diye iki masdarı vardır. Ib-ni Hacer,
meşûrenin en çok tercih edilen olduğunu söyledi.[1057]
2) Terim olarak:
"İşlerin gerçeğe
en yakınını bulmak için ihtisas sahibinden görüş almaktır.Son dönem
yazarlarından bazıları şûra ile meşvereti birbirinden ayırmışlardır. Şûrayı
görüş alma olarak, meşvereti ise bağlayıcı, görüş alımı olarak
değerlendirmişlerdir. Daha sonra delillendirmeyi (istidlal) bu görüşe göre ele
almışlardır. Fakat gerçek olan, ikisi arasında hiçbir farkın olmadığıdır.
Ayrıca bu konuda ortaya koydukları deliller de ikna edici değildir.Müslümanın
hayatında istişarenin çok önemli bir yeri vardır. Özel hayatında müslümanlar
için, devlet olmadan önce de devlet olduktan sonra da istişare çok önemlidir.
Zira istişare ile ilgili âyetlerden birisi Mekke'de nazil olmuştur. Diğeri de
Medine'de nazil oldu. Mekke'de inen âyet Övülen bir cemaatın özelliklerinden
bahsetmektedir.Şûra'da, istişare öncesi, istişare anı ve istişare sonrası
dikkat edilecek şeyler vardır.a)
İstişare öncesi dikkat edilecek hususlar:
1- İstişare
edilecek konular Önceden şûra üyelerine bildirilmelidir. Zihnen, düşünce
açısından hazırlıklı hale gelinmesine yardımcı olur.
2- İstişare
öncesi danışmanların raporu alınmalıdır.
b) İstişare
anında dikkat edilecek hususlar:
1- İstişareye katılan insanların, sırf kendi
istek i ve arzularını ifade eden bir irade gösterimi olmamalıdır.
2- Ancak
benim dediğim haktır anlayışı ile değil, jYa Rabbi! Hakikati birimizden birinin
kalbine ilham et de gerçeğe kavuşalım düşüncesine sahip olmalıdırlar.
3- Fikri kabul
edilen üzülmeli, ya benim dediğim doğru değilse mesuliyetinden dolayı halim
nice olur diye düşünmeli.
4- Fikri
kabul edilmeyen de üzülmemeli, mesuliyetten kurtuldum diye düşünmelidir.
1- Karara
muhalefet eden, karara ilk .uyan kimse olmalıdır.
2- Fikrinin
aksi çıkınca sevinmemeli, aksi fikirdekilere çıkışmamahdır.
3- Kadere
razı olmalı, ibretler alınmalıdır.
4- Neticeyi
tevekkül ile karşılamalıdır. Şûra Ehlinin Sıfatları:
1-Adalet
(Büyük günah işlemeyen ve küçük günahlara devamdan sakınan)
2~ Aklı
selim ve görüş kabiliyeti
3- İlim
sahibi olmak
A- Doğruluk
ve istikamet
5- Tecrübe
6- Takva
sahibi olmak
7- Rey ve
hikmet ehli olmak
8- İhtisas
sahibi olmak (Müt.)
Şûra'nın meşruluğu,
Kitab, sünnet ve hulefa'i raşidinin uygulamasıyla sabittir. İslâm, şûrayı
birçok yerde teşvik etmiş, gerçeği araştıran kimsenin uzak kalamayacağı
işlerden saymıştır. İster ümmetin işlerini yürütme gibi önemli konularda
olsun, ister şahsa ait ferdi işlerde olsun. Bu isim Allah'ın kitabındaki
sûrelerden birinin ismini taşımaktadır.Meşruluğuna dair deliller çoktur:
1- Kitabtan delil:
a)
"Allah'tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Şayet sen kaba, katı
yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Sen onları
affet, bağışlanmaları için de dua et. işlerde onlara müşavere et. Artık karar
verdiğin (azmettiğin) zaman da Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine
dayananları sever." Imra[1058]İbn-i
Cerir et-Taberî, bu âyetin tefsirinde seleften çok sayıda rivayet zikrettikten
sonra şöyle demiştir: "Bu konuda söylenenlerin en doğrusu şöyle
denilmesidir: Allah, Rasûlüne ashabıyla birlikte, harb hileleri ve düşmanlarla
ilgili sıkıntılı konularda, İslâm'ı bilmekle birlikte şeytanın fitnesinden
emin olunacak bir basireti olmayan kimseyi alıştırmak ve kendisinden sonra
ümmete, sıkıntı verecek işlerde nasıl hareket edeceklerini öğretmek için
müşavereyi emretmiştir. İstişareden maksat, kendilerinde meydana gelen mühim
hadiseler anında bu konuda Peygamber(s.a.v.)'e uymaları, Peygamber (s.a.v.)'in
hayatında yaptığını gördükleri gibi kendi
aralarında da
-müşavere etmeleridir. Peygamber(s.a.v.)'e gelince Allah ona sıkıntılı işlerin
bütün yönlerinin doğru olanını vahiyle ve ilhamla tarif ediyordu. Ümmetine
gelince; onlar, doğrudan ayrılmadan nefis ve hevalan-
na yönelmeden
bütünüyle iradelerini doğruya yönelterek, hakkı araştırarak, birbirlerine karşı
sadakatle peygamberin fiilini sünnet edinerek, müşavere ediyorlardı. Allah da
onları doğruya yöneltiyor ve onları hakka muvaffak kılıyordu[1059]İbn-i
Ebi Hatim, Hasan'dan şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Allah (c.c),
Peygamber (s.a.v.)'in onlara ihtiyacı olmadığını biliyordu. Fakat Peygamber
(s.a.v.)'den kendisinden sonrakilerin takib edecekleri sünnet koymasını
istemiştir." ^İbni Ebi Hatim, Dahhak b. Mezahim'in şöyle dediğini rivayet
etmiştir:
"Allah,
Peygamberine ancak müşaverede hayır gördüğü için emY retmiştir.[1060]
b- Şûra
sûresinde şöyle buyrulmuştur:"Size verilen şey yalnızca dünya hayatının
geçimidir. Allah'ın yanında bulunanlar ise, iman eden ve Rablerine dayanan
kimseler için daha hayırlı ve daha süreklidir. Onlar büyük günahlardan sakınır
ve hayasızlıktan kaçınırlar, kızdıkları zaman da kusurları bağışlarlar. Ki
onlar Rablerinin davetine icabet edenler ve namaz kılanlardır. Onların işleri
aralarında istişare iledir. Ve kendilerini rızık-landırdığımız şeyden infak
ederler." (§ûra Suresi, 36-38)[1061]Allah
bu âyetlerde, mü'minleri diğerlerinden ayırıp övdüğü temel sıfatları
açıklamıştır. Özellikle bu sıfatlar arasında "Onların işleri aralarında
istişare iledir." diyerek zikretmiştir.Kurtubi şöyle demiştir:
"Allah, işlerde müşavere etmeyi, bu prensibe tutunan kavmi övmek suretiyle
yüceltmiştir.[1062]Bu
âyetin Ensar hakkında indiği söylenmiştir. en-Nekkâş ise şöyle söylemiştir:
"Ensar, Hz. Peygamber (s.a.v.)'m gelmesinden önce, bir iş yapmayı
istedikleri zaman o konuda müşavere ederler, sonra da o müşavereye göre amel
ederdi. Allah da bu sebeple onları övdü.[1063]Fakat
bu doğrudan uzaktır. Çünkü bu âyette, namaz ve infak gibi İslâm öncesinde
olmayan mü'min özelliklerini övme zikrolun-muştur. Bu, ancak İslâm'ın
gelişinden sonra meşru kılınmıştır. Zira bunlar müslüman olmalarından önce
namazı da tanımıyorlardı.Seyyid Kutub (rh.a) şöyle demiştir:"Burada, bu
âyetlerde, müslüman toplumun ayırıcı ve karakteristik hususiyetleri dile
getiriliyor. Bu âyetleri, Medine'de bir müslüman devlet kurulmadan önce
Mekke'de inmiş olmalarına rağmen müslüman kitlenin özelliklerinden biri olarak
görüyoruz: "Onların işleri aralarında istişare iledir." Bu da
gösteriyor ki şûra prensibi müs-lümanların hayatında devletin siyasal düzeni
olmaktan çok, daha köklü bir konuma sahiptir. Şûra bütün cemaatın temel
özelliğidir. Cemaat olarak meselelerini bu prensip doğrultusunda çözüme bağlarlar.
Sonra cemaat olmanın tabii neticesi olarak cemaatten devlete geçilir.[1064]Bir
fikir, önce inananlarını bulur. Cemaatını kurar. Ayakta kalabilecek cemaat
özelliği varsa halka malolmuş bu dava devlet olmaya yönelir ve devlet olur.
Cemaat olma özelliği yapıyı korur gelişmeler kaydetmesiyle de insanını korur.
Cemaat olma özelliğinden birisi de istişare etmeleridir, (mut.)
2- Sünnetten Delil:
Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in amelî sünneti, şûra konusunda teşviklerle doludur. Rasûlullah
(s.a.v.)'ı yaşayışında ve Hulefa-i Raşidin'in yaşayışlarında bu durum açık bir
özelliktir. Şûranın meşru olduğuna, amelî sünnet tarafı, kavli sünnetten daha
çok delâlet etmektedir.Şûra'nm meşru olduğuna dair kavli sünnetle delil getirme
için araştırma yaptığımda açık hiçbir nassa rastlayamadım. Evet, birkaç hadis
rivayet edilmiştir. Fakat o hadisler tenkide tabi tutulunca, isnadında şüphe
olmayan hiçbir tane bulamadım, bundan dolayı da çoğunu zikretmekten vazgeçtim.[1065]Bu
konuyu ifade eden hadislerin bazıları şunlardır.
Abdurrahman b.
Ganem'den rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.v.) Ebû Bekir ve Ömer (r.a.) için
şöyle buyurmuştur:"Şayet siz ikiniz, bir konuda ittifak edecek olsanız
hiçbir istişarede size katiyyen karşı çıkmam[1066]
2- "İstişare
edilen kimse, emniyet edilen kimsedir.[1067]hadisine
gelince, burada şûra hakkında açık bir teşvik olmasa da, istişare edilen
kimsenin istişare etmede kendisine emniyet edilen olması istendiği
bildirilmektedir.
* "İstişaresine
emniyet edilen kimselerle istişare edin!" manasına "istişare edilen
kimse emniyet edilen (yani güvenilen) kimse" dir diye ifade edilmiştir.
(Müt.)Bu hadis, değişik senedlerle Ebû Hureyre, İbni Mesud, Hz. Âişe, İbni Ömer
ve Ümmü Seleme'den de rivayet edilmiştir.
3- Ebû Hureyre
(r.a.) şöyle demiştir:"Ashabıyla Peygamber (s.a.v.)'den daha çok müşavire
eden hiç bir kimseyi görmedim.[1068]İslâm'ın
şûraya verdiği önemi kuvvetlendiren delil, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in,
değerinin ve mevkisinin büyük olmasına, vahiy ve ilham ile yardım görmesine
rağmen ashab ile çokça müşavere etmedeki tatbikatıdır. Ebû Hureyre hadisinde
geçtiği gibi, O'nun hayatı, ashabı ile müşavere ettiğini isbat eden çok
misallerle doludur:Bunlardan bir kısmı şunlardır:
1- Bedir
günü, müşriklerle savaşa yönelme konusunda onlarla müşaveresi.[1069]
2- Uhud
savaşından önce, şehirde mi kalınsın, yoksa düşman ile yüzyüze savaşa mı
çıkılsm diye onlarla müşaveresi.[1070]
3- Bedir
esirleri hakkında onlarla müşaveresi[1071]
4- Hendek
Günü, Sa'd b. Muaz ve Sa'd b. Ubade ile müşaveresi, ikisi dönüp gitmeleri
karşılığında düşmanlara Medine hurmalarının bazısını vererek anlaşma yapmayı
kabul etmediklerine dair görüş bildirdiler. Peygamber (s.a.v.) de ikisinin
görüşlerini kabul etti.[1072]
5- Hudeybiye
senesinde müşavere etmesi.[1073]
6- Taif
muhasarasında müşavere etmesi.[1074]
7- İfk
hadisesinde, Hz. Âişe (r.a.) ile ilgili Hz. Ali ve Üsame (r.a.) ile istişaresi.[1075]
8- Ailesi
hakkında, laf atmak suretiyle eziyet eden münafıkları cezalandırma ile ilgili
olarak ta istişare etti ve: "Aileme söven kavim hakkında bana neyi işaret
edersiniz..." dedi [1076]
vs. ve daha nice istişareleri...
3- Hulefa-i Raşidin'in Uygulaması ve Selefin Asarı
Hulefa-i Raşidin
(r.a.) döneminde şûra, açık bir özellik olmuştur. Onlar, mutlaka yapılması
gereken hiçbir konu yoktur ki o konuda istişare etmiş olmasınlar. Buna dair
sayılamayacak kadar çok misaller var. En önemlileri Sakife Hadisesi, Hz.
Ömer'in hilafeti aralarında müşavere etmeleri için altı kişiye bırakması,
Kur'an-ı Kerim'in toplanması ve tek Kur'an üzerinde müslümanların ittifakı vs.
gibi halifeler valilerine, ancak müşavereden sonra ke sinle ş tir diki erini
emrediyorlardı. Hz. Ebû Bekir (r.a.), Halid b. Velid'e mürtedlerle harbetmeye
yönelince şöyle mektup yazmıştı: "Beraberindeki Rasûlullah'ın ashabından
büyüklerle istişare et! Şüphesiz Allah (c.c.) seni onların istişâresiyle
başarılı kılar.[1077]Meyimin
b. Mihran'dan rivayete göre şöyle demiştir: Hz. Ebû Bekir (r.a.), kendisine bir
iş gelince Allah'ın kitabına bakar, onda hükmedeceği şeyi bulunca aralarında
hükmederdi. Şayet Rasûlullah'm sünetinden hükmünü öğrenirse onunla
hükmederdi.Eğer bir çıkış yolunu bilemeyince müslümanlara sünnetle ilgili sorardı.
Bunda da aciz kalınca müslümanların ileri gelenlerini ve alimlerini çağırır
onlarla istişare ederdi.[1078]Hz.
Ömer (r.a.) da bu minval üzere hareket ederdi. "Kurra (Kur'an'ı ezbere
bilen alimler), genç olsun, yaşlı olsun, Hz. Ömer (r.a.)'in istişare ettiği
kimselerdi. Hz. Ömer, Allah'ın kitabına vakıftı (üzerinde çokça dururdu)[1079]Hz.
Ömer'in, hilafet hakkındaki şûra ile ilgili sözü geçti. Hz. Ömer'den sonra
diğer imamlar da aynı yolu izlediler.Buhari şöyle diyor: "Hz. Peygamber
(s.a.v.)'den sonra (şahabı, tabiin ve onların ardından gelen bütün) imamlar da
mubah işler hususunda onların en kolaylarını almak için ilim ehlinden emin
kimselerle istişare ediyorlardı. Kitap (yahud) sünnet, hükmü açıkça belirttiği
zaman artık onlar Peygamber (s.a.v.)'e uyarak başka şeye geçmezlerdi.[1080]
Selefin Şûrayı Teşvike Dair Örnek Hareketleri
Hasen (r.a.)'nin şöyle
dediği rivayet edilmektedir:"Aralarmda müşavere eden hiçbir kavim yoktur
ki Allah, onları bulundukları durumdan daha üstününe ulaştırmasın." Başka
bir ifadede de: "Aralarında müşavere eden hiçbir kavim yoktur ki Allah,
onları doğruya veya faydalı olana azmettirmesin.[1081]Katâde
şöyle demiştir: "Allah'ın rızasını arayarak istişare eden hiçbir kavim
yoktur ki işlerinin en doğru olanına ulaştırılmasınlar."[1082]Taberi,
şu sözünü de ona isnad ederek rivayet etmiştir: "... Bir kavim
birbirleriyle müşavere ettikleri ve bununla da Allah'ın rızasını istedikleri
zaman, (Allah) onlara doğru üzerinde olmaya azim verir.[1083]'
Şûranın Meşru Olmasının Hikmetleri ve Faydaları
Hz. Peygamber
(s.a.v.)'e isnad edilen şûranın meşru oluşunun hikmeti ile diğer idarecilere
isnad edilen şûranın meşru oluşundaki hikmet farklıdır:
1. Görüş: Böylece kendisinden sonrakilere sünnet olsun diye
istişare yapmıştır. Haseni Basri (rh.a) nin şu sözü geçmişti: "Kendisinin
onlara muhtaç olmadığını biliyordu. Ama bununla kendisinden sonrakilere sünnet
olmasını istemiştir.[1084]Taberi,
"Onlarla iş konusunda müşavere et!" âyetihakkında Süf-'yan b.
Uyeyne'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir "Bu, mü"minlerin Peygamber
(s.a.v.)'den hakkında bir delil gelmeyen konuda müşavere etmelerine (örneklik)
içindir.[1085]Ebû Bekir b. el-Arabî de
şöyle demiştir: "Bu fayda, Peygamber (s.a.v.)'i kendisinden sonra
gelenlerin müşaverede örnek almaları içindir.[1086]
2. Görüş:
Ashab (r.a.)'ın nefislerini ve kalblerini hoş tutmak ve Peygamber (s.a.v.)'in,
ashabı dinlediğini ve onlardan yardım istediğini bilmeleri içindir. Buna âyeti
kerimenin başı delildirşayet katı kalbli, haşin davransaydm muhakkak etrafından
dağılırdılar.Taberi, Rebi'den şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Allah,
Peygamberine, kendisine semadan vahiy geldiği halde ashabıyla işlerde müşavere
etmesini emretmiştir. Çünkü müşavere, ashabın gönüllerini daha fazla hoş
kılıcıdır."[1087]Taberi,
Katade'den de şöyle rivayet etmiştir: "Allah'ın, Peygamberine, kendisine
vahiy geldiği halde ashabıyla işlerde müşavere etmesini emretmesidir. Çünkü
müşavere etmek kavmin nefislerini daha fazla hoş kılıcıdır.[1088]Şöyle
de denilmiştir: Arab'ın büyükleri iş hakkında müşavere etmedikleri zaman
kendilerine ağır gelirdi. İşte bu sebepledir ki, onlan bırakıp sadece kendi
fikriyle hareket etmesi onlara ağır gelmemesi için, Allah, Rasûlü'ne ashabıyla
müşavere etmeyi emretmiştir.[1089]
3. Görüş:
İdarede, işlerin en isabetli olanını ve en doğru olan görüşü kendisi için
ortaya çıkarmak içindir. "Onlarla iş konusunda müşavere et!" âyeti hakkında ed-Dahhak b. Muzahim'in
şöyle dedmiştir: "Allah (c.c.),Peygamber (s.a.v.)'ine müşaverede
fazilet, hikmet ve iyilik olduğunu bildiği için müşavere ile emretmiştir.[1090]Bu
istişare hem harp işlerinde, hem de dünya işlerindedir. Dünya ile ilgili
"siz, dünya işlerinizi daha iyi bilirsiniz.[1091]"Yapmak
istediğiniz birşey, dünyanız ile ilgili bir iş olursa size aittir, o şey
dininizin işlerinden olursa bana aittir[1092]
buyurmuştur.Bedir günü Habbab b. Münzir'in, Hendek gününde de Selman-ı
Farisi'nin görüşüne uyması bundan dolayıdır.Teşri' işlerine gelince, eğer
içtihad edilecek bir işse onun hakkında da vahiy gelmemişse ictihad ediyordu.
Şayet ictihad hakka isabet etmişse Allah (c.c.) bu içtihadı takrir ediyordu,
eğer içtihadı hakka isabet etmezse onu doğru olana çeviriyor ve O'na doğruyu
gösteriyordu. Bedir esirlerinde olduğu gibi. Hz. Peygamber (s.a.v.) esirlerden
fidye alınca Allah'tan şu uyarı indi: "Hiçbir peygamberin yeryüzünde ağır
basıp (harp edip) zaferler kazanıncaya kadar (harp eden düşmandan) esirler
alması layık değildir..." (Enfal, 67)
4.Görüş: Hz.
Peygamber (s.a.v.) müşavere ile emrolunmuştur. Uhud Savaşı konusunda sahabenin
çoğu, özellikle de Bedir'de harbe katılmayanlar Medine dışına çıkıp harbetmeye
dair görüşlerini ortaya koydular. Rasûlullah (s.a.v.) ise Medine'yi korumak ve
çıkmamak görüşünde idi. Onların görüşüne uyarak çıkınca müslümanların bozguna
uğramalarına sebep oldu. Şayet Hz. Peygamber bundan sonra onlarla istişare
etmeyi terketseydi, onlar Peygamberin kalbinde müşavereleri sebebiyle bir iz
kalıntısı olduğuna inanacaktılar. İşte bundandır ki Allah (c.c), Uhud
Harbi'nden sonra müşavere ile emretti ki bu hadiseden dolayı kalbinde bir eser
kalmadığına delâlet etsin.[1093]Gerçek
şu ki bütün bu hikmetler arasında hiçbir zıtlık yoktur. Bütün bunların bir
hikmeti vardır ki Allah (c.c), Rasûlü'ne, ashabıyla müşavere etmeyi
emretmiştir. Allah herşeyi en iyi bilendir.Halifelere ve diğer ümmete nisbet
edilen müşaverenin meşru olduğuna dair hikmet:İmamlara, ümeraya ve diğer
insanlara nisbetle istişarenin konulmasındaki hikmet farklıdır. Beşer nefsinin
zayıflığı ve masum olmadığı konusunda söz geçmişti. Nefis, hevaya hata etmeye
ve unutmaya maruzdur. İşte bu sebepledir ki, insanın kendi dışmdakilerle
istişare etmeye ve doğruya ulaşmada onlardan yardım istemeye şiddetle ihtiyacı
vardır.
Şûra'nın meşru kılınmasındaki hikmetler
1. Çoğu zaman doğruyu elde etme
İş, şûraya bırakıldığı
zaman, görüşü sorulanların her birisi müşavere edilen konuda en güzel şekilde
konuyu ortaya çıkarmaya gayret gösterir. Ruhlar böylece en uygun ve en güzel
bir şekilde elde etmek üzere anlaşırlar. Bir şey üzerinde temiz ruhların
anlaşması o şeyi elde etmenin sebeplerinin en büyüğündendir. İhlaslı bir
topluluktan çıkan bir görüş, bir şahsi görüşe göre doğruya daha yakın olduğundan
şüphe yoktur. Bazen doğru ve faydalı olanı bazılarının bilmesi hususi iken,
istişarede gizli olanın açığa çıkması ile fayda genele mal olur.İbnu'l-Ezrak
şöyle diyor: "Kendisine şu dört şey verilen, dört şeyden mahrum olmaz
denilmiştir. Kendisine şükür verilen'artıştan, tevbe verilen kabuldan, istihare
verilen kimse hayırdan ve kendisine meşveret verilen kimse de doğruya ulaşmadan
mahrum olmaz.[1094]Fakat
bu durum mutlak da değildir. Bazen olur ki bir tek şahıs veya azınlık,
görüşüyle doğrunun ta kendisini yakalar, cemaatın görüşü ise hatalı olabilir.
Bu durum, şûranın imamı bağlayıcı olup olmadığı söz konusu edildiğinde izahı
gelecek.
2- Bazen neticesi beğenilmeyen şeylerin pişmanlığından
emin olmak
Nefislerde neticesi
itibariyle övülemeyen, beğenilmeyen şeyler doğmaktadır. Bunu, şûranın Peygamber
(s.a.v.)'e nisbet ederek meşru olmasının hikmeti konusunda gördük. Başkasına
nisbet edilenin sevilmemesi daha aşikar bir durumdur. Şöyle denilmiştir:
"İstihare eden zarar etmez, istişare eden pişman olmaz.[1095]
Hz. Peygamber (s.a.v.)'e nisbet edilen bir hadis de şöyle rivayet edilmiştir:
"Akıllıya danışınız ki doğru yolu bulaşınız. Akıllıya isyan etmeyin, yoksa
pişman olursunuz.[1096]
3- Aldın gelişmesi ve sağlamlaşması:
et-Tartuşi der ki:
"İstişare eden, istişare edilenden görüş bakımından daha seviyeli olsa
bile, ateşin yağla ışığı arttığı gibi istişare edenin de bu sayede görüşünde
artış olur.[1097]İbnu'l-Ezrak
diyor ki: "Şöyle denilmiştir: Müşavere, aklın aşısı ve doğrunun Öncüsüdür.
Kim akıllı ile müşavere ederse aklının yarısını almış olur.[1098]Hikmet
ehlinin bazısı şöyle demiştir: "İhtiyatlı ve akıllı olana gerekli olan,
görüşünü akıllıların görüşlerine eklemesidir. Bunu yaptığı zaman kaynaktan
emin olur, tercih mertebesine ulaşır. [1099]
4. Hata edilince ümmetin kınamasından emin olmak ve
itiraz edene delili ortaya koymak
Şûra tarafından
içtihadı bir mesele münakaşa edilince, şayet bundan sonra hata meydana gelirse
sadece imama karşı kınama yapılmaz, bundan sonra hiçbir itirazcının lehine
delil olmaz. Şöyle denilmiştir:"Kinlin istişaresi çok olursa, isabet
edince kınayanı, hata edince de ayıplayanı olmaz. [1100],
5- Heva'dan sıyrılmak ve karışıklığa düşmekten uzak olmak:
'
Çünkü beşer nefsi,
Allah'ın koruduğu kimselerin dışında bu duruma daima maruzdur. İşte bundan
dolayı hikmet ehlinin bazısı şöyle demiştir: "Tecrübe sahibi akıllı kimse,
görüşünü nevasından uzak tutabilmesi için müşavereye muhtaçtır. Onlardan
birisine şöyle sorulmuştur:"İstişare edilenin görüşü niçin istişare edenin
görüşünden daha üstündür? O da şöyle söylemiştir: Çünkü istişare edilenin
görüşü he-vadan uzaktır.[1101]Beşşar
b. Berd'in söylediği şu şiir ne güzeldir:"Müşavere etmek, nasihat
(derecesine) ulaşınca, nasihatcmm görüşünden veya akıllının nasihatından yardım
iste!Şûrayı aleyhine gizlenmeyi gerektiren bir zillet, şûraya gelenlerin
lehine senin aleyhine olan bir kuvvet (gibi) kılma (öyle değerlendirme)!Zayıf
olana meyletmeyi bırak ve uykucu olma.Çünkü akıllı adam uykucu olmaz (uyanık
olur).[1102]El-Esmai şöyle diyor.
Beşşar'a dedim ki:"Ya Eba Muaz!İnsanlar senin (şu yukarıdaki) meşveret
hakkındaki beyitlerinden dolayı hayret içindeler." O da şöyle
dedi:"Ya Eba Sa'd! Müşavere edilen adam, ya faydasıyla kurtulacağı doğruyu
veya sıkıntıya düşülecek bir hatayı açıklar." Ben de ona şöyle
dedim:"Bu sözünde sen, şiirindekinden daha anlamlısın.[1103]
6- Rahmet ve bereket elde etmek:
Ömer b. Abdulaziz
(r.a.) şöyle demiştir:"Meşveret ve münazara rahmetin iki kapısıdır,
bereketin iki anahtarıdır. Meşveret ve münazara ile hiçbir görüş sapmaz, hiçbir
fayda kaybolmaz.[1104]Hz.
Ali (r.a.)'nin şu sözü, müşavere ile amel etmenin hedefe ulaşmaya ve doğru bir
iş olduğuna delildir:"İstişare etmek kişiyi hedefe ulaştıranın ta
kendisidir. Kendi görüşünü beğenen, kimseye tenezzül etmeyen zarardadır.[1105]Bedaiu's-Silk
1/305, Edebu'd-Dünya ve'd -Din, El-Maverdi s. 289Sehl b. Sa'd es-Sa'di'den
Rasûlullah (s.a.v.)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Hiç bir kul,
müşavere ile asla mahrum olmamıştır, kendi görüşüyle yetinen hiç bir kimse de
mesud olmamıştır.[1106]
7- Şûra'nın faydalarından birisi de istişarenin,
kıymetlerin ve değerlerin ortaya çıkmasına hayırlı bir vesile olmasıdır
Değerli insanlar
istişare ile ortaya çıkmaktadır. Ümmet de onların bu değerlerinden istifade
etmektedir. "
el-Ikdu'1-Ferid sahibi
şöyle diyor:
"Şûra'nın
iyiliğinden ve faziletinden birisi de, değerli insanların özelliklerini ortaya
çıkarmasıdır. Ne zaman bir adamın tercihini öğrenmek istersen herhangi bir iş
hakkında onunla müşavere et. Böylece sana, onun görüş ve fikri, adalet ve
zulmü, hayır ve şerri ortaya çıkmış olur.[1107]
Gayet iyi
bilinmektedir ki, şûra'nın vahyin olmadığı konularda yapılacağı hususunda
alimler ittifak etmişlerdir. Yine alimler "Onlarla iş hususunda müşavere
et!" ve "Onların işleri aralarında şûra iledir." şeklindeki
âyetlerin genellik ifade etmeyip vahyin inmediği hususlarla sınırlı olduğunda
ittifak etmişlerdir. Ancak alimler bu sınırlamanın alanı hakkında üç ayrı
görüş ileri sürmüşlerdir:
1.Şura hakkında hüküm olmayan savaş işlerlne hasdır
İbni Hacer, bu görüşü
ed-Davudî'ye nisbet etmektedir. [1108]Ebû
Bekir b. el-Arabî şöyle diyor: "Ulemamız şöyle demiştir: Bununla murad
savaş konusundaki istişaredir, bunda şüphe de yoktur. Çünkü hükümler, hakkında
hiç bir sözle görüş bildirilmeyen konulardır. Ancak hükümler, Allah (c.c.)
tarafından mutlak bir vahiyle veya ictihad yapılması caiz olan konuda
Peygamber (s.a.v.) tarafından ictihad ile olur.[1109][1110]ez-Zemahşeri
bu konuda: "Hakkında vahiy inmeyen savaş ve benzeri işlerdedir,[1111]diyor.Süfyan
b. Uyeyne, "Onlarla iş hakkında müşavere e t" âyeti hakkında şöyle
demiştir. Bu âyet Peygamber (s.a.v.)'den bir delil gelmeyen konularda
mü'minlere müşavere etmelerini emreder.[1112]
Bunu Hz. Ali b. Ebi Talib'den rivayet edilen şu sözü
desteklemektedir."Ya.Rasûlallah! Senden sonra, hakkında Kur'an'dan bir
âyet inmemiş, senden de o konuda bir şey işitilmemiş bir iş başımıza gelirse?"
deyince şöyle buyurdu: Ümmetimden ibadet ehlini o iş için toplayın, aralarında
şûrayı oluşturun ve bir tek görüşle onu bozmayınız![1113]İbni
Teymiye, şûranın faydalarını anlatırken şöyle demiştir."Hakkında vahiy
inmeyen savaş işleri, cüz'i işler ve bundan başka konularda görüş ortaya
çıkarmak içindir.[1114]
El-Cessas şöyle diyor."Allah Teâlâ, Hz. Peygamber (s.a.v.)in işlerinden
olan, din işini, dünya işlerinden ayırmayınca, istişarenin bütünüyle hem din
hem dünya işlerinde olması vâcib olmuştur."Buna göre şûra, hakkında nass
olmayan her işte olur. İstişare, müslümanların işlerini doğru, uygun ve hayırlı
bir şekilde gözetmelerini sağlayacak olan görüşü tercih edebilmek için aklın
hareket alanı içinde olan bütün işlerde olur.
İbni Huveyriz Mendâd
da şöyle diyor:"İdarecilere, bilmedikleri konularda, kendilerine müşkil
olan din işlerinde, ordunun savaşla ilgili yönlerinde, insanların
maslahat-larıyla ilgili yönlerde, vezirlerin, katiplerin, çalışanların ve
şehirlerin maslahatları ve ımarlarıyla ilgili yönlerde ulema ile müşavere etmek
vâcibdir.[1115]Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in ashabıyla müşavere ettiği alanları tetkik edip, ortaya koyduktan
sonra, bu alanların savaş işleriyle alakalı olan konulara has olmadığını
görürüz. Peygamber (s.a.v,) zamanında olan şûranın çoğunun savaş işlerinde
olduğu bir gerçektir. Fakat buna has da değildir. Bilakis cemaata ve cemaatın
istikbaline nisbetle Önemli diğer dünyevi işlerden çoğunu, hakkında nass
gelmeyen seri ictihadi işleri, ictihaddan sonra bu içtihadı kabul eden veya
içtihadı doğrultan veya eğriliği düzelten bir nassm geldiği konuları da şümulüne
almaktadır.[1116]Bunlara
dair misallerden bir kaçı şunlardır:1) Tirmizi'nin Hz. Ali b. Ebi Talib (r.a.)'den
rivayet edip hasen-dir, dediği hadiste Hz. Ali şöyle demiştir: "Ey iman
edenler! Peygamber ile başbaşa konuşacağınız zaman, fısıldaşmanızdan önce bir
sadaka verin" âyeti inince, Peygamber (s.a.v.) bana, "Ne(yi uygun)
görüyorsun? Bir dinar mı?" diye sordu. Ben de "Buna güçleri
yetmez!" dedim. "O halde yarım dinar mı?" buyurdu. "Buna da
güçleri yetmez!" dedim. "O halde ne kadar?" buyurdu. "Bir
arpa (tanesi kadar altın)!" dedim. Hz. Peygamber (s.a.v.):"Sen pek
zahid (kanaatkar)sin!" buyurdu. Bunun üzerine "Gizli konuşmanızdan
önce sadakalar vereceğinizden korktunuz mu?..." (Mücadele 13), âyeti indi.
Böylece Allah, benim yüzümden bu ümmetin yükünü hafifletti[1117]İbni
Hacer şöyle diyor:
"Bu hadis, bazı ahkâm
konularında da müşavere dlduğuna delildir.|Bu, sadaka miktarını belirleme gibi
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in içtihadına bırakılan! sınırlama hakkındadır.
2) Aynı
şekilde Bedir esirleri olayında da müşavere yapılmıştı. Bu, nassm inişinden
önce içtihada dayanan şer'i işlerdendir. Nass, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
içtihadının hatasını düzeltmek ve bu meseledeki hak olanı beyan etmek için
indi. Bu konuda Örnekler çoktur.Yine aynı şekilde sahabe (r.a.) de bazı ahkâm
konularında müşavere etmişlerdir. Ninenin mirası, içki içenin haddi ve sayısı,
kadının çocuk düşürmesi, zekat vermeyenlerin durumu ve diğer şer'i işler
gibi. Bununla üçüncü görüşün tercihe şayan olduğu anlaşılmaktadır.Burada
dikkat edilmesi gereken şey, şer'i işlerdeki müşaverelerinin sebebi, nassı
araştırmak ve doğru görüşü ortaya çıkarmaktır. Çünkü bazen bir konuda gizli
bir nass, bazısına kapalıdır, diğerine göre de açıktır. Veya onların
müşaveresi, anlaşılmasında farklı görüşlerin ortaya çıktığı belirli bir nassı
doğru bir şekilde anlamaya ulaşmak içindir. Nass sahih olupta açık olursa, bundan
sonra istişareye yer yoktur. Bilakis Allah'ın ve Rasûlü'nün emrine mutlak
teslimiyet ve itaat gerekir. İşte bundan dolayıdır ki, sahabe (r.a.)'nin
adetinde birisi de herhangi bir mesele hakkında görüş ortaya atmayı isteyince
Peygamber (s.a.v.)'e sormaktı. O konuda vahiy var mı yok mu? diye. Eğer varsa o
konuda görüş belirtmek olmazdı. el-Habbab b. el-Münzir (r.a.)'in: "Bu
konuda Allah sana bir vahiy indirdi mi yoksa harb görüşü ve hilesi ile ilgili
olarak mı?" diye sorması, iki Sa'd'ın Hendek günündeki konuşmaları ve
buna benzer pek çok olayda olduğu gibi.Yoksa bugünkü tâğuti parlementolarda
olduğu gibi değil. Allah'ın şeriatını mı yoksa Fransa ve İtalya kanununu mu
tatbik edeceğiz? Kitap ve sünnette sabit olan haddi mi tatbik edeceğiz yoksa
başkasını mı? Bu şûra değildir, Allah'ın dininden ve İslâm'dan ayrılmak,
Allah'ın dinini ve İslâm'ı inkârdır. -Allah korusun-Halbuki İslâm ise, Allah'ın
emir ve vahyine tabi olmaya teslim olmak ve itaat etmektir. Zira
âyette:"Yok yok, Rabbine yemin olsun ki onlar, aralarında çekiştikleri
şeyde seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümde kendileri için hiçbir darlık
duymadan (tam bir teslimiyetle) boyun eğmedikçe iman etmiş olamazlar."
