İSLÂM DA HÜKÜMET. 7

Naşir'in Önsözü. 7

Müellifin Önsözü. 7

Hazırlayanın Önsözü. 8

Hükümet ve İslâm.. 8

Son Çağ Ve Îslâm Hükümeti 10

Îsıam   Aleminde, İslâmi Hükümet Kurmak İçin Çalışmalar 12

İslam   Ve   İçtimai   Adalet 13

Bu Kitab Hakkında Bir Kaç Söz. 13

Hazırlayıcı Tarafından Bîr Kaç Söz: 14

Din Ve Siyaset  Müslüman Olmayanlar Nazarında Din. 15

Islâmî Düşünceye Göre Din. 16

Din Ve Medeniyet 16

Bizim Siyasi  Düşüncemizde Cahilce Din Anlayışı Ve Bunun Neticeleri 18

Kur'anl Düşünce:  (Mantalite) 19

Niçin İslâmi Hükümet?. 21

İslâm Ve İktidar 23

İslâm Heyeti  (Mission) 25

Bunu Caiz Görmenin Yanlışlığı Ve Bunun Tahkiki 27

Hükümetin Zaruri Oluşu. 28

Hazret-Î Yusuf   Aleyhisselâm Ve Devlet İdaresi 29

Din Île Siyaseti Birbirinden Ayırmanın Batıl Nazariyesi Ve Yûsuf Aleyhisselam Kıssasından Yanlış Bîr İstidlal 31

Din İle Siyaseti Birkirînden Ayırmanın Müdafaası Ve Bunun Tahkiki 32

İslâm'da  Tenakuz Var Mıdır?. 34

Din Mefhumu. 35

Din İle Siyasetin Birbirinden Ayrılmasının Tarihî Ve Ruhi Tahıiıi 36

Esasa Aît Birkaç Sual Ve Cevapları  : 39

Kıssayî Yusufdan Yanlış Ve Hatalı İstidlal 40

Habeşistan  Muhaceretinden  De Yanlış İstidlal 42

BAB : II 44

Hazırlayıcının   Notu. 44

İslamın Siyası Nazariyesi 44

Esas  Mukaddemeler 45

Enbiya Aleyhîsselam'ın Heyetleri (Mission) 45

Îlah Ve Rabb    Mefhumları?. 46

Doğrudan Doğruya İddia Edenler : 47

2.    Vasıtalı Uluhiyet İddiasında Bulunanlar 48

Fesadın Kökü  : 49

Peygamberlerin Îslah Edici Çalışmaları 50

Siyası Nazariyenin İlk Usulü : 50

Îslâmî Hükümetin  Vazîyetî  Ve  Şekilerî 51

İslâmi Hükümetin Maksadı : 54

Îslami Hükümetin Hususiyetleri: 54

Hilâfet Nazariyesi Ve Bunun    Altındaki Siyası Meseleler 55

İslâmî Cumhuriyetin Vaziyeti 56

BAB III. 57

Bir Kaç Söz. 57

Siyaset İlmînin Esas Soruları 58

Bazı Temel Hakikatler 58

İslamî Yaşayış Tasavvuru. 59

Din Ve Hak Kanunu. 62

Hükümetin Lüzumu  Ve  Ehemmiyeti 62

Hakimiyet Ve Hilâfet    Tasavvurları 65

İtaat Ve Sadakat Usûlü  : 72

Önsöz. 74

BAB IV.. 74

Hilâfetsin Manası 74

Hilafet Ve Hükümdarlık Mefhumu. 76

Kur'anî İşaretler 77

Hilafet-İ Îlâhiye'den Maksad Nedir?. 78

BAB : V.. 78

Takdim.. 78

İslimi Milliyetin Mahiyeti 79

Milliyetin Ayrılmaz    Zaruriyeti  : 79

Milliyeti Terkb Eden Usuller (Elemanlar) 79

Cahîliye Taassubu. 80

Milliyet Unsurları  Üzerine Aklı Bîr Tenkîd. 81

İslâmın  Geniş  Nazariyesi 83

İslâmın Taassuba Karşı Olduğu. 84

İslamda Taassuba Karşı Girişilen Mücadele. 86

İslam Milliyetinin Temeli 87

İslamda Birleştirme Ve Ayıkma Usulü. 88

Îslami Kavmiyetin  Teşekkülü Ne Şekilde  Olur?. 90

Muhacirin Örneği 90

Ansar'ın Hattı Habeketleri 90

Dine Bağlılık Uğrunda  Maddî Alakaların Feda Edildiği 91

Îslam Cemaatinin Aslî Ruhu. 93

Resulullah Sallallahü Aleyhi Ve Sellemin Son Vasiyeti 93

İslam İçin En Büyük Tehlike. 94

Körükörüne Avrupa Taklitçiliği 94

İslami Milliyetin Hakiki Mefhumu. 96

İstidrak    (Anlayış) 101

BAB. 6. 104

İslâm Anayasasının  Ve Kanunlarının Mehazları 104

1. Kur'an-I Kerim. 104

Sünnetin Kanun Mehazı Olması Üzerine Ümmettin İcmâı 110

Hülafa-İ Raşidinîn  Teamülü   Ve Müctehî Dinî Ümmetin Hal Ve    Fasl Ettikleri 112

Resulün Sünnetinin Kanun Mehazı Olma Vasfı 112

Sünnetin Kanun Mehazı   Olduğu Hakkında. 113

Müslümanlar Arasındaki İhtilaflar 113

Hangi Meselelerdir?. 113

Sünnetin Kanun Mehazı  Olması Hakkında. 113

Mâni Olan  İhtilaflar Nereye. 113

Sığabilecekler?. 113

Uydurulmuş Hadislerin Bulunması Güvensizliğe Niçin Sebep Oluyor?. 114

Rivayetlerin Sıhhatînî Araştırma Usûlü. 115

Dirayet  (Görgü)  Nün Hakikati 115

Sünnetin İtibar Edilir Olmasının Delilleri 116

Mutafarrık Haberlerin Hususiyetti 117

Ahkâm Olan Hadislerin İmtiyazına Ait Hususiyetler 117

BAB. 7. 118

İslâmî Hükümetin  Esasları 118

Hakimiyet Kimin Hakkıdır?. 119

Hâkimiyet Mefhumu. 119

Hâkimiyet Hakîkaten  Kimindir?. 119

Hâkimîyet Kîmin Hakkıdır?. 120

Hakimiyet Kimin Hakkı Olabilir?. 120

Allah'ın Kanunî Hakimiyeti 120

Resül'ün Hususiyeti 121

Siyasi Hakimiyet Allahındır 121

Cümhuri Hilafet 121

Hükümetin Çalışma Sahasının Hududu. 122

Hükümet Organlarının Çalışma Hududu Ve Bunların Birbirleriyle   Alakaları 122

Teşrii (Kanun Yapıcı) Meclîslerin Hududu. 122

İcraî Organın Hududu  : 123

Adliyenin Çalışma Hududu : 124

Hükümetin  Muhtelif  Organlarının Birbirleriyle Alakası: 124

Hükümet Nasıl Teşekkül Eder 127

Devlet Başkanının Seçimi   : 127

Ve Emrühüm Şûra Beynehüm : 127

«Dinledik Ve İtaat Ettik.». 127

Şura Meclîsinin Teşekkülü. 128

Devletin Şekli Ve Neviyeti 130

Ülülemr'în Vasıfları : 131

Medenilik  (Vatandaşlık) Ve Bunun Esasları 132

Vatandaşlık Hakları : 133

Vatandaşlar Üzerinde Hükümetin Hakları 135

BAB : 8. 135

İslâm Anayasasının (Düstûr'un) Esasları 135

İlâhî,Hakimiyet : 136

Risâlet Makamı : 136

Hilâfet Düşüncesi : 137

Müşavere Usulü. 137

Seçim Usulü  : 138

Kadınların Mansıpları : 139

Hükümetin  Maksadı   : 139

Ülül-Emr Ve Îtaat Usûlü. 140

Esası Hukuk Ve İçtimai Adalet 141

Umumi Refah : 142

BAB : IX.. 143

Saadet Devri Ve Örnek  Dört Hallfe Devrine Bakış. 144

1 Saadet Devri 144

2. Halk Akasında Adalet  : 144

3. Müslümanlar Arasında Eşitlik : 145

4. Devletin  Mes'uliyeti   : 145

5.  Şüra Ve Müşavere (Kurul) 146

6.  Makuf'a (Doğru İse ) İtaat . 146

7. İktidar Îçin İstekli Bulunmak Ve. 147

Haris Olmanın Men Edilmiş Olduğu. 147

8.  Hükümetin Kuruluş Sebebi : 147

9. Emr Bil-Martjf (Doğru İşe Emir) Ve Mün-Ker (Eğri İş) Den Men Etmenin Hakları Vb Farz Olması . 148

Örnek Dört Halîfe. 149

Seçimle Hîlâfet 149

Müşaveremi Hükümet 151

Beytülmalin  Emanet Olduğunu  Düşünmek. 151

Hükümet Düşüncesi 152

Kanunun Üstünlüğü. 153

Taassuptan Uzak Hükümet 154

Cumhuriyet Ruhu. 155

BAB 10. 156

İslâmda Kanun Vaz'ı Ve Bunun. 156

Çalışma Dairesi Ve Bu Hususta. 156

İçtihadın Yerî 156

Kanun    Vazı'ının Çalışma Dairesi 157

Tabir-İ Ahkâm :  (Hükümlerin Tefsiri) 157

Kıyas  : 158

İstînbat 158

Seebest  Kanun  Vazetmenin  Çalışma  Şekli 158

Îçtîhad   : 158

Îctihad Îçin  Gereken  Vasıflar 158

İçtihadın Sahîh Usulü. 159

İçtihadın Kanun  Mahiyeti Kesbeylemesi 160

Bazı İtirazların Cevapları 160

Kanun Vazetme, Şürâ Ve İcmâ' 162

Cevap. 162

Kanun Vaz' Etmenin Usulü. 162

Muamelat Hakkında Kanun Yapmanın Dört Bölümü. 163

Masâlih-Î Mürsele Ve Îstihsan. 163

Adlîye Kararları İle Devlet Kanunlarının Farkı 163

İcmâ' 164

İslam Nizamına Göre İhtilaflı İşlerin Halledilmesinde  Sahih Usul 165

Cevap : Kur'an-I Kerimin Usûle Ait Hidayetleri   ' 166

Devr-İ  Saadet-İ  Nebevi'de  İhtilafların Halledilme Usulü. 166

Hülefa-İ Raşidinin Teamülü. 167

Kaza  (Duruşma) Yani Adliye İşleri. 168

Umumî Aklın İktizası : 169

BAB XI 170

İslâmî Hükümetin Bir Kaç Cephesi 170

D.  İslâmî Hükümette Zîmmîlerin  Vaziyeti: 172

2.  Zimmîler Üç Kısma Ayrılırlar  : 172

E.   İslâm'da Mürted'in Cezası: 174

F. İslamda Harp Kanunu Ve Esaret : 175

9. İslâmda Güzel Sanatlar   : 176

Hilâfet Ve Hakimiyet 177

A.    Tslânıi Hükümet Ve Hilafete Ait Bazı Sualler. 177

Cevap: 177

B.    El - Hilafet Veya El - Hükümet  Sual : 179

C.    İlâhi Hükümet İle Papalık Usulünün Farla : 180

Sual  : 180

D.  İslâmî Hükümet Ve Müslüman Hükümet 181

E.  Hilâfet Meselesi Ve Fırkacılık. 182

Memleket İdaresinde Kadınların Vazifeleri 182

A. Kanun Vazeden Meclislerde Kadınların İştiraki Meselesi 182

B. İslâmî Hükümette Kadınların  Çalışma  Dairesi. 185

C.  Cemiyetin Islahı Ve Terbiye 186

Zimmilerin Hakları 188

A  İslâm İ Hükümette Zimmî Reâyâ  (Tebaa) 188

Etraflı İzahlar 190

B.  Zîmmilerîn Hukuku  193

Bir Kaç Muhtelif Mesele. 194

A.  Anayasanın   (Düstur)  Un Tefsiri Hakla: 194

B.  İslâm Ve Cumhuriyet 195

C. Devlet Başkanının Ve Hükümet Reisinin «Veto» Hakkı. 196

BAB 12. 197

İNSAN HAKLARI 197

1.  Yaşamaya Hürmet Veya Yaşama Hakkı. 199

2.  Zayıfları Ve Malüllerî Korumak: 199

3.  Kadınların Namuslarının Korunması  : 200

4.  Geçimin Korunması: 200

5.  İnsaf Ve Adalet : 200

6. İyiliğe Yardım Etmek Ve Fenalığa Yardtun Etmemek. 200

7.  Eşitlik Hakları  : 200

8. Masiyetten Çekinme Haklan. 201

9.   Zalimin İtaatini Reddetmek Hakkı. 201

10.  Siyasî İdarecilikte İştirak Hakkı. 202

11.  Hürriyetin Korunması . 202

12.  Mülkiyetin Korunması . 202

13.  Şeref Ve Haysiyetin Korunması. 202

14.  Şahsî Yabayısın Korunması. 203

15.  Zulmün  Karşısında  Direnme Hakkı. 203

16.  Fikir Beyanı Hürriyeti . 203

17.   Fikir Ve Akide Serbestliği Hakkı 204

18.  Dinî Eziyetten Korunma Hakkı. 204

19.  Topbmma Hürriyeti Hakkı. 204

20.  Başkasının Yaptığı İşden Meaiul Olmamak. 205

21. Şüpheler Üzerine Hüküm Yürütülemez. 205

BAB 13. 205

GAYRI MÜSLİMLERÎN HAKLARI 205

1. Gayrı - Müslîm Reâya'mn Çeşitleri. 206

Antlaşmalılar  :   (Muahidln)  . 207

2.  Zimmîlerin Umumî Haklan. 208

İnzibati Kanunlar. 209

Medenî Ve Mülkî Kanunlar : 209

Şahsî Muamelât . 210

Dinî Merasim, 210

İbadethaneler. 210

Cizye Ve Harar Tahsilinde Kolaylıklar . 211

Ticaret Vergisi : 212

Askerî Hizmetlerden Muafiyet. 212

4.  Gayrı - Müslimlere Verilen İlâve Haklar. 213

Devlet Reisliği Mansıbı : 213

Eğitim Ve Öğretim. 214

Geçim Ve Sanat Meselesi. 215

BAB  14. 215

İSLAM VE İÇTİMAİ ADALET. 216

Çağdaş Devrin Bazı Aldatmacaları 216

İçtimaî Adaletin Hakikati. 217

Îslâm İçtimai Adaletin Ta Kendisidir 217

İslamdan Maksat  Adaletinta Kendisidir: 217

İçtimaî Adalet Ne Demektir?. 218

İnsanî Şahsiyetin Gelişmesi . 218

Ferdî Mes'uliyet; 218

Ferdî Hürriyet. 218

İçtimaî İdareler Ve Bunların İdareleri. 218

İslâm'da Adalet Tasavvuru. 220

Ferdi Hürriyetin Hududa. 220

Servet İntikalinin Şartlan : 221

Serveti Sarfetmek Hususunda Mesuliyetler. 222

Zulmün Ve Haksızlığın Ortadan Kaldırılması. 222

Beytülmalda Tasarruf Etme Şartları. 222

BAB  : 15. 223

ÎSLÂMİ HÜKÜMETİN ÖRNEK USULÜ.. 223

1.Hükümetin Maksadı. 223

İslâmî Hükümetin Durumu. 225

Müşavere. 227

Adalet Ve İhsan (İyilik Etme) 229

1. Adalet : 229

2. İhsan:   (İyilik Etme): 229

Yönetim İşleri Ve  Memurların Seçilme Usulü. 230

Müdafaa, Savaş Ve Barış Usulü. 231

İçtimaî, Muaşereti, Siyasî Eğitim Ve Öğretim Hakkında Umumî Usul : 233

B. Îslâmî Hükümette Eğitim Ve Öğretim Usullerine Ait Kur'an-Î Hidayet. 236

Vatandaşlık Ve Yabancılık Durumu. 238

BAB : 16. 240

İslâmî İnkılabın Yolu. 240

islami inkılabın yolu. 241

Îslâmî Hükümetin  Hususiyetleri 242

Hilâfeti Islâmiye ; 242

İslamî Hareketin Hususî Çalışma Tarzı 243

Emniyetli Yol 248

Alemşümul Hükümette  İslâmî Hükümetin Çalışma Tarzı 249

Îslamî Nizamın Kaim   Kılınmasının Sahih Şekli 250

Siyasî İnkılap Mı Daha Öncedir Yoksa İçtimaî İnkılap Mı?. 251

Sual  : 251

Cevap  : 251

 

 

 

 

 

 

İSLÂM DA HÜKÜMET

 

Naşir'in Önsözü

 

îslâmda Hükümet, isimli kitabımızın ilk baskısının, ciddî ilim çevrelerinde tahminimizin çok üstünde bir hüsnü kabul gördüğü­ne şahit olduk.

Birinci baskı nüshalarının az bir zamanda bitmesi ve mev­cutlarının elden ele dolaştığını müteaddit defalar bizzat görme­miz, bu cazip rağbetin açık delilini teşkil etmiş oldu. Gerçeğe su­samış Üniversite talebeleri, islâm (Islâmî ilimler) araştırıcı­ları, ilim çevreleri, siyaset meraklıları bu eseri, ısrarla aradıkla­rından1 aynı eserin ikinci baskısını hazırlamaya karar verdik. Fakat bu ara, muhterem müellif eseri bir daha gözden geçirmek, bazı hususları ilâve etmek bazı yerlerde daha geniş malûmat ver­mek bazı müphem kalan meseleleri izah etmek arzusunu izhar ettiler. Bu meşru mazeretimize binâen, ikinci baskının yayın i;$i, elimizde olmayan sebeblerden dolayı, bir müddet gecikınis oldu. Allah'a sonsuz hamd ve senalar olsun ki, eser mükemmel bir şe­kilde tamamlandi.. Artık, bu eserde îslâmm siyasî nazariye­sini, muhtelif cephelerden ve çeşitli yönlerden incelemek ve müta­lâa fctmek mümkün olacaktır.

îlk baskıda bu eseri, yalnız bir cilt olarak tanzim etmiştik. Esasen hacimli olan esere yeni ilâveler de eklenince sahifeler bir hayli çoğalmış oldu. Bu bakımdan, eserin tamamını iki kısma bölmeyi daha uygun bulduk. Bu baskının tertibine gelince; birin­ci bölümde, kitabın esası gözönüne alınmıştır. Bu kısım, yalnız ilim bahisleri ve nazari mevzuatı ihitva eder. ikinci hısım ise, Pakistan'da Islâmî Hükûmet'i teessüs ettirmek için, sarf edilen gayretli çalışmaları ve bu hususta ileri sürülen amelî çalışma sis­temlerini etraflı bir şekilde anlatır. Allah izin verirse, yakında ta-nıamîanmış olarak takdim edilecektir.

Eu   eserin,   ilmî   menbalara   istinat  ettiğini   söylemeğe   bile   lü-m oln>adığı  kanaatindeyiz.  Muhterem   müellifin  yalnız  ismi   dahi her okuyucu için yeter bir teminat demektir. Ümit ederiz ki, İslâm âlimleri ve siyasî ilimleri tedris eden üniversitelerin fakül­telerinde okuyan talebeler ile ilmî titizliğe hâiz tahkikgiler ve lir mî araştırma ve inceleme yapanlar için de istenildiği gibi faydah bir eser ortaya çıkmış olsun...

Eu büyük te'lif eserin, son baskım hem yazı bakımından hem ete baskı bakımından, daha iyi olan ofset baskısında yapılmışür. Elimizden gelen her türlü gayreti sarfettigimizi ve katlandığımız zahmetleri,   muhterem   okuyuculanmız   herhalde   daha   iyi   takdir ederler.

(Lahor,  13   Şevval 1386 - 24.  Ocak.  1967).[1]

 

Müellifin Önsözü

 

İslâm'ın siyasî nizamı hakkında, yirmi yirmi beş seneden be­ri bir çok şeyler söylemek ve yazmak fırsatı elime geçti. Mevzu-umuzıın esasına ait ve bu köke bağlı veya kökle alâkalı mevzu­larda, nazarî hakundan bir hayli şeyler ortaya koydum: Bu İş. hakkındı daha iyi malûmat verip, daha etraflı bir şekilde an­latmak yoluna gittim. Artık öyle bir merhaleye gelmiş oluyorur kî, şu içinde bulunduğumuz zamanda, amelî ve pratik olarak Vs-lâm'da Hükümetin nasıl olabileceğine dair plân çizilmiş bulu­nuyor. Bu mevzular uzun bîr zaman süresince, çeşitli yerlerde bir çok taraflariyle her fırsatta anlatılarak izahları yapılmış; be­yan ve takrir suretiyle, konferans şeklinde açıklanmış mevzular­dır. Bunların büyük bir kısmı da zaman zaman yazılıp, makale­ler şeklinde ortaya konmuş ve neşredilmişlerdir. Fakat şimdiye kadar, bu mevzular, hep bir araya toplanıp, müstakil bir kitap haline gelmemişti. Bir kaç sene Önee Cenâb Hurşîd Ahmed Sâ-hib, muhtelif mevzulardaki kaleme alıp yazdıklarım ve konfe­rans şeklinde konuşmalarımdan meydana gelen kısımları bir ara­ya getirerek, tertip ve tedvin edip( «Islâmda Hükümet» ismi al­tında bir eser hazırladı. Fakat, o zaman, elde bulunan bütün maddeleri ve mevzuları bir araya getirmek mümkün olmamıştı. Ve bunların hepsi de lâyıln veçhiyle işlenmiş sayılmazdı. Bundan başka, bu eserde, nazarî bahislerle «Pakistan'da islâmî bir hükü­met» teşekkülü için çalışmalar sırasında, cereyan eden mevzular bahis dışı kalmıştı.

Şimdi,   Idare-i   Maarif-l   islâmî    «İslâm   Maarif   Dairesi»   nin n«zareti  altında  Cenâb Hurşîd  Ahmed   Sâhibf   çalışmalara  devam ilerek benim bu hususa ait bütün yası ve fikirlerimi bir araya °pladı. İki  kısma ayırıp, mürettep ve müdevven  bir eser haline °5"!tı. Jıif kısımda  «islâmî  Hükûmet'e ait bütün  nazarî  bahisler araya getirilmiştir,  ikinci kısımda ise,     «Pakistan'da Islanıl Hükümet» kurma çalışmaları sırasında cereyan eden mevzuları İhtiva etmektedir. Şimdi, Islûmî Hükûmet'in siyasi nazariyeleri ite bu hükümet nizamının bütün amelî ve pratik planla», bir ara­da   ve  toplu  olarak   okuyucunun  gözü   önüne  serilmiş   bulunuyor.

Bu kitabın neşrinden önce okuyucular, muhtelif fırsatlar­da ufrcak, bu madalyonun bir tarafını görmek imkânı içinde İdî-ler. Halbuki son çalışmalar neticesinde, madalyonun her iki tara­fını da güzden geçirmek mümkün olduğu gibi, bu fikrin çeşitli cephelerini bu albümde seyretmeleri kabil olacaktır, işte, eserin asıl faydalı tarafı da burasıdır.

Ben de, bu eseri, hu defa tekrar ve yeniden, tam olarak göz­den geçirdim. Kitabın hazırlayıcısı da benimle her bakımdan mü­şaverede bulunup, yeni tertip ve tedvinde, bana danışarak çabştı. Ümit ederim ki, elde bulunan bu eser şimdiki haliyle sadece umu-1 mî ve alelade okuyucuların, faydalanmalariyle kalmayıp, aynı. zamanda hususî olarak, İslâm ilimleri ile siyasî ilim talebeleri ve diğer araştırıcılar da büyük çapta istifâde etmiş olsunlar. [2]

 

Hazırlayanın Önsözü

 

İnsanın içtimaî ve medenî yaşayışında vücuda getiri­len çeşitli idarelerin tedvir işlerinde, en fazla ehemmiyet verdiği ve en çak üzerinde durduğu iş, hükümet teşkili meselesidir. Hükümet demek, bir memlekette bir ülkede oturanların usûlü dairesinde bir kamın ve bir nizâma bağlanarak, kendi içtimaa vaziyetlerini tanzim ve tertip etmek işidir. Bunun kudretini, bunun 'kuvvetini ve hük­münü kendi işlerimin ürerinde nüfuzhı ve yürürlükte sa­yarlar, insan, daha medeniyet yolculuğuna çıktığı yaşa­yışın ilk çağlarında 'böyle bir teşekkülün, böyle bir idare­nin zarurî olduğunu anlamıştır. Bütün insanlık tarihi, hep «hükümet», «devlet» ve «siyaset» üzerine dayanır, işte, «Tarih» denilen şey de bunun tanzimi, tertibi ve bunun ilerleyip gelişmesinden ibarettir.

Şimdiki zamanda, amelî ve pratik -bakımdan -ilerleme ve içtimaî yaşayışta, rahat etmenin muhtelif yollarında biı- takım manialar, karışıklıklar, anlaşılması zor usûller, insanın karşısına çıkarak, bazan «çıkmaza sapma» şeklinde tebarüz eder. Bunlar hükûmet'in çalışma sahası ile bir arada yürütülmek istenirler.

Günümüzde, hemen hemen bütün dünya ülkelerinde, «Hükümet» in vazifesinin sadece, memlekette emniyet ve asayişi sağlamak, memleketi zabt-ü rabt altına almaktan ibaret değildir. Belki, içtimaî adaleti yaymak, halkı an­layışlı bir şekilde refah yolunda yürütmek, olduğu da malûmdur. Bu «hükümet» in müspet bir hareket tara ol­ması lâzımdır ki, yaşayışın her tarafına tesir edip gidüe-bilsin. [3]

 

Hükümet ve İslâm

 

İslâm, kendi tarihi boyunca, Hükûmet'in ehemmiye­tini hiç bir zaman gözden kaçırmamıştır. Enbiya-yi Ki­ram (A.S.) devrinde içtimaî kuvveti, İslâm'a tâbi kılmak yolunda çalışmaları devam etmiştir. Onların, peygambe-râne davetlerinin ağırlık noktası «İktidar» m yalnız, Haık Teâlâ'da olduğu ve Hak Tealâ'ya has bulunduğunu gös­termektedir. Bu şekilde, - her türlü gizli ve açık - «Şirk» i ortadan kaldırmak yoluna gitmişlerdir.

Onların her birinin de halka şöyle hitap ettiklerimi görmekteyiz:

Ey benim kavmim, AUaha ibadet edin; sizin ondan başka ilâhınız yoktur. [4]. A'raf 65.

Bu peygamberlerin her biri de, yine Allah tarafın­dan gönderilmiş, Allah tarafından tayin edilmiş oldukla­rını ileri sürerek, halkın itaat etmelerini istemektedirler.

«Allah'tan çekininiz ve bana itaat ediniz.» Şu'arâ 163

Hak Teala'nın göndermiş olduğu bu «Kullar» yer yü­zünde «O»nun dininin kanun ve nizamının kaim olması için, yaşayışın her sahasını tanzim etmek ve islâh etmek yolunda çalışmışlardır. Hak Taalâ'nm kanununun her yer de ve her zaman, icra edilmesi yolunda uğraşmışlardır.

Onların, bu çalışıp uğraşmaları, yaşayışın her hu­susunun düzene girmesi içindir. Bu arada, elbette ki, «hükümet» in de ıslâhi ve tertibe konup nizâm dairesine alınması, bu işin mühim mevzularından biridir. Kur'an-ı Kerhn'i düşünerek okuduğumuz zaman, Hazret-i Yûsuf (A.S.), Hazret-i Mûsâ  (A.S.),    Hazret-i Dâvûd  (A.S.), Hazret-i Süleyman <A,S.) ve Zat'ı Risaletpenâhîleri Haz­ret-i Resûlullah (S.A.V.) in da, usûl dairesinde, nizamlı ve düzenli bir «Hükümet» teşekkül ettirmek yolunda, ça­lışıp uğraştıiklarım bütün açıkhğiyle    görmek mümkün­dür. Yine încil ve Talmûd'u [5] da düşünerek mütalâa edersek, diğer «Benî İsrail» peygamberlerinin de, bu iş hakkında çalışmış olduklarını öğrenmek imkânı vardır. Onlar da doğru bir «hükûmet»'i<n kurulması yolunda çalı şıp uğraşmışlar, yanlış ve gayri kanunî «hükümet» lere karşı ağır bir şekilde, her taraftan cephe almış ve ten­kitlerde bulunmuşlardır.

îslamî düşünceye göre, «hükümet» e ait ehemmiyet ölçüsünü, aşağıdaki «Emr-i îlâhî'» den anlamak mümkün olur ki, orada «yerin ve göklerin Hâliki» kendi «Nebî» si­ne (S.A.S.) şu şekilde dua etmesini öğretmek istemek­tedir:

«Söyle: Yâ Rabbî: beni, doğru bir girişle girdir ve doğru bir çıkıştan çıkar, bana kendi   indinden, yardımcı bîr kuvvet (iktidar, hükümet) ver.» (İsra Sûresi, 80).

îşbu âyet-i kerime, Hicret-i Nebevi (S.A.S.) den pek az önce nazil olmuştur. O zamanın zahirî vaziyeti göaö-rıüne getirilirse, «hükümet» in ve «iktidar» in ehemmiyet derecesi kendiliğinden aydınlanmış olacaktır. Bu âyet-i kerimenin mefhumu hakkında Mevlânâ Mevdûdî Sâhitb, aşağıdaki cümleleri beyan buyurmaktadır:

«Ya sen kendin, bana iktidar ata kıl, yahut ta bana müzaharet gösterecek herhangi bir «hükümet» vücuda getir ki, onun kudreti vasıtaslyle dünyayı, saplanmış bulıuıdıuğu şu fenalıklardan, temizleyip kurtarabileyim. Fe­nalıklardan, açık saçıkhklarrîaja, ardı arkası kesümeyet kötülük selinin, -önüne geçip, onu kurtarıp, senin adalet kanunun câri olması ve yürümesi yolunda çalışayım.»

Hasan Basrî (R.A.) Kıtâde (R.A.), Ibn-i Cerîr (R. A.), tbn-i Kesîr <R.A.) ve diğer müfessirler, bu âyet-i ke­rimenin tef şiirini, yukarıda anlattığımız şekilde beyan ederler. Bu hususun teyidi hakkında, şu hadis-i şerif d*1 nazarı dikkate alınmalıdır:

Hak Tealâ, Kur'an ile karşı koyup, ortadan kaldır­madığı çok şeyi «hükümet» vasıtasiyle, karşı koyup, or­tadan kaldırır.

Buradan anlaşılıyor ki, islâm dünyada yapmak iste diği ıslâhat işinde vaaz edip, nasihat ve öğüd vermekle kalmamış, aynı zamanda bilfiil işi ele almış ve siyasî nok-tay? da ihmal etmemiştir. Hükümet ve «Siyaset»! de işe karıştırmıştır.

Yine, Hak Tealânm böyle bir duayı, peygamberine öğretmek İstemesinden sabit oluyor ki, «din» in tutun­ması, «şeriat» in infaz edilmesi, hududullah'ın icrası için­de, «Hükümet» e ihtiyaç vardır. Bu yolda çalışmak için, sadece cevaz vermekle iktifa edilmemiş, bu iş zarurî sa­yılmıştır.

Bazı kimseler, yanlış düşünerek, bu meseleden pey­gamberin dünyaya bağlılığı olduğunu ve dünyayı istediği şeklinde bir anlayışı benimserler. Bu hatalı bir düşünce­dir. Zira, dünyaya bağlanmak ve dünya 'isteği maksat olsaydı, o zaman, istekte bulunan şahıs, «iktidar» ve «hü­kümet» i kendisi için istemiş olurdu. Hak Tealâ'mn dini­nin yükselmesi, ayakta tutunması için, istenen «hükû-kûmet» ve «iktidar» ancak, Hakka bağlılığın iktizasının tâ kendisidir. Şahsî .bir gaye için değildir.

Bu meselenin daha iyi anlaşılması için, aşağıda kay­dedilen âyât-ı kerimelere ve Hadis-i şeriflere de göz gez­direlim.

«Evet... Biz resullerimizi,    vazıh ve aydın delillerle

gönderdik. İnsanların Ölçüyle (adaletle) hareket etmele­ri için, onlarla (peygamberlerle birHkte) kitap ve mizan (ölçü) da ıi&mii kıldık. Bir de «demir» i (Kılıç, silâh, hü­kümet kuvveti ve iktidar) nazil kıldsk ki onun İçinde şid­detli bir kuvvet ve halk için çok faydalar vaTdır.»

(El-Hadîd, 25)

O. o kimsedir ki. resullerini hidâyet ve hak din üzere gönderir, tâ kî, ... müşrikler hoşlanmamalar dahi .... onun

«lini kuvvetli ve aychın kılınsın. (Es - Saf, 611

«Acaba kim. Allanın kuluna    gönderdiğiyle, hüküm vermez? Ancak kâfirler hüküm vermezler. (El-Mâide : 44)

Ve yine Resûl-i Ekrem, buyurmuşlardır "ki: «îslâm ile devlet  (hükümet)  ikiz kardeş gibidirler. Bunlardan biri olmaksızın, Ötekisi de kâmil olmaz. îslâm bir binadır, «hükümet» de onun bekçisi. Temeli olmayan bina çöker, bekçisi bulunmayan yer de dağılır gider.» Kenz-ül-Ummâl

îslâm düşüncesine    göre  «din ile    devleti birbirine zıt görmek» asla mümkün değildir.    Bunun neticesidir. ki, bir müslüman daima kendi  «hükümet» inin inandığı esaslar üzerine kurulması için çalışır. Bu yolda çalışma, Müslüman  dininin  ve imânmm iktizasıdır.     O,-Kur'an-ı Kerim'de ve Hazret-i Resûl-i Ekrem'in Hadis-i Şerifle­rinde her ne şekilde    olursa olsun,  ahlâk ve muaşeret âdabı derslerini öğrenmiştir. Yine böyle, siyaset, mede­niyet   v?   içtimaî   yaşama    yolunun   vazıh   hüküm   ve "kaidelerini    de    görmüş    ve    anlamıştır.    Tabiîdir    ki, yukarda saydıklarımızdan, iikinci sıradakinin yani, «hü­kümet» in bulunması şart ve farzdır. Bu «hükümet» fiilî bir şekilde ortaya çıkmadıkça, «kanun» un bir parçası im­lemez bîr hâl almış olur.

Bunun neticesinde de Kur'an-ı Kerim'in ortaya koy­mak istediği «içtimaî yaşayış» vücut bulmaz. Ve işte bu sebebledir ki, «ümmet» in fukahası ittifakla, «İmamet» (Önderlik, devlet reistiği) in nasbini, «İmam» in tayin edilip seçilmesini farz bilmişlerdir. Bu hususta kusur et­mek, ihmal göstermeği de, en büyük dinî emri yapmamak gibi saymışlardır.

Allâme îbn-i Hazm «El-Faslü Beyan El-Milel Ve'n -Nihal» isimli eserinde şöyle beyan eder.

«Bütün Ehl-i Sünnet, merci'iye, Şiîler ve Havariç hep bu hususta ittifak ederler ki, «îmam» nasb etmek, «İmam tayin etmek, farzdır. Bu İmam âdil olup, Hak Tealinin hükümlerini icra kılıp Resûl-ü Ekrem'in (S.A. V-) getirdiği kanun ahkâmına uygun bir şekilde, halkın işlerini yürütmek, memleketi idare etmek ve siyasî işleri düzene koymak yolunu tutmuş bulunan böyle bir İmam'a itaat etmek yine -farzdır.»

El-Fasl-ü Beyan - El-Milel Wn - Nihal Cilt IV. Sa-hife;  87.

Şah Veliyullah Sâhib, bu hususta şöyle yazmaktadır «Câmi'i şarâ'it» b'r «halife» nasb ve tayin edip baş-* çirmek müslümanlar üzerine vacibün 'bi'1-kifâye'dir. bu hüküm de kıyamete kadar devam eder.

. Şah Veliyyullah Sâhib, İzâlet - ül- hıfâ\ Maksad I, Fasıl I.

Bu öyle mühim bir meseledir ki, bütün «ümmet» bu­nun üzerinde icmâ eder. Amelî ve fiili bakımdan da, Re-sul-i Ekrem'in (S.A.V) ve sahabc-i kiram (R.A)  «imam» nasb edip tayin etmek hususunda çok titizlikle durmuşlar ve bu işe büyük ehemmiyet vermişlerdir.

Hazret-i Resûl-ü Ekrem'in (S.A.V.) dünyadan göçtük lerini müteakip, mübarek vücutlarının teçhiz ve tekfinin den Önce İmam'ın seçimi işinin üzerinde durmuşlardı. Bu şekilde, Zat-ı saadetlerini kurmuş bulunduklar! nizâm ve vücuda getirmiş oldukları, merkeziyet işlerinin düzeni, bo­zulmaktan ve dağılmaktan kurtarılmıştır. Onun yapmak istediği işler de tam olarak devam ettirümiştir.

İslâm, maddî iktidara ihtiyaç gösterir. Böyle olmaksı zın kendi camiasını tam bir şekilde vücûda getiremez. Bunsu\ hiç bir iş yapılamaz ve insanlığın ıslâhı içiflı bü­yük işler de başarılamaz. Bunun içindirki, Kur'ân-ı Ke­rim de bu meseleyi izah ederken, Islâm'm maddî iktidarı, nın manevî İktidarına bir destek olduğunu bildirmiştir. O Zaman, iyilikler ayakta tutunup, fenalıklar da silinip or­tadan kalkar.

Kendilerini yer yüzüne yerleştirdiğimiz ve iktidar sa hibi kıldığımız kimseler (Müslümanlar), namazı kılar, ze kâtı Öderler. Onlar, doğru işe emredip, eğriliklerden men-'eâen kimselerdâr. tşte, işlerin hepsinin sonu, Allâha ait­tir. (El - Hacc, 41.)

Şimdi, biz, bu bahislerden şu neticeleri elde etmiş o-îuyoruz:

1 - Hükümet teşkili, insan topluluğunun zaruri, te­mel binasıdır. Bu, olmaksızın, yaşayışta içtimaî intizamı düşünebilmek bile çok zordur.

2 - İslâm, insanlar için kül halinde, bir yaşayış dü zenidir. İçtimaî yaşayış için de, aydın ve açık bir yol gös­terici ve rehberdir.

3 - İslâm'da, din ile iktidar arasında, her o% ^.kil­de ulursa olsun hiç bir zıtlık ve tefrik yoklar. Caiz değildir. O, bütün yaşayış düzenini Allah kanununa tâbi kıl mak ister, işte bu maksat içindir ki, siyaset de İslâm ka­nunları arasmda tanzim edilmiştir. İslâm'da -«hükümet» in ayakta tutunması ve sağlamlaşması için, kanuna bağ­lı bulunmak lâzımdır.

4 - Hak Teâlânın hükümlerinin bir kısmına bağlan­mak, bir kısmım bırakmak, «O»nun hükümlerine ilâveler yapmak, veya bir kısmını ortadan kaldırmak, dünyada ve ahirette İlâhî ukubeti istilzam eder. Bu gibi işler, ister gÖ nül arzusu ile olsun, ister başika birinden korkmak, yahut hatır için olsun, aynı neticeyi doğurur ve hep aynıdır.

5 - Din ile hükümet ve devletin a kadar yakınlıkla­rı vardır ki, bunlardan biri diğerinin bir parçası sayılır, islâm'da, «İslâm hükümeti» ve «İslâm devleti» olmaksı­zın, zulüm, adaletsizlik ve keyfi idare, her tarafı sarmış olur. Neticede Cengiz fesadı baş gösterir, haksızlıklar alır yürür. îslâm, «hükümet» siz ve «devlet» siz, olursa bu hal deki «îslâm», kolu bacağı kırık, sakat vücuda benzer. İşe yaramaz bir hal alır. O zaman, Allah'ın «din»inin hüküm sürmesi yerine, «kölelik» «esaret» ve «sefalet» devresi baş lar,

Bunun için <'slâmd:ı hükümetin temellerinin sağlam kurulması zarureti vardır, «islâm hükümeti» ne sımsıkı, bağlanmak, onun ayakta tutunup kuvvetli olması için ça Iişmak lâzımdır. [6]

 

Son Çağ Ve Îslâm Hükümeti

 

Meselesinin dinî cephesi budur. Fakat iyi düşünür ve son çağın vaziyetini inceden inceye gözden geçirirsek o za man islâm'da bir hükümetin teşekkül etmesinin tam za­manı olduğunu ve herşeyden fazla bunun zarurî bulundu­ğunu Öğrenmiş oluruz.

Avrupa'da, gayri dinî bükümet'in teessüs etmiş bu­lunması göz önüne alınarak hususî bir şekil alıp,   ortaya yıkmış ve bize de arzı endam etmiştir. Avrupa'da malûm şekilde, bir «Papalık» nizâmı ta eskiden beri kurulmuş bu lunuyordu. «Bu papalık» dîn nâmı altında padişahlardan. aaha da kuvvetli, onlardan daha da kudretli, padişahlar­dan daha da müstebîd bir şekilde hükümet sürüp, salta­nat etmekteydi. Olmadık mezâlimi, din kisvesine sokarak, icra etmek yolunu tutup gitmişti. Papalığın bu tarzı hare­ketine, zamanın ilerlemesiyle halk da bunun için çareler aramıştı. Bu «Papalık» müessesesi, hakiki Hıristiyanlığa o kadar muhalif hareketlerde bulunmuş, o kadar ölçüsüz davranmıştı ki, onun bu yaptıkları kendiliğinden onu di­nin haricine çıkarmış; din namı altında yapılmadık   hak­sızlıklar ve rezaletler bırakmamıştı. Bunun asıl    sebebi, hakîkî bir dinî «hükümetlin mevcut olmadığı ve gayrı -dinî hükümet ve gayrı - dinî siyâset güdülmesi ve bunlara da «dinî» süsü verilmesindendir.

1832 de intizamlı bir şekilde «sekülarizm» cereyanla n başladı. O zaman «Jakob Holik» tarafından din ile si­yâsetin birbirinden ayrılması fikri ortaya atıldı. O zaman ki fikir ve -siyaset adamları bu hareketin öncülüğünü, ya­pıyorlardı. Bu fikir hareketi çok geçmeden siyasi sahada da  muvaffak oldu. Siyasî rejim olarak kabul edilmek im­kânını da buldu. Hülâsa olarak bu hareketin gayesi «din» î ferdî yaşayış sahasına münhasır kılmaktı, işin başlangı­cında, «din» ile kimsenin alâkası olmayacak, kimse    de «din» işime karışmayacaktı. Tam manasiyle tarafsız kalı­nacak ve ferdin «inanç Ve din» hürriyeti de korunmuş o-lacaktı. Fakat bir müddet sonra boı hareket başka bir şe­kil aldı. Bu defa «din» karşı cephe almak, zorla «madde­cilik» tarafına yöneltmek, bir nevi «komünistlik ve sosyulisrlik» yolunu tutmak, ortaya çıktı.

Stîkülamm'in şekil değiştirip bozımımsı nasıl oldu?

İlk bakışta, bunu kavramak ve tam olarak anlamak mümkün değildir. Bir kısım inançsızlıklar insanın karşısı­na çıkmakta ve onun fikir ve düşüncesini dağınık bir hâ-lo sokmaktadır. Çeşitli fikirler türlü türlü düşünceler, in­sanın kafasına girip, bir sürü «... izm» ler doğurmaktadır. «Komünizm» «sosyalizm» «kapitalizm» ve bunların benzer leri, insanın fikrinde kökleşip, yaşama sahası bulmakta­dırlar. Neticede, insanı her bakımdan, maddeciliğe sürük-, Ilıyor.

1- «Komünizm ve sosyalizm» hakkında tenkidlerde bulunan meşhur münekkit N. Crew - Hunt şöyle yazıyor:

Komünizm, sefalet, perişanlık, gark-ü zaruret ve iç timâî düzenin bozulmasının neticesi değildir. Zira, bu re­jimi tatbik eden ülkelerde, halk sınıflan içinde, iyi ve bol keseden para kazanan, maaş alan işçilere, müreffeh bir seviyede yaşayanlara da pek çok rastlanmaktadır. Komünizmin meydana çıkışını, halkın eskiden gözünün kapalı oluşuna, şimdi gözünün açıldığına, sermâye sahip­lerinin, yani, kapitalistlerin istismar düzenine karşı koy­mak yolunu tutmuş olduklarına, onların kötülüklerini, is­tismarlarını ve adaletsizliklerini anladıklarından, mevcut nizâmı ortadan kaldırıp müsavat ve eşitlik nizamını tesis etmek yoluna gidilmek için olmamıştır:

Son denemelerden elde edilen neticeye göre, hakikat te, komünizm bir kısım nazariye ve nizamların toplamı­nın ismidir ki; bizim yaşayışımızda, varlıklarına ihtiyâç olan nazariye ve nizamların yerine arızî olarak oturmuş­tur. Bu nizam ve nazariyeleri bundan önce dîn temin edi­yordu. Bu boşluğu dîn dolduruyordu. Din ortadan kalkıp, onun yerine gayrı-dinî nizam ve dinsizlik girince, bu boş­luk kendisini hissettirdi. O zaman bu boşluğu telâfi etmek için çareler arandı, neticede de «komünizm» çaresi bulun du. «Komünizm» dinsizliğin neticesidir. Bu nizâm da, iş ve düşünce karşısına çıkacak olursa, o zaman, yaşayışta alemşümul başka bir hayat nizamı ortaya çıkmış olur ki, bu yeni çıkmış olan nizam, diğer usûllerin öncülüğü vazi­fesini görmek ister» [7]

Sosyo - komünizm tarafını iltizam etmemiş bulunan iar da din ortadan kalkınca fikir emniyetsizliği, ruhî ıstı-rab ve inanç zaaflarına mağlup olup giderler.

2 - Ferdin karşısına yeni yeni arzular ve istekler dikilmiştir. Ferd, yalnız kendi şahsı arzu ve isteklerini te­kemmül ettirmek yolunu tutar. Millî ölçü üzerine kurul muş bulunan, amme maslahatlarını, zaman zaman - yeri­ne ve İcabına göre - kendisinin şahsi veya İçtimaî yaşa­yışımda, bir nevi zulüm telakki, eder. Herhangi bir müsta­kil, ahlâkın disiplini altına girmek istemez. Durum böyle olunca da, millî yaşayış için de ahlâkî zabt-ı rabt kalmaz. işte bunun neticesin dedir ki, asrımızda çok büyük ve muazzam iki cihan harbi patlak vermiştir. Bu iki harp yü­zünden yaralanıp ölmüş olanların sayıları, insanlık tarihi boyunca vuku bulmuş bütün muharebelerdeki ölü ve ya­ralı sayısının toplamından kat ıkat fazladır.

3 - Bu sosyo - komünizm, umumî ahlâkî tesirleri de yok edip ortadan kaldırır. îstiklâH nefis, sobât-i kadem cesaret ve buna benzer ahlakî hasletler şöyle durs-un; iyi­likle kötülüğü birikirinden ayırd etme hususlarına da maddeten imkân vermez. Her türlü müsbet kabiliyetleri de ortadan, kaldırır.

Bu ölçüler yerine, hasis istifâde yolunu bulmak, za­mana uymak, gününü gün etmeği düşünmek gibi şeyleri, ferdî ve içtimaî ahlâkın temel kaidesi kılar. Bunların da neticesinde içtimaî yapı her tarafdan çöküntüye uğrar. O zaman  da huzur,  emniyet ve güven  tamamen orta­dan  silinip  gider.

4 - Tecrübelerden öğrenildiğine göre, eğer sırf maddî bir istifade gözönünde bulundurulup gaye edinilmiş ol­saydı ve herhangi bir ahlâki ve manevî nizama bağlılık olmasaydı; haddi zatında, insan, yine bu maddi istifadeyi tam olarak elde edemiyeeekti. Arnold Toynbee, seküla-rizm neticelerini inceliyerek, açık bir lisanla bu hareketin başarıya ulaşamadığını şu şekilde beyan eder:

«Eğer yaşayışın maksadı, sırf maddî istek, dünyevi zevk ve dünyâ arzulan üzerine kurulmuş bulunsaydı, fer­din maddeten iyi geçinmesi, maddî isteklerini elde etmesi dünyevî huzur ve rahata 'kavuşması yine. de mümkün o-lamıyacağı son tecrübelerden artuk anlaşılmış bulunuyor. Yine kesinlikle anlaşılmış oluyor ki, eğer, sekülarizm'in i-leri ve yüksek iddiaları manevî ve ruhani maksadlarm yanı başında bulunursa, işte o zaman ancak bunların zımnî neticesi olarak, insan dünyevî huzur ve rahatı da el de edebilir» [8]

Gerçeği şu şekilde belirtebiliriz ki, sekülarizm şimdi­ki hâlde fiilî olarak muvaffakiyetsizliğe uğramamış ise de tarih ancak bunu ilerde açıklayıp gösterecektir. Dükkat ettiğimiz zaman göreceğiz ki şimdiki sekülarizm çok eski ve miadını doldurmuş bir düşüncedir. Zamanın üerleme-siyle bir daha onun semtine dönmek imkânı kalmamış^ tır.

«Sekülarizm» bazı tarihi sebeplerden doğmuştur. Mu ayyen ve malum bir muhitin içinde de ancak gelişebilecek

tir. Bu sebepler ve bu muhit mevcut olmasaydı, elbette ki «sekülarizm» m.eydana çıkamayacaktı Onu tutundur-mak da mümkün olmayacaktı.

Yukarıda mevzu bahs ettiğimiz gibi, sekülarizm   ada verilen bu sisteme göre dinin devlet ve hükümet işleriyle hiç bir alâkası olmayacaktı. Fakat bu noktayı dikkatli bir incelemeye tâbi tuttuğumuz zaman görülecektir ki, bu re jim haddi zatında dîne ve dînî nazariyelere karşı   menfî ve muhalif bir tavrın sahibidir. 19 uncu asrın    tarihini gözden  geçirdiğimiz zaman,  anlaşılacaktır ki,     «seküla­rizm» ferdi ve millî mevzularda, fert için, tam bir hürri­yet ve serbestliğe taraftarlık etmekte ve bu rejimin asıl siyâsî tutumunun da esası...  hükûmet'in bu gibi    işlere ınüdahele etmemesi — gaye ve maksad olarak   düşünül­müştür. Aneak ayrılması düşünülen ,bu hususların hepsi de birbirine bağlı, yekdiğerinden    ayrılamıyan hususlar­dır.

Sekülarizm ancak hükümetin sadece bir    «müdafaa sistemi» yani (Poliçe state) mahiyetine girdiği zaman mu vaffak olabilir. Bu şu demektir kî, «sekülarizm nizamiDr da,»hükümet'in vazife ve selâhiyeti, sırf memlekette zab t-u rabtı temin etmek, asayişi sağlamak olacaktır. Hükû met, dıştan gelecek olan taarruzları karşılayacak, içte çı­kacak kargaşalıkları yatıştıracak emniyetsizlikleri gider mek yolunda çalışacak ve başka bir iş görmiyecektir. îş-te, ancak böyle bir nizam ve böyle bir rejimde,    ferdin tam manasiyle, hürriyeti bahis mevzuu olabilir. O zaman ferd, istediği gibi yaşar. Bu şekildeki hükümet de — hiç olmazsa dini akidelere ait hususlara karşı tarafsız kalır, bu gi'bi şeylerin hiç birisine hiç bir şekilde müdahele et­meği caiz görmez.

Fakat, bu düşünce,  ancak 19  uncu asrın seküîa-rizm'inde bulunuyordu. Bu gün  ise vaziyet tamamen baş kadir. Ve hükümet düşüncesi, hükümet mefhumu, tama­men değîşm'ştir. Bugün, hükümet denilen nesne, artık eskiden tasavvur edildiği gibi koca bir put değildir. Bu günkü hükümet bir dâire içine çekilerek, memlekette çe­şitli cephelerden olup bitenlere ve olup biteceklere alâ­kasız, kalamaz. Bugünün hükûmet'.'nin pek çok vazifele­ri vardır. îş sahası pek geniştir. O artık yaşayışın her cephesiyle meşgul olmakta, bu yaşayış tasvirinin her nok tasını çizmek yolunu tutmaktadır. Kendi polisi ve zabıta­sı vasıtasiyle düzen ve intizamı temin eder, cehaleti or­tadan kaldırmak yoluna gider; ilim ve bilgi meşalesini yakar ve ilimle her tarafı aydınlatmağa çalışır sefaleti ortadan kaldırmak, servetin adilâne şekilde taksimini sağ lamak, içtimaî fenalıkları ve kötü alışkanlıkları silip sü-pürmek, şehir ve köy halkını ahlâkî ve içtimaî sahada ye­tiştirip fertlerin gelişmelerini sağlamak, hastalara ilâç tedarik etmek, onlarm tedavisine çalışmak, haksızlığa uğ­ramış olanların haklarını kendilerine iade etmek; darda kalan, sıkıntıda bulunanların imdadına koşmak, ve bu kimselere yardım elini uzatmak gibi çeşitli vazifeler, hü­kümetin yapması icabeden vazifeler cümlesindendir.

Hülâsa olarak, bu günün hükümet denilen müessesesi her bakımdan, refahı ve felahı temin etmekle mükellef ol­maktadır. Bunun içindir ki, böyle bir hükümet, fikrî naza riyelere ve akidelere bağlı bulunan hususlara karşı ala­kasız ve lâkayıt kalamaz. Her ne şekilde olursa olsun, — az veya çok — bu gibi akımlarla meşgul olacaktır. Yine, her ne şekilde olursa olsun, iyilikle fenalığın refahla se­faletin ölçülerini tayin etmek için bir mizan bir ölçüye sa­hip bulunacaktır. Bu mizan ve bu ölçü'ye göre de kendi polisine, kendi zabıta kuvvetlerine ne şekilde ve ne suret te hareket edeceklerine dâir emirler verecektir. Bu sebep­lerdendir ki artık bu günkü hükümet 'bir nazarî hükümet olarak kurulamaz.

Tariiıî hatıralar bakımından .sekülarızm üzerine ku­rulmuş, onun tarif ettiği temeller üzerine oturtulmuş ve bu fikre bağlı kalınarak düzenlenmiş bir hükümet haki­katle hiç bir şekilde ve hiç bir noktadan mevcut olma­mış, daha kurulmadan ortadan silinip gitmiştir, denebilir. Bu temeller üzerine kurulmak istenen hükümet kalesi sırf bir arzu ve bir istekten başka bir şey olmamış, mev cut bulunan boşluğu doldurmaık için ancak bir hayal mah sülünden başka bir şey değildir. Bugün artık, dünyada sekülarizm için yerleşecek, sığınacak bir yer kalmamış tır. Tarih de bunu gösterip gözümüzün Önüne sermekte­dir .

Bugün artık zarurî olan ve mevcudiyeti elzem bulu­nan «hükümet» tam mânasiyle «sekülarizm» nazariyesine muhalif bulunan «hükümet» tir. îslâm da ancak, böyle bir hükümetin kurulup tutunmasını istemiş ve bunun için çalışmıştır. [9]

 

Îsıam   Aleminde, İslâmi Hükümet Kurmak İçin Çalışmalar

 

Yukarda çizilmiş bulunan şeküden iıktidâr'ın   nizam ve intizamının çeşitli cephelerini görmüş bulunuyoruz.

İkinci Dünya Savaşından sonra, Müslüman ülkeleri­nim çoğu istiklâllerine kavuşup, hürriyetlerini elde ettiler. Bu ülkelerin hemen hemen hepsinde, veya 'bir çoğunda îs-lâmî n zam dairesinde, bir tslâm hükümeti kurmak için çalışmalar başladı. O zaman tabiatiyle şu nokta kendisini hissettirdi: Sanki mevcut bulunan medeniyetin son bul­ması üe bir boşluk, bir açıklık ortaya çıkacak ve meydana gelecek olan bu boşluğu doldurmak icap edecektir. Bu da bir hakikattir ki 19 uncu asırda, Müslüman ülke­ler birer birer Ayrupa sömürgecileri tarafından avlanıp, yutulmuşiardi. Bunlardan ancak, üç dört memleket hariç hepsi esaretin ve köleliğin karanlığına gömülmüşlerdi. Birinci dünya savaşından sonra, işler değişmeğe başladı. Uyanmalar baş gösterdi. Ancak ikinci 'Dünya Savaşından sonra Müslüman ülkeleri birbiri arkasından hürriyete ka­vuşup, istiklâllerini elde ettiler. Şimdi bugünkü günümüz de 34 müstakil Müslüman devleti vardır. [10] Bu ülkeler kendilerinin siyasi ve medenî istikbâlleri itçin çalışıp uğ­raşmaktadırlar. Bu ülkelerde siyasi istiklâl ve siyasi hür­riyetle birlikte, bir takım mühim meseleler baş gösterdi. Müslümanlar, sömürgeci «iktidar»m tahakkümü altında yaşadıkları m.üddetçe kendi içtimaî yaşayışlarına, her na­sılsa, îslâmı bir şekil verebilmişler, dinî yaşayışlarını mü­kemmel bir surette zabt-u rabt altına almışlardı.

O zaman onlar, kendi imanlarının iktiza ettiği bütün cepheleri tam bir şekilde taltib edememekle beraber, yine de ferdi ve içtimaî yaşayışın bir çok cephesinde Hak Te-alânın emirlerime ve Resûl-ü Ekrem (S.A.V) in talimine uyabiliyorlardı. Tabiatiyle, hürriyete kavuşup, istiklâl el­de edilir edilmez, şu mesele ortaya çı'ktı: Şimdi, umumî yaşayış nizamı, hükümet şekli rejim ve kanunların îslâ-mî usullerle ayarlanması lâzımdır. îşte bu, asırların Öte­sinden beri gelen îslâm Millet' lerin in en vazgeçilmez iste­ğidir. Müslümanlar, îslâmî nizamın, «kurulacak olan hü­kümet »in üzerinde hâkim bulunmasını taleb ederler. Bu da her bakımdan kendisini hissettirir.

Târihin, geniş görüşü karşısında bu hareket pek mü himdir. Bunun içindir ki, onlar, ümitle güvenle istikbâle bağlanmaktadırlar Fakat, derin düşündüğümüz zaman şu noktayı anlamış olacağız ki, Müslümanların veya bir müs lüman istediği «İslâmî hükümet» nasıl olacak ve hangi şekilde bizim önümüze çıkmış bulunacaktır. Tabiatiyle hü kûmet'in «islâmî hükümet» olması isteniyor bütün imkân lar bunun İçin sarf ediliyor, bu hükûmet'in İslâm ölçüleri ne uyması bekleniyordu. Maalesef bu meselenin asıl haki­kati böyle değildir. Bu gayeye engel teşkil eden asıl sebep şudur: Müstemleke İdaresindeki öğretim ve eğitimin tabu neticesi olarak kültür sah/bi- bulunanlarla aydın kimsele­rin çoğu kendilerini İslâm'dan uzaklaştırmışlardı. Bunla­rın büyük çoğunluğunun — müslüman olmalarına    rağ­men — İslâmiyet hakkında bilgileri yoktu. Yine bu sınıf­tan başka bir zümrenin ise İslâm hakkındaki bilgileri, an­cak bir kaç yanlış yamalak şeyden ileri gitmiyordu. Diğer bir zümrenin de maalesef, zihinleri Öyle zehirlenmişti   ki kıraldan ziyade kıralcı kesilmişlerdi. Bütün bu gurublar, İslâm gerçeklerine karşı, kötü düşünmekte ve körü körü­ne kuru bir Avrupa taassubuna saplanmış bulunuyorlar­dı. Avrupa'nın her türlü fenalıklarını, pembe cam arka­sından seyrediyorlardı. Bu güruh, artık İslâm    ortadan kalkmış, İslâm'dan eser kalmadığı nazarı ile İslam'a ba­kıyorlardı. Hatta körü körüne, hiç düşünmeden dahi, Av rupa'nm her çeşit fenalıklarını, rezaletlerini ve sapıkları m — medeniyet diye — taklit etmek, Avrupa'Ulara   uy­mak yolunu tutmuş gidiyorlardı. Bunu da, âdeta kendile­rine bir din ve iman edinmişlerdi. Bu güruh, kendi memlc ketlerinde ve kendi vatanlarında, diğer halk    çoğunluğu ile — milletin istekleri, arzuları ve hissiyatma karşı mü cadele ve çekişme halindeydiler. İlerlemek için de kendile rine göre başka başka çareler düşünüp duruyorlardı. Bir tarafdan gaflet ve cehalet, diğer tarafdari da kotümserlik ve kötü maksada dayanan düşünce ve birbirle­rine karşı düşmanlık hüküm sürüyordu. Bu gibi çekiş­meler, İslâmi Hükûmet'in kurulmasına doğru giden yolun aydınlığını gidermekte ve bu yolun üzerine taş yığıp, yo­lu kapatmaktaydı.

Bizim fikrimize gelince; bu anlaşmazlıkları yok et­mek ve ortadan kaldırmak için en iyi çâre; bir taraftan îslâmi öğretim ve eğitimi genişletip daha şümullü bir-şek le koymak ve halkın fikir ve düşüncesini terbiye edip onla rı geliştirmektir. Diğer taraftan da yaşayışın her dalında öyle bir idare hazırlamalı ki, yukarıda bahsedildiği gibi, Mür^'K-anlarm çoğunluğunun istekleri ve arzuları yerine gelip, onların hissiyatı ile bağdaşsın. İslâmi şekilde hazır İanıp, her sahasını ve her hususunu saracak bir mahi­yetle ortaya çıksın ve İslâmi hayat tarzma-her bakundan uyduğu beiirsin. tşte, ancak böyle olursa, «Milletsin işle­ri nizama girip, «Millet»arasında mevcut bulunan ters çekişmeler yerine, müsbet bir halde düzen kurulabilir ve senelerce sürecek olan yol, bir kaç ay içinde aşılmış olur. [11]

 

İslam   Ve   İçtimai   Adalet

 

İslâm'da hükümetin mesuliyetlerinden biri de içtimai adalet» sağlamak ve umumî tazminat ve garantiyi gözö'nünde bulundur-ınık ve bu hudut dairesinde, her yaşayan kimse için haysiyet ve >.erofiyk, ko'ayhkla, sıkıntı çekmeden yaşamayı temin etmektir. Mekke'de Har mevsiminde toplanmış bulunan telam âlemi kongre­sinin umumi toplantısında Mevlânâ Seyyid Ebul - A'Ia Mevdûdî Sahih, bir makale okumuşlardı. Bu makaleyi buraya naklediyo­ruz. Bu makalede" İslâmî hükümette geçim, İçtimai adafet ve me­denî   mesflfSerin   siyaseti   üzerinde   etraflı  bahisler   Yardır. [12]

 

Bu Kitab Hakkında Bir Kaç Söz

 

Mevlânâ Seyyid Ebu'l—A'lâ .Mevdûdî Sahib'-in hattı hareketinin en mühim tarafı şudur : İki zarurî mesele­nin ayni zamanda, iki cephesini bir arada, hakkiyle çalı­şarak tamamlamak ister. Üstadımız,' bir taraftan, Islâmî hayat nizamım, dinî ve aklî'delillerle-ileri sürer ve İs­lâm'ın asıl tahmini günümüzün düiyle açık bir tarzda be­yan eder. Yazılarını okuyan okuyucu, yaşayış hakkında­ki îslâm noktayı nazarı hususunda külli ve geniş bir bilgi ye sahip olur, onun bütün cephelerini bir defada ve bir çırpıda görmüş bulunur. Üstad hiç çekinmeden ve hiç korkmadan zamanımızın çeşitli fesadlârına karşı koymuş İslâm'ın yaşayış nizamının üstünlüğünü ve yüksekliğini her cepheden isbat etmiştir. Diğer taraftan da İslâm ni­zamım sırf nazarî bakımdan teş«h ve izah etmekle kal­mamış, şurasını da üeri sürmüştür ki, bu nizam, bugünkü şartlar muvacehesinde nasıl kurulacak ve nasıl tutunabi-lecok? Bugünkü şartlar dahilinde İslâm'ın hakiki şekli ne suretle yerleşebilecektir? Bu mühim suallere cevap-veren Mevlânâ Mevdûdî sâhib'in bu eseri, yaşayışın her dalma temas etmiştir. Ancak İslâmî hükümet f kri hususundat bu hükümetin çalışma nizamı hakkında da daha etraflı ve geniş ölçüde bahisler ortaya koymuştur. Üstad, «îslâ-nıî hükümet» i öyle bir güven, inanç, geniş görüş ve fikir a.çiklığı ile meydana çıkarmıştır ki, bu «hükûmet»in her cephesi tam olarak, kendisini göstermektedir. Zamanımız da bu hususta onun kadar muıharet göstermiş bulunan kimseye' rastlanmaz. Şüphesiz bu cepheden «Q» Araf ve Acem'in (Bütün İslâm milletlerinin) içinde biricik şahsi­yettir, Bıf hususta, zamanımızın icaplarına uygun bir şekilde «tslâmî Hükümet» in tam ve kâmil bir plannı çizmiş tir. îctihâd basiretiyle de böyle bir «hükümet»e ait, bü­tün meseleleri tahlil ederek göz Önüne sermiştir. İşte bun lar, onun hattı hareketinin mümtaz vasfıdır.

«îslâmî hükümet» hakkında Mevlânâ'nm  [13] yazdığı bu mevzular bu  makaleler, daha öncedenneş­redilmiş  bulunuyordu.  Bunların bazıları da müu ferid  broşürler halinde basılmış ve  büyük bir  aîâka  görmüştü. Fakat bu        mevzular    tasnif edilip neşredtlmemişti. Ben bir ara Mevlânâ'nm Islâmî Hü kûmet hakkındaki yazılarının bir kısmını bir araya top hyarak İngilizce bir eser hazırlamış ve îslamîc Law and Constiitution; İsiâm Hukuku ve Teşkilâtı Esâsiyesi ismiy­le yayınlamıştım. Bu defa da eserin, ayrıca Orduca ola­rak neşredilmesine lüzum hâsıl olduğunu düşündüm. Fa­kat Mevlânâ'nm fazla meşguliyeti bu iş için şahsen çalış­masına imkân bırakmıyordu. Onun için ben de Kitabın İn­gilizce nüshasını yeniden gözden geçirdim. İngilizce met­ninin yenden basılması için çalışıyordum. Bu sıra yine .Ki­tabın Orduca metninin de neşrine lüzum olduğu ihtiyacı yeniden belirdi. Bazı dostların ısrarı ve Mevlânâ'nm biz­zat kendisinin de rehberliği altında eserin Urducasını da hazırlamayı üzerime aldım, Büt,ün mevzuları topladıktan sonra, şunu düşünmek zorunda kaldık ki; İslâmî Hükü­met vo İdlâmî Kanun mevzularını ayrı ayrı kitabUr şek­linde hazırhyalım. Zira bir eser, iki kısım makalelerin bir arada bulunmasına tahammül edecek durumda    değildi. Bunun için 13S0 senesi (M. 1960) ben, Mevlânâ'mn Islâ­mî Riyaset--Islâmda Hükümet ismi altında yazmış bulun duğu bütün mevzuları bir araya getirip, tanzim ve tertip edip hazırladım. Hamd olsun ki bu eser de neşr edildik­ten sonra çok makbule geçti. Her sınıftan okuyucunun is tiîâde ettiği anlaşıldı. İlim erbabının onu beğendiği gibi, Üniversite mensupları da onun kadr-ü kiymetini takdir ettiler. Şuçası da bir hakikattr ki bu eser birkaç bakım­dan tamamlanmamış olup bazı noksanlıkları mevcuttu. E-ser bu haliyle neşredilmiş oldu. Bilâhare, muhterem Mevlâ nâ İdâre-i Maarif-i Islamiye^lslâm Maarif Dâiresi'nde bu mevzudaki bütün yazılarını toplayıp bir araya getirdi. Bunlara yeni bjr şekil ve tertip verdi. Bir kaç ay uğraştık tan sonra, biz de, ilk takdim ettiğimiz «İslâmî hükümet» nazariyesi çalışma nizamı ve «idare sistemi» diye bu e-seri sunmak imkânını bulduk.

Bu eserde, Mevlânâ Mevdûdî Sahib, imkân haddinin son derecesinde çalışarak, islâmî    Hükümet hakkındaki bütün yazılarını hususî bir şekilde toplıyarak tertibe koy­muştur. Bu- eserin ilk baskısnda, teorik bahislerle Pakis-tanda kurulması düşünülen «İslâmî Hükümet» için sarfe-dilen gayret ve çalışmalara ait yazılara da yer verilmişti. Fakat bu yeni baskıda bunlar birbirlerinden ayrılarak, ay n ayrı tertiplendi. Bu kitap ise, yalnız nazari ve ilmî ı hisleri ihtiva eder.  Pakistan'da îslâmî Hükümet  kurul­ması mevzuundaki  çalışmalar meyanında  cereyan  eden ^ bahisler ayrı bir ciltde okuyucularımıza arz   edilecebtirJ İşbu kitaba Tercüman ül-Kur'an'dan da bazı bahisler a-\ lınmıştır. Bu şekilde eski mevzuları bir araya getirilip ay n bir eser sunmayı uygun görmeyip, onlara   da burada kısmen yer vermiş olduk. Fakat, o yazılardan bu eserle a-lâkah olmıyan kısımları çıkardık. Çünkü maksadımız    o eski mevzuları canlandırmak ve eski ihtilafları tazelemek • «eğildi. Esasen bunları tekrar dile getirmekte de bir fay­da mülâhaza edilemez. Tertib işinde, asıl mevzu ile ilgili u Unan kısımları ve her zaman için kıymetini muhafaza eden bahisleri seçmeye önem verdik. Ayrıca Tercüman ül - Kur'an'dan bazı bahisler ahndı. Bunun sebebi de Kur' arı anlayışı üzerinde düşündüğümüz içindir. Haşiye­lerde de siyaset ilmine âit bütün bahisleri açıklamış bu­lunuyoruz. Bunları iki ayrı müstakil makale şeklinde ter tipledik. Bu 'ki kısımdaki makaleler, eldeki şekilleriyle ilk defa basılmış oluyor. «Tefh/m-ül-Kur'an» ne kadar zım v bahisleri olduğunu ortaya koymakla okuyucuya ilmî bir fayda sağlıyor. Böyleliıkle bu eseri mütalâa edenler çe­şitli cephelerden istifade etmiş olacaktır. Bundan başka bir şekilde de böyle bir istifadeyi temin etmek mümkün değildi.

Hazırlayıcı şu noktanın üzerinde de ihtimamla   dur­muştur ki, bir tarzda tertip etmiş olsun. Eserden bazı çı-Karmalan yahut da ilâve edilen bahisleri    Mevlânâ'nm kendisiyle müşavere ederek yaptık. Esasen, Mevlânâ'nın yaEilarında ufacık bir değiştirme pek kolay bir iş değil­dir. Fakat bu yazılar, yirmi beş seneden beri çeşitli vesile lerle yazıldıklarından, bugün İçin de bir kitap    şeklinde tanzim edildiğinden bu değiştirmelere ihtiyaç hasıl oldu. Bu mecburi değişiklikler yapılmış olmasaydı,    böyle bir kitap da meydana gelmezdi. Hakikatte ise,    Mevlânâ bu işi bizzat tasvip ederek muvafık bulduğu için yapılma ya tevessül edildi   Yoksa Mevlânâ katiyen bunlara    izm vermezlerdi. Bu. suretle bu kıymetli yazılar, mürettep bir şekilde,  ilim  erbabının  ıttılaına  sunulmaktadır.

Hazırlayıcı olarak bana gelince, benim ilmî kifayet-ylzliğ-im ve ilimdeki sermayesizliğim tamamen anlaşılmış olduğundan, bu hâlimle bu işi yapmamış olsaydım ve bu iş de vakitleri gayet az bulunan Mevlânâ hazretlerinin kendisine kalmış olsaydı, o zaman eserin hazırlanması bü1 hayli gecikmiş olacaktı. Ben, Mevlânâ hazretlerine min-netdar ve medyunu şükranım ki, bana bu kadar itimad gösterip böyle 'bir eseri hazırlamama muvafakat edip, bu hizmeti benim üzerime muhavvel kıldı. Benim için de bu eseri hazırlamak hakikaten bir saadettir. Bu hususta, Mevlânâ'nın, bana her adımda rehberlik etmiş bulunma­ları da büyük bir nimettir. Zatı faziletlerinin müşavere­leri ile, rehberlikleri altında böyle bir eseri hazırlamak işini başarmak benim için hakikatte bir şeref bir iftihar vesilesidir.

Benim bu sahada ne derece ihtimam gösterdiğimi, bu işin mesuliyeti üzerinde ne kadar titizlikle durduğunu Ce nab-ı Hak, elbette ki çok iyi bilir. Eğer bu îşde bir nebze" kadar muvaffak oldumsa, bu Hak Teâlâ'nın fazlından j-leri gelmektedir. Bir hatam, .bir kusurum olmuş ise, be­nim ihmalciliğimden doğmuştur. Hak Teâlâ'dan başka, levfi-k dileyecek kimsem yok, <Ve mâ tevfikıy îlıâ Billâh,

Not : Hind - Pıkistanda, Urdu lisanında «Mevlânâ» \e «Mev­levi» Profesör, üstad ilim ve fazilet sahiblerine söylenen hîtab unvanıdır. «Sahib» beyefendi kelimesine tekabü! eder. Bia bu gibi bir nevî hususî İstılah mahiyetine girmiş bulunan kelimeleri ay­nen   muhafaza  ettik.   Mütercim. [14]

 

Hazırlayıcı Tarafından Bîr Kaç Söz:

 

İslâm'ın siyasi nizâmını mütalaa ettiğimiz zaman, her şey­den Önce, şöyle bir sual ile karşılaşıyoruz. İslâm düşüncesine gö­re Din nedir ? Ne demektir ? Siyaset, iktidar ve yaşayışın içti­maî işlerine ne dereceye kadar müdahale eder? Din, hudutlu ve muayyen bir düşünce dairesi İçinde, çok kere yanlış şekillerde an­laşılmıştır. Halkda dini ve- siyasî diye iki ayrı mefhum üzerinde durarak, böyle bir fikri her tarafa yaymış bulunuyor. Bunun için, her şeyden önce burada islâm düşüncesine göre Din ve siyaset nazariyesi bahsini açıklamak istedik.

Zamanımızda, islâm düşüncesi hakkında, Mevlânâ Mevdûdî'-nin hususî bîr programı ve bir hareket tarzı vardır. Meviânâ'ya' göre, bu iki şeyin birbirinden ayrılması «zorlamaca» ve «uydur­maca* bir iş olur. islâm'ın câmî ve âlemşümul inkılâbı düşünce­si, bu işi sâf bir aynada aksettirilmiş olan tasvir gibi, vazıh bir şekilde  göstermiştir.

Biz de burada Mevlânâ'nın bu mevzuda kaleme almış bulun­dukları muhtelif yazılarını tertipleyip bir araya getirdik. Burada, müslümanlar arasında mevcut bulunan, siyasî çekişmeleri başa alarak, Tercüman El - Kur'an'daki bahislere de yer verip, terti-l>e koyup, bu incilerden bir gerdanlık meydana getirip sunduk.

Hazırlayıcı   :   Hurşîd  Ahnrîed[15]

 

Din Ve Siyaset [16] Müslüman Olmayanlar Nazarında Din

 

Hazret-i Muhammed Resûlullah (S.A.V.) bi'setinden yani peygamberliğini ilan etmeden önce, din hakkında bü­tün dünyadaki umumî anlayış, kanaat ve telâkki şu şekil de idi.

Yaşayışın bir çok şubesi vardır, din de bu şubelerden bir tanesidir. Yahut başka bir tabirle, dîn, insanın dünye­vî yaşayışının ayrılmaz bir parçasıdır, insan hayat mek-i ebinden kurtulup, diplomasını alıncaya kadar, din onun işine yarar, bu mektepten kurtulunca da dînle alakası ke­silir. Din'in alâkadar olduğu mevzu da, ancak insan ile «ma'bud» unun arasındaki rabıtadır. Bu şekilde her kim için yüksek felah makamı hasıl olursa o şahıs için bü­tün diğer dünyevî işlerden alâkayı kesmek ve yaşayışın diğer şubeleri ile ilgiye son vermek; ancak yaşayışın dîn denilen bu şubesine bağlanmak lâzım gelirdi, işte bu şa­hıs da ancak o zaman Felah bulmuş olurdu. Fakat, bu­nunla beraber, Ma'budların her hangi bir şahsa inayet na zarı ile bakması ve dünyevî işlerde ona bereket vermesi arzu edilecek olursa o zaman yaşayışın diğer şubeleri me-yanında da, dîn'i dâhil etmiş olması icâb ederdi. Dünyada ki bütün işlerin keyfine göre dönüp gitmesini arzu eden her şahıs da, bir takım güya dîni merasim icra eylemek­le, ma'bud yahut da mabudlar'ı memnun etmek için ça­lışırdı, insanın ilk alâkası kendi nefsiyledir. Onun karştsında kendi varlığı daresinde dünyanın ilerisi, sağı, so­lunu ve her tarafını birbirinden ayn ayrı birer başka şey gibi düşünmekte idi. Bunlarla alâkalı olan insanın, Ma'budu da bunlardan tamamiyle ayrı ayrı bir şeymiş gi­bi telâkki ediliyordu. Bunların ikisinin arasında hiç bir ilgi hiç bir bağın mevcut olmadığını hesaplıyorlardı.

îşte, cahiliye devrinde, din anlattığımız şekilde tasav vur ediliyordu.  

Din'in temeli üzerinde o zamanlarda medeni bir oe-miyet düzeni, muaşereti ve ahlakî bir bkıa kurulduğunu anlıyamıyorlardı. O zamanlar, medeniyet ve toplu yaşa­mak demek, insanın her cephesini kuşatan bir nizamdır diye düşünülmüyordu. Bu, insan yaşayışının her cephesi­nin ayrılmaz bir parçası olduğunu anlayan yoktu. Bütün yaşayış binasının buna dayandığını kavrayan mevcut de­ğildi. Böyle bir şey olmadan, yaşayış nizâmı diye bir şey olmayacağı elbette ki, bilinen ve açık olan bir husus tur. îşte bu hakikati düşünemiyorlardı.

Dünyanın her yerinde, «din» ile «medeniyet» birbiri­nin yanı başında yürüyüp gitmektedir. Dünyanın her ne­resinde olursa olsun bu iki kavramın birbirlerinden ayrıl­ması isten m işse, o zaman, bunların ikisinin de tamamen yahut da ... hiç olmazsa pek çok bakımdan ... birbirle­rine ihtiyaçları, olduğunu    anlamak mümkün    olmuştur. Yine bu iki şeyin, yani din ile medenyietin bir arada bu-îunnıasinl, zıd şeylerin bir araya gelmiş olması gibi düşü nenler dahi, yine de bunları bir yerde, birbirlerinin yanın­da bulmuşlardır.

-«Din»in «medeniyet» ve «toplu yaşama» üzerinde tesi ri kuvvetli olmuştur. Bunun için, yine bunları birbirin­den ayırmak da hiçbir zaman faydalı olmamıştır. «DSn»in «medeniyet» ve «içtimai yaşayış» üzerinde tesirli bulunma sı neticesinde «medeniyetten uzak kalmak isteyenler» arasında rahipliği, dünyâ işleriyle alakadar olmaktan nefret etmeği dünya lezzetinden kaçınmayı, âlem-i esbab ve ilel* den alâkayı kesmeyi, toplu ve insani yaşayıştan uzak dur mayı doğurmuştur. İnzivaya çekilmek, yalnız yaşamak gi bi taassup unsurlarına girmiş ise de, bunun tesiri pek faz­la olmamış ancak küçük çapta kalmıştır. Bunun hilafına, din ile siyaseti ayırma,. insanın -dünyevî yaşayışı yo­lunda ileriye doğru adım atması için mâniıa teşkil etmiş; insanın terakkisi yolunun üzerine taş, yığarak bu yolu ka patmıştır. Bundan başka medeniyet ve medenî yaşayış i-Çİn sırf madde — perestliğe ve hasis nefsânî İsteklere uy mava yol açmıştır.

Bu gibi şeyler «din»i kirleterek bozmuş ve berbat bir hale, getirm'ştir. Dinde olmayan hurafeler dine eklenince, din nıülevves bir hâle gelmiş, kendisinden beklenen fâirîe ler yerine fenadan da beter neticeler doğurmuştur. îşte hunim idindir ki, herhangi bir şeyin temizliği ve paklığı üu^unüldüğü zaman O'na hemen bir dinilik ve mukaddes Uk kisvesi giydirilmiştir.

Bu kisve giydirildikten sonar ne bir kimse kendi vic danı karşısında mesuliyet duyar; ne de başkaları ona tariz cüfib'Iirler. işte, yine bunun içindir ki tahrif edilmiş dinler de'ibâdet diye isim takılan şeylerin çoğu lezzet perestlik hayâsızlık ve bunlara benzer şeyler Öyle karışmışlardır ki, bu dinlerin saliklcrinin kendileri bile bu dini bir tarafa bırakmış olsalar, ibâdet diye vasıflandırdıkları bu gibiı iş­lerin isnv ahlâksızlıktan başka bir kelime ile vasıflan­dırmaktan kendilerini alamazlar.

Dîn ile medeniyetin teâmûl haline gelmiş bu mese­lelerini bir tarafa bırakırsak göreceğiz ki, haikkatte dün­yanın ne tarafında olursa olsun, dinsizlik üzerine kurul­muş olan medeniyet ve   içtimaî    yaşayışın    temellerinin üstüne ahlâksızlık binasının oturtulmuş ve onun     üze­rine  de  ahlâksızlık  çatısı  kondurulmuştur.

Hakikî dindar görünmek isteyen zümre ise, ken­dilerinin kurtuluş ve felah bulmaları için, dünya'-dan el çekip, dünyevî işlerde, dünya halkının nefsanî is­tekleri ve nohsan görüşlerine göre ... ki, bunlar kendi­lerini her zaman âlim zanneder, her zaman da câhil ve noksan kimseler oldukları tebeyyün eyler... hareket et­meyip, öyle bir yol tutmak isterler ki bu tuttukları yol ile, bir kaç dinî merasim icra siyle, güya kendi Mabutla­rının gönlünü hoş edeceklerini düşünürler. Zira onlara göre dîn yaşayışın bir eki bir yaması bir ilâvesinden başka bir şey değldir. Bunun içindir ki yine dine bağlandıkları zaman, mahzâ bu yama'ya bu ilâve'ye bağlanmış olurlar.

/Wkat şu da vardır ki her türlü siyasî zulüm ve hak­sızlık her çeşit geçim ve maişet adaletsizliği, bir nevi toplu yaşama düzensizliği ve her şekil medenî sapıklık­lar, bu ek'e, bu ilâve'ye bağlı bulunmaktadır. Hattâ; hi­le, dalavere, eşkıyalık bile... Her nevi yalan, dolan, dün-ya'yı karıştırmak fesat, çıkarmak, yağmacılık, tefeci­lik, servet toplamak, kârun yolu tutmak, ihtiras, fahi­şelik ve her çeşit ahlâksızlık bu araya girer. [17]

 

Islâmî Düşünceye Göre Din

 

Hazret-i Resulü Ekrem (s.a.s) her hangi bir başka inak sad için değil mahzâ şu maksat için gönderilmiştir ki, dîni böyle cahilce, tasavvurlardan silip temizlesin. Aklî ve mantıkî bir tasavvur ortaya koysun. Sâdece ortaya koymakla da kalmasın, bunu, medeniyet ve toplu yaşa­yış nizamının esâs temeli olarak, ayakta tutsun. Bunu, muvaffakiyet yoluna götürüp, yürütüp gitsin. Zât-i Bipenâhileri, Din yaşayışın bir eki bir ilâvesi kabul edildiği taktirde, bu din mânâsız bir şey olur. Diye bu­yurmuşlardır. Cemiyetin bütün ihtiyaçlarını karşılaya-nııyan, ona, baştan sona kadar bir nizam ve intizam ve-remiyen, yarım yamalak düsturlar elbette ki dîn olmak* tan çok uzaktır. Böyle beşeri uydurmalara dîn veya mezhep demek, yanlış ve hatadır. Hakikatte ise, dîn ya­şanılan hayatın bir cüz'ü bir parçası değil, O, haddi za­tında yaşayışın tamamı, bütünü ve ta kendisi olduğu gi­bi, varlığımızın asıl hedef ve gayesi, hakiki ruhu, «O»nu hareket ettiren ve yürüten kuvvet kaynağıdır. Hem na­zarî hem fikri ve hem de amelî olarak yaşayışın miyar'ı ve mihenk taşıdır Yaşayış sahasında her adımda doğru ve eğri yolu birbirinden seçip ayırmak lâzımdır. Eğri yolu bırakıp doğru yolu tutmak gerekir. Bu şaşmayan yolu da yine dîn gösterir. Yaşayışın bitmez, tükenmez yolcu­luğunda... ki bu yolculuk, dünyânın başından âhirete kadar, ardı arkası kesilmeden sürüp gider... dîn insanı her merhalede, her menzilde, saadet ve muvaffakiyete götüren bir rehber ve bir yol kılavuzudur.

lşte, böyle- bir dm'in ismi de İslam'dır. Bu yaşayışınki, yaması, ilâvesi olmak için gelmemiştir.

Câhiliye tasavvurları gibi, dîn'i yaşayışın eki, ya­ması ve ilâvesi diye düşünürsek, O'nun gelişinin asıl maksadı, ortadan kalkar ve hiç olup gider insanın kendisi ile Rab'bı arasındaki bağdan, alâkadan her ne '^adar bahs edilirse, bir o kadar da, insanın diğer insan­lara olan alâkasından ve bağlarından; ayni zamanda yi-ne bu inşânın diğer varlıklar ve kâinat ile olan alâka ve 'âğlarından da bahsetmek lâzımdır. îşte, İslâm'ın geli-9'nin asıl maksadı da .insana bu hakikati haber vermek ıQmdir. Çünkü, insanın bu alâkalan ve bu bağlan birbi-d      ayrı  ve  münferid  değillerdir.  Bunlar,   «kül» haÜnde birbirlerine bağlı olarak tertiplenmişlerdir. Bu «kül»ün cüzlerinin doğru ve sahih bir şekilde tertiplen­mesi, bir araya getirilmesi insanın felah ve kurtuluşu-ua sebep olur.

însânın kendisi ile Halik'inin arasındakü, alâka ve bağ doğru ve sahih1 olarak, bilinmedikçe, bu İnsanın kâ­inat ve d'ğer mevcudat ile olan bağ ve alâkaları da doğ­ru ve sahih olarak bilinemez. Bu ikisinin birbirine olan bağları doğru v$ isabetli olarak bağlanması lâzımdır. Muvaffak olmak ve feiâh bulmak kabil olsun. Din insanı fikrî ve amelî bakımdan hayat boyunca bu muvaffaki­yet yolunda yürümeğe hazırlar. Bu işi hazırlayıp yap­mayan ve bunu tekâmül ettirmek i^tı çalışmayan ve cöyle bir karakter arzetmeyen fikir sistemine din dene­mez. Bu işi de tam mânas'yle hazırlanmış ve tekemmül ettirilmiş bulunca din de ancak ve ancak islâm'dır. İşte bunun içindir ki, Kur'an-ı Kerim'de buyuruluyor: Allah indinde dîn yalnız İslâm'dır. (Ali tmran, 19) [18]

 

Din Ve Medeniyet

 

İslâm'ın husûsi bîr düşünce tarzı (Attİtude of mîn-de) vardır. Bütün yaşayış içinde yine husûsî bir nokta­yı nazarı (Cutlock of life) bulunmaktadır. Bunlardan. başka, yine onun bir husûsî çalışma şekli de mevcuttur. İşte, bu düşünce tarzı, bu noktayı nazar ve bu çalışma şekli İslâm yaşayışının doğru yolunu göstermiştir; Bu , düşünce tarzı, bu noktayı nazar ve bu çalışma şekli bir uraya gelip toplanırsa, bunların heyeti umumîyesinm adı İslâm ve İslâm Medeniyeti olur. Burada anlatılan dîn ile Medeniyet ve içtimaî yaşayış birbirinden ayrı şeyler de­lillerdir. Bunlar bir arada, birbirlerine bağlı,    birbirlerine kaynamış bir «kül» teşkil ederler. Bu kül -:1e yıkayı­şın her meselesini intizâma" koyan bir yasaya na^arAye-sıdir.

Hak Teâlanm, i&san üzerindeki hukuku nt-AirJ. İn­sanın kendisini kendi üzerinde bulunan hukuku nedir,?, Anne  Babanın, karı - koca ve çocukların, yakınlarını ve akrabaların, komşuların ve misafirlerin, din kardeş­lerinin, gayri din mensuplarının, dostların, düşmanların, bütün insan topluluğunun, hattâ kâinatta bulunan h.er-şeyin ve her tür)ü kuvvet (enerji)nin hak ve lmkv*da.n nedir; İşte, O hak - hukuk arasında kâmil bir muvâze­ne temin edip, bunları ahenkleşdirip, adâteti kaim kılan şey dîn'dir; yani İslâm dînidir. Bir kimsenin müslüman olması, onun bu hak ve hukuku tamamen gözetmesini ve yerine getirmesini gerektirir. Bir Müslüman, bu hak­ların hepsini tam olarak adaletle ödemeği hore. bilir. Bu olmazsa, bu hakların biri diğerine tecavüz ederek, biri diğerini çiğneyerek, biri diğerine feda edilerek, dehâna ederse, zulüm adaletsizlik ve h&ksızhk y^I bul-ır; ve ni­hayet bu düşünce tarzı ve b\ı yaşayış nazariyesi orta­dan kalkar. îslâm olduğu gibi tatbik e-düec^k olursa, öl­çüler yerli yerini bulunca, insanî yaşayışın üarenüec&İ: neticeleri tezahür eder. Ahlâkî yükseliş, ruhî temizlik paklık insanî istidadın ve insanî fıtratın s* *n. hafine ve son noktasına çıkmış olur Yaşayışın bütün çaî^ıp çır­pınmalarında... her ne şekilde bir çalısına sahası olur­sa olsun... öyle bir yol gösterilmiş olur ki bu yolun ns tarafından gidilirse gidilsin, bir aslî merkeze ulaşıp, bu merkezde birleşmek mümkün olur.

îşte bu merkez, işleri düaene koyan merkezdir. Bu bakımdandır ki, herşeyin   kıymeti, (valve) bu   merkezde  edilmiştir. Her şeyin bir miyar üzerine yürüyüp gitmesi bu merkezde sağlanmıştır. Bu merkeze varmış olacak her şeyde muvaffakiyet yolunu tutar ve bu muvaf fakiyet yolunda yürümeğe devam edip gider. Karşısına çıkacak olan her engeli de çiğner, geçer.

Ferdin, tok başına yaşayışından tutun da, cemiye­tin bir bütün halinde yaşayışının büyük çaptaki işleri­ne kadar bu ölçü hep aynıdır, ayın şekildedir; aynı tarzda hüküm sürer Bu merkezin tanzim ettiği işler meyamndâ, bir kimsenin şahsî yiyeceği, içeceği, giyim kuşamı, meslek ve iş sabası, alış verişi sözü sohbeti, hu­lâsa, yaşayışın lıer cephesi, her türlü işi gücü için hudut­lar, ölçüler tay'n edilmiştir. Tâ ki, asıl ma'ksad olan bu merkea'in yolunu tutup gelenler, hep doğru yolu takip edip, sapık  yola sapmasınlar ve çıkmaza girmesinler.

Yine, şu hususu da tanzim etmiştir. Bu toplu fertleri, birlik içinde yaşayışlarında birbirleriyle o-lan münasebet ve alâkalarını mürettep ve muntazam bir usûl üzere takip etsinler. Toplu yaşama, geçim, si­yâset ve yaşayışın her sahasında ilerleyip, doğru yolu tutsunlar ve aslî maksad olan menzile ulaşsınlar. Kendi­lerini şaşırtan, gerçek gidiş yolunun izini kaybettiren sapa ve kör bir yola sapmasınlar.

Yine aynı minval üzere, İslâm camiasının halkı ile, gayr'ı İslımı camiaların halkları arasında; dostlukta ve düşmanlıkta, savaşta ve barışta, menfaatlerin birleşip ayrıldığı yerlerde zaferde ve mağlubiyette, ilim ve fen el­de etmek hususlarında, medeniyet ve kültür mübadele­sinde dahi ve usûllere bağlı bulunup, riayet etsinler. Devletlere münasebetlerin muhtelif cepheleri, bu ana yolun üzerine manialar çıkarmasın ve bu.caddenin orta­sına taş yığını doldurup yolu kapatmasın. Hattâ şu ka­dar da mümkün olsun ki, insanlık camiası içinde bulu­nan câhil ve sapık 'kimseler bile, ister » istemez veya bi­lerek -  bilmeyerek, bu maksada hizmet etsinler.  Çünl;ü, fıtratın asıl iktizası gereğince, onların da takip ede­cekleri yol islâm caddesinde yürüyenlerin yolundan başka bir yol değildir.

Hülâsa olarak kaydedelim ki, bu öyle bir noktayı nazardır ki, cami'den tutun da, çarşı pazardan, harp sahasına kadar; İbâdet usulünden tutun da, radyo ve uçak pilotluğu yapmak vazifesini; gusûl, abdest, taha­ret, istincâ gibi, cüz'i meseleleri, büyük külli ve içtimaî, bir arada yaşama, geçim, siyâset, memleket idaresi, mil­letlerarası m:inas&betleri, ilk mektep tahsilini, tabiat eserlerini tahkik etmeği ve ilmî konuları çözecek mik­tarda, bilgi sahibi oluncaya kadar; yalayışa ait bütün çalışmaları, fikir ve hareketin bütün sahalarını, bir bir­lik ve vahdet haline koymuştur, bunun cüz'lerinde mak­satlı bir tertip, gayeye matuf bir bağ ve rabıta vücuda getirilmiştir. Bunların hepsi birlikte bir makinanm par­çaları, aletleri gibi birbirlerine monte edilmiş, yerli yer-ne yerleştirip oturtularak bu makinanm çalışması ve ha­rekete geçmesi sağlanmıştır.

Din dünvada öyle bir inkılâp tasavvurudur. Ceha-İetin yoğurduğu hamur ile bunu mukayese etmek, hatta böyle bir mukayese etmeği tahayyül bile etmek mümkün değild'r. 'Bugünkü devrimizde teknolojide ileri giden milletlerin ilmî ve teknik buluşlarını, yedinci Milâdî asır­la karşılaştırdığımız zaman,'bugünün ilim ve fenninin ve bu sahada çalışan aklın o" kadar ilerlemiş olduğunu gö­rürüz ki, bu iki çağ birbirleriyle kıyas dahi kabul etmez. *akat buna rağmen, bugün, o kadar köhneperestlik; o kadar karanlık düşünce mevcuttur ki, dünyaya ün sal-mı§ olan Avrupa Üniversitelerinden-en yüksek ilmî paye Ue mezun olmuş en yüksek ilmî unvanı kazanmış bulu­dan kimseler dahi çok vakit l»u inkilap tasavvurunu id- etmek o kadar    âcizdirler ki, sanki eski cahiliye devrinden bugüne kadar hiç bir şey olmamış ve hiç bir _sey öğrenmemiş gibidirler. Binlerce sene öncesi putperest insanların dîn hakkındaki o* sefil, çökmüş ve çürümüş fikirlerinden halâ vaz geçmiyorlar. Bu çürük fikir için­de saplanıp kalıyor ve bu çürük fikirleri de asırlar bo­yunca nesilden nesile intikal ettirip gidiyorlar. Akli ten­kidin ve ilmî tahkikin en iyi yolu ile yetişmiş olmaları­na rağmen ve bunların en iyi- şekildeki terbiyesiyle dahi bundan kurtulanı iyorlar.

Öyle ki, hanekâhların, tekkelerin ve mescidlerin hücrelerindeki karanlık köşelerine sığınıp oturmuş bu­lunanların dindarlık ve dîne bağlılıkları, inziva köşesine çekilip, bîr post üzerine kurulup, Allah Allah diye bağır­maları ibadet sayan bunu din'in mânası diye telâkki eden ve -dîni sadece bu şekil ibâdet içinde hudutlanclı-ran kimselerin düşüncesine şaşmamak lâzımdır.

Yine bu şekilde, diğer bir tslâmî camianın, bir kaç garkı terennüm ederek, ta'ziye meclisleri kurmaları, mersiye ve nefesler okuyarak bazı merasimler icra et­meleri de hayret edilecek bir şey değildir.

Bütün bu zümreler, ciddî bir öğretim dışında ka­lan, islâm'ın hayatî bütünlüğünü ve geniş ihatasını idrâk edemiyen, aydınlatılmaya muhtaç zümreleri teşkil et­mektedirler.

Fakat bir de, ilim nuru ile aydınlanmış tnüunan ba­zı kimselerin beyinleri, daha çok köhne - perestliğe sap­lanmış, eskinin ve eskiciliğin karanlığından kurtulama­mışlardır. Bunların çoğunun, islâm dîni hakkındaki «dîn» mefhumu anlayışlarını, maalesef yine eski cahiüye devri­nin gayrimüslimlerinin   içinde görmek mümkündür. [19]

 

Bizim Siyasi  Düşüncemizde Cahilce Din Anlayışı Ve Bunun Neticeleri

 

îslâmi ilimleri tedrjs eden mektep ve medreselerden yetişmiş zümrelerin noksan din anlayışı ve bu tarz düşünce ve tasavvurları, yalnız kendilerini yoldan sap­tırmakla kalmaz, aynı zamanda dünyaya karşı en ileri Hak Nizâmını temsil eden îslâmin medenî ve toplu ya­şama cephelerini de hatalı ve yanlış bir şekilde akset­tirirler. Kendilerini de bu hatalı işlerin mümessilleri di­ye ortaya atarlar. İslâm'ın ölüm kalım savaşı yaptığı ve herseyden önce istiklâlini kurtarmak gibi ,en mühim ve hayati meseleleri dururken zımnî ve fer'i meseleleri ön plâna alan bu güruh, acayip ve garip yollarla meseleleri­ni halletmeğe kalkışırlar.

Bu da dîn tasavvurunun eksik ve hudutlandırıhmş muhtelif şekillerinden ortaya çıkmıştır.

Bir ara, bir zatı muhteremin, şöyle buyurduğunu duydum.

— Ben ilk önce Hindistanlıyım sonra da müslüma-mm. [20]

Bu zât, bu cümleyi söylediği zaman, İslâm'ın coğ­rafi bir taksim şekli kabul edeceğini düşünüyordu. Müs­lüman Türk, Müslüman Iran'lı, Müslüman Mısırlı, Müs-Hindistan'h ve bunlara ilâveten müslüman Pencâb-ttiüslüman Bingâle'li, müslüman Dekhanlı ve müslüi;\ı.n Madras'iı [21]. Bu ülkelerin müslümanı ve İslâmiyet anlayışları ayrı ayrı olacakmış???..

Her ülkenin müslümanı, kendi ülkesinin hâl ve va­ziyetine göre, ayrı ayrı bir Islâmî anlayışa mı sahip ola­caktır?  Bu  yüzden bunlar birbirlerinden     ayrılacaklar mı? Her ülkenin müslümanı kendi ülkesinin mevkiine ve vaziyetine göre ayrı ayrı yol mu tutacak? Yaşayış hu­susunda ayrı bir noktayı nazara mı sahip olacak?   Ayrı !>ır görüşten hareket ederek    kendilerine ait. bir istikâ­met mi çizeceklerdir? Maalesef böyle düşünen müslüman-lar da az değildir. Bunlar, İslâm'ın iktisadî, siyasî ve hu­kukî değerlerini bir tarafa bırakıp ayrı bir yol tutmak düşüncesine saplanmışlar vs kendi kafalarına göre, böy-lo bir görüşün istikametine kapılıp gitmişlerdir. Bu gö­rüş istikametinin cazibesine de kendilerini kaptırmışlar­dır. Bu muhtelif kavimler,    muhtelif    usuller ortaya çı­karıp, uydurdukları bu usullere    bağlanmışlardır.    Son-ra da kalkıp, müslümanlık yolunu tutmak istemişlerdir. Bunun içindir ki, onlara göre İslâm bir dinî ek, dinî ya­ma ve d'nî ilâve şeklini   almıştır. Dünyevi yaşayışın her­hangi bir  uydurma  yoluna, uydurma metoduna     uyar hâle gelmiş; dünyevi yaşayışın suyuna göre akıp gider bir şekle gelmiştir.

Başka bir zat-ı muhterem de şöyle Duyuruyordu : — Müslümanlar, din ile dünya işlerini aydınlatmalı­dırlar.  Bunları belirtip ortaya koymalıdırlar.  Dîn'e  ait olan meseleler, inşân, ile Allah arasında bulunan meşe-. lelerdir. Yâni bunlar akâîd ve ibâdât'tan ibarettir. Bu öl­çü dahilinde    Müslümanlar    yollarını takip edip yürü-meİKÜrler. Bu yolu bırakmamalı ve bu .yoldan    sapmamalıdırlar. Dünyevi işlere ve dünya meselelerine gelin­ce, burada dîn'in müdahelesine her hangi bir zaruret ve lüzum yoktur. Diğer milletlerin, dünyevî işbri ayarla­dıkları gib\ müslümanlar da bu gibi meselelerini ayarla­yıp gitmelidirler.

Üçüncü bir Zat-ı Muhterem de şu şekilde öğüt ve­riyordu.

  Müslümanlar için dîni, medenî ve lisânı    bakım­dan elbette ki ayrı bir nizâm da zaruret vardır. Fakat siyasî ve iktisadî    hususlarda    ayrı bir cemaat    haline gelmelerine  lüzum  yoktur.   îş hayatında,   muamelelerde müslîm ve gayri müslîm arasında fark gözetmek tama­men uydurma ve yapmacılık olur. Burada müslümanla-nn  muhtelif zümreleri  de  kendi    aralarında,    muhtelif maksat ve çeşitli gayeler için, ayrı cemaatler, teşkil et­melidirler,  îsterlerce gayri    dinî usûl üzere, siyâset ve geçim meselelerini halletmek  için de  çalışıp     uğraşabi­lirler.

Müslüman kavimlerinin Ölü vücutlarmı canlandır­mak iddiasında bulunan başka bir muhterem zât da, şu şekilde düşünüyordu.

 Asıl mesele, Hak Teâlâ'ya imân ve ahiret günü­ne inanmaktır.  Kitâb ve  Sünnet'e  tabî olmak  değildir. Belki, tabiat elemanlarına    hâkim olmak, tabiat kanun­larını anlamak, bunları insan iradesi altına alarak, pra­tik hayata tatbik etmek, elde edilen elemanları malûm ve muayyen kanunlarla işletip faydalanmaktır. Bu vası­talarda, medeniyet yolunda ilerlemek ve bu usûlle dünya­ya hakim olmaktır.

İşte o zâtın nazarında, bunlardan başka hiç bir şeym ehemmiyeti de yoktu. Bu kanaate göre Japon   dÜ-suncesi olsun, Alman düşüncesi olsun, isterse daha baş* bir düşünce olsun, mühim değildi. Bunlar birbirinden farkii değildi. O zât için bunların hepsi de Islâmî düşünce idi. Nitekim o zâta göre bu işlerin neticesi de hep ay­niydi. Neticede ne doğarsa- doğsun, onun için fark etmi­yordu., O zâta göre İlerlemek sadece yer yüzüne hâkim

olmaktı. Yer yüzünü ele geçirmekti. Doğru iş bu idi. İs­terse İbrahim'in 'A.S.) karşısında Nemrûd olsun, neden ülmıyacakmış? O zâta göre, mü'min denilen kimse", galip gelecek kadar kudretli bulunan kimse idi. İsterse bu kud­retli ve galip kimse, Hazreti İsâ (A.S.) karşısında Ro-manm putperesti olsun; neden olmıyacakmış?

Başka bir kalabalık güruh da, güya müslümanların hak ve hukukunu korumak için kendilerini ortaya atmış­lardır. Onların indinde-İslâm yahut da İslâm medeniyeti­nin hafızası mahza şu meselenin ismidir ki, bu nam altın­da onlar kendi şahsî haklarını (Personel Law) koru­mağı teminat altına almak isterler. Onlar, kendi söz ve yazılarını «mevcut devlet» in söz ve yazısına göre. ayar­larlar içinde bulundukları devletin dil ve yazısına ayak uydurup giderler. Bu gibi şahısların da şahsiyetleri üze­rinde, «islâm» elastiki bir şekil alır. İstenilen her şeye uydurulacak kadar, zayıf bir hale gelir. Bunlar, bir de kendilerini müslümanların mümeasili olduklarını ileri sürerler. Bunların indinde seçimleri kazanıp meclislere girmek, yahut dairelere müdür tayin edilmek veya her ,hangi bir iş başına getirilmek, İslâm iğin en büyük bir kıymettir. Bu .gibi emellerine nail oldukları zaman, îs-lâmın bütün ehemmiyetli ana meseleleri de halledilmiş­tir diye düşünürler. Akfei takdirde, müslümanların ço­ğunluğu, bu gibilerin mümessilliklerini, meclis azalıkla-rmı, müdürlüklerini veya iş başında bulunmalarını ka­bul etmeyip de itiraz ederlerse, o zaman îslâmî hak ve hukuk tamamiyle çiğnenmiş olur.   İslâmın hak ve hukukunu korumak ve onun prestijini    kurtarmak lâzımgelir diye feryadı basarlar ve tabiî ki, ortalık karışır.

işte, şimdi bakınız; muhterem okuyucular, düşün­celer ne kadar karışık ve ne 'kadar çeşitli ve ne kadar dallı budaklıdır. Fakat bunların içinde, yine de değişme­yen bir tek hakikat vardır. O da, bu zümre ve güruhla­rın hepsinin de İslâm anlayışı ve düşünceleri tam ve kâ­mil bir şekilde - ge^en bahiste söyleyip anlattığımız -Cahüiye devrindeki din anlayışı şeklindedir. Cahiliye dev­rinin din tasavvuru gibi İslâm'ı tasavvur etmeleridir. Bu anlayış ve bu tasavvur, zamanına göre, yeni yeni kılık ve kıyafete girip, başka elbiseye bürünerek ortaya çıkmıştır. Bu kisve, her gün bir gün evvelkinden biraz daha fena ve daha da kötü olmuştur.

Bu zümre hakikatin hakikî müslümanlığm ne de­mek olduğunu ve hakikî müslüman'ın kime denebileceği­ni, doğru dürüst olarak anlayıp bilselerdi; hakikî mâna­da, îslâmî cemaatı hangi evsaftaki müslümanların mey­dana getirebileceğini Öğrenmiş bulunsalardı; o zaman bü­tün bu hatalar ve bu yanlışlıklardan kurtulmuş olurlardı.

Kanunî şekle gelince; her kim Kelime-i Tevhidi Lisâ-nen söyler ve dinî zaruriyatı da açıkça- inkâr etmezse, o zat müslümandır. Fakat bu şahıs, bu şekilde müslüman olunca, onun bu vaziyetteki müslümanlığı, ancak müslü­manların zahirî sayılarını, âdet itibariyle bir tane artır­maktan başka bir işe yaramaz. Biz de ona kâfirsin diye­meyiz. Onun hak ve hukuku, İslâm hak ve hukuku olur. Sırf islâm'ı ikrar etmekle İslâm camiasına dahil bulunur. Ancak Islâmm istediği yalnız bunlar değildir. İslâm dai­resinin içine girmek de yalnız bunları ifade etmekle ol-

. Asıl mesele, îslâmın hakikî şeklinin kafalarda yer  yerleşmesidir. Müslümanm düşünce tarzı, tama -men Kur'an-ı Kerim'deki     düşünce tarzı gibi olmalıdır.

Yaşayışta, karşılaşılan bütün iş-güç sahasında Kur'an-ı K-srinvi gözonüne almak gerekir. Siz de yaşayışın kıy­metlendirilmesin i (valau) Kur'an-ı Kerim.1 in miyarına göre tayin etmelisiniz. Kur'an-ı Kerim'in sizin için çiz­miş olduğu yolu bilfiil takip etmelisiniz. Ferdî işlerinizin her birinde ve içtimaî meselelerinizde yalnız «0» nun ta­yin ettiği yolu takip etmelisiniz. Bunun için Kur'an-ı Ke­rim, sîzin önünüze konmuştur. Siz, kendi yaşayışınızda, muhtelif yollan bırakıp, bir tek istikamet tutmalısınız ki bu istikameti de Kur'an-ı Kerim, size göstermiş ve Hidâ-yet-i Muhammedîyeyi (S.A.V.) sizin önünüze koymuştur. Eğer sizin düşünceniz bunu kabul ediyorsa, o zaman ya­şayışın herhangi bir iş sahasında, sizin yolunuz onun yo­lundan ayrılmıyacaktır. îşte, Kur'an-ı Kerim'de gösteril­miş bulunan, bu yola da «Sebil-ül-Mü'minîn : Mü'minler her birinde ve içtimaî meselelerinizde yalnız «O» nun ta­yin ettiği yolu takip etmelisiniz. Bunun için Kur'an-ı Ke-rm, sizin önünüze konmuştur. Siz, kendi yaşayışınızda, muhtelif yollan bırakıp, bir tek istikamet tutmalısınız ki bu istikameti de Kur'an-ı Kerim, size göstermiş ve Hidâ-yet-i Muhammedîyeyi 'S.A.V.) sizin önünüze koymuştur. Eğer sizin düşünceniz bunu kabul ediyorsa, o zaman ya­şayışın herhangi btr iş sahasında, sizin yolunuz onun yo­lundan ayrılmıyacaktır. İşte, Kur'an-ı Kerim'de gösteril­miş bulunan, bu yolu da «Sebü-ül-Mü'mmîh : Mü'minler yolu» diyeceğiz. [22]

 

Kur'anl Düşünce:  (Mantalite)

 

Islâmî düşünce mi? Kur'an-î düşünce mi? •=— Bunlar hakikatte birdirler ve ayrı şeyler değillerdir. — Bu yaşar yış nazariyesinin unvanı altında, bazı düşüncelere de îman etmek lâzımdır. Bazı ibadetleri de ifa eylemek icap ediyor. Bir kaç «şiar» — ki umumî istilanda, bunlara: «Şe'âir-i Mezhebi : D'nî Şiarlar» denmektedir. — ı da göz önünde bulundurmak gerekiyor. Bir parça düşünürsek, bu nazariyenin zımnında, yiyecek şeyler, giyecekler, el­bisenin şekli, muaşeret âdabı, yolculuk, muaşeret usûlle­ri, ticaret ve alış veriş, geçim ve iş güç, siyasî rejim, me­deniyet ve toplu yaşamanın çeşitli durumları, maddî va­sıtalar ve tabiî kanunlar, ilim öğrenmek ve onu kullan­manın çeş tli yolları, bunların bazılarına bağlanıp, bazı­larını bırakmak.   ,

Noktai nazar bir olunca, düşünce tarzı ve gaye de bir olur. Bağlı bulunma, yahut da terkedip bırakmanın ölçüsü de yine aynı olur. Bunun için, yaşayışı devam et­tirmenin yolları, çalışıp uğraşmanın istikameti, dünya muamelelerinin usulleri de aynı olup birebirlerinden hiç bir ayrılıkları olmaz. Hükümlerin tefsirinde ve fer'î hü­kümleri, asla intibak ettirmenin hususlarında ve cüz'î, hatta, ufak tefek ihtilâflar ve ayrılıklar olabilir. Bu, bir düşüncenin muhtelif şekillerde kendisini göstermesinin neticesinden ileri gelen şeydir. Bunlar, fer'î ve arızî ihti­lâflardır, asla ve hiç bir zaman esasî ve cevheri ihtilâf­lar değillerdir. Kat'iyyen aslî ve küllî ihtilâflar değiller­dir.

îşte, İslâm bu temel üzerine, yaşayışın bütün cephe­lerini tertibe koymuştur. Bu cephelerin her birini diğeri­ne bağlamıştır. Bunların arasında da hiç bir ihtilâf şekli ortada bırakmamıştır. Bîr zât, isterse Pakistanlı olsun, isterse Türkiyeli Türk olsun veya Mısırlı Arap olsun; eğer bu zât müslüman ise, bu gösterilen yolu takip ede­cek ve bu yolu tutup gidecektir. Bunun hilâfına, bunun ak&i istikametine bir yol takip eder ve o yolu tutu]) gi-derse, o zaman, kendi inandığının, kendi îman ettiğinin hilâfına ve kendi îman ettiğinin aksı istikametine, yürii- olacaktır.

Şimdi, siz de ister dinî bakımdan, ister dünyevî ba­kımdan olsun, bu yoldan ayrılmazsanız, ve bu yolları bir­birlerinden ayrı tutmazsanız İslâm görüşüne göre, dünya ve ahiret işinin birbirine, bir zincirin halkaları gibi bağ­lı olduklarını göreceksiniz. Bunların İkisi de yaşayışın merhaleleridirler. Birincisi çalışma ve uğraşma merhalesi, ikincisi ise, bu çalışma ve uğraşmanın neticelerini elde etmek ve semerelerini toplamak merhalesidir. — Siz ya­layışın ilk merhalesinde, yani bu dünyada neler ekerse­niz, neler ederseniz, ikinci merhale olan ahiret merhale­sinde onun neticelerini elde edecek ve onun semeresini o zaman toplayacaksınız. — İslâm'ın maksadı, İslâm'ın gayesi, sizin düşüncenizde ve sizin çalışma sisteminizde, Öyle bir şekilde tertip edilmiştir kit siz, eğer yaşayışın birinci merhalesi denilen dünya merhalesinde sahih ve doğru bir yol tutmuş olursanız, ikinci merhale olan ahiret merhalesinde de salrh ve doğru neticeler elde eder, sahih ve doğru semereye kavuşmuş olur­sunuz. İşte bundan dolayıdır ki, bütün dünya yaşa­yışı tam olarak, bütün ve kül olarak, bir «dinî ya­şayış» dır diyeceğiz. Burada, akaîd ve ibadetlerden tutun <ia, medeniyet, toplu halde yaşama, siyaset, geçim ve sa-irenin usulleri ve furuâtı, her şey ve herşey, bir manevî gaye ve maksada rabtedilmiş ve bağlanmıştır. Siz eğer, kendi siyasî ve geçim işlerinizde İslâm'ı tecviz etmeyerek onu, uygun görmiyerek onun yerine başka bir sistem, başka bir nizam tutmak isterseniz, o zaman bu iş zımnî bir irtidat küllî ve açık yoldan sapıtmaya kadar sürük­ler.

Bu demektir ki, siz, İslâm tâlimini bölerek, parçalı-yarak, taksim ve tefrik ederek, bunların bazılarını kabul edip, bazılarına bağlanıp, bazılarını reddedip bırakmış oluyorsunuz. Siz, dinin akaidini, inançlarını, ibadetlerini kabul ediyorsunuz; fakat, onun yaşayış nizamını, hayat yolunda çizmiş olduğu düzenli plânı kabul etmeğe yanaş­mıyorsunuz. Halbuki bu ibâdet binasının esas temelleri de, dünya yaşayış plânının üzerine oturtulmuş ve kurul­muş bulunuyor.

Her şeyden önce, böyle bir ayırma, böyle bir taksim ve tefrik İslama göre yanlış ve hatalıdır. Islâmın hakika­tine iman etmiş, onun güzelliik ve üstünlüğünü idrâk et­miş ve ona can ve gönülden bağlanmış bulunan her müs-lüman .ayırma yohma gidemez ve böyle bir niyet besliye-mez. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de de şöyle buyurulmuş -tur:

Bu nasıl iş? Siz (Allah'm) kitabının bazı kısımları­na imân eder, kabul edersiniz de bazı kısımlarına inan­maz, inkâr mı edersiniz?

(Bakara, 85)

Bu âyet-i kerîmenin açıkladığı mâna, sizin şu tuttu­ğunuz yolu tam olarak anlatmıyor mu? Sizin ayırmak, tefrik etmek yolundaki kanaat ve hareketiniz, adı geçen bu âyet-i kerimenin işaret ettiği durumun tâ kendisi de­ğil midir? Siz bu şekilde ayırıp tefrik etmek yoluna git­tikten sonra, Islâmî itikadınız da uzun zaman devam et­meden ortadan kalkmış, olacaktır. Çünkü İslâm'ın umumi yaşayış düzenine alâkasız ve lakayt davrandıktan sonra, sizin iınajıç ve ibâdetinizin de binası çökecek, ortadan kal­kıp gidecek ve mânâsız bir hâl almış bulunacaktır. Zira, gayrı îslânû yaşayış düzenine inanıp îman ettikten son­ra,, Kur'an'a îman etmek, Kur'an yolunu tutup gitmek imkânı yoktur. Yine, o nizam ve usuller, bu nizam ile ve bu usullere her bakımdan ve her adımda muhalif ve zıd-dır.

Buılun aksi olarak, siz eğer' kendi siyasî ve içtimaî yaşayış tarzınızı İslâm'ın tecviz ettiği yol ve çizdiği şekil üzerine kurmuş olursanız, o zaman ayrı ayrı partilere, siyasî kanaatlere, hiziplere bölünmeğe ve ayrılmağa ne lüzum var? — Allah partisi, Allah fırkası ve Allah hiz­bi -*- Bu da her işe ve her hususa kâfi değil mi?

Nitekim, sermaye sahibi kapitalist ile çalışan işçi, ara­zi ve malikâne sahibi ağa ile bu arazide çalışan çiftçi ve ekinci, memleketi idare eden idareci ile idare edilen mem­leket halkı arasında, o zaman ne bir anlaşmazlık bulunur ne de bir ihtilâf kalmış olur. Belki bunların, bu zıt ve bir­birlerine muhalif görülen ve haddi zatında bir olan .züm­relerin esasda aralarında bir anlayış, bir birlik, bir mu­vafakat ve bir nevi iş ortaklığı ve iş taksiminden başka bir şey de usulen mevcut bulunmaz ve olamaz. Şimdi, siz bu usule mutabık bir şekilde, neden kendi milletiniz ara­sında ve milletinizin muhtelif sınıfları meyan uıda bir ahenk vücuda getirmek için çalışmak istemezsiniz. Elle­rinde böyle mükemmel bir İslâmî usul ve îslâmî niz'im mevcut olmayan zümreler ve milletler arasında se mecbu­rî olarak sınıf ihtilâfları (Class War) ateşi ister iste­mez alevlenecektir. Ve alevlenmiştir bile. O zaman, siz bu ateşten nasıl kaçınacaksınız? Nasıl kurtulmuş olacak­sınız?

Eğer siz, maddeten ilerlemek, yükselmek, kalkınmak ve yer yüzüne hâkim olmak istiyorsanız, o zaman İslâm'ın kendisinin, bu yolu size göstermiş, bunun kapılarını sizin yüzünüze açmış olduğunu anlamanız lâzımdır. ' Bununla beraber îslâmda Firavunca, Nemrutça yükselmek ve kal­kınmakla, İbrahimce ve Musâca, kalkınmak ve yüksel­mek arasında fark gözetilmiştir. Bu kalkınmalardan bi­ri, Japonya veya Ingiîterenin kalkınması şeklidir. Diğeri ise, Saîıabe-i Kiram (R.A.) in İslâm'ın ilk çağlarmdaki kalkınmaları ve ilk m üslüm anların yükselmeleridir. Kal­kınma iki şekildedir. İkisi de anasırı, elemanları kendile­rine ram etmişlerdir. Sebepleri hesaplayarak, ilmim tabiî kanunlarından istifade ederek kalkınma neticesini elde etmişler. Fakat bu iki kalkınma ve bu iki yükselmenin arasında yerle gök arası kadar fark vardır. Siz ancak, bu neticelerin dış ve kabuğa ait sebeplerini görebiliyor ve onların üzerinde düşünüyorsunuz. Bunların ruhî ve ah­lâkî cephelerini görmekten ve düşünmekten çok uzak bu­lunuyorsunuz. - Doğudan batıya kadar uzak -Dünya-perestlerİn kalkınmaları, gelişmeleri, ilerle­meleri ve yükselmeleri, tabiî kaynakları ve elemanları kontrol altına almak, sebep ve neticelerini doğru kulla­nabilmek iledir. Bu da yaşayışın hayvanı cephesidir. Böy­le madde gücü ile kalkınma ve bu şekilde yer yüzüne hâ­kim olma, Kur'an-ı Kerim'in vaad ettiği kalkınmanın yer yüzüne hâkim olmanın tamamen aksine, tamamen zıddı-nadır. Bu şekilde her ne kadar tabiî kaynakları ve ele­manları kontrol altına almak sebeplerini ve neticelerini istendiği şekle yöneltmek, istendiği gibi kullanmak müm­kün oluyorsa da, yine bunların asıl gayesi-, yaşayışın esas maksadı olan, ahlâkî ilerleme ve ruhî yükselme gerçek­leşmez. Bu ahlâkî ilerleme ve ruhî yükselmenin, elde edil­mesi için de ancak ve ancak, Hak Tealâ'ya îman etmek, ahiret gününe inanmak, lâzımdır. Yaşayıştaki bu çalışıp çabâlamaların bir demir çerçeve içinde kontrol altına alı­narak, namazla, oruçla, hac'la ve zekâtla size farz kılın­masının sebebi bu değil midir? Bunlar İslâm'ın erkânıdır­lar ki, siz bunlara kendi düşüncenizle — Mevlevîlikten galat bir mezhep — Hoca'nın yanlış din anlayışı diye bir ıstılah uydurmuş bulunuyorsunuz. [23]

 

Niçin İslâmi Hükümet?

 

Şu meseleyi de izah ettik ki, eğer müslümanlar, müs-lümanca yaşamak -istiyorlarsa; bu yaşayışlarını müslü-manca devam ettirmek yolunu    tutuyorlarsa, yaşayışlanmıı bütününü, tümünü, Hak Tealâ'nm itaati yoluna uy-durup,'ister - ferdî, ister içtimaî 'işlerinde - Hak Tealâ'­nm kanun ve şeriatının   hükümlerine uygun bir şekilde, bir hayat nizamını kabul etmeleri gerekir.

îslâm, hiç bir zaman, şu hâli kabul etmez ki, siz kal-ksp da, Hak Tealâ'ya iman ettiğinizi ileri sürüp, kendini­zi mu'min diye ilân edip, sonra da yaşayış yolunda, yaşa­yış işlerinde Hak Tealâ'nın kanunlarının hilâfına ve aksi­ne, gayn îlâhi kanunlara tabi olup gidesiniz... Böyle bir şekli reva görmek ve bunu caiz saymak, İslâm'ın bü­yük bir tenakuza düşmüş olması demek olur.

Halbuki İslâm, tenakuzu caiz saymadığı giıbi, esasen hikmeti vücud sebebi de tek tek her ferdin ve bütün in­sanlığı içine düşmüş olduğu bütün yanılmalardan kur­tarmak İçindir. îslâmî Hükümet ve îslâmî Anayasa iste­menin arkasında şu düşünce kendisini hissettirir ki, eğer bir müslüman Allah Tealâ'nm kanunlarına itâaat etmi-yecek olursa, esasen, o kimsenin -müslümanhk - iddiası ve ben müslümamm demesi şüpheli bir duruma girip, onun müslümanlığı hakkında tereddüdü mucip olacaktır. Bu mevzu Öyle bir kesin hakikattir ki, bütün Kur'an bu hakikat için deli teşkil eder.  [24]

Kur'an-ı Kerim'e göre, AUah-ü Tealâ, Malik el- Mülk* tür. Yaratmak O'na mahsustur; bunun için de fıtraten ve tabiî olarak, Emr hakkı (memleket idaresi hakkı — Right to rule - da yine O'nun hakkıdır. Yalnız O'na ait­tir. O ülkesinde (donıinion) kendi kullarım istediği gibi idare eder ve hâkimiyetiyle bu idareyi yürütüp gider. Bu işde hiç. bir kimsenin ve hiç bir başka varlığın hiıküm sürmesine ve bu idare işine karışmasına meydan veril­mez. Böyle bir şeyi iddia etmek, hattâ tasavvur bile etnıek, temelinden hatâ ve yanlıştır. Doğru yol birdir. Ve tektir. Bundan başka doğru yol yoktur.

Her kim, «O» nun halifeliği ve nâibliği hususiyetini ihraz ederse, o kimse Ü'nun ger'î kanunları gereğince, bu şer'î kanunların icabına göre ülkeyi idare edip işleri ted­vir edecektir

Söyle; Ey Malik el-mülk olan Allah, Sen, istediğine mülk verirsin, istediğinden de çekip ahrsııı.

<ÂH îmran; 26)

İşte, bu Allah, sîzin Rabbıuızdır ki, mülk de onundur. (Fatır, 13.)

Mülk de  (Devlet ve memleket  ve dünya)  onun hiç bir ortağı yoktur. (L  nî israil, 111.) İşte, hükm,  (kumanda ve memleket idaresi) ulu ve büyük Allah'a aittir. (El-Mü'min,  12.)

O'nun hükmüne hiç bir kimse iştirak edemez. (El - Kehf, 26} Dikkat : Acaba yaratma ve emr (idare ve hükümet)

' O'nun isi değil midir? (A'raf, 54.)

Derler : Acaba» emr'de (Devlet idaresi ve kumanda) bize de bir iş düşer mi? Söyle : Emr tamamen Allah'a inahsu&tur. (ÂM tnırân, 154.)

Bu esas usûle göre, teşri' hakkı, kanun yapma yet­kisi, tamamiyle insandan alınmıştır; insanın elinden çık­mıştır, insan ise, yaratılmış bir 'kul olduğuna göre, köle gibi mahkûm bir durumdadır, insanın o zaman vazifesi kanun yapmak değil, «O» nun kanununa boyun   büküp itaat etmektir. Zira Mâlik el - Mülk O'dur. Elbette ki, İlâhî kanunun hududu içinde, bu Kanun'dan istinbat et­mek, içtihad eylemek, fıkhı meseleleri tedvin kılmak, O'-nun şeriatının ruhu ve islâm mizacının çerçevesi içinde, bu hususları gö'zönünde tutarak, bu Aslî Kanun'un ışığı altında, ferî kanunlar yapmak, hakkı da Ehl-i iman'a ta­nınmıştır. Nitekim, açık hüküm bulunmayan meseleler­de, kanun tertip etmek ve bu gibi işler hakkında hü'küm vermek de yine Ehl-i İman'a verilmiş olduğundan, aslî kanunun rehberliği altında, fer'î konunun nasul yapılaca­ğı anlaşılıyor. Fakat, esas ve ana meselelere gelince; eğer bir kimse, bu gibi hususlarda, İlâhî Kanun'ıı bırakıp da herhangi bir şahsın, yahut da şahısların veya bir ida­renin veyahut da bir idare sisteminin uydurup ortaya at­tığı kanunu, kendisine kanun sayıp, ona tabi olmak o ka­nuna boyun eğmek, o kanun gereğince işlerimi yürütmek veya yürütülmesini sağlamak yolunu tutarsa, o zaman Tağut'a tâbi olmuş olur. Hak Tealâ'nın itaatından çıkar. İsyan yoluna sapmış duruma girer. Onun yaptığı işlerin ve verdiği kararların hepsi de bâtıl olup, bu kararlara uyanlar da hakikatte mücrim, günahkâr ve suçlu duru­ma düşerler.

Siz, kendi dilinizle yalan' uydurarak, şuna helâl bu­na haram demeyiniz. (En - Nahl, 116)

Rabbınız tarafından, size nârfl olmuş bulunana tâbi olunuz' ve ondan gayri kimseyi kendinize Velî dîye tanı­mayın. (A'râf, 3.)

Allah'ın gönderdiği ile hüküm vermeyen, k&mselfer kâfir  (güruhundan)   dırlar. (El - Mâ'ide, 44.)

(Ey Peygamber):  Sana ve senden öncekilere nazil* bulunana imân ettiklerini sananları görmedin mi ki, on-

lara, inkâr edip kabul etmemeleri için emir verilmiş oldu­ğu halde, yine de «Tağut'»un talimine   uymak istediler.

(En-Nisa, 60.)

Yer yüzünde, Hak Tealâ'nm asıl maksadı «hükümet» in kendi kanunlarının esası üzerine kurulmasıdır. Bu hu­sus, peygamberler vasıtasiyle bildirilmiştir. Bu işin ismi­ne de HiiMeİ   denmiştir.

Biz peygamberleri, Allah'ın izni ile mahza kendisine itaat edilsin diye gönderdik, (başka bir şey için gönder­medik). (En-Nisâ, 64.)

îşte biz, sana Kitâb'ı hakla gönderdik. Tâ ki, Sen de Allah'ın sana göstermiş olduğu şekilde halkın arasmda hüküm veresin. (En-Nisâ, 105)

Sen; onlara, Allah'ın gönderdiği gibi hükm edersin. Onlarn keyiflerine tâbi olmazsın. Allah'ın sana gönder­diği şeylerden dolayı, karışıklık çıkarmamak için de on­ları uyarırsın. ' (El-Mâide, 49)

Acaba: Cahiliyenin verdiği hükümler gibi mi hüküm verilmesini istiyorlar? (El-Mâide, 50)

Ey Dâvûd: Biz, seni yer yüzüne halife diktik; Halk arasında hak ile (adaletle) hüküm ver, keyfe tâbi olma. işte; keyfe tâbi olmak seni Allah yolundan saptırır... (Es-Sâd, 26)

işte, bunların hilâfına, Cenâb-ı Ralbb-iil - âlemin ta­rafından gönderilmiş bulunan Peygamberlerin getirdikte-rı kanunlar yerine, herhangi başka bir temele istinad ^en kanunlara tâbi olmak isteyen kimse ve bu gibi ka­nunlara bagh bulunan her hükümet ve her adalet sistemî, hakikatte adalet sistemi olmayıp zulümden başka bir şey değildir. Zalimdir ve haksızdır. Her bakımdan. ve hor hususta, bu iki hükümetin ve bu iki idare sistemi­nin - adalet bakımından da, şekil, ve görüş zaviyesi bakı­mından da — birbirleriyle çok geniş ölçüde ihtilafları ve ayrılıkları vardır. Bunların bütün çalışmaları, fiil ve ha­reketleri, asılsız, esassız, ölçüsün ve* mi;yarsız, olup, teme­linden bâtıldır. Bu gibi kanunlara tâbi olanların yerdik­leri hüküm ve vardıkları kararların h^psi ve bütünü hiç bir meşru temel üzerine istinat etmez. Bu kararlar ve bu hüküm fr f asından çürüktür- Hakikî «Mâlik el-Mülk» bir kin ^cn eline kudret vermeyip buyruk sahibi. <Char-ter)f .kılmadığı bir kimsenin de başına geçtiği ve idaresini ele geçirdiği hükümet ve idare sistemi, nasıl olur da meş­ru bir hükümet, hakikî ve kanunî bir âdare sistemi olur-. [25]

O zaman, ne yaparsanız yapınız ve ne edersenis edi­niz, bunların hepsi de Allah kanunu muvacehesinde bir hiç mesabesindedir.

İman ehli bu gibi gayri İlâhî kanunların ^hariel var­lıklarını fiilî (defacto) olarak kabul etmek zorunda kal­salar dahi, meşru bir şekilde, işlerinin, hallü faslında (de-jure) onların doğru ve sahih olduklarını kabul etmezler. İmam Ehli'nin, işlerinde asıl hüküm sahibi olan, emir veren ve hüküm icra eden Allah'tır. Allah'ın karşısına di­kilip de, ona karşı kafa tutup, isyan yoluna sapmış olan­lara da, İman Ehli itaat etmez:. Bu gib'Ierden de kendi işlerinin hallü faslını istemezler. Bu şekilde hareket eden, İman Ehli'nin hilâfına yol tutmuş olanlar ve.onlarm ak­sine hareket edenler, iman sahipliği ve müslümanhk id­diasında bulunsalar dahi, hakikî iman sahipleri, vefalı ve sadakatli mü'minler zümresinin dışında kalmış olurlar.

Bu mesele açık olarak aklın hilaf madır. Herhangi bîr hükümetin basma, isyankar bir güruh gedmiş bulun­sun da, sonra, imân sahipleri de böyle isyankâr birisinin idaresi altında bulunan hükümete ve onun skt'danna bo­yun büküp, teslim ohıp, hem ân bu hükümeti meşru vo kanunî bir iktidar tanısınlar. Hele bu yetmiyormuş gibi, Cenab-ı Hak tarafından da böyle isyankâr bif hükümete selin de itaat edin ve uyun deımslş ofeuı?

Söyle: Biz, işledikleri işler yüzünden en. foüyuk ssar rara kimlerin uğramış olduklarım srâe hafcer vere&n nü? Onların dünya yaşayışındaki çalışmaları boşa gitmiştir,, heba olmuştur. Fakat onlar kendilerini iyi şeyler yaptık­larını zannederler. İşte, Rabbleı&tfn ayettaTİne ve Rabb'-lerine kavuşacaklarına inanmazlar. Bumm iğindir ki, ça­ların amelleri de hiç olmuştur; Kıyamet güntt de biz o«-lara, bir değer vermiyeceğiz. (El- Kcht 10.3- 105).

İşte bu Âd (kavmi) dir. (Bu Âd kavmi) Allahın âyetlerine bağlanmaktan kaçındı. Allah'ı» resullerine karşı isyan yolunu tuttu. <O kavim), her inatçı zâlimin emrine de tâbi oldu. (Hud, 59)

İşte biz, Musa'yı Firavunca-ve onun güruhuna, âyet­lerimizle ve delillerle aydnı sultan gönderdik. Onlar (Fi-ravn güruhu) Firavun'un emrine tâbi oldular. Halbuki Firavun'un emri yetkin değildi . (Hud, 96.)

Zikrimizden, kalbini gafil kılmış bulunduğumuz kim­seye itaat etme. Böyle kimse, keyfine tâbi olup işini azıt­ın ıştır. (El - Kehf, 28.)

Ey Peygamber, söyle: Benim Rabbim, ister gizli ol­sun ister açık olsun, her türlü fuhşu (kötü iş) günahı, haksız tecavüzü ve hiç bir delil indirmemiş olduğu halde, Allah'a ortak koşmanızı katiyetle haram kılmıştır. (A'raf, 33.)

Kendisine hidâyet yolu gösterilip bellendikten sonra, Resul ile çekişmeğe kalkışan ve müminlerin yolundam başka bir yola tâbi olan sizler, ibadet ettiğini Allah'ı bı­rakıp da, ancak kendinizin ve babalarınızın uydurup isin> taktıkları şeye mi ibadet edersiniz? Allah bunlar için hiç bir dielil göndermemiştir. İşte hüküm ancak Al-laha mahsustur. Allah öyle emreder M, kendisinden baş­ka lvimseye ibadet etmeyiniz. (Yusuf, 40).

Kentlisine hidayet yolu gösterilip, bellendikten son­ra, Resul ile çekişmeğe kalkışan ve Müminlerin yanın­dan başka bir yola tâbi olan kimseyi, biz de, dönmek is­tediği taraf A çevirir ve Cehenneme, ulaştırırız. Onun son dönüşü ise, çok fenadır^ (En-Nisâ, 65)

Evet... Senin Rabbine and olsun ki; onların arala­rında, çıkan çekişmede seni hakan kılmayıp, senin ver­diğin hükümlere tabi olmadıkça, imân etmiş sayılmaz -lar. (En-Nisâ,  65)

Ne zaman, onlara dense, geliniz Allah'ın nazil kıldı­ğına ve O'nun Resulüne tâbi olun, münafıkları görecek­sin ki, senin yolunun önünü öyle bir şekilde kapatırlar ki... (En-Nisâ, 61)

İşte. Allah, kâfirler için müminlerin zararına bir yol göstermez. (En-Nisâ,  141)

Bu yüce âyetler Kur'an-ı Kerim'in muhkem âyetle-rindendir. Bunlar katiyen müteşabih âyetler değildir, iş­te bu merkezî akidedir ki, İslâm'ın fikir nizamı, ahlâk nizâmı, medeniyet nizâmı, hep bu temel üzerine kurul­muştur. Müslüman, Islâmî muaşeret ve îslâmî hükümet teessüs ettirmedikçe, kendi imânın icaplarını tam olarak, tamamlamış sayılmaz. Miislümanın, Islâmca yaşayışı o zaman tekemmül etmiş olur ki, o müslüman, İlâhî Ka­nunu her yerde ve her hususta yürürlükte olmasını sağ­lamış olsun. Bütün yaşayışında, bütün iş gücünde, bu kanuna bağlanıp bu kanunla hep işlerini yürütüp gitsin.

Enbiyâ-i Kiranı (Aleyhi Selâm) da yalnız bu mak­satla, bi'set etmişlerdir ki Allah'ın hâkimiyet nizamını cemiyete nakşedip ayakta tutsunlar.

Bu maksadın husulü için, görüyoruz ki - hicretten önce - Hazret-i Resûl-i Ekrem, (S.A.V.) mübarek lisan­ları ile şu şekilde dua ediyordu:

De ki: Yâ Rabbî; beni doğru bir girişle girdir, ve  bir çıkıktan çıkar ve bana kendi indinden yardım  bir kuvvet ver. (Isra Sûresi : 80)

Yani, «Ya sen kendin, bana iktidar atâ kü, yahut da bana müzâharet gösterecek herhangi bir hükümet vücuda getir kî, onun kudreti vasıtasiyle, dünyayı sap­lanmış bulunduğu şu fenalıklardan temizleyip onu kurta­rabileyim. Fenalıklardan, açık sapıklıklardan ardı arka­sı kesilmeyen kötülükler selinin önüne geçip, onu kur­tarıp, senin adalet kanununun carî olması, yürümesi yo­lunda çalışayım.

Hasan Basrî (R.A.) Kıtade (R.A.) Ibn-i Cerîr (R. A.) İbn-i Kesir (R.A.) ve diğer müfessirler, bu âyeti ke­rimenin tefsirini anlattığımız gibi beyan ederler. Bu hu­susun teyidi hakkında, şu Hadis-i Şerif de nazarı dikka­te alınmalıdır.

Hak Tealâ Kur'an ile karşı koyup, ortadan kaldır­madığı çok şeyleri, hükümet vasıtasiyle karşı koyup or­tadan kaldırır.

Bu Hadis-i Şeriften anlaşılıyor ki, islâm, dünyada yapmak istediği İslâhat işlerinde yalnız vaaz, nasihat ve öğüt vermekle kalmamış bu hususu amelî olarak ele al­mış, siyasî noktayı da ihmal etmemiştir. Hükümet ve si­yaset işlerini işe karıştırmıştır.

Hak Tealâ, yukarda zikredilen duayı kendi peygam­berine öğretmiş olmaları ile sabit oluyor ki, dinin hü­kümran olması, ve şeriatın tatbik edilmesi, hududullah'ın icrası için de hükümete ihtiyaç vardır. Ve bu vasıftaki hükümetin varlığı hayati bir ihtiyaçtır. Bu yolda çalı­şıp uğraşmak için sadece tavsiye ile iktifa edilmemiş, bel­ki asıl maksat ve matlûp da bu mesele, yani hükümetin mevcudiyeti meselesidir. Bazı halk yanlış düşünerek, bu meseleyi Peygamberin dünyaya bağlılığı, dünya isteği şeklinde ortaya koymak isterler; bu doğru değildir. Zi­ra dünyaya bağlılık ve dünya isteği olsaydı, bu isteğin sahibi, iktidarı ve hükümeti kendisi için istemiş olurdu.

Hak Tealâ'nn emrettiği dinin yükselmesi ve ayakta tu­tunması için istenen hükümet ve iktidar ancak Hak'fca

bağlılığın iktizasının   La kendisidir. Onun icabıdır.  Şahsî "bir gaye için değildir. [26]

 

İslâm Ve İktidar

 

Yukarıdaki bahislerden, îslâmî hükümetin niçin za­rurî olduğu anlaşıldı. Fakat muhtelif cephelerden din ile siyasetin birbirlerinden ayrılmaları, şekilindeki de şey­tanî nazariye müslümanların zihinlerine girmiş ve müa-lümanların düşüncelerini tesir altında bırakmıştır. Çeşit­li, çeşitli tefsirler, türlü türlü tevillerle, bunun mümkün olduğunu zihinlerine sığdırmak yolundaki çalışmaları da gördük. Bunun için, biz de şimdi İslâm'ın ne gibi inkı­lâplar vüeuda getirmiş olduğunu, ne gibi değişiklikler ve ne gibi devrimlere yol açmış bulunduğunu ve bu husus­larda ne gibi yanlış teviller, hatalı tefsirler ortaya atıl­mak istendiğini; bunların hakikatlerinin ve bunların asıl mahiyetlerinin nelerden ibaret olduğunu göstermek iste­riz.

Tefhîm-el Kur'anda, aşağıdaki âyet-i kerime'nin [27] tefsirinde :

Fitne ortadan kalkıp, Allah'ın dini yerleşinceye ka-<lar, onlarla dövüşünüz, bırakıp çekilirlerse, o zaman; zâlimlerden başka kimseye karşı düşmanlık yoktur. (El Bakara, 193)

denmiştir. Bırakıp çekilmekten ma'ksat, kâfirlerin kendi küfrü ve şirklerini bırakıp da çekilmeleri değildir.

Bu küfürlerinden ve bu şirklerinden vaz geçmeleri değil­dir. Fitne ve fesadı terkedip çekilmeleridir. Taarruzu bı­rakıp da çekilip gitmeleridir. Kâfir, müşrik, tabiat-perest müîhid kimselerden hangi zümre olursa olsun, bu gibi toplulukların kendi akidelerine bağlı oldukları görülür. Bunların da inançları dairesinde ibadet ederler; yahut da keyifleri istemez yapmazlar. Bahis mevzuu olan bu âf değildir1. Onları bu sapıklıklarından kurtarmak için de biz, ancak anlayış dairesinde ve liyakatli bir şekilde,, kendilerine nasihat veririz; lâf anlatmaya çalışırız. Fa­kat onlar, bu nasihatları ve bu sözleri ve bu -öğütleri ya dinlerler veya dinlemezler. Fakat kalkıp da bize yele ka­bartıp savaş yolunu tutarlarsa; o zaman iş değişir. Ya­ni onlar, yer yüzüne hâkim olmak, yeryüzünün iktidarını ellerine geçirmek için çalışırlar; yeryüzünde hâkim bu­lunması icabeden ilâhî Kanunun hükümranlığı yerine,, kendilerinin uydurdukları bâtıl kanunları yürür hâle koymak yolunu tutarlarsa ve bu hareketin neticesi ola­rak, Allah'ın kullarını, Allah'tan başkasına kul etmek için zorlarlarsa, meselenin nereye dayanacağını elbette herkes tahmin edeıbilir. Böyle bir niyet ve harekete tam mânasiyle fitne ve fesâd denir, tşte, bu fitne ve fesâd kı­lıç zoru ile ortadan kaldırılmalıdır. Kâfirler bu işlerin­den, bu gidişlerinden vaz geçmedikçe, Jlü'nıinler de kı­lıçlarını kınlarına koymamalıdırlar.

Yukarıda altını çizmiş olduğumuz bu bahis üzerine, Tefsir El-Kur'an okuyucularımızdan malûmat ve ilim sa* hlbi, ileri gelen bir zat şu şekilde itirazda bulunmuştu:

1. Bu tefsirden şu mânâ çıkıyor ki, emniyet ve se­lâmet, sulh ve barış yolunu tutmuş olan islâm, diğer din­lere müdahale ediyor; bunun için de, savaşı caiz görü­yor. Halbuki açık emir vardir: Lâ ikrabe fî'd-dîn : Din­de zorlama yoktur. (Bakara: 256)

Bu tefsir, yukarıda bahsedilen âyet-i kerimeye zıd olmuyor mu?

2. İslâm muhalifleri için, kendi din, mezhep ve aki­deleri üzerinde serbest bulundukları hakkındaki Lekiim diınüküm ve Liyedin : «Sizin dininiz kemlinize ve benim­kisi kendime.»  (Kâfirûn, 6) âyet-i kerimeden açıkça an­laşılmaktadır. Onlar akidelerinde serbesttirler. Bir akîde, bii* fikir serbest olunca, o akideyi yaymak, tebliğ etmek de serbest olmaz mı? Görülüyor ki, onların akidelerine, de  serbestlik  tanımıştır.  Kur'an-ı Kerim'in mefhumun dan da bu serbestlik anlaşılıyor.  Muhtelif zamanlarda, kargı karşıya yapılmış olan münazaralardan da bu nok­ta belirtilmiştir. Meselâ Kur'an-ı Kerim'de buyuırulduğuc gibi : Ehl-i Kitab ile, ancak iyi bir şekilde (tatldıkla) mü­nazaraya girişin. (Ahkebût, 46)

îslâm, diğer dinlerin ve mezheplerin ibadethaneleri­ne ve ibâdet şekillerine müdahale etmez. Hattâ Resûl-i Ekrem (S.A.V.) kendilerinin Mescid-i Nebevî'lerinde Ehl-i Kitab'da, kendi ibadet şekillerinde ibadet etmeleri için müsaade frile vermişlerdi. Hazret-i Yûsuf aleyhisse-lâm, Aziz-i Mısr'ın hizmetini iltizam ettiği vakit, bu Aziz-i Mısr, o zaman, akîde ve amel bakımından müşrik idi. Evet, o zaman hal böyle iken de şöyle söylemişti:

Ey!.. Benim hapishane arkadaşlarını, çeşitli ilâhlar mı iyi yoksa Bir olan kudret sahibi bulunan Allah mı? (Yûsuf,  39)

Buradan da şu mâna anlaşılıyor ki, başkalarına da, kendi fikirlerini, kendi akidelerini yaymak ve anlatmak hususunda bir hak tanınmıştır.      

3. Altı çizilmiş bulunan cümleleri gözönüne aldığı­mız aaman Müslümanların, 'karma   ülkelerde, yani hem. müslümanlar hem de gayri     müslimlerle meskûn bulunan yerlerde nasıl yaşayabilirler? Gayri - müslim mede­niyet ve gayri - müslimlerle bir arada yaşarken, işlerin­de, şehir ve devlet dairelerindeki vazifelerini nasıl d%-vam ettirebilirler? Böyle olunca, onlaruı siyasî akideleri müslümanların işlerine mâni olmaz mı? Müslümanlar Turkiyede yahut da iran'da olsalar, zatı âlilerinin (Mev-dûdî) söylediğine göre, oralarda dahi c;had bayrağı aç­maları lâzım gelir. Nitekim söylediğimiz bu memleketler­de tam olarak islâm kanunları, İslâm hadd-ü hududu yürürlükte değildir. Bu âlemşümul siyaset ile ve h\x min­val üzere gidilirse hiç bir şekilde müsbet bir ıs yapıla­maz. Çekişmenin ardı arkası kesilmez. Herhangi başka bir cemaat de, müslümanlarla geçinmek, müslümanlara yardım etmek, onlarla bir arada, bir şehir ve aynı mem­lekette yaşamak istemez. Bu şekilde, yine Müslüman, ce-maatiyle hiç bir gayrı-Müslim cemaatın, hiç bir hususta, anlaşmasına, bir yerde barınmasına ve geçinmesine de imkân kalmaz.

Zat-ı âlilerinin buyurduğu gibi olsaydı, o zaman iş birliği de tamamiyle ortadan kalkmak zorunda kalırdı. Eğer müslüman cemaatın, kendi fikir ve akidelerini yay­maları için bir hak tanınıyorsa, o zaman, bu hak gayri -Müslimlere de tanınmalıdır. Bilhassa onların hâkimiyet­te bulundukları yerlerde bu hak onlara verilecektir.

Herçi ber hod ne - Tpesendî, ber diğerân mepesend.

Kendine beğenmediğin şeyleri, başkaları için de be­ğenme.

Resûl-i Ekrem, Sallallahü aleyhi ve Sellem, Medine-i Münevvere'de iken Ehl-i kitâb ile iyi geçinmek yolunda, onlarla muahedelere girişmişlerdir. Bu muahedeler, han­gi şartlar üzerine istinat etmiştir. Mekke'deki günlerinin ilk devrelerinde de Zat-ı saadetlerinin tavır ve hareketi 4e bunu teyid etmez mi? Başka bir tâbirle, gayri - Müslim hükümet veya cemaatin arasında böyle bir müslü-man cemaati bulunursa, o zaman, bu müslümanlar he­men kılıca mı davransınlar? Küfür cephesinin kanun ve nizamlarını ortadan kaldırmak için savaşa mı girişsin­ler? Acaba kim böyle bir tutumu mantıklı sayabilir?. Kim buna tahammül eder?

Yukarıdaki bu uzun İtirazın cevabını bir kaç cümle ile vermek mümkündü. Esasen bu itirazın kendisi de yanlış anlayışlardan ileri gelmektedir. Bu itiraz ve bu gibi bir çok itiraz yığınları, İslâm'a gerekli seviyeden ve ona dosdoğru bir noktadan bakmaktan mahrum olanlara musallat olmaktadır. Bu eksik ve hatalı anlayışlar in­sanları öyle sarmıştır ki, bu yüzden müslümanlar kendi dinlerinin esas kaidelerini anlamaktan âciz bir hale gel­mişlerdir. Bundan dolayı bu itrazın cevabını biraz geniş ve etraflıca vermek icabediyor. [28]

 

İslâm Heyeti  (Mission)

 

Mevzua girerken önce şu noktalan düşünmek lâzım geliyor: Emniyet ve Selâmet'! müeyyideleştiren. islâm'ın mânası nedir? Ve Dînde zor kullanmak yoktur. (El-Ba-kara, 256) ve yine Sizin dininiz kendinize ve benîm dii-nimde kendime (Kâfirûn, 6) bu mübarek âyetler nasıl bir mâna taşıyor? Hele şu suale bakınız: Hazreti Yûsuf Aleyhisselâm, peygamberlik etmek için mi gelmişti? Yoksa, başka bir iş için mi? Bu sözlere ayrı ayrı cevap vermeden Önce, evvelâ' şu suale cevap vermek bir zaru­ret oluyor: Bu dünyada, İslâm'ın heyeti (mission) nedir?

Nasıl olur da bir kısım zorbalar iş başına geçerek, idarecisi bulundukları milletlerin sırtına binerek yapma­dıklarım bırakmazlar. Bu zorbaların her biri Tanrılık, ilâhlık iddiasında bulunarak, diledikleri gibi tahakküm ederler. Bütün bu zâlimlere ve hakikat düşmanlarına, İs­lâm yolunda yürüyenler itaat mı edecektir? Nasıl olur da bu gi'bi gayri meşru hükümetlere ve bu gibi saltanatlar için ve bu kükûmet ve saltanatların başında bulunanlar İtendi emniyet ve selâmetlerini temin etmek maksadiyle, tebaa toplar, cemâatler kiralar, adam toplarlar. Kendi idare mekanizmalarını çalıştırır ve bu mekanizmanın ça­lışması için kalkıp da İslâm fabrikasının makinelerinden faydalanmak isterler. Hem de îslâm dininin unsurları tunların istedikleri gibi o bâtıl işleri yürütmek için hiz met mi edecek? Nasıl olur da, bir kaç ahlâkî usul ve ka­ide öğreterek, insanları, kendi keyiflerine râm edip; hal­ita herhangi bir - sözüm ona - nizam ve bir medeniyet yüklerler de, «insan» da nizam ve medeniyet adı takılan î>u şeylere, boyun mu eğecek?

Eğer iş böyle ise o zaman İslâm'ın Budistlik (Bud-'dhmet) veya Sen Pol (Saint Paul) ün uydurduğu Hris-tiyanhk'tan farklı bir tarafı kalır mı? O zaman, bu yüce dinin kitabında katilûhüm «Savaşınız» cümlesinin mâ­nasını anlamak pek kolay olmaz. Acaba, bu âyetteki kor­kunç mânâ niçin vahyedilmiştir, öyleyse bu din kendi' sâliklerine savaş ve cihad emri yerine; muhaliflerinizin karşısına geçip şöyle söylemelerini istemez miydi?

— Biz zavallıları niçin öldürmek istiyorsunuz? Biz ne hükümet nizamında bir değişiklik yapmak istiyoruz, ne de bir inkılâp ortaya atmak gayesini güdüyoruz. Ne mevcut medenî nizamı düzeltmek, ne de bunu doğru bir şekle koymak niyetindeyiz. Bunlar için de propaganda yapmıyoruz, yapacak da değiliz. İktidar, kimin elinde olursa olsun, iş başında kim bulunursa bulunsun, biz, onun emrine uyarak, onun hükmü altında yaşıyacağız. Bizim maksadımız, gayemiz, zamanın hükümetine uymak ve boyun eğmektir. Her hükümet ve her iktidara, boyun eğip, onlara tabi olmak, dinimiz ve îmanımızdır. Böy­le olunca da sizin bize karşı sert davranışınızın sebebi ne? Bırakınız biz de 'kendi dinî inançlarımıza göre, ibadet edeceğimiz şeye ibadet edelim. Bağlı bulunduğumuz var­lığa kulluk edip gidelim. Bundan size ne zarar gelir? Si­zin dünya görüşünüz ve medenî anlayışınız ne olursa ol­sun, idare sisteminiz ne şekilde yürürse yürüsün, bunla­rın hiç birine karışacak değiliz. Bu gibi şeylere, karşı "koymamak, bunlara dokunmamak, bizim akîde ve imanı­mızın icabıdır. Bizim böyle bir hareket tarzımızdan size ne gibi bİT zarar gelebilir?

Eğer, iyi ve mâkul bir şekilde bunun cevabı ortaya konacak olursa, görürüz ki, o zaman, amelî olarak, Haz-ret-i Peygamber (S.A.V.) ve onun sadakatli ve vefakâr sahabîlerinin Mekke Müşriklerinin karşısındaki vaziyet­leri biz'm bu günkü İngiliz [29] idaresi altında bulundu­ğumuz vasattan pek de farklı sayılmaz. Mekke'nin o müş­rikleri ve İslâm'a karşı duran Mekkeliler pek o kadar da gayri mâkul kimseler değillerdi. Sadece bir kaç kişinin toplanıp camide, yahut o zamanın vaziyetine göre mes­cide benzeyen bir yerde, bir avuç müslümanm ezan oku­masına, namaz kılmasına, arada sırada meclisler ve top­lantılar tertipleyerek, kendi aralarında ve kendilerine ait işleri konuşmalarına ve bu bir avuç müslümanm yalnız kendi aralarında propaganda yapmalarına mâni olmaları için mühim bir sebep yoktu.

Fakat işin iç yüzü böyle değildir. İslâm, kendisine , bir hayat nizamı kurmayı gözönündç bulundurmuş­tur. İslâm'da, akâid, ibadat, ahlâk ile birlikte, ferde ait iş ve çalışma yolu toplumca yaşayış nizamı, topyekûn yasayışın iş güç sahası ve her çeşit işlemlerle ilgili hüküm­ler ve kanunlar tanzim edilmiştir. Eğer bir İslâm Devle­ti, İslâm tebliğini tam olarak, bütün olarak, bu nizamın tarafına çevirmemiş İse, 0 zarnan İslâm davasını gütme­miş demektir. îslâmın davasında, bu nizamı tam olarak gozonünde bulunduran bir İslâmî hükümet bu dâvayı hak üzerine kurmak ister. Bu nizamı, ayakta tutmak yoluna gider. İnsanlığı bu nizam ile felaha ulaştırmak için çalı­şır. Bu nizamın karşısına çıkacak olan her bâtıl nizamı da, ortadan kaldırmak yoluna gider. Her şeye rağmen, kati olarak kendi nizamını hâkim kılmış olur. Diğer ni­zamlar da onun karşısında yıkılıp ve dağılır gider. Böyle olması onun mahiyeti iktizasıdır. Hak ve sadakat üzeri­ne kurulmuş bir nizam ileri sürülmelidir. Amelî olarak, böyle bir nizam kurmak yolunu takip etmeyen İslâm'ı Hükümetin gayesi; tamamen mânâsız ve boş sözden iba­ret olur. Hattâ bundan daha da mânâsız ve daha da boş bir şey olmaz ki, bir nizam, başka nizamları hem bâtıî sayacak; hem do kalkıp o bâtıl saydığı nizamları ortadan kaldırmak için çalışmıyacak ? Tam tersine hareket ede­rek, o nizamların barınmasına imkân verecek. Bu bâül nizamlar için de hizmet etmek yolunu mu tutacak?

Bu da bir tarafa dursun, esasen, bu husus da bilbe-dâhe apaçık bir şekilde muhaldir ki, bjr kimse bir yaşa­yış nizamına bağlanmış olacak ve bu nizamın doğruluğu­na inanacak, b?r de kalkıp, inanmadığı ve bağlanmadığı başka bir yaşayış nizamının otoritesinin altına girmek is-tiyecektir? İnanmadığı o başka yaşayış nizamının hâki­miyeti altında da yaşamak yoluna gidecektir? İşte bunun içindir ki, bu nokta tamamiyle aklın hilâfına olur Bir kimse, hem kendisinin takip ettiği nizamı isterken, bu Rİzam'a davet etmesi, bu nizâm için çalışması, yine İslâm bu muhalif nizamın da sağlanması yolunda çalışacak ve onun tahakkümü altında yaşamayı öğrenmek isteyec^K-

tir. Halbuki, İslâm'ın kendine ha» bir nizâmı olunca, bu pîzam'a davet etmesi, bu-nizâm için çalışması, yine İsiârn nizâmının, fıtratı iktizasıdır. Bu İslâmî fıtratın iktizası, di şer nizamların yıkılması ve onların yerine îslâmi tek başına hâkıirsiyutinı devam ettirmesidir

ısîâın, her mensubunu, hep bu mukaddes uğruna harekete geçirir. BUıün telkin ve talimatiyte bu fikri ayakta tutarak yenici bir dinamizm meydana geti­rir. Bu itibarla, iman sahibi olmak iddiasında baiurrima­rın, derecesi ve ölçüsü, aynı samanda mihenk taşı ve mi­yarı bu yolda göstereceği fedakârlığın seviyesine bagiı-dıı. İman sahibi olmak iddiasında bulıuaajilara su sual so­rulup cevabı alınınca, bu kimselerin, imân ölçüsü kendili ğinden belirmiş olur.

İslâm'a inanmış olanlar, İslâm'ın zaferi için mallara ile canları ile fedakârlığa hazır mıdırlar? Yoksa, yalnız bu nizamın kurulmasını temenni ederek bâtıl ve uydurma nizamların baskısı altında yaşamağa mı razıdırlar?

Kur'ân-ı Kerim'i ve Hadis-i Şerif-i, bu her iki kayna­ğı da göz önüne getirip tetkik edelim. O zaman bu mesele en iyi şekilde aydınlığa kavuşmuş olur. — Ancak şu şart la ki, kalplerdeki!eri gizlememek ve her şeyi açıkça orta ya koymak şartiyle — Görülecektir ki gerçek bütün a-Çikhğı ile tecelli edecek, İslâm'ın asıl mâna ve mefhuma meydana çıkacak ve sizin anladığınız, bildiğiniz ve beyan buyurduğunuz gibi olmadığı ispat edilmiş olacaktır.

Hakikat şudur ki, biz İslâm'ın hakikatini anlayarak, bilerek iman etmiş isek, o zaman bizim varlığımın herhan gi bir gayrı Îslâmi hükümete karşı bulunacaktır. Kat'iy-ven böyle bir gayrı İslâmî hükümetin tahakkümü altında kalmağa tahammül etmiyeceğiz. Gayrı -' Müslimlerle karjşjılıklı yardımlaşma veya işbirliği olsun olmasın, ne olur­sa olsun; eğer biz kendi iman   ettiğimiz İslâm    üzerinde samimi isek, o zaman vazifemiz, her yerde İlâhî kanun o-lan, Şeriat-ı Rabbanî'yi cemiyete hâkim kılmaktır. Bunun nüfuz etmesi için çalışıp, gayret sarf etmemiz icab eder. işte bizim müslüman olmamız, bundan başka bir    şarta bağlı değildir. Allah yolunu tutmak istiyenler de bu çalış­ma usulünü göz önüne almalıdırlar. Gayrı    müslimlerle karşılıklı yardımlaşmamız ve işbirliği yapmamız, düşünü len bu şekilden başka türlü olmayacaktır. Elbette ki İs­lâm, emniyet ve selâmet huşunda müeyyideler ihdas   et­miştir. Fakat İslâm'ın görüşüne göre, hakiki emniyet ve selâmet, Hududullah'ın kaim kılınması ile mümkün olur, Emniyet ve selâmetin, İslâm'ın dışındaki şeytânı sis temler vasıtasiyle teessüs edebileceğini düşünenler,     bu nizamlarla normal ve düzgün bir iktisâdi düzenin işliyece ğini sananlar; İslama mahsus üstün cemiyet    görüşünü kat'iyyen  anlamamış kimselerdir.  Buradan     da     açıkça belli oluyor ki, İslâm ne böyle bir emniyet ve selâmete yar dımcıdır, ne de onu himaye eder. Başka türlü kâim kılın­mış bulunan emniyet de emniyet değildir. Ancak İslâm'ın kendisinin kıldığı emnyet, emniyettir. Asıl maksad da bu îslâmi emniyettir. İşte, bu emniyetin içinde de insan se­lâmetin yolunu bulacaktır.

Lâ krâhe fi'd-din — Dinde zorlama yoktur. Bu â-yet-i kerimenin mânasını şu şekilde anlamak lâzım gel­mektedir: İslâm kendi akaidini cebirle hiç kimseye kabul ettirmek yolunu tutmaz. Esasen, akîde denilen şey de zor la kimseye yüklenebilecek bir şey değildir. İslâm'ın ibâ­detleri de böyledir. Onun ibâdetleri akidesinin şartıdır. Zor kullanmak, cebir ve şiddet sarf etmekle kimseye yük­lenilmez. Nitekim, sahih olmayan imanla, kalbe inmeyen bir duygu ve niyeti halisleşmemiş bir tavırla yapılmayan ibâdet, manasız bir hâl alır. Bütün ibâdetlerin içtejf gelen Ûivi bir arzu ile, aynı zamanda dış baskı ve tesirlerden uzak bir serbestlik içinde ifâ edilmesi lâzımdır. İslâm ce­miyet düzeni olarak, bu hürriyeti ve serbestliği hazırlar. İslâm, şu meseleyi de caiz görmez ki, ülkenin hükümeti • =r (State) nin, nizamı üzere kurulmuş bulunan medeni kanunlar ve medenî nizamlar, Allah kanunundan ve Al­lah nizâmından gayrı, herhangi bir kanun ve nizam ol­sun. Böyle uydurma bir kanun ve nizam da Allanın arz küresi üzerinde câri kılınmış bulunsun. AUaha karşı gel­miş kimselerin hükümleri, İslâm ülkesinde ve Allanın ar zmın üzerinde infaz edile dursun. Müslümanlarda bu uy­durma kanunlara tabi olsunlar? (!)

Durum böyle olunca, elbette ki, bir fırka, dğer bir fır­kanın dinine müdahale edecektir. Müslümanlar, kâfirlerin dinlerine müdahele etmemiş olsalar dahi kâfirler, müslü-.manlarm dinine müdâhale etmekten geri kalmıyaeaklar-dır. Bunun neticesinde günümüzün müşrikleri kendi soy suz prensiplerini İslâm dinine sokmuş olacaklardır. İslâm' in yüksek ve hayatî akidelerine bir sürü küfür pren-s'pleri karışmış olacaktır. Bütün bu bozucu, karıştı­rıcı tesirlere karşı İslâm'ı aslî safiyetiyle muhafa­za edebilmek için müslümanlar kendi yurtlarında din­lerinin istediği vasıfta tam bir hürriyete sahip b;r nizam kurmaları gerekmektedir,. Böyle bir nizâm içinde bulunan gayrı müslimlere karşı da Lâ i krâhe fi'd-din «m-rivle hareket edilir. [30]

 

Bunu Caiz Görmenin Yanlışlığı Ve Bunun Tahkiki

 

Buraya kadar, fikirlerimize itiraz eden    muhterem ızı uyarmak huşunda ileri sürdüğü delilleri   gözden geçirdik. Ne acıdır ki, halkın çoğu da bu yanlış   dü­şüncelere saplanmış bulunuyor.

O zat'ın ilk delili şudur : Sizin, fitneden maksadınız; küfrün galib olması ve kâfirlerin üstün çıkmaları ise, o zaman, cihad ve savaşın da gayesi şu-ol'acaktır: fitne de­diğiniz şey —sizin tefsirinize göre— ortadan kalkıncaya kadar savaş devam edecektir. Bu fitne'nin yerine de Al­lah'ın dîni kâim kılınacaktır. Allah'ın dîni kâim kılınma dıkça da savaşa son verilmiyecektir.

Bu hususu, böyle kabul ettiğimiz takdirde İslâm te­zada düşer! Bir taraftan lâ ikra he fi'd - dSn = Dinde zor­lamak yoktur» deniyor, diğer taraftan da gayrı'müslim-lerin kendi fikir ve inançlarına uygun hükümet nizâmı kurmalarına mâni olunuyor. Onların, kendi kairunlarını tatbik etmelerinin karşısına dikilip, bu başka inanca sa-hib kimselere zorla, Allah'ın dînî kabul ettirilmek isteni­yor.

Bir taraftan leküm dinû-küm ve liye dîn = «Sizin di niıüz kendinize benim dînim kendime» deniyor. Diğer ta­raftan da islâm dininin haricindeki din mesuplarmı kendi dinî akidelerinde serbest bırakmıyor. Onların kendi usul ve nizâmları gereğince, işlerini tanzim etmelerine mâni olunuyor. Böyle bir hareket tarzı nasıl makûl olabilir? Hal-bûki islâm hiç bir mevzuda tezada düşmez. Bu bakım dan sizin tefsiriniz doğru olamaz.

İkinci delil de-şudur: Eğer gayrı Islâmî hükümetin varlığı İslâm noktayı nazarında fitne ise, bu fitneyi de ortadan kaldırmak bütün müslümanlar için, bir vazife <r luyorsa, o zaman, Hazret! Yûsuf Aleyhisselâm'ın Mısır­daki gayrı Islâmi hükümette nazırlık veya vezirlik vazife sini üzerine almış bulunması mümkün olabüir mi? Bu memuriyeti sırasında, Mısırdaki hükümetin    kanunlarını

tatbik etmesi kabil midir? Nitekim, âyet-i Kerime'de şey le deniyor.

Melik'in  kanununa göre, o  kardeşini     alıkoyamaz­dı.  (Yûsuf, 76)

Bu âyet-i Kerimeden de böyle bir mana    çıkmıyor mu?

Üçüncü .delil de şudur: Siz, bu şekildeki bir tefsiri doğru sayarsanız, o zaman şu durumu da kabul etmeniz icâb eder ki: islâm, her bulunduğu yerde bitmez tüken­mez savaşların çıkmasını hazırlayacak ve bu kanlı savaş lan, bütün müslümanlara farz kılacaktır. Böyle olunca, acaba müslümanlar dünyanın neresinde emniyet içinde bulunabilirler? (Böyle bir tefsir gereğince, bütün müslü­manlar, yalnız gayrı Müslim devletlerle savaşmakla kal­mayıp müslüman kanunları tam olarak icra, etmeyen di ğer müslüman hükümetlerle de savaşmaktan kurtulamı-yacaktır. Bizim dîni düşüncemiz ve yapmakla mükellef olduğumuz farizelerîmiız bu şekilde olursa böyle şartlar içinde hangi gayrı Müslim komşumuz bize emniyet edebi­lir? Bu yakın devletlerle komşuluk münasebetleri kurulst bilir mi? Ve hangi devlet böyle bir tutum ve gayemiae tahammül edebilir?

CEVAP

a- Bu delillerden birincisi, mevzuyu tamamen yanlış^ anlamanın neticesidir. Herhangi bir şahıs, — kendine gi£ re "~ herhangi bir alddeye inanır. Bu akideye göre de bir yaşayış yolu tutup gider. Kendi nazariyesine göre,   içti". maı yaşayışına uygun bir nizâm kurar.

Fakat bu nizamı bir ülkenin bütüıiVhalkına, astla kabul ettirmek [31] tamamen ayrı bir iştir. İt razda bulu­nan zât, bu iki şeyi aynı şey gibi telâkki ediyor. Bu iki müeyyide arasındaki farkı nazarı itibara almıyor. Lâ ikrâ he fî'd-dîn ve Lekiim diynüküm ve Kye dîn gibi âyetlere yarılıyor. Halbuki bu âyetlerin biribiriyle alâkası, işin baş. langıeı içindi. Eîbetteki bir, herhangi bir gayrı Müslimi kendi akidesinden zorla döndürüp, İslâm akidesini kabul etmeye, yahut da kendi dinî ibâdetlerini bıraktırıp da na­maza, oruca sarılmalarını mecbur edemeyiz. Buna muka­bil. İslâm dışında bulunanların da, ahlâk, öğretim, mede­niyet, muaşeret, geçim, kanun, siyaset, vesair hu­suslarda kendi nazariyelerini müslümanlara her ne şekTlde olursa olsun kabul ettirmelerine razı olama­yız. İslâm dışmdakilerinin kendi fikirleri ve kendi tuttukları yol üzerinde yürüyüp gitmelerine şüphe­siz muvafakat ediyoruz. Fakat, bizim kendi fikirlerimi­zin ve kendi tuttuğumuz yolun ters istikametine ve hilâfı­na, bir sistem ortaya konup da bu yolda gitmekle zorlan­mış, olmayalım Memleket idaresi, yaşayış nazariyesine İs-tinâd ettiğinden, bütün kanunlar, bütün inzibatî nizamlar polis işleri diğer iktisadî mevzular ve çalışma hayatı da nazariyelere göre tanzim edilecektir. Böyle bir hükü­metin idaresi altında biz kendi yaşayış nizâmımızı, kendi fikrimizi,.kendi yolumuzu kendi usulümüze göre nasal tan zim edeb'liriz? Ve, böyle bir şey nasıl mümkün olabilir? Bz ister kabul edelim ister kabul etmiyelim, ne şekilde olursa olsun, dinimize muhalif olanlar, kendi siyâ­sî galibiyetleriyle, kendi fikirlerini,  kendi nazariyelerini bize zorla kabul ettirmeğe kalkışmiyacaklar mı? Ve bizim bütün yaşayışımız üzerinde kendilerini söz ve nüfuz sahi­bi kılmıyacaklar mı?

Böyle bir meseleyi caiz saymak şuna benzer: Mese­lâ onlar z'nâyı helâl sayarlar. Bu fiili meşru addederler; halka da zina yapmağı ve şunun bunun karısı ile düşüp kalkmak hususunda müsaade verirler. Hatta teşvik bile ederler. O zaman bizim, siyasî kudreti olmayan hükûme timiz de kendi otoritesini gösteremez. Zina bizim camia­mız içinde yayılıp gider. Ve biz de yavaş yavaş buna alı­şırız. Bir "müddet sonra da zina meşru bir şekle girmiş olur. İşte bizim müsaade edemiyeceğimiz nokta da budur. Yine bunun gibi, meselâ onlar tefeciliği helâl ve meşru sayarlar. Hükümetleri de tefeciliği iktisadî düzenin bir icabı sayar. Memleket, idaresi de onların elinde bulunun­ca, o zaman, biz'm en çekingen, en ihtiyatkâr, en sofu dindarımız bile bu tefeciliğin pençesinden kendini kurta­ramaz. Zira, bizim alacağımız bir parça ekmek parasının içme bile çeşitli yollarla, türlü vasıtalarla, tefecilik para­sı karışmış olacaktır. Böyle olunca, nasıl olur da böyle bir ekmeği alıp yiyebileceğiz? Hele, bunlar dehrîlik, ilhâd tablatperest, akidelerine de sâlik olurlarsa, memleketin umumî n'zam ve memleketin öğretim sistemi de onların elinde bulunursa, bu şekildeki mülhidâne nazariyeler ve gayri ahlâkî âdetler, memleketin her tarafında hâkim olacaktır.

Böyle bir ortamda ise, memleketin refah ve saadet kapılan birer cehennem kapısına dönmiyecek midir?

O zaman, aramızda bulunan en ileri, dindarlar ve onların nesilleri de kendi elleriyle küfür ve ilhâdın tefes­süh etm^ş ahlâkının kucağına atılmıyacaklar mıdır? On-*ar, Allahm emrettiği kanunları kaldırıp, kendi uydurma kanuiü"armı memlekette yürürlüğe koymak istedikleri zaman, memleketin umumî medenî nizamı da yine bu iman yoksulu kimseler tarafından tertiplenmeyecek mi? O za­man inandığımız kanunlar ortadan kalkacak onların ye­rine inanmadığımız kanunlar yürürlüğe konacaktır. Böy­le bir icraata kim muvafakat edebilir ve bu işe hangi imanlı müslüman müsaade edebilir?

Böyle olunca da, Lâ ikrâhe fi'â-din hükmü nasıl tat­bik edilebilir? Başkaları kendi dinlerinde, bizim aleyhi­mize olarak, bildiklerini yapsınlar, biz de bütün bunla­ra katlanıp, hareketsiz mi kalalım? Veya biz kendi dini­mizde serbest olmak istiyelim de, onlar buna muvafakat gösterip tahammül etmesinler ve buna müsaade de ver-mesinier? [32]

 

Hükümetin Zaruri Oluşu

 

İçtimaî yaşayışın intizama girmesi içim herhalde bir zor kullanabilecek kudret (Coercive Power) e ih­tiyaç vardır. Buna devlet (State) yahut da hükümet : (Gouvernement) denir. Böyle, bir kuruluşun zarurî ol­duğunu, bugün artık inkâr edecek kimse bulunamaz. Ancak, Sosyo-komünizm (iştirakiyat) akidesine göre,, bir ara yaşayışta öyle 'bir merhale tasavvur ediliyor ki, o merhaleye ulaşılınca, insan için, bundan böyle içtimaî yaşayışta, herhangi bir hükümete ihtiyaç kalmıyacak-tır. insanlar bu gibi şeylerden kurtulmuş olacaklar­dır. [33] Falçat bu söz veya bu tasavvur, tamamiyle hayal âleminin mahsulüdür. Böyle bir neticeyi doğuracak, ne bir müşahade ne de bir tecrübe görülmüştür.

Toplum hayatının tecrübeleri ve insanın fıtrî kabili­yetleri de açık olarak göstermiştir ki, medeniyetin ayak­ta durabilmesi ve devam edebilmesi için mutlaka bir kuv-vet-i kahire'ye ihtiyaç vardır. Bu içtimaî kuvvet, kendi kudreti ile ve kendi gücü ile medeniyeti ayakta tutar. Bu hususta bütün nazariyeler ve içtimaî fikir mekteple­ri (School) ittifak ederler. Bunların her biri kendi naza­riye ve fikir mekteplerine göre, bir çalışma sistemi kur­muşlardır. Bu çalışma sistemiyle bu kuvvet-i kahire bir­leşerek içtimaî yaşayışı kendi nizamlarına göre teşkilât­landırırlar. Kendi gayelerine uygun olan medenî şekli ihya etmek ve bu kuruluşu iç ve dış tesirlere karşı muhafaza etmek, bu Kuvvet-i Kahirenin nev'ine göre ve çalışma sis­teminin şekline göre değişir. Bu değişikliğin neticesinde usulü veçhiyle, medeniyet nizamı üzerinde tesirini gös­termiş olur.

Bu içtimaî kuruluşların, yalnız cemiyet üzerinde de­ğil, ferdî yaşayışta da büyük çapta tesiri olur. Böyle bir devletin, kendini zorla ve kuvvet kullanarak hâkim duru­ma getirdiğini kabul etmek lâzımdır. Herhangi bir hükü­met, kendi idaresi altında bulunan halkın, kendi esas .na­zariyelerine, çalışma    sistemine    inanmasını ve imanla

bağlanmasını ister. Bazıları bunu kabjl etmek istemez­lerse de, yine ister istemez inanmadıkları ve istemedikle­ri bu nazariyelerin, yine de hiç olmazsa % 90 ma razı olmak zorunda kalacak ve kendi imanının ve akidesinin bu kadarını da bu nazariyelere feda etmiş bulunacaktır. Muhalifi olduğu bu sistemde, kendi düşüncelerinin ancak % 10 nunu muhafaza edebilecektir.

Hükümetin bu hususiyeti ve bu şekli gözönünde bu­lundurulunca, şurası da kendiliğinden anlaşılır ki, hükü­metin mevcudiyeti zarurî ve kaçınılmaz bir şeydir, içti­maî hayat için de lâzım ve gereklidir. Düşünce sahibi ve iz'ânı bulunan hiç bir kimse için de bu hakikati anlamak­ta zorluk yoktur.

Şimdi, şöyle böyle bir zümre, mahdut mânadaki bir mezhebe değil de, alemşümul1 bir Din'e itikad etse ve bu itikadında sadık bulunsa, yaşayışının her sahasını da bu itikadına göre tanzim etmek istese; o zaman içtimaî ni­zamı tertibe koyacak olan bu kuvvet-i kahire'yi eline ge­çirmeye çalışmıyacak mıdır? Böyle yapmıyacak olursa bu defa başkalara, Kuvvet-i Kahire'yi ellerine geçirirler, o kimse de mecbur bir duruma girmiş olup, Kuvvet-i Kahire'yi elinde bulunduranların hükmü altına girer. Bu­nun neticesinde de, içtimaî ve ferdî yaşayış nizamının en az % 90 ını feda eder. Bundan başka, kendi din'i yerine de Kuvvet-i Kahire'yi elinde bulunduranların din'lerine tâbi olup, onların yollarında yürümeğe devam eder.

Medenî yaşayıştaki bu ikrah, isteksizlik her ne şe­kilde olursa olsun birisi tarafından, ,diğer tarafın üzerine yüklenecektir. Biz bunu modern kâfirlere yüklemediği­miz yahut da yükleyemediğimiz takdirde, modern kâfir­ler bizim üzerimize yükleyeceklerdir. Bunun iç'n, kâfir­ler bizi bu isteksizliğe mecbur etmeden ve bizi cehennem yoluna itmeden önce; biz onlara bu ikrahı,    isteks'zliği yükleyelim de onları cennet yoluna sevk etmiş olalım... Böyle olursa daha hayırlı ve daha iyi olmaz mı?

Bu husus işin bir cephesidir. îkinci cephesine gelin­ce; yeryüzünün mâliki ve.sahibi Allah Tealâ'dır. Yeryü­zünde barınmak, yeryüzü nimetlerinden faydalanmak», yeryüzünün mülkünde tasarruf sahibi olmak hakkı O'n-dan elde edilir. Her kim O'nun emrine boyun eğer, O'nun fermanına itaat ederse, O'nun fıtrî ve şer'î kanunlarına da muti olmalıdır. Böyle yapmadığı takdirde, o kimse, zâlim olur, gâsib olur, isyankâr olur. Bu itaatsizlik yal­nız Hak'ka karşı gelmek ve O'na muhalefet etmekle bit­mez, neticede yeryüzünün nizamı da bozulur, fesat çıkar, insanlığın huzurunun kaçmasına da sebebiyet verilmiş olunur.

Buna istinaden denebilir ki, Allah tarafından gelen, emirle yeryüzünde    faydalanacak kimse,    O'nun fıtrî ve şer'î kanunlarına tâbi olmaktan kaçınmayıp, itaata de­vam etmelidir. Her kim, kaçınıp itaat yolunu tutmazsa, o zaman, o kimsenin yeryüzünde barınma hakkı kalmaz.

Fakat, Allah Tealâ'nın inayeti çok büyüktür. O'nun hilmine de haddü pâyan yoktur. O bu kabil kimselere yalnız yeryüzünde barınıp geçinmeleri için, sadece müh­let vermekle kalmaz, hattâ onların, küfr, şirk, dehricilik ve ilhadlarına da göz yumar. îşi azıtıp ileri' götürmeleri­ne ve yeryüzünde fitne ve fesâd çıkarmağa kalkışacakları zamana kadar müsamaha gösterir.

Fakat bu sapık zümreye, şer'î kanunları kaldırıp bu "uıkaddes kanunların yerine kendi uydurma kanunlarını yürürlüğe koymalarına ve yeryüzünde idareyi ellerine alarak bu kanunlarla her tarafı fitne ve fesâdla doldur­malarına elbetteki cevaz verilmez. îş bu. raddeye varınca, O'da kendi şer'î kanunlarına imân etmiş bulunanlara .şöyle emir verir:

Kâfirleri hak kanununa tâbi etmek için onlan zorla­mayın. Fakat ikâfirlerin ve küfrün musallat olmasına da asla müsaade etmeyin. Fitnenin bütün kudretlerini orta­klan kaldırmak, yok etmek ve yeryüzünde benim dinime bağlanmak istemeyenleri büyültmeyin, çoğunluk kılmayın. Küçültün, azınlık kılın diye buyurur: Boyun efip de ciz­yeyi kendi elleriyle getirip verinceye kadar. [34] (Tev-be  : 29). [35]

 

Hazret-Î Yusuf   Aleyhisselâm Ve Devlet İdaresi

 

Bu gerçekler anlaşılıp zihne yerleştikten sonra, ikinci delilin kuvveti de kendi kendine ortadan kalkmış olur. Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm, eğer hakikaten Allah ta­rafından gönderilmiş bir peygamber idiyse, elbette ki,, onun da yaşayışının heyeti umumiyesi, hak olarak gel­miş bulunan diğer peygamberlerin yaşayışlarının heyeti umumiyesinden, başka bir şekilde olmayacaktı ve ola­mazdı. Yâni, Allanın dinini diğer bütün dinlerden üstün kılmak, bu dinin tutunması ve ayakta durması için çalış­mak.

Bu bir aslî hakikattir ki, bütün peygamberlerin bir ve tefsirinde de bu umumî kaideyi gözönünde bulun­duruyoruz. Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm kendi hüküme­ti devrinde, Mısır'da Allah dini yerine Melik'in (Mısir Kiralı) dinini nüfuzlu ve câri kılmak istemiş olsaydı, o zaman Yûsuf-i Sıddîk ile,  bildiğimiz ve iyi tanıdığımın Sır iskender ve Fazl-ül-Hakk [36] arasında usul bakı­mından bir fark kaifır mıydı? Yazık ki, bu işde de halk, işin aslından çok uzakta bulunuyor. Onlar gerçeğe uygun olarak Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm kıssasının aslını da bilmiyorlar. Bu kimselerin zannma göre, Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm, o devrin Melikine şöyle demişti:

Yeryüzünün bütün hazinelerini bana bırak. (Yûsuf, :S5)   [37].

Bu sözler, Hazret-i Yûsuf tarafından iltizam babın­da bir istekti. Bu istek, Melik'in sarayında kabul olacak­tı. Hazret-i Yûsuf da mansıbını elde etmiş bulunacaktı. Bu mansıp, orada, o zaman en büyük mansıp ve makam idi. Ancak oradaki hal ve vaziyet tamamen başka türlü idi.

Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm da, mukaddes vazife­sinin başlangıcından beri, diğer peygamberlerin takip et­tikleri yoldan gitmişti. Her peygamber, umumî olarak önce halkı, îlâhî gerçeği kabule davet etmişti. Bilâhare bu daveti kabul edenleri terbiye etme safhası başlamış­tır. Son kademe ise, İlâhî gerçeklerle yetişmiş olan mü'minler gurubu, ile bütün cemiyetin kuşatılması ve fethi başarılmıştır. Bu kudsî dâva, her seferinde olduğu gibi, böyle başlamış ve böyle bitmiştir.

Yûsuf Aleyh is s elam'in da ilk davetlerine ait Sûre-i Yûsuf'un beşinci rükû'unda, vaaz ve nasihatlere ait eşsiz örnekler mevcuttur. Fakat büyük neticeye gidebilmek için daha önemli hareketlere girişmek icabediyordu. Zu­hur eden hâdiseler, O'nu çevresine daha yakından tanıt­masına sebep olmuştu. Nitekim, Mısır Aziz'inin karısı ve nedimelerinin tavır ve hareketleri sonunda Yûsuf Aley-hisseiâm'ın' peygamberlere mahsus olan müstesna ismet ve ahlâkı hemen hemen herkes tarafından bilinmiş oldu. Ve bu yüce peygamberin derin bilgisi, aynı zamanda rü­ya yorumuna mahsus olan vukufu O'na Mısır Meliki'nin hürmet ve itimadını kazandırmış oldu. Yûsuf Aleyhisse­lâm, nübüvvet vazifesini memleket çapında bir satha ya­yabilmek niyetiyle, Mısır Melikl'nden hükümdarlık selâ-hiyetlerini talep edince, bu isteği şükranla karşılandı ve iktidara ait bütün selâhiyetler kendisine tevdi edildi.

îşte bu sebeplerden dolayı, Melik'den:

îc'alniy ala hazâ'in el - arz : Bana yer yüzünün bü­tün hazinelerini teslim et. Diye iktidarı istemişti.

Yâni yeryüzünün bütün vesailini benim elime teslim et, demişti.

Yûsuf Aleyhisselâm, halktan çoğunun zannettiği gibi alelade bir maliye nazırlığı makamını talep etmemişti. O, n^r türlü seîâhiyeti haiz tam bir iktidar istemiştL Bu mevki ile çok müessir bir durum kazanmış oluyordu. Böyle bir makam günümüzde Italya'daki Mussolini'nin eline geçmiş [38] bulunuyor. Şu farkla ki, İtalyadaki Kral Mussolini'ye itimad ettiğinden değil, ancak, Faşist partisinin kuvveti karşısında, boyun eğmek zorunda kal­mıştı. Fakat Mısır Meliki, Yûsuf Aleyhisselâm'ı ciddî bir şekilde severek, hürmet ederek, itimad ediyordu. [39].

Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm'ın iktidarının misilsiz şahidi bizzat Hak Tealâ'dır:

İşte, biz bu şekilde Yûsuf'a yeryüzüne yerleştirdik, orada istediği gibi barınır.  (Yûsuf 56)

Yâni, o ülkenin bütün iktidarını onun eline verdik.

Bu âyet-i kerimelerden başka, Sûre-i Ma'ide'de, bu­nu teyid eder mahiyettedir, Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâ-mın kendi, kavmine verdiği beyanatta:

Ey! Benim kavmim; Allah'ın size bahşetmiş olduğa nimetleri hatırlayın, hatırlayın ki, sizin içinizdien nebiler ortaya çıkardı; sizi hükümdar kıldı. Alemlerin halkından kimseye vermediklerini de size verdi.      (El-Mâide, 20)

Her şüpheden uzak bir şekilde anlaşılıyor ki, Haz­ret-i Yûsuf Aleyhisselâm'm elde ettiği iktidar, Mısır'da büyük değişiklikler meydana getirmişti. Firavunların ye­rine Benî İsrail, hükümeti ele almış ve bütün idarî kade­melere yerleşmeğe muvaffak olmuşlardı. Hiç bir kavim ;çin onlarla rekabet edecek bir imkân kalmamıştı.

Dinî bakımdan da Hazret-i Yûsuf'un hükümeti hak­kında, yine Sûre-i Mâide'nin şehadet ettiğini görüyoruz. Adı geçen sûrede Hazret-i Mûsâ Aleyhisseiâm, kendi çağ* daşı bulunan Firavun'a hitap ederken, Eski Kıbtî (Mısır* lı) kavmin imanından bahsetmiştir.

Bundan önce, Yûsuf, delillerle size geldi, fakat siae gelmiş bulunan hu şeyler hakkında tereddüt ettiniz. Ancak, ölüp gidince dediniz ki, Allah ondan sonra, Ur < peygamber    göndermez. (Mü'muı, 34).

Yani, siz dediniz ki, bundan böyle bu peygamber gibi. bir peygamber gelmeyecektir.

Hazreti Yusuf aleyhiaselâm hakkındaki bu en yüksek mercî Ve makamın şahadetinden sonra, gayrı islârM hükü­mete hizmet etmenin doğru olabileceğini kim iddia ve is­tidlal edebilir? V© hak üzerine .gelmiş buhüian bir peygam­ber de böyle yapmıştır (Siye halkı bu mesnetsiz tftâratarU şaşırtmağa ve aldatmağa kim cür'et edebilir?

Âyet-i-kerime şu şekilde devam ediyor: Kardeşim, melik'itı dînine gö^e alıkoyamazds. (Yusuf Sûresi)

Bu âyet-i kerimeden Hazret-i Yûsuf'un, Firavunun kanunlarına tabi olduğuna dair bir mana çıkarılmak isten­miştir. Evet âyet-i kerimenin mâna.ve mefhumundan bu­na benzer bir şey anlaşılmaktadır, AneaK, yine bahsedilen mefhumun tam olarak anlaşıldığını da kabul edemeyiz. Asıl dikkati çeken husus, Yûsuf' Aleyhîsselâm, böyle bir meseleyle, kendi hükümetinin başlangıcında ve '-\& ^-ne­lerinde karşılaştığı anlaşılıyor. Nitekim, Mısır'da iktidara geçtiklerinden bir kaç sene sonra meghur kıtlık im^îa* mıştı. îşte bu sırada kardeşleri de hububat ty>icın edebil­mek için uğralıyorlardı. Bu vak'anuı cereyan ettiği nene­lerde, Mısır'daki idare ve inzibat kanunları da daha de­ğişmemişti. Devlet işlerini kökünden değiştirmek, elbette ki bir zamana muhtacdı. Yavaş yavaş ve tedricî bir su™ rette yapılabilirdi. Dünyada gelmiş ve gelecek olan en büyuk ve gerçek inkılâbı yapmış olan, Hazret-i Resûl-ü k&rem (S.A.V.) Arabistandaki ananevi kanunları da an-Caic on seneden zîyade bir zamanda değiştirebilmişlerdi.

Miras kanunu üç veya dört senede değişti. Nikâh ve ta­lâk kanunu, hicretten beş altı sene sonra kemâl seviye­sini buldu. Askerî ve harp kanunları da ancak sekiz se­nede tamamlandı. Islâmî hayat tarzı ve ticarî muamele­ye ait kanunlar da dokuz senede son şekVnî aldı. Şarabın içilmesinin kat'î olarak menedihnesi, hicrî sekizinci sene­de tamamlanmış oldu. Tefeciliğin ticarî hayattan tama-miyle kaldırılması dokuz sene sürdü.

Aynı şekilde, Hazret-i Yûsuf (Â.S.) in da Mısırda bir hayli kanunu değiştirmesi icabediyordu. Bu" kanunla­rın da değişmesi pek tabiî olarak bir zamana muhtaçtı. Cemiyetin yeni bir istikamete çevrilmesi şüphesiz ki, anî ve kısa bir sürede olmasına imkân yoktu. Bu istihale dev­rinde elbetteki eski kanunlar mecburî olarak istimal edi­lecekti. Hal,, böyle iken, bir Allah Peygamberi başkaları­nın cahilce kanunlarını tecvîz edip, bu kabil kanunlara uymuş olmasının, nasıl istidlal edilebildiği doğrusu şaya­nı teessüftür?

3 - Üçüncü delil, gerçek olarak bir delil değil bir özür­dür. Bunun cevabını da daha önce vermiş bulunuyoruz. Bu bakımdan, burada yalnız bir hadis-i şerif-i hatırlat­mak kâfidir. Hazret-i Resûl-ü Ekrem'in bu hadisini Ebu Dâvûd, şöyle nakleder: i  Zat-ı Saadetleri buyurdular ki:

Cihad, benim bîsetimden itibaren, bu ümmetin son «umreleri, Deccal üe dövüşecekleri zamana kadar carî olacaktır.. Herhangi bir zâlimin zulmü, bunu iptal edeme­diği gibi, herhangi bir âdilin adli de bunu iptal edeme­yecektir. (Ebû Dâvûd)

Yâni, cihadı, hiç bir özür ve hiç bir bahane ortadan aldıramıyacaktır. Bizim üzerimize, en şiddetli zâlimler~tle saldırsalar, yine cihad ortadan kalkmış olmıyacaktır.

Bu g^bi şiddet hareketleri, cihad etmemek için balıane olamıyacağı gibi hükümetin modern kâfirlerin elinde ol­ması, sureta ve iğreti bir cemiyetin kuruluşu, toplum hayatına taallûk eden işleri asrı miişriklik icaplarına c*öre yürürlüğe konması da müslümanlari aldatacak bir sebep olamaz. Eğer bir müslüman ülkesi esas islâmi hü­viyette bir hükümet ve iktidara kavuşmuş olsa dahi, di­ğer müslüman ülkelerde, zulüm, zorbalık, fesad ve fitne hüküm sürse, istiklâl sahibi müslümanîar ..kendi ülkesin­de rahat rahat oturup, dışarda olup bitenlere seyirci ka­lamaz. O tarafla da alâkalanmaları ve olup bitenlere kar-,şı gözlerini açmaları gerekir, [40]

 

Din Île Siyaseti Birbirinden Ayırmanın Batıl Nazariyesi Ve Yûsuf Aleyhisselam Kıssasından Yanlış Bîr İstidlal [41]

 

Tercüman - Ül - Kur'an    okuyucularından bir Zât-ı Muhterem  (Sâhib)  düşüncelerini şöyle ifade ediyor:

Sûre-i Yûsuf hakkmda Zat-ı âlilerinin  (Mevdûdî Sâ­hib), Kur'an anlayışlarından istifade etmek isterdik.

Kur'an-ı Kerim'de Hazret-i Yûsuf Aieyhisselâma yeryüzünde barınmasının atâ kılındığı belirtilmiştir. Ken­dileri de devlet mekanizmasında mümtaz bir şahsiyet vasfım ihraz etti. Fakat, malûmdur «ki, o bir peygamber­di- Bundan dolayı kendis1' için risâlet vazifesini: ifa ey­lemek zarureti vardı. Firavun sarayındaki iman sahibi §ahsm beyanından da anlaşıldığına göre, Yûsuf Aleyhis-selânun; .nübüvvetine, Firavun kavmi iman etmediler. Bu tokana tepkisi, O'nun vefatına kadar sürüp gitti. Son güne kadar da bu işin gecikmesi devam etmişti. Yine de Firavun ve onun    kavm     iman yoluna    gelmemişlerdi. Bununla beraber, yine de Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm onların devlet işlerine iştirak etmekten de kaçınmamıştı. Bu durum şöyle bir suale yol açıyor: Allanın seç­kin bir peygamberi, nasıl olur da Allah'a ait olmayan <Gayrı tlâhî)  devlet nizamında çalışmağa iştirak eder? Halbuki, O, bu kavmin kargısında kendi nübüvvetini be­yan etmiş, bu kavme davette bulunmuş,-fakat bu kavim, O'nun nübüvvetini kabul etmemiş ve davetine de icabet eylememişlerdir. Bu şekilde, İslâm davetini kabul etme­miş bulunanlara karşı Hazret-i Yûsuf için, bu kavimle savaşa' girişmek icabetmez miydi?     Yoksa,  mecburiyet karşısında o ülkeden çekilip gitmesi mi lâzım gelirdi. Fa­kat, O, ne hicretten, ne de cihad hakkında bir şey buyur-madıklan gibi hattâ bu kavimden nefret edip, nefretini de izhar eden, bir hareketine işaret etmiyorlar.    Şimdi Zâtıâlileri, bu noktaları nasıl tevil edebiliyorlar? Diye cevap talep edilmektedir. Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâm'dan Önce, geçmiş bulu­nan Benî İsrail tarihi hemen hemen tamamiyie karanlık­tır. [42]. Bu duruma karşılık, Kur'an-ı Kerim'in işaret­lerini açıklamak bir hayli zor işdir. Ancak, Kur'an-ı Ke-rinVin mücmel işaretlerinden, çıkan mânalar,    Hazrett Yûsuf Aleyhisselâmın, Mısır'daki gayri Uâbî bir hükü­met nizamına iştirak etmediğini şüpheden uzak bir şe­kilde, ortaya çıkarır. Kendisi tam mâna&iyle muhtar bir halde idi. Hükümetin de her türlü icraatını kendileri sevk ve idare ediyordu. Aşağıdaki âyet-i kerimenin, üzerinde durulduğu zaman, bu mesele kâfi miktarda açıkhği ka-vuşmug olur.

De ki, beni yer yüzünün hazineleri üzerine getirin, ben (onları) muhafaza eder, (ve Ira işi) bilenimdir. Ve biz de böylece, Yûsuf'u yer yüzüne yerleştirdik. Orada istediği gibi baruur. (Yûsuf, 56 - 56)

Yâni: Yûsuf Aleyhisselam diyor ki, beni hazinelerin Üzerine hâkim kılın: Elbette ki, onları muhafaza ederim, korurum, bu işi bilirim, bitgi sahibiyim. Biz de bu hikmet dairesinde Yûsuf'a yeryüzünde ata ihsan ettik. O da is­tediği gibi yerleşip, istediği gibi barındı.

Yukarıda zikredilen âyet-i kerime'den, Yûsuf Aley-hisselâmın istediği tam bir#muhtar idarecilik, her is­tediğini yapabilecek bir mevki ve tam bir selâhiyet sa­hibi olmaRdı.

Hazâ'İn - eî - arz «yeryüzünün hazineleri» kelimeleri­ni gören bazıları, hazâ'in kelimesinden, hazineyi hatırlı-yarak, bir nevi maliye nazırlığı ve iktisad vekilliği ve bu vazifelere benzer unvanlar düşünmüşlerdir. Halbuki asıl makyat, devlet kuvvetmi ele geçirerek, bu otoriteyi Hak yolunda bir vasıta kılmaktır.  (Resurces).

Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm Mısır saltanatının bü­tün vesâyilini istemiştir. Ve kendisine verilen bu selâhi-yet, O'nu Mısır'ın en büyük siyasî kudreti haline getir­mişti.

Yetebevve'ü nıin-hâ haysü yeşâ'ü : «istediği gibi ba-Rü»p, istediği gibi eğlendi.»

Bu hususu da halkın çoğu, gerçek tarafiyle anlama­mıştır. Bu  zümreye göre, Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm jatediği yerde, bir bina kurup, bîr ev inşa edip bu mali-«aneye yerleşmiş olmasıdır. O'na arzu ettiği yerde bir evı oturma hakkının verilişi şeklinde  yorumlanmıştır. «aı anlayış seviyesinde asıl mânanın kaybolmuş oldu-u Sörüyonız. Xşîn doğrusu, bu kadar dar bir cihete çevrilebilir mi? Halbuki, bu barınma O yüce peygambe­rin, iktidarı ve siyasî seviyesiyle oranlı olmasını gerek­tirmez mi? Böyle bir bakışla, hadise ele alınınca, bann-ma ve yerleşme kelimelerinin şümul derecesi genişler ve Aimumîleşir, Ve Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm'ın Mısır ülkesinin biricik idarecisi ve hâkimi olduğu apaçık anla­şılmış olur»

Bundan sonra, hatıra şöyle bir sual gelebilir. Acaba Haaret-i Yûsuf Aleyhisselâm iktidarın bütün dizginlerini ele geçirince, memleketin içtimaî nizamını, medenî ahlâ­kım, siyasî mevzuatını İslâm usullerine göre   değiştirmek, yenileştirmek ve ıslah etmekte ne derece bir muvaffaki­yet, elde etmiştir? Maalesef, bu noktayı aydınlatacak ta­rihi belgelere sahip değiliz. Yalnız Sûre-i Ma'ide'deki bir işaretten anlaşılıyor ki. Hazret-i Yûsufun mevzuubahs edi len iktidarı, gelişigüzel bir şahsın iktidarı gibi değildir. Böl ki bu peygamber uzun bir müddet iktidarlarını devam ettirdi. Haleflerinin de uzun bir zaman Mısır hükûmeti-.    nin başında olmaları kuvvetle muhtemeldir. Netice ola­rak, İlâhî bir lütuf ata ve hikmet eseri olan ve o devirde kimseye nasip olmayan bu iktidarın, azamet ve şevketle uzun müddet devam ettiği söylenebilir.

Nitekim şu âyet-i kerime bu hususu işaret etmekte­dir:

Ne zaman Mûsâ kendi kavmine dedi: Ey benim kav­mim, Allahuı size bahsetmiş olduğu nimetler, hatırlayın. Hatırlayın ki, sizin içinizden nebiler ortaya çıkanh, sîzi hükümdar kıldı, âlemlerin halkından kimseye vermedikle­rini de size verdi. (El-Mâ'ide, 20)

Bu âyet-i kerimenin delaletiyle anlıyoruz ki, tsl&ml yaşayışta hâkim olmanın, iktidar sahibi bulunmanın ye­gâne şartmm, bütün yaşayış safhalarına İslâm nizamı-i*n prensiplerini nakşetmek olduğu anlaşılmış olur.

Sûre-i Mâ'ide'deki âyetten, zatıâlileri (Mevdûdî'ye yazan şahıs) şu neticeyi çıkarıyorlar: Kıbtî (Mısırlı) kavmi, Hazret-i Yûsuf'u kabul etmekten kaçınmıştır. Fa­kat haddi zatında bu netice de çıkmıyor. Ben zannediyo­rum ki, orada da Hindistanın vaziyeti gibi bir ahval var­dı- Memleketin mühim bir kısmının sakinleri, İslâm'ı ka­bul etmişlerdi; fakat memleket halkının hepsi de İslâm'ı kabul etmemiş henüz şirk yolunda kalmış bulunuyorlar­dı[43]

îslâm'ı kabul etmiş olanlar da uzun bir müddet iş başında kalmışlardı. Yavaş yavaş, onların da ahlâkî ve irkadî vaziyetleri bozuldu, (degenerate). Doğru yoldan yaptılar, kölelik derekesine düştüler. Hattâ, okadar aşırı gittiler ki-, şahıs-perestlik yolunu bile irtikâp ettiler. Fit­ne ve fesâd baş gösterdi. Müşriklerle bunların arasında da bir fark kalmadı. Bu hususta Sûre-i Mü'min'de Âl-i Firavun'un hakkında da işaretler vardır:

İlk önce, Yûsuf, sarih delillerle si/in aranıza geidlf fakat buna rağmen, siz, yine size gönderilmiş bulıraai;^.? hakkında, tereddüt ettiniz, o da vefat ettikten sonra, iÂ% söylemediniz mi, bundan böyle bir daha, Hak Tealâ baş­ka bir Resul göndermlyecektir?

Altı çizilmiş cümlelerden ilk cümle bize şunu göste-r'iyor ki, Hazret-i Yûsuf'un yaşadığı devirde, ülkenin ge- bir kısmında, Yûsuf Aleyhisselâm'uı nübüvvetine çok ler inanmıyorlardı.  Nitekim,     Errbiya'mn çoğunun tercümelerinde böyle olduğu görülmüştür. İkinci cüm-en de anlaşılıyor ki, O Peygamberden sonra, O'na inaittuş.  bağlı bulunmuş kimseler de, sonradan aşırı gitme (galîHk)   yoluna  sapmışlardır.     Bundan böyle bir daha Peygamber gelmez diye de söz söylemişlerdir. Bunun için de.  Hazret-i Yûsufdan sonra gelmiş  bulunan Peygam­berleri de kabul etmemiş, inkâr etmeğe kalkışmışlardır. Nitekim, bazı Yahudilerle Hıristiyanlar da aynı şekilde düşünmektedirler. Ancak, Hazret-i Yûsuf devrinde Pey­gamberlik bitmemişti, hitam bulmamıştı. Bir daha Pey­gamber  gelmiyecektir  diye  de  bir  şey bildirilmemişti.

Her ne olursa olsun, yine de âyet-i kerime'nin mâ­nasından, Hazret-i Yûsuf  (A.S.)  un ikt darı devrinde, '• ülkede hiç kimsenin iman etmediği neticesi çıkarılamaz. Belki, diğer işaretleri de gözönüne alıp mütalâa ettiğimiz takdirde, orada bir ehl-i imân zümresinin teşekkül etmiş olduğunu anlamış oluruz. Bunlar da Benî İsrail ile karı­şarak, bir müddet için İslâm Nizamını kaim kılmışlardı. Sonradan yavaş yavaş bozuldular, inhitat   (degenerate) baş gösterdi, bozulup gittiler. [44]

 

Din İle Siyaseti Birkirînden Ayırmanın Müdafaası Ve Bunun Tahkiki

 

Geçen mevzuda, Yûsuf Sûresi hakkında bazı sualle­rin neşrinden sonra, vefat etmiş bulunan tanınmış    bir muhterem zât — kendisine Han Bahâdır, diye hitabedi-len büyük bir şahsiyet — o zaman U.P.   (United Provi-nces : Birleşik eyaletler)  (maliye nazarı) Collektor'u ma­kamında bulunuyordu. Bu yazı üzerine mufassal bir ten-Tsit yazmıştı. Mevlânâ Mevdûdî Sâhib'in cevâbını bildir­meden, bu tenkidin okuyuculara arz    edilmesine imkân yoktu. Bunun için biz de ilkönce onun yazısını ve onun yazısına ait bahisler .  burada naklettik. Daha sonra da müellifin cevabını ortaya koyduk. [45]

Tefsir yazan zat-ı muhteremden şu nokta sorulmah-<lır: Yûsuf Aleyhİsselâm, bir Gayrı - Islâmî hükümet ni­zamının rüknü, elemanı ve böyle bir hükümetle iş bir­liği yapan bir vazife sahibi olmuş mudur? Yoksa olma­mış mıdır? Acaba asıl maksad olan mesele de bu mudur? Eğer, olmuş ise, o zaman Hazret-i Yûsuf Aleyhİsselâ-mm böyle bir vazife alması, Islâmî noktayı nazardan caiz midir, yoksa değil midir? Mevlânâ Mevdûdî Sâhib, buyu­ruyorlar ki, Hazret-i Yûsuf Aleyhİsselâm hususiyet iti­bariyle, Mısır'da Gayrı-îslâmî kanunları uygulayan bir hükümetle iş birliği yapmamıştır. Ve yine zatnı faziletle­ri buyuruyorlar ki, Hazret-i Yûsuf Aleyhİsselâm hususi­yet bakımından Mısırda'ki Gayri-Ilâhî hükümet nizamı­na iştirak etmemiştir. Hayret! Yine de Mevlânâ kendisi şu âyet-' kerimeyi ileri sürerek, Bu âyetle Hazret-i Yû­suf Aleyhİsselâm şöyle söylemişti   :

Dedi: Beni yeryüzünün bütÜH hazinelerine koruyucu dikiniz; Ben iyi bilenimdiir, (onları İyi idare ederim, ko­rurum) Biz de ona iktidar verdik, Biz Yûsuf'u yeryüzü­ne yerleştirdik, istediği gibi yerleşecek ve istediği gibi baru,acaktir.

Şimdi görüyoruz ki, Hazret-i Yûsuf Aleyhİsselâm Mı­sır Firavunundan şu talepde; bulunmuştu. Sen beni, dev-tet hazinelerinin başına geçir. Firavun'da onun bu isteği-H gözönüne alarak talebini yerine getirmişti. Zat-ı Pey-g&mberileri Firavun'un hükümet     nizaminin bir rüknü, r elemanı ve ileri gelen bir şahsiyeti sıfatını ihraz etmiş " unuyordu. Bu işlerde Firavun'la iş birliği yapıyordu, anâ Mevdûdî Sâhib, bu açık neticeden     kurtulmaiğin, boşuna uğraşıp didiniyor. Hazret-i Yûsuf'un istedi-ği tam selâhiyet ve tam ihtiyar olduğunu buyuruyor.

Her şeyden önce, külli selâhiyet ve küîlî ihtiyarât hakkında Kelâm-ı Kadîm'in lâfızlarında, sarih bir şey bulunmamaktadır. Bu lâfızların tâbirini Mevlânâ Sâhib kendisi Kelâm-ı Kadîm'in sözlerine, cümlelerine ekle­mek istiyor. Maksat, Kelâm-ı Kadim'in mefhumunu, Mevlânâ kendi noktayı nazarına uygun bir şekle koymak­tır. Nitekim, bu zihniyet hakkında, ihtimal, merhum îk-b&V'n şu şiiri yersiz olmayacaktır.

Hod bedeltec nehen, Kur'ân - ko bedlel dîtec heen? Kendini değiştireceğin yerde, Kur'an-ı mı değiştiri­yorsun?

 Fakat, bu umumî cümleleri de ilâve etmek, Mevlâ-ân'nm içtihat ve nazariyesini yine de teyit etmez. "** Hazret- Yûsuf Aleyhisselâm malî idare hususunda tam selâhiyet ve külli ihtiyar istemiş olması ve bunu rla elde etmiş bulunmasına rağmen memleket idaresinde tam. mânasiyle söz ve hüküm sahibi Firavunun tâ kendisiydi.. Hazret-i Yûsuf'a bu ihtiyarı, bu selahiyeti veren de yine Mısır Firavunu idi. Bununla beraber, Hazret-i Yûsuf bu külli ihtiyarı ve bu külli selahiyeti de elde ettiği halde, o zamanki hükümet nizamında hükümetin bir rüknü bir elemanı, b?r memuru ve nihayet böyle bir hükümetle iş­birliği yapan bir şahıstan fazla bir şey olamazdı.

Hazret:i Yûsuf Aleyhisselâm'm, «Mısır saltanatının bütün kaynaklarını benim elime veriniz diyerek bunun neticesinde de elde etmiş olduğu selâhiyetler öyle tür se-lâh:.yetti ki, bütün Mısır ülkesi sanki onundu.» diyen Mevlânâ Mevdûdî Sahib'in bu iddiaları hakikatin tama­men hilâfmadır.

Şunu da bilmeliyiz ki, Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm*-m istediği şey malî selâhiyettL Kendisine verilen aelahi-

vet ve ihtiyarâtda yine malî hususlardadır. «Bütün niyetler» drndiği zaman, bunun içine malî selâhiyetin dı-?jnda, diğer işler de girmiş olur. Meselâ: Polis, inzibat, askerî işler, adliye ve saire... Bunlar hakkında, Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm'm ne istediğine ve ne verildiğine dair bir bahis "yok. O zaman, Mevlânâ Mevdûdî Sahib'in buyurdukları, «O'nun elde ettiği selâhiyetler, Öyle bir se­lâhiyet idi ki, bütün Mısır ülkesi sanki onundu cümlele­ri de tamamen asılsız ve esassızdır.

Buna göre, Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm vaziyet ba­kımından Mısır'ın hazinelerini tasarruf ettikten sonra,. Mısır saltanatının bir rüknü, bir elemanı, devletin bir me­muru veya işbirliği yapan bir kimse haline gelmiş olu­yordu.

Ne malûm ve hangi delil ile isbat edilebilir ki, o za­man, Mısır Firavunu kendi saltanatından el çekmiş ve çekilip gitmişti; Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm da, onun yerine geçerek, saltanata kurulmuştu. Bana göre, bu vak'ü tarihen de sabittir. Kur'an-ı Kerim ile isbatma uğ­raşmağa lüzum yoktur. Halbuki, Kur'an-ı Kerhn'in meâ-ü de esasen, bunun böyle olmadığını, yâni Mısır Firavu­nunun çekilip gitmediğini anlatıyor. Aşağıdaki âyet-İ ke­rime, bu hususu açıklamaktadır:

Melik dedi: Onu benim yanıma getirin. Onu kendime dost edineyim. O'nu konuşturunca da dedi: Sen bundan böyle bizim yanımızda emniyetle barınırstn,.. (Yûsuf, 54)

Bu âyet-i kerimelerin ikisinden de anlaşıldığına gör x'e, Mısır'ın Firavunu Hazret-i Yûsuf'u kendi saltanatının CI* yakın adamı, mutemedi, emniyetle işlerini tedvir ede­cek birisi ve kendisine bir nevi müşavir tâyin etmişti. Su âyetlerin hiç birisinden şu da asla sezilmiyor ki, Mı-s*r hükümdarı, o zaman kendi   hükümetinden ve    kendi

emrettiği hükümdür kî, kendisinden başka kimseye iba­det edilmesin. (Yûsuf, 39 - 40)

Ve böylece Hazret-i Yûsuf vezirliği üzerine aldıktan sonra da zarurî olarak tebliğ işini devam ettirmiştir. El­bette bu âyetlerden kat'î ve şüphesiz olan mesele de şu­dur ki, Hazret-i Yûsuf (A.S.) kendi arzu ve isteği üe gay­ri - islâmî bir hükümetin rüknü ve bir elemanı haline gelmişti. Bundan sonra da yine o ülkede gayri - islâmî ■kanun ve gayri - isîâmî nizâm yürürlükte idi, Yûsuf (A.S.) a da bu yaptığından dolayı, Hak Teaiâ tarafın­dan bir takdir vâki olmamıştır. Bunun aksine, kendisi de mükâfatlandırılmıştır. Nitekim, Yûsuf (A.S.) in yeryü­züne yerleşip, istediği yerde barınması da bir mükâfat diye vasıflandırılıyor. Buyuruluyor ki:

Biz Yûsuf'u bu şekilde yeryüzüne yerleştirdik. Ora­da istediği gibi barınsın.

Bundan da şu netice elde edilir ki, alelade müslü -mandan Peygambere kadar, gayri ~ islâmî bir hüküme­tin rüknü ve elemanı olmak câiadlr. Yalnız câizUkle de kalmaz, belki bir nevi farz-i kifâye haline de girer. Vâcib bile olur. Nitekim, HazretJi Yûsuf (A.S.) kendi isteği ile Mısır hazinelerine tasarruf etmiştir. Bu sözün delili; Haz­ret-i Yûsuf'un bu işi istekle üzerine alması, yalnız bu­nun câizliğini değil, aynı zamanda vâcibliğini gösterir. Yoksa, Firavun, bunu istememişti. Hattâ Hazret-i Yûsuf bu işi talep ettiği zaman kendisinin, koruyucu ve iş bile­nim demişti ve bunlarla da övünmüştü. «Ben yapabilirim iddiasında bulunmuştu. Kendi kabiliyetini ileri sürmüştü.

(...... bu mevzu hakkında bazı aklî deliller de ileri sürülüyor. Bu deliller meyanmda Habeşe muhaceret işi de ortaya atılıyor. Bu hadiseden de bazı istidlaller yapı­lıyor. Aynı mevzu daha önce de geçmiş olduğundan ya­zının uzamaması için bu kadarla iktifa ediyoruz.

Cevap

Han Bahadır Sâhib'e ziyadesiyle teşekkür borçluyuz ki bu meselelere temas ederek, bir kere daha, kendi açık düşüncesini Önümüze sermiş oluyorlar. Vaktimizi, bu meselenin tahliline sarfetmemizin sebebi yalaız şu ümit­ledir ki, bu hususta hakikati öğrenmek istiyenlerin çoğu gerçeği şaşırtan delillerle,... Gayrullah'a itaat veya baş­ka ve daha açık bir tabirle; islâm li-gayrillâh : Allah-dan başkası için îslâm telâkkisini... caiz saymakta ve küfür rejimlerine hizmet etmeği mubah, hatta farz-ı ki­fâye addetmektedirler. Bu doğrudan ayrılmış insanları cerhetmek için bu cevabı yazmak zarureti hâsıl oldu.

Burada Yûsuf (A.S.) kıssasını yeniden ele aldık ve bir daha gözden geçirmek yolunu tuttuk.

İlk bahis bir hayli delillere istinad ediyor ve mevzu-yu etraflıca ortaya koyuyordu. Fakat Han Bahadır Haz­retleri, nedense, birinci bahsi bırakıp ikinci bahis üzerin­de Önemle durmuşlardır. Halbuki zat-ı muhteremin yaz­dıklarının çoğu, birinci bahse aitti. İhtimal ^olarak, hepsi­nin cevabını bizim birinci bahsimizde bulabilirlerdi.[46]

Her ne ise, dikkat etmemelerinin sebebi ne olursa olsun, sonuç bizim için hayırlı oldu. Onların tekrar tek­rar ileri sürdükleri hususları, aydınlatmak bizim İçin ko­lay olmadı. Bu mevzuîarla ilgili diğer bahislerin açıklan-masiyle ancak bu hususlann anlaşılması da mümkün ala-caktu'. Bunun da zamanı gelmiştir. [47]

 

İslâm'da  Tenakuz Var Mıdır?

 

Dünyada herhangi makul bir kimsenin istediği vasırların başında, her şeyden önce, şu şart vardır; Bir me­selenin ileri sürülüşünde veya bir tezi müdafaa ediş tar­zında tenakuz ve tezada    düşmeye    meydan vermemek. Akıl sahibi alelade bir insan bile, karşısındakinin sözle­rinde bir mantık silsilesinin bulunmasını ister. Sözlerde bir tenakuz bulursa hemen itiraza kalkar. Daha ileri bir akıl sahibi, hiçbir zaman böyle tenakuzu icabettiren söz­lere tahammül etmez. Fakat ne tuhaf ve acayip bir va­kıadır kit itiraz edilecek olan,    akıllının da üstünde bir dâhi değil, aklın yaratıcısı ve bütün hikmetlerin sahibi bulunan Hak Tealâdır.    Yâni bu itiraza mânız kalacak olan alelade câhil, bilgisiz bir kimse değildir. Bu insanlık çapındaki vak'alara itiraz edecekler arasında, ilimde te­mayüz eden şahıslar, hadiseleri teftişe tâbi tutan akıl ve zekâ temsilcileri, hikmet ve irfanla mümeyyiz sahabîler ve dünya muamelâtını iyi bilen içtimaiyatçılar da vardı. Düşünce ve bilgi sahibi bu seçkin kişiler, elbette ki, Al­lah'ın  muazzez kelâmında,  tenakuz olmasını istemezler. Böyle bir nakiseye de tahammül etmelerine imkân olabi­lir miydi? Yâni onlara şöyle mi hitap edilmesi lâzımdı t Ben arzın ve semavatm yegâne hükümdarıyım, sizlere de yeryüzünün ayrı ayrı köşelerinde birer küçücük hüküm­darlık ihsan büyürdüm. Ve sonra da halka şöyle mi ilâhî ferman^erikti; Ey halk! Benim buyruklarıma itaat edin. Benden başka, o diğer ufacık hükümdarlara da itaat et­mekten  inhiraf etmeyin, isterlerse bu iktidar sahipleri, benim hükümlerim ve emirlerim hilâfına icraatta bulun­salar dahi, yine onlara uymakta kusur etmeyin. Bu ida­reciler kendi menfaatleri için bir kanun uydururlar, bun­dan başka herhangi bir kanunu da kabul etmezler. Üâhî kanunları yürürlüğe koyacakları yerde, arızî ve cemiyeti gittikçe dejenere eden kanunları tatbik ederler. Gözleri ve idrâkleri ilâhî kanunları gönnemezlikten gelir. Kendi nefislerine tapan bu zümre, keyfî kanunlarına hak kanunu ismi de vererek, halkı bu bozuk prensiplerle idareye kalkışırlar.

Hak Tealâ, kendi mümtaz peygamberlerini, ancak şunun için vazifeli kılmışlardır ki, yeryüzü sakinlerini İlâ­hî dine davet etsinler, sonra da bu hayatî davetin tam zıddı bir şekilde hidâyete'çağırdıklarının kanunlarına mü­zaheret göstersinler (!) (Hatta Han Bahadır Sahib'e göre bu yolda hizmet etmelerini bile tavsiye ediyormuş.) Ham de irâde buyurmuş ki, bu dinden başka bir din'e de bir nizama da çalışıp hizmet edebilirsiniz (!). O din'in de. - Gayri ilâhî din - muvaffak olması için uğraşıp li­yakatinizi gösterin diye mi buyurmuş (!). Bir taraftan, bütün yeryüzü sakinleri arasından bir zümreyi seçerek, bir has ümmet kurmak isteyecek, onlara doğru yolu gös­terecek, onlar vasıtasiyle de doğru yolun (mârufun) ya­yılmasını sağlamak yoluna gidecek, eğri yolu (mumken) de bu ümmet vas&tasiyle ortadan kaldırtacak; bu ümme­te de helâl haram ve saireyi öğretecek; diğer taraft&n dr. kalkıp onların bazı seçkinlerine farzı kifâye mi kıla­caktır? Bu kimselere siz de gelin, ..bu eğri yol (münker) lerin ayakta tutunması ve revaç .bulması için, sarfedüen gayretlere iştirak edin mi denmiştir? Veya doğru yolun karşısına çıkıp durun; bu yoldan, kimseyi geçirmeyin di­ye mi talimat verilmiştir? Doğrulukları kaldırıp, bunla­rın yerine eğrilikleri ayakta tutmak mı telkin edilmiş­tir? itaat etmeyenler indinde bizim doğru yol dediğimiz eğri yoldur, eğri yol diye bildirdiğimiz de doğru yoldur; fanlar böyle dedikleri için, siz de gelin onların vasıflandır­dıkları gibi harekete geçin, bunların kalkınması için çalı-9m diye mi buyurulmuştur.

işte tenakuz meselesi açık olarak buradadır. Bizim Ç-lr* olduğu    kadar    muarızlarımız için de tezat bundan başka bir şey değildir. Bu, o kadar açık ve bellidir ki, dü­şünüp taşınmağa da ihtiyaç yoktur.

t:akat düşünülecek ve hayret edilecek asıl nokta şu-rasıdır ki, tefsir yazmış bulunan, fıkıh ve makulat ilim­lerinde tedris etmek kabiliyetini ihraz etmiş bir zümre,.. kendi akülaruun yettiği kadar ., Coleectorliik : (maliye nazırlığı), devlet işleri idareciliği ve bunun gibi koca ko­ca mansıplar ve makamların mesuliyetini ellerinde tu­tarlar da, bu işlerde bu gibi mevzularda da tenakuza düştüklerinin farkına bile varmazlar. Sonra da Hak Tea-lâ ha-kkmda, onların akılları öyle bir hâle gelir ki, alela­de, akılsız, bilgisiz, cahil bir avam halktan bile buna ben­zer fahiş bir hata sudur etmez.

Han Bahadır Sahib, yazısında şöyle diyor : «İki âyetten d© sarahatle sabit oluyor'.kit Hazretti Yûsuf Mısır hazinelerinin başına geçtikten sonra da Mı­sır'da Firavunun saltanatı devam ediyordu. Mısır Fira­vununun dini de kanunu da o ülkede, yürürlükte bulunu­yordu. Yoksa, Allah istemeseydi, Melik'in kanununa göre. O, kardeşini alıkoyamazdı. Bu cümlelerden açık bir şekilde anlaşılıyor k, Mısır'da Melik'in «dini» o zaman yürürlükteydi.» [48]

 

Din Mefhumu

 

Zat-ı muhterem bu cümleleri yazarken, meseleyi is­pat etmekte sabırsızlık göstermiştir. îlmî zihniyete uy­gun olarak, biraz daha bu mevzu üzerinde durmuş olsay­dı, düşmüş olduğu bu açıV tenakuz hususunda düşünür­dü. Bu meselenin hal şeklini yine Kur'an-ı Kerim'de bul­muş olacaktı. Şimdi lütfedip biraz da bizim maruzatımı­za teveccüh buyursunlar:

îşte  kendisinin naklettiği  âyet-i kerimede,  Mısır'ın mülkî kanununun,    Firavun    hâkimiyetine temel teşkil eden kanunun din - el - Melik : Melik'in dini, kelimeleriy­le beyan Duyurulmakta olduğunu görüyoruz. Buradan da agıkca anlaşılmış oluyor ki, din demek sadece, «iba­det edilir şekiller» bizim bugünkü anlayışımızdaki din demek değildir. Kiliselerde, mabetlerde icra edilegelen dinî merasimler gerçek jünle alâkalı değildir. Âyet-i Ke-rime'deki din bir cemiyet sisteminin ismidir ki, bu sis­temin kanunları gereğince, polis mücrimleri yakalar ada­lete teslim eder. Adliye işleri, malî mevzuat ve askerî hususların, tedvir edilmesine usul ittihaz eden kaynağın ismi din'dir.. Bu gerçek temel gözönüne alınarak memle­ket nizamı • kurulur. Bütün medenî işler bu nizam üzeri­ne yürütülür. Kur'an-ı Kerim'de yaşayışın bütün cephe­lerine hâkim olan nizamlara toplu olarak din denmiştir. Mısır ülkesinde de bu nizam ve bu usul, Piravun'un tas­vibi gereğince, Piravun'un emri ve onun idaresiyle kurul­muş bulunduğundan buna da dîn - el - melik diye Kur'­an-ı Kerim'de isim verilmiş ve 'bu kelimelerle İfade edil­mektedir.

Buradan <ia şu mesele kendiliğinden açıkça anlaşılı­yor ki, dînullah : Allah'ın dini, bizim şu bildiğimiz gibi, camilerde, meseidlerde kılınan namaz, edilen dua, tutu -lan oruç ile hudutlandırılmış olan şeylerin ismi de degil-<"r- Belki bu dînullah'dan maksad, cemiyete mahsus olan er mevzuda tam ve bütün olarak şeriate baglanmanm smidir. Bu şeriat, rızayı Üâhîye'ye dayanır ve onun ha­miyetine istinat eder. Bütün içtimaî yasayışuı da her afim, her cephesini sarar ve kavrar. Şimdi şu noktayı nePmanUî zamanı gelmiştir. Acaba Hazret-i Yûsuf (A.S.)1 lik lQln Peyfamberlikle vazifelendirümiştâı?    Peygamber-

vazifesinin maksat ve hedefi ne olabüsrdi? miı ûsuf  (A.S.)   acaba dînullah'a davet içjn  a din - ül - melik'in nüfuzunu bir kat daha art-"û gelmişti?.

Eğer, Han Bahadır Hazretlerinin tevili ve tefsir ya­zan faziletli zevatın tefsirleri, ... ki Han Bahadır Hazret­leri, bunların isimlerinin basma bizi korkutmak için de koca koca unvanlar eklemiştir. ... kabul edilecek olursa,1 o zaman şöyle bir durum meydana gelmiş olur ki, AUahü Tealâ bir taraftan kendi Nebisine «Sen git de şu benim kullanma, bilhassa şu Mısır'a yerleşmiş, oturmuş bulu­nan kullarıma, bildir, onları davet et de Dîmülah : Allah'­ın dini'ne inanıp sarılsınlar.» diye emir buyursun;   diğer taraftan da yine Attahti Tealâf yine aynı Peygamberine, aman dikkat, benim hidâyet ve benim himayemde, gide­rek şu din - ül - melik : Melik'in dinenin    sağlamlaşması ve ayakta tutunması için de hizmet et. Sakın hizmette kusur etmeyesin!. Vazifeni bu hususta da yapman ica-

*   beder, diye buyursun...

