Îsıam Aleminde,
İslâmi Hükümet Kurmak İçin Çalışmalar
Hazırlayıcı Tarafından Bîr Kaç Söz:
Din Ve Siyaset Müslüman Olmayanlar Nazarında Din
Bizim Siyasi
Düşüncemizde Cahilce Din Anlayışı Ve Bunun Neticeleri
Bunu Caiz Görmenin Yanlışlığı Ve Bunun Tahkiki
Hazret-Î Yusuf
Aleyhisselâm Ve Devlet İdaresi
Din İle Siyaseti Birkirînden Ayırmanın Müdafaası Ve Bunun
Tahkiki
Din İle Siyasetin Birbirinden Ayrılmasının Tarihî Ve Ruhi
Tahıiıi
Esasa Aît Birkaç Sual Ve Cevapları :
Kıssayî Yusufdan Yanlış Ve Hatalı İstidlal
Habeşistan
Muhaceretinden De Yanlış İstidlal
Enbiya Aleyhîsselam'ın Heyetleri (Mission)
Doğrudan Doğruya İddia Edenler :
2. Vasıtalı
Uluhiyet İddiasında Bulunanlar
Peygamberlerin Îslah Edici Çalışmaları
Siyası Nazariyenin İlk Usulü :
Îslâmî Hükümetin Vazîyetî
Ve Şekilerî
Îslami Hükümetin Hususiyetleri:
Hilâfet Nazariyesi Ve Bunun Altındaki Siyası Meseleler
Hükümetin Lüzumu
Ve Ehemmiyeti
Hakimiyet Ve Hilâfet
Tasavvurları
Hilafet Ve Hükümdarlık Mefhumu
Hilafet-İ Îlâhiye'den Maksad Nedir?
Milliyetin Ayrılmaz
Zaruriyeti :
Milliyeti Terkb Eden Usuller (Elemanlar)
Milliyet Unsurları
Üzerine Aklı Bîr Tenkîd
İslamda Taassuba Karşı Girişilen Mücadele
İslamda Birleştirme Ve Ayıkma Usulü
Îslami Kavmiyetin
Teşekkülü Ne Şekilde Olur?
Dine Bağlılık Uğrunda
Maddî Alakaların Feda Edildiği
Resulullah Sallallahü Aleyhi Ve Sellemin Son Vasiyeti
Körükörüne Avrupa Taklitçiliği
İslami Milliyetin Hakiki Mefhumu
İslâm Anayasasının
Ve Kanunlarının Mehazları
Sünnetin Kanun Mehazı Olması Üzerine Ümmettin İcmâı
Hülafa-İ Raşidinîn
Teamülü Ve Müctehî Dinî Ümmetin
Hal Ve Fasl Ettikleri
Resulün Sünnetinin Kanun Mehazı Olma Vasfı
Sünnetin Kanun Mehazı
Olduğu Hakkında
Müslümanlar Arasındaki İhtilaflar
Sünnetin Kanun Mehazı
Olması Hakkında
Uydurulmuş Hadislerin Bulunması Güvensizliğe Niçin Sebep
Oluyor?
Rivayetlerin Sıhhatînî Araştırma Usûlü
Sünnetin İtibar Edilir Olmasının Delilleri
Mutafarrık Haberlerin Hususiyetti
Ahkâm Olan Hadislerin İmtiyazına Ait Hususiyetler
Hakimiyet Kimin Hakkı Olabilir?
Hükümetin Çalışma Sahasının Hududu
Hükümet Organlarının Çalışma Hududu Ve Bunların
Birbirleriyle Alakaları
Teşrii (Kanun Yapıcı) Meclîslerin Hududu
Hükümetin
Muhtelif Organlarının Birbirleriyle
Alakası:
Medenilik
(Vatandaşlık) Ve Bunun Esasları
Vatandaşlar Üzerinde Hükümetin Hakları
İslâm Anayasasının (Düstûr'un) Esasları
Saadet Devri Ve Örnek
Dört Hallfe Devrine Bakış
3. Müslümanlar Arasında Eşitlik :
6. Makuf'a (Doğru
İse ) İtaat .
7. İktidar Îçin İstekli Bulunmak Ve
Haris Olmanın Men Edilmiş Olduğu
9. Emr Bil-Martjf (Doğru İşe Emir) Ve Mün-Ker (Eğri İş)
Den Men Etmenin Hakları Vb Farz Olması .
Beytülmalin Emanet
Olduğunu Düşünmek
Kanun Vazı'ının
Çalışma Dairesi
Tabir-İ Ahkâm :
(Hükümlerin Tefsiri)
Seebest Kanun Vazetmenin
Çalışma Şekli
İçtihadın Kanun
Mahiyeti Kesbeylemesi
Muamelat Hakkında Kanun Yapmanın Dört Bölümü
Adlîye Kararları İle Devlet Kanunlarının Farkı
İslam Nizamına Göre İhtilaflı İşlerin
Halledilmesinde Sahih Usul
Cevap : Kur'an-I Kerimin Usûle Ait Hidayetleri '
Devr-İ
Saadet-İ Nebevi'de İhtilafların Halledilme Usulü
Kaza (Duruşma)
Yani Adliye İşleri.
İslâmî Hükümetin Bir Kaç Cephesi
D. İslâmî
Hükümette Zîmmîlerin Vaziyeti:
2. Zimmîler Üç
Kısma Ayrılırlar :
F. İslamda Harp Kanunu Ve Esaret :
A. Tslânıi
Hükümet Ve Hilafete Ait Bazı Sualler.
B. El - Hilafet
Veya El - Hükümet Sual :
C. İlâhi Hükümet
İle Papalık Usulünün Farla :
D. İslâmî Hükümet
Ve Müslüman Hükümet
E. Hilâfet
Meselesi Ve Fırkacılık.
Memleket İdaresinde Kadınların Vazifeleri
A. Kanun Vazeden Meclislerde Kadınların İştiraki Meselesi
B. İslâmî Hükümette Kadınların Çalışma
Dairesi.
C. Cemiyetin
Islahı Ve Terbiye
A İslâm İ
Hükümette Zimmî Reâyâ (Tebaa)
A. Anayasanın (Düstur)
Un Tefsiri Hakla:
C. Devlet Başkanının Ve Hükümet Reisinin «Veto» Hakkı.
1. Yaşamaya Hürmet
Veya Yaşama Hakkı.
2. Zayıfları Ve
Malüllerî Korumak:
3. Kadınların Namuslarının
Korunması :
6. İyiliğe Yardım Etmek Ve Fenalığa Yardtun Etmemek.
9. Zalimin İtaatini
Reddetmek Hakkı.
10. Siyasî İdarecilikte
İştirak Hakkı.
13. Şeref Ve
Haysiyetin Korunması.
14. Şahsî Yabayısın
Korunması.
15. Zulmün Karşısında
Direnme Hakkı.
17. Fikir Ve
Akide Serbestliği Hakkı
18. Dinî Eziyetten
Korunma Hakkı.
20. Başkasının Yaptığı
İşden Meaiul Olmamak.
21. Şüpheler Üzerine Hüküm Yürütülemez.
1. Gayrı - Müslîm Reâya'mn Çeşitleri.
Cizye Ve Harar Tahsilinde Kolaylıklar .
4. Gayrı -
Müslimlere Verilen İlâve Haklar.
Çağdaş Devrin Bazı Aldatmacaları
Îslâm İçtimai Adaletin Ta Kendisidir
İslamdan Maksat
Adaletinta Kendisidir:
İçtimaî İdareler Ve Bunların İdareleri.
Serveti Sarfetmek Hususunda Mesuliyetler.
Zulmün Ve Haksızlığın Ortadan Kaldırılması.
Beytülmalda Tasarruf Etme Şartları.
Yönetim İşleri Ve
Memurların Seçilme Usulü
İçtimaî, Muaşereti, Siyasî Eğitim Ve Öğretim Hakkında Umumî
Usul :
B. Îslâmî Hükümette Eğitim Ve Öğretim Usullerine Ait
Kur'an-Î Hidayet.
Vatandaşlık Ve Yabancılık Durumu.
Îslâmî Hükümetin
Hususiyetleri
İslamî Hareketin Hususî Çalışma Tarzı
Alemşümul Hükümette
İslâmî Hükümetin Çalışma Tarzı
Îslamî Nizamın Kaim
Kılınmasının Sahih Şekli
Siyasî İnkılap Mı Daha Öncedir Yoksa İçtimaî İnkılap Mı?
îslâmda Hükümet,
isimli kitabımızın ilk baskısının, ciddî ilim çevrelerinde tahminimizin çok
üstünde bir hüsnü kabul gördüğüne şahit olduk.
Birinci baskı
nüshalarının az bir zamanda bitmesi ve mevcutlarının elden ele dolaştığını
müteaddit defalar bizzat görmemiz, bu cazip rağbetin açık delilini teşkil
etmiş oldu. Gerçeğe susamış Üniversite talebeleri, islâm (Islâmî ilimler)
araştırıcıları, ilim çevreleri, siyaset meraklıları bu eseri, ısrarla aradıklarından1
aynı eserin ikinci baskısını hazırlamaya karar verdik. Fakat bu ara, muhterem
müellif eseri bir daha gözden geçirmek, bazı hususları ilâve etmek bazı
yerlerde daha geniş malûmat vermek bazı müphem kalan meseleleri izah etmek
arzusunu izhar ettiler. Bu meşru mazeretimize binâen, ikinci baskının yayın
i;$i, elimizde olmayan sebeblerden dolayı, bir müddet gecikınis oldu. Allah'a
sonsuz hamd ve senalar olsun ki, eser mükemmel bir şekilde tamamlandi.. Artık,
bu eserde îslâmm siyasî nazariyesini, muhtelif cephelerden ve çeşitli
yönlerden incelemek ve mütalâa fctmek mümkün olacaktır.
îlk baskıda bu eseri,
yalnız bir cilt olarak tanzim etmiştik. Esasen hacimli olan esere yeni ilâveler
de eklenince sahifeler bir hayli çoğalmış oldu. Bu bakımdan, eserin tamamını
iki kısma bölmeyi daha uygun bulduk. Bu baskının tertibine gelince; birinci
bölümde, kitabın esası gözönüne alınmıştır. Bu kısım, yalnız ilim bahisleri ve
nazari mevzuatı ihitva eder. ikinci hısım ise, Pakistan'da Islâmî Hükûmet'i
teessüs ettirmek için, sarf edilen gayretli çalışmaları ve bu hususta ileri
sürülen amelî çalışma sistemlerini etraflı bir şekilde anlatır. Allah izin
verirse, yakında ta-nıamîanmış olarak takdim edilecektir.
Eu eserin,
ilmî menbalara istinat
ettiğini söylemeğe bile
lü-m oln>adığı
kanaatindeyiz. Muhterem müellifin
yalnız ismi dahi her okuyucu için yeter bir teminat
demektir. Ümit ederiz ki, İslâm âlimleri ve siyasî ilimleri tedris eden
üniversitelerin fakültelerinde okuyan talebeler ile ilmî titizliğe hâiz
tahkikgiler ve lir mî araştırma ve inceleme yapanlar için de istenildiği gibi
faydah bir eser ortaya çıkmış olsun...
Eu büyük te'lif
eserin, son baskım hem yazı bakımından hem ete baskı bakımından, daha iyi olan
ofset baskısında yapılmışür. Elimizden gelen her türlü gayreti sarfettigimizi
ve katlandığımız zahmetleri, muhterem okuyuculanmız herhalde
daha iyi takdir ederler.
(Lahor, 13
Şevval 1386 - 24. Ocak. 1967).[1]
İslâm'ın siyasî nizamı
hakkında, yirmi yirmi beş seneden beri bir çok şeyler söylemek ve yazmak
fırsatı elime geçti. Mevzu-umuzıın esasına ait ve bu köke bağlı veya kökle
alâkalı mevzularda, nazarî hakundan bir hayli şeyler ortaya koydum: Bu İş.
hakkındı daha iyi malûmat verip, daha etraflı bir şekilde anlatmak yoluna
gittim. Artık öyle bir merhaleye gelmiş oluyorur kî, şu içinde bulunduğumuz
zamanda, amelî ve pratik olarak Vs-lâm'da Hükümetin nasıl olabileceğine dair
plân çizilmiş bulunuyor. Bu mevzular uzun bîr zaman süresince, çeşitli
yerlerde bir çok taraflariyle her fırsatta anlatılarak izahları yapılmış; beyan
ve takrir suretiyle, konferans şeklinde açıklanmış mevzulardır. Bunların büyük
bir kısmı da zaman zaman yazılıp, makaleler şeklinde ortaya konmuş ve
neşredilmişlerdir. Fakat şimdiye kadar, bu mevzular, hep bir araya toplanıp,
müstakil bir kitap haline gelmemişti. Bir kaç sene Önee Cenâb Hurşîd Ahmed
Sâ-hib, muhtelif mevzulardaki kaleme alıp yazdıklarım ve konferans şeklinde
konuşmalarımdan meydana gelen kısımları bir araya getirerek, tertip ve tedvin
edip( «Islâmda Hükümet» ismi altında bir eser hazırladı. Fakat, o zaman, elde
bulunan bütün maddeleri ve mevzuları bir araya getirmek mümkün olmamıştı. Ve
bunların hepsi de lâyıln veçhiyle işlenmiş sayılmazdı. Bundan başka, bu eserde,
nazarî bahislerle «Pakistan'da islâmî bir hükümet» teşekkülü için çalışmalar sırasında,
cereyan eden mevzular bahis dışı kalmıştı.
Şimdi, Idare-i
Maarif-l islâmî «İslâm
Maarif Dairesi» nin n«zareti
altında Cenâb Hurşîd Ahmed
Sâhibf çalışmalara devam ilerek benim bu hususa ait bütün yası
ve fikirlerimi bir araya °pladı. İki
kısma ayırıp, mürettep ve müdevven
bir eser haline °5"!tı. Jıif kısımda «islâmî
Hükûmet'e ait bütün nazarî bahisler araya getirilmiştir, ikinci kısımda ise, «Pakistan'da Islanıl Hükümet» kurma
çalışmaları sırasında cereyan eden mevzuları İhtiva etmektedir. Şimdi, Islûmî
Hükûmet'in siyasi nazariyeleri ite bu hükümet nizamının bütün amelî ve pratik
planla», bir arada ve toplu
olarak okuyucunun gözü
önüne serilmiş bulunuyor.
Bu kitabın neşrinden
önce okuyucular, muhtelif fırsatlarda ufrcak, bu madalyonun bir tarafını
görmek imkânı içinde İdî-ler. Halbuki son çalışmalar neticesinde, madalyonun
her iki tarafını da güzden geçirmek mümkün olduğu gibi, bu fikrin çeşitli
cephelerini bu albümde seyretmeleri kabil olacaktır, işte, eserin asıl faydalı
tarafı da burasıdır.
Ben de, bu eseri, hu
defa tekrar ve yeniden, tam olarak gözden geçirdim. Kitabın hazırlayıcısı da
benimle her bakımdan müşaverede bulunup, yeni tertip ve tedvinde, bana
danışarak çabştı. Ümit ederim ki, elde bulunan bu eser şimdiki haliyle sadece
umu-1 mî ve alelade okuyucuların, faydalanmalariyle kalmayıp, aynı. zamanda
hususî olarak, İslâm ilimleri ile siyasî ilim talebeleri ve diğer araştırıcılar
da büyük çapta istifâde etmiş olsunlar. [2]
İnsanın içtimaî ve
medenî yaşayışında vücuda getirilen çeşitli idarelerin tedvir işlerinde, en
fazla ehemmiyet verdiği ve en çak üzerinde durduğu iş, hükümet teşkili
meselesidir. Hükümet demek, bir memlekette bir ülkede oturanların usûlü
dairesinde bir kamın ve bir nizâma bağlanarak, kendi içtimaa vaziyetlerini
tanzim ve tertip etmek işidir. Bunun kudretini, bunun 'kuvvetini ve hükmünü
kendi işlerimin ürerinde nüfuzhı ve yürürlükte sayarlar, insan, daha medeniyet
yolculuğuna çıktığı yaşayışın ilk çağlarında 'böyle bir teşekkülün, böyle bir
idarenin zarurî olduğunu anlamıştır. Bütün insanlık tarihi, hep «hükümet»,
«devlet» ve «siyaset» üzerine dayanır, işte, «Tarih» denilen şey de bunun
tanzimi, tertibi ve bunun ilerleyip gelişmesinden ibarettir.
Şimdiki zamanda, amelî
ve pratik -bakımdan -ilerleme ve içtimaî yaşayışta, rahat etmenin muhtelif
yollarında biı- takım manialar, karışıklıklar, anlaşılması zor usûller, insanın
karşısına çıkarak, bazan «çıkmaza sapma» şeklinde tebarüz eder. Bunlar
hükûmet'in çalışma sahası ile bir arada yürütülmek istenirler.
Günümüzde, hemen hemen
bütün dünya ülkelerinde, «Hükümet» in vazifesinin sadece, memlekette emniyet ve
asayişi sağlamak, memleketi zabt-ü rabt altına almaktan ibaret değildir. Belki,
içtimaî adaleti yaymak, halkı anlayışlı bir şekilde refah yolunda yürütmek,
olduğu da malûmdur. Bu «hükümet» in müspet bir hareket tara olması lâzımdır
ki, yaşayışın her tarafına tesir edip gidüe-bilsin. [3]
İslâm, kendi tarihi
boyunca, Hükûmet'in ehemmiyetini hiç bir zaman gözden kaçırmamıştır. Enbiya-yi
Kiram (A.S.) devrinde içtimaî kuvveti, İslâm'a tâbi kılmak yolunda çalışmaları
devam etmiştir. Onların, peygambe-râne davetlerinin ağırlık noktası «İktidar» m
yalnız, Haık Teâlâ'da olduğu ve Hak Tealâ'ya has bulunduğunu göstermektedir.
Bu şekilde, - her türlü gizli ve açık - «Şirk» i ortadan kaldırmak yoluna
gitmişlerdir.
Onların her birinin de
halka şöyle hitap ettiklerimi görmekteyiz:
Ey benim kavmim, AUaha
ibadet edin; sizin ondan başka ilâhınız yoktur. [4].
A'raf 65.
Bu peygamberlerin her
biri de, yine Allah tarafından gönderilmiş, Allah tarafından tayin edilmiş
olduklarını ileri sürerek, halkın itaat etmelerini istemektedirler.
«Allah'tan çekininiz
ve bana itaat ediniz.» Şu'arâ 163
Hak Teala'nın
göndermiş olduğu bu «Kullar» yer yüzünde «O»nun dininin kanun ve nizamının
kaim olması için, yaşayışın her sahasını tanzim etmek ve islâh etmek yolunda
çalışmışlardır. Hak Taalâ'nm kanununun her yer de ve her zaman, icra edilmesi
yolunda uğraşmışlardır.
Onların, bu çalışıp
uğraşmaları, yaşayışın her hususunun düzene girmesi içindir. Bu arada, elbette
ki, «hükümet» in de ıslâhi ve tertibe konup nizâm dairesine alınması, bu işin
mühim mevzularından biridir. Kur'an-ı Kerhn'i düşünerek okuduğumuz zaman,
Hazret-i Yûsuf (A.S.), Hazret-i Mûsâ
(A.S.), Hazret-i Dâvûd (A.S.), Hazret-i Süleyman <A,S.) ve Zat'ı
Risaletpenâhîleri Hazret-i Resûlullah (S.A.V.) in da, usûl dairesinde, nizamlı
ve düzenli bir «Hükümet» teşekkül ettirmek yolunda, çalışıp uğraştıiklarım
bütün açıkhğiyle görmek mümkündür.
Yine încil ve Talmûd'u [5] da
düşünerek mütalâa edersek, diğer «Benî İsrail» peygamberlerinin de, bu iş
hakkında çalışmış olduklarını öğrenmek imkânı vardır. Onlar da doğru bir
«hükûmet»'i<n kurulması yolunda çalı şıp uğraşmışlar, yanlış ve gayri kanunî
«hükümet» lere karşı ağır bir şekilde, her taraftan cephe almış ve tenkitlerde
bulunmuşlardır.
îslamî düşünceye göre,
«hükümet» e ait ehemmiyet ölçüsünü, aşağıdaki «Emr-i îlâhî'» den anlamak mümkün
olur ki, orada «yerin ve göklerin Hâliki» kendi «Nebî» sine (S.A.S.) şu
şekilde dua etmesini öğretmek istemektedir:
«Söyle: Yâ Rabbî:
beni, doğru bir girişle girdir ve doğru bir çıkıştan çıkar, bana kendi indinden, yardımcı bîr kuvvet (iktidar,
hükümet) ver.» (İsra Sûresi, 80).
îşbu âyet-i kerime,
Hicret-i Nebevi (S.A.S.) den pek az önce nazil olmuştur. O zamanın zahirî
vaziyeti göaö-rıüne getirilirse, «hükümet» in ve «iktidar» in ehemmiyet
derecesi kendiliğinden aydınlanmış olacaktır. Bu âyet-i kerimenin mefhumu
hakkında Mevlânâ Mevdûdî Sâhitb, aşağıdaki cümleleri beyan buyurmaktadır:
«Ya sen kendin, bana
iktidar ata kıl, yahut ta bana müzaharet gösterecek herhangi bir «hükümet»
vücuda getir ki, onun kudreti vasıtaslyle dünyayı, saplanmış bulıuıdıuğu şu
fenalıklardan, temizleyip kurtarabileyim. Fenalıklardan, açık saçıkhklarrîaja,
ardı arkası kesümeyet kötülük selinin, -önüne geçip, onu kurtarıp, senin adalet
kanunun câri olması ve yürümesi yolunda çalışayım.»
Hasan Basrî (R.A.)
Kıtâde (R.A.), Ibn-i Cerîr (R. A.), tbn-i Kesîr <R.A.) ve diğer müfessirler,
bu âyet-i kerimenin tef şiirini, yukarıda anlattığımız şekilde beyan ederler.
Bu hususun teyidi hakkında, şu hadis-i şerif d*1 nazarı dikkate alınmalıdır:
Hak Tealâ, Kur'an ile
karşı koyup, ortadan kaldırmadığı çok şeyi «hükümet» vasıtasiyle, karşı koyup,
ortadan kaldırır.
Buradan anlaşılıyor
ki, islâm dünyada yapmak iste diği ıslâhat işinde vaaz edip, nasihat ve öğüd
vermekle kalmamış, aynı zamanda bilfiil işi ele almış ve siyasî nok-tay? da
ihmal etmemiştir. Hükümet ve «Siyaset»! de işe karıştırmıştır.
Yine, Hak Tealânm
böyle bir duayı, peygamberine öğretmek İstemesinden sabit oluyor ki, «din» in
tutunması, «şeriat» in infaz edilmesi, hududullah'ın icrası içinde, «Hükümet»
e ihtiyaç vardır. Bu yolda çalışmak için, sadece cevaz vermekle iktifa
edilmemiş, bu iş zarurî sayılmıştır.
Bazı kimseler, yanlış
düşünerek, bu meseleden peygamberin dünyaya bağlılığı olduğunu ve dünyayı
istediği şeklinde bir anlayışı benimserler. Bu hatalı bir düşüncedir. Zira,
dünyaya bağlanmak ve dünya 'isteği maksat olsaydı, o zaman, istekte bulunan
şahıs, «iktidar» ve «hükümet» i kendisi için istemiş olurdu. Hak Tealâ'mn dininin
yükselmesi, ayakta tutunması için, istenen «hükû-kûmet» ve «iktidar» ancak,
Hakka bağlılığın iktizasının tâ kendisidir. Şahsî .bir gaye için değildir.
Bu meselenin daha iyi
anlaşılması için, aşağıda kaydedilen âyât-ı kerimelere ve Hadis-i şeriflere de
göz gezdirelim.
«Evet... Biz
resullerimizi, vazıh ve aydın
delillerle
gönderdik. İnsanların
Ölçüyle (adaletle) hareket etmeleri için, onlarla (peygamberlerle birHkte)
kitap ve mizan (ölçü) da ıi&mii kıldık. Bir de «demir» i (Kılıç, silâh, hükümet
kuvveti ve iktidar) nazil kıldsk ki onun İçinde şiddetli bir kuvvet ve halk
için çok faydalar vaTdır.»
(El-Hadîd, 25)
O. o kimsedir ki.
resullerini hidâyet ve hak din üzere gönderir, tâ kî, ... müşrikler
hoşlanmamalar dahi .... onun
«lini kuvvetli ve
aychın kılınsın. (Es - Saf, 611
«Acaba kim. Allanın
kuluna gönderdiğiyle, hüküm vermez?
Ancak kâfirler hüküm vermezler. (El-Mâide : 44)
Ve yine Resûl-i Ekrem,
buyurmuşlardır "ki: «îslâm ile devlet
(hükümet) ikiz kardeş gibidirler.
Bunlardan biri olmaksızın, Ötekisi de kâmil olmaz. îslâm bir binadır, «hükümet»
de onun bekçisi. Temeli olmayan bina çöker, bekçisi bulunmayan yer de dağılır
gider.» Kenz-ül-Ummâl
îslâm düşüncesine göre
«din ile devleti birbirine zıt
görmek» asla mümkün değildir. Bunun neticesidir.
ki, bir müslüman daima kendi «hükümet»
inin inandığı esaslar üzerine kurulması için çalışır. Bu yolda çalışma, Müslüman dininin
ve imânmm iktizasıdır.
O,-Kur'an-ı Kerim'de ve Hazret-i Resûl-i Ekrem'in Hadis-i Şeriflerinde
her ne şekilde olursa olsun, ahlâk ve muaşeret âdabı derslerini
öğrenmiştir. Yine böyle, siyaset, medeniyet
v? içtimaî yaşama
yolunun vazıh hüküm
ve "kaidelerini de görmüş
ve anlamıştır. Tabiîdir
ki, yukarda saydıklarımızdan, iikinci sıradakinin yani, «hükümet» in
bulunması şart ve farzdır. Bu «hükümet» fiilî bir şekilde ortaya çıkmadıkça,
«kanun» un bir parçası imlemez bîr hâl almış olur.
Bunun neticesinde de
Kur'an-ı Kerim'in ortaya koymak istediği «içtimaî yaşayış» vücut bulmaz. Ve
işte bu sebebledir ki, «ümmet» in fukahası ittifakla, «İmamet» (Önderlik,
devlet reistiği) in nasbini, «İmam» in tayin edilip seçilmesini farz
bilmişlerdir. Bu hususta kusur etmek, ihmal göstermeği de, en büyük dinî emri
yapmamak gibi saymışlardır.
Allâme îbn-i Hazm
«El-Faslü Beyan El-Milel Ve'n -Nihal» isimli eserinde şöyle beyan eder.
«Bütün Ehl-i Sünnet,
merci'iye, Şiîler ve Havariç hep bu hususta ittifak ederler ki, «îmam» nasb
etmek, «İmam tayin etmek, farzdır. Bu İmam âdil olup, Hak Tealinin hükümlerini
icra kılıp Resûl-ü Ekrem'in (S.A. V-) getirdiği kanun ahkâmına uygun bir
şekilde, halkın işlerini yürütmek, memleketi idare etmek ve siyasî işleri
düzene koymak yolunu tutmuş bulunan böyle bir İmam'a itaat etmek yine
-farzdır.»
El-Fasl-ü Beyan -
El-Milel Wn - Nihal Cilt IV. Sa-hife;
87.
Şah Veliyullah Sâhib,
bu hususta şöyle yazmaktadır «Câmi'i şarâ'it» b'r «halife» nasb ve tayin edip
baş-* çirmek müslümanlar üzerine vacibün 'bi'1-kifâye'dir. bu hüküm de kıyamete
kadar devam eder.
. Şah Veliyyullah
Sâhib, İzâlet - ül- hıfâ\ Maksad I, Fasıl I.
Bu öyle mühim bir
meseledir ki, bütün «ümmet» bunun üzerinde icmâ eder. Amelî ve fiili bakımdan
da, Re-sul-i Ekrem'in (S.A.V) ve sahabc-i kiram (R.A) «imam» nasb edip tayin etmek hususunda çok
titizlikle durmuşlar ve bu işe büyük ehemmiyet vermişlerdir.
Hazret-i Resûl-ü
Ekrem'in (S.A.V.) dünyadan göçtük lerini müteakip, mübarek vücutlarının teçhiz
ve tekfinin den Önce İmam'ın seçimi işinin üzerinde durmuşlardı. Bu şekilde,
Zat-ı saadetlerini kurmuş bulunduklar! nizâm ve vücuda getirmiş oldukları,
merkeziyet işlerinin düzeni, bozulmaktan ve dağılmaktan kurtarılmıştır. Onun
yapmak istediği işler de tam olarak devam ettirümiştir.
İslâm, maddî iktidara
ihtiyaç gösterir. Böyle olmaksı zın kendi camiasını tam bir şekilde vücûda
getiremez. Bunsu\ hiç bir iş yapılamaz ve insanlığın ıslâhı içiflı büyük işler
de başarılamaz. Bunun içindirki, Kur'ân-ı Kerim de bu meseleyi izah ederken,
Islâm'm maddî iktidarı, nın manevî İktidarına bir destek olduğunu bildirmiştir.
O Zaman, iyilikler ayakta tutunup, fenalıklar da silinip ortadan kalkar.
Kendilerini yer yüzüne
yerleştirdiğimiz ve iktidar sa hibi kıldığımız kimseler (Müslümanlar), namazı
kılar, ze kâtı Öderler. Onlar, doğru işe emredip, eğriliklerden men-'eâen
kimselerdâr. tşte, işlerin hepsinin sonu, Allâha aittir. (El - Hacc, 41.)
Şimdi, biz, bu
bahislerden şu neticeleri elde etmiş o-îuyoruz:
1 - Hükümet
teşkili, insan topluluğunun zaruri, temel binasıdır. Bu, olmaksızın, yaşayışta
içtimaî intizamı düşünebilmek bile çok zordur.
2 - İslâm,
insanlar için kül halinde, bir yaşayış dü zenidir. İçtimaî yaşayış için de,
aydın ve açık bir yol gösterici ve rehberdir.
3 -
İslâm'da, din ile iktidar arasında, her o% ^.kilde ulursa olsun hiç bir zıtlık
ve tefrik yoklar. Caiz değildir. O, bütün yaşayış düzenini Allah kanununa tâbi
kıl mak ister, işte bu maksat içindir ki, siyaset de İslâm kanunları arasmda tanzim
edilmiştir. İslâm'da -«hükümet» in ayakta tutunması ve sağlamlaşması için,
kanuna bağlı bulunmak lâzımdır.
4 - Hak
Teâlânın hükümlerinin bir kısmına bağlanmak, bir kısmım bırakmak, «O»nun
hükümlerine ilâveler yapmak, veya bir kısmını ortadan kaldırmak, dünyada ve
ahirette İlâhî ukubeti istilzam eder. Bu gibi işler, ister gÖ nül arzusu ile
olsun, ister başika birinden korkmak, yahut hatır için olsun, aynı neticeyi
doğurur ve hep aynıdır.
5 - Din ile
hükümet ve devletin a kadar yakınlıkları vardır ki, bunlardan biri diğerinin
bir parçası sayılır, islâm'da, «İslâm hükümeti» ve «İslâm devleti» olmaksızın,
zulüm, adaletsizlik ve keyfi idare, her tarafı sarmış olur. Neticede Cengiz
fesadı baş gösterir, haksızlıklar alır yürür. îslâm, «hükümet» siz ve «devlet»
siz, olursa bu hal deki «îslâm», kolu bacağı kırık, sakat vücuda benzer. İşe
yaramaz bir hal alır. O zaman, Allah'ın «din»inin hüküm sürmesi yerine,
«kölelik» «esaret» ve «sefalet» devresi baş lar,
Bunun için
<'slâmd:ı hükümetin temellerinin sağlam kurulması zarureti vardır, «islâm
hükümeti» ne sımsıkı, bağlanmak, onun ayakta tutunup kuvvetli olması için ça
Iişmak lâzımdır. [6]
Meselesinin dinî
cephesi budur. Fakat iyi düşünür ve son çağın vaziyetini inceden inceye gözden
geçirirsek o za man islâm'da bir hükümetin teşekkül etmesinin tam zamanı
olduğunu ve herşeyden fazla bunun zarurî bulunduğunu Öğrenmiş oluruz.
Avrupa'da, gayri dinî
bükümet'in teessüs etmiş bulunması göz önüne alınarak hususî bir şekil
alıp, ortaya yıkmış ve bize de arzı
endam etmiştir. Avrupa'da malûm şekilde, bir «Papalık» nizâmı ta eskiden beri
kurulmuş bu lunuyordu. «Bu papalık» dîn nâmı altında padişahlardan. aaha da
kuvvetli, onlardan daha da kudretli, padişahlardan daha da müstebîd bir
şekilde hükümet sürüp, saltanat etmekteydi. Olmadık mezâlimi, din kisvesine
sokarak, icra etmek yolunu tutup gitmişti. Papalığın bu tarzı hareketine,
zamanın ilerlemesiyle halk da bunun için çareler aramıştı. Bu «Papalık»
müessesesi, hakiki Hıristiyanlığa o kadar muhalif hareketlerde bulunmuş, o
kadar ölçüsüz davranmıştı ki, onun bu yaptıkları kendiliğinden onu dinin
haricine çıkarmış; din namı altında yapılmadık
haksızlıklar ve rezaletler bırakmamıştı. Bunun asıl sebebi, hakîkî bir dinî «hükümetlin mevcut
olmadığı ve gayrı -dinî hükümet ve gayrı - dinî siyâset güdülmesi ve bunlara da
«dinî» süsü verilmesindendir.
1832 de intizamlı bir
şekilde «sekülarizm» cereyanla n başladı. O zaman «Jakob Holik» tarafından din
ile siyâsetin birbirinden ayrılması fikri ortaya atıldı. O zaman ki fikir ve
-siyaset adamları bu hareketin öncülüğünü, yapıyorlardı. Bu fikir hareketi çok
geçmeden siyasi sahada da muvaffak oldu.
Siyasî rejim olarak kabul edilmek imkânını da buldu. Hülâsa olarak bu
hareketin gayesi «din» î ferdî yaşayış sahasına münhasır kılmaktı, işin
başlangıcında, «din» ile kimsenin alâkası olmayacak, kimse de «din» işime karışmayacaktı. Tam
manasiyle tarafsız kalınacak ve ferdin «inanç Ve din» hürriyeti de korunmuş
o-lacaktı. Fakat bir müddet sonra boı hareket başka bir şekil aldı. Bu defa
«din» karşı cephe almak, zorla «maddecilik» tarafına yöneltmek, bir nevi
«komünistlik ve sosyulisrlik» yolunu tutmak, ortaya çıktı.
Stîkülamm'in şekil
değiştirip bozımımsı nasıl oldu?
İlk bakışta, bunu
kavramak ve tam olarak anlamak mümkün değildir. Bir kısım inançsızlıklar
insanın karşısına çıkmakta ve onun fikir ve düşüncesini dağınık bir hâ-lo
sokmaktadır. Çeşitli fikirler türlü türlü düşünceler, insanın kafasına girip,
bir sürü «... izm» ler doğurmaktadır. «Komünizm» «sosyalizm» «kapitalizm» ve
bunların benzer leri, insanın fikrinde kökleşip, yaşama sahası bulmaktadırlar.
Neticede, insanı her bakımdan, maddeciliğe sürük-, Ilıyor.
1- «Komünizm
ve sosyalizm» hakkında tenkidlerde bulunan meşhur münekkit N. Crew - Hunt şöyle
yazıyor:
Komünizm, sefalet,
perişanlık, gark-ü zaruret ve iç timâî düzenin bozulmasının neticesi değildir.
Zira, bu rejimi tatbik eden ülkelerde, halk sınıflan içinde, iyi ve bol
keseden para kazanan, maaş alan işçilere, müreffeh bir seviyede yaşayanlara da
pek çok rastlanmaktadır. Komünizmin meydana çıkışını, halkın eskiden gözünün
kapalı oluşuna, şimdi gözünün açıldığına, sermâye sahiplerinin, yani,
kapitalistlerin istismar düzenine karşı koymak yolunu tutmuş olduklarına,
onların kötülüklerini, istismarlarını ve adaletsizliklerini anladıklarından,
mevcut nizâmı ortadan kaldırıp müsavat ve eşitlik nizamını tesis etmek yoluna
gidilmek için olmamıştır:
Son denemelerden elde
edilen neticeye göre, hakikat te, komünizm bir kısım nazariye ve nizamların
toplamının ismidir ki; bizim yaşayışımızda, varlıklarına ihtiyâç olan nazariye
ve nizamların yerine arızî olarak oturmuştur. Bu nizam ve nazariyeleri bundan
önce dîn temin ediyordu. Bu boşluğu dîn dolduruyordu. Din ortadan kalkıp, onun
yerine gayrı-dinî nizam ve dinsizlik girince, bu boşluk kendisini hissettirdi.
O zaman bu boşluğu telâfi etmek için çareler arandı, neticede de «komünizm»
çaresi bulun du. «Komünizm» dinsizliğin neticesidir. Bu nizâm da, iş ve düşünce
karşısına çıkacak olursa, o zaman, yaşayışta alemşümul başka bir hayat nizamı
ortaya çıkmış olur ki, bu yeni çıkmış olan nizam, diğer usûllerin öncülüğü vazifesini
görmek ister» [7]
Sosyo - komünizm
tarafını iltizam etmemiş bulunan iar da din ortadan kalkınca fikir
emniyetsizliği, ruhî ıstı-rab ve inanç zaaflarına mağlup olup giderler.
2 - Ferdin
karşısına yeni yeni arzular ve istekler dikilmiştir. Ferd, yalnız kendi şahsı
arzu ve isteklerini tekemmül ettirmek yolunu tutar. Millî ölçü üzerine kurul
muş bulunan, amme maslahatlarını, zaman zaman - yerine ve İcabına göre -
kendisinin şahsi veya İçtimaî yaşayışımda, bir nevi zulüm telakki, eder.
Herhangi bir müstakil, ahlâkın disiplini altına girmek istemez. Durum böyle
olunca da, millî yaşayış için de ahlâkî zabt-ı rabt kalmaz. işte bunun neticesin
dedir ki, asrımızda çok büyük ve muazzam iki cihan harbi patlak vermiştir. Bu
iki harp yüzünden yaralanıp ölmüş olanların sayıları, insanlık tarihi boyunca
vuku bulmuş bütün muharebelerdeki ölü ve yaralı sayısının toplamından kat ıkat
fazladır.
3 - Bu sosyo
- komünizm, umumî ahlâkî tesirleri de yok edip ortadan kaldırır. îstiklâH
nefis, sobât-i kadem cesaret ve buna benzer ahlakî hasletler şöyle durs-un; iyilikle
kötülüğü birikirinden ayırd etme hususlarına da maddeten imkân vermez. Her
türlü müsbet kabiliyetleri de ortadan, kaldırır.
Bu ölçüler yerine,
hasis istifâde yolunu bulmak, zamana uymak, gününü gün etmeği düşünmek gibi
şeyleri, ferdî ve içtimaî ahlâkın temel kaidesi kılar. Bunların da neticesinde
içtimaî yapı her tarafdan çöküntüye uğrar. O zaman da huzur,
emniyet ve güven tamamen ortadan silinip
gider.
4 -
Tecrübelerden öğrenildiğine göre, eğer sırf maddî bir istifade gözönünde
bulundurulup gaye edinilmiş olsaydı ve herhangi bir ahlâki ve manevî nizama
bağlılık olmasaydı; haddi zatında, insan, yine bu maddi istifadeyi tam olarak
elde edemiyeeekti. Arnold Toynbee, seküla-rizm neticelerini inceliyerek, açık
bir lisanla bu hareketin başarıya ulaşamadığını şu şekilde beyan eder:
«Eğer yaşayışın
maksadı, sırf maddî istek, dünyevi zevk ve dünyâ arzulan üzerine kurulmuş
bulunsaydı, ferdin maddeten iyi geçinmesi, maddî isteklerini elde etmesi
dünyevî huzur ve rahata 'kavuşması yine. de mümkün o-lamıyacağı son
tecrübelerden artuk anlaşılmış bulunuyor. Yine kesinlikle anlaşılmış oluyor ki,
eğer, sekülarizm'in i-leri ve yüksek iddiaları manevî ve ruhani maksadlarm yanı
başında bulunursa, işte o zaman ancak bunların zımnî neticesi olarak, insan
dünyevî huzur ve rahatı da el de edebilir» [8]
Gerçeği şu şekilde
belirtebiliriz ki, sekülarizm şimdiki hâlde fiilî olarak muvaffakiyetsizliğe
uğramamış ise de tarih ancak bunu ilerde açıklayıp gösterecektir. Dükkat
ettiğimiz zaman göreceğiz ki şimdiki sekülarizm çok eski ve miadını doldurmuş
bir düşüncedir. Zamanın üerleme-siyle bir daha onun semtine dönmek imkânı
kalmamış^ tır.
«Sekülarizm» bazı
tarihi sebeplerden doğmuştur. Mu ayyen ve malum bir muhitin içinde de ancak
gelişebilecek
tir. Bu sebepler ve bu
muhit mevcut olmasaydı, elbette ki «sekülarizm» m.eydana çıkamayacaktı Onu
tutundur-mak da mümkün olmayacaktı.
Yukarıda mevzu bahs
ettiğimiz gibi, sekülarizm ada verilen
bu sisteme göre dinin devlet ve hükümet işleriyle hiç bir alâkası olmayacaktı.
Fakat bu noktayı dikkatli bir incelemeye tâbi tuttuğumuz zaman görülecektir ki,
bu re jim haddi zatında dîne ve dînî nazariyelere karşı menfî ve muhalif bir tavrın sahibidir. 19
uncu asrın tarihini gözden geçirdiğimiz zaman, anlaşılacaktır ki, «sekülarizm» ferdi ve millî mevzularda,
fert için, tam bir hürriyet ve serbestliğe taraftarlık etmekte ve bu rejimin
asıl siyâsî tutumunun da esası...
hükûmet'in bu gibi işlere
ınüdahele etmemesi — gaye ve maksad olarak
düşünülmüştür. Aneak ayrılması düşünülen ,bu hususların hepsi de
birbirine bağlı, yekdiğerinden
ayrılamıyan hususlardır.
Sekülarizm ancak
hükümetin sadece bir «müdafaa sistemi»
yani (Poliçe state) mahiyetine girdiği zaman mu vaffak olabilir. Bu şu demektir
kî, «sekülarizm nizamiDr da,»hükümet'in vazife ve selâhiyeti, sırf memlekette
zab t-u rabtı temin etmek, asayişi sağlamak olacaktır. Hükû met, dıştan gelecek
olan taarruzları karşılayacak, içte çıkacak kargaşalıkları yatıştıracak
emniyetsizlikleri gider mek yolunda çalışacak ve başka bir iş görmiyecektir.
îş-te, ancak böyle bir nizam ve böyle bir rejimde, ferdin tam manasiyle, hürriyeti bahis
mevzuu olabilir. O zaman ferd, istediği gibi yaşar. Bu şekildeki hükümet de —
hiç olmazsa dini akidelere ait hususlara karşı tarafsız kalır, bu gi'bi
şeylerin hiç birisine hiç bir şekilde müdahele etmeği caiz görmez.
Fakat, bu
düşünce, ancak 19 uncu asrın seküîa-rizm'inde bulunuyordu. Bu
gün ise vaziyet tamamen baş kadir. Ve
hükümet düşüncesi, hükümet mefhumu, tamamen değîşm'ştir. Bugün, hükümet
denilen nesne, artık eskiden tasavvur edildiği gibi koca bir put değildir. Bu
günkü hükümet bir dâire içine çekilerek, memlekette çeşitli cephelerden olup
bitenlere ve olup biteceklere alâkasız, kalamaz. Bugünün hükûmet'.'nin pek çok
vazifeleri vardır. îş sahası pek geniştir. O artık yaşayışın her cephesiyle
meşgul olmakta, bu yaşayış tasvirinin her nok tasını çizmek yolunu tutmaktadır.
Kendi polisi ve zabıtası vasıtasiyle düzen ve intizamı temin eder, cehaleti ortadan
kaldırmak yoluna gider; ilim ve bilgi meşalesini yakar ve ilimle her tarafı
aydınlatmağa çalışır sefaleti ortadan kaldırmak, servetin adilâne şekilde
taksimini sağ lamak, içtimaî fenalıkları ve kötü alışkanlıkları silip
sü-pürmek, şehir ve köy halkını ahlâkî ve içtimaî sahada yetiştirip fertlerin
gelişmelerini sağlamak, hastalara ilâç tedarik etmek, onlarm tedavisine
çalışmak, haksızlığa uğramış olanların haklarını kendilerine iade etmek; darda
kalan, sıkıntıda bulunanların imdadına koşmak, ve bu kimselere yardım elini
uzatmak gibi çeşitli vazifeler, hükümetin yapması icabeden vazifeler
cümlesindendir.
Hülâsa olarak, bu günün
hükümet denilen müessesesi her bakımdan, refahı ve felahı temin etmekle
mükellef olmaktadır. Bunun içindir ki, böyle bir hükümet, fikrî naza riyelere
ve akidelere bağlı bulunan hususlara karşı alakasız ve lâkayıt kalamaz. Her ne
şekilde olursa olsun, — az veya çok — bu gibi akımlarla meşgul olacaktır. Yine,
her ne şekilde olursa olsun, iyilikle fenalığın refahla sefaletin ölçülerini
tayin etmek için bir mizan bir ölçüye sahip bulunacaktır. Bu mizan ve bu
ölçü'ye göre de kendi polisine, kendi zabıta kuvvetlerine ne şekilde ve ne
suret te hareket edeceklerine dâir emirler verecektir. Bu sebeplerdendir ki
artık bu günkü hükümet 'bir nazarî hükümet olarak kurulamaz.
Tariiıî hatıralar
bakımından .sekülarızm üzerine kurulmuş, onun tarif ettiği temeller üzerine
oturtulmuş ve bu fikre bağlı kalınarak düzenlenmiş bir hükümet hakikatle hiç
bir şekilde ve hiç bir noktadan mevcut olmamış, daha kurulmadan ortadan
silinip gitmiştir, denebilir. Bu temeller üzerine kurulmak istenen hükümet
kalesi sırf bir arzu ve bir istekten başka bir şey olmamış, mev cut bulunan
boşluğu doldurmaık için ancak bir hayal mah sülünden başka bir şey değildir.
Bugün artık, dünyada sekülarizm için yerleşecek, sığınacak bir yer kalmamış
tır. Tarih de bunu gösterip gözümüzün Önüne sermektedir .
Bugün artık zarurî
olan ve mevcudiyeti elzem bulunan «hükümet» tam mânasiyle «sekülarizm»
nazariyesine muhalif bulunan «hükümet» tir. îslâm da ancak, böyle bir hükümetin
kurulup tutunmasını istemiş ve bunun için çalışmıştır. [9]
Yukarda çizilmiş
bulunan şeküden iıktidâr'ın nizam ve
intizamının çeşitli cephelerini görmüş bulunuyoruz.
İkinci Dünya
Savaşından sonra, Müslüman ülkelerinim çoğu istiklâllerine kavuşup,
hürriyetlerini elde ettiler. Bu ülkelerin hemen hemen hepsinde, veya 'bir
çoğunda îs-lâmî n zam dairesinde, bir tslâm hükümeti kurmak için çalışmalar
başladı. O zaman tabiatiyle şu nokta kendisini hissettirdi: Sanki mevcut
bulunan medeniyetin son bulması üe bir boşluk, bir açıklık ortaya çıkacak ve
meydana gelecek olan bu boşluğu doldurmak icap edecektir. Bu da bir hakikattir
ki 19 uncu asırda, Müslüman ülkeler birer birer Ayrupa sömürgecileri
tarafından avlanıp, yutulmuşiardi. Bunlardan ancak, üç dört memleket hariç
hepsi esaretin ve köleliğin karanlığına gömülmüşlerdi. Birinci dünya savaşından
sonra, işler değişmeğe başladı. Uyanmalar baş gösterdi. Ancak ikinci 'Dünya
Savaşından sonra Müslüman ülkeleri birbiri arkasından hürriyete kavuşup,
istiklâllerini elde ettiler. Şimdi bugünkü günümüz de 34 müstakil Müslüman
devleti vardır. [10] Bu ülkeler kendilerinin
siyasi ve medenî istikbâlleri itçin çalışıp uğraşmaktadırlar. Bu ülkelerde
siyasi istiklâl ve siyasi hürriyetle birlikte, bir takım mühim meseleler baş
gösterdi. Müslümanlar, sömürgeci «iktidar»m tahakkümü altında yaşadıkları
m.üddetçe kendi içtimaî yaşayışlarına, her nasılsa, îslâmı bir şekil
verebilmişler, dinî yaşayışlarını mükemmel bir surette zabt-u rabt altına
almışlardı.
O zaman onlar, kendi
imanlarının iktiza ettiği bütün cepheleri tam bir şekilde taltib edememekle
beraber, yine de ferdi ve içtimaî yaşayışın bir çok cephesinde Hak Te-alânın
emirlerime ve Resûl-ü Ekrem (S.A.V) in talimine uyabiliyorlardı. Tabiatiyle,
hürriyete kavuşup, istiklâl elde edilir edilmez, şu mesele ortaya çı'ktı:
Şimdi, umumî yaşayış nizamı, hükümet şekli rejim ve kanunların îslâ-mî
usullerle ayarlanması lâzımdır. îşte bu, asırların Ötesinden beri gelen îslâm
Millet' lerin in en vazgeçilmez isteğidir. Müslümanlar, îslâmî nizamın,
«kurulacak olan hükümet »in üzerinde hâkim bulunmasını taleb ederler. Bu da
her bakımdan kendisini hissettirir.
Târihin, geniş görüşü
karşısında bu hareket pek mü himdir. Bunun içindir ki, onlar, ümitle güvenle
istikbâle bağlanmaktadırlar Fakat, derin düşündüğümüz zaman şu noktayı anlamış
olacağız ki, Müslümanların veya bir müs lüman istediği «İslâmî hükümet» nasıl
olacak ve hangi şekilde bizim önümüze çıkmış bulunacaktır. Tabiatiyle hü
kûmet'in «islâmî hükümet» olması isteniyor bütün imkân lar bunun İçin sarf
ediliyor, bu hükûmet'in İslâm ölçüleri ne uyması bekleniyordu. Maalesef bu
meselenin asıl hakikati böyle değildir. Bu gayeye engel teşkil eden asıl sebep
şudur: Müstemleke İdaresindeki öğretim ve eğitimin tabu neticesi olarak kültür
sah/bi- bulunanlarla aydın kimselerin çoğu kendilerini İslâm'dan
uzaklaştırmışlardı. Bunların büyük çoğunluğunun — müslüman olmalarına rağmen — İslâmiyet hakkında bilgileri
yoktu. Yine bu sınıftan başka bir zümrenin ise İslâm hakkındaki bilgileri, ancak
bir kaç yanlış yamalak şeyden ileri gitmiyordu. Diğer bir zümrenin de maalesef,
zihinleri Öyle zehirlenmişti ki
kıraldan ziyade kıralcı kesilmişlerdi. Bütün bu gurublar, İslâm gerçeklerine
karşı, kötü düşünmekte ve körü körüne kuru bir Avrupa taassubuna saplanmış
bulunuyorlardı. Avrupa'nın her türlü fenalıklarını, pembe cam arkasından
seyrediyorlardı. Bu güruh, artık İslâm
ortadan kalkmış, İslâm'dan eser kalmadığı nazarı ile İslam'a bakıyorlardı.
Hatta körü körüne, hiç düşünmeden dahi, Av rupa'nm her çeşit fenalıklarını, rezaletlerini
ve sapıkları m — medeniyet diye — taklit etmek, Avrupa'Ulara uymak yolunu tutmuş gidiyorlardı. Bunu da,
âdeta kendilerine bir din ve iman edinmişlerdi. Bu güruh, kendi memlc
ketlerinde ve kendi vatanlarında, diğer halk
çoğunluğu ile — milletin istekleri, arzuları ve hissiyatma karşı mü
cadele ve çekişme halindeydiler. İlerlemek için de kendile rine göre başka
başka çareler düşünüp duruyorlardı. Bir tarafdan gaflet ve cehalet, diğer
tarafdari da kotümserlik ve kötü maksada dayanan düşünce ve birbirlerine karşı
düşmanlık hüküm sürüyordu. Bu gibi çekişmeler, İslâmi Hükûmet'in kurulmasına
doğru giden yolun aydınlığını gidermekte ve bu yolun üzerine taş yığıp, yolu
kapatmaktaydı.
Bizim fikrimize
gelince; bu anlaşmazlıkları yok etmek ve ortadan kaldırmak için en iyi çâre;
bir taraftan îslâmi öğretim ve eğitimi genişletip daha şümullü bir-şek le
koymak ve halkın fikir ve düşüncesini terbiye edip onla rı geliştirmektir.
Diğer taraftan da yaşayışın her dalında öyle bir idare hazırlamalı ki, yukarıda
bahsedildiği gibi, Mür^'K-anlarm çoğunluğunun istekleri ve arzuları yerine
gelip, onların hissiyatı ile bağdaşsın. İslâmi şekilde hazır İanıp, her
sahasını ve her hususunu saracak bir mahiyetle ortaya çıksın ve İslâmi hayat
tarzma-her bakundan uyduğu beiirsin. tşte, ancak böyle olursa, «Milletsin işleri
nizama girip, «Millet»arasında mevcut bulunan ters çekişmeler yerine, müsbet
bir halde düzen kurulabilir ve senelerce sürecek olan yol, bir kaç ay içinde
aşılmış olur. [11]
İslâm'da hükümetin
mesuliyetlerinden biri de içtimai adalet» sağlamak ve umumî tazminat ve
garantiyi gözö'nünde bulundur-ınık ve bu hudut dairesinde, her yaşayan kimse
için haysiyet ve >.erofiyk, ko'ayhkla, sıkıntı çekmeden yaşamayı temin
etmektir. Mekke'de Har mevsiminde toplanmış bulunan telam âlemi kongresinin
umumi toplantısında Mevlânâ Seyyid Ebul - A'Ia Mevdûdî Sahih, bir makale
okumuşlardı. Bu makaleyi buraya naklediyoruz. Bu makalede" İslâmî
hükümette geçim, İçtimai adafet ve medenî
mesflfSerin siyaseti üzerinde
etraflı bahisler Yardır. [12]
Mevlânâ Seyyid
Ebu'l—A'lâ .Mevdûdî Sahib'-in hattı hareketinin en mühim tarafı şudur : İki
zarurî meselenin ayni zamanda, iki cephesini bir arada, hakkiyle çalışarak
tamamlamak ister. Üstadımız,' bir taraftan, Islâmî hayat nizamım, dinî ve
aklî'delillerle-ileri sürer ve İslâm'ın asıl tahmini günümüzün düiyle açık bir
tarzda beyan eder. Yazılarını okuyan okuyucu, yaşayış hakkındaki îslâm
noktayı nazarı hususunda külli ve geniş bir bilgi ye sahip olur, onun bütün
cephelerini bir defada ve bir çırpıda görmüş bulunur. Üstad hiç çekinmeden ve
hiç korkmadan zamanımızın çeşitli fesadlârına karşı koymuş İslâm'ın yaşayış
nizamının üstünlüğünü ve yüksekliğini her cepheden isbat etmiştir. Diğer
taraftan da İslâm nizamım sırf nazarî bakımdan teş«h ve izah etmekle kalmamış,
şurasını da üeri sürmüştür ki, bu nizam, bugünkü şartlar muvacehesinde nasıl
kurulacak ve nasıl tutunabi-lecok? Bugünkü şartlar dahilinde İslâm'ın hakiki şekli
ne suretle yerleşebilecektir? Bu mühim suallere cevap-veren Mevlânâ Mevdûdî
sâhib'in bu eseri, yaşayışın her dalma temas etmiştir. Ancak İslâmî hükümet f
kri hususundat bu hükümetin çalışma nizamı hakkında da daha etraflı ve geniş
ölçüde bahisler ortaya koymuştur. Üstad, «îslâ-nıî hükümet» i öyle bir güven,
inanç, geniş görüş ve fikir a.çiklığı ile meydana çıkarmıştır ki, bu
«hükûmet»in her cephesi tam olarak, kendisini göstermektedir. Zamanımız da bu
hususta onun kadar muıharet göstermiş bulunan kimseye' rastlanmaz. Şüphesiz bu
cepheden «Q» Araf ve Acem'in (Bütün İslâm milletlerinin) içinde biricik şahsiyettir,
Bıf hususta, zamanımızın icaplarına uygun bir şekilde «tslâmî Hükümet» in tam
ve kâmil bir plannı çizmiş tir. îctihâd basiretiyle de böyle bir «hükümet»e
ait, bütün meseleleri tahlil ederek göz Önüne sermiştir. İşte bun lar, onun
hattı hareketinin mümtaz vasfıdır.
«îslâmî hükümet»
hakkında Mevlânâ'nm [13]
yazdığı bu mevzular bu makaleler, daha
öncedenneşredilmiş bulunuyordu. Bunların bazıları da müu ferid broşürler halinde basılmış ve büyük bir
aîâka görmüştü. Fakat bu mevzular tasnif edilip neşredtlmemişti. Ben bir ara
Mevlânâ'nm Islâmî Hü kûmet hakkındaki yazılarının bir kısmını bir araya top
hyarak İngilizce bir eser hazırlamış ve îslamîc Law and Constiitution; İsiâm
Hukuku ve Teşkilâtı Esâsiyesi ismiyle yayınlamıştım. Bu defa da eserin, ayrıca
Orduca olarak neşredilmesine lüzum hâsıl olduğunu düşündüm. Fakat Mevlânâ'nm
fazla meşguliyeti bu iş için şahsen çalışmasına imkân bırakmıyordu. Onun için
ben de Kitabın İngilizce nüshasını yeniden gözden geçirdim. İngilizce metninin
yenden basılması için çalışıyordum. Bu sıra yine .Kitabın Orduca metninin de
neşrine lüzum olduğu ihtiyacı yeniden belirdi. Bazı dostların ısrarı ve Mevlânâ'nm
bizzat kendisinin de rehberliği altında eserin Urducasını da hazırlamayı
üzerime aldım, Büt,ün mevzuları topladıktan sonra, şunu düşünmek zorunda kaldık
ki; İslâmî Hükümet vo İdlâmî Kanun mevzularını ayrı ayrı kitabUr şeklinde
hazırhyalım. Zira bir eser, iki kısım makalelerin bir arada bulunmasına
tahammül edecek durumda değildi. Bunun
için 13S0 senesi (M. 1960) ben, Mevlânâ'mn Islâmî Riyaset--Islâmda Hükümet
ismi altında yazmış bulun duğu bütün mevzuları bir araya getirip, tanzim ve
tertip edip hazırladım. Hamd olsun ki bu eser de neşr edildikten sonra çok
makbule geçti. Her sınıftan okuyucunun is tiîâde ettiği anlaşıldı. İlim
erbabının onu beğendiği gibi, Üniversite mensupları da onun kadr-ü kiymetini
takdir ettiler. Şuçası da bir hakikattr ki bu eser birkaç bakımdan
tamamlanmamış olup bazı noksanlıkları mevcuttu. E-ser bu haliyle neşredilmiş
oldu. Bilâhare, muhterem Mevlâ nâ İdâre-i Maarif-i Islamiye^lslâm Maarif
Dâiresi'nde bu mevzudaki bütün yazılarını toplayıp bir araya getirdi. Bunlara
yeni bjr şekil ve tertip verdi. Bir kaç ay uğraştık tan sonra, biz de, ilk
takdim ettiğimiz «İslâmî hükümet» nazariyesi çalışma nizamı ve «idare sistemi»
diye bu e-seri sunmak imkânını bulduk.
Bu eserde, Mevlânâ
Mevdûdî Sahib, imkân haddinin son derecesinde çalışarak, islâmî Hükümet hakkındaki bütün yazılarını hususî
bir şekilde toplıyarak tertibe koymuştur. Bu- eserin ilk baskısnda, teorik
bahislerle Pakis-tanda kurulması düşünülen «İslâmî Hükümet» için sarfe-dilen
gayret ve çalışmalara ait yazılara da yer verilmişti. Fakat bu yeni baskıda
bunlar birbirlerinden ayrılarak, ay n ayrı tertiplendi. Bu kitap ise, yalnız
nazari ve ilmî ı hisleri ihtiva eder.
Pakistan'da îslâmî Hükümet kurulması
mevzuundaki çalışmalar meyanında cereyan
eden ^ bahisler ayrı bir ciltde okuyucularımıza arz edilecebtirJ İşbu kitaba Tercüman
ül-Kur'an'dan da bazı bahisler a-\ lınmıştır. Bu şekilde eski mevzuları bir
araya getirilip ay n bir eser sunmayı uygun görmeyip, onlara da burada kısmen yer vermiş olduk. Fakat, o
yazılardan bu eserle a-lâkah olmıyan kısımları çıkardık. Çünkü maksadımız o eski mevzuları canlandırmak ve eski
ihtilafları tazelemek • «eğildi. Esasen bunları tekrar dile getirmekte de bir
fayda mülâhaza edilemez. Tertib işinde, asıl mevzu ile ilgili u Unan kısımları
ve her zaman için kıymetini muhafaza eden bahisleri seçmeye önem verdik. Ayrıca
Tercüman ül - Kur'an'dan bazı bahisler ahndı. Bunun sebebi de Kur' arı anlayışı
üzerinde düşündüğümüz içindir. Haşiyelerde de siyaset ilmine âit bütün
bahisleri açıklamış bulunuyoruz. Bunları iki ayrı müstakil makale şeklinde ter
tipledik. Bu 'ki kısımdaki makaleler, eldeki şekilleriyle ilk defa basılmış
oluyor. «Tefh/m-ül-Kur'an» ne kadar zım v bahisleri olduğunu ortaya koymakla
okuyucuya ilmî bir fayda sağlıyor. Böyleliıkle bu eseri mütalâa edenler çeşitli
cephelerden istifade etmiş olacaktır. Bundan başka bir şekilde de böyle bir
istifadeyi temin etmek mümkün değildi.
Hazırlayıcı şu
noktanın üzerinde de ihtimamla durmuştur
ki, bir tarzda tertip etmiş olsun. Eserden bazı çı-Karmalan yahut da ilâve
edilen bahisleri Mevlânâ'nm kendisiyle
müşavere ederek yaptık. Esasen, Mevlânâ'nın yaEilarında ufacık bir değiştirme
pek kolay bir iş değildir. Fakat bu yazılar, yirmi beş seneden beri çeşitli
vesile lerle yazıldıklarından, bugün İçin de bir kitap şeklinde tanzim edildiğinden bu
değiştirmelere ihtiyaç hasıl oldu. Bu mecburi değişiklikler yapılmış
olmasaydı, böyle bir kitap da meydana
gelmezdi. Hakikatte ise, Mevlânâ bu
işi bizzat tasvip ederek muvafık bulduğu için yapılma ya tevessül edildi Yoksa Mevlânâ katiyen bunlara izm vermezlerdi. Bu. suretle bu kıymetli
yazılar, mürettep bir şekilde, ilim erbabının
ıttılaına sunulmaktadır.
Hazırlayıcı olarak
bana gelince, benim ilmî kifayet-ylzliğ-im ve ilimdeki sermayesizliğim tamamen
anlaşılmış olduğundan, bu hâlimle bu işi yapmamış olsaydım ve bu iş de
vakitleri gayet az bulunan Mevlânâ hazretlerinin kendisine kalmış olsaydı, o
zaman eserin hazırlanması bü1 hayli gecikmiş olacaktı. Ben, Mevlânâ hazretlerine
min-netdar ve medyunu şükranım ki, bana bu kadar itimad gösterip böyle 'bir
eseri hazırlamama muvafakat edip, bu hizmeti benim üzerime muhavvel kıldı.
Benim için de bu eseri hazırlamak hakikaten bir saadettir. Bu hususta,
Mevlânâ'nın, bana her adımda rehberlik etmiş bulunmaları da büyük bir
nimettir. Zatı faziletlerinin müşavereleri ile, rehberlikleri altında böyle
bir eseri hazırlamak işini başarmak benim için hakikatte bir şeref bir iftihar
vesilesidir.
Benim bu sahada ne
derece ihtimam gösterdiğimi, bu işin mesuliyeti üzerinde ne kadar titizlikle
durduğunu Ce nab-ı Hak, elbette ki çok iyi bilir. Eğer bu îşde bir nebze"
kadar muvaffak oldumsa, bu Hak Teâlâ'nın fazlından j-leri gelmektedir. Bir
hatam, .bir kusurum olmuş ise, benim ihmalciliğimden doğmuştur. Hak Teâlâ'dan
başka, levfi-k dileyecek kimsem yok, <Ve mâ tevfikıy îlıâ Billâh,
Not : Hind -
Pıkistanda, Urdu lisanında «Mevlânâ» \e «Mevlevi» Profesör, üstad ilim ve
fazilet sahiblerine söylenen hîtab unvanıdır. «Sahib» beyefendi kelimesine tekabü!
eder. Bia bu gibi bir nevî hususî İstılah mahiyetine girmiş bulunan kelimeleri
aynen muhafaza ettik.
Mütercim. [14]
İslâm'ın siyasi
nizâmını mütalaa ettiğimiz zaman, her şeyden Önce, şöyle bir sual ile karşılaşıyoruz.
İslâm düşüncesine göre Din nedir ? Ne demektir ? Siyaset, iktidar ve yaşayışın
içtimaî işlerine ne dereceye kadar müdahale eder? Din, hudutlu ve muayyen bir
düşünce dairesi İçinde, çok kere yanlış şekillerde anlaşılmıştır. Halkda dini
ve- siyasî diye iki ayrı mefhum üzerinde durarak, böyle bir fikri her tarafa
yaymış bulunuyor. Bunun için, her şeyden önce burada islâm düşüncesine göre Din
ve siyaset nazariyesi bahsini açıklamak istedik.
Zamanımızda, islâm
düşüncesi hakkında, Mevlânâ Mevdûdî'-nin hususî bîr programı ve bir hareket
tarzı vardır. Meviânâ'ya' göre, bu iki şeyin birbirinden ayrılması «zorlamaca»
ve «uydurmaca* bir iş olur. islâm'ın câmî ve âlemşümul inkılâbı düşüncesi, bu
işi sâf bir aynada aksettirilmiş olan tasvir gibi, vazıh bir şekilde göstermiştir.
Biz de burada
Mevlânâ'nın bu mevzuda kaleme almış bulundukları muhtelif yazılarını
tertipleyip bir araya getirdik. Burada, müslümanlar arasında mevcut bulunan,
siyasî çekişmeleri başa alarak, Tercüman El - Kur'an'daki bahislere de yer
verip, terti-l>e koyup, bu incilerden bir gerdanlık meydana getirip sunduk.
Hazırlayıcı :
Hurşîd Ahnrîed[15]
Hazret-i Muhammed
Resûlullah (S.A.V.) bi'setinden yani peygamberliğini ilan etmeden önce, din
hakkında bütün dünyadaki umumî anlayış, kanaat ve telâkki şu şekil de idi.
Yaşayışın bir çok
şubesi vardır, din de bu şubelerden bir tanesidir. Yahut başka bir tabirle,
dîn, insanın dünyevî yaşayışının ayrılmaz bir parçasıdır, insan hayat mek-i
ebinden kurtulup, diplomasını alıncaya kadar, din onun işine yarar, bu
mektepten kurtulunca da dînle alakası kesilir. Din'in alâkadar olduğu mevzu
da, ancak insan ile «ma'bud» unun arasındaki rabıtadır. Bu şekilde her kim için
yüksek felah makamı hasıl olursa o şahıs için bütün diğer dünyevî işlerden
alâkayı kesmek ve yaşayışın diğer şubeleri ile ilgiye son vermek; ancak
yaşayışın dîn denilen bu şubesine bağlanmak lâzım gelirdi, işte bu şahıs da
ancak o zaman Felah bulmuş olurdu. Fakat, bununla beraber, Ma'budların her
hangi bir şahsa inayet na zarı ile bakması ve dünyevî işlerde ona bereket
vermesi arzu edilecek olursa o zaman yaşayışın diğer şubeleri me-yanında da,
dîn'i dâhil etmiş olması icâb ederdi. Dünyada ki bütün işlerin keyfine göre
dönüp gitmesini arzu eden her şahıs da, bir takım güya dîni merasim icra
eylemekle, ma'bud yahut da mabudlar'ı memnun etmek için çalışırdı, insanın
ilk alâkası kendi nefsiyledir. Onun karştsında kendi varlığı daresinde dünyanın
ilerisi, sağı, solunu ve her tarafını birbirinden ayn ayrı birer başka şey
gibi düşünmekte idi. Bunlarla alâkalı olan insanın, Ma'budu da bunlardan
tamamiyle ayrı ayrı bir şeymiş gibi telâkki ediliyordu. Bunların ikisinin
arasında hiç bir ilgi hiç bir bağın mevcut olmadığını hesaplıyorlardı.
îşte, cahiliye
devrinde, din anlattığımız şekilde tasav vur ediliyordu.
Din'in temeli üzerinde
o zamanlarda medeni bir oe-miyet düzeni, muaşereti ve ahlakî bir bkıa
kurulduğunu anlıyamıyorlardı. O zamanlar, medeniyet ve toplu yaşamak demek,
insanın her cephesini kuşatan bir nizamdır diye düşünülmüyordu. Bu, insan
yaşayışının her cephesinin ayrılmaz bir parçası olduğunu anlayan yoktu. Bütün
yaşayış binasının buna dayandığını kavrayan mevcut değildi. Böyle bir şey
olmadan, yaşayış nizâmı diye bir şey olmayacağı elbette ki, bilinen ve açık
olan bir husus tur. îşte bu hakikati düşünemiyorlardı.
Dünyanın her yerinde,
«din» ile «medeniyet» birbirinin yanı başında yürüyüp gitmektedir. Dünyanın
her neresinde olursa olsun bu iki kavramın birbirlerinden ayrılması isten m
işse, o zaman, bunların ikisinin de tamamen yahut da ... hiç olmazsa pek çok
bakımdan ... birbirlerine ihtiyaçları, olduğunu anlamak mümkün olmuştur. Yine bu iki şeyin, yani din ile
medenyietin bir arada bu-îunnıasinl, zıd şeylerin bir araya gelmiş olması gibi
düşü nenler dahi, yine de bunları bir yerde, birbirlerinin yanında
bulmuşlardır.
-«Din»in «medeniyet»
ve «toplu yaşama» üzerinde tesi ri kuvvetli olmuştur. Bunun için, yine bunları
birbirinden ayırmak da hiçbir zaman faydalı olmamıştır. «DSn»in «medeniyet» ve
«içtimai yaşayış» üzerinde tesirli bulunma sı neticesinde «medeniyetten uzak
kalmak isteyenler» arasında rahipliği, dünyâ işleriyle alakadar olmaktan nefret
etmeği dünya lezzetinden kaçınmayı, âlem-i esbab ve ilel* den alâkayı kesmeyi,
toplu ve insani yaşayıştan uzak dur mayı doğurmuştur. İnzivaya çekilmek, yalnız
yaşamak gi bi taassup unsurlarına girmiş ise de, bunun tesiri pek fazla
olmamış ancak küçük çapta kalmıştır. Bunun hilafına, din ile siyaseti ayırma,.
insanın -dünyevî yaşayışı yolunda ileriye doğru adım atması için mâniıa teşkil
etmiş; insanın terakkisi yolunun üzerine taş, yığarak bu yolu ka patmıştır.
Bundan başka medeniyet ve medenî yaşayış i-Çİn sırf madde — perestliğe ve hasis
nefsânî İsteklere uy mava yol açmıştır.
Bu gibi şeyler «din»i
kirleterek bozmuş ve berbat bir hale, getirm'ştir. Dinde olmayan hurafeler dine
eklenince, din nıülevves bir hâle gelmiş, kendisinden beklenen fâirîe ler
yerine fenadan da beter neticeler doğurmuştur. îşte hunim idindir ki, herhangi
bir şeyin temizliği ve paklığı üu^unüldüğü zaman O'na hemen bir dinilik ve
mukaddes Uk kisvesi giydirilmiştir.
Bu kisve
giydirildikten sonar ne bir kimse kendi vic danı karşısında mesuliyet duyar; ne
de başkaları ona tariz cüfib'Iirler. işte, yine bunun içindir ki tahrif edilmiş
dinler de'ibâdet diye isim takılan şeylerin çoğu lezzet perestlik hayâsızlık ve
bunlara benzer şeyler Öyle karışmışlardır ki, bu dinlerin saliklcrinin
kendileri bile bu dini bir tarafa bırakmış olsalar, ibâdet diye vasıflandırdıkları
bu gibiı işlerin isnv ahlâksızlıktan başka bir kelime ile vasıflandırmaktan
kendilerini alamazlar.
Dîn ile medeniyetin
teâmûl haline gelmiş bu meselelerini bir tarafa bırakırsak göreceğiz ki,
haikkatte dünyanın ne tarafında olursa olsun, dinsizlik üzerine kurulmuş olan
medeniyet ve içtimaî yaşayışın
temellerinin üstüne ahlâksızlık binasının oturtulmuş ve onun üzerine
de ahlâksızlık çatısı
kondurulmuştur.
Hakikî dindar görünmek
isteyen zümre ise, kendilerinin kurtuluş ve felah bulmaları için, dünya'-dan
el çekip, dünyevî işlerde, dünya halkının nefsanî istekleri ve nohsan
görüşlerine göre ... ki, bunlar kendilerini her zaman âlim zanneder, her zaman
da câhil ve noksan kimseler oldukları tebeyyün eyler... hareket etmeyip, öyle
bir yol tutmak isterler ki bu tuttukları yol ile, bir kaç dinî merasim icra
siyle, güya kendi Mabutlarının gönlünü hoş edeceklerini düşünürler. Zira
onlara göre dîn yaşayışın bir eki bir yaması bir ilâvesinden başka bir şey
değldir. Bunun içindir ki yine dine bağlandıkları zaman, mahzâ bu yama'ya bu
ilâve'ye bağlanmış olurlar.
/Wkat şu da vardır ki
her türlü siyasî zulüm ve haksızlık her çeşit geçim ve maişet adaletsizliği,
bir nevi toplu yaşama düzensizliği ve her şekil medenî sapıklıklar, bu ek'e,
bu ilâve'ye bağlı bulunmaktadır. Hattâ; hile, dalavere, eşkıyalık bile... Her
nevi yalan, dolan, dün-ya'yı karıştırmak fesat, çıkarmak, yağmacılık, tefecilik,
servet toplamak, kârun yolu tutmak, ihtiras, fahişelik ve her çeşit
ahlâksızlık bu araya girer. [17]
Hazret-i Resulü Ekrem
(s.a.s) her hangi bir başka inak sad için değil mahzâ şu maksat için
gönderilmiştir ki, dîni böyle cahilce, tasavvurlardan silip temizlesin. Aklî ve
mantıkî bir tasavvur ortaya koysun. Sâdece ortaya koymakla da kalmasın, bunu,
medeniyet ve toplu yaşayış nizamının esâs temeli olarak, ayakta tutsun. Bunu, muvaffakiyet
yoluna götürüp, yürütüp gitsin. Zât-i Bipenâhileri, Din yaşayışın bir eki bir
ilâvesi kabul edildiği taktirde, bu din mânâsız bir şey olur. Diye buyurmuşlardır.
Cemiyetin bütün ihtiyaçlarını karşılaya-nııyan, ona, baştan sona kadar bir
nizam ve intizam ve-remiyen, yarım yamalak düsturlar elbette ki dîn olmak* tan
çok uzaktır. Böyle beşeri uydurmalara dîn veya mezhep demek, yanlış ve hatadır.
Hakikatte ise, dîn yaşanılan hayatın bir cüz'ü bir parçası değil, O, haddi zatında
yaşayışın tamamı, bütünü ve ta kendisi olduğu gibi, varlığımızın asıl hedef ve
gayesi, hakiki ruhu, «O»nu hareket ettiren ve yürüten kuvvet kaynağıdır. Hem nazarî
hem fikri ve hem de amelî olarak yaşayışın miyar'ı ve mihenk taşıdır Yaşayış
sahasında her adımda doğru ve eğri yolu birbirinden seçip ayırmak lâzımdır.
Eğri yolu bırakıp doğru yolu tutmak gerekir. Bu şaşmayan yolu da yine dîn
gösterir. Yaşayışın bitmez, tükenmez yolculuğunda... ki bu yolculuk, dünyânın
başından âhirete kadar, ardı arkası kesilmeden sürüp gider... dîn insanı her
merhalede, her menzilde, saadet ve muvaffakiyete götüren bir rehber ve bir yol
kılavuzudur.
lşte, böyle- bir dm'in
ismi de İslam'dır. Bu yaşayışınki, yaması, ilâvesi olmak için gelmemiştir.
Câhiliye tasavvurları
gibi, dîn'i yaşayışın eki, yaması ve ilâvesi diye düşünürsek, O'nun gelişinin
asıl maksadı, ortadan kalkar ve hiç olup gider insanın kendisi ile Rab'bı
arasındaki bağdan, alâkadan her ne '^adar bahs edilirse, bir o kadar da,
insanın diğer insanlara olan alâkasından ve bağlarından; ayni zamanda yi-ne bu
inşânın diğer varlıklar ve kâinat ile olan alâka ve 'âğlarından da bahsetmek
lâzımdır. îşte, İslâm'ın geli-9'nin asıl maksadı da .insana bu hakikati haber
vermek ıQmdir. Çünkü, insanın bu alâkalan ve bu bağlan birbi-d ayrı
ve münferid değillerdir.
Bunlar, «kül» haÜnde
birbirlerine bağlı olarak tertiplenmişlerdir. Bu «kül»ün cüzlerinin doğru ve
sahih bir şekilde tertiplenmesi, bir araya getirilmesi insanın felah ve
kurtuluşu-ua sebep olur.
însânın kendisi ile
Halik'inin arasındakü, alâka ve bağ doğru ve sahih1 olarak, bilinmedikçe, bu
İnsanın kâinat ve d'ğer mevcudat ile olan bağ ve alâkaları da doğru ve sahih
olarak bilinemez. Bu ikisinin birbirine olan bağları doğru v$ isabetli olarak
bağlanması lâzımdır. Muvaffak olmak ve feiâh bulmak kabil olsun. Din insanı
fikrî ve amelî bakımdan hayat boyunca bu muvaffakiyet yolunda yürümeğe
hazırlar. Bu işi hazırlayıp yapmayan ve bunu tekâmül ettirmek i^tı çalışmayan
ve cöyle bir karakter arzetmeyen fikir sistemine din denemez. Bu işi de tam
mânas'yle hazırlanmış ve tekemmül ettirilmiş bulunca din de ancak ve ancak
islâm'dır. İşte bunun içindir ki, Kur'an-ı Kerim'de buyuruluyor: Allah indinde
dîn yalnız İslâm'dır. (Ali tmran, 19) [18]
İslâm'ın husûsi bîr
düşünce tarzı (Attİtude of mîn-de) vardır. Bütün yaşayış içinde yine husûsî bir
noktayı nazarı (Cutlock of life) bulunmaktadır. Bunlardan. başka, yine onun
bir husûsî çalışma şekli de mevcuttur. İşte, bu düşünce tarzı, bu noktayı nazar
ve bu çalışma şekli İslâm yaşayışının doğru yolunu göstermiştir; Bu , düşünce
tarzı, bu noktayı nazar ve bu çalışma şekli bir uraya gelip toplanırsa,
bunların heyeti umumîyesinm adı İslâm ve İslâm Medeniyeti olur. Burada
anlatılan dîn ile Medeniyet ve içtimaî yaşayış birbirinden ayrı şeyler delillerdir.
Bunlar bir arada, birbirlerine bağlı,
birbirlerine kaynamış bir «kül» teşkil ederler. Bu kül -:1e yıkayışın
her meselesini intizâma" koyan bir yasaya na^arAye-sıdir.
Hak Teâlanm, i&san
üzerindeki hukuku nt-AirJ. İnsanın kendisini kendi üzerinde bulunan hukuku
nedir,?, Anne Babanın, karı - koca ve
çocukların, yakınlarını ve akrabaların, komşuların ve misafirlerin, din kardeşlerinin,
gayri din mensuplarının, dostların, düşmanların, bütün insan topluluğunun,
hattâ kâinatta bulunan h.er-şeyin ve her tür)ü kuvvet (enerji)nin hak ve
lmkv*da.n nedir; İşte, O hak - hukuk arasında kâmil bir muvâzene temin edip,
bunları ahenkleşdirip, adâteti kaim kılan şey dîn'dir; yani İslâm dînidir. Bir
kimsenin müslüman olması, onun bu hak ve hukuku tamamen gözetmesini ve yerine
getirmesini gerektirir. Bir Müslüman, bu hakların hepsini tam olarak adaletle
ödemeği hore. bilir. Bu olmazsa, bu hakların biri diğerine tecavüz ederek, biri
diğerini çiğneyerek, biri diğerine feda edilerek, dehâna ederse, zulüm
adaletsizlik ve h&ksızhk y^I bul-ır; ve nihayet bu düşünce tarzı ve b\ı
yaşayış nazariyesi ortadan kalkar. îslâm olduğu gibi tatbik e-düec^k olursa,
ölçüler yerli yerini bulunca, insanî yaşayışın üarenüec&İ: neticeleri
tezahür eder. Ahlâkî yükseliş, ruhî temizlik paklık insanî istidadın ve insanî
fıtratın s* *n. hafine ve son noktasına çıkmış olur Yaşayışın bütün çaî^ıp çırpınmalarında...
her ne şekilde bir çalısına sahası olursa olsun... öyle bir yol gösterilmiş
olur ki bu yolun ns tarafından gidilirse gidilsin, bir aslî merkeze ulaşıp, bu
merkezde birleşmek mümkün olur.
îşte bu merkez, işleri
düaene koyan merkezdir. Bu bakımdandır ki, herşeyin kıymeti, (valve) bu merkezde
edilmiştir. Her şeyin bir miyar üzerine yürüyüp gitmesi bu merkezde
sağlanmıştır. Bu merkeze varmış olacak her şeyde muvaffakiyet yolunu tutar ve
bu muvaf fakiyet yolunda yürümeğe devam edip gider. Karşısına çıkacak olan her
engeli de çiğner, geçer.
Ferdin, tok başına
yaşayışından tutun da, cemiyetin bir bütün halinde yaşayışının büyük çaptaki
işlerine kadar bu ölçü hep aynıdır, ayın şekildedir; aynı tarzda hüküm sürer
Bu merkezin tanzim ettiği işler meyamndâ, bir kimsenin şahsî yiyeceği, içeceği,
giyim kuşamı, meslek ve iş sabası, alış verişi sözü sohbeti, hulâsa, yaşayışın
lıer cephesi, her türlü işi gücü için hudutlar, ölçüler tay'n edilmiştir. Tâ
ki, asıl ma'ksad olan bu merkea'in yolunu tutup gelenler, hep doğru yolu takip edip,
sapık yola sapmasınlar ve çıkmaza
girmesinler.
Yine, şu hususu da
tanzim etmiştir. Bu toplu fertleri, birlik içinde yaşayışlarında birbirleriyle
o-lan münasebet ve alâkalarını mürettep ve muntazam bir usûl üzere takip
etsinler. Toplu yaşama, geçim, siyâset ve yaşayışın her sahasında ilerleyip,
doğru yolu tutsunlar ve aslî maksad olan menzile ulaşsınlar. Kendilerini
şaşırtan, gerçek gidiş yolunun izini kaybettiren sapa ve kör bir yola
sapmasınlar.
Yine aynı minval
üzere, İslâm camiasının halkı ile, gayr'ı İslımı camiaların halkları arasında;
dostlukta ve düşmanlıkta, savaşta ve barışta, menfaatlerin birleşip ayrıldığı
yerlerde zaferde ve mağlubiyette, ilim ve fen elde etmek hususlarında,
medeniyet ve kültür mübadelesinde dahi ve usûllere bağlı bulunup, riayet
etsinler. Devletlere münasebetlerin muhtelif cepheleri, bu ana yolun üzerine
manialar çıkarmasın ve bu.caddenin ortasına taş yığını doldurup yolu
kapatmasın. Hattâ şu kadar da mümkün olsun ki, insanlık camiası içinde bulunan
câhil ve sapık 'kimseler bile, ister » istemez veya bilerek - bilmeyerek, bu maksada hizmet etsinler. Çünl;ü, fıtratın asıl iktizası gereğince,
onların da takip edecekleri yol islâm caddesinde yürüyenlerin yolundan başka
bir yol değildir.
Hülâsa olarak
kaydedelim ki, bu öyle bir noktayı nazardır ki, cami'den tutun da, çarşı
pazardan, harp sahasına kadar; İbâdet usulünden tutun da, radyo ve uçak
pilotluğu yapmak vazifesini; gusûl, abdest, taharet, istincâ gibi, cüz'i
meseleleri, büyük külli ve içtimaî, bir arada yaşama, geçim, siyâset, memleket
idaresi, milletlerarası m:inas&betleri, ilk mektep tahsilini, tabiat
eserlerini tahkik etmeği ve ilmî konuları çözecek miktarda, bilgi sahibi
oluncaya kadar; yalayışa ait bütün çalışmaları, fikir ve hareketin bütün
sahalarını, bir birlik ve vahdet haline koymuştur, bunun cüz'lerinde maksatlı
bir tertip, gayeye matuf bir bağ ve rabıta vücuda getirilmiştir. Bunların hepsi
birlikte bir makinanm parçaları, aletleri gibi birbirlerine monte edilmiş,
yerli yer-ne yerleştirip oturtularak bu makinanm çalışması ve harekete geçmesi
sağlanmıştır.
Din dünvada öyle bir
inkılâp tasavvurudur. Ceha-İetin yoğurduğu hamur ile bunu mukayese etmek, hatta
böyle bir mukayese etmeği tahayyül bile etmek mümkün değild'r. 'Bugünkü
devrimizde teknolojide ileri giden milletlerin ilmî ve teknik buluşlarını,
yedinci Milâdî asırla karşılaştırdığımız zaman,'bugünün ilim ve fenninin ve bu
sahada çalışan aklın o" kadar ilerlemiş olduğunu görürüz ki, bu iki çağ
birbirleriyle kıyas dahi kabul etmez. *akat buna rağmen, bugün, o kadar
köhneperestlik; o kadar karanlık düşünce mevcuttur ki, dünyaya ün sal-mı§ olan
Avrupa Üniversitelerinden-en yüksek ilmî paye Ue mezun olmuş en yüksek ilmî
unvanı kazanmış buludan kimseler dahi çok vakit l»u inkilap tasavvurunu id- etmek
o kadar âcizdirler ki, sanki eski
cahiliye devrinden bugüne kadar hiç bir şey olmamış ve hiç bir _sey öğrenmemiş
gibidirler. Binlerce sene öncesi putperest insanların dîn hakkındaki o* sefil,
çökmüş ve çürümüş fikirlerinden halâ vaz geçmiyorlar. Bu çürük fikir içinde
saplanıp kalıyor ve bu çürük fikirleri de asırlar boyunca nesilden nesile
intikal ettirip gidiyorlar. Akli tenkidin ve ilmî tahkikin en iyi yolu ile
yetişmiş olmalarına rağmen ve bunların en iyi- şekildeki terbiyesiyle dahi
bundan kurtulanı iyorlar.
Öyle ki, hanekâhların,
tekkelerin ve mescidlerin hücrelerindeki karanlık köşelerine sığınıp oturmuş bulunanların
dindarlık ve dîne bağlılıkları, inziva köşesine çekilip, bîr post üzerine
kurulup, Allah Allah diye bağırmaları ibadet sayan bunu din'in mânası diye
telâkki eden ve -dîni sadece bu şekil ibâdet içinde hudutlanclı-ran kimselerin
düşüncesine şaşmamak lâzımdır.
Yine bu şekilde, diğer
bir tslâmî camianın, bir kaç garkı terennüm ederek, ta'ziye meclisleri
kurmaları, mersiye ve nefesler okuyarak bazı merasimler icra etmeleri de
hayret edilecek bir şey değildir.
Bütün bu zümreler,
ciddî bir öğretim dışında kalan, islâm'ın hayatî bütünlüğünü ve geniş
ihatasını idrâk edemiyen, aydınlatılmaya muhtaç zümreleri teşkil etmektedirler.
Fakat bir de, ilim
nuru ile aydınlanmış tnüunan bazı kimselerin beyinleri, daha çok köhne -
perestliğe saplanmış, eskinin ve eskiciliğin karanlığından kurtulamamışlardır.
Bunların çoğunun, islâm dîni hakkındaki «dîn» mefhumu anlayışlarını, maalesef
yine eski cahiüye devrinin gayrimüslimlerinin
içinde görmek mümkündür. [19]
îslâmi ilimleri tedrjs
eden mektep ve medreselerden yetişmiş zümrelerin noksan din anlayışı ve bu tarz
düşünce ve tasavvurları, yalnız kendilerini yoldan saptırmakla kalmaz, aynı
zamanda dünyaya karşı en ileri Hak Nizâmını temsil eden îslâmin medenî ve toplu
yaşama cephelerini de hatalı ve yanlış bir şekilde aksettirirler. Kendilerini
de bu hatalı işlerin mümessilleri diye ortaya atarlar. İslâm'ın ölüm kalım
savaşı yaptığı ve herseyden önce istiklâlini kurtarmak gibi ,en mühim ve hayati
meseleleri dururken zımnî ve fer'i meseleleri ön plâna alan bu güruh, acayip ve
garip yollarla meselelerini halletmeğe kalkışırlar.
Bu da dîn tasavvurunun
eksik ve hudutlandırıhmş muhtelif şekillerinden ortaya çıkmıştır.
Bir ara, bir zatı
muhteremin, şöyle buyurduğunu duydum.
— Ben ilk önce
Hindistanlıyım sonra da müslüma-mm. [20]
Bu zât, bu cümleyi
söylediği zaman, İslâm'ın coğrafi bir taksim şekli kabul edeceğini
düşünüyordu. Müslüman Türk, Müslüman Iran'lı, Müslüman Mısırlı,
Müs-Hindistan'h ve bunlara ilâveten müslüman Pencâb-ttiüslüman Bingâle'li,
müslüman Dekhanlı ve müslüi;\ı.n Madras'iı [21]. Bu
ülkelerin müslümanı ve İslâmiyet anlayışları ayrı ayrı olacakmış???..
Her ülkenin müslümanı,
kendi ülkesinin hâl ve vaziyetine göre, ayrı ayrı bir Islâmî anlayışa mı sahip
olacaktır? Bu yüzden bunlar birbirlerinden ayrılacaklar mı? Her ülkenin müslümanı
kendi ülkesinin mevkiine ve vaziyetine göre ayrı ayrı yol mu tutacak? Yaşayış
hususunda ayrı bir noktayı nazara mı sahip olacak? Ayrı !>ır görüşten hareket ederek kendilerine ait. bir istikâmet mi
çizeceklerdir? Maalesef böyle düşünen müslüman-lar da az değildir. Bunlar,
İslâm'ın iktisadî, siyasî ve hukukî değerlerini bir tarafa bırakıp ayrı bir
yol tutmak düşüncesine saplanmışlar vs kendi kafalarına göre, böy-lo bir
görüşün istikametine kapılıp gitmişlerdir. Bu görüş istikametinin cazibesine
de kendilerini kaptırmışlardır. Bu muhtelif kavimler, muhtelif
usuller ortaya çıkarıp, uydurdukları bu usullere bağlanmışlardır. Son-ra da kalkıp, müslümanlık yolunu tutmak
istemişlerdir. Bunun içindir ki, onlara göre İslâm bir dinî ek, dinî yama ve
d'nî ilâve şeklini almıştır. Dünyevi
yaşayışın herhangi bir uydurma yoluna, uydurma metoduna uyar hâle gelmiş; dünyevi yaşayışın suyuna
göre akıp gider bir şekle gelmiştir.
Başka bir zat-ı
muhterem de şöyle Duyuruyordu : — Müslümanlar, din ile dünya işlerini
aydınlatmalıdırlar. Bunları belirtip
ortaya koymalıdırlar. Dîn'e ait olan meseleler, inşân, ile Allah arasında
bulunan meşe-. lelerdir. Yâni bunlar akâîd ve ibâdât'tan ibarettir. Bu ölçü
dahilinde Müslümanlar yollarını takip edip yürü-meİKÜrler. Bu
yolu bırakmamalı ve bu .yoldan
sapmamalıdırlar. Dünyevi işlere ve dünya meselelerine gelince, burada
dîn'in müdahelesine her hangi bir zaruret ve lüzum yoktur. Diğer milletlerin,
dünyevî işbri ayarladıkları gib\ müslümanlar da bu gibi meselelerini ayarlayıp
gitmelidirler.
Üçüncü bir Zat-ı
Muhterem de şu şekilde öğüt veriyordu.
— Müslümanlar için dîni, medenî ve lisânı bakımdan elbette ki ayrı bir nizâm da
zaruret vardır. Fakat siyasî ve iktisadî
hususlarda ayrı bir cemaat haline gelmelerine lüzum yoktur.
îş hayatında, muamelelerde
müslîm ve gayri müslîm arasında fark gözetmek tamamen uydurma ve yapmacılık
olur. Burada müslümanla-nn muhtelif
zümreleri de kendi
aralarında, muhtelif maksat ve
çeşitli gayeler için, ayrı cemaatler, teşkil etmelidirler, îsterlerce gayri dinî usûl üzere, siyâset ve geçim
meselelerini halletmek için de çalışıp
uğraşabilirler.
Müslüman kavimlerinin
Ölü vücutlarmı canlandırmak iddiasında bulunan başka bir muhterem zât da, şu
şekilde düşünüyordu.
— Asıl mesele, Hak Teâlâ'ya imân ve ahiret gününe
inanmaktır. Kitâb ve Sünnet'e
tabî olmak değildir. Belki,
tabiat elemanlarına hâkim olmak,
tabiat kanunlarını anlamak, bunları insan iradesi altına alarak, pratik
hayata tatbik etmek, elde edilen elemanları malûm ve muayyen kanunlarla işletip
faydalanmaktır. Bu vasıtalarda, medeniyet yolunda ilerlemek ve bu usûlle dünyaya
hakim olmaktır.
İşte o zâtın
nazarında, bunlardan başka hiç bir şeym ehemmiyeti de yoktu. Bu kanaate göre
Japon dÜ-suncesi olsun, Alman düşüncesi
olsun, isterse daha baş* bir düşünce olsun, mühim değildi. Bunlar birbirinden farkii
değildi. O zât için bunların hepsi de Islâmî düşünce idi. Nitekim o zâta göre
bu işlerin neticesi de hep ayniydi. Neticede ne doğarsa- doğsun, onun için
fark etmiyordu., O zâta göre İlerlemek sadece yer yüzüne hâkim
olmaktı. Yer yüzünü
ele geçirmekti. Doğru iş bu idi. İsterse İbrahim'in 'A.S.) karşısında Nemrûd
olsun, neden ülmıyacakmış? O zâta göre, mü'min denilen kimse", galip
gelecek kadar kudretli bulunan kimse idi. İsterse bu kudretli ve galip kimse,
Hazreti İsâ (A.S.) karşısında Ro-manm putperesti olsun; neden olmıyacakmış?
Başka bir kalabalık
güruh da, güya müslümanların hak ve hukukunu korumak için kendilerini ortaya
atmışlardır. Onların indinde-İslâm yahut da İslâm medeniyetinin hafızası
mahza şu meselenin ismidir ki, bu nam altında onlar kendi şahsî haklarını
(Personel Law) korumağı teminat altına almak isterler. Onlar, kendi söz ve
yazılarını «mevcut devlet» in söz ve yazısına göre. ayarlarlar içinde
bulundukları devletin dil ve yazısına ayak uydurup giderler. Bu gibi şahısların
da şahsiyetleri üzerinde, «islâm» elastiki bir şekil alır. İstenilen her şeye
uydurulacak kadar, zayıf bir hale gelir. Bunlar, bir de kendilerini
müslümanların mümeasili olduklarını ileri sürerler. Bunların indinde seçimleri
kazanıp meclislere girmek, yahut dairelere müdür tayin edilmek veya her ,hangi
bir iş başına getirilmek, İslâm iğin en büyük bir kıymettir. Bu .gibi
emellerine nail oldukları zaman, îs-lâmın bütün ehemmiyetli ana meseleleri de
halledilmiştir diye düşünürler. Akfei takdirde, müslümanların çoğunluğu, bu
gibilerin mümessilliklerini, meclis azalıkla-rmı, müdürlüklerini veya iş
başında bulunmalarını kabul etmeyip de itiraz ederlerse, o zaman îslâmî hak ve
hukuk tamamiyle çiğnenmiş olur. İslâmın
hak ve hukukunu korumak ve onun prestijini
kurtarmak lâzımgelir diye feryadı basarlar ve tabiî ki, ortalık karışır.
işte, şimdi bakınız;
muhterem okuyucular, düşünceler ne kadar karışık ve ne 'kadar çeşitli ve ne
kadar dallı budaklıdır. Fakat bunların içinde, yine de değişmeyen bir tek
hakikat vardır. O da, bu zümre ve güruhların hepsinin de İslâm anlayışı ve
düşünceleri tam ve kâmil bir şekilde - ge^en bahiste söyleyip anlattığımız
-Cahüiye devrindeki din anlayışı şeklindedir. Cahiliye devrinin din tasavvuru
gibi İslâm'ı tasavvur etmeleridir. Bu anlayış ve bu tasavvur, zamanına göre,
yeni yeni kılık ve kıyafete girip, başka elbiseye bürünerek ortaya çıkmıştır.
Bu kisve, her gün bir gün evvelkinden biraz daha fena ve daha da kötü olmuştur.
Bu zümre hakikatin
hakikî müslümanlığm ne demek olduğunu ve hakikî müslüman'ın kime denebileceğini,
doğru dürüst olarak anlayıp bilselerdi; hakikî mânada, îslâmî cemaatı hangi
evsaftaki müslümanların meydana getirebileceğini Öğrenmiş bulunsalardı; o
zaman bütün bu hatalar ve bu yanlışlıklardan kurtulmuş olurlardı.
Kanunî şekle gelince;
her kim Kelime-i Tevhidi Lisâ-nen söyler ve dinî zaruriyatı da açıkça- inkâr
etmezse, o zat müslümandır. Fakat bu şahıs, bu şekilde müslüman olunca, onun bu
vaziyetteki müslümanlığı, ancak müslümanların zahirî sayılarını, âdet
itibariyle bir tane artırmaktan başka bir işe yaramaz. Biz de ona kâfirsin
diyemeyiz. Onun hak ve hukuku, İslâm hak ve hukuku olur. Sırf islâm'ı ikrar etmekle
İslâm camiasına dahil bulunur. Ancak Islâmm istediği yalnız bunlar değildir.
İslâm dairesinin içine girmek de yalnız bunları ifade etmekle ol-
. Asıl mesele, îslâmın
hakikî şeklinin kafalarda yer
yerleşmesidir. Müslümanm düşünce tarzı, tama -men Kur'an-ı
Kerim'deki düşünce tarzı gibi
olmalıdır.
Yaşayışta,
karşılaşılan bütün iş-güç sahasında Kur'an-ı K-srinvi gözonüne almak gerekir.
Siz de yaşayışın kıymetlendirilmesin i (valau) Kur'an-ı Kerim.1 in miyarına
göre tayin etmelisiniz. Kur'an-ı Kerim'in sizin için çizmiş olduğu yolu
bilfiil takip etmelisiniz. Ferdî işlerinizin her birinde ve içtimaî
meselelerinizde yalnız «0» nun tayin ettiği yolu takip etmelisiniz. Bunun için
Kur'an-ı Kerim, sîzin önünüze konmuştur. Siz, kendi yaşayışınızda, muhtelif
yollan bırakıp, bir tek istikamet tutmalısınız ki bu istikameti de Kur'an-ı
Kerim, size göstermiş ve Hidâ-yet-i Muhammedîyeyi (S.A.V.) sizin önünüze
koymuştur. Eğer sizin düşünceniz bunu kabul ediyorsa, o zaman yaşayışın
herhangi bir iş sahasında, sizin yolunuz onun yolundan ayrılmıyacaktır. îşte,
Kur'an-ı Kerim'de gösterilmiş bulunan, bu yola da «Sebil-ül-Mü'minîn :
Mü'minler her birinde ve içtimaî meselelerinizde yalnız «O» nun tayin ettiği
yolu takip etmelisiniz. Bunun için Kur'an-ı Ke-rm, sizin önünüze konmuştur.
Siz, kendi yaşayışınızda, muhtelif yollan bırakıp, bir tek istikamet
tutmalısınız ki bu istikameti de Kur'an-ı Kerim, size göstermiş ve Hidâ-yet-i
Muhammedîyeyi 'S.A.V.) sizin önünüze koymuştur. Eğer sizin düşünceniz bunu
kabul ediyorsa, o zaman yaşayışın herhangi btr iş sahasında, sizin yolunuz
onun yolundan ayrılmıyacaktır. İşte, Kur'an-ı Kerim'de gösterilmiş bulunan,
bu yolu da «Sebü-ül-Mü'mmîh : Mü'minler yolu» diyeceğiz. [22]
Islâmî düşünce mi?
Kur'an-î düşünce mi? •=— Bunlar hakikatte birdirler ve ayrı şeyler değillerdir.
— Bu yaşar yış nazariyesinin unvanı altında, bazı düşüncelere de îman etmek
lâzımdır. Bazı ibadetleri de ifa eylemek icap ediyor. Bir kaç «şiar» — ki umumî
istilanda, bunlara: «Şe'âir-i Mezhebi : D'nî Şiarlar» denmektedir. — ı da göz
önünde bulundurmak gerekiyor. Bir parça düşünürsek, bu nazariyenin zımnında,
yiyecek şeyler, giyecekler, elbisenin şekli, muaşeret âdabı, yolculuk,
muaşeret usûlleri, ticaret ve alış veriş, geçim ve iş güç, siyasî rejim, medeniyet
ve toplu yaşamanın çeşitli durumları, maddî vasıtalar ve tabiî kanunlar, ilim
öğrenmek ve onu kullanmanın çeş tli yolları, bunların bazılarına bağlanıp,
bazılarını bırakmak. ,
Noktai nazar bir
olunca, düşünce tarzı ve gaye de bir olur. Bağlı bulunma, yahut da terkedip
bırakmanın ölçüsü de yine aynı olur. Bunun için, yaşayışı devam ettirmenin
yolları, çalışıp uğraşmanın istikameti, dünya muamelelerinin usulleri de aynı
olup birebirlerinden hiç bir ayrılıkları olmaz. Hükümlerin tefsirinde ve fer'î
hükümleri, asla intibak ettirmenin hususlarında ve cüz'î, hatta, ufak tefek
ihtilâflar ve ayrılıklar olabilir. Bu, bir düşüncenin muhtelif şekillerde
kendisini göstermesinin neticesinden ileri gelen şeydir. Bunlar, fer'î ve arızî
ihtilâflardır, asla ve hiç bir zaman esasî ve cevheri ihtilâflar değillerdir.
Kat'iyyen aslî ve küllî ihtilâflar değillerdir.
îşte, İslâm bu temel
üzerine, yaşayışın bütün cephelerini tertibe koymuştur. Bu cephelerin her
birini diğerine bağlamıştır. Bunların arasında da hiç bir ihtilâf şekli ortada
bırakmamıştır. Bîr zât, isterse Pakistanlı olsun, isterse Türkiyeli Türk olsun
veya Mısırlı Arap olsun; eğer bu zât müslüman ise, bu gösterilen yolu takip edecek
ve bu yolu tutup gidecektir. Bunun hilâfına, bunun ak&i istikametine bir
yol takip eder ve o yolu tutu]) gi-derse, o zaman, kendi inandığının, kendi
îman ettiğinin hilâfına ve kendi îman ettiğinin aksı istikametine, yürii-
olacaktır.
Şimdi, siz de ister
dinî bakımdan, ister dünyevî bakımdan olsun, bu yoldan ayrılmazsanız, ve bu
yolları birbirlerinden ayrı tutmazsanız İslâm görüşüne göre, dünya ve ahiret
işinin birbirine, bir zincirin halkaları gibi bağlı olduklarını göreceksiniz.
Bunların İkisi de yaşayışın merhaleleridirler. Birincisi çalışma ve uğraşma
merhalesi, ikincisi ise, bu çalışma ve uğraşmanın neticelerini elde etmek ve
semerelerini toplamak merhalesidir. — Siz yalayışın ilk merhalesinde, yani bu
dünyada neler ekerseniz, neler ederseniz, ikinci merhale olan ahiret merhalesinde
onun neticelerini elde edecek ve onun semeresini o zaman toplayacaksınız. —
İslâm'ın maksadı, İslâm'ın gayesi, sizin düşüncenizde ve sizin çalışma
sisteminizde, Öyle bir şekilde tertip edilmiştir kit siz, eğer yaşayışın
birinci merhalesi denilen dünya merhalesinde sahih ve doğru bir yol tutmuş
olursanız, ikinci merhale olan ahiret merhalesinde de salrh ve doğru neticeler
elde eder, sahih ve doğru semereye kavuşmuş olursunuz. İşte bundan dolayıdır
ki, bütün dünya yaşayışı tam olarak, bütün ve kül olarak, bir «dinî yaşayış»
dır diyeceğiz. Burada, akaîd ve ibadetlerden tutun <ia, medeniyet, toplu
halde yaşama, siyaset, geçim ve sa-irenin usulleri ve furuâtı, her şey ve
herşey, bir manevî gaye ve maksada rabtedilmiş ve bağlanmıştır. Siz eğer, kendi
siyasî ve geçim işlerinizde İslâm'ı tecviz etmeyerek onu, uygun görmiyerek onun
yerine başka bir sistem, başka bir nizam tutmak isterseniz, o zaman bu iş zımnî
bir irtidat küllî ve açık yoldan sapıtmaya kadar sürükler.
Bu demektir ki, siz,
İslâm tâlimini bölerek, parçalı-yarak, taksim ve tefrik ederek, bunların
bazılarını kabul edip, bazılarına bağlanıp, bazılarını reddedip bırakmış
oluyorsunuz. Siz, dinin akaidini, inançlarını, ibadetlerini kabul ediyorsunuz;
fakat, onun yaşayış nizamını, hayat yolunda çizmiş olduğu düzenli plânı kabul
etmeğe yanaşmıyorsunuz. Halbuki bu ibâdet binasının esas temelleri de, dünya
yaşayış plânının üzerine oturtulmuş ve kurulmuş bulunuyor.
Her şeyden önce, böyle
bir ayırma, böyle bir taksim ve tefrik İslama göre yanlış ve hatalıdır. Islâmın
hakikatine iman etmiş, onun güzelliik ve üstünlüğünü idrâk etmiş ve ona can
ve gönülden bağlanmış bulunan her müs-lüman .ayırma yohma gidemez ve böyle bir
niyet besliye-mez. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de de şöyle buyurulmuş -tur:
Bu nasıl iş? Siz
(Allah'm) kitabının bazı kısımlarına imân eder, kabul edersiniz de bazı
kısımlarına inanmaz, inkâr mı edersiniz?
(Bakara, 85)
Bu âyet-i kerîmenin
açıkladığı mâna, sizin şu tuttuğunuz yolu tam olarak anlatmıyor mu? Sizin
ayırmak, tefrik etmek yolundaki kanaat ve hareketiniz, adı geçen bu âyet-i
kerimenin işaret ettiği durumun tâ kendisi değil midir? Siz bu şekilde ayırıp
tefrik etmek yoluna gittikten sonra, Islâmî itikadınız da uzun zaman devam etmeden
ortadan kalkmış, olacaktır. Çünkü İslâm'ın umumi yaşayış düzenine alâkasız ve
lakayt davrandıktan sonra, sizin iınajıç ve ibâdetinizin de binası çökecek,
ortadan kalkıp gidecek ve mânâsız bir hâl almış bulunacaktır. Zira, gayrı
îslânû yaşayış düzenine inanıp îman ettikten sonra,, Kur'an'a îman etmek,
Kur'an yolunu tutup gitmek imkânı yoktur. Yine, o nizam ve usuller, bu nizam
ile ve bu usullere her bakımdan ve her adımda muhalif ve zıd-dır.
Buılun aksi olarak,
siz eğer' kendi siyasî ve içtimaî yaşayış tarzınızı İslâm'ın tecviz ettiği yol
ve çizdiği şekil üzerine kurmuş olursanız, o zaman ayrı ayrı partilere, siyasî
kanaatlere, hiziplere bölünmeğe ve ayrılmağa ne lüzum var? — Allah partisi,
Allah fırkası ve Allah hizbi -*- Bu da her işe ve her hususa kâfi değil mi?
Nitekim, sermaye
sahibi kapitalist ile çalışan işçi, arazi ve malikâne sahibi ağa ile bu
arazide çalışan çiftçi ve ekinci, memleketi idare eden idareci ile idare edilen
memleket halkı arasında, o zaman ne bir anlaşmazlık bulunur ne de bir ihtilâf
kalmış olur. Belki bunların, bu zıt ve birbirlerine muhalif görülen ve haddi
zatında bir olan .zümrelerin esasda aralarında bir anlayış, bir birlik, bir muvafakat
ve bir nevi iş ortaklığı ve iş taksiminden başka bir şey de usulen mevcut
bulunmaz ve olamaz. Şimdi, siz bu usule mutabık bir şekilde, neden kendi milletiniz
arasında ve milletinizin muhtelif sınıfları meyan uıda bir ahenk vücuda
getirmek için çalışmak istemezsiniz. Ellerinde böyle mükemmel bir İslâmî usul
ve îslâmî niz'im mevcut olmayan zümreler ve milletler arasında se mecburî
olarak sınıf ihtilâfları (Class War) ateşi ister istemez alevlenecektir. Ve
alevlenmiştir bile. O zaman, siz bu ateşten nasıl kaçınacaksınız? Nasıl
kurtulmuş olacaksınız?
Eğer siz, maddeten
ilerlemek, yükselmek, kalkınmak ve yer yüzüne hâkim olmak istiyorsanız, o zaman
İslâm'ın kendisinin, bu yolu size göstermiş, bunun kapılarını sizin yüzünüze
açmış olduğunu anlamanız lâzımdır. ' Bununla beraber îslâmda Firavunca,
Nemrutça yükselmek ve kalkınmakla, İbrahimce ve Musâca, kalkınmak ve yükselmek
arasında fark gözetilmiştir. Bu kalkınmalardan biri, Japonya veya Ingiîterenin
kalkınması şeklidir. Diğeri ise, Saîıabe-i Kiram (R.A.) in İslâm'ın ilk
çağlarmdaki kalkınmaları ve ilk m üslüm anların yükselmeleridir. Kalkınma iki
şekildedir. İkisi de anasırı, elemanları kendilerine ram etmişlerdir.
Sebepleri hesaplayarak, ilmim tabiî kanunlarından istifade ederek kalkınma
neticesini elde etmişler. Fakat bu iki kalkınma ve bu iki yükselmenin arasında
yerle gök arası kadar fark vardır. Siz ancak, bu neticelerin dış ve kabuğa ait
sebeplerini görebiliyor ve onların üzerinde düşünüyorsunuz. Bunların ruhî ve ahlâkî
cephelerini görmekten ve düşünmekten çok uzak bulunuyorsunuz. - Doğudan batıya
kadar uzak -Dünya-perestlerİn kalkınmaları, gelişmeleri, ilerlemeleri ve
yükselmeleri, tabiî kaynakları ve elemanları kontrol altına almak, sebep ve
neticelerini doğru kullanabilmek iledir. Bu da yaşayışın hayvanı cephesidir.
Böyle madde gücü ile kalkınma ve bu şekilde yer yüzüne hâkim olma, Kur'an-ı
Kerim'in vaad ettiği kalkınmanın yer yüzüne hâkim olmanın tamamen aksine,
tamamen zıddı-nadır. Bu şekilde her ne kadar tabiî kaynakları ve elemanları
kontrol altına almak sebeplerini ve neticelerini istendiği şekle yöneltmek,
istendiği gibi kullanmak mümkün oluyorsa da, yine bunların asıl gayesi-, yaşayışın
esas maksadı olan, ahlâkî ilerleme ve ruhî yükselme gerçekleşmez. Bu ahlâkî
ilerleme ve ruhî yükselmenin, elde edilmesi için de ancak ve ancak, Hak
Tealâ'ya îman etmek, ahiret gününe inanmak, lâzımdır. Yaşayıştaki bu çalışıp
çabâlamaların bir demir çerçeve içinde kontrol altına alınarak, namazla,
oruçla, hac'la ve zekâtla size farz kılınmasının sebebi bu değil midir? Bunlar
İslâm'ın erkânıdırlar ki, siz bunlara kendi düşüncenizle — Mevlevîlikten galat
bir mezhep — Hoca'nın yanlış din anlayışı diye bir ıstılah uydurmuş
bulunuyorsunuz. [23]
Şu meseleyi de izah
ettik ki, eğer müslümanlar, müs-lümanca yaşamak -istiyorlarsa; bu yaşayışlarını
müslü-manca devam ettirmek yolunu
tutuyorlarsa, yaşayışlanmıı bütününü, tümünü, Hak Tealâ'nm itaati yoluna
uy-durup,'ister - ferdî, ister içtimaî 'işlerinde - Hak Tealâ'nm kanun ve
şeriatının hükümlerine uygun bir
şekilde, bir hayat nizamını kabul etmeleri gerekir.
îslâm, hiç bir zaman,
şu hâli kabul etmez ki, siz kal-ksp da, Hak Tealâ'ya iman ettiğinizi ileri
sürüp, kendinizi mu'min diye ilân edip, sonra da yaşayış yolunda, yaşayış
işlerinde Hak Tealâ'nın kanunlarının hilâfına ve aksine, gayn îlâhi kanunlara
tabi olup gidesiniz... Böyle bir şekli reva görmek ve bunu caiz saymak, İslâm'ın
büyük bir tenakuza düşmüş olması demek olur.
Halbuki İslâm,
tenakuzu caiz saymadığı giıbi, esasen hikmeti vücud sebebi de tek tek her
ferdin ve bütün insanlığı içine düşmüş olduğu bütün yanılmalardan kurtarmak
İçindir. îslâmî Hükümet ve îslâmî Anayasa istemenin arkasında şu düşünce
kendisini hissettirir ki, eğer bir müslüman Allah Tealâ'nm kanunlarına itâaat
etmi-yecek olursa, esasen, o kimsenin -müslümanhk - iddiası ve ben müslümamm
demesi şüpheli bir duruma girip, onun müslümanlığı hakkında tereddüdü mucip
olacaktır. Bu mevzu Öyle bir kesin hakikattir ki, bütün Kur'an bu hakikat için
deli teşkil eder. [24]
Kur'an-ı Kerim'e göre,
AUah-ü Tealâ, Malik el- Mülk* tür. Yaratmak O'na mahsustur; bunun için de
fıtraten ve tabiî olarak, Emr hakkı (memleket idaresi hakkı — Right to rule -
da yine O'nun hakkıdır. Yalnız O'na aittir. O ülkesinde (donıinion) kendi
kullarım istediği gibi idare eder ve hâkimiyetiyle bu idareyi yürütüp gider. Bu
işde hiç. bir kimsenin ve hiç bir başka varlığın hiıküm sürmesine ve bu idare
işine karışmasına meydan verilmez. Böyle bir şeyi iddia etmek, hattâ tasavvur
bile etnıek, temelinden hatâ ve yanlıştır. Doğru yol birdir. Ve tektir. Bundan
başka doğru yol yoktur.
Her kim, «O» nun
halifeliği ve nâibliği hususiyetini ihraz ederse, o kimse Ü'nun ger'î kanunları
gereğince, bu şer'î kanunların icabına göre ülkeyi idare edip işleri tedvir
edecektir
Söyle; Ey Malik
el-mülk olan Allah, Sen, istediğine mülk verirsin, istediğinden de çekip
ahrsııı.
<ÂH îmran; 26)
İşte, bu Allah, sîzin
Rabbıuızdır ki, mülk de onundur. (Fatır, 13.)
Mülk de (Devlet ve memleket ve dünya)
onun hiç bir ortağı yoktur. (L nî
israil, 111.) İşte, hükm, (kumanda ve
memleket idaresi) ulu ve büyük Allah'a aittir. (El-Mü'min, 12.)
O'nun hükmüne hiç bir
kimse iştirak edemez. (El - Kehf, 26} Dikkat : Acaba yaratma ve emr (idare ve
hükümet)
' O'nun isi değil
midir? (A'raf, 54.)
Derler : Acaba» emr'de
(Devlet idaresi ve kumanda) bize de bir iş düşer mi? Söyle : Emr tamamen
Allah'a inahsu&tur. (ÂM tnırân, 154.)
Bu esas usûle göre,
teşri' hakkı, kanun yapma yetkisi, tamamiyle insandan alınmıştır; insanın
elinden çıkmıştır, insan ise, yaratılmış bir 'kul olduğuna göre, köle gibi
mahkûm bir durumdadır, insanın o zaman vazifesi kanun yapmak değil, «O» nun
kanununa boyun büküp itaat etmektir.
Zira Mâlik el - Mülk O'dur. Elbette ki, İlâhî kanunun hududu içinde, bu
Kanun'dan istinbat etmek, içtihad eylemek, fıkhı meseleleri tedvin kılmak,
O'-nun şeriatının ruhu ve islâm mizacının çerçevesi içinde, bu hususları
gö'zönünde tutarak, bu Aslî Kanun'un ışığı altında, ferî kanunlar yapmak, hakkı
da Ehl-i iman'a tanınmıştır. Nitekim, açık hüküm bulunmayan meselelerde,
kanun tertip etmek ve bu gibi işler hakkında hü'küm vermek de yine Ehl-i İman'a
verilmiş olduğundan, aslî kanunun rehberliği altında, fer'î konunun nasul
yapılacağı anlaşılıyor. Fakat, esas ve ana meselelere gelince; eğer bir kimse,
bu gibi hususlarda, İlâhî Kanun'ıı bırakıp da herhangi bir şahsın, yahut da
şahısların veya bir idarenin veyahut da bir idare sisteminin uydurup ortaya attığı
kanunu, kendisine kanun sayıp, ona tabi olmak o kanuna boyun eğmek, o kanun
gereğince işlerimi yürütmek veya yürütülmesini sağlamak yolunu tutarsa, o zaman
Tağut'a tâbi olmuş olur. Hak Tealâ'nın itaatından çıkar. İsyan yoluna sapmış
duruma girer. Onun yaptığı işlerin ve verdiği kararların hepsi de bâtıl olup,
bu kararlara uyanlar da hakikatte mücrim, günahkâr ve suçlu duruma düşerler.
Siz, kendi dilinizle
yalan' uydurarak, şuna helâl buna haram demeyiniz. (En - Nahl, 116)
Rabbınız tarafından,
size nârfl olmuş bulunana tâbi olunuz' ve ondan gayri kimseyi kendinize Velî
dîye tanımayın. (A'râf, 3.)
Allah'ın gönderdiği
ile hüküm vermeyen, k&mselfer kâfir
(güruhundan) dırlar. (El -
Mâ'ide, 44.)
(Ey Peygamber): Sana ve senden öncekilere nazil* bulunana
imân ettiklerini sananları görmedin mi ki, on-
lara, inkâr edip kabul
etmemeleri için emir verilmiş olduğu halde, yine de «Tağut'»un talimine uymak istediler.
(En-Nisa, 60.)
Yer yüzünde, Hak
Tealâ'nm asıl maksadı «hükümet» in kendi kanunlarının esası üzerine
kurulmasıdır. Bu husus, peygamberler vasıtasiyle bildirilmiştir. Bu işin ismine
de HiiMeİ denmiştir.
Biz peygamberleri,
Allah'ın izni ile mahza kendisine itaat edilsin diye gönderdik, (başka bir şey
için göndermedik). (En-Nisâ, 64.)
îşte biz, sana Kitâb'ı
hakla gönderdik. Tâ ki, Sen de Allah'ın sana göstermiş olduğu şekilde halkın
arasmda hüküm veresin. (En-Nisâ, 105)
Sen; onlara, Allah'ın
gönderdiği gibi hükm edersin. Onlarn keyiflerine tâbi olmazsın. Allah'ın sana
gönderdiği şeylerden dolayı, karışıklık çıkarmamak için de onları uyarırsın. '
(El-Mâide, 49)
Acaba: Cahiliyenin
verdiği hükümler gibi mi hüküm verilmesini istiyorlar? (El-Mâide, 50)
Ey Dâvûd: Biz, seni
yer yüzüne halife diktik; Halk arasında hak ile (adaletle) hüküm ver, keyfe
tâbi olma. işte; keyfe tâbi olmak seni Allah yolundan saptırır... (Es-Sâd, 26)
işte, bunların
hilâfına, Cenâb-ı Ralbb-iil - âlemin tarafından gönderilmiş bulunan
Peygamberlerin getirdikte-rı kanunlar yerine, herhangi başka bir temele istinad
^en kanunlara tâbi olmak isteyen kimse ve bu gibi kanunlara bagh bulunan her
hükümet ve her adalet sistemî, hakikatte adalet sistemi olmayıp zulümden başka
bir şey değildir. Zalimdir ve haksızdır. Her bakımdan. ve hor hususta, bu iki
hükümetin ve bu iki idare sisteminin - adalet bakımından da, şekil, ve görüş
zaviyesi bakımından da — birbirleriyle çok geniş ölçüde ihtilafları ve
ayrılıkları vardır. Bunların bütün çalışmaları, fiil ve hareketleri, asılsız,
esassız, ölçüsün ve* mi;yarsız, olup, temelinden bâtıldır. Bu gibi kanunlara
tâbi olanların yerdikleri hüküm ve vardıkları kararların h^psi ve bütünü hiç
bir meşru temel üzerine istinat etmez. Bu kararlar ve bu hüküm fr f asından
çürüktür- Hakikî «Mâlik el-Mülk» bir kin ^cn eline kudret vermeyip buyruk
sahibi. <Char-ter)f .kılmadığı bir kimsenin de başına geçtiği ve idaresini
ele geçirdiği hükümet ve idare sistemi, nasıl olur da meşru bir hükümet,
hakikî ve kanunî bir âdare sistemi olur-. [25]
O zaman, ne yaparsanız
yapınız ve ne edersenis ediniz, bunların hepsi de Allah kanunu muvacehesinde
bir hiç mesabesindedir.
İman ehli bu gibi
gayri İlâhî kanunların ^hariel varlıklarını fiilî (defacto) olarak kabul etmek
zorunda kalsalar dahi, meşru bir şekilde, işlerinin, hallü faslında (de-jure)
onların doğru ve sahih olduklarını kabul etmezler. İmam Ehli'nin, işlerinde
asıl hüküm sahibi olan, emir veren ve hüküm icra eden Allah'tır. Allah'ın
karşısına dikilip de, ona karşı kafa tutup, isyan yoluna sapmış olanlara da,
İman Ehli itaat etmez:. Bu gib'Ierden de kendi işlerinin hallü faslını
istemezler. Bu şekilde hareket eden, İman Ehli'nin hilâfına yol tutmuş olanlar
ve.onlarm aksine hareket edenler, iman sahipliği ve müslümanhk iddiasında
bulunsalar dahi, hakikî iman sahipleri, vefalı ve sadakatli mü'minler zümresinin
dışında kalmış olurlar.
Bu mesele açık olarak
aklın hilaf madır. Herhangi bîr hükümetin basma, isyankar bir güruh gedmiş
bulunsun da, sonra, imân sahipleri de böyle isyankâr birisinin idaresi altında
bulunan hükümete ve onun skt'danna boyun büküp, teslim ohıp, hem ân bu
hükümeti meşru vo kanunî bir iktidar tanısınlar. Hele bu yetmiyormuş gibi,
Cenab-ı Hak tarafından da böyle isyankâr bif hükümete selin de itaat edin ve
uyun deımslş ofeuı?
Söyle: Biz,
işledikleri işler yüzünden en. foüyuk ssar rara kimlerin uğramış olduklarım
srâe hafcer vere&n nü? Onların dünya yaşayışındaki çalışmaları boşa
gitmiştir,, heba olmuştur. Fakat onlar kendilerini iyi şeyler yaptıklarını
zannederler. İşte, Rabbleı&tfn ayettaTİne ve Rabb'-lerine kavuşacaklarına
inanmazlar. Bumm iğindir ki, çaların amelleri de hiç olmuştur; Kıyamet güntt
de biz o«-lara, bir değer vermiyeceğiz. (El- Kcht 10.3- 105).
İşte bu Âd (kavmi)
dir. (Bu Âd kavmi) Allahın âyetlerine bağlanmaktan kaçındı. Allah'ı»
resullerine karşı isyan yolunu tuttu. <O kavim), her inatçı zâlimin emrine
de tâbi oldu. (Hud, 59)
İşte biz, Musa'yı
Firavunca-ve onun güruhuna, âyetlerimizle ve delillerle aydnı sultan
gönderdik. Onlar (Fi-ravn güruhu) Firavun'un emrine tâbi oldular. Halbuki
Firavun'un emri yetkin değildi . (Hud, 96.)
Zikrimizden, kalbini
gafil kılmış bulunduğumuz kimseye itaat etme. Böyle kimse, keyfine tâbi olup
işini azıtın ıştır. (El - Kehf, 28.)
Ey Peygamber, söyle:
Benim Rabbim, ister gizli olsun ister açık olsun, her türlü fuhşu (kötü iş)
günahı, haksız tecavüzü ve hiç bir delil indirmemiş olduğu halde, Allah'a ortak
koşmanızı katiyetle haram kılmıştır. (A'raf, 33.)
Kendisine hidâyet yolu
gösterilip bellendikten sonra, Resul ile çekişmeğe kalkışan ve müminlerin
yolundam başka bir yola tâbi olan sizler, ibadet ettiğini Allah'ı bırakıp da,
ancak kendinizin ve babalarınızın uydurup isin> taktıkları şeye mi ibadet
edersiniz? Allah bunlar için hiç bir dielil göndermemiştir. İşte hüküm ancak
Al-laha mahsustur. Allah öyle emreder M, kendisinden başka lvimseye ibadet
etmeyiniz. (Yusuf, 40).
Kentlisine hidayet
yolu gösterilip, bellendikten sonra, Resul ile çekişmeğe kalkışan ve
Müminlerin yanından başka bir yola tâbi olan kimseyi, biz de, dönmek istediği
taraf A çevirir ve Cehenneme, ulaştırırız. Onun son dönüşü ise, çok fenadır^
(En-Nisâ, 65)
Evet... Senin Rabbine
and olsun ki; onların aralarında, çıkan çekişmede seni hakan kılmayıp, senin
verdiğin hükümlere tabi olmadıkça, imân etmiş sayılmaz -lar. (En-Nisâ, 65)
Ne zaman, onlara
dense, geliniz Allah'ın nazil kıldığına ve O'nun Resulüne tâbi olun,
münafıkları göreceksin ki, senin yolunun önünü öyle bir şekilde kapatırlar
ki... (En-Nisâ, 61)
İşte. Allah, kâfirler
için müminlerin zararına bir yol göstermez. (En-Nisâ, 141)
Bu yüce âyetler
Kur'an-ı Kerim'in muhkem âyetle-rindendir. Bunlar katiyen müteşabih âyetler
değildir, işte bu merkezî akidedir ki, İslâm'ın fikir nizamı, ahlâk nizâmı,
medeniyet nizâmı, hep bu temel üzerine kurulmuştur. Müslüman, Islâmî muaşeret
ve îslâmî hükümet teessüs ettirmedikçe, kendi imânın icaplarını tam olarak,
tamamlamış sayılmaz. Miislümanın, Islâmca yaşayışı o zaman tekemmül etmiş olur
ki, o müslüman, İlâhî Kanunu her yerde ve her hususta yürürlükte olmasını sağlamış
olsun. Bütün yaşayışında, bütün iş gücünde, bu kanuna bağlanıp bu kanunla hep
işlerini yürütüp gitsin.
Enbiyâ-i Kiranı
(Aleyhi Selâm) da yalnız bu maksatla, bi'set etmişlerdir ki Allah'ın hâkimiyet
nizamını cemiyete nakşedip ayakta tutsunlar.
Bu maksadın husulü
için, görüyoruz ki - hicretten önce - Hazret-i Resûl-i Ekrem, (S.A.V.) mübarek
lisanları ile şu şekilde dua ediyordu:
De ki: Yâ Rabbî; beni
doğru bir girişle girdir, ve bir
çıkıktan çıkar ve bana kendi indinden yardım
bir kuvvet ver. (Isra Sûresi : 80)
Yani, «Ya sen kendin,
bana iktidar atâ kü, yahut da bana müzâharet gösterecek herhangi bir hükümet
vücuda getir kî, onun kudreti vasıtasiyle, dünyayı saplanmış bulunduğu şu
fenalıklardan temizleyip onu kurtarabileyim. Fenalıklardan, açık
sapıklıklardan ardı arkası kesilmeyen kötülükler selinin önüne geçip, onu kurtarıp,
senin adalet kanununun carî olması, yürümesi yolunda çalışayım.
Hasan Basrî (R.A.)
Kıtade (R.A.) Ibn-i Cerîr (R. A.) İbn-i Kesir (R.A.) ve diğer müfessirler, bu
âyeti kerimenin tefsirini anlattığımız gibi beyan ederler. Bu hususun teyidi
hakkında, şu Hadis-i Şerif de nazarı dikkate alınmalıdır.
Hak Tealâ Kur'an ile
karşı koyup, ortadan kaldırmadığı çok şeyleri, hükümet vasıtasiyle karşı koyup
ortadan kaldırır.
Bu Hadis-i Şeriften
anlaşılıyor ki, islâm, dünyada yapmak istediği İslâhat işlerinde yalnız vaaz,
nasihat ve öğüt vermekle kalmamış bu hususu amelî olarak ele almış, siyasî
noktayı da ihmal etmemiştir. Hükümet ve siyaset işlerini işe karıştırmıştır.
Hak Tealâ, yukarda
zikredilen duayı kendi peygamberine öğretmiş olmaları ile sabit oluyor ki,
dinin hükümran olması, ve şeriatın tatbik edilmesi, hududullah'ın icrası için
de hükümete ihtiyaç vardır. Ve bu vasıftaki hükümetin varlığı hayati bir
ihtiyaçtır. Bu yolda çalışıp uğraşmak için sadece tavsiye ile iktifa edilmemiş,
belki asıl maksat ve matlûp da bu mesele, yani hükümetin mevcudiyeti
meselesidir. Bazı halk yanlış düşünerek, bu meseleyi Peygamberin dünyaya
bağlılığı, dünya isteği şeklinde ortaya koymak isterler; bu doğru değildir. Zira
dünyaya bağlılık ve dünya isteği olsaydı, bu isteğin sahibi, iktidarı ve
hükümeti kendisi için istemiş olurdu.
Hak Tealâ'nn emrettiği
dinin yükselmesi ve ayakta tutunması için istenen hükümet ve iktidar ancak
Hak'fca
bağlılığın
iktizasının La kendisidir. Onun
icabıdır. Şahsî "bir gaye için
değildir. [26]
Yukarıdaki
bahislerden, îslâmî hükümetin niçin zarurî olduğu anlaşıldı. Fakat muhtelif
cephelerden din ile siyasetin birbirlerinden ayrılmaları, şekilindeki de şeytanî
nazariye müslümanların zihinlerine girmiş ve müa-lümanların düşüncelerini tesir
altında bırakmıştır. Çeşitli, çeşitli tefsirler, türlü türlü tevillerle, bunun
mümkün olduğunu zihinlerine sığdırmak yolundaki çalışmaları da gördük. Bunun
için, biz de şimdi İslâm'ın ne gibi inkılâplar vüeuda getirmiş olduğunu, ne
gibi değişiklikler ve ne gibi devrimlere yol açmış bulunduğunu ve bu hususlarda
ne gibi yanlış teviller, hatalı tefsirler ortaya atılmak istendiğini; bunların
hakikatlerinin ve bunların asıl mahiyetlerinin nelerden ibaret olduğunu
göstermek isteriz.
Tefhîm-el Kur'anda, aşağıdaki
âyet-i kerime'nin [27]
tefsirinde :
Fitne ortadan kalkıp,
Allah'ın dini yerleşinceye ka-<lar, onlarla dövüşünüz, bırakıp çekilirlerse,
o zaman; zâlimlerden başka kimseye karşı düşmanlık yoktur. (El Bakara, 193)
denmiştir. Bırakıp
çekilmekten ma'ksat, kâfirlerin kendi küfrü ve şirklerini bırakıp da
çekilmeleri değildir.
Bu küfürlerinden ve bu
şirklerinden vaz geçmeleri değildir. Fitne ve fesadı terkedip çekilmeleridir.
Taarruzu bırakıp da çekilip gitmeleridir. Kâfir, müşrik, tabiat-perest müîhid
kimselerden hangi zümre olursa olsun, bu gibi toplulukların kendi akidelerine
bağlı oldukları görülür. Bunların da inançları dairesinde ibadet ederler; yahut
da keyifleri istemez yapmazlar. Bahis mevzuu olan bu âf değildir1. Onları bu
sapıklıklarından kurtarmak için de biz, ancak anlayış dairesinde ve liyakatli
bir şekilde,, kendilerine nasihat veririz; lâf anlatmaya çalışırız. Fakat
onlar, bu nasihatları ve bu sözleri ve bu -öğütleri ya dinlerler veya
dinlemezler. Fakat kalkıp da bize yele kabartıp savaş yolunu tutarlarsa; o
zaman iş değişir. Yani onlar, yer yüzüne hâkim olmak, yeryüzünün iktidarını
ellerine geçirmek için çalışırlar; yeryüzünde hâkim bulunması icabeden ilâhî
Kanunun hükümranlığı yerine,, kendilerinin uydurdukları bâtıl kanunları yürür
hâle koymak yolunu tutarlarsa ve bu hareketin neticesi olarak, Allah'ın
kullarını, Allah'tan başkasına kul etmek için zorlarlarsa, meselenin nereye
dayanacağını elbette herkes tahmin edeıbilir. Böyle bir niyet ve harekete tam
mânasiyle fitne ve fesâd denir, tşte, bu fitne ve fesâd kılıç zoru ile ortadan
kaldırılmalıdır. Kâfirler bu işlerinden, bu gidişlerinden vaz geçmedikçe,
Jlü'nıinler de kılıçlarını kınlarına koymamalıdırlar.
Yukarıda altını çizmiş
olduğumuz bu bahis üzerine, Tefsir El-Kur'an okuyucularımızdan malûmat ve ilim
sa* hlbi, ileri gelen bir zat şu şekilde itirazda bulunmuştu:
1. Bu
tefsirden şu mânâ çıkıyor ki, emniyet ve selâmet, sulh ve barış yolunu tutmuş
olan islâm, diğer dinlere müdahale ediyor; bunun için de, savaşı caiz görüyor.
Halbuki açık emir vardir: Lâ ikrabe fî'd-dîn : Dinde zorlama yoktur. (Bakara:
256)
Bu tefsir, yukarıda
bahsedilen âyet-i kerimeye zıd olmuyor mu?
2. İslâm
muhalifleri için, kendi din, mezhep ve akideleri üzerinde serbest bulundukları
hakkındaki Lekiim diınüküm ve Liyedin : «Sizin dininiz kemlinize ve benimkisi
kendime.» (Kâfirûn, 6) âyet-i kerimeden
açıkça anlaşılmaktadır. Onlar akidelerinde serbesttirler. Bir akîde, bii*
fikir serbest olunca, o akideyi yaymak, tebliğ etmek de serbest olmaz mı?
Görülüyor ki, onların akidelerine, de
serbestlik tanımıştır. Kur'an-ı Kerim'in mefhumun dan da bu
serbestlik anlaşılıyor. Muhtelif
zamanlarda, kargı karşıya yapılmış olan münazaralardan da bu nokta
belirtilmiştir. Meselâ Kur'an-ı Kerim'de buyuırulduğuc gibi : Ehl-i Kitab ile,
ancak iyi bir şekilde (tatldıkla) münazaraya girişin. (Ahkebût, 46)
îslâm, diğer dinlerin
ve mezheplerin ibadethanelerine ve ibâdet şekillerine müdahale etmez. Hattâ
Resûl-i Ekrem (S.A.V.) kendilerinin Mescid-i Nebevî'lerinde Ehl-i Kitab'da,
kendi ibadet şekillerinde ibadet etmeleri için müsaade frile vermişlerdi.
Hazret-i Yûsuf aleyhisse-lâm, Aziz-i Mısr'ın hizmetini iltizam ettiği vakit, bu
Aziz-i Mısr, o zaman, akîde ve amel bakımından müşrik idi. Evet, o zaman hal
böyle iken de şöyle söylemişti:
Ey!.. Benim hapishane
arkadaşlarını, çeşitli ilâhlar mı iyi yoksa Bir olan kudret sahibi bulunan
Allah mı? (Yûsuf, 39)
Buradan da şu mâna
anlaşılıyor ki, başkalarına da, kendi fikirlerini, kendi akidelerini yaymak ve
anlatmak hususunda bir hak tanınmıştır.
3. Altı
çizilmiş bulunan cümleleri gözönüne aldığımız aaman Müslümanların, 'karma ülkelerde, yani hem. müslümanlar hem de
gayri müslimlerle meskûn bulunan
yerlerde nasıl yaşayabilirler? Gayri - müslim medeniyet ve gayri - müslimlerle
bir arada yaşarken, işlerinde, şehir ve devlet dairelerindeki vazifelerini
nasıl d%-vam ettirebilirler? Böyle olunca, onlaruı siyasî akideleri
müslümanların işlerine mâni olmaz mı? Müslümanlar Turkiyede yahut da iran'da olsalar,
zatı âlilerinin (Mev-dûdî) söylediğine göre, oralarda dahi c;had bayrağı açmaları
lâzım gelir. Nitekim söylediğimiz bu memleketlerde tam olarak islâm kanunları,
İslâm hadd-ü hududu yürürlükte değildir. Bu âlemşümul siyaset ile ve h\x minval
üzere gidilirse hiç bir şekilde müsbet bir ıs yapılamaz. Çekişmenin ardı
arkası kesilmez. Herhangi başka bir cemaat de, müslümanlarla geçinmek,
müslümanlara yardım etmek, onlarla bir arada, bir şehir ve aynı memlekette
yaşamak istemez. Bu şekilde, yine Müslüman, ce-maatiyle hiç bir gayrı-Müslim
cemaatın, hiç bir hususta, anlaşmasına, bir yerde barınmasına ve geçinmesine de
imkân kalmaz.
Zat-ı âlilerinin
buyurduğu gibi olsaydı, o zaman iş birliği de tamamiyle ortadan kalkmak zorunda
kalırdı. Eğer müslüman cemaatın, kendi fikir ve akidelerini yaymaları için bir
hak tanınıyorsa, o zaman, bu hak gayri -Müslimlere de tanınmalıdır. Bilhassa
onların hâkimiyette bulundukları yerlerde bu hak onlara verilecektir.
Herçi ber hod ne -
Tpesendî, ber diğerân mepesend.
Kendine beğenmediğin
şeyleri, başkaları için de beğenme.
Resûl-i Ekrem,
Sallallahü aleyhi ve Sellem, Medine-i Münevvere'de iken Ehl-i kitâb ile iyi
geçinmek yolunda, onlarla muahedelere girişmişlerdir. Bu muahedeler, hangi
şartlar üzerine istinat etmiştir. Mekke'deki günlerinin ilk devrelerinde de
Zat-ı saadetlerinin tavır ve hareketi 4e bunu teyid etmez mi? Başka bir
tâbirle, gayri - Müslim hükümet veya cemaatin arasında böyle bir müslü-man
cemaati bulunursa, o zaman, bu müslümanlar hemen kılıca mı davransınlar? Küfür
cephesinin kanun ve nizamlarını ortadan kaldırmak için savaşa mı girişsinler?
Acaba kim böyle bir tutumu mantıklı sayabilir?. Kim buna tahammül eder?
Yukarıdaki bu uzun
İtirazın cevabını bir kaç cümle ile vermek mümkündü. Esasen bu itirazın kendisi
de yanlış anlayışlardan ileri gelmektedir. Bu itiraz ve bu gibi bir çok itiraz
yığınları, İslâm'a gerekli seviyeden ve ona dosdoğru bir noktadan bakmaktan
mahrum olanlara musallat olmaktadır. Bu eksik ve hatalı anlayışlar insanları
öyle sarmıştır ki, bu yüzden müslümanlar kendi dinlerinin esas kaidelerini
anlamaktan âciz bir hale gelmişlerdir. Bundan dolayı bu itrazın cevabını biraz
geniş ve etraflıca vermek icabediyor. [28]
Mevzua girerken önce
şu noktalan düşünmek lâzım geliyor: Emniyet ve Selâmet'! müeyyideleştiren.
islâm'ın mânası nedir? Ve Dînde zor kullanmak yoktur. (El-Ba-kara, 256) ve yine
Sizin dininiz kendinize ve benîm dii-nimde kendime (Kâfirûn, 6) bu mübarek
âyetler nasıl bir mâna taşıyor? Hele şu suale bakınız: Hazreti Yûsuf
Aleyhisselâm, peygamberlik etmek için mi gelmişti? Yoksa, başka bir iş için mi?
Bu sözlere ayrı ayrı cevap vermeden Önce, evvelâ' şu suale cevap vermek bir
zaruret oluyor: Bu dünyada, İslâm'ın heyeti (mission) nedir?
Nasıl olur da bir
kısım zorbalar iş başına geçerek, idarecisi bulundukları milletlerin sırtına
binerek yapmadıklarım bırakmazlar. Bu zorbaların her biri Tanrılık, ilâhlık
iddiasında bulunarak, diledikleri gibi tahakküm ederler. Bütün bu zâlimlere ve
hakikat düşmanlarına, İslâm yolunda yürüyenler itaat mı edecektir? Nasıl olur
da bu gi'bi gayri meşru hükümetlere ve bu gibi saltanatlar için ve bu kükûmet
ve saltanatların başında bulunanlar İtendi emniyet ve selâmetlerini temin etmek
maksadiyle, tebaa toplar, cemâatler kiralar, adam toplarlar. Kendi idare
mekanizmalarını çalıştırır ve bu mekanizmanın çalışması için kalkıp da İslâm
fabrikasının makinelerinden faydalanmak isterler. Hem de îslâm dininin
unsurları tunların istedikleri gibi o bâtıl işleri yürütmek için hiz met mi
edecek? Nasıl olur da, bir kaç ahlâkî usul ve kaide öğreterek, insanları,
kendi keyiflerine râm edip; halita herhangi bir - sözüm ona - nizam ve bir
medeniyet yüklerler de, «insan» da nizam ve medeniyet adı takılan î>u
şeylere, boyun mu eğecek?
Eğer iş böyle ise o
zaman İslâm'ın Budistlik (Bud-'dhmet) veya Sen Pol (Saint Paul) ün uydurduğu
Hris-tiyanhk'tan farklı bir tarafı kalır mı? O zaman, bu yüce dinin kitabında
katilûhüm «Savaşınız» cümlesinin mânasını anlamak pek kolay olmaz. Acaba, bu
âyetteki korkunç mânâ niçin vahyedilmiştir, öyleyse bu din kendi' sâliklerine
savaş ve cihad emri yerine; muhaliflerinizin karşısına geçip şöyle
söylemelerini istemez miydi?
— Biz zavallıları
niçin öldürmek istiyorsunuz? Biz ne hükümet nizamında bir değişiklik yapmak
istiyoruz, ne de bir inkılâp ortaya atmak gayesini güdüyoruz. Ne mevcut medenî
nizamı düzeltmek, ne de bunu doğru bir şekle koymak niyetindeyiz. Bunlar için
de propaganda yapmıyoruz, yapacak da değiliz. İktidar, kimin elinde olursa
olsun, iş başında kim bulunursa bulunsun, biz, onun emrine uyarak, onun hükmü
altında yaşıyacağız. Bizim maksadımız, gayemiz, zamanın hükümetine uymak ve
boyun eğmektir. Her hükümet ve her iktidara, boyun eğip, onlara tabi olmak,
dinimiz ve îmanımızdır. Böyle olunca da sizin bize karşı sert davranışınızın
sebebi ne? Bırakınız biz de 'kendi dinî inançlarımıza göre, ibadet edeceğimiz
şeye ibadet edelim. Bağlı bulunduğumuz varlığa kulluk edip gidelim. Bundan
size ne zarar gelir? Sizin dünya görüşünüz ve medenî anlayışınız ne olursa olsun,
idare sisteminiz ne şekilde yürürse yürüsün, bunların hiç birine karışacak
değiliz. Bu gibi şeylere, karşı "koymamak, bunlara dokunmamak, bizim akîde
ve imanımızın icabıdır. Bizim böyle bir hareket tarzımızdan size ne gibi bİT
zarar gelebilir?
Eğer, iyi ve mâkul bir
şekilde bunun cevabı ortaya konacak olursa, görürüz ki, o zaman, amelî olarak,
Haz-ret-i Peygamber (S.A.V.) ve onun sadakatli ve vefakâr sahabîlerinin Mekke
Müşriklerinin karşısındaki vaziyetleri biz'm bu günkü İngiliz [29]
idaresi altında bulunduğumuz vasattan pek de farklı sayılmaz. Mekke'nin o müşrikleri
ve İslâm'a karşı duran Mekkeliler pek o kadar da gayri mâkul kimseler
değillerdi. Sadece bir kaç kişinin toplanıp camide, yahut o zamanın vaziyetine
göre mescide benzeyen bir yerde, bir avuç müslümanm ezan okumasına, namaz
kılmasına, arada sırada meclisler ve toplantılar tertipleyerek, kendi
aralarında ve kendilerine ait işleri konuşmalarına ve bu bir avuç müslümanm
yalnız kendi aralarında propaganda yapmalarına mâni olmaları için mühim bir
sebep yoktu.
Fakat işin iç yüzü
böyle değildir. İslâm, kendisine , bir hayat nizamı kurmayı gözönündç
bulundurmuştur. İslâm'da, akâid, ibadat, ahlâk ile birlikte, ferde ait iş ve
çalışma yolu toplumca yaşayış nizamı, topyekûn yasayışın iş güç sahası ve her
çeşit işlemlerle ilgili hükümler ve kanunlar tanzim edilmiştir. Eğer bir İslâm
Devleti, İslâm tebliğini tam olarak, bütün olarak, bu nizamın tarafına
çevirmemiş İse, 0 zarnan İslâm davasını gütmemiş demektir. îslâmın davasında,
bu nizamı tam olarak gozonünde bulunduran bir İslâmî hükümet bu dâvayı hak
üzerine kurmak ister. Bu nizamı, ayakta tutmak yoluna gider. İnsanlığı bu nizam
ile felaha ulaştırmak için çalışır. Bu nizamın karşısına çıkacak olan her
bâtıl nizamı da, ortadan kaldırmak yoluna gider. Her şeye rağmen, kati olarak
kendi nizamını hâkim kılmış olur. Diğer nizamlar da onun karşısında yıkılıp ve
dağılır gider. Böyle olması onun mahiyeti iktizasıdır. Hak ve sadakat üzerine
kurulmuş bir nizam ileri sürülmelidir. Amelî olarak, böyle bir nizam kurmak
yolunu takip etmeyen İslâm'ı Hükümetin gayesi; tamamen mânâsız ve boş sözden
ibaret olur. Hattâ bundan daha da mânâsız ve daha da boş bir şey olmaz ki, bir
nizam, başka nizamları hem bâtıî sayacak; hem do kalkıp o bâtıl saydığı
nizamları ortadan kaldırmak için çalışmıyacak ? Tam tersine hareket ederek, o
nizamların barınmasına imkân verecek. Bu bâül nizamlar için de hizmet etmek
yolunu mu tutacak?
Bu da bir tarafa
dursun, esasen, bu husus da bilbe-dâhe apaçık bir şekilde muhaldir ki, bjr kimse
bir yaşayış nizamına bağlanmış olacak ve bu nizamın doğruluğuna inanacak, b?r
de kalkıp, inanmadığı ve bağlanmadığı başka bir yaşayış nizamının otoritesinin
altına girmek is-tiyecektir? İnanmadığı o başka yaşayış nizamının hâkimiyeti
altında da yaşamak yoluna gidecektir? İşte bunun içindir ki, bu nokta tamamiyle
aklın hilâfına olur Bir kimse, hem kendisinin takip ettiği nizamı isterken, bu
Rİzam'a davet etmesi, bu nizâm için çalışması, yine İslâm bu muhalif nizamın da
sağlanması yolunda çalışacak ve onun tahakkümü altında yaşamayı öğrenmek
isteyec^K-
tir. Halbuki, İslâm'ın
kendine ha» bir nizâmı olunca, bu pîzam'a davet etmesi, bu-nizâm için
çalışması, yine İsiârn nizâmının, fıtratı iktizasıdır. Bu İslâmî fıtratın
iktizası, di şer nizamların yıkılması ve onların yerine îslâmi tek başına
hâkıirsiyutinı devam ettirmesidir
ısîâın, her mensubunu,
hep bu mukaddes uğruna harekete geçirir. BUıün telkin ve talimatiyte bu fikri
ayakta tutarak yenici bir dinamizm meydana getirir. Bu itibarla, iman sahibi
olmak iddiasında baiurrimarın, derecesi ve ölçüsü, aynı samanda mihenk taşı ve
miyarı bu yolda göstereceği fedakârlığın seviyesine bagiı-dıı. İman sahibi
olmak iddiasında bulıuaajilara su sual sorulup cevabı alınınca, bu kimselerin,
imân ölçüsü kendili ğinden belirmiş olur.
İslâm'a inanmış
olanlar, İslâm'ın zaferi için mallara ile canları ile fedakârlığa hazır
mıdırlar? Yoksa, yalnız bu nizamın kurulmasını temenni ederek bâtıl ve uydurma
nizamların baskısı altında yaşamağa mı razıdırlar?
Kur'ân-ı Kerim'i ve
Hadis-i Şerif-i, bu her iki kaynağı da göz önüne getirip tetkik edelim. O
zaman bu mesele en iyi şekilde aydınlığa kavuşmuş olur. — Ancak şu şart la ki,
kalplerdeki!eri gizlememek ve her şeyi açıkça orta ya koymak şartiyle —
Görülecektir ki gerçek bütün a-Çikhğı ile tecelli edecek, İslâm'ın asıl mâna ve
mefhuma meydana çıkacak ve sizin anladığınız, bildiğiniz ve beyan buyurduğunuz
gibi olmadığı ispat edilmiş olacaktır.
Hakikat şudur ki, biz
İslâm'ın hakikatini anlayarak, bilerek iman etmiş isek, o zaman bizim varlığımın
herhan gi bir gayrı Îslâmi hükümete karşı bulunacaktır. Kat'iy-ven böyle bir
gayrı İslâmî hükümetin tahakkümü altında kalmağa tahammül etmiyeceğiz. Gayrı -'
Müslimlerle karjşjılıklı yardımlaşma veya işbirliği olsun olmasın, ne olursa
olsun; eğer biz kendi iman ettiğimiz
İslâm üzerinde samimi isek, o zaman
vazifemiz, her yerde İlâhî kanun o-lan, Şeriat-ı Rabbanî'yi cemiyete hâkim
kılmaktır. Bunun nüfuz etmesi için çalışıp, gayret sarf etmemiz icab eder. işte
bizim müslüman olmamız, bundan başka bir
şarta bağlı değildir. Allah yolunu tutmak istiyenler de bu çalışma
usulünü göz önüne almalıdırlar. Gayrı
müslimlerle karşılıklı yardımlaşmamız ve işbirliği yapmamız, düşünü len
bu şekilden başka türlü olmayacaktır. Elbette ki İslâm, emniyet ve selâmet
huşunda müeyyideler ihdas etmiştir.
Fakat İslâm'ın görüşüne göre, hakiki emniyet ve selâmet, Hududullah'ın kaim
kılınması ile mümkün olur, Emniyet ve selâmetin, İslâm'ın dışındaki şeytânı sis
temler vasıtasiyle teessüs edebileceğini düşünenler, bu nizamlarla normal ve düzgün bir
iktisâdi düzenin işliyece ğini sananlar; İslama mahsus üstün cemiyet görüşünü kat'iyyen anlamamış kimselerdir. Buradan
da açıkça belli oluyor ki,
İslâm ne böyle bir emniyet ve selâmete yar dımcıdır, ne de onu himaye eder.
Başka türlü kâim kılınmış bulunan emniyet de emniyet değildir. Ancak İslâm'ın
kendisinin kıldığı emnyet, emniyettir. Asıl maksad da bu îslâmi emniyettir.
İşte, bu emniyetin içinde de insan selâmetin yolunu bulacaktır.
Lâ krâhe fi'd-din —
Dinde zorlama yoktur. Bu â-yet-i kerimenin mânasını şu şekilde anlamak lâzım
gelmektedir: İslâm kendi akaidini cebirle hiç kimseye kabul ettirmek yolunu
tutmaz. Esasen, akîde denilen şey de zor la kimseye yüklenebilecek bir şey
değildir. İslâm'ın ibâdetleri de böyledir. Onun ibâdetleri akidesinin
şartıdır. Zor kullanmak, cebir ve şiddet sarf etmekle kimseye yüklenilmez.
Nitekim, sahih olmayan imanla, kalbe inmeyen bir duygu ve niyeti halisleşmemiş
bir tavırla yapılmayan ibâdet, manasız bir hâl alır. Bütün ibâdetlerin içtejf
gelen Ûivi bir arzu ile, aynı zamanda dış baskı ve tesirlerden uzak bir
serbestlik içinde ifâ edilmesi lâzımdır. İslâm cemiyet düzeni olarak, bu
hürriyeti ve serbestliği hazırlar. İslâm, şu meseleyi de caiz görmez ki,
ülkenin hükümeti • =r (State) nin, nizamı üzere kurulmuş bulunan medeni
kanunlar ve medenî nizamlar, Allah kanunundan ve Allah nizâmından gayrı,
herhangi bir kanun ve nizam olsun. Böyle uydurma bir kanun ve nizam da Allanın
arz küresi üzerinde câri kılınmış bulunsun. AUaha karşı gelmiş kimselerin
hükümleri, İslâm ülkesinde ve Allanın ar zmın üzerinde infaz edile dursun.
Müslümanlarda bu uydurma kanunlara tabi olsunlar? (!)
Durum böyle olunca,
elbette ki, bir fırka, dğer bir fırkanın dinine müdahale edecektir. Müslümanlar,
kâfirlerin dinlerine müdahele etmemiş olsalar dahi kâfirler, müslü-.manlarm
dinine müdâhale etmekten geri kalmıyaeaklar-dır. Bunun neticesinde günümüzün
müşrikleri kendi soy suz prensiplerini İslâm dinine sokmuş olacaklardır. İslâm'
in yüksek ve hayatî akidelerine bir sürü küfür pren-s'pleri karışmış olacaktır.
Bütün bu bozucu, karıştırıcı tesirlere karşı İslâm'ı aslî safiyetiyle muhafaza
edebilmek için müslümanlar kendi yurtlarında dinlerinin istediği vasıfta tam
bir hürriyete sahip b;r nizam kurmaları gerekmektedir,. Böyle bir nizâm içinde
bulunan gayrı müslimlere karşı da Lâ i krâhe fi'd-din «m-rivle hareket edilir. [30]
Buraya kadar,
fikirlerimize itiraz eden muhterem ızı
uyarmak huşunda ileri sürdüğü delilleri
gözden geçirdik. Ne acıdır ki, halkın çoğu da bu yanlış düşüncelere saplanmış bulunuyor.
O zat'ın ilk delili
şudur : Sizin, fitneden maksadınız; küfrün galib olması ve kâfirlerin üstün
çıkmaları ise, o zaman, cihad ve savaşın da gayesi şu-ol'acaktır: fitne dediğiniz
şey —sizin tefsirinize göre— ortadan kalkıncaya kadar savaş devam edecektir. Bu
fitne'nin yerine de Allah'ın dîni kâim kılınacaktır. Allah'ın dîni kâim
kılınma dıkça da savaşa son verilmiyecektir.
Bu hususu, böyle kabul
ettiğimiz takdirde İslâm tezada düşer! Bir taraftan lâ ikra he fi'd - dSn =
Dinde zorlamak yoktur» deniyor, diğer taraftan da gayrı'müslim-lerin kendi
fikir ve inançlarına uygun hükümet nizâmı kurmalarına mâni olunuyor. Onların,
kendi kairunlarını tatbik etmelerinin karşısına dikilip, bu başka inanca sa-hib
kimselere zorla, Allah'ın dînî kabul ettirilmek isteniyor.
Bir taraftan leküm
dinû-küm ve liye dîn = «Sizin di niıüz kendinize benim dînim kendime» deniyor.
Diğer taraftan da islâm dininin haricindeki din mesuplarmı kendi dinî
akidelerinde serbest bırakmıyor. Onların kendi usul ve nizâmları gereğince,
işlerini tanzim etmelerine mâni olunuyor. Böyle bir hareket tarzı nasıl makûl
olabilir? Hal-bûki islâm hiç bir mevzuda tezada düşmez. Bu bakım dan sizin
tefsiriniz doğru olamaz.
İkinci delil de-şudur:
Eğer gayrı Islâmî hükümetin varlığı İslâm noktayı nazarında fitne ise, bu
fitneyi de ortadan kaldırmak bütün müslümanlar için, bir vazife <r luyorsa,
o zaman, Hazret! Yûsuf Aleyhisselâm'ın Mısırdaki gayrı Islâmi hükümette
nazırlık veya vezirlik vazife sini üzerine almış bulunması mümkün olabüir mi?
Bu memuriyeti sırasında, Mısırdaki hükümetin
kanunlarını
tatbik etmesi kabil
midir? Nitekim, âyet-i Kerime'de şey le deniyor.
Melik'in kanununa göre, o kardeşini
alıkoyamazdı. (Yûsuf, 76)
Bu âyet-i Kerimeden de
böyle bir mana çıkmıyor mu?
Üçüncü .delil de
şudur: Siz, bu şekildeki bir tefsiri doğru sayarsanız, o zaman şu durumu da
kabul etmeniz icâb eder ki: islâm, her bulunduğu yerde bitmez tükenmez
savaşların çıkmasını hazırlayacak ve bu kanlı savaş lan, bütün müslümanlara
farz kılacaktır. Böyle olunca, acaba müslümanlar dünyanın neresinde emniyet
içinde bulunabilirler? (Böyle bir tefsir gereğince, bütün müslümanlar, yalnız
gayrı Müslim devletlerle savaşmakla kalmayıp müslüman kanunları tam olarak
icra, etmeyen di ğer müslüman hükümetlerle de savaşmaktan kurtulamı-yacaktır.
Bizim dîni düşüncemiz ve yapmakla mükellef olduğumuz farizelerîmiız bu şekilde
olursa böyle şartlar içinde hangi gayrı Müslim komşumuz bize emniyet edebilir?
Bu yakın devletlerle komşuluk münasebetleri kurulst bilir mi? Ve hangi devlet
böyle bir tutum ve gayemiae tahammül edebilir?
CEVAP
a- Bu
delillerden birincisi, mevzuyu tamamen yanlış^ anlamanın neticesidir. Herhangi
bir şahıs, — kendine gi£ re "~ herhangi bir alddeye inanır. Bu akideye
göre de bir yaşayış yolu tutup gider. Kendi nazariyesine göre, içti". maı yaşayışına uygun bir nizâm
kurar.
Fakat bu nizamı bir
ülkenin bütüıiVhalkına, astla kabul ettirmek [31]
tamamen ayrı bir iştir. İt razda bulunan zât, bu iki şeyi aynı şey gibi
telâkki ediyor. Bu iki müeyyide arasındaki farkı nazarı itibara almıyor. Lâ
ikrâ he fî'd-dîn ve Lekiim diynüküm ve Kye dîn gibi âyetlere yarılıyor. Halbuki
bu âyetlerin biribiriyle alâkası, işin baş. langıeı içindi. Eîbetteki bir,
herhangi bir gayrı Müslimi kendi akidesinden zorla döndürüp, İslâm akidesini
kabul etmeye, yahut da kendi dinî ibâdetlerini bıraktırıp da namaza, oruca
sarılmalarını mecbur edemeyiz. Buna mukabil. İslâm dışında bulunanların da,
ahlâk, öğretim, medeniyet, muaşeret, geçim, kanun, siyaset, vesair hususlarda
kendi nazariyelerini müslümanlara her ne şekTlde olursa olsun kabul
ettirmelerine razı olamayız. İslâm dışmdakilerinin kendi fikirleri ve kendi
tuttukları yol üzerinde yürüyüp gitmelerine şüphesiz muvafakat ediyoruz.
Fakat, bizim kendi fikirlerimizin ve kendi tuttuğumuz yolun ters istikametine
ve hilâfına, bir sistem ortaya konup da bu yolda gitmekle zorlanmış,
olmayalım Memleket idaresi, yaşayış nazariyesine İs-tinâd ettiğinden, bütün
kanunlar, bütün inzibatî nizamlar polis işleri diğer iktisadî mevzular ve
çalışma hayatı da nazariyelere göre tanzim edilecektir. Böyle bir hükümetin
idaresi altında biz kendi yaşayış nizâmımızı, kendi fikrimizi,.kendi yolumuzu
kendi usulümüze göre nasal tan zim edeb'liriz? Ve, böyle bir şey nasıl mümkün
olabilir? Bz ister kabul edelim ister kabul etmiyelim, ne şekilde olursa olsun,
dinimize muhalif olanlar, kendi siyâsî galibiyetleriyle, kendi
fikirlerini, kendi nazariyelerini bize zorla
kabul ettirmeğe kalkışmiyacaklar mı? Ve bizim bütün yaşayışımız üzerinde
kendilerini söz ve nüfuz sahibi kılmıyacaklar mı?
Böyle bir meseleyi
caiz saymak şuna benzer: Meselâ onlar z'nâyı helâl sayarlar. Bu fiili meşru
addederler; halka da zina yapmağı ve şunun bunun karısı ile düşüp kalkmak
hususunda müsaade verirler. Hatta teşvik bile ederler. O zaman bizim, siyasî
kudreti olmayan hükûme timiz de kendi otoritesini gösteremez. Zina bizim camiamız
içinde yayılıp gider. Ve biz de yavaş yavaş buna alışırız. Bir "müddet
sonra da zina meşru bir şekle girmiş olur. İşte bizim müsaade edemiyeceğimiz
nokta da budur. Yine bunun gibi, meselâ onlar tefeciliği helâl ve meşru
sayarlar. Hükümetleri de tefeciliği iktisadî düzenin bir icabı sayar. Memleket,
idaresi de onların elinde bulununca, o zaman, biz'm en çekingen, en
ihtiyatkâr, en sofu dindarımız bile bu tefeciliğin pençesinden kendini kurtaramaz.
Zira, bizim alacağımız bir parça ekmek parasının içme bile çeşitli yollarla,
türlü vasıtalarla, tefecilik parası karışmış olacaktır. Böyle olunca, nasıl
olur da böyle bir ekmeği alıp yiyebileceğiz? Hele, bunlar dehrîlik, ilhâd
tablatperest, akidelerine de sâlik olurlarsa, memleketin umumî n'zam ve
memleketin öğretim sistemi de onların elinde bulunursa, bu şekildeki mülhidâne
nazariyeler ve gayri ahlâkî âdetler, memleketin her tarafında hâkim olacaktır.
Böyle bir ortamda ise,
memleketin refah ve saadet kapılan birer cehennem kapısına dönmiyecek midir?
O zaman, aramızda
bulunan en ileri, dindarlar ve onların nesilleri de kendi elleriyle küfür ve
ilhâdın tefessüh etm^ş ahlâkının kucağına atılmıyacaklar mıdır? On-*ar, Allahm
emrettiği kanunları kaldırıp, kendi uydurma kanuiü"armı memlekette
yürürlüğe koymak istedikleri zaman, memleketin umumî medenî nizamı da yine bu iman
yoksulu kimseler tarafından tertiplenmeyecek mi? O zaman inandığımız kanunlar
ortadan kalkacak onların yerine inanmadığımız kanunlar yürürlüğe konacaktır.
Böyle bir icraata kim muvafakat edebilir ve bu işe hangi imanlı müslüman
müsaade edebilir?
Böyle olunca da, Lâ
ikrâhe fi'â-din hükmü nasıl tatbik edilebilir? Başkaları kendi dinlerinde,
bizim aleyhimize olarak, bildiklerini yapsınlar, biz de bütün bunlara
katlanıp, hareketsiz mi kalalım? Veya biz kendi dinimizde serbest olmak
istiyelim de, onlar buna muvafakat gösterip tahammül etmesinler ve buna müsaade
de ver-mesinier? [32]
İçtimaî yaşayışın
intizama girmesi içim herhalde bir zor kullanabilecek kudret (Coercive Power) e
ihtiyaç vardır. Buna devlet (State) yahut da hükümet : (Gouvernement) denir.
Böyle, bir kuruluşun zarurî olduğunu, bugün artık inkâr edecek kimse
bulunamaz. Ancak, Sosyo-komünizm (iştirakiyat) akidesine göre,, bir ara
yaşayışta öyle 'bir merhale tasavvur ediliyor ki, o merhaleye ulaşılınca, insan
için, bundan böyle içtimaî yaşayışta, herhangi bir hükümete ihtiyaç
kalmıyacak-tır. insanlar bu gibi şeylerden kurtulmuş olacaklardır. [33]
Falçat bu söz veya bu tasavvur, tamamiyle hayal âleminin mahsulüdür. Böyle bir
neticeyi doğuracak, ne bir müşahade ne de bir tecrübe görülmüştür.
Toplum hayatının
tecrübeleri ve insanın fıtrî kabiliyetleri de açık olarak göstermiştir ki,
medeniyetin ayakta durabilmesi ve devam edebilmesi için mutlaka bir kuv-vet-i
kahire'ye ihtiyaç vardır. Bu içtimaî kuvvet, kendi kudreti ile ve kendi gücü
ile medeniyeti ayakta tutar. Bu hususta bütün nazariyeler ve içtimaî fikir
mektepleri (School) ittifak ederler. Bunların her biri kendi nazariye ve
fikir mekteplerine göre, bir çalışma sistemi kurmuşlardır. Bu çalışma
sistemiyle bu kuvvet-i kahire birleşerek içtimaî yaşayışı kendi nizamlarına
göre teşkilâtlandırırlar. Kendi gayelerine uygun olan medenî şekli ihya etmek
ve bu kuruluşu iç ve dış tesirlere karşı muhafaza etmek, bu Kuvvet-i Kahirenin
nev'ine göre ve çalışma sisteminin şekline göre değişir. Bu değişikliğin
neticesinde usulü veçhiyle, medeniyet nizamı üzerinde tesirini göstermiş olur.
Bu içtimaî
kuruluşların, yalnız cemiyet üzerinde değil, ferdî yaşayışta da büyük çapta
tesiri olur. Böyle bir devletin, kendini zorla ve kuvvet kullanarak hâkim duruma
getirdiğini kabul etmek lâzımdır. Herhangi bir hükümet, kendi idaresi altında
bulunan halkın, kendi esas .nazariyelerine, çalışma sistemine
inanmasını ve imanla
bağlanmasını ister.
Bazıları bunu kabjl etmek istemezlerse de, yine ister istemez inanmadıkları ve
istemedikleri bu nazariyelerin, yine de hiç olmazsa % 90 ma razı olmak zorunda
kalacak ve kendi imanının ve akidesinin bu kadarını da bu nazariyelere feda
etmiş bulunacaktır. Muhalifi olduğu bu sistemde, kendi düşüncelerinin ancak %
10 nunu muhafaza edebilecektir.
Hükümetin bu
hususiyeti ve bu şekli gözönünde bulundurulunca, şurası da kendiliğinden
anlaşılır ki, hükümetin mevcudiyeti zarurî ve kaçınılmaz bir şeydir, içtimaî
hayat için de lâzım ve gereklidir. Düşünce sahibi ve iz'ânı bulunan hiç bir
kimse için de bu hakikati anlamakta zorluk yoktur.
Şimdi, şöyle böyle bir
zümre, mahdut mânadaki bir mezhebe değil de, alemşümul1 bir Din'e itikad etse
ve bu itikadında sadık bulunsa, yaşayışının her sahasını da bu itikadına göre
tanzim etmek istese; o zaman içtimaî nizamı tertibe koyacak olan bu kuvvet-i
kahire'yi eline geçirmeye çalışmıyacak mıdır? Böyle yapmıyacak olursa bu defa
başkalara, Kuvvet-i Kahire'yi ellerine geçirirler, o kimse de mecbur bir duruma
girmiş olup, Kuvvet-i Kahire'yi elinde bulunduranların hükmü altına girer. Bunun
neticesinde de, içtimaî ve ferdî yaşayış nizamının en az % 90 ını feda eder.
Bundan başka, kendi din'i yerine de Kuvvet-i Kahire'yi elinde bulunduranların
din'lerine tâbi olup, onların yollarında yürümeğe devam eder.
Medenî yaşayıştaki bu
ikrah, isteksizlik her ne şekilde olursa olsun birisi tarafından, ,diğer
tarafın üzerine yüklenecektir. Biz bunu modern kâfirlere yüklemediğimiz yahut
da yükleyemediğimiz takdirde, modern kâfirler bizim üzerimize
yükleyeceklerdir. Bunun iç'n, kâfirler bizi bu isteksizliğe mecbur etmeden ve
bizi cehennem yoluna itmeden önce; biz onlara bu ikrahı, isteks'zliği yükleyelim de onları cennet
yoluna sevk etmiş olalım... Böyle olursa daha hayırlı ve daha iyi olmaz mı?
Bu husus işin bir
cephesidir. îkinci cephesine gelince; yeryüzünün mâliki ve.sahibi Allah
Tealâ'dır. Yeryüzünde barınmak, yeryüzü nimetlerinden faydalanmak», yeryüzünün
mülkünde tasarruf sahibi olmak hakkı O'n-dan elde edilir. Her kim O'nun emrine
boyun eğer, O'nun fermanına itaat ederse, O'nun fıtrî ve şer'î kanunlarına da
muti olmalıdır. Böyle yapmadığı takdirde, o kimse, zâlim olur, gâsib olur,
isyankâr olur. Bu itaatsizlik yalnız Hak'ka karşı gelmek ve O'na muhalefet
etmekle bitmez, neticede yeryüzünün nizamı da bozulur, fesat çıkar, insanlığın
huzurunun kaçmasına da sebebiyet verilmiş olunur.
Buna istinaden
denebilir ki, Allah tarafından gelen, emirle yeryüzünde faydalanacak kimse, O'nun fıtrî ve şer'î kanunlarına tâbi
olmaktan kaçınmayıp, itaata devam etmelidir. Her kim, kaçınıp itaat yolunu
tutmazsa, o zaman, o kimsenin yeryüzünde barınma hakkı kalmaz.
Fakat, Allah Tealâ'nın
inayeti çok büyüktür. O'nun hilmine de haddü pâyan yoktur. O bu kabil kimselere
yalnız yeryüzünde barınıp geçinmeleri için, sadece mühlet vermekle kalmaz,
hattâ onların, küfr, şirk, dehricilik ve ilhadlarına da göz yumar. îşi azıtıp
ileri' götürmelerine ve yeryüzünde fitne ve fesâd çıkarmağa kalkışacakları
zamana kadar müsamaha gösterir.
Fakat bu sapık zümreye,
şer'î kanunları kaldırıp bu "uıkaddes kanunların yerine kendi uydurma
kanunlarını yürürlüğe koymalarına ve yeryüzünde idareyi ellerine alarak bu
kanunlarla her tarafı fitne ve fesâdla doldurmalarına elbetteki cevaz
verilmez. îş bu. raddeye varınca, O'da kendi şer'î kanunlarına imân etmiş
bulunanlara .şöyle emir verir:
Kâfirleri hak kanununa
tâbi etmek için onlan zorlamayın. Fakat ikâfirlerin ve küfrün musallat
olmasına da asla müsaade etmeyin. Fitnenin bütün kudretlerini ortaklan
kaldırmak, yok etmek ve yeryüzünde benim dinime bağlanmak istemeyenleri
büyültmeyin, çoğunluk kılmayın. Küçültün, azınlık kılın diye buyurur: Boyun
efip de cizyeyi kendi elleriyle getirip verinceye kadar. [34]
(Tev-be : 29). [35]
Bu gerçekler anlaşılıp
zihne yerleştikten sonra, ikinci delilin kuvveti de kendi kendine ortadan
kalkmış olur. Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm, eğer hakikaten Allah tarafından
gönderilmiş bir peygamber idiyse, elbette ki,, onun da yaşayışının heyeti umumiyesi,
hak olarak gelmiş bulunan diğer peygamberlerin yaşayışlarının heyeti
umumiyesinden, başka bir şekilde olmayacaktı ve olamazdı. Yâni, Allanın dinini
diğer bütün dinlerden üstün kılmak, bu dinin tutunması ve ayakta durması için
çalışmak.
Bu bir aslî hakikattir
ki, bütün peygamberlerin bir ve tefsirinde de bu umumî kaideyi gözönünde bulunduruyoruz.
Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm kendi hükümeti devrinde, Mısır'da Allah dini
yerine Melik'in (Mısir Kiralı) dinini nüfuzlu ve câri kılmak istemiş olsaydı, o
zaman Yûsuf-i Sıddîk ile, bildiğimiz ve
iyi tanıdığımın Sır iskender ve Fazl-ül-Hakk [36]
arasında usul bakımından bir fark kaifır mıydı? Yazık ki, bu işde de halk,
işin aslından çok uzakta bulunuyor. Onlar gerçeğe uygun olarak Hazret-i Yûsuf
Aleyhisselâm kıssasının aslını da bilmiyorlar. Bu kimselerin zannma göre,
Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm, o devrin Melikine şöyle demişti:
Yeryüzünün bütün
hazinelerini bana bırak. (Yûsuf, :S5) [37].
Bu sözler, Hazret-i
Yûsuf tarafından iltizam babında bir istekti. Bu istek, Melik'in sarayında
kabul olacaktı. Hazret-i Yûsuf da mansıbını elde etmiş bulunacaktı. Bu mansıp,
orada, o zaman en büyük mansıp ve makam idi. Ancak oradaki hal ve vaziyet
tamamen başka türlü idi.
Hazret-i Yûsuf
Aleyhisselâm da, mukaddes vazifesinin başlangıcından beri, diğer
peygamberlerin takip ettikleri yoldan gitmişti. Her peygamber, umumî olarak
önce halkı, îlâhî gerçeği kabule davet etmişti. Bilâhare bu daveti kabul
edenleri terbiye etme safhası başlamıştır. Son kademe ise, İlâhî gerçeklerle
yetişmiş olan mü'minler gurubu, ile bütün cemiyetin kuşatılması ve fethi
başarılmıştır. Bu kudsî dâva, her seferinde olduğu gibi, böyle başlamış ve
böyle bitmiştir.
Yûsuf Aleyh is s
elam'in da ilk davetlerine ait Sûre-i Yûsuf'un beşinci rükû'unda, vaaz ve nasihatlere
ait eşsiz örnekler mevcuttur. Fakat büyük neticeye gidebilmek için daha önemli
hareketlere girişmek icabediyordu. Zuhur eden hâdiseler, O'nu çevresine daha
yakından tanıtmasına sebep olmuştu. Nitekim, Mısır Aziz'inin karısı ve
nedimelerinin tavır ve hareketleri sonunda Yûsuf Aley-hisseiâm'ın'
peygamberlere mahsus olan müstesna ismet ve ahlâkı hemen hemen herkes
tarafından bilinmiş oldu. Ve bu yüce peygamberin derin bilgisi, aynı zamanda rüya
yorumuna mahsus olan vukufu O'na Mısır Meliki'nin hürmet ve itimadını
kazandırmış oldu. Yûsuf Aleyhisselâm, nübüvvet vazifesini memleket çapında bir
satha yayabilmek niyetiyle, Mısır Melikl'nden hükümdarlık selâ-hiyetlerini
talep edince, bu isteği şükranla karşılandı ve iktidara ait bütün selâhiyetler
kendisine tevdi edildi.
îşte bu sebeplerden
dolayı, Melik'den:
îc'alniy ala hazâ'in
el - arz : Bana yer yüzünün bütün hazinelerini teslim et. Diye iktidarı
istemişti.
Yâni yeryüzünün bütün
vesailini benim elime teslim et, demişti.
Yûsuf Aleyhisselâm,
halktan çoğunun zannettiği gibi alelade bir maliye nazırlığı makamını talep
etmemişti. O, n^r türlü seîâhiyeti haiz tam bir iktidar istemiştL Bu mevki ile
çok müessir bir durum kazanmış oluyordu. Böyle bir makam günümüzde Italya'daki
Mussolini'nin eline geçmiş [38] bulunuyor.
Şu farkla ki, İtalyadaki Kral Mussolini'ye itimad ettiğinden değil, ancak,
Faşist partisinin kuvveti karşısında, boyun eğmek zorunda kalmıştı. Fakat
Mısır Meliki, Yûsuf Aleyhisselâm'ı ciddî bir şekilde severek, hürmet ederek,
itimad ediyordu. [39].
Hazret-i Yûsuf
Aleyhisselâm'ın iktidarının misilsiz şahidi bizzat Hak Tealâ'dır:
İşte, biz bu şekilde
Yûsuf'a yeryüzüne yerleştirdik, orada istediği gibi barınır. (Yûsuf 56)
Yâni, o ülkenin bütün
iktidarını onun eline verdik.
Bu âyet-i kerimelerden
başka, Sûre-i Ma'ide'de, bunu teyid eder mahiyettedir, Hazret-i Mûsâ
Aleyhisselâ-mın kendi, kavmine verdiği beyanatta:
Ey! Benim kavmim;
Allah'ın size bahşetmiş olduğa nimetleri hatırlayın, hatırlayın ki, sizin
içinizdien nebiler ortaya çıkardı; sizi hükümdar kıldı. Alemlerin halkından
kimseye vermediklerini de size verdi.
(El-Mâide, 20)
Her şüpheden uzak bir
şekilde anlaşılıyor ki, Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm'm elde ettiği iktidar,
Mısır'da büyük değişiklikler meydana getirmişti. Firavunların yerine Benî
İsrail, hükümeti ele almış ve bütün idarî kademelere yerleşmeğe muvaffak
olmuşlardı. Hiç bir kavim ;çin onlarla rekabet edecek bir imkân kalmamıştı.
Dinî bakımdan da
Hazret-i Yûsuf'un hükümeti hakkında, yine Sûre-i Mâide'nin şehadet ettiğini
görüyoruz. Adı geçen sûrede Hazret-i Mûsâ Aleyhisseiâm, kendi çağ* daşı bulunan
Firavun'a hitap ederken, Eski Kıbtî (Mısır* lı) kavmin imanından bahsetmiştir.
Bundan önce, Yûsuf,
delillerle size geldi, fakat siae gelmiş bulunan hu şeyler hakkında tereddüt
ettiniz. Ancak, ölüp gidince dediniz ki, Allah ondan sonra, Ur <
peygamber göndermez. (Mü'muı, 34).
Yani, siz dediniz ki,
bundan böyle bu peygamber gibi. bir peygamber gelmeyecektir.
Hazreti Yusuf
aleyhiaselâm hakkındaki bu en yüksek mercî Ve makamın şahadetinden sonra, gayrı
islârM hükümete hizmet etmenin doğru olabileceğini kim iddia ve istidlal
edebilir? V© hak üzerine .gelmiş buhüian bir peygamber de böyle yapmıştır
(Siye halkı bu mesnetsiz tftâratarU şaşırtmağa ve aldatmağa kim cür'et
edebilir?
Âyet-i-kerime şu
şekilde devam ediyor: Kardeşim, melik'itı dînine gö^e alıkoyamazds. (Yusuf
Sûresi)
Bu âyet-i kerimeden
Hazret-i Yûsuf'un, Firavunun kanunlarına tabi olduğuna dair bir mana çıkarılmak
istenmiştir. Evet âyet-i kerimenin mâna.ve mefhumundan buna benzer bir şey
anlaşılmaktadır, AneaK, yine bahsedilen mefhumun tam olarak anlaşıldığını da
kabul edemeyiz. Asıl dikkati çeken husus, Yûsuf' Aleyhîsselâm, böyle bir
meseleyle, kendi hükümetinin başlangıcında ve '-\& ^-nelerinde
karşılaştığı anlaşılıyor. Nitekim, Mısır'da iktidara geçtiklerinden bir kaç
sene sonra meghur kıtlık im^îa* mıştı. îşte bu sırada kardeşleri de hububat
ty>icın edebilmek için uğralıyorlardı. Bu vak'anuı cereyan ettiği nenelerde,
Mısır'daki idare ve inzibat kanunları da daha değişmemişti. Devlet işlerini
kökünden değiştirmek, elbette ki bir zamana muhtacdı. Yavaş yavaş ve tedricî
bir su™ rette yapılabilirdi. Dünyada gelmiş ve gelecek olan en büyuk ve gerçek
inkılâbı yapmış olan, Hazret-i Resûl-ü k&rem (S.A.V.) Arabistandaki ananevi
kanunları da an-Caic on seneden zîyade bir zamanda değiştirebilmişlerdi.
Miras kanunu üç veya
dört senede değişti. Nikâh ve talâk kanunu, hicretten beş altı sene sonra
kemâl seviyesini buldu. Askerî ve harp kanunları da ancak sekiz senede
tamamlandı. Islâmî hayat tarzı ve ticarî muameleye ait kanunlar da dokuz
senede son şekVnî aldı. Şarabın içilmesinin kat'î olarak menedihnesi, hicrî
sekizinci senede tamamlanmış oldu. Tefeciliğin ticarî hayattan tama-miyle
kaldırılması dokuz sene sürdü.
Aynı şekilde, Hazret-i
Yûsuf (Â.S.) in da Mısırda bir hayli kanunu değiştirmesi icabediyordu. Bu"
kanunların da değişmesi pek tabiî olarak bir zamana muhtaçtı. Cemiyetin yeni
bir istikamete çevrilmesi şüphesiz ki, anî ve kısa bir sürede olmasına imkân
yoktu. Bu istihale devrinde elbetteki eski kanunlar mecburî olarak istimal edilecekti.
Hal,, böyle iken, bir Allah Peygamberi başkalarının cahilce kanunlarını tecvîz
edip, bu kabil kanunlara uymuş olmasının, nasıl istidlal edilebildiği doğrusu
şayanı teessüftür?
3 - Üçüncü
delil, gerçek olarak bir delil değil bir özürdür. Bunun cevabını da daha önce
vermiş bulunuyoruz. Bu bakımdan, burada yalnız bir hadis-i şerif-i hatırlatmak
kâfidir. Hazret-i Resûl-ü Ekrem'in bu hadisini Ebu Dâvûd, şöyle nakleder:
i Zat-ı Saadetleri buyurdular ki:
Cihad, benim
bîsetimden itibaren, bu ümmetin son «umreleri, Deccal üe dövüşecekleri zamana
kadar carî olacaktır.. Herhangi bir zâlimin zulmü, bunu iptal edemediği gibi,
herhangi bir âdilin adli de bunu iptal edemeyecektir. (Ebû Dâvûd)
Yâni, cihadı, hiç bir
özür ve hiç bir bahane ortadan aldıramıyacaktır. Bizim üzerimize, en şiddetli
zâlimler~tle saldırsalar, yine cihad ortadan kalkmış olmıyacaktır.
Bu g^bi şiddet
hareketleri, cihad etmemek için balıane olamıyacağı gibi hükümetin modern
kâfirlerin elinde olması, sureta ve iğreti bir cemiyetin kuruluşu, toplum
hayatına taallûk eden işleri asrı miişriklik icaplarına c*öre yürürlüğe konması
da müslümanlari aldatacak bir sebep olamaz. Eğer bir müslüman ülkesi esas
islâmi hüviyette bir hükümet ve iktidara kavuşmuş olsa dahi, diğer müslüman
ülkelerde, zulüm, zorbalık, fesad ve fitne hüküm sürse, istiklâl sahibi
müslümanîar ..kendi ülkesinde rahat rahat oturup, dışarda olup bitenlere
seyirci kalamaz. O tarafla da alâkalanmaları ve olup bitenlere kar-,şı
gözlerini açmaları gerekir, [40]
Tercüman - Ül -
Kur'an okuyucularından bir Zât-ı
Muhterem (Sâhib) düşüncelerini şöyle ifade ediyor:
Sûre-i Yûsuf hakkmda
Zat-ı âlilerinin (Mevdûdî Sâhib),
Kur'an anlayışlarından istifade etmek isterdik.
Kur'an-ı Kerim'de
Hazret-i Yûsuf Aieyhisselâma yeryüzünde barınmasının atâ kılındığı
belirtilmiştir. Kendileri de devlet mekanizmasında mümtaz bir şahsiyet vasfım
ihraz etti. Fakat, malûmdur «ki, o bir peygamberdi- Bundan dolayı kendis1'
için risâlet vazifesini: ifa eylemek zarureti vardı. Firavun sarayındaki iman
sahibi §ahsm beyanından da anlaşıldığına göre, Yûsuf Aleyhis-selânun;
.nübüvvetine, Firavun kavmi iman etmediler. Bu tokana tepkisi, O'nun vefatına
kadar sürüp gitti. Son güne kadar da bu işin gecikmesi devam etmişti. Yine de Firavun
ve onun kavm iman yoluna gelmemişlerdi. Bununla beraber, yine de
Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm onların devlet işlerine iştirak etmekten de
kaçınmamıştı. Bu durum şöyle bir suale yol açıyor: Allanın seçkin bir
peygamberi, nasıl olur da Allah'a ait olmayan <Gayrı tlâhî) devlet nizamında çalışmağa iştirak eder?
Halbuki, O, bu kavmin kargısında kendi nübüvvetini beyan etmiş, bu kavme
davette bulunmuş,-fakat bu kavim, O'nun nübüvvetini kabul etmemiş ve davetine
de icabet eylememişlerdir. Bu şekilde, İslâm davetini kabul etmemiş
bulunanlara karşı Hazret-i Yûsuf için, bu kavimle savaşa' girişmek icabetmez
miydi? Yoksa, mecburiyet karşısında o ülkeden çekilip
gitmesi mi lâzım gelirdi. Fakat, O, ne hicretten, ne de cihad hakkında bir şey
buyur-madıklan gibi hattâ bu kavimden nefret edip, nefretini de izhar eden, bir
hareketine işaret etmiyorlar. Şimdi Zâtıâlileri,
bu noktaları nasıl tevil edebiliyorlar? Diye cevap talep edilmektedir. Hazret-i
Mûsâ Aleyhisselâm'dan Önce, geçmiş bulunan Benî İsrail tarihi hemen hemen
tamamiyie karanlıktır. [42]. Bu
duruma karşılık, Kur'an-ı Kerim'in işaretlerini açıklamak bir hayli zor işdir.
Ancak, Kur'an-ı Ke-rinVin mücmel işaretlerinden, çıkan mânalar, Hazrett Yûsuf Aleyhisselâmın, Mısır'daki
gayri Uâbî bir hükümet nizamına iştirak etmediğini şüpheden uzak bir şekilde,
ortaya çıkarır. Kendisi tam mâna&iyle muhtar bir halde idi. Hükümetin de
her türlü icraatını kendileri sevk ve idare ediyordu. Aşağıdaki âyet-i
kerimenin, üzerinde durulduğu zaman, bu mesele kâfi miktarda açıkhği ka-vuşmug
olur.
De ki, beni yer
yüzünün hazineleri üzerine getirin, ben (onları) muhafaza eder, (ve Ira işi)
bilenimdir. Ve biz de böylece, Yûsuf'u yer yüzüne yerleştirdik. Orada istediği
gibi baruur. (Yûsuf, 56 - 56)
Yâni: Yûsuf
Aleyhisselam diyor ki, beni hazinelerin Üzerine hâkim kılın: Elbette ki, onları
muhafaza ederim, korurum, bu işi bilirim, bitgi sahibiyim. Biz de bu hikmet
dairesinde Yûsuf'a yeryüzünde ata ihsan ettik. O da istediği gibi yerleşip,
istediği gibi barındı.
Yukarıda zikredilen
âyet-i kerime'den, Yûsuf Aley-hisselâmın istediği tam bir#muhtar idarecilik,
her istediğini yapabilecek bir mevki ve tam bir selâhiyet sahibi olmaRdı.
Hazâ'İn - eî - arz
«yeryüzünün hazineleri» kelimelerini gören bazıları, hazâ'in kelimesinden,
hazineyi hatırlı-yarak, bir nevi maliye nazırlığı ve iktisad vekilliği ve bu
vazifelere benzer unvanlar düşünmüşlerdir. Halbuki asıl makyat, devlet kuvvetmi
ele geçirerek, bu otoriteyi Hak yolunda bir vasıta kılmaktır. (Resurces).
Hazret-i Yûsuf
Aleyhisselâm Mısır saltanatının bütün vesâyilini istemiştir. Ve kendisine
verilen bu selâhi-yet, O'nu Mısır'ın en büyük siyasî kudreti haline getirmişti.
Yetebevve'ü nıin-hâ
haysü yeşâ'ü : «istediği gibi ba-Rü»p, istediği gibi eğlendi.»
Bu hususu da halkın
çoğu, gerçek tarafiyle anlamamıştır. Bu
zümreye göre, Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm jatediği yerde, bir bina kurup,
bîr ev inşa edip bu mali-«aneye yerleşmiş olmasıdır. O'na arzu ettiği yerde bir
evı oturma hakkının verilişi şeklinde
yorumlanmıştır. «aı anlayış seviyesinde asıl mânanın kaybolmuş oldu-u
Sörüyonız. Xşîn doğrusu, bu kadar dar bir cihete çevrilebilir mi? Halbuki, bu
barınma O yüce peygamberin, iktidarı ve siyasî seviyesiyle oranlı olmasını
gerektirmez mi? Böyle bir bakışla, hadise ele alınınca, bann-ma ve yerleşme
kelimelerinin şümul derecesi genişler ve Aimumîleşir, Ve Hazret-i Yûsuf
Aleyhisselâm'ın Mısır ülkesinin biricik idarecisi ve hâkimi olduğu apaçık anlaşılmış
olur»
Bundan sonra, hatıra
şöyle bir sual gelebilir. Acaba Haaret-i Yûsuf Aleyhisselâm iktidarın bütün
dizginlerini ele geçirince, memleketin içtimaî nizamını, medenî ahlâkım,
siyasî mevzuatını İslâm usullerine göre
değiştirmek, yenileştirmek ve ıslah etmekte ne derece bir muvaffakiyet,
elde etmiştir? Maalesef, bu noktayı aydınlatacak tarihi belgelere sahip
değiliz. Yalnız Sûre-i Ma'ide'deki bir işaretten anlaşılıyor ki. Hazret-i Yûsufun
mevzuubahs edi len iktidarı, gelişigüzel bir şahsın iktidarı gibi değildir. Böl
ki bu peygamber uzun bir müddet iktidarlarını devam ettirdi. Haleflerinin de
uzun bir zaman Mısır hükûmeti-. nin
başında olmaları kuvvetle muhtemeldir. Netice olarak, İlâhî bir lütuf ata ve
hikmet eseri olan ve o devirde kimseye nasip olmayan bu iktidarın, azamet ve
şevketle uzun müddet devam ettiği söylenebilir.
Nitekim şu âyet-i
kerime bu hususu işaret etmektedir:
Ne zaman Mûsâ kendi
kavmine dedi: Ey benim kavmim, Allahuı size bahsetmiş olduğu nimetler,
hatırlayın. Hatırlayın ki, sizin içinizden nebiler ortaya çıkanh, sîzi hükümdar
kıldı, âlemlerin halkından kimseye vermediklerini de size verdi. (El-Mâ'ide,
20)
Bu âyet-i kerimenin
delaletiyle anlıyoruz ki, tsl&ml yaşayışta hâkim olmanın, iktidar sahibi
bulunmanın yegâne şartmm, bütün yaşayış safhalarına İslâm nizamı-i*n
prensiplerini nakşetmek olduğu anlaşılmış olur.
Sûre-i Mâ'ide'deki
âyetten, zatıâlileri (Mevdûdî'ye yazan şahıs) şu neticeyi çıkarıyorlar: Kıbtî
(Mısırlı) kavmi, Hazret-i Yûsuf'u kabul etmekten kaçınmıştır. Fakat haddi
zatında bu netice de çıkmıyor. Ben zannediyorum ki, orada da Hindistanın
vaziyeti gibi bir ahval vardı- Memleketin mühim bir kısmının sakinleri,
İslâm'ı kabul etmişlerdi; fakat memleket halkının hepsi de İslâm'ı kabul
etmemiş henüz şirk yolunda kalmış bulunuyorlardı[43]
îslâm'ı kabul etmiş
olanlar da uzun bir müddet iş başında kalmışlardı. Yavaş yavaş, onların da
ahlâkî ve irkadî vaziyetleri bozuldu, (degenerate). Doğru yoldan yaptılar,
kölelik derekesine düştüler. Hattâ, okadar aşırı gittiler ki-, şahıs-perestlik
yolunu bile irtikâp ettiler. Fitne ve fesâd baş gösterdi. Müşriklerle bunların
arasında da bir fark kalmadı. Bu hususta Sûre-i Mü'min'de Âl-i Firavun'un
hakkında da işaretler vardır:
İlk önce, Yûsuf, sarih
delillerle si/in aranıza geidlf fakat buna rağmen, siz, yine size gönderilmiş
bulıraai;^.? hakkında, tereddüt ettiniz, o da vefat ettikten sonra, iÂ%
söylemediniz mi, bundan böyle bir daha, Hak Tealâ başka bir Resul göndermlyecektir?
Altı çizilmiş
cümlelerden ilk cümle bize şunu göste-r'iyor ki, Hazret-i Yûsuf'un yaşadığı
devirde, ülkenin ge- bir kısmında, Yûsuf Aleyhisselâm'uı nübüvvetine çok ler
inanmıyorlardı. Nitekim, Errbiya'mn çoğunun tercümelerinde böyle
olduğu görülmüştür. İkinci cüm-en de anlaşılıyor ki, O Peygamberden sonra, O'na
inaittuş. bağlı bulunmuş kimseler de,
sonradan aşırı gitme (galîHk) yoluna sapmışlardır. Bundan böyle bir daha Peygamber gelmez
diye de söz söylemişlerdir. Bunun için de.
Hazret-i Yûsufdan sonra gelmiş
bulunan Peygamberleri de kabul etmemiş, inkâr etmeğe kalkışmışlardır.
Nitekim, bazı Yahudilerle Hıristiyanlar da aynı şekilde düşünmektedirler.
Ancak, Hazret-i Yûsuf devrinde Peygamberlik bitmemişti, hitam bulmamıştı. Bir
daha Peygamber gelmiyecektir diye
de bir şey bildirilmemişti.
Her ne olursa olsun,
yine de âyet-i kerime'nin mânasından, Hazret-i Yûsuf (A.S.)
un ikt darı devrinde, '• ülkede hiç kimsenin iman etmediği neticesi
çıkarılamaz. Belki, diğer işaretleri de gözönüne alıp mütalâa ettiğimiz
takdirde, orada bir ehl-i imân zümresinin teşekkül etmiş olduğunu anlamış
oluruz. Bunlar da Benî İsrail ile karışarak, bir müddet için İslâm Nizamını
kaim kılmışlardı. Sonradan yavaş yavaş bozuldular, inhitat (degenerate) baş gösterdi, bozulup gittiler. [44]
Geçen mevzuda, Yûsuf
Sûresi hakkında bazı suallerin neşrinden sonra, vefat etmiş bulunan
tanınmış bir muhterem zât — kendisine
Han Bahâdır, diye hitabedi-len büyük bir şahsiyet — o zaman U.P. (United Provi-nces : Birleşik
eyaletler) (maliye nazarı) Collektor'u
makamında bulunuyordu. Bu yazı üzerine mufassal bir ten-Tsit yazmıştı. Mevlânâ
Mevdûdî Sâhib'in cevâbını bildirmeden, bu tenkidin okuyuculara arz edilmesine imkân yoktu. Bunun için biz de
ilkönce onun yazısını ve onun yazısına ait bahisler . burada naklettik. Daha sonra da müellifin
cevabını ortaya koyduk. [45]
Tefsir yazan zat-ı
muhteremden şu nokta sorulmah-<lır: Yûsuf Aleyhİsselâm, bir Gayrı - Islâmî
hükümet nizamının rüknü, elemanı ve böyle bir hükümetle iş birliği yapan bir
vazife sahibi olmuş mudur? Yoksa olmamış mıdır? Acaba asıl maksad olan mesele
de bu mudur? Eğer, olmuş ise, o zaman Hazret-i Yûsuf Aleyhİsselâ-mm böyle bir
vazife alması, Islâmî noktayı nazardan caiz midir, yoksa değil midir? Mevlânâ
Mevdûdî Sâhib, buyuruyorlar ki, Hazret-i Yûsuf Aleyhİsselâm hususiyet itibariyle,
Mısır'da Gayrı-îslâmî kanunları uygulayan bir hükümetle iş birliği yapmamıştır.
Ve yine zatnı faziletleri buyuruyorlar ki, Hazret-i Yûsuf Aleyhİsselâm hususiyet
bakımından Mısırda'ki Gayri-Ilâhî hükümet nizamına iştirak etmemiştir. Hayret!
Yine de Mevlânâ kendisi şu âyet-' kerimeyi ileri sürerek, Bu âyetle Hazret-i Yûsuf
Aleyhİsselâm şöyle söylemişti :
Dedi: Beni yeryüzünün
bütÜH hazinelerine koruyucu dikiniz; Ben iyi bilenimdiir, (onları İyi idare
ederim, korurum) Biz de ona iktidar verdik, Biz Yûsuf'u yeryüzüne
yerleştirdik, istediği gibi yerleşecek ve istediği gibi baru,acaktir.
Şimdi görüyoruz ki,
Hazret-i Yûsuf Aleyhİsselâm Mısır Firavunundan şu talepde; bulunmuştu. Sen
beni, dev-tet hazinelerinin başına geçir. Firavun'da onun bu isteği-H gözönüne
alarak talebini yerine getirmişti. Zat-ı Pey-g&mberileri Firavun'un
hükümet nizaminin bir rüknü, r
elemanı ve ileri gelen bir şahsiyeti sıfatını ihraz etmiş " unuyordu. Bu
işlerde Firavun'la iş birliği yapıyordu, anâ Mevdûdî Sâhib, bu açık
neticeden kurtulmaiğin, boşuna
uğraşıp didiniyor. Hazret-i Yûsuf'un istedi-ği tam selâhiyet ve tam ihtiyar
olduğunu buyuruyor.
Her şeyden önce, külli
selâhiyet ve küîlî ihtiyarât hakkında Kelâm-ı Kadîm'in lâfızlarında, sarih bir
şey bulunmamaktadır. Bu lâfızların tâbirini Mevlânâ Sâhib kendisi Kelâm-ı
Kadîm'in sözlerine, cümlelerine eklemek istiyor. Maksat, Kelâm-ı Kadim'in
mefhumunu, Mevlânâ kendi noktayı nazarına uygun bir şekle koymaktır. Nitekim,
bu zihniyet hakkında, ihtimal, merhum îk-b&V'n şu şiiri yersiz
olmayacaktır.
Hod bedeltec nehen,
Kur'ân - ko bedlel dîtec heen? Kendini değiştireceğin yerde, Kur'an-ı mı
değiştiriyorsun?
Fakat, bu umumî cümleleri de ilâve etmek,
Mevlâ-ân'nm içtihat ve nazariyesini yine de teyit etmez. "** Hazret- Yûsuf
Aleyhisselâm malî idare hususunda tam selâhiyet ve külli ihtiyar istemiş olması
ve bunu rla elde etmiş bulunmasına rağmen memleket idaresinde tam. mânasiyle
söz ve hüküm sahibi Firavunun tâ kendisiydi.. Hazret-i Yûsuf'a bu ihtiyarı, bu
selahiyeti veren de yine Mısır Firavunu idi. Bununla beraber, Hazret-i Yûsuf bu
külli ihtiyarı ve bu külli selahiyeti de elde ettiği halde, o zamanki hükümet
nizamında hükümetin bir rüknü bir elemanı, b?r memuru ve nihayet böyle bir
hükümetle işbirliği yapan bir şahıstan fazla bir şey olamazdı.
Hazret:i Yûsuf
Aleyhisselâm'm, «Mısır saltanatının bütün kaynaklarını benim elime veriniz
diyerek bunun neticesinde de elde etmiş olduğu selâhiyetler öyle tür
se-lâh:.yetti ki, bütün Mısır ülkesi sanki onundu.» diyen Mevlânâ Mevdûdî
Sahib'in bu iddiaları hakikatin tamamen hilâfmadır.
Şunu da bilmeliyiz ki,
Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm*-m istediği şey malî selâhiyettL Kendisine verilen
aelahi-
vet ve ihtiyarâtda
yine malî hususlardadır. «Bütün niyetler» drndiği zaman, bunun içine malî
selâhiyetin dı-?jnda, diğer işler de girmiş olur. Meselâ: Polis, inzibat,
askerî işler, adliye ve saire... Bunlar hakkında, Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm'm
ne istediğine ve ne verildiğine dair bir bahis "yok. O zaman, Mevlânâ
Mevdûdî Sahib'in buyurdukları, «O'nun elde ettiği selâhiyetler, Öyle bir selâhiyet
idi ki, bütün Mısır ülkesi sanki onundu cümleleri de tamamen asılsız ve
esassızdır.
Buna göre, Hazret-i
Yûsuf Aleyhisselâm vaziyet bakımından Mısır'ın hazinelerini tasarruf ettikten
sonra,. Mısır saltanatının bir rüknü, bir elemanı, devletin bir memuru veya
işbirliği yapan bir kimse haline gelmiş oluyordu.
Ne malûm ve hangi
delil ile isbat edilebilir ki, o zaman, Mısır Firavunu kendi saltanatından el
çekmiş ve çekilip gitmişti; Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm da, onun yerine
geçerek, saltanata kurulmuştu. Bana göre, bu vak'ü tarihen de sabittir.
Kur'an-ı Kerim ile isbatma uğraşmağa lüzum yoktur. Halbuki, Kur'an-ı Kerhn'in
meâ-ü de esasen, bunun böyle olmadığını, yâni Mısır Firavununun çekilip
gitmediğini anlatıyor. Aşağıdaki âyet-İ kerime, bu hususu açıklamaktadır:
Melik dedi: Onu benim
yanıma getirin. Onu kendime dost edineyim. O'nu konuşturunca da dedi: Sen
bundan böyle bizim yanımızda emniyetle barınırstn,.. (Yûsuf, 54)
Bu âyet-i kerimelerin
ikisinden de anlaşıldığına gör x'e, Mısır'ın Firavunu Hazret-i Yûsuf'u kendi
saltanatının CI* yakın adamı, mutemedi, emniyetle işlerini tedvir edecek
birisi ve kendisine bir nevi müşavir tâyin etmişti. Su âyetlerin hiç birisinden
şu da asla sezilmiyor ki, Mı-s*r hükümdarı, o zaman kendi hükümetinden ve kendi
emrettiği hükümdür kî,
kendisinden başka kimseye ibadet edilmesin. (Yûsuf, 39 - 40)
Ve böylece Hazret-i
Yûsuf vezirliği üzerine aldıktan sonra da zarurî olarak tebliğ işini devam
ettirmiştir. Elbette bu âyetlerden kat'î ve şüphesiz olan mesele de şudur ki,
Hazret-i Yûsuf (A.S.) kendi arzu ve isteği üe gayri - islâmî bir hükümetin
rüknü ve bir elemanı haline gelmişti. Bundan sonra da yine o ülkede gayri -
islâmî ■kanun ve gayri - isîâmî nizâm yürürlükte idi, Yûsuf (A.S.) a da
bu yaptığından dolayı, Hak Teaiâ tarafından bir takdir vâki olmamıştır. Bunun
aksine, kendisi de mükâfatlandırılmıştır. Nitekim, Yûsuf (A.S.) in yeryüzüne
yerleşip, istediği yerde barınması da bir mükâfat diye vasıflandırılıyor.
Buyuruluyor ki:
Biz Yûsuf'u bu şekilde
yeryüzüne yerleştirdik. Orada istediği gibi barınsın.
Bundan da şu netice
elde edilir ki, alelade müslü -mandan Peygambere kadar, gayri ~ islâmî bir
hükümetin rüknü ve elemanı olmak câiadlr. Yalnız câizUkle de kalmaz, belki bir
nevi farz-i kifâye haline de girer. Vâcib bile olur. Nitekim, HazretJi Yûsuf
(A.S.) kendi isteği ile Mısır hazinelerine tasarruf etmiştir. Bu sözün delili;
Hazret-i Yûsuf'un bu işi istekle üzerine alması, yalnız bunun câizliğini
değil, aynı zamanda vâcibliğini gösterir. Yoksa, Firavun, bunu istememişti.
Hattâ Hazret-i Yûsuf bu işi talep ettiği zaman kendisinin, koruyucu ve iş bilenim
demişti ve bunlarla da övünmüştü. «Ben yapabilirim iddiasında bulunmuştu. Kendi
kabiliyetini ileri sürmüştü.
(...... bu mevzu
hakkında bazı aklî deliller de ileri sürülüyor. Bu deliller meyanmda Habeşe
muhaceret işi de ortaya atılıyor. Bu hadiseden de bazı istidlaller yapılıyor.
Aynı mevzu daha önce de geçmiş olduğundan yazının uzamaması için bu kadarla
iktifa ediyoruz.
Cevap
Han Bahadır Sâhib'e
ziyadesiyle teşekkür borçluyuz ki bu meselelere temas ederek, bir kere daha, kendi
açık düşüncesini Önümüze sermiş oluyorlar. Vaktimizi, bu meselenin tahliline
sarfetmemizin sebebi yalaız şu ümitledir ki, bu hususta hakikati öğrenmek
istiyenlerin çoğu gerçeği şaşırtan delillerle,... Gayrullah'a itaat veya başka
ve daha açık bir tabirle; islâm li-gayrillâh : Allah-dan başkası için îslâm
telâkkisini... caiz saymakta ve küfür rejimlerine hizmet etmeği mubah, hatta
farz-ı kifâye addetmektedirler. Bu doğrudan ayrılmış insanları cerhetmek için
bu cevabı yazmak zarureti hâsıl oldu.
Burada Yûsuf (A.S.)
kıssasını yeniden ele aldık ve bir daha gözden geçirmek yolunu tuttuk.
İlk bahis bir hayli
delillere istinad ediyor ve mevzu-yu etraflıca ortaya koyuyordu. Fakat Han
Bahadır Hazretleri, nedense, birinci bahsi bırakıp ikinci bahis üzerinde
Önemle durmuşlardır. Halbuki zat-ı muhteremin yazdıklarının çoğu, birinci
bahse aitti. İhtimal ^olarak, hepsinin cevabını bizim birinci bahsimizde
bulabilirlerdi.[46]
Her ne ise, dikkat
etmemelerinin sebebi ne olursa olsun, sonuç bizim için hayırlı oldu. Onların
tekrar tekrar ileri sürdükleri hususları, aydınlatmak bizim İçin kolay
olmadı. Bu mevzuîarla ilgili diğer bahislerin açıklan-masiyle ancak bu
hususlann anlaşılması da mümkün ala-caktu'. Bunun da zamanı gelmiştir. [47]
Dünyada herhangi makul
bir kimsenin istediği vasırların başında, her şeyden önce, şu şart vardır; Bir
meselenin ileri sürülüşünde veya bir tezi müdafaa ediş tarzında tenakuz ve
tezada düşmeye meydan vermemek. Akıl sahibi alelade bir
insan bile, karşısındakinin sözlerinde bir mantık silsilesinin bulunmasını
ister. Sözlerde bir tenakuz bulursa hemen itiraza kalkar. Daha ileri bir akıl
sahibi, hiçbir zaman böyle tenakuzu icabettiren sözlere tahammül etmez. Fakat
ne tuhaf ve acayip bir vakıadır kit itiraz edilecek olan, akıllının da üstünde bir dâhi değil, aklın
yaratıcısı ve bütün hikmetlerin sahibi bulunan Hak Tealâdır. Yâni bu itiraza mânız kalacak olan alelade
câhil, bilgisiz bir kimse değildir. Bu insanlık çapındaki vak'alara itiraz
edecekler arasında, ilimde temayüz eden şahıslar, hadiseleri teftişe tâbi
tutan akıl ve zekâ temsilcileri, hikmet ve irfanla mümeyyiz sahabîler ve dünya
muamelâtını iyi bilen içtimaiyatçılar da vardı. Düşünce ve bilgi sahibi bu
seçkin kişiler, elbette ki, Allah'ın
muazzez kelâmında, tenakuz
olmasını istemezler. Böyle bir nakiseye de tahammül etmelerine imkân olabilir
miydi? Yâni onlara şöyle mi hitap edilmesi lâzımdı t Ben arzın ve semavatm
yegâne hükümdarıyım, sizlere de yeryüzünün ayrı ayrı köşelerinde birer küçücük
hükümdarlık ihsan büyürdüm. Ve sonra da halka şöyle mi ilâhî ferman^erikti; Ey
halk! Benim buyruklarıma itaat edin. Benden başka, o diğer ufacık hükümdarlara
da itaat etmekten inhiraf etmeyin,
isterlerse bu iktidar sahipleri, benim hükümlerim ve emirlerim hilâfına
icraatta bulunsalar dahi, yine onlara uymakta kusur etmeyin. Bu idareciler
kendi menfaatleri için bir kanun uydururlar, bundan başka herhangi bir kanunu
da kabul etmezler. Üâhî kanunları yürürlüğe koyacakları yerde, arızî ve cemiyeti
gittikçe dejenere eden kanunları tatbik ederler. Gözleri ve idrâkleri ilâhî
kanunları gönnemezlikten gelir. Kendi nefislerine tapan bu zümre, keyfî
kanunlarına hak kanunu ismi de vererek, halkı bu bozuk prensiplerle idareye
kalkışırlar.
Hak Tealâ, kendi mümtaz
peygamberlerini, ancak şunun için vazifeli kılmışlardır ki, yeryüzü sakinlerini
İlâhî dine davet etsinler, sonra da bu hayatî davetin tam zıddı bir şekilde
hidâyete'çağırdıklarının kanunlarına müzaheret göstersinler (!) (Hatta Han
Bahadır Sahib'e göre bu yolda hizmet etmelerini bile tavsiye ediyormuş.) Ham de
irâde buyurmuş ki, bu dinden başka bir din'e de bir nizama da çalışıp hizmet
edebilirsiniz (!). O din'in de. - Gayri ilâhî din - muvaffak olması için
uğraşıp liyakatinizi gösterin diye mi buyurmuş (!). Bir taraftan, bütün
yeryüzü sakinleri arasından bir zümreyi seçerek, bir has ümmet kurmak
isteyecek, onlara doğru yolu gösterecek, onlar vasıtasiyle de doğru yolun
(mârufun) yayılmasını sağlamak yoluna gidecek, eğri yolu (mumken) de bu ümmet
vas&tasiyle ortadan kaldırtacak; bu ümmete de helâl haram ve saireyi
öğretecek; diğer taraft&n dr. kalkıp onların bazı seçkinlerine farzı kifâye
mi kılacaktır? Bu kimselere siz de gelin, ..bu eğri yol (münker) lerin ayakta
tutunması ve revaç .bulması için, sarfedüen gayretlere iştirak edin mi
denmiştir? Veya doğru yolun karşısına çıkıp durun; bu yoldan, kimseyi
geçirmeyin diye mi talimat verilmiştir? Doğrulukları kaldırıp, bunların
yerine eğrilikleri ayakta tutmak mı telkin edilmiştir? itaat etmeyenler indinde
bizim doğru yol dediğimiz eğri yoldur, eğri yol diye bildirdiğimiz de doğru
yoldur; fanlar böyle dedikleri için, siz de gelin onların vasıflandırdıkları
gibi harekete geçin, bunların kalkınması için çalı-9m diye mi buyurulmuştur.
işte tenakuz meselesi
açık olarak buradadır. Bizim Ç-lr* olduğu
kadar muarızlarımız için de
tezat bundan başka bir şey değildir. Bu, o kadar açık ve bellidir ki, düşünüp
taşınmağa da ihtiyaç yoktur.
t:akat düşünülecek ve
hayret edilecek asıl nokta şu-rasıdır ki, tefsir yazmış bulunan, fıkıh ve
makulat ilimlerinde tedris etmek kabiliyetini ihraz etmiş bir zümre,.. kendi
akülaruun yettiği kadar ., Coleectorliik : (maliye nazırlığı), devlet işleri
idareciliği ve bunun gibi koca koca mansıplar ve makamların mesuliyetini
ellerinde tutarlar da, bu işlerde bu gibi mevzularda da tenakuza düştüklerinin
farkına bile varmazlar. Sonra da Hak Tea-lâ ha-kkmda, onların akılları öyle bir
hâle gelir ki, alelade, akılsız, bilgisiz, cahil bir avam halktan bile buna
benzer fahiş bir hata sudur etmez.
Han Bahadır Sahib,
yazısında şöyle diyor : «İki âyetten d© sarahatle sabit oluyor'.kit Hazretti
Yûsuf Mısır hazinelerinin başına geçtikten sonra da Mısır'da Firavunun
saltanatı devam ediyordu. Mısır Firavununun dini de kanunu da o ülkede,
yürürlükte bulunuyordu. Yoksa, Allah istemeseydi, Melik'in kanununa göre. O,
kardeşini alıkoyamazdı. Bu cümlelerden açık bir şekilde anlaşılıyor k, Mısır'da
Melik'in «dini» o zaman yürürlükteydi.» [48]
Zat-ı muhterem bu
cümleleri yazarken, meseleyi ispat etmekte sabırsızlık göstermiştir. îlmî
zihniyete uygun olarak, biraz daha bu mevzu üzerinde durmuş olsaydı, düşmüş
olduğu bu açıV tenakuz hususunda düşünürdü. Bu meselenin hal şeklini yine
Kur'an-ı Kerim'de bulmuş olacaktı. Şimdi lütfedip biraz da bizim maruzatımıza
teveccüh buyursunlar:
îşte kendisinin naklettiği âyet-i kerimede, Mısır'ın mülkî kanununun, Firavun
hâkimiyetine temel teşkil eden kanunun din - el - Melik : Melik'in dini,
kelimeleriyle beyan Duyurulmakta olduğunu görüyoruz. Buradan da agıkca
anlaşılmış oluyor ki, din demek sadece, «ibadet edilir şekiller» bizim bugünkü
anlayışımızdaki din demek değildir. Kiliselerde, mabetlerde icra edilegelen
dinî merasimler gerçek jünle alâkalı değildir. Âyet-i Ke-rime'deki din bir
cemiyet sisteminin ismidir ki, bu sistemin kanunları gereğince, polis
mücrimleri yakalar adalete teslim eder. Adliye işleri, malî mevzuat ve askerî
hususların, tedvir edilmesine usul ittihaz eden kaynağın ismi din'dir.. Bu
gerçek temel gözönüne alınarak memleket nizamı • kurulur. Bütün medenî işler
bu nizam üzerine yürütülür. Kur'an-ı Kerim'de yaşayışın bütün cephelerine
hâkim olan nizamlara toplu olarak din denmiştir. Mısır ülkesinde de bu nizam ve
bu usul, Piravun'un tasvibi gereğince, Piravun'un emri ve onun idaresiyle
kurulmuş bulunduğundan buna da dîn - el - melik diye Kur'an-ı Kerim'de isim
verilmiş ve 'bu kelimelerle İfade edilmektedir.
Buradan <ia şu
mesele kendiliğinden açıkça anlaşılıyor ki, dînullah : Allah'ın dini, bizim şu
bildiğimiz gibi, camilerde, meseidlerde kılınan namaz, edilen dua, tutu -lan
oruç ile hudutlandırılmış olan şeylerin ismi de degil-<"r- Belki bu
dînullah'dan maksad, cemiyete mahsus olan er mevzuda tam ve bütün olarak
şeriate baglanmanm smidir. Bu şeriat, rızayı Üâhîye'ye dayanır ve onun hamiyetine
istinat eder. Bütün içtimaî yasayışuı da her afim, her cephesini sarar ve
kavrar. Şimdi şu noktayı nePmanUî zamanı gelmiştir. Acaba Hazret-i Yûsuf
(A.S.)1 lik lQln Peyfamberlikle vazifelendirümiştâı? Peygamber-
vazifesinin maksat ve
hedefi ne olabüsrdi? miı ûsuf
(A.S.) acaba dînullah'a davet
içjn a din - ül - melik'in nüfuzunu bir
kat daha art-"û gelmişti?.
Eğer, Han Bahadır
Hazretlerinin tevili ve tefsir yazan faziletli zevatın tefsirleri, ... ki Han
Bahadır Hazretleri, bunların isimlerinin basma bizi korkutmak için de koca
koca unvanlar eklemiştir. ... kabul edilecek olursa,1 o zaman şöyle bir durum
meydana gelmiş olur ki, AUahü Tealâ bir taraftan kendi Nebisine «Sen git de şu
benim kullanma, bilhassa şu Mısır'a yerleşmiş, oturmuş bulunan kullarıma,
bildir, onları davet et de Dîmülah : Allah'ın dini'ne inanıp sarılsınlar.»
diye emir buyursun; diğer taraftan da
yine Attahti Tealâf yine aynı Peygamberine, aman dikkat, benim hidâyet ve benim
himayemde, giderek şu din - ül - melik : Melik'in dinenin sağlamlaşması ve ayakta tutunması için de
hizmet et. Sakın hizmette kusur etmeyesin!. Vazifeni bu hususta da yapman ica-
* beder, diye buyursun...
Kerem buyurulsuu», Hak
Tealâ'nm bu şekildeki emrinin ve bu şekildeki hareket tarattım, neresinde
tenakuz ortaya çıkmaz ki? Bu işin kendisinde mi? Han Sahibin buyurduğu gibi Peygamberin ifâ
ettiği vezirlik vazifesinde mi? Yoksa ikisinin birlikteki mahiyetlerinde mi?
Allaha sığınılarak
denebilir ki, güya Hak Taalâ ile, su zamammızdaki ileri gelen ve kendilerini dindar diye ortaya atanlar
arasında bir fark yokmuş (!). Bu gibi zevatın secdeden başı kalkmaz ve
alınları secdeden nasır tutmuş olur. Fakat bu zevatın, (Eşraf çocukları) m.s. (Master of
sience) derecesi almak için
efendileri olan sahip zadelerine -
İngiliz yetiştirmelerine - gayret sarfe-tier, uğraşırlar, Sonra da enspektörlük
derecesine varınca dinî mücessem bu büyükler, şu ileri gelen dindarlar bu
insandan putlara arz-ı minnet eder dururlar ki, bu iki ayaklı devletlû putlar,
kendi mensubu oldukları ailelerine nimet ve bereket ata kılmış ve onlara da bu
ens-pektörlüğü bir lûtf olarak inayet buyurmuşlardır. Devamla, yine Han Sahib
Hazretleri buyuruyorlar:
Bundan su da lâzım
gelmez ki, Hazret-i Yûsuf (A. g) Mısır ülkesinin vezirliğine geçtikten sonra,
tebliğ-i risalette de bulunmamış, yahut da kendi risâletim açıklamaktan
çekinmiştir. Bunun hilâfına, Zat-ı Peygamibe-rîleri, zat-ı muhteremin
bildikleri gibi hattâ hapishanede bile, arkadaşlarına vahdaniyeti îlâhiyeyi
tebliğ etmek yolunu tutmuştur... Elbette bu âyetlerden kati ve şüphesiz sabit
olan mesele de şudur ki, Hazret-i Yûsuf (A. S.) kendi arzu ve isteği ile, bir
gayri - İslâmî hükümetin bir rüknü, bir elemanı haline gelmişti. Bundan sonra
da yine orada gayri - îsîâmî kanun ve gayri - İslâmî nizam yürürlükteydi...