(Nisa, 65) Yardım istenen ancak Allah'dır.
Eski dönemde de yeni dönemde
de alimler şûranın hükmünde vâcib mi yoksa mendup mu diye ihtilaf
edegelmişlerdir. Bu durum Hz. Peygamber (s.a.v.)'e nisbetle, Peygamber
(s.a.v.)'den sonra gelenlere nisbetledir. Eğer şûra Peygamber (s.a.v.)'e vâcib
ise, Peygamber (s.a.v.)'den sonra gelen emir sahiplerine zaten vâcib olur.
Eğer .Peygamber (s.a.v.)'e vâcib değilse, sonra gelen idarecilere de vâcib
değildir.Eski ve yeni alimlerin görüşleri ortaya konulunca selef ulemasının
genelinin, şûranın vâcib değil, mendub olduğu görüşünde olduklarını görüyoruz.
Onlardan burada vâcib olduğuna hükmedenler de var. Bu durum gelecek.Yeni
yazarların çoğunluğu şûranın vâcibliği görüşündeler. Bu meselenin derinliğine
dalmayı istemiyoruz. Çünkü bu konu, eskiden araştırılmış bir konudur. Bu yeni
asırda da araştırma olarak yeterince doyurucu olmaktadır. Onların da, bunların
da dayandığı delillerin en önemlisini arz edeceğiz. Sonra da bu araştırmanın
sonunda tercih edilen görüşü açıklayacağız.
Yeni islâm
hukukçularının geneli şûranın, imam için vâcib olduğu görüşündeler. İlk İslâm
hukukçularının bazısı da bu fikirdedirler. Onlardan bazıları şunlardır:
1) Ebû Bekir
el-Cessas, Ahkamu'l-Kur'an kitabında şöyle diyor:"Müşavere ile
emredilmesinin, gönülleri hoş tutmak, şerefleri yüceltmek ve ümmetin böyle
konularda kendisine uyulması için em-redildiği görüşü caiz değildir. Şayet
kendilerince malum olsaydı, is-tinbat konusunda gayretlerini orta yere dökünce,
hakkında fikirleri sorulan konuda doğru görüş varken o konuda müşavere
etmezdiler. Sonra bu, böylece tatbiki de olmamış, hiç bir şekilde bunun böylece
kabul edildiği anlaşılmış değildir. Bu konuda gönüllerini hoş etme ve
şereflerini yüceltmek de olmamıştır. Bilakis bunda, onları yalnız bırakmak ve
onların görüşlerinin kabul edilmediğini ve buna göre amel edilmediğini
bildirmek söz konusu olur. Bu ise manası olmayan, hakikatten uzak bir
yorumdur. [1118]Böyle bir anlayış işi
vâciblikten mendubluğa çevirmeye götürür.
2) İbni
Huveyz Mendad'dan [1119]Kurtubi
Kendisinden şu sözünü naklediyor: "İdarecilere, ulema ile müşavere etmek
vâcibdir[1120]
3)îbni
Atıyyeti'l-Maliki'den[1121]Kurtubi
aynı şekilde şu sözünü naklediyor: "Şûra şeriatın temel kaidelerinden ve
ahkamın farzların-
dandır. İlim ve din ehliyle
istişare etmeyen kimsenin azledilmesi vâcibdir.[1122]
4) Fahreddin
er-Razi şöyle diyor:"Bu konuda söylenecek sözün doğrusu şudur: Allahu
feâlâ görüş sahiplerine ibret almayı emretmektedir şu âyet-i
kerimesinde:"... îşte ey akıl ve basiret sahipleri ibret alınız!"
(Haşr, 2) buyurmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.v.) ise basiret sahiplerinin
efendisiydi. Ayrıca Allah istinbat ehli olanları şu âyet-i kerimesinde övdü:
"Bir de onlara emniyet bahşeden veya korku veren bir haber gelecek olsa
onu hemen yayıverirler. İşittikleri haberi peygamber veya emir sahibi kimselere
götürseler, bunların hüküm çıkarmaya gücü yetenleri elbette onu anlarlardı..."
(Nisa, 83) İnsanların çoğunluğu akıl ve zeka sahibidirler. Bu, hakkında vahiy
inmediği zamanda kişinin ictihadla memur olduğuna delildir. îctihad ise
münazara ve istişare ile kuvvetlenir. İşte bu sebepledir ki, akıl sahibi
müşavere ile memurdur..." Sonra şöyle diyor: "Onlarla müşavere
et" emrinin zahiri, vâciblik içindir ve vâcibliği gerektirmektedir.[1123]Bir
de Şevkani'nin, el-Hâdûye'ye nisbet ettiği görüş var: "el-Hâdûye, imamın
fazilet ehli ile istişare etmesinin vâcibliği görüşündedir.[1124]Yeni
yazarlara gelince, dediğimiz gibi onların çoğunluğu vâcib olduğu görüşündeler:
En meşhurlarından: Muhammed Abduh, Reşid Rıza [1125]Abdulkadir
Udeh [1126]Ebû Zehra [1127]Mahmud
Şeltut[1128] Abdulkerim Zeydan[1129] Abdulhamid
İsmail el-Ensari[1130],
Ziyauddin er Reyis[1131]Yakub
el-Müleya [1132] ve diğerleri.Vacib
olduğuna hükmedenler şu aşağıdaki delilleri getirmektedir.Vacib olduğuna
hükmedenlere göre şûranın vâcib oluşuna delil şu âyetlerdir:"Allah'ın
rahmeti sayesinde onlara yumuşak davrandın. Eğer sen kaba ve katı yürekli
olsaydın hiç şüphesiz etrafından dağılırlardı. Artık sen onları bağışla,
Allah'tan da günahlarına mağfiret dile. İş konusunda onlarla istişare et! Bir
kere de azmettin mi artık Allah'a güvenip dayan. Çünkü Allah, kendine güvenip
dayananları sever. " (Al-i İmran, 159)
Diyorlar ki: Bu,
vâcibliğe açık bir emirdir, vâcib oluşundan vazgeçmeye bir karine de yoktur.
Böylece Hz. Peygamber (s.a.v.) hakkında vâcib oluşuna delil olunca, Peygamber
(s.a.v.)'in dışındakiler hakkında daha fazla vâcib olduğu ortaya çıkar. [1133]"Onlar
ki büyük günahlardan ve açık çirkinliklerden uzak dururlar, öfkelendikleri
zaman da affederler. Onlar ki, Rableri için daveti kabul etmekte ve namazı
kılmaktadırlar. İşleri de aralarında istişare iledir. Kendilerine verdiğimiz
rızıktan (Allah yolunda) harcarlar. " (Şûra, 37-38)Allah Teâlâ,
mü'minlerin temel sıfatlarını ve başkalarından kendilerini ayıran Özelliklerini
açıklamış ve bu özellikler üzerine onları da övmüştür. Bu sıfatlardan birisi
de şûradır. Allah (c.c.) şûra sıfatını dinin temeli olan namaz sıfatından
sonra, zekattan önce zikretmiştir. Şûrayı, namazın edası ile zekatın edası
arasına vâcibliğine delillerin en büyüğü olarak koymuştur. Bu, namazın dinin
kulluk farizası, zekatın sosyal farizası, şûranın da siyasi bir farizası
olduğuna delildir. [1134].
Bunlara delâlet ettiği gibi Hz. Peygamber (s.a.v.)'in şeref ve konumunun
büyüklüğüne, ashabıyla çok müşavere yaptığına'da delâlet etmektedir. Buna, dair
misallerden bir çoğunu serdetmişlerdir. En mühiminin zikri de geçti. Peygamber
(s.a.v.)'e nisbetle böyle olunca, emir sahiplerine nisbetle daha lazım ve daha
ziyade vâcib olur.Hz. Peygamber (s.a.v.)'e nisbet edilen hadislerin [1135]
bazısı ile istidlal ediyorlar. Bu hadislerin en önemlisinin zikri de geçti.
Halbuki o hadislerde, delil olmaya uygun olması bir tarafa hasen derecesine yükselecek
bir şey de bulamadım. İşte bundan dolayıdır ki, o hadislerden vazgeçmeyi
tercih ettim.Hulefa-i Raşidin'in sünnet ve uygulamalarından örnekler sunarak
delil getiriyorlar. İmam seçimi tayin ve tesbiti, savaşlarla ilgili, bazı
yerlere emirleri tayin etme, meydana gelen diğer problemler, Kur'an ve sünnette
geçmeyip çözümü gereken şeyler, Kur'an'm toplanması, ümmetin tek mushaf
üzerinde birlik olmaları v.s. gibi.[1136]
İstişare, vâciblik
haddine ulaşmasa bile, meşru olduğuna Kitap ve sünnetin delâlet ettiği sağlam
sünnetlerdendir. Bu görüşte olanlar, selefin çoğu ve halefin bazılarıdır.
Müşavere emriyle ilgili Ha-sen'in, Katade'nin, Rabi'in, Sufyan b. Uyeyne'nin ve
Dahhak'm sözleri geçti.[1137]Gelen
emirlerin, vâcib olmayıp mendub olduğu görüşünde olanlardan birisi de İmam
Şafii[1138]ve İmam Ahmed b.
Hanbel'dir. İmam Ahmed şöyle diyor: "Hakimler müşavereyi yapsalar ve
müşavereyi gözetseler ne güzel olur[1139]Bu
ifadenin kadıları kastettiği anlaşılır.İbni Kudame: "Bunun müstehap oluşuna
hiç karşı çıkan yoktur."[1140]Yani
kadıların müşavere yapmasında hiçbir muhalif yoktur.[1141]Müstehap
olduğuna İbni Teymiye de şu sözüyle işaret etmektedir. "Emir sahipleri,
müşavereden müstağni değildir. Çünkü Allah (c.c.) Peygamber (s.a.v.)'ini
müşavere ile emretmiştir.[1142] Bu
ifadeden bazı yazarların[1143]
anladığı gibi vâcib olduğu anlaşılmaz."Onların işleri aralarında şûra
iledir." âyetinin tefsirindeki şu sözü de istişarenin vâcib olmadığı
anlayışını desteklemektedir:Buradaki maksad, Allah (c.c), onları iman,
tevekkül, büyük günahlardan sakınma, rablerine icabet etmeleri, namaz kılma ve
işlerinde müşavere etmeleri sıfatları ile Övünce bu sıfatların zıddımn ,
övülmeyip kınanmış olduğuna delil olmuştur. Övülmemesi ile övgü olmaz, ancak
övülen sıfatla övgü hasıl olur. Çünkü o sıfatları övme ve o sıfatlar üzerine
onlara övgüde bulunmak o sıfatları elde etmeyi istemektir, nıüstehab bir emir
bile olsa o sıfatlarla sıfatlanmayı emretmektir[1144]
Anlaşılan şu ki, bütün
bu zikredilen sıfatlarla emrin vâciblik için olduğuna ittifak ve icmâ vardır.
Bu sıfatlar, iman, tevekkül, büyük günahlardan sakınma, Allah'a itaat ve namaz
kılmaktır. Bu sıfatlar içinde müstehap olma ihtimali yoktur, ancak müşavere
sıfatı hariç. Bu da, müşavere emrinin müstehab bir emir olduğu kast olunduğuna
delildir.İbni Teymiye'nin talebesi olan İbnu'l-Kayyım (r.a.), Hudeybiye
olayından çıkarılan fikhî faydaları sayarken müşaverenin müstehap olduğunu
açıkça belirtmiştir. Şöyle diyor: "O faydalardan bazıları: İmamın, halkı
ve ordusuyla fikirlerini ortaya çıkarmak ve nefislerini hoş tutmak için
müşaverenin müstehap oluşu, onların azarlamalarından emin olma, bir kısmının
bilip bir kısmının bilemediği maslahatı öğrenmek ve "Onlarla müşavere et,
emrindeki Rabbm emrine tutunmaktır.[1145] Müstehap
olduğuna hükmedenlerden birisi de Hafız İbni Hacer, Bu görüşünü Beyhaki ve Ebû
Nasri'l-Kuşeyri'ye nisbet etmiştir. Şöyle diyor: "Müşaverenin vâcibliği
hakkında ihtilaf etmişlerdir. Beyhaki "el-Marife" de müstehap
olduğunu nakletmiş ve Ebû Nasrı'1-Ku-şeyri de tefsirinde bu görüşü kesin olarak
kabul etmiştir. Tercih edilen görüş de budur.[1146] Maverdi
ile Ebû Ya'la'nın da bu görüşte olduğu aşikardır. Çünkü ikisi de imamın
görevlerini sayarken, müşavere görevini, vâcibler arasında saymamışlar. O ikisi
de müşavereyi cihad emirinin ay-; rılmaz görevlerinden olarak zikretmişlerdir[1147]'
İslâm hukukçuları dediğimiz fakihler de müşavereyi münakaşa ederken imamın
görevlerinden olduğu temel prensibi üzerine münakaşa etmemişler. Bilakis
kadıya olan nisbeti yönünde münakaşa etmişlerdir.Nevevi, müşaverenin ümmete
müstehap olduğuna dair icmâyı nakletmiştir. Müslim'de Bedü'1-Ezan hadisinin
şerhinde Nevevi şöyle demektedir: "Özellikle mühim işlerde müşavere etmek
ümmet hakkında ulemanın icmâsıyla müstehaptır.[1148] Burada,
ulemadan bir kısmı müşaverenin Peygamber (s.a.v.) hakkında vâcib, ümmet
hakkında müstehapolduğuna hükmetmişlerdir. Nevevi (r.a.) şöyle söylüyor:
"Ashabımız ihtilaf etmiştir, müşavere Rasülullah (s.a.v.)'a vâcib midir
yoksa bizim hakkımızda olduğu gibi Peygamber (s.a.v.)'in hakkında sünnet midir
diye. Onlara göre sahih olan vâcib olduğudur. Tercih edilen de budur. Allah
(c.c.) "Onlarla iş hakkında müşavere et!" bu konuda fukahanm Cumhuru
ile usul ehlinin muhakkiklerinin üzerinde tercih edilenin, emrin vu-cub için
olduğudur.[1149] Münavi,
"el-Hasaisu ve Şerhuha", isimli kitabında şöyle demiştir: İş
konusunda görüş ve akıl sahipleriyle müşaverenin vâcibliği Peygamber (s.a.v.)'e
hasdır. Müşavere mecburiyeti Peygamber (s.a.v.)'e nisbetledir. Rafii ve
Nevevi'nin de sahih dediği budur.[1150] Gerçek
şu ki, müşaverenin vâcibliği Peygamber (s.a.v.) için sabit olursa, başkası için
vâcib olması daha evladır. Fakat başkasına değil de vâcibliği Peygamber (s.a.v.)'e
has kılan, "Onlarla iş konusunda müşavere et!" âyetinde diğer ümmete
değil, hitabın Peygamber (s.a.v.)'e ait olduğudur. Şu da bir gerçektir ki,
evvela hitab Peygamber (s.a.v.)'e sonra, tahsise karine gelmedikçe tabi obua
prensibine ve "muteber olan sebebin özelliği değil lafzın genel
oluşudur." sözüne kulak verilerek ümmetedir. Buna dair Kur'an-ı Kerim'de
misaller çoktur:"Ey Peygamber! Allah'dan sakın!..."(Ahzab 1)
"Ey Peygamber!
Kafirlerle ve münafıklarla cihad et!..." (Tevbe73)"Ey Peygamber! Kadınları
boşadığınız zaman iddetlerini gözeterek boşayın ve iddetini
sayın..."(Talak 1)Ve benzeri âyetlerde hitab Peygamber (s.a.v.)'e Özeldir,
hüküm ise hem kendisi için hem de ümmeti için geneldir.
Şuranın vacib değil mendub olduğüna hükmedenler
aşağıdaki delilleri ileri sürmektedirler:[1151]
Deliller
1.Vacip
olduğuna delalet edecek hiçbir delil yoktur.Zira Allah (c.c.) Onu, doğruya
muvaffak kılmakla ve vahiy göndermekle
şüradan müstağni kılmıştır.Bu manada ve bu emrin hikmeti konusunda tabiinin
büyüklerinden çeşitli rivayetler gelmiştir.[1152]Bu
delillerin hepsi de vacip oluşuna değil mendup olduğuna delildir.
b)Bu emrin, vacipliği gerektirdiğini kabul etmekle
birlikte bu vaciplik Peygamber (s.a.v.)’e hastır görüşündeler.
Şevkani diyor ki:
“Vacip olduğuna ayetle delil getirmek ancak ayetin Rasülüllah (s.a.v.)’e has
olmadığını kabul ettikten veya hitabın O’na has, ümmete veya imamlara umümi
olduğunu kabul ettikten sonra tamam olur.Bu konu usulcüler arasında ihtilaflı
bir konudur. [1153]Şafiiler’den
Neyevi ile Rafii’nin, emrin Hz. Peygamber (s.a.v.)’e has olduğu hakkındaki
sözleri geçti.Kasdolunan şudur:Burada eğer vaciplik söz konusu ise, Peygamber (
s.a.v.)’e hastır.İmamların
Peygamber(s.a.v.)’e kıyası ise kıyası maalfarık (kıyası uygunolmayan,
benzerlikleri farklı olan bir kıyas)’dır.
2) ikinci
ayet-i kerimeye gelince o da şudur:“Onlar
ki Rableri’inin iman ve amelle ilgili davetlne )icabet etmekteler,namazı
dosdoğru kılmaktalar.İşleri de aralarında şura iledir.Kendilerine verdiğimiz
rızıktan(rızamıza uygun)sarfederlerler.(Şura :38) Ayette şuranın vacib oluşuna katiyen
hiçbir delalet yoktur.Meşru oluşu ile ilgili hadis anlatılırken geçtiği
gibi-ayet bu sıfatlarla sıfatlanan kimselere Allah’tan bir övgüdür.Biz
derizki:Bu,istenilen ve hakkında teşfik edilen
bir durumdur ki ,burada vacip olduguna delalet eden bir şey yoktur.Namaz
ile infak arasında geçmiş olmasına gelince.Namaz ve infak ikiside
fazdırlar.İşte bundan dolayı şura için de bu ikisinin hükmü alınır.Bu da şu
hükme dayanır.Her matuf(atfedilen ),matufun aleyh(üzerine atıf yapılan)in
vaciblik veya haramlık cihetinden aynı
hükmü alır.Bu ise Salih değildir.Bu ayette zikredilen infak,farz kılınan zekat
oldugufarzedilirse doğrudur.Ama infak hem farz olan hemde nafile olana şamil
olmasına gelince,burada nafile olması daha muhtemeldir.Çünkü sure Mekki
suredir.Zekat,henüz hangi şeyde olacağı ve nisab miktarı tayin
edilmemiştir.Ancak bunlar hicretin üçüncü senesinde belirlendi.Bu
durumda,görüşümüzü destekleyen şeydendir.Her matuf,matufun aleyhim hükmünü
almaz-Ayrıca bu sıfatlar içerisinde vacib olmayan mendubolan ahlaktan da
zikredilmiş sayılmaktadır.O da şu:Öfkelendikleri
zaman afederler.(Şura,37)Hiç kimse öfkelendigi zamaz öfkelendiği kimseye
affetmesi müslümana vaciptir diyemez.İşte ayet:Kim sabreder,affederse şüphesiz bu çok önemli işlerden biridir.(Şura
43)Bu,vacib olanlardan değil,Başka bir ayet:Her
kim haddi aşarak üzerinize saldırırsa siz de tıbkı onların size saldırdıgı gibi
onlara saldırın.(Bakara 194)Burada kasdolunan,bu ayette şuranın vacibliğine
hiçbir delaletin olmamasıdır.Bilakis bu sıfatla sıfatlanan kimseye bir
övgüdürki bunun işlenmesi övğüyü gerektirmektedir.İşte hükmettiğimiz şey de
budur.
3) Bu konuda
gelen asar ve hsdislere gelince:Hadisler geçtiği gibi zayıftırlar.Asarın hiç
birisinde vacib oluşu dayir hiçbir delalet yoktur.Ancak teşfik ve terğibe
aitir.Bu da ihtilaf olmayan şeylerdendir.
4)
Hz.Pengamber (s.a.v)’in ashabıyla müşavere etmesine gelince.Bu durum geçtiği
gibi Hz.Pangamber çok yerde birçok konuda müşavere etmiştir.Bınlar
istişareninda vacibliğine değil meşru olduğuna delalet eder.Akıllı olan
kimsenin Pengamber(s.a.v)’i örnek olması gerekir.[1154]Dr.Mahmut
Abdulmecid el-Halidi,istişarenin vacib değil mendub olduğu görüşünü tercih
etmiştir.Bunu şu sözüyle delillendirmektedir.’’Kur’an’daki olan bu emir,vacip
hükmü belirleyecek kat’i ve lazım olmadığına delalet eden karine ile beraber
bulunmaktadır.Bu karine şurada açıktır.Şura,ne farz,ne mendub,ne mekruh ve nede
haramdır diye bir netlik yoktur.[1155]Çünkü
hüküm bunlardan her biri hakkında net olarak belirlenir.Şeriat,ümmete nassıl
net olarak belirlenmişse,o hükümle amel etmeye mecbur kılmaktadır.Şura ancak
mübahlar konusunda yapılır.Bu durum şuranın farz olmadığına delalet
etmektedir.Ancak tercih edilen görüş mendub olmasıdır. Çünkü Allah’ın övdüğü,Müslümanların
mutlaka işlerinde aralarında müşavere ile yaptıkları bir şeye mubah denmez.Bu
durum şu ayetle belirtilmiştir:Onlar ki
Rableri (niniman ve amelle ilgili davetine)icabet etmekteler..Buradaki
övgü,istişare yapmanın,yapmamaya tercih edilecegi bir karinedir.O halde bu övgü
şuranın mendub olduguna bir işarettir. [1156]Deliller ve
itirazlar hakkında tetkik ve araştırmalar sonucunda tercih ettigimiz şudurki
vacib oluşuna dair hiçbir açık delil yoktur.Ancak Onlarla müşavere et, +emri manduhluğa ve müstehablığa çevrildigini
–özellikle bu ümmet hakkında –gördük.Bu ayetin dışındaki deliller vaciplik
hakkına ulaşmamaktadır,Ancak istişarenin yapılmasına dair o delillerde teşfik
ve tergib, azmedilmesi gereken müştehaplık söz konusudur.İstişare,İslam’ın
teşfik ettigi mustehap ve meşru olan işlerdendir derken,istişaregi hafife almak
ve terk edilmesi basit bir şeydir manasında değildir. Özellikle Hz-Pengamber
(s.a.v)’in buna hırs derecesinde önem verdigini ve sahabenin de bu gibi işlere
tutulmadaki dikkatlerini biliyoruz,ne kadar da farzlardan ve vaciplerden olmasa
bile.Zira onlar müstehap işleri de bırakmıyorlardı. gece namazı,farz
namazlardan sonra revatib sürnetleri,vitir,sabahın iki rekat sürneti
gibi.Hz.Pengamber (s.a.v)sabahın iki rekat sürnet namazlarını ne seferde nede
ikamette bırakmamaıştır.(Bu da bunlar sürnet-i müekkedenlerdendir vaciplerden
değildir,diyene göre ).Kendilerinde ilim,adlil,vera ve amanet gibi tamamıyla
gerekli şartların bulundugunu bahsedeceğimiz imamlar da böyle.Kendilerinde bu
şartların bulunduğu kimselerin,özellikle mühim işlerde hiçbir zaman istişareden
geri durmadıkları muhakkaktır.Kendisi ile ilgili istişare edilmesi arzu edilen
bir konuda doğru görüşü ve üstünlüğü olmasa da istişare kişiyi hakka
ulaştırmaya en yakın kişidir.İstilacı,zorba sultanlara gelince onlar adet
oldugu üzere şehvet,zevk u safa,adamı olduklarından insanların en
cahillerindendir.Bu kimselerin,kendilerindeki imamet şartlarındaki
noksanlıklarını ikmal etmeleri için bilmedikleri konularda ilim ve ihtisam
sahibi kimselerle istişare etmeleri ve onlara sormaları vaciptir.Zira ayette’’bilmiyorsanız ehli zikir(ilim)’esorunuz!(Nahl,43)
Her hangi bir hüküm hakkında nassı bilmenin durumu da aynıdır. Zaten devlet
başkanı,müctehit bile olsa ulema ile istişare etmesi ile onlara sorması
gerekir.Bu gün dikkatlice bakıldıgında yeni yazarların çoğunun bu konuda katı
tutumları görülmektedir.Halbuki ekseriyetleilzam edici,mecbur bırakıcı
konuların çoğundan sarfi nazar edip açık nasslarla hareket etmek,ruhsatları
tetkit etmek ve musahama ile karşılamak gerektiği ile gerçektir.Onların bu
konudaki keşkin tavırları,delilik kuvvet sebebi,onların yanındaki delilin sabit
oluşu demek değildir.Selef,delilleri anlama bakımından onlardan daha
ileri,delillerle amel etme ve delillere tutunma bakımından onlardan daha
hırslıydı.Halbuki onların bu keşkin halleri kendileri için delil
kuvvetidir.Fakat bunlar azınlıktır.Buna göre onları,bu keskin tavırlarına iten
sebep şu üç şeyden biridir:
1)
İdarecilerin zalim ve cahil olmaları.Kendilerine doğru dürüst doğruya ve hayra
ulaştıracak bir ilim yok,halkın işlerini dikkat etmeye,hakka uygun bir
şekildekendilerini koruyacak,elleri altındakilerden zulum ve istibdadı
kaldıracak vera ve Allh korkusu yok.İşte onlar,bundan dolayı şuramecburiyeti
prensibinde böyle bir sınırlamaya teşebbüs ediyorlar.İşte burada haraketle
halkın gasbedilmiş halkına müdafaa edecek şura meclislerinin kurulmasına ele
alıyorlar.
2) Bazı
yazıların bu keşkin tavrı mütafaa etmeleri,putcu batı demokrasilerinin izini
takib etmelerinden kaynaklanmaktadır. Onlar bu gibi konularda daima demokrasiyi
izlemeyi istiyorlar. Hatta sizin demokrasinizde olan şey İslam’da da var veya
‘’İslam Demokrasisinin de var’’ deniyor. Bazılarına ‘’İslam Demokrasisi’’ diye
bir isim vermek zevk veriyor.*işte buradan hareketle bizimle batı arasında
hiçbir fark yoktur diyorlar! Halbuki İslamdaki şura ile batıdaki demokratik
meclis ne kadar da farklıdır.İslami şura’da hüküm koyma Allah’a aittir,
vekaleten Rasulullah’a aittir. Ancak hüküm çıkarmak müctehitlere aittir.Şura’da
müctehid olanlar kitap ve sünnetten hüküm çıkarırlar, kitap ve sünnete rağmen
hüküm koyamazlar.Demokratik mecliste ise hüküm koyan meclis üyeleridir. Her
konu meclisin konusudur. İslam da her şey şuranın konusu olmaz. Hakkında açık
nass olmayan konular olur. İslam da kaynak vahiydir ve kat’idir, demokrasilerde
kaynak akıldır ve zanni olan ilmin verileridir.(müt.)
3) Bu
konuya, bazı araştırıcıların önem verme ve bu konuda şiddet göstermelerinin
sebeplerinden biriside müsteşriklerin İslam’ın istibdat ve zulum dini olduğu
ithamını reddetmek içindir. Hatta bu araştırmacılar bu konulara cevap vererek
bu ithamları redediyorlar. Hatta onlar İslam istibdad ve zulum dinidir
iddialarına, şura vacibdir ve idarecileri şura bağlayıcıdır diyerek bu
iddiaları sahih değildir demişlerdir. Bana göre sebepler bunlardır. Bunlardan
bir kısmı niyetin iyiliğine delalet eder, birinci ve üçüncü sebebi müdafa
edenler gibi. Fakat ben onlara çare konusunda muhalefet ediyorum. Çare,
nassları tevil etmemiz, Allah ve Rasulü’nün vacib kılmadığı bir şeyi vacib
kılmamız değildir ki bu tecrübeyi doğru bulalım veya bu ithamı reddedelim.
Evvela bu tecrübenin doğuş sebebine, bu töhmetleri atanların akıllarının zayıf
olduğunu tasdike yönelmek gerekir. İslam’ın tadbik edildiği zamanlarda bunlar
olmamıştır. Doğru olan çare, İslam’ın gerçek bir temsil ile temsil edildiği,
sahih İslamı hilafetin tadbikine gayret etmektir. İşte o zaman zulum ve
istibdat problemi ortadan kalkmış olacak, taş atan inatkarların ağzı kapanmış
olacak ve sözde değil gerçekten hakkı arayan ikna olacaktır. Fakat İslam,
raflardaki kitap sayfaları arasında kaldıkça her ne kadar bu gün reislerinin
işaretini bekleyip onların arzuladığı kararı alan şekli(göstermelik) bir takım
şura meclisleri oluştursada zulum ve baskı baki kalacaktır.zira bu gibi ithamı
kağıt üzerindeki mürekkep bertaraf edemez. Şura vacibtir onunla amel etmeniz
gerekir demek de zalimleri zulümlerinden vazgeçirmez. Çünkü onlar, haramlığında
asla şüphe olmayan daha büyük günahları helal saymışlardır. Allah’ın şeriatının
dışındaki bir kanunla hükmetmeyi helal sayacak olursa Allah’ın kanunuyla beşeri
kanunu arasında bir fark yoktur derse, Allah’ın kanunu hiçe sayarsa çağdaş
değildir derse, alay ederse işte bu anlayışlarla başka hukuklarka amel ederse
kafir olur. Eğer bu anlayışları redderek beşer hukuku ile hükmederse kafir
olmaz fasık ve zalim olur.(müt)Allah’ın şeriatondan başkasıyla hükmetmek
gibi(Allah’a sığınırım)küfür olan bir durumu helal saymışlardır.Bu gibi
kimselernasıl’’Şura vaciptir,onunla amel etmeniz gerekir ‘’diyenin sözünü kabul
eder ve yerine getirirler.İnsanların çoğu bu çareği ve çözümü garip karşılar ve
derlerki,bu,imkansızı istemektir, doğru bir istektir ama ulaşılması uzaktır.
Biz de onlara diyoruzki,iş sizin anladığınız gibi değildir.Aksine bir çözüm
vardır ve inşallah olacaktır.Şayet her bireyimiz kendi neshini ve emir
altındakileri düzeltse millet düzelmiş olur.Millet düzelince ve Allh’ın
istediğine göre hareket edince de bu milletler arasında hiçbir zalime ve
zorbaya yer kalmaz.O zaman yöneticikleri bu milletlerin salikleri
(iyileri)üstlenir.Nitekim Hz. Pengamber (s.a.v) nasılsanız öyle yönetilirsiniz.[1157]buyurmuştur.İite
arzulanan budur ve Pengamber (s.a.v)’in hadislerindeki müjdeler bunu işret
etmektedir. İnşallah Roma’nın fethi Yahudilerin nehrin her iki tarafında
öldürülüşü ve daha başka olaylar yakındır.Aslında imkansız olan,demokrasi
çığırtkanlığı yapmak,her şeyde batıyı taklit etmek ve çadaş put pereslikleri
içerisinde temsil edilmekte olan küfür ve aiaslam arasında yakınlık kurma
çabalarıdır.Çünkü hak ve batıl bir arada bululmaz.Her ne kadar bazı yönler de
karşılaşırlarsa da bu,(Hak ile batının bir arada bulunması)Allh’ın yaratıkları
hakkındaki kanunu (sürnetidir)İslam,Allah’ın kanunu ve programıdır.Onun
içeriğide, insanların birbirine kolelik atmeleridir.Bunun ilk aracı ise dinin
piratik hayattan ayrılmasıdır.Küfür ve imanın arası ne kadarda uzaktır!Bundan
dolayı diyoruzki;Önce,imanınızı,Allh ve onun şeriatı hakkındaki bilginizi
düzeltin.Sonra bu gibi problemleri çözmeye gelin.Şüphesiz başkasına muhtaç etmeyecek
ve her sahada yaterli olacak her şey elhamdülillah bizim şeriatımızdadır.Zira
Allah (c.c.)şöyle buyuruyor: Yoksa
cahiliye hükmünü müarıyorlar?İyice bilen bir toplum içinAllh’tan daha iyi bir
hüküm veren kim olabilir?’’(Maide,5/50)
Daha evvelde
açıkladığımız gibi şuranın hükmünde alimler iki kısma ayrılmışlardır.Burada da
yine iki kısma ayrılmışlardır.Bir kısmı şuranın devlet bakanını bağlayıcı
olduğunu ve şuradan çıkan çoğunun görüşüne bağlı kalmak zorunda olduğunu
söylerler,diyer bir kısmı, şuranın sadece doğrunun elde edildiği bir çeşid
bilği kaynağı olduğunu söylemektedir. Buna göre,devlet bakanı danışılması
gereken kişilerle istişare yapınca,onların görüşlerini gözden geçirir sonra
doğruya en yakına seçer.İşte bu seçilen,çoğunluğun görüşü,ister azınlığın
görüşü,isterse sadece devlet bakanının görüşü olsun fark etmez.Burada emir ve
devlet bakanı olan kimse kitap ve sürnetteki muhkem esaslara ve icmaya ters
düşmeyecek şekilde,olup şeriatın genel prensibine ters düşmezse güzeldir.(müt)Şimdi
kısaca her iki tarafın delillerini sunup tercih edilen görüşü görelim:
Şuranın bağlıyıcı olduğunu söyleyenlerin delilleri
1) Şu ayeti
delil gösteriyorlar:(Yapacağım) iş
(ler) hakkında onlara danış,bir kerede
azmettinmi,artık Alalh’a dayan..’’(Ali İmran:3/159)Diyorlar ki,ayette
geçen,’’azmetmek’’,çoğunun görüşünü almak demektir veya çoğunun görüşünü almaya
delalet etmektedir.[1158]
Hz.Pengamber (s.a.v)’den müminlerin Emiri Hz.Ali (r.a.)’ın rivayet atiği şu
hadis de buna işaret etmektedir:Hz Ali buyuruyorki,Hz.Pengambere ‘’azim’’nedir
diye soruldu.Oda ;’(dinde)görüş sahibi olanlara danışıp sonrada onlara tabi
olmaktır’’buyurdu.İbn Kesir,tefsirinde bunu İbni Merdeveyh’e nisbat etmiştir.[1159]
Halid b. Ma’dan ve Abdurrahman b. Ebi Hüseyn’in rivayet ettiğine göre de.’’bir
adam dedi ki:Ey Allah’ın Rasulü’’azm’’nedir?Pengamber ise,’(dinde)görüş sahibi
olana danışıp sonra ona itaat etmendir.[1160]Cessan
ise şöyle demiştir:’’Azmetmenin’’danışmanın hemen peşinden zikredilmesi,onun
danışmadan kaynaklandığını gösterir.[1161]
2- Onların
işleri aralarında danışma(şura)iledir’’(Şura,42/38) ayetini delil göstererek
diyorlar ki,’’ayet vücup ifade etmektir.Eğer danışma, çoğunluğun görüşüne bağlı
kalmadan sadece görüş almak şeklinde olsaydı bu iş gerçek anlamda
şura8danışma)olmazdı ve o zaman danışmanın bir faydası da olmazdı. [1162]
4- Son
olarak bu görüşü savunanlar fiili sürnetten delil getirerek şöyle
demişlerdir.Hz. Pengamber’in ashabıyla istişare yapıp sonrada çoğunluğun
görüşünden yüz çevirdiği sabit değildir.Üstad Abdulrahman Abdulhalik şöyle
diyor:’’Hz.Pengamber’in şura (danışma)işinde kendi görüşüne bağlı kaldığını
gösteren tek bir hadis nakledilmiş değildir.[1163]Aynı
zamanda bu görüş sahipleri,aklı görüş ve deliller ile’’cemaatin
gerekliliği,büyük çoğunluk (sevad’ı azam)vb.hususlardaki genel hadisleri delil
göstermişlerdir.[1164]Şuranın
imamı bağlayıcı olmadığını söyleyenlerin delilleri:
1-(yapacağım)iş
(ler)hakkında onlara danış, bir kere de azmattin mi artık Allah’a dayan.(Al’i
İmran 3/159)ayeti. Bu ayet Pengamber (s.a.v)’e (savaşsa) çıkmaya işaret eden
ashaba af ve istikfar dileyerek başlamıştır.Ogün ise ashabın başına gelen
gelmiştir.Nasıl olur Pengamber(s.a.v)kendisinin af ve istiğfarına muhtaç
olanların görüşlerine bağlı kalır,halbuki Pengamber daha yüksek bir
konunda,onlar ise daha düşük bir konumdadırlar.[1165]Taberi
söyle diyor:’’Din ve dünya işlerinden sana gelen hususta sana doğruyu
göstermemiz ve (ayaklarını)sabitleştirmemizle azmin sağlam olduğu
zaman,emrettiğimiz şekilde devam et,bu hususta’’Allah’a dayan’’.Bütün bu
hususlarda O’na güven,hepsinde O’nun diğer yarattıklarının görüş ve
yardımlarına değil de O’nun hükmüne razı ol. Şüphesiz’’Allah kendisine
dayananları (tevekkül edenleri)sever’’Onlar Allah’ın hükmüne razıdırlar ve
haklarında hükmettiğine de boyun eğmişlerdir.Bu husus ister onların arzusuna
uygun düşsün isterse düşmesin.[1166]Dr.Abdulhamid
el-Ensar,hepsi de aşağı yukarı bu manada olan onbeş müfessirin görüşünü
zikretmiştir.[1167]
2- Yine bu
görüş sahipleri şu Ayeti de delil getirmişlerdir.’’Ey iman edenler!Allah’a,Pengamber (s.a.v)’e ve sizden olan emir
sahibine itaat edin.Eğer her hangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz;Allah’a ve
ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız-Onu Allh’a ve Rasulü’ne götürün.Bu
daha iyidir ve sonuç bakımından daha güzeldir.’’(Nisa,4/59)Ayet,gösteriyor
ki,ulü’l-emr(devlet başkanı)ile halk arasında bir anlaşmazlık çıktığı zaman,bu
anlaşmazlığın Allah’ın kitabına ve Pengamber (s.a.v)’in sürnetine götürülmesi
gerekir.Hüküm açık değilse ona muhalif olan hiç kimseye itaatte
yoktur.Müslümanlar o hususta anlaşmazlığa düşmüşlerdir.Bu durumda
‘’Herbirisinin görüşünü ortaya koyması gerekir.Görüşlerden hangisi Allah’ın
kitabına veRasülü’nün sürnetine daha çok benziyorsa (yakınsa) onunla emel
edilir.[1168] Ne çoğunluğun ne de
azınlığın görüşüyle amel edilmez.Fakat ictihada dayalı mubah meselelerde biz
ayete göre onlara itaatle yükümlüyüz.’’Şuranın,muhalefet etmeyi gerektirdigi
bir halifeye itaati,nasıl oluda Allah bize emreder![1169]
3- Yine bu
görüş sahipleri,pengamberin hayatından (siyer)çoğunluğun görüşüne bağlı
kalmadığı bazı hadiseleri delil getirmişlerdir.Mesela Hüdeybiye antlaşmasındaki
bazı durumlar.Yine Reşit halifelerin Hz. Pengamber ‘den sonraki uygulamaların
delil göstermişlerdir.Mesele,Ridde savaşlarında Ebu Hureyre,Amr b.As, İ.Abbas
ve Sad b.Ebi Vakkas gibi sahabenin büyüklerindendi.[1170]Hz.