Kerem buyurulsuu», Hak Tealâ'nm bu şekildeki em­rinin ve bu şekildeki hareket tarattım, neresinde tenakuz ortaya çıkmaz ki? Bu işin kendisinde mi? Han    Sahibin buyurduğu gibi Peygamberin ifâ ettiği vezirlik vazife­sinde mi? Yoksa ikisinin birlikteki mahiyetlerinde mi?

Allaha sığınılarak denebilir ki, güya Hak Taalâ ile, su zamammızdaki ileri gelen ve   kendilerini dindar diye ortaya atanlar arasında bir fark yokmuş (!). Bu gibi ze­vatın secdeden başı kalkmaz ve alınları secdeden nasır tutmuş olur. Fakat bu zevatın,    (Eşraf çocukları) m.s. (Master of sience)  derecesi almak için efendileri    olan sahip zadelerine - İngiliz yetiştirmelerine - gayret sarfe-tier, uğraşırlar, Sonra da enspektörlük derecesine varın­ca dinî mücessem bu büyükler, şu ileri gelen dindarlar bu insandan putlara arz-ı minnet eder dururlar ki, bu iki ayaklı devletlû putlar, kendi mensubu oldukları aile­lerine nimet ve bereket ata kılmış ve onlara da bu ens-pektörlüğü bir lûtf olarak inayet buyurmuşlardır. Devamla, yine Han Sahib Hazretleri buyuruyorlar:

Bundan su da lâzım gelmez ki, Hazret-i Yûsuf (A. g) Mısır ülkesinin vezirliğine geçtikten sonra, tebliğ-i risalette de bulunmamış, yahut da kendi risâletim açık­lamaktan çekinmiştir. Bunun hilâfına, Zat-ı Peygamibe-rîleri, zat-ı muhteremin bildikleri gibi hattâ hapishanede bile, arkadaşlarına vahdaniyeti îlâhiyeyi tebliğ etmek yolunu tutmuştur... Elbette bu âyetlerden kati ve şüp­hesiz sabit olan mesele de şudur ki, Hazret-i Yûsuf (A. S.) kendi arzu ve isteği ile, bir gayri - İslâmî hükümetin bir rüknü, bir elemanı haline gelmişti. Bundan sonra da yine orada gayri - îsîâmî kanun ve gayri - İslâmî nizam yürürlükteydi...

.Böyle bir  açıklama yine     tenakuza bir delil  teşkil eder. Nitekim zat-ı devletlerinin ileri sürdükleri hususa biraz olsun dikkat edilmiş olurısaydı böyle fecî bir hatâ işlenmiş olmazdı. îddia edildiği şekilde olunca, Hazret-i Yûsuf (A. S.)    nasıl--bir   vahdaniyet   tebliğinde   bulun­muş olabilirdi? Eğer bu vahdaniyetin mânası, m&bedler-de ibâdetleri ve memleketin temel nizamım teşkil edecek kanun ve nizamlar bir ve tek Allah için olacaksa,   bütün yaşayış tarzı dînullaha tâbi kılınacaksa, o zaman, Han Bahâdır Hazretlerinin teviline göre Hazret-i Yûsuf  (A. S.)  memuriyeti kabul etmesi, Hakkı tebliğ etmek vazi­fesine muhalif ve zıd olmazım? Yok eğer onun risaiet tebliği böyle değil de, mabedlerde dinullah    yürürlükte °ulunsun;  memleketin içtimaî    nizamının her tara-fmda ^ din - ül - melik yürüyüp gitsin. O zaman, böyle 'bâr ay-nntmın vahdaniyet olmayıp bir aeneviy^L : ürineiîik (dı> Um) tebliği olduğu da fiilî olarak tebeyyün eder.

Böyle bir durumdan sonra, şöyîte bir sual de ortaya  olur: Hazret-i Yûsuf (A.8.) un risaletini ilân et-esinin maksadı hangi sebebe matuftu? O bir peygam-r olarak, halka — hükümdar da dahil olmak üzere — y e hitap etmesi lâzım gelmez mi? Ben yerin ve göklerirı sahibinin yeryüzünde bir mümessiliyim, bunun için sizin Allah'tan korkmanız ve bana uymanız gerekir. Nî-tek'm bütün peygamberler de böyle hitap etmişlerdir :

Allah'tan çekininiz ve bana itaat ediniz. (Eş - guara, I0S.)

Bu mânadaki bir ilâna rağmen, yine de Hazret-i Yû­suf (A.S.) un gayri müslim hükümdarın efendiliğini ka­bul etmesi, ona boyun büküp itaat etmesi îslâmî nizam yerine onun nizamına hizmette bulunması nasıl izah edi­lebilir? Ne ile kıyas kabul eder? Yok eğer onlara şöyle söylemiş olsaydı: Ey cemaat, ben arzın ve semalara! mutlak malikinin mümessiliyim; yeryüzünde onun. nebİ-siyim, fakat benim vazifem sizi Mısır Meliki'nin itaatına çağırmaktır. Devlet başkam olması dolayısiyle onun emirlerini dinlemeniz gerekir. Demiş olsaydı, bu tebliğ nübüvvet vazifesi ile kabili kıyas olabilir miydi? Akıl sahipleri için bu beyanat, bir kurtuluş vesilesi teşkil ede­bilir miydi? Halbuki o seçkin peygamber, isabetli hare­ketleri, hikmet dolu ibretli sözleriyle çevresinin takdir ve hayranlığını kazanarak vezirlik payesine kadar yük-selmişt1. Onun hal ve tavrında, herhangi bir nâkise ve te­zat bulunmuş olsaydı, kendisine vezirlik gibi ikbal kapı­lan değil, daha başka âkibeüerin mazharı olurdu Hele. günümüzün fikir adamlarının, bu şekildeki zıddiyet taşj--yan bir tutumu kabul etmeleri mümkün müdür? Madem ki, Peygamberlik müessesesi cemiyeti her bakımdan ıs­lah edici ve bütünlük arzeden kaidelerin doğduğu bir mercîdir. Hak Tealâ elçilerini böyle bir memuriyetle va­zifeli kıldığına göre, bu mukaddes peygamberlere de bi-lâ istisna herkesin uyması ve onları hayat rehberi olarak tanımaları lâzım gelir. Bu âyet-i kerime bu hususu teyid etmektedir: Hiçbir Peygamber göndermedik ki, ancak Allah'ın izni i!e ona itaat edile.    (Eş - guara, 108)ı Sütün peygamberlerin insanlığa sundukları en bü­yük gerçek, tevhîd olduğuna göre, bu nur kaynağı taife­den nasıl olur da bir peygamber çıkar ve kendisine tâbi olanlara Allah'a itaat etmelerini değil de Allab"t.a yayrı-ra itaat etmelerini söyliyebilir? Allah kullarını AJJ&h'ın izni ile değil de Allah'dan gayrisinin izni ile, Allah'tan ^ayrışma itaate sevkedebilir?

Kur'an-ı ^Serim, kendisinin Allah tarafından vahye-dildjğini şu şekilde isbat etmek ister :

Allah'tan başkasının indinden (gelmiş) olsaydı, her halde orada bâr hayli ihtilâflar bulurdunuz. (En - nisa, 64)

Yâni, eğer bu kitap, Allah'tan başka birisi tarafın­dan gönderilmiş olsaydı, ey halk siz o zaman bu kitapta bir hayli ihtilaflı şeyler ve tenakuzlar bulacaktınız; mâ­nası gözönümâe tutulmuştur.

Fakat Han Bahadır Sâhib ve onun gibi düşünen kimselerin tevilleri kabul edilirse, Kur'an-ı Kerim'in be­yanatında birçek tenakuzların var olduğu zehabiyle ha­reket edilmiş ©hır. îşte o zaman, Kur'an-ı Kerim'in ken­disi hakkındaki, Allah'ın kelâmı olduğuna dair ileri sür­düğü ölçü de bozulur. Kur'an-ı Kerim pek saygısızca ve cahilane bir şekilde itham ve töhmet altında kalmış olur. Alelade Vr kelâm mesabesine indirilir. Hattâ o zaman Kur'an-ı Kerim'e akıl ve irfan sahibi bir insanın telif eseri olduğu nazarı ile de bakılmaz.

Gerçek şudur ki, Han Bahadır Sahib'in bu şekildeki düşünceleri, kendilerinden önce başlamış olan ve sürüp gitmekte bulunan ve uzun bir zamandan beri devam ede-gelen bir zihniyetin ibret verici mümessilliğini temsil et­mektedir. Ve İslâm'ı kaba nefislerine ve sığ akıllarına Kore tefsir eden sahte müslümanlara ait yıkılış tarihimi-

zi*ı acıklı sahifelerini bu bozuk telâkkiler doldurmakta­dır. [49]

 

Din İle Siyasetin Birbirinden Ayrılmasının Tarihî Ve Ruhi Tahıiıi

 

Günümüzün müslümanı, kendi büyük maksadını unutarak, insanlığa Örnek teşkil eden hayatını bir tara­fa bırakarak, dünya hayatının bataklığına düşmüştür. Bugün onun nazarında dindarlığın mânası, ibâdet ve mu­aşeret âdabı hususunda birkaç şer'î noktaya bağlanmak­tan başka birşey değildir. Öyle ki, isterse kendi cemiye­tinin yaşayış gayesini dünya perestler tanzim etsinler, isterse cemiyeti din düşmanları şevki idare etsin-, ve bu idarec;ler dinimizin menettiği bir fiili yapmış olsalar bi-^ le bildiğimiz bu müslüman için birşey- fark etmez. O zaman, bu gafletin cezası -da Allah tarafından öyle bir sekide verilir ki, onların koca koca ülkeleri, yerleri yurtları birbirinin arkasından kâfirlerin eline geçer, kâ­firlere boyun eğmek zorunda kalırlar. Fakat ne onlar kendileri, ne de bildiğimiz o müslümanların uleması bu cezayı da anlamaz ve yine kusurlarının ne olduğunu kav­ramazlar. Hangi kusurlarının neticesi olarak bu cezaya çarpıldıklarının, hattâ niçin cezaya çarpıldıklarını dahi farketmezler. Bu durumdan kurtulmak için düşünmek ve bu gayri islâmî düzeni değiştirecekleri yerd?, küfür nizamı altında yaşamak için şer'î çareler bulmağa ve fet­valar uydurmağa çalışırlar.

Nitekim, bu fetvalardan biri de ıztırâr : mecburiyet bahanesidir. Bunu ortaya atarak, tslâmî yaşayış için  Sözüm ona - yeni bir plân tertiplerler. Bu plânla da gay­rı - şer'î ve gayrı - islâmî nizam altında yaşamayı caiz sayarak, ömür sürüp gitmek isterler. Bunun için de Al­lah Taaîâ tarafından ardı arkası kesilmeyen cezalar de­vam edegelir. Onlar da bu musibetlerin sebebini anlama­dan cezanın daha büyüğü sökün eder. Kendilerini dalâ­letten dalâlete götürür,     islâm'dan  çok uzaklara  atar.

Onlar, bu ıztırâr : mecburiyeti alelade bir mecburiyet gibi düşünürken, Allah'ın sünnetini de bir tarafa bıra­karak, ardı arkası kesilmeyen yeni yeni mecburiyetler türer. Her yem' mecburiyet arkasından daha başkası ve daha ağırı kendisini gösterir. Bu şartlar altında küfür içinde :slâm ve küfür tahakkümü altında islâm'ı caiz sa­yıp gidersiniz. Fakat, Hak Tealâ tarafından gönderilmiş olan bu cezalar, bu tip müslümanların yine gözlerini aç­maz. Hatta.onlar bu durumu umumî bir kaide gibi kabul ederler. Biz küfür iktidarı altında İslâm'ı devam ettirme-e;e mecburuz. Küfrün her türlü tahakkümü ve tasallutu-na mâruz kalmak zorundayız diye bu zelil duruma katla­nılır. Nitekim bu «mecburiyet» in ^arkasında da küfre karşı hürmet göstermek temayülü bile başlar.

Meselâ, ölü hayvan eti yemek. Buna ne zaman mec­bur olunursa, o zaman böyle birşey istikrah ve ttainti ile karşılanır. Bunu herhangi bir basit akıl sahibi bile anîamamazlıktan gelemez. Aslında bu ölü hayvan eti ye­mek haramdır. Mecbur kalarak bu et yenilir. Yendiği "zaman da hiç olmazsa kalbde bir nefret, bir kerâhat hissi uyanır. Böyle bir etin istekle ve lezzetle yenmesine im­kân yoktur. Bu etten ancak doyuncaya kadar yenilir. Mecburiyet karşısında yenen bu et iştahla yenmez, bu stten; kavurma, kıyma yapıp pilavınızın üstüne oturta-'nazsınız, isteksizlikle ancak açlıktan ölmemek için iste-bir parça karnınızı doyurursunuz.

İste bu nefret, bu isteksizlik     (istikrah)  bütün iş . bütün muamelelerde vardır.    Bunların hakikatte olduklarını bildiğiniz halde, arızî ve mecburiyet tahtında helâl şekle     girdiklerini düşünmüyor ? Bu şekilde bütün bir kavim, bütün bir millet, i yaşayışının medenî, içtimaî ve siyasî işlerinde dair t h ?U no^tavı gözönünde (bulundurmalıdır:    Mecburiyet tinda bu hallere tahammül etmektedir. Şer'î ve ruhî bakımdan mecburiyete uyuyor. îşte bu günkü bu yaşa­yış nizamında nefret etmekle, kerahat hissi duymakla, çekinmekle, yâni-ancak yaşıyacak kadar ölü hayvan eti yemek gibi bir durumda kalmak mümkündür. Böyle bir hâle de az bîr zaman tahammül edilebilir. Kısa bir za­man için dayanmak imkânı olabilir. Tabiatler, mizaçlar çok geçmeden bu şekildeki kerahatli yaşayıştan bıkarlar. Karşı gelmeğe başlarlar. Yoksa Hak Tealânın, küfür ni­zamını benimsiyenlere şöyle mi emir vermesi lâzımdı:

«C halde içlerinden her sınıftan bir zümre çıkmalı, bir zümre de küfür üzerine kesb-i kemâl eylemeli, giden zümreler döndükten sonra, onları dalâlete sevketnıek yolunda, çalışmalı ki, onlar da iyice dalâlete yuvarlanıp gitsinler.» Yahut da :

Sizin idinizden bir zümre olsun ki, bunlar kötülüğe davet ederler, fenalığı emredip, iyilikten, doğru yoldan menederler... [50]

Şimdi din hususunda öyle muazzam bir ilerleme ha­yal edilmiştir ki, bu sayede nice nice sofular, âbid ve zâ-hid geçinen kimseler, teşbihlerini çekerek, vekillik, hâ­kimlik , avukatlık işlerine de giriştiler. İnanmadıkları, iman etmedikleri kanunlarla halkın işlerini düzene koy­mağa, halk arasındaki dâvaları halletmeğe, onların ara­sında hüküm vermeğe kalktılar. Aynı zamanda inandık­ları ve iman ettikleri kanunu da, yalnız arada sırada söz­lerini okumak için evlerinin raflarında süs olarak tutar­lar. İşbu ilerlemenin sayesinde de gurup gurup şalinle-, rin (?), muttakilerin (?) ileri gelen âbid (?) ve zâhid-lerin (?), çocukları da, yeni yeni dershanelerde, mektep^ lerde, kolejlerde ders öğrenmeğe gittiler. Oralarda, dink;iüK, maddoperestlik ve ahlâk dışı dersler Öğrenmek vjhıuu tutarlar. Sonra da kalkar bu küfür nizanımda fii­len çalışmağa başlar ve bu nizamın kökleşmesi, için gay­ret sarfederler.

Bir rejim ki, o çocuklar babalarının gafletleri saye­sinde ve bunlar da kendilerinden evvel gelen kuşakların bu kabil tutumları yüzünden, müslümanların basına esa­reti musallat etmişlerdir.

Erkekler bu şekildeki hizmetleriyle küfre hizmet ederken, kadınlar da erkeklerden geri kalmamak için bu yarışa hız vermektedirler. Cehalet, dalâlet ve ahlâksızlık kasırgasını estirmekte maharetlerini isbat ettirmişlerdir. Farz-ı fcifaye'yi ifa etmek için, erkekleri çpk gerilerde bırakmış oluyorlar. Bu farizeye (!) ilk önce erkekler başladı, fakat kadınlar bu ğavallı kadınlar, bu dinî fari-zelerini (!) yerine getirmek için onlardan baskın çıktı­lar. Bu hâtûn kişiler, ortaya atılmamalardı, herhangi lor gayrı - müslim muhitte gayri - müslimler onlarla selâm sabahı kesecek, onlarla düşüp kalkmıyacak, kendilerine medeniyetsiz yaftasının" yaptırılması gibi korkunç bir tehlike karşısında idiler.  [51]

Bugün din'in bu yeni şekilde düzeltilip, tanaam edil­mesini acaba kim istemez, kim düşünmez, kim beğen­mez?" Hakikatte ise, bu yeni tanzim şekli , bu yeni düzeltSıle>" (mebuslar) değil de kadın mümessiller ifâ ediyorlar.   {Mü­ellif).

meler, bugünün işi değildir- Bu zamanımızdan yüzlerce sene önce başlamıştır. Ne zaman ki, Tatar kâfirleri müs-lüman ülkelerini istilâ ettiler; bu bozgun havası da foaş-.adı ve devam edip gitti.

O zaman yalnız «küfür nizamı altında Islâmî yaşa­yış» meselesi ortaya çıkmakla kalmadı. Koca koca ulemâ ve sulehâ (âlimler, sâlih ve teiniz kmseler) kendileri dfe *)u küfür nizamına hizmet etmek yolunu tuttular. Bugün bizim mekteplerimizde okunan Arabî ders kitaplarının çoğu bu ulema-i kirâm-i din ve müftiyân-ı şer-î meün : İleri gelen din uleması ve kuvvetli şeriatın müftülerinin yazmış oldukları kitaplardır ki, o zamandan beri islâm dünyasında hâlâ okunmaktadır.

Bu yanlışlığın ve bu hatânın eksikliği:, şimdi bu hatâ ve bu yanlışlığa bir de eski olduğu için mukaddeslik kis­vesini giydirmiş oluyor. Bu böyle bir seyr takip edince, zamanımızın fakihleri, muhaddisleri ve müfessirlerinin bu hatâya kapılmalarında hayret edilecek birşey olmaz.

Şu husus da açık gerçektir ki, bir yanlış ve bir hata «ski olunca, sakinlik ve doğruluk vasfını ihraz edemez. Hata ve yanlış olarak kalır. Hatta zamanın geçmiş olması da hatâyı doğru kılmaz. Yine aynı şekilde ha­tânın çok kimseler tarafından da benimsenmiş bulun -ması ve çok kimselerin de bu hatâya saplanm'ış bulun­ması, da hatâyı hatâhktan kurtarmaz. Eğriyi doğru yapmaz.

Hak'kın kaim olması ve sebat bulması isteniyorsa, Allah'ın Kitabından ve Resulünün sünnetinden başkası­na bağlanmakla bir netice almak mümkün olmaz. Bü­tün bu yıkılış devrinde, ilkönce mecburiyet tahtanda ve küfür devletinin baskısı altında islâm nazariyesi orta­ya çıkmış, yavaş yavaş iş ilerleyerek, nizam-ı küfr'e hizmet caiz sayılmış,   sonca  da müstehaphk derecesine varmış ve daha sonra da farz-ı kifâye makamım ihraz etmiştir.

Bu yüksek nazariyeye   (!)     bakınız, nereden başla­mış ve nerelere kadar ulaşmıştır. îş bununla da kalma­mış rezalet son dereceye varmış,  «Dinî serbestlik tanı-, yan hükümdarlara sadakat göstermek dinin iktizasıdır.» denmiştir.

Bu nefsanî tefsirciler çalışarak şu hususu da elde etmişlerdir: Kendi gerilemelerinin her merhalesinde-aşağıdan aşağıya düşmek, derekeden derekeye yuvarlan­malarına mazeret bulmak için de Allah dininden medet ummak isterler. Onların bu istekleri, kendi zanlarma gö­re şu formüle istinat ediyor: Allah'ın dini bizim bütün ihtiyaçlarımızın giderilmesini tekellüf ettiğinden, gimcL karşılaşmış bulunduğumuz mecburiyetler hususunda da onun rehberliği ile yürümemiz gerekir. Fa,kat aslında, bu zahirî formülün içinde başka ve diğer bir formül de sak­lıdır. O da, bu şekilde çalışan kimselerin işlerini istedik­leri gibi yürütmekle herşeyden istifade edebilmeleridir. Madem kî, biz şimdi böyle bir dine sahip olmak bahtiyar­lığını elde etmiş* bulunuyoruz. Ve biz'böyle bîr »dine îman etmek saadetine kavuşmuşuzdur, bunun karşısında hiç olmazsa, bu dinde farz olan şeyleri yerine getirelim. Biz l>o dini ilerletmek yerine gerisi gerisine götürelim. Yânı bizim buna bağlılığımız, dinimizin, her türlü mükellefiye­tini üzerimize alaralk, Allah'ın mü kü olan şu arz üzerin­de bu nizamı sağlamlaştırmak ve bu hususta karşılaştığı­mız her zorluğu ortadan kaldırmak şeklînde olmayacak-. 7" Zira bu ^orioHarm kalkmasını dinimiz tekellüf et­miştir — bîz böyle bir cehd ve gayreti tamamen hayali-ten silerek kendi zevku sefamıza bakalım. Müslüman-*p*n bulunduğu ülkelerde ne olursa olsun, işimizin ve ^ eŞ*aatimİzin yolunu tutalım. Bir uşak gibi, bizlere ne mır vei"Hirse onu yapalım. Hattâ din dışındaki her türlü doktrinlere ayak uyduralım. Başımıza hangi rejim gelir­se gelsin, onlara itirazsız boyun eğelim. Dinimiz her haî-ü kârda bütün ihtiyaçlarınım karşılamağı tekellüf «tnıiştir. Ve biz de böyle bir dine mensup olmak saıade-tinî elde etmiş bulunuyoruz, derler ve demek isterler.

İşte bunun içindir ki, böyle hatalı'düşünenler ve bu .şekilde hatalı yola sapanlar, bu hususu meşru kılmak ve doğru olduğuna kendilerini inandırmak itin de Kur'an-ı Kerim'den ve Hadisi Şerif den boyuna delil arayıp dur­maktadırlar. Bütün Kur'an-ı Kerirn'i taradıktan sonra, işlerine yarayacak olan Ankebut sûresi, Bakara, Al-i îm-ran, Enfâl, Tövbe değil de yalnız Yûsuf süresidir. Bu sû­re de yalnız Han Bahadır Hazretlerinin istidlal buyur­dukları âyât-ı kerime'lerdir.

Bu şekilde bütün Sîret-i Nebevi de gözden geçirilir, baştan başa bakılır. Ne Mekke'deki olaylar, ne Tâifdeki taşa tutmalar onları alâkadar eder. Bedir ve Uhud hesa­ba katılmaz. Onların gözü işlerine yarıyacak olan tevil kabul etmesi ihtimali bulunan hemen şu vak'aya sımsı­kı sarılırlar:

Müslümanlardan bir zümre, asr-ı saadette Habeşis­tan'a lrcret etmiş, bir müddet orada Hıristiyan bir hü­kümdarın memleketinde kalıp güya o devletin tebaası ol-muşlarmış (!).

'Fakat mevzuu gerçek cephesiyle düşünmeyen bir "kimse değil de, hakkı ve hakikati arayan birisi kalkıp ti;> bu hususları tahkik edip anlamak isterse, bu hakikatin mahiyeti de Yûsuf (A.S.) kıssasındaki gibi bir neticeye bağlamı. Zira, bir Nebî Allahü Tealânın hidayet ve em­riyle bir küfür nizamında, gayr-ı İlâhî kanunun yürütül­düğü bir devlette, başta bir melik olduğu halde vezirlik gibi en müh'm bir mevkiyi işgal etmesinin sebebi, asıl maksada bu sebepıe ulaşması ve meseleyi bu yoldan hal­letmesi içindir.

Müslümanların da Habeşistana muhaceretlerinin se- bir müslümarı cemaat için, bir gayrı - müslim me­deni ve t ve siyaset nizamı altında hiç olmazsa barınacak bir ver bulunması ve kendi mescidlerinde kendi usulleri­ne göre, ibadet edeb'lmelerı ve kendi kalblerinde bulunan akidelerini hiç olmazsa dilleriyle söylemek imkântna ka­vuşabilmeleri içindir.

Bu netice başka suallerin de doğmasına yol açmak­tadır. Biz bunları ehemmiyetlerine göre tasnif etmiş bu­lunuyoruz. Bunlara sırasiyle cevap vereceğiz. Cevapla­rımızın olduğu gibi anlaşılmadı için şu meselelerin araş­tırılması icabeder  : [52]

 

Esasa Aît Birkaç Sual Ve Cevapları  :

 

1. Al'ahü Tealâ'nın    Peygamberleri vasıtasiyîe in­sanlara göndermiş olduğu din yalnız ibadethanelere mi hasred'lmiştir,  yoksa bütün insanî yaşayış  sahasına mı şâmildir?

2.  Bu dinî getirmiş olan peygamberlerin hepsi de bir tek maksat için mi gelmişlerdir;  yoksa, her birin'n ayrı ayrı muhtelif maksatları im vardır? Bunların bazı­larının maksat ve gayeleri diğerlerinin zıddına mıdır?

3. Hak Tealâ'mn hakikatte     insandan istediği ne-dır? Bütün yaşayışı boyunca O'na kulluk etmek, O'nun kanunlarına tâbi olarak çalışmak, O'nun emrine    boyun pküp gitmek mi? Yoksa, yalnız ibadet edip de diğer işede istediği gibi  hareket eylemek ve keyfinin istediği hareketi yapmak mıdır?

Bu suallerin cevabı şöyledir  :

Allah’ın göndermiş olduğu din, hayatın her safhası-oja u^atan bir sistemdir. Her devre ışık tutan ve rehber ur'an-ı Kerim yalnız ibadete değil, aynı zamanda medenî, siyasî, iktisadî, hukukî, askerî ve muaşerete ait bütün müeyyideleri İhtiva eder. Daha önceki semavî ki­taplarda bulunan hükümleri fesh ve iptal etmiş ve bun­ların yerine kıyamete kadar devam edecek olan ölümsüz prensipler vazetmiştir. Diğer semavî kitaplardaki hü­kümler hakikatte hüküm değil de bir tavsiyeden ibaret olabilirler. Bunlara bağlanmanın iyi olduğu büdirilmiş, fakat bağlanmanın zarurî ve farz olduğu ortaya konma­mıştı. Ta ki Allah'a karşı bir diyecek kalmamış olsun.

Bu şekilde ikinci sualin cevabı da şöyledir  :

Nübüvvet, günümüzde umumiyetle şu şekilde düşü­nülüyor: Muhtelif peygamberler, muhtelif heyetlerle gel­diler. Hattâ bir peygamberin vazifesi, cemiyetteki küfür nizamını ortadan   kaldırmak  için  savaşa girişmek olur, bir d:ğeri de birincisinin aksine olarak, küfür nizamı için­de yalnız mahdut bir kısım dinî ve ahlâkî ıslâhat ile ik­tifa eder; belki kendisi de küfr nizamuıa muti olup, sa­dakatle bu nizama hizmet etmek yolunu tutmuş olabilir. Böyle bir anlayış Kur'an-ı Kerim'in beyanına muta­bık olmaz. Zira, bütün kuvvetiyle birlikte şu tasavvur gözönüne geliyor: Peygamberlerin hepsinin de nübüvvet­lerinden maksat, bir ve aynı olmalıdır. AUahü Tealâ'mn böyle ikisi birbirine zıd, biribirinin hilâfına,    biribirinm aksine yo' tutmasını, akıl da kabul etmeğe hiç bir zaman hazır değildir. Hattâ herhangi bir mâkul kimse de;"^böy-le bir Allah'a (neuzü billah) hâkim Allah diye inanamaz Bir taraftan insanların hidâyeti için bir peygamber göndersin,  diğer taraftan da kalksın bu     peygamberin yapacağı işlerin tam zıddına, tam tersine hareket edecek başka bir peygamber göndermiş olsun?. Bu da ayrı bir meseledir ki; bir peygamber Islâmî nizamı kurmak için, çalışacak, uğraşacak, didinecek, son merhaleye getirecek, başka bir peygamber de çıkacak, bu    merhaleleriîı basında mı, arasında mı, sonunda mı, her neresinde olursa olsun, işe girişecek, birincisinin yaptıklarını bozacak ve onun işini baltalayacak? Bir üçüncüsünde çıkacak, davet, tebliğ, yahut da savaş yerine bir nevi aracılık* mahiyetine girip, hususî şekillerle işi yürütmeğe* 'başhyacakmış? Bunlar muhtelif yollar tutacaklar da aynı maksat uğrun­da yürüyecekler? Hayır böyle birşey olamaz,. :Bu peygam­berlerin hepsi aynı yolu tutacak ve aynı maksat uğrunda çalışacak ve muhtelif şekillerle, muhtelif yollar takip et­seler de aynı gayeye doğru gideceklerdir. Yâni Allah ni­zamını yeryüzünde kaim kılmak için, şekil ihtilâflarını peygamberlerin aslî maksatlarının ihtilâfı diye düşün­memek lâzımdır. Böyle düşünürsek Hak Tealâ'ya bun­dan daha büyük ne gibi bir iftira atmış olacağımızın da farkına varmamız icabeder.

Üçüncü sualin cevabı şöyledir: Günümüzün müslti-manları umumiyetle şöyle düşünmektedirler: Allah Tea-lâ'riın insanlardan istediği yalnız şudur: Ona ibadet edi­lecek, bazı meselelerde, meselâ gusül, taharet ve bazi he­lâl haram ölçülerine bağlı bulunmak. Onlara göre, Allah'­ın insanlardan başka bir istediği yoktur, insanî yaşayışın geniş sahasında insan keyfinin istediği kanunlara bağla­dır; yahut da akfmca, şeytanları, cinleri, insi yeryüzüne musallat telâkki eder. Bu cevap günümüzün dünya - pe-restlerinin aklına ne kadar da uygun bir cevaptır.

Ed-dînü yüsrün : Dinde kolaylık vardır. Yahut da M&ce'ale aleyküm fi'd-dinî min harecin  : Sizin için dine zorluk konmamıştır, taraftan    olan güruh «'isterlerse'.endileri  için bir hayli     kolaylıklar icat  ededurs'unlar°yie olduğu takdirde her ne şekilde olursa olsun, bu da uk ve ubudiyet tasavvurunun tamamen ortadan kalkden*ektir. Kulluk denen şey belki de   bundan daha Un   bir hal. almaz. Zira, bir kut yirmi dört saat zarfında ancak bir iki saat, o da zahirî bir şekilde kulluk edecek, diğer vakitlerde ise bu kulluktan kurtulup gide­cek...  Yahut da efendisine bir selâm    çakmakla kulluk vazifesini bitirip tamamlayacak...     Ondan sonra da bü­tün işini gücünü başka kaynaklara, başka taraflara bağ­lamakta serbest olacak... Bu arada .bildiğini de okuya­cak.. Acaba bu kimseler Allah'ı nasıl biliyorlar? Yoksa, onlara göre Cenab-ı Hak, kendini insanların Hâlıki, Rab-bi diye vasıflandırdıktan sonra, diğer taraftan da bütün insanları kendi başlarına mı bırakmıştır? Ne yaparsanız yapmız, ne ederseniz ediniz, diye gayet ufak ve küçücük bir kulluk ve ubudiyetle mi iktifa ediliyor?

Herhangi bir baba, kendi çocuğuna babalık vasfı ile, herhangi bir erkek karışma kocalık sıfatı ile, herhangi •bir hükümdar kendi ülkesi halkına    hükümdarlık hakkı ile, bu kadar küçücük şeylerle iktifa etmez.    Bu kadar ufak bir alâkaya razı olmaz. Bir kaç merasim icra ede­rek, güya sadakat gösterisi ile vazifeler    yerine gelmiş olmaz. Babalık, ftocahk ve hükümdarlık hakları da ta­mamen yerine gelmelidir. Evlâdın babasına karşı, hak -kiyle "evlâtlık etmesi lâzımdır. Kadının kocasına karşı sa­dakatli ve itaatli olması gerektir. Memleket halkının da adil ve dürüst hükümdarına karşı vatandaşlık vazifesi­nin icaplarını yerine getirmeleri lâzımdır.

İnsanoğlu nefsine ait en küçük hakkın yerine gel^ meşini isterken neûzü billah bu na&l Allah olacak ki, bü­tün insanlar, bütün insanlık âlemi ve bütün kâinat onun mahlûku bulunacak da O da bunların bakıcısı ve koru­yucusu (perverdigârı) olmasına rağmen, bunların O'nun-la bir alâkası olmıyacak imiş???

Din ve nübüvvet iktizası gereğince, kulluk hakkın­daki bu tasavvur doğru değilse ve hakikaten Allah Tea-lâ'mn gönderdiği dinin insanların bütün içtimaî ve ferdî hayatlarının her tarafına şâmil ise; eğer Allah'ın kullardan istediği her hususta ve her mevzuda, O'nun kanunla­rına uymak, O'nun hidâyet yolunu tutmak ise; eğer Al-iahu Tealâ peygamberlerini hak yaşayış nizamını kur­mak yolunda davet etsinler ve bu nizamı ayakta tutsun­lar, bir Allah'a itaat edip, ona bağlansınlar diye gönder­miş ise, o zaman mâkul bir kimse için, şunu kabul etmek pek kolay olmaz ki, bütün peygamberler arasında yalnız ve sadece Hazret-i Yûsuf (A.S.), gelmiş bulunan ûigcr peygamberlerin hilâfına, dinullahı kaim kılmak yerine, kalkıp da din - ül - Melik'in hükmü altında maliye nazır­lığı hizmetine boyun eğmiş olsun???

Bu meselede olduğu gibi, herhangi mâkul bir kimse, şu iki zıt meseleyi de birbiriyle bağdaştıramaz: Bir ta­raftan Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) Arab'ın gayri - Islâmî nizamını kaldırıp, onun yerine îslâmî nizamını yürürlü-ğe^koymak için çalışıp uğraşacak, diğer taraftan Zat-ı Risâletpenahîlermin ülkesine yakın, Habeşistanm gayrı"-islâmî nizam'ım, o kadar haklı ve doğru addedecek ki, Müslümanlardan bir cemaata bu nizam altında yaşama­larını sağlamak yolunu ihtiyar edecek... Aynı zamanda bu'cemaat, din mefhumunu iyi anlamış kimselerden mey­dana gelmiş olacak. Dini gerçek değerleriyle tam bir ce­miyet sistemi olduğunu kavramış ve bilmiş bulunacak­lar... Buna rağmen bu cemaat, dini dağınık, birbirinden ayrı, birbiriyle alâkası ve ilgisi olmayan, birbirine bağlı bulunmayan bir şey mi addedecek?. Yine bu cemaat için Su hususlar o kadar kolay kabul edilebilir mi?ıEnbiyanm hâl tercümeleri, Kur'an-ı Kerim'in tâlim?, dinin ahkâm e evamiri hep birbirinden ayrı, birbirine zıt, her biri ay ayrj şekillerde parçalara bölünmüş, ayrı ayrı tevil ve S}r kabul eden bir şey olsun!.. Bunlardar her cüz'ü dt .a, bunların her bir tarafı diğerta Cuz>ün yanı oaşında, bunların her bir tarafı diğer Pişiğinde, açık bîr tenakuz rengi almış bulunakat bir Hâkim'in kurmuş bulunduğu bu dini mürettep, muntazam bir nizam olma vasfı içinde görenler, onun her eüz'ünü ve her tarafım tefsir ve teşrih eder­ken, onun tabiatını küllî bir nizam olarak gözonünde bu­lundurmaktan başka bir çare olmadığını bilmelidir. Her kim de bunun dışında bir tefsir, bir -tâbir veya bir tevil yoluna giderse — şöhret sahibi bir ulema olsa dahi — bu kimselerin ileri sürdüğü, hiçbir fikri kabul etmesin. Yine bu cins müfessirler, bu dinde tenakuz vardır   veya Enbiyay - i Kirâm'ın işleri arasında bir çatışma vardır diye bir iddiada bulunurlarsa, bu kabil fikirlerin hiçbir kabul edilme haysiyetine lâyık olmadığı kat'iyetle tasdik edilmelidir.

Bu mevzuu burada    neticelendirirken şimdi, Sûre-i Yûsuf'un bahis mevzuu olan yerlerini ve Habeşistan mu­hacereti bahsini, doğrudan doğruya açıklayıp aydınla­tacağız. [53]

 

Kıssayî Yusufdan Yanlış Ve Hatalı İstidlal

 

Sûre-i Yûsuf da. beyan edilmiş    bulunduğu şt Hz. Yûsuf  (A.S.)    kısası üzerinde    düşünürsek, malûm olur ki, zat-ı peygamfoerilen, daha peygamberlik şerefini elde etmeden, kendi kardeşlerinin gadrine uğrayarak bir tüccar kafilesinin hıyaneti neticesinde Mısır Âalz'inin kö-, leşi olmuştu. Bu kölelik devrinde yahut da bu devirden sonra, zat-ı peygamberleri    hapsedilinceye kadar, geçen zamanda Hak Taalâ tarafından kendilerine peygamber­lik vazifesi bahşedilmiş oldu. — Çok defalar böyle oldu-ği gibi, Peygamberlik ekseriya sıkıntılı geçen zamanlar­da veya hapis hayatında iken atâ kılınır. Nitekim hapis­haneden önceki hayatında O'nun kelâmından    Peyganı-berâne bir söz nakİedÜmemiştir. Ancak kendisi temiz ve fpâk-b, ir-insan olarak tanınmıştı.—.Peygamberlik şerefini elde ettikten sonra, zat- peygamberileri ilk evvelâ ya­nındaki hapishane arkadaşlarına duyurmağa koyuldu. Nübüvvet vazifesini ifâ yolunu tuttu. Bu davetin hülâ­sası Sûre-i Yûsuf'un beşinci rükûunda beyan buyuruî-muştur. Bu bahisleri okuyan herkes Öğrenecektir ki, «ıra-da iken, O çevresine şöyle hitap ediyordu : Erba&ün müteferrikun : Çeşitli ilâhlara kulluk, ibâdet etmeyin, Bir olan Rabb'a ibâdet ve kulluk edin. Bu mümtaz pey­gamber yalnız kendi muhitini değil, irşadını daha geniş halk tabakalarına da teşmil etmek istiyordu. Büyiik bir şevkle tebliğine devam ediyordu : Şu Melik : Kıral deni­len ve sizce Rabb diye bilinen, ldm&e benim Kabb&u değil­dir. Banim Rabfokn ancak Allah'dır. Baısa uyan ve uya­cak olan milletin ibâdet ve kulluğu da ancak bu Allah'a kulluk ve ibâdet etmekten ibaret olacaktır. Eübettekî h» müessir sözler zindariın kalın duvarlarını delip geçmeîrto gecikmeyecekti. Nitekim, Allah'ın teçhiz ve tezyin ettiği bu peygamberin; diyanet, hikmet, takva ve basiret hu­susundaki harikulade hal ve etvarı, Mısır hükümdarını bile teshir etmekte gecikmedi. Ye bu hükümdar, Hazret-i Yûsuf (A.S.) talep ederek O'na Mısır saltanatının bütün salâhiyetlerini tevdi etti.

Şimdi Hazret-i Yûsuf (A.S.) un önüne kî yol açıl­mış oluyordu. Bu yollardan biri, îslârm inkılâp için umu-mı davet, çalışıp çabalamak, harp darp, etmek ve bu mü­cadelenin uzun müddetini göze almaktı. —• ki -çok vakit davetlerde böyle olur ve böyle olmuştur — İkinci 'se şöyle idi: Allah Taalâriın 'böyle bir zamanda onun ıe vermiş olduğu kuvvet ve kudretten faydalanmak. ^? .^uvvet^ bu kudreti kullanmak ve tam manasiyle işin -si için istifade etmek. Kendisine tam salâhiyet olan iktidar sahibi Melik'in verdiği bu salâhiyet set f1011*161^ düzenini fikir, ahlâk, medeniyet ve slya-ı*«         değiştirmeğe çalışmak.     Aîlah-ü Taalâ'mn kendisine vermiş olduğa- basiretle, birinci yolu değil de ikinci yolu maksada ulaşmak hususunda daha yakın ve daha kestirme buldu. Bu yolu da tutup yürüdü.

Onun bu gayrı - îslâmî nizama hizmet etmiş olması, alelade, karın doyurup göbek şişlrip ense kalınlaştırmak için değildi. Hele şahsî makam ve mansıp sahibi olmak İçin hiç değildi. Fâsİd nizamın ufak tefek işlerinin bir in­tizama girmes' için de böyle bir mevkiye geçmemişti. An­cak maksada ulaşmak için bir vasıta idi. O da bu vası­tayı ibt'mâl etti. Aslında Hazret-i Yûsuf (A.S.) da difer peygamberler gibi, yaşanılmaya değer olan gerçek yolu açmak ve insanlığa ölümsüz gerçeği öğretmek için vazi­feli kılınmıştı.

Bu işi alelade bir hükümet memuriyeti telâkki eden zümre, Hazret-i Yûsuf  (A.S.)  un bu makama îslâm ni­zamını cemiyete hâkim kılmak için geldiğini kabul etmek istemiyorlar. Bu ^nkâr ehline göre, bu yüce peygamber, kâfirâne nizamın sultası altında Maliye Nazırlığı (Finans ministert  veya iktisat vekilliği hizmetini ifâ etmişte Ve bu mevki şimdiki mevcut devletler ve hükümetlerin mâ­liyesini idare eden, defterdar, mal müdürü, hazine emini ve nihayet maliye nazırından daha yüksek bir makam değildi. Hattâ bizim şu ülkemizdeki  (şimdiki Hindistan ve Pakistan)   kongre vekillerinin ve bakanlarının birisi­nin rütbesine veya makamına bile çıkarmak istemiyor­lar. Tâ ki, bu nüfuzlu mevki vasıtasiyle asıl yapmak is­tediği icraatı umum halka teşmil etmek imkânından mah­rum olsun diye. Bu karanlık zihniyet kendi süflî durum­larına sahte bir mazeret uydurmak için Yûsuf (A.S.) m vezirliği üzerine almasını gelişi güzel bir şahsın bu ma­kama gelişinden farklı görmüyorlar.    Pek tabiî olarak, vezirliği ele geçirince, hakikatte bütün  iktidar cevheri de (Substance of power) eline geçmiş olacaktı.

O, selâhiyeti ve iktidarı Melikten istemişti. Yalı ut da bu mevkiyi elde etmiş veya bu mevkiyi zorla koparıp alm'ışti. İnkarcı zümre bu hususlara ehemmiyet v?citi k istemiyor. Hazret-i Yûsuf (A.S.) iktidara geçince acaba Meliki azledip tahtı ele geçiremez miydi? Asıl üzerinde durulması lâzım gelen mesele şudur ; Hz. Yûsuf (\.S.)> Taleb ettiği makamla, acaba kâfirâne - nizamı mı devam ettirecekti? Yoksa, bu vazifeyi kabul ederken, kendi maksadım mı gerçekleştirmeğe azmetmişti? Yâni İslâm rejimini mi ihya etmek istiyordu?

İkinci ehemmiyetli mesele de şu noktadadır?. Acaba hakikaten O'nun elde ettiği bu selâhiyetler ve bu iktidar, o zaman o memleketin nizamını değiştirmeğe ye­terli miydi yoksfl yetersiz miydi?

Bizim kanaatimize göre, din ve nübüvvet mesleğinin iktizası şudur:

Bize göre, Hazret-i Yûsuf (A.S.) -'m, İc'alniy *aiâ hazâ'in il - arz : Beni yeryüzünün hazinelerinin başına

geçir. [54] demes;nden maksat îslâmî nizamı kurmak olmalıdır. Şunu da bilmek lazımdır ki, Hazret-i Yûsuf (A.S.) m — hazâ'in el - arz - ı, talep etmesinden maksat bütün vasıtaların ve bütün vesilelerin ve bütün kaynak-krm (Resources)  kendi eline geçmesini sağlamaktı.

Han Bahadır Sahib hazâ'in kelimesinden alelade verği mânası çıkıyor. Halbuki, Kur'an-ı Kerim'in hiçbir yerinde

bu kelime, vergi ve maliye mânasına gelmemiştir.

Kur’an-ı Kerim'in tâlimi üzerine tetkikde bulunduğumuz zaman bu kelimenin açık bir şekilde, vesâyil, vasıtalar,

kaynaklar,  yâni  (Resources)   mânasına geldiği anlaşıla­caktır.  [55]

Sözün gelişinden de anlaşıldığına göre, bir mülkün bütün vasıtaları, bütün kaynakları bir kimsenin eline ge­çince, o zaman, o kimse, o mülkün,ve o ülkenin bütün iğlerini ele geçirmiş olup ülkenin hâkimi durumuna gel­miş olur. Bütün vesayili ele geçirmek ile ülkenin üzerin­de hüküm ele geçirmek aynı şeylerdir. Bu meselenin te­yidinde Bible : (Kitab-ı Ahd-i Atik) de dahi beyan var­dır. Orada sarahatle bahsedilmiştir ki, o zaman Mısır Firavunu, sadece ismen hükümdar ve melik : Kıraldı. Yoksa amelen ve bilfiil iktidar ve hükümdartık HazreM Yûsuf (A.S.) in elinde bulunuyordu. [56]. Yâni, döndürmesi, geri bırakması yakışık almaz, böyle yapmıyacak-tır. Bu âyetlerden Hak Taalâ'Um ademi kudreti bahis mevzuu değildir. Bu âyetlerde zülüm, imanı zayi etmek, mü'minleri münafıklarla birbirine karıştırmak, mü'min-leri unutup bırakmak ve bu gibi şeyler Hak Taalâ'nm usulüne uymaz, O'nun şanına yakfışmaz. O'nun için yakı­şık olmaz, münasip düşmez, mefhumları açık olarak an-laşıln.

Şimdi Hazret-i Yûsuf (A. S.) iktidarı elde ettikten sonra, o' ülkede yine din - ül - Melik : Hüküm­darın kanununun yürürlükte olduğunu Kur'an-ı Kerim'-de buyurulduğu Mâ kâne le-yeftıoze ehâhü fî din-t*l melik: Melikin kanununa göre, kardeşini aU koyamazdı. (Yû­suf, 76). .gibi meseleyi tahkik etmek yolun'a gidelim. Bu bahse ait akla gelen ük şey şudur ki, umumiyetle âyet-i kerimeyi tercüme edenler, doğru tercüme etmemişlerdir. Mütercimler, bu cümleden, Hazret-i Yûsuf (A.S.) dinül -Melik : Melikin kanunu gereğince kardeşini alıkoyamaz­dı, şeklinde bir mâna çıkarmışlardır. Halbuki bu alıko-yamazd'ı kelimesi kudretsizlik ifadesi değil de isteksizlik manasınadır. Yâni, cümlenin doğru tercümesi açık şekil­de şöyle olmalıdır. Bu alıkoymak işi Yûsuf (A.S.) a ya­kışır bir iş değildi. Yahut da Melik'in kanununa göre, Yûsuf (A.S.) için kendi kardeşini bu tarzda alıkoymak münasebet almazdı,  münasip düşmezdi.

Kur'an-ı Kerim'in diğer yerlerinde de bahsedilen konuşmalardan anlaşıldığı gibi, maksat ademi kudret : Kudretin olmaması değil de adem-ı. münasebet yakışma­mak, münasebet almamaktır. Meselâ başka yerlerdeki mâkâne nin tercümelerine de bakalım  :

Mâ kâne'llahü İİ yutli'a - küm al'el gaybî : Hak Tea-lânın size gaybi bildirmesi gerekmez, (yakışık almaz, münasip değildir.)  (Al-i îmran, 179)

Buradan anlaşılan şey, Hak Tealâ size gaybi bildir­mez, demek değildir. Bildiremez, bildirmek imkânı yok­tur, bildirmeğe kadir değildir demek değildir. Ancak bu­radan şu mâna anlaşılır: Hak Taalâ'nın size gaybi bildir­mesi usule uygun değildir, yakışık almaz, münasip düş­mez, uymaz, gerekmez, demektir.

Yine buna benzer birkaç misâl :

Mâ kâne/llahü li - yuzıy'a îmane küm : Allah sızan imanınızı zayi edecek değildir. Bakara, 143. Yâni, Hak Tealâ'mn    sizin imammzı hiç etmesi yakışık almaz.

Fe - mâ kâne'llafhü li - yeztimehüm : Allah onlara zulmedecek değil. Tevbfe 70. Yân , Hak Taalâ'nm zulmet­mesi münasebet almaz, uygun değildir.

Ve bir diğer yerde  :

Mâ kâne'llahü li - yezere'l müminine âlâ mâ en tüm aleyh : Hak Taalâ Mü'minleri, sizin bağlı bulunduğunuz.

şeyden döndürecek değildir- (Al-i îmran, 179)

Aynı şekilde, Sûre-i Yûsuf'da bahsi geçen âyet-i ke-me'den bir evvelki âyette şöyle bir cümle geçer :

Mâ kâne le - nâ en nüşrike bi'llahi nün şey'in : Her­hangi bîr seyit Allah'a ortak koşacak değiliz. (Yûsuf, 38) Yâni, ortak koşmak, şirk yoluna gitmek bize yakışmaz, b:zim akidemize uymaz.

Buradan şöyle bir mâna anlaşılmaması gerekir : Biz Hak Tealâ'ya ortak koşmağa, şirk yoluna gitmeğe kudret sahibi değiliz, istesek de ortak koşamayız. Bu cümle doğru olarak şu mânada anlaşılmalıdır: Bizim gi­bilere, bizini gibi halka, Hak Taalâ'ya ortak koşmak,, şirk yolunu tutmak işi yakışık aîır bir iş değildir. Bu bizim için yapılacak iş değildir, bize uymaz, bizim için münasebet almaz.

Bahsettiğimiz âyetlerden, Hazret-i Yûsuf (A.S.) m Melik'in kanunlarma göre hareket etmek istiyordu da, bu kanuna göre de kendi kardeşini alâkoyamıyordu di­ye bir netice gıkarmak doğru olmaz. Halbuki, Kur'anî ıstılahları ve cümlelerin mânalarını gözönünde bulundu­rursak, bu mevzunun sahih ve doğru mânası şu şekilde anlaşılır  :

Melik'in kanununa göre, Hazret-i Yûsuf (A.S.) m *<Ü kardeşini alıkoyması yakışık almazdı. Hazret-i Yû-kvJt^ §aU Ve makamma uygun düşmezdi. Elbette bu tetid"1 kerime'den sabit oluyor ki, Hazret-i Yûsuf (A.S.) mî T3" geld*kten sonra dahi, yine o ülkede gayrı - islâ-suf ^^ yürürlükte kalmıştı. Yani Hazret-i Yu­na kad         m karde^er^nm ° ülkeye vardıkları zama-r- bu gayrı - Islâmî kanunlar, yine o ülkede icra. ediliyordu. Fakat biz bu hususta, yukarıda anlattığımız gib! düşünmek zorundayız. Bir memleketin medenî niza­mını hepsini birden bir gecede değiştirmek mümkün de­ğildir. Cemiyet mikyasındaki bu değişme bir zaman işi­dir.  İslâm inkılâbı da böyle olmuştur. İktidar, islâm'ın eline geçer geçmez, bir çırpıda, bir dakikada, cahiliye ni­zamına ait herşeyin ortadan kalkarak, bir anda îsl&mî nizamın yerleşmesi hayal bile edilemez. Hattâ Hazret-i Resul-ü Ekrem (S,A.) devrinde bile, devlet nizamının de­ğişmesi tedrici olmuş ve on seneden fazla süren bir za­man içinde bu değişiklik başarılmıştır. Buna göre, Haz­ret-i Yûsuf (A.S.)  in hükümeti devrinde, bütün eski ni­zamların değişmesi de yine zamana bağlı idi.  Mecburî olarak birkaç sene gayrı - islâmî    kanunlar yürürlükte İmlunmaya devam etmiştir.    Hazret-i Yûsuf   (A.S.)  in düşüncesinde, ilâhî kanunları icra etmek; nazarı itibara alınmamış ve'hep kâfirâne kanunlarla    memleket idare «ditip gitmiştir, şeklinde bir netice çıkarmak da hiçbir zaman doğru olamaz. [57]

 

 Habeşistan  Muhaceretinden  De Yanlış İstidlal

 

Mevzuu kapamadan    Önce bir kere de Habeşistan muhacereti hadisesine bir göz atalım :

Bu hadise, bize şunları anlatmaktadır : Habeşistan-<la gayrı - müsiîm bir hükümdar vardı. Hazret-i Resûl-ü Ekrem de, Müslümanlardan bir cemaati oraya gönderdi. Bazılarının düşüncesine göre güya bunlar, o ülkenin va­tandaşı olacak, artık oraya yerleşip, orada barınıp ya1 sayacaklardı. Sonra, yine bu sahabe-i kiram, o ülkenin hükümdarına sadakat gösterecek, orada barınıp gidecek­lerdi. Yine onlar, bu hükümdarın idaresi altında kendi akidelerinde serbest olacaklar, istedikleri gibi ve istedik­lerine ibadet edecekler, hem de bu hükümdara, komşular­dan biri saldınırsa, bu müslünıanlar da bu hükümdarın hasmına karşı zafer kazanması ve muvaffak olması için dua (!) edeceklerdi.

Fakat bu vak'ayı bu şekilde anlamak ve bu tarzda değerlendirerek anlatmak tamamen hatalıdır. Plânı ter­sinden çizmek ve hesabı yanlış yapmak, hatalı yola düş­mekten başka bir şey değildir.

Şimdi, meselenin izahına geçelim:

1. Hazret-i Resul-ü Ekrem, müslümanlardan bir ce­maatı Habeşistan'a muhaceret etmek için, yola çıkardığı zaman, Habeşistan hükümdarının Nasara  :  Hıristiyan­lar arasında, en salih, en temiz kimse olduğu nazarı iti­bara alınmalıdır. Nitekim, hadis-i şerif'de gidecek olan muhacirlere, Habeşistan diyarırim vaziyetini anlatırken,. Zat-ı Saadetlerinin şu şekilde beyanda    bulunduklarını görüyoruz :„

Ve hine arzu sıdkun : Orası doğruluk ülkesidir.

2.  Müslüman muhacirlerin o  ülkeye  gidişlerinden maksat, ülkenin tebaası, vatandaşı olmak, o ülkeye yer-te§ip daimî barınıp kalmak değildi. Zat-ı Saadetleri, Ha­beşistan'a muhaceret edecek olanlara, muhaceretlerinden önce şöyle bir müjde vermişlerdi :

v haractüm, ifâ, arzll - Habeşe, hattâ yac'a&'Uahü  ferecaa ve mahrecâ : İnşallah siz Habeşistan ül- varmcaya kadar, Hak Taalâ sîze bir kurtuluş ve blr terce ihsan ©der.

buradan şu mesele açık bir şekilde anlaşılıyor ki, o ^, ^ §u hususlar düşünülmüştü :    Müslümanlar uşra-*n ağır eza ve cefâya dayanamıyacak bir hâle gelmislerdi. Bunun için Zat-ı Saadetleri muvakkat olarak, sahabelerinin bir parça nefes alabilecekleri bir yer arar nnşlardı. Nihayet Habeşistan'ı bu maksada uygun bul­muşlardı. Bu ülkede, Müslümanlar, bir müddet için bas­kıdan kurtulup, küfre karşı tekrar derlenip toplanabilir­lerdi. Nitekim netice de bu şekilde olmuştur.

Hâdisenin gerçek yüzü bu olduğuna göre, o zaman, müslümanların slrf bir akide serbestliği yüzünden, gayrı - müslim bir hükümdar ülkesine gitmelerine ve o hükü­mete sadakat gösterip tebaa olmaya ve işin en feci ta­rafı olan, istikbâle ait bir gayeleri olmadan yaşamaları­na imkân ve ihtimal verilebilir mi?

Bu müslüman muhacirler, Habeşistana vardıktan pek az sonra; Mekke kâfirleri de onların arkasından, bir sefaret heyeti yola Çıkardı. Bu hey'et Necâşî (Habeşis­tan hükümdarı) ndan, bu cemaatı Mekke'ye geri gön­dermek talebinde bulundu. Elimizdeki Siyer : Resul-ü Ekrem'in hâl tercümesine ait kitaplarda ve muhaddisle-rin hepsinin müttefik olarak beyanlarına göre, o ara Ne­câşî ile Hazret-j Cafer RadiyaUahü Tealâ anh (Cafer ibni Ebî - Tâlib, Zat-ı Saadetlerinin amcazadesi ve Hazret-i Ali'nin büyük kardeşi) arasında cereyan eden konuşma­lar şu şekilde anlatılmıştır :

Necâşî yalnız Kur'an-ı Kerim'deki ıbeyanlarm Haz­ret-i îsâ (A.S.) tarafından tasdik edilmiş olduğunu bil--dirmekle iktifa etmeyip, Hazret-i Resuldü Ekremin (S. A.V.) in dahi nübüvvetini ikrar etti. Hâl böyle olunca, Necâşî'nin müslüman olup olmadığı hakkında artık ne gibi bir şüphe ve tereddüte mahal kalmış olabilir?

İmam Ahmed (Ahmed 'bni Hanbel rahmetullahü aleyh) Abdullah ibni MJes'ûd (*R.A.) den rivayetle, — Ab­dullah ibni Mes'ûd, Necâşî ile müzakere meclisinin şahsen şahidiydi. — Necâşî'nin sözlerini aynen  şu şekilde nakletmektedir:

Dedi : Merhaba bi - küm, ve li - men ci'tüm, min in-x3ihi, eşhedü ennehü resul'Allah'i ve innehü el-leziy ne-cidü fi'l - İncile ve innehü'l - leziy beşşere bibi 'ebnü Meryem e.

Size merhaba sizi gönderene de merhaba; O'nun Al­lah resulü olduğuna ben şehadet ederim. İşte İncil'de bul­makta olduğumuz kimse de odur. İşte yine Hazret-i Isa' ibni Meryem'in de müjdelediği şahıs odur.

Şimdi nasıl olur da bu sözleri söyleyen ve böyle ko­nuşan birisine siz kalkıp da gayrı - Müslim dersiniz?

Beyhakî, Amr ibn-i As'ın kendisinden rivayet eder ki: (Amr ibni As, Müslümanları Mekkeye geri, çevirmek için, Mekkeüler tarafından gönderilmiş bulunan heyete dahildi. Bu heyet Necâşî ile konuşarak ve Necâşî'den Müslümanlara Habeşistan'da, barınmak müsaadesi veril­memesini sağhyacak ve onları Mekke'ye geri getirmek için çalışacaktı.)

Amr ibni As bu meseleyi aynen şu lafızlarla naklet-nıiştir:

Gelip'Mekke halkına şu şekilde bilgi verdim:

Eshame (Habeşistan hükümdarının ismi) şöyle zan­nediyor ki, bu arkadaşınız (hakikaten) Peygamberdir.

Hakikat bu merkezde iken, Resûl-ü Ekrem'in Pey­gamberliğini kabul eden, ikrar, veren bir kimseye nasıi <*a kalkıp gayrı - Muslinidir diyebiliriz.

İbn-i Hişam, Siret-i Nebevî'de Amr ibni Âs'm İslâm'ı abul etmesi bahsinde şu hâdiseyi ileri sürüyor ve Amr

As'm o zamanki vak'aya ait şu cümlelerini anlatı –Benim sözümü dinle ve O'na tâbi ol. Elbetteki O (Hazret-i Resûl-ü Ekrem) hak üzerinedir. Elbette ki, kendi muhaliflerine galip gelecektir. Nitekim Mûsâ da Firavun'a ve onun- ordusuna galip gelmişti.

Bu hâdiseden de anlaşıldığına göre, Amr ibni As, ilk evvelâ Necâşî'nin tebliği ile, kendi kalbinde iman hareke­tini uyandırmıştır.

Allâme Abd el-Birr, tsti'ab'da şu hutbeyi nakleder:

Necâşİ, Hazret-i Resûl-ü E&rem (S.A.V.) le Hazret-i Umm-ü Habibe'nin (Radiyallahü Taalâ Anha) nın gıya­ben nikâhını kıydığı    zaman açık bir şekilde şu sözleri söyledi :

Muhammed'in   (S.A.V.)   Allah'ın     Resulü olduğuna şehadet ederim.

İşte, Isâ ibni Meryem (aleyhi    selâm) in geleceğini haber verdiği bu zattır.

Bunların hepsinden daha mühim ve daha istinadlı rivayet Buharî ile Müslim'in müttefikan rivayet ettikleri şu hadis-i şeriftir :

Necâşî'nin vefat haberi gelince, Hazret-i Resûl-ü Ek­rem, onun için gıyabî cenaze namazı kıldı ve buyrudular: Bugün salih bir kimse vefat etmiştir.    Kalkınız da kardeşiniz Ashame için namaz kıhnız.

Bütün bu kesin ve gayet kuvvetli delillerden S'.m*a> Habeşistan muhaceretinin asıl sebepleri açık olarak mey­dana çıkmış oluyor. Bu husustaki bazı kimselerin yap­mış olduğu istidlalin de hatalı olduğu anlaşılmış olması lâzım gelir. [58]

 

BAB : II

 

Hazırlayıcının   Notu

 

Hindistan'da Müslümanların yeni siyasî uyanışlar., bizim için yeni yeni bir takım meseleler doğurmaktadır. Bunların en mühi--mi istikbalde Müslümanların siyasi nizamı ne olacak, düşüncesiı-dir. Her Müslümamn gönlü, kendi içtimaî nizamlarının îslâm te­melleri üzerine kurulmuş olmasını istemektedir. Fakat günümüz­de, dünya müslümanlarının çoğu, Müslümanlığı sevmelerine .rağ­men hakikî müslümanlığı iyi anlamıyorlar. Şu şekilde ki, onlar İslama inanıyorlar, Islama bağlıdırlar; fakat tslâmın emrettiği şekilde  yaşamasını  bilmiyorlar.

Bu meseleyi, Müslümanların düşüncelerine yerleştirme!» için, Mevlânâ Mevdûdî Sahib tslâmın hayat nizaminin ne olacağının -esas plânım, tertiplemiş ve ortaya, koymuştur. Tafsilatiyle anlat­mıştır. Onun bu husustaki beyanatından biri Lahor'da 1939 da toplanmış bulunan «Müslüman Kardeşler Birliği» nin toplantımrsf-öa konferans şeklinde takrir edilmişti. Daha o zaman, Müslüman­lar, kendi millî vaziyetlerinin ne şekil alabileceğini dahi tayin etmiş değillerdi. Mevlânâ bu bahsinde, kendisi bizzat, îsîâm Mîl­letine (ümmetine) îslâjnî hükümetin temelinin ne şekilde olabi­leceğini anlatmıştı. Bu hükümetin ne maksatla kurulabileceğini ve bunun esasa ait umdelerinin ne olacağını bildirmişti.

Önümüzdeki   sahifelerde   göreceğiniz  bu   makale,   ikinci     bil*  Mevlânânın gözden  geçirmesinden- sonra, zamanın değişm-a- hükmünü kaybeden bazı kısımları çıkardıktan   bazı iîâvisîö-ae ekledikten sonra,  muhterem okuyucuların huzurlarına arz e ıWi. Muhterem Müellif bazı yerleri, daha geniş bir şekilde anlatmıştır. Hazırlayıcı[59]

 

İslamın Siyası Nazariyesi

 

Elbette şu hususları bir hayli duymuş, çok yerde de görmüşsünüzdür: «İslâm bir Cumhuriyet rejimidir», «is­lâm, otoriteyi tasvip eder, o halde mutlakıyet yâni dikta­törlüğü benimser», «tslâm sosyalizmin öncüsüdür». Bu ve bunlar gibi diğer iddialar.. İslâmın doğuşundan sonra, birinci asırdan itibaren başlayan ve günümüze kadar söy­lenegelen bu sözlerin ardı arkası kesilmiş değildir. İlmî bir temele istinat etmeyen bu sözler, daha ziyade bu mev­zuda konuşan şahsın kanaatine göre bir vasıf almış ve bu yolla halka sirayet etmiştir. Ancak, benim düşünceme gö­re, hakikî dini anlamış, incelemiş ve kavramış bulunan kimselerin sayısı binde, belki onbinde bir çıkmaz. Hele Is-lâmın tam bir hayat nizamı olduğunu kavrayanların sa­yıları bunlardan daha da azdır.

Evvelâ şu, «islâm bir Cumhuriyet rejimidir; iddiası­nı tetkik etmek yerinde olur. İslâm'ın Cumhuriyet rejimi nasıl bir Cumhuriyettir? Bu Cumhuriyetin gayesi ve asıl mahiyeti nedir? İçtimai veya siyasî adalet hususunda ne gibi hükümler ve ne gibi kaideler koymuştur. Bunları hangi esaslara istinat ettirmiştir? Bazı kısa görüşlüler, İslâm'ın bir kısım dış şekil ve hükümlerine bakarak, ona Cumhuriyet veya en üst kademedeki idareciyi körükörü-ne desteklemek maksadiyle de bazan âmiriyet, meşruti­yet, diktatörlük veya sosyalizm gibi isimler takmakta ve bu sistemleri İslama iliştirmek yoluna gitmişlerdir. Çok zamanlar bu gibilerin, kendi zihinlerinde uydurdukları bir Şeyler belirir ve derhal tslâmı da bu kılığa sokup bu şe­kilde göstermek yolunu tutarlar. Onlara göre dünyadaki, °ilhassa, dünya ülkelerinde iktidar sahibi bulunan kud­retli devletlerin, kendi ülkeleri üstünde tahakküm eden hükümetlerin çeşitli sistemlerini gözönüne koyup, bunlarm kabul edilmesini isterler... Hele en fazla moda olan ve herkes tarafından beğenilen kaç şekil varsa, uysun veya uymasın, o şekle sokup, o kılığa g'rdirip, Ortaya çıkmak iÇ'n uğraşırlar. Bunu isbat etmeğe kalkışmayı da kendile­rince en büyük dinî hizmet sayarlar.

Onlar, ihtimal ki. İslâm'ı şu şekilde anlamaktadırlar: Felâketten kurtulmuş bulunan ,-ır yetim çocuk gibi, biri­si tarafından himaye altına alınmak.. Yahut da şoy!e dü­şünürler: Bizim şerefimiz, sâdece müslüman olmaya bağ-u değildir. Muasır medeniyet yolunda terakki etmemize ve ilerlememize bağlıdır. Bu terakki ve ilerleme ne yolda

olursa olsun..

İşte bu gibi düşüncelerin neticesinde, bu günkü dün­yada sosyo - komünizmin gürültüsü ve patırtısı büyümüş müslümanlar arasmda kabul görmüş, bu yıkıcı akün, müs-îümanları da kendi hedefine sürüklemiştir. Bu çılgın gu­rup bir de îslâmîyeti, bir nevi sosyo-komünizmdir diye tanıtan kitaplarının yeni baskısını   piyasaya sürmekten

çekinmemişlerdir.

İş bu kadarla bitmemektedir. Ne zaman diktatörlük (Dictatorship) modası ortaya çıksa, bu zümre hemen or­taya atılıp, Emir'e itaatin farz olduğunu ileri sürmüşler­dir. Arkasından bir de fetva çıkararak, İslâm nizamının heyeti umumiyesi ve her prensibinin «Emire itaat-ı tnahz* dır» yâni İslâm diktatörlüktür diye ilân etmeğe kalkış­mışlardır.

Hülâsa, günümüzde İslâm'ın siyasî gerçeği ve hüvi­yeti, bir nevi muamma ve bilmece halini almıştır. Bu bil­mece diğer bir ifade ile, bir kafeste bulunan çeşitli kuş­ların ötüşlerine benzer. Herkes kendi temayül ve meşre­bine göre İslâm'a bir elbise biçmek yolunu tutmuştur.

İşte bütün bu sebeplerden dolayı, derin bir araştır­ma ve ilmî" metodlara uygun bir tahkike girerek İslâm nazariyesinin esas prensiplerinin ne olduğunu, gün ışığına çıkarmayı kendimize farz saydık. Bunu yapmaktan maksadımız, sadece şu başı boş ve dağınık, asli ve esası olmayan düşünceleri ve boş fikirleri bertaraf etmek değil d*r. Bu şekilde düşünenlerin ve bu hatalı yola gidenlerin ağızlarını kapatmak da değildir. Esasen bu gibiler, kendi sözleri ve kendi fikirlerini ilân etmekle, cehaletlerini, bil­gisizliklerini kendileri ispat etmişlerdir. Onların iddiaları­na göre, İslâmda herhangi bir siyasî ve medenî nizam yoktur. Bu anlayışlariyle, cehaletlerini ispat etmek iğin bize lüzum bırakmamışlardır. Belki, gerçeği insanlığa arz etmek ve insanlık camiasının ufkundaki sun'î sis ve bu­lutların dağılmasına vesile olarak, onları aydnıhğa ka­vuşturmak en aziz emelimizdir. Zira, onların bu aydınlı­ğa herhalde ihtiyaçları vardır. İsterse, bu ihtiyaçlarının olduğunu anlayacak kadar izanları ve şuurları olmasın... [60]

 

Esas  Mukaddemeler    

 

Her şeyden önce şunu bilmek gerekir ki, İslâm bazı dağınık fikirler, dağınık düşünceler ve dağınık hattı ha­reketlerden meydana gelmiş bir toplam değildir. Bu kol-. Seksiyonda şuradan bîr şey, buradan başka bir şey der-teyip bir araya getirterek, sıralanıp tertibe konmuş ola-tti&a. İslâm, baştan sona kadar intizamlı binaya veriian isimdir. Temelinden sonuna kadar sağlam bir esasa isti­nat edilerek inşa edilmiştir.

islâm'ın en büyük erkânından tutun da, en ufak cüz'-!. na kadar, herşeyin mantık esaslarına istinat eden usul üzerine konulmuş olduğu görülür. İslâm, insan , ^y^mm her şubesine ait, öyle sağlam kaideler ve ka-er ar Vazetmiştir ki, bunların hepsinin ruhu ve esas i   €n h: bu ilk usulden alınmıştır. İşte bu ilk uyuldallar ayrüir- Bunlar^, çok dalı bulunan bir esas köküne ve bu köke bağlı dallara benzetil ebilir. İlk usul bu köktür. Sıra takip ederek bu kökten göv­de çıkar. Daha sonra da dallar ve daha sonra da ince dallar meydana gelir. Fakat nasıl bu ince dallar, dallara ve dallar da gövdeye ve köke bağlı olarak bir bütün teş­kil ederlerse, İslâm da bu hikmete e.ş olarak, her cüz'ü birbirine bağlı bir bütün teşkil eder.

Bunun içindir ki, îslâmî yaşayışın herhangi bir dalı veya şubesi, ele alınınca, doğru bir neticeye varmak için, asıl kökü ve esası ele almak lâ&m gelir. Böyle, yapılma­dığı takdirde, islâm'ın ruhu asla anlaşılmış olmaz. [61]

 

Enbiya Aleyhîsselam'ın Heyetleri (Mission)

 

İslâmda iki mesele bütün müslümanlarca - malûmdur: Bunlardan birincisi şudur: İslâm, bütün peygamberlerin kurduğu heyettir:   (Mission). İslâm, yalnız Hazret-i Mu hammed ibni Abdullah (S.A.V.) m kurduğu bir heyet de­ğildir. Tarihin en eski devrinden beri, örnek yaşayış düs­turunu gösteren bu kaynak, insana ait.-hayatın tâ başm-danberi Hak Taalâ tarafından    gönderilmiş bulunan ilk peygamberin kurduğu ve o zamandan   bugüne kadar sü­regelen heyet,  (mission) dir.

ikincisi ise şu hususdur: Hak Taalâ tarafından, şim­diye kadar yeryüzüne birçok peygamber gelmiştir, O'n-ların hepsinin de gelişlerinden maksat, Bir olan ve Tek bulunan, Eşsiz olan Hak Taalâ'mn vahdaniyetini bildir­mek; ve ancak O'na ibadet edileceğini göstermektir. Yal­nız O'na (O'ndan başkasına değil) ibadet ettirmektir

Müslümanlar tarafından ehemmiyetle üzerinde du­rulan ve hemen hemen her Müslüman tarafından artık açıkça belli olan husus şüphesiz bu iki meseledir. Bu mevzu, bütün müslümanların üzerinde anlaştıkları en kuvvetli noktadır. En büyük âliminden tutunuz da, en cahil bir müslümana kadar, bütün müslümanlar böyle düşünür ve böyle bilir. Fakat buna rağmen, ben bu hu­susta perdeyi bir parça daha aralamak ve bu noktayı da­ha geniş bir şekilde açıklamak istiyorum. Çünkü bu iki esas meseleyi anlamak, ilerde karşılaşacağımız, mev­zuları anlamak bakımından önemlidir. Ve bu perdenin arkasında bir hayli meçhul kalan gerçekler vardır. Bun­ları da gün. ışığına çıkarmak icabeder.

Şimdi biraz olsun, tecessüs gözü ile bakmağa başla­yalım. Bu şartla bakınca şu hususu düşünmemiz gerekir Bir Allah'a Allah diye inanmaktan maksat nedir? Ve şu soruya da bu arada bir cevap bulmamız şarttır. Niçin yalnız Allah'a ibadet edilecek, ondan başkasına ibadet edilmiyecektir? Yine şu soruya karşılık vermek zorunda­yız: Neden hiç bir kimse, Allah'tan başka birine Ku) ol­mayacak ve ancak O'na Kul olacak?

Ma [eküm nün ilâhin gayruhü : Sizin, O'ndan başka bir İlâhınız yoktur. (EJ-Araf, 65)

Hu dünya çapındaki muhteşem ilânla, bütün Ta-ğutî kudretleri ve kuvvetleri niçin dağıtmak ve or­tadan kaldırmak istemiş ve bunları niçin silip sü­pürmüşlerdir?. Gerçek bundan başka bir şey de­ğilse, şimdi biz niçin camilerde ve mescidlerde Bir ve Tek olan Hak Taalâ'nnt karşısında yerlere kâpa-ı«p secde edelim de, camiden ve mescidden dışarı çıkınca da zamanın hükümetine — hangi zamanın hükümeti olur­sa olsun — kayıtsız şartsız, itaat yolunu tutup sadakat gösterelim. Hele şu hükümet demlen nesnenin karşısında jQyun bül&p baş eğelim. Ki, bu hükümet her ne şekilde Ursa olsun, kendi tebaasının ve kendi    ülkesi halkının v°ya çok, dinî akidelerine ve inançlarına da mü.iahale eder...beraberce tahkik edelim. Allah hakkında. Embiya   (A.S.)   Ue dünyanın diğer kuvvetlerinin arasındaki mücadelenin sebebi nedir?

Kur'an-ı Kerim bir yerde değil, yüzlerce yerde    şu meseleyi tekrar tekrar açıklamak istemiştir: Her  zaman kâfirler ve Müşrikler hep Enbiyâ-i Kiram (A.S.) ile mü­cadele edip savaşmışlardır. Bu kâfirler veya    Müşrikler çok defalar, Hak. Taalâ'nın varlığını inkâr etmiyorlardı. Onlar da ne de olsa verin ve göklerin hâUki diye bir Aİ-îah mefhumunu kafui ediyorlardı. Hattâ bu Kâfirler ve bu Müşrikler kendilerinin Allah tarafından  yaratıldıkla­rına kani İdiler. Bütün kâinat nizamının    Allah'ın elin­de olduğuna dair bir kanaatleri, vardı. Yağmuru O yağ-dıt'ıyor, suyu O gönderiyor, mevsimleri O meydana geti­riyordu. Güneş, ay, yıldızlar ve yer küresinin O'nun em­rinde olduğuna iman ediyorlardı:

Onlara söyle: Yer ve yeryüzünde bulunanlar    kime aittir, biliyor musunuz? Diyeceklerdir ki, Allah'ın. Söyle siz (hiç) diişünmez misiniz? Söyle yedi göklerin ve arş-s a/îm'in Raihbi kimdir?  Diyeceklerdir     Allah'dır,  Söyle (hiç siz)   korkmaz mısınız?   (çekinmez mismiz)?  Söyle, her şeyin idaresinin kudreti  (melekût)  kimin elindedir, kim  (herseyi) himaye eder ve kendisi    himaye edUmez (himayeye ihtiyacı yoktur). Biliyor musunuz? Diyecek­lerdir. Allah. Söyle; ya niçin siz böyle aldandınız (kandı­nız)? (Mü'minûn, 84,-89).

Onlara sorsan, gökleri ve yeri kim yaratmış, güneşi ve ayı Mm hükmü altına almış, elbette Allah diyecekler; Ya neden yüz çevirirler. (Ankebût, 61).

Eğer onlara sorsan acaba kim gökten su indirip de, yer öldükten sonra bu su ile o yeri diriltti (canlandırdı) r FîbetU kî, Allah diyecekler. (Ankebût, 63).

Eğer onlara, sorsan; kendilerini de kim yarattı. El­bette ki Allah diyecekler. Ya nh/m yüz çevirirler.

(Efe-zuhruh,  87) Yukarıda mevzubahsedilen bu âyetlerden açıkça anla­şılıyor ki, Allah Taalâ'nın Haliklİk vasfı o yerin ve gök­lerin mutlak Mâliki olması hususunda bir ihtilâf yoktu. Onlar da bu zikred'len hususlara inanıyorlardı. Bundan ua anlamak mümkün oluyor ki, Enbiyâ (AS) m geliş maksadı, onlara bu hususları öğretmek değildi. O halde bu peygamberler ne için gelmişler, bu çetin mücadele ve savaşlar ne üzerine yapılmıştı? Bu müthiş kavgaların se­bebi ne olabilirdi?

Kur'an-ı Ker'rn'in bildirdiği cihetle, bütün bu şiddet­li mücadelelerin çok mühim bir sebebi vardı. Bu büyük çatışma, peygamberlerin hepsinin de şu gerçeği ilân et­melerinden doğuyordu: Sizin bir Allah'ınız vardır. Bu Allah sizin de, yerûn de, göklerin de halikıdır, İlâhınız ve ve Rabbımzdır. Ondam başka bir İlâha bir Rabb'a inan-mamajîiiz lâzımdır. Fakat ne gezer; dünya bu sözü kabul etmeğe hazır değildir. Onun içindir ki, çekişmeler de baş­ladı. Şimdi geliniz de tecessüsle ve inceden inceye bu mevzu üzerinde duralım. Bu büyük beşerî kavganın se­bebini araştıralım. Bu çatışmanın iç yüzünde neler var­dır? îlâh'dan maksad nedir? Rabb kelimesinin mahiyeti ve mânası nedir? Enbiyâ neden ısrarla yalnız Allah'a, Rabb ve İlâh diye inanılacağını söylemiştir? [62]

 

Îlah Ve Rabb    Mefhumları?

 

Biliyorsunuz ki, İlâh mefhumu, mabûd, ibâdet edi-kudret mânasına gelir. Fakat şunu da hesaba kat-lazıindır ki, maalesef siz Mabudun mânasını da unut-ı-Ü5 oluyorsunuz. Mâbud, denilen    kelimenin aslı abede gelir. Abede de Abd'den yâni kul ve köle keli-gelir.  İbadetin  mânası  bildiğimiz  ibadet  yâni değildir. Tam mânasiyle kulluk etmek, kölelik etmek, bütün yaşayışı boyunca, emre boyun eğmek, bo­yun bükmek, hizmete hazır olmak, fermana itaat etmek için buyruğu yerine getirmek, yolunda hazır bulunmak

demektir. İşte bunlar tam bir halde, kül halinde ve hep­si bir arada, ibadettir. Hizmet yolunda hazır bulunmak, Ttarşısında el bağlı divan durmak, kulluğu itiraf ederek boyun bükmek, baş eğmek; (manen ve maddeten) vefa­kârlık; sadakat cazibesine tam mânasiyle kapılmış ol­mak; ferman dinlemek için, canla başla' ve her şeyi ile fedakârlığa hazır bulunmak; bu yolda mal ve canla ça-lişmak, bir işe emir verilmekle değil de bir işaretle bile derhal içten gelerek koşmak; efendi ne isterse, derhal tereddüt etmeden ve gecikmeden yapmak; efendinin kuv­vet ve kudreti karşısında, kendi arz ve zilletini belirtmek; efendinin koymuş olduğu herhangi bir kanuna, neden ve niçin demeden sorgu sualsiz, canla başla itaat etmek, onun hükmünün haricindeki hiç bir şeye eğilmemek ve böyle şeyleri tamamen hiçe saymak; her nerede efendi­nin fermanı olursa orada kelleyi koltuğa almak; işte bu gibi vasıflar ibadetin asıl mefhumudur. Ve insanın asıl Mabudu da, kendisine karşı bu şekilde ibadet edilen Mâ-bud'dur.

Rabb mefhumu ne demektir? Arap lisanına göre, Rabb kelimesinin mefhumunun asıl mânası, besleyen, besleyici ve koruyucu demektir. Dünyada da bu besleyici "ve koruyucuya ibadet edildiğinden; bu besleyici ve koru­yucu Rabb de mâbudluk sıfatını ihraz eder. Yâni, bu besleyici ve koruyucu, insanları beslediğinden, ve koru­duğundan kullarının mâliki ve onların efendisi şeklinde wr varlık olur. Nitekim, alelade Arapça konuşmalarda, mal sahibi, mülk sahibi kimseye de yine Rabb-ül-mâl denir. Yahut da bunun gibi evin sahibi ve evin mâlikine de yine" Rabb - üd - dâr diye söylenir. - însan, kendisini besleyen, kendisine rızık  :   (Geçim) veren bir varlığı el­bette ki düşünür. Bu varlık,  insanı besler, onu korur,. onun ihtiyaçlarını temin eder, onun sıkıntılarını berta­raf eder. İnsan bundan bir çok şeyler bekler. Meselâ, kendisinin her hususta geçimini., ilerlemesini,  sıkıntılar­dan kurtarılmasını, onun lütfü ve inayeti karşısında ha­yat boyunca karşılaşacağı her türlü müşkülâttan kurtul­mak-ve bu gibi şeyler bekler. Meselâ, kendisinin her hu­susta geçimini, ilerlemesini, sıkıntılardan kurtarılmasını, onun lütfü ve inayeti karşısında hayat boyunca karşıla­şacağı her türlü müşkülâttan kurtulmak ve bu gibi şey­ler. Böyle bir varlığı veya böyle ümit ettiği bir kudreti iasan kendisinin sahibi, mâliki ve efendisi olduğunu dü­şünerek; onun fermanına ve emrine boyun büker;  işte bu varlığın bu gibi kudretin de ismi Rabb'dır. [63]

Bu ki kelimenin mânalarına göz atıp düşünürsek, göreceğiz ki, insan'ın karşısına bur varlık dikilerek, şu iddiada bulunuyor: Senin ilâhın benim, senin Rabb'tn b*e-nim, bana kulluk edecek misin? Bana ibadet edecek mi; sin? Yoksa, ağaç mı? Tas mı? Deniz mi? Hayvanlar mı?" Güneş mi? Ay mı? Yıldızlar mı? Acaba O'ndan başka ki insanın karşısına çıkıp bu koca davayı ortaya at- cesaretinde bulunabilir? Asla! Hiç bir kimse! însanm karşısına hiç bir kimse dikilip de, bana iba­det edeceksin, bana kul olacaksın diyemez. Yalnız bir §ey vardır; o da insanın kendisi, şu gördüğümüz, şu büdiği-** hiç bir şeye yarannyan bir insan bu cür'eti gö«tere-... Evet bu adamlardan biri, bir ara kalkar <İa inşa-'  kasasına dikilir ve ben senin Rabbınım, bana ibadet edeceksin diye tutturur. Elindeki büyük imkânlarla şı-maran ve ne olduğunu unutan bu adam çılgın bir ihtiras nöbetine tutularak kalkar da Allah'hk iddiasında bile bulunur. Çünkü insan zihniyetinde tahakküm hırsı ve he­vesi vardır. Bu azgın ihtiras, insan için, iktidarı ele geçir­mek, yahut menfaat temin etmek, her ne şekilde olursa olsun, diğer insanları kendine râm etmek, kendine muti eylemek suretiyle başlar; yavaş yavaş bu menfi duygu cinnet derecesine vararak Allahlık : ulûhiyet iddiasına kadar varır. İnsan yâni şu bildiğimiz adamlardan biri, kendisini diğer hemcinsinin Tanrısı yapar da işin için­den çıkar. Çevresini köle haline getirmek, kullar ve esirler gibi onlara boyun eğdirmek, onlara karşı hüküm vermek, bu hükmünü yürütmek, kendi isteklerini onlara kabul et­tirmenin neticesinde bir ilâh olarak cemiyete musallat olur.

însan, insanlığının basından bu güne kadar, böyle Tanrı olmak gibi cazip bir şey? — bütün insanlık ömrü — boyunca görmemiştir, tatmamıştır. însan için, ufacık bir kudret, bir servet; bir parçacık zekâ veya bilgi; yahut da herhangi bir şekilde azıcık bir kol gücü, elde edildi mi, insan kalkar bunu bir büyüklük zannederek kendi haddi­ni aşmağa başlar ve diğer insanların üzerinde, yâni bu saydığımız hususlarda geri kalmış bulunanlara karşı —. parasıa pulsuz fakir kimselere, zayıf, nahif, güçsüz kuvvetsiz kimselere; bilgisi kıt, cahil kimselere; yahut da elinden iş gelmeyen beceriksizlere — tahakküm et­meğe başlar. îşte böyle bîr hal, bir nevi Tanrılık iddia­sıdır.

Bu şekilde Tanrılık etmek hevesine kapılmağa yelte­nen insanlar, iki çeşit Tanrılığa yeltenirler ve iki yoldan giderler. [64]

 

Doğrudan Doğruya İddia Edenler :

 

İnsanların bazıları çok cesaretli ve ataktırlar; he­men ortaya atılırlar ve uzun boylu düşünmeğe lüzum his­setmeden ve kimseden çekinmeden, peşin hükümlü olarak iddiada bulunurlar. Yahut da onların elinde Tanrılık id­diasında bulunmak iç'n yeterli vasıta bulunduğundan, öoğrudan doğruya kendilerine insan üstü payeler verir­ler. Ve bu şekilde doğrudan doğruya kendilerini Tanrı ilân etmeğe yeltenirler. Meselâ, böyle bir hâdiseye örnek olarak Firavunu ele alabiliriz. Görüyoruz ki, bu adam, milletine başkan olunca ve emrine amade duran, bir ordu bulununca, kendi idaresindeki halka, Ene Rabbüküm - ül - a'lâ : S'zin yüce Rabbiniz benim (En - Naziat : 24) de­medi mi? Yahut da: M'aÜmtü leküm min ilâhin gayriye : Kendimden başka sizin bir ilâhmız (Tanrınız) olduğunu bilmiyorum. (El-Kasas: 38). Diye beyanda bulunmadı mı?.

Hazret-i Musa (A.S.) Firavundan kavminin serbest bırakılmasını istediği zaman, ona sen Rabbü)âleminin kuliuğuaü kabul et demişti. Firavun da cevap olarak, Benden başka birisinin Tanrılığını (Hanlığını) kabul edersen seni hapse attırırım- (Eş-şuara: 20) Tehdidinde bulunmamış mlıydı?               

tşte aynı tarzda, başka bir hükümdar da Hazret-î İbrahim (A.S.) karşısında buna benzer bir iddiada bu-Ummuştu. Onun da bahsi Kur'an-ı Kerim'dek* şu lafız­larla beyan buyrulmuştur :

«Sea, İbrahim İle Rabbı hakkında çekişmeğe^ girişe-** görmedin mi? A Halı ona mülk vermişti... Ne zaman, *bra&im, oha dedi: Dirilten de öldüren de benim Ra&ban-^>; O da (karşılık olarak) söyledi: Ben diriltir ve ben . İbrahim de dedi; İşte Allah, güneşi şarktan doğuruyorr sen de garptan doğdur (bakalım) ? Küfür yo­lunu tutmuş bulunan kimse, o zaman afalladı...» (El - Bakara; 258>

Şimdi o kâfirin niçin afalladığını düşünebiliriz. Afal­lamış olması hangi sebebe istinat ediyordu? Bu şaşkın­lığın asıl sebebi şu idi: O, Hak Taalâ'nm kâinatın hükmü-* nü elinde bulundurduğuna, güneşi doğdurup batırdığına bile inanmıyordu. Fakat münakaşa mevzuu, kâinatın mâlikinin, kim olduğu meselesi değildi. Bu çatışma asıl şunun üzerinde cereyan ediyordu, insanlar üzerinde ve bilhassa o zamanki Irak ülkesinde yaşayan insanlar üze­rinde mâlikiyet hakkı kimindi? Bu karşı koymanın se­bebi de, o ülkenin hükümdarlığının kendi elinçle olması id'.. Halkın canı, malı elinde olduğu gibi, istediği gibi de hükmedebiliyordu. Bu sınırsız selâhiyetle yaşatabilme ve Öldürme imkânına da sahip olduğunu sanıyordu. Ben cari bağışlarım ve ben istediğimi Öldürürüm gibi iddia­lara kapılmıştı. Kendi sözünün kanun ve bütün tebaası­nın da kendi arzusuna göre hareket etmesini istiyordu, îşte bunun için de, Hazret-i ibrahim (A.S.) dan, kendi­sini Rabb olarak tanımasını taleb etti. Bana kulluk ve ibadet edeceksin dedi. Hazret-i ibrahim (A.S.) .da bu talebe şu mukabelede bulundu : Ben ancak yerin ve göklerin HâJik?. ve Rabb'ı olan Allah'a ibadet ve kulluk ederim, dedi. O zaman bu sözler kargısında, yalancı ilâh afalladı. Hazret-i ibrahim de, şaşıran birine ibadet edi­lip, onun kargısında boyun eğilir mi dedi? [65]

Bu şekilde îlâhîık, Tanrılık iddiasında bulunmak şıs iki Idşiye, yâni IFiravunla Nemruda münhasır değildir. Daha dünyanın muhtelif yerlerinde nice nice Tanrılık id­diasında bulunan ve her şey bizdendir diyenler ve buna benzer vasıfları nefsine mal edenlerin  sayıları bir hayli kabarıktır.

iran'da, hükümdara ve padişaha Hüdâvend ve HÜdâ kelimeleri kullanmak âdet halindedir. Güya bu kelimele­ri söylemekle Iran şahma karşı tam mânasiyle kulluk ve ubudiyet vecibeleri ifa edilmiş oluyor. Halbuki, hiç bir acem (Iranî) onları Tanrıların Tanrısı : (Allah) di­ye düşünmez. Bu zavallı Iran şahının kendisi de bu id­diaya kalkışmaz, fakat bu kelimeler eski zamandan kalma boş laflardan ibarettir.

işte bunun gibi yine Hindistanın muhtelif yerlerin­de bazı hükümdarlar da kendi neseblerini, soylarını dev-tâ : Tanrıcık' lara ulaştırmak isterler. Nitekim bunun gibi, güneş ailesine mensup olanlar, Ay abesine mensup olanlar : Sure bensî ve Çand bensî gibileri günümüzde bile şöhretlerini kaybetmiş değillerdir.

Onlar Raca'ya da ann dîtâ : Rızık veren demekte­dirler. Onun karşısında çok kereler secde bile etmekte­dirler. Halbuki artık bugün zavalft Racaların çoğu ken-öilleri dahi bu idd'ada değillerdir. Fakat böyle şeyler bu dünyada olagelmiştir. Ve bugün dahi bunun gibilerine rastlamak mümkündür. Bunlara her yerde rastlanamaz.

Ancak, bazı yerlerde yine buna benzer iddialar yok değildir. Hattâ bazı yerlerde, hükümdarlara, o ülkenin 'Mh'ne göre Öâh veya Rabb lafızlarının karşılığı olan ke-1 "meler açıkça söylenegelmiştir Fakat bu kelimeler doğ­rudan doğruya uluhiyet iddiası için değilse t'e yine bu Kelimelerin altında bu mefhuma benzer bir şey gizlenmiş bulunuyor. Bu gibi uluhiyet iddiasında bulunmak için aQiktan açığa ben Rabb'im. Ben ilâhım. Demeye hacet '°«- İşte insanlar üzerinde iktidarını sağlamış bulunan aşka bir sivrilmiş insan, da    hükümranlığı ve buvruğiı eline geçirince, efendilik ve biraz daha ileri giderek Tan­rılık dâvasına kalkıp uluhiyet iddiasında bulunur. Nite­kim Firavun da Nemrud da böyle yapmışlardı. Söz ve kelime olarak bunları söylemeğe de lüzum yok. Hakikat­te ise, onlar tlâhlık ve mâbudluğun mefhumunu iddia ederler, lafzım değil. Esasen lafzın da ehemmiyeti yok, asıl maksad mâna ve mefhumdur. İşte böylece onlara itaat eden ve kulluklarında bulunan halk da hep onlarl bir çeşit ilâh telâkki ederek, bu adamlara Rabb'lık ve llâhbk sıfatını bilfiil teslim ederler, isterlerse, dilleriyle bu gibi ilâh ve rabb kelimelerini de söylememiş olsunlar. Bu cemiyeti yöneten kimseler de dilleriyle söylemeseler bile, hal ve hareketleriyle amelen .kendilerini ilâh ve rabb addederek işin içinden çıkarlar. [66]

 

2.    Vasıtalı Uluhiyet İddiasında Bulunanlar

 

Hülâsa, insanlar arasında doğrudan doğruya uluhi­yet iddiasında bulunanların bazılarından bahsettik, tkin-ci bir kısmı insanlar da vardır ki, bunların ellerinde kâfi derecede kudret ve imkân yoktur. Böyle bir iddiaya doğ­rudan doğruya kalkışmak için ellerinde vesileleri de yok­tur. Pakat bunlar politikanın bütün entrikalarına vâkıf­tırlar. Halkın zihnine ve kalbine nüfuz ederek dolayısiy-le böyle bir iddiaya kalkışırlar. Bu gabi insanlar ise, ba­zı acayip şeyleri, meselâ, işlerine yarıyacak olan herhan­gi bir şeyi ele alarak; o meyamda, herhangi bir ruh, her­hangi bir devtâ : Tanncık, herhangi bir mezar, türbe ve­ya kabir, herhangi bir yıldız, yahut da ağaç ve bunun gi­bi şeylere üâhhk vasfı uydurup, halka da bunlar her ne şekilde olursa olsun size bir zarar verebilirler, yahut da sizin hacetlerinizi görürler diyerek,     saydığımız şeyler eibi bu hiçtvr işe yaramıyan tabuları ilâhlaştırır ve ilâh-Iık kudretini bunlara atfederler. Bunların gönüllerini hoş ettiğiniz takdirde size yardımları dokunur. Size hayır be­reket gösterirler, size iyilikleri dokunur; aksi takdirde size fenalıkları dokunur, hayır - bereket ortadan kalkar, hastalık kıthk sıkıntı baş gösterir, derler. Onlardan me-ded umanlara da kendileri vasıta olurlar. Halktan iste­diklerini, bu tabularını öne sürerek elde ederler. Bunun neticesinde de kendilerini onların vasıtasiyle, bir nevi ilâh yaparlar ve kendilerinin ellerinde bir kudret oldu­ğunu halka bu vasıta ile telkin edip giderler.

Onların memnun olmasını sîze iyilik etmelerini is­tiyorsanız, bize inanın, bizim büyüklüğümüzü kabul edin. Bizi memnun ederseniz, onları da memnun etmiş olursu­nuz. Kendi, malınızı canınızı ırz ve namusunuzu bize bı­rakın, biz sizi koruruz, derler.

Düşüncesiz, cahil kimseler de bu gibilerin sözlerine kanarak, yavaş yavaş bu uydurma yalancı ilâhlar taraf­tar bulur, halkın kalblerine yerleşir; bu ilâhların mümes­sili kesilen öteki açık gözler de, bunların sayesinde ilâh-laşıp giderler. Buna benzer başka bir zümre de vardır. Bunlar, kehanet, müneccimlik, talih tutmak, yıldıza bak­mak, falcılık, büyücülük, üfürükçülük, çör çöp yakmak, tütsücülük, nazar boncukçuluğu ve saireyi ellerinde alet olarak kullanırlar. Dolayısiyle kendilerine bir nevi üâh-kk süsü verirler. Bunlar, Allah'ın kulluğunu kabul etmiş bulunan kullara şöyle söylerler: Siz doğrudan doğruya "ak Taalâ'ya yakınlık elde edemezsiniz. Bârgâhı uluhi-yete yakınlık elde etmek için, biz vasıtayızdır. Biz bu der-Sahın kapısı sayılırız. İbâdet merasimi bizim vasıtamıs-3- ıcrâ edilir. Sizin doğumunuzdan ölümünüze kadar bü-Un- dinî merasim bizim elimizle yapılmalıdır.

 buna benzer bir zümre de ortaya atılıp, bu defa Allah'ın kitabını alet ederek, uluhiyet iddiasında bu­lunurlar. Bunlar da, Kurıan-ı Kerim'i bilmekten* mahrum bulunan ve Kur'an-ı Kerim dilini anlamıyanlara karşı, kendilerini Kur'an-ı Kerim'in arkasına saklıyarak, ken­di telâkkilerine göre, Allah Taalâ'nin. dilinden iftiralar uydurup, helâli haram, haramı helâl kıbp, hükümler or­taya atmağa kalkışırlar. Bu şekilde, onların da sözleri ve uydurdukları kanunluk vasfını kesbeder. Neticede in­sanları Hak Taalâ'nuı hükmü yerine, kendi uydurup or­taya attıkları hükümlere Hak Taalâ'nin hükmü diye hal­ka intikal ettirirler.

îşte yine bu sınıfa ait Brahmenlik : Hindu din bü­yüğü veya Papalık ve daha çeşitli isimler altında, tâ dünyanın eski devirlerinden beri dünyanın muhtelif yer­lerinde süregelmiştir^ Bunun sayesinde de bazı aileler, silsileler, soylar diğer insan toplulukları üzerincte^-yük^ aeklik, üstünlük ve efendilik taslayıp gitmişlerdir. [67]

 

Fesadın Kökü  :

 

işte bu bahisleri gözden geçirdiğimiz zaman görüyo­ruz ki, dünyada fesadın kökü ve fitnenin aslı ve esası, insanın insanlar üzerinde kendisini ilâh yapmak isteme­sinden geliyor, ister bu Tanrı kılmak ve îlâh'lık iddia­sı, doğrudan doğruya olsun, isterse, doğrudan doğruya olmayıp vasıtalı bir şekilde olsun, bozgunun asıU kökü budur. Bu çeşmenin suyunu zehirleyen asıl zehirli mad­denin madeni de burasıdır.

Hak Taalâ insan fıtratının bütün sırlarını iyi kulla­rına öğretmiştir. Binlerce sene tecrübeden sonra yine görülmüştür ki, insan yine de ne olursa olsun, herhang' bir şekilde ilâh kabul etmekten vazgeçmek istemiyor. Onun yaşayışında bir ilâh, bir Rabb kabul etmemek imkânı yoktur. Allah'a bağlanmadığı takdirde, o zaman başka başka şeyler uydurup Rabb ve îlâh diye bunlara bağlanacaktır. Böyle bir mecburiyetin dışına çıkmasına imkân yoktur. îşte bunun neticesinde de bir sürü yapma­cık ilâhlar ve Rabb'ler türemeğe başlamışlardır. Bu sah­te ilâhlar ve Rabbler her tarafta üreyip, dünya halkının başına belâ kesilmişlerdir. Şimdi, siz biraz olsun etrafı­nıza baktığınız takdirde göreceksiniz ki, milletlerden de bazıları, diğer bir milleti kendilerine Rabb ittihaz edip işin içinden sıyrılmışlardır. Bunun gibi yine bir halk sı­nıfı diğer sınıflardan birini kendilerine Rabb edinmişler­dir. Bütün bunlar bir tarafa dursun, memleketi idare eden partiler de kendilerini, halka Rabb yahut îlâh mev­kiine koydukları gibi, halk da bu güruha böyle bir paye atfetmiş durumdadır. Çıkarlarına böyle bir tutum elve­rişli geldiğinden, bu makama kene gibi yapışmışlardır. Böylece m'Iletterin başına geçenler, şeytanın Hak Taalâ'-ya karşı benlik ve varlık taslaması gibi, nefsanî uluhi­yet makamının parlak koltuğuna kurulmuşlar ve bu sl-nıftan bazıları da millî şef ismi altında makamlarından kopmak istememişlerdir. Aynı zihniyeti taşıyan başka bir güruh da, milletlerinin basma diktatör kesilerek, Mâ alimtü leküm nün ilâhin gayriye : Sizin için, kendim­den başka bir İlâh oldtuğunu bümiyorum. [68] teranesi­ni tutturmuşlardır. İnsanlık camiası veya tek başına in­san, her ne şekilde olursa olsun, hiçbir vakit ve hiç bir zaman Ilâhsiz kalmamıştır.

insanın, insan üstündeki bu kabil, şeytanvarî Îİâhhk töd'.asmın neticesinde neler    olduğunu, şu basit    misal gözlerimizin önüne    serebilir: -ilâhî irfan ve temyizden  bir kimsenin polis müdürü veya herhangi bir idareci olduğunu farzedelim; bu şahıs kendisini bir şey oldum zannederek, selâh iye tini nefsine âlet eder ve bir nevi uluhiyet iddiasına kalkışarak, gücünün yettiği kim­selere karşı şiddet ve tahakküme yeltenir. Haklıyı hak­sız ,haksızı haklı çıkarır. Ve bu minval üzere adalet mül­künü tarumar eder. Ne oldum şarabını içtiğinden, benlik sarhoşluğunun ona daha neler yaptıracağmı siz tasav­vur buyurunuz...

Allah'a değil de nefsine tapanların bu kabil rübubi-yet ve uluhiyet iddiaları ile içtimaî hayat içinde kuvvet ve nüfuz mercîlerini ele geçirmeleri neticesinde, çok kere zulüm, İsyan, gayri meşru menfaat temini, ölçüsüzlük, eğrilik ve sayılmayacak derecede rezaletler bir korkunç âfet gibi cemiyeti kırar geçirir. Fıtrî olarak temiz ve hür yaratılmış olan insarii, bin bir türlü esaret kanunla-^, zindanvarî ve ıstırap dolu bir hayata mahkûm eder. Böyle bir icraatın neticesinde ise, o cemiyet geriliğin ka­ranlık ve korkunç pençesinde yıkılışa mahkûm olur, gi-df.r.

Doğrunun ve doğruluğun cevheri, Zat-ı Sadakatpe-nâhîleri, (Hak Taalâ, O'na O'nun âline ve ashabına sala-vat ve selâm göndersin.) Ne kadar doğru buyurmuşlar­dır:

Allahu Taalâ (azme ve celle) buyuruyor İd: Ben kul­lanım temiz yarattım. Sonra şeytan gelip, onları yolla­rından saptırdı.    Onlara helâl olan şeylerdten kendilerim mahrum bıraktı.  (Hadis-i Kudsî).

İşte insanların başlarına gelen belâların, musibetle-rir., rezaletlerin ve fenalıkların dalbudak saldığı kök bu­dur. Gerçek mânada bir ilerlemeğe engel teşkil eden se­bepler de bu noktadan çoğalıp yayılmaktadır. Ahlâkı bo­zan, İlmî, fikrî kuvvetleri felce uğratan, medenî yaşayı­şa zehir katan, cemiyet    hayatını dejenere eden, siyasî ve İktisadî hayatı faziletten uzaklaştıran ve hülâsa ola­rak insanlığı insanlıktan uzaklaştıran hep bu korkunç meseledir. İnsanlık zincirinin ilk halkasından bu güne kadar, şer ve kötülüğün bu korkunç fideliği devam ede-gelmektedir. Maddî salgın hastalıklarından daha müthiş olan bu tahribatı durduracak tek bir Çâre vardir. İnsan, bu çeşitli ve türlü türlü uydurma Tanncıklan, ilâhları ve Rabb'cikleri bir tarafa bırakarak, yalnız ve yalnız Ce-nab~ı Rabb - ül - âlemi'ni Rahb olarak tanıması şarttır. O zaman, bu dertlerden bu belâlardan tamamiyle kurtulmuş clunur. Bundan başka ne çare ve ne de çıkar bir yol var­dır. Hangi fikre, hangi felsefeye veya hangi doktrine sı-ğınılırsa sığınılsın bu çeşitli ilâhlar, onların ensesine bi­necek ve bunlardan kurtulamıyacaklardır. [69]

 

Peygamberlerin Îslah Edici Çalışmaları

 

İnsan hayatını temelinden düzeltmek, onu yaratılışı­na uygun yola sevkedebümek için, Enbiyâ (A.S.) nin nur­lu kafilesi, en çetin gayret ve çalışmaların bayraktarlığı­nı yapmışlardır. Bu insanlığın gerçek rehber ve mürşit­lerinin mücadelelerindeki esas nokta, insanların insanlar üstündeki uiuhiyet ve rububiyet iddialarını kökünden sö-kÜp temiızlemekti. Onların aslî meslek ve heyetleri, insan­in §u yalancı, uydurma Tanrıeıklardan ve Rabcikler-<*en ve bu şerli sultanın zulmünden, haksız menfaat sömü­rücülüğünden kurtarmaktı.

Onların pırıl pırıl ıştddıyaaı ulvî maksatlarının hedefi SU idi: İnsana insanlığını Öğretmek, insanı insan karşı­mda baş eğdirmemekÖ. Bütün insanların eşit olduğu ıkİ tatbikî olarak gerçekleştirmekti. İçtimaî hayatı  üzere tesis etmekti. Ve yine insanlara, Allahu Taa- ibadet etmenin yolunu açmaktı.

Onların hepsinin de büyük müjdeleri şöyle idi :

Ey kavim, Allah'a ibadet ediniz, sizin O'ndan gayrı bir İlâhınız yoktur. [70]

Fakat Hazret-i Muhammed-Î Arabî (S.A.S.) bu tev-hid akidesini en güzel şeklîde beyan etmişlerdir:

işte ben sizi uyarıcıyundır. işte, Vahid - ul - Kahhar olan Allah'tan başka bir" ilâh olmadığı hakkında sizi uya­rıyorum. Göklerin ve yerin ve bu ikisinin arasında bulu­nanların da Rabb'i ancak O'dur. (Sad, 65-66).

Elbette ki sizin Rabbınız gökleri ve yeh yaratmış bulunan Allah'tır. (A'raf, 54).

Güneş, ay ve yıldızlar, hep O'nun emrine boyun bü­kerler. Dikkat, yaratmak da «enir» de O'nun değil midir? (A'raf, 54).

İşte, O, bir ve tek olan Allah sizin Rabbınızdir. O'n-dan başka herhangi bir İlâh yoktur. Her şeyin yaratıcısı O'dur. Bunun için sizin O'na kulluk etmeniz' lâzımdır. O sizin her şeyinize -'e her işinize yeter.        (En'âm, 102).

(Halka) ancak Allah'tan başka birisine ibadet etme­mek için emir verildi. Temiz bir yol ile ihlâs ile ibadet edercesine ibadet..    (El-Beyyine, 5.)

Geliniz bizimle sizin aranızda . müşterek bulunanı (husus) ta, birleşelim ldt Allah'tan başkasına ibadet et-miyelim, O'na hiçbir şekilde ortak koşmıyahm, Allah'tan gayrı» aramızda bazımızı da kendimize Babb diye uydus*-mıyalim, (Âl-i îmran 64).

tşte bu mânâ âleminden doğup #a karanlık dünya­mızı aydınlatan, sesler, insan ruhunu, insan aklini, insan fikrini ve düşüncesini hep bu maddî kuvvetlerin baskı ve köleliğinden kurtarmak gayesine matuftur.

İşte bu emsalsiz düstur, gerçek    hürriyetin yegâne anahtarıdır. Bu bakımdan Hazret-i Muhammed (S.A.V.) in örnek hattı hareketi Kur'an-ı Kerim'de şöyle tavsif edilmektedir:

(Bu Peygamberdir İd),  onların sırtından yüklerini kaldırıp, onların (boyunlartndaki) zincirleri eözer. (Sûre-i A'râf; 157) [71]

 

Siyası Nazariyenin İlk Usulü :

 

Peygamberler (A.S.) örnek ve ideal insan yaşayışı için öyle bir düzen tanzim etm şlerdir ki, bu nizamın mih­veri ve merkezi, bu nizamın cevheri ve ruhu, îslâmın si­yasî görüşünün temeline istinat eder. Bu siyasî nazariye­nin de esası ve temel' şudur: islâm'a göre, hüküm ver­mek ve kanun vazetmek ihtiyara ti ve selâhiyeti tamamen insanlardan selbedilmis ve insanların elinden çıkmıştır. Bütün insanlar, ister toplu halde olsunlar, isterse tek başına olsunlar, kanun yapmak ve hüküm vermek İs­lâm'da yalnız Allah Taalâ'ya aittir. Bu selâlryet ancak ve kat'î olarak Hak  Taalâ'nın  elindedir.

İşte, hüküm Allah'tan bankasının değildir. Onun emri gereğince, mahza kendisine itaat edilecek, kendi­sinden başkasına her ne şekilde olursa olsun ibadet edil-nüyecektir. işte sağlam din de budur. (Yûsuf;  40).

Derler : Emrin hakkında bize de bir iş düşer mi? s°yle  : Emr tamamen Allah'a mahsustur. (Âl-i Îmran, 154)

^ Dilinizin vasf edip,    yalan    uydurduğu gibi, buna heI»l» şuna haram demeyiniz.     (En Nahl, 116).

Her kim, Allah'ın nazil    kumaş    bulunduğuna göre u«üm vermezse, işte o kâfirlerden olur.  (Maide, 44).

Bu nazariyeye göre, hakimiyet  :   (Sovereignty)   tek ^ina ve  yalnız  Allah'a  aittT.     Kanun  vazıı   :   (Law - giver) yalnız Hak Taalâ'dır. [72] Herhangi bir in­san, bu insan peygamber bile olsa yine kendi indin­den hüküm vermekten yahut da bir hüküm kaldır­maktan men edilmiştir. Cümle peygamberler dahi Al­lah'ın hükmüne itaat etmek mecburiyetindedir.

Ben, ancak bana vahy olunmuş şeylere tâbi olurum, (En'âm, 50)

Umum  insanların   da  cümle  peygamberlere   (A.S.) taat  etmelerinin  sebebi  O'nlar  kendiliklerinden  hüküm vermezler,   kendileri  kanun   vaz  etmedikleri  gibi   yalnız: Hat Taalâ'mn hükümlerini ve kanunlarını beyan ettik­lerinden dir.

Hiç bâr peygamber göndermedik İd, ancak AHalı'nt izni ile kendisine itaat edile. «îz;n»  :   (Sanction).                        (En - Nisa, 64)

îşte bunlar o kimselerdir ki, onlara kitap, hükm ve nübüvvet verdik. (En.am,  89)

Hüküm  :   (Authoritv)

Hiç bir beşerin haddi değildir ki, Allah'ın böyle bir kitabı, hükmü ve nübüvveti gönderlmiş olduğu halde, halka şunu söylesin; «Siz, Allah'a değil de bana kul ola­caksınız.» Bilâkis böyle bir ihsan ve beşaretten sonra,-insanhğa şöyle hitap edilir:

«Siz gelin de Allah'a kul olun.» (Al-i îmran, 79)

Buna göre İslâm Devletinin aslî hususiyet ve pren­sipleri hakkında Kur'an-ı Kerim'deki (yukarıda anlatıl­dığı g?foi)  temel kaideleri açıklıyalım :

1. Herhangi bîr zümre, herhangi bir a^le, silsile, sülâle, hanedan, herhangi bir sınıf veya devlet, hükû met ve saltanat dahi, meşru ve gerçek hâkimiyet sahibi değildir. En yüksek hâkim : Hâkim-İ A'lâ (sovereign) yalnız ve ancak Allah Taalâ'dır. Diğerleri hep tebaa ve reayadırlar.

2.  «Kanun  vaz  etmek» de  Allah'dan  başka  kim­senin hakkı değildir. Bütün    müslümanlar toplanıp    bir hıraya gelseler  dahi,  kendileri iç:n bir kanım vaz'  ede­mezler.  Aynı   zamanda,  Hak Taalâ'mn  vaz1 etmiş  oldu-;;u kanunları da en ufak bir şekilde tevil ve tahrif ede­mezler  ve  değiştiremezler.   (34).

3.  îslâmî devlet de yalnız Allah     tarafından  pey­gamberi vasıtasiyle gönderilmiş bulunan  kanuna,  - her ne şekilde olursa olsun, her ne halde bulunursa bulun­sun - istinat etmelidir.  Bu devletin idarî :şlerini yürü­tecek olan hükümet de, ancak ve ancak bu    kanunlara itaat etmek ve bu kanunları nazarı itibara almak şar-tivle  idarenin başında bulunabilir.  Bu  hükümet,   ancak Allah'ın  kanunlarını icra   etmekle   mükelleftir;     başka k'r şey yapamaz. [73]

 

Îslâmî Hükümetin  Vazîyetî  Ve  Şekilerî

 

Bu mevzu tetkik edildiği zaman, ilk nazarda şu hu­suslar göze çarpacaktır: îslâmî hükümet, Avrupa-vârî £ayrı - dinî Cumhuriyet (Seculer Democracy) değildir, -^cak bu isim felsefî, noktayı nazardan Cumhuriyet ol­uştur. Gayrı - îslâmî cumhurî hükümetde, en «yük-* hâkimiyet» ülkeırn sâkinlerinin umumun elindedir, şiarın reylerine göre, kanunlar yapılır; onların reylerine  bu kanunlarda değiştirmeler olur. .Bu kanunlar istendiği zamanda icra ve infaz edilir yahut da icra edile­mez, kâğıt üzerinde kalıp gider. İslâm'da ise böyle bir ş?.y .yoktur ve olamaz.

İslâm'da insanların yaptığı kanunlarla mukayese kabul etmiyecek yükseklik ve derecede bir kanun yap­ma makamı vardır. O da Allah Taalâ'dır. Resulleri va-sıtas?yle bu gerçek ve ulvî kanunlar gönderilmiş olup bu hükümler milletlere ve hükümetlere teb-.1 ğ edilmiştir- Bu bakımdan Islâmî Hükümete, Avru-pavari mânada «Cumhuriyet demek» imkânsızdır. Eöyle bir Islâmî Hükümete; «Üâhî Hükümet» is­mi v.rmek daha doğru olur. İşte bu İstılaha îngilizce-iu de (theoeracy) : dinî hâkimiyet denebilir. Fakat bu­rada da yine mühim bir başkalık vardır. Avrupavârî <theoeracy) ile islâmî teokrasi, yine biribirinden ayrı ve bambaşka bîr şeydir. Avrupa teokrasisinde malûm bir AÜmre, bir ruhanî smıf, hususî bir mezhebi topluluk (Priest Class) Hak Taalâ'nın ismini kullanarak, kendi­lerine alet ederek, bu ismin arkasına sığınarak, kendi­leri hâkimiyet' ele geçirirler, kendileri kanun vaz eder­ler ve bu kanunları da yürürlüğe koymak yolunu tu -tarlar.[74]

Bunlar, amelî ve fiilî bir şekilde, kendilerini Tanrı verine koyarak, halkın üzerine musallat olup, halkın en­sesine b'nerler. işte böyle bir hükümete, böyle bir du­rumda İlâhî hükümet yerine, şeytanî hükümet ismi ver­mek daha doğru,olur.

Bunun  aksine,  İslâmî   teokrasi,   bambaşka  bir  ma-h:yet arz eder. İslâmî teokraside hâkimiyet herhangi bir ruhanî zümren n yahut da    mezhebi ve dinî bir sınıfın, elinde  değildir.   Bu  hâkimiyet  umum     müslümanlann,. hattâ tek tek her müslümanın  elindedir.  Bütün müslü-manlar, hattâ müslümanlann her ferdi bile,  Allah Ta­alâ'nın kitabı ve O'nun Resulünün sünnetine uyarak bu hâkimiyeti  yürütüp giderler.  Eğer bana bu husus Âçin ayrı ve yeni bir istilah vaz etmek ve bir terim ismi ver­mek müsaadesi verilirse, ben buna  (Theo - demoeracy) yan'j   «ilâhî  cumhurî hükümet»   demek   istiyeceğim.   Zi­ra, böyle bir hükümette böyle bir idare sisteminde «hâ­kimiyet»  yalnız Hak Taalâ'nın   elindedir.   Allah'ın  ikti-dar-ı  âlâ'sının   (Paramaouncy)   sayesinde,   müslümanla-ra mahdut ve sınırlı bir şekilde, umumî hâkimiyet :  (Li­mited Popüler soveicignity)   ata kılınmıştır.  Böyle     bir hükümette, inzibat,  intizam  ve icrâî. kuvvetler   :   (Exe-cutive)   ve  tanzim  etme  :şi   (Legistature)   müslümanla-rın  reyine  bırakılmıştır.     Hükümet  İdaresinin   başında bulunanları,   müslümanlar     istedikleri   zaman   azletmek salâhiyetine  mâliktirler.   Bütün  nizamlar,  muamelât  ve «Şeriatı ilâhî'de hakkında acıdık     bulunmayan hüküm­ce,   müslümanlann   ;cmâ  şeklinde   alacakları,  müşte -e«  kararla ve İlâhî kanuna     mutabık olması şartiyle uküm  istintaç  ederler.  İlâhî  kanunun  tefsiri   ve  şerhi "iç bir zümreye, hiç bir hanedan  veya nesle yahut blr hususî topluluğa verilmiş değildir.  Bütün  müslü-ar arasında herkes bu hakka sahiptir. Ancak, içtihâd kabiliyeti olmak ve bu mevzuda rüsuh sahibi ol­mak şartı ile tâbir ve teşrih edilebilir. İşte bu itibarla bu hükümet bir demokrasi hükümetidir. Ancak, böyle bir demokrasi hükümetinde de İlâhî kanun mevcud olunca, Allah Taalâ'nın Resulü vasıtasiyle göndermiş bulunduğu hükümler elde olunca da, herhangi bir müs-lüman, ister bu müslüman bir ferdi vahid olsun, ister­se herhangi bir emîr olsun; yahut kanun koyan zümre olsun, müctehid veya âlim olsun, dinde en ileri gelen bir şahsiyet olsun, hattâ bütün dünyadak Müslüman­lar bir araya toplanıp gelseler dahi bu ilâhî kanun hükümlerinde en ufak bir değişiklik yapmak hakkına haiz olamazlar, işte bunun için bu hükümet nizamı «teokrasi» dir.

Yukarıda bahsedilen hususları biraz daha etraflı­ca şerh etmeğe çalışalım: İslâm'da demokrasinin hudud landırılması ve bu şekilde kayda bağlanması niçin ve ne sebepledir? Bu hududlandırmanın ve kayda bağ­lanmanın şekil ve nevileri nedir?

Bazıları bu hususta itirazda bulunurlar. Hak Taalâ böyle yapmakla, insandan, akıl ve ruh serbestis'mi kal­dırmıştır. Halbuki, hakikat tamamen bunun tersinedir. Hak Taalâ insandan akıl ve ruh serbestisini kaldırma­dığı gibi; akla, düşünceye, hattâ vücuda ve cisme de serbestlik bahşetnvştir. İşte bunun en kesin delili de ka­nun vaz etmek işini Hak Taalâ'nın kendi elinde tutma-sıdır. Kanun yapmanın Allah'ın elinde bulunması, insa­nın fıtrî serbestliğini elinden almak için değ'ü, belki bu fıtrî serbestliği korumak içindir. Böyle olmasaydı, in­san esas yolu şaşırır ve kendisinv kendi ayağı ile çamu­ra yuvarlayıp giderdi.

Avrupanın isim uydurup taktığı şu gayrı - dinî Cumhuriyet, iddia edildiği gibi, halk hâkimiyetine  (Popular sovereignity) ye istinat eder. Bu hususta biraz düşünmek ve bu meseleyi tahlil etmek lâzımdır. O za­man göreceğe ki, toplanıp da hükümet kurmuş olan halk kendisi bizzat kanun vazıı değildir. Hattâ kendi­leri de bu kanunları icra ve infaz etmezler., Onlar, hâ­kimiyeti muayyen bir zümrenin eVne vermişlerdir. Bu zümre halkın yerine halka kanun vaz'ederler. Bu kanun­ları da yine bu zümre infaz yolunu tutar. Bu maksat için de bir seçim şekli tertiplenmiştir. Bu kanun yapan ve seçilmiş olan zümrenin düşüncesine göre, halk , ah­lâk, emanet, diyanet ve adalet nimetlerinden niahrum bulunmaktadır. Seçilen zümreye göre, halkın düşünce-snin hiç bir ehemmiyeti yoktur. Yâni halk hiçtir. Bu­nun için de seçimleri kazananlar ve seçimlerde muvaf­fak olanların çoğu, halk üzerindeki servetleri, bilgileri, ataklıkları, hitabet kabiliyet' ile yalan vaitler ve alda­tıcı propaganda sayesinde seçilirler. Halk onlar için kan­dırılan ve menfaatlerine göre güdülen bir zümredir. Bu usullerle ahmaklaşan ve daima gerçek dışı hâdiselerle başbaşa bırakılan efkârı umumiye bu güruha kendilerini idare edecek yetküeri vererek, işin içinden çıkarlar. Po­litika bezirganları da iş başına geçince de servetlerini daha çok arttırır, şahsî menfaatlerini Ön plana alarak, devletin ve milletin sırtından daha müreffeh geçinmek îçn, hususî sınıfların faydalanmaları uğrunda kanım çıkarır, nizamlar düzenlerler. Bu çıkarcı kanunların maddî yönü zavallı halkın sırtına yüklenir. İşbu belâ Amerikada da vardır, İngilterede de mevcuttur. Bütün Cumhuriyet cennetinde yaşadıklarını iddia eden memle­ketlerin hepsinde de aynı durum cereyan etmektedir.

»Meselenin bu taraf mı gözden geçirdikten sonra, Şimdi farz edelim ki, bu seçilmiş zümre, halkın istekleri yc halkın rızası üzerine kanunlar vazedip yürütme yolunu tutmuştur. O zaman şunu da görüyorâz ki, halkın kendis bu kanun ve nizam mefhumundan hiç bir şey anlamamaktadır, insanın fıtrî zaafının neticesinde, ba-xan kendisine ait işlerin çoğunu, her tarafını veya her cephesini göremez. Bu yapılan işlerin hakikat derecesi-n de tâyin edemez. Hattâ bir çok hususları asla göre­mez haldedir. O zaman bu gibi işlerin hal ve faslı, (Judgement) da tek taraflı olur. Bunun üzerine, tesir altında kalmak, tarafgirlik, şunun bunun tavsiyesine râm olmak, hattâ kendi nefsinin arzusuna uymak ve bu g'.bi şeylerin baskısı alfanda, sâf ve temiz olarak aklî ve ilmî hususlarda insanın tarafsız olarak rey vermesi­ne imkân yoktur. Ve hattâ çok kere, aklî ve ilmî husus-, larda, gayet açık ve gayet belirli meseleler dahi, yuka­rıda bahsettiğimiz, tesir altında kalmalar, tarafgirlik­ler, nefsânî istekler ve sa:renin karşısında mağlup olup giderler! Bu noktanın isbatı için bir hayli misâl .yermek kab'ldir.  Burada bir tanesinden bahsedebiliriz:

Bir zamanlar Amerikada içki içme yasağı' kanunu (Prohibition Law) ortaya çıkmıştı. İlmî olarak, içkinin sıhhate zararlı olduğu isbat edilip ileri sürülüyordu. İç­kinin aklî ve zihnî kuvvetler üzerinde kötü tesirleri ol­duğu beyan ed'liyordu. Medenî hayatı berbat ettiği»1 or­taya atılıyordu. Bu gerçekler kabul edildikten sonra, Amerikan efkârı umumiyesi, içki içmenin yasak edilme­sine razı oldu. Neticede içki İçmenin yasak edilmesi için bir kanun teklif edildi. Nitekim bu kanun halkın reyi ile kabul edildi.  [75]

Fakat kanun yürürlüğe konunca, y'ne bu kanuna rey vermiş bulunan halk, kanuna karşı geldi. Bu kanu­nu dinîemiyenler gizlice daha çok içki içtikleri gibi, sakJica yapnan içkiler daha kötü ve sıhhat için çok daha mu-üirdi. Yapılan istatistiklerdeki rakkamlar, içkinin ser­best olduğu zamandan daha fazla içildiğini spat ediyor­du. Bunun neticesinde de suçlar çoğaldı; yapılmadık re­zalet kalmadı. Nihayet yine aynı halk, bu defa rey ve­rerek, eskiden haram kılmış oldukları içkiyi bundan böyle helâl kıldılar. [76]. İşte içk'nin haram olduktan sonra tekrar helâl kılınması, ilmî ve aklî bakımdan, içki hakkında önce düşünülen hususların yanlış olduğu ve içkinin zararlı değil de faydalı bir şey olduğu ispat edü-diğ için değildi. Yalnız, halkın kendi cahilane istekleri­ne bağlı bulundukları ve nefsânî arzularına karşı gele­medikleri için, içki helâl kılındı.

Böyle bir halk, kendi hâkimiyetini ve kendi nefsini şeytana uydurmuş ve bu. şeytanın tahakkümü altına girmiştir. Nefsânî emeller kendilerine îlâh olmuştu. İş­te bu ilâhlarına kulluk etmek için de bu kanunu değiş-t rip, zararlı olduğunu bildikleri halde, içkiyi yine ser­best bıraktılar. Akıl, ilim ve mantık gereğince bu nes­nenin zararlı olduğu bilindiği halde, yine bu kötülüğe boyun eğdiler. Buna benzer daha bir çok tecrübe var-clir. Bu tecrübelerden şu kesin neticeye gitmek mec­buriyeti vardır. însan kanun koyma : {Legislator} eh­liyetine ve kabil yetine sahip değildir. Eğer bir insan diğer ilâhlara boyun eğip kulluk etmezse bile, yine her ne şekilde olursa olsun, kendi nefsânî isteklerine boyun eğip kulluk edecektir. Kend; şeytanî nefsini kendisine ilâh yapıp onun hükmüne uyacaktır.

Bunun için, insan hürriyeti bir ölçü dairesinde mü- bir şekilde ayarlanmış olmalıdır. Bu sebepten dolayı Hak Taalâ'da islâm'da bazı ölçüler ve hadler tây\n ftmiijtir. Bilindiği gibi İslâm'da bunlara «Hududuİlah : (Divinc Lamites) denir. İşbu hudud, bu ölçüler, insan yaşayışının her sahasına, her şubes ne birkaç usul, ni­zam ve bazı kat'î ahkâm : (Hükümler) koymuştur. Bu­nun neticesinde yaşayışın her sahasında denge, ahenk ve itidal elde edilmiştir. Asıl sebep de şudur-ki, siz tam olarak istediğinizi yaparcasına serbest ^olursanız, başka­larının hukukuna tecavüz etmeniz de aynı nisbette ar­tacağından bazı nizamlar : (Regulations) da yapmak lâzım gelir. Bu nizamlarla serbest hattı harekete bazı ölçüler ve bazı hududlar tayin edilir. Bu ölçülerin hiçe sayılmasına ve hududun aşıîmasnla müsaade verilmez. Çünkü bu ölçülerin bozulması ve hududun aşılması, ha­kikatte başkalarının hakkına tecavüz ediJdiğ1, yaşayış nizamının bozulmasına ve bu şekilde işlerin fâsid bir hâle  gelmesine   sebep olacaktır.

Misâl olarak, insana ait- geçim s'stemini gözönüne alalım. Hak Taalâ, şahsî mâiikiyet hakkı üzerine zekâ­tı farz kılmıştır. Faizi ve tefeciliği men etmiştir. Gay­rı meşru ortaklıkları ve ticarî anlaşmaların önüne sed çekmiştir. Veraset için kanun vaz eylemiştir. Para ka­zanmanın ve sarfetmenin usulleri bildirilmiştir. Bütün d anların ne şekilde olacağını göstermiştir.

İnsan, eğer gösterilen bu usuller üzerinde hareket ederse ve kendi -ş gücünü bu gösterilen şekillere uydur­muş olursa; o zaman, bir taraftan kendi şahsî serbestliği­ni ve şahsî hürriyetini : (Peraonal Liberty) muhafaza et­miş-olmakla beraber, diğer taraftan da sınıf mücadelesi: (Class War) ne son verilmiş olup, bir zümrenin diğer zümre üzerinde tahakküm etmesinin ve bir sınıfın diğer halk sınıflarının üzerine tasallutta bulunmasının ortadan kalkması sağlanmış olur. Bu esas  - kaideler olmaksızın ferdî servet azmanlığı olan zâlim kapitalizm, işçi sınıfı üzerinde diktatörlüğünü kurarak, cemiyetteki muvazene­yi tahrip etmiş olur.

Yine bunun gibi, ailevî hayata : (Family Life) gele lim. Hak Taalâ, şer'î giyinme ve kuşanma, şeref ve na­mus, erkeğin idareyi elinde bulundurması; kan - koca, çocuklar, ana - baba hak ve vecibeleri, nikâh - talak hul' (Talak müddetinin sona ermesi) hükümleri, taaddüdü -zevcat (Polygamiy) : (çok kadınla evlenmenin) şartı ve müsaadesi; zina »ve kazf (zina ve bu hususta başkalarına iftira atmak) müeyyide ve'cezalarını tâyin etmiştir. Bun­lar huduttur, bunların her birine gereken dikkat ve say­gının gösterilmesi lâzımdır. Fertler bu hususlara ne ka­dar riayetkar olursa, cemiyetin bünyesi de o nisbette sağlam ve sıhhatli olur- Aksi takdirde, insanın evi kendi­si ;çin bir zindandan farksız bir hale gelir. Eğer İslâm'ın aile hususundaki mühim prensipleri lâyıkı veçhiyle tat­bik edilmezse, kadının şeytanî serbestliği, günümüzdeki gibi insan medeniyetini kökünden ve temelinden dağıtıp berbat eder.

Yine aynı şekilde, insanların medenî ve içt'maî hakla­rını korumaları için Hak Taalâ «Kısas Kanunu)) ihsas et-m ştir. Hırsızlık edenin cezası elinin kesilmesidir. İçkinin haram küınmasV-kadınlara ait Örtünme emri ve bunlar gibi müstakil kaideler de vaz edilmiştir. Bu müeyyideler­le fesadın ve anarşinin önü alındığı gibi bu gibi hastalık­ların cemiyete girdiği kapı da en kuvvetli şekilde kapan­mış olur.

Şimdi burada ben, Hududullahm geniş ve mükemmel fihr stini size çizecek ve bunları sıralayacak değilim. Bunların insan yaşayışı için ne kadar ehemmiyetli ve ne kadar zaruri olduklarını birer birer sayıp dökecek de de­lilim. Burada size ancak şu kadarını söylemek ve hatırlatmak istiyorum ki, Hak Taalâ öyle bir müstakil, değiş­mez ve tadil kabul etmez bir düstur (Constitution) koy­muştur ki, bu düstur insanın ne ruhî serbestliğini orta­dan kaldırır, ne de onun aklî ve fikrî hürriyettim elini kolunu bağlar ve muattal bırakır. Belki, bunlar için saf, temiz ve doğru bir yol gösterilmiştir ki, insan kendi ceha­leti ve zaafından dolayı, her zaman düşebildiği hatâ ve unutkanlıktan kurtulup, kendi fikrî ve aklî kuvvetlerini yanlış yolda harcamasın. Ve insan hakikî felah ve ilerle­me yolunda doğru caddeyi tutup, yürüyüp gidebilsin.

Faraza, sizin bir ara dağlık mıntıkaya yolunuz düş­müş olsa, yoldan geçerken ,göreceksiniz ki, bir tarafta derin dereler, diğer tarafta sarp kayalar vardır. Cadde­nin kenarına da işaret taşları konmuştur. Yoldan geçen ' yolcular, yanlışlık yaparak, bir tarafa çarpmamaları ve uçuruma yuvarlanmamaları için. İşte burada yolu göste­ren işaretler, yolun kenarına dikilmiş bulunan bu korku­luklar ve işaret taşları yolcuların hürriyetlerini kısıtla­mak gayesi ile mi konmuşlardır? Elbette ki, aklı selim böyle bir iddiayı varit görmez. Asıl maksat, yolcuların selâmetini korumak ve onları tehlikeli durumdan kurtar­mak, onları muhtemel bir tehlikeye karşı ikaz etmektir. Her dönemeçte, her viraj "başında, herhangi bir tehlikeli yerde bu gibi işaretler ne için konmuştur? Pek tabiidir ki, sizin doğru yoldan sapıp tehlikeye düşmemeniz için . Yok, aksi takdirde bu işaretler nazarı itibara alınmaz da hürriyet sarhoşluğu ile gel'şi güzel yol yürünürse ölüm tehlikesi de kendüiğinden davet edilmiş olur.

İşte Hak Taalâ da bunun için; yâni selâmet yolunu tutup da maksada ulaşmamız için, bu şekilde «hudut» ta­yin etmiştir. Bir düstur kararlaştırmıştır. Bu hudut, in­san yaşayışmdaki yolculuğun doğru ve şaşmaz istikame­tini tayin eder.  Aynı zamanda,  yol   istikameti boyunca, her hangi bir dönemeçte, virajda, yolun herhangi bir tehlikeli yerinde, size doğru istikameti, bu yol işaretleri gösterir. Siz bu işaretleri takip ederek caddede tehlikeye düşmeden yürüyüp gidersiniz. Size de o tarafa değil, bu istikamette yürürseniz doğru yolu bulursunuz deniyor ve bu. yol işaretlerle gösteriliyor.

Hak Taalânın mukadder kıldığı bu düstur, değişmez ve değişme kabul etmez bir düsturdur. Eğer siz isterse­niz, bazı Avrupavârilik felâketine uğramış Müslüman ül-İteler gibi, bu düsturun hilâfına harekete kalkışıp bu düs­turun aksine bir yol tutsanız büe, yine siz bu düsturu değiştirmiş olamazsınız. Çünkü bu düstur kıyamete kadar kalacaktır ve değişmeyecektir. Islâmî hükümet de kuru­lunca yine bu düstur üzerine kurulacaktır. Kur'an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniye durdukça bu düstur dünyada baki ka­lacaktır. Belki bu düstur bir zaman için dahi sizin ülke­nizden de kalkmış otamyacaktir. Müslüman bulunduğunu? müddetçe bu düstura bağlı bulunmanız şarttır. Buna mecbursunuz.. [77]

 

İslâmi Hükümetin Maksadı :

 

Bu «düstur» un Ölçüsü dahilinde İslâmî Hükümetin kurulmasının maksadını da Hak Taalâ kendisi tâyin et­miştir. Bunun açıklanması hususunda da Kur'an-ı Kerim' in muhtelif yerlerinde, âyetler vardır. Cenab-ı Hak bu­yurmuştur ki :

«İşte biz peygamberlerimizi, parlak delillerle gönder-(l'k , onlarla birlikte Kitap ve Mizan (ölçü) de nazil kıl-<"U kî, halk arasında adaletti kaim kılsınlar. Bir de «D«s mir» i nazil kıldık ki, bunda şiddetli kuvvet, halk için de fuydater vardır.»  (El Hadîd, 25).

İşte bu âyet-i kerimede «Demir» den maksat, siyasî *uvvet  yahut  da  «kuvvet-i  kahire»   (Coercive     power).

dii1- Resullere de şu vazife ver.lmis.tir ki, Hak Taalâ'nın nurlu hidâyeti ve Hak Taalâ'nın Kitabı ile onların eline verilmiş bulunan Mîzân (ölçü) ile doğru ve sahih bir şe­kilde, mütevazin (Well Balanced) bir vazyetde, halkın yaşayış nizamına rehberlik etsinler ve içtimaî adaleti : 'Sociaî Justice) kaim kılsınlar. Kur'an-ı Kerim yine bu­yuruyor ki :

Onlara eğer yeryüzünde bir iktidar mevkii verirsek (üosdoğru.namazlı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emr eder­ler, kötülükten vaz geçirmeye çalışırlar. Bütün umurun akıbeti Allah'a râci'dir.    (El - Hacc, 41).

Siz halkın arasından çıkarılmış bulunan en iyi üm­metsiniz ki, mârufa (doğru yola) emr eder, «miinker» den (eğri yoldan) men «der ve   Allah'a iman eylersiniz. (ÂI-i îmrân, 110.) [78]

 

Îslami Hükümetin Hususiyetleri:

 

A. Müsbet ve âlem şümul hükümet :

 

Yukarıdaki âyetlerin  üzerinde    düşünüldüğü zaman açık bir şekilde anlaşılacaktır ki, Kur'an-ı Kerim'in plan­ladığı hükûmet'ten maksat, menfi  (Negative)  bir htikû-frıet değildir. Bunun bir müsbet (positive) maksadı var­dır. Bu hükümetin hedefi halkın    birbirlerine karşı, bir nevi üstünlük tesis etmeleri değildir. Hürriyeti bir züm-ıe lehinde istimal edip yine bu zümreyi tafdil ederek onu memleket    müdafaası için kullanmak da değildir.    Bu nizamın değişmez iktizası, içtimaî adaleti ahenkli bir şe­kilde gerçekleştirerek, Allah'ın Kitabı'nuı  emri gereğin­ce, bu adaleti câri kılmaktır, islâm Devletinin maksadı, cemiyetin bünyesini kemiren fenalıklar, ne şekilde olur­sa olsun, ne vaziyette bulunursa bulunsun ortadan kaldır­mak ve tahribat yaptığı yerden kesip atmaktır. Bu fena-klarm yerine ne şekilde olursa olsun, ne vaziyetde bulunursa bulunsun, iyilikleri yerleştirmektir. Bu iyilikleri Hak Taalâ Kitabında anlatıp beyan ettiği gibi yürürlüğe koymaktır. Bu işleri başarmak için mahalline ve yerine göre de siyasî kuvvetten faydalanmak ve siyasî kuvvet ve kudreti de kullanmak vardır. Bundan başka tebliğ, (propaganda) telkin ve tâlim de hesaba katılmıştır. Ta­lim ve terbiyenin her sekli gözönünde tutulmuştur. Top­luma müsbet şekilde tesir etmek, onların üstünde fazilete dayanan bir nüfuz kullanmak dahi hesaplanmıştır.

Malûmdur ki, bu şekildeki bir hükümet, işlerini mu­ayyen bir daire içinde hududlandırmasına imkân yoktur. Bu nevi hükümet alemşümul bir hükümettir. Böyle bîr hükümetin çalışma sahası, bütün insanlığı ihata eder. Bütün insanlık yaşayışının her sahasını sarar. Böyle bir hükümet ve böyle bir teşkilât insanî yaşayığm her şube­sinde hususî bir ahlâk nazariyesi ortaya koyar. Bu ahlâk nizamını kendine has bir şekilde tanzim eder. Buna mu­kabil hiç bir şahıs, hiç bir kimse için hususî (private) muamele yoktur. Şahıslar arasında ayrılık gayrılık göze­tilmez. İşte bunun içindir ki, bu hükümet bir nevi faşist veya komünist hükümet şekillerine benzetilmek istenmiş­tir. Fakat dikkat edilirse, bu hükümetin alemşümulİüğü olmakla beraber, içinde bulunduğumuz bu zamanda ya­şadığımız bu asırda, ne tam mutlakiyet (Totalitation) ne de b'r istibdat (Authoritataion) hükümetlerinin şeklin­dedir. Böyle bir hükümet şeklinde, şahsî hürriyet orta­dan kalkmış değildir. Ne de böyle bir hükümette bir şa­hıs tarafından istendiği g'bi emir vermek yâni «âmiri-yet» : (dictatorship) nazarı itibara alınmıştır. Böyle bir hükümetin haddi kemali başka b'r şeydir. O da İslâmî hükümet nizamının esası demektir ki, bilmen hükümet şekillerinin hiçbirine uzaktan veya yakından bir benzer-* k arzetmez. Tamamiyle kendisine mahsus bir hüviyeti haizdir. Hak ile bâtıl arasında ne kadar ince bir nokta vardır. Bunu idrâk eden bir basiret sahibinin kalbi şe~ hadet eder ki, böyle ahenkli ve düzenli bTr nizam, haki­katte insan eseri olamaz. Bu nizamı tertibe koymak an­cak HakTaaİâya mahsus olabilir, O da Hâkim ve Habir oîan Hak Taalâdır, [79]

 

B. Cemaatli  Ve  Usul Üzerine Hükümet

 

îsîâmî hükümet düsturunun ikinci meselesi de şu­dur: Bu kuruluşun maksadı ve dünya çapındaki alemşü­mul ıslâhatı nazarı itibara alınacak olursa bu mesele ken­diliğinden açıklanmış olacaktır. Böyle bir hükümet an­cak Öyle bir halk arasında kurulabilir ki, bu cemaat bah­sedilen düsturlara iman etmiş, inanmış olsunlar. Bu düs­turlara göre amel etmeğ: kendilerine bir aslî maksat say­sınlar. Onlar bu düsturların yalnız kurtarıcı vasıflarına inanmakla iktifa etme>ip, bu İlâhi sistemin bütün husu­siyetlerin   ve her noktasını iyi anlamış olmaları gerekir.

islâm, bu hususta herhangi bir coğrafî sınıra, renk Cs'yah, beyaz ırk vesaire)   ve lisan  kaydına  bağlanmaz. O, İlâhî nizamını bütün  insanlığın  karşısına çıkarmıştır. O, kendi ulvî gayesin   ve kendi islâh programını bütün in­sanlığın gözleri Önüne sermiştir. Bu gayeyi bu programı kabul etmek isteyen herhangi bir k'mse hangi ırktan ve hangi soydan gelirse gelsin;   hangi  memleketten,  hangi milletten olursa olsun, bu İslâm camiasına ortak olur, Bu cemaata karışır ve hükümet kurmak hakkına  da  mâlik bulunur. Yok, bunları kabul etmediği takdirde, -o zaman bu hükümeti kurmakta b'r hakkı kalmaz. Ancak bu nü-, kûmetin muayyen hududlan dahilinde,  (maddî ve mane­vi hududîarj -.vZimmi»     tebaa   (Protected  Citizen)   vazi­yetinde kalır. Bu zimmileri korumak için de İslâmda yi­ne bunların haklan ve hukukları mahfuzdur.     Bunların canları, malları, haysiyet, şeref ve namuslarının tamamı­nın korunması da lâzun gelir. Ancak hükümet kurmak hususunda kendilerine bir hak tanınmaz. Zira, bu hükü­meti kuracak olanların, böyle bir kuruluşa samimî ola­rak inanmaları ve bağlanmaları icap eder. [80]

İşte bu sebeplerden dolayı, İslâmın bu hükmüne is­tinat edilerek, onu Komihvst Devlet sistemine benzetmek istem'slerdir. Fakat komünist devlette başka sistemlere bağlı bulunanlar da kurulacak olan hükümete iştirak ederler: Onları vazife dışı bırakmak, komünistlik yolunu takip eden hükümet sisteminde yoktur. Fakat bu husus, İslâm hükümet'nde vardır. İslâmla komünistliğin arasın­daki büyük farklardan biri de komünistlik iktidarı elde edince, kendi prensip ve gayelerini başkalarının üzerinde zorla tatbik etmeğe kalkmasıdır. Komünistl'k halkın ma­lını, mülkünü, emlâk ve arazisini zorla alır. Terörlük, adam öldürmeler, kan dökmelerin derecesi yükselir. Bin­lerce, on binlerce insanı Sibiryanm cehennemine gönde­rirler. Fakat İslâm kendi prensiplerine inanmıyanları, kendi nizamına bağlı kalmak istemiyenleri, yani gayrı -Müslimlere o kadar lûtüf ve şefkatle sinesinde barındır­mıştır ki, onların hakkında adaletle zulüm, doğrulukla eğrilik hususunda bir imtyaz hattı bile çizmiştir. Bu âdi! hükümleri gözden geçiren herhangi bir insaflı kimse, bir bakışta şunu anlar ki, Hak Taalâ tarafından gelmiş olan bu kurtuluş nizamının, beşerî hastalıkları ne seki­de ve nasıl çalışarak sıhhate kavuşturduğunu anlar ve idrâk eder. Bu aydınlık sistemin, uydurma, düzmece ve yapmacık ıslahatçıların çizdikleri kanlı yoldan geçme-diğ ni teslim eder. Her şeye ait hakkın hakkiyle teslim edildiğini görür. [81]

 

Hilâfet Nazariyesi Ve Bunun    Altındaki Siyası Meseleler

 

Ben şimdi size, Islâmî hükümetin teşkilatını ve bu­nun çalışma tarzını biraz olsun açıklıyacağım. Şu mese­leyi de müteaddit defalar söylem'ştim. İslâm'da yegâne ve tek Hâkim Allahu Taalâ'dır. Bu temel usulü gözör.ün-â?. bulundurarak, şimdi siz şu sual üzerinde düşünebilir­siniz. Yeryüzünde Hak Taalâ'nın kanununu hükümran kılmak iç'n, çalışma yolunu tutanların mevkileri nedir? Ne olmalıdır ve bu mevkileri nasıl elde etmelidirler? O zaman siz yine kendi zihninizde şu şekilde düşünmeniz lâzım gelir: Bu ilâhî kanunu tatbik etmek istiyenlere el-betteki Cenab-ı Hak tarafından bir niyabet, bir tâyin su­retiyle selâhiyet verilmiş olması lâzımdır. Sahih ve doğ­ru olarak bu mevkileri ancak İslâm onlara vermiştir. Ni­tekim, Kur'an-ı Ker'm'de buyrulmuştur ki:

Sizin içinizden, iman edip de sâlih amel tutan kim­seleri, Allaih yeryüzünde halife nasbetmeği vaad eder. Nitekim sizden evvelkiler de halife nasbetmişti. (En - Nur, 55)

İşbu âyet-i kerime İslâm hükümet nazariyesini : (Theory of state) gayet açık ve belirli bir şekilde orta­ya koymaktadr. Burada iki esaslı nokta vardır:

Bipinc'si: İslâm'da hâkimiyet ve hükümet yerine hi­lâfet kelimesi kullanılmıştır. Isüâm nazariyesine göre, Hâkimiyet Allah Taalâ'ya mahsustur. Madem ki, Rabb-ül-alemîn her mekânda ve her yerde hükümran olduğuna göre, İslâm hükümetinin başındaki idareci olsa olsa Hâ­kim Alâ'nın bir halifesi : (Viegerent) olabilir. Bu kimse de ancak kendisine emanet edilmiş olan selâhiyetler da­hilinde (delegated powers) icra-i hükümet etmeğe mü-sadelidir.

İkincisi de şu husustur k\ âyet-i kerime'de Halife nasbedilmek vaadi, bütün müminlere verilmiştir. Herhan-g' b;r hususî şahsın halife olabileceği söylenmemiştr. Bundan şu anlaşılır ki, her mümin halife olabilir. Hak Taalâ tarafından müminlere vaad edilmiş bulunan hali-t'el'k de umumî hilâfettir. (Popüler vicegererency) Her­hangi bir muayyen şahsa, yahut da aileye, hanedana, soya, silsileye, zümreye ve sınıfa mahsus değildir. Her müm'n kendi yerine göre, Allah Taalâ'nın halifesidir. Halife olmak hasebiyle, bu müminlerin herbiri de fert fert ve tek tek Allah Taalâ'ya karşı sorumludur.

«Sizlerden her biriniz birer çobansınız ve her biriniz de kendi sürünüzden sorumlusunuz.» (Hadis-i Şerif).

Bu ha'ifelerden herbiri diğer halife karşısında hali­felik bakımından hiçbir aşağılık ve seviyesizlik durumun­da değillerdir. [82]

 

İslâmî Cumhuriyetin Vaziyeti

 

İslâmî Cumhuriyetin temeline ait esasları görmüş olduk. Umumî hilafet nazariyesini de incelersek şu ne­ticelere varmış oluruz  :

1. Böyle bir camiada herkes halife olabilir ve her­kes n:sbet dahilinde halifelik vazifesinde ortaktır. Bu şerait altında, sınıf, zümre, doğum yeri, yahut da içtimaî mevki farkları ve imtiyazları artık geçerli olamaz. Bu camianın fertlerinin herbiri, her bakımdan eşit ve aynı seviyededir. Yine bu camiada fazilet denilen vasıf, şahsî kabiliyet ve insanlarla muaşeret ve şahsî seciye (siyret) "le elde edilebilir. Nitekim Zat-ı Risaletpenahîleri fS.A V.) müteaddit defalar açıkça beyan buyumıuçla-rtAr ve \ bilhassa Veda Haccında ümmetine su j^fc^» h/t*p et­mişlerdir   :

«Ey halk! Dinleyin, sizin Rabbiniz Bir'dir. Ne Ara-bın Aceme, ne de Acemuı Araba bir üstünlüğü vardır. Ne de beyazın (yüzü kırmızı olanın) Siyaha, ne de siya­hın beyaza bir üstünlüğü vardır. îşte, sizin içinizde AI~ lalh indînde en makbul bulunan da en fazla takva sahibi olandlır.» [83]

Mekke'nin fethinden sonra, bütün Araplar, İslâm'ın hayat saçan dairesi içine toplandılar. O zaman Hazret-i Resû!-ü Ekrem (S.A.V.) kendi ailesine de — ki bunlar da Araplar arasında Brahmenler vaziyetine giriyorlar­dı. — hitap ederek buyurdu ki:

«A Hah a hamd olsun ki, sizden câhiliyenin kibir ve ayıplarım uzakiastırmiştır. Ey halk! İnsanlar iki çesit-rîrler, kerim olanlar Allah'a yaklaşır, (yükselir) fena is (utanlar (kötü kimseler) ise, Allah'ın indinde alçalırlar. -Halk hep Adem evlâdıdır. Allah da Ademi topraktan ya­ratmıştır. Allah Taalâ buyurmuştur ki, ey halk, biz sizi für erkek ve bir kadından yarattık.».

2. Böyle bir inancın meydana getirdiği toplumda, herhangi bir ferd yahut da bu camianın içinde ayrı bir zümre için doğum yeri, seviye belirten bir mevki (social status) veya büyük iş adamı olmak gibi vasıflar bu şe­kildeki bir cemiyet m'marisi içinde ihtilâf (dissbilities) mevzuu olamaz. Yine aynı cemiyet Örgüsü İçinde, şahsî kabiliyette yükselmenin ve her meşru gayretin karşısına bu ihtilâf mevzuu çıkıp da fertleri b'r noktada tutmağa mahkûm edemez. Çünkü, bu düzende her fert aynı hak­ka sahip olmanın imtiyazını taşır, ilerlemenin yolu fert­lerin bütünü için açılmıştır. Fert kendi kabiliyet ve isti­dadını kullanarak g-'debildiği kadar yolda yürür gider. Bundan başka bir yol da herkes için kapalıdır. Öyle ki, kölelerin ve bu kölelere ait çocukların da büyük makam­lar işgal ettiğine dair İslâm Tarihi en kuvvetli b!r şahit­tir. Bahis mevzuu edilen bu köle ve çocukların, İslâm or­dularına yenilmez başkumandan ve önemli eyaletlerde vali (governor) oldukları ve o beldeierdeki iler! gelen eşrafın da bu kabil idarecilerin hükmü altına girdikleri yine bilinen vakıalardandır. Ayakkabı tamircilerinin bile İslâmî İmamet makamının mümtaz şahsiyetleri olarak, memleketi idare ettikleri de meşhur hâdiselerdendir. Do­kumacıların, basma satan esnafın içinden muktedir müf­tüler, kadılar, fakîhler çıktığını saymakla bitirmenin im­kânı yoktum Bu sayılı ilim adamları, islâm büyüklerini anlatan  kitaplarda hürmet ve  rahmetle  yâdedilirler.

Bir hadis-i şerif de şöyle buyurulur  :

Size bir Habeşî köîe dahi başkan olsa, onu dinleyip itaat etmeniz gerekir. [84]

3. Bu inançlarla bezenmiş bir camiada ,herhangi bir kimsenin veya bir zümrenin : (group) diktatör olma­sı için bir sebep düşünülemediği gîb, bu tarz bir idarenin barınabilmeği de imkân haricidir. Çünkü bu başatta her müslüman bir halifedir. Hiç b'r kimse veya bir zümre (3o, umum müslümanlardan hilâfeti selbedip, kendisini mutlak hâkim ilân etmeğe hakkı yoktur.

Memleketin idaresini ele alacak olan kimsenin asıl hususiyeti şudur: Ya bütün müslümanlar toplanıp rey verdikleri bir kimseyi halife seçerek, işlerini ona teslim ed p kendilerine vekil tayin edecekler veya ıstılah mâ-nasiyle bütün halifeler yâni bütün müslümanlar, onun halifelik etmesine, işleri tedvir etmesine muvafakat edip r*za göstereceklerdir. Seçilen bu zat, İslâm Milletinin bil­umum işlerini intizama koymak ve    memlekete ait her

umuru, Hak ölçülerine göre yürütmek için seçiİLVg olup, selâh yet onun elinde temerküz fconcentrate) etmiş ola­caktır.

Böyle bir mevkiye gelen zat, her şeyden önce Hak Taalâ'ya karşı mesul olup, aynı zamanda kendisini seç­miş bulunan, hilâfet hususunda kendisine vekâlet vermiş olan diğer halifelerin her ferdine karşı mesuldür.

Bu zat, mesuliyet hissi duymaz, kendisine gayr-ı meşru olarak, mutlak surette itaat ettirmek isterse ve kendini mutlak âmir. (Dictotor) hâline getirirse, o za­man bu kimse bir halife değil, hakkı gasbeden bir suçlu durumuna düşer. Nitekim bilinen bir gerçektir ki, her ne pahasına olursa olsun, âmiriyet : (diktatörlük) hilâfe­tin zıdchdir.

Şüphe götürmez bir gerçektir ki, Islâmî Hükümet, bir alemşümul hükümettir. Yaşayışın bütün şubeleri, bu şubelere ait teferruatlı kısımlar bu geniş dairenin içine pığmıştır. işte bu küllîlik ve alemşümul mahiyetin sebebi ve asıl temeli de Allah'ın âlemşümul kanununu, îslâmî hükümetin her cihetiyle tatbik etmesi içindir. Hak Taa-îâ yaşayışın her dalında öyle yol gösterici hidayetler bahsetmiştir ki, aslında bu kurtarıcı ve faziletli düstur­ların dahi hayatı baştan sona kadar, kuşatması ve sar­ması icabeder. İslâm Hükümeti, kendi umdelerine zat ha­reket ederek bu hidayetleri ortadan kaldırıp, kanunsuz bir otorite hüv'yeti (Regimentation) içinde polis vazife­si görme yetkisi de yoktur. Bu hükümet aynı zamanda, şu mesleği yapacak şu mesleği yapmayacaksınız diye kimseyi icbar edemez. Veya falan ilmi öğreneceksiniz, filân ilmi öğrenmeyeceksiniz şekl nde baskı yapma hakkı da yoktur. Yine aynı şekilde, çocuklarınızı şu şekilde terbiye edecek, şu şekilde etmeyeceksiniz; hattâ başını­za  şu serpuşu giyecek, şu  serpuşu giymiyeceksiniz; şu alfabeyi kullanacak veya bu alfabeyi kullanmıyacaksınız; kadınlarınızı şöyle gaydirecek iböyle giydirmiyfeceksiniz tarzında kanunlar çıkarıp millete de dikte ettirmeğe hakları olamaz.

Bu İlâhî salâhiyetleri, — b'r zamanlar, Avrupadaki Alman ve İtalyan diktatörleri ellerine geçirmişlerdi. Tür-kiyede ve diğer İslâm ülkelerinde meydana çıkan dikta yöneticileri yukarıda mevzuu bahsedilen icraatlara giriş­mişlerdi; — İslâm, hiç bir zaman ve hiç bir suretle ken­di nizamında hiç bir devlet başkanına bu gibi salâh'yet-ler vermemiştir. Bundan başka, mühim bir nokta da şu­dur ki, İslâm'da her ferd, bir tek şahıs olarak, Allah'a karşı sorumludur. Bu şahıs çerçevesi içindeki mesuliyet (Personel Accountability) de başka kimsenin îrtesesi yoktur. Buna göre, her kim kanun sınırları içinde, ta­mamen serbest ve hür olmak isterse, kendisi için istediği yolu tutabilir. Her ne tarafa yönelmek dilerse, kendi kuvvetini dilediği tarafa temerküz ettirebilir ve o yolda kullanabilir. Eğer bir emt hakkı ve yetkisi olmıyacak şek'lde hareket ve icraata baş vurduğu takdirde, bu zûl-miyle Allahu Taalâ'yı âlet olarak kullanmış olacaktır. Bunun içindir ki, insanlık için örnek bir devir olan, Zat-ı Risaletpenâhîlerinin ve O'nun dört büyük halifesine ait en mükemmel hükümetlerde bu gibi haksız bir zabt-ü rabt   (Regimentation)  görülmemiştir.

4. Bu camiada, her reşid ve âkil müslümana, — is­ter erkek olsun, ister kadın olsun — yol tutma ve rey verme hakkı verilmiştir. Çünkü bunların her biri kendi burumlarına göre bir halifedirler. Hilâfetin yükünü ta­şımaktadırlar. HaJc Taalâ bu hilâfeti herhangi bir husu­sî Ölçü, liyakat ve servetle şartlı kılınamıştır. Ancak oıan ve amel-i salih gibi bir şart konmuştur. Buna göre, rey vermek hususunda her miisiüman aynı haklara sa­hiptir.

İslâm, bu umdeleriyle mükemmel bir Cumhur ye t sis­temi, ortaya koymuştur. Diğer taraftan da ayrılık, infi­ratçılık : (individualism) kapılarını tamamen kapatmış­tır. Çünkü infirad.çihk birliği dağıtıp ortadan kaldırır. Birliğin aksi ve onun tam zıddıdır. Böyle bir kuruluşta, etrad ile cemaat birbirleriyle yekvücut hale gelmiştir. Ne ferdin şahsiyet toplumun içinde eriyip gitmiştir* — komünizm ve faşizm düzeninde olduğu gibi — ne de ferd, kendi had ve hududunu aşarak topluma zarar ve­recek hâle gelebür. — Batı dünyasındaki Cumhuriyet rejimlerinde olduğu gibi.

islâmda, ferde ait yaşayışın maksadı, toplum yaşa-yışının maksadıdır. Yâni İlâhî müeyyidelerin cemiyete nakşedilmesi ve bu vesile ile Hakkın rızasına nail olmak­tır. Yine bu düzen iç'nde ferde mahsus bütün haklar fer­de teslim edildiği gibi, toplum hakkında da farzları yeri­ne getirmesi lâzımdır. Bu şekilde ferd ile toplum arasın­da bir bağdaşma vücuda getirilmiştir. Ferd, kendi im­kânlarını her hususta kullanmak yetkisine mâlikdir. İler­lemiş ve gelişmiş bulunan bu imkânlar da toplumun kur­tuluşu ve aynı cemryet çatısı altında yaşıyan kitlelerin yaşama seviyesini düzeltmelerine yardımcı oİur. Bu hu­sus müstakil b^r bahisdir. Fakat burada bu mevzuyu et­raflıca izah etmek fırsatı maatteessüf yok. Çünkü, yan­lış anlayışların kapısını aralamamak ve îslâmî Cumhuri­yete ait karakteri olduğu gibi gösterebilmek lâzım gel­mek ted:r. [85]

 

BAB III.

 

Bir Kaç Söz

 

Kur'an-ı Kerim Attahu Taalâ'nm son kitabıdır. Bu kitapta yerin ve göklerin Hâliki, yaşayışın bütün esas meselelerine ait hi­dâyet yolunu, en mükemmel bir şekilde insanlara atâ kılmış bu usûlü de her zamana mahsus olmak üzere, tatbikini emir buyur­muştur.

Her kim, bu usûlü gözönünde tutar ve bu usûle sıkı sıkıya bağlanırsa,  muvaffak olup, felah bulmuş olacaktır  :

Benim hidayetime tâbi olanlar için ne korku vardır, ne de mahzun olurlar. Bizim âyetlerimizi yalanlayıp (gizleyen) küfür yolunu tutan kimseler ise ateş ashabıdırlar. Kaldıkça hep orada kalırlar.                                                      (El - Bakara. 38 - 39).

işte bu Kur'an-ı Kerim'de yaşayışın her şubesine ait temel hidâyet atâ kılınmıştır. Bu bahsin esası, insana beşikten mezara kadar hidayet, etmektir. — Hattâ mezardan sonraki yaşayış için dahi aydın bir rehberdir. — Buna göre her ne şekilde olursa ol­sun, Hak Taalânın bu kitabı siyasi meseleleri sükût ile geçemez. Kur'an-ı Kerim, din ile dünyanın birbirinden ayrılmalarını, tef­rikini, fitne olarak göstermiştir. Kendisine inananlardan da şunu talep etmiştir  :

Kâffeten hepiniz İslâm'a giriniz.

Aşağıdaki makalede Kur'an-ı Kerim'in aiyasî tasavvurları tanzim ve tertip edilmiştir.

Tefhim El - Kur'an, Mevlânâ Seyyid Ebû'l A'Iâ El MevdûdM-n'n tarihî tefsiridir. Bu eserde, içinde bulunduğumuz asrın mese­leleri ve Müslümanların yeni düşünceleri karşısında, Kur'an-ı Ke-rirn'in hakikî mevzuları teşrih ve izah edilmiş, aynı "zamanda gü­zel bir şekilde anlatılmıştır. Bu tarihî eser, beş cilde şâmildir. Bunlardan üç cildi basılıp bitmiş, dördüncü cilt baskıdadır. Bu satırların yazan; bu tefsirin bütün bahislerini seçerek üç ayrı ma-Kaıeae  sıraıaaı.  bu  maKaıeıeraeKi  mevzular siyasî  nizama  aittir.

Kitabın birinci kısmı Kur'anın Siyaset Nizamı ismi altında bu bahisleri ortaya koymaktadır. Siyaset Nizamına ait esas mesele­lerden bahsedilir. Diğer kısımlarda ise bu bahislerin tâli ve fer'î bahislerinden makaleler hazırlanmıştır. Bu şekilde takdim edil­mektedir. (Hazırlayıcı) [86]

 

Siyaset İlmînin Esas Soruları

 

Siyaset ilminin esas mevzuu fert ile hükümetin ara­sındaki münasebetlerdir. Bu ilim şu bir kaç temel soruya cevap verir  :

1.    Hükümet niçin lâzımdır?

2.    Hükümette «hakimiyet-i a'lâ  : en yüksek haki­miyet kime aittir?

3.    îtaat ve sadakata ait usul nedir?

4.    Hükümetin maksadı ve onun esas vazifeleri ne­lerdir?                                                   

Bu çok önemli suallere Kur'anJı Kerim'den cevap ve­rilecektir. Kur'an-ı Kerim'in siyaset hakkmdaki yüksek prensiplerini lâyıkı veçhiyle anlıyabilmek için, ilk Önce kâinatta insanın yerini ve mevkiini bilmek; onun hayat gayesinin nelerden ibaret bulunduğunu öğrenmek lâzım­dır. Elbette ki, bu iki mühim suale de yine mukaddes ki­tabımızda en isabetli cevap bulacağımız pek tabiîdir. Bu itibarla, tslâm'ın ilk yaşayış prensiplerine ait bazı esas meseleler bahis mevzuu edilip, bilâhare Kur'an-1 Kerim'in siyasî müeyyideleri anıklanmak suretiyle takdim edile­cektir. [87]

 

Bazı Temel Hakikatler

 

Herseyden önce, okuyucu, Kur'an-ı Kerim'is asıl maksadına nüfuz etmelidir, ister iman etsin, isterse iman etmesin. Ancak bu yüce kitabı anlamak için bu mühim şartın yerine getirilmesi şarttır. Zira Kur'an-ı Kerim'e vahiy yolu ile nail olan Hazret-i Muhammed (S.A.V.) bu husustaki beyanları şu şekildedir  :

1.  Bütün kâinatın Hâliki, Mâliki ve hüküm buyu­ranı olan Hak Taalâ, kendisine ait sonsuz büyüklükteki mülkünün bu ufacık köşesinde; yâni şu yeryüzü denilen yerde insanı yaratmıştır. însana, anlayış, düşünce ve bil­me melekeleri ihsan edilmiştir. İyiliği fenalıktan ayirdet-me kabiliyeti vermiştir. Seçme gibi irade serbestliği de atâ kılınmıştır. Eşyayı tasarruf gibi yüksek hasletlerle de teçhiz edilmiştir. Hülâsa olarak denebilir ki, bir nevi muhtariyet : (Autonomy) verilerek, bu yeryüzünde ken-d:sine halife kılmıştır.

2.    Hak Taalâ. insanı bu şekilde yeryüzünde kaim kıldığı zaman, açık ve anlaşılır bir tarzda ona peygam­berleri va*tasiyle şu meseleyi bildirmiştir: Sizin (bütün dünyanızm mâliki, sizin mabudunuz ve sizin hâkiminiz Ben'im. Benim bu saltanatunda ne sizin «muhtariyetiniz» ne de kullardan herhangi birisinin en ufak bir müdaha­lesi olabilir. Benden başka da sizin kulluk ve ibadet yap­mağa lâyık ve müstahak kimse yoktur. Bu dünya, yaşa­yışında s;zin elinize verilmiş bulunan bu muhtariyet ise, hakikatte bir nevi deneme ve imtihan içindir. Bu imtihan °i* müddet sürecek, sonra siz geri dönüp yine benân hu­zuruma geleceksiniz.. Ben de işlerinizin mahiyetini iyilik

veya kötülük derecesini size bildireceğim. İmtihanda mu­vaffak olup olmadığınız hakkında karar vereceğim. Sizin iğin en doğru yol şudur: Beni kendinize    yegâne mâbud ve hâkim kabul ediniz. Göndermiş olduğum hidayetler manzumesine göre hayat yolunuzu tanzim ediniz. Dünya hayatınıza  bir büyük  imtihan nazariyle bakınız. Ta  ki, sizin için asıl maksat, bizim    indimlzdeki son denemeyi vermek olsun. Bunun aksi olarak, sizin takip edeceğiniz herhangi bir yanlış yol, gösterdiğimiz düsturların zıddı­na bir istikamet de takip edebilir. Birinci yolu tutarsa­nız - kiy yolu tayin edip gitmek hususunda serbest bıra-kılmışsmizdir. -   o zaman siz dünyada emn-ü emâmmız-da huzur ve güven içinde ömür sürecek ve bana dönüp geldikten sonra da ebedî hayatın rahat ve sevincine ka­vuşmuş olursunuz.  Bu sonu gelmeyen  saadet yurdunun ismi   «Cennet» tir. Yok eğer yine siz ikinci yolu tutup giderseniz — ki yine siz bu yolu seçip seçmemekte ser­best bırakılmıştınız — o  zaman siz dünyada huzursuz­luk, fesat ve emniyetin    bozulmasına sebep olacaksınız. Bu kötü sıfatlarla dünyadan göçüp de ahirete intikal et­tikten sonra da sonsuz ıstırap ve azabın içinde musibet­lerin tadını tadacaksınız. Böyle bir suçlanma yerinin is­mi de «Cehennem» dir.

3. Şu büyük gerçek de anlaşılmıştır ki, Kâinatın Mâliki insan oğluna yeryüzünde barınmak için yer verdi. Bu şekilde de ilk insanları (Adem ile Havvayi) hidâyet yoluna yöneltti. Cenab-ı Hak&ın bu iki kuluna ait evlât­ları yâni bütün insanlık ailesi bu hidâyet yoluna uyarak yeryüzünde çalışıp gitmelidirler. Bu ilk insanın cehaleti ve bilgisizliği yüzünden değil, gerçeğin bu merkezde oldu­ğu içindi. Bu ilk rehber aileye Hak Taalâ'nm bir lûtfu inayetidir. Ve aydınlık yolun onların aziz şahsında bütün insanlığa bahsedilmesi sebebine istinat ediyordu. Bu yüzden ilk in&an hakikatle beraber yeryüzüne gerçek mâna­sını kazandırmış ti. Onların yaşayış yolları Hak Taalâ'ya itaat yâni «İslâm» idi. Onlar kendi evlâtlarına da Allah'a itaat etmeyi yâni «Müslim» olmağı öğretmişlerdi. Fakat zaman geçirifce, asılar ilerleyince, gitgide bu iki Örnek insanın evlâtları, bu doğru yaşayış yolunu (dini) unut­tular. Bu güzel yoldan ayrıldılar. Çeşitli şekilde yanlış yollara ve hatalı istikametlere saptılar. Gafletleri, onları bu çıkmaz yola sürükledi. Fenalıklara âlet olarak bu em­salsiz yolu terkettiler. Bu defa kendi zan ve hayallerine göre yerin ve göklerin sahibi bulunan Allah'a karşı, çe-ş't çeşit insanî ve gayrı insanî, maddî ve gayrı maddî hayalî varlıklar uydurarak, Allah'a bu malikiyet ve Ha-likiyet hususunda ortaklık koştular.

Hak Taalâ'nın kendilerine atâ kılmış olduğu hakikat ilmi : El - ilm'i de değiştirip türlü türlü hurafeler, na­zariyeler ve felsefeler karıştırarak, sayısız mezhepler ve dinler icat edip durdular. Onlar Hak Taalâ'nın mukarrer kılmış bulunduğu adilâne ahlâk ve medeniyet usulünü : (Şeriat'ı) bir tarafa bırakarak, kendi heva ve hevesleri­ne kapılıp nefsânîyetlerinin emrettiği taassupla öyle uy­durma kanunlar vaz ettiler ki, Allah'ın mülkü olan arz, bir zulüm ve fesat ocağına döndü.

4. Hak Taalâ, insana muayyen bir ölçüde bir irade vcrmişt'r. Bu iradenin yanı başında ona gideceği yolu da tâlim buyurmuştur. Bu emredilen İlâhî sistem insanın -yaratılışına ve fıtrî istidadına uygun düşen en mükem­mel düsturdur. Bu üstün nizamda, insanın insanlar üze­rinde 'tahakküm hakkı yoktur. İnsan haksız bir şekilde fcask. unsuru olamaz. İnsan için ister fert olsun ister top­lu bir şekilde olsun, muayyen bir zaman tanınmıştır. Bu mühlet zarfında, oniara şöyle denmiştir: Gerçeklere kar­sı kafa tutmak yoktur* Diğer insanların da hukukuna ri­ayetkar olacaksınız!

Nitekim onlara da bir örnek teşkil etmek üzere, bazı imana sarılmış bulunan insanları seçerek bunla­rın rızasına uymak, gösterdikleri yola gitmek hususu bildirilmiştir. Bu iman sahiplerini kendisinin mümessili va vekili tâyin etmiştir, insanlara göndermek istediği be­şaretler bunlar vasitasiyle gönderir. 'Bu şahsiyetler; in-sanhğı doğru yolda yürümeğe davet etsinler ve insanlara unuttukları doğru yolu hatırlatsınlar diye vazifeli kılın­mışlardır.

5.   Bu peygamberler, muhtelif zamanlarda ve devir­lerde muhtelif memleketlerde ve ülkelerde, nübüvvet va­zifesiyle şerefi erimişlerdir. Bu büyük zatların hepsinin de dinleri bir ve aynı idi. Yâni, insanın ilk yaradılış günün­den itibaren kendisine gideceği doğru yol gösterilmiştir. Bu yüce peygamberlerin hepsinin de aynı doğru yola hi­dayet ettiklerini görüypruz. Yâni  «Ahlâk ve medeniye­tin» ezelî ve ebedî usulü. Yaşayışın başmdanberi insanlar iç/n kararlaştırılmış olan usul. Onların heyetleri de bir­dir ve aynıdır. Gaye, kendi cinsinin çocukarım (nevi be­şeri) bu din ve bu hidayet yoluna davet etmektir. Sonra,. bu daveti kabul eden halkı bir araya   toplayıp, munta­zam bir şekle koyarak, bunlardan b:r ümmet vücuda ge­tirmektir. Bu ümmet A11 ahu Taalâ'nın kanunlarına bağ­lı bulunacak ve bu kanunun yürürlükte olması için çalı­şacaktır. Bu kanuna karşı gelenleri ve bu kanuna muha­lefet etmek yolunu tutanlarla mücadele edilecektir. İn­sanlığın büyük     önderleri olan  bu  yüce peygamberler kendi devirlerinde bu hayatî vazifeleri gayet mükemmel bir şekilde ifâ ettiler.

Fakat maalesef her zaman, insanların çoğu peygam­berlerin bu davetlerini kabul etmeğe hazır olmamalar­dır. Bu daveti kabul ederek «ümmet-i Müslime» olmak haysiyetini elde etmeğe yanaşmamışlardır. Kendi başlarina yol tutmak istemişlerdir. Hattâ bu insanlar arasın­da bazıları Hak Taalâ'nm göstermiş olduğu hidayette» tamamen ayrılarak Allah'ın emirlerine bir çok tahrifat uydurup eklemişler ve Hak Taalâ'nm hidayet yolunu bo­zup, tahrip etmişlerdir.

6. Nihayet Hak Taalâ (C.C.) Arabistan ülkesinde,' Hazret-i Muhammed (S.A.V.) bu mukaddes vazifeyi en üstün bir şekilde ifâ etti. Ük insan ve ilk peygamberle başlıyan bu muazzez memuriyet son ve en yüce peygam­berle ikmâl edilmiş oldu. Bu en büyük peygamberin da­vet sahası bütün bir insanlık âlemidir. Daha evvelki Ne­bilerin dinine sâlik olanlar da bu davetin hudutları için­dedir. En doğru ve en sahih yolu göstermeğe gelmiştir. Kabul edenlerden bir ümmet hazırlanıp bu ümmeti şu şekikle vazifelendirmiştir: Bir taraftan Allah'ın hidayet yolu üzerinde evvelâ kendi yaşayış nizamlarını düzene koyacaklar-, diğer taraftan da dünyayı islâh etmek için çetin gayretler sarfedeceklerdir. Bu ulvî davetin ve hidâ­yetin yolunu gösteren kitap da Kur'an-ı Kerim'dir Ce-nab-ı Hak bu hidâyet kitabını Hazret-i Muhammed (S.A~ V.)  vasıtasiyle nazil kılmıştır.[88]

 

İslamî Yaşayış Tasavvuru

 

Kur'an-ı Kerim'in dünyamızla ilgüi insan yaşayışıma sahih nazariyesine ait etraflı ve tam bir bahis şu ây kerimede bulunmaktadır :

Allah, müminlerin canlarını ve mallarını, kend&Jerf-ne verilecek olan cennet mukabilinde satm almıştır. (Bu müminler) Allah yolunda savaşırlar, ölürler de öldürür­ler de... Bu Tevratta da, tncilde de, Kurbanda da hak olarak vâdedilmiştir. Allah'dan ziyâde ahdine vefa    eden içimdir?   (Ey müminler)  yapmış olduğunuz bu alış ve-rişden dolayı «evinin. Bu, en büyük saadettir (Tevbe, 111) JBurada iman hakkında, Allah'la kul arastada böyle bir anlaşma yapılmıştır.    Bu anlaşma    Kur'an-ı    Kerim'de «bey» :  (alış veriş) tâbiri ile ifade edilmiştir. Bu tâbir­den anlaşılıyor ki, iman denilen mefhum sadece bir ma-baddettabia : Tabiat ardı (Ulturanature) bir akide değil­dir. Hakikatte ve haddi zatında iman bir anlaşma    ve bir alış veriş meselesidir. Bu anlaşma ve bu alış veriş ile, kul kendi nefsini, kendi malını, kendi canını Allahu Taalâ'ya kendi eliyle satmlş   olur. Bu alış verişi kabul eden Hak Taalâ da kabul ettiği satışın bedeli ve muka­bili olarak bu kulu öldükten sonra, yâni bu kulun ikinci' yaşayışında cennete götürüp, bu kuluna cennet ata kılar. Şimdi bu mühim mevzuu aslına uygun şekilde anla­tabilmek için., ilk önce bu alış - veriş meselesinin mahiye­tini :zah etmek ve bu ahş verişin içinde    anlaşılmayan noktaları açıklamak lâzımdır. Lâyıkı veçhiyle şerh edil­medikçe fikirlere ve düşüncelere aslî mânasiyle nakşe-dilmesi son derece zor olacaktır.

Bu gerçek, esas olarak nereye taallûk eder ve hangi hususlarda alâkalıdır? Zira insana bahşedilen canın da malın da hakikî mâliki yine Allahu Taalâ'dır. EJlbetteki1 canın, malın, insanın ve her şeyin hâliki yine Allahu Ta-alâ'dır. İster  -kendi indinde bulunsun, isterse bağışlayıp verm'ş olsun, bunların üzerinde tam bir tasarruf hakkı­na mâlik bulunan yine de Allahu Taalâ'dır. Durum böyle olunca bu alış verişin mânası ne demek olur? Böyle bir alış veriş olur mu diye artık soru sorulamaz. Allahu Ta-alâ'nın karşısında ne insan bir şeydir, ne de herhangi bir .şey Hak Taalâ'nın mülkiyetinden çıkamaz ki, Hak Taalâ dönüp de bunu yeniden satın almış olsun.

Fakat insan için bir şey daha vardır. O da Hak Taa­lâ'nın insana vermiş bulunduğu bir irade ve muhtariyet hususudur. Yâni insan için tanınmış bulunan intihap» (seçme hakkı) ve iradesinde serbest olma keyfiyetidir. : (Free Will and freedom of Choiee).

Bu muhtariyet olunca, hakikatte nefs - ülemer : (işin aslı) değişmez. Ancak insan muhtar olunca, istedi­ği bir şeyi kabul eder, yahut da reddedebilir. Başka bir tâbirle bu muhtariyetin mânası, insan hakikatde kendi nefsine, kendi zihnine ve cismî kuvvetlerine ve bu dün­yada bunlar iğin elde ettiği iktidarlara tamamen mâlik­tir ve istediğini yapabilir tarzında anlaşılması lâzım ge­lir. Bu gibi şeyleri istediği gibi kullanma hakkı da tam olarak insana verilmiştir. Bu hususlardaki serbesiyetin belli bir hududu vardır. Hak Taalâ tarafından mecbur edilmeksizin, zorlanmaksızın, insan kendisi kendi şahsı­nı bu kuvvetlerin mâliki kılmağa kalkışır ve zanneder ki, artık kendisinin Hak Taalâ'ya ihtiyacı yoktur. İnsa­nın kendisi şu ufak muhtariyet ile Cenab-ı Hak'ka ait kuvvetlere tasarruf etmeği bile aklından geçirir.

İşte alış - veriş meselesinin cereyan ettiği nokta da. burasıdır, insanda bulunan bu şeyleri Hak Taalâ satın al­mak istiyor gibi bir düşünce de doğru bir mâna taşımaz. Beîk; bu alış verişin sahih ve doğru şekli şudur ki, Hak:' Taalâ'nın insan indinde bıraktığı bu şeyleri, insan tam bir emânetle muhafaza etsin; hıyanet ve emniyeti suiis­timal' etmeğe yeltenmesin. Çünkü insana her iki yoldan birini tutmak hususunda  serbestlik tanınmıştır. Bu hu­susta istenen   şeyleri,   insan   kendi rızası ve gönlü ile ~— mecburiyetle değil — vermeğe hazır olsun.    Benim elimde bulunan şey benimdir demesin. Kendisinin elinde bulunanlar hususunda ihtiyar sahibi olduğunu farzetme-sın. Belki emanetçi olduğunu bu tasarrufun da emanetçilikten ileri geçmediğini kabul etsin diye ikazlara mâruz kalmıştır. Kendisine kısa bir müddet için verilmiş bulu­nan cüz'î Sıfatlara kapılıp da, hiyânet edebilmek serbes­tisini de kullanmaktan sarfı nazar etsin diye doğru yola davet edilmektedir.

Bu şekilde, dünya hayatında insanın elinde bulunan bu arızî muhtariyeti de — ki bu muhtariyet insanın ken­disinin kendisine vermiş olduğu muhtariyet değil de Hak Taalâ tarafından verilmiş olan bir muhtariyettir. — Hak Taalâ'nın ihsan ettiği bu muhtariyeti, insanın kendi eliy­le tekrar Hak Taalâ'ya satmasını yâni O'na bırakmasını talep etmektedir. Bunun karşılığı ve bedeli olarak da in­sana, ebedî yaşayışta cennet vaadedilmiştir. Bu alış - ve­rişin bedeli ebedî âlemde cennet olarak Ödeneceği buyu-rulm ustur.

Hak Taalâ ile bu alış - verişi yapmış olan insan da alış - verişi yapıp muameleyi bitirince nıü'min olur. İma-nm ikinci bir ismi de bu alış - verişi yapıp bitirmektir. Bu alış - verişi yapmayan, bu muameleye yanaşmayan, yahut da alış - verişi yaptıktan sonra muamelenin şartla­rını bozan, söz verdâkten sonra, alış - verişin bozulacağı bir hareket takibeden kini.se de kâfir olur. Küfür de bu ajış - verişe yanaşmamanın     yahut da bozmanın başka bîr ismidir.

Bu alış - verişin mânasını anladıktan sonra, şimdi de hu alış - verişe taalluk eden teferruata geçelim. Bunları tahlil etmeğe çalışalım :

1. Bu alış - verişte, Hak Taalâ insanı çok büyük iki imtihana çekmektedir. Birinci imtihan şudur: insan serbest bırakılmış olunca, bu serbestlik içinde kendi kıy­metini takdir edip etmediği, Dünya hayatına kapılıp ebedî Mâliki'ni tanıyıp tanımadığını, Kendisini yaratan Hâfkine sadakat göstermeyip nankörlük mü ediyor?

ikinci imtihan da şudur: insan kendi Allah'ına ne kadar güveniyor, O'na ne dereceye kadar itimat ediyor? Çünkü bu alış - verişte verilecek olan bedel, nakit ve pe­şin değil veresiyedir. Ancak öldükten ve dünyayı değiş­tirdikten sonra insan bu bedeli elde edebilecektir. Bu be­deli ödemeği de Allahu Taalâ vaad buyuruyor. Buna mu­kabil, insan bu günkü serbestliğinin tadını tadmıştır; ve bu muhtariyet dolayısiyle elde ettiği kolaylığı terketmek istemez.

2. Dünyadaki bütün islâm toplulukları hep Fıkhî kanunlarla hareket ederler. Bunun için, bu kanunlara göre, bazı akidelere imân etmek icabeder. Hem iman et­mek, hem de söz vermek lâzımdır. Böyle bir imana sahip olan kimseye — hiç bir Şeriat Kadısı (Şeriat üzerine hü­küm veren hâkim) herhangi bir açık ve kesin delil ile sabit olmadıkça, — «Sen gayrı - Muslinisin, İslâm camia­sının -haricine çıktın» diyerek hüküm veremez. Bu hak hiç bir hâkime ve hiç bir kimseye verilmemiştir. Hattâ, «senin verdiğin şu ikrar da yalandır» diye de söyliyemez. Ancak bu imanlın muteber olup olmadığı yalnız Allah in­dindedir. Bu meselenin hakikati şudur: Kul düşünce ve amel'in her ikisinde de kendi serbestliğini ve muhtariye­tini AUahu Taalâ'nm eline teslim eder. O'nun hakkı olan hakikî mülkiyetin de, bu kul kendisine ait olmadığını bi-h'r ve bu mâliklik iddiasını bir tarafa bırakır ve gerçek bir kul olur.

3 Herhangi bir kimse, İslâm kelimesine söz verip, <îruç, namaz ve diğer îslâmî hükümler ve emirlere de kağh olursa, fakat onun vücudu ve ruhu, onun fikrî ve kuvvetleri kendi malını, vesilelerini, kaynaklarını ^ imkanlarını kendi elinde tutmak ister ve kendisini unların mâliki ve mutasarrıfı telâkki ederse, — menşe bakd       bunlara  tasarruf  etmekte   serbest  olmakla beraber — bunların kendisine ait olduğunu düşünürse, o zaman bu dünyada mümin ve iman sahibi görünse ve ta­nınsa dahi, hakikatde Allahu Taalâ'nm indinde bu kim­se gayrı - mümindir. Çün'kü böyle bir kimse Kur'an-ı Ke-rim'de imanın esası olarak bildirilmiş bulunan Allahu Ta-alâ ile böyle bir muameleye yanaşmamıştır, Allah rızası­na rağmen, kendi malını ve canını esirgemiştir. Allah'ın rızası olmayan hususlarda canını ve malını heba etmiş­tir, işte bu iki şekildeki işin neticesinde kat'î olarak iman sahibi olmakla iman sahibi olmamak anlaşılır. Mahni, canını Allah'a teslim etmeyen veya teslim etmek için söz. verdikten sonra muameleyi alış verişi tamamlamayan ve bu şeylerin kendisine ait olduğunu iddia eden bir insan imanlı sayılamaz.

işte, imanın bu hakikati, yaşayışın başından sonuna kadar, Islâmı yaşayış ile kâfirâne yaşayışı birbirinden ayırtr. Sahih mânada iman etmiş bulunan bir müslüman, kendi yaşayışının her şubesini ve her sahasını Hak Taa-lâ'nın rızasına tâbi kılarak çalışır. Bu yolda da herhangi bir yerde her ne şekilde olursa olsun, kat'î bir surette» muhtariyet iddiasında bulunmaz. Ancak belki bazı za­manlar unutkanlık saikasiyle Allah'la yapmış olduğu bu alış - verişin bazı taraflarını unutarak, bazan muhtar bir şekilde hareket eder. Fakat bu böyle olsa dahi, bu gibi kimseler yine ehli iman zümresinin teşkil ettiği bir camia içinde bulunurlar, içtimaî vaziyetlerinde, herhangi bir zabıta, siyaset, medeniyet, muaşeret ve geçim işlerinde Allah'ın rızasını gözeterek telâmı hükümleri tatbik eder­ler. Allahu Taalâ'nıh şer'î kanunlarına bağlanırlar. Bu kanunlardan kurtulmak yoluna gitmezler. E^jer arızî bir şekilde gaflet bile etseler, kendileri uyarılır ve böyle ser­bestçe hareket etmeği bırakıp kulluk yolunu tutsun diğer ehli iman tarafından da ika» edilirler.

Ajlah'dan kurtulmuş gibi çalışmak, kendi nefsinin Herine tâbi olup kendini muhtar zannederek gitmek ıste da da düşünür taşınırlar, «biz neyi yapalım, neyi y° ayalim» derler. Yapacakları bir işte, Allah yolunu b rakip kendi nefsanî isteklerine tâbi olmuş ve yaşayış­larında kâfirâne yol tutmuşlardır. İster halk bunları müs­lüman olarak tanısın, isterse yine halk bunlara kâfir is­mi versin veyahut da gayrı - müslim diye vasıflandırsın­lar. Hepsi de aynı kapıya çıkar.

4. Bu alış veriş yapıldıktan sonra ve bu alış verişe göre, insan her hususta Hak Taalâ'nm rızasına tâbi ol­malıdır. Bu rızayi İlâhî, insanın kendisinin tecviz ettiği, şeyler değildir. Hak Taalâ'nm bildirdiği hususlardır. İn­sanın kendi kendine uydurup ortaya attfığı hususlar, Hak Taalâ'nın rızasına sebep olamaz. Bu gibi şeylere de tâbi clmak yine rızayı îlâhiye ,yol açmaz. Bunlar, insanın ken­di rızasına sebep olur. Bu da bahsettiğimiz alış verişin hilafıdır. Bu gibi şahsî ve nefsanî hareketler alış verişi bozar.

Allah karşısında yapılnfış olan alış verişi, ancak o k'tnse veya kimseler veya zümreler devam ettirirler ki, tütün yaşayışlarinin her tarafında ve her yolunda Hak Taalâ'nıa kitabına, O'nun peygamberinin sünnetine — ki fcu sünnetin aslı ve esası da kitaptan gelmiştir — tâbi ol^P giderler.

Bunlar, bahsedilen alış - verişin muntazam olduğu ususlardır. Bunlar anlaşıldıktan sonra, şu mesele de naüığindejj anlaşılacaktır: Bu alış - verişdeki, fiyat ve ' yanı °ennet içinde bulunduğumuz bu günkü dün-

b f^ sonra' ku dünyanın nİnayetinde verilecektir. El-e Şurası da açıktır ki, verilecek olan bu cennet sırf ni     în ^arŞ"iğında verilmiyecektir. Yâni satıcı kendisi- unyevî yaşayışını ortaya koyacaktır. Bu yaşaylş tar-

21 bir ticaret maU gibi satışa a edilecektir. Ve bunun karşılığında da bedel alınacaktır demek değildir. Belki bu iş bir değiş - tokuş işidir. Satıcı kendi dünyevî yaşa­yışında, elinde bulundurduğu muhtariyetleri bir tarafa bırakacak, tasarruf sahibi olduğunu düsünmiyecek; Al* lan karşısında elinde bulunanlara bir yed-i eminden bir emanetçiden başka bir şey olmadığını hesaba katacak ve Allah'ın rızasına uygun bir şekilde elinde bulunan şeyle­re tasarruf edecektir?

îşte bunun için alıcı bu işde kârlıdır. Alıcının dünye­vî yaşayışı bitinciye kadar, bu satış malı da yine kendi elinde bulunacaktır. Hakikatte şu da açıktır ki bu satış şartları, alıcının dünyevî yaşayışının son anma kadar bü­tün şartlan ile devam eder. Ancak, bu satış vadesinin ödeme zamanı geldiği vakte kadar sabşın bedelini almi-yacaktir. Yâni hayatının sonundan sonra, bu bedeli al­mağa ancak hak kazanacaktır.

Bu hususların vazedihnesiyle birlikte şunu da bil­mek lâzımdır ki, bu mevzuda bu hususu niçin beyan edi­yoruz. Yukarıda iman edip, ikrar verdiği halde, imtihan zamanında imtihandan muvaffakiyetle geçemeyen bazı kimselerden bahsedildi. Bunlar, bazen tenbeilik, bazen, hulûsu niyetin zayıflığı, bazan da kat'î münafıklık, bazan da herhangi bir sebeple, Allah yolundan ayrılırlar, inan­dıkları din yolunda kendi canlarını ve mallarını feda et­mekten esirgerler. Bunun için, bu gibi kimselerin yahut da zümrelerin tuttukları yolu tenkit ettikten sonra, şim­di şurasını da açıkça söyliyelim ki, sizin kabul edip ikrar verdiğiniz iman nedir? îman demek, sırf bir isimle^ikti­fa etmek değildir. Belki esasda şu hususları kabul ettik­ten sonra, ikrar vermektir. Allah Taalâ sizin nefsiirzin, varlığınızın ve malınızın hakiki sahibi ve mâlikidir. Bu şekilde ikrar verdikten sonra, eğer siz kendi nefsinizi, varlığınızı, malınızı ve canınızı, Allah yolunda kurban etineğe, feda etmeğe hazır olmalınınız. Diğer taraftan da kendi nefsanî kuvvetlerinizi ve elinizde bulunan kaynak­larınızı Allah'ın tâyin ettiği şartların dışında kullanma­malısınız. Verilen ikrarın gereğini yapmayıp da ikrarın hilâfına hareket etmiş olursanfiz, o zaman siz yalan ikrar vermiş bulunacak ve bir yalancı olacaksınız.

Hakiki ve doğru iman sahipleri ancak, kendi nefsini ve varlığını, malını ve canını, Allah'ın eline bırakıp, on­dan başka mâlik ve sah;p tanımayan kimselerdir. Her ne­rede Allah'ın hükmü olursa hemen gecikmeden ve bir şey esirgemeden bunlardı feda etmeğe hazır bulunan şa­hıslardır. Her nerede Allah'ın hükmü yoksa, O'nun bir emri bulunmuyorsa, • bu kimse elinde bulunan bu malın­dan ve canından zerrenin zerresini bile harcamağa hazır olmamalıdır.

Bu hususta da bîr çokları bir hayli itirazlarda bulu­nurlar. Ku'an-ı Kerim'dek' bu vaadden ^bahsederek bu gibi vaadlerin Tevratta ve Incilde de olduğunu söylerler. Fakat Incilde bu vaad'in bulunması bu itirazları destek­lemez. Hattâ Incilde bu vaad'n bulunması bu itirazı esas­sız hâle getirir. Şimdiki dünyada mevcut bulunan «Ena« cÖ» : Inciller'de Hazret-i İsa (A.S.) in bu hususa taalluk eden bâ^ı öğütleri vardır. Meselâ onlardan bir örnek şu­dur :

Ne mutlu adalet için matrud olanlara, zira göklerin melekûtu anlarındır. (Metta İncili bab, 5, fıkra 10. Ki-tab-ı ahdi - Ced^d, Paris Krallık matbaası 1827 sahife 5. Türkçe tercümesinden aynen nakledildi.. (Mütercim)

Kendi hayatını bulan, onu zayi ede. Ve benjm için kendi hayatını zayi eden anı bula. (Incil-i Mettâ bab 10. Fıkra 39. Sahife 13.).

Ve her kim benim ismim için evleri, ya k-armdaşla-rh ya kız karındaşları ya babayı ya anayı ya avreti ya oğulları ya tarlaları terk ederse, yüz kat ala ve ebedî şek­liyle hayata vâris ola. (Mettâ bab 19, fıkra 29. sahife 25). Zamanımızdaki şekliyle elimizde bulunan Tevrat da şüphesiz ki bu mevzu yoktur.  Çünkü Tevratta ölümden sonraki yaşayış «Hayat ba'd el - mevt» ve kıyamet günü hesabı «yevm ül hesâb» ve uhrevî ceza ve mükâfat hak­kında bilgiler geniş bir şekilde mevcut değildir. Halbuki, bu akîde esasda dinin ayrılmaz bir cüz'üdür : «Güzün lâ -yenfekk.» Bununla beraber elde mevcut bulunan Tevrat­ta mu mazmuna rastlamıyoruz. Hakikaten Tevratta bu mevzu yoktur. Neticesini de çıkarmak    doğru    değildir. işin aslı şudur ki, Yahudiler, gerileme devirlerinde    bir hayli maddeperest ve dünyaperest olmuşlardır; rahatlığa ve hoş vakit geçirmeği özlemişlerdi. Onların indinde ni­met ve ihsan, ahiret hayatına matuf olmayıp, halihazır dünyada nakit ve peşin olarak elde edilendir. Bundan do­layı Kitab-ı îlâhî'de bahsedilen ihsan     vaatlerini onlar hep bu dünya için düşünürler. Onlarca «cennet» mefhu­munun her türlü vasfı kene gibi yapıştıkları Filistin ül­kesinde ümit edilir.   Misâl olarak,    Tevratın müteaddit yerlerinde rastladığımız bu mazmundan bir kaç    cümle alalım :

«Yâ Isrâ'îl dinle: Allahımız Kabb, Rabb-i vahiddir. Ve A İlah "m olan Kabin, bütün gönlünden ve bütün ca­nından ve bütün takatindan fazla seveseni» (Tevrat Ki-ta'D el - istisna : Tevrat ei müsennâ. Bab 6, fıkra 4 - 5. Kitab-ı Ahdi Atik. Paris Kırallık Matbaası 1827. Sahife 211*   (Türkçe tercümesinden aynen alındı).

«Seni kendine edinen seni yaradan ve düzen (ortaya gıkaran) baban bu değil midir?.»

(Tevrat El - Müsenna Bab 32, Fıkra 6, Sahife   242).

Onlarca bağlılığın mânası, Allah'a götüren bir bağlbk değil   dünva mülküne celbeden bir ihtiras şeklindedir. Burada dünyanın geçici nimetlerine kavurmaktır. Bütün bu hırsın altında Filistin ülkesinin rüyası yatmak­tadır.

Bu günkü şekliyle Tevrat, ilkönce aslma uygun de­ğildir. Tamam olmadığı gibi saf olarak, halis Kelâm-ı îlâhî Kelâm ismi altında yer almıştır. Öyle bir tahrifata başka kelâm da karışmlış ve eklenmiştir. Tevratm için­de Yahudi kavminin rivayetleri, hikâyeleri ve kıssaları, nesil ve ırk taassupları, vehim ve hayâlleri, istek ve ar­zuları, yanlış anlayışları, fıkhî içtihadlarmm tâdil edilmiş şekilleri bir yığın şeklinde ve işin en feci tarafı olarak, İlâhî Kelâm ismi altında yer almıştır. Öyle bir tahrifata uğramıştır ki, kelâmın aslını karışmış[89] olanlardan ayırt etmek mümkün değildir.  [90]

 

Din Ve Hak Kanunu

 

Zina eden kadınla zina. eden erkeğin her birini yüzer kırbaçla kırbaçlayın. Siz eğer, Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız, Allah'ın dininde onlara acımayınız. (Nur, 2).[91]

Yukarıdaki âyet-i kerimede nazarı dikkati celbeden ilk şey, zina yaparak günah işliyenlere, cezaî müeyyide-ftttı tatbik edilmesiyle meydana gelmiş olan inzibat mese­lesidir. Âyet-i kerime bu hususu, Allah'ın dini olarak açıklamış ve en belirli bir tarzda ifâde etmiştir. Bu, Kur'-anî delille, kat*î olarak malûm olmuştur. Din, yalnız ria-maz, oruç, zekât, hac gibi ibâdetlerden ibaret değildir. istisnasız olarak, cemiyetin bilumum ihtiyaçlarına cevap Teren, bütün kanunlar, din çerçevesi içinde yer almakta­dır. Bu itibarla, dini kaim kılmak sadece namazı edâ etmeklc bitmiş olmuyor. Namazın kaim kılındığı yerde, an­cak d'nin bir hükmü ifâ edilmiş olur ki, bu cüz pek tabiî olarak dinin bütünlüğünü ifâde edemez. Hangi memle­kette olursa olsun, dinin inzibatî hususları yürürlükte olmaz ve o cemiyette başka cezaî müeyyideler ve başka kanunları tatbik edilmekte ise, demek ki orada Allah'ın dini de reddedilmişte. Böyle bir cemiyet düzeninde «di-ııullah» dan bir eser kalmış sayılmaz.  [92]

 

Hükümetin Lüzumu  Ve  Ehemmiyeti

 

Söyle yâ Rabbî* benî doğru girişle girdir ve doğru çıkıştan çıkar ve bana kendi indinden yardımcı bir ikti­dar ver.                                                (îsra Sûresi: 80)

Bu ulvî âyet, bir peygamber duasındaki mühim ih­tiyacı aksettirmektedir. Cemiyetin duçar olduğu felâke­ti ve bu yaranın iyi şekilde nasıl sarılacağına bilen Hakkın elçisi Rabbine şöyle niyaz ediyor: Bana hüküm­lerin icra mevkiine uyacak bir iktidar ver. Veya bana yardımcı olacak herhangi bir hükümeti ortaya çıkar. Onun kuvvet ve kudreti vasıtasiyle, bu dünyayı kurtara­yım. Fenalıkların ve ardı arkası kesilmeyen kötülükler selinin önüne geçip yolunu şaşırmış insanlık camiasına Hak Nizamının adalet ve güzelliğini göstereyim. Âyet-i Kerime'nin tefsirinde, Hasan Basri, Kıtâde, tbni Cerir ve İbni Kesir ve bunlar gibi kıymetli müfessirler kaydetti­ğimiz gibi mâna vermişlerdir. Bu tefsiri şu şerefli Hadîs-kat'î bir açıklığa kavuşturmaktadır :

Hak Ta ala, Kur'an ile ortadan kaldırmadığını, hii kûmet vasıtasiyle ortadan kaldırır.  (Hadîs).

Kesin olarak anlaşılıyor ki; îslâmın dünyada yap­mak istediği ıslâhatta yalnız vaaz ve nasihat yolu ihti­yar edilmemiş, bu cihan çapındaki fikir manzumesi, aynı çapta amelî olarak ta eîe alınmış ve bu dört başı mâmur ceht ve gayretin tabiî neticesi olarak islâm'ın örnek si­yasî hükümeti vücuda gelmiştir.

Hak Taalâ'nm bizzat kendisi, kendi Nebisine öğret­tiği bu dua ile sabit oluyor. Dinin kaim kılınması ve şe­riatın infazı, hududullahm icrası için hükümet istenmiş­tir. Bu hükümetin elde edilmesi yalnız caiz sayılmamış, aynı zamanda lâzım görülmüş ve zarurî olarak düşünül­müştür. Ba^ı idrâk yoksunları, anlayış hatasına düşerek, bu şekilde hükümet talep etmeği dünyaperestîik ve dünya isteğ: olarak vasıflandırmak isterler. Böyle "olsaydı bir azîm peygamber hükümeti kendi adına talep ederdi. Hal­buki o hükümeti Allah için 'istiyordu, Ve böyle kudsî bir istek, Kur'an-ı Kerim'de mevzubahs ediliyordu. Allah'ın emrettiği dinin kaim kılınması için taiep edilen hükümet dünya-perestlik ve şahsî istek için değil, Allah sevgisinin iktizasındandır.  [93]

İşte Yûsuf (A.S.) sûresinde de aynı talebi gorüyo-*uz. O da ahlâkî ve içtimaî ıslahat yolunu tutmak istedi-ğ-1- zaman, risâletin tabî bir zarureti olarak iktidarı ele geçirmek istemişti. Bütün büyük peygamberlerde oldu­ğu gibi, Peygamberimiz de (S.A.V.) gelmiş ve gelecek devletlerin en güzidesini kurarak, îslâm dinin.n kaim ol­masında,  kendi hükümetini vasıta kıldılar.

Kur'an-ı Kerim'de bu meselenin şerhi hakkında, şöy-Je buyurulmuştur:

Onu benim yanıma getirin, onu kendi­me dost edineyim. Ocunla buluştuğu zaman dedi fcâ: Bu günden itibaren bizim yanımızda emniyetle, güvenle ka-ia çaksın. (O da) dedi ; Benî yeryüzünün bütün hazmele-riniıı babına geçjr, ben onları korurum ye İ>ilenimdir.

(Yûsuf 54 - 55)

Bundan evvelki bahislerde bu sûrenin mevzuu, etraf­lıca anıklanarak anlatıldı. Ve artık anlaşılıyor ki; iste­nen bu vazife alelade bir memuriyet ve bir işçilik değil­dir. Ve istenen memuriyeti ise, makam    peşinde koşan, koltuk düşkünü kimselerin istediği tarzda bir makam ve bir mansıb da değildi*1.    Bu mukaddes arzunun hedefi, gerçek inkılâbın kapılarını açmak için baş vurulan gayet mâkul ve müessir bir çaredir. Hazret-i Yûsuf (A.S.) ah­lâkî hasletleri gözönüne alınarak; on, onbir senelik dira­yet, hikmet ve emniyetin erişilmez Örneklerini vermiş; şerefli mazisine binaen, kendisine istediği bu makam bir minnet duyguları altında verilmeğe    hazırlanmıştı.- Bu, kapının açılmadı için bir işaretti. Hazret-i Yûsuf  (A.S.) m denenmesi pek uzun sürmüştü.    Denemeler sırasında herhangi bir şekilde bir köşede unutulup bırakılmamıştı. Mısır padişahından sokakta oyun oynıyan çocuğa kadar, faziletleri duyuhnus ve şayi olmuştu. O, bütün imtihan­larını muvaffakiyetle vermiş ve kendisinin emanet husu­sundaki müthiş titizliği, diyaneti, dürüstlüğü, hilmi, ze­kâ^ îiirayeti, feraseti, büyük işler yapma kabiliyetleri, engin gönüllülüğü ve bütün bu ahlâkî değerlerin üzerinde bir nur gibi ışıldayan, nefsi zabt edebilmek gibi ancak seçilmiş kullara yergi olan bu sıfatla, o zamanki asır için­de eşine ve emsaline rastlan ılmıyacak bir şahsiyet ola­rak tanınmıştı.

Halk ve saray erkânı, zamanla onun yüce hüviyeti­ni tanıyınca artık ona muhalefet edecek kimse de kalmam'ıştı. Mısır padişahı bile, silâhını atarak ona teslim ol­muştu. Hazret-i Yûsuf'un (A.S.); «Ben korurum: Hafz» ve «ben bilen imdir : Alim» demesi sırf bir iddiadan iba­ret değildi. Bu, ispat edilmiş bir meseleydi. İşte bunun için kendisine inanıldı. Artık Hazret-i Yûsuf (A.S.) m hükümeti eline geçirdikten sonra yapacağı işler kalıyor­du, Hazret-i Yûsuf (A.S.) kendi isteği ile padişahdan iktidarı talep etmişti. Padişah ve saray erkânı da onun bu işleri yapabilecek kabiliyette olduğuna kanaat getir­miş bulunduklarından ve bu makam için onun kadar eh­liyetli başka birisini bulmak kabil olmadığım anladıkla­rından bu işi onun eline teslim etmekte tereddüt etmedi­ler, îşte onlar, bu şekilde kendi memleket işlerinin nok­sanını düzeltmiş ve tamamlamış oldular. O, kendi lisa-niyle bu işi padişahdan talep edince; padişah ve iktidar çevreleri bu isteği öyle bir cânü gönülden kabul ettiler ki, sanki bu işe uzun zamandanberi hazırlanmış ve *»k'-denberi bunu bekliyor gibiydiler. Bir işaret bu mesele­nin derhal olup bitmesine kâfi gelmişti.

Talmud'un beyanına göre, Hazret-i Yûsuf (A.S.) in ktidarı istemesi yalnız padişahın kendisinden değil, pa­dişahın bütün aile efradı ve halefleri nezdinde vâki ol­muştur. Bu talep, padişahla beraber bütün aile efradı ve halefleri- de ittifakla kabul etmişlerdir.

Hazret-t Yûsuf '(A.S.) un istediği, elde ettiği ve kavuştuğu bu iktidarın mahiyeti ve şümulü nedir?

Düşüncesiz ve bilgisiz kimseler, Hazâ'in - ©1 - arz cümlesindeki ha/â'in : hazineler kelimesine bakarak, bu­nu hububat taksimi gibi alelade bir iş gibi ve buna ben­zer işlerle mukayese ederler. Hazret-i Yûsuf (A.S.) bir nevi hazine emini, maliye müdürü, defterdar, yahut da kıtlık zamanındaki iaşe nazırı, yiyecek karnesi dağıtan oüro başkanı, maliye bakanı, yiyecekler bakanı gibi bir şeye benzetmeye kalkarlar. Fakat Kur'an-ı Kerim ve Talmud'un müttefik olarak şehadetlerine göre; hakikat­te Hazret-i Yûsuf (A.S.> Mısr saltanatının muhtar-ı ,küi-lû, Roma ıstılahına göre diktatörü olmuştu. Memleketin her işi ve her hususu beyazından siyahına kadar, onun elinde ve önün ihtiyarında idi.

Kur'an-ı Kerim bu hususu şu şekilde beyan buyuru­yor: Hazret-i Yâkub  (A.S.) Mısıra ulaştığı zaman, Haz-' let-i Yûsuf taht üzerinde oturmuştu.

Babasını tahtın üzerine çıkardı.           (Yûsuf, 100).

Hazret-i Yûsuf (A.S.) in yine bu mevzuda, kendi lisanı i!e söylediği bir cümleyi Kur'an-ı Kerim şu şekilde nakleder  :

Yâ Rabbj, Sen bana mülk vermişsindi? (Yûsuf, 101).

Su maşrabasi hırsızlığı meselesine gelince; ora hü­kümetin memuru, Hazret-i Yûsuf (A.S.) m su maşraba-sım, pad'şah su maşrabasi olarak vasfediyor.

Dediler, padişahın su maşrabasım kaybettik. (Yûsuf,  72).

Hak* Taalâ Yûsuf (A.S.) m Mısırdaki iktidarından bahsederken; «Bütün Mısır ülkesi onundfu.» şeklinde va-niy buyurmuştur.

Orada istediği gibi bar mirdi.   Yûsuf, 56)

Bu gerçek, Bible (Kitabı Ahd-i Atîk ve Kitabı Ahd-î Cedîd) de şu şekilde anlatılmaktadır. Bu kısımda Firavu­nun  Yûsuf   (A.S.)   a söyledikleri     sözlerimize     sehadet eder :

«Ve Firavun Yûsuf (A.S.) a dedi ki, çünkü bu cüm­leyi Allah sana malûm eyledi. Senin gibi âkil ve dana yoktur. İmdi sen evim üzerine ol ve cümle halkım ağzı­na baksın, ancak taht hesabiyle senden büyük olayım. Ve dahi Firavun Yûsuf (A.S.) a dedi ki, işte seni bütün Mısır diyarı üzerine nasbeyledim.  Bâ'dehü Firavun mühürünü elinden çıkarıp, anı Yûsuf (A.S.) in eline kodu,, hem ana tülbent libas giydirip, bir altın tuğu boğazına. takdı. Ve anı kendi ikinci kucusune b'ndirip, (tahtına) önünde herkes diz çöksün deyû nida ettiler, ve anı bü­tün Mısır diyarı üzerine nasbeyledi. Hem dahi Firavun Yûsuf (A.S.) a dedi ki, ben Firavunum, bütün Mısır di­yarında senin izn:n olmaksızın, bir adam elini ya ayağı­nı kaldırmaya... Ve Firavun Yûsuf (A.S.) m adını «Saf-nâthn Fa'nâkh» : Dünyayı Kurtaran kodu, ve ona on şeh­rin imamı Futîfer'in kızı Esnath'i zevce olarak verdi. Bâdehü Yûsuf (A.S.) cümle Mısır diyarının seyretmeğe çıktı.»

Talmud'un nakline göre, Yûsuf (A.S.) un .kardeşle­ri Mısır'dan dönüp babalarının yanma avdet edince, ba­balarına Mısır hükümdarı olan kardeşleri Yûsuf (A.S.) u şu şekilde anlattılar  :

Kend ülkesinin sakinleri arasında, en büyük selâ-h'yet onun elindedir. Herkes onun emirlerine uymaya mecburdur. Onun sözü bütün ülkede geçmektedir. Her hangi bir işi yapacağı zaman Firavundan müsaade alma­sına lüzum yoktur.

İkinci sual de şudur ki : Hazret:i Yûsuf (A.S.) bu devletin icra yetkilerini ne maksatla istemiş ve niçin bu. ehemmiyetli selâhiyeti elde etmişti? Hazret-i Yûsuf (A. S.) bu hizmetleri yaparken mevcut küfür nizamının ka­nun ve usullerini mi takibediyordu ? Yoksa, hükümet ve ktidar eline geçince, islâm, siyaset, ahlâk ve medeniyet usullerini mi kuracaktı? Bu suallerin en iyi cevabını Al-lâme Zemahşerî, «Keşşaf» isimli tefsirinde vermiş bulu­nuyor:

Hazret-i Yûsuf   (A.S.); Beni yeryüzünün hazineleri- başına geçir.

Demişti. Onun bu talepten maksadı, yalnız şu. idi  : Bu vesile ile Hak Taalânm emrettiği gerçek    kanunları tatbik etsin.  Ülkesindeki mazlumlara kaklarını verebil­sin. Allah'ın adaletini yaymak için, iktidarını bir vasıta kılabilsin. Vazife aliriış olduğu işleri yapabilsin. Nihayet .Enbiyânın yolunu tutup gitmek imkânına kolaylıkla mâ­lik olsun. Peygamberlerin politikacılar gibi dünya sev­gisi ve dünyanın kirli işlerine bağlılıkları olmaz. Hazret-i Yûsuf (A.S.) da sayılan maksatların husulü için iktidarı talep etmişti.

Hakikat şudur: Bu sualin kendisi de başka bir sual­den doğmaktadır. Bu yeni sual de pek mühim ve esaslı b'r sualdir. Eğer Hazret-i Yûsuf bir peygamber ise, o za­man Kur'an-ı Kerim'de bildirilen diğer    peygamberlerin hattı hareketini takip etmesi lâzımdır. Nasıl olur da bir taraftan islâm'a davet eder, diğer taraftan kendisi kal­kar da Allah yolundan gitmeyen, kâfîrâne rejimin yü-rümes", için hizmet etmek yolunu tutar? Belki bn sual bununla da bitmez. Bu sualden daha da ince ve daha da önemli yeni bir sual ortaya çıkar. Hazret-i Yûsuf (A.S.) teiniz ve'doğru.yol tutan bir insan mıydı? Yoksa değil miydi? E^er Hazret-i Yûsuf (A.S.) doğru ve temiz bir insan ise, o zaman bir temiz ve doğru insan nasıl olur da hapishanede iken, peygamberlik iddiasında bulunarak :

Şu bir yığın uydurduğunuz ilâhlar mı iyidir? Yoksa, bir tek ve kudret sahibi bulunan Allah mı?

Sözünü söyler? Yine bundan başka nasıl olur da müteaddit defalar tekrar tekrar, Mısır halkının karşısın­da şu ibretli uyarmaları yapar ki :

Sizin için şu uydurup kendi indinizden çoğaltıp dur­duğunuz ilâhlardan biri de bildiğiniz şu Mısır padişahı­dır? der.

Hazret-i Yûsuf (A.S.) bilhassa şu tebligatı ile her devre ışık tutan ve yegâne hakikati açıktıyarak peygam­berlik akidesini açık bir şekilde beyan eder  :

Ferman vermek, buyruk sahibi olmak yalnız bir ve tek bulunan AIIalnı Taalâ*nındir.t Ondan başka kimsenin bir 'ktidar hakla yoktur.

Sonra, bu nasıl bir iş olur: Aynı Hazret-i Yûsuf (A. S.) diğer taraftan amelî ve fiilî işe gelince; kalkıp da tenkit ettiği ve nizamını değiştirmek istediği, bildiğimiz, kâfirâne nizamı takibeden şu Mıslr padişahının hükümet rejimine hizmet etmek yolunu tutup da gider? Yalnız. hizmet etmek yolunu tutmakla da kalmaz, belki, kendisi bu rejimin yürütücüsü, tertibe koyanı, muhafızı olup; hattâ Mısır padişahının rububiyetine de boyun eğip onun. temel nazariyesi olan :

«Kanun yapmak, buyruk sahibi bulunmak Allanın; değildir de benim kendimin yâni padişah olan benimdir.

Fikrine sahip olur? Hakikat şudur ki, bu âyetlerin tefsirini müslümanlar gerileme devrinde herhangi bir zih­niyetin neticesinde bu şekilde ileri sürmek istemişlerdir. Burada biraz da Yahudi hususiyetinin kokusu sezilmek­tedir. Yahudilerin asırlardanberi tuttukları yol malûm­dur. Onlar düşünce ve ahlâk bakımından *m alçak seviye­ye düşmüşlerdir. Eski tarihlerinde, onların da mümtaz-bir çok şahsiyetler yetiştirdiklerini okuyor ve bunlardan. 'bret dersi alıyoruz. Onlar böyle aşağı bir duruma düş­tükten sonra, kendilerini mazur gösteren birçok bahane­ler icat eder, bu yalanlarını ispat için deliller uydurur­lar. Ne yazık ki, şimdiki müsîümanlar da böyle olmuşlar­dır. Ve İslama ihanet eden, kâfir hükümetlerin uşakla­rına boyun eğmektedirler. Onlar da bu alçak derekeye düştükten sonra, geçmiş tarihin parlak sahifelerine ba­karak, İslâm ve Islâmm ileri gelenlerinin hayat sahifelerini okuyarak utandıklarından, haya ve hicap hissi duy­duklarından, bu utanç hissi altında kendilerini teselli et­mek, halkın haklı husumetinden   kendilerini  kurtarmak maksadiyle,   bu sefil  nazariyeleri     uydurarak,  ellerinde koz olarak kullanmak iç'n, Yûsuf  (A.S.) gibi yüce ma-kamlı bir peygamberin «küfr» yolunda hizmet ettiği şek­linde iğrenç yalan ve iftiralara sığınmak ihtiyacını his­sediyorlar. Halbuki herhangi bir ülkede, [94]   yalnız ve tek olarak İslama bağlı bir mü'min bulunsa, bu kimse imanî feraset ve hikmet ile mücehhez olsa, o kimse yine yapa­yalnız, kendi basma, bu ahlâk ve hikmetinin kuvvet ve gücü ile Islâmî inkılâbı tahakkuk ettirebilir. Bu mümi­nin ahlâk kudreti - Bu ahlâkî kudretin nasıl kullanaca-ğın'ı ve nasıl bu kudretten istifade edilebileceğini bilmesi şartiyle - orduya, silâha, askerî malzemeye ve herhangi bir şeye ihtiyaç, bırakmadan, o müminin bulunduğu mem­leketi fethetmeğe ve teshir eylemeğe o ülkenin saltana­tını dağıtmağa bile kâfi gelecektir.  [95]

 

Hakimiyet Ve Hilâfet    Tasavvurları

 

İslâm'da hakimiyet tasavvuru, bütün meselelerin üs--tünde en mühim bir mahiyet arzeder. Çünkü gerçek ola­rak Hâkim olan bu sonsuz kâinatın Hâüki Allahu Taala'-dır. O, Hâkim-i âlâdır, tktidar-ı âlâ ; (En yüksek ikti­dar) O' nun hakkıdır. însan ise, durumu ve va*ziyeti ba­kımından bu Hakim-i âlâ'nın halifesi, mümessiK ve bir nevi vazifeli memurudur. Her şeyde olduğu gibi, siyasi nizamda da bu Hâkim-i âlâ'nın kanunlarına tâbi olması lâzîmdır. Halifenin vazifesi ise, Hâkün-i âlâ'nın kanun­larını asıl kaynağa uygun bir şekilde yürütmek ve infaz etmektir.

Hâkimiyet mevzuunu en güzel şekilde ifade dden şu Âyet-i kerimedir:

Ey benim hapishane arkadaşlarım, çeşitli ilâhlar mı iyidir yoksa bir ve tek bulunan Kaihhar Allah mı? On­dan gayrı sizin ibadet -ettiğiniz şu şeyler, kendinizin ve kabalarınızın uydurup isim takdıklaruıızdan başka bir şey değillerdir. Halbuki Allah bunlar için bir detöl gön­dermemiştir. Elbette ki Hüküm ancak ve ancak Allah'a aittiî. O, ancak kendisine — kendisinden başkasına de­ğil — ibadet edilmesi için emir vermiştir. İşte sağlamı din budur. Fakat halkın çoğu düşünemezler. (Yûsuf, 39-40)

Bu cümleler Hazret-i Yûsuf (A.S.) un beyanatın­dan bir parçadır. Bu cümleler tevhîd ve Üâhî hâkimiyet hakkında en güzel anlatış şeklidir. Burada Hazret-i Yû­suf (A.S.) din mefhumunu öyle bir tarzda ileri sürmüş­tür ki, ehl-i hak ile ehl-i bâtıl tamamen biribdrinden ay­rılmıştır. Yâni Tevhid ile şirk arasındaki fark tamamiy-le belirtilmiştir. Sonra bu» fark öyle isabetli ve makul bir şekilde ifade edilmiştir ki, alelade bir zekâya sahip b'r kimsenin bile benimsiyeceği bir şekildedir. Bu mesele bir başka hususiyet de araetm ektedir. Bu sözlerin muha­tabı olan insanlar, o zamanlar, fikirleri ve düşünceleri itibariyle karanlıklar içinde idiler. Nitekim o zaman bu sözler' söyleyen yüce insan da, kaderin bir hikmeti ola­rak, bir köle idi. Arkadaştan da O'nun vaziyetine ben­zer bir vaziyette idiler. Gayet açık ve kesin bir şekilde aynı zamanda herkesin anlıyacağı bir üslûpla hitap et­mişti :

«Acaba bir efendiye köle olmak mı iyidir, yoksa çe-§it çeşit efendilere köle olmak mı iyidir?» Bu sözler, orada bulunanların kalblerinin tâ içine kadar işlemişti, ^e yîne aynı şekilde konuşmuştu: Bütün dünyanm mâ­liki bulunan br efendiye mi kölelik etmek iyidir, yoksa kölenin kölesi bulunan bir efendiye nü kölelik etmek iyi­dir? HazreM Yûsuf (AJ3.) arkadaşlarına doğrudan doğ­ruya şöyle bir teklif yapmış değildi : «Siz kendi dîniniz­den vaz geçin ve benim.dinime girin.» O, hikmet kaynağı peygamberlik vasfı ile, mukaddes daveti en arifane bir tarzda ve her biri bir kelime incisi olan şu bözlerle zım­nî olarak yapmıştı:  Allah'ın fazl-ü    "keremine  bakınıs! Acaba bizden başka kimseyi kendisine kul etmiş midir? Fakat halk    O'na şükretmiyor, bu hususu an Uyamıyor, kendileri kalkıp kemlileri için Rabb'ler    uyduruyorlar; bu Rabb'Iere de kul oluyorlar. Sonra Hazret-i Yûsuf (A. S.) bu defa onların dinlerini tenkid etmiş, makul bir.şe­kilde,  gönüllerini incitmeden dinlerinin her türlü fena­lıklarını açıklayıp ortaya kovmuştur  :    Şu mabudumuz dediğiniz nesne, kimseye bir şey vermemiştir, kimsenin velinimeti   değildir,   hiç bir yerin ve   hiç bir   ülkenin de mâliki dleğikttr. Siz ona servet sahibi yahut da sağlık ve hastalık veren kioj.se diyorsunuz ama, bu dediklerinizin hepsi boş sözlerden ve lâf- güzaftan ibarettir. Bunlar hep uydurma sözlerdir.     Uydurduğunuz  bu  isimlerin içinde hiç bîr veHnimetlik ve R&bb'lsk yoktur. Halildyet ve Eu-bubiyet mevcut değildir. Asıl hakikî mâlik Allahıı Taa-lâvdır. Bu Allah Ta a!a hem bizim hem de bütün kâinatın Halikı ve Kabb'khr. Bu hakikati kabul etmek lâzımdır. Siy dle bunu kaî>ul edin, buna teslim ohın. O'ndan başka ki iaşenin ne R-ububâyet ne de Mâbudluğa hakkı yoktur. Hüküm vermek, emir buyurmak tamamiyle O*na aittir. Bütün İhtiyara t ve salâhiyetlerin hakla da O'na mahsııs-tur. O'nun d» hükmü şudur ki, kendilinden başka hiç. bir kimseye ve hiç bir nesneye ibadet etmemektir. [96]

B. Firavun dtedi ki: Ey saray halkı! Ben sizin için kendimden başka bir İlâh olduğunu bilmiyorum. (El - Kasas, 38)

Bu sözlerden Firavunun ne demek istediği anlaşılır. Firavun demiyordu ki: «Ey saray halkı! Ben sizin, ye­rin ve göklerin halikıyım». Nitekim böyle bir sözü değil Firavun, ağzına zincir vurulması lâzım gelen bir deli bi­le zor söyliyebilir. Firavunun bu beyanatından, «Ey sa­ray halkı! Benden başka sizin herhangi bir mabudunuz yoktur.» şeklinde bir mâna çıkarılmaz. Çünkü, Mısır hal­kının inançlarına ve akidelerine göre, daha bir sürü rnâ-bud vardı. Bu bir sürü mabuda ibadet edilirdi; hattâ Fi­ravunun kendisi bile bu mâbudlara ibadet ederdi. Fira­vunun mâbud olması ve mâbudluk makamına yükselme­sinin sebebi ise şu idi: Onu güneş ilâhı olarak telâkki edi­yorlardı. Bu hususta en büyük delil de yine Kur'an-ı Ke-rim'in âyetlerinde mevcut bulunmaktadır. Firavun ken­disi de ilâhlara ve hattâ ilâhcıklara da ibadet ederdi. Bu ilâhların ve ilâhcıklarm dahî bir nevi bakıcısı ve koruyu­cusu idi.

Bu noktadan düşünürsek, Firavunun o zamanki hat­tı hareketi, alelade bir hükümet başkanın tutumundan pek de farklı değildir. Nitekim, hükümet ve devlet baş­kanlarının çoğu da Allah'a ve O'nun Peygamberine inan­makla beraber, O'nun kanununu unutmuş görünüp bir tarafa bırakmışlardır. Kendi kendilerini de bir çok şeyi yapabilecek bir seviyede görürler. AUahu Taalâ'nis müm­taz şeriatından ayrı kanun uydurur ve kendilerini muh­tar addeder, siyasî ve kanunî hâkimiyeti ellerinde bulun­dururlar. Böyle bir zihniyetin iddiacısı ilan idareci ister pad'şah olsun, ister halkın rızası ile güya seçilmiş birisi olsun. Bu sutıfa mensup kimseler, yeryüzünde Allah ve Resulünün kanunlarını değil de, kendi kanunlarını yürür­lüğe koymuşlardır; îş bu neticeye vardıktan sonra, Firavunla bu adamcağızların arasında ne gibi bir fark olabi­lir?

Şimdi başka bir meseleye gelelim; bu da bahsimiz içinde ayrı bir bölümü teşkil eder: Halkımızın bilgiden yoksun bir zümresi, durmadan Firavuna lanet yağdırır­lar. Fakat bu lanet okuyanların kendileri Firavun hükü­metine benzer hükümetlerin tarafgirliğini yaparlar. Ha­kikati kendilerine meslek ittihaz edenler ve böyle kıy­metli bir yükü yüklenmiş bulunan şahıslar ise, sözün ve istilâhların mânasına've ruhuna bakarlar, yalnız lâfızlara ve kullanılan kelimelere değil... Bu bakımdan iFravunun kendisine İlâh demesi ve böyle bir iddianın mânası ancak hâkimiyet anlamına gelir. Bu hâkimiyetten gaye ise, is­tediğini yapabilen bir hâkim demektir. Ve sahip çıktığı bu hâkimlik sıfatını ilen etmektedir. Burada ilâh kelime­si istilâh olarak kullanılmıştır. [97]

C. O kimse kî, yerin ve göklerin mülkü O'nundür. Hiçbir oğul edinmemiştir, mülk'de O'nun hiç bâr ortağı da olmamıştır. Her şeyi O yaratmış ve her şeyin takdiri­ni mukadder kılmıştır.  (Eli - Furkân, 2).