.Böyle bir açıklama yine tenakuza bir delil teşkil eder. Nitekim zat-ı devletlerinin
ileri sürdükleri hususa biraz olsun dikkat edilmiş olurısaydı böyle fecî bir
hatâ işlenmiş olmazdı. îddia edildiği şekilde olunca, Hazret-i Yûsuf (A.
S.) nasıl--bir vahdaniyet
tebliğinde bulunmuş olabilirdi?
Eğer bu vahdaniyetin mânası, m&bedler-de ibâdetleri ve memleketin temel
nizamım teşkil edecek kanun ve nizamlar bir ve tek Allah için olacaksa, bütün yaşayış tarzı dînullaha tâbi
kılınacaksa, o zaman, Han Bahâdır Hazretlerinin teviline göre Hazret-i
Yûsuf (A. S.) memuriyeti kabul etmesi, Hakkı tebliğ etmek
vazifesine muhalif ve zıd olmazım? Yok eğer onun risaiet tebliği böyle değil
de, mabedlerde dinullah yürürlükte
°ulunsun; memleketin içtimaî nizamının her tara-fmda ^ din - ül - melik
yürüyüp gitsin. O zaman, böyle 'bâr ay-nntmın vahdaniyet olmayıp bir aeneviy^L
: ürineiîik (dı> Um) tebliği olduğu da fiilî olarak tebeyyün eder.
Böyle bir durumdan
sonra, şöyîte bir sual de ortaya olur:
Hazret-i Yûsuf (A.8.) un risaletini ilân et-esinin maksadı hangi sebebe
matuftu? O bir peygam-r olarak, halka — hükümdar da dahil olmak üzere — y e
hitap etmesi lâzım gelmez mi? Ben yerin ve göklerirı sahibinin yeryüzünde bir
mümessiliyim, bunun için sizin Allah'tan korkmanız ve bana uymanız gerekir.
Nî-tek'm bütün peygamberler de böyle hitap etmişlerdir :
Allah'tan çekininiz ve
bana itaat ediniz. (Eş - guara, I0S.)
Bu mânadaki bir ilâna
rağmen, yine de Hazret-i Yûsuf (A.S.) un gayri müslim hükümdarın efendiliğini
kabul etmesi, ona boyun büküp itaat etmesi îslâmî nizam yerine onun nizamına
hizmette bulunması nasıl izah edilebilir? Ne ile kıyas kabul eder? Yok eğer
onlara şöyle söylemiş olsaydı: Ey cemaat, ben arzın ve semalara! mutlak
malikinin mümessiliyim; yeryüzünde onun. nebİ-siyim, fakat benim vazifem sizi
Mısır Meliki'nin itaatına çağırmaktır. Devlet başkam olması dolayısiyle onun
emirlerini dinlemeniz gerekir. Demiş olsaydı, bu tebliğ nübüvvet vazifesi ile
kabili kıyas olabilir miydi? Akıl sahipleri için bu beyanat, bir kurtuluş
vesilesi teşkil edebilir miydi? Halbuki o seçkin peygamber, isabetli hareketleri,
hikmet dolu ibretli sözleriyle çevresinin takdir ve hayranlığını kazanarak vezirlik
payesine kadar yük-selmişt1. Onun hal ve tavrında, herhangi bir nâkise ve tezat
bulunmuş olsaydı, kendisine vezirlik gibi ikbal kapılan değil, daha başka
âkibeüerin mazharı olurdu Hele. günümüzün fikir adamlarının, bu şekildeki
zıddiyet taşj--yan bir tutumu kabul etmeleri mümkün müdür? Madem ki,
Peygamberlik müessesesi cemiyeti her bakımdan ıslah edici ve bütünlük arzeden
kaidelerin doğduğu bir mercîdir. Hak Tealâ elçilerini böyle bir memuriyetle vazifeli
kıldığına göre, bu mukaddes peygamberlere de bi-lâ istisna herkesin uyması ve
onları hayat rehberi olarak tanımaları lâzım gelir. Bu âyet-i kerime bu hususu
teyid etmektedir: Hiçbir Peygamber göndermedik ki, ancak Allah'ın izni i!e ona
itaat edile. (Eş - guara, 108)ı Sütün
peygamberlerin insanlığa sundukları en büyük gerçek, tevhîd olduğuna göre, bu
nur kaynağı taifeden nasıl olur da bir peygamber çıkar ve kendisine tâbi
olanlara Allah'a itaat etmelerini değil de Allab"t.a yayrı-ra itaat
etmelerini söyliyebilir? Allah kullarını AJJ&h'ın izni ile değil de
Allah'dan gayrisinin izni ile, Allah'tan ^ayrışma itaate sevkedebilir?
Kur'an-ı ^Serim,
kendisinin Allah tarafından vahye-dildjğini şu şekilde isbat etmek ister :
Allah'tan başkasının
indinden (gelmiş) olsaydı, her halde orada bâr hayli ihtilâflar bulurdunuz. (En
- nisa, 64)
Yâni, eğer bu kitap,
Allah'tan başka birisi tarafından gönderilmiş olsaydı, ey halk siz o zaman bu
kitapta bir hayli ihtilaflı şeyler ve tenakuzlar bulacaktınız; mânası
gözönümâe tutulmuştur.
Fakat Han Bahadır
Sâhib ve onun gibi düşünen kimselerin tevilleri kabul edilirse, Kur'an-ı
Kerim'in beyanatında birçek tenakuzların var olduğu zehabiyle hareket edilmiş
©hır. îşte o zaman, Kur'an-ı Kerim'in kendisi hakkındaki, Allah'ın kelâmı
olduğuna dair ileri sürdüğü ölçü de bozulur. Kur'an-ı Kerim pek saygısızca ve
cahilane bir şekilde itham ve töhmet altında kalmış olur. Alelade Vr kelâm
mesabesine indirilir. Hattâ o zaman Kur'an-ı Kerim'e akıl ve irfan sahibi bir
insanın telif eseri olduğu nazarı ile de bakılmaz.
Gerçek şudur ki, Han
Bahadır Sahib'in bu şekildeki düşünceleri, kendilerinden önce başlamış olan ve
sürüp gitmekte bulunan ve uzun bir zamandan beri devam ede-gelen bir zihniyetin
ibret verici mümessilliğini temsil etmektedir. Ve İslâm'ı kaba nefislerine ve
sığ akıllarına Kore tefsir eden sahte müslümanlara ait yıkılış tarihimi-
zi*ı acıklı
sahifelerini bu bozuk telâkkiler doldurmaktadır. [49]
Günümüzün müslümanı,
kendi büyük maksadını unutarak, insanlığa Örnek teşkil eden hayatını bir tarafa
bırakarak, dünya hayatının bataklığına düşmüştür. Bugün onun nazarında
dindarlığın mânası, ibâdet ve muaşeret âdabı hususunda birkaç şer'î noktaya
bağlanmaktan başka birşey değildir. Öyle ki, isterse kendi cemiyetinin
yaşayış gayesini dünya perestler tanzim etsinler, isterse cemiyeti din
düşmanları şevki idare etsin-, ve bu idarec;ler dinimizin menettiği bir fiili
yapmış olsalar bi-^ le bildiğimiz bu müslüman için birşey- fark etmez. O zaman,
bu gafletin cezası -da Allah tarafından öyle bir sekide verilir ki, onların
koca koca ülkeleri, yerleri yurtları birbirinin arkasından kâfirlerin eline
geçer, kâfirlere boyun eğmek zorunda kalırlar. Fakat ne onlar kendileri, ne de
bildiğimiz o müslümanların uleması bu cezayı da anlamaz ve yine kusurlarının ne
olduğunu kavramazlar. Hangi kusurlarının neticesi olarak bu cezaya
çarpıldıklarının, hattâ niçin cezaya çarpıldıklarını dahi farketmezler. Bu
durumdan kurtulmak için düşünmek ve bu gayri islâmî düzeni değiştirecekleri
yerd?, küfür nizamı altında yaşamak için şer'î çareler bulmağa ve fetvalar
uydurmağa çalışırlar.
Nitekim, bu
fetvalardan biri de ıztırâr : mecburiyet bahanesidir. Bunu ortaya atarak,
tslâmî yaşayış için Sözüm ona - yeni bir
plân tertiplerler. Bu plânla da gayrı - şer'î ve gayrı - islâmî nizam altında
yaşamayı caiz sayarak, ömür sürüp gitmek isterler. Bunun için de Allah Taaîâ
tarafından ardı arkası kesilmeyen cezalar devam edegelir. Onlar da bu
musibetlerin sebebini anlamadan cezanın daha büyüğü sökün eder. Kendilerini
dalâletten dalâlete götürür,
islâm'dan çok uzaklara atar.
Onlar, bu ıztırâr :
mecburiyeti alelade bir mecburiyet gibi düşünürken, Allah'ın sünnetini de bir
tarafa bırakarak, ardı arkası kesilmeyen yeni yeni mecburiyetler türer. Her
yem' mecburiyet arkasından daha başkası ve daha ağırı kendisini gösterir. Bu
şartlar altında küfür içinde :slâm ve küfür tahakkümü altında islâm'ı caiz sayıp
gidersiniz. Fakat, Hak Tealâ tarafından gönderilmiş olan bu cezalar, bu tip
müslümanların yine gözlerini açmaz. Hatta.onlar bu durumu umumî bir kaide gibi
kabul ederler. Biz küfür iktidarı altında İslâm'ı devam ettirme-e;e mecburuz.
Küfrün her türlü tahakkümü ve tasallutu-na mâruz kalmak zorundayız diye bu
zelil duruma katlanılır. Nitekim bu «mecburiyet» in ^arkasında da küfre karşı
hürmet göstermek temayülü bile başlar.
Meselâ, ölü hayvan eti
yemek. Buna ne zaman mecbur olunursa, o zaman böyle birşey istikrah ve ttainti
ile karşılanır. Bunu herhangi bir basit akıl sahibi bile anîamamazlıktan gelemez.
Aslında bu ölü hayvan eti yemek haramdır. Mecbur kalarak bu et yenilir.
Yendiği "zaman da hiç olmazsa kalbde bir nefret, bir kerâhat hissi uyanır.
Böyle bir etin istekle ve lezzetle yenmesine imkân yoktur. Bu etten ancak
doyuncaya kadar yenilir. Mecburiyet karşısında yenen bu et iştahla yenmez, bu
stten; kavurma, kıyma yapıp pilavınızın üstüne oturta-'nazsınız, isteksizlikle
ancak açlıktan ölmemek için iste-bir parça karnınızı doyurursunuz.
İste bu nefret, bu
isteksizlik (istikrah) bütün iş . bütün muamelelerde vardır. Bunların hakikatte olduklarını bildiğiniz
halde, arızî ve mecburiyet tahtında helâl şekle girdiklerini düşünmüyor ? Bu şekilde bütün
bir kavim, bütün bir millet, i yaşayışının medenî, içtimaî ve siyasî işlerinde
dair t h ?U no^tavı gözönünde (bulundurmalıdır: Mecburiyet tinda bu hallere tahammül
etmektedir. Şer'î ve ruhî bakımdan mecburiyete uyuyor. îşte bu günkü bu yaşayış
nizamında nefret etmekle, kerahat hissi duymakla, çekinmekle, yâni-ancak
yaşıyacak kadar ölü hayvan eti yemek gibi bir durumda kalmak mümkündür. Böyle
bir hâle de az bîr zaman tahammül edilebilir. Kısa bir zaman için dayanmak
imkânı olabilir. Tabiatler, mizaçlar çok geçmeden bu şekildeki kerahatli
yaşayıştan bıkarlar. Karşı gelmeğe başlarlar. Yoksa Hak Tealânın, küfür nizamını
benimsiyenlere şöyle mi emir vermesi lâzımdı:
«C halde içlerinden
her sınıftan bir zümre çıkmalı, bir zümre de küfür üzerine kesb-i kemâl
eylemeli, giden zümreler döndükten sonra, onları dalâlete sevketnıek yolunda,
çalışmalı ki, onlar da iyice dalâlete yuvarlanıp gitsinler.» Yahut da :
Sizin idinizden bir
zümre olsun ki, bunlar kötülüğe davet ederler, fenalığı emredip, iyilikten,
doğru yoldan menederler... [50]
Şimdi din hususunda
öyle muazzam bir ilerleme hayal edilmiştir ki, bu sayede nice nice sofular,
âbid ve zâ-hid geçinen kimseler, teşbihlerini çekerek, vekillik, hâkimlik ,
avukatlık işlerine de giriştiler. İnanmadıkları, iman etmedikleri kanunlarla
halkın işlerini düzene koymağa, halk arasındaki dâvaları halletmeğe, onların
arasında hüküm vermeğe kalktılar. Aynı zamanda inandıkları ve iman ettikleri
kanunu da, yalnız arada sırada sözlerini okumak için evlerinin raflarında süs
olarak tutarlar. İşbu ilerlemenin sayesinde de gurup gurup şalinle-, rin (?),
muttakilerin (?) ileri gelen âbid (?) ve zâhid-lerin (?), çocukları da, yeni
yeni dershanelerde, mektep^ lerde, kolejlerde ders öğrenmeğe gittiler.
Oralarda, dink;iüK, maddoperestlik ve ahlâk dışı dersler Öğrenmek vjhıuu
tutarlar. Sonra da kalkar bu küfür nizanımda fiilen çalışmağa başlar ve bu
nizamın kökleşmesi, için gayret sarfederler.
Bir rejim ki, o
çocuklar babalarının gafletleri sayesinde ve bunlar da kendilerinden evvel
gelen kuşakların bu kabil tutumları yüzünden, müslümanların basına esareti
musallat etmişlerdir.
Erkekler bu şekildeki
hizmetleriyle küfre hizmet ederken, kadınlar da erkeklerden geri kalmamak için
bu yarışa hız vermektedirler. Cehalet, dalâlet ve ahlâksızlık kasırgasını
estirmekte maharetlerini isbat ettirmişlerdir. Farz-ı fcifaye'yi ifa etmek için,
erkekleri çpk gerilerde bırakmış oluyorlar. Bu farizeye (!) ilk önce erkekler
başladı, fakat kadınlar bu ğavallı kadınlar, bu dinî fari-zelerini (!) yerine
getirmek için onlardan baskın çıktılar. Bu hâtûn kişiler, ortaya
atılmamalardı, herhangi lor gayrı - müslim muhitte gayri - müslimler onlarla
selâm sabahı kesecek, onlarla düşüp kalkmıyacak, kendilerine medeniyetsiz
yaftasının" yaptırılması gibi korkunç bir tehlike karşısında idiler. [51]
Bugün din'in bu yeni
şekilde düzeltilip, tanaam edilmesini acaba kim istemez, kim düşünmez, kim
beğenmez?" Hakikatte ise, bu yeni tanzim şekli , bu yeni
düzeltSıle>" (mebuslar) değil de kadın mümessiller ifâ ediyorlar. {Müellif).
meler, bugünün işi
değildir- Bu zamanımızdan yüzlerce sene önce başlamıştır. Ne zaman ki, Tatar
kâfirleri müs-lüman ülkelerini istilâ ettiler; bu bozgun havası da foaş-.adı ve
devam edip gitti.
O zaman yalnız «küfür
nizamı altında Islâmî yaşayış» meselesi ortaya çıkmakla kalmadı. Koca koca
ulemâ ve sulehâ (âlimler, sâlih ve teiniz kmseler) kendileri dfe *)u küfür
nizamına hizmet etmek yolunu tuttular. Bugün bizim mekteplerimizde okunan Arabî
ders kitaplarının çoğu bu ulema-i kirâm-i din ve müftiyân-ı şer-î meün : İleri
gelen din uleması ve kuvvetli şeriatın müftülerinin yazmış oldukları kitaplardır
ki, o zamandan beri islâm dünyasında hâlâ okunmaktadır.
Bu yanlışlığın ve bu
hatânın eksikliği:, şimdi bu hatâ ve bu yanlışlığa bir de eski olduğu için
mukaddeslik kisvesini giydirmiş oluyor. Bu böyle bir seyr takip edince,
zamanımızın fakihleri, muhaddisleri ve müfessirlerinin bu hatâya kapılmalarında
hayret edilecek birşey olmaz.
Şu husus da açık
gerçektir ki, bir yanlış ve bir hata «ski olunca, sakinlik ve doğruluk vasfını
ihraz edemez. Hata ve yanlış olarak kalır. Hatta zamanın geçmiş olması da
hatâyı doğru kılmaz. Yine aynı şekilde hatânın çok kimseler tarafından da
benimsenmiş bulun -ması ve çok kimselerin de bu hatâya saplanm'ış bulunması,
da hatâyı hatâhktan kurtarmaz. Eğriyi doğru yapmaz.
Hak'kın kaim olması ve
sebat bulması isteniyorsa, Allah'ın Kitabından ve Resulünün sünnetinden başkasına
bağlanmakla bir netice almak mümkün olmaz. Bütün bu yıkılış devrinde, ilkönce
mecburiyet tahtanda ve küfür devletinin baskısı altında islâm nazariyesi ortaya
çıkmış, yavaş yavaş iş ilerleyerek, nizam-ı küfr'e hizmet caiz sayılmış, sonca
da müstehaphk derecesine varmış ve daha sonra da farz-ı kifâye makamım
ihraz etmiştir.
Bu yüksek
nazariyeye (!) bakınız, nereden başlamış ve nerelere
kadar ulaşmıştır. îş bununla da kalmamış rezalet son dereceye varmış, «Dinî serbestlik tanı-, yan hükümdarlara
sadakat göstermek dinin iktizasıdır.» denmiştir.
Bu nefsanî tefsirciler
çalışarak şu hususu da elde etmişlerdir: Kendi gerilemelerinin her
merhalesinde-aşağıdan aşağıya düşmek, derekeden derekeye yuvarlanmalarına
mazeret bulmak için de Allah dininden medet ummak isterler. Onların bu
istekleri, kendi zanlarma göre şu formüle istinat ediyor: Allah'ın dini bizim
bütün ihtiyaçlarımızın giderilmesini tekellüf ettiğinden, gimcL karşılaşmış
bulunduğumuz mecburiyetler hususunda da onun rehberliği ile yürümemiz gerekir.
Fa,kat aslında, bu zahirî formülün içinde başka ve diğer bir formül de saklıdır.
O da, bu şekilde çalışan kimselerin işlerini istedikleri gibi yürütmekle
herşeyden istifade edebilmeleridir. Madem kî, biz şimdi böyle bir dine sahip
olmak bahtiyarlığını elde etmiş* bulunuyoruz. Ve biz'böyle bîr »dine îman
etmek saadetine kavuşmuşuzdur, bunun karşısında hiç olmazsa, bu dinde farz olan
şeyleri yerine getirelim. Biz l>o dini ilerletmek yerine gerisi gerisine
götürelim. Yânı bizim buna bağlılığımız, dinimizin, her türlü mükellefiyetini
üzerimize alaralk, Allah'ın mü kü olan şu arz üzerinde bu nizamı
sağlamlaştırmak ve bu hususta karşılaştığımız her zorluğu ortadan kaldırmak
şeklînde olmayacak-. 7" Zira bu ^orioHarm kalkmasını dinimiz tekellüf etmiştir
— bîz böyle bir cehd ve gayreti tamamen hayali-ten silerek kendi zevku sefamıza
bakalım. Müslüman-*p*n bulunduğu ülkelerde ne olursa olsun, işimizin ve ^
eŞ*aatimİzin yolunu tutalım. Bir uşak gibi, bizlere ne mır vei"Hirse onu
yapalım. Hattâ din dışındaki her türlü doktrinlere ayak uyduralım. Başımıza
hangi rejim gelirse gelsin, onlara itirazsız boyun eğelim. Dinimiz her haî-ü
kârda bütün ihtiyaçlarınım karşılamağı tekellüf «tnıiştir. Ve biz de böyle bir
dine mensup olmak saıade-tinî elde etmiş bulunuyoruz, derler ve demek isterler.
İşte bunun içindir ki,
böyle hatalı'düşünenler ve bu .şekilde hatalı yola sapanlar, bu hususu meşru
kılmak ve doğru olduğuna kendilerini inandırmak itin de Kur'an-ı Kerim'den ve
Hadisi Şerif den boyuna delil arayıp durmaktadırlar. Bütün Kur'an-ı Kerirn'i
taradıktan sonra, işlerine yarayacak olan Ankebut sûresi, Bakara, Al-i îm-ran,
Enfâl, Tövbe değil de yalnız Yûsuf süresidir. Bu sûre de yalnız Han Bahadır
Hazretlerinin istidlal buyurdukları âyât-ı kerime'lerdir.
Bu şekilde bütün
Sîret-i Nebevi de gözden geçirilir, baştan başa bakılır. Ne Mekke'deki olaylar,
ne Tâifdeki taşa tutmalar onları alâkadar eder. Bedir ve Uhud hesaba katılmaz.
Onların gözü işlerine yarıyacak olan tevil kabul etmesi ihtimali bulunan hemen
şu vak'aya sımsıkı sarılırlar:
Müslümanlardan bir
zümre, asr-ı saadette Habeşistan'a lrcret etmiş, bir müddet orada Hıristiyan
bir hükümdarın memleketinde kalıp güya o devletin tebaası ol-muşlarmış (!).
'Fakat mevzuu gerçek
cephesiyle düşünmeyen bir "kimse değil de, hakkı ve hakikati arayan birisi
kalkıp ti;> bu hususları tahkik edip anlamak isterse, bu hakikatin mahiyeti
de Yûsuf (A.S.) kıssasındaki gibi bir neticeye bağlamı. Zira, bir Nebî Allahü
Tealânın hidayet ve emriyle bir küfür nizamında, gayr-ı İlâhî kanunun yürütüldüğü
bir devlette, başta bir melik olduğu halde vezirlik gibi en müh'm bir mevkiyi
işgal etmesinin sebebi, asıl maksada bu sebepıe ulaşması ve meseleyi bu yoldan
halletmesi içindir.
Müslümanların da
Habeşistana muhaceretlerinin se- bir müslümarı cemaat için, bir gayrı - müslim
medeni ve t ve siyaset nizamı altında hiç olmazsa barınacak bir ver bulunması
ve kendi mescidlerinde kendi usullerine göre, ibadet edeb'lmelerı ve kendi
kalblerinde bulunan akidelerini hiç olmazsa dilleriyle söylemek imkântna kavuşabilmeleri
içindir.
Bu netice başka
suallerin de doğmasına yol açmaktadır. Biz bunları ehemmiyetlerine göre tasnif
etmiş bulunuyoruz. Bunlara sırasiyle cevap vereceğiz. Cevaplarımızın olduğu
gibi anlaşılmadı için şu meselelerin araştırılması icabeder : [52]
1. Al'ahü
Tealâ'nın Peygamberleri vasıtasiyîe insanlara
göndermiş olduğu din yalnız ibadethanelere mi hasred'lmiştir, yoksa bütün insanî yaşayış sahasına mı şâmildir?
2. Bu dinî getirmiş olan peygamberlerin hepsi de
bir tek maksat için mi gelmişlerdir;
yoksa, her birin'n ayrı ayrı muhtelif maksatları im vardır? Bunların
bazılarının maksat ve gayeleri diğerlerinin zıddına mıdır?
3. Hak
Tealâ'mn hakikatte insandan istediği
ne-dır? Bütün yaşayışı boyunca O'na kulluk etmek, O'nun kanunlarına tâbi olarak
çalışmak, O'nun emrine boyun pküp
gitmek mi? Yoksa, yalnız ibadet edip de diğer işede istediği gibi hareket eylemek ve keyfinin istediği hareketi
yapmak mıdır?
Bu suallerin cevabı
şöyledir :
Allah’ın göndermiş
olduğu din, hayatın her safhası-oja u^atan bir sistemdir. Her devre ışık tutan
ve rehber ur'an-ı Kerim yalnız ibadete değil, aynı zamanda medenî, siyasî,
iktisadî, hukukî, askerî ve muaşerete ait bütün müeyyideleri İhtiva eder. Daha
önceki semavî kitaplarda bulunan hükümleri fesh ve iptal etmiş ve bunların
yerine kıyamete kadar devam edecek olan ölümsüz prensipler vazetmiştir. Diğer
semavî kitaplardaki hükümler hakikatte hüküm değil de bir tavsiyeden ibaret
olabilirler. Bunlara bağlanmanın iyi olduğu büdirilmiş, fakat bağlanmanın
zarurî ve farz olduğu ortaya konmamıştı. Ta ki Allah'a karşı bir diyecek
kalmamış olsun.
Bu şekilde ikinci
sualin cevabı da şöyledir :
Nübüvvet, günümüzde
umumiyetle şu şekilde düşünülüyor: Muhtelif peygamberler, muhtelif heyetlerle
geldiler. Hattâ bir peygamberin vazifesi, cemiyetteki küfür nizamını
ortadan kaldırmak için
savaşa girişmek olur, bir d:ğeri de birincisinin aksine olarak, küfür nizamı
içinde yalnız mahdut bir kısım dinî ve ahlâkî ıslâhat ile iktifa eder; belki
kendisi de küfr nizamuıa muti olup, sadakatle bu nizama hizmet etmek yolunu
tutmuş olabilir. Böyle bir anlayış Kur'an-ı Kerim'in beyanına mutabık olmaz.
Zira, bütün kuvvetiyle birlikte şu tasavvur gözönüne geliyor: Peygamberlerin
hepsinin de nübüvvetlerinden maksat, bir ve aynı olmalıdır. AUahü Tealâ'mn
böyle ikisi birbirine zıd, biribirinin hilâfına, biribirinm aksine yo' tutmasını, akıl da
kabul etmeğe hiç bir zaman hazır değildir. Hattâ herhangi bir mâkul kimse
de;"^böy-le bir Allah'a (neuzü billah) hâkim Allah diye inanamaz Bir
taraftan insanların hidâyeti için bir peygamber göndersin, diğer taraftan da kalksın bu peygamberin yapacağı işlerin tam zıddına,
tam tersine hareket edecek başka bir peygamber göndermiş olsun?. Bu da ayrı bir
meseledir ki; bir peygamber Islâmî nizamı kurmak için, çalışacak, uğraşacak,
didinecek, son merhaleye getirecek, başka bir peygamber de çıkacak, bu merhaleleriîı basında mı, arasında mı,
sonunda mı, her neresinde olursa olsun, işe girişecek, birincisinin
yaptıklarını bozacak ve onun işini baltalayacak? Bir üçüncüsünde çıkacak,
davet, tebliğ, yahut da savaş yerine bir nevi aracılık* mahiyetine girip,
hususî şekillerle işi yürütmeğe* 'başhyacakmış? Bunlar muhtelif yollar
tutacaklar da aynı maksat uğrunda yürüyecekler? Hayır böyle birşey olamaz,.
:Bu peygamberlerin hepsi aynı yolu tutacak ve aynı maksat uğrunda çalışacak ve
muhtelif şekillerle, muhtelif yollar takip etseler de aynı gayeye doğru
gideceklerdir. Yâni Allah nizamını yeryüzünde kaim kılmak için, şekil
ihtilâflarını peygamberlerin aslî maksatlarının ihtilâfı diye düşünmemek
lâzımdır. Böyle düşünürsek Hak Tealâ'ya bundan daha büyük ne gibi bir iftira
atmış olacağımızın da farkına varmamız icabeder.
Üçüncü sualin cevabı
şöyledir: Günümüzün müslti-manları umumiyetle şöyle düşünmektedirler: Allah
Tea-lâ'riın insanlardan istediği yalnız şudur: Ona ibadet edilecek, bazı
meselelerde, meselâ gusül, taharet ve bazi helâl haram ölçülerine bağlı
bulunmak. Onlara göre, Allah'ın insanlardan başka bir istediği yoktur, insanî
yaşayışın geniş sahasında insan keyfinin istediği kanunlara bağladır; yahut da
akfmca, şeytanları, cinleri, insi yeryüzüne musallat telâkki eder. Bu cevap günümüzün
dünya - pe-restlerinin aklına ne kadar da uygun bir cevaptır.
Ed-dînü yüsrün : Dinde
kolaylık vardır. Yahut da M&ce'ale aleyküm fi'd-dinî min harecin : Sizin için dine zorluk konmamıştır,
taraftan olan güruh
«'isterlerse'.endileri için bir hayli kolaylıklar icat ededurs'unlar°yie olduğu takdirde her ne
şekilde olursa olsun, bu da uk ve ubudiyet tasavvurunun tamamen ortadan
kalkden*ektir. Kulluk denen şey belki de
bundan daha Un bir hal. almaz.
Zira, bir kut yirmi dört saat zarfında ancak bir iki saat, o da zahirî bir
şekilde kulluk edecek, diğer vakitlerde ise bu kulluktan kurtulup gidecek... Yahut da efendisine bir selâm çakmakla kulluk vazifesini bitirip
tamamlayacak... Ondan sonra da bütün
işini gücünü başka kaynaklara, başka taraflara bağlamakta serbest olacak... Bu
arada .bildiğini de okuyacak.. Acaba bu kimseler Allah'ı nasıl biliyorlar?
Yoksa, onlara göre Cenab-ı Hak, kendini insanların Hâlıki, Rab-bi diye
vasıflandırdıktan sonra, diğer taraftan da bütün insanları kendi başlarına mı
bırakmıştır? Ne yaparsanız yapmız, ne ederseniz ediniz, diye gayet ufak ve
küçücük bir kulluk ve ubudiyetle mi iktifa ediliyor?
Herhangi bir baba,
kendi çocuğuna babalık vasfı ile, herhangi bir erkek karışma kocalık sıfatı
ile, herhangi •bir hükümdar kendi ülkesi halkına hükümdarlık hakkı ile, bu kadar küçücük
şeylerle iktifa etmez. Bu kadar ufak
bir alâkaya razı olmaz. Bir kaç merasim icra ederek, güya sadakat gösterisi
ile vazifeler yerine gelmiş olmaz.
Babalık, ftocahk ve hükümdarlık hakları da tamamen yerine gelmelidir. Evlâdın
babasına karşı, hak -kiyle "evlâtlık etmesi lâzımdır. Kadının kocasına
karşı sadakatli ve itaatli olması gerektir. Memleket halkının da adil ve
dürüst hükümdarına karşı vatandaşlık vazifesinin icaplarını yerine getirmeleri
lâzımdır.
İnsanoğlu nefsine ait
en küçük hakkın yerine gel^ meşini isterken neûzü billah bu na&l Allah
olacak ki, bütün insanlar, bütün insanlık âlemi ve bütün kâinat onun mahlûku
bulunacak da O da bunların bakıcısı ve koruyucusu (perverdigârı) olmasına
rağmen, bunların O'nun-la bir alâkası olmıyacak imiş???
Din ve nübüvvet
iktizası gereğince, kulluk hakkındaki bu tasavvur doğru değilse ve hakikaten
Allah Tea-lâ'mn gönderdiği dinin insanların bütün içtimaî ve ferdî hayatlarının
her tarafına şâmil ise; eğer Allah'ın kullardan istediği her hususta ve her
mevzuda, O'nun kanunlarına uymak, O'nun hidâyet yolunu tutmak ise; eğer
Al-iahu Tealâ peygamberlerini hak yaşayış nizamını kurmak yolunda davet
etsinler ve bu nizamı ayakta tutsunlar, bir Allah'a itaat edip, ona
bağlansınlar diye göndermiş ise, o zaman mâkul bir kimse için, şunu kabul
etmek pek kolay olmaz ki, bütün peygamberler arasında yalnız ve sadece Hazret-i
Yûsuf (A.S.), gelmiş bulunan ûigcr peygamberlerin hilâfına, dinullahı kaim
kılmak yerine, kalkıp da din - ül - Melik'in hükmü altında maliye nazırlığı
hizmetine boyun eğmiş olsun???
Bu meselede olduğu
gibi, herhangi mâkul bir kimse, şu iki zıt meseleyi de birbiriyle
bağdaştıramaz: Bir taraftan Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) Arab'ın gayri - Islâmî
nizamını kaldırıp, onun yerine îslâmî nizamını yürürlü-ğe^koymak için çalışıp
uğraşacak, diğer taraftan Zat-ı Risâletpenahîlermin ülkesine yakın, Habeşistanm
gayrı"-islâmî nizam'ım, o kadar haklı ve doğru addedecek ki, Müslümanlardan
bir cemaata bu nizam altında yaşamalarını sağlamak yolunu ihtiyar edecek...
Aynı zamanda bu'cemaat, din mefhumunu iyi anlamış kimselerden meydana gelmiş
olacak. Dini gerçek değerleriyle tam bir cemiyet sistemi olduğunu kavramış ve
bilmiş bulunacaklar... Buna rağmen bu cemaat, dini dağınık, birbirinden ayrı,
birbiriyle alâkası ve ilgisi olmayan, birbirine bağlı bulunmayan bir şey mi
addedecek?. Yine bu cemaat için Su hususlar o kadar kolay kabul edilebilir
mi?ıEnbiyanm hâl tercümeleri, Kur'an-ı Kerim'in tâlim?, dinin ahkâm e evamiri
hep birbirinden ayrı, birbirine zıt, her biri ay ayrj şekillerde parçalara
bölünmüş, ayrı ayrı tevil ve S}r kabul eden bir şey olsun!.. Bunlardar her
cüz'ü dt .a, bunların her bir tarafı diğerta Cuz>ün yanı oaşında, bunların her
bir tarafı diğer Pişiğinde, açık bîr tenakuz rengi almış bulunakat bir Hâkim'in
kurmuş bulunduğu bu dini mürettep, muntazam bir nizam olma vasfı içinde
görenler, onun her eüz'ünü ve her tarafım tefsir ve teşrih ederken, onun
tabiatını küllî bir nizam olarak gözonünde bulundurmaktan başka bir çare
olmadığını bilmelidir. Her kim de bunun dışında bir tefsir, bir -tâbir veya bir
tevil yoluna giderse — şöhret sahibi bir ulema olsa dahi — bu kimselerin ileri
sürdüğü, hiçbir fikri kabul etmesin. Yine bu cins müfessirler, bu dinde tenakuz
vardır veya Enbiyay - i Kirâm'ın işleri
arasında bir çatışma vardır diye bir iddiada bulunurlarsa, bu kabil fikirlerin
hiçbir kabul edilme haysiyetine lâyık olmadığı kat'iyetle tasdik edilmelidir.
Bu mevzuu burada neticelendirirken şimdi, Sûre-i Yûsuf'un
bahis mevzuu olan yerlerini ve Habeşistan muhacereti bahsini, doğrudan doğruya
açıklayıp aydınlatacağız. [53]
Sûre-i Yûsuf da. beyan
edilmiş bulunduğu şt Hz. Yûsuf (A.S.)
kısası üzerinde düşünürsek,
malûm olur ki, zat-ı peygamfoerilen, daha peygamberlik şerefini elde etmeden,
kendi kardeşlerinin gadrine uğrayarak bir tüccar kafilesinin hıyaneti
neticesinde Mısır Âalz'inin kö-, leşi olmuştu. Bu kölelik devrinde yahut da bu
devirden sonra, zat-ı peygamberleri
hapsedilinceye kadar, geçen zamanda Hak Taalâ tarafından kendilerine
peygamberlik vazifesi bahşedilmiş oldu. — Çok defalar böyle oldu-ği gibi,
Peygamberlik ekseriya sıkıntılı geçen zamanlarda veya hapis hayatında iken atâ
kılınır. Nitekim hapishaneden önceki hayatında O'nun kelâmından Peyganı-berâne bir söz nakİedÜmemiştir.
Ancak kendisi temiz ve fpâk-b, ir-insan olarak tanınmıştı.—.Peygamberlik
şerefini elde ettikten sonra, zat- peygamberileri ilk evvelâ yanındaki
hapishane arkadaşlarına duyurmağa koyuldu. Nübüvvet vazifesini ifâ yolunu
tuttu. Bu davetin hülâsası Sûre-i Yûsuf'un beşinci rükûunda beyan
buyuruî-muştur. Bu bahisleri okuyan herkes Öğrenecektir ki, «ıra-da iken, O
çevresine şöyle hitap ediyordu : Erba&ün müteferrikun : Çeşitli ilâhlara
kulluk, ibâdet etmeyin, Bir olan Rabb'a ibâdet ve kulluk edin. Bu mümtaz peygamber
yalnız kendi muhitini değil, irşadını daha geniş halk tabakalarına da teşmil
etmek istiyordu. Büyiik bir şevkle tebliğine devam ediyordu : Şu Melik : Kıral
denilen ve sizce Rabb diye bilinen, ldm&e benim Kabb&u değildir.
Banim Rabfokn ancak Allah'dır. Baısa uyan ve uyacak olan milletin ibâdet ve
kulluğu da ancak bu Allah'a kulluk ve ibâdet etmekten ibaret olacaktır.
Eübettekî h» müessir sözler zindariın kalın duvarlarını delip geçmeîrto
gecikmeyecekti. Nitekim, Allah'ın teçhiz ve tezyin ettiği bu peygamberin;
diyanet, hikmet, takva ve basiret hususundaki harikulade hal ve etvarı, Mısır
hükümdarını bile teshir etmekte gecikmedi. Ye bu hükümdar, Hazret-i Yûsuf
(A.S.) talep ederek O'na Mısır saltanatının bütün salâhiyetlerini tevdi etti.
Şimdi Hazret-i Yûsuf
(A.S.) un önüne kî yol açılmış oluyordu. Bu yollardan biri, îslârm inkılâp
için umu-mı davet, çalışıp çabalamak, harp darp, etmek ve bu mücadelenin uzun
müddetini göze almaktı. —• ki -çok vakit davetlerde böyle olur ve böyle
olmuştur — İkinci 'se şöyle idi: Allah Taalâriın 'böyle bir zamanda onun ıe
vermiş olduğu kuvvet ve kudretten faydalanmak. ^? .^uvvet^ bu kudreti kullanmak
ve tam manasiyle işin -si için istifade etmek. Kendisine tam salâhiyet olan
iktidar sahibi Melik'in verdiği bu salâhiyet set f1011*161^ düzenini fikir,
ahlâk, medeniyet ve slya-ı*«
değiştirmeğe çalışmak. Aîlah-ü
Taalâ'mn kendisine vermiş olduğa- basiretle, birinci yolu değil de ikinci yolu
maksada ulaşmak hususunda daha yakın ve daha kestirme buldu. Bu yolu da tutup
yürüdü.
Onun bu gayrı - îslâmî
nizama hizmet etmiş olması, alelade, karın doyurup göbek şişlrip ense
kalınlaştırmak için değildi. Hele şahsî makam ve mansıp sahibi olmak İçin hiç
değildi. Fâsİd nizamın ufak tefek işlerinin bir intizama girmes' için de böyle
bir mevkiye geçmemişti. Ancak maksada ulaşmak için bir vasıta idi. O da bu
vasıtayı ibt'mâl etti. Aslında Hazret-i Yûsuf (A.S.) da difer peygamberler
gibi, yaşanılmaya değer olan gerçek yolu açmak ve insanlığa ölümsüz gerçeği
öğretmek için vazifeli kılınmıştı.
Bu işi alelade bir
hükümet memuriyeti telâkki eden zümre, Hazret-i Yûsuf (A.S.)
un bu makama îslâm nizamını cemiyete hâkim kılmak için geldiğini kabul
etmek istemiyorlar. Bu ^nkâr ehline göre, bu yüce peygamber, kâfirâne nizamın
sultası altında Maliye Nazırlığı (Finans ministert veya iktisat vekilliği hizmetini ifâ etmişte
Ve bu mevki şimdiki mevcut devletler ve hükümetlerin mâliyesini idare eden,
defterdar, mal müdürü, hazine emini ve nihayet maliye nazırından daha yüksek
bir makam değildi. Hattâ bizim şu ülkemizdeki
(şimdiki Hindistan ve Pakistan)
kongre vekillerinin ve bakanlarının birisinin rütbesine veya makamına
bile çıkarmak istemiyorlar. Tâ ki, bu nüfuzlu mevki vasıtasiyle asıl yapmak istediği
icraatı umum halka teşmil etmek imkânından mahrum olsun diye. Bu karanlık
zihniyet kendi süflî durumlarına sahte bir mazeret uydurmak için Yûsuf (A.S.)
m vezirliği üzerine almasını gelişi güzel bir şahsın bu makama gelişinden
farklı görmüyorlar. Pek tabiî olarak,
vezirliği ele geçirince, hakikatte bütün
iktidar cevheri de (Substance of power) eline geçmiş olacaktı.
O, selâhiyeti ve
iktidarı Melikten istemişti. Yalı ut da bu mevkiyi elde etmiş veya bu mevkiyi
zorla koparıp alm'ışti. İnkarcı zümre bu hususlara ehemmiyet v?citi k
istemiyor. Hazret-i Yûsuf (A.S.) iktidara geçince acaba Meliki azledip tahtı
ele geçiremez miydi? Asıl üzerinde durulması lâzım gelen mesele şudur ; Hz.
Yûsuf (\.S.)> Taleb ettiği makamla, acaba kâfirâne - nizamı mı devam
ettirecekti? Yoksa, bu vazifeyi kabul ederken, kendi maksadım mı
gerçekleştirmeğe azmetmişti? Yâni İslâm rejimini mi ihya etmek istiyordu?
İkinci ehemmiyetli
mesele de şu noktadadır?. Acaba hakikaten O'nun elde ettiği bu selâhiyetler ve
bu iktidar, o zaman o memleketin nizamını değiştirmeğe yeterli miydi yoksfl
yetersiz miydi?
Bizim kanaatimize
göre, din ve nübüvvet mesleğinin iktizası şudur:
Bize göre, Hazret-i
Yûsuf (A.S.) -'m, İc'alniy *aiâ hazâ'in il - arz : Beni yeryüzünün
hazinelerinin başına
geçir. [54]
demes;nden maksat îslâmî nizamı kurmak olmalıdır. Şunu da bilmek lazımdır ki,
Hazret-i Yûsuf (A.S.) m — hazâ'in el - arz - ı, talep etmesinden maksat bütün
vasıtaların ve bütün vesilelerin ve bütün kaynak-krm (Resources) kendi eline geçmesini sağlamaktı.
Han Bahadır Sahib
hazâ'in kelimesinden alelade verği mânası çıkıyor. Halbuki, Kur'an-ı Kerim'in
hiçbir yerinde
bu kelime, vergi ve
maliye mânasına gelmemiştir.
Kur’an-ı Kerim'in tâlimi
üzerine tetkikde bulunduğumuz zaman bu kelimenin açık bir şekilde, vesâyil,
vasıtalar,
kaynaklar, yâni
(Resources) mânasına geldiği
anlaşılacaktır. [55]
Sözün gelişinden de
anlaşıldığına göre, bir mülkün bütün vasıtaları, bütün kaynakları bir kimsenin
eline geçince, o zaman, o kimse, o mülkün,ve o ülkenin bütün iğlerini ele
geçirmiş olup ülkenin hâkimi durumuna gelmiş olur. Bütün vesayili ele geçirmek
ile ülkenin üzerinde hüküm ele geçirmek aynı şeylerdir. Bu meselenin teyidinde
Bible : (Kitab-ı Ahd-i Atik) de dahi beyan vardır. Orada sarahatle
bahsedilmiştir ki, o zaman Mısır Firavunu, sadece ismen hükümdar ve melik :
Kıraldı. Yoksa amelen ve bilfiil iktidar ve hükümdartık HazreM Yûsuf (A.S.) in
elinde bulunuyordu. [56].
Yâni, döndürmesi, geri bırakması yakışık almaz, böyle yapmıyacak-tır. Bu
âyetlerden Hak Taalâ'Um ademi kudreti bahis mevzuu değildir. Bu âyetlerde
zülüm, imanı zayi etmek, mü'minleri münafıklarla birbirine karıştırmak,
mü'min-leri unutup bırakmak ve bu gibi şeyler Hak Taalâ'nm usulüne uymaz, O'nun
şanına yakfışmaz. O'nun için yakışık olmaz, münasip düşmez, mefhumları açık
olarak an-laşıln.
Şimdi Hazret-i Yûsuf
(A. S.) iktidarı elde ettikten sonra, o' ülkede yine din - ül - Melik : Hükümdarın
kanununun yürürlükte olduğunu Kur'an-ı Kerim'-de buyurulduğu Mâ kâne
le-yeftıoze ehâhü fî din-t*l melik: Melikin kanununa göre, kardeşini aU
koyamazdı. (Yûsuf, 76). .gibi meseleyi tahkik etmek yolun'a gidelim. Bu bahse
ait akla gelen ük şey şudur ki, umumiyetle âyet-i kerimeyi tercüme edenler,
doğru tercüme etmemişlerdir. Mütercimler, bu cümleden, Hazret-i Yûsuf (A.S.)
dinül -Melik : Melikin kanunu gereğince kardeşini alıkoyamazdı, şeklinde bir
mâna çıkarmışlardır. Halbuki bu alıko-yamazd'ı kelimesi kudretsizlik ifadesi
değil de isteksizlik manasınadır. Yâni, cümlenin doğru tercümesi açık şekilde
şöyle olmalıdır. Bu alıkoymak işi Yûsuf (A.S.) a yakışır bir iş değildi. Yahut
da Melik'in kanununa göre, Yûsuf (A.S.) için kendi kardeşini bu tarzda
alıkoymak münasebet almazdı, münasip
düşmezdi.
Kur'an-ı Kerim'in
diğer yerlerinde de bahsedilen konuşmalardan anlaşıldığı gibi, maksat ademi
kudret : Kudretin olmaması değil de adem-ı. münasebet yakışmamak, münasebet
almamaktır. Meselâ başka yerlerdeki mâkâne nin tercümelerine de bakalım :
Mâ kâne'llahü İİ
yutli'a - küm al'el gaybî : Hak Tea-lânın size gaybi bildirmesi gerekmez,
(yakışık almaz, münasip değildir.) (Al-i
îmran, 179)
Buradan anlaşılan şey,
Hak Tealâ size gaybi bildirmez, demek değildir. Bildiremez, bildirmek imkânı
yoktur, bildirmeğe kadir değildir demek değildir. Ancak buradan şu mâna
anlaşılır: Hak Taalâ'nın size gaybi bildirmesi usule uygun değildir, yakışık
almaz, münasip düşmez, uymaz, gerekmez, demektir.
Yine buna benzer
birkaç misâl :
Mâ kâne/llahü li -
yuzıy'a îmane küm : Allah sızan imanınızı zayi edecek değildir. Bakara, 143.
Yâni, Hak Tealâ'mn sizin imammzı hiç
etmesi yakışık almaz.
Fe - mâ kâne'llafhü li
- yeztimehüm : Allah onlara zulmedecek değil. Tevbfe 70. Yân , Hak Taalâ'nm
zulmetmesi münasebet almaz, uygun değildir.
Ve bir diğer
yerde :
Mâ kâne'llahü li -
yezere'l müminine âlâ mâ en tüm aleyh : Hak Taalâ Mü'minleri, sizin bağlı
bulunduğunuz.
şeyden döndürecek
değildir- (Al-i îmran, 179)
Aynı şekilde, Sûre-i
Yûsuf'da bahsi geçen âyet-i ke-me'den bir evvelki âyette şöyle bir cümle geçer
:
Mâ kâne le - nâ en
nüşrike bi'llahi nün şey'in : Herhangi bîr seyit Allah'a ortak koşacak
değiliz. (Yûsuf, 38) Yâni, ortak koşmak, şirk yoluna gitmek bize yakışmaz,
b:zim akidemize uymaz.
Buradan şöyle bir mâna
anlaşılmaması gerekir : Biz Hak Tealâ'ya ortak koşmağa, şirk yoluna gitmeğe
kudret sahibi değiliz, istesek de ortak koşamayız. Bu cümle doğru olarak şu
mânada anlaşılmalıdır: Bizim gibilere, bizini gibi halka, Hak Taalâ'ya ortak
koşmak,, şirk yolunu tutmak işi yakışık aîır bir iş değildir. Bu bizim için
yapılacak iş değildir, bize uymaz, bizim için münasebet almaz.
Bahsettiğimiz
âyetlerden, Hazret-i Yûsuf (A.S.) m Melik'in kanunlarma göre hareket etmek
istiyordu da, bu kanuna göre de kendi kardeşini alâkoyamıyordu diye bir netice
gıkarmak doğru olmaz. Halbuki, Kur'anî ıstılahları ve cümlelerin mânalarını
gözönünde bulundurursak, bu mevzunun sahih ve doğru mânası şu şekilde
anlaşılır :
Melik'in kanununa
göre, Hazret-i Yûsuf (A.S.) m *<Ü kardeşini alıkoyması yakışık almazdı.
Hazret-i Yû-kvJt^ §aU Ve makamma uygun düşmezdi. Elbette bu tetid"1
kerime'den sabit oluyor ki, Hazret-i Yûsuf (A.S.) mî T3" geld*kten sonra
dahi, yine o ülkede gayrı - islâ-suf ^^ yürürlükte kalmıştı. Yani Hazret-i Yuna
kad m karde^er^nm ° ülkeye
vardıkları zama-r- bu gayrı - Islâmî kanunlar, yine o ülkede icra. ediliyordu.
Fakat biz bu hususta, yukarıda anlattığımız gib! düşünmek zorundayız. Bir
memleketin medenî nizamını hepsini birden bir gecede değiştirmek mümkün değildir.
Cemiyet mikyasındaki bu değişme bir zaman işidir. İslâm inkılâbı da böyle olmuştur. İktidar,
islâm'ın eline geçer geçmez, bir çırpıda, bir dakikada, cahiliye nizamına ait
herşeyin ortadan kalkarak, bir anda îsl&mî nizamın yerleşmesi hayal bile
edilemez. Hattâ Hazret-i Resul-ü Ekrem (S,A.) devrinde bile, devlet nizamının
değişmesi tedrici olmuş ve on seneden fazla süren bir zaman içinde bu
değişiklik başarılmıştır. Buna göre, Hazret-i Yûsuf (A.S.) in hükümeti devrinde, bütün eski nizamların
değişmesi de yine zamana bağlı idi.
Mecburî olarak birkaç sene gayrı - islâmî kanunlar yürürlükte İmlunmaya devam
etmiştir. Hazret-i Yûsuf (A.S.)
in düşüncesinde, ilâhî kanunları icra etmek; nazarı itibara alınmamış
ve'hep kâfirâne kanunlarla memleket
idare «ditip gitmiştir, şeklinde bir netice çıkarmak da hiçbir zaman doğru
olamaz. [57]
Mevzuu kapamadan Önce bir kere de Habeşistan muhacereti
hadisesine bir göz atalım :
Bu hadise, bize
şunları anlatmaktadır : Habeşistan-<la gayrı - müsiîm bir hükümdar vardı.
Hazret-i Resûl-ü Ekrem de, Müslümanlardan bir cemaati oraya gönderdi.
Bazılarının düşüncesine göre güya bunlar, o ülkenin vatandaşı olacak, artık
oraya yerleşip, orada barınıp ya1 sayacaklardı. Sonra, yine bu sahabe-i kiram,
o ülkenin hükümdarına sadakat gösterecek, orada barınıp gideceklerdi. Yine
onlar, bu hükümdarın idaresi altında kendi akidelerinde serbest olacaklar,
istedikleri gibi ve istediklerine ibadet edecekler, hem de bu hükümdara,
komşulardan biri saldınırsa, bu müslünıanlar da bu hükümdarın hasmına karşı
zafer kazanması ve muvaffak olması için dua (!) edeceklerdi.
Fakat bu vak'ayı bu
şekilde anlamak ve bu tarzda değerlendirerek anlatmak tamamen hatalıdır. Plânı
tersinden çizmek ve hesabı yanlış yapmak, hatalı yola düşmekten başka bir şey
değildir.
Şimdi, meselenin
izahına geçelim:
1. Hazret-i
Resul-ü Ekrem, müslümanlardan bir cemaatı Habeşistan'a muhaceret etmek için,
yola çıkardığı zaman, Habeşistan hükümdarının Nasara :
Hıristiyanlar arasında, en salih, en temiz kimse olduğu nazarı itibara
alınmalıdır. Nitekim, hadis-i şerif'de gidecek olan muhacirlere, Habeşistan
diyarırim vaziyetini anlatırken,. Zat-ı Saadetlerinin şu şekilde beyanda bulunduklarını görüyoruz :„
Ve hine arzu sıdkun :
Orası doğruluk ülkesidir.
2. Müslüman muhacirlerin o ülkeye
gidişlerinden maksat, ülkenin tebaası, vatandaşı olmak, o ülkeye
yer-te§ip daimî barınıp kalmak değildi. Zat-ı Saadetleri, Habeşistan'a
muhaceret edecek olanlara, muhaceretlerinden önce şöyle bir müjde vermişlerdi :
v haractüm, ifâ, arzll
- Habeşe, hattâ yac'a&'Uahü ferecaa
ve mahrecâ : İnşallah siz Habeşistan ül- varmcaya kadar, Hak Taalâ sîze bir
kurtuluş ve blr terce ihsan ©der.
buradan şu mesele açık
bir şekilde anlaşılıyor ki, o ^, ^ §u hususlar düşünülmüştü : Müslümanlar uşra-*n ağır eza ve cefâya
dayanamıyacak bir hâle gelmislerdi. Bunun için Zat-ı Saadetleri muvakkat
olarak, sahabelerinin bir parça nefes alabilecekleri bir yer arar nnşlardı.
Nihayet Habeşistan'ı bu maksada uygun bulmuşlardı. Bu ülkede, Müslümanlar, bir
müddet için baskıdan kurtulup, küfre karşı tekrar derlenip toplanabilirlerdi.
Nitekim netice de bu şekilde olmuştur.
Hâdisenin gerçek yüzü
bu olduğuna göre, o zaman, müslümanların slrf bir akide serbestliği yüzünden,
gayrı - müslim bir hükümdar ülkesine gitmelerine ve o hükümete sadakat
gösterip tebaa olmaya ve işin en feci tarafı olan, istikbâle ait bir gayeleri
olmadan yaşamalarına imkân ve ihtimal verilebilir mi?
Bu müslüman
muhacirler, Habeşistana vardıktan pek az sonra; Mekke kâfirleri de onların
arkasından, bir sefaret heyeti yola Çıkardı. Bu hey'et Necâşî (Habeşistan
hükümdarı) ndan, bu cemaatı Mekke'ye geri göndermek talebinde bulundu.
Elimizdeki Siyer : Resul-ü Ekrem'in hâl tercümesine ait kitaplarda ve muhaddisle-rin
hepsinin müttefik olarak beyanlarına göre, o ara Necâşî ile Hazret-j Cafer
RadiyaUahü Tealâ anh (Cafer ibni Ebî - Tâlib, Zat-ı Saadetlerinin amcazadesi ve
Hazret-i Ali'nin büyük kardeşi) arasında cereyan eden konuşmalar şu şekilde
anlatılmıştır :
Necâşî yalnız Kur'an-ı
Kerim'deki ıbeyanlarm Hazret-i îsâ (A.S.) tarafından tasdik edilmiş olduğunu
bil--dirmekle iktifa etmeyip, Hazret-i Resuldü Ekremin (S. A.V.) in dahi
nübüvvetini ikrar etti. Hâl böyle olunca, Necâşî'nin müslüman olup olmadığı
hakkında artık ne gibi bir şüphe ve tereddüte mahal kalmış olabilir?
İmam Ahmed (Ahmed 'bni
Hanbel rahmetullahü aleyh) Abdullah ibni MJes'ûd (*R.A.) den rivayetle, — Abdullah
ibni Mes'ûd, Necâşî ile müzakere meclisinin şahsen şahidiydi. — Necâşî'nin
sözlerini aynen şu şekilde
nakletmektedir:
Dedi : Merhaba bi -
küm, ve li - men ci'tüm, min in-x3ihi, eşhedü ennehü resul'Allah'i ve innehü
el-leziy ne-cidü fi'l - İncile ve innehü'l - leziy beşşere bibi 'ebnü Meryem e.
Size merhaba sizi
gönderene de merhaba; O'nun Allah resulü olduğuna ben şehadet ederim. İşte
İncil'de bulmakta olduğumuz kimse de odur. İşte yine Hazret-i Isa' ibni
Meryem'in de müjdelediği şahıs odur.
Şimdi nasıl olur da bu
sözleri söyleyen ve böyle konuşan birisine siz kalkıp da gayrı - Müslim dersiniz?
Beyhakî, Amr ibn-i
As'ın kendisinden rivayet eder ki: (Amr ibni As, Müslümanları Mekkeye geri,
çevirmek için, Mekkeüler tarafından gönderilmiş bulunan heyete dahildi. Bu
heyet Necâşî ile konuşarak ve Necâşî'den Müslümanlara Habeşistan'da, barınmak
müsaadesi verilmemesini sağhyacak ve onları Mekke'ye geri getirmek için
çalışacaktı.)
Amr ibni As bu
meseleyi aynen şu lafızlarla naklet-nıiştir:
Gelip'Mekke halkına şu
şekilde bilgi verdim:
Eshame (Habeşistan
hükümdarının ismi) şöyle zannediyor ki, bu arkadaşınız (hakikaten)
Peygamberdir.
Hakikat bu merkezde
iken, Resûl-ü Ekrem'in Peygamberliğini kabul eden, ikrar, veren bir kimseye
nasıi <*a kalkıp gayrı - Muslinidir diyebiliriz.
İbn-i Hişam, Siret-i
Nebevî'de Amr ibni Âs'm İslâm'ı abul etmesi bahsinde şu hâdiseyi ileri sürüyor
ve Amr
As'm o zamanki vak'aya
ait şu cümlelerini anlatı –Benim sözümü dinle ve O'na tâbi ol. Elbetteki O
(Hazret-i Resûl-ü Ekrem) hak üzerinedir. Elbette ki, kendi muhaliflerine galip
gelecektir. Nitekim Mûsâ da Firavun'a ve onun- ordusuna galip gelmişti.
Bu hâdiseden de
anlaşıldığına göre, Amr ibni As, ilk evvelâ Necâşî'nin tebliği ile, kendi
kalbinde iman hareketini uyandırmıştır.
Allâme Abd el-Birr,
tsti'ab'da şu hutbeyi nakleder:
Necâşİ, Hazret-i
Resûl-ü E&rem (S.A.V.) le Hazret-i Umm-ü Habibe'nin (Radiyallahü Taalâ
Anha) nın gıyaben nikâhını kıydığı
zaman açık bir şekilde şu sözleri söyledi :
Muhammed'in (S.A.V.)
Allah'ın Resulü olduğuna şehadet
ederim.
İşte, Isâ ibni Meryem
(aleyhi selâm) in geleceğini haber
verdiği bu zattır.
Bunların hepsinden
daha mühim ve daha istinadlı rivayet Buharî ile Müslim'in müttefikan rivayet
ettikleri şu hadis-i şeriftir :
Necâşî'nin vefat
haberi gelince, Hazret-i Resûl-ü Ekrem, onun için gıyabî cenaze namazı kıldı
ve buyrudular: Bugün salih bir kimse vefat etmiştir. Kalkınız da kardeşiniz Ashame için namaz
kıhnız.
Bütün bu kesin ve
gayet kuvvetli delillerden S'.m*a> Habeşistan muhaceretinin asıl sebepleri
açık olarak meydana çıkmış oluyor. Bu husustaki bazı kimselerin yapmış olduğu
istidlalin de hatalı olduğu anlaşılmış olması lâzım gelir. [58]
Hindistan'da
Müslümanların yeni siyasî uyanışlar., bizim için yeni yeni bir takım meseleler
doğurmaktadır. Bunların en mühi--mi istikbalde Müslümanların siyasi nizamı ne
olacak, düşüncesiı-dir. Her Müslümamn gönlü, kendi içtimaî nizamlarının îslâm
temelleri üzerine kurulmuş olmasını istemektedir. Fakat günümüzde, dünya
müslümanlarının çoğu, Müslümanlığı sevmelerine .rağmen hakikî müslümanlığı iyi
anlamıyorlar. Şu şekilde ki, onlar İslama inanıyorlar, Islama bağlıdırlar;
fakat tslâmın emrettiği şekilde
yaşamasını bilmiyorlar.
Bu meseleyi,
Müslümanların düşüncelerine yerleştirme!» için, Mevlânâ Mevdûdî Sahib tslâmın
hayat nizaminin ne olacağının -esas plânım, tertiplemiş ve ortaya, koymuştur.
Tafsilatiyle anlatmıştır. Onun bu husustaki beyanatından biri Lahor'da 1939 da
toplanmış bulunan «Müslüman Kardeşler Birliği» nin toplantımrsf-öa konferans
şeklinde takrir edilmişti. Daha o zaman, Müslümanlar, kendi millî
vaziyetlerinin ne şekil alabileceğini dahi tayin etmiş değillerdi. Mevlânâ bu
bahsinde, kendisi bizzat, îsîâm Mîlletine (ümmetine) îslâjnî hükümetin
temelinin ne şekilde olabileceğini anlatmıştı. Bu hükümetin ne maksatla
kurulabileceğini ve bunun esasa ait umdelerinin ne olacağını bildirmişti.
Önümüzdeki sahifelerde
göreceğiniz bu makale,
ikinci bil* Mevlânânın gözden geçirmesinden- sonra, zamanın değişm-a-
hükmünü kaybeden bazı kısımları çıkardıktan
bazı iîâvisîö-ae ekledikten sonra,
muhterem okuyucuların huzurlarına arz e ıWi. Muhterem Müellif bazı
yerleri, daha geniş bir şekilde anlatmıştır. Hazırlayıcı[59]
Elbette şu hususları
bir hayli duymuş, çok yerde de görmüşsünüzdür: «İslâm bir Cumhuriyet rejimidir»,
«islâm, otoriteyi tasvip eder, o halde mutlakıyet yâni diktatörlüğü
benimser», «tslâm sosyalizmin öncüsüdür». Bu ve bunlar gibi diğer iddialar..
İslâmın doğuşundan sonra, birinci asırdan itibaren başlayan ve günümüze kadar
söylenegelen bu sözlerin ardı arkası kesilmiş değildir. İlmî bir temele
istinat etmeyen bu sözler, daha ziyade bu mevzuda konuşan şahsın kanaatine
göre bir vasıf almış ve bu yolla halka sirayet etmiştir. Ancak, benim düşünceme
göre, hakikî dini anlamış, incelemiş ve kavramış bulunan kimselerin sayısı
binde, belki onbinde bir çıkmaz. Hele Is-lâmın tam bir hayat nizamı olduğunu
kavrayanların sayıları bunlardan daha da azdır.
Evvelâ şu, «islâm bir
Cumhuriyet rejimidir; iddiasını tetkik etmek yerinde olur. İslâm'ın Cumhuriyet
rejimi nasıl bir Cumhuriyettir? Bu Cumhuriyetin gayesi ve asıl mahiyeti nedir?
İçtimai veya siyasî adalet hususunda ne gibi hükümler ve ne gibi kaideler
koymuştur. Bunları hangi esaslara istinat ettirmiştir? Bazı kısa görüşlüler,
İslâm'ın bir kısım dış şekil ve hükümlerine bakarak, ona Cumhuriyet veya en üst
kademedeki idareciyi körükörü-ne desteklemek maksadiyle de bazan âmiriyet,
meşrutiyet, diktatörlük veya sosyalizm gibi isimler takmakta ve bu sistemleri
İslama iliştirmek yoluna gitmişlerdir. Çok zamanlar bu gibilerin, kendi
zihinlerinde uydurdukları bir Şeyler belirir ve derhal tslâmı da bu kılığa
sokup bu şekilde göstermek yolunu tutarlar. Onlara göre dünyadaki, °ilhassa,
dünya ülkelerinde iktidar sahibi bulunan kudretli devletlerin, kendi ülkeleri
üstünde tahakküm eden hükümetlerin çeşitli sistemlerini gözönüne koyup, bunlarm
kabul edilmesini isterler... Hele en fazla moda olan ve herkes tarafından
beğenilen kaç şekil varsa, uysun veya uymasın, o şekle sokup, o kılığa
g'rdirip, Ortaya çıkmak iÇ'n uğraşırlar. Bunu isbat etmeğe kalkışmayı da
kendilerince en büyük dinî hizmet sayarlar.
Onlar, ihtimal ki.
İslâm'ı şu şekilde anlamaktadırlar: Felâketten kurtulmuş bulunan ,-ır yetim
çocuk gibi, birisi tarafından himaye altına alınmak.. Yahut da şoy!e düşünürler:
Bizim şerefimiz, sâdece müslüman olmaya bağ-u değildir. Muasır medeniyet
yolunda terakki etmemize ve ilerlememize bağlıdır. Bu terakki ve ilerleme ne
yolda
olursa olsun..
İşte bu gibi
düşüncelerin neticesinde, bu günkü dünyada sosyo - komünizmin gürültüsü ve
patırtısı büyümüş müslümanlar arasmda kabul görmüş, bu yıkıcı akün,
müs-îümanları da kendi hedefine sürüklemiştir. Bu çılgın gurup bir de
îslâmîyeti, bir nevi sosyo-komünizmdir diye tanıtan kitaplarının yeni
baskısını piyasaya sürmekten
çekinmemişlerdir.
İş bu kadarla
bitmemektedir. Ne zaman diktatörlük (Dictatorship) modası ortaya çıksa, bu
zümre hemen ortaya atılıp, Emir'e itaatin farz olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Arkasından bir de fetva çıkararak, İslâm nizamının heyeti umumiyesi ve her prensibinin
«Emire itaat-ı tnahz* dır» yâni İslâm diktatörlüktür diye ilân etmeğe kalkışmışlardır.
Hülâsa, günümüzde
İslâm'ın siyasî gerçeği ve hüviyeti, bir nevi muamma ve bilmece halini
almıştır. Bu bilmece diğer bir ifade ile, bir kafeste bulunan çeşitli kuşların
ötüşlerine benzer. Herkes kendi temayül ve meşrebine göre İslâm'a bir elbise
biçmek yolunu tutmuştur.
İşte bütün bu
sebeplerden dolayı, derin bir araştırma ve ilmî" metodlara uygun bir
tahkike girerek İslâm nazariyesinin esas prensiplerinin ne olduğunu, gün
ışığına çıkarmayı kendimize farz saydık. Bunu yapmaktan maksadımız, sadece şu
başı boş ve dağınık, asli ve esası olmayan düşünceleri ve boş fikirleri
bertaraf etmek değil d*r. Bu şekilde düşünenlerin ve bu hatalı yola gidenlerin
ağızlarını kapatmak da değildir. Esasen bu gibiler, kendi sözleri ve kendi
fikirlerini ilân etmekle, cehaletlerini, bilgisizliklerini kendileri ispat
etmişlerdir. Onların iddialarına göre, İslâmda herhangi bir siyasî ve medenî
nizam yoktur. Bu anlayışlariyle, cehaletlerini ispat etmek iğin bize lüzum
bırakmamışlardır. Belki, gerçeği insanlığa arz etmek ve insanlık camiasının
ufkundaki sun'î sis ve bulutların dağılmasına vesile olarak, onları aydnıhğa
kavuşturmak en aziz emelimizdir. Zira, onların bu aydınlığa herhalde
ihtiyaçları vardır. İsterse, bu ihtiyaçlarının olduğunu anlayacak kadar
izanları ve şuurları olmasın... [60]
Her şeyden önce şunu
bilmek gerekir ki, İslâm bazı dağınık fikirler, dağınık düşünceler ve dağınık
hattı hareketlerden meydana gelmiş bir toplam değildir. Bu kol-. Seksiyonda
şuradan bîr şey, buradan başka bir şey der-teyip bir araya getirterek,
sıralanıp tertibe konmuş ola-tti&a. İslâm, baştan sona kadar intizamlı
binaya veriian isimdir. Temelinden sonuna kadar sağlam bir esasa istinat
edilerek inşa edilmiştir.
islâm'ın en büyük
erkânından tutun da, en ufak cüz'-!. na kadar, herşeyin mantık esaslarına
istinat eden usul üzerine konulmuş olduğu görülür. İslâm, insan , ^y^mm her
şubesine ait, öyle sağlam kaideler ve ka-er ar Vazetmiştir ki, bunların
hepsinin ruhu ve esas i €n h: bu ilk
usulden alınmıştır. İşte bu ilk uyuldallar ayrüir- Bunlar^, çok dalı bulunan
bir esas köküne ve bu köke bağlı dallara benzetil ebilir. İlk usul bu köktür.
Sıra takip ederek bu kökten gövde çıkar. Daha sonra da dallar ve daha sonra da
ince dallar meydana gelir. Fakat nasıl bu ince dallar, dallara ve dallar da
gövdeye ve köke bağlı olarak bir bütün teşkil ederlerse, İslâm da bu hikmete
e.ş olarak, her cüz'ü birbirine bağlı bir bütün teşkil eder.
Bunun içindir ki,
îslâmî yaşayışın herhangi bir dalı veya şubesi, ele alınınca, doğru bir
neticeye varmak için, asıl kökü ve esası ele almak lâ&m gelir. Böyle,
yapılmadığı takdirde, islâm'ın ruhu asla anlaşılmış olmaz. [61]
İslâmda iki mesele
bütün müslümanlarca - malûmdur: Bunlardan birincisi şudur: İslâm, bütün
peygamberlerin kurduğu heyettir:
(Mission). İslâm, yalnız Hazret-i Mu hammed ibni Abdullah (S.A.V.) m
kurduğu bir heyet değildir. Tarihin en eski devrinden beri, örnek yaşayış düsturunu
gösteren bu kaynak, insana ait.-hayatın tâ başm-danberi Hak Taalâ
tarafından gönderilmiş bulunan ilk
peygamberin kurduğu ve o zamandan
bugüne kadar süregelen heyet,
(mission) dir.
ikincisi ise şu
hususdur: Hak Taalâ tarafından, şimdiye kadar yeryüzüne birçok peygamber
gelmiştir, O'n-ların hepsinin de gelişlerinden maksat, Bir olan ve Tek bulunan,
Eşsiz olan Hak Taalâ'mn vahdaniyetini bildirmek; ve ancak O'na ibadet
edileceğini göstermektir. Yalnız O'na (O'ndan başkasına değil) ibadet
ettirmektir
Müslümanlar tarafından
ehemmiyetle üzerinde durulan ve hemen hemen her Müslüman tarafından artık
açıkça belli olan husus şüphesiz bu iki meseledir. Bu mevzu, bütün
müslümanların üzerinde anlaştıkları en kuvvetli noktadır. En büyük âliminden
tutunuz da, en cahil bir müslümana kadar, bütün müslümanlar böyle düşünür ve
böyle bilir. Fakat buna rağmen, ben bu hususta perdeyi bir parça daha aralamak
ve bu noktayı daha geniş bir şekilde açıklamak istiyorum. Çünkü bu iki esas
meseleyi anlamak, ilerde karşılaşacağımız, mevzuları anlamak bakımından
önemlidir. Ve bu perdenin arkasında bir hayli meçhul kalan gerçekler vardır.
Bunları da gün. ışığına çıkarmak icabeder.
Şimdi biraz olsun,
tecessüs gözü ile bakmağa başlayalım. Bu şartla bakınca şu hususu düşünmemiz
gerekir Bir Allah'a Allah diye inanmaktan maksat nedir? Ve şu soruya da bu
arada bir cevap bulmamız şarttır. Niçin yalnız Allah'a ibadet edilecek, ondan
başkasına ibadet edilmiyecektir? Yine şu soruya karşılık vermek zorundayız:
Neden hiç bir kimse, Allah'tan başka birine Ku) olmayacak ve ancak O'na Kul
olacak?
Ma [eküm nün ilâhin
gayruhü : Sizin, O'ndan başka bir İlâhınız yoktur. (EJ-Araf, 65)
Hu dünya çapındaki
muhteşem ilânla, bütün Ta-ğutî kudretleri ve kuvvetleri niçin dağıtmak ve ortadan
kaldırmak istemiş ve bunları niçin silip süpürmüşlerdir?. Gerçek bundan başka
bir şey değilse, şimdi biz niçin camilerde ve mescidlerde Bir ve Tek olan Hak
Taalâ'nnt karşısında yerlere kâpa-ı«p secde edelim de, camiden ve mescidden
dışarı çıkınca da zamanın hükümetine — hangi zamanın hükümeti olursa olsun —
kayıtsız şartsız, itaat yolunu tutup sadakat gösterelim. Hele şu hükümet demlen
nesnenin karşısında jQyun bül&p baş eğelim. Ki, bu hükümet her ne şekilde
Ursa olsun, kendi tebaasının ve kendi
ülkesi halkının v°ya çok, dinî akidelerine ve inançlarına da mü.iahale
eder...beraberce tahkik edelim. Allah hakkında. Embiya (A.S.)
Ue dünyanın diğer kuvvetlerinin arasındaki mücadelenin sebebi nedir?
Kur'an-ı Kerim bir
yerde değil, yüzlerce yerde şu
meseleyi tekrar tekrar açıklamak istemiştir: Her zaman kâfirler ve Müşrikler hep Enbiyâ-i
Kiram (A.S.) ile mücadele edip savaşmışlardır. Bu kâfirler veya Müşrikler çok defalar, Hak. Taalâ'nın
varlığını inkâr etmiyorlardı. Onlar da ne de olsa verin ve göklerin hâUki diye
bir Aİ-îah mefhumunu kafui ediyorlardı. Hattâ bu Kâfirler ve bu Müşrikler
kendilerinin Allah tarafından
yaratıldıklarına kani İdiler. Bütün kâinat nizamının Allah'ın elinde olduğuna dair bir
kanaatleri, vardı. Yağmuru O yağ-dıt'ıyor, suyu O gönderiyor, mevsimleri O
meydana getiriyordu. Güneş, ay, yıldızlar ve yer küresinin O'nun emrinde
olduğuna iman ediyorlardı:
Onlara söyle: Yer ve
yeryüzünde bulunanlar kime aittir,
biliyor musunuz? Diyeceklerdir ki, Allah'ın. Söyle siz (hiç) diişünmez misiniz?
Söyle yedi göklerin ve arş-s a/îm'in Raihbi kimdir? Diyeceklerdir Allah'dır,
Söyle (hiç siz) korkmaz
mısınız? (çekinmez mismiz)? Söyle, her şeyin idaresinin kudreti (melekût)
kimin elindedir, kim (herseyi)
himaye eder ve kendisi himaye edUmez
(himayeye ihtiyacı yoktur). Biliyor musunuz? Diyeceklerdir. Allah. Söyle; ya
niçin siz böyle aldandınız (kandınız)? (Mü'minûn, 84,-89).
Onlara sorsan, gökleri
ve yeri kim yaratmış, güneşi ve ayı Mm hükmü altına almış, elbette Allah
diyecekler; Ya neden yüz çevirirler. (Ankebût, 61).
Eğer onlara sorsan
acaba kim gökten su indirip de, yer öldükten sonra bu su ile o yeri diriltti
(canlandırdı) r FîbetU kî, Allah diyecekler. (Ankebût, 63).
Eğer onlara, sorsan;
kendilerini de kim yarattı. Elbette ki Allah diyecekler. Ya nh/m yüz
çevirirler.
(Efe-zuhruh, 87) Yukarıda mevzubahsedilen bu âyetlerden
açıkça anlaşılıyor ki, Allah Taalâ'nın Haliklİk vasfı o yerin ve göklerin
mutlak Mâliki olması hususunda bir ihtilâf yoktu. Onlar da bu zikred'len
hususlara inanıyorlardı. Bundan ua anlamak mümkün oluyor ki, Enbiyâ (AS) m
geliş maksadı, onlara bu hususları öğretmek değildi. O halde bu peygamberler ne
için gelmişler, bu çetin mücadele ve savaşlar ne üzerine yapılmıştı? Bu müthiş
kavgaların sebebi ne olabilirdi?
Kur'an-ı Ker'rn'in
bildirdiği cihetle, bütün bu şiddetli mücadelelerin çok mühim bir sebebi
vardı. Bu büyük çatışma, peygamberlerin hepsinin de şu gerçeği ilân etmelerinden
doğuyordu: Sizin bir Allah'ınız vardır. Bu Allah sizin de, yerûn de, göklerin
de halikıdır, İlâhınız ve ve Rabbımzdır. Ondam başka bir İlâha bir Rabb'a
inan-mamajîiiz lâzımdır. Fakat ne gezer; dünya bu sözü kabul etmeğe hazır
değildir. Onun içindir ki, çekişmeler de başladı. Şimdi geliniz de tecessüsle
ve inceden inceye bu mevzu üzerinde duralım. Bu büyük beşerî kavganın sebebini
araştıralım. Bu çatışmanın iç yüzünde neler vardır? îlâh'dan maksad nedir?
Rabb kelimesinin mahiyeti ve mânası nedir? Enbiyâ neden ısrarla yalnız Allah'a,
Rabb ve İlâh diye inanılacağını söylemiştir? [62]
Biliyorsunuz ki, İlâh
mefhumu, mabûd, ibâdet edi-kudret mânasına gelir. Fakat şunu da hesaba
kat-lazıindır ki, maalesef siz Mabudun mânasını da unut-ı-Ü5 oluyorsunuz.
Mâbud, denilen kelimenin aslı abede gelir. Abede de Abd'den
yâni kul ve köle keli-gelir.
İbadetin mânası bildiğimiz
ibadet yâni değildir. Tam
mânasiyle kulluk etmek, kölelik etmek, bütün yaşayışı boyunca, emre boyun
eğmek, boyun bükmek, hizmete hazır olmak, fermana itaat etmek için buyruğu
yerine getirmek, yolunda hazır bulunmak
demektir. İşte bunlar
tam bir halde, kül halinde ve hepsi bir arada, ibadettir. Hizmet yolunda hazır
bulunmak, Ttarşısında el bağlı divan durmak, kulluğu itiraf ederek boyun
bükmek, baş eğmek; (manen ve maddeten) vefakârlık; sadakat cazibesine tam
mânasiyle kapılmış olmak; ferman dinlemek için, canla başla' ve her şeyi ile
fedakârlığa hazır bulunmak; bu yolda mal ve canla ça-lişmak, bir işe emir
verilmekle değil de bir işaretle bile derhal içten gelerek koşmak; efendi ne
isterse, derhal tereddüt etmeden ve gecikmeden yapmak; efendinin kuvvet ve
kudreti karşısında, kendi arz ve zilletini belirtmek; efendinin koymuş olduğu
herhangi bir kanuna, neden ve niçin demeden sorgu sualsiz, canla başla itaat
etmek, onun hükmünün haricindeki hiç bir şeye eğilmemek ve böyle şeyleri
tamamen hiçe saymak; her nerede efendinin fermanı olursa orada kelleyi koltuğa
almak; işte bu gibi vasıflar ibadetin asıl mefhumudur. Ve insanın asıl Mabudu
da, kendisine karşı bu şekilde ibadet edilen Mâ-bud'dur.
Rabb mefhumu ne
demektir? Arap lisanına göre, Rabb kelimesinin mefhumunun asıl mânası,
besleyen, besleyici ve koruyucu demektir. Dünyada da bu besleyici "ve
koruyucuya ibadet edildiğinden; bu besleyici ve koruyucu Rabb de mâbudluk
sıfatını ihraz eder. Yâni, bu besleyici ve koruyucu, insanları beslediğinden,
ve koruduğundan kullarının mâliki ve onların efendisi şeklinde wr varlık olur.
Nitekim, alelade Arapça konuşmalarda, mal sahibi, mülk sahibi kimseye de yine
Rabb-ül-mâl denir. Yahut da bunun gibi evin sahibi ve evin mâlikine de
yine" Rabb - üd - dâr diye söylenir. - însan, kendisini besleyen,
kendisine rızık : (Geçim) veren bir varlığı elbette ki
düşünür. Bu varlık, insanı besler, onu
korur,. onun ihtiyaçlarını temin eder, onun sıkıntılarını bertaraf eder. İnsan
bundan bir çok şeyler bekler. Meselâ, kendisinin her hususta geçimini.,
ilerlemesini, sıkıntılardan
kurtarılmasını, onun lütfü ve inayeti karşısında hayat boyunca karşılaşacağı
her türlü müşkülâttan kurtulmak-ve bu gibi şeyler bekler. Meselâ, kendisinin
her hususta geçimini, ilerlemesini, sıkıntılardan kurtarılmasını, onun lütfü
ve inayeti karşısında hayat boyunca karşılaşacağı her türlü müşkülâttan
kurtulmak ve bu gibi şeyler. Böyle bir varlığı veya böyle ümit ettiği bir
kudreti iasan kendisinin sahibi, mâliki ve efendisi olduğunu düşünerek; onun
fermanına ve emrine boyun büker; işte bu
varlığın bu gibi kudretin de ismi Rabb'dır. [63]
Bu ki kelimenin
mânalarına göz atıp düşünürsek, göreceğiz ki, insan'ın karşısına bur varlık
dikilerek, şu iddiada bulunuyor: Senin ilâhın benim, senin Rabb'tn b*e-nim,
bana kulluk edecek misin? Bana ibadet edecek mi; sin? Yoksa, ağaç mı? Tas mı?
Deniz mi? Hayvanlar mı?" Güneş mi? Ay mı? Yıldızlar mı? Acaba O'ndan başka
ki insanın karşısına çıkıp bu koca davayı ortaya at- cesaretinde bulunabilir?
Asla! Hiç bir kimse! însanm karşısına hiç bir kimse dikilip de, bana ibadet
edeceksin, bana kul olacaksın diyemez. Yalnız bir §ey vardır; o da insanın
kendisi, şu gördüğümüz, şu büdiği-** hiç bir şeye yarannyan bir insan bu
cür'eti gö«tere-... Evet bu adamlardan biri, bir ara kalkar <İa inşa-' kasasına dikilir ve ben senin Rabbınım, bana
ibadet edeceksin diye tutturur. Elindeki büyük imkânlarla şı-maran ve ne
olduğunu unutan bu adam çılgın bir ihtiras nöbetine tutularak kalkar da
Allah'hk iddiasında bile bulunur. Çünkü insan zihniyetinde tahakküm hırsı ve hevesi
vardır. Bu azgın ihtiras, insan için, iktidarı ele geçirmek, yahut menfaat
temin etmek, her ne şekilde olursa olsun, diğer insanları kendine râm etmek,
kendine muti eylemek suretiyle başlar; yavaş yavaş bu menfi duygu cinnet
derecesine vararak Allahlık : ulûhiyet iddiasına kadar varır. İnsan yâni şu
bildiğimiz adamlardan biri, kendisini diğer hemcinsinin Tanrısı yapar da işin
içinden çıkar. Çevresini köle haline getirmek, kullar ve esirler gibi onlara
boyun eğdirmek, onlara karşı hüküm vermek, bu hükmünü yürütmek, kendi
isteklerini onlara kabul ettirmenin neticesinde bir ilâh olarak cemiyete
musallat olur.
însan, insanlığının
basından bu güne kadar, böyle Tanrı olmak gibi cazip bir şey? — bütün insanlık
ömrü — boyunca görmemiştir, tatmamıştır. însan için, ufacık bir kudret, bir
servet; bir parçacık zekâ veya bilgi; yahut da herhangi bir şekilde azıcık bir
kol gücü, elde edildi mi, insan kalkar bunu bir büyüklük zannederek kendi haddini
aşmağa başlar ve diğer insanların üzerinde, yâni bu saydığımız hususlarda geri
kalmış bulunanlara karşı —. parasıa pulsuz fakir kimselere, zayıf, nahif,
güçsüz kuvvetsiz kimselere; bilgisi kıt, cahil kimselere; yahut da elinden iş
gelmeyen beceriksizlere — tahakküm etmeğe başlar. îşte böyle bîr hal, bir nevi
Tanrılık iddiasıdır.
Bu şekilde Tanrılık
etmek hevesine kapılmağa yeltenen insanlar, iki çeşit Tanrılığa yeltenirler ve
iki yoldan giderler. [64]
İnsanların bazıları
çok cesaretli ve ataktırlar; hemen ortaya atılırlar ve uzun boylu düşünmeğe
lüzum hissetmeden ve kimseden çekinmeden, peşin hükümlü olarak iddiada
bulunurlar. Yahut da onların elinde Tanrılık iddiasında bulunmak iç'n yeterli
vasıta bulunduğundan, öoğrudan doğruya kendilerine insan üstü payeler verirler.
Ve bu şekilde doğrudan doğruya kendilerini Tanrı ilân etmeğe yeltenirler.
Meselâ, böyle bir hâdiseye örnek olarak Firavunu ele alabiliriz. Görüyoruz ki,
bu adam, milletine başkan olunca ve emrine amade duran, bir ordu bulununca,
kendi idaresindeki halka, Ene Rabbüküm - ül - a'lâ : S'zin yüce Rabbiniz benim
(En - Naziat : 24) demedi mi? Yahut da: M'aÜmtü leküm min ilâhin gayriye :
Kendimden başka sizin bir ilâhmız (Tanrınız) olduğunu bilmiyorum. (El-Kasas:
38). Diye beyanda bulunmadı mı?.
Hazret-i Musa (A.S.)
Firavundan kavminin serbest bırakılmasını istediği zaman, ona sen
Rabbü)âleminin kuliuğuaü kabul et demişti. Firavun da cevap olarak, Benden
başka birisinin Tanrılığını (Hanlığını) kabul edersen seni hapse attırırım-
(Eş-şuara: 20) Tehdidinde bulunmamış mlıydı?
tşte aynı tarzda,
başka bir hükümdar da Hazret-î İbrahim (A.S.) karşısında buna benzer bir
iddiada bu-Ummuştu. Onun da bahsi Kur'an-ı Kerim'dek* şu lafızlarla beyan
buyrulmuştur :
«Sea, İbrahim İle
Rabbı hakkında çekişmeğe^ girişe-** görmedin mi? A Halı ona mülk vermişti... Ne
zaman, *bra&im, oha dedi: Dirilten de öldüren de benim Ra&ban-^>; O
da (karşılık olarak) söyledi: Ben diriltir ve ben . İbrahim de dedi; İşte
Allah, güneşi şarktan doğuruyorr sen de garptan doğdur (bakalım) ? Küfür yolunu
tutmuş bulunan kimse, o zaman afalladı...» (El - Bakara; 258>
Şimdi o kâfirin niçin
afalladığını düşünebiliriz. Afallamış olması hangi sebebe istinat ediyordu? Bu
şaşkınlığın asıl sebebi şu idi: O, Hak Taalâ'nm kâinatın hükmü-* nü elinde
bulundurduğuna, güneşi doğdurup batırdığına bile inanmıyordu. Fakat münakaşa
mevzuu, kâinatın mâlikinin, kim olduğu meselesi değildi. Bu çatışma asıl şunun
üzerinde cereyan ediyordu, insanlar üzerinde ve bilhassa o zamanki Irak
ülkesinde yaşayan insanlar üzerinde mâlikiyet hakkı kimindi? Bu karşı koymanın
sebebi de, o ülkenin hükümdarlığının kendi elinçle olması id'.. Halkın canı,
malı elinde olduğu gibi, istediği gibi de hükmedebiliyordu. Bu sınırsız
selâhiyetle yaşatabilme ve Öldürme imkânına da sahip olduğunu sanıyordu. Ben
cari bağışlarım ve ben istediğimi Öldürürüm gibi iddialara kapılmıştı. Kendi
sözünün kanun ve bütün tebaasının da kendi arzusuna göre hareket etmesini
istiyordu, îşte bunun için de, Hazret-i ibrahim (A.S.) dan, kendisini Rabb
olarak tanımasını taleb etti. Bana kulluk ve ibadet edeceksin dedi. Hazret-i
ibrahim (A.S.) .da bu talebe şu mukabelede bulundu : Ben ancak yerin ve
göklerin HâJik?. ve Rabb'ı olan Allah'a ibadet ve kulluk ederim, dedi. O zaman
bu sözler kargısında, yalancı ilâh afalladı. Hazret-i ibrahim de, şaşıran
birine ibadet edilip, onun kargısında boyun eğilir mi dedi? [65]
Bu şekilde îlâhîık,
Tanrılık iddiasında bulunmak şıs iki Idşiye, yâni IFiravunla Nemruda münhasır
değildir. Daha dünyanın muhtelif yerlerinde nice nice Tanrılık iddiasında
bulunan ve her şey bizdendir diyenler ve buna benzer vasıfları nefsine mal
edenlerin sayıları bir hayli kabarıktır.
iran'da, hükümdara ve
padişaha Hüdâvend ve HÜdâ kelimeleri kullanmak âdet halindedir. Güya bu
kelimeleri söylemekle Iran şahma karşı tam mânasiyle kulluk ve ubudiyet
vecibeleri ifa edilmiş oluyor. Halbuki, hiç bir acem (Iranî) onları Tanrıların
Tanrısı : (Allah) diye düşünmez. Bu zavallı Iran şahının kendisi de bu iddiaya
kalkışmaz, fakat bu kelimeler eski zamandan kalma boş laflardan ibarettir.
işte bunun gibi yine
Hindistanın muhtelif yerlerinde bazı hükümdarlar da kendi neseblerini,
soylarını dev-tâ : Tanrıcık' lara ulaştırmak isterler. Nitekim bunun gibi,
güneş ailesine mensup olanlar, Ay abesine mensup olanlar : Sure bensî ve Çand
bensî gibileri günümüzde bile şöhretlerini kaybetmiş değillerdir.
Onlar Raca'ya da ann
dîtâ : Rızık veren demektedirler. Onun karşısında çok kereler secde bile
etmektedirler. Halbuki artık bugün zavalft Racaların çoğu ken-öilleri dahi bu
idd'ada değillerdir. Fakat böyle şeyler bu dünyada olagelmiştir. Ve bugün dahi
bunun gibilerine rastlamak mümkündür. Bunlara her yerde rastlanamaz.
Ancak, bazı yerlerde
yine buna benzer iddialar yok değildir. Hattâ bazı yerlerde, hükümdarlara, o
ülkenin 'Mh'ne göre Öâh veya Rabb lafızlarının karşılığı olan ke-1 "meler
açıkça söylenegelmiştir Fakat bu kelimeler doğrudan doğruya uluhiyet iddiası
için değilse t'e yine bu Kelimelerin altında bu mefhuma benzer bir şey
gizlenmiş bulunuyor. Bu gibi uluhiyet iddiasında bulunmak için aQiktan açığa
ben Rabb'im. Ben ilâhım. Demeye hacet '°«- İşte insanlar üzerinde iktidarını
sağlamış bulunan aşka bir sivrilmiş insan, da
hükümranlığı ve buvruğiı eline geçirince, efendilik ve biraz daha ileri
giderek Tanrılık dâvasına kalkıp uluhiyet iddiasında bulunur. Nitekim Firavun
da Nemrud da böyle yapmışlardı. Söz ve kelime olarak bunları söylemeğe de lüzum
yok. Hakikatte ise, onlar tlâhlık ve mâbudluğun mefhumunu iddia ederler,
lafzım değil. Esasen lafzın da ehemmiyeti yok, asıl maksad mâna ve mefhumdur.
İşte böylece onlara itaat eden ve kulluklarında bulunan halk da hep onlarl bir
çeşit ilâh telâkki ederek, bu adamlara Rabb'lık ve llâhbk sıfatını bilfiil
teslim ederler, isterlerse, dilleriyle bu gibi ilâh ve rabb kelimelerini de
söylememiş olsunlar. Bu cemiyeti yöneten kimseler de dilleriyle söylemeseler
bile, hal ve hareketleriyle amelen .kendilerini ilâh ve rabb addederek işin
içinden çıkarlar. [66]
Hülâsa, insanlar
arasında doğrudan doğruya uluhiyet iddiasında bulunanların bazılarından
bahsettik, tkin-ci bir kısmı insanlar da vardır ki, bunların ellerinde kâfi
derecede kudret ve imkân yoktur. Böyle bir iddiaya doğrudan doğruya kalkışmak
için ellerinde vesileleri de yoktur. Pakat bunlar politikanın bütün
entrikalarına vâkıftırlar. Halkın zihnine ve kalbine nüfuz ederek dolayısiy-le
böyle bir iddiaya kalkışırlar. Bu gabi insanlar ise, bazı acayip şeyleri,
meselâ, işlerine yarıyacak olan herhangi bir şeyi ele alarak; o meyamda,
herhangi bir ruh, herhangi bir devtâ : Tanncık, herhangi bir mezar, türbe veya
kabir, herhangi bir yıldız, yahut da ağaç ve bunun gibi şeylere üâhhk vasfı
uydurup, halka da bunlar her ne şekilde olursa olsun size bir zarar
verebilirler, yahut da sizin hacetlerinizi görürler diyerek, saydığımız şeyler eibi bu hiçtvr işe
yaramıyan tabuları ilâhlaştırır ve ilâh-Iık kudretini bunlara atfederler.
Bunların gönüllerini hoş ettiğiniz takdirde size yardımları dokunur. Size hayır
bereket gösterirler, size iyilikleri dokunur; aksi takdirde size fenalıkları
dokunur, hayır - bereket ortadan kalkar, hastalık kıthk sıkıntı baş gösterir,
derler. Onlardan me-ded umanlara da kendileri vasıta olurlar. Halktan istediklerini,
bu tabularını öne sürerek elde ederler. Bunun neticesinde de kendilerini
onların vasıtasiyle, bir nevi ilâh yaparlar ve kendilerinin ellerinde bir
kudret olduğunu halka bu vasıta ile telkin edip giderler.
Onların memnun
olmasını sîze iyilik etmelerini istiyorsanız, bize inanın, bizim büyüklüğümüzü
kabul edin. Bizi memnun ederseniz, onları da memnun etmiş olursunuz. Kendi,
malınızı canınızı ırz ve namusunuzu bize bırakın, biz sizi koruruz, derler.
Düşüncesiz, cahil
kimseler de bu gibilerin sözlerine kanarak, yavaş yavaş bu uydurma yalancı
ilâhlar taraftar bulur, halkın kalblerine yerleşir; bu ilâhların mümessili
kesilen öteki açık gözler de, bunların sayesinde ilâh-laşıp giderler. Buna
benzer başka bir zümre de vardır. Bunlar, kehanet, müneccimlik, talih tutmak,
yıldıza bakmak, falcılık, büyücülük, üfürükçülük, çör çöp yakmak, tütsücülük,
nazar boncukçuluğu ve saireyi ellerinde alet olarak kullanırlar. Dolayısiyle
kendilerine bir nevi üâh-kk süsü verirler. Bunlar, Allah'ın kulluğunu kabul
etmiş bulunan kullara şöyle söylerler: Siz doğrudan doğruya "ak Taalâ'ya
yakınlık elde edemezsiniz. Bârgâhı uluhi-yete yakınlık elde etmek için, biz
vasıtayızdır. Biz bu der-Sahın kapısı sayılırız. İbâdet merasimi bizim
vasıtamıs-3- ıcrâ edilir. Sizin doğumunuzdan ölümünüze kadar bü-Un- dinî
merasim bizim elimizle yapılmalıdır.
buna benzer bir zümre de ortaya atılıp, bu
defa Allah'ın kitabını alet ederek, uluhiyet iddiasında bulunurlar. Bunlar da,
Kurıan-ı Kerim'i bilmekten* mahrum bulunan ve Kur'an-ı Kerim dilini
anlamıyanlara karşı, kendilerini Kur'an-ı Kerim'in arkasına saklıyarak, kendi
telâkkilerine göre, Allah Taalâ'nin. dilinden iftiralar uydurup, helâli haram,
haramı helâl kıbp, hükümler ortaya atmağa kalkışırlar. Bu şekilde, onların da
sözleri ve uydurdukları kanunluk vasfını kesbeder. Neticede insanları Hak
Taalâ'nuı hükmü yerine, kendi uydurup ortaya attıkları hükümlere Hak Taalâ'nin
hükmü diye halka intikal ettirirler.
îşte yine bu sınıfa
ait Brahmenlik : Hindu din büyüğü veya Papalık ve daha çeşitli isimler
altında, tâ dünyanın eski devirlerinden beri dünyanın muhtelif yerlerinde
süregelmiştir^ Bunun sayesinde de bazı aileler, silsileler, soylar diğer insan
toplulukları üzerincte^-yük^ aeklik, üstünlük ve efendilik taslayıp
gitmişlerdir. [67]
işte bu bahisleri
gözden geçirdiğimiz zaman görüyoruz ki, dünyada fesadın kökü ve fitnenin aslı
ve esası, insanın insanlar üzerinde kendisini ilâh yapmak istemesinden
geliyor, ister bu Tanrı kılmak ve îlâh'lık iddiası, doğrudan doğruya olsun,
isterse, doğrudan doğruya olmayıp vasıtalı bir şekilde olsun, bozgunun asıU
kökü budur. Bu çeşmenin suyunu zehirleyen asıl zehirli maddenin madeni de
burasıdır.
Hak Taalâ insan
fıtratının bütün sırlarını iyi kullarına öğretmiştir. Binlerce sene tecrübeden
sonra yine görülmüştür ki, insan yine de ne olursa olsun, herhang' bir şekilde
ilâh kabul etmekten vazgeçmek istemiyor. Onun yaşayışında bir ilâh, bir Rabb
kabul etmemek imkânı yoktur. Allah'a bağlanmadığı takdirde, o zaman başka başka
şeyler uydurup Rabb ve îlâh diye bunlara bağlanacaktır. Böyle bir mecburiyetin
dışına çıkmasına imkân yoktur. îşte bunun neticesinde de bir sürü yapmacık
ilâhlar ve Rabb'ler türemeğe başlamışlardır. Bu sahte ilâhlar ve Rabbler her
tarafta üreyip, dünya halkının başına belâ kesilmişlerdir. Şimdi, siz biraz
olsun etrafınıza baktığınız takdirde göreceksiniz ki, milletlerden de
bazıları, diğer bir milleti kendilerine Rabb ittihaz edip işin içinden
sıyrılmışlardır. Bunun gibi yine bir halk sınıfı diğer sınıflardan birini
kendilerine Rabb edinmişlerdir. Bütün bunlar bir tarafa dursun, memleketi
idare eden partiler de kendilerini, halka Rabb yahut îlâh mevkiine koydukları
gibi, halk da bu güruha böyle bir paye atfetmiş durumdadır. Çıkarlarına böyle
bir tutum elverişli geldiğinden, bu makama kene gibi yapışmışlardır. Böylece
m'Iletterin başına geçenler, şeytanın Hak Taalâ'-ya karşı benlik ve varlık
taslaması gibi, nefsanî uluhiyet makamının parlak koltuğuna kurulmuşlar ve bu
sl-nıftan bazıları da millî şef ismi altında makamlarından kopmak
istememişlerdir. Aynı zihniyeti taşıyan başka bir güruh da, milletlerinin basma
diktatör kesilerek, Mâ alimtü leküm nün ilâhin gayriye : Sizin için, kendimden
başka bir İlâh oldtuğunu bümiyorum. [68]
teranesini tutturmuşlardır. İnsanlık camiası veya tek başına insan, her ne
şekilde olursa olsun, hiçbir vakit ve hiç bir zaman Ilâhsiz kalmamıştır.
insanın, insan
üstündeki bu kabil, şeytanvarî Îİâhhk töd'.asmın neticesinde neler olduğunu, şu basit misal gözlerimizin önüne serebilir: -ilâhî irfan ve temyizden bir kimsenin polis müdürü veya herhangi bir idareci
olduğunu farzedelim; bu şahıs kendisini bir şey oldum zannederek, selâh iye
tini nefsine âlet eder ve bir nevi uluhiyet iddiasına kalkışarak, gücünün
yettiği kimselere karşı şiddet ve tahakküme yeltenir. Haklıyı haksız ,haksızı
haklı çıkarır. Ve bu minval üzere adalet mülkünü tarumar eder. Ne oldum
şarabını içtiğinden, benlik sarhoşluğunun ona daha neler yaptıracağmı siz tasavvur
buyurunuz...
Allah'a değil de
nefsine tapanların bu kabil rübubi-yet ve uluhiyet iddiaları ile içtimaî hayat
içinde kuvvet ve nüfuz mercîlerini ele geçirmeleri neticesinde, çok kere zulüm,
İsyan, gayri meşru menfaat temini, ölçüsüzlük, eğrilik ve sayılmayacak derecede
rezaletler bir korkunç âfet gibi cemiyeti kırar geçirir. Fıtrî olarak temiz ve
hür yaratılmış olan insarii, bin bir türlü esaret kanunla-^, zindanvarî ve
ıstırap dolu bir hayata mahkûm eder. Böyle bir icraatın neticesinde ise, o
cemiyet geriliğin karanlık ve korkunç pençesinde yıkılışa mahkûm olur,
gi-df.r.
Doğrunun ve doğruluğun
cevheri, Zat-ı Sadakatpe-nâhîleri, (Hak Taalâ, O'na O'nun âline ve ashabına
sala-vat ve selâm göndersin.) Ne kadar doğru buyurmuşlardır:
Allahu Taalâ (azme ve
celle) buyuruyor İd: Ben kullanım temiz yarattım. Sonra şeytan gelip, onları
yollarından saptırdı. Onlara helâl
olan şeylerdten kendilerim mahrum bıraktı.
(Hadis-i Kudsî).
İşte insanların
başlarına gelen belâların, musibetle-rir., rezaletlerin ve fenalıkların
dalbudak saldığı kök budur. Gerçek mânada bir ilerlemeğe engel teşkil eden sebepler
de bu noktadan çoğalıp yayılmaktadır. Ahlâkı bozan, İlmî, fikrî kuvvetleri
felce uğratan, medenî yaşayışa zehir katan, cemiyet hayatını dejenere eden, siyasî ve İktisadî
hayatı faziletten uzaklaştıran ve hülâsa olarak insanlığı insanlıktan
uzaklaştıran hep bu korkunç meseledir. İnsanlık zincirinin ilk halkasından bu
güne kadar, şer ve kötülüğün bu korkunç fideliği devam ede-gelmektedir. Maddî
salgın hastalıklarından daha müthiş olan bu tahribatı durduracak tek bir Çâre
vardir. İnsan, bu çeşitli ve türlü türlü uydurma Tanncıklan, ilâhları ve
Rabb'cikleri bir tarafa bırakarak, yalnız ve yalnız Ce-nab~ı Rabb - ül -
âlemi'ni Rahb olarak tanıması şarttır. O zaman, bu dertlerden bu belâlardan
tamamiyle kurtulmuş clunur. Bundan başka ne çare ve ne de çıkar bir yol vardır.
Hangi fikre, hangi felsefeye veya hangi doktrine sı-ğınılırsa sığınılsın bu
çeşitli ilâhlar, onların ensesine binecek ve bunlardan kurtulamıyacaklardır. [69]
İnsan hayatını
temelinden düzeltmek, onu yaratılışına uygun yola sevkedebümek için, Enbiyâ
(A.S.) nin nurlu kafilesi, en çetin gayret ve çalışmaların bayraktarlığını
yapmışlardır. Bu insanlığın gerçek rehber ve mürşitlerinin mücadelelerindeki
esas nokta, insanların insanlar üstündeki uiuhiyet ve rububiyet iddialarını
kökünden sö-kÜp temiızlemekti. Onların aslî meslek ve heyetleri, insanin §u
yalancı, uydurma Tanrıeıklardan ve Rabcikler-<*en ve bu şerli sultanın
zulmünden, haksız menfaat sömürücülüğünden kurtarmaktı.
Onların pırıl pırıl
ıştddıyaaı ulvî maksatlarının hedefi SU idi: İnsana insanlığını Öğretmek,
insanı insan karşımda baş eğdirmemekÖ. Bütün insanların eşit olduğu ıkİ
tatbikî olarak gerçekleştirmekti. İçtimaî hayatı üzere tesis etmekti. Ve yine insanlara,
Allahu Taa- ibadet etmenin yolunu açmaktı.
Onların hepsinin de
büyük müjdeleri şöyle idi :
Ey kavim, Allah'a
ibadet ediniz, sizin O'ndan gayrı bir İlâhınız yoktur. [70]
Fakat Hazret-i
Muhammed-Î Arabî (S.A.S.) bu tev-hid akidesini en güzel şeklîde beyan
etmişlerdir:
işte ben sizi
uyarıcıyundır. işte, Vahid - ul - Kahhar olan Allah'tan başka bir" ilâh
olmadığı hakkında sizi uyarıyorum. Göklerin ve yerin ve bu ikisinin arasında
bulunanların da Rabb'i ancak O'dur. (Sad, 65-66).
Elbette ki sizin
Rabbınız gökleri ve yeh yaratmış bulunan Allah'tır. (A'raf, 54).
Güneş, ay ve
yıldızlar, hep O'nun emrine boyun bükerler. Dikkat, yaratmak da «enir» de
O'nun değil midir? (A'raf, 54).
İşte, O, bir ve tek
olan Allah sizin Rabbınızdir. O'n-dan başka herhangi bir İlâh yoktur. Her şeyin
yaratıcısı O'dur. Bunun için sizin O'na kulluk etmeniz' lâzımdır. O sizin her
şeyinize -'e her işinize yeter.
(En'âm, 102).
(Halka) ancak Allah'tan
başka birisine ibadet etmemek için emir verildi. Temiz bir yol ile ihlâs ile
ibadet edercesine ibadet..
(El-Beyyine, 5.)
Geliniz bizimle sizin
aranızda . müşterek bulunanı (husus) ta, birleşelim ldt Allah'tan başkasına
ibadet et-miyelim, O'na hiçbir şekilde ortak koşmıyahm, Allah'tan gayrı»
aramızda bazımızı da kendimize Babb diye uydus*-mıyalim, (Âl-i îmran 64).
tşte bu mânâ âleminden
doğup #a karanlık dünyamızı aydınlatan, sesler, insan ruhunu, insan aklini,
insan fikrini ve düşüncesini hep bu maddî kuvvetlerin baskı ve köleliğinden
kurtarmak gayesine matuftur.
İşte bu emsalsiz
düstur, gerçek hürriyetin yegâne anahtarıdır.
Bu bakımdan Hazret-i Muhammed (S.A.V.) in örnek hattı hareketi Kur'an-ı
Kerim'de şöyle tavsif edilmektedir:
(Bu Peygamberdir
İd), onların sırtından yüklerini
kaldırıp, onların (boyunlartndaki) zincirleri eözer. (Sûre-i A'râf; 157) [71]
Peygamberler (A.S.)
örnek ve ideal insan yaşayışı için öyle bir düzen tanzim etm şlerdir ki, bu
nizamın mihveri ve merkezi, bu nizamın cevheri ve ruhu, îslâmın siyasî
görüşünün temeline istinat eder. Bu siyasî nazariyenin de esası ve temel'
şudur: islâm'a göre, hüküm vermek ve kanun vazetmek ihtiyara ti ve selâhiyeti
tamamen insanlardan selbedilmis ve insanların elinden çıkmıştır. Bütün
insanlar, ister toplu halde olsunlar, isterse tek başına olsunlar, kanun yapmak
ve hüküm vermek İslâm'da yalnız Allah Taalâ'ya aittir. Bu selâlryet ancak ve
kat'î olarak Hak Taalâ'nın elindedir.
İşte, hüküm Allah'tan
bankasının değildir. Onun emri gereğince, mahza kendisine itaat edilecek, kendisinden
başkasına her ne şekilde olursa olsun ibadet edil-nüyecektir. işte sağlam din
de budur. (Yûsuf; 40).
Derler : Emrin
hakkında bize de bir iş düşer mi? s°yle
: Emr tamamen Allah'a mahsustur. (Âl-i Îmran, 154)
^ Dilinizin vasf
edip, yalan uydurduğu gibi, buna heI»l» şuna haram
demeyiniz. (En Nahl, 116).
Her kim, Allah'ın
nazil kumaş bulunduğuna göre u«üm vermezse, işte o
kâfirlerden olur. (Maide, 44).
Bu nazariyeye göre,
hakimiyet : (Sovereignty) tek ^ina ve
yalnız Allah'a aittT.
Kanun vazıı :
(Law - giver) yalnız Hak Taalâ'dır. [72]
Herhangi bir insan, bu insan peygamber bile olsa yine kendi indinden hüküm
vermekten yahut da bir hüküm kaldırmaktan men edilmiştir. Cümle peygamberler
dahi Allah'ın hükmüne itaat etmek mecburiyetindedir.
Ben, ancak bana vahy
olunmuş şeylere tâbi olurum, (En'âm, 50)
Umum insanların
da cümle peygamberlere (A.S.) taat
etmelerinin sebebi O'nlar
kendiliklerinden hüküm
vermezler, kendileri kanun
vaz etmedikleri gibi
yalnız: Hat Taalâ'mn hükümlerini ve kanunlarını beyan ettiklerinden
dir.
Hiç bâr peygamber
göndermedik İd, ancak AHalı'nt izni ile kendisine itaat edile. «îz;n» :
(Sanction). (En - Nisa, 64)
îşte bunlar o
kimselerdir ki, onlara kitap, hükm ve nübüvvet verdik. (En.am, 89)
Hüküm :
(Authoritv)
Hiç bir beşerin haddi
değildir ki, Allah'ın böyle bir kitabı, hükmü ve nübüvveti gönderlmiş olduğu
halde, halka şunu söylesin; «Siz, Allah'a değil de bana kul olacaksınız.»
Bilâkis böyle bir ihsan ve beşaretten sonra,-insanhğa şöyle hitap edilir:
«Siz gelin de Allah'a
kul olun.» (Al-i îmran, 79)
Buna göre İslâm
Devletinin aslî hususiyet ve prensipleri hakkında Kur'an-ı Kerim'deki
(yukarıda anlatıldığı g?foi) temel
kaideleri açıklıyalım :
1. Herhangi
bîr zümre, herhangi bir a^le, silsile, sülâle, hanedan, herhangi bir sınıf veya
devlet, hükû met ve saltanat dahi, meşru ve gerçek hâkimiyet sahibi değildir.
En yüksek hâkim : Hâkim-İ A'lâ (sovereign) yalnız ve ancak Allah Taalâ'dır.
Diğerleri hep tebaa ve reayadırlar.
2. «Kanun
vaz etmek» de Allah'dan
başka kimsenin hakkı değildir.
Bütün müslümanlar toplanıp bir hıraya gelseler dahi,
kendileri iç:n bir kanım vaz' edemezler. Aynı
zamanda, Hak Taalâ'mn vaz1 etmiş
oldu-;;u kanunları da en ufak bir şekilde tevil ve tahrif edemezler ve
değiştiremezler. (34).
3. îslâmî devlet de yalnız Allah tarafından
peygamberi vasıtasiyle gönderilmiş bulunan kanuna,
- her ne şekilde olursa olsun, her ne halde bulunursa bulunsun -
istinat etmelidir. Bu devletin idarî
:şlerini yürütecek olan hükümet de, ancak ve ancak bu kanunlara itaat etmek ve bu kanunları
nazarı itibara almak şar-tivle idarenin
başında bulunabilir. Bu hükümet,
ancak Allah'ın kanunlarını
icra etmekle mükelleftir; başka k'r şey yapamaz. [73]
Bu mevzu tetkik
edildiği zaman, ilk nazarda şu hususlar göze çarpacaktır: îslâmî hükümet,
Avrupa-vârî £ayrı - dinî Cumhuriyet (Seculer Democracy) değildir, -^cak bu isim
felsefî, noktayı nazardan Cumhuriyet oluştur. Gayrı - îslâmî cumhurî
hükümetde, en «yük-* hâkimiyet» ülkeırn sâkinlerinin umumun elindedir, şiarın
reylerine göre, kanunlar yapılır; onların reylerine bu kanunlarda değiştirmeler olur. .Bu
kanunlar istendiği zamanda icra ve infaz edilir yahut da icra edilemez, kâğıt
üzerinde kalıp gider. İslâm'da ise böyle bir ş?.y .yoktur ve olamaz.
İslâm'da insanların
yaptığı kanunlarla mukayese kabul etmiyecek yükseklik ve derecede bir kanun yapma
makamı vardır. O da Allah Taalâ'dır. Resulleri va-sıtas?yle bu gerçek ve ulvî
kanunlar gönderilmiş olup bu hükümler milletlere ve hükümetlere teb-.1 ğ
edilmiştir- Bu bakımdan Islâmî Hükümete, Avru-pavari mânada «Cumhuriyet demek»
imkânsızdır. Eöyle bir Islâmî Hükümete; «Üâhî Hükümet» ismi v.rmek daha doğru
olur. İşte bu İstılaha îngilizce-iu de (theoeracy) : dinî hâkimiyet denebilir.
Fakat burada da yine mühim bir başkalık vardır. Avrupavârî <theoeracy) ile
islâmî teokrasi, yine biribirinden ayrı ve bambaşka bîr şeydir. Avrupa
teokrasisinde malûm bir AÜmre, bir ruhanî smıf, hususî bir mezhebi topluluk
(Priest Class) Hak Taalâ'nın ismini kullanarak, kendilerine alet ederek, bu
ismin arkasına sığınarak, kendileri hâkimiyet' ele geçirirler, kendileri kanun
vaz ederler ve bu kanunları da yürürlüğe koymak yolunu tu -tarlar.[74]
Bunlar, amelî ve fiilî
bir şekilde, kendilerini Tanrı verine koyarak, halkın üzerine musallat olup,
halkın ensesine b'nerler. işte böyle bir hükümete, böyle bir durumda İlâhî
hükümet yerine, şeytanî hükümet ismi vermek daha doğru,olur.
Bunun aksine,
İslâmî teokrasi, bambaşka
bir ma-h:yet arz eder. İslâmî
teokraside hâkimiyet herhangi bir ruhanî zümren n yahut da mezhebi ve dinî bir sınıfın, elinde değildir.
Bu hâkimiyet umum
müslümanlann,. hattâ tek tek her müslümanın elindedir.
Bütün müslü-manlar, hattâ müslümanlann her ferdi bile, Allah Taalâ'nın kitabı ve O'nun Resulünün
sünnetine uyarak bu hâkimiyeti yürütüp
giderler. Eğer bana bu husus Âçin ayrı
ve yeni bir istilah vaz etmek ve bir terim ismi vermek müsaadesi verilirse,
ben buna (Theo - demoeracy) yan'j «ilâhî
cumhurî hükümet» demek istiyeceğim. Zira, böyle bir hükümette böyle bir idare
sisteminde «hâkimiyet» yalnız Hak
Taalâ'nın elindedir. Allah'ın
ikti-dar-ı âlâ'sının (Paramaouncy) sayesinde,
müslümanla-ra mahdut ve sınırlı bir şekilde, umumî hâkimiyet : (Limited Popüler soveicignity) ata kılınmıştır. Böyle
bir hükümette, inzibat,
intizam ve icrâî. kuvvetler :
(Exe-cutive) ve tanzim
etme :şi (Legistature) müslümanla-rın reyine
bırakılmıştır. Hükümet İdaresinin
başında bulunanları,
müslümanlar istedikleri zaman
azletmek salâhiyetine mâliktirler. Bütün
nizamlar, muamelât ve «Şeriatı ilâhî'de hakkında acıdık bulunmayan hükümce, müslümanlann ;cmâ
şeklinde alacakları, müşte -e«
kararla ve İlâhî kanuna
mutabık olması şartiyle uküm
istintaç ederler. İlâhî
kanunun tefsiri ve
şerhi "iç bir zümreye, hiç bir hanedan veya nesle yahut blr hususî topluluğa
verilmiş değildir. Bütün müslü-ar arasında herkes bu hakka sahiptir.
Ancak, içtihâd kabiliyeti olmak ve bu mevzuda rüsuh sahibi olmak şartı ile
tâbir ve teşrih edilebilir. İşte bu itibarla bu hükümet bir demokrasi
hükümetidir. Ancak, böyle bir demokrasi hükümetinde de İlâhî kanun mevcud
olunca, Allah Taalâ'nın Resulü vasıtasiyle göndermiş bulunduğu hükümler elde
olunca da, herhangi bir müs-lüman, ister bu müslüman bir ferdi vahid olsun,
isterse herhangi bir emîr olsun; yahut kanun koyan zümre olsun, müctehid veya
âlim olsun, dinde en ileri gelen bir şahsiyet olsun, hattâ bütün dünyadak
Müslümanlar bir araya toplanıp gelseler dahi bu ilâhî kanun hükümlerinde en
ufak bir değişiklik yapmak hakkına haiz olamazlar, işte bunun için bu hükümet
nizamı «teokrasi» dir.
Yukarıda bahsedilen
hususları biraz daha etraflıca şerh etmeğe çalışalım: İslâm'da demokrasinin
hudud landırılması ve bu şekilde kayda bağlanması niçin ve ne sebepledir? Bu
hududlandırmanın ve kayda bağlanmanın şekil ve nevileri nedir?
Bazıları bu hususta
itirazda bulunurlar. Hak Taalâ böyle yapmakla, insandan, akıl ve ruh
serbestis'mi kaldırmıştır. Halbuki, hakikat tamamen bunun tersinedir. Hak
Taalâ insandan akıl ve ruh serbestisini kaldırmadığı gibi; akla, düşünceye,
hattâ vücuda ve cisme de serbestlik bahşetnvştir. İşte bunun en kesin delili de
kanun vaz etmek işini Hak Taalâ'nın kendi elinde tutma-sıdır. Kanun yapmanın
Allah'ın elinde bulunması, insanın fıtrî serbestliğini elinden almak için
değ'ü, belki bu fıtrî serbestliği korumak içindir. Böyle olmasaydı, insan esas
yolu şaşırır ve kendisinv kendi ayağı ile çamura yuvarlayıp giderdi.
Avrupanın isim uydurup
taktığı şu gayrı - dinî Cumhuriyet, iddia edildiği gibi, halk hâkimiyetine (Popular sovereignity) ye istinat eder. Bu
hususta biraz düşünmek ve bu meseleyi tahlil etmek lâzımdır. O zaman göreceğe
ki, toplanıp da hükümet kurmuş olan halk kendisi bizzat kanun vazıı değildir.
Hattâ kendileri de bu kanunları icra ve infaz etmezler., Onlar, hâkimiyeti
muayyen bir zümrenin eVne vermişlerdir. Bu zümre halkın yerine halka kanun
vaz'ederler. Bu kanunları da yine bu zümre infaz yolunu tutar. Bu maksat için
de bir seçim şekli tertiplenmiştir. Bu kanun yapan ve seçilmiş olan zümrenin
düşüncesine göre, halk , ahlâk, emanet, diyanet ve adalet nimetlerinden
niahrum bulunmaktadır. Seçilen zümreye göre, halkın düşünce-snin hiç bir
ehemmiyeti yoktur. Yâni halk hiçtir. Bunun için de seçimleri kazananlar ve
seçimlerde muvaffak olanların çoğu, halk üzerindeki servetleri, bilgileri,
ataklıkları, hitabet kabiliyet' ile yalan vaitler ve aldatıcı propaganda
sayesinde seçilirler. Halk onlar için kandırılan ve menfaatlerine göre güdülen
bir zümredir. Bu usullerle ahmaklaşan ve daima gerçek dışı hâdiselerle başbaşa
bırakılan efkârı umumiye bu güruha kendilerini idare edecek yetküeri vererek,
işin içinden çıkarlar. Politika bezirganları da iş başına geçince de
servetlerini daha çok arttırır, şahsî menfaatlerini Ön plana alarak, devletin
ve milletin sırtından daha müreffeh geçinmek îçn, hususî sınıfların
faydalanmaları uğrunda kanım çıkarır, nizamlar düzenlerler. Bu çıkarcı
kanunların maddî yönü zavallı halkın sırtına yüklenir. İşbu belâ Amerikada da
vardır, İngilterede de mevcuttur. Bütün Cumhuriyet cennetinde yaşadıklarını
iddia eden memleketlerin hepsinde de aynı durum cereyan etmektedir.
»Meselenin bu taraf mı
gözden geçirdikten sonra, Şimdi farz edelim ki, bu seçilmiş zümre, halkın
istekleri yc halkın rızası üzerine kanunlar vazedip yürütme yolunu tutmuştur. O
zaman şunu da görüyorâz ki, halkın kendis bu kanun ve nizam mefhumundan hiç bir
şey anlamamaktadır, insanın fıtrî zaafının neticesinde, ba-xan kendisine ait
işlerin çoğunu, her tarafını veya her cephesini göremez. Bu yapılan işlerin
hakikat derecesi-n de tâyin edemez. Hattâ bir çok hususları asla göremez
haldedir. O zaman bu gibi işlerin hal ve faslı, (Judgement) da tek taraflı
olur. Bunun üzerine, tesir altında kalmak, tarafgirlik, şunun bunun tavsiyesine
râm olmak, hattâ kendi nefsinin arzusuna uymak ve bu g'.bi şeylerin baskısı
alfanda, sâf ve temiz olarak aklî ve ilmî hususlarda insanın tarafsız olarak
rey vermesine imkân yoktur. Ve hattâ çok kere, aklî ve ilmî husus-, larda,
gayet açık ve gayet belirli meseleler dahi, yukarıda bahsettiğimiz, tesir
altında kalmalar, tarafgirlikler, nefsânî istekler ve sa:renin karşısında
mağlup olup giderler! Bu noktanın isbatı için bir hayli misâl .yermek
kab'ldir. Burada bir tanesinden
bahsedebiliriz:
Bir zamanlar Amerikada
içki içme yasağı' kanunu (Prohibition Law) ortaya çıkmıştı. İlmî olarak,
içkinin sıhhate zararlı olduğu isbat edilip ileri sürülüyordu. İçkinin aklî ve
zihnî kuvvetler üzerinde kötü tesirleri olduğu beyan ed'liyordu. Medenî hayatı
berbat ettiği»1 ortaya atılıyordu. Bu gerçekler kabul edildikten sonra,
Amerikan efkârı umumiyesi, içki içmenin yasak edilmesine razı oldu. Neticede
içki İçmenin yasak edilmesi için bir kanun teklif edildi. Nitekim bu kanun
halkın reyi ile kabul edildi. [75]
Fakat kanun yürürlüğe
konunca, y'ne bu kanuna rey vermiş bulunan halk, kanuna karşı geldi. Bu kanunu
dinîemiyenler gizlice daha çok içki içtikleri gibi, sakJica yapnan içkiler daha
kötü ve sıhhat için çok daha mu-üirdi. Yapılan istatistiklerdeki rakkamlar,
içkinin serbest olduğu zamandan daha fazla içildiğini spat ediyordu. Bunun
neticesinde de suçlar çoğaldı; yapılmadık rezalet kalmadı. Nihayet yine aynı
halk, bu defa rey vererek, eskiden haram kılmış oldukları içkiyi bundan böyle
helâl kıldılar. [76]. İşte içk'nin haram olduktan
sonra tekrar helâl kılınması, ilmî ve aklî bakımdan, içki hakkında önce
düşünülen hususların yanlış olduğu ve içkinin zararlı değil de faydalı bir şey
olduğu ispat edü-diğ için değildi. Yalnız, halkın kendi cahilane isteklerine
bağlı bulundukları ve nefsânî arzularına karşı gelemedikleri için, içki helâl
kılındı.
Böyle bir halk, kendi
hâkimiyetini ve kendi nefsini şeytana uydurmuş ve bu. şeytanın tahakkümü altına
girmiştir. Nefsânî emeller kendilerine îlâh olmuştu. İşte bu ilâhlarına kulluk
etmek için de bu kanunu değiş-t rip, zararlı olduğunu bildikleri halde, içkiyi
yine serbest bıraktılar. Akıl, ilim ve mantık gereğince bu nesnenin zararlı
olduğu bilindiği halde, yine bu kötülüğe boyun eğdiler. Buna benzer daha bir
çok tecrübe var-clir. Bu tecrübelerden şu kesin neticeye gitmek mecburiyeti
vardır. însan kanun koyma : {Legislator} ehliyetine ve kabil yetine sahip
değildir. Eğer bir insan diğer ilâhlara boyun eğip kulluk etmezse bile, yine
her ne şekilde olursa olsun, kendi nefsânî isteklerine boyun eğip kulluk
edecektir. Kend; şeytanî nefsini kendisine ilâh yapıp onun hükmüne uyacaktır.
Bunun için, insan
hürriyeti bir ölçü dairesinde mü- bir şekilde ayarlanmış olmalıdır. Bu sebepten
dolayı Hak Taalâ'da islâm'da bazı ölçüler ve hadler tây\n ftmiijtir. Bilindiği
gibi İslâm'da bunlara «Hududuİlah : (Divinc Lamites) denir. İşbu hudud, bu
ölçüler, insan yaşayışının her sahasına, her şubes ne birkaç usul, nizam ve
bazı kat'î ahkâm : (Hükümler) koymuştur. Bunun neticesinde yaşayışın her
sahasında denge, ahenk ve itidal elde edilmiştir. Asıl sebep de şudur-ki, siz
tam olarak istediğinizi yaparcasına serbest ^olursanız, başkalarının hukukuna
tecavüz etmeniz de aynı nisbette artacağından bazı nizamlar : (Regulations) da
yapmak lâzım gelir. Bu nizamlarla serbest hattı harekete bazı ölçüler ve bazı
hududlar tayin edilir. Bu ölçülerin hiçe sayılmasına ve hududun aşıîmasnla
müsaade verilmez. Çünkü bu ölçülerin bozulması ve hududun aşılması, hakikatte
başkalarının hakkına tecavüz ediJdiğ1, yaşayış nizamının bozulmasına ve bu
şekilde işlerin fâsid bir hâle
gelmesine sebep olacaktır.
Misâl olarak, insana
ait- geçim s'stemini gözönüne alalım. Hak Taalâ, şahsî mâiikiyet hakkı üzerine
zekâtı farz kılmıştır. Faizi ve tefeciliği men etmiştir. Gayrı meşru ortaklıkları
ve ticarî anlaşmaların önüne sed çekmiştir. Veraset için kanun vaz eylemiştir.
Para kazanmanın ve sarfetmenin usulleri bildirilmiştir. Bütün d anların ne
şekilde olacağını göstermiştir.
İnsan, eğer gösterilen
bu usuller üzerinde hareket ederse ve kendi -ş gücünü bu gösterilen şekillere
uydurmuş olursa; o zaman, bir taraftan kendi şahsî serbestliğini ve şahsî
hürriyetini : (Peraonal Liberty) muhafaza etmiş-olmakla beraber, diğer
taraftan da sınıf mücadelesi: (Class War) ne son verilmiş olup, bir zümrenin
diğer zümre üzerinde tahakküm etmesinin ve bir sınıfın diğer halk sınıflarının
üzerine tasallutta bulunmasının ortadan kalkması sağlanmış olur. Bu esas - kaideler olmaksızın ferdî servet azmanlığı
olan zâlim kapitalizm, işçi sınıfı üzerinde diktatörlüğünü kurarak, cemiyetteki
muvazeneyi tahrip etmiş olur.
Yine bunun gibi,
ailevî hayata : (Family Life) gele lim. Hak Taalâ, şer'î giyinme ve kuşanma,
şeref ve namus, erkeğin idareyi elinde bulundurması; kan - koca, çocuklar, ana
- baba hak ve vecibeleri, nikâh - talak hul' (Talak müddetinin sona ermesi)
hükümleri, taaddüdü -zevcat (Polygamiy) : (çok kadınla evlenmenin) şartı ve
müsaadesi; zina »ve kazf (zina ve bu hususta başkalarına iftira atmak) müeyyide
ve'cezalarını tâyin etmiştir. Bunlar huduttur, bunların her birine gereken
dikkat ve saygının gösterilmesi lâzımdır. Fertler bu hususlara ne kadar
riayetkar olursa, cemiyetin bünyesi de o nisbette sağlam ve sıhhatli olur- Aksi
takdirde, insanın evi kendisi ;çin bir zindandan farksız bir hale gelir. Eğer
İslâm'ın aile hususundaki mühim prensipleri lâyıkı veçhiyle tatbik edilmezse,
kadının şeytanî serbestliği, günümüzdeki gibi insan medeniyetini kökünden ve
temelinden dağıtıp berbat eder.
Yine aynı şekilde,
insanların medenî ve içt'maî haklarını korumaları için Hak Taalâ «Kısas
Kanunu)) ihsas et-m ştir. Hırsızlık edenin cezası elinin kesilmesidir. İçkinin
haram küınmasV-kadınlara ait Örtünme emri ve bunlar gibi müstakil kaideler de
vaz edilmiştir. Bu müeyyidelerle fesadın ve anarşinin önü alındığı gibi bu
gibi hastalıkların cemiyete girdiği kapı da en kuvvetli şekilde kapanmış
olur.
Şimdi burada ben,
Hududullahm geniş ve mükemmel fihr stini size çizecek ve bunları sıralayacak
değilim. Bunların insan yaşayışı için ne kadar ehemmiyetli ve ne kadar zaruri
olduklarını birer birer sayıp dökecek de delilim. Burada size ancak şu
kadarını söylemek ve hatırlatmak istiyorum ki, Hak Taalâ öyle bir müstakil,
değişmez ve tadil kabul etmez bir düstur (Constitution) koymuştur ki, bu
düstur insanın ne ruhî serbestliğini ortadan kaldırır, ne de onun aklî ve
fikrî hürriyettim elini kolunu bağlar ve muattal bırakır. Belki, bunlar için
saf, temiz ve doğru bir yol gösterilmiştir ki, insan kendi cehaleti ve
zaafından dolayı, her zaman düşebildiği hatâ ve unutkanlıktan kurtulup, kendi
fikrî ve aklî kuvvetlerini yanlış yolda harcamasın. Ve insan hakikî felah ve
ilerleme yolunda doğru caddeyi tutup, yürüyüp gidebilsin.
Faraza, sizin bir ara
dağlık mıntıkaya yolunuz düşmüş olsa, yoldan geçerken ,göreceksiniz ki, bir
tarafta derin dereler, diğer tarafta sarp kayalar vardır. Caddenin kenarına da
işaret taşları konmuştur. Yoldan geçen ' yolcular, yanlışlık yaparak, bir
tarafa çarpmamaları ve uçuruma yuvarlanmamaları için. İşte burada yolu gösteren
işaretler, yolun kenarına dikilmiş bulunan bu korkuluklar ve işaret taşları
yolcuların hürriyetlerini kısıtlamak gayesi ile mi konmuşlardır? Elbette ki,
aklı selim böyle bir iddiayı varit görmez. Asıl maksat, yolcuların selâmetini
korumak ve onları tehlikeli durumdan kurtarmak, onları muhtemel bir tehlikeye
karşı ikaz etmektir. Her dönemeçte, her viraj "başında, herhangi bir
tehlikeli yerde bu gibi işaretler ne için konmuştur? Pek tabiidir ki, sizin
doğru yoldan sapıp tehlikeye düşmemeniz için . Yok, aksi takdirde bu işaretler nazarı
itibara alınmaz da hürriyet sarhoşluğu ile gel'şi güzel yol yürünürse ölüm
tehlikesi de kendüiğinden davet edilmiş olur.
İşte Hak Taalâ da
bunun için; yâni selâmet yolunu tutup da maksada ulaşmamız için, bu şekilde
«hudut» tayin etmiştir. Bir düstur kararlaştırmıştır. Bu hudut, insan
yaşayışmdaki yolculuğun doğru ve şaşmaz istikametini tayin eder. Aynı zamanda,
yol istikameti boyunca, her
hangi bir dönemeçte, virajda, yolun herhangi bir tehlikeli yerinde, size doğru
istikameti, bu yol işaretleri gösterir. Siz bu işaretleri takip ederek caddede
tehlikeye düşmeden yürüyüp gidersiniz. Size de o tarafa değil, bu istikamette
yürürseniz doğru yolu bulursunuz deniyor ve bu. yol işaretlerle gösteriliyor.
Hak Taalânın mukadder
kıldığı bu düstur, değişmez ve değişme kabul etmez bir düsturdur. Eğer siz
isterseniz, bazı Avrupavârilik felâketine uğramış Müslüman ül-İteler gibi, bu
düsturun hilâfına harekete kalkışıp bu düsturun aksine bir yol tutsanız büe,
yine siz bu düsturu değiştirmiş olamazsınız. Çünkü bu düstur kıyamete kadar
kalacaktır ve değişmeyecektir. Islâmî hükümet de kurulunca yine bu düstur
üzerine kurulacaktır. Kur'an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniye durdukça bu düstur
dünyada baki kalacaktır. Belki bu düstur bir zaman için dahi sizin ülkenizden
de kalkmış otamyacaktir. Müslüman bulunduğunu? müddetçe bu düstura bağlı
bulunmanız şarttır. Buna mecbursunuz.. [77]
Bu «düstur» un Ölçüsü
dahilinde İslâmî Hükümetin kurulmasının maksadını da Hak Taalâ kendisi tâyin etmiştir.
Bunun açıklanması hususunda da Kur'an-ı Kerim' in muhtelif yerlerinde, âyetler
vardır. Cenab-ı Hak buyurmuştur ki :
«İşte biz
peygamberlerimizi, parlak delillerle gönder-(l'k , onlarla birlikte Kitap ve
Mizan (ölçü) de nazil kıl-<"U kî, halk arasında adaletti kaim
kılsınlar. Bir de «D«s mir» i nazil kıldık ki, bunda şiddetli kuvvet, halk için
de fuydater vardır.» (El Hadîd, 25).
İşte bu âyet-i
kerimede «Demir» den maksat, siyasî *uvvet
yahut da «kuvvet-i
kahire» (Coercive power).
dii1- Resullere de şu
vazife ver.lmis.tir ki, Hak Taalâ'nın nurlu hidâyeti ve Hak Taalâ'nın Kitabı
ile onların eline verilmiş bulunan Mîzân (ölçü) ile doğru ve sahih bir şekilde,
mütevazin (Well Balanced) bir vazyetde, halkın yaşayış nizamına rehberlik
etsinler ve içtimaî adaleti : 'Sociaî Justice) kaim kılsınlar. Kur'an-ı Kerim
yine buyuruyor ki :
Onlara eğer yeryüzünde
bir iktidar mevkii verirsek (üosdoğru.namazlı kılarlar, zekâtı verirler,
iyiliği emr ederler, kötülükten vaz geçirmeye çalışırlar. Bütün umurun akıbeti
Allah'a râci'dir. (El - Hacc, 41).
Siz halkın arasından
çıkarılmış bulunan en iyi ümmetsiniz ki, mârufa (doğru yola) emr eder,
«miinker» den (eğri yoldan) men «der ve
Allah'a iman eylersiniz. (ÂI-i îmrân, 110.) [78]
A. Müsbet ve âlem şümul hükümet :
Yukarıdaki
âyetlerin üzerinde düşünüldüğü zaman açık bir şekilde
anlaşılacaktır ki, Kur'an-ı Kerim'in planladığı hükûmet'ten maksat, menfi (Negative)
bir htikû-frıet değildir. Bunun bir müsbet (positive) maksadı vardır.
Bu hükümetin hedefi halkın
birbirlerine karşı, bir nevi üstünlük tesis etmeleri değildir. Hürriyeti
bir züm-ıe lehinde istimal edip yine bu zümreyi tafdil ederek onu memleket müdafaası için kullanmak da değildir. Bu nizamın değişmez iktizası, içtimaî
adaleti ahenkli bir şekilde gerçekleştirerek, Allah'ın Kitabı'nuı emri gereğince, bu adaleti câri kılmaktır,
islâm Devletinin maksadı, cemiyetin bünyesini kemiren fenalıklar, ne şekilde
olursa olsun, ne vaziyette bulunursa bulunsun ortadan kaldırmak ve tahribat
yaptığı yerden kesip atmaktır. Bu fena-klarm yerine ne şekilde olursa olsun, ne
vaziyetde bulunursa bulunsun, iyilikleri yerleştirmektir. Bu iyilikleri Hak
Taalâ Kitabında anlatıp beyan ettiği gibi yürürlüğe koymaktır. Bu işleri
başarmak için mahalline ve yerine göre de siyasî kuvvetten faydalanmak ve
siyasî kuvvet ve kudreti de kullanmak vardır. Bundan başka tebliğ, (propaganda)
telkin ve tâlim de hesaba katılmıştır. Talim ve terbiyenin her sekli gözönünde
tutulmuştur. Topluma müsbet şekilde tesir etmek, onların üstünde fazilete
dayanan bir nüfuz kullanmak dahi hesaplanmıştır.
Malûmdur ki, bu
şekildeki bir hükümet, işlerini muayyen bir daire içinde hududlandırmasına
imkân yoktur. Bu nevi hükümet alemşümul bir hükümettir. Böyle bîr hükümetin
çalışma sahası, bütün insanlığı ihata eder. Bütün insanlık yaşayışının her
sahasını sarar. Böyle bir hükümet ve böyle bir teşkilât insanî yaşayığm her
şubesinde hususî bir ahlâk nazariyesi ortaya koyar. Bu ahlâk nizamını kendine
has bir şekilde tanzim eder. Buna mukabil hiç bir şahıs, hiç bir kimse için
hususî (private) muamele yoktur. Şahıslar arasında ayrılık gayrılık gözetilmez.
İşte bunun içindir ki, bu hükümet bir nevi faşist veya komünist hükümet
şekillerine benzetilmek istenmiştir. Fakat dikkat edilirse, bu hükümetin
alemşümulİüğü olmakla beraber, içinde bulunduğumuz bu zamanda yaşadığımız bu
asırda, ne tam mutlakiyet (Totalitation) ne de b'r istibdat (Authoritataion)
hükümetlerinin şeklindedir. Böyle bir hükümet şeklinde, şahsî hürriyet ortadan
kalkmış değildir. Ne de böyle bir hükümette bir şahıs tarafından istendiği
g'bi emir vermek yâni «âmiri-yet» : (dictatorship) nazarı itibara alınmıştır.
Böyle bir hükümetin haddi kemali başka b'r şeydir. O da İslâmî hükümet
nizamının esası demektir ki, bilmen hükümet şekillerinin hiçbirine uzaktan veya
yakından bir benzer-* k arzetmez. Tamamiyle kendisine mahsus bir hüviyeti
haizdir. Hak ile bâtıl arasında ne kadar ince bir nokta vardır. Bunu idrâk eden
bir basiret sahibinin kalbi şe~ hadet eder ki, böyle ahenkli ve düzenli bTr
nizam, hakikatte insan eseri olamaz. Bu nizamı tertibe koymak ancak
HakTaaİâya mahsus olabilir, O da Hâkim ve Habir oîan Hak Taalâdır, [79]
B. Cemaatli Ve Usul Üzerine Hükümet
îsîâmî hükümet
düsturunun ikinci meselesi de şudur: Bu kuruluşun maksadı ve dünya çapındaki
alemşümul ıslâhatı nazarı itibara alınacak olursa bu mesele kendiliğinden
açıklanmış olacaktır. Böyle bir hükümet ancak Öyle bir halk arasında
kurulabilir ki, bu cemaat bahsedilen düsturlara iman etmiş, inanmış olsunlar.
Bu düsturlara göre amel etmeğ: kendilerine bir aslî maksat saysınlar. Onlar
bu düsturların yalnız kurtarıcı vasıflarına inanmakla iktifa etme>ip, bu
İlâhi sistemin bütün hususiyetlerin ve
her noktasını iyi anlamış olmaları gerekir.
islâm, bu hususta
herhangi bir coğrafî sınıra, renk Cs'yah, beyaz ırk vesaire) ve lisan
kaydına bağlanmaz. O, İlâhî
nizamını bütün insanlığın karşısına çıkarmıştır. O, kendi ulvî
gayesin ve kendi islâh programını bütün
insanlığın gözleri Önüne sermiştir. Bu gayeyi bu programı kabul etmek isteyen
herhangi bir k'mse hangi ırktan ve hangi soydan gelirse gelsin; hangi
memleketten, hangi milletten
olursa olsun, bu İslâm camiasına ortak olur, Bu cemaata karışır ve hükümet
kurmak hakkına da mâlik bulunur. Yok, bunları kabul etmediği
takdirde, -o zaman bu hükümeti kurmakta b'r hakkı kalmaz. Ancak bu nü-, kûmetin
muayyen hududlan dahilinde, (maddî ve
manevi hududîarj -.vZimmi»
tebaa (Protected Citizen)
vaziyetinde kalır. Bu zimmileri korumak için de İslâmda yine bunların
haklan ve hukukları mahfuzdur.
Bunların canları, malları, haysiyet, şeref ve namuslarının tamamının
korunması da lâzun gelir. Ancak hükümet kurmak hususunda kendilerine bir hak
tanınmaz. Zira, bu hükümeti kuracak olanların, böyle bir kuruluşa samimî olarak
inanmaları ve bağlanmaları icap eder. [80]
İşte bu sebeplerden
dolayı, İslâmın bu hükmüne istinat edilerek, onu Komihvst Devlet sistemine
benzetmek istem'slerdir. Fakat komünist devlette başka sistemlere bağlı
bulunanlar da kurulacak olan hükümete iştirak ederler: Onları vazife dışı
bırakmak, komünistlik yolunu takip eden hükümet sisteminde yoktur. Fakat bu
husus, İslâm hükümet'nde vardır. İslâmla komünistliğin arasındaki büyük
farklardan biri de komünistlik iktidarı elde edince, kendi prensip ve
gayelerini başkalarının üzerinde zorla tatbik etmeğe kalkmasıdır. Komünistl'k
halkın malını, mülkünü, emlâk ve arazisini zorla alır. Terörlük, adam
öldürmeler, kan dökmelerin derecesi yükselir. Binlerce, on binlerce insanı
Sibiryanm cehennemine gönderirler. Fakat İslâm kendi prensiplerine
inanmıyanları, kendi nizamına bağlı kalmak istemiyenleri, yani gayrı
-Müslimlere o kadar lûtüf ve şefkatle sinesinde barındırmıştır ki, onların
hakkında adaletle zulüm, doğrulukla eğrilik hususunda bir imtyaz hattı bile
çizmiştir. Bu âdi! hükümleri gözden geçiren herhangi bir insaflı kimse, bir
bakışta şunu anlar ki, Hak Taalâ tarafından gelmiş olan bu kurtuluş nizamının,
beşerî hastalıkları ne sekide ve nasıl çalışarak sıhhate kavuşturduğunu anlar
ve idrâk eder. Bu aydınlık sistemin, uydurma, düzmece ve yapmacık
ıslahatçıların çizdikleri kanlı yoldan geçme-diğ ni teslim eder. Her şeye ait
hakkın hakkiyle teslim edildiğini görür. [81]
Ben şimdi size, Islâmî
hükümetin teşkilatını ve bunun çalışma tarzını biraz olsun açıklıyacağım. Şu
meseleyi de müteaddit defalar söylem'ştim. İslâm'da yegâne ve tek Hâkim Allahu
Taalâ'dır. Bu temel usulü gözör.ün-â?. bulundurarak, şimdi siz şu sual üzerinde
düşünebilirsiniz. Yeryüzünde Hak Taalâ'nın kanununu hükümran kılmak iç'n,
çalışma yolunu tutanların mevkileri nedir? Ne olmalıdır ve bu mevkileri nasıl
elde etmelidirler? O zaman siz yine kendi zihninizde şu şekilde düşünmeniz
lâzım gelir: Bu ilâhî kanunu tatbik etmek istiyenlere el-betteki Cenab-ı Hak
tarafından bir niyabet, bir tâyin suretiyle selâhiyet verilmiş olması
lâzımdır. Sahih ve doğru olarak bu mevkileri ancak İslâm onlara vermiştir. Nitekim,
Kur'an-ı Ker'm'de buyrulmuştur ki:
Sizin içinizden, iman
edip de sâlih amel tutan kimseleri, Allaih yeryüzünde halife nasbetmeği vaad
eder. Nitekim sizden evvelkiler de halife nasbetmişti. (En - Nur, 55)
İşbu âyet-i kerime
İslâm hükümet nazariyesini : (Theory of state) gayet açık ve belirli bir
şekilde ortaya koymaktadr. Burada iki esaslı nokta vardır:
Bipinc'si: İslâm'da
hâkimiyet ve hükümet yerine hilâfet kelimesi kullanılmıştır. Isüâm
nazariyesine göre, Hâkimiyet Allah Taalâ'ya mahsustur. Madem ki, Rabb-ül-alemîn
her mekânda ve her yerde hükümran olduğuna göre, İslâm hükümetinin başındaki
idareci olsa olsa Hâkim Alâ'nın bir halifesi : (Viegerent) olabilir. Bu kimse
de ancak kendisine emanet edilmiş olan selâhiyetler dahilinde (delegated
powers) icra-i hükümet etmeğe mü-sadelidir.
İkincisi de şu husustur
k\ âyet-i kerime'de Halife nasbedilmek vaadi, bütün müminlere verilmiştir.
Herhan-g' b;r hususî şahsın halife olabileceği söylenmemiştr. Bundan şu
anlaşılır ki, her mümin halife olabilir. Hak Taalâ tarafından müminlere vaad
edilmiş bulunan hali-t'el'k de umumî hilâfettir. (Popüler vicegererency) Herhangi
bir muayyen şahsa, yahut da aileye, hanedana, soya, silsileye, zümreye ve
sınıfa mahsus değildir. Her müm'n kendi yerine göre, Allah Taalâ'nın
halifesidir. Halife olmak hasebiyle, bu müminlerin herbiri de fert fert ve tek
tek Allah Taalâ'ya karşı sorumludur.
«Sizlerden her biriniz
birer çobansınız ve her biriniz de kendi sürünüzden sorumlusunuz.» (Hadis-i
Şerif).
Bu ha'ifelerden
herbiri diğer halife karşısında halifelik bakımından hiçbir aşağılık ve
seviyesizlik durumunda değillerdir. [82]
İslâmî Cumhuriyetin
temeline ait esasları görmüş olduk. Umumî hilafet nazariyesini de incelersek şu
neticelere varmış oluruz :
1. Böyle bir
camiada herkes halife olabilir ve herkes n:sbet dahilinde halifelik
vazifesinde ortaktır. Bu şerait altında, sınıf, zümre, doğum yeri, yahut da
içtimaî mevki farkları ve imtiyazları artık geçerli olamaz. Bu camianın
fertlerinin herbiri, her bakımdan eşit ve aynı seviyededir. Yine bu camiada
fazilet denilen vasıf, şahsî kabiliyet ve insanlarla muaşeret ve şahsî seciye
(siyret) "le elde edilebilir. Nitekim Zat-ı Risaletpenahîleri fS.A V.) müteaddit
defalar açıkça beyan buyumıuçla-rtAr ve \ bilhassa Veda Haccında ümmetine su
j^fc^» h/t*p etmişlerdir :
«Ey halk! Dinleyin,
sizin Rabbiniz Bir'dir. Ne Ara-bın Aceme, ne de Acemuı Araba bir üstünlüğü
vardır. Ne de beyazın (yüzü kırmızı olanın) Siyaha, ne de siyahın beyaza bir
üstünlüğü vardır. îşte, sizin içinizde AI~ lalh indînde en makbul bulunan da en
fazla takva sahibi olandlır.» [83]
Mekke'nin fethinden
sonra, bütün Araplar, İslâm'ın hayat saçan dairesi içine toplandılar. O zaman
Hazret-i Resû!-ü Ekrem (S.A.V.) kendi ailesine de — ki bunlar da Araplar
arasında Brahmenler vaziyetine giriyorlardı. — hitap ederek buyurdu ki:
«A Hah a hamd olsun
ki, sizden câhiliyenin kibir ve ayıplarım uzakiastırmiştır. Ey halk! İnsanlar
iki çesit-rîrler, kerim olanlar Allah'a yaklaşır, (yükselir) fena is (utanlar
(kötü kimseler) ise, Allah'ın indinde alçalırlar. -Halk hep Adem evlâdıdır.
Allah da Ademi topraktan yaratmıştır. Allah Taalâ buyurmuştur ki, ey halk, biz
sizi für erkek ve bir kadından yarattık.».
2. Böyle bir
inancın meydana getirdiği toplumda, herhangi bir ferd yahut da bu camianın
içinde ayrı bir zümre için doğum yeri, seviye belirten bir mevki (social
status) veya büyük iş adamı olmak gibi vasıflar bu şekildeki bir cemiyet
m'marisi içinde ihtilâf (dissbilities) mevzuu olamaz. Yine aynı cemiyet Örgüsü
İçinde, şahsî kabiliyette yükselmenin ve her meşru gayretin karşısına bu
ihtilâf mevzuu çıkıp da fertleri b'r noktada tutmağa mahkûm edemez. Çünkü, bu
düzende her fert aynı hakka sahip olmanın imtiyazını taşır, ilerlemenin yolu
fertlerin bütünü için açılmıştır. Fert kendi kabiliyet ve istidadını
kullanarak g-'debildiği kadar yolda yürür gider. Bundan başka bir yol da herkes
için kapalıdır. Öyle ki, kölelerin ve bu kölelere ait çocukların da büyük makamlar
işgal ettiğine dair İslâm Tarihi en kuvvetli b!r şahittir. Bahis mevzuu edilen
bu köle ve çocukların, İslâm ordularına yenilmez başkumandan ve önemli
eyaletlerde vali (governor) oldukları ve o beldeierdeki iler! gelen eşrafın da
bu kabil idarecilerin hükmü altına girdikleri yine bilinen vakıalardandır.
Ayakkabı tamircilerinin bile İslâmî İmamet makamının mümtaz şahsiyetleri
olarak, memleketi idare ettikleri de meşhur hâdiselerdendir. Dokumacıların,
basma satan esnafın içinden muktedir müftüler, kadılar, fakîhler çıktığını
saymakla bitirmenin imkânı yoktum Bu sayılı ilim adamları, islâm büyüklerini
anlatan kitaplarda hürmet ve rahmetle
yâdedilirler.
Bir hadis-i şerif de
şöyle buyurulur :
Size bir Habeşî köîe
dahi başkan olsa, onu dinleyip itaat etmeniz gerekir. [84]
3. Bu
inançlarla bezenmiş bir camiada ,herhangi bir kimsenin veya bir zümrenin :
(group) diktatör olması için bir sebep düşünülemediği gîb, bu tarz bir
idarenin barınabilmeği de imkân haricidir. Çünkü bu başatta her müslüman bir
halifedir. Hiç b'r kimse veya bir zümre (3o, umum müslümanlardan hilâfeti
selbedip, kendisini mutlak hâkim ilân etmeğe hakkı yoktur.
Memleketin idaresini
ele alacak olan kimsenin asıl hususiyeti şudur: Ya bütün müslümanlar toplanıp
rey verdikleri bir kimseyi halife seçerek, işlerini ona teslim ed p kendilerine
vekil tayin edecekler veya ıstılah mâ-nasiyle bütün halifeler yâni bütün
müslümanlar, onun halifelik etmesine, işleri tedvir etmesine muvafakat edip
r*za göstereceklerdir. Seçilen bu zat, İslâm Milletinin bilumum işlerini
intizama koymak ve memlekete ait her
umuru, Hak ölçülerine
göre yürütmek için seçiİLVg olup, selâh yet onun elinde temerküz fconcentrate)
etmiş olacaktır.
Böyle bir mevkiye
gelen zat, her şeyden önce Hak Taalâ'ya karşı mesul olup, aynı zamanda
kendisini seçmiş bulunan, hilâfet hususunda kendisine vekâlet vermiş olan
diğer halifelerin her ferdine karşı mesuldür.
Bu zat, mesuliyet
hissi duymaz, kendisine gayr-ı meşru olarak, mutlak surette itaat ettirmek
isterse ve kendini mutlak âmir. (Dictotor) hâline getirirse, o zaman bu kimse
bir halife değil, hakkı gasbeden bir suçlu durumuna düşer. Nitekim bilinen bir
gerçektir ki, her ne pahasına olursa olsun, âmiriyet : (diktatörlük) hilâfetin
zıdchdir.
Şüphe götürmez bir
gerçektir ki, Islâmî Hükümet, bir alemşümul hükümettir. Yaşayışın bütün
şubeleri, bu şubelere ait teferruatlı kısımlar bu geniş dairenin içine
pığmıştır. işte bu küllîlik ve alemşümul mahiyetin sebebi ve asıl temeli de
Allah'ın âlemşümul kanununu, îslâmî hükümetin her cihetiyle tatbik etmesi
içindir. Hak Taa-îâ yaşayışın her dalında öyle yol gösterici hidayetler
bahsetmiştir ki, aslında bu kurtarıcı ve faziletli düsturların dahi hayatı
baştan sona kadar, kuşatması ve sarması icabeder. İslâm Hükümeti, kendi
umdelerine zat hareket ederek bu hidayetleri ortadan kaldırıp, kanunsuz bir
otorite hüv'yeti (Regimentation) içinde polis vazifesi görme yetkisi de
yoktur. Bu hükümet aynı zamanda, şu mesleği yapacak şu mesleği yapmayacaksınız
diye kimseyi icbar edemez. Veya falan ilmi öğreneceksiniz, filân ilmi
öğrenmeyeceksiniz şekl nde baskı yapma hakkı da yoktur. Yine aynı şekilde,
çocuklarınızı şu şekilde terbiye edecek, şu şekilde etmeyeceksiniz; hattâ
başınıza şu serpuşu giyecek, şu serpuşu giymiyeceksiniz; şu alfabeyi
kullanacak veya bu alfabeyi kullanmıyacaksınız; kadınlarınızı şöyle gaydirecek
iböyle giydirmiyfeceksiniz tarzında kanunlar çıkarıp millete de dikte ettirmeğe
hakları olamaz.
Bu İlâhî
salâhiyetleri, — b'r zamanlar, Avrupadaki Alman ve İtalyan diktatörleri
ellerine geçirmişlerdi. Tür-kiyede ve diğer İslâm ülkelerinde meydana çıkan
dikta yöneticileri yukarıda mevzuu bahsedilen icraatlara girişmişlerdi; —
İslâm, hiç bir zaman ve hiç bir suretle kendi nizamında hiç bir devlet
başkanına bu gibi salâh'yet-ler vermemiştir. Bundan başka, mühim bir nokta da
şudur ki, İslâm'da her ferd, bir tek şahıs olarak, Allah'a karşı sorumludur. Bu
şahıs çerçevesi içindeki mesuliyet (Personel Accountability) de başka kimsenin
îrtesesi yoktur. Buna göre, her kim kanun sınırları içinde, tamamen serbest ve
hür olmak isterse, kendisi için istediği yolu tutabilir. Her ne tarafa yönelmek
dilerse, kendi kuvvetini dilediği tarafa temerküz ettirebilir ve o yolda
kullanabilir. Eğer bir emt hakkı ve yetkisi olmıyacak şek'lde hareket ve
icraata baş vurduğu takdirde, bu zûl-miyle Allahu Taalâ'yı âlet olarak
kullanmış olacaktır. Bunun içindir ki, insanlık için örnek bir devir olan,
Zat-ı Risaletpenâhîlerinin ve O'nun dört büyük halifesine ait en mükemmel
hükümetlerde bu gibi haksız bir zabt-ü rabt
(Regimentation) görülmemiştir.
4. Bu
camiada, her reşid ve âkil müslümana, — ister erkek olsun, ister kadın olsun —
yol tutma ve rey verme hakkı verilmiştir. Çünkü bunların her biri kendi
burumlarına göre bir halifedirler. Hilâfetin yükünü taşımaktadırlar. HaJc
Taalâ bu hilâfeti herhangi bir hususî Ölçü, liyakat ve servetle şartlı
kılınamıştır. Ancak oıan ve amel-i salih gibi bir şart konmuştur. Buna göre,
rey vermek hususunda her miisiüman aynı haklara sahiptir.
İslâm, bu umdeleriyle
mükemmel bir Cumhur ye t sistemi, ortaya koymuştur. Diğer taraftan da ayrılık,
infiratçılık : (individualism) kapılarını tamamen kapatmıştır. Çünkü
infirad.çihk birliği dağıtıp ortadan kaldırır. Birliğin aksi ve onun tam
zıddıdır. Böyle bir kuruluşta, etrad ile cemaat birbirleriyle yekvücut hale
gelmiştir. Ne ferdin şahsiyet toplumun içinde eriyip gitmiştir* — komünizm ve
faşizm düzeninde olduğu gibi — ne de ferd, kendi had ve hududunu aşarak topluma
zarar verecek hâle gelebür. — Batı dünyasındaki Cumhuriyet rejimlerinde olduğu
gibi.
islâmda, ferde ait
yaşayışın maksadı, toplum yaşa-yışının maksadıdır. Yâni İlâhî müeyyidelerin
cemiyete nakşedilmesi ve bu vesile ile Hakkın rızasına nail olmaktır. Yine bu
düzen iç'nde ferde mahsus bütün haklar ferde teslim edildiği gibi, toplum
hakkında da farzları yerine getirmesi lâzımdır. Bu şekilde ferd ile toplum
arasında bir bağdaşma vücuda getirilmiştir. Ferd, kendi imkânlarını her
hususta kullanmak yetkisine mâlikdir. İlerlemiş ve gelişmiş bulunan bu
imkânlar da toplumun kurtuluşu ve aynı cemryet çatısı altında yaşıyan
kitlelerin yaşama seviyesini düzeltmelerine yardımcı oİur. Bu husus müstakil
b^r bahisdir. Fakat burada bu mevzuyu etraflıca izah etmek fırsatı maatteessüf
yok. Çünkü, yanlış anlayışların kapısını aralamamak ve îslâmî Cumhuriyete ait
karakteri olduğu gibi gösterebilmek lâzım gelmek ted:r. [85]
Kur'an-ı Kerim Attahu
Taalâ'nm son kitabıdır. Bu kitapta yerin ve göklerin Hâliki, yaşayışın bütün
esas meselelerine ait hidâyet yolunu, en mükemmel bir şekilde insanlara atâ
kılmış bu usûlü de her zamana mahsus olmak üzere, tatbikini emir buyurmuştur.
Her kim, bu usûlü
gözönünde tutar ve bu usûle sıkı sıkıya bağlanırsa, muvaffak olup, felah bulmuş olacaktır :
Benim hidayetime tâbi
olanlar için ne korku vardır, ne de mahzun olurlar. Bizim âyetlerimizi
yalanlayıp (gizleyen) küfür yolunu tutan kimseler ise ateş ashabıdırlar.
Kaldıkça hep orada kalırlar.
(El - Bakara. 38 - 39).
işte bu Kur'an-ı
Kerim'de yaşayışın her şubesine ait temel hidâyet atâ kılınmıştır. Bu bahsin
esası, insana beşikten mezara kadar hidayet, etmektir. — Hattâ mezardan sonraki
yaşayış için dahi aydın bir rehberdir. — Buna göre her ne şekilde olursa olsun,
Hak Taalânın bu kitabı siyasi meseleleri sükût ile geçemez. Kur'an-ı Kerim, din
ile dünyanın birbirinden ayrılmalarını, tefrikini, fitne olarak göstermiştir.
Kendisine inananlardan da şunu talep etmiştir
:
Kâffeten hepiniz
İslâm'a giriniz.
Aşağıdaki makalede
Kur'an-ı Kerim'in aiyasî tasavvurları tanzim ve tertip edilmiştir.
Tefhim El - Kur'an,
Mevlânâ Seyyid Ebû'l A'Iâ El MevdûdM-n'n tarihî tefsiridir. Bu eserde, içinde
bulunduğumuz asrın meseleleri ve Müslümanların yeni düşünceleri karşısında,
Kur'an-ı Ke-rirn'in hakikî mevzuları teşrih ve izah edilmiş, aynı "zamanda
güzel bir şekilde anlatılmıştır. Bu tarihî eser, beş cilde şâmildir. Bunlardan
üç cildi basılıp bitmiş, dördüncü cilt baskıdadır. Bu satırların yazan; bu
tefsirin bütün bahislerini seçerek üç ayrı ma-Kaıeae sıraıaaı.
bu maKaıeıeraeKi mevzular siyasî nizama
aittir.
Kitabın birinci kısmı
Kur'anın Siyaset Nizamı ismi altında bu bahisleri ortaya koymaktadır. Siyaset
Nizamına ait esas meselelerden bahsedilir. Diğer kısımlarda ise bu bahislerin
tâli ve fer'î bahislerinden makaleler hazırlanmıştır. Bu şekilde takdim edilmektedir.
(Hazırlayıcı) [86]
Siyaset ilminin esas
mevzuu fert ile hükümetin arasındaki münasebetlerdir. Bu ilim şu bir kaç temel
soruya cevap verir :
1. Hükümet niçin lâzımdır?
2. Hükümette «hakimiyet-i a'lâ : en yüksek hakimiyet kime aittir?
3. îtaat ve sadakata ait usul nedir?
4. Hükümetin maksadı ve onun esas vazifeleri
nelerdir?
Bu çok önemli suallere
Kur'anJı Kerim'den cevap verilecektir. Kur'an-ı Kerim'in siyaset hakkmdaki
yüksek prensiplerini lâyıkı veçhiyle anlıyabilmek için, ilk Önce kâinatta
insanın yerini ve mevkiini bilmek; onun hayat gayesinin nelerden ibaret
bulunduğunu öğrenmek lâzımdır. Elbette ki, bu iki mühim suale de yine mukaddes
kitabımızda en isabetli cevap bulacağımız pek tabiîdir. Bu itibarla, tslâm'ın
ilk yaşayış prensiplerine ait bazı esas meseleler bahis mevzuu edilip, bilâhare
Kur'an-1 Kerim'in siyasî müeyyideleri anıklanmak suretiyle takdim edilecektir. [87]
Herseyden önce,
okuyucu, Kur'an-ı Kerim'is asıl maksadına nüfuz etmelidir, ister iman etsin,
isterse iman etmesin. Ancak bu yüce kitabı anlamak için bu mühim şartın yerine
getirilmesi şarttır. Zira Kur'an-ı Kerim'e vahiy yolu ile nail olan Hazret-i
Muhammed (S.A.V.) bu husustaki beyanları şu şekildedir :
1. Bütün kâinatın Hâliki, Mâliki ve hüküm buyuranı
olan Hak Taalâ, kendisine ait sonsuz büyüklükteki mülkünün bu ufacık köşesinde;
yâni şu yeryüzü denilen yerde insanı yaratmıştır. însana, anlayış, düşünce ve
bilme melekeleri ihsan edilmiştir. İyiliği fenalıktan ayirdet-me kabiliyeti
vermiştir. Seçme gibi irade serbestliği de atâ kılınmıştır. Eşyayı tasarruf
gibi yüksek hasletlerle de teçhiz edilmiştir. Hülâsa olarak denebilir ki, bir
nevi muhtariyet : (Autonomy) verilerek, bu yeryüzünde ken-d:sine halife kılmıştır.
2. Hak Taalâ. insanı bu şekilde yeryüzünde
kaim kıldığı zaman, açık ve anlaşılır bir tarzda ona peygamberleri va*tasiyle
şu meseleyi bildirmiştir: Sizin (bütün dünyanızm mâliki, sizin mabudunuz ve
sizin hâkiminiz Ben'im. Benim bu saltanatunda ne sizin «muhtariyetiniz» ne de
kullardan herhangi birisinin en ufak bir müdahalesi olabilir. Benden başka da
sizin kulluk ve ibadet yapmağa lâyık ve müstahak kimse yoktur. Bu dünya, yaşayışında
s;zin elinize verilmiş bulunan bu muhtariyet ise, hakikatte bir nevi deneme ve
imtihan içindir. Bu imtihan °i* müddet sürecek, sonra siz geri dönüp yine benân
huzuruma geleceksiniz.. Ben de işlerinizin mahiyetini iyilik
veya kötülük
derecesini size bildireceğim. İmtihanda muvaffak olup olmadığınız hakkında karar
vereceğim. Sizin iğin en doğru yol şudur: Beni kendinize yegâne mâbud ve hâkim kabul ediniz.
Göndermiş olduğum hidayetler manzumesine göre hayat yolunuzu tanzim ediniz.
Dünya hayatınıza bir büyük imtihan nazariyle bakınız. Ta ki, sizin için asıl maksat, bizim indimlzdeki son denemeyi vermek olsun.
Bunun aksi olarak, sizin takip edeceğiniz herhangi bir yanlış yol,
gösterdiğimiz düsturların zıddına bir istikamet de takip edebilir. Birinci
yolu tutarsanız - kiy yolu tayin edip gitmek hususunda serbest
bıra-kılmışsmizdir. - o zaman siz
dünyada emn-ü emâmmız-da huzur ve güven içinde ömür sürecek ve bana dönüp
geldikten sonra da ebedî hayatın rahat ve sevincine kavuşmuş olursunuz. Bu sonu gelmeyen saadet yurdunun ismi «Cennet» tir. Yok eğer yine siz ikinci yolu
tutup giderseniz — ki yine siz bu yolu seçip seçmemekte serbest
bırakılmıştınız — o zaman siz dünyada
huzursuzluk, fesat ve emniyetin
bozulmasına sebep olacaksınız. Bu kötü sıfatlarla dünyadan göçüp de
ahirete intikal ettikten sonra da sonsuz ıstırap ve azabın içinde musibetlerin
tadını tadacaksınız. Böyle bir suçlanma yerinin ismi de «Cehennem» dir.
3. Şu büyük
gerçek de anlaşılmıştır ki, Kâinatın Mâliki insan oğluna yeryüzünde barınmak
için yer verdi. Bu şekilde de ilk insanları (Adem ile Havvayi) hidâyet yoluna
yöneltti. Cenab-ı Hak&ın bu iki kuluna ait evlâtları yâni bütün insanlık
ailesi bu hidâyet yoluna uyarak yeryüzünde çalışıp gitmelidirler. Bu ilk
insanın cehaleti ve bilgisizliği yüzünden değil, gerçeğin bu merkezde olduğu
içindi. Bu ilk rehber aileye Hak Taalâ'nm bir lûtfu inayetidir. Ve aydınlık
yolun onların aziz şahsında bütün insanlığa bahsedilmesi sebebine istinat
ediyordu. Bu yüzden ilk in&an hakikatle beraber yeryüzüne gerçek mânasını
kazandırmış ti. Onların yaşayış yolları Hak Taalâ'ya itaat yâni «İslâm» idi.
Onlar kendi evlâtlarına da Allah'a itaat etmeyi yâni «Müslim» olmağı
öğretmişlerdi. Fakat zaman geçirifce, asılar ilerleyince, gitgide bu iki Örnek
insanın evlâtları, bu doğru yaşayış yolunu (dini) unuttular. Bu güzel yoldan
ayrıldılar. Çeşitli şekilde yanlış yollara ve hatalı istikametlere saptılar.
Gafletleri, onları bu çıkmaz yola sürükledi. Fenalıklara âlet olarak bu emsalsiz
yolu terkettiler. Bu defa kendi zan ve hayallerine göre yerin ve göklerin sahibi
bulunan Allah'a karşı, çe-ş't çeşit insanî ve gayrı insanî, maddî ve gayrı
maddî hayalî varlıklar uydurarak, Allah'a bu malikiyet ve Ha-likiyet hususunda
ortaklık koştular.
Hak Taalâ'nın
kendilerine atâ kılmış olduğu hakikat ilmi : El - ilm'i de değiştirip türlü
türlü hurafeler, nazariyeler ve felsefeler karıştırarak, sayısız mezhepler ve
dinler icat edip durdular. Onlar Hak Taalâ'nın mukarrer kılmış bulunduğu
adilâne ahlâk ve medeniyet usulünü : (Şeriat'ı) bir tarafa bırakarak, kendi
heva ve heveslerine kapılıp nefsânîyetlerinin emrettiği taassupla öyle uydurma
kanunlar vaz ettiler ki, Allah'ın mülkü olan arz, bir zulüm ve fesat ocağına
döndü.
4. Hak
Taalâ, insana muayyen bir ölçüde bir irade vcrmişt'r. Bu iradenin yanı başında
ona gideceği yolu da tâlim buyurmuştur. Bu emredilen İlâhî sistem insanın
-yaratılışına ve fıtrî istidadına uygun düşen en mükemmel düsturdur. Bu üstün
nizamda, insanın insanlar üzerinde 'tahakküm hakkı yoktur. İnsan haksız bir
şekilde fcask. unsuru olamaz. İnsan için ister fert olsun ister toplu bir
şekilde olsun, muayyen bir zaman tanınmıştır. Bu mühlet zarfında, oniara şöyle
denmiştir: Gerçeklere karsı kafa tutmak yoktur* Diğer insanların da hukukuna
riayetkar olacaksınız!
Nitekim onlara da bir
örnek teşkil etmek üzere, bazı imana sarılmış bulunan insanları seçerek bunların
rızasına uymak, gösterdikleri yola gitmek hususu bildirilmiştir. Bu iman
sahiplerini kendisinin mümessili va vekili tâyin etmiştir, insanlara göndermek
istediği beşaretler bunlar vasitasiyle gönderir. 'Bu şahsiyetler; in-sanhğı
doğru yolda yürümeğe davet etsinler ve insanlara unuttukları doğru yolu
hatırlatsınlar diye vazifeli kılınmışlardır.
5. Bu peygamberler, muhtelif zamanlarda ve
devirlerde muhtelif memleketlerde ve ülkelerde, nübüvvet vazifesiyle şerefi
erimişlerdir. Bu büyük zatların hepsinin de dinleri bir ve aynı idi. Yâni,
insanın ilk yaradılış gününden itibaren kendisine gideceği doğru yol
gösterilmiştir. Bu yüce peygamberlerin hepsinin de aynı doğru yola hidayet
ettiklerini görüypruz. Yâni «Ahlâk ve
medeniyetin» ezelî ve ebedî usulü. Yaşayışın başmdanberi insanlar iç/n
kararlaştırılmış olan usul. Onların heyetleri de birdir ve aynıdır. Gaye,
kendi cinsinin çocukarım (nevi beşeri) bu din ve bu hidayet yoluna davet
etmektir. Sonra,. bu daveti kabul eden halkı bir araya toplayıp, muntazam bir şekle koyarak,
bunlardan b:r ümmet vücuda getirmektir. Bu ümmet A11 ahu Taalâ'nın kanunlarına
bağlı bulunacak ve bu kanunun yürürlükte olması için çalışacaktır. Bu kanuna
karşı gelenleri ve bu kanuna muhalefet etmek yolunu tutanlarla mücadele
edilecektir. İnsanlığın büyük
önderleri olan bu yüce peygamberler kendi devirlerinde bu
hayatî vazifeleri gayet mükemmel bir şekilde ifâ ettiler.
Fakat maalesef her
zaman, insanların çoğu peygamberlerin bu davetlerini kabul etmeğe hazır
olmamalardır. Bu daveti kabul ederek «ümmet-i Müslime» olmak haysiyetini elde
etmeğe yanaşmamışlardır. Kendi başlarina yol tutmak istemişlerdir. Hattâ bu
insanlar arasında bazıları Hak Taalâ'nm göstermiş olduğu hidayette» tamamen
ayrılarak Allah'ın emirlerine bir çok tahrifat uydurup eklemişler ve Hak
Taalâ'nm hidayet yolunu bozup, tahrip etmişlerdir.
6. Nihayet
Hak Taalâ (C.C.) Arabistan ülkesinde,' Hazret-i Muhammed (S.A.V.) bu mukaddes
vazifeyi en üstün bir şekilde ifâ etti. Ük insan ve ilk peygamberle başlıyan bu
muazzez memuriyet son ve en yüce peygamberle ikmâl edilmiş oldu. Bu en büyük
peygamberin davet sahası bütün bir insanlık âlemidir. Daha evvelki Nebilerin
dinine sâlik olanlar da bu davetin hudutları içindedir. En doğru ve en sahih
yolu göstermeğe gelmiştir. Kabul edenlerden bir ümmet hazırlanıp bu ümmeti şu
şekikle vazifelendirmiştir: Bir taraftan Allah'ın hidayet yolu üzerinde evvelâ
kendi yaşayış nizamlarını düzene koyacaklar-, diğer taraftan da dünyayı islâh
etmek için çetin gayretler sarfedeceklerdir. Bu ulvî davetin ve hidâyetin
yolunu gösteren kitap da Kur'an-ı Kerim'dir Ce-nab-ı Hak bu hidâyet kitabını
Hazret-i Muhammed (S.A~ V.) vasıtasiyle
nazil kılmıştır.[88]
Kur'an-ı Kerim'in
dünyamızla ilgüi insan yaşayışıma sahih nazariyesine ait etraflı ve tam bir
bahis şu ây kerimede bulunmaktadır :
Allah, müminlerin
canlarını ve mallarını, kend&Jerf-ne verilecek olan cennet mukabilinde satm
almıştır. (Bu müminler) Allah yolunda savaşırlar, ölürler de öldürürler de...
Bu Tevratta da, tncilde de, Kurbanda da hak olarak vâdedilmiştir. Allah'dan
ziyâde ahdine vefa eden içimdir? (Ey müminler) yapmış olduğunuz bu alış ve-rişden dolayı
«evinin. Bu, en büyük saadettir (Tevbe, 111) JBurada iman hakkında, Allah'la
kul arastada böyle bir anlaşma yapılmıştır.
Bu anlaşma Kur'an-ı Kerim'de «bey» : (alış veriş) tâbiri ile ifade edilmiştir. Bu
tâbirden anlaşılıyor ki, iman denilen mefhum sadece bir ma-baddettabia :
Tabiat ardı (Ulturanature) bir akide değildir. Hakikatte ve haddi zatında iman
bir anlaşma ve bir alış veriş
meselesidir. Bu anlaşma ve bu alış veriş ile, kul kendi nefsini, kendi malını,
kendi canını Allahu Taalâ'ya kendi eliyle satmlş olur. Bu alış verişi kabul eden Hak Taalâ da
kabul ettiği satışın bedeli ve mukabili olarak bu kulu öldükten sonra, yâni bu
kulun ikinci' yaşayışında cennete götürüp, bu kuluna cennet ata kılar. Şimdi bu
mühim mevzuu aslına uygun şekilde anlatabilmek için., ilk önce bu alış - veriş
meselesinin mahiyetini :zah etmek ve bu ahş verişin içinde anlaşılmayan noktaları açıklamak lâzımdır.
Lâyıkı veçhiyle şerh edilmedikçe fikirlere ve düşüncelere aslî mânasiyle
nakşe-dilmesi son derece zor olacaktır.
Bu gerçek, esas olarak
nereye taallûk eder ve hangi hususlarda alâkalıdır? Zira insana bahşedilen
canın da malın da hakikî mâliki yine Allahu Taalâ'dır. EJlbetteki1 canın,
malın, insanın ve her şeyin hâliki yine Allahu Ta-alâ'dır. İster -kendi indinde bulunsun, isterse bağışlayıp verm'ş
olsun, bunların üzerinde tam bir tasarruf hakkına mâlik bulunan yine de Allahu
Taalâ'dır. Durum böyle olunca bu alış verişin mânası ne demek olur? Böyle bir
alış veriş olur mu diye artık soru sorulamaz. Allahu Ta-alâ'nın karşısında ne
insan bir şeydir, ne de herhangi bir .şey Hak Taalâ'nın mülkiyetinden çıkamaz
ki, Hak Taalâ dönüp de bunu yeniden satın almış olsun.
Fakat insan için bir
şey daha vardır. O da Hak Taalâ'nın insana vermiş bulunduğu bir irade ve
muhtariyet hususudur. Yâni insan için tanınmış bulunan intihap» (seçme hakkı)
ve iradesinde serbest olma keyfiyetidir. : (Free Will and freedom of Choiee).
Bu muhtariyet olunca,
hakikatte nefs - ülemer : (işin aslı) değişmez. Ancak insan muhtar olunca,
istediği bir şeyi kabul eder, yahut da reddedebilir. Başka bir tâbirle bu
muhtariyetin mânası, insan hakikatde kendi nefsine, kendi zihnine ve cismî
kuvvetlerine ve bu dünyada bunlar iğin elde ettiği iktidarlara tamamen mâliktir
ve istediğini yapabilir tarzında anlaşılması lâzım gelir. Bu gibi şeyleri
istediği gibi kullanma hakkı da tam olarak insana verilmiştir. Bu hususlardaki
serbesiyetin belli bir hududu vardır. Hak Taalâ tarafından mecbur edilmeksizin,
zorlanmaksızın, insan kendisi kendi şahsını bu kuvvetlerin mâliki kılmağa
kalkışır ve zanneder ki, artık kendisinin Hak Taalâ'ya ihtiyacı yoktur. İnsanın
kendisi şu ufak muhtariyet ile Cenab-ı Hak'ka ait kuvvetlere tasarruf etmeği
bile aklından geçirir.
İşte alış - veriş
meselesinin cereyan ettiği nokta da. burasıdır, insanda bulunan bu şeyleri Hak
Taalâ satın almak istiyor gibi bir düşünce de doğru bir mâna taşımaz. Beîk; bu
alış verişin sahih ve doğru şekli şudur ki, Hak:' Taalâ'nın insan indinde
bıraktığı bu şeyleri, insan tam bir emânetle muhafaza etsin; hıyanet ve
emniyeti suiistimal' etmeğe yeltenmesin. Çünkü insana her iki yoldan birini
tutmak hususunda serbestlik tanınmıştır.
Bu hususta istenen şeyleri, insan
kendi rızası ve gönlü ile ~— mecburiyetle değil — vermeğe hazır
olsun. Benim elimde bulunan şey
benimdir demesin. Kendisinin elinde bulunanlar hususunda ihtiyar sahibi
olduğunu farzetme-sın. Belki emanetçi olduğunu bu tasarrufun da emanetçilikten
ileri geçmediğini kabul etsin diye ikazlara mâruz kalmıştır. Kendisine kısa bir
müddet için verilmiş bulunan cüz'î Sıfatlara kapılıp da, hiyânet edebilmek
serbestisini de kullanmaktan sarfı nazar etsin diye doğru yola davet
edilmektedir.
Bu şekilde, dünya
hayatında insanın elinde bulunan bu arızî muhtariyeti de — ki bu muhtariyet
insanın kendisinin kendisine vermiş olduğu muhtariyet değil de Hak Taalâ
tarafından verilmiş olan bir muhtariyettir. — Hak Taalâ'nın ihsan ettiği bu
muhtariyeti, insanın kendi eliyle tekrar Hak Taalâ'ya satmasını yâni O'na
bırakmasını talep etmektedir. Bunun karşılığı ve bedeli olarak da insana,
ebedî yaşayışta cennet vaadedilmiştir. Bu alış - verişin bedeli ebedî âlemde
cennet olarak Ödeneceği buyu-rulm ustur.
Hak Taalâ ile bu alış
- verişi yapmış olan insan da alış - verişi yapıp muameleyi bitirince nıü'min
olur. İma-nm ikinci bir ismi de bu alış - verişi yapıp bitirmektir. Bu alış -
verişi yapmayan, bu muameleye yanaşmayan, yahut da alış - verişi yaptıktan
sonra muamelenin şartlarını bozan, söz verdâkten sonra, alış - verişin
bozulacağı bir hareket takibeden kini.se de kâfir olur. Küfür de bu ajış -
verişe yanaşmamanın yahut da bozmanın
başka bîr ismidir.
Bu alış - verişin
mânasını anladıktan sonra, şimdi de hu alış - verişe taalluk eden teferruata
geçelim. Bunları tahlil etmeğe çalışalım :
1. Bu alış -
verişte, Hak Taalâ insanı çok büyük iki imtihana çekmektedir. Birinci imtihan
şudur: insan serbest bırakılmış olunca, bu serbestlik içinde kendi kıymetini
takdir edip etmediği, Dünya hayatına kapılıp ebedî Mâliki'ni tanıyıp
tanımadığını, Kendisini yaratan Hâfkine sadakat göstermeyip nankörlük mü
ediyor?
ikinci imtihan da
şudur: insan kendi Allah'ına ne kadar güveniyor, O'na ne dereceye kadar itimat
ediyor? Çünkü bu alış - verişte verilecek olan bedel, nakit ve peşin değil
veresiyedir. Ancak öldükten ve dünyayı değiştirdikten sonra insan bu bedeli
elde edebilecektir. Bu bedeli ödemeği de Allahu Taalâ vaad buyuruyor. Buna mukabil,
insan bu günkü serbestliğinin tadını tadmıştır; ve bu muhtariyet dolayısiyle
elde ettiği kolaylığı terketmek istemez.
2. Dünyadaki
bütün islâm toplulukları hep Fıkhî kanunlarla hareket ederler. Bunun için, bu
kanunlara göre, bazı akidelere imân etmek icabeder. Hem iman etmek, hem de söz
vermek lâzımdır. Böyle bir imana sahip olan kimseye — hiç bir Şeriat Kadısı
(Şeriat üzerine hüküm veren hâkim) herhangi bir açık ve kesin delil ile sabit
olmadıkça, — «Sen gayrı - Muslinisin, İslâm camiasının -haricine çıktın»
diyerek hüküm veremez. Bu hak hiç bir hâkime ve hiç bir kimseye verilmemiştir.
Hattâ, «senin verdiğin şu ikrar da yalandır» diye de söyliyemez. Ancak bu
imanlın muteber olup olmadığı yalnız Allah indindedir. Bu meselenin hakikati
şudur: Kul düşünce ve amel'in her ikisinde de kendi serbestliğini ve muhtariyetini
AUahu Taalâ'nm eline teslim eder. O'nun hakkı olan hakikî mülkiyetin de, bu kul
kendisine ait olmadığını bi-h'r ve bu mâliklik iddiasını bir tarafa bırakır ve
gerçek bir kul olur.
3 Herhangi
bir kimse, İslâm kelimesine söz verip, <îruç, namaz ve diğer îslâmî hükümler
ve emirlere de kağh olursa, fakat onun vücudu ve ruhu, onun fikrî ve kuvvetleri
kendi malını, vesilelerini, kaynaklarını ^ imkanlarını kendi elinde tutmak
ister ve kendisini unların mâliki ve mutasarrıfı telâkki ederse, — menşe
bakd bunlara tasarruf
etmekte serbest olmakla beraber — bunların kendisine ait olduğunu
düşünürse, o zaman bu dünyada mümin ve iman sahibi görünse ve tanınsa dahi,
hakikatde Allahu Taalâ'nm indinde bu kimse gayrı - mümindir. Çün'kü böyle bir
kimse Kur'an-ı Ke-rim'de imanın esası olarak bildirilmiş bulunan Allahu Ta-alâ
ile böyle bir muameleye yanaşmamıştır, Allah rızasına rağmen, kendi malını ve
canını esirgemiştir. Allah'ın rızası olmayan hususlarda canını ve malını heba
etmiştir, işte bu iki şekildeki işin neticesinde kat'î olarak iman sahibi
olmakla iman sahibi olmamak anlaşılır. Mahni, canını Allah'a teslim etmeyen
veya teslim etmek için söz. verdikten sonra muameleyi alış verişi tamamlamayan
ve bu şeylerin kendisine ait olduğunu iddia eden bir insan imanlı sayılamaz.
işte, imanın bu
hakikati, yaşayışın başından sonuna kadar, Islâmı yaşayış ile kâfirâne yaşayışı
birbirinden ayırtr. Sahih mânada iman etmiş bulunan bir müslüman, kendi
yaşayışının her şubesini ve her sahasını Hak Taa-lâ'nın rızasına tâbi kılarak
çalışır. Bu yolda da herhangi bir yerde her ne şekilde olursa olsun, kat'î bir
surette» muhtariyet iddiasında bulunmaz. Ancak belki bazı zamanlar unutkanlık
saikasiyle Allah'la yapmış olduğu bu alış - verişin bazı taraflarını unutarak,
bazan muhtar bir şekilde hareket eder. Fakat bu böyle olsa dahi, bu gibi
kimseler yine ehli iman zümresinin teşkil ettiği bir camia içinde bulunurlar,
içtimaî vaziyetlerinde, herhangi bir zabıta, siyaset, medeniyet, muaşeret ve
geçim işlerinde Allah'ın rızasını gözeterek telâmı hükümleri tatbik ederler.
Allahu Taalâ'nıh şer'î kanunlarına bağlanırlar. Bu kanunlardan kurtulmak yoluna
gitmezler. E^jer arızî bir şekilde gaflet bile etseler, kendileri uyarılır ve
böyle serbestçe hareket etmeği bırakıp kulluk yolunu tutsun diğer ehli iman
tarafından da ika» edilirler.
Ajlah'dan kurtulmuş
gibi çalışmak, kendi nefsinin Herine tâbi olup kendini muhtar zannederek gitmek
ıste da da düşünür taşınırlar, «biz neyi yapalım, neyi y° ayalim» derler.
Yapacakları bir işte, Allah yolunu b rakip kendi nefsanî isteklerine tâbi olmuş
ve yaşayışlarında kâfirâne yol tutmuşlardır. İster halk bunları müslüman
olarak tanısın, isterse yine halk bunlara kâfir ismi versin veyahut da gayrı -
müslim diye vasıflandırsınlar. Hepsi de aynı kapıya çıkar.
4. Bu alış
veriş yapıldıktan sonra ve bu alış verişe göre, insan her hususta Hak Taalâ'nm
rızasına tâbi olmalıdır. Bu rızayi İlâhî, insanın kendisinin tecviz ettiği,
şeyler değildir. Hak Taalâ'nm bildirdiği hususlardır. İnsanın kendi kendine
uydurup ortaya attfığı hususlar, Hak Taalâ'nın rızasına sebep olamaz. Bu gibi
şeylere de tâbi clmak yine rızayı îlâhiye ,yol açmaz. Bunlar, insanın kendi
rızasına sebep olur. Bu da bahsettiğimiz alış verişin hilafıdır. Bu gibi şahsî
ve nefsanî hareketler alış verişi bozar.
Allah karşısında
yapılnfış olan alış verişi, ancak o k'tnse veya kimseler veya zümreler devam
ettirirler ki, tütün yaşayışlarinin her tarafında ve her yolunda Hak Taalâ'nıa
kitabına, O'nun peygamberinin sünnetine — ki fcu sünnetin aslı ve esası da
kitaptan gelmiştir — tâbi ol^P giderler.
Bunlar, bahsedilen
alış - verişin muntazam olduğu ususlardır. Bunlar anlaşıldıktan sonra, şu
mesele de naüığindejj anlaşılacaktır: Bu alış - verişdeki, fiyat ve ' yanı
°ennet içinde bulunduğumuz bu günkü dün-
b f^ sonra' ku
dünyanın nİnayetinde verilecektir. El-e Şurası da açıktır ki, verilecek olan bu
cennet sırf ni în ^arŞ"iğında
verilmiyecektir. Yâni satıcı kendisi- unyevî yaşayışını ortaya koyacaktır. Bu
yaşaylş tar-
21 bir ticaret maU
gibi satışa a edilecektir. Ve bunun karşılığında da bedel alınacaktır demek
değildir. Belki bu iş bir değiş - tokuş işidir. Satıcı kendi dünyevî yaşayışında,
elinde bulundurduğu muhtariyetleri bir tarafa bırakacak, tasarruf sahibi
olduğunu düsünmiyecek; Al* lan karşısında elinde bulunanlara bir yed-i eminden
bir emanetçiden başka bir şey olmadığını hesaba katacak ve Allah'ın rızasına
uygun bir şekilde elinde bulunan şeylere tasarruf edecektir?
îşte bunun için alıcı
bu işde kârlıdır. Alıcının dünyevî yaşayışı bitinciye kadar, bu satış malı da
yine kendi elinde bulunacaktır. Hakikatte şu da açıktır ki bu satış şartları,
alıcının dünyevî yaşayışının son anma kadar bütün şartlan ile devam eder.
Ancak, bu satış vadesinin ödeme zamanı geldiği vakte kadar sabşın bedelini
almi-yacaktir. Yâni hayatının sonundan sonra, bu bedeli almağa ancak hak
kazanacaktır.
Bu hususların
vazedihnesiyle birlikte şunu da bilmek lâzımdır ki, bu mevzuda bu hususu niçin
beyan ediyoruz. Yukarıda iman edip, ikrar verdiği halde, imtihan zamanında
imtihandan muvaffakiyetle geçemeyen bazı kimselerden bahsedildi. Bunlar, bazen
tenbeilik, bazen, hulûsu niyetin zayıflığı, bazan da kat'î münafıklık, bazan da
herhangi bir sebeple, Allah yolundan ayrılırlar, inandıkları din yolunda kendi
canlarını ve mallarını feda etmekten esirgerler. Bunun için, bu gibi
kimselerin yahut da zümrelerin tuttukları yolu tenkit ettikten sonra, şimdi
şurasını da açıkça söyliyelim ki, sizin kabul edip ikrar verdiğiniz iman nedir?
îman demek, sırf bir isimle^iktifa etmek değildir. Belki esasda şu hususları
kabul ettikten sonra, ikrar vermektir. Allah Taalâ sizin nefsiirzin,
varlığınızın ve malınızın hakiki sahibi ve mâlikidir. Bu şekilde ikrar
verdikten sonra, eğer siz kendi nefsinizi, varlığınızı, malınızı ve canınızı,
Allah yolunda kurban etineğe, feda etmeğe hazır olmalınınız. Diğer taraftan da
kendi nefsanî kuvvetlerinizi ve elinizde bulunan kaynaklarınızı Allah'ın tâyin
ettiği şartların dışında kullanmamalısınız. Verilen ikrarın gereğini yapmayıp
da ikrarın hilâfına hareket etmiş olursanfiz, o zaman siz yalan ikrar vermiş
bulunacak ve bir yalancı olacaksınız.
Hakiki ve doğru iman
sahipleri ancak, kendi nefsini ve varlığını, malını ve canını, Allah'ın eline
bırakıp, ondan başka mâlik ve sah;p tanımayan kimselerdir. Her nerede
Allah'ın hükmü olursa hemen gecikmeden ve bir şey esirgemeden bunlardı feda etmeğe
hazır bulunan şahıslardır. Her nerede Allah'ın hükmü yoksa, O'nun bir emri
bulunmuyorsa, • bu kimse elinde bulunan bu malından ve canından zerrenin
zerresini bile harcamağa hazır olmamalıdır.
Bu hususta da bîr
çokları bir hayli itirazlarda bulunurlar. Ku'an-ı Kerim'dek' bu vaadden
^bahsederek bu gibi vaadlerin Tevratta ve Incilde de olduğunu söylerler. Fakat
Incilde bu vaad'in bulunması bu itirazları desteklemez. Hattâ Incilde bu
vaad'n bulunması bu itirazı esassız hâle getirir. Şimdiki dünyada mevcut
bulunan «Ena« cÖ» : Inciller'de Hazret-i İsa (A.S.) in bu hususa taalluk eden
bâ^ı öğütleri vardır. Meselâ onlardan bir örnek şudur :
Ne mutlu adalet için
matrud olanlara, zira göklerin melekûtu anlarındır. (Metta İncili bab, 5, fıkra
10. Ki-tab-ı ahdi - Ced^d, Paris Krallık matbaası 1827 sahife 5. Türkçe
tercümesinden aynen nakledildi.. (Mütercim)
Kendi hayatını bulan,
onu zayi ede. Ve benjm için kendi hayatını zayi eden anı bula. (Incil-i Mettâ
bab 10. Fıkra 39. Sahife 13.).
Ve her kim benim ismim
için evleri, ya k-armdaşla-rh ya kız karındaşları ya babayı ya anayı ya avreti
ya oğulları ya tarlaları terk ederse, yüz kat ala ve ebedî şekliyle hayata
vâris ola. (Mettâ bab 19, fıkra 29. sahife 25). Zamanımızdaki şekliyle elimizde
bulunan Tevrat da şüphesiz ki bu mevzu yoktur.
Çünkü Tevratta ölümden sonraki yaşayış «Hayat ba'd el - mevt» ve kıyamet
günü hesabı «yevm ül hesâb» ve uhrevî ceza ve mükâfat hakkında bilgiler geniş
bir şekilde mevcut değildir. Halbuki, bu akîde esasda dinin ayrılmaz bir cüz'üdür
: «Güzün lâ -yenfekk.» Bununla beraber elde mevcut bulunan Tevratta mu mazmuna
rastlamıyoruz. Hakikaten Tevratta bu mevzu yoktur. Neticesini de çıkarmak doğru
değildir. işin aslı şudur ki, Yahudiler, gerileme devirlerinde bir hayli maddeperest ve dünyaperest
olmuşlardır; rahatlığa ve hoş vakit geçirmeği özlemişlerdi. Onların indinde nimet
ve ihsan, ahiret hayatına matuf olmayıp, halihazır dünyada nakit ve peşin
olarak elde edilendir. Bundan dolayı Kitab-ı îlâhî'de bahsedilen ihsan vaatlerini onlar hep bu dünya için
düşünürler. Onlarca «cennet» mefhumunun her türlü vasfı kene gibi yapıştıkları
Filistin ülkesinde ümit edilir. Misâl
olarak, Tevratın müteaddit yerlerinde
rastladığımız bu mazmundan bir kaç
cümle alalım :
«Yâ Isrâ'îl dinle:
Allahımız Kabb, Rabb-i vahiddir. Ve A İlah "m olan Kabin, bütün gönlünden
ve bütün canından ve bütün takatindan fazla seveseni» (Tevrat Ki-ta'D el -
istisna : Tevrat ei müsennâ. Bab 6, fıkra 4 - 5. Kitab-ı Ahdi Atik. Paris
Kırallık Matbaası 1827. Sahife 211*
(Türkçe tercümesinden aynen alındı).
«Seni kendine edinen
seni yaradan ve düzen (ortaya gıkaran) baban bu değil midir?.»
(Tevrat El - Müsenna
Bab 32, Fıkra 6, Sahife 242).
Onlarca bağlılığın
mânası, Allah'a götüren bir bağlbk değil
dünva mülküne celbeden bir ihtiras şeklindedir. Burada dünyanın geçici
nimetlerine kavurmaktır. Bütün bu hırsın altında Filistin ülkesinin rüyası
yatmaktadır.
Bu günkü şekliyle
Tevrat, ilkönce aslma uygun değildir. Tamam olmadığı gibi saf olarak, halis
Kelâm-ı îlâhî Kelâm ismi altında yer almıştır. Öyle bir tahrifata başka kelâm
da karışmlış ve eklenmiştir. Tevratm içinde Yahudi kavminin rivayetleri,
hikâyeleri ve kıssaları, nesil ve ırk taassupları, vehim ve hayâlleri, istek ve
arzuları, yanlış anlayışları, fıkhî içtihadlarmm tâdil edilmiş şekilleri bir
yığın şeklinde ve işin en feci tarafı olarak, İlâhî Kelâm ismi altında yer
almıştır. Öyle bir tahrifata uğramıştır ki, kelâmın aslını karışmış[89]
olanlardan ayırt etmek mümkün değildir. [90]
Zina eden kadınla
zina. eden erkeğin her birini yüzer kırbaçla kırbaçlayın. Siz eğer, Allah'a ve
ahiret gününe inanıyorsanız, Allah'ın dininde onlara acımayınız. (Nur, 2).[91]
Yukarıdaki âyet-i
kerimede nazarı dikkati celbeden ilk şey, zina yaparak günah işliyenlere, cezaî
müeyyide-ftttı tatbik edilmesiyle meydana gelmiş olan inzibat meselesidir.
Âyet-i kerime bu hususu, Allah'ın dini olarak açıklamış ve en belirli bir
tarzda ifâde etmiştir. Bu, Kur'-anî delille, kat*î olarak malûm olmuştur. Din,
yalnız ria-maz, oruç, zekât, hac gibi ibâdetlerden ibaret değildir. istisnasız
olarak, cemiyetin bilumum ihtiyaçlarına cevap Teren, bütün kanunlar, din
çerçevesi içinde yer almaktadır. Bu itibarla, dini kaim kılmak sadece namazı
edâ etmeklc bitmiş olmuyor. Namazın kaim kılındığı yerde, ancak d'nin bir
hükmü ifâ edilmiş olur ki, bu cüz pek tabiî olarak dinin bütünlüğünü ifâde
edemez. Hangi memlekette olursa olsun, dinin inzibatî hususları yürürlükte
olmaz ve o cemiyette başka cezaî müeyyideler ve başka kanunları tatbik edilmekte
ise, demek ki orada Allah'ın dini de reddedilmişte. Böyle bir cemiyet düzeninde
«di-ııullah» dan bir eser kalmış sayılmaz.
[92]
Söyle yâ Rabbî* benî
doğru girişle girdir ve doğru çıkıştan çıkar ve bana kendi indinden yardımcı
bir iktidar ver.
(îsra Sûresi: 80)
Bu ulvî âyet, bir
peygamber duasındaki mühim ihtiyacı aksettirmektedir. Cemiyetin duçar olduğu
felâketi ve bu yaranın iyi şekilde nasıl sarılacağına bilen Hakkın elçisi
Rabbine şöyle niyaz ediyor: Bana hükümlerin icra mevkiine uyacak bir iktidar
ver. Veya bana yardımcı olacak herhangi bir hükümeti ortaya çıkar. Onun kuvvet
ve kudreti vasıtasiyle, bu dünyayı kurtarayım. Fenalıkların ve ardı arkası
kesilmeyen kötülükler selinin önüne geçip yolunu şaşırmış insanlık camiasına
Hak Nizamının adalet ve güzelliğini göstereyim. Âyet-i Kerime'nin tefsirinde,
Hasan Basri, Kıtâde, tbni Cerir ve İbni Kesir ve bunlar gibi kıymetli
müfessirler kaydettiğimiz gibi mâna vermişlerdir. Bu tefsiri şu şerefli
Hadîs-kat'î bir açıklığa kavuşturmaktadır :
Hak Ta ala, Kur'an ile
ortadan kaldırmadığını, hii kûmet vasıtasiyle ortadan kaldırır. (Hadîs).
Kesin olarak
anlaşılıyor ki; îslâmın dünyada yapmak istediği ıslâhatta yalnız vaaz ve
nasihat yolu ihtiyar edilmemiş, bu cihan çapındaki fikir manzumesi, aynı çapta
amelî olarak ta eîe alınmış ve bu dört başı mâmur ceht ve gayretin tabiî
neticesi olarak islâm'ın örnek siyasî hükümeti vücuda gelmiştir.
Hak Taalâ'nm bizzat
kendisi, kendi Nebisine öğrettiği bu dua ile sabit oluyor. Dinin kaim
kılınması ve şeriatın infazı, hududullahm icrası için hükümet istenmiştir. Bu
hükümetin elde edilmesi yalnız caiz sayılmamış, aynı zamanda lâzım görülmüş ve
zarurî olarak düşünülmüştür. Ba^ı idrâk yoksunları, anlayış hatasına düşerek,
bu şekilde hükümet talep etmeği dünyaperestîik ve dünya isteğ: olarak
vasıflandırmak isterler. Böyle "olsaydı bir azîm peygamber hükümeti kendi
adına talep ederdi. Halbuki o hükümeti Allah için 'istiyordu, Ve böyle kudsî
bir istek, Kur'an-ı Kerim'de mevzubahs ediliyordu. Allah'ın emrettiği dinin
kaim kılınması için taiep edilen hükümet dünya-perestlik ve şahsî istek için
değil, Allah sevgisinin iktizasındandır.
[93]
İşte Yûsuf (A.S.)
sûresinde de aynı talebi gorüyo-*uz. O da ahlâkî ve içtimaî ıslahat yolunu
tutmak istedi-ğ-1- zaman, risâletin tabî bir zarureti olarak iktidarı ele
geçirmek istemişti. Bütün büyük peygamberlerde olduğu gibi, Peygamberimiz de
(S.A.V.) gelmiş ve gelecek devletlerin en güzidesini kurarak, îslâm dinin.n
kaim olmasında, kendi hükümetini vasıta
kıldılar.
Kur'an-ı Kerim'de bu
meselenin şerhi hakkında, şöy-Je buyurulmuştur:
Onu benim yanıma
getirin, onu kendime dost edineyim. Ocunla buluştuğu zaman dedi fcâ: Bu günden
itibaren bizim yanımızda emniyetle, güvenle ka-ia çaksın. (O da) dedi ; Benî
yeryüzünün bütün hazmele-riniıı babına geçjr, ben onları korurum ye
İ>ilenimdir.
(Yûsuf 54 - 55)
Bundan evvelki
bahislerde bu sûrenin mevzuu, etraflıca anıklanarak anlatıldı. Ve artık
anlaşılıyor ki; istenen bu vazife alelade bir memuriyet ve bir işçilik değildir.
Ve istenen memuriyeti ise, makam
peşinde koşan, koltuk düşkünü kimselerin istediği tarzda bir makam ve
bir mansıb da değildi*1. Bu mukaddes
arzunun hedefi, gerçek inkılâbın kapılarını açmak için baş vurulan gayet mâkul
ve müessir bir çaredir. Hazret-i Yûsuf (A.S.) ahlâkî hasletleri gözönüne
alınarak; on, onbir senelik dirayet, hikmet ve emniyetin erişilmez Örneklerini
vermiş; şerefli mazisine binaen, kendisine istediği bu makam bir minnet duyguları
altında verilmeğe hazırlanmıştı.- Bu,
kapının açılmadı için bir işaretti. Hazret-i Yûsuf (A.S.) m denenmesi pek uzun sürmüştü. Denemeler sırasında herhangi bir şekilde
bir köşede unutulup bırakılmamıştı. Mısır padişahından sokakta oyun oynıyan
çocuğa kadar, faziletleri duyuhnus ve şayi olmuştu. O, bütün imtihanlarını
muvaffakiyetle vermiş ve kendisinin emanet hususundaki müthiş titizliği,
diyaneti, dürüstlüğü, hilmi, zekâ^ îiirayeti, feraseti, büyük işler yapma
kabiliyetleri, engin gönüllülüğü ve bütün bu ahlâkî değerlerin üzerinde bir nur
gibi ışıldayan, nefsi zabt edebilmek gibi ancak seçilmiş kullara yergi olan bu
sıfatla, o zamanki asır içinde eşine ve emsaline rastlan ılmıyacak bir
şahsiyet olarak tanınmıştı.
Halk ve saray erkânı, zamanla
onun yüce hüviyetini tanıyınca artık ona muhalefet edecek kimse de
kalmam'ıştı. Mısır padişahı bile, silâhını atarak ona teslim olmuştu. Hazret-i
Yûsuf'un (A.S.); «Ben korurum: Hafz» ve «ben bilen imdir : Alim» demesi sırf
bir iddiadan ibaret değildi. Bu, ispat edilmiş bir meseleydi. İşte bunun için
kendisine inanıldı. Artık Hazret-i Yûsuf (A.S.) m hükümeti eline geçirdikten
sonra yapacağı işler kalıyordu, Hazret-i Yûsuf (A.S.) kendi isteği ile
padişahdan iktidarı talep etmişti. Padişah ve saray erkânı da onun bu işleri
yapabilecek kabiliyette olduğuna kanaat getirmiş bulunduklarından ve bu makam
için onun kadar ehliyetli başka birisini bulmak kabil olmadığım anladıklarından
bu işi onun eline teslim etmekte tereddüt etmediler, îşte onlar, bu şekilde
kendi memleket işlerinin noksanını düzeltmiş ve tamamlamış oldular. O, kendi
lisa-niyle bu işi padişahdan talep edince; padişah ve iktidar çevreleri bu
isteği öyle bir cânü gönülden kabul ettiler ki, sanki bu işe uzun zamandanberi
hazırlanmış ve *»k'-denberi bunu bekliyor gibiydiler. Bir işaret bu meselenin
derhal olup bitmesine kâfi gelmişti.
Talmud'un beyanına
göre, Hazret-i Yûsuf (A.S.) in ktidarı istemesi yalnız padişahın kendisinden
değil, padişahın bütün aile efradı ve halefleri nezdinde vâki olmuştur. Bu
talep, padişahla beraber bütün aile efradı ve halefleri- de ittifakla kabul
etmişlerdir.
Hazret-t Yûsuf '(A.S.)
un istediği, elde ettiği ve kavuştuğu bu iktidarın mahiyeti ve şümulü nedir?
Düşüncesiz ve bilgisiz
kimseler, Hazâ'in - ©1 - arz cümlesindeki ha/â'in : hazineler kelimesine
bakarak, bunu hububat taksimi gibi alelade bir iş gibi ve buna benzer işlerle
mukayese ederler. Hazret-i Yûsuf (A.S.) bir nevi hazine emini, maliye müdürü,
defterdar, yahut da kıtlık zamanındaki iaşe nazırı, yiyecek karnesi dağıtan
oüro başkanı, maliye bakanı, yiyecekler bakanı gibi bir şeye benzetmeye
kalkarlar. Fakat Kur'an-ı Kerim ve Talmud'un müttefik olarak şehadetlerine
göre; hakikatte Hazret-i Yûsuf (A.S.> Mısr saltanatının muhtar-ı ,küi-lû,
Roma ıstılahına göre diktatörü olmuştu. Memleketin her işi ve her hususu
beyazından siyahına kadar, onun elinde ve önün ihtiyarında idi.
Kur'an-ı Kerim bu
hususu şu şekilde beyan buyuruyor: Hazret-i Yâkub (A.S.) Mısıra ulaştığı zaman, Haz-' let-i
Yûsuf taht üzerinde oturmuştu.
Babasını tahtın
üzerine çıkardı. (Yûsuf, 100).
Hazret-i Yûsuf (A.S.)
in yine bu mevzuda, kendi lisanı i!e söylediği bir cümleyi Kur'an-ı Kerim şu
şekilde nakleder :
Yâ Rabbj, Sen bana
mülk vermişsindi? (Yûsuf, 101).
Su maşrabasi hırsızlığı
meselesine gelince; ora hükümetin memuru, Hazret-i Yûsuf (A.S.) m su
maşraba-sım, pad'şah su maşrabasi olarak vasfediyor.
Dediler, padişahın su
maşrabasım kaybettik. (Yûsuf, 72).
Hak* Taalâ Yûsuf
(A.S.) m Mısırdaki iktidarından bahsederken; «Bütün Mısır ülkesi onundfu.»
şeklinde va-niy buyurmuştur.
Orada istediği gibi
bar mirdi. Yûsuf, 56)
Bu gerçek, Bible
(Kitabı Ahd-i Atîk ve Kitabı Ahd-î Cedîd) de şu şekilde anlatılmaktadır. Bu
kısımda Firavunun Yûsuf (A.S.)
a söyledikleri sözlerimize sehadet eder :
«Ve Firavun Yûsuf
(A.S.) a dedi ki, çünkü bu cümleyi Allah sana malûm eyledi. Senin gibi âkil ve
dana yoktur. İmdi sen evim üzerine ol ve cümle halkım ağzına baksın, ancak
taht hesabiyle senden büyük olayım. Ve dahi Firavun Yûsuf (A.S.) a dedi ki,
işte seni bütün Mısır diyarı üzerine nasbeyledim. Bâ'dehü Firavun mühürünü elinden çıkarıp, anı
Yûsuf (A.S.) in eline kodu,, hem ana tülbent libas giydirip, bir altın tuğu
boğazına. takdı. Ve anı kendi ikinci kucusune b'ndirip, (tahtına) önünde herkes
diz çöksün deyû nida ettiler, ve anı bütün Mısır diyarı üzerine nasbeyledi.
Hem dahi Firavun Yûsuf (A.S.) a dedi ki, ben Firavunum, bütün Mısır diyarında
senin izn:n olmaksızın, bir adam elini ya ayağını kaldırmaya... Ve Firavun
Yûsuf (A.S.) m adını «Saf-nâthn Fa'nâkh» : Dünyayı Kurtaran kodu, ve ona on şehrin
imamı Futîfer'in kızı Esnath'i zevce olarak verdi. Bâdehü Yûsuf (A.S.) cümle
Mısır diyarının seyretmeğe çıktı.»
Talmud'un nakline
göre, Yûsuf (A.S.) un .kardeşleri Mısır'dan dönüp babalarının yanma avdet
edince, babalarına Mısır hükümdarı olan kardeşleri Yûsuf (A.S.) u şu şekilde
anlattılar :
Kend ülkesinin
sakinleri arasında, en büyük selâ-h'yet onun elindedir. Herkes onun emirlerine
uymaya mecburdur. Onun sözü bütün ülkede geçmektedir. Her hangi bir işi
yapacağı zaman Firavundan müsaade almasına lüzum yoktur.
İkinci sual de şudur
ki : Hazret:i Yûsuf (A.S.) bu devletin icra yetkilerini ne maksatla istemiş ve
niçin bu. ehemmiyetli selâhiyeti elde etmişti? Hazret-i Yûsuf (A. S.) bu hizmetleri
yaparken mevcut küfür nizamının kanun ve usullerini mi takibediyordu ? Yoksa,
hükümet ve ktidar eline geçince, islâm, siyaset, ahlâk ve medeniyet usullerini
mi kuracaktı? Bu suallerin en iyi cevabını Al-lâme Zemahşerî, «Keşşaf» isimli
tefsirinde vermiş bulunuyor:
Hazret-i Yûsuf (A.S.); Beni yeryüzünün hazineleri- başına
geçir.
Demişti. Onun bu
talepten maksadı, yalnız şu. idi : Bu
vesile ile Hak Taalânm emrettiği gerçek
kanunları tatbik etsin.
Ülkesindeki mazlumlara kaklarını verebilsin. Allah'ın adaletini yaymak
için, iktidarını bir vasıta kılabilsin. Vazife aliriış olduğu işleri
yapabilsin. Nihayet .Enbiyânın yolunu tutup gitmek imkânına kolaylıkla mâlik
olsun. Peygamberlerin politikacılar gibi dünya sevgisi ve dünyanın kirli
işlerine bağlılıkları olmaz. Hazret-i Yûsuf (A.S.) da sayılan maksatların
husulü için iktidarı talep etmişti.
Hakikat şudur: Bu
sualin kendisi de başka bir sualden doğmaktadır. Bu yeni sual de pek mühim ve
esaslı b'r sualdir. Eğer Hazret-i Yûsuf bir peygamber ise, o zaman Kur'an-ı
Kerim'de bildirilen diğer
peygamberlerin hattı hareketini takip etmesi lâzımdır. Nasıl olur da bir
taraftan islâm'a davet eder, diğer taraftan kendisi kalkar da Allah yolundan
gitmeyen, kâfîrâne rejimin yü-rümes", için hizmet etmek yolunu tutar?
Belki bn sual bununla da bitmez. Bu sualden daha da ince ve daha da önemli yeni
bir sual ortaya çıkar. Hazret-i Yûsuf (A.S.) teiniz ve'doğru.yol tutan bir
insan mıydı? Yoksa değil miydi? E^er Hazret-i Yûsuf (A.S.) doğru ve temiz bir
insan ise, o zaman bir temiz ve doğru insan nasıl olur da hapishanede iken,
peygamberlik iddiasında bulunarak :
Şu bir yığın
uydurduğunuz ilâhlar mı iyidir? Yoksa, bir tek ve kudret sahibi bulunan Allah
mı?
Sözünü söyler? Yine
bundan başka nasıl olur da müteaddit defalar tekrar tekrar, Mısır halkının
karşısında şu ibretli uyarmaları yapar ki :
Sizin için şu uydurup
kendi indinizden çoğaltıp durduğunuz ilâhlardan biri de bildiğiniz şu Mısır
padişahıdır? der.
Hazret-i Yûsuf (A.S.)
bilhassa şu tebligatı ile her devre ışık tutan ve yegâne hakikati açıktıyarak
peygamberlik akidesini açık bir şekilde beyan eder :
Ferman vermek, buyruk
sahibi olmak yalnız bir ve tek bulunan AIIalnı Taalâ*nındir.t Ondan başka
kimsenin bir 'ktidar hakla yoktur.
Sonra, bu nasıl bir iş
olur: Aynı Hazret-i Yûsuf (A. S.) diğer taraftan amelî ve fiilî işe gelince;
kalkıp da tenkit ettiği ve nizamını değiştirmek istediği, bildiğimiz, kâfirâne
nizamı takibeden şu Mıslr padişahının hükümet rejimine hizmet etmek yolunu
tutup da gider? Yalnız. hizmet etmek yolunu tutmakla da kalmaz, belki, kendisi
bu rejimin yürütücüsü, tertibe koyanı, muhafızı olup; hattâ Mısır padişahının
rububiyetine de boyun eğip onun. temel nazariyesi olan :
«Kanun yapmak, buyruk
sahibi bulunmak Allanın; değildir de benim kendimin yâni padişah olan benimdir.
Fikrine sahip olur?
Hakikat şudur ki, bu âyetlerin tefsirini müslümanlar gerileme devrinde herhangi
bir zihniyetin neticesinde bu şekilde ileri sürmek istemişlerdir. Burada biraz
da Yahudi hususiyetinin kokusu sezilmektedir. Yahudilerin asırlardanberi
tuttukları yol malûmdur. Onlar düşünce ve ahlâk bakımından *m alçak seviyeye
düşmüşlerdir. Eski tarihlerinde, onların da mümtaz-bir çok şahsiyetler
yetiştirdiklerini okuyor ve bunlardan. 'bret dersi alıyoruz. Onlar böyle aşağı
bir duruma düştükten sonra, kendilerini mazur gösteren birçok bahaneler icat
eder, bu yalanlarını ispat için deliller uydururlar. Ne yazık ki, şimdiki
müsîümanlar da böyle olmuşlardır. Ve İslama ihanet eden, kâfir hükümetlerin
uşaklarına boyun eğmektedirler. Onlar da bu alçak derekeye düştükten sonra,
geçmiş tarihin parlak sahifelerine bakarak, İslâm ve Islâmm ileri gelenlerinin
hayat sahifelerini okuyarak utandıklarından, haya ve hicap hissi duyduklarından,
bu utanç hissi altında kendilerini teselli etmek, halkın haklı
husumetinden kendilerini kurtarmak maksadiyle, bu sefil
nazariyeleri uydurarak, ellerinde koz olarak kullanmak iç'n,
Yûsuf (A.S.) gibi yüce ma-kamlı bir
peygamberin «küfr» yolunda hizmet ettiği şeklinde iğrenç yalan ve iftiralara
sığınmak ihtiyacını hissediyorlar. Halbuki herhangi bir ülkede, [94] yalnız ve tek olarak İslama bağlı bir mü'min
bulunsa, bu kimse imanî feraset ve hikmet ile mücehhez olsa, o kimse yine yapayalnız,
kendi basma, bu ahlâk ve hikmetinin kuvvet ve gücü ile Islâmî inkılâbı tahakkuk
ettirebilir. Bu müminin ahlâk kudreti - Bu ahlâkî kudretin nasıl
kullanaca-ğın'ı ve nasıl bu kudretten istifade edilebileceğini bilmesi şartiyle
- orduya, silâha, askerî malzemeye ve herhangi bir şeye ihtiyaç, bırakmadan, o
müminin bulunduğu memleketi fethetmeğe ve teshir eylemeğe o ülkenin saltanatını
dağıtmağa bile kâfi gelecektir. [95]
İslâm'da hakimiyet
tasavvuru, bütün meselelerin üs--tünde en mühim bir mahiyet arzeder. Çünkü
gerçek olarak Hâkim olan bu sonsuz kâinatın Hâüki Allahu Taala'-dır. O,
Hâkim-i âlâdır, tktidar-ı âlâ ; (En yüksek iktidar) O' nun hakkıdır. însan
ise, durumu ve va*ziyeti bakımından bu Hakim-i âlâ'nın halifesi, mümessiK ve
bir nevi vazifeli memurudur. Her şeyde olduğu gibi, siyasi nizamda da bu
Hâkim-i âlâ'nın kanunlarına tâbi olması lâzîmdır. Halifenin vazifesi ise,
Hâkün-i âlâ'nın kanunlarını asıl kaynağa uygun bir şekilde yürütmek ve infaz
etmektir.
Hâkimiyet mevzuunu en
güzel şekilde ifade dden şu Âyet-i kerimedir:
Ey benim hapishane
arkadaşlarım, çeşitli ilâhlar mı iyidir yoksa bir ve tek bulunan Kaihhar Allah
mı? Ondan gayrı sizin ibadet -ettiğiniz şu şeyler, kendinizin ve kabalarınızın
uydurup isim takdıklaruıızdan başka bir şey değillerdir. Halbuki Allah bunlar
için bir detöl göndermemiştir. Elbette ki Hüküm ancak ve ancak Allah'a aittiî.
O, ancak kendisine — kendisinden başkasına değil — ibadet edilmesi için emir
vermiştir. İşte sağlamı din budur. Fakat halkın çoğu düşünemezler. (Yûsuf, 39-40)
Bu cümleler Hazret-i
Yûsuf (A.S.) un beyanatından bir parçadır. Bu cümleler tevhîd ve Üâhî
hâkimiyet hakkında en güzel anlatış şeklidir. Burada Hazret-i Yûsuf (A.S.) din
mefhumunu öyle bir tarzda ileri sürmüştür ki, ehl-i hak ile ehl-i bâtıl
tamamen biribdrinden ayrılmıştır. Yâni Tevhid ile şirk arasındaki fark
tamamiy-le belirtilmiştir. Sonra bu» fark öyle isabetli ve makul bir şekilde
ifade edilmiştir ki, alelade bir zekâya sahip b'r kimsenin bile benimsiyeceği
bir şekildedir. Bu mesele bir başka hususiyet de araetm ektedir. Bu sözlerin
muhatabı olan insanlar, o zamanlar, fikirleri ve düşünceleri itibariyle
karanlıklar içinde idiler. Nitekim o zaman bu sözler' söyleyen yüce insan da,
kaderin bir hikmeti olarak, bir köle idi. Arkadaştan da O'nun vaziyetine benzer
bir vaziyette idiler. Gayet açık ve kesin bir şekilde aynı zamanda herkesin
anlıyacağı bir üslûpla hitap etmişti :
«Acaba bir efendiye
köle olmak mı iyidir, yoksa çe-§it çeşit efendilere köle olmak mı iyidir?» Bu
sözler, orada bulunanların kalblerinin tâ içine kadar işlemişti, ^e yîne aynı
şekilde konuşmuştu: Bütün dünyanm mâliki bulunan br efendiye mi kölelik etmek
iyidir, yoksa kölenin kölesi bulunan bir efendiye nü kölelik etmek iyidir?
HazreM Yûsuf (AJ3.) arkadaşlarına doğrudan doğruya şöyle bir teklif yapmış
değildi : «Siz kendi dîninizden vaz geçin ve benim.dinime girin.» O, hikmet
kaynağı peygamberlik vasfı ile, mukaddes daveti en arifane bir tarzda ve her
biri bir kelime incisi olan şu bözlerle zımnî olarak yapmıştı: Allah'ın fazl-ü "keremine bakınıs! Acaba bizden başka kimseyi kendisine
kul etmiş midir? Fakat halk O'na
şükretmiyor, bu hususu an Uyamıyor, kendileri kalkıp kemlileri için
Rabb'ler uyduruyorlar; bu Rabb'Iere de
kul oluyorlar. Sonra Hazret-i Yûsuf (A. S.) bu defa onların dinlerini tenkid
etmiş, makul bir.şekilde, gönüllerini
incitmeden dinlerinin her türlü fenalıklarını açıklayıp ortaya kovmuştur : Şu
mabudumuz dediğiniz nesne, kimseye bir şey vermemiştir, kimsenin
velinimeti değildir, hiç bir yerin ve hiç bir
ülkenin de mâliki dleğikttr. Siz ona servet sahibi yahut da sağlık ve
hastalık veren kioj.se diyorsunuz ama, bu dediklerinizin hepsi boş sözlerden ve
lâf- güzaftan ibarettir. Bunlar hep uydurma sözlerdir. Uydurduğunuz bu
isimlerin içinde hiç bîr veHnimetlik ve R&bb'lsk yoktur. Halildyet
ve Eu-bubiyet mevcut değildir. Asıl hakikî mâlik Allahıı Taa-lâvdır. Bu Allah
Ta a!a hem bizim hem de bütün kâinatın Halikı ve Kabb'khr. Bu hakikati kabul
etmek lâzımdır. Siy dle bunu kaî>ul edin, buna teslim ohın. O'ndan başka ki
iaşenin ne R-ububâyet ne de Mâbudluğa hakkı yoktur. Hüküm vermek, emir buyurmak
tamamiyle O*na aittir. Bütün İhtiyara t ve salâhiyetlerin hakla da O'na
mahsııs-tur. O'nun d» hükmü şudur ki, kendilinden başka hiç. bir kimseye ve hiç
bir nesneye ibadet etmemektir. [96]
B. Firavun dtedi ki:
Ey saray halkı! Ben sizin için kendimden başka bir İlâh olduğunu bilmiyorum. (El
- Kasas, 38)
Bu sözlerden Firavunun
ne demek istediği anlaşılır. Firavun demiyordu ki: «Ey saray halkı! Ben sizin,
yerin ve göklerin halikıyım». Nitekim böyle bir sözü değil Firavun, ağzına
zincir vurulması lâzım gelen bir deli bile zor söyliyebilir. Firavunun bu
beyanatından, «Ey saray halkı! Benden başka sizin herhangi bir mabudunuz
yoktur.» şeklinde bir mâna çıkarılmaz. Çünkü, Mısır halkının inançlarına ve
akidelerine göre, daha bir sürü rnâ-bud vardı. Bu bir sürü mabuda ibadet
edilirdi; hattâ Firavunun kendisi bile bu mâbudlara ibadet ederdi. Firavunun
mâbud olması ve mâbudluk makamına yükselmesinin sebebi ise şu idi: Onu güneş
ilâhı olarak telâkki ediyorlardı. Bu hususta en büyük delil de yine Kur'an-ı
Ke-rim'in âyetlerinde mevcut bulunmaktadır. Firavun kendisi de ilâhlara ve
hattâ ilâhcıklara da ibadet ederdi. Bu ilâhların ve ilâhcıklarm dahî bir nevi bakıcısı
ve koruyucusu idi.