Osman,dedikoducu(insanlar arasında dedi kodu yayanlara karşı şiddet,kullanmayı
isteyen sahabenin kararına uymadı.Yina Hz. Ali,halife olduktan sonra şehir
validelerini çabucak değiştirdi.Otoritesi tam yerleşip işi tamamen eline
alıncaya kadar valileri değiştirmede aceleetmemesini isteyen sahabenin
kararını(şurayı) dinledi.[1171]
4- Diğer bir
delil ise şudur:Hsalife,hilafet şartlarını yerine getirmiş ve çoğu kere
müctehid birisi olur.Mücteidin taklid
yapması ise haramdır. Böyle bir halife, doğru bir görüşe sahip olur da o
hususta şura ehlinin çoğunluğu ona muhalefet ederse,şeriata göre kendi doğru
bulduğu görüşünden vazgeçip hatalı gördüğü kimselerin görüşünü taklit etmesi
caiz olur mu?[1172]Yine,devlet
bakanı (imam),işlerinden tam manasıyla sorumludur.Onun duğruluğunu kanaat
getirmediği ve hoşlanmadığı görüşünü bağlayıcı bir tarzla uyğulayıp,sonra da o
görüşten ve sonuçlarından sorumlu olması demek değildir.Tahaviyye’yi şehreden
şöyle demektedir:’’Kur’an.sürnet ve ümmetin geçmiş alimlerin icması gösteriyor
ki,devldt başkanına (veliyyü’l-emr),namaz imamına,hakime,savaş emirine vezekat
memuruna ictihada dayalı hususlarda itaat edilir.İctihada dayanan hususlarda bu
kişilerin halka itaat etmesi gerekmez.Aksine halkın onlara bu hususta itaat
etmesi ve görüşlerini imamın görüşüne teslim etmesi gerekir.[1173]
5- Şüphesiz
çokluk,doğrunun ne ölçüsüdür,ne de kesin tercih edilecek delildir.Çünkü ğörüşün
doğru veya yanışı,söyleyenlerinin azlık veya çokluğundan değil,bizzat görüşün
kendisinden kaynaklanır.[1174]Çağdaş
demokrasilerin yaptığı gibi İslam,sayı çokluğunu hak ve batının bir ölçüsü
saymaz.Çokluk esası,İslami olmayan bir esastır.[1175]ÜstadMevdudi
şöyle diyor:İslam nazarında,her hangi meselede bir kişinin meclisin diğer
üyelerinden daha doğru görüşlü basireti daha keskin olması mümkündür.[1176]Kur’an-ı
Kerim’de çokluğun,çoğu kere doğruyu yansıtmadığını gösteren birçok ayet
vardır.Mesela:Fakat insanların çoğu inanmazlar.(Ğafil,59),Sen ne kadar iatesen
de insanların çoğu inanmayacaktır.(Yusuf 106),’’Onların çoğu zann tabirolur.’’(Yunus,36),’’Yeryüzünde
çoğuna itaat etsen seni Allah’ın yolundan saptırırlar.’’(Enam,116),Bunlardan
başka pek çok ayet vardır.En doğrusunu Allah bilir.Delilleri gözden geçirip
iyice inceledikten sonra görürüzki, bu gibi değişik meselelerde genel bir hüküm
çıkarmak yanlıştır.Ve biz diyoruzki,şura mutlak olarak ya imamı bağlayıcı veya
bağlayıcı değildir.Fakat iş biraz izaha muhtaçtır ki,onu kısaca
zikredeceğiz.Çünkü imamı bağlayıcı şurada vardır,bağlayıcı olmayan şura da
vardır.Şöyle ki:
1- Şuraya
sunulan meselede şeri bir hüküm olduğu zaman eğer imam,o meselenin hükmünü
biliyorsa o zaman imamın ihtişare etmesi ve ilim ehline sorması gerekir
ki,delil ortaya çıksın da onunla hükmetsin.Delil ortaya çıkınca da ona bağlı
kalması gerekir.Nitekim Allah (c.c.)şöyle buyurmuştur:’’Allah ve rasulü,bir
işte hüküm verdiği zaman,artık inanmış bir kadın ve erkeğe,o iş, kendi
isteklerine göre seçme hakkı yoktur.(Anzab,33/36)Fakat meselede açık bir delil
yoksa bu durumda şuranın bütününün görüşünü alır ve insanlarında ona itaat
etmesi vacip olur.Nitekim reşit halifelerde böyle yapıyorlardı.Mesela,ninenin
mirası ve kadının çocuğunun düşürmesi hususu böyledir.Böylece bir durumda
imam,ister azınlık isterse çoğunluk olsun bu görüşden belli birisini bağlı
kalmakla yükümlü değildir.
2-
Ancak,hakkında(açık)bir delil veya delile benzer bir(nass)bulunmayan ictihadla
ilgili hüküm ve meseleler,ictihada bırakmış meselelerdir.Bu meselelerde imama
gerekli olan önce kendi görüşünü işletme sonrada ictihadının kendisine
ulaştırdığı şeye göre amel etmektir.Yine imamın böyle bir durumda alimlerin ve
uzmanların görüşlerinden yararlanması ve onlarla istişarede bulunması
gerekir.Ancak,imamın bu durumda danıştığı kişiler ister az olsun ister çok
olsun belli bir görüşe bağlıbağlı hükümlülüğü yoktur.Aksine onun vardığı
ictihada itaat etmek vaciptir.Zira Allah Teala şöyle
buyuruyor:Aallah’a,Pengamberi’ne ve sizden olan emir sahibine itaat
ediniz.(Nisa,4/59)Bu ise ancak hakkında (açık)nass olmayan durumlarda olur.
3- Ancak
uzmanlar bu ihtisas sahiplerince bilinen teknik konularda ise imamın sadece
uzmanlara danışması,sadece bir kişininki doğru olsa ona tercih etmesi veya
doğruluğu belli olan görüşe uyması gerekir.Çokluk ve azlığa itaat etmesi
gerekmez.Nitekim Pengamber (s.a.v)de Bedir günü bir yere konaklamak
istediğinde,tecrübesi olan bugünkü değimle askeri strateji uzmanı olan Habbab
b.Münzir(r.a)konaklamak için uygun olan yere haber verdi.Pengamber de onun
görüşüne uydu.Hendek kazma konusunda Seman-ı Farisi’ye uyduğu gibi.
4- Fakat
bunun haricindeki genel durumlarda imamın istişare etmesi hemde istişareyi çok
yapması gerekir.Daha önce geçen nasslar da buna işaret etmiştir.Bu durumda
çoğunluğun görüşünü tercih etmesinde bir sakınca yoktur. Nitekim Pengamber
(s.a.v),Uhut günü kendisi ve ashabın büyükleri istemediği halde,Bedire
katılmamış ve şehit olmak isteyen diğer sahabenin savaşa çıkmaktaki şiddetli
ısrarı üzere savaşa çıkmıitı.Yine,Taif kuşatmasında Pengamber,dönmek ve geri
çekilmek istemiş bir topluluk ise geri dönmeyi hoş görmemiştir. Pengamber onları
bırakmıi,ancak onlarla çekinme isteği ortaya çıkınca onlara gülmüş ve göç
etmeyi emretmişti.[1177]İmam
kendi görüşünde ısrar edince günahın haricinde halkın ona itaat ve teslim
olması gerekir.Denile bilir,kio zaman şuranın faydası nedir?Cevap
şöyledir:Şuranın faydası doğru görüş ortaya çıktığında belli olur.Gerekli
şartları kendisinde bulunduran halifenin heva ve hevesini değil de kendisinde
maslahat (yarar)olan ve doğru olan görüşü alacağı düşünülür. Siyerde
rastlanılan bir çok hadisede imamın kendi görüşünden dönüp danıştığı kimselerin
görüşlerine uyması,bunların imamı bağlayıcı olduğunu göstermez.Bu hadiseler
bağlayıcılığı delil olmaz,aksine halife ve diğer nasihat ehli hakkında
farzledilen ,ortaya çiktığı yerde doğruya uymaktır.bu ise bizim tarihimizde çoktur
ve bu şuranın güzel sonuçlarındandır.Bazen imam,danıştıklarının görüşüne döner.
Bazen de onlar imamındakine dönerler.Aksi halde şuranın asla bir yararı
olmaz.ve onu kanunlaştırmak boşuna olur.Bundan dolayı bu hadisler şuranın imamı
bağlayıcı olduğunu gösterir.
UYARI
Bu çalışmada
bassedilen şurada maksat,imam ile halk arasında olan yani imamın var olduğu
durumdaki şuradır.Bu hükümler ise bu durumdaki şuraya aitir.Ehlü-l-Hal ve’l
akdin imamı seçmek için aralarında yaptığı şura ise bunun aksinedir.Daha evvelde
açıklamıştık ki,bu imamı tayin etmenin ilk şeri
yoludur.Buna’’seçim’’denir.Bunun,bu çalışmada belirtilen şuraya zıt özel
hükümleri vardır.Önceki halifenin,veliaht bırakmadığı zaman,seçim vacip
olur.Nitekim Hz. Ömer şöyle demiştir:Müslümanlarl danışmadan kim bir imama
bey’at ederse ona bey’at edilmez,bir başka rivayette,ona uyulmaz,ikisininde
öldürülecekleri korkusundan bey’at olunmayacaktır.Yine bu şura,daha evvel
belirtildiği gibi’’ehlü’l-hal vel akd’’seçip bey’at ettikleri zaman insanları
bağlayıcıdır.Allah en iyisini bilir.
ÜÇÜNCÜ KONU
BİRİNCİ KONU :HALİFEYİ GÖREVDEN ALMANIN /AZL)SEBEPLERİ
İKİNCİ KONU :HALİFEYİ GÖREVDEN ALMA YOLLARI
ÜÇÜNCÜ KONU:HALİFELERE KARŞI İSYAN ETMEK
İmanın görevden alınması ve imanlara karşı çıkmak
Geçen bölümde imanlara
ait görevleri ve bu görevlerle ilgili hakları anlattık.Ondan önce,imamlık
makamına ehil ılması için imanda bulunması gerekli şartları anlatmıitık.Fakat
bu şartlardan birisi imam kusur etme hüküm nedir.İslam,bu tehlikeli probleme
şifa verici bir çare getirmiştir.Bu çare ise derdin değişmesiyle değişiklik
gösterir.Bazen bu çare,nasiat,hetırlatma ve düzekrme şeklinde bazen de,terk
etmek,yardımı kesmek ve alkayı kesmsk şeklinde olur.İmamın görevden alınması,bazen
barışçı yollarla,bazı durumlarda ise ona karşı gelmek ve kılıç çekmekle olur.Bu
konunun önemini ve tehlikeli oluşuna,bu konuyla ilgili eski ve yeni
alimlerimizin açıklamalarının azliğına,eskiden ve şimdi konuya yaklaşımların
farklılığına bakarak- ki her tarafın özel şeri’delilleri vardır-bütün bu
sebeplerden dolayı,konuyu mümkün olduğu kadar parçalara ayrılmayı gerekli
gördüm.Ta ki bu mes’eleye ilişkin önümüzde açık bir süret bulunsun diye.Konunun
tamamen açıklığa kağuşması ve bu meseledeki karışıklığın giderilmesi için şu
şekilde bir yol izlemek gereklidir;
1- Önce
imamın görevden alınmasını gerektiren sebepler ve alimlerin bu husustaki
görüşlerinin açıklanması
2- Görevden
almanın yolları ve her yola ilgili alimlerin görüşleri
3-
Adalet,fısk ve küfürden dolayı kendilerine isyan edilen imamların durumları
4- Bu
imamları karşı,harekete geçenler, savaşanlar,isyankarlar ve hak ehli (doğru
yolda olanlar)nin durumları şimdi bunları sırayla ele alalım:
Kendisine yüklenen
görevleri yerine getirmeye devam eden,halkının işlerini düzene koymada devamlı
otoritesi bulunan ve gönettiği kişiler arasında adaletli davranan bir devlet
başkanının (imamın)görevden alınmasının ve ona karşı isyan etmenin caiz
olmadığı hususunda alimler arasında görüş birliği vardır.Aksine İslam,böyle bir
halifeye isyandan sakındırmış ve onun hıyanet edeni kıyamet gününde ızdırap
verici bir azapla tehdit etmiştir.Yine basit hatalarla halifenin görevden
alınmasını caiz görmamiştir.Çünkü her şeyi ile mükemmel olmak yalnız Allah’a
mahsuzdur.Günahlardan korunan ise,ancak Allah’ın koruduğu kimsedir.Bütün
Ademoğulları hata edicidir.Hata edenlerin en hayırlı olanları ise tevbe
edenlerdir. Fakat bir takım büyük şeyler vardır ki,Müslümanların dini ve
dünyevi yaşantılarına etki etmektedir.Onu işleyen halifenin görevden alınmasını
zarüri kılan şey de bunlardandır.Bu dumlardan bir kısmında alimler görüş
birliği etmiş bir kısmında da görüş ayrılılığına düşmüşlerdir.Şimdi alimlerin
bu husustaki görüşlerini görmek için bu sebepleri ortaya koyacağız:
Bir valiği görevden
almaya ve Müslümanların işlerini idare etmekten uzaklaştırmayı gerektiren ilk
ve en büyük sebep dinden dönmek ve inandıktan sonra kafir olmaktır.Devlet
başkanı, küfre ve dinden dönmeye sebep olan büyük bir suç işlediği zaman
Müslümanların işini idare etmekten alınır ve hiçbir şekilde, hiçbir Müslüman
üzeride idare etme hakkı bulunmaz.Allah Teala (c.c.)şöyle
buyuruyor.Allah,aranızda hükmedecek ve mü’minlere karşı kafirlere asla yol
vermeyecektir’’(Nisa,4/141).Hangi yol devlet başkanlığından daha
büyüktür?!Ubade b. Samid(r.a.)!in rivayet ettiği bir hadiste şöyle
demiştir:’’Pengamber (s.a.v)’e bey’at ettik.Allah’ın ve Rasülünün emirlerini
dinleyip onlara hem neşeli hem kederli zamanımızda hem zor hem kolay halimizde
itaat etmek ve amirlerimiz kendi arzularını bize tercih etseler dahi
onlaraitaat etmek ve niza (savaş)etmemek ve amirin küfrü hakkında Allah’ın
kitabından yanımızda açık delil bulunmadıkça ona atat etmeye söz verdik.[1178]
Hattabi diyor ki, hadiste geçen’’Bevahan’’kelimesinin anlamı açık ve eleni
demektir. Nitekim Araplar bir kişi bir şeyi yayıp açığa vurduğu zaman böyle
derler.[1179] Allah katından
yanınızdan açık bir delil kısmının izahında ise Halif b.Hacer şöyle diyor:Yani,ya
bir ayet metni veya yorumua ihtimali olmayan sahih bir
hadis’’bulursa(Feyt:13/5.) Nevevi diyorki;’’Buradaki küfürden maksat;masiyet
(isyan)dir. Hadisin anlamı şöyledir:Emir sahipleriyle emirlikleri hususunda
tartışmayın ve onlarla İslamın esaslarından hareketli bildiğiniz gerçek bir
münker (kötülük) görmedikçede onlara itiraz etmeyin.[1180]
Bir şeyin küfür olması ile bir insanın kafir olması farklıdlr.Mü’min küfrü
demesi ile,nakletmesi ile,küfür olduğunu bilmeden söylemesi ile,kafir
olmaz.Ancak küfrü tastik etmesi,tasdiki gerekenleri yalanlaması ile kafir
olur.Bir kimse küfrü kabul etmese,istemezse kafir olmaz.Kıbleye gönelirse bile
itikadı küfürde ise,küfrü kabullenmiş ise kafir olur.(müt.)[1181]Hadisin
zahir gösteriyorki sonradan kafir olan kimsenin görevden alınması
gerekmektedir.Bu ümmete vacip olanın en kolayıdır.Çünkü İbni Abbas’ın rivayet
ettigi bir hadisin hükmüne uyarak dinden dönmesi sebebiyle böyle bir kimsenin
kanının helal sayılması ve öldürülmesi vaciptir.Söz konusu hadis şöyledir;Kim
dini (İslam’ı)değiştirirse onu öldürün.Şartları zikrederken,kafirin hiçbir
durumda Müslüman üzerinde velayet (yönetme)hakkının olmadığı söylenmiştir.Bu
küfür sebebiyle devlet başkanının görevden alınacağı alimlerin icma ve ihtivaki
vardır.Ebu Ya’la şöyle diyor:Eğer imanda dinini zedeleyenbir durum ortaya
çıkarsa bakılır;eğer inandıktan sonra küfretmişse imamettende çıkarılır.Burada
anlaşılmayacak bir şey yoktur.Çünkü dinden çıkmış ve öldürülmüş vacip olunmaz.[1182]Kadı
iyaz ise şöyle diyor;Alimler icma etmiştir ki,kafir devlet başkanı olması
gerekli olmaz veyine sonradan kafir olup din değiştiren ve biad sahibi olan
kişi yönetici hükümden çıkar ve ona itaad gerekmez.Ve Müslümanların ona karşı
ayaklanması,onu değiştirmesi münkünse yerine adaletli bir devlet baikanı
dikmeleri gerekir.Bu durum sadece bir toplulukta olsa onların kafiri
değiştirmeye kalkışmaları gereklidir. [1183]İbni
Hacer’in görüşü ise şöyledir:’’Küfür sebebi ile devlet başkanının görevden
alınması icma ile sabittir. Her müslümanın bu hususta gayret göstermesi gerekir.
Kim bu hususa destek verirse sevap alır.Kim yağcılık ederse o da günah
kazanır.Kim de kafiri görevden almaktan aciz olursa o yerden hicret etmesi ona
vaciptir.[1184]Sefakusi ise şöyle
diyor:’’Halife küfre veya bidate (insanları)davet ettiği zaman ona karşı ayaklanmada
İslam alimleri icma etmişlerdir.[1185]
İmamın ( halifenin)
görevden alınmasını gerektiren sebeplerden biriside namazı ve namaza davet
etmeyi terk etmesidir.Ya inkar ederek terk eder,o zaman biraz önce zikredilen
sebsbe dahil olur.Veya tenbellik ve önemsemediğinden terk eder.Bu durumda bazı
alimlerin görüşlerine göre ise bu şekilde namazı terk etmek küfrü gerektirir.Bu
görüşe delil olarak sahih hadisler vardır.Mesala Pengamber(s.a.v) şöyle
buyurmuştur:Bizimle onların (kafirlerin)arasındaki alamet(ahd) namazdır.Kim onu
terk ederse kafir olur. [1186]
Daha başka hadislerde vardır,ancak burası o konunun yeri değildir.Her iki
duruma göre de bu husustaki hadislere uyarak namazı kılmayan halifeningörevden
alınması gerekir.Zalim halifelere karşı gelmeyi, onlara olan bağlılık yemininin
(bey’atın) bozulmasını ve onlarla savaşmayı yasaklayan hadisler ise bu
halifelerin namazlarını kılıyor olmaları şartına bağlıdır.(Yani namaz kılan bir
halife zalim de olsa ona isyan edilmez, ama hem namaz kılmaz hem de zalim olusa
isyan edilir ve bey’at bozulur)Bu hadisten birisi şöyledir:
1-Müslim’in
Avf b. Malik ‘ten rivayet ettiğine göre Avf şöyle
dedi:Rasullallah:Hükümdarlarınızın en hayırlısı birbirlerinizi sevdikleriniz ve
birbirlerinize dua ettiklerinizdir.Hükümdarlarınızın en kötüleri de birbirinize
buğz ve lanet ettiklerinizdir,buyurmuştur.Ya Resulullah! Onlarla kılıçta
çatışmayalım mı?denilmiş.Oda :Hayır, aranızda namazı ikame ettikleri müddetçe![1187]
Hadisden anlaşıldığına göre namazı terk ettikleri zaman onlara karşı gelmek
kendini savunmak,hasımlaşmak ve savunmak gerekir.İtikadi küfürde ise;namazı,
mümin olarak kılmak.Namaz ancak münafıklığına elamet olur.Namaz itikadı sahih
olduğunda değer ifade eder.Zira imanı olmayanın ameli zayidir.Küfürde olduğuna
delil, kalbindeki küfrüne delil bilerek söylediği sözleri ve ifadeleridir.(müt)
2- Bir diğer
hadis şöyledir:Müslim’in Ümmü Seleme’den rivayet ettiğine göre Rasulullah
(s.a.v) şöyle buyurmuştur:Bir takım yöneticilerin gelecek siz bilip itiraz
edeceksiniz, şimdi kim bilirse beraat eder,kim itirazda bulunursa
kurtulur.Fakat kim rıza gösterirde tebi olursa!.Ashab:Onlarla savaşmayalım
mı?demiş,Pengamber de Hayır!namaz kıldıkları müddetçe (savaşmayın)[1188]
buyurmuştur.Bu hadiste namaz kılmayan yöneticilerle savaşılacağına dair açıklık
vardır.Bilindiği gibi savaşmak- ilerde de geleceği gibi- görevden alma
yollarının en sonuncusudur.Daha evvel Kadı Iyaz’ın alimlerin halifenin namazı
ve namaza çağırmayı terk ettiğinde görevden alınacağında icma ettiklerini iddia
eden sözü zikredilmişti.[1189]
Bu sebepte de
öncekinde olduğu gibi Allah’ın indirdiklerinden başka bir şeyle hükmetmesi
durumunda bu hükmedeni İslam’dan çıkaran veya çıkarmayan durumlar eşittir.(Yani
yaptığı şey kendisini İslamdan çıkarsın veya çıkarsın Allah’ın hükümlerinden
başkasıyla hükmettiği sürece görevde alınır).Bu durumda bahsi daha evvel
geçmişti.Bu sebebin halifeyi küfre ve fasıklığa götüren bütün durumların onu
görevden almayı gerektirdiğini Pengamber’den rivayet edilen sahih hadislerdeki
ifadenin mutlaklığı göstermektedir.Sözkonusu hadislerden iki tanesi şöyledir:
1- Enes b.
Malik’ten rivayet edildiğine göre Pengamber (s.a.v)şöyle buyurmuştur:’’Size
tayin edilen idareci başı izim tanesigibi siyah olan Habeşli bir köle bile olsa
Allah’ın kitabını aranızda uyğuladığı müddetçe onun dinleyin ve ona itaat edin.[1190]
2-Ümmü’l Huseyn el
Ahmesiyye ‘den rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir:Pengamber(s.a.v)’le
beraber veda haccında hacettim (Ümmü Husayn şöyle diyene kadar sözünü
sürdürdü)Sonra Pengamber’in şöyle dediğini duydum:’’Eğer size siyah bir köle
tayin edilir de Allah’ın kitabıyla size önderlik ederse onu dinleyin ve ona
itaat edin.’’tirmizi ve nesai’nin rivayeti ise şöyledir:Pengamber’in şöyle dediğini
işittim:’’Ey insanlar!Allah’ tan sakının ,eğer size Habeşli bir köle bile emir
yapılsa Allah’ın kitabını aranızda uyğuladığı müttetçe onu dinleyin ve ona
itaat edin.[1191]Bu
hadisler açıkça göstermektedir ki halifenin dinlenmesi ve ona itaat edilmesi için
emrindekileri Allah’ın kitabına göre yinelmesi şarttır.Fakat emrindekileri
Allah’ın hükmünü uygulamadığı zaman ne dinlerin, ne de itaat edilir ve bu durum
onun görevden alınmasını gerektirir.Bu,Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyip de
fasıklığını gerektiren durumlarda böyledir.Fakat küfrünü gerektiren durumlar
ise- birinci sebepte de geçtiği gibi-savaş yoluyla da olsa görevden alınmasını
gerektirir.Allah en iyisini bilir.
İlk olarak fasık bir
küsmenin imamlığının geçerli olmadığına dair alimler arasında görüş birliği
olduğundan bahsedilmişti.Kurtubi şöyle diyor:’’Fasığı halife yapmanın caiz
olmadığı hususta alimler arasında ihtilaf yoktur.[1192] Bu
husustaki delillerin açıklaması adalet şartından bahsedilirken geçmişti.Fakat
adaletli bir kişi imam(halife)yapılsada sonradan bu kişi fasık olsa hüküm
nedir?Bu hususta alimler arasında farklı görüşler vardır.Bir kısmı,böyle bir
kişi görevden alınır ve ona yapılan bey’at bozulur derken ,bir kısmı şöyle
demektedir.Bir kişiye verilen bağlılık sözü,fasıklığı,namazı terk etmeye ve
küfre götürmrdikçe devameder.Diğer bir grupta aşağıdaki şekilde konuyu
genişletmiştir.
1-Mutlak
olarak azlini (görevden alınmasını )söyleyen:Bunlar,imama verilen bağlılık
sözünün iptal edilmesi hususunda fasıklığın sonradan meydana gelmesini asıl
gibi saymışlardır.Çünkü bu (da)aslında imametten beklenen gayeyi yok
etmektedir.Kurtubi ,bu görüşü Cumhura ait saymış ve şöyle demiştir:Cumhur
diyorki,onun imamlığı feshedilir ve bilinen açık fasıklık sebebiyle imamlıktan
uzaklaştırılır. Çünkü bilinmektedir ki,imam (halife),hadleri(dinen takdir
edilmiş cezaları )uygulamak, hakları almak,yetimlerin, delilerin mallarını
korumak ve işlerini gözetmek için tayin edilir.Onda bulunan fasıklık ise bu
işleri yapmaktan ve bu işlere kakışmaktan onu engeller.’’Kurtubi yine şöyle
diyor:Fasık bir kimsenin imam olmasını caiz görsek bu durum,yerine getirmek
üzere tayin edildiği şeylerin iptaline sebep olur.Bu da onun gibidir.[1193]Zebidi
bunun Şafii’nin eski [1194]
görüşü olduğunu söylüyor.Bazı şafiler de bu görüştedirler.[1195]Ebu
Hanife’nin yaygın görüşü de böyledir.Mutezile ve Hariciler de bu görüştedirler.
[1] Özellikle ülkemizde Laik Müslüman olduğunu iddia eden
bazı yazar-sanatçı ve politikacıların konumlarını da göz ardı etmemek gerekir.
Müslümanız ama şeriatçı değiliz diyen Yahudi kökenli sermayedarların çıkardığı
boyalı basındaki köşelerinde müfessir edasıyla âyetleri yorumlayanların isimlen
dışında İslâmla ne kadar bağlan vardır? (yayıncının notu)
[2] Sahife 70'e bak.
[3] Mustafa Sabri Efendi, Ezherin Şeyhi Meraği'den şöyle
naklediyor: "İslâmi Hükümet, dininden çıkmasıyla dinsiz hükümet olur,
milletin İslâm üzere kalmasına hiçbir mani yoktur. Yeni Türkiyedeki durum
gibi." Mevkıfu'l Akl ve'l-îlm ve'd-Din 4/285.
[4] Mevkıfu'l- Akl ve'l-ilm ve'd- Din 4/359" Dipnot"
Milâdi 1936 Febrayır, Ehram Gazetesinde yazılan ıraklı gençlerden bir gurupla
birlikte şeyh Meraği'nin sözlerinden.
[5] Mebadiu Nizâmi'l-Hükmi fi'1-İslâm. Abdulhamid
Mütevelli s. 162 2. baskı
[6] El Vahdetü'l- İslâmiyye, EbÛ Zehra s. 251 Baskı H.
1397 Darul-Fikr
[7] El' Vahdetul- İslâmiyye, Ebû Zehra s. 251 Baskı H.
1397 Daru'1-Fikr
[8] İslâm Bila Mezâhib, Mustafa Eş-Şek'a s. 57, 4. baskı,
Daru'n-Nehda Mısır
[9] İslâmi Hükümetin Demokrasiye benzediği görüşünde
olanlardan bazıları: Vehbe ez-Zühey-li, Muhammed El-Mutii, Malik Bin Nebi, Taha
Abdul bakı Sürür, ve Muhammed Ali Ulviye "El-îslâm
ve'd-Demokrâtiyye" kitabında ve devamı. Osman Halil "Ed-Demokrasiye
El-İslâmiyye" ve devamı, Hazimu's-Saidi "En-Nazari'yyetü'1-İslâmiyye
Fi'd-Devle."
[10] ibni Teymiye diyor ki: Böyle isim verme sonradan çıkan
birşeydir. Onu Fukaha ve Kelamçı-lardan bir grup taksim etmiştir. Bu da
Kelamçılarm ve Usulcülerin daha çok üzerinde durduğu bir ayırımdır.
Mecmüu'l-Feteva 6/56.
[11] El-Kamüsu'1-Muhit. Firuz Abadi. Mecdüddin Muhammed B.
Yakub 4/78 Daru'1-Ceyl. Beyrut.
[12] Lisânu'1-Arap, İbn Manzur: Cemaleddin Muhammed B.
Mükrim 12/24, Daru Sadır ve Dar-ı Beyrut 1388 H.
[13] Tâcu'l arûs min cevahiri! - kamu. Muhammed Murteza
ez-Zebidi 8 93 Dâru Mektet
yat. Beyrut, Lübnan.
[14] Tacü'1-lüğa ve sıhah'l-Arabiyye, İsmail B.
Hamm-ede'1-Cevheri 5/1865 Ahmed Abdulgafh-
Atdar tahkik etmiş 2. baskı
1399 H. Daru'Mlm. Beyrut
[15] El-Ahkamii's.Sultaniyye Ali b. Muhammed el-Maverdî, s.
5. 3. baskı 1393 şirketü Mektebe Matbaası Mustafa el-Halebî. Kahire.
[16] Gıyasu'1-Ümem fi't-tiyasiz-Zûlam Ebû'l-Meali
el-Cüveyni s. 15. 1. baskı 1400 Daru'd-Dâve, el-iskenderiyye. Mustafa Hilmi ile
Fuad Abdulmüniın. tahkik etmiştir.
[17] El-Akaidü'n-Nesefiyye s. 179 1326 H. Şirketü Sahafeti
Osmaniyye.
[18] El-Mevakif, EI-îci, s. 395. Tarihsiz Alemu'l-Kutub,
Beyrut.
[19] El-Mukaddime, İbni Haldun s. 190. 4. baskı. 1398 H.
Daru'1-Eâz, Mekke.
[20] El- Mecmu şerhu'1-Mühezzeb, Nevevi, Muhammed Necib
el-Mutii'nin tekmilesi s. 517
[21] Tefsîru't-Taberî, Muhammed b. Cerir et-Taberî. 1/529
3. baskı. 1388. H. Mektebecmatbaafu Mustafa el-Bâbî, el-Halebî, Kahir
[22] Tefsîru't-Taberî 19/52.
[23] Çünkü onların yemin (diye bir şey) leri
yoktur..." (Tevbe, 12)
Fethul-Bârî 13/248
Sunadi
[24] Tefsiru't Taberi 17/49.
[25] Tefsiru't Taberi 20/28.
[26] Tefsiru't Taberi 10/87.
[27] Tefsiru't Taberi 20/79.
[28] Buhari, K. Ahkam B. 1, Fethu'1-Bârî 13/111. Müslim,
İmare H. No. 1829 3/ 1459, Ebû Da-. vud, İmare. 1. Avnu'l-Ma'büd 8/146, Tirmizi
Cihad 7, N. No. 1705, 4/208. Ahmed, 2/54
[29] Ahmed, 3/183, Buhari ve Müslim de rivayet etmişler,
başka bir lafızla. Tahric ve ziyâde izahlı lafızlar şartları anlatılınca
gelecek.
[30] El-Faslu fi'1-Milel ve'1-Ehya ve'n-Nihal 4/90 2. baskı
1395 H. Daru'l-Marife Beyrut. Lübnan.
[31] Ravdatü't-Talibin, Yahya Bin Şerefiddin en-Nevevi,
10./49, el-Mektebetü'1-İslâmi eş-şir-bi'nin Mugni'l-Muhtac isimli 4/132
eserinde aynısına bakınız.
[32] El-Mukaddime. 190.
[33] Lisanu'UArab 9/83.
[34] El-Mecumu 17/517.
[35] El- Hılafetü evi'1-imâmetu'l-Uzma s. 101..
[36] Fakıhler, İmâmın Halife ve de Allah Rasûlünün Halifesi
diye isimlendirilmesine cevaz vermişler. İmâma, Halifetullah (Allam halifesi)
diye isimlendirilmesinde ihtilafetmişler. Bazıları şu âyette ademoğlu için
Kullanılan genel hilafeti delil göstererek halifeye "Allah'ın halifesi"
denilebileceğini caiz görmüşlerdir. Hatırla ki: Rabbin meleklere, Ben
yeryüzünde bir halife yaratacağım" dedi..." (Bakara:30) et-Taberi:
"Yani benim, yaratıklarım arasında hükümde bana hilafet (vekalet)'lik'
yapacak, kimse demektir. Halife de Ademdir. Allah'a itaette Onun makamına kaim
olan, yaratıkları arasında adaletle hükmetmede O'na halifelik yapan demektir.
Bu görüşünü İbni Mesud ile İbni Abbas (r.a.)'a nisbet etmektedir.
(Tefsirü't-Taberi 1/200) Cumhur bu görüşe karşıdırlar. Çünkü âyetin manası bu
mana üzere değildir. İbni Kesir, (Asırdan aşıra, nesilden nesile birbirlerinin
yerine geçen Kavm (yaratacağım) demektir" diyor. Tefsirü ibni Kesir 1/99,
Kitabu'ş-Şa'b)
İbni Teymiye: "Ayetten
Maksad, Allah Ademden başkasını kendisine halife kılmıyacak demektir. Çünkü
Hilafet gaibdekine olur. Halbuki O, bütün mahlukatı gören ve malukatı idare
edendir. Onları idarede başkasına muhtaç olmaz"
(Minhacü's-Sünneti'n-Nebeviyye 1/138, Daru'l-Kütübi'l-îlmiyye, Beyrut) Yine
şöyle diyor başka bir kitabında: "Bilakis O (c.c.) başkasına halifedir.