Burada kullanılan «mülk» kelimesi Arapçada padi­şahlık, hükümdarlık, kıralhk, iktidar-ı âlâ : en yüksek iktidar ve hâkimiyet : (Sovereynly) demektir. Matlup şudur ki, Allahu Taalâ bütün kâinata Mutlak Muhtar, İhtiyar sahibi, Ferman veren, Buyruk Buyuran'dır, Bu ihtiyaratta bu fermanda hiç bir şeyin zerre kadar bir hakkı yoktur. Bu gerçek de kendiliğinden şu meseleyi is­tilzam eder. O'ndan başka, herhangi bir mâbud kabul edilemez. İnsan, Mâbud diye telâkki ettiği şeyden, her türlü menfaat veya zarar geldiğine inanır. Hiç bir şeye yaramıyan, hiç bir işe gücü yetmeyen büâkis kendileri korunmağa muhtaç olan nesnelerin mâbudluğuna, en ah­mak veya en budala bir insan D İs inanmaz.. Şimdi siz, Hak Taalâ Celle Şanühu'dan başka kâinatta hiç bir var­lığın elinde kudret olmadığına kat'î bir şekilde anlamış olsanız, şüphesiz ki O'nun karşısında boyun büker, acz ile niyaz ile baş eğersiniz. Bu kesin idrâk ve imandan sonra, ne herhangi bîr el O'ndan başkası için adak ge­tirir, ne de herhangi bir dili O'ndan başkasına hamdeder. Ne de kimse O'ndan gayrısma dua" edip, şükranla­rını bildirir. Ne de dünya yüzünde ahmaktan daha ah­mak birisi çıkıp da gerçek Rabb'i Zülcelâli bırakıp, O'n­dan başkası için kul olmak yolunu tutar. Ve yahut da herhangi bir kimsenin hüküm vermek hakkına mâlik ol­duğunu kabul eder. Bu meselenin teyidi için yukarıdaki âyetlerle birlikte şu âyet-i kerimenin medlulünü da göz-önüne alalım: Bu âyet-i kerime de yerin ve göklerin mut­lak hükümdarlığının Allahu Zülcelâle ait olduğunu bil­dirmektedir :

D. Göklerde ve yerde ne varsa ne yoksa, hep Al­lah'a aittir. Siz, kendi kalbinizde neyi açıklarsanız, neyi de gizlerseniz elbettelrî O'nun hesabına çekilecektir. Ve sonra, istediğini gufrana ulaştırır (afv eder) istediğini de azaba çarptırır. îşte o Allah herşeye kadir Allah'tır. (El - Bakara, 284).

Bu âyet-i kerimenin üzerinde düşünürsek, şunu an­lamış olacağız. Din'in ilk temeli ve esas akidesi Hâkimi-yet'in Allahu Taalâ' ya mahsus olduğunu belirtmektir. Allah'ı Taalâ'mn göklerin ve yerin mutlak mâliki olması ve "göklerle yerin arasında bulunan kâinatın da mutlak rahibi bulunması, her şeyin O'nun mülkü olması, Öyle bir temel hakikattir ki, insan için bundan başka türlü hare­ket etrnek ve başka türlü düşünmek imkânı yoktur. Bu­nun dışında hareket etmek veya düşünmek sahih ve doğru olamaz ve olmıyacaktır. İnsan, ancak Allahu Taalâ'-nın karşısında boyun eğip, ancak ona itaat eder. Yine bu âyet-i kerimenin medlûlunda daha bir çok mânalar mevcuttur. Bir kere mesuliyet mefhumu açıkça görün­mektedir. Yâni herhangi bir iş ister açık olsun, ister giz­li, Hak Taalâ'dan gizli değildir. Hak Taalâ her iş­lenen fiile vâkıftır. Ve işlenen her fiilin hesabı sorulacak­tır. Neden ve niçin böyle yaptınız, yahut da böyle düşün­dünüz diye sorguya çekecektir. İşte bu şekilde her insan tek tek yaptıklarından Allah'a karşı mes'uldür. Yaptık lanndan dolayı Muhakeme-i Kübrada hesap verecektir. Allahu Taalâ ister gizli (gayb) isterse açık (şehade) nin ilmini elinde tutmaktadır. Hattâ kalblerin bir köşe­sinde saklanmış bulunan en ufak bir şeyi dahi bilmekte­dir. Kafalarda, zihinlerde, düşüncelerde neyin geçip geç­mediğinden elbette ki haberdardır. Hiç bir şey O'na gizıi ve kapalı değildir. Âyet-i Kerime'nin son kısmında yine Hak Taalâ'nın her şeye mutlak olarak kadir olduğunu bildirmektedir. O, kimsenin kanununa tâbi olmadığı gibi kimsenin nizamına da bağlı değildir. O kimseyi dinleme­ğe de mecbur değildir. O mâliki mutlaktır. İstediğine ce­za ver:r ve istediğini de bağışlar; küllî ve tam ihtiyârat O'nun elindedir. Her şey O'nun yarattığı bir nesne olup ve her şey O'na karşı bir yok mesabesindedir. [98]

E. Benden önce gönderilmiş bulunan önümüzdeki Tevrah tasdik ederek geldiğim halde, size haram edilmiş bulunan bazı şeyleri helâl kılmak için Rabb'mızdan âyet­ler getirdim. İşte O'ndan çekininiz ve bana itaat ediniz. Elbette ki, Allah benim de sûân de Rabb'nmzdır. Işt» O'na ibadet fedin. Bu, en doğru yoldur. (Al-i İmrân, 50-51).

Buradan anlaşıldığına göre, Hazret-i İsa (A.S.) da­vetinin de esası diğer peygamberlerin davetlerinin esası gibi üç nokta üzerinde toplanmıştır :

Birincisi : İktidar-ı âlâ'nın Hak Taalâ elinde bulun­duğudur. O'nun rızası için kulluk yolu tutulacak, O'na tam olarak itaat edilecek; ahlâk ve medeniyetin bütün nizamları O'nun isteğine göre tanzim kılınacaktır. Yai-niz, Allah'a boyun eğilecek ve yalnız O'na kulluk edile­cektir.

İkincisi: Kudret-i âlâ sahibinin mümessili olan pey­gambere de mümessillik vasfı ile itaat edilecektir.

Üçüncüsü : İnsan kendi yaşayışında helâl ve haram; caiz, gayrı - caiz şeylere bağlı bulunması hakkmda yal­nız Hak Taalâ'nın kanununu takip edecektir. Kanun ve inzibat nizamı yalnız Allah'a mahsustur. Beşere ait düz­me kanunlar hükümsüzdür.

Buna göre, hakikatte Hazret-i Mûsâ (A.S.), Haz-ret-i Muhammed (S.A.V.) in ve diğer bütün peygamber­ler de hep aynı heyetlerle gelmişlerdir. Bu mukaddes vazife :1e mükellef peygamberler hep aynı gayenin reh-beriiğini yapmışlardır. Risalet bakımından aralarında en ufak bir fark yoktur. Muhtelif peygamberlerin muh­telif heyetlerle geldiklerini iddia etenler, onlarm mak­sat ve gayeleri arasında ayrılık düşünenler, büyük bir hatâya saplanmış ve yanlış yol tutmuşlardır. Mâlik-ül - mülk indinde, O'nun tebaası ve reayamı jaezdine memur olarak gelmiş bulunan kimselerin gelişlerinden ve memu­riyetlerinden maksat nasıl ayn ayrı olabilir ki, bu tebaa­yı bu reayayı, kafa tutmaktan ve kendi başına buyruk ke silmekten alıkoyup, kendilerini muhtar addedip şirk yolu­ma gitmelerine mâni olsunlar diye vazifeli kılınmışlardır. Bütün insanlığa, iktidar-ı âlâ'ya karşı hiç kimseyi veya kır otoriteyi, her ne hususta olursa olsun hiç bir şekilde ortak tanımamalarım öğretmek cehdiyle mueatiele sahasına atılmışlardır. Hakiki mâlike kulluk vazifesini yerine getirmenin yüksek faziletiyle mücehhez olmaları,. itaatin ehemmiyetini kavramaları, vefakârlığın haysiye­tine u.aşmaları esas tutularak, îlâhî davete muhatap cdihnişlerd'r.

Ne yazık ki, elimizde mevcut bulunan încillerde Haz-ret-i Mesih (A.S.) in heyeti tam ve açık bir' tarzda be­yan edilmemiştir. Kur'an-ı Kerim'deki gibi sarih, vazıh ve toplu halde anlatılmamıştır. Yukarıda mevzubahse-dilen üç mesele, dağınık işaretler şeklinde birbirine ka­rıştırılarak aniatılmıştır. Meselâ, Üncüdeki şu âyetten, Hazret-i Mesih (A.S.) m yalnız Allah'a kulluk yoluna davet ettiği anlaşılmaktadır  :

Zira yazılmıştır ki, Kabb Allah'ına, secde ve yalnız O'na ibadet eyleyesin.

(încil-i Mettâ, Bab. 4. Fıkra 10. Kitab-ı Ahd-i Cedîd Sahife. 4).

Bu cümleden yalnız, Hazret-i Meşinin Allah'ın vah­daniyetine ve yalnız O'na ibadet edileceğine kaîl olduğu anlaşılmaz;- O'nun bütün çalışmasını ve gayretini hep bu yolda sarf ettiği anlaşılır. Isâ (Â.S.), Allah'ın emr-i şer'î-sine tam mânasiyle itaat edilmesini sağlamak için bü­yük gayretler sarf etmiştir. Meselâ:

«Melekûtun gelsin, muradın gökte nice kılınirsa yer­de dahi böyle kılınsın.»

(Mettâ Bab, 6. fıkra 10, Sahife, 7.)

Hazret-i Mesih (A.S.), kendi kendini semavî hükü­metin mümessili sıfatı ile ileri sürmüş ve halkı bu yolda kendi itaatına davet ettiği bir vakıadır. Bu husus, O'nun muhtelif sözlerinden açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Hazret- İsâ (A.S.), kendi memleketi bulunan Naaıra'da mukaddes davete başlayınca, orada ilk önce    kendi yaicınları ve hemşehrileri tarafından muhalefetle karşılan­dı. Bu hususta, Mettâ, Markos ve L/uka (incili tertip edenler) her üçü de müttefiktirler. Bu kimselerin üçünün de rivayetleri hemen hemen birbirlerinin aynıdır.

«Nebi kendi ülkesinde kabul edilmedi.»

Ne zaman ki, bu büyük peygamberin öldürülme ha­zırlıkları başladı; bu sefer halk: «Buradan çekil, gizlice g t.» Dediler. O, öteler habercisi peygamber de bu tav­siyelere şu cevabı verdi:

«Bir Nebi bu şartlar altında çekilip gitmez. Buna imkân yok.» (Luka, Bab, 19. Fıkra 38).

Son defa Urşelilim'e geldiği zaman, O'nun bağlıları yüksek sesle şu sözleri haykVrdüar :

«Dediler kî, Rabbin isminde gelen Melik mübarek ot­sun.»      (Luka Bab, 19, Fıkra 38)

Bu sözler', duyan Yahudi âlimleri gücendiler. Haz­ret-i Mesih (A.S) a: «Bu kimseleri sustur.» dediler. Pey­gamberleri de  :

«Ol dahi cevap verip onlara dedi ki, ben size derim ki: Eğer bunlar sükût ederler ise taşlar çağıralar.» (Luka Bab, 19, Fıkra 40)

Yine aynı masum peygamber şöyle buyurmuşlardır:

«Ey cümle yorgun ve yüklü olanlar! Bana gelin ve ben stâte rahat vereyim. Boyunduruğumu üzerinize alın ve benden ki halım ve alçak gönüllülüğü öğrenin ve can­larınıza rahat bulaşınız.» (Metta Bab, II. Fıkra 28 - 29, Sahife, 14)

Hazret-i Mesih (A.S.) da diğer peygamberler gibi, insanların yapıp uydurdukları kanunlar yerine îlâhî ka­nunların yürürlükte olması yolunda çalışıyordu. - Metta ve Markos'un rivayetlerinden apaçık bir şekilde bu nok­ta anlaşılmaktadır. Her iki İncil'in de rivayetlerin hülâsası şöyledir: «Yahudi uleması, senin talebelerin, büyük' lerin ve ileri gelenlerin rivayetleri zıddına ellerini yıka­madan nasıl yemek yerler diye itirazda bulundular. Bu­nun üzerine Hazret-i Mesih buyurdu ki: Riyakârların hâli böyledir; onlar vaktiyle sair peygamberlerin sözleri­ne de itiraz etmişlerdi. Bu ümmetin dili bana hürmet ediyor, fakat gönülleri benden uzaktır.» Ve bu mûteriz-lere şu şekilde insanî ahlâkı Öğretmişlerdi:

Siz de Allah'ın hükümlerini iptal edip, kendi tarafı­nızdan uydurduğunuz kanunları yürürlüğe koymaktası­nız. Allah, Tevrat'ta aha, babaya hürmet edilmesini emir buyurmuştur- Herkim ana ve babasına fena bir şey söy­lerse o kimse öldürülsün diye hüküm vermiştir. Şimdi siz kalkmış diyorsunuz ki, birisi kendi anasına ve babasına diyebilir ki, benim size karşı yapmakta olduğum hizmetler sizin işinize yaramıyorsa, ben onları Allah'a adarım. Bu verdiğiniz hükümden, baba ve anaya hizmet etmemek caiz olmuyor mu? (Metta Bab, 15, Fıkra 3-9 ve Markos Bab, Fıkra 5 - 13) [99]

F. İşte Rabbiniz O Allah tır ki, gökleri ve yeri alta günde yarattı. Sonra da kendi makamında sağlam olarak karar buldu. Ardı arkusU kesilmeden geceyi takip eden gündüze, gecenin perdesi örtüldü, Oüneş de, ay da, yıl­dızlar da hep O'nnn fermanına boyun bükerler. Dikkat! halk etme (yaratma) ve emr (hükümetine) ona aittir. Bütün âlemlerin Babbı bulunan    Allah ne mübarektir. (El - A'raf, 54).

Hak Taalâ, isteva ale'1-arş : «makamında sağlam olarak karar buldu.», cümlesinin etraflıca şerhi ve tafsi­lini anlamak bizim için pek zordur. Şu kadar var ki. Al-lahu Taalâ, kâinatı yarattıktan sonra,   kendisinin şu hudutsuz saltanatına, herhangi bir makamda bir merkeze karar verdi- işte bu merkezde tecelliyâtını mütemerkiz kıldı. Ve bu tecelliyatın mütemerkiz bulunduğu makamîn ismi de Arş'dır. Oradan bütün âlemlerin üzerine feyz ih­san eyler. Oradan bütün kâinatın tedbirini tertibedip, emir buyurur. Şu cihet de mümkündür ki> bu âyet-i keri-me'deki Arş kelimesinden maksad, iktidar ve hüküm sa­hibi bulunmaktır. «Arş üzerinde karar bulmak» tan mak­sad da, Hak Taalâ kâinatı yarattıktan sonra, onun ida­resini de eline aldı demektir.

Her ne ise, istevâ al'el arş'ın mânası ne olursa ol­sun, Kur'an-ı Kerim bu mevzuyu ele alarak, Hak Taalâ'-mn yalnız kâinatın Hâliki olmayıp, aynı zamanda kâina­tın mutlak idarec;si ve müdebbiri olduğu hakikatini en güzel şekilde ;nsan zihnine yerleştirmektedir. O, dünya­yı yoktan var ettikten sonra dünya ve yarattığı bil'ciim-le mahlûkattan alâkasını kesmediği gibi, yarattığı şeyle­ri de kendi başına bırakmamıştır. Amelen ve bilfiil, bü­tün âlemin her cüz'ünün ve küllî âlemin idaresi ve sal­tanatı bizatihi o sonsuz dest-i kudrettedir. Fiili olarak. her şeyin, her varlığın ve her zerrenin takdiri O'nun hükmüne bağlıdır.

Kur'an-ı Kerim, bu şekilde, esasa ait yanlış anlayı-şîn Önüne sed çekmek yolunu tutmuştur. Böyle olunca, hiç bir şekilde insan şirk'in sapiık yoluna saplanmaz ve kendisini de muhtar ve başı boş addetmek dalaletinin sevdasına kaptırmaz. Kâinatın nizam ve tertibi İle Hak Taalâ'nın alâkasız olduğunu zannetmenin gerektirdiği netice şudur ki, insan, kendisini yahut da diğerlerinin mukadderatını AUah'dan başka birisinin elinde olduğu kanaatine sahip olur. Böyle düşünen mahlûk karşısında da boyun eğmek   yolunu tutan,   yahutta kendi   mu-kadderatım   kendi tayin ettiği.zehabı ile şahsını muhtar te­lâkki eder.

Burada üzerinde durulacak bir nokta daha vardır* Kur'an-ı Kerim'de. Hak Taalâ'nın yaratma ve idare iş­lerine ait kullanılan kelimeler ve ıstılahlar, ister hakiki mânada olsun, ister mecaz ve istiare mânasına alınmış bulunsun, ekseriya saltanat, hükümet ve padişahlığa ait kçlime ve ıstılahlar kullanılmıştır. Kur'an-ı Kerim'in bu beyan tarzı o kadar vazıh bir şekildedir ki, herhangi alel­ade anlayışlı birisi Kur'an-'i Kerinı'i okuduğu zaman, bundan başka bir şey anlamaz ve hissetmez.

Aklı noksan bazı tenkidç'ler, kendi akıllarının nok­sanlığını hesaba katmıyarak hep tersinden düşünüp şu neticeyi çıkarmak istemişlerdir: Güya bu Kitap telif edil­diği zaman, insanın zihninde hükümet ve saltanat niza­mının hâkim olduğu fikrini ileri sürerek bu kitabın mü­ellifi (Bu sersem kafalılara göre, Hazret-i ResûMi Ek­rem (S.A-V.) neüzübillâh Hak Taalâ'ya sözüm ona pa­dişahlık izafe ederek ortaya çıkarmak istemiştir. Halbu­ki işin esasmda Kur'an-ı Kerim'in ileri sürdüğü da'mî ve ebedî hakikat, bu düşüncesiz kafaların iddialarından ve­ya anladıklarının tamamen aksinedir. Em büyük ve tek gerçek şudur ki, şu yeryüzünde ve namütenahi göklerin saltanat ve padişahlığı ancak bir «zat» a aittir. Hâkimi­yet (sovereignty) diye isimlendirilmiş olan husus da yi­ne O'nun Zat'ına mahsustur. Bu kâinat nizamı da bir merkezî nizam-ı kâmildir, ki, bu nizamda bütün ihtiyarat yine o Zat m elindedir, işte bundan dolayıdır ki, bu ni-zam'da herhangi bir kimse, şahıs veya zümre cüz'î veya külli olsun, her ne şekilde olursa olsun hâkimiyet iddia­sında bulunursa, kendisini korkunç bir şekilde aldatmış ve feci bir yalana saplamış ^plur. Ve yine bu nizamı ter­tibe koymak için de O'nun gösterdiği yoldan başka herhangi bir yol doğru değildir-    Şurası da yine doğru ve-değişmez bir gerçektir ki, dinî ve mezhebi bakımdan iba­det edilen Mâbud'a, siyasî ve medenî hükümdarlığı  (So-vereignty) da teslim etmek lâzımdır.

«Lehü'l - halk ve'l - emr : Halk etme (yaratma) ve emr (hüküm verme) O'na mahsustur.» Cümlesinin şerhi­ne gelince, «istevâ al'el - arş» cümlesinin şerhinde etraf­lı olarak açıklanmış oîdu Bu mesele hakkında demiştik k', Allah Taalâ yalnız Halik değü, aynı zamanda emit* veren ve hüküm buyurandır. O .kendi mahlûkatını ya­rattıktan sonra, onların işlerini başkalarına bırakmamış ve cümle mahlûkatının üzerinde hükmünü icra kılmağa devam etmiştir. Halk ettiklerinden hiç birisini de kendi başlna bırakıp, onları kendi basma buyruk sahibi ktfma-miştır. Yaratılmış olanlar istedikleri gibi hareket ede­mezler. Amelî ve fiilî olarak bütün kâinatın tedbiri Hak Taalâ'nın elindedir. Geceyle gündüzün biribirinl takip et­meleri de kendi başlarına olmayıp Allah'ın hükmü iledir. Allah isterse,. bunları istediği gibi değiştirir ve istediği gekle sokar. Onları murad ettiği bir nizamla yeniden ter­tipler. Güneş, ay ve yıldızların da kendilerine mahsus bir iradeleri yoktur; bu cesim nesnelerin de;her türlü umuru Hak Taalâ'nın yed-i .kudretindedir. Yalnız Cenab-ı Hak'kın fermanına boyun bükerler. Bunlar da mahkûm ve mecbur birer köledirler- O. «Elbette ki, Allah istettiği gibi hüjkmeder.» (El - Mâide, 1)

Allahu Taalâ mutlak hâkimdir ve bütün küllî irade yalnız kendisine mahsus bulunmaktadır. Dilediği gibi hükmeder; kullarından hiç bir kimsenin O'nun hüküm­lerine karşı söz söylemek, niçin ve nasıl demek hakkı yoktur. Elbetteki bu tlâhî hükümlerin hepsi derin birer e, sonunda mutlaka hayır tecelli edecek bir mas-

lahata raebnidir. Fakat Müslüman bir kul, bu hükümle­re itaat ederken, bu kudsî hükümlerin hikmet ve mas­lahatı nedir diye peşin bir araştırmağa girmez. Ancak hüküm sahibi böyle hüküm vermiştir diye itaat    eder. Hüküm sahibi bir şeyi haram kılmışsa o haram olan şey .ne olursa olsun ve niçin olursa olsun mutlak surette ha­ramdır. Helal olan şey de yine ne şekilde olursa olsun helâldir. Niçin ve ne sebepten helâl olmuştur diye araş­tırmak bize düşmez. Zira, Hak Taalâ her şeyin yegâne mâliki olduğuna göre, bu şeyleri kullarına ya haram kıl­mıştır, yahut da müsaade vermiştir. îşte bunun için Kur'-an-i Kerim nimetlerin helâlliği ve haramlığı    hakkında Mâliki Hakikinin müsaadesi veya ademi müsaadesinden başka hiç bir araştırma    yapılmasına lüzum olmadığım bildirmektedir.   Yine  aynı şekilde,   kulların   yapacakları işlerin caiz veya çayrı caiz olmasının da esası bundan Toaşka bir şeye istinat etmez. Hak Taalâ'nın caiz İçildiği •câizd'T- Caiz kılmadığı da asla caiz değildir.  [100]

H. Kendi dilinizle tavsif edip yalan uyduraraktan, bu helâldir ve şu haramdır demeyin. Böyle olursa Allah'a yalan iftira atmış olursunuz. Elbette Allah'a yalan ifti­ra atan kimseler asla felah bulmazlar.

(En - NahI, 116).

Bu âyet-i 'kerime gayet açık bir şekilde, helâl ve ha­ramın değerlendirilmesinde ancak Cenab-ı Hak'kın selâ-hiyet sahibi olduğunu bildirmektedir. Başka bir tabirle şöyle ifade edilebilir ki, Kanun vâzu yalnız Allah'dır. Herhangi bir kimse, kendi bildiğine göre, beşerî hâdise­leri değerlendirip bu fiillerin caiz ve gayrı caiz olduğu­nu ileri sürerse, böyle bir adam, haddini aşmış ve kulluk vazifesini çiğnemiş olur.  İnsanlar yalnız,  ilâhî kanunu mesned ittihaz ederek bu örnek hükümlerden istinbatla, falan umumî kanunun muvacehesinde şu hususî şey. de helal veya haramdır; yine aynı şekilde filan umumî ka­nuna göre şu fiili yapmak, caiz veyahut da caiz olma­dığı söylenmesi pek tabiîdir-

Kendi başına buyruk olarak helâl veya haram hak­kında, yahut da caiz, gayrı caiz hakkında, hüküm ver­mek, Hak Taalâ'ya yalan isnad edip, iftira atmaktır. Böyle çirkin bir iş iki sebepten dolayı işlenebilir. Ya ileri sürülen bu hüküm, tek mesned olan tlâhî Kitap nazarı itibara alınmadan verilmiştir; yani kitabın caiz kıldığı­nı o kimse, gayrı caiz saymış, caiz kılmadığına da caiz. demiştir. Veyahut da Hak Taalâ, helâl kılmak, haram kılmak işini insanın eline vermiş, insanı da yaşayışında serbest kılıp, «Sen kendin için bir şeriat meydana getir» demiş olmalıdır. îşte bu şeklin her ikisi de yalan uydu­rarak Allahu Taalâ'ya iftira atmak demektir. [101]

1. Söyle : Allah'ın gize göndermiş bulunduğu rizık hakkında hiç düşünmediniz mi? Bunlardan helâl kıldığı da var, haram kıldığı da. Söyle, acaba Allah mı size izin verdi, yoksa siz Allah'a iftira mı atarsınız?

(Yûnus, 59).

Urdu lisanında rızk : (rızık) kelimesi halk arasın­da umumiyetle yiyecek, içecek gibi şeylere denir. Bu ke­limeye verilen bu basit mâna ile, yemek sofrasını nazarı itibara alan halkımız, dinî hurafeler, gelenekler ve me­rasimler gibi şeylerin üzerinde dururlar. İşaret ettiğimiz ûu yanlış anlayış, doğrudan doğruya câhil halk tabaka­lın işi olmaylp, ulema unvanlı bir zümrenin kifayetsiz vs gelişi güzel çalışmalarının bir neticesi olduğu gayet aÇiktır. Halbuki Arapçada rızk kelimesi yalnız yiyecek ve içeceğe münhasır değildir. Belki, in'âm, ihsan, hediye, atiye ve bahşiş ve her verilen şey demektir. Bu kelime­nin mânası geniş ve umumîdir. Hak Taalâ, dünyada in­sana ne vermiş ise, bunların hepsi de rızkdır. Hatta ço­luk ve çocuk bile «rızk» dır.

Meşhur adamlar ansiklopedilerinde : «esnıü'ür - ri-«al» kitaplarında, bir hayli râvilerin isimlerine rastlıyo­ruz. Bunlar nıeyanında rızk rûzeyh ve nzkullah isimlerine de tesadüf ediyoruz. Bunların hemen hemen mânaları birbirlerinin aynı ve Urduca «Allah verdi» demektir. Meşhur duayı hatırlayalım  ;

AHahümme erinâ'l-hakka ve erzuknâ fttibâ'ah.

«Ya Rahbi, bize hakkı göster ve flnze ona tâbi ohna-ğm nasib et»

Umumî konuşmalarda şöyle bir tâbir kullanılır : «Ruzika ilmen : falan adama ilimden nasib verildi. Ha-dis-i Şerif'de şöyle buyuruhnuştur;

«Hak Taalâ her hâmile kadının karnındaki çocuk için bir melek gönderir, bu melek, çocuk var olur olmaz, onun bütan Ömrü boyunca rızkım hazırlamakla mükel­leftir.

Bü Hadis.-i Şerif'de kullanılmış olan «rızk» kelime­sinden maksat sadece yiyecek, içecek değildir. Çocuğun bir ömür boyunca elde edeceği sadece yiyecek, içecek de­ğildir. Buradaki «rızk» dan maksad, çocuğun dünyada yaşadığı müddet içinde ihtiyacı bulunan herşeydir.

Kurıan-ı Kerim buyurur ki : Ve mimmâ rezaknş, - hum yünfikun : Onlara verdiğimiz rraktan, başkalarına da verirler.

Görülüyor ki  «rızık» kelimesinden,    yalnız yiyecek, içecek ve yemek sofrasında bulunan şeyleri düşünmemek lâzımdır- Allahu Taalâ sadece yiyecek, içecek üzerinde durmuş olduğu, diğer hususlarda insanı serbest bıraktı­ğı şeklinde yanlış bir düşünceye kapılmamak gerekir. Böyle br sakat telâkkiye saplanmak, alelade bir hata olmayıp, muazzam ve çok mühim bir iman zaafıdır. Hal­buki Allah'ın dini, hayatm her dalını ve her şubesini ku­şatan emsalsiz bir sistemdir. Diğer bir hatalı düşünüş de, «I>in ilmi» olarak bir şeyin haramlığını bilmek, sa­dece bu mevzu üzerinde çalışıp ömür tüketmeği anlamış­lardır. Onların medeniyet anlayışına göre, insan kendi işinin idaresi için, kendisi hudud tayin eder. Yaşama tarzına istikamet veren usuller kararlaştırır. Allan'in kitabına ihtiyaç hissetmeksizin kendi başına kanun vaz' etmeğe de kalkar. Bu fahiş hata ve gerçekten kopup uzaklaşmış zihniyet, ne yazık ki, yalnız halkın bügisiz tabakasına mahsus bir keyfiyet değildir. Bu topluluk içinde, din uleması, kabuk ve kısır bilgi sahib müftüler, İdrâks'z Kur'an-ı Kerim müfessirleri ve hadis şeyhleri gibi etiket sahibi yığın yığın şahsiyetler... Dine böyle bir anlayış merceği ile bakmanın bizzat dinî parçalamak ve bölmek olduğunu bilmelerine imkân yoktur. Böyle bir düşünceye sahip olduktan sonra ve ilâhî Şeriatı yalnız yiyecek ve içecek mevzuunda hüküm veren bir müesse­se haline getiren bu kimselere şöyle bir sual tevcih edi­lebilir: Böyle bir düşünceye sahip olmanızın, ne kadar büyük bir günah ve cürüm olduğunu biliyor musunuz?. Rızkın Allah'dan geldiği gibi, siz kendiniz de Allah'ın değil misiniz? O zaman nasıl olur da, Allanın mülkünde istediğiniz gibi tasarrufta bulunabiliyorsunuz? Keyfini -zin istediği şekilde hududlar ve usuller tayin ediyorsu­nuz?

Herhang" bir hizmetkâr, herhangi bir uşak, ben ken­di efendimin,,patronumun veya ağamın sahibi olduğu bir malına, istediğim gibi tasarruf etmek ve dilediğim gibi bu malın tasarrufu hakkında usuller vaz'edebilirJm id-d-1 asında bulunsa;, efendimin, patronumun ve ağamın da sözünü- dinlemem hususunda bir sebep yoktur dese, boy-te bir uşak hakkında ne gibi bir hüküm verirsiniz? Evi­nizdeki hizmetçiniz, yahut da iş yerinizdeki hademeniz, evinizde veya iş yerinizde, «her şeyi ben bildiğini gibi, keyfimin istediği şekilde kullanırmı; mevcut eşyalardan istediğim gibi faydalanırım diyerek bir nevi muhtariyet iddiasına yeltendiği takdirde acaba siz bu uşağınıza ne gibi bir muameleyi reva görürsünüz?

 Bu uşağın yahut da odacının tutumu o zaman baş-kalaşmış olur; yani bu uşak veya odacı efendisini tanı­mıyor ve kendi basma buyruk kesilerek aynı zamanda hizmet ettiği yerin malına da sah'p çıkıyor demektir. Böyle bir uşak veya odacı o zaman mütecaviz ve gasib burumuna düşmez mi? Artık bu uşak hakkında şöyle bir durum varid olur: Uşağın kendisi uşak olduğunu bildiği halde, uşak olduğunu kabul ettiği halde, çok iyi biliyor ki-, mal ve eşya kendine ait olmayıp uşaklık ettiği kim­senindir. Bunlara rağmen, yani bile bile, sonra da kalkıp mallar hakkında istediğim gibi tasarruf etmek, istediğim gribi kullanmak hususunda usuller koyacağım, kanunlar vazedeceğim, diyor. Malların tasarrufu hakkında usul koymak ve kanun vaz etmek de benim hakkımdır diye iddiaya kalkışıyor. Hem de efendisine bir şey sormak lü­zumunu duymadan ben istediğimi yaparım diye ortaya atılmaktan çekinmiyor..

Nihayet netice olarak şöyle bir vaziyet ortaya çı­kar : Bu efendi, bu ağa kend;si uşağına, malını kullan­mak hakkını vermiştir. Bu meyâhda, malların tasarrufu i nizam ve kanun yapmasına da müsaade etmiştir.  hak kendisinin iken, uşağına tevdi etmekte mahzur

görmemiştir. Böyle bir iddianın sahibi olan uşağa, senin bu iddian ne gibi bir mesnede istinad ediyor diye bîr stı-a] tevcih edilebil r. Yoksa bu sözleri sen kendi kafandan mı uyduruyor sun diye uşak itham altında tutulabilir. Eğer birinci ^ekil varitle, yani uşağın mallan Kullkiıma-sı için hakikaten efendisi emir vermişse, o zaman mese­le yoktur. Aksi takdirde, yani ikinci şekle göre, uşak herhangi bir mesned göstermekten mahrumsa, bu uşak yalancı ve iftiracıdan başka bir şey olamaz. Cürmüıı de en büyüğünü işlemiş bulunur.  [102]

J- «Allah'ın gönderdiği ile hüküm vernıeyeii kimse­ler kâfirdirler, zâlimdirler, f asalettirler.,» (Maide, 44, 45, 47).

Bu âyet-i kerimede, Allahu Taalâ, kendi gönderdiği kanun gereğince işleri haliü faal etmeyen ve bu örnek kanuna uygun b;r şekilde hüküm vermeyenler hakkında üç şekil buyurmuştur  : Kâfir., zâlim., fâsık...

Gerçek açık şekilde anlaşıLnjştır ki, insan-, Allah'ın hükmü ve O'nun göndermiş bulunduğu ulvî kanunu bıra­kıp da, kendi uydurduğu veya başkaların m uydurup or­taya attıkları kanun, ite, işlerin haili yoluna gxhr ve ;r-timaî hayat' tanzime yönelirse, yukarda sayıh old.ı §u üç cünnii işlemiş olacaktır.

Evvelâ böyle bir tutumun ilk kademesi, AUah'uı ka­nunlarını inkâr etmiş olmaktır- Allah'ın hükmü inkâr edilince böyle meş'um bir fiilin faili kâfir olur. ;5onra köyle bir iş adalet ve insanlık vasıfları ile bağdaşamaz. Çünkü adaletin en doğrusu Allah'ın koymuş olduğu ada-tettir. Allah'ın lütfettiği adalet hükmünü bırakıp kendi Bildiği gibi, yahut da başkalarının    koydukları kanunla hüküm vermek, zulmün tâ kendisi olur. Bunu yaparı da zâlim olur. Üçüncü sıfat da şöyle bir mânayı ifşa etmek-: tedir: Böyle bir kül, kul olduğu halde, kul olduğunu bil­diği halde kendi mâlikinin, kendi sahibinin kanununu bı­rakarak ve bu kanundan kaçınarak; kendisinin yahut da herhangi bir kimsenin uydurduğu ' kanunu câri kılmak yoluna g'derse, hakikatde kulluk ve itaat dairesinin dı­şına çıkmış olur. Bu da «Pısk» dentektir. Küfür de, zulm de, fısk da bu her zehirli sıfatın üçü de Allahu Taalâ'-dinlememen'n isimleridir. Her nerede Hak Taalâ'nin Imk-dinlememenin isimleridir. Her nere-te Hak Taalâ'nın hük­münün dışına çıkılıyorsa, orada bu üç şeyden üçünün de bir arada olmamasına imkân yofrtur. Mutlaka bu üç rnez-mum^ıfat, bir arada bulunur. Ancak ilâhî fermana kar-şı gelmenin, Hak'kın hükmüne karşı diretmenin de dere­celeri ve şekilleri vardır. O zan tan bahsi geçen bu üç fe­na işin de azlığı ve çokluğu bakımından dereceleri ola­caktır. Meselâ, Allah'ın emrettiği kanunun hilafına işleri tedvir etmeğe yeltenen birisi, Allah'ın o en güzel hüküm­lerinin yanlış ve insanların uydurduğu kanunların doğru olduğunu ileri sürecektir. Bu şahıs tam mânasiyle hem kâfir, hem zâlim ve hem de fâsık olur- Fakat başka bir kimse, tlâhî hükümlerin <Joğruluğıma inanıp, amelî ba­kımdan ve fiiliyatta Allah'ın kanunu ile değil de insan-iarın uydurdukları sözde kanunlarla işleri yürütmeğe yeltenırse; bu adam, ilâhî hükme itikad ettiğinden dola­yı akide bakımından kâfir olmaz v<î islâm ümmetinin dî-şında kalmaz; fakat böyle br kimsenin imanı, küfür fısk ve zulmün karışımından bir şey olur. Her kim, hayatını tanzim eden bütün iş ve gücünde tlâhî hükümden ayrıl­mış olup, başka bir tarafa saparsa, tam ve katıksız bir kâfir ve aynı zamanda fâsık ve zâlim demektir. Fakat bazı-işlerinde Allah'ın kanununa tâbi olup da bazısına da tâbi olmazsa, böyle bir. akide   sahibinin imanı, küfr, zuliim ve fısk ile karışık bir hal almış demektir. Bu kimse­nin vaziyeti bazı yerde kâfirâne olur, bazı yerde olmaz. Bu saham küfr, fısk ve zulüm derecesi yaptığı işlerin mahiyetin? göre ayarlanır.

Bîr kısım müfessirler, bazı âyetleri kasıtlı olarak tevil edip, ~?hli kitabın Önüne sermek için çalışırlar. Fa­kat aslında İlâhî Kelâm'da bu tevü için herhangi bir mü­nasebet bulunmaz. Bu kabü tefsircilere, bu tarz bir işe ve bu şekiltte bir tevile en iyi cevabı Hazret-i Huzeyfe (R.A.) vermiştir. Bir ara bir zat gelerek Hazret-İ Hu-zeyfe'ye şöyle bir sual sordu: «Beni İsrail hakkında söy-lenm'ş bulunan bu üç âyet-i kerime'de, Yahudilerin. Al­lah'tan nazil olan ahkâmı bırakarak, bu ahkâm m hilâfına işlerini kendi bildikleri gibi hallü fasl yoluna ' gittikleri beyan edil-nektedir. Bu kavim, bu âyet-i Kerime'ye göre kâft, zâlim ve fasık mıdır?

Huzeyf? (R.A.) bu suale şu şekilde cevap verdi: Bütün acılar Beni Israilin, tatlılıklar da sizin olsay­dı, şu Beni İsrail size ne iyi kardeş olurlardı- Hayır, böy­le değil, Allah'a yemin ederim kd, siz de onların gittik­leri yolu adım adım takip ediyorsunuz; o yoldan gid'yor-sumız. [103]

Hâkimiyeti llâhiye'nin bu temel uStJHi, Kur'an-ı Kerim'in muhtelif yerlerinde anlatılmıştır. Allah'tan baş­ka her kim bir nesneyi yahut da bir kimseyi muhtar-ı mutlak telâkki ederse, Kur'an-ı Kerim'in bildirdiği ıstı­lah karşılığı olarak bu nesne «Tâgut» tur. Bö*yle yapan 3a Tâ^ut'd kulluk ecmiş bulunur. O da Allah'a kulluk ettanı tersinedir.

K. Her kim Tâğufu bırakıp da Allah'a iman eder-i$te o, hiç kopması imkânı olmayan sağlam bir tutanağa sarılmıştır. Elbette Allah duyan ve bilendir. (El - Bakara : 256)

Burada Tâğut kelimesi, lügat noktayı nazarından; haddini bilmeyen, aşırı giden, haddini tecavüz eyleyen, herhangi bir şahsa denir. Kuı-'an-ı Kerim ıstılahına göre Tâğut'dan maksad, kulluk haddini aşan, kulluk haddini v£câvüz eden, kendisini efendi ve patron koyan; Allah'ın itullarını da kendisine kul yapmak istiyen kimsedir.

Bir kimsenin Allah karşısında boyun eğmekten ka­çınması, isyan etmesi, aşırı gitmesi, haddini bilmemesi üç şekilde olur.

Birinci şekil: Kul esâs itibariyle boyun eğmektedir. Hakkı kabul edip, Hakka teslim olmaktadır- Fakat iş ımele gelince, fiiliyatta bu usulden uzaklaşır; ya kendi­sini ğahsen mulıUr kılmağa yeltenir, yaiıut da başka bi­bisinin kulluğuna boyun eğmiş olur. işte bu «fısk» dır.

İkinci şekil : Kul Hak Taalâ'nm emrine boyun bük--nek hususunda usulen inhiraf eder, ya kendisini muhtar Vlmağa yeltenir, yahut da başka bir kimsenin kulluğuna girmek yolunu tutar. Bu vasıftaki bir insanın durumu 1a «küfr» dür.

Üçüncü şekil : Bu kul, Mâiik'ne karşı gelir, baddi-ıi aşar, Mâlikinin mülküne sahib çıkmağa kalkışır, O'nun ebaasına hükmetmeğe yeltenir. îşte bu üçüncü şeklin 'smi de Tâğuttur. Haddi zatında herhangi bir kimse T-j-*ut'u bırakıp, Tâğutu inkâr etmedikçe Allah'a iman et niş sayılmaz, mümin durumunda değildir.  [104]

Başka bir âyet-i kerime'nin üzerinde de düşünelim:

Sana nâ/U kılınmış bulunana ve »enden evvel de nâ-«1. ki finmiş olana iman ettiklerini    sananları görmedin

wi?' İstiyorlardı ki, işlerini Tâğut yolu ile halletsinler; halbuki onlara bundan vaz geçmeleri için hüküm veril­mişti. (Nisa: 60).

Bu âyet-i kerime'de Tâğut'tan maksad, açık olarak bilinmektedir ki, Allah kanunundan başka bir kanundur. Ki böyle bir kanunla işlerin hal ve faslı yolu ihtiyar edil­mektedir. Allah Taalâ'nın iktidar-ı âlâsmm koyduğu ni­zamın dışındaki gayrı meşru bir nizamdır. Allah'ın kita­bına istinad etmeyen bir kanundur- Bunun için de bu âyetin mânası şu şekilde bir açıklığa kavuşmaktadır : Arîslet yolunda Allah'ın kanununu bırakıp da Tâğut'a tâbi olmak ve cemiyet sistemini bu Tâğut kanunu i'.e yü­rütmek, imâna muhalif ve münâfidir. Allah'ın ve O'nun kitabına imân etmenin iktizası şudur ki: İnsan, adalet diye ortaya atılmak istenen Tâğutî nizam ve kanunları temelinden reddetmesi gerekmektedir. Kur'an-ı Kerim'e göre de Allah'a imân etmekle, Tâğutu reddetmek aynı kapıya çıkar. Yani Tâğut reddedilmedikçe Allah'a iman, tamamlanmış olmaz. Bu ikisi hiç bir zaman birarada bu­lunamaz. Allah'a inanmak ve iman etmek; aynı zamanda Tâğut'a tabi olmamak demektir. [105]

Yukarıdaki bahisde, Kur'an-ı Kerim'in bildirdiği hâkimiyet tasavvuru açık bir şekilde açıklanmış- oldu. Bu tasavvura göre, hâkimiyet hususunda insanın her­hangi, bir şekilde, hakkı olmadığı belirtilmiştir. Bunun *Çin, Kur'an-ı Kerim insanı yeryüzünde Hak Taalâ'nın hal'fesi ve naibi olarak vazifelendirmiştir. Bu naibliğin de heyeti ve evsafı şu şartları gerektirmektedir: Bu nâib, kendisini nâib tâyin etmiş bulunanın, yani hakiki mâli kin emrine ve hükmüne göre hayatı tanzim etmest lâzımi âyet-i  kerime bu hususu işaret etmektedır  Aı dir:

tteenİn Rab bin, meleklere, ben yeryüzünde bir halife kılacağı'» dediS> zaman..» '(El - Bakara; 30)

jjaiife, o kimseye denir ki, herhangi bir mülkde her­hangi bir yerde, kendisine muayyen bir İhtiyarat»-verilir ve mülkü11 hakikî mâlikinin emrine göre, o da bu mül­kün 'slerii16 bakar. Yani mülkün sahibi bulunan Mâlik'in verine a:^er ve onun naibi olur. Bu halifenin yahut da naibin eli^^k* bu ihtiyarât kendisine ait değildir; ken­dinden #elnıenrştir; onu nâib diken, onu bu işin başına getiren Z^an şıkmsştır; bu kimseye selâhiyet, onu bu makama tâyi*1 etmiş bulunan tarafından verilmiştir. E£er bu kimse, kendisini mâlik bilmeğe yeltenirse ve kendisin'1 tev^' edihniş olan bu ihtiyarâti usulü dairesin­de istimal r-mezse, ası) Malik'e değil de herhangi türedi birisine f'^im etmeğe kalkışırsa, bu uydurma mâlike arz-ı tf'b^y^ ederse-    gaddarlığın  ve zulmün en büyüğünü

etmi§ olur-[106]

 

İtaat Ve Sadakat Usûlü  :

 

Yu}i;ii'ida anlatmış olduğumuz, Hâk'miyet ve hilâ­fet tasavvurunun ^^ ve mantıkî iktizası itaat ve sada­kattir B1' itaat ve»sadakatin aslî kaynağı da yine ancak Haîik-i Zü'ce*a* ve O'nun hidayetleridir. Hükümet işlevin­de ve deV|el: meselelerinde ve diğer bütün hususlarda da bu aslî k:ıyna£a ^aat ed:üp sadakat gösterilmelidir. Bu meselenin *zanını Kur'an-ı Kerim şu şekilde beyan kıl­mıştır  :

Ey iman etmiş bulunan kimseler. Allah'a itaat ediniz, O'nun "usûlüne de sizin içinizden bulunan  ülu'l – enire de. Bir mesele üzerinde anlaşmazlığa* girerseniz ve eğer hakîkaten siz Allah'a ve ahiret gününe iman eden kim-geier iseniz» bu meseleyi de Allah'a ve O'nun. Resulüne havale ediniz, işte bu hayırlı ve en iyi yoldur. (En Nisa, 59)

İşte bu âyet, Islâmın bütün mezhebi, medenî, siya­sî, nizamının temel kaidesidir. İslâmî hükûmet'n de ilk düsturudur. Bu esas Üzerine aşağıda geniş ve etraflı ola­rak anlatılacak olan hususlar kaim kılınır  :

1.    İslâmî nizamda asıl itaat edilecek  olan  Allalıu Taaîâ'dır. Bir müslüman her şeyden önce Allah'ın kulu­dur. Bundan ötesi tefemin *.tır.  Müslümanm ferdî yaşa­yışında ve müslümanlarm     içtimaî     yaşayış nizamında, merkez ve mihver olarak Allah'a itaat ve O'na sadakac daima en başta gelen bir keyfiyettir. Diğer itaatler, ve­fakârlıklar ve sadakatler,  ancak, Allahu Taalâ'ya karşı olan itaatin  karşısında bulunmamak,  bu itaata muhalif olmamak şartiyle kabul edilebilir.   Yoksa, bu aslî itaatin muhalifi olan her itaat bâtıldır  ve cevaz  verilmez.  Bu hususta   Hazret-i   Risaletpenahi   (S.A.V.)   buyurmuşlar­dır:

Lâ tâ'ate li - mahlûkin fî masiyeti'l - Halikı.  :

Halika karşı masiyette hiç bir mahluk için itaat yok­tur.

2.    İslâmî nizamın ikinci temeli de Resûl'e itaat et­mektir. Bu itaat kendisi «mustakillun bizzat» itaat de-ğUdir.  Allahu  Taalâ'nm  itaatinin  zımnında bir itaattir. Resûl'e itaat edilmesinin sebebi,     Resûl'ün istinadlı bir vasıta ile Allah'ın hükümlerini ve emirlerini bize ulaştır­masıdır, işte biz Allah'a itaat etme işini de ancak Resule ıt;âat etmekle gösterebiliriz.     Allah'a itaat denilen her bir şekildeki itaat, Resûl'e itaat olmaksızın mûteber n?amaz. Resule itaatsizlik, etmek, gayrı müstakim olarak Allah'a itaatsizlik demektir. Allah'a karşı gel­mektir. Bu hususta şu hadis-i şerif gözönüne alınmalı­dır:

lfer kim bana itaat ederse, Allah'a itaat etmiştir ve her kim bana karşı gelirse, Allah'a harsı gelmiştir.

Bu hususu Kur'an-ı Kerim'de de tam bir agıkhk ve kesinlikle görmek mümkündür.

3. Yukarıda bahsettiğimiz iki itaatten sonra üçün­cü bir itaat daha mevcuttur. Bu üçüncü itaat ise, bahse­dilen iki itaatin tahtında, bu iki itaatin fer'î ve bunlara göre elbetteki talî derecededir- Diğer bir ifade ile iki ita­atin bir devamıdır. Bu itaat da İslâm Nizamında, bütün müslümanlar için vâcibdir. Bu husus da Müslümanların kendilerinden, kendi aralarından çıkmış olan «ulu'l -emri) e itaat etmeleridir.

Bn «Ulu'l - emr» mefhumuna bütün islâm camias ferdi?-inin hepsi dahildir. Bunlar Müslümanların bir mil­let halinde yaşamalarını tanzim ve tertibe koymak için aralarından çıkan kmselerdir. Bu zümre Müslümanların içtimaî hayata ait büumum işlerini tedv'r eden kimseler­dir. Bunlar ister fikrî ve zihnî çalışmaları ile rehberlik ets'nler; - Ulemâ-i dîn gibi - ister siyasî rehberlik yolu­nu tutsunlar; Vali, Lider ve Önder gibi - ister mülkî ve intizamı ?şlerde rehberlik etsinler - Vali ve Hâkimler gi­bi - yahut da adalet işlerini düzenlesinler, - kadılar ve hâkimler gibi medenî, muaşeret ve içtimaî işlerde Müs-Inmanlarm işlerini görüp rehberlik etsinler - kabile ve aşiret, geyhteri gibi, - köylerin, kasabaların işlerini çevi­ren köy ağaları gibi, - isterse askerî işleri yürütmek yo­lunu tutsunlar; - kumandanlar ve serdarlar gibi - Hüla­sa her ne suretle olursa olsun, müslümanlar arasından çıkmış emir sahibi kimselerdir. Bunlara da itaat etmek lâzımdır. İdareci zümreye karşı gelmek, bunlarla çekiş­mek, îslâm nizamını bozabileceğinden doğru ve caiz sa­yılmamıştır. Cemiyet işlerini üzerine alan bu kimselere itaat edilmesinin şartı da bu zevatın müslümaniann ken­di aralarında bulunması ve Müslüman zümrelerinin için­den çıkmış olmalıdır. Bunların kendilerinin de Allah ve Kesul'e itaat etmeleri zarureti vardır. Bu iki şartı haiz oldukları zaman, onlara itaat edilir. Yoksa yukarıdaki âyet-i kerimenin emrettiği mâna gereğince ve aynı du­rumu aydınlatan Hadis-i Şerifin açık beyanına göre, itaat edilme vasfını kaybetmiş olurlar. Böyle idarecilere asla itaat edilmez- Misâl olarak aşağıdaki Hadis-i Şerif­leri tetkik edelim   :

İster hoşlansın ister hoşlanmasın, dinlemek ve İtaat etmek bir M uslum una lâzımdır. Fakat ma'siyet için emir verilmemiş olacaktır. Ma'siyet için emir verilince bu emir ne dinlenir ne de itaat edilir. (Buharı ve Müslim)

Ma'siyet için ne dinlemek vardır ne de itaat etmek. İtaat etmek ancak mâruf (dloğru iş) içindir.

(Buharı ve Muslin1.).

Sizin için, barı emirler çıkar ki, siz bu emirlerin ba­zısını doğru bulur, bazısını da eğri kabul edersiniz; eğri bulduğunuzu kabul edemezsiniz, sizden mesuliyet kalkar; beğenmezseniz, kurtulmuş olursunuz. Fakat eğri bildi­ğiniz halde itaat ederseniz ve tâbi olursanız mesul olursu­nuz. Sahabîler sordular: Bir ara, bir zaman böyle hâkim­ler ortaya çıkarsa onlarla dövüşelim mi? Buyurdular : Namazlarını doğru dürüst kıldıkları müddetçe hayır.

(Müslim).

Bu Hadis-i Şerif'den anlaşılıyor ki, namazı terk et-mek, açık bir şekilde itaat edilmemek için bir delil teşkil «diyor. Namazı kıldıkları    müddetçe onlara karşı dövüşyok ur. Demekki onlar Allah ve Resulünün yolundan ay­rılmamışlardır. Buna göre de onlara karşı gelmek, on­larla savaşmak doğru olmayacaktır.

Aynı durumu açıklayan diğer bir Hadis-i Şerif :

Sizin en kötü önderleriniz, kendilerine karşı sizin düşmanlık beslediklerinizdir ki, onlar dla size karşı düş­manlık beslerler; siz onlara lanet edersiniz- onlar da size Jânet ederler. Dedik: Ya Resulallah (ÜS.A.V.) biz o zaman; onlara karşı koyalım mı? Buyurdular : Madem ki sizin içinizde namaızlarını kılıyorlar, karşı koymayın, namazla­rım madem ki, kılıyorlar, karşı koymayın. (Müslim)

Bu Hadis-i Şerifler, yukarıda beyan edilen şartları açıklamaktır. Yukardaki hadis-i şerifde «namaz kılmak» kelimes'ni görenler, bu kelimeden, yani hususî olarak na­maz kılmak mefhumunu anlarlar. «Madem ki namaz kılı­yorlar bunlara karşı koymak yoktur.» diye düşünürler, halbûk Hadis-i Şerifde beyan edilen namazdan maksad iyi bir müslüman olmanın işaretidir. Namaz, İslâm'ın fer dî ve içtimaî yaşayışının nizamını kâim kılmak demektir. Namaz kuman bir yerde demek ki, İslâmî Nizam ve İslâmî Hükümet asliyes:ni muhafaza etmiş oluyor. Yoksa böyle olmasaydı iş başında bulunanlar Na­maz kılmakla beraber hakikaten islam dairesinin dışı­na çıkmış, islâm'dan ayrılmış oldukları takdirde nasıl o-lur da böyle İslâm'dan uzaklaşmış bir kimseye Müslüman lar- itaat ederler? Bu hususta y'ne Hazret-i Resul-i Ek­rem  (S.A.S.)  yol göstermektedir:

Siz kendi amirleriniz (önderleriniz) le çekişmeyin, ancak onların tuttukları yol, açıktan açığa küfre giderse ve bunun için her ne suretle olursa ol$un, siz bir delil el­de ederseniz, o zaman onlara kar*ı gelmek, bizim indimi/ de de AUahu Teâlâ'nm indinde de makbul bulunmuş olur. O zaman iş değişir- (Buharı ve Müslim)

4. Ayet-i Kerime'n'n mevzuu bahs ettiği dördüncü bir mana daha vardır. Kafi ve müstakil bir şekilde görü yoruz ki, îslâmî nizamda, Allah'ın hükmü ve Resul'ün u-sulü üzer'ne en son kanun ve en son mesned (Final Auto-ilthy) bu yoldur. Müslümanlar arasındaki meselelerde yahut da Müslümanlarla hükümet erkanı arasındaki me selelerde anlaşmazlık vuku bulabilir. O zaman bu anlaş­mazlıkları Kur'ân ve sünnete havale etmek lâzımdır. Her ne şekilde iş neticelenirse, müslümanların buna teslim olmaları icabeder. Bunun gibi yine bütün yaşayış mesele lerinde kitabullah ve Sünnet-i Resul-i Ekrem'i son mes ned ve son merci olarak kabul etmek icab eder. îslâmî nizamın bu zarurî usulü' îslâm nizâmım, kâfirâne nizam­dan ayırır. Bu nizama uymak istemiyen her şey de elbet te ki İslâmî nizam olmayacaktır.

Bu mevzuda halkın bazısı şöyle bir şüpheye düşerler. Hayatın bütün yaşayış şubelerinde Kitabullâh'a ve Sün-net'e nasü baş vurabiliriz? Meselâ belediye işlerinde, de­miryolu meselelerinde, yahut postahane ve buna benzer birçok çeşitli mevzularda... Kitabullahda ve Sünnetde bunlara a;t açık hükümler yoktur.

Halbuki hakikatte bütün bu işler, Dîn'i usulün benzer leridirler. Müslümanla Kâfiri ayıran mümeyyiz fark da buradan doğar. Kâfir kendisini işde ve her hususta mutlak olarak serbest telâkki eder. Müslüman ise, aslın­da kul olduğunu hesaba katarak, bu kulluk dâiresi için­de serbestliği nazarı itibara almıştır. Bu kulluk dairesin­deki serbestliği de yine kendi kendinden değil, Rabbi Zül celâlden elde etmiştir. Kâfir bütün işlerinde ve muamele lerinde.  kendi uydurduğu kanun  ve nizamlara     tabidir

Hak Teâlâ'nın usul ve nizamına bağlanmak hususunda bir mesned ittihaz etmez. O'na ihtiyacı olduğunu da idrak etmez. Fakat müslüman, kâfirlerin tam aksine olarak, her rşinde ve her muamelesinde ilk evvelâ Hak Teâla'nm rızâsını arar. Sonra Resul-i Ekrem'in bütün bir insanlığa örnek olan sünnetine uymak yolunu tutar. Müslüman, ya pacağı işlerde Kitâb ve Sünette acSk bir hüküm bulursa bu hükme uyar, bulamadığı zaman, o işi yapıp yapma­makta serbest olur. Ancak bu serbestlik de bir delile ve bir hüccete istinad etmelidir. Şeriatı getiren Zat, bu hu­susta bir hüküm koymamış ise, o zaman Kitaba ve Sün nete muhalif olmamak şartiyle müslüman da yapacağı is-de serbest kalır.

5. Bir müslüman yahut da Müslümanlarla ülul'emir arasında ihtilâf çıkabillir. Bu iht;lâfı en son halledecek olan husus yine kitabullah ve Sünnet-i Resul-i Ekremdir-Bu son mesnede inanıp itikad etmiş bulunan, bunlardan başka bir şeyle meselenin halledilmesi yoluna gitmez. Bu ihtilâfın hallinde ister üFülemr haklı çıksın isterse halk gıksın, her ikisi de neticelenmiş olan hükme boyun eğ­mek zorundadırlar.

Şimdi, böyle bir meseleden diğer b:r mesele meydana çıkmaktadır. Böyle bir ihtilâf zuhurunda hangi makam bu işi Kitabullah ve Sünnete göre hail ve fasl edecek­tir? Bu makamın bir Dmi meclis ve Ulemâ toplantısı, ya hut da bir Yüksek adalet divanı (Superme Court) olma­sını yüce şeriat bize tayin etmemiştir. Bizi buna mecbur kılmamıştir. Böyle bir makamın bulunması gerektiği tak dirde, bu makamın vazifeleri şu hususlar olacaktır: İs­lâm'ın ruhuna uygun kanun düzenleme; Adlî makamların neticelendirdiği davalara icabettiği takdirde hususi bir şekilde bakmak ye Ki'tabullah ve Sünnetin iktiza ettiği şe-Ülde .meseleyi hail ve fasl etmektir. Hakkı batıldan ayırt edip bildirmektir.

Kur'an-j Kerim, sadece bir ayin ve usul kitabı değil dir. Aynı zamanda bir tâlim, terbiye ve telkin kitabı da olduğundan bu ilâhi Kitabda gayet ibretli vaazlar, beşer akimi hayranlığa sürükleyen nasihat ve Öğütler vardır. Bu itibarla, bu mukaddes kitab bir kanun ve bir nizamı temsil etmekle beraber, aynı zamanda bir hikmet ve mas lahat kitabı olduğu da aşikârdır. Kur'ân-ı Kerim, bu- iki meseleyi birden nazari itibare alarak, insanlığı hidayete sevk etmek yolunu tutmuştur. Birinci şekle göre, Kur'ân -ı Kerim'deki mevzu bahs ett'ğimiz dört usule iman et­mek lâzımdır. Müslüman olmak iddiasında bulunmak,. bu iki şeklin birleştiği bir bütüne inanmakla olabilir. Bun lardan birinden inhiraf etmek, doğru olamaz- îk:nci bir mesele de şudur: Bu müslüman ikendi yaşayışını tanzim etmek için. Kur'an-7 Kerim'in koyduğu her iki sekile de dikkat etmesi icabeder. Yani hem ahkâma dikkat edecek hem de vaaz ve nasihatleri gözönünde bulunduracaktır. Yalnız bir tek şey, insanı doğru yolu Sırat el-mustaki-m'e ulaştırır ki o da Kur'ân-ı Kerimi tam olarak gözö­nünde bulundurmaktır. Oradaki nasihatlerin bir çoğunda Yahudilerin ahlak ve hareketleri misal diye gösterilmiş­tir. Bu misaller gösterilmekle müslümanlar lâtif bir şe­kilde ikâz edilmişlerdir.

Onlara denmiştir ki, sizden önce gelmiş geçmiş ve­ya henüz hayatlarını idâme ettiren milletler, ümmetler, din usulünden ayrıldıkları için bö^le aşağılıklara saplan nmş gitmişlerdir. Sizin için onlar birer ibret teşkil etmeli­dirler. Şimdi bundan böyle Allah'ın Kitabından ve Resu­lün hidayetinden dönen ve kendüe bildiklerine giden millet ler ve yine Allah'ın Kitabın&ve Resulün hidayetine bo­yun eğmek istemeyen, "başkanlar* Öderler, önderler'in pe­şinde gitmek, hatta Kitab ve sünnetten başka   kendisine mesned ittihaz eden «din» büyükleri ve siyas: rehberlerin peşine takılmak, öyle bir fenalıklara insanları saptırır ki, bunun sonunun ne olacağını kesdirmek kolay değildir! İşte bu gibi kimseler veya zümreler Benî Israilin düştük­leri dereye düşüp yuvarlanıp giderler. [107]

 

Önsöz

 

İslamın siyasi nazariyesi, nesebden nesebe intikal ederek, ya­nı babadan evlâda geçen merkezî bir sistem değildir. Geçen bab'-larda İslâm'ın siyasî tasavvuru üzerinde durulmuş ve mevzular açıklanmıştır. Bu bahislerde bu tasavvurun bir merkezi makamı olduğunu bildirdik. Şimdi Kur'an ve lugatta kullanılan kelime ve istilan lann manalarının üzerinde durup bunları tahkik ve şerh et­mek îeab ediyor. Bazıları bu ıst:lahların tam manalarını bilmedi­ğinden, hatta halk, «hilâfetsin manasının «niyabet» olduğuna da­ir fikirleri olmadığından ve hilâfet'ın manasının yalnız «yerine geçmek», «birisinin yerine geçip oturmak» onun işini takib etmek Orduca «ca-nişînî» anlamında olduğunu ileri sürüyorlar. Kur'ânj-ı Kerimde, bu lafızdan maksad, sadece insana tevdi edilmiş boltı-nan selahiyet ve dünyadaki işleri yürütmek hakkını sahib olmak değildir. Daha insanoğlu yeryüzüne inmeden orada bulunan mahlü kun da yerine geçmesi, o mahlûkun yerini tutması için insana verilmiş bir husustur. Bu meseleyi açıklamanın sebebi, bu husus t;* İstidlal edilen Hadîsi Şerifi kabul etmeyenlerin aydınlanması içindir. Bu mevzu hususi bîr tarzda okuyucuların nazarı dikkatleri ne sunulmak istendi. Bu Hadisi Şerifin medlulünü kabul etmeyen­lerin ileri gelenleri, şu iddiayı ileri sürmektedirler: Hazreti Adem'e verilmiş olan «hilâfet,» Hak Tealâ'nm o'nu yeryüzünde halife naşı bi, yani kendisine naib tayin etmesi mânasında değildir. Cenabı Hak, Adem'i yeryüzünde bulunan daha evvelki mahlukatm yerine geçirmek, bu mahlûkatın yerine oturtmak istemişti. Hatta Hadisi Şerifin medlulünü bizim söylediğimiz gibi kabul etmeyen zümre, ŞU iddiada da bulunmaktadırlar. HUafet'In manası sadece, yerine geçmek olduğuna göre, Hilâfet-i İlahiye tasavvuru, manasız olur.

Yani insanın Hak Teâla'ya naib olduğunu kabri etmek istemiyor­lar.                                      

Bu hatalı İddiayı, yeni yetişenler, Hadisi Şerifi inkar edenler ile dinsizliğin ele başları, durmadan ileri sürüyorlar. Zamanınuz-0», banlar her tarafda yine seslerini yükseltiklerinden, bu mesele nin de açıklamasına zaruret hasıl

Bunun içindir ki, Mevlanâ Mevdûd! Sahib'in «Tercüman ttl-Kur'ân» daKİ istidlal tanını, burada ortaya koymak icab ettt. Di­ğer taraftan bazı kalem erbabı da Mevlana'ya (Mevdûdî) itiraflar da bulunmuşlardı. Mevlanâ da onlara cevap vermek için bu mev­zuu etraflıca izah buyurmuş ve Tercüman Ül - Kur'ân'da neşr et^ mislerdir. Bu yazı Tercüman ü!- Kar'ân'm zilkade 1352 tarih (Şu­bat  1933)   tarihli  nüshasında çıkmıştır. (Hazırlayıcı) [108]

 

BAB IV

 

Hilâfetsin Manası

 

Hilafet bahsine gelince, ilk önce Arap lügatinin üze­rinde durup araştıralım. Bakalım, bu kelimenin manası hakikaten Arap lugatında acaba, sadece yerine geçmek, kaymakamlık arkasından gelip birinin yerine oturmak ^Orduca: Câ-nişini = Sussess) midir, yoksa, niyabet, ve­kâlet = (Vicegerenty) manasına da gelmiş midir?

Lügat bahsi:

İmâm Râgıb tsfahani, «Müfredat» isimli eserinde hi lâf et kelimesini su şekilde tarif eder:

Ve'1-hilâfetü niyâfetü niyâbetün an'if gayri,    immâ bi-gaybeti'1-menûbi anhu ve immâ H-mevtihi, ve immâ ii arz'hi, ve immâ li-teşrifi'î- mustahlifi»

Hilâfet demek, başka biline niyabet etmek demektir. İster niyabet edilen kimse gâib (gayrı hazır) bulucu», ister ölüm sebebiyle olsun, isterse azctnden dolayı, >a-hutda bu hâlife olan kimse, hâlife kılan kimse taratman yüceltilmek için de böyle bir vazifeye getirilmiş olabilir.

«Leane» meşhur lugatında * (Arabic EnglishlexİG<m)

 halife» kelimesinin manasını (şuccessor)'yerine ge- ye, kayd ettiği gibi bundan başka (Vkegerent) =  manasına geldiğini de yazmıştır.

Hilâfet işinde, kendisine halife tayin eden, nâib kılan kimsenin ölmüş olması veya mevcut bulunmaması da Şart değildir. imâm Râgıb'ın yazdığı gibi:

«Halefe fulânen, kâme bıTemri, anhü, immâ ma'hü Ve immâ bâ'dehü.»

Han kimse filan kimseye halife tayin oldu demek, onun işini eline aldı demektir. İster onun bulunmasiyle bir arada olsun, ister onun bulunmaması ondan sonra ol­sun.

Bu kelimenin kökünden bir yığın kelimeler de iştikak etmiştir. Bunların iştikaklarına göre mâna itibariyle bazı değişiklikler de vuku bulur.

Halefe hilâfeten: Cümlesurn manasındaki «halife ol­mak» ya onun arkasından gelmektir, yahut da onu takib etmek demektir.

Halefehü hilâfeten, kâne halifetehü ve bakiye ba'de hü ve câ'e ba'dehü. (Tâcül-arüs) Onun halifesi oldu, o-nun halifesi idi, ondan sonra kaldı veya ondan sonra gel­di, demektir. Kur'ân-ı Kerim'de Duyurulmuştur:

Onlardan sonra öyle bir yerlerini tutan geldi ki, ki­taba varis oldu. (A'raf 169)

Musa, kardeşi Harûna dedi, benim kavmimin arasın­da sen benim yerime geç naibim ol.

(A'raf 142) Dedi: Siz bendten sonra ne de kötü niyabet ettiniz? (A'raf 150)

Biz isteseydik, yeryüzünde sizin yerinize geçen me­lekler yaratırdık. (Zuhruf, 60.)

«Tehallefe»nin manası ise, gerisi gerisinden yol tut­mak demektir. İstikamet yolunu geriden takibetmektir. Gerek Medine halkına, gerekse civarındaki Araplara Resulü İlah'dan geri kalıp gitmek yakışık almazdı. (Tevbel20).

«Ahlefe» harap olmuş, dağılmış şeyi asi haline ge­tirmek, haleti evveliyesine irca etmek, yahut bunun .ye­rine bir şey vermek, bozulmuş şeyin yerine konacak bir şey koymak demektir.

Allah sana bedel verdi ve senin için bu iyidir, de­mek, yani sana onun yerine geçen bir şey verdi, senin elinden çıkmış bulunanın yerine bir sey verdi. Sana bu­nun yerine bir ivaz bir karşılık verdi.

(Nihaye, ibn - il - Kesîr) Nitekim Hak Taalâ buyurmuştur ki : Her ne infak ederseniz     (başkalarına  verip  onları geçindirirseniz) o zamato O da bunun yerine konacak si­ze bir şey verir. İşte O rızk verenlerin en iyisictir. (Sebaf 39.)

Hadis-i Şerifde de şöyle buyurulmuştur Allah, gazinin nafakasını tekeffül etmekle ona be­del verir.

Hallefe ve istahlefe'nin mânası da kendisine iıaiife tayin etmek demektir.

Filan kimse filan kimseyi halife kıldı- Yani kendi yerine geçen birisi kıldı. (Tâc - ül - arûa)

Onun yerine onun işini görecek bir kimse kıldı. Ni­tekim istahlefe de böyledir.

Istahlefe dendiği zaman, «nıenûbira anh» : niyabet edilen kimse, tasrih edilmez, o zaman bunun mânası §u olur : «Kendisine halife kıldı», onun yerine onun işini görecek birisi kıldı. îstahlefe fülânen, ey ce'alehü halifeten lehü.

Yani, bir kimse filan kimseyi kendi yerine geçirdi. Kendi yerine işlerine bakacak adam kıldı.

Eğer, «halife kılan», işlerini tevdi eden kimse sara­hatle belli olsa, o 2aman kendisine, yerine geçen veya naib tayin etmiş bulunan şahsın da bahsi geçmiş olur. «Istahlefe fülânen min fülânin;  ey ce'alehü mekânehü»

Filan kimse, filan kimseden yerini ele aldı demek, yani onun yerine geçti demektir. Buna göre, Kur'an-ı Kerim'de sadece «istihlâf» kelimtesî kullanılmış olup, fakat «mtistahlefün - leh» (yerine geçilmiş olan) dan b ahsedilmemiştir.

Biz onları yeryüzünde halife edeceğiz, nitekim on­lardan evvelkileri de etmiş idik. (En - Nur, 55).

Bu gibi yerde «istihiâf » m mânası şöyledir : Âllahu Taalâ onları yeryüzünde kendisine halife tayin etti. Fa­kat her nerede «müstahrefan» - leh» : (yerine geçilecek kimse) den bahs edilmişse, orada mâna, başka birisinin yerine başka birisinin halife tayin edilmesi vardır. Fa­kat, ne zaman, bir evvelki nâib ortadan kaldırılırsa, el­bette onun yerine başka bir yeni nâib geçeceğinden bahs edihr. O ıaman, bu mefhum her ikisine de şâmil olur. Ni­tekim biz de kendi konuşmalarım'ızda böyle bir ifade kul­lanırız. Hâkim-i A'lâ filan kimseyi filan kimsenin yerine tayin etti ve filan kimseden sonra nâib oldu deriz. Me­selâ : İstahlefe'l - Melikü'l- Lordu Ardenii ba'cle'l - lordi Raydinge fi vilâyeti! Hindi. O zaman bu cümlenin mâ­nası şöyle olur : Koral, Lord Arden', Lord Riding'den sonra H;ndistan ülkesinde iş basma geçirdi, işleri tevdi etti. Kendisine nâib kıldı. Yahut da şöyle söylememiz icabeder : Lord Arden, Lord Riding'den sonra Hindistan ülkesinde Kirala niyabet etti. Bu iki mefhumun arasında herhangi bir tezad ve tenakuz yoktur, tki cümle de aynı mânadadır. Burada ikisi birden bulunmuyorlar ki, zıd şeylerin bir araya toplanmış olması vuku bulsun; birisi iş başında iken, ondan sonra, yani o çekildikten sonra, diğe­ri iş başttna geçmektedir -

Bunun gibi  :

Dilerse, sizi ortadan kaldırır ve ğtni istihlai ettirir. îş başına geçirir. Buradan ^vîe bir mâna anlaşılmaktadır : Allahu Taalâ, sigin yerinizi uas-kasina verecek; aynı zamanda şu da anlaşılır ki, Alh Taalâ sizden sonra başkasını kendine «nâib» tayin çektir : Fakat lügatin hakikî mânasında lıer iki tarafı da düşünürsek yine bu iki mânanın ikisinin mevcudiyeti bir­birlerine zıd ve mugayir değildir.

«Ce'alehü halîfeten» in mânasına gelince, bu cümle­nin mânası sadece halife kıldı demektir. îater bu halife, nâib olsun, ister yerine gecen olsun» hangi mânada olur sa olsun bu mefhumla cümle tamamlarmaz: esu cümleye bir tamamlayıcı cümle yahut mefhum l&cım gelir. Btmiuı için «müstehlafün - leh» : (yerine geçilen) yahut «bışsmi-bün - anh» : (kendisine niyabet edilen) den de bahis geç­mesi lazımdır, tster bu mefhumlar açıkça yahut da wr:a-mî olarak bahsedilsin; ne şekilde olursa olsun cürale ta­mamlanmalıdır. O zaman cümlenin mefhumu açık olur. Meselâ :

Ve'zkürû iz ce'aleküm Hülefâ'e min ba'di kavini Kâ­hin.

Hatırlayın ki, sizi Nuh kavmindea sonra hatifi

Ve'zkürû iz cl'alehüm hülefâ'e min ba'di kavmi Mkı. Hatırlayın kî sizleri Âd kavminden sonra h&üfe fctfdı.

Sümme ce'alnâküm hel'ife fi'l - ardi inin ba'dihim  - nanzure keyfe ta'melûne

Sonra sizi onların ardından yeryüzünde halife kıl- ki, nasıl iş tutacaığnıızı görelim?           (Yûnus 14).

Fakat her nerede «mustahlefün - leh» den işaret  ise, orada bir «mustahlefün- - leh» in mukadder ve  olduğunu cümlenin gelişinden hesaplamak lâ- Meselâ  :

Yâ Dâvûdü innâ ce'alnâke halîfeten fi'l - ardı. Ey Dâvûd; biz seni yeryüzünde halîfe laldık. (Sad 26).

Inniy câ'ilün fi'î ardı halîfeten. Ben yeryüzünde halife  kılmaktayım.   (Bakara, 30).

Bunlar ve bunlar gibi olan diğer ayât-r kerime'lerde, «halîfe» kelimesi «k-lmak» ile bir arada zikredilince şu Hualm cevabı verilmesi icabediyor: «İnsanı halife kılan kimdir?» Siz eğer derseniz, insandan önceki mahlûkat ya­hut da geçmiş kavimler, milletler, padişahlar, daha eski halifeler... O zaman yine cümle noksan kalmış olur. Bir zahmet daha artar. Bazı âyetlerin mânamı, cümle ile ta­mamlanmıştır ; fakat bazısının daha tamamlanmamış halde görünür- Meselâ : Ve yec'alüküm hülefâ'e'l - ardı. Sizi yeryüzünün halifesi kılar.

Cümlesinde «hüîefâ» kelimesi, «yeryüzüne» rauzaf-dır. izafe ettirilmiştir. Bu cümlenin kelime kelime (mot â mot) tercümesi «yeryüzünün halifesi» olur. O zaman, bu cümleden, «yeryüzünde daha önce bir mahluk vardı da onların yerine halîfe kıldım» mânası nasıl ç'ıkarılabi-lir? Ve yine:

«İnnîy câ'ilün fi'l - ardı halîfeten» in mânasını da bu şekilde düşünürsek yeryüzünün daha evvelki sakinlerine halîfe olmak icabeder. O zaman, şu suâl karşısında kal­mış oluruz: Allahu Taalâ, niçin Kur'an-ı Kerim'de* bu yeryüzünün daha evvelki sakinlerinden ve bunların İriim-İer, ve neler olduklarından hiç bahsetmemiştir? Onlaraı yerine insanı halife kıldığına dair bize herhangi bir ha­ber vermemiştir? Vermiş ise, nerede? Eğer vermemiş iser o zaman, diyebiliriz ki, lisan ve edebiyat bakımından bu cümlenin mânası hangi şekilde anlayışa daha fazla ya- «Ben. vaziyetleri belli olmayan : (Meçhulül - hal)

eryüzü sakinlerine bir halife tayin etmekteyim» mi? Y^ksa aynı cümleden şöyle bir mâna mı anlaşılır?. /Ben yeryüzünde kendime bir nâib    tayin etmektenim»

mi? Şimdi eğer dinleyici Arapçanm gramerini (Sarf-i Arabî) bilse ve Mevlânâ... [109] nm tertiplemiş olduğu aklî mukaddemelere de tamamen bigâne olduğunu kabul etsek bile, yine bu cümleyi duyan bu iki mânadan hangi­sinin asıl maksad olduğunu kolaylıkla anlamış olacaktır. [110]

 

Hilafet Ve Hükümdarlık Mefhumu

 

Bu lûgavî bahisler tahkik edildikten sonra ben zât-ı faziletlerinizden hilâfetin bu mefhumu üzerinde biraz dü­şünmelerini istirham ediyorum. Nitek'm Mevlânâ Hz. kendileri de, kendileri için neyi kasdetmiş olduklarını göreceklerdir. Zatı Faziletleri şöyle buyuruyorlar   :

«H'lâfetün fi'l - ard'dan maksad yeryüzündeki sal­tanat ve hükümetin yerine geçmektir.»

Mevlânâ... «İnniy câ'ilün fi'lardi halifeten» in tercü­mesini şu şekilde yazmış bulunuyorlar:

«Ben yeryüzünde bir padişah nasbettim» Sonra da altına bir de not ilâve etnrşlerdir: «Hazret-i Adem, ken­disinden evvelki yeryüzü sâkinlerinin yerine padişah nas-bedilmiş oldu.»

Lütfen düşünsünler, hilâfet kelimesinin mânası sa­dece yerine geçmek, kaymakamlık, birinin ardından is başına gelmektir. Böyle olunca, bu kelimenin neresinden padişahlık ve hükümdarlık mefhumu çıkar? Eğer «hilâ­fetin» kendisinde böyle bir mefhum yok ise, — elbette ki yoktur — o zaman, bu mefhum «hilâfet» için bir nevi itibarî mâna olur. Halife hilâfeti elde edince, ne şekilde olursa olsun, idareyi ele alacak herhangi bir hüküzr.iar-lığa ve iktidara da kavuşmuş bulunacaktır. Şimdi insan da böyle bir «hilafeti» elde edince, ki burada zatı fazilet­lerinin kendilerinin itirafına göre, saltanat ve hüküm­darlık bütün ihtişamı ile Önünde parlamaktadır. O zaman hiç olmazsa şuna da inanmalı ki, ir^san «halife» olunca da — ne olursa olsun — bir hükümdar olmuştur.

Buyuruyorlar ki, Kur'an'da ilmi tahkik ile sabit ol­duğuna göre, insandan önce yeryüzünde herhangi bir mahluk vardı. Bu mahlukata da bir hükümdar hüküm­dar olmuştu.

imdi, hükümdar olmak için, ilim, hikmet, irade- ihtiyar kudret ve daha birçok başka sıfatların mevcud olması şar ti vardır. Nitekim bunlar olmaksızın yeryüzüne ve yeryü zünün sakinlerine hükümdarlık etmenin imkânı yoktur, ilmî tahkikattan anlaşıldığına göre, insandan önce yer­yüzünde bu saydığım'ız sıfatları haiz olabilecek bir mah­lûk bulunmamaktadır. Bu hususu Kur'an-ı Kerim dahi tasdik etmektedir. Biz kendimiz de diyoruz ki, insan, Hak Taalâ'nın mahlukati arasından en efdal mahluktur. Yani Meleklerden de — ki, onların hakkında (tbâdün mükerremûn : Değerli yakın kullar- Enbiya, 26) buyu -rulmuştur. — daha efdal yine insandır. Çünkü bu me­leklerin - ilmi eşyadan : (şeylerin bilgisi) haberleri yok tur.

Sonra onları Meleklere göstererek dedi : «Siz doğru iddiada İseniz, bunların isimlerini bana bildirin. 'Onlar da dediler, Hanıd olsun sana, sen m bize öğrettiklerinden başka bizim bu hususta bir bilgimiz yok. (Bakara, 30-31)

Hatta melekler irâde ve serbestlikten de tamamen mahrumdurlar :

Emr edildikleri hususlarda Allah'a karşft gelmezler vt ne emredilmişse onu yaparlar. (Et - Tahrim, 6).

Melekler bir tarafa dursun; ikinci mahlûk da cinler­dir. Kur'an'da bunların yeryüzünde hükümdarlık ettikle­rini anlatacak bir işaret yoktur. Bu ikisi de bir 'tarafa, dursun; kaldı hayvanlar, bitkiler ve cemad&t... Bunlar rın durumunu siz de pekâlâ biliyorsunuz. Şimdi bu say­dıklarımızın dışında, kim yeryüzünde hükümdarlık edebi­lecek bir durumda olabilir ki; insan da onun yerin© ge-<;ip, o hükümdar ortadan kalktıktan sonra hilâfeti devir almış olsun?.

Şimdi bu insanın yeryüzüne eski sakinlerine halife olacağını kabul edelim. — ki, bu'yeryüzünün eski sakin­leri, insandan önce yeryüzünde hükümdar idiler — O za­man şöyle bîr sual ha<hra gelmez mi? Bunlar bilasâle hükümdarlık mı ediyorlardı? Yoksa bunlar binniyabe birinin yerine hükümdar mı olmuşlardı? Zatı Faziletleri de birinci şıkkı kabul edemezler. Çünkü îslâmî akideye £öre, bilasâle ve bizzat hükümdar ve hüküm sahibi Hakk Taalâ'dır- Ondan başfca kimsenin hüküm sahibi olmağa hakkı yoktur. Her kâine de hüküm verme hakla verilmiş ise ,yine Hak Taaiâ tarafından atâ kılınmıştır. Şimdi ikinci ş*ıkka gelince, bu şıkkı kabul ettiğimiz takdirde, o zaman size göre «hilâfet ardından hjlâfet» diye bu iş sonu geîmiyecek bir zamana kadar uzar gider; insandan evvelki evvel kimdi diye sorulur. Bu halifeler birbiri ar­dından halifeliği nasıl teslim almışlardı, diye de sorula­bilir. Nihayet bu halifenin kendisinden önceki halifeden evvelki halifenin daha evveli ve en ilk kaynağı nedir de-n*r. İşte o zaman en ilk kaynağın   Allah Taalâ olduğu meydana çıkar. O zaman mevzuumuz aydınlığa kavuşa­rak, iktidar ve hükümdarlığın da yine «İlâhî hüküm­darlık» olduğu ortaya çıkmış olur. [111]

 

Kur'anî İşaretler

 

Şimdi Zâtı Faziletlerin»! dikkatini Kur'an-ı Kerim'e doğru celbedelim. Bu aslî kaynak, insanın elde etmiş ol­duğu bu hilâfetin hakikatde İlâhî hilâfet olduğunu en Kesin şekilde bildirir. Kur'an-ı Kerim, Hak Taalâ'nın in­sanı en güzel şekilde yarattığını beyan eder.

îşte biz, insanı en güzel şekilde yarattık. (Et - Tin : 4)

Biz onu kendi elimizle yarattık.

Dedi : Ey iblis, benim kendi elimle yarattığıma se­nin secde etmen için ne mani oldu.

(Sad, 75) Sonra biz kendi indimizden ona ruh üfürdük (Secde, 9).

Sonra onu güzel bir şekle koydu ve O'nun ruhun­dan- ona üfurüldü.

Daha sonra İlim ve nimet vermekle şereflendirildi.

Ve ademe bütün isimleri öğretti. (Bakara, 31).

Ve sizin için göklerde ve yerde ne var ne yoksa on­ların hepsini emrinize verdi. (El - Casiye, 13).

işte bu saydığımız vasıflar, insanın yaradılışından kemal derecesine yükselmesine kadar elde ettiği şeyler­dir. Hak Taalâ, o zaman, Adem'e (İhsana) secde etme­leri için meleklere emir buyurdu. Bu mevzu Sâd Sûresi­nin sonunda öyle bir şekilde beyan edilmiştir ki, üzerin­de uzun uzun düşünmek icabeder.

O zaman, senin Rab bin, Meleklere dedi ki; işte ben beşeri topraktan yaratmış bulunuyorum. Onu güzel bir şekilde ortaya çıkardım ve kendi ruhumu ona üfledini; simdi siz de onun karşısında secde ederekten durunuz. Melekler hep secde ettiler. Ancak îblis şanına yediremedi (kendini büyük saydı) ve kafirlerden oldu idi- Dedi : Ey İblis, benim elimle yarattığıma secde etmekten seni ne alıkoydu, (ne mani oldu). Acaba sen sanma yakıştıra-madm mı? ( kendini büyük mü saydın?) Yoksa sen (ha­kikaten) yücelerden raisin? Dedi : Ben ondan iyiyim. Sen beni ateşten yarattın, onu ise topraktan yaratmışsın. Dedi çık oradan, sen kovulmuşsun. (Sad, 71 - 77)

Bu âyetlerden anlaşıldığına göre, Meleklerin insana secde etmeleri için emir verilmesine sebep,    Allahu Ta-alâ'nın kendi eli ile manen insanı yaratmış olmasıdır. Bu itibarla insan, Hak Taalâ'nın sanat ve kudretinin kâmil bir mazharadır. Aynı zamanda insanın içine Hak Taalâ. kendi ruhunu» üfürmüştür. Ve mahdud miktarda insana Hak Taalâ kendi sıfatlarından bir şeyler de vermiştir. Bu şekilde hiç bir mahlûkun erişemediği yüksek bir se­viyede Hak Taalâ'ya yaklaşmak    imkânı insana bahşe­dilmiştir, İşte Hak Taalâ'mn sıfatiannctan bir mktar, in­anda tezahür edince de insanın    yeryüzünde «Halife» kılınması ilân edilmiştir.     Nitekim     Sûre-i Bakara'nın dördüncü rükûunda işaret buyuruknuştur.  Melekler de bu hususta tereddüde düşmemişlerdi. O zaman da Allahu TaaUL, Meleklerin karşısına insanın faziletini ortaya koy-^Ak istemiş ve kendisine en yakın mahlûkunun  ilmî vas­fını Meleklere anlatmıştı- Bununla da Meleklere, insanın «halife» olmak kabiliyetini bildirmiş ve Meleklere insa-nın halifeliğini kabul etmeleri emredilmişti. Kabul edip«tmiyeceklerin de meydana çıkmasa için secde kılınması buyurulmuştu. Bu emri bütün melekler kabul etmişler, baş eğip secdeye kapanmışlardı. Ancak Şeytan o zaman bu Halifeliği kabul etmek istememiş ve bunun neticesin­de de Bar'gâhı Uluhiyetten koyulmuştur.

Bütün bu işaretlerden, bu cümlelerden acaba neler anlaşılmaktadır? İnsanın bütün mahlûkattan efdal olma-smın sebebi ne olabilir? Bütün bu Önemli suallerin ceva­bını yine Kur'an-ı Kerim'de bulmaktayız. Buvuruhıyor ki:

«Biz onu kendi sıfatlarımızdan iyi bir mazhari kıldık. Ona kendi ruhumuzdan bir şeyler üfledik.»

Ve diğer mahlûkların çok fevkinde olan bu yaratı­ğa, meleklerin secde edilmesi emrediliyor. Bütün bu saf­halardan sonra da «Biz onu halîfe kıldık.» diye üân edi­liyor. Hilâfeti ilân edilen bu «Halife», nasıl olur da yer­yüzünün eski sakinlerine hâlife olabilirdi?

Yeryüzünün eski sâkinlerinin yerine başka, bir gele­cek ve bu yeryüzünün eski sakinlerine halife olacaksa o yaman meleklerin karşısında İnsanı Halife ilân edilmesi­ne, onun faziletlerinin sayılıp dökülmesine, onun bu ma­kama lâyık olduğunu isbat etmeğe ne lüzum vardı? Son­ra yine bu Meleklere emir verilerek, «gid>n şu toprak kü­resini yani yeryüzünü imar edin, sonra da siz orada bu­lunan eski sakinlerin yerini alın da orada secde edin» mi deniliyordu- ? [112]

 

Hilafet-İ Îlâhiye'den Maksad Nedir?

 

Kur'au-ı Kerim'de işaret buyurulan başka bir mese­le de Hilâfet-i İlâhiye mefhumunun apaçık anlatılmış bu­lunmasıdır.

Biz Emahetfİ göklere, yere ve dağlara teklif ettik; onlar buna üzerlerine    almaktan    çekindiler ve bundan korktular. İnsan ise bunu yüklendi. İşte insan şüphesiz zâlim ve habersizdir. (Ahzâb, 72)

Bu âyet- Kerime'deki Emanet'ten makaad, «îhtiyâ-rat» : (Freedom of choice) : «Seçme serbestisi» ve bu­nun mesuliyeti (Responsability) dir.

#îşaret-i Ilâhî'yeden, maksad şudur : Gökler, yer ve dağlar bu yükün altından kalkacak- durumda değillerdi; onlarda bu yükü kaldıracak kudret ve takat yoktu. în-Kandan önce bu ağ*ır yükü yüklenecek ve bu ağır yükün altına girecek durumda bulunan hiç bir mahlûk olamaz­dı. Nihayet insan yaratıldı ve bu çok ağır yük; insanın üzerine yüklendi. Bu beyandan şu çeşitli noktalar orta­ya çıkmak tadır  :

1.    İnsandan önce yeryüzünde ve göklerde, bu ema­netin yükünü kaldıracak kabiliyette hiç bir mahluk yok­tu. İnsan, bu yükü yüklenen ilk mahlukdur. Bunun için, o, bu Emânet mansıbında herhangi bir mahlukun yerine geçmemiştir. (Succeşor)  : b'r evvelkinin yerine gelip otu­ran olmamıştır-

2.    Sûre-i Bakara'da, Hilâfet diye bildirilen bu şey, burada  «Emanet»  kelimesiyle     anlatılmıştır.   «Emanet» ıstılahı ve sözü kullanılmıştır. Nitekim Meleklere de is­bat edilmiştir ki, siz «hilâfete» layık varlıklar değilsiniz. Bu isi görecek vasıflara malik bulunmuyorsunuz. Ancak insan bu hilafete ehliyet sahibidir.    Bu ağır mesuliyet yükünü ancak insan taşıyabilir.    Yine buyurulmaktadır k': Yerde ve gökte bizim Emanetimizin yükünün altın­dan kalkacak vasıflara sahip, herhangi bir mahluk yok-tu- Yalnız ve ancak insan bu yükü yüklenebilir ve ancak

 bu yükün altından kalkabilir...

3.    HÜâfet ve Emanet mefhumları aydınlatılmak is-ir. Bu iki kelime şu nizamı âlemde, İnsanın sahih haysiyetini, mukaddes memuriyetini ye hususiyetlerini aydınlatmaktadır- însan yeryüzünün hükümdarı, idareci­sidir. Fakat bu hükümdarlık, bu idarecilik, «bilasâle» (kendisine ait) değildir. Bu hükümdarlık «büemâne» (kendisine tevdi edilmek suretiyle.: Delegated) dir. Bu­nun için Allahu Taalâ, tevdi etmiş olduğu bu ihtiyarât : (Delegated power) «Emanet» diye tavsif edilmiştir. İn­san da tevdi edilmiş olan bu ihtiyarâtı elinde bulundurup bunlan kullandığından insan bir «Halife» : (Vicegerent) dır diye söylenmiştir. İşte bu açıklamaya göre, «halife» nin mânası şu oluyor ki, bu iş kime hangi şahsa verilir­se, o kimse, o şahıs veren kimsenin yerine, veren sat ta­rafından bu ihtyarâtı kullanacaktır. İngilizce bir tâbirle (Person Ebcercising Delegated Powers) olur. Yani «ken­disine tevdi edilen ihtiyarât kuvvetlerini kullanacak olan kimse.» [113]

 

BAB : V

 

Takdim

 

Hİnd - Pakistan Ülkesi taksiminden Önceki Hisıdistanda, si­yasî meselelerin en başında bulunan en mühim mevzu milliyet ta<-savvuru meselesi idi. Müslümanlar her zaman kendileri için, ayrı bir «milliyet» düşünüyorlardı. Kesidi camialarının da yarı bir mil­let olduğunu İleri sürüyorlardı. Oalar asta gayrı - Müslim millet­lerle bir arada yaşayamayacaklarını ve gayrı - Müslim akvam ile bir millet olmayı tasavvur edemiyoriardı. Böyle bir şeyi de asla kabul etmelerine İmkan yoktu. Fakat yirminci asırda, Av­rupa'nın tesiri altında kalan Hindistanın siyasî veçheleri yüzün­den «Birleşik Milliyet» fitnesinin ateşi alevlendi. Bu mesele, ileri gelen şahsiyetlere hatta derin görüş sahiplerine btle tesir etmişti.

Merhum AÜame tkbal, Mevlanâ Mevdûdi Sâhib ve diğer mü­tefekkirler, bu zümrelerin bu şekildeki düşüncelerine cevap vere­rek «Birleşik Milliyet» fikrini agsr bir surette tenkid ettâl«r, îşte o zamanki fikri rehberliğin neticesinde Müslümanlar, «Birleşik Milliyet» fikrinden vazgeçtiler. îkS ayn mİUet meşumu kabul edS-lerekP Pakîstamn kurulması hareketine yol açıla;.

Bu uyanışta Mevlanâ Mevdâılî Sahlb'in de büyük bir hissesi vardır. Bİx de Zatı Faziletlerini» bu husustaki yazmış ve söyle­miş bulunduğu mevzuları biraraya getirip bunltrcn arasından ea mîibim iki mevzuu seçtik. Bu iki mevzu Tercüman - ül - Kur'an'-m, 1SSS  Ka*sim - Aralık aylarında ve yine 198& Haziran nüiSMa-larıoda neşredilmiştir. Bundan önce de bu husustaki mevzular ayrıca bir kitapta da toplanmıştır. Şüphesiz, bu mevzular on milyonlarca (Lakhon : 10 milyonlar) halkın fikrine tesir etti. Ne­ticede Müslüman Milliyetçiliğinin ne demek olduğu ortaya çıkmış oldu. Hazırlayıcı[114]

 

İslimi Milliyetin Mahiyeti

 

İnsan, yabani yaşayıştan medenî hayata adım attlıği zaman, toplum arasındaki ferd için bazı vecibeler kendili- ortaya çıkar. Birlikte yapılması gereken işler ve  meseleleri, ferdleri ister istemez bir araya getirir; böylelikle şahısların birbiriyle kaynaşması, an­laşması ve karşılıklı yardımlaşması mümkün olur. Bu bir­lik onları, daha güçlü ve hayata karşı daha hazırlıklı kı­lar. Medeniyetin yeni mesafeler katetmesiyle beraber, toplumdaki bu birlik dairesi d;.1 daha genişleyip gider-Nihayet büyük b'r insan kütlesi, bir araya gelirler ve bir hayli, insan da bu dairenin içine girer. Fertlerin biraraya toplandıkları bu dairenin ismine «Kavim : Millet» diyo­ruz. Bu kel'nıeye yani millet veya milliyet bugünkü mâ­nada ve bugünkü istilanda yeni ortaya çıkmış bir tâbir­dir. Fakat bu kelime esk'den beri, medenî milletler ve medenî kavimler için yine de kullanılmış bir ısülahdır. Bu kelime ile eski Mısır, Babil, Roma, Yunan ve d'ğer bir hayli medenî topluluklara isim verilmiştir. Bugün Avru-pada da böyledir. İngiliz milleti (kavm), Fransız milleti, Alman milleti, İtalyan milleti vesaire.,, denmektedir. [115]

 

Milliyetin Ayrılmaz    Zaruriyeti  :

 

Şüphe yoktur ki, milliyet İlkönce mâsuna bir cazibe gibi ortaya çıkmıştır.    Yani, bu cereyanın ilk nraksadı, hususî bir topluluğu bir araya getirmek ve bu yek vücut haline gelen kütleyi müşterek bir gaye ve hedefe sevket-

Jhekti. Bu hareket toplum   çin mecburî bir oluş şeklinde- göster İdi. Fakat bu tarzda ortaya çıkan bil* millet,    bu uŞİa beraber bir asabiyet : taassup (şovenlik) boyasına ayandı. Milliyetler.her nerede olursa olsun, kuvvet bu-

lunca «taassup» boyası da rengini koyulaştırdı. Ne aa-rnan bir kavim : Millet efradı millî menfaatlerin,! Ön plâ­na alarak bir birlik meydana getirmişlerse, yahut da baş­ka bir tabirle, kendi milliyetlerinin kalesine girerek bu kalede toplandıkları takdirde, -" "aman zarurî olarak bu kaleniii içindekilerle dışındakiler arasında bazı farklar ve imtiyazlar da kendini gösterdi Kaleye sıg'ınmış millet efradı bu defa her muamelede, her hususta kendilerini kalenin dışındakUcrs tcr-ih Aîmsfc yolunu tuttular- Dı-şardakilerden kendiîerini ayırmağa başladılar. İşte o za­man, bu iki zümre, yani kalenin dışmdakilerle kalenin içindekiler arasında, menfaat temin etmek ve nüfuzlarını yaymak hususunda ihtilâflar da doğmuş oldu. Neticede bu zihniyeti [116]deal haline getiren milletler, kendi menfa­atlerini korumak için, diğerlerinin yani kalenin dışında-kilerinin menfaatlerini de feda etmek yoluna gittiler. Neticede bu zihniyetin peşinden savaşlar ve barışlar tu-reyip gitti. Fakat ister barışta, isterse savaşta bu iki mil­let zümresinin arasında daima bir ayrılık fikri o»ğrafî mânada da yeni hududların meydana çıkmasına sebebiyet verdi. Bu milletlerin yeni tutumlarının ismi de «millî asa­biyet : taassup» ve «millî hamiyyet» dir. İşte bu telâkki milliyetin ayrılmaz bir zarurîyatıdır ki, «milliyet» ile bir­likte, m'lliyetle beraber doğmuştur. [117]

 

Milliyeti Terkb Eden Usuller (Elemanlar)

 

Bir toplumda milliyet fikrinin mümeyyiz bir vasıf kazanabilmesi için ferd ile kütle arasındaki münasebet­lerin düzenlenmesi ile mümkün olabilir. Her ne şekilde olursa olsun kuvvetli ve    kudretli bir disiplin tatbikatı umumî efkârı muayyen bir gayeye sevkedefaümelidir. Ferdlerin her birinin ayrı bir valık oldukları hesaba ka­tılmakla beraber, onîar toplu halde bir vücudu aa-fe;us, lan gerekir. Bu ferdlerin sözü bir, düşüncesi bir. maksadı bir, çalışma yolu bir, işleri de bir olup bir daire içme toplanmaları icabeder. Millî gaye, sayısı çok olan fert­leri yekpare haline getirmelidir. Sağlam sarp kayanın parçalan gibi birbirlerine kaynamış bulunmaları gerekir. Milletin fertlerinin fikirlerine bu kaynama öyle yerleşmiş olmalıdır ki, millî menfaatlerde ve millî gayelerde onlar .nep bir tek şahıs gibi düşünüp bir tek şahıs gibi hareket edip, her işde ve her güçte birbirlerine bağlanıp, her hu­susta fedakârlığa hazır olmaları icabeder-

Bh birleşme, bir araya gelme, iş birliği yapma, birli­ği teşkil etme muhtelif sebepler ve inuhtelif saiklerden meydana gelebilir. Fakat dünyariın ta başından bu güne kadar, tarihin başlangıcından günümüze kadar, dünyaya bir şu kadar milletler, kavimler gelip gitmişler veya ge­lip gtmemişlerdir. Ancak îslâmî ..milliyetin aşağıdaki sa­yacağım bazı hususiyetleri vardır" kî, gelmiş geçmiş ve­ya gelip geçmemiş milliyetlerde'; bu hususiyetlere aâla rastlanamaz. O rnilletlerdeki iş birlikleri, birleşmeler,, bir-araya gelmeler; unsurların terkibi, aşağıda sayacağımız bazı diğer yardımcı sebeplerle olmuştur.    ' /

1.    Irk birliği : Buna soydaşlık da diyebiliriz. Nesil Erliği demek de mümkündür.

2.    Ülke ve memleket birliği : Buna da vatancıhk, memleketçilik diyeceğiz.

3.    DU birliği : Bu da milliyetin teşekkülü, birliğin kurulması 'İçin zamanımızda en kuvvetli âlet, en kudretli vasıtadır.  Milliyetin     meydana gelmesinde bu hususun ^üyük bir hissesi vardır.

4.    Renk birliği : Vücudlarının derisinin aynı renkte °lduğunu gören ferdler, kendilerinin aynı cinsten oldukarun hissederler. Bu his sebebiyle ilerlemiş olduklarım zannederler ve mevcut kuvvetlerine istinad ederek, kendi vücutlarının rengine benzemiyen kavimleri hakir ve aşa­ğı görürler. Kendi vatanları içinde bu kabil zümrelere ha­yat hakkı tanımak istemezler. Ve ayrı renkte olan insan­ları ayrı bir soy telâkki ettikleri gibi onlarla kaynaşmak steinez ve onları ayrı bir nazarla görürler.

5. Geçinme dâvası birlimi : Bu birl:ğin de asıl ga­yesi üstün bir geçim seviyesine ulaşmaktır. Bu zümrenin ferdleri kendilerine daha iyi geçinme imkânı elde etmiş olduklarırtı ileri sürerler. Bunun neticesinde de d'ğerle-rinin menfaatleri karşısında kendi çıkarlarını korumak için mücadele ve çekişme yolunu tutup giderler.

6. Hükümet nizamı bh'îîği : Bir hükümetin tebaa­sının müşterek kanunların altına girmeleri ve bu kanun­lara boyun eğmeleri, diğer hükümetlerin tebaasına kar­şı, kendi aralarında birleşmiş olmalarıdır. Bunlar da ken­di hükûmetîernin tebaası olmayanlarla kendi aralarına bir hudud, bir sınır, bir ayrılık vücuda getirirler-

Tâ eski zamanlardan, yirminci asra kadar, gelmiş geçmiş, ortaya çıkmış bir şu kadar «milliyet» lern ana unsurunun b'r araya gelmelerinin hususiyetini araştırıp tahkik ettiğimiz zaman görürüz ki, bu anasır, her şey -den ziyade yukarıda saydığımız sebeplerle bir araya gel-m'şlerdir.

Şimdi iki üç bin sene evveline dönelim. İlk önce Yu­nanlılık, sonra Romahlık, daha sonra îsraillilik ve sonra îranllik vesaire... Hep bu sebepler üzerine teşekkül et-nıişt;r. Bugün zamanımızda da Almanlık, îtalyanlık, Farnsızlık, îngüizFk, Amerikanlık, Rusluk, Japonluk ve saire de hep yukarıda saydığımız saikalarla ortaya çık­mış bulunuyor.

Şurarfı da tamamen doğrudur ki, dünyanın muhtelif kavim ve milletlerinin teşekkülünde bu saydığımız temel sebepler, milletlerin fertleri arasında bir bağ meydana cretirmiştir. Ancak böyle olmakla beraber, şu hakikat da inkâr edilemez ki, yukarıda söylediğimiz bu sebeplerle te­şekkül etmiş bulunan milliyetler, her zaman insanlık âlem-'nin basma bir belâ kesilmiş ve büyük felâketlerin doğmasına yol açmışlardır.'

Bu şekilde teşekkül etmiş bulunan milliyetler dün­yayı ve büyük insanlık ailesini yüzlerce, binlerce parça­ya bölmüş, darma dağın etmiştir. Bu kısımlardan, bu parçalardan, her biri de diğer kı&miara, diğer parçalar hakkında düşmanlık hisleri beslemiş ve daima yekdiğer­leri hakkında kötü niyetlerin sahibi olmuşlardır. Bu ara­da müstevli devletler ülkelerine zorla kattıkları parçalar­da da müsbet bir değişiklik yapamamış ve onları da dü­zel tememiştir. Aslında bir neslin başka bir neste, bir so­yun başka bir soya tahvili imkânsızdır. Bir memleket, bir ülke, bir vatan başka bir ülke, başka bir memleket ve başka bir vatan olamıyacaktır. Milletçe bir dil konuşan­lar diğer brr dili ana dilleri gibi kokuşup benirnsemeiLeri daima muhal bir şeydir. Bir renk taşıyanların başka bir renk taşımalarına imkân ve ihtimâl mevcut değildir- Bir kavmin geçim dâvası, diğer kavmin geçim dâvası ile aynı değ ldir. Bir hükümet öteki bir hükümetle a>nı olamıyor. Bunların neticesinde şöyle bir mesele ortaya çıkıyor: Yu­karıda sayılan zorlayıcı sebeplerle teşekkül etmiş bulu­dan milliyetler, herhangi bir şekilde anlaşma ve barış yo­lunu tamamen ortadan kaldıran bir vasatın içine düşmüş­lerdir. Millî taassubla birbirleriyle üıtlâfa düşen ve hırs-te yarıdan bu siyasî kuvvetlerin bu savaş ve döğüşleri de­li bir yarışma içinde daima bir çekişme atmosferinde de-v&m ödip g:decektir. Saydığımız sebeplerden teşekkül et-  bulunan milliyetler arasında daima fesad alevi kendişini gösterecektir. Dünya yüzünde daimî bir fesada, emniyetsizliğe ve güvensizliğe yol açılnış oluyor. Elbette kî, Hak Taalâ bunların hecine ağır lanet yağdıracak, şeytan ise bu feci duruma sevinecektir. Çünkü bu gâlbd şeyler, şeytanı ezelî ve ebedî düşmanı olan însana karşı kullanabildiği en kuvvetli silâhıdır.  [118]

 

Cahîliye Taassubu

 

Bu şekilde kurulmuş bulunan Milliyetlerin fıtrî ikti­zası, «taassubu» meydana çıkarmış olmasıdır. Bir millet, bir kavim, diğer millet ve diğer kavme "karşı yabancılık hissi ile bizden değildir diye nefret besler, onlara karşı muhalefete kalkar. Nefret hissi beslemenin ve muhalefe­tin sebepleri*ned;.r? Burada    hak, sadakat, temiz insan olma, namuslu bulunma, adalet sahibi olma ve bunlar gi­bi şeylerin i§in içinde yeri yoktur.   Ancak ve ancak şu vardır : Meselâ bir kimsenin rengi    siyahdır, bu kimse beyazın "udinde hakir görülmeye lâyık ve bu yüzden aşa-ği olmağa mahkûmdur. Yahut birisi Asyalıdır. Avrupalı bu adama karşı nefret hissi besler; ona karşı her türlü zulmü reva görür;  yaptığı    haksızlıktan meşru görür-Meşhur Einstein, ünlü bir âlim olmasına ve zamanımız­da dünyada eşine az rastlanan kimselerden bulunmasına rağmen, sırf Yahudi ve îsrail kavmindendir diye Alman-yada kendis'ne insanlık haysiyet ve şerefine yakışmayan .vvameleler yapıldı. Taşkîdî [119] bir habeşi zenci ve sivah kimse olduğundan kendisine ne gibi muamele yapıl­dığını büiyoruz. Medeniyetin merkezi diye tanınan Ame­rika'da, zencilere yapılan zulümlerin derecesi karanlık çağlan pek aratmamaktadır. Orada medenî Amerikalı bir aenciyi yakalayıp canlı canlı yakabilir. Zenciler, beyazla-na evlerine giremezler. İstedikleri caddelerde çok vakit yürüyemezler. Tedrisattan istifade edemezler. İnsan hak­larının bir çoğundan mahrumdurlar.

B'r Almanın Alman olması, bir Fransızuı da sadece Fransız olması, birbirleriyle düşman olmaları için kâfi bir sebepdir. Bunların her birinin iyilikleri, güzellikleri,' diğer tarafın gözünde da;ma kötülük ve çirkinlik alarak görünür. Afganlıların sadece Afganlı olmaları ve Suri-yede Şam halkının Arap olmaları, İngiliz ve Fransız uçaklarının bu zavallıların kafalarına bomba yağdırma hakkı vermektedir. Geri kalmış milletlerin şehirlerini ve memleketlerin i. tahrip etmek ve bir harabeye çevirmek iler- (!) memleketi erce tabiî bir hadsedir. Ve yine müs-t^mlekelerdeki katliam hareketleri ihtiyar tarihin yüzü­nü adamakıllı kızartmıştır. Bu arada Avrupalıların kar­şılıklı olarak, şehirlerini yerle bir ededek derecede vira­neye çevirmeleri, kendilerine milliyet prensibinin neye mal olduğunu çok kat'î bir şekilde göstermektedir-

Hülâsa olarak diyebiliriz ki, bu cins imtiyazlar, insafı ve hakkı tanıyan gözleri kör edip, insanı dalaletin karanlığına bırakmıştır. Bu yüzden de insanlığın alemşü­mul ahlak, şeref, namus gibi bütün manevî güzellikleri, bu şekilde zeh'denmiş ve milliyetlerin içinde yok olup gitmiştir. Bu faziletlerin ortadan kaikmasiyle, adalet ye­rine zulüm, doğruluk yerine eğrilik, doğru yerine yalan, şeref yerine alçaklık yükseltilmiş oldu.

Acaba liyakatsiz, kötü, pis ve şirret bir k'mseyi, li­yakatli, iyi, temiz ve namuslu bir insana tercih etmek­ten daha feci, bundan daha korkunç bir zihniyet tasav­vur edilebilir mi? Çünkü kötü kimse sırf milliyeti itiba­riyle iyi olarak telakki edilmektedir... Siyah ise haddi zatında iyi olduğu halde kötü olarak damgalanmıştır. Bi­rine si tesadüf eseri, Avrupanın bir dağında doğmuştur. İkincisi ise yine tesadüf eseri olarak Asyanın bir şehrinde dünyaya gelm'ştir. Birincisinin konuştuğu dil, ikincisinin konuştuğu dilden ayrı bir dildir. Birincisi bir hükümetin t.ehaasıdır, ikincisi bu hükümetin tebaası defidir. Acaba viicud derisinin rengi, ruh temizliğinin üzerinde bir tesir cra eder mi? Derinin siyahlığı, ruhu da karartmağa muktedir midir? Bu naaıl bir iştir? Acaba denizlerin, dağ­ların, ovaların ve nehirlerin insan ahlâkı ve vasıfları üzerinde bir tesiri mi vardır? Nasıl olur da aklı başında. Rulunan ve beyni işleyen bir insan, doğuda hak olan bir şey' batıda bâtıl olarak kabul eder? Nasıl olur da bir kalb-i selim, bir temiz yürek, iyilik, §eref, namus, ve in­sanlık vasfını bir tarafa bırakır da, bunların yerine da-marlardaki kanın rengini konuşulan dili, toprak ve mem­leketi, insanî meziyetlerin ölçülmesinde bir miyar olarak tanır ? [120]

 

Milliyet Unsurları  Üzerine Aklı Bîr Tenkîd

 

Bugünkü milliyet teşekkülünün ve millî bütünlük binasının nelerin üzerine kurulduğunu bir parça düşüne­lim. Ve bu mevzuyu lâyıkı şek-lde tahkik edelim. Mevzu bahsedilen milliyet esasları acaba gerçek üzerene mi, yok­sa bir hayal ve serap üzerine mi kurulmuştur?.

Bu görüşün istinad ettiği temellerin sağlamlık veya çürüklük derecesi ned'r?

İlk önce ırkçılık üzerinde duralım. Irkçılık ne de­mektir? Irkçılık üzerine kurulmuş bulunan milliyet sağ­lam bir kaideye oturtulmuş olabüir mi? Bu görüş ilk ön­ce bir kan gurubu iştiraki esasından harekete geçmiştir. Ve bu fikren başlangıç noktasını da baba ve annenin nut-iesi teşkil etmiştir. Bu suretle insanların kan gurupları meydana gelmiştir.. Bu nutfeler çoğalınca aileler teşek­kül eder. Sonra kabileler- aşiretler ve daha sonra ırk meydana çıkar. Bu şekilde insan soy ve sopunu düşüne­cek daha gerilere giderek ırkçılık saikasına saplanır ve kendi ırkını en yüksek bir ırk olarak görmeğe başlar. Biraz daha da uzaklara daha geri zamanlara gidersek göreceğiz ki, irsiyet ve ırkçılığın temeli ve kökü tama­men çürüktür. Zira bu hususta biraz daha düşündüğü­müz takdirde, insanlık denizine çeşitli ırklara ait kan ırmaklarının aktığını tesbit etmiş oluruz. Acaba bu ırk den zine akan kanlar veya ırkların asıl kaynağı nerede-c<ir? Ne olursa olsun bunların arasında saf ve temiz kal­mış ve başka kanlar ve ırklarla karışmamış olan bir saf ırk bulunabilir mi? Daha geri zamanları düşündükçe bun-la-nn hepsinin kaynağının aynı ve bir olduğunu da hesa-'"a katmak icab eder. Buna rağmen, yine de ırkçı-ar    bu    karışıklık      ve    kanı    hesaba      katmayarak

yine nesil ve ırk ^sası üzerine milliyet fikrini Bur­mak isterler.. Bunları bir birlik sebebi olarak orta­ya atarlar. Şurasını bildikleri halde — bütün insan­ların babası ve annesi birdir. — yine de bu çürük naza­riyenin peşine takılırlar. Nasıl olmuş da bütün insanlar bir babadan ve bir anneden tütfedikleri halele ayrı ayrı jrklara bölünmüşlerdir? Bu noktayı .hiç bir zaman dü­şünmezler. Bütün insanlardın asıl soylarının bir ve aynı olduğunu da hesaba katamazlar. Halkı muhtelif nesille­re, soylara ve ırklara bölmek istiyorlar; fakat onlar da­ha ileriye ve daha eskiye gitmek yolunu tutmuyor, in­sanlık ırk m m daha eski zamanlarda araştırmasına ya-na-şmıyorlaı. Hatta insanların ırk bakımmdaln hepsinin âe bir ve aynı ırktan geldiğini de gözönünde bulundur­mak zahmetine bile katlanmak yolunu tutmuyorlar. Madem ki insanların nesli nesebi, aslı faslı birdir, o hal­de bu Ârîlik bu Sâmilik ne demek oluyor? Bu hususu derinliğine düşünmüyorlar...

Ülke ve memleket birliği fikri de hakikat noktayı nazarından tamamen ve büsbütün mevhum bir şeydir. Bunun da aslı faslı, heyeti umumiyesiyle çürük ve sun'î-dir. İnsanın doğduğu yer, olsa olsa bir gez : (Metreden biraz noksan) murabba kadar bir şeydir. Bundan fazla bir yer değildir. Acaba insan bu bir metrelik yeri mi ken­disine vatan ve yurt b;lmesi lâzımdır? O zaman bu kai­deyi gözönünde tutarsak hangi memleket, vatan ve yurt olmaz kî... Bu, şekilde olsa olsa ancak bu bir metre­lik yer vatan olmalıdır. Halbuki bu zavallı kendisine va­tan olarak bazan bir kaç mil murabba, yahut da bir kaç yüz mil veya bir kaç b'n ve milyon mil murabbaı kendi­ne vatan biliyor. Aklınca bir hudud çizerek burası be­nim vatammdır diyor. Aklında çizdiği bu hududun ha­ricindeki yerleri hiç bir zaman hiç bir surette kendisine vatan ve yurt #iye düşünmüyor ve o çizdiği hududun. dışı ile alâkası olmuyor. İşte bu da, dar görüşün kısa ba­kışır bir neticesidir. Bunun neticesinde yeryüzünün bü­tünü vatan olabilmek haysiyetini.kaybediyor. Bu zavallı­ya bütün yeryüzünün vatan olmasına ne mâni vardır? Bu düşünceden mahrum olan insan, bir metre murab-bada doğmuş olduğu halde, bu kadardık bir yeri geniş­leterek binlerce mil murabbaa kadar çıkararak, burası benim vatanımdır dediğini görüyoruz. Bu yer biraz da­ha genişlerse, acaba bütün arz küresi bu adamın vatanı olmıyacak -mıdır? Eğer insan, bir parça şu dar görüşten. kend'ni kurtarabildiği takdirde - zaman yörecektir ki, yanlış telâkkisinin haddi - fasıl (ayırıcH hudud) diye ta­yin ettiği dağlar, ovalar, denizler, nehirler ve sairenin-arkasmdaki yerlerle, vatanım dediği yerler arasında hiç b'r fark yoktur. Diğer bütün ülkeler de kendi barındığı toprak gibidir. Her ülke, yeryüzünün birer parçasından başka bir şey değildir. Şimdi hangi sebeple ve neye da­yanarak, denizleri, dağları, ovaları, nehirleri, hususî bir maksada matuf olarak ayırabilmek hakkını kazanmış-oluyorlar? «Ben yeryüzünün sakiniyim, bütün arz kürre-si de benim vatanımdır» şeklinde bir itiraf herhalde ger­çeğe en yakın bir söz olsa gerektir. Ve bu söz şu şekil­de devam etmelidir : İnsanlar, hep bu yeryüzünün, mâ­mur olan dörtte bir mıntıkasında otururlar. Benim vata­nım da şu dörtte bir mâmur mıntıkadadır. Bu yer küre­sinin dörtte b'rinde oturan, yaşayan, barınan ve geçinen insanların hepsi de benim vatandaşlarımdır. Bu seyya­renin (gezegen yıldız) üzerindeki insanların hepsi de hu­kuk bakımından benimle aynı hak ve hukuka sahiptirler. Sen nasıl yeryüzünde bir metre murabbalık bir yerde "Qğdumsa, onlar da benim gibi bir metre murabbalık yer­de doğmuşlardır.

Dü birliği bahsine gelince: Halk zümreleri ayrı ayrı dilleri konuşurlar. Bu dil ile birbirlerine fikirlerini anla­tırlar'. Ayrı diller, halk zümrelerini biribirine daha çok yabancı etmiştir. Bir dili -konuşanlar kendilerini diğerle­rine nazaran birbirlerine daha yakın hissederler. Fa­kat konuşulan dilin aynı oluşu, hiç bir zaman fikir bir­liğine de bir sebep teşkil etmez. Zira bir fikir en aauı-dan ayrı ayrı olmak şartiyle on dilde söylenebilir. Acaba bu on çeşitli dili konuşan kimselerin hepsi de bir fikir birliği içinde midirler? Bu durumun tam aksi olarak, en azından on çeşitli fikri de bir dilde anlatmak kabildir. Hatta şu noktayı da nazarı itibara almak lâzımdır: Ay­nı dili konuşanlar arasında çeşit çeşit fikirler ve düşün­celer', b ribirinden tamamen ayrı mefkureler de bulunur Bunun için, Milliyetin esas prensibi olan düşünce birliği­ne, dil birliği ile karşı gelinemez. Düşünce birliğ\ dil birliğini iktiza etmez, hatta dil birliği ile de düşünce birliği ortaya çıkmaz. Bu noktada gayet mühim bir sual karşirmza çıkmaktadhr. frisanın insan olarak değerlen­dirilmesinde ve onun iyi veya fena oluşunda hangi dilin tesiri olabilir? Almanca konuşan bir insanın, Fransızca konuşan bir insana tercih edilme sebebi acaba bu kim­senin sadece Almanca konuşmasa mıdır? Halbuki asıl dikkat edlecek nokta, zatî cevherdir, konuşulan dil de-ğild'r. Biraz derin düşündüğümüz takdirde, görmüş ola­cağız ki, dil denilen şey, bir memlekette iş gücünü yü­rütmek, muamelâtı yoluna koymak için kullanılan bir vasıta ve bir aletten başka bir şey değildir. Br memle­ketin dilini bilen bir şahıs, iş gücünü yürütmesi bakı­mından, bu dil kendisine bir fayda temin eder. Fakat insanlığın di bakımından bölünmesine bu iş bir delil teşkil etmez. Bu da sahih ve doğru olarak istinad edile­cek bir temel değildir.

İnsan toplulukları arasında renk farkı ile milliyet teşekkülüne gelince: Bu yukarıda mevzuubahs ettiğimiz iddiaların hepsinden daha boş ve daha manasız ve da­ha hayalîdir. Renk demek, vücudun bir şeklinden başka bir şey değildir. İnsanın da insan olmak şerefi vücud rengiyle kaim olmadığından, bilâkis ruha ve nefs-i natı-ka'ya bağlı bulunduğundan, bu insanın vücud derisi her ne renkte olursa olsun, h;ç bir ehemmiyeti haiz olamaz, insanların sarı, kırmızı, siyah ve beyaz renkli olması ni­çin bir ayrılık sebebi olsun? İnsanlar niçin renk ayrüı-ğı yüzünden biribirine düşman kesiliyorlar? Acaba be­yaz inekle, siyah ineğin sütünde bir fark görülebilir mi? Asıl mesele sütün süt olmasıdır; isterse bu süt beyaz ineğin sütü olsun, isterse kara ineğin sütü olsun. Fa­kat insan aklı bozuk yollara saptığı için, insanilik vasfını bir tarafa bırakmış ve insanları sadece derilerinin ren­gine bakarak, bir değer hükmü imâl etmiş ve insanları birbirinden ayırmağa kalkmıştır. Dikkatler de bu deri rengine müteveccih kılınmıştır.

Geçim meselelerinin müşterek olmasına gelince: Bu da insanın yalnız kendisini düşünüp de diğer hemcinsini düşünmekten alıkoyan bir çocukluk eseridir. îlâhî kud­ret böyle bir şeyi asla vücuda getirmemiştir. Âdem ev­lâdı daha çocukluk yaşından itibaren, az veya çok kendi maişetini düşünmeğe başlar. Çalışmak ve geçimini temin etmek için önünde geniş bir meydan vardır. Yaşayışta sayısız ve hesapsız vasıta ve vesileler, geçim ihtiyacını teinin etmek maksadı ile insanın emrine amade kılınmış­tır. Gözleri ihtirasla parlayanlar bütün bunları kâfi ad­detmezler. Şunu da bilmezler ki, nzık kapıları her taraf­tan yüzlerine açıktır. Buna rağmen, şu rîzık kapıları, baş­kalarına kapansın da bize açılsın diye düşünürler, işte bu köfci düşünceye saplanmış büyük   topluluklar bir araya

gelip kend: menfaatlerini ön plâna alan bir birlik vücu-*da getirmek yolunu tutarlar. Ve milliyet binalarının te­melini böyle bir menfaat görüşü ile 'kurmuşlardır. Onlar şu tarzda bir düşünceye sahiptirler : Bizleri geguu me­selesi birleştirmiştir. Bir zincirin halkaları gibi kenetlen­miş bir durumdayız. Ancak bu birlik sayesinde kendi haklarımızı korumak imkânını buluyoruz.

Bu şeklide kurulmuş olan cemaatler »kendi etrafla-ılna bir duvar inşa etmişler ve böyle bir surun içine sı­ğınarak, d'ğer insanlarla ilgilerini kesmiş bulunuyorlar. Kendi elleriyle kendi hayat sahalarını daraltmışlardır. îşte onlar yalnız koyu bir bencillikle, hasis menfaatlerini düşündüklerinden; kendi elleriyle kendi ellerini çolak ve ayaklarını da topal bir duruma getirmişlerdir. Gözleri dönmüş bir vaziyette rızk ararken, başkalarının rızkını kapatmağa uğraşmaktadırlar. Başkalarının rızık kapıla­rını da kapatalım derken bu defa kendi rızık kapılannır da anahtarını kaybederek, uğraşıp dururlar.

Hu mevzuda uzağa gitmeğe lüzum yoktur; günü müzdeki Avrupa ülkelerinin ekonomik tutumunu gözönü-ne getirelim. Aynı ihtirasla yaaıp tutuşan Amerikaya ve Japonya'ya bir bakalım. Bu ülkeler, geri kalmış memle­ketleri öyle bir sömürmüşlerdir ki, elde ettikleri zengin­lik onları tatlı bir uykunun kollarına atmıştır. Böyle bir rehavetli uykudan uyandırılıp rahatsız olmamaları için, etraflarına çevirdikleri ekonomik duvarı daha ziyade tah­kim etmek için müthiş bir gayret göstermekten geri kal­mazlar. Böyle bir emperyalist zihniyet, yeryüzü sakinle­rini sömüren ve sömürülen diye iki guruba ayırmıştır. Daha açıkça», «Ben yiyeyim sen yeme; ben iyiyim sen fena» gibi bîr tutum zamanımızın sözde medenî devlet­lerine bir slogan olmuştur. Elbette ki, böyle bir yol, hak­kaniyet bakımından akıllıca bir iş değildir, Hak Taalâ, eryüzündeki insanlara fazl-ı kereminden, geçimini te­nin etmek için serbestlik vermiş ise bir kabahat, bir kusur mu işlemiştir?

Hükümet nizamı iştirakına gelince: Bu husus yu­karıda anlatıla gelen çeşitli şekillerin en çürüğü ve en mesnetsizidir. Bu temel, bu mesned üzerine hiç bir za­man sağlam bir milliyet teessüs edemez. Bir imparator­luğun içindeki çeşitli tebaaları ayrı ayrı bir devlet haü-ue getirip bu devletleri sadakat ve vefakarlığa zorlaya­rak merkezî hükümete bağlamak ve böyle karışık bir nalitadan bir milliyet meydana çıkarmak hiç bir zaman muvaffak olmamış ve netice vermediği gibi, pek az son­ra dağılıp gitmiştir. Bu merkezî hükümet ne zaman kuv­vetli olursa, tebaasına boyun eğdirecek, kendisine sada­kat göstermeğe mecbur edecektir. Fakat devlet dizginle­ri bir parça gevşedi mi, o zaman bu sun'î şeküde bir ara­ya getirilmiş unsurlar (elemanlar) hemen dağılmağa yüz tutarlar. Hindistandaki Moğol (Timurî) hükümeti zayıflayınca, bu ülkenin muhtelif mıntıkalarındaki un­surların ayrı ayrı siyasî yollar takip etmelerine ve ayrı ayrı teşekküller haline gelmelerine hiç bir şey mani ola­madı. Aynı şekildeki dağınıklık, Osmanlı devletinin ba­şına gelmekte de gecikmedi. Son zamanlarda Genç Türk-ter, güya Osmanlı devletinin binasanı tamir etmek için uğraştıkları halde bir fayda toerain edüemedi. Ufak bir sadme :1e, bu duvarın tuğlaları döküldü gitti. Daha yem bir misâl de Avusturya - Macaristan devletkÜr. Tarifade bu kabil emsallere pek çok rastlamaktayız. Bütün Ör­deklerden sonra., devlet ve hükümet nazariyesi Üzerine m&et teşekkül ettirmeği düşünenlere ve bunun mümkün olduğunu ham hayallerinden geçirenlere, bizim de bir ke-i   uğurlu olsun demekten başka bir sözümüz kalma-

Bu tenkidin neticesi olarak, şu gerçek *kesinlikle ve açık olarak ortaya çıkmıştır ki, insan ırkını ne 'kadar da çok parçalara ayırmak istemişlerdir. Fakat bu ameliyeyi • yapanlar,  hiç  bir  aklî  mesnede     istinad  etmemişlerdir. Onları bu işe sevk^den saik, maddî ve hissî sebepler oı-muştuı.  Bu tefriklerin  dairesi de elâstikidir;  istenildiği kadar genşler ve istendiği kadar • daralabilir. Bu    gibi zorlamaların tutunup kalması da cehaletin    karanlığına, bakışın ve görüş zaviyesinin darlığına istinad eder. İlim ve  irfan  yayıldıkça,  basiret  zaviyesi   genişledikçe,   kalb açılıp vüsatini buldukça , maddî ve hissî perde ortadan kalkar. Öyle bir seviye kazanılır ki, ırkçılık yalnız insan ırkı, vatancılık şu ülke ve bu memleket sınırlarından ta­şarak, bütün biryeryüzü olacak; ve insanlar arasındaki renk ve dil ihtilâf   diye bir şey kalmayacak ve insanî dü­şünce  insanlık birliğinin, temeli olacaktır.     Hak Taalâ, yeryüzünde yaşayan kulları için, çalışma ve rızık temin etme imkânı atâ kılmıştır. Siyasî nizamlar bazan güne­şin karşısına çıkan bulut    gibi bu rızık aramanın önüne geçmek istiyorlarsa da buna rağmen yine de Allah kul­lan bütün bu gayri meşru    nizamlara karşi direnerek, gerçek hayat nizamını bulmağa çalışmaktan geri kalmı­yorlar. [121]

 

İslâmın  Geniş  Nazariyesi

 

İslâm'ın ortaya attığı nazariye hakikî bir nazariye­dir.      

İslâm] insan ve insanlık arasında herhangi bir mad­dî farka kail değildir. îslâmm bildirdiğine göre, insanla­rın hepsinin aslı ve menşei birdir:

Sizi bir tek varlıktan (nefs-i valhid'den) yaratmıştır. Ondan da onun eşini (refikasını) yaratmış ve bunlardan bir çok erkek ve kadınlar (türetip dünyaya) yaymıştır. (En - Nisa, 1)

Yanlış telâkkilere göre; ülke- memleket, doğum ye­ri, gtünı yeri, defin olunan yerler, bir tercih sebebi olur-Ksn^ Gfilâtn bütün bu değerleri reddederek, büt''.n insan-lana asılda ve cevherde eşit olduklarını bildirmiştir:

İşte, sizi bir varaktan (nefs-i vahidden) yaratmış buhman O'dur, Sonra siz, bir müddet karar bulur, sonra da  (toprağa)  tevdi edilmiş olursunuz. (El-Eıı'âm,  98)

Aynı zamanda, nesil, neseb, aile ve sülâle ihtilâfları çıkaran zihniyeti ve bu görüşün mesnedlerini de tama -men yıkmıştır:

Ey iman etmiş ola» kimseler, biz sizi bir erkek re bir kadından yarattık. Birbirinizi tanıya sın iz ve tanışta­sınız diye sizi milletler ve aşiretler kıldık. İşte sizin içi­nizden, Allah'ın indinde en değerlisi en mutteki (ahk&mı ilâhiye dikkat eden) niztih*. (El Hücûrat, 13)

Büyük insanlık ailesinin milletler ve aşiretler halin­deki durumu, ancak b'rbirlerini tanımak için bir veaÜe olabilir. Yoksa ayrı milletten veya ayrı aşiretten olmak bir çekişme, bir haksızlık ve bir üstünlük sebebi olamaz. Ve bu ayrı ayrı camialar, insanlık çapındaki birliği unut­mamalıdırlar. İnsanlar arasındaki veya m'lletler arasın­daki İmtiyaz ve esas üstünlük, ahlâkî yükseklik ve amei-lerdeki iyilik ve fenalık derecesine göredir.

Mukaddes âyetler, ayrılık çıkaran, grupların ve ta­raf taraf bölünerek çekişen milletlerin neden hu karan-3ık yola saptıklarını ibret dolu sözlerle açıklamaktadır, imparatorlukları ve sınırlarına sığmayan, koca devletleri yerle bir eden bu korkunç n'fak hastalığının tek sebebi, bu toplulukların fitne çıkarmaları ve taraflara bölünerek yeryüzünü kana boyamalarıdır. Jşte milletlerin bu şuur­suzca boğuşmaları, pek tabiîdir ki, Hak Taalâ'nuı gaaabı-na çarpılmış olmaları yüzündendir. Milletlerarası düş­manlık, düşmanlık azabmın tadını tatmak demektir:

Yahut da sbd gurup gurup yapar ve size bazımda bazınızın kuvvetini taddmr. (En'am, 5)

Yukarıda bahsedildiği şek İde, tefrika çıkarmak, bloklara ayrılmak işini, Kur'an-ı Kerim, ağır cürümler­den saymıştır Bu sebeple de bu işin elebaşılarından olan Firavun'a Kur'an lanet etmiştirv? onu. İlâhî azaba müs­tahak görmüştür   :

Firavun kendini yeryüzünde büyük gördü ve yeryü­zü halkını guruplara ayırdı.  [122]. (El - Kaaaa, 4)

Kur'an-ı Kerim, yeryüzünün Hak Taalâ'ya ait oldu­ğunu bildiriyor ve Hak Taalâ'rîin Benî nev'i beşeri bu yeryüzünde kendi hilâfeti üe yüceltmiş olduğunu beyan ediyor. Yeryüzünde ne var ne yoksa, Beni nev'i Beşerin emrine tahsis edildiği anlatılıyor, insanın muayyen bir ülkeye bağlanıp, bu ülkeye kul olmasının bir sebebi ol­madığı açıklanıp, yer küresinin geniş sahasının her ta­rafı insan için açık bir sahadır.deniyor. Bir ülkede ada­letsizlik olursa, darlık baş gösterirse, başka bir ülkeye gidilmesi tavsiye ediliyor.

Hak Taalâ. ilk insanî yarattığı zaman buyurdular ki;

Ben yeryüzünde bir halife kılmaktayım. (Bakara, 30)

Gtirmedinmi ki, Allah yeryüzurate ne var ne yok si-2ÎB emrinize verdi. (Et - Hacc, 65)

Acaba Allah'ın yerinin yüzü geniş değil midir? Ora­da her tarafa göç edip durun* (En - Nisa, 100)

Şimdi Kur'an-ı Kerim'in tamamım göjsden geçirebi­liri». Aeaba Kur'an-ı Kerim'in emirlerinin tirinde nesli-yet : (ırkçılık), nesebiyıet ; (aoyculuk), vataniyst : (üi-keçilik) ve (memleketçiHk) gibi fikirlerin teyioî husu­sunda hiç bir şeye raslamaımz mümkün müdür? îiâhî davet, bütün insanlar ve bütün insanlık alemi içindir. O, yeryüzü sakini bütün insanları, insan denilen mahlûkları iyiliğe ve doğru yola çağırmaktadır- Orada herhangi bir kavim için tahsis edilmiş bir şey yoktur. Herhangi bir ül­keye de yine hasredilmiş bir mevzu bulunmuyor. Orada yeryüzünün herhangi bir köşesine bir hususiyet tahsis edilmiş olsayâİ ancak Mekke için olabilirdi. Halbuki Mek­ke hakkında da şöyle buyurutmugtur:

Sevâ'üni'l - 'âkifü Öy-hi ve'I – bari (Hac. 25)

Yani ister asıl Mekke'nin yerli halkı olsun, isterse Mekke'nin haricindeki yerlerin halkı oisun, müslüin&niar hep birdirler. Birbirleriyle aynı seviyededirler. [123]

 

İslâmın Taassuba Karşı Olduğu

 

Kör bir taassuba karşı herkesden önce Hazret! Re-sül-ü Ekrem (S.A.V.) bizzat ve en müessir bir şekilde mücadele etmiştir. Aile, sülâle, soy - sop imtiyazları, bunlarla övünmeler, neseb ve ailevî şerefi dili: tb: üstünlük iddiasında bulunmak gibi âdetlerle, İslâm dok-irini arasında geniş bir uçurum vardır- Böyle bir zihni­yetin ° zaman ki, temsilcileri Kur'an-ı Kerim hakkında xoyle düşünmüşlerdi: «Bu Kur'an Allah tarafından nazil kılınmış olsaydı, herhalde Mekke yahut da Tâif'in ileri <relen  şahsiyetlerinden     birisi   vasıtasiyle  nazil  kılınmış

olurdu.»

Ve dediler : Yoksa, bu Kur'an, iki büyük şehirden birini» halkından bir kimseye nazil kılınmış olurdu.

(Ez - Zuhruf, 31)'.

Din düşmanlığının o devirdeki en azılı örneği olan Ebu Cehil, Zat-ı Risaletpenâhilerinin, nübüvvet iddiacın­da bulunmalarını, aiielerin'n iftiharâtına bir iftihar da­ha eklemek için olduğunu ileri sürüyordu. Ve bu zift be­yinli inkâr mümessili şöyle diyordu:

«Bİz, Abdi Menaf oğullarının karşısında bulunuyo­ruz. Her hususta onlarla yarışmaktayız. Biz, binicilikte onlara rakibiz. Biz yedirmek, içirmek, bezl-ü bahşişde on­lardan üstünlük iddiasmdayız. Şimdi onlardan biri kalk­mış da «Bana vahy geliyor» diye ortaya bir laf atmış­tır. Yemin ederim ki, bunun için biz Muhammed (Sallal-lahü aleyhi ve sellemi) kabul etmiyeceğiz.

Bu düşünce yalnız Ebu Cehil'in düşüncesi değildi. Bütün Kureyş, inkarcıları da Ebu Cehil gibi düşünüyor­du. Onların çarpık zihniyetlerine göre Allah Elçisinin ile-t'i sürdüğü nübüvvet dâvasında ve getirdiği dinde şu ku-ur vardı :

Mezheb-i û kâti'i mülk ü neseb, Ez Kureyş ü münkir ez fazl-i Arab-Der n:gâh-i û yeki balâ vü pest, Bu gulâm-i hviş ber yek hvân nişest Kadr-i ahrâr-i Arab ne'şnâhte, Bâ kiliftân-i Habeş der sahte

Ah meran bâ esvdân âmihtend, Abrûyi dûdimânî rihtend.

Din'i kesip atmıştır, bütün mülk ü ceseb-i,

Ne Kureyş'i bıraktı ne şeref-i Arab'ı.

Yüksek, alçağı gördü hep aynı seviyede,

Aynı sofrada yemiş yemeği kölesiyle,

Ve kıymet vermemiştir Arattın eşrafına,

HabeşÜ köleleri Öğüp almış yanma.

Siyahlarla Beyazlar, karışmış Wr birine,

Irkçılık iftiharı ortadan kalkmış yine.

(tkbal. Esrar-i Hodî, tab IH. 1948 Lahor, Sahife 20)

Ali Gencelnin Manzum Türkçe tercümesinden ay­nen nakledildi.  (Mütercim)

İşte bu sebepten dolayı Kureyş kabilesi, Benî Haşi-me cephe aldı. Benî Hâşim de onların bu saldırganlıkları­na karşı Hazret-i Resûl-ü Ekrem'i himaye etmeğe kalk­tılar. Halbuki Benî Hâşim'in çoğu müslüman değillerdi. îslâmiyeti kabul edenleri de pek azdı- Ebu Tâlib ve onun etrafı, akrabalık, gayretiyle Kureyşin karşısına, dİkiidi-ler. Kureyşin din düşmanı azılı kafirleri, de bu sefer hü­cumlarını bütün bir peygamber ailesine teksif ettiler. Fakat Müslümanlar, o zaman sayı itibariyle çok az ol­duklarından inkarcı gurupların saldırılarına fcarşi daha fazla mukavemet etmelerine maddeten imkân yoktu. Bu sebeplerden dolayı bir kısım Müslümanlar Habeşistana göç etmek zorunda kaldılar. Gidenlerin çoğu nüfuzlu aile lere mensup kimselerdi. Ve bazıları hak-perest oldukla­rından değil, kabilecilik taassubu yüzünden Kureyşle ça­tışıyordu. Fakat o sıralarda Kureyş kafirleri çoğunluğu teşk'l ettiklerinden, inananlar ve inananları destekleyen­ler amansız bir baskıya mâruz kalıyorlardı. Bu sebeple Babeşistana iltica eden Müslümanlar ve onları akraba­lık bağlarına istinat ederek takip eden kimseler, bir müd­det için Kureyş düşmanlığından kurtulmuş oldular.

Araplar, Benî israil peygamberlerinin, önceden ver­dikleri habere istinat ederek, uzun bir gamandan beri böyle müstesna bir oluşu beklemekte idiler. Vakta ki, Allah Resulü, insanları ebedî gerçeğe davet etmeğe bağ­layınca ye bu mukaddes haber Medine'ye ulaştığı zaman, Medine şehrinin çoğunluğunu teşkil eden bir zümre îslâ-mm nur saçan prensiplerini kabul ettiler. Medinedeki Ya­hudiler de son peygamberin zuhur etmesini bekledikleri halde, sırf Yahudilik taassubu yüzünden gerçeğe gözle­rin- kapattılar. Ve bu inkârlarını şu kavmiyet tüten ke­limelerin kalıbına döktüler: «Gelecek olan peygamber. mutlaka Benî İsrail'den olmalıdır. Benî İsrail dururken, naşı! olur da Benî İsmail'den bir peygamber gelebilir?» Onlar bu taassuba öyle bir saplanmışlardı ki-, bunun ne­ticesinde muvahhidliği bir tarafa bırakıp, kalkıp Müşrik­lerle birleştiler.

Hıristiyanların da vaziyeti bundan pek farklı değü-di. Onlar da gelecek olan bu peygamberin mutlaka Şam (Suriye ve Filistin) civarından çıkmasını düşünüyorlar­dı. Araplar arasından herhangi bir peygamberin zuhur edebileceğine b;r türlü inanamıyorlardı.    ,

Zatı Risaletpenahilerinin (S.A.V.) ferman-ı saadet­leri imparator Herakliyos'a ulaştığı zaman, Kureyş tüc­carlarına şöyle söylemişti :

«Evet, ben bir peygamberin zuhur edeceğini biliyor­dum. Fakat bu peygamberin sizin içinizden çıkacağını hiç de ümit etmiyordum.»

Yine, Mısır ülkesi hükümdarı Makokos'a Zat-ı Ri­saletpenahilerinin ferman-ı saadetleri ulaştığ1! zaman, bu hükümdar da şöyle söylemişti :

«Evet gelecek olan peygamberlerden, bir tanesinin daha gelmesi halâ beklenmektedir. Bunların biri daha gelmemiştir. Bu hususu ben de biliyorum, fakat bu Zat'ın Şam ülkesinde zuhur edeceğini ümit ediyordum.»

Bundan daha da katı bir taassup Acem ülkesinde hüküm sürmekte idi. Zat-ı Risaletpenahilerinin ferman-ı saadetler Acem hükümdarı Hüsrev - Pervîz'e (Kisra Ebervİz) ulaştığı zaman, bu hükümdarı kızdıran acaba ne İdi ? Niçin bu hükümdar, Zat*-ı Saadetlerinin elçisine şöy'e demişti  :

«Nasıl olur? Bir köle milletin (Yani Araplar) ferdi, Acem Şehinşahına böyle hitâb edebilir ?>

Çünkü- Hüsrev - Perviz, Arapları aşağılık ve alçak b:r millet olarak düşünüyordu. Arapları kendi hükmü al­lında ezilmek zorunda bulunan bir zümre telâkki ediyor­du. Bu şekilde bir kanaata sahip olduğundan, böyle bir millet efradı arasından bir Hak elçisinin çıkmış olabile­ceğini, kabul etmeğe hazır değildi.

Islâmın en azgın düşmanlarından biri olan Yahudi­ler, Arap veya diğer milletler arasında hüküm sürmekte olan taassup cehaletini, islâm aleyhine kuvvetli bir silâh olarak kullanmak yolunu tuttular. Med'ne münafıkları i;e anlaşarak, bir zamanlar «Bi'as» muharebesi yüzün­den kan döken tarafların tekrar birbirlerine düşmeleri­ni tem'n için, aralarına nifak tohumu ekildi. «Evs» ve "Hazrec» kabilelerinden meydana gelen Medine halkı, birbirlerine karşı kılıca davrandılar, işte bu hâdise üze­rine şu muazzez âyet-İ kerime nazil kılındı:

Ey iman etmiş bulunan kimseler! Siz eğer, kendile­rine kitap verilmiş bulunanlardan bazı zümrelere uyar­sanız, tâbi olursanız, onlar mutlaka sîzi iman ettikten sonra, tekrar küfr yoluna saptırırlar. (Âl-i îmrân, 100).

İşte bu, ırkçılık, nesepçilik, vatancılık ve ülkecilik 'm alevlendiği bir vasatta, Allah Resulü, mu- ,h ev; vazifesini yürütmüş, Muhacirinle Ansan birleş-iirmiş* Muhacirin, Anaârın bağ ve bahçesinde elele vere-j ek çalışmıştır. Bu kalb ve İş birliğini gören Kureyş Müş-rikleri Medine münafıkları ile anlaşarak, Müslümanları ıcf n yıkmak yolunu tecrübe ettiler. Münafıkların ele-başlarmdan bulunan Abdullah İbni Ubeyy yıkıcı bir mak-sadla ^öyle söylemeğe başladı :

«İşte Küreydin fakir fukarası bizim ülkemize gele­rek, s'ül çiçek oldular. Onların misâli şuna benzer kâ, kargayı besle gözünü oysun.»

Aynı iğrenç münafık, Ansar'a da şu sözleri söylü­yordu   :

«Siz onları başınıza çıkardınız- Kendi ülkenizde om Ura yer verdiniz. Kendi mallarınızdan onlara da bir his­se ayırıp teslim ettiniz. Yemin ederim ki, siz bir gün on­ların elinden zarar göreceksiniz.»

Kur'an-ı Kerim de bu kabil nifakçılara şu muhteşem cevabı vermiştir  :

Onlar, o kimselerdir ki: Resulün yanında bulunan­lara geçim vermeyiniz de dağılıp gitsinler. Diyorlar. İs­te göklerin ve yerin hazineleri AUahındır. Fakat müna­fıklar bunu kavrayamazlar. Onlar derler ki, Biz Medine-ye dönersek, o zaman, bizim ileri gelenlerimiz, aşağılık Kimseleri oradan çıkarıp atacaktır. Fakat izzet sahibi ol-nıak Allah'a, O'nun Resulüne ve müminlere mahsustur. Ancak münafıklar bunu da bilmezler. (Munafikûn, 7 - 8)

İşte bu taassub gayretkeşliğinin neticesinde, Abdul- İbni Ubeyy Hazret-i Ayşe    Radıyallahü teala anha. tini arttırdı. Fakat Hazreçlilerin    himmetiyle,  il- ve Resulünün düşmanı    bulunan bu kimse, kendi eeaasan kendi eliyle hazUrUyarak, münafıklar zümresine : bir nümune-i imtisal oldu. [124]

 

İslamda Taassuba Karşı Girişilen Mücadele

 

Yukarıda etraflıca ele alınan meselelerden açık ve kesn olarak şu netice elde edilmiştir: Küfr ve sirk gibi .kapkara bir cehaletin yanı başında yer alan en büyük düşmanlık, ırkçılık, nesebcilik, vatancüık, ülkecüik ve bu sınıfa giren telâkkilerdir- Bütün bu sapık zihniyet, lala­mın kurtarıcı davetine ve İslâm'ın ilerlemesine kötü bir mania teşkil etmiştir. Bu şeytanî fikirleri temsil eden gu­ruplarla İslâm daima çarpışmak zorunda kalmıştır. Öyle ki, Hazret-i Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) yirmi üç senelik peygamberâne - yaşayıaliarı müddetince, küfrün dîaftaletin den sonra üzerinde durup mücadele ettiği ve ortadan kal­dırmak istediği mesele de işte bu «cahiliye taassubu» de­nilen ve hemen hemen bütün bir insanlık ailesine musal­lat olan korkunç illettir.

Zat-ı Risaletpenahilerinin örnek hayatları ve hadis kitapları okuyup tetkik edildiği zaman görülecektir ki, Fahri Kâinat Resul-ü Ekrem (S.A.V.) Hazretlerinin ne şekilde ve ne vaziyette bu toprak ülkede kan, ırk, renk, dil, ileri gelen aile, geri bulunan aile, zenginlik, fakirlik, eşraflık, gayrı eşraflık farklarını ortadan 3İlip süpürüp, insanlık mefhumunu bu mülevvesliklerden kurtarmış., in­sanlarla ve insanlar arasına^ girmiş bulunan, fıtrata ay-lon bu duvarları söküp atmıştır. Bütün insanları aynı seviyeye getinn:ş; insan olmak vasfını onlara öğretmiş­tir. Zat- Saadetlerinin bu husustaki tâlimi şöyledir :

Taassup yoluna devam ederek ölen bizden değildir. Taassup yolana çağıran bizden değildir- Taassup yolun­da savaşan bizden değildir.

yine Zat-ı Saadetleri buyurmuşlardır ki:

Kimsenin kimseye bir üstünlüğü yoktur. Varsa an-^ din ve takva iledir. Halkın hepsi de Adem evlâdıdır­lar. Adem de topraktan yaratılmıştır.

Irk, soy, Vatan, memleket, ülke, lisan, renk farkını ortadan kaldırmak yolunda Zat-ı Saadetleri şöyle buyur­muşlardır :

Ne bir Arabın bir Acem'e (Araptan gayrisi) ne de bir Acem'in Araba üstünlüğü vardır. Siz hepiniz Âdem evladısınız.

(Buharı ve Müslim)

Ne bir Arabın bir Acem üzerine ne de bir Acemin Arap üzerine ne de bir beyazın siyah üzerine, ne de bir siyahın beyaz üzerine bir imtiyazı, bir Üstünlüğü (fadl) vardır. Varsa ancak takva iledir.

(Zâd - ül - Maad)

Elbette ki, dinleyecek ve ftaat edeceksiniz. İster, sft~ zûı için kafasındaki sacları kuru üzüm gibi kıvırcık bir Habeşî köle dahi emir tayin eöHmİş olsun, yine siz dinle­yecek ve itaat edeceksiniz.

(Buharî Kitab - ül - ahkâm) [125]

Mekkenin fethinden sonra, kılıç zoru ile Kureyş kâ­firleri boyunlarını eğdikleri zaman, Zat-ı Risatetpenahi-ler: şöyle bir hutbe vermişlerdi:

İyi dinleyiniz; imtiyaz ve iftihar için vesile olan ve imtiyaz ve iftiharın mayası bulunan kan (ırk) ve mal (zenginlik) gibi şeyler şimdi benim ayağımın altındadır.

Ey Kureyş topluluğu! İşte Hak Taalâ sizden cahilS-ye böbtirlenmesiyle, ata baba fle övünmeği silip kaldırdı-

Ey halk! Sizin hepiniz Âdemdensiniz. Aılrm r-.; ttij»-raktaııdır. Soy ve ırk ile iftihar edilmez. Ne Aratan Ace­me ne de Acemin Araba iftihar edecek bir üstünlüğü yok­tur. İşte Allah indinde sizin en makbul bulunanızın en fazla takva, yolu tutmuş olanınızdır.

İbadet-i İlâhiye esnasında Zat-ı Saadetleri kendileri için Allah huzurunda üç hususa şehadet etmişlerdir. Bi­rincisi, Allah'ın hiç bir şeriki ve ortağı olmadığı. İkin­cisi; Muhammed (S.A.V.) in Allah'ın kulu olduğu. Üçün­cüsü ise, bütün Allah kullarının kardeş olduklarına da­irdir- Kulların hepsi de kardeştir. [126]

 

İslam Milliyetinin Temeli

 

Hak Taalâ ve O'nun Resulü, cahiliye milliye tinin bütün maddî, hissî ve hayalî temellerini yıkıp, yok etmiş­lerdir. Dünyadaki milletlerin bir çoğunun kuruluşuna esas teşkil eden bütün bu mevhum şeyleri, cemiyetin si­nesinden kesip, atmışlardır. Renk, soy, ırk, neseb, vatan, ülke, yer, dil, geçim sebebiyle birleşme ve bu sayılan tef­rik unsurlarını besleyen* ve meyaana getiren koyu ceha­letle beraber mâkul olmayan her düşünceye son vermiş-lerdir. Şerefli ve haysiyetli bir yaşama imkânı, istisna­sız olarak, insanlığın her ferdine aynı ölçü ve seviyede tanınmıştır.

İnsanlık ailesini, biribirine hasım ve düşman eden, ayrı ayrı milletler topluluğunu zehirlenrş olan bu fikir­ler, tamamiyle ortadan kaldırılırken yeri de boş bırakıl­mamış, geceyi silip süpüren bir güneş gibi, b mahal nur ve ışık saçan ulvî prensiplerle tezyin edilmiştir. Teiniz ve saf aklî delillere ist'nat eden yepyeni bir milliye} mef­humu ortaya konmuştur. Bu yüce mefhum, madde, ülke ve neseb gibi unsurlara dayanmaz, istinat ettiği yegane husus, öze ve ruha mahsus olan bir temeldir. Böyle bir nizamda bir fark ve bir imtiyaz mevzuubahs ise mutlaka manevî ve ruhîdir. İnsanın karşısına, yapmacık olmayan, doğrudan doğruya kendi öz gerçeğ'ni temsil eden fıtrî bir sadakat ortaya konmuştur ki, bu muhteşem fikrin adına <Ja İslâm diyoruz. Allah Taalâ'ya ibadet ve kulluk etmek, nefs temizliğine dikkat etmek, âmelin iyi olmasına itina göstermek ve Allah tan korkup çekinmek ve beni nev-i beşer bu hayat dolu prensiplere davet etmek islâm'ın şaşmayan bir şiarıdır. Bu ebedî kurtuluş davetini kabul eden bir kimse, islâm Milletinin fertlerinden biri olur-Bu daveti kabul etmeyen ise, bu Millet fertlerinden olmaz ve yabancı sayılır..İslâm'a iman etmiş bulunanların hep-s   de bir millettirler.

İşte böylece sizi aracı bir ümmet kıldık. (Bakara, 143)

Bu millet, İslâm milletidir; diğerleri ise, islâm mil­leti değil, küfr ve dalalet milletidirler. Küfr ve dalalet zümre.cr arasında ihtilâf mevcut olduğu halde, yine İs­lâm milletinin karşısında hep bir millet sayılırlar.

Allah, kâfir kavmi hidayete eriştirmez.  . (Tevbe, 37)

Bu iki millet arasındaki fark; soy sop, ırk neseb, im­tiyazına h:ç bir zaman istinat etmez. Buradaki yegâne imtiyaz ancak akîde ve âmel itibarı iledir. Bu ölçüye gö­re, frr babanın iki oğlundan biri Müslüman diğeri kâfir olduğu takdirde aralarında kapanması mümkün olmayan bir fark olacak ve ebediyen b'ribirinden ayrılmış bulu­nacaklardır. Bu iki maddî kardeş birbirlerine tamamiyle yabancı olacaklardır. Fakat iki yabancı kimseden biri dünyanın bir köşesinde diğeri de dünyanın bir ucunda olsa dah , eğer bu iki kimse, İslâm dâvetine icabet etmiş iseler, hemen kardeş olup giderler. Onlar bu milliyetin ortak fertleri olurlar.

Bu iki kavim arasında; vatan, ülke ve memleket ih­tilâfı da imtiyaz sahibi olmak için bir delil teşkil etmez. Burada vatan, ülke, memleket imtiyazı olmayıp, ancak hak ile bâtıl imtiyazı vardır.^ Olabilir ki, bir şehir, bir mahalle, hattâ bir eve mensup iki kimseden biri Müslü­man kavimden diğeri de kâfir kavmindendir,, thtilâf yal­nız İslâm ve küfr arasındadır. Şehir, mahalle ve ülke kavgası mahiyetinde değildir. Bir Habeşistanlı, îsîâm dairesine intisâb etmekle, islâm dairesine intisab etmiş-bulunan bir Merakeşli (Mağribli) ile kardeş olur.

îslâmda, vücudun derisinin rengi de milliyet ayırı­mına bir sebep teşkil etmez. Bu sebeple rengin de bir ehemmiyeti yoktur. Hak Taalâ kullarından birini beyaz. bir diğerini de siyah yaratmıştır. Renk de Hak Taalâ-nın yarattığı bir şeydir. İslâm mefkuresine göre, en iyi renk, en iyi boya Allah boyasKhr .

Allah rengine boyanınız, O'nun boyasından **Jıa İyi acaba kimin boyası vardır. (Bakara, 138)

İslâm nazarında bir beyaz ile bir siyah insan aynı­dır. Bir milletin efradıdırlar, lalamda ancak iki millet vardır  : Biri İslâm milleti, yani Ümmet-i îslâmiye   bir diğeri de Küfr milleti, yani kâfirler. Asftl ayrılık bu iki kavim arasındadır.

L'sana gelince, Îslâmda Usan, İslâm ile Küfr arasın­da bir tefrik vasıtası değildir. îslâmda konuşulan her­hangi bîr lisan değil, kalbin lisanı mühimdir. Bütün dün­yada, nekadar dil konuşan varsa, İslâm dairesine intisap ederek Müslüman oldukları takdirde, İslâm ümmetinin bir ferdi sayılırlar. Bu itibarla Arapça konuşanla, Arfi-ka dili konuşan arasında tslâma bir fark gözetilemez. Orduca konuşanların müslümanlığı ile Arapça konuşan^ ların müalümanlıkları    arasında bir fark nazarı itibara alınamaz. Bunların dilleri ayrı elduğu halde müslüman-iıkları birdir.

Geçim işleri ve siyaset ihtilâfları da îslâmda bir de­ğer ölçüsü değildir- Bu mevzuda da Küfr ile İslâm farkı vardır. 'Tutulacak  yol, altın servetine göre değil, iman servetinin hükmüne göredir, İnsanî saltanat yerine ilahî saltanata baş eğilir. Gerçekten hür seciyeli olanlar, İlâhî hükümranlığa sadakat gösterir ve İlâhî hükümete bağla­nırlar. Bu kurtuluş r izamına vefakâr olurlar. Kendi mal ve canların1! Ha'k Taalâ'ya satarlar. Bu inanışın havası­nı teneffüs edenler, ister    Hindistanda olsunlar, isterse Türk standa bulunsunlar veya başka bir ülkede yaşasın­lar, hepsi de bir tek vücut ve bir tek ruh gibi yalnız ilâ­hî saltanata boyun bükerler. Bu gerçek inanışın dışında fanlar ise, İlâhî saltanata karşı gelmiş mevcut imkânla­rını şeytana ve ağrazı nefsan iyelerin e satmış olurlsçfc O zaman bu zümre islâm kavmi olma şerefini kaybetmiş •bir başka kavim hüviyetine girmiştir. Böyle bir yaşama sistemiyle kâfirlik vasfına bürünmüş olurlar.     Bunların herhangi bir, devlet tebaasında olmaları veya iktisadî ni­zamları ne şekilde olursa olsun bu hususlar Islâmı alâ­kadar etmez. îslâmı alâkadar eden yegâne husus, bu in­sanların her mevzuda İlâhî saltanata uymuş olmalarıdır-

Bu şekilde, islâm dairesinin ışık saçan muhitinde, hissî ve maddî tek prensibin olmadığı kesin bir şekilde anlaşılır. Ve bu muhit doğruyu temsil eden aklı, saf ve temiz, düşünceyi temsil eder. Bir evin içindeki iki kişiden biri bu daire muhitinin içinde bulunabilir, diğeri de bu ^&:re muhitinin dışında kalabilir. Biri doğunun tâ uzak kir köşesinde diğeri de batimin tâ bilmem neresinde ol­dukları halde bu iki şahıs da İslâm dairesinin muhiti içine girerler.

Sirr-ı aşk ez âiem-i erhâm nist, Ü zi Sam ü Rûm ü şam nist Kevkeb-İ bî şark ü garb ü bî gurûb Der medareş ney şimal ü ney cenûb.

Aşkın sırrı değildir, alem-i erham'dan, Aslı gelmemiş onun Sam ü Rûm ü Şâm dan Bir yıldız ki yok onun, şarkı garbı, gurubu Medarında bulunmaz ne şimal ne cenubu.

İkbal

Bu dairenin muhiti bir tek kelimedir. Bu kelime Lâ-lâhe illallah Muhamnıedun Resulullah'dır. Bu kelimeler dostluğun da düşmanlığın da temelidir.    Bundan başka İslâm muhitinde temel yoktur. Bu kelimelere ikrar ve­ren ile bu kelimeleri kabul etmeyenler arasknda sonsuz fark vardır- Bu kelimelerin ayırdığını ne ırk ne kan ne tıesefc, ne de başka şey birleştirebilir. Ne toprak, ne ülke, ae memleket, ne renk, ne iktisadî sistem, ne geçim, ne :kmek kaygısı, ne devlet, ne hükümet, ne de başka bir ey, bir araya getirebilir. Bu mukaddes kelimelerin bir-îştirdiılderini hiç bir şey ayıramaz. Bu kelimelerin bir-îştirdiğinı ne deniz derya, ne nehir dere, ne dağ ova, e de yeryüzünde bulunan herhangi bir kuvvet bu iman utmiş kimseleri birbirinden ayırmağa kadir olamaz. Bu en büyük gerçeği ifade ed*n kelimelerin çizdiği dairenin içindeki Müslüman her nerede olursa olsun müslüman-dır. Bu Müslümanların arasında herhangi bir fark yok­tur. Bu Müslümanlar~Çinde de olabilirler, Marekeş (Mağ rib") de de olabilirler. Siyah da olurlar, beyaz da olurlar. Hindistanın Orducasmlı da konuşurlar. Arapça da konu­şurlar. Sami ırkından <ia olurlar. Aryâî ırkından da olur­lar. Şu hükümetin tebaası da bulunurlar, bu hükümetin de...  Dünyanın neresmde    olursa olsun, her müslüman

İslâm milletinin ve İslâm kavminin bir ferdidir. İslam camiasının birer rüknüdürler- İslâm sitesinin hemşehrisi (citizen) idirler. İslâm ordusunun askeridirler. İslâm ka­nunlarının muhafızıdırlar. İslâm şeriatı yalnız ibadet, muamelât, muaşeret, geçim, siyaset değil, yaşayışın her dalında, her şubesinde olduğu gibi, tabiiyet, milliyet, ırk, lisan, vatan gibi b'r Müslümana tanıdığı haklan bütün jnüslümanlara da tanımıştır. [127]

 

İslamda Birleştirme Ve Ayıkma Usulü

 

İslâm, kendi camiasını ve bu birliğin fertlerini mad­dî alâkadan tamamiyle tecrit etmez. En mükemmel bir ölçü dairesinde bu mevzulara ait müeyyideler vaz eder. Meselâ, «Süa-y' rahm» için hüküm koymuştur. «Kat'-i rahmi» men etmiştir. Bb,ba ve anneye itaati, onlara bo­yun bükmeği bildirmiştir. Bu hususu ehemmiyetine bina­en tekîd etmiştir. Kan (neseb) alâkaları için veraset ka­nunları koymuştur. Hayır işlerinde sadakalarda, infak-da (başkalarını da geçindirmek) hususunda akraba olan­ları, akraba olmayanlara tercih etmiştir. Kendi aile ef­radına, ev halkına yakınlık göstermeği, düşmanlara kar-Şî mal ve canın korunmasını emretmiştir- Zalimlere kar-§ı savaşa-girmeği bildirmiştir. Böyle bir savaşta ölenleri Şehid olarak kabul etmiştir. Yaşayışa ait bütün muame­lelerde din ve mezhep farkı gözetmeden, bütün insanlar ıçia — Savaşı kâfirler hariç — dertler'ne ortak alacak Ve çâre bulacak şekilde hükümler koymuştur. İnsanlara  sevgi ve şefkat gösterilmesini öğretmiştir. Islâmın  -bir hükmü, memleket ve vatanın korunması için çalışılmasın; yahut da gayri müslim komşu ile sulh ve sü­kûnet içinde geçinmemek mânasına gelmez [128]

İslâm daima bir ölçü nispetinde, dış alâkalara yer vermiştir. Fakat İslâm milliyeti (kavmiyeti) ile gayrı İslâmî milliyet (kavmiyet) arasında ancak şu tarzda bir farkı nazarı itibara almıştır : İslâm dışında bulunan baş­ka zümreler, ayrı bir kavmiyet teşkil eder. Islama karşı muhalefete kalkar, îslâmı baltalar, iman dışındaki mef­kurelere kapılır, bu mefkureleri iman mefkuresine tercih eder ve kavmiyet esaslarım saplandıkları o fikir üzerine kurmaya kalkışırlarsa, o zaman İslâm her zaman ve me , bu tuttukları yol için onlardan uzak kalmak feds g      gösterir.

Bu husubla Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor ' İbrahim ve oîiuıs!a birlikte bulmi&sılar sizin k-ijk -cm iyi örnektirler. Onlar kendi kavimlerine şöyle demişte?-jî: Biz sîzden ayrı ve uzağszdir. Biz sizi ve sizin Allah'­tan î^ayrı ibadet ettiklerinizi kabul etmiyoruz. İşte bu­nun içî« de bizimle sizin aranızda düşmanlık başlamış­tır. Siz de Allah'a iman edip O'nun vahdaniyetini kabul ettiğiniz zamana kadar bu düşmanlık devam edecektir.

(El - Mümtehinne   4; Yine buyuruluyor ki :

İman yolu tutmayıp küfre karşı sevgi besleyen, ba­balarınızı ve kardeşlerinizi dost edinmeyin, sizler arasın­dan her kim böylelerini dost edinirse zalimlerdendir. (Tevbe, 23)

Yine emredilmiştir ki :

Sizin kendi karılarınızdan ve çocuklarınızdan da size düşmanlar vardır, bunlardan çekininiz ve korununuz.

(El - Teğabün, 14)

Sizin vatanınızda dininize karşı düşmanlık edenler bulunuyorsa, din için vatanınızı ve ülkenizi bırakıp.baş­ka yere göç edin. Her kim din uğruna vatariını'bıra­kıp da hicret etmezse hakikatte münafık sayılır. Böyle-ieri ile sizin alâkanız kalmaz.

Allah yolunda hicret etmedikleri müddetçe onları dost edinmeyin. (Nisa. 89)

Bu  şekilde,  Küfr  ile  tslâmın  ayrılması  hususunda,  yakın ve en kuvvetli akrabalık bağı olan kan (nesil)  feda edilmiştir.  Anne, baba,  kardeş,  evlat, nıüelü- olup olmamak hususunda birbirlerinden ayrılırlar.  kendi soyumuzu,     soydaşlarımızı,     Allah'a düşman °'UP olmamak için bırakır, terk ederiz, Vatana da, memlekete de bu yolda Allah'a ısmarladık çekeriz, onu da terk ederiz. Böyle bir vatanda Küfr ile îslâm çek'şmeai olun­ca o vatandan ayrılmamız icabeder. îalâm, dünyaya her şeyden önce gelir- Her şey îslâma feda edilir. İslâm, hiç bir şeye feda edilemez.

islâm,  çeşitli  insanları     birbirine  kardeş  kılmıştır. Bunların arasında ne kan, ne nesil, ne vatan, ne ülke, ne memleket, ne di, ne renk, ne başka bir maddî birlik var­dır.  Fakat bunlar tsiâm dairesinde birbirlerine kardeş­tirler.

islâm bu mevzuda bütün müslümanlara hitab ede­rek buyurur   :

Hep birlikte Allah'ın ipine sanlın ve dağılmayın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın, siz bir zamanlar birbirinize d limandınız. O sizin kalblerinizde ülfet \ir cudia getirdi. Onun nimeti ile siz birbirinizin kardeşi ol­dunuz. Siz ateş çukurunun dibindeydiniz. O sizi bundan kurtardık

(Al-i Imrân, 103)

Bütün diğer gayrı müslimlere hitaben de buyurul-muştur ki   :

Tevbe eder, namazı kılar ve zekâtı öderlerse- onlar da sizir din kardeşleriniz olurlar. (Tevbe, 1.1)

Müslümanların vasfı da şu şekilde bildiriliyor : Allah'm Resulü Muhammed ve onunla    birlik bulu­nan kimseler, kâfirlere karşı    şiddetli ve kuvvetlidirler, kendi aralarında birbirlerine ı-ahmedenlerdir. (El - Feth, 29)

Allah'tan gayrı bir mâbud bulunmadığına ve Mu­hammed (S.A.V.) in onun kulu ve Resulü olduğuna şa­hadet vermedikleri müddetçe halk ile dövüşmek için izin verilmiştir. Yim» onlar bizim kıblemize yüz çevirmelidir

ler; bizim kestiğimiz eti yemelidirler. Bizim gibi namaz kılmalıdırlar. Böyle yapan kimselerin canları ve malları bize haram olur. Ancak adalet ve kanun onların hakla­rını helal kılar. Bundan sonra onlar da müslümanlarm mâlik bulundukları bütün hak ve hukuka mâlik olurlar; Müslümanlara farz olan hususların hepsi onlara da farz olar.

(Ebu Davud Kitab - iü - Cihad)

Müslümanlık dairesine girmiş bulunan bu müslüman-lar bütün hak ve hukuk, farize ve vecibelerde diğer müs-lümanlarla aynı olmakla kalmayıp, hatta bu müslüraan-lar diğer müslümaniara destek bile olurlar, onlarla bir-l'kte İslâm «küll» ünün «cüz» lerini teşkil ederler. Bu hususta da Hadis-i Nebevi şöyle hidayet kılmıştır  :

Müslümamn müslümana bağlılığı bir duvarın tuğlar laruun bağlılıkları gibidir, bunların biri diğerini tutar ve sağlamlaştırır.

Mişkât, Kitab - ül - âdâb, Bâb eş - şefkati ve'r - rah­meti al'el - halkı.

(İttifakla bildirilen Hadis), Başka bir yerde :

Muhabbette» sevgide ve atufette müminlerin misali bir tek cisim misalidir.

Bu vücudun uzuvlarından birisi sızlarsa, bütün vü-eııdü rahatsızlık ve ızdırap sarar.

Mişkât,  yine ittifakla bildirilen Hadâs)

İslâm Milletinin bu şekilde birleşerek ortaya çıkmış bulunan vücudunun ismine Resûlullah (S.A.V.) «Cema­at» kelimesi ile isim vermişlerdir. Bu hususta da yine Zatı R!saietpenahüeri buyurmu^ardir ki:

Allah'ın eli cemaatin üzerindedir, bu cemaatı dağıt­mak isteyen alJeşe düşer.

Ve yine   :

Cemaatten bir kan?? ayrılan kimse, İslâm halkasın­dan kendi boynunu kaçırmış olur,

(Ahmed, Efoi Davud ve Mişkat rivayetlerine göre. Kitâb - ül - iman).

Bu kadarla iktifa edibnem'ş olup_ hattâ şöyle buyu-rulmuştur   :

Sizin cemaatinizi dağıtmak isteyen kimseyi öldürü­nüz.

Ve bu inci tanelerinden daha ıgıltılı olan mukaddes emirler şu noktaya dayanmaktadır   :

Bir araya toplanmış bulunan bu ümmeti dağıtmak için yeltenen kimseyi her nerede bulunursa bulunsun, kı­lıçla vurunuz. (Müslim Kitab - ül - emare) [129]

 

Îslami Kavmiyetin  Teşekkülü Ne Şekilde  Olur?

 

Bu cemaatin kuruluşu ve bir araya gelmesindeki esas, rabıta, kan, ırk, ülke, memleket, toprak- lisan ve renk gibi şeyler değildir. Bu cemaat arasmda HazretM Selmân-i Farisî (R,A.) vardı. Hazret-i Selmân İranlıydı. Fakat ne zaman onun hangi ırktan olduğu sorulduysa, «Seîman ibni İslam»: Islâmın oğlu Selman diye cevap alındı. Hazret-i Ali Radiyallahu Teâlâ anhü, Selman hak­kında şöyle buyurmuştur:

Selmanü minnâ ehli'l - beyti :

Selman bizim ehli beyttendir.

Yine bu arada zikredilmesi gereken iki mühim sa-habî vardır. Bunlar Bâzan ibni Sâsân ile onun oğlu Şehr ibni Bâzân'dır. Bu iki zatın nesepleri de İran hükümdarı Behram Gûr'a ulaşır.  Hazret-i Resûl-ü Ekrem,  Bâzan'ı

Vemen'e oğlunu da San'a'ya vali tayin etmişlerdi. Ve bu misallere eş olarak, bu ulvî cemaatın arasında Hazret-i Bİlâl-i Habeşî de vardı. Bu büyük sahabî hakkında Haz ret-i Ömer Radıyallahü teâlâ anh şu kıymetli sözleri söy­lemişlerdi:

Bilalün Seyyidinâ ve mevlâ seyyidinâ:

Bilâl bizim efendimizin kölesidir, fakat bizim de efendimizdir.

Bu örneklere ilâveten Hazret-i Suheyb-i Rûmî Radi-yallahü teâlâ anh vardı. Bu zata Hazret-i Ömer Radayal^ lahü Teâlâ anh, namazda kendi yerine imamet ettirmiş­tir. Hele Ebu Huzeyfe Radıyallahü Teâlâ anh'ln kölesi Hazret-i Salim Radıyallahü Teâlâ anh için Hazret-i Ömer vefat edeceği sırada şöyle demişti:

Salim bugün hayatta olsaydı hemen hilafeti eline teslim ederdik ve mü si umanlar in işlerini ona verirdik.

Zeyd :bni Harise Radıyallahü Teâlâ anh da azadlı bir köle idi. İşte bu zat öyle bir zattır ki,_ Fahri Kâinat Hazret-î Risaletpenahi (S.A.V.). k^ndi halasının kızı üm-nıül - müminin Hazret-i Zeyneb-i ona vermişti. Bu zatın oğlu Hazret-i Üsâme ibni Zeyd'i Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) islâm ordularına kumandan tâyin etmişti. Hem de Haz­ret-i Ebu Bekir Sıddık, Hazret-i Ömer - ül *- Faruk, Haz­ret-i bu Ubeyde ibni. Cerrah, Radlıyallahü Taalâ anhüm, gibi zevatın ve bir hayli ileri sahabîlerin katıldıkları mu­harebede kumandanlık etmiştir. Üsâme hakkında Haz ret-j Ömer kendi oğlu Hazret-i Abdullah ibni Ömer Rar ^yallahü anha şöyle buyurmuştur  :

Ey Abdullah, 11 sânı en in babası senin babandan da-"a efdâl, Üsâme'nin kendisi de senin kendinden   daha. [130]

 

Muhacirin Örneği

 

İşte, bu mübarek cemaat, îslâmın baltasını ellerine alarak, cehaletin ve taassubun bütün putlarını kırıp or­tadan kaldırdılar. Irk, nesil, vatancılık, memleketçilik, renk- lisan ve bunlar gibi eski cahiliye devri ile yeni ve modern cahiliyenin isimlendirerek zamanımıza kadar ta­pma geldikleri şeylerin hepsini, istisnasız olarak, baştan sona kadar silip süpürüp dünyayı bu gibi müievves şey­lerden temizlediler.

Resûl-ü Ekrem (S.A.V.), kendileri de ta ibrahim Peygamberden (A.S.) beri ecdadının bulunduğu, yaşadı­ğı vatanı olan Mekke'yi terkederek maiyetini, ashabını alıp Medine'ye hicret etti. Bu h'cretin sebebi olarak, Re-sûl-û Ekrem'in ve sahabelerinin kendi yurduna, vatan ve memleketlerine karşı bir sevgileri olmadığü neticesi çıka­rılamaz. İnsanlarda memleket sevgisi doğuştandır. Zat-ı Saadetlerinin Mekkeyi terkedip hicrete karar verip, yola çıkacakları zaman buyurmuş oldukları Hadis-i Şerife dikkat edelim  :

«Ey Mekke! Sen dünyada benim için en kıymetli şeyisin. Fakat ne yapalım ki, senin sakinlerin, semle ya­şayan halk, benim için barınma ve kalma imkânı bırak­madılar.

Hazret-i BilâH Habeşî, Medineye geldikten sonra orada hastalandı. Hastalığı sırasında Mekkede cereyan etmiş bulunan hâdiseleri birer birer hatırlayıp, memleket hasreti ile şu şiir1 irticalen söylemişti. Bu şiirler günü­müze kadar şöhretini muhafaza etmiş, dilden dile dola­şarak, müslümanlara o günlerin elemini duyurmuştur :

Keski ben bilseydim ki Fahh'da geceyi nasıl geçiri­yordum. Ve nasıl ezharı (bir kokuilu yaprak ve «celÜ» (papatya cinsi bir çiçek^     kokluyordum.  Ve yine nasıl

ben bir gün Mahbet'in (bir yerin ismi) su çukuruna da­lıp, oradan Şama ve Tufeyl (iki dağın ismidir)  civarına

bakıyordum ?

Bu kadar vatan ve memleket sevgisi beslemesine rağmen, bu Zevat-ı Kiram, îslâm için sevdikleri memle­ketlerini bırakıp hicret etmişlerdir. [131] Kendilerine boy le ,bir emir verilince yapamayız demediler. [132]

 

Ansar'ın Hattı Habeketleri

 

Diğer taraftan Medine'de bulunan Ansar, Mekkeden hicret edip gelmiş olan muhacirlere başları ve gözleri üzerinde yer verip, onlara emsalsiz bir hüsnü kabul gös­terdiler. Canları ve malları üe onlara hizmet etmek yo­lunu tuttular. Bu hususta HazreH Ayşe RadiyaJlahü Te-âiâ  Anhâ şöyle buyurmuştur   :

Medine Kur'ıuı Üe feth olmuştur.

Nebiyyi Ekrem, Sallallahü Aleyhi ve Sellem, Muha­cirlerle, Ansan birbirleriyle kardeş etti. Aralarında kar­deşlik bağlarını kurdu. Her Ansar bir Muhaciri kardeş edindi. îş o kadar basit değildi. Kardeşlerden biri kendi­sine birini kardeş edinince, kendi maundan ona miras bi­le vermek yolunu tuttu. Bu hususta o kadar ileri gidildi ki, diğer miras sahiplerinin zarar görmemeleri için Hak Taalâ bu usulü âyet-i kerime ile men etti  :

Veraset hususunda kan bağlılığı (neseb) bulunanlar diğerlerine tercih edilme hakkıma mâliktirler. (El - Enfâl, 75)

Ansar, kendi tarlalarını, bağ bahçelerini, edinmiş ol­dukları bu kardeşleriyle yarı yarıya bölüşmek yoluna gittiler. Benî Nıızayr arazisi feth edilince Ansar Resûl-ü Ekrem (S.A.V.)  e şu hususu arzettiler:

Yâ Resulullah, bu araziye bizim ihtiyacımız yoktur, bu araziyi bizim muhacir kardeşlerimize ver.

Onların bu tok gözlülükleri ve cömertlikleri hakkın­da Hak Taalâ Kelâm-ı Kâdim'de şöyle buyurmuştur :

Onlar öyle kimselerdir ki, kendileri sıkıntı içinde ol­dukları halde başkalarına cömertlik ederler. (El - Haşr, 9)

Hazret-i Abdullah- ibni Avf ile Hazret-i Saad İbni Rabî' Ansarî arasında kardeşlik bağı kurulmuştu. Haz­ret-i Saad kendi din kardeşine yalnız malının yarısını vermekle kalmadı, ferağata bakınız ki, iki karısından bi­rini boşayıp da din kardeşini evlendirmeği bile düşündü. Devri R'saletten sonra Muhacirin arka arkaya hila­fet vazifesiyle riyaset mevkiine geçtiler. O zaman Medi­ne halkından kimse çıkıp da, siz bu ülkenin halkı değil­siniz, nasıl olur da siz hükümetin başına geçersiniz de biz geçemeyiz? Sizin bizim ülkemizde hükümet etmekte ne hakkınız var? Diye bir itirazda bulunmadı.

Zat-ı Risaletpenahîleri ile Hazret-i Ömer (R.A.) Me­dine civarında Muhacirlere arazi tevzi ettikleri zaman Ansardan hiç bir kimse kalkıp da «bunları ne diye bizim ülkemize yerleştiriyorsunuz?» demedi. Böyle bir sözü kimse hatırından bile geçirmedi. [133]

 

Dine Bağlılık Uğrunda  Maddî Alakaların Feda Edildiği

 

Daha sonra, Bedir ve Uhud muharebeleri vuku bul­du. Bu çarpışmalarda Mekkeli muhacirler, kendi yakın-

ları ve kendi akrabaları ile, din yolunda dövüştüler. Haz­ret-i Ebu Bekir, kendi oğlu Abdurrahman (R.A.) a kılıç çekmekte tereddüt göstermedi. Hazret-i Huzeyfe (R.A.) kendi babası Ebu Huzeyfe'ye karşı hücuma geçti. Haz­ret-i Ömer (R.A.) bu savaşlarda kendi'dayılarının kanı ile ellerini boyadı. Hazret-i Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) in amcası Abbas (R.A.) amcazadesi Ukayl (R.A.) damad-lardı. Hazreti Ömer (R.A.) o ara bütün esirlerin öldür­dükleri zaman, diğer alelade esirler gibi muamele görmüş lerdi. Hazret-i Ömer (R.A.) o ara bütün esirlerin öldü­rülmesini ileri sürüyordu. Elbette ki, bu meyanda Resul-ü Ekremin yakınları ve akrabaları da öldürülecekler' ara­sında bulunuyordu. Hatta Ömer (R.A.) in kendi akraba­ları ve yakınları da vardı. Ve hatta Hazret-i Ömer (R.A.) bu mevzuda çok şiddetli bir fikir ileri sürmüştü  :

Herkes kendi yakınını ve akrabasını öldürsün de ib­ret olsun.

Fakat hidayeti ilâhîye bu işi durdurdu.

Mekke fethi sırasınd? Hazret-ı Resûl-ü Ekrem, (S.A.V.) kendi kabilelerinden başka kabile mensuplarını ve kendi akrabası olmayan kimseleri yanma alarak ken­di kabilesi efradına ve kendi memleketi ve ülkesi ve va­tanı olan Mekke'ye hücuma geçmişt'. Soy ve neseb yakın­lıkları olmayanların, memleketlisi bulunmayanların elle­riyle kendi memleket halkına, kendi akrabalarına, yakın­larına, ve kendi kabile efradına karşı silahlı bir mücade­leye g'rişmiş ve bu korkunç çatışmanın neticesinde bir Çok mühim savaşlar baş göstermişti. Böyle bir şey, Araplar için tamamen yepyeni bir şeydi. Arap tarihinde buna benzer bir hadiseye asla rastlanmamıştı. Araplar arasında o zamana kadar kimsenin 'kendi kabilesi efradı olmayanlarla ve yabancılarla birleşerek, kendi kabilesi ttienauplarma,  hemşehrilerine,     memleketlilerine   ve  vatandaşlarına karşı savaşa giriştiği görülmemişti. Bu ga­ye uğruna yapılan savaşlar, herhangi bir intikam hissi, toprak kazanmak, arazi elde etmek, mal edinmek, maddî menfaat sağlamak .için değildi. Bir tek maksad gözönün-de tutuluyordu. O da Kelimeyi Hakk'ı yükseltmek...

Kureyşİn ipsiz sapsızları öldürüldükleri zaman, Ebu Süfyan huzuru saadete gelerek arz eyledi:

«Yâ ResuluUah,, Kureyşİn genç fidanları kesildiler, bundan böyle Kureyşİn şanü şöhreti artık kalmamıştır.»

Rahmeten li'l - âlemin, bu sözü duyunca, Mekke hal­kına aman verdi. Aman verildiğini gören Ansar zannet­tiler ki, Fahr-i Kâinat, kendi memleketlilerine ve kendi akraba ve kab'le mensuplarına karşı refet gösteriyorlar. Kendi aralarında şu şekilde konuşmağa başladılar:

«Nihayet Zat-ı Saadetleri de bir insandır, ne de olsa kendi memleketlilerine ve kendi kabilesi efradına karşı bir parça yakınlık hissi duymuştur.»

Zat-ı Saadetleri bu kabil konuşmaları haber alınca, Ansarm toplanmalarmı emir buyurdu; onlara hitap ede­rek   :

Ben hiç bir zaman kendi aile efradıma ve kendi ka­bile mensuplarım;ı yakınlık ve muhabbet hissi beslemem. Ben A İlah in kulu ve O'nun Resulüyüm. Allah için sizin ülkenize hicret edip sizin yanınıza gjeldim. Şimdi benim yaşayışım ve benim ölümüm de sizinle bir arada olacak­tır.

Allah'ın Resulü, bu konuşmalarında ne söylemişler-se, olduğu gibi tatbik etmişlerdir. Mekkeyi Muazzama inkarcıların elinden kurtarıldıktan sonra, artık Zat-ı Sa­adetlerini Medineye hicret ettiren sebeplerden hiç biri­sinden eser kalmadığı halde yine de Zat-ı Saadetleri Mek­ke'de kalmak arzusunu izhar etmediler. Medineye dön­meği arzu buyurdular, işte bu mesele de isbat ediyor ki, gat-ı R'saletpenahUerinin Mekke'ye karşı hücuma geç­miş olmaları, ne bir intikam hissi, ne de vatana bağlılık duygusu ile, ne de başka bir saika ile olmuştur. Sadece ve yalnız Kelime-i Hakk'm yükseltilmesi uğruna yapıl­mıştır.

Bundan sonra da Hüvâzin ve Sekîf emlâki feth edi­lip ele geçti. O zaman yine, halk arasında bir nevi yan­lış anlayış doğdu. Allah Resulünün bu emlâkden Kurey­şİn yeni müslüman olmuş bulunan gençlerine fazla hisse verdiği ileri sürüldü. Ansar gençlerinin bu fikirleri; Zatı Saadetlerinin kabile ve hemşehri gözettikleri şeklinde or­taya çıkmıştı. Bu gençler şöyle diyorlardı   :

«Allah Resulünü aıfv etsin, KureyşHlere fazla verdi ve bizi unuttu. Halbuki, şimdiye kadar, bizim kılıçları­mızla onların kanları akmıştır.»

Bu sözleri duyan Resul-û Ekrem, onları toplayarak kendilerine şöyle buyurdu :

Benim bu zümreye daha çok mal ve mülk tevzi et-mfintia sebebi, bu kimselerin muslümanlığa yeni girmiş olmalarıdır. Bu balamdan kalblerinin kazanılması gözö-nune alınmıştır. Sizler bu dünya malına karşılık, Allah Taalâ ve O'mın Resûlü'nün yakınlığını elde etmek iste­mez misiniz?

Beni Mutallaka gazvesinde, bir Gıfarî ile bir Avfî biritoirleriyle çekiştiler. Avfilerle Ansar arasında anlaş­ma vardı. Bunun üzerine Avfiler Ansardan yardım iste» <£iler. Gıfârîler'in de Muhacirin ile aynı şekilde bir ahitte-vi vardı. Aynı şekilde Gıfârîler de Muhacirini yardıma ça­ğırdılar. İki taraf da kılıca sarıldığından, kan dökülme­sine ramak kalmıştı. Resulullah (S.A.V.) e haber ulaştı­rıldı; :Îd taraf birbirlerine girmek üzeredirler dencfâ. Zat-ı Saadetleri buyurdular ki:

Bu nasıl bir iştir? Siz nasıi olur da kendi dilinizle, taraflarınızdan cahiliye usulü ile yardım talebinde bulu­nursunuz?

Mâ leküm ve - li - da'vet'il - câhiliyyeti.

Bu cahiliye davetiyle ne oluyorsunuz?

Bir Muhacirinin bir Ansan vurduğunu söyledikleri zaman Allah Resulü  :

Cahiliye âdetlerine göre, yardıma çağırmağı bırakı­nız, bu gayet kötü bir iştir.

Bu gazvede, kabilecilik taraftarlar m m meşhur ele basısı Abdullah ibni Ubeyy de vardı. Muhacirinle anlaş­ması bulunan bir kimsenin, Ansarla anlaşması bulunan bir kimseyi vurduğunu duyunca şöyle söylemişti  :

Bunlar bizim ülkemize, bu ülkenin gülleri çiçekleri oldular. Biz hepimiz onların karşısında baş eğmek zorun­da kaldık. Bunların durumu, «besle kargayı oySun gözü­nü» misaline benzer. Yemin ederim ki, Medineye varınca, şeref sahibi bulunan bizler bu alçakları oradan çıkarıp atmağa kaçıracağız.

Sonra Ansara da şöyle konuşmuştu  :

Bu ne biçim iş, siz bunlara kendi yerlerinizi verdi­niz; kendi yurdunuzda bunları barındırdınız; kendi mal­larınızı onlarla bölüştünüz. Yemin ederim kî, siz bir gün onların ellerine düşerseniz size yapmadıklarım bırakmaz­lar.

Bu sözlerden Resulü Ekrem haberdar edilince, adı geçen şahsın müşlüman oğlunu huzuruna çağırtarak, bu gerçekten inanmış gence babasmın nifak saçan sözlerin­den bahsetti

Genç n^üslüman, babasına karşı büyük bir sevgi beslerdi. Kabilesi içinde babasına olan bağlılığı ile meş­hurdu. Fakat böyle bir hâdiseden sonra, Allah Resulün­den şöyle bir müsaade taleb etti :

Yâ Resulullah, eğer emir buyurduğunuz takdirde, hemen gider babamın kafasını keser, onun vücudundan ayrılmış başını huzurunuza getiririm.

Alemlere rahmet olarak gönderilmiş büyük ve biri­cik insan böyle bir şeye müsaade etmedi.

Muharebeden geri dönülüp Medineye gelindiği za­man, İbni Ubeyy'in oğlu, babasına giderek, yalın kılıç bir vaziyette, şöyie haykırdi :

Resulullah izin vermedikçe, sen artık bundan böylt Medinede barınamazsın. Şeref sahibi olan bizler bu alçak­ları Medineden çıkaracağız demişsin. Sen bilmiyor mu­sun ki, şeref yalnız Hak Taalâ'nın, O'nun Resulünün ve Müminlerindir.

Bu beklenmedik hitap karşısında şaşıran baba, şu­ursuzca bağırıp kabilesinden yardım istemişti  :

Ey Ehl-i Hazrec! Bakınız ne günlere kaldık. Benim kendi oğlum, kendi evimde beni barındırmak istemiyor!

Bu feryada benzer sözleri işiten halk, oraya koşuş­tu. Fakat Abdullahın kararı gayet kesind;. İlk sözlerin­de şiddetle ısrar ediyordu:

EesuluUahdan müsaade almadıkça bu adamı Medine gölgesinde barındırmama imkân yoktur!

Hâdise tekrar oradaki topluluk tarafından Allah Resulüne intikal ettirilince, Zatı Saadetleri şöyle emir buyurdular;

Gidin Abdullah a söyleyin babasını evinde rahat bı­raksın,

Abdullah Du emri alınca, kılıcını kınına soktu ve ba­basına:

Sen ancak Allah Resulünün müsaadesiyle burada ba­kmak imkânına sahip olabilirsin! [134]

Beni Kaynukâ vakasında, Hazret-i Ubbâde iteni, Sâ-mit, onların işleriyle meşgul olmak için emir almıştı. Hazret-' Ubbâde, hıyanet eden kabilenin Medine ve civa­rından uzaklaştırılmasına karar verdi. Bu cemaat, Haz­ret-i Ubbâdenin kabilesi Hazreclilerle anlaşma halinde idi» Fakat Hazret-i Ubbâde bu hükme varırken, böyle bir anlaşmayı nazarı itibara almadığı gibi bu hususu ha­tırından ve hayalinden bile geçirmedi.

Beni kurayza hâdisesinde de, Evs'in ileri gelen li­deri Hazret-i Saad ibni Maâz, bu işi -tedvir etmekle va­zifelendirildi Hazret-i Saad, Beni Kurayzânın yaptıkları işleri değerlendirerek, onların erkeklerinin öldürülmesi­ne, kadın ve çocuklarının alıkonmasına ve mallarının mü­saderesine karar verdi. Bu hükmü verirken, Beni Kuray­za ile kendi kabilesi arasındaki mevcut anlaşmayı kaale almamış, yalnız islâmî noktai nazardan hareket etmişti. Kendisinin dahi uzun bir müddet aynı kabilenin arasın­da yaşadığını ve adı geçen kabilenin içinde Ansarm bir çok akrabalarımın bulunduğunu katiyyen hesaba katma­mıştı. Halbuki Araplar o zamanlar böyle anlaşmalara son derece ehemmiyet verirlerdi. [135]

 

Îslam Cemaatinin Aslî Ruhu

 

Yukarıda sıraladığımız deliller ve vakalar bize şu gerçeği teslim etmektedir: îslâmî Milliyetin kuruluşun­da, ırk, nesil, soy sop, vatan, memleket, ülke, lisan ve rengin hiç "bir önemi yoktur. Bu binayı kuran mimar, b;r hayalden değil, doğrudan doğruya hayatın gerçeklerin­den hareket etmiştir. İnsanlık âleminin bütün ham mad­delerini gözönünde bulundurmuştur. Her nerede elle tu­tulur iyi ve mütaamıel bir malzeme görmüş ise, fofnasan-da ö malzemeyi ikullannuşör.    îmanın ve 8aUh aanelin, malzemesini yoğurup pişirerek bu binanın yapısına yer­leştirmiştir. Bunlardan bütün insanlığı çerçeveleyen bir bina meydana getirmiştir. Bu miViyst binası bütün kü­reyi arzı kaplar. Bu muazzam binanın devamı ve ayakta durması, bu binada bulunan muhtelif asılların, muhtelif şekillerin, muhtelif ülkelere ait parçaların bir tarafa bı­rakılmasına ve muhtelif ayrı asılların unutulmasına bir asıl ve bir kökün nazarı itibara alınmasına bağlıdır. Bu binada ayrı ayrı renkler ortadan kaldırılarak, her yer bir boyaya boyanmıştır. Ayrı ayrı yerler, ayrı ayrı yurt­lar bırakılmış br Mahrece-i Sıdk (doğru çıkış) dan çıkıl­mış ve bir medhal-i sıdk : (doğru çıkıştan) girilmiştir. İşte bunlar Millî birliğin : (Vahdet-i milliyetin) esasla­rıdır.

Eğer bu millî birlik dağılır, bu vahdet bozulur, mil­leti teşkil eden cüzler birbirinden ayrılır, kendi asıllarını bırakır, nesillere, ırklara bölünür, kendilerine maiısus vatan, memleket ve ülkelere ayrılır, muhtelif renk ve şe­killerle birbirlerinden uzaklaşırlarsa muhtelif ve birbi­rine zkî dünyevî maksadlann peşine takılırlarsa, o zaman bu binanın temelleri çöker, duvarları yıkılıp gider. Bu binanın parçalan her biri bir tarafa dağılır. Bu şekilde olan hiç bir hükümet yaşamamış ve hiç bir -devlet de-' vam edememişt'r. Bilâkis dağılıp gitmişlerdir. îslâmî milliyette, islâmî kavmiyette, yukarıda saydığımız milli­yet ve kavmiyet esasları yoktur. Orada nesil, soy sop, ırk, vatan, ülke, lisan, renk ve herhangi bir maddî sebe-^ıı bulunması kat'iyyetle muhal ve imkânsızdır. îşte yu­karıda baihsi geçen milliyetlerden bu ikinci şekil day&ruk-** ve daimî bir şekildir.

İşte onun gömleği, dini Ma kefendir.

Buma göre, her kim, müslüman olursa ve İslâm yo- tutmak isterse, milliyet esasında ne kadar kan ırk, toprak, ülke, ve buna benzer şeylere ist"nad eden pren­sipler varsa, bunların hepsinden uzak kalmalıdır. Her kim, bu esaslara bağlanırsa, islâm daha onun ne kalbine ne de ruhuna nüfuz etmediğini bilmesi lâzımdır. Böyle bir kimsenin burnu daha cahiliye kokusu ile doludur. Bu gün oftnasa bile yarın muhakkak ki, b'r gün bu kimse İs­lâm'dan ayrılacak, İslâm' da elbette ki, ondan uzaklaş­mış olacaktır. [136]

 

Resulullah Sallallahü Aleyhi Ve Sellemin Son Vasiyeti

 

Allanın Resulü (S.A.V.) kendi devri saadetlerinden bir müddet sonra, müslümanlar arasında tekrar cahiliye taassubunun hüküm süreceğini sezmişlerdi. Böyle men­fur bir zihniyetin tekrar müslümanlar arasında hüküm sürmesi korkunç bir dönüş demekti. Bu eskiye ait taas­sup kasırgası pek tabiî olarak, İslâm binasının temelleri­ni sarsmaktan geri kalmıyacaktı. Bu noktayı gözönünd0 bulunduran Allah Resulü müteaddit defalar, bu tehlikeyi tekid ile bildirmişlerdir :

Benden sonra küfre geri dönüp de bazınız bazınızın boyunlarını vurmuş olmâyasımz. (Buharî Kitab - ül - Fiten)

Zatı Risaletpenahi, ömürlerinin sonuna doğru gittik­leri «Haccet r ül - veda» da Arafatta irat ettikleri hutbe­de, umum müslümanlara şu emsalsiz gerekleri' biİdif-diler :

Şunu duymuş olun ki, bugün, bütün cahiliye işleri, âdet ve an'anesi benim ayanımın altındadır. Ne bir Ara-bin bîr Aceme (A rap tan   gayrı) ne de bir Acem'in bîr Araba imtiyazı, fazileti vardır. Siz hepûıiı Âdem evlâdı­sınız. Adem İse, topraktan yaratılmıştır. Müslüman, müslümanın kardeşidir. Bütün Müslümanlar da birbirleriy­le kardeştirler. Cahilîyenin bütün zihniyetleri silinmiş, bâtıl kalmıştır. Şimdi, sizin kanlarınız smln namuslarımız ve sîzin mallarınız birbiriniz için haramdır. Nitekim, siz bugün hac mevsiminde bulunuyor ve sizin için, bu ay ve bu fcünler nasıl haram ise, sizin birbirinizin kanuna, mah-jnc, şeref ve namusuna tecavüz etmeniz de boyîe harım­dır.

Sonra Zatı Saadetleri Mumya teşrif buyurdular. Bu hususu daha iyi belirtmek ve daha kuvvetli bir şekilde tekid etmek için orada da şu mealde bir hitabede bulun­dular :

Dikkat edin, benden sonra, sapık yola sapıp da sa­kın birbirinizin boyunlarını vurmayıraz.

Çok geçmeden siz de Kabbinize kavuşacaksınız. O /aman yaptıklarınızdan ve ettiğiniz amellerinizden soru­lacaktır.

Dinleyiniz! Eğer sizin içisı bir zenci (Habeşî) ki'Âe de emir olarak tayin edilmiş olursa ve Allah'ın Kitalisaa mutabık olarak islerinizi idare ettiği tukdltde elbette ki, siz onun sözünü dinleyecek ve İtaat edeceksiniz.

Allah Resulü, İslâmın bu hayat dolu emirlerim bü-dircFkten sonra, kendilerini can ve gönüldt-n dinleyen hal­ka, şu suali tevcih ettiler :

Bu haberleri sizlere olduğn gibi ulaştıralım mı?

îslâm cemaati bir ağızdan cevap verdiler :

Evet, Ya Resulallah!

Tekrar buyurdular :

Allafh'ı bu hususta şahit tutarım.

Alemlerin kendisiyle ögtindugü son peygamber, bu hitabelerini şu sözlerle bitirdiler;

O mevcuttur, vardır, fakat bu hususları size haber veren mevcut ve var değildir. [137]

Veda Haccmdan sonra Uhud Harbi şehidlerinin me­zarlığına geldikleri zaman orada da şu hakikati açıklamış oldular  ;

Ben bakî âleme gittikten sonra, sizin şirk yolunu tu­tacağımızdan korkmam, ancak sizlerin dünyaya sarılarak birbirinizle savaşmanızdan korkarım. Böyle yaparsanız helak olursunuz, nitekim sizden evvelki ümmetler de böyle japtıklanndan helak olup gitmişlerdir. [138]

 

İslam İçin En Büyük Tehlike

 

Kâinatın   Efendisinin,  ümmeti  namı hesabına üzül­düğü, endişe ettiği ve korktuğu bu şekilde bir fitnenin ortaya   çıkmasıdır. Böyle bir durumun ne kadar büyük bir tehlike teşkil ettiğini Zat-ı îüsaletpenahileri elbette ki, çok iyi biliyorlardı. î^âm'ın ilk mes'ut devrinden gü­nümüze kadar, İslâm Ümmetinin     felâketlerine bu feci fitneden başka bir şey sebep    olmamıştır, demek müm­kündür. Zat-ı Saadetlerinin bu fânî dünyayı terk ettik­lerinden bir kaç sene sonra, Hâşimî ve Emevî taassubu­nun neticesinde fitne baş gösterdi. İşte bu kahredici fit-;ıe, îslâmm aslî siyaset nizamını o zaman dağıtıp param parça etmekte gecikmedi. Bu yıkıcı kasırganın neticesin­de çok geçmeden Arapîik, Acemlik, Türklük taassubu çe­şitli şekillerde meydana çıktı. Bu parçalanmalar ve esas­tan kopma hareketleri îslâmm siyasî birliğine son vermiş oldu. Daha sonra, îslâm ülkelerinde muhtelif hükümet­ler kurulmağa başladı. Bu yeni kuruluşlar fitnenin son halkalarını meydana getirdi. Bu başka başka devletler İslâm'ın aslî birliğinden ayrıktılar. Son asırlarda dünya­da iki büyük İslâm Devleti vardı. Bu iki. devlet dünya­daki öbür îslâm devletlerin hepsinden kuvvetli ve hep­sinden daha büyük ve nüfuzlu idiler. Bunlardan birisi Türk Osmanlı devleti, d'ğeri de Hindistan Moğol (Timu-rî) devleti idi. Aynı fitne bu iki devleti de yeryüzünden sildi süpürdü. Hindistandaki Timurî hükümeti, halkı Hin­distanlı ve Moğol (Tirmırî) diye ikiye ayırdığı için son buldu. Türkiye'de ise, halk Türk, Arap ve Kürt diye bir­erinden ayırcüıkları için koca imparatorluk dağillıp gitti.

îslâm tarihinin başından beri, bu tarihin tamamına bir- kere göz atalım. O devirde her nerede bir İslâm Dev­leti kurulmuş ise, bu hükümette, ırkçılık, nesilcilik, kav­miyetçilik imtiyazları nazarı itibara alınmaksızın, her zümreden ordu kumandanları, kalem erbabı, kılıç sahibi kahramanlar devlet hizmetinde istihdam eddlmişti. Sîz bir Iraklıyı Afrikada, bir Şamlıyı İranda, bir Afganlıyı Hindistanda diyanetle, vefakârlıkla, sadakatle ve ema­nete ittiba ile hizmet ifâ ettiklerini görebilirdiniz. Bunlar bu ülkeferde sanki kendi memleketlerinde bulunuyormuş gibi <ıanla başia çalışıyorlardı. Idlâmî hükûmetlier kurul­duğu zaman, hiç bir vakit, bu hükümetin elemanları mu­ayyen bir yerden muayyen bir ırktan seçilmiş değillerdi!. Her ırktan ve her memleket halkında seçile gelmişler­dir. Her yerden, her memleketten iş başaranlar, ellerin­den iş gelen müslümanlar bu hükümette vazife almışjiar ve işleri en iyi şekilde yürütmüşlerdir. Bu elemanlar, Dârül - İslâm olan her ülkeyi kendilerine vatan, memle­ket ve yurt bilmişlerdir.

Fakat ne zaman, şahsî garaz ve taassup ortaya çık-mı9ı fitne baş göstermiş, fesad ayakiianmışaa böyle bir vasatta renk, nesil, ırk, ülkeciiiık, memleketçilik imtiyazan görülmüştür. Bu defa İslâm düşmanlarına karşı kul­lanılacak olan kuvvetler, birbirlerini ezmek için harekete geçmişlerdir. Müslümanlar arasında İç çekişmeleri baş 1 göstermiş ve muslümanlık kudreti ve kuvveti zayıflayıp ortadan kalkmış, yabancılar da müslümanlara musallat cjmak imkânını bulmuşlardır. [139]

 

Körükörüne Avrupa Taklitçiliği

 

Günümüzün müslümanları herhangi bir teftiş ve tah­lile lüzum hissetmeden, hatta körü körüne denecek bir tarzda Avrupa milletlerinden ırkçılık, kavmiyetçilik, memleketçilik, vatancüık, ülkecilık gibi fikirleri benim­semekle iktifa etmeyip, bu sistemleri kendi ülkelerinde tatbik mevkiine koymuşlardır.

Arapların sanki İslâmlıkla hiçbir alâkaları yokmuş gibi, hali hazır durumda Araplıkları ile Öğiinmek yolunu tutmuşlardır. Keza Mısırın yeni idarecileri, tarihin zâlim simaları olan Firavunlarla iftihar ederek, bu kanlı salta­nat tacMârlarma millî kahramanlık payesi vermişlerdir. Asırlarca Islâmın bayraktarlığını yapmış olan Türkler de manevî hüviyetlerinden soyunarak, kavmiyetçiliği bu pflâ-na almışlar. Cengiz ve Hülâgü Han gibi kimselerin sak­sında bir melce aramışlardır. Irkçılık rüzgârı, İranda da tahribat yapmaktan geri kalmamıştır. Kavmiyetçilik ta-assub ve gayretine kapılarak, sırf mevhum Arap emper­yalizmine karşı koymak gayesiyle Hazret-i Ali (R.A.) ve Hazret-i Hüseyin (ît.A.) ı kendileri için kahraman ilân ederken, diğer taraftan da millî kahraman olarak Rüstem ve tsfendiyarı ileri sürmektedirler. Bu şahısla­rın menkıbelerini söyleyip durmaktadırlar. Hindistanda bu fikir hastalığına yakalanmaktan kendini kurtarama-niştır. Bu gibi zümreler, Zemzem   suyund'an alakalarını keserek, Ganj nehrinin sularını mukaddes su telâkki ede­rek, neredeyse bu bulanık suyu cennet suyu diye halka sunacaklardır. Bu gibi fikir öncüleri, İslâm ileri gelen­lerini bir tarafa bırakıp, Bohem ve Ercen'i kendilerine nyülî Üder, millî kahraman kılmışlardır. Gerçekten uzak­laşan bu kimseler, Mekke ülkesini unutup Tekselâ, Mo-hen, Cadaro ve Herpâ'ya bağlanıyorlar. Her fırsatta bu yerlerden bahsederek, çevrelerine tesir etmek istiyorlar. Bütün bu menfî Örnehfter, körü körüne yapılan Avrupa taklitçiliğinden başka bir şey değildir. Bu kabil yabanliklerin ismine bir de kalkıp medeniyet diyorlar.. Bu kopyacı ve basma kalıp kafalı kimselerin hakikatle­ri görmelerine elbette ki, imkân yoktur. Onlar bu çarpık zihniyetle ancak zahirî görüri'er. Dış görünüşün süslü püslü rengi onların gözlerini büyülemiştir. Avrupa me­deniyetine göre Ab-ı Hayât gibi görülen hususlar, islâm medeniyetinde bir öldürücü zehir olduğunu anlıyacak bir, idrâk ve dirayetten mahrum oldukları için yaptıkla­rı tahribatı sezecek şuurları yoktur.

Avrupa milliyet ve kavmiyetinin temeli, ırk, nesi, memleket, ülke, vatan, dil ve renk biriği zeminine atıl­mıştır. Bu görüşün neticesinde, herkes diğer millet ve di­ğer itkin fertlerinden çekinip uzak kalması icabeder. Milletdaş, kavmidaş, ırkdaş, dildaş, ülkedaş olmayanlar­dan nefret etmesi lâzım gelir. İsterce bu kimseler, sö-2Üm ona kararlaştırılmış hududdan bir mil mesafeden daha az bir uzaklıkta yaşamış olsun, yine onlara yabancı gözü ile bakılır. Neden bakılmasın ki, orada başka bir ırkın mensubu olan fert, ne kadar doğru insan ve ne ka­dar temiz bir kimse oilsa dahi,, yine de öbür millet mensu­bu için doğru ve faziletli bir kimse sayılmaz. Bir ülkede oturan bir kimse, diğer ülkenin vatandaşlarına her ne ka-<lar sadakatle hizmet etmeğe amade olsa dahi makbule geçmez. Bir ırkın bir ferd', diğer bir ırkın ferdi tarafın­dan itimada şayan kimse değildir.

îslâm milliyetine, İslâm kavmiyetine gelince, durum tamamiyle değişir. Bu mevzuda iş her bakımdan başka türlüdür. Yukarıda anlatılanların tamamen aksi ve zıd-dıdır. Islâmdaki kavmiyetin ve    milliyetin temeli, ırka, nesle, nesebe,  vatana, ülkeye,    memlekete, yere - yurd!a dayanmaz. Ancak itikada ve amele dayanır. Bütün dün­ya müslümanlan hangi cinsden, hangi ırktan, hangi ne­silden, hangi ülkeden, hangi memleketten, hangi vatan­dan olurlarsa olsunlar, bu sayılanların imtiyazları ve ay­rılıkları gözönünde bulundurulmaksızın,  hiç  bir  suretle nazarı itibara alınmaksızın, hep birdirler, hep birbirleri­nin yadımcıları ve hayatın çeşitli sahalarında hep birbir­lerinin ortakları    hükmündedirier. B't hintli Müslüman Mısıra gider, o ülkenin sadakatli bir    hemşehrisi olur, hizmet yolunu tutar; 3anki Hindistanda    bulunuyormuş gibi bu diyarın müslümanlan ile her bakımdan kaynaşır. B'r Afganlı Müslüman, meselâ Şam'da   (Suriyede)  hu­dutları korumak için canını feda   eder; sanla bu kimse Afganistan için canını feda etmiştir. îşte bunun :çin, bir müslümanın ülkesiyle diğer bir müslüman ülkesinin ara­sında herhangi bir coğrafî hudut yahut da ırkî ve saire ayrılık - gayrıîık yoktur. Müslüman bu ayrılık ve gayrı-lığı düşünmez ve düşünemez, işte bu fark ve büyüik bir uçurum vardır. Orada kuvvetin sebebi olan nesne, bura­da öldürücü zehirdir.

Merhum AUâme İkbâl ne de güzel söylemiştir : Apnî millet per kıyâs akvâm-ı magrib see ne ker, Hass hee terkîb - meen, kavm-i Resûl-i Hâgimî, Un-ki cemi'iyyet ka hee mülk ü neseb per imtiyaz, Kuvvet-i mezheb-see müstahkem hee cem'iyyet terî

Kendi milletini, Avrupa milletleriyle mukayese ©tane, Haşîmî KesaîDo, ümmet terkibi ayrı ve hususî bir

variyettedir.

Onların   cemiyetlerinin     temeli ülkeye ve nesebe münhasırdır,

Fakat senin cemiyetinin temeli din üzerinde sağlam­lık bulmuştur.

Bazı kimseler, vatancılık, milletçilik, kavmiyetçîıüük» ülkeciük, hemşehricilik ve ırkçılık gibi fiâkrlerin yanında, İslâm Miüiyetçiliği ille de bir alâka kurulabileceğint ileri sürerek içine düştükleri fikrî perişanlığı belli etmişler­dir. Bu zavallıların iki çeşit milliyetçiliği bir arada gös­termek istemeleri ve iki zıd mefhumu bir araya getirme­leri gaflet/erline bulunmak bir örnek teşkil etmiştir. BÖy le imkân dışı bir meseleyi ileri sürerek, gerçeğe giden yo­lu bir çıkmaza çevirmişlerdir. Bu meselenin sebeV ce­haletten ve dar görüşlülükten başka bir şey değildir. Hak Taalâ hiç bir vakit bir göğüs içinde iki. gönül yarat­mamıştır. Bir gönülle de iki ayrı ve birbirine zıd sevgi konmamıştır. Bir kalbde de iki ayrı milliyetçilik esası vücuda getirilememiştir. Bu birbirine zıd iki şey bir ara­ya toplanamaz. Milliyet mefhumunun esası, kendisi ile kendisinden başkasını ayırt etmekten başka bir şey de­ğildir. Islâmî milTyette ve îslâmî kavm'yette yalnız Müs­lümanlıkla gayr-ı - Müslim vardır. Ve başka bir şey yok­tur. Bir Müslüman diğer birisini ya Müslüman bilir, ya­hut da Müslüman bilmez; işte ayrılık ölçüsü bundan baş­ka bir şey cüeğildir. lalamı milliyetçilik, îslâm kavmiyet­çiliğin iktizası budur. Vatancılık, memleketçilik, ırkçılık, nesilcüik ve saire gibi esaslar üzerine kurulmuş bulunan milliyet ve kavmiyet, diğerleri ile alâkayı kesmek de -mettir. İsterse bu yabancı görülen kimseler iyi insan ol­salar dahi düşman addedilmeğe mahkûm olurlar. Şimdi  aklı sahibi bu iki ayrı şeyi, bu İki ayrı ve birbirlelîne zıd hususların bir araya toplanabileceğini iddiaya k&'kışabilir? Siz bir müıslüman olarak, hem br miislü-m&m kendinize milletdaş kabul edecek, hem de bir gayn-Müslimi kendinize yine aynı şekilde milletdaş sayacaksı­nız. Böyle bir şey mümkün olabilir mi? Siz kendi ülke­nizde bulunan bir gayrı - Müslimi mületdas. addedecek ve kendi ülkeniz dışındaki bir Müslümani yabancı telakki edeceksiniz. Böyle bir anlayışa hangi müslüman taham­mül edebilir?

Bunlar bir araya toplanabilirler mi? Hiç sizin içi­nizde dirayetli kimse yok mudur? (Sûre-i Hud, 78)

İşte şimdi iyice anlaşılmıştır ki, Müslümanlıkla, Hindistanlılık, Türklük, Afganlılık, Araplık, tranîlik di­ye hissiyata kapılmak, Islâmî milletin temellerini bozar, çürütür, ortadan kaldırır. îslâm Birliğini dağıtır, param parça eder. Böyle bir durumun neticesi sadece aklî de­ğil; tecrübe ve müşahedelerle de meydandadır. Müslü­manlar, ne zaman ve ne şekilde olursa olsun, vatancılık, ülkecilik, kavimc'lik, ırkçılık, nesilcilık taassubuna kapıl-mış'arsa, Müslümanlığa zarar gelmiştir. Nitekim Zat-ı Risaletpenahileri bu hususta şu gerçeği buyurmuşlardır: Benden sonra siz küfr yolunu tutup da birbirinizin boyunlarınızı vurmuş olmayanınız.

İşte Resul-ü Ekremm (S-A.V.) in endişesi de budur. Bunun için, Müslümanlar sapık fikirlere kapılıp, hiç bir b?şer fikriyle mukayese kabul etmiyecek derecede yük­sek ve- ulvî olan İslâm fikriyatından uzaklaşmamalı, elin­deki emsalsiz cevherin kıymetini takdir etmek feraseti­ni göstermelidir. Bütün müslümanlar için yapılacak tek iş, Müslüman milliyetçiliğinin esasını, Hazret-i Resul-ü Ekrem, Muhammed SaBallahü aleyhi ve sellemin tebliğ ettiği ve tatbik ettiği şekilde anlamak ve fiiliyata döktir. Bunun aksine gitmek, onun davetine sığmaz ve doğru olmaz. [140]

 

İslami Milliyetin Hakiki Mefhumu

 

Zamanımızda Müslüman cemaatlerini «Kavim» ve­ya «Millet» kesmeleriyle mânalandırmak yaygın bir âdet haline geldiği gibi aylı kelimeler ıstılah olarak da kulla­nılmaktadır. Bu kelimeler İslâm'a has bir toplumun va­ziyetini belirtmek hususunda revaç bulmuştur. Bazı kim­seler bu ıstılahı Kur'an-ı Kerim'de kullanıldığını hesl-ba katarak, kendi fikirlerimi '.leri sürmek maksadiyie suiistimal yoluna gidiyorlar. Kur'an-ı Kerim'de ve Ha-dis-i Şerif de Müslüman topluluklar için «Kavm» kelime­sinin kullanılmasını (Nation : Millet) mânasına alıyorlar ve bu millet mânasını da günümüzdeki millet mefhumu şeklinde anlıyorlar. Halbuki Kur'an-ı Kerim'deki ve Ha-dis-i Şerif deki kavim kelimesi (Nation : Millet) mâna­sına gelmemektedir.

Hülâsa olarak şunu belirtmek İsterim ki, bu lafızla­rın bu şekilde kullanılması ve böyle bir mâna çıkarılması haddi zatında Islâmda kabili telif değildir. Kur'an-ı Ke­rim'de ve Hadis-i Şerif de kullanılan diğer kelimeler de vardır. Bu sadece bir ilmi bahis değildir, bizim umumî olarak hatalı tasavvurumuz ve hatalı düşüncemizdir ki, kelimenin asıl mânasını ve mefhumunu bırakıp da ken­dimiz bir mefhum uyduruyor ve bu mefhum üzerinde kendi yaşayışımıza göre içtihadlara girişiyor ve yaşa­yış nizamımızı da buna göre düzenlemeğe kalkıyoruz.

«Kavim : Millet» lafzının İngilizce -karşılığı «Nation» dur. Bunlar cahüiye devrinin ıstılahlarıdır. Cafailiye dev-«kavntiyet : Milliyet»  (Nationality) hiç   bir a»-hususi bir medeniyet topluluğu ifade etmez- Gerçek bir medenî temele (Cultural Basis) dayanamaz. Ne eski cahiliye devrinde ne de yeni ve modern cahiliyede kav­miyet veya milliyet bir hars temeline bağlı değ'ldir. Ora­da gönüllü ve düşüncenin kökü, neslî, nesebi, ırkî ve riva­yete bağlı ilgilere sevgi beslemektir. Hir de bazı tarihî rivayetleri birbirine ekleyerek bir kavmiyet tasavvuru : Ml'iyet tasavvuru, ortaya çıkabiliyor. B» milliyet ve tkav-miyet tasavvuru, şaibelerden uzak değildir.

Eski Araplarda «Kavim  :  Millet» kelimesi umumi­yetle bir soya, bir kabileye, bir ırk bölümüne, bir aşiret halkına isim olarak verüdli. Bu şekilde îngiüizce «Nation : Millet» de yine bir kimsenin neslinden gelenlerin müşte­rek cinsi (Commun Descent) diye tasavvur edilirdi.

Bu şekilde düşünmek, tslâmî kavmiyet veya milliyet tasavvurunun tamamen h'lâfmadır. Kur*an-ı Kerim'deki «Kavim : Millet» mânasına kullanılan kelimeleri, haM-katte Millet diye tercüme edemeyeceğim; bu kelimenin karşılığına diğer Arapça bir kelime koymak. istersek «Şaab : ulus» ve buna benzer kelimeler kullanacağız ki, İslâm milletine de bu kelimeleri kullanmak doğru olmaz. Müslüman cemaatler için de bu ıstılah kullanılmamıştır. Bu ıstılah kullanıldığı takdirde, kelimenin mefhumu için­de, kan birliği, nesil ve ırk birliği yahut da topraik ve ül­ke birliği ve saire bulunmaktadır. Fakat bahsettiğimiz gibi îslâmî cemaatlerde ve îslâmî topluluklarda bu gibi bağlardan I. ortulmak ve kesin "brr şekilde bütün bu alâ­kalardan sıyrılma» lâzım gelmektedir. Nesebden, toprak birliğinden ve maddî alâkaların cümlesinden feragat et­mek gerekmektedir.

Kur'an-ı Kerim'de, İslâm topluluğunu ifade etmek için kullanilan kelime «hizb» kelimesidir. Bunun da îa-gilrâce karşılığı «Party»~dır. Kavimler, nesil, soy, toprak iştiraki  ve saireye bağUdîtr. Fakat partilerde böyle bar yoktur. Yalnız meslek ve mefkure birliği vardır. Ni­tekim partler yalnız kendi maksad ve meramlarının pe­şinde koşarlar. Maksad ve meramlarına son derece bağ­lıdırlar. Bunlar bir usûl, bir meslek ve bir merama ina­nırlar; o usul, o maksad ve o meranın yolunda çalışır giderler. Bu usul, bu maksad ve merama bağlı olmayan­ları — isterse en yalan kimseleri bulunsun, — kendile­rinden saymazlar.

Kur'an-ı Kerim, bütün yeryüzünde, yeryüzünün mâ­mur ülkelerinde, meskûn ^bölgelerinde sadece ik' partiyi nazarı itibara almaktadır İki partinin dışında başka bir parti tanımaz. Bu partilerden bir tanesi «Allah Partisi» (Hizbüllah) dır. Kur'an-ı Kerim'in tanıdığı ve mevcudi­yetini bildirdiği ikinci parti ise «Gayrullah partisi» yani Allah'a bağlı olmayanlar partisidir. Biz buna Şeytan par­tisi : Hizb - üş - şeytan) diyeceğiz. Bu şeytan partisi men­supları ister usul, meslek ve meram bakımından birbir­leriyle aynı olsunlar, ister birbirleriyle ihtilaflı bulun­sunlar, Kur'an-ı Kerim bunları bir partiden sayar- Ni­tekim her ne şekilde olursa olsun, her ne surette bulu­nursa buaınsun, onların partisinde îslâmî renk yofctur. Aralarında az veya çok ihtilâftar olsa d!ahi; îslâmî olma­yınca şeytanî parti olmakta müttefiktirler.

Kur'an-ı Kerim'de buyurulmuştur :

Onların üzerine şeytan çullanıp, Allahı zikretmeği unutturdu. İşte bunlar şeytan partîsindendir. Dikkat!. Şeytan partisi mensupları zarar görenlerdirler. (MüeadiÜfe, 19)

Bu durumun aksine, Allah partisine dahil olanlar, ister, soy sop, nesil neseb, ırk olsun, ister vatan, memle­ket ve yurt olsun isterse lisan, yahut da tarihî rivayet-ter birliği olsun, her hususta birbirleriyle ayrı bulunabi­lirler  Hatta bunların arasında dededen ve atadan kalma kan davası dahi olsa, bunların hepsini bir tarafa bırakır­lar ve yalnız Allah Taalâ'nın gösterdiği yolda bir fikir birliği bir meslek ve bir meram için birleşirler, b;rbirle-rine sarılmar, birbirleriyle birleşir gidenler. Bunlar san-k'. Allah'ın ipine (Hablullah) : «ilâhî Riştec» de birbirle­rine sımsıkı bağlanarak, sarılarak her bakımdan ö>nek bir topluluk meydana getirirler. Bu Allah ipinde yeni bir partinin azalan mahiyetine girerler. Şeytanî parti m en suplar mdan tamamen ve her bakımdan her yönden alâkalarını keserler.

Parti iht'lâfları, baba ile evlâdın arasını açar, hatta evladı baba mirasından bile mahrum eder. Hadis-i Şerif-de buyurulmuştur  :

Ikî ayrı milletin : «ümmetin» mensupları birbirle­rinden miras almazlar.

Parti ihtilâfı kadını kocasından ayırır. Bu inanç ayrılığı bu çiftin tekrar hikâhlanm alarmı da haram kı­lar. Hayat yolunda bu ailenin iki ferdini iki başka yola sevkeder. Kur'an-ı Kerim'de buyurulmuştur :

Ne o kadınlar o erkeklere helâldirler ne de o erkek­ler o kadınlara helâl olurlar. (El - Mümtehinne, 10)

Part' ihtilâfı bir kardeşi bir kardeşten uzaklaştırdı­ğı gibi, bir kimseyi de bütün aile efradından ayırır. O kimseyi, bütün aile efradiyle görüşmekten ve her türlü alâka göstermekten men eder. Hattâ Hizbullah mensup­ları, bazı yakın akrabaları ile de evlenmekten men edil­mişlerdir k!, Hizbüşşeytan mensupları ile tam mânasiy-lo her türlü aıüâka sebepleri ortadan kalkmış olsun. Kur'an-ı Kerim buyurmuştur  :

Müşrik kadınlar îmâna gelmedikleri müddetçe ken­dileriyle evlenmeyiniz ve nikahlanmayınız. Mümin cari-ve. müşrik hür kadından iyidir, hoşunuza gitmese dahi;

ti*-a di kadınlarınızı da iman etmedikçe mttşrik erkeklerle evlendirmeyiniz, nikâhlastıayıiîia. İsterse hoşaımra git­mesin, elbette M, iman sahibi köle, hür bir i»ftşr?kten da­ha iyidir, isterse sizin hoşunuza  gitmesin.

Bu partide yalnız, nesil, vatan, ülke, kavmiyet ihti­lâfları ortadan kalkmakla kalması, belki bu parHier ay­rılarak bir dâvays yürütmek i§îr* birleşir vs Allah pat ti­sinin usul ve meramını kabul ederler. Başka her türlü bağlardan da alâkalarım kesmiş olurlar. Kur'an-ı Keriuı'-de buyurulmuştur :

İbraihim ve onan 3 örnek idiler. $kuaî onl zim sizinle ve Allahlı bırakarak kamız yoktur; biz siz! kaboü etmiyoruz, l^te bizimle sizin aranızda ebedî olarak adavet ve başlamıştır- Siz bir olan Allah'a iman etfineeye kadar da hu düşmanlık sürüp gidecektir* İşte İbrahim ila b&batet-na, ancak senin için afv İsterini, denüşti.

(El - M'.tmt?>ımo. 4)

Yine aynı şekilde :

îbrahimin babası için m&ğî

ad etüği sosninü tutmak İçindi.

Allaha düşman olduğu tebeyyisn

tşte bu parti ihtilâfları, yakınların ve ai'e efradını adasındaki bağları da haram kılar. Hatta baba, kanfeş veya oğul Şeytan partisine mensup olurlarsa, Hizbullah ma kar^ı da gaddarlık yoluna giderlerse, o za-Hizbullah mensupları, onlarla olan sevgiyi keserler, tîi-ı Kerim'de buyurulmuştur  :

cephe alanlarla dostluk olmaz. İsterse, bunlar babalan olsun, isterse evladları olsun, âöterse kardeşleri olsun, isterse aşiret mensupları olsun Bunlar Allah partisi (mensuplarıdırlar) ndendirler. Dikkat- Allah partisi (mensupları)  felah bulanlardırlar, (Mücadik, 22)

Kur'an-ı Kerim'de Müslümanlar için bu -şekilde par­ti mefhumu ifade eden ikinci bir kelime daha kullanılmış­tır. Bu kelime de «Ümmet» lafzıdır. Bu kelime Hadis-i Şeriflerde daha fazla kullanılmıştır. Ümmet demek mu­ayyen bîr gaye ;:çin topjlanan camia demektir. Bu camia­nın efradı arasında müşterek bir gaye, müşterek bir me­ram ve maksad bulunur- Bu cihetle de bunlar «Ümmet» olurlar, bıuuara «ümmet» denir. Bunun gibi bir devirde yaşayan cemaatlerin efradına da yani asırdaşlara da &ümmet» denir. Hattâ bir nesilden gelen, bir soya men­sup veyahut da bir üüke halkına, bir memleket ahalisi­ne dahi ümmet denir. Müslümanların ümmet olmalarm-daikJ- esas ise, böyle nesil, toprak, ülke, geçim birliğ; me­seleleri üzerine istinad etmez; onların ümmet olmaları meram, meslek ve gaye birliğine dayanır. Kur'an-ı Ke­rim'de buyurulmuştur  :

Siz, halk edilmişler arasından seçilmiş olan en iyi ümmetsiniz ki, halkı doğruluğa (mârufa) emreder, halkı fenalıklardan (miinker) men eder; Allah'a da iman eder­siniz. (Al-i tmran, 110).