Bu noktadan
düşünürsek, Firavunun o zamanki hattı hareketi, alelade bir hükümet başkanın
tutumundan pek de farklı değildir. Nitekim, hükümet ve devlet başkanlarının
çoğu da Allah'a ve O'nun Peygamberine inanmakla beraber, O'nun kanununu
unutmuş görünüp bir tarafa bırakmışlardır. Kendi kendilerini de bir çok şeyi
yapabilecek bir seviyede görürler. AUahu Taalâ'nis mümtaz şeriatından ayrı
kanun uydurur ve kendilerini muhtar addeder, siyasî ve kanunî hâkimiyeti
ellerinde bulundururlar. Böyle bir zihniyetin iddiacısı ilan idareci ister
pad'şah olsun, ister halkın rızası ile güya seçilmiş birisi olsun. Bu sutıfa
mensup kimseler, yeryüzünde Allah ve Resulünün kanunlarını değil de, kendi
kanunlarını yürürlüğe koymuşlardır; îş bu neticeye vardıktan sonra, Firavunla
bu adamcağızların arasında ne gibi bir fark olabilir?
Şimdi başka bir
meseleye gelelim; bu da bahsimiz içinde ayrı bir bölümü teşkil eder: Halkımızın
bilgiden yoksun bir zümresi, durmadan Firavuna lanet yağdırırlar. Fakat bu
lanet okuyanların kendileri Firavun hükümetine benzer hükümetlerin
tarafgirliğini yaparlar. Hakikati kendilerine meslek ittihaz edenler ve böyle
kıymetli bir yükü yüklenmiş bulunan şahıslar ise, sözün ve istilâhların
mânasına've ruhuna bakarlar, yalnız lâfızlara ve kullanılan kelimelere değil...
Bu bakımdan iFravunun kendisine İlâh demesi ve böyle bir iddianın mânası ancak
hâkimiyet anlamına gelir. Bu hâkimiyetten gaye ise, istediğini yapabilen bir
hâkim demektir. Ve sahip çıktığı bu hâkimlik sıfatını ilen etmektedir. Burada
ilâh kelimesi istilâh olarak kullanılmıştır. [97]
C. O kimse kî, yerin
ve göklerin mülkü O'nundür. Hiçbir oğul edinmemiştir, mülk'de O'nun hiç bâr
ortağı da olmamıştır. Her şeyi O yaratmış ve her şeyin takdirini mukadder
kılmıştır. (Eli - Furkân, 2).
Burada kullanılan
«mülk» kelimesi Arapçada padişahlık, hükümdarlık, kıralhk, iktidar-ı âlâ : en
yüksek iktidar ve hâkimiyet : (Sovereynly) demektir. Matlup şudur ki, Allahu
Taalâ bütün kâinata Mutlak Muhtar, İhtiyar sahibi, Ferman veren, Buyruk
Buyuran'dır, Bu ihtiyaratta bu fermanda hiç bir şeyin zerre kadar bir hakkı
yoktur. Bu gerçek de kendiliğinden şu meseleyi istilzam eder. O'ndan başka,
herhangi bir mâbud kabul edilemez. İnsan, Mâbud diye telâkki ettiği şeyden, her
türlü menfaat veya zarar geldiğine inanır. Hiç bir şeye yaramıyan, hiç bir işe
gücü yetmeyen büâkis kendileri korunmağa muhtaç olan nesnelerin mâbudluğuna, en
ahmak veya en budala bir insan D İs inanmaz.. Şimdi siz, Hak Taalâ Celle
Şanühu'dan başka kâinatta hiç bir varlığın elinde kudret olmadığına kat'î bir
şekilde anlamış olsanız, şüphesiz ki O'nun karşısında boyun büker, acz ile
niyaz ile baş eğersiniz. Bu kesin idrâk ve imandan sonra, ne herhangi bîr el
O'ndan başkası için adak getirir, ne de herhangi bir dili O'ndan başkasına
hamdeder. Ne de kimse O'ndan gayrısma dua" edip, şükranlarını bildirir.
Ne de dünya yüzünde ahmaktan daha ahmak birisi çıkıp da gerçek Rabb'i
Zülcelâli bırakıp, O'ndan başkası için kul olmak yolunu tutar. Ve yahut da
herhangi bir kimsenin hüküm vermek hakkına mâlik olduğunu kabul eder. Bu
meselenin teyidi için yukarıdaki âyetlerle birlikte şu âyet-i kerimenin
medlulünü da göz-önüne alalım: Bu âyet-i kerime de yerin ve göklerin mutlak
hükümdarlığının Allahu Zülcelâle ait olduğunu bildirmektedir :
D. Göklerde ve yerde
ne varsa ne yoksa, hep Allah'a aittir. Siz, kendi kalbinizde neyi
açıklarsanız, neyi de gizlerseniz elbettelrî O'nun hesabına çekilecektir. Ve
sonra, istediğini gufrana ulaştırır (afv eder) istediğini de azaba çarptırır. îşte
o Allah herşeye kadir Allah'tır. (El - Bakara, 284).
Bu âyet-i kerimenin
üzerinde düşünürsek, şunu anlamış olacağız. Din'in ilk temeli ve esas akidesi
Hâkimi-yet'in Allahu Taalâ' ya mahsus olduğunu belirtmektir. Allah'ı Taalâ'mn
göklerin ve yerin mutlak mâliki olması ve "göklerle yerin arasında bulunan
kâinatın da mutlak rahibi bulunması, her şeyin O'nun mülkü olması, Öyle bir
temel hakikattir ki, insan için bundan başka türlü hareket etrnek ve başka
türlü düşünmek imkânı yoktur. Bunun dışında hareket etmek veya düşünmek sahih
ve doğru olamaz ve olmıyacaktır. İnsan, ancak Allahu Taalâ'-nın karşısında
boyun eğip, ancak ona itaat eder. Yine bu âyet-i kerimenin medlûlunda daha bir
çok mânalar mevcuttur. Bir kere mesuliyet mefhumu açıkça görünmektedir. Yâni
herhangi bir iş ister açık olsun, ister gizli, Hak Taalâ'dan gizli değildir.
Hak Taalâ her işlenen fiile vâkıftır. Ve işlenen her fiilin hesabı sorulacaktır.
Neden ve niçin böyle yaptınız, yahut da böyle düşündünüz diye sorguya
çekecektir. İşte bu şekilde her insan tek tek yaptıklarından Allah'a karşı
mes'uldür. Yaptık lanndan dolayı Muhakeme-i Kübrada hesap verecektir. Allahu
Taalâ ister gizli (gayb) isterse açık (şehade) nin ilmini elinde tutmaktadır.
Hattâ kalblerin bir köşesinde saklanmış bulunan en ufak bir şeyi dahi bilmektedir.
Kafalarda, zihinlerde, düşüncelerde neyin geçip geçmediğinden elbette ki
haberdardır. Hiç bir şey O'na gizıi ve kapalı değildir. Âyet-i Kerime'nin son
kısmında yine Hak Taalâ'nın her şeye mutlak olarak kadir olduğunu
bildirmektedir. O, kimsenin kanununa tâbi olmadığı gibi kimsenin nizamına da
bağlı değildir. O kimseyi dinlemeğe de mecbur değildir. O mâliki mutlaktır.
İstediğine ceza ver:r ve istediğini de bağışlar; küllî ve tam ihtiyârat O'nun
elindedir. Her şey O'nun yarattığı bir nesne olup ve her şey O'na karşı bir yok
mesabesindedir. [98]
E. Benden önce
gönderilmiş bulunan önümüzdeki Tevrah tasdik ederek geldiğim halde, size haram
edilmiş bulunan bazı şeyleri helâl kılmak için Rabb'mızdan âyetler getirdim.
İşte O'ndan çekininiz ve bana itaat ediniz. Elbette ki, Allah benim de sûân de
Rabb'nmzdır. Işt» O'na ibadet fedin. Bu, en doğru yoldur. (Al-i İmrân, 50-51).
Buradan anlaşıldığına
göre, Hazret-i İsa (A.S.) davetinin de esası diğer peygamberlerin davetlerinin
esası gibi üç nokta üzerinde toplanmıştır :
Birincisi : İktidar-ı
âlâ'nın Hak Taalâ elinde bulunduğudur. O'nun rızası için kulluk yolu
tutulacak, O'na tam olarak itaat edilecek; ahlâk ve medeniyetin bütün nizamları
O'nun isteğine göre tanzim kılınacaktır. Yai-niz, Allah'a boyun eğilecek ve
yalnız O'na kulluk edilecektir.
İkincisi: Kudret-i âlâ
sahibinin mümessili olan peygambere de mümessillik vasfı ile itaat
edilecektir.
Üçüncüsü : İnsan kendi
yaşayışında helâl ve haram; caiz, gayrı - caiz şeylere bağlı bulunması hakkmda
yalnız Hak Taalâ'nın kanununu takip edecektir. Kanun ve inzibat nizamı yalnız
Allah'a mahsustur. Beşere ait düzme kanunlar hükümsüzdür.
Buna göre, hakikatte
Hazret-i Mûsâ (A.S.), Haz-ret-i Muhammed (S.A.V.) in ve diğer bütün peygamberler
de hep aynı heyetlerle gelmişlerdir. Bu mukaddes vazife :1e mükellef
peygamberler hep aynı gayenin reh-beriiğini yapmışlardır. Risalet bakımından
aralarında en ufak bir fark yoktur. Muhtelif peygamberlerin muhtelif
heyetlerle geldiklerini iddia etenler, onlarm maksat ve gayeleri arasında
ayrılık düşünenler, büyük bir hatâya saplanmış ve yanlış yol tutmuşlardır.
Mâlik-ül - mülk indinde, O'nun tebaası ve reayamı jaezdine memur olarak gelmiş
bulunan kimselerin gelişlerinden ve memuriyetlerinden maksat nasıl ayn ayrı
olabilir ki, bu tebaayı bu reayayı, kafa tutmaktan ve kendi başına buyruk ke
silmekten alıkoyup, kendilerini muhtar addedip şirk yoluma gitmelerine mâni
olsunlar diye vazifeli kılınmışlardır. Bütün insanlığa, iktidar-ı âlâ'ya karşı
hiç kimseyi veya kır otoriteyi, her ne hususta olursa olsun hiç bir şekilde
ortak tanımamalarım öğretmek cehdiyle mueatiele sahasına atılmışlardır. Hakiki
mâlike kulluk vazifesini yerine getirmenin yüksek faziletiyle mücehhez
olmaları,. itaatin ehemmiyetini kavramaları, vefakârlığın haysiyetine
u.aşmaları esas tutularak, îlâhî davete muhatap cdihnişlerd'r.
Ne yazık ki, elimizde
mevcut bulunan încillerde Haz-ret-i Mesih (A.S.) in heyeti tam ve açık bir'
tarzda beyan edilmemiştir. Kur'an-ı Kerim'deki gibi sarih, vazıh ve toplu
halde anlatılmamıştır. Yukarıda mevzubahse-dilen üç mesele, dağınık işaretler
şeklinde birbirine karıştırılarak aniatılmıştır. Meselâ, Üncüdeki şu âyetten,
Hazret-i Mesih (A.S.) m yalnız Allah'a kulluk yoluna davet ettiği
anlaşılmaktadır :
Zira yazılmıştır ki,
Kabb Allah'ına, secde ve yalnız O'na ibadet eyleyesin.
(încil-i Mettâ, Bab.
4. Fıkra 10. Kitab-ı Ahd-i Cedîd Sahife. 4).
Bu cümleden yalnız,
Hazret-i Meşinin Allah'ın vahdaniyetine ve yalnız O'na ibadet edileceğine kaîl
olduğu anlaşılmaz;- O'nun bütün çalışmasını ve gayretini hep bu yolda sarf
ettiği anlaşılır. Isâ (Â.S.), Allah'ın emr-i şer'î-sine tam mânasiyle itaat
edilmesini sağlamak için büyük gayretler sarf etmiştir. Meselâ:
«Melekûtun gelsin,
muradın gökte nice kılınirsa yerde dahi böyle kılınsın.»
(Mettâ Bab, 6. fıkra
10, Sahife, 7.)
Hazret-i Mesih (A.S.),
kendi kendini semavî hükümetin mümessili sıfatı ile ileri sürmüş ve halkı bu
yolda kendi itaatına davet ettiği bir vakıadır. Bu husus, O'nun muhtelif
sözlerinden açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Hazret- İsâ (A.S.), kendi
memleketi bulunan Naaıra'da mukaddes davete başlayınca, orada ilk önce kendi yaicınları ve hemşehrileri tarafından
muhalefetle karşılandı. Bu hususta, Mettâ, Markos ve L/uka (incili tertip
edenler) her üçü de müttefiktirler. Bu kimselerin üçünün de rivayetleri hemen
hemen birbirlerinin aynıdır.
«Nebi kendi ülkesinde
kabul edilmedi.»
Ne zaman ki, bu büyük
peygamberin öldürülme hazırlıkları başladı; bu sefer halk: «Buradan çekil,
gizlice g t.» Dediler. O, öteler habercisi peygamber de bu tavsiyelere şu
cevabı verdi:
«Bir Nebi bu şartlar
altında çekilip gitmez. Buna imkân yok.» (Luka, Bab, 19. Fıkra 38).
Son defa Urşelilim'e
geldiği zaman, O'nun bağlıları yüksek sesle şu sözleri haykVrdüar :
«Dediler kî, Rabbin
isminde gelen Melik mübarek otsun.»
(Luka Bab, 19, Fıkra 38)
Bu sözler', duyan
Yahudi âlimleri gücendiler. Hazret-i Mesih (A.S) a: «Bu kimseleri sustur.»
dediler. Peygamberleri de :
«Ol dahi cevap verip
onlara dedi ki, ben size derim ki: Eğer bunlar sükût ederler ise taşlar
çağıralar.» (Luka Bab, 19, Fıkra 40)
Yine aynı masum
peygamber şöyle buyurmuşlardır:
«Ey cümle yorgun ve
yüklü olanlar! Bana gelin ve ben stâte rahat vereyim. Boyunduruğumu üzerinize
alın ve benden ki halım ve alçak gönüllülüğü öğrenin ve canlarınıza rahat
bulaşınız.» (Metta Bab, II. Fıkra 28 - 29, Sahife, 14)
Hazret-i Mesih (A.S.)
da diğer peygamberler gibi, insanların yapıp uydurdukları kanunlar yerine îlâhî
kanunların yürürlükte olması yolunda çalışıyordu. - Metta ve Markos'un
rivayetlerinden apaçık bir şekilde bu nokta anlaşılmaktadır. Her iki İncil'in
de rivayetlerin hülâsası şöyledir: «Yahudi uleması, senin talebelerin, büyük'
lerin ve ileri gelenlerin rivayetleri zıddına ellerini yıkamadan nasıl yemek
yerler diye itirazda bulundular. Bunun üzerine Hazret-i Mesih buyurdu ki:
Riyakârların hâli böyledir; onlar vaktiyle sair peygamberlerin sözlerine de
itiraz etmişlerdi. Bu ümmetin dili bana hürmet ediyor, fakat gönülleri benden
uzaktır.» Ve bu mûteriz-lere şu şekilde insanî ahlâkı Öğretmişlerdi:
Siz de Allah'ın
hükümlerini iptal edip, kendi tarafınızdan uydurduğunuz kanunları yürürlüğe
koymaktasınız. Allah, Tevrat'ta aha, babaya hürmet edilmesini emir
buyurmuştur- Herkim ana ve babasına fena bir şey söylerse o kimse öldürülsün
diye hüküm vermiştir. Şimdi siz kalkmış diyorsunuz ki, birisi kendi anasına ve
babasına diyebilir ki, benim size karşı yapmakta olduğum hizmetler sizin
işinize yaramıyorsa, ben onları Allah'a adarım. Bu verdiğiniz hükümden, baba ve
anaya hizmet etmemek caiz olmuyor mu? (Metta Bab, 15, Fıkra 3-9 ve Markos Bab,
Fıkra 5 - 13) [99]
F. İşte Rabbiniz O
Allah tır ki, gökleri ve yeri alta günde yarattı. Sonra da kendi makamında
sağlam olarak karar buldu. Ardı arkusU kesilmeden geceyi takip eden gündüze,
gecenin perdesi örtüldü, Oüneş de, ay da, yıldızlar da hep O'nnn fermanına
boyun bükerler. Dikkat! halk etme (yaratma) ve emr (hükümetine) ona aittir.
Bütün âlemlerin Babbı bulunan Allah ne
mübarektir. (El - A'raf, 54).
Hak Taalâ, isteva
ale'1-arş : «makamında sağlam olarak karar buldu.», cümlesinin etraflıca şerhi
ve tafsilini anlamak bizim için pek zordur. Şu kadar var ki. Al-lahu Taalâ,
kâinatı yarattıktan sonra, kendisinin
şu hudutsuz saltanatına, herhangi bir makamda bir merkeze karar verdi- işte bu
merkezde tecelliyâtını mütemerkiz kıldı. Ve bu tecelliyatın mütemerkiz
bulunduğu makamîn ismi de Arş'dır. Oradan bütün âlemlerin üzerine feyz ihsan
eyler. Oradan bütün kâinatın tedbirini tertibedip, emir buyurur. Şu cihet de
mümkündür ki> bu âyet-i keri-me'deki Arş kelimesinden maksad, iktidar ve
hüküm sahibi bulunmaktır. «Arş üzerinde karar bulmak» tan maksad da, Hak
Taalâ kâinatı yarattıktan sonra, onun idaresini de eline aldı demektir.
Her ne ise, istevâ
al'el arş'ın mânası ne olursa olsun, Kur'an-ı Kerim bu mevzuyu ele alarak, Hak
Taalâ'-mn yalnız kâinatın Hâliki olmayıp, aynı zamanda kâinatın mutlak
idarec;si ve müdebbiri olduğu hakikatini en güzel şekilde ;nsan zihnine
yerleştirmektedir. O, dünyayı yoktan var ettikten sonra dünya ve yarattığı bil'ciim-le
mahlûkattan alâkasını kesmediği gibi, yarattığı şeyleri de kendi başına
bırakmamıştır. Amelen ve bilfiil, bütün âlemin her cüz'ünün ve küllî âlemin
idaresi ve saltanatı bizatihi o sonsuz dest-i kudrettedir. Fiili olarak. her
şeyin, her varlığın ve her zerrenin takdiri O'nun hükmüne bağlıdır.
Kur'an-ı Kerim, bu
şekilde, esasa ait yanlış anlayı-şîn Önüne sed çekmek yolunu tutmuştur. Böyle
olunca, hiç bir şekilde insan şirk'in sapiık yoluna saplanmaz ve kendisini de
muhtar ve başı boş addetmek dalaletinin sevdasına kaptırmaz. Kâinatın nizam ve
tertibi İle Hak Taalâ'nın alâkasız olduğunu zannetmenin gerektirdiği netice
şudur ki, insan, kendisini yahut da diğerlerinin mukadderatını AUah'dan başka
birisinin elinde olduğu kanaatine sahip olur. Böyle düşünen mahlûk karşısında
da boyun eğmek yolunu tutan, yahutta kendi mu-kadderatım kendi tayin ettiği.zehabı ile şahsını muhtar
telâkki eder.
Burada üzerinde
durulacak bir nokta daha vardır* Kur'an-ı Kerim'de. Hak Taalâ'nın yaratma ve
idare işlerine ait kullanılan kelimeler ve ıstılahlar, ister hakiki mânada
olsun, ister mecaz ve istiare mânasına alınmış bulunsun, ekseriya saltanat,
hükümet ve padişahlığa ait kçlime ve ıstılahlar kullanılmıştır. Kur'an-ı
Kerim'in bu beyan tarzı o kadar vazıh bir şekildedir ki, herhangi alelade
anlayışlı birisi Kur'an-'i Kerinı'i okuduğu zaman, bundan başka bir şey anlamaz
ve hissetmez.
Aklı noksan bazı
tenkidç'ler, kendi akıllarının noksanlığını hesaba katmıyarak hep tersinden
düşünüp şu neticeyi çıkarmak istemişlerdir: Güya bu Kitap telif edildiği
zaman, insanın zihninde hükümet ve saltanat nizamının hâkim olduğu fikrini
ileri sürerek bu kitabın müellifi (Bu sersem kafalılara göre, Hazret-i ResûMi
Ekrem (S.A-V.) neüzübillâh Hak Taalâ'ya sözüm ona padişahlık izafe ederek
ortaya çıkarmak istemiştir. Halbuki işin esasmda Kur'an-ı Kerim'in ileri
sürdüğü da'mî ve ebedî hakikat, bu düşüncesiz kafaların iddialarından veya
anladıklarının tamamen aksinedir. Em büyük ve tek gerçek şudur ki, şu
yeryüzünde ve namütenahi göklerin saltanat ve padişahlığı ancak bir «zat» a
aittir. Hâkimiyet (sovereignty) diye isimlendirilmiş olan husus da yine O'nun
Zat'ına mahsustur. Bu kâinat nizamı da bir merkezî nizam-ı kâmildir, ki, bu
nizamda bütün ihtiyarat yine o Zat m elindedir, işte bundan dolayıdır ki, bu
ni-zam'da herhangi bir kimse, şahıs veya zümre cüz'î veya külli olsun, her ne
şekilde olursa olsun hâkimiyet iddiasında bulunursa, kendisini korkunç bir
şekilde aldatmış ve feci bir yalana saplamış ^plur. Ve yine bu nizamı tertibe
koymak için de O'nun gösterdiği yoldan başka herhangi bir yol doğru
değildir- Şurası da yine doğru
ve-değişmez bir gerçektir ki, dinî ve mezhebi bakımdan ibadet edilen Mâbud'a,
siyasî ve medenî hükümdarlığı
(So-vereignty) da teslim etmek lâzımdır.
«Lehü'l - halk ve'l -
emr : Halk etme (yaratma) ve emr (hüküm verme) O'na mahsustur.» Cümlesinin
şerhine gelince, «istevâ al'el - arş» cümlesinin şerhinde etraflı olarak
açıklanmış oîdu Bu mesele hakkında demiştik k', Allah Taalâ yalnız Halik değü,
aynı zamanda emit* veren ve hüküm buyurandır. O .kendi mahlûkatını yarattıktan
sonra, onların işlerini başkalarına bırakmamış ve cümle mahlûkatının üzerinde
hükmünü icra kılmağa devam etmiştir. Halk ettiklerinden hiç birisini de kendi
başlna bırakıp, onları kendi basma buyruk sahibi ktfma-miştır. Yaratılmış
olanlar istedikleri gibi hareket edemezler. Amelî ve fiilî olarak bütün
kâinatın tedbiri Hak Taalâ'nın elindedir. Geceyle gündüzün biribirinl takip etmeleri
de kendi başlarına olmayıp Allah'ın hükmü iledir. Allah isterse,. bunları
istediği gibi değiştirir ve istediği gekle sokar. Onları murad ettiği bir
nizamla yeniden tertipler. Güneş, ay ve yıldızların da kendilerine mahsus bir
iradeleri yoktur; bu cesim nesnelerin de;her türlü umuru Hak Taalâ'nın yed-i
.kudretindedir. Yalnız Cenab-ı Hak'kın fermanına boyun bükerler. Bunlar da
mahkûm ve mecbur birer köledirler- O. «Elbette ki, Allah istettiği gibi
hüjkmeder.» (El - Mâide, 1)
Allahu Taalâ mutlak
hâkimdir ve bütün küllî irade yalnız kendisine mahsus bulunmaktadır. Dilediği
gibi hükmeder; kullarından hiç bir kimsenin O'nun hükümlerine karşı söz
söylemek, niçin ve nasıl demek hakkı yoktur. Elbetteki bu tlâhî hükümlerin
hepsi derin birer e, sonunda mutlaka hayır tecelli edecek bir mas-
lahata raebnidir. Fakat
Müslüman bir kul, bu hükümlere itaat ederken, bu kudsî hükümlerin hikmet ve
maslahatı nedir diye peşin bir araştırmağa girmez. Ancak hüküm sahibi böyle
hüküm vermiştir diye itaat eder. Hüküm
sahibi bir şeyi haram kılmışsa o haram olan şey .ne olursa olsun ve niçin
olursa olsun mutlak surette haramdır. Helal olan şey de yine ne şekilde olursa
olsun helâldir. Niçin ve ne sebepten helâl olmuştur diye araştırmak bize
düşmez. Zira, Hak Taalâ her şeyin yegâne mâliki olduğuna göre, bu şeyleri
kullarına ya haram kılmıştır, yahut da müsaade vermiştir. îşte bunun için
Kur'-an-i Kerim nimetlerin helâlliği ve haramlığı hakkında Mâliki Hakikinin müsaadesi veya
ademi müsaadesinden başka hiç bir araştırma
yapılmasına lüzum olmadığım bildirmektedir. Yine aynı şekilde,
kulların yapacakları işlerin
caiz veya çayrı caiz olmasının da esası bundan Toaşka bir şeye istinat etmez.
Hak Taalâ'nın caiz İçildiği •câizd'T- Caiz kılmadığı da asla caiz
değildir. [100]
H. Kendi dilinizle
tavsif edip yalan uyduraraktan, bu helâldir ve şu haramdır demeyin. Böyle
olursa Allah'a yalan iftira atmış olursunuz. Elbette Allah'a yalan iftira atan
kimseler asla felah bulmazlar.
(En - NahI, 116).
Bu âyet-i 'kerime
gayet açık bir şekilde, helâl ve haramın değerlendirilmesinde ancak Cenab-ı
Hak'kın selâ-hiyet sahibi olduğunu bildirmektedir. Başka bir tabirle şöyle
ifade edilebilir ki, Kanun vâzu yalnız Allah'dır. Herhangi bir kimse, kendi
bildiğine göre, beşerî hâdiseleri değerlendirip bu fiillerin caiz ve gayrı
caiz olduğunu ileri sürerse, böyle bir adam, haddini aşmış ve kulluk
vazifesini çiğnemiş olur. İnsanlar
yalnız, ilâhî kanunu mesned ittihaz
ederek bu örnek hükümlerden istinbatla, falan umumî kanunun muvacehesinde şu
hususî şey. de helal veya haramdır; yine aynı şekilde filan umumî kanuna göre
şu fiili yapmak, caiz veyahut da caiz olmadığı söylenmesi pek tabiîdir-
Kendi başına buyruk
olarak helâl veya haram hakkında, yahut da caiz, gayrı caiz hakkında, hüküm
vermek, Hak Taalâ'ya yalan isnad edip, iftira atmaktır. Böyle çirkin bir iş
iki sebepten dolayı işlenebilir. Ya ileri sürülen bu hüküm, tek mesned olan
tlâhî Kitap nazarı itibara alınmadan verilmiştir; yani kitabın caiz kıldığını
o kimse, gayrı caiz saymış, caiz kılmadığına da caiz. demiştir. Veyahut da Hak
Taalâ, helâl kılmak, haram kılmak işini insanın eline vermiş, insanı da
yaşayışında serbest kılıp, «Sen kendin için bir şeriat meydana getir» demiş
olmalıdır. îşte bu şeklin her ikisi de yalan uydurarak Allahu Taalâ'ya iftira
atmak demektir. [101]
1. Söyle :
Allah'ın gize göndermiş bulunduğu rizık hakkında hiç düşünmediniz mi? Bunlardan
helâl kıldığı da var, haram kıldığı da. Söyle, acaba Allah mı size izin verdi,
yoksa siz Allah'a iftira mı atarsınız?
(Yûnus, 59).
Urdu lisanında rızk :
(rızık) kelimesi halk arasında umumiyetle yiyecek, içecek gibi şeylere denir.
Bu kelimeye verilen bu basit mâna ile, yemek sofrasını nazarı itibara alan
halkımız, dinî hurafeler, gelenekler ve merasimler gibi şeylerin üzerinde
dururlar. İşaret ettiğimiz ûu yanlış anlayış, doğrudan doğruya câhil halk
tabakalın işi olmaylp, ulema unvanlı bir zümrenin kifayetsiz vs gelişi güzel
çalışmalarının bir neticesi olduğu gayet aÇiktır. Halbuki Arapçada rızk
kelimesi yalnız yiyecek ve içeceğe münhasır değildir. Belki, in'âm, ihsan,
hediye, atiye ve bahşiş ve her verilen şey demektir. Bu kelimenin mânası geniş
ve umumîdir. Hak Taalâ, dünyada insana ne vermiş ise, bunların hepsi de
rızkdır. Hatta çoluk ve çocuk bile «rızk» dır.
Meşhur adamlar
ansiklopedilerinde : «esnıü'ür - ri-«al» kitaplarında, bir hayli râvilerin
isimlerine rastlıyoruz. Bunlar nıeyanında rızk rûzeyh ve nzkullah isimlerine
de tesadüf ediyoruz. Bunların hemen hemen mânaları birbirlerinin aynı ve Urduca
«Allah verdi» demektir. Meşhur duayı hatırlayalım ;
AHahümme erinâ'l-hakka
ve erzuknâ fttibâ'ah.
«Ya Rahbi, bize hakkı
göster ve flnze ona tâbi ohna-ğm nasib et»
Umumî konuşmalarda
şöyle bir tâbir kullanılır : «Ruzika ilmen : falan adama ilimden nasib verildi.
Ha-dis-i Şerif'de şöyle buyuruhnuştur;
«Hak Taalâ her hâmile
kadının karnındaki çocuk için bir melek gönderir, bu melek, çocuk var olur
olmaz, onun bütan Ömrü boyunca rızkım hazırlamakla mükelleftir.
Bü Hadis.-i Şerif'de
kullanılmış olan «rızk» kelimesinden maksat sadece yiyecek, içecek değildir.
Çocuğun bir ömür boyunca elde edeceği sadece yiyecek, içecek değildir.
Buradaki «rızk» dan maksad, çocuğun dünyada yaşadığı müddet içinde ihtiyacı
bulunan herşeydir.
Kurıan-ı Kerim buyurur
ki : Ve mimmâ rezaknş, - hum yünfikun : Onlara verdiğimiz rraktan, başkalarına
da verirler.
Görülüyor ki «rızık» kelimesinden, yalnız yiyecek, içecek ve yemek sofrasında
bulunan şeyleri düşünmemek lâzımdır- Allahu Taalâ sadece yiyecek, içecek
üzerinde durmuş olduğu, diğer hususlarda insanı serbest bıraktığı şeklinde
yanlış bir düşünceye kapılmamak gerekir. Böyle br sakat telâkkiye saplanmak,
alelade bir hata olmayıp, muazzam ve çok mühim bir iman zaafıdır. Halbuki
Allah'ın dini, hayatm her dalını ve her şubesini kuşatan emsalsiz bir
sistemdir. Diğer bir hatalı düşünüş de, «I>in ilmi» olarak bir şeyin
haramlığını bilmek, sadece bu mevzu üzerinde çalışıp ömür tüketmeği anlamışlardır.
Onların medeniyet anlayışına göre, insan kendi işinin idaresi için, kendisi
hudud tayin eder. Yaşama tarzına istikamet veren usuller kararlaştırır.
Allan'in kitabına ihtiyaç hissetmeksizin kendi başına kanun vaz' etmeğe de
kalkar. Bu fahiş hata ve gerçekten kopup uzaklaşmış zihniyet, ne yazık ki,
yalnız halkın bügisiz tabakasına mahsus bir keyfiyet değildir. Bu topluluk
içinde, din uleması, kabuk ve kısır bilgi sahib müftüler, İdrâks'z Kur'an-ı
Kerim müfessirleri ve hadis şeyhleri gibi etiket sahibi yığın yığın
şahsiyetler... Dine böyle bir anlayış merceği ile bakmanın bizzat dinî
parçalamak ve bölmek olduğunu bilmelerine imkân yoktur. Böyle bir düşünceye
sahip olduktan sonra ve ilâhî Şeriatı yalnız yiyecek ve içecek mevzuunda hüküm
veren bir müessese haline getiren bu kimselere şöyle bir sual tevcih edilebilir:
Böyle bir düşünceye sahip olmanızın, ne kadar büyük bir günah ve cürüm olduğunu
biliyor musunuz?. Rızkın Allah'dan geldiği gibi, siz kendiniz de Allah'ın değil
misiniz? O zaman nasıl olur da, Allanın mülkünde istediğiniz gibi tasarrufta
bulunabiliyorsunuz? Keyfini -zin istediği şekilde hududlar ve usuller tayin
ediyorsunuz?
Herhang" bir
hizmetkâr, herhangi bir uşak, ben kendi efendimin,,patronumun veya ağamın
sahibi olduğu bir malına, istediğim gibi tasarruf etmek ve dilediğim gibi bu
malın tasarrufu hakkında usuller vaz'edebilirJm id-d-1 asında bulunsa;,
efendimin, patronumun ve ağamın da sözünü- dinlemem hususunda bir sebep yoktur
dese, boy-te bir uşak hakkında ne gibi bir hüküm verirsiniz? Evinizdeki
hizmetçiniz, yahut da iş yerinizdeki hademeniz, evinizde veya iş yerinizde,
«her şeyi ben bildiğini gibi, keyfimin istediği şekilde kullanırmı; mevcut eşyalardan
istediğim gibi faydalanırım diyerek bir nevi muhtariyet iddiasına yeltendiği
takdirde acaba siz bu uşağınıza ne gibi bir muameleyi reva görürsünüz?
Bu uşağın yahut da odacının tutumu o zaman
baş-kalaşmış olur; yani bu uşak veya odacı efendisini tanımıyor ve kendi basma
buyruk kesilerek aynı zamanda hizmet ettiği yerin malına da sah'p çıkıyor
demektir. Böyle bir uşak veya odacı o zaman mütecaviz ve gasib burumuna düşmez
mi? Artık bu uşak hakkında şöyle bir durum varid olur: Uşağın kendisi uşak olduğunu
bildiği halde, uşak olduğunu kabul ettiği halde, çok iyi biliyor ki-, mal ve
eşya kendine ait olmayıp uşaklık ettiği kimsenindir. Bunlara rağmen, yani bile
bile, sonra da kalkıp mallar hakkında istediğim gibi tasarruf etmek, istediğim
gribi kullanmak hususunda usuller koyacağım, kanunlar vazedeceğim, diyor.
Malların tasarrufu hakkında usul koymak ve kanun vaz etmek de benim hakkımdır
diye iddiaya kalkışıyor. Hem de efendisine bir şey sormak lüzumunu duymadan
ben istediğimi yaparım diye ortaya atılmaktan çekinmiyor..
Nihayet netice olarak
şöyle bir vaziyet ortaya çıkar : Bu efendi, bu ağa kend;si uşağına, malını
kullanmak hakkını vermiştir. Bu meyâhda, malların tasarrufu i nizam ve kanun
yapmasına da müsaade etmiştir. hak
kendisinin iken, uşağına tevdi etmekte mahzur
görmemiştir. Böyle bir
iddianın sahibi olan uşağa, senin bu iddian ne gibi bir mesnede istinad ediyor
diye bîr stı-a] tevcih edilebil r. Yoksa bu sözleri sen kendi kafandan mı
uyduruyor sun diye uşak itham altında tutulabilir. Eğer birinci ^ekil varitle,
yani uşağın mallan Kullkiıma-sı için hakikaten efendisi emir vermişse, o zaman
mesele yoktur. Aksi takdirde, yani ikinci şekle göre, uşak herhangi bir mesned
göstermekten mahrumsa, bu uşak yalancı ve iftiracıdan başka bir şey olamaz. Cürmüıı
de en büyüğünü işlemiş bulunur. [102]
J- «Allah'ın
gönderdiği ile hüküm vernıeyeii kimseler kâfirdirler, zâlimdirler, f
asalettirler.,» (Maide, 44, 45, 47).
Bu âyet-i kerimede,
Allahu Taalâ, kendi gönderdiği kanun gereğince işleri haliü faal etmeyen ve bu
örnek kanuna uygun b;r şekilde hüküm vermeyenler hakkında üç şekil
buyurmuştur : Kâfir., zâlim., fâsık...
Gerçek açık şekilde
anlaşıLnjştır ki, insan-, Allah'ın hükmü ve O'nun göndermiş bulunduğu ulvî
kanunu bırakıp da, kendi uydurduğu veya başkaların m uydurup ortaya attıkları
kanun, ite, işlerin haili yoluna gxhr ve ;r-timaî hayat' tanzime yönelirse,
yukarda sayıh old.ı §u üç cünnii işlemiş olacaktır.
Evvelâ böyle bir
tutumun ilk kademesi, AUah'uı kanunlarını inkâr etmiş olmaktır- Allah'ın hükmü
inkâr edilince böyle meş'um bir fiilin faili kâfir olur. ;5onra köyle bir iş
adalet ve insanlık vasıfları ile bağdaşamaz. Çünkü adaletin en doğrusu Allah'ın
koymuş olduğu ada-tettir. Allah'ın lütfettiği adalet hükmünü bırakıp kendi
Bildiği gibi, yahut da başkalarının
koydukları kanunla hüküm vermek, zulmün tâ kendisi olur. Bunu yaparı da
zâlim olur. Üçüncü sıfat da şöyle bir mânayı ifşa etmek-: tedir: Böyle bir kül,
kul olduğu halde, kul olduğunu bildiği halde kendi mâlikinin, kendi sahibinin
kanununu bırakarak ve bu kanundan kaçınarak; kendisinin yahut da herhangi bir
kimsenin uydurduğu ' kanunu câri kılmak yoluna g'derse, hakikatde kulluk ve
itaat dairesinin dışına çıkmış olur. Bu da «Pısk» dentektir. Küfür de, zulm
de, fısk da bu her zehirli sıfatın üçü de Allahu Taalâ'-dinlememen'n
isimleridir. Her nerede Hak Taalâ'nin Imk-dinlememenin isimleridir. Her nere-te
Hak Taalâ'nın hükmünün dışına çıkılıyorsa, orada bu üç şeyden üçünün de bir
arada olmamasına imkân yofrtur. Mutlaka bu üç rnez-mum^ıfat, bir arada bulunur.
Ancak ilâhî fermana kar-şı gelmenin, Hak'kın hükmüne karşı diretmenin de dereceleri
ve şekilleri vardır. O zan tan bahsi geçen bu üç fena işin de azlığı ve
çokluğu bakımından dereceleri olacaktır. Meselâ, Allah'ın emrettiği kanunun
hilafına işleri tedvir etmeğe yeltenen birisi, Allah'ın o en güzel hükümlerinin
yanlış ve insanların uydurduğu kanunların doğru olduğunu ileri sürecektir. Bu
şahıs tam mânasiyle hem kâfir, hem zâlim ve hem de fâsık olur- Fakat başka bir
kimse, tlâhî hükümlerin <Joğruluğıma inanıp, amelî bakımdan ve fiiliyatta
Allah'ın kanunu ile değil de insan-iarın uydurdukları sözde kanunlarla işleri
yürütmeğe yeltenırse; bu adam, ilâhî hükme itikad ettiğinden dolayı akide
bakımından kâfir olmaz v<î islâm ümmetinin dî-şında kalmaz; fakat böyle br
kimsenin imanı, küfür fısk ve zulmün karışımından bir şey olur. Her kim,
hayatını tanzim eden bütün iş ve gücünde tlâhî hükümden ayrılmış olup, başka
bir tarafa saparsa, tam ve katıksız bir kâfir ve aynı zamanda fâsık ve zâlim
demektir. Fakat bazı-işlerinde Allah'ın kanununa tâbi olup da bazısına da tâbi
olmazsa, böyle bir. akide sahibinin
imanı, küfr, zuliim ve fısk ile karışık bir hal almış demektir. Bu kimsenin
vaziyeti bazı yerde kâfirâne olur, bazı yerde olmaz. Bu saham küfr, fısk ve
zulüm derecesi yaptığı işlerin mahiyetin? göre ayarlanır.
Bîr kısım müfessirler,
bazı âyetleri kasıtlı olarak tevil edip, ~?hli kitabın Önüne sermek için
çalışırlar. Fakat aslında İlâhî Kelâm'da bu tevü için herhangi bir münasebet
bulunmaz. Bu kabü tefsircilere, bu tarz bir işe ve bu şekiltte bir tevile en
iyi cevabı Hazret-i Huzeyfe (R.A.) vermiştir. Bir ara bir zat gelerek Hazret-İ
Hu-zeyfe'ye şöyle bir sual sordu: «Beni İsrail hakkında söy-lenm'ş bulunan bu
üç âyet-i kerime'de, Yahudilerin. Allah'tan nazil olan ahkâmı bırakarak, bu
ahkâm m hilâfına işlerini kendi bildikleri gibi hallü fasl yoluna ' gittikleri
beyan edil-nektedir. Bu kavim, bu âyet-i Kerime'ye göre kâft, zâlim ve fasık
mıdır?
Huzeyf? (R.A.) bu
suale şu şekilde cevap verdi: Bütün acılar Beni Israilin, tatlılıklar da sizin
olsaydı, şu Beni İsrail size ne iyi kardeş olurlardı- Hayır, böyle değil,
Allah'a yemin ederim kd, siz de onların gittikleri yolu adım adım takip
ediyorsunuz; o yoldan gid'yor-sumız. [103]
Hâkimiyeti llâhiye'nin
bu temel uStJHi, Kur'an-ı Kerim'in muhtelif yerlerinde anlatılmıştır. Allah'tan
başka her kim bir nesneyi yahut da bir kimseyi muhtar-ı mutlak telâkki ederse,
Kur'an-ı Kerim'in bildirdiği ıstılah karşılığı olarak bu nesne «Tâgut» tur.
Bö*yle yapan 3a Tâ^ut'd kulluk ecmiş bulunur. O da Allah'a kulluk ettanı
tersinedir.
K. Her kim Tâğufu
bırakıp da Allah'a iman eder-i$te o, hiç kopması imkânı olmayan sağlam bir
tutanağa sarılmıştır. Elbette Allah duyan ve bilendir. (El - Bakara : 256)
Burada Tâğut kelimesi,
lügat noktayı nazarından; haddini bilmeyen, aşırı giden, haddini tecavüz
eyleyen, herhangi bir şahsa denir. Kuı-'an-ı Kerim ıstılahına göre Tâğut'dan
maksad, kulluk haddini aşan, kulluk haddini v£câvüz eden, kendisini efendi ve
patron koyan; Allah'ın itullarını da kendisine kul yapmak istiyen kimsedir.
Bir kimsenin Allah
karşısında boyun eğmekten kaçınması, isyan etmesi, aşırı gitmesi, haddini
bilmemesi üç şekilde olur.
Birinci şekil: Kul
esâs itibariyle boyun eğmektedir. Hakkı kabul edip, Hakka teslim olmaktadır-
Fakat iş ımele gelince, fiiliyatta bu usulden uzaklaşır; ya kendisini ğahsen
mulıUr kılmağa yeltenir, yaiıut da başka bibisinin kulluğuna boyun eğmiş olur.
işte bu «fısk» dır.
İkinci şekil : Kul Hak
Taalâ'nm emrine boyun bük--nek hususunda usulen inhiraf eder, ya kendisini
muhtar Vlmağa yeltenir, yahut da başka bir kimsenin kulluğuna girmek yolunu
tutar. Bu vasıftaki bir insanın durumu 1a «küfr» dür.
Üçüncü şekil : Bu kul,
Mâiik'ne karşı gelir, baddi-ıi aşar, Mâlikinin mülküne sahib çıkmağa kalkışır,
O'nun ebaasına hükmetmeğe yeltenir. îşte bu üçüncü şeklin 'smi de Tâğuttur.
Haddi zatında herhangi bir kimse T-j-*ut'u bırakıp, Tâğutu inkâr etmedikçe
Allah'a iman et niş sayılmaz, mümin durumunda değildir. [104]
Başka bir âyet-i
kerime'nin üzerinde de düşünelim:
Sana nâ/U kılınmış
bulunana ve »enden evvel de nâ-«1. ki finmiş olana iman ettiklerini sananları görmedin
wi?' İstiyorlardı ki,
işlerini Tâğut yolu ile halletsinler; halbuki onlara bundan vaz geçmeleri için
hüküm verilmişti. (Nisa: 60).
Bu âyet-i kerime'de
Tâğut'tan maksad, açık olarak bilinmektedir ki, Allah kanunundan başka bir
kanundur. Ki böyle bir kanunla işlerin hal ve faslı yolu ihtiyar edilmektedir.
Allah Taalâ'nın iktidar-ı âlâsmm koyduğu nizamın dışındaki gayrı meşru bir
nizamdır. Allah'ın kitabına istinad etmeyen bir kanundur- Bunun için de bu
âyetin mânası şu şekilde bir açıklığa kavuşmaktadır : Arîslet yolunda Allah'ın
kanununu bırakıp da Tâğut'a tâbi olmak ve cemiyet sistemini bu Tâğut kanunu
i'.e yürütmek, imâna muhalif ve münâfidir. Allah'ın ve O'nun kitabına imân
etmenin iktizası şudur ki: İnsan, adalet diye ortaya atılmak istenen Tâğutî
nizam ve kanunları temelinden reddetmesi gerekmektedir. Kur'an-ı Kerim'e göre
de Allah'a imân etmekle, Tâğutu reddetmek aynı kapıya çıkar. Yani Tâğut
reddedilmedikçe Allah'a iman, tamamlanmış olmaz. Bu ikisi hiç bir zaman
birarada bulunamaz. Allah'a inanmak ve iman etmek; aynı zamanda Tâğut'a tabi
olmamak demektir. [105]
Yukarıdaki bahisde,
Kur'an-ı Kerim'in bildirdiği hâkimiyet tasavvuru açık bir şekilde açıklanmış-
oldu. Bu tasavvura göre, hâkimiyet hususunda insanın herhangi, bir şekilde,
hakkı olmadığı belirtilmiştir. Bunun *Çin, Kur'an-ı Kerim insanı yeryüzünde Hak
Taalâ'nın hal'fesi ve naibi olarak vazifelendirmiştir. Bu naibliğin de heyeti
ve evsafı şu şartları gerektirmektedir: Bu nâib, kendisini nâib tâyin etmiş
bulunanın, yani hakiki mâli kin emrine ve hükmüne göre hayatı tanzim etmest
lâzımi âyet-i kerime bu hususu işaret
etmektedır Aı dir:
tteenİn Rab bin,
meleklere, ben yeryüzünde bir halife kılacağı'» dediS> zaman..» '(El -
Bakara; 30)
jjaiife, o kimseye
denir ki, herhangi bir mülkde herhangi bir yerde, kendisine muayyen bir
İhtiyarat»-verilir ve mülkü11 hakikî mâlikinin emrine göre, o da bu mülkün
'slerii16 bakar. Yani mülkün sahibi bulunan Mâlik'in verine a:^er ve onun naibi
olur. Bu halifenin yahut da naibin eli^^k* bu ihtiyarât kendisine ait değildir;
kendinden #elnıenrştir; onu nâib diken, onu bu işin başına getiren Z^an
şıkmsştır; bu kimseye selâhiyet, onu bu makama tâyi*1 etmiş bulunan tarafından
verilmiştir. E£er bu kimse, kendisini mâlik bilmeğe yeltenirse ve kendisin'1
tev^' edihniş olan bu ihtiyarâti usulü dairesinde istimal r-mezse, ası)
Malik'e değil de herhangi türedi birisine f'^im etmeğe kalkışırsa, bu uydurma
mâlike arz-ı tf'b^y^ ederse-
gaddarlığın ve zulmün en büyüğünü
etmi§ olur-[106]
Yu}i;ii'ida anlatmış
olduğumuz, Hâk'miyet ve hilâfet tasavvurunun ^^ ve mantıkî iktizası itaat ve
sadakattir B1' itaat ve»sadakatin aslî kaynağı da yine ancak Haîik-i Zü'ce*a*
ve O'nun hidayetleridir. Hükümet işlevinde ve deV|el: meselelerinde ve diğer
bütün hususlarda da bu aslî k:ıyna£a ^aat ed:üp sadakat gösterilmelidir. Bu
meselenin *zanını Kur'an-ı Kerim şu şekilde beyan kılmıştır :
Ey iman etmiş bulunan
kimseler. Allah'a itaat ediniz, O'nun "usûlüne de sizin içinizden
bulunan ülu'l – enire de. Bir mesele
üzerinde anlaşmazlığa* girerseniz ve eğer hakîkaten siz Allah'a ve ahiret
gününe iman eden kim-geier iseniz» bu meseleyi de Allah'a ve O'nun. Resulüne
havale ediniz, işte bu hayırlı ve en iyi yoldur. (En Nisa, 59)
İşte bu âyet, Islâmın
bütün mezhebi, medenî, siyasî, nizamının temel kaidesidir. İslâmî hükûmet'n de
ilk düsturudur. Bu esas Üzerine aşağıda geniş ve etraflı olarak anlatılacak
olan hususlar kaim kılınır :
1. İslâmî nizamda asıl itaat edilecek olan
Allalıu Taaîâ'dır. Bir müslüman her şeyden önce Allah'ın kuludur.
Bundan ötesi tefemin *.tır. Müslümanm
ferdî yaşayışında ve müslümanlarm
içtimaî yaşayış nizamında,
merkez ve mihver olarak Allah'a itaat ve O'na sadakac daima en başta gelen bir
keyfiyettir. Diğer itaatler, vefakârlıklar ve sadakatler, ancak, Allahu Taalâ'ya karşı olan
itaatin karşısında bulunmamak, bu itaata muhalif olmamak şartiyle kabul edilebilir. Yoksa, bu aslî itaatin muhalifi olan her
itaat bâtıldır ve cevaz verilmez.
Bu hususta Hazret-i Risaletpenahi (S.A.V.)
buyurmuşlardır:
Lâ tâ'ate li -
mahlûkin fî masiyeti'l - Halikı. :
Halika karşı masiyette
hiç bir mahluk için itaat yoktur.
2. İslâmî nizamın ikinci temeli de Resûl'e
itaat etmektir. Bu itaat kendisi «mustakillun bizzat» itaat de-ğUdir. Allahu
Taalâ'nm itaatinin zımnında bir itaattir. Resûl'e itaat
edilmesinin sebebi, Resûl'ün
istinadlı bir vasıta ile Allah'ın hükümlerini ve emirlerini bize ulaştırmasıdır,
işte biz Allah'a itaat etme işini de ancak Resule ıt;âat etmekle
gösterebiliriz. Allah'a itaat denilen
her bir şekildeki itaat, Resûl'e itaat olmaksızın mûteber n?amaz. Resule
itaatsizlik, etmek, gayrı müstakim olarak Allah'a itaatsizlik demektir. Allah'a
karşı gelmektir. Bu hususta şu hadis-i şerif gözönüne alınmalıdır:
lfer kim bana itaat
ederse, Allah'a itaat etmiştir ve her kim bana karşı gelirse, Allah'a harsı
gelmiştir.
Bu hususu Kur'an-ı
Kerim'de de tam bir agıkhk ve kesinlikle görmek mümkündür.
3. Yukarıda
bahsettiğimiz iki itaatten sonra üçüncü bir itaat daha mevcuttur. Bu üçüncü
itaat ise, bahsedilen iki itaatin tahtında, bu iki itaatin fer'î ve bunlara
göre elbetteki talî derecededir- Diğer bir ifade ile iki itaatin bir
devamıdır. Bu itaat da İslâm Nizamında, bütün müslümanlar için vâcibdir. Bu
husus da Müslümanların kendilerinden, kendi aralarından çıkmış olan «ulu'l
-emri) e itaat etmeleridir.
Bn «Ulu'l - emr»
mefhumuna bütün islâm camias ferdi?-inin hepsi dahildir. Bunlar Müslümanların
bir millet halinde yaşamalarını tanzim ve tertibe koymak için aralarından
çıkan kmselerdir. Bu zümre Müslümanların içtimaî hayata ait büumum işlerini
tedv'r eden kimselerdir. Bunlar ister fikrî ve zihnî çalışmaları ile rehberlik
ets'nler; - Ulemâ-i dîn gibi - ister siyasî rehberlik yolunu tutsunlar; Vali,
Lider ve Önder gibi - ister mülkî ve intizamı ?şlerde rehberlik etsinler - Vali
ve Hâkimler gibi - yahut da adalet işlerini düzenlesinler, - kadılar ve
hâkimler gibi medenî, muaşeret ve içtimaî işlerde Müs-Inmanlarm işlerini görüp
rehberlik etsinler - kabile ve aşiret, geyhteri gibi, - köylerin, kasabaların
işlerini çeviren köy ağaları gibi, - isterse askerî işleri yürütmek yolunu
tutsunlar; - kumandanlar ve serdarlar gibi - Hülasa her ne suretle olursa
olsun, müslümanlar arasından çıkmış emir sahibi kimselerdir. Bunlara da itaat
etmek lâzımdır. İdareci zümreye karşı gelmek, bunlarla çekişmek, îslâm
nizamını bozabileceğinden doğru ve caiz sayılmamıştır. Cemiyet işlerini
üzerine alan bu kimselere itaat edilmesinin şartı da bu zevatın müslümaniann
kendi aralarında bulunması ve Müslüman zümrelerinin içinden çıkmış olmalıdır.
Bunların kendilerinin de Allah ve Kesul'e itaat etmeleri zarureti vardır. Bu
iki şartı haiz oldukları zaman, onlara itaat edilir. Yoksa yukarıdaki âyet-i
kerimenin emrettiği mâna gereğince ve aynı durumu aydınlatan Hadis-i Şerifin
açık beyanına göre, itaat edilme vasfını kaybetmiş olurlar. Böyle idarecilere
asla itaat edilmez- Misâl olarak aşağıdaki Hadis-i Şerifleri tetkik
edelim :
İster hoşlansın ister
hoşlanmasın, dinlemek ve İtaat etmek bir M uslum una lâzımdır. Fakat ma'siyet
için emir verilmemiş olacaktır. Ma'siyet için emir verilince bu emir ne
dinlenir ne de itaat edilir. (Buharı ve Müslim)
Ma'siyet için ne
dinlemek vardır ne de itaat etmek. İtaat etmek ancak mâruf (dloğru iş) içindir.
(Buharı ve Muslin1.).
Sizin için, barı
emirler çıkar ki, siz bu emirlerin bazısını doğru bulur, bazısını da eğri
kabul edersiniz; eğri bulduğunuzu kabul edemezsiniz, sizden mesuliyet kalkar;
beğenmezseniz, kurtulmuş olursunuz. Fakat eğri bildiğiniz halde itaat
ederseniz ve tâbi olursanız mesul olursunuz. Sahabîler sordular: Bir ara, bir
zaman böyle hâkimler ortaya çıkarsa onlarla dövüşelim mi? Buyurdular :
Namazlarını doğru dürüst kıldıkları müddetçe hayır.
(Müslim).
Bu Hadis-i Şerif'den
anlaşılıyor ki, namazı terk et-mek, açık bir şekilde itaat edilmemek için bir
delil teşkil «diyor. Namazı kıldıkları
müddetçe onlara karşı dövüşyok ur. Demekki onlar Allah ve Resulünün
yolundan ayrılmamışlardır. Buna göre de onlara karşı gelmek, onlarla savaşmak
doğru olmayacaktır.
Aynı durumu açıklayan
diğer bir Hadis-i Şerif :
Sizin en kötü
önderleriniz, kendilerine karşı sizin düşmanlık beslediklerinizdir ki, onlar
dla size karşı düşmanlık beslerler; siz onlara lanet edersiniz- onlar da size
Jânet ederler. Dedik: Ya Resulallah (ÜS.A.V.) biz o zaman; onlara karşı koyalım
mı? Buyurdular : Madem ki sizin içinizde namaızlarını kılıyorlar, karşı
koymayın, namazlarım madem ki, kılıyorlar, karşı koymayın. (Müslim)
Bu Hadis-i Şerifler,
yukarıda beyan edilen şartları açıklamaktır. Yukardaki hadis-i şerifde «namaz
kılmak» kelimes'ni görenler, bu kelimeden, yani hususî olarak namaz kılmak
mefhumunu anlarlar. «Madem ki namaz kılıyorlar bunlara karşı koymak yoktur.»
diye düşünürler, halbûk Hadis-i Şerifde beyan edilen namazdan maksad iyi bir
müslüman olmanın işaretidir. Namaz, İslâm'ın fer dî ve içtimaî yaşayışının
nizamını kâim kılmak demektir. Namaz kuman bir yerde demek ki, İslâmî Nizam ve
İslâmî Hükümet asliyes:ni muhafaza etmiş oluyor. Yoksa böyle olmasaydı iş
başında bulunanlar Namaz kılmakla beraber hakikaten islam dairesinin dışına
çıkmış, islâm'dan ayrılmış oldukları takdirde nasıl o-lur da böyle İslâm'dan
uzaklaşmış bir kimseye Müslüman lar- itaat ederler? Bu hususta y'ne Hazret-i
Resul-i Ekrem (S.A.S.) yol göstermektedir:
Siz kendi amirleriniz
(önderleriniz) le çekişmeyin, ancak onların tuttukları yol, açıktan açığa küfre
giderse ve bunun için her ne suretle olursa ol$un, siz bir delil elde
ederseniz, o zaman onlara kar*ı gelmek, bizim indimi/ de de AUahu Teâlâ'nm
indinde de makbul bulunmuş olur. O zaman iş değişir- (Buharı ve Müslim)
4. Ayet-i
Kerime'n'n mevzuu bahs ettiği dördüncü bir mana daha vardır. Kafi ve müstakil
bir şekilde görü yoruz ki, îslâmî nizamda, Allah'ın hükmü ve Resul'ün u-sulü
üzer'ne en son kanun ve en son mesned (Final Auto-ilthy) bu yoldur. Müslümanlar
arasındaki meselelerde yahut da Müslümanlarla hükümet erkanı arasındaki me
selelerde anlaşmazlık vuku bulabilir. O zaman bu anlaşmazlıkları Kur'ân ve
sünnete havale etmek lâzımdır. Her ne şekilde iş neticelenirse, müslümanların
buna teslim olmaları icabeder. Bunun gibi yine bütün yaşayış mesele lerinde
kitabullah ve Sünnet-i Resul-i Ekrem'i son mes ned ve son merci olarak kabul
etmek icab eder. îslâmî nizamın bu zarurî usulü' îslâm nizâmım, kâfirâne nizamdan
ayırır. Bu nizama uymak istemiyen her şey de elbet te ki İslâmî nizam
olmayacaktır.
Bu mevzuda halkın
bazısı şöyle bir şüpheye düşerler. Hayatın bütün yaşayış şubelerinde
Kitabullâh'a ve Sün-net'e nasü baş vurabiliriz? Meselâ belediye işlerinde, demiryolu
meselelerinde, yahut postahane ve buna benzer birçok çeşitli mevzularda...
Kitabullahda ve Sünnetde bunlara a;t açık hükümler yoktur.
Halbuki hakikatte
bütün bu işler, Dîn'i usulün benzer leridirler. Müslümanla Kâfiri ayıran
mümeyyiz fark da buradan doğar. Kâfir kendisini işde ve her hususta mutlak
olarak serbest telâkki eder. Müslüman ise, aslında kul olduğunu hesaba
katarak, bu kulluk dâiresi içinde serbestliği nazarı itibara almıştır. Bu
kulluk dairesindeki serbestliği de yine kendi kendinden değil, Rabbi Zül
celâlden elde etmiştir. Kâfir bütün işlerinde ve muamele lerinde. kendi uydurduğu kanun ve nizamlara tabidir
Hak Teâlâ'nın usul ve
nizamına bağlanmak hususunda bir mesned ittihaz etmez. O'na ihtiyacı olduğunu
da idrak etmez. Fakat müslüman, kâfirlerin tam aksine olarak, her rşinde ve her
muamelesinde ilk evvelâ Hak Teâla'nm rızâsını arar. Sonra Resul-i Ekrem'in bütün
bir insanlığa örnek olan sünnetine uymak yolunu tutar. Müslüman, ya pacağı
işlerde Kitâb ve Sünette acSk bir hüküm bulursa bu hükme uyar, bulamadığı
zaman, o işi yapıp yapmamakta serbest olur. Ancak bu serbestlik de bir delile
ve bir hüccete istinad etmelidir. Şeriatı getiren Zat, bu hususta bir hüküm
koymamış ise, o zaman Kitaba ve Sün nete muhalif olmamak şartiyle müslüman da
yapacağı is-de serbest kalır.
5. Bir
müslüman yahut da Müslümanlarla ülul'emir arasında ihtilâf çıkabillir. Bu
iht;lâfı en son halledecek olan husus yine kitabullah ve Sünnet-i Resul-i
Ekremdir-Bu son mesnede inanıp itikad etmiş bulunan, bunlardan başka bir şeyle
meselenin halledilmesi yoluna gitmez. Bu ihtilâfın hallinde ister üFülemr haklı
çıksın isterse halk gıksın, her ikisi de neticelenmiş olan hükme boyun eğmek
zorundadırlar.
Şimdi, böyle bir
meseleden diğer b:r mesele meydana çıkmaktadır. Böyle bir ihtilâf zuhurunda
hangi makam bu işi Kitabullah ve Sünnete göre hail ve fasl edecektir? Bu
makamın bir Dmi meclis ve Ulemâ toplantısı, ya hut da bir Yüksek adalet divanı
(Superme Court) olmasını yüce şeriat bize tayin etmemiştir. Bizi buna mecbur
kılmamıştir. Böyle bir makamın bulunması gerektiği tak dirde, bu makamın
vazifeleri şu hususlar olacaktır: İslâm'ın ruhuna uygun kanun düzenleme; Adlî
makamların neticelendirdiği davalara icabettiği takdirde hususi bir şekilde
bakmak ye Ki'tabullah ve Sünnetin iktiza ettiği şe-Ülde .meseleyi hail ve fasl
etmektir. Hakkı batıldan ayırt edip bildirmektir.
Kur'an-j Kerim, sadece
bir ayin ve usul kitabı değil dir. Aynı zamanda bir tâlim, terbiye ve telkin
kitabı da olduğundan bu ilâhi Kitabda gayet ibretli vaazlar, beşer akimi
hayranlığa sürükleyen nasihat ve Öğütler vardır. Bu itibarla, bu mukaddes kitab
bir kanun ve bir nizamı temsil etmekle beraber, aynı zamanda bir hikmet ve mas
lahat kitabı olduğu da aşikârdır. Kur'ân-ı Kerim, bu- iki meseleyi birden
nazari itibare alarak, insanlığı hidayete sevk etmek yolunu tutmuştur. Birinci
şekle göre, Kur'ân -ı Kerim'deki mevzu bahs ett'ğimiz dört usule iman etmek
lâzımdır. Müslüman olmak iddiasında bulunmak,. bu iki şeklin birleştiği bir
bütüne inanmakla olabilir. Bun lardan birinden inhiraf etmek, doğru olamaz-
îk:nci bir mesele de şudur: Bu müslüman ikendi yaşayışını tanzim etmek için.
Kur'an-7 Kerim'in koyduğu her iki sekile de dikkat etmesi icabeder. Yani hem
ahkâma dikkat edecek hem de vaaz ve nasihatleri gözönünde bulunduracaktır.
Yalnız bir tek şey, insanı doğru yolu Sırat el-mustaki-m'e ulaştırır ki o da
Kur'ân-ı Kerimi tam olarak gözönünde bulundurmaktır. Oradaki nasihatlerin bir
çoğunda Yahudilerin ahlak ve hareketleri misal diye gösterilmiştir. Bu
misaller gösterilmekle müslümanlar lâtif bir şekilde ikâz edilmişlerdir.
Onlara denmiştir ki,
sizden önce gelmiş geçmiş veya henüz hayatlarını idâme ettiren milletler,
ümmetler, din usulünden ayrıldıkları için bö^le aşağılıklara saplan nmş
gitmişlerdir. Sizin için onlar birer ibret teşkil etmelidirler. Şimdi bundan
böyle Allah'ın Kitabından ve Resulün hidayetinden dönen ve kendüe bildiklerine
giden millet ler ve yine Allah'ın Kitabın&ve Resulün hidayetine boyun
eğmek istemeyen, "başkanlar* Öderler, önderler'in peşinde gitmek, hatta
Kitab ve sünnetten başka kendisine mesned
ittihaz eden «din» büyükleri ve siyas: rehberlerin peşine takılmak, öyle bir
fenalıklara insanları saptırır ki, bunun sonunun ne olacağını kesdirmek kolay
değildir! İşte bu gibi kimseler veya zümreler Benî Israilin düştükleri dereye
düşüp yuvarlanıp giderler. [107]
İslamın siyasi
nazariyesi, nesebden nesebe intikal ederek, yanı babadan evlâda geçen merkezî
bir sistem değildir. Geçen bab'-larda İslâm'ın siyasî tasavvuru üzerinde
durulmuş ve mevzular açıklanmıştır. Bu bahislerde bu tasavvurun bir merkezi
makamı olduğunu bildirdik. Şimdi Kur'an ve lugatta kullanılan kelime ve istilan
lann manalarının üzerinde durup bunları tahkik ve şerh etmek îeab ediyor.
Bazıları bu ıst:lahların tam manalarını bilmediğinden, hatta halk, «hilâfetsin
manasının «niyabet» olduğuna dair fikirleri olmadığından ve hilâfet'ın
manasının yalnız «yerine geçmek», «birisinin yerine geçip oturmak» onun işini
takib etmek Orduca «ca-nişînî» anlamında olduğunu ileri sürüyorlar. Kur'ânj-ı
Kerimde, bu lafızdan maksad, sadece insana tevdi edilmiş boltı-nan selahiyet ve
dünyadaki işleri yürütmek hakkını sahib olmak değildir. Daha insanoğlu
yeryüzüne inmeden orada bulunan mahlü kun da yerine geçmesi, o mahlûkun yerini
tutması için insana verilmiş bir husustur. Bu meseleyi açıklamanın sebebi, bu
husus t;* İstidlal edilen Hadîsi Şerifi kabul etmeyenlerin aydınlanması
içindir. Bu mevzu hususi bîr tarzda okuyucuların nazarı dikkatleri ne sunulmak
istendi. Bu Hadisi Şerifin medlulünü kabul etmeyenlerin ileri gelenleri, şu
iddiayı ileri sürmektedirler: Hazreti Adem'e verilmiş olan «hilâfet,» Hak
Tealâ'nm o'nu yeryüzünde halife naşı bi, yani kendisine naib tayin etmesi
mânasında değildir. Cenabı Hak, Adem'i yeryüzünde bulunan daha evvelki
mahlukatm yerine geçirmek, bu mahlûkatın yerine oturtmak istemişti. Hatta
Hadisi Şerifin medlulünü bizim söylediğimiz gibi kabul etmeyen zümre, ŞU
iddiada da bulunmaktadırlar. HUafet'In manası sadece, yerine geçmek olduğuna
göre, Hilâfet-i İlahiye tasavvuru, manasız olur.
Yani insanın Hak
Teâla'ya naib olduğunu kabri etmek istemiyorlar.
Bu hatalı İddiayı,
yeni yetişenler, Hadisi Şerifi inkar edenler ile dinsizliğin ele başları,
durmadan ileri sürüyorlar. Zamanınuz-0», banlar her tarafda yine seslerini
yükseltiklerinden, bu mesele nin de açıklamasına zaruret hasıl
Bunun içindir ki,
Mevlanâ Mevdûd! Sahib'in «Tercüman ttl-Kur'ân» daKİ istidlal tanını, burada
ortaya koymak icab ettt. Diğer taraftan bazı kalem erbabı da Mevlana'ya
(Mevdûdî) itiraflar da bulunmuşlardı. Mevlanâ da onlara cevap vermek için bu
mevzuu etraflıca izah buyurmuş ve Tercüman Ül - Kur'ân'da neşr et^ mislerdir.
Bu yazı Tercüman ü!- Kar'ân'm zilkade 1352 tarih (Şubat 1933)
tarihli nüshasında çıkmıştır. (Hazırlayıcı) [108]
Hilafet bahsine
gelince, ilk önce Arap lügatinin üzerinde durup araştıralım. Bakalım, bu
kelimenin manası hakikaten Arap lugatında acaba, sadece yerine geçmek,
kaymakamlık arkasından gelip birinin yerine oturmak ^Orduca: Câ-nişini =
Sussess) midir, yoksa, niyabet, vekâlet = (Vicegerenty) manasına da gelmiş
midir?
Lügat bahsi:
İmâm Râgıb tsfahani,
«Müfredat» isimli eserinde hi lâf et kelimesini su şekilde tarif eder:
Ve'1-hilâfetü niyâfetü
niyâbetün an'if gayri, immâ
bi-gaybeti'1-menûbi anhu ve immâ H-mevtihi, ve immâ ii arz'hi, ve immâ
li-teşrifi'î- mustahlifi»
Hilâfet demek, başka
biline niyabet etmek demektir. İster niyabet edilen kimse gâib (gayrı hazır)
bulucu», ister ölüm sebebiyle olsun, isterse azctnden dolayı, >a-hutda bu
hâlife olan kimse, hâlife kılan kimse taratman yüceltilmek için de böyle bir
vazifeye getirilmiş olabilir.
«Leane» meşhur
lugatında * (Arabic EnglishlexİG<m)
halife» kelimesinin manasını
(şuccessor)'yerine ge- ye, kayd ettiği gibi bundan başka (Vkegerent) = manasına geldiğini de yazmıştır.
Hilâfet işinde,
kendisine halife tayin eden, nâib kılan kimsenin ölmüş olması veya mevcut
bulunmaması da Şart değildir. imâm Râgıb'ın yazdığı gibi:
«Halefe fulânen, kâme
bıTemri, anhü, immâ ma'hü Ve immâ bâ'dehü.»
Han kimse filan
kimseye halife tayin oldu demek, onun işini eline aldı demektir. İster onun
bulunmasiyle bir arada olsun, ister onun bulunmaması ondan sonra olsun.
Bu kelimenin kökünden
bir yığın kelimeler de iştikak etmiştir. Bunların iştikaklarına göre mâna
itibariyle bazı değişiklikler de vuku bulur.
Halefe hilâfeten:
Cümlesurn manasındaki «halife olmak» ya onun arkasından gelmektir, yahut da
onu takib etmek demektir.
Halefehü hilâfeten,
kâne halifetehü ve bakiye ba'de hü ve câ'e ba'dehü. (Tâcül-arüs) Onun halifesi
oldu, o-nun halifesi idi, ondan sonra kaldı veya ondan sonra geldi, demektir.
Kur'ân-ı Kerim'de Duyurulmuştur:
Onlardan sonra öyle
bir yerlerini tutan geldi ki, kitaba varis oldu. (A'raf 169)
Musa, kardeşi Harûna
dedi, benim kavmimin arasında sen benim yerime geç naibim ol.
(A'raf 142) Dedi: Siz
bendten sonra ne de kötü niyabet ettiniz? (A'raf 150)
Biz isteseydik,
yeryüzünde sizin yerinize geçen melekler yaratırdık. (Zuhruf, 60.)
«Tehallefe»nin manası
ise, gerisi gerisinden yol tutmak demektir. İstikamet yolunu geriden
takibetmektir. Gerek Medine halkına, gerekse civarındaki Araplara Resulü
İlah'dan geri kalıp gitmek yakışık almazdı. (Tevbel20).
«Ahlefe» harap olmuş,
dağılmış şeyi asi haline getirmek, haleti evveliyesine irca etmek, yahut bunun
.yerine bir şey vermek, bozulmuş şeyin yerine konacak bir şey koymak demektir.
Allah sana bedel verdi
ve senin için bu iyidir, demek, yani sana onun yerine geçen bir şey verdi,
senin elinden çıkmış bulunanın yerine bir sey verdi. Sana bunun yerine bir
ivaz bir karşılık verdi.
(Nihaye, ibn - il -
Kesîr) Nitekim Hak Taalâ buyurmuştur ki : Her ne infak ederseniz (başkalarına verip
onları geçindirirseniz) o zamato O da bunun yerine konacak size bir şey
verir. İşte O rızk verenlerin en iyisictir. (Sebaf 39.)
Hadis-i Şerifde de
şöyle buyurulmuştur Allah, gazinin nafakasını tekeffül etmekle ona bedel
verir.
Hallefe ve
istahlefe'nin mânası da kendisine iıaiife tayin etmek demektir.
Filan kimse filan
kimseyi halife kıldı- Yani kendi yerine geçen birisi kıldı. (Tâc - ül - arûa)
Onun yerine onun işini
görecek bir kimse kıldı. Nitekim istahlefe de böyledir.
Istahlefe dendiği
zaman, «nıenûbira anh» : niyabet edilen kimse, tasrih edilmez, o zaman bunun
mânası §u olur : «Kendisine halife kıldı», onun yerine onun işini görecek
birisi kıldı. îstahlefe fülânen, ey ce'alehü halifeten lehü.
Yani, bir kimse filan
kimseyi kendi yerine geçirdi. Kendi yerine işlerine bakacak adam kıldı.
Eğer, «halife kılan»,
işlerini tevdi eden kimse sarahatle belli olsa, o 2aman kendisine, yerine
geçen veya naib tayin etmiş bulunan şahsın da bahsi geçmiş olur. «Istahlefe
fülânen min fülânin; ey ce'alehü
mekânehü»
Filan kimse, filan
kimseden yerini ele aldı demek, yani onun yerine geçti demektir. Buna göre,
Kur'an-ı Kerim'de sadece «istihlâf» kelimtesî kullanılmış olup, fakat
«mtistahlefün - leh» (yerine geçilmiş olan) dan b ahsedilmemiştir.
Biz onları yeryüzünde
halife edeceğiz, nitekim onlardan evvelkileri de etmiş idik. (En - Nur, 55).
Bu gibi yerde
«istihiâf » m mânası şöyledir : Âllahu Taalâ onları yeryüzünde kendisine halife
tayin etti. Fakat her nerede «müstahrefan» - leh» : (yerine geçilecek kimse)
den bahs edilmişse, orada mâna, başka birisinin yerine başka birisinin halife
tayin edilmesi vardır. Fakat, ne zaman, bir evvelki nâib ortadan kaldırılırsa,
elbette onun yerine başka bir yeni nâib geçeceğinden bahs edihr. O ıaman, bu
mefhum her ikisine de şâmil olur. Nitekim biz de kendi konuşmalarım'ızda böyle
bir ifade kullanırız. Hâkim-i A'lâ filan kimseyi filan kimsenin yerine tayin
etti ve filan kimseden sonra nâib oldu deriz. Meselâ : İstahlefe'l - Melikü'l-
Lordu Ardenii ba'cle'l - lordi Raydinge fi vilâyeti! Hindi. O zaman bu cümlenin
mânası şöyle olur : Koral, Lord Arden', Lord Riding'den sonra H;ndistan
ülkesinde iş basma geçirdi, işleri tevdi etti. Kendisine nâib kıldı. Yahut da
şöyle söylememiz icabeder : Lord Arden, Lord Riding'den sonra Hindistan
ülkesinde Kirala niyabet etti. Bu iki mefhumun arasında herhangi bir tezad ve
tenakuz yoktur, tki cümle de aynı mânadadır. Burada ikisi birden bulunmuyorlar
ki, zıd şeylerin bir araya toplanmış olması vuku bulsun; birisi iş başında
iken, ondan sonra, yani o çekildikten sonra, diğeri iş başttna geçmektedir -
Bunun gibi :
Dilerse, sizi ortadan
kaldırır ve ğtni istihlai ettirir. îş başına geçirir. Buradan ^vîe bir mâna
anlaşılmaktadır : Allahu Taalâ, sigin yerinizi uas-kasina verecek; aynı zamanda
şu da anlaşılır ki, Alh Taalâ sizden sonra başkasını kendine «nâib» tayin
çektir : Fakat lügatin hakikî mânasında lıer iki tarafı da düşünürsek yine bu
iki mânanın ikisinin mevcudiyeti birbirlerine zıd ve mugayir değildir.
«Ce'alehü halîfeten»
in mânasına gelince, bu cümlenin mânası sadece halife kıldı demektir. îater bu
halife, nâib olsun, ister yerine gecen olsun» hangi mânada olur sa olsun bu
mefhumla cümle tamamlarmaz: esu cümleye bir tamamlayıcı cümle yahut mefhum
l&cım gelir. Btmiuı için «müstehlafün - leh» : (yerine geçilen) yahut
«bışsmi-bün - anh» : (kendisine niyabet edilen) den de bahis geçmesi lazımdır,
tster bu mefhumlar açıkça yahut da wr:a-mî olarak bahsedilsin; ne şekilde
olursa olsun cürale tamamlanmalıdır. O zaman cümlenin mefhumu açık olur.
Meselâ :
Ve'zkürû iz ce'aleküm
Hülefâ'e min ba'di kavini Kâhin.
Hatırlayın ki, sizi
Nuh kavmindea sonra hatifi
Ve'zkürû iz cl'alehüm
hülefâ'e min ba'di kavmi Mkı. Hatırlayın kî sizleri Âd kavminden sonra
h&üfe fctfdı.
Sümme ce'alnâküm
hel'ife fi'l - ardi inin ba'dihim -
nanzure keyfe ta'melûne
Sonra sizi onların
ardından yeryüzünde halife kıl- ki, nasıl iş tutacaığnıızı görelim? (Yûnus 14).
Fakat her nerede
«mustahlefün - leh» den işaret ise,
orada bir «mustahlefün- - leh» in mukadder ve
olduğunu cümlenin gelişinden hesaplamak lâ- Meselâ :
Yâ Dâvûdü innâ
ce'alnâke halîfeten fi'l - ardı. Ey Dâvûd; biz seni yeryüzünde halîfe laldık. (Sad
26).
Inniy câ'ilün fi'î
ardı halîfeten. Ben yeryüzünde halife
kılmaktayım. (Bakara, 30).
Bunlar ve bunlar gibi
olan diğer ayât-r kerime'lerde, «halîfe» kelimesi «k-lmak» ile bir arada
zikredilince şu Hualm cevabı verilmesi icabediyor: «İnsanı halife kılan
kimdir?» Siz eğer derseniz, insandan önceki mahlûkat yahut da geçmiş kavimler,
milletler, padişahlar, daha eski halifeler... O zaman yine cümle noksan kalmış
olur. Bir zahmet daha artar. Bazı âyetlerin mânamı, cümle ile tamamlanmıştır ;
fakat bazısının daha tamamlanmamış halde görünür- Meselâ : Ve yec'alüküm
hülefâ'e'l - ardı. Sizi yeryüzünün halifesi kılar.
Cümlesinde «hüîefâ»
kelimesi, «yeryüzüne» rauzaf-dır. izafe ettirilmiştir. Bu cümlenin kelime
kelime (mot â mot) tercümesi «yeryüzünün halifesi» olur. O zaman, bu cümleden,
«yeryüzünde daha önce bir mahluk vardı da onların yerine halîfe kıldım» mânası
nasıl ç'ıkarılabi-lir? Ve yine:
«İnnîy câ'ilün fi'l -
ardı halîfeten» in mânasını da bu şekilde düşünürsek yeryüzünün daha evvelki
sakinlerine halîfe olmak icabeder. O zaman, şu suâl karşısında kalmış oluruz:
Allahu Taalâ, niçin Kur'an-ı Kerim'de* bu yeryüzünün daha evvelki sakinlerinden
ve bunların İriim-İer, ve neler olduklarından hiç bahsetmemiştir? Onlaraı
yerine insanı halife kıldığına dair bize herhangi bir haber vermemiştir?
Vermiş ise, nerede? Eğer vermemiş iser o zaman, diyebiliriz ki, lisan ve
edebiyat bakımından bu cümlenin mânası hangi şekilde anlayışa daha fazla ya-
«Ben. vaziyetleri belli olmayan : (Meçhulül - hal)
eryüzü sakinlerine bir
halife tayin etmekteyim» mi? Y^ksa aynı cümleden şöyle bir mâna mı anlaşılır?.
/Ben yeryüzünde kendime bir nâib tayin
etmektenim»
mi? Şimdi eğer
dinleyici Arapçanm gramerini (Sarf-i Arabî) bilse ve Mevlânâ... [109] nm
tertiplemiş olduğu aklî mukaddemelere de tamamen bigâne olduğunu kabul etsek
bile, yine bu cümleyi duyan bu iki mânadan hangisinin asıl maksad olduğunu
kolaylıkla anlamış olacaktır. [110]
Bu lûgavî bahisler
tahkik edildikten sonra ben zât-ı faziletlerinizden hilâfetin bu mefhumu
üzerinde biraz düşünmelerini istirham ediyorum. Nitek'm Mevlânâ Hz. kendileri
de, kendileri için neyi kasdetmiş olduklarını göreceklerdir. Zatı Faziletleri
şöyle buyuruyorlar :
«H'lâfetün fi'l -
ard'dan maksad yeryüzündeki saltanat ve hükümetin yerine geçmektir.»
Mevlânâ... «İnniy
câ'ilün fi'lardi halifeten» in tercümesini şu şekilde yazmış bulunuyorlar:
«Ben yeryüzünde bir
padişah nasbettim» Sonra da altına bir de not ilâve etnrşlerdir: «Hazret-i
Adem, kendisinden evvelki yeryüzü sâkinlerinin yerine padişah nas-bedilmiş
oldu.»
Lütfen düşünsünler,
hilâfet kelimesinin mânası sadece yerine geçmek, kaymakamlık, birinin ardından
is başına gelmektir. Böyle olunca, bu kelimenin neresinden padişahlık ve
hükümdarlık mefhumu çıkar? Eğer «hilâfetin» kendisinde böyle bir mefhum yok
ise, — elbette ki yoktur — o zaman, bu mefhum «hilâfet» için bir nevi itibarî
mâna olur. Halife hilâfeti elde edince, ne şekilde olursa olsun, idareyi ele
alacak herhangi bir hüküzr.iar-lığa ve iktidara da kavuşmuş bulunacaktır. Şimdi
insan da böyle bir «hilafeti» elde edince, ki burada zatı faziletlerinin
kendilerinin itirafına göre, saltanat ve hükümdarlık bütün ihtişamı ile Önünde
parlamaktadır. O zaman hiç olmazsa şuna da inanmalı ki, ir^san «halife» olunca
da — ne olursa olsun — bir hükümdar olmuştur.
Buyuruyorlar ki,
Kur'an'da ilmi tahkik ile sabit olduğuna göre, insandan önce yeryüzünde
herhangi bir mahluk vardı. Bu mahlukata da bir hükümdar hükümdar olmuştu.
imdi, hükümdar olmak
için, ilim, hikmet, irade- ihtiyar kudret ve daha birçok başka sıfatların
mevcud olması şar ti vardır. Nitekim bunlar olmaksızın yeryüzüne ve yeryü zünün
sakinlerine hükümdarlık etmenin imkânı yoktur, ilmî tahkikattan anlaşıldığına
göre, insandan önce yeryüzünde bu saydığım'ız sıfatları haiz olabilecek bir
mahlûk bulunmamaktadır. Bu hususu Kur'an-ı Kerim dahi tasdik etmektedir. Biz
kendimiz de diyoruz ki, insan, Hak Taalâ'nın mahlukati arasından en efdal
mahluktur. Yani Meleklerden de — ki, onların hakkında (tbâdün mükerremûn :
Değerli yakın kullar- Enbiya, 26) buyu -rulmuştur. — daha efdal yine insandır.
Çünkü bu meleklerin - ilmi eşyadan : (şeylerin bilgisi) haberleri yok tur.
Sonra onları Meleklere
göstererek dedi : «Siz doğru iddiada İseniz, bunların isimlerini bana bildirin.
'Onlar da dediler, Hanıd olsun sana, sen m bize öğrettiklerinden başka bizim bu
hususta bir bilgimiz yok. (Bakara, 30-31)
Hatta melekler irâde
ve serbestlikten de tamamen mahrumdurlar :
Emr edildikleri
hususlarda Allah'a karşft gelmezler vt ne emredilmişse onu yaparlar. (Et -
Tahrim, 6).
Melekler bir tarafa
dursun; ikinci mahlûk da cinlerdir. Kur'an'da bunların yeryüzünde hükümdarlık
ettiklerini anlatacak bir işaret yoktur. Bu ikisi de bir 'tarafa, dursun;
kaldı hayvanlar, bitkiler ve cemad&t... Bunlar rın durumunu siz de pekâlâ
biliyorsunuz. Şimdi bu saydıklarımızın dışında, kim yeryüzünde hükümdarlık
edebilecek bir durumda olabilir ki; insan da onun yerin© ge-<;ip, o
hükümdar ortadan kalktıktan sonra hilâfeti devir almış olsun?.
Şimdi bu insanın
yeryüzüne eski sakinlerine halife olacağını kabul edelim. — ki, bu'yeryüzünün
eski sakinleri, insandan önce yeryüzünde hükümdar idiler — O zaman şöyle bîr
sual ha<hra gelmez mi? Bunlar bilasâle hükümdarlık mı ediyorlardı? Yoksa
bunlar binniyabe birinin yerine hükümdar mı olmuşlardı? Zatı Faziletleri de
birinci şıkkı kabul edemezler. Çünkü îslâmî akideye £öre, bilasâle ve bizzat
hükümdar ve hüküm sahibi Hakk Taalâ'dır- Ondan başfca kimsenin hüküm sahibi
olmağa hakkı yoktur. Her kâine de hüküm verme hakla verilmiş ise ,yine Hak
Taaiâ tarafından atâ kılınmıştır. Şimdi ikinci ş*ıkka gelince, bu şıkkı kabul
ettiğimiz takdirde, o zaman size göre «hilâfet ardından hjlâfet» diye bu iş
sonu geîmiyecek bir zamana kadar uzar gider; insandan evvelki evvel kimdi diye
sorulur. Bu halifeler birbiri ardından halifeliği nasıl teslim almışlardı,
diye de sorulabilir. Nihayet bu halifenin kendisinden önceki halifeden evvelki
halifenin daha evveli ve en ilk kaynağı nedir de-n*r. İşte o zaman en ilk
kaynağın Allah Taalâ olduğu meydana
çıkar. O zaman mevzuumuz aydınlığa kavuşarak, iktidar ve hükümdarlığın da yine
«İlâhî hükümdarlık» olduğu ortaya çıkmış olur. [111]
Şimdi Zâtı
Faziletlerin»! dikkatini Kur'an-ı Kerim'e doğru celbedelim. Bu aslî kaynak,
insanın elde etmiş olduğu bu hilâfetin hakikatde İlâhî hilâfet olduğunu en
Kesin şekilde bildirir. Kur'an-ı Kerim, Hak Taalâ'nın insanı en güzel şekilde
yarattığını beyan eder.
îşte biz, insanı en
güzel şekilde yarattık. (Et - Tin : 4)
Biz onu kendi elimizle
yarattık.
Dedi : Ey iblis, benim
kendi elimle yarattığıma senin secde etmen için ne mani oldu.
(Sad, 75) Sonra biz
kendi indimizden ona ruh üfürdük (Secde, 9).
Sonra onu güzel bir
şekle koydu ve O'nun ruhundan- ona üfurüldü.
Daha sonra İlim ve
nimet vermekle şereflendirildi.
Ve ademe bütün
isimleri öğretti. (Bakara, 31).
Ve sizin için göklerde
ve yerde ne var ne yoksa onların hepsini emrinize verdi. (El - Casiye, 13).
işte bu saydığımız
vasıflar, insanın yaradılışından kemal derecesine yükselmesine kadar elde
ettiği şeylerdir. Hak Taalâ, o zaman, Adem'e (İhsana) secde etmeleri için
meleklere emir buyurdu. Bu mevzu Sâd Sûresinin sonunda öyle bir şekilde beyan
edilmiştir ki, üzerinde uzun uzun düşünmek icabeder.
O zaman, senin Rab
bin, Meleklere dedi ki; işte ben beşeri topraktan yaratmış bulunuyorum. Onu
güzel bir şekilde ortaya çıkardım ve kendi ruhumu ona üfledini; simdi siz de
onun karşısında secde ederekten durunuz. Melekler hep secde ettiler. Ancak
îblis şanına yediremedi (kendini büyük saydı) ve kafirlerden oldu idi- Dedi :
Ey İblis, benim elimle yarattığıma secde etmekten seni ne alıkoydu, (ne mani
oldu). Acaba sen sanma yakıştıra-madm mı? ( kendini büyük mü saydın?) Yoksa sen
(hakikaten) yücelerden raisin? Dedi : Ben ondan iyiyim. Sen beni ateşten
yarattın, onu ise topraktan yaratmışsın. Dedi çık oradan, sen kovulmuşsun. (Sad,
71 - 77)
Bu âyetlerden
anlaşıldığına göre, Meleklerin insana secde etmeleri için emir verilmesine
sebep, Allahu Ta-alâ'nın kendi eli ile
manen insanı yaratmış olmasıdır. Bu itibarla insan, Hak Taalâ'nın sanat ve
kudretinin kâmil bir mazharadır. Aynı zamanda insanın içine Hak Taalâ. kendi
ruhunu» üfürmüştür. Ve mahdud miktarda insana Hak Taalâ kendi sıfatlarından bir
şeyler de vermiştir. Bu şekilde hiç bir mahlûkun erişemediği yüksek bir seviyede
Hak Taalâ'ya yaklaşmak imkânı insana
bahşedilmiştir, İşte Hak Taalâ'mn sıfatiannctan bir mktar, inanda tezahür
edince de insanın yeryüzünde «Halife»
kılınması ilân edilmiştir.
Nitekim Sûre-i Bakara'nın
dördüncü rükûunda işaret buyuruknuştur.
Melekler de bu hususta tereddüde düşmemişlerdi. O zaman da Allahu TaaUL,
Meleklerin karşısına insanın faziletini ortaya koy-^Ak istemiş ve kendisine en
yakın mahlûkunun ilmî vasfını Meleklere
anlatmıştı- Bununla da Meleklere, insanın «halife» olmak kabiliyetini bildirmiş
ve Meleklere insa-nın halifeliğini kabul etmeleri emredilmişti. Kabul
edip«tmiyeceklerin de meydana çıkmasa için secde kılınması buyurulmuştu. Bu
emri bütün melekler kabul etmişler, baş eğip secdeye kapanmışlardı. Ancak
Şeytan o zaman bu Halifeliği kabul etmek istememiş ve bunun neticesinde de
Bar'gâhı Uluhiyetten koyulmuştur.
Bütün bu işaretlerden,
bu cümlelerden acaba neler anlaşılmaktadır? İnsanın bütün mahlûkattan efdal
olma-smın sebebi ne olabilir? Bütün bu Önemli suallerin cevabını yine Kur'an-ı
Kerim'de bulmaktayız. Buvuruhıyor ki:
«Biz onu kendi
sıfatlarımızdan iyi bir mazhari kıldık. Ona kendi ruhumuzdan bir şeyler
üfledik.»
Ve diğer mahlûkların
çok fevkinde olan bu yaratığa, meleklerin secde edilmesi emrediliyor. Bütün bu
safhalardan sonra da «Biz onu halîfe kıldık.» diye üân ediliyor. Hilâfeti
ilân edilen bu «Halife», nasıl olur da yeryüzünün eski sakinlerine hâlife
olabilirdi?
Yeryüzünün eski
sâkinlerinin yerine başka, bir gelecek ve bu yeryüzünün eski sakinlerine
halife olacaksa o yaman meleklerin karşısında İnsanı Halife ilân edilmesine,
onun faziletlerinin sayılıp dökülmesine, onun bu makama lâyık olduğunu isbat
etmeğe ne lüzum vardı? Sonra yine bu Meleklere emir verilerek, «gid>n şu
toprak küresini yani yeryüzünü imar edin, sonra da siz orada bulunan eski
sakinlerin yerini alın da orada secde edin» mi deniliyordu- ? [112]
Kur'au-ı Kerim'de
işaret buyurulan başka bir mesele de Hilâfet-i İlâhiye mefhumunun apaçık
anlatılmış bulunmasıdır.
Biz Emahetfİ göklere,
yere ve dağlara teklif ettik; onlar buna üzerlerine almaktan
çekindiler ve bundan korktular. İnsan ise bunu yüklendi. İşte insan
şüphesiz zâlim ve habersizdir. (Ahzâb, 72)
Bu âyet- Kerime'deki
Emanet'ten makaad, «îhtiyâ-rat» : (Freedom of choice) : «Seçme serbestisi» ve
bunun mesuliyeti (Responsability) dir.
#îşaret-i Ilâhî'yeden,
maksad şudur : Gökler, yer ve dağlar bu yükün altından kalkacak- durumda
değillerdi; onlarda bu yükü kaldıracak kudret ve takat yoktu. în-Kandan önce bu
ağ*ır yükü yüklenecek ve bu ağır yükün altına girecek durumda bulunan hiç bir
mahlûk olamazdı. Nihayet insan yaratıldı ve bu çok ağır yük; insanın üzerine
yüklendi. Bu beyandan şu çeşitli noktalar ortaya çıkmak tadır :
1. İnsandan önce yeryüzünde ve göklerde, bu
emanetin yükünü kaldıracak kabiliyette hiç bir mahluk yoktu. İnsan, bu yükü
yüklenen ilk mahlukdur. Bunun için, o, bu Emânet mansıbında herhangi bir
mahlukun yerine geçmemiştir. (Succeşor)
: b'r evvelkinin yerine gelip oturan olmamıştır-
2. Sûre-i Bakara'da, Hilâfet diye bildirilen
bu şey, burada «Emanet» kelimesiyle anlatılmıştır. «Emanet» ıstılahı ve sözü kullanılmıştır.
Nitekim Meleklere de isbat edilmiştir ki, siz «hilâfete» layık varlıklar
değilsiniz. Bu isi görecek vasıflara malik bulunmuyorsunuz. Ancak insan bu
hilafete ehliyet sahibidir. Bu ağır
mesuliyet yükünü ancak insan taşıyabilir.
Yine buyurulmaktadır k': Yerde ve gökte bizim Emanetimizin yükünün altından
kalkacak vasıflara sahip, herhangi bir mahluk yok-tu- Yalnız ve ancak insan bu
yükü yüklenebilir ve ancak
bu yükün altından kalkabilir...
3. HÜâfet ve Emanet mefhumları aydınlatılmak
is-ir. Bu iki kelime şu nizamı âlemde, İnsanın sahih haysiyetini, mukaddes
memuriyetini ye hususiyetlerini aydınlatmaktadır- însan yeryüzünün hükümdarı,
idarecisidir. Fakat bu hükümdarlık, bu idarecilik, «bilasâle» (kendisine ait)
değildir. Bu hükümdarlık «büemâne» (kendisine tevdi edilmek suretiyle.:
Delegated) dir. Bunun için Allahu Taalâ, tevdi etmiş olduğu bu ihtiyarât :
(Delegated power) «Emanet» diye tavsif edilmiştir. İnsan da tevdi edilmiş olan
bu ihtiyarâtı elinde bulundurup bunlan kullandığından insan bir «Halife» :
(Vicegerent) dır diye söylenmiştir. İşte bu açıklamaya göre, «halife» nin
mânası şu oluyor ki, bu iş kime hangi şahsa verilirse, o kimse, o şahıs veren
kimsenin yerine, veren sat tarafından bu ihtyarâtı kullanacaktır. İngilizce
bir tâbirle (Person Ebcercising Delegated Powers) olur. Yani «kendisine tevdi
edilen ihtiyarât kuvvetlerini kullanacak olan kimse.» [113]
Hİnd - Pakistan Ülkesi
taksiminden Önceki Hisıdistanda, siyasî meselelerin en başında bulunan en
mühim mevzu milliyet ta<-savvuru meselesi idi. Müslümanlar her zaman
kendileri için, ayrı bir «milliyet» düşünüyorlardı. Kesidi camialarının da yarı
bir millet olduğunu İleri sürüyorlardı. Oalar asta gayrı - Müslim milletlerle
bir arada yaşayamayacaklarını ve gayrı - Müslim akvam ile bir millet olmayı
tasavvur edemiyoriardı. Böyle bir şeyi de asla kabul etmelerine İmkan yoktu.
Fakat yirminci asırda, Avrupa'nın tesiri altında kalan Hindistanın siyasî
veçheleri yüzünden «Birleşik Milliyet» fitnesinin ateşi alevlendi. Bu mesele,
ileri gelen şahsiyetlere hatta derin görüş sahiplerine btle tesir etmişti.
Merhum AÜame tkbal,
Mevlanâ Mevdûdi Sâhib ve diğer mütefekkirler, bu zümrelerin bu şekildeki
düşüncelerine cevap vererek «Birleşik Milliyet» fikrini agsr bir surette
tenkid ettâl«r, îşte o zamanki fikri rehberliğin neticesinde Müslümanlar,
«Birleşik Milliyet» fikrinden vazgeçtiler. îkS ayn mİUet meşumu kabul
edS-lerekP Pakîstamn kurulması hareketine yol açıla;.
Bu uyanışta Mevlanâ
Mevdâılî Sahlb'in de büyük bir hissesi vardır. Bİx de Zatı Faziletlerini» bu
husustaki yazmış ve söylemiş bulunduğu mevzuları biraraya getirip bunltrcn
arasından ea mîibim iki mevzuu seçtik. Bu iki mevzu Tercüman - ül - Kur'an'-m,
1SSS Ka*sim - Aralık aylarında ve yine
198& Haziran nüiSMa-larıoda neşredilmiştir. Bundan önce de bu husustaki
mevzular ayrıca bir kitapta da toplanmıştır. Şüphesiz, bu mevzular on
milyonlarca (Lakhon : 10 milyonlar) halkın fikrine tesir etti. Neticede
Müslüman Milliyetçiliğinin ne demek olduğu ortaya çıkmış oldu. Hazırlayıcı[114]
İnsan, yabani
yaşayıştan medenî hayata adım attlıği zaman, toplum arasındaki ferd için bazı
vecibeler kendili- ortaya çıkar. Birlikte yapılması gereken işler ve meseleleri, ferdleri ister istemez bir araya
getirir; böylelikle şahısların birbiriyle kaynaşması, anlaşması ve karşılıklı
yardımlaşması mümkün olur. Bu birlik onları, daha güçlü ve hayata karşı daha
hazırlıklı kılar. Medeniyetin yeni mesafeler katetmesiyle beraber, toplumdaki
bu birlik dairesi d;.1 daha genişleyip gider-Nihayet büyük b'r insan kütlesi,
bir araya gelirler ve bir hayli, insan da bu dairenin içine girer. Fertlerin
biraraya toplandıkları bu dairenin ismine «Kavim : Millet» diyoruz. Bu
kel'nıeye yani millet veya milliyet bugünkü mânada ve bugünkü istilanda yeni
ortaya çıkmış bir tâbirdir. Fakat bu kelime esk'den beri, medenî milletler ve
medenî kavimler için yine de kullanılmış bir ısülahdır. Bu kelime ile eski
Mısır, Babil, Roma, Yunan ve d'ğer bir hayli medenî topluluklara isim
verilmiştir. Bugün Avru-pada da böyledir. İngiliz milleti (kavm), Fransız
milleti, Alman milleti, İtalyan milleti vesaire.,, denmektedir. [115]
Şüphe yoktur ki,
milliyet İlkönce mâsuna bir cazibe gibi ortaya çıkmıştır. Yani, bu cereyanın ilk nraksadı, hususî bir
topluluğu bir araya getirmek ve bu yek vücut haline gelen kütleyi müşterek bir
gaye ve hedefe sevket-
Jhekti. Bu hareket
toplum çin mecburî bir oluş şeklinde- göster
İdi. Fakat bu tarzda ortaya çıkan bil* millet, bu uŞİa beraber bir asabiyet : taassup
(şovenlik) boyasına ayandı. Milliyetler.her nerede olursa olsun, kuvvet bu-
lunca «taassup» boyası
da rengini koyulaştırdı. Ne aa-rnan bir kavim : Millet efradı millî
menfaatlerin,! Ön plâna alarak bir birlik meydana getirmişlerse, yahut da başka
bir tabirle, kendi milliyetlerinin kalesine girerek bu kalede toplandıkları
takdirde, -" "aman zarurî olarak bu kaleniii içindekilerle dışındakiler
arasında bazı farklar ve imtiyazlar da kendini gösterdi Kaleye sıg'ınmış millet
efradı bu defa her muamelede, her hususta kendilerini kalenin dışındakUcrs
tcr-ih Aîmsfc yolunu tuttular- Dı-şardakilerden kendiîerini ayırmağa
başladılar. İşte o zaman, bu iki zümre, yani kalenin dışmdakilerle kalenin
içindekiler arasında, menfaat temin etmek ve nüfuzlarını yaymak hususunda
ihtilâflar da doğmuş oldu. Neticede bu zihniyeti [116]deal
haline getiren milletler, kendi menfaatlerini korumak için, diğerlerinin yani
kalenin dışında-kilerinin menfaatlerini de feda etmek yoluna gittiler. Neticede
bu zihniyetin peşinden savaşlar ve barışlar tu-reyip gitti. Fakat ister
barışta, isterse savaşta bu iki millet zümresinin arasında daima bir ayrılık
fikri o»ğrafî mânada da yeni hududların meydana çıkmasına sebebiyet verdi. Bu
milletlerin yeni tutumlarının ismi de «millî asabiyet : taassup» ve «millî
hamiyyet» dir. İşte bu telâkki milliyetin ayrılmaz bir zarurîyatıdır ki,
«milliyet» ile birlikte, m'lliyetle beraber doğmuştur. [117]
Bir toplumda milliyet
fikrinin mümeyyiz bir vasıf kazanabilmesi için ferd ile kütle arasındaki
münasebetlerin düzenlenmesi ile mümkün olabilir. Her ne şekilde olursa olsun
kuvvetli ve kudretli bir disiplin tatbikatı
umumî efkârı muayyen bir gayeye sevkedefaümelidir. Ferdlerin her birinin ayrı
bir valık oldukları hesaba katılmakla beraber, onîar toplu halde bir vücudu
aa-fe;us, lan gerekir. Bu ferdlerin sözü bir, düşüncesi bir. maksadı bir,
çalışma yolu bir, işleri de bir olup bir daire içme toplanmaları icabeder.
Millî gaye, sayısı çok olan fertleri yekpare haline getirmelidir. Sağlam sarp
kayanın parçalan gibi birbirlerine kaynamış bulunmaları gerekir. Milletin
fertlerinin fikirlerine bu kaynama öyle yerleşmiş olmalıdır ki, millî
menfaatlerde ve millî gayelerde onlar .nep bir tek şahıs gibi düşünüp bir tek
şahıs gibi hareket edip, her işde ve her güçte birbirlerine bağlanıp, her hususta
fedakârlığa hazır olmaları icabeder-
Bh birleşme, bir araya
gelme, iş birliği yapma, birliği teşkil etme muhtelif sebepler ve inuhtelif
saiklerden meydana gelebilir. Fakat dünyariın ta başından bu güne kadar,
tarihin başlangıcından günümüze kadar, dünyaya bir şu kadar milletler, kavimler
gelip gitmişler veya gelip gtmemişlerdir. Ancak îslâmî ..milliyetin aşağıdaki
sayacağım bazı hususiyetleri vardır" kî, gelmiş geçmiş veya gelip
geçmemiş milliyetlerde'; bu hususiyetlere aâla rastlanamaz. O rnilletlerdeki iş
birlikleri, birleşmeler,, bir-araya gelmeler; unsurların terkibi, aşağıda
sayacağımız bazı diğer yardımcı sebeplerle olmuştur. ' /
1. Irk birliği : Buna soydaşlık da diyebiliriz. Nesil
Erliği demek de mümkündür.
2. Ülke ve memleket birliği : Buna da vatancıhk,
memleketçilik diyeceğiz.
3. DU birliği : Bu da milliyetin teşekkülü, birliğin
kurulması 'İçin zamanımızda en kuvvetli âlet, en kudretli vasıtadır. Milliyetin
meydana gelmesinde bu hususun ^üyük bir hissesi vardır.
4. Renk birliği : Vücudlarının derisinin aynı renkte
°lduğunu gören ferdler, kendilerinin aynı cinsten oldukarun hissederler. Bu his
sebebiyle ilerlemiş olduklarım zannederler ve mevcut kuvvetlerine istinad
ederek, kendi vücutlarının rengine benzemiyen kavimleri hakir ve aşağı
görürler. Kendi vatanları içinde bu kabil zümrelere hayat hakkı tanımak
istemezler. Ve ayrı renkte olan insanları ayrı bir soy telâkki ettikleri gibi
onlarla kaynaşmak steinez ve onları ayrı bir nazarla görürler.
5. Geçinme
dâvası birlimi : Bu birl:ğin de asıl gayesi üstün bir geçim seviyesine
ulaşmaktır. Bu zümrenin ferdleri kendilerine daha iyi geçinme imkânı elde etmiş
olduklarırtı ileri sürerler. Bunun neticesinde de d'ğerle-rinin menfaatleri
karşısında kendi çıkarlarını korumak için mücadele ve çekişme yolunu tutup
giderler.
6. Hükümet
nizamı bh'îîği : Bir hükümetin tebaasının müşterek kanunların altına girmeleri
ve bu kanunlara boyun eğmeleri, diğer hükümetlerin tebaasına karşı, kendi
aralarında birleşmiş olmalarıdır. Bunlar da kendi hükûmetîernin tebaası
olmayanlarla kendi aralarına bir hudud, bir sınır, bir ayrılık vücuda
getirirler-
Tâ eski zamanlardan,
yirminci asra kadar, gelmiş geçmiş, ortaya çıkmış bir şu kadar «milliyet» lern
ana unsurunun b'r araya gelmelerinin hususiyetini araştırıp tahkik ettiğimiz
zaman görürüz ki, bu anasır, her şey -den ziyade yukarıda saydığımız sebeplerle
bir araya gel-m'şlerdir.
Şimdi iki üç bin sene
evveline dönelim. İlk önce Yunanlılık, sonra Romahlık, daha sonra îsraillilik
ve sonra îranllik vesaire... Hep bu sebepler üzerine teşekkül et-nıişt;r. Bugün
zamanımızda da Almanlık, îtalyanlık, Farnsızlık, îngüizFk, Amerikanlık, Rusluk,
Japonluk ve saire de hep yukarıda saydığımız saikalarla ortaya çıkmış
bulunuyor.
Şurarfı da tamamen
doğrudur ki, dünyanın muhtelif kavim ve milletlerinin teşekkülünde bu
saydığımız temel sebepler, milletlerin fertleri arasında bir bağ meydana
cretirmiştir. Ancak böyle olmakla beraber, şu hakikat da inkâr edilemez ki,
yukarıda söylediğimiz bu sebeplerle teşekkül etmiş bulunan milliyetler, her
zaman insanlık âlem-'nin basma bir belâ kesilmiş ve büyük felâketlerin
doğmasına yol açmışlardır.'
Bu şekilde teşekkül
etmiş bulunan milliyetler dünyayı ve büyük insanlık ailesini yüzlerce,
binlerce parçaya bölmüş, darma dağın etmiştir. Bu kısımlardan, bu parçalardan,
her biri de diğer kı&miara, diğer parçalar hakkında düşmanlık hisleri
beslemiş ve daima yekdiğerleri hakkında kötü niyetlerin sahibi olmuşlardır. Bu
arada müstevli devletler ülkelerine zorla kattıkları parçalarda da müsbet bir
değişiklik yapamamış ve onları da düzel tememiştir. Aslında bir neslin başka
bir neste, bir soyun başka bir soya tahvili imkânsızdır. Bir memleket, bir
ülke, bir vatan başka bir ülke, başka bir memleket ve başka bir vatan
olamıyacaktır. Milletçe bir dil konuşanlar diğer brr dili ana dilleri gibi
kokuşup benirnsemeiLeri daima muhal bir şeydir. Bir renk taşıyanların başka bir
renk taşımalarına imkân ve ihtimâl mevcut değildir- Bir kavmin geçim dâvası,
diğer kavmin geçim dâvası ile aynı değ ldir. Bir hükümet öteki bir hükümetle
a>nı olamıyor. Bunların neticesinde şöyle bir mesele ortaya çıkıyor: Yukarıda
sayılan zorlayıcı sebeplerle teşekkül etmiş buludan milliyetler, herhangi bir
şekilde anlaşma ve barış yolunu tamamen ortadan kaldıran bir vasatın içine
düşmüşlerdir. Millî taassubla birbirleriyle üıtlâfa düşen ve hırs-te yarıdan
bu siyasî kuvvetlerin bu savaş ve döğüşleri deli bir yarışma içinde daima bir
çekişme atmosferinde de-v&m ödip g:decektir. Saydığımız sebeplerden
teşekkül et- bulunan milliyetler
arasında daima fesad alevi kendişini gösterecektir. Dünya yüzünde daimî bir
fesada, emniyetsizliğe ve güvensizliğe yol açılnış oluyor. Elbette kî, Hak
Taalâ bunların hecine ağır lanet yağdıracak, şeytan ise bu feci duruma
sevinecektir. Çünkü bu gâlbd şeyler, şeytanı ezelî ve ebedî düşmanı olan însana
karşı kullanabildiği en kuvvetli silâhıdır.
[118]
Bu şekilde kurulmuş
bulunan Milliyetlerin fıtrî iktizası, «taassubu» meydana çıkarmış olmasıdır.
Bir millet, bir kavim, diğer millet ve diğer kavme "karşı yabancılık hissi
ile bizden değildir diye nefret besler, onlara karşı muhalefete kalkar. Nefret
hissi beslemenin ve muhalefetin sebepleri*ned;.r? Burada hak, sadakat, temiz insan olma, namuslu
bulunma, adalet sahibi olma ve bunlar gibi şeylerin i§in içinde yeri
yoktur. Ancak ve ancak şu vardır :
Meselâ bir kimsenin rengi siyahdır, bu
kimse beyazın "udinde hakir görülmeye lâyık ve bu yüzden aşa-ği olmağa
mahkûmdur. Yahut birisi Asyalıdır. Avrupalı bu adama karşı nefret hissi besler;
ona karşı her türlü zulmü reva görür;
yaptığı haksızlıktan meşru
görür-Meşhur Einstein, ünlü bir âlim olmasına ve zamanımızda dünyada eşine az
rastlanan kimselerden bulunmasına rağmen, sırf Yahudi ve îsrail kavmindendir
diye Alman-yada kendis'ne insanlık haysiyet ve şerefine yakışmayan .vvameleler
yapıldı. Taşkîdî [119] bir
habeşi zenci ve sivah kimse olduğundan kendisine ne gibi muamele yapıldığını
büiyoruz. Medeniyetin merkezi diye tanınan Amerika'da, zencilere yapılan
zulümlerin derecesi karanlık çağlan pek aratmamaktadır. Orada medenî Amerikalı
bir aenciyi yakalayıp canlı canlı yakabilir. Zenciler, beyazla-na evlerine
giremezler. İstedikleri caddelerde çok vakit yürüyemezler. Tedrisattan istifade
edemezler. İnsan haklarının bir çoğundan mahrumdurlar.
B'r Almanın Alman
olması, bir Fransızuı da sadece Fransız olması, birbirleriyle düşman olmaları
için kâfi bir sebepdir. Bunların her birinin iyilikleri, güzellikleri,' diğer
tarafın gözünde da;ma kötülük ve çirkinlik alarak görünür. Afganlıların sadece
Afganlı olmaları ve Suri-yede Şam halkının Arap olmaları, İngiliz ve Fransız
uçaklarının bu zavallıların kafalarına bomba yağdırma hakkı vermektedir. Geri
kalmış milletlerin şehirlerini ve memleketlerin i. tahrip etmek ve bir harabeye
çevirmek iler- (!) memleketi erce tabiî bir hadsedir. Ve yine
müs-t^mlekelerdeki katliam hareketleri ihtiyar tarihin yüzünü adamakıllı
kızartmıştır. Bu arada Avrupalıların karşılıklı olarak, şehirlerini yerle bir
ededek derecede viraneye çevirmeleri, kendilerine milliyet prensibinin neye
mal olduğunu çok kat'î bir şekilde göstermektedir-
Hülâsa olarak
diyebiliriz ki, bu cins imtiyazlar, insafı ve hakkı tanıyan gözleri kör edip,
insanı dalaletin karanlığına bırakmıştır. Bu yüzden de insanlığın alemşümul
ahlak, şeref, namus gibi bütün manevî güzellikleri, bu şekilde zeh'denmiş ve
milliyetlerin içinde yok olup gitmiştir. Bu faziletlerin ortadan kaikmasiyle,
adalet yerine zulüm, doğruluk yerine eğrilik, doğru yerine yalan, şeref yerine
alçaklık yükseltilmiş oldu.
Acaba liyakatsiz,
kötü, pis ve şirret bir k'mseyi, liyakatli, iyi, temiz ve namuslu bir insana
tercih etmekten daha feci, bundan daha korkunç bir zihniyet tasavvur
edilebilir mi? Çünkü kötü kimse sırf milliyeti itibariyle iyi olarak telakki
edilmektedir... Siyah ise haddi zatında iyi olduğu halde kötü olarak
damgalanmıştır. Birine si tesadüf eseri, Avrupanın bir dağında doğmuştur.
İkincisi ise yine tesadüf eseri olarak Asyanın bir şehrinde dünyaya gelm'ştir.
Birincisinin konuştuğu dil, ikincisinin konuştuğu dilden ayrı bir dildir.
Birincisi bir hükümetin t.ehaasıdır, ikincisi bu hükümetin tebaası defidir.
Acaba viicud derisinin rengi, ruh temizliğinin üzerinde bir tesir cra eder mi?
Derinin siyahlığı, ruhu da karartmağa muktedir midir? Bu naaıl bir iştir? Acaba
denizlerin, dağların, ovaların ve nehirlerin insan ahlâkı ve vasıfları
üzerinde bir tesiri mi vardır? Nasıl olur da aklı başında. Rulunan ve beyni
işleyen bir insan, doğuda hak olan bir şey' batıda bâtıl olarak kabul eder?
Nasıl olur da bir kalb-i selim, bir temiz yürek, iyilik, §eref, namus, ve insanlık
vasfını bir tarafa bırakır da, bunların yerine da-marlardaki kanın rengini
konuşulan dili, toprak ve memleketi, insanî meziyetlerin ölçülmesinde bir
miyar olarak tanır ? [120]
Bugünkü milliyet
teşekkülünün ve millî bütünlük binasının nelerin üzerine kurulduğunu bir parça
düşünelim. Ve bu mevzuyu lâyıkı şek-lde tahkik edelim. Mevzu bahsedilen
milliyet esasları acaba gerçek üzerene mi, yoksa bir hayal ve serap üzerine mi
kurulmuştur?.
Bu görüşün istinad
ettiği temellerin sağlamlık veya çürüklük derecesi ned'r?
İlk önce ırkçılık
üzerinde duralım. Irkçılık ne demektir? Irkçılık üzerine kurulmuş bulunan
milliyet sağlam bir kaideye oturtulmuş olabüir mi? Bu görüş ilk önce bir kan
gurubu iştiraki esasından harekete geçmiştir. Ve bu fikren başlangıç noktasını
da baba ve annenin nut-iesi teşkil etmiştir. Bu suretle insanların kan
gurupları meydana gelmiştir.. Bu nutfeler çoğalınca aileler teşekkül eder.
Sonra kabileler- aşiretler ve daha sonra ırk meydana çıkar. Bu şekilde insan
soy ve sopunu düşünecek daha gerilere giderek ırkçılık saikasına saplanır ve
kendi ırkını en yüksek bir ırk olarak görmeğe başlar. Biraz daha da uzaklara
daha geri zamanlara gidersek göreceğiz ki, irsiyet ve ırkçılığın temeli ve kökü
tamamen çürüktür. Zira bu hususta biraz daha düşündüğümüz takdirde, insanlık
denizine çeşitli ırklara ait kan ırmaklarının aktığını tesbit etmiş oluruz.
Acaba bu ırk den zine akan kanlar veya ırkların asıl kaynağı nerede-c<ir? Ne
olursa olsun bunların arasında saf ve temiz kalmış ve başka kanlar ve ırklarla
karışmamış olan bir saf ırk bulunabilir mi? Daha geri zamanları düşündükçe
bun-la-nn hepsinin kaynağının aynı ve bir olduğunu da hesa-'"a katmak icab
eder. Buna rağmen, yine de ırkçı-ar
bu karışıklık ve
kanı hesaba katmayarak
yine nesil ve ırk
^sası üzerine milliyet fikrini Burmak isterler.. Bunları bir birlik sebebi
olarak ortaya atarlar. Şurasını bildikleri halde — bütün insanların babası ve
annesi birdir. — yine de bu çürük nazariyenin peşine takılırlar. Nasıl olmuş
da bütün insanlar bir babadan ve bir anneden tütfedikleri halele ayrı ayrı
jrklara bölünmüşlerdir? Bu noktayı .hiç bir zaman düşünmezler. Bütün
insanlardın asıl soylarının bir ve aynı olduğunu da hesaba katamazlar. Halkı
muhtelif nesillere, soylara ve ırklara bölmek istiyorlar; fakat onlar daha
ileriye ve daha eskiye gitmek yolunu tutmuyor, insanlık ırk m m daha eski
zamanlarda araştırmasına ya-na-şmıyorlaı. Hatta insanların ırk bakımmdaln
hepsinin âe bir ve aynı ırktan geldiğini de gözönünde bulundurmak zahmetine
bile katlanmak yolunu tutmuyorlar. Madem ki insanların nesli nesebi, aslı faslı
birdir, o halde bu Ârîlik bu Sâmilik ne demek oluyor? Bu hususu derinliğine
düşünmüyorlar...
Ülke ve memleket
birliği fikri de hakikat noktayı nazarından tamamen ve büsbütün mevhum bir
şeydir. Bunun da aslı faslı, heyeti umumiyesiyle çürük ve sun'î-dir. İnsanın
doğduğu yer, olsa olsa bir gez : (Metreden biraz noksan) murabba kadar bir
şeydir. Bundan fazla bir yer değildir. Acaba insan bu bir metrelik yeri mi kendisine
vatan ve yurt b;lmesi lâzımdır? O zaman bu kaideyi gözönünde tutarsak hangi
memleket, vatan ve yurt olmaz kî... Bu, şekilde olsa olsa ancak bu bir metrelik
yer vatan olmalıdır. Halbuki bu zavallı kendisine vatan olarak bazan bir kaç
mil murabba, yahut da bir kaç yüz mil veya bir kaç b'n ve milyon mil murabbaı
kendine vatan biliyor. Aklınca bir hudud çizerek burası benim vatammdır
diyor. Aklında çizdiği bu hududun haricindeki yerleri hiç bir zaman hiç bir
surette kendisine vatan ve yurt #iye düşünmüyor ve o çizdiği hududun. dışı ile
alâkası olmuyor. İşte bu da, dar görüşün kısa bakışır bir neticesidir. Bunun
neticesinde yeryüzünün bütünü vatan olabilmek haysiyetini.kaybediyor. Bu
zavallıya bütün yeryüzünün vatan olmasına ne mâni vardır? Bu düşünceden mahrum
olan insan, bir metre murab-bada doğmuş olduğu halde, bu kadardık bir yeri
genişleterek binlerce mil murabbaa kadar çıkararak, burası benim vatanımdır
dediğini görüyoruz. Bu yer biraz daha genişlerse, acaba bütün arz küresi bu
adamın vatanı olmıyacak -mıdır? Eğer insan, bir parça şu dar görüşten. kend'ni
kurtarabildiği takdirde - zaman yörecektir ki, yanlış telâkkisinin haddi -
fasıl (ayırıcH hudud) diye tayin ettiği dağlar, ovalar, denizler, nehirler ve
sairenin-arkasmdaki yerlerle, vatanım dediği yerler arasında hiç b'r fark
yoktur. Diğer bütün ülkeler de kendi barındığı toprak gibidir. Her ülke,
yeryüzünün birer parçasından başka bir şey değildir. Şimdi hangi sebeple ve
neye dayanarak, denizleri, dağları, ovaları, nehirleri, hususî bir maksada
matuf olarak ayırabilmek hakkını kazanmış-oluyorlar? «Ben yeryüzünün sakiniyim,
bütün arz kürre-si de benim vatanımdır» şeklinde bir itiraf herhalde gerçeğe
en yakın bir söz olsa gerektir. Ve bu söz şu şekilde devam etmelidir : İnsanlar,
hep bu yeryüzünün, mâmur olan dörtte bir mıntıkasında otururlar. Benim vatanım
da şu dörtte bir mâmur mıntıkadadır. Bu yer küresinin dörtte b'rinde oturan,
yaşayan, barınan ve geçinen insanların hepsi de benim vatandaşlarımdır. Bu
seyyarenin (gezegen yıldız) üzerindeki insanların hepsi de hukuk bakımından
benimle aynı hak ve hukuka sahiptirler. Sen nasıl yeryüzünde bir metre
murabbalık bir yerde "Qğdumsa, onlar da benim gibi bir metre murabbalık
yerde doğmuşlardır.
Dü birliği bahsine
gelince: Halk zümreleri ayrı ayrı dilleri konuşurlar. Bu dil ile birbirlerine
fikirlerini anlatırlar'. Ayrı diller, halk zümrelerini biribirine daha çok
yabancı etmiştir. Bir dili -konuşanlar kendilerini diğerlerine nazaran
birbirlerine daha yakın hissederler. Fakat konuşulan dilin aynı oluşu, hiç bir
zaman fikir birliğine de bir sebep teşkil etmez. Zira bir fikir en aauı-dan
ayrı ayrı olmak şartiyle on dilde söylenebilir. Acaba bu on çeşitli dili
konuşan kimselerin hepsi de bir fikir birliği içinde midirler? Bu durumun tam
aksi olarak, en azından on çeşitli fikri de bir dilde anlatmak kabildir. Hatta
şu noktayı da nazarı itibara almak lâzımdır: Aynı dili konuşanlar arasında
çeşit çeşit fikirler ve düşünceler', b ribirinden tamamen ayrı mefkureler de
bulunur Bunun için, Milliyetin esas prensibi olan düşünce birliğine, dil
birliği ile karşı gelinemez. Düşünce birliğ\ dil birliğini iktiza etmez, hatta
dil birliği ile de düşünce birliği ortaya çıkmaz. Bu noktada gayet mühim bir
sual karşirmza çıkmaktadhr. frisanın insan olarak değerlendirilmesinde ve onun
iyi veya fena oluşunda hangi dilin tesiri olabilir? Almanca konuşan bir
insanın, Fransızca konuşan bir insana tercih edilme sebebi acaba bu kimsenin
sadece Almanca konuşmasa mıdır? Halbuki asıl dikkat edlecek nokta, zatî
cevherdir, konuşulan dil de-ğild'r. Biraz derin düşündüğümüz takdirde, görmüş
olacağız ki, dil denilen şey, bir memlekette iş gücünü yürütmek, muamelâtı
yoluna koymak için kullanılan bir vasıta ve bir aletten başka bir şey değildir.
Br memleketin dilini bilen bir şahıs, iş gücünü yürütmesi bakımından, bu dil
kendisine bir fayda temin eder. Fakat insanlığın di bakımından bölünmesine bu
iş bir delil teşkil etmez. Bu da sahih ve doğru olarak istinad edilecek bir
temel değildir.
İnsan toplulukları
arasında renk farkı ile milliyet teşekkülüne gelince: Bu yukarıda mevzuubahs
ettiğimiz iddiaların hepsinden daha boş ve daha manasız ve daha hayalîdir.
Renk demek, vücudun bir şeklinden başka bir şey değildir. İnsanın da insan
olmak şerefi vücud rengiyle kaim olmadığından, bilâkis ruha ve nefs-i
natı-ka'ya bağlı bulunduğundan, bu insanın vücud derisi her ne renkte olursa
olsun, h;ç bir ehemmiyeti haiz olamaz, insanların sarı, kırmızı, siyah ve beyaz
renkli olması niçin bir ayrılık sebebi olsun? İnsanlar niçin renk ayrüı-ğı
yüzünden biribirine düşman kesiliyorlar? Acaba beyaz inekle, siyah ineğin
sütünde bir fark görülebilir mi? Asıl mesele sütün süt olmasıdır; isterse bu
süt beyaz ineğin sütü olsun, isterse kara ineğin sütü olsun. Fakat insan aklı
bozuk yollara saptığı için, insanilik vasfını bir tarafa bırakmış ve insanları
sadece derilerinin rengine bakarak, bir değer hükmü imâl etmiş ve insanları
birbirinden ayırmağa kalkmıştır. Dikkatler de bu deri rengine müteveccih
kılınmıştır.
Geçim meselelerinin
müşterek olmasına gelince: Bu da insanın yalnız kendisini düşünüp de diğer
hemcinsini düşünmekten alıkoyan bir çocukluk eseridir. îlâhî kudret böyle bir
şeyi asla vücuda getirmemiştir. Âdem evlâdı daha çocukluk yaşından itibaren,
az veya çok kendi maişetini düşünmeğe başlar. Çalışmak ve geçimini temin etmek
için önünde geniş bir meydan vardır. Yaşayışta sayısız ve hesapsız vasıta ve
vesileler, geçim ihtiyacını teinin etmek maksadı ile insanın emrine amade
kılınmıştır. Gözleri ihtirasla parlayanlar bütün bunları kâfi addetmezler.
Şunu da bilmezler ki, nzık kapıları her taraftan yüzlerine açıktır. Buna
rağmen, şu rîzık kapıları, başkalarına kapansın da bize açılsın diye
düşünürler, işte bu köfci düşünceye saplanmış büyük topluluklar bir araya
gelip kend:
menfaatlerini ön plâna alan bir birlik vücu-*da getirmek yolunu tutarlar. Ve
milliyet binalarının temelini böyle bir menfaat görüşü ile 'kurmuşlardır.
Onlar şu tarzda bir düşünceye sahiptirler : Bizleri geguu meselesi
birleştirmiştir. Bir zincirin halkaları gibi kenetlenmiş bir durumdayız. Ancak
bu birlik sayesinde kendi haklarımızı korumak imkânını buluyoruz.
Bu şeklide kurulmuş
olan cemaatler »kendi etrafla-ılna bir duvar inşa etmişler ve böyle bir surun
içine sığınarak, d'ğer insanlarla ilgilerini kesmiş bulunuyorlar. Kendi
elleriyle kendi hayat sahalarını daraltmışlardır. îşte onlar yalnız koyu bir
bencillikle, hasis menfaatlerini düşündüklerinden; kendi elleriyle kendi
ellerini çolak ve ayaklarını da topal bir duruma getirmişlerdir. Gözleri dönmüş
bir vaziyette rızk ararken, başkalarının rızkını kapatmağa uğraşmaktadırlar.
Başkalarının rızık kapılarını da kapatalım derken bu defa kendi rızık
kapılannır da anahtarını kaybederek, uğraşıp dururlar.
Hu mevzuda uzağa
gitmeğe lüzum yoktur; günü müzdeki Avrupa ülkelerinin ekonomik tutumunu
gözönü-ne getirelim. Aynı ihtirasla yaaıp tutuşan Amerikaya ve Japonya'ya bir
bakalım. Bu ülkeler, geri kalmış memleketleri öyle bir sömürmüşlerdir ki, elde
ettikleri zenginlik onları tatlı bir uykunun kollarına atmıştır. Böyle bir
rehavetli uykudan uyandırılıp rahatsız olmamaları için, etraflarına
çevirdikleri ekonomik duvarı daha ziyade tahkim etmek için müthiş bir gayret
göstermekten geri kalmazlar. Böyle bir emperyalist zihniyet, yeryüzü sakinlerini
sömüren ve sömürülen diye iki guruba ayırmıştır. Daha açıkça», «Ben yiyeyim sen
yeme; ben iyiyim sen fena» gibi bîr tutum zamanımızın sözde medenî devletlerine
bir slogan olmuştur. Elbette ki, böyle bir yol, hakkaniyet bakımından akıllıca
bir iş değildir, Hak Taalâ, eryüzündeki insanlara fazl-ı kereminden, geçimini
tenin etmek için serbestlik vermiş ise bir kabahat, bir kusur mu işlemiştir?
Hükümet nizamı
iştirakına gelince: Bu husus yukarıda anlatıla gelen çeşitli şekillerin en
çürüğü ve en mesnetsizidir. Bu temel, bu mesned üzerine hiç bir zaman sağlam
bir milliyet teessüs edemez. Bir imparatorluğun içindeki çeşitli tebaaları
ayrı ayrı bir devlet haü-ue getirip bu devletleri sadakat ve vefakarlığa
zorlayarak merkezî hükümete bağlamak ve böyle karışık bir nalitadan bir
milliyet meydana çıkarmak hiç bir zaman muvaffak olmamış ve netice vermediği
gibi, pek az sonra dağılıp gitmiştir. Bu merkezî hükümet ne zaman kuvvetli
olursa, tebaasına boyun eğdirecek, kendisine sadakat göstermeğe mecbur
edecektir. Fakat devlet dizginleri bir parça gevşedi mi, o zaman bu sun'î
şeküde bir araya getirilmiş unsurlar (elemanlar) hemen dağılmağa yüz tutarlar.
Hindistandaki Moğol (Timurî) hükümeti zayıflayınca, bu ülkenin muhtelif
mıntıkalarındaki unsurların ayrı ayrı siyasî yollar takip etmelerine ve ayrı
ayrı teşekküller haline gelmelerine hiç bir şey mani olamadı. Aynı şekildeki
dağınıklık, Osmanlı devletinin başına gelmekte de gecikmedi. Son zamanlarda
Genç Türk-ter, güya Osmanlı devletinin binasanı tamir etmek için uğraştıkları
halde bir fayda toerain edüemedi. Ufak bir sadme :1e, bu duvarın tuğlaları
döküldü gitti. Daha yem bir misâl de Avusturya - Macaristan devletkÜr. Tarifade
bu kabil emsallere pek çok rastlamaktayız. Bütün Ördeklerden sonra., devlet ve
hükümet nazariyesi Üzerine m&et teşekkül ettirmeği düşünenlere ve bunun
mümkün olduğunu ham hayallerinden geçirenlere, bizim de bir ke-i uğurlu olsun demekten başka bir sözümüz
kalma-
Bu tenkidin neticesi
olarak, şu gerçek *kesinlikle ve açık olarak ortaya çıkmıştır ki, insan ırkını
ne 'kadar da çok parçalara ayırmak istemişlerdir. Fakat bu ameliyeyi •
yapanlar, hiç bir
aklî mesnede istinad
etmemişlerdir. Onları bu işe sevk^den saik, maddî ve hissî sebepler
oı-muştuı. Bu tefriklerin dairesi de elâstikidir; istenildiği kadar genşler ve istendiği kadar
• daralabilir. Bu gibi zorlamaların
tutunup kalması da cehaletin
karanlığına, bakışın ve görüş zaviyesinin darlığına istinad eder. İlim
ve irfan
yayıldıkça, basiret zaviyesi
genişledikçe, kalb açılıp
vüsatini buldukça , maddî ve hissî perde ortadan kalkar. Öyle bir seviye
kazanılır ki, ırkçılık yalnız insan ırkı, vatancılık şu ülke ve bu memleket
sınırlarından taşarak, bütün biryeryüzü olacak; ve insanlar arasındaki renk ve
dil ihtilâf diye bir şey kalmayacak ve
insanî düşünce insanlık birliğinin,
temeli olacaktır. Hak Taalâ,
yeryüzünde yaşayan kulları için, çalışma ve rızık temin etme imkânı atâ
kılmıştır. Siyasî nizamlar bazan güneşin karşısına çıkan bulut gibi bu rızık aramanın önüne geçmek
istiyorlarsa da buna rağmen yine de Allah kullan bütün bu gayri meşru nizamlara karşi direnerek, gerçek hayat
nizamını bulmağa çalışmaktan geri kalmıyorlar. [121]
İslâm'ın ortaya attığı
nazariye hakikî bir nazariyedir.
İslâm] insan ve
insanlık arasında herhangi bir maddî farka kail değildir. îslâmm bildirdiğine
göre, insanların hepsinin aslı ve menşei birdir:
Sizi bir tek varlıktan
(nefs-i valhid'den) yaratmıştır. Ondan da onun eşini (refikasını) yaratmış ve
bunlardan bir çok erkek ve kadınlar (türetip dünyaya) yaymıştır. (En - Nisa, 1)
Yanlış telâkkilere
göre; ülke- memleket, doğum yeri, gtünı yeri, defin olunan yerler, bir tercih
sebebi olur-Ksn^ Gfilâtn bütün bu değerleri reddederek, büt''.n insan-lana
asılda ve cevherde eşit olduklarını bildirmiştir:
İşte, sizi bir
varaktan (nefs-i vahidden) yaratmış buhman O'dur, Sonra siz, bir müddet karar
bulur, sonra da (toprağa) tevdi edilmiş olursunuz. (El-Eıı'âm, 98)
Aynı zamanda, nesil,
neseb, aile ve sülâle ihtilâfları çıkaran zihniyeti ve bu görüşün mesnedlerini
de tama -men yıkmıştır:
Ey iman etmiş ola»
kimseler, biz sizi bir erkek re bir kadından yarattık. Birbirinizi tanıya sın
iz ve tanıştasınız diye sizi milletler ve aşiretler kıldık. İşte sizin içinizden,
Allah'ın indinde en değerlisi en mutteki (ahk&mı ilâhiye dikkat eden)
niztih*. (El Hücûrat, 13)
Büyük insanlık
ailesinin milletler ve aşiretler halindeki durumu, ancak b'rbirlerini tanımak
için bir veaÜe olabilir. Yoksa ayrı milletten veya ayrı aşiretten olmak bir
çekişme, bir haksızlık ve bir üstünlük sebebi olamaz. Ve bu ayrı ayrı camialar,
insanlık çapındaki birliği unutmamalıdırlar. İnsanlar arasındaki veya
m'lletler arasındaki İmtiyaz ve esas üstünlük, ahlâkî yükseklik ve
amei-lerdeki iyilik ve fenalık derecesine göredir.
Mukaddes âyetler,
ayrılık çıkaran, grupların ve taraf taraf bölünerek çekişen milletlerin neden
hu karan-3ık yola saptıklarını ibret dolu sözlerle açıklamaktadır,
imparatorlukları ve sınırlarına sığmayan, koca devletleri yerle bir eden bu
korkunç n'fak hastalığının tek sebebi, bu toplulukların fitne çıkarmaları ve
taraflara bölünerek yeryüzünü kana boyamalarıdır. Jşte milletlerin bu şuursuzca
boğuşmaları, pek tabiîdir ki, Hak Taalâ'nuı gaaabı-na çarpılmış olmaları
yüzündendir. Milletlerarası düşmanlık, düşmanlık azabmın tadını tatmak
demektir:
Yahut da sbd gurup
gurup yapar ve size bazımda bazınızın kuvvetini taddmr. (En'am, 5)
Yukarıda bahsedildiği
şek İde, tefrika çıkarmak, bloklara ayrılmak işini, Kur'an-ı Kerim, ağır
cürümlerden saymıştır Bu sebeple de bu işin elebaşılarından olan Firavun'a
Kur'an lanet etmiştirv? onu. İlâhî azaba müstahak görmüştür :
Firavun kendini
yeryüzünde büyük gördü ve yeryüzü halkını guruplara ayırdı. [122]. (El
- Kaaaa, 4)
Kur'an-ı Kerim,
yeryüzünün Hak Taalâ'ya ait olduğunu bildiriyor ve Hak Taalâ'rîin Benî nev'i
beşeri bu yeryüzünde kendi hilâfeti üe yüceltmiş olduğunu beyan ediyor.
Yeryüzünde ne var ne yoksa, Beni nev'i Beşerin emrine tahsis edildiği
anlatılıyor, insanın muayyen bir ülkeye bağlanıp, bu ülkeye kul olmasının bir
sebebi olmadığı açıklanıp, yer küresinin geniş sahasının her tarafı insan
için açık bir sahadır.deniyor. Bir ülkede adaletsizlik olursa, darlık baş
gösterirse, başka bir ülkeye gidilmesi tavsiye ediliyor.
Hak Taalâ. ilk insanî
yarattığı zaman buyurdular ki;
Ben yeryüzünde bir
halife kılmaktayım. (Bakara, 30)
Gtirmedinmi ki, Allah
yeryüzurate ne var ne yok si-2ÎB emrinize verdi. (Et - Hacc, 65)
Acaba Allah'ın yerinin
yüzü geniş değil midir? Orada her tarafa göç edip durun* (En - Nisa, 100)
Şimdi Kur'an-ı
Kerim'in tamamım göjsden geçirebiliri». Aeaba Kur'an-ı Kerim'in emirlerinin
tirinde nesli-yet : (ırkçılık), nesebiyıet ; (aoyculuk), vataniyst :
(üi-keçilik) ve (memleketçiHk) gibi fikirlerin teyioî hususunda hiç bir şeye
raslamaımz mümkün müdür? îiâhî davet, bütün insanlar ve bütün insanlık alemi
içindir. O, yeryüzü sakini bütün insanları, insan denilen mahlûkları iyiliğe ve
doğru yola çağırmaktadır- Orada herhangi bir kavim için tahsis edilmiş bir şey
yoktur. Herhangi bir ülkeye de yine hasredilmiş bir mevzu bulunmuyor. Orada
yeryüzünün herhangi bir köşesine bir hususiyet tahsis edilmiş olsayâİ ancak
Mekke için olabilirdi. Halbuki Mekke hakkında da şöyle buyurutmugtur:
Sevâ'üni'l - 'âkifü
Öy-hi ve'I – bari (Hac. 25)
Yani ister asıl
Mekke'nin yerli halkı olsun, isterse Mekke'nin haricindeki yerlerin halkı
oisun, müslüin&niar hep birdirler. Birbirleriyle aynı seviyededirler. [123]
Kör bir taassuba karşı
herkesden önce Hazret! Re-sül-ü Ekrem (S.A.V.) bizzat ve en müessir bir şekilde
mücadele etmiştir. Aile, sülâle, soy - sop imtiyazları, bunlarla övünmeler,
neseb ve ailevî şerefi dili: tb: üstünlük iddiasında bulunmak gibi âdetlerle,
İslâm dok-irini arasında geniş bir uçurum vardır- Böyle bir zihniyetin ° zaman
ki, temsilcileri Kur'an-ı Kerim hakkında xoyle düşünmüşlerdi: «Bu Kur'an Allah
tarafından nazil kılınmış olsaydı, herhalde Mekke yahut da Tâif'in ileri
<relen şahsiyetlerinden birisi
vasıtasiyle nazil kılınmış
olurdu.»
Ve dediler : Yoksa, bu
Kur'an, iki büyük şehirden birini» halkından bir kimseye nazil kılınmış olurdu.
(Ez - Zuhruf, 31)'.
Din düşmanlığının o
devirdeki en azılı örneği olan Ebu Cehil, Zat-ı Risaletpenâhilerinin, nübüvvet
iddiacında bulunmalarını, aiielerin'n iftiharâtına bir iftihar daha eklemek
için olduğunu ileri sürüyordu. Ve bu zift beyinli inkâr mümessili şöyle
diyordu:
«Bİz, Abdi Menaf
oğullarının karşısında bulunuyoruz. Her hususta onlarla yarışmaktayız. Biz,
binicilikte onlara rakibiz. Biz yedirmek, içirmek, bezl-ü bahşişde onlardan
üstünlük iddiasmdayız. Şimdi onlardan biri kalkmış da «Bana vahy geliyor» diye
ortaya bir laf atmıştır. Yemin ederim ki, bunun için biz Muhammed (Sallal-lahü
aleyhi ve sellemi) kabul etmiyeceğiz.
Bu düşünce yalnız Ebu
Cehil'in düşüncesi değildi. Bütün Kureyş, inkarcıları da Ebu Cehil gibi
düşünüyordu. Onların çarpık zihniyetlerine göre Allah Elçisinin ile-t'i
sürdüğü nübüvvet dâvasında ve getirdiği dinde şu ku-ur vardı :
Mezheb-i û kâti'i mülk
ü neseb, Ez Kureyş ü münkir ez fazl-i Arab-Der n:gâh-i û yeki balâ vü pest, Bu
gulâm-i hviş ber yek hvân nişest Kadr-i ahrâr-i Arab ne'şnâhte, Bâ kiliftân-i
Habeş der sahte
Ah meran bâ esvdân
âmihtend, Abrûyi dûdimânî rihtend.
Din'i kesip atmıştır,
bütün mülk ü ceseb-i,
Ne Kureyş'i bıraktı ne
şeref-i Arab'ı.
Yüksek, alçağı gördü
hep aynı seviyede,
Aynı sofrada yemiş
yemeği kölesiyle,
Ve kıymet vermemiştir
Arattın eşrafına,
HabeşÜ köleleri Öğüp
almış yanma.
Siyahlarla Beyazlar,
karışmış Wr birine,
Irkçılık iftiharı
ortadan kalkmış yine.
(tkbal. Esrar-i Hodî,
tab IH. 1948 Lahor, Sahife 20)
Ali Gencelnin Manzum
Türkçe tercümesinden aynen nakledildi.
(Mütercim)
İşte bu sebepten
dolayı Kureyş kabilesi, Benî Haşi-me cephe aldı. Benî Hâşim de onların bu
saldırganlıklarına karşı Hazret-i Resûl-ü Ekrem'i himaye etmeğe kalktılar.
Halbuki Benî Hâşim'in çoğu müslüman değillerdi. îslâmiyeti kabul edenleri de
pek azdı- Ebu Tâlib ve onun etrafı, akrabalık, gayretiyle Kureyşin karşısına,
dİkiidi-ler. Kureyşin din düşmanı azılı kafirleri, de bu sefer hücumlarını
bütün bir peygamber ailesine teksif ettiler. Fakat Müslümanlar, o zaman sayı
itibariyle çok az olduklarından inkarcı gurupların saldırılarına fcarşi daha
fazla mukavemet etmelerine maddeten imkân yoktu. Bu sebeplerden dolayı bir
kısım Müslümanlar Habeşistana göç etmek zorunda kaldılar. Gidenlerin çoğu
nüfuzlu aile lere mensup kimselerdi. Ve bazıları hak-perest olduklarından
değil, kabilecilik taassubu yüzünden Kureyşle çatışıyordu. Fakat o sıralarda
Kureyş kafirleri çoğunluğu teşk'l ettiklerinden, inananlar ve inananları
destekleyenler amansız bir baskıya mâruz kalıyorlardı. Bu sebeple Babeşistana
iltica eden Müslümanlar ve onları akrabalık bağlarına istinat ederek takip
eden kimseler, bir müddet için Kureyş düşmanlığından kurtulmuş oldular.
Araplar, Benî israil
peygamberlerinin, önceden verdikleri habere istinat ederek, uzun bir gamandan
beri böyle müstesna bir oluşu beklemekte idiler. Vakta ki, Allah Resulü,
insanları ebedî gerçeğe davet etmeğe bağlayınca ye bu mukaddes haber Medine'ye
ulaştığı zaman, Medine şehrinin çoğunluğunu teşkil eden bir zümre îslâ-mm nur
saçan prensiplerini kabul ettiler. Medinedeki Yahudiler de son peygamberin
zuhur etmesini bekledikleri halde, sırf Yahudilik taassubu yüzünden gerçeğe
gözlerin- kapattılar. Ve bu inkârlarını şu kavmiyet tüten kelimelerin
kalıbına döktüler: «Gelecek olan peygamber. mutlaka Benî İsrail'den olmalıdır.
Benî İsrail dururken, naşı! olur da Benî İsmail'den bir peygamber gelebilir?»
Onlar bu taassuba öyle bir saplanmışlardı ki-, bunun neticesinde muvahhidliği
bir tarafa bırakıp, kalkıp Müşriklerle birleştiler.
Hıristiyanların da
vaziyeti bundan pek farklı değü-di. Onlar da gelecek olan bu peygamberin
mutlaka Şam (Suriye ve Filistin) civarından çıkmasını düşünüyorlardı. Araplar
arasından herhangi bir peygamberin zuhur edebileceğine b;r türlü
inanamıyorlardı. ,
Zatı
Risaletpenahilerinin (S.A.V.) ferman-ı saadetleri imparator Herakliyos'a
ulaştığı zaman, Kureyş tüccarlarına şöyle söylemişti :
«Evet, ben bir
peygamberin zuhur edeceğini biliyordum. Fakat bu peygamberin sizin içinizden
çıkacağını hiç de ümit etmiyordum.»
Yine, Mısır ülkesi
hükümdarı Makokos'a Zat-ı Risaletpenahilerinin ferman-ı saadetleri ulaştığ1!
zaman, bu hükümdar da şöyle söylemişti :
«Evet gelecek olan
peygamberlerden, bir tanesinin daha gelmesi halâ beklenmektedir. Bunların biri
daha gelmemiştir. Bu hususu ben de biliyorum, fakat bu Zat'ın Şam ülkesinde
zuhur edeceğini ümit ediyordum.»
Bundan daha da katı
bir taassup Acem ülkesinde hüküm sürmekte idi. Zat-ı Risaletpenahilerinin
ferman-ı saadetler Acem hükümdarı Hüsrev - Pervîz'e (Kisra Ebervİz) ulaştığı
zaman, bu hükümdarı kızdıran acaba ne İdi ? Niçin bu hükümdar, Zat*-ı
Saadetlerinin elçisine şöy'e demişti :
«Nasıl olur? Bir köle
milletin (Yani Araplar) ferdi, Acem Şehinşahına böyle hitâb edebilir ?>
Çünkü- Hüsrev -
Perviz, Arapları aşağılık ve alçak b:r millet olarak düşünüyordu. Arapları
kendi hükmü allında ezilmek zorunda bulunan bir zümre telâkki ediyordu. Bu
şekilde bir kanaata sahip olduğundan, böyle bir millet efradı arasından bir Hak
elçisinin çıkmış olabileceğini, kabul etmeğe hazır değildi.
Islâmın en azgın
düşmanlarından biri olan Yahudiler, Arap veya diğer milletler arasında hüküm
sürmekte olan taassup cehaletini, islâm aleyhine kuvvetli bir silâh olarak
kullanmak yolunu tuttular. Med'ne münafıkları i;e anlaşarak, bir zamanlar
«Bi'as» muharebesi yüzünden kan döken tarafların tekrar birbirlerine düşmelerini
tem'n için, aralarına nifak tohumu ekildi. «Evs» ve "Hazrec»
kabilelerinden meydana gelen Medine halkı, birbirlerine karşı kılıca
davrandılar, işte bu hâdise üzerine şu muazzez âyet-İ kerime nazil kılındı:
Ey iman etmiş bulunan
kimseler! Siz eğer, kendilerine kitap verilmiş bulunanlardan bazı zümrelere
uyarsanız, tâbi olursanız, onlar mutlaka sîzi iman ettikten sonra, tekrar küfr
yoluna saptırırlar. (Âl-i îmrân, 100).
İşte bu, ırkçılık,
nesepçilik, vatancılık ve ülkecilik 'm alevlendiği bir vasatta, Allah Resulü,
mu- ,h ev; vazifesini yürütmüş, Muhacirinle Ansan birleş-iirmiş* Muhacirin,
Anaârın bağ ve bahçesinde elele vere-j ek çalışmıştır. Bu kalb ve İş birliğini
gören Kureyş Müş-rikleri Medine münafıkları ile anlaşarak, Müslümanları ıcf n
yıkmak yolunu tecrübe ettiler. Münafıkların ele-başlarmdan bulunan Abdullah
İbni Ubeyy yıkıcı bir mak-sadla ^öyle söylemeğe başladı :
«İşte Küreydin fakir
fukarası bizim ülkemize gelerek, s'ül çiçek oldular. Onların misâli şuna
benzer kâ, kargayı besle gözünü oysun.»
Aynı iğrenç münafık,
Ansar'a da şu sözleri söylüyordu :
«Siz onları başınıza
çıkardınız- Kendi ülkenizde om Ura yer verdiniz. Kendi mallarınızdan onlara da
bir hisse ayırıp teslim ettiniz. Yemin ederim ki, siz bir gün onların elinden
zarar göreceksiniz.»
Kur'an-ı Kerim de bu
kabil nifakçılara şu muhteşem cevabı vermiştir
:
Onlar, o kimselerdir ki:
Resulün yanında bulunanlara geçim vermeyiniz de dağılıp gitsinler. Diyorlar.
İste göklerin ve yerin hazineleri AUahındır. Fakat münafıklar bunu
kavrayamazlar. Onlar derler ki, Biz Medine-ye dönersek, o zaman, bizim ileri
gelenlerimiz, aşağılık Kimseleri oradan çıkarıp atacaktır. Fakat izzet sahibi
ol-nıak Allah'a, O'nun Resulüne ve müminlere mahsustur. Ancak münafıklar bunu
da bilmezler. (Munafikûn, 7 - 8)
İşte bu taassub
gayretkeşliğinin neticesinde, Abdul- İbni Ubeyy Hazret-i Ayşe Radıyallahü teala anha. tini arttırdı.
Fakat Hazreçlilerin himmetiyle, il- ve Resulünün düşmanı bulunan bu kimse, kendi eeaasan kendi
eliyle hazUrUyarak, münafıklar zümresine : bir nümune-i imtisal oldu. [124]
Yukarıda etraflıca ele
alınan meselelerden açık ve kesn olarak şu netice elde edilmiştir: Küfr ve sirk
gibi .kapkara bir cehaletin yanı başında yer alan en büyük düşmanlık, ırkçılık,
nesebcilik, vatancüık, ülkecüik ve bu sınıfa giren telâkkilerdir- Bütün bu
sapık zihniyet, lalamın kurtarıcı davetine ve İslâm'ın ilerlemesine kötü bir
mania teşkil etmiştir. Bu şeytanî fikirleri temsil eden guruplarla İslâm daima
çarpışmak zorunda kalmıştır. Öyle ki, Hazret-i Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) yirmi üç
senelik peygamberâne - yaşayıaliarı müddetince, küfrün dîaftaletin den sonra
üzerinde durup mücadele ettiği ve ortadan kaldırmak istediği mesele de işte bu
«cahiliye taassubu» denilen ve hemen hemen bütün bir insanlık ailesine musallat
olan korkunç illettir.
Zat-ı
Risaletpenahilerinin örnek hayatları ve hadis kitapları okuyup tetkik edildiği
zaman görülecektir ki, Fahri Kâinat Resul-ü Ekrem (S.A.V.) Hazretlerinin ne
şekilde ve ne vaziyette bu toprak ülkede kan, ırk, renk, dil, ileri gelen aile,
geri bulunan aile, zenginlik, fakirlik, eşraflık, gayrı eşraflık farklarını
ortadan 3İlip süpürüp, insanlık mefhumunu bu mülevvesliklerden kurtarmış., insanlarla
ve insanlar arasına^ girmiş bulunan, fıtrata ay-lon bu duvarları söküp
atmıştır. Bütün insanları aynı seviyeye getinn:ş; insan olmak vasfını onlara
öğretmiştir. Zat- Saadetlerinin bu husustaki tâlimi şöyledir :
Taassup yoluna devam
ederek ölen bizden değildir. Taassup yolana çağıran bizden değildir- Taassup
yolunda savaşan bizden değildir.
yine Zat-ı Saadetleri
buyurmuşlardır ki:
Kimsenin kimseye bir
üstünlüğü yoktur. Varsa an-^ din ve takva iledir. Halkın hepsi de Adem
evlâdıdırlar. Adem de topraktan yaratılmıştır.
Irk, soy, Vatan,
memleket, ülke, lisan, renk farkını ortadan kaldırmak yolunda Zat-ı Saadetleri
şöyle buyurmuşlardır :
Ne bir Arabın bir
Acem'e (Araptan gayrisi) ne de bir Acem'in Araba üstünlüğü vardır. Siz hepiniz
Âdem evladısınız.
(Buharı ve Müslim)
Ne bir Arabın bir Acem
üzerine ne de bir Acemin Arap üzerine ne de bir beyazın siyah üzerine, ne de
bir siyahın beyaz üzerine bir imtiyazı, bir Üstünlüğü (fadl) vardır. Varsa
ancak takva iledir.
(Zâd - ül - Maad)
Elbette ki, dinleyecek
ve ftaat edeceksiniz. İster, sft~ zûı için kafasındaki sacları kuru üzüm gibi
kıvırcık bir Habeşî köle dahi emir tayin eöHmİş olsun, yine siz dinleyecek ve
itaat edeceksiniz.
(Buharî Kitab - ül -
ahkâm) [125]
Mekkenin fethinden
sonra, kılıç zoru ile Kureyş kâfirleri boyunlarını eğdikleri zaman, Zat-ı
Risatetpenahi-ler: şöyle bir hutbe vermişlerdi:
İyi dinleyiniz;
imtiyaz ve iftihar için vesile olan ve imtiyaz ve iftiharın mayası bulunan kan
(ırk) ve mal (zenginlik) gibi şeyler şimdi benim ayağımın altındadır.
Ey Kureyş topluluğu!
İşte Hak Taalâ sizden cahilS-ye böbtirlenmesiyle, ata baba fle övünmeği silip
kaldırdı-
Ey halk! Sizin hepiniz
Âdemdensiniz. Aılrm r-.; ttij»-raktaııdır. Soy ve ırk ile iftihar edilmez. Ne
Aratan Aceme ne de Acemin Araba iftihar edecek bir üstünlüğü yoktur. İşte
Allah indinde sizin en makbul bulunanızın en fazla takva, yolu tutmuş
olanınızdır.
İbadet-i İlâhiye
esnasında Zat-ı Saadetleri kendileri için Allah huzurunda üç hususa şehadet
etmişlerdir. Birincisi, Allah'ın hiç bir şeriki ve ortağı olmadığı. İkincisi;
Muhammed (S.A.V.) in Allah'ın kulu olduğu. Üçüncüsü ise, bütün Allah
kullarının kardeş olduklarına dairdir- Kulların hepsi de kardeştir. [126]
Hak Taalâ ve O'nun
Resulü, cahiliye milliye tinin bütün maddî, hissî ve hayalî temellerini yıkıp,
yok etmişlerdir. Dünyadaki milletlerin bir çoğunun kuruluşuna esas teşkil eden
bütün bu mevhum şeyleri, cemiyetin sinesinden kesip, atmışlardır. Renk, soy,
ırk, neseb, vatan, ülke, yer, dil, geçim sebebiyle birleşme ve bu sayılan tefrik
unsurlarını besleyen* ve meyaana getiren koyu cehaletle beraber mâkul olmayan
her düşünceye son vermiş-lerdir. Şerefli ve haysiyetli bir yaşama imkânı,
istisnasız olarak, insanlığın her ferdine aynı ölçü ve seviyede tanınmıştır.
İnsanlık ailesini,
biribirine hasım ve düşman eden, ayrı ayrı milletler topluluğunu zehirlenrş
olan bu fikirler, tamamiyle ortadan kaldırılırken yeri de boş bırakılmamış,
geceyi silip süpüren bir güneş gibi, b mahal nur ve ışık saçan ulvî
prensiplerle tezyin edilmiştir. Teiniz ve saf aklî delillere ist'nat eden
yepyeni bir milliye} mefhumu ortaya konmuştur. Bu yüce mefhum, madde, ülke ve
neseb gibi unsurlara dayanmaz, istinat ettiği yegane husus, öze ve ruha mahsus
olan bir temeldir. Böyle bir nizamda bir fark ve bir imtiyaz mevzuubahs ise
mutlaka manevî ve ruhîdir. İnsanın karşısına, yapmacık olmayan, doğrudan
doğruya kendi öz gerçeğ'ni temsil eden fıtrî bir sadakat ortaya konmuştur ki,
bu muhteşem fikrin adına <Ja İslâm diyoruz. Allah Taalâ'ya ibadet ve kulluk
etmek, nefs temizliğine dikkat etmek, âmelin iyi olmasına itina göstermek ve
Allah tan korkup çekinmek ve beni nev-i beşer bu hayat dolu prensiplere davet
etmek islâm'ın şaşmayan bir şiarıdır. Bu ebedî kurtuluş davetini kabul eden bir
kimse, islâm Milletinin fertlerinden biri olur-Bu daveti kabul etmeyen ise, bu
Millet fertlerinden olmaz ve yabancı sayılır..İslâm'a iman etmiş bulunanların
hep-s de bir millettirler.
İşte böylece sizi
aracı bir ümmet kıldık. (Bakara, 143)
Bu millet, İslâm
milletidir; diğerleri ise, islâm milleti değil, küfr ve dalalet milletidirler.
Küfr ve dalalet zümre.cr arasında ihtilâf mevcut olduğu halde, yine İslâm
milletinin karşısında hep bir millet sayılırlar.
Allah, kâfir kavmi
hidayete eriştirmez. . (Tevbe, 37)
Bu iki millet
arasındaki fark; soy sop, ırk neseb, imtiyazına h:ç bir zaman istinat etmez.
Buradaki yegâne imtiyaz ancak akîde ve âmel itibarı iledir. Bu ölçüye göre,
frr babanın iki oğlundan biri Müslüman diğeri kâfir olduğu takdirde aralarında
kapanması mümkün olmayan bir fark olacak ve ebediyen b'ribirinden ayrılmış bulunacaklardır.
Bu iki maddî kardeş birbirlerine tamamiyle yabancı olacaklardır. Fakat iki
yabancı kimseden biri dünyanın bir köşesinde diğeri de dünyanın bir ucunda olsa
dah , eğer bu iki kimse, İslâm dâvetine icabet etmiş iseler, hemen kardeş olup
giderler. Onlar bu milliyetin ortak fertleri olurlar.
Bu iki kavim arasında;
vatan, ülke ve memleket ihtilâfı da imtiyaz sahibi olmak için bir delil teşkil
etmez. Burada vatan, ülke, memleket imtiyazı olmayıp, ancak hak ile bâtıl
imtiyazı vardır.^ Olabilir ki, bir şehir, bir mahalle, hattâ bir eve mensup iki
kimseden biri Müslüman kavimden diğeri de kâfir kavmindendir,, thtilâf yalnız
İslâm ve küfr arasındadır. Şehir, mahalle ve ülke kavgası mahiyetinde değildir.
Bir Habeşistanlı, îsîâm dairesine intisâb etmekle, islâm dairesine intisab
etmiş-bulunan bir Merakeşli (Mağribli) ile kardeş olur.
îslâmda, vücudun
derisinin rengi de milliyet ayırımına bir sebep teşkil etmez. Bu sebeple
rengin de bir ehemmiyeti yoktur. Hak Taalâ kullarından birini beyaz. bir
diğerini de siyah yaratmıştır. Renk de Hak Taalâ-nın yarattığı bir şeydir.
İslâm mefkuresine göre, en iyi renk, en iyi boya Allah boyasKhr .
Allah rengine
boyanınız, O'nun boyasından **Jıa İyi acaba kimin boyası vardır. (Bakara, 138)
İslâm nazarında bir
beyaz ile bir siyah insan aynıdır. Bir milletin efradıdırlar, lalamda ancak
iki millet vardır : Biri İslâm milleti,
yani Ümmet-i îslâmiye bir diğeri de
Küfr milleti, yani kâfirler. Asftl ayrılık bu iki kavim arasındadır.
L'sana gelince,
Îslâmda Usan, İslâm ile Küfr arasında bir tefrik vasıtası değildir. îslâmda
konuşulan herhangi bîr lisan değil, kalbin lisanı mühimdir. Bütün dünyada,
nekadar dil konuşan varsa, İslâm dairesine intisap ederek Müslüman oldukları
takdirde, İslâm ümmetinin bir ferdi sayılırlar. Bu itibarla Arapça konuşanla,
Arfi-ka dili konuşan arasında tslâma bir fark gözetilemez. Orduca konuşanların
müslümanlığı ile Arapça konuşan^ ların müalümanlıkları arasında bir fark nazarı itibara alınamaz.
Bunların dilleri ayrı elduğu halde müslüman-iıkları birdir.
Geçim işleri ve
siyaset ihtilâfları da îslâmda bir değer ölçüsü değildir- Bu mevzuda da Küfr
ile İslâm farkı vardır. 'Tutulacak yol,
altın servetine göre değil, iman servetinin hükmüne göredir, İnsanî saltanat
yerine ilahî saltanata baş eğilir. Gerçekten hür seciyeli olanlar, İlâhî
hükümranlığa sadakat gösterir ve İlâhî hükümete bağlanırlar. Bu kurtuluş r
izamına vefakâr olurlar. Kendi mal ve canların1! Ha'k Taalâ'ya satarlar. Bu
inanışın havasını teneffüs edenler, ister
Hindistanda olsunlar, isterse Türk standa bulunsunlar veya başka bir
ülkede yaşasınlar, hepsi de bir tek vücut ve bir tek ruh gibi yalnız ilâhî
saltanata boyun bükerler. Bu gerçek inanışın dışında fanlar ise, İlâhî
saltanata karşı gelmiş mevcut imkânlarını şeytana ve ağrazı nefsan iyelerin e
satmış olurlsçfc O zaman bu zümre islâm kavmi olma şerefini kaybetmiş •bir
başka kavim hüviyetine girmiştir. Böyle bir yaşama sistemiyle kâfirlik vasfına
bürünmüş olurlar. Bunların herhangi
bir, devlet tebaasında olmaları veya iktisadî nizamları ne şekilde olursa
olsun bu hususlar Islâmı alâkadar etmez. îslâmı alâkadar eden yegâne husus, bu
insanların her mevzuda İlâhî saltanata uymuş olmalarıdır-
Bu şekilde, islâm
dairesinin ışık saçan muhitinde, hissî ve maddî tek prensibin olmadığı kesin
bir şekilde anlaşılır. Ve bu muhit doğruyu temsil eden aklı, saf ve temiz,
düşünceyi temsil eder. Bir evin içindeki iki kişiden biri bu daire muhitinin
içinde bulunabilir, diğeri de bu ^&:re muhitinin dışında kalabilir. Biri
doğunun tâ uzak kir köşesinde diğeri de batimin tâ bilmem neresinde oldukları
halde bu iki şahıs da İslâm dairesinin muhiti içine girerler.
Sirr-ı aşk ez âiem-i
erhâm nist, Ü zi Sam ü Rûm ü şam nist Kevkeb-İ bî şark ü garb ü bî gurûb Der
medareş ney şimal ü ney cenûb.
Aşkın sırrı değildir,
alem-i erham'dan, Aslı gelmemiş onun Sam ü Rûm ü Şâm dan Bir yıldız ki yok
onun, şarkı garbı, gurubu Medarında bulunmaz ne şimal ne cenubu.
İkbal
Bu dairenin muhiti bir
tek kelimedir. Bu kelime Lâ-lâhe illallah Muhamnıedun Resulullah'dır. Bu
kelimeler dostluğun da düşmanlığın da temelidir. Bundan başka İslâm muhitinde temel yoktur.
Bu kelimelere ikrar veren ile bu kelimeleri kabul etmeyenler arasknda sonsuz
fark vardır- Bu kelimelerin ayırdığını ne ırk ne kan ne tıesefc, ne de başka
şey birleştirebilir. Ne toprak, ne ülke, ae memleket, ne renk, ne iktisadî sistem,
ne geçim, ne :kmek kaygısı, ne devlet, ne hükümet, ne de başka bir ey, bir
araya getirebilir. Bu mukaddes kelimelerin bir-îştirdiılderini hiç bir şey
ayıramaz. Bu kelimelerin bir-îştirdiğinı ne deniz derya, ne nehir dere, ne dağ
ova, e de yeryüzünde bulunan herhangi bir kuvvet bu iman utmiş kimseleri
birbirinden ayırmağa kadir olamaz. Bu en büyük gerçeği ifade ed*n kelimelerin
çizdiği dairenin içindeki Müslüman her nerede olursa olsun müslüman-dır. Bu
Müslümanların arasında herhangi bir fark yoktur. Bu Müslümanlar~Çinde de
olabilirler, Marekeş (Mağ rib") de de olabilirler. Siyah da olurlar, beyaz
da olurlar. Hindistanın Orducasmlı da konuşurlar. Arapça da konuşurlar. Sami
ırkından <ia olurlar. Aryâî ırkından da olurlar. Şu hükümetin tebaası da
bulunurlar, bu hükümetin de... Dünyanın
neresmde olursa olsun, her müslüman
İslâm milletinin ve
İslâm kavminin bir ferdidir. İslam camiasının birer rüknüdürler- İslâm
sitesinin hemşehrisi (citizen) idirler. İslâm ordusunun askeridirler. İslâm kanunlarının
muhafızıdırlar. İslâm şeriatı yalnız ibadet, muamelât, muaşeret, geçim, siyaset
değil, yaşayışın her dalında, her şubesinde olduğu gibi, tabiiyet, milliyet,
ırk, lisan, vatan gibi b'r Müslümana tanıdığı haklan bütün jnüslümanlara da
tanımıştır. [127]
İslâm, kendi camiasını
ve bu birliğin fertlerini maddî alâkadan tamamiyle tecrit etmez. En mükemmel
bir ölçü dairesinde bu mevzulara ait müeyyideler vaz eder. Meselâ, «Süa-y'
rahm» için hüküm koymuştur. «Kat'-i rahmi» men etmiştir. Bb,ba ve anneye
itaati, onlara boyun bükmeği bildirmiştir. Bu hususu ehemmiyetine binaen
tekîd etmiştir. Kan (neseb) alâkaları için veraset kanunları koymuştur. Hayır
işlerinde sadakalarda, infak-da (başkalarını da geçindirmek) hususunda akraba
olanları, akraba olmayanlara tercih etmiştir. Kendi aile efradına, ev halkına
yakınlık göstermeği, düşmanlara kar-Şî mal ve canın korunmasını emretmiştir-
Zalimlere kar-§ı savaşa-girmeği bildirmiştir. Böyle bir savaşta ölenleri Şehid
olarak kabul etmiştir. Yaşayışa ait bütün muamelelerde din ve mezhep farkı
gözetmeden, bütün insanlar ıçia — Savaşı kâfirler hariç — dertler'ne ortak
alacak Ve çâre bulacak şekilde hükümler koymuştur. İnsanlara sevgi ve şefkat gösterilmesini öğretmiştir.
Islâmın -bir hükmü, memleket ve vatanın
korunması için çalışılmasın; yahut da gayri müslim komşu ile sulh ve sükûnet
içinde geçinmemek mânasına gelmez [128]
İslâm daima bir ölçü
nispetinde, dış alâkalara yer vermiştir. Fakat İslâm milliyeti (kavmiyeti) ile
gayrı İslâmî milliyet (kavmiyet) arasında ancak şu tarzda bir farkı nazarı
itibara almıştır : İslâm dışında bulunan başka zümreler, ayrı bir kavmiyet
teşkil eder. Islama karşı muhalefete kalkar, îslâmı baltalar, iman dışındaki
mefkurelere kapılır, bu mefkureleri iman mefkuresine tercih eder ve kavmiyet
esaslarım saplandıkları o fikir üzerine kurmaya kalkışırlarsa, o zaman İslâm
her zaman ve me , bu tuttukları yol için onlardan uzak kalmak feds g gösterir.
Bu husubla Kur'an-ı
Kerim şöyle buyuruyor ' İbrahim ve oîiuıs!a birlikte bulmi&sılar sizin
k-ijk -cm iyi örnektirler. Onlar kendi kavimlerine şöyle demişte?-jî: Biz
sîzden ayrı ve uzağszdir. Biz sizi ve sizin Allah'tan î^ayrı ibadet
ettiklerinizi kabul etmiyoruz. İşte bunun içî« de bizimle sizin aranızda
düşmanlık başlamıştır. Siz de Allah'a iman edip O'nun vahdaniyetini kabul
ettiğiniz zamana kadar bu düşmanlık devam edecektir.
(El - Mümtehinne 4; Yine buyuruluyor ki :
İman yolu tutmayıp
küfre karşı sevgi besleyen, babalarınızı ve kardeşlerinizi dost edinmeyin,
sizler arasından her kim böylelerini dost edinirse zalimlerdendir. (Tevbe, 23)
Yine emredilmiştir ki
:
Sizin kendi
karılarınızdan ve çocuklarınızdan da size düşmanlar vardır, bunlardan çekininiz
ve korununuz.
(El - Teğabün, 14)
Sizin vatanınızda
dininize karşı düşmanlık edenler bulunuyorsa, din için vatanınızı ve ülkenizi
bırakıp.başka yere göç edin. Her kim din uğruna vatariını'bırakıp da hicret
etmezse hakikatte münafık sayılır. Böyle-ieri ile sizin alâkanız kalmaz.
Allah yolunda hicret
etmedikleri müddetçe onları dost edinmeyin. (Nisa. 89)
Bu şekilde,
Küfr ile tslâmın
ayrılması hususunda, yakın ve en kuvvetli akrabalık bağı olan kan
(nesil) feda edilmiştir. Anne, baba,
kardeş, evlat, nıüelü- olup
olmamak hususunda birbirlerinden ayrılırlar.
kendi soyumuzu,
soydaşlarımızı, Allah'a düşman
°'UP olmamak için bırakır, terk ederiz, Vatana da, memlekete de bu yolda
Allah'a ısmarladık çekeriz, onu da terk ederiz. Böyle bir vatanda Küfr ile
îslâm çek'şmeai olunca o vatandan ayrılmamız icabeder. îalâm, dünyaya her
şeyden önce gelir- Her şey îslâma feda edilir. İslâm, hiç bir şeye feda
edilemez.
islâm, çeşitli
insanları birbirine kardeş
kılmıştır. Bunların arasında ne kan, ne nesil, ne vatan, ne ülke, ne
memleket, ne di, ne renk, ne başka bir maddî birlik vardır. Fakat bunlar tsiâm dairesinde birbirlerine
kardeştirler.
islâm bu mevzuda bütün
müslümanlara hitab ederek buyurur :
Hep birlikte Allah'ın
ipine sanlın ve dağılmayın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın, siz bir
zamanlar birbirinize d limandınız. O sizin kalblerinizde ülfet \ir cudia
getirdi. Onun nimeti ile siz birbirinizin kardeşi oldunuz. Siz ateş çukurunun
dibindeydiniz. O sizi bundan kurtardık
(Al-i Imrân, 103)
Bütün diğer gayrı
müslimlere hitaben de buyurul-muştur ki
:
Tevbe eder, namazı
kılar ve zekâtı öderlerse- onlar da sizir din kardeşleriniz olurlar. (Tevbe,
1.1)
Müslümanların vasfı da
şu şekilde bildiriliyor : Allah'm Resulü Muhammed ve onunla birlik bulunan kimseler, kâfirlere
karşı şiddetli ve kuvvetlidirler,
kendi aralarında birbirlerine ı-ahmedenlerdir. (El - Feth, 29)
Allah'tan gayrı bir
mâbud bulunmadığına ve Muhammed (S.A.V.) in onun kulu ve Resulü olduğuna şahadet
vermedikleri müddetçe halk ile dövüşmek için izin verilmiştir. Yim» onlar bizim
kıblemize yüz çevirmelidir
ler; bizim kestiğimiz
eti yemelidirler. Bizim gibi namaz kılmalıdırlar. Böyle yapan kimselerin
canları ve malları bize haram olur. Ancak adalet ve kanun onların haklarını
helal kılar. Bundan sonra onlar da müslümanlarm mâlik bulundukları bütün hak ve
hukuka mâlik olurlar; Müslümanlara farz olan hususların hepsi onlara da farz
olar.
(Ebu Davud Kitab - iü
- Cihad)
Müslümanlık dairesine
girmiş bulunan bu müslüman-lar bütün hak ve hukuk, farize ve vecibelerde diğer
müs-lümanlarla aynı olmakla kalmayıp, hatta bu müslüraan-lar diğer müslümaniara
destek bile olurlar, onlarla bir-l'kte İslâm «küll» ünün «cüz» lerini teşkil
ederler. Bu hususta da Hadis-i Nebevi şöyle hidayet kılmıştır :
Müslümamn müslümana
bağlılığı bir duvarın tuğlar laruun bağlılıkları gibidir, bunların biri
diğerini tutar ve sağlamlaştırır.
Mişkât, Kitab - ül -
âdâb, Bâb eş - şefkati ve'r - rahmeti al'el - halkı.
(İttifakla bildirilen
Hadis), Başka bir yerde :
Muhabbette» sevgide ve
atufette müminlerin misali bir tek cisim misalidir.
Bu vücudun
uzuvlarından birisi sızlarsa, bütün vü-eııdü rahatsızlık ve ızdırap sarar.
Mişkât, yine ittifakla bildirilen Hadâs)
İslâm Milletinin bu
şekilde birleşerek ortaya çıkmış bulunan vücudunun ismine Resûlullah (S.A.V.)
«Cemaat» kelimesi ile isim vermişlerdir. Bu hususta da yine Zatı
R!saietpenahüeri buyurmu^ardir ki:
Allah'ın eli cemaatin
üzerindedir, bu cemaatı dağıtmak isteyen alJeşe düşer.
Ve yine :
Cemaatten bir kan??
ayrılan kimse, İslâm halkasından kendi boynunu kaçırmış olur,
(Ahmed, Efoi Davud ve
Mişkat rivayetlerine göre. Kitâb - ül - iman).
Bu kadarla iktifa
edibnem'ş olup_ hattâ şöyle buyu-rulmuştur
:
Sizin cemaatinizi
dağıtmak isteyen kimseyi öldürünüz.
Ve bu inci
tanelerinden daha ıgıltılı olan mukaddes emirler şu noktaya dayanmaktadır :
Bir araya toplanmış
bulunan bu ümmeti dağıtmak için yeltenen kimseyi her nerede bulunursa bulunsun,
kılıçla vurunuz. (Müslim Kitab - ül - emare) [129]
Bu cemaatin kuruluşu
ve bir araya gelmesindeki esas, rabıta, kan, ırk, ülke, memleket, toprak- lisan
ve renk gibi şeyler değildir. Bu cemaat arasmda HazretM Selmân-i Farisî (R,A.)
vardı. Hazret-i Selmân İranlıydı. Fakat ne zaman onun hangi ırktan olduğu
sorulduysa, «Seîman ibni İslam»: Islâmın oğlu Selman diye cevap alındı.
Hazret-i Ali Radiyallahu Teâlâ anhü, Selman hakkında şöyle buyurmuştur:
Selmanü minnâ ehli'l -
beyti :
Selman bizim ehli
beyttendir.
Yine bu arada
zikredilmesi gereken iki mühim sa-habî vardır. Bunlar Bâzan ibni Sâsân ile onun
oğlu Şehr ibni Bâzân'dır. Bu iki zatın nesepleri de İran hükümdarı Behram Gûr'a
ulaşır. Hazret-i Resûl-ü Ekrem, Bâzan'ı
Vemen'e oğlunu da
San'a'ya vali tayin etmişlerdi. Ve bu misallere eş olarak, bu ulvî cemaatın
arasında Hazret-i Bİlâl-i Habeşî de vardı. Bu büyük sahabî hakkında Haz ret-i
Ömer Radıyallahü teâlâ anh şu kıymetli sözleri söylemişlerdi:
Bilalün Seyyidinâ ve
mevlâ seyyidinâ:
Bilâl bizim
efendimizin kölesidir, fakat bizim de efendimizdir.
Bu örneklere ilâveten
Hazret-i Suheyb-i Rûmî Radi-yallahü teâlâ anh vardı. Bu zata Hazret-i Ömer
Radayal^ lahü Teâlâ anh, namazda kendi yerine imamet ettirmiştir. Hele Ebu
Huzeyfe Radıyallahü Teâlâ anh'ln kölesi Hazret-i Salim Radıyallahü Teâlâ anh
için Hazret-i Ömer vefat edeceği sırada şöyle demişti:
Salim bugün hayatta
olsaydı hemen hilafeti eline teslim ederdik ve mü si umanlar in işlerini ona
verirdik.
Zeyd :bni Harise
Radıyallahü Teâlâ anh da azadlı bir köle idi. İşte bu zat öyle bir zattır ki,_
Fahri Kâinat Hazret-î Risaletpenahi (S.A.V.). k^ndi halasının kızı üm-nıül -
müminin Hazret-i Zeyneb-i ona vermişti. Bu zatın oğlu Hazret-i Üsâme ibni
Zeyd'i Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) islâm ordularına kumandan tâyin etmişti. Hem de
Hazret-i Ebu Bekir Sıddık, Hazret-i Ömer - ül *- Faruk, Hazret-i bu Ubeyde ibni.
Cerrah, Radlıyallahü Taalâ anhüm, gibi zevatın ve bir hayli ileri sahabîlerin
katıldıkları muharebede kumandanlık etmiştir. Üsâme hakkında Haz ret-j Ömer
kendi oğlu Hazret-i Abdullah ibni Ömer Rar ^yallahü anha şöyle buyurmuştur :
Ey Abdullah, 11 sânı
en in babası senin babandan da-"a efdâl, Üsâme'nin kendisi de senin
kendinden daha. [130]
İşte, bu mübarek
cemaat, îslâmın baltasını ellerine alarak, cehaletin ve taassubun bütün
putlarını kırıp ortadan kaldırdılar. Irk, nesil, vatancılık, memleketçilik,
renk- lisan ve bunlar gibi eski cahiliye devri ile yeni ve modern cahiliyenin
isimlendirerek zamanımıza kadar tapma geldikleri şeylerin hepsini, istisnasız
olarak, baştan sona kadar silip süpürüp dünyayı bu gibi müievves şeylerden
temizlediler.
Resûl-ü Ekrem
(S.A.V.), kendileri de ta ibrahim Peygamberden (A.S.) beri ecdadının bulunduğu,
yaşadığı vatanı olan Mekke'yi terkederek maiyetini, ashabını alıp Medine'ye
hicret etti. Bu h'cretin sebebi olarak, Re-sûl-û Ekrem'in ve sahabelerinin kendi
yurduna, vatan ve memleketlerine karşı bir sevgileri olmadığü neticesi çıkarılamaz.
İnsanlarda memleket sevgisi doğuştandır. Zat-ı Saadetlerinin Mekkeyi terkedip
hicrete karar verip, yola çıkacakları zaman buyurmuş oldukları Hadis-i Şerife
dikkat edelim :
«Ey Mekke! Sen dünyada
benim için en kıymetli şeyisin. Fakat ne yapalım ki, senin sakinlerin, semle yaşayan
halk, benim için barınma ve kalma imkânı bırakmadılar.
Hazret-i BilâH Habeşî,
Medineye geldikten sonra orada hastalandı. Hastalığı sırasında Mekkede cereyan
etmiş bulunan hâdiseleri birer birer hatırlayıp, memleket hasreti ile şu şiir1
irticalen söylemişti. Bu şiirler günümüze kadar şöhretini muhafaza etmiş,
dilden dile dolaşarak, müslümanlara o günlerin elemini duyurmuştur :
Keski ben bilseydim ki
Fahh'da geceyi nasıl geçiriyordum. Ve nasıl ezharı (bir kokuilu yaprak ve
«celÜ» (papatya cinsi bir çiçek^
kokluyordum. Ve yine nasıl
ben bir gün Mahbet'in
(bir yerin ismi) su çukuruna dalıp, oradan Şama ve Tufeyl (iki dağın
ismidir) civarına
bakıyordum ?
Bu kadar vatan ve
memleket sevgisi beslemesine rağmen, bu Zevat-ı Kiram, îslâm için sevdikleri
memleketlerini bırakıp hicret etmişlerdir. [131]
Kendilerine boy le ,bir emir verilince yapamayız demediler. [132]
Diğer taraftan
Medine'de bulunan Ansar, Mekkeden hicret edip gelmiş olan muhacirlere başları
ve gözleri üzerinde yer verip, onlara emsalsiz bir hüsnü kabul gösterdiler.
Canları ve malları üe onlara hizmet etmek yolunu tuttular. Bu hususta HazreH
Ayşe RadiyaJlahü Te-âiâ Anhâ şöyle
buyurmuştur :
Medine Kur'ıuı Üe feth
olmuştur.
Nebiyyi Ekrem,
Sallallahü Aleyhi ve Sellem, Muhacirlerle, Ansan birbirleriyle kardeş etti.
Aralarında kardeşlik bağlarını kurdu. Her Ansar bir Muhaciri kardeş edindi. îş
o kadar basit değildi. Kardeşlerden biri kendisine birini kardeş edinince,
kendi maundan ona miras bile vermek yolunu tuttu. Bu hususta o kadar ileri
gidildi ki, diğer miras sahiplerinin zarar görmemeleri için Hak Taalâ bu usulü
âyet-i kerime ile men etti :
Veraset hususunda kan
bağlılığı (neseb) bulunanlar diğerlerine tercih edilme hakkıma mâliktirler. (El
- Enfâl, 75)
Ansar, kendi
tarlalarını, bağ bahçelerini, edinmiş oldukları bu kardeşleriyle yarı yarıya
bölüşmek yoluna gittiler. Benî Nıızayr arazisi feth edilince Ansar Resûl-ü
Ekrem (S.A.V.) e şu hususu arzettiler:
Yâ Resulullah, bu
araziye bizim ihtiyacımız yoktur, bu araziyi bizim muhacir kardeşlerimize ver.
Onların bu tok
gözlülükleri ve cömertlikleri hakkında Hak Taalâ Kelâm-ı Kâdim'de şöyle
buyurmuştur :
Onlar öyle kimselerdir
ki, kendileri sıkıntı içinde oldukları halde başkalarına cömertlik ederler. (El
- Haşr, 9)
Hazret-i Abdullah-
ibni Avf ile Hazret-i Saad İbni Rabî' Ansarî arasında kardeşlik bağı
kurulmuştu. Hazret-i Saad kendi din kardeşine yalnız malının yarısını vermekle
kalmadı, ferağata bakınız ki, iki karısından birini boşayıp da din kardeşini
evlendirmeği bile düşündü. Devri R'saletten sonra Muhacirin arka arkaya hilafet
vazifesiyle riyaset mevkiine geçtiler. O zaman Medine halkından kimse çıkıp
da, siz bu ülkenin halkı değilsiniz, nasıl olur da siz hükümetin başına
geçersiniz de biz geçemeyiz? Sizin bizim ülkemizde hükümet etmekte ne hakkınız
var? Diye bir itirazda bulunmadı.
Zat-ı
Risaletpenahîleri ile Hazret-i Ömer (R.A.) Medine civarında Muhacirlere arazi
tevzi ettikleri zaman Ansardan hiç bir kimse kalkıp da «bunları ne diye bizim
ülkemize yerleştiriyorsunuz?» demedi. Böyle bir sözü kimse hatırından bile
geçirmedi. [133]
Daha sonra, Bedir ve
Uhud muharebeleri vuku buldu. Bu çarpışmalarda Mekkeli muhacirler, kendi
yakın-
ları ve kendi
akrabaları ile, din yolunda dövüştüler. Hazret-i Ebu Bekir, kendi oğlu
Abdurrahman (R.A.) a kılıç çekmekte tereddüt göstermedi. Hazret-i Huzeyfe
(R.A.) kendi babası Ebu Huzeyfe'ye karşı hücuma geçti. Hazret-i Ömer (R.A.) bu
savaşlarda kendi'dayılarının kanı ile ellerini boyadı. Hazret-i Resûl-ü Ekrem
(S.A.V.) in amcası Abbas (R.A.) amcazadesi Ukayl (R.A.) damad-lardı. Hazreti
Ömer (R.A.) o ara bütün esirlerin öldürdükleri zaman, diğer alelade esirler
gibi muamele görmüş lerdi. Hazret-i Ömer (R.A.) o ara bütün esirlerin öldürülmesini
ileri sürüyordu. Elbette ki, bu meyanda Resul-ü Ekremin yakınları ve akrabaları
da öldürülecekler' arasında bulunuyordu. Hatta Ömer (R.A.) in kendi akrabaları
ve yakınları da vardı. Ve hatta Hazret-i Ömer (R.A.) bu mevzuda çok şiddetli
bir fikir ileri sürmüştü :
Herkes kendi yakınını
ve akrabasını öldürsün de ibret olsun.
Fakat hidayeti ilâhîye
bu işi durdurdu.
Mekke fethi sırasınd?
Hazret-ı Resûl-ü Ekrem, (S.A.V.) kendi kabilelerinden başka kabile mensuplarını
ve kendi akrabası olmayan kimseleri yanma alarak kendi kabilesi efradına ve
kendi memleketi ve ülkesi ve vatanı olan Mekke'ye hücuma geçmişt'. Soy ve
neseb yakınlıkları olmayanların, memleketlisi bulunmayanların elleriyle kendi
memleket halkına, kendi akrabalarına, yakınlarına, ve kendi kabile efradına
karşı silahlı bir mücadeleye g'rişmiş ve bu korkunç çatışmanın neticesinde bir
Çok mühim savaşlar baş göstermişti. Böyle bir şey, Araplar için tamamen yepyeni
bir şeydi. Arap tarihinde buna benzer bir hadiseye asla rastlanmamıştı. Araplar
arasında o zamana kadar kimsenin 'kendi kabilesi efradı olmayanlarla ve
yabancılarla birleşerek, kendi kabilesi ttienauplarma, hemşehrilerine, memleketlilerine ve
vatandaşlarına karşı savaşa giriştiği görülmemişti. Bu gaye uğruna
yapılan savaşlar, herhangi bir intikam hissi, toprak kazanmak, arazi elde
etmek, mal edinmek, maddî menfaat sağlamak .için değildi. Bir tek maksad
gözönün-de tutuluyordu. O da Kelimeyi Hakk'ı yükseltmek...
Kureyşİn ipsiz
sapsızları öldürüldükleri zaman, Ebu Süfyan huzuru saadete gelerek arz eyledi:
«Yâ ResuluUah,,
Kureyşİn genç fidanları kesildiler, bundan böyle Kureyşİn şanü şöhreti artık
kalmamıştır.»
Rahmeten li'l -
âlemin, bu sözü duyunca, Mekke halkına aman verdi. Aman verildiğini gören
Ansar zannettiler ki, Fahr-i Kâinat, kendi memleketlilerine ve kendi akraba ve
kab'le mensuplarına karşı refet gösteriyorlar. Kendi aralarında şu şekilde konuşmağa
başladılar:
«Nihayet Zat-ı
Saadetleri de bir insandır, ne de olsa kendi memleketlilerine ve kendi kabilesi
efradına karşı bir parça yakınlık hissi duymuştur.»
Zat-ı Saadetleri bu
kabil konuşmaları haber alınca, Ansarm toplanmalarmı emir buyurdu; onlara hitap
ederek :
Ben hiç bir zaman
kendi aile efradıma ve kendi kabile mensuplarım;ı yakınlık ve muhabbet hissi
beslemem. Ben A İlah in kulu ve O'nun Resulüyüm. Allah için sizin ülkenize
hicret edip sizin yanınıza gjeldim. Şimdi benim yaşayışım ve benim ölümüm de
sizinle bir arada olacaktır.
Allah'ın Resulü, bu
konuşmalarında ne söylemişler-se, olduğu gibi tatbik etmişlerdir. Mekkeyi
Muazzama inkarcıların elinden kurtarıldıktan sonra, artık Zat-ı Saadetlerini
Medineye hicret ettiren sebeplerden hiç birisinden eser kalmadığı halde yine
de Zat-ı Saadetleri Mekke'de kalmak arzusunu izhar etmediler. Medineye dönmeği
arzu buyurdular, işte bu mesele de isbat ediyor ki, gat-ı R'saletpenahUerinin
Mekke'ye karşı hücuma geçmiş olmaları, ne bir intikam hissi, ne de vatana
bağlılık duygusu ile, ne de başka bir saika ile olmuştur. Sadece ve yalnız
Kelime-i Hakk'm yükseltilmesi uğruna yapılmıştır.
Bundan sonra da
Hüvâzin ve Sekîf emlâki feth edilip ele geçti. O zaman yine, halk arasında bir
nevi yanlış anlayış doğdu. Allah Resulünün bu emlâkden Kureyşİn yeni müslüman
olmuş bulunan gençlerine fazla hisse verdiği ileri sürüldü. Ansar gençlerinin
bu fikirleri; Zatı Saadetlerinin kabile ve hemşehri gözettikleri şeklinde ortaya
çıkmıştı. Bu gençler şöyle diyorlardı :
«Allah Resulünü aıfv
etsin, KureyşHlere fazla verdi ve bizi unuttu. Halbuki, şimdiye kadar, bizim
kılıçlarımızla onların kanları akmıştır.»
Bu sözleri duyan
Resul-û Ekrem, onları toplayarak kendilerine şöyle buyurdu :
Benim bu zümreye daha
çok mal ve mülk tevzi et-mfintia sebebi, bu kimselerin muslümanlığa yeni girmiş
olmalarıdır. Bu balamdan kalblerinin kazanılması gözö-nune alınmıştır. Sizler
bu dünya malına karşılık, Allah Taalâ ve O'mın Resûlü'nün yakınlığını elde
etmek istemez misiniz?
Beni Mutallaka
gazvesinde, bir Gıfarî ile bir Avfî biritoirleriyle çekiştiler. Avfilerle Ansar
arasında anlaşma vardı. Bunun üzerine Avfiler Ansardan yardım iste» <£iler.
Gıfârîler'in de Muhacirin ile aynı şekilde bir ahitte-vi vardı. Aynı şekilde
Gıfârîler de Muhacirini yardıma çağırdılar. İki taraf da kılıca sarıldığından,
kan dökülmesine ramak kalmıştı. Resulullah (S.A.V.) e haber ulaştırıldı; :Îd
taraf birbirlerine girmek üzeredirler dencfâ. Zat-ı Saadetleri buyurdular ki:
Bu nasıl bir iştir?
Siz nasıi olur da kendi dilinizle, taraflarınızdan cahiliye usulü ile yardım
talebinde bulunursunuz?
Mâ leküm ve - li -
da'vet'il - câhiliyyeti.
Bu cahiliye davetiyle
ne oluyorsunuz?
Bir Muhacirinin bir
Ansan vurduğunu söyledikleri zaman Allah Resulü
:
Cahiliye âdetlerine
göre, yardıma çağırmağı bırakınız, bu gayet kötü bir iştir.
Bu gazvede,
kabilecilik taraftarlar m m meşhur ele basısı Abdullah ibni Ubeyy de vardı.
Muhacirinle anlaşması bulunan bir kimsenin, Ansarla anlaşması bulunan bir
kimseyi vurduğunu duyunca şöyle söylemişti
:
Bunlar bizim ülkemize,
bu ülkenin gülleri çiçekleri oldular. Biz hepimiz onların karşısında baş eğmek
zorunda kaldık. Bunların durumu, «besle kargayı oySun gözünü» misaline
benzer. Yemin ederim ki, Medineye varınca, şeref sahibi bulunan bizler bu
alçakları oradan çıkarıp atmağa kaçıracağız.
Sonra Ansara da şöyle
konuşmuştu :
Bu ne biçim iş, siz
bunlara kendi yerlerinizi verdiniz; kendi yurdunuzda bunları barındırdınız;
kendi mallarınızı onlarla bölüştünüz. Yemin ederim kî, siz bir gün onların
ellerine düşerseniz size yapmadıklarım bırakmazlar.
Bu sözlerden Resulü
Ekrem haberdar edilince, adı geçen şahsın müşlüman oğlunu huzuruna çağırtarak,
bu gerçekten inanmış gence babasmın nifak saçan sözlerinden bahsetti
Genç n^üslüman, babasına
karşı büyük bir sevgi beslerdi. Kabilesi içinde babasına olan bağlılığı ile meşhurdu.
Fakat böyle bir hâdiseden sonra, Allah Resulünden şöyle bir müsaade taleb etti
:
Yâ Resulullah, eğer
emir buyurduğunuz takdirde, hemen gider babamın kafasını keser, onun vücudundan
ayrılmış başını huzurunuza getiririm.
Alemlere rahmet olarak
gönderilmiş büyük ve biricik insan böyle bir şeye müsaade etmedi.
Muharebeden geri
dönülüp Medineye gelindiği zaman, İbni Ubeyy'in oğlu, babasına giderek, yalın
kılıç bir vaziyette, şöyie haykırdi :
Resulullah izin
vermedikçe, sen artık bundan böylt Medinede barınamazsın. Şeref sahibi olan
bizler bu alçakları Medineden çıkaracağız demişsin. Sen bilmiyor musun ki,
şeref yalnız Hak Taalâ'nın, O'nun Resulünün ve Müminlerindir.
Bu beklenmedik hitap
karşısında şaşıran baba, şuursuzca bağırıp kabilesinden yardım istemişti :
Ey Ehl-i Hazrec!
Bakınız ne günlere kaldık. Benim kendi oğlum, kendi evimde beni barındırmak
istemiyor!
Bu feryada benzer
sözleri işiten halk, oraya koşuştu. Fakat Abdullahın kararı gayet kesind;. İlk
sözlerinde şiddetle ısrar ediyordu:
EesuluUahdan müsaade
almadıkça bu adamı Medine gölgesinde barındırmama imkân yoktur!
Hâdise tekrar oradaki
topluluk tarafından Allah Resulüne intikal ettirilince, Zatı Saadetleri şöyle
emir buyurdular;
Gidin Abdullah a
söyleyin babasını evinde rahat bıraksın,
Abdullah Du emri
alınca, kılıcını kınına soktu ve babasına:
Sen ancak Allah
Resulünün müsaadesiyle burada bakmak imkânına sahip olabilirsin! [134]
Beni Kaynukâ
vakasında, Hazret-i Ubbâde iteni, Sâ-mit, onların işleriyle meşgul olmak için
emir almıştı. Hazret-' Ubbâde, hıyanet eden kabilenin Medine ve civarından
uzaklaştırılmasına karar verdi. Bu cemaat, Hazret-i Ubbâdenin kabilesi
Hazreclilerle anlaşma halinde idi» Fakat Hazret-i Ubbâde bu hükme varırken,
böyle bir anlaşmayı nazarı itibara almadığı gibi bu hususu hatırından ve
hayalinden bile geçirmedi.
Beni kurayza
hâdisesinde de, Evs'in ileri gelen lideri Hazret-i Saad ibni Maâz, bu işi
-tedvir etmekle vazifelendirildi Hazret-i Saad, Beni Kurayzânın yaptıkları
işleri değerlendirerek, onların erkeklerinin öldürülmesine, kadın ve
çocuklarının alıkonmasına ve mallarının müsaderesine karar verdi. Bu hükmü
verirken, Beni Kurayza ile kendi kabilesi arasındaki mevcut anlaşmayı kaale
almamış, yalnız islâmî noktai nazardan hareket etmişti. Kendisinin dahi uzun
bir müddet aynı kabilenin arasında yaşadığını ve adı geçen kabilenin içinde
Ansarm bir çok akrabalarımın bulunduğunu katiyyen hesaba katmamıştı. Halbuki
Araplar o zamanlar böyle anlaşmalara son derece ehemmiyet verirlerdi. [135]
Yukarıda sıraladığımız
deliller ve vakalar bize şu gerçeği teslim etmektedir: îslâmî Milliyetin
kuruluşunda, ırk, nesil, soy sop, vatan, memleket, ülke, lisan ve rengin hiç
"bir önemi yoktur. Bu binayı kuran mimar, b;r hayalden değil, doğrudan
doğruya hayatın gerçeklerinden hareket etmiştir. İnsanlık âleminin bütün ham
maddelerini gözönünde bulundurmuştur. Her nerede elle tutulur iyi ve
mütaamıel bir malzeme görmüş ise, fofnasan-da ö malzemeyi ikullannuşör. îmanın ve 8aUh aanelin, malzemesini yoğurup
pişirerek bu binanın yapısına yerleştirmiştir. Bunlardan bütün insanlığı
çerçeveleyen bir bina meydana getirmiştir. Bu miViyst binası bütün küreyi arzı
kaplar. Bu muazzam binanın devamı ve ayakta durması, bu binada bulunan muhtelif
asılların, muhtelif şekillerin, muhtelif ülkelere ait parçaların bir tarafa bırakılmasına
ve muhtelif ayrı asılların unutulmasına bir asıl ve bir kökün nazarı itibara
alınmasına bağlıdır. Bu binada ayrı ayrı renkler ortadan kaldırılarak, her yer
bir boyaya boyanmıştır. Ayrı ayrı yerler, ayrı ayrı yurtlar bırakılmış br
Mahrece-i Sıdk (doğru çıkış) dan çıkılmış ve bir medhal-i sıdk : (doğru
çıkıştan) girilmiştir. İşte bunlar Millî birliğin : (Vahdet-i milliyetin)
esaslarıdır.
Eğer bu millî birlik
dağılır, bu vahdet bozulur, milleti teşkil eden cüzler birbirinden ayrılır,
kendi asıllarını bırakır, nesillere, ırklara bölünür, kendilerine maiısus
vatan, memleket ve ülkelere ayrılır, muhtelif renk ve şekillerle
birbirlerinden uzaklaşırlarsa muhtelif ve birbirine zkî dünyevî maksadlann
peşine takılırlarsa, o zaman bu binanın temelleri çöker, duvarları yıkılıp
gider. Bu binanın parçalan her biri bir tarafa dağılır. Bu şekilde olan hiç bir
hükümet yaşamamış ve hiç bir -devlet de-' vam edememişt'r. Bilâkis dağılıp
gitmişlerdir. îslâmî milliyette, islâmî kavmiyette, yukarıda saydığımız milliyet
ve kavmiyet esasları yoktur. Orada nesil, soy sop, ırk, vatan, ülke, lisan,
renk ve herhangi bir maddî sebe-^ıı bulunması kat'iyyetle muhal ve imkânsızdır.
îşte yukarıda baihsi geçen milliyetlerden bu ikinci şekil day&ruk-** ve
daimî bir şekildir.
İşte onun gömleği,
dini Ma kefendir.
Buma göre, her kim,
müslüman olursa ve İslâm yo- tutmak isterse, milliyet esasında ne kadar kan
ırk, toprak, ülke, ve buna benzer şeylere ist"nad eden prensipler varsa,
bunların hepsinden uzak kalmalıdır. Her kim, bu esaslara bağlanırsa, islâm daha
onun ne kalbine ne de ruhuna nüfuz etmediğini bilmesi lâzımdır. Böyle bir
kimsenin burnu daha cahiliye kokusu ile doludur. Bu gün oftnasa bile yarın
muhakkak ki, b'r gün bu kimse İslâm'dan ayrılacak, İslâm' da elbette ki, ondan
uzaklaşmış olacaktır. [136]
Allanın Resulü
(S.A.V.) kendi devri saadetlerinden bir müddet sonra, müslümanlar arasında
tekrar cahiliye taassubunun hüküm süreceğini sezmişlerdi. Böyle menfur bir
zihniyetin tekrar müslümanlar arasında hüküm sürmesi korkunç bir dönüş demekti.
Bu eskiye ait taassup kasırgası pek tabiî olarak, İslâm binasının temellerini
sarsmaktan geri kalmıyacaktı. Bu noktayı gözönünd0 bulunduran Allah Resulü
müteaddit defalar, bu tehlikeyi tekid ile bildirmişlerdir :
Benden sonra küfre
geri dönüp de bazınız bazınızın boyunlarını vurmuş olmâyasımz. (Buharî Kitab -
ül - Fiten)
Zatı Risaletpenahi,
ömürlerinin sonuna doğru gittikleri «Haccet r ül - veda» da Arafatta irat
ettikleri hutbede, umum müslümanlara şu emsalsiz gerekleri' biİdif-diler :
Şunu duymuş olun ki,
bugün, bütün cahiliye işleri, âdet ve an'anesi benim ayanımın altındadır. Ne
bir Ara-bin bîr Aceme (A rap tan gayrı)
ne de bir Acem'in bîr Araba imtiyazı, fazileti vardır. Siz hepûıiı Âdem evlâdısınız.
Adem İse, topraktan yaratılmıştır. Müslüman, müslümanın kardeşidir. Bütün
Müslümanlar da birbirleriyle kardeştirler. Cahilîyenin bütün zihniyetleri
silinmiş, bâtıl kalmıştır. Şimdi, sizin kanlarınız smln namuslarımız ve sîzin
mallarınız birbiriniz için haramdır. Nitekim, siz bugün hac mevsiminde
bulunuyor ve sizin için, bu ay ve bu fcünler nasıl haram ise, sizin
birbirinizin kanuna, mah-jnc, şeref ve namusuna tecavüz etmeniz de boyîe harımdır.
Sonra Zatı Saadetleri
Mumya teşrif buyurdular. Bu hususu daha iyi belirtmek ve daha kuvvetli bir
şekilde tekid etmek için orada da şu mealde bir hitabede bulundular :
Dikkat edin, benden
sonra, sapık yola sapıp da sakın birbirinizin boyunlarını vurmayıraz.
Çok geçmeden siz de
Kabbinize kavuşacaksınız. O /aman yaptıklarınızdan ve ettiğiniz amellerinizden
sorulacaktır.
Dinleyiniz! Eğer sizin
içisı bir zenci (Habeşî) ki'Âe de emir olarak tayin edilmiş olursa ve Allah'ın
Kitalisaa mutabık olarak islerinizi idare ettiği tukdltde elbette ki, siz onun
sözünü dinleyecek ve İtaat edeceksiniz.
Allah Resulü, İslâmın
bu hayat dolu emirlerim bü-dircFkten sonra, kendilerini can ve gönüldt-n
dinleyen halka, şu suali tevcih ettiler :
Bu haberleri sizlere
olduğn gibi ulaştıralım mı?
îslâm cemaati bir
ağızdan cevap verdiler :
Evet, Ya Resulallah!
Tekrar buyurdular :
Allafh'ı bu hususta
şahit tutarım.
Alemlerin kendisiyle
ögtindugü son peygamber, bu hitabelerini şu sözlerle bitirdiler;
O mevcuttur, vardır,
fakat bu hususları size haber veren mevcut ve var değildir. [137]
Veda Haccmdan sonra
Uhud Harbi şehidlerinin mezarlığına geldikleri zaman orada da şu hakikati
açıklamış oldular ;
Ben bakî âleme
gittikten sonra, sizin şirk yolunu tutacağımızdan korkmam, ancak sizlerin
dünyaya sarılarak birbirinizle savaşmanızdan korkarım. Böyle yaparsanız helak
olursunuz, nitekim sizden evvelki ümmetler de böyle japtıklanndan helak olup
gitmişlerdir. [138]
Kâinatın Efendisinin,
ümmeti namı hesabına üzüldüğü,
endişe ettiği ve korktuğu bu şekilde bir fitnenin ortaya çıkmasıdır. Böyle bir durumun ne kadar büyük
bir tehlike teşkil ettiğini Zat-ı îüsaletpenahileri elbette ki, çok iyi
biliyorlardı. î^âm'ın ilk mes'ut devrinden günümüze kadar, İslâm
Ümmetinin felâketlerine bu feci
fitneden başka bir şey sebep
olmamıştır, demek mümkündür. Zat-ı Saadetlerinin bu fânî dünyayı terk
ettiklerinden bir kaç sene sonra, Hâşimî ve Emevî taassubunun neticesinde
fitne baş gösterdi. İşte bu kahredici fit-;ıe, îslâmm aslî siyaset nizamını o
zaman dağıtıp param parça etmekte gecikmedi. Bu yıkıcı kasırganın neticesinde
çok geçmeden Arapîik, Acemlik, Türklük taassubu çeşitli şekillerde meydana
çıktı. Bu parçalanmalar ve esastan kopma hareketleri îslâmm siyasî birliğine
son vermiş oldu. Daha sonra, îslâm ülkelerinde muhtelif hükümetler kurulmağa
başladı. Bu yeni kuruluşlar fitnenin son halkalarını meydana getirdi. Bu başka
başka devletler İslâm'ın aslî birliğinden ayrıktılar. Son asırlarda dünyada
iki büyük İslâm Devleti vardı. Bu iki. devlet dünyadaki öbür îslâm devletlerin
hepsinden kuvvetli ve hepsinden daha büyük ve nüfuzlu idiler. Bunlardan birisi
Türk Osmanlı devleti, d'ğeri de Hindistan Moğol (Timu-rî) devleti idi. Aynı
fitne bu iki devleti de yeryüzünden sildi süpürdü. Hindistandaki Timurî
hükümeti, halkı Hindistanlı ve Moğol (Tirmırî) diye ikiye ayırdığı için son
buldu. Türkiye'de ise, halk Türk, Arap ve Kürt diye birerinden ayırcüıkları
için koca imparatorluk dağillıp gitti.
îslâm tarihinin
başından beri, bu tarihin tamamına bir- kere göz atalım. O devirde her nerede
bir İslâm Devleti kurulmuş ise, bu hükümette, ırkçılık, nesilcilik, kavmiyetçilik
imtiyazları nazarı itibara alınmaksızın, her zümreden ordu kumandanları, kalem
erbabı, kılıç sahibi kahramanlar devlet hizmetinde istihdam eddlmişti. Sîz bir
Iraklıyı Afrikada, bir Şamlıyı İranda, bir Afganlıyı Hindistanda diyanetle,
vefakârlıkla, sadakatle ve emanete ittiba ile hizmet ifâ ettiklerini
görebilirdiniz. Bunlar bu ülkeferde sanki kendi memleketlerinde bulunuyormuş
gibi <ıanla başia çalışıyorlardı. Idlâmî hükûmetlier kurulduğu zaman, hiç
bir vakit, bu hükümetin elemanları muayyen bir yerden muayyen bir ırktan
seçilmiş değillerdi!. Her ırktan ve her memleket halkında seçile gelmişlerdir.
Her yerden, her memleketten iş başaranlar, ellerinden iş gelen müslümanlar bu
hükümette vazife almışjiar ve işleri en iyi şekilde yürütmüşlerdir. Bu
elemanlar, Dârül - İslâm olan her ülkeyi kendilerine vatan, memleket ve yurt
bilmişlerdir.
Fakat ne zaman, şahsî
garaz ve taassup ortaya çık-mı9ı fitne baş göstermiş, fesad ayakiianmışaa böyle
bir vasatta renk, nesil, ırk, ülkeciiiık, memleketçilik imtiyazan görülmüştür.
Bu defa İslâm düşmanlarına karşı kullanılacak olan kuvvetler, birbirlerini
ezmek için harekete geçmişlerdir. Müslümanlar arasında İç çekişmeleri baş 1
göstermiş ve muslümanlık kudreti ve kuvveti zayıflayıp ortadan kalkmış,
yabancılar da müslümanlara musallat cjmak imkânını bulmuşlardır. [139]
Günümüzün müslümanları
herhangi bir teftiş ve tahlile lüzum hissetmeden, hatta körü körüne denecek
bir tarzda Avrupa milletlerinden ırkçılık, kavmiyetçilik, memleketçilik,
vatancüık, ülkecilık gibi fikirleri benimsemekle iktifa etmeyip, bu sistemleri
kendi ülkelerinde tatbik mevkiine koymuşlardır.
Arapların sanki
İslâmlıkla hiçbir alâkaları yokmuş gibi, hali hazır durumda Araplıkları ile
Öğiinmek yolunu tutmuşlardır. Keza Mısırın yeni idarecileri, tarihin zâlim
simaları olan Firavunlarla iftihar ederek, bu kanlı saltanat tacMârlarma millî
kahramanlık payesi vermişlerdir. Asırlarca Islâmın bayraktarlığını yapmış olan
Türkler de manevî hüviyetlerinden soyunarak, kavmiyetçiliği bu pflâ-na
almışlar. Cengiz ve Hülâgü Han gibi kimselerin saksında bir melce
aramışlardır. Irkçılık rüzgârı, İranda da tahribat yapmaktan geri kalmamıştır.
Kavmiyetçilik ta-assub ve gayretine kapılarak, sırf mevhum Arap emperyalizmine
karşı koymak gayesiyle Hazret-i Ali (R.A.) ve Hazret-i Hüseyin (ît.A.) ı
kendileri için kahraman ilân ederken, diğer taraftan da millî kahraman olarak
Rüstem ve tsfendiyarı ileri sürmektedirler. Bu şahısların menkıbelerini
söyleyip durmaktadırlar. Hindistanda bu fikir hastalığına yakalanmaktan kendini
kurtarama-niştır. Bu gibi zümreler, Zemzem
suyund'an alakalarını keserek, Ganj nehrinin sularını mukaddes su
telâkki ederek, neredeyse bu bulanık suyu cennet suyu diye halka
sunacaklardır. Bu gibi fikir öncüleri, İslâm ileri gelenlerini bir tarafa
bırakıp, Bohem ve Ercen'i kendilerine nyülî Üder, millî kahraman kılmışlardır.
Gerçekten uzaklaşan bu kimseler, Mekke ülkesini unutup Tekselâ, Mo-hen, Cadaro
ve Herpâ'ya bağlanıyorlar. Her fırsatta bu yerlerden bahsederek, çevrelerine
tesir etmek istiyorlar. Bütün bu menfî Örnehfter, körü körüne yapılan Avrupa
taklitçiliğinden başka bir şey değildir. Bu kabil yabanliklerin ismine bir de
kalkıp medeniyet diyorlar.. Bu kopyacı ve basma kalıp kafalı kimselerin
hakikatleri görmelerine elbette ki, imkân yoktur. Onlar bu çarpık zihniyetle
ancak zahirî görüri'er. Dış görünüşün süslü püslü rengi onların gözlerini
büyülemiştir. Avrupa medeniyetine göre Ab-ı Hayât gibi görülen hususlar, islâm
medeniyetinde bir öldürücü zehir olduğunu anlıyacak bir, idrâk ve dirayetten
mahrum oldukları için yaptıkları tahribatı sezecek şuurları yoktur.
Avrupa milliyet ve
kavmiyetinin temeli, ırk, nesi, memleket, ülke, vatan, dil ve renk biriği
zeminine atılmıştır. Bu görüşün neticesinde, herkes diğer millet ve diğer
itkin fertlerinden çekinip uzak kalması icabeder. Milletdaş, kavmidaş, ırkdaş,
dildaş, ülkedaş olmayanlardan nefret etmesi lâzım gelir. İsterce bu kimseler,
sö-2Üm ona kararlaştırılmış hududdan bir mil mesafeden daha az bir uzaklıkta
yaşamış olsun, yine onlara yabancı gözü ile bakılır. Neden bakılmasın ki, orada
başka bir ırkın mensubu olan fert, ne kadar doğru insan ve ne kadar temiz bir
kimse oilsa dahi,, yine de öbür millet mensubu için doğru ve faziletli bir
kimse sayılmaz. Bir ülkede oturan bir kimse, diğer ülkenin vatandaşlarına her
ne ka-<lar sadakatle hizmet etmeğe amade olsa dahi makbule geçmez. Bir ırkın
bir ferd', diğer bir ırkın ferdi tarafından itimada şayan kimse değildir.
îslâm milliyetine,
İslâm kavmiyetine gelince, durum tamamiyle değişir. Bu mevzuda iş her bakımdan
başka türlüdür. Yukarıda anlatılanların tamamen aksi ve zıd-dıdır. Islâmdaki
kavmiyetin ve milliyetin temeli, ırka,
nesle, nesebe, vatana, ülkeye, memlekete, yere - yurd!a dayanmaz. Ancak
itikada ve amele dayanır. Bütün dünya müslümanlan hangi cinsden, hangi ırktan,
hangi nesilden, hangi ülkeden, hangi memleketten, hangi vatandan olurlarsa
olsunlar, bu sayılanların imtiyazları ve ayrılıkları gözönünde
bulundurulmaksızın, hiç bir
suretle nazarı itibara alınmaksızın, hep birdirler, hep birbirlerinin
yadımcıları ve hayatın çeşitli sahalarında hep birbirlerinin ortakları hükmündedirier. B't hintli Müslüman Mısıra
gider, o ülkenin sadakatli bir
hemşehrisi olur, hizmet yolunu tutar; 3anki Hindistanda bulunuyormuş gibi bu diyarın müslümanlan
ile her bakımdan kaynaşır. B'r Afganlı Müslüman, meselâ Şam'da (Suriyede)
hudutları korumak için canını feda
eder; sanla bu kimse Afganistan için canını feda etmiştir. îşte bunun
:çin, bir müslümanın ülkesiyle diğer bir müslüman ülkesinin arasında herhangi
bir coğrafî hudut yahut da ırkî ve saire ayrılık - gayrıîık yoktur. Müslüman bu
ayrılık ve gayrı-lığı düşünmez ve düşünemez, işte bu fark ve büyüik bir uçurum
vardır. Orada kuvvetin sebebi olan nesne, burada öldürücü zehirdir.
Merhum AUâme İkbâl ne
de güzel söylemiştir : Apnî millet per kıyâs akvâm-ı magrib see ne ker, Hass
hee terkîb - meen, kavm-i Resûl-i Hâgimî, Un-ki cemi'iyyet ka hee mülk ü neseb
per imtiyaz, Kuvvet-i mezheb-see müstahkem hee cem'iyyet terî
Kendi milletini,
Avrupa milletleriyle mukayese ©tane, Haşîmî KesaîDo, ümmet terkibi ayrı ve
hususî bir
variyettedir.
Onların cemiyetlerinin temeli ülkeye ve nesebe münhasırdır,
Fakat senin
cemiyetinin temeli din üzerinde sağlamlık bulmuştur.
Bazı kimseler,
vatancılık, milletçilik, kavmiyetçîıüük» ülkeciük, hemşehricilik ve ırkçılık
gibi fiâkrlerin yanında, İslâm Miüiyetçiliği ille de bir alâka kurulabileceğint
ileri sürerek içine düştükleri fikrî perişanlığı belli etmişlerdir. Bu
zavallıların iki çeşit milliyetçiliği bir arada göstermek istemeleri ve iki
zıd mefhumu bir araya getirmeleri gaflet/erline bulunmak bir örnek teşkil
etmiştir. BÖy le imkân dışı bir meseleyi ileri sürerek, gerçeğe giden yolu bir
çıkmaza çevirmişlerdir. Bu meselenin sebeV cehaletten ve dar görüşlülükten
başka bir şey değildir. Hak Taalâ hiç bir vakit bir göğüs içinde iki. gönül
yaratmamıştır. Bir gönülle de iki ayrı ve birbirine zıd sevgi konmamıştır. Bir
kalbde de iki ayrı milliyetçilik esası vücuda getirilememiştir. Bu birbirine
zıd iki şey bir araya toplanamaz. Milliyet mefhumunun esası, kendisi ile
kendisinden başkasını ayırt etmekten başka bir şey değildir. Islâmî milTyette
ve îslâmî kavm'yette yalnız Müslümanlıkla gayr-ı - Müslim vardır. Ve başka bir
şey yoktur. Bir Müslüman diğer birisini ya Müslüman bilir, yahut da Müslüman
bilmez; işte ayrılık ölçüsü bundan başka bir şey cüeğildir. lalamı
milliyetçilik, îslâm kavmiyetçiliğin iktizası budur. Vatancılık,
memleketçilik, ırkçılık, nesilcüik ve saire gibi esaslar üzerine kurulmuş
bulunan milliyet ve kavmiyet, diğerleri ile alâkayı kesmek de -mettir. İsterse
bu yabancı görülen kimseler iyi insan olsalar dahi düşman addedilmeğe mahkûm
olurlar. Şimdi aklı sahibi bu iki ayrı
şeyi, bu İki ayrı ve birbirlelîne zıd hususların bir araya toplanabileceğini
iddiaya k&'kışabilir? Siz bir müıslüman olarak, hem br miislü-m&m
kendinize milletdaş kabul edecek, hem de bir gayn-Müslimi kendinize yine aynı
şekilde milletdaş sayacaksınız. Böyle bir şey mümkün olabilir mi? Siz kendi ülkenizde
bulunan bir gayrı - Müslimi mületdas. addedecek ve kendi ülkeniz dışındaki bir
Müslümani yabancı telakki edeceksiniz. Böyle bir anlayışa hangi müslüman tahammül
edebilir?
Bunlar bir araya
toplanabilirler mi? Hiç sizin içinizde dirayetli kimse yok mudur? (Sûre-i Hud,
78)
İşte şimdi iyice
anlaşılmıştır ki, Müslümanlıkla, Hindistanlılık, Türklük, Afganlılık, Araplık,
tranîlik diye hissiyata kapılmak, Islâmî milletin temellerini bozar, çürütür,
ortadan kaldırır. îslâm Birliğini dağıtır, param parça eder. Böyle bir durumun
neticesi sadece aklî değil; tecrübe ve müşahedelerle de meydandadır. Müslümanlar,
ne zaman ve ne şekilde olursa olsun, vatancılık, ülkecilik, kavimc'lik,
ırkçılık, nesilcilık taassubuna kapıl-mış'arsa, Müslümanlığa zarar gelmiştir.
Nitekim Zat-ı Risaletpenahileri bu hususta şu gerçeği buyurmuşlardır: Benden
sonra siz küfr yolunu tutup da birbirinizin boyunlarınızı vurmuş olmayanınız.
İşte Resul-ü Ekremm
(S-A.V.) in endişesi de budur. Bunun için, Müslümanlar sapık fikirlere kapılıp,
hiç bir b?şer fikriyle mukayese kabul etmiyecek derecede yüksek ve- ulvî olan
İslâm fikriyatından uzaklaşmamalı, elindeki emsalsiz cevherin kıymetini takdir
etmek ferasetini göstermelidir. Bütün müslümanlar için yapılacak tek iş,
Müslüman milliyetçiliğinin esasını, Hazret-i Resul-ü Ekrem, Muhammed SaBallahü
aleyhi ve sellemin tebliğ ettiği ve tatbik ettiği şekilde anlamak ve fiiliyata
döktir. Bunun aksine gitmek, onun davetine sığmaz ve doğru olmaz. [140]
Zamanımızda Müslüman
cemaatlerini «Kavim» veya «Millet» kesmeleriyle mânalandırmak yaygın bir âdet
haline geldiği gibi aylı kelimeler ıstılah olarak da kullanılmaktadır. Bu
kelimeler İslâm'a has bir toplumun vaziyetini belirtmek hususunda revaç
bulmuştur. Bazı kimseler bu ıstılahı Kur'an-ı Kerim'de kullanıldığını hesl-ba
katarak, kendi fikirlerimi '.leri sürmek maksadiyie suiistimal yoluna
gidiyorlar. Kur'an-ı Kerim'de ve Ha-dis-i Şerif de Müslüman topluluklar için
«Kavm» kelimesinin kullanılmasını (Nation : Millet) mânasına alıyorlar ve bu
millet mânasını da günümüzdeki millet mefhumu şeklinde anlıyorlar. Halbuki
Kur'an-ı Kerim'deki ve Ha-dis-i Şerif deki kavim kelimesi (Nation : Millet)
mânasına gelmemektedir.
Hülâsa olarak şunu
belirtmek İsterim ki, bu lafızların bu şekilde kullanılması ve böyle bir mâna
çıkarılması haddi zatında Islâmda kabili telif değildir. Kur'an-ı Kerim'de ve
Hadis-i Şerif de kullanılan diğer kelimeler de vardır. Bu sadece bir ilmi bahis
değildir, bizim umumî olarak hatalı tasavvurumuz ve hatalı düşüncemizdir ki,
kelimenin asıl mânasını ve mefhumunu bırakıp da kendimiz bir mefhum uyduruyor
ve bu mefhum üzerinde kendi yaşayışımıza göre içtihadlara girişiyor ve yaşayış
nizamımızı da buna göre düzenlemeğe kalkıyoruz.
«Kavim : Millet»
lafzının İngilizce -karşılığı «Nation» dur. Bunlar cahüiye devrinin
ıstılahlarıdır. Cafailiye dev-«kavntiyet : Milliyet» (Nationality) hiç bir a»-hususi bir medeniyet topluluğu ifade
etmez- Gerçek bir medenî temele (Cultural Basis) dayanamaz. Ne eski cahiliye devrinde
ne de yeni ve modern cahiliyede kavmiyet veya milliyet bir hars temeline bağlı
değ'ldir. Orada gönüllü ve düşüncenin kökü, neslî, nesebi, ırkî ve rivayete
bağlı ilgilere sevgi beslemektir. Hir de bazı tarihî rivayetleri birbirine
ekleyerek bir kavmiyet tasavvuru : Ml'iyet tasavvuru, ortaya çıkabiliyor. B»
milliyet ve tkav-miyet tasavvuru, şaibelerden uzak değildir.