Zira Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyuruyor:"Aliahım! seferde Sahib
sensin, evdekilere halife sensin. Allahım! Seferimizde bize sahiplik yap,
ehlimize de halife ol." (Mecmuu Petevayi Şeyhülislâm İbni Teymiyye 35/45 1.
baskı 1386 A. Riyad) Hadis, Müslimin Hac'de 1342 no ile, Ebû Davud'un Cihadda
bab 72 de (A^nu'I-Ma'bud 7/260), Tirmizinin Deavat'da bab 423438 (5/497) no
ile, Ahmed İbni Hanber'in 1/256 da, Nesai, Darimi'nin İmâm Malikin Muvatta
2/977 de rivayet ettiği sahih bir hadisdir. Bu görüşe bazısı Hz. Ebû Bekir
(r.a.) den rivayet edilen sözü delil getirdiler. O şöyle demiş: "Ben
Allanın halifesi değilim, Lakin Allah'ın Rasûlünün halifesiyim." (İbni
Haldun'un Mukaddisine bak s. 190) Bu hadis, sahih ise bu meselede nasdır. Lakin
hadis zayıfdır. İbni sa'd Tabakat'da İbni Ebi Müleyke'den rivayet etmişdir. (Tabakat 3/183, Ahmed, İbni Ebi Müleykeden Ahmed İbni Hanber'in rivayet ettiği 29
nolu hadis. (El-Müsned min Alesaili'1-İmâm Ahmed, Yazma varik) Fakat İbni Ebi
Müleyke bunu Hz. Ebû Bekir den işitmemiş. Haber sanedmunkatı' (senedde hadis
rivayet zincirinde kopukluk) olduğundan zayıftır. Ahmed Şakirin Müsnede yapıhğı
tahricin ziyadesi ne bak 1/179, Mecmeu'z-Zevad 5/198, Taberinin Cabir (r.a.)
den rivayet ettiği, hadis bu hadisi kuvvetlendirmektedir. Diyor ki, bir adam
Hz. Ömer İbn Hattab (r.a.) a: Ey Allah'ın halifesi! deyince, O da: Allah seni
geri bıraksın dedi. O adam: Allah beni sana feda etsin dedi. Hz. Ömer fr.a.)
da; O zaman Allah seni hakir kılsın!" (Et-Tarih 4/209) Hz. Ömer (r.a.) in
ona badduası "Allanın halifesi diye isimlendirmesine rıza göstermediğine
delildir. Ragib el-îsfehani şu anlayışdadır: "Hilafet başkasının yerine
niyabet 'vekalet) dir, bu da ya rekabet edilen gaibdekine, ya ölene vekalet, ya
vekalet edilenin aczinden ya da vekil edinilene şereflendirilmek içindir."
Ragıb el-İsfehanı yine şöyl ediyor: " Bu son manaya göre Allah, dostlarını
yeryüzüne halife kılmıştır... Sonra da buna delil olan âyetleri zikretmiştir
Er-ragıb’ın El-müfradatına bak s.156.
[37] TarihuT-Mezahibi'l-İslâmiyye, Ebû Zehra,
EI-Cüz'ül-Evvel fı's-Siyaseli ve'1-Akaid s. 21, Dar u'1-Fikri'l-Arabi.
[38] Nizamu'l-İslâm (el-Hukmu ved-Devle) s. 61 3. baskı,
1400 H. Daru'1-Fikr
[39] El-Tabakatul-Kübra, ibni Sa'd 3/281, 1398, Daru
Beyrut.
[40] Taberanî. Heysemi, ricali sahih ricaldir dıiyor.
Mecmeu'z-Zavaıd 9/61
[41] İbni Cevzî'nin Menakıbu Ömer İbni'l-Hattab isimli s.
59. 1. baskı 1400H. Damlbaz Tahkik. Zeynep İbrahim'ul-Karüt'a bakınız.
[42] Buhâri, K Ahkam 1, bab: Etîu'llâhe ve etîur-rasule
Fethu'1-Bârî 13/111, Müslim. K. H. No. 1835, 3/1466, Nesaı, Bey'a bab fi
Taatİ'1-imâm 7/154 ve diğerleri.
[43] El- imame, Muhammed Hüseyn, s. 19. 2. baskı,
el-Mektebetu'1-Alemi Beyrut Nazariyyetü'l-Imâme Leda'ş-Şiati'1-isna Aşariyye,
Ahmed Mahmud Subhi s. 24. baskı tarihsiz, Daru'1-Me-arif.
[44] El-imâmetü ve Kâimü'l-Kıyame, Mustafa Galib s. 19.
1981 M. Mektebetti'l-Hiîal
[45] EI-Muğni fi Ebvabi't-Tevhid ve'l-Adl 20/129
[46] Nazaratü'l-imâmeti leda'ş-Şiati'1-isna Aşariyye s. 23.
Ahmed Mahmud Subhi
[47] El-Müctemeu'1-İslâmi ve Usulü'l-Hufcm. Muhammed
es-Sadık Afifi s. 123 1. baskı, 1400 H. Daru'l-i'tisam.
[48] e] Mukaddime, s. 190
[49] Rivayetlerin bazısında "adüdan" "meliki
adüd" olarak gelmekte, kendisinde serttik ve* zulüm bulunan katı bir
melik anlamında. Hadisin manası: Haîka zulüm ve sertlik verecek. Sanki dişlerle
dişlenecek ısırılacaklar. (Lisanu'1-Arap Adud maddesi 7/191)
[50] Ahmed İbni Hanbel 4/273, Tayalisi, 438 rivayet
zincirinde Davut B. ibrahim el-Vasıti var. Tayalisi ona sika dedi ve Ondan
hadis rivayet etti. (Mizanu'l-İ'tidal 3/203) Onda Habib B. Salim var: Numan'm
kölesi ve katibidir. Ebû Hatim Ona sika demiştir. Buhari "fihi nazar"
dedi. İbni Adiy, isnadında ıztırap var dedi. (Mizanu'l-İ'tidal 1/455),
El-Heysemi, Mecmeu'z-Zevaid 5/189, (Ahmed îbni Hanbel ve el-Bezzar ondan daha tam,
Teberani bir kısmıyla el-Evsaf da ve ricali sikadırlar) el-Elbani bu hadise
hasen hadis diyor: Silsiletü'I-Ehâdi's-Sa-hio no. 5. 1/8 Şeyhülislâm ibni
Teymiye hadisi Müslime nisbet etmiş: Mecmeu'l-Feteva 35/19 halbuki onu ben,
onda bulamadım.
[51] Ebû Davud. Kitab es-Sünne, b. 8, Avnu'l-Ma'büd 12/397,
Tirmizi, Fiten 48, H. No. 2226 4/503, Hasen Hadisdir. Said B. Cemhan'dan,
birden çok kişi rivayet etmiştir. O (hadisi) ancak Said tarikindan bilmekteyiz
dedi. Ahmed İbni Hanbel, 4/273. Sahih olduğnu söylüyor. El-Hilal şöyle diyor:
Bize el-Merrûzi haber verdi o da diyor ki Süfeyne hadisini Ebû Abdullah'a
zikrettim o da sahjh dedi. Ben derim ki Said b. Cemhan hakkında ta'nediyorlar.
O da Said b. Cemhan sikadır dedi.
ondan birkişi değil çok kişi
rivayet etmişdir. Hammad, Haşrec ve el-Avam onlardandır. Ebü Abdullah'a, Yaş b.
Salih Ali b. el-Medini'den hikaye edilmiş. O da Yahya el-Kattan'dan Said b.
Camhan hakkında ileri geri konuştuğunu zikretmiş dedim. O da kızdı ve hayır,
yanlış dedi. Yahya'nın Onun hakkında konuştuğunu işitmedim dedi. Said b.
Cemham'dan bir kişi değil çok kişi rivayet etmiştir. El-Müsned min
Mesaili'1-İmâm Ahmed, El- Hilal, yazma varak 64'e bak.
Çağdaş hadisçilerden
Nasiru'd-din el-Elbani hadisi, sahih saymıştır. Hadisin tahricine iyice dalmış.
Silsiletü'l-Ehadisi's-Sahiha No. 460 1/198 e bak. Said b. Cemhan'm tarikatından
başka çok-tarikler de zikretmiş.
[52] Ahmed ibni Hanbel 2/ 231 İbnu Hibbân, H. No. 2137 s.
525. el-Elbani hadis hakkında Müslim'in şartına göre sahihdir diyor.
Silsiletu'l-Ehadi's-Sahiha No. 1002, 3/3.
[53] Mecmûu'l-fetâva 35/34.
[54] Et-Tabakatü'1-Kübra, İbni Sa'd 3/306, Tarihu'l-Hulefa,
Es-Suyü'ti s. 140 1. baskı 1371 El-Mektebetu't-Ticariyye'1-Kübra Mısır.
[55] Tahriri geçti.
[56] Buhari, Enbiya 5, Fethu'l, Bârî 6/495, Müslim, imare
44 H. No. 1842, 3/147, İbni Mâce, Ci-had 42k, H. No. 2871, 2/958, Ahmed 2/97
[57] Mecmüu'l-Fetava 35/20
[58] Buhari, Ahkâm, Fethu'î-Bârî 13/211, Müslim, İmâre 9.
H. No. 1821, 3/1452
[59] Bedâü-u's-Silk, 1/92.
[60] El-Camiü li Ahkâmi'l-Kur'ân 17264, Keşşaf 6/158,
Münteha el-İnadat İbnu'c-Câr 2/494, Ha-şiyetti'l-Kalyûbi ala Şerhi'l-Minhâc
4/173, Mugni'l-Muhtac 4/129, Ed- dürrü'l-Muhtâr 1/115, E^-Müsâmere s. 254,
El-AhkâmiVs-Sultaniyye, El-Maverdi s. 5, Ebû Ya'la s. 19, El-Faslu fi.'1-Milel
ve'I-Ehvar ve'n-Nibal, ibni Hazm 4/87, Meratibu'Hcmâs 124,
es-Siyasetü'ş-Şer'iye, İbni Teymiye s. 161, Mukaddime, İbni Haldun, s. 191,
Bedaiu's-Silk İbnu'l-Ezrak 1/71, Ayrı ;a Fıkıb Kitapları.
[61] Riakalatul-İslâmiyyin 1/205 2. baskı, 1389 H.
Mektebetul-Mebdati'l-Mısriyye Tabkik: Mu-h ıinmed Mubyiddin Abdulhamid.
Hâriciler ve el-Muhakkime, imametin vâcib olmadığı, b mdan vazgeçtikleri
anlatılmakta, bu görüş Ebadiye'ye nisbet edildiği, fakat bu görüşü inli a*
ettikleri anlatılan, geniş bir risale olan şu kitaba bak: El-Havaricu
Tarihuhüm, /. âuhumu'l-i'tikadiyye ve Mevkıfu'l-İslâm minhâ: Gâlib b. Ali
Avaci, Osman Abdul mün'ım Ayş'm takdimiyle.
[62] Ebû Bekir Abdurrahman b. Keysan el-Esam min
Kibâri'l-Mü'tezile mine't Tabakatı's-Sâdise (Fırâkun ve Tabakatü'l-Mu'tezile s.
65)
[63] Hişam b. Ömere'1-Fûti Şeybani, Basraîı olup 6.
tabakadan (Tabakatü'l-Mutezile s. 69) Mutezilenin Hişamiyye fırkası ona nisbet
edilmektedir. (El-Fark Beyne'l-Fırak s. 159)
[64] Usulü'd-Din, Bağdadi s. 272, 2 baskı 1400 H.
Daru'l-Kurtûbi'l-îlmİyye Beyrut.
[65] El-Faslu fi'1-Milel ve'1-Ehvâ ve'n-Nibal 4/87
[66] El-Camiu li Ahkâmi'l-Kur'an, Ebû Abdullah Muhammed b.
Ahmed el-Kurtubi 1/264 3. baskı, 1386 H. Dâru'l-Kalam.
[67] El-Muğnİ fi Ebvabi't-Tevhid ve'l-Adl 20/41,
El-Osmaniyye, el- Cahız s. 261
[68] Şerhu Nehci'l-Belağa, ibni Ebi'l-Hadid 2/308 1. baskı
1378, Daru'lîhyai'1-Kütü bi'1-Arabiy-ye.
[69] El-Osmaniyye, El-Cahız, s. 261, Matbu, 1374 N. Daru'l-Kütübi'l-Arabî, tahkik Abdusselam Harun.
[70] Tefsiru't-Taberi 7/497, Tahkik: Ahmed Şakir ise bu
hadise: İsnadı sahih diyor.
[71] Nefsul-Merci'7/502
[72] Tefsiru'1-Kur'ani'l-Azim. İbni Kesir, 2/303.
Daru'ş-Şa'b Takkik: Muuhammed İbrahim el-benna,Muhammed ahmed aşur ve abdulaziz
ğanim.
[73]
Minhacü's-Sünneti'n-Nebeviyye fi nakzı Kelâmi'ş-Şîati ve'1-Kaderiyye,
İbni Teymiyye, 1/142 Daru'l-Kütübi'I-İlmiyye, Beyrut.
[74] Müslim, İmare 58, h. No. 1851, 3/1478
[75] Ebû Davud, Cihad 87, Avnu'l-Ma'bud 7/267, Ahraed
2/177, Bezzar, Ömer B. el Hattab'dan sahih senedle tahric etmiş. Yine Bezzar,
îbni Ömer'den sahih senedle merfu olarak şu lafızla rivayet etmiş: "Üç
kişi bir seferde olurlarsa içlerinden birisini emir tayin etsinler." Tabe~
rani de bu lafızla İbni Mesud'dan sahih senedle rivayet etmiş. Bu hadisler
birbirlerine şa-hiddirler. Ebû Davud ve el-Münzi Ebû Said ve Ebû Hureyre
hadisleri hakkında susmuşlar Mein onu sika saymış, hakkında kötü bir söz
söylememiş) Neylu'l-Evtar 8/288 e bak. Er-Ravdu'n-Nadir, Es-Siyaği et-,
ikisinin de ricali sahih ricaldir. Ancak Ali b. Bahr hariç, halbuki o da sika
der, el-Hülasa'da şöyle demiş: "İbni Tetimme 5/23, Nasıruddin el-Bâni,
Îrvau'1-Ga-lil'de sahih demiş, H. No. 6647,10/133
[76] El- Hısbe, Şeyhülislâm İbni Teymiye s. 11. 1. baskı
1976. Dam'ş-Şa'b, Tahkik: Salah
Azzâm.
[77] Ahmed İbni Hanbel, 5/ 251, İbni Hıbban, Sahih, h.no:
257, s. 87. Hakim, el-Müştedrek 4/92, Nasıruddin el-Elbâni Ebû Umâme'den rivayet
edilen hadise sahih diyor Sahihu- Ca-
miu's-Sagir h.no. 4951, 5/15
e bak.
[78] Usülu'd Da've, Abdulkerim Zeydan, s. 195, 3. baskı
1396 H. Mektebü'l-Menâri'l -îslâmiyye.
[79] Tirmizi,ilim 16, H. no. Hasen hadis diyor, 2676,5/44,
Ebû Davud, sünne 5, Avnu'I-Ma'büd 12/359 ibnu Mâce, Mukaddime 6, h.No. 42 1/15,
Ahmed 4/126, Darimi, Mukaddime 6, Ebû Nuaym diyor ki: Hadis Ceyyid.
Camiu'1-Ulüm ve'I-Hikem s. 243 e bak.
[80] El- î'tisâm. İmâm Ebû İshak İbrahim Bin Musa eş-Şatıbi
1/49 El-Mektebetü't-Ticâri'1-Küb-
ra, Mısır.
[81] Siretu ibni Hişam V 293, 2. baskı, 1375 H. Mustafa
el-Babi'1-Halebî, Mısır, Tahkik: Mustafa es-Sakâ ve İbrahİmu'l-Ebyârî ve
Abduîhafiz Şibli.
[82] Yeni bir şeriatın tebliğine ihtiyaçları yoktu.
Kur'anın ve sünnetin tebliği ise ümmetin uleması üzerine ittifakla vâcibdir.
[83] El-Islamu ve Erdavna's-Siyasiyye; Abdulkadir Udeh, 127
müessesetür-Risale-Beyrııt.
[84] Usul alimleri arasındaki ihtilaf var. Alimlerden bir
kısmı vâcib olduğuna, bir kısmı mubah olduğuna hükmetmişler. Bir kısmı da
hiçbir hüküm vermemişler. Bu meseleyi, şu kitablara bak
Şerhu'l-Kavkebi'l-Münirjbnu'n-Neccar el-Hanbeli 2/189 Tahkik: Muhammed
ez-Zühey-li, Nezih Hanımad, el-Mustasfa, eİ-Gazaîi, 2/214, irşadü'l-Fuhul, s.
38, Usulu'1-Fıkh, Muhammed Ebûnnür Züheyr 3/107
[85] Şerhul-Kevkebi'I-Münir 2/190
[86] Hz. Peygamber (s.a.v.)'in vefatı pazartesi günü,
Rebilevvelin 12. gecesi güneş döndükten sonra idi.ibni Hişam'ın dediği gibi,
defni çarşamba gece ortası idi. İbni Hişam, Sıret 4/664, Sübu's-Selam 2/111.
Daru'1-Fikr.
[87] Sunuh, Hazreç'ten, Harisoğullarmın durdukları yardi,
Mescidi Nebevi ile arası bir mil kadardı. (Fathu'1-Bâri 7/29)
[88] Buhari, Menakib 5,Fethu'l-Bâri 7/19.
[89] Sahabenin, halifenin seçimini Peygamber (s.a.v.)'in
teçhizinden önce yapmaları bu seçim işinin vâciblerin en mühimlerinden olduğuna
delildir. Yoksa özellikle Hz. Peygamber (s.a.v.)'in defninden önce yapılması
caiz olmazdı. Halbuki cenazeyi defnetmede acele etmekle de emroîunmuştur. Ebû
Hureyre'den rivayet edilen bir hadisde olduğu gibi. Rasûlüllâh (s.a.v.) şöyle
buyuruyor:" Cenazeyi acele götürün, eğer salih ise onu toprağa vermeniz
daha hayırlıdır, eğer böyle değilse bu da bir serdir, onu omuzlarınızdan atmış
olursunuz. Mütte? fekan aleyh, Bu lafız Buharinin Cenaiz 51, Fethu'1-Bâri
3/183, Müslim, cenaiz 50 H.no. 944 2/652, Ebû Davud, şöyle rivayet etmiş, Talha
b. el-Bera hasta olmuştu. Hz. Peygamber (s.a.v.) ona hasta ziyaretine gelmişti
de şöyle buyurmuştu: "Ben Talhada ölüm alametinden başka bir şey görmedim
onun ölümünden beni haberdar edin ve onu definde acele edin. Gerçekten mü'minin
cenazesini aile halkı arasında tutmak yakışmazı. Ebû Davut, Cenaiz 238 Fakat bu
hadis zayıftir.Anvu'l-M'büd 8/435-436 ya bak.
[90] El-Camiu'1-Ahkâmi'l-Kuran-Kurtubi 1/264, 3. baskı 1386
H. Darul-Ralem
[91] Nihayetul-İkdam Fi İlm'il-Kelam, eş-Şehristanî s 480,
Mektebu'l-Müsenna, Bağdat.
[92] es, Savaiku'l-Muhrika fVr-Reddi ala ehli'l-Bidaı
ve'z-Zendika, Ahmed B. Hacer. El Heytamı s. 7 2. Baskı Müktebetü'l Kahire.
[93] El-Ahkamu's-Sultaniyye, El-Maverdi, s.5
[94] Şerhu'n-Nevevî ala Sahihi Müslim 12/205, El-Matbaatu'1-Mısriyye
ve Mektebuha
[95] El-Mukaddime, İbni Haldun s. 191.
[96] Bu kitabın ilgili bölümüne bakınız.
[97] Vucubun ancak kendisiyle tamamlandığı" ile
"Vacibin ancak kendisiyle tamamlandığı şey"
arasında fark var. Birincisi
namaz için alman taharet ki bu vâcibdir, ikincisi vâcib değildir.
Zekatın nisaba ulaşması
gibi. Müzekkiretü usuli'l Fikh, Eş Şenkitî a. 14 e bak.
[98] Minhacu's-Sünne 1/146, Es-Siyasetü'ş-Şer'iyye s. 63 4.
baskı, 1969 m. Daru'I-Kitabi'l-Ara-
biyy, Kenzu'l-Ummal
sahibinin Şuabu'l-İman'da Beyhakiye nisbet ettiği bir delil var. Ken-
zu'1-Ummal 5/751 H. No:
14286
[99] Es-Siyasetü'ş-Şer'iyye, ibni Teymiye s. 161
[100] Nefsu'l-Mevci s. 162.
[101] EI-Faslu fî'l-Milel ve'n-Nihal 4/87
[102] Ebû Ca'fer Muhammed b. Avf b. Süfyane't-Tai el-Humuusi
hakkında el-HalIal şöyle diyor: Hadis Hafızı, zamanının imâmı, Akranı arasında
ilim ve marifette önde olduğu bilinen bir kimsedir.Ebu’l-muğireden,ehl-i şam ve
ırakdan hadis edinlemiş.ahmed b.hambel bu durumu bilir ve ondan kendi
beldesinin hadis ricalini sorardı.h.272 senesinde vefat etti.şuzuratü’z-zehep
2/163,tabakatu’l-hanabile 1/310.
[103] El-Ahkâmu's-Sultaniyye, Ebû Ya'la s. 19, El-Müsnedü
min mesaili'1-İmâm Ahmed, El-Hal-lal. Yazma, varak 1, Tabakatu'l-Hanabile 1/311
(Müslümanların emir meselesi= Emru'l-Müslimin) başlıklı bölüm.
[104] Hilyedu'l-Evliya, Ebû Nuaym 8/164, 1394,
Matbaatü's-saade, Kahire, Bedahı's-Sılk 1/108
[105] Bu söz, Hz.
Aliye nisbet edilmektedir. El- Adabu'ş-Şer'ıye, İbni Müflih el-Hanbeli 1/200,
1972, Darul-ilm
[106] El-İktisadu fı'1-î'tikad, el-Gazali s. 199, 1393,
Mektebetu'l-Cündi, Mısır.
[107] Kavafdu nizami'l-Hukmi fVl-îslâm, Mahmud Abdulmecid el-halidi s. 248 1. baskı, 1400 H. Dau'l-Buhüsi'l-ilmiyye.
[108] El-Hisbe. İbni Teymiye, s. 8
[109] Toplum, toplum işlerini yürüten otorite, uyulan
tüzükler, resmi kanunlar ve örfün tarif ettiği aynı toplum fertlerinden
oluşmaktadır. Bütün bunların üstünde ve bütün bunlardan daha mühimi, saygıda ve
onu korumada bütün fertlerin müşterek olduğu inanca tek bir ce-naata ve tek bir
vücuda mensub olduğunun şuurunda olmaktadır. El-Müctemeu'1-İslâmi, Muhammed
Emin el-Mısri, s. 7, birinci baskı 1400 H. Daru'l-Erkam.
[110] Şifau'1-Alil, ibnu'l-Kayyım, s. 145 2. baskı,
Darü'l-Türas, Tarihsiz. Araplar ana arıya arıların beyine Melike diyeceklerine
Melik diyorlar. Yaygın olan meîik tabiri
[111] Şerhu Hehci'l-Belağa, İbni Ebi'l-Hadid 2/308, Er-
Raudu'n-Nadir, Es-Siyaği, abbas Bin
Abmed el-Haseninin
telimmesi 5/18
[112] O, Amr Bin Bahri'l-Cahizdır. Künyesi ebu Osman,
Mutezilenin büyüklüklerindendir, ken-
disine fırkaları,
arasında cahıziyye diye nisbet edilir. 7. tabakadandır. Muhtedi günlerinde 255
yılında öldü. Fıraku ve tabakatu'l-Mutezile s. 73 bak.
[113] Şerhu'I-Mevakıf, Cürcani 8/348, Matbut 1325 H.
Matbaatü's-Saade, Mısır.
[114] El-Osmaniyye, Cahız s. 261
[115] İbni Mâce, Ahkâm 17, H. no: 2340,2/784, Ed- Darekutni,
İmâm Malik Muvatta'da Amr b. Yahya'dan o da babasından, O da Hz. Peygamber
(s.a.v.) den mürsel olarak rivayet etmiştir, Ebû Said de senedden düşürmüş.
En-Nevevî, Erbain'inde, hadis hasen hadisdir diyor. Hadisin birbirini takviye
eden tarikları var. Camiu'l-Ulümi ve'1-Hıkem, îbni Recep el-Hanbeli, S. 286.
Ahmed, 5/327 hadis müsned'in zevaidi'indendir. Nasıruddin el-Elbani,
Silsiletü'l-Eharîis-Sahiha 1/99, no 250 de hadisin sahih olduğun söylemişdir.
[116] El-Ahkâmu's-Sultaniyye, Ebû Ya'la s. 19
.
[117] RisaletÜnfi'1-akli ve R Rüh, Şeyhülislâm ibni Teymİye,
Mecmuatur-Rısale'l-Mununyye
kitabını içine almakta
c. 1. s. 27 .
[118] Mutasar li's-Savaıkı'1-Mürsile, ibnu'l-Kayyım 1/141,
Mektebetü'r-riyad'ü Hadise.
[119] Bu, Mutezile ve eşari kalemcilarma muhaiifdir. onlar
bu cihette aklı şeriata tercih ederler. Sarih nasîarı tevile lüzum yok derîer.
ta ki hasta akıllarına uygun gelsin diye. Bu anlayış, onları tehlikeli kaygan
olan teVile! ta'til le tahrife sevkediyor, götürüyor. Bu da onların İslâm
hakkındaki tasavvurlarından kaynaklanmaktadır. Doğru olan Müslümana,
şer'"i naslan eğip bükeceği bir görüş bir düzen ortaya koymaması gerekir.
Ancak şer'i nasların hükmünü bu görüşler içerisinde arayıp o hükümle amel
etmesi gerekir.
[120] Keşfu'l-Murad Şerhu tecdidi'l-i'tikad, Nasiruddin
et-Tüsi, şerh Hüseyin b. Yusuf el-Mu-tahhar e]-Hulli s. 388.
Akaidu'1-îmâmiyyeti'l-isna Aşariyye ibrahim el-Musevi s. 73, 2. baskı,
Şerhu's-Sa'dı ala'-Akaidi'n-Nesefıyye s. 183, Şirketü's-Sahafiti'l- Osmaniyye.
1326H,
[121] Keşfu'l- Murad s. 388
[122] Akaidü'î-İmâmiyye s. 38, el-Firak'1-İslâmiyye,
Bl-Gazali s. 173, 2. baskı Mektebetulemat-baatu muhammed Ali Sabih, Mısır.
[123] Mehasinu't-Tevü, Cemaleddin el-Kasımi 6/470, 2. baskı,
1398 . Darul-Fikr, Beyrut.
[124] Buhari, Tevhid 15 Fethul-Bâri 13/384, Müslim, Tevbe,
14,15,16 4/2108, H.NO. 2751
[125] Müslim, Birr, 55 h\no:2577
[126] Şerhu'l-Mevakıf, Cürcani 8/348, Mihhacü's-Sünne 1/20.
[127] Uslu'd-Din, Bağdadi s. 272.
[128] Nefsu'l-Merci's. 272, Makalatu'l-îsmiyyin, El-Eşari,
2/133
[129] El-Farku Beyne'l-Fırek s. 163
[130] Bu kitabın ona ait olduğu nisbeti doğru ise. Yoksa
şöyle diyen çıkabilir: O kitabı, ingiliz müşteriklerinden birisi yazmıştı,
Abdurrezzak da müsteşrikin yazdığı şey üzerine kitabını bina etmiştir. Prof.
Ziyauddin er-Rays kitabın müellifi ile görüşmüş. Bu adam daiki kişiden
birisidir. Ya Britanyada Arapça profesörü olan Yahudi Merceliyus'un İslama dair
yazdıkları İslâm'a ve Müslümanlara düşmanlığını ifade ediyor veya o Thomas
Arnold meşhur müsteşriktir. El-İslâm ve'1-Hilafe s. 175
[131] El-îslâm ve Usulu'1-Hukm, Ali Abdurrazzak s. 136,1978,
Daru Mektebeti'l-Hayat Beyrut,Talik Memduh Hakkı.
[132] Nefsu'l-Merci s. 210.
[133] Mebadui Nizami'l-Hukmi fi'1-İslâm, Abdulhamid
Mütevelli, 2. baskı 1974, Menşeetü'1-Me-arif, İskenderiyye
[134] El-İtticahatü'1-Vataniyyetü fi'1-Edep'il-Muasır,
Muhammed Muhammed Hüseyin 2/86, 3. baskı, 1392 h, Daru'n-Nehdati'l-Arabiyye.
[135] El-Fikru'1-İslâmi ve Sılatuhu bi'1-İsti'maru'l-Garbi,
Muhammed el-Behi, 8. baskı 1395 4.mektebetu Vehbe, Haşimi s. 232.
[136] Kitabu Hükmi Kibari'l-Ulema fi Kitabi'l-îslâm ve
Usulu'1-Hukm, s. 32, 2. baskı 1344 h.
[137] Onu Arapçaya eski Lazkiye Valisi, Beyrut vilayetinin
genel sekreteri ve Kahirede oturan
Abdulgani Sinni tercüme
etti. Kitabın üstünde müellifi meçhul. Fakat Muhammed Muhammed Hüseyin şöyle
diyor: "Türklerden oluşan komisyonumuz, Mustafa Kemal Atatürk ve
yolundakilerin işaretiyle ortaya konulduğu, hükümetlerinin yazılma işini üzerlerine
alıp neşrine yardım ettikleri bilinmektedir." El-İtticahatü'1-Vataniyye
2/68) Mütercimin de kitabın baş tarafında, niyetleri, şu sözüyle aşikardır:
"O fazıl insanlar meseleyi araştırarak, tetkik ederek hallettikden sonra,
fıkıh kitaplarından, vesikalardan, kitap, sünnet, kıyas ve icmâdan delilleri
alarak şer'i ahkâmı cemettiler ve "El-Hilafetü ve Sul-tanu'1-Umme ismiyle
anılan mecmuaya meclisin kararlarını neşrettiler. Kitabın Mukaddimesi: S: 1-3.
[138] El-Hılafetü ve Sultatü'l- Ümme s. 1-3,1342 H.
Matbaatuî-Hilal.
[139] Mebadiu Nizamil-Hükmi fi'1-İslâm, Abdulhamid Müdevelli
s. 158.. _____
[140] Ali Abdurrezzak ve kitabına müslüman alimlerden çoğu
reddetmeye ve bu konuda kitap telifine gayret etmişler. En meşhurları:
1- Nakdu Kitabi'l-İslâm ve Usuli'l-Hukuk Şeyh
Muhammed el-Hıdır Hüseyin, El-Ca-miu'l- Ezherin eski şeyhi
2- El- İslâm ve'l-
Hilafetü fı'1-Asri'l-Hadis, Nakdü Kitabi'l-îslâm ve Usülu'l Hukuk, Doktor
Ziyauddin er-Reis
3- Nakdun ilmiyyun
likitabi'l-İslâm ve Usu'lül-Hükm, Muhammed et-Tahir Aşir ve diğer alimlerinden.
[141] El-AhkâmuVSuItaniyye, Ebû Ya'la, s. 19,
Şerhu'l-Akideti't-Tahaviyye s. 410 4. baskı.
[142] Ulemanın bazısı, ümmetin imâm seçmeyi, imâmın tayini
gecikmeden doğan fetretin sınırr
Ummasının üç günde
olabileceği görüşündeler. Bu görüştekilerin delili Hulefa yi Raşidi-nin fiili
ve Hz. Ömer'in şu sözüdür:" Eğer ölürsem üç gün müşavere ediniz, dördüncü
gün gelince üzerinize sizden olan bir emir gerekir." Tarihu't-Taberî
3/293, Daha fazla tafsilat için bakınız: Kavaidu Nizami'l-Hukmi fı'1-İslâm,
Eî-Halidi, s. 254.
[143] El-Ahkâmu's-Sultaniyye, El-Maverdi s. 56.
[144] Ravdatü't-Talibin, Nevevî 10/43.
[145] El-Hisbe, Şeyhülislâm, İbni Teymiye s. 14.
[146] Mecmüu'l-Fetava 28/262.
[147] El-Müsamere, El-Kemal b. Ebi Şerif fi
şerhi'l-Müsayere, el-kemal b. Hümâm fi ılmı'1-ke-lam, s. 153, 2. baskı, 1347 H.
Matbaatu's-Saade, Mısır.
[148] Mecmüu'l-Petava 15/161.
[149] Mecmüu'l-Fetâvâ 15/165.
[150] Eıyasu'1-Ümem fi't-Tiyasiz-Zulem,
Ebul-Meali'1-Cüveyni, S. 144.
[151] Muidu'n-Niami ve Mübidu n^Nekam, es-Sübkî, s. 16.
[152] Fethu'1-Bâri 13/241
[153] Sahihi Buhari, ilim, 7, Fethu'1-Bâri 1/154, Buhari
Cihad 99, Fethu'1-Bâri 6/107, Ebü Da-vud, Hac ve İmare 27, Avnu'l-Mabud 8/268,
Tabakat İbni Sa'd 1/21, 2/16, Ahmed 3/133, Tabakat ibni Sa'd 1/92, Ahmed 5/68
[154] Alimlerin bazısı, cihadın fertlere de farzı ayın
olduğu görüşündeler. Şu ayeti Kerimeyi, Said b. El-Müseyyeb'in istidlal ettiği
hikaye edilmekte:"(Ey mü'minler!) Sizler gerek hafif, gerek ağırlıklı
olarak elbirlik (savaşa) çıkın. Allah yolunda mallarımızla, camlarımızla cihad
edin." (Tevbe 41) Sonra diğer ayette: "Eğer (emrolunduğunuz bu
cihada) elbirlik çıkmazsanız (Allah) sizi pek acıklı bir azab ile
cezalandıracaktır..." (Tevbe 39) Başka bir ayette: "Hoşunuza
gitmediği halde savaş size (farz kılındı)...." (Bakara 216) Bir de şu hadisi
şerifi delil getiriyorlar: "Bir kimse gaza etmeden ve onu gönlünden
geçirmeden ölürse nifakın bir şubesi üzere ölür." Müslim İmare 158, h.No.
1910, Efaû Davud, Cihad 18, Avnu'l-Mabud 7/181, Nesai Cihad 2 Ahmed 2/374,
Dârimi ve diğerleri. Fakat ulemanın cumhuru cihadın farzı kifâye olduğu
görüşündeler. Şu ayeti delil getiriyorlar: " Mü'min-lerin hepsinin (topyekun)
savaşa çıkmaları lâyık değildir. O halde onların her sınıfından birer zümre
savaşa gitmeli) kimi de din ve şeriat ilimlerini öğrenmeleri ve kavimleri savaştan
döndükten sonra onları Allahın azabıyla korkutmaları için (gitmeyip kalmalıdırlar)
olur ki (bu suretle mü'minler aykırı hareketlerden kaçınırlar." (Tevbe,
22) Fakat Fıkıh kitaplarında tafsilatlı olarak bazı yerlerde özel durumu
vardır. El-Muğni ve'ş-Şerhul-Kebir 10/364. İbn'ul-Kayyım da şöyle diyor.
"Bu İşin hakikati şu, cihad cinsi farzı ayndır. Ya kalble, ya lisanla veya
mal ve el ile. Her müslümanın bu çeşitlerden bir çeşidiyle mü-cahedesi gerekir.
(Zadu'1-Meâd 2/166)
[155] Giyasu'İ-Ümem, s. 156.
[156] El-Muğni ve'ş-Şerhu'1-Kebir 10/368,
El-Mektebetu's-SeIefiyyebi'1-medine, ve mektebetul Müeyyed bi't-Taif, Şerhu
Müntehal-İradat 2/92, Daru'1-Fikr.
[157] El-Ahkâmu's-Sultaniyye, Eb Yarla s. 27, El-Maverdi s.
11.
[158] Telbisu İblis, Îbnu'l-Cevzi, s. 14, 2. baskı, 1368 h.
Danı'l-Kütübı'Hlmıyye. ,
[159] Bedaiu's-Silk 2/131
[160] El-Musannef, Abdurrezzak 10/157, El-Behalci,
Es-Sünenii'1-Kübra 8/179 Ebû Nuaym, Hılyetu'î-Evliya 1/318. Ahmed, El-Taberani,
Mecmeu'z-Zevaid İbn u abdi'1-Berr, Camiıı beyani'1-İIm Fadluhu 2/103 ve
diğerleride.