Ve böylece, bix sizi mutavassıt bir ümmet kıldık İd, Resulün sizi gözettiği gbi (si/in üzerinizde gözcülük et­tiği gibi) siz de halkı gözetesiniz. (El - Bakara)

Bu «Mutavassıt Ümmet» (Bîç ki ümmet) lafzından maksad, müslüman milletler arası bir cemaatin   (înter-national Party) nin ismidir. Dünyanın bütün ümmetleri, bütün halkı arasmda öyle kimseler seçilinter ki, bunlar muayyen, has bir usule ve bir merama inanırlar, hususî bir program dahilinde çalışırlar ve bu meramı diğerleri­ne duyururlar. Başkalarını da bu usulü kabul etmeğe ha­zırlarlar. Bu zümre, her millet, her ulus arasından seçi­lip toplandığı ve bir parti teşkil ettiklerinden bunların haddi zatında hiç bir m'lletle, kavimle ve ulusal alâka­lan yoktur. Bu. sebepten dolayı bunlar «mutavassıt üm­met» dirler. Fakat bu ümmetin efradı diğer kavimlerle, diğer miPİetlerle, diğer uluslarla alâkaları, her türlü ve her çeşit alâka ve bağlan kesip kopanp atmakla bera­ber, bu milletlerin, bu kavimlerin, bu ulusların arasmda yepyeni bir bağ, yepyeni bir alâka, yepyeni bir ilgi kur­mak için çalışırlar. Bu alâka da 'dünyada Allah kanunu nu kaim kılmak için yapılan mukaddes gayret ve çalış­malardır

«Siz beni nev-î insan üzerinde gıözciisünuz.»

Cümlesinden şu anlaşılıyor ki, Hak Taalâ, Müslü­man ümmetin efradına insanlar üzerinde zabt-ü rabtı te­min etmek, inzibatı sağlamak için bir nevi zabıta vazifesi gördürmektedir.

«HaJc arasından seç'lip çıkarıldınız» demek ise, eu ayı ifade eder ki, Müslümanların heyeti umumiyesi dünya çapında bir heyettir.. Bu heyetin hülâsası, zübde-si ve ruhu «hizbullah» : (Allah partisi, bu partinin rei-s' ve Lideri Efendimiz Hazret-i Muhammed Resulullah aleyhi ve sellemdir. O da, bu partinin meramını, mesle­ğini ve düşüncesini, çalışma sistemini, Ûâhî kanunlardan ^touştır. Bütün zihnî, ahlâkî, maddî kuvvetlerle hu ugur-^ çalışma yolunu tutmuştur, Bu partinin meramı ve fesd   karşısında; muhalif olan her şeyi silip süpöiomuştur. îşte Müslüman Ümmet:nin temeli de bu maksa­da ve bu merama istinaf eder,

Müslüman topluluğu için kullanılan üçüncü ıstılah da «Cemâat» kelimesidir. Bu kelime Nebiyyi Zîşan Sal-lallahü aleyhi ve sellem tarafından Hfedis-i Şeriflerde pek çok kullanılmıştır. Bu kelime de hizib keiimes'. gibi tama­men parti mefhumunu ifade eder. Parti ile aynı mânayı taşıyan bir kelimedir.

Nitekim buyumlmuştur ki:

Size cemaate sarılmanızı tavsiye ederim.

Yahut da :

AUahıri eli cemaatin üzerindedir.

Bu gibi Hadis-i Şerifler üzerinde düşünürsek, Resu-lullah Sallallahü aleyhi ve seliem, sureti mahsusada, bi­lerek ve kasden,. «Kavim» : Millet, «Şaab» : Ulus ve buna benzer mefhumları ifade eden kelimeler kullanmak­tan bilhassa çekinmişlerdir. Bu kelimelerin yerine hep «Cemaat» : (topluluk) kelimesinin kullanmışlardır. Hiç bir zaman Zatı Saadetten buyurmarmşiardir ki:

Siz îıer saman «Kavimle» birlik olunuz.

Yahut da yine buyurmamışlardır ki:

A İlah m eii kavmin üzerindedir»

îşte Müslüman topluluğunun, bir araya toplanmış olmalarını belirtmek için her zaman ve her yerde «ka­vim» yerine «cemaat» kelimesini veya hizb : (parti) ıstı­lahını kullanmağı tercih etmelerdir. Bu gibi kelimeleri kullanmağı daha münasip ve daha uygun görmüşlerdir.

«Kavim» lafzı da kullanıldığı zaman, bir kısım in­sanların bir maksad, bîr meram ve bir fikir birliği yolun­da birleşerek, bir mefkure yolunda yürüdükleri, mânası anlaşılır. Ve böyle bir mânayı ifade etmek için bu kelime lruiiamhr. Bu zümre kendi yaşayış nizamlarına ve me­ram ve mesleklerine göre, kenditermt* Wr «kavun» ismi

verirler. Fakat parti va hizb kel'melerinin mefhumları ile «kavim» kelimesinin mefhumu arasmda bazı farklar var­dır. Partide ya bir mefkurenin peşinde bulunulacak ve­ya bulunulmiyacakHır. Bulunup bulunulmamakla par-tmin içinde olmak ve parti harici kalmak ortaya çıkar < Siz b'r partinin meram ve mesleğini kabul etmezseniz, o partiden olamazsınız. O partinin ismini de kullanamazsı­nız. Pek tabiîdir ki, o partiden mebusluğa adaylığınızı koyamazsınız; dolayısiyle mebus seçilemezsiniz. O par-t'nin prensiplerini müdafaa etmezsiniz. Parti mensupla­rı size, siz de parti mensuplarına karşı yardımlaşmada bu1,unmaz*?u2. Eğer siz herhangi bir partinin gayesine tam mânası yle ve şuurlu bir şekilde iştirak ediyorsanız ve kend^, partinizden başka hiç bir partiye bağlı değilse­niz, fakat sizin ana - babanız da sizin partiden değil de başka bir partinin mensubu iseler, kalkıp da sizin 'kabul etmediğiniz parti azaları meyanında sizin de isminizi yaz-dınrlarsa, halbuki böyle b:r partiye inanmıyor ve güven­miyordunuz; işte o zaman bu meseleyi duyanlar veya görenler muhakkak ki, kahkaha ile güleceklerdir. «Am­ma da maskara bir durum» diyeceklerdir. Fakat parti tasavvuru, kavim tasavvuruna tahvil edilirse, o zaman vaziyet başkalaşır. Yukarda saydığımız hususların hep­si de bir tarafda kalmış olur.

İslâm, bir milletler arası parti mahiyetindedir. Onun partisindek' parti erkânı, parti azam ve parti mensupla­rı arasında bir eşitlik sağlanarak, bir camia : (Society) vücuda getirmek için hüküm vermiştir. Bu camianın ara­sında evleniniz, nikahlanınız, kaynaşınız demiştir. 8u camamn daire muhiti içinde kendi çocuklarınızın talim ve terbiyesiyle meşgul olunuz, onlara da bu partinin me­ramını ve gayesini öğretiniz, onları da bu partiye aza kaydettiriniz;  öğrens'nler, benimsesinler,     inansınlar tâ ki bu partiye bağlanmış olsunlar.

îste böyle bir partinin kavmi olunmalıdır ki, bu mu­kaddes bağın ve insanlık için en büyük gerçeği temsil eden bu n zamın, soy - sop, ırk, nesil bağlarından da, va­tan, ülke, toprak alâkasından da, tarihî rivayetlerden de, kavmiyetten de çok üstün olduğu görülebilsin-..

Böyjle bir gayeye ulaşabilmek için ne yapılmışsa hep doğru olmuştur. Fakat ne yazık ki, Müslümanlar, gitgi­de bu hakikati unuttular. Aslında bu manevî partinin üyeleri olan Müslümanlar, zaman geçtikçe parti üyeliği­ni bırakıp kavmiyetçilik, müliyetçilik, ulusçuluk esasları peşine takıldılar. Nihayet bu marazı hal ilerleyerek o de­receye göMi M, parti mefkuresi, milliyetçilik, kavmiyet­çilik, ulusçuluk tasavvuru içinde eriyip gitti. Böylelikle müslümanlar da Almanlar gibi, Japonlar gibi yahut da İngilizler g'bi milletlere bölündüler; kendilerine çeşit çfr-şit, türlü türlü isimler taktılar. Islâmı, kavim ve millet değil de bir ümmet hazırlamak istediğini ve bu yolda, çalıştığını unuttular. îslâmın hazırlamak istediği ve par-t: şeklinde vücuda getirmek için uğraştığı heyetini tama­men değiştirdiler. Bu hakikatleri unutarak, kendilerin­den ayrı ve kendilerine yabancı bulunan gayrı - Müslim kavimler, gayrı - Müslim milletlerin cah'lce «kavmiyet, müliyet ve ulusçuluk» tasavvurlaruıın peşine takılıp göz­lerini onların gittikleri yola diktiler. Bu hatalı temel üze­rine kurulan bina kötü ve çirkin tesirlerini göstenne&te gecikmedi. İşte bu hatadan ve bu yanlışlıktan vaz geçil-mediği müddetçe Îslâmın ihyası ve aslına uygun bir (Re­form) için çalışmak faydasız olacaktır.

Bir partinin erkânı, br partinin azası arasında, mu­habbet, sevgi, birbirine bağlılık, birbirlerine yardun esas* kaim olunca, böyle bir vasatta şahsî, zatî yahut da ailevî hususiyetler görünmez. Bu partide birbirine yakınlık ve bağ ancak bir usule bağlanıp, bir meram takip etmek­le olur. İşte bu partinin herhangi- bir azası, cemaat, usul ve meramından aynlırsa, partiyi yıkmak yolunu tutarsa, o zaman diğer parti azalarınızı yalnız ona yardım etmek­ten kaçınmaları kifayet etmediği gibi, bilâkis o bozgun­cu azaya karsı gaddarâne hareket etmek, zecrî hareket­lere baş vurmak farz olur- Partinin gayesine inanmayan­lar ise, parti dışı kalırlar. Bu söylediğimiz hususlar bu­günkü dünyamızın parti nizamnamesinde mevcut usuller­den ve hususlardandır. Hatta bazı partilerde parti gaye­sinden ayrılanların ve partiyi baltalamak yolunu tutania-nn ölüm cezasına çarptırıldığı görülmüştür. [141]

Burada bir parça da Müslümanların hâline bakalım: Bu zümre, kendi partilerini bırakarak, parti   yerine «ka­vim   : millet» anlayışının peşine takılmak hususunda ne kadar yanlışlığa kapıldıkları ifadeye sığmaz. Onlar ara­sında çok kimseler şahsî menfaatlerini düşünerek gayrı -îslâmî usullere baş vurmuş ve diğer Müslümanlardan aa yardım  beklemek  gafletine  düşmüşlerdir.     Yadım  gör­medikleri  zaman  şikâyet  yaygarasını  basarlar:   Müslü­man Müslümana yardım etmiyor diye, feryad    ederler. Müslüman,  Müslümanın  kardeşi     olduğu tavsiyesini de çoktan  unutmuşlardır.  Bazan  yardım eden kimse çıkar da yardım ederse, bunun ismine îslâmî    yardım derler. Hepsinin dilinde de îslâmî yardımlaşmadan bahis geçer, Isiâmî kardeşlikten sözler söylenir. îsiâmdaki yakın' alâ­kanın ismi ağızlarda  tekrarlanıp durur, fakat hakikate gelince, bunların yaptıkları işlerin hepsi de îslâmın hilâîm& ,İslama aykırı mahiyettedir. Bunlar Islama uyma­yan ilerine İsîâmî isim takarlar, bu şekilde yardım iddia­ları da boş sözlerden ileri geçmem. İslâm, b'r cemaatin, bir topluluğun, bir zümrenin ismidir ki, hakikatte yuka­rıda bahsedilen vaeıflar canlanmış olacaktır, tslâmî ce­maat arasmda herhangi bir şahıs, İslama aykırı olan bir işe girişemeE., Bilmeden veya herhangi bir sebep*e böyle bir işe girişirse tevbe etmesi gerekir- Herhangi birine herhangi bir şekilde yardım edilirse, İslâm yolunda edi­lir. Boyİeîikie İslâm camiası hayatî prensiplerini yaşa­yarak, canlılığını muhafaza eder. Bu camia içinde de kim­se lalamın aksine hareket etmeğe kalkmaz. Fakat sizin camianız, îs!âmî mefkurenin hilâfına, kendi düşündüğü­nüz, kendi duyduğunuz «kavmiyet, milliyet» mefkuresi yolunu takip eder ve müslümanlar arasmda da — sırf bunların adı müslümandır diye Islâmî kardeşlik hilafı­na — müslüman olmak taassubu maksadiyle yakınlık ve yardımlaşma yolunda giderseniz, o zaman cahiliye kav-niyetçiliğinin adını islâm camiasına koymuş olursunuz.

Bu safhalara ek olarak iahiliyenin bir kerametini daha gösterebiliriz: Meselâ, sizin içinizde bir kavmî : millî duygu doğar. Siz de kalkıp, teklifsizce, mahiyetini düşünmeden buna «tslâmi duygu» ismini takarsnız. S"-zin tslâmî duygu diye isim taktığınız bu millî veya kav mî duygudan hareket ederek, bir kimseye müslüman di­yorsunuz; bu kimseye müslüman diye hürmet ediyorsu­nuz; O'na yakınlık gösteriyorsunuz. Günün birin­de takdir ettiğiniz bu fciımsenin eline iktidar geçi­yor. V*î icraat devri başlayınca, Siz bu üfctndar sahibinin işlerinin ve yaptıklarının îslâma uygunluğunu veya tamamiyle zıd b:r tavır takındığını hesaba katmı­yorsunuz. Böyle bir şahıs aileden gelen bir örfe dayana­rak, taklidi bir müslümanlıkla mı iktifa etmektedir? Bütün bu hususlar nazarı itibara alınmadan peşin hüküm vermişsiniadir. Siz ona müslüman dediğiniz halde onun düşüncesi, fikri ve yaptığı işler müslümanhğa tamamen aykırı olsa bile yine de böyle bir insan sizin nazarınızda müslümandır. Böyle   bir  kanaatle  müslümanlığı     ruhen değil de cismen tanımış oluyorsunuz. Karşınızdaki insa­nın isminin Ahmed, Mehmed, Ömer ve Ali olması sizin için kâfi gelmektedir. Bu noktadan hareket ederek ve îs-lâmın hakikatini bir tarafa bırakarak, bu gibi kimselerin toplanıp kurmuş oldukları hükümete de Islâmî hükümet İ3min   takar ve boylebir hükümetin ilerlemesini de ken­di ilerlemeniz olarak addedersiniz- Bu hükümete faydalı olmayı da İslama faydalı olmak sayıyorsunuz. Onun iler­lemesi, kalkınması, îslâmm tamamen zararına bile olsa, zıddına dahi olsa, siz her şeye rağmen bu hükümete İs­lâm hükümeti ve İslâm devleti diyorsunuz. Sizin    isim verdiğiniz bu şey, Almanların da benimseyip   verdikleri, A'manlık gibi bir şeydir. Alnıanlık, herhangi bir usul ve nizamın ismi değildir. Sırf bir kavmiyet ve bir milliyet ismidr.  Bir şoven milliyetçi Alman,  ancak Almanların ilerlemesini ve yükselmesini ister; diğer milletlere men­sup olanların derlemesini ve yükselmesini ^stemez. Başka milletlerin  derlemesinin onlarca bir ehemmiyeti yoktur. Yalnız Alman ilerlemelidir. Siz de o şoven Almanlar gibi bir şoven müslümanhk peşine takılmışsınız. Bu zihniyete göre tasavvur ettiğiniz bir «müslümancıilk» uyduruyorsu nuz. Sizin gbi milliyetçi şoven müslümancılar da yalnız müslüman ismi taktıklarının ilerlemesini ve yükselme­lerini isterler. Fakat bu ilerleme ve bu yükselme, ister İslâm usulüne uysun, ister uymasın; İslama muvafık ol-s     veya olmasın; onlar için hiç bir ehemm'yeti yoktur, t   bu uğurda bazan amelen ve fiilen, Îslâmm aleyhi- bile çalışılmaktan çekinilmez. Bütün bunlara «cahiliyet» demiyelim de başka ne gibi bir   isim verelim?

Herhalde şu nokta zihnimize çıkması imkânsız bir şekilde nakşedilmelidir ki, Müslüman, yalnız milletler arası  partin'n azalarının ismidir. Bu parti, dünyada in­sanlığın felahı ve ilerlemesi için, bir hususî meram, bir hususî nazariye, bir hususî iş programı ve birlıususî ça­lışma tarzıdır. Bu programdan ayrılıp kendi şahsî veya içtimaî vaziyetinizi gözönünde tutarak, başka bir prog­ram, başka bir nazariye, başka bir çalışma sisteminin üzerinde yürürseniz, o zaman siz nasıl olur da bu yaptı­ğınız işlere kalkar islâmî  isim takabilirsiniz?

Meselâ, filan devlet, kapitalizm (sermayecilik) sis­temini takip ediyorsa, dünya efkârı umumiyesince belli ve alenî, olan bu durumdan sonra, siz nasıl kalkar da bu devlet için «hayır kapitalist değ'ldir d'e sosyalist veya ko­münisttir» diyebilirsiniz? Nasıl olur da kapitalist (ser­mayedar) bir hükümetin ismi, sosyo-komünist hükümet olur? Nasıl böyle zıd bir şeye, onun tam zıddı ile ;sim takılabilir? Nasıl olur da faşist bir idare tarzının hükü­met rejimine siz kalkıp da cumhuriyet veya demokra­tik bir sistemdir, diyebilirsin'z? Herhangi bir kimse kal­kıp da hatalı bir şekilde, bir ıstılah yerine diğer bir ıs­tılah kullanırsa, onun 'smini buna, bunun ismini şuna, şunun İsmini de ona takarsa, siz hemen itirazı basar ve bu kimsenin cahil ve bilgisizliğine hüküm verirsiniz. O kimseyi cehaletle vasıflandırmakta hiç de gecikmezsiniz. Fakat ş'mdi görüyorsunuz ki, «tslâm» ile «Müslüman» ıstılahlarını siz böyle yerinde olmayarak kullanıyorsu­nuz. Hakikatte Islâmla ve Müslümanlıkla alâkası olma­yana da kalkıp Müslüman ismi vermekte tereddüt etmi­yorsunuz. Cahiliyetin ismine kalkıp Müslümanlık adı ta­kıyorsunuz. Bu, cehaletten de öte bir kötü sıfattır.

«Müslüman» kelimesinin kendisinden anlaşılıyor ki, bu kelime «ism-i zât : şahıs ismi» değildir. Bu kelime «îsm-ı sıfat : Vasıf ismi» dir.

Müslüman :smi, İslama bağlı bulunan, islâm talimini takip eden, islâm yolunda giden kimseye verilir. Bundan başka bir mefhum ifade etmez. Bir kimse bu yolda, bu-susî surette,  ahlâkî, fikrî, amel* vasıflarla    vasıflann.iŞ olursa, bu vasıfları    belirtirce, onun bu iyi sıfatlarının toplamına «islâm» denir. Bu Ölçüye göre, siz bu kelimeyi «Bir müslüman kimse için» bu anlamda kullanmıyorsu­nuz. Siz bu kelimeyi meselâ, Hindu, Japon, Çinli kelime­lerinin kullanıldığı şekilde söylüyor ve Hindu, Japon ve-yan Çinli bir kimseye söylediğiniz isimler gibi isim takı­yorsunuz. Sizin isim verdiğiniz bu müslüman, ister bütün harekât ve sekânâtile Islama muhalif,  İslama mugayir hareket etsin, sizce ona «müslüman» denecektir. Çünkü bir kere adı müslümandır. İsterse bu kimse yaptığı iş­lerle kendini tamamen îslâmdan gayrı Mâm dışı ibir ka­le getirm'ş olsun, siz yine ona müslüman diyeceksiniz. Önün yaptığı işler, hep kendi şahsî, keyfî isler de olabi­lir, îslâmla ilişiği de olmayabilir. Ama bir kere kendisi­ne müslüman adı takılmıştır.    Hakikatte ise böyle bir kimsenin islâm ismi taşıması, haksız bir iktisâb olur.

 «Müslüman   menfaa­ «Müslümanhğjn   yükY'ne yukardaki   örnek   gibi, ti»,   «Müslümanların   ilerlemesi»

selmesi»,    «Müslüman   hükûmdt»,    «Miisüman    devlet», «Müslüman    rejim» , «Müslüman    bakanlık»,    «Müslü­man   itdare»,   «Miü^fliürttan   nizam»   ve   bunun   gibi bir sürü tabirler    ağızlarda    dolaşıp durmaktadır.    Ancak siz bu kelimeüert  hakikî   mânalarına   göre o zaman kul­lanabilirsiniz ki,    bu saydlklianiraaz,    îslâmî nazariyeye, îslâmî usule muvafık olup, Islanıl   heyete uysun ve bu îslâmî heyeti her hususta tamamlasın. îslâmın getirmiş olduğu tâlime bağlı bulunsun. Böyle olmayınca, bu say­dıklarımızın hiç birîsne «müslüman» kelimesi ilâve et­mek ve bunları müslümana izafe etmek asla ttoğru ol­maz. Artık bu* gibi kimselere istediğiniz takdirce istedi­ğiniz ismi takabilirsiniz. Fakat buıtfura yalnız müslüman smi takamazsıniz. Çünkü îslâma ait vasıfları da bir ta­rafa bıraksak bile, müslümanlık noktasından da bunların bu hükümetin basında bulunan şahsın ismen müslüman

Siz hiç bir zaman, sosyalist yahut da komünist vas­fı bulunmayan ve bu gibi şeylerle ilişiği olmayan bir şah­sa kalkıp da sosyalist yahut da komünist der misiniz? Meselâ sosyalist yahut da komünist olmayan bir hükü­mete «sosyalist hükfenet», «komünist devlet» vesaire di­ye bir şey söyayebilir misiniz? Öyle ise, Müslüman mua­melesine lâyık bir kimsenin de tslâmdan alâkasını kes­miş, kendi şahsî ve keyfi usulüne tabi olmuş yahut da gayrı  îslâmî milliyete bağlanmış ve bu gibi şeyler sa­rılmış olmaması lâzımdır. Böyle olmayınca nasıl ona müs­lüman diyebiliriz?

İşte bu yanlış anlayışın neticesinde, siz kendi mede­niyetinizi, kendi içtimaî   vaziyetinizi, kendi tarihinizi de yanlış yola saptırmış oluyorsunuz. Meselâ, îslâmın yüz­de yüz aksine, tslâm nizamının zıddına hükümet kurmuş . bulunan padişahlara ve hükümetlere siz «îslâmî hükû -metler» diyorsunuz. Bu fahiş hatanın yegâne sebebi de bu hükümetin başında bulunan şahsın ismen müslüman olmasıdır.

Meselâ; Kurtuba, Bağdad, Delhi ve Kahiredeki tari­hî eserlere bakarak bunlara îslâmî medeniyetin bir par­çası olarak bakıyorsunuz. Halbuki bütün ömrünü ayyaş­lıkla geçiren ve saraylarda dilediği gibi zevkli sefa sûren bu gibi padişahların yaptırmış olduğu eserlere îslâmî bir hüviyet atfetmek doğru obnayan b:r harekettir. Ne aaman size îslâm medeniyet eserlerine dair bir şey soru­lursa, hemen Agrâ şehrine döner, oradaki «Tac-i Ma­hal» i gösterip, işte îslâm medeniyet eserlerinin en iyi örneği» dersiniz. Halbuki, bu eserin îslâmia kat'iyyen bir alâkası yoktur. îslâmın neresinde Ölen bir kimseyi toprağa gömerler de onun gömüldüğü yerin üzerinde' mu­azzam, kubbeler yapar, binalar vücuda getirirler. Bu uğurda on milyonlarca ropya sarfederler. Bu taş yığın­larının meydana gelmesinde îslâmî olarak hangi mücbir sebepler gösterilebilir?

îslâmın iftihar edilecek tarihin'd'en size sual soru­lunca hemen bir bülbül gibi, AbbâsHerin, Selçukîlerin ve Moğolların (Timurîlerin) isimlerini sayıp dökersiniz. Fa­kat gerçek îsılâm tarihi adesesinden bu vak'aîara bakı­lınca, eğünüîen bir çok işleri değil altın suyu ile yazmak, bu günah listelerini (diğer bir tabirle bu fihrist-i cerai-mî) kara mürekkeple yazmak icabeder.

Siz, ismi müsîliman olan hükümdarların ve padişah­ların tarihine kalkıp da «îslâm Tarihi» ismini takıyor­sunuz. Hatta bu mevzuda daha da ileri giderek, îslâm tarihi diyorsunuz- Bu hataya düşmenizin sebebi de isim­lere göre hüküm vermiş olmanızdır.

îslâm heyetini, usul ve esasını nazarı itibara alma­dan tarih sayfalarına eğildiğinizden îslâmî hareketlerle gayrı - Îslâmî hareketleri biribirûıe karıştırıyorsunuz. îs­lâm tarihine kıymet verdiğinizi zannederek, sözde ve isimde Müslüman olan hükümdarları himaye etmek ve onları tarih muvacehesinde müdafaa etmekten başka bir şey düşünmüyorsunuz. GÖj-üş zaviyenizin eğriliğinden .dolayı, herhangi bir mtisiümana ait olan şeyin veya işin ismine îslamS şey veya îslâmî iş. demektesiniz. Sizin dü-Süncenize göre, herhangi bir kimseye Müslüman dendiği takdirde, ister bu kimse gayri - îslâmî iş ve   harekette bulunsun, isterse bütün hattı hareketini de gayrı - îslâ­mî usule göre tanzim etsin, ismi Müslüman ismi olduğu için, siz onun işlerine de Islâmî damgasını çekinmeden vurmaktasınız.

Şu eğri görüş zaviyeniz, kendi milli siyasetinizi de eğri bir kaide üzerine oturtuyor. îslâmın 'usul, nazariye ve heyetinden gözünüzü başka taraflara çevirmiş oldu­ğunuz halde, bir kavim bir millet uydurup ortaya çıkarı­yor ve bunun ismini de «Müslüman kavim, Müslüman mill«b> diyorsunuz. Sonra bu kavim tarafından yahut bu kavmin namına veya bu kavim için sizden herkes ve her zümre, çalışıp gitmek yolunu tutuyor. Size göre her&es Müslümanların mebusu, Müslümanların tenıs'lcisi veya lideri olabilir. Bu adam Müslüman kavme, Müslüman millete mensup almalıdır, isterse bu zavallı islânun «i» sinden bile haberdar olmasın ve tsîâmla hiç bir ilişiği de bulunmasın... Bu adamın sadece ismi müslümandır ya...

Herhangi bir partinin peşine takılıp gidersiniz. Bu partinin gayesi ve hedefi herhangi bir şekilde olabilir İster bu partinin istikameti tslâmî olsun, isterse olma­sın, sizin islâm dedikleriniz bu partideler ya, artık bu partiye İslâm partisi dememeniz için bir sebep kalmaz ve sizce her türlü şüphe yersiz bir şeydir. Büyük ümit­lerle bağlanmış olduğunuz partinizin yaptıkları işlerden elde edilen emekler haram oflısa b'le, sizce ehemmiyeti yoktur. İktidar kürsüsünde oturan kimselerin isimlerinin Müslüman olması sizi her bakımdan, tatmin ettiğinden, bu kimseler bulundukları iktidar koltuğundan îslâmî maksadlara muhalif hükümler vermeleri ve îslâma uy­mayan kanun çıkarmış olmaüarı kanaatinize göre mü­him bir mesele teşkil etmez.

Aynı şekilde, bir hayli şeylere îslâmî diyorsunuz ki, "hakikatte bunların islâm ile hiç bir alâkaları ve hiçbir alış verişleri yoktur. Bunlar esasen gayrı - islâmî şeyler­dir. Halbuki du gibi işleri de himaye etmeği, onları koru­mağı kendinize vazife bilmektesiniz. Koruduğunuz, mü­dafaa ettiğiniz, bu şeyler ise hakikatte îslâmın aksine ve zıddmadır. Fakat s'zin için îslâmî sayılırlar. Sizin gay­ret sarfettiğiniz, uğraşıp didindiğiniz, paranızı, ropyala-rınızi harcadığınız maksatlar, hiçbir zaman îslâmî değil­dir. İşte bunların heps;. de bir yanlış anlayışın neticesi­dir ki, siz, kendi bendinizi bir «kavini», bir «millet» kıl­mış, fakat îslânım hakikatte bir «Milletler arası parti» olduğunu, onun maksadınım dünya hükümranlığını kur­mak olduğunu, bütün bir 'nsanhğın refahı ve kurtuluşu için çalıştığını unutmuş bulunuyorsunuz.

Siz, kendi «kavim veya milletinizi» parti olarak ta­savvur etmedikçe ve bu partinin maksad ve meramını takip etmedikçe, yaşayışınızın hiç b'r muamelesi doğru olmayacak ve siz de hakikate erişmeyeceksiniz. [142]

 

İstidrak    (Anlayış)

 

Îslâmî cemaate, kavim yerine parti dernek lâzım gel­diğine dair neşredilen yazı üzerine bir çok kiit^DÎerin bu kanaatimize   iştirak  etmedikleri   anlaşılmış  bulmakta­dır. Halbuki parti yerine kavim kelimesi kullanfldığı za­man, vatana bağlı milliyet mefhumu ortaya çıkmış olur. Bir millet arasında muhtelif siyasî partilerin bulunması ve her birin'n ayrı ve değişik gayelerinin bulunması ta­biî bir şeydir. Buna rağmen bunların hepsi bir memleket için bir bütün teşkil ederler. Bu   mevzuda olduğu gıh\ Müslümanlara da bir «part:» dendiği zaman, Müslüma; ların o ülkenin veya o memleketin bir cüz'ü sayılmış oi^ duklarını düşünmek icabeder. Bu bakımdan  Müslüman-

 da bir vatana ve bir millete bağlanması lâzım gelir.

Cemaat, yahut da parti kelimesi umumiyetle halk arasında siyasî partiler ve teşekküller için söylendiğin­den yukarıda bahsedilen yanlış anlayışın doğmasına se­bebiyet vermiştir. Fakat bu mefhum, bu kelimenin asıl ve hak'ki mânası değildir. Bu mefhum kullanıla kullanıla bu mânayı almıştır. Bu kelimenin hakiki mâna ve mef­humu şudur: Halkın bir kısmının hususî bir akide ve nazariyeye bağlanarak bir maksat ve meram için bir araya toplanmaları ve bir cemaat teşkil etmeleridir. Kur'an-ı Kerim bu mefhumu ifade eder şekilde hizb ve ümmet lâfızlarını kullanmıştır. Cemaat kelimesi hadis­lerde ve diğer Islâmî ilimlerde de kullanılmıştır. İfade et­tiği mefhum da yine parti mefhumudur.

Pek tabiîdir ki, bir millet arasında, bir kavim için­de, bir ülkede veya memlekette, bir cemaat olunca, bu zümrenin kendine has, hususî düşünceleri ve bazı siyasî görüşleri olabilir. Bu gibi cemaatlere örnek olarak siya­sî teşekkülleri gösterebiliriz. Bunlar mensup oldukları kavmin veya milletin bir cüz'ü olarak faaliyet gösterir­ler.

Bu meyanda, ikinci bir cemaati de nazarı itibara alabiliriz. Bu cemaat küîlî nazariyeye ye âlemşümul i>ir tasavvura (World İdea) Sah'bdir, Bu cemaat efradmın karşısında bütün bir nev-i beşer, bütün hir insanlık ca­miası vardır, Millet, vatan, ülke ve saire farkı gö&îtil-meksizirs, dünya çapında bîr gayenin temsilcileridirler. Onlar, bütün yaşayış yolunun düzenlenmesi ve bir ölçü dahilinde tanaimi içia yepyeni bir yolun ufkunu. açarlar. Kendi n asar iyelerinde, mealektarînâe ve meramlarında, akide, ülkü- ve ahlak prensiplerinden tutun da ferdî ve içtima! mevzularm. heyeti umraniyesini gözönündo bulun­dururlar. Müstakil bir yaşayış n taamı, müstakil bir medeniyet ve müstakil bir içtimaî toplum (Civilisation) için çalışırlar.

Bu cemaat hakikatte bir cemaat olmakla beraber, bild'ğimiz şu kavimlerin cüz'ü olan cemaatlerden değil­dir. Bu cemaat, hududlarla çevrili ve muayyen bir ma-hale sığdırılmış kavim ve milletlerle kıyas kabul etmiye-cek bir üstünlüğü tems:l eder. Bu birliğin nizamnamesin­de, nesil, neseb ve tarihi rivayetlerle öğünme taassubu gibi iptidai bir anlayışa yer yoktur.

Bu yegâne nizamın heyetinde nesil, neseb, tarihî ri­vayet taassupları yoktur. Bu gibi şeyler tamamen silin­miş, süpürülmüş ve ortadan kaldırılmıştır. Dünya yü­zündeki çeşitli kavmiyet ve milliyet sebeplerini giderip, yerine gerçek değerlere göre bir milliyet ve bir kavmi­yet meydana getirmiştir. Şimdi bu cemaatin nasıl bir kavmiyet ve nasıl bir milliyet meydana getirdiğini etraf­lı olarak izah edelim  :

Islâmın meydana getirdiği milliyetle, nesle, ırka ve tarihî milliyet yerine bir akli kavmiyet ve milliyet (Ra-tional Nationality) vücuda getirilmiştir. Kuru ve cansız kuvvetler yerine isme dayanan bir kavmiyet ve milliyet. (Expanding Nationality) kurulmuştur. Öyle bir kavmi­yet ve öyle bir milliyet kurulmuştur ki, bu kavmiyet ve bu maliyetin temelleri akla ve medenî birlik esaslarına istinad eder. Yeryüzünün bütün mamur mıntıkalarını kendi dairesi içine almağı hedef tutar. Aslında böyle bir kavm'yet vücuda getirmek, hakikatde bir cemaat vü­cuda getirmek demektir. Nitekim, böyle bur cemaatin ortaya çıkması, doğum yeri ve saireye istinad etmez. Bel­ki bir nazariye ve bir meslek ve bir meram takibetmek esasına istinad eder. Bu prensiplere istinad eden bir ce­maat kurulmuş olur.

Şimdi, müslüman diye isimlendirilen gurup, bu ikin­ci kısım oemaatin ismidir. Bu şekülde teşekkül etmiş olan cemaat, bildiğimiz mânadaki partiler gibi bir parti eleğidir. Bu partiler bir kavmin, bir milletin içinden ça­kan teşekküllerdir. Fakat bu cemaat kavmî milleti vü­cuda getiren partidir. Bu vasıftaki -parti müstakil bir medenî nizam ve müstakil bir medeniyet (civilisation) kurmak ister. Küçük küçük veya ufak tefek milliyetiarin dar çerçevesini bırakarak, aklî temeller üzerine pek geniş ve pek büyük bir dünya kavmiyeti ve pek büyük bir dün­ya milliyeti (World NationaÜty) vücuda getirmek ister. Bu şekle «Kavim» demek şu bakımdan doğru olabilir : Siz kendiniz, dünyadaki neslî, nesebi, ırkî veya tarihî kavmiyetlerinizi bir tarafa bırakır, bu gibi telakkilere bağlı bulunmağı gözden tamamiyle çıkarmış olursunuz. Ancak, bu şartların gerçekleşmesi ile, kendi medeniyeti­nizin nizamını, hayat nazariyenize ve içtimaî düşünce­nize (Soc'al'philosophy) göre kurabilirsinz. Fakat şu mânada da «kavim» olmak, hakikatte bir «cemaat» ol­mak demek oluyor. Nitekim bir tesadüf eseri olarak mu­ayyen bir yerde doğmak (Mere Accideut of Birth) dola-yıs'yle bir kimse bu kavmin bir uzvu olamaz. Bir kav­min uzvu olabilmek için, herhangi bir şahsın, herhangi bir kavimden olup da sonradan o kavmin akidesini, mes­leğini ve meramını bırakıp da bu kavimin meslek ve aki­desine girmesine mâni olacak bir şey yoktur. Bu kav­min sistemini kabul eden herkes bu kavmin azası olur. 'Buna göre, biz burada ne söyledikse, esas olarak şu hu­susu ortaya atmak istedik: Müslüman kavmiyeti, müs­lüman milliyeti, bir parti ve bir cemaat olma-sı esasına istinad eder. Cemaat olmak asıldır, esasdır ve köktür. Kavmiyet ve milliyet ise onun dalı, onun fer'i ve esasa göre tâli derecededir. Cemaat olmak vasfmm dışında bulımulduğu takdirde ve sırf mücerred bir kavim veya mil­let olmak yolu tutulduğu zaman yıkılışı hızlandıran de­jenere olmak (Degeration)   keyfüyet!   baş  göstermekte geeikmiyecektir.

Hakikat şudur ki, bütün »ir insanlık tarihinde, İs­lâm cemaatının hususiyetleri daima en alâka celbedici ve en bretll bir safha teşkil etmekte ve diğer bütün ha-disata ışık tutacak ehemmiyettedir. Zira, îslâmdan önce Buda dini (Budhamet) ve Hıristiyanlık, kavmiyet ve milliyet hududunu yıkarak topyekûn insanlığa hitap et­mişlerdi. B;ir nazar'ye. ileri sürerek bir meslek ve bir meram öne sürerek âlemşümul bir kardeşlik vücuda ge­tirmek için çalışmışlardı. Fakat bu iki dinin ikisi de bir kaç ahlâkî usul ve b'r kaç nasihattan başka bir şey söy­lememiş ve bir müsbet iş görememişlerdir. İçtimaî yaşa­yışı düzenleyen ve medenî hayatın ihtiyacı olan külli bîr nizam ve umumî bir kanun ve geniş ölçüde bir usul vaz edememişlerdir. Alemşümul kardeşliğ": (Brotherhood) u yapmak yolunda bir çığır açamamışlardır.

îslâmdan sonra Avrupanm ilmî medeniyeti kendi varlığını ortaya koydu. Bu medeniyet Jrendisini alemşü­mul olarak tanıttı. Halbuki bu medeniyet, ilk çıktığı gün­den it'baren «milliyetçilik : Nationalism» yolunu tut­makta gecikmedi. Bu sebepten dolayı alemşümul bir kav­miyet vücuda getirmek bakımından muvaffakiyetsMiğe uğradı.

Halihazır durumda, Marksizm ve sosyokomünizmi gözönüne alalım: Bu nazariye, kavmiyetin hududlannı «ırmak ster. Alemşümul bir medeniyeti' temsil etmeğe Çalışıp. Fakat daha şimdiye kadar, bu yeni medeniyert, ^^ portresini ortaya çıkaramadığından önümüzde bu- bu Marksizm nazariyesi de -yâne kavmiyet ve milliyet yoluna girmiş ve bu yolda    yürümeğe    başlamış­tır. [143]

Bu zamana kadar, bu meydanda yalnız ve yalnız İslâm at koşturabilnı iştir. Irkçılığa dayanan ve bir tari­hî mesnede dayanan milliyetleri ortadan kaldırıp, mede­nî temeller üzerine kavmiyet ve milliyet yahut da cemaat vücuda getiren yine ancak ve ancak îslâmdır. Alemşü­mul kavmiyeti ortaya koyan yine islâm'dır. îslâmin bu pek ulvî idealini İyi bilmeyenler için, onun yaşanan haya­ta vazettiği prensiplerle hem bir kavim hem de bir par­ti meydana getirdiğini anlamak pek zordur. Dünya yü­zündeki h'ç bir sistem ve hiç bir millet böyle bir müey­yide ile kurulmuş değildir. Görülüyor İd, ttalyada doğ­muş bulunan bir adam, italyan oluyor, italyan kavminin bir parçası sayılıyor. Bu adam Italyada doğmamış olsay­dı, İtalyan olmayacaktı. Hiç bir zaman da İtalyan kav­minin bir uzvu sayümıyacaktı. Bu esasa dayanarak kav­miyet mefhumunu düşünenler, bir insanın itikad ve dü­şünüş bakımından bir millet, daha doğrusu bir kavim veya ümmet efradı olabileceğini kat'iyyen düşünemiyor­lar. Bir ferd, inanış ve düşünce tarzını değiştirmekle bir kavmin efradı olmaktan çıkar ve bu topluluktan uzak

İşte bu vasıf bir millet olmak vasfı bir kavim ol­mak vasfı değüdir. Belki bu, bir parti olmak vasfıdır. Şimdi görüyoruz ki, bir parti kendisi için ayrı bir mede­niyet usulü takip etmek istiyor. Kend'si için ayrı ve müs-tak'i bir kavmiyet iddiasında bulunuyor. Bu kavmiyeti kalkıp da herhangi, muayyen bir yere, muayyen bir ülke­ye bağlamak istemiyor. Aynı zamanda yine de kalkıp muayyen bir yere bağlanıp kalıyor. Bu mesele o zaman içinden çıkılmaz bir muamma ve bir bilmece halini, alı­yor.

Uzun müddet gayri - Islâmî öğretim ve eğitim neti­cesinde, Islama uymayan usullerle yetişmek sebebiyle, Müslümanlar da gayrı - Müslimler g'.bi düşünmekte ve «Tarihi kavmiyet» in cahilane tasavvuruna kapılmış gö­rünmektedirler.

Müslümanlar, vahye mahsus bir fikir cevherine sa­hip bir topluluk olduklarını, dünya çapında bir inkılap yapmak İçin ortaya çıkmış bulunduklarını, yaşayışın ga­yesini kendıi görüşlerine göre izah ettiklerini, cemiyetle­rine bu İlâhî kanunları nakşa muvaffak olduklarını, dün­yadaki yanlış nizamları devirip, muntazam ve planlı prensipler   tatbik edeceklerini,  unuttular.

Onlar, bunların hepsini, bir tarafa bırakarak, kendi­lerini bir kavim, bir millet bilmek yoluna gittiler. Yani şu bldiğimiz kavim ve şu gördüğümüz milletlerden birisi gibi «kavim ve millet».

Şimdi, onların meclislerinde, toplantılarında, konfe­ranslarında, cemiyetlerinde, gazetelerinde, mecmuaların­da, risalelerinde gerçek içtimaî yaşayışlarından bahis geçmez. Dünya «kavimliğini» bir tarafa bırakıp da bir «ümmet» olduklarını görmek imkânsızdır. Batı taklitçi­liğinde b'r ümit ışığı arayan bu milletlerde sathî bir müs-^           ortada dolaşır durur.

Bu tarz Müslümanlık daha ziyade nesle, sülâleye veya siyasete dayanır. Bir ferdin babasının veya dedesi­nin Müslüman oluşu ona da veraset yolu ile intikal etmiş­tir. Bu mefhumu muhafaza etmek ve bu hususu geliştir­mek yolunda çalışır, d'dinirler. İtalya diktatörü Musso-lini de böyle yapmıştı. O da İtalyanların ilerlemesi için çalışıp uğraşırdı. Bir usul ve bir nazariyeye bağlıydı ama bu usul ve nazariye ancak İtalyanlar için faydalı olması mevzuubahs idi. Diğerler! için böyle bir şey ehemmiyete alınmıyordu. Müslümanlar da buna benzer bir yol tut­tuklarından yıkılışın pençesinden kurtulamadılar.

Bu çok elîm ve fecî yıkılışın sebeplerinden en mü­himi, koca bir ümmetin kavmiyet ve milliyetlere ayrıla­rak parçalanması ve tek tek yutulacak ve yok edilecek bir duruma gelmes'dir. Bu yıkılışın sebeplerini araştırdı­ğımız zaman, şu hususu hatırlatmak gerekiyor:

Siz, ırkî ve tarihî bir mesnede dayanarak, bir kavim olamazsınız, hakikatde siz kavim değil bir cemaat ola­bilirsiniz. Sizin kurtuluşunuz, sizin felah bulmanız, sizin ilerlemeniz için, sizin içinizde sizin gönlünüzde cemaat olmak hissi (Party sense) doğmuş ve gelişmiş olması lâ­zımdır.

Cemaat olmak hissinin unutulması ve ortadan kalk­mış bulunması o kadar fena neticeler meydana, getirmiş­tir ki, saymakla ve aralamakla bitmez ve tükenmez. Bu hal, müthiş b'.r iman zaafının korkunç neticesidir. Müs­lüman kendi kurtuluş yolunu terkettiği için, önüne çı­kan herhangi bir yolu takip ediyor. Her fikri, her âdkr trini ve her sosyal görüşü tereddütsüz kabul ediyor. Ka­bul ettiği bu fikir, bu doktrin ve bu sosyal görüşler ister islâm fikriyatına uysun, isterse uymasın bu mevzuları bir tahlil süzgecinden geçirecek seviyede değildir. Ne acıdır ki. bir Müslüman, Nasyonalist  (Milliyetçi söven"* oluyor, Komünist oluyor, Faşist usulüne boyun eğiyor. Bu gibi. fikir tuzakları hakkında kat'iyyen fikir yorup düşünmek  istemiyor.

Avrupanın çeşitli içtimaî felsefelerinin «mavera - üt - tabia» : (Tabiat ardı) 'fikirlerin diğer ilmî ve gayrı -ilmi nazariyelerin her birinin peşine takılmış bulunan bir hayli Müslüman görebilirsiniz. Dünyanın herhangi medeni, siyasî, içtimaî hareketlerinde az çok bir kaç Müslümana rastlarsınız. Bu da hayrete mucibdir ki, böy­le yapmakla beraber bu zevat yine de kendilerine «biz Müalümanız» diyorlar. Hattâ kendilerini de Müslüman | olarak biliyorlar. Çeşitli yollara kapıldıkları halde yine de Müslümanlık iddiasından vaz geçmemektedirler. Fa­kat şunu bir türlü akıllarına getirmiyorlar ki, «Müslü­man» kelimesi doğum ile bir kimseye takılan bir lakab değildir. Müslüman, tslânı yolunu tutup gidenlere veril-nrş olan bir sıfatın ismidir. Hakikatte İslâm yolundan ayrılmış, İslâm yolundan başka bir yola sapmış, başka bir yol takip etmiş bulunan bir kimseye «Müslüman» i&-mıını vermek «Müslümandır» demek her bakımdan yan­lış ve hatalıdır. Milliyetçi Müslüman, «Şoven Müslüman» (Müslim Nationalist) «Komünist Müslüman» ve bu gibi ıstılahları kullanmak Müslüman için imkânsız bir şey olup, böyle oir şey: «Komünist sermayedar, komünist kıral», «Komünist padişah» demek gibi olur. [144]

 

BAB. 6

 

Kitabımızın ikinci bölümünü teşkil eden bu kısımda,. İslâm'da Hükümetin esasları, temelleri ve çalışına siste­mini mütalâa edeceğimiz gibi, aynı zamanda tatbikata ait plânlar hususu üzerinde de duracağız.

Ancak bu şekilde islâm'da Anayasanın açıklığa ka­vuşmuş bir plânı gözümüzün önünde bulunacaktır.

İlk önce, bu kısımda islâm'da Anayasanın ve kanun­ların mehazlarından bahsetmek daha münasip olacaktır. Bu mevzu açıklandıktan sonra, sırasiyle diğer bahislere geçeceğiz. Iskamın Anayasası üzerinde bu araştırma ya­pılırken, bu anayasanın asıl mehazının Kur'an ve Sünnet olduğu isbat edildikten sonra, diğer ülkelerde tatbik edil­mekte olan tecrübeler hakkındaki bir çok yanlış anlavış-lar da kendiliğinden ortadan kalkmış bulunacaktır.

Müslüman ülkelerdeki mevcut hükümdarlıklar ve za­manımızın yenilik taraftarı ilericilerin fikirlerindeki ha­talar da ortaya çıkmış bulunacaktır. Bunların bu hatalı hattı hareketlerinin sebebi, İslâm'da Hükûmet'in asıl me­hazlarına kadar gitmeyip, Avrupai usullere, tslâmî hü­kümeti istinat ettirmek yolunu tutmalarıdır. Şüphesiz biz: diğer ülkelerin de tecrübelerinden faydalanmış bulunu­yoruz. Pakat yine de kendi nizamımız dairesinin dışına çıkmamamız lâzımdır. Bu nizamımızın ruhunu muhafa­za etmeliyiz. İşte bunun iğin her şeyden Önce Anayasa­nın mehazı için istifade edilecek olan şekillerde de ken­di önümüzde bir yığın mamalar çıkarıp kendi kendimize müşkülât çıkarıyoruz. Bu bahis üzerinde dururken zarurî olarak bir mesele ile karşılaşıyoruz. — Bu da Hadisi Şeri­fi inkâr etmek gafletidir—'Bazıları, Hadisi Şerifler hak­kında zihinleri şüpheye sokmak yolunu tutarlar. Hadisi Şeriflerin hüccet ve kanun mehazı olmasına, itiraz eder­ler,   îşte bu yüzden bu   noktayı tenkit   etmek, bu hususu etraflıca açıklamak ve meselenin doğru şeklini or­taya koymak icabediyor.

islâm'da devlet nizamı hakkında Hadisi Şeriflerden başka aydınlatıcı ve açık bir formülün ortaya konamıya cağı bir gerçektir.

Muhterem Müellifin bu husustaki muhtelif yazıları-m bir araya getirip tertibe koyduk. Haşiyelerde de bun­ların nerelerde ve ne zaman kaydedilmiş olduklarını be­lirttik. Hazırlayıcı[145]

 

İslâm Anayasasının  Ve Kanunlarının Mehazları

 

İslâm'da hükümet nizamı öyle bir kuruluştur ki, bu siyasî kuvvetin temeli ve memleket düzeninin esası İlâhî Hâkimiyet ve Nübüvvet gerçeklerine dayanan hilâfet'e (Hilâfet alâ mlnhâc in - nübüvve) istinad eder. İslâm, bütün kanun ve nizamların bu noktaya istinad ettiğini ve bu noktanın şümulü dahüinde yürütüleceğini bildirir. Bu gün, dünyanın her neresinde böyle bir hükümet kurul­mağa kalkışılırsa, bu hükümetin şekli,. çalışma sistemi, memleket nizamı bakmamdan istinad. edeceği kanun me­hazları için, bir kaç önemli hususun gözönünde bulundu­rulması gerekir. Bu belli kaynaklar, Kur'an-ı Kerim, Sünnet-î Resûlullah Sallallahû Aleyhi ve Sellem, Hûlefa-i Raşidîn'in teamülü ve Müctehid-i Ümmet'in işleri ne şe­kilde hal ve faal ettiklerine dair verdikleri örneklerdir.

İslâmın yazılı olmayan ve kâğıt üzerine geçmemiş bulunan Devlet Anayasası bu dört kaynaktan alınmakta­dır. Bunları tetkik edip gözden geçirdiğimiz zaman İs­lâm Hükümetinin şekli ve bu hükümetin mahiyetine ait bir harita önümüze serilmiş olacaktır. Usûlde, külliyatta, ahkâmda, hadiselerde, bizim istinad ettiğimiz esaslar bu dört kaynaktır. İslâm Devletinin Anayasası da bu dört değişmez  kaynaktan   alınmıştır. [146]

 

1. Kur'an-I Kerim.

 

İslâm Hükümeti Anayasasının dört esas kaynağın­dan birincisi, en önemlisi ve en başta geleni Kur'an-ı Kerim'dir. İslâm ıstılahında [147] «K'tab» dendiği zaman, Hak Taalâ'nm, kullarına hidayet olmak üzere, Resulü vasıtasiyle göndermiş bulunduğu Kitab demektir. Mef­hum bakımından bu kitab. Resmî bildiri (Oficial Ver-sion) veya İslâm ıstılahına göre «İlâhî Kelâm» dar. Bu Resmî beyanı halka iletmek ve açıklayıp - anlatmak ve amelî olarak tatbikini temin etmek için de Peygamber gönderilmiştir.

Allanın sünneti ise Hak Taalâ'nıh, Peygamber vası­tasiyle kullara öğretmek istediği hususlardır ki, bu mev­zuların ince meselelerin ve usullerini Peygamberini kalbi­ne ilka' etmiştir. Vahiy yolu ile bildirilen bu İlâhî emir­lerin ne sözlerinde ne de mânalarında, her ikisinde de Peygamberin şahsına ait ne akıl, ne düşünce, ne fikir, ne irade ne de isteğinin en ufak bir müdahalesi olmakta­dır. Peygamber ise, bu kelâm için ancak çok emin bir emanetçi mevkiindedir. İlâhi bir postacı hüviyetinde olup, Hak Taalâ tarafından aldığı emaneti Hak Taalâ-îiın kullarına ulaştımaktan başka bir vazifesi yoktur. Aynı zamanda Hak Taalâ'nm bahşetmiş olduğu ilim, ba­siret ve derin anlayışla bu yüce Kelâm'm mânalarını ve Mefhumlarını şerh ve beyan eder. Bahsi geçen tlâhî usuller üzerinde ahlâk, muaşeret, medeniyet ve toplu yaşama nizamlarını gerçekleştirir. Kendi yaşadığı ve telkin ettiği pâk ve temiz ahlâkı üe halkın düşüncesinde, fikir haya­tında gerçek bir inkılap vücuda getirir. Fenalıklardan ka­çınma, manevî temizlik ve nefisle mücadele gibi gerçek insanların sıfatları olan değerleri halkın ruhuna yerleş­tirir. Bu amelî ve fazilet timsali rehberlikle halkı Öyle bir şekilde yetiştirip geliştirir ki, yeni b;r camia (Socety) yeni bir zihniyet, yeni bir fikir ve düşünce sistemi, yeni bir örf ve âdet, yeni bir kanun ve nizam ortaya çıkmış olur. Sonra, Peygamber bu halkı Allah'ın kitabı ve yine aynı kaynaktan doğan Sünneti ile yetiştirir. Ve kendile­rinin örnek ahlakını çevresine nakşeder. Bu şekilde Pey­gamberin yetiştirmiş olduğu bir cemaat vücuda gelir. İlâhî bilgi, ahlâk ve aşkla tezyin edilmiş bu topluluk, ken­dilerinden sonra, gelecek olan nesillere hidayet meşale­sini yakmak için çalışıp giderler.

Kur'an-ı Kerim, Hak Taalâ tarafından nazil kılın­mış bulunan semavî kitapların en sonuncusu ve en mü­kemmelidir. Müslümanlar, bütün bu îlâhî kitapların hep­sine birden iman etmelidirler. Fakat bu kitaplar içinde, hidayet kanunu ve yaşayış nizamı olmak bakımından yalnız Kur'an-ı Kerim'e ittiba edilir. Ve yalnız Kur'an-ı Kerim'e bağlılık esas ve zarurîdir. Şunu da iyi büayoruz ki, fiili olarak ittiba etmenin ve bağlı bulunmanın hudu­du nereden başlarsa, o noktada diğer kitapların hüküm­lerinden alâkayı kesmek icabeder. Yalnız Kur'an-ı Keri­me bağlanmak ve ona tabi olmak Ve kendimiz için. yal­nız bu kitabı hidayet mehazı ve hücceti (Authority) bilmemiz lâzımdır. Bunun da bir kaç sebebi vardır:

1. Kur'an-ı Kerim'in mukaddes sözleri ve kelime­leri noktası noktasına, Hazret-i Resulullah Sallallahû aleyhi ve Sellem'in beyan    buyurdukları gibi aynro ve-

harfiyen mahfuz kalmıştır. En ufak bir değişikliğe uğ­ramamıştır. Ük günden itibaren yüzlerce, binlerce hatta on binlerce insan tarafından, hiç ara verilmeksizin, ol­duğu gibi Öğrenilip, ezberlenip okuya gelinmiştir. Yüz binlerce ve milyonlarca 'İnsan da her gün bu kitabı yazılı nüshalarından okumaktadırlar. Kitabın yazılış şeklini aynen muhafaza etmeğe çalışmaktadırlar. Bu kitabın cümlelerinde, ibarelerinde, hatta kelime ve harflerinde bile zerre kadar ihtilaf olmamasına dikkat edilmiştir. Bundan dolayı artık bu hususta hiç bir şek ve şüpheye yer yoktur. Hazret-i Resulü Ekrem sallallahû aleyhi ve sellem, Kur'an-ı Kerimi kendi saadet devirlerinde Arap­ça dilinde nasıl duyurmuş ise, bu güne kadar bütün dünyada, dünyanın her tarafında, ihtilafsız olarak ya­yılmış bulunmaktadır. Dünyanın en ücra yerlerine kadar yayılmış olan, yeryüzündeki bu tek îlâhî ıfcitap, ilk vah-yedild'ği tazeliği ve fjdiyeti muhafaza etmektedir.

2.    Kur'an-ı Keritm'in    nazil kılınmış    olduğu    dil, Arapçadır. Arapça İse yaşayan bir düdir. Açık ve ebedî bir lisandır. Kur'an-ı Kerim nazil kılındığı zaman ise, en ileri gelen edebî bir dildi. Bu yüce kitabın mâna ve mef­humlarını anlamak hususunda ölü dillerde çekilen zor­luklara,  külfetlere ve zahmetlere kat'iyyen rastlanmaz.

3.   Tamamen haktır ve başından sonuna kadar, Ta­lîmi îlâhiyeden ibarettir. Bu kitapta herhangi bir şekil­de, insanî cazibeler, nefsanî istekler, millî veya kabile ve ahretlere a:t garazlar, cahilane sapıklıklar ve şaibeler yol bulamamıştır. Bu kitapta, îlâhî kelâma her hangi bir şe­kilde kat'iyyen zerre kadar1 insanı kelâm karışmamış ve kanştarıuTiamıştır.

4. Bu kitap mükemmel ve camî bir kitap olarak, bütün hakikatleri, maarifi, hayrat ve satfihatı fair araya toplamıştır. Kendisinden önce nazil kılınmış buhın-an semavi kitapların da bütün hakikatlerini, maarifini, hay­rat ve salihatını ihtiva etmektedir. Ve Öyle bir camî' ki­taptır ki, insan bu kitabı gözö'nünde bulundurduğu za­man kend:, kendisini diğer semavî kitapları gözönüne al­maktan müstağni kılar.

5. Bu kitap, Rabbani Hidâyetlerin ve ilâhî Tâli­min en yeni mecmuasıdır : (Latest Edision). Hususî ah­val dairesinde bazı kitaplarda gösterilmiş olan bazı hidâ­yetlerde Kur'an ile açıklanmış olup, önceki kitaplarda bu­lunmayan bazı hidayetler ilâve edilerek bazısı da değiş­tirilip daha mükemmeli konmuştur.

Biz bîr âyetin hükmünü başka bir âyetle değiştirir ve yahut unutturursak elbette ki, ondan daha iyisini ve­ya onun gibisini göndeririz. Allah'ın her şeye kadir ol­duğunu acaba bilmez misiniz? (El - Bakara, 106).

Bundan dolayı, herhangi bir kimse, ata ve babası­nın yoluna değil de İlâhî yola girip İlâhî hidayete tebâ-iyet etmek isterse, elbette ki, bu mecmuanın yeni tabın­dan, son nüshasından istifade etmesi icabeder. Bu yeni nüsha ve emsalsiz hüccet de yine Kur'an'dır. Ondan ev­velki kitaplar değildir. îşte bunun içindir ki, İslâm, bun­dan evvelki kitaplara, tebaiyet etmekten ve onlara bağ­lı bulunmaktan alâkayı keserek yalnız Kur'an-ı Kerime teba'yet edip, yalnız Kur'an'a bağlı bulunmağı emr et­miştir. Bütün dünya halkına da, Kur'an'a bağlanmağı ve bu kitabı yegâne düstur olarak kabul etmeğe çağırmış­tır. Müslümanlar için & bu kitap Ük ve temel hidayet mehazı olarak kararl aştırılmış tır.

lîiz sana kitabı hak ile nazil kıldık ki, bununla halk Arasında Allah'ın sana gösterdiği gibi hüküm veresin.

(Nisa, 105).

O*na (Nebî'ye) iman edenler, O'na hürmet gösterenler, yardlmı edenler ve O'nunla nazil    kılınmış bulunan nûr';ı tâbi olanlar, işte felah bulan kimselerdir. (A'râf,  157 >

Allah'ın nazil kılmış bulunduğu ile hüküm vermeyen boyleleri, kafirdirler... BÖyleleri zalimdirler... BÖyleleri fasikdirler. (Ei - Mâide, 44 - 47).

Tjşte görülüyor ki, [148] Hak Taalâ'nın nazil kılmış bulunduğu kanuna göre hüküm vermeyen kimseler yine Hak Taalâ tarafından üç ayrı sıfatla cezalandırılmış ol­maktadırlar. Birincisi, böylelerinin kâfir oluşlarıdır. İkin­cisi bu güruhun zâlim oluşlarıdır. Üçüncüsü ise böylele­rinin fa sık olduklarıdır. Bu âyet-", kerimeden kesin ola­rak şu mesele ortaya çıkmaktadır: Kim olursa olsun, Allah'ın kanununu ve yahut da O'nun hükümlerini bir tarafa bırakarak, kendisinin veya başka insanların uy­durdukları kanunlar ve hükümler üzerine işlerini hal ve fasl yoluna giderse, o zaman üç büyük cürüm irtikâp etmiş olur-. Birincisi, İlâhî Hükümleri inkâr etmekle, Hak Taalâ'yı da inkâr etmiş sayılacağından böyle bir fiil kü­fürden başka bir gey değildir. İkincisi, yapılan bu iş ada­let ve insafın aksine olduğundan — nitekim en doğru ve en sahîh adalet, îlâhî adaletten başka bir adalet olamı-yacağmdan — O'nun hükmünü bir tarafa bırakarak uy­durma hüküm vermek doğrudan doğruya zulm'dür. Üçüncüsü ise, insan kul olmak hasebiyle kendi efendisi-nın ve kendi mâl'kinin koymuş bulunduğu kanun ve ni-2wndan dönüp de kendisinin yahut da başka insanların uydurup ortaya atmış bulundukları kanunları icra etme- kalkarsa, hakikatde kulluk ve itaat dairesi muhitinin  çıkmış olacağından bu iş de fıskdır.

İşte, bu küfr, bu zûlm, bu fısk kendi çeşitleri bakı­mından hakikatte her üçü de Hak Taalâ'nın hükmünden ayrılmak, O'nun emrinden kaçınmak demektir. Har ne­rede, Hak Taajâ'mn hükmüne karşı gelmek varsa, bu üç şeyin orada bulunmamasına imkân yoktur. Pek tabiî olarak, kaçınmanın, karşı gelmenin, derecesine ve yeri­ne göre bu cürümlerin farkları ve dereceleri vardır.

Müslümanlar için [149] asıl kaynak ve hüccet Kur'-an-ı Kerim'dir. Kur'an-ı Kerim'e muhalif bulunan her şey kesin olarak bilinmelidir ki, tâbi olunacak, bağlanı­lacak  şeylerden değildir.

Rabbıııızdan size indirilmiş bulunana tabi olunuz. Ve O'ndan başka koruyucu edinip tâbi olmayın (A'râf, 3)

Kur'an-ı Kerim hükümlerinde ve onun tâliminde kimsenin hatta peygamberin kendisinin bile kat'iyyen değiştirme, tağyir ve tebdil etme hakkı yoktur.

Söyle (Ey peygamber) ben bunu istediğini gibi de-ğiştiremem. Ancak bana vahy olunana tâbi olmak zo­rundayım. Elbette ki ben Rabbmia isyan etmekle büyük günün azabından korkarım. (Yunus, 15)

Kur'an-ı Kerim, îsiâmî hükümetin ilk ve en başta gelen mehazıdır. Onda Hak Taalâ'nın ahkâmı ve buyruk­ları vardır. Bu ahkâm ve buyruklar, insanların bütün yaşayışlarında onlara bir örnek teşkil eder. Eksiksiz olarak hayatın her dalı için muteber ve câridir. Burada yalnız münferid ahlâk dersi verilmemiştir. İçtimaî yaşa­yışın (Social life) her cephesinin ıslahı ve tanzimi için hidayet yolu gösterilmiştir. Kat'î hükümler konmuştur.

îşte bu   tibarla İslâm hükümeti kurulacağı zaman han­gi esaslar üzerine bina edileceği de anlatılmıştır. 2. Sünnet-i Resûlullâh [150]

İkinci mehaz [151]  Resul-ü Ekremin sünnetidir.  Ma­lumdur ki, Nebî Sailallahû aleyhi ve Sellem. Kur'an-ı Ke-rim'in hidayeti altında ve koyduğu usul muvacehesinde, îslâmı, Arap ülkesinde carî ve nâflz kılmıştır. İslâmî ta­savvuru amelî olarak ortaya koymuştur.     Bu tasavvur gereğince bir camia teşkil etmiştir. Bu camiayı tanzim ederek bir devlet kurmuştur. Bu devletin muhtelif şube­lerini ortaya çıkarmış ve bunların    plânlarını çizmiştir. Bu ilerin Sünnet-i Resûlullâh olduğu elbette ki malûm­dur.  Bunların  yardımı ile Kur'an-ı  Kerimin  hidayetleri belirmiştir.  Ve Kur'an-ı Kerim'in bu hidayet ışığı altın­da bu ,'şlerin amelî vaziyetleri tatbik sahasına girmiştir. İşte bu düsturu gözönünde ondurarak,  biz de îsiâmî düsturun son şeklini (Precedents) nazarı itibara alıp bu düstur? rivayetlere     (Convensions of the  Constitution) ile çok büyük meseleleri halletmiş bulunuyoruz.

Buna göre, bizim ittihaz ettiğimiz düstur için, Sün­net ikinci mühim mehazdır. Fakat maalesef bu hususun ehemmiyet'ni küçümsemek için, .bir zümre bunun kanu­nî Hüccet (Legol Sanction) olmasını önlemek istemekte­dirler. Bu kimseler bu hususun ehemmiyetini yalnız in-i:âr etmekle kalmıyorlar, aynı zamanda efkârı umumiye­ti, de bu esasa karşı gelmek için hazırlıyorlar. Bu bakım­dan, biz burada Sünnetin asla vaz g-eçilem'yecek bir Hüc-Cet olduğunu açıklamak zorunda bulunuyoruz.

İşte bu [152] bir tarihî hakikattir ki, Nebî Sallallahü aleyhi ve Sellem nübüvvet ile kesbi şeref ettfkten sonra, kendilerine Hak Taalâ tarafından Kur'an-ı Kerim nazil oldu. Fakat iş Kur'an-ı Kerim'in nüzulü ile kalmadı. Dün­ya çapında bir rehberliği temsil eden bir Cslâm toplulu­ğu meydana getirildi. Yeni bir medeniyet nizamı ortaya çıkıp yeni bir rejim ile hükümet teessüs ett:. Şimdi or­taya şöyle bir sual çıkmaktadır: Hazret-i Muhammed Sallallahü aleyhi ve Sellem Kur'an-ı Kerim'i elde ettik­ten sonra başka ne gibi işler yapmıştır? Nasıl bir naznı meydana getirm ştir? Acaba sadece Peygamberlik va3fı ile diğer peygamberler gibi Kur'an-ı Kerhn'de bahsedilen Hakkın rızasını talep etmekten başka bir şey yapmış mıdır? Yoksa peygamberlik hususiyeti ikt'zası gereğince Kur'an-ı Kerim'i duyurduktan sonra iş bitmiş midir? Acaba Kur'an-ı Kerimin talimi tahtında kendi kavil ve fiilini, Müslümanlar için bir mesned ve bir hüccet ola­rak koymuş mudur, yoksa koymamış mıd'^? Birinci şık­kı kabul edersek, Sünnetin de Kur'an-ı Kerimle birlikte mesned ve hücced olduğuna inanmaktan başka çaremiz yoktur. İkinci hususu kabul edersek, Sünneti de ayrı bir kanun ve bir nizam olarak kabul etmemiz icap eder. Baş­ka bir şekil olamaz ve olmasına da imkân yoktur.

Kur'an-ı Kerime ait bulunan hususlarda şu husus tamamen açıktır kr, Hazret-i Muhammed sallallahü aley­hi ve sellem yalnız mektup dağıtan    postacı hükmünde değildir.  O, Hak Taalâ tarafından gönderilmiş bulunan bir rehber, bir hâkim ve bir muallimdir.

Bundan dolayı ona itaat etmek, onun yolundan git-rnek Müslümanlara farz ve elzemdir. O'nun yaşayışı bü­tün iman ehl* için bir örnek ve bir numunedir. Her hu­susta ve her yönde «memurun minallah» tır. Mekkede iken tslâmı kabul edenler arasında kendilerini bir lider o'arak ortaya atmadı. Neûzü ballan bu liderlik mansıbı­nı da ortaya koymak istemedi. Böyle olsaydı Medineye hicret etmezlerdi. Med'neye yerleştikten sonra, orada bir îslâın hükümeti kurdular. Çünkü emir böyle idi. 0 zaman Muhacirler ve Ansar ile muhtelif mevzularda mü­şaverede bulundu. Muhacirler ile Ansar îslâm hüküme­ti kurulunca Hazret-i Resulü Ekrem Muhammed Musta­fa Sallallahü aleyhi ve Sellemi kurulmuş oran devletin basma getrdiler O'nu memleket idaresinin başkanı (Sadr), umumî kadı (Genel hâkim) ve orduların başku­mandanı olmasını istediler. Kur'an-ı Kerim, Zatı Saa­detlerinin bütün bu hususiyetlerinin hududunu ve ölçü­sünü tayin etmiştir. Mansıbı nübüvvetin yanı başında bunlara da yer vermiştir. Şu noktaya da dikkat etmek gerekir ki, akılca kabul edilen bu husus yani bir pey­gamberin yalnız ve sadece Allanın Kelâmını okumaktan başka vazifesi olmayıp bundan başka daha bir çok işleri de olduğunu inkâr etmek mümkün değildir. Bir peygam­ber Allanın kelâmını duyurduğu müddetçe peygamberlik vasfını haizdir. Bunun dışında alelade bir insandır. Alela­de insanlar gibi hareket eder. Böyle olmakla beraber yine kendileri bizatihi insanlar için bir örnek ve bir nu­mune insandar. Islâmın başından günümüze kadar müs-lümanlar arasında ittifakla Hazret-i Muhammed sallal-J&hu aleyhi' ve sellemin en mükemmel bir örnek ve bir emsalsiz numune olduğu kabul edilmiştir. Her zaman ve Mekânda ittiba edilmesi vacip ve itaat edilmesi farz olarak  inanılmıştır.   O'nun  emirlerine  uymanın  ve nehyet-tîkler nden  uzaklaşmanın  bir     saadet vesilesi olduğuna canü gönülden inanılmıştır. Hattâ herhangi bir gayn -muslini âlim bir kimse bile, MüslftmanMrım daima pey­gamberlerinin emrü nehyine inandıklarını ve onun Sun-net'ni kendilerine örnek ittihaz ettiklerini inkâr edemez. Ve hattâ bu gayrı müslimler bile İslâmın ikinci mehazı­nın Kur'an-ı Kerim'den  sonra Resulü EkremiiL Sünneti olduğuna kanaat getirmişlerdir. Şimdi hiç bir kimse kal­kıp da :'tiraz edemez ki, İslâm kanunlarının esası ve İs­lâm nizamının temeli Sünnetin haricinden başka bir şe- " ye istinad eder. Şimdi şöyle bir şey düşünmek muhal bir gey oluyor:  Resulü Ekrem  sadece Kur'an-ı Kerimi oku­mak ve okutmakla kalmış ve Kur'an'ın    tâlimini kendi hattı hareketlerine Örnek    tutmamıştır.    Belki Kur'an-ı Kerim 'in tâlimini kendi hat ve hareketlerine örnek tut­makla ancak peygamberlik vazifesini tamamlamıştır. Bu­na göre Zat-ı Saadetlerinin tâvru hareketleri bir bütün olarak Kur'an-ı Kerîmin  amelî cephesinden başka    bir sev olmadığına  kanaat getirmek  icabediyor. Birinci şe-kü düşünülürse, o zaman Hazret-i Resulü Ekremin mü­barek sözleri İslâm'ın kendisinden başka bir.şey olamaz. ik nei şekle göre düşündüğümüz zaman,     Fahri Kâinat Efendimizin, o büyük dâvasını Kur'an-ı Kerim ile ispat etmiş olduğu anlaşılır.

Kur'an-ı Kerim, Zat-ı Saadetlerinin mansıbını tayin oün;s ve Risâlct vazifesini nasıl yapacağım da bildirmiş-

A. Muallim ve mürebbi olmak bakımından Resulün vasfı.

Kur'an-ı Kerim'de [153]   dört yerde  Nebî     sallalahü aleyhi ve sellemin risâlet mansıbının tafsili hakkında be­yan vardır:

Hatırlayın: İbrahim ile İsmail, Beyt'in tembellerini yükseltiyorlarcb... (Onlar şöyle dua ediyorlardı)... üa Râbhî bunlar arasından kendileri için bir Resul biset et­tir ki, Kitabı, hikmeti öğretip onları temîzlesfaı. (El - Bakara, 127 - 129).

Nitekim içinizden size bir Resul gönderdik ki, sîze hi/jıîı âyetlerimizi okur ve sizi temizler ve sfee kitabı ve hikmeti öğretir, hem de Sizin bilmediğiniz    şeyleri size tâlini eder. (El - Bakara, 151)

Allah müminlere, kendilerinden bir Resul gönder­mekle ihsan inayet kılmıştır. Bu Resul onlara O'nun âyetlerini okur ve onları temizler ve    onlara Kitabı vç hikmeti öğretir. (AH İmran, 164)

O. Öyle bir kimsedir ki, ikmmîler (okuma yazma bil­meyenler)  arasından onlar için bir    Resul biset ettirdi. (Bu  Resul)  onlara O'nun âyetlerini okur ve onları te­mizler ve kendilerine kitabı ve hikmeti öğretir. (El - Cüm'a, 2)

Bu âyet-i kerimelerde sık sık tekrarlanıp bildirilmiş olan şu mesele vardır: Hak Taalâ kendi Resulünü sade­ce Kur'an-ı Kerimin âyetlerini duyurmak için gönderme­miştir. Belki bir peygamberin biset ettirilmesini1 n üç maksadı vardır:

Brincisi  : Zât-ı Saadetleri halka kitabı öğretir.

İkncisi : Kitabın derin mânalarını açıklayarak hik-meti de öğretir.

Üçüncüsü : Zatı Risaletpenahileri, halkın içtimaî ve ferdi fenalıklarını ve kötülüklerini ortadan kaldırıp bun-ların yerine onları tslâmın güzel ve yüksek ahlâkı ile tezyin eder. Ve aynı zamanda. Hak Nizamını gerçekleştire­rek, üstün ve sıhhatli cemiyet düzenini meydana getirir. Şu da* açık bir keyfiyettir ki, kitap ve hikmet tâlim etmek, Kur'an-ı Kerimin sözlerini    duyurmaktan başka. bir iştir. Yoksa böyle olmasaydı bir de Kitabın ve hik­metin öğretilmesinden bahsedilmesine lüzum yoktu. Yal­nız tebliğle değil aynı zamanda fiilî ve tatbiki olarak ha­reket etmek, değişmez bir düsturdur. Aksi takdirde, ter­biye etmek ve temizlemek gibi kelimeler kulianıhnaadu Âyet-i Kerime gayet belirli bir şekilde Zat-ı Saadetleri­ne  muallimlik Ve mürebtoîl'k mansıbının ata kılındığını ve bu işlerle de vazifeli bulunduklarını bildirmektedir.

Şimdi nasıl olur da Kur'an-ı Kerimin bu kadar açak ve mükerrer beyanlarına rağmen, bir kimse kalkıp dıa bu iki şeyin yani muallimlik ve mürebbil'ğin risaletin cüzlerin­den olmadığını söylemeğe cesaret eder? Ve Hazret4 Re­sulü Ekrem Saüall&hü aleyhi ve Sellem'in bu işler için memur edilmediğini, kendi şahsî düşüncesine göre böyle hareket ettiği iddiasında bulunabilir? Bu gibi sapık f> kirleri kabul edemiyeoeğimize  göre,     Kur'an~ı Kerimin sözlerini duyurmakla beraber Zatı Saadetlerinin beyan buyurdukla-rı sözlerin de kitabı tâlim ettirmek ve hikmeti öğretmek  için olduğu   aşikârdır.  Zatı  Risaletpenahilıeri-nin ulvî hal ve harekâtından fertlerin ve içtimaî kütlele­rin Huzuru Saadette terbiye olmaları lâzımdır. Peygam­berim'z'n  mukaddes sünnetinin Allah  canibinden oldu­ğunu kabul eylemek ve boyun eğmek bir iman ve bir vic­dan borcudur. Yoksa bu gerçekleri kabul etmeyip, inkar yoluna gitmek," risaletin kendisini kabul etmemeğe denk bir küfür değil mrdir?

B. Resulün kitabı şerh edici vasfı.

Sure-i Nahl'de Hak Taalâ buyurmuştur  :

(Ey  Peygamber)   Biz sana hatırlatmayı   (zikr)   da öğrettik ki, nazil  kılınmış    bulunanı halkın kendilerine

açıklamış olasın. (Nahl,  44).

Bu âyeti kerimeden apaçık bir şekilde anlaşılıyor ki, Nebî sallallahü al?yhı ve seMeme tevdi edilmiş olan kudsî vazifelerden biri de Kur'an-ı Kerim'deki Hak Taalâmn İnsanlık için emir buyurduğu yüce kanunları ve hı'dayet-ieri açıklamaktır. Herhangi bir akıl sahibi olan kimse dahi anlar ki, bir sözü anlatmak veya bir kitabı tâlim ettrmek sadece bu sözlerin tekrarlanması ile mümkün olmaz. Mukaddes kitabın açıklanması ve anlatılması bir ihtiyaç ve bir zarurettir. Açıklamak ve anlatmak bir ih­tiyaç ve bir zaruret olunca, bu vazifeyi yerine getiren kimse, bu kitapta 'ifade edilen yüksek ve derin manalı mefhumları açıklayacak ve bazı sözler ilâve edecek ve bu mânaları yepyeni kelimelerle anlatacaktır. Ancak bu şekilde kitabm mahiyeti daha iyi anlaşılabilir. Hatta ki­tapta amelî olarak gösterilmesi lâzım gelen mevzular olursa, kitabı açıklamakla vazifeli kılınmış olan kimse, bu hususları bizzat amelî olarak göstermek (Practical Demonstration) yolunu ihtiyar edecektir. Böyle bir usu­lü tatbik mevkiine koymak suretiyle kitabın mefhumu en güzel bir tarzda anlatılmış olur. Eğer bu şekilde bir usule müracaat edilmemı'ş olsaydı kitabın yüksek ve de­rin manalı mefhumunu anlamayanlar boyuna sual sor­mak zorunda kalacaklardı.

Şimdi şöyle bir mesele de kendini hissettirmektedir. Acaba Kur'an-ı Kerimin sözlerini ve mefhumunu açıkla­mak ve anlatmak hususunu Zatı Saadetleri kendi ihti­yarları ve şahsî arzularına göre mi ifa ediyorlardı? Yok­sa Hak Taalâ, Zatı Saadetlerine bu mevzuda ayrı bir ta-l'mat mı vermişti?.

Bu noktada görüyoruz ki, Hak Taalâ, kendi Resulü­ne kitap nazil etmekteki maksadını açıklarken, Resulün kendi düşünce ve fiilî ile açıklama yapmasının lâzmı gel­diğini bildirmiştir. Şayet, böyle olmasaydı Zatı Saadetle­rinin Kur'an-ı Kerimi anlatma ve açıklama hususiyetleri, kendilerinin risalet mansıbından ayrı tutulur muydu?. Zatı Saadetleri de vahy olunan Kur'an-ı Kerim âyetlerini tefsir etmekten ve her türlü açıklamaktan sakınıp çekin­mezler miydi? Şimdi bu gerçeği kabul etmekten uzaklaş­mak acaba risalemi kabul etmemekten başka ne ile iaah edilebilir?.

C. Resûl'ün önderlik vasfı ve Örnek olma hususi­yeti.

Sure-i Al-i îmran'da Hak Taalâ buyurmuşlardır ki:

(Ey Peygamber) Söyle: Siz Ali ahi severseniz bana uyun ki, Allah da sizi sevsin... Söyle: Allahn itaat ediniz ve Resule de.... Eğer dönerseniz elbette ki Allah kâfir­leri sevmez. (Al-i İmran, 31 - 32).

Sure-i Azab'da da şöyle buyunılmuiştur :

Elbette ki, sizlerden AUaihı ve Ahiret gününü, iste­yen kimselere Resulullah'da en güzel örnek   vardır. (Ahzab, 21)

Bu ik' muazzez âyet-i kerimenin her ikisinde de Hak Taalâ kendi Resûlüjıün önder edinilmesini ve Örnek alın­ması gereken en mükemmel bir insan olduğunu bildirmiş­tir. Resule candan ve gönm'den bağlanmayı emrediyor. Yalnız O'nun yaşayışının örnek alınması isteniyor. Ga­yet açık bir şekilde anlatılıyor ki, Cenabı Hakkm b'z-■âen ümidini keseceği şekilde hareket etmiş olmayalım. Hak sevgisini kazanmak isteyenler iç'n yapacak başka bir iş kalmasın, deniyor. Bu İlâhî tebliğe karşı gelme­lerin cezası da küfür damgası ile damgalanmaktan baş­ka bir şey olmadığı bildirliyor. Şimdi buyurun bakalım, Zatı Risaletpenahileri kendi    kendilerine     mi  önder ve rehber olmuşlardır? Yoksa Hak Taalâ mı O'nun bu ma­kama çıkarıp önder rehber kılmıştır?

Eğer Kur'an-ı Kerimin bu apaçık ve asla şüphe ka­bul etmez enVrLerini gözönüne alarak Zatı Saadetlerinin Hak Taalâ tarafından bütün insanlığa önder tayin edil­diğini kabul etmemiz lâzmı gelirse, pek tabiîdir ki, Onun her türlü hal ve harekâtına uymamız gerekir ve yine O sevgili peygamberin yaşayışını örnek yaşayış diye kalbi­mize nakşetmemiz lâzımdır. Bu güneşten daha belirli key­fiyet nasıl inkâr edilir ve nasıl kabul edilmek istenmez?

Şimdi şöyle bir iddiada bulunmanın ne kadar akıl ve iz'an dışı bir anlayış olduğunu söyleyebiliriz : «Resulü örnek edinmek Kur'an-ı Kerimi örnek edinmek değildir.» Böyle idrâk ve iman dışı b'r şey varit olsaydı, Kur'an-t Kerim'de «Fe'ttebi'u'l - Kur'âna (Kur'aana tabi olunuz) yerine «Fe'ttebi'ûniy»  :   (bana tabi olunuz)  dedi.

îşte bunun içindir ki, Resulullah sallallahü aleyhi ve seîlemı'n yaşayışına en güzel örnekdir diyen Allah kelâ­mından başka hangi mâna muteber  ve sahih olabilir?.

D.    Resûl'ün teşriî vasfı.

Sûre-i A'rafda Hak Taalâ, Peygamberi sallalahü aleyhi ve sellem hakkında buyurmuştur ki1:

Onları doğru yola götürür, eğri yoldan men ©der, kendilerine temiz şeyleri helâl kılar. Ve yine kendSlerSne İtiş (habis) şeyleri haram eder. Sırtlanndald ağır yükle­ri kaldırır ve zincirlerini lorar. (Araf, 157)

Bu âyet-i kerimeden anlaşıldığına göre, Hak Taalâ, açık olarak, Nebî sallallahü aleyhi ve selleme teşriî selâ-biyet (kanun koyma hakka) (Legistatke Powers) atâ kılmıştır.

Allah tarafından emir ve yasak, hel^l ve haram Inl- yalnız ve sadece Kur'an-ı Kerimde bildirilenler kadar değildir, O aziz peygamber, Kur'an-ı Kerimin ışığın­da haram  ve helâli1, tayin buyurmuştur.   O'nun  hüküm verdiği ve yahut da men ettiği şeyleri de Allah Taalâ-nın kendisine vermiş olduğu »elâhiyetlerle yapmışta*

Bu bakımdan, Sünneti Seniye de İlahî Kanunun bir parçasıdır. Bu husus Sure-i Haşr'da daha açi'k ve daha kat'î bir şekilde belirtilmiştir:

Size gönderilmiş (verilmiş) bulunan Resulü kabul edin, sarılın ve O'mın men ettiği şeylere de son verin. AUahtan da korkun (çekinin) Elbette İd Allah şiddetli üzab edendir. (El - Haşr, 7)

Bu iki âyet-i kerime üzerinde düşünürsek hiç bir zaman ve hiç bir şekilde, Kur'an-ı Kerimfn, tarnamiyle helâl ve haramı, emr ve nenyi beyan ettiği neticesine va­ramayız. Böyle bir ifade Kur'an-ı Kerimin tevilidir de diyemeyiz. Belki bu Allah kelâmının bir izahıdır. Allah Taalâ emr ve nehy, helâl ve haram hususunda Resulü­nün ef âlini bütün insanlık için bir miyar ve bir Ölçü kılmıştır. Her hususu olanca teferriiatiyle Kur'an-z Ke­rimde beyan buyurmamıştır. Bu esas bilinen bir gerçek olduğuna göre ibir insan fcaUap da nasıl o büyük ve ec*1-sali olmayan peygamber 'için, hatâ ve yanlış isnadında bulunabilir? Bu çirkin ve sefil iddia haddi zatında A11&-hti Taalâ'ya yöneltilmiş olmaz mı? Ve hele Allah Taalâ unutmuş da ResuluUah bu usulleri kendiliğinden yap­mıştır denebi(lfr mi?

E.   Allah Resulünün Hâkimlik  (yargıçlık)  vasfı.

Kur'an-ı Kerim bir yerde değil, müteaddit yerlerde ve gayet açık olarak, Nebî sallallahü aleyhi ve aeUemrn hâkimlik yapmasını beyan buyurmuştur. Misâl olarak bir kaç âvetri kerimeyi gözd'en geçirelim:

İşte, biz sana Kitabı hak ile gönderdik ki, bu Kitap­la Allanın sana gösterdiği gibi, halk arasında hüküm ve­resin.

(Nisa, 105)

(Yâ Muhammed) ve söyle, Al lalı m nazil kılmış bu­lunduğu kitaba îmân eyledim. Sizin aranızda da adaleti yayayım diye emir al d mı. (Eş - Şûra, 15)

İşte elbette ki, müminlere yakışan söz şudur ki, ken­di aralarında hüküm verilmek için Allafaa ve Resulüne çağrılıkları zaman, duyduk ve itaat ettik diyeler.

Onlara ne zaman «Allanın nazil kılmış bulunduğuna ve Resûl'e gelin» dense münafıkların senden öyle bir çe­kilip uzaklaştıklarım görürsün ki...

Hayır Senin Kalıbına and olsun ki, onlar aralarında »çıkan anlaşmamazlıkta seni hakem kılıp verdiğin hüküm­lere hiç bir şekilde sıkılmadan, tam bir itaatle sana bağ­lanmadıkça iman etmiş olmayacaklar. (Nisa, 65)

Bu ayat-ı kerimelerden açık olarak anlaşılıyor kıl, Nebî sal:alahü aleyhi ve sellem, kendiliğindeni ortaya çık­mış yahut dg. müslümanlar tarafından seçilmiş, bir hâkim durumunda değildir. Bir mümin, Allah Resulünün tebliğ ettiğ' Risalete inandığı gibi o yüce peygamberin hâkim olduğuna da iman etmesi gerekir. Bu kabil bir itikat, İmanın en mühim bir şubesi ve tefrik kabul etmeyen bir eüz'üdür. Bu şekilde Tman edilmedikçe, mükemmel: bir itikata sahip olunması imkânsızdır. Allah Resulüne kar­gı niçin ve neden demeden itaatte bulunmak ise farzdır.

Dördüncü âyet-i Kerimede «Allanın nazil kılmış bu­lunduğu Kur'an» ve «Resul» den ayrı ayrı kelimelerle açıkça mevzubahs edilmektedir. Buradan da fceaı'n olarak anlaşılıyor ki, bu iki şey ayrı ayrı ve müstakil olarak birer mercidirler. Birincisi Kur'an-ı Kerimdir toi, kanun olmak bakımından bir mercidir. ikincisi de Resul ve hâkim olmak bakımından ta'r mercidir. Bunların herhan­gi birinden dönmek ve bunların herhangi birine karşı yüz çevirmek küfrü iltizam ettirir. Mümin olmağa mâni olur.

Son âyet-i Kerimede hiç bir şüpheye yer bırakma­dan şu gerçek de bildirilmiştir: Allah Resulünün hâkim­liğini tam olarak ve en ufak bir itiraza kapılmadan ka­bul cmeyen kimse kat'iyyen mümin olamaz. Hatta Al­lah Resulünün vermiş olduğu hükümlerden bir kimsenin kalbi sıkıldığı takdirde iman sahibi olmuş sayılmaz. Tâ k'. içinden yani kalbinden bu menfî hissi kazıyıp atma­dıkça...

F. Allah Resulünün hükümdarlık, idarecilik ve amirlik vasfı.

Kur'an-ı Kerimde şu husus dahi gayet belirli bir şe­kilde tekrar tekrar bildirilmiştir: Nebî sallallahü aleyhi ve sellem, Allah tarafından tayin edilmiş bir idareci ve bir âmirdir. Bu vazife de Zatı Saadetlerine risalet ile bir­likte atâ kılınmıştır.

Hiç bir Resul göndermedik ki, ancak, Allahın imi ile kendisine itaat edile. (En - Nıisa,04)

Her kim, Resûl'e itaat etmiş olursa elbette ki, Alla-ha dla itaat etmiştir. (En - Nisa, 80)

tste sana biat «dip sarılanlar, muhakkak Allaha da biat «dip sarılmışlardır, (El - Fetih, 10)

Ey iman etmiş bulunan kimseler: AlIaJıa itaat edi­niz, Resulüne de itaat ediniz ve amellerinizi boşa çıkar­mayınız.

(Muhammed, 33)

Ne mümin bir erkeğe ne de mümin bir kadına şu iı ak düşmez ki, Allah ve O'nun Resulü bir işde muhake­me yapıp da hüküm verdikten sonra itiraz etmiş olsun-lar. Her ldm Allaha ve O'nun Resulüne karşı gelirse el-hetteki apaçık bir daüâlete düşmüş olur. (El - Ahzab, 36)

Ey iman etaniş olan kimseler! Allaha itaat edinîz ve O'nun Resulüne de itaat ediniz. Ve kendi içinizden olan «ülülemr»e de. Bir şey hakkında aranızda, ihtilafa dü­şerseniz ve sfcc Allah ve ahiret gününe iman ediyorsanız, bunu Allaha ve O'nun Resulüne havale ediniz. (En - Nisa, 59)

Bu âyet-i kerimelerden açıkça anılaşılıyor ki, Allah Resulü kendi kendine ortaya çıkıp «ben idareciyim, ben hâkimim, ben âmirim» diyen bir lider değildir. Yahut da «haık beni seçip bu makama getirmiştir» diye iddia et­sin. Gerçek olarak, o, Allahu Taalâ tarafından böyle bir makama getirilip bu vazifeye tayin edilmiştir. Bu işe de memur edilmiştir. Onun bu hâkimliği, bu idareciliği ve bu amirliği risaletinden ayrı, risaletinin dışında bir şey değildir. O, Resul olunca, bu vakfeler de Allah tarafın­dan kendisine tevdi edildi. Allah tarafmdlan O'na itaat ve O'nun huzurunda boyun bükmek emri verilmiştir. O'na itaat etmek aynen ve haddi zatında Aliaha itaat etraek-t;r. O'na biat etmek de aynen ve haddi zatında Allaha itaat • etmek olur." O'na îtaat etmemek ve karsı Erelmenin tek ve kat'î manası, Allaha itaat etmemek ve Allaha kar­sı gelmektir. Böyle bir durumda insanın her işledüği amel gayrı makbul ölüp Allah indinde bir kıymet taşımaz.

Aynı zamanda, Ehl-i imana (Ehli imandan maksad bütün ümmet efradı ve ümmetin başındaki idarecilerin hepsidir)  kendi işlerinde ve    muamelelerinde istedikleri; gibi hareket edip işlerini kendi diledikleri şekilde hal ve fasl etmek hakkı verilmemiştir.

Son âyet-i kerima, şu gerçekleri de kati olarak orta-ya koymuştur. Birbirini arka arkaya takip eden üç itaat için hüküm verilmiştir :

1.    Evvela ve başta Aiülahu Taalâya itaat.

2.    Bandan sonra Resul'e itaat.

3.    Daha sonra da «ülül-emr'e» itaat.

Bu cümlelerden ilk önce şu nokta anlaşılır ki, Resul «iilül-emr» e dahil değildir. Belki Resulün derecesi ülül-emr'den daha üstün ve ülül - emr'dlen ayrıdır. Resulün derecesi Allah tan sonra ikinci gelmektedir.

Bu mevzuda/önemli olan nokta şudur : Ulül - emr ile bir ihtilâf ve bir anlaşmazlık olabilir, fakat Allah Re­sulü ile kat'iyyen ihtilaf çıkarılamaz. Ve aynı zamanda ortaya çıkmış bulunan her husustaki ihtilafın halli için iki merc: vardır: Birincisi Hak Taalâ, ikincisi de Allah Resulüdür, ihtilafı hal edecek merci yafibız ve sadece Al­lah olsaydı o zaman âyetti kerimede bahsi geçen «Resulü» kelimesinin söylenmesine ne lüzum vardı ve bu İfadeden başka ne anlaşılabilir?[154]

Ayet-i kerimedeki «Allaha havaîe ediniz» emrinden ve «ihtilâflarınızda AUahı merci tanıyınız» ifadesinden maksad da elbette fci Kur'an-ı Kerim'dir. Yani Allah Ki­tabından başka bir şey değildir. «Resule havale ediniz, ihtilaflarınızda Resuiü merci tanıyınız» demekten mak-sad da Resulü Ekremin, saadet asrmdaki ulvî. hayatlarıdır. Allah Resulünün ahrete teşriflerinden bu yana    bu merci ancak sünnettir. [155]

 

Sünnetin Kanun Mehazı Olması Üzerine Ümmettin İcmâı

 

Biz eğer Kur'an-ı Kerime hakkiyle inanı** da, kendi uydurduğumuz fikir ve nazariyelerin bataklığına saplan­mazsak, o zaman göreceğiz ki, Kur'an-ı Kerîm açık, kat'î ve şüph> kabul etmez bir şeküde şu gerçekleri ortaya koymuş bulunmaktadır: Allanın Resulü, SallaUahû aley­hi ve sellera, bütün bir insanlığa gönder'lmiş buMuman bir Muallim, bir Mürebbî, (öğretmen .ve eğitmen) bir Önder, bir lider, bir Reh-ber, Allah Kelâmının bir açıklayıcısı, bir Şârı' ve Kanun yapıcı (Law giver), bir Hâkini, bir İdaree ve Âmir, bir Başkumandan vasıflarını da taşı­maktadır. Allah Resulü bu vasıfları Kitab-ı Kerime isti

naden Risaletin ayrılmaz bir cüz'ü olarak elde etmiş bu­lunuyor. I3âhî Kelâmdaki bu apaçık görülen gerçekler, Sahabe-i Kiram devrinden bu güne kadar bütün müslü­manlar tarafından ittifakta kabul edilmiş ve benimsen­miştir. Buna göre, yukarda bahsedilen bu vasıflar daire­sinde Zatı Saadetlerdin bütün yaptığı işler, ahval ve ef-âl Kur'an-ı Kerimden sonra ikinci kanun mehazı (Source of İaw) dır.

Sünnetin kanun mehazı kabul ediümesinin kararlaştı­rılmış olmasından sonra şu sual meydana çıkar: Sünneti belirtmek ve bunu tebeyyün ettirmenin usulü nedir? Hangi vasıtalarla ve nelerle biz sünneti elde edeceğiz?

Bu sualin cevabı olarak, şunu arz edeceğim ki, bugün ün dört asırdan br çeyrek kadar az bir zaman geçmüjptir. Bu suaı yalnız devrimizin müslümanlarına mahsus olma­yıp her devirde aynı sual mevzu bahs edilmiştir. Bir bu­çuk bin seneye yakın bir zaman önce biseti nübüvvet vu­ku bulmuştur. O zamandan günümüze kadar sünnet na-sü devam etmiş ve bırakılmamıştır? Bu hususta iki tari­hî hakikat vardır  :

1. Birincis" şudur ki: Kur'an-ı Kerimin talimi ve Hazret-i Munammed Sallallahû aleyhi ve sellemin sünne­ti üzerine Islama mahsus yaşayışın başUadığı ilk günden beri bu tâlim ve bu usul gayet canlı olarak günümüze ka­dar zincirleme devam edegelmiş ve ayakta tutulmuştur. Yaşayışta bir gün bile bu tarz tatbikatın arası kesilme­miş ve inkitaa uğramamıştır. Bütün îslâmî tedvir işleri de buna.göre yürütülüp gitmiştir. Bugün, bütün dünya­da yaşayan müslümanSann akidelerinde, düşünce tarzın­da, fikirlerinde, ahlâk ve âdetlerinde, ibadet ve muame­lelerinde, yaşayış nazariyelerinde ve hayat yollarında bu esas bütün titizliği ile nazarı itibara alınmıştır. Bu hu­susta bazı İhtilâflar varsa da bunlar arasında yine bir ahenk mevcuttur. Bu şekSde, bütün yeryüzüne yayılmış bulunan müslümanlar bir-ümmet olmak vasfını bu'top-maz bağ sayesinde kazanmışlardır. Bu geniş, camianın ümmet olma temeli de yine bu cevher olmuştur. Buradar şu mesele de sabit oluyor ki, muaşeret usulü üzerine yü­rürlükte olan bir sünnet vard'tr. Bu sünnet yüzlerce se-nedenberi zincineme bir şekilda devam ettiriliniştâr. Bu sünnat kaybolmuş bir şey değüdir ki, biz onu aramak, bulmak ve elde etmek için uğraşalım? Buna kavuşabil­mek için karanlıklarda uğraşıp did'neiim?

Yukarıda geniş olarak anlattığımız gibi, Nebî Sallal-îahû aleyhi ve sellem, kendi devri saadetlerinde müslü-manJar :çin, sadece bir vaiz, bir mürşid ve bir tarikat şeyhi değildi. Belki amelî olarak, îslâmî cemaatın, yani İslâm ümmetinin lideri, Önderi, rehberi, yol göstericisi, âmiri, 'darecisi, hâkimi, kanun vazu, terbiye edicim, mu­allimi idi. Her ne şekilde olursa olsun, akide ve düşünce­den tutun da amelî yaşayışın bütün noktaiîarına kadar, İslâm camiasını teşkil ettiıren yalnız Zatı Saadetleridir. Zatı Risaletpenahilerinin bildirdikleri, öğrettikleri, karar­laştırdıkları usuller ve yoKar üzerine îslâm camiası te­şekkül etmiş bulunuyor.

O yüce peygamberin öğrettikleri sadece namaz, oruç ve hac gibi işlere inhisar etmemiştir. Bunları öğretmek­le .'si bitirmemişlerdir. Müslümanlar da aadtece vaaz din­lemek ve öğütlere kulak asmakla, kalmamışlardır. Vaaz-* dan sonra da müslümanlar kendi hallerine bırakılmamış­lardır. Halbuki gerçek tamamen başkadır. Zatı Saadet-lerîniaı öğrettikleri namaz, denhal mescidlerde, camilerdte bir cemaatin teşekkülüne sebep olmuş ve müslümanlar bu usulü ayakta tutmuşlardır. Yine aynı şeklide evlen-ft^fc; aile kurmak, talak ve miras hususlarına ait, Zata Saadetlerinin mukarrer kıldıkları kanunlara, derhal müSlüman aileler uyarak, işlerini bu kanunlar üzerine tanzim etmek yolunu tutmuşlardır. Alış verişte de Zatı Risaûföt-penahilerinin kararlaştırdıkları İslâm iktisadına ait ka­nun ve nizamlar, çarşı ve pazarda revaç bulmuş, herke® tararından da benimsenmiştir. Ad3î işlerde ve ihtilâfların haKecliImesinde Zatı Saadetleri ne yapmışlarsa telâm hu­kukuna temel ve kaynak teşkil etmiş ve bütün İslâm memleketlerinde tatbik edilmiştir. Muharebelerde ye dış devletleri? münasebetlerde Zatı Saadetlerinin tutumu devletlerarası hukukun dogtmasına sebebiyet vermiştir. Hülâsa, topyekün îslâmî yaşayışta ve îslâmî hayat niza­mında o mukaddes peygamberin yaptıkiarı işlerin her cephesinde İnsanlığın, Efendisinin, Sünnetinin yürürlüJk-te olduğu görülmüştür. Zata Saadetleri, Sünnetini ya ken­di devirlerinde tamamen yürürlüğe koymuşlar yahut da kendilerinden sonra bu sünnet üzerine kararlar venilinuş-tir. Buna göre Zatı Ris&letpen ah'terinin sünneti isldâmın ayrılmaz bir eüz'ü olmuştur. Çünkü Allah Resulü kendi­leri bu hususu islâma bir cüz' yapmışlardır.

tşte Sünnet diye bilinen maıunı ve-mütaaref, bu örf ve âdetlerdir ki, camiden iktisadî hayata, adalet, hükü­met daireleri, devletlerarası hukuka kadar, müslüman-lann içt;maî yaşayışlarının bütün şubelerinde Zatı Saa­detlerinin amelî oîarak başladıkları :.şler kendilerinden sonra Hu.efa-i Raşidin tarafından devam ettirilmiş ve za­manımıza kadar da içtimaî hususlarda süre getirilmiş­tir. Son asra kadar da hiç bir kes'nti olmadan zincirle­me sürüp gelmiştir. Son zamanlarda bir inkıta vuku bul­muşsa da bu kesinti ancak hükümet, adalet, umumî ka­nunlar ve idarî işlerde vuku bulmuştur ki; bu durum iş­leri k&rma karışık b;r halle getirmiş ve içinden çıkılmaz; bir şekle sokmuştur.

Sünnet hususunda, bir tarafda istinadlı hadislerin rivayeti diğer tarafdan da mütevatiren süre gelen üm-msftin yaptığı işler ve tuttuğu ameller vardır. Bunların her ikisi de birb'rlerine uymakta ve mutabakat etmekte­dirler.

2. İkinci tarihî gerçek de şudur ki, Nebî Sallaliahû aley hi ve sellemin devri saadetlerindfen sonra da her zaman müsliimanlar şu hususta titizlikle durmuşlardır: Sünne­tin sabit b!r halde tasbit edileb lmesi için çok büyük il­mî çalışmalar yapılmış ve bu uğurda büyük gayretler sarf edilmiştir. Burada bir de şu husus vardır, ki, yufeart-da bahsettiğimiz belli ve mutaaref sünnetler ile büinen ve mutaaref sünnetlerden başka diğer bazı sünnetler de vardır. Bu ikinci kısım sünnetler Zatı K.:saietpenahilerî-nin devri saadetlerinde pek maruf ve mütaaref olmamış­lardır. Bunlar muhtelif zamanlarda, Zatı Risaîetpenahi-îerinin ihtilaflar hakkındaki hal ve fasılları, bazı nasi­hatler* ve ÖğütiLeri, bazı emir ve nehiyleri, bazı takrir ve beyanları, [156], müsaadeleri, yahut da amelen gösterip duyurdukları şeylerdir. Ancaik bazı hususî şahıslar bun­lara vâkıf idiler. Umum halk bunları bilmiyorlardı.

Bu sünnetere aH bilgiler, halk efradı arasında ya­yılmış bulunuyordu. Ümmet efradı Zatı Saadetlerinin devrinden ve ahrete teşriflerinden sonra bunları topla­mağa başladılar. Hemen işe koyulup o mübarek hadis-i şerifleri îslâm ülkelerinin dört bucağından toptLactilar. Nitekim, o zamandan beri, halifeler, idareciler, âmirler, hâkimler, müftüler, hatta avam halk bile kendi işleri icafa] bir çok mesetıelerle karşılaşıyorlardı. Bu meseleleri ne . şekilde değerlendireceklerini düşünmeden önce, acaba Zatı Saadetleri, bu iş hakkında ne gibi bir hüküm ver­miştir diye titiz bir araştırmaya girişiyorlardı. İSger böy­le bir emir ve hüküm varsa ona göre hareket ediyorlardı. Olmadığı takdirde ise o zaman diğer çarelere baş vuru­yorlardı.

Yaşanılan hayatın her şubesinde cereyan eden hadi­seleri İsıâma göre değerlendirmek ihtiyacı, «Sünnet» i aramayı icabettirdi. Ve bu çalışmalar Hadis ilminin doğ­masına yol açtı. Böylelikle Sünnet hakkında bilgisi olan kimseler araştırıldı. Böyle bir bilgisi o5an şahıslar da bu bilgilerini başkalarına duyurmayı ve başkalarını haber­dar etmeği kendilerine bir vazife bildiler. İşte bu iş Ha­dis rivayetlerinin başlangıcını teşkil etti. Hicretin 11 in-, c senesinden İtibaren işe girişildi ve hicretin üçüncü hat­ta dördüncü yüz yılına kadar bu çalışmalar devam etti. İslâm âleminin her tarafında dağınık bir halde bulunan Hadisler toplandı. Bir araya getirildi. Hadis mevzularını tertipleyenler, her türlü kanşıfeîıkları bertaraf edebilmek için en zor usullere baş vurdular. Nitekim, bir hakkı is-bat yahut da iskat eden herhangi bir Sünnet, veya helâl ve harama ait bulunan yahut da b'risiiün ceza görüp gör­memesine ait olan hülâsa bütün ahkâm ve kanunlar Sün­netlerin üzerine tedvin edildi. Bunlar hakkmd'a İslâm hü­kümetleri, adalet makamları, fetva daireleri, o kadar ti­tizlikle durdular ki, her kim kaikıp da Zatı Saadetler* şd'yte buyurdu; (Kale'n - Nebiyyü sallallahû aleyhi ve sellem) dedi mi, hemen hâkim, kadın veya müftü onun sözüne itibar eder ve bu söz üzerine hüküm verirdi. Bu. defa bu mevzuların üzerinde daha da titizlikle duruldu. Ahkâma ait olan Sünnetler üzerinde incedıen inceye tet­kikler ve tenkMler yapıldı. Rivayetlerin zincirlemelerine

dikkat edildi. Rivayetler arasında da tetkikler bagiîadı. Bütün bunlar yapıldıktan ve bütün malzemeler toplandık­tan sonra, incelemelere girişildi1. Rivayetler sağlam bu­lunduğu takdirde kabulı edildi. Yahut da rivayet sahip­lerinin vaziyetleri şüpheli görülerek kabul edilmedi. Bun­dan sonra sünnetlerin sıhhat ve doğruluk derecelerini ölçen kaide ve ölçüler hususunda artık herkes aynı fik­re sahip oldu. Sünhetuierin kanun mehazı olması dolayı-siyle, her s gücde, adalet işlerinden, hükümet muamele­lerine kadar Sünnet üzerine hüküm vermek yoluna gidil­di. Bunun için yapılan araştırma ve incelemelerde kat'-Ayyen müsamaha ve ihmal gösteritmedi.

Bu hususları tahkik etmenin ve incelemelerin usulü ortaya kondu. Bu ilmî ve usule uygun çalışmaların neti­celeri îslâmm ilk Hilâfet devrinden, zamanımıza kadar, nesilden nesile zincirleme bir şekilde, bize kadar manevî bir miras olarak gelnrştir. Arası kesilmeden, bila inkıta, her nes'û tarafından muhafaza eoSmiştir.

Bu ik; gerçeği, bir kimse iyi anlarsa ve sünneti tah­kik etmenin usul ve kaidelerini ilmî bir şekilde mütalâa ederse, halledilmesi zor görünen bu çok mühim mesele de kendiliğinden halledilmiş olacaktır. [157]

 

III

Hülafa-İ Raşidinîn  Teamülü   Ve Müctehî Dinî Ümmetin Hal Ve    Fasl Ettikleri

 

Üçüncü mehaz [158]  Hülefa-i Raşidinin teamülüdür. Peygamber sallallahû aleyhi ve sellemden sonra, Hülefa-i

Raşid nin İslâm devletini ns şekilde idare ettiklerine dair rivayetler, tarihî misaller pek canlı olarak Hadis, tarih v*j siyret kitaplarmda yer almıştır. Bunların lıer biri ti­zim için birer örneK olmak hususiyetini taşımaktadır.

îslâmın ta başından bu güne kadar, dinî ahkâm vö cvâmirin tabiri ve anlatılması hususunda, Sahabe-i Ki­ramın (radiyalSahü teâlâ anhüm) ittifak ettikleri usul gözönündâ bulundurulmuştur. Buna istilanda «icma» de­nir. Anayasa ve kanunî işlerde de Hülefa-i Raşidün, Sa-lıabilerle müşavere etmişler, onlara fikir1 danışmışlardır. Bu müşaverelerin ve danışılan fikirlerin neticesi, bizim iç'jn hüccsttir. Yani onların vardıkları isabetli ve sağlam karara bağlı bulunmak lâzımdır. Nitekim, Sahabilerin bir iş hakkında müttefikan vardıkları karar, istinadlı kanım tab ri ve istinadlı çalışma kaidesi olmuştur. îslâmın bu ön saftaki saffetli zümresinin vardıkları kararlar arasın­da ihtilaf mevcut! o&tfuğu takdirde ve böyle ibir meselede iki veya ikidgn fazla muhtelif tabir şekilleri olabileceğimi hesaba katmak lâzım gelir. Yine bu şekitdeki muamelat­ta da bir kavil ile d'ğer bir kavil arasında İhtilaf olabi­lir. O zaman bu iki -kavilin her ikisine de itibar edilebi­lir. Şöyla br hüküm de çıkabilir ki, bir kere Zatı Saadet­leri, zaman ve zemin icabına ve meselenin vaziyetine gö­re böyle hüküm vermişler, diğer bir defa da aynı mese­leye benzer bir meselede yine zaman ve zemin icabı foaş-kp. türlü hüküm vermişlerdür. Fakat Sahabiler arasında ittifak olursa şurası anlaşılmış olur ki, bu işin bir tek hal şeklinden başka bir şekli olamaz. Zira Sahabiler doğru­dan doğruya AUah Resulünün sallallahû aleyhi ve sil­lemin şakirdleri * ve talebeleri mahiyettndedirler. Onun elinde terbiye görmek gibi misilsiz bir mazhariyetin sa­hibidirler. Onlar hiç b:r zaman ittifakla ne muamelaıtta hata ederler, ne de doğru yolu eğri yola değiştirirlerdi.

Ne de dbğruyu bildikleri halde eğriyi kabul edecek kim­selerden idiler.

Dördüncü mehaz ise, Müctehidin-i Ummet'îm hal ve f asi ettiJderidir. Bu zevat, 'kendi ilim ve basdretüenaıi kul­lanarak muhtelif kanunî meseleleri aydınlatmak ve açık­lamak yolunu tutmuşlarda. Bunların ietÜıadları isterse hüccet olmasın fakat yine de İslâm Anayasasının ruhu ve usulü olarak bilinmeli ve bizim için en iyi rehberler­den sayûm aMniar.[159]

îşte bizim Anayasamızın ve kanunlarımızın temelini bu dört esas mehaz teşkil eder. Şimdi biz İslâm Anaya­sasını yazmak ve kâğıt üzerine getirmek istersek, bu dört mehazın ka'delerini gözönünde bulundurmamız icap eder. Meselâ îngiltered[e halk yeni bir Anayasa hazırlamak is­terlerse, kendilerinin daha önceden uydurmuş oldukları (vaz edilmiş olan) kanunlarını (Statüte Law) ile örf ve âdetlerine ait medenî kanunlarını (Commun Law) ve el­deki rayiç Anayasalarını (Constitutions of the cinstitu-tion) bir arada bulundurup bunların cüziyatuıı bir kâğıt üzerine yazıp tesbit ettikten sonra ancak başka bir kanun veya nizam çıkarırlar ye bu şekilde işleri yürütmek yo­luna giderler. [160]     

 

Resulün Sünnetinin Kanun Mehazı Olma Vasfı

 

Aşağıda Hakim S. E. Rahman Sahiıb ismindeki hâr zâtın yazmış bulunduğu bir mektuba cevaben müellifin bir uyarmasını ve açıklamasını naklediyoruz. Bu mektup Tercüman El - Kur'an'uı sahifeîerindte, bahsi geçen Sahiib

 (Beyefendi) ile Profesör Abdiilhamid Sıddıkî arasında cereyan etmiştir. Bu mektupta Sünnetin kanun mehazı olduğuna dair müeBfin ileri sunduğu gayet kıymetli fi­kirler ve bu hususta alâkalı mevzuat yer almaştır. Bu bakımdan böyle bir yazıyı okuyucularımıza sunmak, bi­zim için mes'ut bir vazife oldu. Bu yazının yazılmasına sebebiyet veren mektubu burada aynen nakletmeye lü­zum hissetmed'k. Çünkü aşağıda muhterem müellifin verdiği cevabın medlulünden mektupta ne demek istedi ği pek iyi bir şekilde aniaşilmaktadr.

Mektup sahibi muhterem zat, kendi- vaziyetini açık­lamış ve sıra ile şu hususlara işaret buyurmuşlardır : Şunlardan 3 numaralı husus hakkında bazı sualler tev­cih etmişlerdir. Bu işaret edilen hususta, mevcud yanlış anlayışlara göre bazı istekler ortaya çıkmıştır. Bu se­bepten dolayı biz de bu bahse ait bazı meseleleri gün ışı­ğına çıkarmak ve sual sahibi muhterem zata arzetmek isteriz ki, iyi ölçerek, tartarak ve dikkatle bunların üze­rinde dursunlar. Ve bu d'üşunceden sonra bize de hak versinler.

Sıddıkî sahib, Eimme-i Selefin tertip ve İtasnif etmiş oldukları fıkhı yeniden gözden geçirmenin gerektiğini ileri sürüyor. Ve onların bu hususta yaptıkları herhangi Tsir içtihadı mesele ve istinbat için Kur'an ve Sünnete ne derece sadık kaldıklarını veya kalnıadiklarırun da îiae-r'nde durmak lâzım geldiğinin tesbitini istiyor. Mektup yazarı fazılı muhterem, iddialarına şu şekilde devam edi­yorlar:

«Şu da malumdur ki,   Kur*an-<ı Ilakirn'e ait olan hu­suslarda ve ona ait tefsir ve tabirde hakikaten, heri»* müttefiktir. Ve kimse' bu husustan aynhmyor. Fakat Za ti âlileri bitiyorlar İd, Sünnet meselesi &tUafljdn\»

Bu beyan edilen kelimelerden biz de şunu anlıyoruz ki, muhterem zata göre, lalâmî ahkâmın anlaşılması için Kur'an-ı Kerimin zarurî bir merci ve mesned1 olmasa hu-, susunda bir diyecek olamaz. Fakat Sünnetin bu vasufda bulunması, hususunda biraz düşünmek lâzımdır. Çünkü bu husus htilaflidır. Bu zatın sözlerinden, ihtilaflı olan hususlar ne gibi mevzulardır? Nelerdir ve hangileridir? [161]

 

Sünnetin Kanun Mehazı   Olduğu Hakkında

Müslümanlar Arasındaki İhtilaflar

Hangi Meselelerdir?

 

Sünneti bizatihi (Yani Resulullah sallallahû aleyhi ve sellemün ahval ve ef ali, emirleri ve nehiyleri) kanun mehazı ve ahkâmın mercii olması hususuncla ihtilaf var­dır, diye bir gaye mevcutsa, o zaman biz dfe şunu arz ederiz ki, bu hakikatin tam aksine ve zıddına bir mese­ledir. Müslüman ümmetin varlık meydanına çıktığı o mes'ut günden zamanımıza kadar böyle bir ihtilaf Ehl-i İslâm arasında mevcud olmamıştır ve asla mevcut de­ğildir. Ümmetin hepsi de daima şu meseleyi kayıtsız ve şartsız olarak kabul etmişlerdir: Hazret-i ResuSü Ekren? sallallahû aleyhi ve sellem, müminler için Allahu Taalâ tarafından itaat edüSnesi icabeden ve O'nun hükümlerine itaat etmek, emirlerini ve nehiylerini dinlemek ve tebai-yet etmek her müslümana farz küınmıştır. Zatı Saadet­leri de bu yolda yürüyerek müslümanlara, kendi ahval ve ef alini, takrir ve beyanları ile talim ettirmişSJer-dir. [162] Biz de ona uymakla vazifelendirilmiş bulunuyoruz. Yaşanılan hayatın her şubesinde zuıhur eden her hadisede yalnız O'nun göstermiş oldHığu yojjian yürür ve i§lerin hal ve fasünda onu takip ediyoruz. Başka türlü hal ve fasla da cevaz veremeyiz.

İslâm tarihinde geçmiş olan şu 1381 sene zarfında böyle bir ihtilâf ne zaman ve nerede vuku bulduğu bizce malum değildir. Böyle bir İhtilafın mevcud olduğuna da­ir ©Simizde hiç bir tarihî haber ve delil yoktur. Ufak te­fek düşünce ayrılıkları, pek mevzu ve münferid bir şe­kilde başka türlü anlayışlar, her zaman ve her yerde, her milletin arasında, her zümre içinde olabilen şeyler­dir. Bu ümmetin fertleri, hiç bir zaman, ümmetin veya mîlletim müsellem olan meşaleleri hakkında muamz olma rmşlardır; böyle bir şeyi düşünmek dahi yanlış bir şey­dir. Böyle alemşümul ve müsellem b:r mevzu sahih ve açık bir şekilde ihtilaflı olabilmesi doğru dteğildir. Böy­le olduğu takdirde, esasen bu müsellem mevzuya, mesele de diyemeyiz. Yine bu kabil garaz ve saldırılardan Kur'-an-ı Kerim bile kurtulamamıştır. Garazkâr iddiacılar işi o derece ilerletinler ki1, Kur'an-ı Kerimin tahrif edildiği­ni bile icüdia etmekten kendilerin alıkoyamazlar. Şimdi biz neye istinaden Kelâm-ı İlâhînin merci ve sened olma­sı hakkında :htilaf vardlır diyebiliriz? [163]

 

Sünnetin Kanun Mehazı  Olması Hakkında

Mâni Olan  İhtilaflar Nereye

Sığabilecekler?

 

İhtilaflı Sünnetler kendi başlarına bir taraf da bırakılıp mesned ve merci olmasalar; ihtilaflar da mev­cut olsa bu iş için herhangi bir hususî meseOede Sünnet olarak bildir'len şey de ileri sürülürse, o zaman şunu düşünmek lazımdır ki,    hakikaten bu şey isbat edSimiş Sünnet midir , yoksa değil midir? Böyle olunca, bu gibi ihtilaf Kur'an-ı Kerimin âyet ve mefhumunun menşednde de olabilir. Her i&m sahibi, herhangi bir mesele ve hü­küm hakkında Kur'an-ı Kerimde, açık bir emir olduğu veya olmadığı hususunu anlayabilir.

Mektup yazan fazılı muhterem, kendileri Kur'an-ı Kerimin tefsir1 ve tabir ihtilaflarından bahsediyor. Bu ihtilafların nereye sığabilecekleri nazara ahnmakla bera­ber, Kur'an-ı Kerimi haddi zatında merci ve mesned ola­rak kabul ediyor.

Şimdi karşımıza şöy<!e bir sual çıkıyor: Bu şekilde ayrı ayrı meselelerde Sünnetlerin isbatı ve tahkiki hu­susunda ihtiSafın olduğu ileri sürüldüğü halde yine de bu Sünnetler; haddi zatında «fi nefsini» Sünnet olarak mesned ve merci olarak kabul etmeği niçin düşünüyor?

Mektup yazan kanun âlim; fazıl zat için elbetteki, Kur'an-ı Kerimin herhangi bir hükmünün muhtelif şa­hıslar tarafınd'an muhtelif tabir ve tefs:rleri olabilir. Bir kimse idarî yahut da acfcSî işlerde bu tabir ve tefsir­leri nazarı itibara alarak ilmî usul ile hüküm verir. Fakat hüküm verdikten sonra da yine hükme esas olarak, na­zarı tlbara aldığı hüküm menşeini kendi ilim dairesin­de verdiği bu hükmü, hükmü İlâhiye istinad ettirir. Hal­buki kendi verdiği hüküm, hükmü Hâninin kendisi dte-ğild'r. Bu hüküm hakkında böyle bir iddiada, buitana-maz.

Bu şekilde Sünnet'n tahkiki hakkında da ilmî vası­talar kullanılır. Herhangi bir mesele hakkındaki Sünnet, bfr fakihın veya bir kanun koyucunun (Leg'stator) ya­hut da adalet hâkiminin indindte sabit olunca, bu hüküm  Resulün hükmüdür. Kati olarak bunu söylemese i — ki verilen bu hüküm Resul tarafından verilmiş­tir .— verilen hüküm Resulün hükmüne istinaden verilmiş olduğuna göre yine Resulün hükmü demektir. Her iki şeklin, ikisinde de şu mesele zarurî olarak iihtüaflı olur: Hakikatde bu hükümlerin hangisi aynen Allahın hükmü veya hangisi aynen Resulün hükmüdür? Bence böyledir. Acaba sizce nasıldır? Fakat benim de sizin de Allah ve O'nun Resulüne ait o5an son_ mesnedi (Final Authority) kabul eder inanırsak, bizim aramızda ihtilaflı bir husus kalmaz, O zaman Allahın ve O'nun Resulünün hükmü de kendi yerinde biaim için kanun olup, kabul edilmesi ve uyulması lazım gelen kanunun esası ve te-. m eli olur.

Buna binaen, ben S. E. Rahman Sahibe şu meseleyi anlatmak ;stemekten özür dilerim. Fıkıh meselelerinde, kendileri, Kur'an-ı Kerimdeki tefsir ve tabir ihtilafını kabul etmekle beraber, Kur'an-ı Kerimi kanun merci ve mesned kabul ediyorüar da Sünneti de aynı şekilde ka­bul etmekten niçin çek;niyoş^ar? Sünnet meselelerinin cüs'iyatı hakkında ihtilaf olduğunu ileri sürerek - ki ih­tilaf da ileri sürülebilir - Sünnetin kanun mercii olması­nı kabui etmekte düşünceye dalmalarında seoep ne ola­bilir? [164]

 

Uydurulmuş Hadislerin Bulunması Güvensizliğe Niçin Sebep Oluyor?

 

Sahib Hazretleri, Sünnetin mesned olarak kabul edilmemesi hakkında şöyle beyan buyuruyor: «Bir hay­li uydurma hadisler, geçerli olarak, Hadîs kitaplaitında bulunmaktadır.» Bu iddiadan sonra şu sözleri de İ2âve ediyorlar: «Uydurulmuş Hadisler hakkında koca koca kitaplar da yazılmıştır.» Zatı Muhterem, bunları söyle­mekle şunu ortaya atmak istiyorlar : Sünnetin kendisi şüpheli bir şeydir. Olabilir ki, bu şüphe, sözü kısa kesmek istemesinden doğmuştur. Belki aslında Zatı Muhte­rem, böyle bir iddiada .bulunmak istememiştir. Fakat id­dia varid ise, ben de şunu söylemek İsterim kî, bu husus­ta daha fazla düşünsünler. Ciddi bir tahkikten sonra, inşallah kendileri keşf edeceklerdir ki, Sünnetin şüpheli olduğuna dair delil olarak Meri sürdükleri hususlar, haki­katte Sünnete ait olan aslın mahfuz bulunduğuna ve her türlü şüpheden uzak olduğuna en kat'î bir delildir. Bu deliller Sünnete güven vermek için ortaya konmuştur. Bir parça geç kalmış olmakla beraber şu suali sormak —«"bnriyetindeyim: Acaba hangi geçerli hadis ırieemiM»-lan ve hangi hadis kitapları böyle uydurulmuş hadislerle doludur? Muhtelif muhaddlisler, hadis kitaplarını tedvin etmiş olmalarına rağmen, kendi imkânlarının son haddi­ne kadar ince eleyip sık dokumuşlar ve şu nokta üzerin­de ittifak bitmişlerdir: îtimad edilir ve güvenilir Hadis­leri bir araya getirsinler ve itünad edilecek şekle koy­sunlar

Bu hususta Sihah-i Sitte (Altı had'is kitabı) ve Mu-vatta'ın ilmî seviyesi o kadar yüksektir ki, ilim erbabı ittifakla bu kitaplara istinad eder ve onları her hususta baş vurulacak, şaşmaz ve kiymetli bir mehaz olarak bi­lirler. ~

Yine br parça geç ojsa dahi şunu da söyliydim ki, bütün Hadis mecmualarına bir kaç tane uydurma hadis g'rmjş olduğunu farzetsek bile düşünülecek şey Fazılı Muhteremin işaret buyurdukları, o koca koca kitaplar bunların hangileridir? Halbuki o *koca kitapların mevzu­un şudur: Hangi hadisler ne şekilde uydurulup ortaya atüır? Kimler hadis uydururlar? Hadüs uydumcusu yalan cı (kezzab) raviier kimlerdir? Uydurma Hadisler nere­lere girebilmişlerdir? Hangi kitaplardaki hangi hadisitere itibar edilemez? Hangi ravilere itimad ederiz ve han­gilerine itibar edemeyiz?  «Uydurma» hadisi'eri «Sahih» hadislerden nasü ayırabiliriz? Rivayetlerin doğrulukları, zayıflıkları ve sakatlıkları ve saireyi nasıl tahkik ederiz? O koca kitaplar vasıtasiyle uydurma    Hadisleri ayıkla­makla biz öy;e b'r emniyet    kesbetmiş oluruz ki, sanki hırsızlık yapan hırsızları yakalamış, çalman- malları on­ların elinden tekrar almış ve kendilerini de hapishaneye tıkmış gibi oluruz. Nasıl ki, çaimmış mallar ele geçtik­ten ssnra bunların  sah'plerini bulmak için hususî    bir usulün konduğu g'bi, ilerde de yapılacak    hırsızlıkların yine bu usulle keşfedilmesi    sağlanmıştır, îşte Hadîsler d'e bu şekilde ayıklanıp uydurmaları bir tarafa bırakıl­mıştır.

Fakat hayret edilecek nokta şurasıdır ki, her nasıl­sa bir kere hırsızlığın vukubulması, emniyetsizliğe sebep olur. Bu emniyetsizlik de her zaman ve her yer için ola­maz. Elbette ki, tedbir alındığı zaman böyle bir emniyet­sizlik mevzu bahs edilemez. Şüphesiz ki, bu gibi uydur­malar güveni sarsmış olacaktır. Fakat yaşayışın her ye-r'nde ve her sahasında güvensiz olamayız. Eğer   böyle olmasaydı ve hırsızlar yakalanıp tedbir aima imkânı bu-lunmasaydı biz dünyanın neresinde rahat barınabilirdik? Şima'i nasü olur da, muhterem yargıç hazretleri, bir hır­sızlık vaVası olmuş, failleri    yakalanmış olmasına rağ­men, sırf hırsızlık olmuş diye artık emniyet kalmadığı iddiasında bulunabilirler?

Nasıl olur da fazüı muhteremleri, Sünnet hakkında böyle ilmî bir emniyet tedbiri varken güven sahibi olmak istemezler? Ve hele bu tedbirler hırsızlığa imkân veril­meyecek bir tarzda olunca halâ güvensiziiık iddiasında nasü söz sahibi olurlar? [165]

 

Rivayetlerin Sıhhatînî Araştırma Usûlü

 

Fazh muhteremleri, mektuplarının sonunda şu fikrî ileri sürüyorlar:

«Bendeniz, bu hususta ifrat ve tefrit ola'uğuna kani değilim. Sünen-i Mütevaris (Anane Üe gelen Sünnetiter) yaai İbadetlere meselâ : Namaza, oruca, veya menaeik-i Hacca ve saireye ait sünnetler - uydurmalarla karışma­mış ve mahfuz kalmıştır. Fakat diğer hususlara ait Ha­dislerin, hadis rivayetleri ile birlikte dirayet (görgü) üzerine de kurulmaları ieabederken, böyle olmadıkların­dan onların hüccet olduklarını kabul edebilmek için târi­hi tenkide taraftarız.» diyorlar.

Bu mesele bir hadde kadar doğru bir noktayı nazar­dır. Fakat bu noktada da bazı hususlar vardır ki, ben zatı muhteremi b'r parça daha fazla düşünmeğe ve tet­kik etmeğe davet ederim, thtiyaç hissettifclerâ tarihî ten-kidleri, daha önce Hadis ilmi âlimleri yapmışlardır. Buna aa Hadis İmi denmiştir. Hadis ilmi demek, bu tarihî tenkidin başka bir ismidir. Islâmın ilk yüz yınndan bu güne kadar bu ilim hususunda o kadar tenkidler ve in­celemeler yapılmıştır ki, herhangi bir fakih veya muhad-d'is âe §u meseleye — ister ibadetlerde olsun, ister mua­melatta olsun veya hangi meselelerde olursa olsun, — Resulü Ekrem saUallahû aleyh ve selleme isnad ettiril­miş bulunan herhangi bir rivayeti tenkadsiz ve tahklksiz hüccet orarak kabul etmeğe hazır olmamışlardır. Bu ilim, hakikatte tarihî tenkid ve tahkik'n en iyi örneğidir. Mo­dern zamandaki tarihî tenkid metodunun en iyinnin de îyisidir. Bundan daha iyi tenkid ve tahkik etmek 's^Û&r <$a yoktur. Bunun üzerine/.herhangi bir ilerleme ve ileri gitme (improvement) yapmak imkânı da kalmamıştır. Belki bunu da söyleyebiliriz ki, Hadis âlimlerinin- tenkid ve tahkik usulleri öyle incelikler ve öyle kılı kırk yarma seklinde olmuştur ki, zamanımızda bile tarihî tenkidci-lerin zihinlerine. b'le sığamıyacak kadar ileri gidilmiştir.

Bu mevzuda şu gerçeği de korkmadan ve çekinme­den söyüyebüiriz ki, dünyada yalnız ve sadece Hazretti Muhammed Sallallahu aleyhi ve sellemin Sünnet ve Siy-ret ve O'nun devrinin tarihî vak'aları kadar hiç bir kim-sen'n hattı hareketi incelenmiş ve hiç bir kimsenin hayatı nazarı dikkate alınmış ve hiç bir kimsenin yaşayışı üze­rinde durulmuş değildir. Hiç kimsenin ne haatı ne de Siyret ve Sünneti, Zatı saadetlerinki gibî böyle muhad-disler tarafından olduğu gibi incelenip sık dokunarak tah kik ve tenkid edilmiştir. Hatta bugüne kadar dünyada hiç b'r kimsenin, hiç bir tarihî devrin bu kadar ince nok­taları mahfuz kalmamış ve üzerinde titizlikle de durul­mamıştır. Bunu kabul etmek de tarihî bir zarurettir.

Bence üzülecek bir nokta daha vardır ki, bizim şu yeni zamanımızın ilim ehli, bu iîmî gerçekleri inceliyerek mütalâa etmemektedirler. Bu zümre, eski. devrin il'im eh­linin görüşleri ve onların beyan uslûfcund'an mahrum bu­lunmaktadırlar. Yoksa şurası da anlaşılmış olurdu ki, Hadis' ilminde sakat hadisleri ayıklamak, tarihî tenkidin ik'nci isminden başka bir şey olmadığı gibi hem de en mükemmelidir.

Biz şunu da söyliyebiliriz ki, ıslah etmek ve ileriietmek için yine de kapılar kapanmış değildir. Kimse de kalkıp iddia edemez :ki, Muhaddislerin sakat    hadisleri

ayıkhyarak tertipledikleri şekil son şekiîdir ve bundan sonra artık bir şey yapılamaz.

Günümüzde de herhangi bir arimse çıkıp da Hadîs ilmine vâkıf olduğunu ortaya konsa ve gerçekten de bu ilme vukuf kesbetmig ibuhmursa, aynı usullerle ve yahut da daha başka usullerle Hadislerin uydurulmuş olanlarını sahihlerinden ayıklamak yolunda incelemelerde bulu­nabilir.

Resulullahm hakikî Sünneti olan şeyler bir tarafa bırakılıp da, uydurulan şeyler Zatı Saadetlerine isnat et­tirilmesini nasıl istenrş olabiliriz? [166]

 

Dirayet  (Görgü)  Nün Hakikati

 

Ahad'is-i Şerife okunurken, rivayetlerin yanı başın­da dirayet (görgü) den de bahis geçer. Muhterem mek­tup yazan, bu hususa da temas etmiştir. Bu mevzu mut-tafıkun aleyh bir şeydir. «D'rayet» (Görgü) mefhumun­da usul ve husus noktalarından, muhaddisler ve fukahâ-nın arasında ihtilaflar olmakla beraber, bu kelimenin mefhumunda, hemen hemen ihtilâf yoktur. Bu ıstılah, Sahabiler devrinden günümüze kadar süregelmiş ve kul­lanılmıştır. Elbette ki, bu hususta da şu meseleyi göz-onünde bulundurmak isteriz k;. — ben de ümid ediyorum ki, benimle muhterem mektup yazarı arasmda da bu ıs­tılahın mefhumunda bir ihtilaf olmasın — dirayet o kim­seler için itibar edilir ki, onlar Kur'ann Kerm, Hadis-H Şerif ve tsîâmî fıkıh mütalâası ve tahkikinde ömürleri­nin büyük bir kısmını sarfetmîş olsunlar. Uzun ve çetin tecrübelere gir'şip mümarese kesbdtsinJer. Basirete ve tahkike erişsinler, tslâmî düşünce-nizamı ve çalışma Öl­çüsünün nazariyelerine vukuf kesbetsinler. Ancak îslâ-mî usul ve kaideler hususunda söz sahibi olacak ilim erbabını bu saydığımız vasıflar içinde kabui edebiliriz. Aksi takdirde başka ölçülere itibar edemeyiz. Şüphesiz W, akK delillerin üzerinde durmak için. de bizi herhangi &r şey, alıkoyamaz. Ve kimsenin de dilini tutamayız. Fakat ne olursa olsun, tslâmî ilimiierde bilg'siz bulunan i, hoşlarına giden bir Hadisi kabul eder, hoşlarina gitmeyen diğer bir Hadisi d!e reddederlerse, bu da bizim iç n ölçü olamaz. Yahut da lalamdan başka herhan­gi bir gayrı - islâmî fikir nizamı iıe ve gayrı - islâmî dü­şünce ile terbiye görmüş olan zevatı kiramdan biri, kal-kip da gayrı - slâmî ölçü ile Hadislerin üzerinde durup bunların bazılarını red ve bazılarını da kabul ederse, biz yine böyle bir ölçüyü nazarı itibara alamayız. Müslüman milleti için, ne onların dirayetleri (görgüleri) kabul edi­lecek bir şey olur ne de bu milletin içtimaî ruhunda, böy­le şeylerle işleri aklen hal ve fasl etmek doğru olur. îslâ-mm şaşmaz ölçüsüne göre, İslâm terbiyesi görmüş bu­lunan akıl ile İslama ait mizacın ahenkli olması şarttır. Gayrı islâmî akıl ve ecnebi mizaç ile ve yabancı usûl ile terbiye görmüş olanların bu daire içinde herhangi bir hizmet ifa etmesi mümkün değildir. [167]

 

Sünnetin İtibar Edilir Olmasının Delilleri

 

Sünneti ayırmak hususunda muhterem mektup ya­zarı, Siinen-i Mütevaris (anane i±e gelen sünnetler) yani ibadetlere ait sünnetler ve «diğer hususlara ait Hadis -ler» demektedir. «Bunların birincilerinin mahfuz ve gü-venitir olduklarından, ikincilerinin ise tenkid ve tahlriıke muhtaç bulunduklarından bahsetmektedir. Bu hususta muhteıem mektup yazarı ile müttefik olmak bizim için zordur. Dış görünüşe göre bu ayırmada şu nokta göz-önünde bulundurulmuştur: Nebî Sallallahû aleyhi ve sel-îemin ibadetler hakkında göstermiş bulundukları yol üm­met arasında amelî olarak yaygın haldedir; nesilden nes­le uyulup gidilmektedir. Bunun için de «mütevaris» Sün­netler mahfuz kalmıştır, diğeneri ise yani muamelata ve yaşayışın diğer hususlarına ait olanlar veya Resulü Ek­rem sallallahû aleyhi ve sellsmin diğer hidayetleri, ameıî olarak yayılmamıştır; bunlar üzerine de herhangi bir me­denî ve muaşereti nizam kurulmamıştır; iktsadî işlerde revaç bulmamıştır; adalet işlerinde dle ibudlar üzerine hü­kümler verilmemiştir; bu hususlar ancak, dağınık kim­selerin hafızalarında kalmış dağınık rivayetler halindîe rivayet edilmiştir. Bu sebeplerden dolayı bu gibi husus­lar inceden inceye tetkik edildikten sonra itibar edilefei-lit1.» demektedir.

Muhterem mektup yazarı, bu şekilde tahkikden baş­ka bü şey düşünmüyorlarsa, beni yanlış anlayıştan kur­tarmakla kendilerine minnettar etmiş oluyorlar. Fakat düşünceleri bunun dışında ise, o zaman arz edeyim kâ, bu da Sünnet tarihinin hakikati haline mutabık değildir.

Asıl hakikat şudur k1, Nebî sallallahû aleyhi ve sel-lem, kendi devri saadetlerinde müslümanlar için sadece bir vaiz, bir mürşit ve bir tarikat şeyhi değüdi. Belki amelî olarak, islâmî cemaatın yani İslâm Ümmetinin lide­ri, önderi, rehberi, yol göstericisi, âmiri, idarecisi, hâki­mi, kanun vâzıı, terbiyecisi, muallimi idi. Her ne şekilde olursa olsun, akîde ve düşünceden tutun da ameli yaşa­yışın bütün noktalarına ikadar, islâm camiasını kuran yâlnız Zatı Saadetleridir. Zatı Saadetlerinin bildirdikleri, Öğrettikleri, kararlaştırdıkları usuller ve yollar üzerine, siam camiası teşekkül etmiş bulunuyor. Zatı Saadetleri­nin öğrettikleri yalnız namaza, oruca ve menasıki hac gi­bi işlere inhisar etmesine imkân olamaz. Yalnız ibadet­lere müteallik işlerle iktifa edilmesini düşünmek islâmın -dünya çapındaki inkılâbını görmemezlikten başka bir şey değildir.

Belki hakikat tamamen başkadır. Zatı Saadetlerinin öğrettikleri namaz yayılmış, derhal mescidlerde ve cami­lerde cemaat teşekkül edip, bunu ayakta tutmuşlardır. Yine aynı şekilde, evlenmek, aile    kurmak, talâk, miras hususlarına ait Zatı Saadetlerinin mukarrer kıldıkları kanunlara,, derhal müslüman aileler uyarak, işlerini bu kanunlar üzerine tanzim etmek yolunu tutmuşlardır. Alış verişte de, Zatı Risaletpanahüerinin kararlaştırdıkları kanun ve nizamlar, çarşı, pazarda revaç bulmuş ve her­kes tarafından benimsenmiştir. Adîî idlerde ve ihtilafla­rın hal ve faslında Zatı Saadetleri ne yapmışlarsa, he­men memleketin temel kanunu haline gelmiştir. Muhare­belerde ve dış devletlere karşı yapılan muamelelerde, Za­tı Saadetlerinin düşmanlara karşı tuttukları hattı hare­kete uyulmuştur. Fethedilen ülikelerin halkma ye işgal edilen araziye ait hususlarda doğrudan doğruya sünnet tatbik edilmiştir. Hülâsa bütün îslâmî yaşayışta ve ha­yatın her şubesine ait işlerde daima sünnetin kaim oldu­ğu görülmüştür1. Zatı Saadetleri, bu Sünneti ya kendi de­virlerinde tamamen kaim kılmışlar, yahut da kendilerin­den sonra bu Sünnet üzerine kararlar verilmiştir. Buna göre, Zatı Risaletpenahilerinin sünneti tslâmm ayrılmaz bir cüz'ü olduğu şüpheden uzak bir gerçektir. Çünkü Za­tı Saadetleri, kendi sünnetlerini İslama bir cüz' yapmış­lardır.

îşte Sünnet diye bilinen bu malum ve tarif edilmiş, örf ve âdetler ki, camiden başlayıp da çarşı pazar, ada­let ve hükümet daireleri, milletlerarası siyasete kadar müsiümanların içtimaî yaşayışlarının bütün şubelerinde Zatı Saadetlerinin amelî olarak başladıkları işler kendi­lerinden sonra Hülefa-i Raşidin tarafından devam ettiril­miş ve zamanımıza kadar da içtimaî hususlarda süre ge­tirilmiştir. Son asra kadar d!a bu hususlarda hiç bir ke­sinti olmadan, zincirleme sürüp gelmiştir. Sonra kesinti olmuşsa da bu kesinti ancak, hükümet, adalet ve umumî kanunlarda ve idarî işlerde vuku bulmuştur ki, bu vuku bulma da bu işleri karma karışık bir hale getirmiş, için­den çıkılmaz bir şekle koymuştur.

Eğer zatı âlileri (mektup yazan zat) mütevaris sün­netlerin mahfuz kaldıklarına kail iseler,, ki, bunlar iba-dat ve muamelata aittirler ve bu şekilde maruf ve muta­aref Sünnetlere Mütevaris Sünnetler deniyor. Bu husus­larda bir tarafda istinacüı hadisler, diğer taraftan da ümmet arasında tevatür-ü amel vardır. Buniarın ikisi de birbirîerine mutabıktırlar. Bunlara Mlüsjlüinaniartn difc-katsizliklerinden herhangi bir karışıklık, arttırma ve ek­siltmeler girmemiştir. Ümmetin uleması da kendi devir­lerinde her zaman «bid'at» ler üzerinde titizlikle durrmış-îar ve bid'atleri ayırmak için çareler bulmuşlardır. He­men hemen de her bidat'ın muayyen bir tarihi vardır. Bu da Nebî sallallahû aleyhi ve sellem zamanından beri sünnetler meyamna sokulmak imkânını göstermiş ve her zaman da ayıklanmıştır. Müslümanlar da bu bid'atleri, mutaaref ve hakikî sünnetlerden ayıklamakta pek de zor­luk çekmemişlerdir.   [168]

 

Mutafarrık Haberlerin Hususiyetti

 

Malum ve mutaaref Sünnetlerden başka bir kısım Sünnetler de vardır ki, bu Sünnetler Zata Risaletpenatıi-lerinin saadet devrinde şöhret bulmamış ve umumî ola­rak revaç görmemiştir. Bunlar muhtelif zamanlar, muh­telif vesilelerle münferid ahvalde Zatı Saadetlerinin işler ha;kkında vermiş oldukları hükümlerle, bazı mevzularda hâl ve fasl işleri, bazı hidayetler, bazı emirler ve nehiy-ler, takrirler ve icazetler (müsaadeler), yahut da hususî şahıslara amelî olarak gösterip duyurdukları mevzulardır ki, herkes bunlara vâkıf değildi. Ancak bazı muayyen kimseler bunları biliyorlardı. Ümmet efrad^ arasında, bunları toplama işi de Zatı Saadetlerinin vefatlarını mü­teakip başlamıştır. Nitekim, o zamandan beri Halifeler, idareciler,  âmirler,  hâkimler,  kadı ve yargıçlar, müftüler, hatta avam haîk da kendi işlerinin muhiti icabı, bir çok meselelerle karşılaşıyorlardı. Bu meseleleri nasıl hal ve fasl edecekleri hakkında kendi düşüncelerine baş vur­madan, Zatı Saadetleri, acaba ibu işler hakkında ne gibi hüküm vermiş olduğunu araştirıyorlardl Böyle bir emir ve hüküm varsa ona göre hareket ediyorlardı. E^er o mevzuda bir hüküm yoksa o zaman diğer çarelere baş vuruluyordu.

Bu şekilde, Sünnet arama işi başladı ve bu bir ilim halini aldı. Bu defa, acaba kimler sünnet hakkında bir şeyler biliyor diye araştırıldı. Böyle bir bilgisi olan kim­seler de bu bilgilerini diğerlerine duyurmak ve başkala­rını haberdar etmeği kendüerine bir vazife büdiler. îşte bu safha, Hadis rivayetinin başlangıcını teşkil etti. Hic­retin 11 inci senesinden itibaren, şurada burada dağınık halelle bulunan Hadisler toplandı. Bİr araya getirüLdû Mevzuları tertipleyenler, bunların üzerinde 6 kadar titiz­likle durdular ki, her türlü karışıklıklardan korunması­na azamî dikkat sarfedildi. Nitekim bir hakkı ispat ya­hut da batıl eden herhangi bir sünnet veya helâl ve hara­ma ait bulunan, yahut da birisinin ceza görüp görmeme­sine ait, hülâsa bütün ahkâm ve kanunlar Sünnetlerin üzerine tedvin edildi. Bu müeyyideler hususund'a hükü­metler, adalet makamları, fetva daireleri, o kadar titiz­likle durdular ki, her kim, kalkıp da «Zatı Saadetleri şöy­le buyurdu (Kale'n - Nebiyyü Sallallahû aleyhi ve sel-iem)» dedi mi hemen hâkim, kadı veya müftü onun sö­züne itibar eder ve derİial bu mübarek sözlere göre hü­küm verirdi. Bu defa Sünnetler üzerinde daha da titizlik­le dururlardı. Ahkama ait olan Sünnetlerde inceden in­ceye tetkikler ve tenkidler yapıldı. Rivayetler zincirine dikbt ediâdi. Dirayetlerle rivayetler arasında da tetkik­ler başladı. Bütün bunlar    yapıldıktan ve bütün maddî deliller toplandıktan sonra incelemelere girişildi. Ya ri­vayetler sağlam buiunup kabul edildi. Yahut da rivayet sahiplerinin vaziyetleri şüpheli görülerek kabul edilme­di. Bu safhadan sonra da, Sünnete ait rivayetlerin kabul edilip veya kabul edilmemek hususunda konuian kaide .ve ölçüler, bu mevzuda çalışan bütün ilim çevrelerince kabul edildi.

Bu Sünnetlerin çoğu hakkında ulemâ, fukahâ ve mu-haddisinin büyük bir zümresi müttefikdirler. Bir kısmı da ihtilaflıdır. Bazılarının Sünnet olarak kabul ettiğini, bazıları kabul etmezler. Bu ^ihtilaflar hakkında yüzlerce ulemâ arasında, asırlarca Önceden .başlayan ilmî tenkid­ler son derece geniş tutulmuş ve bu hususta her türlü onktayı nazar istidlal edilerek kararlar verilmiştir. İs­tidlallerin esasları ve mesnedleri de fıkıh ve hadis kitap­larında kayıtlıdır. Bugün artık herhangi bir ilim sahibi için, bir mevzunun Sünnet olup olmadığı hakkında ka­rar verebilmesi de bu istidlaller tahtında pek zor bir iş değildir.

Buna göre, Sünnetin isminden ürküp çekinme sebe­binin neye istinad ettiğini bir türlü anlıyarruyorum. El­bette ki, bu ilim üzerinde vukuf sahibi olmayan zümre­ler ve bu ilimden uzak bulunan kimseler, Hadisler ara­sında ihtilaf vardır diye duydukları zaman ürpermeğe . başlıyorlarsa haklı değillerdir. [169]

 

Ahkâm Olan Hadislerin İmtiyazına Ait Hususiyetler

 

Bu hususta şu meseleyi de iyice anlatmak isteriz ki,. Hadisler meyanmda «Aıhlkânı» ihtiva etmeyenler <îe var­dır. Bunlar sadece tarihî Hadisler yahut da zamanın kar­gaşalıklarını anlatan veya insan ahlâkını tedavi eden ilâç mahiyetindekilerle, men&kıb, fezaü ve bu gibi işlere taalluk edenlerdir Bunların üzerinde fazla inceleme yap­maya ve ahkâm ihtiva eden Sünnetler gibi kılı kırk yar­mak için ter dökmeğe lüzum yoktur. Bunun için bu mev-zulardaki Hadisler ancak rivayet hükmünü taşır ve riva­yet kiymetini haiz olurlar.

Fakat ahkâm ihtiva eden Sünnetler böyle değildir. Ahkâma ait Sünnetler, asılsız ve uydurma yahut da ya­lan rivayetlerden tamamen temizlenmiş bulunmalıdır. Bunları rivayet eden râvilerin rivayetlerinde zayıf ha­berler mevcud olabilir. Fakat'mevzu yani uydurma olan­ları ayıklama işleri pek kolay olmamıştır. Zayıf haberle­ri de yine Fıkıh mektepleri (mezahip) çok kere kabul et-mişıerâür. Çünkü bu haberler ve Hadisler Kur'an-ı Keri­min hükmüne uymaktadırlar. Bunun içinmutearref Sün­netlerde rivayetlerin zayıf olması nazarı itibara alınim-yarak, dirayetler kuvvetli olduğundan bu gibi Sünnetle­re itibar edilir. Dirayetin de kuvvetli oluşu, rivayetin sahih olduğuna delil teşkil eder.

Muhterem mektup sahibine kısaca yapmış olduğum bu uyarma ve açıklama şu sebebi hedef edinmektedir: Bu yazalar alelade halk tabakasından biri tarafından ka­leme alınmamıştır. Bilâkis bu kalem sahibi memleketi­mizin Yüksek Mahkemelerinin bir hâkimi ve bir yargıcı­dır. Bu durumda bulunan büyüklerin, Sünneûn şerl ve kanunî hususiyetine ait bu şekilde zayıf tarafları olursa, bu kabil mevki sahiplerinden, beklenilmeyen bir hayli hareketler doğabilir. Adliyenin bazı ileri gelen zevata da Sünnete ait bu gibi, üinı dışı düşüncelere kapılmışlardır ki, bu durum sahih ve Ümî noktayı nazara muvafık de­ğildir. Bu yanlış anlayışlardîan dolayı ben de istedim 'ki. bu meselelerin gerçek mahiyetini gün ışığına çıkarayım. Bu açıklama şüphesiz ki, yalnız muhterem, mektup yaza­rının şahsına münhasır olmayıp, diğer bütün adlî mercilerde bıuunan hâkimlerimizin dikkatlini celbetrnek için­dir. Biz kendi Adliyemizi, islâmm mukayese kabul etme­yen üstün ve ulvî hukuk bilgileri ile mücehhez görmek

istiyoruz. [170]

 

BAB. 7

 

1952 senesi Kasım ayının 24 ünde Karaçi'de baro birliği baş­kanı, Mevlâna Ebu'l A'lâ Mevdûdi'yi Islâmî Anayasa mevzuu hakkındaki toplantıda, konferans vermek için cjavet etmişti- lîu toplantıdan maksad, münevver zümreye, adlî çevrelere ve bilhas­sa genç. hukukçulara Islâmî Anayasa bahsinde doğru bilgiler ver­mek ve aynı zamanda zihinlerdeki menfî anlayışları bertaraf et­mekti. O zaman memleket, tarihi ve mühim günler geçiriyordu Memleketin her tarafımla Islânıî Anayasanın bir an önce yapıl­ması isteniyordu. Bunun için her tarafta mîlletin sıesi yükseliyor­du. Kasım 1952 senesi Nazimuddin'in raporu ileri sürüldü. Fakat tıalkın isteği üzerine bu raporun icra edilmesi bir ay kadar ge­cikti. Tabiî olarak, Avrupa usulü île yetişmiş ve Avrupada eği­tim görmüş kimselerin zihnini bu hususta bir çok sualler kurca­lıyordu. Bunlara cevap vermek zarureti vardı.                               '

Mevlâna Mevdûdî bu, toplantılara iştirak etti. Bu suallerin cevaplarını mükemmel bir şekilde ortaya koydu. Müzakerenin baş­langıcında, Mevlânâ Mevdûdî bir takrir ile, tslânıî hükümetin ve Islânıî Anayasanın esaslarına ait plânı ilmî bîr vukufla açıkta diktan sonra, buhusnsta kendisine birkaç saat, sual tevcih edildi. Mevlânâ da bu sualleri gayet parlak bir şekilde cevaplandırdı.

Mevlâna'nın n sağıdaki  satırları  Islânıî  Hükûmet'in  esaslarını aydınlatan beyanlan ihtiva eder. (Hazırlayıcı) [171]

 

İslâmî Hükümetin  Esasları

 

İlk önce, Anayasa ve hükümetin birkaç mühim ve esasa ait meseleleri üzerinde durmak isteriz. Kısaca şunu söylemek isterim ki, îslâmın aslî mehazlarında acaba eli­mimde ne gibi kaideler bulunmaktadır? Buradan da îslâ-mın Anayasasına ait meseleler üzerindeki ölçüler amaşı-hr. îslâm bu hususta ne gibi noktalar üzerinde durmuş ve neler üzerinde durmamıştır. Onun yapmak istediği şeyler sadece tavsiyeden ibaret midir? Yoksa kat'î ah-kâmmıdır ki, bunları biz müslümanlar, kabul etmek zo­runda olup reddedemeyiz. Bu meyanda Islâmî Anayasa hususunu ele alarak dokuz esas mesele üzerinde konuşa­cağız.

1.   Bu mevzuda karşımıza İlk çıkacak olan sual şu dur: Hâkimiyet kimin hakkıdır? Herhangi bir hükümda­rın mı, herhangi bir zümrenin mi, yahut da    bütün   bir milletin mi, ve yahut da Hak Taalanın mı?

2.   İkinci sual  : Hükümetin çalışma dairesinin hıi-dWu nedir? Ne dereceye kadar ve hangi hudud daire­sinde hükümet itaat edilmeğe hak iktisab eder ve nere­lerde ve hangi şartlar dahilinde bu hak ortadan kalkar

3.   Üçüncü ve esasa ait sual Anayasa hakkındadır: Hükümetin muhtelif organları (Organ of the state) yani icra kuvvet :  (Executive), Adliye:  (Judiciary) ve kanun yapma. (Legistatiutre) ün ayrı ayrı çalışma sahaları ne­lerden ibarettir? Bunlardan her biri ayn ayrı ne gibi va­zifeler ifa ederler. Bu vazifelerin ölçüleri nelerden iba­rettir? Ve bunların birbirleriyle alâka dereceleri ne nis-bettedir?

4.    Dördüncü  mühim  sual de  şudur   :   Hükümetin varlığından maksad nedir? Hükümet    hangi maksadlar

için kurulur ve hangi maksadlar için çalışır ve ayakta tutunmak için hangi esaslara iktiran etmesi lâzımdır?

5. Beşinci sual : Hükümet kendi nizamını yür it­mek için (icra Vekilleri Heyetini) ne şekilde teşekkül ettiriır?

6.    Altıncı sual  : Hükümet nizamini yürütenler ve devamını    sağlayanlaçın ne gibi    vasıflarda    (qualifica-tions) olmaları icatbf&er?. Hangi zümre veya ne gibi kim­seler bu mevkilerde vazife alabilirler? Ve hangi vasıftaki kimseler bu gibi işreri yürütmek ehliyetinde ve kabiliye-tindedirler?

7.    Yedinci  sual   :   Anayasada vatandaşlığın  temel­leri ve esaslarının nelerden ibaret olduğudur? Hangi kim­seler bu hükümetin medenî vatandaşları    olabilirler    ve hangi zümreler olamazlar?

8.    Sekizinci sual  : Medeni haklara mâlik olan va­tandaşların veya ülke içihd'e yaşayan zümrelerin esas hak ve hukukları-nelerdir?

9.   Dokuzuncu sual : Hemşeriler, vatandaşlar ve ül­kede yaşayan diğer zümreler üzerinde hükümetin ne gibi hakları vardır ve bu haklar nelerdir?

Her Anayasada bu esas hak ve temel hususiyetler gözönünde bulundurulur. Şimdi bakalım, İslâm bu sual­lere nasıl ve ne gibi cevaplar vermiştir? [172]

 

Hakimiyet Kimin Hakkıdır?

 

İlk Önce şu sualin üzerinde duralım: Islâmî hüküme­tin Anayasasında. «Hâkimiyet» hakkı kime verilmiştir?

Kur'an-ı Kerim, bu sualin cevabını bize açık wq ke­sin olarak vermiştir. Her manada ve her şekilde hâki­miyet Âllahu Taalânındır. Bunun içindir ki,    hakikaten hakikî ve mutlak hâkim Hak Taalâdır. Islâmda Hak Ta-alânm hâkimi alâ olduğuna inanmak zarureti vardır. Bu jnese.eyi, bir kimse iyiden iyiye anladığı zaman şunu da kavramış olacaktır: ilk önce hâkimiyetin, manasının ne demek olduğunu bilmek icabeder. [173]

 

Hâkimiyet Mefhumu

 

Siyaset ilmindeki ıstılahd'a bu kelime Eh Yüksek İktidar ve Mutlak İktidar anlamında kullanılır. Herhan­gi bir kimse, yahut da bir topluluk veya bir idarenin ba­şında bulunanın hâkim olması ve hâkimiyeti elinde tut­masından maksad şudur: Onun her hükmü kanun mahi­yetini taşır ve kanun olur. Böyle bir kimse, hükümetin ülkesinde yaşayan fertlerin üzerinde hükümlerini yürü­tür ve hudutsuz ihtiyarat ve salâhiyet sahibi olur. îdare edilenler de böyle bir kimseye kayıtsız şartsız itaat et­meğe mecbur olurlar. Bu kayıtsız şartsız itaat ister is­tekle olsun ister isteksiz ve kerahetı'e olsun, kabul edil­melidir. Onun hükümranlık salahiyetlerini ve onun ihti-yarâtım, kendi iradesi altında, hiç bir şey hududlandır-maz ve kısamaz. Fertlerin de onun karşısında herhangi bir hakları olamaz. Ferdlere verilmiş bulunan bir hak var ise, bu hak da ancak onun tarafından verilmiş, olur. Böyle birisi isterse vermen bu hakları genişletir, yahut da kısar veya tamamen ortadan kaldırabilir. Kanunî bir hak ortaya çıkarsa, bu da ancak kanun koyan «şarî» (Lavv-giver) den gelmiş ve ortaya çıkmış olacaktır. Buna göre bu şârf verilmiş olan bu hakkı almak isterse geri alacak ve artık hiç bir hak da ortada kalmamış olacaktır ki, böyle bir hak istenebilsin. Kanun da hâkimiyeti elde bu­lunduranın iradesinden çıktığına göre, fertlerin ona itaat <?tmek zorunda bulunduklarına nazaran, tamamen ve her şeyde onun isteği olacaktır: Hâkimiyeti elinde bulundu­ranı d'a herhangi bir kanun müızem. kılmadığı iğin, böyle birisi tam manasiyle kendi zatında Kaadir-i Mutlak'tır. Onun hükümleri hakkında, iyi veya kötü, sahih veya ha­ta, doğru veya yanlış diye sual sorulamaz. O ne yapar­sa yapsın, hep iyidir. Onun itaatma girmiş olanların, bu işlere fena demek hakları da yoktur. Onun yaptıklarını da kabul etmemek olamaz. Bunun için, onun Sübbûh (Teşbih edilen) Kuddûs (Mukaddes) ve hatad'an Mü­nezzeh (Temiz, pâk) Olduğuna inanmak icabeder. tster bu varlık böyle bir durumda olsun isterse olmasın, üze­rinde durulmaz.

İşte bu, Kanunî Hâkimiyet (Legal Sovercignty) dü­şüncesidir ki, kanun bilen bir kimse (Fakih : Jurist) bu düşünceyi ileri sürer. Bundan daha az bir kudret veya imkâna da artık «Hâkimiyet» denemez, bu isim verile­mez. Fakat böyle bir «Hâkimiyet» bugün artık farazi bir mefhum haline gelmiştir. O kadar küçülmüştür ki, ha­kikî bir hakimiyet yahut da siyaset ilmi ıstiıahmda «si­yasî hâkimiyet» : (Political Sovereignty) bile kalmamış­tır. Yani amelen bu iktidarın mâliki bulunan da böyle, bir kanunî hâkimiyet tasallutuna uğramıştır. [174]

 

Hâkimiyet Hakîkaten  Kimindir?

 

Şimdi ilk önce şu sual ortaya çıkıyor: Böyle bir hâ­kimiyet hakikaten insanlık camiası içinde mevcut mu­dur? Eğer bu şekilde bir hâkimiyet varsa, nerededir? Bu tarz bir hâkimiyeti eldîe tutabilen kimdir ve nedir?

Niçin, herhangi bir padişahlık (mutlakıyet) nizamın­da herhangi bir padişah böyle bir hâkimiyeti elinde bu­lundurur? Yahut da niçin haç bir zaman ibuîundurmaz ve bulunduramaz? Şimdi, 'herhangi bir diktatör yani mutlak müstebid bir hükümdarın durumunu ele alalım. Böyle bir iktidarı tahlil ederek ve üzerind'e durup çeşitli cepheler­den incelediğimiz takdirde, görülecektir ki, bu idareci­nin salahiyet ve ihtiyaratını bir çok haricî sebepler kıs­mıştır. Bunlar onun iradesine tabi değillerdir.

Ve sonra herhangi bir Cumhuriyet nizammda her­hangi muayyen bir hususta parmak kaldıranların ger­çekten bir hâkimiyetleri var mıdır? Bu mevkide bulunan kimselerin de hâkimiyet düye ortaya attıkları şeyleri in­celediğimiz zaman, görülecektir ki, bu zahirî mutlak ih-tiyaratm arkasında esas iktidarı elinde bulunduran baş­ka kuvvetler de vardır.

İşte bu sebeplerden dolayıdır ki, siyaset ilminin ileri gelenleri, Hâkimiyet nazariyesini açık bir şekilde ortaya atmak istedikleri zaman, insanlık camiasının geniş daire­si içinde, bu mevzunun tam mefhumunu aramak için çır­pınıp dururlar. Neticede de birşey elde edemez olurlar. Bu maksatî'a yapılan fikir elbisesi hiçbir vücuda yakış­maz ve bu giyim de hiç bir bedene uymaz.

Bunun için insanhk dairesinde, hatta bütün mahlû-kat arasında bu elbisenin ve bu giyimin uyabileceği bir vücud ve beden bulunmaz. Ancak... Bu hakikati Kur'an-ı Kerim, mutaaddit yerlerde tekrar tekrar ortaya koymuş­tur ki, hakild hâkimiyeti elinde bulunduran yalnız ve mahzâ Allahu Taaladır. Ancak ve yalnız O, mutlak ihti­yar sahibidir.

Fa'lün li mâ yüriyd : (İstediğini yapan) dır [175] Ancak O, gayrı mes'ul ve her ne yapmışsa veya etmişse soru sorulmaktan münezzehtir. Hiç kimseye cevap ver­mek zorunda da değildir

Lâ yüs'elü am-mâ yefalü : (Ne ettğinden sual so­rulmaz)   [176]. Tam iktidarın mâliki de yine O'dur.

«Bi yedıîhi melekûtu külli şey'in : (Hsrşeyin iktidarı O'nun elindedir.)[177] O, öyle bir varlıktır ki, onun inti-yârâtını hiç bir kuvvet ve kudret kısamaz ve hudutlandıramaz.

«Ve hüve yüciyrü ve lâ yııcâTÜ aievhi (O himayesi altına alır ve onu hiç bir şey himaye ed'emez) [178] O'­nun zatı herhangi bir hatâdan münezzeh ve pâk'dir.[179]

«El - melik el - kııddûsü's - selâm u : (Hakiki padi­şah, mukaddes, pak varlık ve selâmetlik bağışlayan­dır.) [180]

 

Hâkimîyet Kîmin Hakkıdır?

 

Şimdi ikinci sual vârid oluyor. Hakikaten mesele­nin aslını bir tarafa bırakırsak eğer Hak Taalâ herhan­gi başka bir kimseye hâkimiyet vasıflarından bazısını vermek isterse, o zaman hakikatte Jrim bu hâkimiyet va­sıflarını elde etmek hakkına mâliktir? Tâ ki, onun'hük­mü kanun olsun? Onun karşısmda başka bir kimsenin itiraz, etmek hakkı olmasın. Ona kayıtsız ve şartsız ita­at edilsin. Onun hükmüne karşı her ne suretle olursa ol­sun iyic' veya fenadır denmeyip, doğrudur yahut yan­lıştır diye iddia edilmeyip, sorgu sual sorulmasın. Böyle bir hak ister herhangi ıbii* şahsa verilsin, ister herhangi bir idare sistemine bahşedilsin, isterse .bîr ülke halkının çoğunluğuna atâ kılınsın, kime verilirse verilsin, ne şekilde olursa olsun, yine şu husus sorulabilir: Bu hak hangi esas üzerine verilmesi gerekir? Bu meselenin sebebi ne­dir? Fertler böyle bir hüküm sahibi olmaya nasıl hak kesbedeceklerdir? Bu sualin, en geniş şekline herhangi bir suretle cevap verilmek istenirse, bu cevap şu olabilir: Halkın rızası, acaba bu hâkimiyetin meşru olması için de­lil teşkil edebilir mi? Fakat nasıl olabilir de böyle 1>ir şe­ye inanılır ve razı olunabilir? Herhangi bir şahıs, kendi isteği ve kendi rızası ile, kendini kendi eliyle başka bir kimseye satıp, kendini başka bir kimsenin malı kılabilir? Satın alan kimse de bu şahıs üzerinde nasıl meşru bir mâ*-likiik ve sahiplik hakkını elde etmiş sayılabilir?

Eğer halkın bu şekildeki rızası bu kabil bir mâliki-yet'ı haklı ve meşru kılmazsa, demek olur ki, o zaman hangi yanlış anlayış üzerine, sadece çoğunluğun (Cum­hur) un rızası olmakla bir kimse hâkimiyet hakkını ele .geçirebilir?              

Kur'an-ı Kerim açık ve gayet belirli bir şekilde bil­dirmiştir ki, Allahu Taalânın mahlûklarının üzerinde herhangi- başka bir mahlûkun hüküm sürmek hakkı yok­tur. Hüküm sürmek hakkı yalnız ve mahza Allahu Taa-lâmndır. Çünkü, Ailahu Taalâ, kendi mahrukatının Hâ-Jiki'dir.  Yaratmış olan O'dur.

Eiâ lehü'l - halku ve'l - emrü.

Dikkat, yaratmak da emir de O'nundur, (Araf, 54)

Bu öyle makul bir meseledir ki, halkın hiç bir ferdi "bunu inkâr edemez ve Allahu Taalâ'nm Hâlık olduğuna itiraz edemez. O'nun Hâlikliğini herkes kabul eder. [181]

 

Hakimiyet Kimin Hakkı Olabilir?

 

Şimdi üçüncü sual ortaya çıkıyor ki, faraza halk ile "bâtıl arasında bahsedilirse, Hâkimiyet mansıbının hangi insanî iktidara verilmesi gerekir. Ve insanlık camiası İçinde hangileri bu iş için tercih ediıir? İnsan için — is­ter bu insan, bir fert olsun, yahut da- bir zümre olsun, veya bir millet veya kavim topluluğu olsun, ne olursa ol­sun — Hâkimiyet denilen nesne Öyle kolay kolay yenidir yutulur ve hazmedilir şeylerden değildir ki, bunun üze­rinde fertlerin hüküm yürütmeleri hususunda hudutsuz salâhiyetleri ve ihtiyarâtı olabilsin. Onun karşısında da hiç bir kimsenin söz söyiiyebilecek bir hakkı olmasın. Herhangi bir hüküm vermekte ve işleri düzene koymak­ta, onun hatasız olduğu kabul edilsin. Bu şekilde ihtiya-rât, herhangi bir insanın eline geçti mi zulmün ortada bulunması da muhakkaktır. Bu zulüm, içtimaî ve muaşe­reti hususlarda da olabilir. Bu hususların haricindeki meselelerde de yani devletin dış münasebetlerinde de ola­bilir. Böyle bir zabtü rabtm fıtratının içinde fesadın bu­lunması muhakkaktır. Hiç bir insanî yaşayışın da bu f^-saddan kurtulmasına imkân yoktur. Çünkü bu gib: hâ­kimiyetler hakikî bir hâkimiyet değildir. Böyle hâkimi­yetler hakikatte hâkimiyet hakkı olarak elde edilmemiş­tir. Uydurma bir şekikfe hâkimiyet makamı elde edilkı-ce böyle bir otorite makamının ihtiyarâtı da sahih, doğ­ru ve meşru olamaz. Bu mühim mesele, Kür'an-ı Kerim'-de şu lafızlarla beyan buyurulmuştur :

Allanın nazil kıldığı ile hüküm    vermeyen böyleleri. zâlimdirler. (El - Mâ'ide, 45) [182]

 

Allah'ın Kanunî Hakimiyeti

 

İslâm, bütün bu sebeplerden dolayı, şu meseleyi ke­sin olarak ortaya koymuştur: Kanunî hâkimiyet, hâki­miyet diye kabul edilen hakikî ve bütün kâinat üzerindeki hâkimiyettir. Böyle olunca bu hâkimiyeti elinde bu­lunduran ortaksız ve şeriksiz olarak insanlar üzerinde de hâkimiyete mâliktir. Bu husus, Kur'an-ı Kerim'in müte­addit yerlerinde beyan buyrulmuştur. O kadar çok yerde beyan edilmiştir ki, bunları tek tek saymak güçtür. O ka­dar kuvvetli bir şekilde beyan edilmiştir ki, bundan da­ha kuvvetli bir beyan olamaz. Misal olarak bazı yerler­deki âyetleri nakledelim:

İşte hüküm yalnız A Halın id ir ki, mâlız a kendisinden başkasına ibadet etmiyesiniz diye emir vermiştir, İşte sağlam din d!e budur.

(Yusuf, 40) Başka bir yerde  :

Kabbınızdan size nazil kılınmış bulunana tâbi olunuz, ve ondan başka kimseyi koruyucu edinip tâbi olmayınız.

(A'raf, 3}

Diğer bir mahalde, Hak Taalâ bu kanunî hâkimiyet­ten kaçınanı açık olarak kâfir tâbiri ile vasıflandırmış-tır.

A Hal ı in nazil kıldığı ile hüküm vermeyen böyleleri kâfirdirler. (El - Mâide, 44)

Bu âyet-i kerimeden apaçık olarak anlaşılır ki, Allah Taalânın kanunî hâkimiyetini kabul etmenin İsmi iman ve Islâmdır. Bunu kabul etmeyip reddedip inkâr eylemek de katiyyetle küfürdür. [183]

 

Resül'ün Hususiyeti

 

Dünya üzerinde Allah Taalânın bu kanunî hâkimiye­tinin mümessilleri de Enbiya (Peygamberler) aleyhi se-lâm'dırlar. Yani, onların vasıtasiyle bize malûm olup, biz­ce anlaşılır ki, bizim için Şârî   (Kanun koyan)   :   (LawGiver) ne gibi hükümler vermiş ve ne gibi kanunlar koy­muştur ?

Bu kanunlar ve bu Âükümler Enbiya vasıtaaiyle olunca islâm'da Allah Taalânm hükmü altında onlara (Nebilere) kayıtsız şartsız itaat edilmesi hükmü veril­miştir. Kur'an-ı Kerimi tetkik ettiğimiz zaman, görüle­cektir ki, Allah tarafından gelmiş "bulunan Peygamber­ler bu hususu şu şekilde ilân etmişlerdir:

Fe'ttekûilahe ve etîy'ûni :  (Ali ah tan çekinin ve ba­na itaat edin). [184]

Yine Kur'an-ı Kerim, bu hususta kat'î ve açık ola­rak şu beyanda bulunmuştur:

Hiç bir Resul göndermedik ki, ancak Allanın İzni ile kendisine itaat edile. (En - Nisa, 64)

Her kim, ResuPe itaat etmiş olarsa elbette ki Alla­ha da itaat etmiştir. (En - Nisa, 80)

Hatta Kur'an-ı Kerim daha da açık bir şekilde şu hususu ortaya koymuştur: İhtilaflı meselelerde Resulün verdiği hükme kayıtsız şartsız tabi olup kabul etmedik­çe bir kimse müslüman olamaz.

. Hayır, senin Rabbına and olsun İd, onlar aralarında çıkan anlaşmazlıkta Seni hakem kılmayıp verdiğin hü­kümlere hiç bir şekilde sıkılmadan, sana tam bir itaatle bağlanmadıkça iman etmiş olmayacaklar. (En - Nisa. 65)

Ve başka bir yerde buyurulmuştur :

Ne bir mümin erkeğe, ne de bir mümin kadına şu hak düşer ki, Allah ve O'nun Resulü bir işde duruşma yapıp hüküm verirlerse, bu işde artık bir güne itiraz etmeyder. Her kim Allaha ve O'nun Resulüne karşı gelir­se elbette ki apaçık bir şekilde dalalete düşmüş olur. (El - Ahzâb, 36)

Bunlardan sonra artık .şüpheye bir mahal kalabilir mi? İslâmda kanunî hâkimiyet mahza ve kül olarak Al­lanın ve O'nun izni ile de Resûlünündür. [185]

 

Siyasi Hakimiyet Allahındır

 

Bu mühim Anayasa meseleleri halledildikten *sonra. şöyle bir sual ortada kalıyor. Bundan sonra siyasî hâki­miyet (poiitical soverignty)  kimin olacaktır?

Bu sualin cevabı da şu olabilir ve şu olmalıdır: Bu Allanın olmalıdır. Nitekim insanlar da bir mümessil gi­bi siyasî iktidarı Allah Taalânm kanunî hakimiyetini nafiz (en force) kılmakla ayakta tutabilirler. Bu şekilde dahi kanun ve siyaset ıstılahında hâkimiyetin (Sove-reign) sahibi, olan kimseye dahi hakikî hâkimiyet sa­hibi diyenıiyeceğiz. Gayet açıktır ki, kudret ve iktidar sahibi olmak kanunî hâkimiyet demek değildir. Çünkü böyle bir iktidarın ihtiyarâtından daha yukarıda, da­ha üstün bir kanun, onun ihtiyarâtını hudutlandırır. Ve onun ayağını bağlar. Yahut d'a bu ihtiyaratı değiş­tirmek imkânı bırakmaz. O zaman da iktidar sahibi bu­lunana da hâkimiyete sahiptir diyemeyiz. Şimdi bu va­ziyette bulunan bir kimseye sahih bir mefhum olarak ne diyebileceğiz? Bu sualin cevabını da Kur'an-ı Keri­min kendisi halletmiş bulunuyor. Kur'an-ı Kerim bu mefhumu «hilafet» lafzı ile beyan etmiştir. Yani ikti darı elinde tutan kimse haddi zatında hâkimiyeti elinde tutmaz, hâkimiyeti elinde tutan Hâkimi A'lâya niyabet eder. [186]

 

Cümhuri Hilafet

 

Bu niyabet lafzından sizin zihinlerinize «Zilllullah» veya «Papalık» veyahut da «Padişahın tlâhî hukuku» : (Divine Right of the King) girmemelidir. Kur'an'ın hük­müne göre Allah Taalânın bu «niyabeti- makamı» her­hangi bir ferd-i vahid, yahut herhangi bir hanedan ve­ya herhangi bir zümrenin hakkı değildir. Belki bu, bü­tün halkın hakkıdır 'ki, bu halk Allanın Hâkimiyeti Mut-lakmı kabul etmişlerdir. Bu da kendilerine Resul vası-tasiyle ulaştırılmıştır. Bunlar tiâhî Kanuna en yüksek ve  en   üstün  kanun olarak   inanmışlardır.

Sizin içinizden iman edip de sâlih amel işlemi»? olan lara Allah  yeryüzünde halife kılacağını  vaadetmiştir.

(En  -  Nûr,  55).

Bu mesele, Islâmî hilafeti, kayserilik (imparatorluk), papalık ve Avrupai tasavvurdan alınmış olan dinî hükü­met (Theocracy) nin tam aksine bir Cumhuriyet kılmış­tır. Bu büyük fark olmasına rağmen, Avrupa hatkmırı Cumhuriyet diye isim taktıkları şeyle-halk hakimiyet ni ederinde tuttuklarını iddia ederler. Biz müslümanlar da Cumhuriyet dediğimiz zaman — bizim Cumhuriyet dedi­ğimiz Cumhuriyette de — halk yani Cumhur-i Ha-k (Hal­kın hepsinin topluluğu) ancak sadece hilafeti ellerinde tutarlar. Hükümet nizamını yürütmek için Avrupalıların Cumhuriyetinde, umumî rey verenlerin v? oy sahipleri­nin reyieriyle hükümet kurulur, değiştirilir ve yürütülür. Bizim Cumhuriyetimizde ise bu husus yine böyledir. Şu farkla ki, onların düşüncelerine göre Cumhuriyet hükü­meti, hâkimi mutlak ve muhtarı mutlaktır. Biz;m düşün­cemize göre ise, Cumhuriyet h1 laf e ti, Allah Taalâ'nın ka­nunlarına bağlıdır.  Hakimi  mutlak değildir. [187]

 

Hükümetin Çalışma Sahasının Hududu

 

Bu şekilde Hilâfetin teşrihinden sonra şu mesele de kendiliğinden halledilmiş olacaktır: İslâm Anayasasına göre hükümetin çalışma sahasının hududu nedir? Madem ki bu hükümet Allah hilâfetidir ve Allah Taalânın kanu­nî hâkimiyetini kabul ediyor, o zaman n<* de olsa böyle bir hükümetin ihtiyârat dairesini de Allah Taalâ muay­yen bir hudud dairesinde tahdid etmiş olması da karar­laştırılmış olacaktır. Hükümet ne yaparsa ve ne ederse ve nasıl çalışırsa çalışsın hep bu hududun dahilinde ola­cak ve bu hududu tecavüz etmeğe kanunen ve Anayasa gereğince müsaadeli olmayacaktır. Bu mesele sadece mantıkî olarak Allah Taalânın hâkimiyeti, kanun usulüne bağlı değil, belki bu meseleyi açık bir şekilde Kur'an-ı Kerim, kendisi de beyan buyurmuştur. Kur'an-ı Kerim'de yer yer hükümler konup bu husus üzerinde durulmuştur.

İşte bu Allanın hudududur ki, bu hududa yaklaşma, yin.

İşte bu Allanın hudududur ki, bu hududu aşmayın.

Her kim Allah in hududunu aşmış olursa, böyleleri za­limlerdendir.

Bunlardan başka umumî kaide olarak şu hüküm de verilmiştir :

Ey iman etmiş bulunan kimseler, Allah a itaat ediniz ve O'nun Resulüne de itaat ediniz ve kendi içinizden olan ülülemr'e de.. Bir şey hakkında aranızda ihtilafa düşer­seniz ve siz Allah ve ahlret gününe iman ediyorsanız, bu­nu Allah'a ve O'nun Resulüne- havale ediniz. (En , Nisa, 59)

Bu âyet-i kerimeden anlaşıldığına göre, hükümete itaat etmek, Allah ve O'nun Resulüne itaat etmek tahtın­da lâzımdır. Serbestçe ve alelade bir şekilde değil. Buradan yine açıkça anlaşılıyor ki, Allahın hükümlerinden ve Resulün itaatından uzak bulunmak şartiyle, hükümete itaat etmek isteği için bir hak ve bir sebep ortada kal­maz. Bu noktanın daha açık bir şekilde anlaşılması hak­kında da Hazret j -Resûl-ü Ekrem Sallallahu Alevhi ve Sellem şöyle buyurmuşlardır:

La ta'ate li-men 'asa'Uah. : Allah a karşı isyan eden kimseye itaat yoktur. Ve yine Hiç bir yaratılmış için Yaratana karşı masiyet için, itaat yoktur.

Bu âyet-i kerime bu usulün yanı basma şu usulü de koymuştur: Müslüman camiasında her ne suretle olursa olsun, anlaşmazlıklar vuku bulabilir. Bu anlaşmazlıklar, ister fertlerin kendi aralarında yani bir fert ile diğer bir ferdin arasında olsun, ister zümrelerin ve bir zümre ile diğer bir zümrenin, yahut da bir fert ile bir zümrenin arasında olsun, ister memleket halkı ile hükümetin ara>-sında ve yahut da hükümetin muhtelif elemanlarının ara­sında olsun, hulâsa her nerede olursa olsun, bu meselele­rin hal ve faslında ve karara bağlanması için esas ve son merci Allah Taalâ ve O'nun Resulü olacaktır. Bu usûl de aslında kendi sınıfı bakımından şu meseleyi gerekti­rir: Hükümet işlerinde iktidarı ellerinde tutanlar da her hangi bir ihtilaflı muamelelerde ve çözülmesi lâzım ge­len işlerde karşılaştıkları müşkülatın hal edilmesini Ki-tabullah ve Sünnet-i Resulullaha göre yapıp neticelendir, meleri gerekir. [188]

 

Hükümet Organlarının Çalışma Hududu Ve Bunların Birbirleriyle   Alakaları

 

Şimdi şu mesele de hal olunmalıdır: Acaba hükûmetin muhtelif organlarının (Organ of the state) ihtiyaratı ve çahşma hududu neler olmalıdır? [189]

 

Teşrii (Kanun Yapıcı) Meclîslerin Hududu

 

Teşriî (Mükanine : Legislature) organ o şeydir ki, biz ona eski istilanda (Ehlü'l-halli vel'akd) denir. Bu mevzuda şu mesele de tamamen açıktır ki; bu teşriî organ Allahın Kitabı ve Resuİullahın Sünneti hidayetinin .sığı altında çalışacak ve bunların aksine, kendi icmâı (oy birliği) ile dahi her ne suretle olursa olsun, herhangi bir kanun yapmak salahiyetinde olmayacaktır. Şimdi ben siz. lere Kur'an-ı Kerimde bu meselenin nasıl anlatılmış oldu­ğunu arz edeyim:

Herhangi bir erkek veya kadının Allah ve O'nun Rev sülünün herhangi bir işde yapmış oldukları hail u fasl ve vermiş oldukları hüküm karşısında, her ne şekilde olursa olsun, hiç bir suretle hüküm vermek hakkı yoktur. Böy­le yapmak isteyen ve buna yeltenen kafir olur.

Bunun için de bu jlükümJer şımu iktiza ettirir: Allah ve O'nun Resulünün hükümlerinin hilafına her ne suret­le olursa olsun kanun vaz etmek teşriî meclisin ihtiyarât ve salahiyetlerinin haricinde kalır. Bu gibi yine herhangi bir kanun da kanun yapıcılar tarafından yapılmış ve ka. :ıun hükmüne getirilmiş olsa dahi, yukarıdaki esas kaide­nin -cab ettirdiğine göre, Anayasa (Düstur) ve kanunla­rın hududuna tecavüz etmiş ve Anayasayı çiğnemiş (Ul-ero vires of the Constitution) hükmünde olacaktır.

Bu meyanda şu sualler varid oluyor: ilk önce Islâ-mî Hükümette teşriî organ (kanun yapan) ne vazife gö­recektir?

Bu sualin cevabı şudur: Elbette bu organ da baz? vazifeler görecektir. Bunları sırahyalım:

1.   Herhangi bir işte ve hususta, AUahın ve O'nun Resulünün açık ve kesin bir hükmü   varsa, teşriî organ bunlar hakkında hiç bir değiştirme ve tebeddülat yapa. mamakla beraber, bunların icrası ve infazı için zarurî olan kaideleri ve nizamları (Rules and Regulations) kararlaş­tıracaktır.

2.  Allah'ın Kitabında ve Resulullahın    Sünnetinde bulunan bazı ahkâm'ın çeşitli tâbir ve    tefsirleri olmak ihtimali mevcud olduğundan teşriî meclis bu tâbir ve tef­sirlerin üzerinde çalışacak, son şeklini tesbit edecek ve kanun haline getirecektir. Bunun için de teşriî mecliste çalışan şahısların hep, ehli ilim olmaları ve muhtelif me­seleler üzerinde çalışabilmek ehliyetini haiz bulunmaları çarttır. Yoksa onların yanlış yamalak yapacakları hail ü İasl, varacakları netice ve karar şeriatı    karma karışık hale sokar. Fakat bir soru da seçime iştirak ederek   rey verenlerin hakkında varid olabilir. Böyle vasıflara sahip kimseler 'nasıl seçilebilir? Usulen bunu da kabul etmek icabeder ki, kanun yapmak için değil de esasda   kanun tâbir etmek için, bu meclis hazırlanır.    Şu şartla ki, bu meclis salahiyetini aşıp da tahrif yoluna gitmemelidir.

3.  Bazı muamelelerde de herhangi bir usul ve esasa ait hüküm mevcud değildir. O zaman teşriî organın vazi­fesi şudur:  İslâmın usuU âmmesini  (Umumî kaidesini) gözönünde bulundurarak bu hususlar    hakkında kanun vaz eder. Yahut da bu gibi meseleler hakkında daha ön­ce fıkıh kitaplarında bir hüküm veya hükümler mevcud ise bunları inceler ve bunlardan münasib bulduğu birini seçip umumî kanun haline getirir.

4.  Bazı meseleler ve muamelelerle de karşılanabili­ri ir ki, bunlar hakkında ne rehber olabilecek bir usul, ne de buna benzer bir hüküm bulunur. O zaman teşriî orga­nın vazifesi bunlar üzerinde hükümler ittihaz etmek ve kararlar vermek olur. Zira böyle hususlarda Hak Taalâ kanun vaz'etmek hususunu serbest bırakmıştır. Bunun için böyle meselelerde ve bu g'.bi muamelelerde teşriî or­gan münasib kanunlar vazeder. Bu kanunlar da ancak şu şartla .vazedilebilir ki, her ne suretle olursa olsun, her­hangi bir şer'î hüküm veya usule mugayir olmamalıdır. Bu gibi meselelerde de esas usul şu olacaktır: Verilen bu hükümler ve kararlar men edilmiş hususlara ait olmayıp mubah hususlarda olmalıdır.

Bu dört esas kaideyi, biz Allah Resulünün Sünneti i;e Hülefa-i Raşidinin teamüllerinden ve Ümmetin Mücte-hidlerinin reylerinden ve nazariyelerinden elde etmiş olu­ruz. Gerektiği talkdirde bunlar hakkmda mehaz ittihaz edilen hususlar da bildirilmelidir. Fakat benim düşünce­me göre, herhangi bir kimse, tslâmî Hükümetin esasî ka­idelerini biîdikten sonra, geniş akıl ile : Akl-i âmm : (Common Sense) şunu kavrar ki, bu şekildeki hükümette teşriî organın vazifelerinin hududu bunlardan başka bir şey olamaz. [190]

 

İcraî Organın Hududu  :

 

Şimdi de icraî organa gelelim: Bir Islâmî Hükümette ioraî organın (Executive )asıl işi ilâhî Ahkâmı nafiz ve carî kılmaktır. Bu ahkâmın nafiz ve carî kılınması için de memlekette ve camia arasında münasib ahvali, hazırla­maktır. Burada islâm Hükümeti ile îslâm olmayan bir hükümet arasında bir imtiyazî hususiyet farkı vardır. Bu imtiyazı hususiyet ortada olmazsa, o zaman herhangi bir kâfir hükümet ile Islâmî hükümet arasında bir fark kal­maz. İkisi de birbirinin aynı olurlar. îslâm hükümetinde ioraî organ : (intizamiye) Kur'an-ı Kerimde «Ülül-emr», Hadis-i Şrif'de  «Ümerâ» diye zikredilen organdır. Kur1an-ı Kerimde de ve Hadis-i Şerif de de her ikisinde ÜlüL emr için «dinlemek ve itaat etmek : (Obedience) hükmü verilmiştir. Şu şartla ki, bunlarda Allahm ve O'nun Re­sulünün hükümlerine tâbi olmalıdırlar. Bu hükümlerd-en azade kalıp masset, bid'at ve din'de yeni ve uydurma şeyler çıkarmak yoluna gitmemelidirler.

Kur'an-ı Kerim, bu hususta açık bir şekilde şöyte beyan buyurmuştur:

Kalbini bizim zikrimizden gafil kıldığımız ve kendi havasına tabi olan ve işin haddini aşan, kimseye itaat et­me.

(El . Kehf, 28)

Ölçüyü kaçıranların emrine itaat etmeyin. BÖyleleri yeryüzünde fesad çıkarırlar ve ıslâh etmezleır.

(Eş - Şuara, 151 - 152).

HazreU Resul-ü Ekrem Sallallahû aleyhi vesellem de bu hususu izah ederek bu mesele hakkında şöyle be­yan buyurmuşlardır:

Sîze herhangi bir zenci köle de âmir tayin edilirse *e Allahm Kitabı ile sizin işinizi idare etmek yolunu tutarsa,

onu dinleyip itaat «diniz. (Müslim)

Masiyet için emir verilmemiş ise, isterse hoşlansın, isterse hoşlanmasın her Müslüman kişiye dinleyip itaat etmek düşer. Fakat masiyet için emir verilince ne dinle, mek var ne de itaat etmek. (Müttefikim aleyh hadis)

Masiyet için itaat yoktur. İtaat ancak doğru iş için­dir. (Müttefikini aleyh hadis)

Her kim, bid'ateı birisini överse, elbetteki Islâmın ortadan kalkması için yardan etmiş bulunacaktır.

(El-Beyhakî fî Şuab il - iman)

Bu izahtan sonra îslâmî hükümette icra! organın çalışmasının hududu ve ölçüsü hakkında artık hiç bir şüphe kalmamış olacaktır. [191]

 

Adliyenin Çalışma Hududu :

 

Şimdi <ie Adliye (Judiciary) ye gelelim. Biz eski ıs-tılahda buna «Kaza» : (Kadılık) diyoruz. Bunun da ça­lışma dairesinin ve* iş hududunun îlâhı Hâkimiyet kanu­nu dairesinde olacağı kendiliğinden anlaşılır, islâm ne .zaman kendi hükümet usulünü kaim kılmış işe, o zaman ilk kadı (Hâkim : Yargıç) Peygamberlerin kendüeri ol­muşlardı. Onların bu husustaki vazifeleri, halkın işlerini ve ihtilaflarını ilâhî kanunun ışığı altmda hal edip hüküm vermekdi. Peygamberlerden sonra, bu makama geçmiş bulunanlar da onların gittikleri yoldan başka bir yoldan gitmiyeceklerdir. İşlerin hal ve faslında İlâhî Kânunu göz önünde tutacaklardır. Bu kanun da Hak Taalâ peygam­beri vasıtasiyle nazil kılmış bulunuyor. Kur'an-ı Kerim­de Sûre-i Mâ'idenin iki rükû'u, bilhassa bu mevzu üzerine iıâ zil kılınmıştır. Orada Hak Taalâ buyuruyor ki, Biz Tevratı nazil kılmakla hidayet ve aydınlık gönderdik. Benî İsrail'n bütün Nebileri ve sonra Rabbanileri (Ya­hudi âlimleri) ve Ahbar'ı (Yahudi din adamları) Tevra-tm hükümleri gereğince Yahudilerin işlerini hal ve fasl ederlerdi. Daha sonra İsa îbn_i Meryem'i gönderdik. O'na da înc'l'i ata kıldık. Bunda da hidayet ve aydınlık var­dır.

Kur'an-ı Kerim, bu tarihî hadiseleri beyan ettikten sonra, Hak Taalâ Re3ul-ü Ekrem'i muhatab ederek şöy­le hitab buyuruyor: Biz bu Kitabı (Kur'an-ı) hak olarak sana  gönderdik:

Onların arasında Allahm nazil kılmış bulunduğu ile hüküm ver ve sana Hak (hakikat) geldikten sonra onla­rın keyfine tabi olma. (El-Maide, 48)

Devam ede gelerek Hak Taalâ, bu beyanı şu fıkra ile tamamlıyor:

Acaba cali i I iye hükümleri gibi işlerinin hall-ü faslını mı »sterler? Anlayıp yakin hasıl etmiş olan kimseler içim acab^ Alİahın hükmünden daha iyi olabilecek ne gibi bir hüküm vardır?

Bu takrir meyanmda Hak Taalâ üç yerde şöyle bu­yuruyor   :

Al!ahin nazil kılınış kanunu ile işleri hail ü iasl et-meyip hüküm vermeyenler, kâfirdirler, zalimdirler, fastk. dirlar. (Sûre-i Mâide, 42 . 50).

Bunlar olduktan sonra, bilmem artık şunu söyleme­ğe lüzum var mıdır ki, b:r Islâmî hükümetteki adaletde ilâhî Kanunu icra ve infaz etmekten başka bir şey olsun ve işlerin hail ü faslında bundan başka bir kanun yürür­lükte bulunsun? [192]

 

Hükümetin  Muhtelif  Organlarının Birbirleriyle Alakası:

 

Şimdi ortada şu sual kalıyor: islâm'da hükümetin bu üç organın birbirleriyle alâka dereceleri nelerdir? Bu hususta açık ahkâm mevcud değildir. Ancak saadet dev­ri ve Hülefaî Raşidinin teamülü (Convention) bize bu hususu aydınlatıyor. Bu teamülden toiz şunu anlıyoruz: Hükümet reisinin alakası nereye kadardır ve nelerdir? O zaman hükümet reisi olmak bakımından bu reis, bu üç organın üçünün de başında bulunuyordu. Bu hususiyet Nebi sallallahû aleyhi ve sellem'den elde edilmiştir. Htiiefâ-î Raşidin de aynı ölçü içinde hareket etmişlerdi. Fa­kat bu devirde Reisin emri altında biz bu üç organı bir birlerinden ayrı tutmuş 'bulunuyoruz. O devirde «Ehlil-hal ve'l akd' (Teşriî Organ) ayrı idi. Bunların müşaverele-riyle Hülefa-î Raşidin devrinde intizam! işler de yürütülür, kanunî meseleler de tartışılır, hükme bağlanırdı. Fakat zabt-ü rabt ve memleketin idaresi işi, Emir'ler (ümerâ') nın elinde idi. Bu da ayrı idi. Bunlar Kaza: (Adalet) iş­lerine müdahale etmezlerdi ve edemezlerdi. Kadı (Hâkim: Yargıç : Judge da ayrı idi ve bu Kadı, Emirlerin hük­mü altında değildi.

Memleketin mühim meseleleri için polis kuvvetleri teşk'l etmek, intizamı ve kanunî meseleleri hal eylemek yolunda bazan Öyle meselelerle karşılaşılırdı ki, Hülefa-i Raşidin, o zaman hep «Ehlü'l hail ve'l akd» i çağırıp on­larla müşaverede bulunurlardı. Müşavere bitince de bu Ehlü'l - hal ve'l akd'in işi    sona ermiş olurdu.

İntizam! (îcraî) işler, Halifenin emri altında yürü­tülürdü. Onun kararlaştırmış olduğu kararlar gereğince vo onun hükümlerine mutabık icra organı da çalışıp gidero.:.

Kadıları tay'n eden, halifenin kendisi olmakla bera­ber,, bir kadı bir kere tayin edildikten sonra, Halifenin bu kadının işine karışmağa hiç bir hakkı ve salahiyeti yoktu. Bir kimse mevki bakımından hükümet başında bulunmuş olsa bile, herhangi bir şahıs tarafından aley­hinde bir iddiada bulunulduğu takdirde, o zaman kadı, hakikati aydınlatmak için, bu mevki sahibi kimseyi alela­de bir halk efradı gibi çağırır ve yaptığından hesap so­rardı.

O zaman için bizim elimizde bulunan misallerin hiç birisinde, hiç bir islâm ülkesinde bir kimsenin, aynı zamanda hem kadı hem de âmil (Memleket idarecisi) olduğuna dair malumat yoktur. Yahut da herhangi bir âmii veya valinin (Governor) veya devletin başında bulunan kimsenin de bir kadının adalet hususunda verdiği hü­kümlere karışmış olduğunu ve karışmak hakkına malik bulunduğunu göremiyoruz. Yine bunun, gibi, en kodama-nm kodamanı kimsen'n de meselâ, Devlet ricali veya as­ker; erkân ve ileri gelen kumandan ve sairenin de hesap vermek için kadının huzuruna çağrıldığı zaman gitme-mezlik ettiğini de bilmiyoruz.

Bu plân üzerine biz, şimdi de mevcut ihtiyaçlarımızı hal edip gitmekteyiz. Ancak bu hususta ufak tefek de­ğişiklikler yapılmıştır. Buna rağmen bu usulü yine ayak­ta tutmak için uğraşıyoruz. Bu ufak tefek değişiklikler de şudur: Meselâ Hükümet reisinin icraî ve adlî husus­larda. Hülefa-i Raşid;,nden daha az salahiyeti ve üıtiya-ratı vardır. Buna göre, bizim kendi reisimizin bu salâhi­yet ve ihtiyaratını kısmamızdan maksadımız, reisin bir gün kalkıp da diktatörlük taslamasını önlemek içindir. Bir de bu kısmanın d'ğer bir sebebi, onun işleri elinde tuttuğu zaman, herhangi bir sebepten dolayı halka kar­şı adaletsizlik vaki olmaması içindir.    .

Bu sırada bir zatı muhterem kalkıp şu suali sordu: Sizin bu husustaki fikrinizi mehazı nedir?

Bu suale şu cevabı verdim: Benim delilim şudur : Hülefa-i Raşidin devrinde icraî ve adlî organlar birbirle­rinden ayrı idiler. Hükümet başkanı da serî hükme gö­re bu ikisini birden her ne suretle olursa olsun elinde bulunduramazdı. Fakat şu hususta vardır ki, Hükümet başkanı bazan kadılık vasfı ile adalet kürsüsüne oturur ve o zaman da kendisi icraî işlere müdahale etmezdi. Fa­kat Hülefa-i Raşidin devrinde halk bu halifelere o ka­dar itimat etmişlerdi ki, son adalet hükmünün halife ta­rafından verilmesini isterlerdi. Halife de hüküm verince artık kimsenin diyeceği bir"şey kalmazdı. Şimdi biz eğer, böyle güvenilir bir şahsı bulamazsak, — Hülefa-i Raşi­din gibi — o zaman islâm Anayasası gereğince, İslâm hükümetinin başkanını hem «baş kadı» (En yüksek rüt­beli hakim): (Chef Justs) yapar hem de icraî kuvvetle­rin en yüksek başkanı kılarız. Bu iki vasıf zarurî olarak bu zatın elinde birleşir.)

Bu şekilde biz bu planda bazı değişiklikler de yapabi­liriz. Meselâ biz «Ehl üHıal ve'l-akd» seçmenin usulünü ve kaidelerini değiştirir ve günün iiktizası gereğince, bun­larla muntazam bir meclis kurabiliriz. Adalet dairesinde rîc muhtelif dereceler ihdas edilebiliir. Meselâ tahkik kıs­mım ayırır ve çalışma kısmına da ve işin üzerinde ka­rarlar aldıktan sonra yürütme kısmına da ayrı şekiller verebiliriz. Ve bunlar gibi olan başka hususları da değiş­tirebiliriz.

Burada iki sual ortaya çıkar. Bu suallere de cevap vermek zarureti vardır. Birincisi şudur: Acaba İslâm'da .şu mesele vakî olmuşmudur ki, adliye işlerinde kaza hu­susunda Ehl-ül-hal ve'l - akd, bir meseleyi bu mesele Allanın Kitabına ve Resulullahın Sünnetine aykırıdır di­ye geri çevirip kesip atmış mıdırlar? Bu hususta da bir hüküm verildiğine dair benim bir bilgim yoktur. Hülefai Raşidinin teamülünde «kaza»» mevzuunda böyle bir şey gorünemezdi. O zamanki kadılar arasında da böyle bir hüküm verebilecek bir kadıyı göstermek mümkün değil­dir. Benim düşünceme göre, o zamanki Ehl ül - hal ve'l akd, Kitaib ve Sünnetin ışığı altında basiret sahibi kim­seler idiler. Bunların hepsi de bir tarafa, Hülefa-i Raşi­dinin kendileri bu meselelerde o kadar itimatlı kimseler idiler ki, onların başkanlıkları devrinde; herhangi bir şe­kilde, Kitab ve Sünnetin hilafına hiç bir şey yapılamaz­dı. Biz eğer bugün Anayasamızda bu husus için herhangi bir itimad edilir ve güvenilir bir nizam bulamazsak ve bi­zim her ne suretle olursa olsun, kanun yapan meclisimi, zin yapacağı kanunlar hakkında Kitabullah ve Sünnetde bir hüküm olmazsa ve o zaman da Adliye, Kitap ve Sün­netin hilâfına bulunan hükümleri reddederse, bu Adliye­ye böyle Vr salâhiyet tanımamız lâzım gelir.

îkinci sual de şudur: îslâmda Teşriî Organın: (Kuv-ve-i mukanine): yani «Ehl ül - hal ve'l _ akd» in sahih vasfı nedir? Ne şekilde olursa bu organ sahih olur? Aca­ba bu heyet, sadece hükümet riyasetinin istişare heyeti midr? Hükümetin başında bulunan zat bu heyetin ço­ğunluğunun yahut da "ittifakla verdiği kararlan kabul edip etmemekte veya reddetmekte veya istediği gibi de­ğiştirmekte serbest ve ihtiyar sahibi mi olsun?

Yoksa Hükümetin başında bulunan kimse, bu heyetin çoğunluğunun veya ittifakla verdiği kararların mefhu­muna ve medluîuna bağlı bulunmak zorunda mıdır? Bu hususta Kur'an-ı Kerim bazı emirler beyan etmiştir. Müslümanların içtimaî işlerde birbirleriyle müşaverede bulunmalarını emr eylemiştir.

Ve emriihüm şûra beynehüm. Onların işleri» arala, nnda müşavere ile olur.

Peygamber-i Zîşan Efendimize de bu husus'ta hitap edilerek Hükümet başkanı -bulunmaları hasebiyle hitap edilerek, Hak Taalâ şöyle buyurmuştur:

(Memleket işleri) Emr hakkında onlarla müşavere­de bulun. (Müşavereden sonra) karar verirsen, AHaha tevekkül et. (AH îmrân, 159).

Bu iki âyeti kerime gereğince müşavere zarurî olu­yor. Hükümet başkanına da müşavere etmek yolunda hi­dayet ediliyor. Müşavereden sonra bir karara varılırsa g zaman Allah'a tevekkül   edilecek ve iş aonuna   kadar yürütülecektir. Fakat burada bu sualin cevabı tam ve açık bir şekilde ortaya çıkmıyor. Hadis-i Şerif de bu hu­susu bize aydınlatacak açık bir hükme Taslamıyoruz. El­bette ki, HülefaJ. Raşidinin teamülünden, İslâm uleması umumî olarak şu neticeyi çıkarmıştır: Hükümet intiza­mının . asıl mesulü hükümetin başkanıdır. Hükümet baş­kanı, Ehlü'1-hal ve'l-akd ile müşavere etmek mecburiye tinded r. Ancak, onların ittifakla yahut da ekseriyetle vermiş bulundukları reye göre hareket etmek mecburi­yetinde değildir. Başka bir tabirle diyebiliriz ki, Jüikû-met başkanının müşavereden sonra bir nevi «veto» hak' ki da vardır.

Fakat bu nazariye, umumiyetle bir hayli yanlış an-'ayışîara yol açmaktadır. Nitekim halk bu noktadan ba­zı değişikliklerin bulunabileceğini anlamaktadır. Her hu­susta bir müşavere edilmesini düşünüyorlardı. Hülefa-i Ra şidin'n devrindeki müşaverelerde bulunan kimselerin ya-ni Ehlü'l - Hal ve'l - akd'ir meclisleri muntazam bir şe­kilde değildi. Bunlar dağınık k'mseler idiler. Ancak lü­zumu halinde toplanır, konuşur ve sonra dağılır kendi işlerine giderlerdi. O zaman şimdiki gibi muntazam par­lamenter bir şekil de yoktu. Bugün mevcud olan munta­zam teşriî meclisde bulunmuyordu. Bu işlere kendilerine vakfetmiş kimseler de dağınık halde idiler, iş icabı top­lanır, bir şekil bulur, sonra çekili'p giderlerdi. Zamanı-mızdak: gibi, partiler de mevcud değildi. Parti mitingle­ri de yapılmazdı. Partiler olmayınca da elbette ki, bun­ların programları da yoktu ki, her biri bir toplantı, bir miting tertipleyip kendi meramını anlatması da,muhal­di. Müşavere lâzım olduğu zaman, çağrılanlar gelir, gö­nül huzuru ile oturur, halife kendisi de meclisde bulunur, mesele ileri sürülür, muvafık, muhalif her cephesi' konu­şulur,  görüşülür,  serbestçe  tartışılır,  duruşuhır herkes bildiği ve güvendiği delilleri ileri sürer, herkes reyini beyan eder, Halife de reyini beyan eder ve netice alınır­dı. Öyle bir rey üzerinde durulurdu ki, bütün meclis bu reyi kabul eder ve karar verilirdi. Bazan da bir husus­ta ittifak hasıl olmazdı. Fakat ittifak hasıl olmaması bu meselenin hakkında verilen reylerin veya kararların ha­talı .olduğundan değil, kararların birinin diğerine tercih edilme sindendi. Fakat yine de Hülafa-i Raşidin devrinden katiyyen böyle bir misal veremeyiz ki, Hallü akd mec­lislerinin herhangi birisinde bu meclisin azaları meyanın-da esaslı bir ihtilaf çıkmış olduğuna dair bir vak'a zikr edilegels'.n. Yalnız Hülefa-i Raşidin devrinin bütün süre­sinde ancak iki yak'ada zamanın Halifesi, Ehli Hail ü akd'ın toplu olarak verdikleri kararın hilâfına hareket ettiği görülmüştür. Birisi Üsame'nin ordu şevki mesele­sinde oldu. İkincisi de Mürted'lerin üzerine açılan cihad meselesi hakkında. Fakat bu iki vak'anm her ikisinde de Sahabıler, Halifenin verdiği karara teslim oldular. Bu da şu demek değildir' ki, İslâm Anayasası Halifeye her za­man ve tamamen «veto» hakkı tanınmışta*. Kanun ge­reğince o bu işde istediği gibi hareket eder diye Halifeye bir hak vermiştir. Sahabiler de ister istemez Halifenin kararlarına gönülleri razı olmasa dahi itaat edeceklerdir.

Hayır mesele böyle değildir. Belki mesele şu şekildedir ki, o zaman Sahabiler, Hazret-i Ebu Bekir Radiyallahü anh'e o kadar itimat eder, onun dirayetine, bilgi ve fe­rasetine o kadar güvenirlerdi ki, artık Ebu Bekirin ver-riiğ karardan daha iyisi olamaz diye düşünüyorlardı. Dinî işlerde Ebu Bekir Radiyallahü Taalâ anh'm ne ka­dar ehemmiyetle durduğunu biliyorlardı. İşte bunun için hepsi Ebu Bekirin fikrini kabul etmekte tereddüt etme­diler. Hafetâ işin neticesi ortaya çıktıktan sonra da Ebu Bekirin ne kadar isabetli karar vermiş olduğu anlaşıldı ve herkes bildi ki, Ebu Bekir böyle bir karar vermemiş ol­daydı İslâm ortadan kalkmak tehlikesiyle başbaşa kala­caktı. Nitekim, nıürtedler meselesinde Ha&ret-i Ömer, ra­diyallahü anh hejkesden ziyade Ebu Bekirin fikrine mu­halefet ediyordu. Açıktan açığa şu sözleri söylüyordu : ;:A!lah Ebu Bekirin işinde benim göksümü açsın da ba-r,a bu işin hakikatinin ne olduğu belli olsun.»

Şimdi, siz örnek verdiğimiz bu hadiselerden İslâm'­da «Veto» nedir ve bu mesele nasıl değişikliğe uğradığını çıkarabilirsiniz. Ve daha sonradfin buna benzer şeyler başka yerlerde de ortaya çıkmıştır.

Eğer- Hülefa-i Raşidin devrindeki Şûra'mn şekli, onun ruhu, Şûra meclisinin azalarının zihniyeti, onların ahlakı ve onların diğer hususlarını Örnek alarak gözönün-dc bulundurursak, bundan" daha iyi bir örnek olmadı­ğı gibi, bundan daha iyi bir çalışma tarzı ola-miyacağım anlamakta zorluk çekmeyiz. Biz, eğer bu şe­kilde çalışmakla, son mantıkî neticelere varırsak, o za­man her şeyden ziyade şu nokta üzerinde durup şunu söyliyebilirz ki,.bu şekildeki bir şûra meclisi. (Müşavere meclisinde) eğer Sadaret makamını elinde bulunduran oii1 kimse veya meclis erkânı, kendi reylerini ortaya atarlarsa, ve bu reylerin karşısında muhalefet edilmez­se o zaman bu rey umum tarafından kabul edilmiş sayı­lır ve «istisvab-i amm» Referandum mahiyeti almış olur. Yok eğer herhangi bir reyi, umumî reyler" reddederse, c rey sahibi muaf sayılır. Fakat şimdi, bMm için kendi memleketimizde böyle bir ruh ve böyle bir zihniyet ve bu şekilde Şûra meclisi kurmak, mümkün değildir. Bunun ;çin de bizce, ister icraî meclisde olsun ister teşriî mec-üste olsun, ekseriyetin reylerine tâbi olmaktan başka bir çare kalmamıştır. hükümetin vücudunun maksadı.

Şimdide şu meseleye gelelim ki, îslâm hangi temel ve esasî maksatlar (Objectives) ileri sürerek Islâmî hükü­metin kurulması için çalışmıştır. Kur'an-ı Kerim ve Sün-net-i Resulullah bu maksatları etraflıca izah etmişlerdir.

Kur'an-ı Kerimde buyurmuştur ki:

Biz Resullerimizi aydan delillerle gönderdik. Onlarla birlikte Kitap ve Mizan (ölçü) da nazil kıldık ki halkın arasında adalet kaim kılınsın. (El-Hadid, 35).

Yeryüzüne, işte böyle yerleştirmiş bulunduğumuz kimseler, namazı ayakta tutarlar, zekâtı öderler, doğru­luğa emr ederler ve eğriliklerden de men ederler. (El-Hac, 41).

Hadis-i şeriflerde de bu husus şöyle beyan edilmiş­tir:

Allah elbette ki Kur'arı ile ortadan kaldırmadığı şey­leri Hükümet vasi ta siyle ortadan kaldırırdı. (Tefsir-i Ibn-i Kesîr).

Yani, mevcut bulunan fenalıklar ve kötülükler Kur'­an-ı Kerimin nasihatleri ile ortadan kalkmayınca Hak Taalâ hükümeti bu iş için memur kılar ve bu fenalıkları ortadan ka'.dırtır..

Bunlardan anlaşılıyor ki, Islâmî bir hükümetin ku­rulması ve ayakta tutunmasından asıl maksat, lalamın •slah proğramınin bütün ülkelerde tatbik edilmesi için lâzım ve gereklidir. Bu şekilde tslâm, insanlık için daha :yi ça'ışma yolunu bulabilir. Yalnız emniyeti sağlamak, yalnız memleketin hududunu 'korumak, yalnız halkın ya­şayış seviyesini yükseltmek îslâmın son maksadı değil­dir. Belki, îslânu diğer gayrı - îslâmî hükümetlerden .ayıran imtiyazlı vasıf, İslâmm, bütün insanlığın fenalıklarını ortadan kaldırmak istemesi ve bütün insanlığı iyi­liğin aydınlık caddesinde yürütmek yolunu tutmak için çalışmasıdır, tslâm, fenalıkları ve kötülükleri ortadan kaldırmak ve silip atmak için bütün imkânlardan âfttifa-dn etmeği gözönünde bulundurduğundan, hükümet de bu­nun için bir vasıta olarak kullanılmaktadır. [193]

 

Hükümet Nasıl Teşekkül Eder

 

Bu esasî meseleleri izah ettikten sonra, şimdi kar­şımıza beşinci sual çıkmaktadır: Hükümetin esası nasıl kurulmalıdır? Bu hususta en müh'm mesele devlet baş- . kanının (Head of the Satate) nasıl kararlaştırılacağıdır. Bu devlet başkanına, îslâmda «Halife» veya İmam, ya­hut da, «Emîr» ve başka ıstılahlar da kullanılmıştır. Bu meseleyi iyi anlatmak veya anlamak için bir tslâm tari­hinin tâ başından beri bu işi gözden geçirmemiz icap edi­yor. [194]

 

Devlet Başkanının Seçimi   :

 

Muhterem okuyucular ve dinleyicilerin bildikleri gi­bi, bizim îslâmî yaşayışımızın başlangıcı Mekke'de küfr içinde başladı. O zaman Hazret-i Resulü Ekrem Sallal-lahü aleyhi ve sellem, Mekkede Islâmî yaşayışı kaim kıl­mak iç n küfr ile mücadeleye girişmiş bulunuyorlardı. Bu îslâmî yaşayış, kendi dairesi içinde, muhtar bir hale ge­lerek kendisi için siyasî ve içtimaî nizamını kurmak yo-uiiıu tuttu. O zaman b:r muhtar ülke (State) kurularak maksada doğru ilk adım atıldı. Bu muhtar hükümet, ilk îslâmî hükümettir ki; bunun başında da Zat-ı Saadetleri bulunuyorlardı. Zat-ı Risaletpenahileri ise, ne bir kim­se tarafından seçilip bu makama getirilmişti, ne de ken­di  kendilerini, ellerindeki kuvvet ve kudretle, bu makama çıkarmıştı. O, Hak Taalâ tarafından doğrudan doğru­ya bu iş için memur edilm'şti.

Zat-ı Risaletpenahileri, on seneden- fazla bir zaman için, bu hükümetin başında bulunmak vazifesini ifa etti. Sonra kendi yerlerine kimin geçeceği .hakkında açık ve kesin bir emir buyurmadaki çekilip gittiler. Bu sükûtun böbebi, Kur'an-ı Kerimin şu hükmü gereğincedir: [195]

 

Ve Emrühüm Şûra Beynehüm :

 

Onların hükümet işleri, aralarında müşavere iledir. Sahabeyi Kiram da bunu ihildfter ki. müslümanlar için kendi ülkelerini idare edecek olan başkanın bu mevkiye gelmesi seçim ile olacaktır. Yani. müslümanlar toplana­rak birbirleriyle müşavere edecekler ve aralarından bi­rini seçecek ve bu işe memur edeceklerdir. Nite­kim, müslümanlar hep toplanıp birinci Halife olan Haz-ret-i Ebu Bekir radıyallahü Taalâ anh'i seçtiler ve îş ba­sma, getirdiler. Sonra, HazreU Ebu Bekirin de son gün­leri yaklaşanca kendi filerine göre, Hilâfet için en uygun, şahıs Hazret-i Ömer olmasına rağmen, yine de kendisi­ne bir halef tayin etmedi. Ancak Hazret-i Önierm müna­sip olacakını vasiyetinde bildirdi. Hastalığı sırasında ve tam bu dünyadan göçeceği zaman müslümanların umumi toplantısında şöyle hitap etti:

«İsterinisiniz ki, ben sizin için birisini halef tayin edeyim? Allaha yemin ederim ki, düşünüp taşınditm ve böyle bir kimse üzerinde duramadım. Akrabamdan da kimseyi bu işe münasip görmedim. Ancak ben size Ömer ihı» Hattab'ın Halife obuasını münasip görüyorum. O. ntuı sözünü dinleyiniz ve ona İtaat ediniz.» dedi.

Halk da hep bir ağızdan şöyle cevap verip haykır­dılar: [196]

 

«Dinledik Ve İtaat Ettik.»

 

(Taberî cild 2, sahife 618, Matbaayi îstikamet Mısır) Bu şekilde Müslümanların ikinci hal fesinin hilafete namzetliği de birinci halifenin müşaveresiyle oldu ve u-jnum müslüman halkın da fikri alınarak  Hilafet maka­mına getirildi.

Bundan sonra Hazret-i Ömer radiyallahu Taalâ anh-da dünyadan göçecekleri zaman, Hazret-i Resul-ü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemin en yakın altı arkadaşının bulunduklarını hesaba katarak, bu altı kişi ile bir mec-Uk kurulmasını ileri sürdü ve bunlara da: «Aranızdan birini seçiniz ve Müslümanların işlerinin başına getiriniz.» Dedi. Sonra şunu da ilân etti ki: «Sizlerden herhangi bi­riniz Müslümanların müşaveresinin hilafına kend5 kud­retini kullanarak, kendisini Emir yapmak isterse, onun boynunu vurunuz.»

(Ömer EH - Faruk, Mehmed Hüsey n Heykel Paşa, Cild, 2, sahife 313).

Bu meclis konuşarak, danışarak, müşavere ederek, evvela Hazret-i Abdurrahman ibni Avf'ı seçim işine me­mur etti. O da Medinenin umumî efkârını yoklayıp gel­di. Bu işi yaparken de ev ev gezip kadınlara kadar hal­kın fikrini sordu. Fikir sormak için ne müderrisleri bı­raktı ne de talebeleri ihmal etti. Yalnız bununla da iktifa etmedi. Memleketin her tarafını köy köy, kabile kabile dolaştı. Ümmet efradının bu husustaki fikirleri üzerinde titzlikle durdu. Çadır çadır nabız yokladı ve netteeyi el­de ederek geldi. O zaman Hazret-i Osman ile Hazret-i Alinin en çok itimada şayan kimseler oldukları ve halkın güvenini kazanmış bulundu klan anlaşıldı. Halk bu iki

hıstan Hazret-i Osman'a daha fazla rağbet gösteriyordu. Bu netice üzerine nihayet Hazret-i- Osman Radiyallahu anh, Hilafet mansıbına getirildi. Ve Halife-i Müslimin seçldi. Müslümanlar da umumî toplantı yaparak Haz -ret-i Osman radiyallahu Taalâ anh'a biat eli verdiler.

Daha sonra Hazret-i Osmanın şehadeti vak'ası orta­ya çıktı. Ümmet arasında büyük üzüntülü meseleler doğ­du. Bu sırada bir kısım sahabiler, Hazret-i Ali radiyal-lUıu Taalâ anh'm evinde toplandılar. Kendisine: «Bu gün zat-ı hilafetpenahilerinden bu iş içm daha evla bir kimse yoktur.» Dediler. Onlar ısrar ediyorlardı. Fakat Hazret-i Ali böyle ağır bir yükün altmâ girmek istemiyordu. Sa-habilerin aşırı derecede ısrarı karşısında Hazret-i Ali Hi­lafet mansıbını kabul etmek zorunda kaldı. Ve saha-M-e-re şöyle buyurdu: «Hilafeti bana yüklemek istiyorsanız, Camiye kadar gelmelisiniz. Bana biat etmeniz gizlice ola­maz. Bu ancak bütün Müslümanların rızası île   olabilir.» (Taberî Cild, 3, Sahife, 450)

Zat-ı Hülaf etpenahileri, camiye geldikleri zaman, bü­tün Muhacirin ve Ansar orada toplanmışlardı. Bunların

 Şuna da şüphe yoktur iti, Müslümanlar meyanında Şi­îler, şu meseleye kaildirler: imamet mansıbı da nübüvvet mansı­bı gibi Allah, tarafından verilmiş olması lâzımdır. Fakat bu ih­tilâf fiili ve ameli olarak zamanımızda kendiliğinden ortadan kalkmış bulunmaktadır. Şiilerin ititoat ettikleri on ikinci imamın gaybetin^en s-onra, onun tekrar ve ikinci defa zuhur edeceği za­mana kadar, imamet mansıbı durgunluk devri geçirmektedir. Buna göre, müslümanlarm içtimaî işlerinin yürütülmesi için her­hangi bir kimsenin ortaya çıkması lazımdır ki, böyle bir kimse Şillerce de imamlık vasfını taş madığmâan ve Allah tarafından-nasb  edilmediğinden  alelade bir  kimse  olacaktır.

Çoğu uzak yerlerden gelmiş bulunuyorlardı. Kendi istek ve rızaları ile biat elini uzattılar.

Daha sonra da malum olduğu gibi Hazret-i Ali Ra-diyaüahu Taaîâ Anha karşı suikast hazırlandı. Tam ve­fat edeceği sırada kendisine «Kimi' halef tayin edeceği» soruldu. Zat~i Hilaf etpenahileri bu hususta bir şey deme­diler. Bu sefer oradaki halk tarafından tekrar şöyle bir sual soruldu: «Sizden sonra büyük oğlunuz Hazret-i İmam Hasan'a biat edelim mi? Zat-ı hilaf etpenahileri ne müsbet ne de menfî bir cevap verdileiwve ancak şöyle de­diler:

Mâ âmir küm ve lâ enhâ küm, entüm ebser.

Ne size böyle bir şey emr eder, ne" de sizi böyle bir peyden men edebilirim, siz daha iyi bilirsiniz.

(Taberî, Cild 2, sahife 1X2)

İşte devlet başkanı seçiminin Hülafa-yi Rasidin dev­rinde teamülü bu şekilde olmuştur. Sahabeyi Kiramın toplu olarak çalışmaları bu iş.için ıböyle olması, Nebi Stillallahu aleyhi: ve sellemin sükûtu ve Hak Taalânın emri gereğin ceclir.

Ve emrühüm şûra beynehüm. Onların işleri müşavere iledir.

Bu istinada göre de îslâmm Anayasası olacak olan esaslardan kat'î şeküde sabit oluyor ki, îslâmda devlet reisi hükümet başkanı seçim üzerine ve umum müslüman halkın rızasına bağlıdır. Bu şekln    başka türlüsü oktur. Herhangi! bir kimse holünün kuvvetine, gücüne, runa dayanarak kendisini    Müslümanlar için başkan veyaiıut da emîr yapıvermek hakkına mâlik değildir. [197] Bu da bir tarafa dursun, yalnız bununla da iş bitmiyor, müslümanlar için böyle başkanlık etmek ve yahut da halife olmak, herhangi bir aile, hanedan veya zümreye de inhisar ettirilmesine müsaade edilmez.[198] Seçim   hususunda da her ne şekilde olursa olsun, zor kullanıla­maz ve serbestçe Müslümanlar tarafından seçim yapılır. Şu mesele de vardır <ki, bu seçim ve Müslümanların nza-s:nin temin edilmesi nasıl anlaşılacaktır? Bu hususta İs­lâm herhangi bir muayyen usûl vaz etmemiştir. Zaman ve zeminin iktizası gereğince bu iş için muhtelif usuller vaeedilebilir. Ancak şu şartla ki, makul bir tarzda üm­met efradının kime daha fazla itimat ve güvenleri oldu­ğu   anlaşılabilsin. [199]

 

Şura Meclîsinin Teşekkülü

 

Emîrin (Hükümet başkanının) seçiminden sonra ikinci, mühim mesele de «Ehl ül _ hal ve'l-akd» i yani (Şûra Meclisinin erkânını) seçmek meselesidir. Acaba kimler bu meclise seçilecek, nasıl seçilecekler ve kaç ki­şi seçileceklerdir? Dikkatsiz ve tahkikaiz mütalâa edenler bu hususta şöyle düşünmüşlerdir: Hülefa-i Raş'din dev­rinde Şûra Meclisinin azaları umumî seçim usulü ile (Ge­neral Elections) seçilmemişlerdir, tslâmda müşavere he­yeti İçin muayyen bir kaide yoktur. Belki bu.mesele zam a nm halifesinin muvafık gördüğü şekilde olmuş ve istediği kimseyi çağırıp müşavere etmiştir. Fakat böyle düşünmek, bu zamanın meseleleri i!e, o zamanın meselelerim aynı şekilde mütalâa etmek ve aynı şekilde görmekten ilen geliyor. Halbuki bu gibiler, o zamanın meselelerini, o za­manın şartlarına göre gözönünde bulundursalardı bu işin ne şekilde olduğunu ve bu hususta da nasıl çalışıldığını anlarlardı.

İslâm, Mekkeyi Mükerremede, bir hareket olarak ortaya çıktı. Hareketin mizacı şöyle idi : İlk defa lalama «Lebbeyk» deyip de sarılanlar îslamî hareketin liderinin arkadaşı, dostu, işlerde yardımcısı, müşaviri ve çabşan eli kolu mahiyetinde olmuşlardı. Netekim, İs­lâm'da bunlara «Sa-bıkıyn.: evvelin» denerek, tabiî bıV şekilde Hazret-: Nebî Sallallahü aleyhi ve sellemin ar­kadaşları ve müşavirleri diye kararlaştırılmışlardır. Ha^k Taalâ tarafından sarahatle hüküm gelmemiş olan mevzu­larda, Zatı Saadetleri de bu zevat ile her zaman müşa­verede bulunmuşlardır.

Daha sonra, bu harekete yeni yeni simalar da iltihak ettiler. Bu defa muhalifler işe girişerek, bu hareketi bal. talamağa koyuldular Berikiler de onların karşısında çs-lıştılar. Bunlar yaptıkları hizmetlerde, fedakârlığa kat­lanan, dirayet ve basiret sahibi kimseler olmakla müm­taz bir cemaat idiler. Bunlar, o zaman seçimlerle ve rey­lerle iş başına' getirilmiş kimselerden değillerdi. Bunlar denemeler ve tecrübeler üzerinde kendiliklerinden müşa. vn olmuş -kimselerdi ki, böyle olması elbette ki, seçim (Etection) den daha doğrudur. Mekkeden hicret edilme­den önce durum böyle idi. O zaman Zat-ı Risaletpenahi-lerinin etrafında iki çeş't müşavir bulunuyordu. Birinci­ler Sabikin-i Evvelin yani ilk müslümanlar, ikinciler de sonradan îsîâm dairesine intisap etmiş bulunanlar ara­sındaki bilgili, dirayetli, tecrübe sahibi ve elinden iş ge­len kimselerdi. Bu iki zümrenin mensupları öyle kimseler­di ki, bu zevata bütün müslümanlar, Peygamber-i Ekrem Sallallahü aleyhi ve sellem'e itimat ettikleri gibi güven duyarlardı.

Bundan sonra meşhur hicret hadisesi vuku buldu-Bu hadisenin başlangıcı da şöyle oldu: Hicretten iki bu­çuk yıl önce, Medine halkının ileri gelen şahsiyetlerinden bir kaç zat, îslâmı kabul etmişti. Bu kimseler nüfuz sa­hibi olduklarından Îslâmı Evs ve Hazreç kab'le halkına da yaymış bulunuyorlardı. Bu defa Medine halkının da­veti üzerine Zat-ı Saadetleri ve diğer muhacirin kendi yer ve yurtlarını bırakarak Medineye gittiler. Orada bu İslâm hareketi bir siyasî nizam şeklini aldı. Ve zamanla bir hükümet haline geldi.