Eski Araplarda
«Kavim :
Millet» kelimesi umumiyetle bir soya, bir kabileye, bir ırk bölümüne,
bir aşiret halkına isim olarak verüdli. Bu şekilde îngiüizce «Nation : Millet»
de yine bir kimsenin neslinden gelenlerin müşterek cinsi (Commun Descent) diye
tasavvur edilirdi.
Bu şekilde düşünmek,
tslâmî kavmiyet veya milliyet tasavvurunun tamamen h'lâfmadır. Kur*an-ı
Kerim'deki «Kavim : Millet» mânasına kullanılan kelimeleri, haM-katte Millet
diye tercüme edemeyeceğim; bu kelimenin karşılığına diğer Arapça bir kelime
koymak. istersek «Şaab : ulus» ve buna benzer kelimeler kullanacağız ki, İslâm
milletine de bu kelimeleri kullanmak doğru olmaz. Müslüman cemaatler için de bu
ıstılah kullanılmamıştır. Bu ıstılah kullanıldığı takdirde, kelimenin mefhumu
içinde, kan birliği, nesil ve ırk birliği yahut da topraik ve ülke birliği ve
saire bulunmaktadır. Fakat bahsettiğimiz gibi îslâmî cemaatlerde ve îslâmî
topluluklarda bu gibi bağlardan I. ortulmak ve kesin "brr şekilde bütün bu
alâkalardan sıyrılma» lâzım gelmektedir. Nesebden, toprak birliğinden ve maddî
alâkaların cümlesinden feragat etmek gerekmektedir.
Kur'an-ı Kerim'de,
İslâm topluluğunu ifade etmek için kullanilan kelime «hizb» kelimesidir. Bunun
da îa-gilrâce karşılığı «Party»~dır. Kavimler, nesil, soy, toprak iştiraki ve saireye bağUdîtr. Fakat partilerde böyle
bar yoktur. Yalnız meslek ve mefkure birliği vardır. Nitekim partler yalnız
kendi maksad ve meramlarının peşinde koşarlar. Maksad ve meramlarına son
derece bağlıdırlar. Bunlar bir usûl, bir meslek ve bir merama inanırlar; o
usul, o maksad ve o meranın yolunda çalışır giderler. Bu usul, bu maksad ve
merama bağlı olmayanları — isterse en yalan kimseleri bulunsun, — kendilerinden
saymazlar.
Kur'an-ı Kerim, bütün
yeryüzünde, yeryüzünün mâmur ülkelerinde, meskûn ^bölgelerinde sadece ik'
partiyi nazarı itibara almaktadır İki partinin dışında başka bir parti tanımaz.
Bu partilerden bir tanesi «Allah Partisi» (Hizbüllah) dır. Kur'an-ı Kerim'in
tanıdığı ve mevcudiyetini bildirdiği ikinci parti ise «Gayrullah partisi» yani
Allah'a bağlı olmayanlar partisidir. Biz buna Şeytan partisi : Hizb - üş -
şeytan) diyeceğiz. Bu şeytan partisi mensupları ister usul, meslek ve meram
bakımından birbirleriyle aynı olsunlar, ister birbirleriyle ihtilaflı bulunsunlar,
Kur'an-ı Kerim bunları bir partiden sayar- Nitekim her ne şekilde olursa
olsun, her ne surette bulunursa buaınsun, onların partisinde îslâmî renk
yofctur. Aralarında az veya çok ihtilâftar olsa d!ahi; îslâmî olmayınca
şeytanî parti olmakta müttefiktirler.
Kur'an-ı Kerim'de
buyurulmuştur :
Onların üzerine şeytan
çullanıp, Allahı zikretmeği unutturdu. İşte bunlar şeytan partîsindendir.
Dikkat!. Şeytan partisi mensupları zarar görenlerdirler. (MüeadiÜfe, 19)
Bu durumun aksine,
Allah partisine dahil olanlar, ister, soy sop, nesil neseb, ırk olsun, ister
vatan, memleket ve yurt olsun isterse lisan, yahut da tarihî rivayet-ter
birliği olsun, her hususta birbirleriyle ayrı bulunabilirler Hatta bunların arasında dededen ve atadan
kalma kan davası dahi olsa, bunların hepsini bir tarafa bırakırlar ve yalnız
Allah Taalâ'nın gösterdiği yolda bir fikir birliği bir meslek ve bir meram için
birleşirler, b;rbirle-rine sarılmar, birbirleriyle birleşir gidenler. Bunlar
san-k'. Allah'ın ipine (Hablullah) : «ilâhî Riştec» de birbirlerine sımsıkı
bağlanarak, sarılarak her bakımdan ö>nek bir topluluk meydana getirirler. Bu
Allah ipinde yeni bir partinin azalan mahiyetine girerler. Şeytanî parti m en
suplar mdan tamamen ve her bakımdan her yönden alâkalarını keserler.
Parti iht'lâfları,
baba ile evlâdın arasını açar, hatta evladı baba mirasından bile mahrum eder.
Hadis-i Şerif-de buyurulmuştur :
Ikî ayrı milletin :
«ümmetin» mensupları birbirlerinden miras almazlar.
Parti ihtilâfı kadını
kocasından ayırır. Bu inanç ayrılığı bu çiftin tekrar hikâhlanm alarmı da haram
kılar. Hayat yolunda bu ailenin iki ferdini iki başka yola sevkeder. Kur'an-ı
Kerim'de buyurulmuştur :
Ne o kadınlar o
erkeklere helâldirler ne de o erkekler o kadınlara helâl olurlar. (El -
Mümtehinne, 10)
Part' ihtilâfı bir
kardeşi bir kardeşten uzaklaştırdığı gibi, bir kimseyi de bütün aile
efradından ayırır. O kimseyi, bütün aile efradiyle görüşmekten ve her türlü
alâka göstermekten men eder. Hattâ Hizbullah mensupları, bazı yakın akrabaları
ile de evlenmekten men edilmişlerdir k!, Hizbüşşeytan mensupları ile tam
mânasiy-lo her türlü aıüâka sebepleri ortadan kalkmış olsun. Kur'an-ı Kerim
buyurmuştur :
Müşrik kadınlar îmâna
gelmedikleri müddetçe kendileriyle evlenmeyiniz ve nikahlanmayınız. Mümin
cari-ve. müşrik hür kadından iyidir, hoşunuza gitmese dahi;
ti*-a di kadınlarınızı
da iman etmedikçe mttşrik erkeklerle evlendirmeyiniz, nikâhlastıayıiîia.
İsterse hoşaımra gitmesin, elbette M, iman sahibi köle, hür bir i»ftşr?kten daha
iyidir, isterse sizin hoşunuza gitmesin.
Bu partide yalnız,
nesil, vatan, ülke, kavmiyet ihtilâfları ortadan kalkmakla kalması, belki bu
parHier ayrılarak bir dâvays yürütmek i§îr* birleşir vs Allah pat tisinin
usul ve meramını kabul ederler. Başka her türlü bağlardan da alâkalarım kesmiş
olurlar. Kur'an-ı Keriuı'-de buyurulmuştur :
İbraihim ve onan 3
örnek idiler. $kuaî onl zim sizinle ve Allahlı bırakarak kamız yoktur; biz siz!
kaboü etmiyoruz, l^te bizimle sizin aranızda ebedî olarak adavet ve
başlamıştır- Siz bir olan Allah'a iman etfineeye kadar da hu düşmanlık sürüp
gidecektir* İşte İbrahim ila b&batet-na, ancak senin için afv İsterini,
denüşti.
(El - M'.tmt?>ımo.
4)
Yine aynı şekilde :
îbrahimin babası için
m&ğî
ad etüği sosninü
tutmak İçindi.
Allaha düşman olduğu
tebeyyisn
tşte bu parti
ihtilâfları, yakınların ve ai'e efradını adasındaki bağları da haram kılar.
Hatta baba, kanfeş veya oğul Şeytan partisine mensup olurlarsa, Hizbullah ma
kar^ı da gaddarlık yoluna giderlerse, o za-Hizbullah mensupları, onlarla olan
sevgiyi keserler, tîi-ı Kerim'de buyurulmuştur
:
cephe alanlarla
dostluk olmaz. İsterse, bunlar babalan olsun, isterse evladları olsun, âöterse
kardeşleri olsun, isterse aşiret mensupları olsun Bunlar Allah partisi
(mensuplarıdırlar) ndendirler. Dikkat- Allah partisi (mensupları) felah bulanlardırlar, (Mücadik, 22)
Kur'an-ı Kerim'de
Müslümanlar için bu -şekilde parti mefhumu ifade eden ikinci bir kelime daha
kullanılmıştır. Bu kelime de «Ümmet» lafzıdır. Bu kelime Hadis-i Şeriflerde
daha fazla kullanılmıştır. Ümmet demek muayyen bîr gaye ;:çin topjlanan camia
demektir. Bu camianın efradı arasında müşterek bir gaye, müşterek bir meram ve
maksad bulunur- Bu cihetle de bunlar «Ümmet» olurlar, bıuuara «ümmet» denir.
Bunun gibi bir devirde yaşayan cemaatlerin efradına da yani asırdaşlara da
&ümmet» denir. Hattâ bir nesilden gelen, bir soya mensup veyahut da bir
üüke halkına, bir memleket ahalisine dahi ümmet denir. Müslümanların ümmet
olmalarm-daikJ- esas ise, böyle nesil, toprak, ülke, geçim birliğ; meseleleri
üzerine istinad etmez; onların ümmet olmaları meram, meslek ve gaye birliğine
dayanır. Kur'an-ı Kerim'de buyurulmuştur
:
Siz, halk edilmişler
arasından seçilmiş olan en iyi ümmetsiniz ki, halkı doğruluğa (mârufa) emreder,
halkı fenalıklardan (miinker) men eder; Allah'a da iman edersiniz. (Al-i
tmran, 110).
Ve böylece, bix sizi
mutavassıt bir ümmet kıldık İd, Resulün sizi gözettiği gbi (si/in üzerinizde
gözcülük ettiği gibi) siz de halkı gözetesiniz. (El - Bakara)
Bu «Mutavassıt Ümmet»
(Bîç ki ümmet) lafzından maksad, müslüman milletler arası bir cemaatin (înter-national Party) nin ismidir. Dünyanın
bütün ümmetleri, bütün halkı arasmda öyle kimseler seçilinter ki, bunlar
muayyen, has bir usule ve bir merama inanırlar, hususî bir program dahilinde
çalışırlar ve bu meramı diğerlerine duyururlar. Başkalarını da bu usulü kabul
etmeğe hazırlarlar. Bu zümre, her millet, her ulus arasından seçilip
toplandığı ve bir parti teşkil ettiklerinden bunların haddi zatında hiç bir
m'lletle, kavimle ve ulusal alâkalan yoktur. Bu. sebepten dolayı bunlar
«mutavassıt ümmet» dirler. Fakat bu ümmetin efradı diğer kavimlerle, diğer
miPİetlerle, diğer uluslarla alâkaları, her türlü ve her çeşit alâka ve bağlan
kesip kopanp atmakla beraber, bu milletlerin, bu kavimlerin, bu ulusların
arasmda yepyeni bir bağ, yepyeni bir alâka, yepyeni bir ilgi kurmak için
çalışırlar. Bu alâka da 'dünyada Allah kanunu nu kaim kılmak için yapılan
mukaddes gayret ve çalışmalardır
«Siz beni nev-î insan
üzerinde gıözciisünuz.»
Cümlesinden şu
anlaşılıyor ki, Hak Taalâ, Müslüman ümmetin efradına insanlar üzerinde zabt-ü
rabtı temin etmek, inzibatı sağlamak için bir nevi zabıta vazifesi
gördürmektedir.
«HaJc arasından
seç'lip çıkarıldınız» demek ise, eu ayı ifade eder ki, Müslümanların heyeti
umumiyesi dünya çapında bir heyettir.. Bu heyetin hülâsası, zübde-si ve ruhu
«hizbullah» : (Allah partisi, bu partinin rei-s' ve Lideri Efendimiz Hazret-i
Muhammed Resulullah aleyhi ve sellemdir. O da, bu partinin meramını, mesleğini
ve düşüncesini, çalışma sistemini, Ûâhî kanunlardan ^touştır. Bütün zihnî,
ahlâkî, maddî kuvvetlerle hu ugur-^ çalışma yolunu tutmuştur, Bu partinin meramı
ve fesd karşısında; muhalif olan her
şeyi silip süpöiomuştur. îşte Müslüman Ümmet:nin temeli de bu maksada ve bu
merama istinaf eder,
Müslüman topluluğu
için kullanılan üçüncü ıstılah da «Cemâat» kelimesidir. Bu kelime Nebiyyi Zîşan
Sal-lallahü aleyhi ve sellem tarafından Hfedis-i Şeriflerde pek çok
kullanılmıştır. Bu kelime de hizib keiimes'. gibi tamamen parti mefhumunu
ifade eder. Parti ile aynı mânayı taşıyan bir kelimedir.
Nitekim buyumlmuştur
ki:
Size cemaate
sarılmanızı tavsiye ederim.
Yahut da :
AUahıri eli cemaatin
üzerindedir.
Bu gibi Hadis-i
Şerifler üzerinde düşünürsek, Resu-lullah Sallallahü aleyhi ve seliem, sureti
mahsusada, bilerek ve kasden,. «Kavim» : Millet, «Şaab» : Ulus ve buna benzer
mefhumları ifade eden kelimeler kullanmaktan bilhassa çekinmişlerdir. Bu
kelimelerin yerine hep «Cemaat» : (topluluk) kelimesinin kullanmışlardır. Hiç
bir zaman Zatı Saadetten buyurmarmşiardir ki:
Siz îıer saman
«Kavimle» birlik olunuz.
Yahut da yine
buyurmamışlardır ki:
A İlah m eii kavmin
üzerindedir»
îşte Müslüman
topluluğunun, bir araya toplanmış olmalarını belirtmek için her zaman ve her
yerde «kavim» yerine «cemaat» kelimesini veya hizb : (parti) ıstılahını
kullanmağı tercih etmelerdir. Bu gibi kelimeleri kullanmağı daha münasip ve
daha uygun görmüşlerdir.
«Kavim» lafzı da
kullanıldığı zaman, bir kısım insanların bir maksad, bîr meram ve bir fikir
birliği yolunda birleşerek, bir mefkure yolunda yürüdükleri, mânası anlaşılır.
Ve böyle bir mânayı ifade etmek için bu kelime lruiiamhr. Bu zümre kendi
yaşayış nizamlarına ve meram ve mesleklerine göre, kenditermt* Wr «kavun» ismi
verirler. Fakat parti
va hizb kel'melerinin mefhumları ile «kavim» kelimesinin mefhumu arasmda bazı
farklar vardır. Partide ya bir mefkurenin peşinde bulunulacak veya bulunulmiyacakHır.
Bulunup bulunulmamakla par-tmin içinde olmak ve parti harici kalmak ortaya
çıkar < Siz b'r partinin meram ve mesleğini kabul etmezseniz, o partiden
olamazsınız. O partinin ismini de kullanamazsınız. Pek tabiîdir ki, o partiden
mebusluğa adaylığınızı koyamazsınız; dolayısiyle mebus seçilemezsiniz. O
par-t'nin prensiplerini müdafaa etmezsiniz. Parti mensupları size, siz de
parti mensuplarına karşı yardımlaşmada bu1,unmaz*?u2. Eğer siz herhangi bir
partinin gayesine tam mânası yle ve şuurlu bir şekilde iştirak ediyorsanız ve
kend^, partinizden başka hiç bir partiye bağlı değilseniz, fakat sizin ana -
babanız da sizin partiden değil de başka bir partinin mensubu iseler, kalkıp da
sizin 'kabul etmediğiniz parti azaları meyanında sizin de isminizi
yaz-dınrlarsa, halbuki böyle b:r partiye inanmıyor ve güvenmiyordunuz; işte o
zaman bu meseleyi duyanlar veya görenler muhakkak ki, kahkaha ile
güleceklerdir. «Amma da maskara bir durum» diyeceklerdir. Fakat parti
tasavvuru, kavim tasavvuruna tahvil edilirse, o zaman vaziyet başkalaşır.
Yukarda saydığımız hususların hepsi de bir tarafda kalmış olur.
İslâm, bir milletler
arası parti mahiyetindedir. Onun partisindek' parti erkânı, parti azam ve parti
mensupları arasında bir eşitlik sağlanarak, bir camia : (Society) vücuda
getirmek için hüküm vermiştir. Bu camianın arasında evleniniz, nikahlanınız,
kaynaşınız demiştir. 8u camamn daire muhiti içinde kendi çocuklarınızın talim
ve terbiyesiyle meşgul olunuz, onlara da bu partinin meramını ve gayesini öğretiniz,
onları da bu partiye aza kaydettiriniz;
öğrens'nler, benimsesinler,
inansınlar tâ ki bu partiye bağlanmış olsunlar.
îste böyle bir
partinin kavmi olunmalıdır ki, bu mukaddes bağın ve insanlık için en büyük
gerçeği temsil eden bu n zamın, soy - sop, ırk, nesil bağlarından da, vatan,
ülke, toprak alâkasından da, tarihî rivayetlerden de, kavmiyetten de çok üstün
olduğu görülebilsin-..
Böyjle bir gayeye
ulaşabilmek için ne yapılmışsa hep doğru olmuştur. Fakat ne yazık ki,
Müslümanlar, gitgide bu hakikati unuttular. Aslında bu manevî partinin üyeleri
olan Müslümanlar, zaman geçtikçe parti üyeliğini bırakıp kavmiyetçilik,
müliyetçilik, ulusçuluk esasları peşine takıldılar. Nihayet bu marazı hal
ilerleyerek o dereceye göMi M, parti mefkuresi, milliyetçilik, kavmiyetçilik,
ulusçuluk tasavvuru içinde eriyip gitti. Böylelikle müslümanlar da Almanlar
gibi, Japonlar gibi yahut da İngilizler g'bi milletlere bölündüler; kendilerine
çeşit çfr-şit, türlü türlü isimler taktılar. Islâmı, kavim ve millet değil de
bir ümmet hazırlamak istediğini ve bu yolda, çalıştığını unuttular. îslâmın
hazırlamak istediği ve par-t: şeklinde vücuda getirmek için uğraştığı heyetini
tamamen değiştirdiler. Bu hakikatleri unutarak, kendilerinden ayrı ve
kendilerine yabancı bulunan gayrı - Müslim kavimler, gayrı - Müslim milletlerin
cah'lce «kavmiyet, müliyet ve ulusçuluk» tasavvurlaruıın peşine takılıp gözlerini
onların gittikleri yola diktiler. Bu hatalı temel üzerine kurulan bina kötü ve
çirkin tesirlerini göstenne&te gecikmedi. İşte bu hatadan ve bu
yanlışlıktan vaz geçil-mediği müddetçe Îslâmın ihyası ve aslına uygun bir (Reform)
için çalışmak faydasız olacaktır.
Bir partinin erkânı,
br partinin azası arasında, muhabbet, sevgi, birbirine bağlılık, birbirlerine
yardun esas* kaim olunca, böyle bir vasatta şahsî, zatî yahut da ailevî
hususiyetler görünmez. Bu partide birbirine yakınlık ve bağ ancak bir usule
bağlanıp, bir meram takip etmekle olur. İşte bu partinin herhangi- bir azası,
cemaat, usul ve meramından aynlırsa, partiyi yıkmak yolunu tutarsa, o zaman
diğer parti azalarınızı yalnız ona yardım etmekten kaçınmaları kifayet
etmediği gibi, bilâkis o bozguncu azaya karsı gaddarâne hareket etmek, zecrî
hareketlere baş vurmak farz olur- Partinin gayesine inanmayanlar ise, parti
dışı kalırlar. Bu söylediğimiz hususlar bugünkü dünyamızın parti
nizamnamesinde mevcut usullerden ve hususlardandır. Hatta bazı partilerde
parti gayesinden ayrılanların ve partiyi baltalamak yolunu tutania-nn ölüm
cezasına çarptırıldığı görülmüştür. [141]
Burada bir parça da
Müslümanların hâline bakalım: Bu zümre, kendi partilerini bırakarak, parti yerine «kavim : millet» anlayışının peşine takılmak
hususunda ne kadar yanlışlığa kapıldıkları ifadeye sığmaz. Onlar arasında çok
kimseler şahsî menfaatlerini düşünerek gayrı -îslâmî usullere baş vurmuş ve
diğer Müslümanlardan aa yardım
beklemek gafletine düşmüşlerdir. Yadım
görmedikleri zaman şikâyet
yaygarasını basarlar: Müslüman Müslümana yardım etmiyor diye,
feryad ederler. Müslüman, Müslümanın
kardeşi olduğu tavsiyesini de
çoktan unutmuşlardır. Bazan
yardım eden kimse çıkar da yardım ederse, bunun ismine îslâmî yardım derler. Hepsinin dilinde de îslâmî
yardımlaşmadan bahis geçer, Isiâmî kardeşlikten sözler söylenir. îsiâmdaki
yakın' alâkanın ismi ağızlarda
tekrarlanıp durur, fakat hakikate gelince, bunların yaptıkları işlerin
hepsi de îslâmın hilâîm& ,İslama aykırı mahiyettedir. Bunlar Islama uymayan
ilerine İsîâmî isim takarlar, bu şekilde yardım iddiaları da boş sözlerden
ileri geçmem. İslâm, b'r cemaatin, bir topluluğun, bir zümrenin ismidir ki,
hakikatte yukarıda bahsedilen vaeıflar canlanmış olacaktır, tslâmî cemaat
arasmda herhangi bir şahıs, İslama aykırı olan bir işe girişemeE., Bilmeden
veya herhangi bir sebep*e böyle bir işe girişirse tevbe etmesi gerekir-
Herhangi birine herhangi bir şekilde yardım edilirse, İslâm yolunda edilir.
Boyİeîikie İslâm camiası hayatî prensiplerini yaşayarak, canlılığını muhafaza
eder. Bu camia içinde de kimse lalamın aksine hareket etmeğe kalkmaz. Fakat
sizin camianız, îs!âmî mefkurenin hilâfına, kendi düşündüğünüz, kendi
duyduğunuz «kavmiyet, milliyet» mefkuresi yolunu takip eder ve müslümanlar
arasmda da — sırf bunların adı müslümandır diye Islâmî kardeşlik hilafına — müslüman
olmak taassubu maksadiyle yakınlık ve yardımlaşma yolunda giderseniz, o zaman
cahiliye kav-niyetçiliğinin adını islâm camiasına koymuş olursunuz.
Bu safhalara ek olarak
iahiliyenin bir kerametini daha gösterebiliriz: Meselâ, sizin içinizde bir kavmî
: millî duygu doğar. Siz de kalkıp, teklifsizce, mahiyetini düşünmeden buna
«tslâmi duygu» ismini takarsnız. S"-zin tslâmî duygu diye isim taktığınız
bu millî veya kav mî duygudan hareket ederek, bir kimseye müslüman diyorsunuz;
bu kimseye müslüman diye hürmet ediyorsunuz; O'na yakınlık gösteriyorsunuz.
Günün birinde takdir ettiğiniz bu fciımsenin eline iktidar geçiyor. V*î
icraat devri başlayınca, Siz bu üfctndar sahibinin işlerinin ve yaptıklarının
îslâma uygunluğunu veya tamamiyle zıd b:r tavır takındığını hesaba katmıyorsunuz.
Böyle bir şahıs aileden gelen bir örfe dayanarak, taklidi bir müslümanlıkla mı
iktifa etmektedir? Bütün bu hususlar nazarı itibara alınmadan peşin hüküm
vermişsiniadir. Siz ona müslüman dediğiniz halde onun düşüncesi, fikri ve
yaptığı işler müslümanhğa tamamen aykırı olsa bile yine de böyle bir insan
sizin nazarınızda müslümandır. Böyle
bir kanaatle müslümanlığı ruhen değil de cismen tanımış oluyorsunuz.
Karşınızdaki insanın isminin Ahmed, Mehmed, Ömer ve Ali olması sizin için kâfi
gelmektedir. Bu noktadan hareket ederek ve îs-lâmın hakikatini bir tarafa
bırakarak, bu gibi kimselerin toplanıp kurmuş oldukları hükümete de Islâmî
hükümet İ3min takar ve boylebir
hükümetin ilerlemesini de kendi ilerlemeniz olarak addedersiniz- Bu hükümete
faydalı olmayı da İslama faydalı olmak sayıyorsunuz. Onun ilerlemesi,
kalkınması, îslâmm tamamen zararına bile olsa, zıddına dahi olsa, siz her şeye
rağmen bu hükümete İslâm hükümeti ve İslâm devleti diyorsunuz. Sizin isim verdiğiniz bu şey, Almanların da
benimseyip verdikleri, A'manlık gibi
bir şeydir. Alnıanlık, herhangi bir usul ve nizamın ismi değildir. Sırf bir
kavmiyet ve bir milliyet ismidr. Bir
şoven milliyetçi Alman, ancak Almanların
ilerlemesini ve yükselmesini ister; diğer milletlere mensup olanların
derlemesini ve yükselmesini ^stemez. Başka milletlerin derlemesinin onlarca bir ehemmiyeti yoktur.
Yalnız Alman ilerlemelidir. Siz de o şoven Almanlar gibi bir şoven müslümanhk
peşine takılmışsınız. Bu zihniyete göre tasavvur ettiğiniz bir «müslümancıilk»
uyduruyorsu nuz. Sizin gbi milliyetçi şoven müslümancılar da yalnız müslüman
ismi taktıklarının ilerlemesini ve yükselmelerini isterler. Fakat bu ilerleme
ve bu yükselme, ister İslâm usulüne uysun, ister uymasın; İslama muvafık
ol-s veya olmasın; onlar için hiç bir
ehemm'yeti yoktur, t bu uğurda bazan
amelen ve fiilen, Îslâmm aleyhi- bile çalışılmaktan çekinilmez. Bütün bunlara
«cahiliyet» demiyelim de başka ne gibi bir
isim verelim?
Herhalde şu nokta
zihnimize çıkması imkânsız bir şekilde nakşedilmelidir ki, Müslüman, yalnız
milletler arası partin'n azalarının
ismidir. Bu parti, dünyada insanlığın felahı ve ilerlemesi için, bir hususî
meram, bir hususî nazariye, bir hususî iş programı ve birlıususî çalışma tarzıdır.
Bu programdan ayrılıp kendi şahsî veya içtimaî vaziyetinizi gözönünde tutarak,
başka bir program, başka bir nazariye, başka bir çalışma sisteminin üzerinde
yürürseniz, o zaman siz nasıl olur da bu yaptığınız işlere kalkar islâmî isim takabilirsiniz?
Meselâ, filan devlet,
kapitalizm (sermayecilik) sistemini takip ediyorsa, dünya efkârı umumiyesince
belli ve alenî, olan bu durumdan sonra, siz nasıl kalkar da bu devlet için
«hayır kapitalist değ'ldir d'e sosyalist veya komünisttir» diyebilirsiniz?
Nasıl olur da kapitalist (sermayedar) bir hükümetin ismi, sosyo-komünist
hükümet olur? Nasıl böyle zıd bir şeye, onun tam zıddı ile ;sim takılabilir?
Nasıl olur da faşist bir idare tarzının hükümet rejimine siz kalkıp da
cumhuriyet veya demokratik bir sistemdir, diyebilirsin'z? Herhangi bir kimse
kalkıp da hatalı bir şekilde, bir ıstılah yerine diğer bir ıstılah
kullanırsa, onun 'smini buna, bunun ismini şuna, şunun İsmini de ona takarsa,
siz hemen itirazı basar ve bu kimsenin cahil ve bilgisizliğine hüküm
verirsiniz. O kimseyi cehaletle vasıflandırmakta hiç de gecikmezsiniz. Fakat
ş'mdi görüyorsunuz ki, «tslâm» ile «Müslüman» ıstılahlarını siz böyle yerinde
olmayarak kullanıyorsunuz. Hakikatte Islâmla ve Müslümanlıkla alâkası olmayana
da kalkıp Müslüman ismi vermekte tereddüt etmiyorsunuz. Cahiliyetin ismine
kalkıp Müslümanlık adı takıyorsunuz. Bu, cehaletten de öte bir kötü sıfattır.
«Müslüman» kelimesinin
kendisinden anlaşılıyor ki, bu kelime «ism-i zât : şahıs ismi» değildir. Bu
kelime «îsm-ı sıfat : Vasıf ismi» dir.
Müslüman :smi, İslama
bağlı bulunan, islâm talimini takip eden, islâm yolunda giden kimseye verilir.
Bundan başka bir mefhum ifade etmez. Bir kimse bu yolda, bu-susî surette, ahlâkî, fikrî, amel* vasıflarla vasıflann.iŞ olursa, bu vasıfları belirtirce, onun bu iyi sıfatlarının
toplamına «islâm» denir. Bu Ölçüye göre, siz bu kelimeyi «Bir müslüman kimse
için» bu anlamda kullanmıyorsunuz. Siz bu kelimeyi meselâ, Hindu, Japon, Çinli
kelimelerinin kullanıldığı şekilde söylüyor ve Hindu, Japon ve-yan Çinli bir
kimseye söylediğiniz isimler gibi isim takıyorsunuz. Sizin isim verdiğiniz bu
müslüman, ister bütün harekât ve sekânâtile Islama muhalif, İslama mugayir hareket etsin, sizce ona
«müslüman» denecektir. Çünkü bir kere adı müslümandır. İsterse bu kimse yaptığı
işlerle kendini tamamen îslâmdan gayrı Mâm dışı ibir kale getirm'ş olsun, siz
yine ona müslüman diyeceksiniz. Önün yaptığı işler, hep kendi şahsî, keyfî
isler de olabilir, îslâmla ilişiği de olmayabilir. Ama bir kere kendisine
müslüman adı takılmıştır. Hakikatte
ise böyle bir kimsenin islâm ismi taşıması, haksız bir iktisâb olur.
«Müslüman
menfaa «Müslümanhğjn yükY'ne
yukardaki örnek gibi, ti»,
«Müslümanların ilerlemesi»
selmesi», «Müslüman
hükûmdt», «Miisüman devlet», «Müslüman rejim» , «Müslüman bakanlık», «Müslüman
itdare», «Miü^fliürttan nizam»
ve bunun gibi bir sürü tabirler ağızlarda
dolaşıp durmaktadır. Ancak siz
bu kelimeüert hakikî mânalarına
göre o zaman kullanabilirsiniz ki,
bu saydlklianiraaz, îslâmî
nazariyeye, îslâmî usule muvafık olup, Islanıl
heyete uysun ve bu îslâmî heyeti her hususta tamamlasın. îslâmın
getirmiş olduğu tâlime bağlı bulunsun. Böyle olmayınca, bu saydıklarımızın hiç
birîsne «müslüman» kelimesi ilâve etmek ve bunları müslümana izafe etmek asla
ttoğru olmaz. Artık bu* gibi kimselere istediğiniz takdirce istediğiniz ismi
takabilirsiniz. Fakat buıtfura yalnız müslüman smi takamazsıniz. Çünkü îslâma
ait vasıfları da bir tarafa bıraksak bile, müslümanlık noktasından da bunların
bu hükümetin basında bulunan şahsın ismen müslüman
Siz hiç bir zaman,
sosyalist yahut da komünist vasfı bulunmayan ve bu gibi şeylerle ilişiği
olmayan bir şahsa kalkıp da sosyalist yahut da komünist der misiniz? Meselâ
sosyalist yahut da komünist olmayan bir hükümete «sosyalist hükfenet»,
«komünist devlet» vesaire diye bir şey söyayebilir misiniz? Öyle ise, Müslüman
muamelesine lâyık bir kimsenin de tslâmdan alâkasını kesmiş, kendi şahsî ve
keyfi usulüne tabi olmuş yahut da gayrı
îslâmî milliyete bağlanmış ve bu gibi şeyler sarılmış olmaması
lâzımdır. Böyle olmayınca nasıl ona müslüman diyebiliriz?
İşte bu yanlış
anlayışın neticesinde, siz kendi medeniyetinizi, kendi içtimaî vaziyetinizi, kendi tarihinizi de yanlış
yola saptırmış oluyorsunuz. Meselâ, îslâmın yüzde yüz aksine, tslâm nizamının
zıddına hükümet kurmuş . bulunan padişahlara ve hükümetlere siz «îslâmî hükû
-metler» diyorsunuz. Bu fahiş hatanın yegâne sebebi de bu hükümetin başında
bulunan şahsın ismen müslüman olmasıdır.
Meselâ; Kurtuba,
Bağdad, Delhi ve Kahiredeki tarihî eserlere bakarak bunlara îslâmî medeniyetin
bir parçası olarak bakıyorsunuz. Halbuki bütün ömrünü ayyaşlıkla geçiren ve
saraylarda dilediği gibi zevkli sefa sûren bu gibi padişahların yaptırmış
olduğu eserlere îslâmî bir hüviyet atfetmek doğru obnayan b:r harekettir. Ne
aaman size îslâm medeniyet eserlerine dair bir şey sorulursa, hemen Agrâ
şehrine döner, oradaki «Tac-i Mahal» i gösterip, işte îslâm medeniyet
eserlerinin en iyi örneği» dersiniz. Halbuki, bu eserin îslâmia kat'iyyen bir
alâkası yoktur. îslâmın neresinde Ölen bir kimseyi toprağa gömerler de onun
gömüldüğü yerin üzerinde' muazzam, kubbeler yapar, binalar vücuda getirirler.
Bu uğurda on milyonlarca ropya sarfederler. Bu taş yığınlarının meydana
gelmesinde îslâmî olarak hangi mücbir sebepler gösterilebilir?
îslâmın iftihar
edilecek tarihin'd'en size sual sorulunca hemen bir bülbül gibi, AbbâsHerin,
Selçukîlerin ve Moğolların (Timurîlerin) isimlerini sayıp dökersiniz. Fakat
gerçek îsılâm tarihi adesesinden bu vak'aîara bakılınca, eğünüîen bir çok
işleri değil altın suyu ile yazmak, bu günah listelerini (diğer bir tabirle bu
fihrist-i cerai-mî) kara mürekkeple yazmak icabeder.
Siz, ismi müsîliman
olan hükümdarların ve padişahların tarihine kalkıp da «îslâm Tarihi» ismini
takıyorsunuz. Hatta bu mevzuda daha da ileri giderek, îslâm tarihi diyorsunuz-
Bu hataya düşmenizin sebebi de isimlere göre hüküm vermiş olmanızdır.
îslâm heyetini, usul ve
esasını nazarı itibara almadan tarih sayfalarına eğildiğinizden îslâmî
hareketlerle gayrı - Îslâmî hareketleri biribirûıe karıştırıyorsunuz. îslâm
tarihine kıymet verdiğinizi zannederek, sözde ve isimde Müslüman olan
hükümdarları himaye etmek ve onları tarih muvacehesinde müdafaa etmekten başka
bir şey düşünmüyorsunuz. GÖj-üş zaviyenizin eğriliğinden .dolayı, herhangi bir
mtisiümana ait olan şeyin veya işin ismine îslamS şey veya îslâmî iş.
demektesiniz. Sizin dü-Süncenize göre, herhangi bir kimseye Müslüman dendiği
takdirde, ister bu kimse gayri - îslâmî iş ve
harekette bulunsun, isterse bütün hattı hareketini de gayrı - îslâmî
usule göre tanzim etsin, ismi Müslüman ismi olduğu için, siz onun işlerine de
Islâmî damgasını çekinmeden vurmaktasınız.
Şu eğri görüş
zaviyeniz, kendi milli siyasetinizi de eğri bir kaide üzerine oturtuyor.
îslâmın 'usul, nazariye ve heyetinden gözünüzü başka taraflara çevirmiş olduğunuz
halde, bir kavim bir millet uydurup ortaya çıkarıyor ve bunun ismini de
«Müslüman kavim, Müslüman mill«b> diyorsunuz. Sonra bu kavim tarafından
yahut bu kavmin namına veya bu kavim için sizden herkes ve her zümre, çalışıp
gitmek yolunu tutuyor. Size göre her&es Müslümanların mebusu, Müslümanların
tenıs'lcisi veya lideri olabilir. Bu adam Müslüman kavme, Müslüman millete
mensup almalıdır, isterse bu zavallı islânun «i» sinden bile haberdar olmasın
ve tsîâmla hiç bir ilişiği de bulunmasın... Bu adamın sadece ismi müslümandır
ya...
Herhangi bir partinin
peşine takılıp gidersiniz. Bu partinin gayesi ve hedefi herhangi bir şekilde
olabilir İster bu partinin istikameti tslâmî olsun, isterse olmasın, sizin
islâm dedikleriniz bu partideler ya, artık bu partiye İslâm partisi dememeniz
için bir sebep kalmaz ve sizce her türlü şüphe yersiz bir şeydir. Büyük ümitlerle
bağlanmış olduğunuz partinizin yaptıkları işlerden elde edilen emekler haram
oflısa b'le, sizce ehemmiyeti yoktur. İktidar kürsüsünde oturan kimselerin
isimlerinin Müslüman olması sizi her bakımdan, tatmin ettiğinden, bu kimseler
bulundukları iktidar koltuğundan îslâmî maksadlara muhalif hükümler vermeleri
ve îslâma uymayan kanun çıkarmış olmaüarı kanaatinize göre mühim bir mesele
teşkil etmez.
Aynı şekilde, bir
hayli şeylere îslâmî diyorsunuz ki, "hakikatte bunların islâm ile hiç bir
alâkaları ve hiçbir alış verişleri yoktur. Bunlar esasen gayrı - islâmî şeylerdir.
Halbuki du gibi işleri de himaye etmeği, onları korumağı kendinize vazife
bilmektesiniz. Koruduğunuz, müdafaa ettiğiniz, bu şeyler ise hakikatte îslâmın
aksine ve zıddmadır. Fakat s'zin için îslâmî sayılırlar. Sizin gayret
sarfettiğiniz, uğraşıp didindiğiniz, paranızı, ropyala-rınızi harcadığınız
maksatlar, hiçbir zaman îslâmî değildir. İşte bunların heps;. de bir yanlış
anlayışın neticesidir ki, siz, kendi bendinizi bir «kavini», bir «millet» kılmış,
fakat îslânım hakikatte bir «Milletler arası parti» olduğunu, onun maksadınım
dünya hükümranlığını kurmak olduğunu, bütün bir 'nsanhğın refahı ve kurtuluşu
için çalıştığını unutmuş bulunuyorsunuz.
Siz, kendi «kavim veya
milletinizi» parti olarak tasavvur etmedikçe ve bu partinin maksad ve meramını
takip etmedikçe, yaşayışınızın hiç b'r muamelesi doğru olmayacak ve siz de
hakikate erişmeyeceksiniz. [142]
Îslâmî cemaate, kavim
yerine parti dernek lâzım geldiğine dair neşredilen yazı üzerine bir çok
kiit^DÎerin bu kanaatimize iştirak etmedikleri
anlaşılmış bulmaktadır. Halbuki
parti yerine kavim kelimesi kullanfldığı zaman, vatana bağlı milliyet mefhumu
ortaya çıkmış olur. Bir millet arasında muhtelif siyasî partilerin bulunması ve
her birin'n ayrı ve değişik gayelerinin bulunması tabiî bir şeydir. Buna
rağmen bunların hepsi bir memleket için bir bütün teşkil ederler. Bu mevzuda olduğu gıh\ Müslümanlara da bir
«part:» dendiği zaman, Müslüma; ların o ülkenin veya o memleketin bir cüz'ü
sayılmış oi^ duklarını düşünmek icabeder. Bu bakımdan Müslüman-
da bir vatana ve bir millete bağlanması lâzım
gelir.
Cemaat, yahut da parti
kelimesi umumiyetle halk arasında siyasî partiler ve teşekküller için söylendiğinden
yukarıda bahsedilen yanlış anlayışın doğmasına sebebiyet vermiştir. Fakat bu
mefhum, bu kelimenin asıl ve hak'ki mânası değildir. Bu mefhum kullanıla
kullanıla bu mânayı almıştır. Bu kelimenin hakiki mâna ve mefhumu şudur:
Halkın bir kısmının hususî bir akide ve nazariyeye bağlanarak bir maksat ve
meram için bir araya toplanmaları ve bir cemaat teşkil etmeleridir. Kur'an-ı
Kerim bu mefhumu ifade eder şekilde hizb ve ümmet lâfızlarını kullanmıştır.
Cemaat kelimesi hadislerde ve diğer Islâmî ilimlerde de kullanılmıştır. İfade
ettiği mefhum da yine parti mefhumudur.
Pek tabiîdir ki, bir
millet arasında, bir kavim içinde, bir ülkede veya memlekette, bir cemaat
olunca, bu zümrenin kendine has, hususî düşünceleri ve bazı siyasî görüşleri
olabilir. Bu gibi cemaatlere örnek olarak siyasî teşekkülleri gösterebiliriz.
Bunlar mensup oldukları kavmin veya milletin bir cüz'ü olarak faaliyet gösterirler.
Bu meyanda, ikinci bir
cemaati de nazarı itibara alabiliriz. Bu cemaat küîlî nazariyeye ye âlemşümul
i>ir tasavvura (World İdea) Sah'bdir, Bu cemaat efradmın karşısında bütün
bir nev-i beşer, bütün hir insanlık camiası vardır, Millet, vatan, ülke ve
saire farkı gö&îtil-meksizirs, dünya çapında bîr gayenin
temsilcileridirler. Onlar, bütün yaşayış yolunun düzenlenmesi ve bir ölçü
dahilinde tanaimi içia yepyeni bir yolun ufkunu. açarlar. Kendi n asar
iyelerinde, mealektarînâe ve meramlarında, akide, ülkü- ve ahlak
prensiplerinden tutun da ferdî ve içtima! mevzularm. heyeti umraniyesini
gözönündo bulundururlar. Müstakil bir yaşayış n taamı, müstakil bir medeniyet
ve müstakil bir içtimaî toplum (Civilisation) için çalışırlar.
Bu cemaat hakikatte
bir cemaat olmakla beraber, bild'ğimiz şu kavimlerin cüz'ü olan cemaatlerden
değildir. Bu cemaat, hududlarla çevrili ve muayyen bir ma-hale sığdırılmış
kavim ve milletlerle kıyas kabul etmiye-cek bir üstünlüğü tems:l eder. Bu
birliğin nizamnamesinde, nesil, neseb ve tarihi rivayetlerle öğünme taassubu
gibi iptidai bir anlayışa yer yoktur.
Bu yegâne nizamın
heyetinde nesil, neseb, tarihî rivayet taassupları yoktur. Bu gibi şeyler
tamamen silinmiş, süpürülmüş ve ortadan kaldırılmıştır. Dünya yüzündeki
çeşitli kavmiyet ve milliyet sebeplerini giderip, yerine gerçek değerlere göre
bir milliyet ve bir kavmiyet meydana getirmiştir. Şimdi bu cemaatin nasıl bir
kavmiyet ve nasıl bir milliyet meydana getirdiğini etraflı olarak izah
edelim :
Islâmın meydana
getirdiği milliyetle, nesle, ırka ve tarihî milliyet yerine bir akli kavmiyet
ve milliyet (Ra-tional Nationality) vücuda getirilmiştir. Kuru ve cansız
kuvvetler yerine isme dayanan bir kavmiyet ve milliyet. (Expanding Nationality)
kurulmuştur. Öyle bir kavmiyet ve öyle bir milliyet kurulmuştur ki, bu
kavmiyet ve bu maliyetin temelleri akla ve medenî birlik esaslarına istinad
eder. Yeryüzünün bütün mamur mıntıkalarını kendi dairesi içine almağı hedef
tutar. Aslında böyle bir kavm'yet vücuda getirmek, hakikatde bir cemaat vücuda
getirmek demektir. Nitekim, böyle bur cemaatin ortaya çıkması, doğum yeri ve
saireye istinad etmez. Belki bir nazariye ve bir meslek ve bir meram
takibetmek esasına istinad eder. Bu prensiplere istinad eden bir cemaat
kurulmuş olur.
Şimdi, müslüman diye
isimlendirilen gurup, bu ikinci kısım oemaatin ismidir. Bu şekülde teşekkül
etmiş olan cemaat, bildiğimiz mânadaki partiler gibi bir parti eleğidir. Bu
partiler bir kavmin, bir milletin içinden çakan teşekküllerdir. Fakat bu
cemaat kavmî milleti vücuda getiren partidir. Bu vasıftaki -parti müstakil bir
medenî nizam ve müstakil bir medeniyet (civilisation) kurmak ister. Küçük küçük
veya ufak tefek milliyetiarin dar çerçevesini bırakarak, aklî temeller üzerine
pek geniş ve pek büyük bir dünya kavmiyeti ve pek büyük bir dünya milliyeti
(World NationaÜty) vücuda getirmek ister. Bu şekle «Kavim» demek şu bakımdan
doğru olabilir : Siz kendiniz, dünyadaki neslî, nesebi, ırkî veya tarihî
kavmiyetlerinizi bir tarafa bırakır, bu gibi telakkilere bağlı bulunmağı gözden
tamamiyle çıkarmış olursunuz. Ancak, bu şartların gerçekleşmesi ile, kendi
medeniyetinizin nizamını, hayat nazariyenize ve içtimaî düşüncenize
(Soc'al'philosophy) göre kurabilirsinz. Fakat şu mânada da «kavim» olmak,
hakikatte bir «cemaat» olmak demek oluyor. Nitekim bir tesadüf eseri olarak muayyen
bir yerde doğmak (Mere Accideut of Birth) dola-yıs'yle bir kimse bu kavmin bir
uzvu olamaz. Bir kavmin uzvu olabilmek için, herhangi bir şahsın, herhangi bir
kavimden olup da sonradan o kavmin akidesini, mesleğini ve meramını bırakıp da
bu kavimin meslek ve akidesine girmesine mâni olacak bir şey yoktur. Bu kavmin
sistemini kabul eden herkes bu kavmin azası olur. 'Buna göre, biz burada ne
söyledikse, esas olarak şu hususu ortaya atmak istedik: Müslüman kavmiyeti,
müslüman milliyeti, bir parti ve bir cemaat olma-sı esasına istinad eder.
Cemaat olmak asıldır, esasdır ve köktür. Kavmiyet ve milliyet ise onun dalı,
onun fer'i ve esasa göre tâli derecededir. Cemaat olmak vasfmm dışında
bulımulduğu takdirde ve sırf mücerred bir kavim veya millet olmak yolu
tutulduğu zaman yıkılışı hızlandıran dejenere olmak (Degeration) keyfüyet!
baş göstermekte geeikmiyecektir.
Hakikat şudur ki,
bütün »ir insanlık tarihinde, İslâm cemaatının hususiyetleri daima en alâka
celbedici ve en bretll bir safha teşkil etmekte ve diğer bütün ha-disata ışık
tutacak ehemmiyettedir. Zira, îslâmdan önce Buda dini (Budhamet) ve
Hıristiyanlık, kavmiyet ve milliyet hududunu yıkarak topyekûn insanlığa hitap
etmişlerdi. B;ir nazar'ye. ileri sürerek bir meslek ve bir meram öne sürerek
âlemşümul bir kardeşlik vücuda getirmek için çalışmışlardı. Fakat bu iki dinin
ikisi de bir kaç ahlâkî usul ve b'r kaç nasihattan başka bir şey söylememiş ve
bir müsbet iş görememişlerdir. İçtimaî yaşayışı düzenleyen ve medenî hayatın
ihtiyacı olan külli bîr nizam ve umumî bir kanun ve geniş ölçüde bir usul vaz
edememişlerdir. Alemşümul kardeşliğ": (Brotherhood) u yapmak yolunda bir
çığır açamamışlardır.
îslâmdan sonra
Avrupanm ilmî medeniyeti kendi varlığını ortaya koydu. Bu medeniyet Jrendisini
alemşümul olarak tanıttı. Halbuki bu medeniyet, ilk çıktığı günden it'baren
«milliyetçilik : Nationalism» yolunu tutmakta gecikmedi. Bu sebepten dolayı
alemşümul bir kavmiyet vücuda getirmek bakımından muvaffakiyetsMiğe uğradı.
Halihazır durumda,
Marksizm ve sosyokomünizmi gözönüne alalım: Bu nazariye, kavmiyetin hududlannı
«ırmak ster. Alemşümul bir medeniyeti' temsil etmeğe Çalışıp. Fakat daha
şimdiye kadar, bu yeni medeniyert, ^^ portresini ortaya çıkaramadığından
önümüzde bu- bu Marksizm nazariyesi de -yâne kavmiyet ve milliyet yoluna girmiş
ve bu yolda yürümeğe başlamıştır. [143]
Bu zamana kadar, bu
meydanda yalnız ve yalnız İslâm at koşturabilnı iştir. Irkçılığa dayanan ve bir
tarihî mesnede dayanan milliyetleri ortadan kaldırıp, medenî temeller üzerine
kavmiyet ve milliyet yahut da cemaat vücuda getiren yine ancak ve ancak
îslâmdır. Alemşümul kavmiyeti ortaya koyan yine islâm'dır. îslâmin bu pek ulvî
idealini İyi bilmeyenler için, onun yaşanan hayata vazettiği prensiplerle hem
bir kavim hem de bir parti meydana getirdiğini anlamak pek zordur. Dünya yüzündeki
h'ç bir sistem ve hiç bir millet böyle bir müeyyide ile kurulmuş değildir.
Görülüyor İd, ttalyada doğmuş bulunan bir adam, italyan oluyor, italyan
kavminin bir parçası sayılıyor. Bu adam Italyada doğmamış olsaydı, İtalyan
olmayacaktı. Hiç bir zaman da İtalyan kavminin bir uzvu sayümıyacaktı. Bu
esasa dayanarak kavmiyet mefhumunu düşünenler, bir insanın itikad ve düşünüş
bakımından bir millet, daha doğrusu bir kavim veya ümmet efradı olabileceğini
kat'iyyen düşünemiyorlar. Bir ferd, inanış ve düşünce tarzını değiştirmekle
bir kavmin efradı olmaktan çıkar ve bu topluluktan uzak
İşte bu vasıf bir
millet olmak vasfı bir kavim olmak vasfı değüdir. Belki bu, bir parti olmak
vasfıdır. Şimdi görüyoruz ki, bir parti kendisi için ayrı bir medeniyet usulü
takip etmek istiyor. Kend'si için ayrı ve müs-tak'i bir kavmiyet iddiasında
bulunuyor. Bu kavmiyeti kalkıp da herhangi, muayyen bir yere, muayyen bir ülkeye
bağlamak istemiyor. Aynı zamanda yine de kalkıp muayyen bir yere bağlanıp
kalıyor. Bu mesele o zaman içinden çıkılmaz bir muamma ve bir bilmece halini,
alıyor.
Uzun müddet gayri -
Islâmî öğretim ve eğitim neticesinde, Islama uymayan usullerle yetişmek
sebebiyle, Müslümanlar da gayrı - Müslimler g'.bi düşünmekte ve «Tarihi
kavmiyet» in cahilane tasavvuruna kapılmış görünmektedirler.
Müslümanlar, vahye
mahsus bir fikir cevherine sahip bir topluluk olduklarını, dünya çapında bir
inkılap yapmak İçin ortaya çıkmış bulunduklarını, yaşayışın gayesini kendıi
görüşlerine göre izah ettiklerini, cemiyetlerine bu İlâhî kanunları nakşa
muvaffak olduklarını, dünyadaki yanlış nizamları devirip, muntazam ve planlı
prensipler tatbik edeceklerini, unuttular.
Onlar, bunların
hepsini, bir tarafa bırakarak, kendilerini bir kavim, bir millet bilmek yoluna
gittiler. Yani şu bldiğimiz kavim ve şu gördüğümüz milletlerden birisi gibi
«kavim ve millet».
Şimdi, onların
meclislerinde, toplantılarında, konferanslarında, cemiyetlerinde,
gazetelerinde, mecmualarında, risalelerinde gerçek içtimaî yaşayışlarından
bahis geçmez. Dünya «kavimliğini» bir tarafa bırakıp da bir «ümmet» olduklarını
görmek imkânsızdır. Batı taklitçiliğinde b'r ümit ışığı arayan bu milletlerde
sathî bir müs-^ ortada dolaşır
durur.
Bu tarz Müslümanlık
daha ziyade nesle, sülâleye veya siyasete dayanır. Bir ferdin babasının veya
dedesinin Müslüman oluşu ona da veraset yolu ile intikal etmiştir. Bu mefhumu
muhafaza etmek ve bu hususu geliştirmek yolunda çalışır, d'dinirler. İtalya
diktatörü Musso-lini de böyle yapmıştı. O da İtalyanların ilerlemesi için
çalışıp uğraşırdı. Bir usul ve bir nazariyeye bağlıydı ama bu usul ve nazariye
ancak İtalyanlar için faydalı olması mevzuubahs idi. Diğerler! için böyle bir
şey ehemmiyete alınmıyordu. Müslümanlar da buna benzer bir yol tuttuklarından
yıkılışın pençesinden kurtulamadılar.
Bu çok elîm ve fecî
yıkılışın sebeplerinden en mühimi, koca bir ümmetin kavmiyet ve milliyetlere
ayrılarak parçalanması ve tek tek yutulacak ve yok edilecek bir duruma
gelmes'dir. Bu yıkılışın sebeplerini araştırdığımız zaman, şu hususu
hatırlatmak gerekiyor:
Siz, ırkî ve tarihî
bir mesnede dayanarak, bir kavim olamazsınız, hakikatde siz kavim değil bir
cemaat olabilirsiniz. Sizin kurtuluşunuz, sizin felah bulmanız, sizin
ilerlemeniz için, sizin içinizde sizin gönlünüzde cemaat olmak hissi (Party
sense) doğmuş ve gelişmiş olması lâzımdır.
Cemaat olmak hissinin
unutulması ve ortadan kalkmış bulunması o kadar fena neticeler meydana,
getirmiştir ki, saymakla ve aralamakla bitmez ve tükenmez. Bu hal, müthiş b'.r
iman zaafının korkunç neticesidir. Müslüman kendi kurtuluş yolunu terkettiği
için, önüne çıkan herhangi bir yolu takip ediyor. Her fikri, her âdkr trini ve
her sosyal görüşü tereddütsüz kabul ediyor. Kabul ettiği bu fikir, bu doktrin
ve bu sosyal görüşler ister islâm fikriyatına uysun, isterse uymasın bu
mevzuları bir tahlil süzgecinden geçirecek seviyede değildir. Ne acıdır ki. bir
Müslüman, Nasyonalist (Milliyetçi
söven"* oluyor, Komünist oluyor, Faşist usulüne boyun eğiyor. Bu gibi.
fikir tuzakları hakkında kat'iyyen fikir yorup düşünmek istemiyor.
Avrupanın çeşitli
içtimaî felsefelerinin «mavera - üt - tabia» : (Tabiat ardı) 'fikirlerin diğer
ilmî ve gayrı -ilmi nazariyelerin her birinin peşine takılmış bulunan bir hayli
Müslüman görebilirsiniz. Dünyanın herhangi medeni, siyasî, içtimaî
hareketlerinde az çok bir kaç Müslümana rastlarsınız. Bu da hayrete mucibdir
ki, böyle yapmakla beraber bu zevat yine de kendilerine «biz Müalümanız»
diyorlar. Hattâ kendilerini de Müslüman | olarak biliyorlar. Çeşitli yollara
kapıldıkları halde yine de Müslümanlık iddiasından vaz geçmemektedirler. Fakat
şunu bir türlü akıllarına getirmiyorlar ki, «Müslüman» kelimesi doğum ile bir
kimseye takılan bir lakab değildir. Müslüman, tslânı yolunu tutup gidenlere
veril-nrş olan bir sıfatın ismidir. Hakikatte İslâm yolundan ayrılmış, İslâm
yolundan başka bir yola sapmış, başka bir yol takip etmiş bulunan bir kimseye
«Müslüman» i&-mıını vermek «Müslümandır» demek her bakımdan yanlış ve
hatalıdır. Milliyetçi Müslüman, «Şoven Müslüman» (Müslim Nationalist) «Komünist
Müslüman» ve bu gibi ıstılahları kullanmak Müslüman için imkânsız bir şey olup,
böyle oir şey: «Komünist sermayedar, komünist kıral», «Komünist padişah» demek
gibi olur. [144]
Kitabımızın ikinci
bölümünü teşkil eden bu kısımda,. İslâm'da Hükümetin esasları, temelleri ve
çalışına sistemini mütalâa edeceğimiz gibi, aynı zamanda tatbikata ait plânlar
hususu üzerinde de duracağız.
Ancak bu şekilde
islâm'da Anayasanın açıklığa kavuşmuş bir plânı gözümüzün önünde bulunacaktır.
İlk önce, bu kısımda
islâm'da Anayasanın ve kanunların mehazlarından bahsetmek daha münasip
olacaktır. Bu mevzu açıklandıktan sonra, sırasiyle diğer bahislere geçeceğiz.
Iskamın Anayasası üzerinde bu araştırma yapılırken, bu anayasanın asıl mehazının
Kur'an ve Sünnet olduğu isbat edildikten sonra, diğer ülkelerde tatbik edilmekte
olan tecrübeler hakkındaki bir çok yanlış anlavış-lar da kendiliğinden ortadan
kalkmış bulunacaktır.
Müslüman ülkelerdeki
mevcut hükümdarlıklar ve zamanımızın yenilik taraftarı ilericilerin
fikirlerindeki hatalar da ortaya çıkmış bulunacaktır. Bunların bu hatalı hattı
hareketlerinin sebebi, İslâm'da Hükûmet'in asıl mehazlarına kadar gitmeyip,
Avrupai usullere, tslâmî hükümeti istinat ettirmek yolunu tutmalarıdır. Şüphesiz
biz: diğer ülkelerin de tecrübelerinden faydalanmış bulunuyoruz. Pakat yine de
kendi nizamımız dairesinin dışına çıkmamamız lâzımdır. Bu nizamımızın ruhunu
muhafaza etmeliyiz. İşte bunun iğin her şeyden Önce Anayasanın mehazı için
istifade edilecek olan şekillerde de kendi önümüzde bir yığın mamalar çıkarıp
kendi kendimize müşkülât çıkarıyoruz. Bu bahis üzerinde dururken zarurî olarak
bir mesele ile karşılaşıyoruz. — Bu da Hadisi Şerifi inkâr etmek
gafletidir—'Bazıları, Hadisi Şerifler hakkında zihinleri şüpheye sokmak yolunu
tutarlar. Hadisi Şeriflerin hüccet ve kanun mehazı olmasına, itiraz ederler, îşte bu yüzden bu noktayı tenkit etmek, bu hususu etraflıca açıklamak ve
meselenin doğru şeklini ortaya koymak icabediyor.
islâm'da devlet nizamı
hakkında Hadisi Şeriflerden başka aydınlatıcı ve açık bir formülün ortaya
konamıya cağı bir gerçektir.
Muhterem Müellifin bu
husustaki muhtelif yazıları-m bir araya getirip tertibe koyduk. Haşiyelerde de
bunların nerelerde ve ne zaman kaydedilmiş olduklarını belirttik. Hazırlayıcı[145]
İslâm'da hükümet
nizamı öyle bir kuruluştur ki, bu siyasî kuvvetin temeli ve memleket düzeninin
esası İlâhî Hâkimiyet ve Nübüvvet gerçeklerine dayanan hilâfet'e (Hilâfet alâ
mlnhâc in - nübüvve) istinad eder. İslâm, bütün kanun ve nizamların bu noktaya
istinad ettiğini ve bu noktanın şümulü dahüinde yürütüleceğini bildirir. Bu
gün, dünyanın her neresinde böyle bir hükümet kurulmağa kalkışılırsa, bu
hükümetin şekli,. çalışma sistemi, memleket nizamı bakmamdan istinad. edeceği
kanun mehazları için, bir kaç önemli hususun gözönünde bulundurulması
gerekir. Bu belli kaynaklar, Kur'an-ı Kerim, Sünnet-î Resûlullah Sallallahû
Aleyhi ve Sellem, Hûlefa-i Raşidîn'in teamülü ve Müctehid-i Ümmet'in işleri ne
şekilde hal ve faal ettiklerine dair verdikleri örneklerdir.
İslâmın yazılı olmayan
ve kâğıt üzerine geçmemiş bulunan Devlet Anayasası bu dört kaynaktan alınmaktadır.
Bunları tetkik edip gözden geçirdiğimiz zaman İslâm Hükümetinin şekli ve bu
hükümetin mahiyetine ait bir harita önümüze serilmiş olacaktır. Usûlde,
külliyatta, ahkâmda, hadiselerde, bizim istinad ettiğimiz esaslar bu dört
kaynaktır. İslâm Devletinin Anayasası da bu dört değişmez kaynaktan
alınmıştır. [146]
İslâm Hükümeti
Anayasasının dört esas kaynağından birincisi, en önemlisi ve en başta geleni
Kur'an-ı Kerim'dir. İslâm ıstılahında [147]
«K'tab» dendiği zaman, Hak Taalâ'nm, kullarına hidayet olmak üzere, Resulü
vasıtasiyle göndermiş bulunduğu Kitab demektir. Mefhum bakımından bu kitab.
Resmî bildiri (Oficial Ver-sion) veya İslâm ıstılahına göre «İlâhî Kelâm» dar.
Bu Resmî beyanı halka iletmek ve açıklayıp - anlatmak ve amelî olarak tatbikini
temin etmek için de Peygamber gönderilmiştir.
Allanın sünneti ise
Hak Taalâ'nıh, Peygamber vasıtasiyle kullara öğretmek istediği hususlardır ki,
bu mevzuların ince meselelerin ve usullerini Peygamberini kalbine ilka'
etmiştir. Vahiy yolu ile bildirilen bu İlâhî emirlerin ne sözlerinde ne de
mânalarında, her ikisinde de Peygamberin şahsına ait ne akıl, ne düşünce, ne
fikir, ne irade ne de isteğinin en ufak bir müdahalesi olmaktadır. Peygamber
ise, bu kelâm için ancak çok emin bir emanetçi mevkiindedir. İlâhi bir postacı
hüviyetinde olup, Hak Taalâ tarafından aldığı emaneti Hak Taalâ-îiın kullarına
ulaştımaktan başka bir vazifesi yoktur. Aynı zamanda Hak Taalâ'nm bahşetmiş
olduğu ilim, basiret ve derin anlayışla bu yüce Kelâm'm mânalarını ve
Mefhumlarını şerh ve beyan eder. Bahsi geçen tlâhî usuller üzerinde ahlâk,
muaşeret, medeniyet ve toplu yaşama nizamlarını gerçekleştirir. Kendi yaşadığı
ve telkin ettiği pâk ve temiz ahlâkı üe halkın düşüncesinde, fikir hayatında
gerçek bir inkılap vücuda getirir. Fenalıklardan kaçınma, manevî temizlik ve
nefisle mücadele gibi gerçek insanların sıfatları olan değerleri halkın ruhuna
yerleştirir. Bu amelî ve fazilet timsali rehberlikle halkı Öyle bir şekilde
yetiştirip geliştirir ki, yeni b;r camia (Socety) yeni bir zihniyet, yeni bir
fikir ve düşünce sistemi, yeni bir örf ve âdet, yeni bir kanun ve nizam ortaya
çıkmış olur. Sonra, Peygamber bu halkı Allah'ın kitabı ve yine aynı kaynaktan
doğan Sünneti ile yetiştirir. Ve kendilerinin örnek ahlakını çevresine
nakşeder. Bu şekilde Peygamberin yetiştirmiş olduğu bir cemaat vücuda gelir.
İlâhî bilgi, ahlâk ve aşkla tezyin edilmiş bu topluluk, kendilerinden sonra,
gelecek olan nesillere hidayet meşalesini yakmak için çalışıp giderler.
Kur'an-ı Kerim, Hak
Taalâ tarafından nazil kılınmış bulunan semavî kitapların en sonuncusu ve en
mükemmelidir. Müslümanlar, bütün bu îlâhî kitapların hepsine birden iman
etmelidirler. Fakat bu kitaplar içinde, hidayet kanunu ve yaşayış nizamı olmak
bakımından yalnız Kur'an-ı Kerim'e ittiba edilir. Ve yalnız Kur'an-ı Kerim'e
bağlılık esas ve zarurîdir. Şunu da iyi büayoruz ki, fiili olarak ittiba
etmenin ve bağlı bulunmanın hududu nereden başlarsa, o noktada diğer
kitapların hükümlerinden alâkayı kesmek icabeder. Yalnız Kur'an-ı Kerime
bağlanmak ve ona tabi olmak Ve kendimiz için. yalnız bu kitabı hidayet mehazı
ve hücceti (Authority) bilmemiz lâzımdır. Bunun da bir kaç sebebi vardır:
1. Kur'an-ı
Kerim'in mukaddes sözleri ve kelimeleri noktası noktasına, Hazret-i Resulullah
Sallallahû aleyhi ve Sellem'in beyan
buyurdukları gibi aynro ve-
harfiyen mahfuz
kalmıştır. En ufak bir değişikliğe uğramamıştır. Ük günden itibaren yüzlerce,
binlerce hatta on binlerce insan tarafından, hiç ara verilmeksizin, olduğu
gibi Öğrenilip, ezberlenip okuya gelinmiştir. Yüz binlerce ve milyonlarca
'İnsan da her gün bu kitabı yazılı nüshalarından okumaktadırlar. Kitabın
yazılış şeklini aynen muhafaza etmeğe çalışmaktadırlar. Bu kitabın
cümlelerinde, ibarelerinde, hatta kelime ve harflerinde bile zerre kadar
ihtilaf olmamasına dikkat edilmiştir. Bundan dolayı artık bu hususta hiç bir
şek ve şüpheye yer yoktur. Hazret-i Resulü Ekrem sallallahû aleyhi ve sellem,
Kur'an-ı Kerimi kendi saadet devirlerinde Arapça dilinde nasıl duyurmuş ise,
bu güne kadar bütün dünyada, dünyanın her tarafında, ihtilafsız olarak yayılmış
bulunmaktadır. Dünyanın en ücra yerlerine kadar yayılmış olan, yeryüzündeki bu
tek îlâhî ıfcitap, ilk vah-yedild'ği tazeliği ve fjdiyeti muhafaza etmektedir.
2. Kur'an-ı Keritm'in nazil kılınmış olduğu
dil, Arapçadır. Arapça İse yaşayan bir düdir. Açık ve ebedî bir
lisandır. Kur'an-ı Kerim nazil kılındığı zaman ise, en ileri gelen edebî bir
dildi. Bu yüce kitabın mâna ve mefhumlarını anlamak hususunda ölü dillerde
çekilen zorluklara, külfetlere ve
zahmetlere kat'iyyen rastlanmaz.
3. Tamamen haktır ve başından sonuna kadar, Talîmi
îlâhiyeden ibarettir. Bu kitapta herhangi bir şekilde, insanî cazibeler,
nefsanî istekler, millî veya kabile ve ahretlere a:t garazlar, cahilane
sapıklıklar ve şaibeler yol bulamamıştır. Bu kitapta, îlâhî kelâma her hangi
bir şekilde kat'iyyen zerre kadar1 insanı kelâm karışmamış ve
kanştarıuTiamıştır.
4. Bu kitap
mükemmel ve camî bir kitap olarak, bütün hakikatleri, maarifi, hayrat ve
satfihatı fair araya toplamıştır. Kendisinden önce nazil kılınmış buhın-an
semavi kitapların da bütün hakikatlerini, maarifini, hayrat ve salihatını
ihtiva etmektedir. Ve Öyle bir camî' kitaptır ki, insan bu kitabı gözö'nünde
bulundurduğu zaman kend:, kendisini diğer semavî kitapları gözönüne almaktan
müstağni kılar.
5. Bu kitap,
Rabbani Hidâyetlerin ve ilâhî Tâlimin en yeni mecmuasıdır : (Latest Edision).
Hususî ahval dairesinde bazı kitaplarda gösterilmiş olan bazı hidâyetlerde
Kur'an ile açıklanmış olup, önceki kitaplarda bulunmayan bazı hidayetler ilâve
edilerek bazısı da değiştirilip daha mükemmeli konmuştur.
Biz bîr âyetin hükmünü
başka bir âyetle değiştirir ve yahut unutturursak elbette ki, ondan daha
iyisini veya onun gibisini göndeririz. Allah'ın her şeye kadir olduğunu acaba
bilmez misiniz? (El - Bakara, 106).
Bundan dolayı,
herhangi bir kimse, ata ve babasının yoluna değil de İlâhî yola girip İlâhî
hidayete tebâ-iyet etmek isterse, elbette ki, bu mecmuanın yeni tabından, son
nüshasından istifade etmesi icabeder. Bu yeni nüsha ve emsalsiz hüccet de yine
Kur'an'dır. Ondan evvelki kitaplar değildir. îşte bunun içindir ki, İslâm, bundan
evvelki kitaplara, tebaiyet etmekten ve onlara bağlı bulunmaktan alâkayı
keserek yalnız Kur'an-ı Kerime teba'yet edip, yalnız Kur'an'a bağlı bulunmağı
emr etmiştir. Bütün dünya halkına da, Kur'an'a bağlanmağı ve bu kitabı yegâne
düstur olarak kabul etmeğe çağırmıştır. Müslümanlar için & bu kitap Ük ve
temel hidayet mehazı olarak kararl aştırılmış tır.
lîiz sana kitabı hak
ile nazil kıldık ki, bununla halk Arasında Allah'ın sana gösterdiği gibi hüküm
veresin.
(Nisa, 105).
O*na (Nebî'ye) iman
edenler, O'na hürmet gösterenler, yardlmı edenler ve O'nunla nazil kılınmış bulunan nûr';ı tâbi olanlar, işte
felah bulan kimselerdir. (A'râf, 157
>
Allah'ın nazil kılmış
bulunduğu ile hüküm vermeyen boyleleri, kafirdirler... BÖyleleri zalimdirler...
BÖyleleri fasikdirler. (Ei - Mâide, 44 - 47).
Tjşte görülüyor ki, [148] Hak
Taalâ'nın nazil kılmış bulunduğu kanuna göre hüküm vermeyen kimseler yine Hak
Taalâ tarafından üç ayrı sıfatla cezalandırılmış olmaktadırlar. Birincisi,
böylelerinin kâfir oluşlarıdır. İkincisi bu güruhun zâlim oluşlarıdır.
Üçüncüsü ise böylelerinin fa sık olduklarıdır. Bu âyet-", kerimeden kesin
olarak şu mesele ortaya çıkmaktadır: Kim olursa olsun, Allah'ın kanununu ve
yahut da O'nun hükümlerini bir tarafa bırakarak, kendisinin veya başka
insanların uydurdukları kanunlar ve hükümler üzerine işlerini hal ve fasl
yoluna giderse, o zaman üç büyük cürüm irtikâp etmiş olur-. Birincisi, İlâhî
Hükümleri inkâr etmekle, Hak Taalâ'yı da inkâr etmiş sayılacağından böyle bir
fiil küfürden başka bir gey değildir. İkincisi, yapılan bu iş adalet ve
insafın aksine olduğundan — nitekim en doğru ve en sahîh adalet, îlâhî
adaletten başka bir adalet olamı-yacağmdan — O'nun hükmünü bir tarafa bırakarak
uydurma hüküm vermek doğrudan doğruya zulm'dür. Üçüncüsü ise, insan kul olmak
hasebiyle kendi efendisi-nın ve kendi mâl'kinin koymuş bulunduğu kanun ve
ni-2wndan dönüp de kendisinin yahut da başka insanların uydurup ortaya atmış
bulundukları kanunları icra etme- kalkarsa, hakikatde kulluk ve itaat dairesi
muhitinin çıkmış olacağından bu iş de
fıskdır.
İşte, bu küfr, bu
zûlm, bu fısk kendi çeşitleri bakımından hakikatte her üçü de Hak Taalâ'nın
hükmünden ayrılmak, O'nun emrinden kaçınmak demektir. Har nerede, Hak Taajâ'mn
hükmüne karşı gelmek varsa, bu üç şeyin orada bulunmamasına imkân yoktur. Pek
tabiî olarak, kaçınmanın, karşı gelmenin, derecesine ve yerine göre bu
cürümlerin farkları ve dereceleri vardır.
Müslümanlar için [149]
asıl kaynak ve hüccet Kur'-an-ı Kerim'dir. Kur'an-ı Kerim'e muhalif bulunan her
şey kesin olarak bilinmelidir ki, tâbi olunacak, bağlanılacak şeylerden değildir.
Rabbıııızdan size
indirilmiş bulunana tabi olunuz. Ve O'ndan başka koruyucu edinip tâbi olmayın (A'râf,
3)
Kur'an-ı Kerim
hükümlerinde ve onun tâliminde kimsenin hatta peygamberin kendisinin bile
kat'iyyen değiştirme, tağyir ve tebdil etme hakkı yoktur.
Söyle (Ey peygamber)
ben bunu istediğini gibi de-ğiştiremem. Ancak bana vahy olunana tâbi olmak zorundayım.
Elbette ki ben Rabbmia isyan etmekle büyük günün azabından korkarım. (Yunus,
15)
Kur'an-ı Kerim, îsiâmî
hükümetin ilk ve en başta gelen mehazıdır. Onda Hak Taalâ'nın ahkâmı ve buyrukları
vardır. Bu ahkâm ve buyruklar, insanların bütün yaşayışlarında onlara bir örnek
teşkil eder. Eksiksiz olarak hayatın her dalı için muteber ve câridir. Burada
yalnız münferid ahlâk dersi verilmemiştir. İçtimaî yaşayışın (Social life) her
cephesinin ıslahı ve tanzimi için hidayet yolu gösterilmiştir. Kat'î hükümler konmuştur.
îşte bu tibarla İslâm hükümeti kurulacağı zaman hangi
esaslar üzerine bina edileceği de anlatılmıştır. 2. Sünnet-i Resûlullâh [150]
İkinci mehaz [151] Resul-ü Ekremin sünnetidir. Malumdur ki, Nebî Sailallahû aleyhi ve
Sellem. Kur'an-ı Ke-rim'in hidayeti altında ve koyduğu usul muvacehesinde,
îslâmı, Arap ülkesinde carî ve nâflz kılmıştır. İslâmî tasavvuru amelî olarak
ortaya koymuştur. Bu tasavvur
gereğince bir camia teşkil etmiştir. Bu camiayı tanzim ederek bir devlet
kurmuştur. Bu devletin muhtelif şubelerini ortaya çıkarmış ve bunların plânlarını çizmiştir. Bu ilerin Sünnet-i
Resûlullâh olduğu elbette ki malûmdur.
Bunların yardımı ile
Kur'an-ı Kerimin hidayetleri belirmiştir. Ve Kur'an-ı Kerim'in bu hidayet ışığı altında
bu ,'şlerin amelî vaziyetleri tatbik sahasına girmiştir. İşte bu düsturu
gözönünde ondurarak, biz de îsiâmî
düsturun son şeklini (Precedents) nazarı itibara alıp bu düstur?
rivayetlere (Convensions of the Constitution) ile çok büyük meseleleri
halletmiş bulunuyoruz.
Buna göre, bizim
ittihaz ettiğimiz düstur için, Sünnet ikinci mühim mehazdır. Fakat maalesef bu
hususun ehemmiyet'ni küçümsemek için, .bir zümre bunun kanunî Hüccet (Legol
Sanction) olmasını önlemek istemektedirler. Bu kimseler bu hususun ehemmiyetini
yalnız in-i:âr etmekle kalmıyorlar, aynı zamanda efkârı umumiyeti, de bu esasa
karşı gelmek için hazırlıyorlar. Bu bakımdan, biz burada Sünnetin asla vaz
g-eçilem'yecek bir Hüc-Cet olduğunu açıklamak zorunda bulunuyoruz.
İşte bu [152] bir
tarihî hakikattir ki, Nebî Sallallahü aleyhi ve Sellem nübüvvet ile kesbi şeref
ettfkten sonra, kendilerine Hak Taalâ tarafından Kur'an-ı Kerim nazil oldu.
Fakat iş Kur'an-ı Kerim'in nüzulü ile kalmadı. Dünya çapında bir rehberliği
temsil eden bir Cslâm topluluğu meydana getirildi. Yeni bir medeniyet nizamı
ortaya çıkıp yeni bir rejim ile hükümet teessüs ett:. Şimdi ortaya şöyle bir
sual çıkmaktadır: Hazret-i Muhammed Sallallahü aleyhi ve Sellem Kur'an-ı
Kerim'i elde ettikten sonra başka ne gibi işler yapmıştır? Nasıl bir naznı
meydana getirm ştir? Acaba sadece Peygamberlik va3fı ile diğer peygamberler
gibi Kur'an-ı Kerhn'de bahsedilen Hakkın rızasını talep etmekten başka bir şey
yapmış mıdır? Yoksa peygamberlik hususiyeti ikt'zası gereğince Kur'an-ı Kerim'i
duyurduktan sonra iş bitmiş midir? Acaba Kur'an-ı Kerimin talimi tahtında kendi
kavil ve fiilini, Müslümanlar için bir mesned ve bir hüccet olarak koymuş
mudur, yoksa koymamış mıd'^? Birinci şıkkı kabul edersek, Sünnetin de Kur'an-ı
Kerimle birlikte mesned ve hücced olduğuna inanmaktan başka çaremiz yoktur.
İkinci hususu kabul edersek, Sünneti de ayrı bir kanun ve bir nizam olarak
kabul etmemiz icap eder. Başka bir şekil olamaz ve olmasına da imkân yoktur.
Kur'an-ı Kerime ait
bulunan hususlarda şu husus tamamen açıktır kr, Hazret-i Muhammed sallallahü
aleyhi ve sellem yalnız mektup dağıtan
postacı hükmünde değildir. O, Hak
Taalâ tarafından gönderilmiş bulunan bir rehber, bir hâkim ve bir muallimdir.
Bundan dolayı ona
itaat etmek, onun yolundan git-rnek Müslümanlara farz ve elzemdir. O'nun
yaşayışı bütün iman ehl* için bir örnek ve bir numunedir. Her hususta ve her
yönde «memurun minallah» tır. Mekkede iken tslâmı kabul edenler arasında
kendilerini bir lider o'arak ortaya atmadı. Neûzü ballan bu liderlik mansıbını
da ortaya koymak istemedi. Böyle olsaydı Medineye hicret etmezlerdi. Med'neye
yerleştikten sonra, orada bir îslâın hükümeti kurdular. Çünkü emir böyle idi. 0
zaman Muhacirler ve Ansar ile muhtelif mevzularda müşaverede bulundu.
Muhacirler ile Ansar îslâm hükümeti kurulunca Hazret-i Resulü Ekrem Muhammed
Mustafa Sallallahü aleyhi ve Sellemi kurulmuş oran devletin basma getrdiler
O'nu memleket idaresinin başkanı (Sadr), umumî kadı (Genel hâkim) ve orduların
başkumandanı olmasını istediler. Kur'an-ı Kerim, Zatı Saadetlerinin bütün bu
hususiyetlerinin hududunu ve ölçüsünü tayin etmiştir. Mansıbı nübüvvetin yanı
başında bunlara da yer vermiştir. Şu noktaya da dikkat etmek gerekir ki, akılca
kabul edilen bu husus yani bir peygamberin yalnız ve sadece Allanın Kelâmını
okumaktan başka vazifesi olmayıp bundan başka daha bir çok işleri de olduğunu
inkâr etmek mümkün değildir. Bir peygamber Allanın kelâmını duyurduğu müddetçe
peygamberlik vasfını haizdir. Bunun dışında alelade bir insandır. Alelade insanlar
gibi hareket eder. Böyle olmakla beraber yine kendileri bizatihi insanlar için
bir örnek ve bir numune insandar. Islâmın başından günümüze kadar müs-lümanlar
arasında ittifakla Hazret-i Muhammed sallal-J&hu aleyhi' ve sellemin en
mükemmel bir örnek ve bir emsalsiz numune olduğu kabul edilmiştir. Her zaman ve
Mekânda ittiba edilmesi vacip ve itaat edilmesi farz olarak inanılmıştır. O'nun
emirlerine uymanın ve nehyet-tîkler nden uzaklaşmanın
bir saadet vesilesi olduğuna
canü gönülden inanılmıştır. Hattâ herhangi bir gayn -muslini âlim bir kimse
bile, MüslftmanMrım daima peygamberlerinin emrü nehyine inandıklarını ve onun
Sun-net'ni kendilerine örnek ittihaz ettiklerini inkâr edemez. Ve hattâ bu
gayrı müslimler bile İslâmın ikinci mehazının Kur'an-ı Kerim'den sonra Resulü EkremiiL Sünneti olduğuna kanaat
getirmişlerdir. Şimdi hiç bir kimse kalkıp da :'tiraz edemez ki, İslâm
kanunlarının esası ve İslâm nizamının temeli Sünnetin haricinden başka bir şe-
" ye istinad eder. Şimdi şöyle bir şey düşünmek muhal bir gey oluyor: Resulü Ekrem
sadece Kur'an-ı Kerimi okumak ve okutmakla kalmış ve Kur'an'ın tâlimini kendi hattı hareketlerine
Örnek tutmamıştır. Belki Kur'an-ı Kerim 'in tâlimini kendi hat
ve hareketlerine örnek tutmakla ancak peygamberlik vazifesini tamamlamıştır.
Buna göre Zat-ı Saadetlerinin tâvru hareketleri bir bütün olarak Kur'an-ı
Kerîmin amelî cephesinden başka bir sev olmadığına kanaat getirmek icabediyor. Birinci şe-kü düşünülürse, o
zaman Hazret-i Resulü Ekremin mübarek sözleri İslâm'ın kendisinden başka
bir.şey olamaz. ik nei şekle göre düşündüğümüz zaman, Fahri Kâinat Efendimizin, o büyük dâvasını
Kur'an-ı Kerim ile ispat etmiş olduğu anlaşılır.
Kur'an-ı Kerim, Zat-ı
Saadetlerinin mansıbını tayin oün;s ve Risâlct vazifesini nasıl yapacağım da
bildirmiş-
A. Muallim ve mürebbi
olmak bakımından Resulün vasfı.
Kur'an-ı Kerim'de [153] dört yerde
Nebî sallalahü aleyhi ve
sellemin risâlet mansıbının tafsili hakkında beyan vardır:
Hatırlayın: İbrahim
ile İsmail, Beyt'in tembellerini yükseltiyorlarcb... (Onlar şöyle dua
ediyorlardı)... üa Râbhî bunlar arasından kendileri için bir Resul biset ettir
ki, Kitabı, hikmeti öğretip onları temîzlesfaı. (El - Bakara, 127 - 129).
Nitekim içinizden size
bir Resul gönderdik ki, sîze hi/jıîı âyetlerimizi okur ve sizi temizler ve sfee
kitabı ve hikmeti öğretir, hem de Sizin bilmediğiniz şeyleri size tâlini eder. (El - Bakara,
151)
Allah müminlere,
kendilerinden bir Resul göndermekle ihsan inayet kılmıştır. Bu Resul onlara
O'nun âyetlerini okur ve onları temizler ve
onlara Kitabı vç hikmeti öğretir. (AH İmran, 164)
O. Öyle bir kimsedir
ki, ikmmîler (okuma yazma bilmeyenler)
arasından onlar için bir Resul
biset ettirdi. (Bu Resul) onlara O'nun âyetlerini okur ve onları temizler
ve kendilerine kitabı ve hikmeti öğretir. (El - Cüm'a, 2)
Bu âyet-i kerimelerde
sık sık tekrarlanıp bildirilmiş olan şu mesele vardır: Hak Taalâ kendi Resulünü
sadece Kur'an-ı Kerimin âyetlerini duyurmak için göndermemiştir. Belki bir peygamberin
biset ettirilmesini1 n üç maksadı vardır:
Brincisi : Zât-ı Saadetleri halka kitabı öğretir.
İkncisi : Kitabın
derin mânalarını açıklayarak hik-meti de öğretir.
Üçüncüsü : Zatı
Risaletpenahileri, halkın içtimaî ve ferdi fenalıklarını ve kötülüklerini
ortadan kaldırıp bun-ların yerine onları tslâmın güzel ve yüksek ahlâkı ile
tezyin eder. Ve aynı zamanda. Hak Nizamını gerçekleştirerek, üstün ve sıhhatli
cemiyet düzenini meydana getirir. Şu da* açık bir keyfiyettir ki, kitap ve
hikmet tâlim etmek, Kur'an-ı Kerimin sözlerini duyurmaktan başka. bir iştir. Yoksa böyle
olmasaydı bir de Kitabın ve hikmetin öğretilmesinden bahsedilmesine lüzum
yoktu. Yalnız tebliğle değil aynı zamanda fiilî ve tatbiki olarak hareket
etmek, değişmez bir düsturdur. Aksi takdirde, terbiye etmek ve temizlemek gibi
kelimeler kulianıhnaadu Âyet-i Kerime gayet belirli bir şekilde Zat-ı
Saadetlerine muallimlik Ve mürebtoîl'k
mansıbının ata kılındığını ve bu işlerle de vazifeli bulunduklarını
bildirmektedir.
Şimdi nasıl olur da
Kur'an-ı Kerimin bu kadar açak ve mükerrer beyanlarına rağmen, bir kimse kalkıp
dıa bu iki şeyin yani muallimlik ve mürebbil'ğin risaletin cüzlerinden
olmadığını söylemeğe cesaret eder? Ve Hazret4 Resulü Ekrem Saüall&hü
aleyhi ve Sellem'in bu işler için memur edilmediğini, kendi şahsî düşüncesine
göre böyle hareket ettiği iddiasında bulunabilir? Bu gibi sapık f> kirleri
kabul edemiyeoeğimize göre, Kur'an~ı Kerimin sözlerini duyurmakla
beraber Zatı Saadetlerinin beyan buyurdukla-rı sözlerin de kitabı tâlim
ettirmek ve hikmeti öğretmek için
olduğu aşikârdır. Zatı
Risaletpenahilıeri-nin ulvî hal ve harekâtından fertlerin ve içtimaî
kütlelerin Huzuru Saadette terbiye olmaları lâzımdır. Peygamberim'z'n mukaddes sünnetinin Allah canibinden olduğunu kabul eylemek ve boyun
eğmek bir iman ve bir vicdan borcudur. Yoksa bu gerçekleri kabul etmeyip,
inkar yoluna gitmek," risaletin kendisini kabul etmemeğe denk bir küfür
değil mrdir?
B. Resulün kitabı şerh
edici vasfı.
Sure-i Nahl'de Hak
Taalâ buyurmuştur :
(Ey Peygamber)
Biz sana hatırlatmayı
(zikr) da öğrettik ki,
nazil kılınmış bulunanı halkın kendilerine
açıklamış olasın. (Nahl, 44).
Bu âyeti kerimeden
apaçık bir şekilde anlaşılıyor ki, Nebî sallallahü al?yhı ve seMeme tevdi
edilmiş olan kudsî vazifelerden biri de Kur'an-ı Kerim'deki Hak Taalâmn
İnsanlık için emir buyurduğu yüce kanunları ve hı'dayet-ieri açıklamaktır.
Herhangi bir akıl sahibi olan kimse dahi anlar ki, bir sözü anlatmak veya bir
kitabı tâlim ettrmek sadece bu sözlerin tekrarlanması ile mümkün olmaz.
Mukaddes kitabın açıklanması ve anlatılması bir ihtiyaç ve bir zarurettir.
Açıklamak ve anlatmak bir ihtiyaç ve bir zaruret olunca, bu vazifeyi yerine
getiren kimse, bu kitapta 'ifade edilen yüksek ve derin manalı mefhumları
açıklayacak ve bazı sözler ilâve edecek ve bu mânaları yepyeni kelimelerle
anlatacaktır. Ancak bu şekilde kitabm mahiyeti daha iyi anlaşılabilir. Hatta kitapta
amelî olarak gösterilmesi lâzım gelen mevzular olursa, kitabı açıklamakla
vazifeli kılınmış olan kimse, bu hususları bizzat amelî olarak göstermek
(Practical Demonstration) yolunu ihtiyar edecektir. Böyle bir usulü tatbik
mevkiine koymak suretiyle kitabın mefhumu en güzel bir tarzda anlatılmış olur.
Eğer bu şekilde bir usule müracaat edilmemı'ş olsaydı kitabın yüksek ve derin
manalı mefhumunu anlamayanlar boyuna sual sormak zorunda kalacaklardı.
Şimdi şöyle bir mesele
de kendini hissettirmektedir. Acaba Kur'an-ı Kerimin sözlerini ve mefhumunu
açıklamak ve anlatmak hususunu Zatı Saadetleri kendi ihtiyarları ve şahsî
arzularına göre mi ifa ediyorlardı? Yoksa Hak Taalâ, Zatı Saadetlerine bu
mevzuda ayrı bir ta-l'mat mı vermişti?.
Bu noktada görüyoruz
ki, Hak Taalâ, kendi Resulüne kitap nazil etmekteki maksadını açıklarken,
Resulün kendi düşünce ve fiilî ile açıklama yapmasının lâzmı geldiğini
bildirmiştir. Şayet, böyle olmasaydı Zatı Saadetlerinin Kur'an-ı Kerimi
anlatma ve açıklama hususiyetleri, kendilerinin risalet mansıbından ayrı
tutulur muydu?. Zatı Saadetleri de vahy olunan Kur'an-ı Kerim âyetlerini tefsir
etmekten ve her türlü açıklamaktan sakınıp çekinmezler miydi? Şimdi bu gerçeği
kabul etmekten uzaklaşmak acaba risalemi kabul etmemekten başka ne ile iaah
edilebilir?.
C. Resûl'ün önderlik
vasfı ve Örnek olma hususiyeti.
Sure-i Al-i îmran'da
Hak Taalâ buyurmuşlardır ki:
(Ey Peygamber) Söyle:
Siz Ali ahi severseniz bana uyun ki, Allah da sizi sevsin... Söyle: Allahn
itaat ediniz ve Resule de.... Eğer dönerseniz elbette ki Allah kâfirleri
sevmez. (Al-i İmran, 31 - 32).
Sure-i Azab'da da
şöyle buyunılmuiştur :
Elbette ki, sizlerden
AUaihı ve Ahiret gününü, isteyen kimselere Resulullah'da en güzel örnek vardır. (Ahzab, 21)
Bu ik' muazzez âyet-i
kerimenin her ikisinde de Hak Taalâ kendi Resûlüjıün önder edinilmesini ve
Örnek alınması gereken en mükemmel bir insan olduğunu bildirmiştir. Resule
candan ve gönm'den bağlanmayı emrediyor. Yalnız O'nun yaşayışının örnek
alınması isteniyor. Gayet açık bir şekilde anlatılıyor ki, Cenabı Hakkm
b'z-■âen ümidini keseceği şekilde hareket etmiş olmayalım. Hak sevgisini
kazanmak isteyenler iç'n yapacak başka bir iş kalmasın, deniyor. Bu İlâhî
tebliğe karşı gelmelerin cezası da küfür damgası ile damgalanmaktan başka bir
şey olmadığı bildirliyor. Şimdi buyurun bakalım, Zatı Risaletpenahileri kendi kendilerine mi
önder ve rehber olmuşlardır? Yoksa Hak Taalâ mı O'nun bu makama çıkarıp
önder rehber kılmıştır?
Eğer Kur'an-ı Kerimin
bu apaçık ve asla şüphe kabul etmez enVrLerini gözönüne alarak Zatı
Saadetlerinin Hak Taalâ tarafından bütün insanlığa önder tayin edildiğini
kabul etmemiz lâzmı gelirse, pek tabiîdir ki, Onun her türlü hal ve harekâtına
uymamız gerekir ve yine O sevgili peygamberin yaşayışını örnek yaşayış diye
kalbimize nakşetmemiz lâzımdır. Bu güneşten daha belirli keyfiyet nasıl inkâr
edilir ve nasıl kabul edilmek istenmez?
Şimdi şöyle bir
iddiada bulunmanın ne kadar akıl ve iz'an dışı bir anlayış olduğunu
söyleyebiliriz : «Resulü örnek edinmek Kur'an-ı Kerimi örnek edinmek değildir.»
Böyle idrâk ve iman dışı b'r şey varit olsaydı, Kur'an-t Kerim'de «Fe'ttebi'u'l
- Kur'âna (Kur'aana tabi olunuz) yerine «Fe'ttebi'ûniy» :
(bana tabi olunuz) dedi.
îşte bunun içindir ki,
Resulullah sallallahü aleyhi ve seîlemı'n yaşayışına en güzel örnekdir diyen
Allah kelâmından başka hangi mâna muteber
ve sahih olabilir?.
D. Resûl'ün teşriî vasfı.
Sûre-i A'rafda Hak
Taalâ, Peygamberi sallalahü aleyhi ve sellem hakkında buyurmuştur ki1:
Onları doğru yola
götürür, eğri yoldan men ©der, kendilerine temiz şeyleri helâl kılar. Ve yine
kendSlerSne İtiş (habis) şeyleri haram eder. Sırtlanndald ağır yükleri
kaldırır ve zincirlerini lorar. (Araf, 157)
Bu âyet-i kerimeden
anlaşıldığına göre, Hak Taalâ, açık olarak, Nebî sallallahü aleyhi ve selleme
teşriî selâ-biyet (kanun koyma hakka) (Legistatke Powers) atâ kılmıştır.
Allah tarafından emir
ve yasak, hel^l ve haram Inl- yalnız ve sadece Kur'an-ı Kerimde bildirilenler
kadar değildir, O aziz peygamber, Kur'an-ı Kerimin ışığında haram ve helâli1, tayin buyurmuştur. O'nun
hüküm verdiği ve yahut da men ettiği şeyleri de Allah Taalâ-nın
kendisine vermiş olduğu »elâhiyetlerle yapmışta*
Bu bakımdan, Sünneti
Seniye de İlahî Kanunun bir parçasıdır. Bu husus Sure-i Haşr'da daha açi'k ve
daha kat'î bir şekilde belirtilmiştir:
Size gönderilmiş
(verilmiş) bulunan Resulü kabul edin, sarılın ve O'mın men ettiği şeylere de
son verin. AUahtan da korkun (çekinin) Elbette İd Allah şiddetli üzab edendir. (El
- Haşr, 7)
Bu iki âyet-i kerime
üzerinde düşünürsek hiç bir zaman ve hiç bir şekilde, Kur'an-ı Kerimfn, tarnamiyle
helâl ve haramı, emr ve nenyi beyan ettiği neticesine varamayız. Böyle bir
ifade Kur'an-ı Kerimin tevilidir de diyemeyiz. Belki bu Allah kelâmının bir
izahıdır. Allah Taalâ emr ve nehy, helâl ve haram hususunda Resulünün ef âlini
bütün insanlık için bir miyar ve bir Ölçü kılmıştır. Her hususu olanca
teferriiatiyle Kur'an-z Kerimde beyan buyurmamıştır. Bu esas bilinen bir
gerçek olduğuna göre ibir insan fcaUap da nasıl o büyük ve ec*1-sali olmayan
peygamber 'için, hatâ ve yanlış isnadında bulunabilir? Bu çirkin ve sefil iddia
haddi zatında A11&-hti Taalâ'ya yöneltilmiş olmaz mı? Ve hele Allah Taalâ
unutmuş da ResuluUah bu usulleri kendiliğinden yapmıştır denebi(lfr mi?
E. Allah Resulünün Hâkimlik (yargıçlık)
vasfı.
Kur'an-ı Kerim bir
yerde değil, müteaddit yerlerde ve gayet açık olarak, Nebî sallallahü aleyhi ve
aeUemrn hâkimlik yapmasını beyan buyurmuştur. Misâl olarak bir kaç âvetri
kerimeyi gözd'en geçirelim:
İşte, biz sana Kitabı
hak ile gönderdik ki, bu Kitapla Allanın sana gösterdiği gibi, halk arasında
hüküm veresin.
(Nisa, 105)
(Yâ Muhammed) ve
söyle, Al lalı m nazil kılmış bulunduğu kitaba îmân eyledim. Sizin aranızda da
adaleti yayayım diye emir al d mı. (Eş - Şûra, 15)
İşte elbette ki,
müminlere yakışan söz şudur ki, kendi aralarında hüküm verilmek için Allafaa
ve Resulüne çağrılıkları zaman, duyduk ve itaat ettik diyeler.
Onlara ne zaman
«Allanın nazil kılmış bulunduğuna ve Resûl'e gelin» dense münafıkların senden
öyle bir çekilip uzaklaştıklarım görürsün ki...
Hayır Senin Kalıbına and
olsun ki, onlar aralarında »çıkan anlaşmamazlıkta seni hakem kılıp verdiğin
hükümlere hiç bir şekilde sıkılmadan, tam bir itaatle sana bağlanmadıkça iman
etmiş olmayacaklar. (Nisa, 65)
Bu ayat-ı kerimelerden
açık olarak anlaşılıyor kıl, Nebî sal:alahü aleyhi ve sellem, kendiliğindeni
ortaya çıkmış yahut dg. müslümanlar tarafından seçilmiş, bir hâkim durumunda
değildir. Bir mümin, Allah Resulünün tebliğ ettiğ' Risalete inandığı gibi o
yüce peygamberin hâkim olduğuna da iman etmesi gerekir. Bu kabil bir itikat,
İmanın en mühim bir şubesi ve tefrik kabul etmeyen bir eüz'üdür. Bu şekilde
Tman edilmedikçe, mükemmel: bir itikata sahip olunması imkânsızdır. Allah
Resulüne kargı niçin ve neden demeden itaatte bulunmak ise farzdır.
Dördüncü âyet-i
Kerimede «Allanın nazil kılmış bulunduğu Kur'an» ve «Resul» den ayrı ayrı
kelimelerle açıkça mevzubahs edilmektedir. Buradan da fceaı'n olarak
anlaşılıyor ki, bu iki şey ayrı ayrı ve müstakil olarak birer mercidirler.
Birincisi Kur'an-ı Kerimdir toi, kanun olmak bakımından bir mercidir. ikincisi
de Resul ve hâkim olmak bakımından ta'r mercidir. Bunların herhangi birinden
dönmek ve bunların herhangi birine karşı yüz çevirmek küfrü iltizam ettirir.
Mümin olmağa mâni olur.
Son âyet-i Kerimede
hiç bir şüpheye yer bırakmadan şu gerçek de bildirilmiştir: Allah Resulünün
hâkimliğini tam olarak ve en ufak bir itiraza kapılmadan kabul cmeyen kimse
kat'iyyen mümin olamaz. Hatta Allah Resulünün vermiş olduğu hükümlerden bir
kimsenin kalbi sıkıldığı takdirde iman sahibi olmuş sayılmaz. Tâ k'. içinden
yani kalbinden bu menfî hissi kazıyıp atmadıkça...
F. Allah Resulünün
hükümdarlık, idarecilik ve amirlik vasfı.
Kur'an-ı Kerimde şu
husus dahi gayet belirli bir şekilde tekrar tekrar bildirilmiştir: Nebî
sallallahü aleyhi ve sellem, Allah tarafından tayin edilmiş bir idareci ve bir
âmirdir. Bu vazife de Zatı Saadetlerine risalet ile birlikte atâ kılınmıştır.
Hiç bir Resul
göndermedik ki, ancak, Allahın imi ile kendisine itaat edile. (En - Nıisa,04)
Her kim, Resûl'e itaat
etmiş olursa elbette ki, Alla-ha dla itaat etmiştir. (En - Nisa, 80)
tste sana biat «dip
sarılanlar, muhakkak Allaha da biat «dip sarılmışlardır, (El - Fetih, 10)
Ey iman etmiş bulunan
kimseler: AlIaJıa itaat ediniz, Resulüne de itaat ediniz ve amellerinizi boşa
çıkarmayınız.
(Muhammed, 33)
Ne mümin bir erkeğe ne
de mümin bir kadına şu iı ak düşmez ki, Allah ve O'nun Resulü bir işde muhakeme
yapıp da hüküm verdikten sonra itiraz etmiş olsun-lar. Her ldm Allaha ve O'nun
Resulüne karşı gelirse el-hetteki apaçık bir daüâlete düşmüş olur. (El - Ahzab,
36)
Ey iman etaniş olan
kimseler! Allaha itaat edinîz ve O'nun Resulüne de itaat ediniz. Ve kendi
içinizden olan «ülülemr»e de. Bir şey hakkında aranızda, ihtilafa düşerseniz
ve sfcc Allah ve ahiret gününe iman ediyorsanız, bunu Allaha ve O'nun Resulüne
havale ediniz. (En - Nisa, 59)
Bu âyet-i kerimelerden
açıkça anılaşılıyor ki, Allah Resulü kendi kendine ortaya çıkıp «ben
idareciyim, ben hâkimim, ben âmirim» diyen bir lider değildir. Yahut da «haık
beni seçip bu makama getirmiştir» diye iddia etsin. Gerçek olarak, o, Allahu
Taalâ tarafından böyle bir makama getirilip bu vazifeye tayin edilmiştir. Bu
işe de memur edilmiştir. Onun bu hâkimliği, bu idareciliği ve bu amirliği
risaletinden ayrı, risaletinin dışında bir şey değildir. O, Resul olunca, bu
vakfeler de Allah tarafından kendisine tevdi edildi. Allah tarafmdlan O'na
itaat ve O'nun huzurunda boyun bükmek emri verilmiştir. O'na itaat etmek aynen
ve haddi zatında Aliaha itaat etraek-t;r. O'na biat etmek de aynen ve haddi
zatında Allaha itaat • etmek olur." O'na îtaat etmemek ve karsı Erelmenin
tek ve kat'î manası, Allaha itaat etmemek ve Allaha karsı gelmektir. Böyle bir
durumda insanın her işledüği amel gayrı makbul ölüp Allah indinde bir kıymet
taşımaz.
Aynı zamanda, Ehl-i
imana (Ehli imandan maksad bütün ümmet efradı ve ümmetin başındaki idarecilerin
hepsidir) kendi işlerinde ve muamelelerinde istedikleri; gibi hareket
edip işlerini kendi diledikleri şekilde hal ve fasl etmek hakkı verilmemiştir.
Son âyet-i kerima, şu
gerçekleri de kati olarak orta-ya koymuştur. Birbirini arka arkaya takip eden
üç itaat için hüküm verilmiştir :
1. Evvela ve başta Aiülahu Taalâya itaat.
2. Bandan sonra Resul'e itaat.
3. Daha sonra da «ülül-emr'e» itaat.
Bu cümlelerden ilk
önce şu nokta anlaşılır ki, Resul «iilül-emr» e dahil değildir. Belki Resulün
derecesi ülül-emr'den daha üstün ve ülül - emr'dlen ayrıdır. Resulün derecesi
Allah tan sonra ikinci gelmektedir.
Bu mevzuda/önemli olan
nokta şudur : Ulül - emr ile bir ihtilâf ve bir anlaşmazlık olabilir, fakat
Allah Resulü ile kat'iyyen ihtilaf çıkarılamaz. Ve aynı zamanda ortaya çıkmış
bulunan her husustaki ihtilafın halli için iki merc: vardır: Birincisi Hak
Taalâ, ikincisi de Allah Resulüdür, ihtilafı hal edecek merci yafibız ve sadece
Allah olsaydı o zaman âyetti kerimede bahsi geçen «Resulü» kelimesinin
söylenmesine ne lüzum vardı ve bu İfadeden başka ne anlaşılabilir?[154]
Ayet-i kerimedeki
«Allaha havaîe ediniz» emrinden ve «ihtilâflarınızda AUahı merci tanıyınız»
ifadesinden maksad da elbette fci Kur'an-ı Kerim'dir. Yani Allah Kitabından
başka bir şey değildir. «Resule havale ediniz, ihtilaflarınızda Resuiü merci
tanıyınız» demekten mak-sad da Resulü Ekremin, saadet asrmdaki ulvî.
hayatlarıdır. Allah Resulünün ahrete teşriflerinden bu yana bu merci ancak sünnettir. [155]
Biz eğer Kur'an-ı
Kerime hakkiyle inanı** da, kendi uydurduğumuz fikir ve nazariyelerin
bataklığına saplanmazsak, o zaman göreceğiz ki, Kur'an-ı Kerîm açık, kat'î ve
şüph> kabul etmez bir şeküde şu gerçekleri ortaya koymuş bulunmaktadır:
Allanın Resulü, SallaUahû aleyhi ve sellera, bütün bir insanlığa gönder'lmiş
buMuman bir Muallim, bir Mürebbî, (öğretmen .ve eğitmen) bir Önder, bir lider,
bir Reh-ber, Allah Kelâmının bir açıklayıcısı, bir Şârı' ve Kanun yapıcı (Law
giver), bir Hâkini, bir İdaree ve Âmir, bir Başkumandan vasıflarını da taşımaktadır.
Allah Resulü bu vasıfları Kitab-ı Kerime isti
naden Risaletin
ayrılmaz bir cüz'ü olarak elde etmiş bulunuyor. I3âhî Kelâmdaki bu apaçık
görülen gerçekler, Sahabe-i Kiram devrinden bu güne kadar bütün müslümanlar
tarafından ittifakta kabul edilmiş ve benimsenmiştir. Buna göre, yukarda
bahsedilen bu vasıflar dairesinde Zatı Saadetlerdin bütün yaptığı işler, ahval
ve ef-âl Kur'an-ı Kerimden sonra ikinci kanun mehazı (Source of İaw) dır.
Sünnetin kanun mehazı
kabul ediümesinin kararlaştırılmış olmasından sonra şu sual meydana çıkar:
Sünneti belirtmek ve bunu tebeyyün ettirmenin usulü nedir? Hangi vasıtalarla ve
nelerle biz sünneti elde edeceğiz?
Bu sualin cevabı
olarak, şunu arz edeceğim ki, bugün ün dört asırdan br çeyrek kadar az bir
zaman geçmüjptir. Bu suaı yalnız devrimizin müslümanlarına mahsus olmayıp her
devirde aynı sual mevzu bahs edilmiştir. Bir buçuk bin seneye yakın bir zaman
önce biseti nübüvvet vuku bulmuştur. O zamandan günümüze kadar sünnet na-sü
devam etmiş ve bırakılmamıştır? Bu hususta iki tarihî hakikat vardır :
1.
Birincis" şudur ki: Kur'an-ı Kerimin talimi ve Hazret-i Munammed
Sallallahû aleyhi ve sellemin sünneti üzerine Islama mahsus yaşayışın
başUadığı ilk günden beri bu tâlim ve bu usul gayet canlı olarak günümüze kadar
zincirleme devam edegelmiş ve ayakta tutulmuştur. Yaşayışta bir gün bile bu
tarz tatbikatın arası kesilmemiş ve inkitaa uğramamıştır. Bütün îslâmî tedvir
işleri de buna.göre yürütülüp gitmiştir. Bugün, bütün dünyada yaşayan
müslümanSann akidelerinde, düşünce tarzında, fikirlerinde, ahlâk ve
âdetlerinde, ibadet ve muamelelerinde, yaşayış nazariyelerinde ve hayat
yollarında bu esas bütün titizliği ile nazarı itibara alınmıştır. Bu hususta
bazı İhtilâflar varsa da bunlar arasında yine bir ahenk mevcuttur. Bu şekSde,
bütün yeryüzüne yayılmış bulunan müslümanlar bir-ümmet olmak vasfını bu'top-maz
bağ sayesinde kazanmışlardır. Bu geniş, camianın ümmet olma temeli de yine bu
cevher olmuştur. Buradar şu mesele de sabit oluyor ki, muaşeret usulü üzerine
yürürlükte olan bir sünnet vard'tr. Bu sünnet yüzlerce se-nedenberi zincineme
bir şekilda devam ettiriliniştâr. Bu sünnat kaybolmuş bir şey değüdir ki, biz
onu aramak, bulmak ve elde etmek için uğraşalım? Buna kavuşabilmek için
karanlıklarda uğraşıp did'neiim?
Yukarıda geniş olarak
anlattığımız gibi, Nebî Sallal-îahû aleyhi ve sellem, kendi devri saadetlerinde
müslü-manJar :çin, sadece bir vaiz, bir mürşid ve bir tarikat şeyhi değildi.
Belki amelî olarak, îslâmî cemaatın, yani İslâm ümmetinin lideri, Önderi,
rehberi, yol göstericisi, âmiri, 'darecisi, hâkimi, kanun vazu, terbiye edicim,
muallimi idi. Her ne şekilde olursa olsun, akide ve düşünceden tutun da amelî
yaşayışın bütün noktaiîarına kadar, İslâm camiasını teşkil ettiıren yalnız Zatı
Saadetleridir. Zatı Risaletpenahilerinin bildirdikleri, öğrettikleri, kararlaştırdıkları
usuller ve yoKar üzerine îslâm camiası teşekkül etmiş bulunuyor.
O yüce peygamberin
öğrettikleri sadece namaz, oruç ve hac gibi işlere inhisar etmemiştir. Bunları
öğretmekle .'si bitirmemişlerdir. Müslümanlar da aadtece vaaz dinlemek ve
öğütlere kulak asmakla, kalmamışlardır. Vaaz-* dan sonra da müslümanlar kendi
hallerine bırakılmamışlardır. Halbuki gerçek tamamen başkadır. Zatı
Saadet-lerîniaı öğrettikleri namaz, denhal mescidlerde, camilerdte bir cemaatin
teşekkülüne sebep olmuş ve müslümanlar bu usulü ayakta tutmuşlardır. Yine aynı
şeklide evlen-ft^fc; aile kurmak, talak ve miras hususlarına ait, Zata
Saadetlerinin mukarrer kıldıkları kanunlara, derhal müSlüman aileler uyarak,
işlerini bu kanunlar üzerine tanzim etmek yolunu tutmuşlardır. Alış verişte de
Zatı Risaûföt-penahilerinin kararlaştırdıkları İslâm iktisadına ait kanun ve
nizamlar, çarşı ve pazarda revaç bulmuş, herke® tararından da benimsenmiştir.
Ad3î işlerde ve ihtilâfların haKecliImesinde Zatı Saadetleri ne yapmışlarsa
telâm hukukuna temel ve kaynak teşkil etmiş ve bütün İslâm memleketlerinde
tatbik edilmiştir. Muharebelerde ye dış devletleri? münasebetlerde Zatı
Saadetlerinin tutumu devletlerarası hukukun dogtmasına sebebiyet vermiştir.
Hülâsa, topyekün îslâmî yaşayışta ve îslâmî hayat nizamında o mukaddes
peygamberin yaptıkiarı işlerin her cephesinde İnsanlığın, Efendisinin,
Sünnetinin yürürlüJk-te olduğu görülmüştür. Zata Saadetleri, Sünnetini ya kendi
devirlerinde tamamen yürürlüğe koymuşlar yahut da kendilerinden sonra bu sünnet
üzerine kararlar venilinuş-tir. Buna göre Zatı Ris&letpen ah'terinin
sünneti isldâmın ayrılmaz bir eüz'ü olmuştur. Çünkü Allah Resulü kendileri bu
hususu islâma bir cüz' yapmışlardır.
tşte Sünnet diye
bilinen maıunı ve-mütaaref, bu örf ve âdetlerdir ki, camiden iktisadî hayata,
adalet, hükümet daireleri, devletlerarası hukuka kadar, müslüman-lann içt;maî
yaşayışlarının bütün şubelerinde Zatı Saadetlerinin amelî oîarak başladıkları
:.şler kendilerinden sonra Hu.efa-i Raşidin tarafından devam ettirilmiş ve zamanımıza
kadar da içtimaî hususlarda süre getirilmiştir. Son asra kadar da hiç bir
kes'nti olmadan zincirleme sürüp gelmiştir. Son zamanlarda bir inkıta vuku bulmuşsa
da bu kesinti ancak hükümet, adalet, umumî kanunlar ve idarî işlerde vuku
bulmuştur ki; bu durum işleri k&rma karışık b;r halle getirmiş ve içinden
çıkılmaz; bir şekle sokmuştur.
Sünnet hususunda, bir
tarafda istinadlı hadislerin rivayeti diğer tarafdan da mütevatiren süre gelen
üm-msftin yaptığı işler ve tuttuğu ameller vardır. Bunların her ikisi de
birb'rlerine uymakta ve mutabakat etmektedirler.
2. İkinci
tarihî gerçek de şudur ki, Nebî Sallaliahû aley hi ve sellemin devri
saadetlerindfen sonra da her zaman müsliimanlar şu hususta titizlikle
durmuşlardır: Sünnetin sabit b!r halde tasbit edileb lmesi için çok büyük ilmî
çalışmalar yapılmış ve bu uğurda büyük gayretler sarf edilmiştir. Burada bir de
şu husus vardır, ki, yufeart-da bahsettiğimiz belli ve mutaaref sünnetler ile
büinen ve mutaaref sünnetlerden başka diğer bazı sünnetler de vardır. Bu ikinci
kısım sünnetler Zatı K.:saietpenahilerî-nin devri saadetlerinde pek maruf ve
mütaaref olmamışlardır. Bunlar muhtelif zamanlarda, Zatı Risaîetpenahi-îerinin
ihtilaflar hakkındaki hal ve fasılları, bazı nasihatler* ve ÖğütiLeri, bazı
emir ve nehiyleri, bazı takrir ve beyanları, [156],
müsaadeleri, yahut da amelen gösterip duyurdukları şeylerdir. Ancaik bazı
hususî şahıslar bunlara vâkıf idiler. Umum halk bunları bilmiyorlardı.
Bu sünnetere aH
bilgiler, halk efradı arasında yayılmış bulunuyordu. Ümmet efradı Zatı
Saadetlerinin devrinden ve ahrete teşriflerinden sonra bunları toplamağa
başladılar. Hemen işe koyulup o mübarek hadis-i şerifleri îslâm ülkelerinin
dört bucağından toptLactilar. Nitekim, o zamandan beri, halifeler, idareciler,
âmirler, hâkimler, müftüler, hatta avam halk bile kendi işleri icafa] bir çok
mesetıelerle karşılaşıyorlardı. Bu meseleleri ne . şekilde
değerlendireceklerini düşünmeden önce, acaba Zatı Saadetleri, bu iş hakkında ne
gibi bir hüküm vermiştir diye titiz bir araştırmaya girişiyorlardı. İSger böyle
bir emir ve hüküm varsa ona göre hareket ediyorlardı. Olmadığı takdirde ise o
zaman diğer çarelere baş vuruyorlardı.
Yaşanılan hayatın her
şubesinde cereyan eden hadiseleri İsıâma göre değerlendirmek ihtiyacı,
«Sünnet» i aramayı icabettirdi. Ve bu çalışmalar Hadis ilminin doğmasına yol
açtı. Böylelikle Sünnet hakkında bilgisi olan kimseler araştırıldı. Böyle bir
bilgisi o5an şahıslar da bu bilgilerini başkalarına duyurmayı ve başkalarını
haberdar etmeği kendilerine bir vazife bildiler. İşte bu iş Hadis
rivayetlerinin başlangıcını teşkil etti. Hicretin 11 in-, c senesinden İtibaren
işe girişildi ve hicretin üçüncü hatta dördüncü yüz yılına kadar bu çalışmalar
devam etti. İslâm âleminin her tarafında dağınık bir halde bulunan Hadisler
toplandı. Bir araya getirildi. Hadis mevzularını tertipleyenler, her türlü
kanşıfeîıkları bertaraf edebilmek için en zor usullere baş vurdular. Nitekim,
bir hakkı is-bat yahut da iskat eden herhangi bir Sünnet, veya helâl ve harama
ait bulunan yahut da b'risiiün ceza görüp görmemesine ait olan hülâsa bütün
ahkâm ve kanunlar Sünnetlerin üzerine tedvin edildi. Bunlar hakkmd'a İslâm hükümetleri,
adalet makamları, fetva daireleri, o kadar titizlikle durdular ki, her kim
kaikıp da Zatı Saadetler* şd'yte buyurdu; (Kale'n - Nebiyyü sallallahû aleyhi
ve sellem) dedi mi, hemen hâkim, kadın veya müftü onun sözüne itibar eder ve bu
söz üzerine hüküm verirdi. Bu. defa bu mevzuların üzerinde daha da titizlikle
duruldu. Ahkâma ait olan Sünnetler üzerinde incedıen inceye tetkikler ve
tenkMler yapıldı. Rivayetlerin zincirlemelerine
dikkat edildi.
Rivayetler arasında da tetkikler bagiîadı. Bütün bunlar yapıldıktan ve bütün
malzemeler toplandıktan sonra, incelemelere girişildi1. Rivayetler sağlam bulunduğu
takdirde kabulı edildi. Yahut da rivayet sahiplerinin vaziyetleri şüpheli
görülerek kabul edilmedi. Bundan sonra sünnetlerin sıhhat ve doğruluk
derecelerini ölçen kaide ve ölçüler hususunda artık herkes aynı fikre sahip
oldu. Sünhetuierin kanun mehazı olması dolayı-siyle, her s gücde, adalet
işlerinden, hükümet muamelelerine kadar Sünnet üzerine hüküm vermek yoluna
gidildi. Bunun için yapılan araştırma ve incelemelerde kat'-Ayyen müsamaha ve
ihmal gösteritmedi.
Bu hususları tahkik
etmenin ve incelemelerin usulü ortaya kondu. Bu ilmî ve usule uygun
çalışmaların neticeleri îslâmm ilk Hilâfet devrinden, zamanımıza kadar,
nesilden nesile zincirleme bir şekilde, bize kadar manevî bir miras olarak
gelnrştir. Arası kesilmeden, bila inkıta, her nes'û tarafından muhafaza
eoSmiştir.
Bu ik; gerçeği, bir kimse iyi
anlarsa ve sünneti tahkik etmenin usul ve kaidelerini ilmî bir şekilde mütalâa
ederse, halledilmesi zor görünen bu çok mühim mesele de kendiliğinden
halledilmiş olacaktır. [157]
III
Üçüncü mehaz [158] Hülefa-i Raşidinin teamülüdür. Peygamber
sallallahû aleyhi ve sellemden sonra, Hülefa-i
Raşid nin İslâm
devletini ns şekilde idare ettiklerine dair rivayetler, tarihî misaller pek
canlı olarak Hadis, tarih v*j siyret kitaplarmda yer almıştır. Bunların lıer
biri tizim için birer örneK olmak hususiyetini taşımaktadır.
îslâmın ta başından bu
güne kadar, dinî ahkâm vö cvâmirin tabiri ve anlatılması hususunda, Sahabe-i Kiramın
(radiyalSahü teâlâ anhüm) ittifak ettikleri usul gözönündâ bulundurulmuştur.
Buna istilanda «icma» denir. Anayasa ve kanunî işlerde de Hülefa-i Raşidün,
Sa-lıabilerle müşavere etmişler, onlara fikir1 danışmışlardır. Bu müşaverelerin
ve danışılan fikirlerin neticesi, bizim iç'jn hüccsttir. Yani onların
vardıkları isabetli ve sağlam karara bağlı bulunmak lâzımdır. Nitekim,
Sahabilerin bir iş hakkında müttefikan vardıkları karar, istinadlı kanım tab ri
ve istinadlı çalışma kaidesi olmuştur. îslâmın bu ön saftaki saffetli
zümresinin vardıkları kararlar arasında ihtilaf mevcut! o&tfuğu takdirde
ve böyle ibir meselede iki veya ikidgn fazla muhtelif tabir şekilleri
olabileceğimi hesaba katmak lâzım gelir. Yine bu şekitdeki muamelatta da bir
kavil ile d'ğer bir kavil arasında İhtilaf olabilir. O zaman bu iki -kavilin
her ikisine de itibar edilebilir. Şöyla br hüküm de çıkabilir ki, bir kere
Zatı Saadetleri, zaman ve zemin icabına ve meselenin vaziyetine göre böyle
hüküm vermişler, diğer bir defa da aynı meseleye benzer bir meselede yine
zaman ve zemin icabı foaş-kp. türlü hüküm vermişlerdür. Fakat Sahabiler
arasında ittifak olursa şurası anlaşılmış olur ki, bu işin bir tek hal
şeklinden başka bir şekli olamaz. Zira Sahabiler doğrudan doğruya AUah
Resulünün sallallahû aleyhi ve sillemin şakirdleri * ve talebeleri
mahiyettndedirler. Onun elinde terbiye görmek gibi misilsiz bir mazhariyetin sahibidirler.
Onlar hiç b:r zaman ittifakla ne muamelaıtta hata ederler, ne de doğru yolu
eğri yola değiştirirlerdi.
Ne de dbğruyu
bildikleri halde eğriyi kabul edecek kimselerden idiler.
Dördüncü mehaz ise,
Müctehidin-i Ummet'îm hal ve f asi ettiJderidir. Bu zevat, 'kendi ilim ve
basdretüenaıi kullanarak muhtelif kanunî meseleleri aydınlatmak ve açıklamak
yolunu tutmuşlarda. Bunların ietÜıadları isterse hüccet olmasın fakat yine de
İslâm Anayasasının ruhu ve usulü olarak bilinmeli ve bizim için en iyi
rehberlerden sayûm aMniar.[159]
îşte bizim Anayasamızın ve
kanunlarımızın temelini bu dört esas mehaz teşkil eder. Şimdi biz İslâm Anayasasını
yazmak ve kâğıt üzerine getirmek istersek, bu dört mehazın ka'delerini gözönünde
bulundurmamız icap eder. Meselâ îngiltered[e halk yeni bir Anayasa hazırlamak
isterlerse, kendilerinin daha önceden uydurmuş oldukları (vaz edilmiş olan)
kanunlarını (Statüte Law) ile örf ve âdetlerine ait medenî kanunlarını (Commun
Law) ve eldeki rayiç Anayasalarını (Constitutions of the cinstitu-tion) bir
arada bulundurup bunların cüziyatuıı bir kâğıt üzerine yazıp tesbit ettikten
sonra ancak başka bir kanun veya nizam çıkarırlar ye bu şekilde işleri yürütmek
yoluna giderler. [160]
Aşağıda Hakim S. E.
Rahman Sahiıb ismindeki hâr zâtın yazmış bulunduğu bir mektuba cevaben
müellifin bir uyarmasını ve açıklamasını naklediyoruz. Bu mektup Tercüman El -
Kur'an'uı sahifeîerindte, bahsi geçen Sahiib
(Beyefendi) ile Profesör Abdiilhamid Sıddıkî
arasında cereyan etmiştir. Bu mektupta Sünnetin kanun mehazı olduğuna dair
müeBfin ileri sunduğu gayet kıymetli fikirler ve bu hususta alâkalı mevzuat
yer almaştır. Bu bakımdan böyle bir yazıyı okuyucularımıza sunmak, bizim için
mes'ut bir vazife oldu. Bu yazının yazılmasına sebebiyet veren mektubu burada
aynen nakletmeye lüzum hissetmed'k. Çünkü aşağıda muhterem müellifin verdiği
cevabın medlulünden mektupta ne demek istedi ği pek iyi bir şekilde
aniaşilmaktadr.
Mektup sahibi muhterem
zat, kendi- vaziyetini açıklamış ve sıra ile şu hususlara işaret
buyurmuşlardır : Şunlardan 3 numaralı husus hakkında bazı sualler tevcih
etmişlerdir. Bu işaret edilen hususta, mevcud yanlış anlayışlara göre bazı
istekler ortaya çıkmıştır. Bu sebepten dolayı biz de bu bahse ait bazı
meseleleri gün ışığına çıkarmak ve sual sahibi muhterem zata arzetmek isteriz
ki, iyi ölçerek, tartarak ve dikkatle bunların üzerinde dursunlar. Ve bu
d'üşunceden sonra bize de hak versinler.
Sıddıkî sahib, Eimme-i
Selefin tertip ve İtasnif etmiş oldukları fıkhı yeniden gözden geçirmenin
gerektiğini ileri sürüyor. Ve onların bu hususta yaptıkları herhangi Tsir
içtihadı mesele ve istinbat için Kur'an ve Sünnete ne derece sadık kaldıklarını
veya kalnıadiklarırun da îiae-r'nde durmak lâzım geldiğinin tesbitini istiyor.
Mektup yazarı fazılı muhterem, iddialarına şu şekilde devam ediyorlar:
«Şu da malumdur
ki, Kur*an-<ı Ilakirn'e ait olan hususlarda
ve ona ait tefsir ve tabirde hakikaten, heri»* müttefiktir. Ve kimse' bu
husustan aynhmyor. Fakat Za ti âlileri bitiyorlar İd, Sünnet meselesi
&tUafljdn\»
Bu beyan edilen kelimelerden
biz de şunu anlıyoruz ki, muhterem zata göre, lalâmî ahkâmın anlaşılması için
Kur'an-ı Kerimin zarurî bir merci ve mesned1 olmasa hu-, susunda bir diyecek
olamaz. Fakat Sünnetin bu vasufda bulunması, hususunda biraz düşünmek lâzımdır.
Çünkü bu husus htilaflidır. Bu zatın sözlerinden, ihtilaflı olan hususlar ne
gibi mevzulardır? Nelerdir ve hangileridir? [161]
Sünneti bizatihi (Yani
Resulullah sallallahû aleyhi ve sellemün ahval ve ef ali, emirleri ve
nehiyleri) kanun mehazı ve ahkâmın mercii olması hususuncla ihtilaf vardır,
diye bir gaye mevcutsa, o zaman biz dfe şunu arz ederiz ki, bu hakikatin tam
aksine ve zıddına bir meseledir. Müslüman ümmetin varlık meydanına çıktığı o
mes'ut günden zamanımıza kadar böyle bir ihtilaf Ehl-i İslâm arasında mevcud
olmamıştır ve asla mevcut değildir. Ümmetin hepsi de daima şu meseleyi
kayıtsız ve şartsız olarak kabul etmişlerdir: Hazret-i ResuSü Ekren? sallallahû
aleyhi ve sellem, müminler için Allahu Taalâ tarafından itaat edüSnesi icabeden
ve O'nun hükümlerine itaat etmek, emirlerini ve nehiylerini dinlemek ve
tebai-yet etmek her müslümana farz küınmıştır. Zatı Saadetleri de bu yolda
yürüyerek müslümanlara, kendi ahval ve ef alini, takrir ve beyanları ile talim
ettirmişSJer-dir. [162] Biz
de ona uymakla vazifelendirilmiş bulunuyoruz. Yaşanılan hayatın her şubesinde
zuıhur eden her hadisede yalnız O'nun göstermiş oldHığu yojjian yürür ve
i§lerin hal ve fasünda onu takip ediyoruz. Başka türlü hal ve fasla da cevaz
veremeyiz.
İslâm tarihinde geçmiş olan
şu 1381 sene zarfında böyle bir ihtilâf ne zaman ve nerede vuku bulduğu bizce
malum değildir. Böyle bir İhtilafın mevcud olduğuna dair ©Simizde hiç bir
tarihî haber ve delil yoktur. Ufak tefek düşünce ayrılıkları, pek mevzu ve
münferid bir şekilde başka türlü anlayışlar, her zaman ve her yerde, her
milletin arasında, her zümre içinde olabilen şeylerdir. Bu ümmetin fertleri,
hiç bir zaman, ümmetin veya mîlletim müsellem olan meşaleleri hakkında muamz
olma rmşlardır; böyle bir şeyi düşünmek dahi yanlış bir şeydir. Böyle
alemşümul ve müsellem b:r mevzu sahih ve açık bir şekilde ihtilaflı olabilmesi
doğru dteğildir. Böyle olduğu takdirde, esasen bu müsellem mevzuya, mesele de
diyemeyiz. Yine bu kabil garaz ve saldırılardan Kur'-an-ı Kerim bile
kurtulamamıştır. Garazkâr iddiacılar işi o derece ilerletinler ki1, Kur'an-ı
Kerimin tahrif edildiğini bile icüdia etmekten kendilerin alıkoyamazlar. Şimdi
biz neye istinaden Kelâm-ı İlâhînin merci ve sened olması hakkında :htilaf
vardlır diyebiliriz? [163]
İhtilaflı Sünnetler
kendi başlarına bir taraf da bırakılıp mesned ve merci olmasalar; ihtilaflar da
mevcut olsa bu iş için herhangi bir hususî meseOede Sünnet olarak bildir'len
şey de ileri sürülürse, o zaman şunu düşünmek lazımdır ki, hakikaten bu şey isbat edSimiş Sünnet midir
, yoksa değil midir? Böyle olunca, bu gibi ihtilaf Kur'an-ı Kerimin âyet ve
mefhumunun menşednde de olabilir. Her i&m sahibi, herhangi bir mesele ve hüküm
hakkında Kur'an-ı Kerimde, açık bir emir olduğu veya olmadığı hususunu
anlayabilir.
Mektup yazan fazılı
muhterem, kendileri Kur'an-ı Kerimin tefsir1 ve tabir ihtilaflarından
bahsediyor. Bu ihtilafların nereye sığabilecekleri nazara ahnmakla beraber,
Kur'an-ı Kerimi haddi zatında merci ve mesned olarak kabul ediyor.
Şimdi karşımıza
şöy<!e bir sual çıkıyor: Bu şekilde ayrı ayrı meselelerde Sünnetlerin isbatı
ve tahkiki hususunda ihtiSafın olduğu ileri sürüldüğü halde yine de bu
Sünnetler; haddi zatında «fi nefsini» Sünnet olarak mesned ve merci olarak
kabul etmeği niçin düşünüyor?
Mektup yazan kanun
âlim; fazıl zat için elbetteki, Kur'an-ı Kerimin herhangi bir hükmünün muhtelif
şahıslar tarafınd'an muhtelif tabir ve tefs:rleri olabilir. Bir kimse idarî
yahut da acfcSî işlerde bu tabir ve tefsirleri nazarı itibara alarak ilmî usul
ile hüküm verir. Fakat hüküm verdikten sonra da yine hükme esas olarak, nazarı
tlbara aldığı hüküm menşeini kendi ilim dairesinde verdiği bu hükmü, hükmü
İlâhiye istinad ettirir. Halbuki kendi verdiği hüküm, hükmü Hâninin kendisi
dte-ğild'r. Bu hüküm hakkında böyle bir iddiada, buitana-maz.
Bu şekilde Sünnet'n
tahkiki hakkında da ilmî vasıtalar kullanılır. Herhangi bir mesele hakkındaki
Sünnet, bfr fakihın veya bir kanun koyucunun (Leg'stator) yahut da adalet
hâkiminin indindte sabit olunca, bu hüküm
Resulün hükmüdür. Kati olarak bunu söylemese i — ki verilen bu hüküm
Resul tarafından verilmiştir .— verilen hüküm Resulün hükmüne istinaden
verilmiş olduğuna göre yine Resulün hükmü demektir. Her iki şeklin, ikisinde de
şu mesele zarurî olarak iihtüaflı olur: Hakikatde bu hükümlerin hangisi aynen
Allahın hükmü veya hangisi aynen Resulün hükmüdür? Bence böyledir. Acaba sizce
nasıldır? Fakat benim de sizin de Allah ve O'nun Resulüne ait o5an son_ mesnedi
(Final Authority) kabul eder inanırsak, bizim aramızda ihtilaflı bir husus
kalmaz, O zaman Allahın ve O'nun Resulünün hükmü de kendi yerinde biaim için
kanun olup, kabul edilmesi ve uyulması lazım gelen kanunun esası ve te-. m eli
olur.
Buna binaen, ben S. E. Rahman
Sahibe şu meseleyi anlatmak ;stemekten özür dilerim. Fıkıh meselelerinde,
kendileri, Kur'an-ı Kerimdeki tefsir ve tabir ihtilafını kabul etmekle beraber,
Kur'an-ı Kerimi kanun merci ve mesned kabul ediyorüar da Sünneti de aynı
şekilde kabul etmekten niçin çek;niyoş^ar? Sünnet meselelerinin cüs'iyatı
hakkında ihtilaf olduğunu ileri sürerek - ki ihtilaf da ileri sürülebilir -
Sünnetin kanun mercii olmasını kabui etmekte düşünceye dalmalarında seoep ne
olabilir? [164]
Sahib Hazretleri,
Sünnetin mesned olarak kabul edilmemesi hakkında şöyle beyan buyuruyor: «Bir
hayli uydurma hadisler, geçerli olarak, Hadîs kitaplaitında bulunmaktadır.» Bu
iddiadan sonra şu sözleri de İ2âve ediyorlar: «Uydurulmuş Hadisler hakkında koca
koca kitaplar da yazılmıştır.» Zatı Muhterem, bunları söylemekle şunu ortaya
atmak istiyorlar : Sünnetin kendisi şüpheli bir şeydir. Olabilir ki, bu şüphe,
sözü kısa kesmek istemesinden doğmuştur. Belki aslında Zatı Muhterem, böyle
bir iddiada .bulunmak istememiştir. Fakat iddia varid ise, ben de şunu
söylemek İsterim kî, bu hususta daha fazla düşünsünler. Ciddi bir tahkikten
sonra, inşallah kendileri keşf edeceklerdir ki, Sünnetin şüpheli olduğuna dair
delil olarak Meri sürdükleri hususlar, hakikatte Sünnete ait olan aslın mahfuz
bulunduğuna ve her türlü şüpheden uzak olduğuna en kat'î bir delildir. Bu
deliller Sünnete güven vermek için ortaya konmuştur. Bir parça geç kalmış
olmakla beraber şu suali sormak —«"bnriyetindeyim: Acaba hangi geçerli hadis
ırieemiM»-lan ve hangi hadis kitapları böyle uydurulmuş hadislerle doludur?
Muhtelif muhaddlisler, hadis kitaplarını tedvin etmiş olmalarına rağmen, kendi
imkânlarının son haddine kadar ince eleyip sık dokumuşlar ve şu nokta üzerinde
ittifak bitmişlerdir: îtimad edilir ve güvenilir Hadisleri bir araya
getirsinler ve itünad edilecek şekle koysunlar
Bu hususta Sihah-i
Sitte (Altı had'is kitabı) ve Mu-vatta'ın ilmî seviyesi o kadar yüksektir ki,
ilim erbabı ittifakla bu kitaplara istinad eder ve onları her hususta baş
vurulacak, şaşmaz ve kiymetli bir mehaz olarak bilirler. ~
Yine br parça geç ojsa
dahi şunu da söyliydim ki, bütün Hadis mecmualarına bir kaç tane uydurma hadis
g'rmjş olduğunu farzetsek bile düşünülecek şey Fazılı Muhteremin işaret buyurdukları,
o koca koca kitaplar bunların hangileridir? Halbuki o *koca kitapların mevzuun
şudur: Hangi hadisler ne şekilde uydurulup ortaya atüır? Kimler hadis
uydururlar? Hadüs uydumcusu yalan cı (kezzab) raviier kimlerdir? Uydurma
Hadisler nerelere girebilmişlerdir? Hangi kitaplardaki hangi hadisitere itibar
edilemez? Hangi ravilere itimad ederiz ve hangilerine itibar edemeyiz? «Uydurma» hadisi'eri «Sahih» hadislerden nasü
ayırabiliriz? Rivayetlerin doğrulukları, zayıflıkları ve sakatlıkları ve
saireyi nasıl tahkik ederiz? O koca kitaplar vasıtasiyle uydurma Hadisleri ayıklamakla biz öy;e b'r
emniyet kesbetmiş oluruz ki, sanki
hırsızlık yapan hırsızları yakalamış, çalman- malları onların elinden tekrar
almış ve kendilerini de hapishaneye tıkmış gibi oluruz. Nasıl ki, çaimmış
mallar ele geçtikten ssnra bunların
sah'plerini bulmak için hususî
bir usulün konduğu g'bi, ilerde de yapılacak hırsızlıkların yine bu usulle keşfedilmesi sağlanmıştır, îşte Hadîsler d'e bu şekilde
ayıklanıp uydurmaları bir tarafa bırakılmıştır.
Fakat hayret edilecek
nokta şurasıdır ki, her nasılsa bir kere hırsızlığın vukubulması,
emniyetsizliğe sebep olur. Bu emniyetsizlik de her zaman ve her yer için olamaz.
Elbette ki, tedbir alındığı zaman böyle bir emniyetsizlik mevzu bahs edilemez.
Şüphesiz ki, bu gibi uydurmalar güveni sarsmış olacaktır. Fakat yaşayışın her
ye-r'nde ve her sahasında güvensiz olamayız. Eğer böyle olmasaydı ve hırsızlar yakalanıp
tedbir aima imkânı bu-lunmasaydı biz dünyanın neresinde rahat barınabilirdik?
Şima'i nasü olur da, muhterem yargıç hazretleri, bir hırsızlık vaVası olmuş,
failleri yakalanmış olmasına rağmen,
sırf hırsızlık olmuş diye artık emniyet kalmadığı iddiasında bulunabilirler?
Nasıl olur da fazüı
muhteremleri, Sünnet hakkında böyle ilmî bir emniyet tedbiri varken güven
sahibi olmak istemezler? Ve hele bu tedbirler hırsızlığa imkân verilmeyecek
bir tarzda olunca halâ güvensiziiık iddiasında nasü söz sahibi olurlar? [165]
Fazh muhteremleri,
mektuplarının sonunda şu fikrî ileri sürüyorlar:
«Bendeniz, bu hususta
ifrat ve tefrit ola'uğuna kani değilim. Sünen-i Mütevaris (Anane Üe gelen
Sünnetiter) yaai İbadetlere meselâ : Namaza, oruca, veya menaeik-i Hacca ve
saireye ait sünnetler - uydurmalarla karışmamış ve mahfuz kalmıştır. Fakat
diğer hususlara ait Hadislerin, hadis rivayetleri ile birlikte dirayet (görgü)
üzerine de kurulmaları ieabederken, böyle olmadıklarından onların hüccet
olduklarını kabul edebilmek için târihi tenkide taraftarız.» diyorlar.
Bu mesele bir hadde
kadar doğru bir noktayı nazardır. Fakat bu noktada da bazı hususlar vardır ki,
ben zatı muhteremi b'r parça daha fazla düşünmeğe ve tetkik etmeğe davet
ederim, thtiyaç hissettifclerâ tarihî ten-kidleri, daha önce Hadis ilmi
âlimleri yapmışlardır. Buna aa Hadis İmi denmiştir. Hadis ilmi demek, bu tarihî
tenkidin başka bir ismidir. Islâmın ilk yüz yınndan bu güne kadar bu ilim
hususunda o kadar tenkidler ve incelemeler yapılmıştır ki, herhangi bir fakih
veya muhad-d'is âe §u meseleye — ister ibadetlerde olsun, ister muamelatta
olsun veya hangi meselelerde olursa olsun, — Resulü Ekrem saUallahû aleyh ve
selleme isnad ettirilmiş bulunan herhangi bir rivayeti tenkadsiz ve tahklksiz
hüccet orarak kabul etmeğe hazır olmamışlardır. Bu ilim, hakikatte tarihî
tenkid ve tahkik'n en iyi örneğidir. Modern zamandaki tarihî tenkid metodunun
en iyinnin de îyisidir. Bundan daha iyi tenkid ve tahkik etmek 's^Û&r
<$a yoktur. Bunun üzerine/.herhangi bir ilerleme ve ileri gitme (improvement)
yapmak imkânı da kalmamıştır. Belki bunu da söyleyebiliriz ki, Hadis
âlimlerinin- tenkid ve tahkik usulleri öyle incelikler ve öyle kılı kırk yarma
seklinde olmuştur ki, zamanımızda bile tarihî tenkidci-lerin zihinlerine. b'le
sığamıyacak kadar ileri gidilmiştir.
Bu mevzuda şu gerçeği
de korkmadan ve çekinmeden söyüyebüiriz ki, dünyada yalnız ve sadece Hazretti
Muhammed Sallallahu aleyhi ve sellemin Sünnet ve Siy-ret ve O'nun devrinin
tarihî vak'aları kadar hiç bir kim-sen'n hattı hareketi incelenmiş ve hiç bir
kimsenin hayatı nazarı dikkate alınmış ve hiç bir kimsenin yaşayışı üzerinde
durulmuş değildir. Hiç kimsenin ne haatı ne de Siyret ve Sünneti, Zatı
saadetlerinki gibî böyle muhad-disler tarafından olduğu gibi incelenip sık
dokunarak tah kik ve tenkid edilmiştir. Hatta bugüne kadar dünyada hiç b'r
kimsenin, hiç bir tarihî devrin bu kadar ince noktaları mahfuz kalmamış ve
üzerinde titizlikle de durulmamıştır. Bunu kabul etmek de tarihî bir
zarurettir.
Bence üzülecek bir
nokta daha vardır ki, bizim şu yeni zamanımızın ilim ehli, bu iîmî gerçekleri
inceliyerek mütalâa etmemektedirler. Bu zümre, eski. devrin il'im ehlinin
görüşleri ve onların beyan uslûfcund'an mahrum bulunmaktadırlar. Yoksa şurası
da anlaşılmış olurdu ki, Hadis' ilminde sakat hadisleri ayıklamak, tarihî
tenkidin ik'nci isminden başka bir şey olmadığı gibi hem de en mükemmelidir.
Biz şunu da
söyliyebiliriz ki, ıslah etmek ve ileriietmek için yine de kapılar kapanmış
değildir. Kimse de kalkıp iddia edemez :ki, Muhaddislerin sakat hadisleri
ayıkhyarak
tertipledikleri şekil son şekiîdir ve bundan sonra artık bir şey yapılamaz.
Günümüzde de herhangi
bir arimse çıkıp da Hadîs ilmine vâkıf olduğunu ortaya konsa ve gerçekten de bu
ilme vukuf kesbetmig ibuhmursa, aynı usullerle ve yahut da daha başka usullerle
Hadislerin uydurulmuş olanlarını sahihlerinden ayıklamak yolunda incelemelerde
bulunabilir.
Resulullahm hakikî Sünneti
olan şeyler bir tarafa bırakılıp da, uydurulan şeyler Zatı Saadetlerine isnat
ettirilmesini nasıl istenrş olabiliriz? [166]
Ahad'is-i Şerife okunurken,
rivayetlerin yanı başında dirayet (görgü) den de bahis geçer. Muhterem mektup
yazan, bu hususa da temas etmiştir. Bu mevzu mut-tafıkun aleyh bir şeydir.
«D'rayet» (Görgü) mefhumunda usul ve husus noktalarından, muhaddisler ve
fukahâ-nın arasında ihtilaflar olmakla beraber, bu kelimenin mefhumunda, hemen
hemen ihtilâf yoktur. Bu ıstılah, Sahabiler devrinden günümüze kadar süregelmiş
ve kullanılmıştır. Elbette ki, bu hususta da şu meseleyi göz-onünde
bulundurmak isteriz k;. — ben de ümid ediyorum ki, benimle muhterem mektup
yazarı arasmda da bu ıstılahın mefhumunda bir ihtilaf olmasın — dirayet o kimseler
için itibar edilir ki, onlar Kur'ann Kerm, Hadis-H Şerif ve tsîâmî fıkıh mütalâası
ve tahkikinde ömürlerinin büyük bir kısmını sarfetmîş olsunlar. Uzun ve çetin
tecrübelere gir'şip mümarese kesbdtsinJer. Basirete ve tahkike erişsinler,
tslâmî düşünce-nizamı ve çalışma Ölçüsünün nazariyelerine vukuf kesbetsinler.
Ancak îslâ-mî usul ve kaideler hususunda söz sahibi olacak ilim erbabını bu
saydığımız vasıflar içinde kabui edebiliriz. Aksi takdirde başka ölçülere
itibar edemeyiz. Şüphesiz W, akK delillerin üzerinde durmak için. de bizi
herhangi &r şey, alıkoyamaz. Ve kimsenin de dilini tutamayız. Fakat ne
olursa olsun, tslâmî ilimiierde bilg'siz bulunan i, hoşlarına giden bir Hadisi
kabul eder, hoşlarina gitmeyen diğer bir Hadisi d!e reddederlerse, bu da bizim
iç n ölçü olamaz. Yahut da lalamdan başka herhangi bir gayrı - islâmî fikir nizamı
iıe ve gayrı - islâmî düşünce ile terbiye görmüş olan zevatı kiramdan biri,
kal-kip da gayrı - slâmî ölçü ile Hadislerin üzerinde durup bunların bazılarını
red ve bazılarını da kabul ederse, biz yine böyle bir ölçüyü nazarı itibara
alamayız. Müslüman milleti için, ne onların dirayetleri (görgüleri) kabul edilecek
bir şey olur ne de bu milletin içtimaî ruhunda, böyle şeylerle işleri aklen
hal ve fasl etmek doğru olur. îslâ-mm şaşmaz ölçüsüne göre, İslâm terbiyesi
görmüş bulunan akıl ile İslama ait mizacın ahenkli olması şarttır. Gayrı
islâmî akıl ve ecnebi mizaç ile ve yabancı usûl ile terbiye görmüş olanların bu
daire içinde herhangi bir hizmet ifa etmesi mümkün değildir. [167]
Sünneti ayırmak
hususunda muhterem mektup yazarı, Siinen-i Mütevaris (anane i±e gelen
sünnetler) yani ibadetlere ait sünnetler ve «diğer hususlara ait Hadis -ler»
demektedir. «Bunların birincilerinin mahfuz ve gü-venitir olduklarından,
ikincilerinin ise tenkid ve tahlriıke muhtaç bulunduklarından bahsetmektedir.
Bu hususta muhteıem mektup yazarı ile müttefik olmak bizim için zordur. Dış
görünüşe göre bu ayırmada şu nokta göz-önünde bulundurulmuştur: Nebî Sallallahû
aleyhi ve sel-îemin ibadetler hakkında göstermiş bulundukları yol ümmet
arasında amelî olarak yaygın haldedir; nesilden nesle uyulup gidilmektedir.
Bunun için de «mütevaris» Sünnetler mahfuz kalmıştır, diğeneri ise yani
muamelata ve yaşayışın diğer hususlarına ait olanlar veya Resulü Ekrem
sallallahû aleyhi ve sellsmin diğer hidayetleri, ameıî olarak yayılmamıştır;
bunlar üzerine de herhangi bir medenî ve muaşereti nizam kurulmamıştır;
iktsadî işlerde revaç bulmamıştır; adalet işlerinde dle ibudlar üzerine hükümler
verilmemiştir; bu hususlar ancak, dağınık kimselerin hafızalarında kalmış
dağınık rivayetler halindîe rivayet edilmiştir. Bu sebeplerden dolayı bu gibi
hususlar inceden inceye tetkik edildikten sonra itibar edilefei-lit1.»
demektedir.
Muhterem mektup
yazarı, bu şekilde tahkikden başka bü şey düşünmüyorlarsa, beni yanlış
anlayıştan kurtarmakla kendilerine minnettar etmiş oluyorlar. Fakat
düşünceleri bunun dışında ise, o zaman arz edeyim kâ, bu da Sünnet tarihinin
hakikati haline mutabık değildir.
Asıl hakikat şudur k1,
Nebî sallallahû aleyhi ve sel-lem, kendi devri saadetlerinde müslümanlar için
sadece bir vaiz, bir mürşit ve bir tarikat şeyhi değüdi. Belki amelî olarak,
islâmî cemaatın yani İslâm Ümmetinin lideri, önderi, rehberi, yol göstericisi,
âmiri, idarecisi, hâkimi, kanun vâzıı, terbiyecisi, muallimi idi. Her ne
şekilde olursa olsun, akîde ve düşünceden tutun da ameli yaşayışın bütün
noktalarına ikadar, islâm camiasını kuran yâlnız Zatı Saadetleridir. Zatı
Saadetlerinin bildirdikleri, Öğrettikleri, kararlaştırdıkları usuller ve yollar
üzerine, siam camiası teşekkül etmiş bulunuyor. Zatı Saadetlerinin
öğrettikleri yalnız namaza, oruca ve menasıki hac gibi işlere inhisar etmesine
imkân olamaz. Yalnız ibadetlere müteallik işlerle iktifa edilmesini düşünmek
islâmın -dünya çapındaki inkılâbını görmemezlikten başka bir şey değildir.
Belki hakikat tamamen
başkadır. Zatı Saadetlerinin öğrettikleri namaz yayılmış, derhal mescidlerde ve
camilerde cemaat teşekkül edip, bunu ayakta tutmuşlardır. Yine aynı şekilde,
evlenmek, aile kurmak, talâk, miras hususlarına
ait Zatı Saadetlerinin mukarrer kıldıkları kanunlara,, derhal müslüman aileler
uyarak, işlerini bu kanunlar üzerine tanzim etmek yolunu tutmuşlardır. Alış
verişte de, Zatı Risaletpanahüerinin kararlaştırdıkları kanun ve nizamlar,
çarşı, pazarda revaç bulmuş ve herkes tarafından benimsenmiştir. Adîî idlerde
ve ihtilafların hal ve faslında Zatı Saadetleri ne yapmışlarsa, hemen
memleketin temel kanunu haline gelmiştir. Muharebelerde ve dış devletlere
karşı yapılan muamelelerde, Zatı Saadetlerinin düşmanlara karşı tuttukları
hattı harekete uyulmuştur. Fethedilen ülikelerin halkma ye işgal edilen
araziye ait hususlarda doğrudan doğruya sünnet tatbik edilmiştir. Hülâsa bütün
îslâmî yaşayışta ve hayatın her şubesine ait işlerde daima sünnetin kaim olduğu
görülmüştür1. Zatı Saadetleri, bu Sünneti ya kendi devirlerinde tamamen kaim
kılmışlar, yahut da kendilerinden sonra bu Sünnet üzerine kararlar
verilmiştir. Buna göre, Zatı Risaletpenahilerinin sünneti tslâmm ayrılmaz bir
cüz'ü olduğu şüpheden uzak bir gerçektir. Çünkü Zatı Saadetleri, kendi
sünnetlerini İslama bir cüz' yapmışlardır.
îşte Sünnet diye
bilinen bu malum ve tarif edilmiş, örf ve âdetler ki, camiden başlayıp da çarşı
pazar, adalet ve hükümet daireleri, milletlerarası siyasete kadar müsiümanların
içtimaî yaşayışlarının bütün şubelerinde Zatı Saadetlerinin amelî olarak
başladıkları işler kendilerinden sonra Hülefa-i Raşidin tarafından devam
ettirilmiş ve zamanımıza kadar da içtimaî hususlarda süre getirilmiştir. Son
asra kadar d!a bu hususlarda hiç bir kesinti olmadan, zincirleme sürüp
gelmiştir. Sonra kesinti olmuşsa da bu kesinti ancak, hükümet, adalet ve umumî
kanunlarda ve idarî işlerde vuku bulmuştur ki, bu vuku bulma da bu işleri karma
karışık bir hale getirmiş, içinden çıkılmaz bir şekle koymuştur.
Eğer zatı âlileri (mektup
yazan zat) mütevaris sünnetlerin mahfuz kaldıklarına kail iseler,, ki, bunlar
iba-dat ve muamelata aittirler ve bu şekilde maruf ve mutaaref Sünnetlere
Mütevaris Sünnetler deniyor. Bu hususlarda bir tarafda istinacüı hadisler,
diğer taraftan da ümmet arasında tevatür-ü amel vardır. Buniarın ikisi de
birbirîerine mutabıktırlar. Bunlara Mlüsjlüinaniartn difc-katsizliklerinden
herhangi bir karışıklık, arttırma ve eksiltmeler girmemiştir. Ümmetin uleması
da kendi devirlerinde her zaman «bid'at» ler üzerinde titizlikle durrmış-îar
ve bid'atleri ayırmak için çareler bulmuşlardır. Hemen hemen de her bidat'ın
muayyen bir tarihi vardır. Bu da Nebî sallallahû aleyhi ve sellem zamanından
beri sünnetler meyamna sokulmak imkânını göstermiş ve her zaman da
ayıklanmıştır. Müslümanlar da bu bid'atleri, mutaaref ve hakikî sünnetlerden
ayıklamakta pek de zorluk çekmemişlerdir.
[168]
Malum ve mutaaref
Sünnetlerden başka bir kısım Sünnetler de vardır ki, bu Sünnetler Zata
Risaletpenatıi-lerinin saadet devrinde şöhret bulmamış ve umumî olarak revaç
görmemiştir. Bunlar muhtelif zamanlar, muhtelif vesilelerle münferid ahvalde
Zatı Saadetlerinin işler ha;kkında vermiş oldukları hükümlerle, bazı mevzularda
hâl ve fasl işleri, bazı hidayetler, bazı emirler ve nehiy-ler, takrirler ve
icazetler (müsaadeler), yahut da hususî şahıslara amelî olarak gösterip
duyurdukları mevzulardır ki, herkes bunlara vâkıf değildi. Ancak bazı muayyen
kimseler bunları biliyorlardı. Ümmet efrad^ arasında, bunları toplama işi de
Zatı Saadetlerinin vefatlarını müteakip başlamıştır. Nitekim, o zamandan beri
Halifeler, idareciler, âmirler, hâkimler,
kadı ve yargıçlar, müftüler, hatta avam haîk da kendi işlerinin muhiti icabı,
bir çok meselelerle karşılaşıyorlardı. Bu meseleleri nasıl hal ve fasl
edecekleri hakkında kendi düşüncelerine baş vurmadan, Zatı Saadetleri, acaba
ibu işler hakkında ne gibi hüküm vermiş olduğunu araştirıyorlardl Böyle bir
emir ve hüküm varsa ona göre hareket ediyorlardı. E^er o mevzuda bir hüküm
yoksa o zaman diğer çarelere baş vuruluyordu.
Bu şekilde, Sünnet
arama işi başladı ve bu bir ilim halini aldı. Bu defa, acaba kimler sünnet
hakkında bir şeyler biliyor diye araştırıldı. Böyle bir bilgisi olan kimseler
de bu bilgilerini diğerlerine duyurmak ve başkalarını haberdar etmeği
kendüerine bir vazife büdiler. îşte bu safha, Hadis rivayetinin başlangıcını
teşkil etti. Hicretin 11 inci senesinden itibaren, şurada burada dağınık
halelle bulunan Hadisler toplandı. Bİr araya getirüLdû Mevzuları
tertipleyenler, bunların üzerinde 6 kadar titizlikle durdular ki, her türlü
karışıklıklardan korunmasına azamî dikkat sarfedildi. Nitekim bir hakkı ispat
yahut da batıl eden herhangi bir sünnet veya helâl ve harama ait bulunan,
yahut da birisinin ceza görüp görmemesine ait, hülâsa bütün ahkâm ve kanunlar
Sünnetlerin üzerine tedvin edildi. Bu müeyyideler hususund'a hükümetler,
adalet makamları, fetva daireleri, o kadar titizlikle durdular ki, her kim,
kalkıp da «Zatı Saadetleri şöyle buyurdu (Kale'n - Nebiyyü Sallallahû aleyhi
ve sel-iem)» dedi mi hemen hâkim, kadı veya müftü onun sözüne itibar eder ve
derİial bu mübarek sözlere göre hüküm verirdi. Bu defa Sünnetler üzerinde daha
da titizlikle dururlardı. Ahkama ait olan Sünnetlerde inceden inceye
tetkikler ve tenkidler yapıldı. Rivayetler zincirine dikbt ediâdi. Dirayetlerle
rivayetler arasında da tetkikler başladı. Bütün bunlar yapıldıktan ve bütün maddî deliller
toplandıktan sonra incelemelere girişildi. Ya rivayetler sağlam buiunup kabul
edildi. Yahut da rivayet sahiplerinin vaziyetleri şüpheli görülerek kabul
edilmedi. Bu safhadan sonra da, Sünnete ait rivayetlerin kabul edilip veya
kabul edilmemek hususunda konuian kaide .ve ölçüler, bu mevzuda çalışan bütün
ilim çevrelerince kabul edildi.
Bu Sünnetlerin çoğu
hakkında ulemâ, fukahâ ve mu-haddisinin büyük bir zümresi müttefikdirler. Bir
kısmı da ihtilaflıdır. Bazılarının Sünnet olarak kabul ettiğini, bazıları kabul
etmezler. Bu ^ihtilaflar hakkında yüzlerce ulemâ arasında, asırlarca Önceden
.başlayan ilmî tenkidler son derece geniş tutulmuş ve bu hususta her türlü
onktayı nazar istidlal edilerek kararlar verilmiştir. İstidlallerin esasları
ve mesnedleri de fıkıh ve hadis kitaplarında kayıtlıdır. Bugün artık herhangi
bir ilim sahibi için, bir mevzunun Sünnet olup olmadığı hakkında karar
verebilmesi de bu istidlaller tahtında pek zor bir iş değildir.
Buna göre, Sünnetin isminden
ürküp çekinme sebebinin neye istinad ettiğini bir türlü anlıyarruyorum. Elbette
ki, bu ilim üzerinde vukuf sahibi olmayan zümreler ve bu ilimden uzak bulunan
kimseler, Hadisler arasında ihtilaf vardır diye duydukları zaman ürpermeğe .
başlıyorlarsa haklı değillerdir. [169]
Bu hususta şu meseleyi
de iyice anlatmak isteriz ki,. Hadisler meyanmda «Aıhlkânı» ihtiva etmeyenler
<îe vardır. Bunlar sadece tarihî Hadisler yahut da zamanın kargaşalıklarını
anlatan veya insan ahlâkını tedavi eden ilâç mahiyetindekilerle, men&kıb,
fezaü ve bu gibi işlere taalluk edenlerdir Bunların üzerinde fazla inceleme yapmaya
ve ahkâm ihtiva eden Sünnetler gibi kılı kırk yarmak için ter dökmeğe lüzum
yoktur. Bunun için bu mev-zulardaki Hadisler ancak rivayet hükmünü taşır ve
rivayet kiymetini haiz olurlar.
Fakat ahkâm ihtiva
eden Sünnetler böyle değildir. Ahkâma ait Sünnetler, asılsız ve uydurma yahut
da yalan rivayetlerden tamamen temizlenmiş bulunmalıdır. Bunları rivayet eden
râvilerin rivayetlerinde zayıf haberler mevcud olabilir. Fakat'mevzu yani
uydurma olanları ayıklama işleri pek kolay olmamıştır. Zayıf haberleri de
yine Fıkıh mektepleri (mezahip) çok kere kabul et-mişıerâür. Çünkü bu haberler
ve Hadisler Kur'an-ı Kerimin hükmüne uymaktadırlar. Bunun içinmutearref Sünnetlerde
rivayetlerin zayıf olması nazarı itibara alınim-yarak, dirayetler kuvvetli
olduğundan bu gibi Sünnetlere itibar edilir. Dirayetin de kuvvetli oluşu,
rivayetin sahih olduğuna delil teşkil eder.
Muhterem mektup
sahibine kısaca yapmış olduğum bu uyarma ve açıklama şu sebebi hedef
edinmektedir: Bu yazalar alelade halk tabakasından biri tarafından kaleme
alınmamıştır. Bilâkis bu kalem sahibi memleketimizin Yüksek Mahkemelerinin bir
hâkimi ve bir yargıcıdır. Bu durumda bulunan büyüklerin, Sünneûn şerl ve
kanunî hususiyetine ait bu şekilde zayıf tarafları olursa, bu kabil mevki
sahiplerinden, beklenilmeyen bir hayli hareketler doğabilir. Adliyenin bazı
ileri gelen zevata da Sünnete ait bu gibi, üinı dışı düşüncelere kapılmışlardır
ki, bu durum sahih ve Ümî noktayı nazara muvafık değildir. Bu yanlış
anlayışlardîan dolayı ben de istedim 'ki. bu meselelerin gerçek mahiyetini gün
ışığına çıkarayım. Bu açıklama şüphesiz ki, yalnız muhterem, mektup yazarının
şahsına münhasır olmayıp, diğer bütün adlî mercilerde bıuunan hâkimlerimizin
dikkatlini celbetrnek içindir. Biz kendi Adliyemizi, islâmm mukayese kabul
etmeyen üstün ve ulvî hukuk bilgileri ile mücehhez görmek
istiyoruz. [170]
1952 senesi Kasım
ayının 24 ünde Karaçi'de baro birliği başkanı, Mevlâna Ebu'l A'lâ Mevdûdi'yi
Islâmî Anayasa mevzuu hakkındaki toplantıda, konferans vermek için cjavet
etmişti- lîu toplantıdan maksad, münevver zümreye, adlî çevrelere ve bilhassa
genç. hukukçulara Islâmî Anayasa bahsinde doğru bilgiler vermek ve aynı
zamanda zihinlerdeki menfî anlayışları bertaraf etmekti. O zaman memleket,
tarihi ve mühim günler geçiriyordu Memleketin her tarafımla Islânıî Anayasanın
bir an önce yapılması isteniyordu. Bunun için her tarafta mîlletin sıesi
yükseliyordu. Kasım 1952 senesi Nazimuddin'in raporu ileri sürüldü. Fakat
tıalkın isteği üzerine bu raporun icra edilmesi bir ay kadar gecikti. Tabiî
olarak, Avrupa usulü île yetişmiş ve Avrupada eğitim görmüş kimselerin zihnini
bu hususta bir çok sualler kurcalıyordu. Bunlara cevap vermek zarureti
vardı. '
Mevlâna Mevdûdî bu,
toplantılara iştirak etti. Bu suallerin cevaplarını mükemmel bir şekilde ortaya
koydu. Müzakerenin başlangıcında, Mevlânâ Mevdûdî bir takrir ile, tslânıî
hükümetin ve Islânıî Anayasanın esaslarına ait plânı ilmî bîr vukufla açıkta
diktan sonra, buhusnsta kendisine birkaç saat, sual tevcih edildi. Mevlânâ da
bu sualleri gayet parlak bir şekilde cevaplandırdı.
Mevlâna'nın n sağıdaki satırları
Islânıî Hükûmet'in esaslarını aydınlatan beyanlan ihtiva eder. (Hazırlayıcı)
[171]
İlk önce, Anayasa ve
hükümetin birkaç mühim ve esasa ait meseleleri üzerinde durmak isteriz. Kısaca
şunu söylemek isterim ki, îslâmın aslî mehazlarında acaba elimimde ne gibi
kaideler bulunmaktadır? Buradan da îslâ-mın Anayasasına ait meseleler
üzerindeki ölçüler amaşı-hr. îslâm bu hususta ne gibi noktalar üzerinde durmuş
ve neler üzerinde durmamıştır. Onun yapmak istediği şeyler sadece tavsiyeden
ibaret midir? Yoksa kat'î ah-kâmmıdır ki, bunları biz müslümanlar, kabul etmek
zorunda olup reddedemeyiz. Bu meyanda Islâmî Anayasa hususunu ele alarak dokuz
esas mesele üzerinde konuşacağız.
1. Bu mevzuda karşımıza İlk çıkacak olan sual
şu dur: Hâkimiyet kimin hakkıdır? Herhangi bir hükümdarın mı, herhangi bir
zümrenin mi, yahut da bütün bir milletin mi, ve yahut da Hak Taalanın
mı?
2. İkinci sual
: Hükümetin çalışma dairesinin hıi-dWu nedir? Ne dereceye kadar ve hangi
hudud dairesinde hükümet itaat edilmeğe hak iktisab eder ve nerelerde ve hangi
şartlar dahilinde bu hak ortadan kalkar
3. Üçüncü ve esasa ait sual Anayasa
hakkındadır: Hükümetin muhtelif organları (Organ of the state) yani icra kuvvet
: (Executive), Adliye: (Judiciary) ve kanun yapma. (Legistatiutre)
ün ayrı ayrı çalışma sahaları nelerden ibarettir? Bunlardan her biri ayn ayrı
ne gibi vazifeler ifa ederler. Bu vazifelerin ölçüleri nelerden ibarettir? Ve
bunların birbirleriyle alâka dereceleri ne nis-bettedir?
4. Dördüncü
mühim sual de şudur
: Hükümetin varlığından maksad
nedir? Hükümet hangi maksadlar
için kurulur ve hangi
maksadlar için çalışır ve ayakta tutunmak için hangi esaslara iktiran etmesi
lâzımdır?
5. Beşinci
sual : Hükümet kendi nizamını yür itmek için (icra Vekilleri Heyetini) ne
şekilde teşekkül ettiriır?
6. Altıncı sual : Hükümet nizamini yürütenler ve
devamını sağlayanlaçın ne gibi vasıflarda (qualifica-tions) olmaları icatbf&er?.
Hangi zümre veya ne gibi kimseler bu mevkilerde vazife alabilirler? Ve hangi
vasıftaki kimseler bu gibi işreri yürütmek ehliyetinde ve kabiliye-tindedirler?
7. Yedinci
sual : Anayasada vatandaşlığın temelleri ve esaslarının nelerden ibaret
olduğudur? Hangi kimseler bu hükümetin medenî vatandaşları olabilirler ve hangi zümreler olamazlar?
8. Sekizinci sual : Medeni haklara mâlik olan vatandaşların
veya ülke içihd'e yaşayan zümrelerin esas hak ve hukukları-nelerdir?
9. Dokuzuncu sual : Hemşeriler, vatandaşlar ve
ülkede yaşayan diğer zümreler üzerinde hükümetin ne gibi hakları vardır ve bu
haklar nelerdir?
Her Anayasada bu esas hak ve
temel hususiyetler gözönünde bulundurulur. Şimdi bakalım, İslâm bu suallere
nasıl ve ne gibi cevaplar vermiştir? [172]
İlk Önce şu sualin
üzerinde duralım: Islâmî hükümetin Anayasasında. «Hâkimiyet» hakkı kime
verilmiştir?
Kur'an-ı Kerim, bu sualin
cevabını bize açık wq kesin olarak vermiştir. Her manada ve her şekilde hâkimiyet
Âllahu Taalânındır. Bunun içindir ki,
hakikaten hakikî ve mutlak hâkim Hak Taalâdır. Islâmda Hak Ta-alânm
hâkimi alâ olduğuna inanmak zarureti vardır. Bu jnese.eyi, bir kimse iyiden
iyiye anladığı zaman şunu da kavramış olacaktır: ilk önce hâkimiyetin,
manasının ne demek olduğunu bilmek icabeder. [173]
Siyaset ilmindeki
ıstılahd'a bu kelime Eh Yüksek İktidar ve Mutlak İktidar anlamında kullanılır.
Herhangi bir kimse, yahut da bir topluluk veya bir idarenin başında bulunanın
hâkim olması ve hâkimiyeti elinde tutmasından maksad şudur: Onun her hükmü
kanun mahiyetini taşır ve kanun olur. Böyle bir kimse, hükümetin ülkesinde
yaşayan fertlerin üzerinde hükümlerini yürütür ve hudutsuz ihtiyarat ve
salâhiyet sahibi olur. îdare edilenler de böyle bir kimseye kayıtsız şartsız
itaat etmeğe mecbur olurlar. Bu kayıtsız şartsız itaat ister istekle olsun
ister isteksiz ve kerahetı'e olsun, kabul edilmelidir. Onun hükümranlık
salahiyetlerini ve onun ihti-yarâtım, kendi iradesi altında, hiç bir şey
hududlandır-maz ve kısamaz. Fertlerin de onun karşısında herhangi bir hakları
olamaz. Ferdlere verilmiş bulunan bir hak var ise, bu hak da ancak onun
tarafından verilmiş, olur. Böyle birisi isterse vermen bu hakları genişletir,
yahut da kısar veya tamamen ortadan kaldırabilir. Kanunî bir hak ortaya
çıkarsa, bu da ancak kanun koyan «şarî» (Lavv-giver) den gelmiş ve ortaya
çıkmış olacaktır. Buna göre bu şârf verilmiş olan bu hakkı almak isterse geri
alacak ve artık hiç bir hak da ortada kalmamış olacaktır ki, böyle bir hak
istenebilsin. Kanun da hâkimiyeti elde bulunduranın iradesinden çıktığına
göre, fertlerin ona itaat <?tmek zorunda bulunduklarına nazaran, tamamen ve
her şeyde onun isteği olacaktır: Hâkimiyeti elinde bulunduranı d'a herhangi
bir kanun müızem. kılmadığı iğin, böyle birisi tam manasiyle kendi zatında
Kaadir-i Mutlak'tır. Onun hükümleri hakkında, iyi veya kötü, sahih veya hata,
doğru veya yanlış diye sual sorulamaz. O ne yaparsa yapsın, hep iyidir. Onun
itaatma girmiş olanların, bu işlere fena demek hakları da yoktur. Onun
yaptıklarını da kabul etmemek olamaz. Bunun için, onun Sübbûh (Teşbih edilen)
Kuddûs (Mukaddes) ve hatad'an Münezzeh (Temiz, pâk) Olduğuna inanmak icabeder.
tster bu varlık böyle bir durumda olsun isterse olmasın, üzerinde durulmaz.
İşte bu, Kanunî Hâkimiyet
(Legal Sovercignty) düşüncesidir ki, kanun bilen bir kimse (Fakih : Jurist) bu
düşünceyi ileri sürer. Bundan daha az bir kudret veya imkâna da artık
«Hâkimiyet» denemez, bu isim verilemez. Fakat böyle bir «Hâkimiyet» bugün
artık farazi bir mefhum haline gelmiştir. O kadar küçülmüştür ki, hakikî bir
hakimiyet yahut da siyaset ilmi ıstiıahmda «siyasî hâkimiyet» : (Political
Sovereignty) bile kalmamıştır. Yani amelen bu iktidarın mâliki bulunan da
böyle, bir kanunî hâkimiyet tasallutuna uğramıştır. [174]
Şimdi ilk önce şu sual
ortaya çıkıyor: Böyle bir hâkimiyet hakikaten insanlık camiası içinde mevcut
mudur? Eğer bu şekilde bir hâkimiyet varsa, nerededir? Bu tarz bir hâkimiyeti
eldîe tutabilen kimdir ve nedir?
Niçin, herhangi bir
padişahlık (mutlakıyet) nizamında herhangi bir padişah böyle bir hâkimiyeti
elinde bulundurur? Yahut da niçin haç bir zaman ibuîundurmaz ve bulunduramaz?
Şimdi, 'herhangi bir diktatör yani mutlak müstebid bir hükümdarın durumunu ele
alalım. Böyle bir iktidarı tahlil ederek ve üzerind'e durup çeşitli cephelerden
incelediğimiz takdirde, görülecektir ki, bu idarecinin salahiyet ve
ihtiyaratını bir çok haricî sebepler kısmıştır. Bunlar onun iradesine tabi
değillerdir.
Ve sonra herhangi bir
Cumhuriyet nizammda herhangi muayyen bir hususta parmak kaldıranların gerçekten
bir hâkimiyetleri var mıdır? Bu mevkide bulunan kimselerin de hâkimiyet düye
ortaya attıkları şeyleri incelediğimiz zaman, görülecektir ki, bu zahirî
mutlak ih-tiyaratm arkasında esas iktidarı elinde bulunduran başka kuvvetler
de vardır.
İşte bu sebeplerden
dolayıdır ki, siyaset ilminin ileri gelenleri, Hâkimiyet nazariyesini açık bir
şekilde ortaya atmak istedikleri zaman, insanlık camiasının geniş dairesi
içinde, bu mevzunun tam mefhumunu aramak için çırpınıp dururlar. Neticede de
birşey elde edemez olurlar. Bu maksatî'a yapılan fikir elbisesi hiçbir vücuda
yakışmaz ve bu giyim de hiç bir bedene uymaz.
Bunun için insanhk
dairesinde, hatta bütün mahlû-kat arasında bu elbisenin ve bu giyimin
uyabileceği bir vücud ve beden bulunmaz. Ancak... Bu hakikati Kur'an-ı Kerim,
mutaaddit yerlerde tekrar tekrar ortaya koymuştur ki, hakild hâkimiyeti elinde
bulunduran yalnız ve mahzâ Allahu Taaladır. Ancak ve yalnız O, mutlak ihtiyar
sahibidir.
Fa'lün li mâ yüriyd :
(İstediğini yapan) dır [175]
Ancak O, gayrı mes'ul ve her ne yapmışsa veya etmişse soru sorulmaktan
münezzehtir. Hiç kimseye cevap vermek zorunda da değildir
Lâ yüs'elü am-mâ
yefalü : (Ne ettğinden sual sorulmaz) [176].
Tam iktidarın mâliki de yine O'dur.
«Bi yedıîhi melekûtu
külli şey'in : (Hsrşeyin iktidarı O'nun elindedir.)[177] O,
öyle bir varlıktır ki, onun inti-yârâtını hiç bir kuvvet ve kudret kısamaz ve
hudutlandıramaz.
«Ve hüve yüciyrü ve lâ
yııcâTÜ aievhi (O himayesi altına alır ve onu hiç bir şey himaye ed'emez) [178] O'nun
zatı herhangi bir hatâdan münezzeh ve pâk'dir.[179]
«El - melik el - kııddûsü's -
selâm u : (Hakiki padişah, mukaddes, pak varlık ve selâmetlik bağışlayandır.)
[180]
Şimdi ikinci sual
vârid oluyor. Hakikaten meselenin aslını bir tarafa bırakırsak eğer Hak Taalâ
herhangi başka bir kimseye hâkimiyet vasıflarından bazısını vermek isterse, o
zaman hakikatte Jrim bu hâkimiyet vasıflarını elde etmek hakkına mâliktir? Tâ
ki, onun'hükmü kanun olsun? Onun karşısmda başka bir kimsenin itiraz, etmek
hakkı olmasın. Ona kayıtsız ve şartsız itaat edilsin. Onun hükmüne karşı her
ne suretle olursa olsun iyic' veya fenadır denmeyip, doğrudur yahut yanlıştır
diye iddia edilmeyip, sorgu sual sorulmasın. Böyle bir hak ister herhangi ıbii*
şahsa verilsin, ister herhangi bir idare sistemine bahşedilsin, isterse .bîr
ülke halkının çoğunluğuna atâ kılınsın, kime verilirse verilsin, ne şekilde
olursa olsun, yine şu husus sorulabilir: Bu hak hangi esas üzerine verilmesi
gerekir? Bu meselenin sebebi nedir? Fertler böyle bir hüküm sahibi olmaya
nasıl hak kesbedeceklerdir? Bu sualin, en geniş şekline herhangi bir suretle
cevap verilmek istenirse, bu cevap şu olabilir: Halkın rızası, acaba bu
hâkimiyetin meşru olması için delil teşkil edebilir mi? Fakat nasıl olabilir
de böyle 1>ir şeye inanılır ve razı olunabilir? Herhangi bir şahıs, kendi
isteği ve kendi rızası ile, kendini kendi eliyle başka bir kimseye satıp,
kendini başka bir kimsenin malı kılabilir? Satın alan kimse de bu şahıs
üzerinde nasıl meşru bir mâ*-likiik ve sahiplik hakkını elde etmiş sayılabilir?
Eğer halkın bu
şekildeki rızası bu kabil bir mâliki-yet'ı haklı ve meşru kılmazsa, demek olur
ki, o zaman hangi yanlış anlayış üzerine, sadece çoğunluğun (Cumhur) un rızası
olmakla bir kimse hâkimiyet hakkını ele .geçirebilir?
Kur'an-ı Kerim açık ve
gayet belirli bir şekilde bildirmiştir ki, Allahu Taalânın mahlûklarının
üzerinde herhangi- başka bir mahlûkun hüküm sürmek hakkı yoktur. Hüküm sürmek
hakkı yalnız ve mahza Allahu Taa-lâmndır. Çünkü, Ailahu Taalâ, kendi
mahrukatının Hâ-Jiki'dir. Yaratmış olan
O'dur.
Eiâ lehü'l - halku
ve'l - emrü.
Dikkat, yaratmak da
emir de O'nundur, (Araf, 54)
Bu öyle makul bir meseledir
ki, halkın hiç bir ferdi "bunu inkâr edemez ve Allahu Taalâ'nm Hâlık
olduğuna itiraz edemez. O'nun Hâlikliğini herkes kabul eder. [181]
Şimdi üçüncü sual
ortaya çıkıyor ki, faraza halk ile "bâtıl arasında bahsedilirse, Hâkimiyet
mansıbının hangi insanî iktidara verilmesi gerekir. Ve insanlık camiası İçinde
hangileri bu iş için tercih ediıir? İnsan için — ister bu insan, bir fert
olsun, yahut da- bir zümre olsun, veya bir millet veya kavim topluluğu olsun,
ne olursa olsun — Hâkimiyet denilen nesne Öyle kolay kolay yenidir yutulur ve
hazmedilir şeylerden değildir ki, bunun üzerinde fertlerin hüküm yürütmeleri
hususunda hudutsuz salâhiyetleri ve ihtiyarâtı olabilsin. Onun karşısında da
hiç bir kimsenin söz söyiiyebilecek bir hakkı olmasın. Herhangi bir hüküm
vermekte ve işleri düzene koymakta, onun hatasız olduğu kabul edilsin. Bu
şekilde ihtiya-rât, herhangi bir insanın eline geçti mi zulmün ortada bulunması
da muhakkaktır. Bu zulüm, içtimaî ve muaşereti hususlarda da olabilir. Bu
hususların haricindeki meselelerde de yani devletin dış münasebetlerinde de olabilir.
Böyle bir zabtü rabtm fıtratının içinde fesadın bulunması muhakkaktır. Hiç bir
insanî yaşayışın da bu f^-saddan kurtulmasına imkân yoktur. Çünkü bu gib: hâkimiyetler
hakikî bir hâkimiyet değildir. Böyle hâkimiyetler hakikatte hâkimiyet hakkı olarak
elde edilmemiştir. Uydurma bir şekikfe hâkimiyet makamı elde edilkı-ce böyle
bir otorite makamının ihtiyarâtı da sahih, doğru ve meşru olamaz. Bu mühim
mesele, Kür'an-ı Kerim'-de şu lafızlarla beyan buyurulmuştur :
Allanın nazil kıldığı ile
hüküm vermeyen böyleleri. zâlimdirler. (El - Mâ'ide,
45) [182]
İslâm, bütün bu
sebeplerden dolayı, şu meseleyi kesin olarak ortaya koymuştur: Kanunî
hâkimiyet, hâkimiyet diye kabul edilen hakikî ve bütün kâinat üzerindeki
hâkimiyettir. Böyle olunca bu hâkimiyeti elinde bulunduran ortaksız ve
şeriksiz olarak insanlar üzerinde de hâkimiyete mâliktir. Bu husus, Kur'an-ı
Kerim'in müteaddit yerlerinde beyan buyrulmuştur. O kadar çok yerde beyan
edilmiştir ki, bunları tek tek saymak güçtür. O kadar kuvvetli bir şekilde
beyan edilmiştir ki, bundan daha kuvvetli bir beyan olamaz. Misal olarak bazı
yerlerdeki âyetleri nakledelim:
İşte hüküm yalnız A
Halın id ir ki, mâlız a kendisinden başkasına ibadet etmiyesiniz diye emir
vermiştir, İşte sağlam din d!e budur.
(Yusuf, 40) Başka bir
yerde :
Kabbınızdan size nazil
kılınmış bulunana tâbi olunuz, ve ondan başka kimseyi koruyucu edinip tâbi
olmayınız.
(A'raf, 3}
Diğer bir mahalde, Hak
Taalâ bu kanunî hâkimiyetten kaçınanı açık olarak kâfir tâbiri ile
vasıflandırmış-tır.
A Hal ı in nazil
kıldığı ile hüküm vermeyen böyleleri kâfirdirler. (El - Mâide, 44)
Bu âyet-i kerimeden apaçık
olarak anlaşılır ki, Allah Taalânın kanunî hâkimiyetini kabul etmenin İsmi iman
ve Islâmdır. Bunu kabul etmeyip reddedip inkâr eylemek de katiyyetle küfürdür. [183]
Dünya üzerinde Allah
Taalânın bu kanunî hâkimiyetinin mümessilleri de Enbiya (Peygamberler) aleyhi
se-lâm'dırlar. Yani, onların vasıtasiyle bize malûm olup, bizce anlaşılır ki,
bizim için Şârî (Kanun koyan) :
(LawGiver) ne gibi hükümler vermiş ve ne gibi kanunlar koymuştur ?
Bu kanunlar ve bu
Âükümler Enbiya vasıtaaiyle olunca islâm'da Allah Taalânm hükmü altında onlara
(Nebilere) kayıtsız şartsız itaat edilmesi hükmü verilmiştir. Kur'an-ı Kerimi
tetkik ettiğimiz zaman, görülecektir ki, Allah tarafından gelmiş "bulunan
Peygamberler bu hususu şu şekilde ilân etmişlerdir:
Fe'ttekûilahe ve
etîy'ûni : (Ali ah tan çekinin ve bana
itaat edin). [184]
Yine Kur'an-ı Kerim,
bu hususta kat'î ve açık olarak şu beyanda bulunmuştur:
Hiç bir Resul
göndermedik ki, ancak Allanın İzni ile kendisine itaat edile. (En - Nisa, 64)
Her kim, ResuPe itaat
etmiş olarsa elbette ki Allaha da itaat etmiştir. (En - Nisa, 80)
Hatta Kur'an-ı Kerim
daha da açık bir şekilde şu hususu ortaya koymuştur: İhtilaflı meselelerde
Resulün verdiği hükme kayıtsız şartsız tabi olup kabul etmedikçe bir kimse
müslüman olamaz.
. Hayır, senin Rabbına
and olsun İd, onlar aralarında çıkan anlaşmazlıkta Seni hakem kılmayıp verdiğin
hükümlere hiç bir şekilde sıkılmadan, sana tam bir itaatle bağlanmadıkça iman
etmiş olmayacaklar. (En - Nisa. 65)
Ve başka bir yerde
buyurulmuştur :
Ne bir mümin erkeğe,
ne de bir mümin kadına şu hak düşer ki, Allah ve O'nun Resulü bir işde duruşma
yapıp hüküm verirlerse, bu işde artık bir güne itiraz etmeyder. Her kim Allaha
ve O'nun Resulüne karşı gelirse elbette ki apaçık bir şekilde dalalete düşmüş
olur. (El - Ahzâb, 36)
Bunlardan sonra artık
.şüpheye bir mahal kalabilir mi? İslâmda kanunî hâkimiyet mahza ve kül olarak
Allanın ve O'nun izni ile de Resûlünündür. [185]
Bu mühim Anayasa
meseleleri halledildikten *sonra. şöyle bir sual ortada kalıyor. Bundan sonra
siyasî hâkimiyet (poiitical soverignty)
kimin olacaktır?
Bu sualin cevabı da şu
olabilir ve şu olmalıdır: Bu Allanın olmalıdır. Nitekim insanlar da bir
mümessil gibi siyasî iktidarı Allah Taalânm kanunî hakimiyetini nafiz (en
force) kılmakla ayakta tutabilirler. Bu şekilde dahi kanun ve siyaset
ıstılahında hâkimiyetin (Sove-reign) sahibi, olan kimseye dahi hakikî hâkimiyet
sahibi diyenıiyeceğiz. Gayet açıktır ki, kudret ve iktidar sahibi olmak kanunî
hâkimiyet demek değildir. Çünkü böyle bir iktidarın ihtiyarâtından daha
yukarıda, daha üstün bir kanun, onun ihtiyarâtını hudutlandırır. Ve onun
ayağını bağlar. Yahut d'a bu ihtiyaratı değiştirmek imkânı bırakmaz. O zaman
da iktidar sahibi bulunana da hâkimiyete sahiptir diyemeyiz. Şimdi bu vaziyette
bulunan bir kimseye sahih bir mefhum olarak ne diyebileceğiz? Bu sualin
cevabını da Kur'an-ı Kerimin kendisi halletmiş bulunuyor. Kur'an-ı Kerim bu
mefhumu «hilafet» lafzı ile beyan etmiştir. Yani ikti darı elinde tutan kimse
haddi zatında hâkimiyeti elinde tutmaz, hâkimiyeti elinde tutan Hâkimi A'lâya
niyabet eder. [186]
Bu niyabet lafzından
sizin zihinlerinize «Zilllullah» veya «Papalık» veyahut da «Padişahın tlâhî
hukuku» : (Divine Right of the King) girmemelidir. Kur'an'ın hükmüne göre
Allah Taalânın bu «niyabeti- makamı» herhangi bir ferd-i vahid, yahut herhangi
bir hanedan veya herhangi bir zümrenin hakkı değildir. Belki bu, bütün halkın
hakkıdır 'ki, bu halk Allanın Hâkimiyeti Mut-lakmı kabul etmişlerdir. Bu da
kendilerine Resul vası-tasiyle ulaştırılmıştır. Bunlar tiâhî Kanuna en yüksek
ve en
üstün kanun olarak inanmışlardır.
Sizin içinizden iman
edip de sâlih amel işlemi»? olan lara Allah
yeryüzünde halife kılacağını
vaadetmiştir.
(En -
Nûr, 55).
Bu mesele, Islâmî hilafeti,
kayserilik (imparatorluk), papalık ve Avrupai tasavvurdan alınmış olan dinî
hükümet (Theocracy) nin tam aksine bir Cumhuriyet kılmıştır. Bu büyük fark
olmasına rağmen, Avrupa hatkmırı Cumhuriyet diye isim taktıkları şeyle-halk
hakimiyet ni ederinde tuttuklarını iddia ederler. Biz müslümanlar da Cumhuriyet
dediğimiz zaman — bizim Cumhuriyet dediğimiz Cumhuriyette de — halk yani
Cumhur-i Ha-k (Halkın hepsinin topluluğu) ancak sadece hilafeti ellerinde
tutarlar. Hükümet nizamını yürütmek için Avrupalıların Cumhuriyetinde, umumî
rey verenlerin v? oy sahiplerinin reyieriyle hükümet kurulur, değiştirilir ve
yürütülür. Bizim Cumhuriyetimizde ise bu husus yine böyledir. Şu farkla ki,
onların düşüncelerine göre Cumhuriyet hükümeti, hâkimi mutlak ve muhtarı
mutlaktır. Biz;m düşüncemize göre ise, Cumhuriyet h1 laf e ti, Allah Taalâ'nın
kanunlarına bağlıdır. Hakimi mutlak değildir. [187]
Bu şekilde Hilâfetin
teşrihinden sonra şu mesele de kendiliğinden halledilmiş olacaktır: İslâm
Anayasasına göre hükümetin çalışma sahasının hududu nedir? Madem ki bu hükümet
Allah hilâfetidir ve Allah Taalânın kanunî hâkimiyetini kabul ediyor, o zaman
n<* de olsa böyle bir hükümetin ihtiyârat dairesini de Allah Taalâ muayyen
bir hudud dairesinde tahdid etmiş olması da kararlaştırılmış olacaktır.
Hükümet ne yaparsa ve ne ederse ve nasıl çalışırsa çalışsın hep bu hududun
dahilinde olacak ve bu hududu tecavüz etmeğe kanunen ve Anayasa gereğince
müsaadeli olmayacaktır. Bu mesele sadece mantıkî olarak Allah Taalânın
hâkimiyeti, kanun usulüne bağlı değil, belki bu meseleyi açık bir şekilde
Kur'an-ı Kerim, kendisi de beyan buyurmuştur. Kur'an-ı Kerim'de yer yer
hükümler konup bu husus üzerinde durulmuştur.
İşte bu Allanın
hudududur ki, bu hududa yaklaşma, yin.
İşte bu Allanın
hudududur ki, bu hududu aşmayın.
Her kim Allah in
hududunu aşmış olursa, böyleleri zalimlerdendir.
Bunlardan başka umumî
kaide olarak şu hüküm de verilmiştir :
Ey iman etmiş bulunan
kimseler, Allah a itaat ediniz ve O'nun Resulüne de itaat ediniz ve kendi
içinizden olan ülülemr'e de.. Bir şey hakkında aranızda ihtilafa düşerseniz ve
siz Allah ve ahlret gününe iman ediyorsanız, bunu Allah'a ve O'nun Resulüne-
havale ediniz. (En , Nisa, 59)
Bu âyet-i kerimeden
anlaşıldığına göre, hükümete itaat etmek, Allah ve O'nun Resulüne itaat etmek
tahtında lâzımdır. Serbestçe ve alelade bir şekilde değil. Buradan yine açıkça
anlaşılıyor ki, Allahın hükümlerinden ve Resulün itaatından uzak bulunmak
şartiyle, hükümete itaat etmek isteği için bir hak ve bir sebep ortada kalmaz.
Bu noktanın daha açık bir şekilde anlaşılması hakkında da Hazret j -Resûl-ü
Ekrem Sallallahu Alevhi ve Sellem şöyle buyurmuşlardır:
La ta'ate li-men
'asa'Uah. : Allah a karşı isyan eden kimseye itaat yoktur. Ve yine Hiç bir
yaratılmış için Yaratana karşı masiyet için, itaat yoktur.
Bu âyet-i kerime bu usulün
yanı basma şu usulü de koymuştur: Müslüman camiasında her ne suretle olursa
olsun, anlaşmazlıklar vuku bulabilir. Bu anlaşmazlıklar, ister fertlerin kendi
aralarında yani bir fert ile diğer bir ferdin arasında olsun, ister zümrelerin
ve bir zümre ile diğer bir zümrenin, yahut da bir fert ile bir zümrenin
arasında olsun, ister memleket halkı ile hükümetin ara>-sında ve yahut da
hükümetin muhtelif elemanlarının arasında olsun, hulâsa her nerede olursa
olsun, bu meselelerin hal ve faslında ve karara bağlanması için esas ve son
merci Allah Taalâ ve O'nun Resulü olacaktır. Bu usûl de aslında kendi sınıfı
bakımından şu meseleyi gerektirir: Hükümet işlerinde iktidarı ellerinde
tutanlar da her hangi bir ihtilaflı muamelelerde ve çözülmesi lâzım gelen
işlerde karşılaştıkları müşkülatın hal edilmesini Ki-tabullah ve Sünnet-i
Resulullaha göre yapıp neticelendir, meleri gerekir. [188]
Şimdi şu mesele de hal
olunmalıdır: Acaba hükûmetin muhtelif organlarının (Organ of the state)
ihtiyaratı ve çahşma hududu neler olmalıdır? [189]
Teşriî (Mükanine :
Legislature) organ o şeydir ki, biz ona eski istilanda (Ehlü'l-halli vel'akd)
denir. Bu mevzuda şu mesele de tamamen açıktır ki; bu teşriî organ Allahın
Kitabı ve Resuİullahın Sünneti hidayetinin .sığı altında çalışacak ve bunların
aksine, kendi icmâı (oy birliği) ile dahi her ne suretle olursa olsun, herhangi
bir kanun yapmak salahiyetinde olmayacaktır. Şimdi ben siz. lere Kur'an-ı
Kerimde bu meselenin nasıl anlatılmış olduğunu arz edeyim:
Herhangi bir erkek
veya kadının Allah ve O'nun Rev sülünün herhangi bir işde yapmış oldukları hail
u fasl ve vermiş oldukları hüküm karşısında, her ne şekilde olursa olsun, hiç
bir suretle hüküm vermek hakkı yoktur. Böyle yapmak isteyen ve buna yeltenen
kafir olur.
Bunun için de bu
jlükümJer şımu iktiza ettirir: Allah ve O'nun Resulünün hükümlerinin hilafına
her ne suretle olursa olsun kanun vaz etmek teşriî meclisin ihtiyarât ve
salahiyetlerinin haricinde kalır. Bu gibi yine herhangi bir kanun da kanun
yapıcılar tarafından yapılmış ve ka. :ıun hükmüne getirilmiş olsa dahi,
yukarıdaki esas kaidenin -cab ettirdiğine göre, Anayasa (Düstur) ve kanunların
hududuna tecavüz etmiş ve Anayasayı çiğnemiş (Ul-ero vires of the Constitution)
hükmünde olacaktır.
Bu meyanda şu sualler
varid oluyor: ilk önce Islâ-mî Hükümette teşriî organ (kanun yapan) ne vazife
görecektir?
Bu sualin cevabı
şudur: Elbette bu organ da baz? vazifeler görecektir. Bunları sırahyalım:
1. Herhangi bir işte ve hususta, AUahın ve
O'nun Resulünün açık ve kesin bir hükmü
varsa, teşriî organ bunlar hakkında hiç bir değiştirme ve tebeddülat
yapa. mamakla beraber, bunların icrası ve infazı için zarurî olan kaideleri ve
nizamları (Rules and Regulations) kararlaştıracaktır.
2. Allah'ın Kitabında ve Resulullahın Sünnetinde bulunan bazı ahkâm'ın çeşitli
tâbir ve tefsirleri olmak ihtimali
mevcud olduğundan teşriî meclis bu tâbir ve tefsirlerin üzerinde çalışacak,
son şeklini tesbit edecek ve kanun haline getirecektir. Bunun için de teşriî
mecliste çalışan şahısların hep, ehli ilim olmaları ve muhtelif meseleler
üzerinde çalışabilmek ehliyetini haiz bulunmaları çarttır. Yoksa onların yanlış
yamalak yapacakları hail ü İasl, varacakları netice ve karar şeriatı karma karışık hale sokar. Fakat bir soru da
seçime iştirak ederek rey verenlerin
hakkında varid olabilir. Böyle vasıflara sahip kimseler 'nasıl seçilebilir?
Usulen bunu da kabul etmek icabeder ki, kanun yapmak için değil de esasda kanun tâbir etmek için, bu meclis
hazırlanır. Şu şartla ki, bu meclis
salahiyetini aşıp da tahrif yoluna gitmemelidir.
3. Bazı muamelelerde de herhangi bir usul ve
esasa ait hüküm mevcud değildir. O zaman teşriî organın vazifesi şudur: İslâmın usuU âmmesini (Umumî kaidesini) gözönünde bulundurarak bu
hususlar hakkında kanun vaz eder.
Yahut da bu gibi meseleler hakkında daha önce fıkıh kitaplarında bir hüküm
veya hükümler mevcud ise bunları inceler ve bunlardan münasib bulduğu birini
seçip umumî kanun haline getirir.
4. Bazı meseleler ve muamelelerle de
karşılanabiliri ir ki, bunlar hakkında ne rehber olabilecek bir usul, ne de
buna benzer bir hüküm bulunur. O zaman teşriî organın vazifesi bunlar üzerinde
hükümler ittihaz etmek ve kararlar vermek olur. Zira böyle hususlarda Hak Taalâ
kanun vaz'etmek hususunu serbest bırakmıştır. Bunun için böyle meselelerde ve
bu g'.bi muamelelerde teşriî organ münasib kanunlar vazeder. Bu kanunlar da
ancak şu şartla .vazedilebilir ki, her ne suretle olursa olsun, herhangi bir
şer'î hüküm veya usule mugayir olmamalıdır. Bu gibi meselelerde de esas usul şu
olacaktır: Verilen bu hükümler ve kararlar men edilmiş hususlara ait olmayıp
mubah hususlarda olmalıdır.
Bu dört esas kaideyi, biz
Allah Resulünün Sünneti i;e Hülefa-i Raşidinin teamüllerinden ve Ümmetin
Mücte-hidlerinin reylerinden ve nazariyelerinden elde etmiş oluruz. Gerektiği
talkdirde bunlar hakkmda mehaz ittihaz edilen hususlar da bildirilmelidir. Fakat
benim düşünceme göre, herhangi bir kimse, tslâmî Hükümetin esasî kaidelerini
biîdikten sonra, geniş akıl ile : Akl-i âmm : (Common Sense) şunu kavrar ki, bu
şekildeki hükümette teşriî organın vazifelerinin hududu bunlardan başka bir şey
olamaz. [190]
Şimdi de icraî organa
gelelim: Bir Islâmî Hükümette ioraî organın (Executive )asıl işi ilâhî Ahkâmı
nafiz ve carî kılmaktır. Bu ahkâmın nafiz ve carî kılınması için de memlekette
ve camia arasında münasib ahvali, hazırlamaktır. Burada islâm Hükümeti ile
îslâm olmayan bir hükümet arasında bir imtiyazî hususiyet farkı vardır. Bu
imtiyazı hususiyet ortada olmazsa, o zaman herhangi bir kâfir hükümet ile
Islâmî hükümet arasında bir fark kalmaz. İkisi de birbirinin aynı olurlar.
îslâm hükümetinde ioraî organ : (intizamiye) Kur'an-ı Kerimde «Ülül-emr»,
Hadis-i Şrif'de «Ümerâ» diye zikredilen
organdır. Kur1an-ı Kerimde de ve Hadis-i Şerif de de her ikisinde ÜlüL emr için
«dinlemek ve itaat etmek : (Obedience) hükmü verilmiştir. Şu şartla ki,
bunlarda Allahm ve O'nun Resulünün hükümlerine tâbi olmalıdırlar. Bu
hükümlerd-en azade kalıp masset, bid'at ve din'de yeni ve uydurma şeyler
çıkarmak yoluna gitmemelidirler.
Kur'an-ı Kerim, bu
hususta açık bir şekilde şöyte beyan buyurmuştur:
Kalbini bizim
zikrimizden gafil kıldığımız ve kendi havasına tabi olan ve işin haddini aşan,
kimseye itaat etme.
(El . Kehf, 28)
Ölçüyü kaçıranların
emrine itaat etmeyin. BÖyleleri yeryüzünde fesad çıkarırlar ve ıslâh etmezleır.
(Eş - Şuara, 151 -
152).
HazreU Resul-ü Ekrem
Sallallahû aleyhi vesellem de bu hususu izah ederek bu mesele hakkında şöyle beyan
buyurmuşlardır:
Sîze herhangi bir
zenci köle de âmir tayin edilirse *e Allahm Kitabı ile sizin işinizi idare
etmek yolunu tutarsa,
onu dinleyip itaat
«diniz. (Müslim)
Masiyet için emir
verilmemiş ise, isterse hoşlansın, isterse hoşlanmasın her Müslüman kişiye
dinleyip itaat etmek düşer. Fakat masiyet için emir verilince ne dinle, mek var
ne de itaat etmek. (Müttefikim aleyh hadis)
Masiyet için itaat
yoktur. İtaat ancak doğru iş içindir. (Müttefikini aleyh hadis)
Her kim, bid'ateı
birisini överse, elbetteki Islâmın ortadan kalkması için yardan etmiş
bulunacaktır.
(El-Beyhakî fî Şuab il
- iman)
Bu izahtan sonra îslâmî
hükümette icra! organın çalışmasının hududu ve ölçüsü hakkında artık hiç bir
şüphe kalmamış olacaktır. [191]
Şimdi <ie Adliye
(Judiciary) ye gelelim. Biz eski ıs-tılahda buna «Kaza» : (Kadılık) diyoruz.
Bunun da çalışma dairesinin ve* iş hududunun îlâhı Hâkimiyet kanunu dairesinde
olacağı kendiliğinden anlaşılır, islâm ne .zaman kendi hükümet usulünü kaim
kılmış işe, o zaman ilk kadı (Hâkim : Yargıç) Peygamberlerin kendüeri olmuşlardı.
Onların bu husustaki vazifeleri, halkın işlerini ve ihtilaflarını ilâhî kanunun
ışığı altmda hal edip hüküm vermekdi. Peygamberlerden sonra, bu makama geçmiş
bulunanlar da onların gittikleri yoldan başka bir yoldan gitmiyeceklerdir.
İşlerin hal ve faslında İlâhî Kânunu göz önünde tutacaklardır. Bu kanun da Hak
Taalâ peygamberi vasıtasiyle nazil kılmış bulunuyor. Kur'an-ı Kerimde Sûre-i
Mâ'idenin iki rükû'u, bilhassa bu mevzu üzerine iıâ zil kılınmıştır. Orada Hak
Taalâ buyuruyor ki, Biz Tevratı nazil kılmakla hidayet ve aydınlık gönderdik.
Benî İsrail'n bütün Nebileri ve sonra Rabbanileri (Yahudi âlimleri) ve Ahbar'ı
(Yahudi din adamları) Tevra-tm hükümleri gereğince Yahudilerin işlerini hal ve
fasl ederlerdi. Daha sonra İsa îbn_i Meryem'i gönderdik. O'na da înc'l'i ata
kıldık. Bunda da hidayet ve aydınlık vardır.
Kur'an-ı Kerim, bu
tarihî hadiseleri beyan ettikten sonra, Hak Taalâ Re3ul-ü Ekrem'i muhatab
ederek şöyle hitab buyuruyor: Biz bu Kitabı (Kur'an-ı) hak olarak sana gönderdik:
Onların arasında
Allahm nazil kılmış bulunduğu ile hüküm ver ve sana Hak (hakikat) geldikten
sonra onların keyfine tabi olma. (El-Maide, 48)
Devam ede gelerek Hak
Taalâ, bu beyanı şu fıkra ile tamamlıyor:
Acaba cali i I iye
hükümleri gibi işlerinin hall-ü faslını mı »sterler? Anlayıp yakin hasıl etmiş
olan kimseler içim acab^ Alİahın hükmünden daha iyi olabilecek ne gibi bir
hüküm vardır?
Bu takrir meyanmda Hak
Taalâ üç yerde şöyle buyuruyor :
Al!ahin nazil kılınış
kanunu ile işleri hail ü iasl et-meyip hüküm vermeyenler, kâfirdirler,
zalimdirler, fastk. dirlar. (Sûre-i Mâide, 42 . 50).
Bunlar olduktan sonra, bilmem
artık şunu söylemeğe lüzum var mıdır ki, b:r Islâmî hükümetteki adaletde ilâhî
Kanunu icra ve infaz etmekten başka bir şey olsun ve işlerin hail ü faslında
bundan başka bir kanun yürürlükte bulunsun? [192]
Şimdi ortada şu sual
kalıyor: islâm'da hükümetin bu üç organın birbirleriyle alâka dereceleri
nelerdir? Bu hususta açık ahkâm mevcud değildir. Ancak saadet devri ve Hülefaî
Raşidinin teamülü (Convention) bize bu hususu aydınlatıyor. Bu teamülden toiz
şunu anlıyoruz: Hükümet reisinin alakası nereye kadardır ve nelerdir? O zaman
hükümet reisi olmak bakımından bu reis, bu üç organın üçünün de başında
bulunuyordu. Bu hususiyet Nebi sallallahû aleyhi ve sellem'den elde edilmiştir.
Htiiefâ-î Raşidin de aynı ölçü içinde hareket etmişlerdi. Fakat bu devirde
Reisin emri altında biz bu üç organı bir birlerinden ayrı tutmuş 'bulunuyoruz.
O devirde «Ehlil-hal ve'l akd' (Teşriî Organ) ayrı idi. Bunların
müşaverele-riyle Hülefa-î Raşidin devrinde intizam! işler de yürütülür, kanunî
meseleler de tartışılır, hükme bağlanırdı. Fakat zabt-ü rabt ve memleketin
idaresi işi, Emir'ler (ümerâ') nın elinde idi. Bu da ayrı idi. Bunlar Kaza:
(Adalet) işlerine müdahale etmezlerdi ve edemezlerdi. Kadı (Hâkim: Yargıç :
Judge da ayrı idi ve bu Kadı, Emirlerin hükmü altında değildi.
Memleketin mühim
meseleleri için polis kuvvetleri teşk'l etmek, intizamı ve kanunî meseleleri
hal eylemek yolunda bazan Öyle meselelerle karşılaşılırdı ki, Hülefa-i Raşidin,
o zaman hep «Ehlü'l hail ve'l akd» i çağırıp onlarla müşaverede bulunurlardı.
Müşavere bitince de bu Ehlü'l - hal ve'l akd'in işi sona ermiş olurdu.
İntizam! (îcraî)
işler, Halifenin emri altında yürütülürdü. Onun kararlaştırmış olduğu kararlar
gereğince vo onun hükümlerine mutabık icra organı da çalışıp gidero.:.
Kadıları tay'n eden,
halifenin kendisi olmakla beraber,, bir kadı bir kere tayin edildikten sonra,
Halifenin bu kadının işine karışmağa hiç bir hakkı ve salahiyeti yoktu. Bir
kimse mevki bakımından hükümet başında bulunmuş olsa bile, herhangi bir şahıs
tarafından aleyhinde bir iddiada bulunulduğu takdirde, o zaman kadı, hakikati
aydınlatmak için, bu mevki sahibi kimseyi alelade bir halk efradı gibi çağırır
ve yaptığından hesap sorardı.
O zaman için bizim elimizde
bulunan misallerin hiç birisinde, hiç bir islâm ülkesinde bir kimsenin, aynı
zamanda hem kadı hem de âmil (Memleket idarecisi) olduğuna dair malumat yoktur.
Yahut da herhangi bir âmii veya valinin (Governor) veya devletin başında
bulunan kimsenin de bir kadının adalet hususunda verdiği hükümlere karışmış
olduğunu ve karışmak hakkına malik bulunduğunu göremiyoruz. Yine bunun, gibi,
en kodama-nm kodamanı kimsen'n de meselâ, Devlet ricali veya asker; erkân ve
ileri gelen kumandan ve sairenin de hesap vermek için kadının huzuruna
çağrıldığı zaman gitme-mezlik ettiğini de bilmiyoruz.
Bu plân üzerine biz,
şimdi de mevcut ihtiyaçlarımızı hal edip gitmekteyiz. Ancak bu hususta ufak
tefek değişiklikler yapılmıştır. Buna rağmen bu usulü yine ayakta tutmak için
uğraşıyoruz. Bu ufak tefek değişiklikler de şudur: Meselâ Hükümet reisinin
icraî ve adlî hususlarda. Hülefa-i Raşid;,nden daha az salahiyeti ve
üıtiya-ratı vardır. Buna göre, bizim kendi reisimizin bu salâhiyet ve
ihtiyaratını kısmamızdan maksadımız, reisin bir gün kalkıp da diktatörlük
taslamasını önlemek içindir. Bir de bu kısmanın d'ğer bir sebebi, onun işleri
elinde tuttuğu zaman, herhangi bir sebepten dolayı halka karşı adaletsizlik
vaki olmaması içindir. .
Bu sırada bir zatı
muhterem kalkıp şu suali sordu: Sizin bu husustaki fikrinizi mehazı nedir?
Bu suale şu cevabı
verdim: Benim delilim şudur : Hülefa-i Raşidin devrinde icraî ve adlî organlar
birbirlerinden ayrı idiler. Hükümet başkanı da serî hükme göre bu ikisini
birden her ne suretle olursa olsun elinde bulunduramazdı. Fakat şu hususta
vardır ki, Hükümet başkanı bazan kadılık vasfı ile adalet kürsüsüne oturur ve o
zaman da kendisi icraî işlere müdahale etmezdi. Fakat Hülefa-i Raşidin
devrinde halk bu halifelere o kadar itimat etmişlerdi ki, son adalet hükmünün
halife tarafından verilmesini isterlerdi. Halife de hüküm verince artık
kimsenin diyeceği bir"şey kalmazdı. Şimdi biz eğer, böyle güvenilir bir
şahsı bulamazsak, — Hülefa-i Raşidin gibi — o zaman islâm Anayasası gereğince,
İslâm hükümetinin başkanını hem «baş kadı» (En yüksek rütbeli hakim): (Chef
Justs) yapar hem de icraî kuvvetlerin en yüksek başkanı kılarız. Bu iki vasıf
zarurî olarak bu zatın elinde birleşir.)
Bu şekilde biz bu
planda bazı değişiklikler de yapabiliriz. Meselâ biz «Ehl üHıal ve'l-akd»
seçmenin usulünü ve kaidelerini değiştirir ve günün iiktizası gereğince, bunlarla
muntazam bir meclis kurabiliriz. Adalet dairesinde rîc muhtelif dereceler ihdas
edilebiliir. Meselâ tahkik kısmım ayırır ve çalışma kısmına da ve işin
üzerinde kararlar aldıktan sonra yürütme kısmına da ayrı şekiller verebiliriz.
Ve bunlar gibi olan başka hususları da değiştirebiliriz.
Burada iki sual ortaya
çıkar. Bu suallere de cevap vermek zarureti vardır. Birincisi şudur: Acaba
İslâm'da .şu mesele vakî olmuşmudur ki, adliye işlerinde kaza hususunda
Ehl-ül-hal ve'l - akd, bir meseleyi bu mesele Allanın Kitabına ve Resulullahın
Sünnetine aykırıdır diye geri çevirip kesip atmış mıdırlar? Bu hususta da bir
hüküm verildiğine dair benim bir bilgim yoktur. Hülefai Raşidinin teamülünde
«kaza»» mevzuunda böyle bir şey gorünemezdi. O zamanki kadılar arasında da
böyle bir hüküm verebilecek bir kadıyı göstermek mümkün değildir. Benim
düşünceme göre, o zamanki Ehl ül - hal ve'l akd, Kitaib ve Sünnetin ışığı
altında basiret sahibi kimseler idiler. Bunların hepsi de bir tarafa, Hülefa-i
Raşidinin kendileri bu meselelerde o kadar itimatlı kimseler idiler ki,
onların başkanlıkları devrinde; herhangi bir şekilde, Kitab ve Sünnetin
hilafına hiç bir şey yapılamazdı. Biz eğer bugün Anayasamızda bu husus için
herhangi bir itimad edilir ve güvenilir bir nizam bulamazsak ve bizim her ne
suretle olursa olsun, kanun yapan meclisimi, zin yapacağı kanunlar hakkında
Kitabullah ve Sünnetde bir hüküm olmazsa ve o zaman da Adliye, Kitap ve Sünnetin
hilâfına bulunan hükümleri reddederse, bu Adliyeye böyle Vr salâhiyet
tanımamız lâzım gelir.
îkinci sual de şudur:
îslâmda Teşriî Organın: (Kuv-ve-i mukanine): yani «Ehl ül - hal ve'l _ akd» in
sahih vasfı nedir? Ne şekilde olursa bu organ sahih olur? Acaba bu heyet,
sadece hükümet riyasetinin istişare heyeti midr? Hükümetin başında bulunan zat
bu heyetin çoğunluğunun yahut da "ittifakla verdiği kararlan kabul edip
etmemekte veya reddetmekte veya istediği gibi değiştirmekte serbest ve ihtiyar
sahibi mi olsun?
Yoksa Hükümetin
başında bulunan kimse, bu heyetin çoğunluğunun veya ittifakla verdiği
kararların mefhumuna ve medluîuna bağlı bulunmak zorunda mıdır? Bu hususta
Kur'an-ı Kerim bazı emirler beyan etmiştir. Müslümanların içtimaî işlerde
birbirleriyle müşaverede bulunmalarını emr eylemiştir.
Ve emriihüm şûra
beynehüm. Onların işleri» arala, nnda müşavere ile olur.
Peygamber-i Zîşan
Efendimize de bu husus'ta hitap edilerek Hükümet başkanı -bulunmaları hasebiyle
hitap edilerek, Hak Taalâ şöyle buyurmuştur:
(Memleket işleri) Emr
hakkında onlarla müşaverede bulun. (Müşavereden sonra) karar verirsen, AHaha
tevekkül et. (AH îmrân, 159).
Bu iki âyeti kerime
gereğince müşavere zarurî oluyor. Hükümet başkanına da müşavere etmek yolunda
hidayet ediliyor. Müşavereden sonra bir karara varılırsa g zaman Allah'a
tevekkül edilecek ve iş aonuna kadar yürütülecektir. Fakat burada bu sualin
cevabı tam ve açık bir şekilde ortaya çıkmıyor. Hadis-i Şerif de bu hususu
bize aydınlatacak açık bir hükme Taslamıyoruz. Elbette ki, HülefaJ. Raşidinin
teamülünden, İslâm uleması umumî olarak şu neticeyi çıkarmıştır: Hükümet intizamının
. asıl mesulü hükümetin başkanıdır. Hükümet başkanı, Ehlü'1-hal ve'l-akd ile
müşavere etmek mecburiye tinded r. Ancak, onların ittifakla yahut da
ekseriyetle vermiş bulundukları reye göre hareket etmek mecburiyetinde
değildir. Başka bir tabirle diyebiliriz ki, Jüikû-met başkanının müşavereden
sonra bir nevi «veto» hak' ki da vardır.
Fakat bu nazariye,
umumiyetle bir hayli yanlış an-'ayışîara yol açmaktadır. Nitekim halk bu
noktadan bazı değişikliklerin bulunabileceğini anlamaktadır. Her hususta bir
müşavere edilmesini düşünüyorlardı. Hülefa-i Ra şidin'n devrindeki
müşaverelerde bulunan kimselerin ya-ni Ehlü'l - Hal ve'l - akd'ir meclisleri
muntazam bir şekilde değildi. Bunlar dağınık k'mseler idiler. Ancak lüzumu
halinde toplanır, konuşur ve sonra dağılır kendi işlerine giderlerdi. O zaman
şimdiki gibi muntazam parlamenter bir şekil de yoktu. Bugün mevcud olan muntazam
teşriî meclisde bulunmuyordu. Bu işlere kendilerine vakfetmiş kimseler de
dağınık halde idiler, iş icabı toplanır, bir şekil bulur, sonra çekili'p
giderlerdi. Zamanı-mızdak: gibi, partiler de mevcud değildi. Parti mitingleri
de yapılmazdı. Partiler olmayınca da elbette ki, bunların programları da yoktu
ki, her biri bir toplantı, bir miting tertipleyip kendi meramını anlatması
da,muhaldi. Müşavere lâzım olduğu zaman, çağrılanlar gelir, gönül huzuru ile
oturur, halife kendisi de meclisde bulunur, mesele ileri sürülür, muvafık,
muhalif her cephesi' konuşulur,
görüşülür, serbestçe tartışılır,
duruşuhır herkes bildiği ve güvendiği delilleri ileri sürer, herkes
reyini beyan eder, Halife de reyini beyan eder ve netice alınırdı. Öyle bir rey
üzerinde durulurdu ki, bütün meclis bu reyi kabul eder ve karar verilirdi.
Bazan da bir hususta ittifak hasıl olmazdı. Fakat ittifak hasıl olmaması bu
meselenin hakkında verilen reylerin veya kararların hatalı .olduğundan değil,
kararların birinin diğerine tercih edilme sindendi. Fakat yine de Hülafa-i
Raşidin devrinden katiyyen böyle bir misal veremeyiz ki, Hallü akd meclislerinin
herhangi birisinde bu meclisin azaları meyanın-da esaslı bir ihtilaf çıkmış
olduğuna dair bir vak'a zikr edilegels'.n. Yalnız Hülefa-i Raşidin devrinin
bütün süresinde ancak iki yak'ada zamanın Halifesi, Ehli Hail ü akd'ın toplu
olarak verdikleri kararın hilâfına hareket ettiği görülmüştür. Birisi Üsame'nin
ordu şevki meselesinde oldu. İkincisi de Mürted'lerin üzerine açılan cihad
meselesi hakkında. Fakat bu iki vak'anm her ikisinde de Sahabıler, Halifenin
verdiği karara teslim oldular. Bu da şu demek değildir' ki, İslâm Anayasası
Halifeye her zaman ve tamamen «veto» hakkı tanınmışta*. Kanun gereğince o bu
işde istediği gibi hareket eder diye Halifeye bir hak vermiştir. Sahabiler de
ister istemez Halifenin kararlarına gönülleri razı olmasa dahi itaat
edeceklerdir.
Hayır mesele böyle
değildir. Belki mesele şu şekildedir ki, o zaman Sahabiler, Hazret-i Ebu Bekir
Radiyallahü anh'e o kadar itimat eder, onun dirayetine, bilgi ve ferasetine o
kadar güvenirlerdi ki, artık Ebu Bekirin ver-riiğ karardan daha iyisi olamaz
diye düşünüyorlardı. Dinî işlerde Ebu Bekir Radiyallahü Taalâ anh'm ne kadar
ehemmiyetle durduğunu biliyorlardı. İşte bunun için hepsi Ebu Bekirin fikrini
kabul etmekte tereddüt etmediler. Hafetâ işin neticesi ortaya çıktıktan sonra
da Ebu Bekirin ne kadar isabetli karar vermiş olduğu anlaşıldı ve herkes bildi
ki, Ebu Bekir böyle bir karar vermemiş oldaydı İslâm ortadan kalkmak
tehlikesiyle başbaşa kalacaktı. Nitekim, nıürtedler meselesinde Ha&ret-i
Ömer, radiyallahü anh hejkesden ziyade Ebu Bekirin fikrine muhalefet
ediyordu. Açıktan açığa şu sözleri söylüyordu : ;:A!lah Ebu Bekirin işinde
benim göksümü açsın da ba-r,a bu işin hakikatinin ne olduğu belli olsun.»
Şimdi, siz örnek
verdiğimiz bu hadiselerden İslâm'da «Veto» nedir ve bu mesele nasıl
değişikliğe uğradığını çıkarabilirsiniz. Ve daha sonradfin buna benzer şeyler
başka yerlerde de ortaya çıkmıştır.
Eğer- Hülefa-i Raşidin
devrindeki Şûra'mn şekli, onun ruhu, Şûra meclisinin azalarının zihniyeti,
onların ahlakı ve onların diğer hususlarını Örnek alarak gözönün-dc
bulundurursak, bundan" daha iyi bir örnek olmadığı gibi, bundan daha iyi
bir çalışma tarzı ola-miyacağım anlamakta zorluk çekmeyiz. Biz, eğer bu şekilde
çalışmakla, son mantıkî neticelere varırsak, o zaman her şeyden ziyade şu
nokta üzerinde durup şunu söyliyebilirz ki,.bu şekildeki bir şûra meclisi.
(Müşavere meclisinde) eğer Sadaret makamını elinde bulunduran oii1 kimse veya
meclis erkânı, kendi reylerini ortaya atarlarsa, ve bu reylerin karşısında
muhalefet edilmezse o zaman bu rey umum tarafından kabul edilmiş sayılır ve
«istisvab-i amm» Referandum mahiyeti almış olur. Yok eğer herhangi bir reyi,
umumî reyler" reddederse, c rey sahibi muaf sayılır. Fakat şimdi, bMm için
kendi memleketimizde böyle bir ruh ve böyle bir zihniyet ve bu şekilde Şûra
meclisi kurmak, mümkün değildir. Bunun ;çin de bizce, ister icraî meclisde
olsun ister teşriî mec-üste olsun, ekseriyetin reylerine tâbi olmaktan başka
bir çare kalmamıştır. hükümetin vücudunun maksadı.
Şimdide şu meseleye
gelelim ki, îslâm hangi temel ve esasî maksatlar (Objectives) ileri sürerek
Islâmî hükümetin kurulması için çalışmıştır. Kur'an-ı Kerim ve Sün-net-i
Resulullah bu maksatları etraflıca izah etmişlerdir.
Kur'an-ı Kerimde
buyurmuştur ki:
Biz Resullerimizi
aydan delillerle gönderdik. Onlarla birlikte Kitap ve Mizan (ölçü) da nazil
kıldık ki halkın arasında adalet kaim kılınsın. (El-Hadid, 35).
Yeryüzüne, işte böyle
yerleştirmiş bulunduğumuz kimseler, namazı ayakta tutarlar, zekâtı öderler,
doğruluğa emr ederler ve eğriliklerden de men ederler. (El-Hac, 41).
Hadis-i şeriflerde de
bu husus şöyle beyan edilmiştir:
Allah elbette ki
Kur'arı ile ortadan kaldırmadığı şeyleri Hükümet vasi ta siyle ortadan
kaldırırdı. (Tefsir-i Ibn-i Kesîr).
Yani, mevcut bulunan
fenalıklar ve kötülükler Kur'an-ı Kerimin nasihatleri ile ortadan kalkmayınca
Hak Taalâ hükümeti bu iş için memur kılar ve bu fenalıkları ortadan
ka'.dırtır..