[161] El-Acuri, eş- Şeria kitabında senediyle rivayet etmiş
s. 73. 1. baskı, 1369 h. Tahkik Mu-hammed Hamid el-Faki,
Matbaatu's-Sünneti'l-Muhammediyye. Ed-darimi, Sünen 1/51. Abdurrezzak,
el-musannef 11/426, El-Lalekai, Şerhu Usüli i'Tikadi ehîi's-Sünne 3/635, Hafız
ibni Hacer, tankları El-İsabe 5/168-169 de cem etmiş ve sahih olduğun isbat etmiş.
[162] El-Ahkâmu's-Sultaniyye, Maverdi, s. 16, EbûYa'lâ s.
27.
[163] Gıyasu'1-Ümem s. 156.
[164] Tefsiru'1-Kur'ani'l-Azim 2/171.
[165] Buhari, Cihad 73, Fethu'1-Bâri 6/85, Nesai, Cihad 39,
ibni Mâce, Cihad 7, Ahmed 1/62
[166] Müslim, İmare 163. h.No. 1913.
[167] El-Fethu'r-Rabbani sahibi El-Heysemî naklediyor,
Ahmed, Teberani, İsmail b. Yaş El-Medemyyinden rivayet etmişler, geri kalan
ricali sikadır. El-Fethu'r-Rabbani 14/10 Hadis zayıfdır. Çünkü ismail b.
Yaş'ın sadece Şamlılardan yaptığı rivayet sahihdir.
[168] El-Hısbe, s. 55 ...
[169] İbni Mâce,
Hudud 3, H. No. 2540, ez-Zevaid'de: îbni Hıbban'ın şartına göre isnadı sahihdir.
Rivayetlerini
[170] Ebû Davud, el-Akdıye 14, Avn 10/5, Ahmed 2/70, ahmed
şakir tashih etmiş, Husnedm tahrici 7/204 4. no: 5385, el-EIbanfnin sahih,
dediği gibi: Silsiletu 1-Ehadi s-Sahıh.
[171] En-Nesai, Haddü's-Sarık. 8/76, İbrti Mâce, El-Hudud 3
H.no. 2538, Ahmed 2/362 Müsne-din tahririne yapılan Tekmile'de El-Hüseyni
Abdulmecid Haşim sahih diyor. .No: 8723. El-Münziri Et-Tergib'de hasen hadis
diyor. İbni Hacer, et-Tergib ve't-Terhib'de Tabera-ni'nin el-kebir ve'1-Evsatta
rivayet ettiğini diyor. El-Kebirin senedi hasendir. s. 206, eî-Iraki,
el-İhya'ın tahririnde 2/155 hasen dediği gibi. El-Elbani de hasen diyor:
Silsiletu'I-Ehadi's-Sahiha hadis 231.
[172] Es-Siyasetü'ş-Şer'ıyye s. 68.
[173] Es-Siyasetü'ş-Şer'iyye s. 73.
[174] Katru'l-Veliyyi ala hadisi'l-Veliyy veya Velayetullahi
ve't-Tariku ileyha. Takdim ve tahkik: İbrahim Hilal s. 259, 1397 h.
Dara'l-kutubı'l-Hadis, Mısır
[175] İbni Mâce, Piten 20 h.no:4006, Tirmizi Tefsir 5
h.no:3050, hadis hasendir diyor Ebû Da-vud, Melahim 17, (Avn: 11/788) Münziri:
Ebû Ubeyde'nin Peygamber (s.a.v.) den. Mürsel olarak rivayet ettiği zikrolunmuş
diyor... halbuki önce de geçti ki Ebû Ubeyde b.Abdullah b. Mesud'un babasından
işitmemiş. Öyle ise munkatı hadisdir. (Avn'l-Mabud 11/488). Ahmed 1/391 Aynı
hadisde ilgili Ahmed Şakir: Hadis munkatı' olduğundan zayıfdır diyor. H.no
3717 (5/268).
[176] Bu maksadı öncekinden ayrı olarak ele aldım, ne kadar
dini uygulama konusunun içine girse de. Zira bu fiili uygulamadır. Bu dinin
muhafazasının en mühim vasıtalarından olduğundan şüphe yok. Bu asırda
ahlakımız tatbikden uzak değerlerden, beşeri kanunlarla, şahsi yöneliş ve
beşer nevasından meydana gelen cahili düzenlemelerle değiştirilmiş olmasından
dolayı önemine binaen ayrı bir maksat olarak ele aldım. Dinin ancak insan
hayatına girmeyen, tekrar edilen zikirler, ahlak ve mescidde uygulanan ibadete
ait alametlerden ibarettir diye hükmedenlere reddiye olarak müstakil bir
başlık altında yazmayı uygun gördüm.
[177] Enam, 57, Yusuf, 40, Yusuf, 67.
[178] El-İtisam 2/305.
[179] Mecmuu Fetava Şeyhı'l-islam İbni Teymiyye 19/280, Buna
yakın ibare de Minhacü's-Sünne 3/163 de var.
[180] Et-Turuku'l- Hukuniyye, ibnu'l-Kayyim s 13,14,
i'lamuÜ-Muvakkıin 4/375.
[181] İbni Receb el-Hambeli şöyle diyor: "Bilinmesi
gereken şeylerden birisi de birşeyin helalliğini ve haramlığmı söylemek.
Kitapdan ve sünnetten anlaşılan bazen gizli olur. Çünkü bu nassların delaleti,
bazen nassla ve açıkça oluyor, bazen umumi ve şümul yoluyla olur, bazen kavram
ve tenbih yoluyla olur, bazen da mefhumu muhalif yoluyla olur. Çoğunluk bunu
kabul ettiler ve onu hüccet yaptılar. Bazen de delalet kıyas babından oluyor. Eğer
Sari manalardan bir mana için bir konuda bir hükmü tayin edince, bu manada
bunun dışındakilerde mevcut ise ulemanın cumhuruna göre bu manasının mevcut
olduğu herşeye hüküm geçerli olur. Bu da Allahm indirip muteberliğini emrettiği
adi ve mizan babm-dandır. Bütün bunlar, kendisiyle naslarm helal ve haram
kılıncaya delaleti bilinen şeylerdendir." Camiu'l-Ulümi ve'1-Hıkem s.
267.
[182] Bunu Mücahid ve selefden daha başkaları böylece tefsir
etmişler. Tefsiru'î-Kur'an el-Azim.îbni Kesir 2/304
[183] El-Almani (Laiklik), Neşetüha, tetavvuruha, asanha
fı'1-hayati'l-İslâmiyyeti'l-Muasıra, Eş Şeyh Abdurrahman el-NavaM s.b 695
Ümmu'1-Kura Üniversitesi 1. baskı 1402 h.
[184] Kabatün Miner-Rasûl, Muhammed Kutup s. 191
[185] Et-Tetavuru't-Teşrii
fi'î-Memleketi'1-ArabiyyetiVSuudiyye, Muhammed Abdulcemad Muhammed, s. 18.
[186] Usul uleması müctehidde bulunması gereken belli başlı
şu şartları koşmuşlardır. Biz kısaca o şartlan belirteceğiz:
[187] Er-Risale, İmâm Şafii, Tahkik: Ahmed Şakir s. 53, 2.
baskı 13994. Mektebetü Dari't-Tü-ras(179) Ta'lik ala Müsnedi'1-îmam Ahmed
6/304.
[188] Müslim, Fedail 141 h.No. 2363, İbni Mâce, Ruuhün 15
Telkihu'n, Nahl h.no. 1471. Ahmed 3/152.
[189] Tahkimu'l-Kavanin, Muhammet! b. İbrahim s. 3.
[190] Tefsiru't-Taberi 6/253.
[191] Tefsiru't-Taberi 6/256,
[192] Şerhu'l Akidetit-Tahaviyye s. 363,364 1. baskı 1392 h.
[193] Tahkimu'I-Kavanin, Muhammed b. İbrahim, s.5-8. Bu
asrımızda ihtiyaçdan ilmi kuvveti
ve ehemmiyyetinden dolayı
imkan ölçüsünde kısaca naklettim.
[194] Tirmizi, Tefsir 10 4 no. 309. Bu, garib bir hadisdir.
İbni Cerir tefsirinde 10/114, İbni Sa'd,
Abd ibni Humeyd, İbnu'l-Münzir, İbni Teymiye Kitabu'1-İman s. 64 de, El-EIbâni, Gâyetü'l-Meram fi Tahrici Ehadisi'l-Helal ve'1-Haram s. 20 No. 6 da hasen hadis demişlerdir.
[195] Buhari, Diyat 9, Fedhu'1-Bârî 12/120
[196] Tefsim'1-Kur'ani'l-Azim, İbni Kesir 1/510.
[197] Fethu'1-Bâri 1/85.
[198] Et-Ta'lik ala Müsnedi'1-îmam Ahmed 6/303,
[199] Et-Ta'lik ala Müsnedi'1-îmam Ahmed 6/305.
[200] Et-Ta'lik ala Müsnedi'1-İmam Ahmed 6/305.
[201] Et-Ta'lik ala Müsnedi'1-İman Ahmed 6/305.
[202] Müslim, İmare 63. h. no. 1854, 3/1841.
[203] Buhari, Hudüd 19, Fethu'1-Bârî 12/112, Müslim, Zekat
91, h.no. 1031, 2/715, Tirmızi, Zühd 53 h.no. 2391, 4/598, Nesai, Adabu'1-Kada
78 8/222, Muvatta, şiir. 26952
[204] Ahmed 5/25, benzeri Buhari'de var, EI-Fethu'r-Rabani
23/14
[205] Ahmed, Heysemi, isnadı ceyyid, ricali, sahibinin
ricali diyor. Münziri: Bezzâr, onan ricali,sahihin ricali ile takne etmiş:
El-Fethu'r-Rabbani 23/14, Derimi, 2/240
[206] Müslim, İmare 18, hno. 1827, 3/1458, Nesai,
Adeb'l-Kudat, 8/221, Ahmed 2/160
[207] El-Emval s. 13.
[208] Buharı, Tefsir Serei Hud 5 Fethu'1-Bârî 8/354, Müslim,
Birr 61, h. No. 2583, 4/1997
[209] El-Hısbe, s. 94.
[210] Buhari, Cihad 12. Fethu'1-Bârî 12/87, Ebû Davud, Hadid
4, Avnu'l-Mabud 12/31.
[211] Ebû Davud, Diyat 15, Avnu'l-Mabud 12/269, Ahmed
rivayet etmiş, Ahmed Şakir sahih oldğunu söylüyor hadis: 286, 1/278, Tabakat
3/293
[212]El-İslâmu ve Evduna's-Siyasiyye s. 274
[213] Müslim, Bin- 32, h.no. 2564, 4/1986, Ebû Davud,Edep
46, Avn: 13/236 Tirmizi, Birr 18, h.no: 1927, 4/325, İbni Mâce, Zühd 23, h.no.
4213, 2/1406, Ahmed, 3/491
[214] Deylemi Sehl ibni Sa'd dan tahric etmiştir.
Keşfu'l-Hafai ve Müzüü'l-Elbaş, el-Aclünı 2/451, isnadı zayıf bir hadisdir.
[215] Ahmed 5/411.
[216] Ahmed, 2/524, El-Elbâni hadisi hasen hadis saymış ve:
Tahavi, İbni Mende ve Beyhaki rivayet etmişlerdir diyor. Ayrıca Sahihu'l-Camii's-Sağır
2/119 h.no. 1783.
[217] Müslim, İmare 57, h.no. 1850, 3/1478, Nesai,
Tahrimu'd-Dima, 27, 7/123, Ahmed 2/306,488 de de birbirine yakın lafızlar var.
îbni Mâce, Fiten 7, hno. 3948.
[218] Suyüti, Tahrihıı'l-Hulefa kitabında Ubeydi
halifelerinden hiçbir kimseyi yazmamış. Çünkü onların imamlıkları şunlardan
dolayı sahih değildir diyor. Önce, onlar Kureyşi değiller. Onlara avamın
cahilleri Fatımiîer ismini vermişler, ancak onların dedesi Mecûsidir. Sonunda
onların ekserisi îslâmdan çıkmış zındıklardır: Tarihu'l-Hulefa s. 4,5. Haşiye
yazan: Fatımilerin dedeleri hakkında, çok ihtilaflar var. Bize göre tercih
edilen onların cahil ve facir olmalarıdır. Mecûsi veya Yahudi olmalarıdır.
"Et-Tarihu ve'î-Hitat sahibi Makrizi gibi onları savunan hiçbir kimseyi
bulamadık. O kimse ithama uğrayan kimsedir. Çünkü nesebi onlara kavuşmakta:
Haşiyetu Tarihi'l-Hulefa 5.4 Haşiye yazan Mihammed Muhyiddin Abdulhamid. Ayrıca
Mülhaku Kitabi'l-Avasım min'el-Kavasım, İbnu'l-Arabi s. 199. Şeyh Ebû Amr.
Osman ibni Merzuk Ubeydiler döneminde Mısıra gelince arkadaşlarına, ancak
tanıdıkları kimsenin arkasında namaza müsade ederlerdi, ibni Teymiye de bunu şu
sözüyle del ilendirmiş: "Bu zamandaki Ubeydi melikleri şialık için arka
çıkıyorlardı. Onlar mülhid Batmilerdir." Mecmuatu'r-Resail ve'1-Mesail
6/199 Ubeydilerle ilgili daha fazla bilgi için Fetava İbni Teymiye 28/635.
[219] El-İslâm ve'1-Hilafe Dr. Ali Haseni el-Harputî, s. 7.
[220] Mustafa Kemal Atatürk (1880-1938) Selanik'te
doğmuştur. Osmanlı Ordusunda hizmette
bulundu. İngiliz dostu idi. Yahudilerin ve masonların aynı yolda oldukları
İttihad ve Terakki Cemiyeti onu Türk milletinin liderliğine hazırlıyordu.
İngilizlerin istekleri 1921 de gerçekleşti. 1924 yılında Hilafetin
kaldırıldığını ilan etti. Dini devletten ayırdı, islâm şeriatının tatbikini
yasakladı ve onun yerine Avrupa Medeni Kanununu koydu. Devamlı içen, bir kimse
idi. Aşırı içkiden dolayı hastalandı-ve 58 yaşında sirozdan Öldü. Mustafa Sabri
Efendi, Avrupada Mustafa Kemali övmek için 600 den fazla kitap yazılmış
olduğunu anlatıyor: El-Mevsüatu'1-Arabiyye 1/44, Nizamu'1-Hil afeti fi
Fıkh'l-İslâm, Mustafa Hilmi s. 540, Mevkıful-Aklı ve'1-İlmi ve'd-Din, Mustafa
Sabri 4/300, 301.
[221] El-İslâm ve'1-Hılafe s. 7.
[222] İslâm alemi, tek lider başkanlığında devlet iken
bugün, herbirisinin özel idarecisi, özel hududu, özel valileri ve özel hedefi
olan kırktan fazla devlet haline dönüştü.
[223] Reddu'l-Muhtar alad-Dürru'1-Mubtar 3.
[224] Et-Turuku'1-Hukmiyye s. 226.
[225] El-Harac, Ebû Yusuf s. 119.
[226] Usulu'd-Dave s. 227
[227] Tirmizi, İlim 16, h.no. 2676, Ebu Davud, Sünnet 5k,
ibni Mâce, Mukaddime 6, Ahmec 4/126 Darimi, Mukaddime 6
[228] Camiu'l-Ulümi ve'1-Hıkem s. 249
[229] Ahmed 5/382, Tirmizi, Menakıb 16, h.no. 3662, îbni
Mâce, Mukaddime 11, hno. 37, İbnu Ebi Asım, Es-sünne 2/545, Hâkim, sahih demiş
Zehebi de onu uygun görmüş 3/75, İbni Sa'd, Tabakât 2/98, ibni Asakir,
ed-Dürrul-Mensür 1/330,. El-Elbani sahilidir diyor, Sahihu'l-Camii's-Sağır
h.no: 1153, 1/372.
[230]Mecmûatul-Feteva 4/400.
[231] Şerhu'l- Akideti't-Tahaviyye, îbni Ebu'l-1221'l-Hanefı
s. 471. 3. baskı.
[232] El-Mu'temedu fi Usuliddin. Ebu Ya'lâ el-Ferra s. 226.
Daru'ş, Şark.
[233] Buhari Ezan 46, Fethu'1-bari 2/164, Müslim, Salat 101,
hno. 420, Tirmizi, Menakıb 1 Nesai, İmamet 15, ibni Mâce, İkametü's-salat 143,
h.no: 1234. Ahmed 4/412.
[234] El-Müsned Minmesaili'1-İmam Ahmed, el-Hallal 43 varak.
Eşari: Rasûlullah SAS in Sıddık'ı, muhacirler ve ensarın huzurunda "Allahm
Kitabını en iyi okuyan kavme imamlık yapszın" sözüyle birlikte insanlara
namaz kıldırmasını emrettiği kafi olarak bilinmektedir. Böyiece O'nun onların
en iyi okuyanı olduğuna delalet eder. Tarihu'1-Hule-fa s.63. Fethu'l-Bârî'de
İbni Hacerin de görüşü bu: 9/52. Fakat İmam Ahmed'in sözünü Ömer'in sözü
takviye ediyor: "Bizim en iyi okuyanımız Übeydir...": Buhari, Tefsir
7. Ebu Bekir sahabenin en iyi okuyanı demek onların en alimi ve en fakihi
manasmdadır. Tilavet konusunda ise Übey O'ndan daha iyi okuyan kimsedir, Allah
en iyi bilendir.
[235] Buhari, Menakıp 45, Fethu'1-Bâri 7/227, Müslim,
Fedailu's-Sahabe 2. hno. 2382.
[236] Tarihu'l-Hulefa s. 61.
[237] El-Faslu fı'1-Milel ve'1-Ehva ve'n-Nihal 4/108.
[238] Es-Savaıku'1-Muhrika s. 26.
[239] Buhari, ahkâm 51, Fethu'1-Bârî 13/206. Müslim,
El-Fedail 10, Es-sünnet, ibni Ebu Asım 2/547 Elbaninin tahliki.
[240] El-Fasl 4/108.
[241] Buhari, Ahkâm 51, Fethu'1-Bârî 13/205, Müslim,
Fedailu's-Sahabe 11, h. no. 2387.
[242] Müsnedü'1-İmam Ahmed 6/106, 6/144.
[243] El- Fasl 1/108.
[244] Hakim 3/77 hadise şahindir diyor. Zebebi de ona
muvafakat etmiş, İçinde Mısır b Mansure'l-Mervezî tercemei halini bulamadım,
ancak Tarihi Bağdat da 13/286 buldum takat o kimse hakkında cerh ve tedilde
bulunmamış. Fakat geri kalan ricali sikadir. EtTahrib 2/44.
[245] Az önce tahrici geçti.
[246] Es-Sünnet, İbni Ebu Asım 2/546.
[247] Tahrici biraz ileride gelecek.
[248] Mmhacü's-Sünne 1/139.
[249] Buhari, Hudüd 31, Fethu'1-Bârî 12/144, Müsnedü'1-İmam
-Ahmed EI-Fethu'r-Rabbânî 23/58, Siret ü'bni Hişam 4/660.
[250] Buhari, Ahkâm 51, Fâthu'1-Bârî 13/206, Müslim İmare
11, Şerhu'n-Nevevi 12/204, Ebu Davud İmare 8, Avn: 8/158, Tirmizi, Fiten 48,
Ahmed 1/43
[251] Müslim, Fedailu's-Sahabe 9, Şerh'n-nevevi 15/154,
Ahmed 6/63
[252] Ahmed, Ahmed Şakir sahih diyor. Müsnedin Tahhikı h.
no: 3189, 5/68
[253] Ahmed, Ahmed Şakir sahih diyor ki: 859 2/157, Heysemi:
Onu Ahmed, Bezzar ve Tabera-ni Evsat'da rivayet etmiş. Bezzarm ricali sikadır.
Mecmeu'z.Zevaid 5/176, Kenzu'l-Ummal Ahmed, İbni Ebi Haysene fi
Fedaİli's-Sahabe, Hakim, Müstedrekte, Ebu Nuaym Hilyede, İbni Cevzi El-Vahina
da rivayet etmişler Cevzi hata etmiştir. îbni Asakir ve Said b. Mansur rivayet
etmişler. Konu: 5/799 . H: 14419
[254] Çağdaş bazı Şiî Alimleri, Abdullah b. Sebenin hakikati
olmayan vehmi bir şahsiyet olduğu görüşünü ileri sürüyorlar. Onlardan birisi de
Abdullah Feyyaz Tarihu'l-İmameti ve Eslafıhüm mine-'ş-Şiâ kitabında s. 95
Mürteza el-Askeri, Abdullah b. Sebe s. 28 ve devamı, şia dışından Taba Hüseyin
Fi'1-Fitneti'l-Kübra : İbn's-
Sevda ancak vehimdir,
eğer mevcud olsaydı bu kadar tehlikeli olmazdı. 1/132 de diyor. Onu inkar
edenler bilmiyorlar ki bizzat şianın kendileri imamlara onun tercümei halini ve
sözlerini açıklamışlar hem de en büyük yetişmiş örnek diye: Mesailu'l-İmamiyye
s. 22, El-Rummî.
[255] Usulu'1-Kafı, El-Kuleyni 1/239, 3. baskı 1388 h.
Daru'l-Kutubi'I-îslâmiyye, Tahran.
[256] Ancak gerekli olan, gerçekten mezheplerini ortaya
koymak, yanlışlıklarını izah, İslama aykırılıklarını açıklamak, gerekmektir ki
insanların kafaları karışıp bu tip tartışmalarla vakitler zayi edilmesin. Biz
onların Ehli sünnet olmasını bekleyemeyeceğimiz gibi, onlar da bizim Şiâ
ölmemizin mümkün olmadığını bilerek iyi ilişkilerimizi geliştirebiliriz. Bugün
özellikle elimizde bulunan eski yeni sünnet alimlerinden çoğu hakkı ortaya
çıkarmak için onlara karşı koymuşlardır. İlmi, hassas münakaşaların yapıldığı
kitapların en kapsamlısı İbni Teymiye'nin, Minhacü's-Sünneti'n-Nebeviyye fi
Nakdi Kelami'ş-Şiâti'l-Kaderiyye kitabıdır.
[257] Mu'cemu'l-Büldan, VI, 2969: İA, "Gadir"
[258] Dairetu'l-Muarifı'l-İslâmiyeti'ş-Şiîyye, 37. Beyrut,
1968.
[259] Esed Haydar, İmam Sadık ve'1-Mezahibu'l-Erbaa, I,
91.92; İmam Şerafüddin, el-Müracaat203.
[260] Taberi, Mecmu'l-Beyan, III, 233.
[261] Tirmizi, Menakıb, 20.
[262] Emini Abdulhuseyn, el-Kadir fi'1-Kitab ve's-Sünne
ve'1-Edeb I, 11 (Beyrut İs).
[263] Hasan, Şevahidu't-Tenzil, I, 87, 191,192 (Beyrut
1974).
[264] a.g.e., s.
[265] Münâvi, Feyzu'l-Kadir, VI, 216 (Beyrut 1972). Tabakat
kitaplarında böyle bir râvi yoktur.
[266] Şevahid, II, 287.
[267] M, Emin Galibi, Tarihu'l-Aleviyyin, 58,61 (Lazkiye
1924).
[268] A. Ruyyap Pulemânt, Terkihu'l-Makaİ, I, 214 - 216
(Necef 1349).
[269] Cemal Sofuoğlu, "Şiânın sahabiler hakkındaki bazı
görüşleri", AÜİFD, XXIV, 533 ra, 1981
[270] Şehid, age, 185.
[271] Mamekânt, Mikbas, s. 77.
[272] Şehid, age, 185.
[273] Tenkihu'l-Makal, İ, 210, 211.
[274] Bahüuddin Amil, el-Vecize, mukaddime (Thrn 1356).
[275] age, s. 2
[276] Haşim Maruf, Dirast fı'1-Kafm'l-Küleyni
ve's-Sahihi'1-Buhari, s. 19 (Beyrut 1972).
[277] M. Hüseyin Celâli, el-Mesüdıru'i-Hadis inde'ş-Şiâ,
önsöz (Kahire 1975).
[278] age.
[279] . Usûl
eî-Kâfi, I, 462.
[280] Tarihu Bağdad, XII, 232.
[281] Hasan Sadr, Te'sisu'ş-Şiâ, s. 270 (Bağdat, 1951).
[282] Aynı yer.
[283] Aynı yer.
[284] Aynı yer.
[285] Musannifin ismi Küleyni ve Külini şeklinde
okunmaktadır. Bk. Tenkihu'l-Makal, I, 48
[286] Ağa Büzürk Tahranî, ez-Zerl ila Tasanifi'ş-Şiâ, XVII,
345.
[287] Donaldson D, Akideu'ş-Şiâ, s. 284 (Mısır 1946).
[288] Ebu Cafer Tüsî, el-Fihrist, s. 135 (Necef 1937).
[289] M. Hüseyin Celal, Mesüdiru'l-Hadis inde'ş-Şiâ, s. 6
(Kahire 1975).
[290] el-Fihrist, s. 136.
[291] Te'sisu'ş-Şiâ, s. 78.
[292] Usûlü'1-Kafl, I. 53.
[293] age, I, 64.
[294] age, I, 335'
[295] age, I, 346.
[296] Ebu'l-Kasım Hûl Mucemü Ricali'l-Hadis, I, 40 (Necef
1970).
[297] Akidetu'ş-Şiâ, s. 286.
[298] Men la Yahduruhu'l-Fakih, onsuz
[299] el-Fihrist, s.
157.
[300] Men la Yahduruhu'l-fakih, önsöz.
[301] M. Ebu Zehra, tmam Sadık, s. 438. (Mısır, ta.).
[302] Mucemu Rica'l-Hadis, I, 105.
[303] Mirza Muhammed Bakır Musevi, Ravzatu'l-Cennat, VI, 219
(Tahran 1390).
[304] Tehzibu'l-Ahkâm, önsöz (Tahran 1390.
[305] Aynı yer.
[306] Usulu'1-Kafı 1/146 Caferi Sadıka nisbet ediyorlar.
Sözü: "Görüşün açığa çıkması kadar Allah'a hiçbJrşeyle hamd edilmez."
bir rivayette de:" gibi hiç birşeyle Allah'a kulluk edilmemiştir."
[307] EHMilel ve'n-Nihal, Eş- Şehristanî, 1/160.
[308] Müslim, Edahi 45, h. no 1978, Nesai Taharet 105, Ahmed
1/118.
[309] el-Mübarekfûrî : Ahmed ve Beyhakinin Delailü'n-Nübuvve
de hasen senedle tahriç ettiğini söylüyor.
[310] Tabakatu ibni Sa'd 3/183 İbni Asakir uzun olarak
tahric etmiş. Tarihu'l-Hulefa, Suyûti s. 177, El-Hallal, El-müsned nıin
Mesaili'1-İmam Ahmed 37. varak.
[311] El- Mübarekfüri: Hakim, Müstedrek'de, Beyhaki,
Ed-Delial'de sahih diyerek tahric etmişler Tuhfetu'l-Ahvezi 6/478 Buna yakın
olanı Ahmedin Abdullah b. Seb'â isnatla rivayetidir.: Bize Ali hitab etti....
dediği hadi. Ahmed Şakir sahih diyor 2/340
[312] Ahmed, Sahriba El-Fethu'r-Rabbam sahibi: Senedde Ali
b. Zeyd, o da ibni ced'andır. Bazıları bu zatı sika diğerleri de zayıf diye
nitelemişler. İsnadı ceyyiddir: El-Fethu'r-Rabbani 23/116, Ahmed Şakir
Salihdir diyor El-Müsnede bak 1206 no 2/287
[313] Hafız İbni Kesir: (Beyhaki Hakim'den ve Ebu Muhammed
b. Hamidı'l-Mukurriden8 rivayet etmiş. Ali b. Asım, Cerirden, o da Ebu
Nadradan, O da Ebu Said el-Hudri denrivayet etmiş...) ve şöyle diyor: İsnadı
Sahih, ebu Nadr el-münzir b. Melikden, O da Ebu Said Sa'd b. Malik
sinanel-hudriden) şöyle diyor: (Burada büyük bir faide var, O da Ali b. Ebi
Talibin bey'at fetmesi, ya birinci gün, ya da vefatın ikinci günü diyor ki: (Bu
hak olur. Ali b. Ebu Talib, Sıddiktan ayrılmadı, vakitlerden hiçbir vakit,
namazlardan hiçbir namaz da da arkasından ayrılmamıştır. Eİ-Bidâye ve'n Nihâye
5/249
[314] El-Bidâye ve'n-Nihâye, İbni Kesir 5/250, isnadı
ceyyiddir.
[315] Fethu'1-Bâri 7/495, Ahmed ve diğerlerinin rivayet
ettiği hadisde olduğu gibi Hz. Ebu Be kir bunu açıklamıştır. O hadisede:
"... Bana bu sebepden dolayı bey'at ettiler, ben de kabul ettim, fitne
olmasından, sonra da irtidat olmasından korkmuştum, ifadesi mevcuttur. ibni
kesir şöyle diyor: Bu, kuvvetli ceyyid bir isnaddır. EI-Bidâye ve'n-Nihâye
5/248
[316] Buhari, El-Meğazi 38 Fethu'1-Bârî 7/493, Müslim Cihad
ve siyer 52 .no. 1759.
[317] El-Bİdâye Yve'n-Nihâye 5/249,250 Fethu'1-Bâri 7/495.
[318] Bazı rivayetlerde gelen isimleri: Uveymir b. Saide ve
İna'n b. Adiy: Siretu'bni Hişam 4/660, Fethu'1-Bârî 12/151, El-Fethu'r-Rabbani
23/60
[319] Hafız İbni Hacer: İsmine rastlamadım. Sabit b. Kays b.
Şemmas, Ensann hatibi diye çağrılıyordu. O unvamla meşhurdu. Fethu'1-Bârî
12/151.
[320] Burada Sa'd (r.a.)'ın tekrar tekrar zikrettiği diğer
rivayetler var. İmam Ahmed'in Müs-ned'dein, Sıddik'in Osman'dan, onun, Ebû
Muuaviye'den, onun da Davud b. Abdullah el-Evdi'den, onun da HumeytV Abdrrahman
dan- O Humeyri-rivayet edip sakife hadisini zikretmiş. O hadisde:
Sıddik-(A'zam) şöyle demiş: Bu emrin
sahipleri Kureyşdir.
İnsanların iyileri onların iyisine tabi olur, facirleri de facirlerine tabi
olur. Ravi diyor: Sa'd ona şöylededi:
Doğru söyledin,- bizler vüzera sizler de ümerâ (olalım.) Müsned: 1/5 îbni
Teymiye: "Bu hasen mürseldir, Belki Humeyd onu orada bulunan Sahabenin
bazısından almıştır..." Şöyle diyor: "Burada cidden büyük bir faide
var. O faide de şu: Sa'd b. Ubade ilk emirlik davasındaki makamı olan idi.
Sıddik'in emirliğini ikrar etti. Allah onlardan razı olsun."
Minhâcu's-Sünne 1/143. Ahmed Şakir ise bu hadisde kesiklik var diye zayıflığa
nisbet etmiştir. Diyor ki: Humeyd b. Abdurahman el-Humeyri et-Tabii sikadır,
Ebû Hureyre, Ebû Bekir, İbni Ömer ve îbni Abbas gibilerden rivayet eder. Burada
ise bu hadisi kimden aldığını açıklamamış. Peygamber'in vefatına yetişmediği
sakife hadisesine ulaşmadığı açıktır. 1/164. Heyseni de : ricali sikadır, ancak
Humeyd b. Abdurrahman Ebû Bekir'e ulaşmamıştır: Mecmau'z-Zevâid 5/191.
[321] Buharı, Muharibin min ehli'l-Küfri ve'r -Ridde 25,
Fethu'1-Bâri 12/144 Müsnedu'1-İmam Ahmed 1/56, Tahkik Ahmed Şakir. Siretü ibni
Hişam 4/660 Menakıbu Ömer b. El-Hattab, İbnu'l-Cevzi s. 51
[322] Buhari, Ahkam 51, Fethul-Bârî 13/206, El-Bidâye
ve'n-Nihâye 6/306 Siretü'bni Hişam 6/301
[323] El-Bidâye ve'n-Nihâye 6/301, demiştir ki: İsnadı
şahindir. Siretu ibni Hişam 4/661 e bak!
[324] Siretü'bni Hişam 4/658, El-Bidâye ve'n-Nihâye 6/301
[325] El-Bidâye ve'n-Nihâye 6/302, Hz. Ebû Bekir (r.a.) e
bey'at ettikleri dair kitabın (araben) 142. sahifesine bakılsın.
[326] Menakıbu Ömer b. el-Hattab s. 52.
[327] Et-Tabakâtul-Kübra, İbni sa'd 3/199-200. Bunu muhtasar
olarak Tarihu't-Taberi 3/428 bak. 2. baskı, Menakib-u Ömer'abni'l-Hattab,
Ibnu'l-Cevzi s. 54.
[328] Hz. Ömer (r.a.) den şu sabittir. Kendisine, "Ey
Müminlerin Emiri! yerine halife bırakma-yacakmısm?" denilince: "Eğer
halife bıraksam benden daha hayırlı olan halife bıraktı. Eğer terkedersem, benden
daha hayırlı olan-Rasülüllah SAS ı kas dediyor-bırakmadı. (Orada bulunan
ashab) O'nu övdüler. Bunun üzerine Hz.Ömer:"Ben bir halife tayin etmek ve
tayinimde isabet ederek medholunmak isterim. Fakat isabet olunmamasından da
korkarım. Ben bu hilafet işinden ne kârlı, ne de zararlı olmayarak kurtuldum.
Artık şimdi belli bir kimseyi yerime halife ederek hayatında ölümünde
mesuliyetim yüklenmek istemem." dedi, Hadis müttefekun aleyhdir. Halife
barakma işini altı kişiye ait kılması, Mecûsînin kendisini yaralamasından önce
olması, veya onu demesi, sonra ondan vazgeçip altı kişiyi tayin etmesi
muhtemeldir.
[329] Onlar cennetle müjdelenen on kişinin geri
kalanlarıdır. Ebû Bekir ile Ebû Ubeyde ölmüştüler. Onlardan birisi Hz. Ömer,
birisi de Sa'd b. Zeyd. Hz.Ömer ehli şûra arasına Said b. Zeydi tayin
etmemişti. Belki sebep Hz. Ömer'in amcasının oğlu olmasıdır, ismini bile anmamıştır
Allah en iyi bilendir. Fethu'1-Bârî 7/67
[330] Buhari, Fedailu's-Sahabe 8, Fetuh 7/59, Ahmed 1/192,
Tarihu't-Taberi 4/228 Tarih'1-Hule-fa s. 135, El-Bidâye ve'n-Nihâye 7/145.
[331] Buhari, Ahkam 43, Feth'1-Bâri 13/193, El-Bidâye
ve'n-Nihâye 7/146.
[332] Minhacu's-Sünne 3/166.
[333] Minhacu's-Sünne 3/162.
[334] Fethu'1-Bârî 13/207.
[335] Minhacü's-Sünne 1/29.
[336] El-Müsned min Mesailil'1-İmam Ahmed, EI-Hallal 48.
varak
[337] Nizamul-Hilafe fî'1-Fikri'l-İslami s. 106
[338] Nizamü'l-Hilafe Pikri'l-İslami s. 106
[339] El-Müsnedü min Mesaili'I-İmam Ahmed, El-Hallal 63.
vara
[340] El-Eidâye ve'n-Nihâye 7/227, Taberİ 4/434
[341] Tarihu'l-Teberi 4/434-435 (Muhtasar olarak)
[342] Hâkim, Müstedrek 2/353 Rıb'i b. Hiraş isnadıyla. Ravi
diyor ki: Hz. Ali (r.a.)'nin yanında otururken O'na Talha'mn bir oğlu geldi.
Hamiş de, Kenzu'l-Ummal sahibi Musa b. Talha geldi diyor. Hz. Ali'ye selam
verdi, O da merhaba, dedi. Musa dedi ki: Merhaba diyorsun bana Ey Müminlerin
Emiri, bahamı sen öldürmedin mi, malını almadın mı? Hz. Ali: Senin malın
Beytül-mâl'da ayrılmıştır, yarın olsun onu al, babamı öldürmedin mi sözüne
gelince, ben ve baban şöyle olanlardan olmayı istiyoruz. "Biz onların
kalblerindeki kinleri çıkarıp atmışızdır. Hepsi de kardeş olarak tahtlar
üzerinde karşı karşıya oturuculardir." (Hicr: 47) Hamedan'dan bir adam
dedi: Allah bundan daha adildir, öyle bir bağırdı ki köşk sallandı sanki: O da,
o zaman biz onlar gibi değil miyiz?
dedi. Hakim, Müstedrek,
tefsir 2/352-354 isnadı Sahih-i Buhari ve Müslim muhalefet etseler bile Zehebi
de aynı görüştedir.