Şu da ayrı ve mühim bir meseledir ki, Medinede İs­lâm, bu gibi zevatın sayesinde yayılıp her tarafa sirayet edince, bu k'mseler de yeni içtimaî ve siyasî nizam için ayrı ayrı yerlerin liderleri şekline geldi. Onların makam­ları da şu oldu ki, Zat-ı Saadetlerinin müşavere meclisin­de Sabıyıyn-i Evvelin ve Muhacirinin tecrübeli ve ileri gelenleri ile aynı ölçüde gözönünde bulunduruldu. Ve müşavere heyetinin evvelki iki unsuruna bir üçüncü un­sur daha ilâve edildi. Bu zevat yani «Ansar»: yardımcı­lar yine fıtrî ve tabiî bir şekilde seçilmişlerdi. Bunlar da müslümanlar tarafından itimad ,edilir ve güvenilir kim­selerdi. Nitekim, bunlar öyle güvenilir kimseler oldular ki, zamanımızdaki gibi bir seçim usulü ortada olsaydı ve bunlar da reye istinaden seçilmek isteselerdi muhakkak seçilirlerdi.

Sonra medenî yaşayış başladı. Müşavere edilecekler de kendiliklerinden iki zümreye ayrılmış oldular. Birinci zümre, sekiz on sene kadar siyasî, askerî ve tebliği (İs-lâmı tanıi^na ve yayma) işlerinde çalışmış bulunan tec­rübe sahipleri ve iş bilen kimselerdi. Halk da bunların bilgi ve iş başarma kabiliyetlerine güvenir ve her mese­lede onların fikirlerine itimat ederlerdi. İkinci zümre ise, Kur'an-i Kerim anlayışında, dinî bilgi hususunda ve f\-kıbda çnhret kazanmış kimselerdi. Bunlar da yine .halk tarafıncan güvendir ve itimat edilir zevat idiler. Hattâ Resulü Ekrem sallallahü aleyhi ve sellemden sonra halk bu zevatın din ilmi hakkında en fazla bilgi sahibi olduk­larına kani idiler. Hattâ bazan Zat-ı Rişf>ietfignahileri, kendileri de Kur'an-ı Kerimi filan    kimsetfg» öğreniniz» diye tavsiyede bulunmakla, bu zevatın Kur'ana olan vu­kuflarını tasdik buyurmuşlardır.

İşte bu iki ayrı hususiyet taşıyan zümrelerin ikisi de birlikte o zamanki Şûra Meclisine tabiî bir şekilde kendiliklerinden seçilip gelmişlerdi. Ve bu meclisin aza­ları olarak meclisi teşekkül ettirmişlerdi. Bunlardan biç birisinin, bugünkü alelade seçim usulü Üe seçilmelerine ihtiyaç kalmamıştı. Herhalde bildiğimiz bugünkü seçim usulü ile rey toplayarak seçilmek lazım gelseydi, o za­manın müslümanları elbette ki, bu zevattan başka kim­seyi de seçmiyeceklerdi.

îşte bu suretle Zat-ı Saadetlerinin devrinde Şûra Meclîsi teşekkül etmiş oldu. Bu meclis, Hüîefa-i Raşidir. devrinde de müşavere meclisi olarak devam edegeldi. Bunlar Düstur! hususlarda (Kanunlara esas olacak me­selelerde) t:tizlikle duruyorlardı. Daha sonra bunlar, baş­kalarını da yetiştirdiler. Yeni yetişenlerin içinde dirayet­lerine ve bilgilerine güvenilir bulunanları yeniden müşa­vere meelis:ne getirdiler. Bu cemaat, kendilerine «Ehl ül - hal ve'l - akd» denilen cemaat efradıdırlar. Bu ıstılahın manası da (çözmek ve düğümlemek : Yani meseleleri hal etmek ve hükme bağlamak) demektir. Hüîefa da bu ze­vat ile müşavere etmeden hiç bir mühim meselede karar vermezlerdi. İşte bunların yaptıkları ve yapacakları iş­lerin kanunî olma hususiyetinin ölçüsünü şuradan anla­yabiliriz ki, Hazreti Osman Radiyallahu Taalâ anh'ın şeha detinden sonra, Sahabilerden bir kaçı Hazreti AH Radi-yaîlahü Taalâ anh'm evine toplanmış, ve kendisinden ha­lifeliği kabul etmesini istedikleri zaman, Hazret-i Ali Ra diyallahu anh onlara şu cevabı vermişti Bu iş siste düş­mez. Bu ancak şûra ehlinin ve Bedr ehlinin yapacakları iştir. Şûra ehli ve Bedr ehli kimin    halifeliğine rıza göstarirse, halife o olacaktır. Toplanalım da bu meseleyi gö­rüşelim.

(El-imame ve's -  siyase, İbn-i     Kuteybe ELFutûh matbaası Mısır. Sahife 41).

Bu cümlelerden açık olarak anlaşılır ki, «Ehl-üUıal ve'l - akd» o zaman muayyen bir kaç kimseden ibaret idi. Bu zevat daha Önceden de bu duruma sah.p bulunan k'm-selerdi. Milletin mühim meselelerinde karar vermeğe sa­lahiyetli ve ehliyetli zevat idiler.

Buna göre şöyle düşünmemek icap eder: Zamanın halifesi bu gibi zevatı keyfi istediği gibi tayin etmiştir. Yahut da kendisi seçmiştir. İstediği zaman bunları çağı­rıp müşavere eder, istediği zaman da çağırmaz.

Fakat burası da bilinmiyor ki, o zamanki «Ehl - ül - ha), ve'l - akd» yahut da Şûra Meclisi, kimlerden teşek­kül etmişti. Ve milletin meselelerinin hangi hususları kimlere sorulurdu ve kimler bu meselelerde fikr beyan etmek salahiyetine haiz idiler?.[200]

Hülefa-i Raşidinin teamülleri de Resulü Ekrem ör­neğinin neticesinden istinbat edilmiştir. Emîr için, her­kes müşavir olamazdı. Emîr de kendi keyfinin istediğini bu işlerde müşavir seçemez ve tayin edemezdi. Belki bu işe getirilmiş olan zevat, umum müslümanlar tarafından itimad edilir kimseler idiler. Müslümanlar- bu seçkin züm­renin hulûsu niyetlerine, bilgi ve ehliyetlerine tam mana-siyle güven duyuyorlardı. Devletin ve devlet n başında bulunanların da bunlarla müşavere ederek verdikleri ka­rarlar öyle bir karar oldu ki, halk bu kararlan can ve gönülden kabul ederdi. Çünkü kendilerine inanırlardı. Hü­kümetin verdiği kararların tatbikatında halk yardımcı dahi olurdu.

Şimdi bir de şu sual kalıyor: Halkın itimadım kazan­mış bulunan kimselerin hangi vasıf ta olmaları lâzım geüyor? Bu da nereden belli olacaktır? Şimdi şu da malum­dur ki, îslâmın başlangıcında bu gibi zevatın vasıfları kendiliğinden belli idi. Bugün o vasıflar mevcud değil ve o şartlar da ortada yoktur. Ve o zaman medenî ahvalde bir hayli manialar vardı ki, bugün o manialar ortadan kalkmıştır.

Bunun için biz, bugünün hal ve vaziyetinin ikfzası-na göre, herhangi bir şekilde, imkân olan ve gayri meşru olmayan bir yol ile bu grbi zevatı araştırıp bulup seçebi­liriz. Cumhurî kavmin yani (Millet efradının kalabalık çoğunluğu) nun güvenini kimler kazanmıştır diyebile-biliriz. Ve bunları iş başına getirebiliriz. Zamanımızda dahi mevcud bulunan seçim şekillerinden birini tatbik edebiliriz. Ancak şu şartla ki, bu seçim şekli öyle bir va­siyet alsın ki, işin e3as gayesi ortadan kalkmış olmasın,. [201]

 

Devletin Şekli Ve Neviyeti

 

Bundan sonra üçüncü meseleye gelelim. Bu mühim mesele de şudur: îslâmda devlet şekli ve neviyeti nasıl olacaktır? Bu hususu anlamak için de yine Hülefa-i Ra-şidin devrine dönerek, o zamanın tarihine göz atarsak, bu husus da anlaşılmış olacaktır. O zaman «Emir-el mü­minin» o zata denirdi ki, müslümanlar bu zata; «sem' ve taat (sözünü dinlemek ve itaat etmek) şartiyle» biat ederlerdi. Böyle bir zat, ümmet efradı tarafından güve­nilir, it^mad edilir ve halk içtimaî işlerini onun eline tes­lim eder, kendisinden bu işleri mükemmel bir surette yü­rütmesini beklerlerdi. Yan: devleti bu zatın eline teslim ederlerdi.

Bugün ne İngiltere Kiralı, ne Fransız Cumhur Baş­kam, ne Büyük Britanyanm Başbakanı, ne Amerikan Başkanı ne de Ru^ Diktatörü Staünin vasfı, böyle bir vasıf gibidir. Onlara hiç benzemez. İslâm Emir el - mümi­nini sadece devlet başkam yahut da hükümet reisi değil­di. Aynı zamanda Başbakan yani «Reisi viizerâ» idi. Yi­ne aynı zamanda islâmî parlamentonun bir azasıydı. Ve hatta bazan da bu parlamentonun başkanı idi. Konuşu­lacak ve danışılacak mevzuların büyük bir kısmı kendisi­ne düşerdi. Devletin bütün işlerinden de o mesuldü. Hem de bu mesuliyette kendi kendisine de hesap vermek zo­runda idi. Böyle bir parlamentoda ne hükümet (veya iş başında bulunan devlet) ne de iktidar partisi vardı. Ne de onun karşısında muhalefet partisi bulunuyordu. Bü -tün parlamentoda bir tek parti vardı. Devletin başında bulunan zat, eğer hak tarafını iltizam edip, doğru yolu tuttuğu zaman, bütün parlamento muvafık parti olurdu. Yok eğer devlet başında bulunan zat, bu defa batıl ta­rafı iltizam edip batıl yol tutarsa o zaman bütün parla­mento muhalif parti olurdu. Bu parlamentoda parlamento nun her üyesi de her hususta serbest idiler. Bir hususta ittifak ettiler mi, ittifak ederlerdi. İhtilaflı olan hususta da ihtilaflı olurlardı. O zaman, Halife de Halifenin yar­dımcıları bulunan vezirler de parlamentonun reyine kar­sı kendi reylerini bildirirlerdi. Bu rey ya kabul edilir ya­hut da red edilirdi. Birisinin bu işde istifa etmesinden yahut da çekimser davranmasından dolayı hiç bir şey sorulmazdı ve sorulamazdı. Halifeye gelince, Halife de yplnız ve sadece parlamentoya karşı sorumlu değildi. Belki bütün ümmeti islâmiyeye karşı sorumlu idi. Ha­life yalnız memleket işlerinde sorumlu tutulmazdı. Her isinde ve hatta şahsî ve zatî işlerinde de sorumlu idi. Her gün beş defa, halkın önünde camiye geüp, halk ile bir­likte bulunurdu. Halkın karşısına çıkardı. Her cuma gü­nü de hutbesini okuyarak, halka hitap ederdi. Ülkenin ..mumî ahvali hakkında bizzat beyanda bulunurdu.   Halk ile birlikte, her gün bulunduğu şehrin çamurlu sokakla-rmda dolaşıp dururdu. Herkes ve her şahıs, istediği za­man, Halifenin eteğini tutup söz söylemek hakkına mâ-iik idi. Umumi toplantılarda herkes kalkıp Halifeye sual tevcih edebilirdi. O zaman hükümet reisinden veya hükü­meti temsil eden kimselerden ancak parlamento azaları­nın sual sorması ve başka kimselerin sormaması gibi bir kaide yoktu. Parlamento azaları soracakları sualleri da­lın önce not edip bildirsinler diye bir kaide de yoktu. Herkes, her zaman ve her yerde halifeye her hususta sual sorardı. Bu umumî bir kaide idi. Ve bu kaide şu şe­kilde halifelerin kendileri tarafından ilân edilmiştir:

Eğer ben sizin için iyi çalışırsam, bana yardımcı olu. nuz. Şayet ben sizin için iyi çalışmaz ve kötü yol tutar­sam, o zaman beni siz düzeltip doğru yola göturünüz. Ben Allaha ve O'nun Resulüne itaat ettiğim müddetçe siz de bana itaat ediniz, yoksa ben Allaha ve O'nun Resulüne karşı masiyet yolunu tutarsam o zaman sizin için bana karşı itaat etmeniz için bir sebep kalmaz.

(Es - Sıddıyk, Mehmed Hüseyin Heykel, Sahife, 67). Bu devlet İdare tarzına, zamanımızdaki devlet tarz­ları ve rejimleri ıstılahında» hiç bir ıstılah bulmak kabil değildir. Ancak, îslâm mizacına en uygun bir devlet idare tarzı ve rejimidir ki, bizim de idealimiz budur. Ancak îs­lâm camiası, bu şekilde idare edilebilirdi ki, îslâm inkıla­bı nazariyesinde bunun en mükemmel şekli hazırlanmış­tır. Bu bakımdan îslâm camiası gerilemeğe yüz tuttuğun­dan bu şekilde bir idare zor olacaktır. Şimdi, biz eğer bu ideal rejimimize dönmek istersek, o zaman bizim için dört esasa sarılmamız ^cap eder ki, ancak bunlarla kendi ah­val ve zaruriyatımızı tertibe koyabiliriz.

1. Devletin mesuliyeti bir kimsenin eline tevdi edil­diği zaman, bu zat sadece halkın mümessili olmayacak,

aynı zamanda halkın alelade bir ferdi olarak halkın diğer efradının karşısında bulunacak, yapacağı işlerde de sa­dece müşavere etmekle kalmıyacak, aynı zamanda her­kese karşı her işinde hatta kendi şahsî işlerinde dahi, mesul olup, suallere cevap verecek durumda bulunacak­tır.

2. Particilik sisteminin tamamen ortadan kalkmış olması lazımdır. Zira particilik sisteminde manasız taas­sup başta gelir. Böyle bir devlet rejiminde parti taassu­bunun bulunması gayet manasızdır. Particilik sisteminde hükümet jüzami majıasız ve yersiz taassuplara kapılır ve şöyle bir ihtimal de ortaya çıkar: Herhangi iktidar düş­künü b:r kimse, iktidarı elinde tutmak veya iktidarı el­de etmek için halkm parası ile kendine müstakil himaye­ciler sağlar. İstediği' gibi müşaverede bulunur. Ve istedi­ği gibi de kendi dileklerini ve fikirlerini halka kabul et­tirir.

3-. Böyle bir hükümette asayiş nizamları karma ka­rışık ve dolambaçlı yollara sokulmamalıdır. Hesap sorul­duğu zaman ne hesap soranlar ne de hesap sorulan kimse ve ne de kötülükler vuku bulursa bu kötülüklerin asıl mesullerini bulmakta zorluk çeksinler.

4. Son olarak ve en mühimi de şudur ki, her emir sahibi Emir yani devletin başında bulunan kimse ile Şûra ehli, yani müşavere heyeti azalan, Öyle kimselerden se­çilmeleri lâzımdır ki, bu kimselerin kalblerinde îslâmm tavsif ettiği vasıflar tam olarak bulunsun. [202]

 

Ülülemr'în Vasıfları :

 

Bu vasıflar (Qualifications) meselesi hakkında îslâ-mî noktayı nazardan büyük ehemmiyeti bulunduğunu dü­şünmek lâzımdır. Hattâ ben şu kadar da diyebilirim ki, îslâmî düsturun yürümesi veya yürümemesi münhasıran öuna bağlıdır.

Emaret (Emirlik : devlet başkanlığı) ve Şûra Mec­lisinin azası olabilmek için kanunî bir ehliyet tanınma­lıdır. Bunun için, seçim üzerinde nezaret edecek birisi veya bir heyet ve yahut da bir hâkim veya hâkimler heyeti bulunmalıdır ki, bir kimsenin seçilip seçilememek hususunda ehliyeti olup (Eligible) olmaması üzerine da­ha önceden karar versin. Bundan başka ikinci bir şekil ehliyet dahi bulunmalıdır: Bu ehliyet de seçecek olan kimseler hakkında olması icap edecektir ki, bunlar seçi­lecek olan şahsın da seçilebilmesi, seçimin tecviz edilme­si veya rey verilmesi bakımından ehliyetli midirler, de­ğil midirler tayin edilmesi icap eder. Birinci şekil ehüyet, bir ülkeiıin on milyonlarca ahalisinin arasında herkes için olabilir. Fakat ikinci şekildeki ehliyet ancuk amelî ve fiilî olarak bir ülkenin milyonlarca ahalisi arasından bir kaç kişi de bulunabilir. Birinci kısım ehliyet için Anayasada bazı amelî maddeler ve hükümler (Operative Clauses) konmalıdır ki, bunlar seçimlerde nazarı itibara alınırlar. Fakat ikinci kısım ehliyet için, bu ehliyetin öl­çüleri, Anayasanın ve Düsturun bütün ruhunda mevcut bulunmalıdır. Bir Anayasanın, bir Düsturun muvaffaki­yeti münhasıran o zaman mümkündür ki, cumhuru hal­kın (Halk topluluğunun hepsinin) fikirlerini ve düşünce­lerini terbiye edip 3ahih ve doğru ibir seçim iç'n hazırlı-yabilsin. Tâ ki, halk da seçecekleri kimsenin evsafını Ana yasa veya Düsturun ruhuna uygun olup olmıyacağmı ayırt edebilsinler.

Kur'an-a Kerimde ve Hadis-i-Şerifde bu her iki kay­nakta .da, bu İki çeşit ehliyetten bahisler vardır. Birinci kısım ehliyet için, dört esas üzerinde durulmuştur:

1.   Müslüman olmak. Nitekim    Kur'anf-ı Kerim bu hususta şöyle buyuruyor:

Ey iman etmiş bulunan kimseler Allaha itaat ediniz ve O'nun Resulüne de itaat ediniz ve kendi içinizden olan ülülemre de... (En - Nisa, 59).

2.    Erkek olması lâzımdır. Nitekim Kur'an-ı Kerİm. do buyurulmuştur

Erkekler kadınların koruyucularıdır. (En - Nisa 34)

Bu hususta Peygamber Sallallahu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmuşlardır :

İş Itrin in idaresini kadınların eline bırakmış olan ka­vini felah bulamaz. (Buharî)

3.    Akil ve reşid olması lâzımdır. N tekim. Kur'an-ı Kerim de bu hususta şu emri ihtiva etmektedir:

Allah m sizi babına koymuş butundluğu mallarınızı, akılsızların eline vermeyiniz. (En-Nisa, 5).

4.   islâm ülkelerinin sakini bulunması lâzımdır. Ni. tekim bu mevzuda da Kur'an-ı Kerim şöy'e buyurmuş­tur:

İman edip de hicret etmemiş olanları, hicret edince­ye kadar korumak hususunda size bir şey düşmez. (Bir mesuliyet terettüb etmez.) (El-Enfâl, 72).

işte kanunî vasıflar bu dört vasıftan ibarettir. Bu vapıfalra malik bulunan herkes, Emaret ve Şûra Meclisi­nin azahğma seçilebilme hakkına sahiptir. Bunlar için bu kimsen'n ehliyeti vardır. Şimdi de şu sual ortaya çıkar: Sayısız ve hesapsız kimseler bu vasıflara mâlik bulun­duktan sonra, seçilmek isterler veya seçilmek istemez­ler. Böyle bir durumda ne olacak? Bu sualin de cevabını yine Kur'an-ı Kerimde ve Hadis-i Şerif de bulacağız:

Allah size enir eder İd, emanetleri ehil olanlara tev­di edesiniz. (En-Nisâ, 58)

Allah indinde sizin en değerliniz» sâzin en muttaki burananızdir. (El-Hücurat, 13)

O dedi ki: Elbette Allah onu sizin üzerinize seçti. Ona bilgi ve cisim (kuvveti) bakımından üstünlük verdi.

(El-Bakara, 247)

Kalbini kendi zikrimizde» gafil kıldığımız ve kendi hevâ-i nefsine tabi olan ve işinin ölçüsünü kaçırmış bu. lunaa kimseye itaat etme. (Bl-Kehf, 28).

Her kim Md'at koyan kimseyi överse, elbette ki İs-tûnun dağılması için yardan etmiş olur. (El-Beyhakî)

Allaha yemin ederim İd, biz öyle bir kimseye işleri, mîzi tevdi edemeyiz ki, bu kimse herhangi bir kimseden bir şey bekleye yahut da haris bir kimse ola. (Buharî ve Müslim)

Elbette ki, bizim indimizde sizin içinizde en hain kimse, en çok şey isteyen haris kimsedir. (Ebu Davud)

Bu vasıfların bazısı her zaman Anayasaların br ço­ğunda'da bulunabilir. Fiilî olarak da nazarı itibara alı­nır. Meselâ mansıp düşkünü bir kimse seçilmek hususun­da ehliyetsiz olarak vasıflandırılmıştır. Başka vasıflar­da kanunî ölçüler tayin edilmiş olmamakla beraber, bi-7'm Anayasamızda veya Düsturumuzda esas hidayetler de vardır. Seçime nezaret edecek olan şahıs veya heyetin vazifelerine şunu da ilâve etmek icap eder ki, bu şahıs veya heyet her seçim zamanı seçilecek olan k'msenin vasıflara uygun olup olmamak hususunu halka bildirsin. Şunu da bildirsin ki, böyle bir kimse lalamın istediği ülülemr olmak noktayı nazarından ehliyete haiadir. [203]

 

Medenilik  (Vatandaşlık) Ve Bunun Esasları

 

..limdi de medenîlik (vatandaşlık) meselesine gelelim, îslâm bir fikir ve iş u:zamı 'olduğuna göre, bu nizam üze­rine bir hükümet kurup ayakta tutmak ister. Bunun için de kendi hükümeti dairesinde . vatandaşlığı iki tasımda kararlaştırır. Sonra, doğı a olmak ve temiz bulunmak Î3-İânun esas ruhu olduğundaa, îslâm herhangi Kr hile ve aldatmaca olmaksızın vatandaşlığı şu taksim üzerine be­yan eder. Dünyayı aldatanlar gibi de şu noktayı gönüllün­de bulundurmaz ki, sadece sözde bütün vatandaşları ve hemşehrileri aynı seviyede görüp de fiil!yatta bunların arasında farklar gözetmiş olsun. Belki İslâm herhangi bir. unsura insan haklarını tanıdı mı, onun hakkında hiç bir şekilde adaletsizliğe müsaade edemez. Meselâ bugün Amerikadaki zencilere, R«syadaki komünist olmayanla­rın durumu ve bütün dünyanın gayrı - dinî rejimlerdeki ekalliyetlere yapılan muameleleri tecviz etmez.

islâm noktayı nazarından    medenîlik  (vatandaşlık) şu İki noktada ayrılır:

1.    Müslümanlar.

2.    Müslüman olmayan zunmÜer.

1.   Medenî Müslüman    vatandaşlar ve hemşehriler hakkında Kur'an-ı Kerimde şöyle buyrulmuştur:

İman edip de hicret eden mallan ve canlan ile Allah yolunda çalışan (cihad eden) ve bunlaıiı barındıran ve yardım eden kimseler birbirlerinin dostları ve (hamileri) türler. İman edip de hicret etmemiş olanları, "hicret edinoeye kadar korumak hususunda size bir şey düşmez, (bir mesuliyet terettüp etmez.) fEl - Enfâl, 72)

Bu âyet-i kerimede medenîliğin yani vatandaşlık ve hemşehriliğin iki esası beyan edilmiştir. Birincisi, iman, ikincisi ise, De rül-islârada oturup, Dârül îslâm vatandaş* ve hemşehrisi olmaktır. Şimdi heVhangi bir kimse iman etmi© fakat Darül - küfr tabüyetini terk etmeyip — ki bu hususu hicret kelimesi ile anlatmak istiyoruz. — Da­rül - İslama gelmemiş ise, bu kimse Darül-- ts!âm vatan­daşı ve hemşehrisi değildir. Bunun aks ne, Darül - islâm -da bulunan ve Darül - Islâmda oturan ve yaşayan kim­seler, isterlerse doğum itibariyle Darül - küfre mensup olsunlar, isterlerse Darül - tslâma mensup bulunsunlar ve sonradan Darül - küfrden hicret edip de Darül - îslâ. ma gelmiş olsunlar [204] burada Darül-îslâmm vatandaşı ve hemşehrisidirler ve Darül - tslâmın d ger vatandaşları Uq aynı haklara malik bulunmaktadırlar. Darül - îslâmm diğer vatandaşları ve hemşehrileri de bu kimsele­ri   korumak   ve   yardım   etmekle   mükelleftirler.   Bu müslüman vatandaşlar üzerinde, Islâmın bütün ni­zamını ayakta tutmak bîr vecibe olur. Vatandaşlar islâ-mın hükümlerini yürütmekten sorumlu olurlar. Nitekim bunlar usulen bu nizamın hak olduğuna inanırlar. Bunun için de tamamen kendi kanunlarım yürür hale koymak isterler. Kendilerini bütün dinî, ahlâkî, medenî ve siyasî hususlarda kendi kanunlarının hükümlerine bağlı bulun­dururlar. Bütün feraiz ve vecibeler onların boyunlarına borç olur. Onların hükümetleri, hükümeti korumak ve müdafaa etmek için kendilerinden her türlü fedakârlığı ister. Y^ne onlara şu hakkı da verir ki, böyle bir hükü­met için «ülülemr» seçebilir veya seçilebilirsiniz ve Şû­ra Meclisi (Parlamento) ya da iştirak edebilire niz. Böy­le bir hükümetin kilit noktalarında da vazife almak hak­kınız olur. Ta iki, bu hükümet hakiki vasfı ile ayakta tu­tunup devam edegelsin. Bu kaidenin en bariz mevcudiyeti saadet devri ile, örnek dört halife devirleridir. O zaman­lar hiç bir zınımînin Şûra Meclisi azası olduğu görülme­miştir. Yahut da herhangi bir ülkeye vali (Gouvernor) olduğu vaki değildir. Aynı zamanda kadı veya hükümetin herhangi bir dairesinde vezir yahut nazır, ordu kuman­danı olmaları da imkânsızda. Halife seçimler'ne de karış­maları gayrı mümkündü.

Halbuki, bu zımmîler yine Hazret-i Resulü Ekremin devri saadetlerinde de mevcut bulunuyorlardı. Örnek dört halife devrinde de bunların îslâm ülkelerindeki sayıları on milyondan fazla idi. Eğer hakiikaten zunmîlerin yu­karda saydığımız işlerde bir haklan ve bir hisseleri ol­saydı, herhalde Allanın Nebisi onların bu haklarını tes­lim etmemezlik/etmiyeceği gibi, Nebî sallallahu aleyhi ve sellemin elinde yetişmiş ve tabiye görmüş kimseler, zin­cirleme olarak otuz seneden fazla bir zaman devlet :daresini ellerinde bulundurdukları halde niçin bunların bu haklarım teslim etmemişlerdir?

2. Zimmî vatandaşlardan maksat, islâm ülkeleri hudutları dahilinde yaşayan bütün gayrı müslimlerdir ki, bunlar îslâm a itaat edip Islâmî hükümete sadakat gös­terirler. Bunların da Dâriil-îslâmda doğmuş olmaları ve­ya Dârül-lslâm dışından Dârül-tslâma gelip zımmîlik hakkını talep etmelerine bakılmaz, İslâm, bu şek'ldeki vatandaşların dinlerini, kültürlerin: ve şahsî haklarını can ve mallarını, namus ve şereflerini korumağı üzerine alır. Onlara yalnız mülkî kanunlar icra edilir, diğer ka­rı unlar icra edilmez. Bu mülkî kanunlarda da müslüman-larla aynı haklara mâlik olurlar. Kilit noktası olan me­muriyetlerden başka herhangi bir memuriyet- de inti­sap ederler. Vatandaşlık serbestisinde de müsiumanlarla aynı haklara mâlik bulunurlar. Muamelatta v«* iş güçte muallim ani ardan ayrı bir şekilde kendilerine muamele edilmez. Fakat memleketin korunması ve müdafaa edil­mesi hususunda onlar muaf tutulmuşlardır. Bu hususta bütün yük yalnız müslümanların üzerine konmuştur.

Bu şekildeki iki çeşit vatandaşlık üzerinde ve bunla rın ayrı ayrı vasıfları olduğu hakkında, birisi kalkıp iti* razda bulunacak olursa, o zaman biz de ona diyeceğiz ki, ilk önce bunlara Islâmın ne suret.e muamele ett ğine bak, bir de dünyanın medenî geç nen devlet rejimlerinin ekal­liyetlere yapmış olduğu muameleleri gözden geçir. Diğer rejimlerde, o rejimi kabul etmeyenler, yahut da millî hü­kümetin hududunun dışından gelmiş olanlar, veya millî ekalliyetler hakkında ne gibi muameleler yapıldığını göz-önüne almak icabeder. Pek haklı olarak diyebileceğiz ki, başka rejimdeki hükümetlerle, Islâmî hükümet rejimi a-rasında bu vaziyet mukayese edilirse, îslâmın bütün re­jimlerden bu vaziyet hakkında çok daha insaflı davrandıği anlaşılır. İslâm bunların    hepsinden daha adaletli, daha da cömert olup başka rejimlerin halledemediği bir şek İde bu işi halletmiştir. Diğer rejimlerde bin bir türlü karışıklıklarla, memleket halkı çeşitli tasniflere tâbi tu­tulmuştur. Fakat îslâmda b'r tek tasnif vardır. O da is. lâma inananlar ile İslama inanmayanlardır. İnananlar ise, onun bütün usul ve kaidelerine bağlı bulunurlar; bu usul ve kaidelere göre îslâmî hükümeti kurup yürürtürler. Bu­nu kabul etmeyip inanmayanlar ise, memleketin intizamım devam ettirmek için bir Ö'çü dahilinde memleket işlerin­de çalışırlar.  Onlar hükümet  nizamını  devam  ettirmek külfetinden de kurtulmuş olurlar. Fakat kendilerinin bü­tün insanî ve medenî haklarının muhafazasını Islâmî, hü­kümet ve müsHimanlar tekeffül eder. [205]

 

Vatandaşlık Hakları :

 

Şimdi şu noktaya gelelim: îslâmda vatandaşlığın esas hakları (Fondamental îtights) nelerdir?

îslâmda vatandaşa ilk verilen hâk, onların can, mal, namus ve şerefinin korunmasıdır. Herhangi bir kanunî şekil olmaksızın, onların bu haklarına tecavüz edilmesin. Bu hususu Nebî salUlahu aleyhi ve sellem müteaddit ha-dis-i şeriflerinde beyan buyurmuşlardır. Veda Haccmda Zat-ı Saadetleri meşhus hutbelerinde Islâmî yaşayış ni­zamının kaidelerini beyan 'buyurmuşlardır:

STzin kanlarınız ve mallarınız; ırz ve namusunuza hürmet gösterilmesi lâzımdır. Bu hac gününün hürmeti gibi. Bu hürmet hakkında Zat-ı Saadetleri şu noktayı da belirtmişlerdir;

Ancak islâm hakkı ile. Yani İslâm kanunları dola-yısiyle bir kimsenin canı, malı, ırz ve namusuna bir teca­vüz vuku bulursa, îslâmî kaide ve usul gereğince bu za~ rann telafi edilmesi lâzımdır.

İkinci mühim hak da şahsî hürriyet hakkıdır. If. lamda kimsenin hürriyeti belli kanunî şekilde kendisine bir cürüm isbat edilmedikçe selb edilemez; e.inden alına­maz.

Ebn Davud, şöyle bir rivayeti kaydeder: Bir ara Me­dine halkında birisi şüphe üzerine yakalandı. Sanabilir­den biri, okunmuş bulunan bu bahsettiğimiz hutbenin okunduğu sırada ayağa kalkarak, Nebi saHallahu aleyhi \e selteme şu suali sordu: Benim komşularımdan biri herhangi bir şüphe üzerine yakalanmıştır. Bu adamın ya­kalanmasının sebebi nedir? Nebî sallallahu aleyhi ve sel­lem ikinci defa bu zatım sözünü dinledi ve şehrin emniye­tini idare eden zatı kaldırarak* yakaladığı bu kimsenin yakalanması için makul bir sebep beyan edip edemiyece-ğini sordu. Fakat üçüncü defa Şahabı sözünü tekrarladı ve şehrin emniyeti ile vazifeli bulunan zat da makul bir cevap veremedi.

O zaman Zat-ı Saadetleri emirlerinde şunu bildirdi­ler :

Hallû lehü ciyranehü : Onun komşusunu kendisme bırakınız  [206]

Bu hadiseden şu mesele anlaşılıyor: Bir şahıs hak­kında belli başlı ve kat'î bir töhmet delili bulunmaksızın ve bu îtham sabit olmadan, bu kimseyi tutuklu bulundur­mak İslâm kaidelerine uymaz.

İmam*Hattabî, telif etmiş 'bulunduğu Ma'âlim - Es -Sünen isimli eserinde bu hadîsi şerh ederek şöyle yazar:

Îslâmda iki çeşit hapis vardır: Bir! «Haps-i Ukubet» yani ceza hapsi. Adalet cezayı tayin ettikten sonra her­hangi bir kimse haps edilir, tutuklanır. İkincisi; «Hapsj îstizhar» yani arama tarama hapsi. Müttehem araştırıl­mak için hapsedilir. Bunlardan başka îslâmda herhangi bir hapis şekli yoktur.[207]

Bu hususta İmam Ebu Yûsuf, telif etmiş olduğu Kitab-El-Harâc'da şöyle yazar: Herhangi bir kimse sırf itham yüzünden tutuklanamaz. Resul-ü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem sadece itham için kimseyi tutuklama-roıştır. Elbette davacı ile davalının her ikisinin de adalet huzurunda hazır bulunmalarında zaruret vardır. Davacı kendi davasını isbat etmek için işe girişir, ithamını :s-bat edemezse, o zaman dava edilen salıverilir. [208]

Hazret-i Ömer Radiyallahu Taalâ anh bir dava gö­rürken şu hususu beyan buyurmuştur:

Îslâmda hiç bir kimse adaletsiz olarak tutukluna -maa. [209]

Üçüncü mühim hak da fikir hürriyetidir. Bu mevzu­da Islâmî kanunların en güzel izahı Hazret-i Ali Radiyal­lahu anh devrinde oldu. O zamanlar Havaric güruhu peydahlanmıştı. Bunlar günümüzün Anarşist ve Nihîist-îerine benziyordu. Hazret-i Ali Radiyallahu Taalâ anh, devrinde bunlar açıktan açığa mevcut hükümeti kabul etmek istemiyorlardı. Bunların ortadan kaldırılması için kılıç kullanmak gerekiyordu. Hazret-i Ali Radiyallahu Taalâ anh, onlara şu şekilde haber gönderdi:

Bulunduğunuz yerde kabınız; aramızda kan dökül­mesin; yolları da kapamayınız ve kimseye zulüm de et­meyiniz.

(Neyi el-evtar c:ld 7, sahife 139).

Başka bir zaman yine Hazret-i Ali Radiyallahu anh Haricilere şu  mesajı  gönderdi:

Siz fesat çıkarmadıkça biz de sizinle savaşa girme, yiz. (Neyi el-evtâr cild 7, sahife, 133).

Bu örneklerden açık bir şekilde anlaşılıyor ki, her­hangi bir topluluk ne şekilde düşünürse düşünsün, bu düşüncelerini emniyetle bu fikirlerini açığa vurabilirler. İslâm rejimi bu kabii hareketlere mâni-olmaz. Elbette ki, onlar kendi fikirlerini ve düşüncelerini zorla ve şiddet kullanarak (By Violent Mean) ortaya koyup kabul ettir­meğe kalkar ve hükümet düzenini bozmak ve dağıtmak yolunu tutarlarsa, o zaman iş değişir.

Diğer bir hakka da İslâm fazla ehemmiyet vermiş­tir. Bu çok önemli nokta da şudur: İslâm devleti sınır­lan içinde yaşayan halkı, medenî yaşayışın esası zaruri-yatmdan mahrum bırakmamaktır. Bu hususta İslâm ze­kâtı farz kılmıştır. Zekâtın farz olduğu hakkında Alla-hm Resulü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle beyan bu­yurmuşlardır:

Zenginlerinden alır ve fakirlere verirsin. (Buharı ve Müslim!

Başka bir hadis-i şerifte Zat-ı Risaletpenahileri şu gerçeği işaret etmişlerdir.

Hükümet,  kimsesizlerin  kimsesi  ve  hamişidir.

Diğer bir hadis-i şeriflerinde de Zat-ı Saadetleri şu ölçüyü belirtmişlerdir:

Hiç bir şeyi olmadan ölen bir kimsenin mesuliyetleri (borçlar ve saire)  bize aittir. (Buharî ve Müslim)

İslâm, bu mevzularda vatandaşlar arasında müslü-man veya ekalliyet yani zımmî arasında fark gözetmez. Zımmîler de müslümanlar gibi bu medenî haklardan faydalanırlar. Hükümet, aç olan, çıplak olan, barınacak ye­ri bulunmayanları açıkta bırakamaz. Hazret-i Ömer bir ara bir zımmîye tasladı. Bu zınımî dilenen ihtiyar bir Yahudi idi. Örnek devlet reisi Hazret-i Ömer, derhal bu şahsı cizye vermekten muaf tuttu. Ve kendisine maaş bağlanması için hazine memuruna şöyle yazdı:

AHaha yemin ederim ki, gençliğinde faydalandığımız kimseyi İhtiyarlığında kendi başına bırakmak, insaf de­ğildir. (Ebu Yusuf, Kitab - El - Haraç S. 72)

Hazret-i Hal'd Radiyallahu anh, Hiyre'nin gayrı müslimlerine bir. vesika yazıp vermişti. Bu vesikada açık olarak şu hususlar bildirilmişti:

Yaşlılardan veya herhangi bir sakatlığı bulunanlar­dan, yahut da iflâs etmiş olanlardan ve fakirlerden cizye alınmayacaktır. Bundan maada - musJümanlann beytül-malinden de bu gibi kimselerin geçimlerini temin için ma-a& verilecektir. Bu şekilde geçimleri sağlanmış olacaktır. (Kital - el - Haraç, Sahife 85). [210]

 

Vatandaşlar Üzerinde Hükümetin Hakları

 

Geçen bahiste saydığımız haklara karşı hükümetin de vatandaşlar üzerinde bazı haklan vardır. Bu haklar meyanında ilk Önce itaat hakkı gelir; îslâmda buna «sem' ve tâat» : (dinlemek ve itaat etmek) ıstılahı kon­muştur. AUahın Resulü sal! ali ahu aleyhi ve sellem bu hususta serahatle şu beyanda bulunmuşlardır:

Es-sem'ü ve't. taatü fi'l - usrî vel - yiteri vel - mto şettâ vel-mükreh.

Sıkıntılı günlerde ve ferahîık zamanında, hoşa giden ve hoşa gitmeyen şeylerde dinlemek ve itaat etmek var­dır.

Yani herhangi bir hüküm birisinin hoşuna gitsin, gitmesin, kolay olsun zor olsun> her ne şekilde olursa ol­sun itaat edecektir.

islâm hükümetinin vatandaş üzerinde ikinci mühim hakkı da şudur: Vatandaşlar bu hükümete karşı sadakat gösterecekler ve hukûmetüı iyiliği için çalışacaklardır. Kur'an-ı Kerimin ve hadi s-i şerifin bu husustaki ıstıla­hında- «Nush» kelimesi kullanılmıştır. Arapça tercüme­sinde buna (Loyality): Meşru tanımak ve (Allegiance): (sadakat göstermek) diyebiliriz. Hatta bu mefhumların manalarından bu husus daha da genişlik arz eder. Bu mesele, insanın iyi bir niyetle ve kalb sadakati ile hükü­metine bağlı olması demektir. Bu hükümete zarar gelme­sini hoş görmemektir. Kalben de bu devletin yükselmesi için çalışmaktır.

Pek tabiîdir ki, iş bu kadarla kalmaz. İslâm vatan­daşlarına, var kuvvetleriyle hükümete yardımcı olmak vazifesi düşer. Bu hükümet için mal ve can ile fedakâr­lık etmek icabeder. Bu fedakârlığı esirgememek lâzım­dır. Hatta Darül-tslâm'da bir tehlike baş gösterirse, o zaman Kur'an-ı Kerimin açık beyanına göre, gerekli fe­dakârlıklardan kaçman kimse münafık sayılır. Kudreti kuvveti olduğu halde îslâmı mal ile can ile müdafaa et­meyenler münafıklardan addedilirler.

Muhterem dinleyiciler ve okuyucular, Islâmî hükü­met dediğimiz hükümetin* şekli ve tarzı budur. İşte biz hali hazır zamanımızda kurmak istediğimiz ve kendisine Islâmî hükümet diyeceğimiz hükümet de ancak bu şekil­deki bir hükümettir. Siz ne isterseniz söyleyiniz, ister se-külar (Laik), hükümet, ist*r demokratik hükümet ve is­terse teokratik .^ıükûmet deyiniz. Biz bu ıstılahlar üzerinde durmuyoruz. Biz sadece şu nokta üzerinde duruyo­ruz ki, îslâm olmak ve Islâmî itikada inanmak iddiasında bulundukça bizim yaşayış nizamımız ve hükümet rejimi­miz bahsettiğimiz bu esaslar üzerinde kurulmalı ve bu esaslar üzerinde ayakta tutunmalıdır. [211]

 

BAB : 8

 

İslâm Anayasasının (Düstûr'un) Esasları

 

Bu zamanda, yani devletin Anayasasımn hazırlık safhalarının son merhalelerine gelindiği şu sırada, ilim erbabı tarafından «Düstur sâz asambli» (Anayasa hazır­lama kuruluna) tam manasiyle ve imkân haddinin son derecesiyle yardım edilmelidir ki, doğru bir islâm Ana­yasası hazırlamak mümkün olabilsin. Biz bu mevzuda, kendi kudretimiz nisbetinde hizmet görmeğe gayret edi­yoruz. 1951 senesinin başında bütün muslüman partileri­nin mümessilleri ve âlimler dahi îslâmî hükümet için 22 esas maddeyi ittifakla tertip ederek, mühim bir hizmet ifa ettiler. [212] Fakat bu çalışma -meyanmda bazı kim­selerin muhtelif düşüncelerini gördüm. Bir tarafta müs-lüman halk, diğer tarafta tahsil görmüş zümreler başka bir taraftan da Anayasa hazırlayan kurul erkânı arala­rında bir hayli kimse yanlış anlamalara kapılmışlardır. Nitekim onlar tarafından bu fikirler muhtelif ve çeşitli şekillerde, türlü türlü kelimelerle ortaya çıkarılmaktadır. Kur'an-i Kerim'de herhangi bir Anayasa için rehberlik edecek mevzu bulunmamaktadır, diyorlar, islâm'da hu­susî ve herhangi bir şekilde hükümet rejimi icap ettirmez ve Islâmî Anayasa (Islâmî Düstur) diye bir şeyin de ismi olamaz diye iddia ediyorlar.

Bu şaşırtıcı sökerin arkasında bazı deliller de yok değildi. İlmin ortadan kalktığı devirde, fikrî kargaşahk-!ar doğurmak için böyle gürültülü işler bilhassa tesirli °lur. Bunun üzerine ben de bu hususta ve bu babta bîr  kaleme almayı zarurî gördüm. Kitap ve Sünnetin bu husustaki bütün tasrihlerini bir araya toplayarak A-nayasaya ait ahkâm bulunanları toplu hâle getirip halkın istifadesine sundum. Bununla şimdiye kadar, îslâm ulç_ masının tslâm Anayasası için hangi usûller koydukları ve hangi mehazlara baş vurdukları -açıklanmış olacaktır. Bununla da yine Anayasa hazırlama kurulu (Düstur sâa asambli) erkânımn karşısında da Allanın hücceti tamam-' lanmış olacaktır. Yine bu kurul için, Allanın ve O'nun Resulünün hükümleri beyan edilmemiştir gibi bir baha­ne de ortadan kalkmış olacaktır.

Bu bahisler, bu ihtiyacı karşılamak için kaleme alın­dı. Burada sırasiyle Anayasaya ait meselelerdeki Âyât-ı Kuraniye ve sahih hadisleri kaydedecek ve bunlardan ahkâmın nasıl çıkarıldığını da anlatacağız. [213]

 

İlâhî,Hakimiyet :

 

İşte hüküm sadece Allahmdır. Ancak ve ancak ken­disine ibadet edilip başka birine ibadet edilmemesi için emir vermiştir. Elbette ki sağlam din de budur. <Yusuf, 40)

Bu âyet-i kerime açıkça bildiriyor ki, iğlerin hallü fasl ihtiyarâtı ve emir buyurma hakkı (yahut da başka i)ir tabirle söyleyelim «Hâkimiyet») Allah Taalâ'ya mah­sus ve münhasırdır. Burada herhangi bir şekilde, kari-neii ve iki mana verebilen kelime olmadığına göre bu hâ­kimiyetten sadece «Kâinatî hâkimiyet»: (Univeraal S°-verignty) mefhumu anlaşılıyor. Allah Taalânın bu hâki­miyeti öyle bir kâinatî hâkimiyettir ki, hem siyasî he*11 kanunî olmakla beraber aynı zamanda hem ahlakî ve hem de itikadîdir. Kur'an-ı Kerimin kendisi de böyle k|r hâkimiyetin — bütün kısımları ve ekleri ile beraber \llah Taalâya mahsus've münhasır olduğunu açık dlerle  beyan  buyurmuştur.  Nitekim     Kur'an-ı  Kerimde açıkça bildirilmiştir ki, Allah Taalâ    sadece Rabbtinnas «Halkın Rabbı» ve llâhün-nas    «Halkın ilâhı» değildir. Aynı zamanda o, Melikün-nas «Halkın padişahı, hüküm­darı» dır da.

Söyle; halkın Rabbına, halkın İlâhına ve halkın Pa­dişahına  (MeLikine)  sığınırım. (En-Nas, 1-3).

Orada deniyor ki, Allahu Taalâ mülkün mâlikidir. O'nun bu hükümdarlığında, bu padişahlığında, hiç bir şe­kilde şeriki ve ortağı diye bir şey yoktur.

Söyle» ey mülkün mâliki Allattım, istediğine mülk ve­rirsin, istediğinden de alırsın...

(Âl-i îmran, 26). Mülk'de O'nun şeriki olamaz. (fara;"111).

Dikkat! îyaratmak ve emir vermek O'nun değil mi. Jir?. (El - A'raf, 54)

Rabbinizden size nazil kılınmış bulunana tâbi olunuz -ve ondan başka kendinize kimseyi koruyucu edinerek tâ­bi olmayın. (A'raf, 3).

Her kim, Allafaut nazil kılmış bulunduğu ile hüküm vermezse, böyleler! kâfirlerdirler. (EI-Maide, 44)

Allah Taalânın siyasî ve kanunî hâkimiyetinin bu tasavvuru, Islâmın ilk temel usullerindendir. lalamın tâ başından bugünkü günümüze kadar, bütün îslâm hukuk­çuları, «hüküm vermek Allah Taalâuın kendisine hasdır.» .prensibinde müttefiktirler. Nitekim Allâme Amidî meşhur «IJsul-i Fıkıh» kitabında Kitab El - İh kânı fî usûl il - ahkâm» da şöyle yazar :

Bilmek gerektir ki, A İlahtan başka bir hüküm sa­hibi yoktur ve O'nun hükmünden ve hükmettiğinden baş. ka da yine bâr hüküm yoktur.

Şeyh Muhammed Hıdrî de kendi Usûl-t Fıkıhında, bu husus, bütün Ehl-i Islâmm müttefik bulundukları bir akide olarak beyan eder.

Elbette kî hüküm Allanın-hitabıdır. AUahtan başka birinin hükmü yoktur.

Bu da bütün müslümanlarm ittifak ettikleri bir ka-ziyyedir.

Herhangi bir İslâm Anayasası (Düstur), her şeyden önce Allah Taalânın siyasî ve kanunî hâkimiyetini kabul etmeden, tslâmî bir Anayasa olamaz.

Bu husus o Anayasanın maddeleri meyanmda açık-ce. yazılmış olmalıdır. İlâhî hükümete itaat edileceği ve Râkim-î A'lâ'ya boyun büküleceği ve O'mın ahkâmının ifâ edilmesinin farz olduğu da aynı şekilde yazılmalıdır, [214]

 

Risâlet Makamı :

 

Peygamberler Aleyhisselâm umumiyetle ve Hazret-fc Muhammed Sailallahu aleyhi ve sellem bilhassa Aliah Ta-alâmn bu siyasî ve kanunî hâkimiyetinin mantarıdırlar. Yani Allah Taalânın bu hâkimiyetinin insanlara tatbik edilmesi peygamberlerin vasıtasiyle olmaktadır. Ve bu sebepledir ki, Allanın Peygamberi olmuşlardır. Bu iti­barla onların hükümlerine itaat etmek ve onların yolun­dan gitmek, onların hükümlerine niçin ve neden deme­den, kayıtsız ve şartsız inanmak, her ferdin, her züm­renin, her kavmin üzerine farz ve lâzımdır. Yine de lâ­zımdır ki, Allahm bu hâkimiyetine inanıp kabul etsinler.

Bu husus, Kur'an-ı Kerimde müteaddit yerlerde açıkça bahsedilmiştir. Misal olarak aşağıdaki âyâtı kerimeler­den bir kaçına göz -gezdirelim:

Her kim Resule itaat ederse,    Allah a da itaat etmiş olur. (En-Nisâ'  80)

Hiç bir Resul göndermedik ki, ancak Allahm izni ile kendisine .itaat edile. (En - Nisa' 105).

(Yâ Muhammed) Biz sana'kitabı hak ile nazil kıldık kî, Allanın sana gösterdiği gibi, halkın arasımla hüküm veresin. (En - Nisa' 105).

Resul size ne getirdikse onu alınız ve sizi neden men ettiyse, ona son veriniz. (EMIaşr, 7)

Hayır; senin Rabbına and olsun ki, Onlar aralarında çıkan anlaşmazlıkta, seni hakem kilmayıp verdiğini hü­kümlere hiç bir şekilde sıkılmadan, sana tanı bir itaatle bağlanmadıkça iman etnı's olmayacaklardır. (En . Nisa, 65).

İşte bu nokta da îslâmî hükümetin Anayasasının ikinci esasıdır. Burada Allahm hâkimiyetini ikrar ettik­ten sonra ikinci ikrar da şu olmalıdır: Böyle bir hükü­mette Kitabullahın yanı başına Resûlullah sailallahu aleyhi ve sellemin isbatlı sünnetlerini de kanun mehazı olarak kabul etmek icabeder. îcraî, teşriî ve adlî husus­larda bu sünnetin hilâfına hükümler ortaya konamaz ve kanun yapılırken yapılacak olan kanun da bu sünnetlere aykırı bulunamaz. [215]

 

Hilâfet Düşüncesi :

 

Sizin aranızda iman edip de salih amel eden kim­selere, Allah yeryüzünde hâlife kılacağım vaad etmiştir. Nitekim sizden önceki kimseleri de halîfe kalmıştı. (En-Nûr, 55).

Bu âyet-i kerimeden açıkça iki mühim esası kanun anlaşılıyor.  Birincisi,  Islâmî hükümette  sahih  makam, «hilâfet» makamıdır.  Hâkimiyet makamı değildir. îkin-eisi de şudur: Bir islâmî hükümette hilâfeti elinde bu­lundurmak herhangi bir şahsa, herhangi bir hanedana, veya herhangi bir zümreye mahsus değildir. Belki bütün islâm ümmetine, islâm ümmetinin her ferdine atittir. Al­lah Taalâ bunlara serbest bir hükümet atâ kılmıştır.

Birinci noktanın teşrihi şudur ki, aynı ha-kikat şu işi icabettirir ki, hâkimiyet sahibinin kendi zatmın hari­cinde öyle bir kudret bulunmayacak ki, onun ihtiyarâtını hududlandırsın ve kıssın, onun kendisinin yaptığı kanun­lar ve nizamların dışında onun elini ayağını bağlayan ve kendisinin yapacaklarına mâni olabilen herhangi bir ka­nun ve nizam bulunsun.[216]

Şimdi eğer bir hükümette ilk adımda şunun üzerine iman edilirseki, Allanın ve O'nun Resulünün bildirdikleri kanunların üstünde hiç bir kanun ve nizam yoktur; bu kanunların hilafına da bir iş yapılamaz. Bu hükümetin Teşriî Organı da bu kanunun hilâfına bir kanun vaz' ede-., mez. Adliye işlerinde de bu kanuna aykırı hükümler ola­maz. O zaman, bundan açıkça şu mana anlaşılır ki, Allah ve O'nun Resulünün hâkimiyeti karşısında böyle bir hü­kümet hâkimiyet iddiasında bulunamaz ve hakikî hâki­miyetin de esasda Allah ve Resulüne ait olduğu kabul üipf mevcut hükümetin başında bulunan yahut da ida­recisi, ancak ilâhî hâkimiyetin bir mümessilinden başka bir vasıf taşımaz. Bu mevkideki idareciye de «halife» dİ-veceğiz. Bu şekildeki vaziyetin ismine sahîh istilanda «hâkimiyet» diyemiyeceğiz. Sadece «hilâfet» diyeceğiz. Bu vasıf kararlaştırılmış olursa, bu vasıf üzerine böyle bir hükümetteki işe «Hâkimiyet» deyecek olursak, o za­man istilan bakımından da tenakuza düşmüş oluruz. EL bette "ki, Allanın hükmü ve O'nun Resulünün Sünneti tah­tında kendi yapacağı işlerde, muhtar olarak, ittiba et­mezse, o zaman şüphesiz doğrudan doğruya bu iş hâki­miyet olur. Fakat böyle olunca da Islâmî hükümetteki 4stılahda bir tenakuz yeniden baş gösterir.

İkinci noktanın teşrihi de şudur: Bir islâmî hükü­metin bütün sakinlerinin müslüman olması vasfiyle, top. lu olarak, bunlar hilâfet mansıbını elde bulundururlar. İşte bu mühim ve hakikî usul tslâmî Cumhuriyetin esa­sıdır. Bu şekilde gayrı - islâmî cumhuriyetlerde ise esas içtimaî hâkimiyettir ki, (Popular Sivereignity) usulü üze­rine kaim olmuştur. Fakat hakikatte bu şekildeki îslâmî Cumhuriyetin temelleri içtimaî hilâfet (Popular Viceğe-rancy) usulü üzerine kurulmuştur. Bu nizamda hâkimi­yet yerine Hilâfet ıstılahını kullanmak icabeder. Burada­ki iktidar Hak Taalâ tarafından bahşedilmiş bulunan bir iktidardır. O'nun çizmiş bulunduğu hududlar dahilinde, bu iktidarı kullanmak icabeder. Fakat bu Hilâfetin şu Mahdut iktidarı yukarıda bahsettiğimiz Kur'an-ı Kerimin "ükümleri gereğincedir. Bu hükümlere göre, herhangi "ir muayyen şahıs veya muayyen bir zümreye bu ikti­dar verilmiş değildir. Belki hükümetin ülkesi dahilinde ya§ayan bütün müslümanların «min haysül cemâa» : 'Toplu olarak) haklarıdır. Bunun iktizası şudur ki, müs-üınanlar kendi rızalariyle aralarında müşavere  ederek, kendi işlerini yürütmek için bir kimseyi vekil tayin eder­ler. Bu kimsenin vekâleten başkanlığı müslümanlan rı­zasına bağlı olur. Müslümanlar kendisinden razı olduk­ları müddetçe onların işlerini yürütür. îste bunun için­dir ki, Hazret: Ebu Bekir »(R.A.) Taalâ «HilâfetuUah kelimesini kullanmaktan, müslümanları men etti. Zira hilâfet aslında Müslüman Ümmetinin hakkıdır. Doğru­dan doğruya Ebu Bekirin veya diğer halifelerin hakları değildir. Hilâfetin de esas vasfı, müslümanların kendi istekleri ve rızaları ile halifelik ihtiyarâtını bir şahsın eline tevdi etmeleri ve bu şahsı kendi işlerini idare etmek jçin vazifelendirmeleridir.

Bu iki noktanın her ikisi de gözönüne almaraik îs-lamî Hükümetin Anayasası (Düstur) u öyle bir şekilde yapmalıdır ki, bu Anayasa ile iş basma gelecek olan kim­se veya kimseler herhangi bir şekil ve surette, Hâkimi­yet iddiasında bulunmayıp bu hükümette ancak aydın ve açık bir şekilde halife olduklannı nazan itibara alsın­lar. [217]

 

Müşavere Usulü

 

Yukarıda bahsettiğimiz gitii içtimaî Hilâfetin ikti­zalarını Kur'an-ı Kerim açık sözlerle beyan buyurmuş­tur; .    Onların işleri, aralarındaki müşavere Ue olur. (Eş - Şura, 38 >

Bu ;' Tet-i kerimede Islâmî yaşayış nizamının şu hu­susiyeti beyan edilmiştir . Bütün içtimaî işler nıüşa* vere ile icra edilsin. Bu, sadece bir beyan değildir. Belki sözün mefhumundan anlaşılır ki, bu bir emir ve bir hü­kümdür. Bunun için "herhangi bir içtimaî iş, müşavere ol­maksızın yapılamaz.  Müşaveresiz  içtimaî işleri  yapma*"

menedilmiş bulunuyor. Nitekim Hatib Bağdadî, Hazret-i AJi Radiyallahu Taalâ Anh'dan rivayetle şu hususları nakleder.

Arz ettim ki, Ya Resulallah! Senden sonra öyîe işler­le karşılaşabiliriz ki, bunlar hakkında ne Kur'an-ı Kerim­de bir hüküm bulabiliriz ne de Zatı Saadetlerinin Sün­netinde bunu aydınlatabilecek hir mevzu ile karşılaşmak mümkün olabilir? Buyurdular ki, benim ümmetimin iba­det eden (âbid) zümrelerini toplar [218] ve onlarla müşa­vere edersiniz. Müşavere sırasında da bir tek kimsenin reyine iktifa etmeyesûıiz. (Ruhül _ Maânî)

Sonra yine bu müşaverenin asıl ruhunu da Nebî sal-lallanu aleyhi ve sellemin lâfızlarında beyan- edilmiş oldu­ğunu görürüz:

Her kim bir hulusta bir kardeşiyle müşavere eder, fa­kat bu işi o kardeşten başkasının daha iyi bildiğini büir-se, im işde hiyânet etmiştir, (Ebu Davud)

Bu hüküm gayet geniş mefhumla beyan edilmiştir. Burada müşavere için herhangi hususî bir şekiî tayin edilmemiştir. Bu bakımdan, îslânun. ahkâmı bütün dür, ya için. olduğuna ve her zaman geçerli bulunduğuna gö­re bu şekilde bildirilmiştir. Eğer her ne suretle olursa olsun, müşavere için muayyen bir usul vaz edilmiş olsay­dı, o zaman İslâmın ebedî ve âlemşümul, mahiyeti kal­mazdı.. Müşavere doğrudan doğruya umum halk ile mi yapılır, yoksa halkın mümessilleriyle mi? Bu mümessil­leri alelade halk mı seçer, yoksa avam halk değil de ileri gelen halk (Havas) mı seçer? Bu müşavere edilecek olan. ların seçimi bütün memlekete mi şâmil olur, yoksa devle­tin başında bulunan kimse tarafından mı seçilirler? Bu seçim, bildiğimiz gibi rey toplamak suretiyle mi olur?. Yoksa mümessilliği aşağı yukarı belli olabilecek zevat ll!kendilerini mümessil diye mi ortaya atarlar? Şûra Mec­lisi bir dereceli mi oîur? Yoksa iki dereceli mi olur? Bun­lar öyle suallerdir ki, her camiada bunların cevapları ay­rı ayrı şekildedir. Her medeniyet bu hususta kendisi için bir şekil üzerine karar vermiştir. Yine bunların cevapla­rı durum ve ahvâlin değişmesine, zaman ve zeminin ica­bına göre değişecektir. Zaman ileriledikçe bunlar da yeni. yeni şekiller alabileceklerdir. îşte bunun içindir ki, Şeriat bu hususları serbest bırakmış ve üzerinde durma­mıştır. Ne hususî bir şekil tayin etmiş ne de herhangi bir şekli men eylemiştir. Elbette ki yukarıdaki âyet-i ke­rimeyi teşrih eden hadislere de göz atmamız icabeder. Bu hadisleri gözden geçirdiğimiz zaman üç mesele üze­rinde durmuş oluruz:

1.    Müslümanların herhangi bir içtimaî işi müşave-

Iresiz yapılamaz. Bu mesele diktatörlüğün kökünü kazı­mak için lâzımdır. Bunun için devlet işlerinde mühim i§-

ileri devlet reisinin kararlaştırmasının önüne geçilmiş o-lur. Devlet reisinin nüfuz kullanarak istediği gibi işleri idare etmesine meydan verilmez. Böyle olunca da dikta­törlük için açık kapı bulunamaz. Nitekim diktatörlük de­mek istibdat ve mutlakiyet demek olduğundan .istibdat

ive mutlakiyet de müşavereye muhalif bir husustur. Bu şekilce yine Anayasada arızî veya müstakil bir şekilde

(duraklama olamaz. Tam ihtiyarât da Devlet başkanına ve memleketin reisine verilmemiş olur. Her ne şekilde o-lursa oisun, istibdat men edilmiştir. İstibdat ve mutlakı­yet üzerine tslâmî hükümet teessüs edemez.

2 içtimaî işlerle alâkadar olan herkes bu işlerde müşaverede bulunmalıdır. Bunlar isterlerse müstakimen, doğrudan doğruya müşavereye iştirak ederler; isterlerse güvendikleri ve itimat ettikleri bir kimseyi (Mutema-düm aleyh) mümessil olarak ortaya çıkarırlar ve bu kim­se ile müşavere edile gelir.

3- Müşaverenin serbest ve herhangi bir garaz ve riyadan arî bulunması icab eder. Dalavereli ve dolam -baçlı yollardan müşavere edip de rey ve fikir almak ha­kikatte müşavere değildir, dalaveredir. Müşavere mana­sı bu gibi şeylerden anlaşılamaz.

Buna göre, Düsturun (Anayasanın) ne olursa olsun bu husustaki tafsili de anlaşıldı. Bu meselelerde Şeriat, ne şekilde olursa olsun bu üç noktayı gözönünde tutmuş­tur. Bu esaslara göre, halk ile veyahut da halkın itimat ettiği ve güvendiği ve güvenerek vekâlet verdiği kimse lerle müşavere edilmeksizin, devlet işleri yürütülemez Yürütülmesi de sahih ye doğru olamaz. Bunların seçilme­si hususunda da herhangi bir nizam konabilir. Fakat ni­zam öyle bir şekilde olmalıdır ki, bütün Ümmet bu i§e iştirak edebilsin. Hattâ bu işde halkı ve yahut da halkm mümessili ve vekili olan kimseler aldatılıp tamahlandı-nlmasına da meydan verilmemesi icabeder. Yoksa bu şe­kilde reyleri alman mümessillerin reylerinin hakikatte kıymeti kalmaz. [219]

 

Seçim Usulü  :

 

Devlet başkanı,  bakanlar,  şûra ehli     (Parlamento azaları) valiler ve idarecilerin seçimleri üzerinde ne gibi nı*suslar gözönünde bulundurulmalıdır? Bu hususta da Kui"'an-ı Kerimin ve Sünnetin hidayetlerini nazarı itibara almak icabeder. Buyrulmuştur ki:

Allah size emr ediyor ki, emânetleri ehillerine tevdi edesiniz. (En - Nisa, 58).

Elbette ki, sizin Allah indinde en değerliniz en mut­taki olanınızdır. (El-Hüccurat, 13). Hadis-i Şerif de;

Sbin Önderleriniz meyanında en iyileri, sizin sevdik-leriniztfır ki, onlar da sizi severler. Siz onlara hayır dua edersiniz, onlar da size hayır dua ederler. Sîzin Önderleri­nizin en kötüleri de onlardır ki, siz onlara karşı nefirt-t hissi duyaısınız, onlar da size nefret hissi duyarlar. Siz -onlara iânet edersiniz, onlar da size lanet ederler.

(Müslim'in rivayet'/?.

AHaha yemin ederim ki, bir şey isteğinde bulunan­ları yahut da makam hırsına sahip olan kimseleri kendî-mizo koruyucu seçenleyiz. (Muttefikun Aleyh Hadis)

Elbette ki, bizim indimizde, en hain kimse sizin ara. iH/daki en haris kimsedir. (Ebu Davud)

Bu Hadis-i Şeriflerden sonra, yine aynı mevzua te­mas eden tarih sahifelerini, karıştırdığımız zaman, göre­ceğiz ki, İslâmla şereflenmiş devirlerde, en kötü şey ola­rak vasıflandırılan hareketin, hırs ve fazla istek olduğu görülür. Nitekim ulemadan Kalkaşandî, «Subh ül A'sâ» diye telif ettiği eserde bu hususu şu şekilde ifade eder:

Hazret.i Ebu Bekir bir ara üzülerek şu şekilde be­kanda bulundu. Hazret-i Besul-ü Ekrem saüallahu aleyhi vesilemden bu İş hakkında sordum. Buyurdu İd: Ey Eb» Bekir bu iş, o kimse içindir ki, bu işe karşı aşırı derecede istekli olmaya. Bu iş yırtınan kimse için değildir. Bun» karsı isteksiz olan kimse içindlir. Buna istekli olan iç*11 değildir. Bu iş o kinişe İçindir ki, bu senin hakkıudtr, den­sin. Bu benim hakkımdır diyen kimse için değiMir,[220]

(Subh - ül - A'sâ, Kalkaşandî, C. 1, S, 240).

Bu hidayetler, vaziyet bakımından sadece «Usulî hi-iayetler» olmalarına rağmen yine de bu rivayetlerde se­çilecek olan başkanın veya idarecinin vasıfları belirtilmiş oluyor. Beğenilmeyen ve istenmeyen kimselerin iş başına getirilmelerinin ne gibi neticeler vereceği1 de ortaya çık­mış bulunuyor. Fakat her ne şekilde olursa olsun, şimdi Anayasa hazırlayan kurul (Düstursâz) ların vazifesi şu. 6mı ki, bu hidayetleri gözönünde bulundurarak bunlara -iiDpiî bir şekil vereler ve bu hususta münasip tedbirler alalar.

Seçim için her ne nizam koyarlarsa koysunlar, bu ni­zamda emin, güvenilir ve muttaki kimselerin seçilmelerini düşüneler. Seçilecek kimselerin halk arasında sevgi ka­zanmış olmalarına dikkat etsinler. Millete iyilik edecek kimselerin seçilme imkânlarını sağlasınlar. Seçim reyle­rini toplamakla halkın nefretini kazanacak kimselerin se­çilmelerine mani olmak yolunu bulsunlar.-Zira böyle ol­mazsa, onlar da halkın bedduasını alır ve lanetini kazan­mış olurlar. Bu işi üzerlerine almış bulunanların elbetteki bu işi iyi başaracakları ümit edilir. [221]

 

Kadınların Mansıpları :

 

Erkekler kadınların koruyucularıdırlar.  (En - Nisa 34).

Hadis-i Şerif :

İşlerini kadınlara teslim eden kavim felah bulamaz. (Buharı)

Bu^nass ile bu hususta kat'î hüküm verilmiştir ki, memleket işlerinde mesuliyetti iğler ve mevkiler (isterse memleket reisi yahut hükümet başkanlığı olsun, bakanlık Şûra Meclisi azahğı, yüksek idarelerin ve yüksek mahke­melerin azahğı olsun) kadınlar için münasip işlerden de­ğillerdir. Bunlar, kadınların eline bırakılamaz. Bunun için îslâmî hükümette kadınları bu gibi işlerin başına ge­tirmek münasebet almaz.[222] Belki de onların vücut yapıla­rı bu gibi işler için elverişli değildir. Açık nass'lann hi­lâfına, Hak Taalânın itaatini ve Resule bağlılığı kabul et­miş bulunan kimseler tarafından Kurulmuş olan böyle bir hükümette bu açık emirlerin hilafına gidilemez. Bu gibi işlere müsaade edilemez. [223]

 

Hükümetin  Maksadı   :

 

Yeryüzüne yerleştirmiş bulunduğumuz bu kimseler namazı ayakta tutarlar* zekâtı Öderler ve marufa (doğ­ru yola) emr edip münkerden (eğri yoldan) men eder­ler. (El - Hacc, 41).

Bu âyet-i kerimede îslâmî hükümetin maksadı vü­cudu ve onun esasî feraizi anlatılmıştır. Kâfir hükümet­ler gibi, yalnız memleketin iç asayişini temin edip ve dış hudutlarım muhafaza ile memleketin refahım yükselt­mekle iktifa edilemez. Bunların hilâfına, îslâmî hükü­metin, İslâm hükümeti olmak bakımından ilk vazifesi, namazi, zekâtı kaim kılsın, iyilikleri lalamın aydınlığı al-tmda, Hak Taalâ ve O'nun Resulünün iyilik olarak bil­dirdikleri hususların yayılmasını sağlasın ve fenalıklar­dan — Hak Taalânın ve O'nun Resulünün kötü olarak bildirdikleri — fiillerden de insanlığı korusun. Böyle bir hükümete ancak, İslâm hükümeti ismi vermek mümkün­dür. Böyle olmayınca, herhangi bir hükümet İslâm hü­kümeti olmak hakkına mâlik değildir. Böyle bir hükümet namazı ayakta tutmaz, zekâtı Ödetmez, iyilikleri emr et­mez; fenalıklardan men etmez ise, önün îslâmî hükümet olmakla bir alâkası kalmaz. Böyle bir hükümetin idaresi altında bulunan yerlerde zina, fuhuş, içki, kumar, çeşitli fuhuş edebiyatı, müstehcen şeyler, fuhuş ve müstehcen gösteriler (tiyatro, s-nema ve çeşitli eğlence yerleri), ka­dın ticâreti, karma öğretim ve cahiliye devrinde olduğu gibi'kadınların kendilerini satmak için kırıtmaları (te-berrüc), erkeklerle kadınların şehvanî karışmaları bulu­nup, sarahaten kötü şeyler (münkerler) yasak edilme­dikçe bu hükümet Îslâmî hükümet olmak vasfını taşıya­maz.

îslâmî hükümetin Anayasasında (Düstur) bu saydı­ğımız hususlara dikkat edilmesi icabeder. Nitekim Kur'-an-ı Kerim de bu hususları belirtmiştir. Hükümetin bu hususlardaki farizelerini saymıştır. [224]

 

Ülül-Emr Ve Îtaat Usûlü

 

Ey iman etmiş olan kimseler, Allah a itaat ediniz, Onun Resulüne de itaat ediniz. Ve kendi içinizden çıkan îilülemre de. Bir şey hakkında ihtilâfa düşerseniz ve sis:

Allaha ve ahiret gününe iman edenlerden iseniz, bu işi Allaha ve O'nun Resulüne havale ediniz. İşte bu en iyi ve en güzel tevildir. (En - Nisa 50).

Bu âyet-i kerimede, üç mühim nokta belirmektedir. Bunlardan her biri Anayasa hükümleri (Düsturî hüküm­ler) dirler. Anayasa meseleleriyle alâkalıdırlar. îlk önce şu nokta üzerinde duralım ki, Allah ve sonra Resulüne itaat, itaatm aslıdır. Her müslüman fert, müslümanllk vasfı ile ve her müslüman kavim müslüman kavim olmak hususiyetiyle "bu meselelere bağlı bulunmalıdır. Bu itaat herhangi bri itaatden en öne alınmalıdır. Uîülemr'in ita­ati bundan sonra gelir. Bunlardan daha önce ve daha ev­vel değildir. Bunlarm zımnında ve bunların tahtmdadır. Serbestçe değildir. Bu mevzunun daha geniş izahını aşa­ğıdaki âyet-i kerimede bulacağımız gibi hadis-i şerifler­de de göreceğiz:

Hiç bir mümin erkeğe ve hiç bir mümin kadına şu hak düşmez ki, Allah ve O'nun Resulü bir işde haliü fasl edip hüküm versinler de, ister bu mesele onların lehine isler aleyhine olsun (ona tabi olmasınlar). Her kim AI-taha ve O'nun Resulüne karşı gelirse elbetteki apaçık bir dalalete düşmüş olacaktır. (El . Ahzâb, 36)

Her kim Allahm nazil kılmış bulunduğu üzerine hü­küm vermezse, böyleleri kâfirlerdirler. Böyleleri zalimler­di rîc t., Böyleleri Kasıklardırlar.. (El- Mâide 44 - 45 - 47)

Ve Hadis-i Şeriflerde:

İster hoşuna gitsin ister hoşuna gitmesin, her müs­lüman erkeğe ve her müslüman kadına, masiyet yolun. da emir verilmedikçe dinlemek ve itaat etmek lâzımdır.

Ancak  masiyet için emir    verilmiş olursa ne dinlemek vardır ne de itaat etmek. (Buharı ve Müslim)

Eğer size, işlerinizi yürütmek için Zenci bir köle de tayin edilse, ve sizin işlerinizin basma getirilirse, Kîtabul-Iah iîe sizin işlerinizi idare etmek yolunu tutarsa, onu da dinleyecek ve itaat edeceksiniz. (Müslim)

Masiyet için itaat diye bir şey    yoktur. Elbette ki, itaat doğru iş (maruf) içindir. (Buharî ve Müslim)

AHaha karşı isyan yolunu tutmuş olana İtaat yok­tur. (Tabaranî)

Kitap ve Sünnetin tm sağlam ahkâmı şu hususu kuv­vetle ifade eder ki, îslâmî hükümetle kanun hazırlayan meclis Hak Teâlanm ve Resulünün ahkâmına muhalif o-lan bir kanun vaz edemez. Eğer böyle bir kanun vaz eder­se, bu kanun derhal reddedilir ve yürürlüğe gelmesine mâ ni olunur. Bu şekilde, Ayât ve Ahadis de bu hususu bil­dirmektedirler ki, herhangi bir İslâmî hükümette adale­tin mevcut olması için Allah ve O'nun Resulünün kanun­larını infaz etmek ve yürür hale koymaktan başka bir çâre olamaz. Hattâ, herhangi bir hâkim de İlâhî kamına muhalif bir kanunu, — kanun yapanlar böyle kanun yap­mışlar diye — tatbik edemez. İki kanunun birbirine mu­halif ve zıd olduğu görülürse, Allah ve O'nun Resulünün kanunu elbette ki, &anun yapıcı meclisin ve kurulun ka­nunlarının üstünde olacaktır. Ayât ve Hadisler bu husu­su açık bir surette belirtmişlerdir, İslâmî hükümetin icra organları da böyle, Allah hükmüne ve Resûlullahın Sün­netine mugayir bir kanunu tatbik edemiyecekleri gıb> her

hangi bir zabıta veya başka kanunları yürütmekle vazi­feli kurullar da bunu yapamıyacaklardır. Hiç bir idarî teşekkül ,' Allah ve Resûlullaha karşı masiyet mefhumu­nu taşıyan bir kanun veya herhangi bir nizamı yürürlü­ğe koyamazlar. Eğer bu hususu gözönünde bulundurmaz ve dinlemezlerse o zaman halk kendilerine itaat etmez ve edemez; itaat ederlerse Hak Taalâ indinde günahkâr olurlar. Kanunu da kanun yapıcısını da, yürütücülerini de dinlemeyip itaat etmezlerse Hak Taalâ indinde müc­rim Bayılmazlar. Bunun hilafına böyle işlere tevessül e-den ve Hak Taalânm ve Resulünün ahkâmına muhalif ka­mın ortaya çıkaran hükümet kendisi cürüm işlemiş olup günahkâr mevkiine düs_er.

İkinci mühim nokta da şudur:  Herhangi bir İslâm hükümetinin başında bulunan   «ülül-emr»  müslüman  ol­malıdır. Bu noktanın iki sebebi vardır. İki cihet de âyet-i kerimede belirtilmiştir. Birincisi şöyledir: «Ey Aman etmiş bulunan kimseler» Ve devamla;

«Sizden olan, sizin içinizden bulunan ülül-emr» Denmiş olduğuna göre, burada her iki mefhum da açık bir surette anlaşılıyor. Bunlardan  birincisi: «Ülül-enıre itaat hükmü» dür.

Her müslüman ülül-emre itaat edecektir, fakat ikin­cisinde de bu ülül-enırin sizin içinizden, sizden olması söy­lenince yani ülül-emrin de müslüman    olması lâzımdır. Müslüman olan ülül-emre itaat edilecektir.  Pek tabiîdir ki, müslüman olmayana değil.

İkincisi de şudur: İhtilâf halinde ihtilaflı mesele Al­lah Taalâya ve Resûlullaha havale edilecektir. Bu şekilde hüküm verilmiştir. Açıktır ki, halk Üe hükümet'arasında herhangi bir suretle ihtjlâf ortaya çıkabilir, O zaman  ve O'nun Resulünün hükmünün   hakem olarak kabuJ edilmesi lâzımdır. Bu da elbette Müslüman ülül-emr ;çin olabilir; kâfir ülül-emr için olamaz. Bundan baş­ka, istinattı hadiselerde de bu hususta sarahat vardır. Bunu teyid mahiyetinde hatta tekid mahiyetinde Hadis­ler mevruttur. Nitekim yukarıda bahsettiğimiz gibi Haz­ret-i Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemin hadis­lerini de yine göz Önünde bulundurmak icabeder. Buyur­muşlardır ki:

Eğer size, işlerinizi yürütmek için Zenci bir köle de tayin edilse ve sizin işlerinizin basma getirirse Kitabullah ile sizin işlerinizi idare etmek yolunu tutsa, onu da din­leyecek ve itaat edeceksiniz.

Ve yine :

Allaha karşı masiyet yolunu tutmuş olana itaat yok­tur.

Burada yine Hazret-i Ubâde ibn-i Sabit'den rivayet edilen bir Hadisi nakledelim.

Hazret-i Ubâde ibn-i Sabit buyuruyor ki, biz Zat-ı Saadeti Nebevilerine biat ettiğimiz zaman şu hususlar üzerine biat ettik   :

Kendi amirlerimiz (hüküm verenler) ile iht'.Iâf çı-karnııyalım, fakat onların işlerinde açıktan açığa bir küfr görürsek ve onların bu küfrü Allah indinde bizce sabit görünürse, o zaman iş değişir.

(Buharî ve Müslim)

Başka bir hadisde de şu şekilde anlatılmıştır ki, halk, fena muamele yapan hâkimler ve idareciler hak -Kında, «kendilerine karşı gelelim mi?» diye sordukları zaman, Resulü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle cevap verdiler  :                                

Hayır, madem ki sizin aranızda -natpazı ayakta tutuyorlar. (Müslim)

Bu en kesin hüccetlerden sonra şu hususta artık şüphe kalır mı ki, îslâmî bir hükümetin başına her ne şekilde olursa olsun gayrı müslim bir Sahib-i Emr (Dev­let Reisi) getirilmiş olabilsin. Böyle olursa bu iş şuna benzer ki, meselâ komünist ve sosyalist hükümetin başı­na getirilecek olan devlet reisi komünistliğin yahut da sosyalistliğin muhalifi bir kimse olsun. Veya herhangi bir Cumhuriyet hükümetinin Cumhurbaşkanlığına Cum­huriyete muhalif bir başkanın getirilmesi hiç akla sığar mı? Elbette ki böyle bir şey realite olarak mümkün de­ğildir.

Üçüncü nokta da şudur: Ayet-i kerimenin medlulü gereğince* müslümanlar ile ülül-emr arasında ihtilâf çı­kabilir. Buradan da şu anlaşılıyor ki, müslünı ani arla ülül-cmr arasında ihtilaf çıkabilir. Buradan da şu anlaşılıyor ki, müslümanlarla ülül-emr arasında ihtilaf çıkması men edilmiş değildir. Müslümanlara da ihtilaf çıkarabilmek hakkı tanınmıştır. İhtilâf çıktığı zaman , bu ihtilâfı hal­ledecek merci ancak Allah Taalânm Kitabı ve O'nun Re:, sülünün Sünnetidir. Bu iki merci, her ne şekilde hüküm verirlerse, — ister ülül-emrin lehine ve halkın aleyhine, ister halkın lehine ve ülül-emrin aleyhine, — her iki ta­raf da buna razı olacak ve kabul edeceklerdir. Şimdi şu mesele aydınlanmış oluyor ki, her ne suretle olursa olsun, ihtilâfı halledecek bir idare sistemi de bulunmalıdır ki, bu idare de AHahm Kitabı ve O'nun Resulünün Sünneti ile ihtilâfı halletsin. Bu idare veya kurul, herhangi bir ulema meclisi, bir yüksek adalet divanı (Superm court) ne olursa olsun bir teşekkül olacaktır. Bunun ne şekilde teşekkül edeceği hakkında Şeriat bizi muayyen bir yol tutmağa mecbur kılmamıştır. Fakat ne de olsa böyle bir idare veya kurul olmalıdır. Bu kurul da şu vasıfları ta­şımalıdır ki, icrâî, teşriî  (kanun yapan) ve adlî organ-

ların aleyhine ve bu organların verdikleri hükümlere ve kararlara, bu kurul veya idarenin neadinde dava acıta­bilip karar istensin. Bu idare veya kurulun da elbette ki, esas usûlü Kitap ve Sünnetin hidayetleri ışığı altında iş­leri hal ve fasl etmek ve hakkı batıldan ayırmak olacak­tır. [225]

 

Esası Hukuk Ve İçtimai Adalet

 

Allah sise, emanetleri haline tevdi etenenizi emreder. Halk arasında da hakemlik ederseniz adaletle hüküm ve­riniz. (En . Nisa, 58)

Ve bir kavme (zümreye) olan düşmanlığınız sizi adaletten ayrılmağa sürüklemesin, adaleti gözetirseniz; bu iş takvaya daha yakındır.

Bu âyet-i kerimeler geniş manada mÜ3İümanları fer­dî ve içtimaî hususlarda adalete bağlamaktadır. Elbette ki, müslümanlara böyle bir hüküm verilince îslâmî hü­kümeti de bu işten vareste tutmamıştır. Hattâ, o da ada­lete bağlı bulunacaktır. Hele îsİâmî hükümetin adalete bafh bulunması daha da önemle ele alınması icabeder. Çünkü, halk arasında hüküm vermek daha ziyade hükü­mete düşen bir iş ve en çok onun kudretindedir. Elbet­te ki, hükümetin icraatında adalet olmazsa yaşayışın hiç bir sahasında adalet mefhumu diye bir şey kalamaz.

Şimdi bakalım bu iş hükümeti ne dereceye kadar alakadar eder? Resulü Ekrem sallallahu aleyhi ve sel-lem ile Dört Örnek Halifenin halk arasında hüküm ver­mek hususunda adaleti nasıl gözetmişler ve hangi husus­ları nazarı dikkate almışlardır ve adaletin tesbiti için ne­ler yapmışlardır?

1.  Veda Haccındaki meşhur hutbede, Hazret-i Resulu Ekrem, sallallahu aleyhi ve sellem, İslâmî hüküme­tin esas usullerini ilân buyurdukları zaman bu meyanda şu mühim usul üezrinde de durmuşlardı.

Elbette ki sizin kanlanınız, mallarınız ırz ve namusu­nuz bu günün hürmeti gibi muhteremdir.

Bu ilân gereğince, İslâm ülkelerinin bütün vatan -daşlarımn canları, malları, ırz ve namuslarına hürmet edilmesi ve korunması için esası bir hak ortaya konmuş­tur. Bu-hakka her hükümet dikkat etmelidir; bu hakkı gözetmek mecburiyetindedir.. Bu şartları yerine getirir­se bu hükümetin ismine «İslâmî Hükümet» diyebiliriz. [226]

2. Bu hürmete dikkat ediîmez, ehemmiyet veril­meyip hiçe sayılırsa o zaman ne olacaktır? Bu vaziye­tin de cevabını yine Hazret-i Resulü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemin mübarek lafızlarında bulacağız:

Böyle yaparlarsa kendi canlarını benden kurtarırlar, fakat islâmın hakkı ve onların hesabı Allah'a kalır. (Buharî ve Müslim)

Elbette ki, onların canları ve malları bizce hürmet­lidir, ancak bu can ve malın üzerinde hak olursa, onların hesabınj görmek ise Allah'a aittir. (Buharî ve Müslim)

Herkes O'nu (Yani kelime-i tevhidi) söylerse o za­man kendi malını ve canını benden kurtarmış olur. An­cak onun hakla ve hesabı (kalbindeki) AHaha aittir. (Buharî)

Bu hadisler şu hususu beyan eder ki, îslâmî Hükü­mette herhangi bir vatandaşın tam bir hürriyeti vardır; malına, canına, ırz ve namusuna hürmet gösterilip teca­vüz edilmiyecektir. Madem ki, islâmî kanunlar gereğin­ce, böyle bir vatandaşın üzerine yahut da aleyhine bir hak isbat edilmemiştir, onun bu hakları korunacak ve hürmet devam edecektir.

3. Birisinin üzerine,   yahut da    birisinin    aleyhine hak isbat edilmesi nasıl olacaktır? Bu hususu da lalamın Peygamberi  sallallahu  aleyhi ve sellem  şöyle  anlatmış­lardır :

Sana iki hasım gelirse, birincisinin iddiasını dinledi­ğin gibi ikincisinin de iddia (veya müdafaasını) dinleme­den aralarında hüküm verme. (Ebu Davud, Tirmizî, Ahmed)

Hazret-i Ömer radiyallahu anha ait bir dava görme vakası  şu şekilde nakledilmiştir:,

îslâmda hiçbir kimse, adalet olmadan tutuklanamaz. (Müvetta)

Bu vakanın tafsilini Mu vatta şöyle anlatıyor: Bura­dan anlaşılıyor ki, o zaman Irak'ın yeni fethedilmiş ülke­lerinde, bazıları yalan yere jurnalcilik ederek, ihtilafları yahut da bir garazları olan kimseleri yakalatmağa çalı­şıyorlardı. Şikâyetler Hazret-i Ömer Radiyallahu anha intikal ettirildi. O zaman bu mesele hakkmda hüküm ve­rerek yukardaki cümleyi buyurdular: Bu cümlede kulla­nılan «adalet» demek, «bildiğimiz adaletin kanunî hük­mü: (Due processe of law) demektir. Yani ıfoir kimse için isnat edilen cürüm isbat edilmiş olup açık bir şekil­de karara bağlanmış olacaktır. Böyle bir karar olmaksı­zın İslâm'da herhangi bir kimse tutuklanamaz ve tevkif edilemez.

4. Hazret-i Ali Radiyallahu anhm hilâfet de bazıları hükümeti meşru tanımak için hazır . O zaman Zat-a Hilafetpenahileri, onlar: 

Bulunduğunuz yerde kaimiz ve Mzimh\ ^îr aramız­da kan dökülmesin. Yollan da kapamayım/. Kimseye de zulmetmeyiniz. Böyle yapmazsam?, o /.aman -. = ?.:s?îf* taraşa gireceğim. (Neyi Sİ - Evtâr).

Yani siz istediğiniz gibi düşünebilirsiniz. Sizin fikri­niz ve düşüncenizle bizim işimiz yok. Elbette ki, siz "bu düşünceniz yüzünden hükümete karşı koymamalısınız. Şayet hükümete karşı baltalama hareketlerine girişirse­niz, o zaman sizin karşınıza çıkılacaktır.

Bu gayet sarih vakalardan sonra, acaba islâm dü­şüncesine göre, adaletin bu vaziyette dahi icrâî kuvvet­ler tarafından nazarı itibara alınmamış olduğuna dair bir şüphe kalır mı? îcrâî kuvvetlere, adaletin kanunî hük­mü olmadan istediği kimseyi tutuklamak, yahut da iste­diği kimseyi tevkif edip veya istediği kimseyi şehir dışı­na veya memleket haricine menfaya göndermek, istediği­nin dilini, ağzını kapatmak ve arzu ettiğini fJkir beyan eylemekten men etmek selâhiyetleri tanınmamıştır. Hü­kümetlerin çoğunun nizamlarında bulunan böyle salâhi­yetler hiç bir zaman ve hiç bir vakit islâmî hükümetin nizamında olmamıştır ve olamaz. Ve şimdi, «Halk Ara­sında Adaleti Gözetme» mefhumundan ikinci bir manayı da yine Islâmm istinatlı rivayetlerinden ve haberlerinden anlıyoruz ki, îslâmda devletin başkam, hükümetin reisi, umum valiler ve bunların benzerleri, en yüksek kuman­danlar, hüküm sahipleri ve buyruk buyuranlar ile umum halk efradının hepsi bir kanun ve bir adalet nizamına ta­bidirler. Kimsenin' kimseye, her ne şekilde olursa olsun, hiç bir kanunî imtiyazı yoktur. Hiç bir kimse içim de hu bir adalet mercii bulunamaz. Yine hiçbir kimse, ne şexilde olursa olsun, kanun karşısında istisnaya tabi tu­tulamaz.

Hattâ Resul-ü Ekrem sallaHahu aleyhi ve sellem son çağlarında, kendi kendileri için şu şekilde beyan buyur .

«Her kimin benim aleyhime bir iddiası varsa gelsin hakkım ispat edip alsın gitsin.»

Hazret-i Ömer ^Radiyallahu Taalâ anh da ileri gelen bir ülke valisini (Cebelet îbn-i Eyeem Gassânî) bir beâe-n iiçin kısasa çekti.

Hazret-i Amr İbn-i As, Hazret-i Ömer nadiyallahu Taalâ anh'den valileri için dokunulmazlık hakkı isteyinno, Hazret-i Ömer, «Böyle bir şey olamaz» diye kabul etme­di. Bununla da iktifa etmiyerek, halka şu ilânı yaptırdı: «Her kimin herhangi bir validen şikâyeti varsa, bu şikâ­yetlerini gelip açığa vursun. Tâ ki, adalet tecelli etsin.» [227]

 

 Umumi Refah :

 

Onların mallarının üzerinde fakirlerin ve yoksulların da hakkı vardır. (Ez-Zariyat, 19).

Onların mallarından bir sadaka al, bununla onları pak kıl, temizle ve kendileri hakkında da hayır dua et. (Et-Tevbe,   103).

İşte, Allah onlara sadakayı farz kılınıştır. Zenginle­rinden alınır, fakirlerine verilir. (Buharı ve Müslim)

Koruyucusu bulunmayan kimsenin koruyucu hükü­mettir. (Ebu Davud, Tırmizî, Müsned-i Ahmed, Darimî)

Her kim ölüp, boynunda bir borç kalıp da mal bı­rakmamış olursa, onun bu borcunu karşılamak bana ait. tir; malı varsa mirasçılarına aittir.

Başka bir rivayette de:

Her kim bir borç bırakır ve Ödiyemiyecek durumda olursa benim yanıma gelmeli, ben onun koruyucusuyum:

Her kim bir mal bırakırsa, bu mal onun mirası uları­na aittir. Hiç bir şey bırakmayıp da borçlu giderse bize aittir.

(Buharı ve Müslim)

Mirasçısı olmayanın mirasçısı benimdir. Onun borç­larını öder ve mirasını alırım. (Ebu Davud)

Bu âyetlerden ve hadislerden açıkça anlaşılıyor ki, lalamı Hükümetin vazifelerinin en mühimlerinden biri de zekât işinin tanzimidir. Bu hükümetin, mesuliyetleri me-yanında bir mesuliyet de şudur ki, kendi ülkesi dahilin­deki bütün halkın geçim vasıtalarını sağlasın; yardıma muhtaç olanlara yardım etsin ve âciz bulunanların ge-çmlerini temin etsin. Bunlar, Kitapta ve Sünnetde kar-şı.aştığımız en büyük hükümlerdir. Kur'an-ı Kerimde ve Hadis-i Şerifde Anayasa meselelerine ait daha bir, hayli hükümler varsa da bunların Anayasaya aidiyetleri az ol­duklarından biz de onların hepsini burada beyan etmedik. Şimdi, herkes Anayasa denilen kanuna bir parça. aşina olsaydı, bizim ileri sürdüğümüz bu âyetlere ve ha­dislere bakarak, bunlarda tslânıî Anayasanın esas temel­lerinin mevcut olup olmadığım görecektir. Eğer herhangi bir kimse çıkıp <îaf > boş iddia yerine, doğrudan doğruya, ilmî istidlal ile, bu ahkâmda Anayasa ile alâkalı bir şey yoktur diyebilir ve ıbunu ispat edebilirse, biz de o zaman deriz ki, Anayasa hangi esasî meseleler üzerine (Tefer~  değil esas meseleler)  kurulabilir ki, bu meseleleri;

Kitap ve Sünnette görmek kabil olmasın?

Kitap ve Sünnet bunlar hakkmda bizi hidayet kılıma-v mış bulunsun?.

O ^aman elbette ki, bu kimseye bizi aydinlatabildi­ğinden dolayı minnettar olacağız. Yok eğer bizim yuka­rıda bahsettiğimiz meselelerin Anayasaya ait olmadığını ispat edemezse ve;

«Böyle meseleler Kur'an ve Hadisin taliminin aydın­lığında bulunmamaktadır».

Diyemezse, o zaman — münafık olmayan temiz kim. seler gibi — iki doğru yoldan birisinde yürüyecektir. Ya doğrudan doğruya bu hükümleri kabul edecek ve mem­leketin Anayasasını bunun üzerinde tesbit edecek, diğer hususları da münasip bulacaktır. Yahut da doğrudan doğruya ve açıkça;

«Biz Kur';um da inanmıyoruz, Sünnete de; bizim iman ettiğimiz şey, bildiğimiz şu demokresi denilen nesnedir. Kendimize işveyi hasene (en güzel örnek) olarak Ame­rika veya İngiltere yahut da Hindistan Anayasalarını kabul ediyoruz»

Diye söylemeleri gerekir. İşte, bu iki yoldan birini tutmaları icabeder. Bu ancak temiz insanlara yakışan bir harekettir. Kaldı ki, bizim karşımızdaki yol yarıya gel­miş, güneş de karşımızdaki yolu aydınlatmıştır. Böyle bir aydınlıkta bir kimse nasıl olur da;

«Ben bu karanlık yolda gidemiyorum.»

Diyebilir? O zaman, acaba halk bu koca yalanı yu­tar mı yutmaz mı bilemeyiz? Eğer bu, sırf bir şeref kur­tarmak meselesi için ise, bu yalanın sahibine ne söylene­bilir ki...? [228]

 

BAB : IX

 

Önceki bölümlerde, îslâmî hükümetin esasi usulleri hakkın--.lı muhtelif cephelerden bahislerde bulunuldu. Şimdi bir Örnek de­virden bahsederek, tarihî araştırmalara girişmek istiyoruz. Baş­langıçta bu devirdeki işler Zat-ı Saadet-i Nebevilerinin mübarek elleriyle yapılmış ve bu devirde içtimaî ve ferdî iıayat nizamı tamamen değişmiş ve yeni baştan bir hayat nizamı devam etmp-

Efo başlamıştır.

Bu devir, aydınlığın ve nur meşalesinin devridir, tslâmî tari­hin  her   çağında  da  müslümanlar  bu  devrin  meşalesinin  nurun­dan   aydınlanmışlardır.   Bu   nurdan   feyz   elde   etmişlerdir.   Ve   bu şekilde  feyz   elde   etmeğe  de  devam  etmektedirler,   işte   lslâ:nm hattı hareketi ve ilerleme plânı bu devirdir. Bu devirde hükümet denilen husus İçin yeni bir düşünce ve yeni bir fikir ortaya ç-.k-r/nş olmakla k-almamış, belki bu örnek; eti ile, derisi ile, kanı ile bütün vücudu ile dünyadaki hükümet denilen hususun şeklini de­ğiştirmiş   ve   hükümet   denilen  mefhum   hakkında   insanlığın   dü-şünepsini  bambaşka  yapmış  ve  yeni düşünceyle  kurulmuş     olan hükümet, kendi Ölçüsü dahilinde İşe devam  etmiştir.

Dünyada, herhangi bir nizam bu düşünce ayarında, başk?. bir hükû.net bir gün dahi  hattâ bir lahza dahi dünya yüzünde hâ­li.m  olmuş  iddiasında  bulunamaz.  Bu  tasavvur  ve bu  nizam  ile Tvuu^muş olan bir tek hükümet vardır, o da yalnız ve yalnız İs-lâmî hükümettir. Bunu tslâmın mucizesi  olarak kabul etmek  ge­rektir. Ve bu mucize ile tslâmî hükümet, beşerî hükümet tek çe­şitleri   içinde  emsaline  erişilmesi  imkân  olmayan  bir  vasıf  taşır. Hazırlayıcı[229]

 

Saadet Devri Ve Örnek  Dört Hallfe Devrine Bakış

1 Saadet Devri

 

İdamın doğuşu ile birlikte müslümanlara mahsus bir içtimaî yaşayış da meydana çıkmış oldu. Daha sonra, hicret vukubuldu. Hicretten sonra siyasî kudret ve kuv­vet elde edildi. Bu mühim hadiseler kendiliğinden bir Is-lâmî Hükümetin doğuşuna sebebiyet verdi. Yani işler kendiliğinden bir hükümet şekline girdi. Bu oluşta bir­kaç açık ve ışıklı usul vardır ki, bu husus ;bizi her şeyden fazla, ilgilendirdiğinden Önce bu nokta üzerinde duraca­ğız ve bu bahisler sırasiyle ele alınacaktır.

1.  İlâhî kanunun üstünlüğü  :

Bu hükümetin esas kaide ve usulü, «hâkimiyet mah-zâ ve münhasıran, Hak Taalânındır» gerçeği üzerine ku­rulmuştur. İman ehlinin kurduğu hükümet ve devlet as­lında ve esasmda hâkimiyet değil de bir «Hilâfet» dir.. Bu hilâfetde hükümetin başında bulunan kimseye keyfî hareket etmek ve mutlak bir otorite hakkı tanınmadığı gibi, iş'eri kendi bildiğine göre tanzim etmek yetkisi de verilmemiştir. Bu ııevkiye getirilen kimse, ilâhî hâkimi-yetin zımnında buıtman ilâhî kanunlar gereğince işlerin yürütülmesine çalışır. Bu kanunların kaynağı da Allanın Kitabı ve Resulullahin Sünneti olduğu malumdur. Kur'-an-ı Kerim'de bu kaide muhtelif yerlerde bahsedilmiştir, Sûre-i N-'sâ'da âyet 59, 64, 65, 80, 105, Sûre-i Mâ'ide'de 44, 47. Sûre-i A'râf'da 3, Sûre-i Yûsuf'da 40, Sûre-i Nûr'_ da 54, 55, Sûre-i Ahzâb'da, 36, Sûre-i Haşr'da 7. Bunlar­dan başka Hazret-i Resulü Ekrem Şallallahu aleyhi ve sellem de mütaaddit hadis-i şeriflerinde esasa taalluk eden bu usul hakkında geniş ve etraflı bir şekilde açıklamada bulunmuş ve serahatle şu hususları beyan etmiş -İcrdir:

Sizin için Allanın Kitabına tabi olmağı tekidle tav­siye ederini. Onun helâl kıldığı şeyleri helâl bilecek, ha­ram kıldığı şeyleri de haram bileceksiniz.[230]

AHah sizin için bazı iarizeler farz etmiş bulunuyor, bunları ihmal etmemeniz lâzımdır; sîze, bir kısım haram­lar tayin eylemiştir, bunları da dikkatle gözönünde bu -lundurmanız, bırakmamanız gerekir; sizin için bir kısım hudutlar tayin eylemiştir, bu hudutları aşmamanız ica-beder, bazı şeyler hakkında da hiçbir şey söylenmemiş­tir, sükût geçilmiştir. Unutularak değil, bilerek sükûtla geçilmiştir. Sizin de bunlar hakkında bahse girişmemeniz lâzım gelir. [231]

Her kim Kitabullaha uyarsa, dünyada dalalete düş­mez, ahirette de bedbaht o I imiz.

Size, sarıldıkça dalalete düşmeyeceğiniz iki şey bı­rakıyorum: Bunlar Allah'ın Kitabı ve O'nun Kesulünün Sünnetidir.

Size ne emrettimse, ona, bağlanın, sizi neden men ettimse, ona son veriniz. [232]

 

2. Halk Akasında Adalet  :

 

İk:nci esas kaide de halk arasında adaleti temin et­mektir. Böyle bir hükümet bu esas üzerine kurulur. Bu­na göre, Kur'an-ı Kerim ve Sünnet'in    ortaya koyduğu kanunlar  çerçevesi dahilinde,  bütün halk  efrarlı aynı

seviyede tutmak ve aynı gözle görmek icabeder   M^mi ketin en aşağı seviyesinin daha aşagısındaki bir ^-ile memleketin en ileri gelenleri hep aynı Ölçüde,  muamele görmeli,  aynı seviyede tutulmalıdır! Kanun herkes için hep aynı olmalıdır. Kimsenin kimse ister kanunî olsun, isterse kanunun icra edilmesi huşu iarında olsun, ne imtiyazı, ne de bir üstünlüğü olmal-ch-Vatandaşlar arasında imtiyaz ve fark gözetmek, bu nü. kûmetin esaslarına sığmaz. Kur'an-i Kerim'de, Hak Taa lâ bu hususta kendi Resulüne şu hidayeti  frldirinekte-dir:

De ki: Sizin aranızda adaleti temin etmek içjj, emir aldım.[233]

Yani  ben  taraftarlık  ve     düşmanlık  Sozetrn^siz[n arı aleti ortaya koymak için memur edildim. Herhangi bir kimseye taraftarlık etmek, yahut da herhangi fojr Wn_ şeye karşı düşmanlık göstermek benim hakkım delildir Benim dinı;ade kimsenin  kimseye bir farkı ve imtiyazı bulunamaz. Kendimizden olsun, yatoanoı olsun, büyü^  suiı, kiiçr.k olsun, zengin veya fakir kimse olsun, bunla-r.r hiç birisinin arasında ayrı bir hak ve hukuk yoktur Bunlar hukuk bakımından, adalet karşısında aynı    sevî yedelerdir. Günah olan, haram olan şey herkes içjn p-ü_ nahtıy, herkes için haramdır.    Helâl olan şey de herkes için helâldir. Farz olan şeyler    herkes için farzdır. ger) keıdim, kendi şahsım dah: İlâhî Kanunun alemşümuilü-ğünden istisna edilmiş değilimdir.

Hazret-i Resul-ü Ekrem Sallallahu aleyhi ve sellem kendileri de bu umumî kaideyi şu şekilde açıklamışiardır:

Sizden öncekilerin helak olma sebebi şudur : Onlar aşağı derecede bulunan kimseleri cezalandırır ve yüksek. derecedeki ileri gelenleri bırakırlara!. Mtihammed'in (SalIaİlahu aleyhi ve sellem) varlığını elinde bulundura­na yemin ederim ki, Fatime (Hazret-i Resulü Ekranım kızı) da böyle bîr şey yaparsa muhakkak onun da elini keserdim. [234]

Hazret-i Ömer (E.A.) buyuruyor ki:

Hazret-i Besulullah SaJlallahn aleyhi ve [235]sellemi gör­düm kî, kendi nefislerine bile ihtiyatlı davranıyorlar­dı. [236]

 

3. Müslümanlar Arasında Eşitlik :

 

Bu kaidelerin teferruatı olarak, üçüncü bir kaide de ortaya çıkar. Bu kaide gereğince böyle bir hükümette şu mesele de müsellemattandır: Bütün, müslümanlar arasın­da, hak ve hukuk bakımından, renk, ırk, soy, sop, lisan ve şurada doğmak, burada doğmak bakımıri&an hiç bir fark nazarı itibara alınmaksızın eşittirler.

Herhangi bir ferdin diğer fertlere yahut da zümre­ye, herhangi bir zümrenin de diğer zümreye, yahut da ferde ister soy _ sop bakımından, isterse başka bakım­lardan olsun, böyle bir hükümetin idaresi dahilinde, her ne suretle olursa olsun bir fark ve bir inıtiyazî hukuk' gozönünde bulundurulamaz. Herhangi bir hususiyetle ve vasıfla kimse kimseden    farklı ve ayrı - gayrı olamaz.

Kur'ari-ı Kerimde muhtelif yerlerde Hak Taalâ bu husu­su açık bir surette beyan buyurmuştur:

Müminler birbirleriyle kardeştirler. (El - Hucürât,. 10).

Ey iman etmiş bulunan kimseler, friz sizi bir erkek. ten ve bir kadından yarattık. Ve sizi kabileler ve oymak­lar haline getirdik ki, birbirinizi t' tanışanınız. Elbette M, L-i/M\ içinizden Allah indinde en makbulünüz en fazla takva yolunu tutanınızdır. (El - Hücürat, 13).

Hazret-; ResuJ-ü Ekrem Saîlallahu aleyhi ve sellem du hususa şu şekilde işaret buyurarak, bu kaideyi daha açık bir şekilde beyan etmişlerdir:

Elbette Allah sizin suretlerinize ve mallarınıza bak­maz. O, ancak sizm kalblerînize ve amellerinize bakar [237]

Müslümanlar hep kardeştirler. Hiç bir kimsenin kim­seye takva hariç, bir üstünlüğü yoktur.[238]

Ey halk! Dikkat edin. Sizin Kabbınız hep birdir. Ne feir Arafcmı bir Acem'e (Araptan gayrisi) ne de bir Ace­min bir Araba, ne bir siyahın bir beyaza, ne bir beyazıu bir siyaha üstünlüğü vardır. Üstünlük ancak takva ile­dir.[239]

Her kim «Lâ ilahe illallah» a şehadet verirse, bizim kıblemizi kıble sayarsa, ve bizim kestiğimizi (hayvanları) erse, işte o müslüraandır. Her mü si umanın lehindeki ve aleyhindeki haklar onun üzerinde de bulunur.[240]

Müminlerin birbirlerinin kanları aynıdır, başkaları­nın karşısında aynıdırlar. Bunların en alçağının alçağının da hakkı diğerlerinin boynunadır.[241]

Müslümana cizye yoktur.[242]

 

4. Devletin  Mes'uliyeti   :

 

Böyle h'.r hükümetin ayakta tutunabilmesi için dör­düncü mühim kai^e de şudur:

Devlet, kendisine verilmiş bulunan, ihtiyarât, salahi­yetler ve mallardan mesuldür. Bunlar, Allanın ve müs-lümanlarin bu devlete tevdi ettikleri emanetlerdir. Bu emanetler, Allahtan korkan, iman sahibi, adaletli kimse­lere tevdi edilmelidir. Emaneti muhafaza etmek için iman sahbi olan kimse, iman itibariyle bu gibi şeylerde ağ-raz-i nefsanî ile tasarruf etmeye kendini haklı bilmez. Kur'an-ı Kerim bu hususu şu şekilde izah buyurmuştur:

Allah size emanetleri, ehline tevdi etmenizi emr eder. Ektik arasında da hakemlik ederseniz, adaletle hüküm veriniz; bununla Allah size ne güzel nasihat veriyor. El­bette k" Allah duyan ve görendir.[243]

Resul-ü Ekrem Sallallahu aleyhi ve sellem de bu hu­susu şu şekilde izah buyurmuşlardır:

Dikkat edin! Sizin her bîriniz birer çobansınız. Her birini/; de kendi sürünüzden mesulsünüz. Büyük imam (de\lct reisi) ise halka çobanlık eden kimsedir. O da kem* di sürüsünden mesuldür.[244]

Herhangi bir vali müslüman tebaasının işlerini yola koyarken ölür ve bu işte hıyanet yolunu tutmuş ise, Al­lah o valiye Cennete girmeği haram kılar.[245]

Hiç bir emir yok ki, müslümanların işlerini yönelt­meğe memur edilir de, sonra da canla başla müslüman-lar için çalışmaz ve işe girişmezse, dikkat edin, böyleleri asla müslümanlarla birlikte Cennete giremez.[246]

Hazret-i Resul Sallallahu aleyhi ve sellem, Hazreti Ebû Zer Radiyallahu anten hitaben şöyle buyurmuşlar­dır :

Ey Ebâ Zer, sen zayıf bir kimsesin. Hükümet işi ise bir emanettir. Böyle bir iş, kıyamet gününde pişmanlığı w nedameti mucib olur. Bu iş hakkını tanı olarak vere-miyen bir kimsenin elinde olamaz. [247]

Hıyanetin en büyüğü bir valinin tebaasını ticaret mevzuu yapmasıdır. [248] Bizim işlerimize valilik edecek herhangi bir kimsenin, karısı olmazsa hemen evlenmeli-dîr; hizmetçisi bulunmazsa hemen kendisine bir hizmetçi bulmalıdır; barınacak evi olmazsa hemen kendisim barı­nacak bir ev edinmelidir; binecek bir şeyi yoksa kendisi­ne bir binecek bulmalıdır; bunlardan başka birşey elde etmiş bulunan kimse, ya hiyanet etmiştir, yahut da hır­sızlık yapmıştır [249]

Emir olan kimsenin hesabı hem uzun sürer hem de en şiddetli hesap olur. Azabı da herkesinkınden daha faz­la. Emir olmayan kimsenin hesabı ise kısa sürer ve azabı da ehven olur; çünkü Emirler, müminler arasında va. ziyetleri itibariyle zulmetmeğe daha elverişli durumda­dırlar; herkes de müminlere zûlm ederse, Allah as!a onu bağışlamaz.[250]

Hazret-i Ömer Ratiiyallâhu anh buyurmuştur ki: Fırat nehri sahilinde bir keçi yavrusu dahi zayi edil­miş olursa korkarım ki, Allah onun hesabım da bana sor­sun [251]

 

5.  Şüra Ve Müşavere (Kurul)

 

Bu hükümetin uyacağı beşinci mühim kaide de şu dur: îslâmî hükümette her zaman_müslümanlarla müşa­vere etmekle ve müslümanların rızasını elde eylemekle devlet işleri görülür. Bu devlet işlerini ancak müşavere ile yürütür ve nizamlarının temeli de müşavere üzerine konmuş olur. Kur'an-i Kerimde bu hususta şunlar fcmy-rulmuştur:

Onların  işlerinin    yönetilmesi,  ara hırında müşavere iledir. (Şûra, 38)

Devlet işi hususunda onlarla müşaverede bulun. (AI-i Imrân, İ59)

Hazret-i Ali Radiyallahu Taalâ Anh, şu şekilde be­yan Duyurur ki:

^ Ben bir ara Resulullah Sallallahu aleyhi ve seli eni in hu/mu sn aitlerinde iken şu suali sordum: Zat-ı Saadet­lerinden hOü'ra, karşılaşacağımız bir nadîseye a^. ne Kur'an-ı Keıimde ne de Hadis-.i Şeriflerde  herhangi bir hüküm bulamazsak? o zaman ne yapacağız? Buyurdular ki :

Ümmetim arasındaki abîd kimseleri toplarsınız. On­larla aranızda müşaverede bulunursunuz. Bir tek kimse­nin düşüncesi ile de hüküm vermezsiniz, [252]

Hazret-i Ömer Radiyallahu Taalâ anh, buyurmuştur: Her kim, müşavere olmaksızın, kendisinin yahut da, bir başkasının emirliği için çağırırsa, bu kimseyi öldür­memek size helâl-olmaz. [253]

Hazret-i Ömer Radiyallahu Taalâ şu hususu da bil­dirmiştir  :

Müşaveremiz hilâfet yoktur. [254]

 

6.  Makuf'a (Doğru İse ) İtaat .

 

Bu hükümetin kaim olabilmesi için altıncı kaide de şudur: Hükümete itaat etmek yalnız ve sadece marufda (doğru işler) vacibdir. Mâ'siyet işlerinde kimse için itaat .?tmek yoktur. Kimse de böyle bir şeyi isteyemez. Başka tâbirle bu kaideden şu husus anlaşılır: Hükümet ve hâ­kimler (hükümeti ellerinde bulunduranlar) in ancak şu hükümlerine itaat etmek halk için vacib olur: Bu hüküm­ler kanuna uygun bulunsun. Kanunlara zıt ve muhalif olan hükümlere itaat olmadığı gibi, kanun hilafı hüküm vermek de kimsenin hakkı değildir. Hiç .kimseyi, böyle bir hükme itaat etmesi için zorlamak olamaz. Kur'an-ı Kerimce HrTet-i ResuLü Ekrem Sallallahu aleyhi ve selleme biat edilirken, ancak,.maruf (doğru işler) de biat «Q;''n itaat edileceği şartı ileri sürülmüştür. Halbuki yine aynı Kur'anda Zat-ı Saadeti Nebevilerinin herhangi bir masiyetten beri ve uzak oldukları da bildirilmiş ve maruf'dan ayrılanııyacakları da beyan  edilmiştir.

Maruf hakkında sana karsı gemlemeleri şartiyle... (Mümtehine, 12.)

Resulullah Sallallahu    aJeyhi ve sellemin    kendileri de bu mevzuda şöyle buyurmuşlardır:

Müslümana, dinlemek ve itaat etmek   gerekir.   îs-tf*r hoşuna giden, ister hoşuna gitmeyen bir hususta ol­sun. Mademki masiyet için emredilmemiştir; dinleyecek,x İtaat edecektir. Fakat masiyet için bir emir verilirse o zaman ne dnlemek, ne de itaat etmek vardır. [255]

Allaha karsı masiyet için itaat yoktur. İtaat ancak maruf içindir.

»Bu hususta Nebî Sallalaitu    aleyhi ve sellemin bir nayli beyanları ve işaretleri vardır. Bunları sırasiyle arz. ediyoruz:

Allaha karşı isyan edene itaat edilmez.

Hiçbir mahlûka, Halika karşı masiyet için itaat yok­tur.

Allaha itaat etmeyene itaat yoktur. Valilerden herhangi birisi, Allaha karşı masiyet ipin si/e emir verirse ona itaat etmeyeceksiniz. [256]

Hazret-i Ebu Bekir Radiyallahu Taalâ anh, bir hut­besinde aynı gerçeği beyan etmiştir :

Her kim, Muhammed    Sai la Ihılın aleyhi ve sellem Ümmetinin bir işini eline alır da bunu Allanın Kitabına göre yürütmek yoluna gitmezse, Allah m laneti onun üze­rine olacaktır. [257]

Hazret-i Ebu Bekir Radiyallahu Taalâ anh, Halife seçilince ilk konuşmaları şu şekilde oldu  :

Ben Allaha ve O'nun Resulüne itaat ettiğim müd­detçe bana itaat ediniz. Ne zaman Allaha ve O'nun Re­sulüne karşı isyan yolunu tutarsam, o zaman siz de bana itaat etmiyeceksiniz.[258]

Hazret-i Ali Aleyhisselam buyurmuştur ki: İmam. Müslümanların üzerine şu şartla farzdır: Al-lahın nazil kılmış bulunduğu kanun üzerine işleri yürü­tüp, tatbik etsin; emâneti eda etsin. Böyle yaptıkça hal-liin, üzerine onu dinlemek ve itaat etmek farz olur. Bu imam onları ne zaman bir işe veya    yardana çağırırsa, «Lebbeyk» diyecekler ve imamın çağrısına da itaat ede­cekler.[259]

Yine  kendi hilâfeti  devrinde  bir  hutbelerinde  aynı gerçeği şu sözlerle açıklamışlardı:[260]

Allaha itaat ettiğim müddetçe, size emir verirsem,. • itaatiniz? istemek hakkım vardır. îster hoşunuza giden* ister hoşunuza gitmeyen hususlarda olsun. Ne zaman Allaha karşı gelmek için size emir verirsem; kimseden masiyet için .itaat istenemez, ttaat maruf (doğru iş) için-dir. İtaat maruf içindir. İtaat maruf içindir. [261]

 

7. İktidar Îçin İstekli Bulunmak Ve

Haris Olmanın Men Edilmiş Olduğu

 

. Hükümet hususundaki mühim kaidelerden biri de ^udur: Hükümetin bütün mesuliyeti! makam ve mevkile­rinde, bilhassa hilâfet, makamında, en Fazla yakışık al­mayacak ve münasip olmayacak kimseler, böyle bir ma­kam ve böyle bir mevki telde etmek için çırpınıp duran kimselerdir. Kur'an-ı Kerimde.bu hususta şu hidayetler vardır:

îşte bu âhiret yurdudur; biz onu o kimselerin kıla­rız kî, onlar yeryüzünde büyüklük peşinde koşmazlar, fe-sad da çıkarmazlar. (El - Kasas, 83).

Hazret-i Resulü Ekrem Sallallahu aleyhi ve seUem de bu hususta şu beyanda bulunmuşlardır  :

Ailaha yemin ederim ki, bir kimse bir mevki için istekli ve haris olursa, işimizi Öyle bir kimseye teslim et­meyiz[262]

Sizin içinizden en haini, en çok istek sahibi haris kimsedir. [263]

Kim ki, makam ele geçirmeğe istekli ve haris olur­sa, böylesine'bir mevki ve iş teslim edemeyiz. [264]

Ey Abdnrrahman İbn-î Semere; emirlik isteme, çün­kü sen bunu istersen, üzerine bir yük almış olursun. Yok[265]

eğer sen istemeden bu işi senin eline verirlerse, o zaman bunun hakkını eda etmek için yardımcı olmuş bulunur -sun . [266]

 

8.  Hükümetin Kuruluş Sebebi :

 

Böyle bir hükümetin başında bulunan ve hâkim du­rumda, olan kimsenin ilk vazifesi de Islâmî yaşayış niza­mı için çalışmak ve bu Islâmî yaşayış nizamını değiştir­mek yoluna gitmemektir. İyiliklerde ve fenalıklarda ve kötülüklerde Islâmî ölçüyü gözönünde bulundurup iyilik­lerin aydınlığı ile fenalıkların ortadan kalkması için ça­lışmaktır. Kur'an-ı Kerim, bu hükümetin maksad-ı vü­cudunu şu şekilde beyan eder.

Yeryüzüne yerleştirmiş bulunduğumuz bü kimseler, nımiazı ayakta tutarlar, zekâtı öderler ve maruf (doğru yol) için emr edip, mün^er <eSH yoi> dan m^ ederler. (El- - Haec, 41)

İşte böylece biz sizi **racı bir ümmet kıldık ki, halkın üzerinde gözcü olursunu/' nitekim Resul de sizin üzeri­nizde gözcüdür. (El - Bakara, 143).

Siz, halk için çıkarıl*11^ bulunan en iyi ümmetsiniz kî, marufa (doğru yol) emx eder ve münkerden, (eğri yol)  men edersiniz; Alla*'a <*» tanırsınız. (Al-i Imran, 110).

Bundan başka, Muh#.'nmed Sallallahu aleyhi ve sel -ıem ve Zat-ı RisaletpenaHİIerinden önce gelmiş bulunan bütün peygamberler, hep.**' de Kur'an-ı Kerimin buyurdu­ğu gibi, şu maksat için çtf-kşmışlardır:

Dini kaim kılıp da, *i'n yolanda dağlasınlar. (Eş-Şûra, 13)

Dini kaim kılmağa v<< dini dağılmaktan korumağa memur idiler. Bunlar, gayfi süslün dünyanın Kargısında yalnız şu maksat için çal'31y°rlardı:

Tamamen  din ancak  Allanın dini olsun. (El - Enfâl, 39).

Hak Taalâ, diğer enbiya™ ümmetlerine olduğu gi­bi, ZaU Risaletpen ahilerinin ümmetine de şu emri ver­miştir :

İhlas ile ve temiz olar»k> AUaha ibadet etmelidirler. (El - Beyyine, 5.).

Bunun için Zat-ı Risa'^Pe^üennin kurmuş bulun­dukları hükümetin esas g;ı>'esi ve maksadı vücudu da di­ni, bütün kanun ve nizan'lan ile kaim kılmaktır. Dinin içine hiç bir şekilde karışık'ık ve yabancı şeylerin girme­sine mani olmalıdır. Aksi takdirde îslâmî yaşayışta ay­rılık gayrılık çıkar. Bu sot' nokta hakkında da Hazret-i Re&ulü Ekrem sallallahu ;ıleyhi ve sellem, kendi ashabıııa ve kendisinden sonra gelecek olan haleflerine de bu husus hakkında tekid- ile tenbihde bulunmuşlardır:

Her kim, bizim işimizde, aslında olmayan bâr şey *hdas edip de ortaya atarsa, bu şey kabul edilmez. [267]

Size uydurulmuş şeyler hakkımda dikkatli olmanızı tavsiye ederim. Çünkü her uydurma şey bid'attir. Ve her bid'at de dalalete götürür. [268]

Herkes bid'at sahibini (bid'at koyan kimseyi) överJ se, elbetteki İslâmm dağılmasına yardım etmiş olur. [269]

Bu hususta Zat-ı Risaletpenahilerinin şu Hadis-i Şe­rif leri.de bize ulaşmıştır: [270]    

Hak Taalâ indinde en fazla üç kimse beğenilmez. Bunlardan biri o kimsedir ki: îslâmda ne şekilde olursa olsun cahilîye yolunu yürütmek isteye. [271]

 

9. Emr Bil-Martjf (Doğru İşe Emir) Ve Mün-Ker (Eğri İş) Den Men Etmenin Hakları Vb Farz Olması .

 

Bu hükümetin kaidelerinden en sonuncusu da şu ka­idedir ki, bu kaide ile hükümetin ayakta tutunması ve doğru yolda devam etmesi sağlanır. Müslüman her yer­de hak sözü söyleyecek, iyiliği ve doğruluğu himaye ede­cektir, içtimaî, mülkî ve idarî hususlfr-da herhangi bir .yanlışlık ve hata görürse ve uygunsuz bir işle karşdaşır-sa, imkânı derecesinde bunu düzeltmeye ve doğrultmaya çalışacaktır.

Kur'an-ı Kerimde bu mesele hakkında şu hidayet­ler vardır :

İyiliğe ve takvaya yardım ediniz. Günah ve aşırı git­mek için yardım etmeyiniz. (El - Mâide, 2)

Ey iman etmiş bulunan kimseler, AHahtan çekininiz \? doğru - dürüst söz söyleyiniz. (El - Ahzâb, TO).

Ey ,iman etmiş bulunan kimseler, «Kıstfı» (adalet ölçüsü) nü kaim kılanlardan olunuz. Allah'ın şahid. oldu­ğunu, biliniz, isterse kendi şahsınız yahut da ana babanız v^ya yakınlarınızın aleyhine olsun. (En - Nisa, 135).

Münafık erkeklerle münafık kadınlar, birbirlerine bağlıdırlar. Onlar münkere (eğri yol) a emreder ve ma-rufdan (doğru yol) dan menederler... Mümin erkeklerle mümin kadınlar da birbirlerinin koruyucularıdır. Bunlar <la .marufa emreder, münker'den menederler. (Et - Tevbe, 67-71)..

Kur'an-ı Kerimde ehl-i imanın vasfında şu beyan vardır  :                           '

Maruf'a emredicilerdir ve münkerden de menedîci-îerdîr. A Hah m ölçülerini onlar korurlar. (Et - Tevbe, 112).

Hazret-i Resul-ü Ekrem Sallallahu aleyhi ve selle-nıin bu husustaki hidayetleri şöyledir :

Sizden herhangi bir kimse, bir münker (eğri iş) gö­rürse, onu eliyle değiştirmelidir; eli Üe değiştirmek imkânı olmaz ise, o zaman dili ile; dili ile de değiştiremez-' se, kalbi ile; bu da imanın en zayıfıdır. [272]

Kendilerinden sonra yakışık almayacak bir zümre onların yerine geçer. Bunlar söylediklerini yapmayan kimselerdir. Emir verilen şeyleri de yapmazlar. Eli ile bi:nlarla mücadele eden kimse ise mümin kimsedir. Dili \lr yine bunlarla mücadele eden kimse de mümin kimse­dir. Kalbi ile de bunlarla mücadele eden kimse de ınü-nıttı kimsedir. Bundan sonrasında bir hardal tanesi ka­dar iman yoktur. [273]

Cihadın en faziletlisi adl'i, (yahut da hakkı) zâltn" bir hükümetin karşısında söylemektir.[274]

Halk içinde bir zâlimi görüp de onun eline yapışma, yıp manî olmayanlar üzerine, Allanın umumî azap gön­dermesi uzak bir ihtimal değildir. [275]

Elbette ki, benden sonra bazı emirler ortaya çıkar lar, her kim onların yalanlarına doğrudur derse ve onla rm zulümlerinde kendilerine yardımdı olursa benden. d* ğil<Ür. Ben de ondan değilimdir. [276]

Yalanlarda sizin  bazı önderleriniz   (Eimme)   ortaj Bunlar sizin rızıklarınızı ele geçirirler. Sizinle ko­nuştukları zaman da yalan söylerler, iş yaptıkları zaman da .işleri kötü yola götürürler. Siz onların kötülüklerini (eğri işlerini) iyi görüp iyi göstermedikçe ve onların ya­lanlarına doğrudur demedikçe sizden razı olmazlar. Siz, o zaman onların karşısında hakkı söylemelisiniz. Onlar bundan hoşlanmamalar ve size tecavüz etseler dahi. Her­hangi bir kimsede bu yolda ölürse elbette ki şehid olarak ölmüştür. [277]

Her kim,[278] Rabbının rızası hilâfına yol tutmuş bulu­nan hükümeti memnun etmek için çalışırsa,, böyle kimse AllalıiE  dininden çıkmış olur. [279]

 

Örnek Dört Halîfe

 

İşte bunlar memleket idaresinin usulleridir ki, Allah Resulünün saadet asrında, hükümet nizamı bunlar Üze­rinde kaim kılınmış ve devam ettirilmişti. Nebî Sallallahu aleyhi ve sellem'den sonra, örnek Dört Halife zamanın­da yine hükümet bu esaslar üzerinde devam ede geldi. Zat-ı Risaletpenah ilerinin doğrudan doğruya talim ve terbiyesini görmüş, ,O"nun eli altında yetişmiş ve ameli irşatlarla tecrübe kazanmış bulunan ve içtimaî hususlar­da ve muaşeret adabında ve her türlü devlet işlerinde Ü'nun yolunu tutup yürümüş olan Örnek Dört Halifenin her ferdi, şunu çok iyi biliyorlardı ki, îslâmm ahkâmı ve tslâmın ruhu üzerine hükümetin' kurulup gitmesi ve de­vam etmesi lâzımdır.

Hazret-i Resulü Ekrem, Sallallahu aleyhi ve sellem, kendileri bizzat, ne şekilde olursa olsun, muayyen bir şahsı kendisine halef tayin etmemiş olmamakla beraber, müslüman camiası halkının kendileri de şunu biliyorlardı ki, Islâmda Şura (müşavere) ile bir hilafet iktiza etmek­tedir Bunun için, orada, herhangi bir saltanat hanedanı ve padişahlık sülâlesinin iş başına gelmesine ne kimsenin tahammülü vardı, ne de .kimse böyle bir iktidarı ele ge­çirmek için yeltenmek cesaretini gösterebili yordu. Ve ne de kimse, hilâfeti ele geçirmek için çırpınıp duruyor­du. Hatta ismen bile olsa bu iş için uğraşılmıyordu. Bel­ki biribirinin ardından gelen dört sahabî (R.A.) halkın serbestçe seçmesi ve rıza göstermesiyle halife tayin edil-, diler. Bu hilafet için Ümmet-i îslânıiye Hilâfet-L Râşide (Doğru dürüst hilafet) demişlerdir. Bundan da kendi kendine şu nokta açık bir şekilde ortaya çıkmış oluyor ki, Müslümanların nazarında en doğru hilâfet usulü de bu usul olmuştur. [280]

 

Seçimle Hîlâfet

 

Nebî Sallallahu aleyhi ve sellemin yerine geçmek için, Hazret-i Ömer, Hazret-i Ebu Bekir Radiyallahu anhı münasip görüp, bu fikrini iler: sürdü. Bütün Medine hal­kı — ki, o zaman bunlar, bütün ülkenin amelen ve fiilen mümessilleri vasfını taşımakta idiler. — arasında kimse bu seçime karşı gelmedi; niçin ve ne sebeple demeden rıza ve rağbet ile, memnuniyetle bu işi karşıladılar ve Hazret-i Ebu Bekir'e biat elini uzattılar.

Hazret-i Ebu Bekir radıyallachu taalâ anh, kendis! de hayata veda edeceği sırada Hazret-i Ömer'in hakkında vasiyet etmek için ahaliyi camiye    (Mescid-i Nebeviye) topladı ve halkın önünde şöyle konuştu  :

Ey halk, siz istermisiniz ki, ben kendi yerime geçe­cek birisi hakkında size bir şeyler bildireyim, siz de on­dan memnun olasınız? Allaha yemin ederim ki, bu husus­ta karar vermek için zihnimi çok zorladım, çok düşünüp taşındım. Kendi yakanlarımdan değil belki benimle alâ­kası bulunmayan Ömer ibn-i Hattabı size münasip gör­düm. Onun benim yerime geçmesini size tavsiye ederim. Ben böyle karariaştırdım. Siz de onu dinleyecek ve ona itaat edeceksiniz.

Bu tavsiye üzerine halk şu cevabı verdi  :

  Biz de senin sözlerini duyduk ve itaat ettik.[281]

Hazret-i Ömer Radıyallahu anh da ömrünün son senesinde Hacca gittiği zaman birisinin şöyle söylediğini duydu:

  «Eğer Ömer Radıyallahu anh vefat ederse, o za­man füan kimseye biat edeceğiz.  Nitekim  Ebu Bekir'e de drt? edildiği zaman bu     biat tesadüfen olmuştu. Fa­kat muvaffak oldu.» [282]

Hazret-i Ömer Radıyallahu Taalâ anh, böyle bir ko­nuşmağa kargı şu beyanatta bulundu  :

Halk bilmelidir ki, bazıları gâsibâne bir şekilde ta­sallut etmeğe kalkışmak niyetindedirler.

Nitekim Medineye döner dönmez hemen bu meseleyi ele aldı, ilk hutbesinde mufassal olarak anlattı, Sakıfe-i Benî Sâide hadisesini nakletti. Şu noktayı da bilhassa açıkladı ki, mevzu bahs edilen hadise hususî ahvalde olar bir meseledir. Hazret-i Ebu Bekir'in hilâfeti anî olarak ileri sürülmüş, halkın kendisine biat etmeleri için de ilk önce kendisinin Ebu Bekir Sıddıka biat ettiğini anlattık­tan sonra bu tarihî hadise hakkında şu bilgiyi de cemaa­te arzetti  :

Ben eğer o zaman böyle yapmadaydım ve bu şekil­de hilâfet işini halletmemiş olsaydım, bi/Jerte toplantıda bulunanlar o zaman meclisten kalkar giderlerdi ve ihti­mal, günler ve geceler boyunca hep bu iş üzerinde mü­nakaşa edeceklerinden bir netice de alamaz ve kimseyi de ikna edemezdik. Bu mühim işin telâfisi de pek zor olurdu. Bu iş bu şekilde bir muvaffakiyete erişti ise, bu demek değildir ki, istikbalde de hep bunu gözönünde bu­lundurmak icabedecektİr. Sizin aranızda acaba Ebu Bekir gibi olgun ve iş bilen, makbul bir şahsiyet bulunuyor mu? Şimdi eğer sizin içinizden herhangi bir müslümaıı, müşavere olmaksızın bir kimseye biat yolunda elini uza­tacak olursa, biat edecek olan da, biat edilecek kimse de, her ikisî de kendilerinin katledilmelerini hazırla i ^ş ola­caklardır. [283]

Hazret-i Ömer Radıyallahu Taalâ anh, kendisinin teşrih ettiği bu kaideye istinaden vefat edeceği sırada,, eaiife'ik meselesinin halledilmesi için bir seçim meclisi kurulmasını emretti ve buyurdu ki:

«Her kini, müslümanlarla müşaverje olmaksızın ken­disini emîr kılmak isterse ve bu yolda çalışmağa girişir­se, onu Öldürünüz.»

Yine bu kaideye istinaden kendi oğlunu halife ol­maktan men etti. Bunun sebebi de halifeliğin bir nevi irsî şekle girme ihtimalini  önlemek idi.[284]

Bu seçim meclisi altı kişiden ibaretti. Bu meclisin üyeleri Hazret-i Ömer'e göre tslâm Ümmeti arasmc1^ en makbul ve en sevilmiş ve en güvenilir zevat idi.

Bu meclis işe girişti. Çalışmağa başladı. Kendi aza­larından biri olan ve herkes tarafından da güvenilen Hazret-i Abdurrahman İbn-i Avf Radıyallahu Taalâ anhı bu işle vazifelendirdi. Hazret-i Abdurrahman tbn-i Avf arayacak tarayacak ve çalışacak, nihayet kimin halife olacağını tesbit edip, onu ileri sürecekti. Bu muhterem sahabî işe girişti. Halk İle temas etti. Cemiyetin fikrini ve temayülünü yokladı. Acaba halk kimin halife olmasını istiyor ve kime daha çok güveniyordu? Hattâ Hac'dan dönmekte olan kafileler de gereken temasa geçti. Niha­yet halkın fikirlerinden şu neticeyi çıkardı: Halk ekseri­yetle Hazret-i Osman Radıyaîlahu Taalâ anh'a daha fa.zîa itimat gösteriyordu. [285] Bu esa3 üzerine Hazret-i Osman da halifeliğe seçildi. Müslümanların umumî top­lantısında da kendisine biat edildi.

Hazret-i Osman şehid olduktan sonra, halkın bir kısmı Hazret-i Ali'yi halife seçmek için uğraşıyordu. O zaman Hazret-i Ali bu zümreye şu sözleri söyledi   :

Bu iş size düşmediği gibi böyle bir şey de yapamaz­sınız. Bu salahiyet size verilmemiştir. Bu, Şûra Ehli ile" Bedr ehlinin yapacağı bir iştir. Ne zaman Şûra Ehli ile Bedr ehli, birini halife yapmak isterlerse, o kimse halife olacaktır. Simdi hep birlikte toplanalım da bu iş üzerinde düşünüp, konuşalım.  [286]

Taberînin rivayetine göre, Hazret-i Ali şu şekilde beyan buyurmuştu :

Bana biat etmek gizliden gizliye olamaz, bu müslü-manların rızasına bağlı bir iştir. Onların rızası olması lâ­zımdır. [287]

Hazret-i Ali'nin vefatından biraz önce, halk kendi­sine su suali sormuştu: Acaba biz, Zat-ı Hilafetpenahile-t.ı.va büyük mahdumları Hazret-i Hasan'a biat edelim mi? Dediler. Zat-ı Hilafetpenahileri de onlara şu cevabı vermişti;

Ben size ne böyle yapmız ne de böyle bir şey yapma­zınız diyebilirim. Siz kendiniz işin daha iyisini bilirsiniz.

Zat-ı Hilafetpenahileri hayatlarının son demlerine doğru, mahdumlarına son vasiyetlerini söylerken bir şa-nıs şöyle bir sual sordu: Ya Emirel Müminin, neden ken­dinize bir veliahd (yerine «geçecek kimse) tayin buyur muyorsunuz?

Bu suale de şu cevabı verdiler :

Ben de müslümanlan Resulullah Sallallahu aleyhi ve sellem'in bıraktığı vaziyette bırakmak istiyorum.

Bu hadiselerden ve bu vak'alardan açıkça anlaşılı­yor ki, Hilâfet meselesine ait, Dört Örnek* halifenin ve Ashâb-ı Resulullah Saîlallahu aleyhi ve sellem'in mütte­fik olarak düşünceleri şu olmuştur ki, bu hilâfet mansıbı; bir intihabı, bir seçim mansıbıdır. Müslümanlar, toplana­cak birbirleriyle mjişaverede bulunacak ve serbestçe, rı­zaları ile aralarında birini seçeceklerdir. Bu işde irsî ve­ya kuvvet ve zor kullanılarak, fors majorla iş başına gelmek ve emirlik elde etmek Hülâfa-i Raşidîn ve Saha­beyi Kiramın düşüncelerine göre, doğru değildir. [288]

 

Müşaveremi Hükümet

 

Bu Dört Örnek Halifenin dördü de, ister hükümet nizamında, ister hükümetin inzibatî işlerinde olsun, is -terse diğer islerde olsun, her hususta ve her muamelede, halkın ileri gelenleri olan Ehl-ür-rey ile müşavere etmek-siyin bir işe girişmezlerdi. Sünen - ûd - Dârimî'de Haz-ret-i Meymûn ibn-i Mihrân'dan rivayet edildiğine göre, Hazret-i Ebu Bekir Radıyallahu Taalâ anh'ın usulü şöyle idi: Ne zaman Hazret-i Ebu Bekir bir mesele ile karşıla­şırsa, ilk önce bu hususta Kur'an-i Kerimde bir hüküm olup olmadığına bakardı. Böyle bir hüküm bulamadığı takdirde, Hazret-i Resul-ü Ekrem'in böyle bir mesele i'ekarşılaşıp karşılaşmadığını araştırırdı. Karşılaşmış ise, ne gibi karar verdiği ve ne şekilde hareket ettiği üzerin­de dururdu. Allah Resulünün sünnetinde bu işe ait bir hususa raslamadıgı takdirde o zaman kavmin ileri gelen­lerini ve halk arasında bulunan temiz kimseleri toplar, onlarla müşaverede bulunurdu. Müşavere heyeti ittifak­la rey verdikleri takdirde bu reye göre hareket eder­di. [289]

Hazret-i Ömer de kendi halifelik devrinde böyle bir usul takip ederdi. [290]

Müşavere hususunda Hülâfa-i Raşidîn'in tuttukları tavrı hareket şu idi: Onların devrinde Şûra Ehli tam bir serbesti ve hürriyet içinde çalışırlardı, istedikleri gibi reylerini beyan ederlerdi. Kimse onları zorlayamazdı. Hi­lâfet hakkında da Hazret-i Ömer, tertip ettiği bir meclisi açarken şu beyanatta bulunmuştu :[291]

Siz halk olarak, bana işlerinizi emanet etmiş oluyor­sunuz. Bu itibarla size şu teklifi ileri sürüyorum: Bu ema­netin yükünü benim üzerime yüklemiş bulunuyorsunuz. Ben de bu işde, sizin bir iş arkadaşınız, sizin bir iş orta-ğsmz olup, ben de bu iştle sizin gibi alelade bir fertten başka bir şey değilim. Bugün, siz halk olarak, hakka ik­rar vermiş, hak zümresiniz. Sizinle aramızda herhangi bîr ihtilâf vukuk ulursa, bu hususu birlikte halletmeğe ça­lışmamız icabeder. Hiç bir vakit istemem ki, benim fik­rim ve benim düşünceme göre hareket edip, benim dedi­ğime teslim olasınız. Benim her aklıma gelen şeye de tâbi bulunanınız. [292]

 

Beytülmalin  Emanet Olduğunu  Düşünmek

 

Beytülmali Hak Taalânm ve halkın (Public) bir ema­neti olarak bilmek icabeder. Bu hususta kanunun hilâfı­na ne yapılırsa ve ne harcanırsa caiz değildir.

Hükümet başında bulunanların şahsî keyifleri, şahsî işleri ve şahsî maksatları için BeytülmaÜn harcanması haram ve yolsuzluktur.

Hazret-i Ebu Bekir, Halife seçildikten iki gün sonrpf maişetini kazanmak için çarşıya giderken Hazret-i Öme-re rasiadı. Halifenin üstündeki elbise eskimiş bulunuyor­du.  (Hilâfetten Önce malî durumu İyi idi). Hazret-i Ömer Halifeye şu suali sordu: «Ne yapıyorsun ya Eba Bekir?» Müminler Emîri, şu cevabı verdi: «Çoluk çocuğu ne yapa­yım?» Hazret-i Ömer, fikr'ınİ şu şekilde ifade etti:  «Ya Eba Bekir! Şimdi s*z müslümanların, işlerini yoluna koy­makla vazifelendirilmiş bulunuyorsunuz. Bu işle, devlete ait işler birbiriyle    bağdaşamaz» Aynı yere gelerek bir konuşmalara muttali olan  Ebu Ubeyde,  Beytülmal  işle­rini tanzim eden memuru çağırdı. Hazret-i Ebu Ubeyde ile şu husus konuşuldu: Biz, Zat-ı Hilaf etpen ahileri ne do Muhacirinden herhangi  bir  kimse  için     kararlaştırılmış bulunan miktar kadar bir maaş takdir etmiş bulunuyo­ruz. Zaten bu tahsis, ister zengin olsun, isterse fakir öl­sün bütün muhacirlere tefriksiz olarak ödenir. Bu» şekil­de bu kimselere bir geçim.imkânı temin edilmiştir.    Bu miktar ise, aşağı yukarı senelik dört bin dirhemdir.

İki sene sonra, Halife Ebu Bekir, bu fânî âleme göz­lerini yumarken Beytülmalden maaş olarak' aldığı sekiz , bin dirhem tutarındaki parayı tekrar Beytülmale geri ve­rilmesi için vasiyet etti. Bu meblağ, Hazret-i Ömer'in hu­zuruna getirildiği zaman Müminlerin Emîrj şöyle buyur­du:

Allah Ebu Bekir'den razı olsun ve ona rahmet eyle sin. Kendisinden sonra iş başına gelmiş bulunanı sıkıntı­ya sokmamıştır.  [293]

Hazret-i Ömer, bir beyanında Halifenin Bey tül™, .il Üzerinde ne gibi hakları olduğunu şu sözlerle açıkladı:

Allah m malından hiç bîr şey benim için helâl dil­dir. Ancak bîr çift ayakkabı, bir entnn, soğuktan ve sı­caktan korunmak için bir aba ve Kureyşin orta halli bir ailesinin sarfedeceği kadar evimin geçim masrafı. ISen bir insan ve müslünıan olarak bununla iktifa etmem ge­rekir.[294]

Başka bir beyanatında da şöyle buyurmuştur:

Ben bu hususta üç meseleden başka bir .şeyin doğru olmıyacağmı anlıyorum; Hak edilmeksizin feir şey alma­mak. Hakka mutabık olarak ödemek. Bâtıla karşı koy­mak. Benim sizin şu mallarınız üzerindeki vaziyetim her­hangi bir yetimin malı üzerindeki velinin vaziyetidir. Eğer ben muhtaç olmazsam bundan hiç bir şey aîamam. Muhtaç olursam o zaman maruf (doğru yol) ile alabili­rim. [295]

Hazret-i Ali Radiyallahü Taalâ Anh, Emir Muaviye-île karşılaştıkları zaman îıaîk ile müşaverede bulunuyor­du. O sırada Muaviyenin halka bol bol bahşişler ve atiy-yeler dağıttığı söylendi. Ve Muaviyenin bahşişler saye­sinde ve para harcıyarak kendisine bir hayli taraftar topladığından bahsettiler. Bütün t>u söylentilere Islâmın eş­siz kahramanı şu cevabı verdiler:

Nasıl, siz istemlisiniz ki, ben de böyle gayrı meşru yollarla muvaffak olayım? [296]

Saadet asrının bu son Halifesine, kendi kardeşi Akîl İbn-i Ebu Tâlib, Beytülmalden kendisine para verilmesi­ni isteyince, bunu da kabul etmeyip şöyle buyurdular:

Sen îstermisin ki, kardeşin müslümanların parasmı sana verip de celıeoneoıde kendisine yer hazırlasın? [297]

 

Hükümet Düşüncesi

 

O zamanki halk hükümetin ne olduğunu ve ne şek 1-de bulunacağını şöyle düşünüyordu: İdarenin başında bu. lunmak vasfı ile bunun kendi makam ve vecibelerine ait bazı işleri vardır. Kendi hükümetlerinin başında elbette ki, birisi bulunacaktı. Bu zat da âmil idi. Olan ve olma­sı icabeden şeyleri, muntazaman minber^ üzerinde halka bildirecekti. Halk da memleket işlerinden haberdar ola­caktı. Nitekim Hazret-i Ebu Bekir Radıyallahu Taalâ anh, hilâfete seçildikten sonra ilk defa Mescid-i Nebevî'de umu mî biatin arkasından minbere çıkarak halka şu sözlerle bitap etti :

«Sizin başınıza idareci olarak iş başına getirilmiş bulunuyorum. Fakat ben içinizden en iyi bir kimse deği­lim. Varlığımı elinde tutan Zata yemin ederim ki, ben bu makama kendi isteğim ve arzumla gelmiş değilim. Bu mevkii istekle ele geçirmiş değilim. Bu vazifeyi bana baş-'*a birisinin yüklemesini de istemedim. Bunun için Allaha dua da etmedim. Kalbimde de bunun İçin bir istek ve bîr hırs da doğmadı. Böylece bunu istemeksizin kabuî etmek zorunda kaldım. Bunun sebebi, Müslümanlar arasında fitne ve Araplar arasında da irtîdat (müslümanhktan dönme) Önlenmiş olacaktır. Bu vazifede artık benim için rahat ve huzur içinde gün geçirmek yoktur. Belld bu be­nim için çok ağlr bir yüktür ki, üzerime yüklenin^ bulu­nuyor. Bu yükü benim sırtlayıp taşıma kudretim yoktur. Ancak şu vardır İd, Hak Taalâ bu işde bana yardım ede. Ben isterdim kî, benim yerime herhangi bâr kimse bu yü­kü taşıyabilsin. Şimdi eğer siz ey cemaat isterseniz, As-hab-ı Kesulullah'tan herhangi birisini bulabilir ve bu işi yürütebilecek kudrette olanını ortaya çıkarabilir ve bu ise seçebilirsiniz. Bana biat etmiş obuanız, sizin yolu­nuzu kesmesin. Yine size söylüyorum ey cemaatı Zat-ı Risaletpenahilerinin sizin için yaptıklarını ben yapabile. cek kudrette değilim. Nitekim Zat-ı Saadetleri şeytanın. şerrinden mahfuz bulunuyordu. Zat-ı Risaletpenahilersne gökten vahy nazil olurdu. Ben eğer doğru iş görürsem, o zaman siz bana yardımcı olacaksınız. Yok ben eğer eğ­ri iş görürsem, o zaman siz beni doğruluğa sevkedeook ve doğrultacaksınız. Doğruluk emanettir, yalan ise hiya-nettir. Sizin aranızda zayıf bulunan kimse, benim .indim­de kuvvetli olabilir, şu kadar ki, Allanın yardımı ile ben onun hakkını kendisine verebileyim. Sizce birisi kuvvetli olabilir, fakat bence o kimse çok zayıftır, Allahln yardı­mı ile ben ondan hak alabileyim. Hiç bir zaman şu da olmamıştır ki, herhangi bir kavini, Allah yolunda yürü­meği bıraksınlar da Allah da onları zillete düşürmüş ol­masın. Yine hiç bir kavim yoktur ki, kötü ve yakışık iş. lere kapılsınlar da, Allah onların üzerine umumî musi­betler yağdırmış olmasın. Mademki ben Allaha ve O'nun Resulüne itaat ediyorum, sîz de bana itaat edeceksiniz.

Yok eğer ben Allah ve O'nun Resulüne itaat etmek yo­lundan döner, itaatsizlik edersem siz de o zaman bana herhangi bir suretle itaat edecek değilsiniz. Ben (Allah yolunda) yürüyenlerdenim. Başka bir yol tutanlardan değilim. [298]

Hazret-i Ömer Radiyallahu Taalâ anh de halifeliğe seçildiği zaman bir hutbe okumuş ve o mey anda .şöyle buyurmuştu :

Ey cemaat! Herhangi bir hak sahibi, kendi hak­kını şu dereceye çıkaramaz ki, Allah a karşı masiyet hu­susunda kendisine itaat edilsin... Ey cemaat! Benim için, sizin üzerinizde haklar vardır. Bu hakları şimdi ben si­ze anlatacağım: Bunlara göre siz bana bağlanacaksınız. Benim sizin üzerinizde şu hakkım vardır ki, ben sizden harâc veya Aüahın ata kılmış olduğu şeylerden kanuni bir vaziyet olmaksızın hiç bir şey olmıyayım. Sizin de benim üzerimde şu hakkınız vardır ki, bana bu şekilde teslim etmiş olduğunuz mâldan, hak ve kainimi uygun olmadan hiç bir şey harcamıyayım. [299]

Hazret-i Ebu Bekir, Şam ve Filistinin mühim mese­lelerini Hazret-i Amr ibn-i'Âs'a tevdi edip ve kendisine şu  şekilde nasihat verdi   :

Ey Amr! Sen her neyi kalbinde gizler veya her neyi açıklarsan Cenab-ı Hak Taalâ hepsini bilir. Allahtan kork ve O'ndan çekin. Nitekim O, senin her işini görür ve bi­lir. Çalıştığın işlerde, ahiret için çalış. Yaptığını her işte, tuttuğun her amelde, Allanın rızasını gözönünde bulun­dur. Kendi maiyetinde bulunanlar ve seninle birlikte ça lisanlarla kendi evladın gibi muamele et. Halkın sırlarını kurcalama, onların zahiri vaziyetlerine göre kendileriyle muamele et. Kendi kendini doğrultursan* senin elinin al. tındaki halk da kendilerini doğrultmuş olurlar.[300]

Hazret-i Ömer de vali tayin edip gönderdiği kimse­leri yola çıkarırken, kendilerine şöyle hitap ederdi:

Ben, sizi Ümmet-î Muhammet Sallallahu aleyhi ve sellem üzerine vali tayin ediyorum ki, halkın varına yo­ğuna sahip çıkasınız diye değil, namazı ayakta tutmanız, halk arasında hak ve adaletle iş görmeniz, halkın hakkını adaletle eda etmeniz için sizi vazifelendirip gönderiyo­rum.  [301]

Bir ara Zat-ı Hilâfetpenahiler-t, halkın umum top­lantısında şöyle hitap ettiler  :

Ben kendi memurlarımı, siz halkı dövsünler, mala­rınızı alsınlar diye göndermiyorum. Onları şunun için gönderiyorum ki, sizi ve sizin dininizi, Hazret-i Resulün yolunda yürütsünler. Her kim bunun hilafına bir mesele ile karşılaşırsa gelip bana şikâyet edecektir. Allaha ye. min ederim ki, bunun cezasını hemen veririm. Ve karşı­lığını da telâfi edip öderim.

Bu hitaba irad edilirken Hazret-i Amr Ibn-i Âs, (o zaman Mısır valisi bulunuyordu) Hazret-i Ömer'den şu suali sordu:

Herhangi bir kimse müslümanların valisi olur da bir kimseyi tedib için döğerse, o zaman Zat-ı Hilafetpenahileri bımu da mı cezalandırıp, telâfi mi edecekler?

Bu suale, Hazret-i Ömer Radıyallahu Taalâ anh şu cevabı verdi :

Evet, Allaha yemin ederim ki, bunu da cezalandırır ve telâfi ederim. Ben kendim, Resulullaü SaUaUahu aley­hi ve sellçmin bizzat kendisinin tazmin ve telâfi edip Öde­diklerini gördüm. [302]

Bir ara Hazret-i Ömer, bütün valilerin mahkeme huzuruna çıkarılmalarını istedi. Halkın bulunduğu umu­mî bir toplantıda ayağa kalkarak dedi ki:

Bunlar aleyhinde her kim kendisine zulm edildiğini iddia edip de şikâyette bulunursa, gelip şikâyetini bildir­sin. Bütün halkın içinden yalnız bir kimse ayağa kalktı ve Amr İbn-i As'ı işaret ederek şikâyette bulundu:

Bu zat benden gayrı kanunî şekilde yüz pul : (kara: bakır para) aldı.

Hazret-i Ömer, Amr ibn-ı As'a, bu ithama cevap ver, dedi. Fakat Amr ibn-i As şahsına yöneltilen bu şi­kâyete cevap veremediğinden, iddia edilen para kendi­sinden tazmin ettirildi. Buna rağmen, şikâyetçi işi çok iieri vardırdı. Amr ibn-i As öyle bir vaziyete geldi ki, kendi yakasını kurtarmak için, adamcağızın her pulu içic iki altın vermekle ancak bu ithamdan kurtulabildi. Ve adamı razı etti, davasından vaz geçirdi. Bu hadise üze­rine Hazret-i Ömer, Amr ibn4 As'a şu sözlerle nasihat etti :[303]

Siz valiler, bu kapıyı açmayınız. Ben kendim, Resu-lullah Sallallahu aleyhi ve sellemin kendilerinin bizzat telâfi edip tazminat ödediklerini gördüm, dedi. [304]

 

Kanunun Üstünlüğü

 

Bu, halifeler, kendi şahıslarını bile kanundan üstün saymazlardı. Belki onlar, kendilerini memleketin alelade bir vatandaşı  bu vatandaş ister müslüman olsun, is­lerse zımmî bulunsun — ile aynı seviyede görürlerdi. Hükümetin başında bulunmak vasfiyle, kadıları halifeler tayin ettikleri halde, bu kimseler bu makama geldikten, sonra dava görüp hüküm vermek bakımından Öyle ser­best idiler ki, bu kadılar halifenin aleyhine, dava görüp hüküm verdikleri zaman, halifenin bu hükme teslim ol­ması icabederdi. Sanki halife değil de memleketin alela­de bir vatandaşının davası görülüyormuş gibi hareket edilirdi.

Bir ara, Hazret-i Ömer Radıyallahu Taalâ anh iie Hazret-i Übeyy ibn-i Kâab arasında ihtilaflı bir mesele zuhur etti. Her ikisi de Hazret-i Zeyd ibn-i Sabit Radı­yallahu Taalâ anh'ı hakem tayin ettiler. Her iki taraf Ja Hazret-i Zeyd'm huzuruna geldiler. Zeyd ayağa kal­karak Hazret-i Ömer'i kendi yerine oturtmak istedi. Fa­kat Hazret-i Ömer bu teklifi kabul etmeyip Hazret-i Ü-beyy'in yanı basma oturdu. Daha sonra Hazret-i lîbeyy meseleyi anlatıp davasını ileri sürdü. Hazret-4 Ömer de davayı kabul etmeyip reddetti. Usûl gereğince HazretJ, Zeyd, Hazret-f Ömer'e yemin ettirip ettirmemek stediği-ni sordu. Karşı taraf yemin ettirip ettirmemek hususun­da biraz düşününce Hazret-i Ömer kendisi yemin etti ve mesele sona erdi.  Hazret-i Ömer bu hadisenin sonunda şöyle buyurdu  :

Eğer burada Ömer'i alelade bir şahıs gibâ kafeul edip, adalet huzurunda Ömer'e de herhangi bir şahıs muamelesi yapmamış olsaydı, Zeyd'in kadıfck etmek ka­biliyeti olmayacaktı.[305]

Buna benzer bir meseleyi Hazret-i Ali Radiyaltabu •anh'a da karşılaşmıştı. Küfede bir hıristiyan, şehrin pazarında kendisinin kaybolmuş zırhının satıldığını ileri sürdü. Emirülmümininlik vasfı ile, Hazret-i Aliden bu meselenin -halledilmesini istedi. Ve kadı'mn yanına gfr türmeğe kalktı. Fakat bu mesele hakkında hiç bir delil ve şahit gösteremediği için Kadı da onun aleyhinde hü­küm verdi. [306]

îbn-i Hallikân'ın rivayetine göre, bir ara Hazret-i Ali Radiyallahu Taalâ anh ile bir zımnıî arasında ihtilâf vuku buldu. Ve iş kadıya intikal etti. O zaman meşhur Şureyh, kadı idî. Taraflar kadının huzuruna gelince, ka­dı Şureyh derhal ayağa kalkarak Hazreti Ali'yi hür­metle karşıladı. Hazret-i Ali bu hürmeti hoş görmedi ve kadıyı azarladı. Ve şöyle buyurdu :[307]

îşte bu, senin adaletsizliğinin başlangıcıdır! [308]

 

Taassuptan Uzak Hükümet

 

lalamın ilk devrinin öyle b'r hususiyeti vardı ki, o aevirde, her şey saf ve temiz, islâm usulüne, İslâm ruhuna uygun olması için çalışılıyordu. Aşiretçilik, kabüe-cilik, ırkçılık, vatancılık, yurtçuluk, hemşehricilik ve bu­nun gibi şeylere ait taassuplardan daha üstün, daha yük­sek b'r birlik ve bir eşitlik halk arasında hüküm sürüyor­du.

Resulullah Sallallahu aleyhi ve sellemin bu fânî dün­yaya veda etmesinden sonra, Arap aşiretleri ve kabileleri arasında taassup bir kasırga gibi hortlamağa bağladı. Peygamberlik iddiasında bulunanlar da ortaya çıktılar. Bu mesele, irtidâd hareketlerine vahim bir şekil vermişti. Müaeyleme'nin mensuplarından ve müritlerinden biri söy­le diyordu :

Ben Müseyteme'nin yalancı olduğunu ve yalan söyle­diğim" biliyorum. Fakat Rabf a'nın yalanı, Muzarr'in doğ­rusundan bence daha doğru ve daha iyidir. [309]

Nübüvvet iddiasında bulunan başka birisi de Tuley-ha idi. Tuleyha'yı himaye eden Benî Gatfân'ın ileri ge­lenlerinden bir kimse de şöyle d;yordu  :

Allah'a yemin ederim ki, kendi anlaşmış bulunduğu­muz (halif) bir kabilenin peygamberine mürid olmak, benim için Kureyşin peygamberine mürid olmaktan el­bette ki, daha sevimlidir.[310]

îşte tam bu kargaşalık devrinde Hazret-i Eîbu Bekir Hicri 11 - 13 (milâdî 632 - 634) ve ondan sonra da Hazu ret-i Ömer Radiyallahu Taalâ anh, (Hicrî 13-24 : Mi­ladî 634 - 645) bitaraf ve taassupsuz tuttukları yol, yal­nız Arabistan kabilelerinin tamamını değil, aynı zaman­da Arabistanın dışındaki, İslâm dairesine girmiş bulunan ülkelerin yeni müslümanlan arasında da adalet ve eşit­liği temin eyledi. Hatta, bunlar,    kendi aile efradına ve kendi kabileleri mensuplarına her ne şekilde olursa olsun, en küçük bir imtiyaz gözetmekten çekinirlerdi. O zaman, bütün boş taassuplar ortadan kalktı ve Müslümanlar ara­sında bir nevi milletlerarası kardeşlik mefhumu ortaya çıktı. İslâmın iktiza ettirdiği ruh, İslâm ülkeleri halkı arasında yayıldı. Bu bakımdan da bu iki halifenin devir­leri, hakikaten örnek alınacak bir devird'r.

Hazret-i Ömer, son zamanlarında şu noktayı hissetti ki', kendisinden sonra yine Arap kabileleri arasındaki ts-assup — ki İslâmî hareketin bu kadar kuvveti: olmasına ve inkılâbın tesirine rağmen yine de tamamen ortadan kalkmış değildi. — yeniden hortlayabilir ve bunun netice­sinde de İslâm, arasında bir hayli fitneler çıkması ihti­malden uzak sayılamazdı. Nitekim, kendi yerine kimin geçebileceği ihtimali mevzuunda konuşulurken, Hazret-i Abdullah İbn-i Abbas ile Hazret-i Osman Radiyallahu Taalâ anh üzerinde duruldu. Ve Hazret-i Osman hakkın­da düşündülderini şu sözlerle açıkladı:

Eğer ben, O'nu kendi yerime geçmesini muvafık gö­rürsem, o, Benî Ebî Mu'ıyt'ı (Benî Ümeyye'den bir kol) halkın başına musallat edebilir. Böyle olunca dla bıu gü­ruh Allaha karşı itaatsizlik yolu tutarlar. Aîlaha yemin ederim ki, ben böyle yaparsam, muhakkak Osman da de­diğim gibi yapacaktır. Osman da böyle yaparsa, halk is­ter istemez, masiyet yolunu tutar. Halk arasında karga­cık çıkar ve bu hareket Osman'ın öldürülmesine sebep ohir.[311]

Bu mesele,  Hazret-i  Ömerin  fikrini,  hayatının  son demlerine kadar meşgul etmiş ve kurcalamıştı. Nitekim 'hayata gözlerini yummağa bir kaç gün kala, Hazret-İ Ali Radiyallahu Taalâ anhı, Hazret-i Saad ibn-i Bb-i Vakkas Radiyallahu Taalâ anh ve Hazret-i Osman Radıyallanu Taalâ anhı çağırarak şu söaleri söyledi :

Benden sonra herhangi biriniz halîfe olabilirsiniz. O zaman kendi kabilenizin mensuplarını, halkın boynuna bindirmeyiniz.[312]

Bundan sonra Sahabîlerin en ileri gelen siloların­dan altı kişiye, kendi aralarından birini" halife,seçmek vazifesini verdi. Bu altı kişilik heyete, îslâmm hidayetle­rini gözönünde bulundurmalarını şart koşmakla kalmadı, bir şart daha koştu ki, halife seçilmiş bulunan kimse, fcat'iyyen kendi kabilesinin mensuplarına hiç bir imtiyae hakkı tanımayacak Ye J-'n bir hususta kendi kabile efra­dını gözetmiyecektir.[313]

Fakat talihsizlik eseı.    üçüncü halife Hazret-i Os­man, (Hicrî 24 - 35 : Milâdî 645 - 655) bu prensibimat-luba muvafık bir şekilde devam ettiremedi.   Onun dev­rinde Benî ümeyye, devletin mühim vazifelerini üzerle­rine aldılar.  Ve beytülmalden kendilerine bol bol maaş kopardılar. Diğer kabilelerin mensupları da bu durumun acısını hissettiler. Hazret-i Osmana göre bu, «sılayı rah­min» icabı îdi. Nitekim bu mevzuda şu sözlerj söyledi:

Ömer, Allah rızası İçin, kendi akraba >e yalanlanın mahrum bırakıyordu. Ben ise yine Allah rızası için k**uH akraba ve yakınlarıma bakıyorum.

Ebu Bekir ile Ömer,- Beytülmal hakkında kendileri­ni, yakınlarını ve akrabalarını sıkıntıda bulunduran şek­li nazarı itibara abraşlardır. Fakat ben böyle bir sılayı rahmi beğenmiyorum. [314]

îşte böyle bir tutumun neticesinde Hazret-i Ömer Radıyallahu Taalâ anh'm endişe ettiği mesele ortaya çık. ti. Hazret-ı Osmanın aleyhinde bir isyan hareketi baş .gösterdi. Bu vak'amn neticesinde Hazret-i Osman şehid olmakla kalmadı, kabileler arasında bir hayli karışıklık­lara yol açıldı, ki bu karışıklıklar, da- Hülefâ-i Raşidin nizamının nur meşalesini söndürdü.

Hazret-i Osman'dan sonra Hazret-i Ali Radıyallahu Taalâ Anh, (Hicrî 35 - 40 . Milâdî 655 - 660) işleri eski Ölçü (minval) üzer-ne yürütmek için çalıştı. Hazret-i Ebu Bekir ile Hazret-i Ömer Radıyallahu Taalâ anhümâ'-mn koymuş oldukları usulü tekrar kurmak için uğraştı. Hazret-i Ali, tamamiyle aşiretçilik ve kabilecilik taassu­bundan uzak idi.

Emîr Muav'yenin babası Ebu Süfyan; Hazret-i Ebu Bekir'e biat edeceği sırada; Ebu Bekir, Ebu Süfyanım, içinde bulunduğu bu taassup ruhunu ortadan kalalrmaK için çok uğraştı. Fakat o bu tutumundan vaz geçmiyece-ğirr ileri sürdü ve Hazret-i Ali  (R.A.)  ye gelip dedi ki:

Kureyş'in en ufak kabilesinin bir koluna mensup b» adam (yani Ebu Bekir) nasıl olur da halife olur; sîz ayaklanmağa hazırlanırsanız, ben gider çöldeki süvarileri toplar getiririm.

Fakat Hazret-i Ali ve oradakiler açıktan açığa Ebu Süfyana şu cevabı verdiler :

Senin böyle yapmak istemen, İslama ve m usluma»-lığa düşman olduğuna delâlet eder. Biz hiç bir zaman is­temeyiz ki, sen çöldeki süvarileri ve piyadeleri toplayıp getiresîn; Müslümanların hepsi de birbârinin iyiliği için çalışan kimseler ve birbirlerine muhabbet gösterenlerdi*. İsterse onların memleketleri ve onların viicudlan birbir­lerinden bir hayli uzak mesafede bulunsun. Elbette ki, münafıklar birbirlerini  kesmek     isteyen  kimselerdirler.

Biz Ebu Bekir Radıyallahu Taalâ aiıh'ı bu maka m ıh ehli olarak tanıyoruz. Eğer o bu mansıba ehil olmasaydı, biz ouu hiç bir zaman bu vazife ile vazifelendirmezdik [315]

Hazret-i Ali de Halife olduktan sonra yine bu nok­tayı gözönünde bulundurdu. İs'.âmın esas ruhuna, uygun olarak, Arapla Acem (Araptan gayrisi) zengin ile fakir, Haşimî ile gayrı Haşimî, bunların heps'ni aym gözle gör­mek yolunu tuttu. Hepsinin hakkında aynı adalet ve ay­nı eşitlikle muamele etmeğe başladı. Herhangi bir züm­renin diğer bir zümreye, herhaiıgi bir kimsenin diğer bir kimseye tercih edilmesine meydan vermedi. Bu şekilde başka zümrelerin kıskançlık ve rekabet sebeplerini de or­tadan kaldırmak yoluna gitti. [316]

 

Cumhuriyet Ruhu

 

Bu hilafetin en mühim hususiyetlerinden biri de, böyle bir nizam içinde tenkid, rey beyan etmek, fikir hür­riyeti, tamamen serbestçe ve tam bir serbestlikle ortada bulunmasıdır. Halifeler, her zaman halkın elinin ulaşabi­leceği bir vaziyette idiler. Kendileri de Şûra Ehlinin ara­sında oturur, görüşmelere iştirak ederlerdi. Orada asla hükümet partileri yoktu. Serbest bir muh:.tte, Meclisin azası ve herkes meclise iştirak eder ve kendi imanlarına ve kalblerinin inancına göre fikirlerini ortaya atarlardı. Bütün muameleler, Ehl-i Hal ve'l akd'ın önünde eksiksiz ve noksansız yürütülüp giderdi. Hiç bir şey saklanıp giz-lenmezdi. İşlerin karara bağlanması, delil üzerine stinad ederdi. Kimseden ne korkmak vardı ne de çekinmek. Ne hatır vardı ne de gönül. Ne taraftarlık vardı, ne de ka­yırmaca...

Sonra, bu   Halifeler,   yalnız kendi   kavim ve millet­lerine karşı Müşavere   Meclisini   idare eden   bir alet de­ğillerdi. Her gün beş defa halk ile birlikte namaza gele­rek, cemaat ile namazlarını kılarlardı. Her hafta bir kere cuma günleri, umumî toplantı yaparlardı. Halife, her se­ne iki defa bayramlarda ve Hac toplantısında halkın kar­şısına çıkardı. Onların evleri de her yerde    kendisinden hesap sorabilirdi. Onların evleri d% halka ait evlerin ara­sında idi. Kapılarında ne kapıcı, ne muhafız, ne teşrifat nâzın, ne hususi kalem müdürü, ne de perdeci gibi hizmet erbabı bulunurdu. Evlerinin kapıları her zaman, herkesin yüzüne açıktı. Çarşıda ve pazarda yanlarına muhafız al­madan halkın arasında gezip dolaşırlardı. Her noktada, herkes bu halifelere istediğini söyliyebilir ve her yerde onları tenkid edebilirlerdi.  Herkes onlardan hesap sor -makta serbest idi. Bu* serbestliği    kullanmak da ayrıca hususî izne ve müsaadeye tâbi değildi.

Hazret-i Ebu Bekir Radiyallahu Taalâ anh, yukarıda bahsettiğimiz hususları hilâfetinin ilk günlerinde halka şu sözleriyle ilân etmişti:

Doğru yolu tutarsam, bana yardım ediniz, yok eğer ben eğri bîr yol tutarsam, o zaman siz beni doğrultunuz!

Bir ara Hazret-i Ömer, bir cuma hutbesinde: «o an­dan itibaren kimsenin nikâhda dört yüz dirhemden fazla rcehriye kararlaştırmaması» fikrini ileri sürdü. Bunu du­yan ibr kadın ayağa kalkarak, şu sözlerle bu karara itiraz etti  :

Senin böyle bir hüküm vermeğe  hakkın  yoktur. Çünkü Kur'anda kantarla mehriye verilmesi hususunda müsaade vardır. Sen, bunu nasıl olur da bir hududa bağ-   ! layabîlirsin, dedi.

Bu haklı itiraz karşısında Hazret-i Ömer derhal fik­rinden vaz geçti.[317]

Yine bir gün Hazret-i Selmân-i Farisi, Hazret-i Ö-mer den şu sözlerle hesap sordu  :

Herkesin hissesine bir entari düşmüş iken nasıl olur da senin hissene iki entari düşmüş olabilir? Dedi.

Hazret-i Ömer, oğlu Abdullah ibn-i Ömer'in şahidli-ğine baş vurarak, ikinci entarinin kendisinin olmayıp, oğluna ait olduğunu, bu giyeceği ödünç olarak aldığını bildirdi. [318]

Adalet sembolü bu halife, başka bir toplantıda hal­ka şu suali tevcih etti :

Ben bazı işleri geciktiriyorum, siz buna ne dersiniz?

Bu suale Hazret-i Bişr Ibn-i Saad Radiyallahu anh şu sözlerle cevap verdi  :

Sen böyle yaparsan, biz de seni doğru yola getirme­sini biliriz.

Hazret-i Ömer, bu cevaptan gayet memnun olup, şu karşılığı verdi :

O zaman siz de halk için çalışmış olursunuz. [319]

En fazla ve en ağır tenkidler Hazret-i Osman zamanmda vukubuldu. O da hiç bir zaman zorla ve cebren kimsenin ağzına kapatmak yoluna gitmedi. Her zaman tenkidlere ve itirazlara delillerle cevap verdi. Halka ken­disinin kabahatsiz olduğunu bildirdi.

Hazret-i AH zamanında Haricilerin dili aşırı derece­de uzamıştı. Ağızlarına geleni söylüyorlardı. Hazret-i Ali de emsalsiz bir sabırla bunların taarruzlarına tahammül ediyordu. Bu ara, beş Hariciyi yakalayarak Huzuru Hi-lefete getirdiler. Bu kimseler açıktan açığa dil uzatarak, işin ölçüsünü kaçırmış küfür ediyorlardı. Hatta açıktan açığa sokaklarda ve halkın arasında;

«AUaha yemin ederiz ki Aliyi öldüreceğiz» diyorlar­dı.

Hazret-i Ali Radiyallahu Taalâ anh, onların beşini de sah verdi. Ve kendi adamlarına da şöyle buyurdu  :

Sîz de istemlisiniz ki, onlar gibi dili uzun ve ağzı bo-zuk olasınız? Onlar mademki fiilî bîr şekilde isyana gi­rişmemişler ve şiddete baş vurmamışlardır, sadece dille­riyle muhalefet ettiklerinden dolayı kendilerine herhangi bJr cürüm yüklenemez. [320]

Dört Örnek Halife devrini teferruatiyle yukarıda anlattık. O zaman aydın bir meşale devriydi. Asırların en nurlu kaynağı idi. O devirden bu yana bütün zaman bölümlerinde, fakihler, muhaddisler ve b;lumum dindar müslümanlar her asırda bu devri gözönünde bulundur­muşlardır ve İslâmın dini. siyasî, ahlâkî ve içtimaî niza­mı için bu devri bir miyar ve bir ölçü olarak 'kabul et­mişlerdir[321]

 

BAB 10

 

1958 senesi IAbor'da milletlerarası İslâm! Meclisin toplantı­larına, Avrupa müsteşrikleri ve İslâm dünyasının mütefekkir ule­ması iştirak etmişlerdi. BU toplantının otimımlftruim birinde (80-Ocnk. 1958) Mevflânâ Seyyid Ebû'I - A'lâ MevdûdS kanun vaz'ı ve içtihad mevzuu ürerinde fikirlerini bir makale ile ileri sürdü-ier. Bu makale İslâmi hükümetin bir cephesiyle alâkalı bulundu­ğundan - yâni İslâmi hükümette k^nun. vaa'ının çalışma şekli hususunda - biz de bu bahse dahil ettik. Makaı'enin sonundu/ da bazı itirazları cevaplandırmışlardır. Bu itirazlar, bir kısım «yeni-iifiseverler : İlericiler» in öne sürdükleri hususlardır. Merlâna o-zaman bunlara da cevap vermişlerdir. Bunların yanı sıra, ba*ı bahislere de girişmişlerdi. Bu bahisler, kanun yapıcılığı ile alâ­kalı   olduğundan   onlara  da  burada  yer  verdik. Hazar kıyıcı[322]

 

İslâmda Kanun Vaz'ı Ve Bunun

Çalışma Dairesi Ve Bu Hususta

İçtihadın Yerî

 

İslâm'da kanun vaz'ının çalışma dairesi nedir ve ne­resindedir? Bu hususta içtihadın da yeri nedir ve nere­dedir? Bu bahsi bilmek için, her şeyden önce iki mesele­nin izah edilip anlaşılması zarureti vardır, Bu iki mese­leyi iyice anlayıp gözönünde bulundurmamız lâzım gelir.

îlk evvelâ şu noktaya dikkat etmek gerekir ki, İs­lâm'da Hâk:miyetin münhasıran ve mahza HakTaalanm olduğunu kabul etmek icabeder. Kur'an-ı Kerim Tevhid akidesini açıklarken, bu hususu da tam bir aydınlıkla or­taya çıkarmıştır. Bu esasa göre Kur'an-ı Kerimin buyur­muş olduğu «Allahü Vahdehü Lâ şerik© lehii : Bir tek ve ortağı bulunmayan Allah sadece dinî manada mâbud değildir. Aynı zamanda siyasî ve kanunî bakandan da hâkim, (hüküm veren) itaat edilmesi gereken, emir ve nehy'de ihtiyar ve salâhiyet sahibi hem de kanun vaz*-ıdır. Allah Taalânın bu kanunî hâkimiyetini, (Legal so-veregnty) Kur'an-ı Kerim, o kadar açık ve kesin bir li­san ile beyan edip, o kadar ehemmiyetle bunun üzerinde durmuştur ki, bununla Allah Taalânın dinî mâbudluğunu da iyice belirtmiştir. Ve bu prensibi gayet parlak bir şe­kilde ortaya koymuştur. Kur'an-ı Kerime göre Allah Ta­alânın iki hususiyeti vardır. «Uluhiyet» iktizası îbu İM hususiyet birbirlerinden ayrı olmayıp birbirinin ayn cüz­üdürler. Bunlardan birisi inkâr edildiği zaman gerçekte Uluhiyet de inkâr edilmiş olacaktır. Sonra şu hususta da asla şüphe olmaması lâzımdır. İlâhî kanun dendiği zar.ıan bu kanun fıtrî ve tabiî kanundan başka bir şey de­lildir. Buna göre İslâm'a «Davet» de insanları Allahm Kanunundan başka kanunlara tabi olmaktan kurtarmak, ve onları ahlâkî, içtimaî yaşayışta Allah Taalânın Serî Kanununa bağlamak içindir. Şer'î kanun da Enbiyayı Ki­ram aleyhisselâm vasıtasiyle insanlara gönderilmiş bulu-nan kanunlardır. Bu şer'î kanunları kabul edip inanırsak o zaman bunun karşısında kendi ileri sürdüğümüz yahut da süreceğimiz ve kendi muhtariyetimizle kendi hazırla­yacağımız kanunları bir tarafa bırakmamız icabeder. Böyle bir işin ismine de «İslâm : (Surrender) denir. Al­lahm ve O'nun Resulünün hükümlerini bir tarafa bıra­karak, kendi düşüncemizin ve kendi fikrimizce hüküm vermemizin doğru olabileceği ve hakkımızda iyi neticeler verebileceği zihniyetini kesin olarak reddetmek lâzımdır. Ne bir mümin erkeğe ne de bir mümin kadına yakı­şık almaz ki, Allah ile (Viran Resulü bir iş hakkında hüküm versinler de müminler bu hususta başka bir yol seçmek istesinler. Herkim ki, Allah ve O'nun Resulüne karşı gelirse, elbette ki, apaçık bir dalalete düşmüş olur. (Ahzab, 36).

İkinci mühim mesele şudur: Tevhid-i İlâhî ile aynı derecede ehemmiyet kesbeden bir husus da Hazret-i Mu-hammed Sallallahu aleyhi ve sellem'in son peygamber olduğuna inanmaktır. Tevhid-i İlâhî akidesi vasıtası ile yani Allah ve O'nun Resulüne tanı ve gerçek bir iman sayesinde bir amelî nizam ortaya çıkar. İslâm bütün ya­şayış nizamının temellerini bu akidenin üzerine kurar. Bu inanç gereğince Allah Taalâ bundan Önce diğer En­biyayı Kiram Aleyhisselâma gönderdiği tâlimi ikmal ede­rek ,bir kısım başka talim de- ilâve etmiştir. îslâmm Pey­gamberi Hazreti Muhammed Sallallahu aleyhi ve sellem de bu talimin hepsini bir araya toplayarak gelmiştir. Bunun için Hidayet-i İlâhiye ve teşri'in (kanun vaz etme) istinadının mehazı yalnız bir tek şeydir. îler de de hiç bir hidayet ve teşri' (kanun ortaya koymak) gelmiyeceği için insanların buna bağlanmaları şarttır. Bu Muham­medi tâlim, en üstün kanundur ki, (Supreme law) Hâ-kim-i A'lâ'nm nzasiyle Hazret-i Muhammed Sallallahu aleyhi ve sellem buna mümessillik etmiştir.

i5u kanun da Hazret-ı Muhammed Sallallahu aleyhi ve seneme iki şekilde ulaşmıştır. Birincisi Kur'an-ı Kerim vasıtasiyle, yani kelimesi kelimesine Hak Taalânın hida­yetleri ve ahkâmını iht'va eden şekilde. İkincisi de Haz-r»t-i Muhammed Sallallahu aleyhi ve sellemin işveyi ha-senesi (en güzel örnek) vasıtasiyle ki, buna da biz Sün­net deriz. Ve ki Kur'anî menşeinin izahı ve teşr hicür. Hazret-i Muhammed Sallallahu aleyhi ve selîem sadece Allah tarafından gelen bir mektup dağıtıcısı mahiyetin­de değildir. Kendisine vahy edilen kitabı alıp da bu hu­susta hiç bir şey söylememesi veya hiç bir açıklama yap­mamış olması mümkün değildi. O'nun bir rehber, bir önder, bir hâkim ve bir muallimlik vasfı dahi vardır. Kendi akvâl: (sözlferi) ve efâli (yaptığı işler) i'e anelen ilâhî kanunu şerh etmek vazifesi idi. Sahih olan bu men­şe ve bu. mehaza göre, fertleri terbiye edecekt. Terbiye görmüş fertlerden bir cemaat hazırlayacak ve yaşayışı tanzim edecekti. Sonra bu tanzim edilmiş yaşayışın saha-smdakileri de bir araya getirecek doğru ve örnek bir hükümet şekli meydana koyacaktı. Ve İslâm usulü üzeri­ne mükemmel b'r medeniyet kurulmuş olacaktı. Zat-i Ri-sa'etpenahileri bu işleri tam 23 senelik peygamberlik ha­yatları devrinde tamamladılar. İşte bu sünnettir ki, Kur'-2n-ı Kerim ile birlikte Hâkim-i A'lâ'nın kanun üstünlü­ğünü ve kânrlliğiııi ortaya  koymaktadır.  İşte bu üstün ve bu kâmil kanunun adına da islâm ıstılahında «Şeri1-p.t» denir. [323]

 

Kanun    Vazı'ının Çalışma Dairesi

 

Bîr kimse, bu esası hakikatleri duy-unca önce şöyle zanneder. Böyle bir îslâmî Hükümette kanun vaz'etmek için imkân bulunmayacaktır. Yani islâm'da herhangi bir şekilde artık kânun vazetmeğe ihtiyaç yoktur. Çünkü İslâmda hak;ki kanun Allah tarafından vaz edilmiş ve. jş de bitmiştir. Müslümanlarm da Hazret-i Peygamberin getirdiği ilâhî kanuna tabi olmak ve bağlanmaktan başka bir işi yoktur.

Fakat iş n hakikati başkadır. İslâm'da herhangi bir şekilde kanun yapmak menediimiş değ Mir. Yapılacak kanunlar İlâhî kanunun hududu dahilinde alınmış ve hıı. dudlandırılmıştır. Bu üstün İlâhî Kanunun tahtında bu kanunun hududu dairesinde insanî kanun yapılmasına müsaade edilmiştir. Buna da bir çalışma dairesi tanın­mıştır. Şimd: ben bu hususları bir-kaç satırla izah etme­ğe çalışacağım. [324]

 

Tabir-İ Ahkâm :  (Hükümlerin Tefsiri)

 

İnsan yaşadığı hayat içinde^iiyle muameleler ve Öyle meselelerle karşılaşır ki, bunlar hakkında ne Kur'an-ı Kerimde ne de Sünnet-i Resulullahda her ne suretle olur­sa olsun, açık bir hüküm kat'î bir ka:de veya her ne şe­kilde olursa ols\ın, hususî bir usul bulunamaz. Bu gibi meselelerde ve böyle muamelelerde, Fakih (fıkıh âlimi) veya kadı (hâkim) yahut da herhangi bir kanun vaz' eden idare ve kurul, şeri'atın verdiği hükmü ve kararlaş-Lirmı^ bulunduğu kaideyi de bozmaz. Bu, şu manaya da gelmez; bunlar kanun vaz etmek için çalışamazlar, insa­nî kanun vaz 'etmek şekli     meyamnda, bu muameleler hususunda, şu nokta, her şeyden Önce gözönünde bulun­durulacaktır :   Bu   meselenin   hakikati ne olabilir?. Bu hakökat   nasıl   ortaya   çıkabilir?.   Bunun   hakkında na­sıl   hüküm   verilebilir?.   Sonra   karşılaşılacak   bu   gibi meseleler,    esas   hükümlere   nasıl    intikal    ettirilecek ve   umumî   hükümler,   ferî   hüküniıer   için   ne   şekil­de  kanun   mahiyeti   taşıyacaktır?.   Bu   işlerin   hepsi ile birlikte şu husus da müşahhas bir şekilde tesbit edil­melidir: İstisnaî haller ve vakalarda bu hükümler vç bu kaideler gözönünde bulundurulmaksızın ne dereceye ka­dar çalışabilme imkânı vardır ve bu iş bu hususta nere­ye kadar sığabilir? [325]

 

Kıyas  :

 

Yine bu şekilde Öyle işler ve muamelelerle karşılaşı­rız ki, bu hususta da şeriatın herhangi bir has hükmü yoktur Fakat karşılaştığımız bu muameleler hakkında hüküm vermek ve bunları karara bağlamak zomndayız. Şeriat ise, bu muamelelere benzeyen diğer hususlara hü­küm koymuş ve kaidelerini bildirmiştir. Şimdi bu da-re-nin içinde kanun vaz etme işi şu şekilde olab':Ur: Bu hü­kümlerin sebeplerini ve illetlerini ayrı ayrı, tek. tek sahih bir şekilde anlayarak,, b'lerek belirtmek ve bütün mua­meleleri, bu hükümler ve kaideler üzerine tatbik edip yürütmek gerektir. Şu hususu da gözönüne almak lâzım­dır ki, bu muamelelerde asıl sebep olarak gösterilen nok­talarda hüküm istinadlı olmalıdır. Muamelelerde bu se­bepler gözönüne alınmazsa o zaman varılan netice de is­tinadlı olamaz. [326]

 

İstînbat

 

Yine bunun gibi bazı meselelerle karşılaşabiliriz ki, Bunlar hakkında herhangi muayyen bir hüküm bulun­maz. Fakat bu mahzuru da ortadan kaldıracak camî ve külli bir usul donmuştur. Yahut da şer'i 'şu meseleyi or taya çıkarmıştır ki, Hangi mesele ve ne gibi iş, beğeni, îirse, o iş iyidir. Buna göre bu usulün aydınlığında beğe­nilmeyen şeyleri ortadan kaldırmak lâzım gelir. Beğenilir şeyleri de yaymak icabeder. Bu gibi muamelelerde kanun vazedenin işi şudur: Şeriatın bu usulüne mutabık ve Şa-ri'in ortaya koyduğu bu esasa göre, amelî meseleler hak­kında kanunlar hazırlasın. Ancak hazırlanacak olan ka­nunlar da Şeriatın usullerine ve Şâri'in koyduğu esaslara aykırı olamıyacaktır. [327]

 

Seebest  Kanun  Vazetmenin  Çalışma  Şekli

 

Bunlardan maada, yine bir hayli muamele or ve bir yığın meselelerle karşılaşabiliriz. Şeriat, bunlar hakkında tamamen sükût ile geçmiştir. Bunlara ait ne doğrudan doğruya bir hüküm vardır, ne de bu meselelere benzer meseleler hakkında hüküm verilmiştir. Hiç olmazsa bu benzer meselelerin şekline kıyas ile hüküm çıkarmak im­kânını bulalım.

Şeriatın bu hususlarda sükût ile geçmesi şuna delâ­let eder : Hâkim-i A'lâ bu hususta insanları ta­mamen serbest bırakmış ve bu gibi işleri tamamiyle in­sanların reylerine terketnriştir. Bunun için biz bu gibi me­seleler hakkında serbest bir şekilde kanun vaz edebiliriz. Fakat bizim bu hususlarda yapacağımız kanunlar da yi­ne esas itibariyle

İslâmuı ruhuna ve umumî usule uygun bulunması icabeder. îslâmm umumî m:zacına muhalif ve îslâmî yaşayışın hak'katı gözönünde bulundurulmaksızın yapılamaz. [328]

 

Îçtîhad   :

 

Kanun yapmak işinin ye İslâmî kanun ve nizamın, zamanın ilerlemesi ve vaziyetlerin değişmesinde dahi, yürüyüp gitmesi ancak bu iş üzeründe çalışacak olan il­mî tahkik heyetinin tetkikte bulunması mümkün olur. Bu işin ismine de islâm Şeriatinde «îçtihad» denir. Bu kel'menin lügat manası şudur : «Herhangi bir işi netice­lendirmek için son derece gayretle çalışmak.» îstüahda ise manası şudur: Son derece gayret sarfedip çalışarak, bir meselenin üzerinde tslâmuı ne gibi hükümler koydu­ğunu ve bu hükümlerin nıenşeinin ne olduğunu ve niçin böyle olduğunu araştırmak.»

Bazı kimseler yanlış anlayarak, «İçtihad» denilen şoyi. serbestçe rey vermek ve fikir ortaya atmak mana­sına alırlar. Fakat îslâmî kanunun ne olduğunu bilen iıerkes, bu gibi yanlış anlayışa kapümas. İçtihadın kanu­nî nizam hakkında her ne suretle olursa olsun serbestçe rey vermek ve serbest fik'r ortaya atmak olmadığı ma­lûm olan bir gerçektr. Ve kanunun asıl mehazı Kitap ve Sünnettir, insan da kanun vaz etmek istediği zaman bu hususları gözönünde bulunduracak ve her surette, kendi yapacağı kanunu bunlara istinad ettirecektir. Bunların tayin ettikleri hududun dışına çıkmayacaktır. Rey ver­mek ve fikir beyan etmek de tamamen serbest olmayıp bu dairenin hududu dahilinde olacaktır. Bunlardan müs­tağni kalınarak, içtihad edilirse, buna islâmî içtihad de­nemez, islâm kanun ve nizamlarmuv da bu gibi işlerde Veri bulunamaz. [329]

 

Îctihad Îçin  Gereken  Vasıflar

 

İctihaddan maksad, Kanunî İlâhiyi, nsanî kanunla değiştirmek demek değildir. Kanun hakikatini anlamak vo bunun ışığı altında, bunun rehberliği ile Islâmın ka­nun ve nizamlarını, zamanın ilerlemes'ne muvazi olarak harekete geçirmektir. Sahih bir içtihadın olabilmesi için, kanun vazeden kimselerde veya kurullarda veyahut da ictihadda bulunanlarda aşağıda sıralayacağımız vasıflar bulunmalıdır.

1.   Şer at-i İlâh yeye iman etmiş bulunmak. Bu Şe­riatın hak olduğuna inanmış olmak. Bu  Şeriate hulûsu âyetle bağlanmak. Bu Şeriatten kurtulmak, fikir ve mak­sadına katiyen sahip bulunmamak. Herhangi bir usulde ve Ölçüde Allah Şeriatından başka bir usul ve Öîçü naza­rı itibara almağı düşünmemek.                            

2.  Arap 1 sanma, bu Usanıp, kaidelerine, gramerine, edebî ölçülerine teşbih ve istiarelerine mükemmel bir şe­kilde vakıf olmak lâzımdır. Çünkü Kur'an-ı Kerim bu li­sanda nazil kılınmıştır.  Sünnet de  bu dilde olduğundan bu ikisini anlamak ve bunlardan hüküm İstihraç etmek ancak bu dile tam bir vukuf ile mümkün olabilir.

3. Kur'an-ı Kerimi ve Sünneti Seniyeyi iyi,bilmek. Yaîmz bir kimse bunu bilmekle ve ahkâmın mevkilerini anlamakla da olmaz. Belki Şeriatın külliyatını da bunun maksat!arım da iyi bir şekilde anlamalıdır. Bir taraftan da şunu ortaya koyabilmelidir ki, Şeriat insan yaşayışı, nm ıslahı için ne gibi toplu bir nizam kurmak istemiştir. D ger taraftan şunu da bilmeli ve anlamalıdır ki, bu top­lu nizamın şubeleri ve dalları nelerdir ve nerelere şâmil oîur. Şeriat bu toplu nizamın tarihini hangi çizgilerle çizmiştir. Nizamı ıslah etmekte ne gibi maksadlar gözönünde bulundurmuştur. Başka bir tabirle söyliyelim, ki, ıçtihad, Şeriatın tâ içine kadar işlemiş bulunan Kur'an ve Sünnet'e ait ruhu bulmanın ve ortaya koymanın ilmi­dir..

4.  Müctehidîn-i   Selef,   ümmetin   işlerine   vukuf   sa­hibi  olduklarından  dolayı  ictihadlar     ortaya  koydular. Bunlar sadece bir tertiplemeden ibaret     değildir.   Belki bunlar  kanunda ilerlemenin  zincirleme   (continuity)   3u-ret'yle devamıdır. îetihaddan maksad herhalde şu da de­ğildir k;, her nesil bir evvelki neslin koyduğu usuUeri de­ğiştirip yahut da bırakıp veya bunlara yeni şeyler iKıve etsin.

5. Amelî yaşayış meselelerinde ve karşılaşılan  ah­valde, bu mesele ve bu ahvali, vaziyetin icabına    göre, Şeriatın hükümleri ve usulü üzer nde tertip'eychilmek.

6.  İslâmî  ahlâk  Ölçüsüne  göre,   kendi  şahsî  ahva­lini tanzim etmiş bulunmak. Nitekim böyle olmazsa, ic-ühad makamında bulunan  kimseye halk  :timad  etmez. Bu kabil şahısların verdiği hükümlere ve ileri    sürülen kanunlara da hürmet gösterilmez ve dinlenmez. Ve halk tunları salâhiyet sahibi olmayan kimseler yapmıştır fik­rine kapılır.

Bu vasıfları beyan etmekten maksadımız, içtihada kalkacak bir ikmsenin, iefhada başlamadan önce, bu vasıfların kendisinde mevcud olduğunu ispat etmesi de-tJiMir. Belki maksadımız şudur ki, İctihad ile İslâmî ka­nun ve nizamların gerştirilmesi için bu sahih noktalar gözönünde bulundurulursa, ancak o zaman kanunî yol­lardan yürümek mümkün olur. Bunun içindir ki, bu va­zifeyi deruhte edecek ilim ehlinin yetiştirildiğ zaman bu vasıfların mevcut olup olmayacağı da nazarı itibara alın­malıdır. Buniar olmaksızın, yapılacak olan kanunlar ne bir İslâmî kanun ve nizam mahiyetini taşır, ne de İslâm camia3i bu kanun ve nizamları  benimsemeğe tahammül eder. [330]

 

İçtihadın Sahîh Usulü

 

İçtihadın kanun vaz edici mahiyette olması ancak şu şekilde kabul edilebilir ki, ietihadda bulunacak olan kim­selerin bu hususta tam bir ehliyet ve kabiliyetleri olsun. Ehüyet ve kabiliyet olduktan sonra da ietihad usulünün sahih olması için müetehid, ister ahkâm tefsir etsin, is­ter kıyas ve istinbat yolunu tutsun, her ne surette olur­sa olsun, kendi istidlalinin temelini Kur'an ve Sünnet'e istinad ettirmelidir. Mubahlar hususunda belki serbestçe kanun beyan edebilir. Fakat bu hususta da yine delil göstermesi icabeder. Meselâ falan, mevzu veya f'lan me­sele hakkında Kur'an-ı Kerimde ve Sünnette bir hüküm yoktur diyebilmelidir. Yoksa kıyas için kendi s indinden bir esas ortaya atamaz. Kur'an-ı Kerimden ve Sünnetden elde ettTği istidlaller de ehli ilim indinde malûm olan is­tidlal şekilleri ve usulleriyle olmalıdır. Kur'an-ı Kerim­den yapılacak olan istidlaller.de, muhakkak âyet-i keri-. menin mânasının ne demek olduğunu bilmekle- mümkün­dür. Bu âyetin manasını bilmek de Arap lisanına, lisanm kadeîer:ne ve gramerine (Sarf ve Nahiv) ve diğer te-ierruatına da vukuf sahibi bulunmakla olabilir. Kur'anın âyetîerindeki cümlelerin ilerisini - gerisini, sözün beyan tarzını ve sözün gelişeni de gozonünde bulundurmak icap eder. Bir mevzuda Kur'anın bir yerinde öyle fcir şekilde inana verilmesine dikkat etmek lâzımdır ki, bu mananın inceliğinden Kur'anın diğer yerlerindeki âyetler arasında tenakuz olmasın. Bu âyetin teyidi hakkındaki Sünnetler mevcut ise bunları da gözönüne almadan, âyetin teşrihi olan hadislere itTbar etmeden mana verilmemeli ve Sür, netin manasının da Kur'an-ı Kerime muhalif bulunmama­sına da dikkat edilmelidir.

Sünnetten de istidlal ederken yine Kur'andan istidlal edildiği gibi Arapça lisanına ve bu lisanm kaidelerine (Sarf ve nahiv) cümlelerin ilerisi gerisi ve sözün gelişine de dikkat etmek icabeder. Bundan başka Sünnetin sahih rivayet edilip edilmediğini de rivayet ve Hadis ilmi kaide-leriyle gözönüne almak gerekir. Bu mevzuya ait başka rivayetler var mıdır, yok mudur bunları da tetkik etme­lidir. Eğer bu mevzuda rivayet varsa bunları birbirleriy­le karşılaştırmak lâzım gelir. Bunlardan başka, bir Sün­netten istidlal edilen ahkâm, Kur'anın sahih ahkâmına veya Sünnetin sabit olmuş diğer ahkâmına da mugayir olmamalıdır. İhtiyatlı hareketleri bir tarafa bıraakrak, indî mütalâa ile, keyfî tevilât ile, ictihâd eylemek ve ica­bında siyasî bir kuvvetin tesiri ve zoru altında ietihad yapılsa bile, bu hükümler kanun mahiyetine sokulsa dahi yine müslümanlarm gönlü ve vicdanları böyle bir içtiha­dı, İslârnî kanun ve İslâmî nizamın bir cüz'ü olarak kabul edemezler ve asla bu uydurmaları benimsemezler de.. Si­yasî kuvvet ortada bulundukça belki bu hüküm yürür gi­der. Fakat siyasî kuvvet ortadan kalktığı veya zayıflayıp gevşediği zaman bu kanun ve hükümler de hemen redde^ ,dil:p ortadan kalkar,  kimseler bunları dinlemez. [331]

 

İçtihadın Kanun  Mahiyeti Kesbeylemesi

 

İslâmi kanun ve nizamda herhangi bir ietihad hük­münün kanun mahiyetine girmesi için muhtelif şekiller vardır.

1 - Birincisi bütün Ümmet Ulemasının bu   mevzu üzerinde icinâ etmeleri.

2-  Herhangi bir kimsenin veya bir zümrenin içtihadınm, kanun mahiyetinde kabul edilebilmesi için, bütün m iislümanlar tarafından umumî olarak kabul edilmesi gerek:r. Halkın da kendiliğinden bu-içtihadı hükümlere tebaiyet etmesi icabeder. Meselâ, koca koca İslam ülke­lerinde yaygın bulunan Hanefî, Şafiî, Maliki ve Hanbelî fıkıhları gibi.

3- Br ictihad hükmünü, herhangi bir Müslüman Hükümetin kendisine kanun olarak kabul etmesi. Mese­lâ, Osmanlı devleti Hanefi fıkhını resmî kanun olarak kabul etmişti.

4- Siyasette, Anayasa hazırlayan bir meşru idare veya kurulun, îslâmî nizam ve kanunlar dairesinde bu icthadı kanun şekline koyması.

Bunların haricinde ehl-i ilmin , ictihad ile verdikleri diğer hükümler, umumî kanun mahiyetine giremezler. Ancak, fetva olarak kalırlar. Petvalık mahiyetinden ileri gidemezler. Bu da bir tarafa, kadılar (hâkimler) işlerin hal ve faslı hususundaki hususî mahiyettek meselelerde de bunları gözönünde bulundurup bulundurmamayı tak­dir edebilirler. Bunların benzeri (Precedents) üzerine hü-kdm yürütür veya yürütmezler. Fakat bunlar sahih ma­nada kanunî mahiyet taşımazlar., Nitekim, Dört Örnek Hal fe de kendilerin'n hususî meselelerde verdikleri şahsî ictihad hükümleri böyle olmuştur. Bunlar İslâmî temel kanun mahiyetine girmemişlerdir. îslâmî nizamda kadı­ların içtihadı hükümlerinin -de kanun mahiyet: (Judge Made Law)   taşımaları düşünülmemiştir. [332]

 

Bazı İtirazların Cevapları

 

İdamda kanun vaz'ı ve ictihad hakkındaki makale­lerim bazı çevrelerde itirazlara yol açtı. Ben de mümkün olduğu kadar ve kısaca bu itirazları cevaplandırmağa ça­lışacağım.

İlk itiraz, Kur'an-ı Kerimin yanı başında Sünnetin niçin bulunduğudur. Bu hususta bir kaç noktayı sıra ile arz edeceğim Mesele bu şekilde, tamamiyle ye daha iy-şekilde  aydınlanmış olacaktır.

1. Bu inkâr kabul etmez bir tar'hî hakikattir. Haz-ret-i Muhamnıed Resuîullah sallallahu aleyhi ve sellem,. nübüvvet makamı ile kesb-i şeref ettiklerinden sonra, kendilerine Hak Taalâ tarafından yalnız Kur'an-ı Kerim gönderilmekle kalmadı. Aynı zamanda bir âlemşümul ha­reketin önderlği ve rehberliği makamı da verildi. Bunun netiresinde bir îslâmî camia ortaya çıktı. Bu yeni içtimaî. ve medenî nizam kuru'du. Ve nihayet bir hükümet vü-cud  buldu.

Burada şu sual de variddir: Kur'.an-ı Ker m nazil kı­lınmaktan başka Hazret-i Resulü Ekrem Sallalîahu aley­hi ve sellemin daha başka ne gibi vazifeleri vardı? Bu vazifelerin vasıfları ııe idi? Acaba Zat-ı Risaletpenahile-' , Peygamber!ik vasfı ile, Hak Taalânın mümessilliğini' ve elçiliğini yapmakla bu mümessilliği kendisi mi yapı -yordu, yoksa bunu sadece Kur'an-ı Kerim mi yapıyordu? Yoksa, Kur'anı duyduktan ve duyurduktan sonra, Zat-i Risaletpenahilerkı:n vazifesi bitiyor muydu? Allahm Re­sulü diğer nıüslümanlar gibi bîr fert miydi? Zat-ı Saa­detlerinin bundan sonra akval (sözler) ve ef'ali (yaptık-lan) haddi zatında, bir hüccet bir kanunî mesned değil miydi?

Birinci şıkkı kabul edersek, o zaman şunu da kabul etmekten başka çaremiz yoktur. Sünneti de Kur'an-ı Ke­rim ile birlikte, kanunî mesned ve hüccet olarak tanı­mak gerekir. îk'nci şık da ise, Sünnefn herhangi bir kanunî mesned olmak vasfı yoktur, demektir.

2. Kur'an-ı Kerime ait hususlarda şu da malûm­dur ki, Zat-ı Saadetleri HazreU Muhammed Sallallahu aleyhi ve sellern sadece İlâhî haberi tebliğ eden bir ha berci vakfında değildir. Allah Taalâ tarafından, kararlaş­tırılmış bir önder, b!ir rehber, bir hâkim (idareci ve âmir} ve bir muallimdi. Bu hususları İhtiva edecek tarzda bü­tün müslümanların O'na itaat etmesi farzdır. İman ehli için yaşayışlarının her cephesinde yalnız bu yolu Örnek kabul etmeleri bir zarurettir. Akıl da şunu icap ettirir. Herhangi bir peygamber, sadece Allanın kelâmını duyur­makla işini bitirip, Mukaddes Kelâmı duyurduktan son­ra bir fertten farksız olması doğru değildir. Müslüman­lara gelince, bu ümmet, Hazret- Resulü Ekrem'i her zaman için ve her yerde, Islâmm başından bu güne kadar vaoibü1. ittiba (izlenmesi gereken) b r örnek olarak ka­bul etmişlerdir. O'nun «emr ve nehy» (yapılmasını bil­dirdiği ve yapılmasından men etitği işler) leri vâcibül -itâa (uyulması gereken) olarak inanmışlardır. Hatta her hangi bir gayrı müslim âlim de bu hakikî ve gerçek me­seleyi inkâr edemez. Müslümanlar her zaman ve her de­virde, Zat-ı Saadetlerinin bu vasıflarına itnanıp kabul et­mişlerdir. Bunun yanı başında da îslâmm kanun nizamı­nı Kur'ana ve Kur'anla beraber Sünnete de istinad 'ettir­mişlerdir.1

Şimdi ben bir türlü anlayamıyorum, bir kmse kaî-lup da Sünnetin bu vasfım ve bu hususiyetini nasıl olur <Ia inkâr eder ve şunu da nasıl ileri sürebilir ki, Hazret-i Muhammed Sallallahu aleyh;i ve sellem, Kur'an-ı Kerimi okuttuğu zaman peygamber idi de Kur'an okutmadığı za­man, peygamberlik vasfı ortadan kalkıyordu. Şimdi, bir kimse böyle bir iddiada bulunduğu takdirde ona deriz ki, bu makamı Hazret-i Resulü Ekrem, kendi kendiisine mi elde etmişti? Yoksa bu makamı O'na Kur'an mı vermisti? Birinci şekle Islâmın herhangi bir iddiası yoktur, îk nci şekle gelince, esasen bu noktayı Kura'n-i Kerimin kendisi beyan etmiştir.

3. Sünnetin haddi zatında kendi başına kanun mer-hazi olarak kabul edilmesinden sonra, şu sual ortaya çı­kar, bunu anlamak ve bunu belirtmek için ne gibi vasıta­lar kullanılabilir?

Bunun  cevabında  da  ben  yine   şunu   arzedeceğim: Bugün aşağı yukarı on dört asır geçmiştir. Bu müddet zarfında da bu mesele ilk defa ileri sürülmüş değildir. Bin beşyüz sene önce   peygamberliğe   bi'set   ettiğinden bu yana Sünnet süre gelmiştir. Burada da iki tarihî ha-lüka'a inkâr etmek mümkün değildir. Birincisi, Kur'an-ı Kerimin tâlimi ile Hazret-i Muhammed Sallallahu aleYhi ve seikmin Sünneti, muaşeret usulünde ve içtimaî husus-jfirda, Islâmm başından bu güne kadar örnek olarak sü­re goımiştir. Devam ederek, ardı arkası kesilmeden, zin-cirle.ntf olarak takip edilmiştir. Bu husus h:ç bir devir­de, hiç bir zaman inkıta vuku bulmamıştır. Bütün idare mekanizmasında ve her iş güc sahasında devamlı olarak gözönünde bulundurulmuştur. Bugün, bütün dünya müs-iümanlarının akideleri,  düşünüş şekilleri,  ahlâk ölçüler!, ibadetleri, iş güçleri ve muameleleri, yaşayış nazariyeleri, hayat yolları için örnek olarak ayakta tutulmuştur. Bu hususta ufak tefek    ihtilaflar da olmuşsa, bu ihtilaflar "ancak teferruatta olmuş, esasda olmamıştır. Bunlar ara­sında yine ahenk bulunmuştur. Müslümanlar, bütün yer yüzüne  dağılmış olmalarına rağmen, bir  ümmet olmak hususiyetini esasda sağlayabilmişlerdir. Bu meselenin is-bata da, içtimaî hususların Sünnet üzerine kaiim bulun­ması ve yüzlerce seneden beri Sünnetin zincirleme devam cdegelmesidir. Burada kaybolmuş bir şey olmadığından ıhunu arayıp bulmak için uğraşalım.

ikine tarihî hakikat, daha kesin ve daha da aydın­lıktır. O da şudur: Hazret-i Resulü Ekremin hayatından sonra, her devirde ve her çağda müslümanlar, ispat edil-jniş (belli) Sünnetlerin neler olduğu mevzuunda çalışmış­lardır. Ve hayat nizamında sonradan uydurulup, sahte yollarla sokulmuş buluann yeni şeylerin- neler olduğunu araştırdılar.

Bunlar nasıl uyduruldu, ve nasıl sokuldular? Müs­lümanlara göre; Sünnet, kanunî bir vasıf taşıdığından, işlerin hal ve faslında, adliyede davaların görülmesinde ve bu gibi hususlar Sünnet üzerine yürütüldüğünden, Müslümanlar, evlerinden tutun da, devlet işlerine kadar, .her şey buna bağlı bulunduğundan, muameleler de bu esas üzerine cereyan ettiğinden, bu eskilde incelemeler ve tahkikler hakkında müsamaha göstermemiş ve :hmal etmemiş kılı kırk varmışlardır. Bu incelemelerin ve tah­kiklerin vasıta ve şekilleri îslâmın ilk Halifesinin devrin­den bu güne kadar nesi-den nesle devam ederek, miras olarak bize kadar ulaşmıştır. Ardı arkası kesilmeden de her nesilde muhafaza edilegelmiştir.

Bu iki hakikati iyi anladıktan ve Sünnetin üzerinde ilmî tahk'kin ne şekilde olacağını bildikten ve böyle mü­talâa ettikten sonra, Sünnet'ta kanun mehazı olması ve Kur'an-ı Kerimin yanı başında kanunlara mesned teşkil edeceği hakkında artık hiç bir şüphe ve tereddüde ma­hal kaTmaz. Halledilmesi zor görünen bu muamma da kendiliğinden halledilmiş olur.

4. Şüphesiz, Sünnetin incelenmesi ve belirtilmesi ve tesbit edilmesi hususunda bir kısım İhtilâflar olmuştur. Gelecekte de bu gibi ihtilaflar da olabilecektir. Fakat böyle ihtilâflar, Kur'an-ı Kerim ahkâmının manalarını tayin etmek hususunda dahi olab'den şeylerdendir. Böy­le ihitlaflar, nasıl ki, Kur'&n-ı Kerimin kanım mehazı ol-masına mani teşkil etmezse, Sünnetin de kanun mehazı olmasına ve Kur'an-ı Kerimin yanı başında bulunmasına mani teşkil etmez* Daha eskiden de bu usulün kabul ed'kliği gibi, bugün de aynı şekilde kabul etmekten baş­ka çare yoktur. Buna göre, her kim. bu hususda, Kur'­an-ı Kerimin hükmü ayrı, Sünnetin hükmü ayrı olduğunu iler:. sürerse ,o zaman kendi sözü, kendi iddiasını cerh eder.

Ölçü böyle olsaydı, herhalde ümmetin ulemasının çoğu hiç olmazsa, 'ümmet efradının kalabalık bir zünıre-öi bu ölçüyü gözönünde bulundururlardı. Fakat öiçünün-oöyle olmadığına, it'bar edilince, o zaman, mesele de. kal­maz. İşte, bu usul üzerinde dünyanın her tarafında, yüz­lerce, milyonlarca müslüman herhangi bir fıkhı mektep (mezhepler) altında toplanmışlar ve o koca koca ülke-'erde kendi yaşayış nizamlarım da Kur'an ve Sünnetin her ikisinin ışığı altında kurup yürütmüşlerdir.

İkinci tiraz da benim makalem üzerinedir. Maka­lemde tenakuz olduğu ileri sürülüyor. Ben diyormuşum ki, Kru'an ve Sünnetin açık ve kesin ahkâmında hiç bir şekilde değiştirme olamaz. İtiraz eden zatın düşüncesine göre, ben'm bu sözlerimde tenakuz bulunuyormuş. Zira ben yine diyormuşum ki, bazı istisnaî hallerde bazı hu­suslarda içtihad edilebilir.

Fakat bu sözlerimin neresinde tenakuz olduğunu ma­alesef bilmiyorum. Mecburiyet ve zaruret olunca dünya­nın her yerinde istisna umumî kaidedir. Bu husus "her­hangi bir kanun da olur. Kur'an-ı Kerimde de buna ben­zer müsaadeler için bir hayli misaller verilmiştir. Bu mi­saller hakkında Fukahâ muayyen usuller koymuşlar ve bu istisnaların ölçüsünü tayin eylemişlerdir. Nerelerde hangi şartlar dahilinde istisna olab'leceğini de bildirmiş­lerdir. Meselâ, şu örnekler filmimizin en güzel isbatıdır:

«Zaruretler,  mahzurları ortadan  kaldırır.»   «Sıkıntı  ko -layhğı çeker.» .

Üçüncü itiraza gelince, bu itiraza bu güruhun hepsi de iştirak ediyorlar. Sebebi de benim içtihad için bazı gartlar ileri sürmüş olmamdır. Bu huöusta ben yalnız kendin bu meseleyi ileri sürdüğümden, cevap vermek de yine bana düşen bir vecibe oldu. Önce, şunu arz edeyim k , itiraz eden muhteremler, bir kere benim ileri sürdü­ğüm şartlar üzerinde doğrudan doğruya düşünsünler, sonra da ileri sürmüş olduğum şartların hangisiini orta­dan kaldırmak mümkündür ve bu şartların hangisi ol -mazsa. buna rağmen bu iş tamam olabilir? Meselâ, Şeri-ate hulusu niyetle bağlı bulunmayan bir kimsenin içtihad ea ilebileceği mi ileri sürülecektir? Yahut da Kur'an~ı Ke-rimin ve Sünnetin lisanı olan Arapça bilmeden mi icti-had  yoluna  gidilebilinecek?   Veya  Kur'an-ı  Kerimin,ve

J.innei:m ahkâmını iyice anlamadan ve kavramadan, mü-caia.2.  etmeden,   Şeriatın  hükümleri üzerinde  tetkiklerde bulunulmadan    ictihad  yürütülebilinecektir? Yoksa uıUctelıidîn-i selef (daha evvelki müctehidler)  in verdik­leri hükümleri, hiç nazarı itibara alınmadan mı hüküm verilmeğe    kalkışılacak? Ya. da dünya   muamelatına ve dünya işlerine vâkıf olmadan mı işe girişilecek? Yine böylece, herhangi bir şekilde, îslârnî ahlâk Ölçüsü gözö-nünde bulundurulmadan mı ve Îslâmî ahlâk ile muttasaf olmadan mı, bir kimse bu işe el atacaktır. Şimdi, saydı­ğımız şartların hepsi de bellidir ve ortadadır. Bu şart­ların  hangisinin lüzumsuz     olduğu   anlatılsın  ve  ispat edilsin ki, biz de anlamış   olalım.    Şu da   var ki, bütün i'r.îâm âleminde bu şartları haiz bulunan kimselerin sayı­sı  on  k ş den  fazla değildir.   İhtimal  ki,   muhaliflerimiz bunu ileri sürmekle bizi ikna etmeğe çalışıyorlar. Ve beş altı yüz milyon müslüman arasında bu şartları haiz olanlar ancak şu on kadar kişidir, fazla niçin olmamıştır?, demek istiyorlar. Biz de'diyoruz ki, onların dedikleri gibi olsaydı, ictihad edebilecek şahıslarda, bizim bildirdiğimiz vasıfların bulunmasına, lüzum olmasaydı, ortaya çıkan her bilgili bilgisiz ve herhangi bir kimsenin önünde içti-had kapıları açık bulunsaydı, o zaman ictihad edenler de bu kadar az kimse olmaz, her önüne gelen de içtihada kalkışırdı. Bunun neticesinde de bilgisizler, şüpheli niyet sahihleri, hulusu niyeti bulunmayan kimseler de, ortaya , çıkıp müslümanların boğazlarına sarılmazlar mıydı? Her­kes meydanı boş görüp bildiğini okumaz mıydı? [333]

 

Kanun Vazetme, Şürâ Ve İcmâ'

 

Pakistan'da îslâmî kanunun icra kılınması bahsi me-yanmda Îslâmî kanun vazetmeğe ait muhtelif fikirler ileri sürüldü. Bu meyanda bir dost, muğlak bir üslûp ile şu yazıyı yazmıştır :

«Üslâmda kanun vaz' etmenin hakikat ve mahiyeti ve bunun çalışma dairesinin tayini hakkında bir hayli if­rat ve tefrit yolu tutulmuştur. Bir taraftan şu mesele ileri sürülüyor ki, İslâmda herhangi bîr şekilde kanun vay* etmenin yeri yoktur. Kanunu Allah Taalâ ve O'nun Resulü vaz' eder. Müslümanların vazifesi de bu kanuna göre işlerini tanzim etmek ve bu kanunu, icra etmekten başka bîr şey değildir. Diğer taraftan da bazılarının dü­şüncesine göre, kanun vaz* etmenin dairesi o kadar geniş­tir ki, müslüman hükümdarlar da bu meselede kendiler-ne, bir hak tanınmış olduğunu düşünürler. Onlara göre Peygamber Sallallahu aleyhi ve sellem, sadece ibadet­lere ait esas meseleleri kararlaştırmış fakat diğer işler üzerinde değiştirme ve düzeltmeler yapılabilir. Meselâ, namaz, oruç ve bunlar gibi amelî bir şekilde gösterilmiş olan hususlar hakkında da ilâveler veya çıkarmalar ola­bilir, diyorlar.

Şimdi lütfedip de şunu bize izah buyurun ki, İslâm', da kanun vaz' etmenin ölçüsü nedir ve bunun çeşitleri varsa nelerdir? Ve yine şunu da izah buyurmankz rica olunur ki, Hülefamn ferdî ve miişavereli hükümlerinin ve yine Eimmeyi fukahanm ve Müctehidİnin reyleri ve hü­kümlerinin kanun olma bakımından vasıfları nedir ve ne derecededir? Bu meyanda eğer Şûra ve Icmâ'ın hakikati üzerinde de bazı aydınlatmalarda bulunulursa çok mü -nasip olacaktır.» [334]

 

Cevap

Kanun Vaz' Etmenin Usulü

 

Islârada ibadetler dairesi İçinde kanun vaz' etmenin asla yeri yoktur. Ve buraya herhangi bir kanun sığdırı-lamaz. Elbette ki, ibadetler hariç, diğer muamelât için muayyen bir hudud içinde kanun vaz' etme imkânı var­dır. Ve buraya kanun vaz' efeme sığar. Kitap ve Sünne­tin sükût ile geçtikleri noktalarda ve meselelerde her­hangi bir şekilde kanun vaz' etmek mümkündür ve olabi­lir.

Islâmda kanun vaz' etmenin esasen şu usul üzerine olmasa icap eder,; İlkönce ibadetlere ait hiç bir noktaya temas edilmeyecektir. İbadetler hakkında ne yapılırsa, ne edilirse kararlaştırılmış gibi olması icabeder. Buraya her ne suretle olursa olsun, yeni bir ibadet şekli, uydu­rulup sokulamıyacaktır. Bunlara ait ne şekilde hükümler konmuş ise o hükümler devam edecektir. Ve kimse bunlardan ayrılmayacaktır. Ne yapılmış ise yapılacak, ne bırakılmış ise bırakılacaktır. Sâri' (Allahu Taalâ ve O'nun Resuİü Sallallahu aleyhi ve sellem) herhangi husufta, elbette ki, muamelât hakkında da sükût ile geçmişse ve nedense bahsetmemişse, bunun üzerinde biz, kendi dü­şüncemize s^re hareket etmekte serbest olduğumuzu an­layabiliriz.

îmanı Şâtıbî, Kitab El - İ'tisâm'da bu usulü şu şekil­de beyan eder :

İbadetlerin hükmü, âdetlerin hükmünden ayrıdır. Adetlerde kaide şudur İd, her neyin hakkında sükût ile geçilmişse, bunlar üzerinde istendiği gibi düşünülüp ça­lışılmağa müsaade edilmiştir. Bunun hilâfına, ibadetler­de böyle bir mesele istinbat edilemez. Bu mesele Şeriatın aslında mevcud değildi. Nitekim, adetlerin hilâfına iba­detlerin esası açık hükme ve sa~ih izne tabidir. Şu fark­la ki, âdetlerde bizim akhmız doğru yolu tayin edebilir. Fakat ibadetlerde akim kendisine, Allaha yakın olmak yolunun nasıl olduğu malum değildir.

(Cilt 2, S. 115) [335]

 

Muamelat Hakkında Kanun Yapmanın Dört Bölümü

 

a.  Tâbir : Şârı'in bir mesele hakkında sarih emri­ni veya sarih nehyini tayin edip bu mesele hakkındaki Nassın menşeini belirtmek.

b. Kıyas  : Şârı'in doğrudan doğruya sarih hüküm verdiği hususlara değil de onlara benzer hususları ölçe­rek hükmün illetini müşahhas hale getirip bu hükmün esası üzerine ikinci bir hüküm meydana çıkarmak.    Ve bunların müşterek sebeplerini ortaya  koymakla  müma­sil vak'alarda tatbik çylemek.

c. îstinbat ve içtühad.  Şeriatın beyan  ettiği geniş ölçüdeki usulleri cüz'i meselelere ve muamelelere intibak ettirmek. Nass'ları, belirtmek, delilleri ortaya koymak ve bunların niçin iktiza ettiklerini bildirmek ve Şârı'in   bi­zim yaşayışımıza ait işleri ne şekilde tanzim etmek iste­diğini ortaya çıkarmak.                                         '

d.Şeriat sahibinin bize hidayet yolu göstermediği ve sarih bir hüküm  vermediği hususlarda, İslâmın geniş maksat ve maslahatlarını gözönünde bulundurarak, zaru­rî bulunan kanunları vaz' edip bu hususu da tamamla­mak.

Bununla beraber bu kanunlar da İslâmın ruhuna ay­kırı olmamalıdır. îslâmın mizacına muhalif bulunmamalı­dır. Nitekim Fukaha indinde ıstılah olarak bunlara Ma-sâtfh-i Mürsele veya istihsan ve başka isimler de veril­miştir. Masâlih-i Murselenin manası, «Umumî Maslahat­lar» demektir. Biz muvafakatımızla bunları gözönüne alı-nz. «İstihsan» dan da maksat şudur: Bir muamele hak­kında zahirî kıyas ile hüküm verilir. Fakat bunaan daha ehemmiyetli bir mesele için bu hü&üm değişir ve başka bir hüküm verilebilir. O zaman birinci hükmün yerine, ikinci hükme tabi olmak icabeder. Buna «îstihsan» de­nir. [336]

 

Masâlih-Î Mürsele Ve Îstihsan

 

Kıyas ve istinbat tabiri için fazla tafsile, girişmeğe ihtiyaç yoktur. Fakat Masalih-i Mürsele ile tstihsan hak­kında biraz malumat vermek yerinde olacaktır.    Îmam Şatıbî, Kitab El - l'tisâm'da bu mevzu üzerine ayrı ve müstakil bir bab yazmıştır. Orada bu hususu güzel bir şekilde açıklamıştır. Hiç bir TJsul-ü Fıkıh kitabında onun kadar bu meseleyi iyi anlatan esere rastlamadım. Bu mevzu hakkmda mufassal deliller ileri sürerek isbat edi -yor ki, Masâlih-i Mürsel'den maksat, bazılarının anladık­ları gibi kanun vaz'etmenin kapısını tamamen açık bı­rakmak, demek değildir. Belki bunun için üç şart lâzım­dır  :

Birincisi : Vaz'edilecek olan kanunun öyle vaz'edH-îrıesi lâzımdır ki, Şeriatın maksatlarına tamamen uygun olmalıdır.

İkincisi: Halkın önüne çıkacak olan bu kanunlar ak­la uygun olup, herkesin kabul edebileceği bir şekil arz et­melidir.

Üçüncüsü: Bu kanunlar hakikî ihtiyaçları karşıla-malıdır. Yahut da herhangi biı hakikî müşkülâta cevap verecek bir mahiyette olmalıdır. (Kitab  El-1'tisâm, Cilt II, S. 110-114)

Sonra «İstihsan» bahsine geçerek, devamla şunları bildiriyor: Zahirî vaziyete göre, herhangi bir delil üzerine mukayese edilerek bir muamele için hususî bir hüküm verilmişse, fakat Fakıhin nazarında, bundan daha iyi bir §ekil bulunduğu takdirde ve ilk verilen hüküm maslahata muvafık olmazsa, yahut da verilmiş olan hükümde her ne suretle olursa olsun bir noksanlık bulunur ve yahut da karışıklık ortaya çıkma ihtimali varsa, lslâmî nokta­ya nazardan bunu bertaraf etmek gerekiyorsa, yahut da verilmiş olan bu hüküm örf ve âdetlerin aksi bulunursa o zaman, bu hüküm bozulup, bunun yerine münasip hü­küm vermeğe «tstihsan» denir. Her ne suretle olursa ol­sun «îstihsan» için şu şart vardır ki, zahirî kıyası bıra­kıp d~a kıyas hilafı hüküm vermek için, kuvvetli bir şart ve durum olmalıdır ki, makul delillere istinad etmeli ve makul delillerle isbat edilmek imkânı mevcut olmalıdır.

(Cilt II S. 118 - 119) [337]

 

Adlîye Kararları İle Devlet Kanunlarının Farkı

 

Bahsettiğimiz dört bölüme ait, herhangi bir İmamın yahut da bir müctehidin ferdî reyi ve şahsî tahkikinin neticesi ustalıklı bir rey ve tahkik neticesi olabilir. Hat­ta ölçü bakımından ilmî şahsiyetlerin Ölçülerine göre de muvafık bulunabilir. Fakat buna rağmen yine bunlar «kanun» mahiyetinde olamazlar. Çünkü İslâm ülkelerin­de, kanun vazetmek iğin Erbâb-ı Hail ü Akd'in müşave­resi yapıldıktan sonra, ya bunların icmâ'ı (ittifakla) ile yahut da cumhuru ile (çoğunlukla) hüküm vermelidir. Yani tâbir, kıyas, istiribat, içtihat ve yahut da istihsan ve maslahat-ı mürsele yollarından birini seçerek bu yol­dan yürünürse ancak bir hüküm kanun şekline konabi­lir. Hülefa-i Raşidin devrinde de kanun vazetmenin usu­lü de böyle idi.[338]

Biz burada o devre ait bazı misaller ileri süreceğiz. Bu misallerle Hülefa-i Raşidin devrinde karşılaşılan kav-mî ve millî meselelerde nasıl kanun vazedilmiş olduğu hakkında fikir edinmek mümkün olduğu gibi, o devirde yine adlî hükümlerle kanunlar arasında ne gibi farklar bulunduğunu anlamak imkânı elde edilebilir.

a.  Kur'an-ı Kerimde  sadece şarabın     haram oldu­ğuna dair hüküm vardır. Bunun için herhangi bir ceza ve had tayin edilmiş değildir. Nebî Sallallahu aleyhi ve sellemin zamanında da bu hususta yine herhangi bir hu­susî ceza kararlaştırılmış değildi. Zat-ı Risaletpenahileri münasip gördükleri şekilde ceza verirlerdi.

Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer Radıyallahu Taalâ aimüma zamanında bu ceza için 40 kırbaç karar­laştırıldı. Fakat yine de bu iş için usulü dairesinde her­hangi bir kanun yoktu.  

Ha^ret-i Osman Radıyallahu Taalâ anh devrinde şa­rap içenlerden şikâyetler çoğaldı. Hazret-i Osman da Sa-habilerin müşavere meclisini topladı ve bu meselenin gö­rüşülmesini talep ' etti. Hazret-i Ali Radıyallahu Taalâ anh, kısa bir takrir vererek bu işin cezasının 80 kırbaç olduğunu bildirdi. Bu takrir ittifakla kabul edildi. Şûra­nın ittifakla verdiği bu hüküm, ilerisi için kanun maiye­tine girdi ve kanunluk vasfını ihraz etti. Buna göre, bu kanun «icmâ» ile yapılmış bir kanundur. (EÛ'tisâm, Cilt II, Sahife, 101).

b. Hülefa-i Raşidin devrinde şöyle bir kanun dahi vazedilmiştir. İşçilere bir şey yapmak için verilen malze­me (meselâ elbise dikmek için verilen kumaş veya ziynet eşyası yapmak için verilen altın ye saire) zayi edilirse, işçi bu zararı tazmin etmeli ve bedelini ödemelidir. Bu hüküm de yine Hazret-i Ali Radıyallahu Taalâ anhın tak­riri ile kararlaştırılmıştır. Burada bir nokta daha vardır. Olabilir ki, verilmiş olan malzemenin zayi olması husu­sunda işçinin hiç bir kabahati bulunmayabilir. İsçi bile­rek de bunu zayi etmiyebilir. Fakat yine de sebebiyet ver­diği zararın tazmini için hüküm verilmiş ve bu hüküm kamın mahiyetine girmiştir. Bu hükmün dayandığı sebep de ileride işçilerin, müşterilerden ^e işverenlerden aldıkla­rı malzemenin korunmasında lâyıkiyle dikkat ve itina gös­termelerini temin etmek içindir. Çünkü bu hususta maslahatı amme böyle bir kanunun varlığını gerektirmekte­dir. Bu hüküm hususunda da yine icmâ* vardır.. (Aynı eser cilt II. sahife 102).

c.  Hazret-i Ömer Radıyallahu Taalâ anh, devrinde bir kaç kişi beraberce bir adamı öldürmüşlerdi. Bunların hepsi de kısasa çarpıldılar, imam Mâlik ve îmam Şafiî Rahmetullah anhüma, bu hükmü kabul ederlerse de yine bu  hüküm  kanunluk  mahiyeti   kesbedenıemiştir.   Çünkü bu bir adlî meselenin hail ü fasl edilerek hükme bağlan­mış olması idi. Burada Şûranın ne icmâ'ı  (ittifak) ne de Cumhurî reyi (çoğunlukla karar)  vardı.