Bunlardan anlaşılıyor ki,
Islâmî bir hükümetin kurulması ve ayakta tutunmasından asıl maksat, lalamın
•slah proğramınin bütün ülkelerde tatbik edilmesi için lâzım ve gereklidir. Bu
şekilde tslâm, insanlık için daha :yi ça'ışma yolunu bulabilir. Yalnız emniyeti
sağlamak, yalnız memleketin hududunu 'korumak, yalnız halkın yaşayış
seviyesini yükseltmek îslâmın son maksadı değildir. Belki, îslânu diğer gayrı
- îslâmî hükümetlerden .ayıran imtiyazlı vasıf, İslâmm, bütün insanlığın fenalıklarını
ortadan kaldırmak istemesi ve bütün insanlığı iyiliğin aydınlık caddesinde
yürütmek yolunu tutmak için çalışmasıdır, tslâm, fenalıkları ve kötülükleri
ortadan kaldırmak ve silip atmak için bütün imkânlardan âfttifa-dn etmeği
gözönünde bulundurduğundan, hükümet de bunun için bir vasıta olarak
kullanılmaktadır. [193]
Bu esasî meseleleri izah
ettikten sonra, şimdi karşımıza beşinci sual çıkmaktadır: Hükümetin esası
nasıl kurulmalıdır? Bu hususta en müh'm mesele devlet baş- . kanının (Head of
the Satate) nasıl kararlaştırılacağıdır. Bu devlet başkanına, îslâmda «Halife»
veya İmam, yahut da, «Emîr» ve başka ıstılahlar da kullanılmıştır. Bu meseleyi
iyi anlatmak veya anlamak için bir tslâm tarihinin tâ başından beri bu işi
gözden geçirmemiz icap ediyor. [194]
Muhterem okuyucular ve
dinleyicilerin bildikleri gibi, bizim îslâmî yaşayışımızın başlangıcı Mekke'de
küfr içinde başladı. O zaman Hazret-i Resulü Ekrem Sallal-lahü aleyhi ve
sellem, Mekkede Islâmî yaşayışı kaim kılmak iç n küfr ile mücadeleye girişmiş
bulunuyorlardı. Bu îslâmî yaşayış, kendi dairesi içinde, muhtar bir hale gelerek
kendisi için siyasî ve içtimaî nizamını kurmak yo-uiiıu tuttu. O zaman b:r
muhtar ülke (State) kurularak maksada doğru ilk adım atıldı. Bu muhtar hükümet,
ilk îslâmî hükümettir ki; bunun başında da Zat-ı Saadetleri bulunuyorlardı.
Zat-ı Risaletpenahileri ise, ne bir kimse tarafından seçilip bu makama
getirilmişti, ne de kendi kendilerini,
ellerindeki kuvvet ve kudretle, bu makama çıkarmıştı. O, Hak Taalâ tarafından
doğrudan doğruya bu iş için memur edilm'şti.
Zat-ı Risaletpenahileri, on
seneden- fazla bir zaman için, bu hükümetin başında bulunmak vazifesini ifa
etti. Sonra kendi yerlerine kimin geçeceği .hakkında açık ve kesin bir emir
buyurmadaki çekilip gittiler. Bu sükûtun böbebi, Kur'an-ı Kerimin şu hükmü
gereğincedir: [195]
Onların hükümet
işleri, aralarında müşavere iledir. Sahabeyi Kiram da bunu ihildfter ki.
müslümanlar için kendi ülkelerini idare edecek olan başkanın bu mevkiye gelmesi
seçim ile olacaktır. Yani. müslümanlar toplanarak birbirleriyle müşavere
edecekler ve aralarından birini seçecek ve bu işe memur edeceklerdir. Nitekim,
müslümanlar hep toplanıp birinci Halife olan Haz-ret-i Ebu Bekir radıyallahü
Taalâ anh'i seçtiler ve îş basma, getirdiler. Sonra, HazreU Ebu Bekirin de son
günleri yaklaşanca kendi filerine göre, Hilâfet için en uygun, şahıs Hazret-i
Ömer olmasına rağmen, yine de kendisine bir halef tayin etmedi. Ancak Hazret-i
Önierm münasip olacakını vasiyetinde bildirdi. Hastalığı sırasında ve tam bu
dünyadan göçeceği zaman müslümanların umumi toplantısında şöyle hitap etti:
«İsterinisiniz ki, ben
sizin için birisini halef tayin edeyim? Allaha yemin ederim ki, düşünüp
taşınditm ve böyle bir kimse üzerinde duramadım. Akrabamdan da kimseyi bu işe
münasip görmedim. Ancak ben size Ömer ihı» Hattab'ın Halife obuasını münasip
görüyorum. O. ntuı sözünü dinleyiniz ve ona İtaat ediniz.» dedi.
Halk da hep bir ağızdan şöyle
cevap verip haykırdılar: [196]
(Taberî cild 2, sahife
618, Matbaayi îstikamet Mısır) Bu şekilde Müslümanların ikinci hal fesinin
hilafete namzetliği de birinci halifenin müşaveresiyle oldu ve u-jnum müslüman
halkın da fikri alınarak Hilafet makamına
getirildi.
Bundan sonra Hazret-i
Ömer radiyallahu Taalâ anh-da dünyadan göçecekleri zaman, Hazret-i Resul-ü
Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemin en yakın altı arkadaşının bulunduklarını
hesaba katarak, bu altı kişi ile bir mec-Uk kurulmasını ileri sürdü ve bunlara
da: «Aranızdan birini seçiniz ve Müslümanların işlerinin başına getiriniz.»
Dedi. Sonra şunu da ilân etti ki: «Sizlerden herhangi biriniz Müslümanların
müşaveresinin hilafına kend5 kudretini kullanarak, kendisini Emir yapmak
isterse, onun boynunu vurunuz.»
(Ömer EH - Faruk,
Mehmed Hüsey n Heykel Paşa, Cild, 2, sahife 313).
Bu meclis konuşarak,
danışarak, müşavere ederek, evvela Hazret-i Abdurrahman ibni Avf'ı seçim işine
memur etti. O da Medinenin umumî efkârını yoklayıp geldi. Bu işi yaparken de
ev ev gezip kadınlara kadar halkın fikrini sordu. Fikir sormak için ne
müderrisleri bıraktı ne de talebeleri ihmal etti. Yalnız bununla da iktifa
etmedi. Memleketin her tarafını köy köy, kabile kabile dolaştı. Ümmet efradının
bu husustaki fikirleri üzerinde titzlikle durdu. Çadır çadır nabız yokladı ve
netteeyi elde ederek geldi. O zaman Hazret-i Osman ile Hazret-i Alinin en çok
itimada şayan kimseler oldukları ve halkın güvenini kazanmış bulundu klan
anlaşıldı. Halk bu iki
hıstan Hazret-i
Osman'a daha fazla rağbet gösteriyordu. Bu netice üzerine nihayet Hazret-i-
Osman Radiyallahu anh, Hilafet mansıbına getirildi. Ve Halife-i Müslimin
seçldi. Müslümanlar da umumî toplantı yaparak Haz -ret-i Osman radiyallahu
Taalâ anh'a biat eli verdiler.
Daha sonra Hazret-i
Osmanın şehadeti vak'ası ortaya çıktı. Ümmet arasında büyük üzüntülü meseleler
doğdu. Bu sırada bir kısım sahabiler, Hazret-i Ali radiyal-lUıu Taalâ anh'm
evinde toplandılar. Kendisine: «Bu gün zat-ı hilafetpenahilerinden bu iş içm
daha evla bir kimse yoktur.» Dediler. Onlar ısrar ediyorlardı. Fakat Hazret-i
Ali böyle ağır bir yükün altmâ girmek istemiyordu. Sa-habilerin aşırı derecede
ısrarı karşısında Hazret-i Ali Hilafet mansıbını kabul etmek zorunda kaldı. Ve
saha-M-e-re şöyle buyurdu: «Hilafeti bana yüklemek istiyorsanız, Camiye kadar
gelmelisiniz. Bana biat etmeniz gizlice olamaz. Bu ancak bütün Müslümanların
rızası île olabilir.» (Taberî Cild, 3,
Sahife, 450)
Zat-ı Hülaf
etpenahileri, camiye geldikleri zaman, bütün Muhacirin ve Ansar orada
toplanmışlardı. Bunların
Şuna da şüphe yoktur iti, Müslümanlar
meyanında Şiîler, şu meseleye kaildirler: imamet mansıbı da nübüvvet mansıbı
gibi Allah, tarafından verilmiş olması lâzımdır. Fakat bu ihtilâf fiili ve
ameli olarak zamanımızda kendiliğinden ortadan kalkmış bulunmaktadır. Şiilerin
ititoat ettikleri on ikinci imamın gaybetin^en s-onra, onun tekrar ve ikinci
defa zuhur edeceği zamana kadar, imamet mansıbı durgunluk devri geçirmektedir.
Buna göre, müslümanlarm içtimaî işlerinin yürütülmesi için herhangi bir
kimsenin ortaya çıkması lazımdır ki, böyle bir kimse Şillerce de imamlık
vasfını taş madığmâan ve Allah tarafından-nasb
edilmediğinden alelade bir kimse
olacaktır.
Çoğu uzak yerlerden
gelmiş bulunuyorlardı. Kendi istek ve rızaları ile biat elini uzattılar.
Daha sonra da malum
olduğu gibi Hazret-i Ali Ra-diyaüahu Taaîâ Anha karşı suikast hazırlandı. Tam
vefat edeceği sırada kendisine «Kimi' halef tayin edeceği» soruldu. Zat~i
Hilaf etpenahileri bu hususta bir şey demediler. Bu sefer oradaki halk
tarafından tekrar şöyle bir sual soruldu: «Sizden sonra büyük oğlunuz Hazret-i
İmam Hasan'a biat edelim mi? Zat-ı hilaf etpenahileri ne müsbet ne de menfî bir
cevap verdileiwve ancak şöyle dediler:
Mâ âmir küm ve lâ enhâ
küm, entüm ebser.
Ne size böyle bir şey
emr eder, ne" de sizi böyle bir peyden men edebilirim, siz daha iyi
bilirsiniz.
(Taberî, Cild 2,
sahife 1X2)
İşte devlet başkanı
seçiminin Hülafa-yi Rasidin devrinde teamülü bu şekilde olmuştur. Sahabeyi
Kiramın toplu olarak çalışmaları bu iş.için ıböyle olması, Nebi Stillallahu
aleyhi: ve sellemin sükûtu ve Hak Taalânın emri gereğin ceclir.
Ve emrühüm şûra
beynehüm. Onların işleri müşavere iledir.
Bu istinada göre de îslâmm
Anayasası olacak olan esaslardan kat'î şeküde sabit oluyor ki, îslâmda devlet reisi
hükümet başkanı seçim üzerine ve umum müslüman halkın rızasına bağlıdır. Bu
şekln başka türlüsü oktur. Herhangi!
bir kimse holünün kuvvetine, gücüne, runa dayanarak kendisini Müslümanlar için başkan veyaiıut da emîr
yapıvermek hakkına mâlik değildir. [197] Bu
da bir tarafa dursun, yalnız bununla da iş bitmiyor, müslümanlar için böyle
başkanlık etmek ve yahut da halife olmak, herhangi bir aile, hanedan veya
zümreye de inhisar ettirilmesine müsaade edilmez.[198]
Seçim hususunda da her ne şekilde olursa olsun, zor
kullanılamaz ve serbestçe Müslümanlar tarafından seçim yapılır. Şu mesele de
vardır <ki, bu seçim ve Müslümanların nza-s:nin temin edilmesi nasıl
anlaşılacaktır? Bu hususta İslâm herhangi bir muayyen usûl vaz etmemiştir.
Zaman ve zeminin iktizası gereğince bu iş için muhtelif usuller vaeedilebilir.
Ancak şu şartla ki, makul bir tarzda ümmet efradının kime daha fazla itimat ve
güvenleri olduğu anlaşılabilsin. [199]
Emîrin (Hükümet
başkanının) seçiminden sonra ikinci, mühim mesele de «Ehl ül _ hal ve'l-akd» i
yani (Şûra Meclisinin erkânını) seçmek meselesidir. Acaba kimler bu meclise
seçilecek, nasıl seçilecekler ve kaç kişi seçileceklerdir? Dikkatsiz ve
tahkikaiz mütalâa edenler bu hususta şöyle düşünmüşlerdir: Hülefa-i Raş'din devrinde
Şûra Meclisinin azaları umumî seçim usulü ile (General Elections)
seçilmemişlerdir, tslâmda müşavere heyeti İçin muayyen bir kaide yoktur. Belki
bu.mesele zam a nm halifesinin muvafık gördüğü şekilde olmuş ve istediği
kimseyi çağırıp müşavere etmiştir. Fakat böyle düşünmek, bu zamanın meseleleri
i!e, o zamanın meselelerim aynı şekilde mütalâa etmek ve aynı şekilde görmekten
ilen geliyor. Halbuki bu gibiler, o zamanın meselelerini, o zamanın şartlarına
göre gözönünde bulundursalardı bu işin ne şekilde olduğunu ve bu hususta da
nasıl çalışıldığını anlarlardı.
İslâm, Mekkeyi
Mükerremede, bir hareket olarak ortaya çıktı. Hareketin mizacı şöyle idi : İlk
defa lalama «Lebbeyk» deyip de sarılanlar îslamî hareketin liderinin arkadaşı,
dostu, işlerde yardımcısı, müşaviri ve çabşan eli kolu mahiyetinde olmuşlardı.
Netekim, İslâm'da bunlara «Sa-bıkıyn.: evvelin» denerek, tabiî bıV şekilde
Hazret-: Nebî Sallallahü aleyhi ve sellemin arkadaşları ve müşavirleri diye
kararlaştırılmışlardır. Ha^k Taalâ tarafından sarahatle hüküm gelmemiş olan
mevzularda, Zatı Saadetleri de bu zevat ile her zaman müşaverede
bulunmuşlardır.
Daha sonra, bu
harekete yeni yeni simalar da iltihak ettiler. Bu defa muhalifler işe
girişerek, bu hareketi bal. talamağa koyuldular Berikiler de onların karşısında
çs-lıştılar. Bunlar yaptıkları hizmetlerde, fedakârlığa katlanan, dirayet ve
basiret sahibi kimseler olmakla mümtaz bir cemaat idiler. Bunlar, o zaman
seçimlerle ve reylerle iş başına' getirilmiş kimselerden değillerdi. Bunlar
denemeler ve tecrübeler üzerinde kendiliklerinden müşa. vn olmuş -kimselerdi
ki, böyle olması elbette ki, seçim (Etection) den daha doğrudur. Mekkeden
hicret edilmeden önce durum böyle idi. O zaman Zat-ı Risaletpenahi-lerinin
etrafında iki çeş't müşavir bulunuyordu. Birinciler Sabikin-i Evvelin yani ilk
müslümanlar, ikinciler de sonradan îsîâm dairesine intisap etmiş bulunanlar arasındaki
bilgili, dirayetli, tecrübe sahibi ve elinden iş gelen kimselerdi. Bu iki
zümrenin mensupları öyle kimselerdi ki, bu zevata bütün müslümanlar,
Peygamber-i Ekrem Sallallahü aleyhi ve sellem'e itimat ettikleri gibi güven
duyarlardı.
Bundan sonra meşhur
hicret hadisesi vuku buldu-Bu hadisenin başlangıcı da şöyle oldu: Hicretten iki
buçuk yıl önce, Medine halkının ileri gelen şahsiyetlerinden bir kaç zat,
îslâmı kabul etmişti. Bu kimseler nüfuz sahibi olduklarından Îslâmı Evs ve
Hazreç kab'le halkına da yaymış bulunuyorlardı. Bu defa Medine halkının daveti
üzerine Zat-ı Saadetleri ve diğer muhacirin kendi yer ve yurtlarını bırakarak
Medineye gittiler. Orada bu İslâm hareketi bir siyasî nizam şeklini aldı. Ve
zamanla bir hükümet haline geldi.
Şu da ayrı ve mühim
bir meseledir ki, Medinede İslâm, bu gibi zevatın sayesinde yayılıp her tarafa
sirayet edince, bu k'mseler de yeni içtimaî ve siyasî nizam için ayrı ayrı
yerlerin liderleri şekline geldi. Onların makamları da şu oldu ki, Zat-ı
Saadetlerinin müşavere meclisinde Sabıyıyn-i Evvelin ve Muhacirinin tecrübeli
ve ileri gelenleri ile aynı ölçüde gözönünde bulunduruldu. Ve müşavere
heyetinin evvelki iki unsuruna bir üçüncü unsur daha ilâve edildi. Bu zevat
yani «Ansar»: yardımcılar yine fıtrî ve tabiî bir şekilde seçilmişlerdi.
Bunlar da müslümanlar tarafından itimad ,edilir ve güvenilir kimselerdi.
Nitekim, bunlar öyle güvenilir kimseler oldular ki, zamanımızdaki gibi bir
seçim usulü ortada olsaydı ve bunlar da reye istinaden seçilmek isteselerdi
muhakkak seçilirlerdi.
Sonra medenî yaşayış
başladı. Müşavere edilecekler de kendiliklerinden iki zümreye ayrılmış oldular.
Birinci zümre, sekiz on sene kadar siyasî, askerî ve tebliği (İs-lâmı tanıi^na
ve yayma) işlerinde çalışmış bulunan tecrübe sahipleri ve iş bilen kimselerdi.
Halk da bunların bilgi ve iş başarma kabiliyetlerine güvenir ve her meselede
onların fikirlerine itimat ederlerdi. İkinci zümre ise, Kur'an-i Kerim
anlayışında, dinî bilgi hususunda ve f\-kıbda çnhret kazanmış kimselerdi.
Bunlar da yine .halk tarafıncan güvendir ve itimat edilir zevat idiler. Hattâ
Resulü Ekrem sallallahü aleyhi ve sellemden sonra halk bu zevatın din ilmi
hakkında en fazla bilgi sahibi olduklarına kani idiler. Hattâ bazan Zat-ı
Rişf>ietfignahileri, kendileri de Kur'an-ı Kerimi filan kimsetfg» öğreniniz» diye tavsiyede bulunmakla,
bu zevatın Kur'ana olan vukuflarını tasdik buyurmuşlardır.
İşte bu iki ayrı
hususiyet taşıyan zümrelerin ikisi de birlikte o zamanki Şûra Meclisine tabiî
bir şekilde kendiliklerinden seçilip gelmişlerdi. Ve bu meclisin azaları
olarak meclisi teşekkül ettirmişlerdi. Bunlardan biç birisinin, bugünkü alelade
seçim usulü Üe seçilmelerine ihtiyaç kalmamıştı. Herhalde bildiğimiz bugünkü
seçim usulü ile rey toplayarak seçilmek lazım gelseydi, o zamanın müslümanları
elbette ki, bu zevattan başka kimseyi de seçmiyeceklerdi.
îşte bu suretle Zat-ı
Saadetlerinin devrinde Şûra Meclîsi teşekkül etmiş oldu. Bu meclis, Hüîefa-i
Raşidir. devrinde de müşavere meclisi olarak devam edegeldi. Bunlar Düstur!
hususlarda (Kanunlara esas olacak meselelerde) t:tizlikle duruyorlardı. Daha
sonra bunlar, başkalarını da yetiştirdiler. Yeni yetişenlerin içinde dirayetlerine
ve bilgilerine güvenilir bulunanları yeniden müşavere meelis:ne getirdiler. Bu
cemaat, kendilerine «Ehl ül - hal ve'l - akd» denilen cemaat efradıdırlar. Bu
ıstılahın manası da (çözmek ve düğümlemek : Yani meseleleri hal etmek ve hükme
bağlamak) demektir. Hüîefa da bu zevat ile müşavere etmeden hiç bir mühim
meselede karar vermezlerdi. İşte bunların yaptıkları ve yapacakları işlerin
kanunî olma hususiyetinin ölçüsünü şuradan anlayabiliriz ki, Hazreti Osman
Radiyallahu Taalâ anh'ın şeha detinden sonra, Sahabilerden bir kaçı Hazreti AH
Radi-yaîlahü Taalâ anh'm evine toplanmış, ve kendisinden halifeliği kabul
etmesini istedikleri zaman, Hazret-i Ali Ra diyallahu anh onlara şu cevabı
vermişti Bu iş siste düşmez. Bu ancak şûra ehlinin ve Bedr ehlinin yapacakları
iştir. Şûra ehli ve Bedr ehli kimin
halifeliğine rıza göstarirse, halife o olacaktır. Toplanalım da bu
meseleyi görüşelim.
(El-imame ve's - siyase, İbn-i Kuteybe ELFutûh matbaası Mısır. Sahife
41).
Bu cümlelerden açık
olarak anlaşılır ki, «Ehl-üUıal ve'l - akd» o zaman muayyen bir kaç kimseden
ibaret idi. Bu zevat daha Önceden de bu duruma sah.p bulunan k'm-selerdi.
Milletin mühim meselelerinde karar vermeğe salahiyetli ve ehliyetli zevat
idiler.
Buna göre şöyle
düşünmemek icap eder: Zamanın halifesi bu gibi zevatı keyfi istediği gibi tayin
etmiştir. Yahut da kendisi seçmiştir. İstediği zaman bunları çağırıp müşavere
eder, istediği zaman da çağırmaz.
Fakat burası da
bilinmiyor ki, o zamanki «Ehl - ül - ha), ve'l - akd» yahut da Şûra Meclisi,
kimlerden teşekkül etmişti. Ve milletin meselelerinin hangi hususları kimlere
sorulurdu ve kimler bu meselelerde fikr beyan etmek salahiyetine haiz idiler?.[200]
Hülefa-i Raşidinin
teamülleri de Resulü Ekrem örneğinin neticesinden istinbat edilmiştir. Emîr
için, herkes müşavir olamazdı. Emîr de kendi keyfinin istediğini bu işlerde
müşavir seçemez ve tayin edemezdi. Belki bu işe getirilmiş olan zevat, umum
müslümanlar tarafından itimad edilir kimseler idiler. Müslümanlar- bu seçkin
zümrenin hulûsu niyetlerine, bilgi ve ehliyetlerine tam mana-siyle güven
duyuyorlardı. Devletin ve devlet n başında bulunanların da bunlarla müşavere
ederek verdikleri kararlar öyle bir karar oldu ki, halk bu kararlan can ve
gönülden kabul ederdi. Çünkü kendilerine inanırlardı. Hükümetin verdiği
kararların tatbikatında halk yardımcı dahi olurdu.
Şimdi bir de şu sual
kalıyor: Halkın itimadım kazanmış bulunan kimselerin hangi vasıf ta olmaları
lâzım geüyor? Bu da nereden belli olacaktır? Şimdi şu da malumdur ki, îslâmın
başlangıcında bu gibi zevatın vasıfları kendiliğinden belli idi. Bugün o
vasıflar mevcud değil ve o şartlar da ortada yoktur. Ve o zaman medenî ahvalde
bir hayli manialar vardı ki, bugün o manialar ortadan kalkmıştır.
Bunun için biz, bugünün hal
ve vaziyetinin ikfzası-na göre, herhangi bir şekilde, imkân olan ve gayri meşru
olmayan bir yol ile bu grbi zevatı araştırıp bulup seçebiliriz. Cumhurî kavmin
yani (Millet efradının kalabalık çoğunluğu) nun güvenini kimler kazanmıştır
diyebile-biliriz. Ve bunları iş başına getirebiliriz. Zamanımızda dahi mevcud
bulunan seçim şekillerinden birini tatbik edebiliriz. Ancak şu şartla ki, bu
seçim şekli öyle bir vasiyet alsın ki, işin e3as gayesi ortadan kalkmış
olmasın,. [201]
Bundan sonra üçüncü
meseleye gelelim. Bu mühim mesele de şudur: îslâmda devlet şekli ve neviyeti
nasıl olacaktır? Bu hususu anlamak için de yine Hülefa-i Ra-şidin devrine dönerek,
o zamanın tarihine göz atarsak, bu husus da anlaşılmış olacaktır. O zaman
«Emir-el müminin» o zata denirdi ki, müslümanlar bu zata; «sem' ve taat
(sözünü dinlemek ve itaat etmek) şartiyle» biat ederlerdi. Böyle bir zat, ümmet
efradı tarafından güvenilir, it^mad edilir ve halk içtimaî işlerini onun eline
teslim eder, kendisinden bu işleri mükemmel bir surette yürütmesini
beklerlerdi. Yan: devleti bu zatın eline teslim ederlerdi.
Bugün ne İngiltere
Kiralı, ne Fransız Cumhur Başkam, ne Büyük Britanyanm Başbakanı, ne Amerikan
Başkanı ne de Ru^ Diktatörü Staünin vasfı, böyle bir vasıf gibidir. Onlara hiç
benzemez. İslâm Emir el - müminini sadece devlet başkam yahut da hükümet reisi
değildi. Aynı zamanda Başbakan yani «Reisi viizerâ» idi. Yine aynı zamanda
islâmî parlamentonun bir azasıydı. Ve hatta bazan da bu parlamentonun başkanı
idi. Konuşulacak ve danışılacak mevzuların büyük bir kısmı kendisine düşerdi.
Devletin bütün işlerinden de o mesuldü. Hem de bu mesuliyette kendi kendisine
de hesap vermek zorunda idi. Böyle bir parlamentoda ne hükümet (veya iş
başında bulunan devlet) ne de iktidar partisi vardı. Ne de onun karşısında
muhalefet partisi bulunuyordu. Bü -tün parlamentoda bir tek parti vardı.
Devletin başında bulunan zat, eğer hak tarafını iltizam edip, doğru yolu
tuttuğu zaman, bütün parlamento muvafık parti olurdu. Yok eğer devlet başında
bulunan zat, bu defa batıl tarafı iltizam edip batıl yol tutarsa o zaman bütün
parlamento muhalif parti olurdu. Bu parlamentoda parlamento nun her üyesi de
her hususta serbest idiler. Bir hususta ittifak ettiler mi, ittifak ederlerdi.
İhtilaflı olan hususta da ihtilaflı olurlardı. O zaman, Halife de Halifenin yardımcıları
bulunan vezirler de parlamentonun reyine karsı kendi reylerini bildirirlerdi.
Bu rey ya kabul edilir yahut da red edilirdi. Birisinin bu işde istifa
etmesinden yahut da çekimser davranmasından dolayı hiç bir şey sorulmazdı ve
sorulamazdı. Halifeye gelince, Halife de yplnız ve sadece parlamentoya karşı
sorumlu değildi. Belki bütün ümmeti islâmiyeye karşı sorumlu idi. Halife
yalnız memleket işlerinde sorumlu tutulmazdı. Her isinde ve hatta şahsî ve zatî
işlerinde de sorumlu idi. Her gün beş defa, halkın önünde camiye geüp, halk ile
birlikte bulunurdu. Halkın karşısına çıkardı. Her cuma günü de hutbesini
okuyarak, halka hitap ederdi. Ülkenin ..mumî ahvali hakkında bizzat beyanda
bulunurdu. Halk ile birlikte, her gün
bulunduğu şehrin çamurlu sokakla-rmda dolaşıp dururdu. Herkes ve her şahıs,
istediği zaman, Halifenin eteğini tutup söz söylemek hakkına mâ-iik idi. Umumi
toplantılarda herkes kalkıp Halifeye sual tevcih edebilirdi. O zaman hükümet
reisinden veya hükümeti temsil eden kimselerden ancak parlamento azalarının
sual sorması ve başka kimselerin sormaması gibi bir kaide yoktu. Parlamento
azaları soracakları sualleri dalın önce not edip bildirsinler diye bir kaide
de yoktu. Herkes, her zaman ve her yerde halifeye her hususta sual sorardı. Bu
umumî bir kaide idi. Ve bu kaide şu şekilde halifelerin kendileri tarafından
ilân edilmiştir:
Eğer ben sizin için
iyi çalışırsam, bana yardımcı olu. nuz. Şayet ben sizin için iyi çalışmaz ve
kötü yol tutarsam, o zaman beni siz düzeltip doğru yola göturünüz. Ben Allaha
ve O'nun Resulüne itaat ettiğim müddetçe siz de bana itaat ediniz, yoksa ben
Allaha ve O'nun Resulüne karşı masiyet yolunu tutarsam o zaman sizin için bana
karşı itaat etmeniz için bir sebep kalmaz.
(Es - Sıddıyk, Mehmed
Hüseyin Heykel, Sahife, 67). Bu devlet İdare tarzına, zamanımızdaki devlet tarzları
ve rejimleri ıstılahında» hiç bir ıstılah bulmak kabil değildir. Ancak, îslâm
mizacına en uygun bir devlet idare tarzı ve rejimidir ki, bizim de idealimiz
budur. Ancak îslâm camiası, bu şekilde idare edilebilirdi ki, îslâm inkılabı
nazariyesinde bunun en mükemmel şekli hazırlanmıştır. Bu bakımdan îslâm
camiası gerilemeğe yüz tuttuğundan bu şekilde bir idare zor olacaktır. Şimdi,
biz eğer bu ideal rejimimize dönmek istersek, o zaman bizim için dört esasa
sarılmamız ^cap eder ki, ancak bunlarla kendi ahval ve zaruriyatımızı tertibe
koyabiliriz.
1. Devletin
mesuliyeti bir kimsenin eline tevdi edildiği zaman, bu zat sadece halkın
mümessili olmayacak,
aynı zamanda halkın
alelade bir ferdi olarak halkın diğer efradının karşısında bulunacak, yapacağı
işlerde de sadece müşavere etmekle kalmıyacak, aynı zamanda herkese karşı her
işinde hatta kendi şahsî işlerinde dahi, mesul olup, suallere cevap verecek
durumda bulunacaktır.
2.
Particilik sisteminin tamamen ortadan kalkmış olması lazımdır. Zira particilik
sisteminde manasız taassup başta gelir. Böyle bir devlet rejiminde parti
taassubunun bulunması gayet manasızdır. Particilik sisteminde hükümet jüzami
majıasız ve yersiz taassuplara kapılır ve şöyle bir ihtimal de ortaya çıkar:
Herhangi iktidar düşkünü b:r kimse, iktidarı elinde tutmak veya iktidarı elde
etmek için halkm parası ile kendine müstakil himayeciler sağlar. İstediği'
gibi müşaverede bulunur. Ve istediği gibi de kendi dileklerini ve fikirlerini
halka kabul ettirir.
3-. Böyle
bir hükümette asayiş nizamları karma karışık ve dolambaçlı yollara
sokulmamalıdır. Hesap sorulduğu zaman ne hesap soranlar ne de hesap sorulan
kimse ve ne de kötülükler vuku bulursa bu kötülüklerin asıl mesullerini
bulmakta zorluk çeksinler.
4. Son
olarak ve en mühimi de şudur ki, her emir sahibi Emir yani devletin başında
bulunan kimse ile Şûra ehli, yani müşavere heyeti azalan, Öyle kimselerden seçilmeleri
lâzımdır ki, bu kimselerin kalblerinde îslâmm tavsif ettiği vasıflar tam olarak
bulunsun. [202]
Bu vasıflar
(Qualifications) meselesi hakkında îslâ-mî noktayı nazardan büyük ehemmiyeti
bulunduğunu düşünmek lâzımdır. Hattâ ben şu kadar da diyebilirim ki, îslâmî
düsturun yürümesi veya yürümemesi münhasıran öuna bağlıdır.
Emaret (Emirlik :
devlet başkanlığı) ve Şûra Meclisinin azası olabilmek için kanunî bir ehliyet
tanınmalıdır. Bunun için, seçim üzerinde nezaret edecek birisi veya bir heyet
ve yahut da bir hâkim veya hâkimler heyeti bulunmalıdır ki, bir kimsenin
seçilip seçilememek hususunda ehliyeti olup (Eligible) olmaması üzerine daha
önceden karar versin. Bundan başka ikinci bir şekil ehliyet dahi bulunmalıdır:
Bu ehliyet de seçecek olan kimseler hakkında olması icap edecektir ki, bunlar
seçilecek olan şahsın da seçilebilmesi, seçimin tecviz edilmesi veya rey
verilmesi bakımından ehliyetli midirler, değil midirler tayin edilmesi icap
eder. Birinci şekil ehüyet, bir ülkeiıin on milyonlarca ahalisinin arasında
herkes için olabilir. Fakat ikinci şekildeki ehliyet ancuk amelî ve fiilî
olarak bir ülkenin milyonlarca ahalisi arasından bir kaç kişi de bulunabilir.
Birinci kısım ehliyet için Anayasada bazı amelî maddeler ve hükümler (Operative
Clauses) konmalıdır ki, bunlar seçimlerde nazarı itibara alınırlar. Fakat
ikinci kısım ehliyet için, bu ehliyetin ölçüleri, Anayasanın ve Düsturun bütün
ruhunda mevcut bulunmalıdır. Bir Anayasanın, bir Düsturun muvaffakiyeti
münhasıran o zaman mümkündür ki, cumhuru halkın (Halk topluluğunun hepsinin)
fikirlerini ve düşüncelerini terbiye edip 3ahih ve doğru ibir seçim iç'n
hazırlı-yabilsin. Tâ ki, halk da seçecekleri kimsenin evsafını Ana yasa veya
Düsturun ruhuna uygun olup olmıyacağmı ayırt edebilsinler.
Kur'an-a Kerimde ve
Hadis-i-Şerifde bu her iki kaynakta .da, bu İki çeşit ehliyetten bahisler
vardır. Birinci kısım ehliyet için, dört esas üzerinde durulmuştur:
1. Müslüman olmak. Nitekim Kur'anf-ı Kerim bu hususta şöyle buyuruyor:
Ey iman etmiş bulunan
kimseler Allaha itaat ediniz ve O'nun Resulüne de itaat ediniz ve kendi
içinizden olan ülülemre de... (En - Nisa, 59).
2. Erkek olması lâzımdır. Nitekim Kur'an-ı
Kerİm. do buyurulmuştur
Erkekler kadınların
koruyucularıdır. (En - Nisa 34)
Bu hususta Peygamber
Sallallahu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmuşlardır :
İş Itrin in idaresini
kadınların eline bırakmış olan kavini felah bulamaz. (Buharî)
3. Akil ve reşid olması lâzımdır. N tekim.
Kur'an-ı Kerim de bu hususta şu emri ihtiva etmektedir:
Allah m sizi babına
koymuş butundluğu mallarınızı, akılsızların eline vermeyiniz. (En-Nisa, 5).
4. islâm ülkelerinin sakini bulunması lâzımdır.
Ni. tekim bu mevzuda da Kur'an-ı Kerim şöy'e buyurmuştur:
İman edip de hicret
etmemiş olanları, hicret edinceye kadar korumak hususunda size bir şey düşmez.
(Bir mesuliyet terettüb etmez.) (El-Enfâl, 72).
işte kanunî vasıflar
bu dört vasıftan ibarettir. Bu vapıfalra malik bulunan herkes, Emaret ve Şûra
Meclisinin azahğma seçilebilme hakkına sahiptir. Bunlar için bu kimsen'n
ehliyeti vardır. Şimdi de şu sual ortaya çıkar: Sayısız ve hesapsız kimseler bu
vasıflara mâlik bulunduktan sonra, seçilmek isterler veya seçilmek istemezler.
Böyle bir durumda ne olacak? Bu sualin de cevabını yine Kur'an-ı Kerimde ve
Hadis-i Şerif de bulacağız:
Allah size enir eder
İd, emanetleri ehil olanlara tevdi edesiniz. (En-Nisâ, 58)
Allah indinde sizin en
değerliniz» sâzin en muttaki burananızdir. (El-Hücurat, 13)
O dedi ki: Elbette
Allah onu sizin üzerinize seçti. Ona bilgi ve cisim (kuvveti) bakımından
üstünlük verdi.
(El-Bakara, 247)
Kalbini kendi
zikrimizde» gafil kıldığımız ve kendi hevâ-i nefsine tabi olan ve işinin
ölçüsünü kaçırmış bu. lunaa kimseye itaat etme. (Bl-Kehf, 28).
Her kim Md'at koyan
kimseyi överse, elbette ki İs-tûnun dağılması için yardan etmiş olur. (El-Beyhakî)
Allaha yemin ederim
İd, biz öyle bir kimseye işleri, mîzi tevdi edemeyiz ki, bu kimse herhangi bir
kimseden bir şey bekleye yahut da haris bir kimse ola. (Buharî ve Müslim)
Elbette ki, bizim
indimizde sizin içinizde en hain kimse, en çok şey isteyen haris kimsedir. (Ebu
Davud)
Bu vasıfların bazısı her
zaman Anayasaların br çoğunda'da bulunabilir. Fiilî olarak da nazarı itibara
alınır. Meselâ mansıp düşkünü bir kimse seçilmek hususunda ehliyetsiz olarak
vasıflandırılmıştır. Başka vasıflarda kanunî ölçüler tayin edilmiş olmamakla
beraber, bi-7'm Anayasamızda veya Düsturumuzda esas hidayetler de vardır.
Seçime nezaret edecek olan şahıs veya heyetin vazifelerine şunu da ilâve etmek
icap eder ki, bu şahıs veya heyet her seçim zamanı seçilecek olan k'msenin
vasıflara uygun olup olmamak hususunu halka bildirsin. Şunu da bildirsin ki,
böyle bir kimse lalamın istediği ülülemr olmak noktayı nazarından ehliyete
haiadir. [203]
..limdi de medenîlik
(vatandaşlık) meselesine gelelim, îslâm bir fikir ve iş u:zamı 'olduğuna göre,
bu nizam üzerine bir hükümet kurup ayakta tutmak ister. Bunun için de kendi
hükümeti dairesinde . vatandaşlığı iki tasımda kararlaştırır. Sonra, doğı a
olmak ve temiz bulunmak Î3-İânun esas ruhu olduğundaa, îslâm herhangi Kr hile
ve aldatmaca olmaksızın vatandaşlığı şu taksim üzerine beyan eder. Dünyayı
aldatanlar gibi de şu noktayı gönüllünde bulundurmaz ki, sadece sözde bütün
vatandaşları ve hemşehrileri aynı seviyede görüp de fiil!yatta bunların
arasında farklar gözetmiş olsun. Belki İslâm herhangi bir. unsura insan
haklarını tanıdı mı, onun hakkında hiç bir şekilde adaletsizliğe müsaade
edemez. Meselâ bugün Amerikadaki zencilere, R«syadaki komünist olmayanların
durumu ve bütün dünyanın gayrı - dinî rejimlerdeki ekalliyetlere yapılan
muameleleri tecviz etmez.
islâm noktayı nazarından medenîlik
(vatandaşlık) şu İki noktada ayrılır:
1. Müslümanlar.
2. Müslüman olmayan zunmÜer.
1. Medenî Müslüman vatandaşlar ve hemşehriler hakkında
Kur'an-ı Kerimde şöyle buyrulmuştur:
İman edip de hicret
eden mallan ve canlan ile Allah yolunda çalışan (cihad eden) ve bunlaıiı
barındıran ve yardım eden kimseler birbirlerinin dostları ve (hamileri) türler.
İman edip de hicret etmemiş olanları, "hicret edinoeye kadar korumak
hususunda size bir şey düşmez, (bir mesuliyet terettüp etmez.) fEl - Enfâl, 72)
Bu âyet-i kerimede
medenîliğin yani vatandaşlık ve hemşehriliğin iki esası beyan edilmiştir.
Birincisi, iman, ikincisi ise, De rül-islârada oturup, Dârül îslâm vatandaş* ve
hemşehrisi olmaktır. Şimdi heVhangi bir kimse iman etmi© fakat Darül - küfr
tabüyetini terk etmeyip — ki bu hususu hicret kelimesi ile anlatmak istiyoruz.
— Darül - İslama gelmemiş ise, bu kimse Darül-- ts!âm vatandaşı ve hemşehrisi
değildir. Bunun aks ne, Darül - islâm -da bulunan ve Darül - Islâmda oturan ve
yaşayan kimseler, isterlerse doğum itibariyle Darül - küfre mensup olsunlar,
isterlerse Darül - tslâma mensup bulunsunlar ve sonradan Darül - küfrden hicret
edip de Darül - îslâ. ma gelmiş olsunlar [204]
burada Darül-îslâmm vatandaşı ve hemşehrisidirler ve Darül - tslâmın d ger
vatandaşları Uq aynı haklara malik bulunmaktadırlar. Darül - îslâmm diğer
vatandaşları ve hemşehrileri de bu kimseleri
korumak ve yardım
etmekle mükelleftirler. Bu müslüman vatandaşlar üzerinde, Islâmın
bütün nizamını ayakta tutmak bîr vecibe olur. Vatandaşlar islâ-mın hükümlerini
yürütmekten sorumlu olurlar. Nitekim bunlar usulen bu nizamın hak olduğuna
inanırlar. Bunun için de tamamen kendi kanunlarım yürür hale koymak isterler.
Kendilerini bütün dinî, ahlâkî, medenî ve siyasî hususlarda kendi kanunlarının
hükümlerine bağlı bulundururlar. Bütün feraiz ve vecibeler onların boyunlarına
borç olur. Onların hükümetleri, hükümeti korumak ve müdafaa etmek için
kendilerinden her türlü fedakârlığı ister. Y^ne onlara şu hakkı da verir ki, böyle
bir hükümet için «ülülemr» seçebilir veya seçilebilirsiniz ve Şûra Meclisi
(Parlamento) ya da iştirak edebilire niz. Böyle bir hükümetin kilit
noktalarında da vazife almak hakkınız olur. Ta iki, bu hükümet hakiki vasfı
ile ayakta tutunup devam edegelsin. Bu kaidenin en bariz mevcudiyeti saadet
devri ile, örnek dört halife devirleridir. O zamanlar hiç bir zınımînin Şûra
Meclisi azası olduğu görülmemiştir. Yahut da herhangi bir ülkeye vali
(Gouvernor) olduğu vaki değildir. Aynı zamanda kadı veya hükümetin herhangi bir
dairesinde vezir yahut nazır, ordu kumandanı olmaları da imkânsızda. Halife
seçimler'ne de karışmaları gayrı mümkündü.
Halbuki, bu zımmîler
yine Hazret-i Resulü Ekremin devri saadetlerinde de mevcut bulunuyorlardı.
Örnek dört halife devrinde de bunların îslâm ülkelerindeki sayıları on
milyondan fazla idi. Eğer hakiikaten zunmîlerin yukarda saydığımız işlerde bir
haklan ve bir hisseleri olsaydı, herhalde Allanın Nebisi onların bu haklarını
teslim etmemezlik/etmiyeceği gibi, Nebî sallallahu aleyhi ve sellemin elinde
yetişmiş ve tabiye görmüş kimseler, zincirleme olarak otuz seneden fazla bir
zaman devlet :daresini ellerinde bulundurdukları halde niçin bunların bu
haklarım teslim etmemişlerdir?
2. Zimmî
vatandaşlardan maksat, islâm ülkeleri hudutları dahilinde yaşayan bütün gayrı
müslimlerdir ki, bunlar îslâm a itaat edip Islâmî hükümete sadakat gösterirler.
Bunların da Dâriil-îslâmda doğmuş olmaları veya Dârül-lslâm dışından
Dârül-tslâma gelip zımmîlik hakkını talep etmelerine bakılmaz, İslâm, bu
şek'ldeki vatandaşların dinlerini, kültürlerin: ve şahsî haklarını can ve
mallarını, namus ve şereflerini korumağı üzerine alır. Onlara yalnız mülkî
kanunlar icra edilir, diğer karı unlar icra edilmez. Bu mülkî kanunlarda da
müslüman-larla aynı haklara mâlik olurlar. Kilit noktası olan memuriyetlerden
başka herhangi bir memuriyet- de intisap ederler. Vatandaşlık serbestisinde de
müsiumanlarla aynı haklara mâlik bulunurlar. Muamelatta v«* iş güçte muallim
ani ardan ayrı bir şekilde kendilerine muamele edilmez. Fakat memleketin
korunması ve müdafaa edilmesi hususunda onlar muaf tutulmuşlardır. Bu hususta
bütün yük yalnız müslümanların üzerine konmuştur.
Bu şekildeki iki çeşit
vatandaşlık üzerinde ve bunla rın ayrı ayrı vasıfları olduğu hakkında, birisi
kalkıp iti* razda bulunacak olursa, o zaman biz de ona diyeceğiz ki, ilk önce
bunlara Islâmın ne suret.e muamele ett ğine bak, bir de dünyanın medenî geç nen
devlet rejimlerinin ekalliyetlere yapmış olduğu muameleleri gözden geçir.
Diğer rejimlerde, o rejimi kabul etmeyenler, yahut da millî hükümetin
hududunun dışından gelmiş olanlar, veya millî ekalliyetler hakkında ne gibi
muameleler yapıldığını göz-önüne almak icabeder. Pek haklı olarak diyebileceğiz
ki, başka rejimdeki hükümetlerle, Islâmî hükümet rejimi a-rasında bu vaziyet
mukayese edilirse, îslâmın bütün rejimlerden bu vaziyet hakkında çok daha
insaflı davrandıği anlaşılır. İslâm bunların
hepsinden daha adaletli, daha da cömert olup başka rejimlerin
halledemediği bir şek İde bu işi halletmiştir. Diğer rejimlerde bin bir türlü
karışıklıklarla, memleket halkı çeşitli tasniflere tâbi tutulmuştur. Fakat
îslâmda b'r tek tasnif vardır. O da is. lâma inananlar ile İslama
inanmayanlardır. İnananlar ise, onun bütün usul ve kaidelerine bağlı bulunurlar;
bu usul ve kaidelere göre îslâmî hükümeti kurup yürürtürler. Bunu kabul
etmeyip inanmayanlar ise, memleketin intizamım devam ettirmek için bir Ö'çü
dahilinde memleket işlerinde çalışırlar.
Onlar hükümet nizamını devam
ettirmek külfetinden de kurtulmuş olurlar. Fakat kendilerinin bütün
insanî ve medenî haklarının muhafazasını Islâmî, hükümet ve müsHimanlar
tekeffül eder. [205]
Şimdi şu noktaya
gelelim: îslâmda vatandaşlığın esas hakları (Fondamental îtights) nelerdir?
îslâmda vatandaşa ilk
verilen hâk, onların can, mal, namus ve şerefinin korunmasıdır. Herhangi bir
kanunî şekil olmaksızın, onların bu haklarına tecavüz edilmesin. Bu hususu Nebî
salUlahu aleyhi ve sellem müteaddit ha-dis-i şeriflerinde beyan buyurmuşlardır.
Veda Haccmda Zat-ı Saadetleri meşhus hutbelerinde Islâmî yaşayış nizamının
kaidelerini beyan 'buyurmuşlardır:
STzin kanlarınız ve
mallarınız; ırz ve namusunuza hürmet gösterilmesi lâzımdır. Bu hac gününün
hürmeti gibi. Bu hürmet hakkında Zat-ı Saadetleri şu noktayı da
belirtmişlerdir;
Ancak islâm hakkı ile.
Yani İslâm kanunları dola-yısiyle bir kimsenin canı, malı, ırz ve namusuna bir
tecavüz vuku bulursa, îslâmî kaide ve usul gereğince bu za~ rann telafi
edilmesi lâzımdır.
İkinci mühim hak da
şahsî hürriyet hakkıdır. If. lamda kimsenin hürriyeti belli kanunî şekilde
kendisine bir cürüm isbat edilmedikçe selb edilemez; e.inden alınamaz.
Ebn Davud, şöyle bir
rivayeti kaydeder: Bir ara Medine halkında birisi şüphe üzerine yakalandı.
Sanabilirden biri, okunmuş bulunan bu bahsettiğimiz hutbenin okunduğu sırada
ayağa kalkarak, Nebi saHallahu aleyhi \e selteme şu suali sordu: Benim
komşularımdan biri herhangi bir şüphe üzerine yakalanmıştır. Bu adamın yakalanmasının
sebebi nedir? Nebî sallallahu aleyhi ve sellem ikinci defa bu zatım sözünü
dinledi ve şehrin emniyetini idare eden zatı kaldırarak* yakaladığı bu
kimsenin yakalanması için makul bir sebep beyan edip edemiyece-ğini sordu.
Fakat üçüncü defa Şahabı sözünü tekrarladı ve şehrin emniyeti ile vazifeli
bulunan zat da makul bir cevap veremedi.
O zaman Zat-ı
Saadetleri emirlerinde şunu bildirdiler :
Hallû lehü ciyranehü :
Onun komşusunu kendisme bırakınız [206]
Bu hadiseden şu mesele
anlaşılıyor: Bir şahıs hakkında belli başlı ve kat'î bir töhmet delili bulunmaksızın
ve bu îtham sabit olmadan, bu kimseyi tutuklu bulundurmak İslâm kaidelerine
uymaz.
İmam*Hattabî, telif
etmiş 'bulunduğu Ma'âlim - Es -Sünen isimli eserinde bu hadîsi şerh ederek
şöyle yazar:
Îslâmda iki çeşit
hapis vardır: Bir! «Haps-i Ukubet» yani ceza hapsi. Adalet cezayı tayin
ettikten sonra herhangi bir kimse haps edilir, tutuklanır. İkincisi; «Hapsj îstizhar»
yani arama tarama hapsi. Müttehem araştırılmak için hapsedilir. Bunlardan
başka îslâmda herhangi bir hapis şekli yoktur.[207]
Bu hususta İmam Ebu
Yûsuf, telif etmiş olduğu Kitab-El-Harâc'da şöyle yazar: Herhangi bir kimse
sırf itham yüzünden tutuklanamaz. Resul-ü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem
sadece itham için kimseyi tutuklama-roıştır. Elbette davacı ile davalının her
ikisinin de adalet huzurunda hazır bulunmalarında zaruret vardır. Davacı kendi
davasını isbat etmek için işe girişir, ithamını :s-bat edemezse, o zaman dava
edilen salıverilir. [208]
Hazret-i Ömer
Radiyallahu Taalâ anh bir dava görürken şu hususu beyan buyurmuştur:
Îslâmda hiç bir kimse
adaletsiz olarak tutukluna -maa. [209]
Üçüncü mühim hak da
fikir hürriyetidir. Bu mevzuda Islâmî kanunların en güzel izahı Hazret-i Ali
Radiyallahu anh devrinde oldu. O zamanlar Havaric güruhu peydahlanmıştı.
Bunlar günümüzün Anarşist ve Nihîist-îerine benziyordu. Hazret-i Ali
Radiyallahu Taalâ anh, devrinde bunlar açıktan açığa mevcut hükümeti kabul
etmek istemiyorlardı. Bunların ortadan kaldırılması için kılıç kullanmak
gerekiyordu. Hazret-i Ali Radiyallahu Taalâ anh, onlara şu şekilde haber
gönderdi:
Bulunduğunuz yerde
kabınız; aramızda kan dökülmesin; yolları da kapamayınız ve kimseye zulüm de
etmeyiniz.
(Neyi el-evtar c:ld 7,
sahife 139).
Başka bir zaman yine
Hazret-i Ali Radiyallahu anh Haricilere şu
mesajı gönderdi:
Siz fesat çıkarmadıkça
biz de sizinle savaşa girme, yiz. (Neyi el-evtâr cild 7, sahife, 133).
Bu örneklerden açık
bir şekilde anlaşılıyor ki, herhangi bir topluluk ne şekilde düşünürse
düşünsün, bu düşüncelerini emniyetle bu fikirlerini açığa vurabilirler. İslâm
rejimi bu kabii hareketlere mâni-olmaz. Elbette ki, onlar kendi fikirlerini ve
düşüncelerini zorla ve şiddet kullanarak (By Violent Mean) ortaya koyup kabul
ettirmeğe kalkar ve hükümet düzenini bozmak ve dağıtmak yolunu tutarlarsa, o
zaman iş değişir.
Diğer bir hakka da
İslâm fazla ehemmiyet vermiştir. Bu çok önemli nokta da şudur: İslâm devleti
sınırlan içinde yaşayan halkı, medenî yaşayışın esası zaruri-yatmdan mahrum
bırakmamaktır. Bu hususta İslâm zekâtı farz kılmıştır. Zekâtın farz olduğu
hakkında Alla-hm Resulü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle beyan buyurmuşlardır:
Zenginlerinden alır ve
fakirlere verirsin. (Buharı ve Müslim!
Başka bir hadis-i
şerifte Zat-ı Risaletpenahileri şu gerçeği işaret etmişlerdir.
Hükümet, kimsesizlerin
kimsesi ve hamişidir.
Diğer bir hadis-i
şeriflerinde de Zat-ı Saadetleri şu ölçüyü belirtmişlerdir:
Hiç bir şeyi olmadan
ölen bir kimsenin mesuliyetleri (borçlar ve saire) bize aittir. (Buharî ve Müslim)
İslâm, bu mevzularda
vatandaşlar arasında müslü-man veya ekalliyet yani zımmî arasında fark
gözetmez. Zımmîler de müslümanlar gibi bu medenî haklardan faydalanırlar.
Hükümet, aç olan, çıplak olan, barınacak yeri bulunmayanları açıkta bırakamaz.
Hazret-i Ömer bir ara bir zımmîye tasladı. Bu zınımî dilenen ihtiyar bir Yahudi
idi. Örnek devlet reisi Hazret-i Ömer, derhal bu şahsı cizye vermekten muaf
tuttu. Ve kendisine maaş bağlanması için hazine memuruna şöyle yazdı:
AHaha yemin ederim ki,
gençliğinde faydalandığımız kimseyi İhtiyarlığında kendi başına bırakmak, insaf
değildir. (Ebu Yusuf, Kitab - El - Haraç S. 72)
Hazret-i Hal'd
Radiyallahu anh, Hiyre'nin gayrı müslimlerine bir. vesika yazıp vermişti. Bu
vesikada açık olarak şu hususlar bildirilmişti:
Yaşlılardan veya herhangi bir
sakatlığı bulunanlardan, yahut da iflâs etmiş olanlardan ve fakirlerden cizye
alınmayacaktır. Bundan maada - musJümanlann beytül-malinden de bu gibi
kimselerin geçimlerini temin için ma-a& verilecektir. Bu şekilde geçimleri
sağlanmış olacaktır. (Kital - el - Haraç, Sahife 85). [210]
Geçen bahiste
saydığımız haklara karşı hükümetin de vatandaşlar üzerinde bazı haklan vardır.
Bu haklar meyanında ilk Önce itaat hakkı gelir; îslâmda buna «sem' ve tâat» :
(dinlemek ve itaat etmek) ıstılahı konmuştur. AUahın Resulü sal! ali ahu
aleyhi ve sellem bu hususta serahatle şu beyanda bulunmuşlardır:
Es-sem'ü ve't. taatü
fi'l - usrî vel - yiteri vel - mto şettâ vel-mükreh.
Sıkıntılı günlerde ve
ferahîık zamanında, hoşa giden ve hoşa gitmeyen şeylerde dinlemek ve itaat
etmek vardır.
Yani herhangi bir
hüküm birisinin hoşuna gitsin, gitmesin, kolay olsun zor olsun> her ne
şekilde olursa olsun itaat edecektir.
islâm hükümetinin
vatandaş üzerinde ikinci mühim hakkı da şudur: Vatandaşlar bu hükümete karşı
sadakat gösterecekler ve hukûmetüı iyiliği için çalışacaklardır. Kur'an-ı
Kerimin ve hadi s-i şerifin bu husustaki ıstılahında- «Nush» kelimesi
kullanılmıştır. Arapça tercümesinde buna (Loyality): Meşru tanımak ve
(Allegiance): (sadakat göstermek) diyebiliriz. Hatta bu mefhumların manalarından
bu husus daha da genişlik arz eder. Bu mesele, insanın iyi bir niyetle ve kalb
sadakati ile hükümetine bağlı olması demektir. Bu hükümete zarar gelmesini
hoş görmemektir. Kalben de bu devletin yükselmesi için çalışmaktır.
Pek tabiîdir ki, iş bu
kadarla kalmaz. İslâm vatandaşlarına, var kuvvetleriyle hükümete yardımcı
olmak vazifesi düşer. Bu hükümet için mal ve can ile fedakârlık etmek
icabeder. Bu fedakârlığı esirgememek lâzımdır. Hatta Darül-tslâm'da bir
tehlike baş gösterirse, o zaman Kur'an-ı Kerimin açık beyanına göre, gerekli fedakârlıklardan
kaçman kimse münafık sayılır. Kudreti kuvveti olduğu halde îslâmı mal ile can
ile müdafaa etmeyenler münafıklardan addedilirler.
Muhterem dinleyiciler ve
okuyucular, Islâmî hükümet dediğimiz hükümetin* şekli ve tarzı budur. İşte biz
hali hazır zamanımızda kurmak istediğimiz ve kendisine Islâmî hükümet
diyeceğimiz hükümet de ancak bu şekildeki bir hükümettir. Siz ne isterseniz
söyleyiniz, ister se-külar (Laik), hükümet, ist*r demokratik hükümet ve isterse
teokratik .^ıükûmet deyiniz. Biz bu ıstılahlar üzerinde durmuyoruz. Biz sadece
şu nokta üzerinde duruyoruz ki, îslâm olmak ve Islâmî itikada inanmak
iddiasında bulundukça bizim yaşayış nizamımız ve hükümet rejimimiz
bahsettiğimiz bu esaslar üzerinde kurulmalı ve bu esaslar üzerinde ayakta
tutunmalıdır. [211]
Bu zamanda, yani
devletin Anayasasımn hazırlık safhalarının son merhalelerine gelindiği şu
sırada, ilim erbabı tarafından «Düstur sâz asambli» (Anayasa hazırlama
kuruluna) tam manasiyle ve imkân haddinin son derecesiyle yardım edilmelidir
ki, doğru bir islâm Anayasası hazırlamak mümkün olabilsin. Biz bu mevzuda,
kendi kudretimiz nisbetinde hizmet görmeğe gayret ediyoruz. 1951 senesinin
başında bütün muslüman partilerinin mümessilleri ve âlimler dahi îslâmî
hükümet için 22 esas maddeyi ittifakla tertip ederek, mühim bir hizmet ifa
ettiler. [212] Fakat bu çalışma
-meyanmda bazı kimselerin muhtelif düşüncelerini gördüm. Bir tarafta müs-lüman
halk, diğer tarafta tahsil görmüş zümreler başka bir taraftan da Anayasa
hazırlayan kurul erkânı aralarında bir hayli kimse yanlış anlamalara
kapılmışlardır. Nitekim onlar tarafından bu fikirler muhtelif ve çeşitli
şekillerde, türlü türlü kelimelerle ortaya çıkarılmaktadır. Kur'an-i Kerim'de
herhangi bir Anayasa için rehberlik edecek mevzu bulunmamaktadır, diyorlar,
islâm'da hususî ve herhangi bir şekilde hükümet rejimi icap ettirmez ve Islâmî
Anayasa (Islâmî Düstur) diye bir şeyin de ismi olamaz diye iddia ediyorlar.
Bu şaşırtıcı sökerin
arkasında bazı deliller de yok değildi. İlmin ortadan kalktığı devirde, fikrî
kargaşahk-!ar doğurmak için böyle gürültülü işler bilhassa tesirli °lur. Bunun
üzerine ben de bu hususta ve bu babta bîr
kaleme almayı zarurî gördüm. Kitap ve Sünnetin bu husustaki bütün
tasrihlerini bir araya toplayarak A-nayasaya ait ahkâm bulunanları toplu hâle
getirip halkın istifadesine sundum. Bununla şimdiye kadar, îslâm ulç_ masının
tslâm Anayasası için hangi usûller koydukları ve hangi mehazlara baş vurdukları
-açıklanmış olacaktır. Bununla da yine Anayasa hazırlama kurulu (Düstur sâa
asambli) erkânımn karşısında da Allanın hücceti tamam-' lanmış olacaktır. Yine
bu kurul için, Allanın ve O'nun Resulünün hükümleri beyan edilmemiştir gibi bir
bahane de ortadan kalkmış olacaktır.
Bu bahisler, bu ihtiyacı
karşılamak için kaleme alındı. Burada sırasiyle Anayasaya ait meselelerdeki
Âyât-ı Kuraniye ve sahih hadisleri kaydedecek ve bunlardan ahkâmın nasıl
çıkarıldığını da anlatacağız. [213]
İşte hüküm sadece
Allahmdır. Ancak ve ancak kendisine ibadet edilip başka birine ibadet
edilmemesi için emir vermiştir. Elbette ki sağlam din de budur. <Yusuf, 40)
Bu âyet-i kerime
açıkça bildiriyor ki, iğlerin hallü fasl ihtiyarâtı ve emir buyurma hakkı
(yahut da başka i)ir tabirle söyleyelim «Hâkimiyet») Allah Taalâ'ya mahsus ve
münhasırdır. Burada herhangi bir şekilde, kari-neii ve iki mana verebilen
kelime olmadığına göre bu hâkimiyetten sadece «Kâinatî hâkimiyet»: (Univeraal
S°-verignty) mefhumu anlaşılıyor. Allah Taalânın bu hâkimiyeti öyle bir
kâinatî hâkimiyettir ki, hem siyasî he*11 kanunî olmakla beraber aynı zamanda
hem ahlakî ve hem de itikadîdir. Kur'an-ı Kerimin kendisi de böyle k|r
hâkimiyetin — bütün kısımları ve ekleri ile beraber \llah Taalâya mahsus've
münhasır olduğunu açık dlerle beyan buyurmuştur.
Nitekim Kur'an-ı Kerimde açıkça bildirilmiştir ki, Allah
Taalâ sadece Rabbtinnas «Halkın Rabbı»
ve llâhün-nas «Halkın ilâhı» değildir.
Aynı zamanda o, Melikün-nas «Halkın padişahı, hükümdarı» dır da.
Söyle; halkın Rabbına,
halkın İlâhına ve halkın Padişahına
(MeLikine) sığınırım. (En-Nas,
1-3).
Orada deniyor ki,
Allahu Taalâ mülkün mâlikidir. O'nun bu hükümdarlığında, bu padişahlığında, hiç
bir şekilde şeriki ve ortağı diye bir şey yoktur.
Söyle» ey mülkün
mâliki Allattım, istediğine mülk verirsin, istediğinden de alırsın...
(Âl-i îmran, 26).
Mülk'de O'nun şeriki olamaz. (fara;"111).
Dikkat! îyaratmak ve
emir vermek O'nun değil mi. Jir?. (El - A'raf, 54)
Rabbinizden size nazil
kılınmış bulunana tâbi olunuz -ve ondan başka kendinize kimseyi koruyucu
edinerek tâbi olmayın. (A'raf, 3).
Her kim, Allafaut
nazil kılmış bulunduğu ile hüküm vermezse, böyleler! kâfirlerdirler. (EI-Maide,
44)
Allah Taalânın siyasî
ve kanunî hâkimiyetinin bu tasavvuru, Islâmın ilk temel usullerindendir.
lalamın tâ başından bugünkü günümüze kadar, bütün îslâm hukukçuları, «hüküm
vermek Allah Taalâuın kendisine hasdır.» .prensibinde müttefiktirler. Nitekim
Allâme Amidî meşhur «IJsul-i Fıkıh» kitabında Kitab El - İh kânı fî usûl il -
ahkâm» da şöyle yazar :
Bilmek gerektir ki, A
İlahtan başka bir hüküm sahibi yoktur ve O'nun hükmünden ve hükmettiğinden
baş. ka da yine bâr hüküm yoktur.
Şeyh Muhammed Hıdrî de
kendi Usûl-t Fıkıhında, bu husus, bütün Ehl-i Islâmm müttefik bulundukları bir
akide olarak beyan eder.
Elbette kî hüküm
Allanın-hitabıdır. AUahtan başka birinin hükmü yoktur.
Bu da bütün
müslümanlarm ittifak ettikleri bir ka-ziyyedir.
Herhangi bir İslâm
Anayasası (Düstur), her şeyden önce Allah Taalânın siyasî ve kanunî
hâkimiyetini kabul etmeden, tslâmî bir Anayasa olamaz.
Bu husus o Anayasanın
maddeleri meyanmda açık-ce. yazılmış olmalıdır. İlâhî hükümete itaat edileceği
ve Râkim-î A'lâ'ya boyun büküleceği ve O'mın ahkâmının ifâ edilmesinin farz
olduğu da aynı şekilde yazılmalıdır, [214]
Peygamberler
Aleyhisselâm umumiyetle ve Hazret-fc Muhammed Sailallahu aleyhi ve sellem
bilhassa Aliah Ta-alâmn bu siyasî ve kanunî hâkimiyetinin mantarıdırlar. Yani
Allah Taalânın bu hâkimiyetinin insanlara tatbik edilmesi peygamberlerin
vasıtasiyle olmaktadır. Ve bu sebepledir ki, Allanın Peygamberi olmuşlardır. Bu
itibarla onların hükümlerine itaat etmek ve onların yolundan gitmek, onların
hükümlerine niçin ve neden demeden, kayıtsız ve şartsız inanmak, her ferdin,
her zümrenin, her kavmin üzerine farz ve lâzımdır. Yine de lâzımdır ki,
Allahm bu hâkimiyetine inanıp kabul etsinler.
Bu husus, Kur'an-ı
Kerimde müteaddit yerlerde açıkça bahsedilmiştir. Misal olarak aşağıdaki âyâtı
kerimelerden bir kaçına göz -gezdirelim:
Her kim Resule itaat
ederse, Allah a da itaat etmiş olur. (En-Nisâ' 80)
Hiç bir Resul
göndermedik ki, ancak Allahm izni ile kendisine .itaat edile. (En - Nisa' 105).
(Yâ Muhammed) Biz
sana'kitabı hak ile nazil kıldık kî, Allanın sana gösterdiği gibi, halkın
arasımla hüküm veresin. (En - Nisa' 105).
Resul size ne
getirdikse onu alınız ve sizi neden men ettiyse, ona son veriniz. (EMIaşr, 7)
Hayır; senin Rabbına
and olsun ki, Onlar aralarında çıkan anlaşmazlıkta, seni hakem kilmayıp
verdiğini hükümlere hiç bir şekilde sıkılmadan, sana tanı bir itaatle
bağlanmadıkça iman etnı's olmayacaklardır. (En . Nisa, 65).
İşte bu nokta da îslâmî
hükümetin Anayasasının ikinci esasıdır. Burada Allahm hâkimiyetini ikrar ettikten
sonra ikinci ikrar da şu olmalıdır: Böyle bir hükümette Kitabullahın yanı
başına Resûlullah sailallahu aleyhi ve sellemin isbatlı sünnetlerini de kanun
mehazı olarak kabul etmek icabeder. îcraî, teşriî ve adlî hususlarda bu
sünnetin hilâfına hükümler ortaya konamaz ve kanun yapılırken yapılacak olan
kanun da bu sünnetlere aykırı bulunamaz. [215]
Sizin aranızda iman
edip de salih amel eden kimselere, Allah yeryüzünde hâlife kılacağım vaad
etmiştir. Nitekim sizden önceki kimseleri de halîfe kalmıştı. (En-Nûr, 55).
Bu âyet-i kerimeden
açıkça iki mühim esası kanun anlaşılıyor.
Birincisi, Islâmî hükümette sahih
makam, «hilâfet» makamıdır.
Hâkimiyet makamı değildir. îkin-eisi de şudur: Bir islâmî hükümette
hilâfeti elinde bulundurmak herhangi bir şahsa, herhangi bir hanedana, veya
herhangi bir zümreye mahsus değildir. Belki bütün islâm ümmetine, islâm
ümmetinin her ferdine atittir. Allah Taalâ bunlara serbest bir hükümet atâ
kılmıştır.
Birinci noktanın
teşrihi şudur ki, aynı ha-kikat şu işi icabettirir ki, hâkimiyet sahibinin
kendi zatmın haricinde öyle bir kudret bulunmayacak ki, onun ihtiyarâtını
hududlandırsın ve kıssın, onun kendisinin yaptığı kanunlar ve nizamların
dışında onun elini ayağını bağlayan ve kendisinin yapacaklarına mâni olabilen
herhangi bir kanun ve nizam bulunsun.[216]
Şimdi eğer bir
hükümette ilk adımda şunun üzerine iman edilirseki, Allanın ve O'nun Resulünün
bildirdikleri kanunların üstünde hiç bir kanun ve nizam yoktur; bu kanunların
hilafına da bir iş yapılamaz. Bu hükümetin Teşriî Organı da bu kanunun hilâfına
bir kanun vaz' ede-., mez. Adliye işlerinde de bu kanuna aykırı hükümler olamaz.
O zaman, bundan açıkça şu mana anlaşılır ki, Allah ve O'nun Resulünün
hâkimiyeti karşısında böyle bir hükümet hâkimiyet iddiasında bulunamaz ve
hakikî hâkimiyetin de esasda Allah ve Resulüne ait olduğu kabul üipf mevcut
hükümetin başında bulunan yahut da idarecisi, ancak ilâhî hâkimiyetin bir
mümessilinden başka bir vasıf taşımaz. Bu mevkideki idareciye de «halife»
dİ-veceğiz. Bu şekildeki vaziyetin ismine sahîh istilanda «hâkimiyet»
diyemiyeceğiz. Sadece «hilâfet» diyeceğiz. Bu vasıf kararlaştırılmış olursa, bu
vasıf üzerine böyle bir hükümetteki işe «Hâkimiyet» deyecek olursak, o zaman
istilan bakımından da tenakuza düşmüş oluruz. EL bette "ki, Allanın hükmü
ve O'nun Resulünün Sünneti tahtında kendi yapacağı işlerde, muhtar olarak,
ittiba etmezse, o zaman şüphesiz doğrudan doğruya bu iş hâkimiyet olur. Fakat
böyle olunca da Islâmî hükümetteki 4stılahda bir tenakuz yeniden baş gösterir.
İkinci noktanın
teşrihi de şudur: Bir islâmî hükümetin bütün sakinlerinin müslüman olması
vasfiyle, top. lu olarak, bunlar hilâfet mansıbını elde bulundururlar. İşte bu
mühim ve hakikî usul tslâmî Cumhuriyetin esasıdır. Bu şekilde gayrı - islâmî
cumhuriyetlerde ise esas içtimaî hâkimiyettir ki, (Popular Sivereignity) usulü
üzerine kaim olmuştur. Fakat hakikatte bu şekildeki îslâmî Cumhuriyetin
temelleri içtimaî hilâfet (Popular Viceğe-rancy) usulü üzerine kurulmuştur. Bu
nizamda hâkimiyet yerine Hilâfet ıstılahını kullanmak icabeder. Buradaki
iktidar Hak Taalâ tarafından bahşedilmiş bulunan bir iktidardır. O'nun çizmiş
bulunduğu hududlar dahilinde, bu iktidarı kullanmak icabeder. Fakat bu
Hilâfetin şu Mahdut iktidarı yukarıda bahsettiğimiz Kur'an-ı Kerimin
"ükümleri gereğincedir. Bu hükümlere göre, herhangi "ir muayyen şahıs
veya muayyen bir zümreye bu iktidar verilmiş değildir. Belki hükümetin ülkesi
dahilinde ya§ayan bütün müslümanların «min haysül cemâa» : 'Toplu olarak)
haklarıdır. Bunun iktizası şudur ki, müs-üınanlar kendi rızalariyle aralarında
müşavere ederek, kendi işlerini yürütmek
için bir kimseyi vekil tayin ederler. Bu kimsenin vekâleten başkanlığı
müslümanlan rızasına bağlı olur. Müslümanlar kendisinden razı oldukları
müddetçe onların işlerini yürütür. îste bunun içindir ki, Hazret: Ebu Bekir
»(R.A.) Taalâ «HilâfetuUah kelimesini kullanmaktan, müslümanları men etti. Zira
hilâfet aslında Müslüman Ümmetinin hakkıdır. Doğrudan doğruya Ebu Bekirin veya
diğer halifelerin hakları değildir. Hilâfetin de esas vasfı, müslümanların
kendi istekleri ve rızaları ile halifelik ihtiyarâtını bir şahsın eline tevdi
etmeleri ve bu şahsı kendi işlerini idare etmek jçin vazifelendirmeleridir.
Bu iki noktanın her ikisi de
gözönüne almaraik îs-lamî Hükümetin Anayasası (Düstur) u öyle bir şekilde
yapmalıdır ki, bu Anayasa ile iş basma gelecek olan kimse veya kimseler
herhangi bir şekil ve surette, Hâkimiyet iddiasında bulunmayıp bu hükümette
ancak aydın ve açık bir şekilde halife olduklannı nazan itibara alsınlar. [217]
Yukarıda bahsettiğimiz
gitii içtimaî Hilâfetin iktizalarını Kur'an-ı Kerim açık sözlerle beyan
buyurmuştur; . Onların işleri,
aralarındaki müşavere Ue olur. (Eş - Şura, 38 >
Bu ;' Tet-i kerimede
Islâmî yaşayış nizamının şu hususiyeti beyan edilmiştir . Bütün içtimaî işler
nıüşa* vere ile icra edilsin. Bu, sadece bir beyan değildir. Belki sözün
mefhumundan anlaşılır ki, bu bir emir ve bir hükümdür. Bunun için
"herhangi bir içtimaî iş, müşavere olmaksızın yapılamaz. Müşaveresiz
içtimaî işleri yapma*"
menedilmiş bulunuyor.
Nitekim Hatib Bağdadî, Hazret-i AJi Radiyallahu Taalâ Anh'dan rivayetle şu
hususları nakleder.
Arz ettim ki, Ya
Resulallah! Senden sonra öyîe işlerle karşılaşabiliriz ki, bunlar hakkında ne
Kur'an-ı Kerimde bir hüküm bulabiliriz ne de Zatı Saadetlerinin Sünnetinde
bunu aydınlatabilecek hir mevzu ile karşılaşmak mümkün olabilir? Buyurdular ki,
benim ümmetimin ibadet eden (âbid) zümrelerini toplar [218] ve
onlarla müşavere edersiniz. Müşavere sırasında da bir tek kimsenin reyine
iktifa etmeyesûıiz. (Ruhül _ Maânî)
Sonra yine bu
müşaverenin asıl ruhunu da Nebî sal-lallanu aleyhi ve sellemin lâfızlarında
beyan- edilmiş olduğunu görürüz:
Her kim bir hulusta
bir kardeşiyle müşavere eder, fakat bu işi o kardeşten başkasının daha iyi
bildiğini büir-se, im işde hiyânet etmiştir, (Ebu Davud)
Bu hüküm gayet geniş
mefhumla beyan edilmiştir. Burada müşavere için herhangi hususî bir şekiî tayin
edilmemiştir. Bu bakımdan, îslânun. ahkâmı bütün dür, ya için. olduğuna ve her
zaman geçerli bulunduğuna göre bu şekilde bildirilmiştir. Eğer her ne suretle
olursa olsun, müşavere için muayyen bir usul vaz edilmiş olsaydı, o zaman
İslâmın ebedî ve âlemşümul, mahiyeti kalmazdı.. Müşavere doğrudan doğruya umum
halk ile mi yapılır, yoksa halkın mümessilleriyle mi? Bu mümessilleri alelade
halk mı seçer, yoksa avam halk değil de ileri gelen halk (Havas) mı seçer? Bu
müşavere edilecek olan. ların seçimi bütün memlekete mi şâmil olur, yoksa devletin
başında bulunan kimse tarafından mı seçilirler? Bu seçim, bildiğimiz gibi rey
toplamak suretiyle mi olur?. Yoksa mümessilliği aşağı yukarı belli olabilecek
zevat ll!kendilerini mümessil diye mi ortaya atarlar? Şûra Meclisi bir
dereceli mi oîur? Yoksa iki dereceli mi olur? Bunlar öyle suallerdir ki, her
camiada bunların cevapları ayrı ayrı şekildedir. Her medeniyet bu hususta
kendisi için bir şekil üzerine karar vermiştir. Yine bunların cevapları durum
ve ahvâlin değişmesine, zaman ve zeminin icabına göre değişecektir. Zaman ileriledikçe
bunlar da yeni. yeni şekiller alabileceklerdir. îşte bunun içindir ki, Şeriat
bu hususları serbest bırakmış ve üzerinde durmamıştır. Ne hususî bir şekil
tayin etmiş ne de herhangi bir şekli men eylemiştir. Elbette ki yukarıdaki
âyet-i kerimeyi teşrih eden hadislere de göz atmamız icabeder. Bu hadisleri
gözden geçirdiğimiz zaman üç mesele üzerinde durmuş oluruz:
1. Müslümanların herhangi bir içtimaî işi müşave-
Iresiz yapılamaz. Bu
mesele diktatörlüğün kökünü kazımak için lâzımdır. Bunun için devlet işlerinde
mühim i§-
ileri devlet reisinin
kararlaştırmasının önüne geçilmiş o-lur. Devlet reisinin nüfuz kullanarak
istediği gibi işleri idare etmesine meydan verilmez. Böyle olunca da diktatörlük
için açık kapı bulunamaz. Nitekim diktatörlük demek istibdat ve mutlakiyet
demek olduğundan .istibdat
ive mutlakiyet de
müşavereye muhalif bir husustur. Bu şekilce yine Anayasada arızî veya müstakil
bir şekilde
(duraklama olamaz. Tam
ihtiyarât da Devlet başkanına ve memleketin reisine verilmemiş olur. Her ne
şekilde o-lursa oisun, istibdat men edilmiştir. İstibdat ve mutlakıyet üzerine
tslâmî hükümet teessüs edemez.
2 içtimaî
işlerle alâkadar olan herkes bu işlerde müşaverede bulunmalıdır. Bunlar
isterlerse müstakimen, doğrudan doğruya müşavereye iştirak ederler; isterlerse
güvendikleri ve itimat ettikleri bir kimseyi (Mutema-düm aleyh) mümessil olarak
ortaya çıkarırlar ve bu kimse ile müşavere edile gelir.
3-
Müşaverenin serbest ve herhangi bir garaz ve riyadan arî bulunması icab eder.
Dalavereli ve dolam -baçlı yollardan müşavere edip de rey ve fikir almak hakikatte
müşavere değildir, dalaveredir. Müşavere manası bu gibi şeylerden anlaşılamaz.
Buna göre, Düsturun
(Anayasanın) ne olursa olsun bu husustaki tafsili de anlaşıldı. Bu meselelerde
Şeriat, ne şekilde olursa olsun bu üç noktayı gözönünde tutmuştur. Bu esaslara
göre, halk ile veyahut da halkın itimat ettiği ve güvendiği ve güvenerek
vekâlet verdiği kimse lerle müşavere edilmeksizin, devlet işleri yürütülemez
Yürütülmesi de sahih ye doğru olamaz. Bunların seçilmesi hususunda da herhangi
bir nizam konabilir. Fakat nizam öyle bir şekilde olmalıdır ki, bütün Ümmet bu
i§e iştirak edebilsin. Hattâ bu işde halkı ve yahut da halkm mümessili ve
vekili olan kimseler aldatılıp tamahlandı-nlmasına da meydan verilmemesi
icabeder. Yoksa bu şekilde reyleri alman mümessillerin reylerinin hakikatte
kıymeti kalmaz. [219]
Devlet başkanı, bakanlar,
şûra ehli (Parlamento azaları)
valiler ve idarecilerin seçimleri üzerinde ne gibi nı*suslar gözönünde
bulundurulmalıdır? Bu hususta da Kui"'an-ı Kerimin ve Sünnetin
hidayetlerini nazarı itibara almak icabeder. Buyrulmuştur ki:
Allah size emr ediyor
ki, emânetleri ehillerine tevdi edesiniz. (En - Nisa, 58).
Elbette ki, sizin
Allah indinde en değerliniz en muttaki olanınızdır. (El-Hüccurat, 13). Hadis-i
Şerif de;
Sbin Önderleriniz
meyanında en iyileri, sizin sevdik-leriniztfır ki, onlar da sizi severler. Siz
onlara hayır dua edersiniz, onlar da size hayır dua ederler. Sîzin Önderlerinizin
en kötüleri de onlardır ki, siz onlara karşı nefirt-t hissi duyaısınız, onlar
da size nefret hissi duyarlar. Siz -onlara iânet edersiniz, onlar da size lanet
ederler.
(Müslim'in rivayet'/?.
AHaha yemin ederim ki,
bir şey isteğinde bulunanları yahut da makam hırsına sahip olan kimseleri
kendî-mizo koruyucu seçenleyiz. (Muttefikun Aleyh Hadis)
Elbette ki, bizim
indimizde, en hain kimse sizin ara. iH/daki en haris kimsedir. (Ebu Davud)
Bu Hadis-i Şeriflerden
sonra, yine aynı mevzua temas eden tarih sahifelerini, karıştırdığımız zaman,
göreceğiz ki, İslâmla şereflenmiş devirlerde, en kötü şey olarak
vasıflandırılan hareketin, hırs ve fazla istek olduğu görülür. Nitekim ulemadan
Kalkaşandî, «Subh ül A'sâ» diye telif ettiği eserde bu hususu şu şekilde ifade
eder:
Hazret.i Ebu Bekir bir
ara üzülerek şu şekilde bekanda bulundu. Hazret-i Besul-ü Ekrem saüallahu
aleyhi vesilemden bu İş hakkında sordum. Buyurdu İd: Ey Eb» Bekir bu iş, o
kimse içindir ki, bu işe karşı aşırı derecede istekli olmaya. Bu iş yırtınan
kimse için değildir. Bun» karsı isteksiz olan kimse içindlir. Buna istekli olan
iç*11 değildir. Bu iş o kinişe İçindir ki, bu senin hakkıudtr, densin. Bu
benim hakkımdır diyen kimse için değiMir,[220]
(Subh - ül - A'sâ,
Kalkaşandî, C. 1, S, 240).
Bu hidayetler, vaziyet
bakımından sadece «Usulî hi-iayetler» olmalarına rağmen yine de bu rivayetlerde
seçilecek olan başkanın veya idarecinin vasıfları belirtilmiş oluyor.
Beğenilmeyen ve istenmeyen kimselerin iş başına getirilmelerinin ne gibi
neticeler vereceği1 de ortaya çıkmış bulunuyor. Fakat her ne şekilde olursa
olsun, şimdi Anayasa hazırlayan kurul (Düstursâz) ların vazifesi şu. 6mı ki, bu
hidayetleri gözönünde bulundurarak bunlara -iiDpiî bir şekil vereler ve bu
hususta münasip tedbirler alalar.
Seçim için her ne nizam koyarlarsa
koysunlar, bu nizamda emin, güvenilir ve muttaki kimselerin seçilmelerini
düşüneler. Seçilecek kimselerin halk arasında sevgi kazanmış olmalarına dikkat
etsinler. Millete iyilik edecek kimselerin seçilme imkânlarını sağlasınlar.
Seçim reylerini toplamakla halkın nefretini kazanacak kimselerin seçilmelerine
mani olmak yolunu bulsunlar.-Zira böyle olmazsa, onlar da halkın bedduasını
alır ve lanetini kazanmış olurlar. Bu işi üzerlerine almış bulunanların
elbetteki bu işi iyi başaracakları ümit edilir. [221]
Erkekler kadınların
koruyucularıdırlar. (En - Nisa 34).
Hadis-i Şerif :
İşlerini kadınlara
teslim eden kavim felah bulamaz. (Buharı)
Bu^nass ile bu hususta kat'î
hüküm verilmiştir ki, memleket işlerinde mesuliyetti iğler ve mevkiler (isterse
memleket reisi yahut hükümet başkanlığı olsun, bakanlık Şûra Meclisi azahğı,
yüksek idarelerin ve yüksek mahkemelerin azahğı olsun) kadınlar için münasip
işlerden değillerdir. Bunlar, kadınların eline bırakılamaz. Bunun için îslâmî
hükümette kadınları bu gibi işlerin başına getirmek münasebet almaz.[222]
Belki de onların vücut yapıları bu gibi işler için elverişli değildir. Açık
nass'lann hilâfına, Hak Taalânın itaatini ve Resule bağlılığı kabul etmiş
bulunan kimseler tarafından Kurulmuş olan böyle bir hükümette bu açık emirlerin
hilafına gidilemez. Bu gibi işlere müsaade edilemez. [223]
Yeryüzüne yerleştirmiş
bulunduğumuz bu kimseler namazı ayakta tutarlar* zekâtı Öderler ve marufa (doğru
yola) emr edip münkerden (eğri yoldan) men ederler. (El - Hacc, 41).
Bu âyet-i kerimede
îslâmî hükümetin maksadı vücudu ve onun esasî feraizi anlatılmıştır. Kâfir
hükümetler gibi, yalnız memleketin iç asayişini temin edip ve dış hudutlarım
muhafaza ile memleketin refahım yükseltmekle iktifa edilemez. Bunların
hilâfına, îslâmî hükümetin, İslâm hükümeti olmak bakımından ilk vazifesi,
namazi, zekâtı kaim kılsın, iyilikleri lalamın aydınlığı al-tmda, Hak Taalâ ve
O'nun Resulünün iyilik olarak bildirdikleri hususların yayılmasını sağlasın ve
fenalıklardan — Hak Taalânın ve O'nun Resulünün kötü olarak bildirdikleri —
fiillerden de insanlığı korusun. Böyle bir hükümete ancak, İslâm hükümeti ismi
vermek mümkündür. Böyle olmayınca, herhangi bir hükümet İslâm hükümeti olmak
hakkına mâlik değildir. Böyle bir hükümet namazı ayakta tutmaz, zekâtı Ödetmez,
iyilikleri emr etmez; fenalıklardan men etmez ise, önün îslâmî hükümet olmakla
bir alâkası kalmaz. Böyle bir hükümetin idaresi altında bulunan yerlerde zina,
fuhuş, içki, kumar, çeşitli fuhuş edebiyatı, müstehcen şeyler, fuhuş ve
müstehcen gösteriler (tiyatro, s-nema ve çeşitli eğlence yerleri), kadın
ticâreti, karma öğretim ve cahiliye devrinde olduğu gibi'kadınların kendilerini
satmak için kırıtmaları (te-berrüc), erkeklerle kadınların şehvanî karışmaları
bulunup, sarahaten kötü şeyler (münkerler) yasak edilmedikçe bu hükümet
Îslâmî hükümet olmak vasfını taşıyamaz.
îslâmî hükümetin Anayasasında
(Düstur) bu saydığımız hususlara dikkat edilmesi icabeder. Nitekim Kur'-an-ı
Kerim de bu hususları belirtmiştir. Hükümetin bu hususlardaki farizelerini
saymıştır. [224]
Ey iman etmiş olan
kimseler, Allah a itaat ediniz, Onun Resulüne de itaat ediniz. Ve kendi
içinizden çıkan îilülemre de. Bir şey hakkında ihtilâfa düşerseniz ve sis:
Allaha ve ahiret
gününe iman edenlerden iseniz, bu işi Allaha ve O'nun Resulüne havale ediniz.
İşte bu en iyi ve en güzel tevildir. (En - Nisa 50).
Bu âyet-i kerimede, üç
mühim nokta belirmektedir. Bunlardan her biri Anayasa hükümleri (Düsturî hükümler)
dirler. Anayasa meseleleriyle alâkalıdırlar. îlk önce şu nokta üzerinde duralım
ki, Allah ve sonra Resulüne itaat, itaatm aslıdır. Her müslüman fert,
müslümanllk vasfı ile ve her müslüman kavim müslüman kavim olmak hususiyetiyle
"bu meselelere bağlı bulunmalıdır. Bu itaat herhangi bri itaatden en öne
alınmalıdır. Uîülemr'in itaati bundan sonra gelir. Bunlardan daha önce ve daha
evvel değildir. Bunlarm zımnında ve bunların tahtmdadır. Serbestçe değildir.
Bu mevzunun daha geniş izahını aşağıdaki âyet-i kerimede bulacağımız gibi
hadis-i şeriflerde de göreceğiz:
Hiç bir mümin erkeğe
ve hiç bir mümin kadına şu hak düşmez ki, Allah ve O'nun Resulü bir işde haliü
fasl edip hüküm versinler de, ister bu mesele onların lehine isler aleyhine olsun
(ona tabi olmasınlar). Her kim AI-taha ve O'nun Resulüne karşı gelirse
elbetteki apaçık bir dalalete düşmüş olacaktır. (El . Ahzâb, 36)
Her kim Allahm nazil
kılmış bulunduğu üzerine hüküm vermezse, böyleleri kâfirlerdirler. Böyleleri
zalimlerdi rîc t., Böyleleri Kasıklardırlar.. (El- Mâide 44 - 45 - 47)
Ve Hadis-i Şeriflerde:
İster hoşuna gitsin
ister hoşuna gitmesin, her müslüman erkeğe ve her müslüman kadına, masiyet
yolun. da emir verilmedikçe dinlemek ve itaat etmek lâzımdır.
Ancak masiyet için emir verilmiş olursa ne dinlemek vardır ne de
itaat etmek. (Buharı ve Müslim)
Eğer size, işlerinizi
yürütmek için Zenci bir köle de tayin edilse, ve sizin işlerinizin basma
getirilirse, Kîtabul-Iah iîe sizin işlerinizi idare etmek yolunu tutarsa, onu
da dinleyecek ve itaat edeceksiniz. (Müslim)
Masiyet için itaat
diye bir şey yoktur. Elbette ki, itaat
doğru iş (maruf) içindir. (Buharî ve Müslim)
AHaha karşı isyan
yolunu tutmuş olana İtaat yoktur. (Tabaranî)
Kitap ve Sünnetin tm
sağlam ahkâmı şu hususu kuvvetle ifade eder ki, îslâmî hükümetle kanun
hazırlayan meclis Hak Teâlanm ve Resulünün ahkâmına muhalif o-lan bir kanun vaz
edemez. Eğer böyle bir kanun vaz ederse, bu kanun derhal reddedilir ve
yürürlüğe gelmesine mâ ni olunur. Bu şekilde, Ayât ve Ahadis de bu hususu bildirmektedirler
ki, herhangi bir İslâmî hükümette adaletin mevcut olması için Allah ve O'nun
Resulünün kanunlarını infaz etmek ve yürür hale koymaktan başka bir çâre
olamaz. Hattâ, herhangi bir hâkim de İlâhî kamına muhalif bir kanunu, — kanun
yapanlar böyle kanun yapmışlar diye — tatbik edemez. İki kanunun birbirine muhalif
ve zıd olduğu görülürse, Allah ve O'nun Resulünün kanunu elbette ki, &anun
yapıcı meclisin ve kurulun kanunlarının üstünde olacaktır. Ayât ve Hadisler bu
hususu açık bir surette belirtmişlerdir, İslâmî hükümetin icra organları da
böyle, Allah hükmüne ve Resûlullahın Sünnetine mugayir bir kanunu tatbik
edemiyecekleri gıb> her
hangi bir zabıta veya
başka kanunları yürütmekle vazifeli kurullar da bunu yapamıyacaklardır. Hiç
bir idarî teşekkül ,' Allah ve Resûlullaha karşı masiyet mefhumunu taşıyan bir
kanun veya herhangi bir nizamı yürürlüğe koyamazlar. Eğer bu hususu gözönünde
bulundurmaz ve dinlemezlerse o zaman halk kendilerine itaat etmez ve edemez;
itaat ederlerse Hak Taalâ indinde günahkâr olurlar. Kanunu da kanun yapıcısını
da, yürütücülerini de dinlemeyip itaat etmezlerse Hak Taalâ indinde mücrim
Bayılmazlar. Bunun hilafına böyle işlere tevessül e-den ve Hak Taalânm ve
Resulünün ahkâmına muhalif kamın ortaya çıkaran hükümet kendisi cürüm işlemiş
olup günahkâr mevkiine düs_er.
İkinci mühim nokta da
şudur: Herhangi bir İslâm hükümetinin
başında bulunan «ülül-emr» müslüman
olmalıdır. Bu noktanın iki sebebi vardır. İki cihet de âyet-i kerimede
belirtilmiştir. Birincisi şöyledir: «Ey Aman etmiş bulunan kimseler» Ve
devamla;
«Sizden olan, sizin
içinizden bulunan ülül-emr» Denmiş olduğuna göre, burada her iki mefhum da açık
bir surette anlaşılıyor. Bunlardan
birincisi: «Ülül-enıre itaat hükmü» dür.
Her müslüman ülül-emre
itaat edecektir, fakat ikincisinde de bu ülül-enırin sizin içinizden, sizden
olması söylenince yani ülül-emrin de müslüman olması lâzımdır. Müslüman olan ülül-emre
itaat edilecektir. Pek tabiîdir ki,
müslüman olmayana değil.
İkincisi de şudur:
İhtilâf halinde ihtilaflı mesele Allah Taalâya ve Resûlullaha havale
edilecektir. Bu şekilde hüküm verilmiştir. Açıktır ki, halk Üe hükümet'arasında
herhangi bir suretle ihtjlâf ortaya çıkabilir, O zaman ve O'nun Resulünün hükmünün hakem olarak kabuJ edilmesi lâzımdır. Bu da
elbette Müslüman ülül-emr ;çin olabilir; kâfir ülül-emr için olamaz. Bundan başka,
istinattı hadiselerde de bu hususta sarahat vardır. Bunu teyid mahiyetinde
hatta tekid mahiyetinde Hadisler mevruttur. Nitekim yukarıda bahsettiğimiz
gibi Hazret-i Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemin hadislerini de yine
göz Önünde bulundurmak icabeder. Buyurmuşlardır ki:
Eğer size, işlerinizi
yürütmek için Zenci bir köle de tayin edilse ve sizin işlerinizin basma
getirirse Kitabullah ile sizin işlerinizi idare etmek yolunu tutsa, onu da dinleyecek
ve itaat edeceksiniz.
Ve yine :
Allaha karşı masiyet
yolunu tutmuş olana itaat yoktur.
Burada yine Hazret-i
Ubâde ibn-i Sabit'den rivayet edilen bir Hadisi nakledelim.
Hazret-i Ubâde ibn-i
Sabit buyuruyor ki, biz Zat-ı Saadeti Nebevilerine biat ettiğimiz zaman şu
hususlar üzerine biat ettik :
Kendi amirlerimiz
(hüküm verenler) ile iht'.Iâf çı-karnııyalım, fakat onların işlerinde açıktan
açığa bir küfr görürsek ve onların bu küfrü Allah indinde bizce sabit
görünürse, o zaman iş değişir.
(Buharî ve Müslim)
Başka bir hadisde de
şu şekilde anlatılmıştır ki, halk, fena muamele yapan hâkimler ve idareciler
hak -Kında, «kendilerine karşı gelelim mi?» diye sordukları zaman, Resulü Ekrem
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle cevap verdiler :
Hayır, madem ki sizin
aranızda -natpazı ayakta tutuyorlar. (Müslim)
Bu en kesin
hüccetlerden sonra şu hususta artık şüphe kalır mı ki, îslâmî bir hükümetin
başına her ne şekilde olursa olsun gayrı müslim bir Sahib-i Emr (Devlet Reisi)
getirilmiş olabilsin. Böyle olursa bu iş şuna benzer ki, meselâ komünist ve
sosyalist hükümetin başına getirilecek olan devlet reisi komünistliğin yahut
da sosyalistliğin muhalifi bir kimse olsun. Veya herhangi bir Cumhuriyet
hükümetinin Cumhurbaşkanlığına Cumhuriyete muhalif bir başkanın getirilmesi
hiç akla sığar mı? Elbette ki böyle bir şey realite olarak mümkün değildir.
Üçüncü nokta da şudur:
Ayet-i kerimenin medlulü gereğince* müslümanlar ile ülül-emr arasında ihtilâf
çıkabilir. Buradan da şu anlaşılıyor ki, müslünı ani arla ülül-cmr arasında
ihtilaf çıkabilir. Buradan da şu anlaşılıyor ki, müslümanlarla ülül-emr
arasında ihtilaf çıkması men edilmiş değildir. Müslümanlara da ihtilaf çıkarabilmek
hakkı tanınmıştır. İhtilâf çıktığı zaman , bu ihtilâfı halledecek merci ancak
Allah Taalânm Kitabı ve O'nun Re:, sülünün Sünnetidir. Bu iki merci, her ne
şekilde hüküm verirlerse, — ister ülül-emrin lehine ve halkın aleyhine, ister
halkın lehine ve ülül-emrin aleyhine, — her iki taraf da buna razı olacak ve
kabul edeceklerdir. Şimdi şu mesele aydınlanmış oluyor ki, her ne suretle
olursa olsun, ihtilâfı halledecek bir idare sistemi de bulunmalıdır ki, bu
idare de AHahm Kitabı ve O'nun Resulünün Sünneti ile ihtilâfı halletsin. Bu
idare veya kurul, herhangi bir ulema meclisi, bir yüksek adalet divanı (Superm
court) ne olursa olsun bir teşekkül olacaktır. Bunun ne şekilde teşekkül
edeceği hakkında Şeriat bizi muayyen bir yol tutmağa mecbur kılmamıştır. Fakat
ne de olsa böyle bir idare veya kurul olmalıdır. Bu kurul da şu vasıfları taşımalıdır
ki, icrâî, teşriî (kanun yapan) ve adlî
organ-
ların aleyhine ve bu
organların verdikleri hükümlere ve kararlara, bu kurul veya idarenin neadinde
dava acıtabilip karar istensin. Bu idare veya kurulun da elbette ki, esas
usûlü Kitap ve Sünnetin hidayetleri ışığı altında işleri hal ve fasl etmek ve
hakkı batıldan ayırmak olacaktır. [225]
Allah sise, emanetleri
haline tevdi etenenizi emreder. Halk arasında da hakemlik ederseniz adaletle
hüküm veriniz. (En . Nisa, 58)
Ve bir kavme (zümreye)
olan düşmanlığınız sizi adaletten ayrılmağa sürüklemesin, adaleti gözetirseniz;
bu iş takvaya daha yakındır.
Bu âyet-i kerimeler
geniş manada mÜ3İümanları ferdî ve içtimaî hususlarda adalete bağlamaktadır.
Elbette ki, müslümanlara böyle bir hüküm verilince îslâmî hükümeti de bu işten
vareste tutmamıştır. Hattâ, o da adalete bağlı bulunacaktır. Hele îsİâmî
hükümetin adalete bafh bulunması daha da önemle ele alınması icabeder. Çünkü,
halk arasında hüküm vermek daha ziyade hükümete düşen bir iş ve en çok onun
kudretindedir. Elbette ki, hükümetin icraatında adalet olmazsa yaşayışın hiç
bir sahasında adalet mefhumu diye bir şey kalamaz.
Şimdi bakalım bu iş
hükümeti ne dereceye kadar alakadar eder? Resulü Ekrem sallallahu aleyhi ve
sel-lem ile Dört Örnek Halifenin halk arasında hüküm vermek hususunda adaleti
nasıl gözetmişler ve hangi hususları nazarı dikkate almışlardır ve adaletin
tesbiti için neler yapmışlardır?
1. Veda Haccındaki meşhur hutbede, Hazret-i
Resulu Ekrem, sallallahu aleyhi ve sellem, İslâmî hükümetin esas usullerini
ilân buyurdukları zaman bu meyanda şu mühim usul üezrinde de durmuşlardı.
Elbette ki sizin
kanlanınız, mallarınız ırz ve namusunuz bu günün hürmeti gibi muhteremdir.
Bu ilân gereğince,
İslâm ülkelerinin bütün vatan -daşlarımn canları, malları, ırz ve namuslarına
hürmet edilmesi ve korunması için esası bir hak ortaya konmuştur. Bu-hakka her
hükümet dikkat etmelidir; bu hakkı gözetmek mecburiyetindedir.. Bu şartları
yerine getirirse bu hükümetin ismine «İslâmî Hükümet» diyebiliriz. [226]
2. Bu
hürmete dikkat ediîmez, ehemmiyet verilmeyip hiçe sayılırsa o zaman ne
olacaktır? Bu vaziyetin de cevabını yine Hazret-i Resulü Ekrem sallallahu
aleyhi ve sellemin mübarek lafızlarında bulacağız:
Böyle yaparlarsa kendi
canlarını benden kurtarırlar, fakat islâmın hakkı ve onların hesabı Allah'a
kalır. (Buharî ve Müslim)
Elbette ki, onların
canları ve malları bizce hürmetlidir, ancak bu can ve malın üzerinde hak
olursa, onların hesabınj görmek ise Allah'a aittir. (Buharî ve Müslim)
Herkes O'nu (Yani
kelime-i tevhidi) söylerse o zaman kendi malını ve canını benden kurtarmış
olur. Ancak onun hakla ve hesabı (kalbindeki) AHaha aittir. (Buharî)
Bu hadisler şu hususu
beyan eder ki, îslâmî Hükümette herhangi bir vatandaşın tam bir hürriyeti
vardır; malına, canına, ırz ve namusuna hürmet gösterilip tecavüz
edilmiyecektir. Madem ki, islâmî kanunlar gereğince, böyle bir vatandaşın
üzerine yahut da aleyhine bir hak isbat edilmemiştir, onun bu hakları korunacak
ve hürmet devam edecektir.
3. Birisinin
üzerine, yahut da birisinin
aleyhine hak isbat edilmesi nasıl olacaktır? Bu hususu da lalamın
Peygamberi sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
anlatmışlardır :
Sana iki hasım
gelirse, birincisinin iddiasını dinlediğin gibi ikincisinin de iddia (veya
müdafaasını) dinlemeden aralarında hüküm verme. (Ebu Davud, Tirmizî, Ahmed)
Hazret-i Ömer
radiyallahu anha ait bir dava görme vakası
şu şekilde nakledilmiştir:,
îslâmda hiçbir kimse,
adalet olmadan tutuklanamaz. (Müvetta)
Bu vakanın tafsilini
Mu vatta şöyle anlatıyor: Buradan anlaşılıyor ki, o zaman Irak'ın yeni
fethedilmiş ülkelerinde, bazıları yalan yere jurnalcilik ederek, ihtilafları
yahut da bir garazları olan kimseleri yakalatmağa çalışıyorlardı. Şikâyetler
Hazret-i Ömer Radiyallahu anha intikal ettirildi. O zaman bu mesele hakkmda
hüküm vererek yukardaki cümleyi buyurdular: Bu cümlede kullanılan «adalet»
demek, «bildiğimiz adaletin kanunî hükmü: (Due processe of law) demektir. Yani
ıfoir kimse için isnat edilen cürüm isbat edilmiş olup açık bir şekilde karara
bağlanmış olacaktır. Böyle bir karar olmaksızın İslâm'da herhangi bir kimse
tutuklanamaz ve tevkif edilemez.
4. Hazret-i
Ali Radiyallahu anhm hilâfet de bazıları hükümeti meşru tanımak için hazır . O
zaman Zat-a Hilafetpenahileri, onlar:
Bulunduğunuz yerde
kaimiz ve Mzimh\ ^îr aramızda kan dökülmesin. Yollan da kapamayım/. Kimseye de
zulmetmeyiniz. Böyle yapmazsam?, o /.aman -. = ?.:s?îf* taraşa gireceğim. (Neyi
Sİ - Evtâr).
Yani siz istediğiniz
gibi düşünebilirsiniz. Sizin fikriniz ve düşüncenizle bizim işimiz yok.
Elbette ki, siz "bu düşünceniz yüzünden hükümete karşı koymamalısınız.
Şayet hükümete karşı baltalama hareketlerine girişirseniz, o zaman sizin
karşınıza çıkılacaktır.
Bu gayet sarih
vakalardan sonra, acaba islâm düşüncesine göre, adaletin bu vaziyette dahi
icrâî kuvvetler tarafından nazarı itibara alınmamış olduğuna dair bir şüphe
kalır mı? îcrâî kuvvetlere, adaletin kanunî hükmü olmadan istediği kimseyi
tutuklamak, yahut da istediği kimseyi tevkif edip veya istediği kimseyi şehir
dışına veya memleket haricine menfaya göndermek, istediğinin dilini, ağzını
kapatmak ve arzu ettiğini fJkir beyan eylemekten men etmek selâhiyetleri
tanınmamıştır. Hükümetlerin çoğunun nizamlarında bulunan böyle salâhiyetler
hiç bir zaman ve hiç bir vakit islâmî hükümetin nizamında olmamıştır ve olamaz.
Ve şimdi, «Halk Arasında Adaleti Gözetme» mefhumundan ikinci bir manayı da yine
Islâmm istinatlı rivayetlerinden ve haberlerinden anlıyoruz ki, îslâmda
devletin başkam, hükümetin reisi, umum valiler ve bunların benzerleri, en
yüksek kumandanlar, hüküm sahipleri ve buyruk buyuranlar ile umum halk
efradının hepsi bir kanun ve bir adalet nizamına tabidirler. Kimsenin'
kimseye, her ne şekilde olursa olsun, hiç bir kanunî imtiyazı yoktur. Hiç bir
kimse içim de hu bir adalet mercii bulunamaz. Yine hiçbir kimse, ne şexilde
olursa olsun, kanun karşısında istisnaya tabi tutulamaz.
Hattâ Resul-ü Ekrem
sallaHahu aleyhi ve sellem son çağlarında, kendi kendileri için şu şekilde
beyan buyur .
«Her kimin benim
aleyhime bir iddiası varsa gelsin hakkım ispat edip alsın gitsin.»
Hazret-i Ömer
^Radiyallahu Taalâ anh da ileri gelen bir ülke valisini (Cebelet îbn-i Eyeem
Gassânî) bir beâe-n iiçin kısasa çekti.
Hazret-i Amr İbn-i As,
Hazret-i Ömer nadiyallahu Taalâ anh'den valileri için dokunulmazlık hakkı
isteyinno, Hazret-i Ömer, «Böyle bir şey olamaz» diye kabul etmedi. Bununla da
iktifa etmiyerek, halka şu ilânı yaptırdı: «Her kimin herhangi bir validen
şikâyeti varsa, bu şikâyetlerini gelip açığa vursun. Tâ ki, adalet tecelli
etsin.» [227]
Onların mallarının
üzerinde fakirlerin ve yoksulların da hakkı vardır. (Ez-Zariyat, 19).
Onların mallarından
bir sadaka al, bununla onları pak kıl, temizle ve kendileri hakkında da hayır
dua et. (Et-Tevbe, 103).
İşte, Allah onlara
sadakayı farz kılınıştır. Zenginlerinden alınır, fakirlerine verilir. (Buharı
ve Müslim)
Koruyucusu bulunmayan
kimsenin koruyucu hükümettir. (Ebu Davud, Tırmizî, Müsned-i Ahmed, Darimî)
Her kim ölüp, boynunda
bir borç kalıp da mal bırakmamış olursa, onun bu borcunu karşılamak bana ait.
tir; malı varsa mirasçılarına aittir.
Başka bir rivayette
de:
Her kim bir borç bırakır
ve Ödiyemiyecek durumda olursa benim yanıma gelmeli, ben onun koruyucusuyum:
Her kim bir mal
bırakırsa, bu mal onun mirası ularına aittir. Hiç bir şey bırakmayıp da borçlu
giderse bize aittir.
(Buharı ve Müslim)
Mirasçısı olmayanın
mirasçısı benimdir. Onun borçlarını öder ve mirasını alırım. (Ebu Davud)
Bu âyetlerden ve
hadislerden açıkça anlaşılıyor ki, lalamı Hükümetin vazifelerinin en
mühimlerinden biri de zekât işinin tanzimidir. Bu hükümetin, mesuliyetleri
me-yanında bir mesuliyet de şudur ki, kendi ülkesi dahilindeki bütün halkın
geçim vasıtalarını sağlasın; yardıma muhtaç olanlara yardım etsin ve âciz
bulunanların ge-çmlerini temin etsin. Bunlar, Kitapta ve Sünnetde
kar-şı.aştığımız en büyük hükümlerdir. Kur'an-ı Kerimde ve Hadis-i Şerifde Anayasa
meselelerine ait daha bir, hayli hükümler varsa da bunların Anayasaya
aidiyetleri az olduklarından biz de onların hepsini burada beyan etmedik.
Şimdi, herkes Anayasa denilen kanuna bir parça. aşina olsaydı, bizim ileri
sürdüğümüz bu âyetlere ve hadislere bakarak, bunlarda tslânıî Anayasanın esas
temellerinin mevcut olup olmadığım görecektir. Eğer herhangi bir kimse çıkıp
<îaf > boş iddia yerine, doğrudan doğruya, ilmî istidlal ile, bu ahkâmda
Anayasa ile alâkalı bir şey yoktur diyebilir ve ıbunu ispat edebilirse, biz de
o zaman deriz ki, Anayasa hangi esasî meseleler üzerine (Tefer~ değil esas meseleler) kurulabilir ki, bu meseleleri;
Kitap ve Sünnette
görmek kabil olmasın?
Kitap ve Sünnet bunlar
hakkmda bizi hidayet kılıma-v mış bulunsun?.
O ^aman elbette ki, bu
kimseye bizi aydinlatabildiğinden dolayı minnettar olacağız. Yok eğer bizim
yukarıda bahsettiğimiz meselelerin Anayasaya ait olmadığını ispat edemezse ve;
«Böyle meseleler
Kur'an ve Hadisin taliminin aydınlığında bulunmamaktadır».
Diyemezse, o zaman —
münafık olmayan temiz kim. seler gibi — iki doğru yoldan birisinde
yürüyecektir. Ya doğrudan doğruya bu hükümleri kabul edecek ve memleketin
Anayasasını bunun üzerinde tesbit edecek, diğer hususları da münasip
bulacaktır. Yahut da doğrudan doğruya ve açıkça;
«Biz Kur';um da
inanmıyoruz, Sünnete de; bizim iman ettiğimiz şey, bildiğimiz şu demokresi
denilen nesnedir. Kendimize işveyi hasene (en güzel örnek) olarak Amerika veya
İngiltere yahut da Hindistan Anayasalarını kabul ediyoruz»
Diye söylemeleri
gerekir. İşte, bu iki yoldan birini tutmaları icabeder. Bu ancak temiz
insanlara yakışan bir harekettir. Kaldı ki, bizim karşımızdaki yol yarıya gelmiş,
güneş de karşımızdaki yolu aydınlatmıştır. Böyle bir aydınlıkta bir kimse nasıl
olur da;
«Ben bu karanlık yolda
gidemiyorum.»
Diyebilir? O zaman, acaba
halk bu koca yalanı yutar mı yutmaz mı bilemeyiz? Eğer bu, sırf bir şeref kurtarmak
meselesi için ise, bu yalanın sahibine ne söylenebilir ki...? [228]
Önceki bölümlerde,
îslâmî hükümetin esasi usulleri hakkın--.lı muhtelif cephelerden bahislerde
bulunuldu. Şimdi bir Örnek devirden bahsederek, tarihî araştırmalara girişmek
istiyoruz. Başlangıçta bu devirdeki işler Zat-ı Saadet-i Nebevilerinin mübarek
elleriyle yapılmış ve bu devirde içtimaî ve ferdî iıayat nizamı tamamen
değişmiş ve yeni baştan bir hayat nizamı devam etmp-
Efo başlamıştır.
Bu devir, aydınlığın
ve nur meşalesinin devridir, tslâmî tarihin
her çağında da
müslümanlar bu devrin
meşalesinin nurundan aydınlanmışlardır. Bu
nurdan feyz elde
etmişlerdir. Ve bu şekilde
feyz elde etmeğe
de devam etmektedirler, işte
lslâ:nm hattı hareketi ve ilerleme plânı bu devirdir. Bu devirde hükümet
denilen husus İçin yeni bir düşünce ve yeni bir fikir ortaya ç-.k-r/nş olmakla
k-almamış, belki bu örnek; eti ile, derisi ile, kanı ile bütün vücudu ile
dünyadaki hükümet denilen hususun şeklini değiştirmiş ve
hükümet denilen mefhum
hakkında insanlığın dü-şünepsini
bambaşka yapmış ve
yeni düşünceyle kurulmuş olan hükümet, kendi Ölçüsü dahilinde İşe
devam etmiştir.
Dünyada, herhangi bir nizam
bu düşünce ayarında, başk?. bir hükû.net bir gün dahi hattâ bir lahza dahi dünya yüzünde hâli.m olmuş
iddiasında bulunamaz. Bu
tasavvur ve bu nizam
ile Tvuu^muş olan bir tek hükümet vardır, o da yalnız ve yalnız İs-lâmî
hükümettir. Bunu tslâmın mucizesi olarak
kabul etmek gerektir. Ve bu mucize ile
tslâmî hükümet, beşerî hükümet tek çeşitleri
içinde emsaline erişilmesi
imkân olmayan bir
vasıf taşır. Hazırlayıcı[229]
İdamın doğuşu ile
birlikte müslümanlara mahsus bir içtimaî yaşayış da meydana çıkmış oldu. Daha
sonra, hicret vukubuldu. Hicretten sonra siyasî kudret ve kuvvet elde edildi.
Bu mühim hadiseler kendiliğinden bir Is-lâmî Hükümetin doğuşuna sebebiyet
verdi. Yani işler kendiliğinden bir hükümet şekline girdi. Bu oluşta birkaç
açık ve ışıklı usul vardır ki, bu husus ;bizi her şeyden fazla,
ilgilendirdiğinden Önce bu nokta üzerinde duracağız ve bu bahisler sırasiyle
ele alınacaktır.
1. İlâhî kanunun üstünlüğü :
Bu hükümetin esas
kaide ve usulü, «hâkimiyet mah-zâ ve münhasıran, Hak Taalânındır» gerçeği
üzerine kurulmuştur. İman ehlinin kurduğu hükümet ve devlet aslında ve
esasmda hâkimiyet değil de bir «Hilâfet» dir.. Bu hilâfetde hükümetin başında
bulunan kimseye keyfî hareket etmek ve mutlak bir otorite hakkı tanınmadığı
gibi, iş'eri kendi bildiğine göre tanzim etmek yetkisi de verilmemiştir. Bu
ııevkiye getirilen kimse, ilâhî hâkimi-yetin zımnında buıtman ilâhî kanunlar
gereğince işlerin yürütülmesine çalışır. Bu kanunların kaynağı da Allanın
Kitabı ve Resulullahin Sünneti olduğu malumdur. Kur'-an-ı Kerim'de bu kaide
muhtelif yerlerde bahsedilmiştir, Sûre-i N-'sâ'da âyet 59, 64, 65, 80, 105,
Sûre-i Mâ'ide'de 44, 47. Sûre-i A'râf'da 3, Sûre-i Yûsuf'da 40, Sûre-i Nûr'_ da
54, 55, Sûre-i Ahzâb'da, 36, Sûre-i Haşr'da 7. Bunlardan başka Hazret-i Resulü
Ekrem Şallallahu aleyhi ve sellem de mütaaddit hadis-i şeriflerinde esasa
taalluk eden bu usul hakkında geniş ve etraflı bir şekilde açıklamada bulunmuş
ve serahatle şu hususları beyan etmiş -İcrdir:
Sizin için Allanın
Kitabına tabi olmağı tekidle tavsiye ederini. Onun helâl kıldığı şeyleri helâl
bilecek, haram kıldığı şeyleri de haram bileceksiniz.[230]
AHah sizin için bazı
iarizeler farz etmiş bulunuyor, bunları ihmal etmemeniz lâzımdır; sîze, bir
kısım haramlar tayin eylemiştir, bunları da dikkatle gözönünde bu
-lundurmanız, bırakmamanız gerekir; sizin için bir kısım hudutlar tayin
eylemiştir, bu hudutları aşmamanız ica-beder, bazı şeyler hakkında da hiçbir
şey söylenmemiştir, sükût geçilmiştir. Unutularak değil, bilerek sükûtla
geçilmiştir. Sizin de bunlar hakkında bahse girişmemeniz lâzım gelir. [231]
Her kim Kitabullaha
uyarsa, dünyada dalalete düşmez, ahirette de bedbaht o I imiz.
Size, sarıldıkça
dalalete düşmeyeceğiniz iki şey bırakıyorum: Bunlar Allah'ın Kitabı ve O'nun
Kesulünün Sünnetidir.
Size ne emrettimse, ona,
bağlanın, sizi neden men ettimse, ona son veriniz. [232]
İk:nci esas kaide de
halk arasında adaleti temin etmektir. Böyle bir hükümet bu esas üzerine
kurulur. Buna göre, Kur'an-ı Kerim ve Sünnet'in ortaya koyduğu kanunlar çerçevesi dahilinde, bütün halk
efrarlı aynı
seviyede tutmak ve
aynı gözle görmek icabeder M^mi ketin
en aşağı seviyesinin daha aşagısındaki bir ^-ile memleketin en ileri gelenleri
hep aynı Ölçüde, muamele görmeli, aynı seviyede tutulmalıdır! Kanun herkes için
hep aynı olmalıdır. Kimsenin kimse ister kanunî olsun, isterse kanunun icra
edilmesi huşu iarında olsun, ne imtiyazı, ne de bir üstünlüğü
olmal-ch-Vatandaşlar arasında imtiyaz ve fark gözetmek, bu nü. kûmetin
esaslarına sığmaz. Kur'an-i Kerim'de, Hak Taa lâ bu hususta kendi Resulüne şu
hidayeti frldirinekte-dir:
De ki: Sizin aranızda
adaleti temin etmek içjj, emir aldım.[233]
Yani ben
taraftarlık ve düşmanlık
Sozetrn^siz[n arı aleti ortaya koymak için memur edildim. Herhangi bir
kimseye taraftarlık etmek, yahut da herhangi fojr Wn_ şeye karşı düşmanlık
göstermek benim hakkım delildir Benim dinı;ade kimsenin kimseye bir farkı ve imtiyazı bulunamaz.
Kendimizden olsun, yatoanoı olsun, büyü^
suiı, kiiçr.k olsun, zengin veya fakir kimse olsun, bunla-r.r hiç
birisinin arasında ayrı bir hak ve hukuk yoktur Bunlar hukuk bakımından, adalet
karşısında aynı sevî yedelerdir. Günah
olan, haram olan şey herkes içjn p-ü_ nahtıy, herkes için haramdır. Helâl olan şey de herkes için helâldir.
Farz olan şeyler herkes için farzdır.
ger) keıdim, kendi şahsım dah: İlâhî Kanunun alemşümuilü-ğünden istisna edilmiş
değilimdir.
Hazret-i Resul-ü Ekrem
Sallallahu aleyhi ve sellem kendileri de bu umumî kaideyi şu şekilde
açıklamışiardır:
Sizden öncekilerin
helak olma sebebi şudur : Onlar aşağı derecede bulunan kimseleri cezalandırır
ve yüksek. derecedeki ileri gelenleri bırakırlara!. Mtihammed'in (SalIaİlahu
aleyhi ve sellem) varlığını elinde bulundurana yemin ederim ki, Fatime
(Hazret-i Resulü Ekranım kızı) da böyle bîr şey yaparsa muhakkak onun da elini
keserdim. [234]
Hazret-i Ömer (E.A.)
buyuruyor ki:
Hazret-i Besulullah
SaJlallahn aleyhi ve [235]sellemi
gördüm kî, kendi nefislerine bile ihtiyatlı davranıyorlardı. [236]
Bu kaidelerin
teferruatı olarak, üçüncü bir kaide de ortaya çıkar. Bu kaide gereğince böyle
bir hükümette şu mesele de müsellemattandır: Bütün, müslümanlar arasında, hak
ve hukuk bakımından, renk, ırk, soy, sop, lisan ve şurada doğmak, burada doğmak
bakımıri&an hiç bir fark nazarı itibara alınmaksızın eşittirler.
Herhangi bir ferdin
diğer fertlere yahut da zümreye, herhangi bir zümrenin de diğer zümreye, yahut
da ferde ister soy _ sop bakımından, isterse başka bakımlardan olsun, böyle
bir hükümetin idaresi dahilinde, her ne suretle olursa olsun bir fark ve bir
inıtiyazî hukuk' gozönünde bulundurulamaz. Herhangi bir hususiyetle ve vasıfla
kimse kimseden farklı ve ayrı - gayrı
olamaz.
Kur'ari-ı Kerimde
muhtelif yerlerde Hak Taalâ bu hususu açık bir surette beyan buyurmuştur:
Müminler birbirleriyle
kardeştirler. (El - Hucürât,. 10).
Ey iman etmiş bulunan
kimseler, friz sizi bir erkek. ten ve bir kadından yarattık. Ve sizi kabileler
ve oymaklar haline getirdik ki, birbirinizi t' tanışanınız. Elbette M, L-i/M\
içinizden Allah indinde en makbulünüz en fazla takva yolunu tutanınızdır. (El -
Hücürat, 13).
Hazret-; ResuJ-ü Ekrem
Saîlallahu aleyhi ve sellem du hususa şu şekilde işaret buyurarak, bu kaideyi
daha açık bir şekilde beyan etmişlerdir:
Elbette Allah sizin
suretlerinize ve mallarınıza bakmaz. O, ancak sizm kalblerînize ve
amellerinize bakar [237]
Müslümanlar hep
kardeştirler. Hiç bir kimsenin kimseye takva hariç, bir üstünlüğü yoktur.[238]
Ey halk! Dikkat edin.
Sizin Kabbınız hep birdir. Ne feir Arafcmı bir Acem'e (Araptan gayrisi) ne de
bir Acemin bir Araba, ne bir siyahın bir beyaza, ne bir beyazıu bir siyaha
üstünlüğü vardır. Üstünlük ancak takva iledir.[239]
Her kim «Lâ ilahe
illallah» a şehadet verirse, bizim kıblemizi kıble sayarsa, ve bizim
kestiğimizi (hayvanları) erse, işte o müslüraandır. Her mü si umanın lehindeki
ve aleyhindeki haklar onun üzerinde de bulunur.[240]
Müminlerin
birbirlerinin kanları aynıdır, başkalarının karşısında aynıdırlar. Bunların en
alçağının alçağının da hakkı diğerlerinin boynunadır.[241]
Müslümana
cizye yoktur.[242]
Böyle h'.r hükümetin
ayakta tutunabilmesi için dördüncü mühim kai^e de şudur:
Devlet, kendisine
verilmiş bulunan, ihtiyarât, salahiyetler ve mallardan mesuldür. Bunlar,
Allanın ve müs-lümanlarin bu devlete tevdi ettikleri emanetlerdir. Bu
emanetler, Allahtan korkan, iman sahibi, adaletli kimselere tevdi edilmelidir.
Emaneti muhafaza etmek için iman sahbi olan kimse, iman itibariyle bu gibi
şeylerde ağ-raz-i nefsanî ile tasarruf etmeye kendini haklı bilmez. Kur'an-ı
Kerim bu hususu şu şekilde izah buyurmuştur:
Allah size emanetleri,
ehline tevdi etmenizi emr eder. Ektik arasında da hakemlik ederseniz, adaletle
hüküm veriniz; bununla Allah size ne güzel nasihat veriyor. Elbette k"
Allah duyan ve görendir.[243]
Resul-ü Ekrem
Sallallahu aleyhi ve sellem de bu hususu şu şekilde izah buyurmuşlardır:
Dikkat edin! Sizin her
bîriniz birer çobansınız. Her birini/; de kendi sürünüzden mesulsünüz. Büyük
imam (de\lct reisi) ise halka çobanlık eden kimsedir. O da kem* di sürüsünden
mesuldür.[244]
Herhangi bir vali
müslüman tebaasının işlerini yola koyarken ölür ve bu işte hıyanet yolunu
tutmuş ise, Allah o valiye Cennete girmeği haram kılar.[245]
Hiç bir emir yok ki,
müslümanların işlerini yöneltmeğe memur edilir de, sonra da canla başla
müslüman-lar için çalışmaz ve işe girişmezse, dikkat edin, böyleleri asla
müslümanlarla birlikte Cennete giremez.[246]
Hazret-i Resul
Sallallahu aleyhi ve sellem, Hazreti Ebû Zer Radiyallahu anten hitaben şöyle
buyurmuşlardır :
Ey Ebâ Zer, sen zayıf
bir kimsesin. Hükümet işi ise bir emanettir. Böyle bir iş, kıyamet gününde
pişmanlığı w nedameti mucib olur. Bu iş hakkını tanı olarak vere-miyen bir
kimsenin elinde olamaz. [247]
Hıyanetin en büyüğü
bir valinin tebaasını ticaret mevzuu yapmasıdır. [248]
Bizim işlerimize valilik edecek herhangi bir kimsenin, karısı olmazsa hemen
evlenmeli-dîr; hizmetçisi bulunmazsa hemen kendisine bir hizmetçi bulmalıdır;
barınacak evi olmazsa hemen kendisim barınacak bir ev edinmelidir; binecek bir
şeyi yoksa kendisine bir binecek bulmalıdır; bunlardan başka birşey elde etmiş
bulunan kimse, ya hiyanet etmiştir, yahut da hırsızlık yapmıştır [249]
Emir olan kimsenin
hesabı hem uzun sürer hem de en şiddetli hesap olur. Azabı da herkesinkınden
daha fazla. Emir olmayan kimsenin hesabı ise kısa sürer ve azabı da ehven
olur; çünkü Emirler, müminler arasında va. ziyetleri itibariyle zulmetmeğe daha
elverişli durumdadırlar; herkes de müminlere zûlm ederse, Allah as!a onu
bağışlamaz.[250]
Hazret-i Ömer Ratiiyallâhu
anh buyurmuştur ki: Fırat nehri sahilinde bir keçi yavrusu dahi zayi edilmiş
olursa korkarım ki, Allah onun hesabım da bana sorsun [251]
Bu hükümetin uyacağı
beşinci mühim kaide de şu dur: îslâmî hükümette her zaman_müslümanlarla müşavere
etmekle ve müslümanların rızasını elde eylemekle devlet işleri görülür. Bu
devlet işlerini ancak müşavere ile yürütür ve nizamlarının temeli de müşavere
üzerine konmuş olur. Kur'an-i Kerimde bu hususta şunlar fcmy-rulmuştur:
Onların işlerinin
yönetilmesi, ara hırında müşavere
iledir. (Şûra, 38)
Devlet işi hususunda onlarla
müşaverede bulun. (AI-i Imrân, İ59)
Hazret-i Ali
Radiyallahu Taalâ Anh, şu şekilde beyan Duyurur ki:
^ Ben bir ara
Resulullah Sallallahu aleyhi ve seli eni in hu/mu sn aitlerinde iken şu suali
sordum: Zat-ı Saadetlerinden hOü'ra, karşılaşacağımız bir nadîseye a^. ne
Kur'an-ı Keıimde ne de Hadis-.i Şeriflerde
herhangi bir hüküm bulamazsak? o zaman ne yapacağız? Buyurdular ki :
Ümmetim arasındaki
abîd kimseleri toplarsınız. Onlarla aranızda müşaverede bulunursunuz. Bir tek
kimsenin düşüncesi ile de hüküm vermezsiniz, [252]
Hazret-i Ömer
Radiyallahu Taalâ anh, buyurmuştur: Her kim, müşavere olmaksızın, kendisinin
yahut da, bir başkasının emirliği için çağırırsa, bu kimseyi öldürmemek size
helâl-olmaz. [253]
Hazret-i Ömer
Radiyallahu Taalâ şu hususu da bildirmiştir
:
Müşaveremiz hilâfet
yoktur. [254]
Bu hükümetin kaim
olabilmesi için altıncı kaide de şudur: Hükümete itaat etmek yalnız ve sadece
marufda (doğru işler) vacibdir. Mâ'siyet işlerinde kimse için itaat .?tmek
yoktur. Kimse de böyle bir şeyi isteyemez. Başka tâbirle bu kaideden şu husus
anlaşılır: Hükümet ve hâkimler (hükümeti ellerinde bulunduranlar) in ancak şu
hükümlerine itaat etmek halk için vacib olur: Bu hükümler kanuna uygun
bulunsun. Kanunlara zıt ve muhalif olan hükümlere itaat olmadığı gibi, kanun
hilafı hüküm vermek de kimsenin hakkı değildir. Hiç .kimseyi, böyle bir hükme
itaat etmesi için zorlamak olamaz. Kur'an-ı Kerimce HrTet-i ResuLü Ekrem
Sallallahu aleyhi ve selleme biat edilirken, ancak,.maruf (doğru işler) de biat
«Q;''n itaat edileceği şartı ileri sürülmüştür. Halbuki yine aynı Kur'anda
Zat-ı Saadeti Nebevilerinin herhangi bir masiyetten beri ve uzak oldukları da
bildirilmiş ve maruf'dan ayrılanııyacakları da beyan edilmiştir.
Maruf hakkında sana
karsı gemlemeleri şartiyle... (Mümtehine, 12.)
Resulullah
Sallallahu aJeyhi ve sellemin kendileri de bu mevzuda şöyle
buyurmuşlardır:
Müslümana, dinlemek ve
itaat etmek gerekir. îs-tf*r hoşuna giden, ister hoşuna gitmeyen
bir hususta olsun. Mademki masiyet için emredilmemiştir; dinleyecek,x İtaat
edecektir. Fakat masiyet için bir emir verilirse o zaman ne dnlemek, ne de
itaat etmek vardır. [255]
Allaha karsı masiyet
için itaat yoktur. İtaat ancak maruf içindir.
»Bu hususta Nebî
Sallalaitu aleyhi ve sellemin bir
nayli beyanları ve işaretleri vardır. Bunları sırasiyle arz. ediyoruz:
Allaha karşı isyan
edene itaat edilmez.
Hiçbir mahlûka, Halika
karşı masiyet için itaat yoktur.
Allaha itaat etmeyene
itaat yoktur. Valilerden herhangi birisi, Allaha karşı masiyet ipin si/e emir
verirse ona itaat etmeyeceksiniz. [256]
Hazret-i Ebu Bekir
Radiyallahu Taalâ anh, bir hutbesinde aynı gerçeği beyan etmiştir :
Her kim, Muhammed Sai la Ihılın aleyhi ve sellem Ümmetinin
bir işini eline alır da bunu Allanın Kitabına göre yürütmek yoluna gitmezse,
Allah m laneti onun üzerine olacaktır. [257]
Hazret-i Ebu Bekir
Radiyallahu Taalâ anh, Halife seçilince ilk konuşmaları şu şekilde oldu :
Ben Allaha ve O'nun
Resulüne itaat ettiğim müddetçe bana itaat ediniz. Ne zaman Allaha ve O'nun Resulüne
karşı isyan yolunu tutarsam, o zaman siz de bana itaat etmiyeceksiniz.[258]
Hazret-i Ali
Aleyhisselam buyurmuştur ki: İmam. Müslümanların üzerine şu şartla farzdır:
Al-lahın nazil kılmış bulunduğu kanun üzerine işleri yürütüp, tatbik etsin;
emâneti eda etsin. Böyle yaptıkça hal-liin, üzerine onu dinlemek ve itaat etmek
farz olur. Bu imam onları ne zaman bir işe veya yardana çağırırsa, «Lebbeyk» diyecekler ve
imamın çağrısına da itaat edecekler.[259]
Yine kendi hilâfeti devrinde
bir hutbelerinde aynı gerçeği şu sözlerle açıklamışlardı:[260]
Allaha itaat ettiğim
müddetçe, size emir verirsem,. • itaatiniz? istemek hakkım vardır. îster
hoşunuza giden* ister hoşunuza gitmeyen hususlarda olsun. Ne zaman Allaha karşı
gelmek için size emir verirsem; kimseden masiyet için .itaat istenemez, ttaat
maruf (doğru iş) için-dir. İtaat maruf içindir. İtaat maruf içindir. [261]
. Hükümet hususundaki
mühim kaidelerden biri de ^udur: Hükümetin bütün mesuliyeti! makam ve mevkilerinde,
bilhassa hilâfet, makamında, en Fazla yakışık almayacak ve münasip olmayacak
kimseler, böyle bir makam ve böyle bir mevki telde etmek için çırpınıp duran
kimselerdir. Kur'an-ı Kerimde.bu hususta şu hidayetler vardır:
îşte bu âhiret
yurdudur; biz onu o kimselerin kılarız kî, onlar yeryüzünde büyüklük peşinde
koşmazlar, fe-sad da çıkarmazlar. (El - Kasas, 83).
Hazret-i Resulü Ekrem
Sallallahu aleyhi ve seUem de bu hususta şu beyanda bulunmuşlardır :
Ailaha yemin ederim
ki, bir kimse bir mevki için istekli ve haris olursa, işimizi Öyle bir kimseye
teslim etmeyiz[262]
Sizin içinizden en
haini, en çok istek sahibi haris kimsedir. [263]
Kim ki, makam ele
geçirmeğe istekli ve haris olursa, böylesine'bir mevki ve iş teslim edemeyiz. [264]
Ey Abdnrrahman İbn-î
Semere; emirlik isteme, çünkü sen bunu istersen, üzerine bir yük almış
olursun. Yok[265]
eğer sen istemeden bu
işi senin eline verirlerse, o zaman bunun hakkını eda etmek için yardımcı olmuş
bulunur -sun . [266]
Böyle bir hükümetin
başında bulunan ve hâkim durumda, olan kimsenin ilk vazifesi de Islâmî yaşayış
nizamı için çalışmak ve bu Islâmî yaşayış nizamını değiştirmek yoluna
gitmemektir. İyiliklerde ve fenalıklarda ve kötülüklerde Islâmî ölçüyü gözönünde
bulundurup iyiliklerin aydınlığı ile fenalıkların ortadan kalkması için çalışmaktır.
Kur'an-ı Kerim, bu hükümetin maksad-ı vücudunu şu şekilde beyan eder.
Yeryüzüne yerleştirmiş
bulunduğumuz bü kimseler, nımiazı ayakta tutarlar, zekâtı öderler ve maruf
(doğru yol) için emr edip, mün^er <eSH yoi> dan m^ ederler. (El- - Haec,
41)
İşte böylece biz sizi
**racı bir ümmet kıldık ki, halkın üzerinde gözcü olursunu/' nitekim Resul de
sizin üzerinizde gözcüdür. (El - Bakara, 143).
Siz, halk için çıkarıl*11^
bulunan en iyi ümmetsiniz kî, marufa (doğru yol) emx eder ve münkerden, (eğri
yol) men edersiniz; Alla*'a <*»
tanırsınız. (Al-i Imran, 110).
Bundan başka,
Muh#.'nmed Sallallahu aleyhi ve sel -ıem ve Zat-ı RisaletpenaHİIerinden önce
gelmiş bulunan bütün peygamberler, hep.**' de Kur'an-ı Kerimin buyurduğu gibi,
şu maksat için çtf-kşmışlardır:
Dini kaim kılıp da,
*i'n yolanda dağlasınlar. (Eş-Şûra, 13)
Dini kaim kılmağa
v<< dini dağılmaktan korumağa memur idiler. Bunlar, gayfi süslün dünyanın
Kargısında yalnız şu maksat için çal'31y°rlardı:
Tamamen din ancak
Allanın dini olsun. (El - Enfâl, 39).
Hak Taalâ, diğer
enbiya™ ümmetlerine olduğu gibi, ZaU Risaletpen ahilerinin ümmetine de şu emri
vermiştir :
İhlas ile ve temiz
olar»k> AUaha ibadet etmelidirler. (El - Beyyine, 5.).
Bunun için Zat-ı
Risa'^Pe^üennin kurmuş bulundukları hükümetin esas g;ı>'esi ve maksadı
vücudu da dini, bütün kanun ve nizan'lan ile kaim kılmaktır. Dinin içine hiç
bir şekilde karışık'ık ve yabancı şeylerin girmesine mani olmalıdır. Aksi
takdirde îslâmî yaşayışta ayrılık gayrılık çıkar. Bu sot' nokta hakkında da
Hazret-i Re&ulü Ekrem sallallahu ;ıleyhi ve sellem, kendi ashabıııa ve
kendisinden sonra gelecek olan haleflerine de bu husus hakkında tekid- ile
tenbihde bulunmuşlardır:
Her kim, bizim
işimizde, aslında olmayan bâr şey *hdas edip de ortaya atarsa, bu şey kabul
edilmez. [267]
Size uydurulmuş şeyler
hakkımda dikkatli olmanızı tavsiye ederim. Çünkü her uydurma şey bid'attir. Ve
her bid'at de dalalete götürür. [268]
Herkes bid'at sahibini
(bid'at koyan kimseyi) överJ se, elbetteki İslâmm dağılmasına yardım etmiş
olur. [269]
Bu hususta Zat-ı
Risaletpenahilerinin şu Hadis-i Şerif leri.de bize ulaşmıştır: [270]
Hak Taalâ indinde en
fazla üç kimse beğenilmez. Bunlardan biri o kimsedir ki: îslâmda ne şekilde
olursa olsun cahilîye yolunu yürütmek isteye. [271]
Bu hükümetin
kaidelerinden en sonuncusu da şu kaidedir ki, bu kaide ile hükümetin ayakta
tutunması ve doğru yolda devam etmesi sağlanır. Müslüman her yerde hak sözü
söyleyecek, iyiliği ve doğruluğu himaye edecektir, içtimaî, mülkî ve idarî
hususlfr-da herhangi bir .yanlışlık ve hata görürse ve uygunsuz bir işle
karşdaşır-sa, imkânı derecesinde bunu düzeltmeye ve doğrultmaya çalışacaktır.
Kur'an-ı Kerimde bu
mesele hakkında şu hidayetler vardır :
İyiliğe ve takvaya
yardım ediniz. Günah ve aşırı gitmek için yardım etmeyiniz. (El - Mâide, 2)
Ey iman etmiş bulunan
kimseler, AHahtan çekininiz \? doğru - dürüst söz söyleyiniz. (El - Ahzâb, TO).
Ey ,iman etmiş bulunan
kimseler, «Kıstfı» (adalet ölçüsü) nü kaim kılanlardan olunuz. Allah'ın şahid.
olduğunu, biliniz, isterse kendi şahsınız yahut da ana babanız v^ya
yakınlarınızın aleyhine olsun. (En - Nisa, 135).
Münafık erkeklerle
münafık kadınlar, birbirlerine bağlıdırlar. Onlar münkere (eğri yol) a emreder
ve ma-rufdan (doğru yol) dan menederler... Mümin erkeklerle mümin kadınlar da
birbirlerinin koruyucularıdır. Bunlar <la .marufa emreder, münker'den
menederler. (Et - Tevbe, 67-71)..
Kur'an-ı Kerimde ehl-i
imanın vasfında şu beyan vardır : '
Maruf'a emredicilerdir
ve münkerden de menedîci-îerdîr. A Hah m ölçülerini onlar korurlar. (Et -
Tevbe, 112).
Hazret-i Resul-ü Ekrem
Sallallahu aleyhi ve selle-nıin bu husustaki hidayetleri şöyledir :
Sizden herhangi bir
kimse, bir münker (eğri iş) görürse, onu eliyle değiştirmelidir; eli Üe
değiştirmek imkânı olmaz ise, o zaman dili ile; dili ile de değiştiremez-' se,
kalbi ile; bu da imanın en zayıfıdır. [272]
Kendilerinden sonra
yakışık almayacak bir zümre onların yerine geçer. Bunlar söylediklerini
yapmayan kimselerdir. Emir verilen şeyleri de yapmazlar. Eli ile bi:nlarla
mücadele eden kimse ise mümin kimsedir. Dili \lr yine bunlarla mücadele eden
kimse de mümin kimsedir. Kalbi ile de bunlarla mücadele eden kimse de
ınü-nıttı kimsedir. Bundan sonrasında bir hardal tanesi kadar iman yoktur. [273]
Cihadın en faziletlisi
adl'i, (yahut da hakkı) zâltn" bir hükümetin karşısında söylemektir.[274]
Halk içinde bir zâlimi
görüp de onun eline yapışma, yıp manî olmayanlar üzerine, Allanın umumî azap
göndermesi uzak bir ihtimal değildir. [275]
Elbette ki, benden
sonra bazı emirler ortaya çıkar lar, her kim onların yalanlarına doğrudur derse
ve onla rm zulümlerinde kendilerine yardımdı olursa benden. d* ğil<Ür. Ben
de ondan değilimdir. [276]
Yalanlarda sizin bazı önderleriniz (Eimme)
ortaj Bunlar sizin rızıklarınızı ele geçirirler. Sizinle konuştukları
zaman da yalan söylerler, iş yaptıkları zaman da .işleri kötü yola götürürler.
Siz onların kötülüklerini (eğri işlerini) iyi görüp iyi göstermedikçe ve
onların yalanlarına doğrudur demedikçe sizden razı olmazlar. Siz, o zaman
onların karşısında hakkı söylemelisiniz. Onlar bundan hoşlanmamalar ve size
tecavüz etseler dahi. Herhangi bir kimsede bu yolda ölürse elbette ki şehid
olarak ölmüştür. [277]
Her kim,[278]
Rabbının rızası hilâfına yol tutmuş bulunan hükümeti memnun etmek için
çalışırsa,, böyle kimse AllalıiE
dininden çıkmış olur. [279]
İşte bunlar memleket
idaresinin usulleridir ki, Allah Resulünün saadet asrında, hükümet nizamı
bunlar Üzerinde kaim kılınmış ve devam ettirilmişti. Nebî Sallallahu aleyhi ve
sellem'den sonra, örnek Dört Halife zamanında yine hükümet bu esaslar üzerinde
devam ede geldi. Zat-ı Risaletpenah ilerinin doğrudan doğruya talim ve
terbiyesini görmüş, ,O"nun eli altında yetişmiş ve ameli irşatlarla
tecrübe kazanmış bulunan ve içtimaî hususlarda ve muaşeret adabında ve her
türlü devlet işlerinde Ü'nun yolunu tutup yürümüş olan Örnek Dört Halifenin her
ferdi, şunu çok iyi biliyorlardı ki, îslâmm ahkâmı ve tslâmın ruhu üzerine
hükümetin' kurulup gitmesi ve devam etmesi lâzımdır.
Hazret-i Resulü Ekrem,
Sallallahu aleyhi ve sellem, kendileri bizzat, ne şekilde olursa olsun, muayyen
bir şahsı kendisine halef tayin etmemiş olmamakla beraber, müslüman camiası
halkının kendileri de şunu biliyorlardı ki, Islâmda Şura (müşavere) ile bir
hilafet iktiza etmektedir Bunun için, orada, herhangi bir saltanat hanedanı ve
padişahlık sülâlesinin iş başına gelmesine ne kimsenin tahammülü vardı, ne de
.kimse böyle bir iktidarı ele geçirmek için yeltenmek cesaretini gösterebili
yordu. Ve ne de kimse, hilâfeti ele geçirmek için çırpınıp duruyordu. Hatta
ismen bile olsa bu iş için uğraşılmıyordu. Belki biribirinin ardından gelen
dört sahabî (R.A.) halkın serbestçe seçmesi ve rıza göstermesiyle halife tayin
edil-, diler. Bu hilafet için Ümmet-i îslânıiye Hilâfet-L Râşide (Doğru dürüst
hilafet) demişlerdir. Bundan da kendi kendine şu nokta açık bir şekilde ortaya
çıkmış oluyor ki, Müslümanların nazarında en doğru hilâfet usulü de bu usul
olmuştur. [280]
Nebî Sallallahu aleyhi
ve sellemin yerine geçmek için, Hazret-i Ömer, Hazret-i Ebu Bekir Radiyallahu
anhı münasip görüp, bu fikrini iler: sürdü. Bütün Medine halkı — ki, o zaman
bunlar, bütün ülkenin amelen ve fiilen mümessilleri vasfını taşımakta idiler. —
arasında kimse bu seçime karşı gelmedi; niçin ve ne sebeple demeden rıza ve
rağbet ile, memnuniyetle bu işi karşıladılar ve Hazret-i Ebu Bekir'e biat elini
uzattılar.
Hazret-i Ebu Bekir
radıyallachu taalâ anh, kendis! de hayata veda edeceği sırada Hazret-i Ömer'in
hakkında vasiyet etmek için ahaliyi camiye
(Mescid-i Nebeviye) topladı ve halkın önünde şöyle konuştu :
Ey halk, siz
istermisiniz ki, ben kendi yerime geçecek birisi hakkında size bir şeyler
bildireyim, siz de ondan memnun olasınız? Allaha yemin ederim ki, bu hususta
karar vermek için zihnimi çok zorladım, çok düşünüp taşındım. Kendi
yakanlarımdan değil belki benimle alâkası bulunmayan Ömer ibn-i Hattabı size
münasip gördüm. Onun benim yerime geçmesini size tavsiye ederim. Ben böyle
karariaştırdım. Siz de onu dinleyecek ve ona itaat edeceksiniz.
Bu tavsiye üzerine
halk şu cevabı verdi :
— Biz de senin sözlerini duyduk ve itaat ettik.[281]
Hazret-i Ömer
Radıyallahu anh da ömrünün son senesinde Hacca gittiği zaman birisinin şöyle
söylediğini duydu:
— «Eğer Ömer Radıyallahu anh vefat ederse, o zaman
füan kimseye biat edeceğiz. Nitekim Ebu Bekir'e de drt? edildiği zaman bu biat tesadüfen olmuştu. Fakat muvaffak
oldu.» [282]
Hazret-i Ömer
Radıyallahu Taalâ anh, böyle bir konuşmağa kargı şu beyanatta bulundu :
Halk bilmelidir ki,
bazıları gâsibâne bir şekilde tasallut etmeğe kalkışmak niyetindedirler.
Nitekim Medineye döner
dönmez hemen bu meseleyi ele aldı, ilk hutbesinde mufassal olarak anlattı,
Sakıfe-i Benî Sâide hadisesini nakletti. Şu noktayı da bilhassa açıkladı ki,
mevzu bahs edilen hadise hususî ahvalde olar bir meseledir. Hazret-i Ebu
Bekir'in hilâfeti anî olarak ileri sürülmüş, halkın kendisine biat etmeleri
için de ilk önce kendisinin Ebu Bekir Sıddıka biat ettiğini anlattıktan sonra
bu tarihî hadise hakkında şu bilgiyi de cemaate arzetti :
Ben eğer o zaman böyle
yapmadaydım ve bu şekilde hilâfet işini halletmemiş olsaydım, bi/Jerte
toplantıda bulunanlar o zaman meclisten kalkar giderlerdi ve ihtimal, günler
ve geceler boyunca hep bu iş üzerinde münakaşa edeceklerinden bir netice de
alamaz ve kimseyi de ikna edemezdik. Bu mühim işin telâfisi de pek zor olurdu.
Bu iş bu şekilde bir muvaffakiyete erişti ise, bu demek değildir ki, istikbalde
de hep bunu gözönünde bulundurmak icabedecektİr. Sizin aranızda acaba Ebu
Bekir gibi olgun ve iş bilen, makbul bir şahsiyet bulunuyor mu? Şimdi eğer
sizin içinizden herhangi bir müslümaıı, müşavere olmaksızın bir kimseye biat
yolunda elini uzatacak olursa, biat edecek olan da, biat edilecek kimse de,
her ikisî de kendilerinin katledilmelerini hazırla i ^ş olacaklardır. [283]
Hazret-i Ömer
Radıyallahu Taalâ anh, kendisinin teşrih ettiği bu kaideye istinaden vefat
edeceği sırada,, eaiife'ik meselesinin halledilmesi için bir seçim meclisi
kurulmasını emretti ve buyurdu ki:
«Her kini,
müslümanlarla müşaverje olmaksızın kendisini emîr kılmak isterse ve bu yolda
çalışmağa girişirse, onu Öldürünüz.»
Yine bu kaideye
istinaden kendi oğlunu halife olmaktan men etti. Bunun sebebi de halifeliğin
bir nevi irsî şekle girme ihtimalini
önlemek idi.[284]
Bu seçim meclisi altı
kişiden ibaretti. Bu meclisin üyeleri Hazret-i Ömer'e göre tslâm Ümmeti
arasmc1^ en makbul ve en sevilmiş ve en güvenilir zevat idi.
Bu meclis işe girişti.
Çalışmağa başladı. Kendi azalarından biri olan ve herkes tarafından da
güvenilen Hazret-i Abdurrahman İbn-i Avf Radıyallahu Taalâ anhı bu işle
vazifelendirdi. Hazret-i Abdurrahman tbn-i Avf arayacak tarayacak ve çalışacak,
nihayet kimin halife olacağını tesbit edip, onu ileri sürecekti. Bu muhterem
sahabî işe girişti. Halk İle temas etti. Cemiyetin fikrini ve temayülünü
yokladı. Acaba halk kimin halife olmasını istiyor ve kime daha çok güveniyordu?
Hattâ Hac'dan dönmekte olan kafileler de gereken temasa geçti. Nihayet halkın
fikirlerinden şu neticeyi çıkardı: Halk ekseriyetle Hazret-i Osman Radıyaîlahu
Taalâ anh'a daha fa.zîa itimat gösteriyordu. [285] Bu
esa3 üzerine Hazret-i Osman da halifeliğe seçildi. Müslümanların umumî toplantısında
da kendisine biat edildi.
Hazret-i Osman şehid
olduktan sonra, halkın bir kısmı Hazret-i Ali'yi halife seçmek için
uğraşıyordu. O zaman Hazret-i Ali bu zümreye şu sözleri söyledi :
Bu iş size düşmediği
gibi böyle bir şey de yapamazsınız. Bu salahiyet size verilmemiştir. Bu, Şûra
Ehli ile" Bedr ehlinin yapacağı bir iştir. Ne zaman Şûra Ehli ile Bedr
ehli, birini halife yapmak isterlerse, o kimse halife olacaktır. Simdi hep
birlikte toplanalım da bu iş üzerinde düşünüp, konuşalım. [286]
Taberînin rivayetine
göre, Hazret-i Ali şu şekilde beyan buyurmuştu :
Bana biat etmek
gizliden gizliye olamaz, bu müslü-manların rızasına bağlı bir iştir. Onların
rızası olması lâzımdır. [287]
Hazret-i Ali'nin
vefatından biraz önce, halk kendisine su suali sormuştu: Acaba biz, Zat-ı
Hilafetpenahile-t.ı.va büyük mahdumları Hazret-i Hasan'a biat edelim mi?
Dediler. Zat-ı Hilafetpenahileri de onlara şu cevabı vermişti;
Ben size ne böyle
yapmız ne de böyle bir şey yapmazınız diyebilirim. Siz kendiniz işin daha
iyisini bilirsiniz.
Zat-ı
Hilafetpenahileri hayatlarının son demlerine doğru, mahdumlarına son
vasiyetlerini söylerken bir şa-nıs şöyle bir sual sordu: Ya Emirel Müminin,
neden kendinize bir veliahd (yerine «geçecek kimse) tayin buyur muyorsunuz?
Bu suale de şu cevabı
verdiler :
Ben de müslümanlan
Resulullah Sallallahu aleyhi ve sellem'in bıraktığı vaziyette bırakmak
istiyorum.
Bu hadiselerden ve bu
vak'alardan açıkça anlaşılıyor ki, Hilâfet meselesine ait, Dört Örnek*
halifenin ve Ashâb-ı Resulullah Saîlallahu aleyhi ve sellem'in müttefik olarak
düşünceleri şu olmuştur ki, bu hilâfet mansıbı; bir intihabı, bir seçim
mansıbıdır. Müslümanlar, toplanacak birbirleriyle mjişaverede bulunacak ve
serbestçe, rızaları ile aralarında birini seçeceklerdir. Bu işde irsî veya
kuvvet ve zor kullanılarak, fors majorla iş başına gelmek ve emirlik elde etmek
Hülâfa-i Raşidîn ve Sahabeyi Kiramın düşüncelerine göre, doğru değildir. [288]
Bu Dört Örnek Halifenin
dördü de, ister hükümet nizamında, ister hükümetin inzibatî işlerinde olsun, is
-terse diğer islerde olsun, her hususta ve her muamelede, halkın ileri
gelenleri olan Ehl-ür-rey ile müşavere etmek-siyin bir işe girişmezlerdi. Sünen
- ûd - Dârimî'de Haz-ret-i Meymûn ibn-i Mihrân'dan rivayet edildiğine göre,
Hazret-i Ebu Bekir Radıyallahu Taalâ anh'ın usulü şöyle idi: Ne zaman Hazret-i
Ebu Bekir bir mesele ile karşılaşırsa, ilk önce bu hususta Kur'an-i Kerimde
bir hüküm olup olmadığına bakardı. Böyle bir hüküm bulamadığı takdirde,
Hazret-i Resul-ü Ekrem'in böyle bir mesele i'ekarşılaşıp karşılaşmadığını
araştırırdı. Karşılaşmış ise, ne gibi karar verdiği ve ne şekilde hareket
ettiği üzerinde dururdu. Allah Resulünün sünnetinde bu işe ait bir hususa raslamadıgı
takdirde o zaman kavmin ileri gelenlerini ve halk arasında bulunan temiz
kimseleri toplar, onlarla müşaverede bulunurdu. Müşavere heyeti ittifakla rey
verdikleri takdirde bu reye göre hareket ederdi. [289]
Hazret-i Ömer de kendi
halifelik devrinde böyle bir usul takip ederdi. [290]
Müşavere hususunda
Hülâfa-i Raşidîn'in tuttukları tavrı hareket şu idi: Onların devrinde Şûra Ehli
tam bir serbesti ve hürriyet içinde çalışırlardı, istedikleri gibi reylerini
beyan ederlerdi. Kimse onları zorlayamazdı. Hilâfet hakkında da Hazret-i Ömer,
tertip ettiği bir meclisi açarken şu beyanatta bulunmuştu :[291]
Siz halk olarak, bana
işlerinizi emanet etmiş oluyorsunuz. Bu itibarla size şu teklifi ileri
sürüyorum: Bu emanetin yükünü benim üzerime yüklemiş bulunuyorsunuz. Ben de bu
işde, sizin bir iş arkadaşınız, sizin bir iş orta-ğsmz olup, ben de bu iştle
sizin gibi alelade bir fertten başka bir şey değilim. Bugün, siz halk olarak,
hakka ikrar vermiş, hak zümresiniz. Sizinle aramızda herhangi bîr ihtilâf
vukuk ulursa, bu hususu birlikte halletmeğe çalışmamız icabeder. Hiç bir vakit
istemem ki, benim fikrim ve benim düşünceme göre hareket edip, benim dediğime
teslim olasınız. Benim her aklıma gelen şeye de tâbi bulunanınız. [292]
Beytülmali Hak Taalânm
ve halkın (Public) bir emaneti olarak bilmek icabeder. Bu hususta kanunun
hilâfına ne yapılırsa ve ne harcanırsa caiz değildir.
Hükümet başında
bulunanların şahsî keyifleri, şahsî işleri ve şahsî maksatları için BeytülmaÜn
harcanması haram ve yolsuzluktur.
Hazret-i Ebu Bekir,
Halife seçildikten iki gün sonrpf maişetini kazanmak için çarşıya giderken
Hazret-i Öme-re rasiadı. Halifenin üstündeki elbise eskimiş bulunuyordu. (Hilâfetten Önce malî durumu İyi idi).
Hazret-i Ömer Halifeye şu suali sordu: «Ne yapıyorsun ya Eba Bekir?» Müminler
Emîri, şu cevabı verdi: «Çoluk çocuğu ne yapayım?» Hazret-i Ömer, fikr'ınİ şu
şekilde ifade etti: «Ya Eba Bekir! Şimdi
s*z müslümanların, işlerini yoluna koymakla vazifelendirilmiş bulunuyorsunuz.
Bu işle, devlete ait işler birbiriyle
bağdaşamaz» Aynı yere gelerek bir konuşmalara muttali olan Ebu Ubeyde,
Beytülmal işlerini tanzim eden
memuru çağırdı. Hazret-i Ebu Ubeyde ile şu husus konuşuldu: Biz, Zat-ı Hilaf
etpen ahileri ne do Muhacirinden herhangi
bir kimse için
kararlaştırılmış bulunan miktar kadar bir maaş takdir etmiş bulunuyoruz.
Zaten bu tahsis, ister zengin olsun, isterse fakir ölsün bütün muhacirlere
tefriksiz olarak ödenir. Bu» şekilde bu kimselere bir geçim.imkânı temin edilmiştir. Bu miktar ise, aşağı yukarı senelik dört
bin dirhemdir.
İki sene sonra, Halife
Ebu Bekir, bu fânî âleme gözlerini yumarken Beytülmalden maaş olarak' aldığı
sekiz , bin dirhem tutarındaki parayı tekrar Beytülmale geri verilmesi için
vasiyet etti. Bu meblağ, Hazret-i Ömer'in huzuruna getirildiği zaman
Müminlerin Emîrj şöyle buyurdu:
Allah Ebu Bekir'den
razı olsun ve ona rahmet eyle sin. Kendisinden sonra iş başına gelmiş bulunanı
sıkıntıya sokmamıştır. [293]
Hazret-i Ömer, bir
beyanında Halifenin Bey tül™, .il Üzerinde ne gibi hakları olduğunu şu sözlerle
açıkladı:
Allah m malından hiç
bîr şey benim için helâl dildir. Ancak bîr çift ayakkabı, bir entnn, soğuktan
ve sıcaktan korunmak için bir aba ve Kureyşin orta halli bir ailesinin
sarfedeceği kadar evimin geçim masrafı. ISen bir insan ve müslünıan olarak
bununla iktifa etmem gerekir.[294]
Başka bir beyanatında
da şöyle buyurmuştur:
Ben bu hususta üç
meseleden başka bir .şeyin doğru olmıyacağmı anlıyorum; Hak edilmeksizin feir
şey almamak. Hakka mutabık olarak ödemek. Bâtıla karşı koymak. Benim sizin şu
mallarınız üzerindeki vaziyetim herhangi bir yetimin malı üzerindeki velinin
vaziyetidir. Eğer ben muhtaç olmazsam bundan hiç bir şey aîamam. Muhtaç olursam
o zaman maruf (doğru yol) ile alabilirim. [295]
Hazret-i Ali
Radiyallahü Taalâ Anh, Emir Muaviye-île karşılaştıkları zaman îıaîk ile
müşaverede bulunuyordu. O sırada Muaviyenin halka bol bol bahşişler ve
atiy-yeler dağıttığı söylendi. Ve Muaviyenin bahşişler sayesinde ve para
harcıyarak kendisine bir hayli taraftar topladığından bahsettiler. Bütün t>u
söylentilere Islâmın eşsiz kahramanı şu cevabı verdiler:
Nasıl, siz
istemlisiniz ki, ben de böyle gayrı meşru yollarla muvaffak olayım? [296]
Saadet asrının bu son
Halifesine, kendi kardeşi Akîl İbn-i Ebu Tâlib, Beytülmalden kendisine para
verilmesini isteyince, bunu da kabul etmeyip şöyle buyurdular:
Sen îstermisin ki,
kardeşin müslümanların parasmı sana verip de celıeoneoıde kendisine yer
hazırlasın? [297]
O zamanki halk
hükümetin ne olduğunu ve ne şek 1-de bulunacağını şöyle düşünüyordu: İdarenin
başında bu. lunmak vasfı ile bunun kendi makam ve vecibelerine ait bazı işleri
vardır. Kendi hükümetlerinin başında elbette ki, birisi bulunacaktı. Bu zat da
âmil idi. Olan ve olması icabeden şeyleri, muntazaman minber^ üzerinde halka
bildirecekti. Halk da memleket işlerinden haberdar olacaktı. Nitekim Hazret-i
Ebu Bekir Radıyallahu Taalâ anh, hilâfete seçildikten sonra ilk defa Mescid-i
Nebevî'de umu mî biatin arkasından minbere çıkarak halka şu sözlerle bitap etti
:
«Sizin başınıza
idareci olarak iş başına getirilmiş bulunuyorum. Fakat ben içinizden en iyi bir
kimse değilim. Varlığımı elinde tutan Zata yemin ederim ki, ben bu makama
kendi isteğim ve arzumla gelmiş değilim. Bu mevkii istekle ele geçirmiş
değilim. Bu vazifeyi bana baş-'*a birisinin yüklemesini de istemedim. Bunun
için Allaha dua da etmedim. Kalbimde de bunun İçin bir istek ve bîr hırs da
doğmadı. Böylece bunu istemeksizin kabuî etmek zorunda kaldım. Bunun sebebi,
Müslümanlar arasında fitne ve Araplar arasında da irtîdat (müslümanhktan dönme)
Önlenmiş olacaktır. Bu vazifede artık benim için rahat ve huzur içinde gün
geçirmek yoktur. Belld bu benim için çok ağlr bir yüktür ki, üzerime yüklenin^
bulunuyor. Bu yükü benim sırtlayıp taşıma kudretim yoktur. Ancak şu vardır İd,
Hak Taalâ bu işde bana yardım ede. Ben isterdim kî, benim yerime herhangi bâr
kimse bu yükü taşıyabilsin. Şimdi eğer siz ey cemaat isterseniz, As-hab-ı
Kesulullah'tan herhangi birisini bulabilir ve bu işi yürütebilecek kudrette
olanını ortaya çıkarabilir ve bu ise seçebilirsiniz. Bana biat etmiş obuanız,
sizin yolunuzu kesmesin. Yine size söylüyorum ey cemaatı Zat-ı
Risaletpenahilerinin sizin için yaptıklarını ben yapabile. cek kudrette
değilim. Nitekim Zat-ı Saadetleri şeytanın. şerrinden mahfuz bulunuyordu. Zat-ı
Risaletpenahilersne gökten vahy nazil olurdu. Ben eğer doğru iş görürsem, o
zaman siz bana yardımcı olacaksınız. Yok ben eğer eğri iş görürsem, o zaman
siz beni doğruluğa sevkedeook ve doğrultacaksınız. Doğruluk emanettir, yalan
ise hiya-nettir. Sizin aranızda zayıf bulunan kimse, benim .indimde kuvvetli
olabilir, şu kadar ki, Allanın yardımı ile ben onun hakkını kendisine
verebileyim. Sizce birisi kuvvetli olabilir, fakat bence o kimse çok zayıftır,
Allahln yardımı ile ben ondan hak alabileyim. Hiç bir zaman şu da olmamıştır
ki, herhangi bir kavini, Allah yolunda yürümeği bıraksınlar da Allah da onları
zillete düşürmüş olmasın. Yine hiç bir kavim yoktur ki, kötü ve yakışık iş.
lere kapılsınlar da, Allah onların üzerine umumî musibetler yağdırmış olmasın.
Mademki ben Allaha ve O'nun Resulüne itaat ediyorum, sîz de bana itaat
edeceksiniz.
Yok eğer ben Allah ve
O'nun Resulüne itaat etmek yolundan döner, itaatsizlik edersem siz de o zaman
bana herhangi bir suretle itaat edecek değilsiniz. Ben (Allah yolunda)
yürüyenlerdenim. Başka bir yol tutanlardan değilim. [298]
Hazret-i Ömer
Radiyallahu Taalâ anh de halifeliğe seçildiği zaman bir hutbe okumuş ve o mey
anda .şöyle buyurmuştu :
Ey cemaat! Herhangi bir
hak sahibi, kendi hakkını şu dereceye çıkaramaz ki, Allah a karşı masiyet hususunda
kendisine itaat edilsin... Ey cemaat! Benim için, sizin üzerinizde haklar
vardır. Bu hakları şimdi ben size anlatacağım: Bunlara göre siz bana
bağlanacaksınız. Benim sizin üzerinizde şu hakkım vardır ki, ben sizden harâc
veya Aüahın ata kılmış olduğu şeylerden kanuni bir vaziyet olmaksızın hiç bir
şey olmıyayım. Sizin de benim üzerimde şu hakkınız vardır ki, bana bu şekilde
teslim etmiş olduğunuz mâldan, hak ve kainimi uygun olmadan hiç bir şey
harcamıyayım. [299]
Hazret-i Ebu Bekir,
Şam ve Filistinin mühim meselelerini Hazret-i Amr ibn-i'Âs'a tevdi edip ve
kendisine şu şekilde nasihat verdi :
Ey Amr! Sen her neyi
kalbinde gizler veya her neyi açıklarsan Cenab-ı Hak Taalâ hepsini bilir.
Allahtan kork ve O'ndan çekin. Nitekim O, senin her işini görür ve bilir.
Çalıştığın işlerde, ahiret için çalış. Yaptığını her işte, tuttuğun her amelde,
Allanın rızasını gözönünde bulundur. Kendi maiyetinde bulunanlar ve seninle
birlikte ça lisanlarla kendi evladın gibi muamele et. Halkın sırlarını
kurcalama, onların zahiri vaziyetlerine göre kendileriyle muamele et. Kendi
kendini doğrultursan* senin elinin al. tındaki halk da kendilerini doğrultmuş
olurlar.[300]
Hazret-i Ömer de vali
tayin edip gönderdiği kimseleri yola çıkarırken, kendilerine şöyle hitap
ederdi:
Ben, sizi Ümmet-î
Muhammet Sallallahu aleyhi ve sellem üzerine vali tayin ediyorum ki, halkın
varına yoğuna sahip çıkasınız diye değil, namazı ayakta tutmanız, halk
arasında hak ve adaletle iş görmeniz, halkın hakkını adaletle eda etmeniz için
sizi vazifelendirip gönderiyorum. [301]
Bir ara Zat-ı
Hilâfetpenahiler-t, halkın umum toplantısında şöyle hitap ettiler :
Ben kendi memurlarımı,
siz halkı dövsünler, malarınızı alsınlar diye göndermiyorum. Onları şunun için
gönderiyorum ki, sizi ve sizin dininizi, Hazret-i Resulün yolunda yürütsünler.
Her kim bunun hilafına bir mesele ile karşılaşırsa gelip bana şikâyet
edecektir. Allaha ye. min ederim ki, bunun cezasını hemen veririm. Ve karşılığını
da telâfi edip öderim.
Bu hitaba irad
edilirken Hazret-i Amr Ibn-i Âs, (o zaman Mısır valisi bulunuyordu) Hazret-i
Ömer'den şu suali sordu:
Herhangi bir kimse
müslümanların valisi olur da bir kimseyi tedib için döğerse, o zaman Zat-ı
Hilafetpenahileri bımu da mı cezalandırıp, telâfi mi edecekler?
Bu suale, Hazret-i
Ömer Radıyallahu Taalâ anh şu cevabı verdi :
Evet, Allaha yemin
ederim ki, bunu da cezalandırır ve telâfi ederim. Ben kendim, Resulullaü
SaUaUahu aleyhi ve sellçmin bizzat kendisinin tazmin ve telâfi edip Ödediklerini
gördüm. [302]
Bir ara Hazret-i Ömer,
bütün valilerin mahkeme huzuruna çıkarılmalarını istedi. Halkın bulunduğu umumî
bir toplantıda ayağa kalkarak dedi ki:
Bunlar aleyhinde her
kim kendisine zulm edildiğini iddia edip de şikâyette bulunursa, gelip
şikâyetini bildirsin. Bütün halkın içinden yalnız bir kimse ayağa kalktı ve
Amr İbn-i As'ı işaret ederek şikâyette bulundu:
Bu zat benden gayrı
kanunî şekilde yüz pul : (kara: bakır para) aldı.
Hazret-i Ömer, Amr
ibn-ı As'a, bu ithama cevap ver, dedi. Fakat Amr ibn-i As şahsına yöneltilen bu
şikâyete cevap veremediğinden, iddia edilen para kendisinden tazmin
ettirildi. Buna rağmen, şikâyetçi işi çok iieri vardırdı. Amr ibn-i As öyle bir
vaziyete geldi ki, kendi yakasını kurtarmak için, adamcağızın her pulu içic iki
altın vermekle ancak bu ithamdan kurtulabildi. Ve adamı razı etti, davasından
vaz geçirdi. Bu hadise üzerine Hazret-i Ömer, Amr ibn4 As'a şu sözlerle
nasihat etti :[303]
Siz valiler, bu kapıyı
açmayınız. Ben kendim, Resu-lullah Sallallahu aleyhi ve sellemin kendilerinin
bizzat telâfi edip tazminat ödediklerini gördüm, dedi. [304]
Bu, halifeler, kendi
şahıslarını bile kanundan üstün saymazlardı. Belki onlar, kendilerini
memleketin alelade bir vatandaşı bu vatandaş
ister müslüman olsun, islerse zımmî bulunsun — ile aynı seviyede görürlerdi.
Hükümetin başında bulunmak vasfiyle, kadıları halifeler tayin ettikleri halde,
bu kimseler bu makama geldikten, sonra dava görüp hüküm vermek bakımından Öyle
serbest idiler ki, bu kadılar halifenin aleyhine, dava görüp hüküm verdikleri
zaman, halifenin bu hükme teslim olması icabederdi. Sanki halife değil de
memleketin alelade bir vatandaşının davası görülüyormuş gibi hareket edilirdi.
Bir ara, Hazret-i Ömer
Radıyallahu Taalâ anh iie Hazret-i Übeyy ibn-i Kâab arasında ihtilaflı bir
mesele zuhur etti. Her ikisi de Hazret-i Zeyd ibn-i Sabit Radıyallahu Taalâ
anh'ı hakem tayin ettiler. Her iki taraf Ja Hazret-i Zeyd'm huzuruna geldiler.
Zeyd ayağa kalkarak Hazret-i Ömer'i kendi yerine oturtmak istedi. Fakat
Hazret-i Ömer bu teklifi kabul etmeyip Hazret-i Ü-beyy'in yanı basma oturdu.
Daha sonra Hazret-i lîbeyy meseleyi anlatıp davasını ileri sürdü. Hazret-4 Ömer
de davayı kabul etmeyip reddetti. Usûl gereğince HazretJ, Zeyd, Hazret-f Ömer'e
yemin ettirip ettirmemek stediği-ni sordu. Karşı taraf yemin ettirip ettirmemek
hususunda biraz düşününce Hazret-i Ömer kendisi yemin etti ve mesele sona
erdi. Hazret-i Ömer bu hadisenin sonunda
şöyle buyurdu :
Eğer burada Ömer'i
alelade bir şahıs gibâ kafeul edip, adalet huzurunda Ömer'e de herhangi bir
şahıs muamelesi yapmamış olsaydı, Zeyd'in kadıfck etmek kabiliyeti
olmayacaktı.[305]
Buna benzer bir
meseleyi Hazret-i Ali Radiyaltabu •anh'a da karşılaşmıştı. Küfede bir
hıristiyan, şehrin pazarında kendisinin kaybolmuş zırhının satıldığını ileri
sürdü. Emirülmümininlik vasfı ile, Hazret-i Aliden bu meselenin -halledilmesini
istedi. Ve kadı'mn yanına gfr türmeğe kalktı. Fakat bu mesele hakkında hiç bir
delil ve şahit gösteremediği için Kadı da onun aleyhinde hüküm verdi. [306]
îbn-i Hallikân'ın
rivayetine göre, bir ara Hazret-i Ali Radiyallahu Taalâ anh ile bir zımnıî
arasında ihtilâf vuku buldu. Ve iş kadıya intikal etti. O zaman meşhur Şureyh,
kadı idî. Taraflar kadının huzuruna gelince, kadı Şureyh derhal ayağa kalkarak
Hazreti Ali'yi hürmetle karşıladı. Hazret-i Ali bu hürmeti hoş görmedi ve
kadıyı azarladı. Ve şöyle buyurdu :[307]
îşte bu, senin
adaletsizliğinin başlangıcıdır! [308]
lalamın ilk devrinin
öyle b'r hususiyeti vardı ki, o aevirde, her şey saf ve temiz, islâm usulüne,
İslâm ruhuna uygun olması için çalışılıyordu. Aşiretçilik, kabüe-cilik,
ırkçılık, vatancılık, yurtçuluk, hemşehricilik ve bunun gibi şeylere ait
taassuplardan daha üstün, daha yüksek b'r birlik ve bir eşitlik halk arasında
hüküm sürüyordu.
Resulullah Sallallahu
aleyhi ve sellemin bu fânî dünyaya veda etmesinden sonra, Arap aşiretleri ve
kabileleri arasında taassup bir kasırga gibi hortlamağa bağladı. Peygamberlik
iddiasında bulunanlar da ortaya çıktılar. Bu mesele, irtidâd hareketlerine
vahim bir şekil vermişti. Müaeyleme'nin mensuplarından ve müritlerinden biri
söyle diyordu :
Ben Müseyteme'nin
yalancı olduğunu ve yalan söylediğim" biliyorum. Fakat Rabf a'nın yalanı,
Muzarr'in doğrusundan bence daha doğru ve daha iyidir. [309]
Nübüvvet iddiasında
bulunan başka birisi de Tuley-ha idi. Tuleyha'yı himaye eden Benî Gatfân'ın
ileri gelenlerinden bir kimse de şöyle d;yordu
:
Allah'a yemin ederim
ki, kendi anlaşmış bulunduğumuz (halif) bir kabilenin peygamberine mürid
olmak, benim için Kureyşin peygamberine mürid olmaktan elbette ki, daha
sevimlidir.[310]
îşte tam bu kargaşalık
devrinde Hazret-i Eîbu Bekir Hicri 11 - 13 (milâdî 632 - 634) ve ondan sonra da
Hazu ret-i Ömer Radiyallahu Taalâ anh, (Hicrî 13-24 : Miladî 634 - 645)
bitaraf ve taassupsuz tuttukları yol, yalnız Arabistan kabilelerinin tamamını
değil, aynı zamanda Arabistanın dışındaki, İslâm dairesine girmiş bulunan
ülkelerin yeni müslümanlan arasında da adalet ve eşitliği temin eyledi. Hatta,
bunlar, kendi aile efradına ve kendi
kabileleri mensuplarına her ne şekilde olursa olsun, en küçük bir imtiyaz
gözetmekten çekinirlerdi. O zaman, bütün boş taassuplar ortadan kalktı ve
Müslümanlar arasında bir nevi milletlerarası kardeşlik mefhumu ortaya çıktı.
İslâmın iktiza ettirdiği ruh, İslâm ülkeleri halkı arasında yayıldı. Bu
bakımdan da bu iki halifenin devirleri, hakikaten örnek alınacak bir devird'r.
Hazret-i Ömer, son
zamanlarında şu noktayı hissetti ki', kendisinden sonra yine Arap kabileleri
arasındaki ts-assup — ki İslâmî hareketin bu kadar kuvveti: olmasına ve
inkılâbın tesirine rağmen yine de tamamen ortadan kalkmış değildi. — yeniden
hortlayabilir ve bunun neticesinde de İslâm, arasında bir hayli fitneler
çıkması ihtimalden uzak sayılamazdı. Nitekim, kendi yerine kimin geçebileceği
ihtimali mevzuunda konuşulurken, Hazret-i Abdullah İbn-i Abbas ile Hazret-i
Osman Radiyallahu Taalâ anh üzerinde duruldu. Ve Hazret-i Osman hakkında
düşündülderini şu sözlerle açıkladı:
Eğer ben, O'nu kendi
yerime geçmesini muvafık görürsem, o, Benî Ebî Mu'ıyt'ı (Benî Ümeyye'den bir
kol) halkın başına musallat edebilir. Böyle olunca dla bıu güruh Allaha karşı
itaatsizlik yolu tutarlar. Aîlaha yemin ederim ki, ben böyle yaparsam, muhakkak
Osman da dediğim gibi yapacaktır. Osman da böyle yaparsa, halk ister istemez,
masiyet yolunu tutar. Halk arasında kargacık çıkar ve bu hareket Osman'ın
öldürülmesine sebep ohir.[311]
Bu mesele, Hazret-i
Ömerin fikrini, hayatının
son demlerine kadar meşgul etmiş ve kurcalamıştı. Nitekim 'hayata
gözlerini yummağa bir kaç gün kala, Hazret-İ Ali Radiyallahu Taalâ anhı,
Hazret-i Saad ibn-i Bb-i Vakkas Radiyallahu Taalâ anh ve Hazret-i Osman
Radıyallanu Taalâ anhı çağırarak şu söaleri söyledi :
Benden sonra herhangi
biriniz halîfe olabilirsiniz. O zaman kendi kabilenizin mensuplarını, halkın
boynuna bindirmeyiniz.[312]
Bundan sonra
Sahabîlerin en ileri gelen silolarından altı kişiye, kendi aralarından
birini" halife,seçmek vazifesini verdi. Bu altı kişilik heyete, îslâmm
hidayetlerini gözönünde bulundurmalarını şart koşmakla kalmadı, bir şart daha
koştu ki, halife seçilmiş bulunan kimse, fcat'iyyen kendi kabilesinin
mensuplarına hiç bir imtiyae hakkı tanımayacak Ye J-'n bir hususta kendi kabile
efradını gözetmiyecektir.[313]
Fakat talihsizlik
eseı. üçüncü halife Hazret-i Osman,
(Hicrî 24 - 35 : Milâdî 645 - 655) bu prensibimat-luba muvafık bir şekilde
devam ettiremedi. Onun devrinde Benî
ümeyye, devletin mühim vazifelerini üzerlerine aldılar. Ve beytülmalden kendilerine bol bol maaş
kopardılar. Diğer kabilelerin mensupları da bu durumun acısını hissettiler.
Hazret-i Osmana göre bu, «sılayı rahmin» icabı îdi. Nitekim bu mevzuda şu
sözlerj söyledi:
Ömer, Allah rızası
İçin, kendi akraba >e yalanlanın mahrum bırakıyordu. Ben ise yine Allah
rızası için k**uH akraba ve yakınlarıma bakıyorum.
Ebu Bekir ile Ömer,-
Beytülmal hakkında kendilerini, yakınlarını ve akrabalarını sıkıntıda
bulunduran şekli nazarı itibara abraşlardır. Fakat ben böyle bir sılayı rahmi
beğenmiyorum. [314]
îşte böyle bir tutumun
neticesinde Hazret-i Ömer Radıyallahu Taalâ anh'm endişe ettiği mesele ortaya
çık. ti. Hazret-ı Osmanın aleyhinde bir isyan hareketi baş .gösterdi. Bu
vak'amn neticesinde Hazret-i Osman şehid olmakla kalmadı, kabileler arasında
bir hayli karışıklıklara yol açıldı, ki bu karışıklıklar, da- Hülefâ-i Raşidin
nizamının nur meşalesini söndürdü.
Hazret-i Osman'dan
sonra Hazret-i Ali Radıyallahu Taalâ Anh, (Hicrî 35 - 40 . Milâdî 655 - 660)
işleri eski Ölçü (minval) üzer-ne yürütmek için çalıştı. Hazret-i Ebu Bekir ile
Hazret-i Ömer Radıyallahu Taalâ anhümâ'-mn koymuş oldukları usulü tekrar kurmak
için uğraştı. Hazret-i Ali, tamamiyle aşiretçilik ve kabilecilik taassubundan
uzak idi.
Emîr Muav'yenin babası
Ebu Süfyan; Hazret-i Ebu Bekir'e biat edeceği sırada; Ebu Bekir, Ebu Süfyanım,
içinde bulunduğu bu taassup ruhunu ortadan kalalrmaK için çok uğraştı. Fakat o
bu tutumundan vaz geçmiyece-ğirr ileri sürdü ve Hazret-i Ali (R.A.)
ye gelip dedi ki:
Kureyş'in en ufak
kabilesinin bir koluna mensup b» adam (yani Ebu Bekir) nasıl olur da halife
olur; sîz ayaklanmağa hazırlanırsanız, ben gider çöldeki süvarileri toplar
getiririm.
Fakat Hazret-i Ali ve
oradakiler açıktan açığa Ebu Süfyana şu cevabı verdiler :
Senin böyle yapmak
istemen, İslama ve m usluma»-lığa düşman olduğuna delâlet eder. Biz hiç bir
zaman istemeyiz ki, sen çöldeki süvarileri ve piyadeleri toplayıp getiresîn;
Müslümanların hepsi de birbârinin iyiliği için çalışan kimseler ve birbirlerine
muhabbet gösterenlerdi*. İsterse onların memleketleri ve onların viicudlan
birbirlerinden bir hayli uzak mesafede bulunsun. Elbette ki, münafıklar
birbirlerini kesmek isteyen
kimselerdirler.
Biz Ebu Bekir
Radıyallahu Taalâ aiıh'ı bu maka m ıh ehli olarak tanıyoruz. Eğer o bu mansıba
ehil olmasaydı, biz ouu hiç bir zaman bu vazife ile vazifelendirmezdik [315]
Hazret-i Ali de Halife
olduktan sonra yine bu noktayı gözönünde bulundurdu. İs'.âmın esas ruhuna,
uygun olarak, Arapla Acem (Araptan gayrisi) zengin ile fakir, Haşimî ile gayrı
Haşimî, bunların heps'ni aym gözle görmek yolunu tuttu. Hepsinin hakkında aynı
adalet ve aynı eşitlikle muamele etmeğe başladı. Herhangi bir zümrenin diğer
bir zümreye, herhaiıgi bir kimsenin diğer bir kimseye tercih edilmesine meydan
vermedi. Bu şekilde başka zümrelerin kıskançlık ve rekabet sebeplerini de ortadan
kaldırmak yoluna gitti. [316]
Bu hilafetin en mühim
hususiyetlerinden biri de, böyle bir nizam içinde tenkid, rey beyan etmek,
fikir hürriyeti, tamamen serbestçe ve tam bir serbestlikle ortada
bulunmasıdır. Halifeler, her zaman halkın elinin ulaşabileceği bir vaziyette
idiler. Kendileri de Şûra Ehlinin arasında oturur, görüşmelere iştirak
ederlerdi. Orada asla hükümet partileri yoktu. Serbest bir muh:.tte, Meclisin
azası ve herkes meclise iştirak eder ve kendi imanlarına ve kalblerinin
inancına göre fikirlerini ortaya atarlardı. Bütün muameleler, Ehl-i Hal ve'l
akd'ın önünde eksiksiz ve noksansız yürütülüp giderdi. Hiç bir şey saklanıp
giz-lenmezdi. İşlerin karara bağlanması, delil üzerine stinad ederdi. Kimseden
ne korkmak vardı ne de çekinmek. Ne hatır vardı ne de gönül. Ne taraftarlık
vardı, ne de kayırmaca...
Sonra, bu Halifeler,
yalnız kendi kavim ve milletlerine
karşı Müşavere Meclisini idare eden
bir alet değillerdi. Her gün beş defa halk ile birlikte namaza gelerek,
cemaat ile namazlarını kılarlardı. Her hafta bir kere cuma günleri, umumî
toplantı yaparlardı. Halife, her sene iki defa bayramlarda ve Hac
toplantısında halkın karşısına çıkardı. Onların evleri de her yerde kendisinden hesap sorabilirdi. Onların
evleri d% halka ait evlerin arasında idi. Kapılarında ne kapıcı, ne muhafız,
ne teşrifat nâzın, ne hususi kalem müdürü, ne de perdeci gibi hizmet erbabı
bulunurdu. Evlerinin kapıları her zaman, herkesin yüzüne açıktı. Çarşıda ve
pazarda yanlarına muhafız almadan halkın arasında gezip dolaşırlardı. Her
noktada, herkes bu halifelere istediğini söyliyebilir ve her yerde onları
tenkid edebilirlerdi. Herkes onlardan
hesap sor -makta serbest idi. Bu* serbestliği
kullanmak da ayrıca hususî izne ve müsaadeye tâbi değildi.
Hazret-i Ebu Bekir
Radiyallahu Taalâ anh, yukarıda bahsettiğimiz hususları hilâfetinin ilk
günlerinde halka şu sözleriyle ilân etmişti:
Doğru yolu tutarsam,
bana yardım ediniz, yok eğer ben eğri bîr yol tutarsam, o zaman siz beni
doğrultunuz!
Bir ara Hazret-i Ömer,
bir cuma hutbesinde: «o andan itibaren kimsenin nikâhda dört yüz dirhemden
fazla rcehriye kararlaştırmaması» fikrini ileri sürdü. Bunu duyan ibr kadın
ayağa kalkarak, şu sözlerle bu karara itiraz etti :
Senin böyle bir hüküm
vermeğe hakkın yoktur. Çünkü Kur'anda kantarla mehriye
verilmesi hususunda müsaade vardır. Sen, bunu nasıl olur da bir hududa bağ- ! layabîlirsin, dedi.
Bu haklı itiraz
karşısında Hazret-i Ömer derhal fikrinden vaz geçti.[317]
Yine bir gün Hazret-i
Selmân-i Farisi, Hazret-i Ö-mer den şu sözlerle hesap sordu :
Herkesin hissesine bir
entari düşmüş iken nasıl olur da senin hissene iki entari düşmüş olabilir?
Dedi.
Hazret-i Ömer, oğlu
Abdullah ibn-i Ömer'in şahidli-ğine baş vurarak, ikinci entarinin kendisinin
olmayıp, oğluna ait olduğunu, bu giyeceği ödünç olarak aldığını bildirdi. [318]
Adalet sembolü bu
halife, başka bir toplantıda halka şu suali tevcih etti :
Ben bazı işleri
geciktiriyorum, siz buna ne dersiniz?
Bu suale Hazret-i Bişr
Ibn-i Saad Radiyallahu anh şu sözlerle cevap verdi :
Sen böyle yaparsan,
biz de seni doğru yola getirmesini biliriz.
Hazret-i Ömer, bu
cevaptan gayet memnun olup, şu karşılığı verdi :
O zaman siz de halk
için çalışmış olursunuz. [319]
En fazla ve en ağır
tenkidler Hazret-i Osman zamanmda vukubuldu. O da hiç bir zaman zorla ve cebren
kimsenin ağzına kapatmak yoluna gitmedi. Her zaman tenkidlere ve itirazlara
delillerle cevap verdi. Halka kendisinin kabahatsiz olduğunu bildirdi.
Hazret-i AH zamanında
Haricilerin dili aşırı derecede uzamıştı. Ağızlarına geleni söylüyorlardı.
Hazret-i Ali de emsalsiz bir sabırla bunların taarruzlarına tahammül ediyordu.
Bu ara, beş Hariciyi yakalayarak Huzuru Hi-lefete getirdiler. Bu kimseler
açıktan açığa dil uzatarak, işin ölçüsünü kaçırmış küfür ediyorlardı. Hatta
açıktan açığa sokaklarda ve halkın arasında;
«AUaha yemin ederiz ki
Aliyi öldüreceğiz» diyorlardı.
Hazret-i Ali
Radiyallahu Taalâ anh, onların beşini de sah verdi. Ve kendi adamlarına da
şöyle buyurdu :
Sîz de istemlisiniz
ki, onlar gibi dili uzun ve ağzı bo-zuk olasınız? Onlar mademki fiilî bîr
şekilde isyana girişmemişler ve şiddete baş vurmamışlardır, sadece dilleriyle
muhalefet ettiklerinden dolayı kendilerine herhangi bJr cürüm yüklenemez. [320]
Dört Örnek Halife
devrini teferruatiyle yukarıda anlattık. O zaman aydın bir meşale devriydi.
Asırların en nurlu kaynağı idi. O devirden bu yana bütün zaman bölümlerinde,
fakihler, muhaddisler ve b;lumum dindar müslümanlar her asırda bu devri
gözönünde bulundurmuşlardır ve İslâmın dini. siyasî, ahlâkî ve içtimaî nizamı
için bu devri bir miyar ve bir ölçü olarak 'kabul etmişlerdir[321]
1958 senesi IAbor'da
milletlerarası İslâm! Meclisin toplantılarına, Avrupa müsteşrikleri ve İslâm
dünyasının mütefekkir uleması iştirak etmişlerdi. BU toplantının otimımlftruim
birinde (80-Ocnk. 1958) Mevflânâ Seyyid Ebû'I - A'lâ MevdûdS kanun vaz'ı ve
içtihad mevzuu ürerinde fikirlerini bir makale ile ileri sürdü-ier. Bu makale
İslâmi hükümetin bir cephesiyle alâkalı bulunduğundan - yâni İslâmi hükümette
k^nun. vaa'ının çalışma şekli hususunda - biz de bu bahse dahil ettik.
Makaı'enin sonundu/ da bazı itirazları cevaplandırmışlardır. Bu itirazlar, bir
kısım «yeni-iifiseverler : İlericiler» in öne sürdükleri hususlardır. Merlâna
o-zaman bunlara da cevap vermişlerdir. Bunların yanı sıra, ba*ı bahislere de
girişmişlerdi. Bu bahisler, kanun yapıcılığı ile alâkalı olduğundan
onlara da burada
yer verdik. Hazar kıyıcı[322]
İslâm'da kanun
vaz'ının çalışma dairesi nedir ve neresindedir? Bu hususta içtihadın da yeri
nedir ve nerededir? Bu bahsi bilmek için, her şeyden önce iki meselenin izah
edilip anlaşılması zarureti vardır, Bu iki meseleyi iyice anlayıp gözönünde
bulundurmamız lâzım gelir.
îlk evvelâ şu noktaya
dikkat etmek gerekir ki, İslâm'da Hâk:miyetin münhasıran ve mahza HakTaalanm
olduğunu kabul etmek icabeder. Kur'an-ı Kerim Tevhid akidesini açıklarken, bu
hususu da tam bir aydınlıkla ortaya çıkarmıştır. Bu esasa göre Kur'an-ı
Kerimin buyurmuş olduğu «Allahü Vahdehü Lâ şerik© lehii : Bir tek ve ortağı
bulunmayan Allah sadece dinî manada mâbud değildir. Aynı zamanda siyasî ve
kanunî bakandan da hâkim, (hüküm veren) itaat edilmesi gereken, emir ve nehy'de
ihtiyar ve salâhiyet sahibi hem de kanun vaz*-ıdır. Allah Taalânın bu kanunî
hâkimiyetini, (Legal so-veregnty) Kur'an-ı Kerim, o kadar açık ve kesin bir lisan
ile beyan edip, o kadar ehemmiyetle bunun üzerinde durmuştur ki, bununla Allah
Taalânın dinî mâbudluğunu da iyice belirtmiştir. Ve bu prensibi gayet parlak
bir şekilde ortaya koymuştur. Kur'an-ı Kerime göre Allah Taalânın iki
hususiyeti vardır. «Uluhiyet» iktizası îbu İM hususiyet birbirlerinden ayrı
olmayıp birbirinin ayn cüzüdürler. Bunlardan birisi inkâr edildiği zaman
gerçekte Uluhiyet de inkâr edilmiş olacaktır. Sonra şu hususta da asla şüphe
olmaması lâzımdır. İlâhî kanun dendiği zar.ıan bu kanun fıtrî ve tabiî kanundan
başka bir şey delildir. Buna göre İslâm'a «Davet» de insanları Allahm
Kanunundan başka kanunlara tabi olmaktan kurtarmak, ve onları ahlâkî, içtimaî
yaşayışta Allah Taalânın Serî Kanununa bağlamak içindir. Şer'î kanun da
Enbiyayı Kiram aleyhisselâm vasıtasiyle insanlara gönderilmiş bulu-nan
kanunlardır. Bu şer'î kanunları kabul edip inanırsak o zaman bunun karşısında
kendi ileri sürdüğümüz yahut da süreceğimiz ve kendi muhtariyetimizle kendi
hazırlayacağımız kanunları bir tarafa bırakmamız icabeder. Böyle bir işin
ismine de «İslâm : (Surrender) denir. Allahm ve O'nun Resulünün hükümlerini
bir tarafa bırakarak, kendi düşüncemizin ve kendi fikrimizce hüküm vermemizin
doğru olabileceği ve hakkımızda iyi neticeler verebileceği zihniyetini kesin
olarak reddetmek lâzımdır. Ne bir mümin erkeğe ne de bir mümin kadına yakışık
almaz ki, Allah ile (Viran Resulü bir iş hakkında hüküm versinler de müminler
bu hususta başka bir yol seçmek istesinler. Herkim ki, Allah ve O'nun Resulüne
karşı gelirse, elbette ki, apaçık bir dalalete düşmüş olur. (Ahzab, 36).
İkinci mühim mesele
şudur: Tevhid-i İlâhî ile aynı derecede ehemmiyet kesbeden bir husus da
Hazret-i Mu-hammed Sallallahu aleyhi ve sellem'in son peygamber olduğuna
inanmaktır. Tevhid-i İlâhî akidesi vasıtası ile yani Allah ve O'nun Resulüne
tanı ve gerçek bir iman sayesinde bir amelî nizam ortaya çıkar. İslâm bütün yaşayış
nizamının temellerini bu akidenin üzerine kurar. Bu inanç gereğince Allah Taalâ
bundan Önce diğer Enbiyayı Kiram Aleyhisselâma gönderdiği tâlimi ikmal ederek
,bir kısım başka talim de- ilâve etmiştir. îslâmm Peygamberi Hazreti Muhammed
Sallallahu aleyhi ve sellem de bu talimin hepsini bir araya toplayarak
gelmiştir. Bunun için Hidayet-i İlâhiye ve teşri'in (kanun vaz etme)
istinadının mehazı yalnız bir tek şeydir. îler de de hiç bir hidayet ve teşri'
(kanun ortaya koymak) gelmiyeceği için insanların buna bağlanmaları şarttır. Bu
Muhammedi tâlim, en üstün kanundur ki, (Supreme law) Hâ-kim-i A'lâ'nm nzasiyle
Hazret-i Muhammed Sallallahu aleyhi ve sellem buna mümessillik etmiştir.
i5u kanun da Hazret-ı
Muhammed Sallallahu aleyhi ve seneme iki şekilde ulaşmıştır. Birincisi Kur'an-ı
Kerim vasıtasiyle, yani kelimesi kelimesine Hak Taalânın hidayetleri ve
ahkâmını iht'va eden şekilde. İkincisi de Haz-r»t-i Muhammed Sallallahu aleyhi
ve sellemin işveyi ha-senesi (en güzel örnek) vasıtasiyle ki, buna da biz Sünnet
deriz. Ve ki Kur'anî menşeinin izahı ve teşr hicür. Hazret-i Muhammed
Sallallahu aleyhi ve selîem sadece Allah tarafından gelen bir mektup dağıtıcısı
mahiyetinde değildir. Kendisine vahy edilen kitabı alıp da bu hususta hiç bir
şey söylememesi veya hiç bir açıklama yapmamış olması mümkün değildi. O'nun
bir rehber, bir önder, bir hâkim ve bir muallimlik vasfı dahi vardır. Kendi
akvâl: (sözlferi) ve efâli (yaptığı işler) i'e anelen ilâhî kanunu şerh etmek
vazifesi idi. Sahih olan bu menşe ve bu. mehaza göre, fertleri terbiye
edecekt. Terbiye görmüş fertlerden bir cemaat hazırlayacak ve yaşayışı tanzim
edecekti. Sonra bu tanzim edilmiş yaşayışın saha-smdakileri de bir araya
getirecek doğru ve örnek bir hükümet şekli meydana koyacaktı. Ve İslâm usulü
üzerine mükemmel b'r medeniyet kurulmuş olacaktı. Zat-i Ri-sa'etpenahileri bu
işleri tam 23 senelik peygamberlik hayatları devrinde tamamladılar. İşte bu
sünnettir ki, Kur'-2n-ı Kerim ile birlikte Hâkim-i A'lâ'nın kanun üstünlüğünü
ve kânrlliğiııi ortaya koymaktadır. İşte bu üstün ve bu kâmil kanunun adına da
islâm ıstılahında «Şeri1-p.t» denir. [323]
Bîr kimse, bu esası
hakikatleri duy-unca önce şöyle zanneder. Böyle bir îslâmî Hükümette kanun
vaz'etmek için imkân bulunmayacaktır. Yani islâm'da herhangi bir şekilde artık
kânun vazetmeğe ihtiyaç yoktur. Çünkü İslâmda hak;ki kanun Allah tarafından vaz
edilmiş ve. jş de bitmiştir. Müslümanlarm da Hazret-i Peygamberin getirdiği
ilâhî kanuna tabi olmak ve bağlanmaktan başka bir işi yoktur.
Fakat iş n hakikati
başkadır. İslâm'da herhangi bir şekilde kanun yapmak menediimiş değ Mir.
Yapılacak kanunlar İlâhî kanunun hududu dahilinde alınmış ve hıı.
dudlandırılmıştır. Bu üstün İlâhî Kanunun tahtında bu kanunun hududu dairesinde
insanî kanun yapılmasına müsaade edilmiştir. Buna da bir çalışma dairesi tanınmıştır.
Şimd: ben bu hususları bir-kaç satırla izah etmeğe çalışacağım. [324]
İnsan yaşadığı hayat
içinde^iiyle muameleler ve Öyle meselelerle karşılaşır ki, bunlar hakkında ne
Kur'an-ı Kerimde ne de Sünnet-i Resulullahda her ne suretle olursa olsun, açık
bir hüküm kat'î bir ka:de veya her ne şekilde olursa ols\ın, hususî bir usul
bulunamaz. Bu gibi meselelerde ve böyle muamelelerde, Fakih (fıkıh âlimi) veya
kadı (hâkim) yahut da herhangi bir kanun vaz' eden idare ve kurul, şeri'atın
verdiği hükmü ve kararlaş-Lirmı^ bulunduğu kaideyi de bozmaz. Bu, şu manaya da gelmez;
bunlar kanun vaz etmek için çalışamazlar, insanî kanun vaz 'etmek şekli meyamnda, bu muameleler hususunda, şu
nokta, her şeyden Önce gözönünde bulundurulacaktır : Bu
meselenin hakikati ne olabilir?.
Bu hakökat nasıl ortaya
çıkabilir?. Bunun hakkında nasıl hüküm
verilebilir?. Sonra karşılaşılacak bu
gibi meseleler, esas hükümlere
nasıl intikal ettirilecek ve umumî
hükümler, ferî hüküniıer
için ne şekilde
kanun mahiyeti taşıyacaktır?. Bu
işlerin hepsi ile birlikte şu
husus da müşahhas bir şekilde tesbit edilmelidir: İstisnaî haller ve vakalarda
bu hükümler vç bu kaideler gözönünde bulundurulmaksızın ne dereceye kadar
çalışabilme imkânı vardır ve bu iş bu hususta nereye kadar sığabilir? [325]
Yine bu şekilde Öyle
işler ve muamelelerle karşılaşırız ki, bu hususta da şeriatın herhangi bir has
hükmü yoktur Fakat karşılaştığımız bu muameleler hakkında hüküm vermek ve
bunları karara bağlamak zomndayız. Şeriat ise, bu muamelelere benzeyen diğer
hususlara hüküm koymuş ve kaidelerini bildirmiştir. Şimdi bu da-re-nin içinde
kanun vaz etme işi şu şekilde olab':Ur: Bu hükümlerin sebeplerini ve
illetlerini ayrı ayrı, tek. tek sahih bir şekilde anlayarak,, b'lerek belirtmek
ve bütün muameleleri, bu hükümler ve kaideler üzerine tatbik edip yürütmek
gerektir. Şu hususu da gözönüne almak lâzımdır ki, bu muamelelerde asıl sebep
olarak gösterilen noktalarda hüküm istinadlı olmalıdır. Muamelelerde bu sebepler
gözönüne alınmazsa o zaman varılan netice de istinadlı olamaz. [326]
Yine bunun gibi bazı
meselelerle karşılaşabiliriz ki, Bunlar hakkında herhangi muayyen bir hüküm
bulunmaz. Fakat bu mahzuru da ortadan kaldıracak camî ve külli bir usul
donmuştur. Yahut da şer'i 'şu meseleyi or taya çıkarmıştır ki, Hangi mesele ve
ne gibi iş, beğeni, îirse, o iş iyidir. Buna göre bu usulün aydınlığında beğenilmeyen
şeyleri ortadan kaldırmak lâzım gelir. Beğenilir şeyleri de yaymak icabeder. Bu
gibi muamelelerde kanun vazedenin işi şudur: Şeriatın bu usulüne mutabık ve Şa-ri'in
ortaya koyduğu bu esasa göre, amelî meseleler hakkında kanunlar hazırlasın.
Ancak hazırlanacak olan kanunlar da Şeriatın usullerine ve Şâri'in koyduğu
esaslara aykırı olamıyacaktır. [327]
Bunlardan maada, yine
bir hayli muamele or ve bir yığın meselelerle karşılaşabiliriz. Şeriat, bunlar
hakkında tamamen sükût ile geçmiştir. Bunlara ait ne doğrudan doğruya bir hüküm
vardır, ne de bu meselelere benzer meseleler hakkında hüküm verilmiştir. Hiç
olmazsa bu benzer meselelerin şekline kıyas ile hüküm çıkarmak imkânını
bulalım.
Şeriatın bu hususlarda
sükût ile geçmesi şuna delâlet eder : Hâkim-i A'lâ bu hususta insanları tamamen
serbest bırakmış ve bu gibi işleri tamamiyle insanların reylerine
terketnriştir. Bunun için biz bu gibi meseleler hakkında serbest bir şekilde
kanun vaz edebiliriz. Fakat bizim bu hususlarda yapacağımız kanunlar da yine
esas itibariyle
İslâmuı ruhuna ve
umumî usule uygun bulunması icabeder. îslâmm umumî m:zacına muhalif ve îslâmî
yaşayışın hak'katı gözönünde bulundurulmaksızın yapılamaz. [328]
Kanun yapmak işinin ye
İslâmî kanun ve nizamın, zamanın ilerlemesi ve vaziyetlerin değişmesinde dahi,
yürüyüp gitmesi ancak bu iş üzeründe çalışacak olan ilmî tahkik heyetinin
tetkikte bulunması mümkün olur. Bu işin ismine de islâm Şeriatinde «îçtihad»
denir. Bu kel'menin lügat manası şudur : «Herhangi bir işi neticelendirmek
için son derece gayretle çalışmak.» îstüahda ise manası şudur: Son derece
gayret sarfedip çalışarak, bir meselenin üzerinde tslâmuı ne gibi hükümler
koyduğunu ve bu hükümlerin nıenşeinin ne olduğunu ve niçin böyle olduğunu
araştırmak.»
Bazı kimseler yanlış
anlayarak, «İçtihad» denilen şoyi. serbestçe rey vermek ve fikir ortaya atmak
manasına alırlar. Fakat îslâmî kanunun ne olduğunu bilen iıerkes, bu gibi
yanlış anlayışa kapümas. İçtihadın kanunî nizam hakkında her ne suretle olursa
olsun serbestçe rey vermek ve serbest fik'r ortaya atmak olmadığı malûm olan
bir gerçektr. Ve kanunun asıl mehazı Kitap ve Sünnettir, insan da kanun vaz
etmek istediği zaman bu hususları gözönünde bulunduracak ve her surette, kendi
yapacağı kanunu bunlara istinad ettirecektir. Bunların tayin ettikleri hududun
dışına çıkmayacaktır. Rey vermek ve fikir beyan etmek de tamamen serbest olmayıp
bu dairenin hududu dahilinde olacaktır. Bunlardan müstağni kalınarak, içtihad
edilirse, buna islâmî içtihad denemez, islâm kanun ve nizamlarmuv da bu gibi
işlerde Veri bulunamaz. [329]
İctihaddan maksad,
Kanunî İlâhiyi, nsanî kanunla değiştirmek demek değildir. Kanun hakikatini
anlamak vo bunun ışığı altında, bunun rehberliği ile Islâmın kanun ve
nizamlarını, zamanın ilerlemes'ne muvazi olarak harekete geçirmektir. Sahih bir
içtihadın olabilmesi için, kanun vazeden kimselerde veya kurullarda veyahut da
ictihadda bulunanlarda aşağıda sıralayacağımız vasıflar bulunmalıdır.
1. Şer at-i İlâh yeye iman etmiş bulunmak. Bu
Şeriatın hak olduğuna inanmış olmak. Bu
Şeriate hulûsu âyetle bağlanmak. Bu Şeriatten kurtulmak, fikir ve maksadına
katiyen sahip bulunmamak. Herhangi bir usulde ve Ölçüde Allah Şeriatından başka
bir usul ve Öîçü nazarı itibara almağı düşünmemek.
2. Arap 1 sanma, bu Usanıp, kaidelerine,
gramerine, edebî ölçülerine teşbih ve istiarelerine mükemmel bir şekilde vakıf
olmak lâzımdır. Çünkü Kur'an-ı Kerim bu lisanda nazil kılınmıştır. Sünnet de
bu dilde olduğundan bu ikisini anlamak ve bunlardan hüküm İstihraç etmek
ancak bu dile tam bir vukuf ile mümkün olabilir.
3. Kur'an-ı
Kerimi ve Sünneti Seniyeyi iyi,bilmek. Yaîmz bir kimse bunu bilmekle ve ahkâmın
mevkilerini anlamakla da olmaz. Belki Şeriatın külliyatını da bunun maksat!arım
da iyi bir şekilde anlamalıdır. Bir taraftan da şunu ortaya koyabilmelidir ki,
Şeriat insan yaşayışı, nm ıslahı için ne gibi toplu bir nizam kurmak
istemiştir. D ger taraftan şunu da bilmeli ve anlamalıdır ki, bu toplu nizamın
şubeleri ve dalları nelerdir ve nerelere şâmil oîur. Şeriat bu toplu nizamın
tarihini hangi çizgilerle çizmiştir. Nizamı ıslah etmekte ne gibi maksadlar
gözönünde bulundurmuştur. Başka bir tabirle söyliyelim, ki, ıçtihad, Şeriatın
tâ içine kadar işlemiş bulunan Kur'an ve Sünnet'e ait ruhu bulmanın ve ortaya
koymanın ilmidir..
4. Müctehidîn-i
Selef, ümmetin işlerine
vukuf sahibi olduklarından
dolayı ictihadlar ortaya
koydular. Bunlar sadece bir tertiplemeden ibaret değildir.
Belki bunlar kanunda
ilerlemenin zincirleme (continuity) 3u-ret'yle devamıdır. îetihaddan maksad
herhalde şu da değildir k;, her nesil bir evvelki neslin koyduğu usuUeri değiştirip
yahut da bırakıp veya bunlara yeni şeyler iKıve etsin.
5. Amelî
yaşayış meselelerinde ve karşılaşılan ahvalde,
bu mesele ve bu ahvali, vaziyetin icabına
göre, Şeriatın hükümleri ve usulü üzer nde tertip'eychilmek.
6. İslâmî
ahlâk Ölçüsüne göre,
kendi şahsî ahvalini tanzim etmiş bulunmak. Nitekim
böyle olmazsa, ic-ühad makamında bulunan
kimseye halk :timad etmez. Bu kabil şahısların verdiği hükümlere
ve ileri sürülen kanunlara da hürmet
gösterilmez ve dinlenmez. Ve halk tunları salâhiyet sahibi olmayan kimseler
yapmıştır fikrine kapılır.
Bu vasıfları beyan
etmekten maksadımız, içtihada kalkacak bir ikmsenin, iefhada başlamadan önce,
bu vasıfların kendisinde mevcud olduğunu ispat etmesi de-tJiMir. Belki
maksadımız şudur ki, İctihad ile İslâmî kanun ve nizamların gerştirilmesi için
bu sahih noktalar gözönünde bulundurulursa, ancak o zaman kanunî yollardan
yürümek mümkün olur. Bunun içindir ki, bu vazifeyi deruhte edecek ilim ehlinin
yetiştirildiğ zaman bu vasıfların mevcut olup olmayacağı da nazarı itibara alınmalıdır.
Buniar olmaksızın, yapılacak olan kanunlar ne bir İslâmî kanun ve nizam
mahiyetini taşır, ne de İslâm camia3i bu kanun ve nizamları benimsemeğe tahammül eder. [330]
İçtihadın kanun vaz
edici mahiyette olması ancak şu şekilde kabul edilebilir ki, ietihadda
bulunacak olan kimselerin bu hususta tam bir ehliyet ve kabiliyetleri olsun.
Ehüyet ve kabiliyet olduktan sonra da ietihad usulünün sahih olması için
müetehid, ister ahkâm tefsir etsin, ister kıyas ve istinbat yolunu tutsun, her
ne surette olursa olsun, kendi istidlalinin temelini Kur'an ve Sünnet'e
istinad ettirmelidir. Mubahlar hususunda belki serbestçe kanun beyan edebilir.
Fakat bu hususta da yine delil göstermesi icabeder. Meselâ falan, mevzu veya
f'lan mesele hakkında Kur'an-ı Kerimde ve Sünnette bir hüküm yoktur
diyebilmelidir. Yoksa kıyas için kendi s indinden bir esas ortaya atamaz.
Kur'an-ı Kerimden ve Sünnetden elde ettTği istidlaller de ehli ilim indinde
malûm olan istidlal şekilleri ve usulleriyle olmalıdır. Kur'an-ı Kerimden
yapılacak olan istidlaller.de, muhakkak âyet-i keri-. menin mânasının ne demek
olduğunu bilmekle- mümkündür. Bu âyetin manasını bilmek de Arap lisanına, lisanm
kadeîer:ne ve gramerine (Sarf ve Nahiv) ve diğer te-ierruatına da vukuf sahibi
bulunmakla olabilir. Kur'anın âyetîerindeki cümlelerin ilerisini - gerisini,
sözün beyan tarzını ve sözün gelişeni de gozonünde bulundurmak icap eder. Bir
mevzuda Kur'anın bir yerinde öyle fcir şekilde inana verilmesine dikkat etmek
lâzımdır ki, bu mananın inceliğinden Kur'anın diğer yerlerindeki âyetler
arasında tenakuz olmasın. Bu âyetin teyidi hakkındaki Sünnetler mevcut ise
bunları da gözönüne almadan, âyetin teşrihi olan hadislere itTbar etmeden mana
verilmemeli ve Sür, netin manasının da Kur'an-ı Kerime muhalif bulunmamasına
da dikkat edilmelidir.
Sünnetten de istidlal
ederken yine Kur'andan istidlal edildiği gibi Arapça lisanına ve bu lisanm
kaidelerine (Sarf ve nahiv) cümlelerin ilerisi gerisi ve sözün gelişine de
dikkat etmek icabeder. Bundan başka Sünnetin sahih rivayet edilip edilmediğini
de rivayet ve Hadis ilmi kaide-leriyle gözönüne almak gerekir. Bu mevzuya ait
başka rivayetler var mıdır, yok mudur bunları da tetkik etmelidir. Eğer bu
mevzuda rivayet varsa bunları birbirleriyle karşılaştırmak lâzım gelir.
Bunlardan başka, bir Sünnetten istidlal edilen ahkâm, Kur'anın sahih ahkâmına
veya Sünnetin sabit olmuş diğer ahkâmına da mugayir olmamalıdır. İhtiyatlı hareketleri
bir tarafa bıraakrak, indî mütalâa ile, keyfî tevilât ile, ictihâd eylemek ve
icabında siyasî bir kuvvetin tesiri ve zoru altında ietihad yapılsa bile, bu
hükümler kanun mahiyetine sokulsa dahi yine müslümanlarm gönlü ve vicdanları
böyle bir içtihadı, İslârnî kanun ve İslâmî nizamın bir cüz'ü olarak kabul
edemezler ve asla bu uydurmaları benimsemezler de.. Siyasî kuvvet ortada
bulundukça belki bu hüküm yürür gider. Fakat siyasî kuvvet ortadan kalktığı
veya zayıflayıp gevşediği zaman bu kanun ve hükümler de hemen redde^ ,dil:p
ortadan kalkar, kimseler bunları
dinlemez. [331]
İslâmi kanun ve
nizamda herhangi bir ietihad hükmünün kanun mahiyetine girmesi için muhtelif
şekiller vardır.
1 -
Birincisi bütün Ümmet Ulemasının bu
mevzu üzerinde icinâ etmeleri.
2- Herhangi bir kimsenin veya bir zümrenin
içtihadınm, kanun mahiyetinde kabul edilebilmesi için, bütün m iislümanlar
tarafından umumî olarak kabul edilmesi gerek:r. Halkın da kendiliğinden
bu-içtihadı hükümlere tebaiyet etmesi icabeder. Meselâ, koca koca İslam ülkelerinde
yaygın bulunan Hanefî, Şafiî, Maliki ve Hanbelî fıkıhları gibi.
3- Br
ictihad hükmünü, herhangi bir Müslüman Hükümetin kendisine kanun olarak kabul
etmesi. Meselâ, Osmanlı devleti Hanefi fıkhını resmî kanun olarak kabul
etmişti.
4-
Siyasette, Anayasa hazırlayan bir meşru idare veya kurulun, îslâmî nizam ve
kanunlar dairesinde bu icthadı kanun şekline koyması.
Bunların haricinde
ehl-i ilmin , ictihad ile verdikleri diğer hükümler, umumî kanun mahiyetine
giremezler. Ancak, fetva olarak kalırlar. Petvalık mahiyetinden ileri
gidemezler. Bu da bir tarafa, kadılar (hâkimler) işlerin hal ve faslı
hususundaki hususî mahiyettek meselelerde de bunları gözönünde bulundurup
bulundurmamayı takdir edebilirler. Bunların benzeri (Precedents) üzerine
hü-kdm yürütür veya yürütmezler. Fakat bunlar sahih manada kanunî mahiyet
taşımazlar., Nitekim, Dört Örnek Hal fe de kendilerin'n hususî meselelerde
verdikleri şahsî ictihad hükümleri böyle olmuştur. Bunlar İslâmî temel kanun
mahiyetine girmemişlerdir. îslâmî nizamda kadıların içtihadı hükümlerinin -de
kanun mahiyet: (Judge Made Law)
taşımaları düşünülmemiştir. [332]
İdamda kanun vaz'ı ve
ictihad hakkındaki makalelerim bazı çevrelerde itirazlara yol açtı. Ben de
mümkün olduğu kadar ve kısaca bu itirazları cevaplandırmağa çalışacağım.
İlk itiraz, Kur'an-ı
Kerimin yanı başında Sünnetin niçin bulunduğudur. Bu hususta bir kaç noktayı
sıra ile arz edeceğim Mesele bu şekilde, tamamiyle ye daha iy-şekilde aydınlanmış olacaktır.
1. Bu inkâr
kabul etmez bir tar'hî hakikattir. Haz-ret-i Muhamnıed Resuîullah sallallahu
aleyhi ve sellem,. nübüvvet makamı ile kesb-i şeref ettiklerinden sonra,
kendilerine Hak Taalâ tarafından yalnız Kur'an-ı Kerim gönderilmekle kalmadı.
Aynı zamanda bir âlemşümul hareketin önderlği ve rehberliği makamı da verildi.
Bunun netiresinde bir îslâmî camia ortaya çıktı. Bu yeni içtimaî. ve medenî
nizam kuru'du. Ve nihayet bir hükümet vü-cud
buldu.
Burada şu sual de variddir:
Kur'.an-ı Ker m nazil kılınmaktan başka Hazret-i Resulü Ekrem Sallalîahu aleyhi
ve sellemin daha başka ne gibi vazifeleri vardı? Bu vazifelerin vasıfları ııe
idi? Acaba Zat-ı Risaletpenahile-' , Peygamber!ik vasfı ile, Hak Taalânın
mümessilliğini' ve elçiliğini yapmakla bu mümessilliği kendisi mi yapı -yordu,
yoksa bunu sadece Kur'an-ı Kerim mi yapıyordu? Yoksa, Kur'anı duyduktan ve
duyurduktan sonra, Zat-i Risaletpenahilerkı:n vazifesi bitiyor muydu? Allahm Resulü
diğer nıüslümanlar gibi bîr fert miydi? Zat-ı Saadetlerinin bundan sonra akval
(sözler) ve ef'ali (yaptık-lan) haddi zatında, bir hüccet bir kanunî mesned
değil miydi?
Birinci şıkkı kabul
edersek, o zaman şunu da kabul etmekten başka çaremiz yoktur. Sünneti de
Kur'an-ı Kerim ile birlikte, kanunî mesned ve hüccet olarak tanımak gerekir.
îk'nci şık da ise, Sünnefn herhangi bir kanunî mesned olmak vasfı yoktur,
demektir.
2. Kur'an-ı
Kerime ait hususlarda şu da malûmdur ki, Zat-ı Saadetleri HazreU Muhammed
Sallallahu aleyhi ve sellern sadece İlâhî haberi tebliğ eden bir ha berci
vakfında değildir. Allah Taalâ tarafından, kararlaştırılmış bir önder, b!ir
rehber, bir hâkim (idareci ve âmir} ve bir muallimdi. Bu hususları İhtiva
edecek tarzda bütün müslümanların O'na itaat etmesi farzdır. İman ehli için
yaşayışlarının her cephesinde yalnız bu yolu Örnek kabul etmeleri bir
zarurettir. Akıl da şunu icap ettirir. Herhangi bir peygamber, sadece Allanın
kelâmını duyurmakla işini bitirip, Mukaddes Kelâmı duyurduktan sonra bir
fertten farksız olması doğru değildir. Müslümanlara gelince, bu ümmet, Hazret-
Resulü Ekrem'i her zaman için ve her yerde, Islâmm başından bu güne kadar
vaoibü1. ittiba (izlenmesi gereken) b r örnek olarak kabul etmişlerdir. O'nun
«emr ve nehy» (yapılmasını bildirdiği ve yapılmasından men etitği işler) leri
vâcibül -itâa (uyulması gereken) olarak inanmışlardır. Hatta her hangi bir
gayrı müslim âlim de bu hakikî ve gerçek meseleyi inkâr edemez. Müslümanlar
her zaman ve her devirde, Zat-ı Saadetlerinin bu vasıflarına itnanıp kabul etmişlerdir.
Bunun yanı başında da îslâmm kanun nizamını Kur'ana ve Kur'anla beraber
Sünnete de istinad 'ettirmişlerdir.1
Şimdi ben bir türlü
anlayamıyorum, bir kmse kaî-lup da Sünnetin bu vasfım ve bu hususiyetini nasıl
olur <Ia inkâr eder ve şunu da nasıl ileri sürebilir ki, Hazret-i Muhammed
Sallallahu aleyh;i ve sellem, Kur'an-ı Kerimi okuttuğu zaman peygamber idi de
Kur'an okutmadığı zaman, peygamberlik vasfı ortadan kalkıyordu. Şimdi, bir
kimse böyle bir iddiada bulunduğu takdirde ona deriz ki, bu makamı Hazret-i
Resulü Ekrem, kendi kendiisine mi elde etmişti? Yoksa bu makamı O'na Kur'an mı
vermisti? Birinci şekle Islâmın herhangi bir iddiası yoktur, îk nci şekle
gelince, esasen bu noktayı Kura'n-i Kerimin kendisi beyan etmiştir.
3. Sünnetin
haddi zatında kendi başına kanun mer-hazi olarak kabul edilmesinden sonra, şu
sual ortaya çıkar, bunu anlamak ve bunu belirtmek için ne gibi vasıtalar
kullanılabilir?
Bunun cevabında
da ben yine
şunu arzedeceğim: Bugün aşağı
yukarı on dört asır geçmiştir. Bu müddet zarfında da bu mesele ilk defa ileri
sürülmüş değildir. Bin beşyüz sene önce
peygamberliğe bi'set ettiğinden bu yana Sünnet süre gelmiştir.
Burada da iki tarihî ha-lüka'a inkâr etmek mümkün değildir. Birincisi, Kur'an-ı
Kerimin tâlimi ile Hazret-i Muhammed Sallallahu aleYhi ve seikmin Sünneti,
muaşeret usulünde ve içtimaî husus-jfirda, Islâmm başından bu güne kadar örnek
olarak süre goımiştir. Devam ederek, ardı arkası kesilmeden, zin-cirle.ntf
olarak takip edilmiştir. Bu husus h:ç bir devirde, hiç bir zaman inkıta vuku
bulmamıştır. Bütün idare mekanizmasında ve her iş güc sahasında devamlı olarak
gözönünde bulundurulmuştur. Bugün, bütün dünya müs-iümanlarının akideleri, düşünüş şekilleri, ahlâk ölçüler!, ibadetleri, iş güçleri ve
muameleleri, yaşayış nazariyeleri, hayat yolları için örnek olarak ayakta
tutulmuştur. Bu hususta ufak tefek
ihtilaflar da olmuşsa, bu ihtilaflar "ancak teferruatta olmuş,
esasda olmamıştır. Bunlar arasında yine ahenk bulunmuştur. Müslümanlar, bütün
yer yüzüne dağılmış olmalarına rağmen,
bir ümmet olmak hususiyetini esasda
sağlayabilmişlerdir. Bu meselenin is-bata da, içtimaî hususların Sünnet üzerine
kaiim bulunması ve yüzlerce seneden beri Sünnetin zincirleme devam
cdegelmesidir. Burada kaybolmuş bir şey olmadığından ıhunu arayıp bulmak için
uğraşalım.
ikine tarihî hakikat,
daha kesin ve daha da aydınlıktır. O da şudur: Hazret-i Resulü Ekremin
hayatından sonra, her devirde ve her çağda müslümanlar, ispat edil-jniş (belli)
Sünnetlerin neler olduğu mevzuunda çalışmışlardır. Ve hayat nizamında sonradan
uydurulup, sahte yollarla sokulmuş buluann yeni şeylerin- neler olduğunu
araştırdılar.
Bunlar nasıl
uyduruldu, ve nasıl sokuldular? Müslümanlara göre; Sünnet, kanunî bir vasıf
taşıdığından, işlerin hal ve faslında, adliyede davaların görülmesinde ve bu
gibi hususlar Sünnet üzerine yürütüldüğünden, Müslümanlar, evlerinden tutun da,
devlet işlerine kadar, .her şey buna bağlı bulunduğundan, muameleler de bu esas
üzerine cereyan ettiğinden, bu eskilde incelemeler ve tahkikler hakkında
müsamaha göstermemiş ve :hmal etmemiş kılı kırk varmışlardır. Bu incelemelerin
ve tahkiklerin vasıta ve şekilleri îslâmın ilk Halifesinin devrinden bu güne
kadar nesi-den nesle devam ederek, miras olarak bize kadar ulaşmıştır. Ardı
arkası kesilmeden de her nesilde muhafaza edilegelmiştir.
Bu iki hakikati iyi
anladıktan ve Sünnetin üzerinde ilmî tahk'kin ne şekilde olacağını bildikten ve
böyle mütalâa ettikten sonra, Sünnet'ta kanun mehazı olması ve Kur'an-ı
Kerimin yanı başında kanunlara mesned teşkil edeceği hakkında artık hiç bir
şüphe ve tereddüde mahal kaTmaz. Halledilmesi zor görünen bu muamma da
kendiliğinden halledilmiş olur.