[343] İmam Ahmed, Müsned'inde Osman'ın senediyle rivayet
etmiştir. Hz. Osman'dan halife bırakması istenince susmuştur. El-Müsned hadis:
455. Ahmed Şakir: İsnadı sahihdir, diyor. Diyor ki: Buhari ve Hakim rivayet
etmiştir. 1/358.
[344] Buharı, Ahkâm 51, Fethu'I-Bârî 13/206, Müslim, İmare
llm, Tirmizi, Fiaeaten 48, Tahki-kuhu Ahmed Şakir, Ahmed, Müsned 1/43, Ebû
Davud, İmare 8 Avnu'l-Mabud 8/157
[345] Buhari, Muharibin 16, Fethu'1-Bârî 12/144, Ahmed
Müsned 1/56, Tahkik, Ahmed Şakir. Siretu İbni Hişam 4/660, Menakıbu Ömer
İbni'l-Hattab, İbnu'l-Cevzi s. 51
[346] Ebû Ya'la diyorki: İbni Batta, Hz. Ali isnadıyla
rivayet etmiştir. el-Mutemed s. 225, İmam Ahmed, Müsned'de 1/209 şu lafızla
rivayet etmiştir: "Eğer Aliyi emir yaparsanız- gerçi sizi bu işi yapan
kimseler olarak da görmüyorum- O'nu sizi sıratrmüstekime götüren, doğru yolu
tutan, doğru yola ileten kimse olarak bulursunuz. Tahricin fazlasına bak. s.
135
[347] Şarhu Saihih Müslim, Nevevî 12/205.
[348] Riasetü'd-Devleti fı'1-Fıhkı'l-İslami, Muhammed Rafet
Osman s. 257.
[349] Siretü İbni Hişam 2/51, Tabakatü İbni Sa'd el-Kübra
3/602.
[350] Ahkamu Ehli'z-Zimme, tbnu'l-Kayyım 2/414, tahkik
Subhı's-Salih
[351] Ahkamu Ehli'z-Zimme, İbnu'l-Kayyım 1/242 tahkik
Subhı's-Salih
[352] Buhari, Fiten 18, Fethul-Bârî 13/53, Nesai, Kudat 8,
Tİrmizi, Fiten 75.
[353] El- Muğni ve'ş-Şerhu'1-Kebir 11/ 380.
[354] Giyasu'1-Ümem s. 49
[355] Müslim, Misakaat 123, .no 1602, Nesai, Beyat. Tirmizi,
Buyu' 22, îbni Mâce, Cihad 41.
[356] Tedribu4r-Ravi Şerhu Takribi'n-Nevevî 1/301
[357] El-Ahkamu's - Sultaniyye s. 6, el-Ahkamu's-Sultaniyye,
Ebû Ya'la el-Ferra s. 19
[358] Gıyaasu'l-Ünıem s. 50
[359] El-Ahkamu's- Sultaniyye s. 6, El-Ahkam's-Sultaniyye,
Ebû Yala s. 19.
[360] El-Ahkamu's- Sultaniyye s. 5, 6. (3O5)E1-Muğnifi
Ebvabi't-Tevhid ve'l-Adl 20/68.
[361] EI-Ahkamu's-Sultamyye s. 19
[362] El-Faslu fi'1-Minel ve'n-Nihal 4/668
[363] El-Ahkamu's-Sultaniye, Mâverdi s. 7, Ebû Yala s. 24
[364] El-Ahkamu's-Sultaniye, Mâverdi s. 7, Ebû Ya'la s. 24
[365] El-Ahkamu's-Sultaniye, Mâverdi s. 7.
[366] EI-Ahkamü's-Sultaniyye s. 7.
[367] Hak olan: Burada münakaşa ve çekişmenin olmaması.
Ancak toplanırlar, onlar bırbırle rinden vazgeçerler, iki kişi arasında davam
eder ve hakem söz konusu olur. Hakem insanlara müşamere eder, insanların
tercih ettiğini tercih eder.
[368] Müsealü'I-İmam Ahmed, oğlu Abdullah'ın rivayeti s.57.
Tahkik Züheyr eş-Şâvîş el-Mekte-betü'l-İslami.
[369] El-Ahkamus-Sultaniyye, Ebû Ya'lâ s.25.
[370] riâmül-Muvakkin 1/107
[371] Mekalatu'l-İslamiyyin 2/194, Em-Farku Beyne'l-Fırak s.
176.
[372] Mihhacu's-Sünne
[373] El-Mukaddime s. 214,
[374] El-Mecmu’Şerhu’l Muhezzep-et-Tekmile,el-Mutif 17_519..
[375] El-Fasl 4?167.
[376] Measirul-İnafe 1/42.
[377]Measiru'l-İnafe 1/43.
[378] El-Fasl 1/167. El - Muğni 20/252.
[379] El-Ahkam's-Sultaniyye s. 7.
[380] Measir'l-İnafe 1/43, Nihâyetl-Muhtac, er-rameli 7/410.
[381] Nihâyetu'l-Muhtac 7/410.
[382] Nihâyetu'l-Muhtac 7/410.
[383] El-Ahkamu's-Sultaniyye s. 7.
[384] Usulu'd-Din-Bağdadi ş. 281.
[385] el-Ahkamu's-Sultaniyye, Maverdi s. 7. •
[386] Usulu'd-din s. 281.
[387] El-Mevakıf, el-ici s. 400.
[388]
(Fedaihu'l-Batmiyye s, 176.
[389] Gıyasu'1-Ümem fî't-Tiyasu'z-Zulem s. 54.
[390] Gıyasu'1-Ümem fî't-Tiyasu'z-Zulem s. 56.
[391] Ahkamul-Kur'an 1/269.
[392] Tetimmetu'r-Ravdu'n-Nadir, Seyyid Ahmed el-haseni
5/28.
[393] en-Nazariyyatü's-Siyasiyyetü'1-İslamiyye s. 227
[394] Measirul-İnafe 1/144, Ravdatü't-talibin, en-Nevevî
10/434, Nihâyetu'l-mkuhtac
[395] Usulu'd-Din, Bağdadi s. 281.
[396] Usulu'd-Din, Bağdadi s. 126.
[397] Riasetu d-Devleti fi'1-fıkhi'l-İslam s. 268.
[398] El-Mu'temedu fi Usuli'd-din, Ebû Yala s. 2389.
[399] Minhacu's-Sünne 1/142.
[400] Mihhacu's-Sünne 1/142
[401] Buhari, Muharibin 16, Ahmed 1/56, Menakibu Ömer b.
el-Hattab, İbnu'I-Cevzi s, 51.
[402] Münhacu's-Sünne 1/142.
[403] Sonra, bu manaya yakın bir lafız olarak İbni Sa'd'm
Tabakât'mda buldum. O da şu ".... Hz. Abbas, Hz. Ali'ye kalk ayağa ki, ben
ve burada bulunanlar sana bey'at edelim, bu gibi şeyler böyle durumlarla
reddolunmaz zira işi elimizdedir....: et-Tabakatü'1-Kübra 2/246. Fakat
isnadında Muhammed b- Ömer var, el-Vakidi, Cerh ve tadil ulemâsı bu zatın
rivayetini zayıf görmekteler: Tehzibu'Tehzib 6/369 Zehebi:"Vâkidi'nin
zayıflığı üzerine icmâ hasıl olmuştur" diyor: Mizanu'l-i'ti'dal 3/666,
"Bununla birlikte Vâkidi tarihin, siyer ve ahbarın imamıdır":
Mizanu'l i'tidal 3/363.
[404] Riasetu d-Devleti rVI-Fıhkı'1-İslami s. 273.
[405] Ahmed 1/1826, Tirmizi, Fiten 7,İbni Mâce, Tayalisi ve
diğerleri. Elbani sahihdir diyor: .Silsilet'l-Ehadi's-Sahiha: 1/173, Ahmed
Şakir de Müsned'in tahricinde sahihdir diyor: H.no.114, 1/204, er-Risale,
eş-Şafii rakam 13125.
[406] Turûk-u Îhtiyâri'l-Halife Dr. M. Naci s. 192.
[407] el-Ahkam's-Sultaniyye, Maverdi s. 7
[408] Önceki geçen rivayetle, ibarede ehli hal ve'1-akdm
yerine müslümanlar kelimesi var, bu rivayette ise neşreden parantez içinde ehli
hal ve'1-akdı yazmış, haşiyede asıl yazı budur, diyerek talik yapmışlardır.
Bunu nereden aldığını bilmiyorum. Belki kendisinden içtihad olarak yazmıştır.
[409] el-Ahkamu's-Sultaniyye, Ebû Ya'lâ 23
[410] Tirmizi, Menakıb 38, Ahmed 5/385
[411] Lisanu'1-Arab "Ahd" maddesi 3/311
[412] Nizamu'l-Mülkifi'ş-Şeriatı ve't-Tarihi'1-İslami Dr.
Zafirel-Kasımi s. 168
[413] Buhari, Ahkam 51, Feth'ul-Bâri 13/206
[414] Müslim, Fedailu'a-Sahabe İl, h.no: 2387, Ahmed 6/106,
.144
[415] Minhacü's-Sünne 1/140., .
[416] Buhari, Ahkam 51, Fethul-Bârî 13/206, Müslim, İmare
11, Şerhu'n-Nevevı 12/204, &du Davud, İmare 8, Avnu'l-Ma'büd 8/158,
Tirmizi, Fiten 48 Ahmed 1/43
[417] El-Akamu's-Sultaniyye s. 10
[418] Şerhu Sahihi Müslim Nevevî 15/205
[419] Meratibu'l-İcma'ı İbni Hazım s. 145
[420] Hz. Ebû Bekir'in hakkında nass olduğunu idda
edenlerden birisi de İbni Hazım'dır ki bu yolu tercih etmiştir, sahih veliahdi
bu prensip üzere hasretmiş.
[421] El-Faslu fi'1-Milel ve'n-Nihal 4/169
[422] El-Mugni fi Ebvabi't-Tevhid ve'l-Adl 20/205
[423] Neyl'l-Evtar 6/56
[424] Buhari, Mağazi 44, Fethu'1-Bârî 4/510, Bunun benzeri
imam Ahmed in Müsned ‘inde 1265
[425] Hz. Ebû Bekir ile Hz. Osman'ın bey'atlan bahsine
bakın.
[426] Er-Ravdu'n-Nadir, şerh Mecmu'I-Fıkhi'l-Kebir,
es-Siyaeği, Tetimme, Ahmed el-Haseni 5/18
[427] EI-Ahkamu's-Sultaniyye s. 25.
[428] Mihracü's-Sünne 1/142
[429] El-Akhamu's-Sultaniyye Mâverdi s. 10
[430] Neşetu s-Selame fi MarifetMilafe, Abdulkadir Ahmet et.
Taberi 23 varak Ummul Kura Üniversitesi Kütüphanesi 1818 noda kayıtlı.
[431] El-Ahkamu's-Sultaniyye, Mâverdi s. 10
[432] Revdatü't-Talibin 10/43
[433] En-Nizamu's-Siyasi fi'1-İslam, Dr. Muhammed Abdulkadir
ebü Faria, s. 247
[434] Riasetü'd-Devleti fi'1-Fıhkı'l-îslami s. 287
[435] Bu şartın izahı s. 189 da geçti, daha geniş izahı
"bey'atın şartlan"nda geçecek.
[436] Yeni yazarların bazısı buna itibar etmiyor, üçüncü bir
yolu kabul ediyor ki o ise: Itımad edilen kimselerin tayin yolu: El-Halifetü
Tevliyetühu ve Azluhu, Dr. Salah Dsbus, s. 159. Halifenin vasiyet etmesi ile
bunun arasında bir fark görmüyoruz. Çünkü vasiyet eden imam, imamet şartlarına
kemaliyle sahip olandır, o da sika olan, sağlam olanlardan olur.
[437] Measirul-inafe 1/52, El-Ahkamu's-Sultanîyye, Ebû Ya'lâ
s. 25, Mâverdi s. 10
[438] Mukaddime, İbni Haldun s. 210.
[439] Measiru'l-İnafe 1/52, el-Ahkamu's-Sultaniyye, Mâverdi
s. 10
[440] Tabakâtu İbni Sa'd 3/343.
[441] Fethu'I-Bârî 7/67.
[442] Müsnedi Ahmed 2/ H. no 1078, Ahmed Şakir: İsnadı sahih
diyor: 2/242, Mecmeu'z-Zevaid 9/137: Ahmed, Ebû Ya'la rivayet etmiştir. Ricali,
Abdullah b. Sebi'den başkası sahih ricaldir sikadırlar, Bezzar, hasen isnadla
rivayet etmiş diyor.
[443] El-Halifetu Tevliyetuhu ve Azluhu s. 149
[444] El-Mukaddime İbni Haldun s. 206
[445] El-Mukaddime İbni Haldun s. 212
[446] Usülü'd-Din s. 184
[447] El-Faslu fi'i-Milel ve'n-Nihal 4/167.
[448] Buhari, Buy 68, Fethu'1-Bârî 4/370, Müslim, İman 56,
Tirmizi, Birr 17 Nesai, Bey'at 16, Dârinî Buyu'da, Ahmed 4/358.
[449] Müslim, Cum'a, h.no. 868.
[450] Buhari, Ahkam 50, Fethu'1-Bârî 13/205.
[451] Birinci Akabe Bey'atı, Kadınlardan bey'at alma
konusunda olduğu gibi bunda da İslam'a giriş üzeı-e olan bey'at idi. Buharı,
iman 11, Fethu'1-Bâri 1/64 ve Siretü'bni Hişam 1/433 e bak.
[452] Müsned-i İmam Ahmed 5/125 Siretü'bnü Hişam 1/443.
[453] Tefsiru't-Taberi 11/35.
[454] Meanic'l-Kabül 1/300, Gemaatü Ihyai't-Türas, Mısır.
[455] Siretü İbni Hişam 3/315, Tefsiru İbni Kesir 7/314
[456] Buhâri, Meğazi 37, Fethu'1-Bârî 7/449, Müslim, Imare
81.
[457] Müslim, İmare 68
[458] Buhâri, Cihad 110, Fethu'1-Bârî 6/117,
[459] Buhâri, cihad 110, Fethu'I-Bârî 6/116, Müslim, İmare
84.
[460] Buhâri, Piten 2, Fethu'1-Bârî 13/5, Müslim, İmare 41
[461] Müslim, İmare, 90
[462] Nihâyetü'l-Muhtac 7/390
[463] Buhari, Ahkam 46, Fethül-Bârî 13/200
[464] Buhari, Muharibin 16, Fethu'1-Bârî 12/145, Ahmed 1/56
[465] Sünemü'l-Beyhaki 8/151
[466] Measiru'l-İnafe 1/45
[467] Müslim, îmare 61
[468] Buhari, Enbiya 50, Müslim, İmare 44, İbni Mâce, Cihad
42, Ahmed 2/97
[469] Hılyetu'l-Evliya, Ebû Nuaym 2/170, Iraki, isnadı
sahihdir, diyor. İhyayı Haşiyetü 2/145 El-Bidâye ven-Nihâye 9/60, 101
[470] Siretu'bni Hişam 4/661, el-Bidâye ve'n-Nihâye 6/301,
İbni Kesir, İsnadı sahihdir.
[471] Buhari, Ahkam 43, Fethu'1-Bârî 13/194
[472] Gerçek olan, ayetin bir cüzüdür, müstakil bir ayet
değildir, Maide Suresi 44,45,47. ayetlerin son kısımındadır.
[473] Buhari, İcare 11, Fethu'1-Bârî 4/451, Ebû Davud,
Akdiye 15, Avnu'l-Mabüd 9/516 Tirmizi,
Ahkam 17.
[474] El-Bidâye ve'n-Nihâye 10/84
[475]Adabü'ş-Şafıi ve Menakıbuhu, er-Razi s. 203
[476] Measiru'l-İnaşe, el-Kalkaşehdi 1/45
[477] Advau'l-Beyarn 1/61
[478] Ehl-i hal ve'l-akd ile ilgili konuya bakınız.
[479] Fethu'1-Bârî 13/200 .
[480] Buhari, Ahkam 4, Fethu'1-Bârî 13/121, Müslim, tmare
55, Darinci sire 7. Ahmed 1/275 .
[481] Fethul-Bârî 13/7.
[482] Müslim7/161, İmare 46, Ebû Davud, bey'at 25, İbni
Mâce, Fiten 9, Nesai, Bey'at 25Ahmed 7/161
[483] Müslim, İmare 44
[484] Müslim, İmare 51.
[485] Fethu'1-Bârî 13/195, İbni Zübeyir ile Haccac
arasındaki harpden dolayı ayrılışına el Bidâye ve'n-Nihâye 9/121'e bakınız. Ebü
Said el-Hudrinin îbni Zübeyr'e, sonra Şam ehline bey'at etmesine karşı çıkışı
için Müsned-i Ahmed 3/30'e bakınız.
[486] El-Mu'temedü fi Usülid-Din s. 254, Revdatu'l-Kudat ve
Tarikun-Necat, es-Sümnani 1/69, el-Ahkamü's-Sultaniyye, Ebû Ya'la s. 27,
el-Maverdi s, 15
[487] Müsned-i Ahmed 5/30
[488] Buhari, Piten 11, Müslim, imare 51, İbni Mâce, fıten
13.
[489] İbni Mâce, fiten 10 h. no. 3957, Ebû Davud, melahim
17, Ahmed 2/162
[490] El-Müsned min Mesaili'1-İmam Ahmed, el-Hellal varak.
[491] Tefsiru't-Taberİ 28/78, Şerhu Selasiyyati'l-Müsned,
es-Sefarini 2/9271 baskı
[492] Müslim, cuma 46, Buhari, ahkam 50, Buhari, iman 11,
Siyer-i İbn Hişam 1/433
[493] İbni Mâce, Gihad 45, Nesai, Bey'at 18, Muvatta, Bey'at
2, Tenviru'l-Havalik 2/250 Ahmed 6/357.
[494] Buhari, Tefsiri Münakılıne 60 Fethu'l-Barki 8/636,
İbni Mâce, cihad 43
[495] Nesai, Bey'at 18, Müslim, Seilam 126 h. no. 2231.
[496] El-Bidâye ve'n-Nihâye 3/84,
Mecnüatü'l-Vesâiku'Siyasiyyeti l'l-Ahdi'n-Nebevi ve'l-Hüafetü'r-Raşide, Dr.
Muhammed Hamidullah s. 78, 3 baskı 1389
[497] Buhari, Ahkam 43.
[498] -Muğni 1/824, el-Kavaidu'n-Müraniyye s. 223, 259.
[499] s. 148
[500] Subhul-E'şafı Sıyagati'l-İnşai, Ebû'l-Abbas Ahmed b.
Ali el-Kalkaşendi 10/274
[501] Measiru'l-İnafe 1/59.
[502] Riasetü'd-Devleti fil-Fıkhı'1-İslami s. 93.
[503] El-Ahkamu's-Sultaniyye, Ebû Ya'la s. 23.
[504] El-Ahkamu's-Sultaniyye, Ebû Ya'la s. 23, İbni Sa'd'm,
Tabakatında devamında şu sözü var. "Ben fitne esnasında savaşmam, galib
olanın arkasında namazımı kılarım." 4/149, Senedi şahindir. İbni Ebi Hatim
de zikretmiş, İrvau'l-Galil 2/304
[505] El-İ'tisam, eş-Şatıbı 2/182, Buhari, Ahkam 43,
Fethu'1-Bâri 13/194.
[506] Ravdatü't-Talibin 10/46.
[507] El-Camiu Ii Ahkamı 1-Kur'an 1/269.
[508] Minhacü's-Sünne 1/142. .
[509] Ed-Dürerü's-Seniyye 7/239, Bu görüşün icmâ olduğunu
kabul edenlerden birisi de Hafız İbni Hacer'dir ki şöyle söylüyor.
"Fâkihler, istila yoluyla Sultan olan kimseye itaatin vacib olduğu ve
onunla cihada çıkmaya icma ettiler. Ona itaat etmek ona karşı hurücdan daha
hayırlıdır. Çünkü bunda kanların muhafazası ve toplumların sükûneti söz
konusudur. "Fethu'1-Bârî 13/7 Derim ki: Bu ikisi de, Hâricilerin ve
Mutezilenin aksine icmânın bozulmasına itibar etmediler. Sahih olan da budur.
[510] El-Hilafetü ve Sultatü'1-Ümme s. 27 .
[511] El-Hilafetü ve Sultatü'1-Ümme s. 27.
[512] İhyâı Ulümi'd-Din 2/233, Zebidi'nin,
İthafü's-Sadeti'l-Mütekimin mekini.
[513] Müslim, İmare 66, Darimi, Rikak 78, Ahmed 6/24
[514] Müslim, İmare 37, Tirmizi, Cihad 28, İbni Mâce, Cihad
39, Ahmed 4/570
[515] Riasetü'd-Devleti fı'1-Fikhi'l-İslami s. 294.
[516] Müslim, İmare 65
[517] Buharı, Fiten 2, Müslim, îmare 42
[518] Neylu'l-Evtar 6/51, Er-Ravdu'n-Nadir, Telinime
el-Husayni 5/22 ı Rfirhn'l-Mftvakıf. el-Cürcani 8/254.
[519] İbni Kesir 3/388.
[520] Bu ayetleri İbni'l-Kayyım, Ahkâmu Ehli'z-Zimme
kitabında toplamıştır.
[521] Kavaidu Nizami'1-Hükmi fî'1-İslâm s. 296
[522] İbni Mâce, Cihad 27.
[523] Kur'an onlarla harp etmeyi Tevbe 29'da: "Allah'a
ve ahiret gününe iman etmiyen bile, Allah'ın ve Resulünün haram ettiğini haram
etmeyenlerle, kendilerine kitap verilenlerden Hak dini din edinmiy eni erle,
küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın!" ve Tevbe
36'da!".. Müşrikler nasıl sizinle topyekün savaşıyorlarsa siz de onlara
karşı topyekün savaşın ve bilin ki Allah müttekilerle beraberdir" diye
emretmektedir.
[524] Müslim, Cihad 150, Ebû Davud, Cihad 153, Ahmed 6/68,
Tirmizi, Nesai, Darimi .
[525] Ahkâmu Ehli'z-Zimme 1/210, Ûyûnu'l-Ahbâr, ibni Kateybe
1/43, îrvanu'l
[526] Beyhaki kahin'e etmiş, Elbani sahihtir diyor
İrvanu'l-Galil S/255.
[527] Bunun tafsilini Ahkâmu Ehli'z-Zimme 1/212'e bakınız.
[528] Ahkâmu Ehli'z-Zimme 2/414.
[529] Şerhu'n-Nevevî ala Sahihi Müslim 12/229.
[530] Minhaci'l-İslâm fi'1-Hukm s. 83 Arabçaya çeviren
Mensur Mahamraed Madi
[531] Ahkâmu'l-Kur'an, İnu'l-Arabi 3/318 sefihlikleri
galibidir, yoksa sefih erkeklerde vardır. akıllı kadınların varoluşu gibi.
[532] Buhari, Hudud 22, Pathu'1-Bârî 12/120, Ebû Davud,
Hudud 16, Avn 12/72, Tirmizi, Hudud ibni Mâce, Talak 15, Ahmed 6/100.
[533] Ahmed 2/326, Elbani zayıf saymış; Camiu's Sagir 3/36,
Şevkâni: Yukarıdaki hadise şahıd olarak İmam Ahmed, Kaysu'l-Gıfari hadisini
merfu olarak tahric etmiştir. Ricali sahıhdır, Naylu'l-Ertar 8/298 Heysemi
diyor ki: Ahmed, Bezzar, rivayet etmişlerdir. Ahmed'in ricali Kamil b. Ala hark
sahihdir. Mecmeu'z-Zevaid 7/220.
[534] el-Faslu fî'1-Milel ve'n-Nihal 4/110.
[535] Measiru'l-İnafe 1/32.
[536] Fedaihu'l-Batınıyye s. 180.
[537] El-Ahkâmu's-Sultaniyye, Ebû Ya'la s. 21.
[538] EI-Ahkâmu's-Sultaniyye, Maverdi s. 18, Ebû Ya'la 21.
[539] Fedaihu'l-Batmiyye s. 180.
[540] Fethu'1-Bârî 13/122.
[541] Edvaü'l-Beyan 1/55.
[542] El-Milel ve'n-Nihal, eş-Şehristani 1/116.
[543] Buhari, Ahkâm 4, Fethu'1-Bârî 13/121, Müslim, İmare
37, İbni Mâce, Cihad 39 Ne yat 26, Ahmed 3/114.
[544] Ebû Davud, Sünnet 6, Avnu'l-Mabüd 12/359, Tirmizi,
İlim 16, (Lafız Timizi'nin) İbni Mâce, Mukaddine 6, hadisin tahrici rein:
İrvau'I-Galil 8/107
[545] Fethu'1-Bâri 13/122.
[546] Edvâü'l-Beyan 1/56.
[547] Edvâül'l-Beyan 1/56.
[548] El-Müstedrek 4/75-76, İbni Recep el-Hanbeli: İsnadı
ceyyiddir, diyor. Fakat Hz. Ali'den mevkuf olarak rivayet edilmiş:
Camiu'l-Ulumi ve'1-Hikem s. 248, Elbani, sahihdir. diyor: Sahihu'1-Cami h.no:
2754 (2/406)
[549] Tabakatü'ş-Şafiyye'UKübra, es-Subki 8/216, 217, 1.
baskı, İsa'l-Babi'l-Halebi, Kahire, Tahkik: Abdulfeüah Muhammed el-Halvu, Dr.
Muhammed et-Tanahi
[550] Edvaü'l-Beyan 1/55, İbni Hazm bunu, üzerinde icma olan
meselelerden saymış, Meratibu'l-İcmah leh s. 125.
[551] Buhari, Fiten 18, Pethu'1-Bârî 13/53, Nesei, Kudat 8,
Tirmizi, Fiten 75.
[552] Ebû Said el-Hudri'den rivayet edilen bir hadise işaret
var. Şöyle ki: Bir Kurban veya Ramazan bayramında Rasûlullah yanımıza (namaz
kılınacak yere) çıktı. Kadınların yanına uğradı da:-Ey kadınlar topluluğu !
Sadaka veriniz, çünkü sizler bana cehennem ahalisinin çoğu olarak
gösterildiniz. buyurdu. Kadınlar:Ya Rasûlullah, neden? diye sordular.
Rasûlullah (s.a.v.)Çünkü siz çokça lanet eder, kocalarınıza karşı nimete
nankörlük yaparsınız. Acaib bir durumdur ki tam akıllı ve ihtiyatlı kimsenin
aklını sizin gibi eksik akıllı ve eksik dinli hiçbir kimsenin gelebileceğini
görmedim. " buyurdu. Kadınlar: Dinimizin ve aklımızın eksikliği nedir ya
Rasûlullah, dediler.Kadının şahitliği erkeğin şahitliğinin yarısı değil midir?
Kadınlar evet, dediler. İşte bu aklının noksanlığıdır. Hayız olduğu zaman da
namaz kılmaz, oruç tutmaz değil mi? buyurdu. Kadınlar evet, dediler.İşte bu da
dinin noksanlığıdır, cevabını verdi. Buhari, Hayız 7, Fethul Bârî 1/405, Müslim,
İman 132, Tirmizi, İman 10, Ebû Davud, Sünnet 16, Avnu'l Mabud 12/438, İbni
Mâce, Fitenl9
[553] Fedaihu'l-Batıniyye s. 180.
[554] Şerhu's-Sünne, El-Begavi 10/77.
[555] El-İslâm, Ahmed Şibli s. 226.
[556] El-Faslu 4/110.
[557] Ahkâmu'l-Kur'an 1/271.
[558] Şebib b. Yezid. b. Naim b. Kays b. Amr b. es-Salt
eş-Şeybani el-Harici, Abdülmelık b. Mer-van'ın zamanında Musul'da hükümet etti.
Haccac, ona beş komutan gönderdi, o da °nlan Öldürdü. Sonra Kuşe'ye doğru
yürüdü. Haccac onunla çarpıştı ve onu muhasara etti. 77. senede Diclede boğuldu:
Tarihu'l-İslâm ez-Zehebi 3/160.
[559] El-Farku Beyne'l- Firak 110, Zehebi'de, hanımı yerine
geçtiği sonra Ktife'ye girdiği, bir hutbecikte başladığı, camide onlara sabahı
kıldığı I. rekatle Bakara ikincide de Ali İmran okuduğu rivayet edilmektedir:
Tarihu'l-îslâm 3/160, El-Mearif, İbn Kelimeyi s. 186.
[560] Fethul-Bârî 13/56.
[561] Fethul-Bârî 8/128.
[562] El-Î'tisam 2/126.
[563] Gıyasü'1-Umem s. 66.
[564] Nihayetü'l-Muhtac 7/409.
[565] El-Ümm 1/161 1. bakı 1381 hicri,
Mektebetü'l-Kürliyati'l-Ezheriyye
[566] El-Ahkâmu's-Sultaniyye, Maverdi s. 6.
[567] El-Ahkâmus-Sultaniyye, Ebû Yala s. 10
[568] Usulu'l-Kur'an 1/271.
[569] Ahkâmu'l-Kur'an 1/271.
[570] El-Mukaddime. s. 139.
[571] Measiru'l-înafe 1/37.
[572]
Müslim, Salat 290, Buharı, Ezan 84, Fethu'I-Bâri 2/184, Ebû Davud, Salat 174
Nesei, İmamet 3, İbni Mâce, Ezan 5, Ahmed 3/84.
[573] Gıyasü'1-Umem s. 66.
[574] Measinil-înafe 1737.
[575] Mukaddimetu İbni Haldun s. 193.
[576] El-Milel ven-Nihal 1/160.
[577] El-Faslu 4/166.
[578] Riasetü'd-Devleti fi'1-Fıkhı'i-İsİâm s. 134.
[579] Fedaihu'l-Batınıyye s. 191.
[580] Şerhu'n-Nevevî Ala Sahihi Müslim 12/229
[581] Fethu'1-Bârî 13/8.
[582] El-Camiu lil Ahkâmi'l-Kur'an 1/270,
Es-Siyasetüş-Şeriyye, İbni Teymiyye s. 21.
[583] Ahkâmu'l-Kur'an, Cessas 1/69.
[584] Et-Tefsira'1-Kebir, El-Fahru'r-Razi 4/46.
Müessisetu'l-Matbüatı'l-İslâmiye 1, Kahire
[585] Fethu'l-Kadir, Eş-Şevkani 1/138.
[586] Ahkâmu'l-Kur'an, E/Cessas 1/70,1355 hicri
[587] El-Keşşaf 1/309.
[588] El-Müğni ve'ş-Şevha'1-Kebir 11/382.
[589] Gıyasü'1-Ümem s. 68.
[590] Mukaddimetu ibni Haldun s. 193.
[591] Usulu'd-Din s. 277.
[592] inşallah ileride fâsıkhğı sebebiyle azlini
gerektireceği konusu gelecek, orada geniş izahat yardır.
[593] El-Ahkâmu's-s-Sultaniyye s. 17.
[594] Nihayetü'I-Muhtac, er-Rameli 7/409.
[595] Müslim, İmare 63, Tirmizi, Fiten 78, Ebû Davud, Sünnet
30 Ahmed 6/295.
[596] Şerhu Sahihi Müslim, en-Nevevî 12/243.
[597] Buhari, Fiten 2, Fethu'1-Bârî 13/5, Müslim, İmare 45,
Tirmizi, Fiten.
[598] El-Ahkâmus-Sultaniyye, Ebû Yala s. 20.
[599] Tabakatü'l-Hanabile 2/305.
[600] EI-Müsamereti fi Şerhi'1-Müsayere s. 167 3. baskı 1347
4. Matbaatu's-Saade Musul, Haşi-yetü Reddi'l-Muhtar Aled'-Dürr'l-Muhtar
1/548. .
[601] Tirmİzi, Sifatü'l-Kuyame 49, İbni Mâce, Zuhad 30 h.
no. 4251, Ahmed 3/198, Tehzibu't-Tehzib 7/381.
[602] Müslim, İmare 16, Ebû Davud, Vesaya 4, Avnu'l-Ma'bud
8/70. Nesei, Vesaya 11, Ahmed 5/173.
[603] Müslim, îmare 17.
[604] Giyasü'1-Ümem s. 68.
[605] El-Ahkâmu's-Sultaniyye, Ebû Ya'la s. 20.
[606] El-Ahkâmu's-Sultaniyye, Maverdi s. 6.
[607] Usülud'Din s. 277.
[608] El-Mukaddine s. 193.
[609] El-Mevakıf, El-İci s. 398.
[610] Fedailu'l-Batiniyye, Genal s. 185.
[611] El-Ahkâmu's-Sultaniyye, Mâverdi s. 19, Ebû Ya'lâ s.
21, Measiru'l-İnafe 1/34 Mukaddimetu İbni Haldun s. 193, Turuku
İhtiyari'l-Halife, Dr. Muhaımned en-Nadis s. 64, Riasetü'd - Devleti
fi'1-Fikhi'I-îslâmi s. 168.
[612] EbâDavud, Haraç ve İmare 3. Avnu'l-Ma'büd 8/149, Ahmed
3/192 Tabakatu ibni Sa'd 2/31, Siretu ibni Hişam ve diğeri
[613] El-Faslu fil-Milel ve "Ehvai ve'n-Nihal 4//167.
[614] Buhari, Ahkâm 6, Fethu'1-Bârî 13/124, Müslim, Imare 13
[615] Buharı, Ahkâm 7, Fethul-Bârî 13/125, Müslim, Imare 14
[616] Şerhu's-Sünne, el-Begavi 10/58
[617] Fethu'1-Bârî 13/126
[618] Ravdatü't-Talibin, En-Nevevî 10/43
[619] Siratu İbni Hişam 1-40
[620] EI-Mirar, Sahra ağaçlarından bir ağaçtır.
Akilu'I-Mirrar ağaçtan yiyen el-Haris b. Amr b. Hacer b. Amr b. Muaviye b.
Kinde'dir. Hz. Peygamber (s.a.v.), Kinde'den bir dedesi var. Dedesi Ümmü Kİlab
b. Mürre'dir. Esas bunu kasdetmiştir. Zadü'1-Meâd, 3/10.
[621] Siretu ibni Hişam 4/585, Tabakatu İbni Sa'd 1/23.
[622] Usulu'd-Dins. 276.
[623] Camharetu Ensabi'1-Arab s. 12 4. baskı, Daru'l-Mearif,
tahkuk Abdusselam Harun :
[624] Lisanu'1-Arap. Kureyş, Maddesi İbni Manzur 6//334.
[625] Fethul-Bârî 6/534.
[626] Zadü'1-Meâd 3/40.
[627] Nesebu Kureyş, İbnul-Musab el-Zübeyr 5.12
[628] Hz. Peygamber {s.a.v.)'in nesebi İkincisidir: Muhammed
b. Abdillah b. Siretu İbni Hisam 1/1 Abdülmuttalib b. Hâşim b. Abdülmenaf b.
Kusay b. Kilab b. Mürre b. Ka'b b. Lüey b. Galib b. Fihr b. Malik b. en Nadir
[629] İthafu's-Sadeti'I-Müttekin, Şerhu İhyai Ulumuddin 2/30
[630] Şarhu Mevahisbu'l-Ledüniyye, Ez-Zerkani 1/75 1. baskı
13254. Mat. Erheriyye Mısır
[631] Zadü'1-Meâd, İbnu'l-Kayyım 3/40
[632] Edvaül-Beyan 1/52
[633] Müslim, Fedail 1, Tirmizi 5/583, Ahmed 4/107, İbnu
Sa'd, Tabahat 1/20
[634] Usu]üd~Din, Bağdadi S: 277.
[635] Usulud-Din, Bağdadi, s. 277.
[636] Siretu ibni Hişam 1/93, 94, Lisanu'1-Arab KRŞ Maddesi
6/314
[637] Tacul-Aras 4/337.
[638] Nesebu Kureyş, Îbnu'l-Masab ez-Zübeyri s. 12
Lisanu'1-Arab KRŞ maddesi 6/335, Bari 6/534.