(Aynı eser, C. II, S. 107).

d. Kocasından haber     alamayan' bir kadın,  adalet izin verirse, ikinci bir erkek ile evlenebilir. Kadm ikinci bir erkekle evlendikten sonra, birinci kocası çıkagelirse, o zaman bu kadnm vaziyeti ne olacaktır? Birinci koca­nın mı karisi olacak, yoksa ikinci kocanın mı?

Bu mesele hakkmda Hülefa-i Raşidin muhtelif şekil­lerde hail ü fasl ederek hüküm vermişlerdir. Fakat bu hükümlerin hiç birisi de «kanun olma» vasfını elde et­memiştir. Nitekim, bu meseleler Şûraya da getirilmiş ol­masına rağmen ne icmâ ile ne de Cumhurî rey ile de bunun hakkında hüküm verilememiştir.

(Aynı eser ait II, Sahife, 126).

Yukarıda geçen bahislerden şu mesele anlaşılıyor: îslâmdaki adlî hükümlerin, İngiliz kanunlarındaki vasıf­ları yoktur. îngilterede hâkimlerin verdikleri hükümler ve kararlar, emsal için kanun mahiyetini haiz olurlar. Fakat Islâmda Kadı'nm yani Hâkimin verdiği hüküm ve­ya karar icra edilmekle beraber emsal teşkil etmeyip, di­ğer davalar için kanunluk mahiyetini ihraz edemezler ve diğer hâkimler kendi kıyas veya içtihatları üzerine hü -küm verebilirler. Bu hükümler de yine ve hiç bir suretle kanunluk mahiyeti taşımaz. Hatta bir hâkim, bir dava­da verdiği bir hükme de daimî olarak bağlı kalmayabilir. Başka bir davada da başka bir hüküm verip, kendi birin­ci verdiği hükmün yanlış olduğunu ortaya koyabilir.

Hülefa-i Raşidin devrinden sonra Şûrânm nizamı karma karışık bir hale geldi. O zaman Eiimme-i Mücte-hidin fıkıh hükümlerini tertip etmeğe başladılar. Bunlar da bir nevi, yarım kanun olmak mahiyetine girdi. Bir ül­ke halkının büyük bir ekseriyeti, bir imamın fıkhına bağ­landılar. Başka bir'ülkenin halkı da diğer bir îmanım fık7 hma intisap ettiler. Meselâ, Irak halkı, imanı Ebu Hanife Rahmetullahı aleyhin fıkhına, Endülüs halkı da îmam Malik Rahmetullahı aleyhin fıkhına, Mısır ise, îmam Şa­fiî Rahmetullahı aleyhin fıkhına bağlandıkları gibi... Bu fıkıhların da umum halkın çoğunluğu tarafından kabul edilmiş olmalarına rağmen yine de kanunluk mahiyetle­ri tam değildir. Bu fıkıhlar, yine de sahih manada kanun olmamışlardır. Her nerede bir kanun vazedilnıişse, şu esas üzerine vazedilmiştir ki, memleketin hükümeti ve devlet bu kanunu, kanun olarak kabul etsin, [339]

 

İcmâ'

 

İcmânm tarifi hakkmda ulemanın muhtelif beyan­ları vardır. îmam Şafiî Rahmetullahi aleyhe göre, îcmâ-denilen husus; o şeyin, ismidir. «Bir mesele veya mese­leler hakkında, ehli ilim tamamiyle ittifak etsinler ve bunların arasında herhangi bir ihtilâf olmasın» îbn-i Ce-rîr Taberî ve Kbu Bekir Er-Razî'nin ıstılahında, ekseri­yetin kavline de «îcmâ» denmektedir. îmam Ahnıed Rah­metullahı aleyh de bazı meseleler hakkında şu hususu il-e-ri sürmüştür: «Bizim ilmimizde bir kavlin hilafına başka bir kavil yoksa, yani biz bu kavlin hilâfına, başka bir kavil

olduğunu bilmiyorsak, burada «İcmâ» vardır. Demek adı geçen İmam Rahmetullahı aleyhin ıstılahına göre de İc­mâ bir kavlin hilâfına başka bir kavlin bulunduğuna da­ir malûmatın olmamasıdır. Bu hususun en doğrusu İc-mâ'nın hüccet oluşudur. Yani, kıyas ve ietihat üzerine yahut da herhangi bir kanun hakkında maslahat icabı ümmetin icmâ'ı olursa, o şeye tebâiyet edip, onu kabul etmek icabeder. Fakat ihtilâf şu noktadadır ki, icmâ'nm vukuu ve isbatı icabeder. Yoksa haddi zatında İcmâ'mn kendisinin hüccet olması zarurî değildir. Hülefa-i Raşidin, devrine ait olan hususlarda, ve o zamanki devirde, İslâmî nizam, usulü dairesinde yürütüldüğünden, bu nizam, Şû­ra ve müşavere üzerinde devam ettiriliyordu. Bunun için o zamanki icmâî ve cumhurî (çoğunlukla varılan netice) hükümler malûm ve muteber rivayetlerle sabittir. Fakat ondan sonraki devirlerde, nizamın vaziyeti karışınca, şû­ra (müşavere) usulü de karıştı. Hükümlerin belli olması­na da artık imkân kalmadı. Hakikatte hangi hususun ic­mâ ile ortaya konduğu, hangisinin konmadığı malûm olmadı. Buna göre, Hülefa-i Raşidin devrenin icmâ'î hü- . kümlerini ilmen, reddetmeden, kanunî mahiyette kabul etmek icabeder. Fakat sonraki devirlerde, herhang: bir kimse, filan mesele hakkında icmâ vardır dîye iddiada bulunduğu takdirde, o zaman tahkikciler ve ilim erbabı bu kimsenin davasını reddedebilirler.

Bu şekilde ve bize göre, hangi meselede icmâ olup, hangi meselede icmâ olmadığını belirtmek için, yine îslâ-mî Nizamın ayakta tutulmuş olması zarurîdir.

Umumiyetle şu da meşhurdur: İmam Şafiî Rahme­tullahı aleyh ile İmam Ahmed İbn-i Hanbel Rahmetulla­hı aleyhin, her ikisinin reylerinde de esasen icmânm ol­madığı kanaati vardır. Yahut da herhangi bir imam bu ıiu reddederse,  şu demek değildir ki, bütün meselelerin ıiepsinde de icmâ yoktur. Asıl mesele şûradadır ki, her­hangi bir mesele üzerinde durulurken, bir kimse ortaya çıkıp da şöyle bir iddiada bulunabilir: Ben bu hususta bir nazariye ortaya atarsam, bunda icmâ vardır. Ve ar­tık bu mesele mevzuubahs edilmez. Halbuki, bu iddada bulunan kimse de bu iddiasını bir delille ispat edememek­tedir. O zaman, halk böyle bir iddia sahibinin davasını kabul etmez ve edemezler.

İmam Şafiî Rahmetullahı aleyh, kendi telifi olan îc-mâ'ül - ilm isimli kitabında bu mesele üzerinde etraflıca durmuş ve bu mevzuya geniş bir yer vermiştir. Ve bu mevzuda şu kıymetli bilgi bulunmaktadır:

İslâm dünyasının genişlemiş bulunması, ilim ehlinin her tarafa dağılmış olmaları, cemaat nizaııduun da-kar­makarışık hale gelmesinden sonra, feri ve cüz'î mesele­lere ait hükümlerde, ulemanın akval ve nazariyelerinin neler olduğunu tayin etmek pek zor bir iş olmuştur. Bu­nun içindir ki, ferî meselelerde ve cüziyatta icmâ bulun­duğunu iddia etmek hatadır. Elbette ki, îslâmnı usulleri ve erkânı ve büyük meselelerde icmâ olduğunu kabul et­mek icabeder. Meselâ namazın beş vakit olduğu yahut da orucun ölçüleri ve saire gibi....

Bu hususu İmam îbn-i Teymiye Rahmetullahı aleyh şu şekilde izah eder :

îcmâ'nın manası şudur: Herhangi bîr hüküm hak­kında bütün İslâm ulemasının ittifak etmesidir. Ve İslâm ulemasının ittifakla kabul ettikleri herhangi bir hUUam veya meselede İcmâ bulunduğu sabit olunca, artık k'm-semn bu hükmü tekrar ele almak hakkı olmaz. NJtekim bütün ümmet hiçbir zaman adalet üzerine ittifak tütmez­ler. Fakat bir çok meselelerde öyle vaziyet olur ki, bazı kimseler bazı mevzularda İcmâ bulunduğunu zanneder -ler. Halbuki aslında Iju meselelerde icmâ yoktur. Hatta çok vakit böyle meselelerde ikinci kavli muteber saymak icabeder.

(Fetavî, li - ibn-i Teymiye, Cilt, 1. Sahife, 406). Yukarıda ele alman nıevzudan şu husus iyice anla­şılır: Herhangi bir meselede Nass-ı Şer'î ile 'tabir, kıyas» iatinbat yahut da herhangi bir tedbir ve maslahata bi­naen ehl-i hail ü akd'in icmâ'ı veya ekseriyetin (çoğun­luğu) hükmü bulunursa o zaman o mesele hüccet ola­cak ve kanunluk mahiyetini taşıyacaktır. Bütün islâm dünyasının Ehl-i Hail ü Akd'i böyle bir hüküm verirler­se, o "zaman bütün tslâm dünyası için bu hüküm kanunî bir mâhiyet taşıyacaktır. Yoksa herhangi bir İslâm ül­kesinin Ehl-i hail ü akd'i böyle bir hüküm verirse, bu hü­küm de ancak, o Ehl-i Hal ve akd'in bulunduğu ülke için kanun mahiyetinde bulunacaktır. [340]

 

İslam Nizamına Göre İhtilaflı İşlerin Halledilmesinde  Sahih Usul

 

Soru: Kur'an-i Kerimde şu şekilde bir hidayet beyan edilmiştir :

Ey iman etmiş bulunan kimseler, AUalıa itaat edin, Resule de itaat edin, kendinizden olan iiKileni re de. Bir şeyde ihtilafa düşerseniz ve eğer siz Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız bunu AUaha ve O*nun Resulü-ae havale edin. Bu en iyi ve en güzel tevildir. (En - Nisa, 59).

Bu âyet-i kerimenin tefsiri hakkında Zat-ı Faziletme. abları (Mevlânâ Mevdûdî) Tefhim - ül - Kur'an'da şöy­le beyan buyurmuştur:

Bahis mevzuu olan bu âyet-i kerimenin alâkadar olduğu meselelerde    müstakil ve kat'î usul ile şu noktayı gözönüne almak icabeder. îslâmî nizam'da (rejimde) Al-lahm hükmü ve Resulün usulü, temel kanun ve son mes-ned hususiyetini haizdir. Müslümanlar arasında, yahut da müslümanlaria müslüman devlet ve hükümet arasında ih­tilaflı bir mesele baş. gösterince, bu ihtilâfı halletmek için Kur'an ve Sünnete baş vurulacaktır. Bundan elde edilen ne tice ne olursa olsun herkes tarafından kabul edilip herkes bu neticeye teslim olacaktır. Bu şekilde de bütün yaşayış meselelerinde, Allahın Kitabı ve Allah Resulünün Sünne­ti son mesned ve merci olup son söz olarak kabul edil­mesi ve bunların ahkâmına baş eğmek îslâmî rejimin lâ­zım gelen hususiyetlerindendir ki, bu nizam, kâfirane ya­şayış nizamlarından ayırır.

Zat-ı Faziletlerinin açıklam alarmdan şu nokta kesin olarak anlaşılır. Bütün ihtilaflı meselelerde son kararı ve­recek merci, Allah ve O'nun Resulünün hükümleridir. Bu meyanda şöyle karışık bir durumla karşılaşabiliriz: Nebi Sallallahu aleyhi ve sellemin hayatlarında elbette ki, bu iş mümkün idi. O zaman, herhangi bir ihtilâf ortaya çı­kınca, Resulü Ekrem Sallanahu aleyhi ve sellemin müba­rek huzurlarına aksettirilir ve ihtilâf halledilirdi. Fakat mademki Zat-ı Risaletpenahileri Sallallahu aleyhi ve sel-lem bizim aramızda bulunmamaktadır. Ve sadece O'nun tâlimi bizim önümüzde duruyor. Ne zaman Islâmda bir hükmün tabiri meselesiyle karşılaşırsak, İslâm nizamına göre, bir şahıs, idare veya kurul, bu gibi işleri hal ve fasl etmeğe selâhiyet sahibi olması icabeder ki, bu   hususta Şeriatın ortaya koyacağı hükmü gözönüne alarak, işi hal-lp+sin veya etsinler. Ümit ederiz ki, Zatı Faziletleri (Mev-iânâ Mevdûdî) bu noktada bizi aydınlatırlar ve bizi min­nettar kılarlar. [341]

 

Cevap : Kur'an-I Kerimin Usûle Ait Hidayetleri   '

 

Karışıklık olduğu bahsedilen bu suale cevap verebii-tnek için, Kur'an, Sünnet, Sahâbi devrinin teamülü, umu­mî akıl ve dünyanın belli başlı çalışma sistemlerini hep bir araya toplarsak, bîze yardımcı olacaklardır. Bunların hepsinin başında Kur'ana bakalım. Mukaddes kitabımız­da bu hususta usule ait üç hidâyet vardır. Birincisi:

Bilmiyorsanız; zikir ehline     (bilen kimselere)  sorunuz.  (Nahl 12, Enbiya 7.).

Bu âyet-i kerimede «Ehlü'z - zikr» kelimesinin çok manalı bir ıstılah olduğunu şözönüne almak gerek.r. «Zikr» kelimesi Kur'an ıstılahında hususî bir şekil arz eden bir ders için kullanılmıştır ki, bu dersi Allah ve O'­nun Resulâ, Ümmete öğretmişlerdir. «Ehlü'z-zikr» o ce­maat yahut da o halk topluluğuna denir ki, bu dersi ger­çek olarak talim etmiş ve öğrenmişlerdir. Burada sade­ce «bilgi : ilim» (Know ledge) kasd edilmemiştir. Belki böyle denmekle burada Kitap ve Sünnetin bilgi ve ilmi­ne ıtlak edilen bir nokta kasd edilmiştir. Buna göre âyet-i kerime şu şekilde anlaşılmış olur ki, muaşereti ve içtimaî hususlarda merci olan makamı o kimseler işgal edebilir ki, bunlar Kitab-ı İlâhî bilgisine sahip ve onun usullerine de vâkıf bulunurlar. Bunlar, Resulü Ekremin öğrettiği gibi  Tâlimi îlâhiyeyi  kavramışlardır.

İkincisi :

Kendilerine, korkulu veya emniyetli bir mesele vuku bulursa, bunu yayarlar. Eğer bunu Resule ve kendilerin-

den olan Ülülemre bıraksalardı herhalde bunlar mesele­nin hakikatini meydana çıkarır ve işin iç yüzünü onlara öğretirlerdi. (Nisa,  83).

Buradan anlaşılıyor ki, muaşereti ve içtimaî işlerde karşılaşılan mühim meselelerde — ister emniyetli :şler olsun, isterse korkulu ve endişeyi gerektiren meseleler veya harbe ait hususlar olsun, yahut da endişeyi mucip olmayan veya üzerinde düşünülen" hususlar olsun — müs-lümanlar için Allahm Resulü ve O ulvi Resulden sonraki devirlerde müslümanlar arasından çıkmış t bulunan ülül-emr (buyruk sahibi idareciler gibi) mecri olarak karar­laştırılmıştır.

Ülülemr mevkiinde olanlar «istinbat» etmek salâhi­yetine haizdir denmektedir. Yani karşılaşılan muamele­lerde bunlar, hakikati ortaya koyabilirler. Allahm Kitabı ve O'nun muazzez Resulünün gönderdikleri yollardan, bu­nun ne olacağını meydana çıkarırlar. Bu âyet-i kerimede içtimaî ve muaşereti işlerde, ehemmiyetine göre alelu-mum Ehlü'z-zikir yerine «ülülemr» merci olarak karar­laştırıldığından, ülülemrin de Ehlü'z-zikirden bu işi da­ha iyi halledeceklerine delil olur. Fakat ülülemr» de, hu­susiyet itibariyle yine kendileri Ehlü'z-zikir'dendirler. Ni­tekim, bunlar da karşılaştıkları muameleleri Allahm Ki­tabı ve O'nun Resulünün kavli ve hidayetleriyle halleder­ler. Ümmetin müşkül işlerini bu iki mesnedin ışığı altın­da sahih rey ile karara bağlarlar.

Üçüncüsü  :

Onların işleri,  aralarımla müşavere iledir. (Şûra, 38).

Bu âyet-i kerimede de müslümanların işler'nin hallü faslının son şeklinin ne olacağı bildirilmiştir.

Bu üç usulü bir araya toplayınca görürüz ki, bütün ihtilaflı işler hep:

Bunları Allah'a -tfe O'nun Resulüne bırakınız.

Mefhumunun menşeine bağlanmıştır. Bilfiil bu husu­sun gözönünde tutulması emredilmiştir. Halk karşılaştı­ğı meseleleri Ehl'z-zikre havale edecektir. Onlar da bu meseleleri Hak Taalânın ve O'nun Resulünün hükümleri­ne göre karara bağlayacaklardır. Memleket ve içtimaî İş­ler ve daha ehemmiyetli meselelere gelince bunları da ülülemr'in karşısına getirecekler ve birbirleriyle müşave­rede bulunarak Kitabullah ve Sünnet-i Resulullah ile hak ve hakikati ortaya koyacaklar ve karara bağlayacaklor-dır. [342]

 

Devr-İ  Saadet-İ  Nebevi'de  İhtilafların Halledilme Usulü

 

Şimdi, Devr-i Saadet-i Nebevî'de Sallallahu aleyhi ve sellem ve Zat-ı Risaletpenahîlerinden sonraki Hülefa-i Raşidin zamanında ihtilâfların nasıl halledildiğini tetkik edebiliriz. Zat-ı Saadetlerinin hayatlarında, karşılaşılan işler doğrudan doğruya Zat-ı Risaletpenahîlerine intikal ettirildi. Bildirildiğine göre, Allahm hükmü ve O'nun Re­sulünün kararı, ihtilaflarının halledimesinin mesnedi idi. Buna göre Zat-j Saadeteri kendileri, ihtilafları halleder­lerdi. Fakat burada başka bir mesele de vardır ki, o de­virde, islâm ülkeleri bir hayli genişlemişti. îslâm çok ge­niş beldelere yayılmıştı. Bu ülkelerin muhtelif yerlerinde bir hayli işler ve meselelerle karşılaşılırdı. Bunların hep­sini, doğrudan doğruya Zat-ı Saadetlerinin huzuru müba­reklerine intikal ettirmenin maddeten ve bilfiil imkânı yoktu. Maddî ve fiilî olarak da Zat-ı Risaletpenahîlerinin bu kadar işle meşgul olmaları da mümkün değildi.

Bunun için, memleketin muhtelif yerlerine Zat-ı Ri­sale tpenahîleri tarafından muallimler gönderilmiş, halkın eşlerini öğretmek için memurlar tayin edilmişti. Bu zevat da halka dini öğretirler ve onlara karşılaşacağı mesele­leri ne şekilde halledeceklerini tâlim ederlerdi. Bundan başka her ülkede, her vilâyette, emîr, âmil, kadı (hâkim) ler de tâyin edilmişlerdi. Bunlar da kendilerinin hangi daire içinde nasıl çalışacaklarını bilen kimselerdi. Bun­dan dolayı, sahih usul ile meseleleri hallederlerdi. Bu ze­vat ;

«Bunu Allah'a ve O'nun Kesulüne havale ediniz...» âyet-i  kerimesinin ışığı  altında işleri mükemmel olarak ballü faslını gözönüne alırlardı.

Bu usulü, Zat-ı Risaletpenahileri Sallallahu aleyhi ve sellemin kendileri beğenmişlerdir. Zikredeceğimiz şu hadis-i şerifde Zat-ı Saadetleri, ihtilafların ne şekilde hal­ledileceğini ve meselelerin nasıl karara bağîanacağmı açıklamışlardır.

«Resulullah Sallallahu aleyhi ve sellem, Muâz Radı-yallahu Taalâ anh'i Yemen'e âmil : vali tavin ettikleri zaman, buyurdular ki:

  Ey Muâz! îşleri nasıl hallü fasl edecek ve karara bağlayacaksın ?

  Allanın Kitabına göre, Ya Sesulallah.

—. Ya, Allahm kitabında buna göre bir hüküm ol­mazsa? O zaman ne yaparsın?

  Böyle bir durumda,  Sünnet-i Resulullah'a  göre karar veririm.

  Ya, Sünnet-i Resulullahda da buna ast bir hüküm bulanı uzsun?

  O zaman, kendi reyime göre içtihat ederim. Allalıin Resulü, şöyle buyurdular  :

— Hamd olsun O A Halı a ki. kendi Resulünün seç­tiği kimseyi muvaffak kılmıştır.

(Tirmizî, Ebvab ül - Ahkâm» Ebû Dâvûd, K:tab ül-AJcdiya).

Zat-ı Risale tpenahîleri, devr-i saadeti nebevîyele-rinde, müşavere nizamını gözönünde bulundururlardı. Hak Taalâ tarafından vahy gelmemiş bulunan hususlar­da müşavere ederlerdi. Müşavere ettikleri zevat da Ehl'ür - rey ve değerli kimselerdi.

Müşaverelerin en parlak misallerinden bir tanesini burada kaydedelim; Zat-ı Risale tpenahîleri Sâlîallahu aleyhi ve sellem, halkın namaza toplanması için ne ya­pılacağı hakkında müşaverede bulundular. Bu görüşme neticesinde de bildiğimiz «Ezan» takarrür etti. Zat-ı Ri-salepenahîleri de böyle olmasına karar verdiler. [343]

 

Hülefa-İ Raşidinin Teamülü

 

Hülefa-i Raşidinin devrinde de aşağı yukarı Zat-ı Saadetlerinin devri mübareklerindeki usul devam edegel-di. Şu farkla ki, devri saadette, Zat-ı Risaletpenahîlerinin kendileri vardı. Hülefa-i Raşidin devrinde ise bulunmu­yorlardı. Devri Saadetle, son merci Zat-ı Saadetlerinin kendileri idi. Hülefa-i Raşidin devrinde ise, Zat-ı Saadet­lerinin şahsen kendileri değil de, O'na ait rivayetler idi. Sünnet, dediğimiz bu rivayetler, halkın arasında yayılmış ve halk tarafından ezberlenmiş ve muhafaza edilegel-mişti.

Bu devirde üç ayrı idare vardı. Bu üç makam, işlerin hallü faslı hususunda meseleleri karara bağlarken yine;

Bunları Allaha ve O'nun Resulüne havale ediniz... hükmü celilini gözönünde bulundururlardı.

Şimdi bu üç makamı sırasiyle gözden geçirelim :

1. Alelumum ehl-i İlim. Bunlar umumiyetle Allanın kitabını bilen kimselerdi. Esasen bu zevatın çoğu ve he­men hemen hepsi de Zat-ı Saadetlerinin huzurunda, yetiş­miş, O'nun maiyetinde bulunarak kendisinden ilim öğ­renmiş, çok defala Zat-ı Saadetlerinin işleri nasıl hallet­tiklerine şahit olm ş kimselerdi. Bu zevat sadece halkın işleri hakkında feteâ verip, işleri karara bağlamakla kal­mazlardı. Hattâ Hülefa-i Raşidinin kendileri de karşılaş­tıkları bir hayli meseleleri bu kimselere aksettirirler ve bu meseleleri ve işleri nasıl halletmek gerektiği hususun­da bu zümrenin rey ve fikirlerine müracaat ederlerdi. Aynı zamanda Hülefâ bu zevatın kendilerinden, acaba Zat-ı Saadetlerinin, böyle bir işle karşılaşıp karşılaşma­dıklarına ve karşılaşmış oldukları takdirde, meseleyi ne şekilde hallettikleri hakkında, malûmatları olup olmadı­ğını da sormuşlardır. Çok defalar şöyle b'r durumunun görüldüğü vakidir ki, zamanın halifesinin bir mesele hak­kında bilgisi olmamış, fakat bu zevatın o mesele hakkın­da belgileri olduğu görülmüştür. Hatta bazan, zamanın halifesi bir mesele hakkında karar verdikten sonra anla­şılmıştır ki, Resulü Ekrem Salîallahu aleyhi ve seîlem, bu mesele hakkında başka türlü karar vermişlerdir. O zaman Halife kararını değişt'rrmştir.

Ehl-i ilm'n varlığının faydası sadece, halkın fert fert işlerini halletmeleri veya Ülülemrin meselelerini çözmele­ri değildi. Belki bundan başka bir faydaları da, bunların, herhangi b'r adalet makamının ve devletin veya herhan­gi bir Şürâ Meclisinin yahut da herhangi bir buna ben­zer kurulun, — Kitabullaha ve Sünnet-i Resuhıllaha mu-hal'f olarak — verebilecekleri ihtimal dahilinde bulunan hükümlere mâni olmalarıydı. Onların sağlam ve umumî reyleri, İslâm nizamının dayanağı ve istinadgâhı idi. Her­hangi bir yanlış hükmü geri çevirir ve bunun doğrusunun ne olduğunu ortaya koyarlardı. Sehih nizamın, yü­rümesini tekeffül ederlerdi. Onlar herhangi bir mesele­de ittifak ettiler miydi, demek olurdu ki, bu mesele­de din doğru yolu göstermiştir. Bu yoldan başka bir yol ile bu meselenin hal ve fasl edilmesine imkân olmadığı anlaşılırdı. Onların reylerindeki ihtilâfdan da şu netice anlaşılırdı ki, bir meselenin Hallinde, iki veya ikiden çok. yol takip etmek mümkündür. Çünkü olabilirdi ki, bir de-ta böyle halledilmiş diğer bir defa da şöyle halledilmiş­tir. Hal şekli ne olursa olsun, fakat neticen.n aslında bir olması icabeder.

Onların varlığının sayesinde, Ümmet arasında her­hangi b-r şekilde bid:atin yayılması ve bu bid'atlerin de halk tarafından kabul edilmesi asla mümkün değildi. Ni­tekim, her tarafta böyle bir cereyanı önleyecek dini çok iyi anlayan zevat vardı. [344]

 

Kaza  (Duruşma) Yani Adliye İşleri.

 

Bu hususta tam bir aydınlıkla Halife Hazret-i Ömer Radıyallahu Taalâ anh, Kadı (Hâkim) Şureyh'e şöyle bir talimat yazıp göndermişti :

Allahm Kitabına göre hüküm ver. (Duruşma yap). Alahın Kitabında buna dair bir hüküm bulamadığın tak­dirde, o zaman Resulullah SaÜallahu aleyhi ve sellemin Sünnetine göre hükümde bulun. Ne Allahm Kitabında n« de Resulullahın Sünnetinde o mevzuda bir hüküm bula­mazsa», o zaman sâlih kimselerin içtihatlarına uygun bir şekilde hüküm vereceksin. Ve eğer ne Allahm Kitabında ne ResuIuUahuı Sünnetinde ne de Salih kimselerin hü­kümlerinde bir şey olmazsa, sen istersen bu işin üzerin. de çabukluk göster. İstersen geciktir ve düşün. Bana kaursa, geciktirip düşünürsen senin için daha hayırlı ola çaktır, zannındayım. [345]

(En-Nesâ'î; Kitabü Âdab-ül-Kuzât).

Bu hususta yine Hazret-i Abdullah ibn-i Mes'ud'dan şöyle bir rivayet vardır:

Biz öyle bir devir geçirdik ki, bu devirde ne duruş-•na yapmak ihtiyacında bulunduk. Ne d« duruşma yapa­cak vaziyette idik. Yani (Devr-i    Saadet-i Nebevi)  den sonra AN ahu Taalâ azze ve celi, bizi gördüğünüz vaziyete düşürdü. Sizden her kim duruşulacak ve halledilecek bir mesele ile karşılaşırsa, bundan böyle    Allanın Kitabtna £Öre durulma yapıp halletmesi    lâzımdır. Eğer Allahm Kitabmda bulunmayan bir mesele karşısına çıkarsa, o za­man, Allah'ın Nebisi Sallallahu aleyhi ve sellemin nasıl duruşma yapıp işi hallettiği gibi duruşma yapıp işi halle­decektir. Yok eğer bir mesele ile karşılaşırsa ki, bu iş İıakkluıda ne Allah'ın Kitabında bir hüküm bulunup ne de Nebî Sallallahu aleyhi ve sellemin,    bunun hakkında bir karar vermiştir. O zaman, sâlihlerin ne şekilde duruş­ma yapıp karar verdiklerine bakacak ve o şekilde karar verecektir.  Yok eğer.  karşılaştığı     mesele hakkında ne Allahm Kitabı, ne Nebî Sallallahu aleyhi ve sellemin ne de sâlihler bu hususta bir duruşmada bulunup karar ver­dikleri olmazsa, o zaman kend$ reyi    gereğince ictihad edecektir. Ben korkuyorum, ben korkuyorum da denmi yecektir. Çünkü helâl de bellidir. Haram da bellidir. Bun-«ırm ikisinin arasında şüpheli işler vardır k% bunlar hak­kında d:2 kalbinin huzuru ile şüphesini gidermeğe baka­caktır.

(En-Nesâ'î; Kitabü Adab ül - Kuzât). O zamanki adliye sadece halkın birbirleri arasında­ki ihtilaflı işleri halletmekle kalmazdı. Aynı zamanda ic-raî organ (Intizamiye : Exucutive) nin aleyhine de halk dava açar ve bakmasını isterd.. Halkın bu husustaki' da­valarını da görürdü. Adliye karşısına çıkmaktan kimse istisna edilemezdi. Ne bir hükümdar, ne vali, adalet ma­kamının karşısına çıkmaktan imtina eyleyeb lirdi. Hat­tâ ne de zamanın halifesi, adalet huzuruna gitmemezlik edebilirdi. Adalet ancak Hak Taalânm emri ve CKnun Re­sulünün getirdiği kanun ile işleri hal ve fasî edip karara bağlardı. Halifenin aleyhine bile karar verirdi. O'nun işi­ne hiç kimse- karışamazdı.

3. Ülül-emr. yan Halife ve onun Şûra Meclisi, son salâhiyet sahibi idare veya kuruldu ki, Kur1 anın hidaye­te ışığı altında müşavere ederek, memleketin içtimaî ve muhtelif muacşretî işlerinin hallin', üzerine almıştı. Kar­şılaşılan meseleleri Allahın Kitabı ve Resulün Sünneti hükümlerine uygun şekilde ele alırdı. Bu mesele hakkın­da acaba Ali ahin Kitabında ne gibi bir hüküm vardır di­ye araştırırdı. Sünnet bu hususta ne sj bi bir muamele görmüştür diye tetkikler yapardı. Bu iki kaynakta bu­lunmazsa, o zaman, din usulünün ruhunu muhafaza et­mek şartiyle müslümanlarm meselelerini gozönünde bu­lundurarak, «akre bün ile's - sevâb» : doğruluğa en ya­kın b'r şekilde neticeye bağlardı.

Bu kurul, işleri daha ziyade, hadiselere, îsîâmî riva­yetlere, fıkha ve diğer îsîâmî istinadlı menbalara göre, yürütürdü. İşlerin hal ve faslını, sahabîlerden — ki, bun­ların çoğu işlerinin halledildiği zaman huzuru saadette bulunuyorlardı — nakledilegelen rvayetlerin neticelerine göre tedvir ederlerdi.

Bu idare veya kurulun vaziyeti incelendiği zamaii görülecektir ki, külli kaidelerde ve ana hükümlerde ke­mali şiddetle ilk önce Allahın K" tabını gozönünde bulun­durulmuş, Allahm Kitabında bulunmayan hükümler hak­kında da Allah Resulünün Sünnetine baş vurulmuştur.. Fakat ne zaman bu ikisinden birinde aranılan hüküm bu-. lunmuşsa, o mesele bu iki hidayet kaynağının nuru altın­da halledilmiştir. Bütün bir Hülefa-i. Raşidin devrinde bu nokta gozönünde tutulmuştur. Bu usulün aksi olarak tek vak'aya rastlamak mümkün  değildir.

Fiiliyatta memleketin işlerinin yürütülmesi ve hük­me bağlanması yine bu ülülemrin el'nde olmakla bera -ber, hakikatte ise, bu icra heyetin'n değil de hakiki ve kanunî hüküm yine Kur'an ile Sünnetindir. Müslümanlar içtimaî hususlarda ve muaşereti durumlarda, ülülemre itaat etmelerinin sebebi de bu ülülemrin işleri Allahın Ki­tabına ve Sünnete göre yürütmelerinden ileri gelmekte­dir. Ülülemr hiç b;r suretle Allahın Kitabının ve Allah Resulünün hududunu aşmak salâhiyetinde değildir. Hat­tâ bu müessesenin Kur'an nassınin aksine bir kanun or­taya çıkarması, yahut da bir hüküm vermesi kimsenin aklından bile geçmez. Nitekim, Zat-ı Saadetlerinin devri Saadetlerinden sonra da kimse bunu aklının köşesinden dahi geçirmedi. Zat-ı Saadetleri emir sahibi sıfatında bu­lunuyorlardı, şimdi biz de emir sahibi olmak sıfatını ta­şıyoruz. Bu itibarla ve bu sıfata haiz olduğumuz için:

«Zat-ı Saadetlerinin hükümet başında bulundukları devirde,  verdikleri    hüküm ve koydukları    usule bizim bağlı bulunmamız lâzım değildir ve O'nun verdiği    hü­kümler gibi, hüküm vermiyebiliriz.»

Kabil'ndeh herhangi bir mülâhaza ve icraat asla du­yulmuş ve görülmüş değildir.

Zat-ı Saadetlerinin ebedî âleme teşriflerinden sonra hilâfet idaresinin işi ele alması. Birine: Halifenin şu hut­beyi okumasiyle başlar   :

Aİlaha ve O'nun Resulüne itaat ettiğim müddetle siz de bana itaat edeceksiniz. Ne zaman ben Aİlaha ve O'nun Resulüne karşı isyan yolunu tutarsam siz de ba­na itaat edecek değilsiniz.

Bu ilân ile bu mesele açıktan açığa anlatılmış olu­yor ki, iş başında bulunan halifenin de iş başında bulun­ması yine kayda ve şarta tâbi idi. Başı boş değildi. Hali­fe, Aİlaha ve Resulüne itaat ettiği müddetçe, ümmet de halifeye itaat edecektir. Başka bir tabirle ümmetin hali­feye itaat etmesinin şartı şudur ki, bu halife Allah ve O'nun Resulünün hükümlerine bağlı bulunmalıdır. Bu şart ortadan kalktığı zaman, ümmetin halifeye itaat et­me farzı da kendiliğinden ortadan kalkmış olur. Ümmet iğin itaat denilen bir farz kalmaz. [346]

 

Umumî Aklın İktizası :

 

İncelediğimiz bu mevzulardan sonra, şimdi de umu­mî aklın iktizası mevzuunda duracağız. Kur'an-ı Kerim­de bahsi geçen âyeti kerimenin menşei nedir? Ve fiilî olarak neyi iktiza ettirir? Bu âyet-i kerime, müslüman-larm bütün içtimaî ve muaşereti işlerini tertip ederek, üç itaati farz kılmıştır. Birinci derecedeki itaat elbette ki, Allah'adır. Sonra sırasiyle O'nun Resulüne ve son ra 'da müslümanlarm kendilerinden olan ülülemre'dir. Müslü­manlarla. kendi ülülemr'leri arasında çıkacak ihtilâflarda da Allah ve Resul'e müracaat edilecektir. Bu hükümden şu husuâ anlaşılıyor ki, içtimaî işlerde esâs itaat Allah'a sonra Resul'e olması farzdır, Ülülenır'e itaat etmek ise, Allah ve Resul'e itaat etmeğe tabidir. İhtilâf sadece, halk arasında çıkmaz. Halk ile ülülemr arasmda da ça­kabilir. Bütün ihtilafları halledecek son merci de yalnız ülülemr değildir. Belki Allah ve O'nun Resulüdür. Alla-hm ve O'nun Resulünün hükümlerine hem halk boyun eğip teslim olacak, hem de ülülemr boyun eğecek ve tes­lim olacaktır.

Şimdi ilk önce, şu sual ortaya çıkar ki, Allah'a ve Resul'e  müracaat etmekten maksat nedir?  Ne  şekilde Allah'a ve Resule müracaat edilecektir? Şurası da elbet­te vazıhtır ki, «Allah'a müracaat edilecek» cümlesindeki mana, insanın kendisinin Allahın huzuruna çıkıp, ihtilaf­lı davasını Allanın nezdinde beyan etmesi ve hüküm ver­mesini istemek değildir. Belki burada «Aİlaha müracaat edilsin»  cümlesinden anlaşılan     mana  Allah'ın  kitabına müracaat etmektir. Bu Kitabın ahkâmına bakılacak, ih­tilaflı mesele bu kitabın hükmime göre    halled;lecektir. Aynı şekilde «Resul'e de müracaat edilecek»  cümlesin­den de doğrudan doğruya Resul-ü Ekrem Sallallahu aley­hi ve sellemin kendisine müracaat edilmesi değildir. Evet bir müddet için bu şekil düşünülebilirdi. Fakat Resul ar­tık müslümanlarm arasında, olmayınca, bu iş, olsa olsa ancak Zat-ı Risaletpenahîlerinin tâlim, akvâl ve ef'âlr ile, bize göstermiş bulunduğu hidayet yollarına müracaat et­mektir. Esasen Resulün kendisine bizzat müracaat edil­mesi, Saadet Devrinde de her zaman için amelen imkân­sızdı. Tebük'ten Bahreyn'e kadar olan geniş bir îslâmî ülkenin içinde yaşayan, her şahıs    herhangi bir ihtilâf mevzuunu Resule aksettirmesine imkân bulamazdı. O de­virde dahi, «Resul'e müracaat edilecek» mefhumu, Resuiün Sünnetine müracaat edilmesi demekti. O'nun hüküm­lerini gözönüne almak idi.

Bundan sonra ikinci bir sual de ortaya çıkar. İhti-Jâflı meselelerde Allah'uı Kitabı ve Resulullahın Sünne­ti ile meseleler nasıl halledilecektir? Bunun usulü nedir? İşin zahirî şekli ile, bu hususta hüküm yerecek olanlar, y.ne insanlardır. Elbette Kitabullahın yahut da Sünnet-i ilesulün, konuşan dili yoktur. Fakat bu Kitabı ve Sün. " neti, hiç olmazsa -iyi bilen insanlar, yani âlim  kimseler vardır. Bu gibi insanlar, Kitabın ve Sünnetin ahkâmını gözönünde bulundurarak, iki tarafın arasında hüküm ve­rip meseleyi de karara bağlarlar. İhtilaflı bulunan bu iki tarafın, hiç bilisinden olmayan, tamamen tarafsız, üçün­cü bir şahıs, veya heyet (kurul) ortada bulunur ki, işle­ri halletsin.

Bazı ihtilaflı meseleler olur ki, bunları bilgi sahibi herkes halledebilir. Bir kısım meseleler de vardır ki, bun­ların halled'Imesmde bir adalet kuruluna ihtiyaç olur. Diğer bir ku.n mefc-leleri de ülülemirden başka kimse halledemez. Fakat ihtilaflı meselelerin çeşidi ne olursa olsun, yine asıl menşe ve mehaz Allah'ın Kitabı ile Rcsu-Uıllahm Sünneti olacaktir.

İşte âyet-i ker.'mede bahsedilen umumî aklın yardı­mı da bu meselededir. Her bilgi sahibi, âyetin manaları üzerinde  düşünebilir.  Ancak,  âyetler üzerinde  düşünür­ken, herhangi bir surette âyetin işaret ett'ği mananın hi­lâfına dolambaçlı yollara gitmemelidir.

Şimdi şu nazariyeye baktığımız zaman görüyoruz ki, dünyanın her tarafındaki mutaaref usul, bu âyet-i kerimenin ileri sürdüğü usulden başka bir usul değildir. Her yerde aklın yardımına ihtiyaç vardır. Bugün, dün­yada artık «Kantin tdaresi» : (Rule of Law) diye bir idare tanınmaktadır. Şunu da söylemek icap eder ki, dünyada adaletin kaim kılınması için ancak kanunun her xyden üstün olduğunu hesaplamak gerekir. Kanun kar­ısında ,büyük, küçük herkes aynı olmalıdır. Alelade^ halktan bîr ferüe, iktidar başında bulunan ve hattâ ikti-cUrı elinde bulunduran hükümetin kendisinin bile kanun karşısında eşit olmaları icabeder. Kanun, ister* bir parla­mento tarafından, isterse bir kurul tarafından yapılmış olsun, her ne şekilde yapılırsa yapılsın, bu yapılan şey kanundur. Bunu yapan Parlamento veya kurulun kendi­si de kanun karşısında boyun esmelidir. Kanun hâkimi­yeti, her nerede gerçekten mevcud ise, orada aşağıda sa­yacağımız dört hususun bulunması zarureti vardır:

1.  Kanuna hürmet eden bir camiada hakikî idare kanunla kaim olur, indî veya keyfî olmaz.

2. Böyle bir camiada, halkın çoğunluğu kanunu bil­meli ve kanunun yürümesi için yardımcı olmalıdır.    Bu kanunların heyeti umumiyesi ilmin aydınlığı altında ga­rantiye bağlanmalıdır ki, ne camia bunu ortadan kaldı-ra;bilsin ne de herhangi bir siyasî iktidar bunu ortadan kaldırmağa cesaret etsin.

3. Tam manasiyle  tarafsız bir  adliye   teşkilâtı  da bulunmalıdır ki, halk ile hükümet arasında çıkacak olan ihtilafları kanuna göre temiz ve doğru olarak hallets n.

4. Bunların hepsinden daha da kudretli bir makam bulunmalıdır ki,  içtimaî hususlarda  karşılaşılan     bütün meseleleri ve muameleleri halletmek     salâhiyetine  haiz olup, hallettiği meselelerde, verdiği hükümler kanun vas­fını taşısın ve kanun hükmünde olsun.

Bu gerçekleri gözönüne alıp da düşündüğümüz za­man, anlaşılacaktır ki, Kur'an-ı Kerimde bahis mevzuu olan âyet-i kerimede, islâm camiasının ne şekilde idare edileceğinin esasa ait ana plânı çizilmiştir. Böyle bir sis­temin yürümesi de yukarıda bahsettiğimiz dört noktaya dayanmaktadır. Ancak şu fark vardır ki, İslâm kanun­ları, dünyadaki bütün kanunların üstündedir. Çünkü ora­da, Allah ve Resulünün kanunu en yüksek kanun olarak bildirilmiş ve herkesin de bu kanunlar karşısında boyun eğmesi kararlaştırıldığı gibi, herkesin de bu kanunların1 karşısında eşit olduğu hükmü verilmiştir. Bu kanuna muhatap olan kimseler, bu kanuna tam nıanasiyle kal­ben, gönül Üe, iman edip inanmış kimselerdir. Şimdi bu kanunun İcaplarının tam olarak yerine gelmesi İçin de camianın arasında çok sayıda Ehlüz-zikr'in bulunması gerektir. Bu seçkin zümrede, içtimaî, muaşeret! ve yaşayış işlerinde halka her hususta yardımcı olurlar ve bunun neticesinde de, bu nizam daimî olarak ayakta tutunabi-lir. Bu iş bir de şunu iktiza ettirir ki, yalnız halkın ken­di aralarında çıkması ihtimali bulunan ihtilafları hal etmek için değil, ayni zamanda halk ile halkı ida­re etmekte bulunan hâkimler (vali, yöneticisi ve sa­ire) arasında da çıkması muhtemel ihtilafları halle­derken kanunun her şeyden üstün olduğunu nazarı itibara alınmalıdır. Ülülemr'in kendileri dahi böyle bir idare veya kurulun verdiği kararlara boyun eğmeli ve kanunun üstün olduğunu kabul etmelidirler. İçtimaî, mu­aşereti ve herhangi bir hususta da bu kanunu ancak bu kurul tefsir ve şerh etmeli ve ancak bu kurulun ictihad]-r.ın neticesinde kanun kullanılabilmelide. [347]

 

BAB XI

 

Mevlânâ Mevdûdi Sahib muhtelif Anayasa, (düstur) mesele­leri üzerinde zaman zaman beyanatta bulunarak bu mevzunun s;yasî ve nazarî taraflarını aydınlatmışlardır. Bu ilmî faaliyetler, memlekette An-ıyasa hakkındaki çalışmaların devm ettiği sıralar-ds cereyan etti. Bu meyanda bazı meselelerin karışık taraflarını .acLkLğa kavuşturmak için, Lâhor'da adil tahkikatın karşısına çı­karılmış, şerh edilerek, bazısı beyanat şeklinde bazıları da yazı i'e bir kısmı da sual ve ecvaplara yol açmıştı. Bu gibi sual ve ce-vnpların sayısı pek çok ise de biz" burada bazı mühim meseleler Jıpkkmda cereyan edenleri  bir araya    getirdik. (Hazırlayıcı) [348]

 

İslâmî Hükümetin Bir Kaç Cephesi

 

a.  Lâdini   (Sekular)  Cumhuriyet, Teokras." ve İslâ-ınî hükümet.

İslâm hükümetinin kurulup, örnek icraatı ile, ulvî ce­miyet hayatını kurarak her tarafı aydınlatması bizim idealimizdir. Buna Avrupa ıstılahındaki gibi «Dinî Hü­kümet» (Teokrasi : Theocracy) veya Cumhuriyet rejimi hükümet (Democracy) de diyemiyeceğiz.. İslâmî hükû-met'n bu iki, devlet şeklinden tamamen ayrı bir rejimi, ayrı bir siyaseti ve ayrı bir medeniyeti vardır. Bugün Avrupa terbiyesi görmüş, zihmleri tesir altında bulunan zümreler "tendi düşüncelerinde «îslâmî Hükümet» mef­humundan Avrupa modeli bir rejim şekli anlamaktadır­lar. Avrupa ıstılahlarının tatbik edilebileceğini düşünü­yorlar. Bu kimselerin bu şekilde düşünmelerinin sebebi de geride kalmış bulunan Avrupa tarihin: gözleri önüne getirip, bu tarîhin seyri üzerinde fikir yürütmelerinden leri geliyor.

Avrupa ıstılahında «d:nî hükümet» : (Theocracy) iki esas nazariyenin biraraya toplanmasından ibarettir:

1. Hak  Taalânın  kanunî hâkimiyeti   (Legal  Sove-reıg-nty) lafzmın işaret ettiği mefhum.

2. Papaların ve dinî önderlerin  bir zümre olarak kendilerini Hak Taalâmn mümessili, Hak Taalânın vekili ve Hak Taalânın mütercimi yaparak bu hükümette ken­dileri için kanunî ve siyasî vasıflar ve hususiyetler sağ­layıp, amelî ve fiilî olarak işi ele almaları.

Bu iki nazariyenin dışında hakikî bir meseleyi de üçüncü bir unsur olarak zikredebiliriz. Bu mühim unsurv : .Si)

da şudur: Hazret-i İsa Aleyhisselâmın încTinde ahlâkî tâlimden başka, herhangi bir şekilde kanunî 'hidâyet bah­si geçmemektedir. Diğer taraftan Sen Pol (Saint Paul) ün kurduğu Şeriatte de, Hıristiyanları Tevratın ahkâmın­dan kurtarmış ve Tevrata bağlı kalan Hırist'yanları lâ-netlemiştir.

Şimdi siz, Hıristiyanlıkta, ibadet, muaşeret, muame­lât ve siyasî meselelerle karşılaşırsınız ki, bu hususta Hıristiyanlık kanunlarında bu dinin önderleri ve ileri ge­lenleri tarafından icabett'ği zaman uydurulmuş ve ortaya atılmış kanun ve ahkâm bulunuyor. Bu kanunların ve ahkâmın İlahî olmak bakımından hiç bir vasfı yoktur.

İslama göre böyle bir hükümette, dinî hükümet (thcocracy) olma vasfı ancak bu hükümet rejiminin, bir cüs'ü addedilir. Oda, İlâhî hâkimiye ak'des'dir. İkinci cliüo gelince, yani dinî önderlerin iktidarı ellerinde bu -lundurmaları meselesi îslâmda sureti katiyede yoktur. Üçüncü cüz'de ise, Hır'stiyanlığm hilâfına, Islâmin Kur'-an-ı Keriminde, gayet geniş ve cami bir şekilde yaşayı­şın her sahasına tatbik edilebilecek vaziyette, ahkâm ve kanun mecmuası vardır. Bunların şerh ve tefsiri için de Nebî Sallallahu aleyhi ve sellemin akval ve ef ali hak -kında geniş rivayetler elde bulunmaktadır. Bu rivayetle­rin de Sahihini, Sahihe olmayanından ayırt etmenin ve ayıklamanın şekilleri ve usulleri mevcuttur. Bu iki mehaz­da bulunan ve bize ulaşmış olan ne var ne yoksa, Hak" Taaîâ tarafından (Min canib Ulah) dır. Bunlardan başka, hprhangi bir fakih, imam, velî veya âlimin şu hakkı da yoktur ki, bu kimselerin kavli ve fiilleri (sözleri ve yap­tıkları işleri) Üâhîlik vasfını taşıyıp, niçin ve ne sebeple denmeden kabul edilebilirisin?.

İşte bu noktalar gözönünde bulundurulduğu zaman, at^k  bir  şekilde   anlaşılacaktır  ki,   Avrupa  ıstüahmdaki

dinî hükümet :  (Theocracy) denilen nesne ile İsîâmî hü­kümetin  arasında  yerden  semâya  kadar  fark  vardır.

Diğer taraftan, Avrupa ıstılahında Cumhuriyet re-j mi hükümet (Democracy) denilen bir idare tarzı daha vardır. Bu rejim de, iki esas nazariyenin birleşmesinin heyeti mecmuasının adıdır.

1. Halkın kanunî ve  siyasî hâkimiyeti.   Yani  hal­kın çoğunluğunun yahut da bu halkın veya bu halk ço­ğunluğunun" seçmiş oldukları vek İler, mebuslar, mümes­siller ve sairenin, vasıtasiyle amelen ortada bulunan bir hâkimiyet.

2. Bu hükümette, devleti     kuran ve tanzim eden halk, serbestçe istedikleri gibi devleti kaldırır    veya de­ğiştirebilirler.

îslâmda ise,bu iki nazariyenin ik ncisi gözönündedir. Birinci nazariye Îslâmda iki ayrı hususa ayrılır. Birin-cis' Kanuni hâkimiyetin Allah Taalâjça mahsus olduğu­dur. Burada ahkam ve kanunlar, (ister bu ahkâm ve ka­nunlar KitabuUahda bulunsun, isterse Sünnet-i Resulul-lah'da olsun) değişmez ve kaldırılamaz. Sabit olarak ka-nunluk vasıflarını muhafaza ederler.

îkinc:si, îslâmda siyasî hâkimiyette, «Hâkimiyet»' yerne «hilâfet» (Yani hakikî hâkimiyet sahibi bulunan Allah Taalânın naibliği) ıstılaha vardır. îslâmî hüküme­tin ülkelerinde yaşayan bütün müslümanlar, bu hâkimi­yeti ellerinde tutarlar. Yahut da bu hilafeti müslüman halk, ittifakla yahut da çoğunlukla itimat ett'kleri kim­selere temsilci sıfatı ile verirler. Amelî olarak Hilâfeti bir kimsenin veya bir heyetin el'ne verip, işleri yürüitur-ler.

Bu esasa ait farklar, gözönünde bulundurulunca, görürüz ki, İslâm! hükümete, Avrupa ıstılahında yer alan «Cumhuriyet rejtmi» bir hükümet veya (Democracy) de diyemiyeceğiz. Böyle söylemek de gerçeğe uygun düşme­yecektir.

b. İslâm'da kanun vaz'etrae:

Yukarıda bahsedilen mevzudan kendi, kendine bu hu­sus da anlaşılacaktır ki, islâm öyle bir hükümet rejimi­ni icabettirir ki, bu rejimde kanun vazeden bir kurul, bir meclis: (Meclis-i Kanun Saz) : (Legslature) m mevcut bulunması zarureti vardır. Bu kurul veya meclis, müslü-manîann itimad ettikleri, kimseler toplanır icmâ yahut da çoğunlukla, işleri hal ve fasl eder, kanunlar vazeder ve bu kanunlar da Dârül-îslâm'da (islâm ülkelerce) icra ed'legilir. Böyle bir meclisin (Legislature) nasıl te­şekkül edeceği, nasıl çalışacağı, azalarının nasıl seçile­cekleri hakkında, Islâmda herhangi bir şekil kararlaştırıl­mış değildT. Bu bakımdan, her zaman ve her devir için, zaman ve zeminin icabına göre, bu işe ayrı ayri şekiller bulunabilir. Fakat bu hususta da şu noktalara dikkat edilmesi icabeder:

1.  Hükümetin  işleri  müşavere   esasına   dayanacak­tır.

2. Ver'lecek olan  kararlar ya icmâ  ile     verlecek ("ittifaktı reyler)  yahut da  (cumhur)   çoğunlukla olacak­tır.

3. Kur'an ve Sünnetin hilâfına herhangi bir husus­ta  karar verilemiyecektir.  ister verilen bu  karar icmâ1 (itt'fakh rey ile) olsa dahi--.

4. Kur'an ve Sünnetin ahkâmının şerh ve tefsin de ancak icmâ veya    çoğunluk    (cumKur) üe olabilecek ve böyle olduktan sonra, ancak bu şerh ve tefsirler- kanun-luk mahiyetine girebileceklerdir.

5. Kur'an'dr ve Sünnette, haklarında herhangi bir sekide hüküm bulunmayan meselelerde, bu kurula veya meclise  toplanmış  bulunan,  müslümanlarm  mümessilleri veya vekilleri, bu meseleler için kendileri kanun yapacak­lardır. Ancak yapılacak olan bu kanunlar da yine icmâ yahut da çoğunlukla olacaktır.

6. Bu işler öyle bir şekilde tanzim edlecektir kj^ hükümet elemanlarının birbirleri arasında, yahut da hü­kümet İle halk arasında veya halk ile kanun yapan mec­lis arasmda veya hükümetin muhtelif organları ve muh­telif daireleri arasında her ne şekilde olursa olsun bir ih­tilâf zuhur ederse bu ihtilâf da ancak Kitabullah ve Sün-net-i Resulullahın hidayetlerinin aydınlığı altında halle­dilecektir,

Niçin  İslâmî hükümet?

Pakistanda böyle bir rejim ile hükümet kurulmasını istemekte hepimiz İçin bir hayli makul sebepler ileri sür-, mek imkânı vardır. Bunların en mühimmi üç sebepdir:

Diiincis!: Böyle bir hükümet bizim iman ve ;nancı-mızm iktizasıdır. Eğer, biz hürriyet ve istiklâl elde edip de muhtar olduktan sonra, Kur'anın ve Allah Resulünün ahkâmına, bağlı bulunmazsak ve islâmî ahkâmı icra et­mek yolunda çalışmak istemezsek, bizim iman ve inancı­mız halis bir niyetten uzak olup, göstermelik bir şey olur.

İkincisi: Pakistanın Pakistan olmasının sebebi İs -lâm ve müslümanhktır. Nasıl olur da böyle bir ülkede İslâmî hükümet kurulmadan, islâm ahkâmı icra edilme­den Kur'anın ve Sünnet'n icabatı ortada bulunmadan Pakistan hükümet' diye bir hükümet ortaya çıkabilir ki, bu hükümetin kurulması için, on milyonlarca insan can­larını, mallarını, yerlerini, yurtlarını ve her şeylerini fe­da etmişlerdir.

Üçüncü 'sebep de şudur: Pakistan denilen bu ülkede, halkın büyük çoğunluğu Millî hükûmet'n, .îslâmî hükü­met olmasını istemektedir. Herhalde hükümet de ekseri­yetin  rızası ile ayakta tutunabilir.

Şüphesizi olarak şurası da malûmdur ki, ülkemizde bir kısım Avrupa terbiyesi ile yet'şmiş kimseler de var­dır. Bunlar Avrupa kültürüne alışmış ve Avrupalıların görüşlerinin hep doğru olacağını düşünen kimselerdir. Bunların düşüncesinde, İslâmî hükümeti tasavvur etmek dahi tamamen gayrı menus ve alışılmamış bir şeydir. Bun­lara kendi öz ve üstün dünya görüşümüzü arûatmak ve bu nizamımızın kabili tatbik olduğunu ispatlamak kolay de­ğildir.

Bunlardan başka, Pakistanda devlet dairelerinde çalışanlar arasında, kafalarına tamamen Avrupa taklidi bir sistem yerleştirmiş ve Batı modeli bir rejim ile hükü­met nizamının kurulmasını isteyen bir hayli k!mse de vardır. Bunlar, ihtimal ki, tslâmî bir hükümet n'zamımn kurulduğunu görünce çeşitli karışıklıklar icat ederler.

Bunlar için münasip olan şey şudur: Bu k'mseleri yapılacak ve olacakları da kendi keyiflerine göre isterler, ve yine gelirlerini de eski İngiliz efendiler.nin devrindeki g'bi düzenlemek yoluna giderler. Bu zümrenin çoğu da kendilerini Cumhuriyet hükümetine meftun ve âşık göste-riyoHar. Ancak şunu da düşünmek lâzımdır ki, bir kaç kişinin yahut da bir kaç ailenin hatırı için, şu kadar hal­kı zahmete sokmak ve memleket halkının çoğunluğunun isted'ğini yapmamak ne dereceye kadar doğru olacaktır? [349]

 

D.  İslâmî Hükümette Zîmmîlerin  Vaziyeti:

 

İslâmî hükümette, Zimmîlerin vaziyeti hakkında bir kaç mühim sual ve bunlara ait cevapları burada gözden geçirmekte faide mülâhaza ediyoruz. Bu sual ve cevaplar sıras'yle şu mahiyettedir  :

1. İslâmî hükümette, gayrı . müslim vatandaşlara İslâm ıstılahında «zimmî» denir. Bu kelime veya bu isim hiç bir zaman herhangi bir küfür ve herhangi bir kötü kel;me manası vermez. Bunun gibi bu kelimenin mefhu­mu herhangi bir gayri meşru iş veya herhangi bir kötü iş yapan manasına da gelmez. «Zimme» Arap lisanında kendisine tekeffül edilmiş («Guarantec» verilmiş) demek­ti, îslâmî hükümette bu gibi kimselerin haklan İslâm tarafından garantiye alınmış demektir. İster islâmî hü­kümet onların itaatini garanti altına alsın, isterse İslâmî hükümet onların haklarını ve huk ıkunu garantiye alsın, ortada bir garanti meselesi- vardır. Bu garanti iki taraf­lıdır.

islâmî hükümette ehli zimme'nin garantisi İslâmî hükümetin kendisinden verilmiş bir garanti değildir. Bel­ki bu, Allah Taalâ ve O'nun Resulü tarafından verilmiş bir garantidir ki, bütün müslümanların bu garantiye sâ­dık kalmaları da farzdır. Bu garanti o kadar mühim bir garantidir ki, müslümanlar herhangi bir gayri müslim ül­kedeki müslümanlar hakkında girişilen haksız meseleler­de, müslümanlara karşı tutulan zalinıaâne işlere karşı­lık, müslüman ülkelerdeki zimmeti kabul etmiş bulunan,. lara, zâlim gayri müslimlerin dindaşlarının zulmüne mu-kab:l, müslüman ülkesindeki bu zimmîlik hakkı iktisap etmiş bulunanlardan hiç bir vpkit intikam alamazlar. On­lara karşı hiç bir zecrî harekette bulunamazlar. Hattâ gayrı müslim ülkelerdeki müslümanları katliâm etseler dahi katliamcıların, müslüman ülkelerinde bulunan din­daşlarından, yani zimmî dindaşlarından, bunun intikamı­nı alamazlar. Bu zünmîlerin haklarına tecavüz edemezler. Herhangi bir îslâmî hükümetin parlamentosu da zimmî­lerin haklarına hiç bir zaman çiğneyemez ve ayaklar al-tma alamaz. Alırsa İndallahda (Allah karşısında) mesul olur. [350]

 

2.  Zimmîler Üç Kısma Ayrılırlar  :

 

a.  Anlaşmalar ve muahedeler gereğince îslâmî hü­kümete tâbi olan zimmîler.

b.  Kılıç zoru ile, yani muharebe ile fethedilmiş ül­kelerde sakin bulunan zimmîler.

c.  Ne fethedilmiş ne de muahede ile anlaşma  ya-fuimış bulunan diğer zimmîler.

.birinci kısım zimmîler hakkında, muahedede ve an­laşmada neler kararlaştırılmış ise o kararlar muteber olacak ve onun üzerinde hüküm yürütülecektir. îslâmî hükümet de bu muahedenin hükümlerine tâbi olacaktır.

İkinci   kısım   zimmîlerin  haklarını   ve  hukuklarının hududunu ve Ölçülerini İslâm Şeriatı tayin etmiştir. Bu hükümler  dairesinde  haklarında  muamele  etmek   icabe-der. Başka türlü hiç bir şey yapılamaz.

Üçüncü kısım zimmîlere gelince, onların hakkında her ne şekilde olursa olsun, ikinci kısım zimmîlerin hak ve hukukundan daha az bir hak tanınamaz. Bundan baş­ka kendilerine bazı haklar da verilmelidir. Ancak bu hak­lar, îslâmî kanunlara muhalif olmayacak ve onlara ve, rilen bu haklar da îslâmî kaide ve kanunun karşısında kısılmış bulunmayacaktır.

3. Zimmîler hakkında Şeriatın koyduğu hak ve hu­kuk en azından şunlardır:

Dinleri hususunda tamamen serbest olmak,   .

Dinî tâlimi kendi dinlerine göre öğretmek hususunda da tamamen serbest bulunmak.

Dinî edebiyatlarını ve kitaplarını serbestçe neşret -mek, yaymak ve-, kitap basmak.

Kanun hududu dahilinde dinî inançlarından bahse­dip konuşmak ve bu hususta her ne suretle olursa olsun söz söylemek, imkân ve hürriyeti.

Mâbedlerinin serbestisi ve muhafazası.

Şahsî ve Zatî hukukunu muhafaza etmek.

Canlarını,  mallarının ırz ve    namuslarının muhafa-

Mülkî ve askerî kanunlar muvacehesinde müslüman-larla aynı şartlar içinde eşit olmak.

Hükümetten, bütün müslüman ve gayrı müslim zim-mîlerin aynı şekilde muamele görmeleri.

Müslümanlarla zimmîier arasında kanun noktayı na­zarından fark gözetmemek.

Geçim hususunda, iş güç sahasının her cephesinde müslümanlarla  aynı  seviyede  bulunmak.

İhtiyaç içinde bulunan zimmîleri de müslümanlar gibi Beytülmalden aynı şekilde faydalandırmak.

Bu hak ve hukuk, îslâmî hükümet tarafından sadece kâğıt üzerinde yazılı kalan hükümler olmayacak din ve imanın şartı icabı, amelen İslâmî hükümet ve ınüslü-manlar tarafından da buna dikkat edilecek. Ve nazarı itibara alınacaklardır. Şunu da hatırlatmak icabeder ki, gayri müslim hükümet nizamında bu gibi şeyler kâğıt üzerinde yazılmıştır. Amelî olarak gözönünde tutulmaz ve o ü'kelerde'de müslümanların haklan edâ edilmez. Müs­lümanların hakları sadece kâğıt üzerinde kalır. Bazan İcâğıt üzerinde de kalmaz.

4. Zimmîlerin müslüman şehirlerinde yeni mâbed yapmaları meselesine gelince   :

Onların eski mâbedleri olduğu gib muhafaza edile­cektir. Bunların tamiri ve bakımı sağlanacaktır. Müslü­man şehirlerinden maksat, müslümanların çoğunlukla oturdukları Dârül-îslâmın içindeki şehirler demektir. Me­selâ Küfe, Basra, Fustat ve bunun gibi şehirler. Diğer şehir, kasaba ve köylerde yeni mâbedler yapmak ve es­ki mâbedleri tamir etmek de usulü dairesinde tamamen serbesttir.

5. Zimmîlerin elbise ve giyim kuşamları hakkında bazı kayıt ve şartlar, fıkıh kitaplarında yazılıdır. Bunlar bazan yanlış anlamalara yol açmaktadırlr. Bu mesele esa­sen üç kısım kayıt ve şartı ihtiva eder. Bu mevzu ilk de­fa hicrî ikinci yüzyılda, mevcut hâl ve vaziyetin zarurî yatı icabı fukahanın gözönüne alarak verdikleri hüküm­lerden ortaya çıkmıştır.

Birincisi: Zimmîlerin askerî üniforma giymemeleri ve askerî işaretleri taşımamaları. Bunun sebebi de her reşid müslümanın icap ettiği zaman askerî hizmete çağ­rılırca gitmesidir. Gitmeyenlerin gayrı - müslim ve zim-mî olduklarının bilinmesi içindir. Çünkü zimmîler askeri hizmetlerden muaf tutulmuşlardır.

İkincisi: Müslümanlarla gayri müslimlerin arasında fark bulunmasının bazı hususlarda zarurî olmasıdır. Bir­birine benzememelerinin lâzım geldiğidir. Çünkü arada muhtelif medenî meseleler olabilir ki, .bu medenî meseîe-ierin de birbirleriyle kaynaşmalarına imkân yoktur. Bu d?, müslümanlarm kahir baskısı altında kendi medeniyet­lerini ve kendi ahlâk ve âdetlerini bu gayri, müslimlerin isteği olmaksızın yüklememelerini sağlamamak içindir. Meselâ müslümanlar, zorla kendi elbise şekillerini giydir­mek için gayri müslimleri zorlamamalıdırlar. İslâm ca­miası dahilinde herhangi bir kâfir zümrenin de yetişme­sine meydan vermemek içindir! Bunun gibi yine şu dü­şüncenin de meydana çıkmaması içindir ki, müslüman­lar galip ümmet olmak hasebiyle, gayri - müslimleri, bir nevi köle durumuna düşürmek istemesinler de kendi an­ane ve âdetlerini onlara tahmil eylemek yoluna gitmesin­ler, îslâm, bu kâfirlerin de kendi zihniyetleriyle kendi istekleri dairesinde gelişmelerini gözönünde tutmak is­ter. Buna göre, gayri müslimlere de büküm veriliyor ki, kendi  medeniyetlerini,  kendi  ananelerini  kendi   âdetlerini muhafaza etsinler ve dinî hususiyetlerini koruya gel­sinler. Müslümanların camiasının içinde müstehlek olup gitmesinler. Nitek m Hanefî Fıkhının meşhur kitabı «Be-dayi'us sanayi» de bu hüküm şu cümlelerle beyan edil­miştir :

Ehli /inime bir kısam hususi alâmetler ve işaretler laşımaUtUrlar ki, onlar bu alâmetler ve işaretlerle tanıo-siiılar ve elbiseleriyle müslümanlar. benzemeyip ayrı ola­rak tefrik edilsinler. (Cilt 1. S. 113)

Bunun bir sebebi de bazı kanunî karışıklıkların önü­ne geçmek içindir. Meselâ müslümanlar için şarap içmek haramdır. Şarap yapmak, satmak, bunu muhafaza etmek de inzibatî kuvvetin karşısında suçtur.   Fakat zimmîler için bu meselede bir suç yoktur. Şimdi, bir müslüinan bir âmmîye benzerse,  elbisesi de onun elbisesi gibi olursa bir zimmî de meselâ şarap içerse, polis zimmîy , yakalayıp,  gel bakalım derse,  zimmî müslüman olmadığını ia-bat edinceye kadar bir hayli uğraşmak zorunda kalıp bir hayli  zarar  görebilir.   Fakat  eğer  zimmînin  elbisesinin şekli, kıyafeti müslümandan ayrı olursa, o zaman polis zimmînin z'mmî olduğunu hemen anlar ve kendisine hiç

bir şey diyemez.

Üçüncü şekildeki kayıtlar ve şartlar da hususî ah­vâl ve zaman içindir. Bir zamanlar Sind'den İspanyaya kadar, pek çok geniş ülkeler, İslam ordularının çalışma­ları  neticesinde fethedilip  İslâm halkası dahilinde  alın­mışlardı. Bu ülkelerin islâmdan evvelki halkının bir hay­li bakiyeleri mevcut idi. Eski efendilerin".n tekrar iktida­rı ele geçirmesi için bunların çalışmaları ihtimal vardı. Hattâ bu iddiada bile bulunuyorlar ve bu yolda da çalışı­yorlardı. Tekrar ülkelerini eskisi, gibi kâfir nizamı altı­na sokmak istiyorlardı. Müslümanlar ise, dünyanın başka fafhleri gib', halkı kılıçtan geçirmek yolunu tutamaz­lardı. Çünkü müslümanlar toprak almak için değil, Al­lah mahlukları arasında Allah m'zam-mı hâkim kıîmak için çarpışıyorlardı. İslâm dinini kabul etmeyenleri de öJdüremez veya memleketten çıkaramazlardı. Ancak on-lan zıramî yaparak haklarını korumak yoluna gidebilir­lerdi. Nitekim tatbikat böyle olmuştur. Fakat burada si­yasî meseleler gözonünde bulundurularak zimmîlere uya­cakları bazı kaideler tayin etmek icabetti.

Bu hususiyetler de öyle olmalı idi ki, -zmmîler bir daha baş kaldırıp müslümanlara karşı ayaklanmasınlar ve yeni yeni hadiselerin çıkmasına meydan vermesinler. Buna göre, kendi bineceklerinde, elbiselerinde ve başka içtimaî ve muaşereti hususlarda bazı noktalar üzerinde durulması icabetti. Bu usul de daimî değil, vaziyet icabı muvakkat bir zaman içindi. Bu hükümler ister fıkıh ki­taplarında yazılmış olsun, isterse yazılmış olmasın, dai­mî olarak ehli zimuıeniiı iLserinde kalacak hükümler de­ğildir.

6. İslâmî hükümette, herhangi bir gayri müslim, devlet reisi, hükümet başkanı, vezir, vekil ve bakan, or­du kumandam, kadı (hâkim ve yargıç) ve bunlar gibi kilit noktaları elinde bulunduran mansıb ve makamlara getirilemez. Hatta hükümetin polis teşkilatında bile ileri bir vazife alamaz. Bunun sebebi de bu hüküm tslâmî hü­kümette taassubun bulunuşu değil, 'İslâm hükümetinin ana prensiplerine bağlı bir mesele olduğu içindir. Çünkü bu işler, öyle bir kimsenin elinde bulunması icabeder ki, bu kimse, îslâmın ruhunu, Islâmm manasını, Islâmın ha­kikatini daha iyi bilmiş olsun. Sıdk ve iman ile, halis bir niyet ile İslama bağlı bulunsun. Böyle bir iman ve böyle bir halis niyet olmazsa o zaman îslâmî hükümetin kilit noktalarına  yerleşmiş bulunanların gayri müslim reâyaya ihtimal ki, «bencillik ruhuna» (Mercenary Spirit) ka­pılırlar. Böyle bir zihniyet de îslâmî davranışa uymaz. Ş'mdi eğer böyle bir hususun onların kendileri hakkın­da doğru olup olmadığını sorarsak, onlar da açıktan açı­ğa doğru olacağını itiraf ederler. Muhtelif zümrelere mensup zimmîlerin birbirlerine rakip olma ihtimali de vardır. Bu rakabeti de ortadan kaldırmak için bu husus­ta böyle düşünmek zarurîdir. Bundan başka, îslâmî hü­kümetin kilit noktalarında bulunanlar, sadakatle imanla­rına bağlı olmazlarsa, o' zaman karın doyurmak, mide doldurmak, makam elde etmek gibi süflî yollara da sa­parlar. Siz de elbetteki böyle *jir tutuma razı olmazsınız.

7. Bize göre, şu sualin hiç bir zaman ve hiç b:r şe­kilde ehemmiyeti yoktur. Yani herhangi bir gayrı îslâmî hükümette, bu hükümetin iktidar dairesinde bulunanlar, müslümanlara karşı, nasıl muamele ediyorlar? Bu tutum nasıl olursa olsun, bir ehemmiyeti haiz değild'r. Bizim hak bildiğimiz şeye bağlı olmamız lâzımdır. Hak bildiği­miz mefhumu, kend; ülkemizde carî ve nafiz kılmalıyız. Başkaları da hak bildikleri hususları gözonünde bulun­durabilirler. Yoksa başkaları da kendi ülkelerinde müs-"\lmanlara karşı şöyle davrandılar diye, biz hak bildiğimiz hususlardan vaz geçemeyiz. Böyle olunca, o zaman dün­ya karşısında bizim ne gibi bir iş proigramumz olduğu anlaşılır. Ne olursa olsun, biz şu hilebazhğı şu dalave­reyi yapamayız: Kendi Anayasamızın sahifelerinde gay­rı müslimlere karşı göstermece haklar yazıp kaydedelim de amelî hususlara ve fiiliyata gelince, başka türlü ha­reket edelim. Meselâ Hindistandaki müslümanlara karşı yapılan muameleler gibi... Yahut da Amerikadaki zenci­lerin hakkında davranılan iki yüzlü politika gibi... Veya Amerikalıların Kırmızı Derililere ettikleri muameleler gi­bi... Yahut da Demir Perde Oerisi memleketlerde gayrı komünistlerin maruz bırakıldıkları feci    vaziyetleri tek-rarlayıcı bir şekilde, hareket edemeyiz.

Bunlar da bir tarafa dursun; şimdi bir başka soru da sorulabil r. Nasıl bir hareket tarzı takip edilmeli ki, müs-îüman ülkelerindeki gayri müslim ekalliyetleri tslâm hü­kümetine karşı -sadakat yolunda yürüsünler? Bunun ce­vabı da şudur: Sadakat ile sadakatsizlik Anayasaya söz­de konulmuş olan bir kaç satırlık cümle ile elde edilemez. Belki yapılacak olan muamelelerin heyeti umumiyesi, sa­dakati veya sadakatsizliği temin eder. Hükümet ve ço­ğunluk, kendi elinin ve idaresinin altında bulunan ekal­liyetlere nasıl muamele ederse, onun karşılığını görür. [351]

 

E.   İslâm'da Mürted'in Cezası:

 

Adalette mürtedin cezası meselesi bir hayli üzücü­dür. Bunun sebebi de islâm'da mürtedin nihaî cezasının ölüm olmasıdır. Birisi çıkıpta hayır böyle değildir, diye­bilir, bu da ayrı b:r meseledir.

Bu itiraz bir yana, fakat eğer derse ki, hakikaten îs-iâmda böyle bir kanun yoktur, o zaman biz de diyeceğiz ki, ya bu kimse îslâm kanunundan haberdar değildir, ya­hut da «komşuların ağızlarını kapatmak kabilinden» ken­di dininde hakikat olarak bildiği bir şeyi gizleyip üstünü örtü ile kapamak istiyor. îslâmdaki bu kanunu anlamak hususunda halkın karışıklığa kapılmasının bir kaç sebebi vardır.

Birincisi şudur: Bazı kimseler îslâmın hem din ol­mak hem de hükümet olmak itibariyle iki hususu birbi­rine bit'ştirip birden mütalâa ederler; Din ile hüküme­tin, îslâmda ayrı ayrı müesseseler olduğunu hesaba kat­mazlar. Halk bunların ikisini bir arada görmekle bunla­rın ayrı ayrı olduğunu kavrayamıyorlar. Halbuki bunla­rın ikisinin de hükümlerinin ayrı ayrı farkları vardır.

îkncisi de şudur: Şimdiki halihazır durumda, içinde bulunduğumuz şartlar dahilinde, gayrı müslim devlet ni-zamlarmdaki hükümlerin mevcudiyetini gözönüne alıyor­lar. Müslümanlar kendileri de kendi hükümetlerinin, ken­di memleketlerinin iğinde bir hayli gayrı - Islâmî terbi­ye ile yetişmiş kimseleri barındırmaktadırlar. Bu gibi kimselerin çoğu, yeni yetişen nesillerdir ki, yine aynı şe­kilde yetişmesine sebebiyet veriyorlar, Elbette ki, ıbunla-na çoğu, tslâmî kanunlardan habersiz bulunmaktadırlar. Halbuki tam manasiyle bir îslâm hükümeti iş başında bu­lunduğu takdirde yapılacak ilk iş, müslümanları tslâma karşı güvenli kılmak ve îslâm yolunda ortada bulunan güvenszlik için açık kapı bırakmamaktır. Müslümanları hakikî ve gerçek müslüman olarak yetiştirmek için ça­lışmaktır. İrtidâda gidebilecek yolları kapatıp gitmektir. tslâmî hükûiret kendi vazifelerini tam olarak yaparsa, o zaman gayri müslimlerin dahi küfür yolunu tutmamala­rından emin olunabilir. Nerde kaldı ki, böyle bir hükü­met içinde müslümanlar müslümanlığı bırakıp da küfür yolunu tutsunlar.

Üçüncüsü: Müslüman camiası bir taş ve, kaya gıb; &ir, bu taş ve kaya ile îslâmî hükümetin binası yapılır. Onlar bu noktayı unutuyorlar. Bu taş ve kaya ne kadar sağlam olursa, îslâm hükümeti de o kadar sağlam olur. Şunu da düşünmek icabeder ki, acaba dünyada hangi hü­kümet rejimi kendi tanelini baltalamağa kalkar ve ken­di bind'ği dalı kesmeğe teşebbüs eder? Hükümetin esa­sını sarsacak hangi işlere müsamaha gösterilebilir ve böyle br şey nasıl toleransla karşılanabilir? Buna göre, biz de kendi hükümetimizin binasını teşkil eden taşlan ve üzerinde binamız bulunan temel kayasının, her bakım­dan ve her tarafının sağlam olmasını ve kolay kolay ^dağılacak durumda bulunmamasını can ve gönülden niçin  arzu etmeyiz? Ancak hiç olmazsa  kendisini bizden ayırmak isteyen ve bizim aramızda ayrılık    gayrıhk çı­karmak yoluna gidene, en azından, «Sen de mademki böy­le  istiyorsun,  bizim  ülkemizden  çık da  git»   demeliyiz. Yoksa «Sen bizim içimizde bulunup da bizim binamızı yık­mak yolunu tutarsan, bizim    kurduğumuz tezgâhı ıağıt. rr.ak istersen, elbetteki sana müsaade edemiyeceğiz»

Dördüncüsü: Şu husus da düşünülmelidir: Bir yanhş anlaşılmağa yol vermemek için şunu da bilelim ki, her çeşit mürted'in cezası ölüm değildir. Bunun da şekli ve çeşitleri vardır. Ancak işin son merhalesi ölümdür. Yal­nız mücerredlik cürüm" ithamı buna sebep teşkil etmez. B:r kimse akide bakımından bazı hususlarda ayrılığa dü­şebilir. Başka birisi de açıktan açığa îslâmdan ayrılıp, diğer herhangi bir dine sülük eder. Üçüncü bir şahıs da îslâmdan döndükten sonra, fiilî bir şekilde Hak dinine karşı muhalefet yolunu tutarak, açıktan açığa zıd git­meğe ve onu baltalamağa başlar. Şimdi, nasıl olur da is­lâm kanunları karşısında bu üç kimse aynı şekilde görü­lüp, bunların üçünün de durumları aynı tarzda mütalâa edilebilir?[352].

 

F. İslamda Harp Kanunu Ve Esaret :

 

îslâmdaki harp kanunu ve bilhassa esaret mevzuu üzerinde, adalet bakımından bazı sorular sorulabilir. Bu mevzuda şu meseleyi bilmek gerekir ki; îslâmın harp ka­nunu gerçekten bir kanundur. İslâm hükümetinin de bu kanuna dikkat etmesi lâzımdır. Başka kavimlerin    veya milletlerin harp kanunlarına dikkat edip etmedikleri de yine bizi ilgilendirmez. Biz bu dış mülâhazalardan 'evvel, yine kendi harp kanunlarımıza dikkat etmeliyiz. Zira tet­kik edince göreceğiz ki, milletler arasındaki naip kanun­ları denilen şeyler, gerçekte kanun değil bir kısım millet­ler tarafından kâğıt üzerine kondurulmuş ve kendi ken. dilerini aldatmak için uydurulmuş sözlerdir. Her kavim, lıer millet, kanun denilen bu şeylere bağlı kalacağım ü-*nid etm;ştir ve diğer muharip devletin de bunları göz önünde  bulunduracağını  ummuştur.  îslâmda harp hak -kında bazı insanî ve medenî kanun ve kaideler koymuş­tur, îslâmın karşısında bulunan diğer muharip taraf ne yaparsa yapsın İslâm bu insanî hükümlere bağlı buluna­caktır. Onlar bu kanunları ve anlaşmaları bozsalar dahi islâm ordusu  kendi harp  kanunlarını     çiğnemiyecektir. Bununla beraber, eğer bizim kanunlarımız daha insanî ve daha medenî ise, bu şu demek değildir ki,- diğerleri bize karşı bildiklerini okurken, biz de oturup onların yaptık-iarma razı olalım.  Savaştığımız taraf, her ne isterlerse yapmakta  serbest olsunlar da  biz olmayalım?  ihtimâl, bunlar,    onlara da, harpte daha insanî davranmağı    ve medeniyetin ne demek olduğunu Öğretmek için,dir.

Misâl olarak burada esaret ve kölelik meselesini ele alalım:

islâm'da bu işe şu şartlar karşısında müsaade edil­miştir: Düşman taraf, esir mübadelesine yanaşmaz, fid­ye de verip kendi esirlerini geri almak istemez ve aynı zamanda bizim esirlerimizi de geri vermek yoluna gitmez­se, islâm, yine yakalanmış bulunanları hapishanelerde tutmağı yahut da toplama kamplarında alı koymağı ve bu gibi gayri insanî işler yapmayı muvafık görmez. Bun­ları fertler arasında taksim eder; fertlere ıağıtır. Bunun sebebi de müslumanların bunlar üzerinde nüfuz sağlama­larını kolaylaştırmaktır. O devirlerde dünyanın ibaşka ül­kelerinde esirleri köle yaptıkları muhakkaktır. Buradaki «kölelik» kelimesi bizimle onların arasında ıstılah olarak müşterek bir kel'medir. Fakat îslâmî «kölelik» ile gayrı - îslâmî «köleliğin» arasında fark vardır. Islâmın bu yol­daki tuttuğu hareket tarzının dünyada misli görülme­miştir. Acaba şimdi dünyanın hangi kavmi arasında İs-lamdaki kadar çok ve tslâmdaki kadar önemli işlerde kö­leler ve köle çocuklarım görmek mümkün olmuştur? İs­lâm ülkelerinde bir hayli köle ve köle çocukları imamet (başkanlık), kadılık (hâkimlik), ordu kumandanlığı, emirlik, hattâ hükümdarlık makamlarını elde etmişler­dir. İşte bu medeniyetin ve insanlığın son haddedir ki, bu mes'ut manzarayı ancak İslâm kanunları dünyanın Önüne sermiştir.

Şimdi, eğer bugünkü dünya milletleri, esir mübade­lesini kabul etmişlerse, Mâmın bu hususta hepsinden ön­ce davranmış olduğunu inkâr etmek mümkün olamaz. Siz şu noktaya da memnun olmalıyız ki, yüzlerce sene önee dünyaya öğretmek istediğimiz bir hususu, dünya ancak şimdi razı olup öğrenmiştir. [353]

 

9. İslâmda Güzel Sanatlar   :

 

Şimdi yine şöyle bir sual daha ortaya atılmaktadır: Isiâmîr Hükümette, güzel sanatların yeri ne olacaktır?. Bu meyanda resim yapmak, tiyatro, musiki, sinema, hey­kel ve bu gibi şeylerin isimleri bilhassa sıralanıyor.

Ben bu suaie kısaca şu şekilde cevap vereceğim: Sa­nat denilen şey, insanın fıtratından, insanın tabiatından doğan bir hassadır. Halik-i Fıtrat da bunu her işinde gözönünde tutmuştur. Bunun için esasda bu, menedilmiş ve cevaz verilmemiştir diye bir sual olamaz. Fakat sanat denilen şey de bugünkü Avrupa zihniyetindeki sanat mef­humu vaziyetinde mütalâa edilemez. Her medeniyetten, kendi usul ve nazariyesine göre ve kendi fıtratına uygun olmak üzere çeşitli şekillerde sanat eserleri doğmuştur. Milletler de bunu birbirlerinden almışlardır. Bunun caiz olup olmadığı hususunda durulmUimstır. Şimdi farz ede-îim k:, güzel sanat denilen şey Avrupai düşünceye göre olsa dahi, o zaman yine sanat sanat olarak yerinde ka­lır, ^akat Islamın yine de sanata ait bir nazariyesi var­dır, u da şudur: Bu sanat, yani fıtratın doğurduğu bu ha­reket, putperestliğe, şehvetperestiiğe, şehvanî güzellikle­re bağlanmağa ve bu gibi süflî hislere âlet edilmemesi lâzımdır. Îslâmî hükümet de bunun üzerinde durmalıdır. Avrupalılar ne düşünürlerse düşünsünler, ne şekilde sa-;ıatı telâkki ederlerse etsinler, bizi ilgilendirmez.

h. FıMıî ihtilâflar, İslâmî Hükümetin kaim kılın­masına mani teşkil etmez.

Şimdi bir de şöyle bir sual ortada kalıyor: Müslü­manlar arasında bazı akide ve fıkıh ihtilâfları vardır. Hattâ bazan bu İhtilaflar esasa ait mevzulara kadar 'iler­lemektedir. O zaman ne olacak? Meselâ «Sünnet» de, Şiilerle Ehl-i Sünnet ittifak etmezler. 0 zaman Îslâmî hükümet nasıl yürütülecektir? Bu suale karşı sarih ola­rak benim cevabim şu olacaktır: Pakistanda bence riva­yet edilen 73 fırkanın çoğu bulunmamaktadır. Her orta­ya atı'mış olan bir kimse kalkın da bir risale, yabut bir kitap yazmış, bir kaç kişi de bu risaleyi yahut da bu ki­tabı okumuş ise, bu kabil kimselere yeni bir fırkaya men­sup denemez.

Bizim ülkenvzde hali hazırda yalnız üç fırka vardır.

1. Hanefiler: Bunlar «Deobend'lüer[354] ve Brîlevî»[355] ler diye ikiye ayrılmakta ve aralarında fıkıh ihtilafı bu­lunmamaktadır.

2.  Ehl-i Hadis.

3.  Şiîler.

Bu üç fırkanın arasındaki ihtilâflar, bir İslâm hükü­metinin kurulmasına mani teşkil edecek durumda değil­dir. Şahsî hukuka, dinî merasim ve ibadetlere ve dinî Öğ-ret.m ve terbiyede her fırka diğer fırkanın işine karış­mazsa bu usul taraflarca kabul edilirse elbette ki, islâm Nizamı kurulmuş olur. Aynı zamanda, memleketin inti-a^mı, kanun ve nizamlara mutabık bir şek.lde parlamendan yürütülmesi için bu üç, fırkanın üçünün de fırka hikâyesini bir tarafa atmaları ve bilgisiz halkm zi-imılurini karıştıran karışıklıklara meydan vermemeleri lâzımdır.

Gerçek şudur ki, kitaplarda yazılan bir şu kadar müsiüman fırkalarının isimleri sadece kâğıt üzerinde mevcuttur. Bunlar haddi zatında mevcut değillerdir. Hat­tâ bu fırkalara hemen hemen hiç de raslanmamaktadsr. Her yerinden kalkan kimse başına elli kişi toplamışla bunlara da birer fırka mı denecektir? Bizim müelliflerin yazdıkları gibi bu on onbeş kişilik toplulukları fırka mı sayacağız? Eğer böyle olursa bu fırkaların sayılan he­sapları belli olmayacak kadar çok olması icabeder. On-üç asırdan beri, bir çok yerlerde bir yığın fikir türemiş, sonradan da sönüp gitmiştir. Şimdi yer yüzündeki müs-iümanlar arasında altı veya yedi fırkadan fazla müslü-inan topluluğuna rastlamak kabil değildiV. Bunların ba­zıları arasında usule ait ihtilâflar yok. Diğerleri arasın­daki ayrılık ise teferruattadır. Bu fırkaların da bazıla­rının sayıları o kadar azdır ki, hiç mesabesindedir. Bun­lar ya muayyen yerlerde toplanmışlardır. Yahut da dün­yanın her tarafına dağılmış bulunuyorlar. Ancak şimdi hali hazır durumda nıüslümanlar arasında gözle görülür iki fırka mevcuttur.

1.  Ehl-i Sünnet .

2.  Şiîler.

Dünya müslümanlannın çoğunluğunu da Sünnîler teşkil etmektedir. Sünnîler arasındaki fer'î fırkalara ge­lince, usul bakımından bunların da birbirleriyle el ile tu­tulacak ve «işte burada» denecek bir ihtilâfları yoktur. Olsa olsa ancak bir mezhebi, (Mektep) ihtilâfı yani fi-kir ihtilâfı (Seool of Thought) vardır. Ancak mubaha-sa severler, bunları ayrı ayrı fırka diye göstermek isti_ \orlar. Dünyanın herhangi bir amelî siyaset âlimi, dün­yanın neresinde olursa olsun böyle ihtilâfların bulunma-smı bir îslamî hükümetin kurulması için mani teşkil et­mez diye anlar. [356]

 

Hilâfet Ve Hakimiyet

A.    Tslânıi Hükümet Ve Hilafete Ait Bazı Sualler. [357]

 

Bu bahis, Islâmî hükümet ve hilafete ait bazı mese­leleri tahkik için bir Alman talebe tarafından sorulmuş olan sualler ve onlara verilen cevapları teşkil etmekte­dir.

Sualler  :

1. Niçin  Islâmî hükümeti yürüten  kimseye  sadece halife ıstılahı kullanılıyor?

2. Acaba  Emevî halifelerine sahîh manada halife diyebilir miyiz?

3. Benî Abbâs halifeleri ve bilhassa Me'mun hak­kında Zat-ı Faziletlerinin fikri nedir?

4. Hazret-i İmamı Hasan ve Hazret-i İmam Hüse­yin ve îbn-i Zübeyr (RadiyaUahu Taalâ anhüm) hakkın­da zat-ı faziletlerinin düşüncesi nedir? 680 senesinde Is-lâm Milletinin gerçek rehberi kimdi? Hazret-i Hüseyin Radıyallahu Taalâ anh mıydı, yoksa Yezid miydi?

5. Acaba İslâmî hükümette ayaklanmak caiz bir is. midir?

6. Eğer ayaklananlar camiye yahut da diğer mu­kaddes yerlere  (Harem, Kabe)  ye sığınırlarsa islâm hü­kümeti bu gibi kimselere nasıl muamele edecektir?

7. Bir İslâm hükümeti    Kur'an ve Sünnete uygun bir şekilde vatandaşlardan hangi vergileri tahsil edebil­mek rrüsaadesine haizdir?

8.  Acaba herhangi bir halife, kendisinden evvelki halifelerin tuttukları yoldan başka bir yol takip edebilir mi?

9. Haccac îbn-i Yusuf'un valiliği ve inzibatı temin etmek bakımından takip ettiği usul hakkında zat-ı fazi­letlerinin düşüncesi nedir?

10. Bir İslâm hükümeti, acaba, Kur'anda ve Sün­nette bahsi geçmeyen ve sabık halife devrinde de benzeri bulunmayan bir vergiyi vatandaşlardan alabilir mi? Böy-ie bir tahsilata hakkı var mıdır?

Cevap:

Zat-ı âlilerinin göndermiş bulundukları suallere geniş ve etraflı olarak cevap verebilmek için yeteri kadar bir zamana kavuşabilmem şarttır. Halbuki şu hali hazır du­rumda bu imkândan mahrum bulunuyorum. Bu duruma binaenaleyh vereceğim cevaplar kısa olarak arz edilecek­tir:

1. İslâmî hükümette, hükümetin başında bulunan baş­kan veya- reis için «halife» kelimesin/n kullanılması zarurî bir ıstılah değildir. Bu mevkide olanlara emîr, imam, sul­tan vesaire gibi başka kel meler de söylenebilir. Hadiste, fikıhda, kelâm'da ve İslâm tarihinde bu gibi kelimeler kul lamlmıs-tır. Fakat burada zarurî olan birşey vardır; O da hükümetin esas nazariyesinin • hilâfet üzerine kaim bulunmuş olmasıdır. Sahîh bir islâm hükümet,, ne padi­şahlık, (kiraliyet) ne amirlik (hükümdarlık) ne de «ava­mı cumhuriyet» yani halk hâkimiyeti (Paktılar Söver-cîgnty) olabilir. Bunların hiç birisine benzemez. Bu ik­tidar şekillerinin hilâfına ancak bu hükümet Islâmî ola­bilir ki, böyle bir rejim de yalnız hakikî hâkimiyetin Hak Taalâya 'ait olduğu kabul edilmiştir. Allah ve O'nun Reülünün Şeriatı en üstün kânun olduğu gibi, çıkarılacak kanunların da esas menşei ve mehazı yine o mukaddes hükümlere istinat etmesi lâzımdır. Bu esaslara inanıla­caktır. Hududullah dairesinin içinde çalışılacak ve işler bu dairede yürütülecektir. Böyle bir hükümette iktidar dan yegâne maksat, AUahın ahkâmını icra etmek ve O'-nun rızası gereğince fenalıkları ortadan kaldırıp, bunla­rın yerine iyilikleri yerleştirmektir. Böyle bir hükûmet-eki iktidar ise, iktidar-ı âlâ (en yüksek iktidar) değil* dir. Buradaki iktidar veya emir sahibi olmak, Allah Ta-alâya niyabet etmektir. O'nun tevdi ettiği emaneti mu­hafaza etmektir, işte «Hilâfetin» manası da budur.

2.  Emevî hükümdarlarına gelince, bunların hüküm­darlıkları hakikatte hilâfet değildi. Onların devletlerinde îslâm kanunları icra edilmiş olmasına »rağmen, Anayasa «^Düstur»:   (Constitution)   da bulunan     îslâmî  esasları, ortadan kaldırmışlardı. Yine buradan başka, onlar hükü­met isinde îslâmî ruhu da silip yok etmişlerdir. Bu fark, böyle br hükümetin ta başında bile kendisini hissettir­miştir'. Nitekim,  bu hükümetin kurucusu Emîr Muavi­ye "nin kendi sözü şöyledir  :

Ene evvel ül - mülûk : Ben ilik padişahım.

Hele Emîr Muaviye kendi oğlunu veliahd tayin etti­ği zaman, Hazret-i Ebu Bekir Radıyallahu Taalâ anhın oğlu Hazret-i Abdurrahman ayağa kalkarak şöyle söy­ledi  :

«İşte bu bir Kayserliktir.    Ne zaman bir Kaysar ölürse, onun oğlu Kayser olur.»

3. Usul bakımından Abbasî hilafetinin vaziyeti de böyle idi. Bu bakımdan Benî Ünıeyye ile aralarında bir fark yoktu. Ancak şöyle bir fark vardı: Benî Ümeyye dinî hususlara- ehemmiyet vermezlerdi  (indifferent), bu­nun hilâfına Benî Abbas kendilerinin dinî bir hilâfet veruhanî bir hükümet olduklarım iddia ederler ve bu nam altında para basarlardı. Dinî işlerde de Benî Ümeyyedcn fazla alâkadar idiler. Fakat onların dinî işlere fazla alâ­ka, göstermeler! de bazan dine zararlı olmuştur. Meselâ Me'mumm bu alâkası öyle bir vaziyete girdi ki, dinle il­gisi bulunmayan felsefî meseleleri, her ne şekilde olursa oîsun, dinî bir akîde şekline sokarak hükümet gücü ile halka kabul ettirmeğe zorladı ve bu yüzden de bir hayli zulmetti.

4. Sual  tevcih   edilen   devre  gelince,   hakikatte   bu devir bir fitne ve kargaşalık devri idi.  Müslümanlar o devirde büyük bir fikrî sıkıntı içinde bulunuyorlardı.  O devirde müslümanlann hakikî    Önderin'n kim olduğuna hüküm vermek bir hayli zordur. Fakat şurası da açık­tır ki, Yezid siyasî kudreti elinde bulunduruyordu. Baba­sı kendisine sağlam bir saltanat sağladıktan sonra ken­disini  vel'ahd  tayin  etmişti.  Böyle  olmasaydı  ve  Yezid. de d;ger müslümanların içine karışmış bulunsaydı, o za­man ihtimal ki, seçimi kazanmak hususunda sondan bi­rinci gelmek şansını elde edebilecekti. Onun hilafına Hü­seyin ibn-i Ali Radıyallahu    Taalâ anh  ise, o zamanki ümmet arasında en seçkin kimse idi. Serbest bir seçim olup da müslümanlann reylerine baş vurudaydı muhak­kak ki, halk kendisine rey verecekti. Reyler onun hak­kı olacaktı.

5. Zâlim emîrlere karşı ayaklanmak, bu şekilde sa­dece caiz değil belki bir farzdır. Zâlim emîrleri ve hü-: kümdarları kaldırıp, onların yerine adil ve sâlih bir hü­kümeti iş basma getirmek imkânı bulunduğu  takdirde, ayaklanmak farz olur. Bu hususta- îmam Ebu Hanife-nin fikri gayet açıktır. Ebu Bekir Cassas, Ahkâm ül -Kur'anda ve El -Muvaffak E'     Mekkî de Menakıbî Ebu Hanife'de  bu  meseleyi  nakletmişlerdir. Bunun   aksine. idil ve sâlih hükümete karşj ayaklanmak çok büyük bir günahtır. Bütün ehl-i islâm için böyle bir ayaklanmağı bastırmak için hükümete yardım etmek lâzım gelir. Bu arada bir de şu vardır ki, hükümet âdil olmazsa gerçek bir inkılâp ile de ortadan kalkabilir. Böyle bir imkân yoksa, o zaman nasıl bir yol takip edilmelidir? Bu hu­sus şüphelidir. Eimmenin ve fukahanm bu husustaki fi­kirleri ihtilaflıdır. Bazılarına göre, sadece hakkı söyle­mekle iktifa ediür, ayaklanmak caiz görünmez. Hasaları­na göre ayaklanmak, hattâ şehid olmak da vardır. Di­ğer b:r kısım, fukahaya göre de «İnşaallah İslah olur» diye dua ederek beklemek lâzımdır.

6. Âdil  bir  hükümete  karşı     ayaklanmış  bulunan halk camilere sığınırlarsa onların bulundukları yer mu­hasara edilir. Eğer bu isyancı zümre, bulundukları yer­den  silah  kullanıp kurşun  veya  diğer harp vasıtalarım istimal ederlerse, o zaman onların    yaptıklarına karşılık kurşun atılır ve mermi de kullanılır. Hareme sığındıkları zaman, sadece muhasara edilir. Muhasara uzatılır ki, sı­kıntıya düşüp silahlarını bıraksınlar. Haremde kan dök­mek yahut da haremi taş veya kurşun yağmuruna tut­mak kesin olarak doğru değ'ldir.  Bu    durumun aksine, zâlim bir hükümete karşı ayaklanmış bulunan halkın du­rumu başkadır. Esasen zâlim    hükümetin varlığı haddi zatında günahtır. Böyle bir hükümet devam etmek için baş vurduğu çarelerle günahını çoğaltmış olur. Günahın? arttırmaktan başka bir iş yapamaz.

7. Kur'an ve Sünnet gereğince usulsüz vergi hak­kında hiç bir cevaz yoktur. Müslümanlar, zekâtı ibadet diye, gayrı Müslimler de cizyeyi   (itaati belirtmek için) verirler.   Bundan   sonra  memleket  işleri  için  hükümete kendüen bir şeyler bırakabilirler    yahut da hükümetin muvafakatiyle  bir  şeyler  verebilirler.   Hirac  ve  mahsul

gelirinden alınan hisse buna benzer bir geydir ki, bunlar hakkında Kur'anda ve Sünnette şer'an bir karar yoktur. İslâm hükümeti ihtiyaca göre bunları kararlaştırır. Bu hususta asıl Ölçü memleketin hakikî ihtiyaçlarıdır. İEğer herhangi bir idareci veya hükümetin başında- bulunan kimse, kendi keyfi için bir vergi tarh ederse, bu vergiyi almak haram olur. Fakat memleket ihtiyaçlarına sarf etmek için halkm rızasiyle alınırsa o zaman helâl olur.

8. Evet  böyledir.  Yalnız     kendisinden  evvelkilerin değil kendisinin daha Önce verdiği kararları ve hüküm­leri de değiştirebilir.

9. Haccac ibn-i Yusuf, dünya siyaseti noktayi na­zarından değerli bir adam idi. Fakat dinî noktayı nazar. da zâlim bir hâkim  (vali) idi.

10. Evet bu şartlar da yine 7 numaralı sualin ce­vabında verilmiştir.

(Tercüman ül - Kur'an, Cilt 52, Sayı 2, Mayıs, 1959) [358]

 

B.    El - Hilafet Veya El - Hükümet [359] Sual :

 

İslâm, yirminci yüzyılda dahi, kabili icra ise, o za­man bir hayli müşkilât arzeden nazariyeleri bir tarafa bırakarak, bunların yerine tbn-i Haldun'un hükümet vt, devlet nazariyesini nazarı itibara almakla daha iyi bir neticeye ulaşmak mümkün olamaz mı? Yani El - Hilafet yâ El - Hükümet. Bunlardan hangisi mümkün olabilir?.

Cevap :

Zamanımızdaki bir çok menfî tesirler İslâm Nizami-m bozmakta ve gölgelemektedir. Bazı nazariyeler ve bazı rüçhanlar îslâma giden yolun önüne mania teşkil et> inektedirler. Bunları birer birer incelersek, açık bir şe­kilde şu mesele anlaşılacaktır ki, bu gibi tesirler, müshV man ülkelerinin, uzun zaman Batı istilâsına uğrayıp Av­rupalı milletlerin sultası altında 'kaldıkları sırada, bu sul­tanın tesiri ile ortaya çıkmışlardır.

Avrupa milletleri, bizim ülkelerimize musallat olun­ca, bizim kanunlarımızı, ortadan kaldırıp, kendi kanun­larını bize tahmil ettiler. Bizim kendi öğretim ve eğitim nizamımızı atıl ve batıl bırakıp, onlara ait öğretim ve eğitim nizamlarını, bizim ülkelerde icra etmek yolunu tuttular. Büyük küçük her türlü hizmetler ve memuri -yetlerde, bizim nizam ve bizim usul ile yetişmiş bulunan­ları bertaraf ederek, kendi Öğretim ve eğitim nizamları ile yetişmiş bulunanlarla kendilerinin mekteplerinde oku­yup bitirenleri, bizim mekteplerden yetişmiş olanların ye­rine koydular. Yavaş yavaş iktisadî kuruluşlar, idarî iş­ler ve hemen hemen her şey, Avrupaî terbiye ile yetiş­miş olan zümrenin eline geçti. Bu usul ve bu şekildeki tarzı hareket, gitgide idare sistemini bizim medeniyeti _ nrzden, bizim yaşayış ve düşünüş tarzımızdan ayırdı. Bu yoldan ayrılmış ve başka bir yola sapmış, sapık bir ne­si! ortaya çıktı. Bunlar, İslâmdan da, İslâm tarihinden de, îslâmın öğretim ve eğitim usulünden de, islâmî riva­yetlerinden de ve her şeyden ilmî manada bigâne İdiler. Kendilerince tercih edilmesi lâzım gelen ve itibar edile­cek olan hususlara da alâkasız bulunuyorlardı. İşte bi­zim İslama kaymamıza en büyük mania teşkil eden şey d? budur. Bu şekilde yanlış anlayışların neticesinde, İs­lâm yirminci asırda kabili icra değildir diye tutturulu -yor.

Gördükleri talim ve terbiyeleri tamamen gayrı islâ­mî olan bu güruh bundan başka ne yapabilirdi? Onlar, islâm kabili icra değildir diyeceklerdi. Çünkü îs-iâmı bilmiyorlar. îslârnı bilmedikleri gibi, İslâm yolu ile de amel etmiyorlardı. Buna hazır da değillerdi. Îslâmın lîir yaşayış nizamı olabileceğini de katiyen düşüneraiyor-lardı. Yaşayış nizamında, bunun amelî cephelerinin bu­lunduğunu akıllarından bile geçiremiyorlardı.

Şimdi bizim karşımızda ancak iki yol vardır: Biri ırk ve milliyet bakımından hep kâfir olmak için hazar -ilanmak ve ister istemez îslâmm ortada bulunan ismini de bir tarafa bırakıp bundan da kurtulmak... İkincisi ise halis bir niyet ve imân İle (münâfikane yollarla değil) mevcut eğitim ve öğretim nizamı üzerinde tetkiklerde bulunulup, bu sistemi tahlil edip; araştırarak tesbit ey­lemek ki, ne'gibi şeyler bizi, İslâm yolundan saptırıyor? Ve ne gibi değişiklikler yapmak lâzımdır ki, bununla İs­lâm nizamım yürütmek için halkı hazırlayabilelim? Ben büyük bir esefle şunu söyliyeceğim ki, bizim eğitim ve öğretim sistemimizde maalesef bu hususa1 hiç de ehem­miyet verilmemiştir Yalnız ehemmiyet verilmemekle de kalınmamış bu husus tamamen ihmal, dahi edilmiştir. Bu mesele, üzerinde derinliğine düşünülecek ve ehemmiyetle üstünde durulacak bir problemdir. Biz bu meseleyi kö -kimden halletmedikçe, İslâm nizamının yürüyeceği yolu da düzeltmiş ve İslâm nizamının caddesini temizlemiş ola-mıyacağız.

İbn-i Haldûnun hangi nazariyesine dönersek döne -îim yine bu meseleyi halletmek için bir yardım bulmuş olmayız. Çünkü, bugün meydana çıkmış bulunan bu me­seleler çeşitlilik bakımından, îbn-i Haldun zamanında mevcut değillerdi. Meselenin hakikati ve onun hakikî ma­hiyeti şudur ki, sömürgeciler, bizim ülkelerimizden çeki­lip gitmek zorunda kaldıktan sonra, yukarıda bahsetti­ğimiz neslin eline hükümet ve iktidarı verip de Öyle git

mislerdir. Yani kendi eğitim ve Öğretim sistemleriyle ye­tiştirmiş oldukları kimseleri, kendi medeniyet ve yaşayıg usullerinin kaynaklarından su içermiş oldukları elemanla­rı, iş başında bırakmışlardır. Bunlar vücut yapısı itiba­riyle bizim kavmimizden, bizim milletimizden olmalarına rağmen, ilmî, zihnî ve ahlâkî bakımdan ingilizlerin, Fran­sızların, Felemenklerin yerine geçip oturmuşlardır.     Bu zümrenin elinde bulunan hükümet de bir hayli manialar­la karşılaşır ki, bu maniaları ortadan kaldırmak gayet mühim bir meseledir. İbn-i Kaldunun nazariyeleri bu sa­hada iş görecek durumda değildir. Bunun için çok ehem­miyetle düşünüp taşınmak lâzımdır.  Hali hazır durumu gözönünde bulundurarak bu işin ıslahı için    yeni yollar açmak gerekir. [360]

 

C.    İlâhi Hükümet İle Papalık Usulünün Farla :

Sual  :

 

Risâl-i  Peygam-i    Hak'da, En  Saîd Bezmî Sahibin kaleme aldığı bir makalede şu fikir ileri sürülmüştür:

îslâmî siyaset nazariyesinde, Mevlânâ Ebu'l - A'lâ Mevdûdî Sahib büyük bir ehemmiyetle şu noktayı ileri sürmüştür ki, böyle bir hükümet esas itibariyle halka karşı mesul değildir. Bu husus tarihî vasfı itibariyle de yeni değildir. Avrupada bir zamanlar «theocray» denilen bir hükümet nizamı vardı. Bu, Roma'nın büyük Papa'si-nın iktidarı elinde bulundurduğunun tasavvuru idi. Halk da şöyle düşünüyordu: Allahm bilfiil klonuşabilen bir idaresi bulunmadığından, bir kimse Allahm adına ikti­dar ve ihtiyaraü elinde tutabilir. Bu kimse de gayet ko­laylıkla her türlü yanlış işler de görebilir. Mevlânâ Mev­dûdî Sahibin halkayı hayâline göre, bu siyaset düşüncesi ile papalık siyaseti düşüncesi ayrı ayrıdırlar. Fakat hü­kümeti halkm karşi^mua mesul, diye hesaba katinadiğmdan bu hükümetin esasının cumhuriyet olacağına düşün­mek tamamen hatâdır. Bunun için böyle b'r hükümet dü­şüncesi ile papalık hükümetinin düşüncesi arasmda her­hangi bir şekilde fark olmayıp, aynı olduğu neticesini çı­karmaktan başka bir hal şekli olamaz.»

«Bezmî Sâhib, sonra da kendisi bir hal çaresi bulup ileri sürüyor. Fakat kendi bulduğu bu usul de onu ikaa etmiyor. Zat-ı Faziletlerinden ricamız, kerem buyurup da bu yanlış anlayış hakkında Tercüman El - Kur'arfda bir açıklamada bulunup, bu hatayı düzeltmeleridir. O za­man bizleri minnettar kılmış olurlar.

Cevap :

Bezmî Sahib ihtimal benim «islâm'da siyasî nazar \-ye : Islâmın siyasî nazariyesi» isimli eserimi okumamış­lardır. Eğer o kitabımı okumuş olsalardı, herhalde be­nim düşünceme karşı böyle bir itirazda bulunmazlardı. Çünkü o yazıda Bezmî Sahibin takılıp kaldığı noktaların hepsi de izah edilmiştir, ileri sürülen düşüncelerin hep­sine de cevap verilmiştir. Bezmî Sahib, eğer benim yazı­larımı okumuş olmasına rağmen, itirazlarda bulunuyor­sa, o zaman bu itirazlara hayret etmekten başka bir şey arz edemiyeceğim. Benim o yazımda şu cümleler dikka­te değer:

«Avrupadaki teokrasi bildiğiniz giıbi, îslâmî teokra­siden bambaşka bir mahiyet taşır. Bilindiği gibi Avru­pa teokrasisinde hususî bir zümre olan dinî liderler, Al­lahm adına, kendilerinin uydurup koydukları kanunları icra ederler. Füliyatta da kendilerinin Allah yerine ko­yup halk üzerinde tahakküme kalkarlar. Böyle bir hü­kümete de İlâhî hükümet derler. Halbuki, böyle devlet nizamlarının Üâhîlikle alâkaları olmadığı gilji. bunlara Şeytanî hükümet denmesi daha doğru olacaktır.

Bunun tam aksi olarak, İslâmda ileri sürülen teok-raai'de, hükümet herhangi bir mezhebi veya dinî zümre­nin elinde değildir. Bu hükümet bütün    müslümanların

__  kâffe-i muslinin n  — elindedir. Bütün müslümanlar

bu hükûıneti Allanın Kitabı ve O'nun Resulünün Sünne­tinin ışığı altında yürütmeğe gayret ederler. Eğer bana bu iş için yeni bir ıstılah vazetmek müsaadesi verirlerse, ben bu şeklideki hükümete «İlâhî Cumhurî Hükümet» : Thoo Demokratic State) diyeceğim. Nitekim bu hükü­met, Allanın hâkimiyeti ve O'nun iktidar-ı A'lâ'smm tah­tında olur. Bu iktidar ve hâkimiyetin altında müslüman-lara da umumî olarak, hududlanmış bir hükümet hakle: verilmiştir. Bu nizamdaki, idareci kadro yani iktidar, m'i dumanların reylerine istinad eder. Müslümanlar bir salısı seçip iş başına getirdikleri gibi, istedikleri zaman da yine bu kimseyi azletmek hakları var-dır. Allahın şe­riatında herhangi bir mesele veya muamele hakkında açık hüküm bulunmayan hususlarda müslümanların ic-ma'ı ile îşler halledilir, hükme bağlanır. Bu i'ş herhangi bir zümrenin, yahut da ailenin elinde değildir. Bunun gibi yine îlâhî Kanunu tabir etmek, tefsir ve şerh eyle­mek de yine herhangi bir hususî zümrenin yahut da ai-ifMtin, hanedanın ve sairenin inhisarına bırakılmamıştır. Müslümanların umumu bu hakka maliktirler. îetihad ka­biliyetini elde etmiş bulunan her müslüman bu iş yapar. Kabiliyeti olan herkes de ietiha^ payesini elde edebilir.»

Ben. sonra, yukarıdaki cümlelerin haşiyesinde bu hu­susu daha da fazla aydınlatmak için şu hususları yazmış­tım:

Hıristiyan Papalar ve Patriklerin ellerinde, Hazret ı Isâ Aleyhisselâmm bir kaç"ahlâkî taliminden başka    bir şeriat ve kanun yoktur. Bunun için, bu Papalar  Patrikler kendi keyiflerine göre, kendi şahsî istek w ağraz-i nefsaniyelerine uyarak, kanunlar yapıp uydurmuş­lardır. Bu kanunların da Allah indinden geldiğini ileri sür­müş ve icra etmişlerdir.»

Hıristiyanlığı tetkik etmiş ve Papalık tarihine va­kıf bulunan herkes, benim bir kaç satırda anlattığım bw hususları çok iyi bilirler. Avrupanın Papalık nizama, Saint PauTün uydurduğu şeriata dayanır. Bu şeriat ge­reğince, Saint Paul, Musevî şeriat; lanetlemiş ve hıristi-yanlığı sadece bazı ahlakî tâlim üzerine kurmuştur. Bun­ları da «Kİtab-ı Ahd-i Cedid» de görebiliriz. Bu ahlâkî tâlimde herhangi bir şekilde medeniyet nizamına daya­nan ve siyasetle alâkası bulunan hiçbir kanun yoktur. Papalar sonradan Avrupada ya doğrudan doğruya, ken­dileri yahut da maiyetleri vasıtasiyle teokrasi denilen hükümet tarzını ortaya çıkarmışlardır. Bunun iç n bir do kanun ve şeriat ortaya koymuşlardır. Şurası da belli­dir ki, onların bu kanun ve şeriatleri vahy ve ilham'dan alınmış olmayıp kendileri tarafından uydurulmuş olduğu ortadadır. Bu meyanda onlar, bazı akâid nizamı, dinî â-mal, mezhebi merasim, nezirler ve niyazlar, adaklar, ba­zı içtimaî ve muaşereti kaideler tecviz etmişlerdir ki, bunların hiç birisi onların elinde bulunan Kitabullah'da yani. Hazret-i Isâya isnad ediien tncilde mevcut değildir.

Böylelikle, onlar kendilerini Allah ile kullar arasın-Ua, bir dinî makam sahibi kılmışlardır. Kendileri için bir uevi müştak 1 aracı ve simsar vaziyeti uydurup sağlamış-laidır. Onlar kilise nizamlarında dahi, çalışan kimselere bıı yığın hak, hukuk ve ihtiyarât tanımışlardır. Bundan başka halkın üzerine de bir nevi dinî vergi yüklemişler­dir. Bunların hepsinin kaynağı ve aslı esası yine havayı nefs ve uydurma hükümlerden başka bir şeye istinat et­mez. Böyle bir nizama isim takılmak istendiği zaman d. «teokrasi)) dennrstir. Fakat hakikatte bunun değil teokrasi ile, hattâ «Theo» :   (Allah) ile dahi hiç bir alâkası yoktur.

Şimdi, böyle bir teokrasinin, îslâmdaki İlâhî Hükü­metle veyahut da Şer'î Hükümetle benzerliği nerededir? İslâmda, ahkâm ve evâmir açık bir şekilde, değişmez, ilâ­ve yapılamaz bir halde, Kuran ve iSünntatekı kanunlar­da mevcuttur. Bunları yürütmek de herhangi bir hususî dinî veya mezhebi zümrenin inhisarına bırakılmamıştır.

Sonra, yine Bezmî Sahib'in işaret buyurduğu şu hu­sus da tamamen garıb bir noktadır. D.yor ki: «Biz de.,. Halifeye, Hıristiyanların Papaya tanıdıkları vasıfları ta­nıyoruz. Bunun içindir ki, bizim halifemiz de halkın kar­gısında mesul değildir.»

Bu iddialara cevap olarak, bundan önceki'yazılarım­da belirtmiş olduğum 'hususlardan bir kaç cümleyi bura­da tekrarlıyorum  :

Ben aşağıdaki âyet-i kerimenin medlulünden istin-bat ederek şöyle yazmıştım   :

Sizlerden, iman edip de Salih amel edenleri, Allah, yeryüzünde halife {alacağını vaad etmiştir. Nitekim ev­velkileri de halife kılmıştı. (Sure-i Nur, âyet, 55)

«Bu âyet-i kerimeden anlaşılan ikinci bir ince nokta da, halife kılınmak vaadi bütün müminler cindir. Bura­da, «onlardan herhangi birisini halife kılacağım» denmiş­tir. Buradan şu nokta aydınlanmış oluyor ki, bütün mü­minler hilafete haizdirler. Allah tarafından müminlere atâ kılınmış bulunan hilâfet umumî bir hilafettir.» Sonra devam ederek şu hususları açıklamıştım: îslâm nizamında, her şahıs halifedir. Bu hilâfet her­hangi muayyen bir şahsın yalltıt da bir zümrenin inhisa­rında değildir. Yani öyle bir kimse yoktur ki, müslüman-•Iarın hepsinin elinden hilafeti alıp da kendisi mutlak ve müstebid buyruk sahibi olsun. Burada, bir kimse hü­kümdar veya buyruk sahibi olursa, bunun aslî vasfı ve hususiyeti şudur : Bütün müslümanlar yahut da ıstılahı lafızlarla söyliyelim, bütün halifeler kendi istek ve rıza-larıyle kendi halifeliklerinin düzenlenmesi için bu işi herhangi bir şahısda temerküz ettirirler. Bu şahıs, bir taraftan Allah karşısında mesuldür. Diğer taraftan bay-ka halifelerin karşısında halifeliği kendi şahsında temer­küz ettirdikleri için onlara karşı yine mesul olacaktır.

Bundan sonra yine başka bir yerde, şu açıklamalar­da bulunmuştum:

«İslâmî devlette, emir veya imam yahut da devlet başkanının vasfı şundan başka bir şey değildir: Hilâfeti ellerinde bulunduran bütün müslümanlar kendi rızaları ile, kendi aralarından iyi bir kimse seçerek bu emaneti onun eline tevdi ederler. Bunun için halife kelimesinin kullanılmasından maksat onun tek basma biricik halife olmadığıdır. Belki maksat şudur ki, her biri birer halife olan nıüslüm ani arın halifelikleri bu zatın elinde temer­küz etmiş bulunuyor.»

Yine bu mevzuda yazdıklarım arasında şu husus da vardı:

Emîr, tenkitten vareste değildir. Alelade her müs-lüman dahi, bu emîri, yalnız içtimaî işîerde değil, bu emîrin kendi şahsî ve hususî yaşayışına ait işlerde bile lıer zaman tenkit etmek salâhiyetindedir. İBu emîr, azli kabil bir kimsedir. Kanun karşısında bu emîr ile alelade bir hemşehri aynı vasıfları taşırlar. Onun aleyhine de herhangi bir adlî makamda dava açılabilir. Adalet bakı­mından herhangi bir hususî imtiyazı da olamaz. Emîr, müşavere ile işleri yürütür. Şûra Meclisi de bütün müs-lümanlarm güvenebildiği bir meclis olmalıdır. Bütün müslümanların  itimatlarını     kazanmış  olması  icabeder.

Müslümanların bu meclisi reylere baş vurarak seçmele­rinde hiç bir şer'î mahzur yoktur. Her ne şekilde olursa olsun, şu nokta da gözönünde bulundurulmalıdır ki, bü­tün müslümanlar tarafından kendisine bu kadar geniş salâhiyetle emânet tevdi edilmiş bulunan emîr, bu geniş salâhiyetlerine rağmen yine de takva ile ve Allahtan korkarak bu salâhiyetlerini kullanmalıdır. Kendi keyfi­ne göre hareket etmemelidir. Böyle olmadığı takdirde müslümanlar bu emîri, ihraz etmiş bulunduğu, emirlik kürsüsünden hemen alaşağı ederler.»

Bu aydınlatmalardan sonra birisi ortaya çıkıp da bizim «teokrasimizi» Roma'nın son günlerinde kurulmuş bulunan Avrupa teokrasisine benzetirse, elbette ki, biz onu. İ kir hürriyetinden mahrum edecek değiliz. Buna hakkımız da yoktur. Ancak şurasını da arzedebiliriz ki, böyle bir düşünceye sahip olmak bilgi ve delilden uzak kalır. [361]

 

D.  İslâmî Hükümet Ve Müslüman Hükümet [362]

 

Sual  :

Hülefa-i Raşidinden sonra müslümanlar arasında bir çok hükümetler kuruldu. Bunlar İslâm Hükümeti mi idiler, yoksa İslâm dışı hükümetler midirler?

Cevap :

îşin hakikatına bakılırsa, bunlar tam manasiyle ne islâm Hükümeti idiler ne de İslâm dışı hükümetler idi­ler. Bu rejimlerde İslâm Anayasasının (Düstur) iki mü­him noktası değişmişti. Biri seçim usulü ile kurulacak emirlik. İkincisi de müşavere usulü ile yürütülecek olan işler. Diğer hususlarda, îslâmî Anayasa (Düstur) ortada idi. İsterse, sahih şekilde bunu gözönünde bulundurma­sınlar. Fakat bu Anayasayı (Düstur) ortadan kaldırma­mış ve değiştirmemişlerdi. Bu hükümetler Kur'nn ve Sünneti kanun mehazı olarak kabul ediyor, buna inanı­yorlardı. Adalet sahasında İslâm kanunlarım icra edi -yorlardı. Müslüman hükümdarların hiç birisinde İslâm kanunlarını ortadan kaldırmak cesareti yoktu. İslâm kanunlarını kaldırıp, bunun yerine kendilerinin uydur­dukları kanunları infaz etmeğe yeltenecek cür'etleri yok­tu. İslâm tarihi de tarih boyunca şuna şahittir ki, hiç bir zaman, hiç bir hükümdar böyle bir işe yelteneme­miştir. Keyfî icraatların hemen arkasından Allah kulla­rı zâlim emirlerin karşısına dikilip, az çok, iyi fena ciha­da girişmişlerdir. Fesat ve fışkın kapılarını kapatıncaya kadar da dövüşmüşlerdir.

İbn-i Teymiyenin ve Müçeddid-i Elf-i Sanî'nin bu gibi işler karşısında nasıl dikilip mücadele ettiklerini tarih kaydeder.. [363]

 

E.  Hilâfet Meselesi Ve Fırkacılık.

 

Sual   :

İslâm'da yetmiş iki fırka mevcut iken, nasıl olur da hilafet meselesi böyle bir vasatta, kolay bir şekilde dü­zenlenebilir?

Ben buraya kadar bütün İslâm ülkelerindeki hilâfet meselesi bahsini ele almadım. Belki benim sözlerim, Pa-kistanda tslâmî hükümetin kurulması dairesi içindedir. Eğer muhtelif müslüman ülkeler de benim aydınlattığım bu usul üzerine İslâm Hükümetini kurmak isterlerse, el­bette bu imkân vardır. Ve olabilecek bir iştir. Yine de mümkündür ki, öyle bir organizasyon yapılsın ki, bu ül­kelerin hepsi, bir arada, bir federasyon teşkil etsinler ve aralarından bütün İslâm dünyası için bir Halife seçsin­ler.

Yetmiş iki fırka meselesine gelince, buna sadece Ke­lâm ilmi kitaplarının sahifelerinde rastlamak mümkündür. Hâlen fiilî olarak Pakistanda bu üç fırkadan başka fırka yoktur.

1.  Hanefiier.

2. Ehl-i Hadis.

3.  Şiiler.

Sizin de malumunuzdur ki, bu üç fırkanın uleması ilk defa bir islâm Hükümetinin esas usulleri üzerinde it­tifak etmişlerdir. Buna göre, artık fırkaların mevcudi­yeti îslânıî Hükümetin kurulmasına mâni olabilir diye bir endişeye mahal yoktur. [364]

 

Memleket İdaresinde Kadınların Vazifeleri

A. Kanun Vazeden Meclislerde Kadınların İştiraki Meselesi [365]

 

Bizden, hangi Islâmî usul ve ahkâma göre, kadınla­rın kanun vazeden meclisde âza olmaları menedümiş ol­duğu sorulmaktadır. Aynı zamanda Kur'an ve Hadisde bu hususta ne gibi işaretler ve hükümlerin olduğu bilin­mek isteniyor. Ve sonra da hangi hükümler gereğince bu gibi meclislerin isleri yalnız erkeklerin ellerine bırakıldı­ğı sual edilmektedir.

Bu suallere cevap vermeden önce, biz bu meclislerin çeşidini ve doğru şeklini izah etmek zorundayız. Yani ka­dınların âza olabileceği bahis mevzuu, bulunan meclislere yanlış olarak «kanun - sâz» (kanun vazeden) meclisler denmesi esasen bu yanlış anlayışı doğurur. Bunlara «ka­nun sâz» : (kanun vazeden) meclisler denemez. Bunlara «kanun kuran, kanım yapan» meclisler denmesi lazımdır. Çünkü bunların işleri yalnız «kanun yapmak» değil «ka­nun vazetmektir», işte bu yanlış anlayıştan bir başka yan iiş anlayış da ortaya çıkıyor. Zihinlerin karışmasına se­bep oluyor. O da şudur: Sahabîler devrinde kadınların da kanunî meseleler üzerinde durdukları, konuştukları ve r.?y beyan ettikleri ve bazı şeyler yaptıkları, hattâ Ha­lifelerin kendileri bile bu kadınlarla çok vakit müşavere­de bulunduklan ve onların reylerine başvurdukları gö­rülmüştür. Şimdi şu mesele hayrete mucib oluyor k', bu gün, Islâınî usuller diye isim verilen hususlarda bu gibi meclislerde kadınların iştirak etmeler! niçin ve neden doğru olmayıp da hatalı olacaktır?

Gerçek şudur: Bugün adına «Kanun vazeden mec­lîs» denilen bu gibi meclisler, sadece kanun etmekle meş­gul değillerdir. Meclislerin daha bir sürü başka işleri de vardır. Bu meyanda bütün memleketin mülkî siyasetini kontrol etmek; bakanları tayin etmek, muahedeler yap­mak ve bozmak; memleketin asayiş vaziyetini gözönüne almak; emniyet ve zabıta gibi işleri idare etmek; vergi İşlerini tanzim ve bütçeyi hazırlamak; memleket n ikti­sadî işleri ile meşgul olmak; daha bunlar gibi bir hayli meselelerin yanı başında harp ve sulh gibi çok müh'm işleri karara bağlamak hep bu meclisin vazifeleri cümle-sindendir. Bu bakımdan bu meclislerin azaları sadece bir tfakîh veya bir müftü makamında bulunan kimseler degülerdir. Memleketin her hususunu gozönünde bulundu­ran  «kavvam»   :   (Düzenleyici,  koruyucu)   durlar.

Şimdi bir parça düşünelim. Kur'an içtimaî yaşayış­ta bu makamı kimlere vermiştir ve kimlere vermemiş-ur?

Sûre-i Nisâ'da Allahu Taalâ şöyle buyurmuştur: Erkekler kadınların koruyucularıdır. Allah bazıları­nı bazılarından üstün kıldığı ve erkeklerin kendi malla-rmdan kadınlara geçim verdikleri için. Saliha kadınlar itaat eden, AUahın koruması sayesinde gıyabında (koca-îarsnın muhafaza edilecek şeylerini)   muhafaza ederler.

(En' -  Nisa 33).

Bu âyette Hak Taalâ sarahatle ve açık kelimelerle koruyuculuk ve düzenleyicilik vazifesini erkeklere ver­miştir. Saliha kadınların burada iki vasfı beyan edilmiş­tir. B'ri itaat eder olmak, ikincisi de ikocalarının bulun­madıkları zaman, onların muhafaza edilmesi lâzım gelen şeylerini muhafaza etmek. Nitekim Allah muhafaza et­miştir.

Şimdi siz diyeceksiniz ki, bu hüküm ev hayatına ait bir mesele içindir. Memleket meseleleri için değildr. Fa­kat görüyoruz ki, âyet-i kerimenin birinci kısmında «er­kekler kadınların koruyucularıdır, düzenleyicileridir» dendiğ ne göre, burada «fiil - buyûti» : (evlerinde veya evlerde» denmed!ğinden, bu cümledeki meselenin eve hars o^limemiş olduğu anlaşılır. Sonra yine siz şunu da kabul etmek istersiniz ki, bize de sorulduğu gibi Allah evde «kavvam» koruyucu kılmamış tır; kadına da «kunût» : (itaat etme) makamını gozönünde tutmuştur; o zaman siz bütün evlerin hepsinde yani bütün memlekette «ku­nût» : (itaat etme) makamını kaldırıp bunun yerine kav-vaniiyet : koruyuculuk makamını mı koyacaksınız? Evi korumak makamı  memleketi korumak makamından  da-

ha büyük ve daha yüksek derecede midir? Şimdi siz na­sıl olur da dersiniz ki, Allah Taalâ bir evin koruyuculu­ğunu bir kadına vermediği halde bir memleketin koru­yuculuğunu bir kadının eline vermek için izin vermiştir? Bunları bütün evlerin koruyucusu yapmakla bütün o&* raiyetin heyeti unıumiyesini . teşkil eden memleketin ko­ruyucusu kılmıştır hükmü verilebilir mi?

Ve görüyoruz  ki, Kur'an-ı Kerim  kes'n  kelimelerle kadınların  çalışma dairesini tayin  etmiştir:

Evlerinde otursunlar ve eski cahiliye devrinde oldu­ğu gibi kırıtmasınlar. (El -  Ahzab,  33).

Burada, yine şu meseleyi ileri sürenler vardır: Bu einir Zat-ı Risaletpenahîlerinin hanımları hakkında veril­miş bir emirdir. Biz de şu noktayı soruyoruz: Zat-ı Risa-lelpenahîlernr.n hanımlarının ne gibi noksanları vardı ki, onların  evlerine  bağlanması  emrediliyor da,   evin  dışın­daki işlerde,  onların  ehil olmadıkları ortaya  konuyor?. Niçin diğer kadınlar bu hususlarda onlardan üstün tutul­muştur? Acaba bunun sebebi nedir? Bu da bir tarafa dursun, Zat-ı Saadetlerinin hanımları bu gibi kırıtma iş­lerinden menedilirken  acaba  diğer müslüman   kadınlara kırıtma  müsaadesi mi verilmiştir?. Nasıl olur da Zat_ı Saadetler'nin hanımlarına yabancı     erkeklerle  kırıtarak konuşmalarına  ve  yabancı  erkekleri     tahrik  etmelerine izm verilmemiş de diğer müslüman kadınlarının yabancı . erkeklerle kırıtmalarına müsaade edilmiş ve bu yabancı erkeklerin erkeklik hislerini tahrik etmelerine izin mi ve­rilmiştir? Bundan başka nasıl olur da Allah Taalâ kendi peygamberinin evini ve ailesini temiz tutmasını emreder­ken, diğer müslümanlann evlerinin bulaşık vaziyette kal­malarına göz yummuş olabilir?

Bundan sonra Hadis-i şeriflere gelebiliriz. Nebî Sal-Uallahu aleyhi ve sellemin açıfc hadisleri elimizdedr. Bu-yuruluyor ki :

Ne zaman, »izin emirleriniz halkın «n kötüsü, zengin­leriniz en cimri kimselerden olur ve işleriniz de kadınla­rın eline geçerse, o zaman yerin altı üstünden elbette ki iyi olacaktar. (Tirmizî)

Ebî Bekre'den rivayet edilen şu Hadis-i Şerif gerçeği "«İle tutarcasma göstermektedir :

Allah'ın Resulü Sallallahu aleyhi ve .sellem, Iran hal­kının Ksrâ'nm kızım kendilerine padişah kıldıklarını du­yunca şöyle buyurdular :

İşlerini kadınların eline teslim eden bir kavim hiç İjir zaman felah bulmaz. (Buharı, Ahmed, Nesâî, Tirmizî)

Bu iki Hadis-i Şerif de şu hidayet İlâhiyenin hakikî tefsirini beyan etmektedir :

Erkekler kadınların koruyucularıdırlar.

Âyetinin hakikî tefsirini beyan etmekte ve açıktan açığa bildirmektedir ki, siyaset ve memleket idaresi ka­dınların yapacağı işlerden değildir.

Şimdi şu mesele kalmaktadır: Böyle olunca kadınla­rın yapacakları işlerin ölçüsü nedir ve bu iş dairesinin hududu nerelerdedir? O zaman Zat-ı Risaletpenahîlerinin şu Hadis-i Şeriflerini ileri sürerek deriz k:, bu mevzu dahi şu Hadis-i Şerifde beyan kılınmıştır:

Kadm da koca&jüiın, evinin ve çocuğunun çobanıdır. O da bunlardan mesuldür. (Ebu Davud)

Bu Hadis-i Şerif de şu âyet-i kerimen n tefsiridir: Eylerinde otursunlar . Bu mevzuun daha geniş tefsiri ve daha etraflıca izahı hususunda, zikredeceğimiz şu Hadis-i Şerif, kadınları.

siyaset işlerinden ve onların ev dışındaki işlene alâkadar olmaktan menetmigtir   :

Cuma   (namazı)  haktır Her müslümana da  cemaat iie farzdır. Ancak dört zümre (bundan muaftır)   : üoyııu bağlı olan köle, kadın, çocuk ve hasta olanlar. (Ebu Davud}

Ümm-i Atiyye'den şu hadis rivayet edilmiştir : Biz  cenazelerin arkasından  gitmekten  men  edilmiş bulunuyoruz. (Buharı)

Bizim için bu hususları aydınlığa kavuşturacak da­ha bir çok deliller nıeveud olmasına rağmen, bir karışık­lığa meydan vermemek için, bu kadarla yetinmeği uygun bulduk. Zira bize sorulan sualler de geniş delilleri icap ettirmemektedir.

Şu hususu da tcsbit etmek gerektir ki, herhangi bir müslümana şu hakkın da verilmiş olduğuna kani değiliz: Bir müsltmıan Allah'ın ve O'nun Resulünün açık hüküm-' lerini duyduktan sonra, bu emirlere göre amel etmek ve bunların icabını yerine getirmek için kalkıp da aklî de­liller istemez. Bir müslüman için — eğer bu kimse haki­kî bir müslüman ise — ilk şart amel etmektir.

Sonra kendi fikrini güvenli bir hale koymak için, amel ettiği bu hükme kendisinin delil bulması gerekir. «Aksi takdirde, ilk önce beni aklî delillerle bu hüküm baklanda ikna edin, yoksa Allah'ın ve Resulünün hüküm­lerine inanrolıyaeağim» derse, böyle bir kimseye müslü­man demememiz için bir sebep kalmaz. Nerde kaldı ki, bir îslâmî Hükümetin Anayasasını yapanlar için böyle bir isteğe müsaade edilmiş olsun? Amel etmek hükmünü kabul etmek için aklî deliller istemek gibi bir tavrın, îslâm içinde yeri yoktur. Böyle bir yer ancak İslâmm dı­şındadır.

Siyaset ve memleket idaresi işlerinde kadınların na-riç tutulmadığına delil olarak, Hazret-i Ayşe Radıyalla-iıu Taalâ anhanın Hazret-i Osmanın  kanını isteme  da. vasi ileri sürülüyor. «O zaman Hazret-i Ali Radıyallahu Taalâ anlı iie Cerael muharebesine    girişmişti» deniyor. Halbuki, ilk başta bu delil hatalıdır. Çünkü Allahın ve C'nun Resulünün hükümlerinde açık olarak mevcut bu­lunan bir mesele hakkında, herhangi bir Sahabînin    tek başına yaptığı bir iş, delil olarak ileri sürülemez. Böyle bir şey hiç b:r zaman da hüccet olamaz. Evet şurası da doğrudur ki, Sahabîlerin temiz yaşayışları, bizim için her zaman bir hidayet meşalesidir.  Onların gitmiş oldukları yolun -aydınlığında Allanın ve O'nun . Resulünün hüküm­lerini elde ederek doğru yoldan yürüme imkânını bula­biliyoruz. Fakat bu demek değildir ki, Allanın ve Resu­lünün hidayet kıldıkları hükümleri bırakıp da onlann tek başlarına gitmiş oldukları bir tek yanlış yol varsa o yan­lış yola uyarak gidelim.    O zaman bile böyle bir yolun yanlış olduğu o güzide Sahabîler tarafından bildirilmiş olduğuna göre, aynı yolun tavsiyesi ciddiyetle kabili telif olabilir mi? Sonra Ümmül - Mümininin kendisi dahî tut­tuğu işin hatalı olduğunu    anlamış ve nadim olmuştur. Buna rağmen, nasıl olur da İslâmda yeni bi*1 bid'at baş­latmak için bu meseleye istinad edilir ve delil diye ileri sürülür ?

Hazret-i Ayşe Radiyallahu Taalâ anha'mn bu hare­kete girişeceğini haber alan Hazret-i. Ümm-ii Seleme ken­disine bir mektup göndermişti. Bu mektubun tam metni Ibn-i Kuteybe'nin «El - Imâme ve's - Siyase» isimli ki­tabında vardır. İbn-i Abd-i Rabbiih' de bu mektubu ay­nen isimli eserinde nakletmiştir   Lutfedip de baksınlar, orada ne kadar kuvvetli bir şekilde bu Anev2u üzerinde durcuimıgtur  :

2a£-ı İffetpenahnennın eteği Kur aü Ae da.uâur. &iz bununla i>ir şey kazanamazsınız. Zat^ı lîîetpenahîîeri ha^ tutamıyor musunuz ki, Resulullah S al lal! ahu aleyhi ve sellem zatınıza ifrattan çeKİnmenizi buyurmuştur. Ve devamla, Düşünün bir kete, O sra böyle çölün ortasında şu taraftan bu tarafa, bu taraftan şu tarafa deve koştu­rurken gördüğünü farzediniz, ResulufLaha ne cevap vere­bilirsiniz?

Sonra da Abdullah îbn-i Ömer'in şu sözü hatırlatıl­maktadır :

Ayşenin kendi evi onun havdeeinden ilaha iyidir.

Hazret-i Ebu Bekre'nin şu sözünü Buharı naklet­mektedir :

Benim Cemel muharebesinden uzak kalmak isteme­min sebebi Hazret-i Resulü Ekremin şu sözü hatırıma geldiği içindir :

İşlerini kadınların ellerine bırakmış olan kavini, hiç bir zaman felah bulamaz.

Hazret-i Ali Radiyallahu Taalâ anh bir tarafa, aca­ba o zaman hiç Şeriat ilmini bilen yok muydu? Oniar da açık olarak Hazret-i Ayşe'ye yaptığı işin Şeriat hudu­duna tecavüz olduğunu yazdılar. Hazret-i Ayşe R adı yal İnhu Taalâ anha, kemâl-i zekâsı ve fıkıh .bilgisine rağmen, bunların karşısında ileri sürecek bir delil bulamadı. O za­man Hazret-i Ali Radiyallahu Taalâ anh'ın sözleri şöyle idi.  :

S.^2j şüphesiz olarak, Allah ve .Ktsttiümir; h;>*ıxı irin, sıkıînmk bu İşe girişmiş oldunuz. F;.-;. ' h;- son^ııHı ol-»KKiıüiMi:': ve >:./.i alâkadar ötincyen bir hür. Muharebe vo hııîk arasında düzen temin etmek (ıslah beynen - ı^as) Kadınları nereden alâkadar ediyor? Siz Osman Rada>;ıîiahıı Taalâ anhuı kanım iddia etmek .İçin ayaklanmış bu-hınuyorsnnuz. Fakat bun naüikatı söyliyeyim ki, sizi bu işe sevk eden ve sizi h\ı davaya    sürükleyen kimse, Os-roanın katillerinden daha da çok günahkâr kimsedir.

Görüyoruz ki, bu yazıyı Seyyidinâ Hazrct-i Ali Ra-diyaüahu Taalâ anlı, Hazret-i Ayşeye yazmış ve onun yap'ığı bu işi açık bir şeklide hilâf-i şer1 olarak belirt­miştir. Hazret-i Ayşe de tamamen doğru olan bu sözlere karşı bir şey söyiiyernemiş ve çekilip gitmiştir.

Cemel muharebesi bittikten sonra Hazret-i Ali Radir yallahu Taalâ anlı, Ümmül Müminin RadıyaUalm Taalâ &r>ha, ile buluştukları zaman şöyle buyurdular   :

Ey Havdec sahibesi! AUah sana evinde oturmanı emretmiş iken, sen kalkıp da harbe çıktın.

Bu hitaba karşılık Hazret-i Ayşe; «hayır, tez kadın, form evlerimizde oturmamız emredilmemiştir. Siyaset iş­lerinde ve muharebe meselelerinde de bize hisse veril-niştir» <liye cevap   vermemiştir-.

Sonra şurası da açıktır ki, Hazret-i Ayşe, muhare­beye katıldığından dolayı son derece pişman oldu. Zira, aliâme İbn-i Abdül - Bcrr, İst 'âb isimli eserinde bu fflev-zuyu şu şekilde kaydeder  :

ümmül müminin, Abdullah İbn-i Ömer'e sitem ede­rek şu sözleri söyledi  :

<Ya Ebu Abdurrahman, sen niçin beni girişmiş ol­duğum bu işten men etmedin?»

Ebu Abdurrahman, bu suale şu cevabı verdi :

Ben o kimsenin (yani Abdulüah tbn-i Zübeyr) senin düşüncende olduğunu biliyordum. Ve senin de böyle bir işe kalkışacağım ümit etmiyordum.

Bu cevap üzerine, Hazret-! Ümmül müminin :

Keski, sen benî men etmiş olsaydın da, böyle bir işe girişmiş olmasaydım, dedi.

Bunlardan sonra, Cenab-ı Sıddıka Kadıya!lalıu Taa. îâ Anhânın bu hareketinin bir delil olma mahiyeti kalır ıt.î ki, ilim erbabı bunu hüccet olarak kabul edebilsin? İslâmda kadınların dahi siyaset ve memleket düzeni iş-'erinde vazifeleri vardır diye iddia edilsin? Memleket iş­lerinde kadınlara da bir hak düşer diye fikir ileri sürül­sün?.. Dünyada galip milletlerin çalışma sistemini ken­diler.ne ölçü olarak alan zümreyi bir tarafa bırakalım. — Çünkü bunlar, çoğunluk ne tarafa giderse, hemen o tarafa sürüklenip giden kimselerdir. — O zaman şuna bakalım ki, bunlardan hangisi îslâmın, kendileriyle bir­likte yürümesini isterler?

Onların gözü dışardadır. Fakat hiç olmazsa biraz ol­sun insafa yakın kimseler vardır ki, isim verdikleri şe­yin bir parçacık olsun müsemmasına bağlanmak isterler. Hç olmazsa onlar, Allanın kitabında ve O'nun Resulünün Sünnetinde bulunmayan ve asırlar -boyunca tarihin şaha-detiyle mevcut olmayan şeyleri, delilsiz olarak, İslama bağlamazlar. [366]

 

B. İslâmî Hükümette Kadınların  Çalışma  Dairesi.

 

 Sual:

Günümüzün İslâm hükümet rejiminde, kadınlara da erkeklerin yanıbaşmda siyasî, iktisadî ve d ğer devlet hizmetlerinde vazife görme hakkı, niçin tanınmaz? Hal­buki İslâm, en karanlık devirlerde bile kadınlara bir mev-ki ve makam (Status) tanımıştı. Nasıl olur da bugün, kadınlar da erkeklerle aynı seviyede kendi murislerinden hak alamazlar? Hangi sebebe dayanılarak, kız talebele­rin mekteplerde, kollejlerde ve üniversitelerde erkek ta­lebelerle omuz omuza karma öğretim görmelerine ve memleketin ve milletin iktisadî işlerinin ilerlemesi için onların çalışmalarına müsaade edilmez?

Farzedelim ki, bir Islâmî hükümette  kadınlara rey hakkı tanınmıştır. Bu zümre reylerin çoğunluğunu    ka­zanmış ve seçim neticesinde muvaffak olup, devlet baş­kanlığı ve bakanlık gibi mevkileri de işgal etmeye hak kazanmış olsalar, böyle foir durumda ve hali hazır 20. nci yüzyılda, nasıl olur da İslâm ahkâmı gereğince kadınların hakkı olan bu yüksek mevkilerin kendilerine teslim edil­mesinden imtina edilir? Halbuki yüksek devlet hizmetle­rinde kadınların da hakları bulunduğuna dair bir hayli nrsalîer vardır. Meselâ,  Seylân Başbakanı bir kadındır. Aynı zamanda Felemenk devlet reisi de'bir kadındır. İn­giltere Kraliçesinin de bir kadın olduğu herkesin bildiği bir husustur. Sefaret makamına kadar yükselmiş bulu -naniar;  Bhopal Nuvvabının kızı Abide    Sultane   (kadın şehzade)  ve yine şimdki Felemenk sefiresi ıbulunan Be­güm Ra'na Liyakat Ali Han veya Mrs. L/akhoshmee Pan-dît, Britanyada yüksek 'komiser ve Birleşmiş Milletlerde vaaife almış kadınlardan değil midir? Bu misallere geç­miş zamanlardan da misaller verilebilir. Nur-i Cihan, Ci-hansî - ki, Rani (kadın raca) Râz'ye Sultane (kadın şeh­zade) ve kadınların medarı iftiharı sayılan (Pride of Wo-man) Vâcid Ali Şah'm (sabık Odh devleti hükümdarmm) karısı Hazret~i Mahal gibi. Bu kadın ingilizlerin aleyh'ne cereyan eden muharebede kumandanlık etmiştir. Bunlar gibi daha bir hayli kadın, iş mevzuunda kabiliyetlerim isbat etmişlerdir.

Yine nasıl olur da muhterem (Merhum, eser yazıldı ğj zaman hayatta idi)  [367] Fatma Cinnah'a devlet baş­kanlığı teslim edilmez? Pakistan'da islâmî    nizam buna niçin müsaid değildir? Acaba bugünkü guöi kadınların doktor, adliyede avukat, noter, hâkim ve yargıç, ordu kumandanı ve bunlar gibi olmalarına İzin verilmez?

Kadınların da erkekler gibi, meselâ hastalan teda­vi etmeleri pekâlâ mümkündür.

ıslâmın ilk muharebelerinde kadınların yaralılara baktıkları ve yaralıların yaralarını sardıkları, su dağıt -tıkların] ve diğer işler yaptıklarını Islâmî rivayetler bize bildirmiştir. Şimdi milletin yarısını teşkil eden kadınlar, ev'erin dört duvarı arasında hapsedilip bıı ^kılmaları han­gi sebebe istinat ettirilebilir?

Cevap :

İslâmî hükümette, dünya ile alâkalı herhangi bir raeselede dah' Islâmî usulün kaldırı'masma katiyen mü­saade edilemez. Böyle bir şeyin yapılmasına da meydan verilmez. Böyle bir hükümeti idare edenler ve yürüten­ler eğer gerçekten islâmî usullere inanmışlarşa, bu usul iizre işleri  yürütmekten başka çareleri yoktur.

 Kadınlara ait muamelede, îslâmî usul şudur: Kadın­la, erkek, hürmet, namus ve şeref bakımından bu her iki sınıl' da aynı seviyede olup aynı haklara sahiptirler. Ah­lâkî ölçülerde ise ayna seviyede değillerdir. Ahirette ecir bakımından yine aynı seviyededirler. Fakat bu iki insan cinsinin çalışma yerleri ve daireleri aynı değildir. Siya­set, memleket nizamı, askerî hizmetler ve buna benzer işler, erkeklerin çalışma sahasına girer. Bu gibi işleri kadınların eline verdiğimiz zaman, aile nizamımız - ki, bu nizamın mesuliyetinin büyük bir kısmı kadınların üze­rindedir - temelinden dağılıp gider. Yahut da bir hayli başka yük de kadınların üzerine yüklenmiş olur. Böyle bir durum, fazladan, kadınların fıtrî vazifelerine eklen­miş olur. Elbette ki, kadınların fıtrî vazifelerine her ne suretle olursa olsun, erkeklerin iştiraki düşünülemez. Erkeklerin vazifelerinin yarısını paylaşan kadınlar, bir ile kendi fıtrî vazifelerini yapmak zorunda kalırlar. Fa­ka.!: erkekler kadınların bu fıtrî vazifelerini paylaşmak imkânına mâlik değillerdir. Bu ikinci şekil, amelen müm­kün olamıyacağma göre, ister istemez birinci şekil orta­ya çıkar ki, Avrupai memleketlerdeki tecrübeler bu ne­ticeyi göstermiştir. Artık gözü kapalı olarak, başkaları, nın ahmaklıklarını taklit edip, kendi camiamızın içine sokmanın akıl kârı olamıyacağı da malumdur.

^Şu da Islama sığacak    şeylerden değildir ki, irsiyet bakımından kadınla erkek aynı seviyede    olsunlar.    Bu meseleye Kur'anın açık hükmü manidir. Nitekim îslâml ahkâma göre, ailenin geçimi ve malî yük, tamamen er­keğin üzerindedir. Kadının    mehriyesi, nafakası, geçimi erkeğe  tahmil  edilmiştir.  Bu  hususta  kadına herhangi bir yük yüklenmemiştir. Bunun içindir kî,  kadın hisse bakımından aynı eşitliğe sahip değildir.

îslâmî usul, karma cemiyete: (Mahlut cemiyet) mu­halefet etmiştir. Aile nizamını sağlam temellere bağla-maL. isteyen, herhangi bir ailevî nizam da karma cemiye­ti makbul saymaz. Kadınlarla erkeklerin karma cemiyet halinde bulunmalarını doğru görmez. Böyle cemiyetlerin Avrupa ülkelerinde ne gibi kötü neticeler doğurduğu ma­lumdur. Eğer bizim ülkemizin halkı da bu neticelere ka­vuşmak için çırpınıp duruyorsa, böyle süflî şeyleri lalar nıa sokmak için çalışmağa ne gibi bir lüzum olabilir? Yok eğer bu net;celerden kurtulmak isteniyorsa, o zaman !&• Umın bu hususa ne kadar ehemmiyet verdiği ve böyle şey7eri ortadan kaldırmak için nasıl uğraştığı da görü-nar.

Evet, saadet asrmda yapılan muharebelerde kadın­lar, yaralılara bakarlar, onların    yaralarını sararlardı.

Bunun manası şu değildir ki, muharebe olmadığı zaman­da yani sulh devresinde de kadınlar dairelerde, fabrika­larda,  kulüplerde, parlamentolarda çalışabilirler.

Erkeklerin çalışma sahasına giren kadınlar, erkek­ler kadar muvaffak olamamışlardır. Çünkü bunlar erkek­lerin yapabilecekleri işler için yaratılmış değillerdir. Er­keklerin yapacakları işler için, ahlâkî, dimağı ve cismi evsafın bulunması şarttır. Bu evsafa göre ancak erkek­ler yaratılmış bulunuyor. Bu vasıfların bir kısmı kadın­larda bulunmuş olsa bile, bu gayıf vasıflarla kadınların erkeklere mahsus iş sahalarında görünmeleri, sun'î ola-ra.k kadınları erkekleşmeye tabi tutmaktan başka bir şey değildir. Böyle yanlış bir istikamet, bir hayli zararlar doğurur. Böyle bir tutum hem kadınlık camiasını deje­nere eder, hem de bütün bir cemiyeti sarsar.

Bu duruma göre asıl zar^ şu olur ki, kadın ne tam manaslyle kadındır, ne de Cuı manasiyle bir erkektir. Kendi çalışma dairesinde çalışamadığı gibi, erkeklerin çalışma sahası içinde de çalışırken tam bir randıman ver­mesi imkân haricidir, ikisinin arasında bocalayıp gider. Yaratılışında kendisine verilen fıtrî değerini de kaybeder.

Cemiyet ve hükümet işlerinde meydana gelen zarar­lar da şunlardır: Ehil k mselerin göreceği vazifeler, ehil olmayan kimselerin ellerinde kalır. Kadınlar da yan er­kekçe ve yan kadınca vasıflan ve hususiyetleriyle siya­sî, iktisadî ve içtimaî işleri yürütmeğe uğraşırken bu işleri  temelinden berbat ederler.

Kadınların iş hayatındaki verdikleri zararlar hak­kında, misaller bir hayli çoktur. Fakat bunları bir bir saymakta bir faide yoktur. Fakat bu mevzuda bir kaç misal vermek fa:deden de hali olmaz. Şimdi iş hayatına atılmış olan milyonlarca kadının muvaffakiyet derecesi­ne kısaca bir göz atabiliriz. Meselâ, Mısır devlet dairelorinde ve hususî sektörde yekûn olarak 110.000 kadın ça­lışmaktadır. Bunlar, hiç bir işi doğru dürüst yürüteme-dikler'nden boyuna şikâyetler yağmaktadır. Verdikleri randıman, istitastik ölçülere göre erkeklerle mukayese edilince p/c 55 in üstüne çıkmamıştır. Aynı şekilde Mısır­daki hususî sektör daima şu durumdan şikâyet etmekte­dir : Kadınların ağzında söz durmuyor, ve ticarî sırları ifşa ediyorlar. Böyle bir durum ise, pek -tabiîdir ki, bü­yük zararlar tevlit etmektedir.

Avrupa ülkelerinde bir hayli casusluk vakaları ce­reyan etmiştir. Bunlar da tahlil edildiği zaman, görülü­yor ki, bir çoğunda kadın parmağı dönmüştür. Şöyle İti, bu vakalarda kadın parmağı dönmeyenleri hemen hemen göstermek kolay değildir.

İsiâmda kadınların eğitim ve öğretimi meselesine gelince; îslâmda hiçbir zaman men edilmiş değildir. Bun­lar en yüksek ilmi elde etmek için çalışabilirler. Ancak bu hususta bir kaç şart vardır:

1. Bu eğitim ve Öğretim hususî bir şekilde olmaiı. d.:r. Kendisine mahsus b'r çalışma dairesi içinde yürütül­melidir. Bu cinse mahsus hazırlıkları bulunmalıdır. Ka-d.nılarm eğitim ve öğretimi erkeklerden ayrı hususiyetle­ri ihtiva etmektedir. Çünkü onların yetişmeleri hususun-da kendilerine mahsus noktaları gözönünde bulundurmak icabeder.

2. Eğitim ve öğretim  sistemi karma olmamalıdır. Kadınlar, kadınlara mahsus dershanelerde ve mektepler­de, kadın öğretmenler tarafından ders görmelidirler. Kar­ma öğretim  sisteminin Avrupanm ve Amerikanın güya ileri gelen ülkelerinde ne kadar fena neticeler doğurdu­ğu gözümüzün önündedir. O kadar ki, bunu inkâr etmek insan aklını durdurmak demektir. Misâl olarak şurasını arzedeyim ki, Amerikada 17 yaşma kadar olan kızlarla. erkek çocuklar orta okullarda (High Shcool) karma ted­risat görmektedirler. Bu gibi karma tedrisat sistemine tâbi okullarda her sene vasati olarak binden fazla kız gizli şekilde hamile kalmıştır. Böyle bir şey şimdi bizde görünmez. Fakat biz de karma sistemi uygularsak, aynı notice ile karşılaşacağımız muhakkaktır.

3. Yüksek tahsil görmüş bulunan kadınlar,   çalış­mak isterlerse, kadınların çalışabilecekleri iş sahaların­da kadınlık şerefine yakışır işlerde ve kadınlara mahsus mevzularda çalışmalıdırlar. Meselâ, kadın dershanelerin­de, kadın hastahanelerinde ve bu gibi yerlerde... [368]

 

C.  Cemiyetin Islahı Ve Terbiye [369]

 

Sual  :

Acaba îslâmî hükümet rejiminde kadınların hürri -yeti ve ilerlemeleri için herhangi bir mâni var mıdır?. Meselâ, onların süslenmeleri, yan çıplak elbise giyinip modaya uymak istemeleri gibi. Nitekim, zamanımızın yeni yetişen genç kızlarının giytjikleri modaya uygun, dar ve gönül avlayıcı bir şekilde giyinip, kokular sürü­nüp, pudra, ruj, tırnak cilâsı filan kullanıp makyaj ya­pıp, caddelerde gezinip ve günümüzün genç delikanlıları­na gösterişte bulunup, Holivud filimlerinin tesiri altında kalarak «Tidi Boy» gibi artistlik hevesine kapılmak müm­kün olabilir mi, olamaz mı?.

Böyle bir akıma ve modaya kapılan nıüslüman ve gayrı muslini delikanlıların ve genç kızların böyle ser­bestçe arzı endam etmelerine kanun (Legislation) vasi* tasiyle mâni olmak mümkün müdür? Bu gibi kızların ve delikanlıların baba ve analarına para cezası .gibi bir ceza konabilir mi? Böyle bir ceza müeyyidesi tatbik edilirse,

onların medenî haklan çiğnenmiş olabilir mi? Acaba kız izciler (Giriş Guide), (APWA : Kadınlar birliği) veya (YMCA : Genç Hıristiyanlar Cemiyeti) yahut (YWCA : Genç Hıristiyan Kadmlar Cem yeti) gibi kurullar Islâmî nizama sığar mı? Acaba kadınlar — İslâmî adliyeden — kendileri için boşanma talebinde bulunabilirler mi? Ve erkekler için bir tek kadınla evlenmek hakkı gözönüne alınabilir mi? Veya ister islâmî adalet karşısında veya­hut da kendilerinin istedikleri gibi medenî (Civil Mor_ riage) yapmak hakkı elde edebilirler mi? Acaba kadm­lar (kızlar da dahil) gençlik festivalleri, futbol maçları, temsiller (tiyatro gibi), dram ve komedi tiyatrosu, dans, raks, filim artistliği, güzellik müsabakaları ve bu gibi şeylere iştirak edebilirler mi? Veya hava yolları şirket­lerinde hostes (Air Hostes) olabilirler mi? Millî ahlaka bozan işlerde meselâ sinema gibi, filün artistliği gibi iş­lerde veyahut da televizyon ve radyoda açık saçık şar­kılar söylemek ve yine çıplak resim basan mecmualarda modellik ve müstehcen edebiyat magazinlerinde, musiki­de, dans ve raksdaki bütün bu tutumlar menedilebilir mi? Dans ve müzik ve sair ahlâkı bozan kulüpler ve em­sali yerleri kapatmakta bir faide sağlanabilir mi?

Cevap  :

îslâmî içtimaî yaşayışın ve muaşeret usulünün kon­ması ve mevcut usulleri değiştirmek kanun zoru ile ol -maz. İlk önce eğitim, öğretim yolu ile halkın fikrini yük­seltmek ve bu gibi hususlara bilhassa ehemmiyet vermek lâzımdır. Bu vasıtalara baş vurulduktan sonra yine bo. zdkluk devam ederse o zaman İslâmî kanun yolu ile inzi­batî tedbirler kullanmakta bir mahzur olamaz. KadmJa-ruı çıplaklıkları ve hayasızlıkları hakikaten feci bir nastîi-Iıktıı1. Bu hastalığa hakikî ve doğru bir islâmî hükiımet tahammül etmez. Bu hastaliK diğer tedbirlerle ıslah edi-üp düzeltilemezse, o zaman kanun yolu ile ortadan kal­dırılması çarelerine baş vurulur. Baş vurulması da icabe­tler. Böyle kanunî bir müdahaleye, medenî hürriyete sek­te vurur nazariyle bakmak da doğru değ'ldir. Nitekim, kumarbazlara karşı tedbir olarak, onları yakalarlar. Yankesicilerin ensesine yapışıp ceza verirler. Bu gibi şey­ler medenî hürriyeti ortadan kaldırmak ile aynı manayı taşır, içtimaî yaşayışta fertlerin bazı mükellefiyetleri ol­malıdır. Medenî hürriyet denilen şey, herkesin bildiğini okuması demek değildir. Fertler, başkalarının huzur ve rahatını kaçırmayacak, başkalarının hürriyetlerine zarar vermeyecek kadar hürdürler. İstedikleri gibi keyiflerinin dilediği şekilde her ne isterlerse yapamazlar. İçtimaî ni­zamı bozmak iç'n kimseye bir hak tanınmış değildir. Hiç kimse, kendi keyfi için, içtimaî nizamda kötü şeyler öğ­reterek nizamı bozamaz.

Kız izciler (girls guide) in Islânıda yeri yoktur. (APWA): Kadınlar Birliğine gelince, bunun da çalışma dairesi kendine göre olmalı ve Kur'an-ı Kerim'in ahkâ­mına muhalif bir şekli bulunmamalıdır. (YWCA : Hıristi­yan Kadınlar Birliği) de Hıristiyan kadınlar için ötebilir. Fakat müslüman kadınların bu teşkilâta katılmalarına müsaade edilemez. Müslüman kadınlar da isterlerse ken­dileri için bir (YWMA) : Genç Müslüman Kadınlar Bir-lği diye bir teşkilât kurabilirler. Ancak islâm dairesinin dışınp. çıkmamak şartiyle.

Müslüman kadınlar, islâmî adliyeye baş vurarak ko­calarından ayrılırlar. (Hul'). Nikâhın feshi (Nullification) ve muvakkat ayrılma ': Tefrik (Judicial Separation) de* recesi dahi adlî makamlardan elde edilebilir. Ancak bu da Şeriatın koymuş bulunduğu kanunlar dairesinde olur ve yine Şeriat kanunlarına göre, bu karan vermeğe salâhiyetli bulunan adalet makamlarından alınabilir. taîak : (Divorce) mutlaka Kur'an-ı Kerimin açık lorine göre erkeğin elindedir ve hiç bir kimse erkeğe bah­şedilmiş olan bu hakkı kendisinden selbedemez ve müda­halede bulunamaz.

Maalesef, bu da o meselelerdendir ki, Kur'an-ı &e" rim namına Kur'an-ı Kerime muhalif yol tutulmak iste­nerek Kur'an-ı Kerime muhalif kanunlar yapılmak iste­niyor.

Bütün îslâm tarihi boyunca, Devri Saadeti Nebevî-den bu güne kadar, kimse bu hakkı erkeğin elinden geri almayı düşünemediği gibi hiçbir adalet müessesesi de bu 'şe müdahale etmemiştir.

Bu düşünce doğrudan doğruya Avrupadan aktarıma suretiyle bize gelmiştir. Böyle bir kaideyi getirmek iste­yenler hiçbir zaman gözlerini açıp da bakmamışlar k*> Avrupamn bu talak kanununun arkasında ne gibi niyet­ler saklanmaktadır? (Back Ground). Ne gibi kötü neti­celere sebebiyet vermektedir. O zaman bizim evlerimizden de skardallar çıkarak çarşı pazarı saracaktır. İşte böy^ le feci sonuçlar, Allanın kanunlarını kaldırıp, onun yeri­ne uydurma kanunlar koymanın bir neticesi olduğu pe^ ' ubiîdır.

Böyle sapık telâkkiler bir ithal malt gibi bize akta­rılmak isteniyor. Onların evlilik sisteminde tek kadınla nikâh vardır. Nikâhlı kadının ve çocuklarının korunması gözönüne alınarak, gayri meşru kadmdan doğacak olan çocuklara karşı sözde kalan böyle, bir tedbire baş vurul-muştur. (Fransanm önümüzde bulunan Örneği gibi.) Er­keğin nikâhlı karısından başka, diğer bir kadınla evlen­mesi bir cürüm sayılmaktadır. Sanki bütün bu bağlık haramdan kaçınmak iç;n değil de nikâhlı kadını koru­mak içindir. Şimdi sorulacak nokta şudur: Kur'an-ı ftfecîd'in ebcedine vâkıf birisi nasıl olur da bu ölçüleri (Vo-lues) gözönüne alabilir? O kimseye göre de zina nasıl caiz olur da, nikâhın kanun yolu ile' haram ohnası için uydurulmuş bulunan bu acaip ve garip felsefe hak olabi­lir? Bu şekilde bir kanun yapmanın neticesinde, müslü-znanlar arasmda da, zinanın revaç bulması sağlanmış, olur. Bu defa kız arkadaşlar edinmek, 'Girl Friends) ve kapatmalar (Mteteresses) alıp yürür. Tabiatiyle ikinci kadın da ortadan kalkmış olur. Bu şekilde ortaya çıkmış bîr cemiyet, bu çehresiyle, asıl tslâmî cemiyet çehresin­den çok uzak ve Avrupai çehreye çok > yakın bir cemiyet olur. Böyle bir cemiyete bir çokları hevesli olabilirler, fakat nıüslümanlar asla güvenli olamazlar.

Medenî nikâhla evlenmek meselesi elbette ki, müs-lüman kadının yanıbaşında bahis mevzuu değildir. Bu mesele olsa olsa herhangi bir müşrik kadınla evlenmek Uuausunda ortaya çıkar veya herhangi bir Hıristiyan ve^ yahut da Yahudi kadınla evlenirken bahis mevzuu ola­bilir. O zaman bu kadınlar İslâmda böyle bir kanun bu­lunduğu için MÜ3İümanla nikâhlanmaya razı olmazlar. Müslüman erkek de, aşkının belâsına kapılmış olduğun­dan evlenirken, dinî bağlara tâbi olmayacağına önceden söz vermek zorunda kalır.

Biri kalkıp da böyle bir işe atılacak olursa, İslam­cı an bu hususta fetva istemesine ne lüzum vardır ki.. Gi­dip, bildiğini okusun. İslâmda kendi, yolunu takip etme­yenlere niçin, neden böyle bir müsaade versin? îslâmî adalet müessesesi de ne zaman ve ne hakla müslüman-l^ra bu şekilde evlenmek için izin çıkarsın?

Ş'mdi gelelim diğer tarafa, bir îslâmî hükümette kadınlar, gençlik festivaline (Youth Festival), oyun gös­terilerine, tiyatrolara, dans ve raks, şarkı ve güzellik mü­sabakalarına katılmak isterlerse,  yahut da hava yollan hostesi olarak yolcuların gönüllerini eğlendirmek için hiz­met etmek yolunu tutarlarsa, o zaman Jtslânıî hükümetin varlığına ne lüzum vardır? Bütün bu işlerin hepsi de küfrde ve kâfir hükümetlerde kolaylıkla yapılacak işler­den, daha da geniş serbestlik içinde istendiği gibi olabi­lecek şeylerdendir.

Sinema, film, televizyon, radyo vesaireyıe gelince, bunlar Allah tarafından verilen kudret sayesinde ortaya çıkmış aletlerdir. Haddi zatında kendi başlarına fena şey­ler değillerdir. Fakat fenalık bunları fena yolda ve fena­lıklar için kullanmaktan doğar. Kötü yolda kullanılırsa insanlığın ahlakını bozar. îslâmî hükümete düşen vazife bu vasıtaları insanlığın felahı yolunda kullanmak ve ah­lak fesadı için kullanılmalarını Önlemektir. [370]

 

Zimmilerin Hakları

 

A  İslâm İ Hükümette Zimmî Reâyâ  (Tebaa) [371]

 

Sual   :

Ben. Büyük Hindu Kurulunda (Hindu MsJıa Sebha) da memurum. Geçen sene Hindu Kurulunun vilâyet pro-î paganda sekreterliğine seçildim. Zat-ı alilerinizi ismen tanıyorum. Kıymetli kitaplarınızdan «Müslümanlar ve Siyasî Çekişmeler» îslâmın Siyasî Nazariyesi, «îslâmî Hükümet Nasıl Kaim Kılınır?» ve «Selamet Yolu» nu ve diğerlerini okudum. Bu eserleri tetkik ettikçe îslâm hak. kındaki görüşüm tamamen değişti.    Ve bende şöyle bir

kanaat yer etmiş oldu: Eğer bunlar daha evvel, ele alın­mış olsalardı, gimdi çok karışık bir durum arzeden Hin­du — Müslüman meselesi böyle bir hal almazdı.

Zat-ı faziletlerinizin, ileri sürdüğü ve insanları da­vet ettiğiniz bu Dahî hükümet yolu benimsenip tatbik edilmiş olsaydı, böyle bir rejimde yaşamak benim için de bir medarı iftihar vesilesi olurdu.

Buna rağmen, baza hususları sormak cesaretinde bulunacağım. Bu mevzuda sadece mektup yazmakla de^ ğil, Zat-ı faziletlerinizle bizzat görüşmek de istiyorum.

İlk önce şu hususun, tarafınızdan aydınlatılmasını rica ediyorum: Hindular, Hükûmet-i İlâhiyede ne dere­cede yer alırlar? Kendilerine Ehl-i Kitap hukuku mu ta­nınır, yoksa sadece zimmî hakkı mı tatbik edilir? Ehl-i Kitap ile zimmîlerin hukukuna ait risale ve kitap] arınız elime geçmedi. Ben ancak şu kadarını biliyorum ki, Müs­lüman Araplarîn Sindh'e yürüyüş tarihinde islâm ordu­ları kumandanı Muhammed lbn-i Kasım ve Sindh'de onun yerine geçenler, Hindûlara da Ehl-i Kitap hukuku tanı­mışlar ve Ehl-i Kitap muamelesi yapmışlardır. Ümid ederim ki, Zat-ı faziletleri bu hususta geniş bir şekilde fikir beyan buyururlar. Ve ayrıca, Ehl-i Kitap ile Zimmî hukuku arasındaki farkları da etraflı olarak açıklamanı­zı rica ediyorum. Acaba bu sınıfa mensup ekalliyetler, memleketin asayiş ve inzibat işlerinde vazife alabilirler m:? Asker, zabıta ve kanun icra eden eleman olarak, Hin­dûlara da bir pay ve h'sse verilebilir mi? Şayet verilme­diği takdirde, Hindûlarm çoğunlukta bulundukları eya­letlerde, Hükümeti İlâhiye kanunları gereğince, Hindu­lar da hükümet işlerine iştirak edebileceği hususunu Zat-ı. faziletleri, kabul etmeğe hazır mıdırlar?

İkinci sualim de şudur: Acaba Kur'andaki askerlik, ve devlet işleri  (Dîvânî ahkâm)  müslümanlar gibi Hindulara da teşmil edilebilir mi? Acaba Hindûların kendi millî kanunları (Personal La w) Hindular üzerinde icra edilebilir mi, edilemez mi? Benim şahsî fikrim şudur ki, Hindular kendi irsî kanunlarında aile sisteminde ve bu­na benzer hususlarda kendi kaidelerine( Menu şaster'a göre) yaşayışlarını devam ettirebilirler. Eğer ettiremez­lerse sebebinin açıklanmasını istirham ediyorum.

Şu da malumu âlileridir ki, bu sualler sadece dağı. njk ve muhtelif hukuk mevzuu olarak takdim 'kılındı.

Cevap :

Ben, zat-ı alilerinizin, mektupla bildirdiği bu fikirle­re, kendimce büyük kiymet vermekteyim. Şurası bir ha­kikattir ki, Hindistanda Hindu - Müslüman meselesi kar­ma karışık ve halledilmesi gayet zor bir mesele haline gelmiştir. İki ayrı camianın bir arada yasama problemi, hak ve adaletle çözüm yolu bırakılıp, şahsî, ailevî, züm­re ve ırkî esaslar üzerinden halletmek yolu tutulduğun -dan bu ağır mesuliyet onların boynunda korkunç bir ve­bal olarak kalmıştır. Böyle ters bir tutum, şimdiki için­den çıkılmaz durumu meydana getirmiştir. Bu ^talihsiz gidişe biz de katılmak ve işfrâk etmek zorunda kalıp, hiçbir fayda elde edememişizdir.

Zat-ı alilerinizin, ileri sürdükleri sualleri şimdi sıra­sı ile ve mümkün olduğu kadar kısa olarak cevaplandır­mağa çalışacağım.

1. Eğer Hükûmet-i İlâhiye kurulursa, böyle bir re­jimin vasfı bir kavmin ve bir milletin başka bir kavim veya millete ve yahut da kavimler ve milletlere tahakküm etmesi demek değildir. Belki bu hükümetin vasfı, usul üzerine kurulmuş olmasıdır. Böyle bir hükümetin zahir­deki yöneticileri memleketin halkı ve o memlekette otu­ranlardır. Bunlar da bu usule inanmış olan kimseler olmalıdırlar. Bu usule inanmak ve feu usulü kabul etmek istemeyen diğerleri, yahut da her ne şekilde olursa olsun, bu usule güvenleri bulunmayanlar, böyle bir hükümetin içinde, böyle bir hükümetin iktidarı altında «Ehl-i Zimme» vasfım ihraz ederler. Yani bunların muhafazasının mesu­liyeti usulî hükümeti yürütenlerin ve yönetenlerin üze­rinde olur.

2. «Eh 1-i Kitab» ve «Anım Ehl-i Zimme» :  (Alelu-mum zimmiler) arasında hukuk bakımından herhangi bir fark yoktur. Ancak fark şu noktadadır ki, Ehl-i Kitap ka­dınlarla, müslüman erkekler    evlenebildikleri halde diğer Ehl-i zimme kadınları ile evlenemezler. Fakat hukuk ba­kımından ise bu iki camia arasında    herhangi bir fark yoktur.

3. Zimnıîlerin hukuku hakkında geniş denecek de­recede bir yazı yazmış   değilim. Fakat usulen size arze-debiiirim ki,  zimmî iki çeşittir. Yani  zimmîlik iki şekil ile ortaya çıkar. Biri, Islâmî hükümetin zimmîliğini kabul ettikleri zamai   bu hükümetle muahede yapılarak ortaya çıkan ikincisi ise, muahede olmaksızın zimmîlikleri kabul edilenler. Birinci kısmı zimmîler hakkında muahedede ne varsa, onlar hakkında nazarı itibara alınır ve muahede­nin şartlarına göre hareket edilir

İkinci kısım zimmîler için şeriatte lâzım gelen nok­talar gözönünde bulundurulur. Bu esaslara göre, onların canlarını, mallarını, şeref ve haysiyetlerini korumakla mükellef olurum. Kendi canımızı, malımızı, şeref ve hay-siyet'mizi koruduğumuz gibi, onların da bu haklarım ko­rum amjz gerekir. Onların bu mevzudaki hukuku müslü-manlarınki ile denktir. Zimmî kanının değeri de müslü-mau kanının değeri kadar olur. Kendi dinleri üzerine avael etmek hususunda tamamen serbest olurlar. İbadet­hanelerini muhafaza ettikleri gibi bu mabetler islâmî hükûmet tarafından korunur. Kendi dinî talimlerini tanzim, etmek hakkında mâlik bulunurlar ve zorla îslâmî Tâliia k'ndilerine yüklenemez.

Zimmîlere ait, îslâm Anayasasındaki (düsturî) ka­nunu inşallah geniş bir şekilde ele alarak kitap halinde neşredeceğim.  [372]

4. Zimmilerin şahsi hukuk ve şahsi kanunlarına ge­lince, bu husus kendilerine tanınmış bulunan dini serbesti­nin lâzım gelen bir neticesidir. Bu bakımdan İslâmî hü­kümet, onların nikâh, talak (evlenme ve. boşanma > irsî, mülkî  (Law of üıe land)  ve diğer kanunlarına dokuna­maz. Ancak onların icra edemiyeceklerî kanunlar, tatbi­kiyle memleketin nizamım ve    başkalarının serbestisine zarar getirebilecek mahiyette olan kanunlardar.    Meselâ-7Âmmî millet veya cemaat faizciliği caiz sayar. Halbuki tslâm böyle bir şeye müsaade edemez. Bu gibi menfî ha­reketlere meydan verd;ği takdirde, memleketin iktisadî du rumu bozulur gider. Tabiîdir ki, buna mani olunur, ve yi­ne bu Örnek gibi, bir zimmî kavmin telâkkisine göre zina caiz olabilir. İslâm rejimi buna müsaade ederse, o zaman onların kötü ve yakışık almaz işleriyle fahişelik (Prosti. tution)   memlekette alır yürür. Halbuki insan ahlakınm aksine olan bu iş, ceza kanunumuzun (kanun-u ta'zirat : Criminal law) ile dahi men edilmiştir. Elbette ki, medenî kanun ile de men edilir ve müsaade edilmez. Bu ölçülere göre diğer hususları da mukayese edebilirler.

5. Zat-ı alileri bir de zimmîlerin memleket zabıta­sında ve diğer mülkî idarelerde vazife alıp alamıyacağı-nı soruyorlar. Meselâ, polislik, askerî hizmetler, kanun icrası işleri ve buna benzer resmî vazifelerde Hindûlara da bir iştirak payı düşer mi, düşmez mi? Düşmez ise, o zaman çoğunluğu Hindûlarla meskûn bulunan eyaletlerde siz müslümanlar, hükümeti îlâhiyede Hindûlarm da işti-iâk edebilecekleri bir durumu kabul etmeye hazır mısı­nız?

Bu sual bence iki yanlış anlayıştan ileri geliyor. Bi­ri şudur ki, usulî gayrı millî hükümet (Ideological Non -National State) in sahih olan hususiyetini ve doğru vaâ-fını, gözönünde bulundurmuyorsunuz. İkinci nokta da şu­dur: Çalışma hayatı ve iktisadî sahadaki düşüncenin de aydınlanması icabeder. Birinci sırada ben bunu tasrih ettim ve aydınlattım. Usul üzerine kurulmuş bulunan hü­kümeti yani ideolojik devleti yürütmek ve bunu muhafa­za etmenin ye ayakta tutmanın mesuliyeti bu nizama inanmış olan halkın üzerindedir.

Ancak inanmış bir camia böyle bir hükümetin ruhu­nu temsil edebilir. Tam bir halis niyetle din ve imanların­dan aldıkları yüksek hasletlerle hükümetlerini ideal se­viyeye çıkarabilmek için büyük gayretler sarfetmek an­cak böyle bir topluluktan beklenebilir. Bu hükümetin de­vam etmesi için icabmda harp meydanlarında canlarını da feda etmeğe hazır bulunmalıdırlar. Diğerleri ise, bu usule inanmamaktadır. Böyle bir hükümete iştirak eder lerse, o zaman ne bu hükümetin kurulmasının güvesi?;. anlarlar ne de böyle bir hükümetin ruhuna vakıf olurlar. Bu hükümetin ruhuna göre işleri yürütemedikleri gibi ne de halis b r niyetle bu hükümetin ayakta tutunması için samimiyetle gayret sarfedebüirler. Devletin diğer mülkî ve idarî işlerinde vazife alacak olurlarsa, memur zihniyetiyle iş görür ve gün geçirerek ücret alırlar.

Bu zümre,  askerî işlerde  çalışmak ve  asker olmak. isterlerse, böyle bir şeriat içinde, ücretli asker (Merece-naries) vasfından başka bir  /asıfları olamaz. Kendilerin­den böyle bir ahlâkî bir hasret de beklenemez. Pek tabiî olarak, lalâmî hükümet için bir fedakârlık ve müzaharet göstermezler.

İslâmi devlet sisteminde, ehl-i zimmeye herhangi bir iş tahmil edilmez. Askerî işlerin bütün ağırlığını müslü-manlar deruhte ederler. Ehl-i zimme'den ancak bir nevi müdafaa vergisi alınabilir. Fakat hem askerî hizmet gör­dürmek, hem de müdafaa vergisi almak g'bi, iki vazife ehli zimme'ye yüklenemez. Ancak ehli zimnıe kendi arzu ve gönül rızaları ile "askerî hizmet görmek isterlerse, o zaman kendilerinden müdafaa vergisi almmaz.

Mülkî işlerde ve sivil dairelerde çalışmalarına gelin­ce, kilit noktalarda (key positjons) ve temel meseleleri ilgilendiren idarî ve asayiş işlerinde yine ehl-i zimmeye bir vazife tevcih edilmez. Fakat diğer memuriyetlerde ziînmîlerin çalıştırılmasında bir beis yoktur.

Şûra meclisi azalığma seçilmek için de ehl-i zimme'-yo rey verilmez. Elbette ki, zmmîler ayrı bir mümessil veya mümessiller bulundurabilirler. Bu mümessiller, zim-mîlerin jnedenî haklarını ve muhtarlıklarını korumak ve zimmîlerm işleriyle alâkadar olmak için müşaverelere iş­tirak ederler. Aynı şekilde, memleketin umumî işlerndc, intizam ve asayiş meselelerinde de kendi camialarının is­teklerini ve dileklerini aksettirebilirler. Münas:p gördük­leri şekilleri de ileri sürebilmek haklarıdır. Bütün bu iş­leri İslâmî noktayı nazara göre tedvir eden merci, Şûra Meclisi   (Assembly)  dir.

Açık ve kesin, olan mesele şudur ki, hükûmet-i İlâhi­ye herhangi bir kavmin, herhangi bir milletin veya her­hangi bir zümrenin sultasında değ'Idir. Bu hükümet an­cak, bu usulü kabul edip inananlar tarafından yönetilir ve yürütülür. Hükümete ancak bunlar iştirak edebilirler.

İdareci kadro, ister Hindu - zade olsun, ister Sirkh-;:âde olsun. Hangi kavimden    olursa olsun yeter ki, bu usule gerçekten inanmış olsun. Islâmın devlet nizamına inanmayanlar Müslüman - zade bile olsalar, böyle bir hükümette yerleri olamaz. Olabilmesi için bir sebep de gösterilemez. Ancak bu hükümetin muhafazasında (Pro-tection) korunmasında faideli olabilirler. Fakat hüküme­ti  yöneltmek,  yürütmek işine iştirak edemezler.

Zat-ı aTlerinizin şu şekilde bir suali de var: Diyor­sunuz ki, «H'ndûlann çoğunlukta bulunduğu eyaletlerde, Hükûmet-i İlâhiyedeki Hindular gibi bir vaziyetleri ola­bilmesini, müslümanlar kabul edebilecekler midir? Esa­sen Müslim Legue, liderlerinden bunu istemek lâzımdır. Nitekim alış veriş meseleleri ve değiş tokuş işleri de böy-led:r.

Şimdi biz burada başka sualler soracak, sonra da bunları kendimiz cevaplandıracağız.

Hindular için her nerede hükümet kurmak rcap eder­se etsin, orada ancak iki esasa şekilde hükümet görebi-lirs:niz.

1.  Ya bu hükümet Hindu mezhepleri esası üzerine kurulmuş olacaktır.

2.  Veyahut da bu hükümet, milliyetçilik ve vatan­perverlik yani muayyen bir ülkecilik üzerine bina edile­cektir.

Birinci şekil tercih edilirse, böyle b:r durumda siz d*» kabul edersiniz ki, Hindular, hukukî bakımdan Hü­kûmet-i İlâhiye kurmazlar. O zaman biz de hukuk zavi-yes'nden bu hükümete «Ram Rac» hükümet diyebiliriz. Böyle bir hükümette pek tabiîdir ki, hükümetin başında bulunacak kimse de Hindu mezhebinden olacaktır. Nok­tası noktasına mensup olduğu mezhebe göre icraat ya­pacaktır. Başka türlü hareket etmesi de muhtemel de­ğildir. Eğer böyle bir hükümette hukuk kaidelerine çok iyi dikkat edilirse, muameleleriniz bizimkinden daha iyi olursa elbette ki, o zaman bu hükümet ahlaken bizden üstün olmuş olur. Böyle olunca, şu İhtimal de yok değil­dir ki, bir gün bizim hükümeti llâhiyemiz sizin Ram Rac hükümetinizle değişmiş olâ. Yok eğer bu hususlar ve bu muameleler dediğimiz gibi değil de, dediğimizin aksine olursa, o zaman da er veya geç neticenin aksine tecelli edeceğ; şüphesizdir.

İkinci şekle gelince, hükümetiniz vatanperverlik ve milliyetçilik esasına göre kurulduğu takdirde, o zaman da bu hükümet Cumhuriyet (Demokracy) rejimini seçe-cekt'r. Böyle bir rejim kabul edilirse, orada, bulunan müs-ümanlar da sayıları nisbetinde bu hükümete iştirak ede­ceklerdir. Kendilerine de bu hükümette sayıları nisbetin­de bir hak tanınacaktır. Fakat Hindu milliyetçiliği, esas olarak alınırsa, o zaman oradaki müslümanlara mağlup br millet muamelesi yapılacak (Subject Nation) ve on­lara bu gözle bakılacaktır.

Bu iki şeklin ikisinde de siz yine Müslümanca mua­mele yapılmasını mı istiyorsunuz? Her ne şekilde olursa olsun, îslâmî hükûinette Zimmîlerin hakkındaki muame­leler, Kur'an-ı Ker:m ve Hadislerin hükümlerinden baş­ka türlü olanııyacaktır. Siz istiyorsunuz ki, millî hüküme­tiniz müslümanları katliam etsin. Tek bir îslâm çoCuğu hayatta bırakmasın. îslâmî hükümet de mukabele-i bil -misil olarak, intikam almak nıaksadiyle," kendi ülkesi da­hilinde bulunan zimmüere aynı muameleyi yapsın. Böy­le şey olamaz. Mesele bunun tamamen aksinedir. Hindu hükümette, Cumhurbaşkanı veya başkumandan müslü. man vatandaşlardan yapılabilir mi? Bunun gibi, herhan­gi bir zimmînin de îslâmî hükümetin basana getirilmesi veya 'slâm ordularının başına başkumandan tayin edil­mesi muhaldir, yalnız herhangi bir zimmî îslâmî Hükü­metin işlerinde ımıayyen şartlar dahilinde vazife alabilir. [373]

 

Etraflı İzahlar [374]

 

Zat-ı faziletlerinizin eserlerini ve daha önce lütfedip yazmış bulundukları mektupları okuduktan sonra, kendi­me de hak verdim. Çünkü Zat-ı faziletleri, temiz ve halis îslâmî bir hükümet rejimine taraftardırlar. Bu islâmî hü­kümette ehl-i zimme'nin ve ehl-i kitabın vaziyeti Hindû-lardaki Açhut'lar [375] gibi mi olacaktır?

Zat-ı faziletleri yazıyorlar ki, «Kindûlarm ibadetha­neleri korunacaktır. Ve onların kendi dinî talimlerini dü­zenlemeğe hakları olacaktır.» Fakat Zat-ı faziletleri şu noktaya temas etmemektedirler: Acaba Hüıdûlara propa­ganda (dinî tebliğ) için hak verilecek midir, verilmeye­cek midir? Bu arada Zat-4 faziletler; şu hususa da temas etmemektedirler: «Böyle bir hükümet kabul edildikten t^onra, onlar da bu hükümete inandıkları takdirde, bu hükümeti yürütme hususuna iştirak edebilirler. Bunlar ister Hindu - zade olsun, isterse sirkh - zade olsun.» Şimdi lütfedip de kerem buyurup şu hususu da izah buyursunlar ki, bir Hindu, Hindu olarak kalıp da Hindû-luğunu muhafaza ederek, aynı zamanda sizin hükümet usulünüze iman edip, bu hükümetin yürütülmesine nasıl iştirak edebilir?

Sonra yine Zat-ı faziletleri buyuruyorlar ki, Ehl_i Kitap kadınlarla Müslüman erkekler evlenebilirler. Fa­kat Zat-ı faziletleri şu noktayı da kapalı geçiyorlar, acaba Ehl-i Kitap erkekleri de Müslüman kadınlarla evlene-mezler mi? Eğer cevap menfî ise, yani evlenemezlerse, o zaman Zat-ı faziletleri niçin bu «üstün görme duygusu»: thsâs-ı Berterî: (Superiority Conıplex) hakkında daha etraflı iaahda bulunmazlar? Eğer Zatı-ı faziletleri, bunun isbatı içtn (Justification) İslama iman etmeğe taraftar­lık ederlerse, o zaman niçin şunu kabul etmek ve şuna inanmak istemezler k% kendi buyurduğunuz gibi, «sözde müslüman» kimseler niçin îslâmî kaide ve kanunlardan kaçmıyorlar? Ve niçin bu günün nıüslümanmm meselesi ayrıdır? Ve y:ne niçin Zat-i faziletleri, şunu da kabul et­miyorlar kî, Hülefa-i Raşidin devrinde İslama sarılmış olan halkın çoğunluğu, hangi sebepten dolayı siyasî ikti­darı elde etmek için istekli idiler? Eğer Zat-ı faziletleri, şunu da kabul etmek istemezler ise, o zaman 30 - 35 se­ne bu şekildeki îslâmî hükümetin nasıl devam ettiğini izah buyurmazlar ma? Ve sonra yine Hazret-i Ali Radi-yallahu Taalâ anh, o kadar dirayetli ve tedbir sahibi ol­masına rağmen piçin kendisinin o kadar muhalifi vardı?. Hatta muhalifleri o kadar çoktu ki, Hazret-i Ayşe Radı-yallahu anha da bunların arkasında bulunuyordu.

Bundan başka, şu düğümün de Çözülmesi icabeder: Zat-ı faziletlerinin düşüncesine göre, böyle bir hükümeti yürütmek için, öyle yüksek ahlâklı ve öyle karakter sa­hibi bir kimseyi nereden bulup da getirebiliriz? Meselâ Hasret-i Ebu Bekir,, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman Ra-dıyallahu Taalâ Anhum, gibi eşsiz ve emsalsiz kimselerin zamanında, bu hükümet ancak bir kaç sene devam et­miştir. On dört asır sonra, böyle bir hükümeti tekrar göz önünde bulundurmak ve o zamanın vaziyetine göre bir hükümet s'stemi düşünmek acaba ne derece makul ola­bilir? Şuna da şüphe yoktur ki, Zat-ı faziletlerinin bu nazariyeleri her zaman müslümanlarm arasında zevk ile karşılanıp, beğenilriıektedir. Nitekim temas etti­ğim bîr hayli müslümanlarda bu hususu müşahade ettim. Onlar, sizin söylediklerinizin hepsinin tamamen îslâmın ta kendisi olduğunu düşünüyorlar. Fakat, herkes de, be­nim yukardaki satırlarda ileri sürdüğüm hususlarda İti­razda bulunuyor ve size göre, Hilâfet-i Raşidin devrin­deki gitoi halifeliği üzerine alacak karakterde bir kimseyi nereden bulacağız, diyorlar. Hele bu Zevat-ı K'ram, bu kadar iyi insanlar olmalarına rağmen, onların kurmuş bulundukları hükümet sistemi ne sebeple en fazla elli sene bile devam edememiştir? Şimdi bu böyle olunca, böyle bir hükümet nazariyesi, hüsnü akideden başka aca­ba ne olabilir ki?

Cevap :

Sizin sormuş bulunduğunuz sualler tamamen haki­kattir. Ben de şimdiye kadar bunların üzerinde durma -mıştım. Bu bakımdan, vereceğim cevaplar, bu sualleri tamamen aydınlatacak mahiyette olmazsa bile, beni ma­zur görünüz. Eğer Zat*ı alileri, ilk önce esasî işler üze­rinde söze girişip de, tedricen fer'î işlere ve zamanın si­yasetine (Current Politics) gelirseniz, o zaman benimle fikir bakımından müttefik olamayız. Bunun için hiç ol­mazsa bu mevzular hakkında benim kadar uğraşmış ol­manız icabeder. Buna göre ben öyle anlıyorum ki, daha Zat-ı alileri beni iyi tanımamışlardır ve iyi öğrenememiş­lerdir.

Lütfettikleri mektupta Zat-ı alileri şöyle yazıyorlar: Benim tahayyül ettiğim îslâmî hükümette, Ehl-i Kiiab ile Zimmîlerin durumları, Hindûlardaki Açhut'lar gibi olacak diyorsunuz. Ben de bu satırları okuyunca hayretler içinde kaldım. Çünkü, Zat-a alileri, ya benim açıkça, an­lattığım,  zimmîlerin     durumunu    bilmiyorlar, yahut da

Hindu Açhut'ların vaziyetine vukufları yoktur. îlk önce şunu bilmek lâzım ki, Açhut'ların durumları Mem Deh-rem Şaster'den [376] anlaşıldığına göre, onların hukukî durumları bakımından Islâmdaki zimmîlerin hukukî du­rumları ile h;ç de mukayese imkânı yoktur. Burada en mühim nokta da şurasıdır ki, Açhotlar meselesinde esas ırk ve nesil imtiyazı üzer nedir. Zimmîlikteki esas ise, akide üzerinedir. Eğer bir gün bir zimmî çıkıp da İslâmı kabul ederse, bu zimmr bize Emîr veya tmam da olabilir. Fakat herhangi bir Şovder, [377] herhangi bir akide ve mesleği kabul ettikten sonra, Serme [378] bağlarından acaba kurtulabilir mi?

Zat-ı alilerinin şu suali de çok tuhafdır. «Acaba bir H:ndû, Hindu olarak kalıp da sonra Islâmî hükümete ina­nırsa, bu hükümeti yürütenlerle iş birliği yapabilir mi?»

Galiba Zat-ı alileri su nokta üzerinde durmamışlar­dır: îslâmî hükümetin usullerine iman eden km.se iman ettikten sonra artık bu kimsenin Hindûluğu kalır mı? O da müslüman olur gider. Bugün bu memlekette on mil­yonlarca «Hindu - zade» vardır. Bunlar Müslüman olup, islâm usullerine iman etmişler, man ettikten sonra da artık bunlar müsl umandır! ar, Hindûlukları da kalmamış­tır. İleride de herhalde inşaallah böyle Hindû-zâdeler yi­ne İslâm usullerine inanacaklar, onlar da diğer müslü manlar gibi müslüman olacaklardır. Elbette ki, müsKi -man olunca, onlar da diğer müslümanlar gibi tslâmî hü­kümeti yürütmek ve yönetmek hususunda gayretle çalı­şacaklardır.

Şimdi şu suale gelelim: «Acaba İslâmî hükümette Hindûlara propaganda 3'apmak hakkı tanınacak mıdır, tanınmayacak mıdır?

Şunu da hemen arzedeyim ki, böyle bir sualin cevabı pek kısa bir cevap değildir. Çünkü propagandanın çeşitli şekilleri vardır. Ve şekle göre iş değişir.

Biri şudur ki, herhangi bir mezhebe mensup zümre, kendi mezhebini kendi nesline ve kendisine mensup bu­lunan halka öğretmek ister. Bu hususta yalnız Hindular değİ,l, zimmîlerin hepsine hak tanınır.

İkincisi de şudur: Herhangi bir mezhebe mensup zümre — yazılı yahut da sözlü kendi mezheplerini baş­kalarına — başka gayrı müslimlere öğretmek ve anlat­mak is.terler. İslâm da dahil, kendi mezhepleri ile diğer mezheplerin arasındaki farkları belirtmek yoluna da ge­debilirler. Bu hak da yine zimmîlere tanınır. Fakat, her­hangi bir İslâmî hükümette bir müslümanm dininin de­ğiştirilmesi iç;n yapılacak olan propagandaya müsaade edemeyiz.

Üçüncü şekle gelince: Herhangi bir mezhebe men­sup zümre, kendi mezheplerinin esası üzerine muntazam bir şekilde harekete geçmek isteyerek, memleketin temel nizamını değiştirmek, İslâmî usûlleri ortadan kaldırmak ve bunun yerine kendi usullerini koymak isterlerse,^ bu çe­şit faaliyetlere kendi hükümetimizin hududları içinde as­la müsaade edemeyiz. Bu hususta daha fazla bilgi edin­mek için, mufassal bir şekilde izah ederek yazmış oldu­ğum «İslâm meen katl-i mürtedd ka hükm: Islâmda Mürteddin öldürülmesi; hükmü» isimli eserime bakınız. [379]

Ehl-i Kitab kadmlananı, müslümanlarla evlenmeleri -nin caiz olup da, müslüman kadınlarının ehl-i kitab ile evlenmelerinin caiz olmamasının sebebi şudur   :

Böyle bir müeyyidenin ist:nad ettiği  temel,   «üstün, görme duygusu» üzerine kurulmamıştır. Bu ayrı bir i ihî meseleye istinad eder. Umumiyetle erkek kolay kolay te­sir altında kalmaz. Bunun aksine, kadın daha kolay te­sir altında kalır. Bir gayrı Müslim kadın, herhangi bir nıüslümanm nikâhı â'.tına g'rerse, bu kadının gayrı müs-lim kalacağı çok az ihtimal dahilindedir. Müslüman ol -ması ihtimali daha z vadedir. Fakat bir müslüman kadın herhangi bir gayrı müslm erkekle    evlenirse, o zaman, kendi dinini bırakıp da gayrı    müslinie olması ihtimali, daha çoktur. Bu kadının evlâtlarım müslüman olarak ye­tiştirmesi ve kendi kocasını da müsîüman etmesi bekle­nemez. Bu mühim sebepten dolayı müslüman kızlarının gayrı müslimlere nikâhlanmalarma müsaade  edilmemiş­tir. Elbette ki, bir gayrı - müslime kadınla, kendi çocuk­larının müslüman olarak yetiştirilmelerine rıza gösterir­se evlen ilebilir. Fakat Kur'an-ı Kerim'de böyle bir husu­sa müsaade edilmekle beraber, bunun yanı başında da bu. gibi kimselerin imanının zayıflayacağını da işaret etmiş­tir. Şurası da açıkça gösterilmiştir ki, bir kimse, ~b\r gay­rı müslimin muhabbetine yakalanırsa, ya onun imanı za­yıflamıştır veya imanı tamamen ortadan kalkmıştır. Fa­kat hususî ahvalde bunda faideler olduğu    takdirde, te­vessül edilebilir. Buna rağmen yine de bu kabil evlenme­ler pek makbul bir iş sayımlamış tır. Bazı ahvalde de bu iş tamamen menedilmiştir. Bu yasağın sebebi de, müslü­man camiasına gayrı    müslimlerin girmelerini Önlemek iğindir. Girdikleri zaman, ihtimal,     münasebet almayan ahlâkî ve itikadı vaziyetlere tesir icra edebilirler.

Zat-ı alilerinizin şu sualine gelelim: îslâmî hükümet sadece niçin otuz, otuz beş sene devam etmiş ve daha fazla sürmemiştir? Bu husus mühim bir tarihî meseledir. öiz, islâm tarihim iyi tahkik edip, derin mütalâa buyur-saydınız, böyle bir neticenin sebeplerini anlamanız pek zdt olmayacaktı. Herhangi bir kimse.temayüz edip, hu-s;i3Î şekilde bir cemaate liderlik ederek, bir yaşayış niza­mı düzenlerse, bu cemaat de bu nizamı tam olarak yü -rütmeğe muvaffak olduğu takdirde, böyle bir rejimin de­vam edebilme şarü ilk l'derden sonra gelecek olan lider­lerin de seçkin kimselerden olması gerekir. Sonraki lider­lerin de ilk liderler derecesinde bu usullere inanmaları lâzımdır. Liderlik öyle bir zümrenin elinde bulunmalıdır ki, bu idareci kadroyu umum halk da desteklemelidir. Aynı zamanda bu zümrenin idare edeceği halkın da hiç olmazsa büyük bir kısmının bu ideal nizamın kültür ve terbiyes ne vâkıf olmaları lâzımdır. Başta liderin ve daha. sonra da idareci kadronun söz dinletme kudretine mâlik bulunmaları icabeder. Buna mukabil halkın da söz dinle­me seviyesi olmazsa, bu usul silinir gider ve bunun yeri­ne de başka usuller ortaya çıkar. Bu mühim noktaları iyice zihnimize yerleştirdikten sonra, şimdi: islâm tarihi­ne göz gezdirebiîiriz.

Nebî Salîallahu aleyhi ve sellem zamanında medenî bir inkılap ortaya çıktı. Yeni, bir yaşayış nizamı kuruldu. Bu sayede Arabistan ülkesinde ayrı bir ahlakî inkılap (Mora! Revolution) meydana geldi. Zat-ı Saadetlerinin liderliği ile temiz kimselerden ufak bir gurup hazırlandı. Bütün Arabistan halkı onların* önderliklerini kabul etti

ler. Fakat zaman ilerledi. Hülefa-i Raşidin devrnde ül­keler fethedildi,  islâm memleketleri hızla genişledi.  Fa­kat nizamın sağlam bir şekilde yerleşmesi aynı hızla de­vam edemedi.  Çünkü, o zamanki neşir işi bugünkü gibi kolay değildi. Tâlim ve terbiye işi de bugünkü kadar hız­la geliştirilemiyordu. Nakil vasıtaları da zaman im ızdaki gibi değildi. Bu sebeplerden dolayı İslâm camiasına gir­miş bulunan bir çok insan zümreleri; ahlâkî ve zihnî ve~ amelî bakımdan Islâmî harekete çabuk intibak edemedi­ler. Bunun neticesinde de İslâm diyarında, îslâmın haki­katini anlamış" ve bu nizamın ruhuna vukuf    kesbetmiş kimseler azınlıkta kalıyordu. Olgun olmayan müslüman-iarm sayısı bunlara nisbetle pek fazla idi.    >Bu zümre, usulen müslünıan hak ve hukukundan istifade ederek is­lâm  camiasının içinde bulunuyorlardı. Gerçek ve doğru m üslürn anlarla   aralarında  bir fark  gözetilmiyordu.  Bu sebepten dolayı Hazret-i Ali: Radiyallahu Taalâ anh dev­rinde irtica hareketleri     (reactionary    movements)  baş gösterdi.   Müslümanların  büyük  bir  kısmı  bu hareketin tesiri altında kaldılar.[380]

Bu tarihi hakikati öğrendikten sonra, biz, Islâmî hü-kûmet'n 30 _ 35 sene devam ettiğine ve niçin bu müddet­ten sonra devam etmediğine başka sebep araştıracak de­ğil 's. Bunun için de üzülmemize bir sebep de yoktur.

Bugün, eğer biz, salih ve temiz bir zümre hazirlaya-bilirsek ve bunlar arasında Îslâmın menşeine uygtm bir şekilde ahlâk ve terbiye yayılırsa, ve zamanımızda elde mevcut bulunan vasıtalardan da istifade ederek bir îslâ-mî nizam tertip edersek, elbette ki, yalnız kendi ülkemiz­de değil, be'ki dünyanın başka ülkelerinde de bir aİılâkî

vp medenî inkılap vücuda getirebiliriz. Biz şuna da ina­nıyoruz ki, böyle bir ahlâkî ve medenî zümreyi yetiştirip .'şleri onların eline teslim edersek, herhalde insanlara ön­derlik etmek bundan böyle herhangi bir partinin eline gcçnıiyecektir. Şimdi siz, müslümanların bugünkü vazi­yetini gözönüne aldığınız için, bizim sarılmak istediğimiz ve hedefimizi teşkil eden böyle bir hükümete ve böyle bir nizama «tutunamaz» nazarı ile bakıyorsunuz.

Eğer temiz ahlâk, sahibi insanlar iş sahasına atdır-larsa, o zaman siz de inanacaksınız ki, yalnız müslünıan halk değil, belki Hindu, Hiristiyan, Parsı ve başka ka­vimler de bu nizama sarılacaklardır. Kendi dinî liderleri­ni bırakıp bu nizamı yönetenlere güveneceklerdir, işte bunun için, tâlim terbiye görmüş ve iyi yetiştirilmiş bir aiimre ile bu nizamı tanzim etmek ve hazırlamağı göz önüne alarak, bunun kuvveden fiile çıkması için Hak Ta-alâdan yardım etmesini niyaz etmekteyim. [381]

 

B.  Zîmmilerîn Hukuku  [382]

 

Sual :

İslâm ülkesindeki ekalliyet mezhepleri arasında, bu meyanda meselâ Hıristiyan, Yahudi, Buddah, Çin, Parsı, Hindu ve saire, acaba müslümanlar gibi hak ve hukuka mâlik olabilecekler mi? Acaba onlara da kendi dinlerini yaymak hususunda, şimdi bütün Pakistan ve diğer müs­lünıan ülkelerde olduğu gibi, müsaade verilebilecek mi­dir? Acaba memlekette dinî ve yahut da yarı dinî der­nekler, meselâ «Dinî Felaha Erdirme Ordusu : Salvation Army» Katedral, Kanont, Sen Jan veya Sen Frans ve bunlara benzeyen dernekler ve merkezler kapatılacak mıdır? (Nitekim bugün Seylanda olduğu gibi, ayna şey, diğer başka bir kaç ülkede de görülmüştür.) Yoksa müs. lüman çocuklara da geniş bir tolerans tanınarak, o teş­kilatların merkezlerine gitmelerine ve orada modern eği­tim yapmalarına müsaade edilecek midir?

Acaba, içinde yaşadığımız şu yirminci yüz yılda ekal­liyetlerden cizye almak münasip olabilir mi? Mademki bu ekalliyet zümresi, ne askerî hizmetlerde çalıştırılabile­cekler ne de hükümet işlerinde herhangi bir vazifeleri olacaktır. (Milletlerarası insanlık hakları ışıği altında acaba bu sınıf hükümete ne derece sadakat gösterebilir­ler?

Cevap   :

İslâmî ülkede gayrı - müslim zümre bütün medenî haklar (Civil Rits) bakımından aynı haklara sahiptirler. Fakat Siyasî Hukuk (Political Rights) bakımından müs-lümanlarla aynı haklara sahip değillerdir. Bunun sebebi de şudur: islâm'da hükümet nizamını yürütmek mesuli­yet1 yalnız Müslümanların üzerine yüklenmiştir. Her ne­rede olursa olsun, Îslâmî hükümet idareyi elinde bulun­duruyorsa, orada Kur'an-ı Kerim ve Sünnet tâlimine uy­gun bir şekilde hükümet işleri yürütülür. Gayrı - müs-limler, Kur'an-ı Kerime ve Sünnet ahkâmına inanmadık­ları iç'n pek tabidir ki, bu ahkâmın dairesinde çalışa­mazlar. Hükümetin mesuliyetlerine de iştirak edemezler. Bu bakımdan, müslümanlar ülkenin düzeni ve asayişi gi­bi bütün bu gibi mühim mevkileri ellerinde bulundurmak zorundadırlar.

Gayrı - müslim hükümetlerin çalışma şekli samimî olmayıp, münâfıkane bir şekildir. Bunun tam aksi olarak, îslâmî hükümetin çalışma tarzı doğru bir istikamete bağh o.lup tamamen imana istinat eder. Müslümanlar apaçık şu esası kabul etmiştir ki, herhangi bir işte veya her­hangi bir sahada çalışırsa çalışsın, kendisini Allah Taa-lânın karşısında bulunduğunu bilir. Bunun için İslâmî hükümet, gayrı - müsl imlere de son derece müşfik dav­ranmak zorundadır. Müslüman, gayrı müslimlere yalnız kâğıt üzerinde «Milli ekalliyet» (National Mnorities) haklarını tanımakla kalmaz. Onların fülı haklarını ken­dilerine teslim eder. Bir kimse bu hususta şüphe ederse, o zaman Amerikadaki Zenci (Negroes) lerin vaziyetleri­ni gözönüne getirebilir, Yahut da Rusyadaki gayrı - ko­münistlerin veya Çin ve Hindistandaki müslümanların durumunu düşünebilir. O ülkelerde bu gibi cemaatlere nasıl muamele edildiğini de hesaba katmak lâzımdır.

Asıl hayrete şayan olan cihet şurasıdır ki, niçin biz başkalarından utanarak, açıktan açığa kendi mesleğimizi, kendi fikrimizi ortaya koymayalım? Ve neden mesleğimiz tc fikrimiz üzerine işlerimizi yürütmeyelim,?..

Gayrı - müslimlerin propaganda yapmaları meselesi ne gelince, şu nokta da vardır ki, biiz kendi eılimizle kendi kökümüzü baltalayacak değiliz. İntihara da hiç bir niye­timiz yoktur. Bu ahmaklığa da göz göre göre razı olama­yız. Kendi ülkemizin içinde bir ekalliyet ortaya çıkarıp karşımıza dikmek, akıl kârı olabilir mi? Yahut da yaban­cı  sermayeye  arkasını dayayarak yabancı hükümetlere güvenip bizim için baş belâsı   olmalarına da hiç lüzum yoktur.  N'tekim  uzun  müddet Türkiyede  Hıristiyanlar böyle yapmışlardı.

Hıristiyan misyonerler, yer yer mektepler ve hasta­neler yaparak, müslümanların imanlarını satın almak ve yeni yetişen müslüman neslini kendi milletine yabancı kılmak, (De - Nationalise) için çalışmalarına müsaade etmek, bence kendi milletimizi intihar yoluna götürmeli dernektir. Bizim idaremiz altında bulunan yerlerde bu liuauslar üzerinde elbette ki, son derece titizlikle durmak lâzım gelecektir.

Ecnebilerin kasıtlı olarak giriştikleri bu eğitim faa­liyetleri, ilk bakışta bazı köksüz ve manevî yapımızdan uzak olan şahıslar için, faydalı olduğu ileri sürülse dahi, gerçekte bu gibi dıştan güdümlü çalışmalar islâmlar için bir dejenerasyon hareketi olduğu bilinen bir husustur. Fakat pek uzak olmayan bu neticeleri görmek onlar için imkânsızdır.

îslâmî hükümette gayrı - müslimlerden alman cizye nıuhtel f şekillerde alınır. Bir ülke ya fethedilmiştir. Ya­hut da muahedelerle İslâm ülkesine katılmış olabilir. Mu­ahede ile olunca, bu muahede gereğince cizye tahsil edi-IL: Fethedilmiş ülke ise, umumî cizye ahkâmı üzerinden cizye alınır. Fakat Pak'stan bu iki şeklin hiç birisi ile Müslüman diyarı haline gelmediğinden bence bu ülkeriin gayrı müslimlerinden cizye almak için Şer'an bir zaruret yoktur. [383]

 

Bir Kaç Muhtelif Mesele

A.  Anayasanın   (Düstur)  Un Tefsiri Hakla:

 

Sual :

Anayasayı  tefsir  etmek  hakkı   kime  aittir?   Tefsir organın mı yoksa adliyenin mi vazifesidir?

Eski Anayasada bu hak adliyeye verilmişti. Yeni Anayasada bu hak Adliyeden alınmış Teşriî organa ve­rilmiştir. Böyle bir değişiklik, Adliyeye mahsus olan sa­lâhiyetlerin daraltıldığına dair itirazlara sebep oluyor vebu hakkın Adliyenin elinde kalması isteniyor. Bu mesele hakkında bir zat şu fikri ileri sÜFÜyor: îslâmm ilk dev­rinde Adliyenin işi sadece davalara bakmaktı. Kanun tefsiri ve şerh etmek işi Adliyenin yapacağı işlerden de­ğildi. Adliye bu hususta bir selâhiyete mâlik bulunmu­yordu. Kanunun do^ru ve yanlış olduğu hakkında da mü­talâa serdedemezdi. Böyle bir fikir doğru mudur? Doğru ise ne derece doğru olabilir?

Cevâp :

Zamanımızın kanun ve Anayasa meselelerinde, îslâ­mm ilk devirlerine mahsus durumu gözönünde bulundur­mak gerekir. Fakat bu şekilde istidlal edenler daima şu büyük farkı gözönünde bulundurmalıdır: O zamanki iç­timaa vaziyet ile bizim bugünkü içtimaî vaziyetimiz bir değildir. O zamanın iş- başında bulunan idarecileri ile bu devrin iş başında bulunan idarecileri de aynı değildir.[384]

Hülefa-i Raşidin devrinde Halifenin kendisi, Kur'an ve- Hadis âlimlerinin en büyüklerinden biri idi. Temiz ve doğru bir kimse olduğu için de bütün müslümanlarm iti­madını ve güvenini kazanmış bulunuyordu. Yaşayaşta karşılaşılan herhangi bir mesele, onu din yolundan dön-düremezdi. O zamanının Şûra Meclisi azaları da aynı şe­kilde, millet arasında dini en fazla bilenlerden ve herkes-uen ziyade dine bağlı olan kimselerden teşekkül etmişti. Bu. seçkin şahsiyetler içinde, din hususunda her ne şe­kilde olursa olsun, ihmâl gösterecek kimse yoktu. [385] Nefsin neva ve hevesi ve bu gibi şeyler, onların hiç bir zaman dinlerinden döndüremiyeceği gibi, müslümanlar da bıuılann ne suretle olursa olsun bid'at koyacaklarına ve­yahut da îslâm yolundan başka bir yola sapacaklarından endişe etmezlerdi. İçtimaî kütlenin çoğunluğu yine o de­virde din rengi ile boyanmışlardı. Hiç bir kimsenin her­hangi bir değişiklik yapmağa ne cesareti vardı ne de böy­le b'r şeyi düşünebilirdi. Hiç bir ;kimse de îslâm ruhuna aykırı herhangi bir hüküm veya karar vermeği aklından geçiremezdi. Bu yüksek ölçü o zamanki adalet'sistemin­de de mevcud idi. Kadılık (Hâkimlik) makamına yüksel-m:ş bulunan şahsiyetler Kur'an ve Sünnet hususunda dikkatli kimselerdi. Son derecede muttakî, ahlaken titiz ve temiz şahıslardı. Onlar, İlâhî kanuna kıl kadar teca­vüz etmeği düşünmezlerdi. Teşriî ve adlî organların va­ziyeti de böyle bir vasatta ahenk içinde idi. Bütün kadı­lar davaları Kur'an ve Sünnetin ışığı altında görürler ve karara bağlarlardı. Herhangi bir zaruret karsısında ieti-had etmek zorunda kaldıkları hususlarda da islâm ruhu­na uygun bir şekilde ietihad ederlerdi. Bir kadının tek başına ietihad edip hükme bağlamasına imkân olmayan hususlarda da kadı kendi başına ferden ietihad etmez, meseleyi Halifeye veya Şûra Meclisine arzeder ve onla­rın toplu îctihadları üzerine bu husustaki Şeriat ahkâmı­nı tay:n ederdi. Bu mevzularda toplu ietihad müessesesi Öyle ince eleyip sık dokurdu ki, din usullerine tamamiyle mutabık bulunurdu. Bu devirde şu da vâki değildi ki, ka­dılar, Şûra Meclisinin kanun olarak ilân ettiği hükümler­den başka, bir noktayı nazar takip etsinler. Nitekim, her-hang bîr kanunu, kabul etmekte müsaadeleri bulunsay­dı bunun esası şu olabilirdi ki, bu kanun aslında kanu­nun esasma — yani Kur'an ve Sünnete —> muhaliftir. Kur'anın ve Sünnetin açık hükümleri bulunan hususlarda da kanun yapılamazdı. Kanun    yapmak, ancak «Naaş» bulunmayan hususlarda olabilirdi. Ve ancak böyle meşe-lelerde zarurî olarak ietihad yoluna gidilirdi. Bu gibi du­rumlarda da elbette ki, toplu ietihad. ferdî ietihaddan daha çok güvenilir durumda olurdu, isterse toplu içti -hadda bazılarının reyleri diğerlerine uymasın.

Şimdi, şurası da malûmdur ki, bugünkü durum o za­manki durum değildir. Ne bugün devletin başında buhı-nan ne de kanun vazeden meclis azaları, Hülefayi Raşi-din devrinin hükümet başında bulunan kimsedir. Ne de bugünkü kanun vaz'eden müessese azaları, o zamanki Şû­ra Meclisi azaları gibidirler. Nf de bugünkü hâkimler, o zamanki kadılar vasfmdadırlar. Ne de kanun yapmak ve kanun tefsir etmek hususunda o zamanki titizliği gos -termek imkânı vardır. Durum böyle olunca, şimdi bizim, kendi Anayasamızın tefsiri için Hülefayi Ragidin devrin­deki vaziyeti gözönünde tutarak onlann, zamanındaki şe­kilde bir müessese kurmadan önce bugünkü vaziyete dik­kat etmemiz icabeder. Ancak bu tetkikten sonra, o dev-r^n benzerine dönelim. Bugünkü vaziyete göre, sert me­seleleri alâkadar eden hususlarda son merci ne icraî or­gan, ne teşriî, ne adliye ne de müşavere heyeti olabüir. Ancak müslümanların tam manasiyle güven duydukları bir müessese olabilir. Şeriatı tahrif edip, bozma yolunu tutan ictihadlar, müslüman efkârı umumiyeyi menfî ola­rak tesir altında bırakmaktan başka bir netice veremez. Böyle olunca milletin güveni sarsılır. Anayasa hükümle­ri b'r tarafta dursun, alalade hükümlerde bile, şeriatın hilâfına, karar vermek ve her ne şekilde olursa olsun bir meseleyi indî şekilde karara bağdamak tehlikeden uzak nin mevcudiyeti şarttır ki, kanun vazeden teşrî organın nin mevcudiyeti şarttır ki, kanun vazeden teşri organın ölçü dışına çıktığını görürse, hemen karşısına  çık^ır   ikaz vazifesini yapabilsin. Böyle bir kurul veya idare de elbette ki Adliye ile olabilir. [386]

 

B.  İslâm Ve Cumhuriyet [387]

 

İçinde bulunduğumuz şu günümüzde, Cumhuriyet nizamının, en iyi nizam olduğunu ileri sürüyorlar. Islâ-mî siyaset nizamı hakkında şöyle düşünüyorlar: İslâm uzamının da büyük bir kısmı, Cumhuriyet rejimi esası üzerine kurulmuştur. Benim düşünceme göre, Cumhuri­yet rejiminin bazı noksanlıkları vardır. İslâm bu noksan­lıkları da bertaraf etmek istemiştir. Bu noksanlıkları aşağıda sıralıyoruz  :

1. Başka siyasî rejimlerde olduğu gibi. Cumhuriyet rejiminde de nihayet iktidar fiilî olarak ve amelen hal­kın ekindedir, deniyorsa da yine bu iktidar gerçekte bir­kaç kişin'n elinde toplanmış bir nevi danışıklı dövüş şek­linde ertaya konmuş ve yine halk bu şekilde kandırılmış, oluyor. Böylelikle,  çoğunluk hâkimiyeti   :   (plutoc racy) veya zümre hâkimiyeti   (Oligarchy)  şeklini alıyor.

Bu nokta nasıl halledilecektir?

2.  Halkın çeşit çeşit ve birbirine zıd görüşlerini ay­nı zamanda gözönünde bulundurmak ruhî bakımdan ko­lay iş değildir. Cumhuriyet ise, halk mesuliyeti esasına dayandığından bu işin içinden nasıl çıkılacaktır?

3. Halkın çoğu cahil ve bilgisizdirler.    Bunlar saf. ve sade insanlardır. Çok vakit ihtiyatsız olarak, şahısları putlaştırma yolunu tutarlar. Şahsî    garazlarının peşinde koşanlara kapılırlar. Bunlar da halkı sapık yola sürük­leyebilirler. Bu vaziyet karşısında Cumhuriyet rejiminde milletvekili seçimi ile işi idare etmek    mümkün olabilir mi?.

4. Halkın isteği ile, Meclise girecek olan mümessil­ler ve vekiller toplanarak bir idare kurulu meydana ge­tirirler. Bu meclisin pek tabiidir ki, bir çok âzası olacak­tır. Bunların da meseleler hakkında muıbahasa ederek işleri karara bağlamaları kolay olabilir mi?.

Zat-ı faziletlerinden ricamız bu hususların, bir Islâ-mî hükümette hal şeklinin çarelerini izah buyurmalarıdır. Bu mühim meselelere nasıl çare bulunacak ve ibu işler üasıl düzene girecektir?

Cevap  :

Zat-ı alilerinin, Cumhuriyet rejimi hususunda orta­ya attıkları tenkîdlerin hepsi doğru ve yerindedir. Fakat bu meselelerde son karan vermek için evvelâ bir kaç nokta üzerinde zat-ı alilerinin nazarı dikkatini çekmek ıcabeder.

İlk sual şudur : İnsanî muameleleri yürütmek için herhangi usul sahih ve doğru bir usuldür? Acaba, halka ait meselelerde halkın rızası gözönünde bulundurularak, halk ile müşaverede bulunulup meseleleri onların istedik­leri gibi mi halledelim ve onların rızasına göre mi mua­melelerde hüküm verelim ve onların itimatlarım kazana-lak, güvenler ni sağhyarak mı işleri karara bağlayalım? Yahut da, bir zümreyi veya birkaç şahsı işin basma ge­çirip oturtalım ve onlar da kendi keyiflerinin istediği gibi mi meseleleri halledip işleri yürütsünler? Halkın rızası olup olmadığını düşünmeden mi işleri devam ettirsinler? Birinci şekil doğru ve delillere istinad ediyorsa, o zaman bizim için ikinci' şekle dönmeğe ne lüzum vardır? tkinci şekle dönmenin kapısı artık kapanmış bulunuyor demek­tir. Buna göre, bütün bahislerin birinci şekil üzerinde cereyan etmesi lâzımdır. En doğru yol da budur.

Başka bir nokta da şudur ki, zaman zaman Cumhuriyet usulü ile çalışan bir hayli hükümet şekilleri ortaya çıkmıştır. Dunlardan hangi şekil tecviz edilecektir? Ya­hut hangileri tercih edilmeyecektir? Bunların çok çeşitli şekillerini bir tarafa bırakalım da Cumhuriyetin asıl usul ve maksadı üzerinde duralım. Acaba, bu şekilde ne yapı­lırsa maksada uygun olur ve muvaffakiyet yolu tutulmuş olabilir? O zaman bunun muvaffak olmasının üç sebebi vardır   :

Birincisi : Cumhur . u Halk, mutlak muhtar ve mut­lak hâkim farzedilmektedir. Bu itibarla Cumhuriyetin. tam muhtariyeti ve işlerin idaresinin tam ihtiyaratı Cum­hur-u Halkın üzerinde olduğu ileri sürülüyor. Halbuki insanın kendisi aslında kâinatta ihtiyar sahib: değildir. İnsanlardan teşekkül etmiş bulunan Cumhur-u halk nasıl olur da bir hâkimiyete ehliyet kesbeder? O zaman tam salahiyet ve tam ihtiyar sahibi bir Cumhuriyet kurmak için çalışılanın manası, hâkimiyetin birkaç seçkin kişi­nin eline geçmesini sağlamak demektir. İşte îslâm, ilk adımda bu hastalığa çare bulmuştur. Islâmda Cumhuri­yet bir esasi kanun üıerine bağlanmış ve orada kâinatın asıl hâkimi (Sovereign) tayin edilmiştir. Cumhur-u Halk da bu kanuna sarılarak işlerinin yürütülmesi yolunu tut­muşlardır. Buna göre Cumhuriyet idaresinin başında bu­lunanlar tam salâhiyet ve tam ihtiyarat sahibi değiller­dir. Bu böyle olmayınca Cumhuriyet de muvaffak ola­maz ve muvaffakiyet yolunda yürüyemea. Ademi muvaf­fakiyetin sebebi de burasKİir.

İkincisi : Hiçbir Cumhuriyetde halk şuurlu ve ahlak sahib': olmadan Cumhuriyet yüruyememiştir. îslâm, bu sebepten dolayı bütün İslâm camiasının fertlerinin terbi­yesi üzerinde durmuştur. Bu meselenin esası şudur: îs-lâmda fertlerin fert olarak herbir şahsın iman duygusu­na sahip olup, yani Hak Taalâ karşısında mesuliyet hiss ni duymaları lâzımdır, lalamın esas ahkâmı da buna bağlıdır. Bu hususta birşey eksik olursa, o zaman Cıan-huriyetin de muvaffakiyet imkânları azalmış olur.

Üçüncüsü : Cumhuriyetin muvaffakiyeti için mutla­ka uyanık ve mazbut bir umumî reye ihtiyaç vardır. Bu umumî rey ancak o zaman doğru olur ki, camianın efra­dının hepsi iyi insanlar olsun ve salih kimselerden teşek­kül etmiş bulunsun. Hiç olmazsa çoğunluğu teşkil eden zümre, iyi insanlardan ve faziletli kimseler olmalıdır. O zaman böyle b:r hükümetin yürüyebilmesi için içtimaî ni­zamda herhangi bir fenalık ve kötülüğün girmesine mey­dan bulunmaz.

Böyle bir cemiyetten çıkan üstün karakterli idareci­ler, işlerin yürütülmesinde büyük muvaffakiyetler kapa­nırlar. Bunun içindir ki, îslâm bizi her hususta hidayet kılmış ve doğru yolu da bizim önümüze koyarak göster­miştir.

Yukarıda belirttiğimiz hususlar bir araya gelirse, o zaman öyle bir Cumhuriyet teşekkül eder ki, muvaffa­kiyet yolunda devam eder ve yürür gider. Onun bu şart­lar içinde yürümesinde hiçbir kimse kabahat bulamaz. Şayet bir kusuru olursa o zaman bu cumhuriyetin men­supları hemen bu kusuru giderir ve ıslah ederler. Bu ıslah ve düzeltmeden sonra şöyle bir mesele de vardır: Cum­huriyet sistemi tedrici olarak bir çok ıslahattan sonra beli: olan bu son şeklini almıştır. Fakat henüz hakikî şeklini almış değildir. Daha bir hayli noksanları yardır ki, bu hususların da tamamlanması gerekir. [388]

 

C. Devlet Başkanının Ve Hükümet Reisinin «Veto» Hakkı. [389]                            

 

Sual  :

Bir zamandan beri ortada şöyle bir rivayet dolaşı­yor   :  Pakistan devlet başkanına veya hükümet reisine «Emirel-müminin» yahut da -«Halifetül-müslimin» ünva-m ile hitap edilsin.   Bu düşünce hususunda   biraz   daha fazla bilgi sahibi olmak lâzımdır.    Hükümet başkanının ve devlet reisinin bir «feshetmek» hakkı meselesi de var­dır. Nitekim Hazret-i Ebu Bekir Sıddıyk Radıyallahu Ta-a'â anh, sahabilere karşı «veto» hakkı kullanmıştır. Bu mesele münkirlerin zekât vermekten kaçındıkları ve nü­büvvet  iddiasında bulunanların  kesin  bir şekilde tedibi için cihad hükmü verildiği sırada vuku "bulmuştu. Haz-ipt-i Ebu Bekir, o zaman sahabilerin ileri sürdüğü naza­riyeleri cerhederek, onların reylerini reddeyleyerek cihad hükmü vermişti. Bunun için de şer'î delil ileri sürmüş ve bu delil ile «veto» hakkına benzer bir kanun sağlamış ve ortaya koymuştur.

Bu mevzuyu aydınlatmak için Cenab-ı Vâlâya (Zat-ı devletlerinize) bazı sualler tevcih edilmiş bulunuyor. Ümit ederiz ki, bu suallerin cevaplarım bize açık olarak bildirirsiniz.   Kıymetli  cevabınız bizleri  memnun  edeceği

şüphesizdir.