4. Şüphesiz,
Sünnetin incelenmesi ve belirtilmesi ve tesbit edilmesi hususunda bir kısım
İhtilâflar olmuştur. Gelecekte de bu gibi ihtilaflar da olabilecektir. Fakat
böyle ihtilâflar, Kur'an-ı Kerim ahkâmının manalarını tayin etmek hususunda
dahi olab'den şeylerdendir. Böyle ihitlaflar, nasıl ki, Kur'&n-ı Kerimin
kanım mehazı ol-masına mani teşkil etmezse, Sünnetin de kanun mehazı olmasına
ve Kur'an-ı Kerimin yanı başında bulunmasına mani teşkil etmez* Daha eskiden de
bu usulün kabul ed'kliği gibi, bugün de aynı şekilde kabul etmekten başka çare
yoktur. Buna göre, her kim. bu hususda, Kur'an-ı Kerimin hükmü ayrı, Sünnetin
hükmü ayrı olduğunu iler:. sürerse ,o zaman kendi sözü, kendi iddiasını cerh
eder.
Ölçü böyle olsaydı,
herhalde ümmetin ulemasının çoğu hiç olmazsa, 'ümmet efradının kalabalık bir
zünıre-öi bu ölçüyü gözönünde bulundururlardı. Fakat öiçünün-oöyle olmadığına,
it'bar edilince, o zaman, mesele de. kalmaz. İşte, bu usul üzerinde dünyanın
her tarafında, yüzlerce, milyonlarca müslüman herhangi bir fıkhı mektep
(mezhepler) altında toplanmışlar ve o koca koca ülke-'erde kendi yaşayış
nizamlarım da Kur'an ve Sünnetin her ikisinin ışığı altında kurup
yürütmüşlerdir.
İkinci tiraz da benim
makalem üzerinedir. Makalemde tenakuz olduğu ileri sürülüyor. Ben diyormuşum
ki, Kru'an ve Sünnetin açık ve kesin ahkâmında hiç bir şekilde değiştirme
olamaz. İtiraz eden zatın düşüncesine göre, ben'm bu sözlerimde tenakuz
bulunuyormuş. Zira ben yine diyormuşum ki, bazı istisnaî hallerde bazı hususlarda
içtihad edilebilir.
Fakat bu sözlerimin
neresinde tenakuz olduğunu maalesef bilmiyorum. Mecburiyet ve zaruret olunca
dünyanın her yerinde istisna umumî kaidedir. Bu husus "herhangi bir
kanun da olur. Kur'an-ı Kerimde de buna benzer müsaadeler için bir hayli
misaller verilmiştir. Bu misaller hakkında Fukahâ muayyen usuller koymuşlar ve
bu istisnaların ölçüsünü tayin eylemişlerdir. Nerelerde hangi şartlar dahilinde
istisna olab'leceğini de bildirmişlerdir. Meselâ, şu örnekler filmimizin en
güzel isbatıdır:
«Zaruretler, mahzurları ortadan kaldırır.»
«Sıkıntı ko -layhğı çeker.» .
Üçüncü itiraza
gelince, bu itiraza bu güruhun hepsi de iştirak ediyorlar. Sebebi de benim
içtihad için bazı gartlar ileri sürmüş olmamdır. Bu huöusta ben yalnız kendin
bu meseleyi ileri sürdüğümden, cevap vermek de yine bana düşen bir vecibe oldu.
Önce, şunu arz edeyim k , itiraz eden muhteremler, bir kere benim ileri sürdüğüm
şartlar üzerinde doğrudan doğruya düşünsünler, sonra da ileri sürmüş olduğum
şartların hangisiini ortadan kaldırmak mümkündür ve bu şartların hangisi ol
-mazsa. buna rağmen bu iş tamam olabilir? Meselâ, Şeri-ate hulusu niyetle bağlı
bulunmayan bir kimsenin içtihad ea ilebileceği mi ileri sürülecektir? Yahut da
Kur'an~ı Ke-rimin ve Sünnetin lisanı olan Arapça bilmeden mi icti-had yoluna
gidilebilinecek? Veya Kur'an-ı
Kerimin,ve
J.innei:m ahkâmını
iyice anlamadan ve kavramadan, mü-caia.2.
etmeden, Şeriatın hükümleri üzerinde tetkiklerde bulunulmadan mı
ictihad yürütülebilinecektir?
Yoksa uıUctelıidîn-i selef (daha evvelki müctehidler) in verdikleri hükümleri, hiç nazarı itibara
alınmadan mı hüküm verilmeğe
kalkışılacak? Ya. da dünya
muamelatına ve dünya işlerine vâkıf olmadan mı işe girişilecek? Yine
böylece, herhangi bir şekilde, îslârnî ahlâk Ölçüsü gözö-nünde bulundurulmadan
mı ve Îslâmî ahlâk ile muttasaf olmadan mı, bir kimse bu işe el atacaktır.
Şimdi, saydığımız şartların hepsi de bellidir ve ortadadır. Bu şartların hangisinin lüzumsuz olduğu
anlatılsın ve ispat edilsin ki, biz de anlamış olalım.
Şu da var ki, bütün i'r.îâm
âleminde bu şartları haiz bulunan kimselerin sayısı on k ş
den fazla değildir. İhtimal
ki, muhaliflerimiz bunu ileri
sürmekle bizi ikna etmeğe çalışıyorlar. Ve beş altı yüz milyon müslüman
arasında bu şartları haiz olanlar ancak şu on kadar kişidir, fazla niçin
olmamıştır?, demek istiyorlar. Biz de'diyoruz ki, onların dedikleri gibi
olsaydı, ictihad edebilecek şahıslarda, bizim bildirdiğimiz vasıfların
bulunmasına, lüzum olmasaydı, ortaya çıkan her bilgili bilgisiz ve herhangi bir
kimsenin önünde içti-had kapıları açık bulunsaydı, o zaman ictihad edenler de
bu kadar az kimse olmaz, her önüne gelen de içtihada kalkışırdı. Bunun
neticesinde de bilgisizler, şüpheli niyet sahihleri, hulusu niyeti bulunmayan
kimseler de, ortaya , çıkıp müslümanların boğazlarına sarılmazlar mıydı? Herkes
meydanı boş görüp bildiğini okumaz mıydı? [333]
Pakistan'da îslâmî
kanunun icra kılınması bahsi me-yanmda Îslâmî kanun vazetmeğe ait muhtelif
fikirler ileri sürüldü. Bu meyanda bir dost, muğlak bir üslûp ile şu yazıyı
yazmıştır :
«Üslâmda kanun vaz'
etmenin hakikat ve mahiyeti ve bunun çalışma dairesinin tayini hakkında bir
hayli ifrat ve tefrit yolu tutulmuştur. Bir taraftan şu mesele ileri sürülüyor
ki, İslâmda herhangi bîr şekilde kanun vay* etmenin yeri yoktur. Kanunu Allah
Taalâ ve O'nun Resulü vaz' eder. Müslümanların vazifesi de bu kanuna göre
işlerini tanzim etmek ve bu kanunu, icra etmekten başka bîr şey değildir. Diğer
taraftan da bazılarının düşüncesine göre, kanun vaz* etmenin dairesi o kadar
geniştir ki, müslüman hükümdarlar da bu meselede kendiler-ne, bir hak tanınmış
olduğunu düşünürler. Onlara göre Peygamber Sallallahu aleyhi ve sellem, sadece
ibadetlere ait esas meseleleri kararlaştırmış fakat diğer işler üzerinde
değiştirme ve düzeltmeler yapılabilir. Meselâ, namaz, oruç ve bunlar gibi amelî
bir şekilde gösterilmiş olan hususlar hakkında da ilâveler veya çıkarmalar olabilir,
diyorlar.
Şimdi lütfedip de şunu
bize izah buyurun ki, İslâm', da kanun vaz' etmenin ölçüsü nedir ve bunun
çeşitleri varsa nelerdir? Ve yine şunu da izah buyurmankz rica olunur ki,
Hülefamn ferdî ve miişavereli hükümlerinin ve yine Eimmeyi fukahanm ve
Müctehidİnin reyleri ve hükümlerinin kanun olma bakımından vasıfları nedir ve
ne derecededir? Bu meyanda eğer Şûra ve Icmâ'ın hakikati üzerinde de bazı
aydınlatmalarda bulunulursa çok mü -nasip olacaktır.» [334]
Islârada ibadetler
dairesi İçinde kanun vaz' etmenin asla yeri yoktur. Ve buraya herhangi bir
kanun sığdırı-lamaz. Elbette ki, ibadetler hariç, diğer muamelât için muayyen
bir hudud içinde kanun vaz' etme imkânı vardır. Ve buraya kanun vaz' efeme
sığar. Kitap ve Sünnetin sükût ile geçtikleri noktalarda ve meselelerde herhangi
bir şekilde kanun vaz' etmek mümkündür ve olabilir.
Islâmda kanun vaz'
etmenin esasen şu usul üzerine olmasa icap eder,; İlkönce ibadetlere ait hiç
bir noktaya temas edilmeyecektir. İbadetler hakkında ne yapılırsa, ne edilirse
kararlaştırılmış gibi olması icabeder. Buraya her ne suretle olursa olsun, yeni
bir ibadet şekli, uydurulup sokulamıyacaktır. Bunlara ait ne şekilde hükümler
konmuş ise o hükümler devam edecektir. Ve kimse bunlardan ayrılmayacaktır. Ne
yapılmış ise yapılacak, ne bırakılmış ise bırakılacaktır. Sâri' (Allahu Taalâ
ve O'nun Resuİü Sallallahu aleyhi ve sellem) herhangi husufta, elbette ki,
muamelât hakkında da sükût ile geçmişse ve nedense bahsetmemişse, bunun
üzerinde biz, kendi düşüncemize s^re hareket etmekte serbest olduğumuzu anlayabiliriz.
îmanı Şâtıbî, Kitab El
- İ'tisâm'da bu usulü şu şekilde beyan eder :
İbadetlerin hükmü,
âdetlerin hükmünden ayrıdır. Adetlerde kaide şudur İd, her neyin hakkında sükût
ile geçilmişse, bunlar üzerinde istendiği gibi düşünülüp çalışılmağa müsaade
edilmiştir. Bunun hilâfına, ibadetlerde böyle bir mesele istinbat edilemez. Bu
mesele Şeriatın aslında mevcud değildi. Nitekim, adetlerin hilâfına ibadetlerin
esası açık hükme ve sa~ih izne tabidir. Şu farkla ki, âdetlerde bizim akhmız
doğru yolu tayin edebilir. Fakat ibadetlerde akim kendisine, Allaha yakın olmak
yolunun nasıl olduğu malum değildir.
(Cilt 2, S. 115) [335]
a. Tâbir : Şârı'in bir mesele hakkında sarih
emrini veya sarih nehyini tayin edip bu mesele hakkındaki Nassın menşeini
belirtmek.
b.
Kıyas : Şârı'in doğrudan doğruya sarih
hüküm verdiği hususlara değil de onlara benzer hususları ölçerek hükmün
illetini müşahhas hale getirip bu hükmün esası üzerine ikinci bir hüküm meydana
çıkarmak. Ve bunların müşterek
sebeplerini ortaya koymakla mümasil vak'alarda tatbik çylemek.
c. îstinbat
ve içtühad. Şeriatın beyan ettiği geniş ölçüdeki usulleri cüz'i
meselelere ve muamelelere intibak ettirmek. Nass'ları, belirtmek, delilleri
ortaya koymak ve bunların niçin iktiza ettiklerini bildirmek ve Şârı'in bizim yaşayışımıza ait işleri ne şekilde
tanzim etmek istediğini ortaya çıkarmak. '
d.Şeriat
sahibinin bize hidayet yolu göstermediği ve sarih bir hüküm vermediği hususlarda, İslâmın geniş maksat ve
maslahatlarını gözönünde bulundurarak, zarurî bulunan kanunları vaz' edip bu
hususu da tamamlamak.
Bununla beraber bu
kanunlar da İslâmın ruhuna aykırı olmamalıdır. îslâmın mizacına muhalif
bulunmamalıdır. Nitekim Fukaha indinde ıstılah olarak bunlara Ma-sâtfh-i
Mürsele veya istihsan ve başka isimler de verilmiştir. Masâlih-i Murselenin
manası, «Umumî Maslahatlar» demektir. Biz muvafakatımızla bunları gözönüne
alı-nz. «İstihsan» dan da maksat şudur: Bir muamele hakkında zahirî kıyas ile
hüküm verilir. Fakat bunaan daha ehemmiyetli bir mesele için bu hü&üm
değişir ve başka bir hüküm verilebilir. O zaman birinci hükmün yerine, ikinci
hükme tabi olmak icabeder. Buna «îstihsan» denir. [336]
Kıyas ve istinbat
tabiri için fazla tafsile, girişmeğe ihtiyaç yoktur. Fakat Masalih-i Mürsele
ile tstihsan hakkında biraz malumat vermek yerinde olacaktır. Îmam Şatıbî, Kitab El - l'tisâm'da bu mevzu
üzerine ayrı ve müstakil bir bab yazmıştır. Orada bu hususu güzel bir şekilde
açıklamıştır. Hiç bir TJsul-ü Fıkıh kitabında onun kadar bu meseleyi iyi
anlatan esere rastlamadım. Bu mevzu hakkmda mufassal deliller ileri sürerek
isbat edi -yor ki, Masâlih-i Mürsel'den maksat, bazılarının anladıkları gibi
kanun vaz'etmenin kapısını tamamen açık bırakmak, demek değildir. Belki bunun
için üç şart lâzımdır :
Birincisi :
Vaz'edilecek olan kanunun öyle vaz'edH-îrıesi lâzımdır ki, Şeriatın
maksatlarına tamamen uygun olmalıdır.
İkincisi: Halkın önüne
çıkacak olan bu kanunlar akla uygun olup, herkesin kabul edebileceği bir şekil
arz etmelidir.
Üçüncüsü: Bu kanunlar
hakikî ihtiyaçları karşıla-malıdır. Yahut da herhangi biı hakikî müşkülâta
cevap verecek bir mahiyette olmalıdır. (Kitab
El-1'tisâm, Cilt II, S. 110-114)
Sonra «İstihsan»
bahsine geçerek, devamla şunları bildiriyor: Zahirî vaziyete göre, herhangi bir
delil üzerine mukayese edilerek bir muamele için hususî bir hüküm verilmişse,
fakat Fakıhin nazarında, bundan daha iyi bir §ekil bulunduğu takdirde ve ilk
verilen hüküm maslahata muvafık olmazsa, yahut da verilmiş olan hükümde her ne
suretle olursa olsun bir noksanlık bulunur ve yahut da karışıklık ortaya çıkma
ihtimali varsa, lslâmî noktaya nazardan bunu bertaraf etmek gerekiyorsa, yahut
da verilmiş olan bu hüküm örf ve âdetlerin aksi bulunursa o zaman, bu hüküm
bozulup, bunun yerine münasip hüküm vermeğe «tstihsan» denir. Her ne suretle
olursa olsun «îstihsan» için şu şart vardır ki, zahirî kıyası bırakıp d~a
kıyas hilafı hüküm vermek için, kuvvetli bir şart ve durum olmalıdır ki, makul
delillere istinad etmeli ve makul delillerle isbat edilmek imkânı mevcut
olmalıdır.
(Cilt II S. 118 - 119) [337]
Bahsettiğimiz dört
bölüme ait, herhangi bir İmamın yahut da bir müctehidin ferdî reyi ve şahsî
tahkikinin neticesi ustalıklı bir rey ve tahkik neticesi olabilir. Hatta ölçü
bakımından ilmî şahsiyetlerin Ölçülerine göre de muvafık bulunabilir. Fakat
buna rağmen yine bunlar «kanun» mahiyetinde olamazlar. Çünkü İslâm ülkelerinde,
kanun vazetmek iğin Erbâb-ı Hail ü Akd'in müşaveresi yapıldıktan sonra, ya
bunların icmâ'ı (ittifakla) ile yahut da cumhuru ile (çoğunlukla) hüküm
vermelidir. Yani tâbir, kıyas, istiribat, içtihat ve yahut da istihsan ve
maslahat-ı mürsele yollarından birini seçerek bu yoldan yürünürse ancak bir
hüküm kanun şekline konabilir. Hülefa-i Raşidin devrinde de kanun vazetmenin
usulü de böyle idi.[338]
Biz burada o devre ait
bazı misaller ileri süreceğiz. Bu misallerle Hülefa-i Raşidin devrinde
karşılaşılan kav-mî ve millî meselelerde nasıl kanun vazedilmiş olduğu hakkında
fikir edinmek mümkün olduğu gibi, o devirde yine adlî hükümlerle kanunlar
arasında ne gibi farklar bulunduğunu anlamak imkânı elde edilebilir.
a. Kur'an-ı Kerimde sadece şarabın haram olduğuna dair hüküm vardır. Bunun
için herhangi bir ceza ve had tayin edilmiş değildir. Nebî Sallallahu aleyhi ve
sellemin zamanında da bu hususta yine herhangi bir hususî ceza
kararlaştırılmış değildi. Zat-ı Risaletpenahileri münasip gördükleri şekilde
ceza verirlerdi.
Hazret-i Ebu Bekir ve
Hazret-i Ömer Radıyallahu Taalâ aimüma zamanında bu ceza için 40 kırbaç kararlaştırıldı.
Fakat yine de bu iş için usulü dairesinde herhangi bir kanun yoktu.
Ha^ret-i Osman
Radıyallahu Taalâ anh devrinde şarap içenlerden şikâyetler çoğaldı. Hazret-i
Osman da Sa-habilerin müşavere meclisini topladı ve bu meselenin görüşülmesini
talep ' etti. Hazret-i Ali Radıyallahu Taalâ anh, kısa bir takrir vererek bu
işin cezasının 80 kırbaç olduğunu bildirdi. Bu takrir ittifakla kabul edildi.
Şûranın ittifakla verdiği bu hüküm, ilerisi için kanun maiyetine girdi ve
kanunluk vasfını ihraz etti. Buna göre, bu kanun «icmâ» ile yapılmış bir
kanundur. (EÛ'tisâm, Cilt II, Sahife, 101).
b. Hülefa-i
Raşidin devrinde şöyle bir kanun dahi vazedilmiştir. İşçilere bir şey yapmak
için verilen malzeme (meselâ elbise dikmek için verilen kumaş veya ziynet
eşyası yapmak için verilen altın ye saire) zayi edilirse, işçi bu zararı tazmin
etmeli ve bedelini ödemelidir. Bu hüküm de yine Hazret-i Ali Radıyallahu Taalâ
anhın takriri ile kararlaştırılmıştır. Burada bir nokta daha vardır. Olabilir
ki, verilmiş olan malzemenin zayi olması hususunda işçinin hiç bir kabahati
bulunmayabilir. İsçi bilerek de bunu zayi etmiyebilir. Fakat yine de sebebiyet
verdiği zararın tazmini için hüküm verilmiş ve bu hüküm kamın mahiyetine
girmiştir. Bu hükmün dayandığı sebep de ileride işçilerin, müşterilerden ^e
işverenlerden aldıkları malzemenin korunmasında lâyıkiyle dikkat ve itina göstermelerini
temin etmek içindir. Çünkü bu hususta maslahatı amme böyle bir kanunun varlığını
gerektirmektedir. Bu hüküm hususunda da yine icmâ* vardır.. (Aynı eser cilt II.
sahife 102).
c. Hazret-i Ömer Radıyallahu Taalâ anh, devrinde
bir kaç kişi beraberce bir adamı öldürmüşlerdi. Bunların hepsi de kısasa
çarpıldılar, imam Mâlik ve îmam Şafiî Rahmetullah anhüma, bu hükmü kabul
ederlerse de yine bu hüküm kanunluk
mahiyeti kesbedenıemiştir. Çünkü bu bir adlî meselenin hail ü fasl
edilerek hükme bağlanmış olması idi. Burada Şûranın ne icmâ'ı (ittifak) ne de Cumhurî reyi (çoğunlukla
karar) vardı.
(Aynı eser, C. II, S.
107).
d.
Kocasından haber alamayan' bir
kadın, adalet izin verirse, ikinci bir
erkek ile evlenebilir. Kadm ikinci bir erkekle evlendikten sonra, birinci
kocası çıkagelirse, o zaman bu kadnm vaziyeti ne olacaktır? Birinci kocanın mı
karisi olacak, yoksa ikinci kocanın mı?
Bu mesele hakkmda
Hülefa-i Raşidin muhtelif şekillerde hail ü fasl ederek hüküm vermişlerdir.
Fakat bu hükümlerin hiç birisi de «kanun olma» vasfını elde etmemiştir.
Nitekim, bu meseleler Şûraya da getirilmiş olmasına rağmen ne icmâ ile ne de
Cumhurî rey ile de bunun hakkında hüküm verilememiştir.
(Aynı eser ait II, Sahife, 126).
Yukarıda geçen
bahislerden şu mesele anlaşılıyor: îslâmdaki adlî hükümlerin, İngiliz
kanunlarındaki vasıfları yoktur. îngilterede hâkimlerin verdikleri hükümler ve
kararlar, emsal için kanun mahiyetini haiz olurlar. Fakat Islâmda Kadı'nm yani
Hâkimin verdiği hüküm veya karar icra edilmekle beraber emsal teşkil etmeyip,
diğer davalar için kanunluk mahiyetini ihraz edemezler ve diğer hâkimler kendi
kıyas veya içtihatları üzerine hü -küm verebilirler. Bu hükümler de yine ve hiç
bir suretle kanunluk mahiyeti taşımaz. Hatta bir hâkim, bir davada verdiği bir
hükme de daimî olarak bağlı kalmayabilir. Başka bir davada da başka bir hüküm
verip, kendi birinci verdiği hükmün yanlış olduğunu ortaya koyabilir.
Hülefa-i Raşidin
devrinden sonra Şûrânm nizamı karma karışık bir hale geldi. O zaman Eiimme-i
Mücte-hidin fıkıh hükümlerini tertip etmeğe başladılar. Bunlar da bir nevi,
yarım kanun olmak mahiyetine girdi. Bir ülke halkının büyük bir ekseriyeti,
bir imamın fıkhına bağlandılar. Başka bir'ülkenin halkı da diğer bir îmanım
fık7 hma intisap ettiler. Meselâ, Irak halkı, imanı Ebu Hanife Rahmetullahı
aleyhin fıkhına, Endülüs halkı da îmam Malik Rahmetullahı aleyhin fıkhına,
Mısır ise, îmam Şafiî Rahmetullahı aleyhin fıkhına bağlandıkları gibi... Bu
fıkıhların da umum halkın çoğunluğu tarafından kabul edilmiş olmalarına rağmen
yine de kanunluk mahiyetleri tam değildir. Bu fıkıhlar, yine de sahih manada
kanun olmamışlardır. Her nerede bir kanun vazedilnıişse, şu esas üzerine
vazedilmiştir ki, memleketin hükümeti ve devlet bu kanunu, kanun olarak kabul
etsin, [339]
İcmânm tarifi hakkmda
ulemanın muhtelif beyanları vardır. îmam Şafiî Rahmetullahi aleyhe göre,
îcmâ-denilen husus; o şeyin, ismidir. «Bir mesele veya meseleler hakkında,
ehli ilim tamamiyle ittifak etsinler ve bunların arasında herhangi bir ihtilâf
olmasın» îbn-i Ce-rîr Taberî ve Kbu Bekir Er-Razî'nin ıstılahında, ekseriyetin
kavline de «îcmâ» denmektedir. îmam Ahnıed Rahmetullahı aleyh de bazı
meseleler hakkında şu hususu il-e-ri sürmüştür: «Bizim ilmimizde bir kavlin
hilafına başka bir kavil yoksa, yani biz bu kavlin hilâfına, başka bir kavil
olduğunu bilmiyorsak,
burada «İcmâ» vardır. Demek adı geçen İmam Rahmetullahı aleyhin ıstılahına göre
de İcmâ bir kavlin hilâfına başka bir kavlin bulunduğuna dair malûmatın
olmamasıdır. Bu hususun en doğrusu İc-mâ'nın hüccet oluşudur. Yani, kıyas ve
ietihat üzerine yahut da herhangi bir kanun hakkında maslahat icabı ümmetin
icmâ'ı olursa, o şeye tebâiyet edip, onu kabul etmek icabeder. Fakat ihtilâf şu
noktadadır ki, icmâ'nm vukuu ve isbatı icabeder. Yoksa haddi zatında İcmâ'mn
kendisinin hüccet olması zarurî değildir. Hülefa-i Raşidin, devrine ait olan
hususlarda, ve o zamanki devirde, İslâmî nizam, usulü dairesinde
yürütüldüğünden, bu nizam, Şûra ve müşavere üzerinde devam ettiriliyordu.
Bunun için o zamanki icmâî ve cumhurî (çoğunlukla varılan netice) hükümler
malûm ve muteber rivayetlerle sabittir. Fakat ondan sonraki devirlerde, nizamın
vaziyeti karışınca, şûra (müşavere) usulü de karıştı. Hükümlerin belli olmasına
da artık imkân kalmadı. Hakikatte hangi hususun icmâ ile ortaya konduğu,
hangisinin konmadığı malûm olmadı. Buna göre, Hülefa-i Raşidin devrenin icmâ'î
hü- . kümlerini ilmen, reddetmeden, kanunî mahiyette kabul etmek icabeder.
Fakat sonraki devirlerde, herhang: bir kimse, filan mesele hakkında icmâ vardır
dîye iddiada bulunduğu takdirde, o zaman tahkikciler ve ilim erbabı bu kimsenin
davasını reddedebilirler.
Bu şekilde ve bize
göre, hangi meselede icmâ olup, hangi meselede icmâ olmadığını belirtmek için,
yine îslâ-mî Nizamın ayakta tutulmuş olması zarurîdir.
Umumiyetle şu da
meşhurdur: İmam Şafiî Rahmetullahı aleyh ile İmam Ahmed İbn-i Hanbel
Rahmetullahı aleyhin, her ikisinin reylerinde de esasen icmânm olmadığı
kanaati vardır. Yahut da herhangi bir imam bu ıiu reddederse, şu demek değildir ki, bütün meselelerin ıiepsinde
de icmâ yoktur. Asıl mesele şûradadır ki, herhangi bir mesele üzerinde
durulurken, bir kimse ortaya çıkıp da şöyle bir iddiada bulunabilir: Ben bu
hususta bir nazariye ortaya atarsam, bunda icmâ vardır. Ve artık bu mesele
mevzuubahs edilmez. Halbuki, bu iddada bulunan kimse de bu iddiasını bir
delille ispat edememektedir. O zaman, halk böyle bir iddia sahibinin davasını
kabul etmez ve edemezler.
İmam Şafiî
Rahmetullahı aleyh, kendi telifi olan îc-mâ'ül - ilm isimli kitabında bu mesele
üzerinde etraflıca durmuş ve bu mevzuya geniş bir yer vermiştir. Ve bu mevzuda
şu kıymetli bilgi bulunmaktadır:
İslâm dünyasının
genişlemiş bulunması, ilim ehlinin her tarafa dağılmış olmaları, cemaat
nizaııduun da-karmakarışık hale gelmesinden sonra, feri ve cüz'î meselelere
ait hükümlerde, ulemanın akval ve nazariyelerinin neler olduğunu tayin etmek
pek zor bir iş olmuştur. Bunun içindir ki, ferî meselelerde ve cüziyatta icmâ
bulunduğunu iddia etmek hatadır. Elbette ki, îslâmnı usulleri ve erkânı ve
büyük meselelerde icmâ olduğunu kabul etmek icabeder. Meselâ namazın beş vakit
olduğu yahut da orucun ölçüleri ve saire gibi....
Bu hususu İmam îbn-i
Teymiye Rahmetullahı aleyh şu şekilde izah eder :
îcmâ'nın manası şudur:
Herhangi bîr hüküm hakkında bütün İslâm ulemasının ittifak etmesidir. Ve İslâm
ulemasının ittifakla kabul ettikleri herhangi bir hUUam veya meselede İcmâ
bulunduğu sabit olunca, artık k'm-semn bu hükmü tekrar ele almak hakkı olmaz.
NJtekim bütün ümmet hiçbir zaman adalet üzerine ittifak tütmezler. Fakat bir
çok meselelerde öyle vaziyet olur ki, bazı kimseler bazı mevzularda İcmâ
bulunduğunu zanneder -ler. Halbuki aslında Iju meselelerde icmâ yoktur. Hatta çok
vakit böyle meselelerde ikinci kavli muteber saymak icabeder.
(Fetavî, li - ibn-i
Teymiye, Cilt, 1. Sahife, 406). Yukarıda ele alman nıevzudan şu husus iyice
anlaşılır: Herhangi bir meselede Nass-ı Şer'î ile 'tabir, kıyas» iatinbat
yahut da herhangi bir tedbir ve maslahata binaen ehl-i hail ü akd'in icmâ'ı
veya ekseriyetin (çoğunluğu) hükmü bulunursa o zaman o mesele hüccet olacak
ve kanunluk mahiyetini taşıyacaktır. Bütün islâm dünyasının Ehl-i Hail ü Akd'i
böyle bir hüküm verirlerse, o "zaman bütün tslâm dünyası için bu hüküm
kanunî bir mâhiyet taşıyacaktır. Yoksa herhangi bir İslâm ülkesinin Ehl-i hail
ü akd'i böyle bir hüküm verirse, bu hüküm de ancak, o Ehl-i Hal ve akd'in
bulunduğu ülke için kanun mahiyetinde bulunacaktır. [340]
Soru: Kur'an-i Kerimde
şu şekilde bir hidayet beyan edilmiştir :
Ey iman etmiş bulunan
kimseler, AUalıa itaat edin, Resule de itaat edin, kendinizden olan iiKileni re
de. Bir şeyde ihtilafa düşerseniz ve eğer siz Allah'a ve ahiret gününe iman
ediyorsanız bunu AUaha ve O*nun Resulü-ae havale edin. Bu en iyi ve en güzel
tevildir. (En - Nisa, 59).
Bu âyet-i kerimenin
tefsiri hakkında Zat-ı Faziletme. abları (Mevlânâ Mevdûdî) Tefhim - ül -
Kur'an'da şöyle beyan buyurmuştur:
Bahis mevzuu olan bu
âyet-i kerimenin alâkadar olduğu meselelerde
müstakil ve kat'î usul ile şu noktayı gözönüne almak icabeder. îslâmî
nizam'da (rejimde) Al-lahm hükmü ve Resulün usulü, temel kanun ve son mes-ned
hususiyetini haizdir. Müslümanlar arasında, yahut da müslümanlaria müslüman
devlet ve hükümet arasında ihtilaflı bir mesele baş. gösterince, bu ihtilâfı
halletmek için Kur'an ve Sünnete baş vurulacaktır. Bundan elde edilen ne tice
ne olursa olsun herkes tarafından kabul edilip herkes bu neticeye teslim
olacaktır. Bu şekilde de bütün yaşayış meselelerinde, Allahın Kitabı ve Allah
Resulünün Sünneti son mesned ve merci olup son söz olarak kabul edilmesi ve
bunların ahkâmına baş eğmek îslâmî rejimin lâzım gelen hususiyetlerindendir
ki, bu nizam, kâfirane yaşayış nizamlarından ayırır.
Zat-ı Faziletlerinin
açıklam alarmdan şu nokta kesin olarak anlaşılır. Bütün ihtilaflı meselelerde
son kararı verecek merci, Allah ve O'nun Resulünün hükümleridir. Bu meyanda
şöyle karışık bir durumla karşılaşabiliriz: Nebi Sallallahu aleyhi ve sellemin
hayatlarında elbette ki, bu iş mümkün idi. O zaman, herhangi bir ihtilâf ortaya
çıkınca, Resulü Ekrem Sallanahu aleyhi ve sellemin mübarek huzurlarına
aksettirilir ve ihtilâf halledilirdi. Fakat mademki Zat-ı Risaletpenahileri
Sallallahu aleyhi ve sel-lem bizim aramızda bulunmamaktadır. Ve sadece O'nun
tâlimi bizim önümüzde duruyor. Ne zaman Islâmda bir hükmün tabiri meselesiyle
karşılaşırsak, İslâm nizamına göre, bir şahıs, idare veya kurul, bu gibi işleri
hal ve fasl etmeğe selâhiyet sahibi olması icabeder ki, bu hususta Şeriatın ortaya koyacağı hükmü
gözönüne alarak, işi hal-lp+sin veya etsinler. Ümit ederiz ki, Zatı Faziletleri
(Mev-iânâ Mevdûdî) bu noktada bizi aydınlatırlar ve bizi minnettar kılarlar. [341]
Karışıklık olduğu
bahsedilen bu suale cevap verebii-tnek için, Kur'an, Sünnet, Sahâbi devrinin
teamülü, umumî akıl ve dünyanın belli başlı çalışma sistemlerini hep bir araya
toplarsak, bîze yardımcı olacaklardır. Bunların hepsinin başında Kur'ana
bakalım. Mukaddes kitabımızda bu hususta usule ait üç hidâyet vardır.
Birincisi:
Bilmiyorsanız; zikir
ehline (bilen kimselere) sorunuz. (Nahl 12, Enbiya 7.).
Bu âyet-i kerimede
«Ehlü'z - zikr» kelimesinin çok manalı bir ıstılah olduğunu şözönüne almak
gerek.r. «Zikr» kelimesi Kur'an ıstılahında hususî bir şekil arz eden bir ders
için kullanılmıştır ki, bu dersi Allah ve O'nun Resulâ, Ümmete öğretmişlerdir.
«Ehlü'z-zikr» o cemaat yahut da o halk topluluğuna denir ki, bu dersi gerçek
olarak talim etmiş ve öğrenmişlerdir. Burada sadece «bilgi : ilim» (Know
ledge) kasd edilmemiştir. Belki böyle denmekle burada Kitap ve Sünnetin bilgi
ve ilmine ıtlak edilen bir nokta kasd edilmiştir. Buna göre âyet-i kerime şu
şekilde anlaşılmış olur ki, muaşereti ve içtimaî hususlarda merci olan makamı o
kimseler işgal edebilir ki, bunlar Kitab-ı İlâhî bilgisine sahip ve onun
usullerine de vâkıf bulunurlar. Bunlar, Resulü Ekremin öğrettiği gibi Tâlimi îlâhiyeyi kavramışlardır.
İkincisi :
Kendilerine, korkulu
veya emniyetli bir mesele vuku bulursa, bunu yayarlar. Eğer bunu Resule ve
kendilerin-
den olan Ülülemre
bıraksalardı herhalde bunlar meselenin hakikatini meydana çıkarır ve işin iç
yüzünü onlara öğretirlerdi. (Nisa, 83).
Buradan anlaşılıyor
ki, muaşereti ve içtimaî işlerde karşılaşılan mühim meselelerde — ister
emniyetli :şler olsun, isterse korkulu ve endişeyi gerektiren meseleler veya
harbe ait hususlar olsun, yahut da endişeyi mucip olmayan veya üzerinde
düşünülen" hususlar olsun — müs-lümanlar için Allahm Resulü ve O ulvi
Resulden sonraki devirlerde müslümanlar arasından çıkmış t bulunan ülül-emr
(buyruk sahibi idareciler gibi) mecri olarak kararlaştırılmıştır.
Ülülemr mevkiinde
olanlar «istinbat» etmek salâhiyetine haizdir denmektedir. Yani karşılaşılan
muamelelerde bunlar, hakikati ortaya koyabilirler. Allahm Kitabı ve O'nun
muazzez Resulünün gönderdikleri yollardan, bunun ne olacağını meydana
çıkarırlar. Bu âyet-i kerimede içtimaî ve muaşereti işlerde, ehemmiyetine göre
alelu-mum Ehlü'z-zikir yerine «ülülemr» merci olarak kararlaştırıldığından,
ülülemrin de Ehlü'z-zikirden bu işi daha iyi halledeceklerine delil olur.
Fakat ülülemr» de, hususiyet itibariyle yine kendileri Ehlü'z-zikir'dendirler.
Nitekim, bunlar da karşılaştıkları muameleleri Allahm Kitabı ve O'nun
Resulünün kavli ve hidayetleriyle hallederler. Ümmetin müşkül işlerini bu iki
mesnedin ışığı altında sahih rey ile karara bağlarlar.
Üçüncüsü :
Onların işleri, aralarımla müşavere iledir. (Şûra, 38).
Bu âyet-i kerimede de
müslümanların işler'nin hallü faslının son şeklinin ne olacağı bildirilmiştir.
Bu üç usulü bir araya
toplayınca görürüz ki, bütün ihtilaflı işler hep:
Bunları Allah'a -tfe
O'nun Resulüne bırakınız.
Mefhumunun menşeine
bağlanmıştır. Bilfiil bu hususun gözönünde tutulması emredilmiştir. Halk
karşılaştığı meseleleri Ehl'z-zikre havale edecektir. Onlar da bu meseleleri
Hak Taalânın ve O'nun Resulünün hükümlerine göre karara bağlayacaklardır.
Memleket ve içtimaî İşler ve daha ehemmiyetli meselelere gelince bunları da
ülülemr'in karşısına getirecekler ve birbirleriyle müşaverede bulunarak
Kitabullah ve Sünnet-i Resulullah ile hak ve hakikati ortaya koyacaklar ve
karara bağlayacaklor-dır. [342]
Şimdi, Devr-i Saadet-i
Nebevî'de Sallallahu aleyhi ve sellem ve Zat-ı Risaletpenahîlerinden sonraki
Hülefa-i Raşidin zamanında ihtilâfların nasıl halledildiğini tetkik edebiliriz.
Zat-ı Saadetlerinin hayatlarında, karşılaşılan işler doğrudan doğruya Zat-ı
Risaletpenahîlerine intikal ettirildi. Bildirildiğine göre, Allahm hükmü ve
O'nun Resulünün kararı, ihtilaflarının halledimesinin mesnedi idi. Buna göre
Zat-j Saadeteri kendileri, ihtilafları hallederlerdi. Fakat burada başka bir
mesele de vardır ki, o devirde, islâm ülkeleri bir hayli genişlemişti. îslâm
çok geniş beldelere yayılmıştı. Bu ülkelerin muhtelif yerlerinde bir hayli
işler ve meselelerle karşılaşılırdı. Bunların hepsini, doğrudan doğruya Zat-ı
Saadetlerinin huzuru mübareklerine intikal ettirmenin maddeten ve bilfiil
imkânı yoktu. Maddî ve fiilî olarak da Zat-ı Risaletpenahîlerinin bu kadar işle
meşgul olmaları da mümkün değildi.
Bunun için, memleketin
muhtelif yerlerine Zat-ı Risale tpenahîleri tarafından muallimler gönderilmiş,
halkın eşlerini öğretmek için memurlar tayin edilmişti. Bu zevat da halka dini
öğretirler ve onlara karşılaşacağı meseleleri ne şekilde halledeceklerini
tâlim ederlerdi. Bundan başka her ülkede, her vilâyette, emîr, âmil, kadı
(hâkim) ler de tâyin edilmişlerdi. Bunlar da kendilerinin hangi daire içinde
nasıl çalışacaklarını bilen kimselerdi. Bundan dolayı, sahih usul ile
meseleleri hallederlerdi. Bu zevat ;
«Bunu Allah'a ve O'nun
Kesulüne havale ediniz...» âyet-i
kerimesinin ışığı altında işleri
mükemmel olarak ballü faslını gözönüne alırlardı.
Bu usulü, Zat-ı
Risaletpenahileri Sallallahu aleyhi ve sellemin kendileri beğenmişlerdir.
Zikredeceğimiz şu hadis-i şerifde Zat-ı Saadetleri, ihtilafların ne şekilde halledileceğini
ve meselelerin nasıl karara bağîanacağmı açıklamışlardır.
«Resulullah Sallallahu
aleyhi ve sellem, Muâz Radı-yallahu Taalâ anh'i Yemen'e âmil : vali tavin
ettikleri zaman, buyurdular ki:
— Ey Muâz! îşleri nasıl hallü fasl edecek ve
karara bağlayacaksın ?
— Allanın Kitabına göre, Ya Sesulallah.
—. Ya, Allahm
kitabında buna göre bir hüküm olmazsa? O zaman ne yaparsın?
— Böyle bir durumda, Sünnet-i Resulullah'a göre karar veririm.
— Ya, Sünnet-i Resulullahda da buna ast bir
hüküm bulanı uzsun?
— O zaman, kendi reyime göre içtihat ederim.
Allalıin Resulü, şöyle buyurdular :
— Hamd olsun O A Halı
a ki. kendi Resulünün seçtiği kimseyi muvaffak kılmıştır.
(Tirmizî, Ebvab ül -
Ahkâm» Ebû Dâvûd, K:tab ül-AJcdiya).
Zat-ı Risale
tpenahîleri, devr-i saadeti nebevîyele-rinde, müşavere nizamını gözönünde
bulundururlardı. Hak Taalâ tarafından vahy gelmemiş bulunan hususlarda
müşavere ederlerdi. Müşavere ettikleri zevat da Ehl'ür - rey ve değerli
kimselerdi.
Müşaverelerin en
parlak misallerinden bir tanesini burada kaydedelim; Zat-ı Risale tpenahîleri
Sâlîallahu aleyhi ve sellem, halkın namaza toplanması için ne yapılacağı
hakkında müşaverede bulundular. Bu görüşme neticesinde de bildiğimiz «Ezan»
takarrür etti. Zat-ı Ri-salepenahîleri de böyle olmasına karar verdiler. [343]
Hülefa-i Raşidinin
devrinde de aşağı yukarı Zat-ı Saadetlerinin devri mübareklerindeki usul devam
edegel-di. Şu farkla ki, devri saadette, Zat-ı Risaletpenahîlerinin kendileri
vardı. Hülefa-i Raşidin devrinde ise bulunmuyorlardı. Devri Saadetle, son
merci Zat-ı Saadetlerinin kendileri idi. Hülefa-i Raşidin devrinde ise, Zat-ı
Saadetlerinin şahsen kendileri değil de, O'na ait rivayetler idi. Sünnet,
dediğimiz bu rivayetler, halkın arasında yayılmış ve halk tarafından
ezberlenmiş ve muhafaza edilegel-mişti.
Bu devirde üç ayrı
idare vardı. Bu üç makam, işlerin hallü faslı hususunda meseleleri karara
bağlarken yine;
Bunları Allaha ve
O'nun Resulüne havale ediniz... hükmü celilini gözönünde bulundururlardı.
Şimdi bu üç makamı
sırasiyle gözden geçirelim :
1. Alelumum
ehl-i İlim. Bunlar umumiyetle Allanın kitabını bilen kimselerdi. Esasen bu
zevatın çoğu ve hemen hemen hepsi de Zat-ı Saadetlerinin huzurunda, yetişmiş,
O'nun maiyetinde bulunarak kendisinden ilim öğrenmiş, çok defala Zat-ı
Saadetlerinin işleri nasıl hallettiklerine şahit olm ş kimselerdi. Bu zevat
sadece halkın işleri hakkında feteâ verip, işleri karara bağlamakla kalmazlardı.
Hattâ Hülefa-i Raşidinin kendileri de karşılaştıkları bir hayli meseleleri bu
kimselere aksettirirler ve bu meseleleri ve işleri nasıl halletmek gerektiği
hususunda bu zümrenin rey ve fikirlerine müracaat ederlerdi. Aynı zamanda
Hülefâ bu zevatın kendilerinden, acaba Zat-ı Saadetlerinin, böyle bir işle
karşılaşıp karşılaşmadıklarına ve karşılaşmış oldukları takdirde, meseleyi ne
şekilde hallettikleri hakkında, malûmatları olup olmadığını da sormuşlardır.
Çok defalar şöyle b'r durumunun görüldüğü vakidir ki, zamanın halifesinin bir
mesele hakkında bilgisi olmamış, fakat bu zevatın o mesele hakkında belgileri
olduğu görülmüştür. Hatta bazan, zamanın halifesi bir mesele hakkında karar
verdikten sonra anlaşılmıştır ki, Resulü Ekrem Salîallahu aleyhi ve seîlem, bu
mesele hakkında başka türlü karar vermişlerdir. O zaman Halife kararını
değişt'rrmştir.
Ehl-i ilm'n varlığının
faydası sadece, halkın fert fert işlerini halletmeleri veya Ülülemrin
meselelerini çözmeleri değildi. Belki bundan başka bir faydaları da, bunların,
herhangi b'r adalet makamının ve devletin veya herhangi bir Şürâ Meclisinin
yahut da herhangi bir buna benzer kurulun, — Kitabullaha ve Sünnet-i
Resuhıllaha mu-hal'f olarak — verebilecekleri ihtimal dahilinde bulunan
hükümlere mâni olmalarıydı. Onların sağlam ve umumî reyleri, İslâm nizamının
dayanağı ve istinadgâhı idi. Herhangi bir yanlış hükmü geri çevirir ve bunun
doğrusunun ne olduğunu ortaya koyarlardı. Sehih nizamın, yürümesini tekeffül
ederlerdi. Onlar herhangi bir meselede ittifak ettiler miydi, demek olurdu ki,
bu meselede din doğru yolu göstermiştir. Bu yoldan başka bir yol ile bu
meselenin hal ve fasl edilmesine imkân olmadığı anlaşılırdı. Onların
reylerindeki ihtilâfdan da şu netice anlaşılırdı ki, bir meselenin Hallinde,
iki veya ikiden çok. yol takip etmek mümkündür. Çünkü olabilirdi ki, bir de-ta
böyle halledilmiş diğer bir defa da şöyle halledilmiştir. Hal şekli ne olursa
olsun, fakat neticen.n aslında bir olması icabeder.
Onların varlığının sayesinde,
Ümmet arasında herhangi b-r şekilde bid:atin yayılması ve bu bid'atlerin de
halk tarafından kabul edilmesi asla mümkün değildi. Nitekim, her tarafta böyle
bir cereyanı önleyecek dini çok iyi anlayan zevat vardı. [344]
Bu hususta tam bir
aydınlıkla Halife Hazret-i Ömer Radıyallahu Taalâ anh, Kadı (Hâkim) Şureyh'e
şöyle bir talimat yazıp göndermişti :
Allahm Kitabına göre
hüküm ver. (Duruşma yap). Alahın Kitabında buna dair bir hüküm bulamadığın takdirde,
o zaman Resulullah SaÜallahu aleyhi ve sellemin Sünnetine göre hükümde bulun.
Ne Allahm Kitabında n« de Resulullahın Sünnetinde o mevzuda bir hüküm bulamazsa»,
o zaman sâlih kimselerin içtihatlarına uygun bir şekilde hüküm vereceksin. Ve
eğer ne Allahm Kitabında ne ResuIuUahuı Sünnetinde ne de Salih kimselerin hükümlerinde
bir şey olmazsa, sen istersen bu işin üzerin. de çabukluk göster. İstersen
geciktir ve düşün. Bana kaursa, geciktirip düşünürsen senin için daha hayırlı
ola çaktır, zannındayım. [345]
(En-Nesâ'î; Kitabü
Âdab-ül-Kuzât).
Bu hususta yine
Hazret-i Abdullah ibn-i Mes'ud'dan şöyle bir rivayet vardır:
Biz öyle bir devir
geçirdik ki, bu devirde ne duruş-•na yapmak ihtiyacında bulunduk. Ne d« duruşma
yapacak vaziyette idik. Yani (Devr-i
Saadet-i Nebevi) den sonra AN ahu
Taalâ azze ve celi, bizi gördüğünüz vaziyete düşürdü. Sizden her kim
duruşulacak ve halledilecek bir mesele ile karşılaşırsa, bundan böyle Allanın Kitabtna £Öre durulma yapıp
halletmesi lâzımdır. Eğer Allahm
Kitabmda bulunmayan bir mesele karşısına çıkarsa, o zaman, Allah'ın Nebisi
Sallallahu aleyhi ve sellemin nasıl duruşma yapıp işi hallettiği gibi duruşma
yapıp işi halledecektir. Yok eğer bir mesele ile karşılaşırsa ki, bu iş
İıakkluıda ne Allah'ın Kitabında bir hüküm bulunup ne de Nebî Sallallahu aleyhi
ve sellemin, bunun hakkında bir karar
vermiştir. O zaman, sâlihlerin ne şekilde duruşma yapıp karar verdiklerine
bakacak ve o şekilde karar verecektir.
Yok eğer. karşılaştığı mesele hakkında ne Allahm Kitabı, ne Nebî
Sallallahu aleyhi ve sellemin ne de sâlihler bu hususta bir duruşmada bulunup
karar verdikleri olmazsa, o zaman kend$ reyi
gereğince ictihad edecektir. Ben korkuyorum, ben korkuyorum da denmi
yecektir. Çünkü helâl de bellidir. Haram da bellidir. Bun-«ırm ikisinin
arasında şüpheli işler vardır k% bunlar hakkında d:2 kalbinin huzuru ile
şüphesini gidermeğe bakacaktır.
(En-Nesâ'î; Kitabü
Adab ül - Kuzât). O zamanki adliye sadece halkın birbirleri arasındaki
ihtilaflı işleri halletmekle kalmazdı. Aynı zamanda ic-raî organ (Intizamiye :
Exucutive) nin aleyhine de halk dava açar ve bakmasını isterd.. Halkın bu
husustaki' davalarını da görürdü. Adliye karşısına çıkmaktan kimse istisna
edilemezdi. Ne bir hükümdar, ne vali, adalet makamının karşısına çıkmaktan
imtina eyleyeb lirdi. Hattâ ne de zamanın halifesi, adalet huzuruna
gitmemezlik edebilirdi. Adalet ancak Hak Taalânm emri ve CKnun Resulünün
getirdiği kanun ile işleri hal ve fasî edip karara bağlardı. Halifenin aleyhine
bile karar verirdi. O'nun işine hiç kimse- karışamazdı.
3. Ülül-emr.
yan Halife ve onun Şûra Meclisi, son salâhiyet sahibi idare veya kuruldu ki,
Kur1 anın hidayete ışığı altında müşavere ederek, memleketin içtimaî ve
muhtelif muacşretî işlerinin hallin', üzerine almıştı. Karşılaşılan meseleleri
Allahın Kitabı ve Resulün Sünneti hükümlerine uygun şekilde ele alırdı. Bu
mesele hakkında acaba Ali ahin Kitabında ne gibi bir hüküm vardır diye
araştırırdı. Sünnet bu hususta ne sj bi bir muamele görmüştür diye tetkikler
yapardı. Bu iki kaynakta bulunmazsa, o zaman, din usulünün ruhunu muhafaza etmek
şartiyle müslümanlarm meselelerini gozönünde bulundurarak, «akre bün ile's -
sevâb» : doğruluğa en yakın b'r şekilde neticeye bağlardı.
Bu kurul, işleri daha
ziyade, hadiselere, îsîâmî rivayetlere, fıkha ve diğer îsîâmî istinadlı
menbalara göre, yürütürdü. İşlerin hal ve faslını, sahabîlerden — ki, bunların
çoğu işlerinin halledildiği zaman huzuru saadette bulunuyorlardı —
nakledilegelen rvayetlerin neticelerine göre tedvir ederlerdi.
Bu idare veya kurulun
vaziyeti incelendiği zamaii görülecektir ki, külli kaidelerde ve ana hükümlerde
kemali şiddetle ilk önce Allahın K" tabını gozönünde bulundurulmuş,
Allahm Kitabında bulunmayan hükümler hakkında da Allah Resulünün Sünnetine baş
vurulmuştur.. Fakat ne zaman bu ikisinden birinde aranılan hüküm bu-. lunmuşsa,
o mesele bu iki hidayet kaynağının nuru altında halledilmiştir. Bütün bir
Hülefa-i. Raşidin devrinde bu nokta gozönünde tutulmuştur. Bu usulün aksi
olarak tek vak'aya rastlamak mümkün
değildir.
Fiiliyatta memleketin
işlerinin yürütülmesi ve hükme bağlanması yine bu ülülemrin el'nde olmakla
bera -ber, hakikatte ise, bu icra heyetin'n değil de hakiki ve kanunî hüküm
yine Kur'an ile Sünnetindir. Müslümanlar içtimaî hususlarda ve muaşereti
durumlarda, ülülemre itaat etmelerinin sebebi de bu ülülemrin işleri Allahın Kitabına
ve Sünnete göre yürütmelerinden ileri gelmektedir. Ülülemr hiç b;r suretle
Allahın Kitabının ve Allah Resulünün hududunu aşmak salâhiyetinde değildir. Hattâ
bu müessesenin Kur'an nassınin aksine bir kanun ortaya çıkarması, yahut da bir
hüküm vermesi kimsenin aklından bile geçmez. Nitekim, Zat-ı Saadetlerinin devri
Saadetlerinden sonra da kimse bunu aklının köşesinden dahi geçirmedi. Zat-ı
Saadetleri emir sahibi sıfatında bulunuyorlardı, şimdi biz de emir sahibi
olmak sıfatını taşıyoruz. Bu itibarla ve bu sıfata haiz olduğumuz için:
«Zat-ı Saadetlerinin
hükümet başında bulundukları devirde,
verdikleri hüküm ve
koydukları usule bizim bağlı
bulunmamız lâzım değildir ve O'nun verdiği
hükümler gibi, hüküm vermiyebiliriz.»
Kabil'ndeh herhangi
bir mülâhaza ve icraat asla duyulmuş ve görülmüş değildir.
Zat-ı Saadetlerinin
ebedî âleme teşriflerinden sonra hilâfet idaresinin işi ele alması. Birine:
Halifenin şu hutbeyi okumasiyle başlar
:
Aİlaha ve O'nun
Resulüne itaat ettiğim müddetle siz de bana itaat edeceksiniz. Ne zaman ben
Aİlaha ve O'nun Resulüne karşı isyan yolunu tutarsam siz de bana itaat edecek
değilsiniz.
Bu ilân ile bu mesele
açıktan açığa anlatılmış oluyor ki, iş başında bulunan halifenin de iş başında
bulunması yine kayda ve şarta tâbi idi. Başı boş değildi. Halife, Aİlaha ve
Resulüne itaat ettiği müddetçe, ümmet de halifeye itaat edecektir. Başka bir
tabirle ümmetin halifeye itaat etmesinin şartı şudur ki, bu halife Allah ve
O'nun Resulünün hükümlerine bağlı bulunmalıdır. Bu şart ortadan kalktığı zaman,
ümmetin halifeye itaat etme farzı da kendiliğinden ortadan kalkmış olur. Ümmet
iğin itaat denilen bir farz kalmaz. [346]
İncelediğimiz bu
mevzulardan sonra, şimdi de umumî aklın iktizası mevzuunda duracağız. Kur'an-ı
Kerimde bahsi geçen âyeti kerimenin menşei nedir? Ve fiilî olarak neyi iktiza
ettirir? Bu âyet-i kerime, müslüman-larm bütün içtimaî ve muaşereti işlerini tertip
ederek, üç itaati farz kılmıştır. Birinci derecedeki itaat elbette ki,
Allah'adır. Sonra sırasiyle O'nun Resulüne ve son ra 'da müslümanlarm
kendilerinden olan ülülemre'dir. Müslümanlarla. kendi ülülemr'leri arasında
çıkacak ihtilâflarda da Allah ve Resul'e müracaat edilecektir. Bu hükümden şu
husuâ anlaşılıyor ki, içtimaî işlerde esâs itaat Allah'a sonra Resul'e olması
farzdır, Ülülenır'e itaat etmek ise, Allah ve Resul'e itaat etmeğe tabidir.
İhtilâf sadece, halk arasında çıkmaz. Halk ile ülülemr arasmda da çakabilir.
Bütün ihtilafları halledecek son merci de yalnız ülülemr değildir. Belki Allah
ve O'nun Resulüdür. Alla-hm ve O'nun Resulünün hükümlerine hem halk boyun eğip
teslim olacak, hem de ülülemr boyun eğecek ve teslim olacaktır.
Şimdi ilk önce, şu
sual ortaya çıkar ki, Allah'a ve Resul'e
müracaat etmekten maksat nedir?
Ne şekilde Allah'a ve Resule
müracaat edilecektir? Şurası da elbette vazıhtır ki, «Allah'a müracaat
edilecek» cümlesindeki mana, insanın kendisinin Allahın huzuruna çıkıp, ihtilaflı
davasını Allanın nezdinde beyan etmesi ve hüküm vermesini istemek değildir.
Belki burada «Aİlaha müracaat edilsin»
cümlesinden anlaşılan
mana Allah'ın kitabına müracaat etmektir. Bu Kitabın
ahkâmına bakılacak, ihtilaflı mesele bu kitabın hükmime göre halled;lecektir. Aynı şekilde «Resul'e de
müracaat edilecek» cümlesinden de
doğrudan doğruya Resul-ü Ekrem Sallallahu aleyhi ve sellemin kendisine
müracaat edilmesi değildir. Evet bir müddet için bu şekil düşünülebilirdi.
Fakat Resul artık müslümanlarm arasında, olmayınca, bu iş, olsa olsa ancak
Zat-ı Risaletpenahîlerinin tâlim, akvâl ve ef'âlr ile, bize göstermiş bulunduğu
hidayet yollarına müracaat etmektir. Esasen Resulün kendisine bizzat müracaat
edilmesi, Saadet Devrinde de her zaman için amelen imkânsızdı. Tebük'ten
Bahreyn'e kadar olan geniş bir îslâmî ülkenin içinde yaşayan, her şahıs herhangi bir ihtilâf mevzuunu Resule
aksettirmesine imkân bulamazdı. O devirde dahi, «Resul'e müracaat edilecek»
mefhumu, Resuiün Sünnetine müracaat edilmesi demekti. O'nun hükümlerini
gözönüne almak idi.
Bundan sonra ikinci
bir sual de ortaya çıkar. İhti-Jâflı meselelerde Allah'uı Kitabı ve
Resulullahın Sünneti ile meseleler nasıl halledilecektir? Bunun usulü nedir?
İşin zahirî şekli ile, bu hususta hüküm yerecek olanlar, y.ne insanlardır.
Elbette Kitabullahın yahut da Sünnet-i ilesulün, konuşan dili yoktur. Fakat bu
Kitabı ve Sün. " neti, hiç olmazsa -iyi bilen insanlar, yani âlim kimseler vardır. Bu gibi insanlar, Kitabın ve
Sünnetin ahkâmını gözönünde bulundurarak, iki tarafın arasında hüküm verip
meseleyi de karara bağlarlar. İhtilaflı bulunan bu iki tarafın, hiç bilisinden
olmayan, tamamen tarafsız, üçüncü bir şahıs, veya heyet (kurul) ortada bulunur
ki, işleri halletsin.
Bazı ihtilaflı
meseleler olur ki, bunları bilgi sahibi herkes halledebilir. Bir kısım
meseleler de vardır ki, bunların halled'Imesmde bir adalet kuruluna ihtiyaç
olur. Diğer bir ku.n mefc-leleri de ülülemirden başka kimse halledemez. Fakat
ihtilaflı meselelerin çeşidi ne olursa olsun, yine asıl menşe ve mehaz Allah'ın
Kitabı ile Rcsu-Uıllahm Sünneti olacaktir.
İşte âyet-i ker.'mede
bahsedilen umumî aklın yardımı da bu meselededir. Her bilgi sahibi, âyetin
manaları üzerinde düşünebilir. Ancak,
âyetler üzerinde düşünürken,
herhangi bir surette âyetin işaret ett'ği mananın hilâfına dolambaçlı yollara
gitmemelidir.
Şimdi şu nazariyeye
baktığımız zaman görüyoruz ki, dünyanın her tarafındaki mutaaref usul, bu
âyet-i kerimenin ileri sürdüğü usulden başka bir usul değildir. Her yerde aklın
yardımına ihtiyaç vardır. Bugün, dünyada artık «Kantin tdaresi» : (Rule of
Law) diye bir idare tanınmaktadır. Şunu da söylemek icap eder ki, dünyada
adaletin kaim kılınması için ancak kanunun her xyden üstün olduğunu hesaplamak
gerekir. Kanun karısında ,büyük, küçük herkes aynı olmalıdır. Alelade^ halktan
bîr ferüe, iktidar başında bulunan ve hattâ ikti-cUrı elinde bulunduran
hükümetin kendisinin bile kanun karşısında eşit olmaları icabeder. Kanun,
ister* bir parlamento tarafından, isterse bir kurul tarafından yapılmış olsun,
her ne şekilde yapılırsa yapılsın, bu yapılan şey kanundur. Bunu yapan
Parlamento veya kurulun kendisi de kanun karşısında boyun esmelidir. Kanun
hâkimiyeti, her nerede gerçekten mevcud ise, orada aşağıda sayacağımız dört
hususun bulunması zarureti vardır:
1. Kanuna hürmet eden bir camiada hakikî idare
kanunla kaim olur, indî veya keyfî olmaz.
2. Böyle bir
camiada, halkın çoğunluğu kanunu bilmeli ve kanunun yürümesi için yardımcı
olmalıdır. Bu kanunların heyeti
umumiyesi ilmin aydınlığı altında garantiye bağlanmalıdır ki, ne camia bunu
ortadan kaldı-ra;bilsin ne de herhangi bir siyasî iktidar bunu ortadan
kaldırmağa cesaret etsin.
3. Tam
manasiyle tarafsız bir adliye
teşkilâtı da bulunmalıdır ki, halk
ile hükümet arasında çıkacak olan ihtilafları kanuna göre temiz ve doğru olarak
hallets n.
4. Bunların
hepsinden daha da kudretli bir makam bulunmalıdır ki, içtimaî hususlarda karşılaşılan bütün meseleleri ve muameleleri halletmek salâhiyetine haiz olup, hallettiği meselelerde, verdiği
hükümler kanun vasfını taşısın ve kanun hükmünde olsun.
Bu gerçekleri gözönüne
alıp da düşündüğümüz zaman, anlaşılacaktır ki, Kur'an-ı Kerimde bahis mevzuu
olan âyet-i kerimede, islâm camiasının ne şekilde idare edileceğinin esasa ait
ana plânı çizilmiştir. Böyle bir sistemin yürümesi de yukarıda bahsettiğimiz
dört noktaya dayanmaktadır. Ancak şu fark vardır ki, İslâm kanunları,
dünyadaki bütün kanunların üstündedir. Çünkü orada, Allah ve Resulünün kanunu
en yüksek kanun olarak bildirilmiş ve herkesin de bu kanunlar karşısında boyun
eğmesi kararlaştırıldığı gibi, herkesin de bu kanunların1 karşısında eşit
olduğu hükmü verilmiştir. Bu kanuna muhatap olan kimseler, bu kanuna tam
nıanasiyle kalben, gönül Üe, iman edip inanmış kimselerdir. Şimdi bu kanunun
İcaplarının tam olarak yerine gelmesi İçin de camianın arasında çok sayıda
Ehlüz-zikr'in bulunması gerektir. Bu seçkin zümrede, içtimaî, muaşeret! ve
yaşayış işlerinde halka her hususta yardımcı olurlar ve bunun neticesinde de,
bu nizam daimî olarak ayakta tutunabi-lir. Bu iş bir de şunu iktiza ettirir ki,
yalnız halkın kendi aralarında çıkması ihtimali bulunan ihtilafları hal etmek
için değil, ayni zamanda halk ile halkı idare etmekte bulunan hâkimler (vali, yöneticisi
ve saire) arasında da çıkması muhtemel ihtilafları hallederken kanunun her
şeyden üstün olduğunu nazarı itibara alınmalıdır. Ülülemr'in kendileri dahi
böyle bir idare veya kurulun verdiği kararlara boyun eğmeli ve kanunun üstün
olduğunu kabul etmelidirler. İçtimaî, muaşereti ve herhangi bir hususta da bu
kanunu ancak bu kurul tefsir ve şerh etmeli ve ancak bu kurulun ictihad]-r.ın
neticesinde kanun kullanılabilmelide. [347]
Mevlânâ Mevdûdi Sahib
muhtelif Anayasa, (düstur) meseleleri üzerinde zaman zaman beyanatta bulunarak
bu mevzunun s;yasî ve nazarî taraflarını aydınlatmışlardır. Bu ilmî
faaliyetler, memlekette An-ıyasa hakkındaki çalışmaların devm ettiği sıralar-ds
cereyan etti. Bu meyanda bazı meselelerin karışık taraflarını .acLkLğa kavuşturmak
için, Lâhor'da adil tahkikatın karşısına çıkarılmış, şerh edilerek, bazısı
beyanat şeklinde bazıları da yazı i'e bir kısmı da sual ve ecvaplara yol
açmıştı. Bu gibi sual ve ce-vnpların sayısı pek çok ise de biz" burada
bazı mühim meseleler Jıpkkmda cereyan edenleri
bir araya getirdik. (Hazırlayıcı) [348]
a. Lâdini
(Sekular) Cumhuriyet,
Teokras." ve İslâ-ınî hükümet.
İslâm hükümetinin
kurulup, örnek icraatı ile, ulvî cemiyet hayatını kurarak her tarafı aydınlatması
bizim idealimizdir. Buna Avrupa ıstılahındaki gibi «Dinî Hükümet» (Teokrasi :
Theocracy) veya Cumhuriyet rejimi hükümet (Democracy) de diyemiyeceğiz.. İslâmî
hükû-met'n bu iki, devlet şeklinden tamamen ayrı bir rejimi, ayrı bir siyaseti
ve ayrı bir medeniyeti vardır. Bugün Avrupa terbiyesi görmüş, zihmleri tesir
altında bulunan zümreler "tendi düşüncelerinde «îslâmî Hükümet» mefhumundan
Avrupa modeli bir rejim şekli anlamaktadırlar. Avrupa ıstılahlarının tatbik
edilebileceğini düşünüyorlar. Bu kimselerin bu şekilde düşünmelerinin sebebi
de geride kalmış bulunan Avrupa tarihin: gözleri önüne getirip, bu tarîhin
seyri üzerinde fikir yürütmelerinden leri geliyor.
Avrupa ıstılahında
«d:nî hükümet» : (Theocracy) iki esas nazariyenin biraraya toplanmasından
ibarettir:
1. Hak Taalânın
kanunî hâkimiyeti (Legal Sove-reıg-nty) lafzmın işaret ettiği mefhum.
2. Papaların
ve dinî önderlerin bir zümre olarak
kendilerini Hak Taalâmn mümessili, Hak Taalânın vekili ve Hak Taalânın
mütercimi yaparak bu hükümette kendileri için kanunî ve siyasî vasıflar ve
hususiyetler sağlayıp, amelî ve fiilî olarak işi ele almaları.
Bu iki nazariyenin
dışında hakikî bir meseleyi de üçüncü bir unsur olarak zikredebiliriz. Bu mühim
unsurv : .Si)
da şudur: Hazret-i İsa
Aleyhisselâmın încTinde ahlâkî tâlimden başka, herhangi bir şekilde kanunî
'hidâyet bahsi geçmemektedir. Diğer taraftan Sen Pol (Saint Paul) ün kurduğu
Şeriatte de, Hıristiyanları Tevratın ahkâmından kurtarmış ve Tevrata bağlı
kalan Hırist'yanları lâ-netlemiştir.
Şimdi siz,
Hıristiyanlıkta, ibadet, muaşeret, muamelât ve siyasî meselelerle
karşılaşırsınız ki, bu hususta Hıristiyanlık kanunlarında bu dinin önderleri ve
ileri gelenleri tarafından icabett'ği zaman uydurulmuş ve ortaya atılmış kanun
ve ahkâm bulunuyor. Bu kanunların ve ahkâmın İlahî olmak bakımından hiç bir
vasfı yoktur.
İslama göre böyle bir
hükümette, dinî hükümet (thcocracy) olma vasfı ancak bu hükümet rejiminin, bir
cüs'ü addedilir. Oda, İlâhî hâkimiye ak'des'dir. İkinci cliüo gelince, yani dinî
önderlerin iktidarı ellerinde bu -lundurmaları meselesi îslâmda sureti katiyede
yoktur. Üçüncü cüz'de ise, Hır'stiyanlığm hilâfına, Islâmin Kur'-an-ı
Keriminde, gayet geniş ve cami bir şekilde yaşayışın her sahasına tatbik
edilebilecek vaziyette, ahkâm ve kanun mecmuası vardır. Bunların şerh ve
tefsiri için de Nebî Sallallahu aleyhi ve sellemin akval ve ef ali hak -kında
geniş rivayetler elde bulunmaktadır. Bu rivayetlerin de Sahihini, Sahihe
olmayanından ayırt etmenin ve ayıklamanın şekilleri ve usulleri mevcuttur. Bu
iki mehazda bulunan ve bize ulaşmış olan ne var ne yoksa, Hak" Taaîâ
tarafından (Min canib Ulah) dır. Bunlardan başka, hprhangi bir fakih, imam,
velî veya âlimin şu hakkı da yoktur ki, bu kimselerin kavli ve fiilleri
(sözleri ve yaptıkları işleri) Üâhîlik vasfını taşıyıp, niçin ve ne sebeple
denmeden kabul edilebilirisin?.
İşte bu noktalar
gözönünde bulundurulduğu zaman, at^k
bir şekilde anlaşılacaktır ki,
Avrupa ıstüahmdaki
dinî hükümet : (Theocracy) denilen nesne ile İsîâmî hükümetin arasında
yerden semâya kadar
fark vardır.
Diğer taraftan, Avrupa
ıstılahında Cumhuriyet re-j mi hükümet (Democracy) denilen bir idare tarzı daha
vardır. Bu rejim de, iki esas nazariyenin birleşmesinin heyeti mecmuasının
adıdır.
1. Halkın
kanunî ve siyasî hâkimiyeti. Yani
halkın çoğunluğunun yahut da bu halkın veya bu halk çoğunluğunun"
seçmiş oldukları vek İler, mebuslar, mümessiller ve sairenin, vasıtasiyle
amelen ortada bulunan bir hâkimiyet.
2. Bu
hükümette, devleti kuran ve tanzim
eden halk, serbestçe istedikleri gibi devleti kaldırır veya değiştirebilirler.
îslâmda ise,bu iki
nazariyenin ik ncisi gözönündedir. Birinci nazariye Îslâmda iki ayrı hususa
ayrılır. Birin-cis' Kanuni hâkimiyetin Allah Taalâjça mahsus olduğudur. Burada
ahkam ve kanunlar, (ister bu ahkâm ve kanunlar KitabuUahda bulunsun, isterse
Sünnet-i Resulul-lah'da olsun) değişmez ve kaldırılamaz. Sabit olarak ka-nunluk
vasıflarını muhafaza ederler.
îkinc:si, îslâmda
siyasî hâkimiyette, «Hâkimiyet»' yerne «hilâfet» (Yani hakikî hâkimiyet sahibi
bulunan Allah Taalânın naibliği) ıstılaha vardır. îslâmî hükümetin ülkelerinde
yaşayan bütün müslümanlar, bu hâkimiyeti ellerinde tutarlar. Yahut da bu
hilafeti müslüman halk, ittifakla yahut da çoğunlukla itimat ett'kleri kimselere
temsilci sıfatı ile verirler. Amelî olarak Hilâfeti bir kimsenin veya bir
heyetin el'ne verip, işleri yürüitur-ler.
Bu esasa ait farklar,
gözönünde bulundurulunca, görürüz ki, İslâm! hükümete, Avrupa ıstılahında yer
alan «Cumhuriyet rejtmi» bir hükümet veya (Democracy) de diyemiyeceğiz. Böyle
söylemek de gerçeğe uygun düşmeyecektir.
b. İslâm'da kanun
vaz'etrae:
Yukarıda bahsedilen
mevzudan kendi, kendine bu husus da anlaşılacaktır ki, islâm öyle bir hükümet
rejimini icabettirir ki, bu rejimde kanun vazeden bir kurul, bir meclis:
(Meclis-i Kanun Saz) : (Legslature) m mevcut bulunması zarureti vardır. Bu
kurul veya meclis, müslü-manîann itimad ettikleri, kimseler toplanır icmâ yahut
da çoğunlukla, işleri hal ve fasl eder, kanunlar vazeder ve bu kanunlar da
Dârül-îslâm'da (islâm ülkelerce) icra ed'legilir. Böyle bir meclisin
(Legislature) nasıl teşekkül edeceği, nasıl çalışacağı, azalarının nasıl
seçilecekleri hakkında, Islâmda herhangi bir şekil kararlaştırılmış değildT.
Bu bakımdan, her zaman ve her devir için, zaman ve zeminin icabına göre, bu işe
ayrı ayri şekiller bulunabilir. Fakat bu hususta da şu noktalara dikkat
edilmesi icabeder:
1. Hükümetin
işleri müşavere esasına
dayanacaktır.
2. Ver'lecek
olan kararlar ya icmâ ile
verlecek ("ittifaktı reyler)
yahut da (cumhur) çoğunlukla olacaktır.
3. Kur'an ve
Sünnetin hilâfına herhangi bir hususta
karar verilemiyecektir. ister
verilen bu karar icmâ1 (itt'fakh rey
ile) olsa dahi--.
4. Kur'an ve
Sünnetin ahkâmının şerh ve tefsin de ancak icmâ veya çoğunluk
(cumKur) üe olabilecek ve böyle olduktan sonra, ancak bu şerh ve
tefsirler- kanun-luk mahiyetine girebileceklerdir.
5. Kur'an'dr
ve Sünnette, haklarında herhangi bir sekide hüküm bulunmayan meselelerde, bu
kurula veya meclise toplanmış bulunan,
müslümanlarm mümessilleri veya
vekilleri, bu meseleler için kendileri kanun yapacaklardır. Ancak yapılacak
olan bu kanunlar da yine icmâ yahut da çoğunlukla olacaktır.
6. Bu işler
öyle bir şekilde tanzim edlecektir kj^ hükümet elemanlarının birbirleri
arasında, yahut da hükümet İle halk arasında veya halk ile kanun yapan meclis
arasmda veya hükümetin muhtelif organları ve muhtelif daireleri arasında her
ne şekilde olursa olsun bir ihtilâf zuhur ederse bu ihtilâf da ancak
Kitabullah ve Sün-net-i Resulullahın hidayetlerinin aydınlığı altında halledilecektir,
Niçin İslâmî hükümet?
Pakistanda böyle bir
rejim ile hükümet kurulmasını istemekte hepimiz İçin bir hayli makul sebepler
ileri sür-, mek imkânı vardır. Bunların en mühimmi üç sebepdir:
Diiincis!: Böyle bir
hükümet bizim iman ve ;nancı-mızm iktizasıdır. Eğer, biz hürriyet ve istiklâl
elde edip de muhtar olduktan sonra, Kur'anın ve Allah Resulünün ahkâmına, bağlı
bulunmazsak ve islâmî ahkâmı icra etmek yolunda çalışmak istemezsek, bizim
iman ve inancımız halis bir niyetten uzak olup, göstermelik bir şey olur.
İkincisi: Pakistanın
Pakistan olmasının sebebi İs -lâm ve müslümanhktır. Nasıl olur da böyle bir
ülkede İslâmî hükümet kurulmadan, islâm ahkâmı icra edilmeden Kur'anın ve
Sünnet'n icabatı ortada bulunmadan Pakistan hükümet' diye bir hükümet ortaya
çıkabilir ki, bu hükümetin kurulması için, on milyonlarca insan canlarını,
mallarını, yerlerini, yurtlarını ve her şeylerini feda etmişlerdir.
Üçüncü 'sebep de
şudur: Pakistan denilen bu ülkede, halkın büyük çoğunluğu Millî hükûmet'n,
.îslâmî hükümet olmasını istemektedir. Herhalde hükümet de ekseriyetin rızası ile ayakta tutunabilir.
Şüphesizi olarak
şurası da malûmdur ki, ülkemizde bir kısım Avrupa terbiyesi ile yet'şmiş
kimseler de vardır. Bunlar Avrupa kültürüne alışmış ve Avrupalıların
görüşlerinin hep doğru olacağını düşünen kimselerdir. Bunların düşüncesinde,
İslâmî hükümeti tasavvur etmek dahi tamamen gayrı menus ve alışılmamış bir
şeydir. Bunlara kendi öz ve üstün dünya görüşümüzü arûatmak ve bu nizamımızın
kabili tatbik olduğunu ispatlamak kolay değildir.
Bunlardan başka,
Pakistanda devlet dairelerinde çalışanlar arasında, kafalarına tamamen Avrupa
taklidi bir sistem yerleştirmiş ve Batı modeli bir rejim ile hükümet nizamının
kurulmasını isteyen bir hayli k!mse de vardır. Bunlar, ihtimal ki, tslâmî bir
hükümet n'zamımn kurulduğunu görünce çeşitli karışıklıklar icat ederler.
Bunlar için münasip
olan şey şudur: Bu k'mseleri yapılacak ve olacakları da kendi keyiflerine göre
isterler, ve yine gelirlerini de eski İngiliz efendiler.nin devrindeki g'bi
düzenlemek yoluna giderler. Bu zümrenin çoğu da kendilerini Cumhuriyet
hükümetine meftun ve âşık göste-riyoHar. Ancak şunu da düşünmek lâzımdır ki,
bir kaç kişinin yahut da bir kaç ailenin hatırı için, şu kadar halkı zahmete
sokmak ve memleket halkının çoğunluğunun isted'ğini yapmamak ne dereceye kadar
doğru olacaktır? [349]
İslâmî hükümette,
Zimmîlerin vaziyeti hakkında bir kaç mühim sual ve bunlara ait cevapları burada
gözden geçirmekte faide mülâhaza ediyoruz. Bu sual ve cevaplar sıras'yle şu
mahiyettedir :
1. İslâmî
hükümette, gayrı . müslim vatandaşlara İslâm ıstılahında «zimmî» denir. Bu
kelime veya bu isim hiç bir zaman herhangi bir küfür ve herhangi bir kötü kel;me
manası vermez. Bunun gibi bu kelimenin mefhumu herhangi bir gayri meşru iş
veya herhangi bir kötü iş yapan manasına da gelmez. «Zimme» Arap lisanında
kendisine tekeffül edilmiş («Guarantec» verilmiş) demekti, îslâmî hükümette bu
gibi kimselerin haklan İslâm tarafından garantiye alınmış demektir. İster
islâmî hükümet onların itaatini garanti altına alsın, isterse İslâmî hükümet
onların haklarını ve huk ıkunu garantiye alsın, ortada bir garanti meselesi-
vardır. Bu garanti iki taraflıdır.
islâmî hükümette ehli
zimme'nin garantisi İslâmî hükümetin kendisinden verilmiş bir garanti değildir.
Belki bu, Allah Taalâ ve O'nun Resulü tarafından verilmiş bir garantidir ki,
bütün müslümanların bu garantiye sâdık kalmaları da farzdır. Bu garanti o
kadar mühim bir garantidir ki, müslümanlar herhangi bir gayri müslim ülkedeki
müslümanlar hakkında girişilen haksız meselelerde, müslümanlara karşı tutulan
zalinıaâne işlere karşılık, müslüman ülkelerdeki zimmeti kabul etmiş bulunan,.
lara, zâlim gayri müslimlerin dindaşlarının zulmüne mu-kab:l, müslüman
ülkesindeki bu zimmîlik hakkı iktisap etmiş bulunanlardan hiç bir vpkit intikam
alamazlar. Onlara karşı hiç bir zecrî harekette bulunamazlar. Hattâ gayrı
müslim ülkelerdeki müslümanları katliâm etseler dahi katliamcıların, müslüman
ülkelerinde bulunan dindaşlarından, yani zimmî dindaşlarından, bunun intikamını
alamazlar. Bu zünmîlerin haklarına tecavüz edemezler. Herhangi bir îslâmî
hükümetin parlamentosu da zimmîlerin haklarına hiç bir zaman çiğneyemez ve
ayaklar al-tma alamaz. Alırsa İndallahda (Allah karşısında) mesul olur. [350]
a. Anlaşmalar ve muahedeler gereğince îslâmî hükümete
tâbi olan zimmîler.
b. Kılıç zoru ile, yani muharebe ile fethedilmiş
ülkelerde sakin bulunan zimmîler.
c. Ne fethedilmiş ne de muahede ile anlaşma ya-fuimış bulunan diğer zimmîler.
.birinci kısım
zimmîler hakkında, muahedede ve anlaşmada neler kararlaştırılmış ise o
kararlar muteber olacak ve onun üzerinde hüküm yürütülecektir. îslâmî hükümet
de bu muahedenin hükümlerine tâbi olacaktır.
İkinci kısım
zimmîlerin haklarını ve
hukuklarının hududunu ve Ölçülerini İslâm Şeriatı tayin etmiştir. Bu
hükümler dairesinde haklarında
muamele etmek icabe-der. Başka türlü hiç bir şey
yapılamaz.
Üçüncü kısım zimmîlere
gelince, onların hakkında her ne şekilde olursa olsun, ikinci kısım zimmîlerin
hak ve hukukundan daha az bir hak tanınamaz. Bundan başka kendilerine bazı
haklar da verilmelidir. Ancak bu haklar, îslâmî kanunlara muhalif olmayacak ve
onlara ve, rilen bu haklar da îslâmî kaide ve kanunun karşısında kısılmış
bulunmayacaktır.
3. Zimmîler
hakkında Şeriatın koyduğu hak ve hukuk en azından şunlardır:
Dinleri hususunda
tamamen serbest olmak, .
Dinî tâlimi kendi
dinlerine göre öğretmek hususunda da tamamen serbest bulunmak.
Dinî edebiyatlarını ve
kitaplarını serbestçe neşret -mek, yaymak ve-, kitap basmak.
Kanun hududu dahilinde
dinî inançlarından bahsedip konuşmak ve bu hususta her ne suretle olursa olsun
söz söylemek, imkân ve hürriyeti.
Mâbedlerinin
serbestisi ve muhafazası.
Şahsî ve Zatî hukukunu
muhafaza etmek.
Canlarını, mallarının ırz ve namuslarının muhafa-
Mülkî ve askerî
kanunlar muvacehesinde müslüman-larla aynı şartlar içinde eşit olmak.
Hükümetten, bütün
müslüman ve gayrı müslim zim-mîlerin aynı şekilde muamele görmeleri.
Müslümanlarla zimmîier
arasında kanun noktayı nazarından fark gözetmemek.
Geçim hususunda, iş
güç sahasının her cephesinde müslümanlarla
aynı seviyede bulunmak.
İhtiyaç içinde bulunan
zimmîleri de müslümanlar gibi Beytülmalden aynı şekilde faydalandırmak.
Bu hak ve hukuk,
îslâmî hükümet tarafından sadece kâğıt üzerinde yazılı kalan hükümler olmayacak
din ve imanın şartı icabı, amelen İslâmî hükümet ve ınüslü-manlar tarafından da
buna dikkat edilecek. Ve nazarı itibara alınacaklardır. Şunu da hatırlatmak
icabeder ki, gayri müslim hükümet nizamında bu gibi şeyler kâğıt üzerinde
yazılmıştır. Amelî olarak gözönünde tutulmaz ve o ü'kelerde'de müslümanların
haklan edâ edilmez. Müslümanların hakları sadece kâğıt üzerinde kalır. Bazan
İcâğıt üzerinde de kalmaz.
4.
Zimmîlerin müslüman şehirlerinde yeni mâbed yapmaları meselesine gelince :
Onların eski mâbedleri
olduğu gib muhafaza edilecektir. Bunların tamiri ve bakımı sağlanacaktır.
Müslüman şehirlerinden maksat, müslümanların çoğunlukla oturdukları
Dârül-îslâmın içindeki şehirler demektir. Meselâ Küfe, Basra, Fustat ve bunun
gibi şehirler. Diğer şehir, kasaba ve köylerde yeni mâbedler yapmak ve eski
mâbedleri tamir etmek de usulü dairesinde tamamen serbesttir.
5.
Zimmîlerin elbise ve giyim kuşamları hakkında bazı kayıt ve şartlar, fıkıh
kitaplarında yazılıdır. Bunlar bazan yanlış anlamalara yol açmaktadırlr. Bu
mesele esasen üç kısım kayıt ve şartı ihtiva eder. Bu mevzu ilk defa hicrî
ikinci yüzyılda, mevcut hâl ve vaziyetin zarurî yatı icabı fukahanın gözönüne
alarak verdikleri hükümlerden ortaya çıkmıştır.
Birincisi: Zimmîlerin
askerî üniforma giymemeleri ve askerî işaretleri taşımamaları. Bunun sebebi de
her reşid müslümanın icap ettiği zaman askerî hizmete çağrılırca gitmesidir.
Gitmeyenlerin gayrı - müslim ve zim-mî olduklarının bilinmesi içindir. Çünkü
zimmîler askeri hizmetlerden muaf tutulmuşlardır.
İkincisi:
Müslümanlarla gayri müslimlerin arasında fark bulunmasının bazı hususlarda
zarurî olmasıdır. Birbirine benzememelerinin lâzım geldiğidir. Çünkü arada
muhtelif medenî meseleler olabilir ki, .bu medenî meseîe-ierin de birbirleriyle
kaynaşmalarına imkân yoktur. Bu d?, müslümanlarm kahir baskısı altında kendi
medeniyetlerini ve kendi ahlâk ve âdetlerini bu gayri, müslimlerin isteği
olmaksızın yüklememelerini sağlamamak içindir. Meselâ müslümanlar, zorla kendi
elbise şekillerini giydirmek için gayri müslimleri zorlamamalıdırlar. İslâm camiası
dahilinde herhangi bir kâfir zümrenin de yetişmesine meydan vermemek içindir!
Bunun gibi yine şu düşüncenin de meydana çıkmaması içindir ki, müslümanlar
galip ümmet olmak hasebiyle, gayri - müslimleri, bir nevi köle durumuna
düşürmek istemesinler de kendi anane ve âdetlerini onlara tahmil eylemek
yoluna gitmesinler, îslâm, bu kâfirlerin de kendi zihniyetleriyle kendi
istekleri dairesinde gelişmelerini gözönünde tutmak ister. Buna göre, gayri
müslimlere de büküm veriliyor ki, kendi
medeniyetlerini, kendi ananelerini
kendi âdetlerini muhafaza
etsinler ve dinî hususiyetlerini koruya gelsinler. Müslümanların camiasının
içinde müstehlek olup gitmesinler. Nitek m Hanefî Fıkhının meşhur kitabı
«Be-dayi'us sanayi» de bu hüküm şu cümlelerle beyan edilmiştir :
Ehli /inime bir kısam
hususi alâmetler ve işaretler laşımaUtUrlar ki, onlar bu alâmetler ve
işaretlerle tanıo-siiılar ve elbiseleriyle müslümanlar. benzemeyip ayrı olarak
tefrik edilsinler. (Cilt 1. S. 113)
Bunun bir sebebi de
bazı kanunî karışıklıkların önüne geçmek içindir. Meselâ müslümanlar için
şarap içmek haramdır. Şarap yapmak, satmak, bunu muhafaza etmek de inzibatî
kuvvetin karşısında suçtur. Fakat
zimmîler için bu meselede bir suç yoktur. Şimdi, bir müslüinan bir âmmîye
benzerse, elbisesi de onun elbisesi gibi
olursa bir zimmî de meselâ şarap içerse, polis zimmîy , yakalayıp, gel bakalım derse, zimmî müslüman olmadığını ia-bat edinceye
kadar bir hayli uğraşmak zorunda kalıp bir hayli zarar
görebilir. Fakat eğer
zimmînin elbisesinin şekli,
kıyafeti müslümandan ayrı olursa, o zaman polis zimmînin z'mmî olduğunu hemen
anlar ve kendisine hiç
bir şey diyemez.
Üçüncü şekildeki
kayıtlar ve şartlar da hususî ahvâl ve zaman içindir. Bir zamanlar Sind'den
İspanyaya kadar, pek çok geniş ülkeler, İslam ordularının çalışmaları neticesinde fethedilip İslâm halkası dahilinde alınmışlardı. Bu ülkelerin islâmdan evvelki
halkının bir hayli bakiyeleri mevcut idi. Eski efendilerin".n tekrar
iktidarı ele geçirmesi için bunların çalışmaları ihtimal vardı. Hattâ bu
iddiada bile bulunuyorlar ve bu yolda da çalışıyorlardı. Tekrar ülkelerini
eskisi, gibi kâfir nizamı altına sokmak istiyorlardı. Müslümanlar ise,
dünyanın başka fafhleri gib', halkı kılıçtan geçirmek yolunu tutamazlardı.
Çünkü müslümanlar toprak almak için değil, Allah mahlukları arasında Allah
m'zam-mı hâkim kıîmak için çarpışıyorlardı. İslâm dinini kabul etmeyenleri de
öJdüremez veya memleketten çıkaramazlardı. Ancak on-lan zıramî yaparak
haklarını korumak yoluna gidebilirlerdi. Nitekim tatbikat böyle olmuştur.
Fakat burada siyasî meseleler gözonünde bulundurularak zimmîlere uyacakları
bazı kaideler tayin etmek icabetti.
Bu hususiyetler de
öyle olmalı idi ki, -zmmîler bir daha baş kaldırıp müslümanlara karşı
ayaklanmasınlar ve yeni yeni hadiselerin çıkmasına meydan vermesinler. Buna
göre, kendi bineceklerinde, elbiselerinde ve başka içtimaî ve muaşereti
hususlarda bazı noktalar üzerinde durulması icabetti. Bu usul de daimî değil,
vaziyet icabı muvakkat bir zaman içindi. Bu hükümler ister fıkıh kitaplarında
yazılmış olsun, isterse yazılmış olmasın, daimî olarak ehli zimuıeniiı
iLserinde kalacak hükümler değildir.
6. İslâmî
hükümette, herhangi bir gayri müslim, devlet reisi, hükümet başkanı, vezir,
vekil ve bakan, ordu kumandam, kadı (hâkim ve yargıç) ve bunlar gibi kilit
noktaları elinde bulunduran mansıb ve makamlara getirilemez. Hatta hükümetin
polis teşkilatında bile ileri bir vazife alamaz. Bunun sebebi de bu hüküm
tslâmî hükümette taassubun bulunuşu değil, 'İslâm hükümetinin ana prensiplerine
bağlı bir mesele olduğu içindir. Çünkü bu işler, öyle bir kimsenin elinde
bulunması icabeder ki, bu kimse, îslâmın ruhunu, Islâmm manasını, Islâmın hakikatini
daha iyi bilmiş olsun. Sıdk ve iman ile, halis bir niyet ile İslama bağlı
bulunsun. Böyle bir iman ve böyle bir halis niyet olmazsa o zaman îslâmî
hükümetin kilit noktalarına yerleşmiş
bulunanların gayri müslim reâyaya ihtimal ki, «bencillik ruhuna» (Mercenary
Spirit) kapılırlar. Böyle bir zihniyet de îslâmî davranışa uymaz. Ş'mdi eğer
böyle bir hususun onların kendileri hakkında doğru olup olmadığını sorarsak,
onlar da açıktan açığa doğru olacağını itiraf ederler. Muhtelif zümrelere
mensup zimmîlerin birbirlerine rakip olma ihtimali de vardır. Bu rakabeti de
ortadan kaldırmak için bu hususta böyle düşünmek zarurîdir. Bundan başka,
îslâmî hükümetin kilit noktalarında bulunanlar, sadakatle imanlarına bağlı
olmazlarsa, o' zaman karın doyurmak, mide doldurmak, makam elde etmek gibi
süflî yollara da saparlar. Siz de elbetteki böyle *jir tutuma razı olmazsınız.
7. Bize
göre, şu sualin hiç bir zaman ve hiç b:r şekilde ehemmiyeti yoktur. Yani
herhangi bir gayrı îslâmî hükümette, bu hükümetin iktidar dairesinde
bulunanlar, müslümanlara karşı, nasıl muamele ediyorlar? Bu tutum nasıl olursa olsun,
bir ehemmiyeti haiz değild'r. Bizim hak bildiğimiz şeye bağlı olmamız lâzımdır.
Hak bildiğimiz mefhumu, kend; ülkemizde carî ve nafiz kılmalıyız. Başkaları da
hak bildikleri hususları gözonünde bulundurabilirler. Yoksa başkaları da kendi
ülkelerinde müs-"\lmanlara karşı şöyle davrandılar diye, biz hak
bildiğimiz hususlardan vaz geçemeyiz. Böyle olunca, o zaman dünya karşısında
bizim ne gibi bir iş proigramumz olduğu anlaşılır. Ne olursa olsun, biz şu
hilebazhğı şu dalavereyi yapamayız: Kendi Anayasamızın sahifelerinde gayrı
müslimlere karşı göstermece haklar yazıp kaydedelim de amelî hususlara ve
fiiliyata gelince, başka türlü hareket edelim. Meselâ Hindistandaki
müslümanlara karşı yapılan muameleler gibi... Yahut da Amerikadaki zencilerin
hakkında davranılan iki yüzlü politika gibi... Veya Amerikalıların Kırmızı
Derililere ettikleri muameleler gibi... Yahut da Demir Perde Oerisi
memleketlerde gayrı komünistlerin maruz bırakıldıkları feci vaziyetleri tek-rarlayıcı bir şekilde,
hareket edemeyiz.
Bunlar da bir tarafa
dursun; şimdi bir başka soru da sorulabil r. Nasıl bir hareket tarzı takip
edilmeli ki, müs-îüman ülkelerindeki gayri müslim ekalliyetleri tslâm hükümetine
karşı -sadakat yolunda yürüsünler? Bunun cevabı da şudur: Sadakat ile sadakatsizlik
Anayasaya sözde konulmuş olan bir kaç satırlık cümle ile elde edilemez. Belki
yapılacak olan muamelelerin heyeti umumiyesi, sadakati veya sadakatsizliği
temin eder. Hükümet ve çoğunluk, kendi elinin ve idaresinin altında bulunan
ekalliyetlere nasıl muamele ederse, onun karşılığını görür. [351]
Adalette mürtedin
cezası meselesi bir hayli üzücüdür. Bunun sebebi de islâm'da mürtedin nihaî
cezasının ölüm olmasıdır. Birisi çıkıpta hayır böyle değildir, diyebilir, bu
da ayrı b:r meseledir.
Bu itiraz bir yana,
fakat eğer derse ki, hakikaten îs-iâmda böyle bir kanun yoktur, o zaman biz de
diyeceğiz ki, ya bu kimse îslâm kanunundan haberdar değildir, yahut da
«komşuların ağızlarını kapatmak kabilinden» kendi dininde hakikat olarak
bildiği bir şeyi gizleyip üstünü örtü ile kapamak istiyor. îslâmdaki bu kanunu
anlamak hususunda halkın karışıklığa kapılmasının bir kaç sebebi vardır.
Birincisi şudur: Bazı
kimseler îslâmın hem din olmak hem de hükümet olmak itibariyle iki hususu
birbirine bit'ştirip birden mütalâa ederler; Din ile hükümetin, îslâmda ayrı
ayrı müesseseler olduğunu hesaba katmazlar. Halk bunların ikisini bir arada
görmekle bunların ayrı ayrı olduğunu kavrayamıyorlar. Halbuki bunların
ikisinin de hükümlerinin ayrı ayrı farkları vardır.
îkncisi de şudur:
Şimdiki halihazır durumda, içinde bulunduğumuz şartlar dahilinde, gayrı müslim
devlet ni-zamlarmdaki hükümlerin mevcudiyetini gözönüne alıyorlar. Müslümanlar
kendileri de kendi hükümetlerinin, kendi memleketlerinin iğinde bir hayli
gayrı - Islâmî terbiye ile yetişmiş kimseleri barındırmaktadırlar. Bu gibi
kimselerin çoğu, yeni yetişen nesillerdir ki, yine aynı şekilde yetişmesine
sebebiyet veriyorlar, Elbette ki, ıbunla-na çoğu, tslâmî kanunlardan habersiz
bulunmaktadırlar. Halbuki tam manasiyle bir îslâm hükümeti iş başında bulunduğu
takdirde yapılacak ilk iş, müslümanları tslâma karşı güvenli kılmak ve îslâm
yolunda ortada bulunan güvenszlik için açık kapı bırakmamaktır. Müslümanları
hakikî ve gerçek müslüman olarak yetiştirmek için çalışmaktır. İrtidâda
gidebilecek yolları kapatıp gitmektir. tslâmî hükûiret kendi vazifelerini tam
olarak yaparsa, o zaman gayri müslimlerin dahi küfür yolunu tutmamalarından
emin olunabilir. Nerde kaldı ki, böyle bir hükümet içinde müslümanlar
müslümanlığı bırakıp da küfür yolunu tutsunlar.
Üçüncüsü: Müslüman
camiası bir taş ve, kaya gıb; &ir, bu taş ve kaya ile îslâmî hükümetin
binası yapılır. Onlar bu noktayı unutuyorlar. Bu taş ve kaya ne kadar sağlam
olursa, îslâm hükümeti de o kadar sağlam olur. Şunu da düşünmek icabeder ki,
acaba dünyada hangi hükümet rejimi kendi tanelini baltalamağa kalkar ve kendi
bind'ği dalı kesmeğe teşebbüs eder? Hükümetin esasını sarsacak hangi işlere
müsamaha gösterilebilir ve böyle br şey nasıl toleransla karşılanabilir? Buna
göre, biz de kendi hükümetimizin binasını teşkil eden taşlan ve üzerinde
binamız bulunan temel kayasının, her bakımdan ve her tarafının sağlam olmasını
ve kolay kolay ^dağılacak durumda bulunmamasını can ve gönülden niçin arzu etmeyiz? Ancak hiç olmazsa kendisini bizden ayırmak isteyen ve bizim
aramızda ayrılık gayrıhk çıkarmak
yoluna gidene, en azından, «Sen de mademki böyle istiyorsun,
bizim ülkemizden çık da
git» demeliyiz. Yoksa «Sen bizim
içimizde bulunup da bizim binamızı yıkmak yolunu tutarsan, bizim kurduğumuz tezgâhı ıağıt. rr.ak istersen,
elbetteki sana müsaade edemiyeceğiz»
Dördüncüsü: Şu husus
da düşünülmelidir: Bir yanhş anlaşılmağa yol vermemek için şunu da bilelim ki,
her çeşit mürted'in cezası ölüm değildir. Bunun da şekli ve çeşitleri vardır.
Ancak işin son merhalesi ölümdür. Yalnız mücerredlik cürüm" ithamı buna
sebep teşkil etmez. B:r kimse akide bakımından bazı hususlarda ayrılığa düşebilir.
Başka birisi de açıktan açığa îslâmdan ayrılıp, diğer herhangi bir dine sülük
eder. Üçüncü bir şahıs da îslâmdan döndükten sonra, fiilî bir şekilde Hak
dinine karşı muhalefet yolunu tutarak, açıktan açığa zıd gitmeğe ve onu
baltalamağa başlar. Şimdi, nasıl olur da islâm kanunları karşısında bu üç
kimse aynı şekilde görülüp, bunların üçünün de durumları aynı tarzda mütalâa
edilebilir?[352].
îslâmdaki harp kanunu
ve bilhassa esaret mevzuu üzerinde, adalet bakımından bazı sorular sorulabilir.
Bu mevzuda şu meseleyi bilmek gerekir ki; îslâmın harp kanunu gerçekten bir
kanundur. İslâm hükümetinin de bu kanuna dikkat etmesi lâzımdır. Başka
kavimlerin veya milletlerin harp
kanunlarına dikkat edip etmedikleri de yine bizi ilgilendirmez. Biz bu dış
mülâhazalardan 'evvel, yine kendi harp kanunlarımıza dikkat etmeliyiz. Zira tetkik
edince göreceğiz ki, milletler arasındaki naip kanunları denilen şeyler,
gerçekte kanun değil bir kısım milletler tarafından kâğıt üzerine kondurulmuş
ve kendi ken. dilerini aldatmak için uydurulmuş sözlerdir. Her kavim, lıer
millet, kanun denilen bu şeylere bağlı kalacağım ü-*nid etm;ştir ve diğer
muharip devletin de bunları göz önünde
bulunduracağını ummuştur. îslâmda harp hak -kında bazı insanî ve medenî
kanun ve kaideler koymuştur, îslâmın karşısında bulunan diğer muharip taraf ne
yaparsa yapsın İslâm bu insanî hükümlere bağlı bulunacaktır. Onlar bu
kanunları ve anlaşmaları bozsalar dahi islâm ordusu kendi harp
kanunlarını çiğnemiyecektir.
Bununla beraber, eğer bizim kanunlarımız daha insanî ve daha medenî ise, bu şu
demek değildir ki,- diğerleri bize karşı bildiklerini okurken, biz de oturup
onların yaptık-iarma razı olalım.
Savaştığımız taraf, her ne isterlerse yapmakta serbest olsunlar da biz olmayalım? ihtimâl, bunlar, onlara da, harpte daha insanî
davranmağı ve medeniyetin ne demek
olduğunu Öğretmek için,dir.
Misâl olarak burada
esaret ve kölelik meselesini ele alalım:
islâm'da bu işe şu
şartlar karşısında müsaade edilmiştir: Düşman taraf, esir mübadelesine yanaşmaz,
fidye de verip kendi esirlerini geri almak istemez ve aynı zamanda bizim
esirlerimizi de geri vermek yoluna gitmezse, islâm, yine yakalanmış
bulunanları hapishanelerde tutmağı yahut da toplama kamplarında alı koymağı ve
bu gibi gayri insanî işler yapmayı muvafık görmez. Bunları fertler arasında
taksim eder; fertlere ıağıtır. Bunun sebebi de müslumanların bunlar üzerinde
nüfuz sağlamalarını kolaylaştırmaktır. O devirlerde dünyanın ibaşka ülkelerinde
esirleri köle yaptıkları muhakkaktır. Buradaki «kölelik» kelimesi bizimle
onların arasında ıstılah olarak müşterek bir kel'medir. Fakat îslâmî «kölelik»
ile gayrı - îslâmî «köleliğin» arasında fark vardır. Islâmın bu yoldaki
tuttuğu hareket tarzının dünyada misli görülmemiştir. Acaba şimdi dünyanın hangi
kavmi arasında İs-lamdaki kadar çok ve tslâmdaki kadar önemli işlerde köleler
ve köle çocuklarım görmek mümkün olmuştur? İslâm ülkelerinde bir hayli köle ve
köle çocukları imamet (başkanlık), kadılık (hâkimlik), ordu kumandanlığı,
emirlik, hattâ hükümdarlık makamlarını elde etmişlerdir. İşte bu medeniyetin
ve insanlığın son haddedir ki, bu mes'ut manzarayı ancak İslâm kanunları
dünyanın Önüne sermiştir.
Şimdi, eğer bugünkü
dünya milletleri, esir mübadelesini kabul etmişlerse, Mâmın bu hususta hepsinden
önce davranmış olduğunu inkâr etmek mümkün olamaz. Siz şu noktaya da memnun
olmalıyız ki, yüzlerce sene önee dünyaya öğretmek istediğimiz bir hususu, dünya
ancak şimdi razı olup öğrenmiştir. [353]
Şimdi yine şöyle bir
sual daha ortaya atılmaktadır: Isiâmîr Hükümette, güzel sanatların yeri ne
olacaktır?. Bu meyanda resim yapmak, tiyatro, musiki, sinema, heykel ve bu
gibi şeylerin isimleri bilhassa sıralanıyor.
Ben bu suaie kısaca şu
şekilde cevap vereceğim: Sanat denilen şey, insanın fıtratından, insanın
tabiatından doğan bir hassadır. Halik-i Fıtrat da bunu her işinde gözönünde
tutmuştur. Bunun için esasda bu, menedilmiş ve cevaz verilmemiştir diye bir
sual olamaz. Fakat sanat denilen şey de bugünkü Avrupa zihniyetindeki sanat mefhumu
vaziyetinde mütalâa edilemez. Her medeniyetten, kendi usul ve nazariyesine göre
ve kendi fıtratına uygun olmak üzere çeşitli şekillerde sanat eserleri
doğmuştur. Milletler de bunu birbirlerinden almışlardır. Bunun caiz olup
olmadığı hususunda durulmUimstır. Şimdi farz ede-îim k:, güzel sanat denilen
şey Avrupai düşünceye göre olsa dahi, o zaman yine sanat sanat olarak yerinde
kalır, ^akat Islamın yine de sanata ait bir nazariyesi vardır, u da şudur: Bu
sanat, yani fıtratın doğurduğu bu hareket, putperestliğe, şehvetperestiiğe,
şehvanî güzelliklere bağlanmağa ve bu gibi süflî hislere âlet edilmemesi
lâzımdır. Îslâmî hükümet de bunun üzerinde durmalıdır. Avrupalılar ne
düşünürlerse düşünsünler, ne şekilde sa-;ıatı telâkki ederlerse etsinler, bizi
ilgilendirmez.
h. FıMıî ihtilâflar,
İslâmî Hükümetin kaim kılınmasına mani teşkil etmez.
Şimdi bir de şöyle bir
sual ortada kalıyor: Müslümanlar arasında bazı akide ve fıkıh ihtilâfları
vardır. Hattâ bazan bu İhtilaflar esasa ait mevzulara kadar 'ilerlemektedir. O
zaman ne olacak? Meselâ «Sünnet» de, Şiilerle Ehl-i Sünnet ittifak etmezler. 0
zaman Îslâmî hükümet nasıl yürütülecektir? Bu suale karşı sarih olarak benim
cevabim şu olacaktır: Pakistanda bence rivayet edilen 73 fırkanın çoğu
bulunmamaktadır. Her ortaya atı'mış olan bir kimse kalkın da bir risale, yabut
bir kitap yazmış, bir kaç kişi de bu risaleyi yahut da bu kitabı okumuş ise,
bu kabil kimselere yeni bir fırkaya mensup denemez.
Bizim ülkenvzde hali
hazırda yalnız üç fırka vardır.
1.
Hanefiler: Bunlar «Deobend'lüer[354] ve
Brîlevî»[355] ler diye ikiye
ayrılmakta ve aralarında fıkıh ihtilafı bulunmamaktadır.
2. Ehl-i Hadis.
3. Şiîler.
Bu üç fırkanın
arasındaki ihtilâflar, bir İslâm hükümetinin kurulmasına mani teşkil edecek
durumda değildir. Şahsî hukuka, dinî merasim ve ibadetlere ve dinî Öğ-ret.m ve
terbiyede her fırka diğer fırkanın işine karışmazsa bu usul taraflarca kabul
edilirse elbette ki, islâm Nizamı kurulmuş olur. Aynı zamanda, memleketin
inti-a^mı, kanun ve nizamlara mutabık bir şek.lde parlamendan yürütülmesi için
bu üç, fırkanın üçünün de fırka hikâyesini bir tarafa atmaları ve bilgisiz
halkm zi-imılurini karıştıran karışıklıklara meydan vermemeleri lâzımdır.
Gerçek şudur ki,
kitaplarda yazılan bir şu kadar müsiüman fırkalarının isimleri sadece kâğıt
üzerinde mevcuttur. Bunlar haddi zatında mevcut değillerdir. Hattâ bu
fırkalara hemen hemen hiç de raslanmamaktadsr. Her yerinden kalkan kimse başına
elli kişi toplamışla bunlara da birer fırka mı denecektir? Bizim müelliflerin yazdıkları
gibi bu on onbeş kişilik toplulukları fırka mı sayacağız? Eğer böyle olursa bu
fırkaların sayılan hesapları belli olmayacak kadar çok olması icabeder. On-üç
asırdan beri, bir çok yerlerde bir yığın fikir türemiş, sonradan da sönüp
gitmiştir. Şimdi yer yüzündeki müs-iümanlar arasında altı veya yedi fırkadan
fazla müslü-inan topluluğuna rastlamak kabil değildiV. Bunların bazıları
arasında usule ait ihtilâflar yok. Diğerleri arasındaki ayrılık ise
teferruattadır. Bu fırkaların da bazılarının sayıları o kadar azdır ki, hiç
mesabesindedir. Bunlar ya muayyen yerlerde toplanmışlardır. Yahut da dünyanın
her tarafına dağılmış bulunuyorlar. Ancak şimdi hali hazır durumda nıüslümanlar
arasında gözle görülür iki fırka mevcuttur.
1. Ehl-i Sünnet .
2. Şiîler.
Dünya müslümanlannın
çoğunluğunu da Sünnîler teşkil etmektedir. Sünnîler arasındaki fer'î fırkalara
gelince, usul bakımından bunların da birbirleriyle el ile tutulacak ve «işte
burada» denecek bir ihtilâfları yoktur. Olsa olsa ancak bir mezhebi, (Mektep)
ihtilâfı yani fi-kir ihtilâfı (Seool of Thought) vardır. Ancak mubaha-sa
severler, bunları ayrı ayrı fırka diye göstermek isti_ \orlar. Dünyanın
herhangi bir amelî siyaset âlimi, dünyanın neresinde olursa olsun böyle
ihtilâfların bulunma-smı bir îslamî hükümetin kurulması için mani teşkil etmez
diye anlar. [356]
Bu bahis, Islâmî
hükümet ve hilafete ait bazı meseleleri tahkik için bir Alman talebe
tarafından sorulmuş olan sualler ve onlara verilen cevapları teşkil etmektedir.
Sualler :
1.
Niçin Islâmî hükümeti yürüten kimseye
sadece halife ıstılahı kullanılıyor?
2.
Acaba Emevî halifelerine sahîh manada
halife diyebilir miyiz?
3. Benî
Abbâs halifeleri ve bilhassa Me'mun hakkında Zat-ı Faziletlerinin fikri nedir?
4. Hazret-i
İmamı Hasan ve Hazret-i İmam Hüseyin ve îbn-i Zübeyr (RadiyaUahu Taalâ anhüm)
hakkında zat-ı faziletlerinin düşüncesi nedir? 680 senesinde Is-lâm Milletinin
gerçek rehberi kimdi? Hazret-i Hüseyin Radıyallahu Taalâ anh mıydı, yoksa Yezid
miydi?
5. Acaba
İslâmî hükümette ayaklanmak caiz bir is. midir?
6. Eğer
ayaklananlar camiye yahut da diğer mukaddes yerlere (Harem, Kabe)
ye sığınırlarsa islâm hükümeti bu gibi kimselere nasıl muamele
edecektir?
7. Bir İslâm
hükümeti Kur'an ve Sünnete uygun bir
şekilde vatandaşlardan hangi vergileri tahsil edebilmek rrüsaadesine haizdir?
8. Acaba herhangi bir halife, kendisinden evvelki
halifelerin tuttukları yoldan başka bir yol takip edebilir mi?
9. Haccac îbn-i
Yusuf'un valiliği ve inzibatı temin etmek bakımından takip ettiği usul hakkında
zat-ı faziletlerinin düşüncesi nedir?
10. Bir
İslâm hükümeti, acaba, Kur'anda ve Sünnette bahsi geçmeyen ve sabık halife
devrinde de benzeri bulunmayan bir vergiyi vatandaşlardan alabilir mi? Böy-ie
bir tahsilata hakkı var mıdır?
Zat-ı âlilerinin
göndermiş bulundukları suallere geniş ve etraflı olarak cevap verebilmek için
yeteri kadar bir zamana kavuşabilmem şarttır. Halbuki şu hali hazır durumda bu
imkândan mahrum bulunuyorum. Bu duruma binaenaleyh vereceğim cevaplar kısa
olarak arz edilecektir:
1. İslâmî
hükümette, hükümetin başında bulunan başkan veya- reis için «halife»
kelimesin/n kullanılması zarurî bir ıstılah değildir. Bu mevkide olanlara emîr,
imam, sultan vesaire gibi başka kel meler de söylenebilir. Hadiste, fikıhda,
kelâm'da ve İslâm tarihinde bu gibi kelimeler kul lamlmıs-tır. Fakat burada
zarurî olan birşey vardır; O da hükümetin esas nazariyesinin • hilâfet üzerine
kaim bulunmuş olmasıdır. Sahîh bir islâm hükümet,, ne padişahlık, (kiraliyet)
ne amirlik (hükümdarlık) ne de «avamı cumhuriyet» yani halk hâkimiyeti
(Paktılar Söver-cîgnty) olabilir. Bunların hiç birisine benzemez. Bu iktidar
şekillerinin hilâfına ancak bu hükümet Islâmî olabilir ki, böyle bir rejim de
yalnız hakikî hâkimiyetin Hak Taalâya 'ait olduğu kabul edilmiştir. Allah ve
O'nun Reülünün Şeriatı en üstün kânun olduğu gibi, çıkarılacak kanunların da
esas menşei ve mehazı yine o mukaddes hükümlere istinat etmesi lâzımdır. Bu
esaslara inanılacaktır. Hududullah dairesinin içinde çalışılacak ve işler bu
dairede yürütülecektir. Böyle bir hükümette iktidar dan yegâne maksat, AUahın
ahkâmını icra etmek ve O'-nun rızası gereğince fenalıkları ortadan kaldırıp,
bunların yerine iyilikleri yerleştirmektir. Böyle bir hükûmet-eki iktidar ise,
iktidar-ı âlâ (en yüksek iktidar) değil* dir. Buradaki iktidar veya emir sahibi
olmak, Allah Ta-alâya niyabet etmektir. O'nun tevdi ettiği emaneti muhafaza
etmektir, işte «Hilâfetin» manası da budur.
2. Emevî hükümdarlarına gelince, bunların hükümdarlıkları
hakikatte hilâfet değildi. Onların devletlerinde îslâm kanunları icra edilmiş
olmasına »rağmen, Anayasa «^Düstur»:
(Constitution) da bulunan îslâmî
esasları, ortadan kaldırmışlardı. Yine buradan başka, onlar hükümet
isinde îslâmî ruhu da silip yok etmişlerdir. Bu fark, böyle br hükümetin ta
başında bile kendisini hissettirmiştir'. Nitekim, bu hükümetin kurucusu Emîr Muaviye "nin
kendi sözü şöyledir :
Ene evvel ül - mülûk :
Ben ilik padişahım.
Hele Emîr Muaviye
kendi oğlunu veliahd tayin ettiği zaman, Hazret-i Ebu Bekir Radıyallahu Taalâ
anhın oğlu Hazret-i Abdurrahman ayağa kalkarak şöyle söyledi :
«İşte bu bir
Kayserliktir. Ne zaman bir Kaysar
ölürse, onun oğlu Kayser olur.»
3. Usul
bakımından Abbasî hilafetinin vaziyeti de böyle idi. Bu bakımdan Benî Ünıeyye
ile aralarında bir fark yoktu. Ancak şöyle bir fark vardı: Benî Ümeyye dinî
hususlara- ehemmiyet vermezlerdi
(indifferent), bunun hilâfına Benî Abbas kendilerinin dinî bir hilâfet
veruhanî bir hükümet olduklarım iddia ederler ve bu nam altında para
basarlardı. Dinî işlerde de Benî Ümeyyedcn fazla alâkadar idiler. Fakat onların
dinî işlere fazla alâka, göstermeler! de bazan dine zararlı olmuştur. Meselâ
Me'mumm bu alâkası öyle bir vaziyete girdi ki, dinle ilgisi bulunmayan felsefî
meseleleri, her ne şekilde olursa oîsun, dinî bir akîde şekline sokarak hükümet
gücü ile halka kabul ettirmeğe zorladı ve bu yüzden de bir hayli zulmetti.
4. Sual tevcih
edilen devre gelince,
hakikatte bu devir bir fitne ve
kargaşalık devri idi. Müslümanlar o
devirde büyük bir fikrî sıkıntı içinde bulunuyorlardı. O devirde müslümanlann hakikî Önderin'n kim olduğuna hüküm vermek bir
hayli zordur. Fakat şurası da açıktır ki, Yezid siyasî kudreti elinde
bulunduruyordu. Babası kendisine sağlam bir saltanat sağladıktan sonra kendisini vel'ahd
tayin etmişti. Böyle
olmasaydı ve Yezid. de d;ger müslümanların içine karışmış
bulunsaydı, o zaman ihtimal ki, seçimi kazanmak hususunda sondan birinci
gelmek şansını elde edebilecekti. Onun hilafına Hüseyin ibn-i Ali
Radıyallahu Taalâ anh ise, o zamanki ümmet arasında en seçkin kimse
idi. Serbest bir seçim olup da müslümanlann reylerine baş vurudaydı muhakkak
ki, halk kendisine rey verecekti. Reyler onun hakkı olacaktı.
5. Zâlim
emîrlere karşı ayaklanmak, bu şekilde sadece caiz değil belki bir farzdır.
Zâlim emîrleri ve hü-: kümdarları kaldırıp, onların yerine adil ve sâlih bir hükümeti
iş basma getirmek imkânı bulunduğu
takdirde, ayaklanmak farz olur. Bu hususta- îmam Ebu Hanife-nin fikri
gayet açıktır. Ebu Bekir Cassas, Ahkâm ül -Kur'anda ve El -Muvaffak E' Mekkî de Menakıbî Ebu Hanife'de bu
meseleyi nakletmişlerdir. Bunun aksine. idil ve sâlih hükümete karşj
ayaklanmak çok büyük bir günahtır. Bütün ehl-i islâm için böyle bir ayaklanmağı
bastırmak için hükümete yardım etmek lâzım gelir. Bu arada bir de şu vardır ki,
hükümet âdil olmazsa gerçek bir inkılâp ile de ortadan kalkabilir. Böyle bir
imkân yoksa, o zaman nasıl bir yol takip edilmelidir? Bu husus şüphelidir.
Eimmenin ve fukahanm bu husustaki fikirleri ihtilaflıdır. Bazılarına göre,
sadece hakkı söylemekle iktifa ediür, ayaklanmak caiz görünmez. Hasalarına
göre ayaklanmak, hattâ şehid olmak da vardır. Diğer b:r kısım, fukahaya göre
de «İnşaallah İslah olur» diye dua ederek beklemek lâzımdır.
6. Âdil bir
hükümete karşı ayaklanmış
bulunan halk camilere sığınırlarsa onların bulundukları yer muhasara
edilir. Eğer bu isyancı zümre, bulundukları yerden silah
kullanıp kurşun veya diğer harp vasıtalarım istimal ederlerse, o
zaman onların yaptıklarına karşılık
kurşun atılır ve mermi de kullanılır. Hareme sığındıkları zaman, sadece
muhasara edilir. Muhasara uzatılır ki, sıkıntıya düşüp silahlarını
bıraksınlar. Haremde kan dökmek yahut da haremi taş veya kurşun yağmuruna tutmak
kesin olarak doğru değ'ldir. Bu durumun aksine, zâlim bir hükümete karşı
ayaklanmış bulunan halkın durumu başkadır. Esasen zâlim hükümetin varlığı haddi zatında günahtır.
Böyle bir hükümet devam etmek için baş vurduğu çarelerle günahını çoğaltmış
olur. Günahın? arttırmaktan başka bir iş yapamaz.
7. Kur'an ve
Sünnet gereğince usulsüz vergi hakkında hiç bir cevaz yoktur. Müslümanlar,
zekâtı ibadet diye, gayrı Müslimler de cizyeyi (itaati belirtmek için) verirler. Bundan
sonra memleket işleri
için hükümete kendüen bir şeyler
bırakabilirler yahut da hükümetin
muvafakatiyle bir şeyler
verebilirler. Hirac ve
mahsul
gelirinden alınan
hisse buna benzer bir geydir ki, bunlar hakkında Kur'anda ve Sünnette şer'an
bir karar yoktur. İslâm hükümeti ihtiyaca göre bunları kararlaştırır. Bu
hususta asıl Ölçü memleketin hakikî ihtiyaçlarıdır. İEğer herhangi bir idareci
veya hükümetin başında- bulunan kimse, kendi keyfi için bir vergi tarh ederse,
bu vergiyi almak haram olur. Fakat memleket ihtiyaçlarına sarf etmek için halkm
rızasiyle alınırsa o zaman helâl olur.
8. Evet böyledir.
Yalnız kendisinden evvelkilerin değil kendisinin daha Önce
verdiği kararları ve hükümleri de değiştirebilir.
9. Haccac
ibn-i Yusuf, dünya siyaseti noktayi nazarından değerli bir adam idi. Fakat
dinî noktayı nazar. da zâlim bir hâkim
(vali) idi.
10. Evet bu
şartlar da yine 7 numaralı sualin cevabında verilmiştir.
(Tercüman ül - Kur'an,
Cilt 52, Sayı 2, Mayıs, 1959) [358]
İslâm, yirminci
yüzyılda dahi, kabili icra ise, o zaman bir hayli müşkilât arzeden
nazariyeleri bir tarafa bırakarak, bunların yerine tbn-i Haldun'un hükümet vt,
devlet nazariyesini nazarı itibara almakla daha iyi bir neticeye ulaşmak mümkün
olamaz mı? Yani El - Hilafet yâ El - Hükümet. Bunlardan hangisi mümkün
olabilir?.
Cevap :
Zamanımızdaki bir çok
menfî tesirler İslâm Nizami-m bozmakta ve gölgelemektedir. Bazı nazariyeler ve
bazı rüçhanlar îslâma giden yolun önüne mania teşkil et> inektedirler.
Bunları birer birer incelersek, açık bir şekilde şu mesele anlaşılacaktır ki,
bu gibi tesirler, müshV man ülkelerinin, uzun zaman Batı istilâsına uğrayıp Avrupalı
milletlerin sultası altında 'kaldıkları sırada, bu sultanın tesiri ile ortaya
çıkmışlardır.
Avrupa milletleri,
bizim ülkelerimize musallat olunca, bizim kanunlarımızı, ortadan kaldırıp,
kendi kanunlarını bize tahmil ettiler. Bizim kendi öğretim ve eğitim
nizamımızı atıl ve batıl bırakıp, onlara ait öğretim ve eğitim nizamlarını,
bizim ülkelerde icra etmek yolunu tuttular. Büyük küçük her türlü hizmetler ve
memuri -yetlerde, bizim nizam ve bizim usul ile yetişmiş bulunanları bertaraf
ederek, kendi Öğretim ve eğitim nizamları ile yetişmiş bulunanlarla
kendilerinin mekteplerinde okuyup bitirenleri, bizim mekteplerden yetişmiş
olanların yerine koydular. Yavaş yavaş iktisadî kuruluşlar, idarî işler ve
hemen hemen her şey, Avrupaî terbiye ile yetişmiş olan zümrenin eline geçti.
Bu usul ve bu şekildeki tarzı hareket, gitgide idare sistemini bizim medeniyeti
_ nrzden, bizim yaşayış ve düşünüş tarzımızdan ayırdı. Bu yoldan ayrılmış ve
başka bir yola sapmış, sapık bir nesi! ortaya çıktı. Bunlar, İslâmdan da,
İslâm tarihinden de, îslâmın öğretim ve eğitim usulünden de, islâmî rivayetlerinden
de ve her şeyden ilmî manada bigâne İdiler. Kendilerince tercih edilmesi lâzım
gelen ve itibar edilecek olan hususlara da alâkasız bulunuyorlardı. İşte bizim
İslama kaymamıza en büyük mania teşkil eden şey d? budur. Bu şekilde yanlış
anlayışların neticesinde, İslâm yirminci asırda kabili icra değildir diye
tutturulu -yor.
Gördükleri talim ve
terbiyeleri tamamen gayrı islâmî olan bu güruh bundan başka ne yapabilirdi?
Onlar, islâm kabili icra değildir diyeceklerdi. Çünkü îs-iâmı bilmiyorlar.
îslârnı bilmedikleri gibi, İslâm yolu ile de amel etmiyorlardı. Buna hazır da
değillerdi. Îslâmın lîir yaşayış nizamı olabileceğini de katiyen
düşüneraiyor-lardı. Yaşayış nizamında, bunun amelî cephelerinin bulunduğunu
akıllarından bile geçiremiyorlardı.
Şimdi bizim karşımızda
ancak iki yol vardır: Biri ırk ve milliyet bakımından hep kâfir olmak için
hazar -ilanmak ve ister istemez îslâmm ortada bulunan ismini de bir tarafa
bırakıp bundan da kurtulmak... İkincisi ise halis bir niyet ve imân İle
(münâfikane yollarla değil) mevcut eğitim ve öğretim nizamı üzerinde
tetkiklerde bulunulup, bu sistemi tahlil edip; araştırarak tesbit eylemek ki,
ne'gibi şeyler bizi, İslâm yolundan saptırıyor? Ve ne gibi değişiklikler yapmak
lâzımdır ki, bununla İslâm nizamım yürütmek için halkı hazırlayabilelim? Ben
büyük bir esefle şunu söyliyeceğim ki, bizim eğitim ve öğretim sistemimizde
maalesef bu hususa1 hiç de ehemmiyet verilmemiştir Yalnız ehemmiyet
verilmemekle de kalınmamış bu husus tamamen ihmal, dahi edilmiştir. Bu mesele,
üzerinde derinliğine düşünülecek ve ehemmiyetle üstünde durulacak bir
problemdir. Biz bu meseleyi kö -kimden halletmedikçe, İslâm nizamının
yürüyeceği yolu da düzeltmiş ve İslâm nizamının caddesini temizlemiş
ola-mıyacağız.
İbn-i Haldûnun hangi
nazariyesine dönersek döne -îim yine bu meseleyi halletmek için bir yardım
bulmuş olmayız. Çünkü, bugün meydana çıkmış bulunan bu meseleler çeşitlilik
bakımından, îbn-i Haldun zamanında mevcut değillerdi. Meselenin hakikati ve
onun hakikî mahiyeti şudur ki, sömürgeciler, bizim ülkelerimizden çekilip
gitmek zorunda kaldıktan sonra, yukarıda bahsettiğimiz neslin eline hükümet ve
iktidarı verip de Öyle git
mislerdir. Yani kendi
eğitim ve Öğretim sistemleriyle yetiştirmiş oldukları kimseleri, kendi
medeniyet ve yaşayıg usullerinin kaynaklarından su içermiş oldukları elemanları,
iş başında bırakmışlardır. Bunlar vücut yapısı itibariyle bizim kavmimizden,
bizim milletimizden olmalarına rağmen, ilmî, zihnî ve ahlâkî bakımdan
ingilizlerin, Fransızların, Felemenklerin yerine geçip oturmuşlardır. Bu zümrenin elinde bulunan hükümet de bir
hayli manialarla karşılaşır ki, bu maniaları ortadan kaldırmak gayet mühim bir
meseledir. İbn-i Kaldunun nazariyeleri bu sahada iş görecek durumda değildir.
Bunun için çok ehemmiyetle düşünüp taşınmak lâzımdır. Hali hazır durumu gözönünde bulundurarak bu
işin ıslahı için yeni yollar açmak
gerekir. [360]
Risâl-i Peygam-i
Hak'da, En Saîd Bezmî Sahibin kaleme aldığı bir makalede
şu fikir ileri sürülmüştür:
îslâmî siyaset
nazariyesinde, Mevlânâ Ebu'l - A'lâ Mevdûdî Sahib büyük bir ehemmiyetle şu
noktayı ileri sürmüştür ki, böyle bir hükümet esas itibariyle halka karşı mesul
değildir. Bu husus tarihî vasfı itibariyle de yeni değildir. Avrupada bir
zamanlar «theocray» denilen bir hükümet nizamı vardı. Bu, Roma'nın büyük
Papa'si-nın iktidarı elinde bulundurduğunun tasavvuru idi. Halk da şöyle
düşünüyordu: Allahm bilfiil klonuşabilen bir idaresi bulunmadığından, bir kimse
Allahm adına iktidar ve ihtiyaraü elinde tutabilir. Bu kimse de gayet kolaylıkla
her türlü yanlış işler de görebilir. Mevlânâ Mevdûdî Sahibin halkayı hayâline
göre, bu siyaset düşüncesi ile papalık siyaseti düşüncesi ayrı ayrıdırlar.
Fakat hükümeti halkm karşi^mua mesul, diye hesaba katinadiğmdan bu hükümetin
esasının cumhuriyet olacağına düşünmek tamamen hatâdır. Bunun için böyle b'r
hükümet düşüncesi ile papalık hükümetinin düşüncesi arasmda herhangi bir
şekilde fark olmayıp, aynı olduğu neticesini çıkarmaktan başka bir hal şekli
olamaz.»
«Bezmî Sâhib, sonra da
kendisi bir hal çaresi bulup ileri sürüyor. Fakat kendi bulduğu bu usul de onu
ikaa etmiyor. Zat-ı Faziletlerinden ricamız, kerem buyurup da bu yanlış anlayış
hakkında Tercüman El - Kur'arfda bir açıklamada bulunup, bu hatayı
düzeltmeleridir. O zaman bizleri minnettar kılmış olurlar.
Cevap :
Bezmî Sahib ihtimal
benim «islâm'da siyasî nazar \-ye : Islâmın siyasî nazariyesi» isimli eserimi
okumamışlardır. Eğer o kitabımı okumuş olsalardı, herhalde benim düşünceme
karşı böyle bir itirazda bulunmazlardı. Çünkü o yazıda Bezmî Sahibin takılıp
kaldığı noktaların hepsi de izah edilmiştir, ileri sürülen düşüncelerin hepsine
de cevap verilmiştir. Bezmî Sahib, eğer benim yazılarımı okumuş olmasına
rağmen, itirazlarda bulunuyorsa, o zaman bu itirazlara hayret etmekten başka
bir şey arz edemiyeceğim. Benim o yazımda şu cümleler dikkate değer:
«Avrupadaki teokrasi
bildiğiniz giıbi, îslâmî teokrasiden bambaşka bir mahiyet taşır. Bilindiği
gibi Avrupa teokrasisinde hususî bir zümre olan dinî liderler, Allahm adına,
kendilerinin uydurup koydukları kanunları icra ederler. Füliyatta da
kendilerinin Allah yerine koyup halk üzerinde tahakküme kalkarlar. Böyle bir
hükümete de İlâhî hükümet derler. Halbuki, böyle devlet nizamlarının Üâhîlikle
alâkaları olmadığı gilji. bunlara Şeytanî hükümet denmesi daha doğru olacaktır.
Bunun tam aksi olarak,
İslâmda ileri sürülen teok-raai'de, hükümet herhangi bir mezhebi veya dinî
zümrenin elinde değildir. Bu hükümet bütün
müslümanların
__ kâffe-i muslinin n — elindedir. Bütün müslümanlar
bu hükûıneti Allanın
Kitabı ve O'nun Resulünün Sünnetinin ışığı altında yürütmeğe gayret ederler.
Eğer bana bu iş için yeni bir ıstılah vazetmek müsaadesi verirlerse, ben bu
şeklideki hükümete «İlâhî Cumhurî Hükümet» : Thoo Demokratic State) diyeceğim.
Nitekim bu hükümet, Allanın hâkimiyeti ve O'nun iktidar-ı A'lâ'smm tahtında
olur. Bu iktidar ve hâkimiyetin altında müslüman-lara da umumî olarak,
hududlanmış bir hükümet hakle: verilmiştir. Bu nizamdaki, idareci kadro yani
iktidar, m'i dumanların reylerine istinad eder. Müslümanlar bir salısı seçip iş
başına getirdikleri gibi, istedikleri zaman da yine bu kimseyi azletmek hakları
var-dır. Allahın şeriatında herhangi bir mesele veya muamele hakkında açık
hüküm bulunmayan hususlarda müslümanların ic-ma'ı ile îşler halledilir, hükme
bağlanır. Bu i'ş herhangi bir zümrenin, yahut da ailenin elinde değildir. Bunun
gibi yine îlâhî Kanunu tabir etmek, tefsir ve şerh eylemek de yine herhangi
bir hususî zümrenin yahut da ai-ifMtin, hanedanın ve sairenin inhisarına
bırakılmamıştır. Müslümanların umumu bu hakka maliktirler. îetihad kabiliyetini
elde etmiş bulunan her müslüman bu iş yapar. Kabiliyeti olan herkes de ietiha^
payesini elde edebilir.»
Ben. sonra, yukarıdaki
cümlelerin haşiyesinde bu hususu daha da fazla aydınlatmak için şu hususları
yazmıştım:
Hıristiyan Papalar ve
Patriklerin ellerinde, Hazret ı Isâ Aleyhisselâmm bir kaç"ahlâkî taliminden
başka bir şeriat ve kanun yoktur.
Bunun için, bu Papalar Patrikler kendi
keyiflerine göre, kendi şahsî istek w ağraz-i nefsaniyelerine uyarak, kanunlar
yapıp uydurmuşlardır. Bu kanunların da Allah indinden geldiğini ileri sürmüş
ve icra etmişlerdir.»
Hıristiyanlığı tetkik
etmiş ve Papalık tarihine vakıf bulunan herkes, benim bir kaç satırda
anlattığım bw hususları çok iyi bilirler. Avrupanın Papalık nizama, Saint
PauTün uydurduğu şeriata dayanır. Bu şeriat gereğince, Saint Paul, Musevî
şeriat; lanetlemiş ve hıristi-yanlığı sadece bazı ahlakî tâlim üzerine
kurmuştur. Bunları da «Kİtab-ı Ahd-i Cedid» de görebiliriz. Bu ahlâkî tâlimde
herhangi bir şekilde medeniyet nizamına dayanan ve siyasetle alâkası bulunan
hiçbir kanun yoktur. Papalar sonradan Avrupada ya doğrudan doğruya, kendileri
yahut da maiyetleri vasıtasiyle teokrasi denilen hükümet tarzını ortaya
çıkarmışlardır. Bunun iç n bir do kanun ve şeriat ortaya koymuşlardır. Şurası
da bellidir ki, onların bu kanun ve şeriatleri vahy ve ilham'dan alınmış
olmayıp kendileri tarafından uydurulmuş olduğu ortadadır. Bu meyanda onlar,
bazı akâid nizamı, dinî â-mal, mezhebi merasim, nezirler ve niyazlar, adaklar,
bazı içtimaî ve muaşereti kaideler tecviz etmişlerdir ki, bunların hiç birisi
onların elinde bulunan Kitabullah'da yani. Hazret-i Isâya isnad ediien tncilde
mevcut değildir.
Böylelikle, onlar
kendilerini Allah ile kullar arasın-Ua, bir dinî makam sahibi kılmışlardır.
Kendileri için bir uevi müştak 1 aracı ve simsar vaziyeti uydurup sağlamış-laidır.
Onlar kilise nizamlarında dahi, çalışan kimselere bıı yığın hak, hukuk ve
ihtiyarât tanımışlardır. Bundan başka halkın üzerine de bir nevi dinî vergi
yüklemişlerdir. Bunların hepsinin kaynağı ve aslı esası yine havayı nefs ve
uydurma hükümlerden başka bir şeye istinat etmez. Böyle bir nizama isim
takılmak istendiği zaman d. «teokrasi)) dennrstir. Fakat hakikatte bunun değil
teokrasi ile, hattâ «Theo» : (Allah)
ile dahi hiç bir alâkası yoktur.
Şimdi, böyle bir
teokrasinin, îslâmdaki İlâhî Hükümetle veyahut da Şer'î Hükümetle benzerliği
nerededir? İslâmda, ahkâm ve evâmir açık bir şekilde, değişmez, ilâve
yapılamaz bir halde, Kuran ve iSünntatekı kanunlarda mevcuttur. Bunları
yürütmek de herhangi bir hususî dinî veya mezhebi zümrenin inhisarına bırakılmamıştır.
Sonra, yine Bezmî
Sahib'in işaret buyurduğu şu husus da tamamen garıb bir noktadır. D.yor ki:
«Biz de.,. Halifeye, Hıristiyanların Papaya tanıdıkları vasıfları tanıyoruz.
Bunun içindir ki, bizim halifemiz de halkın kargısında mesul değildir.»
Bu iddialara cevap
olarak, bundan önceki'yazılarımda belirtmiş olduğum 'hususlardan bir kaç
cümleyi burada tekrarlıyorum :
Ben aşağıdaki âyet-i
kerimenin medlulünden istin-bat ederek şöyle yazmıştım :
Sizlerden, iman edip
de Salih amel edenleri, Allah, yeryüzünde halife {alacağını vaad etmiştir.
Nitekim evvelkileri de halife kılmıştı. (Sure-i Nur, âyet, 55)
«Bu âyet-i kerimeden
anlaşılan ikinci bir ince nokta da, halife kılınmak vaadi bütün müminler
cindir. Burada, «onlardan herhangi birisini halife kılacağım» denmiştir.
Buradan şu nokta aydınlanmış oluyor ki, bütün müminler hilafete haizdirler.
Allah tarafından müminlere atâ kılınmış bulunan hilâfet umumî bir hilafettir.»
Sonra devam ederek şu hususları açıklamıştım: îslâm nizamında, her şahıs
halifedir. Bu hilâfet herhangi muayyen bir şahsın yalltıt da bir zümrenin
inhisarında değildir. Yani öyle bir kimse yoktur ki, müslüman-•Iarın hepsinin
elinden hilafeti alıp da kendisi mutlak ve müstebid buyruk sahibi olsun.
Burada, bir kimse hükümdar veya buyruk sahibi olursa, bunun aslî vasfı ve
hususiyeti şudur : Bütün müslümanlar yahut da ıstılahı lafızlarla söyliyelim,
bütün halifeler kendi istek ve rıza-larıyle kendi halifeliklerinin düzenlenmesi
için bu işi herhangi bir şahısda temerküz ettirirler. Bu şahıs, bir taraftan
Allah karşısında mesuldür. Diğer taraftan bay-ka halifelerin karşısında
halifeliği kendi şahsında temerküz ettirdikleri için onlara karşı yine mesul
olacaktır.
Bundan sonra yine
başka bir yerde, şu açıklamalarda bulunmuştum:
«İslâmî devlette, emir
veya imam yahut da devlet başkanının vasfı şundan başka bir şey değildir:
Hilâfeti ellerinde bulunduran bütün müslümanlar kendi rızaları ile, kendi
aralarından iyi bir kimse seçerek bu emaneti onun eline tevdi ederler. Bunun
için halife kelimesinin kullanılmasından maksat onun tek basma biricik halife
olmadığıdır. Belki maksat şudur ki, her biri birer halife olan nıüslüm ani arın
halifelikleri bu zatın elinde temerküz etmiş bulunuyor.»
Yine bu mevzuda
yazdıklarım arasında şu husus da vardı:
Emîr, tenkitten
vareste değildir. Alelade her müs-lüman dahi, bu emîri, yalnız içtimaî işîerde
değil, bu emîrin kendi şahsî ve hususî yaşayışına ait işlerde bile lıer zaman
tenkit etmek salâhiyetindedir. İBu emîr, azli kabil bir kimsedir. Kanun karşısında
bu emîr ile alelade bir hemşehri aynı vasıfları taşırlar. Onun aleyhine de
herhangi bir adlî makamda dava açılabilir. Adalet bakımından herhangi bir
hususî imtiyazı da olamaz. Emîr, müşavere ile işleri yürütür. Şûra Meclisi de
bütün müs-lümanlarm güvenebildiği bir meclis olmalıdır. Bütün
müslümanların itimatlarını kazanmış
olması icabeder.
Müslümanların bu
meclisi reylere baş vurarak seçmelerinde hiç bir şer'î mahzur yoktur. Her ne
şekilde olursa olsun, şu nokta da gözönünde bulundurulmalıdır ki, bütün
müslümanlar tarafından kendisine bu kadar geniş salâhiyetle emânet tevdi
edilmiş bulunan emîr, bu geniş salâhiyetlerine rağmen yine de takva ile ve
Allahtan korkarak bu salâhiyetlerini kullanmalıdır. Kendi keyfine göre hareket
etmemelidir. Böyle olmadığı takdirde müslümanlar bu emîri, ihraz etmiş
bulunduğu, emirlik kürsüsünden hemen alaşağı ederler.»
Bu aydınlatmalardan
sonra birisi ortaya çıkıp da bizim «teokrasimizi» Roma'nın son günlerinde
kurulmuş bulunan Avrupa teokrasisine benzetirse, elbette ki, biz onu. İ kir
hürriyetinden mahrum edecek değiliz. Buna hakkımız da yoktur. Ancak şurasını da
arzedebiliriz ki, böyle bir düşünceye sahip olmak bilgi ve delilden uzak kalır. [361]
Sual :
Hülefa-i Raşidinden sonra
müslümanlar arasında bir çok hükümetler kuruldu. Bunlar İslâm Hükümeti mi
idiler, yoksa İslâm dışı hükümetler midirler?
Cevap :
îşin hakikatına
bakılırsa, bunlar tam manasiyle ne islâm Hükümeti idiler ne de İslâm dışı
hükümetler idiler. Bu rejimlerde İslâm Anayasasının (Düstur) iki mühim
noktası değişmişti. Biri seçim usulü ile kurulacak emirlik. İkincisi de
müşavere usulü ile yürütülecek olan işler. Diğer hususlarda, îslâmî Anayasa
(Düstur) ortada idi. İsterse, sahih şekilde bunu gözönünde bulundurmasınlar.
Fakat bu Anayasayı (Düstur) ortadan kaldırmamış ve değiştirmemişlerdi. Bu
hükümetler Kur'nn ve Sünneti kanun mehazı olarak kabul ediyor, buna inanıyorlardı.
Adalet sahasında İslâm kanunlarım icra edi -yorlardı. Müslüman hükümdarların
hiç birisinde İslâm kanunlarını ortadan kaldırmak cesareti yoktu. İslâm
kanunlarını kaldırıp, bunun yerine kendilerinin uydurdukları kanunları infaz
etmeğe yeltenecek cür'etleri yoktu. İslâm tarihi de tarih boyunca şuna
şahittir ki, hiç bir zaman, hiç bir hükümdar böyle bir işe yeltenememiştir.
Keyfî icraatların hemen arkasından Allah kulları zâlim emirlerin karşısına
dikilip, az çok, iyi fena cihada girişmişlerdir. Fesat ve fışkın kapılarını
kapatıncaya kadar da dövüşmüşlerdir.
İbn-i Teymiyenin ve
Müçeddid-i Elf-i Sanî'nin bu gibi işler karşısında nasıl dikilip mücadele
ettiklerini tarih kaydeder.. [363]
Sual :
İslâm'da yetmiş iki
fırka mevcut iken, nasıl olur da hilafet meselesi böyle bir vasatta, kolay bir
şekilde düzenlenebilir?
Ben buraya kadar bütün
İslâm ülkelerindeki hilâfet meselesi bahsini ele almadım. Belki benim sözlerim,
Pa-kistanda tslâmî hükümetin kurulması dairesi içindedir. Eğer muhtelif
müslüman ülkeler de benim aydınlattığım bu usul üzerine İslâm Hükümetini kurmak
isterlerse, elbette bu imkân vardır. Ve olabilecek bir iştir. Yine de
mümkündür ki, öyle bir organizasyon yapılsın ki, bu ülkelerin hepsi, bir
arada, bir federasyon teşkil etsinler ve aralarından bütün İslâm dünyası için
bir Halife seçsinler.
Yetmiş iki fırka
meselesine gelince, buna sadece Kelâm ilmi kitaplarının sahifelerinde
rastlamak mümkündür. Hâlen fiilî olarak Pakistanda bu üç fırkadan başka fırka
yoktur.
1. Hanefiier.
2. Ehl-i
Hadis.
3. Şiiler.
Sizin de malumunuzdur
ki, bu üç fırkanın uleması ilk defa bir islâm Hükümetinin esas usulleri
üzerinde ittifak etmişlerdir. Buna göre, artık fırkaların mevcudiyeti îslânıî
Hükümetin kurulmasına mâni olabilir diye bir endişeye mahal yoktur. [364]
Bizden, hangi Islâmî
usul ve ahkâma göre, kadınların kanun vazeden meclisde âza olmaları menedümiş
olduğu sorulmaktadır. Aynı zamanda Kur'an ve Hadisde bu hususta ne gibi
işaretler ve hükümlerin olduğu bilinmek isteniyor. Ve sonra da hangi hükümler
gereğince bu gibi meclislerin isleri yalnız erkeklerin ellerine bırakıldığı
sual edilmektedir.
Bu suallere cevap
vermeden önce, biz bu meclislerin çeşidini ve doğru şeklini izah etmek
zorundayız. Yani kadınların âza olabileceği bahis mevzuu, bulunan meclislere
yanlış olarak «kanun - sâz» (kanun vazeden) meclisler denmesi esasen bu yanlış
anlayışı doğurur. Bunlara «kanun sâz» : (kanun vazeden) meclisler denemez.
Bunlara «kanun kuran, kanım yapan» meclisler denmesi lazımdır. Çünkü bunların
işleri yalnız «kanun yapmak» değil «kanun vazetmektir», işte bu yanlış
anlayıştan bir başka yan iiş anlayış da ortaya çıkıyor. Zihinlerin karışmasına
sebep oluyor. O da şudur: Sahabîler devrinde kadınların da kanunî meseleler
üzerinde durdukları, konuştukları ve r.?y beyan ettikleri ve bazı şeyler
yaptıkları, hattâ Halifelerin kendileri bile bu kadınlarla çok vakit müşaverede
bulunduklan ve onların reylerine başvurdukları görülmüştür. Şimdi şu mesele
hayrete mucib oluyor k', bu gün, Islâınî usuller diye isim verilen hususlarda
bu gibi meclislerde kadınların iştirak etmeler! niçin ve neden doğru olmayıp da
hatalı olacaktır?
Gerçek şudur: Bugün
adına «Kanun vazeden meclîs» denilen bu gibi meclisler, sadece kanun etmekle
meşgul değillerdir. Meclislerin daha bir sürü başka işleri de vardır. Bu
meyanda bütün memleketin mülkî siyasetini kontrol etmek; bakanları tayin etmek,
muahedeler yapmak ve bozmak; memleketin asayiş vaziyetini gözönüne almak;
emniyet ve zabıta gibi işleri idare etmek; vergi İşlerini tanzim ve bütçeyi
hazırlamak; memleket n iktisadî işleri ile meşgul olmak; daha bunlar gibi bir
hayli meselelerin yanı başında harp ve sulh gibi çok müh'm işleri karara
bağlamak hep bu meclisin vazifeleri cümle-sindendir. Bu bakımdan bu meclislerin
azaları sadece bir tfakîh veya bir müftü makamında bulunan kimseler degülerdir.
Memleketin her hususunu gozönünde bulunduran
«kavvam» : (Düzenleyici, koruyucu)
durlar.
Şimdi bir parça
düşünelim. Kur'an içtimaî yaşayışta bu makamı kimlere vermiştir ve kimlere
vermemiş-ur?
Sûre-i Nisâ'da Allahu
Taalâ şöyle buyurmuştur: Erkekler kadınların koruyucularıdır. Allah bazılarını
bazılarından üstün kıldığı ve erkeklerin kendi malla-rmdan kadınlara geçim
verdikleri için. Saliha kadınlar itaat eden, AUahın koruması sayesinde
gıyabında (koca-îarsnın muhafaza edilecek şeylerini) muhafaza ederler.
(En' - Nisa 33).
Bu âyette Hak Taalâ
sarahatle ve açık kelimelerle koruyuculuk ve düzenleyicilik vazifesini
erkeklere vermiştir. Saliha kadınların burada iki vasfı beyan edilmiştir.
B'ri itaat eder olmak, ikincisi de ikocalarının bulunmadıkları zaman, onların
muhafaza edilmesi lâzım gelen şeylerini muhafaza etmek. Nitekim Allah muhafaza
etmiştir.
Şimdi siz diyeceksiniz
ki, bu hüküm ev hayatına ait bir mesele içindir. Memleket meseleleri için
değildr. Fakat görüyoruz ki, âyet-i kerimenin birinci kısmında «erkekler
kadınların koruyucularıdır, düzenleyicileridir» dendiğ ne göre, burada «fiil -
buyûti» : (evlerinde veya evlerde» denmed!ğinden, bu cümledeki meselenin eve
hars o^limemiş olduğu anlaşılır. Sonra yine siz şunu da kabul etmek istersiniz
ki, bize de sorulduğu gibi Allah evde «kavvam» koruyucu kılmamış tır; kadına da
«kunût» : (itaat etme) makamını gozönünde tutmuştur; o zaman siz bütün evlerin
hepsinde yani bütün memlekette «kunût» : (itaat etme) makamını kaldırıp bunun
yerine kav-vaniiyet : koruyuculuk makamını mı koyacaksınız? Evi korumak
makamı memleketi korumak makamından da-
ha büyük ve daha
yüksek derecede midir? Şimdi siz nasıl olur da dersiniz ki, Allah Taalâ bir
evin koruyuculuğunu bir kadına vermediği halde bir memleketin koruyuculuğunu
bir kadının eline vermek için izin vermiştir? Bunları bütün evlerin koruyucusu
yapmakla bütün o&* raiyetin heyeti unıumiyesini . teşkil eden memleketin koruyucusu
kılmıştır hükmü verilebilir mi?
Ve görüyoruz ki, Kur'an-ı Kerim kes'n
kelimelerle kadınların çalışma
dairesini tayin etmiştir:
Evlerinde otursunlar
ve eski cahiliye devrinde olduğu gibi kırıtmasınlar. (El - Ahzab,
33).
Burada, yine şu
meseleyi ileri sürenler vardır: Bu einir Zat-ı Risaletpenahîlerinin hanımları
hakkında verilmiş bir emirdir. Biz de şu noktayı soruyoruz: Zat-ı
Risa-lelpenahîlernr.n hanımlarının ne gibi noksanları vardı ki, onların evlerine
bağlanması emrediliyor da, evin
dışındaki işlerde, onların ehil olmadıkları ortaya konuyor?. Niçin diğer kadınlar bu hususlarda
onlardan üstün tutulmuştur? Acaba bunun sebebi nedir? Bu da bir tarafa dursun,
Zat-ı Saadetlerinin hanımları bu gibi kırıtma işlerinden menedilirken acaba
diğer müslüman kadınlara
kırıtma müsaadesi mi verilmiştir?. Nasıl
olur da Zat_ı Saadetler'nin hanımlarına yabancı erkeklerle
kırıtarak konuşmalarına ve yabancı
erkekleri tahrik etmelerine izm verilmemiş de diğer müslüman
kadınlarının yabancı . erkeklerle kırıtmalarına müsaade edilmiş ve bu yabancı
erkeklerin erkeklik hislerini tahrik etmelerine izin mi verilmiştir? Bundan
başka nasıl olur da Allah Taalâ kendi peygamberinin evini ve ailesini temiz
tutmasını emrederken, diğer müslümanlann evlerinin bulaşık vaziyette kalmalarına
göz yummuş olabilir?
Bundan sonra Hadis-i
şeriflere gelebiliriz. Nebî Sal-Uallahu aleyhi ve sellemin açıfc hadisleri
elimizdedr. Bu-yuruluyor ki :
Ne zaman, »izin
emirleriniz halkın «n kötüsü, zenginleriniz en cimri kimselerden olur ve
işleriniz de kadınların eline geçerse, o zaman yerin altı üstünden elbette ki
iyi olacaktar. (Tirmizî)
Ebî Bekre'den rivayet
edilen şu Hadis-i Şerif gerçeği "«İle tutarcasma göstermektedir :
Allah'ın Resulü Sallallahu
aleyhi ve .sellem, Iran halkının Ksrâ'nm kızım kendilerine padişah
kıldıklarını duyunca şöyle buyurdular :
İşlerini kadınların
eline teslim eden bir kavim hiç İjir zaman felah bulmaz. (Buharı, Ahmed, Nesâî,
Tirmizî)
Bu iki Hadis-i Şerif
de şu hidayet İlâhiyenin hakikî tefsirini beyan etmektedir :
Erkekler kadınların
koruyucularıdırlar.
Âyetinin hakikî
tefsirini beyan etmekte ve açıktan açığa bildirmektedir ki, siyaset ve memleket
idaresi kadınların yapacağı işlerden değildir.
Şimdi şu mesele kalmaktadır:
Böyle olunca kadınların yapacakları işlerin ölçüsü nedir ve bu iş dairesinin
hududu nerelerdedir? O zaman Zat-ı Risaletpenahîlerinin şu Hadis-i Şeriflerini
ileri sürerek deriz k:, bu mevzu dahi şu Hadis-i Şerifde beyan kılınmıştır:
Kadm da koca&jüiın,
evinin ve çocuğunun çobanıdır. O da bunlardan mesuldür. (Ebu Davud)
Bu Hadis-i Şerif de şu
âyet-i kerimen n tefsiridir: Eylerinde otursunlar . Bu mevzuun daha geniş
tefsiri ve daha etraflıca izahı hususunda, zikredeceğimiz şu Hadis-i Şerif,
kadınları.
siyaset işlerinden ve
onların ev dışındaki işlene alâkadar olmaktan menetmigtir :
Cuma (namazı)
haktır Her müslümana da cemaat iie
farzdır. Ancak dört zümre (bundan muaftır)
: üoyııu bağlı olan köle, kadın, çocuk ve hasta olanlar. (Ebu Davud}
Ümm-i Atiyye'den şu
hadis rivayet edilmiştir : Biz
cenazelerin arkasından
gitmekten men edilmiş bulunuyoruz. (Buharı)
Bizim için bu
hususları aydınlığa kavuşturacak daha bir çok deliller nıeveud olmasına
rağmen, bir karışıklığa meydan vermemek için, bu kadarla yetinmeği uygun
bulduk. Zira bize sorulan sualler de geniş delilleri icap ettirmemektedir.
Şu hususu da tcsbit
etmek gerektir ki, herhangi bir müslümana şu hakkın da verilmiş olduğuna kani
değiliz: Bir müsltmıan Allah'ın ve O'nun Resulünün açık hüküm-' lerini
duyduktan sonra, bu emirlere göre amel etmek ve bunların icabını yerine
getirmek için kalkıp da aklî deliller istemez. Bir müslüman için — eğer bu
kimse hakikî bir müslüman ise — ilk şart amel etmektir.
Sonra kendi fikrini
güvenli bir hale koymak için, amel ettiği bu hükme kendisinin delil bulması
gerekir. «Aksi takdirde, ilk önce beni aklî delillerle bu hüküm baklanda ikna
edin, yoksa Allah'ın ve Resulünün hükümlerine inanrolıyaeağim» derse, böyle
bir kimseye müslüman demememiz için bir sebep kalmaz. Nerde kaldı ki, bir
îslâmî Hükümetin Anayasasını yapanlar için böyle bir isteğe müsaade edilmiş
olsun? Amel etmek hükmünü kabul etmek için aklî deliller istemek gibi bir
tavrın, îslâm içinde yeri yoktur. Böyle bir yer ancak İslâmm dışındadır.
Siyaset ve memleket
idaresi işlerinde kadınların na-riç tutulmadığına delil olarak, Hazret-i Ayşe
Radıyalla-iıu Taalâ anhanın Hazret-i Osmanın
kanını isteme da. vasi ileri
sürülüyor. «O zaman Hazret-i Ali Radıyallahu Taalâ anlı iie Cerael
muharebesine girişmişti» deniyor.
Halbuki, ilk başta bu delil hatalıdır. Çünkü Allahın ve C'nun Resulünün
hükümlerinde açık olarak mevcut bulunan bir mesele hakkında, herhangi bir
Sahabînin tek başına yaptığı bir iş,
delil olarak ileri sürülemez. Böyle bir şey hiç b:r zaman da hüccet olamaz.
Evet şurası da doğrudur ki, Sahabîlerin temiz yaşayışları, bizim için her zaman
bir hidayet meşalesidir. Onların gitmiş
oldukları yolun -aydınlığında Allanın ve O'nun . Resulünün hükümlerini elde
ederek doğru yoldan yürüme imkânını bulabiliyoruz. Fakat bu demek değildir ki,
Allanın ve Resulünün hidayet kıldıkları hükümleri bırakıp da onlann tek
başlarına gitmiş oldukları bir tek yanlış yol varsa o yanlış yola uyarak
gidelim. O zaman bile böyle bir yolun
yanlış olduğu o güzide Sahabîler tarafından bildirilmiş olduğuna göre, aynı
yolun tavsiyesi ciddiyetle kabili telif olabilir mi? Sonra Ümmül - Mümininin
kendisi dahî tuttuğu işin hatalı olduğunu
anlamış ve nadim olmuştur. Buna rağmen, nasıl olur da İslâmda yeni bi*1
bid'at başlatmak için bu meseleye istinad edilir ve delil diye ileri sürülür ?
Hazret-i Ayşe
Radiyallahu Taalâ anha'mn bu harekete girişeceğini haber alan Hazret-i. Ümm-ii
Seleme kendisine bir mektup göndermişti. Bu mektubun tam metni Ibn-i
Kuteybe'nin «El - Imâme ve's - Siyase» isimli kitabında vardır. İbn-i Abd-i
Rabbiih' de bu mektubu aynen isimli eserinde nakletmiştir Lutfedip de baksınlar, orada ne kadar
kuvvetli bir şekilde bu Anev2u üzerinde durcuimıgtur :
2a£-ı İffetpenahnennın
eteği Kur aü Ae da.uâur. &iz bununla i>ir şey kazanamazsınız. Zat^ı
lîîetpenahîîeri ha^ tutamıyor musunuz ki, Resulullah S al lal! ahu aleyhi ve
sellem zatınıza ifrattan çeKİnmenizi buyurmuştur. Ve devamla, Düşünün bir kete,
O sra böyle çölün ortasında şu taraftan bu tarafa, bu taraftan şu tarafa deve
koştururken gördüğünü farzediniz, ResulufLaha ne cevap verebilirsiniz?
Sonra da Abdullah
îbn-i Ömer'in şu sözü hatırlatılmaktadır :
Ayşenin kendi evi onun
havdeeinden ilaha iyidir.
Hazret-i Ebu Bekre'nin
şu sözünü Buharı nakletmektedir :
Benim Cemel
muharebesinden uzak kalmak istememin sebebi Hazret-i Resulü Ekremin şu sözü
hatırıma geldiği içindir :
İşlerini kadınların
ellerine bırakmış olan kavini, hiç bir zaman felah bulamaz.
Hazret-i Ali
Radiyallahu Taalâ anh bir tarafa, acaba o zaman hiç Şeriat ilmini bilen yok
muydu? Oniar da açık olarak Hazret-i Ayşe'ye yaptığı işin Şeriat hududuna
tecavüz olduğunu yazdılar. Hazret-i Ayşe R adı yal İnhu Taalâ anha, kemâl-i
zekâsı ve fıkıh .bilgisine rağmen, bunların karşısında ileri sürecek bir delil
bulamadı. O zaman Hazret-i Ali Radiyallahu Taalâ anh'ın sözleri şöyle
idi. :
S.^2j şüphesiz olarak,
Allah ve .Ktsttiümir; h;>*ıxı irin, sıkıînmk bu İşe girişmiş oldunuz. F;.-;.
' h;- son^ııHı ol-»KKiıüiMi:': ve >:./.i alâkadar ötincyen bir hür. Muharebe
vo hııîk arasında düzen temin etmek (ıslah beynen - ı^as) Kadınları nereden
alâkadar ediyor? Siz Osman Rada>;ıîiahıı Taalâ anhuı kanım iddia etmek .İçin
ayaklanmış bu-hınuyorsnnuz. Fakat bun naüikatı söyliyeyim ki, sizi bu işe sevk
eden ve sizi h\ı davaya sürükleyen
kimse, Os-roanın katillerinden daha da çok günahkâr kimsedir.
Görüyoruz ki, bu
yazıyı Seyyidinâ Hazrct-i Ali Ra-diyaüahu Taalâ anlı, Hazret-i Ayşeye yazmış ve
onun yap'ığı bu işi açık bir şeklide hilâf-i şer1 olarak belirtmiştir.
Hazret-i Ayşe de tamamen doğru olan bu sözlere karşı bir şey söyiiyernemiş ve
çekilip gitmiştir.
Cemel muharebesi
bittikten sonra Hazret-i Ali Radir yallahu Taalâ anlı, Ümmül Müminin RadıyaUalm
Taalâ &r>ha, ile buluştukları zaman şöyle buyurdular :
Ey Havdec sahibesi!
AUah sana evinde oturmanı emretmiş iken, sen kalkıp da harbe çıktın.
Bu hitaba karşılık
Hazret-i Ayşe; «hayır, tez kadın, form evlerimizde oturmamız emredilmemiştir.
Siyaset işlerinde ve muharebe meselelerinde de bize hisse veril-niştir»
<liye cevap vermemiştir-.
Sonra şurası da
açıktır ki, Hazret-i Ayşe, muharebeye katıldığından dolayı son derece pişman
oldu. Zira, aliâme İbn-i Abdül - Bcrr, İst 'âb isimli eserinde bu fflev-zuyu şu
şekilde kaydeder :
ümmül müminin,
Abdullah İbn-i Ömer'e sitem ederek şu sözleri söyledi :
<Ya Ebu
Abdurrahman, sen niçin beni girişmiş olduğum bu işten men etmedin?»
Ebu Abdurrahman, bu
suale şu cevabı verdi :
Ben o kimsenin (yani
Abdulüah tbn-i Zübeyr) senin düşüncende olduğunu biliyordum. Ve senin de böyle
bir işe kalkışacağım ümit etmiyordum.
Bu cevap üzerine,
Hazret-! Ümmül müminin :
Keski, sen benî men
etmiş olsaydın da, böyle bir işe girişmiş olmasaydım, dedi.
Bunlardan sonra,
Cenab-ı Sıddıka Kadıya!lalıu Taa. îâ Anhânın bu hareketinin bir delil olma
mahiyeti kalır ıt.î ki, ilim erbabı bunu hüccet olarak kabul edebilsin? İslâmda
kadınların dahi siyaset ve memleket düzeni iş-'erinde vazifeleri vardır diye
iddia edilsin? Memleket işlerinde kadınlara da bir hak düşer diye fikir ileri
sürülsün?.. Dünyada galip milletlerin çalışma sistemini kendiler.ne ölçü
olarak alan zümreyi bir tarafa bırakalım. — Çünkü bunlar, çoğunluk ne tarafa
giderse, hemen o tarafa sürüklenip giden kimselerdir. — O zaman şuna bakalım
ki, bunlardan hangisi îslâmın, kendileriyle birlikte yürümesini isterler?
Onların gözü
dışardadır. Fakat hiç olmazsa biraz olsun insafa yakın kimseler vardır ki,
isim verdikleri şeyin bir parçacık olsun müsemmasına bağlanmak isterler. Hç
olmazsa onlar, Allanın kitabında ve O'nun Resulünün Sünnetinde bulunmayan ve
asırlar -boyunca tarihin şaha-detiyle mevcut olmayan şeyleri, delilsiz olarak,
İslama bağlamazlar. [366]
Sual:
Günümüzün İslâm
hükümet rejiminde, kadınlara da erkeklerin yanıbaşmda siyasî, iktisadî ve d ğer
devlet hizmetlerinde vazife görme hakkı, niçin tanınmaz? Halbuki İslâm, en
karanlık devirlerde bile kadınlara bir mev-ki ve makam (Status) tanımıştı.
Nasıl olur da bugün, kadınlar da erkeklerle aynı seviyede kendi murislerinden
hak alamazlar? Hangi sebebe dayanılarak, kız talebelerin mekteplerde,
kollejlerde ve üniversitelerde erkek talebelerle omuz omuza karma öğretim
görmelerine ve memleketin ve milletin iktisadî işlerinin ilerlemesi için
onların çalışmalarına müsaade edilmez?
Farzedelim ki, bir
Islâmî hükümette kadınlara rey hakkı
tanınmıştır. Bu zümre reylerin çoğunluğunu
kazanmış ve seçim neticesinde muvaffak olup, devlet başkanlığı ve
bakanlık gibi mevkileri de işgal etmeye hak kazanmış olsalar, böyle foir
durumda ve hali hazır 20. nci yüzyılda, nasıl olur da İslâm ahkâmı gereğince
kadınların hakkı olan bu yüksek mevkilerin kendilerine teslim edilmesinden
imtina edilir? Halbuki yüksek devlet hizmetlerinde kadınların da hakları bulunduğuna
dair bir hayli nrsalîer vardır. Meselâ,
Seylân Başbakanı bir kadındır. Aynı zamanda Felemenk devlet reisi de'bir
kadındır. İngiltere Kraliçesinin de bir kadın olduğu herkesin bildiği bir
husustur. Sefaret makamına kadar yükselmiş bulu -naniar; Bhopal Nuvvabının kızı Abide Sultane
(kadın şehzade) ve yine şimdki
Felemenk sefiresi ıbulunan Begüm Ra'na Liyakat Ali Han veya Mrs. L/akhoshmee
Pan-dît, Britanyada yüksek 'komiser ve Birleşmiş Milletlerde vaaife almış
kadınlardan değil midir? Bu misallere geçmiş zamanlardan da misaller
verilebilir. Nur-i Cihan, Ci-hansî - ki, Rani (kadın raca) Râz'ye Sultane
(kadın şehzade) ve kadınların medarı iftiharı sayılan (Pride of Wo-man) Vâcid
Ali Şah'm (sabık Odh devleti hükümdarmm) karısı Hazret~i Mahal gibi. Bu kadın
ingilizlerin aleyh'ne cereyan eden muharebede kumandanlık etmiştir. Bunlar gibi
daha bir hayli kadın, iş mevzuunda kabiliyetlerim isbat etmişlerdir.
Yine nasıl olur da
muhterem (Merhum, eser yazıldı ğj zaman hayatta idi) [367]
Fatma Cinnah'a devlet başkanlığı teslim edilmez? Pakistan'da islâmî nizam buna niçin müsaid değildir? Acaba
bugünkü guöi kadınların doktor, adliyede avukat, noter, hâkim ve yargıç, ordu
kumandanı ve bunlar gibi olmalarına İzin verilmez?
Kadınların da erkekler
gibi, meselâ hastalan tedavi etmeleri pekâlâ mümkündür.
ıslâmın ilk
muharebelerinde kadınların yaralılara baktıkları ve yaralıların yaralarını
sardıkları, su dağıt -tıkların] ve diğer işler yaptıklarını Islâmî rivayetler
bize bildirmiştir. Şimdi milletin yarısını teşkil eden kadınlar, ev'erin dört
duvarı arasında hapsedilip bıı ^kılmaları hangi sebebe istinat ettirilebilir?
Cevap :
İslâmî hükümette,
dünya ile alâkalı herhangi bir raeselede dah' Islâmî usulün kaldırı'masma
katiyen müsaade edilemez. Böyle bir şeyin yapılmasına da meydan verilmez.
Böyle bir hükümeti idare edenler ve yürütenler eğer gerçekten islâmî usullere
inanmışlarşa, bu usul iizre işleri
yürütmekten başka çareleri yoktur.
Kadınlara ait muamelede, îslâmî usul şudur:
Kadınla, erkek, hürmet, namus ve şeref bakımından bu her iki sınıl' da aynı
seviyede olup aynı haklara sahiptirler. Ahlâkî ölçülerde ise ayna seviyede
değillerdir. Ahirette ecir bakımından yine aynı seviyededirler. Fakat bu iki
insan cinsinin çalışma yerleri ve daireleri aynı değildir. Siyaset, memleket
nizamı, askerî hizmetler ve buna benzer işler, erkeklerin çalışma sahasına
girer. Bu gibi işleri kadınların eline verdiğimiz zaman, aile nizamımız - ki,
bu nizamın mesuliyetinin büyük bir kısmı kadınların üzerindedir - temelinden
dağılıp gider. Yahut da bir hayli başka yük de kadınların üzerine yüklenmiş
olur. Böyle bir durum, fazladan, kadınların fıtrî vazifelerine eklenmiş olur.
Elbette ki, kadınların fıtrî vazifelerine her ne suretle olursa olsun,
erkeklerin iştiraki düşünülemez. Erkeklerin vazifelerinin yarısını paylaşan
kadınlar, bir ile kendi fıtrî vazifelerini yapmak zorunda kalırlar. Faka.!:
erkekler kadınların bu fıtrî vazifelerini paylaşmak imkânına mâlik değillerdir.
Bu ikinci şekil, amelen mümkün olamıyacağma göre, ister istemez birinci şekil
ortaya çıkar ki, Avrupai memleketlerdeki tecrübeler bu neticeyi göstermiştir.
Artık gözü kapalı olarak, başkaları, nın ahmaklıklarını taklit edip, kendi
camiamızın içine sokmanın akıl kârı olamıyacağı da malumdur.
^Şu da Islama
sığacak şeylerden değildir ki, irsiyet
bakımından kadınla erkek aynı seviyede
olsunlar. Bu meseleye Kur'anın
açık hükmü manidir. Nitekim îslâml ahkâma göre, ailenin geçimi ve malî yük,
tamamen erkeğin üzerindedir. Kadının
mehriyesi, nafakası, geçimi erkeğe
tahmil edilmiştir. Bu
hususta kadına herhangi bir yük
yüklenmemiştir. Bunun içindir kî, kadın
hisse bakımından aynı eşitliğe sahip değildir.
îslâmî usul, karma
cemiyete: (Mahlut cemiyet) muhalefet etmiştir. Aile nizamını sağlam temellere
bağla-maL. isteyen, herhangi bir ailevî nizam da karma cemiyeti makbul saymaz.
Kadınlarla erkeklerin karma cemiyet halinde bulunmalarını doğru görmez. Böyle
cemiyetlerin Avrupa ülkelerinde ne gibi kötü neticeler doğurduğu malumdur.
Eğer bizim ülkemizin halkı da bu neticelere kavuşmak için çırpınıp duruyorsa,
böyle süflî şeyleri lalar nıa sokmak için çalışmağa ne gibi bir lüzum olabilir?
Yok eğer bu net;celerden kurtulmak isteniyorsa, o zaman !&• Umın bu hususa
ne kadar ehemmiyet verdiği ve böyle şey7eri ortadan kaldırmak için nasıl
uğraştığı da görü-nar.
Evet, saadet asrmda
yapılan muharebelerde kadınlar, yaralılara bakarlar, onların yaralarını sararlardı.
Bunun manası şu
değildir ki, muharebe olmadığı zamanda yani sulh devresinde de kadınlar dairelerde,
fabrikalarda, kulüplerde,
parlamentolarda çalışabilirler.
Erkeklerin çalışma
sahasına giren kadınlar, erkekler kadar muvaffak olamamışlardır. Çünkü bunlar
erkeklerin yapabilecekleri işler için yaratılmış değillerdir. Erkeklerin
yapacakları işler için, ahlâkî, dimağı ve cismi evsafın bulunması şarttır. Bu
evsafa göre ancak erkekler yaratılmış bulunuyor. Bu vasıfların bir kısmı kadınlarda
bulunmuş olsa bile, bu gayıf vasıflarla kadınların erkeklere mahsus iş
sahalarında görünmeleri, sun'î ola-ra.k kadınları erkekleşmeye tabi tutmaktan
başka bir şey değildir. Böyle yanlış bir istikamet, bir hayli zararlar doğurur.
Böyle bir tutum hem kadınlık camiasını dejenere eder, hem de bütün bir
cemiyeti sarsar.
Bu duruma göre asıl
zar^ şu olur ki, kadın ne tam manaslyle kadındır, ne de Cuı manasiyle bir
erkektir. Kendi çalışma dairesinde çalışamadığı gibi, erkeklerin çalışma sahası
içinde de çalışırken tam bir randıman vermesi imkân haricidir, ikisinin
arasında bocalayıp gider. Yaratılışında kendisine verilen fıtrî değerini de
kaybeder.
Cemiyet ve hükümet
işlerinde meydana gelen zararlar da şunlardır: Ehil k mselerin göreceği
vazifeler, ehil olmayan kimselerin ellerinde kalır. Kadınlar da yan erkekçe ve
yan kadınca vasıflan ve hususiyetleriyle siyasî, iktisadî ve içtimaî işleri
yürütmeğe uğraşırken bu işleri
temelinden berbat ederler.
Kadınların iş
hayatındaki verdikleri zararlar hakkında, misaller bir hayli çoktur. Fakat
bunları bir bir saymakta bir faide yoktur. Fakat bu mevzuda bir kaç misal
vermek fa:deden de hali olmaz. Şimdi iş hayatına atılmış olan milyonlarca
kadının muvaffakiyet derecesine kısaca bir göz atabiliriz. Meselâ, Mısır
devlet dairelorinde ve hususî sektörde yekûn olarak 110.000 kadın çalışmaktadır.
Bunlar, hiç bir işi doğru dürüst yürüteme-dikler'nden boyuna şikâyetler
yağmaktadır. Verdikleri randıman, istitastik ölçülere göre erkeklerle mukayese
edilince p/c 55 in üstüne çıkmamıştır. Aynı şekilde Mısırdaki hususî sektör
daima şu durumdan şikâyet etmektedir : Kadınların ağzında söz durmuyor, ve
ticarî sırları ifşa ediyorlar. Böyle bir durum ise, pek -tabiîdir ki, büyük
zararlar tevlit etmektedir.
Avrupa ülkelerinde bir
hayli casusluk vakaları cereyan etmiştir. Bunlar da tahlil edildiği zaman,
görülüyor ki, bir çoğunda kadın parmağı dönmüştür. Şöyle İti, bu vakalarda
kadın parmağı dönmeyenleri hemen hemen göstermek kolay değildir.
İsiâmda kadınların
eğitim ve öğretimi meselesine gelince; îslâmda hiçbir zaman men edilmiş
değildir. Bunlar en yüksek ilmi elde etmek için çalışabilirler. Ancak bu
hususta bir kaç şart vardır:
1. Bu eğitim
ve Öğretim hususî bir şekilde olmaiı. d.:r. Kendisine mahsus b'r çalışma
dairesi içinde yürütülmelidir. Bu cinse mahsus hazırlıkları bulunmalıdır.
Ka-d.nılarm eğitim ve öğretimi erkeklerden ayrı hususiyetleri ihtiva
etmektedir. Çünkü onların yetişmeleri hususun-da kendilerine mahsus noktaları
gözönünde bulundurmak icabeder.
2. Eğitim ve
öğretim sistemi karma olmamalıdır.
Kadınlar, kadınlara mahsus dershanelerde ve mekteplerde, kadın öğretmenler
tarafından ders görmelidirler. Karma öğretim
sisteminin Avrupanm ve Amerikanın güya ileri gelen ülkelerinde ne kadar
fena neticeler doğurduğu gözümüzün önündedir. O kadar ki, bunu inkâr etmek
insan aklını durdurmak demektir. Misâl olarak şurasını arzedeyim ki, Amerikada
17 yaşma kadar olan kızlarla. erkek çocuklar orta okullarda (High Shcool) karma
tedrisat görmektedirler. Bu gibi karma tedrisat sistemine tâbi okullarda her
sene vasati olarak binden fazla kız gizli şekilde hamile kalmıştır. Böyle bir
şey şimdi bizde görünmez. Fakat biz de karma sistemi uygularsak, aynı notice
ile karşılaşacağımız muhakkaktır.
3. Yüksek
tahsil görmüş bulunan kadınlar, çalışmak
isterlerse, kadınların çalışabilecekleri iş sahalarında kadınlık şerefine
yakışır işlerde ve kadınlara mahsus mevzularda çalışmalıdırlar. Meselâ, kadın
dershanelerinde, kadın hastahanelerinde ve bu gibi yerlerde... [368]
Sual :
Acaba îslâmî hükümet
rejiminde kadınların hürri -yeti ve ilerlemeleri için herhangi bir mâni var
mıdır?. Meselâ, onların süslenmeleri, yan çıplak elbise giyinip modaya uymak
istemeleri gibi. Nitekim, zamanımızın yeni yetişen genç kızlarının giytjikleri
modaya uygun, dar ve gönül avlayıcı bir şekilde giyinip, kokular sürünüp,
pudra, ruj, tırnak cilâsı filan kullanıp makyaj yapıp, caddelerde gezinip ve
günümüzün genç delikanlılarına gösterişte bulunup, Holivud filimlerinin tesiri
altında kalarak «Tidi Boy» gibi artistlik hevesine kapılmak mümkün olabilir
mi, olamaz mı?.
Böyle bir akıma ve
modaya kapılan nıüslüman ve gayrı muslini delikanlıların ve genç kızların böyle
serbestçe arzı endam etmelerine kanun (Legislation) vasi* tasiyle mâni olmak
mümkün müdür? Bu gibi kızların ve delikanlıların baba ve analarına para cezası
.gibi bir ceza konabilir mi? Böyle bir ceza müeyyidesi tatbik edilirse,
onların medenî haklan
çiğnenmiş olabilir mi? Acaba kız izciler (Giriş Guide), (APWA : Kadınlar
birliği) veya (YMCA : Genç Hıristiyanlar Cemiyeti) yahut (YWCA : Genç
Hıristiyan Kadmlar Cem yeti) gibi kurullar Islâmî nizama sığar mı? Acaba
kadınlar — İslâmî adliyeden — kendileri için boşanma talebinde bulunabilirler
mi? Ve erkekler için bir tek kadınla evlenmek hakkı gözönüne alınabilir mi?
Veya ister islâmî adalet karşısında veyahut da kendilerinin istedikleri gibi
medenî (Civil Mor_ riage) yapmak hakkı elde edebilirler mi? Acaba kadmlar
(kızlar da dahil) gençlik festivalleri, futbol maçları, temsiller (tiyatro
gibi), dram ve komedi tiyatrosu, dans, raks, filim artistliği, güzellik
müsabakaları ve bu gibi şeylere iştirak edebilirler mi? Veya hava yolları
şirketlerinde hostes (Air Hostes) olabilirler mi? Millî ahlaka bozan işlerde
meselâ sinema gibi, filün artistliği gibi işlerde veyahut da televizyon ve
radyoda açık saçık şarkılar söylemek ve yine çıplak resim basan mecmualarda
modellik ve müstehcen edebiyat magazinlerinde, musikide, dans ve raksdaki
bütün bu tutumlar menedilebilir mi? Dans ve müzik ve sair ahlâkı bozan kulüpler
ve emsali yerleri kapatmakta bir faide sağlanabilir mi?
Cevap :
îslâmî içtimaî
yaşayışın ve muaşeret usulünün konması ve mevcut usulleri değiştirmek kanun
zoru ile ol -maz. İlk önce eğitim, öğretim yolu ile halkın fikrini yükseltmek
ve bu gibi hususlara bilhassa ehemmiyet vermek lâzımdır. Bu vasıtalara baş
vurulduktan sonra yine bo. zdkluk devam ederse o zaman İslâmî kanun yolu ile
inzibatî tedbirler kullanmakta bir mahzur olamaz. KadmJa-ruı çıplaklıkları ve
hayasızlıkları hakikaten feci bir nastîi-Iıktıı1. Bu hastalığa hakikî ve doğru
bir islâmî hükiımet tahammül etmez. Bu hastaliK diğer tedbirlerle ıslah edi-üp
düzeltilemezse, o zaman kanun yolu ile ortadan kaldırılması çarelerine baş
vurulur. Baş vurulması da icabetler. Böyle kanunî bir müdahaleye, medenî
hürriyete sekte vurur nazariyle bakmak da doğru değ'ldir. Nitekim, kumarbazlara
karşı tedbir olarak, onları yakalarlar. Yankesicilerin ensesine yapışıp ceza
verirler. Bu gibi şeyler medenî hürriyeti ortadan kaldırmak ile aynı manayı
taşır, içtimaî yaşayışta fertlerin bazı mükellefiyetleri olmalıdır. Medenî
hürriyet denilen şey, herkesin bildiğini okuması demek değildir. Fertler,
başkalarının huzur ve rahatını kaçırmayacak, başkalarının hürriyetlerine zarar
vermeyecek kadar hürdürler. İstedikleri gibi keyiflerinin dilediği şekilde her
ne isterlerse yapamazlar. İçtimaî nizamı bozmak iç'n kimseye bir hak tanınmış
değildir. Hiç kimse, kendi keyfi için, içtimaî nizamda kötü şeyler öğreterek
nizamı bozamaz.
Kız izciler (girls
guide) in Islânıda yeri yoktur. (APWA): Kadınlar Birliğine gelince, bunun da
çalışma dairesi kendine göre olmalı ve Kur'an-ı Kerim'in ahkâmına muhalif bir
şekli bulunmamalıdır. (YWCA : Hıristiyan Kadınlar Birliği) de Hıristiyan
kadınlar için ötebilir. Fakat müslüman kadınların bu teşkilâta katılmalarına
müsaade edilemez. Müslüman kadınlar da isterlerse kendileri için bir (YWMA) :
Genç Müslüman Kadınlar Bir-lği diye bir teşkilât kurabilirler. Ancak islâm
dairesinin dışınp. çıkmamak şartiyle.
Müslüman kadınlar,
islâmî adliyeye baş vurarak kocalarından ayrılırlar. (Hul'). Nikâhın feshi
(Nullification) ve muvakkat ayrılma ': Tefrik (Judicial Separation) de* recesi
dahi adlî makamlardan elde edilebilir. Ancak bu da Şeriatın koymuş bulunduğu
kanunlar dairesinde olur ve yine Şeriat kanunlarına göre, bu karan vermeğe
salâhiyetli bulunan adalet makamlarından alınabilir. taîak : (Divorce) mutlaka
Kur'an-ı Kerimin açık lorine göre erkeğin elindedir ve hiç bir kimse erkeğe bahşedilmiş
olan bu hakkı kendisinden selbedemez ve müdahalede bulunamaz.
Maalesef, bu da o
meselelerdendir ki, Kur'an-ı &e" rim namına Kur'an-ı Kerime muhalif
yol tutulmak istenerek Kur'an-ı Kerime muhalif kanunlar yapılmak isteniyor.
Bütün îslâm tarihi
boyunca, Devri Saadeti Nebevî-den bu güne kadar, kimse bu hakkı erkeğin elinden
geri almayı düşünemediği gibi hiçbir adalet müessesesi de bu 'şe müdahale
etmemiştir.
Bu düşünce doğrudan
doğruya Avrupadan aktarıma suretiyle bize gelmiştir. Böyle bir kaideyi getirmek
isteyenler hiçbir zaman gözlerini açıp da bakmamışlar k*> Avrupamn bu talak
kanununun arkasında ne gibi niyetler saklanmaktadır? (Back Ground). Ne gibi
kötü neticelere sebebiyet vermektedir. O zaman bizim evlerimizden de
skardallar çıkarak çarşı pazarı saracaktır. İşte böy^ le feci sonuçlar, Allanın
kanunlarını kaldırıp, onun yerine uydurma kanunlar koymanın bir neticesi
olduğu pe^ ' ubiîdır.
Böyle sapık telâkkiler
bir ithal malt gibi bize aktarılmak isteniyor. Onların evlilik sisteminde tek
kadınla nikâh vardır. Nikâhlı kadının ve çocuklarının korunması gözönüne
alınarak, gayri meşru kadmdan doğacak olan çocuklara karşı sözde kalan böyle,
bir tedbire baş vurul-muştur. (Fransanm önümüzde bulunan Örneği gibi.) Erkeğin
nikâhlı karısından başka, diğer bir kadınla evlenmesi bir cürüm sayılmaktadır.
Sanki bütün bu bağlık haramdan kaçınmak iç;n değil de nikâhlı kadını korumak
içindir. Şimdi sorulacak nokta şudur: Kur'an-ı ftfecîd'in ebcedine vâkıf birisi
nasıl olur da bu ölçüleri (Vo-lues) gözönüne alabilir? O kimseye göre de zina
nasıl caiz olur da, nikâhın kanun yolu ile' haram ohnası için uydurulmuş
bulunan bu acaip ve garip felsefe hak olabilir? Bu şekilde bir kanun yapmanın
neticesinde, müslü-znanlar arasmda da, zinanın revaç bulması sağlanmış, olur.
Bu defa kız arkadaşlar edinmek, 'Girl Friends) ve kapatmalar (Mteteresses) alıp
yürür. Tabiatiyle ikinci kadın da ortadan kalkmış olur. Bu şekilde ortaya
çıkmış bîr cemiyet, bu çehresiyle, asıl tslâmî cemiyet çehresinden çok uzak ve
Avrupai çehreye çok > yakın bir cemiyet olur. Böyle bir cemiyete bir çokları
hevesli olabilirler, fakat nıüslümanlar asla güvenli olamazlar.
Medenî nikâhla evlenmek
meselesi elbette ki, müs-lüman kadının yanıbaşında bahis mevzuu değildir. Bu
mesele olsa olsa herhangi bir müşrik kadınla evlenmek Uuausunda ortaya çıkar
veya herhangi bir Hıristiyan ve^ yahut da Yahudi kadınla evlenirken bahis
mevzuu olabilir. O zaman bu kadınlar İslâmda böyle bir kanun bulunduğu için
MÜ3İümanla nikâhlanmaya razı olmazlar. Müslüman erkek de, aşkının belâsına
kapılmış olduğundan evlenirken, dinî bağlara tâbi olmayacağına önceden söz
vermek zorunda kalır.
Biri kalkıp da böyle
bir işe atılacak olursa, İslamcı an bu hususta fetva istemesine ne lüzum
vardır ki.. Gidip, bildiğini okusun. İslâmda kendi, yolunu takip etmeyenlere
niçin, neden böyle bir müsaade versin? îslâmî adalet müessesesi de ne zaman ve
ne hakla müslüman-l^ra bu şekilde evlenmek için izin çıkarsın?
Ş'mdi gelelim diğer
tarafa, bir îslâmî hükümette kadınlar, gençlik festivaline (Youth Festival),
oyun gösterilerine, tiyatrolara, dans ve raks, şarkı ve güzellik müsabakalarına
katılmak isterlerse, yahut da hava
yollan hostesi olarak yolcuların gönüllerini eğlendirmek için hizmet etmek
yolunu tutarlarsa, o zaman Jtslânıî hükümetin varlığına ne lüzum vardır? Bütün
bu işlerin hepsi de küfrde ve kâfir hükümetlerde kolaylıkla yapılacak işlerden,
daha da geniş serbestlik içinde istendiği gibi olabilecek şeylerdendir.
Sinema, film,
televizyon, radyo vesaireyıe gelince, bunlar Allah tarafından verilen kudret
sayesinde ortaya çıkmış aletlerdir. Haddi zatında kendi başlarına fena şeyler
değillerdir. Fakat fenalık bunları fena yolda ve fenalıklar için kullanmaktan
doğar. Kötü yolda kullanılırsa insanlığın ahlakını bozar. îslâmî hükümete düşen
vazife bu vasıtaları insanlığın felahı yolunda kullanmak ve ahlak fesadı için
kullanılmalarını Önlemektir. [370]
Sual :
Ben. Büyük Hindu
Kurulunda (Hindu MsJıa Sebha) da memurum. Geçen sene Hindu Kurulunun vilâyet
pro-î paganda sekreterliğine seçildim. Zat-ı alilerinizi ismen tanıyorum.
Kıymetli kitaplarınızdan «Müslümanlar ve Siyasî Çekişmeler» îslâmın Siyasî
Nazariyesi, «îslâmî Hükümet Nasıl Kaim Kılınır?» ve «Selamet Yolu» nu ve
diğerlerini okudum. Bu eserleri tetkik ettikçe îslâm hak. kındaki görüşüm
tamamen değişti. Ve bende şöyle bir
kanaat yer etmiş oldu:
Eğer bunlar daha evvel, ele alınmış olsalardı, gimdi çok karışık bir durum
arzeden Hindu — Müslüman meselesi böyle bir hal almazdı.
Zat-ı
faziletlerinizin, ileri sürdüğü ve insanları davet ettiğiniz bu Dahî hükümet
yolu benimsenip tatbik edilmiş olsaydı, böyle bir rejimde yaşamak benim için de
bir medarı iftihar vesilesi olurdu.
Buna rağmen, baza
hususları sormak cesaretinde bulunacağım. Bu mevzuda sadece mektup yazmakla de^
ğil, Zat-ı faziletlerinizle bizzat görüşmek de istiyorum.
İlk önce şu hususun,
tarafınızdan aydınlatılmasını rica ediyorum: Hindular, Hükûmet-i İlâhiyede ne
derecede yer alırlar? Kendilerine Ehl-i Kitap hukuku mu tanınır, yoksa sadece
zimmî hakkı mı tatbik edilir? Ehl-i Kitap ile zimmîlerin hukukuna ait risale ve
kitap] arınız elime geçmedi. Ben ancak şu kadarını biliyorum ki, Müslüman
Araplarîn Sindh'e yürüyüş tarihinde islâm orduları kumandanı Muhammed lbn-i
Kasım ve Sindh'de onun yerine geçenler, Hindûlara da Ehl-i Kitap hukuku tanımışlar
ve Ehl-i Kitap muamelesi yapmışlardır. Ümid ederim ki, Zat-ı faziletleri bu
hususta geniş bir şekilde fikir beyan buyururlar. Ve ayrıca, Ehl-i Kitap ile
Zimmî hukuku arasındaki farkları da etraflı olarak açıklamanızı rica ediyorum.
Acaba bu sınıfa mensup ekalliyetler, memleketin asayiş ve inzibat işlerinde
vazife alabilirler m:? Asker, zabıta ve kanun icra eden eleman olarak, Hindûlara
da bir pay ve h'sse verilebilir mi? Şayet verilmediği takdirde, Hindûlarm
çoğunlukta bulundukları eyaletlerde, Hükümeti İlâhiye kanunları gereğince,
Hindular da hükümet işlerine iştirak edebileceği hususunu Zat-ı. faziletleri,
kabul etmeğe hazır mıdırlar?
İkinci sualim de
şudur: Acaba Kur'andaki askerlik, ve devlet işleri (Dîvânî ahkâm) müslümanlar gibi Hindulara da teşmil
edilebilir mi? Acaba Hindûların kendi millî kanunları (Personal La w) Hindular
üzerinde icra edilebilir mi, edilemez mi? Benim şahsî fikrim şudur ki, Hindular
kendi irsî kanunlarında aile sisteminde ve buna benzer hususlarda kendi
kaidelerine( Menu şaster'a göre) yaşayışlarını devam ettirebilirler. Eğer
ettiremezlerse sebebinin açıklanmasını istirham ediyorum.
Şu da malumu
âlileridir ki, bu sualler sadece dağı. njk ve muhtelif hukuk mevzuu olarak
takdim 'kılındı.
Cevap :
Ben, zat-ı
alilerinizin, mektupla bildirdiği bu fikirlere, kendimce büyük kiymet
vermekteyim. Şurası bir hakikattir ki, Hindistanda Hindu - Müslüman meselesi
karma karışık ve halledilmesi gayet zor bir mesele haline gelmiştir. İki ayrı
camianın bir arada yasama problemi, hak ve adaletle çözüm yolu bırakılıp,
şahsî, ailevî, zümre ve ırkî esaslar üzerinden halletmek yolu tutulduğun -dan
bu ağır mesuliyet onların boynunda korkunç bir vebal olarak kalmıştır. Böyle
ters bir tutum, şimdiki içinden çıkılmaz durumu meydana getirmiştir. Bu
^talihsiz gidişe biz de katılmak ve işfrâk etmek zorunda kalıp, hiçbir fayda
elde edememişizdir.
Zat-ı alilerinizin,
ileri sürdükleri sualleri şimdi sırası ile ve mümkün olduğu kadar kısa olarak
cevaplandırmağa çalışacağım.
1. Eğer
Hükûmet-i İlâhiye kurulursa, böyle bir rejimin vasfı bir kavmin ve bir
milletin başka bir kavim veya millete ve yahut da kavimler ve milletlere
tahakküm etmesi demek değildir. Belki bu hükümetin vasfı, usul üzerine kurulmuş
olmasıdır. Böyle bir hükümetin zahirdeki yöneticileri memleketin halkı ve o
memlekette oturanlardır. Bunlar da bu usule inanmış olan kimseler olmalıdırlar.
Bu usule inanmak ve feu usulü kabul etmek istemeyen diğerleri, yahut da her ne
şekilde olursa olsun, bu usule güvenleri bulunmayanlar, böyle bir hükümetin
içinde, böyle bir hükümetin iktidarı altında «Ehl-i Zimme» vasfım ihraz
ederler. Yani bunların muhafazasının mesuliyeti usulî hükümeti yürütenlerin ve
yönetenlerin üzerinde olur.
2. «Eh 1-i
Kitab» ve «Anım Ehl-i Zimme» :
(Alelu-mum zimmiler) arasında hukuk bakımından herhangi bir fark yoktur.
Ancak fark şu noktadadır ki, Ehl-i Kitap kadınlarla, müslüman erkekler evlenebildikleri halde diğer Ehl-i zimme
kadınları ile evlenemezler. Fakat hukuk bakımından ise bu iki camia
arasında herhangi bir fark yoktur.
3.
Zimnıîlerin hukuku hakkında geniş denecek derecede bir yazı yazmış değilim. Fakat usulen size arze-debiiirim
ki, zimmî iki çeşittir. Yani zimmîlik iki şekil ile ortaya çıkar. Biri,
Islâmî hükümetin zimmîliğini kabul ettikleri zamai bu hükümetle muahede yapılarak ortaya çıkan
ikincisi ise, muahede olmaksızın zimmîlikleri kabul edilenler. Birinci kısmı
zimmîler hakkında muahedede ne varsa, onlar hakkında nazarı itibara alınır ve
muahedenin şartlarına göre hareket edilir
İkinci kısım zimmîler
için şeriatte lâzım gelen noktalar gözönünde bulundurulur. Bu esaslara göre,
onların canlarını, mallarını, şeref ve haysiyetlerini korumakla mükellef
olurum. Kendi canımızı, malımızı, şeref ve hay-siyet'mizi koruduğumuz gibi,
onların da bu haklarım korum amjz gerekir. Onların bu mevzudaki hukuku müslü-manlarınki
ile denktir. Zimmî kanının değeri de müslü-mau kanının değeri kadar olur. Kendi
dinleri üzerine avael etmek hususunda tamamen serbest olurlar. İbadethanelerini
muhafaza ettikleri gibi bu mabetler islâmî hükûmet tarafından korunur. Kendi dinî
talimlerini tanzim, etmek hakkında mâlik bulunurlar ve zorla îslâmî Tâliia
k'ndilerine yüklenemez.
Zimmîlere ait, îslâm
Anayasasındaki (düsturî) kanunu inşallah geniş bir şekilde ele alarak kitap
halinde neşredeceğim. [372]
4.
Zimmilerin şahsi hukuk ve şahsi kanunlarına gelince, bu husus kendilerine
tanınmış bulunan dini serbestinin lâzım gelen bir neticesidir. Bu bakımdan
İslâmî hükümet, onların nikâh, talak (evlenme ve. boşanma > irsî,
mülkî (Law of üıe land) ve diğer kanunlarına dokunamaz. Ancak onların
icra edemiyeceklerî kanunlar, tatbikiyle memleketin nizamım ve başkalarının serbestisine zarar
getirebilecek mahiyette olan kanunlardar.
Meselâ-7Âmmî millet veya cemaat faizciliği caiz sayar. Halbuki tslâm böyle
bir şeye müsaade edemez. Bu gibi menfî hareketlere meydan verd;ği takdirde,
memleketin iktisadî du rumu bozulur gider. Tabiîdir ki, buna mani olunur, ve yine
bu Örnek gibi, bir zimmî kavmin telâkkisine göre zina caiz olabilir. İslâm
rejimi buna müsaade ederse, o zaman onların kötü ve yakışık almaz işleriyle
fahişelik (Prosti. tution) memlekette
alır yürür. Halbuki insan ahlakınm aksine olan bu iş, ceza kanunumuzun (kanun-u
ta'zirat : Criminal law) ile dahi men edilmiştir. Elbette ki, medenî kanun ile
de men edilir ve müsaade edilmez. Bu ölçülere göre diğer hususları da mukayese
edebilirler.
5. Zat-ı
alileri bir de zimmîlerin memleket zabıtasında ve diğer mülkî idarelerde
vazife alıp alamıyacağı-nı soruyorlar. Meselâ, polislik, askerî hizmetler,
kanun icrası işleri ve buna benzer resmî vazifelerde Hindûlara da bir iştirak
payı düşer mi, düşmez mi? Düşmez ise, o zaman çoğunluğu Hindûlarla meskûn
bulunan eyaletlerde siz müslümanlar, hükümeti îlâhiyede Hindûlarm da işti-iâk
edebilecekleri bir durumu kabul etmeye hazır mısınız?
Bu sual bence iki
yanlış anlayıştan ileri geliyor. Biri şudur ki, usulî gayrı millî hükümet
(Ideological Non -National State) in sahih olan hususiyetini ve doğru vaâ-fını,
gözönünde bulundurmuyorsunuz. İkinci nokta da şudur: Çalışma hayatı ve
iktisadî sahadaki düşüncenin de aydınlanması icabeder. Birinci sırada ben bunu
tasrih ettim ve aydınlattım. Usul üzerine kurulmuş bulunan hükümeti yani
ideolojik devleti yürütmek ve bunu muhafaza etmenin ye ayakta tutmanın
mesuliyeti bu nizama inanmış olan halkın üzerindedir.
Ancak inanmış bir
camia böyle bir hükümetin ruhunu temsil edebilir. Tam bir halis niyetle din ve
imanlarından aldıkları yüksek hasletlerle hükümetlerini ideal seviyeye
çıkarabilmek için büyük gayretler sarfetmek ancak böyle bir topluluktan
beklenebilir. Bu hükümetin devam etmesi için icabmda harp meydanlarında
canlarını da feda etmeğe hazır bulunmalıdırlar. Diğerleri ise, bu usule
inanmamaktadır. Böyle bir hükümete iştirak eder lerse, o zaman ne bu hükümetin
kurulmasının güvesi?;. anlarlar ne de böyle bir hükümetin ruhuna vakıf olurlar.
Bu hükümetin ruhuna göre işleri yürütemedikleri gibi ne de halis b r niyetle bu
hükümetin ayakta tutunması için samimiyetle gayret sarfedebüirler. Devletin
diğer mülkî ve idarî işlerinde vazife alacak olurlarsa, memur zihniyetiyle iş
görür ve gün geçirerek ücret alırlar.
Bu zümre, askerî işlerde çalışmak ve
asker olmak. isterlerse, böyle bir şeriat içinde, ücretli asker
(Merece-naries) vasfından başka bir
/asıfları olamaz. Kendilerinden böyle bir ahlâkî bir hasret de
beklenemez. Pek tabiî olarak, lalâmî hükümet için bir fedakârlık ve müzaharet
göstermezler.
İslâmi devlet
sisteminde, ehl-i zimmeye herhangi bir iş tahmil edilmez. Askerî işlerin bütün
ağırlığını müslü-manlar deruhte ederler. Ehl-i zimme'den ancak bir nevi müdafaa
vergisi alınabilir. Fakat hem askerî hizmet gördürmek, hem de müdafaa vergisi
almak g'bi, iki vazife ehli zimme'ye yüklenemez. Ancak ehli zimnıe kendi arzu
ve gönül rızaları ile "askerî hizmet görmek isterlerse, o zaman
kendilerinden müdafaa vergisi almmaz.
Mülkî işlerde ve sivil
dairelerde çalışmalarına gelince, kilit noktalarda (key positjons) ve temel
meseleleri ilgilendiren idarî ve asayiş işlerinde yine ehl-i zimmeye bir vazife
tevcih edilmez. Fakat diğer memuriyetlerde ziînmîlerin çalıştırılmasında bir
beis yoktur.
Şûra meclisi azalığma
seçilmek için de ehl-i zimme'-yo rey verilmez. Elbette ki, zmmîler ayrı bir
mümessil veya mümessiller bulundurabilirler. Bu mümessiller, zim-mîlerin
jnedenî haklarını ve muhtarlıklarını korumak ve zimmîlerm işleriyle alâkadar
olmak için müşaverelere iştirak ederler. Aynı şekilde, memleketin umumî
işlerndc, intizam ve asayiş meselelerinde de kendi camialarının isteklerini ve
dileklerini aksettirebilirler. Münas:p gördükleri şekilleri de ileri
sürebilmek haklarıdır. Bütün bu işleri İslâmî noktayı nazara göre tedvir eden
merci, Şûra Meclisi (Assembly) dir.
Açık ve kesin, olan
mesele şudur ki, hükûmet-i İlâhiye herhangi bir kavmin, herhangi bir milletin
veya herhangi bir zümrenin sultasında değ'Idir. Bu hükümet ancak, bu usulü
kabul edip inananlar tarafından yönetilir ve yürütülür. Hükümete ancak bunlar
iştirak edebilirler.
İdareci kadro, ister
Hindu - zade olsun, ister Sirkh-;:âde olsun. Hangi kavimden olursa olsun yeter ki, bu usule gerçekten
inanmış olsun. Islâmın devlet nizamına inanmayanlar Müslüman - zade bile
olsalar, böyle bir hükümette yerleri olamaz. Olabilmesi için bir sebep de
gösterilemez. Ancak bu hükümetin muhafazasında (Pro-tection) korunmasında
faideli olabilirler. Fakat hükümeti yöneltmek, yürütmek işine iştirak edemezler.
Zat-ı aTlerinizin şu
şekilde bir suali de var: Diyorsunuz ki, «H'ndûlann çoğunlukta bulunduğu
eyaletlerde, Hükûmet-i İlâhiyedeki Hindular gibi bir vaziyetleri olabilmesini,
müslümanlar kabul edebilecekler midir? Esasen Müslim Legue, liderlerinden bunu
istemek lâzımdır. Nitekim alış veriş meseleleri ve değiş tokuş işleri de
böy-led:r.
Şimdi biz burada başka
sualler soracak, sonra da bunları kendimiz cevaplandıracağız.
Hindular için her
nerede hükümet kurmak rcap ederse etsin, orada ancak iki esasa şekilde hükümet
görebi-lirs:niz.
1. Ya bu hükümet Hindu mezhepleri esası üzerine
kurulmuş olacaktır.
2. Veyahut da bu hükümet, milliyetçilik ve vatanperverlik
yani muayyen bir ülkecilik üzerine bina edilecektir.
Birinci şekil tercih
edilirse, böyle b:r durumda siz d*» kabul edersiniz ki, Hindular, hukukî
bakımdan Hükûmet-i İlâhiye kurmazlar. O zaman biz de hukuk zavi-yes'nden bu
hükümete «Ram Rac» hükümet diyebiliriz. Böyle bir hükümette pek tabiîdir ki,
hükümetin başında bulunacak kimse de Hindu mezhebinden olacaktır. Noktası
noktasına mensup olduğu mezhebe göre icraat yapacaktır. Başka türlü hareket
etmesi de muhtemel değildir. Eğer böyle bir hükümette hukuk kaidelerine çok
iyi dikkat edilirse, muameleleriniz bizimkinden daha iyi olursa elbette ki, o
zaman bu hükümet ahlaken bizden üstün olmuş olur. Böyle olunca, şu İhtimal de
yok değildir ki, bir gün bizim hükümeti llâhiyemiz sizin Ram Rac hükümetinizle
değişmiş olâ. Yok eğer bu hususlar ve bu muameleler dediğimiz gibi değil de,
dediğimizin aksine olursa, o zaman da er veya geç neticenin aksine tecelli
edeceğ; şüphesizdir.
İkinci şekle gelince,
hükümetiniz vatanperverlik ve milliyetçilik esasına göre kurulduğu takdirde, o
zaman da bu hükümet Cumhuriyet (Demokracy) rejimini seçe-cekt'r. Böyle bir
rejim kabul edilirse, orada, bulunan müs-ümanlar da sayıları nisbetinde bu
hükümete iştirak edeceklerdir. Kendilerine de bu hükümette sayıları nisbetinde
bir hak tanınacaktır. Fakat Hindu milliyetçiliği, esas olarak alınırsa, o zaman
oradaki müslümanlara mağlup br millet muamelesi yapılacak (Subject Nation) ve
onlara bu gözle bakılacaktır.
Bu iki şeklin ikisinde
de siz yine Müslümanca muamele yapılmasını mı istiyorsunuz? Her ne şekilde
olursa olsun, îslâmî hükûinette Zimmîlerin hakkındaki muameleler, Kur'an-ı
Ker:m ve Hadislerin hükümlerinden başka türlü olanııyacaktır. Siz istiyorsunuz
ki, millî hükümetiniz müslümanları katliam etsin. Tek bir îslâm çoCuğu hayatta
bırakmasın. îslâmî hükümet de mukabele-i bil -misil olarak, intikam almak
nıaksadiyle," kendi ülkesi dahilinde bulunan zimmüere aynı muameleyi
yapsın. Böyle şey olamaz. Mesele bunun tamamen aksinedir. Hindu hükümette,
Cumhurbaşkanı veya başkumandan müslü. man vatandaşlardan yapılabilir mi? Bunun
gibi, herhangi bir zimmînin de îslâmî hükümetin basana getirilmesi veya 'slâm
ordularının başına başkumandan tayin edilmesi muhaldir, yalnız herhangi bir
zimmî îslâmî Hükümetin işlerinde ımıayyen şartlar dahilinde vazife alabilir. [373]
Zat-ı faziletlerinizin
eserlerini ve daha önce lütfedip yazmış bulundukları mektupları okuduktan
sonra, kendime de hak verdim. Çünkü Zat-ı faziletleri, temiz ve halis îslâmî
bir hükümet rejimine taraftardırlar. Bu islâmî hükümette ehl-i zimme'nin ve
ehl-i kitabın vaziyeti Hindû-lardaki Açhut'lar [375]
gibi mi olacaktır?
Zat-ı faziletleri
yazıyorlar ki, «Kindûlarm ibadethaneleri korunacaktır. Ve onların kendi dinî
talimlerini düzenlemeğe hakları olacaktır.» Fakat Zat-ı faziletleri şu noktaya
temas etmemektedirler: Acaba Hüıdûlara propaganda (dinî tebliğ) için hak
verilecek midir, verilmeyecek midir? Bu arada Zat-4 faziletler; şu hususa da
temas etmemektedirler: «Böyle bir hükümet kabul edildikten t^onra, onlar da bu
hükümete inandıkları takdirde, bu hükümeti yürütme hususuna iştirak
edebilirler. Bunlar ister Hindu - zade olsun, isterse sirkh - zade olsun.»
Şimdi lütfedip de kerem buyurup şu hususu da izah buyursunlar ki, bir Hindu,
Hindu olarak kalıp da Hindû-luğunu muhafaza ederek, aynı zamanda sizin hükümet
usulünüze iman edip, bu hükümetin yürütülmesine nasıl iştirak edebilir?
Sonra yine Zat-ı
faziletleri buyuruyorlar ki, Ehl_i Kitap kadınlarla Müslüman erkekler
evlenebilirler. Fakat Zat-ı faziletleri şu noktayı da kapalı geçiyorlar, acaba
Ehl-i Kitap erkekleri de Müslüman kadınlarla evlene-mezler mi? Eğer cevap menfî
ise, yani evlenemezlerse, o zaman Zat-ı faziletleri niçin bu «üstün görme
duygusu»: thsâs-ı Berterî: (Superiority Conıplex) hakkında daha etraflı iaahda
bulunmazlar? Eğer Zatı-ı faziletleri, bunun isbatı içtn (Justification) İslama
iman etmeğe taraftarlık ederlerse, o zaman niçin şunu kabul etmek ve şuna
inanmak istemezler k% kendi buyurduğunuz gibi, «sözde müslüman» kimseler niçin
îslâmî kaide ve kanunlardan kaçmıyorlar? Ve niçin bu günün nıüslümanmm meselesi
ayrıdır? Ve y:ne niçin Zat-i faziletleri, şunu da kabul etmiyorlar kî,
Hülefa-i Raşidin devrinde İslama sarılmış olan halkın çoğunluğu, hangi sebepten
dolayı siyasî iktidarı elde etmek için istekli idiler? Eğer Zat-ı faziletleri,
şunu da kabul etmek istemezler ise, o zaman 30 - 35 sene bu şekildeki îslâmî
hükümetin nasıl devam ettiğini izah buyurmazlar ma? Ve sonra yine Hazret-i Ali
Radi-yallahu Taalâ anh, o kadar dirayetli ve tedbir sahibi olmasına rağmen
piçin kendisinin o kadar muhalifi vardı?. Hatta muhalifleri o kadar çoktu ki,
Hazret-i Ayşe Radı-yallahu anha da bunların arkasında bulunuyordu.
Bundan başka, şu
düğümün de Çözülmesi icabeder: Zat-ı faziletlerinin düşüncesine göre, böyle bir
hükümeti yürütmek için, öyle yüksek ahlâklı ve öyle karakter sahibi bir
kimseyi nereden bulup da getirebiliriz? Meselâ Hasret-i Ebu Bekir,, Hazret-i
Ömer, Hazret-i Osman Ra-dıyallahu Taalâ Anhum, gibi eşsiz ve emsalsiz
kimselerin zamanında, bu hükümet ancak bir kaç sene devam etmiştir. On dört
asır sonra, böyle bir hükümeti tekrar göz önünde bulundurmak ve o zamanın
vaziyetine göre bir hükümet s'stemi düşünmek acaba ne derece makul olabilir?
Şuna da şüphe yoktur ki, Zat-ı faziletlerinin bu nazariyeleri her zaman
müslümanlarm arasında zevk ile karşılanıp, beğenilriıektedir. Nitekim temas
ettiğim bîr hayli müslümanlarda bu hususu müşahade ettim. Onlar, sizin
söylediklerinizin hepsinin tamamen îslâmın ta kendisi olduğunu düşünüyorlar.
Fakat, herkes de, benim yukardaki satırlarda ileri sürdüğüm hususlarda İtirazda
bulunuyor ve size göre, Hilâfet-i Raşidin devrindeki gitoi halifeliği üzerine
alacak karakterde bir kimseyi nereden bulacağız, diyorlar. Hele bu Zevat-ı
K'ram, bu kadar iyi insanlar olmalarına rağmen, onların kurmuş bulundukları
hükümet sistemi ne sebeple en fazla elli sene bile devam edememiştir? Şimdi bu
böyle olunca, böyle bir hükümet nazariyesi, hüsnü akideden başka acaba ne
olabilir ki?
Cevap :
Sizin sormuş
bulunduğunuz sualler tamamen hakikattir. Ben de şimdiye kadar bunların
üzerinde durma -mıştım. Bu bakımdan, vereceğim cevaplar, bu sualleri tamamen
aydınlatacak mahiyette olmazsa bile, beni mazur görünüz. Eğer Zat*ı alileri,
ilk önce esasî işler üzerinde söze girişip de, tedricen fer'î işlere ve
zamanın siyasetine (Current Politics) gelirseniz, o zaman benimle fikir
bakımından müttefik olamayız. Bunun için hiç olmazsa bu mevzular hakkında
benim kadar uğraşmış olmanız icabeder. Buna göre ben öyle anlıyorum ki, daha
Zat-ı alileri beni iyi tanımamışlardır ve iyi öğrenememişlerdir.
Lütfettikleri mektupta
Zat-ı alileri şöyle yazıyorlar: Benim tahayyül ettiğim îslâmî hükümette, Ehl-i
Kiiab ile Zimmîlerin durumları, Hindûlardaki Açhut'lar gibi olacak diyorsunuz.
Ben de bu satırları okuyunca hayretler içinde kaldım. Çünkü, Zat-a alileri, ya
benim açıkça, anlattığım,
zimmîlerin durumunu bilmiyorlar, yahut da
Hindu Açhut'ların
vaziyetine vukufları yoktur. îlk önce şunu bilmek lâzım ki, Açhut'ların durumları
Mem Deh-rem Şaster'den [376]
anlaşıldığına göre, onların hukukî durumları bakımından Islâmdaki zimmîlerin
hukukî durumları ile h;ç de mukayese imkânı yoktur. Burada en mühim nokta da
şurasıdır ki, Açhotlar meselesinde esas ırk ve nesil imtiyazı üzer nedir.
Zimmîlikteki esas ise, akide üzerinedir. Eğer bir gün bir zimmî çıkıp da İslâmı
kabul ederse, bu zimmr bize Emîr veya tmam da olabilir. Fakat herhangi bir
Şovder, [377] herhangi bir akide ve
mesleği kabul ettikten sonra, Serme [378]
bağlarından acaba kurtulabilir mi?
Zat-ı alilerinin şu
suali de çok tuhafdır. «Acaba bir H:ndû, Hindu olarak kalıp da sonra Islâmî
hükümete inanırsa, bu hükümeti yürütenlerle iş birliği yapabilir mi?»
Galiba Zat-ı alileri
su nokta üzerinde durmamışlardır: îslâmî hükümetin usullerine iman eden km.se iman
ettikten sonra artık bu kimsenin Hindûluğu kalır mı? O da müslüman olur gider.
Bugün bu memlekette on milyonlarca «Hindu - zade» vardır. Bunlar Müslüman
olup, islâm usullerine iman etmişler, man ettikten sonra da artık bunlar müsl
umandır! ar, Hindûlukları da kalmamıştır. İleride de herhalde inşaallah böyle
Hindû-zâdeler yine İslâm usullerine inanacaklar, onlar da diğer müslü manlar
gibi müslüman olacaklardır. Elbette ki, müsKi -man olunca, onlar da diğer
müslümanlar gibi tslâmî hükümeti yürütmek ve yönetmek hususunda gayretle çalışacaklardır.
Şimdi şu suale gelelim:
«Acaba İslâmî hükümette Hindûlara propaganda 3'apmak hakkı tanınacak mıdır,
tanınmayacak mıdır?
Şunu da hemen
arzedeyim ki, böyle bir sualin cevabı pek kısa bir cevap değildir. Çünkü
propagandanın çeşitli şekilleri vardır. Ve şekle göre iş değişir.
Biri şudur ki,
herhangi bir mezhebe mensup zümre, kendi mezhebini kendi nesline ve kendisine
mensup bulunan halka öğretmek ister. Bu hususta yalnız Hindular değİ,l,
zimmîlerin hepsine hak tanınır.
İkincisi de şudur:
Herhangi bir mezhebe mensup zümre — yazılı yahut da sözlü kendi mezheplerini
başkalarına — başka gayrı müslimlere öğretmek ve anlatmak is.terler. İslâm da
dahil, kendi mezhepleri ile diğer mezheplerin arasındaki farkları belirtmek
yoluna da gedebilirler. Bu hak da yine zimmîlere tanınır. Fakat, herhangi bir
İslâmî hükümette bir müslümanm dininin değiştirilmesi iç;n yapılacak olan
propagandaya müsaade edemeyiz.
Üçüncü şekle gelince:
Herhangi bir mezhebe mensup zümre, kendi mezheplerinin esası üzerine muntazam
bir şekilde harekete geçmek isteyerek, memleketin temel nizamını değiştirmek,
İslâmî usûlleri ortadan kaldırmak ve bunun yerine kendi usullerini koymak
isterlerse,^ bu çeşit faaliyetlere kendi hükümetimizin hududları içinde asla
müsaade edemeyiz. Bu hususta daha fazla bilgi edinmek için, mufassal bir
şekilde izah ederek yazmış olduğum «İslâm meen katl-i mürtedd ka hükm: Islâmda
Mürteddin öldürülmesi; hükmü» isimli eserime bakınız. [379]
Ehl-i Kitab
kadmlananı, müslümanlarla evlenmeleri -nin caiz olup da, müslüman kadınlarının
ehl-i kitab ile evlenmelerinin caiz olmamasının sebebi şudur :
Böyle bir müeyyidenin
ist:nad ettiği temel, «üstün, görme duygusu» üzerine
kurulmamıştır. Bu ayrı bir i ihî meseleye istinad eder. Umumiyetle erkek kolay
kolay tesir altında kalmaz. Bunun aksine, kadın daha kolay tesir altında
kalır. Bir gayrı Müslim kadın, herhangi bir nıüslümanm nikâhı â'.tına g'rerse,
bu kadının gayrı müs-lim kalacağı çok az ihtimal dahilindedir. Müslüman ol
-ması ihtimali daha z vadedir. Fakat bir müslüman kadın herhangi bir gayrı
müslm erkekle evlenirse, o zaman,
kendi dinini bırakıp da gayrı müslinie
olması ihtimali, daha çoktur. Bu kadının evlâtlarım müslüman olarak yetiştirmesi
ve kendi kocasını da müsîüman etmesi beklenemez. Bu mühim sebepten dolayı
müslüman kızlarının gayrı müslimlere nikâhlanmalarma müsaade edilmemiştir. Elbette ki, bir gayrı -
müslime kadınla, kendi çocuklarının müslüman olarak yetiştirilmelerine rıza
gösterirse evlen ilebilir. Fakat Kur'an-ı Kerim'de böyle bir hususa müsaade
edilmekle beraber, bunun yanı başında da bu. gibi kimselerin imanının
zayıflayacağını da işaret etmiştir. Şurası da açıkça gösterilmiştir ki, bir
kimse, ~b\r gayrı müslimin muhabbetine yakalanırsa, ya onun imanı zayıflamıştır
veya imanı tamamen ortadan kalkmıştır. Fakat hususî ahvalde bunda faideler
olduğu takdirde, tevessül edilebilir.
Buna rağmen yine de bu kabil evlenmeler pek makbul bir iş sayımlamış tır. Bazı
ahvalde de bu iş tamamen menedilmiştir. Bu yasağın sebebi de, müslüman
camiasına gayrı müslimlerin
girmelerini Önlemek iğindir. Girdikleri zaman, ihtimal, münasebet almayan ahlâkî ve itikadı
vaziyetlere tesir icra edebilirler.
Zat-ı alilerinizin şu
sualine gelelim: îslâmî hükümet sadece niçin otuz, otuz beş sene devam etmiş ve
daha fazla sürmemiştir? Bu husus mühim bir tarihî meseledir. öiz, islâm tarihim
iyi tahkik edip, derin mütalâa buyur-saydınız, böyle bir neticenin sebeplerini
anlamanız pek zdt olmayacaktı. Herhangi bir kimse.temayüz edip, hu-s;i3Î
şekilde bir cemaate liderlik ederek, bir yaşayış nizamı düzenlerse, bu cemaat
de bu nizamı tam olarak yü -rütmeğe muvaffak olduğu takdirde, böyle bir rejimin
devam edebilme şarü ilk l'derden sonra gelecek olan liderlerin de seçkin
kimselerden olması gerekir. Sonraki liderlerin de ilk liderler derecesinde bu
usullere inanmaları lâzımdır. Liderlik öyle bir zümrenin elinde bulunmalıdır
ki, bu idareci kadroyu umum halk da desteklemelidir. Aynı zamanda bu zümrenin
idare edeceği halkın da hiç olmazsa büyük bir kısmının bu ideal nizamın kültür
ve terbiyes ne vâkıf olmaları lâzımdır. Başta liderin ve daha. sonra da idareci
kadronun söz dinletme kudretine mâlik bulunmaları icabeder. Buna mukabil halkın
da söz dinleme seviyesi olmazsa, bu usul silinir gider ve bunun yerine de
başka usuller ortaya çıkar. Bu mühim noktaları iyice zihnimize yerleştirdikten
sonra, şimdi: islâm tarihine göz gezdirebiîiriz.
Nebî Salîallahu aleyhi
ve sellem zamanında medenî bir inkılap ortaya çıktı. Yeni, bir yaşayış nizamı
kuruldu. Bu sayede Arabistan ülkesinde ayrı bir ahlakî inkılap (Mora!
Revolution) meydana geldi. Zat-ı Saadetlerinin liderliği ile temiz kimselerden
ufak bir gurup hazırlandı. Bütün Arabistan halkı onların* önderliklerini kabul
etti
ler. Fakat zaman
ilerledi. Hülefa-i Raşidin devrnde ülkeler fethedildi, islâm memleketleri hızla genişledi. Fakat nizamın sağlam bir şekilde yerleşmesi
aynı hızla devam edemedi. Çünkü, o
zamanki neşir işi bugünkü gibi kolay değildi. Tâlim ve terbiye işi de bugünkü
kadar hızla geliştirilemiyordu. Nakil vasıtaları da zaman im ızdaki gibi
değildi. Bu sebeplerden dolayı İslâm camiasına girmiş bulunan bir çok insan
zümreleri; ahlâkî ve zihnî ve~ amelî bakımdan Islâmî harekete çabuk intibak
edemediler. Bunun neticesinde de İslâm diyarında, îslâmın hakikatini
anlamış" ve bu nizamın ruhuna vukuf
kesbetmiş kimseler azınlıkta kalıyordu. Olgun olmayan müslüman-iarm
sayısı bunlara nisbetle pek fazla idi.
>Bu zümre, usulen müslünıan hak ve hukukundan istifade ederek islâm camiasının içinde bulunuyorlardı. Gerçek ve
doğru m üslürn anlarla aralarında bir fark
gözetilmiyordu. Bu sebepten
dolayı Hazret-i Ali: Radiyallahu Taalâ anh devrinde irtica hareketleri (reactionary movements)
baş gösterdi. Müslümanların büyük
bir kısmı bu hareketin tesiri altında kaldılar.[380]
Bu tarihi hakikati
öğrendikten sonra, biz, Islâmî hü-kûmet'n 30 _ 35 sene devam ettiğine ve niçin
bu müddetten sonra devam etmediğine başka sebep araştıracak değil 's. Bunun
için de üzülmemize bir sebep de yoktur.