[639] Tabakatü'l-Henabile 1/26, İbnu Ebi Yala
[640] El-Ümm 1/143
[641] Usülü'd-Din s. 275
[642] Ahkâmü'l-Kur'an, İbnu'l-Arabi 1/1721
[643] Muaviye'nin karşı çıktığı öfkelendiği konu, Buhari,
Fiten 24'de rivayet edilen hadis:"Ebü Hureyre (r.a)'den, Rasûlullâh
(s.a.v.) "Kahtanoğull arın dan bir adam çıkıp inscanları asasîyle sevk ve
idare etmedikçe kıyamet kopmayacaktir" buyurmuştur. Aynı hadisi Müslim,
Fiten 60'da rivayet etmiştir. Kahtani'nin ismi çoğunluk katında pek maruf
değil, ismine cehcah denilmiş, Şuayb b. Salih denilmiş, Daha başka şeylerde
söylenmiş. Fethu'l-Bâri 13/115, Edva'l-Beyan 1/55.
[644] Buhari, Ahkâm 2, Fethu'1-Bâri 13/114.
[645] Fethu'I-Bârî 13/117
[646] Buhari, Menakıb 2, Müslim, İmare 2, Ahmed 2/243
[647] Ahmed 1/5 Mürsel hasen bir isnadla rivayet edilmiş.
[648] Buhari, Muharibin 16, Ahmed 1/56, İbni Hişam 4/660,
Menelubu Ömer b. Hattun b. ibnu'1-Cem
[649] Ahmed 3/83, Mecmau'z-Zevâid 5/192, İni Kebi Asım
e-Sünne'de rivayet etmiş, Elbani sa-hihdir diyor 2/531 îbni Hacer:
Taberanî,Tayalisi, Bezzar, Buhari, Tarihi Kebirinde taline etmiştir. Nesai, Ebû
Ya'la ve diğerleri rivayet etmişler .13-114: Bârî Fethu'1-Er-Revdu'n-Nadir
5/18.
[650] El-Faslu fi'1-Milel ve'1-Ehvai ve'n-Nahl 4/89.
[651] Fethu'1-Bârî 7/32.
[652] Şerhun'n-Nevevî ala Sahihi Müslim 12/200.
[653] Şerhun'n-Nevevî ala Sahihi Müslim 12/200 . (1 37)
el-Ahkaemu's-Sultanriyye s. 6. (138)el-Muvekıfs. 398
[654] E1-Mukaddines. 194.
[655] Fedaihu'l-Batıniyye s. 180.
[656] El-Hilâfetü ve'1-İmâmetü'l-Uzma, Reşid Rıza S. 19.
[657] Fethu'1-Bârî 13-119 Hz. Ömer'in icmaya muhalefeti ile
ilgili haber sahih olursa tevile müracaat edilir. Fakat bu eser, senedde kopma
olduğundan zayıftır. Bu konu ile ilgili söz edilecek.
[658] El-Milel ve'n-Nihal, Eş-Şehristani 1/91
[659] El-Milel ve'n-Nihal, Eş-Şehristani 9/91
____
[660] Usulu'd-Dins.
[661] Gıyasü'l-Umem, El-Cüveyni s. 163
[662] El-İrşadu ila Kavaidü'l-Edille fi Usuli'l-İ'tikad,
Ebû'l-Meali'd-Cüveyni. 427. 1369 baskı, Mektebetü'l-Hanici, Mısır,
tahkik; Muhammed Yusuf Musa ve Ali Abdulraünım Abdülhamid
[663] El-İnsaf, el-Bakıllani s. 69.
[664] Temhidü'I-Evailü ve Telhisu'd-Delâil, Ebû Bekir
el-Bakıllani, s. 475, takkik: İmamuddin Ahmet Haydar.
Müessisetü'l-Kütübi's-Sekafi 1. baskı h; 1407.
[665] Tarihu'l-Mezahibi'I-İslâm, Ebû Zehra s. 1/90.
[666] Ed-Demokratiyyetü fi'l-İslâm s. 69 4. baskı,
Darul-Mearif, Mısır.
[667] El-İslâm ve'1-Ihtilafetü, Ali Hasemi el-Harbutli s.
42.
[668] El-Halifetü Tevliyetühu ve Azluhu, Salahaddin Debus,
s. 270.
[669] Nizamü'l-İslâmi fi'1-Hukuni ve'd-Devleti s. 71.
[670] Buhari, Ahkâm, 4, Müslim, İmare 37, İbni Mâce, Cihad
39, Nesai, Beyat 26 Ahmed 2/114
[671] Ahmed 1/18, Hafız İbni Hacer, ricali sikadır diyor;
Fethu'1-Bârî 13/119 Fakat isnadında inkıta var. Çünkü Şureyh b. Ubeyd, Hz.
Ömer'e yetişmemiş son tahindendir. Raşid b Sa'd el-Humusi Hz. Ömer'e
yetişmemiştir. Hadis bu sebepten zayıftır: Müsnedin tahkiki Ahmed Şakır: h. 108
1/219
[672] El-îsabe, İbni Hacer 9/219
[673] Müsned 1/20 Üstad Ahmed Şakir, isnadı sahihtir diyor.
h. no. 129, 1/112
[674] Tarihu'l-Mezahibn-îslâmiyye 1/90.
[675] El-Halifetü Tevliyetühu ve Azluhu s. 270.
[676] Buhari, Menakıb 26, Müslim, Cenaiz 29.
[677] Ebû Davud, Edep 120, Tirmizi, Menakıb 76 h n: 3950.
[678] Ahmedl/5
[679] Hadisin izahı daha önce geçti.
[680] Fethu'1-Bârî 13/119.
[681] El-İsabe 11/81.
[682] El-îstiab, İbnu Abdülberr Ala Hamişi'l-îsabe, İbni
Hacer 4/101.
[683] El-İstiab, İbnu Abdülberr Ala Hamişi'l-İsabe, İbni
Hacer 4/101.
[684] El-İsabe, 5/285.
[685] Beyhaki, aynısı Taberani'de Fethu'1-Bârî 13/118, İbnu
Ebi Asım, Es-Sünnet 2/637, El-El-bani sahihdir diyor; İrvaü'l-Galil h: 519 2/295
[686] Tarihu's-Suyüti s.4.
[687] El-Muhalla, İbni Hazn 10/503.
[688] Mecmuu Fetava Şeyhil-îslâm İbni Teymiye 19/29.
[689] Buhari, Enbiya II, Fethu'1-Bâri 6/387, Müslim, Fedail
168.
[690] Minhacü's-Sünne 2/200.
[691] Mecmüu'l-Feteva 19/30, Minhaci's-Sünne 2/260.
[692] (1) El-Münteka
min Minhaci'l-îtidal, el-Zehebi s. 530.
[693] Müslim, Fedail 1, Tİrmizi, Menakıb 50, Ahmed 4/107,
Et-Tabakat, İbni Sa'd
[694] Minhacü's-Sünne 2/261.
[695] Onlar Keysaniyye fırkasından EbÛ
Kureyrede'r-Ravendiyenin tabılerıdırler. Maka 1/96, İ'tibadatu Fırakı'l-Müalimin
ve'1-Müşrikin, er-Razi s. k95 yeni baskı
1398 Mektebetü'l-Külliyatı'l-Ezheriyye.
[696] Usulüd-Din s. 275.
[697] Ahraed 3/183, Mecmeu'z-Zevaid 5/192.
[698] Fethu'1-Eârî 13/116
[699] Ahmed 4/458 Ebû Ya'la ve diğerleri Hayseni: Ahmed, Ebû
Ya'la, Taberani, Evsat da rivayet etmişler. Ahmed'in ravi ricali sahih
ricaldir, Ebû Ya'la'ninkİler sikadır. Mec-mau'z-Zevaid 5/192 İbni Hacer:
Hadisin ricali sikadır. Ancak Ubeydullah b. Abdillah .b. Ut-be b. Mesud'un
amcası Abdullah b. Mesud'dan yaptığı rivaeyette İbni Mesud'la buluşmadığı
halde rivayet etmiş diyor. Ata b. Yesar'm mürselinden şahidi var, onu Şafii ve
Beyhaki aynı sıka senedle Ata'ya nisbet ederek rivayet etmişler, lafzı şu"
Kureyş'e şöyle buyurmuş: Sizler, hak üzere olduğunuz müddetçe bu emir (idare
işin)e insanların en layıki-smız. (Hak üzere olmak) tan vazgeçerseniz bu
çubuğun soyulduğu gibi budanırsınız. "Fethu'1-Bârî 13/114, Hadisi Ahmed
Şakir, Miisned'e yaptığı tahricde sahihdir diyor: Hadis no: 4380 6/279
[700] Bunun tafsili inşallah gelecek.
[701] Heysemi: Tebarani Sağir'de ricali sika olarak rivayet
etmiştir. Evsat'dan da rivayet etmişMecmeu'z-Zevaid 5/1995. İmam Ahmed:
A'meşin, Salim b. ebi'l-Cad'dan O'da Sevban'dan: Kureyş'e itaat ediniz, hadisi
sahih değildir, Salim b.l ebil Ca'd, Sevban ile karşılaşmamış, el-Müsned min
Mesaili'l-Ahmed varak 8. İbni Hacer benzerini rivayet etmiş ve şöyle demiş:
Taberani'de En-Nu'man b. Beşir hadisinden o manada şahidi var: Fethu'I-Bârî
13/116 Hadis, ricali sika da olsa ancak hadis zayıftır. Zira hadisde inkıta
var. İmam Ahmed şöyle demiştir: Rivayet edilen hadisler Sevban'm hilafınadır.
Yönü nedir bilmiyorum: El-Müsned min Mesaili'1-İmam Ahmed varak 8. Ümmü
Hani'den bir benzeri rivayet edilmiş, İmam Ahmed bunun hakkın da da : sahih
değildir, münkerdir. Aynı kaynak.
[702] Fethu'1-Bârî 13/117.
[703] El-Mugni fi Ebvabi't-Tevhid ve'l-Adl, El-Kadı
Abdulcebbar el-Mu'tezili, birinci kısım 20/239. Derim ki: Mutezilenin
ekserisinin üzerinde bulunduğu anlayiş budur. İbnu Ebil bu konuda şöyle
söylüyor: Ashabımızın çoğunluğu, Hz. Peygamber (S.A.V.)'in: "İmamlar
Ku-reyş'dendir sözünün manası, Kureyşilik, imamete uygun olan kimse Kureyşte
mevcut olduğu zaman şart kılınmıştır. İmamete uygun kimse olmazsa imamette
Kureyşçilik şart değildir" ŞerhuNehci'l-Belağa 9/87.
[704] El-Mu'temedu fi Usülid-Din s. 241.
[705] Müslim, îmare 4, Buhari," Ahkâm 2.
[706] Tirmizi, Fiten, 3 Müslim, Manere 3.
[707] Nihayetü'l-Muhtare 7/409.
[708] Fethu'1-Bârî 13/119.
[709] Mukaddimetu ibni Haldun s. 195,196
[710] Bu görüşü yeni yazarlardan Dr. Muhammed Ziyaeddin er
Reyis, en-Nazariyyatü's-Şiyase-tü'1-İslâmiyye isimli kitabında s. 302 de, Dr.
Muhammed Faruk en-Nebhan, Nizamu'l-Hukmi fı'-İslâm s. 470, Dr. Muhammed Fuad
en-Nadi, Turuku Îhdiyan'l-Halifeti s. 107, El-Hilâfetu ve Sultatul-Ümme s. 23,
Eş-Şeyh Abdullah Vahab Hallaf, es-Siyasetü'ş-Şer'ıyye s. 56, Üstad Yusuf Musa,
Nizamü'l-Hiikmi fi'1-İslâm s. 69'da kabul etmekteler.
[711] Riasetü'd-Devleti fî'1-Fıkhı'l-İslâm s. 163
[712] Huccetullahi'l-Balığa, Şah Veliyyullâh ed-Dehlevi
2/737. Daru'l-Kütubi'l-Hadise, Kahire, Tahkik; es-Seyyid Sabık.
[713] El-Hilafetu evil-İmâmetü'l-Uzma s. 21
[714] Müslim, Fedai] 1. Tirmizi, Menakib 50, Ahmed 4/107,
İbni Sad 1/20
[715] Ahmed 5/282, 6/7
[716] Tabakatu l-Hanabile, İbnu Ebi Ya'la 1/30
[717] Ahmed 4/81, Sübki: İsnadı sahihdir diyor.
Tabakatü'ş-Şafiiyyeti Kübra 1/191, Hakim, El-Müstedrek 4/72 Buhari ve Müslim
şartına göre sahihdir. Zehebi de bunu takdir etmiştir-Heysemi, Mecmeu'z-Zevaid
10/26, Ebû Muaym, el-Hılye 9/64, Beyhalki, Menakıbu'ş-Şafii, Tahkik es-Seyyid
Ahmed sakar 1/22
[718] Buhari Ahkâm 4. Müslim, İmâre 37, İbni Mâce, Cihad 39.
[719] Ahmed 1/18, Fethu'1-Bârî 13/119.
[720] Müslim, Zikir 38, Ebû Davud, İlim 1, Tirmizi, Kur'an
10, İbni Mâce, Mukaddime 17 Dari-mi, Mukaddime 32, Ahmed, 2/252,407)
[721] Buhari, Ahkâm 2, Müslim, İmare 4.
[722] Buhari, Ahkâm 2.
[723] Ahmed 3/183, Mecmeu'z-Zevâid 5/192.
[724] El- Muğni fi Ebvabil -Tevhid ve'l-Adl. s.116.
[725] Gıyasu'1-Ümem, s. 12.
[726] El-Fasl, 4/163.
[727] Burada efdâl ile Allah katındaki efdâliyeti değilde
imamet şartlarını kendinde toplamayı kasdetmiştir. Bu fikre yönelen
Cüveyni'dir.
[728] Usulu'd-Din s. 293, El-Farku Beyne'l-Firak, s.352.
[729] Aynı kaynak s. 293 ,E1 Ahkamu 's-Sultaniye,Maverdi
s.8.
[730] El Ahkamu 's-Sultaniye, Ebû Ya'la s. 23. El -
Mu'temeduîeh s. 245.
[731] Keşfu'l - Murad şerhu tecridi ' İtikadı, Nasiruddin et
- Tûsi ve'ş-şerhu El - Huli s. 392, Akaidü' 1 -İmamiyye El - İsna Aşariyye
s.78, Hakku'l - Yakin fi Marifeti Usuli 'd-Din 1/141.
[732] El - Farku Beyne'I - Firak s.34.
[733] El Milel ve'n - Nihal 1/61.
[734] El Milel ve'n - Nihal 1/159.
[735] Ebû Ya'la, Müsnedinde Huzeyfe'den zayıf bir senedle
rivayet etmiş Daifu'l-Camii's-Sağır 2/265, Kenzu'l-Ummal H. no. 14653 6/19
[736] Hakim, İbni Abbas'dan zayıf bir senedle rivayet etmiş.
Daifu'l-Camii's-Sağir El-Elbani 5/162, El-Müsned 1/165 Tahkik: Ahmed Şakir,
Mecmeu'z-Zevaid 5/252, Heysemi: Ahmed rivayet etmiş.
[737] El-Tabakatü'1-Kübra, İbnu Sa'd 3/275.
[738] El-Tabakatü'İ-Kübra, İbnu Sa'd 3/305.
[739] Usulüd-Din, Bağdadi s. 293.
[740] El-Mevakıf, el-İci s. 413.
[741] El-Mevakıf, el-İci s. 413, el-Camiu'1-Ahkami'l-Kur'an
1/271
[742] El-Fasl 4/164.
[743] Es-Siyasetü'ş-Şeriyye, ibni Teymiyye s. 16.
[744] Ei-Fasl 4/165.
[745] Famul-Muvakkı, in, İbmı'l-Kayyım 1/107.
[746] Fethu'1-Bârî 13/198.
[747] Tabakatu İbni Sa'd 3/284.
[748] İlgili bölüme bak.
[749] Es-Savaiku'1-Muhrika s.9
[750] El-Fasl, İbni Hazm 4/164
[751] El-Fasl, İbni Hazm 4/165
[752] El-Fasl, 4/165
[753] Daifu'1-Camiu/s-Sağir 2/265.
[754] Daifu'1-Camiu/s-Sağir 2/262.
[755] Müslim, İmare 16, Ebû Davud, Nesai Ahmed 5/173
[756] Tirmizl, Menakıla 90, İbni Mâce, Mukaddine II, Ahmed
2/163, Ibm Sad 4/168, Ibn.
[757] İ'tisâm, eş-Şâtıbî 128, Bunu, Mesalih'i Mürsele ile
amel etmede delillendirme olarak zikretmiştir
[758] El-ftisam, Eş-Şatıbı 2/128
[759] Es-siyasetü-ş-Şenyye, İbni Teymiyye 14, 15.
[760] Es-siyasetü-ş-Şenyye, İbni Teymiyye s. 16.
[761] El-Ahkamus- Sultaniyye, El Maverdi, s. 7, Ebû Ya'la s.
24.
[762] Minhacü's-Sünne 1/147.
[763] El-Muğni fi Ebvabi't-Tevhid ve'1-Adil H. 20 1. kısım
s. 277, 228.
[764] Mecmuu Feteva Şeyhi'l-îslâm İbni Teymiye 4/421.
[765] Mecmuu Feteva Şeyhi'l-îslâm İbni Teymiye 4/421.
[766] Fethu'1-Bârî 7/17, Minhacü's-Sünne 1/168,
Menakıbu'ş-Şafii 1/433.
[767] Buharı, Fedailus-Sahabe 3, Fethu'1-Bârî 7/16, Ebû
Davud, Sünnet 8, Avnu'l-Mabud 8/380, Tirmizi ve diğerleri.
[768] Ebû Davud, Sünen 8 Avnu'l-Mabud 8/381.
[769] Buhari, Fedailu's-Sehabe 5, Fethu'1-Bârî 7/20.
[770] Mecmütı'l-Fetava 4/422.
[771] Buhari, Fedailu's-Sahabe 5, Müslim, Fedailu's-Sahabe
14
[772] Ebû Davud, Sünnet 8, Avnu't-Mabud 8/382.
[773] EI-Müsnedu min Mesali'1-imam Ahmed, El-Hatal, Yazma
varak 55,,. Nevevi, isnadlan sa-hihdir diyor! Es-Savaıku'1-Muhrıka, İbni Hacer
el-Heytekmi s. 16
[774] Buhari, Fedailu's-Sahabe 4, Müslim, Fedailu's-Sahabe
3, Tirmizi, Menahkla Hadis no. 3656.
[775] Buhari, Fedailu's-Sahabe 4, Müslim, Fedailu's-Sahabe
3, Tirmizi, Menakıb Hadis no. 3656.
[776] Buhari, Fedailu's-Sahabe 5, Fethu'1-Bârî 7/18.
[777] Buhari, Fedailus-Sahabe 5, Fethu'1-Bârî 7/18.
[778] Buhari, Fedailus-Sahabe 5, Fethu'1-Bârî 7/18 Müslim,
Fedailu's-Sahabe 8
[779] Buharı, Pedailu's-Sahabe 5, Fethu'1-Bârî 7/18 Müslim,
Fedailu's-Sahabe 8
[780] El-İbane s. 255, tahkik, Dr. Pevkiye Hüseyin Mahmud
[781] El-İbane s. 252.
[782] Buhari, Fedailüs-Sahabe 6, Müslim, Fedailu's-Sahabe
23, Tirmizi, Menakıb 53 h. no 3694
[783] Buhari, Fedailu's-Sahabe, 6, Fethu'1-Bârî 7/41,
Müslim, Fedailu's-Sahabe 22, Tirmizi, Ma-
nakıb51,hno. 3692
[784] Hakim, El-Müstedrek, tashih etmiş, Zehebî, muvafakat
etmiş 3/85 Tirmizi, Menakıb 49
[785] Tirmizi, Menakıb 31, İbni Mâce, Mukaddine II h no. 96,
Âhmed 3/26 İbni Hıbban, Tabera-ni, İbni Asakir, Bs-Savaıku'1-Mukrika s. 77,
Heysemi, Mecmeu'z-Zevaid 9/54.
[786] Tirmizi, Menakıb 34, İbni Mâce, Mukaddine 11, h no:
100, İbni Hıbban, Muvandu'z-Za-man s. 538, Fethu'r-Rabbani 22/184 isnadı sahih
ricali sikadır.
[787] Mecmüu'l-Fetava 4/426.
[788] Şerhu'î-Akideti't-Tahaviyye s. 486.
[789] Şerhu's-Siyersu'l-Kebir 1/158.
[790] Şerhu's-Siyersu'l-Kebir 1/158.
[791] El-Fıkhu'1-Ekber, Şerhu Molla AliyyU'1-Kari, s. 168.
Şerhu's-Siyeri'1-Kebir 1/158, Şerhu'l-Akideti-Tahaviyye s. 486.
[792] Ebû Davud, Sünnet 8, Avnu'I-Mabud 8/38.
[793] Buhari, Fetih 13/193 El-Bidâye ve'n-Nihâye 7/146
[794] Mecmüu'l-Fetava 4/428.
[795] El-Müsned min Mesaili'1-İmam Ahmed, El-Hallal varak
57.
[796] Mecmeu'z-Zevaid: Taberani isnadlanyla rivayet
etmiştir. Ricali sahih rical 9/88, Eî-Hal lal, Müsned min Mesaili'I-İmam Ahmed
varak 57'de zikretmiş.
[797] Mecmuu'l-Fetava 4/428, Şerhu Afcideti't-Tahaviyye 486.
[798] Mecmuu'l-Fetava 4/428.
[799] Minhacü's-Sünne 2/208.
[800] Şerhu Usüli İtikadi Ehli s-Sünneti ve'1-Cemaa
s.157 !
[801] Şerhu Usuli İtikadi Ehli's-Sünneti ve'1-Cemaa s. 163
[802] Tabakatu'l-Hanabile, İbnu Ebi Ya'la 1/30.
[803] El-Müsnedu min Mesaiîilıl-İmam Ahmed, el-Hallal varak
62
[804] Şerhu Usuli İtikadi Ehli's-Sünne ve'1-Cemaa s. 163.
[805] Tabakatu'l-Hanabile 1/206 (290) Minhacü'sk-Sünne 2/206
[806] Fethu'1-Bârî 7/34.
[807] El-Müsned min mesaili'1-îmam Alim ed, el-Hallal varak
56.
[808] Gıfarlı bir adamın bir pman vardı, bir müd
karşılığında oradan bir kırba su satıyordu. Hz. Peygamber (s.a.v.) O'na, bu
gözeye karşılık cennette bir pınar satın alır mısm? diye arzetti. o adam: Ya
Rasûlullah! Bu pınardan başka benim ve ailem'in birşeyi yokdur dedi. Bu durum
Hz. Osman'a ulaştı. Hz. Osman o pınarı otuzbeş bin dirheme satın aldı ve sonra
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in yanma geldi dedi ki: Bu yaptığım şey için bana birşey
yapacak mısın? Hz. Peygamber (s.a.v): Evet, onu müslümanlara ait kıldın
buyurdu. İbni Hacer: Şayet ilkin pınar idiyse, o pınara bir kuyu kazılmasına
bir mani yokdur. Belki pınar kuyuya akıyordu, kuyuyu genişletti ve döşedi,
kazılması da ona nisbet edildi. Bakınız. Fethu'1-Bârî 5/408
[809] Buhari, Fedaihı's-Sahabe 7, Fethu'1-Bârî 7/52, 5/406.
[810] Tirmizi, Menakıb 56 H. no. 3702.
[811] Müslim, FedailuVSahabe 26, 4 no. 2401
[812] Buhari, Fedailu Ashabi'n-Nebi 7, Tirmizi, Menakıb 54 h
no. 3697
[813] Buharı, Fedailu Ashabİ'n-Nebi 7, Müslim,
Fedalu's-Sahabe 28 h no. 2403 Tirmizi, Mena-kıb61hno. 3711.
[814] Ceyyid isnad:1. Hasen lizatihi mertebesinden yüksek
olmakla beraber sahih derecesine vardığına tereddüt edilen hadis, 2. Sahih
hadis, 3. Makbul hadis.(müt.) Hadis Istılahları Sözlüğü Doç. Dr. Abdullah
Aydınlı Shf. 44 Timaş, 087.
[815] Bakınız Müstederek 3/107 Bu görüş, İmam Ahmed'den,
İsmail el-Kadi'den, Nesli, Ebû Ali n-Nisabürî'den rivayet edilmiş. Bunu İbni
Hacer, Fethul Bari 7/71 de zikretmiş. Buna şunu delil getirmiştir. İhtilaflar
ve huruç hareketi onun zamanında oldu. Bu, Hz. Ali'ye muhalefet edenlere karşı
sahabeden red olarak açıklama yapanların çoğundan onun menkibeleri-nin
yayılmasına sebep oldu. İnsanlar iki grup oldu. Lakin bidat ehli cidden azdı.
Sonra Hz. Ali ile muhasebe eden bir grup meydana geldi. Vaziyet iyice bozuldu,
Hz. Ali'yi kötülemeye başladılar. Adeta minberlerde de lanet etmeyi sünnet
edindiler. Hariciler de ona buğzda lanet edenlere muvafakat ettiler. Buna ek
olarak ta Hz. Osman'ı tekfire koyuldular. İnsanlar Hz. Ali hakkında üç sınıfa
bölündüler: Ehli sünnet, hariciler, Beni ümeyye ve tabilerin-den harp edenler.
Ehli sünnet, faziletini yaymaya ihtiyaç duydu. Nakledenler çoğaldı. Hz. Ali'ye
muhalefet edenlerin çokluğundan dolayı. Yoksa gerçek olan şu ki, eğer ehli
sünnet ve'1-cemaatı kaynak olarak dışarı çıkmayarak adalet ölçüsüyle yazılırsa
dört halifeden her-birinin de üstünlükleri mevcuttur.Fethul-Bârî 7/171 ...
Bunun böyle olması da, Onun, önceki üç halifeden efdâl olduğunu gerektirmez.
Derim ki: Onda olmayan özelliği ona isnad etmek suretiyle şianın doğmasına
se-beb olmuştur. Ehli sünneti, peygamberde bulunan özellikleri açıklamaya
itmiştir. Lakin geçen sebepler hadislerin çokluğuna değil hadislerin yollarının
çokluğuna götürmüştür. Ulemanın bazısı, Hz. Ali'nin fazileti hakkında
münakaşanın Rafizilerin hadis uydurmalarına sebep olduğu
görüşündedirler.Şüphesiz bu konuda çok şey uydurdular. Fakat bu durum Ehli
Sünnetçe malumdur ve Ehli sünneti de aldatamamışlardır. Çünkü Allah (c.c),
tenkitçi ve kılı kırk yaran alimleri bu sünnet için hazırlamış, onlara sahihi,
zayıfı ve uydurmayı açıklamışlardır. Rafizilerin bu uydurduklan hadislerin
hepsi Ehli Sünnet alimlerine marufdur bellidir, sahih kitaplarına onları
almamışlar. Almışlarsa onda olanı açıklamışlar veya bu durum onlardan sonra
se-nedlerinden anlaşılmıştır. Bütün bu başarılar, övgüler dinimizi koruyan
Allah'a mahsus-dur. El-İrşad'da El-Halili diyorki: Bazı hadis hafızlan, Küfe
ehlinin Hz. Ali ve Ehli Beytin fazaili hakkında uydurdukları hadisleri tetkik
ettim birde baktım ki üç yüz binden fazla idi demişler. Bakınız: Tenzih
u'ş-Şeriatı'1-Merfüati ani'l- Ahbarı'ş Şeniatı'l-Mevdüa İbni Irak 1/407
[816] Buharı, Megazi 80, Fethu'1-Bârî 8/112, Müslim, Fedail
31, 32, Tirmizi, Menakıb 72 h no.
[817] Bu konuda konuşup dalmışlar derinlemesine. Bakınız
Şerhu'1-Hevr Sahihi 5/178 Müslim.
[818] Müslim, Fedail 36, h, no 2406, Buhari, Fedail 9
[819] Ebû Davud, Sünnet 7, Avnut-Mabud 12/383,
Hilyetü'I-Evliyşa 7/332
[820] Adabu'ş-Şafii ve Menakıbıh, İbni Ebû Hatim s. 189,
Menakıbtı'ş-Şafıi, Beyhaki 1/448
[821] Tarihu'-Hulefa, es-Suyüti s. 9
[822] Bu konuda daha fazla bilgi isteyen, El-Avasımu
Mine'l-Kavasim ve Haşiyetüh kitabının s. 151 ve sonrasına müracaat etsin.
[823] Minhacü's-Sünne 3/185, İmam Ahmed'e: Muaviye mi yoksa
Ömer b. Abdilaziz mi daha efdâl? diye sorulunca, Muaviye daha efdâldir demiş. Biz
Rasûhıllah (s.a.v.)'ın ashabıyla hiçbir kimseyi kıyas etmeyiz demiştir. Zira
Allah'ın Rasülü (s.a.v.): Asırların en hayırlısı benim asrım sonra benim asrımı
takib eden asırdır buyurmuş (Buhari, Şehadat 9, Fedailu-eshabi'n-Nebi 1, Rıkat
v, Eymavi 20,27 Müslim, Fedailu's-Sahabe 212, Tirmizi, Piten 45, Şehadat 4
Menakıb 56, İbni Mâce, Ahkâm 27, Ahmed 1/378, 417, 2/228 Müslim),Bir rivayette
İmam Malik söyle demiş: Muaviye, Ömer b. Abdilaziz gibi altıyüzbin daha
efdâldır. Şu hadisle delillendirilmiştir:Biriniz Uhud (dağı) kadar altın infak
etse, onların bir ölçeğine veya onun yarısına erişemez." Müslim, Fedail
221, h n. 2540 El-Müsned min Mesaili'1-İmam Ahmed, varak 68'e bakınız.
[824] El-Müsnedu Min Mesaili'1-İmam Ahmed, El-Hallal, yazma,
varak 54
[825] Nakdu'l-Mantık, o İbni Teymiyye s. 16, Şerhu
Hadisi'n-Nuzül s. 113
[826] el-İslâm ve Felsefetü'1-Hükm Dr. Muhammed Ammare s.
516
[827] Şerhu'l-Usüli'lm-Hamse, El-Kadi Abdülcebbar s. 727
[828] El-İslâmu ve Felsefetü'1-Hüku s 516
[829] El-İslâm ve Felsefetü'l-Hükım s. 516
[830] El-Muğri fi Ebvabi't-Tevhid ve'l-adl h. 20 k 1 s. 126
[831] Şerhu'I-Usuli'I-Hamse s. 727
[832] El-Farku Beyne'l-Fırak s. 73, El-Makalat 1/167
[833] Makaîatü'l-İslâmiyyin 1/150
[834] Buhari, Ezan 35 Fethul-Bârî 2/143, Müslim, Zekat 91 h
no. 1031, Tirmizi, Zühad 53, Ne-sai, Kuzat 2, Muvatta, Şiir 14, Ahmed 2/439
[835] Müslim, İmare 26, H. no. 1825
[836] Buhari, Ahkam 1, Fethu'1-Bârî 13/111, Müslim, İmare
20, Ebû Davud, İmare i, Avnu'l-Mabud 8/146, Tirmizi, Cihad 7, Ahmed 2/34
[837] İmametin maksatı konusuna bak
[838] El-Ahkamu's-Sultaniyye s. 28
[839] El-Ahkamu's-Sultaniyye s. 28 .
[840] Buhari, t'tisam 2, Fethu'I-Bârî 13/250, Müslim, İman
32.
[841] Et-Tefsiru'1-Kebir, El-Razi 16-114 2. baskı
[842] Tefsiru'1-Kur'ani'l-Azim, İbni Kesir 4/145
[843] Buhari, Zekât 64, Fethu'1-Bârî 3/357,
[844] Fıkhu'z-Zekat, El-Kardavi 2/749.
[845] Fethu'1-Bârî 3/360.
[846] Geniş izahat için Fikhu's-Zekat, Kardavi 2/754'e
bakınız.
[847] El-Mecmü 6/167, Er-Ravdatü 2/210 en-Nevevi .
[848] Fıkhu'z-Zekat, El-Kardavi 2/75.
[849] El-Mugni ve'ş-Şerhu'1-Kebir, Ibni Kerdame /508.
[850] Er-Ravda 2/205.
[851] El-Mugni, ve'ş-Şerhu'1-Kebir 2/508.
[852] El-Mugni, ve'ş-Şerhu'1-Kebir 2/508.
[853] El-Emval, Ebû Ubeyd s. 509
[854] Eî-Emvaî, Ebû Ubeyd s. 504
[855] Şerhu Fethu'l-Kadir, EI-Kemal b. el-Hüman 1/487 Bulak
baskısı, 1315, Halebi baskısında 1398 h9. 2/162 de geçiyor
[856] El-Ahkamü's-Sultaniyye s. 113.
[857] EI-Muğni ve'ş-Şerhu'1-Kebir 2/507.
[858] El-AhkamuVSultaniyye, Ebu Ya'la s. 115.
[859] Mesailul-İmam Ahmed, oğlu Abdullah'ın rivayeti s.
152
[860] Beyhaki 4/114, El-Emval, Ebû Ubeyd s. 507,
Irvaul-Balü, el-Elbam 3/342 Elbam hamse hasen hadis diyor.
[861] Buhari, Ezan 35 Müslim, Zekat 91, Tirmizi, Zühd 53,
Nesai, Kudat 2 Muvatta, Şiir 14, Ahmed 2/439
[862] Müslim, Zekat 29 H. no. 989, Ebû Davud, Zekat 5,
Avnu'l-Mabüd 4/473, Nesai, Zekat 14, Ahmed 4/362
[863] Ahmed 3/136, Telhisu'l-Habir, İbni Hacer 2/174
[864] Said b. Mansur Müsnedinde, İbnİ Ebi Şebe 3/156,
Esselefıyye ve'1-Beyhaki 4/115 Ebû
Ubeyd, El-Emval s. 504. Elbani: Bu, Müslim'in şartına göre sahihdir. diyor
Îrvau'l-Galil 3/380.
[865] Ebû Ubeyd, el-Emval s. 505.
[866] Beyhaki 4/115 sahih isnadla. En-Nevevi: El-Mecmuu
6/163, Ebû Ubeyd El-Emval s. 506. Elbani isnadını sahih bulmuş: İrvau'I-Galil
3/380.
[867] Beyhaki, es-Sünenü'1-Kübra 4/115.
[868] El-Mugni ve'ş-Şerhu'1-Kebir 2/508.
[869] Eî-Mecmü 6/107.
[870] El-Mugni ve'ş-Şerhu'1-Kebir 2/509.
[871] Mesaiîu'l-Ahmed, oğlu Abdullah'ın rivayeti s. 152.
[872] El-Emval, Ebû Ubeyd s. 508
[873] El-Emval, Ebû Ubeyd s. 508
[874] El-Mugni ve'ş-Şerhu'1-Kebir, İbni Kudame 2/507, 508.
[875] El-Mugni ve'ş-Şerhul-Kebir, îbni Kudame 2/507, 508
[876] a.g.e. 2/508, Mevsüatu ibrahim e'n-Nehai'1-Fikhıyye,
Dr. Muhammed Revvas kalaü s. 318, Merkezu'n Bahsi'1-İlmi Camiatu Ümmül-Kura
[877] Musannafu Abdirrezzak 4/48, el-Mevsüa a.g.e. s. 318.
[878] Keşyafu'I-Kına, El-Behütı 2/302.
[879] Ebû Davud, Zekat 5, Avnu'l-Mabud 4/470, eş-Şevkani. bu
hadisi Abdurrezzak da tahric etmiş. Hadis hakkında Ebu Davud ve Tirmizi bir söz
söylememişler. Senedde Deysem es-Sudüdi vardır ki onu İbni Hibban sikalar
arasında zikretmiş, et-Takrib'de makbul olarak zikredilmiş Neylü'l-Evtar 4/176.
[880] el-Ahkamu's-Sultaniyye, el-Maverdi s. 145.
[881] El Ahkamü's-Sultanniye el-Maverdi s. 148.
[882] El Ahkamü's-Sultanniye el-Ferra s. 165.
[883] El-Emval, Ebû Ubeyd s. 473.
[884] El-Emval, Ebû Ubeyd s. 476.
[885] El-Mugni ve'ş-Şerhu'1-Kebir 10/599.
[886] El-Emval s. 478.
[887] Es-Siyasetü'ş-Şer'ıyye, İbni Teymiye s. 32.
[888] Es-Siyasetü'ş-Şer'ıyye, İbni Teymiye s. 40.
[889] Müslim, Zekat 167, h no. 1073.
[890] EI-Mugni ve'ş-Şerhul-Kabir 2/520.