1.  Acaba Hazret-i Ebu  Bekir     Radıyallahu Taalâ anh. bugünkü manada «veto» hakkı mı kullanmıştır?

2. Böyle bir «veto» hakkı kullanmış ise, bunun şer'î de'"i var mıdır? Veya yok mudur? Var ise nedir?

Cevap   :

Dört Örnek Halife devrinin hükümet rejimi ile bu­günkü devlet başkanlığı ve hükümet nizamı arasında yerle gök arası kadar fark vardır. O devirle bu devir arasındaki halk arasında da fark vardır. O devirde verilen bu karardan ve o devrin islâm tarihinden halkımız haberdar değillerdir. Ben bu mevzuyu gayet mufassal olarak ele aldım. [390] Bu hususta o bahisleri gözden ge­çirmeli. Buradan şu mesele açık bir şekilde aydınlanmış oluyor ki, Hilâfet nizamında «Veto» denilen hak ne de­mektir ve ne şekilde tefsir edilecektir. B*unun salâhiyet ve ihtiyarat dairesi nereye kadardır? O, «Veto» bizim bugünkü Anayasa ıslah işimizdeki «Veto» hakkından ta­mamen ayrı ve bambaşka bir şeydir. Hazret-i Ebu Bekir, sadece iki meselede istidlal ederek böyle yapmıştır. Biri Usâme meselesi, diğeri de .nürtedler aleyhine verilen ci­had- kararı. Bu iki meselede Hazret-i Ebu Bekir, kendi şahsî reyi üzerine karar vermişti. Ve kendi reyi için Ki-tabullah ve Sünnet-i Resulullah'tan istidlal etmişti.

Usâme meselesinde istidlal şöyle idi: «Böyle bir iş Nebî Sallallahu aleyhi ve sellem zamanında vuku bulmuş olsaydı ne yaparlardı? Ben de Zat-ı Saadetlerinin halifesi cJmak hasebiyle ne yapmalıyım? Bu gaileyi bastırmak benim için bir farzdır. Ben hiçbir şey değiştiremem ve yeni bir şey de ortaya koyamam», demişti.

Mürtedler meselesinde de istidlal şöyle idi: Bir kim­se namaz ile zekât arasında fark gözetirse ve namazı kı­lacağım da zekâtı vermiyeceğim derse, o zaman böyle bîr kimse mürted durumuna girer.    Böyle bir kimseye müslüman demek hatadır. Buna göre, bu güruhun delil­leri kabili kabul değildir. İsterse bunlar «La fiâhe İllal­lah» demiş 'olsalar dahi... Madem ki, Islâmm esas şart­larını ifâ etmek istemezler ve bu şartlan ifâ    etmemek için de diretirler,  bunlar    mürted sayılırlar ve bunlara karşı kılıç kullanmak lâzım gelir.

Bu deliller karşısında, Sahabey-i Kiram, Hazret-i Ebu Bekirin emirlerine boyun eğdiler ve onun dediklerini kabul ettiler. Eğer bu mesele bir «veto» meselesi ise, o zaman da yine Allah'ın Kitabı ve Resulullahın Sünneti tahtında bir «veto» dur. Kendi başına müstakil bir «ve­to» değildir.

Gerçekte bu hususa «veto» demek de sahih değ ldir. «Veto» demek hatalı ve yanlıştır. Nitekim, Hazret-i Ebu Bekir, istidlal ederek, ihtilâfı halletmiş ve Sahabeyi Ki­ramı ikna eylemişti. Sahabe de bu hususun sahih oldu. ğırna kanaat getirmiş ve hep birden razı olmuşlardı. Ka­naat ettikten sonra da eski reylerinden rüeu etmişlerdi. [391]

 

BAB 12.

 

Bir zamandan beri şöyle bir sual üzerinde durulmaktadır : Araba İslâm'da esas insan hakları garanti altına alınmış mıdır, alınmamış mıdır? Sadece Avrupa tarihlerine ve Avrupanuı siyasî sahada ilerlemesinin seyrine vâkıf olan kimseler, bilgisizliklerin-cîen, bu hususta asü ilerleme yalnız Avrupa ülkelerinde olagelt-miştir, diye düşünmektedirler.

Eu düşünce temelinden yanlış ve hatalı bir düşüncedir. Hal­buki, islâm, «insan haklarını» garanti altına aldığı zamanlar, dünyada kimse insan hakkı denilen nesneden haberdar büe değil­di <Işte ilhami hidayetin mûcizesidir ki, yaşayış sahasında bu esası izah etmiş ve inam düşüncesinin ulaşabildiğe kadar bunu anlatmıştır.)

Mevlânâ Seyyid Ebu'l - A'lâ Mevdûdî Sahîb de I^ahor'da bir külüp'de yapılan toplantıya davet edilmesi üzerine vermiş olduğu konferansta, insan haklarına temas ederek insanî hukuku her cephesiyle şerh etmişlerdi. Halil Hanıidî Sahîb de bu konferansı o  zaman   kaleme   almışlardı.   Burada  aynen   nakledilmektedir.

İnsan haklan, bir taraftan Islâmî Hükümetin Anayasasının (düstur) ayrılmaz bir cüz'ti olduğundan, diğer taraftan da tala­nım bütün zabt ü rabtı bu esasa dayandığından, bu kitabın üçün­cü kısmına bu hukukun nelerden ibaret olduğunu anlatmakla-başlıyoruz. [392]

 

İNSAN HAKLARI

 

Biz nıüslümanlan alâkadar eden mesele şudur: İn­san haklan bizim için yeni bir düşünce değildir. Başka, milletlerin nazarında bu hakların tarihi belki U.N.O. (United Nations Organisation) «Birleşmiş Mîlletler Teş­kilâtı» ile başlasa da bizim için ehemmiyeti yoktur. İs­terse bu mesele İngilterenin (Magna-Gharta) sn «Şahsî Hürriyet Kanunu» ile başlasın yine biace bir mesele teş­kil etmez. Bizim bu husustaki düşüncemiz çok eskidir. Bu vesile ile insan hakları üzerinde durmak ve insanlığın esas haklarını izah etmek hususunda, arzedeyim ki, ilk evvelâ insan haklarının ortaya çıkış tarihini gözden ge­çirmek ıcabeder.

Temel haklar nelerdir?

Hakikatte bu tuhaf bir meseledir. Yeryüzünde bir insan, insanlar arasında insanlık hususunda kendi kendi­sine şöyle bir sual sorabilir: İnsan olan benim temel hak­larını nelerdir? İnsandan başka bu kâinatta yaşayan öteki mahlûkat da vardır. Onların da bir hakları olması icabetmez mı? Bu hakları, fıtrat kendisi ortaya koymuş tur. Siz kendi kendinize bu haklan ortaya çıkarmamış­sınız.

İnsandan başka diğer mahlûkat düşünce sahibi de­ğildir. Yalnız insan düşünce sahibi olduğundan acaba be­nim haklarım nelerdir diye kendi kendine bu suali.,.teıvciiı edebilir. Bu sualin neticesinde de bu hakların nelerden ibaret olduğunu tayin.eder. O zaman bu haklar da belir, miş ve kararlaştırılmış olur.

Şu da tuhaf bir meseledir ki, kâinatta bir şu kadar mahlûkat arasında hiç birisi, insanın kendi hemcinsleri­ne karşı yaptığı muameleleri yapmaz ve <îwmım insana karşı reva gördüğü hususları reva görmez. Hattâ görü­yoruz ki, hayvanlar arasında bile Öyle- bir hayvan yoktur ki, kendi cinsinden olan diğer hayvanların üzerinde ta­hakküm etmeğe kalksın. Yahut da yine kendi cinsinden olan hayvanların üzerine sebepsiz saldırsın.

Fıtratın kanunu bir hayvani başka bir hayvana gıda maddesi olarak kararlaştırmış ise, gıda ihtiyacı olmadan bir hayvan diğer bir hayvana taaruz etmez. Herhangi bii1 yırtıcı hayvan da gıda zarureti olmadan veya bu ih­tiyacını gördükten sonra, sebepsiz yere başka hayvanın üzerine çullanıp öldürmeğe kalkmaz. Hayvanlardan hiç birisi de kendi cinsinden olan hayvanlara, insanların ken­di cinsinden olan insanlara yaptıkları muameleler gibi muamele etmezler. Belki bu, Hak Taalânm insanları hay­vanlardan üstün olarak yarattığı ve hayvanlardan efdal kıldığının neticesidir ki, insan böyle muamelelere baş vu­ruyor. Yine bu Allahu Taalânm atâ kıldığı zekâ ve kuv­vetin mucizesidir; însan bu dünyada harikulade işler ba­şarıyor.

Arslanlara bir bakalım: Şimdiye kadar arslanlar birbirleriyle dövüşmek için bir arslan ordusu kurmamış­lardır. Herhangi bir köpek, şimdiye kadar ibaşka bir kö­peği köle olarak kullanmağa kalkmamıştır. Herhangi bir kurbağa başka kurbağaların ağzını kapatmağa yelten­memiştir. Ista sadece insan, kendisini Hak Taalânm hida­yetlerinden müstağni zannederse, o zaman elinde bulu­nan,, veya herhangi bir vesile ile eline geçmiş olan kuv­vet ve kudreti kendi cinsinden insanlar üzerinde deneme­ğe kalkar. Kendi cinsinin efradına karşı zulüm ve zorba­lık yolunu tutar.

İnsan, yeryüzünde yaşayışa adım attığı zamandan bugüne kadar, bütün hayvanların yapamıyacağı bir şe­kilde kendi cinsinin üzerine saldırmıştır.    Yalnız ikinci dünya savaşında neler olduğunu söylemek kâfidir. Bu­nunla da isbat ediliyor ki, insan herhangi bir şekilde ol­sun diğer insanların hak ve hukukunu gözönünde bulun­durmak istememektedir. Sadece Hak Taslanın insana göndermiş olduğu hidayetlerin sayesinde ve peygamber­ler vasıtasiyle gelen ahkâm karşısında insanlık hakları­na vukuf kesbetmiştir. Hakikatte ise, insana insanlık haklarını tayin eden, insanın kendisi değil, insanı yarat­mış bulunan Halik'dir. Nitekim, ancak Halik, insan hak-iarınm nelerden ibaret olduğunu ve nelere dikkat etmek lâzım geldiğini de mufassal bir şekilde insanlara bildir­miştir.

İçinde bulunduğumuz devirde insan hakları anlayışı­nın ilerlemesi;

Elbette şurasını da nazarı itibara almak icabeder ki, insan hakları üzerinde îslâmî nazariyeyi ortaya koyma­dan önce, bir kere insan hakları meselesinin tarihçesine göz atmak yalnız faideli değil, hatta lâzımdır.

1. Ingilterede King John (Kral Con) 1215 milâdî senede «Magna Charta» yi yürürlüğe koydu. Bu iş, (Ba-rons) derebeylerinin tazyiki neticesinde ortaya çıktı. Bu husus Kral ile derebeyleri arasında bir nevi anlaşma ma­hiyetinde birşeydi. Bu anlaşmada emirlerin yani dere­beylerinin istekleri daha fazla nazarı İtibara almıyordu: Fakat bu anlaşmadan halkın hak ve hukukundan bırşey bahis mevzuu değildi. Sonradan halk bu anlaşmanın için­den bazı manalar çıkardılar ki, bu iş de, anlaşmayı ya.-zanlarm kendilerini bile hayretler içinde bıraktı. On ye­dinci asırda Kanun ile meşgul olan zümre şu hususu or­taya attılar: Bir suçun tahkiki sırasında, kaza mercileri­nin karşısına çıkılmadan (Traü by Jury) sebepsiz yere hapsedilmek, adalete muhalif (Rights of Habcas Corpus) olup caiz değildir. İngiltere vatandaşlarından vergi almak hakları da yalnız muayyen şekilde olacaktır, keyfi olma­yacaktır.

2. Tam Paine, 1737 - 1809 Pomflit'in «insan Hak­ları»  (Rights of Man) Avrupa efkârı umumiyesi üzerin­de büyük tesirler icra etti. Avrupalının fikrinde yeni bir inkılap vücuda getirdi. Pomflit 1791 de Avrupa ülkele­rinde insan hakları düşüncesini yaydı. Bu zat, ilhamı di­ne inanmıyordu. Eassen o zaman Ilhamî din   (Vahy ile gelen din, Peygamberlerin getirdikleri din)  rJsyhinde ce­reyanların Avrupaya yayıldığı devirdi. Bu yüzden Avru­pa halkı, Ilhamî dinlerde insan haklarından bahsedilme­diği kanaatine sahip bulunmuyorlardı.

3. Fransız  inkılabı   tarihinin  parlak   sahifelerinden biri de  «tnsan Hakları Beyannamesi» dir.   (Declaration of tbe Rights of Man). Bu beyanname de 1789 da orta­ya çıktı. Bu da 18 nci asrın içtimaî, felsefî nazariyeleri­nin ve bilhassa Roussau'nun içtimaî    ıslahat fikirlerinin (Social Contract Theory)   semeresi idi. Burada millî hâ­kimiyet, serbestlik, eşitlik ve frtrî    hak ve hukuk ispat edilmeğe  çalışılıyordu.     Burada rey hakkı,  kanun vaz'ı hakkı, vergi meseleleri ve vergi alma haklan.efkârı umu-miyenin kontrolüne bırakılıyor ve suç tahkikin n de ka-zaî meclis (Trail by Jury) de isbat edilmesine çalışılıyor­du. [393]

Bu insan hakan beyannamesini, Fransız Anayasası­nı hazırlayan kurul, o zamanki İnkılap devrinde Anayasa­nın basma koyup, bunun için Anayasada bir yer ayırdı. Anayasada da bu hususa çok ehemmiyet verildi .

4. Amerika Birleşik Devletlerinde, on maddelik ıs­lahat kanunu meyanında ingiliz Cumhuriyet mefkuresini ihtiva eden bütün hak ve hukuka yer verildi.

5. İnsan hakları ve vecibeleri ehemmiyet kesbettik-ten sonra, Bogota konferansında 1948 'Amerika hükümeti de bu haklan nazarı itibara aldı ve ehemmiyetle üzerinde durdu.

6. Sonra Birleşmiş Milletlerin nazariyesi ve mefku­resi meyanında yavaş yavaş ikmal edilmiş bir şekilde her cepheden nazarı d'kkate alınarak ele alındı. Ve en son «înternational humain's rights» «Milletlerarası insan haklan beyannamesi : Âiemî Menşur-î Hukuk-i İnsanî» adı ile ortaya kondu.

1946 senesi aralık ayında Birleşmiş Milletlerin umu­mî toplantısında mevcut beyannameye şöyle bir madde de ilâve ed'lip, insanlar arasında «iskatı cenin»: (Genocide) (Çocuk düşürtmek) de milletlerarası kanun hilafı bir cürüm olarak kabul edildi.

Daha sonra 1948 aralık ayı «iskatı cenin» hakkında cezalar tertiplendi ve bu suçun önüne geçmek için bir karar imzalandı. 12. Ocak. 1951 de bu karar yürürlüğe gird\. Bu karara da «iskatı cenin» tavsif edilip aşağıda yazüı bulunan fiillerden herhangi birini yapmak suç sa­yıldı. Yani herhangi bir millî, nesebi veya ahlâkî (Etir-cal) zümre veya bunun bir kısmını ortadan kaldırılma: cürüm addedildi.

1. Herhangi   bir  zümrenin  fertlerini   öldürmek.

2. Bu gibi Mmselere dimağı veya cisim ağır zara: verdirmek.

3. Bu fertlerin üzerine, bilerek yaşayışlarını bozmak için bir kıa-im kimseleri saldırtmak. Yani böyle b^r sal­dırının maksadı, bir züreyi ortadan    kaldırmaya matuf olacak.

4.  Herhangi bir zümrenin zürriyet organlarını boz­mak ve doğurmalarına mani olmak.

5.  Zorla bir zümrenin çocuklarını başka b:r tarafa nakletmek ve devşirmek.

10. Aralık. 1948 de ortaya çıkan Milletlerarası İnsan Haklan Beyannamesinin mukaddem1 esin de şöyle deniyor:

«Süsas insan haklan, insan fertlerinin şeref ve hay--üyeti bakımından, katim ve erkeğin eşit hakları olmasını

gerektirir.»

Ve yine Birleşmiş Milletlerin kuruulşunun gayesi an­latılırken şu husus da ileri sürülmüştür :

«İnsan haklarına-' hürmet edilmesini sağlamak, nesil, .ûmıre, lisan ve din imtiyazı gözetilmeden-bütün insanla­ra temel serbestliği gözönünde tutmak ve milletlerarası ok iş birliği yohina gitmek...»

Yine bu şekilde Birleşmiş Milletlerin 55 nci oturu­munda şu beyanname neşredildi:

Birleşmiş Milletler Kurulu, insan haklarına ve her. kıs için âlemşümul hak ve hürriyete hürmet göstermeli ve muhafaza etmek için çalışır.

Bu beyanname hakkında hiçbir devlet mümessili mu­halif rey ileri sürmemiştir. Yalnız, bu beyannamede sade­ce umumî sözler ileri sürüldüğünden muhalif rey beyan edilmedi. Zira mevzu bahsedilen prensiplerin teferruatına inilmiyor, sözle iktifa ediliyordu. Milletlerarası herhangi bir anlaşma da yoktu ki, beyannameye imza koyan hükü­metler, verdikleri söze bağlı bulunmağa zorlanabilsinler. Ve milletlerarası bu kanunu yürütmek yolunda hükümet­leri zorlamak mümkün olsun. Şu noktayı da açık olarak söyleyelim ki, bütün bunlar sadece bir ölçü olmaktan başka bir şey değildi. Yalnız böyle bir ölçü gözönünde bu­lundurulmağa çalışılıyordu. Halbuki, bazı devletler buna bile rey vermekten kaçınmışlardı. Yani ne lehde ne de aleyhde rey kullanmışlardı. [394]

Görüyoruz ki, bu beyanname, insanlığın bu dünyada­ki en iptidaî haklarını hiçe sayan hatta yok eden devlet­ler tarafından neşredilmektedir. Buna rağmen yine de kendilerini dünyanın en medenî ve en ileri milletleri ola­rak ilân ediyorlar. Ve böyle bir durumda da müstemleke­lerini ellerinde tutmak istiyorlardı. [395]

Bu kısa beyanımızdan sonra anlaşılıyor ki, bu husu­sa ait Avrupa düşüncesinin tarihi iki yüz küsur seneyi aşmamaktadır. Bu belli tarihten önce insan haklan diye bir mefhum tahayyül bile edilmiyordu. Bundan başka, eğer bugün bu haklardan bahsediliyorsa, bunun arkasın­da herhangi bir mesned (Authority) ve herhangi bir ic-raî kuvvet (Sanction) da mevcut değ Mir. Bu beyanname sadece iyi bir temenniden başka bir şey olamaz.

Buna mukabil, İslâm insan haklarını Kur'an'-ı Keri­min beyanında ve bilhassa îslâm Peygamberi Sallallahu Aleyhi ve Sellemin Veda Haccında irad buyurdukları hut­bede ortaya koymuştur. B'rleşmiş Milletlerin veya Av-rupanm bu düşüncesinden çok daha önce ve çok daha evvel îslâm kendi milleti için, ister akide bakımından olsun, ister ahlâkî ve dinî bakımdan olsun, bu hükümlere itaat edilmesini farz kılmıştır. Bu hak ve hukukun korun­ması hususunu da Sat-ı Risaietpen ahileri, kendi devri sa­adetlerinde nazarı dikkate aldıkları gibi, Hülefa-i Raşidin fevrinde de nazarı itibara alınmıştır.

Şimdi, İslâmda bu hak ve hukukun ne şekilde kaim kılındığım etraflıca  anlatmağa  çalışacağım: [396]

 

1.  Yaşamaya Hürmet Veya Yaşama Hakkı.

 

Kur'an-ı Kerimde dünyanın ilk cinayetinden bahis vardır. Bu, insanlık tarihinin ilk hadisesidir ki, bir insan başka bir insanın canına kıymıştır. Bu hadiseden de ilk defa b'r insanın başka bir insanın canına ve yaşayışına hürmet etmesi meselesi ortaya çıkmıştır. Oradan anlaşılı­yor ki, bu dünyada herkesin bir yaşama hakkı vardır. Kur'an-ı Kerim'de hadise anlatıldıktan sonra şöyle bu-yuruluyor:

Hiç bir kimseyi öldürmemiş ve yeryüzünde herhan­gi bir fesat çıkarmamış olan birisini her kim öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim de bir kim­senin hayatım kurtarırsa, o da bütün insanlaın kurtar-rmş gibi olur. Mâide,  32).

Bu âyet-i kerimeden anlaşıldığına göre, bir insan öl­dürmek, bütün insanlığı öldürmek gibidir. Buna mukabil bir insanın hayatını kurtarmak da bütün insanların ha­yatını kurtarmak gibi oluyor. Burada hayat kurtarmak kelimesi «thya» : (Yaşatmak) tabiri ile beyan edilmiş­tir. Başka bir tabir ile, bir kimsenin hayatını kurtarmak demek, onu yaşatmak, ona yaşayış vermek demek olu­yor. Bu işde vahuz iki husus istisna edilmiştir. Birincisi; bir kimse başka bir kimsey Öldürürse, öldürülen kroşenin kısasına karşılık bu kimse de öldürülebilir. İkincisi de herhangi bir kimse yeryüzünde fesat çıkarmak isterse o imse de öldürülebilir. Bu iki ahvalin haricinde insan ya­şayışı ortadan kaldırılamaz ve bir kimse de öldürüle­mez [397]. İnsan yaşayışının ve canının korunması tâ ta­rihin ilk devirlerinden beri aydmlatılmıştır. tnsan hak­kında şöyle düşünmek de yanlış ve hatalıdır: «insan ka­ranlık devirlerde ortaya çıkmıştır. Kendi hemcinsini ÖL düre öîdüre, nihayet ilerlemiş ve öyle bir vaziyete gel­miştir ki, artık insan, insan öidürmemeği dlbüneb.M mis­tir.» Böyle düşünmek tamamen hatalı ve Hak Taalâ hak­kında şüpheli görüşe sürükler mahiyettedir. Kur'an-ı Kerimin bildirdiğine göre Hak Taalâ, tâ başlangıçtan be­ri ve her zaman insanlara hidayet yolunu göstermiştir. Bu hidayet yolunun içinde insanların insanlarla olan hak vr hukuku da belirtilmiştir. [398]

 

2.  Zayıfları Ve Malüllerî Korumak:

 

Kur'anH Kerim'den ve Resulü Ekremin gösterdiği h'dayet yollarından anlaşılan ikinci mesele de şudur : Kadın, çocuklar, yaşlılar, yaralılar, hastalar ve buna ben­zer durumda olanlara zorbalık etmek caiz değildir. —. Bunlar ister bizim kendi milletimizden olsunlar, ister­se biz'nı milletimizden olmayıp, başka milletlerden olsun­lar, yahut da düşman olsunlar. — Bir harp vuku bulursa o zaman fertler esasen harp meydanında olurlar ve me­sele değişir. Yoksa bunun dışında tecavüz kat'î olarak men edilmiştir. Bu usul, İslâm'ın kendi kavmine has de­ğildir. Bütün insanlık için konmuş olan bir kanundur. Zat-ı RisaletpenahÜerinin bu mesele üzerinde açık beyan­ları vardır. Hülefa-i Raşidin devrinde de düşmanı karşı­lamak için, ordu sevk edlidiği zaman bu hidayetler ordu efradına anlatılırdı. Düşmana karşı hücuma geçildiği zaman, «kadınlara, çocuklara, yaşlılara ve yaralı hastalara eî sürülmeyecektir.» Denirdi. [399]

 

3.  Kadınların Namuslarının Korunması  :

 

Yine Kur'ari-ı Kerimin ve Hadis-i Şeriflerin teyid et­tiği hususlardan biri de, kadınların iffetine karşı hürmet göstermektir. Yani muharebede düşman tarafın kadınla­rı — her ne suretle olursa olsun — Müslüman ordusu efradının eline geçebilir; o zaman kadınlara katiyen el sürmek yoktur. Kur'ana göre — herhangi şekilde olursa olsun — fuhuş men edilmiştir. Haram kılınmıştır. İster kadın müslüman olsun, isterse müslüman' olmasın; veya kendi milletimizden olsun, yahut da başka bir millete mensup bulunsun, isterse bu kadın dost bir milletin ka­dını olsun, isterse düşman memleketin kadını olsun, kati­yetle el sürülmiyecektir. [400]

 

4.  Geçimin Korunması:

 

Vazedilmiş olan esas kanunlardan biri de şudur: Aç bir insana — ne vaziyette olursa olsun — ekmek verile­cektir. Çıplak bir insan — ne durumda bulunursa bulun­sun — giydirilecektir. Yaralı ve hasta kimse — hangv ahvalde bulunursa bulunsun — tedavi, edilmeğe hak kes-beder. Şurasına da asla bakamayacaktır ki, bu ac, bu çıplak, bu yaralı veya hasta dost mudur, düşman mıdır? Bu umumî (Universal) hukuk kaidesidir. Düşmana dahi aynı şekilde muamele edilecektir. Düşman tarafa men­sup bir kimse, bizim tarafımıza gelir yahut da getirilir­se, ac olursa karnı doyurulacak, çıplak ise giydirilecek, ac ve çıplak bırakılmayacaktır. Hasta ve yaralı olursa önce tedavisi için çalışılacaktır. [401]

 

5.  İnsaf Ve Adalet :

 

Kur'an-ı Kerim'in koyduğu değişmez usullerden biri de şudur: İnsanlara karşı insaf ve adaletle muamele edi­lecektir. Hak Taalânm bu husustaki emirleri şöyledir:

Herhangi bir kavmin düşmanlığı sizi hiddetlendirip de adalet yolundan ayırmasın. Adalet yolunu tutarsanız, bu takvaya daha yakındır. (Maide, 8).

Bu âyet-i kerinıe'de, islâm, şu esası tayin etmiştir: İnsana karşı — tek bir insan ferdi ve yahut da bir ka­vim ve insanlar topluluğu — her ne şekilde olursa olsun, adalet ve insaf ile muamele edilecektir. Dostlara karşı adalet ve insaf gösterilip, düşmanlara karşı adalet ve in­saftan uzak kalmayı İslâm usulü tamamiyle reddetmiş­tir. Onların hakkında da adalet ve insaf gözetilmesin. denmemiştir. [402]

 

6. İyiliğe Yardım Etmek Ve Fenalığa Yardtun Etmemek.

 

Kur'an-ı Kerim'in bu bahiste tayin ettiği usullerden biri de şudur: İyilik ve hakkı ortaya koymak için yardım etmek lâzımdır. Zulüm ve haksızlık için yardım edilemez. Fenalığı kardeş gibi yakınlardan birisi dahi yapsa ona dahi yardım edilmez. Bunun tam zıddı olarak, iyiliği düş­man dahi yapsa bu işde ona yardım etmek gerekir. Hak Taalâ, bu bahisde şöyle hidayet buyurmuştur :

İyilik ve Allahtan çekinmek için yardim ediniz. Gü­nah ve tecavüz için yardjim etmeyiniz. (Maide, 2).

Burada iyilik -kelimesi «Birr» lafzı ile bildirilmiştir. Bu kelimenin Arapça'da lügat manası «hakkı yerine ge­tirmek» demektir. Yani diğerlerinin de hakkını yerine getirmek ve takva yani Allah'tan çekinmek için birbirinize yardım ediniz. Bu da Kur'an-ı Kerimin daimî ve mus-ta&îl usullerinden biridir. [403]

 

7.  Eşitlik Hakları  :

 

Kur'an-i Kerim'in ehemmiyetle üzerinde durduğu usullerden biri de, insanlar arasında eşitliği ka;m kılmak­tır. Bir kimse, diğer kimselere imtiyaz sahibi olmak is­terse, bu, ancak ahlâk itibariyle olabilir. Bu husus da Kur'an-ı Kerim'de şu şekilde işaret buyumlmuştur  :

Ey halk; Biz sizi bir erkekten ve bir kadından halk-ettik. Ve birbirleninizle tanışasıniz d;ye ffa kabileler ve oymaklara ayırttık. Elbette ki, Allah iıuiinde sizin en makbul olanınız en fazla muttaki bulunan izdir.

(El - hücûrat, 13).

Bu âyeti-i kerime ile anlaşılıyor ki, insanların hepsi de esasta bir ve eşittirler. Muhtelif nesiller, soylar, muh­telif renkler, muhtelif diller    hakikatde, insanlık âlemi için (her ne şekilde olursa olsun)  makul bir taksim ve tasnif değildir.

İkinci mesele de şudur: Mevcut bulunan bu taksim ve tasnif, sadece insanların birbirleriyle tanışmaları cin­dir. Başka tâbirle bir kardeşlik eşitliği vardır. Bir kav­min veya b:r kabilenin diğer bir kavme veya diğer bir kabileye (her ne şekilde olursa olsun) imtiyazı ve üstün­lüğü yoktur. Hukuk bakımından birbir' eriyle eşit ve ay­nıdırlar. Allah Taalâ bir tasnif daha ileri sürmüştür. Bu tasnife göre üstünlük lisanla, renkle, sDyla, ırkla değil, yalnız bir üstünlük varsa ve iftihar edilecek bir mevzu bulunuyorsa, o da temiz ahlak ve üstün seciyedir. İnsan­lar fıtrî yaratılış bakımından birbirlerine eş oldukların­dan nesil ve renk farkı ayrılık' sebebi olamaz. Başkaları­nın haklarına tecavüz etmek İçin kimseye de bir hak ta­nınmaz. İftihar edebilmenin sebebi sadece Allah içinde makbul ve temiz kimse olmaktır.    Bu mevzuda îslâmuı peygamberi de beyanda bulunarak, aydınlatmıştır. Zat-ı Risaletpenahileri Mekkenin fethinden sonra, şu müh m gerçeği ilân etmişlerdir:

Ne bir Arabın bir Acmıey ne de bîr Acemin Araba, ne bir beyazın siyaha, ne de bir siyahın beyaza üstünlüğü yoktur. Üstünlük varsa, ancak takva iledir. Soy sop ile bir imtiyaz yoktur.[404]

Yani üstünlük ve imtiyaz ancak diyânot ve takva ile mümkündür. Meselâ bir kimse gümüşten d ğer bir kimse de taştan başka birisi de topraktan yaratılmış de­ğildir. Belki insanların hepsi aynı şeyden yaratılmışlar­dır; ve bütün insanlar eşittirler.  [405]

 

8. Masiyetten Çekinme Haklan.

 

Usullerden biri de şudur: Herhangi bir kimseye ma-siyet etmek için hüküm veya emir verilem yecektir. Bu iş bir kimseyi, ne iltizam ettirir ne de böyle bir şey için o kimse itaat eder. Masiyet için em r verilirse itaat et­memek gerekir. Kur'an hükümlerine göre, herhangi bir âmir, kendi eli altında bulunan diğerlerine mas yet etmek ve kanunsuz yola gitmek için hüküm veremez. Âmir böy­le bir iş için hüküm verir yahut da câ z olmayan bir şe­kilde tecavüz etmeğe emrederse, böyle bir âmirin ne hük­mü dinlenir ne de emrine itaat edilr. Zat-ı Risaletpena­hileri de bu hususu şerh ederek şöyle buyurmuşlardır  :

Hiçbir mahlûk için, Halika karşı mas-iyet yolunda itaat yolîtur.

Halikın caiz saymadığı ve masiyet olarak bildirdiği hususlarda itaat etmek için kimseye emir verilemez.. Ne hüküm verebilen buyruk sahiplerine böyle bir masiyet hükmü vermek hususunda hak tanınmıştır; ne de hü­küm verilenlere bu hususta itaat etmeleri için bir emir verilmiştir. [406]

 

9.   Zalimin İtaatini Reddetmek Hakkı.

 

Bu da İslâmm muazzam usullerinden biridir ki, zâ­lime karşı itaat etmek diye bir hak yoktur. Kur'an-ı Ke­rim bu hususa da şöyle işaret buyurmuştur: Hak Taalâ, İbrahim Aleyhisselâm'ı yeryüzünde halife kıldığı zaman, Hak Taalâ'dan, Hazret-i İbrahim şöyle bir dilekte bulun­muştu. Hak Taalâ da şöyle buyurdu :

Seni halka .imam kılmaktayım.

Hazret-i İbrahim de dileğini arz etmişti :

Benim neslimden de İmanı kıl! Diye dua etti.

O zaman Hak Taalâ'nın işareti şöyle oldu :

Benim vadim zâlimlere ulaşmaz. (Kakara, 124)

Bu âyet-i kerimeden anlaşılıyor ki, zâlimlere karşı itaat etmek hususunda Hak Taalâ yazılı bir emir verme­miş ve bu gibi kimselere itaat edi'mesini reddetmiş­tir. [407]

Nitekim imam Ebu Hanife rahmetullahi aleyh de bu hususta şöyle buyurmuştur  :

Herhangi bir zâlim, müslümanlara imam olmak sa­lâhiyetinde değildir. Eğer böyle bir kimse imam olacak olursa, ona itaat etmek vâcib değildir.[408]

Böyle bir şahsa boyun eğilmeyecek ve ortadan kal­dırılması için çalışılacaktır. [409]

 

10.  Siyasî İdarecilikte İştirak Hakkı.

 

Islâmin insanlar için kararlaştırmış olduğu esas hak­ların en mühimlerinden biri de bütün müslümanlarm iç­timaî işlerde ve hükümet meselelerine iştirak edebilme nakkıdır. Hükümet halkın müşaveresiyle kurulur. Halk ile müşavere ederek, işleri yürütür. Kur'an-ı Kerim bu hususta şöyle buyurmuştur :

Elbette ki, onları (yani ehl-i imanı.) yeryüzünde ha­fife kılarız. (Sûre-i Nur, 55).

Halife kılınmak bir veya muayyen şahıslar için ol­mayıp çoğunluk içindir. Nitekim, bazılarını değil de «on­ları» buyrulmuştur. Yani «bütfın kavmin fertlerine hali­felik veririz» denmiştir. Demek oluyor ki, hükümet herhangi muayyen bir ailenin ve hanedanın veyahut da bir zümrenin hakkı değildir. Bütün millet toplumunun fer­den fert hakkıdır. Millet efradı ile müşavere edilmeksi. zin, bu iş olamaz.    Kur'an-ı    Kerim yine bu hususta şu İîâmî emri beyan etmiştir  :

Onların işleri (hükümet işi) kendi aralarında müşa­vere iledir. (Şûra, 38).

Ve yine   :

tş hususunda (Devlet işi) kendileriyle müşaverede btıhın. (Aî-i İmrân, 159).

Yani bu hükümet müşavere ile yürütülür. Bu husus­ta Hazret-i Ömer Radıyallahu Taalâ anh'ın sözlerinde de açık beyan vardır. Buyurmuştur ki:

Müslümanlarla müşavere etmeksizin, kimsenin hü­kümet başına geçmeğe hakkı yoktur.

Hükümet idarec si Müslümanlar razı olduktan sonra, iş basma geçebilir. Müslümanlar razı olmadığı takdirde demek ki, bir kimse hükümet basma geçemez ve memle­ketin idaresini de elf alamaz.

Bu hüküm gereğince, demek İslâm, Cumhurî ve mü­şavere esasına dayanan b'r hükümet nizamı kaim kılmak istemiştir. Bu da bagka bir meseledir ki, bizim talihsizli­ğimizden", üzerimize padişahlar musallat olmuşlardır. Ta­hakküm de etmişlerdir. Fakat böyle olmasına rağmen, İs-Iâm bunların bu şekilde padişahlık etmeleri için müsaa­de etmemiştir. Ancak bunların padişah olup da bizim üze­rimize musallat obuaları yine bizim kendi ahmaklığımızın neticesinde olmuştur. [410]

 

11.  Hürriyetin Korunması .

 

Başka bir usul de insan hürriyetinin korunması me-se'.?^:dir. Adalet hükmü hariç kimsenin hürriyeti elinden

alınamaz. Hazret-i. Ömer açık bir şekilde bu hususu be­lirtmiştir   :

tsiâmda hiçbir kimse hak olmaksızın tutuklanamaz. (Hürriyeti selb edilemez.) [411]

Burada «Hak», adalet demektir. Kanun ve nizam da­iresinde adliye işi demektir.  (Judic al process of LaW).[412]

Yani bir kimsenin hürriyetini elnden almak şunu icabettirir ki, bu kimse bir gürümle itham edildikten son­ra, dava görülmeğe başlanıp, bu kimseye savunma fırsatı verisin ve ancak bu şekilde dava bir neticeye bağlansın. Böyle olmadıkça, her ne şekilde olursa olsun böyle bir işe adaletli is denemez. Bu iş ^alelade, akim (Common Sense) .da icabıdır ki, itham edilene kendisini savunmak iç'n fırsat verilmelidir. Bir kimse herhangi bir kuru it­ham ile yakalanıp hürriyeti elinden alındıktan sonra böy­le bir insana kendini savunma hakkı verilmezse, elbette ki, bu çirkin tutum îslâmın adalet anlayışına sığmaz. İs­lâm Hükûmetinn adliyesi demek, Kur'an hükümlerine tabi olmaktan başka bir şey değildir. [413]

 

12.  Mülkiyetin Korunması .

 

Kur'an-ı Kerimin açık bir şekilde ortaya koyduğu esas haklardan biri de mülkiyet'n — ferdî mülkiyet — korunmasıdır. Hak Taalâ bu hususda şöyle işaret buyur­muştur   :

Birbirinizin inalını aranızda bâtıl yol ile yemeyiniz. (Biakara 188).

Eğer Kur'an, Hadis ve fıkhı mütalâa edersek, şu su­alin cevabını bulmuş oluruz; Başkalarının mallarından is­tifade etraek ne- gibi yollarla mümkündür? İslâm bu yol­ları ve bu şekilleri de mübhem bırakmamıştır. Bu iş için muayyen yollar ve usuller vazetmiştir. Bu usullere göre kimse, gayrı - caiz şekilde mal iktisap edemez. Hiç bir kimseye veya hiç bir hükümete, kanunu hiçe sayarak, konmuş olan bu muayyen şekillerin haricinde yani tslâ-mm sarahatle beyan etmiş bulunduğu şekillerden başka br şekilde, bir kimsenin mülkiye tine el uzatmak hakkı verilmemiştir. [414]

 

13.  Şeref Ve Haysiyetin Korunması.

 

Esas insan haklarından biri de şeref ve haysiyetin korunmasıdır. Sûre-i Hücuratta bu hakkın mufassal bah­si vardır. Meselâ bu mevzuda şöyle işaret buyrulmuştur:

Bir kavim başka bir kavimle alay edemez.

Yani sizden bir zümre başka bir zümreyi alay mev-znu yapmasın.

Birbirinize lakap takmayınız.

Yani kelime uydurup alay için birinin isminin başına veya sonuna eklemeyin.

Kiminiz, kiminizi arkasından    çekiştirmeğe kalkmasm. (Hücurat, 11 - 12).[415]

Böyle şeylerle insanlar birbirlerinin şeref ve haysi­yetleriyle oynamağa kalkmamalıdır. Bu gibi fiiller men edilmiştir. Açıkça söyliyelim ki, insan ister yüzüne karşı olsun, isterse arkasından olsun alay edilmekten hoşlan­maz. Lakap uydurup takmak, meselâ (şaşı, topal, kam bur, sağır, cırtlak) gibi kelimeleri isimlerin başına veya sonuna eklemekten b:r fayda elde edilmez. Herkesin iz­zet, şeref ve haysiyetinin korunması garanti edilmiştir. Aynı şekilde yine halka karşı dil uzatmak da men edil­miş bulunuyor. [416]

 

14.  Şahsî Yabayısın Korunması.

 

İslâmın esas kanunlarına göre, herkesin hususî ve şahsî yaşayışı (privacy) muhafaza altına alınmıştır. Kim­se, başka kimsenin hususî ve şahsî hayatına müdahale edemez. Bu hususta Nur sûresinde sarahat vardır   :

Kemli evinizden başka evlere girmeyiniz. Ancak mü­saade şartiyle. (Nur, 27)-

Sûre-i Hücuratta  şöyle beyan  buyrulmuştur:

Gözetleyicilj'lk  etmeyiniz.   (Birbirinizin   i>izli  şeyleri­nizi gözetlemeyiniz.) (Hücurat, 12).

Hazret-i Resulü Ekrem Sallallahu aleyhi ve sellem de bu hususa şu şekilde1 işaret buyurmuşlardır  :

Kendi evinizden başka bir kimsenin evini gözetlemek îııtkkı kimseye verilmemiştir.

Başkalarının gözetlemesinden, herhangi bir şekilde müdahalesinden azade bir şek'lde emniyetle kendi evinde oturması herkesin kanunî hakkıdır. Bunun gibi, yine kimsenin, şu hakkı da yoktur ki, başka birine ait olan mektubu veya yazıya müsaadesiz baksan. Nerede kaldı" ki, okusun. İslâm insanların şahsî ve hususî haklarını ta­mamen muhafaza altına almış, evlerin gözetlenmesini açıkça men etmşitir. Ancak, bir kimse çok mühim bir tehlikeye mâruz kalırsa, o kimseyi tehlikeden kurtar­mak için, hususî ahvalde bu gibi vaziyetlere baş vurula-Ülir. O da bu.kimseyi ikaz edip kendisine tehlikeyi bil­dirmek maksadı için böyle b:r harekete tevessül edilebi­lir. Yoksa her ne şekilde olursa olsun, bir kimseyi gözet­lemeği İslâm Şeriatı caiz saymamıştır. [417]

 

15.  Zulmün  Karşısında  Direnme Hakkı.

 

İslâmda esas haklardan .biri de, b:r kimsenin zulme kiirşı direnme hakkıdır. Zulme uğrayan bir kimse sesini yükseltip, zulme uğradığını ilân eder ve sesini istediği şe­kilde yükseltlbilir. Hak Taalâ bu hususta şöyle işaret bu­yurmuştur :

Allah, çirkin sözler söylenmesini ve sesin  yükseltil me&îni sevmez. Ancak zulme uğrayanlar   (hariç). (Nisa,  148).

Yani mazlum kimseye, zâlimin karşısında sesini yük­seltip uğradığı haksızlığı dile getirmek hakkı tanınmış­tır. [418]

 

16.  Fikir Beyanı Hürriyeti .

 

Zamanımızda üzerinde durulan mühim meselelerden biri de fikir beyanı hürriyetidir. (Freedom of Bxpres-sion). Bu günkü istilanda böyle deniyor. Fakat Kur'an ıstılahında bu mesele böyle bir ıstılahla söylenmemiş ve umumî olarak buna da «Emrün biLmâruf [419] ve Neh-yün an il - münker» denmiştir. Bu husus sadece insan için bir hak olarak tanınmakla kalmamış belki bu, insan­lar için farz bile kılınmıştır. — Kur'andan başka bu hu­susta Hadîslerde de işaretler vardır, — însana, iyilikleri söyleyip, fenalıktan men etmesi farz kılınmıştır. Herhan­gi bir fenalık görürse, sadece sesini yükseltmekle kalmaz, belki bu fenalığı ortadan kaldırmak için de düşünmesi lâ­zım gelir. Böyle yapmak kudretinde olur da yapmazsa günahkâr olur. Müslüman için, îslânı camiasını teiniz tut­ması farzdır. Bu hususda bir müslümanın sesini kısmak ve söylemesi icabeden şeyleri söyletmemek büyük bir zu­lümdür. İçtimaî işlerin iyi bir şekilde yürüyebilmesi için bir kimsenin fikir beyanmm serbest olması icaıbeder. Bir kimse, iyilik için çalışmış ise, sadece iyi bir iş yapmış ok makla kalmaz, kendi insanlığına düşen vazifesini ifa et­miş olur. Buna göre herkes için fikir beyanında bulun­mak Islâmda serbest olarak kararla^tırümış oluyor. Kur'an-ı Kerim, Beni İsrail'in alçaklığa düşme sebeplerfni beyan ederken, onların şu durumunu beyan etmek­tedir; Onlar, biri birlerini, yaptıkları fenalıklardan men et­mezlerdi. (Maide, 79)

Yani herhangi bir kavim arasında öyle b'r vaziye't ortaya çıkar ki, o kavim içinde fenalıklara karşı kimse sea çıkaramaz; bir şey söyleyemezse, o zaman gitgide bu kötülükler bütün kavmi sarar ve o cbmiyetin dejenere olmasına sebep olur gider. Böyle 'bir kavim de Allanın azabına müstahak olamaz da ne olur? [420]

 

17.   Fikir Ve Akide Serbestliği Hakkı

 

Islâmda, Kur'an tâlimi meyanında bir cümle, daha doğrusu bir âyet-İ kerime görüyoruz :

Iü, ikrâhe fi'd-dini : Dinde zorlama yoktur. OBakara, 256)

Bu kaide insanların düşünce serbestliği için konmuş bir usuldür. Bu usulle herkese akide ve fikir serbestliği verilmiştir. Yani bir kimse isterse iman yolunu tutar, is­terse küfür yoluna gider.

İslâm'da fikir hakkında kuvvet kullanmak zarureti iki yerde vardır. Biri, îslâmî hükümetin istiklâl ve mev­cudiyetini korumak maksadiyle cih,ad meydanında düş­mana karşı savaşıhrken,. İkincisi de memleket sathında emniyet ve asayişi ayakta tutmak, fitne ve fesadı önle­mek, cürüm ve cinayetleri ortadan kaldırmak, adalet ni­zamını kaim kılmak iç;n..

Düşünce ve itikat hakkında serbestlik hususuna ge­lince Mekkede müslümanlar Hakka inandıkları ve Hak-"W iwyledik!eri için, on üç sene dayak yediler ve incit 1diler. Nihayet isbat edildiki, gittikleri yol hakdır. Müslü­manlar kendileri için, böyle bir hakkı, bu şekilde kazan­dıklarından, başkalarının da böyle bir hakkı olmasını el­bette k', kabul ederler. İslâm tarihinin başından sonuna kadar, bütün sahifelerini tetkik ettiğimiz takdirde göre­ceğiz ki, hiç bir zaman ve hiç bir yerde müslümanlar, gayn müslİm reayayı (tebaa) İslâmı kabul etmeğe zorla-mamışlardır. Kimseyi İslâmı kabul etmedin diye de öl­dürmemişlerdir. Kimseye de dayak atarak Kelime-i Şe-hadeti s ö yi etme inişlerdir. [421]

 

18.  Dinî Eziyetten Korunma Hakkı.

 

îslâm, muhtel.f dinî- zümrelerin, başka dinî zümreler aleyhinde harekete geçmek için çalışmalarını reva gör­mediği gibi, böyle bir meseleyi de kabul etmez. E ir mez­hebin önderlerinin, diğer b'r mezhebin önderleriyle reka­bete- girişmesine ve. bir mezhebin mensuplarının diğer bir mezhebin mensuplarına eziyet etmesine müsaade etmez. K'.ır'an'a göre herkes'n mezheb inanışlarına ve itikatla­rda ve bu mezhep mensuplarının önderlerine ve rehber­lerine hürmet edilmesi bildirilmiştir. Bu hususta Kur1 -ars-i Kerimin hidayeti şöyledir :

Allah'tan başkasını çağıranlara küfür etmeyin. (El  -  En'âm,  108).

Yani muhtelif din ve mezhep sâ'iklerinin akideleri ü serine ancak delil ile konuşulabilir. Onlara ileri geri söy­lenip küfür.edilmez. Makul bir şekilde tenkid edilmelidir. Yoksa onlara karşı kötü ve ç/rkin sözler söylenmemeli-dir. Birinin yok yere gönlünü incitmek doğru değildir. £ İrine bu şekilde eziyet etmek de caiz sayılmaz. [422]

 

19.  Topbmma Hürriyeti Hakkı.

 

Fskir beyan etmek hürriyeti ve söz söyliyebilmek serbestisinin iktizalarından biri de toplanma hürr'yeti-dir. Bir toplumda muhtelif fikirlerin bulunması tabiî bir işdir. Kur'an-i Kerim muhtelif yerlerde herkesin her hususta fikrin'n aynı şekilde olmayacağını belirtmiştir. Bir usul ve bir nazariye etrafında toplanmış bulunanlar bir millet vücuda getirdikleri halde yine bu camianın arasın­da bazı hususî fikir mektepleri de bulunur. Bu f kir mek­teplerinin mensuplarının fikirleri bazan birbirine yakın olur, bazan da uzak olur. Kur'an-ı Kerim bu hususta şu işarette bulunmuştur:

Sizin içinizden bir ümmet olmalıdır ki, bunlar mâru­fu emretmeli, münkerden men eylemelidirler.

(Al-i tmran, 104).

Amelî ve fiilî yaşayışta «iyiliğin» adına «mâruf» di­yoruz. «Kötülüğe» de «münker» ismi veriyoruz. Muhte­lif düşüncelere göre bu ikisinin arasındaki farklar da muhtelif olacaktır. Bu ihtilaflardan da yine muhtelif fi­kir mektepleri ortaya çıkacaktır* Bundan daha açık bir şey olabilir mi ki? Zümreler ve partiler de n'tekim bu şekilde ortaya çıkmışlardır. Ve nitekim, bizim fıkhımız­da olduğu gibi siyasî nazariyem'zde de muhtelif zümre­ler ve fikirler mevcuttur. Sorulacak sual şudur ki, îslâmî Anayasada (Düstur) ve Hukuk beyannamesinde, muhte­lif fikir sahiplerinin fikirlerini beyan etmeleri yolunda toplanma serbestisi hakkı var mıdır, yok mudur? Bu su­alin en mükemmel cevabını Hazret-i Ali ile Havaric'in karşılaşmaları had sesinde göreceğiz. Hazret-i Ali Radı. yallahu Taalâ anh, böyle bir muhalif fikir cereyanı ile karşılaştıkları zaman, bu fikir mensuplarına bir arada toplanmak için müsaade vermiştir. Ve o zaman Harici­lere şöyle buyurmuştu  :

S:z eğer kılıca davranmayıp da kendi nazariyenizi başkalarına kılıçla ve zorla kabul ettirmezseniz, sizin için tamamen serbestlik vardır. [423]

 

20.  Başkasının Yaptığı İşden Meaiul Olmamak.

 

İslâm tâlimine göre insan ancak kendi yaptığı işden mesuldür.

Amellerinin cezasını da mükâfatını da kendisi görecektir. Başkasının işlerinden ve başkasının cürmim-<len dolayı bir başka kimse ne mesul olur, ne de ona suç yüklenip ceza verilebilir. Kur'an-ı Kerim, bu usul hakkın­da şöyle hidayet buyurmuştur :

Kimse kendi yükünden başka birisinin yükünü yük­lenmez. (En'am, 1G3)

Başka birinin yerine başka birini yakalamak Islâma-Kiğmadığı gibi, sakallının yerine bıyıklıyı da cezalandır­mak tslâm ölçülerine sığmaz. [424]

 

21. Şüpheler Üzerine Hüküm Yürütülemez.

 

Islâmda herkese şu hak tanınmıştır: Herhangi bir şekilde, "tahkik edilmeksizin ve ispat olmaksızın, kimse­nin hakkında sadece şüphe üzerine hüküm yürütülme». Bu bahis hakkında Kur'an-ı Kerim'in açık hidayeti şöy­ledir: Herhangi bir suç hakkında haber verilirse, derin araştırma yapılıp tahkik etmek gerekir. Olabilir ki, her ne sebepten olursa olsun, bilmemezlik veya başka bir se­beple birisine haksızlık edilmiş olur. [425]

Yine bu hususta Kur'ari-ı Kerim şöyle işaret (buyur­muştur  :

Şüpheden tamamen kaçınız, çünkü bazı şüpheler gü­nahtır. (Hücurat, 12).

Hülâsa, îslâmra insanlara bahşettiği haklar bunlar­dır, îslâmın düşüncesi tamamen açık ve mükemmel bir şekilde insan yaşayışının başından beri verilmiştir. Her-şeyden mühim mesele de şudur ki, bugünkü dünyada in­san haklan (Declaration of Human Rights) ilân edildiği halde, böyle bir beyannameyi icra edilebilecek bir müey­yide "C müessir bie kuvvet yoktur. Sadece yüksek bir Öl­çüt' .ı ve bir temenniden başka bir şey olamamıştır. Bu ^üye de hiçbir millet amelî şekilde bağlı    değildir. Bu nevzuda ."<--'-!i bir muahede de yapılmamıştır.     Bütün ıHİetleri gj bu haklara bağlı bulunmak için mecbur ede-k bir şey de yoktur.

Fakat Müslümanların durumları böyle değildir. On-;ar Ai'ah Taalânın kitabına ve O'nun Resulünün SaUalla-k'd aleyhi ve sellem, sünnetine ve hidayetlerine bağlıdır-iar. Allah tarafından O'nun Resulü, esas haklan tam bir aydınlıkla ortaya koymuştur, İslânıî hükümet kurulunca da bu haklara dikkat etmesi icabedecektir. Böyle bir hü-kûmet bu hakları hem müslümanîara teslim etmelidir, hem de diğer milletlere. Bu iş içinde herhangi bir mua­hedeye ihtiyaç yoktur. Filan millet, bizim milletimizin haklarını teslim o^./;-or, biz de kendi ülkemizde yaşayan o milletin mensubu fertlere bu hakkı teslim etmeyelim diye de bir şey olamaz. Belki müslümanîara verilecek o-lan bu haklar, müslümanîara da, bu müslümanların dost­larına da, müslümanlarm düşmanlarına da aynı şekilde tanınacaktır. [426]

 

BAB 13

 

Anayasa I düstur) bahisleri meyanında karışık meselelerden bîri de azınlıklar meselesidir. Bu meseleler hakkında -sayısı? yan­lışlıklar   ortaya   çıkarıldığından  zihinler karışmıştır.   .

Mcvlânâ Ebu'l - A'lâ Mevdüdî, istiklâlin hemen akabinde bu mesele üzerinde durmuş ve bütün cepheleriyle bu mevzuyıı izah ederek, bir Isîâmi hükümette zimmîlerin haklarının nelerden iba­ret olduğunu açık lam "ştır, Mevlanâ, bu makalesini tekrar g"özden geçirmiş  ve düzeltilmiş son şekliyle bu kitaba alınmıştır.

Adı geçen bu yazı Tercürr..ırı ü! - Kur'an'da Ağustos 1948 de neşredilmişti. Makalede bir tarafta Gayrı - İslâmî hükümetlerin Anayasalarında bulunan ekalliyet haklarından, diğer tarafta da îslâm? hükümetteki gayrı - müslimlerin haklarından bahsederek durum   mukayeseli   olarak   gösterilmiştir.

Bu şekilde, İslâmî hükümetin gayrı - Müslimlere davranışiy--îe, diğer hükümetlerin ekalliyetlere kerşı tutumları açık bir tarz-d«   ortaya   çıkmış   oluyor. (Hazırlayıcı) [427]

 

GAYRI MÜSLİMLERÎN HAKLARI

 

İslâmî hükümette gayrı - müsTmlerİn haklanndan oahsetmeden önce, şu noktayı zihinlere yerleştirmek icap eder ki, Islâmî hükümet hakikatte usulî (ideological) hükümettir. Böyle bir rejim, millî cumhuriyetten (Na­tional Democratic) den bambaşkadır. Burada bu iki ay­rı ayrı rejime tabi olan hükümetlere göre, biz de bu me­selenin farklarını ayrı uyrı muhtelif eepheleriyle ortaya. koyacağız. O zaman bu mesele etraflıca ve daha iyi bir şekilde anlaşılmış olacaktır.

1. tslâmî hükümet kentli hudutları dahilinde otu­ran halkı şu şekilde tasnife tâbi tutar:

Ya bu halk, bu hükümetin usullerine ve ideolojisine inananlardan müteşekkildir, yahut da inanmayanlardan.

Yani ya bunlar müslumandırlal*, yahut da gayri -muslinidirler.

1. Millî hükümette ise halk şu bakımdan tasnife tâbi tutulurlar: Bu hükümetin hudutları dahilinde bulu­nanlardan kimler bu hükümete mensupturlar ve kimler değillerdir. Yani bu hükümeti- yürütenler esasda kimler­dir ve kimler değildir. Bugün bütün hükümetlerin rejim­lerinde halkı ikiye ayırırlar ve istilanda bunlara ekseri­yet ve ekalliyet (çoğunluk ve azınlık) derler. Ve bu iki ıstılahı kullanırlar.

2. telâmı hükümette, hükümet ve devlet işlerini yü­rütmek bu hükümetin usulüne inanan bütün halk efra­dına aittir. Kendi nizam ve intizamı dahilinde gayrı - müslimle-re de münasip vazifeler verilebilir.

Fakat devlet reisliği ve hükümet başkanlığı gibi iş­ler onlara tevdi edilmez.

2. Millî hükümette, devlet reisliği ve hükümet baş­kanlığı hususunda yalnız, kendi efradı kavmine itimad eder. Vatandaşlardan olan diğer ekalliyet mensupları böyle b;r hükümette itimada şayan ve güvenilir kimse­ler değillerdir. îsterse bunu açıktan açığa söyler, tsterse fiiliyatta böyle yapar. Ekalliyet efradından kimse kilit - ktalarda vazife göremez. Böyle bir vazife verilecek olursa, sadece gösterişten ibaret kalır. Memleketin asa­yişi ile ilgili mühim mevkiler de ekalliyete verilmez.

3. İslâmi hükümet kendi rejimi bakımından su me-seieyî gözönünde bulundurmakla mükelleftir  :

Müslümanlarla» gayrı - müslimler arasındaki farkı açıkça beyan eder ki, Hangi haklarm müslümanlara mah­sus olduğu ve hangi hakların gayrı . müslimlere ait ol­duğu Mlİnsin.

3. Millî hükümetlerde bu şeküde söz oyunu yap -mak gayet kolay bir işt'r. Memleketin bütün halkına, eşit haklara sahipsiniz denir, fakat bu haklar sadece kâğıt üzerinde yazılı kalır. Fiiliyata gelince, her zaman ve her yerde, çoğunluğun azınlığa karşı bir imtiyaz hakkı göz-önünde tutulur. B'öyle brr zeminde azınlıklara fiiliyatta ve hakikatte bir hak tanınmaz.

4.  İslâmi hükümet,  kendi  tebaası     içinde bulunan gayn - müslimlerin karışık hakları    meselesini, onların bîr zimmîlik hakkı olduğunu kabul etmiş ve kendilerinin korunmasını tekeffül (Garantee) ederek halletmiştir. Bu şekilde onlara bir güven vermiştir.

Devlet kendi usulî nizamı içinde ve işlerin hallü ak­di meyanında onlara müdahale ettirmez.

Yine bu sınıfa siz ne zaman isterseniz, İslâm usulü, nü kabul ederek müslüman olabilirseniz ve siz de diğer fertler gibi idareyi elinde tutan cemaatın bir ferdi olabi-İİrsmiz ve siz de idareye iştirak edersiniz, demiştir.

4. Millî hükümet nizamında, hükümetin kendi mil­leti saydığı kimseler ile kendi milletinden saymadığı kim-seJer arasında karışık işler,, halletmek için üç yoldan bi­risi seçilebilir. Ya kendi milletinden olmayan bu fertleri istihlâk edip devşirecek ve kendi, milletinden yapacaktır. İkinci şık olarak, bunların-varlığını ortadan kaldıracak; uidürmek, soymak, dağıtmak gibi yollara baş vuracak ve ziHimane bir şekilde .bu sınıfı memleketten kaçıracaktır. Tütüncü tedbir olarak, kendi milleti içinde Açhot (Hindu ' mezhebinde bir nevi afaroza uğramış, aşağılık görülen, el sürülmez, mundar cemâat) yapacaktır. Dünyadaki diğer Cumhuriyet rejimlerinin çoğunda, bu gibi tedb'rlere ba^ vurulduğunu görmek mümkündür. Eski' devirlerde de böyle idi. Şimdiki, modern çağımızda da bu usul değişm'ş değildir. Hindistan müslümanları bu durumun acı tecrü­besini tadmışlardır ve halen tadmaktadırlar.

5. İslâmî hükümet, zimmî gayri - müslimler için, İslâm şeriatının tayin ettiği bütün hakları kabul etmeğe v teslim etmeğe mecburdur. Onların bu haklarını elle­rinden almak, yahut da kısmak İslâm hükümetinin elin­de değildir: Elbette ki, müslümanlar isterlerse bu zinv mîlere şeriatee kararlaştırılmış bulunan haklardan bir parça daha fazla haklar verebilirler. Fakat kendilerine fazladan verilecek olan haklar, Islâmın usulleri ile mu­halif olamaz. Ancak onların haklarından bir şey de asla kısılamaz.

5. Millî hükümet, ekalliyete ,br hak verecek olur­sa, yine bu hakkı da ekseriyet (çoğunluk) verecektir. Bu haklan çoğunluk verdiğine göre, bir gün çoğunluk bu haklan istediği takdirde azaltır veya çoğaltabilir. Yahut da tamamen ortadan kaldırabilir. Çoğunluğun böyle bir hakkı her zaman için vardır. Böyle bir nizam içinde azın­lığın vaziyeti, çoğunluğun bu zümreye acıyıp acımaması­na bağlıdır. Azınlık, çoğunluğun kendisine acımağının sa­yesinde yaşayabilecektir. Hatta bu sınıfa en iptidaî in­sanlara tanınan haklan da tanımayabilir. Azınlığın oöy-Ie bir nizamda hiçbir garantisi olmadığı gibi, onlara bu hakların tanınacağına dair, bir şey de tekeffül edilmez.

îşte İslâmm zimmîlere karşı davranışı ile, millî Cum­huriyet rejimi hükümetlerin azınlıklara karşı davranışla n arasında yukarda saydığınuz esaslı ihtilaflar bunlardır. Davranış bakımından İslâmm diğer hükümet rejimlerine olan imtiyazı da bunlardır. Şu kadar var ki, bu hususlar gözönünde bulundurulmadan insan meseleyi kanştınp içinden çıkamaz bir hale sokacağı gibi, yanlış anlayıştan da kurtulamaz. O zaman zanneder ki, bu günkü millî Cumhuriyet rejimi hükümetler, ekairyetlerin veya azın­lıkların haklarını teslim ediyormuş da İslâm, bu muame­le hususunda aç gözlülük edip de vermiyormuş.

îzah ettiğimiz bu hususlardan sonra şimdi asıl mev-zuumuza gelebiliriz. [428]

 

1. Gayrı - Müslîm Reâya'mn Çeşitleri.

 

İslâmî kanun, İslâm camiası içinde yaşayan gayrı -müslim reayayı üç şekilde smıflandmr.

Birincisi; Sulh ve barış yolu ile, yahut da bir muahe­de ile islâm camiasının içinde yaşamağı kabul edenler.

ikincisi; Muharebe ederken mağlup olup da İslâm camiasının içinde yaşamak zorunda kalanlar.

Üçüncüsü; Ne muharebe ne sulh ne de muahede ile olmayıp İslâm ülkesinde Islâmî hükümetin arazisi içinde bulunanlar.

Bu üç sınıf zimmîler, umum zimme hakkında aynı şartlara tâbi iseler de yine birinci sınıf zimmîlerin diğer ikisinden biraz farklı haklan vardır. Bunun için biz de ehli zimmenin haklarını açıklamadan Önce bunların üçü­nün de ayrı ayrı vaziyetlerini gözden geçirelim. Ve bunla­rın haklarındaki hükümleri de ortaya koyalım. [429]

 

Antlaşmalılar  :   (Muahidln)  .

 

Bunlar, harpsiz yahut da harp arasında itaati kabul edip teslim olanlardır. îslâmî hükümet ile hususî şartlar dairesinde bir antlaşma, yaparak bu antlaşmaya bağla­nırlar. Bunlar hakkındaki İslâm kanunu şudur : Sum şartlan ne ise harfiyyen tatbik edilir. Onlar sulh şartı olarak neleri ileri sürmüşlerse, İslâm hükümeti tarafın­dan da bu şartlar kabul edilmişse, bu haklar tamamiyle kendileri için tanınacaktır. Düşmanı yola getirmek ve ita­at dairesi içine almak için, bazan cömertçe şartlar da konabilir. Bu şartlar nelerden ibaret ise aynı şekilde de­vam ettirilir ve bunlardan bir şey eksiltilmez. Nitekim bugün ileri gelen medenî milletler de siyasî antlaşmalan bu esas üzerine yürütürler. Kararlaştırılmış şartlan boz­mak, îslâmda sadece kanunsuz sayılmakla kalmayıp, bir haram ve büyük bir günah diye bildirilir. Bu esasa göre, yapılmış olan bir antlaşmanın şartları ister iyi olsun, is­terse fena olsun herhangi bir değişikliğe uğramadan ol­duğu gibi nazarı itibara alınacaktır. Ve bu şartlarda zim-mîlerin aleyhine kıl kadar değişiklik yapılamaz, islâm rejimi ile diğer n zamların ve bu iki sistemin birbirlerine karşı durumları (Relative Position) arasındaki farkı dikkati nazara aldığınız takdirde, ne kadar büyük olduğu ortaya çıkar. Resulullah Sallallahu aleyhi ve sellem bu­yurmuştur ki:

Siz bir kavimle savaşıp onlara galip gelebilirsiniz. Onlar da mallan karşılığında (cizye), canlarını ve ço­cuklarını kurtarmak isterler. (Bir rivayette sîzinle her­hangi bir sulh yoluna gitmek isterler.) O zaman siz ka-rurlaşmış olandan başka onlara bir şey yükleyemezsiniz. Çünkü bu sîzin için doğnı değildir. Size caiz olmaz. [430]

Yine başka b:r hadisde şöyle buyurulmuştur : Dikkat! Herkim, anlaşma yapmış olduğu birisine zûlm ederse, yahut da onun hakkım kısarsa ve onu gücü ye.tmeytx!ek bir şey .içiıı zorlarsa, veyahut da onun ver. inek istemediği bir şeyi zorla almak isterse, elbette ki, biz, kıyamet günü onun (zorlanan kimsenin) sığmağı ve koruyucusu olacağız. [431]

Bu iki hadiü-i şerifteki kel'meler geniş bir mana ta­şıdığından, bunlardan küllî kaideler istinbat edilir. Bu kaidelere göre, zimmîlerle suih akdedilirken, sulh şartları tamamen ve aynen nazarı itibara alınacaktır ve ona gö­re hareket edilecektir. Eu şartlar üzerinde hiçbir değişik­lik yapılmayacak ve hiçb'r şey kısılmayacaktır. Bu gibi şeyler katiyen caiz değildir. Ne kendilerine haraç yükienecek, ne onların arazileri ellerinden alınacak, ne binala­rına el konacak, ne ağır şartlı kanunlar tatbik edilecek, ne din ve mezheplerine müdahale edilecek ve ne de hay­siyet, şeref, izzet ve namuslarına saldınlacaktır. Zûlm ifade eden herhangi bir fiile teşebbüs edilemez. Bu ca­miaya herhangi bir husus zorla kabul ettirilmeyecek ve kudretleri dışında tekliflerde bulunulmayacaktır.

Bu hükümler üzerine islâm Fukahası sulh yolu ile fethedilmiş bulunan ülkeler halkına karşı yapılacak mua­meleler hakkında kanunlar tertip etmişlerdir. Bu kanun­larda takip edilen umumî kaide, onlara karşı tutulan tavru hareket ve yapılacak olan muamelede tamamen sulh muahedesine harfiyen uymak olmuştur.

İmam Ebu Yusuf, bu mevzuda şu hususu belirtmiştir:

Sulh namede kararlaştırılmış olan şey kendilerinden alınır ve bunun dışında birşey istenemez.. [432]

Fethedilmiş ülkelerin halka.

ikinciler; sonuna kadar müslümanlarla savaşıp, müs-lümanlara karşı kılıç kuUanıp nihayet mağlup olanlardır. İslâm orduları, bunların kalelerini ve istihkâmlarım yi -karak ülkelerine fatihâne girmişlerdir. Bu ülkelerin halkı da ztmnıî olurlarsa kendilerine bazı haklar tanınır. Bun­ların tafsili de fıkıh kitaplarında anlatılmıştır. Aşağıda bu hükümleri hülâsa edeceğiz. Bu hükümlerle, bu gibi ûmmîlerin vaziyetlerinin de kanun karşısında ne olduğu anlatılmıştır.

1. tmam kendilerinden cizye almasını kabul eder etmez, bunlar ehli zunme hükmüne girerler. Bundan böy­le canlan, mallan, ırz ve namuslarım korumak mü&Hi-manlara farz olur. Nitekim cizye kabul edilir edilmez, cizyenin kabul edildiği dakikada, durum ne ise, Öyle kalir. [433] Bundan sonra ne imama ne de diğer muslu-manlara, bunların emlâkine el koymak, yahut <4a bunları köle yapmak ve esir etmek hakla yoktur.

Hazret-i Ömer RadıyaHahu Taalâ anh, Ha«reU E»m Ubeyde Radıyallahu- Taalâ anh'a şöyle buyurmuşlarda.

Sen onlardan cizyeyi aldıktan sonra, artık seran ya. pacak bir i«?in kalmamıştır. [434]

2.  Zimme akdi icra kılındıktan sonra, artık    onlar kendi  yer ve yurtlarının sahibidirler. Mülkiyetlerini ka­nunî şekilde intikal ettirebilir ve mirasçılarına bırakırlar, yahut da istedikleri gibi hibe eder, alır, satar, rehin ta-rakır, hülâsa bütün bu jîklara sahip oIıf   isla--mî hükümet onların yer ve yurtlarından    mal edinmek için bir hakka sahip olamaz.[435]

3. Cizyenin miktarı ödeme gücüne  göre  ayarlanır Durumları İyi olanlardan fazla, ödeme güçlen iyi oJma-vanlardan daha az, büsbiitün fakir bulunanlardan   gayet cüz'i alınacaktır. Hele hiçbir şeyi olmayıp da muütaşdu-rumda bulunanlardan ve yalayışları diğerlerin» «M*ta-metine kalmış olanlardan bir Şey tahsil edilmediği gibi kendileri de gözetileceklerdir, icabında bir şey de verile­cektir.

Cizye için hususî bir miktar tayin edilmen^ olma, sına rağmen bu miktar öyle bir şekilde kararlaştırılacak­tır ki, ödenmesi mümkün olsun, ödeme imkânı bulunsun ve ödenmesinde zorluk çekilmesin. Yoksa zamanımdaki bazı hükümetlerin vergi dairelerinin tahakkuk ettı™ık" lcri vergiler gibi ödeme kabiliyeti var mıdır, yok mudur diye  düşünmeden,  devlet hazinesinin  menfaati   böyledir kabilinden vergi tahakkuku gibi ciaye yüklenmiyecektir. Hazret-i Ömer, durumu iyi olanlardan aylık bir Rup-ya, (Türk parası ile bugünkü üç lira) orta halli olan kim­selerden bunun yarısı, durumu iyi olmayanlardan ise an­cak bunun dörtte birinin alınmasını kararlaştırmıştı. [436]

4. C'zye alınanlar «Ehl-i Kıtal» (Combattans)   : sa­vaşabilir kimseler olmaları nazarı itibara alınır. Savaşa­bilir kimselerden olmayanlardan cizye alınamaz.  Meselâ, çocuklar-, kadınlar, deliler, körler, topallar, sakatlar, iba­dethanelerin hademeleri, dîn  adamları,  rahipler,  sinyas-tar  (Hindu rahipleri), yaşlı ihtiyarlar, senenin uzun bir müddetini yatakta geçiren hastalar, cariyeler, köleler ve bu gibi kimseler cizyeden muaf tutulmuşlardır. [437]

5. Kılıç zoru ile fethedilmiş bulunan ülkelerin mâ-bedlerinin müslümanlar    tarafından el  konması, müslü-manlara verilmiş bir haktır.    Fakat bu haktan istifade ptmeyip, bu mâbedleri kendi halinde bırakmak yine müs­lümanlar için bir fazilet ölçüsü diye bildirilmiştir. Haz­ret-i Ömer zamanında bu kadar ülke fethed^Miği halde hamların hiç birisinin ibadethaneleri i>;. y.Ü£tırıiiiiiş ne de dağıt tinim ad ığı gib'  hiçbir şekilde teeavüs edilmemiştr. tmam Ebu Yusuf Rahmetulîahi aleyii bu hususta şöyle yazmıştır :

Kendi halinde bırakıldı. Ne yıktırıldı na de *"wav edildi.  [438]

Her ne suretle olursa oîsun, eski ibadethaneleri yık­mak, dağıtmak ve bozmak caiz sayılmamıştır. [439]Muhafaza

edilmesi tavsiye edilmiştir[440]

 

2.  Zimmîlerin Umumî Haklan.

 

Şimdi zimmîlerin umumî haklarını gözden geçirelim. Bu haklar, üç çeşit zimmî için de aynıdır.

Canlarının korunması   :

Herhangi bir zunmînin kanının Kıymeti, müalüman kanmın kıymeti ile aynıdır. Bu noktada ayrılık ve gayrı-Uk yoktur. Eğer bir müslüman kasden bir zhnmîyi katle­derse, müslüman da kısas olarak katled lir. Hazreti Re­sulü Ekrem Sallallahu aleyhi ve sellem devrinde bir müs­lüman bir zimmîyi katletmişti. O zaman Zat-ı Saadetleri kısas olarak müslümanın katledilmesine hüküm vererek şöyle buyurdular   :

Omm .immîliğme herkesden ziyade benim sadakat göstermem gerekir. [441]

Hazret-i Ömer Radıyallahu Taalâ anh zamanında Bekr ibn-i Va'il kabilesine mensup bir kimse, Hıyra'da bir âmmîyi öldürmüştü. Zat-ı Hilafetpenahîleri katilin, maktulün adamlarına verilmesini emretti. Nitekim, mak­tulün vârisleri de katili götürüp öldürdüler.

Hazret-i Osman, Radıyallahu Taalâ anh içendi zama-îiinda Ubeydullah ibn-i Ömer'in Radıyallahu Taalâ anh'in katline fetva vermişti. Mesele şöyleydi: Zannediliyordu ki; Ubeydullah şüphe üzerine, Hurımizân ile Ebû Lü'lü'-nün oğlunu öldürmüştür. Bunun da sebebi, bu iki Iranh-nın Hazret-i Ömer'in kaüine iştirak etmiş olmaları ihti­mali idi.

Hazret-i Ali RadayaUahu Taalâ anh devrinde bir müslüman bir zimmîyi Öldürmüş olmak ithamı ile .yaka­landı, ispat tamamlandı. Zat-ı Hilafetpenahîleri kısas ya-pılmasım emrettiler. Öldürülenin kardeşi gelip, «Ben kaîumdan vaz geçtim». Dedi. Fakat bu söz Halifeyi ikna et­mediğinden, o şahsa şu suali sordu :

Yoksa karşı taraf seni korkutup, tehdit ın.i etti?

Adam cevap verdi  :

Hayır; Anladım ki, katilin öldürüicı«siyle, kardeşim dîrümîş olmayacaktır. Bana diyet verilmesini emrediniz.

O zaman, Zat-ı Hilafetpenahîleri, kutilin bırakılma­sını emrettiler ve bu hususta şöyle buyurdular :

Bizim zimmîlîğimizi kabul etmiş butunanlarüt kam bizim kanımız gibidir ve onların diyetti <Ie bizim diyetimi* Sibi. [442]

Başka bir rivayette Hazret-i Ali Radıyallahu Taa­lâ anh, şöyle buyurmuştur:

Bunlar zimmîliği kabul ettiklerinden, onların malları bizim mallarımız gibidir ve kanları da bizim kanlanınız[443]

Bu mevzu üzerine İslâm fukahası hüküm koymuş ve bu husus şu esasa bağlanmıştır: Bir müslüman kasdî ol­mayarak ve bilmeyerek bir zünmîyi öldürürse, o aaman verilecek olan diyet, aynen müslümanlara verilecek olan diyet gibidir. Yani hata edilerek öldürülmüş olan nıüslü-mana ne mikdar diyet verilirse, hata edilerek öldürülmüş olan Z;mmîye de o kadar diyet verilecek ve kasden öldü­rülmüş bulunan zimmî için kısas icra edilebilecektir. [444]

 

İnzibati Kanunlar.

 

Ceza kanunları, zimmîlerle müslümanlar için aynıdır. 'Cürüm işlendiği takdirde müslümanın göreceği cezanın, aynısını zimmî de görür. Bir.mÜBİüman[445]  bir zimmînin ma­lını çalarsa, yahut da bir aimmî bir müslümanın malını -çaldığı takdirde her ikisi de aynı cezayı görür. Yani hır£izi]k suçunu işlediklerinden dolayı her ikisinin de elleri kesiliî. Br zimmî erkek veya kadın için, zina ithamı olursa, veya bir müslüman erkek ve kadın için, zina it­ham.', bulunursa, bunların hepsi de zina cezası görürler, Ancak, burada başka bîr mesele vardır: Şarap içmek hu-susunda ^immîler cezadan rmıafdırlar.   [446]

 

Medenî Ve Mülkî Kanunlar :

 

Medenî ve mülkî kanunlarda da müslümanlar ile zimmîler arasında hiçbir fark gözetilemez. Hazreti Ali Radıyalîahu Taalâ anh, «Onların mallan bizim malları­mız gibidir.» buyurmuşlardır. Bu cümlenin manası şu demektir ki, nasıl biz müslümanlar kendi malımızı muha­faza etmek istersek, malımızın zayi edilmesinden hoşlan­mazsak, aynı şekilde onl-arm mallarının muhafazası da müslümanlar a farzdn*. Bu esasa göre medenî ve mülkî kanun muvacehesinde de müslümanlarla zimmîler aynı haklara sahiptirler.

Ticaret işlerindeki usullere gelince, bizim için men edilmiş bulunan bazı usuller onlar için de men edilmiştir. Diğer bakımdan, bi.zim için serbest olanlar onlar için de serbesttir. Meselâ, bizim için haram olan faizcilik onlara da men edilmiştir. Onlar için de haram sayılacaktır. El­bette k\ zimmîler için bazı istisnalar vardır. Nitekim, şarap içmelerine birşey denemediği için bu nesnenin saUlması, alınması ve yapılması için de bir şey söylenmiye-'çektir. Yine aynı şekilde, müsliimanlara haram olan, fa kat z mmîlere haram olmayan domuz eti satmak veya domuz beslemek, domuz etinden yapılmış yemek satmak işlerinden onlar men edilmeyeceklerdir. Bu gibi, şeylerde haklar? teslim edilecektir. [447] Bundan başka bir müs-lüman da tesadüfen bir zimmînin şarabını zayi eder ve zarara sebebiyet verdiği takdirde, sebebiyet verilen »ara­rın tazmini lâzım gelir. «Dürer ül - Muhtar» da şöyle de­niyor  :

Bir Müslüman, bir zimmînin şarabını ve domuzunu zarara uğratırsa, bunları tazmin edecek ve bedelini öde­yecektir.  [448]

Şereflerinin  ve Haysiyetlerinin Korunması  .

Zimmîye dille, elle eziyet etmek ve incitmek yahut da küfür etmek, döğmek, dayak atmak, veya zimmîye arkadan çekiştirmek dahi müsliimanlara yapılmış gibi caiz değildir. «Durer ül - Muhtar» da bu mevzu şu şekil­de yer almıştır:

Onun incitilmesinin önüne geçilir ve arkasından çe­kiştirmek de bir müslümam arkadan gıybet gibi haram­dır.[449]

Zimmîlerle yapılmış olan zimme akdinin müddeti, müslümanlar için daimîdir. Müslümanlar zimme akdine bağlı bulunmalı ve bunu devam ettirmelidirler. Bu akdi bozmağa hakları yoktur. Fakat zimmîlere istedikleri za­man zimmîlikten çıkma hakkı tanınmıştır. «Bedayi» de bu mevzuda şu bilgi vardır:

Zimme akdi bizim için korunması lâzfcm gelen bir haktır. Yani bir defa zimme akdi yapıldı mı biz onu bozamayız. Fakat zimmiler için bu hususa iltizam yofetar. (Yani onlar İsterlerse, zimmîlikten çıkabilirler. Buna bir diyemeyiz).[450]

Bir zimmî ne kadar büyük cürüm işlerse işlesin, zim-mîlik hakkını kaybetmez. Hatta cizye vermekten imtina bile etse, yine zimmîlik hakları ortadan kalkmaz. Aynı şekilde bir zimmî bir müslümanı katletse, muhal farz, Hazreti Resulü Ekrem Salîallahü Aleyhi ve sellem hak­kında neûzu billah yakışık almayacak sözler söylese, bir müslüman kadınının namusuna tecavüz etse dahi bütün bu müthiş suçlar zimme akdini bozmak için bir sebep teşkil edemez. Bu kabil suçların cezaları muayyendir. Zimmî de alelade bir mücrim gibi bu cezaları görür. İş'le-mş olduğu suçtan dolayı zimmîye âsi sıfatı takılarak zimmeden çıkarılamaz. Ancak zimmeden iki şekilde çık­mak vardır. Biri İslâm diyarını bırakıp başka bir ülkeye gitmek. İkinci hal ise, İslâm hükümetinin aleyhinde açık­tan açığa fitne ve fesat çıkarmak. Veya yine açıkça İs­lâm hükümetinin düşmanlariyle işbirliği yapmak. [451]

 

Şahsî Muamelât .

 

Z'mmîlerin kendi aralarındaki şahsî muamelelerinde ve işlerinde ikendilerine mahsus olan medenî ve ş/ahsî ah­kâm {Personel Law) muteberdir. İslâmî kanunlar bun­ların üzerinde icra kılınmaz. Bizim için, şahsî muamelat­ta caiz o! mayan şeyler, onların kendi kanunlarında caiz olab lir. ö zaman, onların bu şekildeki işlerini men ede­meyiz. İslâmî adalete bu gibi davalar intikal ettiği zaman da îsîâmî adalet bu hususta onların kendi millî kanunla­rına göre hüküm verir. Meselâ onlarca akdedilen şahitsiz nikâh veya nıehriyesiz nikâh, yahut da kadın tarafından

ödenen para   (ırahoma). İkinci nikâhda    iddet-i talakın müddeti. Mahrem kimselerin başka başka olması.

Hülefa-i Raşidin devrinden bu güne kadar, bütün İslâmî hükümetler bu usulü takip etmişlerdir. Bir ara Hazret-i Ömer ibni Abdülaziz RahmetullaLi aleyh bu hu­susta Hazret-i Hasan Basrî Rahmetullahi aleyhden şu şekilde bir cevap istedi  :

Nasıl olur da Hülefa-i Raşidin zimme ehlini Iıendi hallerine terkedip, onların mahrem olanlarla nikahlan-malarına, şarap ve domuz eti yemelerine bir şey deme­diler ve bu zümreyi serbest bıraktılar?

Bu suale Hazret-i Hasan Basrî Rahmetullahi aleyh şu cevabı verdi   :

Onların cizye vermelerinin sebebi, kendi hallerine bırakılmaları ve kendi akidelerine göre hareket etmeleri içindir. Sana gelince, sen tabi olanlardansın. İslâmtia (bid­at koyanlardan) yenilik çıkaranlardan değilsin.[452]

Fakat buna rağmen, bir meselede iki zimmî taraf arasında ihtilaf çıkarsa ve bunlar İslâm mahkemesi hu -. zuruna giderlerse, o zaman İslâmî adalet ile ve İslâm şe­riat kanunlarına göre dava görülüp hüküm verilir. Yine aynı şekilde, onların şahsî ahvaline ait meselelerde bir taraf müslüman olursa, o zaman yine dava İslâm şeriatı üzerine görülür. Meselâ bir hıristiyan kadın bir müslü­man erkekle evlenmiş ve bu kadının kocası da Ölmüş ise, o zaman bu kadın tam olarak İslâm kanunlarına göre muamele görür. İslâm kanununa göre vefat iddeti tuta­cak, ondan sonra evlenecek. Miras hususunda İslâmî öl­çüye tabi olacaktır. Bunun dışında yapılacak nikâh mu­amelesi batıldır. [453]

 

Dinî Merasim,

 

Ehli zimmenin dinî merasim ve millî törenlerinin umumî yerlerde yapılabilmesine ait İslâmi kanun şöyle­dir: Ehli zimme kendi köylerinde ve kendilerine mahsus o:an mahallerinde bu gibi merasimleri tamamen serbest bir şekilde icra ıkılarlar. Fakat tamamen müslünıanlara at olan köylerde ve şehirlerde ve Islâmî hükümetin müa-lümanlara tahsis etmiş olduğu mahallerde, zimmüere böy­le bir serbestlik verilip verilmeyeceği Islâmî hükümetin müsaadesine bağlıdır.  «Bedayi'» de şu kayıt vardır:

Müslüman sayılmayan şehir, kasaba ve köylerde, zimmîler şarap içip, domuz besleyip, istavroz kullanıp, çan (nakus) çalabilirler. Bu gibi fiillerden men edilmez­ler. Bu gibi yerlerde kalabalık teşkil edecek derecede müslümanlar bulunsa bile... — Elbette ki bu gibi işlerin sapılması müslüman şehirlerinde hoş karşılanmaz. Yani Cuma ve Bayram namazları kılınabilen ve îslâmî ölçüle­rin gozönünde bulundurulduğu şehirlerde — Diğer fıak iş'erine gelince, bunlardan -kendilerince de fısk olduğu kabul edilenler ve kendi dinlerinde de haram olan işler­den sayılan zina, fahişelik ve buna benzer suçların yapıl­masına müsaade edilmez. İster bu gibi işleri müslüman müslüman şehirlerde (Emsâr ül -- Müslimîn) de isterse kendi şehir ve kasabalarında yapsınlar  [454]

Fakat  müslüman  şehirlerinde   (Emsâr-i   Müslimîn) açıktan  açığa istavroz asılıp,  ayin icra edilmesine, çan (nakus) çalınmasına; sokak, çarşı ve pazarlarda desteler gezdirilmesine izin verilmeyebilir.[455] Ancak onlar kendilerirun eski mâbedlerinm iğinde, kendi istediıkleri ayini icra ederler. Islâmî hükümet bu işlere müdahale etmez.  [456]

 

İbadethaneler.

 

Müslüman şehirlerde (Emsâr ül - müslimîn) zimmî­ler kendi eski ibadethanelerini muhafaza ederler. Bunla­rın mevcudiyetine kimse bir şey diyemez. Bunlar harap olur da tamire ihtiyaç gösterirse, tamir edebilirler. Fa­kat onıarm bu gibi şehirlerde yeni ibadethane kurmala­rına müsaade edilmez. [457]. Fakat müslüman şehri olma­yan (Emsâr ül - Müslimîn olmayan) şehir, kasaba ve köylerde zimmîlere yeni ibadethane kurmağa müsaade edilir. Bundan başka, şehirlikten (Mısr) çıkarılmış olan şehirlerde, yani İmamın artık orada cuma ve iki bayram namazı kılmasını bırakmış olduğu şehirlerde, zimmîler için yeni mâbed yapmak ve kendi âyinlerini açıkça icra etmek hakkı veriî'r. [458]

îbn-i Abbâs Radıyallahu Taalâ Anh'm bu mevzuda şöyle bir fetvası vardır:

Araplar  (Müslümanlar)  tarafından imar edilmiş bu­lunan şehirlerde   (mısr)   olanlara yeni     mâbed yapmak, kilise kurmak ve nakus çalmak, açıkça şarap ve domuz kullanmak müsaadesi verilmez.  Fakat Acemler   (gayrı -müslimler)   tarafından imar edilmiş    bulunan şehirlerde ki, Hak Taalâ bunları Araplar  (müslimler)  için feth et tirm'ş ve   (Müslümanların     hükmü altına   [459]  girmişlerdir. Gayrı - müslimler ile muahedede ne varsa o şekilde mu­amele  edilecektir.  Müslümanlar  muahedenin hükümleri­ne uyacaklardır.  [460]

 

Cizye Ve Harar Tahsilinde Kolaylıklar .

 

Cizye ve haraç tahsilinde âmmîlere karşı sert dav­ranmak ve, şiddet göstermek menedilmigtir. Kendilerine karşı yumuşaklıkla muamele edilmesi lâzımdır. Taham­mül edemiyecekleri nisbette kendilerine cizye ve haraç da yüklenmiyecektir, Hazret-i Ömer Radıyallahu Taalâ anh'-i.n bu husustaki hükmü şudur :

Kudretleri yetmeyecek şeyleri onlara yüklemeyi-niz.  [461]

Cizye yerine onların mallan ve mülkleri satılmaz. Hazret-i Ali Radıyallahu Taalâ anh, valilerinden birine yazdığı emirnamede şöyle buyurmuştur:

Haraç için, onların eşekleri, inekleri, giyecekleri ve diğer şeyleri ellerinden alınıp satılamaz.  [462]

Yine Hazret-i Ali, bir ara zimmîler hakkında şu emri vermiştir   :

Sıcaktan v e soğuktan kendilerini koruyacak olan elbiseleri, yemek yiyecek çanak ve çömlek takımları, oa-larm hayvanları ve tarlalarını {Sürecekleri ve ekin eke­cekler? şeyleri, katiyen haraç için ellerinden alınıp satı. lamaz. Bir dirhem (elli kuruş) almak için de kimse ken­dilerini dövemez. Evlerinden çıkarılmak gibi bir ceza da verilemez. Haraç için bir şeyler de alınamaz. Nitekim onlara hâkim (idareci) tayin edilen kimseler, yumuşak­lıkla muamele etmelidir. Bizim hflfclnmı e güzellikle atan­malıdır. Siz, eğer benim emrimin aksine hareket etmeğe kalkar ve ben de haber alamazsam, o zaman sizi benim yerime Hak Taalâ cezalandırır. Yok eğer bu kabil icra­atınızı ben haber alırsam, o zaman da ben sizi azlede­rim. [463]

Bu hükümden şu anlaşılıyor M, cizye ve haraç tah­sil etmek için zimmîlere şiddet gösterilmesi ve sert mu­amele edilmesi menedilmiş bulunuyor.

Hazret-i Ömer Radıyaüahu Taalâ anh, Şam valisi Ebû Ubeydeye bir ferman göndermişti. Bu fermanın hü­kümleri meyanında şu hususlar da vardı:

Müslümanları, onlara (zimmîlere) karşı zubn, et­mekten meneyle. Zarar vermesinler ve onların mallarını yemesinler. Ancak kanunî şekilde ve helâl olmak şar-tiyle.

Hazret-i Ömer, Şam seferinde iken bir valinin zim-mîlerden cizye almak için onları cezalandırdığını gördü. Ve şöyle buyurdu :

Onlara oeza veremez ve incitemezsin. Sen onlara eziyet edersen, elbette ki, Hak laalâ da kıyamet güntt sana azap edecektir.

Halka eziyet etme. Elbette ki, dünyada halka eziyet edene; Allah da kıyamet günü azap edecektir.  [464]

Hişam ibn-i Hakem, bir devlet memurunun cizye al­mak için bir Kıbti'yi (Eski Mısırlı) sıcakta ayakta bek­lettiğini gördü. Ona çıkışarak şu sözleri söyledi:

Sen Resulullah'ın şu sözünü bilmiyor musun? O yü­ce Nebî buyurdular iki:

Allah Azze ve Celle, dünyada halka eziyet edenlere, kıyamette azab edecektir. [465]

îslâm fukahası, «izye ve hiracı' ödemeyenler için, muvakkat bir zamana mahsus oknak üzere ve eziyet edil­meksizin tevkif edilmelerine hüküm verniklendir.

İmam Ebû Yûsuf, Rahmetuüahı aleyh bu mevzuyu: şöyle aydınlatır:

Kendilerine yumuşaklık gösterilir ve borçlarını öde-yinceye kadar alıkomırlar.  [466]

Zimmîler içinde muhtaç ve faikir olanlar, cizyeden muaf tutulurlar. Bunlar yalnız cizyeden muaf tutulmakla kalmayıp, îslâmî hazmeden de kendilerine maaş verilir. Hazret-i Halid Radiyallahu Taalâ anh, Hiyre halkına yaz­mış olduğu Eraan -' Namede şöyle yazmıştır-:

Onlar için şöyle karar verdim ki, kendi içlerindeki ihtiyarlara, çalışazmyacak durumda olanlara, yahut da zengin iken fakir olanlara ve borcunu ödivecek halde ol­mayanlara sadaka verilsin. Bunlar cizye Ödemekten mu­af tutularak çoluk çocuklarının geçimi İçin Beytülmal-derc kendilerine vardım edilsin ve geçimleri için maaş bağlansın.

Bir ara Hazret-i Ömer Radıyallahu Taalâ .anh, so­kakta dilenen yaşlı bir adam gördü. Bu şahsın niçin di­lendiğini sordu. Zavallı adamın cdzye vermek için dilen­diğini öğrenince, son derece kızdı ve yaşlı adamı cizye vermekten muaf tuttuğu gibi ona maaş verilmesini ka­rarlaştırarak Hazine âmirine şöyle bir emirname de yaz­dı   :

Allaha yemin ederim; asla insafa sığmaz ki, biz hal­kın gençlik zamanında kendilerinden faydalanalım da, ih­tiyarlık cağlarında kendilerini yüz üstü bırakıp böyle re­zil vaziyette terk edelim. [467]

Şam seferinde iken Hazret-i Ömer, bizzat kendisi özürlü zimmîlerin geçimi için maaş verilmesini kararlaş­tırdı. Bunlara yardım edilmesi için ıkararname de yaz-di.[468]

Bir zimmî ölür ve cizye borcu kalırsa, yahut cieye borcundan bir kısmını verip 'bir mikdar borçlu bulunur­sa, onun terekesinden cizye alınamaz. Veresesine de bu borcu ödemek için bir şey yapılamaz. Varisler ölmüş kimsenin cizye borcunu ödemeleri için zorlanamaz.[469]

imam Ebu Yûsuf bu hususta şöyle yazmıştır:

Bir zimmîndn cdzye borcu olursa ve bu fcarcu Ödeme­den Önce ölürse, yahut da bir ıkısmını Ödeyip de bir kıs­mını ödemeden Ölürse, onun varislerinden bir şey istene­mez ve terekesinden de bir şey alınamaz. [470]

 

Ticaret Vergisi :

 

Zimmîler de nıüslüman tüccarlar gibi ticaret vergisi öderler. Onların sermayeleri 200 dirhemi bulunca yahut 20 mıskal (tahmini olarak 100 lira gümüş para) servet sahibi olurlarsa vergi öderler. [471] Bu mevzuda fuka-hâ arasında ihtilaf vardır. Bazılarına göre zimmîler ka­zançlarının 7r 5 ni ticaret vergisi olarak Öderler. Müslü­manlar için bu miktar %2,5 tur. Fakat 'bu husus hiçbir nass'a istinat etmez. Bu bir içtihat meselesidir. İçtihat e-dildiği vakit, zaman ve zeminin iktizası gözönünde bulun­durulmuştur. O zaman müslümanlar daha ziyade memle­ketin muhafazası ve diğer devlet işleriyle meşgul oldukla-rmdan ticaret daha ziyade zimmîlerin elinde bulunuyordu. Bu sebepten dolayı müslümanların da ticarete rağbet göstermelerini sağlamak maksadiyle bu ölçü konulmuş­tur. [472]

 

Askerî Hizmetlerden Muafiyet.

 

Zimmîler askerî hizmetlerden muaf tutulmuşlardır. Düşmanlara karşı memleketin muhafazası yalnız müslüir; anların üzerindedir. Bu vazife müslümanlara farz kılın­mıştır. Böyle bir hükümet kurmuş olan halk onun mu­hafazasını elbette ki kendi üzerlerine almış olması gere­kil1. Fakat zimmîler de bu hükümeti korumak için, gönül­lü olarak çarpışmağa katılmak isterlerse, bu istekleri ka­bul ediMr. Ancak savaşta onlar da kendi usul ve (kaide­lerine ve inançlarına göre hareket ederler. Bu zümre, hü­kümetin ayakta tutunması için çalışmak ve çarpışmak isterse, o zaman kendileri, gönüllü ve ücretli asker (Mer-cenaries) durumuna girmiş olurlar ve bu sıfatla çarpışır­lar. Fakat yine îslâmın ahlâkî kaidelerine bağlı bulun­maları şarttır. Bunun için İslâm, zimmîleri askerî hiz­metlerden muaf tutmuştur. Ancak memleketin ve hü­kümetin korunması için kendilerinden iştirak hakkı ola­rak bir hisse alınır. Onların ödeyecekleri bu hiaae haJa-katte cizyenin bircüz'üdür. Sadece itaat için ödenen cia-yeden ayrıdır. Ödenecek plan bu hisse askerlik işine be­del mahiyetindedir. Memleketin korunması için ödenen bir iştirak hakkıdır. Nitekim cizye de yalnız muharip ya­ni savaşaıbilen kimselerden alınmaktadır. Müslümanlar da zimmîleri korumaktan âciz bir duruma düşerlerse, o za­man aldıkları cizye ve bedelleri geri vermeleri icap eder.[473]

Yermuk muharebesinde Rumlar, müslümanların kai şısına çok sayıda bir ordu çıkarmışlardı. Müslümanlar da Şam civarında, fethetmiş oldukları yerlerin hemen he­men hepsin: bırakıp kuvvetlerini bir yerde toplamışlardı. Müslünan orduları kumandanı HazretJ-i Bbu Ubeyde Ra-dıyallahu Taalâ anh, kendi emri altında bulunan subay; vo memurlara gu emri verdi:

Şimdi siz, onlun muhafaza etmekten ve korumaktan âcîz durıımdasuuz. Bunun için şimdiye kaklar, onları bo­ruma ücreti olarak almış olduklarımızı geri vermemiz icap eder. [474]

Bu emir gereğince, emirler ve memurlar, halktan top­lamış bulundukları cizye ve haraç paralarını geri verdiler. •    Belazurî, bu hu3usta, sabık zimmîlerin teessürlerini kitabında şöyle ifade eder   :

Müslümanlar, Humus halkından almış bulundukları cizye ve haracı defterlere bakarak geri vermek istedikle­ri zaman, Humus halkı toplanarak ağız birliği Üe şöyle dediler :

Sizin hükümetiniz adıalet sever bir hükümettir. Zul­me uğramaktansa, size bu parayı ödlemek, bizim için d»-b^ sevLiılidir. Şimdi hız de sizinle burada dövüşeceğiz. Savaşarak mağlup olup dağılıncaya kadar Hirkil «Herk-tiyos» u.ı adamlarım şehrimize sokmayacağız, [475] İslâm Iukabasının Zimmîleri himaye etmesi. İslâmm başlangıcında ve ilk devresinde gayrı _ müa-lim /--i m mî reayanın hukuk ve vecibelerini anlatan kanun­ların teferruatı etraflıca anlatıldı. Şimdi, Hülefa-i Ra§i-din'dcn sonraki padişahlık devrinde bu 'züınrey.,, nasıl muamele edildiğine bakabiliriz. Bunlara haksızlık yapıl­dığı zamanlar, islâm fukahasının bu yanlış tasarruflara, karşı nasıl direndiğini, ittifakla zimmüerin haklarının ko­runması içjin nasıl ayaklandıklarını ve onları nasıl koru­duklarını  tetkik edelim.

Meşhur ve herkes tarafından bilinen tarihî bir vak'a vardır. Emevî halifesi Velid ibnf-i Abdülmelik, Şam'da (Dimeşk) Yuhannâ kilisesini zorla ve cebren zâmmî hı-ristiyanlarm ellerinden alarak camiye tahvil etmişti. S/n-ra Hazret-i Ömer ibn-i Abdülaziz Rahmetul'.ah aleyh, hi­lafet makamına seçilince, Hıristiyanlar gelip şikâyette bulundular ve kendilerinin vaktiyle kiliseleri ellerinden f ılınmış olup camiye tahvil edildiğini bildirdiler. O zaman Hazret-i Ömer-i Sanî, Şam valisine şöyle bir emir yazdı: t.V.vı. kilise arazisinden ne kadar yer almış ise o kadar \vr oradan ayırıp veriniz. Hıristiyanlar kendilerine kilise yapsınlar ve orasını kendilerine bırnkmı.7.. [476]

Velid ibn-i Yezid. Kimlilerin hücuma geçmesinden korktuğu için Kıbrıs zimmîlerini yer ve yurtlarından ç> kanp tehcir ettiği zaman bu yer değiştirmenin tedbir mahiyetinde olduğunu    halka bildirdi. Bu hususta îama'il abn-i Ayya§ şu ıbdigiyi verir:

Müslümanlar bu vaziyetten üzüldüklerini açığa vur­dular. Fukaha da bu işin günah olduğuna kani olduklarını bildirililer. Fakat sonradan Yezid ibn-i Velid halifelik ma­kamına geçince Kıbrıs zimmîlerini yerlerine geri gönder­di. Müslümanlar bu işi memnuniyetle karşıladılar. Onun yaptığı bu işit adalet ve insafa uygun buldular.[477]

Belazürî'nin beyanına göre, bir ara. CebeM Lübnan sakinlerinden bir zümre ayaklanmıştı. Salih ibn-^i Ali ibn-i Aodııilah, onları tenkil etmek için memur edildi. O da bir ordu ile Lübnanlıların üzerine saldırıp, erJceJılerini kat­letti. Diğerlerini de tehcir ettirdi. Bunlardan bir cemaatı bir tarafa yerleştirdi. İmam Evzâ'î o zaman hayatta idi. Bu imam Salih'in zulmünü haber alarak, ağır bir mektup yaz&?. Mektup şu satırları ihtiva etmektedir  :

CebeM Lübnanm ehl-i zîmmesinin tehcir edildikleri­ni elbette biliyorsunuz. Onların arasında elbette ki, birçok kimseler ayaklanmağa iştirak etmiş değildi. Böyle oldu­ğu halde, bazıları öldürülüp, bazıları da tehcir edilmiş­lerdir. Ben şunu anlamıyorum ki, bazı muayyen şahısla­rın suçu İçin umum halka nasıl ceza verilebilir? Bu ceza için dle bunlar nasıl evlerinden çıkarılıp yerlerinden ve yurtlarından edilirler? Halbuki Allahu Taalâ'nin hükmü şöyledir :

«Kimsenin suçu başka bir kim&eye yüklenmes.» Bu hüküm icracı gereken bir hükümdür. Size em iyi

nasihat şudur İd, Allah Resulünün şu işaretini gözÖnümde bu I und urasınız :

«Her kim anlaşma yapmış olan     (M nah id)   bîrisin*» iuhnederse ve ona karşı zulüm yolunu tutarsa, ben keodini ondan davacı olacağım ve ben kenefim onu şikâyet

edeceğim.» [478]

Bu gibi sayısız tarihî misaller elimizdedir. Bunlar­dan anlaşılıyor ki, îslâm Uleması her zaman zhnme ehli­nin hak ve hukukunu gözetmişlerdir. İster herhangi bir emir yahut da herhangi bir padişah olsun, ztmme ehline zulmetti nü Islâmî kanuna bağlı bulunan ve bu kanun­ları koruyan müslümanlar, bu gibi kimselerin yaptıkla­rını hoş görmemişler ve kendilerine karşı mücadele et­mişlerdir. [479]

 

4.  Gayrı - Müslimlere Verilen İlâve Haklar.

 

Buraya kadar Zimme Ehlinin kendi haklsrmdan bah­settik. Bu hakları İslâm şeriatı onlara bahsetmiştir. Bun­lar zarurî olarak Islâmî hükümetin anayasasında yer ak malıdır.

Şimdi diğer bir meseleye gelelim; tslâmî hükümet, kendi gayrı - müsîim vatandaşlarına başka ne gibi hak­lar verebilir. Elbette bu hakların da İslâm usulü daire­sinde olması pek tabiîdir. [480]

 

Devlet Reisliği Mansıbı :

 

İlk önce şu noktayı gözönünde bulunduralım ki, îs» lâmî hükümet bir usulî ve bir ideoloji hükümetidir. Bu hususta aldatmanın ve uydurma işlerin yeri olamaz. Din-&İ2 ve millî hükûmetlerdeki gibi ekalliyetlere yapılan mu­amele Islânıı hükümette olamaz. Islâmda hükümet reisi ve dev et başkanı makamında bulunan kimsenin Uma-'men İslâm nizam, kaide ve usullerine inanmış olması ve bu ölçülere bağlı bulunması şartı vardır. Bu hükümeti, îslâm usulü ve İslâm kaidelerine göre yürütmesi icabe-der. Bunun için ancak islâm usullerine ve İslâm nizamı­na inanmış olan ikimseier üevlet ve hükümet başkanı olabilirler. Bu vasıflara haiz olmadığı takdirde hiç bir kim­se tslâmî hükümetin ve İslâm devletinin başına geçemez. Şûra Meclisi veya Prtapnento.

Bundan sonra, Şûra Meclisi yahut da parlamento me­selesiyle karşılaşırız. Bu hususta da Islâmî nazariye göy-ledir: Şûra Meclisi azalığına gayrı - müslimlerin iştirak etmeleri doğru değildir. Fakat içinde bulunduğumuz bu günkü ahvâl içinde, bu hususu bazı şartlar dahilinde sığ­dırmak mümkündür. Ancak Anayasa bu noktayı tekef­fül ederek garantiye bağlamalıdır. Bu şartlar şöyledir:

1. Parlamento, Kur'an ve Sünnetin hilâfına hiçbir şekilde kanun yapmağa yetkili değildir. Kur'an ve Sün­nete muhalif olursa kanunî mesnedliğini kaybetmiş olui ve kanun olamaz.

2.  Medenî ve mülkî kanunların da ilk mehazı yine Kur'an ve Sünnet olacaktır,

3. Kanunların tevsik edilip icra edilmesini üzerine almış bulunan şahsın da mutlaka müsluman olması şart­tır.

Burada bir şekil daha vardır. Gayrı - müslimlerin menVeket parlamentosundaki üyelikleri asil parlamento üyeliği değil de, kendi cemaatlerini temsil etmek için ay­rı bir mümessillik olabilir. Yahut da ayrı bir mümessil­ler gurubu bulundurulur. Bunlar kendi cemaatlerinin ib-tiyaç ve isteklerini meclise intikal ettirirler. Mülkî niza-. mm intizamı için kendi cemaatlerinin noktayı nazarını ileri sürerler. Meclisin asîl azalığı ve rey verme hakkı gayrı- - müslimlere verilemez. Onlar ancak meclisin bir azası sıfatiyle kendi cemaatlerinin işlerini tam bir ser­bestlikle ortaya koyarlar.

Onların çalışmaları şu şartlar dahilinde olabilir :

1.  Şahsî ve hususî muamelelerinde kendileri    ;çin kanun tecviz edilmesini teklif etmek. Varsa daha evvelki kanunların düzeltilmesini isteme haklan olmak. Hükü­met başkanının tensibi ile böyle kanunların tasvibini ta­lep etmek.

2.  Hükümetin idaresiyle    Şûra Meclisinin    vereceği hükümler ve koyacağı kanunlar hakkında kendi cemaat­lerini  ilgilendiren hususlarda fikir beyan etmek;  itiraa-da bulunmak, tam bir serbesti ile kendi cemaatlerini il­gilendiren hususlarda hükümetten kanunlar ve kararlar çıkarılmasını istemek. Kendi cemaatlerinin  adlî işlerinin, düzene konmasını ileri sürmek.

3, Kendi  cemaatlerinin  ve umumî memleket mua­melelerinin hakkında hükümete sual    tevcih edebilirler. Hükümsün de bir mümessili  veya mümessilleri onların bu suallerini cevaplandırır.

yukarıda bahsedilen hususlardan başka bazı ferî iğ­lerde ise, bunlar yine memleket işlerinin idaresine de iş­tirak ederler.

Mesela belediyeler ve mahalli idareler    meclislerinde (Locîü Eodies) gayrı - müslimlerin mümessilleri bulunur ve onların da fikirlerine baş vurulur. Rey hakları da ta-tnamiüi gözönüne alınır.

Böyle bir Islâmî hükümetin idaresi altında bulunan gayrı - müslimlerin de yazı ve söz hürriyetleri aynı naüsr lümanlaruı yazı ve söz hürriyeti gdbd olacaktır. Onlar da müsliinıanlar gibi fikis beyanında, yazı yazmakta, söz söylemekte, toplanmakta ve diğer hususlarda müslür lara kanuna ne derecedebağlı bulunuyorlarsa gayrı - müs-limler de aynı derecede bağlı bulunacaklardır.

Kanunî hudutlar dahilinde onlar da müslümanlar gi­bi hâkimler, valiler ve idareciler) hükümet reisi ve diğer memleket idarecilerini tenkit edebilirler. Kanunun müa-lümanlara dinî mubahasa ve dinî konuşmalar serlbestisi

verdiği gibi onlar da kendi din ve mezhepleri hakkında mubahasa ve konuşmalarda tamamen serbesttirler.'Yine onlar kendi din mezheplerinin iyiliklerini söylemek ve kendi din ve mezheplerini Öğmekte kanunî bir engele ma­ruz değillerdir. Bunlardan herhangi bir gayrı - müslim mezhebine mensup olanlar, başka bir gayn - Islâmî mez­hebe intisap etmek isterlerse, tslâmî hükümet bunların işi­ne karışmaz. Onların mezhep veya din değiştirmelerine de itiraz edemez ve mani olamaz. Elbette ki, tslâmî hü-kûmtin idaresi altında bulunan müslümanları müslüman-hktan döndürüp gayrı - Islâmî bir din ve mezhebe yö­neltmelerine de müsaade edilemez. O zaman mürtedlik meselesi ortaya çıkar ki, bundan da yalnız mürtedin ken­disi mesul olmaz. Mürtedıdi, irtidad yoluna sevk eden kimse de mesul olur.

Onlara kendi vicdanlarının emrettiği akidenin hilafı­na herhangi bir akideyi kabul ettirmeğe zorlamak da yoktur. Onlar, kendi vicdanlarının emrine göre istedik­leri akideye salik olurlar ve istedikleri gibi akidelerini açıklarlar. Ancak onların bu akideleri hükümetin esas nizamına muhalif olamaz. [481]

 

Eğitim Ve Öğretim.

 

Onlar da memleketin umumî nizammca kabul edil­miş bulunan eğitim ve öğretim sistemine tabi tutulurlar. Fakat Î3İâmî eğitim ve öğretim meselesine gelince o za­man bu zümre îslâmî eğitime zorlanamazlar. Kendileri­ne has olan dershaneler kurmalarına ve bu dershaneler^ de yine kendi din ve mezheplerine göre eğitim ve öğre­tim yapmalarına, hatta eğitim ve Öğretimde tatbik ede­cekleri hususî usuller için de onlara hak tanınmıştır.

Memuriyetler ve vazifeler.

Bazı muayyen mevkiler ve memuriyetler dışında, gayrı - müslim zinımîler, devlet memuriyetlerine ginmekv; vazife almakta hak sahibidirler. Bu hususta hiçbir taassup gözönünde bulundurulamaz. Müslüman veya gay­rı - müslim, bir memuriyette veya bir vazifede ehliyet sa­hibi olduğu takdirde, fark gözetilmeden bir eleman ola­rak, vazife ve memuriyete tayin edilirler.

Muayyen -mevkilerden bahsettik. Bu muayyen mev­ki'er, islâm usulü nizamında Jknlit noktalar ve önemli yer­lerdir1. Bu mevkilerin üzerinde ince ve derin düşünülürse, o zaman hak verilecektir ki, gayrı - müslimlerin bu mev­kilerde çalışmaları mümkün değildir. Umumî kaide ola­rak bu cemaat, esasî teşkilât, güvenlik teşkilâtı ile mah­kemelerin ve ileri gelen devlet dairelerinin başkanlıkla­rına ve aynı önemdeki kilit noktaları olan makata ve mevkilere getirilemezler. Zira bu gibi işler o kimselere hastır ki, onlar bu usule inanmış ve iman etmişlerdir. Çünkü bu gibi mevkiler sadece çalışma üzerine kaim ol­mayıp, aynı zamanda, bir akide ve iman meselesi üzerine de kaimdir. Bu gibi mevkiler, memuriyetler ve vazifeler dışında diğer memuriyetler ve vazifelere, gayrı - müslim-ler veya zimme ehla kendi liyakatleri, ehliyet ve kabili­yetleri nisbetinde vazife alırlar. Meselâ, bir baş mühen­dis yahut da posta müdürü veya buna benzer işlerde ça­lışmalarına mani olunmaz.

Bu şekilde askerî hizmetlerde de çalışabilirler. An­cak askerî hizmetlerin de kilit noktalan hariç tutulmalı dir. Me5eîâ levazım amirliği ve muharip sınıfın gerisin­deki işlerde çalışmalarına da bir mani yoktur. [482]

 

Geçim Ve Sanat Meselesi.

 

Sanat, ticaret, ziraat ve diğer .iş. ve meslek dalları, gayrı - müslim zimmîlere de müslümanlar gibi kapılar açıktır. Bu işlerde müslumanlara tanınan haklar aynı şe­kilde gayrı •> müslimlere de tanınmıştır. Gayrı - müsHm-Tere,bu gibi işlerde müslümanlardan ayrı hiçbir mesuliyet cayı düşmez. Her vatandaş, ister müslüman, isterse gay­rı - müslim olsun, iş ve çalışma hususunda eşit olarak meydana  atılabilir.

Gayrı - Müslimlerin korunması için tek şekil.

Şdmdi, bu meseleleri gözden geçirdikten sonra, en son şu noktayı da açıklıyayım ki, tslâmî hükümette gay­rı - müslim vatandaşlar ve hemşehriler için verilmiş hak ve hukuk acaba komşularımız olan gayrı - müslim hü­kümetlerde de müslüman vatandaş ve hemşehrilere de, tanınabilir mi? Veya bunun tam aksi olarak tanınmaz mı? Tanınmadığı takdirde ne olacaktır? Ve böyle bir du­rumda kendi ülkemizde bulunan gayrı - müslimlere karşı tutumumuz ne olmalıdır?

Burada şu mühim nokta üzerinde durmak lâzımdır ki, biz müslümanlar, kâfirlere bakarak onların yaptıkları nı taklit ederek, onların yaptıklarım kendimize örnek ala mayız «Onlar müslümaniara adaletle muamele ediyorlar­sa biz de gayrı — müslimlere adaletle muamele edelim. Veya onlar müslumanlara zulmediyorlarsa bizde kendi ül­kemiz içjnde bulunan gayrı - müslimlere zulmedelim.» Böyle bir zihniyet ve tutumun Islâmda katiyen yeri yok­tur. Biz, müslüman olmak vasfı ile kesin ve açık bir şe-kiîde bir usule bağlı bulunuyoruz. Kendi ıbağll olduğumuz usulün hududu içinde muamele etmemiz gerekir. Başka> lan ne yaparsa yapsın, bizi alâkadar etmez. Biz dinimi­zin emrettiği usulleri sadece kâğıt üzerinde tutamayız. Usulümüzle tam manasiyle amel etmemiz icabeder. Fiili­yatta ve amelde yeryüzünde icra edilmelidir. Biram için, yolumuzun mesuliyetini düşünerek ve buna göre har©-ket etmek lâzımdır.

Bundan sonra artık bilmem şu hususu da, aydınlat­mağa lüzum var mıdır ki, Pakistan'da gayrı - müslimle­rin  korunmaları, onların refahının sağlanması, emniyet ve güven içinde yaşayışlarının temini, ıböyle bir tslâmî hükümet tarafından neden ve niçin tekeffül edilemiye-cektir? Bir Islâmi hükümet kurulduğu takdirde elbette ki, oların hakları da tekeffül edilmiş olacaktır. Sadece bu şekilde büyük Hint - Pakistan kıtasında bazı şeytanî şaşırtmaların, neticesinde zulüm ve karşılıklı zulüm icra edile gelmektedir. İşte bunun içindir ki, zulmün karşısın­da bulunanlar için bu meseleler aksi tesir yapıyor. An* cak söylediğimiz şekilde Pakistan bir adalet ülkesi ola^ bilirse o zaman- İndian Union (Hindistan Birliği) de ih­timal adalet yolunu tutar.

Ne yazık ki, gayri - müslimler uzun zaman, îslâmı yanîı§ anlatanların tabir ve tefsirlerini duymuşlar ve îa-'âmı başka türlü anlamış ve ters cepheden görmüşlerdir. İşte bunun içindir ki, onlar Islâmî hükümet ismini du­yunca korkuyor, çekmiyor ve ürperiyorlar. Bazıları da gürültü patırdı kopararak, Hindistan birliği içinde bir dinsiz (gayrı dini) cumhuriyet kurulmasına taraftarlık ediyorlar.

Biz şuna hayret ediyoruz ki, böyle bir cumhuriyet isteyen zevat, halen mevcut bulunan Gayrı Dinî Hindis* tan hükümetindeki müsliimanlann feci halini gördükle­ri halde bir de kalkıp onlardan örnek almak arzusunda bulunuyorlar!

Acaba, ortadaki menfî örnek yerine, ıböyle bir nizam tecrübe edilemez miydi? Zira, bu nizamın temeli ve esa­si Allah'tan korkmağa ve diyanete istinat edip, müsta­kil usuller dairesinde yürütülüp gider... [483]

 

BAB  14

 

İslâm'da hükümetin mesuliyetlerinden bîri de içtimaî adaleti sağlamak ve umumî tazminat ve garantiyi gözönünde bulundur-jthii ve bu hudut dairesinde, her yaşayan kimse için haysiyet ve şerefiyle, kolaylıkla, sıkıntı çekmeden yaşamayı temin, etmektir. Mekke'de Hac mevsiminde toplanmış bulunan İslâm âlemi kongro-tinin umumî toplantısında Mevlânâ Seyyid Ebul - A'!â Mevdûdî Sfîîıib, bir makale okumuşlardı. Bu makaleyi buraya naklediyo­ruz. Bu fnakalede îsîarm hükümette geçim, içtimai adalet ve me­denî   meselelerin  siyâseti üzerinde etraflı  bahteler vardır.

(Hazırlayıcı) [484]

 

İSLAM VE İÇTİMAİ ADALET

 

Allahu Taalâ insanı en güzel bir şekilde (Ahsen-i takvim) yaratmıştır. Burada garip bir mucize vaiiır. în-san çıplak iken dahi fesat ve fitne için rağbet göster­mişti. Bumm için Şeytan fırsattan istifade ederek insanı aldatmış, onu kandırmış, fitne ve fesada yöneltmiştir. Tuhaf bir şey, Şeytan insanı kandırmak için çeşitli fitne ve fesat kılığına bürünerek insanın karşısına çıkmıştı. Hazret-i Adem Cennette iken, «Salon seni şeytan aldat­masın» denmişti. «Sen Allahm emrinden ayrılırsan, Cen­netten çıkarılırsın» diye bildirilmişti. Şeytan da Adem AleyhLjseiâmı aldatabilmek için şu 3Özleri söylemişti:

(Ey Adem) seni ebedilik ağacına ve zeval bulmaya­cak devlete ileteyim mi? (Ta Ha,  120).

insanın bu fıtrî temayülü, zamanımıza kadar devam edegelmektedir. Bugün dahi yine insan, bir hayli yanlış­lıklar ve ahmaklıklarla, kendisini Şeytana kaptırmıştır, insanların hepsi de iyi kötü, az veya çok şeytanın hile­lerine kanmaktadırlar. [485]

 

Çağdaş Devrin Bazı Aldatmacaları

 

Bu aldatmanın en büyük şekli günümüzdeki, içtimaî' adalet (Social Justice) denilen nesnedir. Bu nesnenin al-datıeıhğı devamlıdır. Şeytan ilk önce ve bir müddet için-insanlan «Ferdî hürriyet» (îndavidual Liberty) ve ser­besti i Liberalisin) ismi taktığı fikirlerle aldattı. Bunun neticesinde on sekizinci yüzyılın Gayrı * Dinî Cumhuriyet'eri ortaya çıktı. O zamanki Cumlıuriyetlerin esası kapitaliatliğe ve dinsizliğe dayanıyordu. O zaman bu re­jim so.n derece revaç buldu. O vasat içinde kendi şahsî vaziyetini Ön plana almak isteyen 'herkes ferdî hürriyet­ten bahsederek sesini yükseltmeğe koyuldu ve yaygarayı bastı. Bu yeni cereyan hakkında halk şöyle düşünüyor­du: Eğer yaşayışımız için böyle bir nizam kurulursa o zaman heryer güllük gülistanlık olacak! O sırada kapi­talist gayrı - dinî cumhuriyet rejimi Avrupada yayılmış­tı. Fakat gitgide o rejimde yaşayanlar şu.gerçeği anla­makta gecikmediler:,Bu rejim de yine Şeytanî vesveseden başka birşey değildi. Yeryüzü sakinleri için "bu nizamla da zulüm ve zorbalıktan kurtulmak imkânı yine yok. İBun^ dan sonra mefun Şeytan için, bu rejimi de uzun müd­det devam ettirme mümkün olmadı. İnsanları daha faz­la, aldatmada tutmak imkanını bulamadı.

Çok geçmedi, mel'un Şeytan yeni bir aldatmaca yo­lu keşfetti. Bu yolun adına da içtimaî adalet yahut da sosyo - komünizm dedi. Bu defa da bu yalanın kılığına bürünerek başıka bir rejim ortaya çıkardı. Bu yeni ni -zam, bu taze rejim de dünyanın kasesini öyle bir zulüm­le doldurdu ki, kâse zulüm ve şekavetle dolup taştı. Bu çeşit zulmün şimdiye kadar dünya bir eşini daha kaydet­memiştir. Fakat Şeytanın aldatışının en ağır noktası şöyle oldu ki: Bir çok memleketler ilerlemek için bu al­datmaca rejimi en son çare ve en son gaye olarak göa-önünde tutmağa hazırlandılar. Biz de şimdi bu aldatma­ca perdesini açıp da hakikatleri ortaya çıkaralım:

Müslümanların hâli de böyledir. Ellerinde Allah Ta-alânm Kitabı ve O'nun Resulünün Sünneti ortada ve da­imî olarak bir hidayet kaynağı halinde mevcutken yine <îe şeytanın vesvesesine kapılmışlar ve uyanmıyorlar. Bü­tün yaşayışlarında ve bütün muamelelerinde bu hidayetin meş'alesi önünde durup, ebediyete kadar kendierine kâfi bulunurken yine de karanlıklarda yürümek istiyor­lar. Bai zavallılar 'kendi dinlerini bırakıp da cahilane sö­mürgeci medeniyetin düşünceleri peşine takılıp, varlarını yoklarını bu medeniyetin ve bu tarz düşüncenin eşkiya-sına kaptırıyorlar. Üstelik mağlubiyetten de kurtulamı­yorlar. Buna rağmen, dünyanın herhangi galip milletin­den biı ses yükselince, hemen onun peşine takılıp sesle­rini yükseltiyorlar. Hemen o tarafa dönelim diye feryadı basıyorlar1. Fransız inkılabı ortaya çıktığı zaman müslü-man ülkelerde talim terbiye görmüş kimseler, bu fikirle­rin peşine takılmağı kendilerine bir farz telâkki etmiş­lerdi. Yerli yersiz, Fransız inkılabını övüp duruyorlardı. Bunu övmeyenlere, böyle bir cereyanı beğenmiyenlere do mürteci ismini takıyorlardı. O devirler geçti. Yine bizim sömürgeci eğitim ve Öğretimi gören fertlerimiz bu deia aa yine kıbleyi değiş tirdiler. Yeni başka bir kıble­ye aoğru yöneldiler. Yeni bir devreye girdiler. Yeni ses­ler yükseldi. Bu defa içtimaî adalet ve sosyo-komünizm narası yükseldi. Bu gürütüye kapılanlar türedi durdu. Buna ne kadar tahammül edilir bilinmez. Fakat üzüle­cek nokta şurasıdır ki, sanki İslâm'ın kıblesi değişmiş gibi, bizim içimizden bir güruh, kıblelerini değiştirmek istiyorlar. Onlarca İslâm denilen şey zavallılıktan baş­ka birşey değildir. Sanki bunların dediklerini kabul et­mek İslâm için zarurîdir? Sanki sadece onların istekle­rine ayak uydurmak ilerlemenin tek çaresidir? İslâm yo­lunda yürüyenler de «irticacı, gerici» dirler. Ve bu yolda yürütenleri Dinvi ric'î : «Gerici dinci» likle itham etmek­tedirler. İlk önce Islama, bir ferdî hürriyetçilik, serbest-çiHk , kapitalisttik, gayrı - dinî - cumhuriyetçilik ve Av-nıpa düşüncesine göre ayrı bir islâmî düşünce kılığı giy­dirmek istediler. Daha sonra da İslâmda içtimaî adaletir varlığını ve tslâmda sosyo>-komünizm mefhumlarının yeı aldığını ispata yeltendiler. îş o raddeye varda ki, talim terbiye görmüş halkımızın bir kısmının da zihinleri bu yeni kölelik sisteminin şekline alıştı. Nihayet bu cahili-ye taşkınlığına, aşağılık derecesinin en alt derkesine ka­dar boyun bükmek istediler. [486]

 

İçtimaî Adaletin Hakikati.

 

Şurada bu kısa makalemde şunu anlatır: ak istiyorum, ki, Qüiînaî a,dalet hakikatte ne gibi bir şeyin umidir. Böyle bir nizamın kurulmasının doğru şeklî nedir ve ne demektir?

Bu hususta ümidimizin pek az • olmasına rağmen, yine de içtimaî adalet diye ileri sürülen sosyo^komünız-mi tatbikat safhasına koymak sevdasına kapılanlara. — İnşaallah hatalarını anlarlar da çürük düsüncelerin-aen dönerler diye — bu mevzuyu açıklamak istiyoruz. Nitekim bir cahil, tam manasdyle cahil oldukça ıslahı mümkündür. Fakat bu cahil az bir şey öğrenirse o za­man şöyle diyecektir:

Kendimden başka sizin bir ilâhınız olduğunu bilemi­yorum

Bu ölçüye göre, söz anlamayana- söz anlatma* da kabil değildir. Fakat Hak Taalâmn fazi ve id ayeti ile alelade ve umum halka söz anlatmak imkânı, makul de­liller ortaya koymakla mümkün olabilir. Umid edilir ki, bunlar Şeytanın aldatıcı hilelerinden kurtularak, uyanmış olurlar ve avam halk aldatmacanın sapık yolundan kur­tulabilirler. Dalâletin karanlığını bırakıp, hidayet aydın­lığında yola devam ederler. Bunun için, benim bu maka-Icyf. ileri sürmekten maksadım da alel-umum halkın kar­şısına hakikati açıp aydınlatmaktır. [487]

 

Îslâm İçtimai Adaletin Ta Kendisidir

 

Bu vesile ile müslüman kardeşlerime herşeyden ön­ce şunu hatırlatmak isterim ki, «îslâmda içtimaî adalet mevcuttur»  diyen ve bu  yolda seslerini yükselten  züm- < re, tamanıon yanlış bir yola gidiyorlar ve maksatlı söz söylüyorlar.

Halbuki, meselenin doğrusu ve sahih şekU şudur : İslâm içtimaî adaletin ta kendisidir.» İslâm demek içti­maî adalet demektir. İslâm Öyle bir hak dindir ki, kâi­natın Haikı, kâinatın Rabbi, bu dini insanların hidayeti için göndermiştir. İnsanlar arasında adaleti kaim kılmaK ve neyin adalet olup neyin adalet olmadığını bilmek ia-sanlarm hakkı değil, bu ancak insanların Halikının ve insanların Rabbinin işidir. Herhangi başka bir kimsenin adaletle zulmün ayarını ve ölçüsünü ortaya koyması da caiz değildir. Kâinatta bu hususiyet Allah'la insan ara­sındadır. Allah Mâlik, insanlar memluktur Buna göre, adaletin miyarını tayin etmek ve ölçüsünü kararlastır-ın^kj^memlûka düşen bir vazife değildir. Bu ancak Mâ^ iik bulunan Hak Taalâya aittir. Mutlak Mâlik olan da O'dur. Emir veren de, ferman sahibi de O'dur. İnsan is­tediği kadar yüksek bir makama erişsin, hattâ insan de-ğU, insanlıktan daha da üstün bir makama ulaşsa bile, nihayet kendi zihnini, kendi aklını -kullanacaktır. Her re şekilde olursa olsun, insanî ilim, insanî bilgi mahdut ölçüdedir. İnsan aklı kıttır ve yetersizdir. İnsan aklı is­teklerden ve taassuplardan sıyrılamaz. Kaçıp kurtulaca­ğı bir yer de yoktur. Böyle olunca şu imkân da yoktur' ki, aslı ve esası adalet üzerine konmuş bulunan bir ni­zam kurabilsin.

İnsanın kurmuş bulunduğu nizam iik başta adalet olarak görünür. Fakat amelî tecrübeler idbat eder ki, adalet denilen şey hakikatte adalet değildir. Buna göre her insan, bdr zaman için kurmuş bulunduğu nizama aldanır. Sonra noksanlıklar ortaya çıkınca, ilK kurduğu nizam­dan bıkar; başka bir ahmaklığa, 'başka Mr budalalığa kapılır. Yeniden ahmakça tecrübelere girişir. Bu sebep­lerden dolayı, hakikî adalet ancak o nizamda olabilir ki, bir Alimül - Gayb-ı veş - şehade, Subbuh ve Kuddüs, (Gizlileri ve açıklan bilen, teşbih edilen ve mukaddes) olan varlık bir nizam ortaya koymuştur. [488]

 

İslamdan Maksat  Adaletinta Kendisidir:

 

Başlangıçta ikinci bir meseleyi de bilmek lâzımdır ki, bir kimse «îslâmda adalet vardır» derse, hakikatte meselenin manasını iyi kavramamış ve meseleye dar bir açıdan bakmış sayılır. Hakikat şudur ki, Islâmdan mak­sat adaletin ta kendisi olmasıdır. İslâm mahza adaleti kaim kılmak için gelmiştir. Hak Taalâ'bu mevzuda şöy­le buyurmuştur  :

İşte biz Resullerimizi aydın delillerle gönderdik. İn­sanların adaletle hareket etmeleri için onlarla birlikte ki­tap ve mîzân (ölçü) de naz.il kıldık. Bir de demiri (silâh ve kuvvet) nazil kıldık kî, bunda insanlar için faydalar ve şiddetli kuvvet vardır. Ki bununla, Allah, kendisine ve Resulüne görmeksizin yardım edecek olanları bilsin. Elbette kî, Allah kuvvetli ve azizdir. (El - Hadid, 25)

Bir müslüman eğer gaflete saplanmamışsa, bu âki noktayı gözönünde tutarak hiçbir zaman Allah ve Resu­lünün emirlerini bir tarafa bırakıp, içtimaî adaleti baş­ka bir tarafta aramaz. Ve böyle bir hataya düşmez.

Her nerede adaletin varlığını hissederse, görecektir ki, orada Allalun adaletinden ve O'nun Resulünün hükmünden başka bir adalet yoktur. Başka bir adalet de olamaz ve bulunamaz. Şunu da anlayacaktır M, adaletin kaim kılınmasının başka bir ^ekîi de mevcut değildir. Adaletin kaim kılınması ancak ve ancak İslâm ile olur. İslâm demek tam ve kâmil adalet demektir. Noksansız ve eksiksiz adalet demektir. Adalet, Islâmdan başka, te­lâmdan ayrı birşey değildir, islâm adaletin ta kendisidir. Isîâmın kaim bulunması adaletin de kaim olması demek­tir  îslâm ile adalet ikisi aynıdır ve bir şeydir. [489]

 

İçtimaî Adalet Ne Demektir?

 

Şimdi bakalım içtimaî adalet ne gibi bir nesnenin is-r/ıidir? Bu nesnenin sahih şekli ne olabilir? [490]

 

İnsanî Şahsiyetin Gelişmesi .

 

Her insan camiasında binlerce; yüz binlerce ve mil­yonlarca fert vardır. Bu topluluk içinde her fert, ruh, akıl ve şuur sahibidir. Her ferdin de müstakil bir şahsi­yeti, bu şahsiyetin içinde gelişip gider. Yine her fert, kendine mahsus olan bir zevkin sahibidir. Diğer bakım­dan, yine her ferdin nefsiyle ilgili istekleri bulunmakta­dır. Şahıs olarak her fert, cismî ve ruhî zaruretler için­dedir. Bu fertlerin isteklerinin bir araya toplanmasından :ir istek mecmuası ortaya çıkar, Şu hususa da dikkat edilmelidir ki, bu aynı şeyi isteyen topluluklar da ayn birer h,eyet halindedirler. Bunlar tek tek münferitlikten çıkıp bir insanlık camiası haline gelirler. Btı camianın teşekkül^ efrat içindir. Efrat bunun için değildir. Efra­dın toplanarak bir camia teşkil etmesinden maksat, bu fertlerin birbirlerine yardımcı olmaları ye birbirlerinin ihtiyaçlarına cevap verebilmeleri sebebiyledir.  Aynı cismî ve ruhî isteklerin ve İhtiyaçlarını gidermek İçin bir araya toplanarak bir camia teşkil ederler. [491]

 

Ferdî Mes'uliyet;

 

Şimdi şu meseleye gelelim.    Bütün fertler, tek tek, Allah indinde mesuldürler. Bunların her birisi, bu mevcut dünyada tek tek muayyen bir zaman imtihana  (her. bi-   / risi için kararlaştırılmış bulunan ayrı imtihan)   tâbi tu­tulurlar. Sonra Hak Taalâ    huzurunda hesap    vermeğe çağrılırlar. Acaba kendilerine dünyada verilmiş olan sa­lâhiyetler ve imkânlar    dairesinde nasıl    çalışmışlardır. Hak Taalâ huzurunda mesuliyet ve hesap vermek   içti­maî dtğü,  ferdî'dir.   Orada herhangi bir  aşiret,   kabile, ip illet ve saire gibi topluluktan hesap sorulacak değildir. An^aK fertlerden ayrı ayrı ve teker teker hesap sorula­caktır.  Dünyadaki     alâkalardan her türlü bağ  kesilmiş olarak,, herkesin kendisinden hesap istenecektir. Herkes tek tek ve ayrı ayrı adalet-i Üâhiyenin huzuruna çıkarı­larak, sen ne yaptın diye sorguya çekilecektir. [492]

 

Ferdî Hürriyet.

 

Bu iki mesele — yani bu dünyada insanî şahsiyetin, gelişmiş olması ve ahirette de insanın hesap verme me­selesi — insanın bu dünyada iken kendisinin ferden hür ve serbest olmasını icabettirir. Eğer içtimaî hususlarda, ,   bir fert kendi isteğine uygun olarak şahsiyetini geügtU remezse, o zaman insanlık içinde şahsiyetini kaybetmiş olur. Onun kuvvet ve kudreti ortadan kalkmış, kendisi­ni insanlığın içinde bir nevi mahpus    vaziyetine sokmuş bulunur. O zaman ahirette böyle    mahpus ve mahkûm zümrelerin kusurları, içtimaî nizam kurup da bu gibile­rini bu nizamın baskısı altında tutanlara ait olmuş olur. Bu defa onlardan yani kötü içtimaî nizam   kuranlardan sâdece kendi işlerine ait hesap sorulmakla 'kalmaz, belki diğerlerinin de hesapları sorulur. Onlara, «neden siz böy­le bir nizam kurup da insanların bir kısmını atıl ve ba­tıl bir hale getirip, yan sağlam yarı hasta duruma sok­tunuz» denir. Malumdur ki, hiçbir mümin kimse, işin sc-nunda Allah'ın karşısında böyle sorgu ve suale maruz kalmayı arzu etmez. Bu kimse, eğer Alalh'tan korkan bir kimse ise, o zaman fertlere daha fazla hürriyet vermek yolunu tutacaktır. Çünkü fertler hür olunca, kendi yap­tıklarından kendileri sorumlu olur ve başkaları sorumlu olmaz. O zaman, bir ferdin yanlış yolda gitmesinin mesu­liyeti de içtimaî nizamı yürütenlerin boynunda olmayıp kendi şahsının  boynunda  kalır. [493]

 

İçtimaî İdareler Ve Bunların İdareleri.

 

F^rdî hürriyeti gözden geçirmiş olduk. Şimdi de ba­kalım içtimaî ve muaşeretî meselede mesuliyet nedir ve nasıl olmalıdır? İnsanlar oymak, kabile, aşiret, ve niha­yet milletlere ayrıln-lar. Yahut da toplanıp bunları teşkil ederler. Küçükten büyüğe veya büyükten küçüğe tertip­le bu iş yürüyüp gider. Başlangıçta bir erkekle bir kadın vardır. Sonra bunlara çocuklar eklenir. Daha sonra aile ve daha sonra da hanedan kurulur. Hanedanlardan kabi­le ve aşiretler doğar. Kabile ve aşiretlerden de kavim­ler ve milletler ortaya çıkar. Millet ve kavim de ortaya yıkınca, bir hükümet kurulur. Bunlara yerine göre içti­maî teşkilât deriz. Bu içtimaî teşkilâtın kuruluş maksa­dı da, bu teşkilâtı vücuda getiren fertlerin birbirine yar­amı etmeleri ve fertlerin bu daire içinde şahsiyetlerinin gelinmesini temin içindir. Fakat asıl maksat, bütün bu ibarelerin her birinde — büyüğünden küçüğüne kadar — ferdî hürriyetin ortadan kalkmamasını sağlamaktır. Bir şalısın hürriyetine diğer bir kimsenin tecavüz etmesine ma"' olmaktır. Fertler de böyle hür -bir muhit içinde ve kül halinde bu idarenin altında ilerleyebilirler, işte meşe\e bu noktaya gelince, içtimaî adalet meselesi ortaya ça­kar. Burada ferdî ve içtimaî meseleler birbirlerine bağlı bulunurlar. Bir taraftan insanın gerçek bir kurtuluş yo-îunda olması yani felah bulması (için, fert olarak hür bir muhitte muaşeret hususlarında tamamen serbest olması lâzımdır.    Ancak    böyle    bir    cemiyet    havası    içende kendi     şahsiyetini     geliştirmesi    mümkündür.    Bu  şe­kilde    yine    aile,    kabile    ve    hanedan    gibi    topluluk iar arasında normal yani hürriyete dayanan bir yaşama tarzı olmalıdır ki, fert çalışma dairesinde kendini gayesi­ne göre ilerletebilsin.  Diğer taraftan insanın felah bul­ması şu meseleyi de gerektirir ki, fertler üzerinde aile hanedan, kabileler ve bütün cemiyet efradı — küçük ida­relerden büyük hükümetlere kadar — bir haklan ve ik­tidarları olsun. Bu iktidar mevcut olunca da, fertlerden birinin, diğer bir ferde zulmetmesine müsaade edilmez ve bir kimsenin başka bir kimsenin hakkına tecavüz etme­sine meydan verilmez. Bu mesele devam ederek, insanlı­ğın başından günümüze kadar, ,her kavim, her millet ve her hükümette serbestlik ve muhtariyet diye bir husus kararlaştırılmıştır. Böyle bir karar ve hakkın tanınması da zarurî olmuştur. Diğer taraftan    üstün bir kuvvetin bulunması lüzumu ve zarureti vardır ki, milletler ve hü­kümetler hadlerini aşıp  kendileri  de mütecaviz duruma, girmesinler.

Şimdi, İçtimaî Adalet, o şeyin ismi oluyor ki, orada fertler, sonra aileler, daha sonra da kardeşlikler, kavim­ler ve milletler her biri yerlerine ve vaziyetlerine göre, hakları olan serbestliği ve hürriyeti elde ettikten sonra, kimsenin hakkı zorlanmasın ve kimseye tecavüz edilme­sin- zulüm ve kaba kuvvetin ortadan kaldırılması için, aile kudretindep başlanip, hükümet kudretine ve hükü­metten daha üstün bir kudrete iktidar tes'im edilmiş olsun. Muhtelif fertler ve fertler    topluluğu da insanlığın ilerlemesi için en müsait bir vasatta çalışabilsinler.

KapitalistUk  ve Sosyc-Komüirâüiğin  boş hayalleri.

Bir kimse bu hakikatleri iyi bir şekilde kavradıktan sonra, anlayacaktır ki, serbestlik, ferdî hürriyet, kapita­listtik, gayrı dinî cumhuriyet ve içtimaî adalet iddiasın­da bulunan her nizam, geçen -bahisde söylediğimiz gibi, Fransız inkılabından sonra ortaya çıkmıştır. Hakîkaten bunlar gibi ve beîki de bunlardan daha da fazla, Sosyo-komünizm bu iddiayı ortaya atmaktadır.

Şimdi, Kari Marks ve Engels'in nazariyelerinin pe­şine takılmış olanlar da bu hususta seslerim daha fazla yükseltiyorlar.

Birinci hizamın eksikliği yüzündendir ki, kendisine muayyen ölçülerin üstünde tanınan serbestlik hakkını kullanan fert, aile, hanedan, kabile, kardeşlik bağlan, hattâ millet üzerine saldırıyor... Bunun neticesinde de, içtimaî kurtuluş için, hizmeti ve muaşereti kudretin dt« siplininî ortadan kaldırıyor. İkinci nizama gelince, bunun da noksanlığı ve eksikliği yüzünden, böyle bir kuruluşta, hükümete aşın ve haddinden fazla kuvvet ve kudret ta­nımak, fert, aile, hanedan ve kardeşliklere ait bütün ser­bestlik ve hürriyetleri hemen hemen tamamen ortadan kaldırmıştır. Fertlerin, toplu halde çalışmalanna hükü­met o kadar ehemmiyet veriyor ki, burada ruh sahibi !nsan yerine, mevcut bulunan adamlar birer cansız makı-na haline geliyorlar ve ruhlgrını da kaybediyorlar.

Her kim, bu şekilde içtimaî adaletin kurulabileceği­ni ilen sürerse, tamamen yalan söyleyip ve yalancıdan başka bii  şey olamaz.

Sosyt>-komüm2in içtimai zulmün en kötü şeklidir. Bu rejim, hakikat olarak zulmün en kötü ve en fena şeklidir. Çünkü ne Nemrûd devrinde ne de Firavun za­man :;.da böyle bir zulme rastlanmış değildir. Cengiz Han bile böyle bir zulmü caiz görmemiştir. Durum böyle olun­ca hangi akıl sahibi kalkıp da bu nesnenin adına «içtimaî adalet» diyebilir?

Bir veya birkaç kişinin, kendi keyiflerine göre, uy­durdukları içtimaî felsefe nazariyesi neticesinde, hudut -suz salahiyeti olan bir dikta rejimi kurulmuş ve bir mut­lu azınlık milyonlarca insanın başına buyruk kesilmiş­tir. Daha doğrusu milletin başına belâ olmuşlardır. Hal­kın bütün malını zaptetmek, arazilerini ellerinden almak, fabrikaları devletleştirmek, bütün bir memleketi hapis­hane şekline sokmak bunların işlerinin esasıdır. Her kim de tenkid ederse, şöyledir, böyledir derse, şikâyet edip feryadını yükseltirse, hiç bir şey yapamıyacaktır.

Çünkü, adalet kapıları ve şikâyet mercileri tama­men kapanmıştır. Memleket dahilinde hiç bir cemaat hiç bir makam, hiçbir mevki bırakılmamıştır ki, halkın ne demek istediğini dinlesin ve halka cevap verebilsin. Hiç bir gazete ve hiç bir neşriyat halkın düşüncelerini akset^ t:rei\;e;c. Hiç bir adalet kapısı da açık değildir. Bu da bir tarafa, öyle bir casusluk teşkilâtı kurulmuştur ki; bir ferd diğer bir ferde muğber olduğu takdirde yalan yere bir töhmet ve bir iftira atabilir. Bu durum halkın birbi-. rınrien korkmasını sağlar. Bu terör ve yıldırma havası içinde vatandaşlar güya yaşarlar. Hatta bir kimse, kendi evü«ie bile ağzını açıp birşey söyleyemez. Söylemek is-teı^e, dört duvarın kulağı olduğunu ve bu kulakların hü­kümet namı hesabına işittiğini gayet iyi bilmelidir. Son­ra Cumhuriyetçilik sözleri altındaki aldatıcı işler de or­taya çıkar. Bir seçim dalaveresi döner. Bütün bunlar bir felsefe uğruna yapılır. Daha doğrusu iktidarda olanlar bu sahte slogan'arla muhaliflerini her tarafta ezmek im­kânını bulurlar. Halbuki onların seçimlerinde muhalif diye kimse de olamaz. Hiç bir surette, vicdanım satmamış ve bu düzmece felsefeye inanmamış olanların da mu­halefet etme hak ve nasipleri yoktur.

Farzedelim ki, bu rejim geçim için serveti eşit bir şe­kilde taksim etse - halbuki şimdiye kadar hiç bir sosyo. komünist hükümet idaresi böyle bir icraata yanaşmamış­tır - dahi acaba böyle bir taksimata nasıl olur da «Adalet-i r^ahz» : «Temiz adalet» diyebiliriz? Bunun adına nasıl eşitlik ismi takabileceğiz? Ben şurasını da sormak iste­miyorum ki, böyle bir rejimde ve böyle bir sistemde, hâ­kim zümre ile mahkûm zümrenin arasında geçim ve ser­vet bakımından bir eşitlik yar mıdır? yok mudur Ben yine şunu da sormak istemiyorum ki, 'bu nizamın dikta­törü ile bu şahsın maiyetinde bulunan kimselerin yaşa­yış seviyeleri, halkın yaşayış seviyesi ile aynı mıdır9 yoksa değil midir? Yine şunu da sormak istemiyorum ki, diktatör ve onun maiyetinde bulunan zümre, bu uy­durma felsefeyi ayakta tutmak isteyenler, niçin kendi nazariyelerini polis, asker, casus ve diğer hususî teşki­latlarla halkın üzerine musallat ediyorlar?

Ben-şunu soruyorum: Eoı gibi şeylerin hakikati or­tada bulunurken, böyle bir rejimde ve böyle bir rejimin tatbik edildiği ülkede na3il olur da içtimaî adalet vardır diye iddiada bulunulur? Hele bu sual de bir tarafta dur­sun, bu tarz bir nizamın kurulmuş bulurichığu ülkenin vatandaşlarından biri bu-felsefe ve bu nazariyeye ve ya­hut da bu felsefe ve nazariyenin tatbikatı, hakkında en küçük bir tenkide teşebbüs ederse neden cezalanır ve ne­den serbest olarak fikrini söylemekten' menedilir?

Bu ne biçim bir adalettir ki, bu rejimde diktatör vg bu diktatörün maiyetinde bulunan avanesi, kendi felsefe ve nazariyelerini yürütmek için, koca bir ülkenin hatta ülkelerin her türlü imkân ve vasıtalarım kullanmakta ve her şeyi kendi fikirlerinin yürümesi için alet etsinler de, kendilerine muhalif iki kişi bile bulunmasın" Hiçbir toplantıca bunlara karşı söz söylenmesin, hiçbir basın ve yayın vasıtası kendilerinin hilafına yazı yazmacın?

Bu ne biçim adalettir ki, bütün arazi sahiplerinin arazisi ellerinden alınsın, fabrikalar fabrika s\ıhiplerin-jeri zaptedilsin, gasbedilmiş olsun? Ve bütün bir memle­kette daha doğrusu memleketlerde bir tek toprak veya fabrika sahibi bulunmasın?.. Bu gasbedici nizama da dev r let densin?. Devlet denilen bu teşekkül de birkaç kişinin elinde olup, bu devleti de keyiflerine göre sevk ve idare etkinler?. Ve artık bir daha iktidar mevkiine kimse on­ların elinden almak imkânını bulamasın?. Ancak kendi­leri birbirlerinin ayağını kaydırarak iktidar mevkiine ge­çebilsinler?.. M değiştirsinler...?

Eğer insan denilen varlık sadece «mide» ve «işkem­be» sahibinin ismi değilse ve insanca yaşamak sadece kamını doyurmağa bağlı bulunmuyorsa, o zaman sâdece geÇÛn eşitliğinin ismine nasıl olur da içtimaî adalet de* nebilir?

Yaşayışın her şubesinde her dalında zulüm ve hak- alıp yürüsün de, insanlığın her cephesi ortadan,  da, sadece bir «karın doyurmak ve karın şişir­mek» kalsın?. O zaman millî gelirin de halk arasında eşit olarak dağıtılması, icabetmez mi? Meselâ, diktatör hazretleri ve onun kuyrukları, kuyruklarının kuyrukları dg, karın doyurmak ve karın şişirmek hususunda diğer ./atanüaşlarla niçin bir eşitliği arzu buyurmazlar?

Şimdi bu korkunç ve muazzam zulmün ismine karın do/uroakta eşitlik vardır diye — böyle birşey de olma­dığı halde içtimaî adalet ayakta bulunuyor nıu diye­ceğiz? İşte, benim zatı alilerine arz ettiğim gibi, içtimaî nizamların en kötüsü, en berbadı da budur. İçtimaî zul­mün en ağırı, en fenası da yine budur. İnsanlık tarihi başmdan bugüne kadar böyle bir kötü içtimaî zulüm gör­memiştir. Galiba göremiyecektir de. [494]

 

İslâm'da Adalet Tasavvuru.

 

Şimdi, size kısaca İslâm'da adalet denilen şey'in ne olduğunu anlatayım. İslama şu mesele katiyen sığmaz ki, herhangi bir kimse, yahuc da bir zümre, «insanî ya­şayışta adalet» diye bir feisefe ve bir nazariye ortaya. koyup, bunun tutunması için çalışıp, bu tasavvuru zorla halkın üzerine musallat kılmak yoluna gitsin. Bir şey söylemek isteyenlerin veya itiraz etmeğe yeltenenlerin de dillerini arkadan kessin.

Böyle bir makam ve böyle bir hak ne Hazret-i Ebu Bekir Radıyallahu Taalâ anh için, ne Ömer Faruk Radı-ysllahu Taalâ anh için, hattâ ne.de Hazret-i Muhammed Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in kendisi için ta­nınmıştır, îslâmda hiçbir kimsenin diktatör olma hakkı yoktur. Yalnız Allah bu makama sahiptir. Ancak Allp.hm karcısında insanî arın niçin ve ne sebeple demede ı kayıt­sız ve şartsız, boyun eğmesi lâzımdır. Hazret-i Muhammedi Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in kendisi bile bu hükme tâbidir. Onun hükümlerine de şüphesiz ve kesin olarak itaat etmemizin sebebi, bize Allah'ın hükümlerini getir­mesi ve bildirmesidir. Maazallah kendi indinden hüküm ortaya çıkarmak isteseydi biz itaat etmezdik. Allah Re­sulünün ve Resul'un Halifelerinin de hükümleri yalnız ve mahzâ Şeriatı Üâhiyenin icrasmdan başka birşey değil­dir. Bu itibarla, onların hükümleri temkid edilmekten çok ufaktır. Bunlardan başka herkes, her hususta tenkid et­mek hakkına haizdir. Bu hakkı tam manasiyle kullana­bilir. [495]

 

Ferdi Hürriyetin Hududa.

 

Allaha Taalâ, Îslâmda öyle bir hudud koymuştur ki, buniLiia ferdin serbestisi ve hürriyeti muayyen hudud* iarla çevrilmiştir. Hak Taalâ bir müslüman ferd için re:erin helâl \e nelerin haram olduğunu bildirmiştir. Han gi işler farzdır, yapılması lâzımdır ve hangi işlerden ka­çınmak :cabeder? Başkalarının bizim üzerimizde ne gibi hakları vardır ve bizim başkalarının üzerinde ne gibi haklarımız vardır? Hangi şartlar dahilinde bir mülk bi­ze intikal eder ve yine hangi vasıtalarla bir mülk bizim elimizden çıkıp başkalarına intikal eyler. Ferdlerin ken­di camialarına arşı ne gibi farzları vardır, camianın da lerdlere ka^şı ne gibi farzları bulunmaktadır? Camianın iyilik hususunda ferdlere, aile ve hanedanlara ve kardeş­likler üzerinde ne gibi mesuliyetleri vardır. Ve hangi hiz­metleri  ifa  etmeğe  mecburdurlar?

Bütün bu hususlar, Kitap'da ve Sünnette müstakil düsturlar olarak kaydedilmiştir. Bu İlâhî kanunlar üze­rinde herhangi bir değişme bahis mevzuu olamıyacağı gibi yeni addedilen bir şeyin de eklenmesine veya eksil-tilmesi olamaz ve olamıyacaktır. Bu düsturlarla bir şali­sin ferdî hürriyeti ve ferdî serbestisi üzerinde, bazı mes­uliyetler konmuştur ki, bunların hududunu aşmak ve bu hududlara tecavüz etmek kimsenin hakkı değildir. An­cak bu hududiann dariesi içinde mevcut bulunan hürri­yetleri de ortadan kaldırmak, kısmak veya genişletmek bir hak olarak tanınmış değildir. Mal iktisabının da mu­ayyen bir kaide ve usulü vardır. Bu kaide ve usullerin haricinde mal iktisap edilmesi haramdır. Yalnız bu ka­darla da kalınmaz. Usulsüz ve kaidesiz mal iktisap eden­lere, İslâmî kanunlar ceza tayin etmiştir. Fakat helâl olan vasıtalara baş vurarak mal ve "mülk edinenlerin. mal ve mülk hukuku da mahfuz olup korunacaktır. Bu mat tasarrufunu, kanunun müsâadesi olmaksızın ve meş­ru yollar bulunmaksızın sahiplerinden almak ve onıan mal ve mülklerinden mahrum bırakmak da mümkün de ğildir. Böyle bir camianın felah yolunda dosdoğru yürü­yebilmesi için ferdler üzerine bazı     farzlar  konmuştur.

Ferdler bu farzları yerine getirmek    mecburiyetindedir­ler. Fakat bunların dışında hiçbir kimse bir şey için zor­lanamaz ve kimseye cebir kullanılamaz. Ancak    ferdler kendi rızalariyle bir. şey    verirlerse o zaman da kimse-bunları bu fiillerinden caydıramaz.

Yine bunun gibi camianın da ferdlere karşı vo hat­ta hükümetin de camia efradına karşı ifa edeceği bazı .arzlan ve vecibeleri vardır. Camia ve hükümet bu farz­ları ve bu vecibeleri eda etmezse, o zaman efradın da bu camia ve bu hükümete karşı olan farzları ve vecibeleri yerine getirmelerine mahal kalmaz, itaat etmemek hak­lımı elde ederler. Eğer bu müstakil düsturlar, üzerine iş-î*Jr yürütülüp amelî bir kisveye ^girerse, işte o zaman içtimaî a.aaiet de kaim olacaktır. Böyle bir cemiyette ise kimse içtimaî adalet diye bir iddia ortaya atamıyacak, kimsenin ut böyle bir iddia ortaya atmasına lüzum kal­mayacaktır.

Bu düstur, yürürlükte bulunduğu takdirde ve mev­cudiyeti gözle görünür vaziyette oldukça, o zaman rnüs-lümanlar, hiç kimsenin sahte ve aldatıcı sözlerine kapıl­ma ihtiyacın' duymayacaktır. Esasen böyle bir kimse de rcüslümanlarj hiç bir vakit aldatamıyacak ve kandıramı-yacaktır. O zaman sosyo-komünizmin ortaya attığı içtimaî adalet diye isim verilen şeyin Islâmm ta kendisi olduğu da meydana çıkmış bulunacaktır.

İslâm, bu şekilde fert ile cemiyetin arasında bir muvazene ve ahenkli bir düzen kurmak ister. Bu düzen­de ne ferde tam ınaaasiyle hürriyet verilir ne de cemiye-te ferdi çiğnemek ve ferde zarar vermek hakkı tanjmır.

Aynı zamanda cemiyeti idare edenlerin de, ferdin, islâmî 'iüptıır gereğince elde etmiş bulunduğu hürriyeti kısıp azaltmak ve şahsiyetini geliştirmek iğin zaruri olan-suslsTj esirgemek salahiyeti olamaz. [496]

 

Servet İntikalinin Şartlan :

 

îslâmda bir ferd tarafından servetin başkalarına in­tikal etmesinin ancak üç şekli vardır: 1. Veraset. 2. Hibe 3. İktisâb.   (Ticaret ve alış veriş gibi.)

Veraset o zaman muteber olur ki, herhangi bir ma­lın meşru sahibinden onun varislerine şer'î kaidelerle mal intikal eder.

Hibe ise, —atiye de denebilir — herhangi bir ma­lın, şarî mâliki ve sahibi tarafından kendi gönül ile şer'î kaideler tahtında verilmesidir.

Atiye eğer hükümet tarafından verilecek olursa, o zaman alan şahsın bunu hak edecek şekilde hizmet et­miş olmasına mukabil verilmiş olmalıdır. Yahud da hü­kümete büyük bir iyilik yaptığı için böyle kimseler dev­let mallarından mükâfatlandırılır. Hükümet de vermiş olduğu bu atiyeyi meşru 'bir şekilde kendisine intikal et­miş bulunan mallardan vermelidir. Bundan başka, atiye vermek hakkına malik bulunan hükümet de serî kanun gereğince müşavere ve şûra ile yürütülen hükümet ol­malıdır. Bu hükümetin sarfettiği ve harcadığı paralar­dan, halkın her zaman hesap sorması imkânı bulunan bir. hükümet olması gerekir.

Iktisab, çalışıp hak kazanmak demektir. İslâmda çalışıp hak kazanmanın da yolları tayin edilmiştir. Ha­ram bir şekilde ele geçmiş şeye iktisâb haram olur ve caiz sayılmaz. Haram işlerden kazanılmış kazançlar da haramdır. Meselâ, hırsızlık, gazb, Ölçüde ve tartıda alış veriş yaparken eksiklik ve fazlalık yapmak, hiyanet, rüşvet, aldatma, fahişelik, ihtikâr, tefecilik, murabahacı­lık, kumar oynatmak, uydurma alış veri§, dolandırıcılık sarhoş edici maddelerin ticareti ve imalatı, fuhuş için aracüık ve buna benzer bazı işler. Islcmda helâl iktisâb sayılmaz:. Bu gibi adî ve iğrenç kazançların dışında, herJıangi bir meşru yolda çalışılıp kazanılmış bulunan ve iktisâb edilen servet caiz ve helâl servettir. Çok olması veya azlığı bahis mevzuu değildir. Böyle bir şekilde yani meşru yollardan elde edilmiş bulunan servetin ölçüsü ve lıududu yoktur. İstenildiğinden çok da olabilir, istenildi­ğinden daha da az olabilir. Az olduğu zaman diğerlerin­den kırpıştırmak hakkı tanımadığı gibi, çok olduğu za­man da bu kazançtan zorla alınarak başkasına verilmek suretiyle bu servetin  azaltılması cihetine gidilmez.

Fakat bu serveti kazanmanın şekli caiz ve meşru usullerin dışma çıkınca o zaman müsîümanlar için, bu servetin sahibine, «Min eyne leke hazâ? : Sen bunları ne­reden getirdin?» diye sual sormak hakkı tanınmıştır.

işte bu, servet hususunda tahkik edilecek ilk kanu­nî haktır. O zaman servet sahibi, elde etmiş bulunduğu servetin meşru yollarını isbat edebilirse, mesele kalmaz. Fakat isbat edemediği takdirde, yine o zaman İslâm hü­kümetine bu mallara el koymak hakkı da tanınmıştır. [497]

 

Serveti Sarfetmek Hususunda Mesuliyetler.

 

Meşru şekilde ve kanunî yollardan ellerine servet ve mal geçirmiş bulunanlar da tamamen unutulmuş ve ken­di başlarına bırakılmış değillerdir. Bunların da bazı mes­uliyetleri ve bağlı bulunacakları hususlar vardır. Fert olarak her kim servet sahibi olursa, bu serveti sarfet-mek hususunda, camianın bundan zarar görmeyeceti şe­kilde hareket edecektir. Yahut da servetini sarfettiği za­man ahlakına ve dinine halel getirmemelidir, islâmda şahsî serveti kimse fısk ve fücur yolunda sarfedemez. îçki içmenin ve kumar oynamanın kapılan kapatılmış -tır. Zina ve fuhşun ve buna benzer ahlaksızlıkların da Önüne sed çekilmiştir. Aynı şekilde, hür bir insanı yaka­layıp köle yapmak veya hür bir kadını tutupda cariye kıl­mak, bunları alıp satmak da yasaklanmıştır. Zengin kimselerin, fakir çocuklarını satın alarak köle ve cariye ha­line getirtmelerine de müsaade edilemez. Para sarfetme-nin de bir ölçüsü ortaya konmuştur. İsrafın önüne geçil­miştir. Servet sahibi bir kimsenin refahı - hal içinde nazü nimetle yaşayıp da komşusunun aç yatmasına iyi nazar-ia bakıLmamıştır. îslâmda servetten de ancak meşru ve maruf (iyi) bir şekilde faydalanması caiz sayılmıştır. Bir kimsenin servetinden servet doğması da helâl ölçü­ler üzerindedir. Buna da bir usul ve hudut konmuştur. Şeriatın koyduğu bu usul ve hududu geçmemek lâzımdır..

İçtimaî hizmetler.

Şimdi İslâmdaki içtimaî hizmetler bahsine gelelim. Bu hususta her ferdin serveti muayyen Ölçüyü buldu mu zekât ödemesi lâzım gelir. Y;.ne aynı şekilde, ticaret ma­lı üzerine, araziden elde edilen mahsule, hayvan ürünle­rine, hayvanların üreyip çoğa malarına ve bazı başka şekilde de servet artışına zekât lâ^un gelir.

Şimdi siz. eğer, dünyada her fne şekilde olursa olsun meşru yolda servet edinirseniz, bunun da -hesabını tutar­sanız, serî kaidelere göre ölçü de (misâb haddi) tamam­lanırsa bu servetinizin de kanun ve kaideye göre zekâtı­nızı verirseniz, Kur'anj Kerimin tayin etmiş olduğu hak­ları öderseniz, masraflarınızı da yine şeriatın koyduğu kanun ve usul üzerine yaparsanız, o zaman birkaç sene içinde, ihtiyaç, içinde bulunan ook kimse de, fakru zaru­retten kurtulup, vaziyetini düzeltmiş olur.

Bundan başka, yine servet bir ferdin elinde toplan­maz. Çünkü îslâmda *bdr ferd vefat edince pnun serveti mirasçılar arasında taksim edilir. Her ne şekilde olursa olsun, servetin bir elde toplanıp mütemerkjz olmasının önüne geçilmiştir. [498]

 

Zulmün Ve Haksızlığın Ortadan Kaldırılması.

 

Bunlardan başka, îslâmda toprak sahibi ile tarlada çalışan ekici, fabrika ve iş yerlerinde çalışan işçilerle iş verenler arasında cereyan edecek muamele ve anlaşma­lar rıza dahilinde olmasana dikkat edilmiştir. Rıza esas olunca da kanun müdahalesine lüzum kalmaz. Fakat her nerede bu gibi işlerde zulüm ve haksızlık görünürse, o za­man Islâmî hükümetin tamamen müdahale hakkı vardır. Islâmî hükümet kanun vasıtasiyle bu haksızlıkların önü­ne geçer.

Amme hizmetleri için millî mülkiyetin (devlet mül­kiyeti) hududu.

îslâm, herhangi bir teknik sahada veya ticarî mev­zuda hükümetin muayyen bir ölçü koymasını da haram kılmamıştır.  Herhangi bir sanayi     veya ticarî ıeşebbüs amme menfaatine uygun olur veya umumî maslahat ge­rektirirse,  ferdler de  bu işi  tekbaşlarma     yürütmekten âciz olurlarsa, bu iş hususî teşebbüsün kudretinin üstün­de bir durum arzederse veya halkın bu gibi İşleri yürüt­meleri amme maslahat ve menfaatine uygun bulunmaz­sa, o zaman hükümet bu gibi işleri tertibe    koyup inti­zamlı bir şekilde yürütme yolunu tutar. Yine bu örnek gibi, herhangi bir sanayi veya ticarete ait bir iş şubesi hususî teşebbüsün elinde olduğu zaman umumî maslaha­ta aykırı bulunur veya dçtimaî yaşayışın muhtelif cephe­lerine zorar verecek şekle girerse, hükümet bu fertlere karşılığını ödeyerek bu müesseselerin idaresini eline ala­bilir-. Münasip bir şekilde de bu işleri yürütüp gider. Bu gibi tedbirlerin alınmasına şer'an bir mâni  yoktur.  Fa­kat îs1âm, bütün servet ve gelir kaynaklarının hükûme-ifn elinde bulunmasına, tek başına bütün sanayi ve ticar-î tesislere el koyup kendi inhisarı altında bulundurma­sını kabul etmez. Yahut halkın elinde bulunan bütün ara­ziyi devletleştirmesini -caiz ve meşru saymaz. [499]

 

Beytülmalda Tasarruf Etme Şartları.

 

Beytülmal hakkında îslâmm kesin hükmü şudur Bu Beytülmal, Allanın ve bütün müslümanların hakkıdır Beytülmal üzerinde kimsenin temellük maksadiyle ta sarruf salâhiyeti yoktur. Müslümanlar diğer işlerde ol­duğu gibi, beytülmallerini, serbest bir şekilde seçtikleri mümessillerine teslim ederler. Bu mümessiller de yine müşavere ile beytülmali, lâzım gelen yerler sarf ederler. Beytülmalden ne alınacak ise ve nereye bir sarfiyat ya­pılacaksa bütün bu tasarruflar serî usûller üzerine ya­pılmalıdır. Müslümanların da bilaistisna hepsinin bey­tülmal hakkında sual sormak ve hesap istemek hakka vardır.

Bir sual.

Sözlerimi burada bitirirken, düşünce sahibi bulunan herkese şu suali sormak istiyorum: Eğer içtimaî adalet, yalnız ve sadece geçim meselesinde olan eşitlik ve adale­tin ismi ise, o zaman nasıl olur da her hususta adaleti gerçekleştirmiş bulunan islâm, bu adaletin içine sadece geçim adaletini sığdırmamıştır? Böyle bir adalet daire­sinin içinde mevcut bulunan adaletler, geçim adaleti hu­susunda bizim için niçrin yetersiz oluyor? Niçin ve ne se­bepten dolayı br zaruret sayılarak ve böyle bir zaruretin hatırı için ferdlerin bütün hürriyetleri ortadan kaldırıl­sın ve halkın meşru yollardan elde ettikleri bütün mal ve mülkleri ellerinden zorla alınıp bütün bir millet bir dik­tatör ve diktatör maiyetinin kölesi durumuna düşürül­sün?

Nihayet, bizim kendi ulkelerâniMe/talâmî prenalple-re tamamiyle uyan sâf ve ternu bir çeri hükümet kura­rak, Hak Taalânın kanunlarını tamamen icra kılmamı­za ne gdbi  bir mani vardır?    Bû bdr gün bu idealimi» gerçekleştirebilirsek o zaman yalnıa aosyo-konrunistMgin çarpık ve gayrı _ insanî tesirlerinden kurtulmak ve u*ak olmakla kalmayıp,  aynı zamanda zavallı esir sosyo-ko-münist - zede memleketler de .belki bizim yaşayış niza, munıa görüp anlarlar ki, îslâm aydınlığı dışındaki yürü­dükleri yollar hep karanlık ve zulmetlidir. l§te ancak o zaman gözlerini açmaları mümkün olabilir ve gerçek ay­dınlığa kavuşmuş bulunurlar. [500]

 

BAB  : 15

 

Bu k.smın son bahsi de, İslâm'da hükümetin örnek usulüdür. Bu. hususta Mevlâna Mevdudî Sâiıib, kendilerinin yazmış bulun­duklar' Tefhim - iü - Kur'an tefsirindeki haşiyelerde kaleme al­in ı? oldukları mevzuları tertiplemiş ve biraraya getirmişlerdir. Mevlâna'nm bu Tefsiri hakikat olarak çağımızın îslâm edebiyatı­nın şaheserlerinden biridir. Biz, fcm eserin birinci kısmında, bu tefsirdeki, tslâmî hükümet düşüncesi mevzuunu anlatırken, bu tefsirin bazı haşiyelerinden bahsetmiştik. Şinıdj îslâmî hüküme­tin çalışma nizamı ve onun zabtü r-abtı meselesi, ortaya çıkın­ca, Örnek usul olarak bundan yine de bahsetmek lâzım geliyor.

Burada kısa, fakat toplu ve mükemmel bir şekilde, îslâmî hükümetin Örneği meyanmda, bu hükümetin içtimaî, siyasî, ge­çim, talim - terbiye ve muaşereti zabtü rabtıni ortaya koyaca­ğız. Bu usullerin her biri de kendi basma müstakil birer usuldür. £u usi'ller üzerinde yürünürse, o .zaman en mükemmel ve en £ü~ ^ei bir camia ortaya çıkacaktır. îşte İslâm'ın da. isteği budur. Yani îslâm yeryüzündeki insanların öyle bir şekilde yaşamaları­nı istemektedir ki, emniyet ve asayiş kaim kılınmış olsun. Ahi-rette de,  Halt Toalâ'run huzurunda baa*ar aşağı olmasın.

Buradaki, âyetlerin tercümeleri ve "bunların şerhi Muhterem Mevlâna'nm kendi kalemlerinden çıkmıştır. Hazırlayıcı da mevzu­ları birbirine bağlamak hususunda bazı cümleler eklemek zortm-da kalmıştır. Şimdi bu mevzudaki bahisler toplu bahislerdir. Eli­mizdeki şekliyle de ilk defa -basilmiş oluyor. (Hazırlayıcı) [501]

 

ÎSLÂMİ HÜKÜMETİN ÖRNEK USULÜ

 

1.Hükümetin Maksadı.

 

Kurlan-ı Kerim'e göre, hükümetin maksadı, iyilik, adalet ve İlâhî kanunu hâkim kılmaktır.

A. Yeryüzüne yerleştirdiğimiz kimselerin kendileri­ne iktidar verdik. Bunlar, namazı ayakta tatarlar, ze­kât verirler, iyiliği emrederler ve fenalıktan menederier. tşlerin sonu da AUah*a aittir.

(Hac, 41).

Yani Hak Taalânın yardımına ve O'nun inayetine müstahak bulunan halkın vasıfları şudur: Yeryüzünde kendilerine iktidar ve hükümranlık verilince, şaflısî ah­lâkları dtbiariyle fısk ve fücur, gurur ve kibir, kendileri­ni büyük görmek yerine, namazı ayakta tutarlar, ellerin­de bulunan serveti gayrı ahlâkî yollarda ve boş işlerde, nefs havasında ve ayş-ü işrette sarf etmeyip, zekât öder­ler. Onların hükümeti, iyiliği ortadan kaldırmak için de­ğil, iyiliği teşvik etmek gayesi ile hizmet görür. Fenalık­ları teşvik etmek iç&n değil, fenalıklara son vermek için çahşir.

işte bu kısa tarif ile, îslâmda hükümetin nraksadı ifade edilmiş olur. Ve bu hükümetin memurları ve buy­ruk sahiplerinin vasıfları ve hususiyetleri de meydana çıkar. Bir kimse eğer anlamak isterse bu kısa imh ile îslâmda hükümet diye anlatıimak istenilen devlet şekli­nin ne olduğu ve ne için vücut bulacağını kavramış olur.[502]

Bu ümmetin şeref ve imtiy&zî vasfı, bütün insanlık haklarım yerine getirmesidir. İyi ve makbul (maruf) iş­lere hizmet etmek, halkı bu hedeflere yöneltmek, fert ve cemiyet olarak hep bu yolda çalışmaktır.

B. Ve böylece sra iıraeı bir ümmet kıldık (ümmet-i vasat) hiz dünya halkının üzerinde gözcü (şahidi) olur­sunuz. Nitekim Resul de sizin üzerinizde (şahid) gözcü­dür. (El - Bakara, 143).

İşte bu, Hazret-i Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in ümmetine has olan önderliğin ilânıdır. Burada her iki cihete de «işaret» vardır. Bir tarafda Hak Taalâ-mn önderliği vardır. Buna göre, «Hazret-i Muhammed Sa'lallahu Aleyhi ve Sellem'in tebaiyetini kabul edenler doğru yoldadır» denmektedir. Bunlar doğrulukla ilerle­meğe yüz tutmuşlardır. Derleyerek, öyle bir mertebeye ulaşmışlardır ki, aracı ümmet olmak hakkını kazanmış­lardır, îşte bu, kıblenin değişmesiyle alâkalıdır. Dirayet yoksunu kimseler, kıblenin bir mahalden diğer bir maha-le değişmesini sadece ve alelade bir yer değişmesi zanne­derler. Halbuki bu iş doğrudan doğruya o zamanki dün­ya ahvalinin değişmesi demektir. Hak Taalâ o zamana. kadar1, dünya önderliğini israil oğullarına vermişti. Bu âyet-i kerime ile takdiri îlâhî, bu önderliği ortadan kal­dırarak, Hazret-i Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Selle-min ümmetini dünya milletlerine önder olarak tayin bu­yurmuştur. İsrail oğullarını da böyle bâr makamdan az-letmiştir. îşte bu hususun belirtilmesi için de kıblenin değiştirilmesi emredilmiştir. Yoksa kıblenin Beytülmu-kaddesten Kâbeye değiştirilmesinin başka bir sebebi yok­tur.

Ümmet-i vasat» mefhumunun manası çok şümullü­dür. Bu kelimenin tercümesini başka kelimelerle yapmak kabil değildir.

Bundan maksad, ümmetin Öyle yüksek ve öyle üs­tün bir makamı olmasıdır ki, adalet ve insaf ancak bu ümmetin vasıtasiyle kaim kılınmış olur. Dünya milletleri arasında başkanlık bu ümmete verilmiş bulunuyor. Bu ümmet doğruluk ve hakikat üzerinde yürür; eğrilik ve haksızlıkla alâkasj bulunmaz.

Sonra buyruluyor ki, sizi «ümmeti vasat» kıldığımı­zın sebebi de şudur:

«Siz, halkın üzesrîne gözcü olursunuz. Nitekim Resul de sizin üzerinizde gözcüdür.»

İnsanlar ahirette hesap vermeğe başladıkları zaman Resul de bizim mesul mümessilimiz olarak biae şehadet verip dâyecektir ki, bu ümmete, T>enim öğrettiğim doğru düşünce, sahih amel ve adalet nizamı üzere yürümüşler ve kendilerine öğretmiş bulunduğum düsturları noksan­sız olarak, bir şey değiştirmeden ve üzerine birşey ekle­meden diğer halka da ulaştırmış ve Öğretmişlerdir. Ame­lî olarak da bu işleri doğru tatbik etmişlerdir. Bundan sonra Resulün yerine geçme vasfı ile, siz de umum in­sanlara şahidlik edip dersiniz ki, Resul bize neyi nasıl Öğ­retti ise, biz de aynen bunu bu insanlara ulaştırdık. Re­sul bize neyi nasıl gösterdİyse, biz de bunlara aynı şe­kilde noksansız ve eksiksiz gösterdik. Ve bu hususta hiç bir kusur işlemedik.

Bu şekilde bu dünyada bir kimse yahut da bir züm­re Allah tarafından şahid olmak mansıbına yükselmiş, olursa, hakikatte bu kimse veya bu zümre, halka imam­lık ve önderlik makamına da yükselmiştir. Buna göre nerede fazilet ve üstünlük varsa, orada mesuliyet dere­cesi de o kadar fazla ve büyüktür. Buradan şu mana da anlaşılır ki, nasıl F^sulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem-bu ümmete, Allah korkusu, doğru yaşamak, adalet, hak taraftarlığı dçdn canlı şahid ise, bu şekilde O'nun ümmeti de bütün dünya için canlı şahiddir. Nitekim Resulün akval ve ef ali bu ümmet için örnek teşkil ediyorsa, O'nun ümmetinin de akval ve ©Tali dünyanın diğer halkı için örnek teşkil edecektir.

Aynı âyetten bir de şu mana anlaşılır:

Nasıl ki Hak Tealâ, bir ümmet olarak, doğru yolda yürümeniz için, hidayet yolunu göstermek maksadiyle Regulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellemi göndermiş ve O' da sizi doğru yola götürmekten mesul ise — hatta o ka­dar mesul ki, zerre kadar bu hususta kusur etmiş olsay­dı hemen Hak Taalâ kendisini muaheze ederdi — aynı şekilde O'nun ümmeti olan siz de dünyanın diğer halkını doğru yola götürmek ve hidayet yolu göstermek için, bir ümmet kılınmışsınızki, vazifenizi yapmadığınız zaman siz de muaheze edileceksiniz.

Şimdi eğer biz, Allah Taalânın adaleti karşısında doğru şehadet edip de; Senin Resulün vasıtasiyle bize ulaşmış bulunan hidayetlerini biz de senin diğer kulları­na ulaştırmakta kusur etmedik, diye bildiremezsek, o za-man biz de ağır bir durumda mesul oluruz. Bize verilmiş bulunan imamlık ve Önderlik iftiharı da ortadan kalkıp gider.

Bizim imamertimiz ve bizim önderliğimiz devrinde, "hakikî kusurlarımız, fikir ve ameldeki sapıklıklarımız yü­zünden, dünyada bu kadar fitne ve fesat ortaya çıkmıştır. Bunların hepsi i$in, Şer önderleri veya Şeytanlar, ins ve cinn de bir arada muaheze edileceklerdir. Bize de şu su­al sorulacaktır: Dünyada o kadar masiyetler, zulümler ve sapıklıklar icra edilmişti. Bunlar icra edilirken sizler ne­rede idiniz[503]

C.  Siz halk kin ortaya çtkanhnış en iyi Ümmetsi­niz ki, doğru yola emreder, eğri yoldan m^a eder ve Al­lah'a da iman edersiniz.

(Âli İmran, 110).

Bu mefhum Sûre-i Bakara'nın 70. nei rükuunda da beyan edilmiştir. Nebiyyi Arabî Sallallahu Aleyhi ve Sel-]em'in tâbilerine bildirilmiştir ki, siz, dünyanın imamlığı, önderliği ve rehberliği mansıbına yükselmiş bulunuyor­sunuz. Benî İsrail, ehliyetsizliklerden ve beceriksizlikleri yüzünden bu mansıptan azledildiler. Onların yerine siz geçirildiniz. Bunun için, şimdi siz ahlak ve amel bakımın­dan dünyanın en iyi insan camiasısuıız. Siz de öyle vasıf­lar olmalıdır ki, bu vasıflar adil imamette zarurîdir. Yani iyiliği kaim kılmak, fenalığı ortadan kaldırmak, Allah (Vahdehü L*â Şerike Leh) m cazibesine kapılmak, hem itikadla hem de amel ile kendinizi Rabbe teslim etmek, sizin şiarınız olmalıdır. Buna göre şimdi size tevdi edil­miş bulunan vazifeden siz mesulsünüz. Bunu bilmeniz lâ­zımdır. Yanlış yolu bırakıp doğru yoldan yürümeniz icabe-der. [504]

D.  Benî Israilden, kâfur yolu tutmuş olanlar,    Da­vud'un ve İsa ibnri Meryem'in İlişimi ile lanet    edildiler, bu, onların taşkınlık yaptıkları ve aşırı gittikleri içindir. Onlar eğriliklerden men etmez ve eğri ,işi ilerletirlerdi. Ne kadar da kötü işler işlerlerdi. (Maide 78 - 79).

Her kavim arasında taşkınlık ilk önce birkaç kişi ta­rafından baş'ar. Kavmin içtimaî vicdanı canlı ise, o za­man efârı umumiye bu taşkınlığa karşı koyar ve taşkın­lık ortadan kalkar. Fakat kavmin efradı bu gibi işlerde müsamaha gösterirler, yanlış yol tutan güruhu ayıplaya­cakları ve onları    doğru yola    getireceklerine bu sapık

azınlığı beğenirlerse, o zaman cemiyet de bu yanlışlıkla­ra ve bu eğri yol tutanlara kapılmış olur. Gitgide fenalık yayılarak bütün ferdlerd sarar. Ve bütün bir milleti ber­bat eder. İşte Benî îsrailin içtimai durumunun da tefes­süh etmesine sebep olan hastalık budur. [505]

E. Ve O*nun yolunda çaBışınizj, olur ki, siz felah bulursunuz.

(Maide, 35)

Âyet-i kerimenin metninde «cahidû : çalışınız» keli­mesi kullanılmıştır. Bu mefhum alelade çalışmak değil; burada karşılıklı çalışma mefhumu vardır. Çünkü kelime «Müeahede : karşılıklı çalışma» şeklinde kullanılmıştır.. Aynı zamanda kelimenin kökü «cehd» den geldiğine gö­re, sây ve gayretle çalışmak kasdedilmiştir. Sade çalışma değil, çaba ile demektir. Esas sahüı mefhum şu manayı aksettirir: Hak Taalânm emrettiği yolu kapatmak iste­yen herhangi bir kuvvet ve illet ortadan kaldırılmalıdır. Bu yolu açmak ve AJlahm rızasını kazanmak için müs-lümanlarm işbirliği yapması ve birbirlerine dayanarak çalışması gerekir. Gerek kendi nefsinizi yahut da diğer müslümanları Allahtan başkasına kul yapmak isteyenle­rin karşısına dikilerek ve onların bütün bu uygunsuz iş­lerinin önüne geçerek doğruluğu ortaya koymak için, da­yanışmak, yardımlaşmak ve el birliği ile çalışmak şarttır. Ancak böyle bir çalışma sizin gerçek manadaki kurtulu­şunuzun ve muvaffakiyetinizin ve Hak Taalâya yakın gla-. bilmenizin medarıdır.[506]

Bu âyet-i kerime, her mümin kulu, doğru olmayan işlerle savaşmağa, Allah yolunda çalışmağa, ne şekilde o'ursa olsun, hangi vasıta bulunursa bulunsun mücadele etmeğe davet eder ve yol gösterir. Bir taraftan mel'un şeytan, ve mel'un şeytanın şeytanî olan ordusu, diğer taraftan da insanın kendi nefsinin içinde bulunan arazı nefsaniyesi bütün bunlann yanında da Hak Taalâdan yüz çevirmiş yığm yığın insanlar, — ki, bunlar arasında her çeşit, içtimaî, medenî ve geçdm peşine takılıp Hak Taalâ-yı unutanlar da vardır. — başka bir taraftan, yanlış din, yanlış mezhep ve akideler ile medenî ve siyasî nizam ku­rup Allah Taalâya karşı ayaklanma yolu tutmuş olanlar ve Hakkın kulu olmak yerine batılın kulu olmağa insan­ları mecbur edenler. Bütün bu çeşitli düşmanlara karşı müslüman olanlar çarpışacak ve savaşacaktır. Karşıda bulunan ve savaşılması icabedenlerin hepsinin de silâhları ayrı ayrı olmakla beraber, bir tek gayeleri vardır ve bu. gayede müşterektirler. Onların gayesi insanı Allah'tan başka birisine itaat ettirmek ve Allah kulluğundan çıka­rıp kula kul yapmaktır. Bunun hilafına insanın ilerleme­si, Hakka yakınlığı ve bu mertebeye yükselebilmesi, şu temel kaideye bağlıdır: Tamamen Allaha itaat etmek, ba-liiıiîidan zahirine kadar halis bir niyetle Allahın emretti­ği yoî üzerinde bulunan maniaları ortadan kaldırmak için savaşa girişmek, her zaman ve her durumda bu mania­ları temizleyip yolun açılması için çalışmak ve bu şekilde bu yolda yürüme imkânını bulabilmektir. [507]

 

İslâmî Hükümetin Durumu

 

İslâmî hükümetin hususî bir durumu vardır. Bu hü­kümet davet edici bir vasfa haizdir. Kendi salâhiyeti hu-duıları dahilinde ve idare ettiği ülkelerin dairesi içinde «Din» i kaim kılmak için çalışır. Bütün dünya milletleri­ne karşı îslâmın gerçeklerini açıklamak yolunu tutar. Ve dünyanın diğer bütün milletlerini de islâm yoluna davet eder. Bu hükümetin ayrı    hususiyetlerinden biri de tebIdfci (misyoner), ve öğretici (muallim) oluşudur. Bu hü­kümet, bütün icraatını muhabbet, kardeşlik, müşavere, acıma, merhamet ve dert ortaklığı esaslarını gözönünde tutarak yürütür. İşte Islâmî hükümetin esas hususiyet ve vasıfları bunlardır.

A. Eğer Allah isteseydi, herhalde onlar da Allah a ortak konmazlardı. Biz de seni onlara koruyucu dikmey­dik. Sen de onlara gözcülük etmezdin. Ve Allah'tan baş­kasını çağıranlara söğmeyiniz. Çünkü onlar da bilmedik­leri için düşmanlıklarındıan Allah'a söğerljer. (En'am, 107 - 1Ö8).

Mesele şudur: C, sizi davetci ve tebliğci (misyo­ner) kılmıştır. Sizi üıtisab ağasa, zabtiye nazırı, polis mü­dürü tayin etmemiştir. Sizin vazifeniz, halkı aydınlatmak, Hakkı belirtip, halka Hakkı gözetmeği öğretmek, halka doğru yolu göstermek için çalışmaktır. Şayet bir kimse, hakkı kabul ederse ne alâ, aksi takdirde kabul etmeyebi­lir de.. Siz, halka zorla hakkı kabul ettirmeğe vazifelen. dirilmiş bulunmuyorsunuz ki, halka hakkı zorla kabul ettiresiniz. Zira onların bu inkârları size bir mesuliyet yüklemiş olmaz. Size denmemiştir ki, nübüvvet dairesi dahilinde, bâtıl peşinde koşan hiçbir kimse kalmayacak­tır. Böyle kimseleri bırakmıyacaksımz. Yine size denme­miştir ki, illa Allah yolunda çalışmayanları yok edecek-s'tvk. Onlara zorla hakkı öğreteceksiniz. Acaba bir tek­vini işaretle bütün insanlar Hak yolunu tutmazlar miy­di, ü'akat maksat bu değildir. Maksat şudur ki, insanlar Hak ile batıl arasını ayırt etmekte serbest olsunlar. Son­ra Hakkın aydınlığım gözönüne alarak batılın karanlığı­na bakıp bunların hangisinin iyi olduğunu seçsinler. Bu bakımdan sizin de esas Çalışma şekliniz, bu aydınlığın size göstermiş buluduğu yolda da yürümeniz olmalıdır. Karanlıkta yolunuzu şaşırıp  sapıtmamalısınız.  Başkalarına da bu yolu gösterip, onları da karanlıktan kurtarma­lısınız. Bu daveti kabul eden halkı da kendi basma bırak­mamalı ve birlikte çalışmalısınız. İsterse bunlar ehli dün­ya gözünde hakir görünen kimseler olsun. Bu daveti ka­bul ettikleri takdirde sizin gibi olurlar ve sizin yolunuz­dan yürürler. Aksi haide bu daveti ka.bul etmeyenlere de gücenmek yoktur. Onlarla yumuşaklıkla geçinme yolunu tutacaksınız. Olabilir ki, gittikleri yolun kötülüğünü an­larlar da doğru yola giderler. Fakat kendi yolları üzerin^ de gitmekte ısrarlı olurlarsa, o zaman da onları kendi hallerine bırakırsınız.[508]

B. Allanın rahmet ve keremi iledir ki, sen onlara yumuşak davranırsın. Yoksa sen kaba ve katı yürekli ol­saydın, herhalde onlar senin etrafından dağılıp giderler­di. Şimdi onlaıfı bağışla ve kendileri için de mağfiret dile. İç. hakkuıda kendileriyle müşaverede bulun. Karar verir­sen Allaha tevekkül et. Elbette ki, Allah tevekkül edenle ri sever.

(Âl-i İmran, 159).

C. Ehl-i kitab ile ancak güzellikle mubahasa ediniz. Ancak onlar arasından zulmeden zâlimler hariç.

(Ankebût, 46).

Yani mubahasa edilirken makul delillere istinat edil­melidir. Terbiyeli bir şekilde ve en uygun kelimelerle ko­nuşma devam etmelidir. Şiddet gösterilmez ve tarize kalkışılmaz. Yumuşaklık gösterilerek karşı tarafın dü­şüncesini düzeltmek mümkün olur. Tebliğci ve davetçi (misyoner) in vazifesi öyle bir şekilde söz söylemektir ki, muhatabının gönül kapılarını açabilsin. Hak sözler. oradan içeri girebilmelidir. Doğru yol en canlı şekilde gösterilmelidir. Davetçi «pehlivan» değildir ki, güreşerek ve dövüşerek rakibini alt etmek yoluna gitsin. Belki o bir hekim gibi, bir doktor ve tafcib gibi, hastanın mizacını yoklayarak nabzına göre şerbet vermesi gerekir. Her zaman da şunu düşünmek icabeder: Acaba verilen ilâçlar da bir yanlışlık var mıdır, yoksa yok mudur, İlâçların yanlış olmamasına dikkat edilecektir. Çünkü yanlış ilâç hastalığı tedavi edeceğine bilakis hastalığı arttırır. Şu meseleyi de özönünde bulundurmak lâzımdır: Hastaya öyle ilâç verilmelidir,,ki, hasta fazla sıkıntı çekmeden hastalıktan bir an evvel kurtulsun, iyileşsin. Bu hidayet, ehl-i kitab ile mubahasa edilirken gözonüne alınmalıdır. Fakat illâ ehl-i kitapla böyle olacak da diğerleri ile olma^ yacak değildir. Bu usul, din temliği için Kur'an-i Kerimin koymuş olduğu umumî bir kaidedir. Kur'an-ı Kerim muh­telif yerlerde bu hususu tekrar tekrar bildirmiştir :

Kabinimi yoluna, hikmetle, güzel öğütle davet et ve kendileriyle en güzel şekilde mubah a se eyle.  (NaİıI, 125).

İyilikle fenalık aynı değillerdir. Muhaliflerin hücu­muna karşı) müdafaada öyle bir usul tutmalısın ki, en iyisi olsun. Sen göreceksin ki, seninle aranızda düşmanlık bulunan kimse bile bu şekilde sıkı Iht dost oîup gider.

(Ha Mim Secde, 34).

Siz fenalığı iyilikle karşılayın. Biz onların ne gibi vasıflar   (ona muhalefet için)   uydurduklarını biliyoruz.

(Mümdnun, 96).

Afv île işe giriş, iyiliğe emr et, cahillerden yüz çe-vîr. (kendi hallerine bırak).

Eğer şeytan vesvese düşüncesini sana iletmek ister­se, o zaman Allah'a sığın. (A'raf, 199 - 200)

Yani zulm yolu tutmuş bulunanlara karşı, onların zulümlerinin çeşidine göre muhtelif tavru hareketlerde bulunulacaktır. Asıl mesele yine her zaman, her kavimle, her milletle yumuşaklık ve tatlılıkla geçinilecektir. Dün­yada Hak yolu davetçisinin izzet ve şerefi, birine karşı yumuşak davranmakla ortadan kalkmaz ve mezellet ol­maz.

İslâm kendi tabileri, kendi muktedalan için izzet ve .şerefin bulunmasını zarurî saymıştır. Fakat tatlı söz söy­lemek, acizlik ve miskinlik değildir. Ancak herhangi bir zâlim, izzet ve şerefle oynamağa kalkarsa o zaman onu kendi haline bırakırlar. Yumuşatmanın çaresini arar­lar.[509]

D. işte Firavun yeryüzündie dik kafalılık etti. Ve yeryüzü halkını bölük bÖKik ayırdı. (Kasas, 4)

Yani onun hükümetinin usulü şu değildi ki, devleti­nin hudutları içinde yaşayan halk hukuk bakımından eşit olup, birbirleriyle aynı olsunlar.. Belki onun medeniyet ve siyasetinin iktizası şu idi ki, ülkesinin sakinleri gurup gurup, bölük bölük ayrılsınlar. Bir kısmına imtiyazlar tanınsın, üstün haklar verilsin; diğerlerine aynı hak ve imtiyazlar verilmesin!.. Bir kısmı hüküm sürsün, diğer­leri ise mahkûm durumda bulunsunlar.

Şimdi şüphe yoktur ki, îslâmda da Müslüman ve zinımî arasında fark gözetilir. Hukuk ve salâhiyetler ba­kımından bu iki camia aynı değillerdir. Fakat burada fark meselesi başka bir şeydir. Firavnî fark meselesi, bambaşka bir şeydir. Buradaki fark, Firavnî farkın ta­mamen aksine, tamamen onun zıddına, soy-sop, renk, li. ' san ve sınıf imtiyazları üzerine değildir. Bir usul ve nıes^ lek (meşreb) farkı meselesidir. Islâmî hükümet nizamın­da zimmîlerle müslümanlar arasında kanun bakımından hiçbir fark yoktur. Kanun muvacehesinde bunlar eşittir­ler. Fark ancak siyasî bir farktır. Bu farkın menşei de  şundan başka bir şey değildir. Bir hukuk usulü hüküme­tinde, hükümetin idaresini elde tutmak, bu usule inanmış olan kimselerden teşekkül etmiş bulunan cemaatin hak­kıdır. Her kim bu cemaate girerse ve bu usulü kabul ederse, o da bu hükümeti yürütmeğe hak kazanmış olur. Yoksa herhangi bir kimse bu usulü kabul etmediği tak­dirde, o zaman bu cemaatin dışında kalır ve hükümeti yürütmeğe iştirak edemez. Şimdi bu tefrik ile Firavnî şe­kildeki tefrikin arasında benzerlik acaba nerededir? Ora­da bir zümre hâkim, diğer bir zümre de mahkûm durum­dadır. Mahkûm zümre ise, siyasî ve kanunî haklardan hatta insanî haklardan bile mahrum vaziyette bulunu­yor, tfiç bir şey onların haklarını tekeffül etmiyor. Bü­tün gelir, menfaat, hep hükümran bulunan hâkim züm­renindir, bu zümreye hastır. Hak hukuk denilen şey de yine bu hâkim zümreye aittir. Diğerlerine bir şey veril­mez. Verilirse de ancak hâkim zümre tarafından merhameten verilir.

E. Ey halk, sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da onun eşini halk eden ve ikisinden de bir hayli erkekler ve kadınlar üretip her tarafa dağıtmış bulunan Rabbiniz.

den çekininiz. (Ndsâ, 1)

Yukarıdaki bahislerde, insanların eşit haklarından bahsetmiştik. Bilhassa ailevî ve hanedanî nizamın iyiliği ve sağlamlığı için zarurî olan kanunların konulmuş oldu­ğunu işaret edelim. Bu mukaddimede bir taraftan Allah korkusu, O'nun rızasının hilafına bir harekette bulun­maktan kaçınmak, diğer taraftan da şu meseleyi gözö-nünde bulundurmak lâzımdır: İnsanların aslı birdir. Ve bunlar birbirlerinin kanlarından, etlerinden, kemiklerin­de ve derilerinden ortaya çıkmışlardır.

«Sizi bir nefs-i vahideden yarattık» demek, insanla­rın asıl hilkatlerinin bir tek fertten    olduğunu bildirir.

Başka yerde Kur'an-ı Kerim bu meseleyi kendisi açıkla­maktadır:

«Yeryüzünde bulunan ilk insan Adem'di. Dünyadaki insanların nesli ondan gelmiştir.» Diye bilgi verilmiştir.

«Bu nefs-i vahideden de onun eşini halkettik.» Bu hususun tafsilatı hakkında bilgimiz yoktur. Bu nefsi va­hideden onun eşi nasıl yaratıldığı mevzuunda malumat sahibi değiliz ve olamayız da. Tefsir Ehlinin beyanı bu -kadardır. Bible (Kitab-i Ahdi Atik) de böyle beyan eder. İlk önce Adem Aleyhisselâm, sonra da Havva yaratılmış­tır. Fakat Allah'ın Kitabı 'bu hususta bir şey söylemez ve bir şey açıklamaz. Hadis-i Şeriflerde bu mevzu hak­kında bazı açıklamalar vardır. Bunlar da halkın anlaya­cağı vaziyette değildir. Bu bakımdan bu mesele üzerinde fazla durup Havva nasıl yaratıldı diye vaktimizi boşuna zayi etmeyelim. (!) Ancak şunu bilmeliyiz ki, insanların hepsinin aslı birdir.

D. Din hususunda isteksizlik    (zorlamaca)  yoktur. (Bakara, 256). [510]

Burada dinden maksat Allah Taalâya mahsus bulu­nan akide demektir. Yukardaki cümle Ayetelkürsîde be­yan buyurulm ustur. Bütün yaşayış nizamı bu fikre isti^ nat eder. Ayet-i kerimenin mefhumunun manası şudur ki, «îslâm» öyle bir itikadî, amelî ve ahlâkî nizamdır ki, zorla kimseye bir şey kabul ettirmek istemez. Bu beşerî bir fikir değildir ki, baskı yapılarak, zor kullanılarak, birisine kabul ettirilsin. [511]

Yukardaki âyetler ve onların teşrihi îslâmî hüküme­tin hususî durumunu ve mizacını aydınlatır, islâm kendi­ne has olarak yegâne hükümet sistemi ve yegâne jhükû» met rejimidir ki. kahir kuvvetle birlikte yine aynı zaman­da dert ortaklığı, merhamet, şefkat, dostluk ve sevgiyi de bir arada bulundurmaktadır*

işte bu, öyle bir hükümet -sistemidir ki, insanlık içan tam bir rahmet olarak gelmiştir. Buna göre bu devletin esası ve hareket tarzı müşavere üzerine konmuştur. [512]

 

Müşavere

 

Rabbani işaret şöyledir  :

Onların işleri aralarında, müşavere iledir. (Şûra. 38)»

İman ehlinin vasıflarından biri de Sûre-i Âl-i Im-ran'da 159 uncu âyetj kerime'de bahsedilen vasıftır. Yu^ kandaki âyet ve Sûre-i Âli îmran'm diğer âyetine göre, îslâmî yaşayış tarzının esas rüknünü müşavere usulü teş­kil eder. Müşavere olmaksızın, içtimaî işleri yürütmeğe kalkmak, sadece cahiliye usulü ile iş görmek değil, aynf zamanda Hak Taalânm emretmiş olduğu usule de açık bir şekilde muhalefet etmek demektir. Bu bakımdan, Is-lâmda müşaverenin ne kadar mühim bir hususiyeti oldu­ğu meydandadır. Bu hususa son derece ehemmiyet veril­miştir. Bu mesele üzerinde düşündüğümüz takdirde, kar­şımıza üç açık mesele ile karşılaştığımızı görürüz  :

1. Herhangi bir meselede iki veya ikiden fazla kim­senin fikri ve düşüncesi bir tek kimsenin fikrinden ve bir tek kimsenin düşüncesinden elbette ki, daha isabetli ve daha da kuvvetlidir. Müşterek işlerde, indî hüküm ver­mek ve tek basma iş görmeğe kalkmak doğru değildir. Böyle bir yol tutmaya kimsenin hakkı yoktur. İnsafın iktizası da budur. Bir çok kimseyi alâkadar eden husus­larda birçok kimselerin de fikirlerini almak lâzımdır. Bu kimselerin sayıları pek çok ve bunlar bir hayli kalabalık olurlarsa, o zaman onların itimat ettikleri mümessilleri ile müzakere edilir ve onlarla müşaverede bulunulur. Fi­kirlerine ve reylerine baş vurulur.

2.  Cemiyete ait müşterek meseleleri bir şahıs kendi keyfî ve indî mütalâasiyle yürütmeğe    kalkışırsa, böyle bir icraat sahibi mutlaka şahsî garazının pençesine    dü­şer. Başkalarının haklarım çiğnemeğe de kalkar. Yahut öyle bir hal ahrki bu kimse kendisini büyük    görür de başkalarını hakir telakki eder. İslâm ahlâlfl bu iki sıfatı da kötü görür. Bir mümin böyle çirkin sıfatlarla muttasıf olamaz. Mümin kimse ne garazkâr olur, ne de başkaları-nm hakkına tecavüz etmeğe    kalkar. Ne de böyle   yap­makla kendisine fayda temin etmek yolunu tutar. Kibirli ve   kendini beğenmiş de olamaz. Ben her şeyi biliyorum, herkesden de akıllıyım,  diyemez.

3.  Başkalarının işlerini ve muamelelerini yürütmek ve onların meselelerini halletmek durumunda olmak bü­yük bir mesuliyeti iktiza ettirir. Bir kimse Allah'tan kor­kar    ve Allah huzurunda mesul olacağını bilirse,    böyle bu   a£ır \ ükü tek başına yüklenip, bu yükü tek basma taşımağa Jiaîkmaz. Bu ağır yükün altına girmeğe cesa­ret etmez: Hiçbir mesuliyet hissi taşımadan mevki ihti­rasına kapılanlar, Allah'tan korkmayan ve kıyamet gü­nünün hesabımdan da çekinmeyen kimselerdir. Allah'tan korkup, ahiret gününün hesabından çekinen ve bu hesa­bı düşünen kimseler, elbette ki, müşterek muamelelerin, müştereken yürütülmesi için çalışırlar. Btı meselelerle il­gilenenlerin hepsi, yahut da onların güvenilir mümessil­leri ve vekilleri ile müşavere ederler ve onların iştiraki ile işleri yürütürler. Çünkü, ancak bu şekilde müşavere ile gerçek hal yolunu bulmak mümkün olur. Ve insaf da gözetilmiş bulunur. Eğer bu hususta    bilmeyerek birisi hatalı bir yol tutmuş ise, diğerleri onun bu hatalı yolu­nun önüne geçer ve düzeltip doğru yola getirir.    Hatalı yol tutulmuş olursa bunun da mesuliyeti bir tek şahsın üzerinde kalmaz. Mesuliyet taksim edilir.

Bu üç hususun üzerinde bir kimse düşünürse, o za­man şunu da anlayacaktır ki, îslâmm insanlara Öğrettiği ahlâkî talimin esasında müşavere iktiza eder. Bu yoldan ayrılmağa İslâm, katiyen müsaade etmez.

îslâmî yaşayışın içtimaî mevzularma ait en küçük meseleden, en büyük meseleye kadar istisnasız olarak hepsinde müşavere lâzımdır. Tîi usulden bir zerre kadar inhiraf etmek en 'büyük cürüm ve ahlaksızlıktır. İslâm da bu ahlaksızlığa asla müsaade etmez. Ev, işlerinden tu­tun da erkek ve kadının birbirleriyle olan davranışları ve çoluk çocuk terbiyesinde de müşavere lâzımdır. Aile ve akrabalık münasebetlerinde de aynı usule baş vurulur. Aklı başında olan aile mensuplarının fertleriyle de müşa­vere edilir. Bir aşiret, bir kabile veya kardeşlik ve yahut da koy halkı müşterek meselelerini bu usulle hal yoluna giderler. Fakat halk çok olunca ve bunların hepsinin mü­şavereye iştirak etmelerine imkân bulunmayınca, o za­man bunların itimada şayan ve güvendikleri nıüsessilleri ve vekilleri toplanıp bir meclis teşkil ederler ve bu mec­lis ile içtimaî işler müşavere edilir. Müşaverenin netice­sinde ya itifakla yahut da çoğunlukla rey verilir. Bütün bir milletin işlerini yürütmek için elbette ki, bu milleti teşkil eden fertlerin fikirlerini almak icabeder. Onun için, bunlar da ancak itimat ettikleri kimseleri kendilerine mü­messil veya vekil tayin etmelidirler, tman sahibi bulunan bir kimse cebir ve şiddet kullanarak veya başka usullere baş vurarak fikrini diğer kimselere kabul ettirmek yolu­nu tutmaz. Milletin üzerine musallat olup da dediğim de­diktir diye baskı yapmak ve dolambaçlı yollardan nal kın rızasını mecburiyet tahtında elde etmek de aslında alda-ücılık ve hilekârlıktan başka <bir şey değildir. Müşavere hususunda, müşavere edilecek olan kimselerin de serbest olmaları lâzımdır.  Serbestçe, — kimseden     korkmadan, kimseden çekinmeden, taraf gözetmeden, taraftarlık etme­den ve tesir altında kalmadan — fikir .beyan edebilmeli­dirler. Bu şartlar tahakkuk etmedem ve işin içinde çeşitli şekiller, hileler ve hud'alar bulunursa o zaman Onların işleri aralarında müşavere iledir.» Âyet-i Kerimesinin medlulüne aykırı hareket edilmiş olur.

Onların işleri aralarında müşavere iledir.

Kaidesinin fıtratı ve çeşidi bakımından şu beş me­seleyi gözönünde bulundurmak iktiza eder.

1. içtimaî muamelelerde,  halkın hak  ve hukukuna ait hususlarda halkın tamamen    serbest bir şekilde rey vermeleri ve fikir beyan etmeleri lâzımdır. Aynı zaman­da, bu muamelelerin ve bu meselelerin ne şekilde ve ne için yürütüldüğü hakkında tam    manasiyle haberdar ol­maları icabeder. Yine onların, kendilerini alâkadar eden meselelerde ve muamelelerde herhangi bir hatâ ve yan­lışlık gördükleri takdirde yahut da herhangi bir kusur ve ihmal bulurlarsa içtihat edebilip, ıslah etmek yolunu gös­terebilmek ve bu işleri yürütenleri ikaz etmek hakları ol­malıdır.

Halkın ağzını ve dilini bağlayarak onlara hiçbir şe^ yi haber vermeyerek, halkın içtimaî meselelerini ve mu­amelelerini devam ettirmek imansızlıktan başka bir şey değildir. Böyle bir hal,

«Onların işleri aralarında müşavere iledir.» Âyet-i kerimesinin emrine ihanet teşkil eder.

2.  İçtimaî  işleri»  ve     meselelerin     yürütülmesinin mesuliyeti öyle bir kimsenin üzerinde olmalıdır ki, halk kendi rızalariyle bu işleri o kimse veya' o kimselere tev­di  etmelidir.  Tevdi etmek işi tam     rıza ve tam istekle — ko'rkmaksızın, bir şey beklemeksizin ve serbestçe — olmalıdır.  İşin içinde korkutmak,  tamahlandırmak,  para verilerek yahut da her ne şekilde olursa olsun bir men­faat vaad edilerek bir kimse iş -başına gelir de işleri â

rc etmeğe kalkışırsa, hakikatta bu şekil rıza demek de­ğildir. Bir milletin işlerinin yürümesi şu demek değildir İçi T birisi çıkıp mümkün olan her çareye baş vurup, ken­disini iş başına geçirsin. O, ancak halkın tam bir gönül rı/,asiyle iş başına geçerse o zaman meşru ve kanunî oh11'-

3.  îşin başında  bulunan idareci için, halk tarafın­dın seçilen veya tayin edilen müşavereci kimseler de yi­ne halkın güvendiği ve itimat ettiği kimseler olmalıdır. Şurası da muhakkaktır ki, bu işde yine de hille, dalave­re, tehdit ve temahlandirma, vaad etme, para ile halkın vicdanını satın alma ve buna benzer şeylerin yeri yok_ tu^- Bu şekilde bu makama çıkacak olanların da makam-lai*i gayn meşru olur.

4.  Müşavere  edilecek olanlar da  yine  kendi  dinle­rini,  vicdanlarını  ve bilgilerini     gözönünde  tutarak rey vermeh'  ve fikir beyan  etmelidirler.  Tam  bir serbestlik dairesinde düşüncelerini ortaya koymalıdırlar.  Orada şu işin de yeri yoktur ki, birisine taraftarlık edip, yahut da ^İrisinden korkup veya daha başka bir şekilde vicdan ve (jiji duygusu serbestisinin dışında    verilmiş olan rey ve beyan edilmiş bulunan fikirler de gayrı meşru olur. Böy-\c hiyanetler ve gaddarlıklar yine «Onların işleri arala, rıiula müşavere iledir.» âyet-i kerimesinin medlulüne ay-]cıri demektir.

5.  Müşavereciler yani Şûra Ehli, ya icmâ ile  (itti­fakla) yahut da cumhur ile  (çoğunlukla) rey vermelidir­ler Bu da nasıl kabul edilebilir ki, bar kimse bütün bir zjjjnrenin  reylerini dinledikten sonra,  «Ben Bilirim» de­rmekte hakh olup istediğini  yapabilsin.  O zaman müşa­verenin manası kalmaz. Hak Taalâ âyet-i kerimede şöyle  buyurmamıştır: «Onların muamelelerinde kendileriyle müşavere et»

Hak Taalâ şöyle buyurmuştur   :

«Onların işleri  aralarında müşavere ile olur.»

Yani onlar işlerini müşavere ile yürütürler. Başka türlü yürütmeğe kalkmazlar. Bu hidayet sadece müşave­re edilmesi için değildir. Belki müşavere edildikten sonra bu müşaverenin neticesi üzerinde işlerin yürütülmesi içindir. Müşavere edilerek, icma veya çoğunluğun reyine uyulacak ve işler bu şekilde yürütülecektir.

îslâmda Şûra usulünün izahından sonra şu esas me­sele de gözönünde bulundurulmalıdır ki, bu Şûrâ'ya iş­tirak edenler, müslümanların işlerinde ve meselelerinin yürütülmesinde kendileri de tam bir muhtariyete sahip değillerdir, istediklerini yapamazlar. Onlar ancak dinin; tâyin etmiş bulunduğu hudut dahilinde Allah Taalânm şeriatının dairesinde bu işleri devam ettirebilirler. Şu esası-da gözönünde bulundurmaları icabeder ki;

«Aranızda bir ihtilâf vuku bulursa bunu da Allaha ve O'nun Resulüne havale edeceksiniz.»

Bu küllî kadde gözönüne alınarak müslümanlar serî şekilde, ancak o işlerde ^müşavere edip, ancak o işlerini yürütebilirler ki, bu işler hakkında sarih bir Nass yok­tur. Ve yahut da meseleler ve işler öyle bir şekilde olur ki, sarih nassı bu işler üzerinde açıkça tatbik etmek mümkün olamaz. Yoksa Allah Taalânm sarahatle hüküm-verdiği ve Resulün de Sünnetiyle bildirdiği hususlarda, sarih hükümleri bir tarafa bırakarak müşavere edip ken­di indimizden hüküm çıkarmağa da hakkımız yoktur. İs­tediğimiz gibi serbestçe hüküm veremeyiz.[513]

 

 Adalet Ve İhsan (İyilik Etme)

 

4. Allah, adalete ve ihsana ve yakınları gözetmeğe (sılayı rahm) için emir verir. Kötülük, hayasızlık (fu-huş)  ve aşırı gitmekten meneder.

(Nahl, 90).

Bu muazzez âyet-i kerimede üç hususta emir veril­miştir. İnsanların içtimaî ve muaşerete ait yaşayışın doğ­ruluğu bunlara münhasırdır. [514]

 

1. Adalet :

 

Adalet mefhumu iki müstakil hakikatten teşekkül <eder. Biri halkın birbirleri arasında hak ve hukukun mü­nasip bir şekilde düzenlenmesi ve bu düzen üzerine kaim kılınmasıdır. İkincisi de bu hak ve hukukun herkese ay­nı şeklide tevziidir. Ordu dilinde, biz Arapların «adalet» dedikleri mefhuma «insaf» diyoruz. Fakat bu kelimeyi bu mefhuma kullanmak «Orduca» konuşanlar arasında yanlışlıklar doğmasına sebep oluyor. Halk bu kelimenin îuğat manasını gözönüne alarak zannediyorlar ki, hak ve hukuk iki kişinin arasında nısıf nısıf yani yarı yarı­ya olacaktır. Buradan adalet manasının da eşit haklar mefhumu olduğuna göre bazı hatalar sebebiyet veriyor. Meselâ bazı kimselerin muyyen haklan vardır ki, yarı yarıya değildir. Yan yarıya olmamakla beraber yine ada­lettir. Hakikatte adalet demek, tevazün, tenasüb yani denkleştirmek demektir. Yan yarıya veya tam maddî eşitlik demek değildir. Meselâ vatandaşlık haklarında, bazan eşitliği gözetmek adaletin hilafına olur. Bunun gi­bi ana, baba ve evlat meselelerinde eşitlik gözonünde bu­lundurulamaz. Muaşereti ve ahlâkî eşitlik baba, ana ve evlat hakkında eşit olamaz. Bunun gibi yine yüksek va­zifelerde bulunanlar ve ağır mesuliyetleri ifa eden kim­selerle, alelade kimseler arasında aynı seviyede eşitlik yoktur. Olması da imkânsızdır. Bunlar gözonünde bulun­durularak, Hak Taalânm hükmettiği şey hukuk bakı^ mmdan eşitlik değil, tevazün, tenasüp, düzenleme ve denkleştirmedir. Hükmün esasen iktizası da budur ki, herkes bu hak ve hukuku bir denkleştirme ve bir düzen­leme, tevazün ve tenasüp dairesinde, ahlâkî, medenî, mu­aşereti, kanunî, siyasî ve geçim noktayı nazarından ken­dini düzenleyerek ve denkleştirerek bu hak ve hukuku tam bir iman ile gözetsin. [515]

 

2. İhsan:   (İyilik Etme):

 

İhsan demek, iyilik etmek demektir. Cömertçe mu­amele, dert ortaklığı, iyilik reva görme, iyi geçinme, göz yumma,  afv eyleme,  gormemezlikten gelme, birbirlerini gözetme, birbirlerini karşılıklı koruma, birisinin mukan­nen hakkından bir parçacık    fazla verme,    kendi hakkı olan şeyi bir parçacık az alma, tam yarı yarıya bölüşü­len şeylerde karşı tarafa azıcık çok verip kendisi azacık alma ve buna benzer şeyler. Bunların ehemmiyeti, içti­maî yaşayışta yarı yarıya almaktan daha çoktur, daha da büyüktür.

Eğer adalet, muaşeretin, ve içtimaî yaşayışın, esası ise, ihsan da onun güzelliği, cemâli, süsü ve kemâlidir. Eğer adalet içtimaî yaşayışın ve muaşeretin münasebet­sizliklerini düzeltip, acılarını ortadan kaldırırsa, ihsan da tatlîlık verir, onu düzeltir ve güzel bir hale koyar. Eğer herhangi bir muaşeret usulü şunun üzerine kaim olsay­dı ki, her zaman her fert tartıyı ve Ölçüyü tam olarak gözönüne alıp bir dirhem kadar eksiklik ve fazlalık ol­mamasına dikkat etsin. Ufacık tefecik haklarını tahsil etmeğe kalksın. Elbette ki, bu, imkânı olmayan'bir şey olurdu. Tatbik kabiliyeti de bulunmazdı. Böyle olunca soğuk ve manasız bir yaşayış ortada bulunurdu. Muaşe­rette daima çekişme devam edip dururdu. Fakat şükür ve geniş tabiatlilik, bağışlama, ihlas, iyilik severlik, orta­da olmalıdır. Bunlar yaşayışın tatlılıklarıdır, t^tmaî ya-yayışın gelişmesi için lâzım şeylerdir.

3. Bu âyetj kerimeden anlaşılan üçüncü hüküm de; «Yakınlara iyilik etmek, iyilikle vermek yani sılayı rahm» dır. Bu da yakınlar ve akraba arasında bir nevi hususî şekilde ihsan demektir. Bu hükümden sadece şu anlaşılmaz ki, bir kimse kendi akrabalarına, yakınlarına ve hısımlarına Karşı iyi davransın. Onların sevinçli ve kederli günlerinde kendilerine sevinç ve dert ortağı olsun. Muayyen hudutlar dahilinde onları himaye edip korusun. Belki bunun manasından şu da anlaşılır kd, kudret ve is-didat sahibi herkes, kendi kudreti dahilinde kendi şahsî malının sadece kendine ve kendi evladına ait olmadığını bilsin. Akraba ve yakınlarının da bu mal üzerinde bir lıakkı ve hukuku bulunduğunu göz önünde tutsun. Onla­rın da haklarını teslim etsin. Şeniat-i tlâhî, müreffeh ya­şayan her aile efradına bu hususta mesuliyet yüklemiş­tir. Bunlar, kendi aile ve hanedanlarının efradım açlık ve çıplaklıklarını gidermeden kendi hallerine bırakılacak de­ğillerdir. Muaşeret hususunda bundan daha kötü ne ola­bilir ki, bir kimse dünya nimetleri içinde müreffeh bir şekilde yaşarken, onun yakınları, akrabaları ve hısımla­rı, hatta kardeşleri bir parça ekmeğe ve bir hırkaya muh­taç kalsınlar. Şeriat, aile ve hanedan teşekkülünü birbi­rinden ayrılmaz bîr bütün olarak telâkki eder. Her hane­dan ilk evvelâ kendi hanedanının yoksul fert ve yoksul efradının vaziyeti âle alâkadar olacaktır. Müreffeh du­rumda bulunanlar sıkıntı çekenlerin vaziyetlerini düzelt­mek yolunu tutacaktır. Her hanedanın müreffeh yaşayan fertlerine, haklarını vermek farzdır. Bu esası Haz-retj Resulü Ekrem Sallallahu Aleyhi ve Sellem, muhte­lif emirlerinde beyan buyurmuşlardır. Bu hususu açıkla­yan müteaddit hadis-i şerifler vardır Tri, mesuliyet dere. ceJeri sıra ile gösterilmiştir. Bir insan üzerinde hakkı bu­lunan ilk Önce kendi ana ve babasıdır. Bundan sonra, ka­rısı, çocukları, erkek ve kız kardeşleridir. Daha sonra, dereceye göre, akraba ve yakınları geldr. Bu a;levî zincir en yakın olandan devam ederek en sona kadar uzanır.

Bu hususu gözönünde bulunduran Hazreti Ömer Ra-dıyallahu Taalâ Anh, fakir ve yetim bir çocuğun amca zadelerini, bu çocuğa bakmağa mecbur tutmuş ve çocu­ğun bakımım onların üzerine tevdi etmişti. Başka bir yetim çocuk hakkında da şöyle hüküm vermişti: Eğer bu çocuğun en uzak bir akrabası bile feulunsa bu akra­ba bu çpcuğa bakacaktır. Bu çocuğa bakmak akrabaları için bîr vazifedir.

Ölçüye bakın.. Muaşereti ve içtimaî hususlarda her «Ferd-i vâhid» : (Ünite) bu şekilde kendi akraba ve ya­kınlarının vaziyeti ile alâkadar olursa, o zaman elbette-ki, içtimaî sefalet ortadajı kalkar. Muaşereti ve içtimaî yaşayış ne kadar ahenkli olur?.. Ahlâkî seviye de ne ka­dar yükselir?.. Ne kadar temiz bir durum ortaya çıkar.

Yukarıda bahsedilen bu üç iyiliğe mukabil, Hak Taa­lâ üç feanlıktan da korunmak için emir buyurmuştur. Bu fenalıklar önce fertten başlayarak bütün camiayı bozar ve alt üst eder. Bu fenalıklar şunlardır:

1. Fuhuş ve hayasızlık: Bu, o şeyin adıdır ki, bu. gibi işler yapılınca utanç duyulur ve yüz kızarır. {Elbette yüzlerinin perdesi yırtılmamış olanlar.) Bu fenahk haddi zatında kendisi çirkin bir iş olup aynı zamanda hayasızlı­ğın ta kendisidir. Bu suçun bir çok çeşitleri vardır. Mese­lâ, kıskançlık, cimrilik, zina, çıplak gezme, Lût kavminin yaptıkları fiiller, mahrem olanlarla evlenmek gibi müna­sebet, hırsızlık, içki içmek, dilencilik, kötü söz söyleme, küfrübazkk ve saire.. Bu gibi davranışların hepsi kötü. işler, mezmum sıfatlardır. Ve hepsine birden (hayasız­lık) denir. Bunlara benzer diğer fenalıklar da vardır. Meselâ, yalancılık, iftira, gizli sırları teşhir etmek, fena­lık yolunu tutanlara yardım eylemek, fenalığa teşvik et­mek, ahlâk dışı eserler yazmak, halkın behimî hislerine hitap eden tiyatroculuk ve filimcilik işleri, çıplak resim basmak, çıplak kadın teşhir etmek, kadın ve erkeğin umumî yerlerde yakışık almayan hareketlerde bulunma. !arı ve kadınların örtünmeğe.riayet etmeden tahrik edici kıyafetlerle sokağa çıkmaları... Daha buna benzer bir sü­rü  kötü hareketler   ...

2. Münker. Yasi kötü işler. Bunun dairesine de her türlü, kötülük sığar. Şeriatı İlâhiyenin men ettiği ve ya­sakladığı bütün kötü fiiller. Bunların sayılması bir hayli uzun sürer. Her türlü kötü ve fena şeylerdir.[516]

3.  Aşırı  gitmek,  haddi hududu  aşmak,  mütecaviz clmak,  haddini bilmemek, başkalarının haklarını çiğne­mek, İster bu haklar Halik'dn hakkı olsun, isterse mah­lukun hakkı olsun.   [517]

 

Yönetim İşleri Ve  Memurların Seçilme Usulü

 

îslâmî hükümette idarecilerin seçilme usulü diğer hükümet rejimlerinden tamamiyle ayrıdır. Bu hususta gözönünde bulundurulacak vasıflar şunlardır: Seçilecek kimse evvelâ ehliyetli, dindar, takva ehli ve halk ile iyi geçinmesini bilenlerden olması lâzımdır.

A. (Ey miislümanlar) Allah, size emanetleri ehil­lerine tevdi etmenizi ve insanlar arasında hüküm verir­ken adaletle hüküm vermenizi emreder. Allah bunlarla size ne güzel Öğütler veriyor. Elbette ki. Allah her şeyi gören ve duyandır. (Nisa, 58)

Yani ey miislümanlar, siz Benî îsrailin saplandıkları fenalıklara saplanmayınız.  Benî Îsrailin gittikleri hatalı yoldan gitmeyiniz. Onların yaptıkları kötülükleri yapma-yıni2.   Onlar,  hatalara,   yanlışlıklara  ve  kötülüklere  ka­pıldıkları için, kendi milletlerinin önderliğini, kendi dinî liderlikleri ni,   kendi  işlerinin  yöneticiliklerini ve başkan­lık makamını (Posıtion of Trust) ehliyeti olmayan, dindar bulunmayan, geniş düşünce kabiliyetinden mahrum, ah­laksız, dinsiz, liyakatsiz ve kötülük peşinde koşan kim­selere tevdi etmişlerdi. Neticede bu dejenere olmuş güru­hun idareciliği bütün bir    milleti  berbat edip gitti.  Ey müslumanlar, size bunlan bildiriyoruz ki, sakın aynı yo­la sapmak istemiyesiniz. Emanetleri ehil olan kimselere vermelisiniz. Yani emanetleri o kimselere veriniz 'M, bu yükün altından kalkabilsin.

Beni îsraililn ikinci bir zarflan da şu: İnsaf ru­hu onlarda kaybolup gitmişti. İmanlarını şahsî garazları için hiç çekinmeden satarlardı. Onlar için adalet düşünül­meyecek kadar unutulup gitmişti.

İşte maalesef Beni îsrailin bu insafsızlıklarının en acı örnekleri şimdi biz müslümanların içinde de peydah­landığı görülmeğe bağladı. Bir tarafta Hazreti Muham-med Sallallahu Aleyhi ve Selleme iman *etmek iddiası or­tada, diğer tarafda ise kendi aralarında, putlar uydurup, bu putlara tapınmak yolunu tutanlar da meydandadır.

Bir zamanlar, cahiller kızlarını canlı canlı toprağa gömerler, kendi üvey anaları ile nikahlanırlar ve Kabe-nin etrafında anadan doğma, çırıl çıplak dolaşırlardı. Fa­kat sözde Ehl-i Kitap olan güruh da bu gibi işleri yapan sapıkları da Ehl~i İman'a tercih ederdi. Hele şu sözü de söylemekten utanmazlardı: «Bu güruhun yolu Ehl-i ima­nın yolundan daha doğrudur.»

Bunun üzerine, onların -bu insafsızlıklarından dolayı kendilerini, Allahu Taalâ, tedib etti. Müslümanları hida­yet için de; «Ey Müslümanlar, sakın siz de onlar gibi olmayınız» dedi. Birşey söyleyecek olursanız, ister dost olsun, isterse düşman olsun, insafla söyleyiniz ve insafı da elden bırakmayınız. Herhangi bir hususta hakemlik etmek ve hüküm vermeniz icap ederse, adaletle hüküm veriniz. Sakın adaleti elden çıkarmayınız. [518]

B. Müsriflerin işine de uymayınız. Bunlar yer yü-Kimde fesat çıkaranlardır, ıslah eden değillerdir.

(Şûâra 151 - 152).

Yani, israf yoluna giden ve yeryüzünün düzenini bo­zan ve fesat nizamını yürütmek isteyen emirler, reisler, idareciler, önderler, hükümdarlar ve buyruk sahiplerine itaat edilmeyecektir. Emirleri dinlenmeyecek ve işlerine uyulmayacaktır. Bu israfa güruh, ahlâkî ölçülerde yula­rını koparmış deve gibi yürürler, nereye gideceklerini bil­mezler. Onların hiçbir ıslâh edici hareketine raslanmaz. Ancak bozgunluk çıkarırlar. Fitne çıkarır ortalığı karış­tırırlar. Yürütmek istedikleri nizam daha başlangıçta te­fessüh eder. Siz eğer felah bulmak istiyorsanız, eğer Al­lah'tan korkuyorsanız, bu gibi fesatçı kimselere itaat et­mediğiniz gibi, bu müfsidlere işlerinizi de tevdi etmeyi­niz. Onlar şahsî menfaatleri adma ıslahatçıyız diye orta­ya  çıkan  kimselerdir.

Bu hususta Hazret-i Salih Aleyhisselâmın kendi kav­mine ileri sürdüğü doktrin şöyledir: Onun vazifesi de sa­dece dinî tebliğ değildi. Medenî ve ahlâkî meselelerin ısla­hı idi. Siyasî bir inkılaptı. Onun davetinin gayesinde bu usuller yer alıyordu.  [519]

C. Kalbini kendi zikrimizden gafil kılmış bulundu­ğumuz kimseye itaat etme. Bu kimse kendi nevasına tâ­bi olup, işi azıtmıştır. (Kehf, 28).

Yani, böyle kimselerin ne sözünü dinleyiniz ne de on­ların emirlerine boyun eğiniz. Bu güruhun karşısında on­lara evet demeyiniz. Burada itaat kelimesi itaatin tam mefhumu ve geniş manası ile gözönünde bulundurulmuş­tur..