Bugün, eğer biz, salih
ve temiz bir zümre hazirlaya-bilirsek ve bunlar arasında Îslâmın menşeine uygtm
bir şekilde ahlâk ve terbiye yayılırsa, ve zamanımızda elde mevcut bulunan
vasıtalardan da istifade ederek bir îslâ-mî nizam tertip edersek, elbette ki,
yalnız kendi ülkemizde değil, be'ki dünyanın başka ülkelerinde de bir aİılâkî
vp medenî inkılap
vücuda getirebiliriz. Biz şuna da inanıyoruz ki, böyle bir ahlâkî ve medenî
zümreyi yetiştirip .'şleri onların eline teslim edersek, herhalde insanlara önderlik
etmek bundan böyle herhangi bir partinin eline gcçnıiyecektir. Şimdi siz,
müslümanların bugünkü vaziyetini gözönüne aldığınız için, bizim sarılmak
istediğimiz ve hedefimizi teşkil eden böyle bir hükümete ve böyle bir nizama
«tutunamaz» nazarı ile bakıyorsunuz.
Eğer temiz ahlâk,
sahibi insanlar iş sahasına atdır-larsa, o zaman siz de inanacaksınız ki,
yalnız müslünıan halk değil, belki Hindu, Hiristiyan, Parsı ve başka kavimler
de bu nizama sarılacaklardır. Kendi dinî liderlerini bırakıp bu nizamı
yönetenlere güveneceklerdir, işte bunun için, tâlim terbiye görmüş ve iyi
yetiştirilmiş bir aiimre ile bu nizamı tanzim etmek ve hazırlamağı göz önüne
alarak, bunun kuvveden fiile çıkması için Hak Ta-alâdan yardım etmesini niyaz
etmekteyim. [381]
Sual :
İslâm ülkesindeki
ekalliyet mezhepleri arasında, bu meyanda meselâ Hıristiyan, Yahudi, Buddah,
Çin, Parsı, Hindu ve saire, acaba müslümanlar gibi hak ve hukuka mâlik
olabilecekler mi? Acaba onlara da kendi dinlerini yaymak hususunda, şimdi bütün
Pakistan ve diğer müslünıan ülkelerde olduğu gibi, müsaade verilebilecek midir?
Acaba memlekette dinî ve yahut da yarı dinî dernekler, meselâ «Dinî Felaha
Erdirme Ordusu : Salvation Army» Katedral, Kanont, Sen Jan veya Sen Frans ve bunlara
benzeyen dernekler ve merkezler kapatılacak mıdır? (Nitekim bugün Seylanda
olduğu gibi, ayna şey, diğer başka bir kaç ülkede de görülmüştür.) Yoksa müs.
lüman çocuklara da geniş bir tolerans tanınarak, o teşkilatların merkezlerine
gitmelerine ve orada modern eğitim yapmalarına müsaade edilecek midir?
Acaba, içinde
yaşadığımız şu yirminci yüz yılda ekalliyetlerden cizye almak münasip olabilir
mi? Mademki bu ekalliyet zümresi, ne askerî hizmetlerde çalıştırılabilecekler
ne de hükümet işlerinde herhangi bir vazifeleri olacaktır. (Milletlerarası
insanlık hakları ışıği altında acaba bu sınıf hükümete ne derece sadakat
gösterebilirler?
Cevap :
İslâmî ülkede gayrı -
müslim zümre bütün medenî haklar (Civil Rits) bakımından aynı haklara
sahiptirler. Fakat Siyasî Hukuk (Political Rights) bakımından müs-lümanlarla
aynı haklara sahip değillerdir. Bunun sebebi de şudur: islâm'da hükümet
nizamını yürütmek mesuliyet1 yalnız Müslümanların üzerine yüklenmiştir. Her nerede
olursa olsun, Îslâmî hükümet idareyi elinde bulunduruyorsa, orada Kur'an-ı
Kerim ve Sünnet tâlimine uygun bir şekilde hükümet işleri yürütülür. Gayrı -
müs-limler, Kur'an-ı Kerime ve Sünnet ahkâmına inanmadıkları iç'n pek tabidir
ki, bu ahkâmın dairesinde çalışamazlar. Hükümetin mesuliyetlerine de iştirak
edemezler. Bu bakımdan, müslümanlar ülkenin düzeni ve asayişi gibi bütün bu
gibi mühim mevkileri ellerinde bulundurmak zorundadırlar.
Gayrı - müslim
hükümetlerin çalışma şekli samimî olmayıp, münâfıkane bir şekildir. Bunun tam
aksi olarak, îslâmî hükümetin çalışma tarzı doğru bir istikamete bağh o.lup
tamamen imana istinat eder. Müslümanlar apaçık şu esası kabul etmiştir ki,
herhangi bir işte veya herhangi bir sahada çalışırsa çalışsın, kendisini Allah
Taa-lânın karşısında bulunduğunu bilir. Bunun için İslâmî hükümet, gayrı - müsl
imlere de son derece müşfik davranmak zorundadır. Müslüman, gayrı müslimlere
yalnız kâğıt üzerinde «Milli ekalliyet» (National Mnorities) haklarını
tanımakla kalmaz. Onların fülı haklarını kendilerine teslim eder. Bir kimse bu
hususta şüphe ederse, o zaman Amerikadaki Zenci (Negroes) lerin vaziyetlerini
gözönüne getirebilir, Yahut da Rusyadaki gayrı - komünistlerin veya Çin ve
Hindistandaki müslümanların durumunu düşünebilir. O ülkelerde bu gibi
cemaatlere nasıl muamele edildiğini de hesaba katmak lâzımdır.
Asıl hayrete şayan
olan cihet şurasıdır ki, niçin biz başkalarından utanarak, açıktan açığa kendi
mesleğimizi, kendi fikrimizi ortaya koymayalım? Ve neden mesleğimiz tc fikrimiz
üzerine işlerimizi yürütmeyelim,?..
Gayrı - müslimlerin
propaganda yapmaları meselesi ne gelince, şu nokta da vardır ki, biiz kendi
eılimizle kendi kökümüzü baltalayacak değiliz. İntihara da hiç bir niyetimiz
yoktur. Bu ahmaklığa da göz göre göre razı olamayız. Kendi ülkemizin içinde
bir ekalliyet ortaya çıkarıp karşımıza dikmek, akıl kârı olabilir mi? Yahut da
yabancı sermayeye arkasını dayayarak yabancı hükümetlere
güvenip bizim için baş belâsı
olmalarına da hiç lüzum yoktur.
N'tekim uzun müddet Türkiyede Hıristiyanlar böyle yapmışlardı.
Hıristiyan
misyonerler, yer yer mektepler ve hastaneler yaparak, müslümanların imanlarını
satın almak ve yeni yetişen müslüman neslini kendi milletine yabancı kılmak,
(De - Nationalise) için çalışmalarına müsaade etmek, bence kendi milletimizi
intihar yoluna götürmeli dernektir. Bizim idaremiz altında bulunan yerlerde bu
liuauslar üzerinde elbette ki, son derece titizlikle durmak lâzım gelecektir.
Ecnebilerin kasıtlı
olarak giriştikleri bu eğitim faaliyetleri, ilk bakışta bazı köksüz ve manevî
yapımızdan uzak olan şahıslar için, faydalı olduğu ileri sürülse dahi, gerçekte
bu gibi dıştan güdümlü çalışmalar islâmlar için bir dejenerasyon hareketi
olduğu bilinen bir husustur. Fakat pek uzak olmayan bu neticeleri görmek onlar
için imkânsızdır.
îslâmî hükümette gayrı
- müslimlerden alman cizye nıuhtel f şekillerde alınır. Bir ülke ya
fethedilmiştir. Yahut da muahedelerle İslâm ülkesine katılmış olabilir. Muahede
ile olunca, bu muahede gereğince cizye tahsil edi-IL: Fethedilmiş ülke ise,
umumî cizye ahkâmı üzerinden cizye alınır. Fakat Pak'stan bu iki şeklin hiç
birisi ile Müslüman diyarı haline gelmediğinden bence bu ülkeriin gayrı
müslimlerinden cizye almak için Şer'an bir zaruret yoktur. [383]
Sual :
Anayasayı tefsir
etmek hakkı kime
aittir? Tefsir organın mı yoksa
adliyenin mi vazifesidir?
Eski Anayasada bu hak
adliyeye verilmişti. Yeni Anayasada bu hak Adliyeden alınmış Teşriî organa verilmiştir.
Böyle bir değişiklik, Adliyeye mahsus olan salâhiyetlerin daraltıldığına dair
itirazlara sebep oluyor vebu hakkın Adliyenin elinde kalması isteniyor. Bu
mesele hakkında bir zat şu fikri ileri sÜFÜyor: îslâmm ilk devrinde Adliyenin
işi sadece davalara bakmaktı. Kanun tefsiri ve şerh etmek işi Adliyenin
yapacağı işlerden değildi. Adliye bu hususta bir selâhiyete mâlik bulunmuyordu.
Kanunun do^ru ve yanlış olduğu hakkında da mütalâa serdedemezdi. Böyle bir
fikir doğru mudur? Doğru ise ne derece doğru olabilir?
Cevâp :
Zamanımızın kanun ve
Anayasa meselelerinde, îslâmm ilk devirlerine mahsus durumu gözönünde bulundurmak
gerekir. Fakat bu şekilde istidlal edenler daima şu büyük farkı gözönünde
bulundurmalıdır: O zamanki içtimaa vaziyet ile bizim bugünkü içtimaî
vaziyetimiz bir değildir. O zamanın iş- başında bulunan idarecileri ile bu
devrin iş başında bulunan idarecileri de aynı değildir.[384]
Hülefa-i Raşidin
devrinde Halifenin kendisi, Kur'an ve- Hadis âlimlerinin en büyüklerinden biri
idi. Temiz ve doğru bir kimse olduğu için de bütün müslümanlarm itimadını ve
güvenini kazanmış bulunuyordu. Yaşayaşta karşılaşılan herhangi bir mesele, onu
din yolundan dön-düremezdi. O zamanının Şûra Meclisi azaları da aynı şekilde,
millet arasında dini en fazla bilenlerden ve herkes-uen ziyade dine bağlı olan
kimselerden teşekkül etmişti. Bu. seçkin şahsiyetler içinde, din hususunda her
ne şekilde olursa olsun, ihmâl gösterecek kimse yoktu. [385]
Nefsin neva ve hevesi ve bu gibi şeyler, onların hiç bir zaman dinlerinden
döndüremiyeceği gibi, müslümanlar da bıuılann ne suretle olursa olsun bid'at
koyacaklarına veyahut da îslâm yolundan başka bir yola sapacaklarından endişe
etmezlerdi. İçtimaî kütlenin çoğunluğu yine o devirde din rengi ile
boyanmışlardı. Hiç bir kimsenin herhangi bir değişiklik yapmağa ne cesareti
vardı ne de böyle b'r şeyi düşünebilirdi. Hiç bir ;kimse de îslâm ruhuna
aykırı herhangi bir hüküm veya karar vermeği aklından geçiremezdi. Bu yüksek
ölçü o zamanki adalet'sisteminde de mevcud idi. Kadılık (Hâkimlik) makamına
yüksel-m:ş bulunan şahsiyetler Kur'an ve Sünnet hususunda dikkatli kimselerdi.
Son derecede muttakî, ahlaken titiz ve temiz şahıslardı. Onlar, İlâhî kanuna
kıl kadar tecavüz etmeği düşünmezlerdi. Teşriî ve adlî organların vaziyeti de
böyle bir vasatta ahenk içinde idi. Bütün kadılar davaları Kur'an ve Sünnetin
ışığı altında görürler ve karara bağlarlardı. Herhangi bir zaruret karsısında
ieti-had etmek zorunda kaldıkları hususlarda da islâm ruhuna uygun bir şekilde
ietihad ederlerdi. Bir kadının tek başına ietihad edip hükme bağlamasına imkân
olmayan hususlarda da kadı kendi başına ferden ietihad etmez, meseleyi Halifeye
veya Şûra Meclisine arzeder ve onların toplu îctihadları üzerine bu husustaki
Şeriat ahkâmını tay:n ederdi. Bu mevzularda toplu ietihad müessesesi Öyle ince
eleyip sık dokurdu ki, din usullerine tamamiyle mutabık bulunurdu. Bu devirde
şu da vâki değildi ki, kadılar, Şûra Meclisinin kanun olarak ilân ettiği
hükümlerden başka, bir noktayı nazar takip etsinler. Nitekim, her-hang bîr
kanunu, kabul etmekte müsaadeleri bulunsaydı bunun esası şu olabilirdi ki, bu
kanun aslında kanunun esasma — yani Kur'an ve Sünnete —> muhaliftir.
Kur'anın ve Sünnetin açık hükümleri bulunan hususlarda da kanun yapılamazdı.
Kanun yapmak, ancak «Naaş» bulunmayan
hususlarda olabilirdi. Ve ancak böyle meşe-lelerde zarurî olarak ietihad yoluna
gidilirdi. Bu gibi durumlarda da elbette ki, toplu ietihad. ferdî ietihaddan
daha çok güvenilir durumda olurdu, isterse toplu içti -hadda bazılarının
reyleri diğerlerine uymasın.
Şimdi, şurası da
malûmdur ki, bugünkü durum o zamanki durum değildir. Ne bugün devletin başında
buhı-nan ne de kanun vazeden meclis azaları, Hülefayi Raşi-din devrinin hükümet
başında bulunan kimsedir. Ne de bugünkü kanun vaz'eden müessese azaları, o
zamanki Şûra Meclisi azaları gibidirler. Nf de bugünkü hâkimler, o zamanki
kadılar vasfmdadırlar. Ne de kanun yapmak ve kanun tefsir etmek hususunda o
zamanki titizliği gos -termek imkânı vardır. Durum böyle olunca, şimdi bizim,
kendi Anayasamızın tefsiri için Hülefayi Ragidin devrindeki vaziyeti gözönünde
tutarak onlann, zamanındaki şekilde bir müessese kurmadan önce bugünkü
vaziyete dikkat etmemiz icabeder. Ancak bu tetkikten sonra, o dev-r^n
benzerine dönelim. Bugünkü vaziyete göre, sert meseleleri alâkadar eden
hususlarda son merci ne icraî organ, ne teşriî, ne adliye ne de müşavere
heyeti olabüir. Ancak müslümanların tam manasiyle güven duydukları bir müessese
olabilir. Şeriatı tahrif edip, bozma yolunu tutan ictihadlar, müslüman efkârı
umumiyeyi menfî olarak tesir altında bırakmaktan başka bir netice veremez.
Böyle olunca milletin güveni sarsılır. Anayasa hükümleri b'r tarafta dursun,
alalade hükümlerde bile, şeriatın hilâfına, karar vermek ve her ne şekilde
olursa olsun bir meseleyi indî şekilde karara bağdamak tehlikeden uzak nin
mevcudiyeti şarttır ki, kanun vazeden teşrî organın nin mevcudiyeti şarttır ki,
kanun vazeden teşri organın ölçü dışına çıktığını görürse, hemen karşısına çık^ır
ikaz vazifesini yapabilsin. Böyle
bir kurul veya idare de elbette ki Adliye ile olabilir. [386]
İçinde bulunduğumuz şu
günümüzde, Cumhuriyet nizamının, en iyi nizam olduğunu ileri sürüyorlar.
Islâ-mî siyaset nizamı hakkında şöyle düşünüyorlar: İslâm uzamının da büyük bir
kısmı, Cumhuriyet rejimi esası üzerine kurulmuştur. Benim düşünceme göre,
Cumhuriyet rejiminin bazı noksanlıkları vardır. İslâm bu noksanlıkları da
bertaraf etmek istemiştir. Bu noksanlıkları aşağıda sıralıyoruz :
1. Başka
siyasî rejimlerde olduğu gibi. Cumhuriyet rejiminde de nihayet iktidar fiilî
olarak ve amelen halkın ekindedir, deniyorsa da yine bu iktidar gerçekte birkaç
kişin'n elinde toplanmış bir nevi danışıklı dövüş şeklinde ertaya konmuş ve
yine halk bu şekilde kandırılmış, oluyor. Böylelikle, çoğunluk hâkimiyeti :
(plutoc racy) veya zümre hâkimiyeti
(Oligarchy) şeklini alıyor.
Bu nokta nasıl
halledilecektir?
2. Halkın çeşit çeşit ve birbirine zıd
görüşlerini aynı zamanda gözönünde bulundurmak ruhî bakımdan kolay iş
değildir. Cumhuriyet ise, halk mesuliyeti esasına dayandığından bu işin içinden
nasıl çıkılacaktır?
3. Halkın
çoğu cahil ve bilgisizdirler. Bunlar
saf. ve sade insanlardır. Çok vakit ihtiyatsız olarak, şahısları putlaştırma
yolunu tutarlar. Şahsî garazlarının
peşinde koşanlara kapılırlar. Bunlar da halkı sapık yola sürükleyebilirler. Bu
vaziyet karşısında Cumhuriyet rejiminde milletvekili seçimi ile işi idare
etmek mümkün olabilir mi?.
4. Halkın
isteği ile, Meclise girecek olan mümessiller ve vekiller toplanarak bir idare
kurulu meydana getirirler. Bu meclisin pek tabiidir ki, bir çok âzası olacaktır.
Bunların da meseleler hakkında muıbahasa ederek işleri karara bağlamaları kolay
olabilir mi?.
Zat-ı faziletlerinden
ricamız bu hususların, bir Islâ-mî hükümette hal şeklinin çarelerini izah
buyurmalarıdır. Bu mühim meselelere nasıl çare bulunacak ve ibu işler üasıl
düzene girecektir?
Cevap :
Zat-ı alilerinin,
Cumhuriyet rejimi hususunda ortaya attıkları tenkîdlerin hepsi doğru ve
yerindedir. Fakat bu meselelerde son karan vermek için evvelâ bir kaç nokta
üzerinde zat-ı alilerinin nazarı dikkatini çekmek ıcabeder.
İlk sual şudur :
İnsanî muameleleri yürütmek için herhangi usul sahih ve doğru bir usuldür?
Acaba, halka ait meselelerde halkın rızası gözönünde bulundurularak, halk ile
müşaverede bulunulup meseleleri onların istedikleri gibi mi halledelim ve
onların rızasına göre mi muamelelerde hüküm verelim ve onların itimatlarım
kazana-lak, güvenler ni sağhyarak mı işleri karara bağlayalım? Yahut da, bir
zümreyi veya birkaç şahsı işin basma geçirip oturtalım ve onlar da kendi keyiflerinin
istediği gibi mi meseleleri halledip işleri yürütsünler? Halkın rızası olup
olmadığını düşünmeden mi işleri devam ettirsinler? Birinci şekil doğru ve
delillere istinad ediyorsa, o zaman bizim için ikinci' şekle dönmeğe ne lüzum
vardır? tkinci şekle dönmenin kapısı artık kapanmış bulunuyor demektir. Buna
göre, bütün bahislerin birinci şekil üzerinde cereyan etmesi lâzımdır. En doğru
yol da budur.
Başka bir nokta da
şudur ki, zaman zaman Cumhuriyet usulü ile çalışan bir hayli hükümet şekilleri
ortaya çıkmıştır. Dunlardan hangi şekil tecviz edilecektir? Yahut hangileri
tercih edilmeyecektir? Bunların çok çeşitli şekillerini bir tarafa bırakalım da
Cumhuriyetin asıl usul ve maksadı üzerinde duralım. Acaba, bu şekilde ne yapılırsa
maksada uygun olur ve muvaffakiyet yolu tutulmuş olabilir? O zaman bunun
muvaffak olmasının üç sebebi vardır :
Birincisi : Cumhur . u
Halk, mutlak muhtar ve mutlak hâkim farzedilmektedir. Bu itibarla
Cumhuriyetin. tam muhtariyeti ve işlerin idaresinin tam ihtiyaratı Cumhur-u
Halkın üzerinde olduğu ileri sürülüyor. Halbuki insanın kendisi aslında
kâinatta ihtiyar sahib: değildir. İnsanlardan teşekkül etmiş bulunan Cumhur-u
halk nasıl olur da bir hâkimiyete ehliyet kesbeder? O zaman tam salahiyet ve
tam ihtiyar sahibi bir Cumhuriyet kurmak için çalışılanın manası, hâkimiyetin
birkaç seçkin kişinin eline geçmesini sağlamak demektir. İşte îslâm, ilk
adımda bu hastalığa çare bulmuştur. Islâmda Cumhuriyet bir esasi kanun üıerine
bağlanmış ve orada kâinatın asıl hâkimi (Sovereign) tayin edilmiştir. Cumhur-u
Halk da bu kanuna sarılarak işlerinin yürütülmesi yolunu tutmuşlardır. Buna
göre Cumhuriyet idaresinin başında bulunanlar tam salâhiyet ve tam ihtiyarat
sahibi değillerdir. Bu böyle olmayınca Cumhuriyet de muvaffak olamaz ve
muvaffakiyet yolunda yürüyemea. Ademi muvaffakiyetin sebebi de burasKİir.
İkincisi : Hiçbir
Cumhuriyetde halk şuurlu ve ahlak sahib': olmadan Cumhuriyet yüruyememiştir.
îslâm, bu sebepten dolayı bütün İslâm camiasının fertlerinin terbiyesi
üzerinde durmuştur. Bu meselenin esası şudur: îs-lâmda fertlerin fert olarak
herbir şahsın iman duygusuna sahip olup, yani Hak Taalâ karşısında mesuliyet
hiss ni duymaları lâzımdır, lalamın esas ahkâmı da buna bağlıdır. Bu hususta
birşey eksik olursa, o zaman Cıan-huriyetin de muvaffakiyet imkânları azalmış
olur.
Üçüncüsü :
Cumhuriyetin muvaffakiyeti için mutlaka uyanık ve mazbut bir umumî reye
ihtiyaç vardır. Bu umumî rey ancak o zaman doğru olur ki, camianın efradının
hepsi iyi insanlar olsun ve salih kimselerden teşekkül etmiş bulunsun. Hiç
olmazsa çoğunluğu teşkil eden zümre, iyi insanlardan ve faziletli kimseler
olmalıdır. O zaman böyle b:r hükümetin yürüyebilmesi için içtimaî nizamda
herhangi bir fenalık ve kötülüğün girmesine meydan bulunmaz.
Böyle bir cemiyetten
çıkan üstün karakterli idareciler, işlerin yürütülmesinde büyük
muvaffakiyetler kapanırlar. Bunun içindir ki, îslâm bizi her hususta hidayet
kılmış ve doğru yolu da bizim önümüze koyarak göstermiştir.
Yukarıda belirttiğimiz
hususlar bir araya gelirse, o zaman öyle bir Cumhuriyet teşekkül eder ki,
muvaffakiyet yolunda devam eder ve yürür gider. Onun bu şartlar içinde
yürümesinde hiçbir kimse kabahat bulamaz. Şayet bir kusuru olursa o zaman bu
cumhuriyetin mensupları hemen bu kusuru giderir ve ıslah ederler. Bu ıslah ve
düzeltmeden sonra şöyle bir mesele de vardır: Cumhuriyet sistemi tedrici
olarak bir çok ıslahattan sonra beli: olan bu son şeklini almıştır. Fakat henüz
hakikî şeklini almış değildir. Daha bir hayli noksanları yardır ki, bu hususların
da tamamlanması gerekir. [388]
Sual :
Bir zamandan beri
ortada şöyle bir rivayet dolaşıyor
: Pakistan devlet başkanına veya
hükümet reisine «Emirel-müminin» yahut da -«Halifetül-müslimin» ünva-m ile
hitap edilsin. Bu düşünce
hususunda biraz daha fazla bilgi sahibi olmak lâzımdır. Hükümet başkanının ve devlet reisinin bir
«feshetmek» hakkı meselesi de vardır. Nitekim Hazret-i Ebu Bekir Sıddıyk
Radıyallahu Ta-a'â anh, sahabilere karşı «veto» hakkı kullanmıştır. Bu mesele
münkirlerin zekât vermekten kaçındıkları ve nübüvvet iddiasında bulunanların kesin
bir şekilde tedibi için cihad hükmü verildiği sırada vuku
"bulmuştu. Haz-ipt-i Ebu Bekir, o zaman sahabilerin ileri sürdüğü nazariyeleri
cerhederek, onların reylerini reddeyleyerek cihad hükmü vermişti. Bunun için de
şer'î delil ileri sürmüş ve bu delil ile «veto» hakkına benzer bir kanun
sağlamış ve ortaya koymuştur.
Bu mevzuyu aydınlatmak
için Cenab-ı Vâlâya (Zat-ı devletlerinize) bazı sualler tevcih edilmiş
bulunuyor. Ümit ederiz ki, bu suallerin cevaplarım bize açık olarak
bildirirsiniz. Kıymetli cevabınız bizleri memnun
edeceği
şüphesizdir.
1. Acaba Hazret-i Ebu Bekir
Radıyallahu Taalâ anh. bugünkü manada «veto» hakkı mı kullanmıştır?
2. Böyle bir
«veto» hakkı kullanmış ise, bunun şer'î de'"i var mıdır? Veya yok mudur?
Var ise nedir?
Cevap :
Dört Örnek Halife
devrinin hükümet rejimi ile bugünkü devlet başkanlığı ve hükümet nizamı
arasında yerle gök arası kadar fark vardır. O devirle bu devir arasındaki halk
arasında da fark vardır. O devirde verilen bu karardan ve o devrin islâm
tarihinden halkımız haberdar değillerdir. Ben bu mevzuyu gayet mufassal olarak
ele aldım. [390] Bu hususta o bahisleri
gözden geçirmeli. Buradan şu mesele açık bir şekilde aydınlanmış oluyor ki,
Hilâfet nizamında «Veto» denilen hak ne demektir ve ne şekilde tefsir
edilecektir. B*unun salâhiyet ve ihtiyarat dairesi nereye kadardır? O, «Veto»
bizim bugünkü Anayasa ıslah işimizdeki «Veto» hakkından tamamen ayrı ve
bambaşka bir şeydir. Hazret-i Ebu Bekir, sadece iki meselede istidlal ederek
böyle yapmıştır. Biri Usâme meselesi, diğeri de .nürtedler aleyhine verilen cihad-
kararı. Bu iki meselede Hazret-i Ebu Bekir, kendi şahsî reyi üzerine karar
vermişti. Ve kendi reyi için Ki-tabullah ve Sünnet-i Resulullah'tan istidlal
etmişti.
Usâme meselesinde
istidlal şöyle idi: «Böyle bir iş Nebî Sallallahu aleyhi ve sellem zamanında
vuku bulmuş olsaydı ne yaparlardı? Ben de Zat-ı Saadetlerinin halifesi cJmak
hasebiyle ne yapmalıyım? Bu gaileyi bastırmak benim için bir farzdır. Ben
hiçbir şey değiştiremem ve yeni bir şey de ortaya koyamam», demişti.
Mürtedler meselesinde
de istidlal şöyle idi: Bir kimse namaz ile zekât arasında fark gözetirse ve
namazı kılacağım da zekâtı vermiyeceğim derse, o zaman böyle bîr kimse mürted
durumuna girer. Böyle bir kimseye
müslüman demek hatadır. Buna göre, bu güruhun delilleri kabili kabul değildir.
İsterse bunlar «La fiâhe İllallah» demiş 'olsalar dahi... Madem ki, Islâmm
esas şartlarını ifâ etmek istemezler ve bu şartlan ifâ etmemek için de diretirler, bunlar
mürted sayılırlar ve bunlara karşı kılıç kullanmak lâzım gelir.
Bu deliller
karşısında, Sahabey-i Kiram, Hazret-i Ebu Bekirin emirlerine boyun eğdiler ve
onun dediklerini kabul ettiler. Eğer bu mesele bir «veto» meselesi ise, o zaman
da yine Allah'ın Kitabı ve Resulullahın Sünneti tahtında bir «veto» dur. Kendi
başına müstakil bir «veto» değildir.
Gerçekte bu hususa
«veto» demek de sahih değ ldir. «Veto» demek hatalı ve yanlıştır. Nitekim,
Hazret-i Ebu Bekir, istidlal ederek, ihtilâfı halletmiş ve Sahabeyi Kiramı
ikna eylemişti. Sahabe de bu hususun sahih oldu. ğırna kanaat getirmiş ve hep
birden razı olmuşlardı. Kanaat ettikten sonra da eski reylerinden rüeu
etmişlerdi. [391]
Bir zamandan beri
şöyle bir sual üzerinde durulmaktadır : Araba İslâm'da esas insan hakları
garanti altına alınmış mıdır, alınmamış mıdır? Sadece Avrupa tarihlerine ve
Avrupanuı siyasî sahada ilerlemesinin seyrine vâkıf olan kimseler,
bilgisizliklerin-cîen, bu hususta asü ilerleme yalnız Avrupa ülkelerinde
olagelt-miştir, diye düşünmektedirler.
Eu düşünce temelinden
yanlış ve hatalı bir düşüncedir. Halbuki, islâm, «insan haklarını» garanti
altına aldığı zamanlar, dünyada kimse insan hakkı denilen nesneden haberdar büe
değildi <Işte ilhami hidayetin mûcizesidir ki, yaşayış sahasında bu esası
izah etmiş ve inam düşüncesinin ulaşabildiğe kadar bunu anlatmıştır.)
Mevlânâ Seyyid Ebu'l -
A'lâ Mevdûdî Sahîb de I^ahor'da bir külüp'de yapılan toplantıya davet edilmesi
üzerine vermiş olduğu konferansta, insan haklarına temas ederek insanî hukuku
her cephesiyle şerh etmişlerdi. Halil Hanıidî Sahîb de bu konferansı o zaman
kaleme almışlardı. Burada
aynen nakledilmektedir.
İnsan haklan, bir
taraftan Islâmî Hükümetin Anayasasının (düstur) ayrılmaz bir cüz'ti olduğundan,
diğer taraftan da talanım bütün zabt ü rabtı bu esasa dayandığından, bu
kitabın üçüncü kısmına bu hukukun nelerden ibaret olduğunu anlatmakla-başlıyoruz. [392]
Biz nıüslümanlan
alâkadar eden mesele şudur: İnsan haklan bizim için yeni bir düşünce değildir.
Başka, milletlerin nazarında bu hakların tarihi belki U.N.O. (United Nations
Organisation) «Birleşmiş Mîlletler Teşkilâtı» ile başlasa da bizim için
ehemmiyeti yoktur. İsterse bu mesele İngilterenin (Magna-Gharta) sn «Şahsî
Hürriyet Kanunu» ile başlasın yine biace bir mesele teşkil etmez. Bizim bu
husustaki düşüncemiz çok eskidir. Bu vesile ile insan hakları üzerinde durmak
ve insanlığın esas haklarını izah etmek hususunda, arzedeyim ki, ilk evvelâ
insan haklarının ortaya çıkış tarihini gözden geçirmek ıcabeder.
Temel haklar nelerdir?
Hakikatte bu tuhaf bir
meseledir. Yeryüzünde bir insan, insanlar arasında insanlık hususunda kendi
kendisine şöyle bir sual sorabilir: İnsan olan benim temel haklarını
nelerdir? İnsandan başka bu kâinatta yaşayan öteki mahlûkat da vardır. Onların
da bir hakları olması icabetmez mı? Bu hakları, fıtrat kendisi ortaya koymuş
tur. Siz kendi kendinize bu haklan ortaya çıkarmamışsınız.
İnsandan başka diğer
mahlûkat düşünce sahibi değildir. Yalnız insan düşünce sahibi olduğundan acaba
benim haklarım nelerdir diye kendi kendine bu suali.,.teıvciiı edebilir. Bu
sualin neticesinde de bu hakların nelerden ibaret olduğunu tayin.eder. O zaman
bu haklar da belir, miş ve kararlaştırılmış olur.
Şu da tuhaf bir
meseledir ki, kâinatta bir şu kadar mahlûkat arasında hiç birisi, insanın kendi
hemcinslerine karşı yaptığı muameleleri yapmaz ve <îwmım insana karşı reva
gördüğü hususları reva görmez. Hattâ görüyoruz ki, hayvanlar arasında bile
Öyle- bir hayvan yoktur ki, kendi cinsinden olan diğer hayvanların üzerinde tahakküm
etmeğe kalksın. Yahut da yine kendi cinsinden olan hayvanların üzerine sebepsiz
saldırsın.
Fıtratın kanunu bir
hayvani başka bir hayvana gıda maddesi olarak kararlaştırmış ise, gıda ihtiyacı
olmadan bir hayvan diğer bir hayvana taaruz etmez. Herhangi bii1 yırtıcı hayvan
da gıda zarureti olmadan veya bu ihtiyacını gördükten sonra, sebepsiz yere
başka hayvanın üzerine çullanıp öldürmeğe kalkmaz. Hayvanlardan hiç birisi de
kendi cinsinden olan hayvanlara, insanların kendi cinsinden olan insanlara
yaptıkları muameleler gibi muamele etmezler. Belki bu, Hak Taalânm insanları
hayvanlardan üstün olarak yarattığı ve hayvanlardan efdal kıldığının
neticesidir ki, insan böyle muamelelere baş vuruyor. Yine bu Allahu Taalânm
atâ kıldığı zekâ ve kuvvetin mucizesidir; însan bu dünyada harikulade işler başarıyor.
Arslanlara bir
bakalım: Şimdiye kadar arslanlar birbirleriyle dövüşmek için bir arslan ordusu
kurmamışlardır. Herhangi bir köpek, şimdiye kadar ibaşka bir köpeği köle
olarak kullanmağa kalkmamıştır. Herhangi bir kurbağa başka kurbağaların ağzını
kapatmağa yeltenmemiştir. Ista sadece insan, kendisini Hak Taalânm hidayetlerinden
müstağni zannederse, o zaman elinde bulunan,, veya herhangi bir vesile ile
eline geçmiş olan kuvvet ve kudreti kendi cinsinden insanlar üzerinde denemeğe
kalkar. Kendi cinsinin efradına karşı zulüm ve zorbalık yolunu tutar.
İnsan, yeryüzünde
yaşayışa adım attığı zamandan bugüne kadar, bütün hayvanların yapamıyacağı bir
şekilde kendi cinsinin üzerine saldırmıştır.
Yalnız ikinci dünya savaşında neler olduğunu söylemek kâfidir. Bununla
da isbat ediliyor ki, insan herhangi bir şekilde olsun diğer insanların hak ve
hukukunu gözönünde bulundurmak istememektedir. Sadece Hak Taslanın insana
göndermiş olduğu hidayetlerin sayesinde ve peygamberler vasıtasiyle gelen
ahkâm karşısında insanlık haklarına vukuf kesbetmiştir. Hakikatte ise, insana
insanlık haklarını tayin eden, insanın kendisi değil, insanı yaratmış bulunan
Halik'dir. Nitekim, ancak Halik, insan hak-iarınm nelerden ibaret olduğunu ve
nelere dikkat etmek lâzım geldiğini de mufassal bir şekilde insanlara bildirmiştir.
İçinde bulunduğumuz
devirde insan hakları anlayışının ilerlemesi;
Elbette şurasını da
nazarı itibara almak icabeder ki, insan hakları üzerinde îslâmî nazariyeyi
ortaya koymadan önce, bir kere insan hakları meselesinin tarihçesine göz atmak
yalnız faideli değil, hatta lâzımdır.
1.
Ingilterede King John (Kral Con) 1215 milâdî senede «Magna Charta» yi yürürlüğe
koydu. Bu iş, (Ba-rons) derebeylerinin tazyiki neticesinde ortaya çıktı. Bu
husus Kral ile derebeyleri arasında bir nevi anlaşma mahiyetinde birşeydi. Bu
anlaşmada emirlerin yani derebeylerinin istekleri daha fazla nazarı İtibara
almıyordu: Fakat bu anlaşmadan halkın hak ve hukukundan bırşey bahis mevzuu
değildi. Sonradan halk bu anlaşmanın içinden bazı manalar çıkardılar ki, bu iş
de, anlaşmayı ya.-zanlarm kendilerini bile hayretler içinde bıraktı. On yedinci
asırda Kanun ile meşgul olan zümre şu hususu ortaya attılar: Bir suçun tahkiki
sırasında, kaza mercilerinin karşısına çıkılmadan (Traü by Jury) sebepsiz yere
hapsedilmek, adalete muhalif (Rights of Habcas Corpus) olup caiz değildir.
İngiltere vatandaşlarından vergi almak hakları da yalnız muayyen şekilde
olacaktır, keyfi olmayacaktır.
2. Tam
Paine, 1737 - 1809 Pomflit'in «insan Hakları»
(Rights of Man) Avrupa efkârı umumiyesi üzerinde büyük tesirler icra
etti. Avrupalının fikrinde yeni bir inkılap vücuda getirdi. Pomflit 1791 de
Avrupa ülkelerinde insan hakları düşüncesini yaydı. Bu zat, ilhamı dine
inanmıyordu. Eassen o zaman Ilhamî din
(Vahy ile gelen din, Peygamberlerin getirdikleri din) rJsyhinde cereyanların Avrupaya yayıldığı
devirdi. Bu yüzden Avrupa halkı, Ilhamî dinlerde insan haklarından bahsedilmediği
kanaatine sahip bulunmuyorlardı.
3.
Fransız inkılabı tarihinin
parlak sahifelerinden biri
de «tnsan Hakları Beyannamesi» dir. (Declaration of tbe Rights of Man). Bu
beyanname de 1789 da ortaya çıktı. Bu da 18 nci asrın içtimaî, felsefî
nazariyelerinin ve bilhassa Roussau'nun içtimaî ıslahat fikirlerinin (Social Contract
Theory) semeresi idi. Burada millî hâkimiyet,
serbestlik, eşitlik ve frtrî hak ve
hukuk ispat edilmeğe çalışılıyordu. Burada rey hakkı, kanun vaz'ı hakkı, vergi meseleleri ve vergi
alma haklan.efkârı umu-miyenin kontrolüne bırakılıyor ve suç tahkikin n de
ka-zaî meclis (Trail by Jury) de isbat edilmesine çalışılıyordu. [393]
Bu insan hakan
beyannamesini, Fransız Anayasasını hazırlayan kurul, o zamanki İnkılap
devrinde Anayasanın basma koyup, bunun için Anayasada bir yer ayırdı.
Anayasada da bu hususa çok ehemmiyet verildi .
4. Amerika
Birleşik Devletlerinde, on maddelik ıslahat kanunu meyanında ingiliz
Cumhuriyet mefkuresini ihtiva eden bütün hak ve hukuka yer verildi.
5. İnsan
hakları ve vecibeleri ehemmiyet kesbettik-ten sonra, Bogota konferansında 1948
'Amerika hükümeti de bu haklan nazarı itibara aldı ve ehemmiyetle üzerinde
durdu.
6. Sonra
Birleşmiş Milletlerin nazariyesi ve mefkuresi meyanında yavaş yavaş ikmal
edilmiş bir şekilde her cepheden nazarı d'kkate alınarak ele alındı. Ve en son
«înternational humain's rights» «Milletlerarası insan haklan beyannamesi :
Âiemî Menşur-î Hukuk-i İnsanî» adı ile ortaya kondu.
1946 senesi aralık
ayında Birleşmiş Milletlerin umumî toplantısında mevcut beyannameye şöyle bir
madde de ilâve ed'lip, insanlar arasında «iskatı cenin»: (Genocide) (Çocuk
düşürtmek) de milletlerarası kanun hilafı bir cürüm olarak kabul edildi.
Daha sonra 1948 aralık
ayı «iskatı cenin» hakkında cezalar tertiplendi ve bu suçun önüne geçmek için
bir karar imzalandı. 12. Ocak. 1951 de bu karar yürürlüğe gird\. Bu karara da
«iskatı cenin» tavsif edilip aşağıda yazüı bulunan fiillerden herhangi birini
yapmak suç sayıldı. Yani herhangi bir millî, nesebi veya ahlâkî (Etir-cal)
zümre veya bunun bir kısmını ortadan kaldırılma: cürüm addedildi.
1.
Herhangi bir zümrenin
fertlerini öldürmek.
2. Bu gibi
Mmselere dimağı veya cisim ağır zara: verdirmek.
3. Bu
fertlerin üzerine, bilerek yaşayışlarını bozmak için bir kıa-im kimseleri
saldırtmak. Yani böyle b^r saldırının maksadı, bir züreyi ortadan kaldırmaya matuf olacak.
4. Herhangi bir zümrenin zürriyet organlarını
bozmak ve doğurmalarına mani olmak.
5. Zorla bir zümrenin çocuklarını başka b:r
tarafa nakletmek ve devşirmek.
10. Aralık. 1948 de
ortaya çıkan Milletlerarası İnsan Haklan Beyannamesinin mukaddem1 esin de şöyle
deniyor:
«Süsas insan haklan,
insan fertlerinin şeref ve hay--üyeti bakımından, katim ve erkeğin eşit hakları
olmasını
gerektirir.»
Ve yine Birleşmiş
Milletlerin kuruulşunun gayesi anlatılırken şu husus da ileri sürülmüştür :
«İnsan haklarına-'
hürmet edilmesini sağlamak, nesil, .ûmıre, lisan ve din imtiyazı
gözetilmeden-bütün insanlara temel serbestliği gözönünde tutmak ve
milletlerarası ok iş birliği yohina gitmek...»
Yine bu şekilde
Birleşmiş Milletlerin 55 nci oturumunda şu beyanname neşredildi:
Birleşmiş Milletler
Kurulu, insan haklarına ve her. kıs için âlemşümul hak ve hürriyete hürmet
göstermeli ve muhafaza etmek için çalışır.
Bu beyanname hakkında
hiçbir devlet mümessili muhalif rey ileri sürmemiştir. Yalnız, bu beyannamede
sadece umumî sözler ileri sürüldüğünden muhalif rey beyan edilmedi. Zira mevzu
bahsedilen prensiplerin teferruatına inilmiyor, sözle iktifa ediliyordu.
Milletlerarası herhangi bir anlaşma da yoktu ki, beyannameye imza koyan hükümetler,
verdikleri söze bağlı bulunmağa zorlanabilsinler. Ve milletlerarası bu kanunu
yürütmek yolunda hükümetleri zorlamak mümkün olsun. Şu noktayı da açık olarak söyleyelim
ki, bütün bunlar sadece bir ölçü olmaktan başka bir şey değildi. Yalnız böyle
bir ölçü gözönünde bulundurulmağa çalışılıyordu. Halbuki, bazı devletler buna
bile rey vermekten kaçınmışlardı. Yani ne lehde ne de aleyhde rey
kullanmışlardı. [394]
Görüyoruz ki, bu
beyanname, insanlığın bu dünyadaki en iptidaî haklarını hiçe sayan hatta yok
eden devletler tarafından neşredilmektedir. Buna rağmen yine de kendilerini
dünyanın en medenî ve en ileri milletleri olarak ilân ediyorlar. Ve böyle bir
durumda da müstemlekelerini ellerinde tutmak istiyorlardı. [395]
Bu kısa beyanımızdan
sonra anlaşılıyor ki, bu hususa ait Avrupa düşüncesinin tarihi iki yüz küsur
seneyi aşmamaktadır. Bu belli tarihten önce insan haklan diye bir mefhum
tahayyül bile edilmiyordu. Bundan başka, eğer bugün bu haklardan
bahsediliyorsa, bunun arkasında herhangi bir mesned (Authority) ve herhangi
bir ic-raî kuvvet (Sanction) da mevcut değ Mir. Bu beyanname sadece iyi bir
temenniden başka bir şey olamaz.
Buna mukabil, İslâm
insan haklarını Kur'an'-ı Kerimin beyanında ve bilhassa îslâm Peygamberi
Sallallahu Aleyhi ve Sellemin Veda Haccında irad buyurdukları hutbede ortaya
koymuştur. B'rleşmiş Milletlerin veya Av-rupanm bu düşüncesinden çok daha önce
ve çok daha evvel îslâm kendi milleti için, ister akide bakımından olsun, ister
ahlâkî ve dinî bakımdan olsun, bu hükümlere itaat edilmesini farz kılmıştır. Bu
hak ve hukukun korunması hususunu da Sat-ı Risaietpen ahileri, kendi devri saadetlerinde
nazarı dikkate aldıkları gibi, Hülefa-i Raşidin fevrinde de nazarı itibara
alınmıştır.
Şimdi, İslâmda bu hak
ve hukukun ne şekilde kaim kılındığım etraflıca
anlatmağa çalışacağım: [396]
Kur'an-ı Kerimde
dünyanın ilk cinayetinden bahis vardır. Bu, insanlık tarihinin ilk hadisesidir
ki, bir insan başka bir insanın canına kıymıştır. Bu hadiseden de ilk defa b'r
insanın başka bir insanın canına ve yaşayışına hürmet etmesi meselesi ortaya
çıkmıştır. Oradan anlaşılıyor ki, bu dünyada herkesin bir yaşama hakkı vardır.
Kur'an-ı Kerim'de hadise anlatıldıktan sonra şöyle bu-yuruluyor:
Hiç bir kimseyi
öldürmemiş ve yeryüzünde herhangi bir fesat çıkarmamış olan birisini her kim
öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim de bir kimsenin hayatım
kurtarırsa, o da bütün insanlaın kurtar-rmş gibi olur. Mâide, 32).
Bu âyet-i kerimeden
anlaşıldığına göre, bir insan öldürmek, bütün insanlığı öldürmek gibidir. Buna
mukabil bir insanın hayatını kurtarmak da bütün insanların hayatını kurtarmak
gibi oluyor. Burada hayat kurtarmak kelimesi «thya» : (Yaşatmak) tabiri ile
beyan edilmiştir. Başka bir tabir ile, bir kimsenin hayatını kurtarmak demek,
onu yaşatmak, ona yaşayış vermek demek oluyor. Bu işde vahuz iki husus istisna
edilmiştir. Birincisi; bir kimse başka bir kimsey Öldürürse, öldürülen kroşenin
kısasına karşılık bu kimse de öldürülebilir. İkincisi de herhangi bir kimse
yeryüzünde fesat çıkarmak isterse o imse de öldürülebilir. Bu iki ahvalin
haricinde insan yaşayışı ortadan kaldırılamaz ve bir kimse de öldürülemez [397].
İnsan yaşayışının ve canının korunması tâ tarihin ilk devirlerinden beri
aydmlatılmıştır. tnsan hakkında şöyle düşünmek de yanlış ve hatalıdır: «insan
karanlık devirlerde ortaya çıkmıştır. Kendi hemcinsini ÖL düre öîdüre, nihayet
ilerlemiş ve öyle bir vaziyete gelmiştir ki, artık insan, insan öidürmemeği
dlbüneb.M mistir.» Böyle düşünmek tamamen hatalı ve Hak Taalâ hakkında şüpheli
görüşe sürükler mahiyettedir. Kur'an-ı Kerimin bildirdiğine göre Hak Taalâ, tâ
başlangıçtan beri ve her zaman insanlara hidayet yolunu göstermiştir. Bu
hidayet yolunun içinde insanların insanlarla olan hak vr hukuku da
belirtilmiştir. [398]
Kur'anH Kerim'den ve
Resulü Ekremin gösterdiği h'dayet yollarından anlaşılan ikinci mesele de şudur
: Kadın, çocuklar, yaşlılar, yaralılar, hastalar ve buna benzer durumda
olanlara zorbalık etmek caiz değildir. —. Bunlar ister bizim kendi
milletimizden olsunlar, isterse biz'nı milletimizden olmayıp, başka
milletlerden olsunlar, yahut da düşman olsunlar. — Bir harp vuku bulursa o
zaman fertler esasen harp meydanında olurlar ve mesele değişir. Yoksa bunun
dışında tecavüz kat'î olarak men edilmiştir. Bu usul, İslâm'ın kendi kavmine
has değildir. Bütün insanlık için konmuş olan bir kanundur. Zat-ı
RisaletpenahÜerinin bu mesele üzerinde açık beyanları vardır. Hülefa-i Raşidin
devrinde de düşmanı karşılamak için, ordu sevk edlidiği zaman bu hidayetler
ordu efradına anlatılırdı. Düşmana karşı hücuma geçildiği zaman, «kadınlara,
çocuklara, yaşlılara ve yaralı hastalara eî sürülmeyecektir.» Denirdi. [399]
Yine Kur'ari-ı Kerimin
ve Hadis-i Şeriflerin teyid ettiği hususlardan biri de, kadınların iffetine
karşı hürmet göstermektir. Yani muharebede düşman tarafın kadınları — her ne
suretle olursa olsun — Müslüman ordusu efradının eline geçebilir; o zaman
kadınlara katiyen el sürmek yoktur. Kur'ana göre — herhangi şekilde olursa
olsun — fuhuş men edilmiştir. Haram kılınmıştır. İster kadın müslüman olsun,
isterse müslüman' olmasın; veya kendi milletimizden olsun, yahut da başka bir
millete mensup bulunsun, isterse bu kadın dost bir milletin kadını olsun,
isterse düşman memleketin kadını olsun, katiyetle el sürülmiyecektir. [400]
Vazedilmiş olan esas
kanunlardan biri de şudur: Aç bir insana — ne vaziyette olursa olsun — ekmek
verilecektir. Çıplak bir insan — ne durumda bulunursa bulunsun —
giydirilecektir. Yaralı ve hasta kimse — hangv ahvalde bulunursa bulunsun —
tedavi, edilmeğe hak kes-beder. Şurasına da asla bakamayacaktır ki, bu ac, bu
çıplak, bu yaralı veya hasta dost mudur, düşman mıdır? Bu umumî (Universal)
hukuk kaidesidir. Düşmana dahi aynı şekilde muamele edilecektir. Düşman tarafa
mensup bir kimse, bizim tarafımıza gelir yahut da getirilirse, ac olursa
karnı doyurulacak, çıplak ise giydirilecek, ac ve çıplak bırakılmayacaktır.
Hasta ve yaralı olursa önce tedavisi için çalışılacaktır. [401]
Kur'an-ı Kerim'in
koyduğu değişmez usullerden biri de şudur: İnsanlara karşı insaf ve adaletle
muamele edilecektir. Hak Taalânm bu husustaki emirleri şöyledir:
Herhangi bir kavmin
düşmanlığı sizi hiddetlendirip de adalet yolundan ayırmasın. Adalet yolunu
tutarsanız, bu takvaya daha yakındır. (Maide, 8).
Bu âyet-i kerinıe'de,
islâm, şu esası tayin etmiştir: İnsana karşı — tek bir insan ferdi ve yahut da
bir kavim ve insanlar topluluğu — her ne şekilde olursa olsun, adalet ve insaf
ile muamele edilecektir. Dostlara karşı adalet ve insaf gösterilip, düşmanlara
karşı adalet ve insaftan uzak kalmayı İslâm usulü tamamiyle reddetmiştir.
Onların hakkında da adalet ve insaf gözetilmesin. denmemiştir. [402]
Kur'an-ı Kerim'in bu
bahiste tayin ettiği usullerden biri de şudur: İyilik ve hakkı ortaya koymak
için yardım etmek lâzımdır. Zulüm ve haksızlık için yardım edilemez. Fenalığı
kardeş gibi yakınlardan birisi dahi yapsa ona dahi yardım edilmez. Bunun tam
zıddı olarak, iyiliği düşman dahi yapsa bu işde ona yardım etmek gerekir. Hak
Taalâ, bu bahisde şöyle hidayet buyurmuştur :
İyilik ve Allahtan
çekinmek için yardim ediniz. Günah ve tecavüz için yardjim etmeyiniz. (Maide,
2).
Burada iyilik
-kelimesi «Birr» lafzı ile bildirilmiştir. Bu kelimenin Arapça'da lügat manası
«hakkı yerine getirmek» demektir. Yani diğerlerinin de hakkını yerine getirmek
ve takva yani Allah'tan çekinmek için birbirinize yardım ediniz. Bu da Kur'an-ı
Kerimin daimî ve mus-ta&îl usullerinden biridir. [403]
Kur'an-i Kerim'in
ehemmiyetle üzerinde durduğu usullerden biri de, insanlar arasında eşitliği
ka;m kılmaktır. Bir kimse, diğer kimselere imtiyaz sahibi olmak isterse, bu,
ancak ahlâk itibariyle olabilir. Bu husus da Kur'an-ı Kerim'de şu şekilde
işaret buyumlmuştur :
Ey halk; Biz sizi bir
erkekten ve bir kadından halk-ettik. Ve birbirleninizle tanışasıniz d;ye ffa
kabileler ve oymaklara ayırttık. Elbette ki, Allah iıuiinde sizin en makbul
olanınız en fazla muttaki bulunan izdir.
(El - hücûrat, 13).
Bu âyeti-i kerime ile
anlaşılıyor ki, insanların hepsi de esasta bir ve eşittirler. Muhtelif
nesiller, soylar, muhtelif renkler, muhtelif diller hakikatde, insanlık âlemi için (her ne
şekilde olursa olsun) makul bir taksim
ve tasnif değildir.
İkinci mesele de
şudur: Mevcut bulunan bu taksim ve tasnif, sadece insanların birbirleriyle
tanışmaları cindir. Başka tâbirle bir kardeşlik eşitliği vardır. Bir kavmin
veya b:r kabilenin diğer bir kavme veya diğer bir kabileye (her ne şekilde
olursa olsun) imtiyazı ve üstünlüğü yoktur. Hukuk bakımından birbir' eriyle
eşit ve aynıdırlar. Allah Taalâ bir tasnif daha ileri sürmüştür. Bu tasnife
göre üstünlük lisanla, renkle, sDyla, ırkla değil, yalnız bir üstünlük varsa ve
iftihar edilecek bir mevzu bulunuyorsa, o da temiz ahlak ve üstün seciyedir.
İnsanlar fıtrî yaratılış bakımından birbirlerine eş olduklarından nesil ve
renk farkı ayrılık' sebebi olamaz. Başkalarının haklarına tecavüz etmek İçin
kimseye de bir hak tanınmaz. İftihar edebilmenin sebebi sadece Allah içinde
makbul ve temiz kimse olmaktır. Bu
mevzuda îslâmuı peygamberi de beyanda bulunarak, aydınlatmıştır. Zat-ı
Risaletpenahileri Mekkenin fethinden sonra, şu müh m gerçeği ilân etmişlerdir:
Ne bir Arabın bir
Acmıey ne de bîr Acemin Araba, ne bir beyazın siyaha, ne de bir siyahın beyaza
üstünlüğü yoktur. Üstünlük varsa, ancak takva iledir. Soy sop ile bir imtiyaz
yoktur.[404]
Yani üstünlük ve
imtiyaz ancak diyânot ve takva ile mümkündür. Meselâ bir kimse gümüşten d ğer
bir kimse de taştan başka birisi de topraktan yaratılmış değildir. Belki
insanların hepsi aynı şeyden yaratılmışlardır; ve bütün insanlar
eşittirler. [405]
Usullerden biri de
şudur: Herhangi bir kimseye ma-siyet etmek için hüküm veya emir verilem
yecektir. Bu iş bir kimseyi, ne iltizam ettirir ne de böyle bir şey için o
kimse itaat eder. Masiyet için em r verilirse itaat etmemek gerekir. Kur'an
hükümlerine göre, herhangi bir âmir, kendi eli altında bulunan diğerlerine mas
yet etmek ve kanunsuz yola gitmek için hüküm veremez. Âmir böyle bir iş için
hüküm verir yahut da câ z olmayan bir şekilde tecavüz etmeğe emrederse, böyle
bir âmirin ne hükmü dinlenir ne de emrine itaat edilr. Zat-ı Risaletpenahileri
de bu hususu şerh ederek şöyle buyurmuşlardır
:
Hiçbir mahlûk için,
Halika karşı mas-iyet yolunda itaat yolîtur.
Halikın caiz saymadığı
ve masiyet olarak bildirdiği hususlarda itaat etmek için kimseye emir
verilemez.. Ne hüküm verebilen buyruk sahiplerine böyle bir masiyet hükmü
vermek hususunda hak tanınmıştır; ne de hüküm verilenlere bu hususta itaat
etmeleri için bir emir verilmiştir. [406]
Bu da İslâmm muazzam
usullerinden biridir ki, zâlime karşı itaat etmek diye bir hak yoktur.
Kur'an-ı Kerim bu hususa da şöyle işaret buyurmuştur: Hak Taalâ, İbrahim
Aleyhisselâm'ı yeryüzünde halife kıldığı zaman, Hak Taalâ'dan, Hazret-i İbrahim
şöyle bir dilekte bulunmuştu. Hak Taalâ da şöyle buyurdu :
Seni halka .imam
kılmaktayım.
Hazret-i İbrahim de
dileğini arz etmişti :
Benim neslimden de
İmanı kıl! Diye dua etti.
O zaman Hak Taalâ'nın
işareti şöyle oldu :
Benim vadim zâlimlere
ulaşmaz. (Kakara, 124)
Bu âyet-i kerimeden
anlaşılıyor ki, zâlimlere karşı itaat etmek hususunda Hak Taalâ yazılı bir emir
vermemiş ve bu gibi kimselere itaat edi'mesini reddetmiştir. [407]
Nitekim imam Ebu
Hanife rahmetullahi aleyh de bu hususta şöyle buyurmuştur :
Herhangi bir zâlim,
müslümanlara imam olmak salâhiyetinde değildir. Eğer böyle bir kimse imam
olacak olursa, ona itaat etmek vâcib değildir.[408]
Böyle bir şahsa boyun
eğilmeyecek ve ortadan kaldırılması için çalışılacaktır. [409]
Islâmin insanlar için
kararlaştırmış olduğu esas hakların en mühimlerinden biri de bütün
müslümanlarm içtimaî işlerde ve hükümet meselelerine iştirak edebilme
nakkıdır. Hükümet halkın müşaveresiyle kurulur. Halk ile müşavere ederek,
işleri yürütür. Kur'an-ı Kerim bu hususta şöyle buyurmuştur :
Elbette ki, onları (yani
ehl-i imanı.) yeryüzünde hafife kılarız. (Sûre-i Nur, 55).
Halife kılınmak bir
veya muayyen şahıslar için olmayıp çoğunluk içindir. Nitekim, bazılarını değil
de «onları» buyrulmuştur. Yani «bütfın kavmin fertlerine halifelik veririz»
denmiştir. Demek oluyor ki, hükümet herhangi muayyen bir ailenin ve hanedanın
veyahut da bir zümrenin hakkı değildir. Bütün millet toplumunun ferden fert
hakkıdır. Millet efradı ile müşavere edilmeksi. zin, bu iş olamaz. Kur'an-ı
Kerim yine bu hususta şu İîâmî emri beyan etmiştir :
Onların işleri
(hükümet işi) kendi aralarında müşavere iledir. (Şûra, 38).
Ve yine :
tş hususunda (Devlet
işi) kendileriyle müşaverede btıhın. (Aî-i İmrân, 159).
Yani bu hükümet
müşavere ile yürütülür. Bu hususta Hazret-i Ömer Radıyallahu Taalâ anh'ın
sözlerinde de açık beyan vardır. Buyurmuştur ki:
Müslümanlarla müşavere
etmeksizin, kimsenin hükümet başına geçmeğe hakkı yoktur.
Hükümet idarec si
Müslümanlar razı olduktan sonra, iş basma geçebilir. Müslümanlar razı olmadığı
takdirde demek ki, bir kimse hükümet basma geçemez ve memleketin idaresini de
elf alamaz.
Bu hüküm gereğince,
demek İslâm, Cumhurî ve müşavere esasına dayanan b'r hükümet nizamı kaim
kılmak istemiştir. Bu da bagka bir meseledir ki, bizim talihsizliğimizden",
üzerimize padişahlar musallat olmuşlardır. Tahakküm de etmişlerdir. Fakat
böyle olmasına rağmen, İs-Iâm bunların bu şekilde padişahlık etmeleri için
müsaade etmemiştir. Ancak bunların padişah olup da bizim üzerimize musallat
obuaları yine bizim kendi ahmaklığımızın neticesinde olmuştur. [410]
Başka bir usul de
insan hürriyetinin korunması me-se'.?^:dir. Adalet hükmü hariç kimsenin
hürriyeti elinden
alınamaz. Hazret-i.
Ömer açık bir şekilde bu hususu belirtmiştir
:
tsiâmda hiçbir kimse
hak olmaksızın tutuklanamaz. (Hürriyeti selb edilemez.) [411]
Burada «Hak», adalet
demektir. Kanun ve nizam dairesinde adliye işi demektir. (Judic al process of LaW).[412]
Yani bir kimsenin
hürriyetini elnden almak şunu icabettirir ki, bu kimse bir gürümle itham
edildikten sonra, dava görülmeğe başlanıp, bu kimseye savunma fırsatı verisin
ve ancak bu şekilde dava bir neticeye bağlansın. Böyle olmadıkça, her ne
şekilde olursa olsun böyle bir işe adaletli is denemez. Bu iş ^alelade, akim
(Common Sense) .da icabıdır ki, itham edilene kendisini savunmak iç'n fırsat
verilmelidir. Bir kimse herhangi bir kuru itham ile yakalanıp hürriyeti
elinden alındıktan sonra böyle bir insana kendini savunma hakkı verilmezse,
elbette ki, bu çirkin tutum îslâmın adalet anlayışına sığmaz. İslâm Hükûmetinn
adliyesi demek, Kur'an hükümlerine tabi olmaktan başka bir şey değildir. [413]
Kur'an-ı Kerimin açık
bir şekilde ortaya koyduğu esas haklardan biri de mülkiyet'n — ferdî mülkiyet —
korunmasıdır. Hak Taalâ bu hususda şöyle işaret buyurmuştur :
Birbirinizin inalını
aranızda bâtıl yol ile yemeyiniz. (Biakara 188).
Eğer Kur'an, Hadis ve
fıkhı mütalâa edersek, şu sualin cevabını bulmuş oluruz; Başkalarının
mallarından istifade etraek ne- gibi yollarla mümkündür? İslâm bu yolları ve
bu şekilleri de mübhem bırakmamıştır. Bu iş için muayyen yollar ve usuller
vazetmiştir. Bu usullere göre kimse, gayrı - caiz şekilde mal iktisap edemez.
Hiç bir kimseye veya hiç bir hükümete, kanunu hiçe sayarak, konmuş olan bu
muayyen şekillerin haricinde yani tslâ-mm sarahatle beyan etmiş bulunduğu
şekillerden başka br şekilde, bir kimsenin mülkiye tine el uzatmak hakkı
verilmemiştir. [414]
Esas insan haklarından
biri de şeref ve haysiyetin korunmasıdır. Sûre-i Hücuratta bu hakkın mufassal
bahsi vardır. Meselâ bu mevzuda şöyle işaret buyrulmuştur:
Bir kavim başka bir
kavimle alay edemez.
Yani sizden bir zümre
başka bir zümreyi alay mev-znu yapmasın.
Birbirinize lakap
takmayınız.
Yani kelime uydurup
alay için birinin isminin başına veya sonuna eklemeyin.
Kiminiz, kiminizi
arkasından çekiştirmeğe kalkmasm. (Hücurat,
11 - 12).[415]
Böyle şeylerle
insanlar birbirlerinin şeref ve haysiyetleriyle oynamağa kalkmamalıdır. Bu
gibi fiiller men edilmiştir. Açıkça söyliyelim ki, insan ister yüzüne karşı
olsun, isterse arkasından olsun alay edilmekten hoşlanmaz. Lakap uydurup
takmak, meselâ (şaşı, topal, kam bur, sağır, cırtlak) gibi kelimeleri isimlerin
başına veya sonuna eklemekten b:r fayda elde edilmez. Herkesin izzet, şeref ve
haysiyetinin korunması garanti edilmiştir. Aynı şekilde yine halka karşı dil
uzatmak da men edilmiş bulunuyor. [416]
İslâmın esas
kanunlarına göre, herkesin hususî ve şahsî yaşayışı (privacy) muhafaza altına
alınmıştır. Kimse, başka kimsenin hususî ve şahsî hayatına müdahale edemez. Bu
hususta Nur sûresinde sarahat vardır :
Kemli evinizden başka
evlere girmeyiniz. Ancak müsaade şartiyle. (Nur, 27)-
Sûre-i Hücuratta şöyle beyan
buyrulmuştur:
Gözetleyicilj'lk etmeyiniz.
(Birbirinizin i>izli şeylerinizi gözetlemeyiniz.) (Hücurat, 12).
Hazret-i Resulü Ekrem
Sallallahu aleyhi ve sellem de bu hususa şu şekilde1 işaret buyurmuşlardır :
Kendi evinizden başka
bir kimsenin evini gözetlemek îııtkkı kimseye verilmemiştir.
Başkalarının
gözetlemesinden, herhangi bir şekilde müdahalesinden azade bir şek'lde
emniyetle kendi evinde oturması herkesin kanunî hakkıdır. Bunun gibi, yine
kimsenin, şu hakkı da yoktur ki, başka birine ait olan mektubu veya yazıya
müsaadesiz baksan. Nerede kaldı" ki, okusun. İslâm insanların şahsî ve
hususî haklarını tamamen muhafaza altına almış, evlerin gözetlenmesini açıkça
men etmşitir. Ancak, bir kimse çok mühim bir tehlikeye mâruz kalırsa, o kimseyi
tehlikeden kurtarmak için, hususî ahvalde bu gibi vaziyetlere baş vurula-Ülir.
O da bu.kimseyi ikaz edip kendisine tehlikeyi bildirmek maksadı için böyle b:r
harekete tevessül edilebilir. Yoksa her ne şekilde olursa olsun, bir kimseyi
gözetlemeği İslâm Şeriatı caiz saymamıştır. [417]
İslâmda esas haklardan
.biri de, b:r kimsenin zulme kiirşı direnme hakkıdır. Zulme uğrayan bir kimse
sesini yükseltip, zulme uğradığını ilân eder ve sesini istediği şekilde
yükseltlbilir. Hak Taalâ bu hususta şöyle işaret buyurmuştur :
Allah, çirkin sözler
söylenmesini ve sesin yükseltil
me&îni sevmez. Ancak zulme uğrayanlar
(hariç). (Nisa, 148).
Yani mazlum kimseye,
zâlimin karşısında sesini yükseltip uğradığı haksızlığı dile getirmek hakkı
tanınmıştır. [418]
Zamanımızda üzerinde
durulan mühim meselelerden biri de fikir beyanı hürriyetidir. (Freedom of
Bxpres-sion). Bu günkü istilanda böyle deniyor. Fakat Kur'an ıstılahında bu
mesele böyle bir ıstılahla söylenmemiş ve umumî olarak buna da «Emrün biLmâruf [419] ve
Neh-yün an il - münker» denmiştir. Bu husus sadece insan için bir hak olarak
tanınmakla kalmamış belki bu, insanlar için farz bile kılınmıştır. — Kur'andan
başka bu hususta Hadîslerde de işaretler vardır, — însana, iyilikleri
söyleyip, fenalıktan men etmesi farz kılınmıştır. Herhangi bir fenalık
görürse, sadece sesini yükseltmekle kalmaz, belki bu fenalığı ortadan kaldırmak
için de düşünmesi lâzım gelir. Böyle yapmak kudretinde olur da yapmazsa
günahkâr olur. Müslüman için, îslânı camiasını teiniz tutması farzdır. Bu
hususda bir müslümanın sesini kısmak ve söylemesi icabeden şeyleri söyletmemek
büyük bir zulümdür. İçtimaî işlerin iyi bir şekilde yürüyebilmesi için bir
kimsenin fikir beyanmm serbest olması icaıbeder. Bir kimse, iyilik için
çalışmış ise, sadece iyi bir iş yapmış ok makla kalmaz, kendi insanlığına düşen
vazifesini ifa etmiş olur. Buna göre herkes için fikir beyanında bulunmak
Islâmda serbest olarak kararla^tırümış oluyor. Kur'an-ı Kerim, Beni İsrail'in
alçaklığa düşme sebeplerfni beyan ederken, onların şu durumunu beyan etmektedir;
Onlar, biri birlerini, yaptıkları fenalıklardan men etmezlerdi. (Maide, 79)
Yani herhangi bir
kavim arasında öyle b'r vaziye't ortaya çıkar ki, o kavim içinde fenalıklara
karşı kimse sea çıkaramaz; bir şey söyleyemezse, o zaman gitgide bu kötülükler
bütün kavmi sarar ve o cbmiyetin dejenere olmasına sebep olur gider. Böyle 'bir
kavim de Allanın azabına müstahak olamaz da ne olur? [420]
Islâmda, Kur'an tâlimi
meyanında bir cümle, daha doğrusu bir âyet-İ kerime görüyoruz :
Iü, ikrâhe fi'd-dini :
Dinde zorlama yoktur. OBakara, 256)
Bu kaide insanların
düşünce serbestliği için konmuş bir usuldür. Bu usulle herkese akide ve fikir
serbestliği verilmiştir. Yani bir kimse isterse iman yolunu tutar, isterse
küfür yoluna gider.
İslâm'da fikir
hakkında kuvvet kullanmak zarureti iki yerde vardır. Biri, îslâmî hükümetin
istiklâl ve mevcudiyetini korumak maksadiyle cih,ad meydanında düşmana karşı
savaşıhrken,. İkincisi de memleket sathında emniyet ve asayişi ayakta tutmak,
fitne ve fesadı önlemek, cürüm ve cinayetleri ortadan kaldırmak, adalet nizamını
kaim kılmak iç;n..
Düşünce ve itikat
hakkında serbestlik hususuna gelince Mekkede müslümanlar Hakka inandıkları ve
Hak-"W iwyledik!eri için, on üç sene dayak yediler ve incit 1diler.
Nihayet isbat edildiki, gittikleri yol hakdır. Müslümanlar kendileri için,
böyle bir hakkı, bu şekilde kazandıklarından, başkalarının da böyle bir hakkı
olmasını elbette k', kabul ederler. İslâm tarihinin başından sonuna kadar,
bütün sahifelerini tetkik ettiğimiz takdirde göreceğiz ki, hiç bir zaman ve
hiç bir yerde müslümanlar, gayn müslİm reayayı (tebaa) İslâmı kabul etmeğe
zorla-mamışlardır. Kimseyi İslâmı kabul etmedin diye de öldürmemişlerdir.
Kimseye de dayak atarak Kelime-i Şe-hadeti s ö yi etme inişlerdir. [421]
îslâm, muhtel.f dinî-
zümrelerin, başka dinî zümreler aleyhinde harekete geçmek için çalışmalarını
reva görmediği gibi, böyle bir meseleyi de kabul etmez. E ir mezhebin
önderlerinin, diğer b'r mezhebin önderleriyle rekabete- girişmesine ve. bir
mezhebin mensuplarının diğer bir mezhebin mensuplarına eziyet etmesine müsaade
etmez. K'.ır'an'a göre herkes'n mezheb inanışlarına ve itikatlarda ve bu
mezhep mensuplarının önderlerine ve rehberlerine hürmet edilmesi
bildirilmiştir. Bu hususta Kur1 -ars-i Kerimin hidayeti şöyledir :
Allah'tan başkasını
çağıranlara küfür etmeyin. (El - En'âm,
108).
Yani muhtelif din ve mezhep
sâ'iklerinin akideleri ü serine ancak delil ile konuşulabilir. Onlara ileri
geri söylenip küfür.edilmez. Makul bir şekilde tenkid edilmelidir. Yoksa
onlara karşı kötü ve ç/rkin sözler söylenmemeli-dir. Birinin yok yere gönlünü
incitmek doğru değildir. £ İrine bu şekilde eziyet etmek de caiz sayılmaz. [422]
Fskir beyan etmek
hürriyeti ve söz söyliyebilmek serbestisinin iktizalarından biri de toplanma
hürr'yeti-dir. Bir toplumda muhtelif fikirlerin bulunması tabiî bir işdir.
Kur'an-i Kerim muhtelif yerlerde herkesin her hususta fikrin'n aynı şekilde
olmayacağını belirtmiştir. Bir usul ve bir nazariye etrafında toplanmış
bulunanlar bir millet vücuda getirdikleri halde yine bu camianın arasında bazı
hususî fikir mektepleri de bulunur. Bu f kir mekteplerinin mensuplarının
fikirleri bazan birbirine yakın olur, bazan da uzak olur. Kur'an-ı Kerim bu
hususta şu işarette bulunmuştur:
Sizin içinizden bir
ümmet olmalıdır ki, bunlar mârufu emretmeli, münkerden men eylemelidirler.
(Al-i tmran, 104).
Amelî ve fiilî
yaşayışta «iyiliğin» adına «mâruf» diyoruz. «Kötülüğe» de «münker» ismi
veriyoruz. Muhtelif düşüncelere göre bu ikisinin arasındaki farklar da
muhtelif olacaktır. Bu ihtilaflardan da yine muhtelif fikir mektepleri ortaya
çıkacaktır* Bundan daha açık bir şey olabilir mi ki? Zümreler ve partiler de
n'tekim bu şekilde ortaya çıkmışlardır. Ve nitekim, bizim fıkhımızda olduğu
gibi siyasî nazariyem'zde de muhtelif zümreler ve fikirler mevcuttur.
Sorulacak sual şudur ki, îslâmî Anayasada (Düstur) ve Hukuk beyannamesinde,
muhtelif fikir sahiplerinin fikirlerini beyan etmeleri yolunda toplanma
serbestisi hakkı var mıdır, yok mudur? Bu sualin en mükemmel cevabını Hazret-i
Ali ile Havaric'in karşılaşmaları had sesinde göreceğiz. Hazret-i Ali Radı.
yallahu Taalâ anh, böyle bir muhalif fikir cereyanı ile karşılaştıkları zaman,
bu fikir mensuplarına bir arada toplanmak için müsaade vermiştir. Ve o zaman
Haricilere şöyle buyurmuştu :
S:z eğer kılıca
davranmayıp da kendi nazariyenizi başkalarına kılıçla ve zorla kabul
ettirmezseniz, sizin için tamamen serbestlik vardır. [423]
İslâm tâlimine göre
insan ancak kendi yaptığı işden mesuldür.
Amellerinin cezasını
da mükâfatını da kendisi görecektir. Başkasının işlerinden ve başkasının
cürmim-<len dolayı bir başka kimse ne mesul olur, ne de ona suç yüklenip
ceza verilebilir. Kur'an-ı Kerim, bu usul hakkında şöyle hidayet buyurmuştur :
Kimse kendi yükünden
başka birisinin yükünü yüklenmez. (En'am, 1G3)
Başka birinin yerine
başka birini yakalamak Islâma-Kiğmadığı gibi, sakallının yerine bıyıklıyı da
cezalandırmak tslâm ölçülerine sığmaz. [424]
Islâmda herkese şu hak
tanınmıştır: Herhangi bir şekilde, "tahkik edilmeksizin ve ispat
olmaksızın, kimsenin hakkında sadece şüphe üzerine hüküm yürütülme». Bu bahis
hakkında Kur'an-ı Kerim'in açık hidayeti şöyledir: Herhangi bir suç hakkında
haber verilirse, derin araştırma yapılıp tahkik etmek gerekir. Olabilir ki, her
ne sebepten olursa olsun, bilmemezlik veya başka bir sebeple birisine
haksızlık edilmiş olur. [425]
Yine bu hususta
Kur'ari-ı Kerim şöyle işaret (buyurmuştur
:
Şüpheden tamamen
kaçınız, çünkü bazı şüpheler günahtır. (Hücurat, 12).
Hülâsa, îslâmra
insanlara bahşettiği haklar bunlardır, îslâmın düşüncesi tamamen açık ve
mükemmel bir şekilde insan yaşayışının başından beri verilmiştir. Her-şeyden
mühim mesele de şudur ki, bugünkü dünyada insan haklan (Declaration of Human
Rights) ilân edildiği halde, böyle bir beyannameyi icra edilebilecek bir müeyyide
"C müessir bie kuvvet yoktur. Sadece yüksek bir Ölçüt' .ı ve bir
temenniden başka bir şey olamamıştır. Bu ^üye de hiçbir millet amelî şekilde
bağlı değildir. Bu nevzuda
."<--'-!i bir muahede de yapılmamıştır. Bütün ıHİetleri gj bu haklara bağlı
bulunmak için mecbur ede-k bir şey de yoktur.
Fakat Müslümanların
durumları böyle değildir. On-;ar Ai'ah Taalânın kitabına ve O'nun Resulünün
SaUalla-k'd aleyhi ve sellem, sünnetine ve hidayetlerine bağlıdır-iar. Allah
tarafından O'nun Resulü, esas haklan tam bir aydınlıkla ortaya koymuştur,
İslânıî hükümet kurulunca da bu haklara dikkat etmesi icabedecektir. Böyle bir
hü-kûmet bu hakları hem müslümanîara teslim etmelidir, hem de diğer milletlere.
Bu iş içinde herhangi bir muahedeye ihtiyaç yoktur. Filan millet, bizim
milletimizin haklarını teslim o^./;-or, biz de kendi ülkemizde yaşayan o
milletin mensubu fertlere bu hakkı teslim etmeyelim diye de bir şey olamaz.
Belki müslümanîara verilecek o-lan bu haklar, müslümanîara da, bu müslümanların
dostlarına da, müslümanlarm düşmanlarına da aynı şekilde tanınacaktır. [426]
Anayasa I düstur)
bahisleri meyanında karışık meselelerden bîri de azınlıklar meselesidir. Bu
meseleler hakkında -sayısı? yanlışlıklar
ortaya çıkarıldığından zihinler karışmıştır. .
Mcvlânâ Ebu'l - A'lâ
Mevdüdî, istiklâlin hemen akabinde bu mesele üzerinde durmuş ve bütün
cepheleriyle bu mevzuyıı izah ederek, bir Isîâmi hükümette zimmîlerin
haklarının nelerden ibaret olduğunu açık lam "ştır, Mevlanâ, bu
makalesini tekrar g"özden geçirmiş
ve düzeltilmiş son şekliyle bu kitaba alınmıştır.
Adı geçen bu yazı
Tercürr..ırı ü! - Kur'an'da Ağustos 1948 de neşredilmişti. Makalede bir tarafta
Gayrı - İslâmî hükümetlerin Anayasalarında bulunan ekalliyet haklarından, diğer
tarafta da îslâm? hükümetteki gayrı - müslimlerin haklarından bahsederek
durum mukayeseli olarak
gösterilmiştir.
Bu şekilde, İslâmî
hükümetin gayrı - Müslimlere davranışiy--îe, diğer hükümetlerin ekalliyetlere
kerşı tutumları açık bir tarz-d«
ortaya çıkmış oluyor. (Hazırlayıcı) [427]
İslâmî hükümette gayrı
- müsTmlerİn haklanndan oahsetmeden önce, şu noktayı zihinlere yerleştirmek
icap eder ki, Islâmî hükümet hakikatte usulî (ideological) hükümettir. Böyle
bir rejim, millî cumhuriyetten (National Democratic) den bambaşkadır. Burada
bu iki ayrı ayrı rejime tabi olan hükümetlere göre, biz de bu meselenin
farklarını ayrı uyrı muhtelif eepheleriyle ortaya. koyacağız. O zaman bu mesele
etraflıca ve daha iyi bir şekilde anlaşılmış olacaktır.
1. tslâmî
hükümet kentli hudutları dahilinde oturan halkı şu şekilde tasnife tâbi tutar:
Ya bu halk, bu
hükümetin usullerine ve ideolojisine inananlardan müteşekkildir, yahut da
inanmayanlardan.
Yani ya bunlar müslumandırlal*,
yahut da gayri -muslinidirler.
1. Millî
hükümette ise halk şu bakımdan tasnife tâbi tutulurlar: Bu hükümetin hudutları
dahilinde bulunanlardan kimler bu hükümete mensupturlar ve kimler değillerdir.
Yani bu hükümeti- yürütenler esasda kimlerdir ve kimler değildir. Bugün bütün
hükümetlerin rejimlerinde halkı ikiye ayırırlar ve istilanda bunlara ekseriyet
ve ekalliyet (çoğunluk ve azınlık) derler. Ve bu iki ıstılahı kullanırlar.
2. telâmı
hükümette, hükümet ve devlet işlerini yürütmek bu hükümetin usulüne inanan
bütün halk efradına aittir. Kendi nizam ve intizamı dahilinde gayrı -
müslimle-re de münasip vazifeler verilebilir.
Fakat devlet reisliği
ve hükümet başkanlığı gibi işler onlara tevdi edilmez.
2. Millî
hükümette, devlet reisliği ve hükümet başkanlığı hususunda yalnız, kendi
efradı kavmine itimad eder. Vatandaşlardan olan diğer ekalliyet mensupları
böyle b;r hükümette itimada şayan ve güvenilir kimseler değillerdir. îsterse
bunu açıktan açığa söyler, tsterse fiiliyatta böyle yapar. Ekalliyet efradından
kimse kilit - ktalarda vazife göremez. Böyle bir vazife verilecek olursa,
sadece gösterişten ibaret kalır. Memleketin asayişi ile ilgili mühim mevkiler
de ekalliyete verilmez.
3. İslâmi
hükümet kendi rejimi bakımından su me-seieyî gözönünde bulundurmakla
mükelleftir :
Müslümanlarla» gayrı -
müslimler arasındaki farkı açıkça beyan eder ki, Hangi haklarm müslümanlara mahsus
olduğu ve hangi hakların gayrı . müslimlere ait olduğu Mlİnsin.
3. Millî
hükümetlerde bu şeküde söz oyunu yap -mak gayet kolay bir işt'r. Memleketin
bütün halkına, eşit haklara sahipsiniz denir, fakat bu haklar sadece kâğıt
üzerinde yazılı kalır. Fiiliyata gelince, her zaman ve her yerde, çoğunluğun
azınlığa karşı bir imtiyaz hakkı göz-önünde tutulur. B'öyle brr zeminde
azınlıklara fiiliyatta ve hakikatte bir hak tanınmaz.
4. İslâmi hükümet, kendi
tebaası içinde bulunan gayn -
müslimlerin karışık hakları
meselesini, onların bîr zimmîlik hakkı olduğunu kabul etmiş ve
kendilerinin korunmasını tekeffül (Garantee) ederek halletmiştir. Bu şekilde
onlara bir güven vermiştir.
Devlet kendi usulî
nizamı içinde ve işlerin hallü akdi meyanında onlara müdahale ettirmez.
Yine bu sınıfa siz ne
zaman isterseniz, İslâm usulü, nü kabul ederek müslüman olabilirseniz ve siz de
diğer fertler gibi idareyi elinde tutan cemaatın bir ferdi olabi-İİrsmiz ve siz
de idareye iştirak edersiniz, demiştir.
4. Millî
hükümet nizamında, hükümetin kendi milleti saydığı kimseler ile kendi
milletinden saymadığı kim-seJer arasında karışık işler,, halletmek için üç
yoldan birisi seçilebilir. Ya kendi milletinden olmayan bu fertleri istihlâk
edip devşirecek ve kendi, milletinden yapacaktır. İkinci şık olarak,
bunların-varlığını ortadan kaldıracak; uidürmek, soymak, dağıtmak gibi yollara
baş vuracak ve ziHimane bir şekilde .bu sınıfı memleketten kaçıracaktır.
Tütüncü tedbir olarak, kendi milleti içinde Açhot (Hindu ' mezhebinde bir nevi
afaroza uğramış, aşağılık görülen, el sürülmez, mundar cemâat) yapacaktır.
Dünyadaki diğer Cumhuriyet rejimlerinin çoğunda, bu gibi tedb'rlere ba^
vurulduğunu görmek mümkündür. Eski' devirlerde de böyle idi. Şimdiki, modern
çağımızda da bu usul değişm'ş değildir. Hindistan müslümanları bu durumun acı
tecrübesini tadmışlardır ve halen tadmaktadırlar.
5. İslâmî
hükümet, zimmî gayri - müslimler için, İslâm şeriatının tayin ettiği bütün
hakları kabul etmeğe v teslim etmeğe mecburdur. Onların bu haklarını ellerinden
almak, yahut da kısmak İslâm hükümetinin elinde değildir: Elbette ki,
müslümanlar isterlerse bu zinv mîlere şeriatee kararlaştırılmış bulunan
haklardan bir parça daha fazla haklar verebilirler. Fakat kendilerine fazladan
verilecek olan haklar, Islâmın usulleri ile muhalif olamaz. Ancak onların
haklarından bir şey de asla kısılamaz.
5. Millî
hükümet, ekalliyete ,br hak verecek olursa, yine bu hakkı da ekseriyet
(çoğunluk) verecektir. Bu haklan çoğunluk verdiğine göre, bir gün çoğunluk bu
haklan istediği takdirde azaltır veya çoğaltabilir. Yahut da tamamen ortadan
kaldırabilir. Çoğunluğun böyle bir hakkı her zaman için vardır. Böyle bir nizam
içinde azınlığın vaziyeti, çoğunluğun bu zümreye acıyıp acımamasına bağlıdır.
Azınlık, çoğunluğun kendisine acımağının sayesinde yaşayabilecektir. Hatta bu
sınıfa en iptidaî insanlara tanınan haklan da tanımayabilir. Azınlığın oöy-Ie
bir nizamda hiçbir garantisi olmadığı gibi, onlara bu hakların tanınacağına
dair, bir şey de tekeffül edilmez.
îşte İslâmm zimmîlere
karşı davranışı ile, millî Cumhuriyet rejimi hükümetlerin azınlıklara karşı
davranışla n arasında yukarda saydığınuz esaslı ihtilaflar bunlardır. Davranış
bakımından İslâmm diğer hükümet rejimlerine olan imtiyazı da bunlardır. Şu
kadar var ki, bu hususlar gözönünde bulundurulmadan insan meseleyi kanştınp
içinden çıkamaz bir hale sokacağı gibi, yanlış anlayıştan da kurtulamaz. O
zaman zanneder ki, bu günkü millî Cumhuriyet rejimi hükümetler, ekairyetlerin
veya azınlıkların haklarını teslim ediyormuş da İslâm, bu muamele hususunda
aç gözlülük edip de vermiyormuş.
îzah ettiğimiz bu
hususlardan sonra şimdi asıl mev-zuumuza gelebiliriz. [428]
İslâmî kanun, İslâm
camiası içinde yaşayan gayrı -müslim reayayı üç şekilde smıflandmr.
Birincisi; Sulh ve
barış yolu ile, yahut da bir muahede ile islâm camiasının içinde yaşamağı
kabul edenler.
ikincisi; Muharebe
ederken mağlup olup da İslâm camiasının içinde yaşamak zorunda kalanlar.
Üçüncüsü; Ne muharebe
ne sulh ne de muahede ile olmayıp İslâm ülkesinde Islâmî hükümetin arazisi
içinde bulunanlar.
Bu üç sınıf zimmîler,
umum zimme hakkında aynı şartlara tâbi iseler de yine birinci sınıf zimmîlerin
diğer ikisinden biraz farklı haklan vardır. Bunun için biz de ehli zimmenin
haklarını açıklamadan Önce bunların üçünün de ayrı ayrı vaziyetlerini gözden
geçirelim. Ve bunların haklarındaki hükümleri de ortaya koyalım. [429]
Bunlar, harpsiz yahut
da harp arasında itaati kabul edip teslim olanlardır. îslâmî hükümet ile hususî
şartlar dairesinde bir antlaşma, yaparak bu antlaşmaya bağlanırlar. Bunlar
hakkındaki İslâm kanunu şudur : Sum şartlan ne ise harfiyyen tatbik edilir.
Onlar sulh şartı olarak neleri ileri sürmüşlerse, İslâm hükümeti tarafından da
bu şartlar kabul edilmişse, bu haklar tamamiyle kendileri için tanınacaktır.
Düşmanı yola getirmek ve itaat dairesi içine almak için, bazan cömertçe
şartlar da konabilir. Bu şartlar nelerden ibaret ise aynı şekilde devam
ettirilir ve bunlardan bir şey eksiltilmez. Nitekim bugün ileri gelen medenî
milletler de siyasî antlaşmalan bu esas üzerine yürütürler. Kararlaştırılmış
şartlan bozmak, îslâmda sadece kanunsuz sayılmakla kalmayıp, bir haram ve
büyük bir günah diye bildirilir. Bu esasa göre, yapılmış olan bir antlaşmanın
şartları ister iyi olsun, isterse fena olsun herhangi bir değişikliğe
uğramadan olduğu gibi nazarı itibara alınacaktır. Ve bu şartlarda zim-mîlerin
aleyhine kıl kadar değişiklik yapılamaz, islâm rejimi ile diğer n zamların ve
bu iki sistemin birbirlerine karşı durumları (Relative Position) arasındaki
farkı dikkati nazara aldığınız takdirde, ne kadar büyük olduğu ortaya çıkar.
Resulullah Sallallahu aleyhi ve sellem buyurmuştur ki:
Siz bir kavimle
savaşıp onlara galip gelebilirsiniz. Onlar da mallan karşılığında (cizye),
canlarını ve çocuklarını kurtarmak isterler. (Bir rivayette sîzinle herhangi
bir sulh yoluna gitmek isterler.) O zaman siz ka-rurlaşmış olandan başka onlara
bir şey yükleyemezsiniz. Çünkü bu sîzin için doğnı değildir. Size caiz olmaz. [430]
Yine başka b:r hadisde
şöyle buyurulmuştur : Dikkat! Herkim, anlaşma yapmış olduğu birisine zûlm ederse,
yahut da onun hakkım kısarsa ve onu gücü ye.tmeytx!ek bir şey .içiıı zorlarsa,
veyahut da onun ver. inek istemediği bir şeyi zorla almak isterse, elbette ki,
biz, kıyamet günü onun (zorlanan kimsenin) sığmağı ve koruyucusu olacağız. [431]
Bu iki hadiü-i şerifteki
kel'meler geniş bir mana taşıdığından, bunlardan küllî kaideler istinbat
edilir. Bu kaidelere göre, zimmîlerle suih akdedilirken, sulh şartları tamamen
ve aynen nazarı itibara alınacaktır ve ona göre hareket edilecektir. Eu
şartlar üzerinde hiçbir değişiklik yapılmayacak ve hiçb'r şey kısılmayacaktır.
Bu gibi şeyler katiyen caiz değildir. Ne kendilerine haraç yükienecek, ne
onların arazileri ellerinden alınacak, ne binalarına el konacak, ne ağır
şartlı kanunlar tatbik edilecek, ne din ve mezheplerine müdahale edilecek ve ne
de haysiyet, şeref, izzet ve namuslarına saldınlacaktır. Zûlm ifade eden
herhangi bir fiile teşebbüs edilemez. Bu camiaya herhangi bir husus zorla
kabul ettirilmeyecek ve kudretleri dışında tekliflerde bulunulmayacaktır.
Bu hükümler üzerine
islâm Fukahası sulh yolu ile fethedilmiş bulunan ülkeler halkına karşı
yapılacak muameleler hakkında kanunlar tertip etmişlerdir. Bu kanunlarda
takip edilen umumî kaide, onlara karşı tutulan tavru hareket ve yapılacak olan
muamelede tamamen sulh muahedesine harfiyen uymak olmuştur.
İmam Ebu Yusuf, bu
mevzuda şu hususu belirtmiştir:
Sulh namede
kararlaştırılmış olan şey kendilerinden alınır ve bunun dışında birşey
istenemez.. [432]
Fethedilmiş ülkelerin
halka.
ikinciler; sonuna
kadar müslümanlarla savaşıp, müs-lümanlara karşı kılıç kuUanıp nihayet mağlup
olanlardır. İslâm orduları, bunların kalelerini ve istihkâmlarım yi -karak
ülkelerine fatihâne girmişlerdir. Bu ülkelerin halkı da ztmnıî olurlarsa
kendilerine bazı haklar tanınır. Bunların tafsili de fıkıh kitaplarında
anlatılmıştır. Aşağıda bu hükümleri hülâsa edeceğiz. Bu hükümlerle, bu gibi
ûmmîlerin vaziyetlerinin de kanun karşısında ne olduğu anlatılmıştır.
1. tmam
kendilerinden cizye almasını kabul eder etmez, bunlar ehli zunme hükmüne girerler.
Bundan böyle canlan, mallan, ırz ve namuslarım korumak mü&Hi-manlara farz
olur. Nitekim cizye kabul edilir edilmez, cizyenin kabul edildiği dakikada,
durum ne ise, Öyle kalir. [433]
Bundan sonra ne imama ne de diğer muslu-manlara, bunların emlâkine el koymak,
yahut <4a bunları köle yapmak ve esir etmek hakla yoktur.
Hazret-i Ömer
RadıyaHahu Taalâ anh, Ha«reU E»m Ubeyde Radıyallahu- Taalâ anh'a şöyle
buyurmuşlarda.
Sen onlardan cizyeyi
aldıktan sonra, artık seran ya. pacak bir i«?in kalmamıştır. [434]
2. Zimme akdi icra kılındıktan sonra, artık onlar kendi
yer ve yurtlarının sahibidirler. Mülkiyetlerini kanunî şekilde intikal
ettirebilir ve mirasçılarına bırakırlar, yahut da istedikleri gibi hibe eder,
alır, satar, rehin ta-rakır, hülâsa bütün bu jîklara sahip oIıf isla--mî hükümet onların yer ve
yurtlarından mal edinmek için bir
hakka sahip olamaz.[435]
3. Cizyenin
miktarı ödeme gücüne göre ayarlanır Durumları İyi olanlardan fazla,
ödeme güçlen iyi oJma-vanlardan daha az, büsbiitün fakir bulunanlardan gayet cüz'i alınacaktır. Hele hiçbir şeyi
olmayıp da muütaşdu-rumda bulunanlardan ve yalayışları diğerlerin» «M*ta-metine
kalmış olanlardan bir Şey tahsil edilmediği gibi kendileri de
gözetileceklerdir, icabında bir şey de verilecektir.
Cizye için hususî bir
miktar tayin edilmen^ olma, sına rağmen bu miktar öyle bir şekilde
kararlaştırılacaktır ki, ödenmesi mümkün olsun, ödeme imkânı bulunsun ve
ödenmesinde zorluk çekilmesin. Yoksa zamanımdaki bazı hükümetlerin vergi
dairelerinin tahakkuk ettı™ık" lcri vergiler gibi ödeme kabiliyeti var
mıdır, yok mudur diye düşünmeden, devlet hazinesinin menfaati
böyledir kabilinden vergi tahakkuku gibi ciaye yüklenmiyecektir.
Hazret-i Ömer, durumu iyi olanlardan aylık bir Rup-ya, (Türk parası ile bugünkü
üç lira) orta halli olan kimselerden bunun yarısı, durumu iyi olmayanlardan
ise ancak bunun dörtte birinin alınmasını kararlaştırmıştı. [436]
4. C'zye
alınanlar «Ehl-i Kıtal» (Combattans) :
savaşabilir kimseler olmaları nazarı itibara alınır. Savaşabilir kimselerden
olmayanlardan cizye alınamaz. Meselâ,
çocuklar-, kadınlar, deliler, körler, topallar, sakatlar, ibadethanelerin
hademeleri, dîn adamları, rahipler,
sinyas-tar (Hindu rahipleri),
yaşlı ihtiyarlar, senenin uzun bir müddetini yatakta geçiren hastalar,
cariyeler, köleler ve bu gibi kimseler cizyeden muaf tutulmuşlardır. [437]
5. Kılıç
zoru ile fethedilmiş bulunan ülkelerin mâ-bedlerinin müslümanlar tarafından el konması, müslü-manlara verilmiş bir
haktır. Fakat bu haktan istifade
ptmeyip, bu mâbedleri kendi halinde bırakmak yine müslümanlar için bir fazilet
ölçüsü diye bildirilmiştir. Hazret-i Ömer zamanında bu kadar ülke fethed^Miği
halde hamların hiç birisinin ibadethaneleri i>;. y.Ü£tırıiiiiiş ne de dağıt
tinim ad ığı gib' hiçbir şekilde teeavüs
edilmemiştr. tmam Ebu Yusuf Rahmetulîahi aleyii bu hususta şöyle yazmıştır :
Kendi halinde
bırakıldı. Ne yıktırıldı na de *"wav edildi. [438]
Her ne suretle olursa
oîsun, eski ibadethaneleri yıkmak, dağıtmak ve bozmak caiz sayılmamıştır. [439]Muhafaza
edilmesi tavsiye
edilmiştir[440]
Şimdi zimmîlerin umumî
haklarını gözden geçirelim. Bu haklar, üç çeşit zimmî için de aynıdır.
Canlarının
korunması :
Herhangi bir zunmînin
kanının Kıymeti, müalüman kanmın kıymeti ile aynıdır. Bu noktada ayrılık ve
gayrı-Uk yoktur. Eğer bir müslüman kasden bir zhnmîyi katlederse, müslüman da
kısas olarak katled lir. Hazreti Resulü Ekrem Sallallahu aleyhi ve sellem
devrinde bir müslüman bir zimmîyi katletmişti. O zaman Zat-ı Saadetleri kısas
olarak müslümanın katledilmesine hüküm vererek şöyle buyurdular :
Omm .immîliğme
herkesden ziyade benim sadakat göstermem gerekir. [441]
Hazret-i Ömer
Radıyallahu Taalâ anh zamanında Bekr ibn-i Va'il kabilesine mensup bir kimse,
Hıyra'da bir âmmîyi öldürmüştü. Zat-ı Hilafetpenahîleri katilin, maktulün
adamlarına verilmesini emretti. Nitekim, maktulün vârisleri de katili götürüp
öldürdüler.
Hazret-i Osman,
Radıyallahu Taalâ anh içendi zama-îiinda Ubeydullah ibn-i Ömer'in Radıyallahu
Taalâ anh'in katline fetva vermişti. Mesele şöyleydi: Zannediliyordu ki;
Ubeydullah şüphe üzerine, Hurımizân ile Ebû Lü'lü'-nün oğlunu öldürmüştür.
Bunun da sebebi, bu iki Iranh-nın Hazret-i Ömer'in kaüine iştirak etmiş
olmaları ihtimali idi.
Hazret-i Ali
RadayaUahu Taalâ anh devrinde bir müslüman bir zimmîyi Öldürmüş olmak ithamı
ile .yakalandı, ispat tamamlandı. Zat-ı Hilafetpenahîleri kısas ya-pılmasım
emrettiler. Öldürülenin kardeşi gelip, «Ben kaîumdan vaz geçtim». Dedi. Fakat
bu söz Halifeyi ikna etmediğinden, o şahsa şu suali sordu :
Yoksa karşı taraf seni
korkutup, tehdit ın.i etti?
Adam cevap verdi :
Hayır; Anladım ki,
katilin öldürüicı«siyle, kardeşim dîrümîş olmayacaktır. Bana diyet verilmesini
emrediniz.
O zaman, Zat-ı
Hilafetpenahîleri, kutilin bırakılmasını emrettiler ve bu hususta şöyle
buyurdular :
Bizim zimmîlîğimizi
kabul etmiş butunanlarüt kam bizim kanımız gibidir ve onların diyetti <Ie
bizim diyetimi* Sibi. [442]
Başka bir rivayette
Hazret-i Ali Radıyallahu Taalâ anh, şöyle buyurmuştur:
Bunlar zimmîliği kabul
ettiklerinden, onların malları bizim mallarımız gibidir ve kanları da bizim
kanlanınız[443]
Bu mevzu üzerine İslâm
fukahası hüküm koymuş ve bu husus şu esasa bağlanmıştır: Bir müslüman kasdî olmayarak
ve bilmeyerek bir zünmîyi öldürürse, o aaman verilecek olan diyet, aynen
müslümanlara verilecek olan diyet gibidir. Yani hata edilerek öldürülmüş olan
nıüslü-mana ne mikdar diyet verilirse, hata edilerek öldürülmüş olan Z;mmîye de
o kadar diyet verilecek ve kasden öldürülmüş bulunan zimmî için kısas icra
edilebilecektir. [444]
Ceza kanunları,
zimmîlerle müslümanlar için aynıdır. 'Cürüm işlendiği takdirde müslümanın
göreceği cezanın, aynısını zimmî de görür. Bir.mÜBİüman[445] bir zimmînin malını çalarsa, yahut da bir
aimmî bir müslümanın malını -çaldığı takdirde her ikisi de aynı cezayı görür.
Yani hır£izi]k suçunu işlediklerinden dolayı her ikisinin de elleri kesiliî. Br
zimmî erkek veya kadın için, zina ithamı olursa, veya bir müslüman erkek ve
kadın için, zina itham.', bulunursa, bunların hepsi de zina cezası görürler,
Ancak, burada başka bîr mesele vardır: Şarap içmek hu-susunda ^immîler cezadan
rmıafdırlar. [446]
Medenî ve mülkî
kanunlarda da müslümanlar ile zimmîler arasında hiçbir fark gözetilemez.
Hazreti Ali Radıyalîahu Taalâ anh, «Onların mallan bizim mallarımız gibidir.»
buyurmuşlardır. Bu cümlenin manası şu demektir ki, nasıl biz müslümanlar kendi
malımızı muhafaza etmek istersek, malımızın zayi edilmesinden hoşlanmazsak,
aynı şekilde onl-arm mallarının muhafazası da müslümanlar a farzdn*. Bu esasa
göre medenî ve mülkî kanun muvacehesinde de müslümanlarla zimmîler aynı haklara
sahiptirler.
Ticaret işlerindeki
usullere gelince, bizim için men edilmiş bulunan bazı usuller onlar için de men
edilmiştir. Diğer bakımdan, bi.zim için serbest olanlar onlar için de
serbesttir. Meselâ, bizim için haram olan faizcilik onlara da men edilmiştir.
Onlar için de haram sayılacaktır. Elbette k\ zimmîler için bazı istisnalar
vardır. Nitekim, şarap içmelerine birşey denemediği için bu nesnenin saUlması,
alınması ve yapılması için de bir şey söylenmiye-'çektir. Yine aynı şekilde,
müsliimanlara haram olan, fa kat z mmîlere haram olmayan domuz eti satmak veya
domuz beslemek, domuz etinden yapılmış yemek satmak işlerinden onlar men
edilmeyeceklerdir. Bu gibi, şeylerde haklar? teslim edilecektir. [447]
Bundan başka bir müs-lüman da tesadüfen bir zimmînin şarabını zayi eder ve
zarara sebebiyet verdiği takdirde, sebebiyet verilen »ararın tazmini lâzım
gelir. «Dürer ül - Muhtar» da şöyle deniyor
:
Bir Müslüman, bir
zimmînin şarabını ve domuzunu zarara uğratırsa, bunları tazmin edecek ve
bedelini ödeyecektir. [448]
Şereflerinin ve Haysiyetlerinin Korunması .
Zimmîye dille, elle
eziyet etmek ve incitmek yahut da küfür etmek, döğmek, dayak atmak, veya
zimmîye arkadan çekiştirmek dahi müsliimanlara yapılmış gibi caiz değildir.
«Durer ül - Muhtar» da bu mevzu şu şekilde yer almıştır:
Onun incitilmesinin
önüne geçilir ve arkasından çekiştirmek de bir müslümam arkadan gıybet gibi
haramdır.[449]
Zimmîlerle yapılmış
olan zimme akdinin müddeti, müslümanlar için daimîdir. Müslümanlar zimme akdine
bağlı bulunmalı ve bunu devam ettirmelidirler. Bu akdi bozmağa hakları yoktur.
Fakat zimmîlere istedikleri zaman zimmîlikten çıkma hakkı tanınmıştır.
«Bedayi» de bu mevzuda şu bilgi vardır:
Zimme akdi bizim için
korunması lâzfcm gelen bir haktır. Yani bir defa zimme akdi yapıldı mı biz onu
bozamayız. Fakat zimmiler için bu hususa iltizam yofetar. (Yani onlar
İsterlerse, zimmîlikten çıkabilirler. Buna bir diyemeyiz).[450]
Bir zimmî ne kadar
büyük cürüm işlerse işlesin, zim-mîlik hakkını kaybetmez. Hatta cizye vermekten
imtina bile etse, yine zimmîlik hakları ortadan kalkmaz. Aynı şekilde bir zimmî
bir müslümanı katletse, muhal farz, Hazreti Resulü Ekrem Salîallahü Aleyhi ve sellem
hakkında neûzu billah yakışık almayacak sözler söylese, bir müslüman kadınının
namusuna tecavüz etse dahi bütün bu müthiş suçlar zimme akdini bozmak için bir
sebep teşkil edemez. Bu kabil suçların cezaları muayyendir. Zimmî de alelade
bir mücrim gibi bu cezaları görür. İş'le-mş olduğu suçtan dolayı zimmîye âsi
sıfatı takılarak zimmeden çıkarılamaz. Ancak zimmeden iki şekilde çıkmak
vardır. Biri İslâm diyarını bırakıp başka bir ülkeye gitmek. İkinci hal ise,
İslâm hükümetinin aleyhinde açıktan açığa fitne ve fesat çıkarmak. Veya yine
açıkça İslâm hükümetinin düşmanlariyle işbirliği yapmak. [451]
Z'mmîlerin kendi
aralarındaki şahsî muamelelerinde ve işlerinde ikendilerine mahsus olan medenî
ve ş/ahsî ahkâm {Personel Law) muteberdir. İslâmî kanunlar bunların üzerinde
icra kılınmaz. Bizim için, şahsî muamelatta caiz o! mayan şeyler, onların
kendi kanunlarında caiz olab lir. ö zaman, onların bu şekildeki işlerini men
edemeyiz. İslâmî adalete bu gibi davalar intikal ettiği zaman da îsîâmî adalet
bu hususta onların kendi millî kanunlarına göre hüküm verir. Meselâ onlarca
akdedilen şahitsiz nikâh veya nıehriyesiz nikâh, yahut da kadın tarafından
ödenen para (ırahoma). İkinci nikâhda iddet-i talakın müddeti. Mahrem kimselerin
başka başka olması.
Hülefa-i Raşidin
devrinden bu güne kadar, bütün İslâmî hükümetler bu usulü takip etmişlerdir.
Bir ara Hazret-i Ömer ibni Abdülaziz RahmetullaLi aleyh bu hususta Hazret-i
Hasan Basrî Rahmetullahi aleyhden şu şekilde bir cevap istedi :
Nasıl olur da Hülefa-i
Raşidin zimme ehlini Iıendi hallerine terkedip, onların mahrem olanlarla
nikahlan-malarına, şarap ve domuz eti yemelerine bir şey demediler ve bu
zümreyi serbest bıraktılar?
Bu suale Hazret-i
Hasan Basrî Rahmetullahi aleyh şu cevabı verdi
:
Onların cizye
vermelerinin sebebi, kendi hallerine bırakılmaları ve kendi akidelerine göre
hareket etmeleri içindir. Sana gelince, sen tabi olanlardansın. İslâmtia (bidat
koyanlardan) yenilik çıkaranlardan değilsin.[452]
Fakat buna rağmen, bir
meselede iki zimmî taraf arasında ihtilaf çıkarsa ve bunlar İslâm mahkemesi hu
-. zuruna giderlerse, o zaman İslâmî adalet ile ve İslâm şeriat kanunlarına
göre dava görülüp hüküm verilir. Yine aynı şekilde, onların şahsî ahvaline ait
meselelerde bir taraf müslüman olursa, o zaman yine dava İslâm şeriatı üzerine
görülür. Meselâ bir hıristiyan kadın bir müslüman erkekle evlenmiş ve bu
kadının kocası da Ölmüş ise, o zaman bu kadın tam olarak İslâm kanunlarına göre
muamele görür. İslâm kanununa göre vefat iddeti tutacak, ondan sonra
evlenecek. Miras hususunda İslâmî ölçüye tabi olacaktır. Bunun dışında
yapılacak nikâh muamelesi batıldır. [453]
Ehli zimmenin dinî
merasim ve millî törenlerinin umumî yerlerde yapılabilmesine ait İslâmi kanun
şöyledir: Ehli zimme kendi köylerinde ve kendilerine mahsus o:an mahallerinde
bu gibi merasimleri tamamen serbest bir şekilde icra ıkılarlar. Fakat tamamen
müslünıanlara at olan köylerde ve şehirlerde ve Islâmî hükümetin müa-lümanlara
tahsis etmiş olduğu mahallerde, zimmüere böyle bir serbestlik verilip
verilmeyeceği Islâmî hükümetin müsaadesine bağlıdır. «Bedayi'» de şu kayıt vardır:
Müslüman sayılmayan
şehir, kasaba ve köylerde, zimmîler şarap içip, domuz besleyip, istavroz
kullanıp, çan (nakus) çalabilirler. Bu gibi fiillerden men edilmezler. Bu gibi
yerlerde kalabalık teşkil edecek derecede müslümanlar bulunsa bile... — Elbette
ki bu gibi işlerin sapılması müslüman şehirlerinde hoş karşılanmaz. Yani Cuma
ve Bayram namazları kılınabilen ve îslâmî ölçülerin gozönünde bulundurulduğu
şehirlerde — Diğer fıak iş'erine gelince, bunlardan -kendilerince de fısk
olduğu kabul edilenler ve kendi dinlerinde de haram olan işlerden sayılan
zina, fahişelik ve buna benzer suçların yapılmasına müsaade edilmez. İster bu
gibi işleri müslüman müslüman şehirlerde (Emsâr ül -- Müslimîn) de isterse
kendi şehir ve kasabalarında yapsınlar [454]
Fakat müslüman
şehirlerinde (Emsâr-i Müslimîn) açıktan açığa istavroz asılıp, ayin icra edilmesine, çan (nakus)
çalınmasına; sokak, çarşı ve pazarlarda desteler gezdirilmesine izin
verilmeyebilir.[455]
Ancak onlar kendilerirun eski mâbedlerinm iğinde, kendi istediıkleri ayini icra
ederler. Islâmî hükümet bu işlere müdahale etmez. [456]
Müslüman şehirlerde
(Emsâr ül - müslimîn) zimmîler kendi eski ibadethanelerini muhafaza ederler.
Bunların mevcudiyetine kimse bir şey diyemez. Bunlar harap olur da tamire
ihtiyaç gösterirse, tamir edebilirler. Fakat onıarm bu gibi şehirlerde yeni
ibadethane kurmalarına müsaade edilmez. [457].
Fakat müslüman şehri olmayan (Emsâr ül - Müslimîn olmayan) şehir, kasaba ve
köylerde zimmîlere yeni ibadethane kurmağa müsaade edilir. Bundan başka,
şehirlikten (Mısr) çıkarılmış olan şehirlerde, yani İmamın artık orada cuma ve
iki bayram namazı kılmasını bırakmış olduğu şehirlerde, zimmîler için yeni
mâbed yapmak ve kendi âyinlerini açıkça icra etmek hakkı veriî'r. [458]
îbn-i Abbâs
Radıyallahu Taalâ Anh'm bu mevzuda şöyle bir fetvası vardır:
Araplar (Müslümanlar)
tarafından imar edilmiş bulunan şehirlerde (mısr)
olanlara yeni mâbed yapmak,
kilise kurmak ve nakus çalmak, açıkça şarap ve domuz kullanmak müsaadesi
verilmez. Fakat Acemler (gayrı -müslimler) tarafından imar edilmiş bulunan şehirlerde ki, Hak Taalâ bunları
Araplar (müslimler) için feth et tirm'ş ve (Müslümanların hükmü altına [459] girmişlerdir. Gayrı - müslimler ile muahedede
ne varsa o şekilde muamele
edilecektir. Müslümanlar muahedenin hükümlerine uyacaklardır. [460]
Cizye ve haraç
tahsilinde âmmîlere karşı sert davranmak ve, şiddet göstermek menedilmigtir.
Kendilerine karşı yumuşaklıkla muamele edilmesi lâzımdır. Tahammül
edemiyecekleri nisbette kendilerine cizye ve haraç da yüklenmiyecektir,
Hazret-i Ömer Radıyallahu Taalâ anh'-i.n bu husustaki hükmü şudur :
Kudretleri yetmeyecek
şeyleri onlara yüklemeyi-niz. [461]
Cizye yerine onların
mallan ve mülkleri satılmaz. Hazret-i Ali Radıyallahu Taalâ anh, valilerinden
birine yazdığı emirnamede şöyle buyurmuştur:
Haraç için, onların
eşekleri, inekleri, giyecekleri ve diğer şeyleri ellerinden alınıp
satılamaz. [462]
Yine Hazret-i Ali, bir
ara zimmîler hakkında şu emri vermiştir
:
Sıcaktan v e soğuktan
kendilerini koruyacak olan elbiseleri, yemek yiyecek çanak ve çömlek takımları,
oa-larm hayvanları ve tarlalarını {Sürecekleri ve ekin ekecekler? şeyleri,
katiyen haraç için ellerinden alınıp satı. lamaz. Bir dirhem (elli kuruş) almak
için de kimse kendilerini dövemez. Evlerinden çıkarılmak gibi bir ceza da
verilemez. Haraç için bir şeyler de alınamaz. Nitekim onlara hâkim (idareci)
tayin edilen kimseler, yumuşaklıkla muamele etmelidir. Bizim hflfclnmı e
güzellikle atanmalıdır. Siz, eğer benim emrimin aksine hareket etmeğe kalkar
ve ben de haber alamazsam, o zaman sizi benim yerime Hak Taalâ cezalandırır.
Yok eğer bu kabil icraatınızı ben haber alırsam, o zaman da ben sizi azlederim.
[463]
Bu hükümden şu
anlaşılıyor M, cizye ve haraç tahsil etmek için zimmîlere şiddet gösterilmesi
ve sert muamele edilmesi menedilmiş bulunuyor.
Hazret-i Ömer
Radıyaüahu Taalâ anh, Şam valisi Ebû Ubeydeye bir ferman göndermişti. Bu
fermanın hükümleri meyanında şu hususlar da vardı:
Müslümanları, onlara
(zimmîlere) karşı zubn, etmekten meneyle. Zarar vermesinler ve onların
mallarını yemesinler. Ancak kanunî şekilde ve helâl olmak şar-tiyle.
Hazret-i Ömer, Şam
seferinde iken bir valinin zim-mîlerden cizye almak için onları
cezalandırdığını gördü. Ve şöyle buyurdu :
Onlara oeza veremez ve
incitemezsin. Sen onlara eziyet edersen, elbette ki, Hak laalâ da kıyamet güntt
sana azap edecektir.
Halka eziyet etme.
Elbette ki, dünyada halka eziyet edene; Allah da kıyamet günü azap
edecektir. [464]
Hişam ibn-i Hakem, bir
devlet memurunun cizye almak için bir Kıbti'yi (Eski Mısırlı) sıcakta ayakta
beklettiğini gördü. Ona çıkışarak şu sözleri söyledi:
Sen Resulullah'ın şu
sözünü bilmiyor musun? O yüce Nebî buyurdular iki:
Allah Azze ve Celle,
dünyada halka eziyet edenlere, kıyamette azab edecektir. [465]
îslâm fukahası, «izye
ve hiracı' ödemeyenler için, muvakkat bir zamana mahsus oknak üzere ve eziyet
edilmeksizin tevkif edilmelerine hüküm verniklendir.
İmam Ebû Yûsuf,
Rahmetuüahı aleyh bu mevzuyu: şöyle aydınlatır:
Kendilerine yumuşaklık
gösterilir ve borçlarını öde-yinceye kadar alıkomırlar. [466]
Zimmîler içinde muhtaç
ve faikir olanlar, cizyeden muaf tutulurlar. Bunlar yalnız cizyeden muaf
tutulmakla kalmayıp, îslâmî hazmeden de kendilerine maaş verilir. Hazret-i
Halid Radiyallahu Taalâ anh, Hiyre halkına yazmış olduğu Eraan -' Namede şöyle
yazmıştır-:
Onlar için şöyle karar
verdim ki, kendi içlerindeki ihtiyarlara, çalışazmyacak durumda olanlara, yahut
da zengin iken fakir olanlara ve borcunu ödivecek halde olmayanlara sadaka
verilsin. Bunlar cizye Ödemekten muaf tutularak çoluk çocuklarının geçimi İçin
Beytülmal-derc kendilerine vardım edilsin ve geçimleri için maaş bağlansın.
Bir ara Hazret-i Ömer
Radıyallahu Taalâ .anh, sokakta dilenen yaşlı bir adam gördü. Bu şahsın niçin
dilendiğini sordu. Zavallı adamın cdzye vermek için dilendiğini öğrenince,
son derece kızdı ve yaşlı adamı cizye vermekten muaf tuttuğu gibi ona maaş
verilmesini kararlaştırarak Hazine âmirine şöyle bir emirname de yazdı :
Allaha yemin ederim;
asla insafa sığmaz ki, biz halkın gençlik zamanında kendilerinden faydalanalım
da, ihtiyarlık cağlarında kendilerini yüz üstü bırakıp böyle rezil vaziyette
terk edelim. [467]
Şam seferinde iken
Hazret-i Ömer, bizzat kendisi özürlü zimmîlerin geçimi için maaş verilmesini
kararlaştırdı. Bunlara yardım edilmesi için ıkararname de yaz-di.[468]
Bir zimmî ölür ve
cizye borcu kalırsa, yahut cieye borcundan bir kısmını verip 'bir mikdar borçlu
bulunursa, onun terekesinden cizye alınamaz. Veresesine de bu borcu ödemek
için bir şey yapılamaz. Varisler ölmüş kimsenin cizye borcunu ödemeleri için
zorlanamaz.[469]
imam Ebu Yûsuf bu
hususta şöyle yazmıştır:
Bir zimmîndn cdzye
borcu olursa ve bu fcarcu Ödemeden Önce ölürse, yahut da bir ıkısmını Ödeyip
de bir kısmını ödemeden Ölürse, onun varislerinden bir şey istenemez ve
terekesinden de bir şey alınamaz. [470]
Zimmîler de nıüslüman
tüccarlar gibi ticaret vergisi öderler. Onların sermayeleri 200 dirhemi bulunca
yahut 20 mıskal (tahmini olarak 100 lira gümüş para) servet sahibi olurlarsa
vergi öderler. [471] Bu
mevzuda fuka-hâ arasında ihtilaf vardır. Bazılarına göre zimmîler kazançlarının
7r 5 ni ticaret vergisi olarak Öderler. Müslümanlar için bu miktar %2,5 tur.
Fakat 'bu husus hiçbir nass'a istinat etmez. Bu bir içtihat meselesidir.
İçtihat e-dildiği vakit, zaman ve zeminin iktizası gözönünde bulundurulmuştur.
O zaman müslümanlar daha ziyade memleketin muhafazası ve diğer devlet
işleriyle meşgul oldukla-rmdan ticaret daha ziyade zimmîlerin elinde
bulunuyordu. Bu sebepten dolayı müslümanların da ticarete rağbet göstermelerini
sağlamak maksadiyle bu ölçü konulmuştur. [472]
Zimmîler askerî
hizmetlerden muaf tutulmuşlardır. Düşmanlara karşı memleketin muhafazası yalnız
müslüir; anların üzerindedir. Bu vazife müslümanlara farz kılınmıştır. Böyle
bir hükümet kurmuş olan halk onun muhafazasını elbette ki kendi üzerlerine
almış olması gerekil1. Fakat zimmîler de bu hükümeti korumak için, gönüllü
olarak çarpışmağa katılmak isterlerse, bu istekleri kabul ediMr. Ancak savaşta
onlar da kendi usul ve (kaidelerine ve inançlarına göre hareket ederler. Bu
zümre, hükümetin ayakta tutunması için çalışmak ve çarpışmak isterse, o zaman
kendileri, gönüllü ve ücretli asker (Mer-cenaries) durumuna girmiş olurlar ve
bu sıfatla çarpışırlar. Fakat yine îslâmın ahlâkî kaidelerine bağlı bulunmaları
şarttır. Bunun için İslâm, zimmîleri askerî hizmetlerden muaf tutmuştur. Ancak
memleketin ve hükümetin korunması için kendilerinden iştirak hakkı olarak bir
hisse alınır. Onların ödeyecekleri bu hiaae haJa-katte cizyenin bircüz'üdür.
Sadece itaat için ödenen cia-yeden ayrıdır. Ödenecek plan bu hisse askerlik
işine bedel mahiyetindedir. Memleketin korunması için ödenen bir iştirak
hakkıdır. Nitekim cizye de yalnız muharip yani savaşaıbilen kimselerden
alınmaktadır. Müslümanlar da zimmîleri korumaktan âciz bir duruma düşerlerse, o
zaman aldıkları cizye ve bedelleri geri vermeleri icap eder.[473]
Yermuk muharebesinde
Rumlar, müslümanların kai şısına çok sayıda bir ordu çıkarmışlardı. Müslümanlar
da Şam civarında, fethetmiş oldukları yerlerin hemen hemen hepsin: bırakıp
kuvvetlerini bir yerde toplamışlardı. Müslünan orduları kumandanı HazretJ-i Bbu
Ubeyde Ra-dıyallahu Taalâ anh, kendi emri altında bulunan subay; vo memurlara
gu emri verdi:
Şimdi siz, onlun
muhafaza etmekten ve korumaktan âcîz durıımdasuuz. Bunun için şimdiye kaklar, onları
boruma ücreti olarak almış olduklarımızı geri vermemiz icap eder. [474]
Bu emir gereğince,
emirler ve memurlar, halktan toplamış bulundukları cizye ve haraç paralarını
geri verdiler. • Belazurî, bu hu3usta,
sabık zimmîlerin teessürlerini kitabında şöyle ifade eder :
Müslümanlar, Humus
halkından almış bulundukları cizye ve haracı defterlere bakarak geri vermek
istedikleri zaman, Humus halkı toplanarak ağız birliği Üe şöyle dediler :
Sizin hükümetiniz
adıalet sever bir hükümettir. Zulme uğramaktansa, size bu parayı ödlemek,
bizim için d»-b^ sevLiılidir. Şimdi hız de sizinle burada dövüşeceğiz.
Savaşarak mağlup olup dağılıncaya kadar Hirkil «Herk-tiyos» u.ı adamlarım
şehrimize sokmayacağız, [475]
İslâm Iukabasının Zimmîleri himaye etmesi. İslâmm başlangıcında ve ilk
devresinde gayrı _ müa-lim /--i m mî reayanın hukuk ve vecibelerini anlatan
kanunların teferruatı etraflıca anlatıldı. Şimdi, Hülefa-i Ra§i-din'dcn
sonraki padişahlık devrinde bu 'züınrey.,, nasıl muamele edildiğine
bakabiliriz. Bunlara haksızlık yapıldığı zamanlar, islâm fukahasının bu yanlış
tasarruflara, karşı nasıl direndiğini, ittifakla zimmüerin haklarının korunması
içjin nasıl ayaklandıklarını ve onları nasıl koruduklarını tetkik edelim.
Meşhur ve herkes
tarafından bilinen tarihî bir vak'a vardır. Emevî halifesi Velid ibnf-i
Abdülmelik, Şam'da (Dimeşk) Yuhannâ kilisesini zorla ve cebren zâmmî
hı-ristiyanlarm ellerinden alarak camiye tahvil etmişti. S/n-ra Hazret-i Ömer
ibn-i Abdülaziz Rahmetul'.ah aleyh, hilafet makamına seçilince, Hıristiyanlar
gelip şikâyette bulundular ve kendilerinin vaktiyle kiliseleri ellerinden f
ılınmış olup camiye tahvil edildiğini bildirdiler. O zaman Hazret-i Ömer-i
Sanî, Şam valisine şöyle bir emir yazdı: t.V.vı. kilise arazisinden ne kadar
yer almış ise o kadar \vr oradan ayırıp veriniz. Hıristiyanlar kendilerine
kilise yapsınlar ve orasını kendilerine bırnkmı.7.. [476]
Velid ibn-i Yezid.
Kimlilerin hücuma geçmesinden korktuğu için Kıbrıs zimmîlerini yer ve
yurtlarından ç> kanp tehcir ettiği zaman bu yer değiştirmenin tedbir
mahiyetinde olduğunu halka bildirdi.
Bu hususta îama'il abn-i Ayya§ şu ıbdigiyi verir:
Müslümanlar bu
vaziyetten üzüldüklerini açığa vurdular. Fukaha da bu işin günah olduğuna kani
olduklarını bildirililer. Fakat sonradan Yezid ibn-i Velid halifelik makamına
geçince Kıbrıs zimmîlerini yerlerine geri gönderdi. Müslümanlar bu işi
memnuniyetle karşıladılar. Onun yaptığı bu işit adalet ve insafa uygun
buldular.[477]
Belazürî'nin beyanına
göre, bir ara. CebeM Lübnan sakinlerinden bir zümre ayaklanmıştı. Salih ibn-^i
Ali ibn-i Aodııilah, onları tenkil etmek için memur edildi. O da bir ordu ile
Lübnanlıların üzerine saldırıp, erJceJılerini katletti. Diğerlerini de tehcir
ettirdi. Bunlardan bir cemaatı bir tarafa yerleştirdi. İmam Evzâ'î o zaman hayatta
idi. Bu imam Salih'in zulmünü haber alarak, ağır bir mektup yaz&?. Mektup
şu satırları ihtiva etmektedir :
CebeM Lübnanm ehl-i
zîmmesinin tehcir edildiklerini elbette biliyorsunuz. Onların arasında elbette
ki, birçok kimseler ayaklanmağa iştirak etmiş değildi. Böyle olduğu halde,
bazıları öldürülüp, bazıları da tehcir edilmişlerdir. Ben şunu anlamıyorum ki,
bazı muayyen şahısların suçu İçin umum halka nasıl ceza verilebilir? Bu ceza
için dle bunlar nasıl evlerinden çıkarılıp yerlerinden ve yurtlarından
edilirler? Halbuki Allahu Taalâ'nin hükmü şöyledir :
«Kimsenin suçu başka
bir kim&eye yüklenmes.» Bu hüküm icracı gereken bir hükümdür. Size em iyi
nasihat şudur İd,
Allah Resulünün şu işaretini gözÖnümde bu I und urasınız :
«Her kim anlaşma yapmış
olan (M nah id) bîrisin*» iuhnederse ve ona karşı zulüm
yolunu tutarsa, ben keodini ondan davacı olacağım ve ben kenefim onu şikâyet
edeceğim.» [478]
Bu gibi sayısız tarihî
misaller elimizdedir. Bunlardan anlaşılıyor ki, îslâm Uleması her zaman zhnme ehlinin
hak ve hukukunu gözetmişlerdir. İster herhangi bir emir yahut da herhangi bir
padişah olsun, ztmme ehline zulmetti nü Islâmî kanuna bağlı bulunan ve bu kanunları
koruyan müslümanlar, bu gibi kimselerin yaptıklarını hoş görmemişler ve
kendilerine karşı mücadele etmişlerdir. [479]
Buraya kadar Zimme
Ehlinin kendi haklsrmdan bahsettik. Bu hakları İslâm şeriatı onlara
bahsetmiştir. Bunlar zarurî olarak Islâmî hükümetin anayasasında yer ak
malıdır.
Şimdi diğer bir
meseleye gelelim; tslâmî hükümet, kendi gayrı - müsîim vatandaşlarına başka ne
gibi haklar verebilir. Elbette bu hakların da İslâm usulü dairesinde olması
pek tabiîdir. [480]
İlk önce şu noktayı
gözönünde bulunduralım ki, îs» lâmî hükümet bir usulî ve bir ideoloji
hükümetidir. Bu hususta aldatmanın ve uydurma işlerin yeri olamaz. Din-&İ2
ve millî hükûmetlerdeki gibi ekalliyetlere yapılan muamele Islânıı hükümette
olamaz. Islâmda hükümet reisi ve dev et başkanı makamında bulunan kimsenin
Uma-'men İslâm nizam, kaide ve usullerine inanmış olması ve bu ölçülere bağlı
bulunması şartı vardır. Bu hükümeti, îslâm usulü ve İslâm kaidelerine göre
yürütmesi icabe-der. Bunun için ancak islâm usullerine ve İslâm nizamına
inanmış olan ikimseier üevlet ve hükümet başkanı olabilirler. Bu vasıflara haiz
olmadığı takdirde hiç bir kimse tslâmî hükümetin ve İslâm devletinin başına
geçemez. Şûra Meclisi veya Prtapnento.
Bundan sonra, Şûra
Meclisi yahut da parlamento meselesiyle karşılaşırız. Bu hususta da Islâmî
nazariye göy-ledir: Şûra Meclisi azalığına gayrı - müslimlerin iştirak etmeleri
doğru değildir. Fakat içinde bulunduğumuz bu günkü ahvâl içinde, bu hususu bazı
şartlar dahilinde sığdırmak mümkündür. Ancak Anayasa bu noktayı tekeffül
ederek garantiye bağlamalıdır. Bu şartlar şöyledir:
1. Parlamento,
Kur'an ve Sünnetin hilâfına hiçbir şekilde kanun yapmağa yetkili değildir.
Kur'an ve Sünnete muhalif olursa kanunî mesnedliğini kaybetmiş olui ve kanun
olamaz.
2. Medenî ve mülkî kanunların da ilk mehazı yine Kur'an
ve Sünnet olacaktır,
3. Kanunların
tevsik edilip icra edilmesini üzerine almış bulunan şahsın da mutlaka müsluman
olması şarttır.
Burada bir şekil daha
vardır. Gayrı - müslimlerin menVeket parlamentosundaki üyelikleri asil parlamento
üyeliği değil de, kendi cemaatlerini temsil etmek için ayrı bir mümessillik
olabilir. Yahut da ayrı bir mümessiller gurubu bulundurulur. Bunlar kendi
cemaatlerinin ib-tiyaç ve isteklerini meclise intikal ettirirler. Mülkî niza-.
mm intizamı için kendi cemaatlerinin noktayı nazarını ileri sürerler. Meclisin
asîl azalığı ve rey verme hakkı gayrı- - müslimlere verilemez. Onlar ancak
meclisin bir azası sıfatiyle kendi cemaatlerinin işlerini tam bir serbestlikle
ortaya koyarlar.
Onların çalışmaları şu
şartlar dahilinde olabilir :
1. Şahsî ve hususî muamelelerinde kendileri ;çin kanun tecviz edilmesini teklif etmek.
Varsa daha evvelki kanunların düzeltilmesini isteme haklan olmak. Hükümet
başkanının tensibi ile böyle kanunların tasvibini talep etmek.
2. Hükümetin idaresiyle Şûra Meclisinin vereceği hükümler ve koyacağı kanunlar
hakkında kendi cemaatlerini
ilgilendiren hususlarda fikir beyan etmek; itiraa-da bulunmak, tam bir serbesti ile
kendi cemaatlerini ilgilendiren hususlarda hükümetten kanunlar ve kararlar
çıkarılmasını istemek. Kendi cemaatlerinin
adlî işlerinin, düzene konmasını ileri sürmek.
3,
Kendi cemaatlerinin ve umumî memleket muamelelerinin hakkında
hükümete sual tevcih edebilirler.
Hükümsün de bir mümessili veya mümessilleri
onların bu suallerini cevaplandırır.
yukarıda bahsedilen
hususlardan başka bazı ferî iğlerde ise, bunlar yine memleket işlerinin
idaresine de iştirak ederler.
Mesela belediyeler ve
mahalli idareler meclislerinde (Locîü
Eodies) gayrı - müslimlerin mümessilleri bulunur ve onların da fikirlerine baş
vurulur. Rey hakları da ta-tnamiüi gözönüne alınır.
Böyle bir Islâmî
hükümetin idaresi altında bulunan gayrı - müslimlerin de yazı ve söz
hürriyetleri aynı naüsr lümanlaruı yazı ve söz hürriyeti gdbd olacaktır. Onlar
da müsliinıanlar gibi fikis beyanında, yazı yazmakta, söz söylemekte,
toplanmakta ve diğer hususlarda müslür lara kanuna ne derecedebağlı
bulunuyorlarsa gayrı - müs-limler de aynı derecede bağlı bulunacaklardır.
Kanunî hudutlar
dahilinde onlar da müslümanlar gibi hâkimler, valiler ve idareciler) hükümet
reisi ve diğer memleket idarecilerini tenkit edebilirler. Kanunun müa-lümanlara
dinî mubahasa ve dinî konuşmalar serlbestisi
verdiği gibi onlar da
kendi din ve mezhepleri hakkında mubahasa ve konuşmalarda tamamen
serbesttirler.'Yine onlar kendi din mezheplerinin iyiliklerini söylemek ve
kendi din ve mezheplerini Öğmekte kanunî bir engele maruz değillerdir.
Bunlardan herhangi bir gayrı - müslim mezhebine mensup olanlar, başka bir gayn
- Islâmî mezhebe intisap etmek isterlerse, tslâmî hükümet bunların işine
karışmaz. Onların mezhep veya din değiştirmelerine de itiraz edemez ve mani
olamaz. Elbette ki, tslâmî hü-kûmtin idaresi altında bulunan müslümanları
müslüman-hktan döndürüp gayrı - Islâmî bir din ve mezhebe yöneltmelerine de
müsaade edilemez. O zaman mürtedlik meselesi ortaya çıkar ki, bundan da yalnız
mürtedin kendisi mesul olmaz. Mürtedıdi, irtidad yoluna sevk eden kimse de
mesul olur.
Onlara kendi
vicdanlarının emrettiği akidenin hilafına herhangi bir akideyi kabul ettirmeğe
zorlamak da yoktur. Onlar, kendi vicdanlarının emrine göre istedikleri akideye
salik olurlar ve istedikleri gibi akidelerini açıklarlar. Ancak onların bu
akideleri hükümetin esas nizamına muhalif olamaz. [481]
Onlar da memleketin
umumî nizammca kabul edilmiş bulunan eğitim ve öğretim sistemine tabi
tutulurlar. Fakat Î3İâmî eğitim ve öğretim meselesine gelince o zaman bu zümre
îslâmî eğitime zorlanamazlar. Kendilerine has olan dershaneler kurmalarına ve
bu dershaneler^ de yine kendi din ve mezheplerine göre eğitim ve öğretim
yapmalarına, hatta eğitim ve Öğretimde tatbik edecekleri hususî usuller için
de onlara hak tanınmıştır.
Memuriyetler ve
vazifeler.
Bazı muayyen mevkiler
ve memuriyetler dışında, gayrı - müslim zinımîler, devlet memuriyetlerine
ginmekv; vazife almakta hak sahibidirler. Bu hususta hiçbir taassup gözönünde
bulundurulamaz. Müslüman veya gayrı - müslim, bir memuriyette veya bir
vazifede ehliyet sahibi olduğu takdirde, fark gözetilmeden bir eleman olarak,
vazife ve memuriyete tayin edilirler.
Muayyen -mevkilerden
bahsettik. Bu muayyen mevki'er, islâm usulü nizamında Jknlit noktalar ve
önemli yerlerdir1. Bu mevkilerin üzerinde ince ve derin düşünülürse, o zaman
hak verilecektir ki, gayrı - müslimlerin bu mevkilerde çalışmaları mümkün
değildir. Umumî kaide olarak bu cemaat, esasî teşkilât, güvenlik teşkilâtı ile
mahkemelerin ve ileri gelen devlet dairelerinin başkanlıklarına ve aynı
önemdeki kilit noktaları olan makata ve mevkilere getirilemezler. Zira bu gibi
işler o kimselere hastır ki, onlar bu usule inanmış ve iman etmişlerdir. Çünkü
bu gibi mevkiler sadece çalışma üzerine kaim olmayıp, aynı zamanda, bir akide
ve iman meselesi üzerine de kaimdir. Bu gibi mevkiler, memuriyetler ve
vazifeler dışında diğer memuriyetler ve vazifelere, gayrı - müslim-ler veya
zimme ehla kendi liyakatleri, ehliyet ve kabiliyetleri nisbetinde vazife
alırlar. Meselâ, bir baş mühendis yahut da posta müdürü veya buna benzer
işlerde çalışmalarına mani olunmaz.
Bu şekilde askerî
hizmetlerde de çalışabilirler. Ancak askerî hizmetlerin de kilit noktalan
hariç tutulmalı dir. Me5eîâ levazım amirliği ve muharip sınıfın gerisindeki
işlerde çalışmalarına da bir mani yoktur. [482]
Sanat, ticaret, ziraat
ve diğer .iş. ve meslek dalları, gayrı - müslim zimmîlere de müslümanlar gibi
kapılar açıktır. Bu işlerde müslumanlara tanınan haklar aynı şekilde gayrı
•> müslimlere de tanınmıştır. Gayrı - müsHm-Tere,bu gibi işlerde
müslümanlardan ayrı hiçbir mesuliyet cayı düşmez. Her vatandaş, ister müslüman,
isterse gayrı - müslim olsun, iş ve çalışma hususunda eşit olarak meydana atılabilir.
Gayrı - Müslimlerin
korunması için tek şekil.
Şdmdi, bu meseleleri
gözden geçirdikten sonra, en son şu noktayı da açıklıyayım ki, tslâmî hükümette
gayrı - müslim vatandaşlar ve hemşehriler için verilmiş hak ve hukuk acaba
komşularımız olan gayrı - müslim hükümetlerde de müslüman vatandaş ve
hemşehrilere de, tanınabilir mi? Veya bunun tam aksi olarak tanınmaz mı?
Tanınmadığı takdirde ne olacaktır? Ve böyle bir durumda kendi ülkemizde
bulunan gayrı - müslimlere karşı tutumumuz ne olmalıdır?
Burada şu mühim nokta
üzerinde durmak lâzımdır ki, biz müslümanlar, kâfirlere bakarak onların
yaptıkları nı taklit ederek, onların yaptıklarım kendimize örnek ala mayız
«Onlar müslümaniara adaletle muamele ediyorlarsa biz de gayrı — müslimlere
adaletle muamele edelim. Veya onlar müslumanlara zulmediyorlarsa bizde kendi ülkemiz
içjnde bulunan gayrı - müslimlere zulmedelim.» Böyle bir zihniyet ve tutumun
Islâmda katiyen yeri yoktur. Biz, müslüman olmak vasfı ile kesin ve açık bir
şe-kiîde bir usule bağlı bulunuyoruz. Kendi ıbağll olduğumuz usulün hududu
içinde muamele etmemiz gerekir. Başka> lan ne yaparsa yapsın, bizi alâkadar
etmez. Biz dinimizin emrettiği usulleri sadece kâğıt üzerinde tutamayız.
Usulümüzle tam manasiyle amel etmemiz icabeder. Fiiliyatta ve amelde
yeryüzünde icra edilmelidir. Biram için, yolumuzun mesuliyetini düşünerek ve
buna göre har©-ket etmek lâzımdır.
Bundan sonra artık
bilmem şu hususu da, aydınlatmağa lüzum var mıdır ki, Pakistan'da gayrı -
müslimlerin korunmaları, onların
refahının sağlanması, emniyet ve güven içinde yaşayışlarının temini, ıböyle bir
tslâmî hükümet tarafından neden ve niçin tekeffül edilemiye-cektir? Bir Islâmi
hükümet kurulduğu takdirde elbette ki, oların hakları da tekeffül edilmiş
olacaktır. Sadece bu şekilde büyük Hint - Pakistan kıtasında bazı şeytanî
şaşırtmaların, neticesinde zulüm ve karşılıklı zulüm icra edile gelmektedir.
İşte bunun içindir ki, zulmün karşısında bulunanlar için bu meseleler aksi
tesir yapıyor. An* cak söylediğimiz şekilde Pakistan bir adalet ülkesi ola^
bilirse o zaman- İndian Union (Hindistan Birliği) de ihtimal adalet yolunu
tutar.
Ne yazık ki, gayri -
müslimler uzun zaman, îslâmı yanîı§ anlatanların tabir ve tefsirlerini
duymuşlar ve îa-'âmı başka türlü anlamış ve ters cepheden görmüşlerdir. İşte
bunun içindir ki, onlar Islâmî hükümet ismini duyunca korkuyor, çekmiyor ve
ürperiyorlar. Bazıları da gürültü patırdı kopararak, Hindistan birliği içinde
bir dinsiz (gayrı dini) cumhuriyet kurulmasına taraftarlık ediyorlar.
Biz şuna hayret
ediyoruz ki, böyle bir cumhuriyet isteyen zevat, halen mevcut bulunan Gayrı
Dinî Hindis* tan hükümetindeki müsliimanlann feci halini gördükleri halde bir
de kalkıp onlardan örnek almak arzusunda bulunuyorlar!
Acaba, ortadaki menfî
örnek yerine, ıböyle bir nizam tecrübe edilemez miydi? Zira, bu nizamın temeli
ve esasi Allah'tan korkmağa ve diyanete istinat edip, müstakil usuller
dairesinde yürütülüp gider... [483]
İslâm'da hükümetin
mesuliyetlerinden bîri de içtimaî adaleti sağlamak ve umumî tazminat ve
garantiyi gözönünde bulundur-jthii ve bu hudut dairesinde, her yaşayan kimse
için haysiyet ve şerefiyle, kolaylıkla, sıkıntı çekmeden yaşamayı temin,
etmektir. Mekke'de Hac mevsiminde toplanmış bulunan İslâm âlemi kongro-tinin
umumî toplantısında Mevlânâ Seyyid Ebul - A'!â Mevdûdî Sfîîıib, bir makale
okumuşlardı. Bu makaleyi buraya naklediyoruz. Bu fnakalede îsîarm hükümette
geçim, içtimai adalet ve medenî
meselelerin siyâseti üzerinde
etraflı bahteler vardır.
(Hazırlayıcı) [484]
Allahu Taalâ insanı en
güzel bir şekilde (Ahsen-i takvim) yaratmıştır. Burada garip bir mucize vaiiır.
în-san çıplak iken dahi fesat ve fitne için rağbet göstermişti. Bumm için
Şeytan fırsattan istifade ederek insanı aldatmış, onu kandırmış, fitne ve
fesada yöneltmiştir. Tuhaf bir şey, Şeytan insanı kandırmak için çeşitli fitne
ve fesat kılığına bürünerek insanın karşısına çıkmıştı. Hazret-i Adem Cennette
iken, «Salon seni şeytan aldatmasın» denmişti. «Sen Allahm emrinden
ayrılırsan, Cennetten çıkarılırsın» diye bildirilmişti. Şeytan da Adem
AleyhLjseiâmı aldatabilmek için şu 3Özleri söylemişti:
(Ey Adem) seni
ebedilik ağacına ve zeval bulmayacak devlete ileteyim mi? (Ta Ha, 120).
insanın bu fıtrî
temayülü, zamanımıza kadar devam edegelmektedir. Bugün dahi yine insan, bir
hayli yanlışlıklar ve ahmaklıklarla, kendisini Şeytana kaptırmıştır,
insanların hepsi de iyi kötü, az veya çok şeytanın hilelerine kanmaktadırlar. [485]
Bu aldatmanın en büyük
şekli günümüzdeki, içtimaî' adalet (Social Justice) denilen nesnedir. Bu
nesnenin al-datıeıhğı devamlıdır. Şeytan ilk önce ve bir müddet için-insanlan
«Ferdî hürriyet» (îndavidual Liberty) ve serbesti i Liberalisin) ismi taktığı
fikirlerle aldattı. Bunun neticesinde on sekizinci yüzyılın Gayrı * Dinî
Cumhuriyet'eri ortaya çıktı. O zamanki Cumlıuriyetlerin esası kapitaliatliğe ve
dinsizliğe dayanıyordu. O zaman bu rejim so.n derece revaç buldu. O vasat
içinde kendi şahsî vaziyetini Ön plana almak isteyen 'herkes ferdî hürriyetten
bahsederek sesini yükseltmeğe koyuldu ve yaygarayı bastı. Bu yeni cereyan
hakkında halk şöyle düşünüyordu: Eğer yaşayışımız için böyle bir nizam
kurulursa o zaman heryer güllük gülistanlık olacak! O sırada kapitalist gayrı
- dinî cumhuriyet rejimi Avrupada yayılmıştı. Fakat gitgide o rejimde
yaşayanlar şu.gerçeği anlamakta gecikmediler:,Bu rejim de yine Şeytanî
vesveseden başka birşey değildi. Yeryüzü sakinleri için "bu nizamla da
zulüm ve zorbalıktan kurtulmak imkânı yine yok. İBun^ dan sonra mefun Şeytan
için, bu rejimi de uzun müddet devam ettirme mümkün olmadı. İnsanları daha fazla,
aldatmada tutmak imkanını bulamadı.
Çok geçmedi, mel'un
Şeytan yeni bir aldatmaca yolu keşfetti. Bu yolun adına da içtimaî adalet
yahut da sosyo - komünizm dedi. Bu defa da bu yalanın kılığına bürünerek başıka
bir rejim ortaya çıkardı. Bu yeni ni -zam, bu taze rejim de dünyanın kasesini
öyle bir zulümle doldurdu ki, kâse zulüm ve şekavetle dolup taştı. Bu çeşit
zulmün şimdiye kadar dünya bir eşini daha kaydetmemiştir. Fakat Şeytanın
aldatışının en ağır noktası şöyle oldu ki: Bir çok memleketler ilerlemek için
bu aldatmaca rejimi en son çare ve en son gaye olarak göa-önünde tutmağa
hazırlandılar. Biz de şimdi bu aldatmaca perdesini açıp da hakikatleri ortaya
çıkaralım:
Müslümanların hâli de
böyledir. Ellerinde Allah Ta-alânm Kitabı ve O'nun Resulünün Sünneti ortada ve
daimî olarak bir hidayet kaynağı halinde mevcutken yine <îe şeytanın
vesvesesine kapılmışlar ve uyanmıyorlar. Bütün yaşayışlarında ve bütün
muamelelerinde bu hidayetin meş'alesi önünde durup, ebediyete kadar kendierine
kâfi bulunurken yine de karanlıklarda yürümek istiyorlar. Bai zavallılar
'kendi dinlerini bırakıp da cahilane sömürgeci medeniyetin düşünceleri peşine
takılıp, varlarını yoklarını bu medeniyetin ve bu tarz düşüncenin eşkiya-sına
kaptırıyorlar. Üstelik mağlubiyetten de kurtulamıyorlar. Buna rağmen, dünyanın
herhangi galip milletinden biı ses yükselince, hemen onun peşine takılıp seslerini
yükseltiyorlar. Hemen o tarafa dönelim diye feryadı basıyorlar1. Fransız
inkılabı ortaya çıktığı zaman müslü-man ülkelerde talim terbiye görmüş
kimseler, bu fikirlerin peşine takılmağı kendilerine bir farz telâkki etmişlerdi.
Yerli yersiz, Fransız inkılabını övüp duruyorlardı. Bunu övmeyenlere, böyle bir
cereyanı beğenmiyenlere do mürteci ismini takıyorlardı. O devirler geçti. Yine
bizim sömürgeci eğitim ve Öğretimi gören fertlerimiz bu deia aa yine kıbleyi
değiş tirdiler. Yeni başka bir kıbleye aoğru yöneldiler. Yeni bir devreye
girdiler. Yeni sesler yükseldi. Bu defa içtimaî adalet ve sosyo-komünizm
narası yükseldi. Bu gürütüye kapılanlar türedi durdu. Buna ne kadar tahammül
edilir bilinmez. Fakat üzülecek nokta şurasıdır ki, sanki İslâm'ın kıblesi
değişmiş gibi, bizim içimizden bir güruh, kıblelerini değiştirmek istiyorlar.
Onlarca İslâm denilen şey zavallılıktan başka birşey değildir. Sanki bunların dediklerini
kabul etmek İslâm için zarurîdir? Sanki sadece onların isteklerine ayak
uydurmak ilerlemenin tek çaresidir? İslâm yolunda yürüyenler de «irticacı,
gerici» dirler. Ve bu yolda yürütenleri Dinvi ric'î : «Gerici dinci» likle
itham etmektedirler. İlk önce Islama, bir ferdî hürriyetçilik, serbest-çiHk ,
kapitalisttik, gayrı - dinî - cumhuriyetçilik ve Av-nıpa düşüncesine göre ayrı
bir islâmî düşünce kılığı giydirmek istediler. Daha sonra da İslâmda içtimaî
adaletir varlığını ve tslâmda sosyo>-komünizm mefhumlarının yeı aldığını
ispata yeltendiler. îş o raddeye varda ki, talim terbiye görmüş halkımızın bir
kısmının da zihinleri bu yeni kölelik sisteminin şekline alıştı. Nihayet bu
cahili-ye taşkınlığına, aşağılık derecesinin en alt derkesine kadar boyun
bükmek istediler. [486]
Şurada bu kısa
makalemde şunu anlatır: ak istiyorum, ki, Qüiînaî a,dalet hakikatte ne gibi bir
şeyin umidir. Böyle bir nizamın kurulmasının doğru şeklî nedir ve ne demektir?
Bu hususta ümidimizin
pek az • olmasına rağmen, yine de içtimaî adalet diye ileri sürülen
sosyo^komünız-mi tatbikat safhasına koymak sevdasına kapılanlara. — İnşaallah
hatalarını anlarlar da çürük düsüncelerin-aen dönerler diye — bu mevzuyu
açıklamak istiyoruz. Nitekim bir cahil, tam manasdyle cahil oldukça ıslahı
mümkündür. Fakat bu cahil az bir şey öğrenirse o zaman şöyle diyecektir:
Kendimden başka sizin
bir ilâhınız olduğunu bilemiyorum
Bu ölçüye göre, söz
anlamayana- söz anlatma* da kabil değildir. Fakat Hak Taalâmn fazi ve id ayeti
ile alelade ve umum halka söz anlatmak imkânı, makul deliller ortaya koymakla
mümkün olabilir. Umid edilir ki, bunlar Şeytanın aldatıcı hilelerinden
kurtularak, uyanmış olurlar ve avam halk aldatmacanın sapık yolundan kurtulabilirler.
Dalâletin karanlığını bırakıp, hidayet aydınlığında yola devam ederler. Bunun
için, benim bu maka-Icyf. ileri sürmekten maksadım da alel-umum halkın karşısına
hakikati açıp aydınlatmaktır. [487]
Bu vesile ile müslüman
kardeşlerime herşeyden önce şunu hatırlatmak isterim ki, «îslâmda içtimaî
adalet mevcuttur» diyen ve bu yolda seslerini yükselten züm- < re, tamanıon yanlış bir yola
gidiyorlar ve maksatlı söz söylüyorlar.
Halbuki, meselenin
doğrusu ve sahih şekU şudur : İslâm içtimaî adaletin ta kendisidir.» İslâm
demek içtimaî adalet demektir. İslâm Öyle bir hak dindir ki, kâinatın Haikı,
kâinatın Rabbi, bu dini insanların hidayeti için göndermiştir. İnsanlar
arasında adaleti kaim kılmaK ve neyin adalet olup neyin adalet olmadığını
bilmek ia-sanlarm hakkı değil, bu ancak insanların Halikının ve insanların
Rabbinin işidir. Herhangi başka bir kimsenin adaletle zulmün ayarını ve
ölçüsünü ortaya koyması da caiz değildir. Kâinatta bu hususiyet Allah'la insan
arasındadır. Allah Mâlik, insanlar memluktur Buna göre, adaletin miyarını
tayin etmek ve ölçüsünü kararlastır-ın^kj^memlûka düşen bir vazife değildir. Bu
ancak Mâ^ iik bulunan Hak Taalâya aittir. Mutlak Mâlik olan da O'dur. Emir
veren de, ferman sahibi de O'dur. İnsan istediği kadar yüksek bir makama
erişsin, hattâ insan de-ğU, insanlıktan daha da üstün bir makama ulaşsa bile,
nihayet kendi zihnini, kendi aklını -kullanacaktır. Her re şekilde olursa
olsun, insanî ilim, insanî bilgi mahdut ölçüdedir. İnsan aklı kıttır ve yetersizdir.
İnsan aklı isteklerden ve taassuplardan sıyrılamaz. Kaçıp kurtulacağı bir yer
de yoktur. Böyle olunca şu imkân da yoktur' ki, aslı ve esası adalet üzerine
konmuş bulunan bir nizam kurabilsin.
İnsanın kurmuş
bulunduğu nizam iik başta adalet olarak görünür. Fakat amelî tecrübeler idbat
eder ki, adalet denilen şey hakikatte adalet değildir. Buna göre her insan, bdr
zaman için kurmuş bulunduğu nizama aldanır. Sonra noksanlıklar ortaya çıkınca,
ilK kurduğu nizamdan bıkar; başka bir ahmaklığa, 'başka Mr budalalığa kapılır.
Yeniden ahmakça tecrübelere girişir. Bu sebeplerden dolayı, hakikî adalet
ancak o nizamda olabilir ki, bir Alimül - Gayb-ı veş - şehade, Subbuh ve
Kuddüs, (Gizlileri ve açıklan bilen, teşbih edilen ve mukaddes) olan varlık bir
nizam ortaya koymuştur. [488]
Başlangıçta ikinci bir
meseleyi de bilmek lâzımdır ki, bir kimse «îslâmda adalet vardır» derse,
hakikatte meselenin manasını iyi kavramamış ve meseleye dar bir açıdan bakmış
sayılır. Hakikat şudur ki, Islâmdan maksat adaletin ta kendisi olmasıdır.
İslâm mahza adaleti kaim kılmak için gelmiştir. Hak Taalâ'bu mevzuda şöyle
buyurmuştur :
İşte biz Resullerimizi
aydın delillerle gönderdik. İnsanların adaletle hareket etmeleri için onlarla
birlikte kitap ve mîzân (ölçü) de naz.il kıldık. Bir de demiri (silâh ve
kuvvet) nazil kıldık kî, bunda insanlar için faydalar ve şiddetli kuvvet
vardır. Ki bununla, Allah, kendisine ve Resulüne görmeksizin yardım edecek
olanları bilsin. Elbette kî, Allah kuvvetli ve azizdir. (El - Hadid, 25)
Bir müslüman eğer
gaflete saplanmamışsa, bu âki noktayı gözönünde tutarak hiçbir zaman Allah ve
Resulünün emirlerini bir tarafa bırakıp, içtimaî adaleti başka bir tarafta
aramaz. Ve böyle bir hataya düşmez.
Her nerede adaletin
varlığını hissederse, görecektir ki, orada Allalun adaletinden ve O'nun
Resulünün hükmünden başka bir adalet yoktur. Başka bir adalet de olamaz ve
bulunamaz. Şunu da anlayacaktır M, adaletin kaim kılınmasının başka bir ^ekîi
de mevcut değildir. Adaletin kaim kılınması ancak ve ancak İslâm ile olur.
İslâm demek tam ve kâmil adalet demektir. Noksansız ve eksiksiz adalet
demektir. Adalet, Islâmdan başka, telâmdan ayrı birşey değildir, islâm
adaletin ta kendisidir. Isîâmın kaim bulunması adaletin de kaim olması demektir îslâm ile adalet ikisi aynıdır ve bir şeydir. [489]
Şimdi bakalım içtimaî
adalet ne gibi bir nesnenin is-r/ıidir? Bu nesnenin sahih şekli ne olabilir? [490]
Her insan camiasında
binlerce; yüz binlerce ve milyonlarca fert vardır. Bu topluluk içinde her
fert, ruh, akıl ve şuur sahibidir. Her ferdin de müstakil bir şahsiyeti, bu
şahsiyetin içinde gelişip gider. Yine her fert, kendine mahsus olan bir zevkin
sahibidir. Diğer bakımdan, yine her ferdin nefsiyle ilgili istekleri
bulunmaktadır. Şahıs olarak her fert, cismî ve ruhî zaruretler içindedir. Bu
fertlerin isteklerinin bir araya toplanmasından :ir istek mecmuası ortaya
çıkar, Şu hususa da dikkat edilmelidir ki, bu aynı şeyi isteyen topluluklar da
ayn birer h,eyet halindedirler. Bunlar tek tek münferitlikten çıkıp bir
insanlık camiası haline gelirler. Btı camianın teşekkül^ efrat içindir. Efrat
bunun için değildir. Efradın toplanarak bir camia teşkil etmesinden maksat, bu
fertlerin birbirlerine yardımcı olmaları ye birbirlerinin ihtiyaçlarına cevap
verebilmeleri sebebiyledir. Aynı cismî
ve ruhî isteklerin ve İhtiyaçlarını gidermek İçin bir araya toplanarak bir
camia teşkil ederler. [491]
Şimdi şu meseleye
gelelim. Bütün fertler, tek tek, Allah
indinde mesuldürler. Bunların her birisi, bu mevcut dünyada tek tek muayyen bir
zaman imtihana (her. bi- / risi için kararlaştırılmış bulunan ayrı imtihan) tâbi tutulurlar. Sonra Hak Taalâ huzurunda hesap vermeğe çağrılırlar. Acaba kendilerine
dünyada verilmiş olan salâhiyetler ve imkânlar dairesinde nasıl çalışmışlardır. Hak Taalâ huzurunda
mesuliyet ve hesap vermek içtimaî
dtğü, ferdî'dir. Orada herhangi bir aşiret,
kabile, ip illet ve saire gibi topluluktan hesap sorulacak değildir.
An^aK fertlerden ayrı ayrı ve teker teker hesap sorulacaktır. Dünyadaki
alâkalardan her türlü bağ
kesilmiş olarak,, herkesin kendisinden hesap istenecektir. Herkes tek
tek ve ayrı ayrı adalet-i Üâhiyenin huzuruna çıkarılarak, sen ne yaptın diye
sorguya çekilecektir. [492]
Bu iki mesele — yani
bu dünyada insanî şahsiyetin, gelişmiş olması ve ahirette de insanın hesap
verme meselesi — insanın bu dünyada iken kendisinin ferden hür ve serbest
olmasını icabettirir. Eğer içtimaî hususlarda, , bir fert kendi isteğine uygun olarak
şahsiyetini geügtU remezse, o zaman insanlık içinde şahsiyetini kaybetmiş olur.
Onun kuvvet ve kudreti ortadan kalkmış, kendisini insanlığın içinde bir nevi
mahpus vaziyetine sokmuş bulunur. O
zaman ahirette böyle mahpus ve mahkûm
zümrelerin kusurları, içtimaî nizam kurup da bu gibilerini bu nizamın baskısı
altında tutanlara ait olmuş olur. Bu defa onlardan yani kötü içtimaî nizam kuranlardan sâdece kendi işlerine ait hesap
sorulmakla 'kalmaz, belki diğerlerinin de hesapları sorulur. Onlara, «neden siz
böyle bir nizam kurup da insanların bir kısmını atıl ve batıl bir hale
getirip, yan sağlam yarı hasta duruma soktunuz» denir. Malumdur ki, hiçbir
mümin kimse, işin sc-nunda Allah'ın karşısında böyle sorgu ve suale maruz
kalmayı arzu etmez. Bu kimse, eğer Alalh'tan korkan bir kimse ise, o zaman
fertlere daha fazla hürriyet vermek yolunu tutacaktır. Çünkü fertler hür
olunca, kendi yaptıklarından kendileri sorumlu olur ve başkaları sorumlu
olmaz. O zaman, bir ferdin yanlış yolda gitmesinin mesuliyeti de içtimaî
nizamı yürütenlerin boynunda olmayıp kendi şahsının boynunda
kalır. [493]
F^rdî hürriyeti gözden
geçirmiş olduk. Şimdi de bakalım içtimaî ve muaşeretî meselede mesuliyet nedir
ve nasıl olmalıdır? İnsanlar oymak, kabile, aşiret, ve nihayet milletlere
ayrıln-lar. Yahut da toplanıp bunları teşkil ederler. Küçükten büyüğe veya
büyükten küçüğe tertiple bu iş yürüyüp gider. Başlangıçta bir erkekle bir
kadın vardır. Sonra bunlara çocuklar eklenir. Daha sonra aile ve daha sonra da
hanedan kurulur. Hanedanlardan kabile ve aşiretler doğar. Kabile ve
aşiretlerden de kavimler ve milletler ortaya çıkar. Millet ve kavim de ortaya
yıkınca, bir hükümet kurulur. Bunlara yerine göre içtimaî teşkilât deriz. Bu
içtimaî teşkilâtın kuruluş maksadı da, bu teşkilâtı vücuda getiren fertlerin
birbirine yaramı etmeleri ve fertlerin bu daire içinde şahsiyetlerinin
gelinmesini temin içindir. Fakat asıl maksat, bütün bu ibarelerin her birinde —
büyüğünden küçüğüne kadar — ferdî hürriyetin ortadan kalkmamasını sağlamaktır.
Bir şalısın hürriyetine diğer bir kimsenin tecavüz etmesine ma"' olmaktır.
Fertler de böyle hür -bir muhit içinde ve kül halinde bu idarenin altında
ilerleyebilirler, işte meşe\e bu noktaya gelince, içtimaî adalet meselesi
ortaya çakar. Burada ferdî ve içtimaî meseleler birbirlerine bağlı bulunurlar.
Bir taraftan insanın gerçek bir kurtuluş yo-îunda olması yani felah bulması
(için, fert olarak hür bir muhitte muaşeret hususlarında tamamen serbest olması
lâzımdır. Ancak böyle
bir cemiyet havası
içende kendi şahsiyetini geliştirmesi mümkündür. Bu
şekilde yine aile,
kabile ve hanedan
gibi topluluk iar arasında normal yani hürriyete
dayanan bir yaşama tarzı olmalıdır ki, fert çalışma dairesinde kendini gayesine
göre ilerletebilsin. Diğer taraftan
insanın felah bulması şu meseleyi de gerektirir ki, fertler üzerinde aile
hanedan, kabileler ve bütün cemiyet efradı — küçük idarelerden büyük
hükümetlere kadar — bir haklan ve iktidarları olsun. Bu iktidar mevcut olunca
da, fertlerden birinin, diğer bir ferde zulmetmesine müsaade edilmez ve bir
kimsenin başka bir kimsenin hakkına tecavüz etmesine meydan verilmez. Bu
mesele devam ederek, insanlığın başından günümüze kadar, ,her kavim, her
millet ve her hükümette serbestlik ve muhtariyet diye bir husus
kararlaştırılmıştır. Böyle bir karar ve hakkın tanınması da zarurî olmuştur.
Diğer taraftan üstün bir kuvvetin
bulunması lüzumu ve zarureti vardır ki, milletler ve hükümetler hadlerini
aşıp kendileri de mütecaviz duruma, girmesinler.
Şimdi, İçtimaî Adalet,
o şeyin ismi oluyor ki, orada fertler, sonra aileler, daha sonra da
kardeşlikler, kavimler ve milletler her biri yerlerine ve vaziyetlerine göre,
hakları olan serbestliği ve hürriyeti elde ettikten sonra, kimsenin hakkı
zorlanmasın ve kimseye tecavüz edilmesin- zulüm ve kaba kuvvetin ortadan
kaldırılması için, aile kudretindep başlanip, hükümet kudretine ve hükümetten
daha üstün bir kudrete iktidar tes'im edilmiş olsun. Muhtelif fertler ve
fertler topluluğu da insanlığın
ilerlemesi için en müsait bir vasatta çalışabilsinler.
KapitalistUk ve Sosyc-Komüirâüiğin boş hayalleri.
Bir kimse bu
hakikatleri iyi bir şekilde kavradıktan sonra, anlayacaktır ki, serbestlik,
ferdî hürriyet, kapitalisttik, gayrı dinî cumhuriyet ve içtimaî adalet
iddiasında bulunan her nizam, geçen -bahisde söylediğimiz gibi, Fransız
inkılabından sonra ortaya çıkmıştır. Hakîkaten bunlar gibi ve beîki de
bunlardan daha da fazla, Sosyo-komünizm bu iddiayı ortaya atmaktadır.
Şimdi, Kari Marks ve
Engels'in nazariyelerinin peşine takılmış olanlar da bu hususta seslerim daha
fazla yükseltiyorlar.
Birinci hizamın
eksikliği yüzündendir ki, kendisine muayyen ölçülerin üstünde tanınan
serbestlik hakkını kullanan fert, aile, hanedan, kabile, kardeşlik bağlan,
hattâ millet üzerine saldırıyor... Bunun neticesinde de, içtimaî kurtuluş için,
hizmeti ve muaşereti kudretin dt« siplininî ortadan kaldırıyor. İkinci nizama
gelince, bunun da noksanlığı ve eksikliği yüzünden, böyle bir kuruluşta,
hükümete aşın ve haddinden fazla kuvvet ve kudret tanımak, fert, aile, hanedan
ve kardeşliklere ait bütün serbestlik ve hürriyetleri hemen hemen tamamen
ortadan kaldırmıştır. Fertlerin, toplu halde çalışmalanna hükümet o kadar
ehemmiyet veriyor ki, burada ruh sahibi !nsan yerine, mevcut bulunan adamlar
birer cansız makı-na haline geliyorlar ve ruhlgrını da kaybediyorlar.
Her kim, bu şekilde içtimaî
adaletin kurulabileceğini ilen sürerse, tamamen yalan söyleyip ve yalancıdan
başka bii şey olamaz.
Sosyt>-komüm2in
içtimai zulmün en kötü şeklidir. Bu rejim, hakikat olarak zulmün en kötü ve en
fena şeklidir. Çünkü ne Nemrûd devrinde ne de Firavun zaman :;.da böyle bir
zulme rastlanmış değildir. Cengiz Han bile böyle bir zulmü caiz görmemiştir.
Durum böyle olunca hangi akıl sahibi kalkıp da bu nesnenin adına «içtimaî
adalet» diyebilir?
Bir veya birkaç
kişinin, kendi keyiflerine göre, uydurdukları içtimaî felsefe nazariyesi
neticesinde, hudut -suz salahiyeti olan bir dikta rejimi kurulmuş ve bir mutlu
azınlık milyonlarca insanın başına buyruk kesilmiştir. Daha doğrusu milletin
başına belâ olmuşlardır. Halkın bütün malını zaptetmek, arazilerini ellerinden
almak, fabrikaları devletleştirmek, bütün bir memleketi hapishane şekline
sokmak bunların işlerinin esasıdır. Her kim de tenkid ederse, şöyledir,
böyledir derse, şikâyet edip feryadını yükseltirse, hiç bir şey yapamıyacaktır.
Çünkü, adalet kapıları
ve şikâyet mercileri tamamen kapanmıştır. Memleket dahilinde hiç bir cemaat
hiç bir makam, hiçbir mevki bırakılmamıştır ki, halkın ne demek istediğini
dinlesin ve halka cevap verebilsin. Hiç bir gazete ve hiç bir neşriyat halkın
düşüncelerini akset^ t:rei\;e;c. Hiç bir adalet kapısı da açık değildir. Bu da
bir tarafa, öyle bir casusluk teşkilâtı kurulmuştur ki; bir ferd diğer bir
ferde muğber olduğu takdirde yalan yere bir töhmet ve bir iftira atabilir. Bu
durum halkın birbi-. rınrien korkmasını sağlar. Bu terör ve yıldırma havası
içinde vatandaşlar güya yaşarlar. Hatta bir kimse, kendi evü«ie bile ağzını
açıp birşey söyleyemez. Söylemek is-teı^e, dört duvarın kulağı olduğunu ve bu
kulakların hükümet namı hesabına işittiğini gayet iyi bilmelidir. Sonra
Cumhuriyetçilik sözleri altındaki aldatıcı işler de ortaya çıkar. Bir seçim
dalaveresi döner. Bütün bunlar bir felsefe uğruna yapılır. Daha doğrusu
iktidarda olanlar bu sahte slogan'arla muhaliflerini her tarafta ezmek imkânını
bulurlar. Halbuki onların seçimlerinde muhalif diye kimse de olamaz. Hiç bir
surette, vicdanım satmamış ve bu düzmece felsefeye inanmamış olanların da muhalefet
etme hak ve nasipleri yoktur.
Farzedelim ki, bu
rejim geçim için serveti eşit bir şekilde taksim etse - halbuki şimdiye kadar
hiç bir sosyo. komünist hükümet idaresi böyle bir icraata yanaşmamıştır - dahi
acaba böyle bir taksimata nasıl olur da «Adalet-i r^ahz» : «Temiz adalet»
diyebiliriz? Bunun adına nasıl eşitlik ismi takabileceğiz? Ben şurasını da
sormak istemiyorum ki, böyle bir rejimde ve böyle bir sistemde, hâkim zümre
ile mahkûm zümrenin arasında geçim ve servet bakımından bir eşitlik yar mıdır?
yok mudur Ben yine şunu da sormak istemiyorum ki, 'bu nizamın diktatörü ile bu
şahsın maiyetinde bulunan kimselerin yaşayış seviyeleri, halkın yaşayış
seviyesi ile aynı mıdır9 yoksa değil midir? Yine şunu da sormak istemiyorum ki,
diktatör ve onun maiyetinde bulunan zümre, bu uydurma felsefeyi ayakta tutmak
isteyenler, niçin kendi nazariyelerini polis, asker, casus ve diğer hususî
teşkilatlarla halkın üzerine musallat ediyorlar?
Ben-şunu soruyorum:
Eoı gibi şeylerin hakikati ortada bulunurken, böyle bir rejimde ve böyle bir
rejimin tatbik edildiği ülkede na3il olur da içtimaî adalet vardır diye iddiada
bulunulur? Hele bu sual de bir tarafta dursun, bu tarz bir nizamın kurulmuş
bulurichığu ülkenin vatandaşlarından biri bu-felsefe ve bu nazariyeye ve yahut
da bu felsefe ve nazariyenin tatbikatı, hakkında en küçük bir tenkide teşebbüs
ederse neden cezalanır ve neden serbest olarak fikrini söylemekten' menedilir?
Bu ne biçim bir
adalettir ki, bu rejimde diktatör vg bu diktatörün maiyetinde bulunan avanesi,
kendi felsefe ve nazariyelerini yürütmek için, koca bir ülkenin hatta ülkelerin
her türlü imkân ve vasıtalarım kullanmakta ve her şeyi kendi fikirlerinin
yürümesi için alet etsinler de, kendilerine muhalif iki kişi bile
bulunmasın" Hiçbir toplantıca bunlara karşı söz söylenmesin, hiçbir basın
ve yayın vasıtası kendilerinin hilafına yazı yazmacın?
Bu ne biçim adalettir
ki, bütün arazi sahiplerinin arazisi ellerinden alınsın, fabrikalar fabrika
s\ıhiplerin-jeri zaptedilsin, gasbedilmiş olsun? Ve bütün bir memlekette daha
doğrusu memleketlerde bir tek toprak veya fabrika sahibi bulunmasın?.. Bu
gasbedici nizama da dev r let densin?. Devlet denilen bu teşekkül de birkaç
kişinin elinde olup, bu devleti de keyiflerine göre sevk ve idare etkinler?. Ve
artık bir daha iktidar mevkiine kimse onların elinden almak imkânını
bulamasın?. Ancak kendileri birbirlerinin ayağını kaydırarak iktidar mevkiine
geçebilsinler?.. M değiştirsinler...?
Eğer insan denilen
varlık sadece «mide» ve «işkembe» sahibinin ismi değilse ve insanca yaşamak
sadece kamını doyurmağa bağlı bulunmuyorsa, o zaman sâdece geÇÛn eşitliğinin
ismine nasıl olur da içtimaî adalet de* nebilir?
Yaşayışın her
şubesinde her dalında zulüm ve hak- alıp yürüsün de, insanlığın her cephesi
ortadan, da, sadece bir «karın doyurmak
ve karın şişirmek» kalsın?. O zaman millî gelirin de halk arasında eşit olarak
dağıtılması, icabetmez mi? Meselâ, diktatör hazretleri ve onun kuyrukları,
kuyruklarının kuyrukları dg, karın doyurmak ve karın şişirmek hususunda diğer
./atanüaşlarla niçin bir eşitliği arzu buyurmazlar?
Şimdi bu korkunç ve
muazzam zulmün ismine karın do/uroakta eşitlik vardır diye — böyle birşey de
olmadığı halde içtimaî adalet ayakta bulunuyor nıu diyeceğiz? İşte, benim
zatı alilerine arz ettiğim gibi, içtimaî nizamların en kötüsü, en berbadı da
budur. İçtimaî zulmün en ağırı, en fenası da yine budur. İnsanlık tarihi başmdan
bugüne kadar böyle bir kötü içtimaî zulüm görmemiştir. Galiba göremiyecektir
de. [494]
Şimdi, size kısaca
İslâm'da adalet denilen şey'in ne olduğunu anlatayım. İslama şu mesele katiyen
sığmaz ki, herhangi bir kimse, yahuc da bir zümre, «insanî yaşayışta adalet»
diye bir feisefe ve bir nazariye ortaya. koyup, bunun tutunması için çalışıp,
bu tasavvuru zorla halkın üzerine musallat kılmak yoluna gitsin. Bir şey
söylemek isteyenlerin veya itiraz etmeğe yeltenenlerin de dillerini arkadan
kessin.
Böyle bir makam ve
böyle bir hak ne Hazret-i Ebu Bekir Radıyallahu Taalâ anh için, ne Ömer Faruk
Radı-ysllahu Taalâ anh için, hattâ ne.de Hazret-i Muhammed Resulullah
Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in kendisi için tanınmıştır, îslâmda hiçbir
kimsenin diktatör olma hakkı yoktur. Yalnız Allah bu makama sahiptir. Ancak
Allp.hm karcısında insanî arın niçin ve ne sebeple demede ı kayıtsız ve
şartsız, boyun eğmesi lâzımdır. Hazret-i Muhammedi Sallallahu Aleyhi ve
Sellem'in kendisi bile bu hükme tâbidir. Onun hükümlerine de şüphesiz ve kesin
olarak itaat etmemizin sebebi, bize Allah'ın hükümlerini getirmesi ve
bildirmesidir. Maazallah kendi indinden hüküm ortaya çıkarmak isteseydi biz
itaat etmezdik. Allah Resulünün ve Resul'un Halifelerinin de hükümleri yalnız
ve mahzâ Şeriatı Üâhiyenin icrasmdan başka birşey değildir. Bu itibarla,
onların hükümleri temkid edilmekten çok ufaktır. Bunlardan başka herkes, her
hususta tenkid etmek hakkına haizdir. Bu hakkı tam manasiyle kullanabilir. [495]
Allaha Taalâ, Îslâmda
öyle bir hudud koymuştur ki, buniLiia ferdin serbestisi ve hürriyeti muayyen
hudud* iarla çevrilmiştir. Hak Taalâ bir müslüman ferd için re:erin helâl \e
nelerin haram olduğunu bildirmiştir. Han gi işler farzdır, yapılması lâzımdır
ve hangi işlerden kaçınmak :cabeder? Başkalarının bizim üzerimizde ne gibi
hakları vardır ve bizim başkalarının üzerinde ne gibi haklarımız vardır? Hangi
şartlar dahilinde bir mülk bize intikal eder ve yine hangi vasıtalarla bir
mülk bizim elimizden çıkıp başkalarına intikal eyler. Ferdlerin kendi
camialarına arşı ne gibi farzları vardır, camianın da lerdlere ka^şı ne gibi
farzları bulunmaktadır? Camianın iyilik hususunda ferdlere, aile ve hanedanlara
ve kardeşlikler üzerinde ne gibi mesuliyetleri vardır. Ve hangi hizmetleri ifa
etmeğe mecburdurlar?
Bütün bu hususlar,
Kitap'da ve Sünnette müstakil düsturlar olarak kaydedilmiştir. Bu İlâhî
kanunlar üzerinde herhangi bir değişme bahis mevzuu olamıyacağı gibi yeni
addedilen bir şeyin de eklenmesine veya eksil-tilmesi olamaz ve olamıyacaktır.
Bu düsturlarla bir şalisin ferdî hürriyeti ve ferdî serbestisi üzerinde, bazı
mesuliyetler konmuştur ki, bunların hududunu aşmak ve bu hududlara tecavüz
etmek kimsenin hakkı değildir. Ancak bu hududiann dariesi içinde mevcut
bulunan hürriyetleri de ortadan kaldırmak, kısmak veya genişletmek bir hak
olarak tanınmış değildir. Mal iktisabının da muayyen bir kaide ve usulü
vardır. Bu kaide ve usullerin haricinde mal iktisap edilmesi haramdır. Yalnız
bu kadarla da kalınmaz. Usulsüz ve kaidesiz mal iktisap edenlere, İslâmî
kanunlar ceza tayin etmiştir. Fakat helâl olan vasıtalara baş vurarak mal ve
"mülk edinenlerin. mal ve mülk hukuku da mahfuz olup korunacaktır. Bu mat
tasarrufunu, kanunun müsâadesi olmaksızın ve meşru yollar bulunmaksızın
sahiplerinden almak ve onıan mal ve mülklerinden mahrum bırakmak da mümkün de
ğildir. Böyle bir camianın felah yolunda dosdoğru yürüyebilmesi için ferdler
üzerine bazı farzlar konmuştur.
Ferdler bu farzları
yerine getirmek mecburiyetindedirler.
Fakat bunların dışında hiçbir kimse bir şey için zorlanamaz ve kimseye cebir
kullanılamaz. Ancak ferdler kendi
rızalariyle bir. şey verirlerse o
zaman da kimse-bunları bu fiillerinden caydıramaz.
Yine bunun gibi
camianın da ferdlere karşı vo hatta hükümetin de camia efradına karşı ifa
edeceği bazı .arzlan ve vecibeleri vardır. Camia ve hükümet bu farzları ve bu
vecibeleri eda etmezse, o zaman efradın da bu camia ve bu hükümete karşı olan
farzları ve vecibeleri yerine getirmelerine mahal kalmaz, itaat etmemek haklımı
elde ederler. Eğer bu müstakil düsturlar, üzerine iş-î*Jr yürütülüp amelî bir
kisveye ^girerse, işte o zaman içtimaî a.aaiet de kaim olacaktır. Böyle bir
cemiyette ise kimse içtimaî adalet diye bir iddia ortaya atamıyacak, kimsenin
ut böyle bir iddia ortaya atmasına lüzum kalmayacaktır.
Bu düstur, yürürlükte
bulunduğu takdirde ve mevcudiyeti gözle görünür vaziyette oldukça, o zaman
rnüs-lümanlar, hiç kimsenin sahte ve aldatıcı sözlerine kapılma ihtiyacın'
duymayacaktır. Esasen böyle bir kimse de rcüslümanlarj hiç bir vakit
aldatamıyacak ve kandıramı-yacaktır. O zaman sosyo-komünizmin ortaya attığı
içtimaî adalet diye isim verilen şeyin Islâmm ta kendisi olduğu da meydana
çıkmış bulunacaktır.
İslâm, bu şekilde fert
ile cemiyetin arasında bir muvazene ve ahenkli bir düzen kurmak ister. Bu düzende
ne ferde tam ınaaasiyle hürriyet verilir ne de cemiye-te ferdi çiğnemek ve
ferde zarar vermek hakkı tanjmır.
Aynı zamanda cemiyeti
idare edenlerin de, ferdin, islâmî 'iüptıır gereğince elde etmiş bulunduğu
hürriyeti kısıp azaltmak ve şahsiyetini geliştirmek iğin zaruri olan-suslsTj
esirgemek salahiyeti olamaz. [496]
îslâmda bir ferd
tarafından servetin başkalarına intikal etmesinin ancak üç şekli vardır: 1.
Veraset. 2. Hibe 3. İktisâb. (Ticaret
ve alış veriş gibi.)
Veraset o zaman
muteber olur ki, herhangi bir malın meşru sahibinden onun varislerine şer'î
kaidelerle mal intikal eder.
Hibe ise, —atiye de
denebilir — herhangi bir malın, şarî mâliki ve sahibi tarafından kendi gönül
ile şer'î kaideler tahtında verilmesidir.
Atiye eğer hükümet
tarafından verilecek olursa, o zaman alan şahsın bunu hak edecek şekilde hizmet
etmiş olmasına mukabil verilmiş olmalıdır. Yahud da hükümete büyük bir iyilik
yaptığı için böyle kimseler devlet mallarından mükâfatlandırılır. Hükümet de
vermiş olduğu bu atiyeyi meşru 'bir şekilde kendisine intikal etmiş bulunan
mallardan vermelidir. Bundan başka, atiye vermek hakkına malik bulunan hükümet de
serî kanun gereğince müşavere ve şûra ile yürütülen hükümet olmalıdır. Bu
hükümetin sarfettiği ve harcadığı paralardan, halkın her zaman hesap sorması
imkânı bulunan bir. hükümet olması gerekir.
Iktisab, çalışıp hak
kazanmak demektir. İslâmda çalışıp hak kazanmanın da yolları tayin edilmiştir.
Haram bir şekilde ele geçmiş şeye iktisâb haram olur ve caiz sayılmaz. Haram
işlerden kazanılmış kazançlar da haramdır. Meselâ, hırsızlık, gazb, Ölçüde ve
tartıda alış veriş yaparken eksiklik ve fazlalık yapmak, hiyanet, rüşvet,
aldatma, fahişelik, ihtikâr, tefecilik, murabahacılık, kumar oynatmak, uydurma
alış veri§, dolandırıcılık sarhoş edici maddelerin ticareti ve imalatı, fuhuş
için aracüık ve buna benzer bazı işler. Islcmda helâl iktisâb sayılmaz:. Bu
gibi adî ve iğrenç kazançların dışında, herJıangi bir meşru yolda çalışılıp
kazanılmış bulunan ve iktisâb edilen servet caiz ve helâl servettir. Çok olması
veya azlığı bahis mevzuu değildir. Böyle bir şekilde yani meşru yollardan elde
edilmiş bulunan servetin ölçüsü ve lıududu yoktur. İstenildiğinden çok da
olabilir, istenildiğinden daha da az olabilir. Az olduğu zaman diğerlerinden
kırpıştırmak hakkı tanımadığı gibi, çok olduğu zaman da bu kazançtan zorla
alınarak başkasına verilmek suretiyle bu servetin azaltılması cihetine gidilmez.
Fakat bu serveti
kazanmanın şekli caiz ve meşru usullerin dışma çıkınca o zaman müsîümanlar
için, bu servetin sahibine, «Min eyne leke hazâ? : Sen bunları nereden
getirdin?» diye sual sormak hakkı tanınmıştır.
işte bu, servet
hususunda tahkik edilecek ilk kanunî haktır. O zaman servet sahibi, elde etmiş
bulunduğu servetin meşru yollarını isbat edebilirse, mesele kalmaz. Fakat isbat
edemediği takdirde, yine o zaman İslâm hükümetine bu mallara el koymak hakkı
da tanınmıştır. [497]
Meşru şekilde ve
kanunî yollardan ellerine servet ve mal geçirmiş bulunanlar da tamamen
unutulmuş ve kendi başlarına bırakılmış değillerdir. Bunların da bazı mesuliyetleri
ve bağlı bulunacakları hususlar vardır. Fert olarak her kim servet sahibi
olursa, bu serveti sarfet-mek hususunda, camianın bundan zarar görmeyeceti şekilde
hareket edecektir. Yahut da servetini sarfettiği zaman ahlakına ve dinine
halel getirmemelidir, islâmda şahsî serveti kimse fısk ve fücur yolunda
sarfedemez. îçki içmenin ve kumar oynamanın kapılan kapatılmış -tır. Zina ve
fuhşun ve buna benzer ahlaksızlıkların da Önüne sed çekilmiştir. Aynı şekilde,
hür bir insanı yakalayıp köle yapmak veya hür bir kadını tutupda cariye kılmak,
bunları alıp satmak da yasaklanmıştır. Zengin kimselerin, fakir çocuklarını
satın alarak köle ve cariye haline getirtmelerine de müsaade edilemez. Para
sarfetme-nin de bir ölçüsü ortaya konmuştur. İsrafın önüne geçilmiştir. Servet
sahibi bir kimsenin refahı - hal içinde nazü nimetle yaşayıp da komşusunun aç
yatmasına iyi nazar-ia bakıLmamıştır. îslâmda servetten de ancak meşru ve maruf
(iyi) bir şekilde faydalanması caiz sayılmıştır. Bir kimsenin servetinden
servet doğması da helâl ölçüler üzerindedir. Buna da bir usul ve hudut
konmuştur. Şeriatın koyduğu bu usul ve hududu geçmemek lâzımdır..
İçtimaî hizmetler.
Şimdi İslâmdaki
içtimaî hizmetler bahsine gelelim. Bu hususta her ferdin serveti muayyen Ölçüyü
buldu mu zekât ödemesi lâzım gelir. Y;.ne aynı şekilde, ticaret malı üzerine,
araziden elde edilen mahsule, hayvan ürünlerine, hayvanların üreyip çoğa
malarına ve bazı başka şekilde de servet artışına zekât lâ^un gelir.
Şimdi siz. eğer,
dünyada her fne şekilde olursa olsun meşru yolda servet edinirseniz, bunun da
-hesabını tutarsanız, serî kaidelere göre ölçü de (misâb haddi) tamamlanırsa
bu servetinizin de kanun ve kaideye göre zekâtınızı verirseniz, Kur'anj
Kerimin tayin etmiş olduğu hakları öderseniz, masraflarınızı da yine şeriatın
koyduğu kanun ve usul üzerine yaparsanız, o zaman birkaç sene içinde, ihtiyaç,
içinde bulunan ook kimse de, fakru zaruretten kurtulup, vaziyetini düzeltmiş
olur.
Bundan başka, yine
servet bir ferdin elinde toplanmaz. Çünkü îslâmda *bdr ferd vefat edince pnun
serveti mirasçılar arasında taksim edilir. Her ne şekilde olursa olsun,
servetin bir elde toplanıp mütemerkjz olmasının önüne geçilmiştir. [498]
Bunlardan başka,
îslâmda toprak sahibi ile tarlada çalışan ekici, fabrika ve iş yerlerinde
çalışan işçilerle iş verenler arasında cereyan edecek muamele ve anlaşmalar
rıza dahilinde olmasana dikkat edilmiştir. Rıza esas olunca da kanun
müdahalesine lüzum kalmaz. Fakat her nerede bu gibi işlerde zulüm ve haksızlık
görünürse, o zaman Islâmî hükümetin tamamen müdahale hakkı vardır. Islâmî
hükümet kanun vasıtasiyle bu haksızlıkların önüne geçer.
Amme hizmetleri için
millî mülkiyetin (devlet mülkiyeti) hududu.
îslâm, herhangi bir
teknik sahada veya ticarî mevzuda hükümetin muayyen bir ölçü koymasını da
haram kılmamıştır. Herhangi bir
sanayi veya ticarî ıeşebbüs amme
menfaatine uygun olur veya umumî maslahat gerektirirse, ferdler de
bu işi tekbaşlarma yürütmekten âciz olurlarsa, bu iş hususî
teşebbüsün kudretinin üstünde bir durum arzederse veya halkın bu gibi İşleri
yürütmeleri amme maslahat ve menfaatine uygun bulunmazsa, o zaman hükümet bu
gibi işleri tertibe koyup intizamlı
bir şekilde yürütme yolunu tutar. Yine bu örnek gibi, herhangi bir sanayi veya
ticarete ait bir iş şubesi hususî teşebbüsün elinde olduğu zaman umumî maslahata
aykırı bulunur veya dçtimaî yaşayışın muhtelif cephelerine zorar verecek şekle
girerse, hükümet bu fertlere karşılığını ödeyerek bu müesseselerin idaresini
eline alabilir-. Münasip bir şekilde de bu işleri yürütüp gider. Bu gibi
tedbirlerin alınmasına şer'an bir mâni
yoktur. Fakat îs1âm, bütün
servet ve gelir kaynaklarının hükûme-ifn elinde bulunmasına, tek başına bütün
sanayi ve ticar-î tesislere el koyup kendi inhisarı altında bulundurmasını
kabul etmez. Yahut halkın elinde bulunan bütün araziyi devletleştirmesini
-caiz ve meşru saymaz. [499]
Beytülmal hakkında
îslâmm kesin hükmü şudur Bu Beytülmal, Allanın ve bütün müslümanların hakkıdır
Beytülmal üzerinde kimsenin temellük maksadiyle ta sarruf salâhiyeti yoktur.
Müslümanlar diğer işlerde olduğu gibi, beytülmallerini, serbest bir şekilde
seçtikleri mümessillerine teslim ederler. Bu mümessiller de yine müşavere ile
beytülmali, lâzım gelen yerler sarf ederler. Beytülmalden ne alınacak ise ve
nereye bir sarfiyat yapılacaksa bütün bu tasarruflar serî usûller üzerine yapılmalıdır.
Müslümanların da bilaistisna hepsinin beytülmal hakkında sual sormak ve hesap
istemek hakka vardır.
Bir sual.
Sözlerimi burada
bitirirken, düşünce sahibi bulunan herkese şu suali sormak istiyorum: Eğer
içtimaî adalet, yalnız ve sadece geçim meselesinde olan eşitlik ve adaletin
ismi ise, o zaman nasıl olur da her hususta adaleti gerçekleştirmiş bulunan
islâm, bu adaletin içine sadece geçim adaletini sığdırmamıştır? Böyle bir
adalet dairesinin içinde mevcut bulunan adaletler, geçim adaleti hususunda
bizim için niçrin yetersiz oluyor? Niçin ve ne sebepten dolayı br zaruret
sayılarak ve böyle bir zaruretin hatırı için ferdlerin bütün hürriyetleri
ortadan kaldırılsın ve halkın meşru yollardan elde ettikleri bütün mal ve
mülkleri ellerinden zorla alınıp bütün bir millet bir diktatör ve diktatör
maiyetinin kölesi durumuna düşürülsün?
Nihayet, bizim kendi
ulkelerâniMe/talâmî prenalple-re tamamiyle uyan sâf ve ternu bir çeri hükümet
kurarak, Hak Taalânın kanunlarını tamamen icra kılmamıza ne gdbi bir mani vardır? Bû bdr gün bu idealimi»
gerçekleştirebilirsek o zaman yalnıa aosyo-konrunistMgin çarpık ve gayrı _
insanî tesirlerinden kurtulmak ve u*ak olmakla kalmayıp, aynı zamanda zavallı esir sosyo-ko-münist -
zede memleketler de .belki bizim yaşayış niza, munıa görüp anlarlar ki, îslâm
aydınlığı dışındaki yürüdükleri yollar hep karanlık ve zulmetlidir. l§te ancak
o zaman gözlerini açmaları mümkün olabilir ve gerçek aydınlığa kavuşmuş
bulunurlar. [500]
Bu k.smın son bahsi
de, İslâm'da hükümetin örnek usulüdür. Bu. hususta Mevlâna Mevdudî Sâiıib,
kendilerinin yazmış bulunduklar' Tefhim - iü - Kur'an tefsirindeki haşiyelerde
kaleme alin ı? oldukları mevzuları tertiplemiş ve biraraya getirmişlerdir.
Mevlâna'nm bu Tefsiri hakikat olarak çağımızın îslâm edebiyatının
şaheserlerinden biridir. Biz, fcm eserin birinci kısmında, bu tefsirdeki,
tslâmî hükümet düşüncesi mevzuunu anlatırken, bu tefsirin bazı haşiyelerinden
bahsetmiştik. Şinıdj îslâmî hükümetin çalışma nizamı ve onun zabtü r-abtı
meselesi, ortaya çıkınca, Örnek usul olarak bundan yine de bahsetmek lâzım
geliyor.
Burada kısa, fakat
toplu ve mükemmel bir şekilde, îslâmî hükümetin Örneği meyanmda, bu hükümetin
içtimaî, siyasî, geçim, talim - terbiye ve muaşereti zabtü rabtıni ortaya
koyacağız. Bu usullerin her biri de kendi basma müstakil birer usuldür. £u
usi'ller üzerinde yürünürse, o .zaman en mükemmel ve en £ü~ ^ei bir camia
ortaya çıkacaktır. îşte İslâm'ın da. isteği budur. Yani îslâm yeryüzündeki
insanların öyle bir şekilde yaşamalarını istemektedir ki, emniyet ve asayiş
kaim kılınmış olsun. Ahi-rette de, Halt
Toalâ'run huzurunda baa*ar aşağı olmasın.
Buradaki, âyetlerin
tercümeleri ve "bunların şerhi Muhterem Mevlâna'nm kendi kalemlerinden
çıkmıştır. Hazırlayıcı da mevzuları birbirine bağlamak hususunda bazı cümleler
eklemek zortm-da kalmıştır. Şimdi bu mevzudaki bahisler toplu bahislerdir. Elimizdeki
şekliyle de ilk defa -basilmiş oluyor. (Hazırlayıcı) [501]
Kurlan-ı Kerim'e göre,
hükümetin maksadı, iyilik, adalet ve İlâhî kanunu hâkim kılmaktır.
A. Yeryüzüne
yerleştirdiğimiz kimselerin kendilerine iktidar verdik. Bunlar, namazı ayakta
tatarlar, zekât verirler, iyiliği emrederler ve fenalıktan menederier. tşlerin
sonu da AUah*a aittir.
(Hac, 41).
Yani Hak Taalânın
yardımına ve O'nun inayetine müstahak bulunan halkın vasıfları şudur:
Yeryüzünde kendilerine iktidar ve hükümranlık verilince, şaflısî ahlâkları
dtbiariyle fısk ve fücur, gurur ve kibir, kendilerini büyük görmek yerine,
namazı ayakta tutarlar, ellerinde bulunan serveti gayrı ahlâkî yollarda ve boş
işlerde, nefs havasında ve ayş-ü işrette sarf etmeyip, zekât öderler. Onların
hükümeti, iyiliği ortadan kaldırmak için değil, iyiliği teşvik etmek gayesi
ile hizmet görür. Fenalıkları teşvik etmek iç&n değil, fenalıklara son
vermek için çahşir.
işte bu kısa tarif
ile, îslâmda hükümetin nraksadı ifade edilmiş olur. Ve bu hükümetin memurları
ve buyruk sahiplerinin vasıfları ve hususiyetleri de meydana çıkar. Bir kimse
eğer anlamak isterse bu kısa imh ile îslâmda hükümet diye anlatıimak istenilen
devlet şeklinin ne olduğu ve ne için vücut bulacağını kavramış olur.[502]
Bu ümmetin şeref ve
imtiy&zî vasfı, bütün insanlık haklarım yerine getirmesidir. İyi ve makbul
(maruf) işlere hizmet etmek, halkı bu hedeflere yöneltmek, fert ve cemiyet
olarak hep bu yolda çalışmaktır.
B. Ve böylece sra
iıraeı bir ümmet kıldık (ümmet-i vasat) hiz dünya halkının üzerinde gözcü
(şahidi) olursunuz. Nitekim Resul de sizin üzerinizde (şahid) gözcüdür. (El -
Bakara, 143).
İşte bu, Hazret-i
Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in ümmetine has olan önderliğin ilânıdır.
Burada her iki cihete de «işaret» vardır. Bir tarafda Hak Taalâ-mn önderliği
vardır. Buna göre, «Hazret-i Muhammed Sa'lallahu Aleyhi ve Sellem'in
tebaiyetini kabul edenler doğru yoldadır» denmektedir. Bunlar doğrulukla ilerlemeğe
yüz tutmuşlardır. Derleyerek, öyle bir mertebeye ulaşmışlardır ki, aracı ümmet
olmak hakkını kazanmışlardır, îşte bu, kıblenin değişmesiyle alâkalıdır.
Dirayet yoksunu kimseler, kıblenin bir mahalden diğer bir maha-le değişmesini
sadece ve alelade bir yer değişmesi zannederler. Halbuki bu iş doğrudan
doğruya o zamanki dünya ahvalinin değişmesi demektir. Hak Taalâ o zamana.
kadar1, dünya önderliğini israil oğullarına vermişti. Bu âyet-i kerime ile
takdiri îlâhî, bu önderliği ortadan kaldırarak, Hazret-i Muhammed Sallallahu
Aleyhi ve Selle-min ümmetini dünya milletlerine önder olarak tayin buyurmuştur.
İsrail oğullarını da böyle bâr makamdan az-letmiştir. îşte bu hususun
belirtilmesi için de kıblenin değiştirilmesi emredilmiştir. Yoksa kıblenin
Beytülmu-kaddesten Kâbeye değiştirilmesinin başka bir sebebi yoktur.
Ümmet-i vasat»
mefhumunun manası çok şümullüdür. Bu kelimenin tercümesini başka kelimelerle
yapmak kabil değildir.
Bundan maksad, ümmetin
Öyle yüksek ve öyle üstün bir makamı olmasıdır ki, adalet ve insaf ancak bu
ümmetin vasıtasiyle kaim kılınmış olur. Dünya milletleri arasında başkanlık bu
ümmete verilmiş bulunuyor. Bu ümmet doğruluk ve hakikat üzerinde yürür; eğrilik
ve haksızlıkla alâkasj bulunmaz.
Sonra buyruluyor ki,
sizi «ümmeti vasat» kıldığımızın sebebi de şudur:
«Siz, halkın üzesrîne
gözcü olursunuz. Nitekim Resul de sizin üzerinizde gözcüdür.»
İnsanlar ahirette
hesap vermeğe başladıkları zaman Resul de bizim mesul mümessilimiz olarak biae
şehadet verip dâyecektir ki, bu ümmete, T>enim öğrettiğim doğru düşünce,
sahih amel ve adalet nizamı üzere yürümüşler ve kendilerine öğretmiş bulunduğum
düsturları noksansız olarak, bir şey değiştirmeden ve üzerine birşey eklemeden
diğer halka da ulaştırmış ve Öğretmişlerdir. Amelî olarak da bu işleri doğru
tatbik etmişlerdir. Bundan sonra Resulün yerine geçme vasfı ile, siz de umum insanlara
şahidlik edip dersiniz ki, Resul bize neyi nasıl Öğretti ise, biz de aynen
bunu bu insanlara ulaştırdık. Resul bize neyi nasıl gösterdİyse, biz de
bunlara aynı şekilde noksansız ve eksiksiz gösterdik. Ve bu hususta hiç bir
kusur işlemedik.
Bu şekilde bu dünyada
bir kimse yahut da bir zümre Allah tarafından şahid olmak mansıbına yükselmiş,
olursa, hakikatte bu kimse veya bu zümre, halka imamlık ve önderlik makamına
da yükselmiştir. Buna göre nerede fazilet ve üstünlük varsa, orada mesuliyet
derecesi de o kadar fazla ve büyüktür. Buradan şu mana da anlaşılır ki, nasıl
F^sulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem-bu ümmete, Allah korkusu, doğru yaşamak,
adalet, hak taraftarlığı dçdn canlı şahid ise, bu şekilde O'nun ümmeti de bütün
dünya için canlı şahiddir. Nitekim Resulün akval ve ef ali bu ümmet için örnek
teşkil ediyorsa, O'nun ümmetinin de akval ve ©Tali dünyanın diğer halkı için
örnek teşkil edecektir.
Aynı âyetten bir de şu
mana anlaşılır:
Nasıl ki Hak Tealâ,
bir ümmet olarak, doğru yolda yürümeniz için, hidayet yolunu göstermek
maksadiyle Regulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellemi göndermiş ve O' da sizi
doğru yola götürmekten mesul ise — hatta o kadar mesul ki, zerre kadar bu
hususta kusur etmiş olsaydı hemen Hak Taalâ kendisini muaheze ederdi — aynı
şekilde O'nun ümmeti olan siz de dünyanın diğer halkını doğru yola götürmek ve
hidayet yolu göstermek için, bir ümmet kılınmışsınızki, vazifenizi yapmadığınız
zaman siz de muaheze edileceksiniz.
Şimdi eğer biz, Allah
Taalânın adaleti karşısında doğru şehadet edip de; Senin Resulün vasıtasiyle
bize ulaşmış bulunan hidayetlerini biz de senin diğer kullarına ulaştırmakta
kusur etmedik, diye bildiremezsek, o za-man biz de ağır bir durumda mesul
oluruz. Bize verilmiş bulunan imamlık ve Önderlik iftiharı da ortadan kalkıp
gider.
Bizim imamertimiz ve
bizim önderliğimiz devrinde, "hakikî kusurlarımız, fikir ve ameldeki
sapıklıklarımız yüzünden, dünyada bu kadar fitne ve fesat ortaya çıkmıştır.
Bunların hepsi i$in, Şer önderleri veya Şeytanlar, ins ve cinn de bir arada
muaheze edileceklerdir. Bize de şu sual sorulacaktır: Dünyada o kadar
masiyetler, zulümler ve sapıklıklar icra edilmişti. Bunlar icra edilirken
sizler nerede idiniz[503]
C. Siz halk kin ortaya çtkanhnış en iyi Ümmetsiniz
ki, doğru yola emreder, eğri yoldan m^a eder ve Allah'a da iman edersiniz.
(Âli İmran, 110).
Bu mefhum Sûre-i
Bakara'nın 70. nei rükuunda da beyan edilmiştir. Nebiyyi Arabî Sallallahu
Aleyhi ve Sel-]em'in tâbilerine bildirilmiştir ki, siz, dünyanın imamlığı,
önderliği ve rehberliği mansıbına yükselmiş bulunuyorsunuz. Benî İsrail,
ehliyetsizliklerden ve beceriksizlikleri yüzünden bu mansıptan azledildiler.
Onların yerine siz geçirildiniz. Bunun için, şimdi siz ahlak ve amel bakımından
dünyanın en iyi insan camiasısuıız. Siz de öyle vasıflar olmalıdır ki, bu
vasıflar adil imamette zarurîdir. Yani iyiliği kaim kılmak, fenalığı ortadan
kaldırmak, Allah (Vahdehü L*â Şerike Leh) m cazibesine kapılmak, hem itikadla
hem de amel ile kendinizi Rabbe teslim etmek, sizin şiarınız olmalıdır. Buna
göre şimdi size tevdi edilmiş bulunan vazifeden siz mesulsünüz. Bunu bilmeniz
lâzımdır. Yanlış yolu bırakıp doğru yoldan yürümeniz icabe-der. [504]
D. Benî Israilden, kâfur yolu tutmuş
olanlar, Davud'un ve İsa ibnri
Meryem'in İlişimi ile lanet edildiler,
bu, onların taşkınlık yaptıkları ve aşırı gittikleri içindir. Onlar
eğriliklerden men etmez ve eğri ,işi ilerletirlerdi. Ne kadar da kötü işler
işlerlerdi. (Maide 78 - 79).
Her kavim arasında taşkınlık
ilk önce birkaç kişi tarafından baş'ar. Kavmin içtimaî vicdanı canlı ise, o zaman
efârı umumiye bu taşkınlığa karşı koyar ve taşkınlık ortadan kalkar. Fakat
kavmin efradı bu gibi işlerde müsamaha gösterirler, yanlış yol tutan güruhu
ayıplayacakları ve onları doğru
yola getireceklerine bu sapık
azınlığı beğenirlerse,
o zaman cemiyet de bu yanlışlıklara ve bu eğri yol tutanlara kapılmış olur.
Gitgide fenalık yayılarak bütün ferdlerd sarar. Ve bütün bir milleti berbat
eder. İşte Benî îsrailin içtimai durumunun da tefessüh etmesine sebep olan
hastalık budur. [505]
E. Ve O*nun
yolunda çaBışınizj, olur ki, siz felah bulursunuz.
(Maide, 35)
Âyet-i kerimenin
metninde «cahidû : çalışınız» kelimesi kullanılmıştır. Bu mefhum alelade
çalışmak değil; burada karşılıklı çalışma mefhumu vardır. Çünkü kelime
«Müeahede : karşılıklı çalışma» şeklinde kullanılmıştır.. Aynı zamanda
kelimenin kökü «cehd» den geldiğine göre, sây ve gayretle çalışmak
kasdedilmiştir. Sade çalışma değil, çaba ile demektir. Esas sahüı mefhum şu
manayı aksettirir: Hak Taalânm emrettiği yolu kapatmak isteyen herhangi bir
kuvvet ve illet ortadan kaldırılmalıdır. Bu yolu açmak ve AJlahm rızasını
kazanmak için müs-lümanlarm işbirliği yapması ve birbirlerine dayanarak
çalışması gerekir. Gerek kendi nefsinizi yahut da diğer müslümanları Allahtan
başkasına kul yapmak isteyenlerin karşısına dikilerek ve onların bütün bu
uygunsuz işlerinin önüne geçerek doğruluğu ortaya koymak için, dayanışmak,
yardımlaşmak ve el birliği ile çalışmak şarttır. Ancak böyle bir çalışma sizin
gerçek manadaki kurtuluşunuzun ve muvaffakiyetinizin ve Hak Taalâya yakın
gla-. bilmenizin medarıdır.[506]
Bu âyet-i kerime, her
mümin kulu, doğru olmayan işlerle savaşmağa, Allah yolunda çalışmağa, ne
şekilde o'ursa olsun, hangi vasıta bulunursa bulunsun mücadele etmeğe davet
eder ve yol gösterir. Bir taraftan mel'un şeytan, ve mel'un şeytanın şeytanî
olan ordusu, diğer taraftan da insanın kendi nefsinin içinde bulunan arazı
nefsaniyesi bütün bunlann yanında da Hak Taalâdan yüz çevirmiş yığm yığın
insanlar, — ki, bunlar arasında her çeşit, içtimaî, medenî ve geçdm peşine
takılıp Hak Taalâ-yı unutanlar da vardır. — başka bir taraftan, yanlış din,
yanlış mezhep ve akideler ile medenî ve siyasî nizam kurup Allah Taalâya karşı
ayaklanma yolu tutmuş olanlar ve Hakkın kulu olmak yerine batılın kulu olmağa
insanları mecbur edenler. Bütün bu çeşitli düşmanlara karşı müslüman olanlar
çarpışacak ve savaşacaktır. Karşıda bulunan ve savaşılması icabedenlerin
hepsinin de silâhları ayrı ayrı olmakla beraber, bir tek gayeleri vardır ve bu.
gayede müşterektirler. Onların gayesi insanı Allah'tan başka birisine itaat
ettirmek ve Allah kulluğundan çıkarıp kula kul yapmaktır. Bunun hilafına
insanın ilerlemesi, Hakka yakınlığı ve bu mertebeye yükselebilmesi, şu temel
kaideye bağlıdır: Tamamen Allaha itaat etmek, ba-liiıiîidan zahirine kadar
halis bir niyetle Allahın emrettiği yoî üzerinde bulunan maniaları ortadan
kaldırmak için savaşa girişmek, her zaman ve her durumda bu maniaları
temizleyip yolun açılması için çalışmak ve bu şekilde bu yolda yürüme imkânını
bulabilmektir. [507]
İslâmî hükümetin
hususî bir durumu vardır. Bu hükümet davet edici bir vasfa haizdir. Kendi
salâhiyeti hu-duıları dahilinde ve idare ettiği ülkelerin dairesi içinde «Din»
i kaim kılmak için çalışır. Bütün dünya milletlerine karşı îslâmın
gerçeklerini açıklamak yolunu tutar. Ve dünyanın diğer bütün milletlerini de
islâm yoluna davet eder. Bu hükümetin ayrı
hususiyetlerinden biri de tebIdfci (misyoner), ve öğretici (muallim)
oluşudur. Bu hükümet, bütün icraatını muhabbet, kardeşlik, müşavere, acıma,
merhamet ve dert ortaklığı esaslarını gözönünde tutarak yürütür. İşte Islâmî
hükümetin esas hususiyet ve vasıfları bunlardır.
A. Eğer
Allah isteseydi, herhalde onlar da Allah a ortak konmazlardı. Biz de seni
onlara koruyucu dikmeydik. Sen de onlara gözcülük etmezdin. Ve Allah'tan başkasını
çağıranlara söğmeyiniz. Çünkü onlar da bilmedikleri için düşmanlıklarındıan
Allah'a söğerljer. (En'am, 107 - 1Ö8).
Mesele şudur: C, sizi
davetci ve tebliğci (misyoner) kılmıştır. Sizi üıtisab ağasa, zabtiye nazırı,
polis müdürü tayin etmemiştir. Sizin vazifeniz, halkı aydınlatmak, Hakkı
belirtip, halka Hakkı gözetmeği öğretmek, halka doğru yolu göstermek için çalışmaktır.
Şayet bir kimse, hakkı kabul ederse ne alâ, aksi takdirde kabul etmeyebilir
de.. Siz, halka zorla hakkı kabul ettirmeğe vazifelen. dirilmiş bulunmuyorsunuz
ki, halka hakkı zorla kabul ettiresiniz. Zira onların bu inkârları size bir
mesuliyet yüklemiş olmaz. Size denmemiştir ki, nübüvvet dairesi dahilinde,
bâtıl peşinde koşan hiçbir kimse kalmayacaktır. Böyle kimseleri
bırakmıyacaksımz. Yine size denmemiştir ki, illa Allah yolunda çalışmayanları
yok edecek-s'tvk. Onlara zorla hakkı öğreteceksiniz. Acaba bir tekvini
işaretle bütün insanlar Hak yolunu tutmazlar miydi, ü'akat maksat bu değildir.
Maksat şudur ki, insanlar Hak ile batıl arasını ayırt etmekte serbest olsunlar.
Sonra Hakkın aydınlığım gözönüne alarak batılın karanlığına bakıp bunların
hangisinin iyi olduğunu seçsinler. Bu bakımdan sizin de esas Çalışma şekliniz,
bu aydınlığın size göstermiş buluduğu yolda da yürümeniz olmalıdır. Karanlıkta
yolunuzu şaşırıp sapıtmamalısınız. Başkalarına da bu yolu gösterip, onları da
karanlıktan kurtarmalısınız. Bu daveti kabul eden halkı da kendi basma bırakmamalı
ve birlikte çalışmalısınız. İsterse bunlar ehli dünya gözünde hakir görünen
kimseler olsun. Bu daveti kabul ettikleri takdirde sizin gibi olurlar ve sizin
yolunuzdan yürürler. Aksi haide bu daveti ka.bul etmeyenlere de gücenmek
yoktur. Onlarla yumuşaklıkla geçinme yolunu tutacaksınız. Olabilir ki,
gittikleri yolun kötülüğünü anlarlar da doğru yola giderler. Fakat kendi
yolları üzerin^ de gitmekte ısrarlı olurlarsa, o zaman da onları kendi
hallerine bırakırsınız.[508]
B. Allanın
rahmet ve keremi iledir ki, sen onlara yumuşak davranırsın. Yoksa sen kaba ve
katı yürekli olsaydın, herhalde onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi.
Şimdi onlaıfı bağışla ve kendileri için de mağfiret dile. İç. hakkuıda
kendileriyle müşaverede bulun. Karar verirsen Allaha tevekkül et. Elbette ki,
Allah tevekkül edenle ri sever.
(Âl-i İmran, 159).
C. Ehl-i
kitab ile ancak güzellikle mubahasa ediniz. Ancak onlar arasından zulmeden
zâlimler hariç.
(Ankebût, 46).
Yani mubahasa
edilirken makul delillere istinat edilmelidir. Terbiyeli bir şekilde ve en
uygun kelimelerle konuşma devam etmelidir. Şiddet gösterilmez ve tarize
kalkışılmaz. Yumuşaklık gösterilerek karşı tarafın düşüncesini düzeltmek
mümkün olur. Tebliğci ve davetçi (misyoner) in vazifesi öyle bir şekilde söz
söylemektir ki, muhatabının gönül kapılarını açabilsin. Hak sözler. oradan
içeri girebilmelidir. Doğru yol en canlı şekilde gösterilmelidir. Davetçi
«pehlivan» değildir ki, güreşerek ve dövüşerek rakibini alt etmek yoluna
gitsin. Belki o bir hekim gibi, bir doktor ve tafcib gibi, hastanın mizacını
yoklayarak nabzına göre şerbet vermesi gerekir. Her zaman da şunu düşünmek
icabeder: Acaba verilen ilâçlar da bir yanlışlık var mıdır, yoksa yok mudur, İlâçların
yanlış olmamasına dikkat edilecektir. Çünkü yanlış ilâç hastalığı tedavi
edeceğine bilakis hastalığı arttırır. Şu meseleyi de özönünde bulundurmak
lâzımdır: Hastaya öyle ilâç verilmelidir,,ki, hasta fazla sıkıntı çekmeden
hastalıktan bir an evvel kurtulsun, iyileşsin. Bu hidayet, ehl-i kitab ile
mubahasa edilirken gözonüne alınmalıdır. Fakat illâ ehl-i kitapla böyle olacak
da diğerleri ile olma^ yacak değildir. Bu usul, din temliği için Kur'an-i
Kerimin koymuş olduğu umumî bir kaidedir. Kur'an-ı Kerim muhtelif yerlerde bu
hususu tekrar tekrar bildirmiştir :
Kabinimi yoluna,
hikmetle, güzel öğütle davet et ve kendileriyle en güzel şekilde mubah a se
eyle. (NaİıI, 125).
İyilikle fenalık aynı
değillerdir. Muhaliflerin hücumuna karşı) müdafaada öyle bir usul tutmalısın
ki, en iyisi olsun. Sen göreceksin ki, seninle aranızda düşmanlık bulunan kimse
bile bu şekilde sıkı Iht dost oîup gider.
(Ha Mim Secde, 34).
Siz fenalığı iyilikle
karşılayın. Biz onların ne gibi vasıflar
(ona muhalefet için) uydurduklarını
biliyoruz.
(Mümdnun, 96).
Afv île işe giriş,
iyiliğe emr et, cahillerden yüz çe-vîr. (kendi hallerine bırak).
Eğer şeytan vesvese
düşüncesini sana iletmek isterse, o zaman Allah'a sığın. (A'raf, 199 - 200)
Yani zulm yolu tutmuş
bulunanlara karşı, onların zulümlerinin çeşidine göre muhtelif tavru
hareketlerde bulunulacaktır. Asıl mesele yine her zaman, her kavimle, her
milletle yumuşaklık ve tatlılıkla geçinilecektir. Dünyada Hak yolu
davetçisinin izzet ve şerefi, birine karşı yumuşak davranmakla ortadan kalkmaz
ve mezellet olmaz.
İslâm kendi tabileri,
kendi muktedalan için izzet ve .şerefin bulunmasını zarurî saymıştır. Fakat
tatlı söz söylemek, acizlik ve miskinlik değildir. Ancak herhangi bir zâlim,
izzet ve şerefle oynamağa kalkarsa o zaman onu kendi haline bırakırlar.
Yumuşatmanın çaresini ararlar.[509]
D. işte
Firavun yeryüzündie dik kafalılık etti. Ve yeryüzü halkını bölük bÖKik ayırdı. (Kasas,
4)
Yani onun hükümetinin
usulü şu değildi ki, devletinin hudutları içinde yaşayan halk hukuk bakımından
eşit olup, birbirleriyle aynı olsunlar.. Belki onun medeniyet ve siyasetinin
iktizası şu idi ki, ülkesinin sakinleri gurup gurup, bölük bölük ayrılsınlar.
Bir kısmına imtiyazlar tanınsın, üstün haklar verilsin; diğerlerine aynı hak ve
imtiyazlar verilmesin!.. Bir kısmı hüküm sürsün, diğerleri ise mahkûm durumda
bulunsunlar.
Şimdi şüphe yoktur ki,
îslâmda da Müslüman ve zinımî arasında fark gözetilir. Hukuk ve salâhiyetler bakımından
bu iki camia aynı değillerdir. Fakat burada fark meselesi başka bir şeydir.
Firavnî fark meselesi, bambaşka bir şeydir. Buradaki fark, Firavnî farkın tamamen
aksine, tamamen onun zıddına, soy-sop, renk, li. ' san ve sınıf imtiyazları
üzerine değildir. Bir usul ve nıes^ lek (meşreb) farkı meselesidir. Islâmî
hükümet nizamında zimmîlerle müslümanlar arasında kanun bakımından hiçbir fark
yoktur. Kanun muvacehesinde bunlar eşittirler. Fark ancak siyasî bir farktır.
Bu farkın menşei de şundan başka bir şey
değildir. Bir hukuk usulü hükümetinde, hükümetin idaresini elde tutmak, bu
usule inanmış olan kimselerden teşekkül etmiş bulunan cemaatin hakkıdır. Her
kim bu cemaate girerse ve bu usulü kabul ederse, o da bu hükümeti yürütmeğe hak
kazanmış olur. Yoksa herhangi bir kimse bu usulü kabul etmediği takdirde, o
zaman bu cemaatin dışında kalır ve hükümeti yürütmeğe iştirak edemez. Şimdi bu
tefrik ile Firavnî şekildeki tefrikin arasında benzerlik acaba nerededir? Orada
bir zümre hâkim, diğer bir zümre de mahkûm durumdadır. Mahkûm zümre ise,
siyasî ve kanunî haklardan hatta insanî haklardan bile mahrum vaziyette bulunuyor,
tfiç bir şey onların haklarını tekeffül etmiyor. Bütün gelir, menfaat, hep
hükümran bulunan hâkim zümrenindir, bu zümreye hastır. Hak hukuk denilen şey
de yine bu hâkim zümreye aittir. Diğerlerine bir şey verilmez. Verilirse de
ancak hâkim zümre tarafından merhameten verilir.
E. Ey halk,
sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da onun eşini halk eden ve ikisinden de
bir hayli erkekler ve kadınlar üretip her tarafa dağıtmış bulunan Rabbiniz.
den çekininiz. (Ndsâ,
1)
Yukarıdaki bahislerde,
insanların eşit haklarından bahsetmiştik. Bilhassa ailevî ve hanedanî nizamın
iyiliği ve sağlamlığı için zarurî olan kanunların konulmuş olduğunu işaret
edelim. Bu mukaddimede bir taraftan Allah korkusu, O'nun rızasının hilafına bir
harekette bulunmaktan kaçınmak, diğer taraftan da şu meseleyi gözö-nünde
bulundurmak lâzımdır: İnsanların aslı birdir. Ve bunlar birbirlerinin
kanlarından, etlerinden, kemiklerinde ve derilerinden ortaya çıkmışlardır.
«Sizi bir nefs-i
vahideden yarattık» demek, insanların asıl hilkatlerinin bir tek fertten olduğunu bildirir.
Başka yerde Kur'an-ı
Kerim bu meseleyi kendisi açıklamaktadır:
«Yeryüzünde bulunan
ilk insan Adem'di. Dünyadaki insanların nesli ondan gelmiştir.» Diye bilgi
verilmiştir.
«Bu nefs-i vahideden
de onun eşini halkettik.» Bu hususun tafsilatı hakkında bilgimiz yoktur. Bu
nefsi vahideden onun eşi nasıl yaratıldığı mevzuunda malumat sahibi değiliz ve
olamayız da. Tefsir Ehlinin beyanı bu -kadardır. Bible (Kitab-i Ahdi Atik) de böyle
beyan eder. İlk önce Adem Aleyhisselâm, sonra da Havva yaratılmıştır. Fakat
Allah'ın Kitabı 'bu hususta bir şey söylemez ve bir şey açıklamaz. Hadis-i
Şeriflerde bu mevzu hakkında bazı açıklamalar vardır. Bunlar da halkın anlayacağı
vaziyette değildir. Bu bakımdan bu mesele üzerinde fazla durup Havva nasıl
yaratıldı diye vaktimizi boşuna zayi etmeyelim. (!) Ancak şunu bilmeliyiz ki,
insanların hepsinin aslı birdir.
D. Din
hususunda isteksizlik (zorlamaca) yoktur. (Bakara, 256). [510]
Burada dinden maksat
Allah Taalâya mahsus bulunan akide demektir. Yukardaki cümle Ayetelkürsîde beyan
buyurulm ustur. Bütün yaşayış nizamı bu fikre isti^ nat eder. Ayet-i kerimenin
mefhumunun manası şudur ki, «îslâm» öyle bir itikadî, amelî ve ahlâkî nizamdır
ki, zorla kimseye bir şey kabul ettirmek istemez. Bu beşerî bir fikir değildir
ki, baskı yapılarak, zor kullanılarak, birisine kabul ettirilsin. [511]
Yukardaki âyetler ve
onların teşrihi îslâmî hükümetin hususî durumunu ve mizacını aydınlatır, islâm
kendine has olarak yegâne hükümet sistemi ve yegâne jhükû» met rejimidir ki.
kahir kuvvetle birlikte yine aynı zamanda dert ortaklığı, merhamet, şefkat,
dostluk ve sevgiyi de bir arada bulundurmaktadır*
işte bu, öyle bir
hükümet -sistemidir ki, insanlık içan tam bir rahmet olarak gelmiştir. Buna
göre bu devletin esası ve hareket tarzı müşavere üzerine konmuştur. [512]
Rabbani işaret
şöyledir :
Onların işleri
aralarında, müşavere iledir. (Şûra. 38)»
İman ehlinin
vasıflarından biri de Sûre-i Âl-i Im-ran'da 159 uncu âyetj kerime'de bahsedilen
vasıftır. Yu^ kandaki âyet ve Sûre-i Âli îmran'm diğer âyetine göre, îslâmî
yaşayış tarzının esas rüknünü müşavere usulü teşkil eder. Müşavere olmaksızın,
içtimaî işleri yürütmeğe kalkmak, sadece cahiliye usulü ile iş görmek değil,
aynf zamanda Hak Taalânm emretmiş olduğu usule de açık bir şekilde muhalefet
etmek demektir. Bu bakımdan, Is-lâmda müşaverenin ne kadar mühim bir hususiyeti
olduğu meydandadır. Bu hususa son derece ehemmiyet verilmiştir. Bu mesele
üzerinde düşündüğümüz takdirde, karşımıza üç açık mesele ile karşılaştığımızı
görürüz :
1. Herhangi
bir meselede iki veya ikiden fazla kimsenin fikri ve düşüncesi bir tek
kimsenin fikrinden ve bir tek kimsenin düşüncesinden elbette ki, daha isabetli
ve daha da kuvvetlidir. Müşterek işlerde, indî hüküm vermek ve tek basma iş
görmeğe kalkmak doğru değildir. Böyle bir yol tutmaya kimsenin hakkı yoktur.