[891] Ebû Davud, İmare (Haraç) 20, Avnu'l-Mabud 8/202,
Buhari, Humus 17, Fethu 6/144.
[892] El-Muhalla, İbni Hazu 6/210.
[893] Es-Siyatü'ş-Şeri'yye, İbni Teymiyye s. 33.
[894] Buhari, cihad 75, Fethu'1-Bârî 6/88, Ahmed 1/173,
Tirmizi, Cihad 24 no. 1702 Ebû Davud Cİhad 70, Nesai, Chad 43
[895] Buhari, Cihad 51 Müslim, Cihad 57 no. 1762, Ebû Davud,
Cİhad 45, No. 254 , Ahmed 2/62.
[896] Es-Siyasetü'ş-Şeriyye s. 35.
[897] Buhari, Cihad 79, Müslim, Cihad 48 no. 1757.
[898] Ahmed, h. no 292, Ahmed Şakir Müsnedin tahricinde
şahindir diyor 1/281, 193 Ebû Davud, Haraç Kitabında rivayet ediyor,
Avnu'l-Mabud 8/166 İbni Sa'd, Tabakat 3/299.
[899] Mecmuu Petava Şeyhu'l-İslâm İbni Teymiyye 8/276-277,
buna yakın ifade 28/568
[900] MecmÜu'l-Fetava 28/565.
[901] Mecmüu'l-Fetava 28/582
[902] Es-Siyasetüş-Şeriyye s. 51.
[903] Et-Tabakat, İbni Sa'd 3/299, Avnu'l-Mabud 8/166.
[904] Buhari, Tevhid
3 Fethu'l-Bârî.13/415, Müslim, Zekat 143 no. 1064, Ebû Davud, Sünnet 28,
Nesai, Zekat 79.
[905] Es-S'yasetü'ş-Şeriyye s. 35.
[906] Mecmüu'l-Fetava 28/567.
[907] Ebû Davud, Haraç 14, Ahmed 6/25, İbni Hıbban, ibni
Teymiye, Mecmuu \-b atava da hadis hasendir diyor.
[908] Et-Tabakat, İbni Sa'd 3/299, Avnu'l-Mabud 8/166
[909] Mecmüu'I-Fetava, İbni Teymiye, 28/583
[910] Ebû Davud, Haral 10, Avnu'l-Mabud 8/161
[911] Buhari, Feraiz, 14, Fethu'l-Bari 12/27, Müslim, Feraiz
14, no. 1619 Ibnı Mace, Sadakat 16 no. 2415, Nesai, Cenaiz 67.
[912] Buhari, Kader 7, Nesai, Eeyat 38, 2/289,3/39.
[913] Ebû Davud, Haraç 4, Nesai, bey'at 33, Ahmed 6/70.
[914] Tirmizi, Zühd 39, no 2369, İbni Hıbban, Hakim ve
Nesaiye bakınız. Tuhfadüî Ahvezi 7/39
[915] Es-Siyasetü'ş-Şenyye s. 6.
[916] Es-Siyasetüş-Şeriyye s. 21.
[917] Es- Siyasetti'ş-Şeriyye s. 14.
[918] Buhari, Ahkam 6. Müslim İmare 14.
[919] Buhari Ahkam 7, Müslim, İmare 13.
[920] Buhari İlim 2.
[921] Buhari, Ahkam 1, Müslim, İmare 20, Ebû Davud, Haraç,
Imarel, Tirmizi, C.had 7 Ahmed 2/54.
[922] Menakıbu Ömer, İbni'l-Cevzi s. 78.
[923] Buharı, İlim 2.
[924] Buhari, Ahkam 41, Fethu'1-Bârî 13/189.
[925] Menakıbu Ömer, İbnu'I-Cevzi s. 117.
[926] el-Ahkamis' Sultaniyye, EbûYa'Ia s. 28.
[927] Ebû Davud, Haraç 13, Tirmizi, Ahmed 5/239, İbni Hacer:
İsnadı ceyyiddir diyor: Fethu'l-Bârî 13/233.
[928] Fethu'1-Bârî 13/233.
[929] es-Siyasetü'ş-Şeriyye, s. 12.
[930] E]-Harac, Ebû Yusuf s. 5,
[931] Menakıbu Ömer, Îbnu'l-Cevzi s. 121.
[932] Eeyhaki Sünen, İbni Asakir Kenzu'l-Ummal 5/768 h.n.o.
14328.
[933] Şerhu Sahihi'-Müslim, en-Nevevi 12/213.
[934] Buhari, Ahkam 8.
[935] Müslim, İman 229 h.no. 142.
[936] Müslim, İmare 23.
[937] Ebû Davud, Edep 44. Ahmed 6/4, Camiu'1-Usul: Hadis
hasendir: 4/83.
[938] Ebû Davut, Edep 44, İbni Hıbban s. 359, Kenzu'l-Ummal,
Abdurrezzak 5/797 h. no: 14356.
[939] Buhari, Menakıbu'l-Ensar 25. Dârimi, Mukaddime 23.
[940] Tabakat İbni Sa'd 3/292. Beyhaki Sünen.
[941] Tabakat, İbni Sa'd 3/292, Beyhaki, Sünenü'l-Kübra,
İbnu Ebi Şeybe, Nesai, Kenzu'1-Um-mal 5/765 h.no. 14318.
[942] Et-Tabakatü'-Kübra 3/289.
[943] Es-Siyasetü'ş-Şeriyye s. 32.
[944] El-Bidâyeye'n~Nihâye 9/165.
[945] Sehavi: "Bunu hadis olarak bilmiyorum"
diyor. Bakınız: El-Makasıdu'1-Hasene s. 441 4 no: 1236 1. baskı, 1399,
Daru'l-Kütübi'l-Ilmiyye, Beyrut.
[946] îsmi Ebû Bekir Muhammed el-Velid, Maliki
Ulemasındandir. Bakınız En-Nücümu'z-Zahi-re 5/231.
[947] Deylemi, Firedevs Müsned'inde, Beyhaki,
Şuabu'l-İman'da, Ebû İshak es-Sebii den mür-sel olarak rivayet etmiştir:
Kenzu'l-Ummal 6/89, h. no. 14972. el- Aclüni: Bu hadisi Hakim, Deylemi'nin Ebû
Bekir'den merfu olarak rivayet tarikinden rivayet etmiştir. Beyhaki ise
"Nasıl olursanız başınıza ona göre emir gelir." seksiz ve Ebû Bekr'e
hazfedilerek rivayet etmiş. Bu rivayet munkatıdır. İbnu Cemi', el-Kudai, Ebû
Bekr'den "Nasıl olursanız öylece idare edilirsiniz." Lafzı ile seksiz
rivayet edilmiştir. Senedinde de meçhul şahıslar var. Ta-berani de aynı manada
ei-Hasan'dan rivayet etmiş... Keşfu'1-Hafa ve Müzilu'l-Elbas 2/184, El-Elbani,
Daifu'l-Camiu's-Sağir isimli kitabında bu hadisi zayıflardan saymış: 4/160.
[948] Siracu'l- Mülük, et-Tartüşi s. 101, 1 baskı:1319,
el-Matbaatu'1-Ezherriyetin - Mısriyye.
[949] Mecmuu Fetava-yı İbni Teymiye 35/16, 17.
[950] Buhari, Ahkam 48, Müslim, İmam 173, Tirmizi, Siyer 35
h.no. 1595, İbni Mâce, Ticaret 30 h. no. 2207.
[951] Tefsiru İbni Kesir 5/434
[952] Mehasinu't-Tevil, el- Kasımı 5/353.
[953] Fethu'l-Radir, eş-Şevkani 1/481.
[954] Ei-Hısbe, İbni Teymiye s. 118
[955] Ei-Hısbe, İbni Teymiye s. 118
[956] Buhari, Ahkam 1, Müslim, İmare 33, Nesai, Beyat 26.
[957] Buhari, Ahkam 4, Müslim, İmare 37, Nesai, Beyat 27.
[958] Buhari, Fiten 2, Müslim, îmare 45, Tirmizi, Fiten 25,
no. 2195.
[959] Buhari, Fiten 2, Müsüm, İmare 42, 41.
[960] El-Emval s. 12, Tefsiru't-Taberi 8/490 Şakir Tahkiki,
El-Hilalu fı'1-Müsnedi min Mesail'l-Ahmed, varak 5, Tetimmetu'r-Ravdı'n-Nadir
5/15 Bunu, el-Feryabi, Said b. Mensur, îbni Ebi Şeybe, İbni Zencüye,
el-Emval'de İbni Cerir ve İbnü Ebi Hatim tahriç etmişlerdir. Bakınız:
Tetimmetu'r-Ravdi'n-Nadir 5/16 .
[961] el-Hılefetu ve'l Mülk, el-Mevdudi s. 35-36 Arapça'ya
Çev. Ahmed İdris.
[962] Fethu'1-Bârî, 13/112.
[963] el-Keşşaf, ez- Zemahşeri 1/535, Fethu'1-Bârî 13/111,
Bedaiu's-Silk 1/78.
[964] Minhacu's-Sünne 2/76
[965] Tefsîru'l-Taberi 28/80, bir benzeri Tefsiru'l İbni
Kesir 8/127'de.
[966] El-Keşşaf 4/95, Bir benzeri Fethu'l-Kadir 5/216 de
var.
[967] Mehasinu't-Te'vil 16/137.
[968] İ'lamu'l-Muvakkıin 1/10.
[969] Cami ul-Beyahi'1-îlm ve Padluh îbnu Abdulberr s.
165-166, 1398 Daru'l-Bâzli'n-Neşri ve't-Tevzi, Mekke.
[970] Buhari, Ahkam 4, Müslim, İmare 38, h.no. 1839,
Tirmizi, Cihad 29 h.no.: 707, Ebû Davud, Cihad 96, Nesai, Beyat 34, Ahmed h.no.
4668 6/111 Tahkiku Ahmed Şakir, İbni Mâce, Cihad 40 No. 2864.
[971] Şerhu îbni Davud, İbnul-Kayyim, Avnu'l-Ma'budîa
birlikte 7/290.
[972] Müslim, İmare 40, h, no. 1840, Buhari, Ahkam 4, Ahmed
no. 622 2/47 Tahkik Ahmed Şakir, Ebû Davud, Cihad 96 Avnu'l-Mabud 7/289.
[973] Buhari, Ahkam 4, Fethu'1-Bârî 13/111, Müslim, İmare 37
h.n.o 1838.
[974] Ahmed h. no: 3790 Tahkik Ahmed Şakir; İsnadı sahihtir
diyor. 5/301. İbni Mâce ve Taberi rivayet etmiştir. el-Elbânî: "Hadisin
isnadı Müslim'in şartına göre ceyyiddir" diyor. Silsile-tü'1-Ehadisi
Sahiha 2/139, İbni Mâce, Cihad 40, h. no: 2865
[975] Ahmed 1/339, Hakim 3/356. Elbani sahihdir diyor:
Silsiletü'l-Ehadisi's-Sahiha 2/138 No. 590
.
[976] Tirmizi, Tefsir 48. h.no. 3094,
[977] Tefsiru't-Taberi 10/114.
[978] El-İmam İhni Teymiye s. 64.
[979] El-İmam İbni Teymiye s. 64.
[980] Tefsiru't-Taberi 3/304.
[981] Mecmüatu'I-Fetava 28/201.
[982] En-Nizamu's-Siyasi Fi'1-İslam, Dr. Abdulkadir Ebü
Fans, s. 73.
[983] Haşiyetu-Müsned 6/301 Ahmed Şakir
[984] Minhacü's-Sünne 1/232.
[985] Minhacü's-Sünne 1/233,
[986] Buhari, Fiten 2, Müslim, İmare 45, Tirmizi, Fiten 25
h.no. 2191
[987] Buhari, Fiten 2, Müslim, Zekat 132 h.no. 1059,
Tirmizi, Fiten 25 h.no 2190 Nesai, Adabu'l-Kudat 4.
[988] Müslim, İmare 49, Tirmizi, Fiten 30 h.no. 2200
[989] Müslim, İmare 52
[990] Eş-Şeria, El-Acûri s. 40.
[991] Buhari, Edep 80 Pethu'1-Bârî 10/524, Müslim, Fedail 77
h.no. 2327.
[992] Siretu İbni Hişam 4/661.
[993] Ahmed 5/251, îbni Mâce, Fiten 20 h.no 4011-4012,
Tirmizi, Piten 13 no. 21775 Nesai, 7/161 Şerhu's-Sünne 10/66, el-Elbani
Es-Silsiletu's-Sahiha h: 491(1/262)
[994] El-Müstedrek 4/462, Zahebi: Sahihdir, diyor.
[995] Buhari, Mezahim Ve~Gasb 33 Fethu'1-Bârî 5/123, Müslim,
İman 226 Ebu Davud, Sünnet 29, Nesai, Tahrimiddin 22, Tirmizi, Diyât 21, Ahmed
1/79.
[996] Müslim, İman 226. Bu konu ile ilgili kıssanın geniş
izahı için bakınız: Fethu'1-Bârî 5/123
[997] Fethu'1-Bârî 5/124 .
. .
[998] El-FaslufTl-Milel ven-Nihal 4/173.
[999] Müslim, İmare 46, Ebû Davud, Beyat 25, İbni Mâce,
Fiten 9 Nesei, Beyat 25, Ahmed 2/161.
[1000] El-Ahkamu's-Sultaniyye, Ebu Ya'las. 28.
(487)Minhâcu'l-îslâmFi'l-Hukms. 132.
[1001] Es-Siyasetü'ş-Şeriyye s. 85.
[1002] Tirmizi, Fiten 47, İmam Ahmed 5/42, Tayalisi 2/167.
[1003] Ebu Davud, Edep 23, Avnu'l-Mabud 13/192, Nevevi: Hadis
hasendir diyor, bakınız: Et-Tibyan fi Adabi Hammeleti'l-Kur^an s. 12
[1004] Şerhıı's-Sünne, EI-Beğavi 10/54 Tahkik el-Arnavüt
[1005] El-Bidaye ve'n-Nihâye 10/199.
[1006] Tefsiru'l-Kurtûbi 5/260.
[1007] Şerhu'l-Hureşi ala Muhtasarı Halil 8/60, Daru Sadır,
Beyrut, Ahkamü'l-Kur'an ibnu'I-Arabi 4/1721.
[1008] Tirmizi, Fiten 72, Nesai, Beyat 35, İbni Hibban,
Mevandu's-Zam an s. 378, et-Tayilisi 2/165, Ahmed no. 5702 Ahmed Şakir: isnadı
sahihdir diyor: 8/62
[1009] el,Uzle, el-Hattabi s.92.
[1010] El-Müsned 2/371, 440,1/357, bakınız:
Sahihul-Camiu's-Sagir 5/364 h.no. 6000, Elbani, hadis hesendir diyor: Silaletü'l-Ehadisi's-Sahiha
h.no 1732 3/267, Tirmizi, Fiten 69 h.no. 2256, hasen, sahih garibdir diyor Ebu
Davud, Edahi 24, Nesai, Sayd 24. ,
[1011] İbni Mâce, Mukaddime 23, h.no. 256.
[1012] Hılyetu'I-Evliya 1/277.
[1013] El-Bidaye ve'n-Nihâye 9/310.
[1014] İhyau Ulumid-Din 2/142.
[1015] El-Bidaye ve'n- Nihâye 9/100.
[1016] El-Bidaye ve'n-Nihâye 9/315.-
[1017] İhyau Uhımiddin. 2/87
[1018] Kitabu'1-İman, İbni Teymiyye s. 61
[1019] Buhari, İ'tisam 2, Fethu'1-Bâri 13/250
[1020] İhyai Ulümuddin 2/142.
[1021] İhyai Ulümuddin 2/145
[1022] Ebu Davud, Melahim 17, Tirmizi, Fiten 13 h.no. 2175
[1023] Mecmüatü'r-Resaüü'l-Müniriyye, İbnu Recep el-Hambeli
s. 13.
[1024] Mecnüatu'r-Resaili'I-Müniriyye s. 13
[1025] Müslim, îman 95, Buhari, İman 42, Fethu'1-Bârî 1/137,
Tirmizi, Birr 17 Nesai, Beyat 31, Darimi, Retaik 41, Ahmed 1/351.
[1026] Şerhu Sahihi Müslim, En-I>fevevi 1/37
[1027] Şerhu Sahihi Müslim, en-Nevevi 1/38,39 .
[1028] Şerhu Sahihi Müslim, en-Nevevi 1/37.
[1029] Camiu'l-Ulumi ve'1-Hıkem s. 76.
[1030] İbni Mâce, Menasik 76, h.no. 3056, Mukaddine, 18,
Ahmed 3/225, S/183 .
[1031] Bakınız: Eş-şerhu ve'1-İbane an Usuli's-Sünne
ve'd-Diyane s. 179; Mastır tezi, Mukaddime; Rıza Mu'ti Na'san, Ümmü'1-Kura
Üniversitesi
[1032] Müslim, İman 98, Nesai, Beyat 6.
[1033] Ahmed no: 5373 Tahkik: Ahmed Şakir: İsnadı sahihtir,
diyor 7/198, Buhari, buna yakınım Ahkam 27, Pethu'1-Bârî 13/170, Beyhaki bir
benzerini süneninde 8/165-166
[1034] Ahmed, -4/314 5/251İbni Mâce, Fiten 20, no. 4011,
4012, Tirmizi, Fiten no. 2174 Nesai 7/161, Arnavut: isnadı sahihdir, diyor.
Nevevi ve Münziri sahihdir demişler. Tahrici için bakınız. Şerhu's-Sünne 10/66,
Beğavi, hasendir, diyor. Elbani sahihdir, diyor. Bakınız: Es-silsiletu's-Sahiha
1/62 no: 491.
[1035] El-Uzle, eî-Hattabi s. 92
[1036] Hakim, Müstedrek 3/155, Es-sîlsiletü's-Sahiha h.no.
374
[1037] Ahmed no. 6520 Ahmed Şakir: İsnadı sahihdir, diyor:
10/30, Elbani, zayıftır, diyor. Bakınız: Daifu'l-Caimi's-Sağır no. 600, 1/182.
[1038] Et-Tabakatü'1-Kübra, İbni Sa'd 3/183.
[1039] EI-Bidayetü ven'-Nihâye 5/248 İbni Kesir: ibni İahak
sahih isnadla rivayet etmiştir, diyor.
[1040] Et-Tabakatü'1-Kübra 3/293.
[1041] Haşiyetü îhyai Ulumiddin, El-Iraki 2/318, Hakim,
müstedrekinde sahih isnadla rivayet etmiştir.
[1042] Nasihatla ayıplama_.arasmdaki fark hakkında İbni Recep
el-Hanbeli bir risale te'lif etmiştir. Necm AbdıirrahmarMIalef tahkik yapmış,
El-Mektebetu'1-Kayyıme neşretmiştir.
[1043] İhyau Ulümiddin, el-Gazali 2/146
[1044] El-Uzle, el-Hattabi s. 96
[1045] Telbisu Iblüs s. 122
[1046] El-İslamu Beynel-UIema ve'1-Hukkam, Abdulaziz el-Bedri
[1047] Et-Tabakatü'I-Kübra, İbni Sa'd 3/184
[1048] Buhari, Buyu 15, Fethu'1-Bârî 4/304,
et-Tabakatu'1-Kubra, İbni Sa'd 3/185
[1049] et-Tababatü'1-Kübra, İbni Sad 3/307 .
[1050] Ahmed, el-Müsned h.no. 578, Ahmed Şakir sahihdir,
diyor. 2/26. Bununla birlikte isnadında İbni Lüheya ve çoğunluk zayıf olduğu
görüşündeler. Bunu Kenzu'l-Ummal sahibi ile İbni Asakir isnad demişler Kenz:
5/774
[1051] et-Tababatü'1-Kübra, İbni Sad 3/308 .
[1052] et-Tababatü'1-Kübra, İbni Sad 3/310 .
[1053] Buhari, Ahkam 17, Müslim, Zikat 110, Nesai, Zekat 90,
Ebu Davud, Haraç 10, Ahmed 1/17. .
[1054] Fethu'1-Bârî 13/154
[1055] El-Müstemau'1-İslami ve Usulü'l-Hakem s. 195.
[1056] Lisanu'I-Arab, Şûra maddesi 4/434-436.
[1057] Fethu'1-Bârî, 13/341.
[1058] Eş-Şûra Fi Zilli Nizami'l-Hükmi'ljslâmi, Prof.
Abdurraman Abdulalik s.14,1975, Ed-Darü's-
Selefiyye ve
Darü'I-Kelam.
[1059] Tefsirü't-Taberî, 7/345, Tahkik Ahmet Şakir.
[1060] Feth'ül-Bârî 13/340, İbni Hacer isnadı hasendir, diyor
[1061] Tefsirürt-Taberî, 7/345.
[1062] Tefsirül'-Kurtubî, 16/37
[1063] Tefsirül'-Kurtubî, 16/37.
[1064] Fi zilâli'l-Kur'an 5/3160.
[1065] el-Havadisu'1-Vâride fi Hâzihi'l-Mesele fi
Kîtâbi'ş-Şûrâ ve Eseruhâ fi'd^Demok^fcye, s.65.
[1066] İbni Hacer, bu hadisin Es'ad b. Musa'nın "Fedailü's-Sahabe"sinde,
Yakub b. Süfyan'ın "El-Marife"sinde Abdurrahman b. Ganem'den la be'se
bih senediyle rivayet edildiğini ve bu zatında sahabe olduğu konusunda ihtilaf
edildiğini zikretmektedir. Fethul Bari 13/340. Derim ki ; Ahmed Müsnedinde
Abdurrahman b. Ganem'den aynı şekilde 4/227'de rivayet etmiştir. Bu senedde
Abdulhamid b. Mihram, Şer b. Htişib'den rivayet etmiştir ki, Yahya b. Main ve
Ebû Davud et-Tayalisi, Abdulhamidi sika saymışlardır. Ebû Hatim, Şehr'den gelen
hadisler birbirlerine yakındır diyor. Fakat onda ta'n edilen kimse vardır.
Mizanü'1-İ'ti-dal 2/538 îbni Metin- Şeir b, Üşib sikadır diyor. Ebû Hatim ise
şöyle diyor? Bu senede Ebû'z-Zubeyr olmadan rivayet edilmiş olduğundan bununla
hüccet getirilmez. Ebû Zur'a ise bunda bir beis yoktur der. İbni Adiy sağlam
değildir diyor. Mizanül İtidal 2/283.
[1067] İbni Mâce, Edep 37 h.no: 3745,3746, Ez-Zevâid'de, İbni
Mes'ud'un isnadı sahih, ricali de sikadır diyor (es-Sünen 2/1233). Taberanî,
Abdullah b. ez-Zübeyr'den merfu olarak rivayet etmiştir. El-Haysemi; ricali
sahih ricaldir diyor. (Mecmeu'z-Zevâid 8/97) Tirmizi, Edep 57 h. no 2823, Ebû
Davud, Edep 123^Ayjıu'l-Matmd 14/3, ed-Darimi, Siyer 13, Ahmed 5/274.
[1068] İbni Hacer ricali sikadır, ancak munkatıdır diyor.
Fethul Bari 13/340, eş-Şafîî, El-Umm, 7/95, el-Beyhaki, es-Sünen 10/109,
es-Suyutî, Ed-Dürrü'1-Mensur 2/90.
[1069] Müslim, Cihad 83 h.no.1779, Siretü İbni Hişam
2/614.
[1070] Sİretu ibni Hişam 3/63.
[1071] Müslim, Cihad 58 hno. 1763, Ahmed 3/243.
[1072] El-Musannef Abdurrezzak 5/368, El-Bidaye ven-Nihaye
4/104.
[1073] El-Musannef 5/330, Beyhaki 10/109, El-Bidaye
ve'n-Nihaye 4/164.
[1074] Müslim, Cîhad 82 hno. 1778, Müsned hno. 4588 Tahkik
Ahmed Şakir 6/268 Tabakatu ibni Sa'd 2/159
[1075] Buhari, İ'tisam 28, Fethu'1-Bârî 13/339, Zadu'1-Mead
2/126. .-
[1076] Buhari, İ'tisam 28, Fethul-Bârî 13/340, Müslim, Tevbe
28.
[1077] Mecmüatü'I-Vesaıkıs's-Sıyasıyye s. 268.
[1078] Beyhaki sahih senedle tahric etmiştir: İbni Hacer
Fethu'1-Bârî 13/342.
[1079] Buhari, İ'tisam 28
[1080] Buhari, İ'tisam 28
[1081] Hafız ibni Hacer Fetrm'I-Bârfde şöyle diyor: Buhari,
El-Edebü'I-Müfred'de, İbni Ebi Hatem, Kasenden sağlam senedle tahric etmişler.
Taberi de aynı şekilde rivayet etmiş: 7/344 Tahkik Ahmed Şakir. Peygamber
(s.a.v.)'e marfu olarak nİsbet edilen hadis sahih değildir.
[1082] El-Kelimu't-Tayyıb, İbni Teymiye'^El-Elbani'nin
tahkiki s. 71, El-Vabilu's-Sayyib İbnü'I-Kayyım s. 235
[1083] Tefsiru't-Taberi 7/344
[1084] İbni Ebi Hatem hasen senedle tahric etmiştir:
Fethu'1-Bârî: 13/340
[1085] Tefsiru't-Taberi 7/345 Tahkik Ahmed Şakir
[1086] Ahkamu'l-Kur'an 1/298
[1087] Tefsiru't-Taberi 7/344
[1088] Tefsiru't-Taberi 7/344
[1089] El-Keşşaf, ez-Zemahşeri 1/475.
[1090] Tefsiru't-Taberi 7/344.
[1091] Müslim, Fedail 141, İbni Mâce, Ruhun 15, Ahmed 3/152.
[1092] İbni Mâce, Ruhun 15, Ahmed 6/123.
[1093] Fi Zilali'l-Kur'an 1/501, Et-Tefsiru'1-Kebir, er-Razi
9/67.
[1094] Bedaiu's-Silk 1/304
[1095] Taberani Evsafında marfu olarak, el-Kudai de Enes'den
rivayet etmiştir. Suyuti hasendir diyor. Tefsiru'l-Kurtubi Haşiyesi 4/250
El-Aclüni: Senedinde zayıflık var diyor: Keşfu'1-Hafa ve mevzilü'1-Elbs
2/260
[1096] El-Hatib, Malik'in Ebû Hureyre'den merfiı olarak
rivayetini tahric etmiştir Ed-Dürrü'l-Mensür 6/10
[1097] Siracü'l-Mülük, et-Tartüşi s. 68
[1098] Bedahı's-Silk 1/304
[1099] Bedahı's-Silk 1/304
[1100] Bedaiu's-Sük 1/304
[1101] Bedaius's-Silk 1/304, 305
[1102] Divanu Beşşar b. Berd 4/172,173,1376 baskı, şerh ve
Talik: Muhammed et-Tahir b. Aşür
[1103] Bedaiu's-Silk 1/310
[1104] Bedaiu's-Silk 1/305, Edebu'd-Dünya ve'd -Din,
El-Maverdi s. 289-
[1105] Bedaiu's-Silk 1/305, Edebu'd-Dünya ve'd -Din,
El-Maverdi s. 289-
[1106] Tefsiru'i-Kurtubi, hadis zayıftır diyor. İbni Hazm:
Mürseldir diyor. Ahmed Şakir: Bu hadiste İsa el-Vasiti vardır ki bu maruf değildir,
diyor. Bl-İhkam fi Usuli'l-Ahkam, Tahkik Ahmed Şakir s. 771,1970 m.
El-Meşveretü ve Eşeruha fi'd-Demokradiyye s. 69
[1107] El-Ikdû'1-Ferid, Ebû Salim Muhammed b. Talha,
el-Kuraşi, en-Nasibi. s. 43 Matbaatu'I-Vatan 1306 4. El-Kahire.
[1108] Fethu'I-Bârî 13/340.
[1109] Ahkamu'l-Kur'an 1/297.
[1110] Pethu'1-Bâri 13/340.
[1111] El-Keşşaf 1/474.
[1112] Tefsiru't-Taberi 7/245
[1113] El-Hatib, Melik'den rivayetle tahric etmiş:
Ed-Dürrü'1-Mensür 6/10 Ed-Darimi, Ebû Seleme'den rivayet etmiştir.
[1114] Es-Siyasetü'ş-Şer'ıyye, îbni Teymiye s. 158
[1115] Ahkamu'l-Kur'an 4/250,251, Fethu'l-Kadir, eş-Şevkani
1/394.
[1116] Fethu'1-Bârî 13/340.
[1117] Tirmizi, Tefsir 59 Hasen, hâsen-garibtir, onu yalnız
bu vecihden biliyoruz. Hafız İbni Hacer îbni Hıbban da rivayet etmiş ve
sahihdir diyor, Pethu'1-Bârî 13/340
[1118] Ahkamu'l-Kur'an, el-Cessas 2/330, Tahkik Muharamed
es-Sadık Kamhavi Daru'l-Mushaf.
[1119] Ebû Abdillah, fakih, usulcu ve maliki, vefatı h. 400
Ed-Dibacu'1-Müzehhep, İbni Ferhün 2/229.
[1120] Tefsirul-Kurtubi 4/249.
[1121] Abdulhak, Müfessir, Kadi, Maliki h. 541, Tabakatil'l-Müfessirin,
ed-Dayudi 1/260 .
[1122] Tefsiru'l-Kurtubi 4/249.
[1123] Et-Tefsirul-Kebir 9/67.
[1124] Neylu'l-Evtar 7/256.
[1125] Tefsiru'l-Menar 4/45.
[1126] El-İslâmu ve Evdauna's-Siyasiyye s. 194 şöyle diyor:
İstişare müslüman için lazım olan bir özelliktir. Müslümanların imamı ancak
bunu yerine getirirse kemale erer.
[1127] İbni Hazm s. 252.
[1128] Usülu'd-Da've s, 207.
[1129] El-îslâm, Akide ve Şeria s. 438 ve devamı
[1130] Eş Şûra ve Eseruha fı'd-Demokratıyye s. 108.
[1131] En-Nezariyyatü's-Siyasiyye fi'I-îslâm s. 333.
[1132] Mebdeuş-Şüra fı'1-îslâm s. 100.
[1133] El-îslâmın ve Evdaune's-Siyasiyye s. 194, Eş-Şüra fi
Zilli Nizamü'l-Hukmi'l-lslami s. 36,Eş-Şüra ve Eseruha fı'd-Demokratıyye s. 57
[1134] Eş-Şüra ve Eseruha fi'd-Demokratiyye s. 53
El-Meşrü'yyetü'1-Islamiyye dü'1-Uhya Dr.Ali Cerişe s. 254'den naklen, Eş-şüra
fi Zilli Nizami'l-İslâmi s. 38
[1135] Eş-Şüra ve Eseruha fi'd-Demokratiyye s. 65,
Mebdeü'ş-Şüra fi'1-İslâm EI-Müîeyici s. 95
•
[1136] Et-Tafsilu'ş-Şürave Eseruh'a fi'd-Demokratıyye s. 97.
[1137] İlgili bölüme bakmız.ı
[1138] El-Ümm 5/18 2. baskı 1393.
[1139] El-Muğni, Eş-Şerhu'1-Kebir 11/396.
[1140] El-Muğni, Eş-Şerhu'1-Kebir 11/396.
[1141] Müşaverenin müstehap olmasının kadıya ait olduğuna
hükmedenlerden birisi de Neve-vi'dir: Ravdatü't-Talibin 11/142 Serahsi:
El-Mebsüt 16/71: şöyle diyor: "Kadi alim ise, alimlerle müşavereyi terketmemesi
gerekir." Eş-Şirbini: Muğnil-MuhtaC 4/391, Haşiyetü'd-Düsüki ala
Şerhı'I-Kebir 4/125 ve diğerleri.
[1142] Es-Siyasetü'ş-Şer'ıyye s. 157, Mecmüatu'l-Fetava
28/386
[1143] Prof. Abdurrahman Abdulhalık, Eş-Şüra fi Zilli
Nizami'l-Hukmi'l-îslâmi s. 130.
[1144] Mecmüatü'l-Fetava 16/37.
[1145] Zadü'1-Mead 2/141, Î'lamü'l-Muvakkin 4/256
[1146] Fethu'1-Bârî 13/341.
[1147] El-Ahkamu's-Sultaniyye, El-Mavcidi s. 43, EbûYa'la s.
45
[1148] Şerhu Sahihi Müslim, En-Nevevi 4/76.
[1149] Şerhu Sahihi Müslim, En-Nevevi 4/76.
[1150] el-Büceyremi "Ala'l-Hatib" adlı kitapta
şöyle demiştir:
[1151] El-büceyremi Ala’l-Hatib 4-327,1370 baskı,Mustafa
el-babi el-Halebi
[1152] Bu rivayetler ilgili bölümde geçti
[1153] Neylu’l-Evtar 7/256.
[1154] Birinci görüş sahipleri bu itirazlarauzunca reddiye
yazmışlardır.Bu üç konuda genişçe izahı arzu etmeyelim.Zira bu konu yetecek
kadar özel bir risaleye muhtacdır.Bakınız:Eş-Şura ve Eseruha fi’d-Demokratiyye
s.52 ve devamı
[1155] Kavaıdu Nizami’l-Hakmi fi’l-İslam s. 152’153,
[1156] Kenzu’l-Ummal 6/89,Keşfu’l-Hafa ve muzilü’l-Elbas
2/184,Daifu’l-Cami’s-Sağir El-Elbani 4/160.
[1157] Fethu’l-Baki 13/340,Ahmad 4/227,Mizanü’l-İtidal
2/538,283.
[1158] Buhari,Muhasibin 16,Fethu’l-Bari 12/144-156,Ahmed 1/56
Tahkik Ahmet Şakir,İbni Hişam 4/660.Menakıbu Ömer,Cevzi s.51
[1159] Eş-Şura ve Eseruhu fi’d Demokratiyye:193
[1160] S.Beyhaki,Kitabu Adabi’l-Kadi,10/112Suyuti’de bu
hadisi ed-Dürr adlı eserinde rivayet etmiştir.2/90 Hadis Mürseldir.
[1161] Ahkamu’l-Kur’an:2/332.
[1162] Eş-Şura ve Eseruha fi’d-Demokratiyyeti:s.193.
[1163] Eş-Şura ve Eseruha fi’d Demokratiyyeti:s.196.
[1164] Şura ile ilgili zikredilen iki kaynağa
bk.Eş-Şura,fi’d-Demokratiyye,s.206 vd.,eş-Şura fi ZilliNizami’l-Hükmi’l-İslami
s.107 vd
[1165] Eş-Şura fi’l-İslam:Dr.H.Hüveydi,s.8.
[1166] T.Taberi:7/346,tak.A.Şakir ve kardeşi.
[1167] Eş-Şura ve Eseruha,s. 115-116.
[1168] Es-Siyasetü’s Şeriyye:s.158.
[1169] Eş-Şura fi’l-İslam:Dr.Hasan Hüveydi:s.19.
[1170] Aynı kaynak:s.18.
[1171] Mebdeü’ş-şura fi’l-İslam lilmelici:s.125-26.
[1172] Eş-Şura fi’l-İslam:s.22.
[1173] Şerhu Akidetü’t-Tahaviyye:s.362.
[1174] Usulü’d-Da’ve:A.Zeydan:s.213.
[1175] Eş-Şura ve Eseruha:172.
[1176] Nazarriyetü’l-İslam;s.59.
[1177] Müslim,Cihad 82,Ahmed Şakir Takkiki
[1178] Buhari,Fiten 2,Müslim İmare,142.
[1179] Fethu’l-Bari:13/8.
[1180] Keşmiri,İkfaru’l Muhhidin,s.22.
[1181] Buharı,Cihad,148,Ebu Davud,Hudud,35,İbni Mace,Hudud,3.
[1182] El-Mustaned fi Usuli’d-Dins.243.
[1183] Nevevi,S. Müslim,12/229.
[1184] Fethu’l-Bari:13/123.
[1185] İrşadü’s-Sari,10/217.
[1186] Tirmizi,İman,9,Nesai,Salat,8.
[1187] Müslim,İmare,65.
[1188] Müslim,İmare,62,Tirmizi,Fiten,78.
[1189] Nevevi,s. Müslim,12/(229.
[1190] Buhari,Ahkam,4,Mülim,İmare ,37;İbni
Mace,Cihat,39,h.no:2860.
[1191] Müslim,imare,37,Tirmizi Cihat ,28
[1192] Kurtubi,1/270.
[1193] Kurtubi,1/271.
[1194]
İthafu’s-Sade:2/233.
[1195]
Measiru’l-İnafe:1/72.