Ayet-i kerimenin metninde «Kâne emrühü füruta» :

İşi azıtmıştır denmektedir. Biz bu kelimelerin tercüme­sini bildirdik. Fakat buradan başka bir mesele ortaya çıkar. Yani bu kimse, Hakkı arkasına atmış, ahlak hudu­dunu aşmış, i§i de azıtmış, haddi tecavüz etmiştir.» Her ne şekilde mana verirseniz veriniz, bu, Hak Taalâyı unut­mak, kendi nevayı nefsine tabi olmak, her işte ölçüyü ka­çırmak, haddi hududu aşmak demektir. Böyle kimselere itaat edilmez. Buradan şu da anlaşılıyor ki, itaat edilecek kimse, kendisi de haddini bilmelidir. Hile yolu ile bu kim­se kendisine itaat ettirirse, bu itaat da hileli itaat olur.[520]

 

Müdafaa, Savaş Ve Barış Usulü

 

îslâmî hükümet her bakımdan sağlam bir temel üzeri­ne bir kaideye ve bir esasa istinat ederek kurulur. Askerî, içtimaî ve iktisadî işler de aynı şekilde köklü usullere daya nır. Bu büyük mesuliyetlerin hakka verilmeksizin ve mü­dafaa kuvvetleri hazırlamaksızm Îslâmî hükümetin hakkı verilemez.

A. Siz de onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuv-vel, at ribât (ağıl) lan hazırlayın ki, Allah'ın ve sizin düşmanlarınız ve sizin bilmediğiniz ve sadece Allahın bil­diği diğer düşmanlarınız da yüsınlar.  (Korksunlar).

(Enfal, 60).

Bu âyet-i kerimeden şu nokta anlaşılıyor ki, Müslü­manların her zaman harp malzemesi ve müstakil bir or­du, (Standing army) hazır kuvvetler bulundurması la­zımdır ki, anslzın saldıran bir düşman kuvvetine karşı, mukabele imkânı olsun. Silah toplamak, harp malzemesi hazırlamak ve bunları en mükemmel bir şekilde tedarik etmek ve düşmanlara karşı koyacak bir durumda hazır bulundurmak icap eder.

Her kim Allah'a ve O'nun Resulüne karşı harp açar­sa, yeryüzünde de fesat çıkarmağa kalkarsa onun cezası ya öEdürülmek, ya asılmak yahut da eli ve ayaklan kesi­lecek yahut da memleketten sürüleceklerdir. İşte bu on­lar için dünyada bir alçaklık ve horluk olduğu gibi, ahi-rette de kendilerine büyük azap vardır. (Maide, 33)

Ayet-i kerimenin metninde «Arz» yani yeryüzü diye bahsedilmektedir. Buradaki yeryüzünden maksad bildi­ğimiz «kürre-i arz» değil, alelade bar memleket ve bir ülkedir. îslâmî hükümette, emniyet ve asayişi temin etmek mesuliyetini üzerine almış bulunanlar, Allah ve Resulü­ne karşı harp açan kimseleri âyet-i kerimede bildirildiği gibi cezalandırırlar. Allah ve    Resulüne harp açmak ise, sahih olarak kurulmuş, meşru İslâm hükümetine    karşı harp açmak demektir. Allah Taalânın rızası böyle bir ni­zamın bulunmasıdır. Resulünü de bunun için göndermiş­tir ki, yeryüzünde örnek, salah ve doğru bir nizam kaim îniınsın. Bu nizam altında yeryüzünde    bulunan ne var ne yoksa hepsi, yani insan, hayvan, ağaç ve her şey em­niyet içinde kalsın. Bütün bunların emniyet içinde olma­sı insan fıtratının kemal derecesine ulaşması demektir.. Ancak bu sayede insan ilerleyip yükselebilir. Ve bunlar olmaksızın ortalık fesat ve berbatlıkla sarılmış olur.

Yeryüzünde böyle bir nizam kurulduktan sonra, bu nizamı bozmak, dağıtmak için yeltenmek, en ufak Ölçüde de olsa, adam öldürmeğe, yağmacılığa, yol kesmeğe, adam soymağa ve her türlü fenalığa doğru yol açar, Ni-liayet bu işler gelişerek, örnek nizamın altından girip üs­tünden çıkar ve işte hakikatte bu iş Allah ve O'nun Re­sulüne karşı harp açmak demektir.

Hindistan Ceza Kanununda da,,her kim İngiltere hü­kümetinin Hindistandaki hâkimiyetine karşı gelirse ve böyle bir işe teşebbüs edersıe «Kirala : İngiltere kirala» na karşı harp açmıştır deniyor.» (Waging War Against The King) Bu gibi suçlulara çeşit çeşit cezalar veriliyor­du. İsterse bu savaş açmak, ıssız bucaksız, memleketin ücra bir köşesinde, alelade bîr askere karşı gelinmek su­retiyle olsun. Yine de kirala harp açılmış addedilir.

Bu âyet-i kerimede muhtelif cezalar, sıra ile tertip* Jenip beyan edilmiştir. Bunun üzerine zamanın kadısı (hâkim) yahut da imam kendi içtihadını kullanarak, cü­rüm derecesine bakarak, yukarıda bildirilen cezaların birisi ile mücrimi cezalandırır. Asıl mesele şuradadır ki, böyle bir kimseyi islâmî devletin ülkesinde barındırmak, İslâmî nizamı alt üst etmek yolunu tuttuğundan en fena. cürüm olur. Cezaların da en son haddi, o kimseyi mem­leketten uzağa sürmektir.

C. Ne Allah'a ne de ahiret gününe iman etmeyen­lerle, Allah'ın ve O'nun Resulünün haranı kıldığı şeyleri haram bilmeyenler ve hak dini kabul etmeyenler ve ken­dilerine kitab verilmiş bulunan kimselerden de cizye ver­meyenler cizyeyi elleriyle getirip verinceye kadar ve bo­yun bükünceye (kendilerini küçük görünceye) kadar sa­vaşınız. (Tevbe,  29).

Burada savaşmak, o kimselerledir ki, bunlar Şeriatı kendi yaşayışlarında kanun olarak kabul etmezler. Alla­nın Resulü vasıtasiyle göndermiş olduğu şeriata bağlan­mazlar.

Savaşın son haddi, onların iman yolunu tutmaları ve Hak dine tebaiyet etmeleri değildir. Belki savaşın son haddi, bu zümrenin dik kafalılık etmekten vaz geçmele* ridir. Kendilerinin kuvvet sahibi olmadıklarını kabul et­tikleri zaman; yeryüzünde hâkim bulunmak iddiasından vaz geçtikleri takdirde; «Hâkim nizamın hak dini tabi-lerinin olduğunu» teslime yanaşırlarsa; Hak dinin tabile, rine boyun bükerlerse ve Hak dinine sâlik olanların hük­münü kabul ederlerse elbette ki, savaş sona erer.

Cizye denilen şey zimmîlerin korunması için îslânıî hükümete verilen bir bedel ve karşılıktır. Burada bir işa­ret daha vardır. Bu güruh, islâmî hükümetin emrine tabi olduklarını bildirmek için kendi elleriyle cizyeyi getirip vereceklerdir. Yani doğrudan doğruya itaat ettiklerini bildireceklerdir. Kendilerini küçük görecek ve büyüklük taslamayacaklardir. Bundan maksad şudur: Onlar yeryüzünde büyük değillerdir. Büyük olanlar,    EhLi İmandır ki, hilafet-i ilâhiye farzını ifa ederler.

Başlangıçta bu hüküm Yahudilerle Hıristiyanlara aitti. Fakat zaman ilerleyince îslâm dairesi genişleyince Hazret- Resulü Ekrem Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Me-cusîleri (îranlı Zerdüştîleri) de bu hükme dahil edip on­lardan da cizye alarak zimmî kılmıştır. O'ndan sonra sa­habeyi karam ittifak ile bütün Arabistan ülkesinin hari­cindeki gayrı müslimleri ve diğer gayn - müsîim millet­leri de bu hüküm altında topladılar.

Bu cizye öyle bir şeydir ki, bu hususta büyük mese­leler çıktığı halde on dokuzuncu milâdî asırda, nıüslüman-îarm siyasî durumu bozuluncaya  kadar     müslümanlara ödendi. Bu tarihten sonra yine de bazı yerlerde devam edegeldi. Gayrı _ müslimlerin rahatlarının temini için is­tekle kendileri tarafından tediye edildi.    Fakat Allah'ın dini o kadar yüksektir ki, Allah'a karşı gelenlerin boyun büktüğünün işareti olarak kendi elleriyle cizyelerini ge­tirip vermeleri şart konmuştur. Açık ve doğru mesele de buradadır ki, Allah'm dinini kabul etmek istemeyenler, kendi tuttukları yol hakkında zorlanamazlar. Ancak ken­dilerine şu hak da verilmez ki, Allah'ın yeryüzünde, ikti­darı ele geçirip buyruk sahibi olsunlar. Dünya hâkimiye­tine doğru giderek, içtimaî nizamı bozup kendilerine mah­sus fâsid nizamı kursunlar. Nerede bu iş baş gösterirse, fesat çıkar, o zaman ehl-i imana da savaşmak düşer. On­larla savaşılacak ve itaata getirileceklerdir. îtaata gel­menin işareti de işte bu cizyedir.

Şimdi söyle bir sual üzerinde duralım. «Madem M, bu cizye, o kadar kiymete haiz 'bir şey değildir, öyleyse niçin bunun üzerinde bu kadar ehemmiyetle duru­luyor» diye sorulmaktadır. Bu sualin cevabı şudur: Bu u-sul, gayri müslimlerin serbest bırakıldıklarının   bedelidir.

Yani Islâmî iktidarın hüküm sürdüğü bir ülkede, kendi sa pik yollarında yürüyebilmek için bu parayı öderler. Cizye ödemekle serbestliklerini satın alırlar. Hak ve hukukları da teminat altına alınmış olur. Bunun bir faydası da şu­dur: Zimmîlerin, her sene cizyeyi ödedikleri zaman, Al­lah yolunda zekât vermek şerefinden mahrum oldukları­na hatırlarlar. Bu şeref yerine sapak yolda yürümektedir­ler. Belki, zekât vermekten mahrum olmanın kendileri için bir talihsizlik olduğunu düşünürler.

D. Ancak kendilerini ele geçirip, onları baskı altına almadan önce tevbe ederlerse (bir şey yapmayınız) Bili­niz İd, Allah afv edici ve merhamet sahibidir. (Maide, 34).

Yani eğer ortalığı karıştırmaktan ve fesat çıkarmak­tan vaz geçer de tevbe eder ve doğru nizamı alt üst et­mek için uğraşmayı bırakırlarsa ve bundan sonra tuta­cakları işleriyle doğruluğa yönelecekleri ve fesattan vaz geçecekleri sabit olursa, onlar afv edilir ve eski yaptık­la nnın. cezasını da çekmezler. Yukarıda bahsettiğimiz hu­susta elbette ki, insanların hususî hakları bahis mevzuu değildir.  Hususî haklar ortadan kalkmaz. [521] Meselâ onlar herhangi bir kimseyi öldürmüş iseler, yahut da herhangi bir malı çalmışlarsa ve yahut da bir kimsenin canına   ve­ya malına kasdetnıiş ve bir zarar vermişlerse, kanun ge-reğince, bu cürümlerin hesabı sorulur. Fakat ayaklanma, baş kaldırma, itaatsizlik, Allah'a ve Resulüne karşı gel­me hususları afv edilir; bunlardan dolayı ceza görmez­ler.  [522]

 

İçtimaî, Muaşereti, Siyasî Eğitim Ve Öğretim Hak­kında Umumî Usul :

 

A.   Ve senin Rabbin karar verdi ki:

1)   Mahza kendisinden başka kimseye ibadet etme-yesiniz.

2)   Ana babaya iyilikte  (bulunasmız). Olur ki, on­lardan biri yahut da ikisi sizin yanınızda yaşlanırlar. On lara «uf» demeyiniz. Onları azarlamayınız. Tatlı söz söy­leyiniz. Merhametle, yumuşaklıkla onların karşısında- eği­lin. Ya Rabbî onlara rahm eyle diye dua ediniz. Nitekim onlar da bana küçük iken baktılar. Sizin Rabbınız sizin içînizdekini daha iyi bilir. Eğer siz sâlih kimse iseniz, el-tatfte İd, o da kendine dönüp gelenleri afv eder.

3)   Akrabaya da, yoksula da, yolda    kalmışlara da hakkım ver.

4)  Fakat israfla saçıp savurma. Elbetteki saçıp savu­ranlar şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine kar. şi nankördü.

5)  Rabbinden beklediğin rahmeti istemek için kendi­lerinden yüz çevirirsen, yine onlara yumuşak söz   söyle.

6)  Ellerini boynuna   kenetleme,   fakat büsbütün de açıp germe. Sonra melamete uğrar üzülür kalırsîn. Elbet­te  ki,  senin Rabbın istediğinin     rızkını genişletir veya azaltır. Elbette ki, o kullarından haberdar ve görücüdür.

7)  Geçim sıkıntısı korkusundan da  evladının öl-dürmeyesiniz. Biz onlara da siz© de rızkınızı veririz. El­bette ki, onlarm katli çok büyük bir günahtır.

8)  Zinaya da yaklaşma, işte bu bir açık hayasızlık ve kötü bir yoldur.

9)  Allah'ın haram kıldığı bir nefsi de öldürmeyin. Ancak hak il© ola. Her kim zulüm görerek öldürulürsfl biz onun sahibine  (kısas için) salahiyet    verdik. Ancak onlar da öldürme işinde ölçüyü kayırmasınlar. Çünkü o vardım görür.

10)   Yetimin malına da (olgunluk çağma gelinceye kadar) yaklaşmayınız. Ancak iyi bir şekilde.

11)  Ahdinize de vefa ediniz. Şüphesiz İd ahit so­rumluluktur.                                                                    '

12)  Ölçüyü tam olarak ölçün.  Tarttığınız zaman da doğru tartın. Bu sizin için iyi ve hem de akıbeti daha da güzeldir.

13)   Bilmediğin şey üzerinde de durma. Elbette'ki, kulak, göz ve kalb, bunların hepsi de mesul olur.

14)  Yeryüzünde yürürken    böbürlenerek yürüme. Elbette ki, sen ne yeri yarabilirsin, ne de dağların boyu­na ulaşabilirsin. Bunların    hepsi de fenadır ve Rabbinin indinde de kötüdür. (Hoşa gitmez şeylerdir). Bunlar se­nin Rabbanin sana vahyettiğî, gönderdiği hikmettir. (Benî İsrail, 23 - 39).

Burada çok büyük esasa ait usuller ortaya konul­muştur ki, İslâm bu prensipleri insanî yaşayış nizamını kaim kılmak İQİn vaz'etmiştir. Zahiren bunlar Nebi Sal-lalahu Aleyhi ve Sellem'in doktrinidir. Mekke devri bitip de Medineye geldiği zaman bildirilmiştir. Çünkü o zaman dünyaya yeni bir nizam, yeni bir yaşayış, yeni bir îslâmî muaşeret usulü, yeni bir hükümet esası koyacaktı. Fikre, ahlaka, medenî yaşayışa ve iktisadî sisteme istikamet veren yepyeni kanunî usuller vaz edilecekti.

Bu arada Sûre-i En'âm'm 19 uncu riikûuna ve onun haşiyelerine göz gezdirmek de faydalıdır.

1. Burada mesele, yalnız Allah'tan başka kimseye ibadet etmemekle bitmiyordu. İstenen doğrudan doğruya şu idi: Yalnız O'na kul olacaksın. Başka kimseye boyun bükmeyeceksiniz.   Kayıtsız  şartsız itaat  yalnız  O'nadır. Başka kimseye ibadet yoktur.  O'nun hükmünü yegâne hüküm bileceksin. O'nun kanununu, kanun olduğunu ka­bul edeceksin.  Ondan başka kimsenin     hâkimiyetini de kabul etmiyeceksin. Bu usul sadece dinî bâr akide ve inanç değildir. Bunlar, bütün bir ahlak, medeniyet ve si­yaset nizamının temel taşıdır ki, Nebiyi Ekrem Sallallahu Aleyhi ve Sellem amelî olarak tahakkuk ettirmiş ve kaim kılmıştır.

O zaman bunlar bu binanın nazarî tarifi ve planı idi­ler. Allah Taalâ Celle Şanühü Malik ül - mülk ve Hâkimi A'lâ olarak mülküne Şeriat kanununu göndermişti.

2. Bu âyet-i kerimede bildiriliyor ki, Allah Taalâ'-dan sonra hukuk bakımından en önde gelen insanın ken­di ana babasıdır. Evlâd, ana babaya itaat edecek, hiz­met edecek ve edeb hakkını gözetecektir. Muaşereti ve içtimaî ahlak, evladın ana ve babasına alâkasız kalma­masını icap ettiriyor. Onlara karşı iyilikte bulunsunlar ve kendilerine hürmet etsinler. Yaşlı zamanlarında hizmette kusur etmesinler. Nitekim onlar, evlâtlarını en küçük yaş­tan itibaren her türlü ihtiyaçlarını görerek yetiştirmiş­ler, nice nice sıkıntılarını çekmişler ve nazlarına katlan­mışlardır. Bu âyet sadece bir tavsiye, bir öğüt değildir. Belki bu esas üzerine, ana _ babanın serî hukuku buradan ortaya çıkmaktadır. Bu hukukun tafsilini ve teferruatını da Hadis-i Şeriflerden elde ediyoruz. Ve yine Îslâmî mu­aşeret usulü, ahlak ve terbiye kaidelerine göre, ana - ba­banın hak ve hukukunu gözetir. Müslümanların medenî hayatı bu âdâb ve erkânı düzenlemiştir. İslâm-, bu gibi prensipleri daimî olarak gözönünde tutmuş, îslâmî hü­kümetin kanunlarında ve nizamlarında, eğitim ve öğre­tim sisteminde ailevî ve idarî mevzularda bu hususları titizlikle ve bir disiplin altında muhafazasına çalışılmış­tır. Bunları katiyen ihmâl etmemiştir.

3 - 5. Bu üç hükümden de şunlar anlaşılıyor: in-sanm kazandığı ve kendi elinde bulunan servet sadece kendisine ait değildir. Belki insan kendi ihtiyaçlarını itidal dairesinde gördükten sonra diğerlerinin de haklanın ■ödemelidir. Kendi akrabalarının, yakınlarının, konu kom­şusunun ve hatta başka ihtiyaç sahiplerinin yanı başında cemiyet içindeki Öbür insanlar içdn de muaşeret adabının usul ve kaideleri de bulunuyor. Aynı zamanda bütün içtimaî değişiklikler gösteriliyor. Cömertlik, dert ortak­lığı, yardımlaşma ruhu teşvik edilmektedir.

Hatta o zaman halk, kendi kendiüklerdnden -hukuk kanunları bir tarafa dursun- yukarda bahsedilen usulle­re bağıanıyoıdu.. Bu ahlâkî hakları eda etmek için ka­nun onları zorlamıyordu. Fakat onlar bu şekildeki hare­ketleri içten gelen bir şevkle yapıyorlardı.

6. «Ellerini boynuna kenetleme» den maksat ise, istişare yolu ile cimrilik etmemektir. «Büsbütün de açık germek» de israf ve saçıp savurmaktır. 4 numara ile 6 numaradaki fıkralar, açıktan açığa şunu emrediyor ki, lîalk itidal yolunu tutmalıdır. Ne cimri olup servetin dev­ri daimine mani olmalıdır, ne de sağıp savurup kendi ge­çimlerini sıkıntıya sokmalıdırlar. Bu iki tutumun da tam zıddi olarak bir ahenk ve denkleşme olmalıdır. Her şey gerine göre kullanılacak ve yerine göre harcanacaktır. Bu şekilde mükemmel ve hesaba uygun olarak yersiz sar­fiyatın kötülüklerine kapılmamak lâzımdır. Gösteriş, riya ve buna benzer şeylere para sacfedilmeyeoektir. Ayyaş­lık, fısk ve fücur için para harcanmayacaktır. îhsanın .hakikî ve zaruri ihtiyaçları ve faydalı işleri haricinde olan bütün bu gibi paralar, servetin sarfını yanlaş yola .götürür. Hakikatte bu iş Allanın nimetlerine karşı küf-ran olur. Bu şekilde para harcayan ve servetini sarf eden kimseler de şeytanın kardeşi olurlar.

Bahsi geçen bu îfususlar sadece, ahlâkî talim, ve fer­dî hidayetler değillerdir. Gayet açık olarak şu hedef gö-zetilmiştir: Cemiyet içinde muvazeneli bir muaşeret usu!ü, ahlâkî terbiye, mükemmel bir nizam ve kanunî bağ­lılık meydana getirmek yolunda mal sarfını öğretmek içindir. Boş yere ve manasız işlere para harcanmasının önüne geçmek gayesi gözönünde tutulmuştur. Nitekim Medinede hükümet kurulduktan sonra, açık olarak ve bir kaç defaya mahsus olmak üzere amelî olarak belirtilmiş­tir. Bir taraftan israf ve boş yere para harcamak kanu­nen haram kılınmış, diğer taraftan da bu işin önüne geç­mek maksadiyle kanunî tedbirlere baş vurulmuş, bunla­ra muvazi olarak da muaşeret usulünü ıslâh etmek sure­tiyle eski usul ortadan kaldırılaıak her cephesiyle bu iç­timaî hastalığın önüne set çekilmiştir. Her nerede israf ve saçıp savurma görülürse, o zaman hükümete, elindeki mevcut kuvvetle bu kötülüğün önüne geçmek müsaadesi verilmiştir. Aynı şekilde zekât ve sadaka hükümleri de cimriliğin kuvvetini kırmış ve bu kötü. tutumun devamına imkân bırakmamıştır. Bu vesile ile paranın bir elde top­lanıp atıl bir hâle gelmesine mâni olunup devlet ve halk arasmda devri daimi sağlanmıştır. Bu tedbirlerden sonra, efkârı umumiye değişmiş ve cömertlikle israfın farkı an­laşılmış ve itidal yolu takip edilmiştir. Efkârı umumiye-ye aynı zamanda mutedil irtsanları öğmüş ve bunları içj-timaî küfenin çiçek sepetinin iri gülü olarak tanıtmıştır. O zamanın zihnî ve ahlâkî terbiyesinin neticesi bu güne kadar müslüman camiada bütün canlılığı ile yaşamakta­dır. Bu itibarla müslümanlar nerede olursa olsunlar, para toplayıp biriktirenler iyi gözle görmezler. Müslümanların nazarında eli açık ve cömert kimseler daha makbul ve daha da muhteremdirler.

Burada şu meseleyi de bilmek lazımdır: Allah Taa-lâ kullarımın rizkmı az çok farkla vermektedir. İnsanlar bunun ne gibi bir maslahatla olduğunu bilemezler. Bu bakımdan rızkın taksimini, fıtrî nizâmın hilafına, bir kimse sun'î yollarla bozamaz ve bu işe müdahale edemez. Fıtrî adem-i tesaviyi (eşitliği) sunî ve uydurma müsava­ta değiştirmek imkânı da yoktur. Fıtrat, rızık taksimin­de haksızlık etmiştir diye düşünmek de haksızlık olur. Böyle bir şey tamamen yanlıştır. Doğru geçim yolu, Hak Taalâiun takdir kıldığı nzıka kani ve razı olmaktır.

Bu meyanda fıtrat kanununun şu kaidesi de vardır: Medineye hicretten sonra, rızık ve geçim meseleleri hak-lındaki fena ve manasız düşüncelerin ortadan kalkması da yapılan ıslahatta gözönünde bulundurulmuştur. Sınıf­sız ve zümreleşmekten uzak bir camianın teşekkülü için çalışılmıştır. Medine-İ Münevverede insan medeniyetinin sağlam temelleri her hususta, Hak Taalânın yaratmış bulunduğu fıtrat üzerine kurulmuş ve bu hususun göz önüne alınarak yürünmesi istenmiştir. Hak Taalânın fıt­rat yolu ile insanlar arasında koymuş bulunduğu farkla­rında hakikatte İlâhı maslahata dayandığı öğretilmiştir. Bu şekilde ahlak, tavru hareket ve içtimaî camianın di­ğer işleri de hep fıtrat kanunları üzerinde cereyan etmesi murad edilmiştir. Geçim hususundaki farklar, fazla ge­lir veya az gelir meselesi hakkında bir zulme uğrandığı zehabı tamamen bertaraf edilmiştir. Böyle düşünmek, ya­ni geçim hususunda fıtrî fark olduğunu gözönünde bu­lundurmak, bjr hayli ahlâkî, medenî, ruhî yükselmelere ve bereketlere sebep olur. işte Halik-i kâinat, insanlar arasında bu şekilde fıtrî bir fark koymuş bulunması, in­sanların kendileri için bir iyiliktir diye düşünülecektir ve bunun maslahat iktizası böyle olduğunu kabul edecek­lerdir.

7. inci fıkra, tâ eski zamanlardan beri süre gelmekte olan geçâm düşüncesinden dolayı meydana gelen endişeli durumu tamamen ortadan kaldırmıştır. Bu düşünce do­ğumun önüne geçmek ve doğumu    kontrol meselesidir.

Fakirlik korkusu ile eski devirlerden beri, çocukları kati eder, yahut da ıskatı cenin yoluna giderlerdi. Bugün, ay­nı durum başka bir şekilde ortaya çıkmıştır. Doğumu kontrol ve gocuk doğumuna set çekmek hususunda tslâmî doktrin bu defa insanların önüne şu hidayeti sürmüştür: Doğacak çocuklarınızı ortadan kaldırmak için uğraşma­yın. Onları büyütmek ve yetiştirmek için çalışınız. Onla­rı Allahu Taalâ yarattığı için, elbette ki, onların yiyecek­lerini ve geçimlerini de Allah düşünmüştür. Bu fıkra, in­sanın geçim hususunda olan endişesini tamamen ortadan kaldırıyor. Ve insanın bu yoldaki hatalı düşüncesi deği­şiyor. Âyeti Kerimede deniyor kd, rızık sizin elinizde de­ğildir. Rızık vermek Allah Taalânın elindedir. Elbette ki, dünyaya gelecek olanların rızkını da kendileriyle birlikte Allah gönderecektir. Tarihin tecrübeleri de bunu isbat etmiştir ki, dünyanın neresinde insan çpğalırsa, orada yi­yecek de kendiliğinden çoğalmaktadır. Bu bakımdan Al­lahu Taalânın yaratma nizamını bozmak maksadiyle in-sanuı müdahalesi ahmaklıktan ve kuru vesveseden baş­ta birşey değildir.

işte bu tâlimin neticesi olarak, Kur'an-ı Kerimin nâ-sil kılındığı tarihden günümüze kadar, müslümanlar ara­sında evlat Öldürmek hususunda umumî bir temayül gös­terilmemektedir.

8. «Zinaya yaklaşmayın.» Bu hükme muihatap bu­lunanlar fertlerin tek tek kendileri olduğu gibi, aynı za­manda bu emre içtimaî heyet de dahildir. Fertlere veril­miş olan bu emrin manası yalnız zina fiilini yapmayın demek değildir, belki zina fiilinin başlangıcı olan işlerden de sakınınız, o yola yönelmeyiniz, demektir. İçtimaî hu-susa gelince, içtimaî yaşayışta zinayı tahrik eden sebep ve saikaları ortadan kaldırmak o camiaya farzdır. Bu maksatla talim - terbiye vasıtasiyle bu gibi kötülüklerin önüne geçmelidirler. İçtimaî durum düzeltilip İslah edil­meli, muaşereti yaşayış ahenkli bir şekilde kurulmalı ve buna ait her türlü tedbir alınmalıdır.

Bu mesele Islâmî yaşayışın gayet geniş temellerin­den biridir. Buna göre hem zina, hem de zina ithamı ce-sayı müstelzim olmuştur. Fuhuş ve buna benzer işlerin teşhir edilmemesinin de üzerinde durulmuştur. Şarap (içki) musiki, dans toplantıları ve çıplak resdmler ve (zi^ na ile yakından ilgili bulunan nesneler) in kapıları kapa­tılmıştır. Islâmda nikâhın kolay olması iğin her çeşit ted­bir alınmıştır. Zinayı tahrik edici vasıtalar, da yine or­tadan  kaldırılmıştır.

9. Buradaki «katli - nefs» den maksat sadece bir kimsenin başka birisi tarafından öldürmek değildir. Bu­rada «kendi kendini Öldürmek (intihar)» de katl-i nefis, hükmünün dairesi içine girer. Nefis yani can ve varlık Allah tarafından hürmet gösterilmesi icabeden bir şey­dir. Bu esasa göre, insanın kendi nefsi de başka nefisler gibi hürmeti gerektirir. Bir insanın nasıl başka bir insanı Öldürmesi büyük günah ise, kendisini de öldürmesi bü­yük günahdır.

İnsanların en büyük hatalarından biri de kendisini, kendi canının mâliki telakki etmesidir. Kendisini kendi canının maliki olarak düşününce kendisine ait sandığı ca­nını yok etmekte bir mahzur da görmez. Halbuki can denilen bu nesne onun mülkiyetinde değildir. Bu can Al-îahu Taalânın mülkiyetindedir. Biz nefsimizi telef eder­sek, o zaman Allah'ın mülkiyetinde olan bir şeyi, hakkı­mız olmayarak telef etmiş bulunduğumuzdan, O'na karşı gelmiş oluruz. Böyle yapmağa da hiçbir şekilde hakkı­mız yoktur.

Dünya gibi bir imtihan yerinde Allah Taalâ bizi hep imtihan eder. Son çağa kadar da imtihan devam edecektir. Bu imtihanın neticesi ister iyi olsun isterse fena ol­sun, bu imtihan sürüp gider. Allah'ın vermiş olduğu şe­yi vakti gelmeden ortadan kaldırmak ve imtihan kurulun­dan kaçmak haddi zatında, esasında yanlış ve hatalıdır. Nerede kaldı ki, böyle büyük bir günah vasıtasiyle, bu imtihandan kaçınmak, Allah'ın indinde ne kadar da fe­nadır. Hak Taalâ sarih lafızlarla intihan haram kılmış ' tır.

Bunun ikinci manası da şudur: însan bu dünyada, ufak tefek bazı sıkıntılara mâruz kalar. Bazı üzüntülerle karşılaşır. Hatta rezillikle ve rüsvaylıkla karşı karşıya bulunabilir. Bu küçük ve ufak tefek sıkıntıları, ne kadar da ağır olsalar elbette ki, ebedî ve daha büyük sıkıntı ve üzüntülere tedbil etmek doğru değildir.

Burada yine «hak ile katletmek» ten    bahsedilmiş­tir. Islâmda ancak beş hususta hak ile katil vardır.

1.  Kasdî olarak cinayet işleyen mücrimi kısas yolu ile öldürmek.

2. Hak dini yolunda fesat çıkarıp, hak dini yolunu kapatmak ve kargaşalık çıkarmak isteyenleri savaşta öl­dürmek.

3.  İs'iîmi hükümet nizamını alt üst etmek ve bozup dağıtmak yolunda çalışanları ceza olarak öldürmek.

4.  Evli bir Kadın veya evli bir erkek zina irtikâp ettikleri zaman ceza olarak öldürmek.

5.  îrtidat yoluna sapıp mürted olan kimseyi de öl­dürmek,

İslâmda ancak bu beş hususta canın hürmeti orta­dan kalkar ve öldürmek işine cevaz verilir.

«Onun velisine (mirasçısına) biz kısas hakkı atâ kıldık.» Burada da yine îslâmî kanuna göre, cinayet ha­disesinde, asıl iddia makamı olmak hakkı hükümete değü de öldürülmüş bulunan kimsenin mirasçılarına veril­miştir. Bunlar isterlerse katili af ederler, isterlerse diyet glırlar veya kısas olarak Öldürürler. Bu onların bilecek­leri bir iştir.

«Katilde ölçüyü kaçırmamak» muhtelif şekillerde ohır. Bunların hepsi de men edilmiş bulunuyor. Meselâ , intikam hissi ile coşarak, katilden başka, katilin mensup bulunduğu yakınlarından da bir kaç kişiyi de Öldürmek. Yahut, mücrime işkence yaparak öldürmek. Yahut da katilin Ölüsüne antikam maksadı Üe yakışıksız şeyler yap­mak; meselâ derisini yüzmek, azasını kesmek ve saire. Yahut diyet alıp, diyet aldıktan sonra yine de Öldürmek ve buna benzer şeyler.

Burada bir nokta daha vardır: «Maktulün mensup larına yardım edileceğinden» bahsediliyor. Şimdi şu me_ sde de ortadadır ks, acaba bunlara kim yardım edecek­tir? Fakat lalamî hükümet kaim kılındıktan sonra, kimin yardım edeceği de belli olur. Bu yardım işâ, maktul kim­senin anlaşmış bulunduğu kimseler, yahut da aşireti ve kabilesi değildir. Yardım edecek olan Islâmî Hükümet ve onun adalet nizamıdır. Elbette ki, adaletin yerine gelme­si için Islâmî hükümet yardım edecektir.

10. Şurası da vardır ki, Islâmî hükümet kurulunca, bu hükümete mahsus olan usulün iktizası, «yetimlerin hak ve hukukunun muhafazası» da gözönünde bulundu­rulacaktır. Bunların korunması hususunda tedbirler alı­nacaktır. Bu tedbirlerin teferruatı Hadis ve Fıkıh kitap­larında mevcuttur. Sonra şu husus da vardır ki, îslâmî hükümet, bütün kendi ülkelerinde, İslâm kanunlarına göre hareket etmek yolunu tutacaktır. Korunmak için kimsesi bulunmayanları da korumak, yine îslâmî hükü­mete aittir. Nitekim Zat-ı Râsaletpenahileri Sallallahu Aleyhi ve Sellem buyurmuşlardır :

Bakıcısı ve koruyucusu bulunmayan kimsenin ba­kıcılığı ve koruyuculuğu bana aittir.

İslâm kanunları bu hususa geniş yer ayırmıştır.

11.  Du da sadece ferdî bir ahlak meselesidir. Mu­ayyen bir zaman için değil, belki İslâm devleti ayakta bu­lunduğu müddetçe, hem iç hem de,dış    siyasetin temel kaidelerinden biridir.

12.  Bu hidayet de sadece fertlerin birbirleriyle olan muamelelerine, alış verişlerine inhisar etmez. Belki îslâ­mî hükümet kurulduktan sonra bu işûı üzerinde durmak hükümet vazifeleri meyamna girer. Çarşı pazardaki ra­yici ölçü ve tartıları kontrol etmek,    bunların üzerinde durmak, ölçüye dikkat etmeyenleri cezalandırmak ve zor­la yola getirmek hükümetin    yapacağı işlerdendir.    Bu genâş usul şunun için konmuştur: Ticarette, alış verişte her türlü namussuzluk, hilebazlık    ortadan kalksın, hü­kümet de bu işi her zaman kontrol edip, hilebazlığa mey­dan vermesin.

13. Bu hususun da menşei şudur : Halk, kendi fer­dî ve içtimaî işlerinde «kat'î bilgi : ilim» yerine, zan üze­re yürümesin. îslâmî muaşeret usulünde bu noktanın ma­nası gayet geniştir. Bu nokta ahlâk, kanun, siyaset ve memleket intizamı, ilim, eğitim ve öğretim sistemi,   hü­lasa yaşayışuı her dalında gözönünde   bulundurulacaktır. Yoksa bundan doğacak olan fenalıkların ve kötülüklerin haddi ve hesabı olamaz. Kat'î bilgi yerine sadece zan ve vehim üzerine   hareket etmek insan    yaşayışını alt üst eder. Ahlakî meseleler de yine zandan ve şüpheden kaçın­mak lazımdır. Meselâ bir kimse    yahut da bir zümreyi sadece şüphe ve zan üzerine yakalayıp itham altında bu­lundurmak ve tahkik etmeden kendisine ceza vermek hiç bir şekilde doğru olamaz. Kanunlar da şunu ileri sürerler ki, kimse sadece zan üzerine ceza göremez. Ve şüphe üzerme de hüküm yürütülemez. Hatta cürümlerin tahkiki meselesinde de, zan ve şüphe üzerine bir kimseyi yaka­lamak, döğmek veya eziyet edip suç yüklemenin katiyen doğru olmadığı hakkında umumî kaide konmuştur. Ya­bancılar için de, tahkik edilmeksizin ve kat'î neticeye varılmak sızın, sadece zan üzerine ve ağızda dolaşabilen söz üzerine  hüküm  Verilemez.

Eğitim ve öğretim nizamında ilim denen şey zan üzerine yürütülemez, ilim ve bilgi hiç bir zaman, zan, -şüphe ve mesnedi olamayan kıyas üzerine -devam edemez. Bunların hepsi bir tarafa dursun, evham - perestliğin kö­künü kesmek için, iman sahiplerine şu husus öğretilmiş­tir : inanılacak şeyler ancak Allah ve O'nun Resulünün bildirdiği ilim ile isbat edilip inanılacaktır.

14. Bu fıkrada şu husus da bildirilmiştir. Kendini beğenmişler ve kibirliler ve kendilerini büyük sayanların yürüdükleri gibi yeryüzünde yürünmeyecektir. Bu hidâ­yet ferdî olmakla beraber aynı zamanda içtimaî ve millî bir meseledir. Bunların cemiyetçe haklan verilmelidir. İçtimaî yaşayışta, dert ortaklığı, .biribirine yardım, hak tanımanın ve hak vermenin ruhu tamamen carî buluna­caktır. Her akraba diğer akrabaya yardımcı olacaktır. Her kudret sahibi muhtaç insanların yardımına el uzata­caktır. Bir yolcu, bir köye veya bir şehire gelirse, o yerin halkı bu yolcuya karşı misafirperverlik gösterecektir. Muaşeret kaidelerindeki düşünce o kadar geniş ölçüde tutulmuştur ki, herkes kendinin ve kendi malının üzerin de diğer insanların hakkını hisseder. Bu yolda hizmet ederken hakkı yerine getirdiğini anlar. Yoksa birine iyi­lik yaptım diye o kimseye karşı minnet yüklemeğe kalk­maz. Bir kimse hizmet etmekte imkânsız durumda olur­sa özür diler. Hak Taalâ'dan fazl talebinde bulunur ki, Allah ona kudret versin de o da hizmet yolunda çalışsın.

Bu noktalar îslâmî doktrinin, sadece ferdî ahlak ta­limi değildir. Belki Medineye gelindikten sonra, muaşeret kaideleri ve hükümetin esas nizamı, bu doktrinler üzenne kurulacaktı. Burada farz ve nafile sadakalar içjin hüküm­ler vardır. Vasiyet, veraset, vakıf usulleri kararlaştırıla­caktı,   letimlşrin haklarının    muhafazası nazarı itibara alınacak, her yerden, her ülkeden gelen yolcuların barın malan göz Önünde bulundurulacaktı. Oradaki hükümlere göre en azından bir yolcu, on gün misafir edilecek ve ba­kılacaktı. Bunların ikisi de birbirlerinin    yanı başlarında yer alırlar. Du hidayet gelmemiş olsaydı, o zaman saadet devrinde Medine sokaklarında hükümeti kurmuş bulunan­lar, buyruk sahipleri, hükümetle    çalışan    kumandanlar, cebbarâne ve kibirli yaşayışla, ne yaptıklarını bilmez vazi­yetle, kendilerini dev aynasında görebilirlerdi. Bu hidaye­tin neticesindedir ki, hattâ savaş zamanlarında bile, onla­rın ağzından, kibir ve gurur ifade eden sözler çıkmamış­tır. Onların oturup kalkmaları, konuşup görüşmeleri, gî. yim kuşamları, barındıkları evleri ve yerleri,    bindikleri hayvanlar da tamamen mütevazı bir vaziyette idi. Islâmm bu ilk öncüleri fakir dervişler gibi yaşarlardı. Fatih ola­rak bir şehre veya bir ülkeye girdikleri zaman dahi, bobür lenmez ve halkın canına korku düşürmezlerdi.[523]

Bu hususların sonunda şu meseleye de işaret buyur­muştur: Men edilmiş bulunan şeye irtikap etmek, Hak Teâlanm indinde hoş karşılanmaz. Yahut da başka tabir­le Hak Teâlanın herhangi bir hükmüne karşı gelmek ve itaatsizlik etmek olup, beyenilmeyen şeylerdir. [524]

 

B. Îslâmî Hükümette Eğitim Ve Öğretim Usullerine Ait Kur'an-Î Hidayet.

 

Müminler hep birden savaşa çakmasınlar, o halde iç­lerinden her sınıftan bir zümre savaşa çıkmalı, bir kıs­mî da din üzerinde derin bilgi edinmeli, (fıkıh yürütmeli) tâ, ki, döndükleri zaman, kavmi ikaz etsinler.

Olur ki, onlar Allah'ın men ettiklerinden çekinirler.. Takva yolu tutarlar. (Tevbe, 122).

Bu âyeta kerimenin menşeini bilmek için aynı süre­nin 9 neu rüknündeki âyet-i kerimeyi de gözönüne almak lâzımdır. Buyuruluyor ki:

Bedevi Araplar, Allah'ın Resulüne nazil kıldığı hü­kümlerin ölçüsünü    bilmediklerinden, küfür ve nifakta şiddetlidirler. (Tevbe,  97).

Burada şu mesele ortaya konmuştur: İslâm ülkesi­nin şehirden uzak kalmış köylerinde yaşayan bedevi A-raplar, ekseriyetle küfür ve nifak hastalığına yakalan­mışlardır. Bunun sebebi de pek tabiîdir ki, cehaletleridir. İlim merkezi ile temasları olmadığından ve ilim ehlinin sohbetinden mahrum bulunduklarından, Allah Taalâ'nm emrettiği dinin ölçüsünü bilmezler ve bunun için de kü­für ve nifak illetine saplanıp kalmışlardır. Şimdi bura­dan şu anlaşılıyor ki, bedevileri ve köylüleri ;bu halde bırakmamak lâzımdır. Onları cehaletten kurtarmak gere­kir. Islâmî şuuru onların zihinlerine nakşetmek lâzımdır. Bunu yapmak için de bütün bedevî ve köylü Araplar te­ker teker Medineye getirmek ve onlara bu şekilde ilim Öğretmek icap etmez. Makul olan hareket, onların bu -hınduğu kö"lere bilgili kimseler göndererek, ilmi bulun­dukları yer1 Te götürmektir. Meselâ Medineden, Mekke'­den ve drğe ilim. ocaklarından bilgili kimseleri seçip, ka­sabalara,   k< ylere  gönderilmelidir.  Bunlar  köylülere  bügi. öğretip onlara Islâmî talimi öğretebilirler.  Nitekim, Zat-ı Saadetleri devrinde de böyle yapılmıştı.

Burada  îslâmî  hareketi kuvvetlendirmek  için  baş­ka bir hakikat daha vardır. îşin başında, islâm, Arap­lar arasında yepyeni bir şeydi.. îslâma karşı şiddetli bir muhalefet vardı. Bu hidayeti kabul etmek istemiyorlar­dı. Buna rağmen, o zaman îslâmı kabul etmek isteyen Araplar îslâmın mahiyetini öğrenmek için İnceden niceye sual soruyorlardı. Her cepheden bu yeni dini tetkik edi­yorlardı. Aklı selime ve temiz vicdanlara hitap eden bu îlâhî tebliğ, en kısa zamanda gönülleri teshir etmiş ve her yerden fevç fevç gelen    halk bu en mükemmel dine sarıldılar.  Islâmm bütün,     hususiyetlerine iman  ederek, onun yüklemek istediği farzları ve diğer hususları yük­lendiler. O sırada bir hayli kimse de îslâmı kabul eden­lerin suyuna kapılıp, titiz bir tahkike lüzum hissetmeden İslama girdiler. Yeni müslüman olan ülkelerin halkı ara­sında islâm hızla gelişti ve kuvvet buldu. îslâmın men­supları çoğaldı. Fakat buna rağmen bu ülkelerde tam bir îslâmî nizam kurulamamıştı. Bu ülkeler    halkının çoğu îslâmî şuura malik değillerdi,  islâm nizamının icap et­tirdiği ahlaka da sahip bulunmuyorlardı, Nitekim,     bu husus Tebük gazvesinde ortaya çıktı.    Tebiik gazvesine gitmeğe bunların çoğu hazır değillerdi. O zaman Hak Ta a'â işaret buyurup îslâmî hareketin genişlemesi için na­sıl hareket edileceğini bildirdi. Bunun    üzerine o zaman talim ve terbiye görmüş bazı kimseler muhtelif mamure* îere gönderilip, Îslâmı Öğretmek için vazifelendirildiler.. Bunların her biri tayin edilmiş bulundukları yerlere gi­dip vazifelerini ifa ettiler. Halk bu şekilde îslâmı öğren­di. Nihayet bütün ülkelerde îslâm şuuru doğdu ve AİiaH Taalânm hududunun ne demek olduğu anlaşıldı.

Bu mevzuda şu meseleyi de anlamak    lâzımdır ki, umumî eğitim ve öğretim hakkında âyet-i kerimede hü­küm vardır. Burada «umumî halk» : (Ammetünnâs) bah­si geçmektedir. Âyeti Kerimenin işaret ettiği, bilgi öğ­renmekten maksat, yalnız kitap okumak için, okuyup yazmak, öğrenmek değildir. Belki açıktan açığa mesele nin hakikati, âyetin devamında bildirilmiştir.

Halk din hakkında bilgi elde edeceklerdir. Bu husus­tan haberdar olup bilgi sahibi bulunacaklardır. Gayrı müslimâne yaşayışı bırakacaklardır.

işte Müslümanlığın, eğitim ve öğretimden maksadı budur. Allah Taalâ, daimî olarak bunu kararlaştırmıştır ki, her Öğretim ve eğitim nizamının asıl maksadı da bu olacaktır.

Buradan şu nokta da anlaşılmamalıdır ki, tslâm, halka sadece okuma ve yazma öğretmek istememiştir; dünyevî ilimlerle de alâkasızdır. Belki îslâmî eğitim ve öğretimin asıl hedefi, altını çizmiş bulunduğumuz yuka rıki. hususların tamamiyle tahaıkkuk etmesi için çalış­maktır.

Yoksa bir kimse kendi çağının Einstein veya Freud'ü olabilir. Fakat din anlayışından uzak kalıp da, gayrı -müslimâne yaşayış usulü takip ederse, o zaman îslâmî eğitim ve öğretim bu gibi kimseyi lanetle anar.

Âyet-i Kerimede bir cümle daha zikr edilmektedir:

«Din üzerinde derin bilgi edinmeli.»

Bu cümleden halk bir hayli yanlış mana anlamıştır. Bunun zehirli tesiri uzun bir müddet, müslümanlarm di­nî işlerinde belki dinî eğitim ve öğretimde kendisini gös­termiştir. Allah Taalâ o zaman

«Dinde derin bilgi edinmeli»

Diye buyurmuş olduğundan burada «din» den mak­sat sadece din ve fıkıh ilmi mi zan etmişlerdi. Halbuki burada «din bilgisi» demek, bu nizamda basiret sahibi olmak demektir. Yani «îslâmin dinî nizam» ında, bu niza­mın ruhunda, aslında bilgi edinmek, her cephesini,    her köşesini, Öğrenmek ve bilmek, aynı zamanda insan yaşa­yışını, bu dinî nizama tatbik etmesini becerebilmek sevi­yesi demektir. Fakat bunu bir tarafa bırakalım da, âye tin metnindeki «Fıkıh» kelimesinin üzerinde duralım. Hu­kuk ilmine ıstılah'da «Fıkıh» denir. Bu ıstılah gitgide îs­lâmî yaşayışta şekil alarak   (ruhun mukabili)   mufassal bir ilmin ismi olmuştur ki, halk İlâhî Ahkama mutabık olarak bu ilimle işlerini tanzim eder. Burada bir kelime iştiraki vardır.  İster İslâmî nizamın ruhu olsun, isterse îsîâmî kanunlarla yaşayışı nizama koymak olsun bu iş «tafakkuk» yani din ilminde derin bilgi edinmektir. Fa­kat yine de maKsadjn tamamı bu kadar değildir. Sadece asıl maksadın bir cüz'üdür bu. Bu yanlış anlayıştan, din sâîiklerine  de dinin  kendisine  de  bir hayli zararlar da doğmuştur. Bunları tetkik edip ortaya koymak istersek, koca koca kitaplar yazmamız icap eder. Şimdi biz sadece hatırlatmak için ancak kısaca şunu ileri sürmek isteriz ki, Müslümanın dinî eğitim ve Öğretimi dinîn ruhundan hali olursa, sadece dinin zahiri şekli teşrih edilmiş olur. [525]Bunun neticesinde bu eğitim ve öğretim cansız bir hey­kele benzer. Dindarlığın asıl maksadı da elde edilmiş ol­maz. İşte yanlış anlamanın en büyük şekli de budur. [526]

 

Vatandaşlık Ve Yabancılık Durumu.

 

A. Elbette ki, iman edenler, hicret edenler, malla-riyle ve canlariyle Allah yolunda savaşanlar ile bunfarı fc>arınd!ıran ve yardım edenler... Bunlar birbirlerinin ktr ruyııcusu ve yardımcılarıdır. İman edip de hicret e tine-

yenlerin ise, hicret edinceye kadar koruma mesuliyeti si­ze ait değildir. Bu müminler, din yolunda sizden yardım dilerlerse, sizinle arasında ahit bulunan bir kavme kar­gı, olmamak şartiyle yardım etmek »izin vazifenindir. El­bette ki, Allah sizin ne ettiğinizi görendir. (Enfâl, 72).

Bu âyet-i kerime îslâmî Anayasanın mühim bir mad­desidir. Burada şu usul gözönünde bulundurulmuştur ki, «velayet» :   (koruyuculuk, yardımlaşma ve bağlılık) yal­nız müslümanların arasında olacaktır. Yani Darül - İs­lâm dahilinde bulunanlar îslâm Devletinin himayesi  al­tındadır. Eğer bu müslümanlar, Darül - Islârnın dişinde iseler, o zaman hicret edip Darül İslama geleceklerdi:;< Bunun dışında îslâmî ülkelerin haricinde bulunan müv-lümanlara karşı yine kardeşlik vardır. Fakat onlara kar­gı «velayet»   :   (koruma)  yoktur. Yine bu şekilde hicret cdipde gelmeyen müslümanlar hakkında yine «velayet  : koruma»  yoktur.   Onların  da  darülküfr     vatandaşlığa terp edip, hicret edip, Darül1- İslama gelmeleri lâzun&r. «Velayet»    kelimesinin Arapçadan tercümesi    himaye etmek, yardım etmek, korumak, desteklemek, dostluk et­mek, yakınlık göstermek, himayesindekinin işi ile alâka­dar olmak ve bunun gibi mefhumlardır. Bu âyet-i. kerime üzerinde toplu olarak durulacak olursa, şu mana çıkar M, bir hükümet kendi vatandaşlarına, vatandaşlarda hü­kümete ve diğer vatandsjşlara karşı koruyucu durumda­dırlar. Bu itibarla bu âyet-i kerime,  «düsturî ve siyasî velayet»  :  Anayasa hükmüne göre siyasî koruma işini hükümet kendi ülkesinin hudutları iğine almış bulunu­yor. Bu hududun dışındaki    müslümanların korunması, yahut da himayeleri bu hükümetin vazifesinin  dışında bırakılıyor.  Velayetin mevcut olmamasının da bir hayli kanunî sebepleri vardır ki, biz şimdi bunların hepsinden bahs etmeyi lüzumlu görmüyoruz. Misâl olarak şu nok­taya işaret edelim ki, «Adem-i Velayet» e istinaden da­rül - küfr ile darül - islâm müslümanları birbirlerine vâ­ris değillerdir. Birisi de diğerinin kanunî velisi (Guar­dian) : «koruyucusu» da değillerdir. Islânıî hükümet böyle bir müslümana darül - küfür hemşehriliğinden ay­rılıncaya kadar, vazife ve memuriyet de veremez. Buna. göre Îslâmî devletin mesuliyeti, bu devletin içinde yaşa­yan müslümanlar içindir. Dış ülkelerde yaşayan müslü­manlar bu mesuliyetin altına girmemişlerdir. İşte bu du­rumu aydınlatmak için Zat-ı Risaletpenahüeri şöyle bu­yurmuşlardır   :

Ben müşrikler arasında oturan müsliraıanlarr kora-makla mükellef değilim.

Bu şekildeki Îslâmî müeyyide, uzun çekişmelere, kav­ga ve savalara müncer bulunan ve milletlerarası mese­leleri Karıştıracak olan bir meseleyi kökünden halletmiş; oluyor. Nitekim, bu gün bazı hükümetler de, kendi hu-düLıarı dışında bulunan ekalliyetlerin mesuliyetini üstü­ne almakla, ardı arkası kesilmeyen muharebelere meydan vermişlerdir.

Yukarıdaki fıkra ile darül „ îslâm dışında oturan müslümanlar «Siyasî Velayet» alâkasının dışında bırakıl­mışlardır. Fakat bundan sonra gelen fıkra bu vaziyeti izah ederek, dış ülkelerdeki bulunan müslümanlar bu alâ­kanın dışında olmalarına rağmen, onlarla tamamen alâ­ka kesilmez, denmiştir. Onlarla «dinî kardeşlik» mefhu­mu devam edecektir. Eğer onlara herhangi bir şekilde-zulm edilmiş ise, onlar da Îslâmî kardeşliğe istinaden, darül - İslâm hükümetinden veya darfül- İslâm ülkesi sa kinlerinden yardım isterlerse mazlum kardeşlere yardım etmek farzdır. Fakat bu husus biraz daha açıklanmalı­dır ki, bu din kardeşlerine yapılacak olan yardım, körü körüne yapılmış olmasın. Böyle bir yardım, milletlerarası mesuliyetleri, ahlâkî hudut ve ölçüler gö'zö'nünde tutula­rak yapılacaktır. Zulmeden kavmin, darül - islâm hükü­meti veya kavmi ile bir muahedesi varsa, o 2aman, bu muahedeyi bozacak şekilde bir yardım yapılamaz.

Âyet-i kerimede muahede yerine «misak» kelimesi kullanılmıştır. Arapça olan bu kelimenin kökü «vusûk» dan gelir. «Vusûk» demek, Ordu dilinde de kullanılan vu­sûk manasından başka bir şey değildir. Yani güvenmek, itimat etmek manasınadır. Misâk kelimesi de bir devle­tin diğer bir devlete karşı güvenlik içinde Bulunmasıdır. Meselâ aramızda muharebe yoktur denir. İster açık bir şekilde saldırmazlık paktı yapılsın, isterse açık olarak saldırmam azlıktan bahs edilmesin. Güvenilir bir hâl bu­lunursa buna «misâk» vardır, denir.

Sonra âyet-i kerimenin metninde «sizinle onların ara­sında bir misak» dan bahs ediliyor. Bundan da gayet açık bir şekilde anlaşılıyor ki, darül - İslâm hükümetinin her­hangi bir gayrı Islâmî hükümet ile sadece yazılı veya sözlü paktı değil, bu hükümetin kavmî milleti ile diğer bir millet efradı arasında bulunan mutaarref anlaşmalar da bunun dairesi içindedirler. Islâmî şeriat katiyen şu me seleye cevaz vermez ki, Müslüman Hükümet başka h'x hükümetle veya müslüman hükümetin fertleri başka bir hükümetin fertleri ile anlaşma yapmış olsunlar ve bu inlaşmanm mesuliyetini de yüklenmiş bulunsunlar. Hu vt'a ya müslüman hükümet yahut da bu hükümetin fert­leri silkinip bu mesuliyeti omuzlarından atıversinler. El­bette ki, darül - İslâm hükümetinin muahedelere bağiı bulunması sadece bu hükümetin ülkesi hudutları dahilinde bulunan müslümanlara ait olur. Diğer ülkede bulu­nan müslümanlara ait değildir. Bu şekilde «Hudeybiye sulhu sırasında, Nebî Sallallahu Aleyhi ve Sellem,   Mekke kâfirlerine bu şekilde muamele etmişti. O zamanki anlaşmanın mesuliyeti Hazret-i Ebu Busayr ve Ebû Cen-del'in ve diğer darül , İslâm dışında yaşayan müslüman-larm üzerine yüklenememişti. [527]

B. Bir kavmin hıyanetinden korkarsan (ahitlerini) açıkça onların karşısına çıkar.

(Enfal, 58)

Bu âyet-i kerimeden anlaşıldığına göre, herhangi bir şahıs yahut da bir zümre ile muahedemiz olduğu takdir-^ de, onların bu muahedeye sadık kalmadıklarından şikâyet etmek, yahut da bize karşı bir hiyanet yolunu mu tut­muşlar diye endişeye düşmek, bizim için caiz olmaz. Ara­mızdaki muahedenin hükmü kalmamış veya ortada ıbir muahede yokmuş gibi hareket etmek de doğru değildir. Ancak karşı tarafın muahedeyi bozmak yolunda oldukla­rını tavrı hareketlerinden sezdiğimizi daha Önce onlara. bildirdikten sonra, artık aramızdaki muahedenin yürür­lükte olmadığını ve kendi tutumları yüzünden muahede şanlarının ortadan kalktığı ifade edilecektir.

Bu emri İlâhiye istinaden Zatı Risaletpenahileri, Is-lamın milletlerarası siyaset usulünde şu esasa ait kararı bildirmişlerdir :

Bir kavim ile arada muahede bulunursa, bu muahe­denin müddeti bitmiş olmadan daha önce, muahede bo­zulmayacaktır. Muahede hükümlerinin devam edeceği ve­ya fesh edileceği karşı tarafa bildirilecektir.

Zatı Saadetleri şu mühim kaideyi de gözönünde bu­lundurmuşlardır :

Sana hıyanet edene hiyanet etmeyeceksin.

Bu usul sadece bir öğüt olarak ve kitapları  süslenıek iğin konmamış, bu usul yaşayışta amelen bağlı bu­lunulacak bir usuldür.

Nitekim bir ara emîr Muaviye Rum'a saldırmak maksadiyle, Rum hududuna ordunun toplanması için emir vermişti. Muahedenin bitmesine de daha bir müddet za­man vardı. Nitekim bu durumu gören ve Sahabî olan. Hazret-i Amr ibn-i Anbese Radıyallahu anh, ihticacda bulunarak, Resulü Ekremin hadisi şerifini ortaya koyda ve bu hususta ısrarla durdu. Nihayet Muaviye Hazret-*: Amr'in sözlerine boyun eğmek zorunda kaljiı ve ordunua toplanmasından vaz geçildi.

Bir taraflı muahedeyi feshederek, harp ilân etmek­sizin karşı tarafa saldırmak eski câhiliye devrinin usulü­dür ki, zamanımızda modern câhiliye mensupları arasın­da da bu usul pek rağbettedir. Nitekim bunun en yeni misallerinden birini ikinci dünya savaşında gördük. Al-manlaran Rusyaya, İngilizlerle Rusların îrana saldırışları mevzaumuzun canlı örneklerindendir. Umumiyetle bu münasebetsiz tutuma, saldırıdan önce kargı tarafı haber­dar edersek, o zaman karşı tarafı uyarmış oluruz, onlarda karşı koyabilir, düşüncesi bahane edilmektedir. Fa­kat bu gibi bahaneler ahlâkî mesuliyeti ortadan kaldır­maz. O idarecileri de günahtan kurtaramaz.

Her hırsız, her yol kesen, her zina eden ve her katil ve her düzenbaz, yaptığı cürümlere bu gibi bahaneler uy­durur. Şimdi işin tuhafı şudur ki, Milletler camiasına mensup milletler kendi aralarında bu gibi ahlaksızlıkları caiz sayarken, fert olarak bu ülkelerde yaşayan vatan­daşları böyle bir ahlaksız yaparsa onları, mücrim adedi-yorlar.

Burada şu noktayı da bilmek zarureti vardır ki, îs-lâmı kanun sadece bir hususta haber vermeksizin saldı­rıya müsaade edilmiştir. Kam taraf, anlaşmayı bozduğunu bildirmeksizin bize karşı düşmanca hareketlere giri, şir ve saldırmağa hazırlanırsa, o zaman biz de artık yu­karıdaki âyet-i kerimenin medlulünün haricine çiKtmş oluruz. Başka bir hükme girer ve düşmana haber ve^ue-den saldırabiliriz.

İslâm Fakihleri bu istisnaî hükmü, Nebî Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in şu hareketinden istidlal ediyorlar. Kureyş. Beni Huzâa vakasında açıktan açığa Hudeybiye sulhu anlaşmasını bozdular. O zaman Zat-i Saadetleri de muahedeyi hükümsüz kıldıklarına dair karşı tarafa ha­ber vermeden, Mekke üzerine hücuma geçilmesi için emir buyurdular. Fakat biz bu istisnaî 'kaideden faydalanmak istersek, o zaman bütün ahvalde Zat-ı Saadetlerinin bü­tün tavrı hareketlerini gözönünde bulundurmam iz icap eder. Hadis ve Siyer kitaplarında bu meseleler etraflıca anlatılmış tu*.

1. Kureyşin muahedeyi bozduğu o kadar açık bir gerçekti ki, itiraza   mahal   hiç   bir   husus yoktu.   Bunu Kureyş de itiraf ediyordu.    Kendileri muahedeyi yenile­mek için Ebu Süfyanı Medineye göndermişlerdi. Bu da ortada bir muahede hükmü kalmadığma dair açık bir de­lildir. Muahedeyi bozmuş olan karşı tarafa da acaba bi?. de bu muahedeyi bozalım diye sormaya lüzum kalmaz. Aslında muahede kendiliğinden bozulmuş bulunuyordu.

2. Onlar tarafından muahede bozulduktan    soara, yine Zat-ı Saadetleri, tarafından bu 'kavim yine muahid kavim olarak düşünülmüştü. Fakat Ebu Süfyan, Medine­ye gelip de Zatı Rdsaletpenahilerinden, muahedeyi yenile­mek talebinde bulununcaya kadar da Zatı Saadetleri mu­ahedeyi resmen bozulmuş    saymamışlardı.    Fakat Ebu Süfyanın bu teklifi muahedenin bozulmuş olduğunu mey­dana koydu ve Zatı Saadetleri de yenilemeği kabul bu-yurmadılar.

3. Kureyş aleyhine muharebeye girişmek açık ola­rak belli idi. Zatı saadetleri, hiç bir zaman altatıcı işlere tevessül edecek bir zat değillerdi. Sallallahü Aleyhi ve Sel-lam, zahirde dost görünüp sulh iddiasında bulunupda gizli­den gizliye harp yolunu tutan bir idareci değildi.

Bu mesele Nebî Sallallahü Aleyhi ve Selîem'in işveyi hasenesi (en güzel örnek) tir. Bu hadisede yukarıdaki a-yetin umumî hükmünü bozmanııştır

Milletlerarası ihtilaflarda bir çok konuşma, görüş­me ve hatta üçüncü bir devletin aracılığına-rağmen, yine­de kuvvetli tarafın haklı çıktığını görüyoruz. Bu bakım­dan bizim de kuvvet kullanmamız caizdir. Fakat yukarı-ki âyetin medlulüne gelince, ahlakî bir ilândan soara, kuvvet kullanmamız icap eder. Gizli ve saklı olarak mu­harebeye girişmek ve barışta imiş gibi görünüp savaş yolunu tutmak ahlaksızlığım İslâmî tâlim bize öğretmemiş tir. [528]

C. Bundan böyle onları savaşta ele geçîrirsen ken­dilerini korkut olur ki, arkalarından gelenleri düşündü­rürler.

(Enfal, 57).

Bu âyet-i kerimeden anlaşılan mesele şudur: Mua­hede yaptığımız bir kavim, muahede kaidelerine uymaz da tesbit edilen şartları ihlâl ederek bize karşı savaş açarsa, o zaman bizim de muahede şartlarını -bir tarafa atarak, savaşa girmek hakkımız olur. Aynı şekilde ara­mızda muahede bulunan başka bir kavim, bizim düşma­nımız olan kavimle bir anlaşma yoluna gidip de, bizim aleyhimize onlara yardım ederse, o zaman, bu kavimle de daha evvel yaptığımız muahedenin hükmü kalkmış olur. Nitekim bu kavmin fertleri de fert olarak, kendi

kavimlerinin bağlı bulunduğu muahedelerin hilâfına ha­reket ederlerse ve bizimle savaşan kavme yardımda bu­lunmak ve onlarla birlikte bizim aleyhimize çalışmak yo­lunu tutarlarsa, o zaman yine, bunlarla -yaptığımız mua­hedede yazılı bulunan can ve mal muhafazasından mesuı olamayız. [529]

D. Eğer onlar sulha temayül gösterirlerse, sen de sulha yanaş. Allah'a da tevekkül et. Elbette ki, O bilen w duyandır. Yoksa sana hile yapmak isterlerse, elbette Kî, Allah sana yeter... (Enfal, 61 - 62).

Yani, milletlerarası meselelerde korkakça bir usul takip etmiyeceksiniz. Allah'a güvenecek ve cesaretle orta­ya atılacaksınız. Düşman ne zaman sulh kapısı açmak is­terse, siz de bu teklife yanaşacaksınız. Fakat bu sulh teklifi iyi niyete dayanmayıp da bir hileye matuf yapıl­mak isteniyorsa, o zaman yine siz Allah'a güvenip, ce­saretle karşı koyacaksınız. Öyle bir harekette buluna­caksınız ki, hile yoluna giden hilekâr düşman, bu hile ile sizi  kandırıp yumuşatarak aldatmasın.  [530]

Yukarıdaki sahifelerde, Kur'an-ı Kerimin siyasî mef^ humlan ve îslâmî hükümetin milletlerarası mevzularda-ki 'usullerinin esasları anlatıldı. Kur'an-ı Kerim yaşayışın her dalma ait açık hidayetler getirmiştir.. Müslümanlara da ferdî ve içtimaî muamelelerde ve meselelerde bu hida­yetleri gözönünde bulundurmak farz olmuştur. Bu bida­yetlerin aydınlığı altında muamelelerini yürütmelidirler. Böyle yapmakla ancak, onlar kendi din ve imanlarının muktazayatını tamamlamış olurlar. [531]

 

BAB : 16

 

Nihayet Mevlânâ Mevdûdl Sahih aşağıda bahs edeceğimi» makaleyi de Ali Garh Müslim Üniversity : (Ali Garh lafâm Üni­versitesi) İslâm tarih ve medeniyeti encümeninin daveti üzerine Istiriçî Hal'da, 12. Eylül. 1940 da okumuşlardır. Bu makalede o zamanın hususi ahvaline ait bulunan bahisleri çıkardık, diğer hu­susları muhafaza ettik. Bu husiuflar İslâmf hükümetin ayakta tutunması ve devam etmesinin durumu Ue alakalı ve bu hüküme­tin   çalışma   tarzı   hakkında   malûmat   vermektedir. (Hazırlayıcı) [532]

 

İslâmî İnkılabın Yolu

 

İslâmî hükümetin keyfiyetini Öğrendikten sonra, bu hükümeti maksada ulaştırmanın yolu nedir, diye düşü­nebiliriz. İşin başında arzettiğim gibi, herhangi bir ca­miada bu şekilde fikrî, ahlakî, medenî sebepler ve hare­ketler mevcut olursa, böyle bir hükümet ortaya çıkabi-Iir. Söylediğimiz gibi, bir limon çekirdeğini toprağa di -kerseniz, bu çekirdek büyüyüp ağaç olduktan sonra bun­dan enbe (Hint - Pakistanda yetişen bir meyvedir) mey­vesi alınamaz. îslâmî hükümet de bunun gibi bir mucize olarak ortaya çıkamaz. Bu hükümetin ortaya çıkması için, onun temeline ait hayat nazariyesi, yaşayış maksa­dı, ahlak ölçüsü, hareket tarzı, Islâmın mizacına uygun bulunmalıdır. Onun lideri ve önderi, memurları, işlerini İdare edenler, tam manasiyle İslâm anlamını kavramış bulunmalıdırlar. Sonra kendi çalışmalariyle cemiyet için­de bu zihniyeti ve bu ahlakın ruhunu yaşatmalıdırlar. Daha sonra bu temel üzerine eğitim ve öğretim için yeni bir sistem hazırlayıp, tslâmın karekterine göre a-dam yetiştirmelidirler. Müslüman alim, müslüman felse­feci, müsilüman tarihçi, müslüman maliyeci, müslüman iktisatçı, müslüman hukukçu, müslüman siyasetçi ve hü îâsa olarak, her mevzuda ve her hususta îslâmı gerçek manada kavramış, İslama bağlı elemanlar cemiyeti çepe­çevre kuşatmalıdır. Bunlarda şu kudret de bulunmalıdır

ki, dünyanın Allah'ı bilmez ve iman mahrumu fikir ön­derleri karşısında, kendi düşünce ve fikirlerini müdafaa edip, üstün seviyelerini (Intellectüal Leader ship) isbat edip ortaya koymalıdırlar. Fikrî ve aklî bakımdan, aym zamanda amelî olarak da bu dünyadaki yanlış yaşayış nizamına karşı çetin bir mücadele kabiliyetleri olmalıdır.

Böyle bdr çalışma ve mücahedede, sıkıntılara, musibetle­re, üzüntülere, eziyetlere ve her türlü fedakârlıklara gö­ğüs gerebümelidirler. Sebat ve azimleri ile hulusu niyet­lerini isbat kudretine haiz olmalıdırlar. İmtihan ve dene­melerin karşısında mihenk taşına vurulan saf altın gibi oiup, bozuk ayarları ortaya çıkan kimselere benzememe­dirler. Mücadelelerinde kendi fikir ve fiillerini, kendi ideolojilerine göre ortaya koymalıdırlar. Onların her sö­zü, her işi, temiz, garazsız, doğru - düzgün olmalı ve Al­lah'tan korkup, insanlığın kurtuluşu için çalışmalıdırlar, tnsanlık için adalet ve güven yolunda gitmelidirler. Fit. ratın cemiyet içinde doğurduğu bütün hususiyetlerde bu iyilik usulü üzerinde durmalıdırlar.

Aşağılık ve düşük karakterli kimselerin baskılarına karşı koyabilecek bir mizacın sahibi olmaları bilhassa şarttır. Halkın düşüncesinde inkılabın zihniyeti yerleş-melddir. İçtimaî yaşayış için hükümetin hususî nizamını koruyabilip, cemiyeti buna göre hazırlanmasını bilmele­ri icap eder. Yanlış ve sapık nizamları kaldırmak ve de­ğiştirmek cesaretinde bulunmaları lâzım gelir. Böyle bir nizama göre, hükümet kurulduktan sonra, bu hükümeti yürüten en küçük memurundan en büyük idarecisine ka­dar herkesin bu nizamın memuriyet vasıflarını göster­mesi lazımdır.

Muhterem dinleyiciler!

Bu inkılabın ortaya çıkması ve bu hükümetin kuv­veden fule gelmesinin yolu budur. Biz ancak bu vasıflara ulaşabilmiş bir kuruluşa Islânıî hükümet diyebiliriz. Siz­ler, limî hüviyeti olan şahsiyetlersiniz. Elbette ki. dünya­da bir şu kadar inkılabın olduğunu teferriiatiyle bilmek tesiniz. Şimdi şurası sizce açıktır ki, böyle hususiyetleri olan bir inkılap hareketinin ön saftaki lideri, fikir adam­ları ve bu davanın mensupları bu hükümetin   keyfiyetine

göre bir anlayış seviyesine, medenî ve ahlakî bir düşün­ceye yükselmiş olmaları gerekir.

Fransız inkılabında da kendine has ahlakî ve fikrî se­bepler vardır. Bu vasatı Voltaire, Rausseau, Montesque ve diğer fikir adamlara hazırlamışlardı. Rus inkılabını da Marks'm, Lenin'in ve Trostski'nin fikri ve amelî önder­likleri ve onlar gibi çalışan binlerce kimse meydana ge­tirmiş ve sosyo-komünist nazariyesi üzerine devlet kun4. .muştur. Almanya'nın nasyonal sosyalizminin de kendine göre, ahlâkî, ruhî, medenî zemini vardır ki, bunun da kök ve esası Hegel'in, Fişte'nin, Nitschea'nin, Goethe'ndn ve diğer Alman mütefekkirlerinin fikirlerine istinat eder. Sonra Hitlerin liderliği ile ortaya çıkmış oldu.

Aynı şekilde Islâmî inkılâbın da bir esas nazariyesi vardır. Fakat bu nazariyenin muharriki, Kur'an-ı Keri­min nazariyeleri ve tasavvurlarıdır ki, Sdyretj Muham-rciediyenin Sallallahu Aleyhi ve Sellemin üzerine istinat eder. Neticede içtimaî yaşayışın zihnî, ahlâkî, ruhî ve medenî temelleri de bunun üzerine istinad edip, diğerle­rini tamamen değiştirir. [533]

 

islami inkılabın yolu

 

Bu makalede, zatı alilerinizin karşısında şu davayı {process) açıklamak istiyorum ki, bunun neticesinde Is­lâmî Hükümet bütün açıklığı ile vücud bulacaktır. [534]

Seçkin bir ilim ehlinin huzurunda bulunmam dolayı-siyle, benim için bu hakikati izah etmek hususunda faz­la vakit sarf etmek zarureti yoktur. Hükümet nasıl bir keyfiyette olursa olsun, (uydurma bir usul olmamak şar-tiyle) kurulabilir. Bahis mevzuu olan hükümet, en sağ­lam usullere istinat ettiğinden, istendiği zaman başka bir şekle .veya istenmediği zaman başka bir şekle konacak bir şey değildir. Böyle bir kuruluşun ortaya çıkması, iç-aınaî, ahlâkî, ruhî, medenî ve tarihî sebeplere dayanması pek tabiîdir. Bunun için bazı iptidaî meselelerin hazırlık­ları (Pre-requisites) ve bazı fıtrî iktizaların bir araya ge­lip hazırlanmaları lâzımdar ki, bunların neticelerim man­tıkî vaziyette görüp, mukaddematı (Prqmises) bunun üzerine tertiplemeniz mümkün olabilsin. Nitekim, kimya ilminde, bir kimyevî terkibi, daima bu terkibin teşkil et­tiği unsurlarda aramak lazımdır, işte içtimaî işler de böyledir, içtimaî işlerde de hal ve vaziyetin iktizasına gö^ re, fertlerin bir araya gelmesi bir camiayı teşkil ettikle­rini gösterir. Bunun neticesinde de hükümet kurulur. Sonra hükümet vaziyetini ve yürüyeceği yolu tayin eder. Bu şekilde işin mukaddimesinin başka ve işin neticesi­nin başka olmasına da dmkân yoktur. Meselâ, yine kim­yadan misâl verelim. Bir elmanın hususiyetleri başka ve onun terkibindeki hususiyetler başka olamaz. Aynı şe­kilde dikilen bir limon çekirdeğinden enbe (Hint - Pa-kistanda yetişen güzel kokulu bir meyve) fidesinin ye­tişmesine imkân yoktur. Yine mümkün değildir ^ki, bir millet bir zihniyet tahtında teşekkül etsin de sonra bu camia başka bir zihniyette bir hükümet ortaya çakarsın.

Fakat burada başka bir mesele vardır: Cemiyet ida­reci bâr kadro tarafından zorlanırsa (Cebriyet) : (De-terminism) bu zorlama ve cebrilik insan iradesini yok eder ve ortadan kaldırır. Şüphesiz olarak, böyle bir dik­ta ve zorlama olmaksızın, hükümetin şekil ve keyfiyeti­ni fertler ve fertlerden meydana gelmiş bulunan cemaat­ler tayin ederler. Bu tercih    onların istek ve iradesine bağlıdır. Aslında bu da sabit olmuş bir meseledir ki, hü­kümet nizamını ortaya  koymaktan maksat,  fıtrata  uy­gun düşen sebepleri bir araya getirmek ve fertlerin yani milletin ihtiyaçlarını gözönünde bulundurmaktır. Bu ba­kımdan, böyle bir işde fertlerin karakterlerini harekete geçirmek icabeder. içtimaî ahlakı meydana getirmek ve fertleıi terbiye etrr^k zarureti hasıl olur. O zaman hü­kümet nizamı fıtrata uygun bir şekle girip yürür. Bütün bu sebepler ve amiller bir araya geldikten sonra ve uzun çalışmalardan sonra, hükümet nizamı kuvvet ve kudret elde edebilir. O zaman millet için de başka bir nizam al-fcnria yaşamak bir hayli zor ve müşkül olur. Nitekim, ağaç koküyle ayakta tutunur. Ve kökün varlığına daya­narak gelişir, büyür ve sonra meyve verir, gimdi biraz, düşününüz, hükümetin başında bulunanlar   ferdi   haysi­yetleri itibariyle, içtimaî vaziyetleriyle ve aynı zamanda, ahlâk  nazariyöleriyle bir  yaşayış     nizamına  bağlanmış olurlarsa, imkân mı vardır ki, böyle bir vasatta, başka / bir  yaşayış nizamı ortaya çıksın.  Bunun aksini düşün­mek, boş hayalden, boş düşünceden ve boş işten başka, bir şey değildir ve olamaz. [535]

 

Îslâmî Hükümetin  Hususiyetleri

 

Şimdi, îslâmî hükümet dediğimiz kuruluşun hususi­yetlerinin ve keyfiyetinin ne olduğuna bakabiliriz.

Burada îslâmî hükümeti, diğer hükümetlerden ayı­ran mümtaz bir hususiyet vardır, islâm hükümeti, diğer hükümetlerin zıddına ve aksine olarak, kavim-perestlik^ milliyet-perestlik ve doğum yerine bağlı .bulunmak grbî hususlardan tamamiyle uzaktır. Böyle bir hükümet reji­mi tamamiyle kendine mahsus olan sıfatlar taşır ki, bu­na İngilizce istilanda  (îdeological State) denir. Şimdiye kadar dünya böyle bir hükümet rejiminden haberdar de­ğildir. Bu tarz bir sistemi de bilemez. Çünkü böyle bir rejimi görmüş değildir. Eski çağlarda, halk sadece bir hanedan ve yahut da bir zümre hükümeti biliyordu. Da­ha sonra ırkçılık esasına dayanan bir hükümet rejimi­ni benimsediler. Fakat usule bağlı yani belli prensiplere göre hareket eden bir hükümeti kabul etmek, ırkçılık ta­assubundan sıyrılmak ve yalnız kanunlarla iş gören bir hükümeti u Çimmek ve tasavvur etmek zihinlerin kabul edebileceği bir husus değildi. Çünkü böyle bir şey hıris-tâyanlık akidesinde de mevcut olmadığı gibi diğer sistem­lerde de böyle bir idealden eser yoktu. Bu bakımdan o .zamanki vasatta usule bağlı bir hükümeti düşünmek hi­le mümkün olmuyordu. Nihayet Fransız inkılabı vuku bu­lunca prensiplere de dayanan bir hükümet fikri de orta­ya atılmış oldu. Fakat bu düşünceler de nasyonalizm — milliyetçilik idealinin karanlığına gömülüp gitti. Sonra da sosyo-komünizm nazariyeleri kendini gösterdi. Bu na­zariye üzerine bir hükümet kurulması fikri de belirdi. İş tatbikat sahasına dökülünce başka türlü bir nasyona­lizm ortaya çıktı. Böylelikle bu noktaya kadar gelen bu -akım da neticesiz kaldığı gibi, başka şekillere girdi ve aslî heyetini  kaybetti.

Görülüyor ki, dünya tarihinin başından günümüze iadar gelip geçen sayısız hükümet rejimleri iğinde yal­nız İslâm hükümet rejimidir ki, her türlü millî, kavmî ve toprak şaibelerinin üstüne çıkarak tertemiz bir vaziyette kalabilmiş ve sadece ideolojiye dayanan bir hükümet re­jimidir. Daveti bütün insanlık içindir. Böyle bir kuruluş ancak bu ideolojiyi kabul eden kimseler tarafından mey­dana getirilebilir ve milliyet esasım üstünde olan insanlık esasına göre bu bina yükseltilir.

Böyle bir hükümet emsalsiz ve benzeri görülmemiş bir şey olduğundan, dünya halkı bilmeden daha doğrusu koru körüne bu kurtuluş rejimine karşı koydular. Yalnız, gayrimüslimler değil, hattâ müslümanların kendileri bi­le bu İlâhî hidayetlerle kurulan örnek nizamın mutazam-ıiiiiı olduğu hususları (İmptlications) anlamaktan âciz î<i" er. Müslüman ülkelerinde yetişip gelişenler bile içti­maî hususlarda Avrupai düşüncelerle yetiştiklerinden,, Avrupanm siyasî ilimlerine (Social Sciences) kapılmış­lardır. Bunun için onların da zihinleri böyle bir şeyi an-la;.niktan ve kavramaktan âcizdi. Ne kadar yazıktır ki, müslüman ülkelerinin çoğu son zamanlarda hürriyetleri ii elde ettikten sonra dahi kendilerine hükümet plânı olarak Millî Hükümet (Naztioan State) den başka bir plân dü­şünemediler. Maalesef bunların düşüncelerinde îslânıî ilim ve düşünce ve «Usulî Hükümet» rejimi bir türlü yerleşemiyor. Bütün İslâm dünyasında karışık ve Arap saçma dönmüş bir usul tatbik edilmek isteniyor. Halk ise îslâmî hükümetin sadece ismini biliyor. Fakat bu zaval­lılar da böyle bir kuruluşun ne şekilde olabileceğini ve ne şekil alabileceğini akıllarından bile geçiremediklerinden mecburi olarak Millî Hükümet rejimine sarılıp kalıyorlar. Milliyetçilik düşüncesi (Natio analistic ideology) nin pe­şine bilerek veya bilmeyerek takılıp gidiyorlar. Düşüne­bildikleri program da yine milliyetçi hükümet esasına da­yanan bir hükümet programıdır. Halk, ümmet, cemaat,, millet, milliyet, emire itaat gibi Îslâmî ıstılahları söyle­yip duruyor. Fakat esas fikir itibariyle bunların hepsini milliyetçi ve ırkçı ıstılahlara göre ifade etmektedirler. Gayrı - îslâmî kumaştan Îslâmî elbise yapıp giyinmek istiyorla.".

Usulî hükümetin keyfiyetini anlamış bulunuyorsu­nuz. Şimdi biraz daha dikkat edip şu meseleyi de anla­mak lâzımdır ki, bu düşünce, bu hareket şekli, bu amelî program ve bu noktanın başlangıcı, 'bu iş içdn bîr mesele teşkil edemez. Nerede kaldı ki, bu zümre ile işi halledp, vaziyet sağlam bir şekle konabilsin? Doğrusu şudur ki, yukarıda saydığımız hususların îıer biri ayrı ayrı, bir ke­ser mahiyetindedir ki, bunlar bahsettiğimiz usulî hükü­metin kökünü baltalarlar.

Usulî hükümetin esası, kavimlere ve kavmiyetlere dayanmaz. Sadece insanlığa İstinat eder. Burada, her kim H usulü kabul ederse, bu usule bağlanırsa, bu hüküme­te iştirak eder. Kabul etmeyenler de'sekilip gider. Şim­di düşünenin bir kere, zihnini, lisanını, tavır ve hareke­tini ve her şeyini milliyetçilikle yoğurmuş bir kimse, na­sıl olur da bu insanî usulü kabul edebilir? [536]

 

Hilâfeti Islâmiye ;

 

İslâmî hükümetin ikinci hususiyeti de böyle bir hü-ikûmette esas hâkimiyetin Allah Taalâya has olduğudur, tslâmî hükümetin esas nazariyesinde [537] mülk Allah Ta-Taala'nın halifesi olmak hasabâyie yine Allah Taala'nm gi bir şahıs, yahut hanedan, herhangi bir zümre veya kavim belki bütün insanlığın dalıi bu hâkimiyetle bir il­gisi (sovereignty) yoktur. Hüküm vermek ve kanun yap­mak da mahza Allah Taala'mn hakkıdır, tnsan, Allah Taala'nm halifesi olmak hasebiyle yine Allah Taala'nm hükmettiği kanunları olduğu gibi tatbik etmek mevkiin­dedir. Hükümetin sahih durumu da bundan başka bir şey değildir. Bu da iki şekilde izah edilebilir, la, insan doğ­rudan doğruya, Allah tarafından olan Kanun ve Düstur il e hükümetin başına getirilir. O'nun hilafetine bütün insanlar hep bir arada iştirak edip imanettikleri ve tabî oldukları kanunları yürütmeğe hazırlanırlar. Bu işde bu insanlar topluluğunun her ferdi teker teker Allah Ta-alâ karşısında mesul olurlar. Çünkü Hak Taalâ aşikâr veya gizli her şeyi bilir. O'nun ilminden hiçbir şey gizli değildir. O'na karşı yalan uydurulup da söylenemez. Hi­lâfetin mesuliyeti bize tevdi edilmiş olduğuna göre, bu, şu demek değildir ki, biz istediğimiz gibi hüküm verelim de istediğimiz gibi bu hükümleri yürütelim. Halkı kendi­mize köle yapalım. Onların başlarını kendi karşımızda eğdirelim. Halktan vergi alalım da kendimiz içjin saray­lar yapalım. Hakimane salahiyetleri kullanarak kendi keyfimize bakalım. Bu salahiyetleri, kibir ve bencilliğimi­ze alet edelim. Biz şu hususların gerçekleşmesi için Allah Taala'nın kanunlarına bağlı bulunup bunları yürütmeğe çalışırız: Bu kanunların carî ve nafiz olması için hiç bir şekilde kusur etmemeğe çalışmak. Eğer bizim bu yolda bir kusurumuz veya garazımız, hevayı nefse tabi olup ta­assup, taraftarlık, dinsizlik ve densizlik için girerse, o zaman Hak Taala'nm adaleti karşısında ceza göreceğimi­ze inanmak. Dünyada bu cezayı görmezsek de ahirette mutlaka göreceğimize hakkiyle kani olmak.

Bu nazariye ve bu plana göre bu bina kurulur. Bu binayı bir ağaca benzetelim ki, bu ağacın en ufak dalla­rının en ufağına kadar her şey dünyevî hükümetlerden (Secular States) tamamen aymdır. Bunun terkibi, bunun mizacı, bunun fıtratı böyle şeylerle karışamaz. Bu bina­nın devam etmesi ve bu ağacın gelişmesi için, hususî bir düşünce, hususî bir zihniyet ve hususî bir tavrı hareket lâzımdır. Bu hükümetin siyaseti, bu hükümetin ordusu, bu hükümetin adliyesi, bu hükümetin maliyesi, bu hükü­metin vergi usulü, bu hükümetin inzibat işleri, bu hükıt metin harici siyaseti, sulh ve harp tutumu ve baştan sona kadar her işi dünyevî hükümetlerden tamamen ayrı olmalıdır.

Burada adalet işlerine bakan hâkim, burada daniştay baş hâkimi, adliye müşavirleri diğer    hükûmetlerinkine benzemez. Hattâ polis müdürü ve en yüksek inzibat âmi­ri bile farklıdır. Bu hükümetin kumandanın hattı hare­keti de diğerlerine benzemez. Hariciye nazırları da siya­set düzenbazlığını bilmezler. Hülâsa, bu hükümetin işle-^ rini yürütmeğe iştirak eden bütün halk efradı, ahlâkî ve zihnî terbiye bakımından bu hükümetin takip ettiği yola uymalıdırlar. Islâmî    hükûrnetn    vatandaşlarından tutun da, idareciler, iş adamları, hâkimler,  direktörler,     ordu kumandanları, sefirler, nazırlar, hülâsa içtimaî yaşayışın bütün unsurlarını teşkil  eden elemanlar,  bir makinanın bütün parçalan gibi tamamen birbirine intibak etmelki'r. Bir makinanın parçalan gibi birbirleriyle ilgili olan îs-lâmî hükümetin halkının kalblerinde Allah korkusu  bu­lunmalı ve Allah Taalânın    karşısında    mesuliyet hissi drymalıdırlar. Bu hükümeti yürüten en ufak memurun­dan en büyük makamlarda bulunan idarecilere    kadar aer şahsın ahreti dünyaya tercih eden kimselerden olma:-sı lâzımdır. Böyle bir nizam altında yetişip terbiye gör-meîeri lazımdır. Onların nazarında ahlakî ilerleme Ölçüsü dünyevî menfaatten çok yüksek    olmalıdır.    Hükümetin esas gayesi olan insanlığın yükselmesini gözönünde    tut­malıdırlar. Her yaptıklan işde Hak Taalânm rızası için çalışmalıdırlar. Şahsî, kavnıî, aşiretçi ve milliyetçilik ka­yıtlarından kurtulup bu gibi şeylere köle olan kimseler­den olmamalıdırlar. Dar görüşten ve taassuptan tama­men azade bulunmalıdır. Bu kimseleri servet ve hükümet kürsüsünde bulunmak kudurtmamalıdır.   Servet ve  ikti­dar için aç gözlü    olmamalıdırlar. Şunu da bilmelidirler ki, yeryüzünde onların eline geçmiş bulunan hazineler onların olmayıp, ancak bu hazinelere bir emanetçiden baş­ka bir şey değillerdir. Hükümet vasıtasiyle ellerine geç­miş bulunan mamurelerin koruyucusu, gözeticisi olduk­larını bilip, bunları korumak için gece uykusunu feda et­mekten çekinmemelidirler. Halkın canını ve malını, ırz ve namusunu, şeref ve haysiyetini hiç bir tesir altında kalmadan, korkmadan ve çekinmeden korumak lazımdır. Fatih olarak bir ülkeye girdikleri zaman, bu ülkenin hal­kının rualmı yağma etmek, halka zulm etmek, rezalet çı­karmak, şehvet peşinde koşmak gibi çirkin fiillerden çe kinmelidirler. Öyle hareket etmelidirler ki, fethedilmiş olan ülkenin ıalkı kendi mallarını ve canlarını, çoluk ço­cuklarını, îslâm askerlerine emanet edebilsinler ve koru­nacaklarından emin olsunlar. Milletlerarası meselelerde ve milletlerarası siyasette, doğruiuk, adalet, usul, ahlâk, muahede ve her şeyde itimat telkin etmelidirler.

îşte ancak bu vasıflara sahip bulunan kimseler İs-iâmî hükümetin kurup yaşatabilirler. Madde - perest ve (Utilitaryen) menfaat-perest : (Utilitarian Mantality) zihniyetini güden, dünyevî faydalar, şahsî veya kavmi (mi:lî) diye yeni usul koyan kimselerden olmamalıdır. Bunlar hiçbir şeyde ne Allah'ı düşünürler ne de ahireti. Bu gibi kimselerin bütün maksatları ve gayeleri ve tut­tukları işlerin esas mihveri, sadece dünyevî menfaat ve zararı.düşünmektir. Böyle kimseler, nasıl olur da böyle bir hükümet kurup yürütebilirler. Bu gibi idareciler, hü­kümet binasının muhiti açjinde mevcut oldukça, bu bina­nın temellerinde köstebekler yuva yapmış  demektir. [538]

 

İslamî Hareketin Hususî Çalışma Tarzı

 

Şimdi kısa tarihî bir bahisle,. Islâmî inkılap ile, içti­maî yaşayışın esaslarım değiştirmek ve yeni baştan nasil kurulacağı hususunu, huzurunuzda aydınlatmak isti­yorum. Bu yolda çalışmak için hususî bir çalışma tarzı (Tecluiicjue) nedir ve bu tarzla nasıl maksada ulaşılaoi-jir ve ne dereceye kadar muvaffak olunabilir?

Hakikatte 'İslâm, öyle bir hareketin ismidir ki. öu hareketin esası yalnız ve biricik olan Allah hâkimiyeti nazariyesi üzerine insan yaşayışının temelini kurmuştur. Bu hareketin liderleri halkın dediği gibi, Allah'ın Resul­leridir. Biz de bu harekete katılmak istersek, hiç olmaz­sa, bu liderlerin gittikleri yoldan gitmeliyiz. Onların ha­reket tarzlarına uymalıyız. Çünkü böyle bir işde O'nlar-dan başka yol gösterici bulunamaz. Bu bakımdan böyle bir harekete katılmamız için Enbiya Aleyhisselâmın ayak izlerini izlemeliyiz. Kadîm zamanın enbiyasının izleri hak­kında bizim fazla malumatımız yoktur. Ancak Kur'ani Kerim'de bunlar hakkında bazı işaretler vardır. Bâib-le'in «Ahd-i Cedid» : (tncil) kısmında, Hazret-i Mesik Aleyhisselam'ın bazı istinatsız akvali bize ulaşmıştır. Fa­kat bunların hakikatlerini öğrenmek imkânı elimizde de­ğildir. Orada Îslâmî hareket için açık bir şekilde ne ya­pılması icabettiği hakkında bir şey anlamak kabil değil­dir. Hazret-i Mesihin işaretleri, sonraki devirlere safi-yetiyle intikal etmemiştir. Bu hususta yegane mükemmel ve aydın bir yol varsa o da Hazret-i Resulullah Muham-med Mustafa Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in gösterdiği yoldur. Bunun için bu yola yönelmek sadece bir akide­ye istinat etmez. Belki bu yol, inişi yokuşu ve dolambaçlı tarafları malum olan bir yoldur ki, bizim de bu yoldan gitmemiz gerekir. Buna göre bu liderler arasında sadece Hazret-i Resulü Ekrem Muhammed Mustafa SallaHann Aleyhi ve Sellem'in önderliğinin teferruatı malumdur, îslâmın ilk hareketinin başlangıcından, bu İslâm hükü­metinin teessüsüne kadar, Anayasa, haricî ve dahilî siyaset, memleketin nazmı ve intizamı ve yaşayışın her merhalesinin tafsiline kadar noktası noktasına malumat .almak mümkündür. Îslâmî hareketin çalışma filanı ancak bu önderin çizdiği plan üzerinde görünebilir.

Allah  Resulünün Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in İs­lâm davetine memur olup,  bu işle  vazifelendirildiği za­manki dünyada ahlakî, medenî, iktisadî ve siyasî mesele­leri nasıl halletmek yoluna gittiğini elbette ki, siz de çok iyi bilmektesiniz. O zaman, Roma ve tran emperyalizmi ortada idi. Zümre ve sınıf imtiyazları da hüküm sürü­yordu. Caiz olmayan gayrı meşru menfaat edinmek (Eco-nomic Exploitation)  dahi mevcut idi. Bunun yam başın­da ahlakî düşüklükler de cemiyeti pençesine almıştı. Mem­leketin içinde ve ^ışında Öyle meseleler vardı ki, biribi-rmden karışık bir. durumda idi. Bunlar ancak bir liderin tedbiri ile çözülebilirdi. Millet de cehalet denizinde yüzü-yorau. Ahlâkî sükût, fakirlik ve sefalet, derebeylik, da­hili çekişmeler ve çeşitli    kargaşalıklar halkı bir girdap g'bi içine almıştı.  Bahreyn'den     Yemen'e     kadar bütün Arap ülkeleri, Irakın verimli toprakları da dahil olmak üzere hep İranlıların  tasallutu     altında îdi.  Kuzeydeki mmtıkalar da Hicaz'a kadar Bizans sultası altında bulu­nuyordu. Hicaz'ın içindeki Yahudi kapitalizmi de iküsa-den ülkeyi hâkimiyeti  altına almıştı.     Bunlar tefecilikle Arapların  kanlarını emiyor ve iliklerini sömürüyorlardı. Habeş hükümeti de Hicaz'a saldırmış     Mekke'yi tahrip için harekete geçmişti. Bu hükümete mensup bir zümre tam bir sulta ve tam bir kudret ile Hicazla Yemen ara­sındaki Necran mıntıkasına    yerleşmiş     bulunuyorlardı, işte o zaman Hak Taalâ bir Önder ve bir rehber gön­derdi. Bu Önder kendi ülkesinden itibaren bütün dünya­ya şu cihanşümul davette bulundu : îlk önce bir ve tek olan Allahıı Taalâdan     başkasına "kul olunmayacaktır Ancak ve yalnız Allah'ın kulluğu kabul edilecektir.

Önce bu hususa ehemmiyet vermesi, başka hususla­ra ehemmiyet vermemesi ve alâka göstermemesi demek değildir. Belki Zatı Risaletpenahileri bütün meseleleri her cephesinden mütalâa ederek hal etmek yolunu tutmuştur. İlk öne vahdaniyeti öğretti. Sonra insanların ahlakî ve medeni yaşayışlarındaki bozuklukları düzeltip, ortadan kailindi. Bunun da ilk şartı, insanın kendi başına buy sible) -^madiğim ortaya koymak oldu. Başka tabirle in-ruk müstakil (tndependent) ve gayrı' mes'ul (Irrespon-samn kendi kendisini ilâh kılmasına son verdi. Yahut da insanın «İlâh ül - âlemin» den gayrı, başka birine  bu başka biri ister insan olsun yahut da insandan gayrisi - islerini teslim edemiyeceğini Öğretti. Bu gibi şeylerin kökü tamamen kazınmadıkca, Islâmî nazariyeye göre ve yukarıda bahsettiğimiz gibi, her ne olursa olsun, bir fer­di ıslah mümkün olmazdı. İçtimaî bozukluklar da orta­dan kalkmazdı. Bunun için ıslah yolunda ilk yapılacak iş, insanı kendi başına buyruk olma zihniyetinden kur­tarmak ve dünyanın sahipsiz olmadığım ona anlatmaktı. Dünyanın hakikî Sahibi ve Padişahını tanımasını ve O'­nun emrine teslim olmak ihtiyacında bulunduğunu öğren­meliydi. Ancak bu şekilde bu Padişahın koyduğu had ve hududu aşmaya yeltenmez ve kendi başına buyruk oldu­ğu zaman uğrayacağı zarar ve ziyanı kavrayabilirdi.

Akıl ve hakikatin (Realism) iktizası da budur ki, doğru bir usul ile, O'nun karşısında boyun bükülür ve O'na, itaat edilir.

Diğer taraftan şunu da öğretti ki, mevcut olan dün-yanm Hükümdarı ve Padişahı bulunan bir tek Mâlik var­dır. Ancak bu Mâlik ihtiyar ve buyruk sahibidir. Başka bir kimsenin ve başka hiçbir varlığın hüküm yürütmeğe ve buyruk sahibi olmağa hakkı yoktur.    Hakikatta da O'ndan başka bir ilâh bulunmamaktadır. Bunun cindir ki, O'ndan başka bir kimseye kul olunmaz ve olunamaz. Başkasının hükmü dinlenmez. Kimsenin karşısında da baş eğilmez. Orada artık hiç bir «Majeste : (Hiz Majes-ty : Haşmetlu, Devletlu Hazretleri) filan yoktur. İzzet sahibi bir tek Majesty olan O varlık ancak bu hakka sa­hiptir. Orada herhangi bir Ekselans : (Hiz Hignes : Asa-letlû, Fahametlû Hazretleri) falan da yoktur. Bu lakap yalnız temiz ve güzel iş yapan kimselerindir. Orada yine herhangi bir Lord cenapları (Lordship : Asaletmeâb Hazretleri) de yoktur. Herkes asaletmeaplıktan, Lord-luktan bir hisseye mâliktir. Orada herhangi bir kanun vazı'ı da yoktur. Kanun vaz'etmek O'nun hakkidir ki, kanun koymak salahiyeti vardır. Orada ne ağa, ne pat­ron ne velinimet, ne raca ne maharaca ne ebedi şef ne millî şef, ne herhangi bir şef, veya ne de koruyucu var­dır. İktidarın anahtarı da kimsenin elinde değildir. Kim­senin kimseye üstünlüğü yoktur. Zeminden semaya ka­dar ne var ne yoksa hepsi de köledir ve kuldur. Rab ve Mevlâ ancak bir tek varlıktır.

Buna göre, o zaman, her türlü kulluk, her türlü ita­at, her türlü bağlılığa bırakıp da bu varlığa kul olmak, bu bir varlığa itaat etmek bu bir varlığa bağlanmak o'nun hükmüne boyun bükmek icapeder. İşte bu, bütün ıslaha­tın ash, esası ve köküdür. Bu esâs üzerine ferdi tavru ha­reket ve içtimaî nizâma ait binanın yeni baştan plânı çi­zilir ve kurulur. Bulunduğumuz yer yüzünde Adem Aley-hisselam'dan bu güne kadar ve bu günden kıyamete ka­dar insanî yaşayışın meseleleri bu nizam üzerine devam edip gider.

Hazreti Muhammet Sallallahü Aleyhi ve Sellam'dan gayrı kimse bu esaşî ıslahı hazırlamak için davette bu­lunmamıştır. Siyasi ve   içtimaî   işlerde, halk üzerinde bu kadar tesirli olan kimse de yoktur ve çıkmamıştır. Halkın üzerinde tesir icra ederek, halkı böyle bir yolda çalışmaya başka bîr yola kimse sevk etmemiştir. Görüyoruz ki, o bir tek kimse olduğu halde kalkıp Lâ lâhe illallah mefhu­munu ilân etti. Bu sadece peygamberane bir şekilde ileri atılmak için değildi. Hakikatde tslâmî hareketin ne şe kilde olacağını ilân etmek içindi. Bu ıslahat hususunda kirr.se O'na yardım etmiyordu. Hatta halk, bu kelimele­ri bile kabul etmek istemiyordu. Lâ ilahe illâllah'ı temel o: arak kabul edenler de Zat-ı ÎÜsaletpen ah ilerinin yanı N.'tjjiru'a tahammülü çok güç sıkıntılara katlanıyor ve bu esası yerleştirmek için uğraşıyorlardı. Fakat çok geçme­di, Lâilâhe illallah, sesind duyup gelenler Zat-ı Saadetleri­nin etrafına toplandılar. Bir hayli zahmet, meşakkat ve mücadelelerden sonra bu binayı da kurmaya muvaffak oldular. Bu bakımdan tslâmî hareketi yürütmek için hu­susî tedbire ve amelî hikmete ihtiyaç-vardı ki, bunun da-başı Tevhidi sağlamlaştırmaktı.

Tevhid akidesi sadece bir dinî mesele değildir. Arz. ettiğim gibi içtimaî yaşayış nizamı da tam olarak ancak bunun üzerine kurulabilir. İçtimaî yaşayışta, insanın ken­di başına buyruk ve Allah'tan gaynsına kul olmaktan kurtulması icabediyordu.

Bugün dünyanın her tarafında minarelerden «Eşhe-dü En lâ ilahe illallah» sekleri yükseliyor. Ne bunu söy­leyenler buna dikkat ediyorlar, ne de bunu işitenler bu mukaddes kelimede ne derin bir mana bulunduğu üzerin­de düşünüyorlar. Fakat bu ilândan asıl maksadın ne ol­duğu anlaşılırsa ve bunu soyliyenin de şu manada soylo-bul etmem; sadece ve ancak bir ve tek olan Allah'tan . diğini kabul edelim: «Benini Hak Taalâ'dan başka bir hükümdarım yoktur. Ben hiçbir hükümdara boyun eğ­mem; hiçbir buyruk altına girmem, hiçbir kanunu kabul etmem; hiçbir adalet (Jurisdiction) a eğilmem; kimse bana hükmedemez; kimsenin nizam ve kaidesine evet de­mem; hiçbir imtiyaza hak ve hukuk tanımam; hiçbir hü­kümet, hiçbir mukaddeslik farkı ve ihtiyârât sahibi ka­bul etmem; sadece ve ancak bir ve tek olan Allah'tan başka birşey tanımam.» O zaman siz de göreceksiniz ki, birçok itlrâk yoksunları böyle bir anlayışı kabul etmiye-ceklerdir. Aç gözlüler bu esasa inanmak yoluna gitme­yeceklerdir.

Siz isterseniz dövüşün, isterseniz dövüşmeyin. Dün­yanın kendisi sizinle savaş halindedir. Şunu da anlaya­caksınız ki, zeminden semaya kadar ne var ne yoksa düşmandırlar. Her tarafta sizin için yılan, ejderhal ve yırtıcı canavar mesabesinde bulunan düşmanlarınız var-dır.

Hazret-i Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem o karanlık çağda bu sesi yükseltti. Bu sesi yükselten dave­tin mahiyetini çok iyi biliyordu. Duyanlar da bu sesin hangi manada ifade edildiğini arılıyorlardı. Bu gerçek kurtuluş hareketine kapılanlar dövülüyorlardı. Bu sesi kısmak için her türlü çareye baş vuruyorlardı. Çünkü muhaliflerin Brahmaniyetleri (Brahmenlik) ve Papalık­ları tehlikeye giriyordu. Hükümdarların hükümdarlıkla -rı, sermaye sahiplerinin sermayeleri, tefecilerin menfa­atleri, nesil - perestlerin neslî üstünlükleri (Racial Supe-riority) mil'iyetçi ve ırkçıların tutunduğu temeller, ecdat-cılann dedeleri ve ataları, put pere^tlerin putları tehli­keye giriyordu. îşte bu sebepten dolayı şöyle buyurul-m ustur.

EJ - küfrü milletin vahidetün :

Küfür bîr tek millettir.

Ve bu vecizenin mısdakı gereğince savaşa girilmiş­tir. Bu yolda savaşmakla bir hareket baş göstermiştir. Hu mücadelede yalnız bir kısım halkın düşünceleri- temiz ve hakikatlan kabul etmeğe hazır bulunuyordu. Bunların vicdanlarında sadakat vardı. İnandıkları şeyin hak oldu­ğunu bildiklerinden bu yolda canlarını feda etmeğe ve öl­meğe de hazır idiler. Biz hareket için böyle bir halk top­luluğuna ihtiyaç vardı. Bir bir, iki iki, dört dört bir ara ya gelip toplandılar ve işe giriştiler. Katlanmadık sı­kıntı ve çekmedikleri eziyet ve çile kalmadı. Bu uğurda evlerini barklarını da bırakıp hicret ettiler. Yakınlarını, sevdiklerini dost ve ahbaplarını bıraktılar. Dayak yiyen­ler, hapsedilenler-, binbir eziyete katlananlar ve ölenler, oldu. Çarşı pazarda taşlananlar, tahkir edilip küfür işiten ler tahammül ettiler. Kafalarımı kırılmadı, evler mi dağıl­madı... Her şey yapıldı, her çareye baş vuruldu. Fakat bü tün bunlara rağmen islâm ne sağlamlığını kaybetti n? :ie İslâmî iman sarsıldı.

-Bunun ilk faydası şu idi: Böyle bir işe iradesi za­yıf ve daldan dala konan kimseler yanaşamadılar. Bu harekete katılanlar Âdem soyunun en seçkinleri idiler. Ancak bu seçilmişler bu harekete katıldılar. Esasmda da bu böyle olmalıydı. Bu işe üstün seciyeli kimseler lazım di. Herhangi bir insan bu davaya faydalı olamazdı.

Sonra bu halk topluluğu giriştikleri bu işde şahsi garaz veya ailevî bir maksat için bu çetin musibetlere katlanmıyorlardı. Yalnız Hak için, sadakat için ve Allah rızası için bütün bu sıkıntı ve cefalara göğüs geriyorlar di. Bu yüzden açlıktan öldüler ve dünyanın cefasına du­çar oldular. Bütün bu ağır ve şiddetli mücadelelerin ne­ticesinde aslî gaye ve aslî maksat olan sahih Islâmî zih­niyet doğdu ve ortaya çıktı. Lâzım olan ve ulaşılması ge­reken merhale de bu idi. Onların kalplerinde temiz Islâ­mî karakter kendisini gösterdi. Onların Allah - perestlik-leri hulus ile göründü. -Musibetlere katlanarak telâmın dershanesinden hakikat  dersi  alarak geldiler.  Herhangi

bir şahsın maksadı için bu zümre ortaya atılmamış ve bir ölüm kalım mücadelesine girişmemişlerdi. Çalışıp ça-balamalar, uğraşıp didinmeler, türlü .musibetler, zahmet­ler, sıkıntılar, darma dağın edilmeler, dayaklar, ölümler, hapsedilmeler, yoksulluklar, yerden yurttan hicretler gi­bi bütün bu merhalelerden geçip şahsî ve zatî tecrübeler sayesinde bu asli maksadın bütün teferruatına kadar kalp lerini ve ruhlarını hazırladılar. Hatta onların şahsiyetleri, bu maksadın kemâl bulmasına yardım bakımından, namaz farz oldu ki, dikkati nazarlar bir nokta üzerinde toplan-s!ü. İnanılan ve kabul edilen hâkimin (hükümdarın) ha­kimiyeti tekrar tekrar itiraf edilsin. Bu akide kökleşsin ve sağlam bir hâle gelsin. O hükümdarın hükümdarlığı aki­desi, yerleşip sağlamlaşsın ki, dünya işleri hep O'nun hük­müne göre yürüyüp gider. O'nun ALÎM ÜLr GAYBÎ VEŞ-ŞEHADE: gizliyi ve aşikâre olması ve Mâliki yevmüd-din: hesap gününün sahibi vasfını taşıması ve Kâhinin fevka ibadih; : kullar üzerinde kudretli bulunması hakikati zi­hinlere ve kafalara yerleşsin. Her hal ve kârda O'ndan başka kimseye kulluk edilemiyeceği bilinsin. Kalblere nü­fus etsin.

Bir taraftan bu esaslara göre yeni gelenler bu yol­da terbiye ediliyor, diğer taraftan da îslânıî hareket mey­velerini vermeğe başlıyordu. Halbuki, küfür ehli bu ilk müslümanlara ezâ ediyor, liapsediyor' ve bazılarını evle­rinden dahi çıkararak, onlara çeşitli şekillerde zulmedili­yordu. Fakat bütün bunlara tahammül edildi. Acaba bü­tün bu güçlüklere neden ve niçin sabrediyorlar, göğüs geriyorlardı. Görüyoruz ki, bu kimselerin gözünde, kadın, altın, mal mülk ve hiçbir şeyin kıymeti yoktu. Onlar hiç­bir şahsî menfaat da gözetmiyorlardı. Allah'ın bu kulla­rının sadece sadakatleri vardı. Bu insanların kalpleri ni­çin böyle bir cazibeye kapılmıştı? Uğrunda her ezâ ve cefaya katlandıkları bu şey ne idi ki, kendilerini hiçbir şey dıırduranaıyordu. 'Anlaşılıyor ki, bu enerji kaynağ; Lâilâhe İüâllâh'tir. İnsanî yaşayış nizamını değiştiren prensip bu yüce kelime idi. işte bu sesin yükselmesi için sadakatle, hakikatle, imanla dünyanın bütün menfaatleri feda ediliyordu. Can, mal, çoluk çocuk, herşeyden vaz geçiliyordu. O zaman gözler açılıyor, kalpler genişliyor, gözlerin önünden perdeler kalkıyor, hakikatin manzara­sı olduğu gibi ortaya çıkıyordu. İşte ancak bu cemaatı, şahsî güzelliğin gururu, ecdat - perestlik cehaleti, dünye­vî garazlar ve dünya muhabbeti aldat amamıştı. Ve işte hu cemaat bu sese layıkiyle cevap verdiler. Ne kadar mu­halefete, eziyete uğradılarsa da bütün bu karşı koymalar kırılıp atılmıştı. Hakikat severler ve bu temiz insanlar gitgide  çoğalarak  gayelerini  başarıya  ulaştırdılar.

O zaman, bu hareketin başında bulunan lider de ken­di şahsî yaşayışı ile bu hareketin amelî taraflarını orta­ya koydu. Her kavlü ve fiili ile İslanıin hakiki Ruhunu gösterdi. O zaman insanlar İslâm'ın ne demek olduğunu anladılar. Bu hususu uzun uzadıya anlatacak değiliz. An­cak kısaca birkaç misal vereceğim:

Zatı Risaletpen ahilerinin hanımı Hazret-i Hatice Ra-dıyallahu Taalâ anha, Hicazın en zengin kadınlarından biriydi. Zat-ı Saadetleri de onun ticaret işlerine bakard:. İslâm daveti başlayınca Zat-ı Peygamberîleri bütün bu işleri bir tarafa bıraktı. Olanca varlığını bu mukaddes işe vakfetti. Bütün Araplar kendisine düşman kesildiler. Kendilerinin ve muazzez hanımlarının nesi var nesi yok­ta îıirkaç bene içinde hep bu yolda harcadılar. İş o rai-deye vardı ki, bir ara Hicaz'ın «Melik ül - tüccarı» : En rengin tüccarı bulunan Zat-ı Saadetleri, davet ve tebliğ

Taife gitmek istedikleri zaman binecek bir merkep hıîe bulmakta zorluk çektiler.

Kureyş milleti de Zat-ı Saadetlerinin bu ülkeye hü­kümdar olmasını teklif ettiler. «Seni kendimize padişah yapalım, beğendiğin en güzel kadını sana verelim, senuı ayaklarına kapanalım, yalnız şu başladığın hareketten Vaz geç» dediler. Fakat O Zat, insanlığın kurtarılması İçin gelmişti. Bu maksat uğruna, taşlanmağa ve kötü sözler işitmeğe razı idi.

Kureyş ve Arap ileri gelenleri Alemlerin Fahrine, şöyle diyorlardı; Yâ Muhammed, (Sallallahu Aleyhi ve . Scllem) nasıl olur da biz senin meclisinde oturur ve se­nin sözlerini dinliyebiliriz ki, bizler senin meclisine geldi­ğimiz zaman meclisinizde hep köleler, kullar, beş parasız kimseler (maazallah) aşağı kimseler oturuyorlar. Nasıl olur da biz şu aşağılık zümre ile aynı yerde oturabiliriz. Nasıl olur da b'z onlarla aynı seviyeye düşeriz.

Fakat O Zat, insanlar arasında aşağılık ve yukarılı­mı kald'.rmak ve insanları aynı seviyeye getirmek i^in g-e)nıişti. Onların hatırı için fakirvve parası"bulunmayan kirr.seluı kıracak değildi.    .

Bu hareket için, Zat-ı Saadetleri, kendi kavmr.ii, ken­di iiîkeoıni, kendi kabilesini, kendi.hanedan ve ailesini ve aynı zamanda herşeyini feda etmekten çekinmen.igli. Çünkü û Zat, insanları-insan etmek, insanlara insanlık öğretiiick iğin dünyaya gelmişti. İnsanları kurtai.rr.akla v>ı/.ıfe!e::airilmişti. Böyle bir daveti insanlığa ulaştırmağa nıomanlu. Eğer Zat-ı Saadetleri kendi ailesini, kendi ha-neda.nu] düşünseydi, Hâşimî olmayan kabilelerin men­supları o zata karşı naşı! yakınlık hissi duyablir, ve. O'na nata! bağlanabilirlerdi? Eğer Zat-ı Saadetleri, Ku­reyş iktidarına karşı cephe almasaydı, Kureyşten olma­yan diğer Araplar kendisine nasıl    itimat    edebilirlerdi?

Eğer Zat-ı Risaletpenahileri, Arap milletinin üstün oldu­ğunu ileri sürseydi o zaman Habeşistanlı Bilâlî Habeşî, Suheybî Rumî ve İranlı Selmani Farisî Hazretleri Radı-yallahu Taalâ anhüm, etrafına toplanırlar mıydı? işte O'nun işi her türlü şahsî, ailevî, hanedanı, kavmî, vatanî ve memleketçiliğe dair en ufak bir mefhumdan uzaktı.

Mekkeden hicret edip Medineye geldiği zaman, düş­manlarının dahi kendisine teslim etmiş bulundukları ema­netleri sahiplerine iada etmek için Hazret-i Ala Radıyal-lahu Taalâ Anh'ı memur etti. D üny a-perest bir kimse eline geçirdiği bir şeyi, böyle bir fırsat Varken, geri iade ettirir miydi? Fakat Allah - perest kimse ise kendi can düşmanlarının haklarına dahi zerre kadar tecavüz etmez. Bir taraftan bu düşmanları Zat-ı Saadetlerinin canına kast etmek isterlerken, diğer taraftan Zat-ı Risaletpena-hiîeri de bunların emanetlerini geri vermek için çalışı -yordu.

İş te bu ahlak, Arapları hayretten hayrete düşürü­yordu. Ben. katiyetle diyebilirim ki, o tarihten iki sene soüra Bedir savaşında Zat-ı Saadetlerinin karşısında yer aiajj bu kimseler şöyle söylüyorlardı: Biz kiminle savaşı­yoruz? Hicret gecesi kendisini öldürmek için uğraştığımız sırada o bizim emanetlerimizi geri vermeğe çalışıyordu. Bu melek hasletli zatla mı çarpışıyoruz? Evet, o zaman Arapların elleri Zat-ı Saadetlerine karşı harp ediyordu. Fakat kalpleri yaptıkları bu işi tasvip etmiyordu. Bedir'-deki kâfirlerin mağlup olmasının . sebebi de bu ahlakî yükseklik olsa gerektir.

Onüç sene süren çetin çalışmalardan sonra, Zat-ı Saadetleri, Medinede küçük bir devlet teşkil etmesine sı­ra geldi. O zaman bu devletin halkı terbiye görmüş ve tam bir îslâm düşüncesine sahip birkaç bin kişiden faz­la değildi. Bu camianın teşkil ettiği hükümet on. sene kadar Allah Resulünün Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in reh­berliği altında devam edegeldi. Bu az zamanda hükûme-leri tslanun her cephes.ni öğretti o devirde Islami ide-tin ht r cephesi, îslâmî usul ile yürütüldü ve Zat-ı Saadet­leri islamm her cephesini öğretti o devirde islami ide­oloji de manevî düşünceden (Abstract idea) genişleye­rek, ilerlevip bir medenî nizâm haline geldi. Bu nizamca îslâmın inzibatî, talimî, adlî, muaşereti, içtimaî, iktisadî, malî müeyyideleri ortaya kondu. Savaş - barış ve millet­lerarası münasebetlerine dair kaideler nizamlaştı. Yaşa­yışın her sahasına ait usuller vaz'edildi. Bu usuller dai­resinde yaşayış devam ettirildi. Bu hususî usul ile çalışa­cak olanlar yetiştirilip, diğerlerini de yetiştirmek için işe giriştiler. Bu zümre, İslâm idaresini öyle örnek olarak öne sürdüler ki, sekiz sene gibi kısa bir zamanda, Medine kasabasında kurulmuş bulunan bu küçücük devlet bütün Arabistan yarım adasını idaresi altına aldı. Fevç fevç halk, İslâmm bu amelî çalışmasını görüyor ve İslama sa­nılıyorlardı. Halk gözü ile görüyor ve şahit oluyordu ki, gerçek insanlık denen şey İslâmiyettir. İnsanlığı felaha götürecek olan yol ancak-bu Hak yoludur. Buna en az­gın İslâm düşmanları bile kanı oldular. Yalnız kanî ol­makla kalmayıp, bu yeni dine öyle sarıldılar ki, varlarını yoklarını hatta canlarını bile İslâm uğruna feda ettiler. Bu kimseler önce bu harekete karşı senelerce dövüşmüş şahıslardı. Halid ibni Velid, Ebu Cehilin oğlu Akreme, Eu Süfyan gibi İslâm düşmanları, müslüman olunca Hak dinine hadim o'dular. Hazreti Hamza Radiyallahu Anh'ın katili Hind (Hazret-i Hamzanm ciğerini yemek isteyen kadın) ve Vahşi sadakatle baş eğerek, gelip İslama tes­lim oldular. Fakat Zat-ı Saadetleri onlara karşı kin tut­madı. Zaten o yüce peygamberin herhangi bdr garaz duy­masına da imkân yoktu.

Tarih yasarları hataya düşerek, bu emsalsiz inkıla­bın savaşlarla meydana geldiğini ileri sürmüşlerdir. Hal­buki o kadar kısa zaman süren savaşlarla, savaşçı olan, bütün bir Arp kavmi nasıl mağlup edilebilirdi? Tarafla-un zayiatı da bin veya bin yüz kişiden fazla değildir, in­kılaplar tarihine bakarsanız, kendiniz de hak vereceksi­niz ki, buna ancak «Kansız inkılap» : (Bloodless Revolu-tion) demek doğru-olur. Bununla beraber bu inkılap sa-dece memleketin ahvalini ve nizamını değiştirmekle kal­mada. Zihniyetlerde, görüş zaviyesinde ve düşünce tarzın­da öyle bir başkalık meydana geldi ki, yaşayış usulünde ve bütün bir ahlakî davranışta bambaşka bir millet mey­dana çıktı.

Bu millet eskiden zinayı mubah gören, kadınların if­fetine tecavüz eden ve aynı zamanda içkiye düşkün bir topluluktu. Fakat İslâmiyet! kabul ettikten sonra, içki ve zinanın ortadan kalkmasında alemdar oldular. Hırsızlığı âdet edinmiş ve bunu mübâh sayan bu millet, bu defa dostlarının evinde bile yemek yerken, acaba, caiz olmayan üi şey mi yaptım diye nefislerini sorguya çektiler. Bu şekil bir yemek yemenin Kur'an-i Kerimde yasak edilmiş olmadığı söylendiği halde yine de titizlikte ileri gittiler. Vaktiyle yol kesmeği, kervan soymayı adet edinmiş bu­lunan ve geçimini bu iş üzerine kurulmuş olan bu kavim öyle bir değişti ki, bu kavmin, bu ümmetin alelade fakir bir askeri, İran saltanatı yıkılıp giderken, îran Kisrası-nm milyonlarca altına bedel olan kıymetli tacım, yanma alarak, gecenin karanlıklarında ıssız çöllerden geçerek getirip kumandanına teslim etmişti. O tarihten Önce böy­le bir hadisenin eşine yeryüzünde rastlamak acaba müm­kün olabilir miydi? işte bu yüce dinin insanlara yapmış olduğu tesir, halis bir niyetten başka birşey değildir. Bu­rada artık riyakârlık hastalığından katiyen bahs edilemez. Eskiden bu kavmin fertleri indinde, insan hayatının hiçbir kıymeti yoktu. Kendi çocuklarını kendi elleriyle diri diri toprağa gömerlerdi. Bu insanlar bilahare, öyle merhametli oldular ki, bir tavuğu bile keserken içlerinde merhamet hissi doğdu. O kadar doğru ve temiz bir ahla­ka sahiptiler ki, cahiliyet devirlerinde yapmadıkları kal­mayan bu kavmin fertleri, Hayber kalesi fethedildikten sonra, tahsildarlık memuriyeti ile, vergi tahsil ederler­ken, kendilerine büyük bir meblağ tutan rüşvet teklif edilip de devlet vergisini azaltmalarını bildirdikleri zaman, bu rüşveti kesin olarak red etmişti. Yahudilerle araların­da olan müşterek mahsulü de yan yarıya bölerek, onla­ra «siz hangisini isterseniz onu alınız» demişlerdi. Yahu­diler de tahsildarların bu tavrını şahid olunca, parmak-ları ağızlarında kalmıştı. Ve gayri ihtiyari şöyle bağır­mışlardı:   «işte artık yeryüzünde adalet kaim oldu.»

Bu hükümetin idarecileri ve valileri, hükümet konak­larında ve saraylarda değil, halkın arasında oturur, ge­zer ve dolaşırlardı. Sokaklarda, çarşı ve pazarda yaya yürürlerdi. Onların evlerinin kapısında, ne muhafız, ne kapıcı ne de teşrifatçı vardı. Gece bile her isteyen vatan­daş, evindeki idareciye müracaatını yapardı. Bu ümme­tin içinde öyle hâkimler yetişti ki, bir Yahudinin iddiası karşısında zamanının halifesini bile mahkemeye getirtti. Halife kendi oğlunu ve kölesini şahit göstermek isteyince Hâkim bunları kabul etmemek cesaretini de gösterdi. Bu ümmetin içinde, öyle* kumandanlar yetişti ki, harp sıra­sında bir şehri tahliye ederken, vaktiyle şehir halkından alınmış bulunan cizyeleri geri verdi. «Bu bizim hakkımız değildir» dediler. Bu ümmetin içinde öyle elçiler yetişti ki, Iran Baş kumandanının sarayında kumandanın kar­şısına çıkarken, îslânıî ve insanî eşitlikten vaz geçmedi. Bu usulü açıktan açığa belirtti. Açık bir lisan ile İran kumandanının karşısında, trandaki sınıf ayrılıklarını tenkit etti. Bu konuşma o kadar tesirli oldu ki Iran ordusu efra dinin kalblerinde insanlık dini hakkında bir sevgi belirdi. Bu ümmet efradı arasmda öyle ahlak sahibi kimseler çık ti ki, hırsızlık yapan kimse kendi ayağı ile gelerek elinin kesilmesin,, talep etmiş ve diğer kimse de zina ettiğini id­dia ederek cezalandırılmasını istemiştir. Maksat öteki dün yada Cenabı Hakkın huzuruna çıkarken hırsızlık ve zina suçunun cezasını görmüş ve kurtulmuş olarak çıkmaktı Bu ümmetin ordusunun askerleri, para ve dünya için sa­vaşmıyorlardı. Sadece iman yolunda çarpışıyorlardı Onlar kuıdi ceplerinden para harcayarak harp meydanlarına koşuyorlardı. Elde ettikleri ganimet mallarını da kendile­rine a'ı koymayıp, bölünmesi için kumandanlarının huzu­runa getiriyorlardı. Acaba, dçtimaî ahlak ve zihniyeti ki-ı.gia bu şekilde değiştirmek mümkün müdür? Tarih gözü­müzün önündedir, insan ahvalinin tepeden tırnağa silah zoru ile böyle bir inkılap geçirdiğine dair sizler bir misal verebilir misiniz?

Gerçekten enteresan bir mesele gözümüzün önünde­dir. On Üç sene zarfında ancak on veya on iki bin müslü-manla bütün bir ülke müslüman oldu. Çok az bir insanla böyle bir neticenin alınmış olması doiayısiyle «bu muam­mayı nasıl halledebiliriz» diye düşünüp duranlar var. Hal­buki, imsele gayet basittir. Yeni bir ideoloji Üzerine yaşa­yışın plânı çizilmişti. Fakat ilk önceleri halk bu hareke­tin mahiyetini sezememişti. Böyle bir değişikliğe niçin lü­zum görü'üyordu? Neticeyi tahmin edemiyenler çeşit çe­şit düşüncelere saplanıyorlardı. Şüphe ve tereddüt geçiri-yorlardı. Böyle şairane sözler söyleyen bu insan (neuzü biilah) acaba delirmiş midir diye hayret ve dehşet içinde kalmışlardı. Yoksa hayal-perest midir diye kendi kendile­rine soruyorlardı. O zaman, sadece yüksek zekâlı kimseler iman ettiler. Bu zevat, hakikati görüyor ve îslâmın insan­ların kurtuluşu için geldiğini anlayabilen kimselerdi. Za­manı gelip de bu fikir nizamı üzerine bir hayır nizamı ku­rulunca, halk gözünü açtı. İşin ne olduğunu ve ne netice­ler verdiğini de gördüler. O zaman iyice anladılar ki, ya­pılmak istenen iş, Allah'ın seçkin kulu tarafından zulmün ortadan kaldırılması için ele alınmış ve zafere ulaştırıl­mıştır. Artık bu gerçek kurtuluş hareketine karşı koyma­ları için bir sebep kalmadığını anladılar. Ve bütün güçle­riyle bu yolda çalışmağa başladılar. Ancak basiret gözü kapalı bulunanlar bu hakikati görmemezlikten geldiler.

îslâmın içtimaî inkılabının takip ettiği yol, böyle bir yoldur. İşte plânı çizilen, binası kurulan inkılap böyle ya­pılmıştı. Halk bu işin başarıya ulaşmasını mucize sayı­yordu. Evet, Peygamberin mucizelerinden biri de budur. Tarih de bize anlatıyor ki, bu hareket, tabii yoldan geli­şen bir hadisedir. Burada illet olduğu gibi ilmî ve mantıkî deliller de vardır. Biz de bugün, o tarihî pîân üzerine ha­reket edersek, yine aynı neticeyi elde ederiz. Elbette şu­rası da vardır ki, böyle bir iş yapmak için, îslâmî imanın giiurıı, zekâ ve düşünce, sağîam karar verebilmek kudre^ ti, şahsî zaaflardan kurtulmak ve fedakârlıklara katlana bilmek istidadı olmalıdır. Aynı zamanda himmet ve gay­ret sahibi kimselere ihtiyaç vardır. İnandıkları gaye için çalışıp da başka yönlere dönmeyenler de lâzımdır.

Dünya yaşayışındaki kendi şahsî menfaatlanndan fedakârlık eden kimseler bulunmalıdır. Bu ümit uğruna, anneler, babalar, çoluk çocuklar, dostlar, mal ve mülkler feda edecekler olmalıdır. Biz bunları kaybettikse ne za-ran vardır diyebilenler bulunmalıdır. Bu maksad uğruna gabşma yolundaki maniaları bertaraf edecek kimseler meydana girmelidir.

Böyle bir ümmet ilk önce Allah sesini yükseltir, son­ra da işe girişirler. Nitekim işin başında da böyle olmuş­tu. [539]

 

Emniyetli Yol[540]

 

Sual  :

Aşîığ'C'aki iki şüpheli mesele huzurunuza arzediliyor Lütuf ve keren buyurup bunlar hakkında sahih nazari yenin ne olduğunu izah buyurmanızı rica ediyoruz.

1.  Tercüman ül _ Kur'anın geçen sayısında bir oku­yucuya ait şöyle bir sual neşredildi :

Hazert-i Resuiullâh Sallallahu Aleyhi ve Sellçra'e bir hükümete başkanlık etmesi teklif edildiği halde aca­ba bu tekUfi niçin kabul buyurmadılar? Halbuki Hazrei-i Yusuf Aleyhisselâm, kendilerine teklif edilen bir iktidarı kabul edip bu iktidardan faydalanarak müminlerden ve salih kimselerden* bir cemaat hazırlamak yolunu tercih ettiler. Acaba aynı yol tutulmuş olsaydı daha iyi olmaz mıydı? Bu suale verilen cevabı okudum, fakat beni tam manasiyle ikna edemedi. [541] Bence Hazret-i Yusuf Aley-hisselâmm yolu tutulmuş olsaydı daha iyi olmaz mıydı? Zat-ı Saadetlerine, Mekke halkı padişahlık teklif ettikleri zaman niçin kabul buyurmadılar da, ayrı bir devlet kur­mak yoluna gittiler? Şimdi bizim de böyle mi yapmamız icabeder? Lütfen bu hususu izah buyurunuz. Acaba be­nim bu fikrim ne derece doğrudur? Yoksa tamamen ha. tali mıdır?

2. Zat-ı Faziletleri, yine yazıyorlar ki, herhangi bir merhalede böyle bir vaziyet ortaya çikmış olursa, o za­man, zamanımızda mevcut bulunan Anayasa usullerini or­tadan kaldırıp, bunun yerine sahih bir usul koymak için artık düşünmeğe mahal kalmaz. Boı hususta halk da, îslâ­mî cemaatin teşkili için bir hadde kadar, kurullara gir­menin  seçimlere iştirak etmenin doğru olduğunu dü­şünmektedirler. Bu mevzuda da içtimaî noktai nazarı izah buyurmama rica olunur.

Cevap :

Bizim için bütün Enbiya Aleyhimselâmın tuttukları yola itaat edilmesi lâzımdır. Hatta Zat^ı Saadetleri de bu hususu açık olarak beyan buyurmuşlardır. Kur'an-ı Ke­rimde de aynı emri görüyoruz. Kur'an-ı Kerim hiçbir peygamberin tuttuğu yolu ortadan kaldırmak istememiş­tir. Böyle olunca da Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in tuttuğu yol da başka bir yol değildir.

Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem'e padişahUk teklif edildiği zaman, bu padişahlık bir şarta karşılık, ileri sü­rülmüştü. Bu şart da şudur: Zat-ı Saadetleri, Ddnî tebliğ ve daveti bırakıp, onlara karışacak ve ancak bu şekilde onlara padişah olabilecekti. Eğer Hazret-i Yusuf Aleyhis. selâm'a da böyle bir teklif vaki olsaydı, o da böyle bir teklifi reddederdi.

Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm'a, kayıtsız şartsız, hu­dutsuz olarak tam bir ihtiyarât verilmek şartı ile iktidar teklif edilmişti. Hazret-i Yusuf, böyle bir teklifi kabul et­miş, iktidara geçince mülkün nizamını Hak dinî üzerine usûl vaz'ederek tanzim etmişti. Memleketi, bu yolda ida -re etti.

Nebiyyi Ekrem Sallaüahu Aleyhi ve Seİleme de böy­le bir teklif vaki olsaydı, elbette ki, savaşsız elde edece­ği bu neticeyi, savaşla eide etmeğe tercih ederdi. Fakat o zamanki Mekke ileri gelenleri tarafından teklif edilen bu hükümet, temiz ve saf İslâmî nizamı yürütmediği gibi o zamana kadar halkın ve efkârı umumiyenin de böyle bir hükümete gerçekten yardımcı olabileceklerini, biz müm­kün göremiyoruz.

2. Seçim mücadelesi ve kurullara iştirak meselesi, bir gayrı islâmî Anayasanın mevcudiyeti halinde, bir gay­rı  dinî : lâik (Secular) Cumhuriyet (democracy) kuru­lup da, böyle bir cumhuriyetin yürütülmesi için olursa, o zaman bizim Tevhid akidemize ve dinî inancımıza muha­lif olur. Fakat biz memleketin efkârı umumiyesini kendi dinî düşüncemiz ve akidemize uygun şekle getirebilmek ve böyle bir memleketin nizamını kendi dinî akidemiz .üze­rine kurmak imkânını bulmak düşüncesi ile ve Anayasa­yı da îslâmî bir Anayasa ile değiştirmeği nazarı itibara alarak, bu yolda yürümemiz için bir mani yoktur dedik. Tabiî savaşarak, kanlı çarpışmalara girerek, elde edebile­ceğimiz neticeyi, dövügmeksizin elde etmemize mani ol­mak yolunda Şeriat bir hüküm koymamıştır. Fakat şu hususu da iyi anlamamız lâzımdır ki, bu çalışma meto­dunda şu unsurlar bulunmalıdır:

1. Memlekette,     vaziyet  öyle olmalıdır  ki,     efkârı umumiye, bu nizamdan başka bir nizamın kurulmaması-na karşı koyacak güçte olmalı ve bu nizamı yürütmeğe hazır bulunmalıdır.  Yahut da bu nizamın     kurulmasına

. yeterli olmalıdır.

2. Biz,  kendi  tebliğimizde, davetimizde ve propa­gandalarımızda öyle bir yoldan yürümek imkânına malik bulunmalıyız ki, memleket halkının büyük bir çoğunlu­ğunu kendimize hemfikir yapabilelim ve gayri İslâmî ni-aam yerine îslâmî nizamı kurmak için efkârı umumiyeyi hazırlamak mümkün olsun.

3. Seçimler gayrı İslâmî Anayasa için olmamalı ve gayrı îslâmî Anayasa yapmak için bir kurulun toplan ması gözönünde bulunmamalıdır. Ancak memleketia ni-zanıuun yan* İslâmî nizamın Anayasasını hazırlamak için olmalıdır. [542]

 

Alemşümul Hükümette  İslâmî Hükümetin Çalışma Tarzı [543]

 

Sual :

Bir müslüman için, şu mesele üzerinde fazla istidla­le lüzum yoktur ki, — sahih îslâmî anlayışa sahip olmak şartiyle — yaşayış nizamında bir tek maksat vardır: Hü­kümeti ilâhiyeyi kaim kılmak.

Açık olarak bellidir ki, bu maksada ulaşmak için, öyle bir yol tutulmalıdır ki, fıtrata ve akla bu işin yapıl­ması müsaid bulunsun. Ve bu şekilde aslî dava yürütüle­bilsin. Hükümeti ilâhiyeyi ilk defa kuranlar Enbiyayı Ki­ram Aleyhdsselâmdırlar. Bu bakımdan bu davada onların .yollarını takip etmek icabeder.

Peygamberlerin yaşayış sahifelerine göz gezdirdiği­miz zaman, iki yol takip eden peygamberler görüyoruz:

1. Davetleri sırasında muntazam bir hükümeti olan­lar. Bu hükümet, camianın üzerinde otorite .sahibi idi. Ve bu hükümetlerde iktidar-ı A'la bir tek kişinin elinde

bulunuyordu. Hazret-i Yusuf ile   Hazret-i Musa Aîeyhis­selâm gibi.

2. Diğerlerinin zamanında ne muntazam bir hükü­met ne de muntazam bir devlet vardı. Ne de camianın üzerinde otoriter bir makam bulunuyordu. Mevcut olan hükümet bir kabile reisinden farksız (Patriachol) bir hükümet idarecisi idi. Meselâ, Hazret-i .Hatemün - Nebiy-yin Sallallahu Aleyhi ve Sellem gibi.

Bu iki kısım peygamberlerin de ayrı ayrı çalışma sis temleri olduğu görülüyor. Herhalde siyasî vaziyetin za­rureti bu ayrı çalışma şeklini gerektirmiştir.

Fakat  zamanımızın  ihatalı  ve  alemşümul  hükümet­leri, fertleri de her taraftan tesir sahasına almış olduğu. na göre bu muntazam, müessir ve mazbut iktidar, fikri ve amelî bakımdan da duruma hâkim bulununca, — ki, bu gibi iktidarlara eski tarihlerde    raslamak pek kolay değildir — şöyle bir sual ortaya çıkıyor: Nasıl olur da hükümetsiz   (Stateless)   bir devirdeki  çalışma  metodları, yani Kabile reisliği hükümeti devrindeki usuller, şimdiki muntazam  hükümetlere  tatbik  edilebilir?  Nasıl  olur  da bu uğurda çalışanlar, modern hükümetlere karşı muvaf­fak olabilirler?

Hatamün - Nebiyyün Sallallahu Aleyhi w Sellem, muntazam bir hükümetin karşısında bulunmuyordu. Haz­ret-i Yusuf Aîeyhisselâm da bunun aksine muntazam bir hükümet karşısında idi. Nitekim Hazret-i Yusuf Aleyhis-selâm da iktidar sahibi olmak ve hükümet kudretini (So-vereign Power)  eline almak istemişti  :

Beni yeryüzünün hazinelerinin başına geçir. Demişti. Netice de arzu ettiği şekilde cereyan etmiş­ti. Zamanımızın hükümetleri ise elbette ki, Hazret-i Yu­suf Aîeyhisselâm devrinin     hükümetlerinden daha kuv­vetli, daha kudretli ve daha da alemşümuldürler.  «Niçin bunları kaldırıp da yerine başka bir hükümet getirelim» diyenler çoktur. Hükümet kurmağa çalışırken veya ku­rulduktan sonra inkılaplar- baş göstermez mi? Kanlar dökülmez mi? Bolşevik Eusyada olmadı mı? Şurası da malumdur ki, tslâm yıkıp dağıtmak, kan dökmek ve or­talığı berbat etmek için gelmemiştir. İslânıın programı ve hattı hareketi çok incedir. İslâm mefkuresine göre, zorla ve kanla iş yapmak doğru değildir. Belki islâm m hareket tarzı daha ince ve daha da derindir. Buradan anlaşıldığına göre, kanlı İnkılap yerine dirayete dayanan bir çalışma yapılmalıdır. Böyle bir hareket tarzı kabul edilirse, o zaman müslümanların hükümete muhalif olma­ları doğru olmaz, bilakis hükümeti desteklemek lâzımdır.

İktidardan maksat, kudret sahibi olarak atıp tutmak olmadığım söylemeğe bilmem lüzum var mıdır? Meselâ, Nuvvab Sahip Tercümanın bir nüshasında Hazret-i Yu_ suf Aleyhisselâmm kısası meyanmda beyan buyurdukla­rı gibi, muntazam bir cemaat hazırlayıp bu vasıta ile iş­ler yürütülmelidir. Hâkim kuvvet (Suvereign Power) i bu cemaat vasıtasiyle elde etmelidir.

Cevap   :

Şüphesiz olarak, bu ahvalde İslâmî hükümet alem­şümul olunca, fâsid hükümet nizamları da ibtidaî şekil­de kalır. Buna göre çalışma ve yürütme tarzı da değişir, fakat iğin usulü bakımından ve gaye noktayı nazarından bir değişiklik olamaz. Bu işin usulü şudur ki, ilk evvelâ biz davamızı ileri süreriz ve bu davaya katılmak isteyen­leri çağırırız. Bize katılıp, evet diyenler toplanıp gelirler. İntizamlı bir şekle girerler. Sonra efkârı umumiyeye baş vurarak, yahut da Öyle bir vaziyet doğar ki, elde mev­cut  kanunlara ve Anayasaya  göre,  hükümet nizamının bizim elimize geçmesi mümkün olur. O zaman biz de ca­mianın ahlakı, medenî, siyasî, iktisadî ve diğer nizamla­rının üzerinde düşünür ve bu mevzuları tanzim ederiz. Faydalı hususları tesbit edince hemen işe girişiriz. Eli­mize geçen bütün imkânların hepsini kullanır ve kendi galışma tarzımızdan (Methode) istifade ederiz. Bizim ça­lışma tarzımız böyle olacaktır. Fakat daha güvenli bir vasıta ile iktidar mevkii (Substance of povver) elimize geçerse, o zaman davamız için halkı toplamağa da lüzum kalmaz. Derhal işe başlar ve bütün şer'î yollarla İslâmî inkılâbı kaim kılarız. [544]

 

Îslamî Nizamın Kaim   Kılınmasının Sahih Şekli [545]

 

Sual :

Bir çok kimseler Pakistanın istikbali hakkında fikir yürüterek şu suali sormaktadırlar: Zat-ı Faziletmeablan, yahut da diğer ulemâ neden islâmî hükümet için bir Ana­yasa hazırlamamışlardır. Eğer Anayasa hazırlayan ku­rulun : (Ayin - Sâz AssambH) elinde böyle bir metin bu­lunursa, pek tabiîdir ki, tetkiklerde bulunur ve işler tan­zim edilir.

Bu sual sadece bana değil, bu mevzu ile alâkadar olan diğer ilim ehline de çok defa sorulmaktadır. Fakat, Zat-ı Faziletlerinin bu sualine cevap vermemi ve bu ce­vabın da Tercüman ül - Kur'anda neşretmek istediklerini talep ettiklerinden, benim iğin bu noktayı açıklamak bir zaruret oldu. înşaallah bu husus aydınlanır da siz de ortada bulunan yanlış  anlayışları     bertaraf etmiş olursu­nuz.

Cevap  ;

Zat-ı Alilerinin bu sualine karşı geniş ve etraflıca cevap vermek icabeder. Bu da şu durumda mümkün ol­mayıp, ciddi bir tetkike ihtiyaç göstermektedir. Ancak elimizdeki bilgilerle iktifa ederek, kısaca şunu arzedebi-lirim ki, bu şekilde Zat-ı alilerinin istekleri kuvveden fii­le çıkacağı ümid edilir.

Bugünkü cemiyetimizde, muaşeret, ahlak, siyaset; iktisat ve maarif gibi içtimaî müesseseler islâmî değildir. Şimdiye kadar gayrı îslâmî çizgiler üzerinde yürünüp gi­dilmiştir. Şimdi sadece ortada siyasî bir hareket vardır. Böyle bir temel sayesinde kurulmuş bir nizamın içinde bulunuyoruz. Yukarda temenni ettiğiniz işlere yavaş ya­vaş sıra gelecektir. Bu vaktin geldiği zaman da, islâmî nizam diye buyurduğunuz mesele sadece bir İslâmî Düs­tur : Anayasa hazırlamak işine münhasır kalmayacak ve iktidar başında bulunanlara «gelin bunu yürütün» de­mekle iktifa edilmeyecektir. Maalesef herkes öyle zanne­diyor ki, bu iş bir hastahane tesis etmek işi gibi, bir bina ve bir kaç doktorla herşey hal yoluna gider. Yahut da bir okul kurmak gibi de değildir ki, bir tane bina bulup bir kaç masa, sandalye* ve birkaç öğretmen bulduk mu iş tamamlanmış olsun. Hayret edilecek mesele şurasıdır ki, maalesef bizim tahsil terbiye görmüş, bilgili zevatımız da bu işi de bu kadar görüyorlar. Belki de onlar Anayasa hazırlamayı alelade bir nuska yazmak gibi bir şey zan­nediyorlar.

tslâmî hükümetin bu ülkede kurulması iki şekilde mümkün olabilir:

1. Halihazır   durumda   memleket  işlerinin   idaresini ellerinde bulunduran zevatın isUunî meselelerde halis ni­yet sahibi olmalara lâzımdır. Bu kimselerin vaitlerin' tut­maları icabeder. Kendi milletleri ve kavimlerinin de bun­lara inanmış     olması     gerekir.     Bunların  da   hakikatle — sösde değil — böyle bir işi başarmak kabiliyetleri ou. îunmalidu1. Aksi takdirde bunlar, imanlı olmalarına rağ­men,   «Pakistanda  iktidarda     bulunuyoruz  diye     bitti dememeleri gerekir. Biz bu mevkide iken İslâmî nizamı kuracağız ve bu işi ehil olan kimselere tevdi edeceğiz zih­niyetini taşımaları lâzımdır. İşte bu en makul şekildir ki, bizim de Anayasa hazırlayan     kurulumuz,  gayrı  İslâmî nizamı,   İslâmî  nizamla   değiştireceğini   ilân   edebilir.   Ve. bu   değişikliğin zaruri olduğunu  ileri  sürebilir.     Bundan sonra, İslâmî İlimlerden haberdar olan kimseler bulunup Anayasa hazırlayan kurula iştirak ettirilmeli ve onların yardımı ile muntazam bir Anayasa hazırlanmalıdır. Bilâ­hare seçimler yapılırken de memleket işlerini yürütebile­cek kimselerin seçilebilmelerin dikkat edilecek, bu    zeva­tın İslâmî Nizâmı devam ettirecek ehliyette olmaları göz-önünde bulundurulmalıdır.

Ancak böyle bir gelişmeden sonra, sahih bir usule istinad eden ve Cumhuriyet şeklinde karar kılınarak, ih-fcîyarât ve salahiyetler ehil kimseler eline geçmiş olur ve yaşayış nizamı da İslâmî usul üzerine kurulabilir.

2.  İçtimaî vaziyetin esası yavaş yavaş    değişmelidir. Umumî bir hareketle ıslahat yapılarak, temiz İslâmî an­layışı yerieşLrTr*elidir. Artık o zaman faz!a zorluk görül­meden ve güçlüklere uğramadan kendi kendine İslâm» Ni­zam kök salmış olur.

Biz şimdiye kadar, hep birinci yolda yürüdük ve bi­rinci şekli tecrübe ettik. Eğer bu işde muvaffak olursak, bu demek değildir ki, Pakistan devletinin ayakta tutunması için bizim milletçe çalışıp uğraşmamız faidesiz oi-mvfjtur. Belki bu çalışmaların asıl sebebi islâmî niza;n olduğundan, Pakistan devleti kurulup ortaya çıkmıştır. Bu maksada da daha rahat Ve daha kolay yoldan ulaş­mış bulunuyoruz. Fakat Maazallah, Allah göstermesin,. biz bu işde muvaffak olmasaydık ve bu ülkede bir gayrı -İslâmî hükümet bulunsaydı ve gayrı - İslâmî nizam tat­bik edilseydi, o zan; an bu müslümanlann bütün zahmet­leri, çektikleri m^akkiitior ve katlandıkları fedakârlık­lar, göz göre goie hie. eiap gitmez miydi? Şurası da var­dır ki, biz, Pakistanı vurduğumuza göre, ülkemizde er geç İslâmî noktayı nazarı yerleştireceğiz. O zaman, btt işde de muvaffak olmak için ikinci yolu tutmak bizi mak­sada daha. kolay ulaştırır. Nitekim Pakistan kurulmadan önce de bu böyle düşünülmüştü.

Ümit ederiz ki, bu izahtan sonra halk bizim vaziye­timizi iyice anlamış olur. Biz herhangi bir işi vaktinden evvel yapamayız ve yapmayız da. Şimdi İslâmî Nizam hakkında bilgi vermemiz talep edilmektedir. Eğer bu ka­bul edilirse, o zaman elbette ki, Anayasanın hazırlanma­sı hususunda da mümkün olan yardımı yapacağız. Fakat bu esası mevzuları iş başında bulunan zevat uygun gör­mezse, o zaman Anayasanın (Düstur) tarihini çizmek ve plânını ortaya koymakta ne fayda olabilir? [546]

 

Siyasî İnkılap Mı Daha Öncedir Yoksa İçtimaî İnkılap Mı?

 

Sual  :

Bizim ülkemizde herkes tarafından daima konuşu­lan şöyle bir mesele vardır :

Islâmm usu! ve ahkâmı pek güzel ve pek iyidir   Fakat bunların tatbik kabiliyeti yoktur. Halkın ve ileri ge­lenlerin İslama karşı kalben bağlılıkları vardır. Buna rağmen lalamın sahih mefhumunu ve onun icabettirdiğı hususları da pek bilmemektedirler. îslâmî kanunlar İcra mevkiine" konduğu taktirde, rejimin düşünce ve disipli­nine karşı aksi bir tesir baş göstermesi muhtemeldir. Bunun için siyasî inkılaptan önce bir içtimaî inkılaba lü-z'im görüyorlar. Bu içtimaî inkılap yerleşmeden önce îs-lâmî hükümeti kurmak acaba vakitsiz bir iş olmaz mı, diyorlar.

Cevap  :

Bu meseleyi etraflıca izah etmek istersek, uzun bir cevap vermemiz lâzımdır. Fakat burada kısaca şunu arz edelim ki, elbette siyasî inkılaptan daha önce medenî, iç­timaî, ahlakî bir inkılaba daha ihtiyaç vardır, işte Is-lâmî inkılabın fıtrî yolu da budur. Fakat şurası da doğ­rudur ki, İslâmda ahkâm ve kanunlar sadece zorla yü­rütülmez. Bu İlâhî müeyyidelere en başta inanmak gere­kir. Bir iç cezbesi bulunması şarttır. Fakat şunu da kim inkâr edebilir ki, Pakistanın kaim olması ve ayakta tu­tunması siyasî inkılapsız olabilirdi? Buna göre, ilk önce içtimaî inkılap mı yoksa siyasî inkılap mı diye bir sual sormak tamamen manasız olacaktır. Fakat burada şu sual varit oluyor ki, halkın düşüncesine niçin şu mesele yerleşmez ki, biz şimdi kendi memleketimizde acaba îs­lâmî nizamı mı yürütüyoruz, yoksa kâfirane nizamı mı? İşte o zaman siyasî iktidarın da hakikî maksadı kendili­ğinden belli olur. Bu da bir tarafa, ahlakî,inkılabı orta­ya çıkaralım diye de hükümet mekanizmasının yürüme­sini durdurtamayız.

Allah'a ve O'nun Resulüne iman eden ve Allah'ın iktidar-i A'la'yı elinde bulundurduğuna kani olan bir mil­let, elbette ki, içtimaî hususlarda da siyasî hususlarda da bu noktayı gözönüne alacak ve kâfirane nizam üzeri­ne kendi yaşayış nizamlarını kuramıyacaklardır. O za­man bu kavmin ve bu milletin efradına şu iş de farz ola­caktır ki, bu fertlerin her biri diğer fertleri bu yolda uyarsın ve ahlakî Öğütler versin. Aynı zamanda hayet-i hâkimiyeyi de gayrı - Îslâmî yoldan gitmekte kendi ha­line bırakamazlar. Ben şöyle anlıyorum ki, eğer biz bu şekli gözönünde bulundurursak, o zaman hiçbir vakit «ferdî irtidat» yoluna da gitmeyiz. Fakat «içtimaî irti­bat» a gelince elbette ki, bu irtidatm yolunu tutmuş olu­ruz.

Bu meselenin şu şekilde ikinci bir cepheli vardır : hğer siz ahlakî ve içtimaî inkılabı daha önce elde etmek istiyorsanız, evvelâ bu inkılabın vasıtalarının neler c-du-ğunu düşünmeniz lâzımdır. Eibette ki, bu vasıtalar, eği­tim, öğretim, muaşeret âdabının ıslahı, zihniyetin değiş­mezdir ve bunun gibi şeylerdir. Bunlar için de bir hükü­metin mutlaka kanunî ve siyasî vasıtaları vardır Hükü­met kudreti yalnız kendi başına bir ıslah vasıtası olmak­la kalmaz,-diğer ıslah vasıtalarının üzerine de tesir icra eder. Buna göre, «hükümet vasıtalarından istifade etmi-yeiün» demek manasızdır. Bizim reylerimiz ve ödediğimiz vtıgilerle hükümet icraatına devam edebilir. Şimdi biz bu cahilliği, bu ahmaklığı nasıl üzerimize alabiliriz ki, üir ta­raftan biz münferiden, fert olmak bakımından İslâmiyet-.1 çi olalım da içtimaî bakımdan da îslâm yolunu düzeltme­ye çalışalım da diğer taraftan hükümetin ahlâkı düzelte­cek olan bütün vasıtalarım bar tarafa bırakalım, istifade etmeyip, bunların fısk ü fücur yolunda kullanılmasını te­min edelim.... [547]

 

 



[1] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 9-10.

[2] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 11-12.

[3] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 13.

[4] «îlâh,» «Rabb.» «ibâdet,* ve «din» gibi ıstılahların, doğ­ru mânalarını anlamak için bak: Kur'an kî çar bünyâdî istilaheen. — Kur'anın dürt temel ıstılahı. Seyyid Ebul-A'lâ El-Mevdûdî. îs-lanüc Publicatlona, Lahore.

[5] Kitâb-i Mukaddes, Ahd-i Cedid ve Ahd-i Atik.

[6] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 15-21.

[7] R..N.  Crew Hunt Teory  and     practlce  of  Communism -L.ondon 1951. SaJıife 6

[8] Arnold,   î.  Toynbee,   Chiristianity  among  the   religins of  world.  S.  56

[9] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 21-28.

[10]   Eser yazıldığı zaman 34  idi. Bugün 4ü tür.  Mütercim.

[11] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 28-31.

[12] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 31.

[13]  Mevlânf1,        ÜrrUıen    üstacl    elemektir,     yani    Mevdûdî "Hürmeten kelimeyi  aynen  muhafaza  eıtim.  Mütercim.

[14] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 33-37.

[15] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 41.

[16] Bu mevzu Mevlânâ Seyyid Ebu'l A'lâ El - Mevdûdt ta­rafından yazılarak «Tahrik-i âzadi-yi Hind or Müslüman — Hin­distan hürriyet hareketi ve mttslüman» isimli eserden alınmıştır. Cild i b&t, yi îslamic publicaions Ltd. Lahor. Hazırlayıcı

[17] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 43-46.

[18] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 46-48.

[19] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 48-52.

[20] Bu bahia yazılırken, daha Hindistan ile Pakistan birbir- ayrılmamışlardı. Fakat, bugün yine milliyet esâsı ortaya çı-kıP da devletler kurulunca,- böyl* bir zihniyet, islâm dünyasının «rafına dahi yayılmış bulunuyor.

[21] Hindistan ve Pakistan muhtelif yarı muhtar eyâletleri zmayıcı.

[22] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 53-58.

[23] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 58-63.

[24] Eyk nihayet ehemm istifti: Gayet mühim bir fetva ta-lebi'nden iktibas edileli. Sahife 8 - 14 . Hazırlayıcı

[25] (- Charter) veya metinde olduğu gibi Sultandan veya Başkandan maksadımız, Mâlik el - Mülk olan Hak Tealâ, bir kim­senin eline «mülk» (memleket idaresi) teslim edip ona halifelik verip, — gerçek Halife, Sultan, Başkan ve bu gibi şahıslar kendi başlarına iş yapan kimseler değillerdir. — işlerin tedvirini ve yü­rütülmesini onun. eline bırakmış olduğu kimsedir. O'nıın peygam­berine, O'riun kitabına inanan, bağlanan ve Şeriat-i îlâhiye'nin aydınlığı aHmeSâ, çalışmayı kabul eden, bu mes'uliyeti uhdesine alan, hükümet ve memleket idaresini tedvir eden, yahut da bunun başında bulunan kimse, idare usulünü bu Şeriate uygun şekilde de­vam ettiren ve adalet sistemini bu yola uyduran, hükümet veya idare mekanizması veya şahıs, Allah tarafından Sultanlık (Char-ter'.lik) : Buyruk sahipliği vasfına haiz olur. Bu Charter :: Sultan (Buyruk sahibi) nin vasfım Kıır'an-ı Kerim, kendisi beyan etmiş­tir. Onların arasında, Allah'ın göndermiş olduğu hususlar üzerine hüküm ver, denmiştir;

[26] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 63-73.

[27] tşbu mevzu, Tercüman El-Kur'an'da 1361 Hicrî senesi, Şaban ile Şevval arası, Eylül - Kasım 1942 Milâüi'de neşredilmiştir. Ha­zırlayıcı.

[28] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları:73-77.

[29] Bu mevzu 1942  de yazılmıştır.  O zaman     Hindistan ve 1 akıştan İngilizlerin idaresi altında bulunuyordu.    Hazırlayıcı.

[30] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 77-83.

[31] Malûmdur ki hükümet demek, kelimenin asıl manasmu göre zor kullanmak, ba&kı yapmak demektir. Bu manayı

ifafle a-den (Coercion) başka bir ismidir. Nazariyede isef usûl ve kanun gereğince, hükümetin esasdan, temelden halkın üzerinde de tahak­küm edeceği de malumdur. Bu hükümet işinin icâbıdır.

[32] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 83-88.

[33] Müellifin, Sosyo - Komünizm dediği şey'in son merhalesi (Stage) dir. Bu görüş Sosyo — Komünizm düşünürlerine göredir. Engels ve Lertfn, şöyle demişlerdir, «O merhaleye ulaşılınca, orada cabrî hükümet nizâmı ortadan kalkmış olacaktır Bunun yerine de sınıf farkı bulunmayan öyle bir muaşeret nizanU.jiurulacaktır ki,

içtimaî yardımlaşma esasına istinâd edip, böylece hükümetin var lûzûm ve ihtiyaç hasıl olmayacaktır.

Yalnız komünistliktir ki, hükümeti  lüzumsuz hale getirebilir  orada herhangi bir smıf farkı Kalmadığından, birini ortadan «aldırmağa uğraşmak icap etsin» Lenin,  The  State     Revolution, New York, 1935 P. ?5 Bu muhayyel - görüşe Komünizm ıstılahın a hükümetin ortadan kalkması ve gelişmesi denmiştir. (The State

"VVıthera Away)   Hazırlayıcı.

[34] Onlarla savaşın,  boyun  eğip de  cizyeyi kendi  elleriyle getirip  verinceye   kadar..   (Tevbe   :   29).

Muhterem Müellif, bu âyet-i kerimenin şerhi hakkında, Tef-toîm - ül - Kur'anda şöyle yazar  :

Savaş neticesinde onlar, kendilerince iman ettikleri şeyi bıra­kıp da Hak dinine bağlanmazlar. Fakat onlar bu mağlûbiyetle, artık kafa tutmağa ve tahakküm fikrine mecal getiremezler. On­lan yâni kâfirleri yeryüzüne hâkim olacak duruma getirmeyin Emir sahibi olmalarına meydan vermeyin. Yeryüzünde yaşayış nizamım kurmak, hüküm sahibi olmak emir vermek ve önderlik «tmek (imamet) hak dinine bağlı bulunanların elinde olmalıdır. Kâfirler ise, müslümanların emri altında mukaddes hükümlere tâbi bir şekilde, boyun büküp ve itaat ederek yaşayıp gitmelidir­ler.

Cizye demek, îslâm hükümeti tarafından ^gayri müslimlerin yâni zimmîlerin emniyetini sağlamak, onları korumafc ve onların faklarını nmnafaza etmek için, zimmüer tarafından islâm hükû-, metine ödenen bir paradır. Aynı zamanda cizye, bu cemaatin em­re itaat ettiklerine bir delil ve bir semboldür.

«Elleriyle getirip cizyeyi versinler...» demek, doğrudan doğ­ruya itaat ederek, boyu» e£er vaziyette cizyeyi ödemeleri demek­tir.

Küçük kılın, azınlık -kılm'dan maksad da, onların büyük ol­mamaları, çoğunluk haklarına sahip bulunmamalarıdır. Yeryüzün.-de hâkim duruma geç memeleridir. Yeryüzünde hâkim olacaklar» unlar değil, Hüâfet-i tlâhî farizasını ifâ edecek olan Ehl-i îman oimalıciır. Allah'ın dinine sarılmayan, kendilerinin yahut da baş-kalarınm eğri, bozuk ve sapık yollarını tutup giden güruh'un hürriyet ve serbestlik Ölçüîeri, şu kadardır ki, istedikleri gibi, ken­di hususî işlerinde hatalı yol takip edebilirler. Fakat bu.imandan mahrum zümrenin, yeryüzünün herhangi bir yerinde iktidarı ele geçirip - tahakküme kalkışmalarına, hükümranlığı ve memleket idaresini e!e almalarına hiç bir zaman hak tanınmaz. İnsanların içtimaî yaşayış nizamını kendi sapık zihniyetlerine uydurmaları­na ve bu sapık rejimlerini yürütüp    gitmelerine de asla meydan

verilmez. Böyle bir kuvvet onların ellerine geçtiği zaman fesâd doğur. O zaman cîa Bhl-İ îman'a onların ellerinden bu kudreti al­mak farz olur. Onları doğru yola tâbi kılmak, bu yola boyun em­dirmek de lâzım gelir. Ehl-İ îman İçin bu yolda çalışmak, gayele­rin .'ii üstünü olan bir farzdır.

[35] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 88-92.

[36] Bu mevzu yazıldığı zaman, bu zevattan biri Puncâb -M-ğan de Bingâl devletlerinin Sadrıâzamları   (Başbakanları)   idiler. Şimdi,  onların yerine, herhangi bir gayri  islâmî devlette, Müsliv-nıan vekil'c (bakan) ne gibi bir vazife düşer diye düşünmemiz lâ­zımdır.

[37] Bu   âyet-i  kerime     hakkında daha  geniş   malûmat   için bak: Tefhİm-ül-Kur'an, Cild II, Sahife 13 - 14.    Haz rlayıcı.

[38] Bu satırlar yazıldığı zaman Mussolini hayatta idi. Hem de hm- istediğini yapan bir diktatördü.

[39] Meşhur müfessirj  imam MÜcâhid'in yazdığına göre,  bu Melik'İn kendisi de Hazret-i Yûsuf vaaıtasiyle İslâm'ı kabul etmiş­ti, (tbn-i Cerir).

[40] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 93-99.

[41] Bu mevzu, Tsrcümaa-ûf-Kur'an,    Rebiülahir, 1363  {Ni- '944) 4e neşredilmiştir.  (Hazırlayıcı)

[42] tncil ve T&hnud'd-a da bu hususta sarih bir şey yoktur-ÎSskl Mısır tarihinde de bu hususu aydınlatacak bahislere raslamaJt mümkün değildir.

[43] Bible'da   (Kitab-i   And-i Atîk   :   Tevrat)   Hazret-i  Mûsâ  zamanında Mısır'da birkaç yüz bin kadar halk vardır. Tah- bunların sayısı  (20 Lakh)   yâni 2.000.000 hesaphyabiliriz. O i Mısır'ın mâmur mıntıkası da en az ülkenin % 10 uydu.)

[44] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 99-104.

[45] 'Bu bahis, Tercüman-ül-Kur'anf Muharrem ve Sefer 1364 Ve Şubat 1945) tarihli neşriyattan alınmıştır.    (Hazırlayıcı).

[46] Bu  bahisler,  yukarıda  bahsi  geçen îslâm  or iktidar   :  ve iktidar»  İsmi altında kaleme alınmıştır.

[47] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları:104-111.

[48] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 111-114.

[49] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 114-119.

[50] Müellif,  muarızlara cevap vermek İçin   âyet-i kerân&-nin kelimelerinin zıd lafızlarını koymuştur.   (Mütercim).

[51] Pakistan'ın İstiklâlini kazanmasından sonra da yine bu mesele devam edegelmektedir. Şimdi Müslüman toplumun yaşayışı Şu şekli almıştır: Eşraf kızları açık sahalarda güya askerî talim âıye oyunlar oynamakta, Müslüman Sahibzadîler. Kerimeyi mü-«erremler : Eşraf kızları borazan öttürme talimi yapmak için Avrupa ülkelerinin yolunu tutmuşlardır. Diğer memleketlerde de Müslümanların   mümessilliklerini   (millet  vekiliğ^)   erkek   müellif.

[52] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 120-127.

[53] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 127-132.

[54] Sure-i  Yûsuf,  üyet,   55.

[55] Meselâ:)   Sûrct-i Munafİkûn,  âyet:  7

Halbuki, göklerin ve yerin bütün hazineleri (Hazâ'in)' Allah'­ındır.

Sûre-i Hicr, âyet   21

Hiçbir şey yoktur ki, onun hazineleri (Hazâ'in) bizim indi­mizde olmasın.

Yoksa Rabbinin hazineleri onların indinde mi?

SünH Tur, âyet, 37

 Ateşte  bulunanlar   cehennem  hazine   muhafızlarına  derler.

[56] Bible  (Kitab-ı  Ahd-i Atik)  de Seyyidinâ Yûsuf  (A.S.) kıssası anlatılarak, Firavunla aralarında geçen bahisler, şu cüm­lelerle nakledilmiştir:

Pes Firavun kullarına dedi, hiç bunun gibi ruhullah içinde olan adam bulabilir miyiz? Ve Firavun Yûsuf'a söyledi : Çünkü bü cümleyi Allah sana malûm eyledi, senin gibi âkil ve dânâ yok­tur, tmdi sen evim üzerine ol, (sen benim evimin sahibi ihtiyarı olacaksın) ve cümle halkım ağzına bakam. Ancak taht hesabiyle senden büyük olayım ve dahi Firavun Yûsuf'a dedi kî: tşte seni bütün Mısrr diyarı üzerine nasb eyledim. Badehu Firavun, mühÜ-rünü elinden çıkarıp, anı Yûsuf'un eline koydu. Hem ana tülbent libas giydirip bir altın tuğ boğazına taktı. Tevrat, Kitab-ı Ahd-i Atik, Sifr-i Tekvin - il - mahlûkat Bab, 41, âyet, 38 - 44 - Paris Kıratlık Matbaası 1827 sahife; 41 - 42 Türkçe tercümesinden aynen nakledildi. Mütercim.

Siyah yazılmış cümlelerden sarih bir şekilde anlaşıldığına göre, Firavun kendisi de Hazret-i Yûsuf (A.S.) a inanmıştı; O'nun Peygamberliğini kabul etmemiş idiyse de ilk görüşmede ona imân edecek kadar kuvvetli bir inanç yolu tutmuştu. Bundan altı yedi sene sonra, Hazret-i Yûsuf (A.S.) in kardeşleri, Mısır'a uiaştı-lar- O zaman Hazret-i Yûsuf (A.S.) onlara şöyle söyledi  :

(Tevrat âyet 8.) Ve hâlâ beni buraya gönderen siz değil, bel-Allah'dır. Ki beni hem Piravun'a babaf hem cümle hanümanı^-"a <aile badına ve evine)  ağa ve bütün Mısır diyarına vali ey- T6z *>abama varub ana deyün ki, oğlun Yûsuf böyle der ki, etnT*  bCnİ>   °ümle  Mıs)r>m  Sultanı  eyledi.  Yanıma  gel ve  tehir ^   e- Tevrat, Sifr-i tekvin - el - mahlûkat Bab. 45, âyet 8. 9. Pa Matbaası 1827, Sahife 54. Türkçe tercümesinden aynen aakı**Wi.    (Mütercim).

[57] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 132-140.

[58] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 140-144.

[59] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 147.

[60] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 149-151.

[61] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 151-152.

[62] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 152-155.

[63] Bu iki ıstılahın mufassal şerhi için ba&: .Kur'an Ki ç&r- ifcen, Kur'anm dört esas ıstılahları. Seyyîd • tslamic publicatins Ltd. Lahor.

[64] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 155-158.

[65] Bu mevzuun geniş teşrihi için hak: Müellifin,  Kiir'an Pbi. İM. Lahore.

[66] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 159-162.

[67] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 162-164.

[68] el - Kasas, 38

[69] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 164-167.

[70] Süre-i Hucl  :  4, 5, 6   8

[71] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 167-169.

[72] Hâkimiyet-i   îlâhiye   fikri  hakk:nda   daha  fazla   malû­mat ahnak için bak. Bu eserin yedinci babı, (Hazırlayıcı).

[73] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 169-171.

[74] Hıristiyan papalar ve patrikler indinde, Mesih Haz-ret-i İsa (A.S.) in bazı ahlâkî Öğütlerinden başka (şeriat» diye bir şey bulunmamaktadır. Bunun için, onlar istediMeri gibi ha­reket eder, kendi nefsânî isteklerine de tâbi olurlar. Kendi ke­yiflerine göre, kanunlar yapar, nizam uydururlar. Bunların da Allah tarafından olduğunu ileri sürüp, bu gülünç iddiada da bu»-lunurlar. Nitekim Bakara sûresinde söyle buyuruimuştur: Yazıklar olsun o kimselere ki, kendi elleriyle kitap yarap da sonra  bu  kitap  Allah  tarafındanda-  diye   söylerler. (Bakara,   79.)

[75] Bu   kanun   1918  de   Amerikan   kongresinde  kabul  edildi.

[76] 1933   araîık   ayında   bu   kanun' kaldırıldı.

[77] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 171-181.

[78] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 181-182.

[79] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 182-184.

[80] Bu   hususda   daha   mufassal   malûmat,    bu   kitabın   on  babında  verilmiştir.

[81] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 184-185.

[82] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 186-187.

[83] Tefsiri Ruh - ül - ma'ânî. BeyhaKî  ve İbn-i  Merduye'yo istinaben,   cilt,   26   .   sahife,   48.

[84] Buharı, Kitab - ül - ahkâm.

[85] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 187-192.

[86] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 195-196.

[87] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 197.

[88] Tefhim - ül - Kur'an mukaddimesi, cild 1, sahife 16

Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 199-203.

[89] Tefhim.- ül - Kur'an, cild, II. sahife, 235 - 239

[90] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 203-213.

[91] Tefhim.  - ül -  Kur'an,   cild  III.  sahife,  343

[92] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 213-214.

[93] Tefhim - ül - Kur'an.  Cilt, II.   Sahife,  638

[94] Tefhim - ül - Kur'an. Cilt, H. Sahife 411 - 413

[95] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 214-222.

[96] Tefhim - ül - Kur'an, Cilt, H. Sahafe 401 - 404

[97] Tefhim - ül, - Kur'an, Cild. III.  Sahife, 433 - 434

[98] Tefhim - ül - Kur'an. Cild 1,  Sahife 222 - 223

[99] Tefhim - ül - Kur'an,  CİM I.  Sahife, 253 - 25«

[100] Tefhim - ül - Kur'an,  cild, %. Sahife, 438 .

[101] Teftfim - ül - Kur'an,   Cild,  II.  Sahife,  578

[102] Tefhim  -  ÜI  -  Kur'an,   Cild  H.   Sahife,' 293   - 294   .

[103] Tefhim - ttl - Kuran, Cild I. Sahife, 475 - 476

[104] Tefhim - ül - Kur'an, Cild,  I.  Sahife, 196 - 197

[105] Tefhim - ül - Kur'an, Cild, 1, Sahife, 367.  (2)  Tefhim- - Kur'an,  Cild,  1. Sahtfe 62 .

[106] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 222-246.

[107] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 246-254.

[108] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 255-256.

[109] Mevdûdî   Sahib'e   cevap   yazan  zât.   (Mütercim).

[110] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 257-263.

[111] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 263-266.

[112] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 266-268.

[113] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 268-270.

[114] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 273.

[115] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 275.

[116] Tercüman - ül - Kur'an,  Aralık  1933.  (Hazırlayıcı).

[117] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 275-276.

[118] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 276-280.

[119] Bu 2at Biçvanaland'in Baminydalû kabilesinin reisi idi. Kendi ülkesinde Avrupalılar cürüm işledikleri ataman, diğer­leri gibi dayak yemelerini bildirmişti. Bunun üzerine tngilizJer onu kabilenin başından alaşağı ettiler. Fakat onun ülkesinde ya­şayanlar   arasmüa,   İngiliz  yüksek  komiserinin  kendisinin de  iti-

r.af ettiğine göre, Avrupalılar edepsizliği son haddine vardırma­lardı. Sonra şu zavallı Taşkidiye, sen Avrupalılarla yerlileri ay­nı şekilde muhakeme ettin, diye yapılmadık kötülük bırakılmadı, ingiltere hükümeti ile aralarında bulunan anlaşma gereğince, Av­rupalı zevatı kiram ile yerli halk aras:nda tita fark gözetilecek ^iye de bir madde konmamıştı. Fakat bu zavallı sadece siyah renkli insan olduğundan kendisine bu eza ve cefa reva görülmüş­tür.

[120] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları:280-282.

[121] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 283-290.

[122] Bu âyet-i kerime, Mısır tarihinin meşhur vak'aaına fyef-ret eder. Mısırda Firavun, Mısır halkını «Kıbtî : Mısırlı» ve Gay­rı - Kıbt! : (Mısırlı olmayan.) diye iki gurupa ayırmış ve hakla­rına-*   ayrı   ayrı   muamele tatbik  edilmesini  kararlaştırmıştı.

[123] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 290-293.

[124] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 294-300.

[125] Bu  Hadis,  Arap eşrafına    hitaben  söylenmiştir.      «SI» Hab«$l zencf bir köle dahi eratr tayin edilse, yine dinleyip İtaat  İşte şovenliğe karşı Ist&m!     milüyetia en gOcel cevabı.

[126] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 300-302.

[127] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 302-307.

[128] Burada şu meseleyi de izah etmek lâzımdır ki, gayrı muslini 'kavimlerle müslüman .kavim arasında rabıta ve alâkanın iki   ayrı hususiyeti  bulunmaktadır.

Birincisi: Bu gayri luüslimlerin de insan olmaları bakımından diğer insanlar gibi aynı haklara mâlik .bulunmalarıdır. Bu nokta-rUıki ayrılık, islâm ile Küfr'e sâlik olmak keyfiyetidir. İslâm bu durumda yine onlara karşı, yüksek insanlık hasletlerine göre muamele erter. iyi geçinmeği kendisine usul ittihaz eder. icabı halinde onların dertlerine koşmağı bir vazife bilir. Onlara karşı cömirt davrandığı gibi, şeref ve haysiyetlerini de korur.

İkincisi: Gayrı müslim milletler, mütecaviz olmadıkları ve İslam'a düşmanlık etmedikleri müddetçe, onlarla dostane bir ge­çim yolu takibedilir; müşterek maksatlara matuf olan işlerde yar­dımlaşmak cihetine gidilir, gerektiği takdirde o mülltlere yardım eii uzatıl:r. Bütün bu münasebetler İslam'ın yüksek faziletlerine istinat ettirilirken, hiç bir zaman bu gibi dış münasebetlerde tsp lâmr hükümlerden feragat edilmediği gibi, onlarla kültürel bir kaynaşmağa gidilmez. Hiç bir zaman, islâm miUiyeit bir tarafa bırakılıp, ırkçılığa müstenit bir Hindistan milleti, veya Çin mil­leti gibi bir kuruluşa gidilmez. Küfr ile islâm bir arada mütalâa edilemediği gibi, Küfr - islâm karışımı bir kavim vücuda getir­mek muhal ve imkân harici bir istir.

[129] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 307-312.

[130] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 312-313.

[131] Bazı caniler Resülüllah Sallallahü Aleyhi ve Sellem'e şöyle bir yalan uydurur ve iftipu. etmekten çekinmezler. Güya Zatı Saadetleri şöyle buyurmuşlardır : Hubb ül vatanı min el îmân : Vatanı sevmek İmandandır. Halbuki bu hadis doğru değildir. Ve Zatı   Saadetlerinin   aslî   talimine   uygun  düşmemektedir.

[132] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 314-315.

[133] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 315-316.

[134] Bu hadisenin bütün tafsili tbni Cerir tefsirinin cild, 28, . 66 - 70 de zikredilmiştir,                

[135] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 316-322.

[136] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 322-324.

[137] Bakınız: Buharı Kitâb - ÜI - Fiten. Müslim, Mişkât. Ki-tâb el imâre ve Sîreti ibni

[138] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 324-326.

[139] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 326-328.

[140] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 328-333.

[141] İslâm'da mürtedin Öldürülmesi bu esas üzerinedir. Da-ha fazla bilgi edinmek için bakınız: «Mürtedin Cazası» Yazan, Seyi     Ebul -  A'lâ Mevdûdî,  Islamic publishins     İtd.  Lahor.

[142] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 333-351.

[143] Mârksizmin günümüzdeki tatbikatı da milliyetçilik (nasyonalizm) in tuzağına düşmekten kurtulamamıştır. Stalin ve onun etrafındaki idarecilerin çalışma programı, bu kadronun Rus milliyetçiliğinin cazibesine kapılmış olduklarını açık bir şekilde göstermektedir. Rus sosyo - komünizm edebiyatında, hatta 1936 daki yeni devlet anayasasında yer yer, (Ata Baba vatanı» : (Fat-herland) den bahsedilmektedir. Fakat tslâm, her yerde «Dar - ül -İslâm» : (tslâm ülkesi) kelimesi kullanmaktadır. Father land, veya motherland : (Ata - baba yurdu) veya ana nine ülkesi lanılmanuştır.

[144] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 351-359.

[145] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 365-366.

[146] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 366-367.

[147] «îalâmî   medeniyet   ve   bunun   usul   ve     mebdeleri>>   isimli  alındı.

[148] Tefhim ^ ül - Kur'an, Cild, 1. Sahife, 475 - 476

[149] «îsîâmî   medeiyetin   usul   ve   mefodeleri»isimli slındı.

[150] Islâmi   Anayasanın   temelleri.   Sahife,   5   .

[151] Bu   hususta   mufassal   bahis   için   bak:   Sünnetin   P;;*tur °ima hususiyeti.  Tefhimat cild,  I  ve  Tefhimat  Cild,  HI.

[152] Milletler arası tslâmî toplantılarda okunan bu makale­ye itirazlar vuku bulmuştur. Bunların cevabında Tercüman - ül ~ Kur'an, Ocak 1958 de üstadın yazıları neşredilmiştir. Bundan ma­ada «Sünnet ki âyini haysiyet» : Sünnetin düstur olma hususiyeti,  makaleden' de  buraya  iktibas  ettik.

[153] Sünnet   ki   ayînî  haysiyet   :   Sünnetin   düstur   olma   hu- lîsiyeti    isimli   eserden  iktibas   edilmiştir.   Sahife,   74   -   85.

[154] Tahkik ettiğimiz zaman göreceğiz ki, saadet devrinde bile çok mühim İşlerde, îsîâmın ilçri gelenleri tarafından Allah Resulünün Sünneti merci olarak tanınmış ve bir hadise karşısın­da Resulü Ekremin ne şekilde hareket etntfş olduklarına, bakıl-*nıştır. Resulü Ekremin devri saadetlerinde islâm hükümeti bü­tün Arabistan yarımadasını idaresi altına almaştı. On milyonlar­ca mil murabbalık geniş bir ülkede her işin, her muamelenin ve her hususun,

*Zatı Saadetlerinin kendilerine intikal ettirilmeleri­ne imkân yoktu. Zatı Saadetlerinin her işi şahsen ve müstakil olarak hal ve faal etmeleri mümkün değildi. O zaman da lalam Hükümetinin valileri, idarecileri, âm'Irieri memleketi idare edi­yorlardı. Kadılar, hakimler de tslâmı olanca güzelliği ile tatbik ediyorlardı. Bu aziz kimseler için de Kur'an-ı Kerimden sonra,

baş vurulacak ikine i merci Allah Resulünün muazzez Sünnetleri idi.

[155] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 367-387.

[156] Serî ıstılahda Takrir, Zatı Saadetlerinin huzurunda yar-Ptfan işler hakkında buyurdukları .beyanat demektir. Bazı şeyleri caiz görmüşler bazısını da men etmişlerdir. Diğer manada ise «Takrir» herhangi bir şeyi beyan etmektir.

[157] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 387-393.

[158] îslâmî Düstur kî tedvin : (islâm Anayasasının hazır­lanması) isimli Ebul A'lâ Mevdûdinin eserinden iktibas edildi, îslamic Pbl. Ltd. Lahor.

[159] Islâmî kanunun diğer bahisleri için bak: Müellifin lâmî kanun» eseri. îslamic Publ. Ltd. Lahor: (Hazırlayıcı)

[160] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 393-395.

[161] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 395-397.

[162] Takrirden maksad, zaman ve zemin icabı herhangi bir şekilde Zatı Saadetlerinin hüküm verip beyan buyurmalarıdır. Yahut da herhangi bir kimsenin yaptığı bir işi görüp de ona böy­le  yapmıyacaksın,  böyle  yapılmaz dememiş olmalarıdır.

[163] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 397-398.

[164] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 398-400.

[165] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları:400-402.

[166] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 403-405.

[167] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 405-406.

[168] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 406-409.

[169] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 409-411.

[170] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 411-413.

[171] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 417.

[172] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 419-420.

[173] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 420-421.

[174] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 421-422.

[175] Hûd,  107

[176] El^Enbiyâ'  23  .

[177] El-Mü'minûn 88.

[178] El-Mü'minûn 88 ,

[179] El-Haşr  23  .

[180] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 422-424.

[181] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 424-425.

[182] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 425-426.

[183] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 426-427.

[184] Sûro-i Şu'arâ Ayet : 108, 110, 126, 144, 150, 163, 179 .

[185] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 427-429.

[186] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 429.

[187] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 430.

[188] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 431-432.

[189] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 432-433.

[190] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 433-435.

[191] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 435-437.

[192] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 437-438.

[193] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 438-447.

[194] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 477.

[195] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 447-448.

[196] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 448.

[197] Bazıları şu sebepten dolayı şüpheye düşmüşlerdir: İs-lâmda mademki tamamen seçime dayanan bir usul vardır. NasiJ. olur da padişahlık devrindeki ulemâ kuvvet ve zor kullanarak kendilerini devletin başına geçiren kimselere müsaade etmişler­dir? Bu şüphenin esası iki ayrı meseleyi biribirine karıştırmak­tan ileri geliyor. Meselenin biri şudur: Isl&mda Halifelik ile Emi: -lik biribirine karıştırılmaktadır. Diğer mesele de şöyledir: Birisi çıkıp da böyle hatalı bir usul ile emir olmuş ve devletin basma geçmişse böyle bir durumda ne yapılacağının bilinmemeaidir. Bi­rine? meselenin cevabı şöyledir: îsîâm ulemasının ittifakla kabul ettikleri Halifelik, ancak umumî seçimle ve bütün Müslüman hal­kın rızası ile olmalıdır. İkinci meselenin doğru cevabı şöyledir: O zamanki uleman.n yumuşak davranmalarının sebebi, böyie bir Emirliğin yalnız intizamı sağlamak ve asayişi korumak bakımın­dan faydalı olduğundandır. Bu şekilde memleketin başına musal­lat olmuş bulunan Emirin, din nizamını bozmaması lâzımdır. Bü şartlar tahakkuk ettiği taktirde, ulema, zorla Emirliği eline ge­çirmiş bulunan şahsa karşı, ayaklanmayı doğru bulmamışlardır. Bunun sebebi de bir anarşiye yol açmamak içindir. Bunun dışın­da ulemâ hiçbir zaman Emirliği ele geçirenlerin emirliklerini sa­hih saymamışlar, cebir ve tasallut ile Hilafetin doğru olabilece­ğine hüküm vermemişlerdir.

[198] Bu hususta bazıları şu şüpheye düşüyorlar ki; «Hilâfe­tin Kureyş kabilesi mensuplarında olacağına» dair hadisler

var­dır. Kureyş kabilesi mensupları Halifelik için daha haklı görül­müştür. Bunun cevabını da telif ettiğim «Resâil ve Mesâ'il isimli eserde vermiş bulunuyorum.

[199] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 449-453.

[200] Burada şöyle "bir mesele üzerinde de durmak icap edi­yor: Ehl-ül-rıal ve'l - akd niçin yalnız Medinede idiler? Bunların Mödinedeki vaziyetleri ne idi? İslâm ülkelerinin diğer mıntıka­larından   niçin   güvenilir   mümessil   ve   saire   çağrılmıyordu?

Ei! meselenin şu şekilde iki makul cevabı vardır; îslâmî hü­kümet, herhangi bir millî hükümet değildir. Belki islâmî hükümet şu şekilde ortaya çıktı: tik evvelâ bir nazarî tebliğ (fikir yay­ma) yolunu tuttu ve halkın düşüncelerini ve ahlakını değiştirip bir inkılap meydana getirdi. Sonra bu inkılâbın neticesinde bir medeniyet usulü ve yaşayış şekli ortaya çıktı. Daha sonra bir hükümet şeklini aldı. Tabiatiyle, bu gibi bir hükümette fıtraten itimadın ve güvenin merkezi, inkılabın temelini kuran o şahsı vahid idi. Sonra bu inkılabı benimsemiş bulunanlar ve inkılabın temelini kurmuş bulunan zatın sağ eli ve saf kolu olan kimseler

de bu itimad ve' güven merkezinin etrafında toplanıp ikinci iti­mad ve güven noktaları oldular. Böyle, bir hükümetin liderliği de fıtrî ve tabiî liderliktir. Bu liderden başkasına ve bu liderin güven duymadığı kimseye de halktan bir fert dahi itim».'t etmez. Bu suret le, o zaman tenkid etmek ve söz söylemek tamamen serbest olma­sına ve herkese böyle bir hak tanınmış bulunmasına rağmen Ara bist-anın herhangi bir köşesinde yahut da diğer islâm iUkeierinde su. şekilde bir ses duyulmadı ki,,niçin yalnız Medine halkı veya Aledinedekiler «halletmek ve hükme bağlamak» meclisine aza ol­mak  hakkına  mâliktirler.

2. İkincisi de şudur: O zamanki medeniyetin vaziyetine gö­re, şu da mümkün değildi ki; o zamanın o kedar geniş ülkelerin­de Afganistandan tutun da kuzey Xfrikaya kadar umumi seçim yapılması imkânı olsun. Sonra da buralardan hükümet merkezi-no mümessiller gelsin ve alelade veya fevkalâde (gündemli ve gündem dışı) toplantılar yapılsın ve ülkenin her yerinden de gel­miş bulunan mümessiller bu toplantılara iştirak etsinler.

[201] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 453-459.

[202] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 459-462.

[203] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 462-466.

[204] Hicret edip gelenler hakkında Kur'an-ı Kerimde, ihti­yati tedbir olarak bir deneme (Examine : imtihan) meselesinden bahsedilmiştir. 8u tedbir muhacir kadınlar hakkında beyan bu­rulmuş olmasına rağmen buradan umumi bir usul elde edüebite-ccglnden dışarıdan gelen herhangi birisi veya muhaceret iddiasın­da bulunan bir kimsenin Darül - îslâma kabul edilmesinden önce bu kimsenin müslttman ve muhecir olması hususunda emniyet telkin etmesi icap ediyor. Çünkü hicret bahanesiyle başka niyet­ler içîn de İslâm ülkelerine gelebilir. Bir kimsenin de hakUd ima-ıan ne olduğunu Allah Taaladan başka kimsenin bilmemesine rağ­men yine de zahirî durumdan önen ne gibi bir kimse olacağının tahkik. edilmesi icabeder.

[205] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 466-470.

[206] Ebu Davud, Kitab El Kaza .

[207] Ma'âlim  Es-Sünen,   Kitab  El     Kaz

[208] Kitab  El -   Harâc,   Sahife  107 

[209] Müvettâ,  Bâb  Şart Eş -  Şahid  

[210] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 470-474.

[211] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 474-476.

[212] Bakınız,  Ek No:   1

[213] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 481-482.

[214] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 482-484.

[215] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 484-485.

[216] Bu hususun  teşrihi  birinci  kısımdaki  bahislerde  geçti.

[217] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 486-488.

[218] Yani öyle kimseleri toplayın ki, Allaha ibadet ederler, tiu kimseler kendi başlarına buyruk olmayıp karşı gelmek yolu­na  da sltmezler.

[219] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 488-491.

[220] Bu husus Hadis kitaplarında aynı kelimelerle de aynı 'anızlarla da bize gelmemiş olmakla beraber, bu bir tarihçinifl 'be­yanı olduğuna göre biz de bunu bu şekilde naklettik. Hadis ol-sun. olmasm istinath bir rivayettir. Bu mealde diğer rivayetler ^c vardır. Bu şekilde olunca zayıf rivayetlerin de istinat edilnıe-sıııde Ur mahzur yoktur. Zira bu gibi rivayetlerin teyidi hakkın­ca bir hayli sahih rivayetler de vardır.

[221] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 491-493.

[222] Bu  meselenin şerhi hakkında bak.  Bab II .

[223] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 494.

[224] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 494-495.

[225] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 495-501.

[226] Hadisin metninde yalnız müslümanlarm esas hukukun­dan bahsedilmiştir. Fakat ts!âm Şeriatı gereğince, şu da müsel­lem bir usuldür ki, İslâmî hükümetin himayesini kabul etmiş bu­lunan herhangi bir gayrı - müslim de askerî ve mülkî kanun­lar muvacehesinde müslümanlarla aynı haklara malik buluna­caktır.

[227] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 501-505.

[228] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 505-507.

[229] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 511.

[230] Kenz ul - ummâl Tabaranî ve Müsned-i Ahmed'e is­tinaden Hadis No. 907 - 966. Daire tül - Maarif matbaası; Haydar-âabad  1955   .

[231] Mişkât, Dar-i Kutnî'ye istinaden, Bab el - 1'tisâm bil-kıta.b  ves - sünne;   Kenz ül -  ummâl.   cild  1,  s.  981 - 986   .

[232] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 513-514.

[233] Mişkât,   Rezin'e   istinaden,   bahsi   geçen   bâb.

[234] Buhar)î, Kitab - ül Hudûd, Bab    11 - 12 .

[235] Kitab - ül - Haraç, îmam Ebû Yûsuf, S. 116, Salefiye matbaası Mısır. İkinci baskı. Müsned, Ebu Davud Et - Tayalîsî, ı-Tadis Nr. 55 t>airet ül - maarif matbaası, Haydarabad, 1321.

[236] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 514-516.

[237] Tefsir-i ibn-i Kesir, Müslim ve ibn-i ltfâce'ye istir., .den cilt 4 sahife 217, Mustafa Muhammed matbaası Mısır 1937

[238] îbn-i Kesir, Tabaran)îye istinaden C. 4. S. 217

[239] Tefsir-i Ruh üî - Maanî, Beyhakî)'ye istinaden ve lbn-i Merdûye C. 26. S. 148. Mtiniriye matbaası Mısır

[240] Buharî, Kitab Es-sal&t. Bab 28.

[241] Ebu Davüd Kitab Ed-Diyât Bab 11. &esâî Kitab El - K>ısSme, Bab 10 - 14.

[242] Ebu Davûd. Kitab El Emare, Bab 34

Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 516-518.

[243] Sûre-i Nisa  âyet,   58.

[244] Buharı,  Kitab El- Ahkâm, Bab 8 . Müslim Kitab El -"Emare Bah. 5  .

[245] Buharı, Kitab  El - Alıkâm Bab 8;  Müslim,  Kitab El îmân, Bab 61; Kitab El - Emare Bab 5

[246] Müslim  Kitab El -  Emare Bab 5 .

[247] Kenz üi, - Ummâi G. 6, S. 68 - 122 .

[248]  (1) Kenî, al  - Uııımâl  Ç.  6.  Sahife 78.

[249] (2) Kenz ül - Ummâl C. 6.  Sahife 346 .

[250] Kenz ül - Ummâl, C. 5. Sahife 12 r. 25

[251] Kenz ül - Ummâl,  C. 5,  Sahife 12 – 25

Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 518-520.

[252] Kenz ül - Ummâl, C. 5,   S. 2577 

[253] Kenz ül - Ummâl, C. 5, S. 2354 .

[254] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 520-521.

[255] Buhar)î, Kitab El - Ahkâm, bab 4. Müslim, Kitab El-Emare bab 8. Ebu Davud, Kitab Ei - Cihad bab 95. Nesâ)î, Kitab £2 - Biy'a, bab 33. îbn-i Mâcce, Ebvab El - Cihâd, bab 4 .

[256] Kenz ül - Ummâl C. 6. Hadis No. 293, 294, 296, 299, 301

[257] Kenz ül - Ummâl,  C. 5.  S. 2505   .

[258] Kenz iil - Ummâl, C. 5. Hadis 2282 . Hazret-i Ebu Be-kirin bu mühim ve meşhur konuşması şu şekilde rivayet edilmiş­tir-  «Ben, Allah'a karşı gelirsem, siz de bana karşı geiiniz.» Kenz üi - Ummâl C. 5. S. 2330 .

[259] Kenz üî - Ummâl C. 5,  S. 2531

[260] Kenz ül - Ummâl,  C. 5,   S. 2587  .

[261] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 521-523.

[262] Buharî,   Kİtab   El   -   Ahkam,   Bab   7.   Müslim   Kitab   El Emare,   Bab 3.                                                                  

[263] Ebu   Davûd,   Kitab  El Emare,   Bab  2.

[264] Kenz ül -. Ümmâl,  O. 6,  S. 206  .

[265] Kenz ül - Ümmâl, C. 6. S. 69. Şu hususta da kimse şüphe etmemelidir: îslâmda hükümet işlerine istekli olmnrnnk lâzım iken nasıl olmuş da HazretM Yusuf kıssasında Hazret-i Yusuf, Mısır hükümdarından bir makam istemişti. Fakat şunu da bilmek lâzımdır ki, hakikatde Hazret-i Yusuf herhangi bir İslâm'ı hükümet. içır-de ve îsl&mî ülkede bulunmuyordu. Bir kâfir hükü­mette ve bir kâfir ülkedeydi. Sonra Yusuf Aleyhisselam, çok iyi biliyordu ki, padişahtan bu en büyük mevkii istediği zaman rerl edilmeyecektir. Eğer bu iktidarı ele geçirmek istemeseydi, kâfir kavmi cie müessir bir şekilde hidayete davet etmek fırsatını ele geçirmiş olamayacaktı. Dikkat edilirse Yusuf Aleyhisselâmın han­gi niyetle teşebbüse geçtiği açık bir şekilde ortadadır. Burada hususî bir vaziyet vardır. Böyle bir durum da îslâmın umumî kaidesi olamaz. Böyle bir kaidenin de islâm mefkuresi ile kabili *e!if olamıyacağı meydandadır.

[266] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 524-525.

[267] Mişkat,  Bab El - î'tisam bi'l - Kitab ve's - Sünnet .

[268] Mişkat,  Bab E]  - î'tisam bi'l - Kitab ve's - Sünnet .

[269] Mişkat,  Bab El - î'tisam bi'l - Kitab ve's - Sünnet .

[270] Mişkat,  Bab El - Î'tisam bi'l - Kitab ve's - Sünnet -

[271] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 525-527.

[272] Müslim, Kitab El - îmân Bab 20. Tirmizî Bbvab El Fiten, Bab 12. Ebu Davûd, Kitab El - Melâhim, Bab 17. îbn Mâcce, Ebvab El - Fiten, Bab 20.

[273] Müslim,  Kitab El - îman,  Bab 20.

[274] Ebu Davûd,  Kitab El - Melâhim, Bab 17. Tirmizî, Ki­tab El - Fiten, Bab 12. Nesâ'î  Kitab  El - Bi'at,  Bab 36.  îbn-i Mâcce, Ebvab El - Fiten, Bab 20.

[275] Ebu Davûd,  Kitab   El - Melâhim,  Bab   17. Tirmizİ,   K tab El - Fiten, Bab 12.

[276] Nesâî  Kitab  El ^ Biya,  Bab  34 - 35  .

[277] Kenz ül Ummâl,  C. 6.  S. 297   .

[278] Kenzjjl - Ummâl,  C. G. S,  309  .

[279] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 527-530.

[280] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 530-531.

[281] El   -   Tabarî,   Tarih  El -  Ümmem Ve'l  -  Mujlûk,   C.   2, S. 618 El - Matbaat ül - İstikamet,   Kahire,  1939.

[282] Bu işaret şu husus hakkındadır ki, Hazret-i Ömer Ra­dıyallahu Taalâ anh, Sakıyfe-i Benî Sâide. meclisinde tesadüfen ayağa kalkarak, Hazret-i Ebu Bekir Radıyallahu Taalâ anh'ın ismini ortaya atıp bunun münasip olacağını bildirmişti. Hazret i Ebu Bekirin elini kaLdırarak, hemen biat etmişti. Ebu Bekirin Halife olup olmayacağı hakkında daha önce müşavere edilmemişt-î.i. Bu miişavere orada o esnada ve aniden olmuştu.

[283] Buhar!, Kitab - ul - Muharibin, Bab 16 Müsned-Î Ah-meö, C. \ Hadis No: 391 . Üçüncü baskı. Dârülmaarif matbaası, Mısır. 1949 Müsned-i Ahmed'in rivayetinde Hazret-i Ömer'in süzleri şöyle anlatılmıştır: «Bir kimse, 'mÜslümanlarla müşavere •etmeksizin herhangi bir emîre biat ederse, »ki, bu emîre de kimse biat  etmemiştir...   yoksa bu şahıs  için  herhangi  bir  biat   varsa,

c da bu biata göre biat etmişse.... Başka bir rivayette  Hazret-i Ömer'in beyanı şöyledir: Her kimseye müşavere olmaksızın e<nîr-lik tevcih edilirse, bu kimse için bu sebeple bu emirliği kabul et­mek helâl olmaz,  «tbn-i Hacer, Feth El - Bari,  C.S. 125 Hayriye matbaası,  Kahire.  1325 Hicrî.

[284] Et -Taberî,  C, 3,  S. 292  . Ibn-i Esir, C. 3,   S. 34      45-Jriâretü't-tıbaat 'il   -   müniriye,   Mısır,   1356   H.

[285] Bu bahsin geçtiği eserler : Ve İbn-i Kuteybe, El - îmâ ry.e ve's - Siyâse, C. 1, S, 23, El - Futuh matbaası, Mısır. 1331 îicrî.                                                                                     

[286] tbn-i Kuteybe C, 1. S, 41

[287] Et - Taberî, C, 3.  S. 45 .

[288] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 531-536.

[289] Sünen-i Darimî,  Bab~El - Fütya ve    fiyhi min'eş-sidde .

[290] Kenz ül Ümmâl, ,C. 5. S. 2281  .

[291] İmâm  Kbu Yûsuf,  Kitab ül Harâc,   S.  25   .

[292] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 536-357.

[293] Kenz ül - Ümmâl C.  5,   S.  2280 - 2285

[294] lbn-i Kesir, El - Bidaye ve'n Nihâye C. 7. S, 134. Mat-baat Es - Sâade, Mısır.

[295] Ebu Yûsuf, Kitab ül Haraç, S. 117 .

[296] îbn-i Ebi'l - Hadîd, Şerh-i Nehe ül - Belâğa. C. 1, S. 1S6 Darülküttib El - Arabiye, Mısır.  1329 H.

[297] îbn-i Kuteybe, El - imame ve's - Siyase C. 1, S. 71  .

Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 538-540.

[298] Taberî, C. 2. S, 450 îbni Hişam. Es Siyretünneoeviye C. 4. S. 311 Matbâa'i Mustafa El - Babî. Mısır 1936 . Kenz ül -Ümmâl, C. 5. Hadis Nr, 2261 - 2264, 2268

[299] imâm Ebu Yûsuf,  Kitab ül - Harâc.  S.  117,

[300] Kenz ül - Ümmâl, C. 5. S, 2313

[301] Et-Taberî C. 3,  S. 273   .

[302] Ebû Yûsuf, Kitâb ül - Haraç, S, 115, Müsned-i Ebû Da-vfıd Et-Tayalisi, Hadis Nr. 55. îbn-il Bsîr, C. 3. S. 30, FTtr-Taberî C.  3. S.  273

[303] Ebu Yûsuf,   Kitab  ul  -  Haraç,  S.  116

[304] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 540-545.

[305] Beyhakıy, Es - Sünen ül - Kübrâ, C. 1, S. 136 Darettil Tnaarlf-i  Haydarabad  Matbaası.   îlk   tabı,   1355   Hicrî.

[306] Bahsi  geçen eser.

[307] Vefiyat iÜ - A'yan, C. 2, S. 168 Mektebet En - Nihzat El-Mısriyye, Kahire 1948

[308] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 545-546.

[309] Et-Taberî,  C. 2,  S. 508 

[310] Et-Taberî, C. 2,   S. 487.

[311] îbn-i Abdülbirr,  El - Istî'âb, C. 2,  S. 476.  Dairetül ma,-urif-i Haydar-âbad tabı, birinci bab.

[312] Eü-Taberi C.  3,   S. 264

[313] tbn-i Kutaybe,  El  - İmame ve's  Siy&se,  C.  1, S.  25

[314] Kenz ül - Ümmâl, C. 5, S. 2324  .

[315] Kenz ül   - Ümmâl,   C.  5,  S.  2374,   Et-Taberî,   C.   2,   S, 449 . İfen-i Abdül-berr, El - îsti'âb, C. 2,  S. 689   .

[316] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 546-551.

[317] Tefsir-i  îbn-i  Kesir,  Ebü  Ya'lâ'ya  ve  tbn-il  Münzer'e istinaden C. 1, S. 467 .

[318] Er - Riyâd En-Nadra fî Menâkib El - A^ere, li} -lîuhibb Et-Taberî C. 2, S. 56, Mısır tabı, Siyretü Ömer tbp>il -Kattâb, li - ibn-il Cevzî S. 127.

[319] Kenz  ül -  Ümmâl,  C,   5.  S.  2414   .

[320] El-Mebsût  L,i-s-Sarahsî  C.  1Q  C.  125

[321] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 551-554.

[322] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 557.

[323] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 559-562.

[324] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 562.

[325] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 562-563.

[326] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 563.

[327] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 564.

[328] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 564-565.

[329] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 565.

[330] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 566-568.

[331] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 568-569.

[332] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 569-570.

[333] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 570-577.

[334] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 577-578.

[335] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 578-579.

[336] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 579-580.

[337] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 580-582.

[338] Bu hususun şerhi için bak, bu lîitap Bab.  8.

[339] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 582-585.

[340] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 585-588.

[341] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 588-589.

[342] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 590-592.

[343] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 592-594.

[344] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 594-596.

[345] Buradaki geciktirmekten iki maksat vardır. Birisi şy-:lur ki, kadı (hâkim) meseleyi geciktirir ki, bu müddet zarfında, fcfj.şka bir (kadı) belki bu meseleye benzer bir mesele ile karşıla­şır da bir hal şekli bulur. Neticeyi geciktiren kadı" da bu vesile ile davayı karara bağlamış olur. îkincisi de bu kadı, meseleyi kendisi halletmez. Kendisinden daha elverişli başka bir kurul ve-y. makama havale eder. O n>akam veya kurul da davayı karara "bağlar.

[346] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 596-600.

[347] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 600-604.

[348] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 607.

[349] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 609-614.

[350] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 614-615.

[351] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 615-622.

[352] Bu meselenin geniş ve etraflı olarak ele alındığı eser için, «Mürtert kî seza îslâmî kanun meen : İslâm Kanununda mürtedin cezası» Mevlânâ Seyyid Ebul'kA.'lâ Mevdûdî . tslamic Pbl. Ltd. iLahor.» bakmalı.

Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 622-624.

[353] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 624-626.

[354] Deobend ve Brîle   :

Hind  Pakistanda iki meşhur tslâmî Üniversite: 1. Deobend: Zamanımızda, halen faaliyette bulunmakta ve Hsnefî fıkhı üzerine çalışan bir yüksek medresedir. Hfndîstan';n Sharanpur eyaletinde Deobend kasabasmdadır. 15 Muharrem 1283 hicrî kamerî (1867) perşembe günü kurulmuştur. Merhum Mev-îârtâ Muhammed Kasım, (vefatı 1297 Hicrî Kamerî 1881 Milâ­dî) -tarafından küçük bir medrese olarak kurulmuş, fakat zama­nımızda El-Ezher'den sonra İslâm âleminin en büyük ilmî mües­sesesi ve en ileri üniversitesidir. Tahminen 3500 talebesi vardır. Bilhassa Hind - Pakistan ve Güney Asya için ulema yetiştirir. Bu sacrlann yazarı «Mütercim» bu üniversiteden yetişen bir hay­li değerli ulema iib tanışmak imkânını' buldu. İlk «Sadn> rektör Mevlânâ Muhammed Yakûb idi. Sonra Mevlânâ Reşid Ahmed Kengûhî (vefatı 1323 Hicrî Kamerî : 1905), daha sonra Şeyh ül Hind lakabı ile anılan Mevlânâ Mahmûd ul - Hasan (Birinci dün-y:\   wva-;..Ua   halkı   Türklere   müzaheret   göstermek   yolunda   kışkırtmak suçundan İngilizler  tarafından Maltaya sürüldü ve  192*

de vefat etti. (Hak Taalâ rahmet eyJeye) Onun devrinde Medrese en büyük şöhrel sahibi oldu. Daha sonra. Mevlânâ Şubbeyr Ah-ınect Osnıanî (3.949 do. vefat etti), Onun yerin? ikinci Şeyh ül -Hind lakabını almış bulunan. Mevlânâ Hüseyin Ahmed Medenî (1S50 de vefat etti) ve sonra Mevlânâ Ubeydullah Sindhî (1954 tie vefat ettî) daha sonra Mevlânâ î'zâz Ali ve ondan sonra Mev­lânâ Ahme'd Ali (1962 de vefat etti). Zamanımızda Deobend «sadr» i Rektörü, Mevlânâ Kaari (hafız) Muhammed Tayyib -dir, yardımcısı ve ders emini Mevlânâ Şeyh ül - hadîs, Fahred-din Murâd - âbâdîdir. Deobend kasabanın nüfusu 30 bin kadar vg bu nüfus hep bu üniversitenin talebe," elemanları ve mensup^ larından teşekkül eder. Bu üinversite sayesinde bu kasaba koca bir   şehir   olmuştur.

Deobend  uleması   sünnet  ve  hadise   çok  sıkı  bağlıdırlar.

3. Eh] -i Hadis: Hİnd Pakistan ve İslâm ülkelerinin ço-gurda yayılmış bulunan Ehl-i sünnete mensup bir fırkadırlar. Bunlar, nadis'e çok ehemmiyet verirler. Kıyas'i zayii' düşünürler, lıatta hadis'leri, hüküm istintaç eylemek hususunda hempn hemen Kur'anla synı kıymette görürler. Bunlar, dört mezhebin dördüne do bağlılığı aynı derecede hesaba katarlar, tmam Şafiî i ip îmara Ahmecl İbn-i Hanbel'in ictihadiannı, İmam-ı Azam ile İmam Ma-likden üstün sayarlar. Hind - Pakistanda, bu fikrin ileri gel^n beş âlimi Merhum Seyyid Ahmed Şehîddir. Bunların ileri gelenle-r ir iten Merhum Nuvvâb Siöüık Hasan han Alim Nuvvâb (hüküm-CKi-) dır ki, kendisine Mevlânâ Sıddık Hasan han denir. Zamauı-ı.mz€.r. ileri gelen âlim Mevlânâ Senâullah Amritseri'dir. BunİP-nn merkezi Lahor, Gucrânvale ve Layalpur (Pakistanda) d-r. îîer üç  şehirde  yüksek  medreseleri ve  ''s.rül ulumları  vardır.

(Mütercim ileri gelen Ehl-i hadis'den çok kimselerle göriiş-i.vjştür.)

(i) Buraya kadar ol*an bütün yazılar, Islâmic Pbl. Ltd de'.nşredilmiş olan ve adalete tevcih edilmiş bulunan «Kadiyant mes'ele — or us le ahlâkî, temeddünî or siyasî pehlû» : Kacliyanî meselesi — Bunların ahlâkî, medenî ve siyasî cepheleri, isimli ki­taptan  alındı. (Hazırlayıcı)

2. Briîâ : Zamanımızda halen faaliyette bulunan, meşhur Islâmî üniversitelerdendir. Ehemmiyet bakımından Deobenddejf senr?.   gelir.   Talebe   bakimmdan   da   Deobendden   azdır.

Kurucusu Briîâ eyaleti hükümdarı o zamanki tâbir ve un­vanları ile Alâ - hazret (Majeste) Ahmed Rızâ Han'dır. Alini Lir zat olduğundan kendisine Mevlânâ Ala - Hazret Ahmed Rizâ han denir. Hükümdar olmakla beraber ilmü fradl hakiminden sayılı âlimler meyanmda ' İsmi geçer. îslâmî ilimlerden maad& riyaziye ve felekiyat ile de uğraşırdı. Bu ilimlerde de telifatı var­dır. 12 cildlik Fetaviyi Rezaviyeyi yazmıştır, Hanefî fıkhı, fetvâ-lsn hakkındadır. Şair bir zat İdi. Farsça, Arapça ve Orduca şi­irler söyler, koca divanı vardır. 2 cildlik Kur'an-ı Kerim Tercüme ve Tefsiri vardır. Zatı risaletpenahilerinin naaÇ-i şeriflerinde bir kaç dilde koca eserler de yazmıştır. îki defa hacca gitti. 25 Sa-fer 1340 hicrî Kameride vefat  etti.

Brilâ'da   kurmuş   bulunduğu   Islâmî   üniversite,   Hinci - Paki«-îtan ve Güney Asya içiçn ulema yetiştirir.

. Brila uleması,  bazı  tasavvufî hususlarda:   Meselâ;   negir,  miya'.:, kaside okumak, evliya türbesini ziyaret ve evliya mutasav-v:("ier:n ver-ıt. günlerini h atmamak, o günlerde merasim ic.ra et-jr;ek gibi hususlarda muhalefet etmez ve ehemmiyet venr'.pr. Bri-la'nm   çok   muazzam   bir   kütüphanesi   vardır.

(Mütercim Profesör Ali Genceli, heriki medreseyi ziyaret et­miştir.)  

[355]    (Mütercimin   notları)

[356] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 626-631.

[357] Tercüman   El   -   Kur'andau   -'"idi.   Cilt   52   sayı   2.  Mayıs 1959

[358] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 632-637.

[359] Tercüman ül -.Kur'an Cilt, 51, Sayı i.  Ekim 1061. denalındı.

[360] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 637-640.

[361] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 640-646.

[362] d   ve  h  bahislerimi ek i   sual   ve   cevaplar   27.   Ekim.   1952 cUı   K&raci  barosu   tarafından   akdedilen   toplantıda  bahsedilmişti Hazıılayıcı

[363] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 646-647.

[364] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 647-648.

[365] Tercüman ül - Kur'an,   Şubat 1952  sayısından alındı.Hazırlayıcı

[366] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 648-657.

[367] Pakistan   kurucusu   ve   ilk  devlet  başkam   Seyyicl  Mubammed Ali Cinnah'm kız kardeşi. Mütercim

[368] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 657-663.

[369] Tercüman ül Kur'an, Ocak 1962 .

[370] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları:663-668.

[371] Tercüman ül -  Kur'an.  Receb - Şevval 1363  Temmuz  -Eylül   194.4  .

[372] Bu hususta Cemaatti İslâmî iki risale yayınlamıştır.

[373] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 668-676.

[374] Tercüman ül - Kur'an,  Zilkade - zilhicce 1363, Kasım, \ralık 1944 sayısından alındı.

[375] Açhut   :  Hindular arasında yaşayan Gayrı Hindu ekal-tivet,  el sürülmez kimseler.

[376] Hindu  dinî   esas  kanunlar:. Mütercim

[377] Gayrı   Hindu,   Hindu   mezheplerine   göre   temizenmeyen zümreye mensup. Mütercim

[378] Hindu   mezheperine  göre,  bir  nevi  dinî     «mintiar  gibi bir şey» . Mütercim

[379] Bu mevzu kitap halinde neşredilmiştir. Mürtedd kî se­za - Islâ.mî kamun meen.» (îslâm'î kanunda Mürtedd'in cezası) _ tslâmic Fbl. Ltd. Lahor.

[380] Yan: bu hareketin manası, İslâmiyete sarıldıktan sonra bile,  &z olsa  dahi  cahiliye nizamına temayül göstermekti.

[381] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 677-685.

[382] Tercüman El - Kur'an, cilt 57, sayı 1. Ekim 1961 rfayı-stodan alındı.

[383] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 685-688.

[384] Tercüman El - Kur'an, Cilt 59, Sayı 3, Eylül 1962 .

[385] Malûmdur ki, şimdi Anayasayı tekrar gözden geçirmek yolu  tutulmuştur.   Anayasa  ve  kanun  tefsiri  hakkı  Adliyeye   mi yoksa teşriî organa rai verilmelidir diye düşünülüyor.

[386] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 688-692.

[387] Tercüman Ul Kur’an , Cilt 60, Sayı 3. Haziran 1963 den

[388] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 692-695.

[389]  Tercüman ül - Kur-an,  Cilt 61,   Sayı 2.  Kasım.. 19» .

[390] Bab   7,   müşavere   bahsinin  sonu. Mütercim

[391] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 695-698.

[392] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 701.

[393] Esasen bu mevzu kendi başına incelenmeğe değer bir mevzudur. Avrupa mefkuresi ne dereceye kadar İslâmî tâlimden müteessir olmuştur? Bu hususta profesör İl yas Ahmed merhu­mun kitabı (The Social Contnact and the Islamic State) Ordr Pbl. House Allah Abad 1944 mütalâa edilirse faideden hali olma­yacaktır.

[394] O  zaman Birleşmiş  Milletlerde  48 devlet  üye  idi.  Bun­lardan S i çekimser rey verdiler. Çekimser rey vertenler anasında Rusya da vardı.

[395] Medenî   insanların   kendi   cinslerine   karşı      tutacakları muaşöret   usulü   hakkında   bakınız:   Hurşid   Ahmed      (Fanaticis'îti întolerance  and  îslâm)

[396] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 703-710.

[397] AUahın haram  kıldığı bir kimseyi  haksız yere öldür­meyiniz. Benî israil, 23 âyet-i kerimesine de bakılmalıdır.

[398] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 710-711.

[399] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 711-712.

[400] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları:712.

[401] İstekte   bulunanların  da  yoksunların   el a i   onların   malla­rı üzerinde,  hakları vardır.   (Ez -  Zariyat,   19).

Sevmemelerine   rağmen,   yoksullara,   yetimlere   ve   esirlere   ye­mek yedirirler.   <Ed - Dehr,  8).

Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 712.

[402] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 713.

[403] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 713-714.

[404] Firavun nizamını Kur'an-o Kerim iptal eylemiş ve bu hususta şu gerçeği beyan etmiştik «Firavun k^ridici-ni yer yüzün­de büyült gördü. Ve halkı bölük böük ayırdı ve bunlardan bir bö­lüğü zayıflattı. {El - Kasas, 4).

Yani îslâmda içtimaî yaşayışta «alt - Üst» denilen bir mef­hum yoktur. Bunun gibi hâkim zümre ile mahkûm zümre diye c£& bir şey bulunmaj.

[405] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 714-715.

[406] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 715-716.

[407] Daha   fazla   malumat   almak   için   Kur'an-ı   Kerimin   şu .âyetini   gözÖnünde   bulundurmak   icabeder: Müsriflerin   emirlerine   itaat  etmeyiniz. (^iarâ,   151)

Kendi zikrimizden kalbini gafil kıldığımız kimseye itaat etme- (Kehf,   28) Ta guttan kaçınınız. (Nahl. 36)

îşte Ad'ler bunlardı. Onlar Rablerûıin âyetlerini inkâr ettiler. O'nun Resullerine karşı da isyan yoı'unu tuttular. Herhangi bir inatç,<  zorbanın emrine de itaat ettiler. (Hud,  59)

[408] Bu hususta mufassal malumat için müellifin en yeni eseri olan Hilâfet or Mulukiyet : (Halifelik ve Saltanat) a bakı­nız. Tercüman ül - Kur'an (1964 - 1965)  de yayınlandı.

Muhterem müellif Mevlânâ Mevdûdî sahib'in, bu eseri de yi­ne Mütercim tarafından 1967 - 68 senesi Dhakka'da dilimize çev­rilmiş, Hilâl yayınları tarafından basılmaktadır. Yakında okuyu-cuîara takdim edilecektir.

(Mütercim)

[409] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 716-717.

[410] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 717-718.

[411] îmam  Malik  ve  Muvatta'a   istinaden.,

[412] Hılk arasında hakem  os'ursflmz adaletle hüküm veriniz. (Nisa,   58)

[413] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 718-719.

[414] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 719-720.

[415] Daha geniş malumat almak için bak:  Tefhim el - Kur" an  Sûre-i Hücûrat ve Tercüman ül  - Kur'an. Haziran  1966

[416] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 720.

[417] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 721.

[418] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 721-722.

[419] Siz  halk  arasından  ortaya  çıkarılan  en  iyi  ümmetsini» l'.i, iyifiğe enir eder fenalıklardan men edersiniz.

(Al-i   İmran,   13).

[420] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 722-723.

[421] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 723-724.

[422] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 724.

[423] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları:724-725.

[424] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 725-726.

[425] Eğer bir fâsik sise bir haber getirirse onu tahkik edü». Bilmeksizin bir kavme kötülük edip, sonra pişman ofrnaraiE, müm­kündür. (Hücurat,   6

[426] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 726-727.

[427] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 730.

[428] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 732-735.

[429] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 735.

[430] Ebu   Davud,   Kitab  ül   -   Cihad 

[431] Ebu  Davud,   Kitab   ül  -   Cİhad  

[432] Kitab  ül  -  Harâc,   S.   35   .

[433] Bedayi  Es   - Sana)''

[434] Kitab - ül - Harfim S.  82

[435] Peth ül - Kadir,

[436] Feth Üİ - Kadir, C. 4,   S. 359   .

[437] Beüayi, C. 7, S. 111 - 113 . FeÜı ül - Kadir, C, 4. S. 73-372,   Kitab ül -  Harâc.  S. 73  .

[438] Kitab  ül - Haraç   S.   S3  

[439] Bedayi.   C.   T,   S.   114   .

[440] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 735-739.

[441] Burhan, Şerh-i Mevâhib Er - Raiıman, C. 3, S. 287

[442] Burhan, Cüt 2,  S. 2S2

[443] Durr-i Muhat, C. 3,  S. 203 .

[444] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 740-741.

[445] Kitab üî - Harâc, S. 208 - 209 . El - Mebsût C. 9. S. 57 - 58 . înıam Malik Raiunetullahî aleyh indinde zimmîler Şarap muamelesinde olduğu gibi, zina muamelesinde de istisna edilmiş*-lerdir. imam Malijc, Hazret-i Ali Radıyallahu anh ile HazretU Ömer Radıyallahu »anh'm hükümlerine iatinaden hu neticeye var­maktadır. Zimmîlerin zina meselesi kendi milletleri arasında ken­dilerinin şahsi meseleleri olduğundan bu gibi cürümlere müslüman­lar karışmazlar Yani 2immîler kendi şahsî fea.nunlarma göre mu-amele görürler.

[446] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 741-742.

[447] El Mebsût,   C.  13,   S.  37  - 38  

[448] Durer ül  -  muhtar,   C. 3,   S.  273  

[449] Durer ül  - Muhtar,  C. 7,   S.  112  . 

[450] Eeclayi, C. 7, S.  113   . Feth ül - Kadir S. 82 - 381 ".

[451] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 742-744.

[452] El  -  Mebsût,  C.  5,  S. 38 - 4-1  .

[453] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 744-745.

[454] Müslüman şehirleri (Emsar ül - Müslimin) şer'î ıst;- kullanılmıştır. Bu ıstılah o yerler için denilir ki, arazi mÜs-Kİmanlann mülkiyetindedir. Orada İslâmi usul icra edilir ve te­lâm   İşaretleri   görülür.   Meselâ,   Cuma, namazı   gibi.

[455] Şerh-u's - siyer il - kebir C. 3,  S. 215.

[456] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 746-747.

[457]Bedayi C. 7. S. 114. Şerhu's - siyer il i- kebîr, C. 3, S. 251

[458] Bedayi C. 7, S. 114. Şerhis - siyer il Kebîr C. 3. S. 257.

[459] Kitab  ül   -   Harâc   S.  S,   82.

[460] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 747.

[461] Kitab ül - Haraç,   S.   8,  82   .

[462] Feth ül -- beyan C. 4, S. 93 .

[463] Kitab  ül  -  Haraç,   S.   9

[464] Kitab - ül Haraç S. 70 .

[465] Kitab - ül - Haraç, S. 85 .

[466] Kitab - ül - Haraç. S. 72 ve Feth ül - Kadir C. 2. S. 373

[467] Kitab ül - Haraç,  S. 72 - Feth ül - Kadir. C. 2,  S. 373

[468] Feth  ül  - Buldan Bel&züri  Avrupa  baskısı   S.   129  .

[469] Kitab ül - Haraç,  S. 70 El - Mebsut C.  10  S. 81

[470] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 748-751.

[471] Kitab ül -  Haraç,  S. 70  . Burada vergi ödenmesinde ni­sabın son haddine varması şart değildir. Bu son Ölçü haddi, zaman ve  zemine  göre  değişir.

[472] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 751.

[473] Bu meselenin etraflı izahı için bak. Mebsût C. 10. S. 73 79 . Hidâye, Kitab es - siyer . Faal rî keyfiyeti kısmet i'l -gar.aim ve bâb el - cizye. Peth ül - Kadîr, C. 4, S. 327 - 328. ve 3S9 - 370 . Dışarıdan bir hücuma maruz kalınırsa ve gayri -ır.üslim vatandaşlar da müdafaaya katılmak isterlerse, onların bu teklifi kabul edilir. Fakat böyle bir durum olunca, o zaman ciz-ya hakkı aükut eder. Burada şu açık gerçeği ortaya, koymak fa-ideden uzak değildir: Cizyenin sözü edilince gayri müslimler Ün-perip korkuyorlar. Bu mevzu bir zamanlar îslâm aleyhdarlanni» propaganda vasıtası olmuştu. îslâm düşmanları,  cizyeyi  olduğundsn başka türlü göstererek, müslümanlan acaiplik ve zalimlikle suçlamışlardı. Hakikatte bu usulde hiçbir zaman korkacak ye çe­kinecek birşey yoktur. Cizye aslında, gayrı - müslimlerin dış teh­likelere karşı korunması ve muhafaza edilmesi karşılığında alı-rîn bir çeşit ücrettir. Bu ücvret de yalnız, kudret ve Ödeme im-kânırv. mâlik bulunan kimselerden alınabilir. Eğer böyle olma­saydı o zaman buna «cizye» adı verilmez «cereme» denirdi. Sonra müslümanlar da kudretleri dahilinde zekât vermek zorundadırlar. Zekât için müslüman erkeği değil müslüman kadını da mükellef­tir. Halbuki cizye kadmlardan alınmaz. Cizyenin şartları tefer-rüatiyle malumdur. Bunlar bilindikten sonra, nasıl olur da birisi kalkıp «cizye» ye «cereme» diyebilir. Hayrettir doğrusu!

[474] Kitab ül - Haraç S. 111 .

[475] Kitab ül   Haraç,   S.   111   .

[476]  Futuh  ül   - bildan,   A.vnıp.ı   baskısı.   S.   132

[477] P_rJn.  ül - bulden S   156   .

[478]    Belazarî.  Futuh  ül  - buldan.  156

[479] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 751-756.

[480] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 756.

[481] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 756-759.

[482] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 759-760.

[483] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 760-762.

[484] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 763.

[485] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 765.

[486] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 765-768.

[487] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 768.

[488] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 769-770.

[489] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 770-771.

[490] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 771.

[491] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 771-772.

[492] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları:772.

[493] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 772-773.

[494] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 773-778.

[495] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları:779.

[496] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 779-781.

[497] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 782-783.

[498] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 783-784.

[499] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 785-786.

[500] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 786-787.

[501] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 791.

[502] Tefhim  - til  - Kur'an,  C. 3,   S. 234

[503] Tefhim ül - Kur'an, C. 1, S. 119 - 120

[504] Tefhim ül  - Kur'an,  C.  1,   S.  279

[505] Tefhim ül - Kur'an,  C.  1,   S. 279

[506] Tefhim ül ~ Kur-an, C. 1, S. 466 - 467 .

[507] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 793-799.

[508] Tefhim  ül - Kur'an, Cilt 1,, S.  570 - 571

[509] Tefhim ül - Kur'an,  Cilt. 3. S. 708 - 709  .

[510] Tefhim ül - Kür'an,  C. 1,  S. 319 t- 320 .

[511] Tefhim ül - Kur'an, C. 1, S. 196 .

[512] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 799-806.

[513] Tefhim ül -  Kur'an,   Cilt,  4 .   Sûre-i   Şûra  tefsiri.   Ter­cüman ül - Kur'an. C. 3,  Sayı 1,   Sahife' 29 - 33 .

Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları:806-811.

[514] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 812.

[515] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 812-813.

[516] Tefhim  ül - Kur'an C.  2.   S.  564  - 567.

[517] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 813-816.

[518] Tefhim Ül - Kur'an C. 1, S. 362 - 363 .

[519] Tefhim ül - Kur'an C. 3,  S. 524 .

[520] Tefhim ül - Kur'an C. 3, S. 23 ,

Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 816-819.

[521]  (Tefhim ül.- Kur'an, C. 1. S. 466

[522] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 820-824.

[523] Tefhim ül - Kur'an C. 2, S. 608 - 617 .

[524] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 824-837.

[525] Tefhim ül - Kur'an C. 2.  S. 250 - 252 .

[526] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 837-841.

[527] Tefhim ül - Kur'an C. 2,  S.- 161 - 163  .

[528] Tefhim ül - Kur'an, C. 2, S. 153 - 155

[529] Tefhim ül - Kur'an,  C. 2,  S. 153 .

[530] Tefhim ül - Kur'an C. 2, S. 153 .

[531] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 841-849.

[532] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 853.

[533] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 855-857.

[534] Bu makale 12 Eylül 1940 da lalam Tarih ve Medeniyeti Encümeninin daveti üzerine Ali - Garh Üniversitesinde Istirci Hal'da   okunmuştur.

[535] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 857-859.

[536] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 859-862.

[537] Bu nazariye hakkında daha geniş  malumat için bu ki­tabın daha evvelki bablanna baKınız.

[538] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 862-865.

[539] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 865-882.

[540] Bu sual ve cevaplar Tercüman ül - Kur'anın Muharrem 1365 : Aralık 1945 de çıkmıştı. Bu mevzuyu Hint - Pakistan tak­siminden önee anlamak daha kolay olurdu. (Hazırlayıcı)

[541] Bu mektup ve cevabı da «Heme-gîr    riyaset meen taiı-rîk-i îslâmî ka tarîk-i kâr»   :   (Alemşümul hükümette Islâmî ha­reketin çalışma tarzı)   adı altında ayrıca neşredildi).

[542] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 882-885.

[543] Tercümaül - Kur'an Ramazan - Şevval 1364.  Ekim Kasım 1945 -                                        

[544] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 885-888.

[545] Tercüman ül - Kur'artdan alındı.     Zilkade  1367   :   Ara­lık 1948 .

[546] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 888-891.

[547] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 891-893.