İnsafın iktizası da budur. Bir çok kimseyi alâkadar eden hususlarda birçok
kimselerin de fikirlerini almak lâzımdır. Bu kimselerin sayıları pek çok ve
bunlar bir hayli kalabalık olurlarsa, o zaman onların itimat ettikleri
mümessilleri ile müzakere edilir ve onlarla müşaverede bulunulur. Fikirlerine
ve reylerine baş vurulur.
2. Cemiyete ait müşterek meseleleri bir şahıs
kendi keyfî ve indî mütalâasiyle yürütmeğe
kalkışırsa, böyle bir icraat sahibi mutlaka şahsî garazının
pençesine düşer. Başkalarının
haklarım çiğnemeğe de kalkar. Yahut öyle bir hal ahrki bu kimse kendisini
büyük görür de başkalarını hakir
telakki eder. İslâm ahlâlfl bu iki sıfatı da kötü görür. Bir mümin böyle çirkin
sıfatlarla muttasıf olamaz. Mümin kimse ne garazkâr olur, ne de başkaları-nm
hakkına tecavüz etmeğe kalkar. Ne de
böyle yapmakla kendisine fayda temin
etmek yolunu tutar. Kibirli ve kendini
beğenmiş de olamaz. Ben her şeyi biliyorum, herkesden de akıllıyım, diyemez.
3. Başkalarının işlerini ve muamelelerini
yürütmek ve onların meselelerini halletmek durumunda olmak büyük bir
mesuliyeti iktiza ettirir. Bir kimse Allah'tan korkar ve Allah huzurunda mesul olacağını
bilirse, böyle bu a£ır \ ükü tek başına yüklenip, bu yükü tek
basma taşımağa Jiaîkmaz. Bu ağır yükün altına girmeğe cesaret etmez: Hiçbir
mesuliyet hissi taşımadan mevki ihtirasına kapılanlar, Allah'tan korkmayan ve
kıyamet gününün hesabımdan da çekinmeyen kimselerdir. Allah'tan korkup, ahiret
gününün hesabından çekinen ve bu hesabı düşünen kimseler, elbette ki, müşterek
muamelelerin, müştereken yürütülmesi için çalışırlar. Btı meselelerle ilgilenenlerin
hepsi, yahut da onların güvenilir mümessilleri ve vekilleri ile müşavere
ederler ve onların iştiraki ile işleri yürütürler. Çünkü, ancak bu şekilde
müşavere ile gerçek hal yolunu bulmak mümkün olur. Ve insaf da gözetilmiş
bulunur. Eğer bu hususta bilmeyerek
birisi hatalı bir yol tutmuş ise, diğerleri onun bu hatalı yolunun önüne geçer
ve düzeltip doğru yola getirir. Hatalı
yol tutulmuş olursa bunun da mesuliyeti bir tek şahsın üzerinde kalmaz.
Mesuliyet taksim edilir.
Bu üç hususun üzerinde
bir kimse düşünürse, o zaman şunu da anlayacaktır ki, îslâmm insanlara
Öğrettiği ahlâkî talimin esasında müşavere iktiza eder. Bu yoldan ayrılmağa
İslâm, katiyen müsaade etmez.
îslâmî yaşayışın
içtimaî mevzularma ait en küçük meseleden, en büyük meseleye kadar istisnasız
olarak hepsinde müşavere lâzımdır. Tîi usulden bir zerre kadar inhiraf etmek en
'büyük cürüm ve ahlaksızlıktır. İslâm da bu ahlaksızlığa asla müsaade etmez.
Ev, işlerinden tutun da erkek ve kadının birbirleriyle olan davranışları ve
çoluk çocuk terbiyesinde de müşavere lâzımdır. Aile ve akrabalık
münasebetlerinde de aynı usule baş vurulur. Aklı başında olan aile
mensuplarının fertleriyle de müşavere edilir. Bir aşiret, bir kabile veya
kardeşlik ve yahut da koy halkı müşterek meselelerini bu usulle hal yoluna
giderler. Fakat halk çok olunca ve bunların hepsinin müşavereye iştirak
etmelerine imkân bulunmayınca, o zaman bunların itimada şayan ve güvendikleri
nıüsessilleri ve vekilleri toplanıp bir meclis teşkil ederler ve bu meclis ile
içtimaî işler müşavere edilir. Müşaverenin neticesinde ya itifakla yahut da
çoğunlukla rey verilir. Bütün bir milletin işlerini yürütmek için elbette ki,
bu milleti teşkil eden fertlerin fikirlerini almak icabeder. Onun için, bunlar
da ancak itimat ettikleri kimseleri kendilerine mümessil veya vekil tayin
etmelidirler, tman sahibi bulunan bir kimse cebir ve şiddet kullanarak veya
başka usullere baş vurarak fikrini diğer kimselere kabul ettirmek yolunu
tutmaz. Milletin üzerine musallat olup da dediğim dediktir diye baskı yapmak
ve dolambaçlı yollardan nal kın rızasını mecburiyet tahtında elde etmek de
aslında alda-ücılık ve hilekârlıktan başka <bir şey değildir. Müşavere
hususunda, müşavere edilecek olan kimselerin de serbest olmaları lâzımdır. Serbestçe, — kimseden korkmadan, kimseden çekinmeden, taraf
gözetmeden, taraftarlık etmeden ve tesir altında kalmadan — fikir .beyan
edebilmelidirler. Bu şartlar tahakkuk etmedem ve işin içinde çeşitli şekiller,
hileler ve hud'alar bulunursa o zaman Onların işleri aralarında müşavere
iledir.» Âyet-i Kerimesinin medlulüne aykırı hareket edilmiş olur.
Onların işleri
aralarında müşavere iledir.
Kaidesinin fıtratı ve
çeşidi bakımından şu beş meseleyi gözönünde bulundurmak iktiza eder.
1. içtimaî
muamelelerde, halkın hak ve hukukuna ait hususlarda halkın
tamamen serbest bir şekilde rey
vermeleri ve fikir beyan etmeleri lâzımdır. Aynı zamanda, bu muamelelerin ve
bu meselelerin ne şekilde ve ne için yürütüldüğü hakkında tam manasiyle haberdar olmaları icabeder. Yine
onların, kendilerini alâkadar eden meselelerde ve muamelelerde herhangi bir
hatâ ve yanlışlık gördükleri takdirde yahut da herhangi bir kusur ve ihmal
bulurlarsa içtihat edebilip, ıslah etmek yolunu gösterebilmek ve bu işleri
yürütenleri ikaz etmek hakları olmalıdır.
Halkın ağzını ve
dilini bağlayarak onlara hiçbir şe^ yi haber vermeyerek, halkın içtimaî
meselelerini ve muamelelerini devam ettirmek imansızlıktan başka bir şey
değildir. Böyle bir hal,
«Onların işleri
aralarında müşavere iledir.» Âyet-i kerimesinin emrine ihanet teşkil eder.
2. İçtimaî
işleri» ve meselelerin yürütülmesinin mesuliyeti öyle bir
kimsenin üzerinde olmalıdır ki, halk kendi rızalariyle bu işleri o kimse veya'
o kimselere tevdi etmelidir. Tevdi etmek işi tam rıza ve tam istekle — ko'rkmaksızın, bir
şey beklemeksizin ve serbestçe — olmalıdır.
İşin içinde korkutmak,
tamahlandırmak, para verilerek
yahut da her ne şekilde olursa olsun bir menfaat vaad edilerek bir kimse iş
-başına gelir de işleri â
rc etmeğe kalkışırsa,
hakikatta bu şekil rıza demek değildir. Bir milletin işlerinin yürümesi şu
demek değildir İçi T birisi çıkıp mümkün olan her çareye baş vurup, kendisini
iş başına geçirsin. O, ancak halkın tam bir gönül rı/,asiyle iş başına geçerse
o zaman meşru ve kanunî oh11'-
3. îşin başında
bulunan idareci için, halk tarafındın seçilen veya tayin edilen
müşavereci kimseler de yine halkın güvendiği ve itimat ettiği kimseler
olmalıdır. Şurası da muhakkaktır ki, bu işde yine de hille, dalavere, tehdit
ve temahlandirma, vaad etme, para ile halkın vicdanını satın alma ve buna
benzer şeylerin yeri yok_ tu^- Bu şekilde bu makama çıkacak olanların da
makam-lai*i gayn meşru olur.
4. Müşavere
edilecek olanlar da yine kendi
dinlerini, vicdanlarını ve bilgilerini gözönünde
tutarak rey vermeh' ve fikir
beyan etmelidirler. Tam
bir serbestlik dairesinde düşüncelerini ortaya koymalıdırlar. Orada şu işin de yeri yoktur ki, birisine
taraftarlık edip, yahut da ^İrisinden korkup veya daha başka bir şekilde vicdan
ve (jiji duygusu serbestisinin dışında
verilmiş olan rey ve beyan edilmiş bulunan fikirler de gayrı meşru olur.
Böy-\c hiyanetler ve gaddarlıklar yine «Onların işleri arala, rıiula müşavere
iledir.» âyet-i kerimesinin medlulüne ay-]cıri demektir.
5. Müşavereciler yani Şûra Ehli, ya icmâ
ile (ittifakla) yahut da cumhur
ile (çoğunlukla) rey vermelidirler Bu
da nasıl kabul edilebilir ki, bar kimse bütün bir zjjjnrenin reylerini dinledikten sonra, «Ben Bilirim» dermekte hakh olup
istediğini yapabilsin. O zaman müşaverenin manası kalmaz. Hak Taalâ
âyet-i kerimede şöyle buyurmamıştır:
«Onların muamelelerinde kendileriyle müşavere et»
Hak Taalâ şöyle
buyurmuştur :
«Onların işleri aralarında müşavere ile olur.»
Yani onlar işlerini
müşavere ile yürütürler. Başka türlü yürütmeğe kalkmazlar. Bu hidayet sadece
müşavere edilmesi için değildir. Belki müşavere edildikten sonra bu
müşaverenin neticesi üzerinde işlerin yürütülmesi içindir. Müşavere edilerek,
icma veya çoğunluğun reyine uyulacak ve işler bu şekilde yürütülecektir.
îslâmda Şûra usulünün
izahından sonra şu esas mesele de gözönünde bulundurulmalıdır ki, bu Şûrâ'ya
iştirak edenler, müslümanların işlerinde ve meselelerinin yürütülmesinde
kendileri de tam bir muhtariyete sahip değillerdir, istediklerini yapamazlar.
Onlar ancak dinin; tâyin etmiş bulunduğu hudut dahilinde Allah Taalânm
şeriatının dairesinde bu işleri devam ettirebilirler. Şu esası-da gözönünde
bulundurmaları icabeder ki;
«Aranızda bir ihtilâf
vuku bulursa bunu da Allaha ve O'nun Resulüne havale edeceksiniz.»
Bu küllî kadde
gözönüne alınarak müslümanlar serî şekilde, ancak o işlerde ^müşavere edip,
ancak o işlerini yürütebilirler ki, bu işler hakkında sarih bir Nass yoktur.
Ve yahut da meseleler ve işler öyle bir şekilde olur ki, sarih nassı bu işler
üzerinde açıkça tatbik etmek mümkün olamaz. Yoksa Allah Taalânm sarahatle
hüküm-verdiği ve Resulün de Sünnetiyle bildirdiği hususlarda, sarih hükümleri
bir tarafa bırakarak müşavere edip kendi indimizden hüküm çıkarmağa da
hakkımız yoktur. İstediğimiz gibi serbestçe hüküm veremeyiz.[513]
4. Allah,
adalete ve ihsana ve yakınları gözetmeğe (sılayı rahm) için emir verir.
Kötülük, hayasızlık (fu-huş) ve aşırı
gitmekten meneder.
(Nahl, 90).
Bu muazzez âyet-i kerimede
üç hususta emir verilmiştir. İnsanların içtimaî ve muaşerete ait yaşayışın doğruluğu
bunlara münhasırdır. [514]
Adalet mefhumu iki
müstakil hakikatten teşekkül <eder. Biri halkın birbirleri arasında hak ve
hukukun münasip bir şekilde düzenlenmesi ve bu düzen üzerine kaim
kılınmasıdır. İkincisi de bu hak ve hukukun herkese aynı şeklide tevziidir.
Ordu dilinde, biz Arapların «adalet» dedikleri mefhuma «insaf» diyoruz. Fakat
bu kelimeyi bu mefhuma kullanmak «Orduca» konuşanlar arasında yanlışlıklar
doğmasına sebep oluyor. Halk bu kelimenin îuğat manasını gözönüne alarak
zannediyorlar ki, hak ve hukuk iki kişinin arasında nısıf nısıf yani yarı yarıya
olacaktır. Buradan adalet manasının da eşit haklar mefhumu olduğuna göre bazı
hatalar sebebiyet veriyor. Meselâ bazı kimselerin muyyen haklan vardır ki, yarı
yarıya değildir. Yan yarıya olmamakla beraber yine adalettir. Hakikatte adalet
demek, tevazün, tenasüb yani denkleştirmek demektir. Yan yarıya veya tam maddî
eşitlik demek değildir. Meselâ vatandaşlık haklarında, bazan eşitliği gözetmek
adaletin hilafına olur. Bunun gibi ana, baba ve evlat meselelerinde eşitlik
gözonünde bulundurulamaz. Muaşereti ve ahlâkî eşitlik baba, ana ve evlat
hakkında eşit olamaz. Bunun gibi yine yüksek vazifelerde bulunanlar ve ağır
mesuliyetleri ifa eden kimselerle, alelade kimseler arasında aynı seviyede
eşitlik yoktur. Olması da imkânsızdır. Bunlar gözonünde bulundurularak, Hak
Taalânm hükmettiği şey hukuk bakı^ mmdan eşitlik değil, tevazün, tenasüp,
düzenleme ve denkleştirmedir. Hükmün esasen iktizası da budur ki, herkes bu hak
ve hukuku bir denkleştirme ve bir düzenleme, tevazün ve tenasüp dairesinde,
ahlâkî, medenî, muaşereti, kanunî, siyasî ve geçim noktayı nazarından kendini
düzenleyerek ve denkleştirerek bu hak ve hukuku tam bir iman ile gözetsin. [515]
İhsan demek, iyilik
etmek demektir. Cömertçe muamele, dert ortaklığı, iyilik reva görme, iyi
geçinme, göz yumma, afv eyleme, gormemezlikten gelme, birbirlerini gözetme,
birbirlerini karşılıklı koruma, birisinin mukannen hakkından bir parçacık fazla verme, kendi hakkı olan şeyi bir parçacık az alma,
tam yarı yarıya bölüşülen şeylerde karşı tarafa azıcık çok verip kendisi
azacık alma ve buna benzer şeyler. Bunların ehemmiyeti, içtimaî yaşayışta yarı
yarıya almaktan daha çoktur, daha da büyüktür.
Eğer adalet,
muaşeretin, ve içtimaî yaşayışın, esası ise, ihsan da onun güzelliği, cemâli,
süsü ve kemâlidir. Eğer adalet içtimaî yaşayışın ve muaşeretin münasebetsizliklerini
düzeltip, acılarını ortadan kaldırırsa, ihsan da tatlîlık verir, onu düzeltir
ve güzel bir hale koyar. Eğer herhangi bir muaşeret usulü şunun üzerine kaim
olsaydı ki, her zaman her fert tartıyı ve Ölçüyü tam olarak gözönüne alıp bir
dirhem kadar eksiklik ve fazlalık olmamasına dikkat etsin. Ufacık tefecik
haklarını tahsil etmeğe kalksın. Elbette ki, bu, imkânı olmayan'bir şey olurdu.
Tatbik kabiliyeti de bulunmazdı. Böyle olunca soğuk ve manasız bir yaşayış
ortada bulunurdu. Muaşerette daima çekişme devam edip dururdu. Fakat şükür ve
geniş tabiatlilik, bağışlama, ihlas, iyilik severlik, ortada olmalıdır. Bunlar
yaşayışın tatlılıklarıdır, t^tmaî ya-yayışın gelişmesi için lâzım şeylerdir.
3. Bu âyetj
kerimeden anlaşılan üçüncü hüküm de; «Yakınlara iyilik etmek, iyilikle vermek
yani sılayı rahm» dır. Bu da yakınlar ve akraba arasında bir nevi hususî
şekilde ihsan demektir. Bu hükümden sadece şu anlaşılmaz ki, bir kimse kendi
akrabalarına, yakınlarına ve hısımlarına Karşı iyi davransın. Onların sevinçli
ve kederli günlerinde kendilerine sevinç ve dert ortağı olsun. Muayyen hudutlar
dahilinde onları himaye edip korusun. Belki bunun manasından şu da anlaşılır
kd, kudret ve is-didat sahibi herkes, kendi kudreti dahilinde kendi şahsî
malının sadece kendine ve kendi evladına ait olmadığını bilsin. Akraba ve
yakınlarının da bu mal üzerinde bir lıakkı ve hukuku bulunduğunu göz önünde
tutsun. Onların da haklarını teslim etsin. Şeniat-i tlâhî, müreffeh yaşayan
her aile efradına bu hususta mesuliyet yüklemiştir. Bunlar, kendi aile ve
hanedanlarının efradım açlık ve çıplaklıklarını gidermeden kendi hallerine
bırakılacak değillerdir. Muaşeret hususunda bundan daha kötü ne olabilir ki,
bir kimse dünya nimetleri içinde müreffeh bir şekilde yaşarken, onun yakınları,
akrabaları ve hısımları, hatta kardeşleri bir parça ekmeğe ve bir hırkaya muhtaç
kalsınlar. Şeriat, aile ve hanedan teşekkülünü birbirinden ayrılmaz bîr bütün
olarak telâkki eder. Her hanedan ilk evvelâ kendi hanedanının yoksul fert ve
yoksul efradının vaziyeti âle alâkadar olacaktır. Müreffeh durumda bulunanlar
sıkıntı çekenlerin vaziyetlerini düzeltmek yolunu tutacaktır. Her hanedanın
müreffeh yaşayan fertlerine, haklarını vermek farzdır. Bu esası Haz-retj Resulü
Ekrem Sallallahu Aleyhi ve Sellem, muhtelif emirlerinde beyan buyurmuşlardır.
Bu hususu açıklayan müteaddit hadis-i şerifler vardır Tri, mesuliyet dere.
ceJeri sıra ile gösterilmiştir. Bir insan üzerinde hakkı bulunan ilk Önce
kendi ana ve babasıdır. Bundan sonra, karısı, çocukları, erkek ve kız
kardeşleridir. Daha sonra, dereceye göre, akraba ve yakınları geldr. Bu a;levî
zincir en yakın olandan devam ederek en sona kadar uzanır.
Bu hususu gözönünde
bulunduran Hazreti Ömer Ra-dıyallahu Taalâ Anh, fakir ve yetim bir çocuğun amca
zadelerini, bu çocuğa bakmağa mecbur tutmuş ve çocuğun bakımım onların üzerine
tevdi etmişti. Başka bir yetim çocuk hakkında da şöyle hüküm vermişti: Eğer bu
çocuğun en uzak bir akrabası bile feulunsa bu akraba bu çpcuğa bakacaktır. Bu
çocuğa bakmak akrabaları için bîr vazifedir.
Ölçüye bakın..
Muaşereti ve içtimaî hususlarda her «Ferd-i vâhid» : (Ünite) bu şekilde kendi
akraba ve yakınlarının vaziyeti ile alâkadar olursa, o zaman elbette-ki,
içtimaî sefalet ortadajı kalkar. Muaşereti ve içtimaî yaşayış ne kadar ahenkli
olur?.. Ahlâkî seviye de ne kadar yükselir?.. Ne kadar temiz bir durum ortaya
çıkar.
Yukarıda bahsedilen bu
üç iyiliğe mukabil, Hak Taalâ üç feanlıktan da korunmak için emir buyurmuştur.
Bu fenalıklar önce fertten başlayarak bütün camiayı bozar ve alt üst eder. Bu
fenalıklar şunlardır:
1. Fuhuş ve
hayasızlık: Bu, o şeyin adıdır ki, bu. gibi işler yapılınca utanç duyulur ve
yüz kızarır. {Elbette yüzlerinin perdesi yırtılmamış olanlar.) Bu fenahk haddi
zatında kendisi çirkin bir iş olup aynı zamanda hayasızlığın ta kendisidir. Bu
suçun bir çok çeşitleri vardır. Meselâ, kıskançlık, cimrilik, zina, çıplak
gezme, Lût kavminin yaptıkları fiiller, mahrem olanlarla evlenmek gibi münasebet,
hırsızlık, içki içmek, dilencilik, kötü söz söyleme, küfrübazkk ve saire.. Bu
gibi davranışların hepsi kötü. işler, mezmum sıfatlardır. Ve hepsine birden
(hayasızlık) denir. Bunlara benzer diğer fenalıklar da vardır. Meselâ,
yalancılık, iftira, gizli sırları teşhir etmek, fenalık yolunu tutanlara
yardım eylemek, fenalığa teşvik etmek, ahlâk dışı eserler yazmak, halkın
behimî hislerine hitap eden tiyatroculuk ve filimcilik işleri, çıplak resim
basmak, çıplak kadın teşhir etmek, kadın ve erkeğin umumî yerlerde yakışık
almayan hareketlerde bulunma. !arı ve kadınların örtünmeğe.riayet etmeden
tahrik edici kıyafetlerle sokağa çıkmaları... Daha buna benzer bir sürü kötü hareketler ...
2. Münker.
Yasi kötü işler. Bunun dairesine de her türlü, kötülük sığar. Şeriatı
İlâhiyenin men ettiği ve yasakladığı bütün kötü fiiller. Bunların sayılması
bir hayli uzun sürer. Her türlü kötü ve fena şeylerdir.[516]
3. Aşırı
gitmek, haddi hududu aşmak,
mütecaviz clmak, haddini
bilmemek, başkalarının haklarını çiğnemek, İster bu haklar Halik'dn hakkı
olsun, isterse mahlukun hakkı olsun. [517]
îslâmî hükümette
idarecilerin seçilme usulü diğer hükümet rejimlerinden tamamiyle ayrıdır. Bu
hususta gözönünde bulundurulacak vasıflar şunlardır: Seçilecek kimse evvelâ
ehliyetli, dindar, takva ehli ve halk ile iyi geçinmesini bilenlerden olması
lâzımdır.
A. (Ey
miislümanlar) Allah, size emanetleri ehillerine tevdi etmenizi ve insanlar
arasında hüküm verirken adaletle hüküm vermenizi emreder. Allah bunlarla size
ne güzel Öğütler veriyor. Elbette ki. Allah her şeyi gören ve duyandır. (Nisa,
58)
Yani ey miislümanlar,
siz Benî îsrailin saplandıkları fenalıklara saplanmayınız. Benî Îsrailin gittikleri hatalı yoldan
gitmeyiniz. Onların yaptıkları kötülükleri yapma-yıni2. Onlar,
hatalara, yanlışlıklara ve kötülüklere kapıldıkları için, kendi milletlerinin
önderliğini, kendi dinî liderlikleri ni,
kendi işlerinin yöneticiliklerini ve başkanlık makamını
(Posıtion of Trust) ehliyeti olmayan, dindar bulunmayan, geniş düşünce
kabiliyetinden mahrum, ahlaksız, dinsiz, liyakatsiz ve kötülük peşinde koşan
kimselere tevdi etmişlerdi. Neticede bu dejenere olmuş güruhun idareciliği
bütün bir milleti berbat edip gitti. Ey müslumanlar, size bunlan bildiriyoruz ki,
sakın aynı yola sapmak istemiyesiniz. Emanetleri ehil olan kimselere
vermelisiniz. Yani emanetleri o kimselere veriniz 'M, bu yükün altından
kalkabilsin.
Beni îsraililn ikinci
bir zarflan da şu: İnsaf ruhu onlarda kaybolup gitmişti. İmanlarını şahsî
garazları için hiç çekinmeden satarlardı. Onlar için adalet düşünülmeyecek
kadar unutulup gitmişti.
İşte maalesef Beni
îsrailin bu insafsızlıklarının en acı örnekleri şimdi biz müslümanların içinde
de peydahlandığı görülmeğe bağladı. Bir tarafta Hazreti Muham-med Sallallahu
Aleyhi ve Selleme iman *etmek iddiası ortada, diğer tarafda ise kendi
aralarında, putlar uydurup, bu putlara tapınmak yolunu tutanlar da meydandadır.
Bir zamanlar, cahiller
kızlarını canlı canlı toprağa gömerler, kendi üvey anaları ile nikahlanırlar ve
Kabe-nin etrafında anadan doğma, çırıl çıplak dolaşırlardı. Fakat sözde Ehl-i
Kitap olan güruh da bu gibi işleri yapan sapıkları da Ehl~i İman'a tercih
ederdi. Hele şu sözü de söylemekten utanmazlardı: «Bu güruhun yolu Ehl-i imanın
yolundan daha doğrudur.»
Bunun üzerine, onların
-bu insafsızlıklarından dolayı kendilerini, Allahu Taalâ, tedib etti.
Müslümanları hidayet için de; «Ey Müslümanlar, sakın siz de onlar gibi
olmayınız» dedi. Birşey söyleyecek olursanız, ister dost olsun, isterse düşman
olsun, insafla söyleyiniz ve insafı da elden bırakmayınız. Herhangi bir hususta
hakemlik etmek ve hüküm vermeniz icap ederse, adaletle hüküm veriniz. Sakın
adaleti elden çıkarmayınız. [518]
B. Müsriflerin işine
de uymayınız. Bunlar yer yü-Kimde fesat çıkaranlardır, ıslah eden değillerdir.
(Şûâra 151 - 152).
Yani, israf yoluna
giden ve yeryüzünün düzenini bozan ve fesat nizamını yürütmek isteyen emirler,
reisler, idareciler, önderler, hükümdarlar ve buyruk sahiplerine itaat
edilmeyecektir. Emirleri dinlenmeyecek ve işlerine uyulmayacaktır. Bu israfa
güruh, ahlâkî ölçülerde yularını koparmış deve gibi yürürler, nereye
gideceklerini bilmezler. Onların hiçbir ıslâh edici hareketine raslanmaz.
Ancak bozgunluk çıkarırlar. Fitne çıkarır ortalığı karıştırırlar. Yürütmek
istedikleri nizam daha başlangıçta tefessüh eder. Siz eğer felah bulmak
istiyorsanız, eğer Allah'tan korkuyorsanız, bu gibi fesatçı kimselere itaat etmediğiniz
gibi, bu müfsidlere işlerinizi de tevdi etmeyiniz. Onlar şahsî menfaatleri
adma ıslahatçıyız diye ortaya
çıkan kimselerdir.
Bu hususta Hazret-i
Salih Aleyhisselâmın kendi kavmine ileri sürdüğü doktrin şöyledir: Onun
vazifesi de sadece dinî tebliğ değildi. Medenî ve ahlâkî meselelerin ıslahı
idi. Siyasî bir inkılaptı. Onun davetinin gayesinde bu usuller yer
alıyordu. [519]
C. Kalbini
kendi zikrimizden gafil kılmış bulunduğumuz kimseye itaat etme. Bu kimse kendi
nevasına tâbi olup, işi azıtmıştır. (Kehf, 28).
Yani, böyle kimselerin
ne sözünü dinleyiniz ne de onların emirlerine boyun eğiniz. Bu güruhun
karşısında onlara evet demeyiniz. Burada itaat kelimesi itaatin tam mefhumu ve
geniş manası ile gözönünde bulundurulmuştur..
Ayet-i kerimenin
metninde «Kâne emrühü füruta» :
İşi azıtmıştır
denmektedir. Biz bu kelimelerin tercümesini bildirdik. Fakat buradan başka bir
mesele ortaya çıkar. Yani bu kimse, Hakkı arkasına atmış, ahlak hududunu
aşmış, i§i de azıtmış, haddi tecavüz etmiştir.» Her ne şekilde mana verirseniz
veriniz, bu, Hak Taalâyı unutmak, kendi nevayı nefsine tabi olmak, her işte
ölçüyü kaçırmak, haddi hududu aşmak demektir. Böyle kimselere itaat edilmez.
Buradan şu da anlaşılıyor ki, itaat edilecek kimse, kendisi de haddini
bilmelidir. Hile yolu ile bu kimse kendisine itaat ettirirse, bu itaat da
hileli itaat olur.[520]
îslâmî hükümet her
bakımdan sağlam bir temel üzerine bir kaideye ve bir esasa istinat ederek
kurulur. Askerî, içtimaî ve iktisadî işler de aynı şekilde köklü usullere daya
nır. Bu büyük mesuliyetlerin hakka verilmeksizin ve müdafaa kuvvetleri
hazırlamaksızm Îslâmî hükümetin hakkı verilemez.
A. Siz de
onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuv-vel, at ribât (ağıl) lan hazırlayın ki,
Allah'ın ve sizin düşmanlarınız ve sizin bilmediğiniz ve sadece Allahın bildiği
diğer düşmanlarınız da yüsınlar.
(Korksunlar).
(Enfal, 60).
Bu âyet-i kerimeden şu
nokta anlaşılıyor ki, Müslümanların her zaman harp malzemesi ve müstakil bir
ordu, (Standing army) hazır kuvvetler bulundurması lazımdır ki, anslzın
saldıran bir düşman kuvvetine karşı, mukabele imkânı olsun. Silah toplamak,
harp malzemesi hazırlamak ve bunları en mükemmel bir şekilde tedarik etmek ve
düşmanlara karşı koyacak bir durumda hazır bulundurmak icap eder.
Her kim Allah'a ve
O'nun Resulüne karşı harp açarsa, yeryüzünde de fesat çıkarmağa kalkarsa onun
cezası ya öEdürülmek, ya asılmak yahut da eli ve ayaklan kesilecek yahut da
memleketten sürüleceklerdir. İşte bu onlar için dünyada bir alçaklık ve horluk
olduğu gibi, ahi-rette de kendilerine büyük azap vardır. (Maide, 33)
Ayet-i kerimenin
metninde «Arz» yani yeryüzü diye bahsedilmektedir. Buradaki yeryüzünden maksad
bildiğimiz «kürre-i arz» değil, alelade bar memleket ve bir ülkedir. îslâmî
hükümette, emniyet ve asayişi temin etmek mesuliyetini üzerine almış
bulunanlar, Allah ve Resulüne karşı harp açan kimseleri âyet-i kerimede
bildirildiği gibi cezalandırırlar. Allah ve
Resulüne harp açmak ise, sahih olarak kurulmuş, meşru İslâm
hükümetine karşı harp açmak demektir.
Allah Taalânın rızası böyle bir nizamın bulunmasıdır. Resulünü de bunun için
göndermiştir ki, yeryüzünde örnek, salah ve doğru bir nizam kaim îniınsın. Bu
nizam altında yeryüzünde bulunan ne
var ne yoksa hepsi, yani insan, hayvan, ağaç ve her şey emniyet içinde kalsın.
Bütün bunların emniyet içinde olması insan fıtratının kemal derecesine
ulaşması demektir.. Ancak bu sayede insan ilerleyip yükselebilir. Ve bunlar
olmaksızın ortalık fesat ve berbatlıkla sarılmış olur.
Yeryüzünde böyle bir
nizam kurulduktan sonra, bu nizamı bozmak, dağıtmak için yeltenmek, en ufak
Ölçüde de olsa, adam öldürmeğe, yağmacılığa, yol kesmeğe, adam soymağa ve her
türlü fenalığa doğru yol açar, Ni-liayet bu işler gelişerek, örnek nizamın
altından girip üstünden çıkar ve işte hakikatte bu iş Allah ve O'nun Resulüne
karşı harp açmak demektir.
Hindistan Ceza
Kanununda da,,her kim İngiltere hükümetinin Hindistandaki hâkimiyetine karşı
gelirse ve böyle bir işe teşebbüs edersıe «Kirala : İngiltere kirala» na karşı
harp açmıştır deniyor.» (Waging War Against The King) Bu gibi suçlulara çeşit
çeşit cezalar veriliyordu. İsterse bu savaş açmak, ıssız bucaksız, memleketin
ücra bir köşesinde, alelade bîr askere karşı gelinmek suretiyle olsun. Yine de
kirala harp açılmış addedilir.
Bu âyet-i kerimede
muhtelif cezalar, sıra ile tertip* Jenip beyan edilmiştir. Bunun üzerine
zamanın kadısı (hâkim) yahut da imam kendi içtihadını kullanarak, cürüm
derecesine bakarak, yukarıda bildirilen cezaların birisi ile mücrimi
cezalandırır. Asıl mesele şuradadır ki, böyle bir kimseyi islâmî devletin
ülkesinde barındırmak, İslâmî nizamı alt üst etmek yolunu tuttuğundan en fena.
cürüm olur. Cezaların da en son haddi, o kimseyi memleketten uzağa sürmektir.
C. Ne
Allah'a ne de ahiret gününe iman etmeyenlerle, Allah'ın ve O'nun Resulünün
haranı kıldığı şeyleri haram bilmeyenler ve hak dini kabul etmeyenler ve kendilerine
kitab verilmiş bulunan kimselerden de cizye vermeyenler cizyeyi elleriyle
getirip verinceye kadar ve boyun bükünceye (kendilerini küçük görünceye) kadar
savaşınız. (Tevbe, 29).
Burada savaşmak, o
kimselerledir ki, bunlar Şeriatı kendi yaşayışlarında kanun olarak kabul
etmezler. Allanın Resulü vasıtasiyle göndermiş olduğu şeriata bağlanmazlar.
Savaşın son haddi,
onların iman yolunu tutmaları ve Hak dine tebaiyet etmeleri değildir. Belki
savaşın son haddi, bu zümrenin dik kafalılık etmekten vaz geçmele* ridir.
Kendilerinin kuvvet sahibi olmadıklarını kabul ettikleri zaman; yeryüzünde
hâkim bulunmak iddiasından vaz geçtikleri takdirde; «Hâkim nizamın hak dini
tabi-lerinin olduğunu» teslime yanaşırlarsa; Hak dinin tabile, rine boyun bükerlerse
ve Hak dinine sâlik olanların hükmünü kabul ederlerse elbette ki, savaş sona
erer.
Cizye denilen şey
zimmîlerin korunması için îslânıî hükümete verilen bir bedel ve karşılıktır.
Burada bir işaret daha vardır. Bu güruh, islâmî hükümetin emrine tabi
olduklarını bildirmek için kendi elleriyle cizyeyi getirip vereceklerdir. Yani
doğrudan doğruya itaat ettiklerini bildireceklerdir. Kendilerini küçük görecek
ve büyüklük taslamayacaklardir. Bundan maksad şudur: Onlar yeryüzünde büyük
değillerdir. Büyük olanlar, EhLi
İmandır ki, hilafet-i ilâhiye farzını ifa ederler.
Başlangıçta bu hüküm
Yahudilerle Hıristiyanlara aitti. Fakat zaman ilerleyince îslâm dairesi
genişleyince Hazret- Resulü Ekrem Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Me-cusîleri
(îranlı Zerdüştîleri) de bu hükme dahil edip onlardan da cizye alarak zimmî
kılmıştır. O'ndan sonra sahabeyi karam ittifak ile bütün Arabistan ülkesinin
haricindeki gayrı müslimleri ve diğer gayn - müsîim milletleri de bu hüküm
altında topladılar.
Bu cizye öyle bir
şeydir ki, bu hususta büyük meseleler çıktığı halde on dokuzuncu milâdî
asırda, nıüslüman-îarm siyasî durumu bozuluncaya kadar
müslümanlara ödendi. Bu tarihten sonra yine de bazı yerlerde devam
edegeldi. Gayrı _ müslimlerin rahatlarının temini için istekle kendileri
tarafından tediye edildi. Fakat
Allah'ın dini o kadar yüksektir ki, Allah'a karşı gelenlerin boyun büktüğünün
işareti olarak kendi elleriyle cizyelerini getirip vermeleri şart konmuştur.
Açık ve doğru mesele de buradadır ki, Allah'm dinini kabul etmek istemeyenler,
kendi tuttukları yol hakkında zorlanamazlar. Ancak kendilerine şu hak da
verilmez ki, Allah'ın yeryüzünde, iktidarı ele geçirip buyruk sahibi olsunlar.
Dünya hâkimiyetine doğru giderek, içtimaî nizamı bozup kendilerine mahsus fâsid
nizamı kursunlar. Nerede bu iş baş gösterirse, fesat çıkar, o zaman ehl-i imana
da savaşmak düşer. Onlarla savaşılacak ve itaata getirileceklerdir. îtaata gelmenin
işareti de işte bu cizyedir.
Şimdi söyle bir sual
üzerinde duralım. «Madem M, bu cizye, o kadar kiymete haiz 'bir şey değildir,
öyleyse niçin bunun üzerinde bu kadar ehemmiyetle duruluyor» diye
sorulmaktadır. Bu sualin cevabı şudur: Bu u-sul, gayri müslimlerin serbest
bırakıldıklarının bedelidir.
Yani Islâmî iktidarın
hüküm sürdüğü bir ülkede, kendi sa pik yollarında yürüyebilmek için bu parayı
öderler. Cizye ödemekle serbestliklerini satın alırlar. Hak ve hukukları da
teminat altına alınmış olur. Bunun bir faydası da şudur: Zimmîlerin, her sene
cizyeyi ödedikleri zaman, Allah yolunda zekât vermek şerefinden mahrum
olduklarına hatırlarlar. Bu şeref yerine sapak yolda yürümektedirler. Belki,
zekât vermekten mahrum olmanın kendileri için bir talihsizlik olduğunu
düşünürler.
D. Ancak
kendilerini ele geçirip, onları baskı altına almadan önce tevbe ederlerse (bir
şey yapmayınız) Biliniz İd, Allah afv edici ve merhamet sahibidir. (Maide,
34).
Yani eğer ortalığı
karıştırmaktan ve fesat çıkarmaktan vaz geçer de tevbe eder ve doğru nizamı
alt üst etmek için uğraşmayı bırakırlarsa ve bundan sonra tutacakları
işleriyle doğruluğa yönelecekleri ve fesattan vaz geçecekleri sabit olursa,
onlar afv edilir ve eski yaptıkla nnın. cezasını da çekmezler. Yukarıda
bahsettiğimiz hususta elbette ki, insanların hususî hakları bahis mevzuu
değildir. Hususî haklar ortadan kalkmaz.
[521]
Meselâ onlar herhangi bir kimseyi öldürmüş iseler, yahut da herhangi bir malı
çalmışlarsa ve yahut da bir kimsenin canına
veya malına kasdetnıiş ve bir zarar vermişlerse, kanun ge-reğince, bu
cürümlerin hesabı sorulur. Fakat ayaklanma, baş kaldırma, itaatsizlik, Allah'a
ve Resulüne karşı gelme hususları afv edilir; bunlardan dolayı ceza görmezler. [522]
A. Ve senin Rabbin karar verdi ki:
1) Mahza kendisinden başka kimseye ibadet
etme-yesiniz.
2) Ana babaya iyilikte (bulunasmız). Olur ki, onlardan biri yahut
da ikisi sizin yanınızda yaşlanırlar. On lara «uf» demeyiniz. Onları
azarlamayınız. Tatlı söz söyleyiniz. Merhametle, yumuşaklıkla onların karşısında-
eğilin. Ya Rabbî onlara rahm eyle diye dua ediniz. Nitekim onlar da bana küçük
iken baktılar. Sizin Rabbınız sizin içînizdekini daha iyi bilir. Eğer siz sâlih
kimse iseniz, el-tatfte İd, o da kendine dönüp gelenleri afv eder.
3) Akrabaya da, yoksula da, yolda kalmışlara da hakkım ver.
4) Fakat israfla saçıp savurma. Elbetteki saçıp
savuranlar şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine kar. şi nankördü.
5) Rabbinden beklediğin rahmeti istemek için
kendilerinden yüz çevirirsen, yine onlara yumuşak söz söyle.
6) Ellerini boynuna kenetleme,
fakat büsbütün de açıp germe. Sonra melamete uğrar üzülür kalırsîn.
Elbette ki, senin Rabbın istediğinin rızkını genişletir veya azaltır. Elbette
ki, o kullarından haberdar ve görücüdür.
7) Geçim sıkıntısı korkusundan da evladının öl-dürmeyesiniz. Biz onlara da siz©
de rızkınızı veririz. Elbette ki, onlarm katli çok büyük bir günahtır.
8) Zinaya da yaklaşma, işte bu bir açık
hayasızlık ve kötü bir yoldur.
9) Allah'ın haram kıldığı bir nefsi de
öldürmeyin. Ancak hak il© ola. Her kim zulüm görerek öldürulürsfl biz onun
sahibine (kısas için) salahiyet verdik. Ancak onlar da öldürme işinde
ölçüyü kayırmasınlar. Çünkü o vardım görür.
10) Yetimin malına da (olgunluk çağma gelinceye
kadar) yaklaşmayınız. Ancak iyi bir şekilde.
11) Ahdinize de vefa ediniz. Şüphesiz İd ahit sorumluluktur.
'
12) Ölçüyü tam olarak ölçün. Tarttığınız zaman da doğru tartın. Bu sizin
için iyi ve hem de akıbeti daha da güzeldir.
13) Bilmediğin şey üzerinde de durma.
Elbette'ki, kulak, göz ve kalb, bunların hepsi de mesul olur.
14) Yeryüzünde yürürken böbürlenerek yürüme. Elbette ki, sen ne
yeri yarabilirsin, ne de dağların boyuna ulaşabilirsin. Bunların hepsi de fenadır ve Rabbinin indinde de
kötüdür. (Hoşa gitmez şeylerdir). Bunlar senin Rabbanin sana vahyettiğî,
gönderdiği hikmettir. (Benî İsrail, 23 - 39).
Burada çok büyük esasa
ait usuller ortaya konulmuştur ki, İslâm bu prensipleri insanî yaşayış
nizamını kaim kılmak İQİn vaz'etmiştir. Zahiren bunlar Nebi Sal-lalahu Aleyhi
ve Sellem'in doktrinidir. Mekke devri bitip de Medineye geldiği zaman
bildirilmiştir. Çünkü o zaman dünyaya yeni bir nizam, yeni bir yaşayış, yeni
bir îslâmî muaşeret usulü, yeni bir hükümet esası koyacaktı. Fikre, ahlaka,
medenî yaşayışa ve iktisadî sisteme istikamet veren yepyeni kanunî usuller vaz
edilecekti.
Bu arada Sûre-i
En'âm'm 19 uncu riikûuna ve onun haşiyelerine göz gezdirmek de faydalıdır.
1. Burada
mesele, yalnız Allah'tan başka kimseye ibadet etmemekle bitmiyordu. İstenen
doğrudan doğruya şu idi: Yalnız O'na kul olacaksın. Başka kimseye boyun
bükmeyeceksiniz. Kayıtsız şartsız itaat
yalnız O'nadır. Başka kimseye
ibadet yoktur. O'nun hükmünü yegâne hüküm
bileceksin. O'nun kanununu, kanun olduğunu kabul edeceksin. Ondan başka kimsenin hâkimiyetini de kabul etmiyeceksin. Bu
usul sadece dinî bâr akide ve inanç değildir. Bunlar, bütün bir ahlak,
medeniyet ve siyaset nizamının temel taşıdır ki, Nebiyi Ekrem Sallallahu
Aleyhi ve Sellem amelî olarak tahakkuk ettirmiş ve kaim kılmıştır.
O zaman bunlar bu
binanın nazarî tarifi ve planı idiler. Allah Taalâ Celle Şanühü Malik ül -
mülk ve Hâkimi A'lâ olarak mülküne Şeriat kanununu göndermişti.
2. Bu âyet-i
kerimede bildiriliyor ki, Allah Taalâ'-dan sonra hukuk bakımından en önde gelen
insanın kendi ana babasıdır. Evlâd, ana babaya itaat edecek, hizmet edecek ve
edeb hakkını gözetecektir. Muaşereti ve içtimaî ahlak, evladın ana ve babasına
alâkasız kalmamasını icap ettiriyor. Onlara karşı iyilikte bulunsunlar ve
kendilerine hürmet etsinler. Yaşlı zamanlarında hizmette kusur etmesinler.
Nitekim onlar, evlâtlarını en küçük yaştan itibaren her türlü ihtiyaçlarını
görerek yetiştirmişler, nice nice sıkıntılarını çekmişler ve nazlarına katlanmışlardır.
Bu âyet sadece bir tavsiye, bir öğüt değildir. Belki bu esas üzerine, ana _
babanın serî hukuku buradan ortaya çıkmaktadır. Bu hukukun tafsilini ve
teferruatını da Hadis-i Şeriflerden elde ediyoruz. Ve yine Îslâmî muaşeret
usulü, ahlak ve terbiye kaidelerine göre, ana - babanın hak ve hukukunu
gözetir. Müslümanların medenî hayatı bu âdâb ve erkânı düzenlemiştir. İslâm-,
bu gibi prensipleri daimî olarak gözönünde tutmuş, îslâmî hükümetin
kanunlarında ve nizamlarında, eğitim ve öğretim sisteminde ailevî ve idarî
mevzularda bu hususları titizlikle ve bir disiplin altında muhafazasına
çalışılmıştır. Bunları katiyen ihmâl etmemiştir.
3 - 5. Bu üç
hükümden de şunlar anlaşılıyor: in-sanm kazandığı ve kendi elinde bulunan
servet sadece kendisine ait değildir. Belki insan kendi ihtiyaçlarını itidal
dairesinde gördükten sonra diğerlerinin de haklanın ■ödemelidir. Kendi
akrabalarının, yakınlarının, konu komşusunun ve hatta başka ihtiyaç
sahiplerinin yanı başında cemiyet içindeki Öbür insanlar içdn de muaşeret
adabının usul ve kaideleri de bulunuyor. Aynı zamanda bütün içtimaî
değişiklikler gösteriliyor. Cömertlik, dert ortaklığı, yardımlaşma ruhu teşvik
edilmektedir.
Hatta o zaman halk,
kendi kendiüklerdnden -hukuk kanunları bir tarafa dursun- yukarda bahsedilen
usullere bağıanıyoıdu.. Bu ahlâkî hakları eda etmek için kanun onları
zorlamıyordu. Fakat onlar bu şekildeki hareketleri içten gelen bir şevkle
yapıyorlardı.
6. «Ellerini
boynuna kenetleme» den maksat ise, istişare yolu ile cimrilik etmemektir.
«Büsbütün de açık germek» de israf ve saçıp savurmaktır. 4 numara ile 6
numaradaki fıkralar, açıktan açığa şunu emrediyor ki, lîalk itidal yolunu
tutmalıdır. Ne cimri olup servetin devri daimine mani olmalıdır, ne de sağıp
savurup kendi geçimlerini sıkıntıya sokmalıdırlar. Bu iki tutumun da tam zıddi
olarak bir ahenk ve denkleşme olmalıdır. Her şey gerine göre kullanılacak ve
yerine göre harcanacaktır. Bu şekilde mükemmel ve hesaba uygun olarak yersiz
sarfiyatın kötülüklerine kapılmamak lâzımdır. Gösteriş, riya ve buna benzer
şeylere para sacfedilmeyeoektir. Ayyaşlık, fısk ve fücur için para
harcanmayacaktır. îhsanın .hakikî ve zaruri ihtiyaçları ve faydalı işleri
haricinde olan bütün bu gibi paralar, servetin sarfını yanlaş yola .götürür.
Hakikatte bu iş Allanın nimetlerine karşı küf-ran olur. Bu şekilde para
harcayan ve servetini sarf eden kimseler de şeytanın kardeşi olurlar.
Bahsi geçen bu
îfususlar sadece, ahlâkî talim, ve ferdî hidayetler değillerdir. Gayet açık
olarak şu hedef gö-zetilmiştir: Cemiyet içinde muvazeneli bir muaşeret usu!ü,
ahlâkî terbiye, mükemmel bir nizam ve kanunî bağlılık meydana getirmek yolunda
mal sarfını öğretmek içindir. Boş yere ve manasız işlere para harcanmasının
önüne geçmek gayesi gözönünde tutulmuştur. Nitekim Medinede hükümet kurulduktan
sonra, açık olarak ve bir kaç defaya mahsus olmak üzere amelî olarak
belirtilmiştir. Bir taraftan israf ve boş yere para harcamak kanunen haram
kılınmış, diğer taraftan da bu işin önüne geçmek maksadiyle kanunî tedbirlere
baş vurulmuş, bunlara muvazi olarak da muaşeret usulünü ıslâh etmek suretiyle
eski usul ortadan kaldırılaıak her cephesiyle bu içtimaî hastalığın önüne set
çekilmiştir. Her nerede israf ve saçıp savurma görülürse, o zaman hükümete,
elindeki mevcut kuvvetle bu kötülüğün önüne geçmek müsaadesi verilmiştir. Aynı
şekilde zekât ve sadaka hükümleri de cimriliğin kuvvetini kırmış ve bu kötü.
tutumun devamına imkân bırakmamıştır. Bu vesile ile paranın bir elde toplanıp
atıl bir hâle gelmesine mâni olunup devlet ve halk arasmda devri daimi
sağlanmıştır. Bu tedbirlerden sonra, efkârı umumiye değişmiş ve cömertlikle
israfın farkı anlaşılmış ve itidal yolu takip edilmiştir. Efkârı umumiye-ye
aynı zamanda mutedil irtsanları öğmüş ve bunları içj-timaî küfenin çiçek
sepetinin iri gülü olarak tanıtmıştır. O zamanın zihnî ve ahlâkî terbiyesinin
neticesi bu güne kadar müslüman camiada bütün canlılığı ile yaşamaktadır. Bu
itibarla müslümanlar nerede olursa olsunlar, para toplayıp biriktirenler iyi
gözle görmezler. Müslümanların nazarında eli açık ve cömert kimseler daha
makbul ve daha da muhteremdirler.
Burada şu meseleyi de
bilmek lazımdır: Allah Taa-lâ kullarımın rizkmı az çok farkla vermektedir.
İnsanlar bunun ne gibi bir maslahatla olduğunu bilemezler. Bu bakımdan rızkın
taksimini, fıtrî nizâmın hilafına, bir kimse sun'î yollarla bozamaz ve bu işe
müdahale edemez. Fıtrî adem-i tesaviyi (eşitliği) sunî ve uydurma müsavata
değiştirmek imkânı da yoktur. Fıtrat, rızık taksiminde haksızlık etmiştir diye
düşünmek de haksızlık olur. Böyle bir şey tamamen yanlıştır. Doğru geçim yolu,
Hak Taalâiun takdir kıldığı nzıka kani ve razı olmaktır.
Bu meyanda fıtrat
kanununun şu kaidesi de vardır: Medineye hicretten sonra, rızık ve geçim
meseleleri hak-lındaki fena ve manasız düşüncelerin ortadan kalkması da yapılan
ıslahatta gözönünde bulundurulmuştur. Sınıfsız ve zümreleşmekten uzak bir
camianın teşekkülü için çalışılmıştır. Medine-İ Münevverede insan medeniyetinin
sağlam temelleri her hususta, Hak Taalânın yaratmış bulunduğu fıtrat üzerine
kurulmuş ve bu hususun göz önüne alınarak yürünmesi istenmiştir. Hak Taalânın
fıtrat yolu ile insanlar arasında koymuş bulunduğu farklarında hakikatte
İlâhı maslahata dayandığı öğretilmiştir. Bu şekilde ahlak, tavru hareket ve
içtimaî camianın diğer işleri de hep fıtrat kanunları üzerinde cereyan etmesi
murad edilmiştir. Geçim hususundaki farklar, fazla gelir veya az gelir
meselesi hakkında bir zulme uğrandığı zehabı tamamen bertaraf edilmiştir. Böyle
düşünmek, yani geçim hususunda fıtrî fark olduğunu gözönünde bulundurmak, bjr
hayli ahlâkî, medenî, ruhî yükselmelere ve bereketlere sebep olur. işte Halik-i
kâinat, insanlar arasında bu şekilde fıtrî bir fark koymuş bulunması, insanların
kendileri için bir iyiliktir diye düşünülecektir ve bunun maslahat iktizası
böyle olduğunu kabul edeceklerdir.
7. inci
fıkra, tâ eski zamanlardan beri süre gelmekte olan geçâm düşüncesinden dolayı
meydana gelen endişeli durumu tamamen ortadan kaldırmıştır. Bu düşünce doğumun
önüne geçmek ve doğumu kontrol
meselesidir.
Fakirlik korkusu ile
eski devirlerden beri, çocukları kati eder, yahut da ıskatı cenin yoluna
giderlerdi. Bugün, aynı durum başka bir şekilde ortaya çıkmıştır. Doğumu
kontrol ve gocuk doğumuna set çekmek hususunda tslâmî doktrin bu defa
insanların önüne şu hidayeti sürmüştür: Doğacak çocuklarınızı ortadan kaldırmak
için uğraşmayın. Onları büyütmek ve yetiştirmek için çalışınız. Onları Allahu
Taalâ yarattığı için, elbette ki, onların yiyeceklerini ve geçimlerini de Allah
düşünmüştür. Bu fıkra, insanın geçim hususunda olan endişesini tamamen ortadan
kaldırıyor. Ve insanın bu yoldaki hatalı düşüncesi değişiyor. Âyeti Kerimede
deniyor kd, rızık sizin elinizde değildir. Rızık vermek Allah Taalânın
elindedir. Elbette ki, dünyaya gelecek olanların rızkını da kendileriyle
birlikte Allah gönderecektir. Tarihin tecrübeleri de bunu isbat etmiştir ki,
dünyanın neresinde insan çpğalırsa, orada yiyecek de kendiliğinden
çoğalmaktadır. Bu bakımdan Allahu Taalânın yaratma nizamını bozmak maksadiyle
in-sanuı müdahalesi ahmaklıktan ve kuru vesveseden başta birşey değildir.
işte bu tâlimin
neticesi olarak, Kur'an-ı Kerimin nâ-sil kılındığı tarihden günümüze kadar,
müslümanlar arasında evlat Öldürmek hususunda umumî bir temayül gösterilmemektedir.
8. «Zinaya
yaklaşmayın.» Bu hükme muihatap bulunanlar fertlerin tek tek kendileri olduğu
gibi, aynı zamanda bu emre içtimaî heyet de dahildir. Fertlere verilmiş olan
bu emrin manası yalnız zina fiilini yapmayın demek değildir, belki zina
fiilinin başlangıcı olan işlerden de sakınınız, o yola yönelmeyiniz, demektir.
İçtimaî hu-susa gelince, içtimaî yaşayışta zinayı tahrik eden sebep ve
saikaları ortadan kaldırmak o camiaya farzdır. Bu maksatla talim - terbiye
vasıtasiyle bu gibi kötülüklerin önüne geçmelidirler. İçtimaî durum düzeltilip
İslah edilmeli, muaşereti yaşayış ahenkli bir şekilde kurulmalı ve buna ait
her türlü tedbir alınmalıdır.
Bu mesele Islâmî
yaşayışın gayet geniş temellerinden biridir. Buna göre hem zina, hem de zina
ithamı ce-sayı müstelzim olmuştur. Fuhuş ve buna benzer işlerin teşhir
edilmemesinin de üzerinde durulmuştur. Şarap (içki) musiki, dans toplantıları
ve çıplak resdmler ve (zi^ na ile yakından ilgili bulunan nesneler) in kapıları
kapatılmıştır. Islâmda nikâhın kolay olması iğin her çeşit tedbir alınmıştır.
Zinayı tahrik edici vasıtalar, da yine ortadan
kaldırılmıştır.
9. Buradaki
«katli - nefs» den maksat sadece bir kimsenin başka birisi tarafından öldürmek
değildir. Burada «kendi kendini Öldürmek (intihar)» de katl-i nefis, hükmünün
dairesi içine girer. Nefis yani can ve varlık Allah tarafından hürmet
gösterilmesi icabeden bir şeydir. Bu esasa göre, insanın kendi nefsi de başka
nefisler gibi hürmeti gerektirir. Bir insanın nasıl başka bir insanı Öldürmesi
büyük günah ise, kendisini de öldürmesi büyük günahdır.
İnsanların en büyük
hatalarından biri de kendisini, kendi canının mâliki telakki etmesidir.
Kendisini kendi canının maliki olarak düşününce kendisine ait sandığı canını
yok etmekte bir mahzur da görmez. Halbuki can denilen bu nesne onun
mülkiyetinde değildir. Bu can Al-îahu Taalânın mülkiyetindedir. Biz nefsimizi
telef edersek, o zaman Allah'ın mülkiyetinde olan bir şeyi, hakkımız
olmayarak telef etmiş bulunduğumuzdan, O'na karşı gelmiş oluruz. Böyle yapmağa
da hiçbir şekilde hakkımız yoktur.
Dünya gibi bir imtihan
yerinde Allah Taalâ bizi hep imtihan eder. Son çağa kadar da imtihan devam
edecektir. Bu imtihanın neticesi ister iyi olsun isterse fena olsun, bu
imtihan sürüp gider. Allah'ın vermiş olduğu şeyi vakti gelmeden ortadan
kaldırmak ve imtihan kurulundan kaçmak haddi zatında, esasında yanlış ve
hatalıdır. Nerede kaldı ki, böyle büyük bir günah vasıtasiyle, bu imtihandan
kaçınmak, Allah'ın indinde ne kadar da fenadır. Hak Taalâ sarih lafızlarla
intihan haram kılmış ' tır.
Bunun ikinci manası da
şudur: însan bu dünyada, ufak tefek bazı sıkıntılara mâruz kalar. Bazı
üzüntülerle karşılaşır. Hatta rezillikle ve rüsvaylıkla karşı karşıya
bulunabilir. Bu küçük ve ufak tefek sıkıntıları, ne kadar da ağır olsalar
elbette ki, ebedî ve daha büyük sıkıntı ve üzüntülere tedbil etmek doğru
değildir.
Burada yine «hak ile
katletmek» ten bahsedilmiştir.
Islâmda ancak beş hususta hak ile katil vardır.
1. Kasdî olarak cinayet işleyen mücrimi kısas
yolu ile öldürmek.
2. Hak dini
yolunda fesat çıkarıp, hak dini yolunu kapatmak ve kargaşalık çıkarmak
isteyenleri savaşta öldürmek.
3. İs'iîmi hükümet nizamını alt üst etmek ve
bozup dağıtmak yolunda çalışanları ceza olarak öldürmek.
4. Evli bir Kadın veya evli bir erkek zina
irtikâp ettikleri zaman ceza olarak öldürmek.
5. îrtidat yoluna sapıp mürted olan kimseyi de
öldürmek,
İslâmda ancak bu beş
hususta canın hürmeti ortadan kalkar ve öldürmek işine cevaz verilir.
«Onun velisine
(mirasçısına) biz kısas hakkı atâ kıldık.» Burada da yine îslâmî kanuna göre,
cinayet hadisesinde, asıl iddia makamı olmak hakkı hükümete değü de öldürülmüş
bulunan kimsenin mirasçılarına verilmiştir. Bunlar isterlerse katili af
ederler, isterlerse diyet glırlar veya kısas olarak Öldürürler. Bu onların
bilecekleri bir iştir.
«Katilde ölçüyü kaçırmamak»
muhtelif şekillerde ohır. Bunların hepsi de men edilmiş bulunuyor. Meselâ ,
intikam hissi ile coşarak, katilden başka, katilin mensup bulunduğu
yakınlarından da bir kaç kişiyi de Öldürmek. Yahut, mücrime işkence yaparak
öldürmek. Yahut da katilin Ölüsüne antikam maksadı Üe yakışıksız şeyler yapmak;
meselâ derisini yüzmek, azasını kesmek ve saire. Yahut diyet alıp, diyet
aldıktan sonra yine de Öldürmek ve buna benzer şeyler.
Burada bir nokta daha
vardır: «Maktulün mensup larına yardım edileceğinden» bahsediliyor. Şimdi şu
me_ sde de ortadadır ks, acaba bunlara kim yardım edecektir? Fakat lalamî
hükümet kaim kılındıktan sonra, kimin yardım edeceği de belli olur. Bu yardım
işâ, maktul kimsenin anlaşmış bulunduğu kimseler, yahut da aşireti ve kabilesi
değildir. Yardım edecek olan Islâmî Hükümet ve onun adalet nizamıdır. Elbette
ki, adaletin yerine gelmesi için Islâmî hükümet yardım edecektir.
10. Şurası
da vardır ki, Islâmî hükümet kurulunca, bu hükümete mahsus olan usulün
iktizası, «yetimlerin hak ve hukukunun muhafazası» da gözönünde bulundurulacaktır.
Bunların korunması hususunda tedbirler alınacaktır. Bu tedbirlerin teferruatı
Hadis ve Fıkıh kitaplarında mevcuttur. Sonra şu husus da vardır ki, îslâmî
hükümet, bütün kendi ülkelerinde, İslâm kanunlarına göre hareket etmek yolunu
tutacaktır. Korunmak için kimsesi bulunmayanları da korumak, yine îslâmî hükümete
aittir. Nitekim Zat-ı Râsaletpenahileri Sallallahu Aleyhi ve Sellem buyurmuşlardır
:
Bakıcısı ve koruyucusu
bulunmayan kimsenin bakıcılığı ve koruyuculuğu bana aittir.
İslâm kanunları bu
hususa geniş yer ayırmıştır.
11. Du da sadece ferdî bir ahlak meselesidir. Muayyen
bir zaman için değil, belki İslâm devleti ayakta bulunduğu müddetçe, hem iç
hem de,dış siyasetin temel
kaidelerinden biridir.
12. Bu hidayet de sadece fertlerin birbirleriyle
olan muamelelerine, alış verişlerine inhisar etmez. Belki îslâmî hükümet
kurulduktan sonra bu işûı üzerinde durmak hükümet vazifeleri meyamna girer.
Çarşı pazardaki rayici ölçü ve tartıları kontrol etmek, bunların üzerinde durmak, ölçüye dikkat
etmeyenleri cezalandırmak ve zorla yola getirmek hükümetin yapacağı işlerdendir. Bu genâş usul şunun için konmuştur:
Ticarette, alış verişte her türlü namussuzluk, hilebazlık ortadan kalksın, hükümet de bu işi her
zaman kontrol edip, hilebazlığa meydan vermesin.
13. Bu
hususun da menşei şudur : Halk, kendi ferdî ve içtimaî işlerinde «kat'î bilgi
: ilim» yerine, zan üzere yürümesin. îslâmî muaşeret usulünde bu noktanın manası
gayet geniştir. Bu nokta ahlâk, kanun, siyaset ve memleket intizamı, ilim,
eğitim ve öğretim sistemi, hülasa
yaşayışuı her dalında gözönünde
bulundurulacaktır. Yoksa bundan doğacak olan fenalıkların ve
kötülüklerin haddi ve hesabı olamaz. Kat'î bilgi yerine sadece zan ve vehim
üzerine hareket etmek insan yaşayışını alt üst eder. Ahlakî meseleler
de yine zandan ve şüpheden kaçınmak lazımdır. Meselâ bir kimse yahut da bir zümreyi sadece şüphe ve zan
üzerine yakalayıp itham altında bulundurmak ve tahkik etmeden kendisine ceza
vermek hiç bir şekilde doğru olamaz. Kanunlar da şunu ileri sürerler ki, kimse
sadece zan üzerine ceza göremez. Ve şüphe üzerme de hüküm yürütülemez. Hatta
cürümlerin tahkiki meselesinde de, zan ve şüphe üzerine bir kimseyi yakalamak,
döğmek veya eziyet edip suç yüklemenin katiyen doğru olmadığı hakkında umumî
kaide konmuştur. Yabancılar için de, tahkik edilmeksizin ve kat'î neticeye
varılmak sızın, sadece zan üzerine ve ağızda dolaşabilen söz üzerine hüküm
Verilemez.
Eğitim ve öğretim
nizamında ilim denen şey zan üzerine yürütülemez, ilim ve bilgi hiç bir zaman,
zan, -şüphe ve mesnedi olamayan kıyas üzerine -devam edemez. Bunların hepsi bir
tarafa dursun, evham - perestliğin kökünü kesmek için, iman sahiplerine şu
husus öğretilmiştir : inanılacak şeyler ancak Allah ve O'nun Resulünün
bildirdiği ilim ile isbat edilip inanılacaktır.
14. Bu
fıkrada şu husus da bildirilmiştir. Kendini beğenmişler ve kibirliler ve
kendilerini büyük sayanların yürüdükleri gibi yeryüzünde yürünmeyecektir. Bu
hidâyet ferdî olmakla beraber aynı zamanda içtimaî ve millî bir meseledir.
Bunların cemiyetçe haklan verilmelidir. İçtimaî yaşayışta, dert ortaklığı,
.biribirine yardım, hak tanımanın ve hak vermenin ruhu tamamen carî bulunacaktır.
Her akraba diğer akrabaya yardımcı olacaktır. Her kudret sahibi muhtaç
insanların yardımına el uzatacaktır. Bir yolcu, bir köye veya bir şehire
gelirse, o yerin halkı bu yolcuya karşı misafirperverlik gösterecektir.
Muaşeret kaidelerindeki düşünce o kadar geniş ölçüde tutulmuştur ki, herkes
kendinin ve kendi malının üzerin de diğer insanların hakkını hisseder. Bu yolda
hizmet ederken hakkı yerine getirdiğini anlar. Yoksa birine iyilik yaptım diye
o kimseye karşı minnet yüklemeğe kalkmaz. Bir kimse hizmet etmekte imkânsız
durumda olursa özür diler. Hak Taalâ'dan fazl talebinde bulunur ki, Allah ona
kudret versin de o da hizmet yolunda çalışsın.
Bu noktalar îslâmî
doktrinin, sadece ferdî ahlak talimi değildir. Belki Medineye gelindikten
sonra, muaşeret kaideleri ve hükümetin esas nizamı, bu doktrinler üzenne
kurulacaktı. Burada farz ve nafile sadakalar içjin hükümler vardır. Vasiyet,
veraset, vakıf usulleri kararlaştırılacaktı,
letimlşrin haklarının muhafazası
nazarı itibara alınacak, her yerden, her ülkeden gelen yolcuların barın malan
göz Önünde bulundurulacaktı. Oradaki hükümlere göre en azından bir yolcu, on
gün misafir edilecek ve bakılacaktı. Bunların ikisi de birbirlerinin yanı başlarında yer alırlar. Du hidayet
gelmemiş olsaydı, o zaman saadet devrinde Medine sokaklarında hükümeti kurmuş
bulunanlar, buyruk sahipleri, hükümetle
çalışan kumandanlar, cebbarâne
ve kibirli yaşayışla, ne yaptıklarını bilmez vaziyetle, kendilerini dev
aynasında görebilirlerdi. Bu hidayetin neticesindedir ki, hattâ savaş
zamanlarında bile, onların ağzından, kibir ve gurur ifade eden sözler çıkmamıştır.
Onların oturup kalkmaları, konuşup görüşmeleri, gî. yim kuşamları, barındıkları
evleri ve yerleri, bindikleri
hayvanlar da tamamen mütevazı bir vaziyette idi. Islâmm bu ilk öncüleri fakir
dervişler gibi yaşarlardı. Fatih olarak bir şehre veya bir ülkeye girdikleri
zaman dahi, bobür lenmez ve halkın canına korku düşürmezlerdi.[523]
Bu hususların sonunda
şu meseleye de işaret buyurmuştur: Men edilmiş bulunan şeye irtikap etmek, Hak
Teâlanm indinde hoş karşılanmaz. Yahut da başka tabirle Hak Teâlanın herhangi
bir hükmüne karşı gelmek ve itaatsizlik etmek olup, beyenilmeyen şeylerdir. [524]
Müminler hep birden
savaşa çakmasınlar, o halde içlerinden her sınıftan bir zümre savaşa çıkmalı,
bir kısmî da din üzerinde derin bilgi edinmeli, (fıkıh yürütmeli) tâ, ki,
döndükleri zaman, kavmi ikaz etsinler.
Olur ki, onlar
Allah'ın men ettiklerinden çekinirler.. Takva yolu tutarlar. (Tevbe, 122).
Bu âyeta kerimenin
menşeini bilmek için aynı sürenin 9 neu rüknündeki âyet-i kerimeyi de gözönüne
almak lâzımdır. Buyuruluyor ki:
Bedevi Araplar,
Allah'ın Resulüne nazil kıldığı hükümlerin ölçüsünü bilmediklerinden, küfür ve nifakta şiddetlidirler.
(Tevbe, 97).
Burada şu mesele
ortaya konmuştur: İslâm ülkesinin şehirden uzak kalmış köylerinde yaşayan
bedevi A-raplar, ekseriyetle küfür ve nifak hastalığına yakalanmışlardır.
Bunun sebebi de pek tabiîdir ki, cehaletleridir. İlim merkezi ile temasları
olmadığından ve ilim ehlinin sohbetinden mahrum bulunduklarından, Allah
Taalâ'nm emrettiği dinin ölçüsünü bilmezler ve bunun için de küfür ve nifak
illetine saplanıp kalmışlardır. Şimdi buradan şu anlaşılıyor ki, bedevileri ve
köylüleri ;bu halde bırakmamak lâzımdır. Onları cehaletten kurtarmak gerekir.
Islâmî şuuru onların zihinlerine nakşetmek lâzımdır. Bunu yapmak için de bütün
bedevî ve köylü Araplar teker teker Medineye getirmek ve onlara bu şekilde
ilim Öğretmek icap etmez. Makul olan hareket, onların bu -hınduğu kö"lere
bilgili kimseler göndererek, ilmi bulundukları yer1 Te götürmektir. Meselâ
Medineden, Mekke'den ve drğe ilim. ocaklarından bilgili kimseleri seçip, kasabalara, k< ylere
gönderilmelidir. Bunlar köylülere
bügi. öğretip onlara Islâmî talimi öğretebilirler. Nitekim, Zat-ı Saadetleri devrinde de böyle
yapılmıştı.
Burada îslâmî
hareketi kuvvetlendirmek
için başka bir hakikat daha
vardır. îşin başında, islâm, Araplar arasında yepyeni bir şeydi.. îslâma karşı
şiddetli bir muhalefet vardı. Bu hidayeti kabul etmek istemiyorlardı. Buna
rağmen, o zaman îslâmı kabul etmek isteyen Araplar îslâmın mahiyetini öğrenmek
için İnceden niceye sual soruyorlardı. Her cepheden bu yeni dini tetkik ediyorlardı.
Aklı selime ve temiz vicdanlara hitap eden bu îlâhî tebliğ, en kısa zamanda
gönülleri teshir etmiş ve her yerden fevç fevç gelen halk bu en mükemmel dine sarıldılar. Islâmm bütün, hususiyetlerine iman ederek, onun yüklemek istediği farzları ve
diğer hususları yüklendiler. O sırada bir hayli kimse de îslâmı kabul edenlerin
suyuna kapılıp, titiz bir tahkike lüzum hissetmeden İslama girdiler. Yeni
müslüman olan ülkelerin halkı arasında islâm hızla gelişti ve kuvvet buldu.
îslâmın mensupları çoğaldı. Fakat buna rağmen bu ülkelerde tam bir îslâmî
nizam kurulamamıştı. Bu ülkeler
halkının çoğu îslâmî şuura malik değillerdi, islâm nizamının icap ettirdiği ahlaka da
sahip bulunmuyorlardı, Nitekim, bu
husus Tebük gazvesinde ortaya çıktı.
Tebiik gazvesine gitmeğe bunların çoğu hazır değillerdi. O zaman Hak Ta
a'â işaret buyurup îslâmî hareketin genişlemesi için nasıl hareket edileceğini
bildirdi. Bunun üzerine o zaman talim
ve terbiye görmüş bazı kimseler muhtelif mamure* îere gönderilip, Îslâmı
Öğretmek için vazifelendirildiler.. Bunların her biri tayin edilmiş
bulundukları yerlere gidip vazifelerini ifa ettiler. Halk bu şekilde îslâmı
öğrendi. Nihayet bütün ülkelerde îslâm şuuru doğdu ve AİiaH Taalânm hududunun
ne demek olduğu anlaşıldı.
Bu mevzuda şu meseleyi
de anlamak lâzımdır ki, umumî eğitim
ve öğretim hakkında âyet-i kerimede hüküm vardır. Burada «umumî halk» :
(Ammetünnâs) bahsi geçmektedir. Âyeti Kerimenin işaret ettiği, bilgi öğrenmekten
maksat, yalnız kitap okumak için, okuyup yazmak, öğrenmek değildir. Belki
açıktan açığa mesele nin hakikati, âyetin devamında bildirilmiştir.
Halk din hakkında
bilgi elde edeceklerdir. Bu husustan haberdar olup bilgi sahibi bulunacaklardır.
Gayrı müslimâne yaşayışı bırakacaklardır.
işte Müslümanlığın,
eğitim ve öğretimden maksadı budur. Allah Taalâ, daimî olarak bunu
kararlaştırmıştır ki, her Öğretim ve eğitim nizamının asıl maksadı da bu
olacaktır.
Buradan şu nokta da
anlaşılmamalıdır ki, tslâm, halka sadece okuma ve yazma öğretmek istememiştir;
dünyevî ilimlerle de alâkasızdır. Belki îslâmî eğitim ve öğretimin asıl hedefi,
altını çizmiş bulunduğumuz yuka rıki. hususların tamamiyle tahaıkkuk etmesi
için çalışmaktır.
Yoksa bir kimse kendi
çağının Einstein veya Freud'ü olabilir. Fakat din anlayışından uzak kalıp da,
gayrı -müslimâne yaşayış usulü takip ederse, o zaman îslâmî eğitim ve öğretim
bu gibi kimseyi lanetle anar.
Âyet-i Kerimede bir
cümle daha zikr edilmektedir:
«Din üzerinde derin
bilgi edinmeli.»
Bu cümleden halk bir
hayli yanlış mana anlamıştır. Bunun zehirli tesiri uzun bir müddet,
müslümanlarm dinî işlerinde belki dinî eğitim ve öğretimde kendisini göstermiştir.
Allah Taalâ o zaman
«Dinde derin bilgi
edinmeli»
Diye buyurmuş
olduğundan burada «din» den maksat sadece din ve fıkıh ilmi mi zan etmişlerdi.
Halbuki burada «din bilgisi» demek, bu nizamda basiret sahibi olmak demektir.
Yani «îslâmin dinî nizam» ında, bu nizamın ruhunda, aslında bilgi edinmek, her
cephesini, her köşesini, Öğrenmek ve
bilmek, aynı zamanda insan yaşayışını, bu dinî nizama tatbik etmesini
becerebilmek seviyesi demektir. Fakat bunu bir tarafa bırakalım da, âye tin
metnindeki «Fıkıh» kelimesinin üzerinde duralım. Hukuk ilmine ıstılah'da
«Fıkıh» denir. Bu ıstılah gitgide îslâmî yaşayışta şekil alarak (ruhun mukabili) mufassal bir ilmin ismi olmuştur ki, halk
İlâhî Ahkama mutabık olarak bu ilimle işlerini tanzim eder. Burada bir kelime
iştiraki vardır. İster İslâmî nizamın
ruhu olsun, isterse îsîâmî kanunlarla yaşayışı nizama koymak olsun bu iş
«tafakkuk» yani din ilminde derin bilgi edinmektir. Fakat yine de maKsadjn
tamamı bu kadar değildir. Sadece asıl maksadın bir cüz'üdür bu. Bu yanlış
anlayıştan, din sâîiklerine de
dinin kendisine de bir
hayli zararlar da doğmuştur. Bunları tetkik edip ortaya koymak istersek, koca
koca kitaplar yazmamız icap eder. Şimdi biz sadece hatırlatmak için ancak
kısaca şunu ileri sürmek isteriz ki, Müslümanın dinî eğitim ve Öğretimi dinîn
ruhundan hali olursa, sadece dinin zahiri şekli teşrih edilmiş olur. [525]Bunun
neticesinde bu eğitim ve öğretim cansız bir heykele benzer. Dindarlığın asıl
maksadı da elde edilmiş olmaz. İşte yanlış anlamanın en büyük şekli de budur. [526]
A. Elbette
ki, iman edenler, hicret edenler, malla-riyle ve canlariyle Allah yolunda
savaşanlar ile bunfarı fc>arınd!ıran ve yardım edenler... Bunlar
birbirlerinin ktr ruyııcusu ve yardımcılarıdır. İman edip de hicret e tine-
yenlerin ise, hicret
edinceye kadar koruma mesuliyeti size ait değildir. Bu müminler, din yolunda
sizden yardım dilerlerse, sizinle arasında ahit bulunan bir kavme kargı,
olmamak şartiyle yardım etmek »izin vazifenindir. Elbette ki, Allah sizin ne
ettiğinizi görendir. (Enfâl, 72).
Bu âyet-i kerime
îslâmî Anayasanın mühim bir maddesidir. Burada şu usul gözönünde
bulundurulmuştur ki, «velayet» :
(koruyuculuk, yardımlaşma ve bağlılık) yalnız müslümanların arasında
olacaktır. Yani Darül - İslâm dahilinde bulunanlar îslâm Devletinin himayesi altındadır. Eğer bu müslümanlar, Darül -
Islârnın dişinde iseler, o zaman hicret edip Darül İslama geleceklerdi:;<
Bunun dışında îslâmî ülkelerin haricinde bulunan müv-lümanlara karşı yine
kardeşlik vardır. Fakat onlara kargı «velayet» :
(koruma) yoktur. Yine bu şekilde
hicret cdipde gelmeyen müslümanlar hakkında yine «velayet : koruma»
yoktur. Onların da
darülküfr vatandaşlığa terp
edip, hicret edip, Darül1- İslama gelmeleri lâzun&r. «Velayet» kelimesinin Arapçadan tercümesi himaye etmek, yardım etmek, korumak,
desteklemek, dostluk etmek, yakınlık göstermek, himayesindekinin işi ile alâkadar
olmak ve bunun gibi mefhumlardır. Bu âyet-i. kerime üzerinde toplu olarak
durulacak olursa, şu mana çıkar M, bir hükümet kendi vatandaşlarına,
vatandaşlarda hükümete ve diğer vatandsjşlara karşı koruyucu durumdadırlar.
Bu itibarla bu âyet-i kerime, «düsturî
ve siyasî velayet» : Anayasa hükmüne göre siyasî koruma işini
hükümet kendi ülkesinin hudutları iğine almış bulunuyor. Bu hududun dışındaki müslümanların korunması, yahut da
himayeleri bu hükümetin vazifesinin
dışında bırakılıyor. Velayetin
mevcut olmamasının da bir hayli kanunî sebepleri vardır ki, biz şimdi bunların
hepsinden bahs etmeyi lüzumlu görmüyoruz. Misâl olarak şu noktaya işaret
edelim ki, «Adem-i Velayet» e istinaden darül - küfr ile darül - islâm
müslümanları birbirlerine vâris değillerdir. Birisi de diğerinin kanunî velisi
(Guardian) : «koruyucusu» da değillerdir. Islânıî hükümet böyle bir müslümana
darül - küfür hemşehriliğinden ayrılıncaya kadar, vazife ve memuriyet de
veremez. Buna. göre Îslâmî devletin mesuliyeti, bu devletin içinde yaşayan
müslümanlar içindir. Dış ülkelerde yaşayan müslümanlar bu mesuliyetin altına
girmemişlerdir. İşte bu durumu aydınlatmak için Zat-ı Risaletpenahüeri şöyle
buyurmuşlardır :
Ben müşrikler arasında
oturan müsliraıanlarr kora-makla mükellef değilim.
Bu şekildeki Îslâmî
müeyyide, uzun çekişmelere, kavga ve savalara müncer bulunan ve milletlerarası
meseleleri Karıştıracak olan bir meseleyi kökünden halletmiş; oluyor. Nitekim,
bu gün bazı hükümetler de, kendi hu-düLıarı dışında bulunan ekalliyetlerin
mesuliyetini üstüne almakla, ardı arkası kesilmeyen muharebelere meydan
vermişlerdir.
Yukarıdaki fıkra ile
darül „ îslâm dışında oturan müslümanlar «Siyasî Velayet» alâkasının dışında
bırakılmışlardır. Fakat bundan sonra gelen fıkra bu vaziyeti izah ederek, dış
ülkelerdeki bulunan müslümanlar bu alâkanın dışında olmalarına rağmen, onlarla
tamamen alâka kesilmez, denmiştir. Onlarla «dinî kardeşlik» mefhumu devam
edecektir. Eğer onlara herhangi bir şekilde-zulm edilmiş ise, onlar da Îslâmî
kardeşliğe istinaden, darül - İslâm hükümetinden veya darfül- İslâm ülkesi sa
kinlerinden yardım isterlerse mazlum kardeşlere yardım etmek farzdır. Fakat bu
husus biraz daha açıklanmalıdır ki, bu din kardeşlerine yapılacak olan yardım,
körü körüne yapılmış olmasın. Böyle bir yardım, milletlerarası mesuliyetleri,
ahlâkî hudut ve ölçüler gö'zö'nünde tutularak yapılacaktır. Zulmeden kavmin,
darül - islâm hükümeti veya kavmi ile bir muahedesi varsa, o 2aman, bu
muahedeyi bozacak şekilde bir yardım yapılamaz.
Âyet-i kerimede
muahede yerine «misak» kelimesi kullanılmıştır. Arapça olan bu kelimenin kökü
«vusûk» dan gelir. «Vusûk» demek, Ordu dilinde de kullanılan vusûk manasından
başka bir şey değildir. Yani güvenmek, itimat etmek manasınadır. Misâk kelimesi
de bir devletin diğer bir devlete karşı güvenlik içinde Bulunmasıdır. Meselâ
aramızda muharebe yoktur denir. İster açık bir şekilde saldırmazlık paktı
yapılsın, isterse açık olarak saldırmam azlıktan bahs edilmesin. Güvenilir bir
hâl bulunursa buna «misâk» vardır, denir.
Sonra âyet-i kerimenin
metninde «sizinle onların arasında bir misak» dan bahs ediliyor. Bundan da
gayet açık bir şekilde anlaşılıyor ki, darül - İslâm hükümetinin herhangi bir
gayrı Islâmî hükümet ile sadece yazılı veya sözlü paktı değil, bu hükümetin
kavmî milleti ile diğer bir millet efradı arasında bulunan mutaarref anlaşmalar
da bunun dairesi içindedirler. Islâmî şeriat katiyen şu me seleye cevaz vermez
ki, Müslüman Hükümet başka h'x hükümetle veya müslüman hükümetin fertleri başka
bir hükümetin fertleri ile anlaşma yapmış olsunlar ve bu inlaşmanm mesuliyetini
de yüklenmiş bulunsunlar. Hu vt'a ya müslüman hükümet yahut da bu hükümetin
fertleri silkinip bu mesuliyeti omuzlarından atıversinler. Elbette ki, darül
- İslâm hükümetinin muahedelere bağiı bulunması sadece bu hükümetin ülkesi
hudutları dahilinde bulunan müslümanlara ait olur. Diğer ülkede bulunan
müslümanlara ait değildir. Bu şekilde «Hudeybiye sulhu sırasında, Nebî
Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Mekke
kâfirlerine bu şekilde muamele etmişti. O zamanki anlaşmanın mesuliyeti
Hazret-i Ebu Busayr ve Ebû Cen-del'in ve diğer darül , İslâm dışında yaşayan
müslüman-larm üzerine yüklenememişti. [527]
B. Bir
kavmin hıyanetinden korkarsan (ahitlerini) açıkça onların karşısına çıkar.
(Enfal, 58)
Bu âyet-i kerimeden
anlaşıldığına göre, herhangi bir şahıs yahut da bir zümre ile muahedemiz olduğu
takdir-^ de, onların bu muahedeye sadık kalmadıklarından şikâyet etmek, yahut
da bize karşı bir hiyanet yolunu mu tutmuşlar diye endişeye düşmek, bizim için
caiz olmaz. Aramızdaki muahedenin hükmü kalmamış veya ortada ıbir muahede
yokmuş gibi hareket etmek de doğru değildir. Ancak karşı tarafın muahedeyi
bozmak yolunda olduklarını tavrı hareketlerinden sezdiğimizi daha Önce onlara.
bildirdikten sonra, artık aramızdaki muahedenin yürürlükte olmadığını ve kendi
tutumları yüzünden muahede şanlarının ortadan kalktığı ifade edilecektir.
Bu emri İlâhiye
istinaden Zatı Risaletpenahileri, Is-lamın milletlerarası siyaset usulünde şu
esasa ait kararı bildirmişlerdir :
Bir kavim ile arada
muahede bulunursa, bu muahedenin müddeti bitmiş olmadan daha önce, muahede bozulmayacaktır.
Muahede hükümlerinin devam edeceği veya fesh edileceği karşı tarafa
bildirilecektir.
Zatı Saadetleri şu
mühim kaideyi de gözönünde bulundurmuşlardır :
Sana hıyanet edene
hiyanet etmeyeceksin.
Bu usul sadece bir
öğüt olarak ve kitapları süslenıek iğin
konmamış, bu usul yaşayışta amelen bağlı bulunulacak bir usuldür.
Nitekim bir ara emîr
Muaviye Rum'a saldırmak maksadiyle, Rum hududuna ordunun toplanması için emir
vermişti. Muahedenin bitmesine de daha bir müddet zaman vardı. Nitekim bu
durumu gören ve Sahabî olan. Hazret-i Amr ibn-i Anbese Radıyallahu anh,
ihticacda bulunarak, Resulü Ekremin hadisi şerifini ortaya koyda ve bu hususta
ısrarla durdu. Nihayet Muaviye Hazret-*: Amr'in sözlerine boyun eğmek zorunda
kaljiı ve ordunua toplanmasından vaz geçildi.
Bir taraflı muahedeyi
feshederek, harp ilân etmeksizin karşı tarafa saldırmak eski câhiliye devrinin
usulüdür ki, zamanımızda modern câhiliye mensupları arasında da bu usul pek
rağbettedir. Nitekim bunun en yeni misallerinden birini ikinci dünya savaşında
gördük. Al-manlaran Rusyaya, İngilizlerle Rusların îrana saldırışları
mevzaumuzun canlı örneklerindendir. Umumiyetle bu münasebetsiz tutuma,
saldırıdan önce kargı tarafı haberdar edersek, o zaman karşı tarafı uyarmış
oluruz, onlarda karşı koyabilir, düşüncesi bahane edilmektedir. Fakat bu gibi
bahaneler ahlâkî mesuliyeti ortadan kaldırmaz. O idarecileri de günahtan
kurtaramaz.
Her hırsız, her yol
kesen, her zina eden ve her katil ve her düzenbaz, yaptığı cürümlere bu gibi
bahaneler uydurur. Şimdi işin tuhafı şudur ki, Milletler camiasına mensup
milletler kendi aralarında bu gibi ahlaksızlıkları caiz sayarken, fert olarak
bu ülkelerde yaşayan vatandaşları böyle bir ahlaksız yaparsa onları, mücrim
adedi-yorlar.
Burada şu noktayı da
bilmek zarureti vardır ki, îs-lâmı kanun sadece bir hususta haber vermeksizin
saldırıya müsaade edilmiştir. Kam taraf, anlaşmayı bozduğunu bildirmeksizin
bize karşı düşmanca hareketlere giri, şir ve saldırmağa hazırlanırsa, o zaman
biz de artık yukarıdaki âyet-i kerimenin medlulünün haricine çiKtmş oluruz.
Başka bir hükme girer ve düşmana haber ve^ue-den saldırabiliriz.
İslâm Fakihleri bu
istisnaî hükmü, Nebî Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in şu hareketinden istidlal
ediyorlar. Kureyş. Beni Huzâa vakasında açıktan açığa Hudeybiye sulhu anlaşmasını
bozdular. O zaman Zat-i Saadetleri de muahedeyi hükümsüz kıldıklarına dair
karşı tarafa haber vermeden, Mekke üzerine hücuma geçilmesi için emir
buyurdular. Fakat biz bu istisnaî 'kaideden faydalanmak istersek, o zaman bütün
ahvalde Zat-ı Saadetlerinin bütün tavrı hareketlerini gözönünde bulundurmam iz
icap eder. Hadis ve Siyer kitaplarında bu meseleler etraflıca anlatılmış tu*.
1. Kureyşin
muahedeyi bozduğu o kadar açık bir gerçekti ki, itiraza mahal
hiç bir husus yoktu. Bunu Kureyş de itiraf ediyordu. Kendileri muahedeyi yenilemek için Ebu
Süfyanı Medineye göndermişlerdi. Bu da ortada bir muahede hükmü kalmadığma dair
açık bir delildir. Muahedeyi bozmuş olan karşı tarafa da acaba bi?. de bu
muahedeyi bozalım diye sormaya lüzum kalmaz. Aslında muahede kendiliğinden
bozulmuş bulunuyordu.
2. Onlar
tarafından muahede bozulduktan soara,
yine Zat-ı Saadetleri, tarafından bu 'kavim yine muahid kavim olarak
düşünülmüştü. Fakat Ebu Süfyan, Medineye gelip de Zatı Rdsaletpenahilerinden,
muahedeyi yenilemek talebinde bulununcaya kadar da Zatı Saadetleri muahedeyi
resmen bozulmuş saymamışlardı. Fakat Ebu Süfyanın bu teklifi muahedenin
bozulmuş olduğunu meydana koydu ve Zatı Saadetleri de yenilemeği kabul
bu-yurmadılar.
3. Kureyş
aleyhine muharebeye girişmek açık olarak belli idi. Zatı saadetleri, hiç bir
zaman altatıcı işlere tevessül edecek bir zat değillerdi. Sallallahü Aleyhi ve
Sel-lam, zahirde dost görünüp sulh iddiasında bulunupda gizliden gizliye harp
yolunu tutan bir idareci değildi.
Bu mesele Nebî
Sallallahü Aleyhi ve Selîem'in işveyi hasenesi (en güzel örnek) tir. Bu
hadisede yukarıdaki a-yetin umumî hükmünü bozmanııştır
Milletlerarası
ihtilaflarda bir çok konuşma, görüşme ve hatta üçüncü bir devletin
aracılığına-rağmen, yinede kuvvetli tarafın haklı çıktığını görüyoruz. Bu
bakımdan bizim de kuvvet kullanmamız caizdir. Fakat yukarı-ki âyetin medlulüne
gelince, ahlakî bir ilândan soara, kuvvet kullanmamız icap eder. Gizli ve saklı
olarak muharebeye girişmek ve barışta imiş gibi görünüp savaş yolunu tutmak
ahlaksızlığım İslâmî tâlim bize öğretmemiş tir. [528]
C. Bundan
böyle onları savaşta ele geçîrirsen kendilerini korkut olur ki, arkalarından
gelenleri düşündürürler.
(Enfal, 57).
Bu âyet-i kerimeden
anlaşılan mesele şudur: Muahede yaptığımız bir kavim, muahede kaidelerine
uymaz da tesbit edilen şartları ihlâl ederek bize karşı savaş açarsa, o zaman
bizim de muahede şartlarını -bir tarafa atarak, savaşa girmek hakkımız olur.
Aynı şekilde aramızda muahede bulunan başka bir kavim, bizim düşmanımız olan
kavimle bir anlaşma yoluna gidip de, bizim aleyhimize onlara yardım ederse, o
zaman, bu kavimle de daha evvel yaptığımız muahedenin hükmü kalkmış olur.
Nitekim bu kavmin fertleri de fert olarak, kendi
kavimlerinin bağlı
bulunduğu muahedelerin hilâfına hareket ederlerse ve bizimle savaşan kavme
yardımda bulunmak ve onlarla birlikte bizim aleyhimize çalışmak yolunu
tutarlarsa, o zaman yine, bunlarla -yaptığımız muahedede yazılı bulunan can ve
mal muhafazasından mesuı olamayız. [529]
D. Eğer
onlar sulha temayül gösterirlerse, sen de sulha yanaş. Allah'a da tevekkül et.
Elbette ki, O bilen w duyandır. Yoksa sana hile yapmak isterlerse, elbette Kî,
Allah sana yeter... (Enfal, 61 - 62).
Yani, milletlerarası
meselelerde korkakça bir usul takip etmiyeceksiniz. Allah'a güvenecek ve
cesaretle ortaya atılacaksınız. Düşman ne zaman sulh kapısı açmak isterse,
siz de bu teklife yanaşacaksınız. Fakat bu sulh teklifi iyi niyete dayanmayıp
da bir hileye matuf yapılmak isteniyorsa, o zaman yine siz Allah'a güvenip, cesaretle
karşı koyacaksınız. Öyle bir harekette bulunacaksınız ki, hile yoluna giden
hilekâr düşman, bu hile ile sizi
kandırıp yumuşatarak aldatmasın. [530]
Yukarıdaki
sahifelerde, Kur'an-ı Kerimin siyasî mef^ humlan ve îslâmî hükümetin milletlerarası
mevzularda-ki 'usullerinin esasları anlatıldı. Kur'an-ı Kerim yaşayışın her
dalma ait açık hidayetler getirmiştir.. Müslümanlara da ferdî ve içtimaî
muamelelerde ve meselelerde bu hidayetleri gözönünde bulundurmak farz
olmuştur. Bu bidayetlerin aydınlığı altında muamelelerini yürütmelidirler.
Böyle yapmakla ancak, onlar kendi din ve imanlarının muktazayatını tamamlamış
olurlar. [531]
Nihayet Mevlânâ
Mevdûdl Sahih aşağıda bahs edeceğimi» makaleyi de Ali Garh Müslim Üniversity :
(Ali Garh lafâm Üniversitesi) İslâm tarih ve medeniyeti encümeninin daveti
üzerine Istiriçî Hal'da, 12. Eylül. 1940 da okumuşlardır. Bu makalede o zamanın
hususi ahvaline ait bulunan bahisleri çıkardık, diğer hususları muhafaza
ettik. Bu husiuflar İslâmf hükümetin ayakta tutunması ve devam etmesinin durumu
Ue alakalı ve bu hükümetin
çalışma tarzı hakkında
malûmat vermektedir. (Hazırlayıcı) [532]
İslâmî hükümetin
keyfiyetini Öğrendikten sonra, bu hükümeti maksada ulaştırmanın yolu nedir,
diye düşünebiliriz. İşin başında arzettiğim gibi, herhangi bir camiada bu
şekilde fikrî, ahlakî, medenî sebepler ve hareketler mevcut olursa, böyle bir
hükümet ortaya çıkabi-Iir. Söylediğimiz gibi, bir limon çekirdeğini toprağa di
-kerseniz, bu çekirdek büyüyüp ağaç olduktan sonra bundan enbe (Hint -
Pakistanda yetişen bir meyvedir) meyvesi alınamaz. îslâmî hükümet de bunun
gibi bir mucize olarak ortaya çıkamaz. Bu hükümetin ortaya çıkması için, onun
temeline ait hayat nazariyesi, yaşayış maksadı, ahlak ölçüsü, hareket tarzı,
Islâmın mizacına uygun bulunmalıdır. Onun lideri ve önderi, memurları, işlerini
İdare edenler, tam manasiyle İslâm anlamını kavramış bulunmalıdırlar. Sonra
kendi çalışmalariyle cemiyet içinde bu zihniyeti ve bu ahlakın ruhunu
yaşatmalıdırlar. Daha sonra bu temel üzerine eğitim ve öğretim için yeni bir
sistem hazırlayıp, tslâmın karekterine göre a-dam yetiştirmelidirler. Müslüman
alim, müslüman felsefeci, müsilüman tarihçi, müslüman maliyeci, müslüman
iktisatçı, müslüman hukukçu, müslüman siyasetçi ve hü îâsa olarak, her mevzuda
ve her hususta îslâmı gerçek manada kavramış, İslama bağlı elemanlar cemiyeti
çepeçevre kuşatmalıdır. Bunlarda şu kudret de bulunmalıdır
ki, dünyanın Allah'ı
bilmez ve iman mahrumu fikir önderleri karşısında, kendi düşünce ve
fikirlerini müdafaa edip, üstün seviyelerini (Intellectüal Leader ship) isbat
edip ortaya koymalıdırlar. Fikrî ve aklî bakımdan, aym zamanda amelî olarak da
bu dünyadaki yanlış yaşayış nizamına karşı çetin bir mücadele kabiliyetleri
olmalıdır.
Böyle bdr çalışma ve
mücahedede, sıkıntılara, musibetlere, üzüntülere, eziyetlere ve her türlü
fedakârlıklara göğüs gerebümelidirler. Sebat ve azimleri ile hulusu niyetlerini
isbat kudretine haiz olmalıdırlar. İmtihan ve denemelerin karşısında mihenk
taşına vurulan saf altın gibi oiup, bozuk ayarları ortaya çıkan kimselere
benzememedirler. Mücadelelerinde kendi fikir ve fiillerini, kendi
ideolojilerine göre ortaya koymalıdırlar. Onların her sözü, her işi, temiz,
garazsız, doğru - düzgün olmalı ve Allah'tan korkup, insanlığın kurtuluşu için
çalışmalıdırlar, tnsanlık için adalet ve güven yolunda gitmelidirler. Fit.
ratın cemiyet içinde doğurduğu bütün hususiyetlerde bu iyilik usulü üzerinde
durmalıdırlar.
Aşağılık ve düşük
karakterli kimselerin baskılarına karşı koyabilecek bir mizacın sahibi olmaları
bilhassa şarttır. Halkın düşüncesinde inkılabın zihniyeti yerleş-melddir.
İçtimaî yaşayış için hükümetin hususî nizamını koruyabilip, cemiyeti buna göre
hazırlanmasını bilmeleri icap eder. Yanlış ve sapık nizamları kaldırmak ve değiştirmek
cesaretinde bulunmaları lâzım gelir. Böyle bir nizama göre, hükümet kurulduktan
sonra, bu hükümeti yürüten en küçük memurundan en büyük idarecisine kadar
herkesin bu nizamın memuriyet vasıflarını göstermesi lazımdır.
Muhterem dinleyiciler!
Bu inkılabın ortaya
çıkması ve bu hükümetin kuvveden fule gelmesinin yolu budur. Biz ancak bu
vasıflara ulaşabilmiş bir kuruluşa Islânıî hükümet diyebiliriz. Sizler, limî
hüviyeti olan şahsiyetlersiniz. Elbette ki. dünyada bir şu kadar inkılabın
olduğunu teferriiatiyle bilmek tesiniz. Şimdi şurası sizce açıktır ki, böyle
hususiyetleri olan bir inkılap hareketinin ön saftaki lideri, fikir adamları
ve bu davanın mensupları bu hükümetin
keyfiyetine
göre bir anlayış seviyesine,
medenî ve ahlakî bir düşünceye yükselmiş olmaları gerekir.
Fransız inkılabında da
kendine has ahlakî ve fikrî sebepler vardır. Bu vasatı Voltaire, Rausseau,
Montesque ve diğer fikir adamlara hazırlamışlardı. Rus inkılabını da Marks'm,
Lenin'in ve Trostski'nin fikri ve amelî önderlikleri ve onlar gibi çalışan
binlerce kimse meydana getirmiş ve sosyo-komünist nazariyesi üzerine devlet
kun4. .muştur. Almanya'nın nasyonal sosyalizminin de kendine göre, ahlâkî,
ruhî, medenî zemini vardır ki, bunun da kök ve esası Hegel'in, Fişte'nin,
Nitschea'nin, Goethe'ndn ve diğer Alman mütefekkirlerinin fikirlerine istinat
eder. Sonra Hitlerin liderliği ile ortaya çıkmış oldu.
Aynı şekilde Islâmî
inkılâbın da bir esas nazariyesi vardır. Fakat bu nazariyenin muharriki,
Kur'an-ı Kerimin nazariyeleri ve tasavvurlarıdır ki, Sdyretj Muham-rciediyenin
Sallallahu Aleyhi ve Sellemin üzerine istinat eder. Neticede içtimaî yaşayışın
zihnî, ahlâkî, ruhî ve medenî temelleri de bunun üzerine istinad edip, diğerlerini
tamamen değiştirir. [533]
Bu makalede, zatı
alilerinizin karşısında şu davayı {process) açıklamak istiyorum ki, bunun
neticesinde Islâmî Hükümet bütün açıklığı ile vücud bulacaktır. [534]
Seçkin bir ilim
ehlinin huzurunda bulunmam dolayı-siyle, benim için bu hakikati izah etmek
hususunda fazla vakit sarf etmek zarureti yoktur. Hükümet nasıl bir keyfiyette
olursa olsun, (uydurma bir usul olmamak şar-tiyle) kurulabilir. Bahis mevzuu
olan hükümet, en sağlam usullere istinat ettiğinden, istendiği zaman başka bir
şekle .veya istenmediği zaman başka bir şekle konacak bir şey değildir. Böyle
bir kuruluşun ortaya çıkması, iç-aınaî, ahlâkî, ruhî, medenî ve tarihî
sebeplere dayanması pek tabiîdir. Bunun için bazı iptidaî meselelerin hazırlıkları
(Pre-requisites) ve bazı fıtrî iktizaların bir araya gelip hazırlanmaları
lâzımdar ki, bunların neticelerim mantıkî vaziyette görüp, mukaddematı
(Prqmises) bunun üzerine tertiplemeniz mümkün olabilsin. Nitekim, kimya
ilminde, bir kimyevî terkibi, daima bu terkibin teşkil ettiği unsurlarda
aramak lazımdır, işte içtimaî işler de böyledir, içtimaî işlerde de hal ve
vaziyetin iktizasına gö^ re, fertlerin bir araya gelmesi bir camiayı teşkil
ettiklerini gösterir. Bunun neticesinde de hükümet kurulur. Sonra hükümet vaziyetini
ve yürüyeceği yolu tayin eder. Bu şekilde işin mukaddimesinin başka ve işin
neticesinin başka olmasına da dmkân yoktur. Meselâ, yine kimyadan misâl
verelim. Bir elmanın hususiyetleri başka ve onun terkibindeki hususiyetler
başka olamaz. Aynı şekilde dikilen bir limon çekirdeğinden enbe (Hint -
Pa-kistanda yetişen güzel kokulu bir meyve) fidesinin yetişmesine imkân
yoktur. Yine mümkün değildir ^ki, bir millet bir zihniyet tahtında teşekkül
etsin de sonra bu camia başka bir zihniyette bir hükümet ortaya çakarsın.
Fakat burada başka bir
mesele vardır: Cemiyet idareci bâr kadro tarafından zorlanırsa (Cebriyet) :
(De-terminism) bu zorlama ve cebrilik insan iradesini yok eder ve ortadan
kaldırır. Şüphesiz olarak, böyle bir dikta ve zorlama olmaksızın, hükümetin
şekil ve keyfiyetini fertler ve fertlerden meydana gelmiş bulunan cemaatler
tayin ederler. Bu tercih onların istek
ve iradesine bağlıdır. Aslında bu da sabit olmuş bir meseledir ki, hükümet
nizamını ortaya koymaktan maksat, fıtrata
uygun düşen sebepleri bir araya getirmek ve fertlerin yani milletin
ihtiyaçlarını gözönünde bulundurmaktır. Bu bakımdan, böyle bir işde fertlerin
karakterlerini harekete geçirmek icabeder. içtimaî ahlakı meydana getirmek ve
fertleıi terbiye etrr^k zarureti hasıl olur. O zaman hükümet nizamı fıtrata
uygun bir şekle girip yürür. Bütün bu sebepler ve amiller bir araya geldikten
sonra ve uzun çalışmalardan sonra, hükümet nizamı kuvvet ve kudret elde
edebilir. O zaman millet için de başka bir nizam al-fcnria yaşamak bir hayli
zor ve müşkül olur. Nitekim, ağaç koküyle ayakta tutunur. Ve kökün varlığına
dayanarak gelişir, büyür ve sonra meyve verir, gimdi biraz, düşününüz,
hükümetin başında bulunanlar ferdi haysiyetleri itibariyle, içtimaî
vaziyetleriyle ve aynı zamanda, ahlâk
nazariyöleriyle bir yaşayış nizamına
bağlanmış olurlarsa, imkân mı vardır ki, böyle bir vasatta, başka /
bir yaşayış nizamı ortaya çıksın. Bunun aksini düşünmek, boş hayalden, boş
düşünceden ve boş işten başka, bir şey değildir ve olamaz. [535]
Şimdi, îslâmî hükümet
dediğimiz kuruluşun hususiyetlerinin ve keyfiyetinin ne olduğuna bakabiliriz.
Burada îslâmî
hükümeti, diğer hükümetlerden ayıran mümtaz bir hususiyet vardır, islâm
hükümeti, diğer hükümetlerin zıddına ve aksine olarak, kavim-perestlik^
milliyet-perestlik ve doğum yerine bağlı .bulunmak grbî hususlardan tamamiyle
uzaktır. Böyle bir hükümet rejimi tamamiyle kendine mahsus olan sıfatlar taşır
ki, buna İngilizce istilanda
(îdeological State) denir. Şimdiye kadar dünya böyle bir hükümet
rejiminden haberdar değildir. Bu tarz bir sistemi de bilemez. Çünkü böyle bir
rejimi görmüş değildir. Eski çağlarda, halk sadece bir hanedan ve yahut da bir
zümre hükümeti biliyordu. Daha sonra ırkçılık esasına dayanan bir hükümet
rejimini benimsediler. Fakat usule bağlı yani belli prensiplere göre hareket
eden bir hükümeti kabul etmek, ırkçılık taassubundan sıyrılmak ve yalnız
kanunlarla iş gören bir hükümeti u Çimmek ve tasavvur etmek zihinlerin kabul
edebileceği bir husus değildi. Çünkü böyle bir şey hıris-tâyanlık akidesinde de
mevcut olmadığı gibi diğer sistemlerde de böyle bir idealden eser yoktu. Bu
bakımdan o .zamanki vasatta usule bağlı bir hükümeti düşünmek hile mümkün
olmuyordu. Nihayet Fransız inkılabı vuku bulunca prensiplere de dayanan bir
hükümet fikri de ortaya atılmış oldu. Fakat bu düşünceler de nasyonalizm —
milliyetçilik idealinin karanlığına gömülüp gitti. Sonra da sosyo-komünizm
nazariyeleri kendini gösterdi. Bu nazariye üzerine bir hükümet kurulması fikri
de belirdi. İş tatbikat sahasına dökülünce başka türlü bir nasyonalizm ortaya
çıktı. Böylelikle bu noktaya kadar gelen bu -akım da neticesiz kaldığı gibi,
başka şekillere girdi ve aslî heyetini
kaybetti.
Görülüyor ki, dünya
tarihinin başından günümüze iadar gelip geçen sayısız hükümet rejimleri iğinde
yalnız İslâm hükümet rejimidir ki, her türlü millî, kavmî ve toprak
şaibelerinin üstüne çıkarak tertemiz bir vaziyette kalabilmiş ve sadece
ideolojiye dayanan bir hükümet rejimidir. Daveti bütün insanlık içindir. Böyle
bir kuruluş ancak bu ideolojiyi kabul eden kimseler tarafından meydana
getirilebilir ve milliyet esasım üstünde olan insanlık esasına göre bu bina
yükseltilir.
Böyle bir hükümet
emsalsiz ve benzeri görülmemiş bir şey olduğundan, dünya halkı bilmeden daha
doğrusu koru körüne bu kurtuluş rejimine karşı koydular. Yalnız, gayrimüslimler
değil, hattâ müslümanların kendileri bile bu İlâhî hidayetlerle kurulan örnek
nizamın mutazam-ıiiiiı olduğu hususları (İmptlications) anlamaktan âciz
î<i" er. Müslüman ülkelerinde yetişip gelişenler bile içtimaî
hususlarda Avrupai düşüncelerle yetiştiklerinden,, Avrupanm siyasî ilimlerine
(Social Sciences) kapılmışlardır. Bunun için onların da zihinleri böyle bir
şeyi an-la;.niktan ve kavramaktan âcizdi. Ne kadar yazıktır ki, müslüman
ülkelerinin çoğu son zamanlarda hürriyetleri ii elde ettikten sonra dahi
kendilerine hükümet plânı olarak Millî Hükümet (Naztioan State) den başka bir
plân düşünemediler. Maalesef bunların düşüncelerinde îslânıî ilim ve düşünce
ve «Usulî Hükümet» rejimi bir türlü yerleşemiyor. Bütün İslâm dünyasında
karışık ve Arap saçma dönmüş bir usul tatbik edilmek isteniyor. Halk ise îslâmî
hükümetin sadece ismini biliyor. Fakat bu zavallılar da böyle bir kuruluşun ne
şekilde olabileceğini ve ne şekil alabileceğini akıllarından bile
geçiremediklerinden mecburi olarak Millî Hükümet rejimine sarılıp kalıyorlar.
Milliyetçilik düşüncesi (Natio analistic ideology) nin peşine bilerek veya
bilmeyerek takılıp gidiyorlar. Düşünebildikleri program da yine milliyetçi
hükümet esasına dayanan bir hükümet programıdır. Halk, ümmet, cemaat,, millet,
milliyet, emire itaat gibi Îslâmî ıstılahları söyleyip duruyor. Fakat esas
fikir itibariyle bunların hepsini milliyetçi ve ırkçı ıstılahlara göre ifade
etmektedirler. Gayrı - îslâmî kumaştan Îslâmî elbise yapıp giyinmek
istiyorla.".
Usulî hükümetin
keyfiyetini anlamış bulunuyorsunuz. Şimdi biraz daha dikkat edip şu meseleyi
de anlamak lâzımdır ki, bu düşünce, bu hareket şekli, bu amelî program ve bu
noktanın başlangıcı, 'bu iş içdn bîr mesele teşkil edemez. Nerede kaldı ki, bu
zümre ile işi halledp, vaziyet sağlam bir şekle konabilsin? Doğrusu şudur ki,
yukarıda saydığımız hususların îıer biri ayrı ayrı, bir keser mahiyetindedir
ki, bunlar bahsettiğimiz usulî hükümetin kökünü baltalarlar.
Usulî hükümetin esası,
kavimlere ve kavmiyetlere dayanmaz. Sadece insanlığa İstinat eder. Burada, her
kim H usulü kabul ederse, bu usule bağlanırsa, bu hükümete iştirak eder. Kabul
etmeyenler de'sekilip gider. Şimdi düşünenin bir kere, zihnini, lisanını,
tavır ve hareketini ve her şeyini milliyetçilikle yoğurmuş bir kimse, nasıl
olur da bu insanî usulü kabul edebilir? [536]
İslâmî hükümetin
ikinci hususiyeti de böyle bir hü-ikûmette esas hâkimiyetin Allah Taalâya has
olduğudur, tslâmî hükümetin esas nazariyesinde [537]
mülk Allah Ta-Taala'nın halifesi olmak hasabâyie yine Allah Taala'nm gi bir
şahıs, yahut hanedan, herhangi bir zümre veya kavim belki bütün insanlığın
dalıi bu hâkimiyetle bir ilgisi (sovereignty) yoktur. Hüküm vermek ve kanun
yapmak da mahza Allah Taala'mn hakkıdır, tnsan, Allah Taala'nm halifesi olmak
hasebiyle yine Allah Taala'nm hükmettiği kanunları olduğu gibi tatbik etmek
mevkiindedir. Hükümetin sahih durumu da bundan başka bir şey değildir. Bu da
iki şekilde izah edilebilir, la, insan doğrudan doğruya, Allah tarafından olan
Kanun ve Düstur il e hükümetin başına getirilir. O'nun hilafetine bütün
insanlar hep bir arada iştirak edip imanettikleri ve tabî oldukları kanunları
yürütmeğe hazırlanırlar. Bu işde bu insanlar topluluğunun her ferdi teker teker
Allah Ta-alâ karşısında mesul olurlar. Çünkü Hak Taalâ aşikâr veya gizli her
şeyi bilir. O'nun ilminden hiçbir şey gizli değildir. O'na karşı yalan
uydurulup da söylenemez. Hilâfetin mesuliyeti bize tevdi edilmiş olduğuna
göre, bu, şu demek değildir ki, biz istediğimiz gibi hüküm verelim de
istediğimiz gibi bu hükümleri yürütelim. Halkı kendimize köle yapalım. Onların
başlarını kendi karşımızda eğdirelim. Halktan vergi alalım da kendimiz içjin
saraylar yapalım. Hakimane salahiyetleri kullanarak kendi keyfimize bakalım.
Bu salahiyetleri, kibir ve bencilliğimize alet edelim. Biz şu hususların
gerçekleşmesi için Allah Taala'nın kanunlarına bağlı bulunup bunları yürütmeğe
çalışırız: Bu kanunların carî ve nafiz olması için hiç bir şekilde kusur
etmemeğe çalışmak. Eğer bizim bu yolda bir kusurumuz veya garazımız, hevayı
nefse tabi olup taassup, taraftarlık, dinsizlik ve densizlik için girerse, o
zaman Hak Taala'nm adaleti karşısında ceza göreceğimize inanmak. Dünyada bu
cezayı görmezsek de ahirette mutlaka göreceğimize hakkiyle kani olmak.
Bu nazariye ve bu
plana göre bu bina kurulur. Bu binayı bir ağaca benzetelim ki, bu ağacın en
ufak dallarının en ufağına kadar her şey dünyevî hükümetlerden (Secular
States) tamamen aymdır. Bunun terkibi, bunun mizacı, bunun fıtratı böyle
şeylerle karışamaz. Bu binanın devam etmesi ve bu ağacın gelişmesi için,
hususî bir düşünce, hususî bir zihniyet ve hususî bir tavrı hareket lâzımdır.
Bu hükümetin siyaseti, bu hükümetin ordusu, bu hükümetin adliyesi, bu hükümetin
maliyesi, bu hükümetin vergi usulü, bu hükümetin inzibat işleri, bu hükıt
metin harici siyaseti, sulh ve harp tutumu ve baştan sona kadar her işi dünyevî
hükümetlerden tamamen ayrı olmalıdır.
Burada adalet işlerine
bakan hâkim, burada daniştay baş hâkimi, adliye müşavirleri diğer hükûmetlerinkine benzemez. Hattâ polis
müdürü ve en yüksek inzibat âmiri bile farklıdır. Bu hükümetin kumandanın
hattı hareketi de diğerlerine benzemez. Hariciye nazırları da siyaset
düzenbazlığını bilmezler. Hülâsa, bu hükümetin işle-^ rini yürütmeğe iştirak
eden bütün halk efradı, ahlâkî ve zihnî terbiye bakımından bu hükümetin takip
ettiği yola uymalıdırlar. Islâmî
hükûrnetn vatandaşlarından
tutun da, idareciler, iş adamları, hâkimler,
direktörler, ordu
kumandanları, sefirler, nazırlar, hülâsa içtimaî yaşayışın bütün unsurlarını
teşkil eden elemanlar, bir makinanın bütün parçalan gibi tamamen
birbirine intibak etmelki'r. Bir makinanın parçalan gibi birbirleriyle ilgili
olan îs-lâmî hükümetin halkının kalblerinde Allah korkusu bulunmalı ve Allah Taalânın karşısında mesuliyet hissi drymalıdırlar. Bu hükümeti
yürüten en ufak memurundan en büyük makamlarda bulunan idarecilere kadar aer şahsın ahreti dünyaya tercih eden
kimselerden olma:-sı lâzımdır. Böyle bir nizam altında yetişip terbiye
gör-meîeri lazımdır. Onların nazarında ahlakî ilerleme Ölçüsü dünyevî
menfaatten çok yüksek olmalıdır. Hükümetin esas gayesi olan insanlığın
yükselmesini gözönünde tutmalıdırlar.
Her yaptıklan işde Hak Taalânm rızası için çalışmalıdırlar. Şahsî, kavnıî,
aşiretçi ve milliyetçilik kayıtlarından kurtulup bu gibi şeylere köle olan
kimselerden olmamalıdırlar. Dar görüşten ve taassuptan tamamen azade
bulunmalıdır. Bu kimseleri servet ve hükümet kürsüsünde bulunmak
kudurtmamalıdır. Servet ve iktidar için aç gözlü olmamalıdırlar. Şunu da bilmelidirler ki,
yeryüzünde onların eline geçmiş bulunan hazineler onların olmayıp, ancak bu
hazinelere bir emanetçiden başka bir şey değillerdir. Hükümet vasıtasiyle
ellerine geçmiş bulunan mamurelerin koruyucusu, gözeticisi olduklarını bilip,
bunları korumak için gece uykusunu feda etmekten çekinmemelidirler. Halkın
canını ve malını, ırz ve namusunu, şeref ve haysiyetini hiç bir tesir altında
kalmadan, korkmadan ve çekinmeden korumak lazımdır. Fatih olarak bir ülkeye
girdikleri zaman, bu ülkenin halkının rualmı yağma etmek, halka zulm etmek,
rezalet çıkarmak, şehvet peşinde koşmak gibi çirkin fiillerden çe
kinmelidirler. Öyle hareket etmelidirler ki, fethedilmiş olan ülkenin ıalkı
kendi mallarını ve canlarını, çoluk çocuklarını, îslâm askerlerine emanet
edebilsinler ve korunacaklarından emin olsunlar. Milletlerarası meselelerde ve
milletlerarası siyasette, doğruiuk, adalet, usul, ahlâk, muahede ve her şeyde
itimat telkin etmelidirler.
îşte ancak bu
vasıflara sahip bulunan kimseler İs-iâmî hükümetin kurup yaşatabilirler. Madde
- perest ve (Utilitaryen) menfaat-perest : (Utilitarian Mantality) zihniyetini
güden, dünyevî faydalar, şahsî veya kavmi (mi:lî) diye yeni usul koyan
kimselerden olmamalıdır. Bunlar hiçbir şeyde ne Allah'ı düşünürler ne de
ahireti. Bu gibi kimselerin bütün maksatları ve gayeleri ve tuttukları işlerin
esas mihveri, sadece dünyevî menfaat ve zararı.düşünmektir. Böyle kimseler,
nasıl olur da böyle bir hükümet kurup yürütebilirler. Bu gibi idareciler, hükümet
binasının muhiti açjinde mevcut oldukça, bu binanın temellerinde köstebekler
yuva yapmış demektir. [538]
Şimdi kısa tarihî bir
bahisle,. Islâmî inkılap ile, içtimaî yaşayışın esaslarım değiştirmek ve yeni
baştan nasil kurulacağı hususunu, huzurunuzda aydınlatmak istiyorum. Bu yolda
çalışmak için hususî bir çalışma tarzı (Tecluiicjue) nedir ve bu tarzla nasıl
maksada ulaşılaoi-jir ve ne dereceye kadar muvaffak olunabilir?
Hakikatte 'İslâm, öyle
bir hareketin ismidir ki. öu hareketin esası yalnız ve biricik olan Allah
hâkimiyeti nazariyesi üzerine insan yaşayışının temelini kurmuştur. Bu
hareketin liderleri halkın dediği gibi, Allah'ın Resulleridir. Biz de bu
harekete katılmak istersek, hiç olmazsa, bu liderlerin gittikleri yoldan
gitmeliyiz. Onların hareket tarzlarına uymalıyız. Çünkü böyle bir işde
O'nlar-dan başka yol gösterici bulunamaz. Bu bakımdan böyle bir harekete
katılmamız için Enbiya Aleyhisselâmın ayak izlerini izlemeliyiz. Kadîm zamanın
enbiyasının izleri hakkında bizim fazla malumatımız yoktur. Ancak Kur'ani
Kerim'de bunlar hakkında bazı işaretler vardır. Bâib-le'in «Ahd-i Cedid» :
(tncil) kısmında, Hazret-i Mesik Aleyhisselam'ın bazı istinatsız akvali bize
ulaşmıştır. Fakat bunların hakikatlerini öğrenmek imkânı elimizde değildir.
Orada Îslâmî hareket için açık bir şekilde ne yapılması icabettiği hakkında
bir şey anlamak kabil değildir. Hazret-i Mesihin işaretleri, sonraki devirlere
safi-yetiyle intikal etmemiştir. Bu hususta yegane mükemmel ve aydın bir yol
varsa o da Hazret-i Resulullah Muham-med Mustafa Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in
gösterdiği yoldur. Bunun için bu yola yönelmek sadece bir akideye istinat
etmez. Belki bu yol, inişi yokuşu ve dolambaçlı tarafları malum olan bir yoldur
ki, bizim de bu yoldan gitmemiz gerekir. Buna göre bu liderler arasında sadece
Hazret-i Resulü Ekrem Muhammed Mustafa SallaHann Aleyhi ve Sellem'in
önderliğinin teferruatı malumdur, îslâmın ilk hareketinin başlangıcından, bu
İslâm hükümetinin teessüsüne kadar, Anayasa, haricî ve dahilî siyaset,
memleketin nazmı ve intizamı ve yaşayışın her merhalesinin tafsiline kadar
noktası noktasına malumat .almak mümkündür. Îslâmî hareketin çalışma filanı
ancak bu önderin çizdiği plan üzerinde görünebilir.
Allah Resulünün Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in İslâm
davetine memur olup, bu işle vazifelendirildiği zamanki dünyada ahlakî,
medenî, iktisadî ve siyasî meseleleri nasıl halletmek yoluna gittiğini elbette
ki, siz de çok iyi bilmektesiniz. O zaman, Roma ve tran emperyalizmi ortada
idi. Zümre ve sınıf imtiyazları da hüküm sürüyordu. Caiz olmayan gayrı meşru
menfaat edinmek (Eco-nomic Exploitation)
dahi mevcut idi. Bunun yam başında ahlakî düşüklükler de cemiyeti
pençesine almıştı. Memleketin içinde ve ^ışında Öyle meseleler vardı ki,
biribi-rmden karışık bir. durumda idi. Bunlar ancak bir liderin tedbiri ile
çözülebilirdi. Millet de cehalet denizinde yüzü-yorau. Ahlâkî sükût, fakirlik
ve sefalet, derebeylik, dahili çekişmeler ve çeşitli kargaşalıklar halkı bir girdap g'bi içine
almıştı. Bahreyn'den Yemen'e
kadar bütün Arap ülkeleri, Irakın verimli toprakları da dahil olmak
üzere hep İranlıların tasallutu altında îdi. Kuzeydeki mmtıkalar da Hicaz'a kadar Bizans
sultası altında bulunuyordu. Hicaz'ın içindeki Yahudi kapitalizmi de iküsa-den
ülkeyi hâkimiyeti altına almıştı. Bunlar tefecilikle Arapların kanlarını emiyor ve iliklerini
sömürüyorlardı. Habeş hükümeti de Hicaz'a saldırmış Mekke'yi tahrip için harekete geçmişti. Bu
hükümete mensup bir zümre tam bir sulta ve tam bir kudret ile Hicazla Yemen arasındaki
Necran mıntıkasına yerleşmiş bulunuyorlardı, işte o zaman Hak Taalâ bir
Önder ve bir rehber gönderdi. Bu Önder kendi ülkesinden itibaren bütün dünyaya
şu cihanşümul davette bulundu : îlk önce bir ve tek olan Allahıı Taalâdan başkasına "kul olunmayacaktır Ancak
ve yalnız Allah'ın kulluğu kabul edilecektir.
Önce bu hususa
ehemmiyet vermesi, başka hususlara ehemmiyet vermemesi ve alâka göstermemesi
demek değildir. Belki Zatı Risaletpenahileri bütün meseleleri her cephesinden
mütalâa ederek hal etmek yolunu tutmuştur. İlk öne vahdaniyeti öğretti. Sonra
insanların ahlakî ve medeni yaşayışlarındaki bozuklukları düzeltip, ortadan
kailindi. Bunun da ilk şartı, insanın kendi başına buy sible) -^madiğim ortaya
koymak oldu. Başka tabirle in-ruk müstakil (tndependent) ve gayrı' mes'ul
(Irrespon-samn kendi kendisini ilâh kılmasına son verdi. Yahut da insanın «İlâh
ül - âlemin» den gayrı, başka birine bu
başka biri ister insan olsun yahut da insandan gayrisi - islerini teslim
edemiyeceğini Öğretti. Bu gibi şeylerin kökü tamamen kazınmadıkca, Islâmî
nazariyeye göre ve yukarıda bahsettiğimiz gibi, her ne olursa olsun, bir ferdi
ıslah mümkün olmazdı. İçtimaî bozukluklar da ortadan kalkmazdı. Bunun için
ıslah yolunda ilk yapılacak iş, insanı kendi başına buyruk olma zihniyetinden
kurtarmak ve dünyanın sahipsiz olmadığım ona anlatmaktı. Dünyanın hakikî
Sahibi ve Padişahını tanımasını ve O'nun emrine teslim olmak ihtiyacında
bulunduğunu öğrenmeliydi. Ancak bu şekilde bu Padişahın koyduğu had ve hududu
aşmaya yeltenmez ve kendi başına buyruk olduğu zaman uğrayacağı zarar ve
ziyanı kavrayabilirdi.
Akıl ve hakikatin
(Realism) iktizası da budur ki, doğru bir usul ile, O'nun karşısında boyun
bükülür ve O'na, itaat edilir.
Diğer taraftan şunu da
öğretti ki, mevcut olan dün-yanm Hükümdarı ve Padişahı bulunan bir tek Mâlik
vardır. Ancak bu Mâlik ihtiyar ve buyruk sahibidir. Başka bir kimsenin ve
başka hiçbir varlığın hüküm yürütmeğe ve buyruk sahibi olmağa hakkı
yoktur. Hakikatta da O'ndan başka bir
ilâh bulunmamaktadır. Bunun cindir ki, O'ndan başka bir kimseye kul olunmaz ve
olunamaz. Başkasının hükmü dinlenmez. Kimsenin karşısında da baş eğilmez. Orada
artık hiç bir «Majeste : (Hiz Majes-ty : Haşmetlu, Devletlu Hazretleri) filan
yoktur. İzzet sahibi bir tek Majesty olan O varlık ancak bu hakka sahiptir.
Orada herhangi bir Ekselans : (Hiz Hignes : Asa-letlû, Fahametlû Hazretleri)
falan da yoktur. Bu lakap yalnız temiz ve güzel iş yapan kimselerindir. Orada
yine herhangi bir Lord cenapları (Lordship : Asaletmeâb Hazretleri) de yoktur.
Herkes asaletmeaplıktan, Lord-luktan bir hisseye mâliktir. Orada herhangi bir
kanun vazı'ı da yoktur. Kanun vaz'etmek O'nun hakkidir ki, kanun koymak
salahiyeti vardır. Orada ne ağa, ne patron ne velinimet, ne raca ne maharaca
ne ebedi şef ne millî şef, ne herhangi bir şef, veya ne de koruyucu vardır.
İktidarın anahtarı da kimsenin elinde değildir. Kimsenin kimseye üstünlüğü
yoktur. Zeminden semaya kadar ne var ne yoksa hepsi de köledir ve kuldur. Rab
ve Mevlâ ancak bir tek varlıktır.
Buna göre, o zaman,
her türlü kulluk, her türlü itaat, her türlü bağlılığa bırakıp da bu varlığa
kul olmak, bu bir varlığa itaat etmek bu bir varlığa bağlanmak o'nun hükmüne
boyun bükmek icapeder. İşte bu, bütün ıslahatın ash, esası ve köküdür. Bu esâs
üzerine ferdi tavru hareket ve içtimaî nizâma ait binanın yeni baştan plânı çizilir
ve kurulur. Bulunduğumuz yer yüzünde Adem Aley-hisselam'dan bu güne kadar ve bu
günden kıyamete kadar insanî yaşayışın meseleleri bu nizam üzerine devam edip
gider.
Hazreti Muhammet
Sallallahü Aleyhi ve Sellam'dan gayrı kimse bu esaşî ıslahı hazırlamak için
davette bulunmamıştır. Siyasi ve
içtimaî işlerde, halk üzerinde
bu kadar tesirli olan kimse de yoktur ve çıkmamıştır. Halkın üzerinde tesir
icra ederek, halkı böyle bir yolda çalışmaya başka bîr yola kimse sevk
etmemiştir. Görüyoruz ki, o bir tek kimse olduğu halde kalkıp Lâ lâhe illallah
mefhumunu ilân etti. Bu sadece peygamberane bir şekilde ileri atılmak için
değildi. Hakikatde tslâmî hareketin ne şe kilde olacağını ilân etmek içindi. Bu
ıslahat hususunda kirr.se O'na yardım etmiyordu. Hatta halk, bu kelimeleri
bile kabul etmek istemiyordu. Lâ ilahe illâllah'ı temel o: arak kabul edenler
de Zat-ı ÎÜsaletpen ah ilerinin yanı N.'tjjiru'a tahammülü çok güç sıkıntılara
katlanıyor ve bu esası yerleştirmek için uğraşıyorlardı. Fakat çok geçmedi,
Lâilâhe illallah, sesind duyup gelenler Zat-ı Saadetlerinin etrafına
toplandılar. Bir hayli zahmet, meşakkat ve mücadelelerden sonra bu binayı da
kurmaya muvaffak oldular. Bu bakımdan tslâmî hareketi yürütmek için hususî
tedbire ve amelî hikmete ihtiyaç-vardı ki, bunun da-başı Tevhidi
sağlamlaştırmaktı.
Tevhid akidesi sadece
bir dinî mesele değildir. Arz. ettiğim gibi içtimaî yaşayış nizamı da tam
olarak ancak bunun üzerine kurulabilir. İçtimaî yaşayışta, insanın kendi başına
buyruk ve Allah'tan gaynsına kul olmaktan kurtulması icabediyordu.
Bugün dünyanın her
tarafında minarelerden «Eşhe-dü En lâ ilahe illallah» sekleri yükseliyor. Ne
bunu söyleyenler buna dikkat ediyorlar, ne de bunu işitenler bu mukaddes
kelimede ne derin bir mana bulunduğu üzerinde düşünüyorlar. Fakat bu ilândan
asıl maksadın ne olduğu anlaşılırsa ve bunu soyliyenin de şu manada soylo-bul
etmem; sadece ve ancak bir ve tek olan Allah'tan . diğini kabul edelim: «Benini
Hak Taalâ'dan başka bir hükümdarım yoktur. Ben hiçbir hükümdara boyun eğmem;
hiçbir buyruk altına girmem, hiçbir kanunu kabul etmem; hiçbir adalet
(Jurisdiction) a eğilmem; kimse bana hükmedemez; kimsenin nizam ve kaidesine
evet demem; hiçbir imtiyaza hak ve hukuk tanımam; hiçbir hükümet, hiçbir
mukaddeslik farkı ve ihtiyârât sahibi kabul etmem; sadece ve ancak bir ve tek
olan Allah'tan başka birşey tanımam.» O zaman siz de göreceksiniz ki, birçok
itlrâk yoksunları böyle bir anlayışı kabul etmiye-ceklerdir. Aç gözlüler bu
esasa inanmak yoluna gitmeyeceklerdir.
Siz isterseniz
dövüşün, isterseniz dövüşmeyin. Dünyanın kendisi sizinle savaş halindedir.
Şunu da anlayacaksınız ki, zeminden semaya kadar ne var ne yoksa düşmandırlar.
Her tarafta sizin için yılan, ejderhal ve yırtıcı canavar mesabesinde bulunan
düşmanlarınız var-dır.
Hazret-i Muhammed
Sallallahu Aleyhi ve Sellem o karanlık çağda bu sesi yükseltti. Bu sesi
yükselten davetin mahiyetini çok iyi biliyordu. Duyanlar da bu sesin hangi
manada ifade edildiğini arılıyorlardı. Bu gerçek kurtuluş hareketine kapılanlar
dövülüyorlardı. Bu sesi kısmak için her türlü çareye baş vuruyorlardı. Çünkü
muhaliflerin Brahmaniyetleri (Brahmenlik) ve Papalıkları tehlikeye giriyordu.
Hükümdarların hükümdarlıkla -rı, sermaye sahiplerinin sermayeleri, tefecilerin
menfaatleri, nesil - perestlerin neslî üstünlükleri (Racial Supe-riority)
mil'iyetçi ve ırkçıların tutunduğu temeller, ecdat-cılann dedeleri ve ataları,
put pere^tlerin putları tehlikeye giriyordu. îşte bu sebepten dolayı şöyle
buyurul-m ustur.
EJ - küfrü milletin
vahidetün :
Küfür bîr tek
millettir.
Ve bu vecizenin
mısdakı gereğince savaşa girilmiştir. Bu yolda savaşmakla bir hareket baş
göstermiştir. Hu mücadelede yalnız bir kısım halkın düşünceleri- temiz ve
hakikatlan kabul etmeğe hazır bulunuyordu. Bunların vicdanlarında sadakat
vardı. İnandıkları şeyin hak olduğunu bildiklerinden bu yolda canlarını feda
etmeğe ve ölmeğe de hazır idiler. Biz hareket için böyle bir halk topluluğuna
ihtiyaç vardı. Bir bir, iki iki, dört dört bir ara ya gelip toplandılar ve işe
giriştiler. Katlanmadık sıkıntı ve çekmedikleri eziyet ve çile kalmadı. Bu
uğurda evlerini barklarını da bırakıp hicret ettiler. Yakınlarını, sevdiklerini
dost ve ahbaplarını bıraktılar. Dayak yiyenler, hapsedilenler-, binbir eziyete
katlananlar ve ölenler, oldu. Çarşı pazarda taşlananlar, tahkir edilip küfür
işiten ler tahammül ettiler. Kafalarımı kırılmadı, evler mi dağılmadı... Her
şey yapıldı, her çareye baş vuruldu. Fakat bü tün bunlara rağmen islâm ne
sağlamlığını kaybetti n? :ie İslâmî iman sarsıldı.
-Bunun ilk faydası şu
idi: Böyle bir işe iradesi zayıf ve daldan dala konan kimseler yanaşamadılar.
Bu harekete katılanlar Âdem soyunun en seçkinleri idiler. Ancak bu seçilmişler
bu harekete katıldılar. Esasmda da bu böyle olmalıydı. Bu işe üstün seciyeli
kimseler lazım di. Herhangi bir insan bu davaya faydalı olamazdı.
Sonra bu halk
topluluğu giriştikleri bu işde şahsi garaz veya ailevî bir maksat için bu çetin
musibetlere katlanmıyorlardı. Yalnız Hak için, sadakat için ve Allah rızası
için bütün bu sıkıntı ve cefalara göğüs geriyorlar di. Bu yüzden açlıktan
öldüler ve dünyanın cefasına duçar oldular. Bütün bu ağır ve şiddetli
mücadelelerin neticesinde aslî gaye ve aslî maksat olan sahih Islâmî zihniyet
doğdu ve ortaya çıktı. Lâzım olan ve ulaşılması gereken merhale de bu idi.
Onların kalplerinde temiz Islâmî karakter kendisini gösterdi. Onların Allah -
perestlik-leri hulus ile göründü. -Musibetlere katlanarak telâmın
dershanesinden hakikat dersi alarak geldiler. Herhangi
bir şahsın maksadı
için bu zümre ortaya atılmamış ve bir ölüm kalım mücadelesine girişmemişlerdi.
Çalışıp ça-balamalar, uğraşıp didinmeler, türlü .musibetler, zahmetler,
sıkıntılar, darma dağın edilmeler, dayaklar, ölümler, hapsedilmeler,
yoksulluklar, yerden yurttan hicretler gibi bütün bu merhalelerden geçip şahsî
ve zatî tecrübeler sayesinde bu asli maksadın bütün teferruatına kadar kalp
lerini ve ruhlarını hazırladılar. Hatta onların şahsiyetleri, bu maksadın kemâl
bulmasına yardım bakımından, namaz farz oldu ki, dikkati nazarlar bir nokta
üzerinde toplan-s!ü. İnanılan ve kabul edilen hâkimin (hükümdarın) hakimiyeti
tekrar tekrar itiraf edilsin. Bu akide kökleşsin ve sağlam bir hâle gelsin. O
hükümdarın hükümdarlığı akidesi, yerleşip sağlamlaşsın ki, dünya işleri hep
O'nun hükmüne göre yürüyüp gider. O'nun ALÎM ÜLr GAYBÎ VEŞ-ŞEHADE: gizliyi ve
aşikâre olması ve Mâliki yevmüd-din: hesap gününün sahibi vasfını taşıması ve
Kâhinin fevka ibadih; : kullar üzerinde kudretli bulunması hakikati zihinlere
ve kafalara yerleşsin. Her hal ve kârda O'ndan başka kimseye kulluk
edilemiyeceği bilinsin. Kalblere nüfus etsin.
Bir taraftan bu
esaslara göre yeni gelenler bu yolda terbiye ediliyor, diğer taraftan da
îslânıî hareket meyvelerini vermeğe başlıyordu. Halbuki, küfür ehli bu ilk
müslümanlara ezâ ediyor, liapsediyor' ve bazılarını evlerinden dahi çıkararak,
onlara çeşitli şekillerde zulmediliyordu. Fakat bütün bunlara tahammül edildi.
Acaba bütün bu güçlüklere neden ve niçin sabrediyorlar, göğüs geriyorlardı.
Görüyoruz ki, bu kimselerin gözünde, kadın, altın, mal mülk ve hiçbir şeyin
kıymeti yoktu. Onlar hiçbir şahsî menfaat da gözetmiyorlardı. Allah'ın bu
kullarının sadece sadakatleri vardı. Bu insanların kalpleri niçin böyle bir
cazibeye kapılmıştı? Uğrunda her ezâ ve cefaya katlandıkları bu şey ne idi ki,
kendilerini hiçbir şey dıırduranaıyordu. 'Anlaşılıyor ki, bu enerji kaynağ;
Lâilâhe İüâllâh'tir. İnsanî yaşayış nizamını değiştiren prensip bu yüce kelime
idi. işte bu sesin yükselmesi için sadakatle, hakikatle, imanla dünyanın bütün
menfaatleri feda ediliyordu. Can, mal, çoluk çocuk, herşeyden vaz geçiliyordu.
O zaman gözler açılıyor, kalpler genişliyor, gözlerin önünden perdeler
kalkıyor, hakikatin manzarası olduğu gibi ortaya çıkıyordu. İşte ancak bu
cemaatı, şahsî güzelliğin gururu, ecdat - perestlik cehaleti, dünyevî garazlar
ve dünya muhabbeti aldat amamıştı. Ve işte hu cemaat bu sese layıkiyle cevap
verdiler. Ne kadar muhalefete, eziyete uğradılarsa da bütün bu karşı koymalar
kırılıp atılmıştı. Hakikat severler ve bu temiz insanlar gitgide çoğalarak
gayelerini başarıya ulaştırdılar.
O zaman, bu hareketin
başında bulunan lider de kendi şahsî yaşayışı ile bu hareketin amelî
taraflarını ortaya koydu. Her kavlü ve fiili ile İslanıin hakiki Ruhunu
gösterdi. O zaman insanlar İslâm'ın ne demek olduğunu anladılar. Bu hususu uzun
uzadıya anlatacak değiliz. Ancak kısaca birkaç misal vereceğim:
Zatı Risaletpen
ahilerinin hanımı Hazret-i Hatice Ra-dıyallahu Taalâ anha, Hicazın en zengin
kadınlarından biriydi. Zat-ı Saadetleri de onun ticaret işlerine bakard:. İslâm
daveti başlayınca Zat-ı Peygamberîleri bütün bu işleri bir tarafa bıraktı.
Olanca varlığını bu mukaddes işe vakfetti. Bütün Araplar kendisine düşman
kesildiler. Kendilerinin ve muazzez hanımlarının nesi var nesi yokta îıirkaç
bene içinde hep bu yolda harcadılar. İş o rai-deye vardı ki, bir ara Hicaz'ın
«Melik ül - tüccarı» : En rengin tüccarı bulunan Zat-ı Saadetleri, davet ve
tebliğ
Taife gitmek
istedikleri zaman binecek bir merkep hıîe bulmakta zorluk çektiler.
Kureyş milleti de
Zat-ı Saadetlerinin bu ülkeye hükümdar olmasını teklif ettiler. «Seni
kendimize padişah yapalım, beğendiğin en güzel kadını sana verelim, senuı
ayaklarına kapanalım, yalnız şu başladığın hareketten Vaz geç» dediler. Fakat O
Zat, insanlığın kurtarılması İçin gelmişti. Bu maksat uğruna, taşlanmağa ve
kötü sözler işitmeğe razı idi.
Kureyş ve Arap ileri
gelenleri Alemlerin Fahrine, şöyle diyorlardı; Yâ Muhammed, (Sallallahu Aleyhi
ve . Scllem) nasıl olur da biz senin meclisinde oturur ve senin sözlerini
dinliyebiliriz ki, bizler senin meclisine geldiğimiz zaman meclisinizde hep
köleler, kullar, beş parasız kimseler (maazallah) aşağı kimseler oturuyorlar.
Nasıl olur da biz şu aşağılık zümre ile aynı yerde oturabiliriz. Nasıl olur da
b'z onlarla aynı seviyeye düşeriz.
Fakat O Zat, insanlar
arasında aşağılık ve yukarılımı kald'.rmak ve insanları aynı seviyeye getirmek
i^in g-e)nıişti. Onların hatırı için fakirvve parası"bulunmayan kirr.seluı
kıracak değildi. .
Bu hareket için, Zat-ı
Saadetleri, kendi kavmr.ii, kendi iiîkeoıni, kendi kabilesini, kendi.hanedan
ve ailesini ve aynı zamanda herşeyini feda etmekten çekinmen.igli. Çünkü û Zat,
insanları-insan etmek, insanlara insanlık öğretiiick iğin dünyaya gelmişti. İnsanları
kurtai.rr.akla v>ı/.ıfe!e::airilmişti. Böyle bir daveti insanlığa
ulaştırmağa nıomanlu. Eğer Zat-ı Saadetleri kendi ailesini, kendi ha-neda.nu]
düşünseydi, Hâşimî olmayan kabilelerin mensupları o zata karşı naşı! yakınlık
hissi duyablir, ve. O'na nata! bağlanabilirlerdi? Eğer Zat-ı Saadetleri, Kureyş
iktidarına karşı cephe almasaydı, Kureyşten olmayan diğer Araplar kendisine
nasıl itimat edebilirlerdi?
Eğer Zat-ı
Risaletpenahileri, Arap milletinin üstün olduğunu ileri sürseydi o zaman Habeşistanlı
Bilâlî Habeşî, Suheybî Rumî ve İranlı Selmani Farisî Hazretleri Radı-yallahu
Taalâ anhüm, etrafına toplanırlar mıydı? işte O'nun işi her türlü şahsî,
ailevî, hanedanı, kavmî, vatanî ve memleketçiliğe dair en ufak bir mefhumdan
uzaktı.
Mekkeden hicret edip
Medineye geldiği zaman, düşmanlarının dahi kendisine teslim etmiş bulundukları
emanetleri sahiplerine iada etmek için Hazret-i Ala Radıyal-lahu Taalâ Anh'ı
memur etti. D üny a-perest bir kimse eline geçirdiği bir şeyi, böyle bir fırsat
Varken, geri iade ettirir miydi? Fakat Allah - perest kimse ise kendi can
düşmanlarının haklarına dahi zerre kadar tecavüz etmez. Bir taraftan bu
düşmanları Zat-ı Saadetlerinin canına kast etmek isterlerken, diğer taraftan
Zat-ı Risaletpena-hiîeri de bunların emanetlerini geri vermek için çalışı
-yordu.
İş te bu ahlak,
Arapları hayretten hayrete düşürüyordu. Ben. katiyetle diyebilirim ki, o
tarihten iki sene soüra Bedir savaşında Zat-ı Saadetlerinin karşısında yer
aiajj bu kimseler şöyle söylüyorlardı: Biz kiminle savaşıyoruz? Hicret gecesi
kendisini öldürmek için uğraştığımız sırada o bizim emanetlerimizi geri vermeğe
çalışıyordu. Bu melek hasletli zatla mı çarpışıyoruz? Evet, o zaman Arapların
elleri Zat-ı Saadetlerine karşı harp ediyordu. Fakat kalpleri yaptıkları bu işi
tasvip etmiyordu. Bedir'-deki kâfirlerin mağlup olmasının . sebebi de bu ahlakî
yükseklik olsa gerektir.
Onüç sene süren çetin
çalışmalardan sonra, Zat-ı Saadetleri, Medinede küçük bir devlet teşkil
etmesine sıra geldi. O zaman bu devletin halkı terbiye görmüş ve tam bir îslâm
düşüncesine sahip birkaç bin kişiden fazla değildi. Bu camianın teşkil ettiği
hükümet on. sene kadar Allah Resulünün Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in rehberliği
altında devam edegeldi. Bu az zamanda hükûme-leri tslanun her cephes.ni öğretti
o devirde Islami ide-tin ht r cephesi, îslâmî usul ile yürütüldü ve Zat-ı
Saadetleri islamm her cephesini öğretti o devirde islami ideoloji de manevî
düşünceden (Abstract idea) genişleyerek, ilerlevip bir medenî nizâm haline
geldi. Bu nizamca îslâmın inzibatî, talimî, adlî, muaşereti, içtimaî, iktisadî,
malî müeyyideleri ortaya kondu. Savaş - barış ve milletlerarası
münasebetlerine dair kaideler nizamlaştı. Yaşayışın her sahasına ait usuller
vaz'edildi. Bu usuller dairesinde yaşayış devam ettirildi. Bu hususî usul ile
çalışacak olanlar yetiştirilip, diğerlerini de yetiştirmek için işe
giriştiler. Bu zümre, İslâm idaresini öyle örnek olarak öne sürdüler ki, sekiz
sene gibi kısa bir zamanda, Medine kasabasında kurulmuş bulunan bu küçücük
devlet bütün Arabistan yarım adasını idaresi altına aldı. Fevç fevç halk,
İslâmm bu amelî çalışmasını görüyor ve İslama sanılıyorlardı. Halk gözü ile
görüyor ve şahit oluyordu ki, gerçek insanlık denen şey İslâmiyettir. İnsanlığı
felaha götürecek olan yol ancak-bu Hak yoludur. Buna en azgın İslâm düşmanları
bile kanı oldular. Yalnız kanî olmakla kalmayıp, bu yeni dine öyle sarıldılar
ki, varlarını yoklarını hatta canlarını bile İslâm uğruna feda ettiler. Bu
kimseler önce bu harekete karşı senelerce dövüşmüş şahıslardı. Halid ibni
Velid, Ebu Cehilin oğlu Akreme, Eu Süfyan gibi İslâm düşmanları, müslüman
olunca Hak dinine hadim o'dular. Hazreti Hamza Radiyallahu Anh'ın katili Hind
(Hazret-i Hamzanm ciğerini yemek isteyen kadın) ve Vahşi sadakatle baş eğerek,
gelip İslama teslim oldular. Fakat Zat-ı Saadetleri onlara karşı kin tutmadı.
Zaten o yüce peygamberin herhangi bdr garaz duymasına da imkân yoktu.
Tarih yasarları hataya
düşerek, bu emsalsiz inkılabın savaşlarla meydana geldiğini ileri sürmüşlerdir.
Halbuki o kadar kısa zaman süren savaşlarla, savaşçı olan, bütün bir Arp kavmi
nasıl mağlup edilebilirdi? Tarafla-un zayiatı da bin veya bin yüz kişiden fazla
değildir, inkılaplar tarihine bakarsanız, kendiniz de hak vereceksiniz ki,
buna ancak «Kansız inkılap» : (Bloodless Revolu-tion) demek doğru-olur. Bununla
beraber bu inkılap sa-dece memleketin ahvalini ve nizamını değiştirmekle kalmada.
Zihniyetlerde, görüş zaviyesinde ve düşünce tarzında öyle bir başkalık meydana
geldi ki, yaşayış usulünde ve bütün bir ahlakî davranışta bambaşka bir millet
meydana çıktı.
Bu millet eskiden
zinayı mubah gören, kadınların iffetine tecavüz eden ve aynı zamanda içkiye
düşkün bir topluluktu. Fakat İslâmiyet! kabul ettikten sonra, içki ve zinanın
ortadan kalkmasında alemdar oldular. Hırsızlığı âdet edinmiş ve bunu mübâh
sayan bu millet, bu defa dostlarının evinde bile yemek yerken, acaba, caiz
olmayan üi şey mi yaptım diye nefislerini sorguya çektiler. Bu şekil bir yemek
yemenin Kur'an-i Kerimde yasak edilmiş olmadığı söylendiği halde yine de
titizlikte ileri gittiler. Vaktiyle yol kesmeği, kervan soymayı adet edinmiş bulunan
ve geçimini bu iş üzerine kurulmuş olan bu kavim öyle bir değişti ki, bu
kavmin, bu ümmetin alelade fakir bir askeri, İran saltanatı yıkılıp giderken,
îran Kisrası-nm milyonlarca altına bedel olan kıymetli tacım, yanma alarak,
gecenin karanlıklarında ıssız çöllerden geçerek getirip kumandanına teslim
etmişti. O tarihten Önce böyle bir hadisenin eşine yeryüzünde rastlamak acaba
mümkün olabilir miydi? işte bu yüce dinin insanlara yapmış olduğu tesir, halis
bir niyetten başka birşey değildir. Burada artık riyakârlık hastalığından
katiyen bahs edilemez. Eskiden bu kavmin fertleri indinde, insan hayatının
hiçbir kıymeti yoktu. Kendi çocuklarını kendi elleriyle diri diri toprağa
gömerlerdi. Bu insanlar bilahare, öyle merhametli oldular ki, bir tavuğu bile
keserken içlerinde merhamet hissi doğdu. O kadar doğru ve temiz bir ahlaka
sahiptiler ki, cahiliyet devirlerinde yapmadıkları kalmayan bu kavmin fertleri,
Hayber kalesi fethedildikten sonra, tahsildarlık memuriyeti ile, vergi tahsil
ederlerken, kendilerine büyük bir meblağ tutan rüşvet teklif edilip de devlet
vergisini azaltmalarını bildirdikleri zaman, bu rüşveti kesin olarak red
etmişti. Yahudilerle aralarında olan müşterek mahsulü de yan yarıya bölerek,
onlara «siz hangisini isterseniz onu alınız» demişlerdi. Yahudiler de
tahsildarların bu tavrını şahid olunca, parmak-ları ağızlarında kalmıştı. Ve
gayri ihtiyari şöyle bağırmışlardı:
«işte artık yeryüzünde adalet kaim oldu.»
Bu hükümetin
idarecileri ve valileri, hükümet konaklarında ve saraylarda değil, halkın
arasında oturur, gezer ve dolaşırlardı. Sokaklarda, çarşı ve pazarda yaya
yürürlerdi. Onların evlerinin kapısında, ne muhafız, ne kapıcı ne de teşrifatçı
vardı. Gece bile her isteyen vatandaş, evindeki idareciye müracaatını yapardı.
Bu ümmetin içinde öyle hâkimler yetişti ki, bir Yahudinin iddiası karşısında
zamanının halifesini bile mahkemeye getirtti. Halife kendi oğlunu ve kölesini
şahit göstermek isteyince Hâkim bunları kabul etmemek cesaretini de gösterdi.
Bu ümmetin içinde, öyle* kumandanlar yetişti ki, harp sırasında bir şehri
tahliye ederken, vaktiyle şehir halkından alınmış bulunan cizyeleri geri verdi.
«Bu bizim hakkımız değildir» dediler. Bu ümmetin içinde öyle elçiler yetişti
ki, Iran Baş kumandanının sarayında kumandanın karşısına çıkarken, îslânıî ve
insanî eşitlikten vaz geçmedi. Bu usulü açıktan açığa belirtti. Açık bir lisan
ile İran kumandanının karşısında, trandaki sınıf ayrılıklarını tenkit etti. Bu
konuşma o kadar tesirli oldu ki Iran ordusu efra dinin kalblerinde insanlık
dini hakkında bir sevgi belirdi. Bu ümmet efradı arasmda öyle ahlak sahibi
kimseler çık ti ki, hırsızlık yapan kimse kendi ayağı ile gelerek elinin
kesilmesin,, talep etmiş ve diğer kimse de zina ettiğini iddia ederek
cezalandırılmasını istemiştir. Maksat öteki dün yada Cenabı Hakkın huzuruna
çıkarken hırsızlık ve zina suçunun cezasını görmüş ve kurtulmuş olarak çıkmaktı
Bu ümmetin ordusunun askerleri, para ve dünya için savaşmıyorlardı. Sadece
iman yolunda çarpışıyorlardı Onlar kuıdi ceplerinden para harcayarak harp
meydanlarına koşuyorlardı. Elde ettikleri ganimet mallarını da kendilerine a'ı
koymayıp, bölünmesi için kumandanlarının huzuruna getiriyorlardı. Acaba,
dçtimaî ahlak ve zihniyeti ki-ı.gia bu şekilde değiştirmek mümkün müdür? Tarih
gözümüzün önündedir, insan ahvalinin tepeden tırnağa silah zoru ile böyle bir
inkılap geçirdiğine dair sizler bir misal verebilir misiniz?
Gerçekten enteresan
bir mesele gözümüzün önündedir. On Üç sene zarfında ancak on veya on iki bin
müslü-manla bütün bir ülke müslüman oldu. Çok az bir insanla böyle bir
neticenin alınmış olması doiayısiyle «bu muammayı nasıl halledebiliriz» diye
düşünüp duranlar var. Halbuki, imsele gayet basittir. Yeni bir ideoloji
Üzerine yaşayışın plânı çizilmişti. Fakat ilk önceleri halk bu hareketin
mahiyetini sezememişti. Böyle bir değişikliğe niçin lüzum görü'üyordu?
Neticeyi tahmin edemiyenler çeşit çeşit düşüncelere saplanıyorlardı. Şüphe ve
tereddüt geçiri-yorlardı. Böyle şairane sözler söyleyen bu insan (neuzü biilah)
acaba delirmiş midir diye hayret ve dehşet içinde kalmışlardı. Yoksa
hayal-perest midir diye kendi kendilerine soruyorlardı. O zaman, sadece yüksek
zekâlı kimseler iman ettiler. Bu zevat, hakikati görüyor ve îslâmın insanların
kurtuluşu için geldiğini anlayabilen kimselerdi. Zamanı gelip de bu fikir
nizamı üzerine bir hayır nizamı kurulunca, halk gözünü açtı. İşin ne olduğunu
ve ne neticeler verdiğini de gördüler. O zaman iyice anladılar ki, yapılmak
istenen iş, Allah'ın seçkin kulu tarafından zulmün ortadan kaldırılması için
ele alınmış ve zafere ulaştırılmıştır. Artık bu gerçek kurtuluş hareketine
karşı koymaları için bir sebep kalmadığını anladılar. Ve bütün güçleriyle bu
yolda çalışmağa başladılar. Ancak basiret gözü kapalı bulunanlar bu hakikati
görmemezlikten geldiler.
îslâmın içtimaî
inkılabının takip ettiği yol, böyle bir yoldur. İşte plânı çizilen, binası
kurulan inkılap böyle yapılmıştı. Halk bu işin başarıya ulaşmasını mucize sayıyordu.
Evet, Peygamberin mucizelerinden biri de budur. Tarih de bize anlatıyor ki, bu
hareket, tabii yoldan gelişen bir hadisedir. Burada illet olduğu gibi ilmî ve
mantıkî deliller de vardır. Biz de bugün, o tarihî pîân üzerine hareket
edersek, yine aynı neticeyi elde ederiz. Elbette şurası da vardır ki, böyle
bir iş yapmak için, îslâmî imanın giiurıı, zekâ ve düşünce, sağîam karar
verebilmek kudre^ ti, şahsî zaaflardan kurtulmak ve fedakârlıklara katlana
bilmek istidadı olmalıdır. Aynı zamanda himmet ve gayret sahibi kimselere
ihtiyaç vardır. İnandıkları gaye için çalışıp da başka yönlere dönmeyenler de
lâzımdır.
Dünya yaşayışındaki
kendi şahsî menfaatlanndan fedakârlık eden kimseler bulunmalıdır. Bu ümit uğruna,
anneler, babalar, çoluk çocuklar, dostlar, mal ve mülkler feda edecekler
olmalıdır. Biz bunları kaybettikse ne za-ran vardır diyebilenler bulunmalıdır.
Bu maksad uğruna gabşma yolundaki maniaları bertaraf edecek kimseler meydana
girmelidir.
Böyle bir ümmet ilk
önce Allah sesini yükseltir, sonra da işe girişirler. Nitekim işin başında da
böyle olmuştu. [539]
Sual :
Aşîığ'C'aki iki
şüpheli mesele huzurunuza arzediliyor Lütuf ve keren buyurup bunlar hakkında
sahih nazari yenin ne olduğunu izah buyurmanızı rica ediyoruz.
1. Tercüman ül _ Kur'anın geçen sayısında bir
okuyucuya ait şöyle bir sual neşredildi :
Hazert-i Resuiullâh
Sallallahu Aleyhi ve Sellçra'e bir hükümete başkanlık etmesi teklif edildiği
halde acaba bu tekUfi niçin kabul buyurmadılar? Halbuki Hazrei-i Yusuf
Aleyhisselâm, kendilerine teklif edilen bir iktidarı kabul edip bu iktidardan
faydalanarak müminlerden ve salih kimselerden* bir cemaat hazırlamak yolunu
tercih ettiler. Acaba aynı yol tutulmuş olsaydı daha iyi olmaz mıydı? Bu suale
verilen cevabı okudum, fakat beni tam manasiyle ikna edemedi. [541]
Bence Hazret-i Yusuf Aley-hisselâmm yolu tutulmuş olsaydı daha iyi olmaz mıydı?
Zat-ı Saadetlerine, Mekke halkı padişahlık teklif ettikleri zaman niçin kabul
buyurmadılar da, ayrı bir devlet kurmak yoluna gittiler? Şimdi bizim de böyle
mi yapmamız icabeder? Lütfen bu hususu izah buyurunuz. Acaba benim bu fikrim
ne derece doğrudur? Yoksa tamamen ha. tali mıdır?
2. Zat-ı
Faziletleri, yine yazıyorlar ki, herhangi bir merhalede böyle bir vaziyet
ortaya çikmış olursa, o zaman, zamanımızda mevcut bulunan Anayasa usullerini
ortadan kaldırıp, bunun yerine sahih bir usul koymak için artık düşünmeğe
mahal kalmaz. Boı hususta halk da, îslâmî cemaatin teşkili için bir hadde
kadar, kurullara girmenin seçimlere
iştirak etmenin doğru olduğunu düşünmektedirler. Bu mevzuda da içtimaî noktai
nazarı izah buyurmama rica olunur.
Cevap :
Bizim için bütün
Enbiya Aleyhimselâmın tuttukları yola itaat edilmesi lâzımdır. Hatta Zat^ı
Saadetleri de bu hususu açık olarak beyan buyurmuşlardır. Kur'an-ı Kerimde de
aynı emri görüyoruz. Kur'an-ı Kerim hiçbir peygamberin tuttuğu yolu ortadan
kaldırmak istememiştir. Böyle olunca da Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in
tuttuğu yol da başka bir yol değildir.
Nebi Sallallahu Aleyhi
ve Sellem'e padişahUk teklif edildiği zaman, bu padişahlık bir şarta karşılık,
ileri sürülmüştü. Bu şart da şudur: Zat-ı Saadetleri, Ddnî tebliğ ve daveti
bırakıp, onlara karışacak ve ancak bu şekilde onlara padişah olabilecekti. Eğer
Hazret-i Yusuf Aleyhis. selâm'a da böyle bir teklif vaki olsaydı, o da böyle
bir teklifi reddederdi.
Hazret-i Yusuf
Aleyhisselâm'a, kayıtsız şartsız, hudutsuz olarak tam bir ihtiyarât verilmek
şartı ile iktidar teklif edilmişti. Hazret-i Yusuf, böyle bir teklifi kabul etmiş,
iktidara geçince mülkün nizamını Hak dinî üzerine usûl vaz'ederek tanzim
etmişti. Memleketi, bu yolda ida -re etti.
Nebiyyi Ekrem
Sallaüahu Aleyhi ve Seİleme de böyle bir teklif vaki olsaydı, elbette ki,
savaşsız elde edeceği bu neticeyi, savaşla eide etmeğe tercih ederdi. Fakat o
zamanki Mekke ileri gelenleri tarafından teklif edilen bu hükümet, temiz ve saf
İslâmî nizamı yürütmediği gibi o zamana kadar halkın ve efkârı umumiyenin de
böyle bir hükümete gerçekten yardımcı olabileceklerini, biz mümkün
göremiyoruz.
2. Seçim
mücadelesi ve kurullara iştirak meselesi, bir gayrı islâmî Anayasanın mevcudiyeti
halinde, bir gayrı dinî : lâik
(Secular) Cumhuriyet (democracy) kurulup da, böyle bir cumhuriyetin
yürütülmesi için olursa, o zaman bizim Tevhid akidemize ve dinî inancımıza muhalif
olur. Fakat biz memleketin efkârı umumiyesini kendi dinî düşüncemiz ve
akidemize uygun şekle getirebilmek ve böyle bir memleketin nizamını kendi dinî
akidemiz .üzerine kurmak imkânını bulmak düşüncesi ile ve Anayasayı da îslâmî
bir Anayasa ile değiştirmeği nazarı itibara alarak, bu yolda yürümemiz için bir
mani yoktur dedik. Tabiî savaşarak, kanlı çarpışmalara girerek, elde edebileceğimiz
neticeyi, dövügmeksizin elde etmemize mani olmak yolunda Şeriat bir hüküm
koymamıştır. Fakat şu hususu da iyi anlamamız lâzımdır ki, bu çalışma metodunda
şu unsurlar bulunmalıdır:
1.
Memlekette, vaziyet öyle olmalıdır ki,
efkârı umumiye, bu nizamdan başka bir nizamın kurulmaması-na karşı
koyacak güçte olmalı ve bu nizamı yürütmeğe hazır bulunmalıdır. Yahut da bu nizamın kurulmasına
. yeterli olmalıdır.
2. Biz, kendi
tebliğimizde, davetimizde ve propagandalarımızda öyle bir yoldan
yürümek imkânına malik bulunmalıyız ki, memleket halkının büyük bir çoğunluğunu
kendimize hemfikir yapabilelim ve gayri İslâmî ni-aam yerine îslâmî nizamı
kurmak için efkârı umumiyeyi hazırlamak mümkün olsun.
3. Seçimler
gayrı İslâmî Anayasa için olmamalı ve gayrı îslâmî Anayasa yapmak için bir
kurulun toplan ması gözönünde bulunmamalıdır. Ancak memleketia ni-zanıuun yan*
İslâmî nizamın Anayasasını hazırlamak için olmalıdır. [542]
Sual :
Bir müslüman için, şu
mesele üzerinde fazla istidlale lüzum yoktur ki, — sahih îslâmî anlayışa sahip
olmak şartiyle — yaşayış nizamında bir tek maksat vardır: Hükümeti ilâhiyeyi
kaim kılmak.
Açık olarak bellidir
ki, bu maksada ulaşmak için, öyle bir yol tutulmalıdır ki, fıtrata ve akla bu
işin yapılması müsaid bulunsun. Ve bu şekilde aslî dava yürütülebilsin.
Hükümeti ilâhiyeyi ilk defa kuranlar Enbiyayı Kiram Aleyhdsselâmdırlar. Bu
bakımdan bu davada onların .yollarını takip etmek icabeder.
Peygamberlerin yaşayış
sahifelerine göz gezdirdiğimiz zaman, iki yol takip eden peygamberler görüyoruz:
1. Davetleri
sırasında muntazam bir hükümeti olanlar. Bu hükümet, camianın üzerinde otorite
.sahibi idi. Ve bu hükümetlerde iktidar-ı A'la bir tek kişinin elinde
bulunuyordu. Hazret-i
Yusuf ile Hazret-i Musa Aîeyhisselâm
gibi.
2.
Diğerlerinin zamanında ne muntazam bir hükümet ne de muntazam bir devlet
vardı. Ne de camianın üzerinde otoriter bir makam bulunuyordu. Mevcut olan
hükümet bir kabile reisinden farksız (Patriachol) bir hükümet idarecisi idi.
Meselâ, Hazret-i .Hatemün - Nebiy-yin Sallallahu Aleyhi ve Sellem gibi.
Bu iki kısım
peygamberlerin de ayrı ayrı çalışma sis temleri olduğu görülüyor. Herhalde
siyasî vaziyetin zarureti bu ayrı çalışma şeklini gerektirmiştir.
Fakat zamanımızın
ihatalı ve alemşümul
hükümetleri, fertleri de her taraftan tesir sahasına almış olduğu. na
göre bu muntazam, müessir ve mazbut iktidar, fikri ve amelî bakımdan da duruma
hâkim bulununca, — ki, bu gibi iktidarlara eski tarihlerde raslamak pek kolay değildir — şöyle bir
sual ortaya çıkıyor: Nasıl olur da hükümetsiz
(Stateless) bir devirdeki çalışma
metodları, yani Kabile reisliği hükümeti devrindeki usuller, şimdiki
muntazam hükümetlere tatbik
edilebilir? Nasıl olur
da bu uğurda çalışanlar, modern hükümetlere karşı muvaffak olabilirler?
Hatamün - Nebiyyün
Sallallahu Aleyhi w Sellem, muntazam bir hükümetin karşısında bulunmuyordu. Hazret-i
Yusuf Aîeyhisselâm da bunun aksine muntazam bir hükümet karşısında idi. Nitekim
Hazret-i Yusuf Aleyhis-selâm da iktidar sahibi olmak ve hükümet kudretini (So-vereign
Power) eline almak istemişti :
Beni yeryüzünün
hazinelerinin başına geçir. Demişti. Netice de arzu ettiği şekilde cereyan
etmişti. Zamanımızın hükümetleri ise elbette ki, Hazret-i Yusuf Aîeyhisselâm
devrinin hükümetlerinden daha kuvvetli,
daha kudretli ve daha da alemşümuldürler.
«Niçin bunları kaldırıp da yerine başka bir hükümet getirelim» diyenler
çoktur. Hükümet kurmağa çalışırken veya kurulduktan sonra inkılaplar- baş
göstermez mi? Kanlar dökülmez mi? Bolşevik Eusyada olmadı mı? Şurası da
malumdur ki, tslâm yıkıp dağıtmak, kan dökmek ve ortalığı berbat etmek için
gelmemiştir. İslânıın programı ve hattı hareketi çok incedir. İslâm mefkuresine
göre, zorla ve kanla iş yapmak doğru değildir. Belki islâm m hareket tarzı daha
ince ve daha da derindir. Buradan anlaşıldığına göre, kanlı İnkılap yerine
dirayete dayanan bir çalışma yapılmalıdır. Böyle bir hareket tarzı kabul
edilirse, o zaman müslümanların hükümete muhalif olmaları doğru olmaz, bilakis
hükümeti desteklemek lâzımdır.
İktidardan maksat,
kudret sahibi olarak atıp tutmak olmadığım söylemeğe bilmem lüzum var mıdır?
Meselâ, Nuvvab Sahip Tercümanın bir nüshasında Hazret-i Yu_ suf Aleyhisselâmm
kısası meyanmda beyan buyurdukları gibi, muntazam bir cemaat hazırlayıp bu
vasıta ile işler yürütülmelidir. Hâkim kuvvet (Suvereign Power) i bu cemaat
vasıtasiyle elde etmelidir.
Cevap :
Şüphesiz olarak, bu
ahvalde İslâmî hükümet alemşümul olunca, fâsid hükümet nizamları da ibtidaî
şekilde kalır. Buna göre çalışma ve yürütme tarzı da değişir, fakat iğin usulü
bakımından ve gaye noktayı nazarından bir değişiklik olamaz. Bu işin usulü
şudur ki, ilk evvelâ biz davamızı ileri süreriz ve bu davaya katılmak isteyenleri
çağırırız. Bize katılıp, evet diyenler toplanıp gelirler. İntizamlı bir şekle girerler.
Sonra efkârı umumiyeye baş vurarak, yahut da Öyle bir vaziyet doğar ki, elde
mevcut kanunlara ve Anayasaya göre,
hükümet nizamının bizim elimize geçmesi mümkün olur. O zaman biz de camianın
ahlakı, medenî, siyasî, iktisadî ve diğer nizamlarının üzerinde düşünür ve bu
mevzuları tanzim ederiz. Faydalı hususları tesbit edince hemen işe girişiriz.
Elimize geçen bütün imkânların hepsini kullanır ve kendi galışma tarzımızdan
(Methode) istifade ederiz. Bizim çalışma tarzımız böyle olacaktır. Fakat daha
güvenli bir vasıta ile iktidar mevkii (Substance of povver) elimize geçerse, o
zaman davamız için halkı toplamağa da lüzum kalmaz. Derhal işe başlar ve bütün
şer'î yollarla İslâmî inkılâbı kaim kılarız. [544]
Sual :
Bir çok kimseler
Pakistanın istikbali hakkında fikir yürüterek şu suali sormaktadırlar: Zat-ı
Faziletmeablan, yahut da diğer ulemâ neden islâmî hükümet için bir Anayasa
hazırlamamışlardır. Eğer Anayasa hazırlayan kurulun : (Ayin - Sâz AssambH)
elinde böyle bir metin bulunursa, pek tabiîdir ki, tetkiklerde bulunur ve
işler tanzim edilir.
Bu sual sadece bana
değil, bu mevzu ile alâkadar olan diğer ilim ehline de çok defa sorulmaktadır.
Fakat, Zat-ı Faziletlerinin bu sualine cevap vermemi ve bu cevabın da Tercüman
ül - Kur'anda neşretmek istediklerini talep ettiklerinden, benim iğin bu
noktayı açıklamak bir zaruret oldu. înşaallah bu husus aydınlanır da siz de
ortada bulunan yanlış anlayışları bertaraf etmiş olursunuz.
Cevap ;
Zat-ı Alilerinin bu
sualine karşı geniş ve etraflıca cevap vermek icabeder. Bu da şu durumda mümkün
olmayıp, ciddi bir tetkike ihtiyaç göstermektedir. Ancak elimizdeki bilgilerle
iktifa ederek, kısaca şunu arzedebi-lirim ki, bu şekilde Zat-ı alilerinin
istekleri kuvveden fiile çıkacağı ümid edilir.
Bugünkü cemiyetimizde,
muaşeret, ahlak, siyaset; iktisat ve maarif gibi içtimaî müesseseler islâmî
değildir. Şimdiye kadar gayrı îslâmî çizgiler üzerinde yürünüp gidilmiştir.
Şimdi sadece ortada siyasî bir hareket vardır. Böyle bir temel sayesinde
kurulmuş bir nizamın içinde bulunuyoruz. Yukarda temenni ettiğiniz işlere yavaş
yavaş sıra gelecektir. Bu vaktin geldiği zaman da, islâmî nizam diye
buyurduğunuz mesele sadece bir İslâmî Düstur : Anayasa hazırlamak işine münhasır
kalmayacak ve iktidar başında bulunanlara «gelin bunu yürütün» demekle iktifa
edilmeyecektir. Maalesef herkes öyle zannediyor ki, bu iş bir hastahane tesis
etmek işi gibi, bir bina ve bir kaç doktorla herşey hal yoluna gider. Yahut da
bir okul kurmak gibi de değildir ki, bir tane bina bulup bir kaç masa,
sandalye* ve birkaç öğretmen bulduk mu iş tamamlanmış olsun. Hayret edilecek
mesele şurasıdır ki, maalesef bizim tahsil terbiye görmüş, bilgili zevatımız da
bu işi de bu kadar görüyorlar. Belki de onlar Anayasa hazırlamayı alelade bir
nuska yazmak gibi bir şey zannediyorlar.
tslâmî hükümetin bu
ülkede kurulması iki şekilde mümkün olabilir:
1.
Halihazır durumda memleket
işlerinin idaresini ellerinde
bulunduran zevatın isUunî meselelerde halis niyet sahibi olmalara lâzımdır. Bu
kimselerin vaitlerin' tutmaları icabeder. Kendi milletleri ve kavimlerinin de
bunlara inanmış olması gerekir. Bunların
da hakikatle — sösde değil —
böyle bir işi başarmak kabiliyetleri ou. îunmalidu1. Aksi takdirde bunlar,
imanlı olmalarına rağmen,
«Pakistanda iktidarda bulunuyoruz diye
iş bitti dememeleri gerekir. Biz
bu mevkide iken İslâmî nizamı kuracağız ve bu işi ehil olan kimselere tevdi
edeceğiz zihniyetini taşımaları lâzımdır. İşte bu en makul şekildir ki, bizim
de Anayasa hazırlayan kurulumuz, gayrı
İslâmî nizamı, İslâmî nizamla
değiştireceğini ilân edebilir.
Ve. bu değişikliğin zaruri
olduğunu ileri sürebilir.
Bundan sonra, İslâmî İlimlerden haberdar olan kimseler bulunup Anayasa
hazırlayan kurula iştirak ettirilmeli ve onların yardımı ile muntazam bir
Anayasa hazırlanmalıdır. Bilâhare seçimler yapılırken de memleket işlerini
yürütebilecek kimselerin seçilebilmelerin dikkat edilecek, bu zevatın İslâmî Nizâmı devam ettirecek
ehliyette olmaları göz-önünde bulundurulmalıdır.
Ancak böyle bir
gelişmeden sonra, sahih bir usule istinad eden ve Cumhuriyet şeklinde karar
kılınarak, ih-fcîyarât ve salahiyetler ehil kimseler eline geçmiş olur ve
yaşayış nizamı da İslâmî usul üzerine kurulabilir.
2. İçtimaî vaziyetin esası yavaş yavaş değişmelidir. Umumî bir hareketle ıslahat
yapılarak, temiz İslâmî anlayışı yerieşLrTr*elidir. Artık o zaman faz!a zorluk
görülmeden ve güçlüklere uğramadan kendi kendine İslâm» Nizam kök salmış
olur.
Biz şimdiye kadar, hep
birinci yolda yürüdük ve birinci şekli tecrübe ettik. Eğer bu işde muvaffak
olursak, bu demek değildir ki, Pakistan devletinin ayakta tutunması için bizim
milletçe çalışıp uğraşmamız faidesiz oi-mvfjtur. Belki bu çalışmaların asıl
sebebi islâmî niza;n olduğundan, Pakistan devleti kurulup ortaya çıkmıştır. Bu
maksada da daha rahat Ve daha kolay yoldan ulaşmış bulunuyoruz. Fakat
Maazallah, Allah göstermesin,. biz bu işde muvaffak olmasaydık ve bu ülkede bir
gayrı -İslâmî hükümet bulunsaydı ve gayrı - İslâmî nizam tatbik edilseydi, o
zan; an bu müslümanlann bütün zahmetleri, çektikleri m^akkiitior ve
katlandıkları fedakârlıklar, göz göre goie hie. eiap gitmez miydi? Şurası da
vardır ki, biz, Pakistanı vurduğumuza göre, ülkemizde er geç İslâmî noktayı
nazarı yerleştireceğiz. O zaman, btt işde de muvaffak olmak için ikinci yolu
tutmak bizi maksada daha. kolay ulaştırır. Nitekim Pakistan kurulmadan önce de
bu böyle düşünülmüştü.
Ümit ederiz ki, bu
izahtan sonra halk bizim vaziyetimizi iyice anlamış olur. Biz herhangi bir işi
vaktinden evvel yapamayız ve yapmayız da. Şimdi İslâmî Nizam hakkında bilgi
vermemiz talep edilmektedir. Eğer bu kabul edilirse, o zaman elbette ki,
Anayasanın hazırlanması hususunda da mümkün olan yardımı yapacağız. Fakat bu
esası mevzuları iş başında bulunan zevat uygun görmezse, o zaman Anayasanın
(Düstur) tarihini çizmek ve plânını ortaya koymakta ne fayda olabilir? [546]
Bizim ülkemizde herkes
tarafından daima konuşulan şöyle bir mesele vardır :
Islâmm usu! ve ahkâmı
pek güzel ve pek iyidir Fakat bunların
tatbik kabiliyeti yoktur. Halkın ve ileri gelenlerin İslama karşı kalben
bağlılıkları vardır. Buna rağmen lalamın sahih mefhumunu ve onun icabettirdiğı
hususları da pek bilmemektedirler. îslâmî kanunlar İcra mevkiine" konduğu
taktirde, rejimin düşünce ve disiplinine karşı aksi bir tesir baş göstermesi
muhtemeldir. Bunun için siyasî inkılaptan önce bir içtimaî inkılaba lü-z'im
görüyorlar. Bu içtimaî inkılap yerleşmeden önce îs-lâmî hükümeti kurmak acaba
vakitsiz bir iş olmaz mı, diyorlar.
Bu meseleyi etraflıca
izah etmek istersek, uzun bir cevap vermemiz lâzımdır. Fakat burada kısaca şunu
arz edelim ki, elbette siyasî inkılaptan daha önce medenî, içtimaî, ahlakî bir
inkılaba daha ihtiyaç vardır, işte Is-lâmî inkılabın fıtrî yolu da budur. Fakat
şurası da doğrudur ki, İslâmda ahkâm ve kanunlar sadece zorla yürütülmez. Bu
İlâhî müeyyidelere en başta inanmak gerekir. Bir iç cezbesi bulunması şarttır.
Fakat şunu da kim inkâr edebilir ki, Pakistanın kaim olması ve ayakta tutunması
siyasî inkılapsız olabilirdi? Buna göre, ilk önce içtimaî inkılap mı yoksa
siyasî inkılap mı diye bir sual sormak tamamen manasız olacaktır. Fakat burada
şu sual varit oluyor ki, halkın düşüncesine niçin şu mesele yerleşmez ki, biz
şimdi kendi memleketimizde acaba îslâmî nizamı mı yürütüyoruz, yoksa kâfirane
nizamı mı? İşte o zaman siyasî iktidarın da hakikî maksadı kendiliğinden belli
olur. Bu da bir tarafa, ahlakî,inkılabı ortaya çıkaralım diye de hükümet
mekanizmasının yürümesini durdurtamayız.
Allah'a ve O'nun
Resulüne iman eden ve Allah'ın iktidar-i A'la'yı elinde bulundurduğuna kani
olan bir millet, elbette ki, içtimaî hususlarda da siyasî hususlarda da bu
noktayı gözönüne alacak ve kâfirane nizam üzerine kendi yaşayış nizamlarını
kuramıyacaklardır. O zaman bu kavmin ve bu milletin efradına şu iş de farz olacaktır
ki, bu fertlerin her biri diğer fertleri bu yolda uyarsın ve ahlakî Öğütler
versin. Aynı zamanda hayet-i hâkimiyeyi de gayrı - Îslâmî yoldan gitmekte kendi
haline bırakamazlar. Ben şöyle anlıyorum ki, eğer biz bu şekli gözönünde
bulundurursak, o zaman hiçbir vakit «ferdî irtidat» yoluna da gitmeyiz. Fakat
«içtimaî irtibat» a gelince elbette ki, bu irtidatm yolunu tutmuş oluruz.
Bu meselenin şu
şekilde ikinci bir cepheli vardır : hğer siz ahlakî ve içtimaî inkılabı daha
önce elde etmek istiyorsanız, evvelâ bu inkılabın vasıtalarının neler c-du-ğunu
düşünmeniz lâzımdır. Eibette ki, bu vasıtalar, eğitim, öğretim, muaşeret
âdabının ıslahı, zihniyetin değişmezdir ve bunun gibi şeylerdir. Bunlar için
de bir hükümetin mutlaka kanunî ve siyasî vasıtaları vardır Hükümet kudreti
yalnız kendi başına bir ıslah vasıtası olmakla kalmaz,-diğer ıslah
vasıtalarının üzerine de tesir icra eder. Buna göre, «hükümet vasıtalarından
istifade etmi-yeiün» demek manasızdır. Bizim reylerimiz ve ödediğimiz
vtıgilerle hükümet icraatına devam edebilir. Şimdi biz bu cahilliği, bu
ahmaklığı nasıl üzerimize alabiliriz ki, üir taraftan biz münferiden, fert
olmak bakımından İslâmiyet-.1 çi olalım da içtimaî bakımdan da îslâm yolunu
düzeltmeye çalışalım da diğer taraftan hükümetin ahlâkı düzeltecek olan bütün
vasıtalarım bar tarafa bırakalım, istifade etmeyip, bunların fısk ü fücur
yolunda kullanılmasını temin edelim.... [547]
[1] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 9-10.
[2] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 11-12.
[3] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 13.
[4] «îlâh,» «Rabb.» «ibâdet,* ve «din» gibi ıstılahların,
doğru mânalarını anlamak için bak: Kur'an kî çar bünyâdî istilaheen. —
Kur'anın dürt temel ıstılahı. Seyyid Ebul-A'lâ El-Mevdûdî. îs-lanüc
Publicatlona, Lahore.
[5] Kitâb-i Mukaddes, Ahd-i Cedid ve Ahd-i Atik.
[6] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 15-21.
[7] R..N. Crew Hunt
Teory and practlce
of Communism -L.ondon 1951.
SaJıife 6
[8] Arnold,
î. Toynbee, Chiristianity among
the religins of world.
S. 56
[9] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 21-28.
[10] Eser yazıldığı
zaman 34 idi. Bugün 4ü tür. Mütercim.
[11] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 28-31.
[12] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 31.
[13] Mevlânf1, ÜrrUıen üstacl
elemektir, yani Mevdûdî "Hürmeten kelimeyi aynen
muhafaza eıtim. Mütercim.
[14] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 33-37.
[15] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 41.
[16] Bu mevzu Mevlânâ Seyyid Ebu'l A'lâ El - Mevdûdt tarafından
yazılarak «Tahrik-i âzadi-yi Hind or Müslüman — Hindistan hürriyet hareketi ve
mttslüman» isimli eserden alınmıştır. Cild i b&t, yi îslamic publicaions
Ltd. Lahor. Hazırlayıcı
[17] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 43-46.
[18] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 46-48.
[19] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 48-52.
[20] Bu bahia yazılırken, daha Hindistan ile Pakistan
birbir- ayrılmamışlardı. Fakat, bugün yine milliyet esâsı ortaya çı-kıP da
devletler kurulunca,- böyl* bir zihniyet, islâm dünyasının «rafına dahi
yayılmış bulunuyor.
[21] Hindistan ve Pakistan muhtelif yarı muhtar eyâletleri
zmayıcı.
[22] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 53-58.
[23] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 58-63.
[24] Eyk nihayet ehemm istifti: Gayet mühim bir fetva
ta-lebi'nden iktibas edileli. Sahife 8 - 14 . Hazırlayıcı
[25] (- Charter) veya metinde olduğu gibi Sultandan veya
Başkandan maksadımız, Mâlik el - Mülk olan Hak Tealâ, bir kimsenin eline
«mülk» (memleket idaresi) teslim edip ona halifelik verip, — gerçek Halife,
Sultan, Başkan ve bu gibi şahıslar kendi başlarına iş yapan kimseler
değillerdir. — işlerin tedvirini ve yürütülmesini onun. eline bırakmış olduğu
kimsedir. O'nıın peygamberine, O'riun kitabına inanan, bağlanan ve Şeriat-i
îlâhiye'nin aydınlığı aHmeSâ, çalışmayı kabul eden, bu mes'uliyeti uhdesine
alan, hükümet ve memleket idaresini tedvir eden, yahut da bunun başında bulunan
kimse, idare usulünü bu Şeriate uygun şekilde devam ettiren ve adalet
sistemini bu yola uyduran, hükümet veya idare mekanizması veya şahıs, Allah
tarafından Sultanlık (Char-ter'.lik) : Buyruk sahipliği vasfına haiz olur. Bu
Charter :: Sultan (Buyruk sahibi) nin vasfım Kıır'an-ı Kerim, kendisi beyan etmiştir.
Onların arasında, Allah'ın göndermiş olduğu hususlar üzerine hüküm ver,
denmiştir;
[26] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 63-73.
[27] tşbu mevzu, Tercüman El-Kur'an'da 1361 Hicrî senesi,
Şaban ile Şevval arası, Eylül - Kasım 1942 Milâüi'de neşredilmiştir. Hazırlayıcı.
[28] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları:73-77.
[29] Bu mevzu 1942
de yazılmıştır. O zaman Hindistan ve 1 akıştan İngilizlerin
idaresi altında bulunuyordu.
Hazırlayıcı.
[30] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 77-83.
[31] Malûmdur ki hükümet demek, kelimenin asıl manasmu göre
zor kullanmak, ba&kı yapmak demektir. Bu manayı
ifafle a-den (Coercion)
başka bir ismidir. Nazariyede isef usûl ve kanun gereğince, hükümetin esasdan,
temelden halkın üzerinde de tahakküm edeceği de malumdur. Bu hükümet işinin
icâbıdır.
[32] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 83-88.
[33] Müellifin, Sosyo - Komünizm dediği şey'in son
merhalesi (Stage) dir. Bu görüş Sosyo — Komünizm düşünürlerine göredir. Engels
ve Lertfn, şöyle demişlerdir, «O merhaleye ulaşılınca, orada cabrî hükümet
nizâmı ortadan kalkmış olacaktır Bunun yerine de sınıf farkı bulunmayan öyle
bir muaşeret nizanU.jiurulacaktır ki,
içtimaî yardımlaşma
esasına istinâd edip, böylece hükümetin var lûzûm ve ihtiyaç hasıl olmayacaktır.
Yalnız komünistliktir
ki, hükümeti lüzumsuz hale
getirebilir orada herhangi bir smıf
farkı Kalmadığından, birini ortadan «aldırmağa uğraşmak icap etsin» Lenin, The
State Revolution, New York,
1935 P. ?5 Bu muhayyel - görüşe Komünizm ıstılahın a hükümetin ortadan kalkması
ve gelişmesi denmiştir. (The State
"VVıthera
Away) Hazırlayıcı.
[34] Onlarla savaşın,
boyun eğip de cizyeyi kendi
elleriyle getirip verinceye kadar..
(Tevbe : 29).
Muhterem Müellif, bu
âyet-i kerimenin şerhi hakkında, Tef-toîm - ül - Kur'anda şöyle yazar :
Savaş neticesinde
onlar, kendilerince iman ettikleri şeyi bırakıp da Hak dinine bağlanmazlar.
Fakat onlar bu mağlûbiyetle, artık kafa tutmağa ve tahakküm fikrine mecal
getiremezler. Onlan yâni kâfirleri yeryüzüne hâkim olacak duruma getirmeyin
Emir sahibi olmalarına meydan vermeyin. Yeryüzünde yaşayış nizamım kurmak,
hüküm sahibi olmak emir vermek ve önderlik «tmek (imamet) hak dinine bağlı
bulunanların elinde olmalıdır. Kâfirler ise, müslümanların emri altında mukaddes
hükümlere tâbi bir şekilde, boyun büküp ve itaat ederek yaşayıp gitmelidirler.
Cizye demek, îslâm
hükümeti tarafından ^gayri müslimlerin yâni zimmîlerin emniyetini sağlamak,
onları korumafc ve onların faklarını nmnafaza etmek için, zimmüer tarafından
islâm hükû-, metine ödenen bir paradır. Aynı zamanda cizye, bu cemaatin emre
itaat ettiklerine bir delil ve bir semboldür.
«Elleriyle getirip
cizyeyi versinler...» demek, doğrudan doğruya itaat ederek, boyu» e£er
vaziyette cizyeyi ödemeleri demektir.
Küçük kılın, azınlık
-kılm'dan maksad da, onların büyük olmamaları, çoğunluk haklarına sahip
bulunmamalarıdır. Yeryüzün.-de hâkim duruma geç memeleridir. Yeryüzünde hâkim
olacaklar» unlar değil, Hüâfet-i tlâhî farizasını ifâ edecek olan Ehl-i îman
oimalıciır. Allah'ın dinine sarılmayan, kendilerinin yahut da baş-kalarınm
eğri, bozuk ve sapık yollarını tutup giden güruh'un hürriyet ve serbestlik
Ölçüîeri, şu kadardır ki, istedikleri gibi, kendi hususî işlerinde hatalı yol
takip edebilirler. Fakat bu.imandan mahrum zümrenin, yeryüzünün herhangi bir
yerinde iktidarı ele geçirip - tahakküme kalkışmalarına, hükümranlığı ve
memleket idaresini e!e almalarına hiç bir zaman hak tanınmaz. İnsanların
içtimaî yaşayış nizamını kendi sapık zihniyetlerine uydurmalarına ve bu sapık
rejimlerini yürütüp gitmelerine de
asla meydan
verilmez. Böyle bir
kuvvet onların ellerine geçtiği zaman fesâd doğur. O zaman cîa Bhl-İ îman'a
onların ellerinden bu kudreti almak farz olur. Onları doğru yola tâbi kılmak,
bu yola boyun emdirmek de lâzım gelir. Ehl-İ îman İçin bu yolda çalışmak,
gayelerin .'ii üstünü olan bir farzdır.
[35] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 88-92.
[36] Bu mevzu yazıldığı zaman, bu zevattan biri Puncâb
-M-ğan de Bingâl devletlerinin Sadrıâzamları
(Başbakanları) idiler.
Şimdi, onların yerine, herhangi bir
gayri islâmî devlette, Müsliv-nıan
vekil'c (bakan) ne gibi bir vazife düşer diye düşünmemiz lâzımdır.
[37] Bu âyet-i kerime
hakkında daha geniş malûmat
için bak: Tefhİm-ül-Kur'an, Cild II, Sahife 13 - 14. Haz rlayıcı.
[38] Bu satırlar yazıldığı zaman Mussolini hayatta idi. Hem
de hm- istediğini yapan bir diktatördü.
[39] Meşhur müfessirj
imam MÜcâhid'in yazdığına göre,
bu Melik'İn kendisi de Hazret-i Yûsuf vaaıtasiyle İslâm'ı kabul etmişti,
(tbn-i Cerir).
[40] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 93-99.
[41] Bu mevzu, Tsrcümaa-ûf-Kur'an, Rebiülahir, 1363 {Ni- '944) 4e neşredilmiştir. (Hazırlayıcı)
[42] tncil ve T&hnud'd-a da bu hususta sarih bir şey
yoktur-ÎSskl Mısır tarihinde de bu hususu aydınlatacak bahislere raslamaJt
mümkün değildir.
[43] Bible'da
(Kitab-i And-i Atîk :
Tevrat) Hazret-i Mûsâ
zamanında Mısır'da birkaç yüz bin kadar halk vardır. Tah- bunların
sayısı (20 Lakh) yâni 2.000.000 hesaphyabiliriz. O i Mısır'ın
mâmur mıntıkası da en az ülkenin % 10 uydu.)
[44] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 99-104.
[45] 'Bu bahis, Tercüman-ül-Kur'anf Muharrem ve Sefer 1364
Ve Şubat 1945) tarihli neşriyattan alınmıştır. (Hazırlayıcı).
[46] Bu
bahisler, yukarıda bahsi
geçen îslâm or iktidar : ve
iktidar» İsmi altında kaleme alınmıştır.
[47] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları:104-111.
[48] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 111-114.
[49] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 114-119.
[50] Müellif,
muarızlara cevap vermek İçin
âyet-i kerân&-nin kelimelerinin zıd lafızlarını koymuştur. (Mütercim).
[51] Pakistan'ın İstiklâlini kazanmasından sonra da yine bu
mesele devam edegelmektedir. Şimdi Müslüman toplumun yaşayışı Şu şekli
almıştır: Eşraf kızları açık sahalarda güya askerî talim âıye oyunlar
oynamakta, Müslüman Sahibzadîler. Kerimeyi mü-«erremler : Eşraf kızları borazan
öttürme talimi yapmak için Avrupa ülkelerinin yolunu tutmuşlardır. Diğer
memleketlerde de Müslümanların
mümessilliklerini (millet vekiliğ^)
erkek müellif.
[52] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 120-127.
[53] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 127-132.
[54] Sure-i
Yûsuf, üyet, 55.
[55] Meselâ:)
Sûrct-i Munafİkûn, âyet: 7
Halbuki, göklerin ve
yerin bütün hazineleri (Hazâ'in)' Allah'ındır.
Sûre-i Hicr, âyet 21
Hiçbir şey yoktur ki,
onun hazineleri (Hazâ'in) bizim indimizde olmasın.
Yoksa Rabbinin
hazineleri onların indinde mi?
SünH Tur, âyet, 37
Ateşte
bulunanlar cehennem hazine
muhafızlarına derler.
[56] Bible (Kitab-ı Ahd-i Atik)
de Seyyidinâ Yûsuf (A.S.) kıssası
anlatılarak, Firavunla aralarında geçen bahisler, şu cümlelerle
nakledilmiştir:
Pes Firavun kullarına
dedi, hiç bunun gibi ruhullah içinde olan adam bulabilir miyiz? Ve Firavun
Yûsuf'a söyledi : Çünkü bü cümleyi Allah sana malûm eyledi, senin gibi âkil ve
dânâ yoktur, tmdi sen evim üzerine ol, (sen benim evimin sahibi ihtiyarı
olacaksın) ve cümle halkım ağzına bakam. Ancak taht hesabiyle senden büyük
olayım ve dahi Firavun Yûsuf'a dedi kî: tşte seni bütün Mısrr diyarı üzerine
nasb eyledim. Badehu Firavun, mühÜ-rünü elinden çıkarıp, anı Yûsuf'un eline
koydu. Hem ana tülbent libas giydirip bir altın tuğ boğazına taktı. Tevrat,
Kitab-ı Ahd-i Atik, Sifr-i Tekvin - il - mahlûkat Bab, 41, âyet, 38 - 44 - Paris
Kıratlık Matbaası 1827 sahife; 41 - 42 Türkçe tercümesinden aynen nakledildi.
Mütercim.
Siyah yazılmış
cümlelerden sarih bir şekilde anlaşıldığına göre, Firavun kendisi de Hazret-i
Yûsuf (A.S.) a inanmıştı; O'nun Peygamberliğini kabul etmemiş idiyse de ilk
görüşmede ona imân edecek kadar kuvvetli bir inanç yolu tutmuştu. Bundan altı
yedi sene sonra, Hazret-i Yûsuf (A.S.) in kardeşleri, Mısır'a uiaştı-lar- O
zaman Hazret-i Yûsuf (A.S.) onlara şöyle söyledi :
(Tevrat âyet 8.) Ve
hâlâ beni buraya gönderen siz değil, bel-Allah'dır. Ki beni hem Piravun'a babaf
hem cümle hanümanı^-"a <aile badına ve evine) ağa ve bütün Mısır diyarına vali ey- T6z
*>abama varub ana deyün ki, oğlun Yûsuf böyle der ki, etnT* bCnİ>
°ümle Mıs)r>m Sultanı
eyledi. Yanıma gel ve
tehir ^ e- Tevrat, Sifr-i tekvin
- el - mahlûkat Bab. 45, âyet 8. 9. Pa Matbaası 1827, Sahife 54. Türkçe
tercümesinden aynen aakı**Wi.
(Mütercim).
[57] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 132-140.
[58] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 140-144.
[59] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 147.
[60] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 149-151.
[61] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 151-152.
[62] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 152-155.
[63] Bu iki ıstılahın mufassal şerhi için ba&: .Kur'an
Ki ç&r- ifcen, Kur'anm dört esas ıstılahları. Seyyîd • tslamic publicatins
Ltd. Lahor.
[64] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 155-158.
[65] Bu mevzuun geniş teşrihi için hak: Müellifin, Kiir'an Pbi. İM. Lahore.
[66] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 159-162.
[67] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 162-164.
[68] el - Kasas, 38
[69] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 164-167.
[70] Süre-i Hucl
: 4, 5, 6 8
[71] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 167-169.
[72] Hâkimiyet-i
îlâhiye fikri hakk:nda
daha fazla malûmat ahnak için bak. Bu eserin yedinci
babı, (Hazırlayıcı).
[73] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 169-171.
[74] Hıristiyan papalar ve patrikler indinde, Mesih
Haz-ret-i İsa (A.S.) in bazı ahlâkî Öğütlerinden başka (şeriat» diye bir şey
bulunmamaktadır. Bunun için, onlar istediMeri gibi hareket eder, kendi nefsânî
isteklerine de tâbi olurlar. Kendi keyiflerine göre, kanunlar yapar, nizam
uydururlar. Bunların da Allah tarafından olduğunu ileri sürüp, bu gülünç
iddiada da bu»-lunurlar. Nitekim Bakara sûresinde söyle buyuruimuştur: Yazıklar
olsun o kimselere ki, kendi elleriyle kitap yarap da sonra bu
kitap Allah tarafındanda-
diye söylerler. (Bakara, 79.)
[75] Bu kanun 1918
de Amerikan kongresinde
kabul edildi.
[76] 1933
araîık ayında bu
kanun' kaldırıldı.
[77] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 171-181.
[78] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 181-182.
[79] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 182-184.
[80] Bu hususda daha
mufassal malûmat, bu
kitabın on babında
verilmiştir.
[81] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 184-185.
[82] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 186-187.
[83] Tefsiri Ruh - ül - ma'ânî. BeyhaKî ve İbn-i
Merduye'yo istinaben, cilt, 26
. sahife, 48.
[84] Buharı, Kitab - ül - ahkâm.
[85] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 187-192.
[86] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 195-196.
[87] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 197.
[88] Tefhim - ül - Kur'an mukaddimesi, cild 1, sahife 16
Mevdudi, İslam’da
Hükümet, Hilal Yayınları: 199-203.
[89] Tefhim.- ül - Kur'an, cild, II. sahife, 235 - 239
[90] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 203-213.
[91] Tefhim. - ül
- Kur'an, cild III. sahife, 343
[92] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 213-214.
[93] Tefhim - ül - Kur'an.
Cilt, II. Sahife, 638
[94] Tefhim - ül - Kur'an. Cilt, H. Sahife 411 - 413
[95] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 214-222.
[96] Tefhim - ül - Kur'an, Cilt, H. Sahafe 401 - 404
[97] Tefhim - ül, - Kur'an, Cild. III. Sahife,
433 - 434
[98] Tefhim - ül - Kur'an. Cild 1, Sahife 222 - 223
[99] Tefhim - ül - Kur'an,
CİM I. Sahife, 253 - 25«
[100] Tefhim - ül - Kur'an,
cild, %. Sahife, 438 .
[101] Teftfim - ül - Kur'an, Cild,
II. Sahife, 578
[102] Tefhim - ÜI
- Kur'an, Cild
H. Sahife,' 293 - 294
.
[103] Tefhim - ttl - Kuran, Cild I. Sahife, 475 - 476
[104] Tefhim - ül - Kur'an, Cild, I.
Sahife, 196 - 197
[105] Tefhim - ül - Kur'an, Cild, 1, Sahife, 367. (2)
Tefhim- - Kur'an, Cild, 1. Sahtfe 62 .
[106] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 222-246.
[107] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 246-254.
[108] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 255-256.
[109] Mevdûdî
Sahib'e cevap yazan
zât. (Mütercim).
[110] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 257-263.
[111] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 263-266.
[112] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 266-268.
[113] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 268-270.
[114] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 273.
[115] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 275.
[116] Tercüman - ül - Kur'an, Aralık
1933. (Hazırlayıcı).
[117] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 275-276.
[118] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 276-280.
[119] Bu 2at Biçvanaland'in Baminydalû kabilesinin reisi
idi. Kendi ülkesinde Avrupalılar cürüm işledikleri ataman, diğerleri gibi
dayak yemelerini bildirmişti. Bunun üzerine tngilizJer onu kabilenin başından
alaşağı ettiler. Fakat onun ülkesinde yaşayanlar arasmüa,
İngiliz yüksek komiserinin
kendisinin de iti-
r.af ettiğine göre,
Avrupalılar edepsizliği son haddine vardırmalardı. Sonra şu zavallı Taşkidiye,
sen Avrupalılarla yerlileri aynı şekilde muhakeme ettin, diye yapılmadık
kötülük bırakılmadı, ingiltere hükümeti ile aralarında bulunan anlaşma
gereğince, Avrupalı zevatı kiram ile yerli halk aras:nda tita fark gözetilecek
^iye de bir madde konmamıştı. Fakat bu zavallı sadece siyah renkli insan
olduğundan kendisine bu eza ve cefa reva görülmüştür.
[120] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları:280-282.
[121] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 283-290.
[122] Bu âyet-i kerime, Mısır tarihinin meşhur vak'aaına
fyef-ret eder. Mısırda Firavun, Mısır halkını «Kıbtî : Mısırlı» ve Gayrı -
Kıbt! : (Mısırlı olmayan.) diye iki gurupa ayırmış ve haklarına-* ayrı
ayrı muamele tatbik edilmesini
kararlaştırmıştı.
[123] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 290-293.
[124] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 294-300.
[125] Bu Hadis, Arap eşrafına hitaben
söylenmiştir. «SI» Hab«$l
zencf bir köle dahi eratr tayin edilse, yine dinleyip İtaat İşte şovenliğe karşı Ist&m! milüyetia en gOcel cevabı.
[126] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 300-302.
[127] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 302-307.
[128] Burada şu meseleyi de izah etmek lâzımdır ki, gayrı
muslini 'kavimlerle müslüman .kavim arasında rabıta ve alâkanın iki ayrı hususiyeti bulunmaktadır.
Birincisi: Bu gayri
luüslimlerin de insan olmaları bakımından diğer insanlar gibi aynı haklara
mâlik .bulunmalarıdır. Bu nokta-rUıki ayrılık, islâm ile Küfr'e sâlik olmak
keyfiyetidir. İslâm bu durumda yine onlara karşı, yüksek insanlık hasletlerine
göre muamele erter. iyi geçinmeği kendisine usul ittihaz eder. icabı halinde
onların dertlerine koşmağı bir vazife bilir. Onlara karşı cömirt davrandığı gibi,
şeref ve haysiyetlerini de korur.
İkincisi: Gayrı müslim
milletler, mütecaviz olmadıkları ve İslam'a düşmanlık etmedikleri müddetçe,
onlarla dostane bir geçim yolu takibedilir; müşterek maksatlara matuf olan
işlerde yardımlaşmak cihetine gidilir, gerektiği takdirde o mülltlere yardım
eii uzatıl:r. Bütün bu münasebetler İslam'ın yüksek faziletlerine istinat
ettirilirken, hiç bir zaman bu gibi dış münasebetlerde tsp lâmr hükümlerden
feragat edilmediği gibi, onlarla kültürel bir kaynaşmağa gidilmez. Hiç bir
zaman, islâm miUiyeit bir tarafa bırakılıp, ırkçılığa müstenit bir Hindistan
milleti, veya Çin milleti gibi bir kuruluşa gidilmez. Küfr ile islâm bir arada
mütalâa edilemediği gibi, Küfr - islâm karışımı bir kavim vücuda getirmek
muhal ve imkân harici bir istir.
[129] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 307-312.
[130] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 312-313.
[131] Bazı caniler Resülüllah Sallallahü Aleyhi ve Sellem'e
şöyle bir yalan uydurur ve iftipu. etmekten çekinmezler. Güya Zatı Saadetleri
şöyle buyurmuşlardır : Hubb ül vatanı min el îmân : Vatanı sevmek İmandandır.
Halbuki bu hadis doğru değildir. Ve Zatı
Saadetlerinin aslî talimine
uygun düşmemektedir.
[132] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 314-315.
[133] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 315-316.
[134] Bu hadisenin bütün tafsili tbni Cerir tefsirinin cild,
28, . 66 - 70 de zikredilmiştir,
[135] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 316-322.
[136] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 322-324.
[137] Bakınız: Buharı Kitâb - ÜI - Fiten. Müslim, Mişkât.
Ki-tâb el imâre ve Sîreti ibni
[138] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 324-326.
[139] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 326-328.
[140] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 328-333.
[141] İslâm'da mürtedin Öldürülmesi bu esas üzerinedir.
Da-ha fazla bilgi edinmek için bakınız: «Mürtedin Cazası» Yazan, Seyi Ebul -
A'lâ Mevdûdî, Islamic
publishins İtd. Lahor.
[142] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 333-351.
[143] Mârksizmin günümüzdeki tatbikatı da milliyetçilik
(nasyonalizm) in tuzağına düşmekten kurtulamamıştır. Stalin ve onun etrafındaki
idarecilerin çalışma programı, bu kadronun Rus milliyetçiliğinin cazibesine
kapılmış olduklarını açık bir şekilde göstermektedir. Rus sosyo - komünizm edebiyatında,
hatta 1936 daki yeni devlet anayasasında yer yer, (Ata Baba vatanı» :
(Fat-herland) den bahsedilmektedir. Fakat tslâm, her yerde «Dar - ül -İslâm» :
(tslâm ülkesi) kelimesi kullanmaktadır. Father land, veya motherland : (Ata -
baba yurdu) veya ana nine ülkesi lanılmanuştır.
[144] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 351-359.
[145] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 365-366.
[146] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 366-367.
[147] «îalâmî
medeniyet ve bunun
usul ve mebdeleri>> isimli
alındı.
[148] Tefhim ^ ül - Kur'an, Cild, 1. Sahife, 475 - 476
[149] «îsîâmî
medeiyetin usul ve
mefodeleri»isimli slındı.
[150] Islâmi
Anayasanın temelleri. Sahife,
5 .
[151] Bu
hususta mufassal bahis
için bak: Sünnetin
P;;*tur °ima hususiyeti. Tefhimat
cild, I
ve Tefhimat Cild,
HI.
[152] Milletler arası tslâmî toplantılarda okunan bu makaleye
itirazlar vuku bulmuştur. Bunların cevabında Tercüman - ül ~ Kur'an, Ocak 1958
de üstadın yazıları neşredilmiştir. Bundan maada «Sünnet ki âyini haysiyet» :
Sünnetin düstur olma hususiyeti,
makaleden' de buraya iktibas
ettik.
[153] Sünnet ki ayînî
haysiyet : Sünnetin
düstur olma hu- lîsiyeti isimli
eserden iktibas edilmiştir.
Sahife, 74 -
85.
[154] Tahkik ettiğimiz zaman göreceğiz ki, saadet devrinde
bile çok mühim İşlerde, îsîâmın ilçri gelenleri tarafından Allah Resulünün
Sünneti merci olarak tanınmış ve bir hadise karşısında Resulü Ekremin ne
şekilde hareket etntfş olduklarına, bakıl-*nıştır. Resulü Ekremin devri
saadetlerinde islâm hükümeti bütün Arabistan yarımadasını idaresi altına
almaştı. On milyonlarca mil murabbalık geniş bir ülkede her işin, her
muamelenin ve her hususun,
*Zatı Saadetlerinin
kendilerine intikal ettirilmelerine imkân yoktu. Zatı Saadetlerinin her işi
şahsen ve müstakil olarak hal ve faal etmeleri mümkün değildi. O zaman da lalam
Hükümetinin valileri, idarecileri, âm'Irieri memleketi idare ediyorlardı.
Kadılar, hakimler de tslâmı olanca güzelliği ile tatbik ediyorlardı. Bu aziz kimseler
için de Kur'an-ı Kerimden sonra,
baş vurulacak ikine i
merci Allah Resulünün muazzez Sünnetleri idi.
[155] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 367-387.
[156] Serî ıstılahda Takrir, Zatı Saadetlerinin huzurunda
yar-Ptfan işler hakkında buyurdukları .beyanat demektir. Bazı şeyleri caiz
görmüşler bazısını da men etmişlerdir. Diğer manada ise «Takrir» herhangi bir
şeyi beyan etmektir.
[157] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 387-393.
[158] îslâmî Düstur kî tedvin : (islâm Anayasasının hazırlanması)
isimli Ebul A'lâ Mevdûdinin eserinden iktibas edildi, îslamic Pbl. Ltd. Lahor.
[159] Islâmî kanunun diğer bahisleri için bak: Müellifin
lâmî kanun» eseri. îslamic Publ. Ltd. Lahor: (Hazırlayıcı)
[160] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 393-395.
[161] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 395-397.
[162] Takrirden maksad, zaman ve zemin icabı herhangi bir
şekilde Zatı Saadetlerinin hüküm verip beyan buyurmalarıdır. Yahut da herhangi
bir kimsenin yaptığı bir işi görüp de ona böyle yapmıyacaksın, böyle
yapılmaz dememiş olmalarıdır.
[163] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 397-398.
[164] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 398-400.
[165] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları:400-402.
[166] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 403-405.
[167] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 405-406.
[168] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 406-409.
[169] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 409-411.
[170] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 411-413.
[171] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 417.
[172] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 419-420.
[173] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 420-421.
[174] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 421-422.
[175] Hûd, 107
[176] El^Enbiyâ'
23 .
[177] El-Mü'minûn 88.
[178] El-Mü'minûn 88 ,
[179] El-Haşr 23 .
[180] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 422-424.
[181] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 424-425.
[182] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 425-426.
[183] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 426-427.
[184] Sûro-i Şu'arâ Ayet : 108, 110, 126, 144, 150, 163, 179
.
[185] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 427-429.
[186] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 429.
[187] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 430.
[188] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 431-432.
[189] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 432-433.
[190] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 433-435.
[191] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 435-437.
[192] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 437-438.
[193] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 438-447.
[194] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 477.
[195] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 447-448.
[196] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 448.
[197] Bazıları şu sebepten dolayı şüpheye düşmüşlerdir:
İs-lâmda mademki tamamen seçime dayanan bir usul vardır. NasiJ. olur da
padişahlık devrindeki ulemâ kuvvet ve zor kullanarak kendilerini devletin
başına geçiren kimselere müsaade etmişlerdir? Bu şüphenin esası iki ayrı
meseleyi biribirine karıştırmaktan ileri geliyor. Meselenin biri şudur:
Isl&mda Halifelik ile Emi: -lik biribirine karıştırılmaktadır. Diğer mesele
de şöyledir: Birisi çıkıp da böyle hatalı bir usul ile emir olmuş ve devletin
basma geçmişse böyle bir durumda ne yapılacağının bilinmemeaidir. Birine?
meselenin cevabı şöyledir: îsîâm ulemasının ittifakla kabul ettikleri
Halifelik, ancak umumî seçimle ve bütün Müslüman halkın rızası ile olmalıdır.
İkinci meselenin doğru cevabı şöyledir: O zamanki uleman.n yumuşak
davranmalarının sebebi, böyie bir Emirliğin yalnız intizamı sağlamak ve asayişi
korumak bakımından faydalı olduğundandır. Bu şekilde memleketin başına musallat
olmuş bulunan Emirin, din nizamını bozmaması lâzımdır. Bü şartlar tahakkuk
ettiği taktirde, ulema, zorla Emirliği eline geçirmiş bulunan şahsa karşı,
ayaklanmayı doğru bulmamışlardır. Bunun sebebi de bir anarşiye yol açmamak
içindir. Bunun dışında ulemâ hiçbir zaman Emirliği ele geçirenlerin
emirliklerini sahih saymamışlar, cebir ve tasallut ile Hilafetin doğru
olabileceğine hüküm vermemişlerdir.
[198] Bu hususta bazıları şu şüpheye düşüyorlar ki; «Hilâfetin
Kureyş kabilesi mensuplarında olacağına» dair hadisler
vardır. Kureyş
kabilesi mensupları Halifelik için daha haklı görülmüştür. Bunun cevabını da
telif ettiğim «Resâil ve Mesâ'il isimli eserde vermiş bulunuyorum.
[199] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 449-453.
[200] Burada şöyle "bir mesele üzerinde de durmak icap
ediyor: Ehl-ül-rıal ve'l - akd niçin yalnız Medinede idiler? Bunların
Mödinedeki vaziyetleri ne idi? İslâm ülkelerinin diğer mıntıkalarından niçin
güvenilir mümessil ve
saire çağrılmıyordu?
Ei! meselenin şu
şekilde iki makul cevabı vardır; îslâmî hükümet, herhangi bir millî hükümet
değildir. Belki islâmî hükümet şu şekilde ortaya çıktı: tik evvelâ bir nazarî
tebliğ (fikir yayma) yolunu tuttu ve halkın düşüncelerini ve ahlakını
değiştirip bir inkılap meydana getirdi. Sonra bu inkılâbın neticesinde bir
medeniyet usulü ve yaşayış şekli ortaya çıktı. Daha sonra bir hükümet şeklini
aldı. Tabiatiyle, bu gibi bir hükümette fıtraten itimadın ve güvenin merkezi,
inkılabın temelini kuran o şahsı vahid idi. Sonra bu inkılabı benimsemiş bulunanlar
ve inkılabın temelini kurmuş bulunan zatın sağ eli ve saf kolu olan kimseler
de bu itimad ve' güven
merkezinin etrafında toplanıp ikinci itimad ve güven noktaları oldular. Böyle,
bir hükümetin liderliği de fıtrî ve tabiî liderliktir. Bu liderden başkasına ve
bu liderin güven duymadığı kimseye de halktan bir fert dahi itim».'t etmez. Bu
suret le, o zaman tenkid etmek ve söz söylemek tamamen serbest olmasına ve
herkese böyle bir hak tanınmış bulunmasına rağmen Ara bist-anın herhangi bir
köşesinde yahut da diğer islâm iUkeierinde su. şekilde bir ses duyulmadı
ki,,niçin yalnız Medine halkı veya Aledinedekiler «halletmek ve hükme bağlamak»
meclisine aza olmak hakkına mâliktirler.
2. İkincisi de şudur: O
zamanki medeniyetin vaziyetine göre, şu da mümkün değildi ki; o zamanın o
kedar geniş ülkelerinde Afganistandan tutun da kuzey Xfrikaya kadar umumi
seçim yapılması imkânı olsun. Sonra da buralardan hükümet merkezi-no
mümessiller gelsin ve alelade veya fevkalâde (gündemli ve gündem dışı)
toplantılar yapılsın ve ülkenin her yerinden de gelmiş bulunan mümessiller bu
toplantılara iştirak etsinler.
[201] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 453-459.
[202] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 459-462.
[203] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 462-466.
[204] Hicret edip gelenler hakkında Kur'an-ı Kerimde, ihtiyati
tedbir olarak bir deneme (Examine : imtihan) meselesinden bahsedilmiştir. 8u
tedbir muhacir kadınlar hakkında beyan burulmuş olmasına rağmen buradan umumi
bir usul elde edüebite-ccglnden dışarıdan gelen herhangi birisi veya muhaceret
iddiasında bulunan bir kimsenin Darül - îslâma kabul edilmesinden önce bu
kimsenin müslttman ve muhecir olması hususunda emniyet telkin etmesi icap
ediyor. Çünkü hicret bahanesiyle başka niyetler içîn de İslâm ülkelerine
gelebilir. Bir kimsenin de hakUd ima-ıan ne olduğunu Allah Taaladan başka
kimsenin bilmemesine rağmen yine de zahirî durumdan önen ne gibi bir kimse
olacağının tahkik. edilmesi icabeder.
[205] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 466-470.
[206] Ebu Davud, Kitab El Kaza .
[207] Ma'âlim
Es-Sünen, Kitab El
Kaz
[208] Kitab El - Harâc,
Sahife 107
[209] Müvettâ,
Bâb Şart Eş - Şahid
[210] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 470-474.
[211] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 474-476.
[212] Bakınız, Ek
No: 1
[213] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 481-482.
[214] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 482-484.
[215] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 484-485.
[216] Bu hususun
teşrihi birinci kısımdaki
bahislerde geçti.
[217] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 486-488.
[218] Yani öyle kimseleri toplayın ki, Allaha ibadet
ederler, tiu kimseler kendi başlarına buyruk olmayıp karşı gelmek yoluna da sltmezler.
[219] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 488-491.
[220] Bu husus Hadis kitaplarında aynı kelimelerle de aynı
'anızlarla da bize gelmemiş olmakla beraber, bu bir tarihçinifl 'beyanı
olduğuna göre biz de bunu bu şekilde naklettik. Hadis ol-sun. olmasm istinath
bir rivayettir. Bu mealde diğer rivayetler ^c vardır. Bu şekilde olunca zayıf
rivayetlerin de istinat edilnıe-sıııde Ur mahzur yoktur. Zira bu gibi
rivayetlerin teyidi hakkınca bir hayli sahih rivayetler de vardır.
[221] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 491-493.
[222] Bu meselenin
şerhi hakkında bak. Bab II .
[223] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 494.
[224] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 494-495.
[225] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 495-501.
[226] Hadisin metninde yalnız müslümanlarm esas hukukundan
bahsedilmiştir. Fakat ts!âm Şeriatı gereğince, şu da müsellem bir usuldür ki,
İslâmî hükümetin himayesini kabul etmiş bulunan herhangi bir gayrı - müslim de
askerî ve mülkî kanunlar muvacehesinde müslümanlarla aynı haklara malik bulunacaktır.
[227] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 501-505.
[228] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 505-507.
[229] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 511.
[230] Kenz ul - ummâl Tabaranî ve Müsned-i Ahmed'e istinaden
Hadis No. 907 - 966. Daire tül - Maarif matbaası; Haydar-âabad 1955
.
[231] Mişkât, Dar-i Kutnî'ye istinaden, Bab el - 1'tisâm
bil-kıta.b ves - sünne; Kenz ül -
ummâl. cild 1,
s. 981 - 986 .
[232] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 513-514.
[233] Mişkât,
Rezin'e istinaden, bahsi
geçen bâb.
[234] Buhar)î, Kitab - ül Hudûd, Bab 11 -
12 .
[235] Kitab - ül - Haraç, îmam Ebû Yûsuf, S. 116, Salefiye
matbaası Mısır. İkinci baskı. Müsned, Ebu Davud Et - Tayalîsî, ı-Tadis Nr. 55
t>airet ül - maarif matbaası, Haydarabad, 1321.
[236] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 514-516.
[237] Tefsir-i ibn-i Kesir, Müslim ve ibn-i ltfâce'ye
istir., .den cilt 4 sahife 217, Mustafa Muhammed matbaası Mısır 1937
[238] îbn-i Kesir, Tabaran)îye istinaden C. 4. S. 217
[239] Tefsir-i Ruh üî - Maanî, Beyhakî)'ye istinaden ve
lbn-i Merdûye C. 26. S. 148. Mtiniriye matbaası Mısır
[240] Buharî, Kitab Es-sal&t. Bab 28.
[241] Ebu Davüd Kitab Ed-Diyât Bab 11. &esâî Kitab El -
K>ısSme, Bab 10 - 14.
[242] Ebu Davûd. Kitab El Emare, Bab 34
Mevdudi, İslam’da
Hükümet, Hilal Yayınları: 516-518.
[243] Sûre-i Nisa
âyet, 58.
[244] Buharı, Kitab
El- Ahkâm, Bab 8 . Müslim Kitab El -"Emare Bah. 5 .
[245] Buharı, Kitab
El - Alıkâm Bab 8; Müslim, Kitab El îmân, Bab 61; Kitab El - Emare Bab 5
[246] Müslim Kitab El
- Emare Bab 5 .
[247] Kenz üi, - Ummâi G. 6, S. 68 - 122 .
[248] (1) Kenî,
al - Uııımâl Ç.
6. Sahife 78.
[249] (2) Kenz ül - Ummâl C. 6. Sahife 346 .
[250] Kenz ül - Ummâl, C. 5. Sahife 12 r. 25
[251] Kenz ül - Ummâl,
C. 5, Sahife 12 – 25
Mevdudi, İslam’da
Hükümet, Hilal Yayınları: 518-520.
[252] Kenz ül - Ummâl, C. 5, S. 2577
[253] Kenz ül - Ummâl, C. 5, S. 2354 .
[254] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 520-521.
[255] Buhar)î, Kitab El - Ahkâm, bab 4. Müslim, Kitab
El-Emare bab 8. Ebu Davud, Kitab Ei - Cihad bab 95. Nesâ)î, Kitab £2 - Biy'a,
bab 33. îbn-i Mâcce, Ebvab El - Cihâd, bab 4 .
[256] Kenz ül - Ummâl C. 6. Hadis No. 293, 294, 296, 299,
301
[257] Kenz ül - Ummâl,
C. 5. S. 2505 .
[258] Kenz iil - Ummâl, C. 5. Hadis 2282 . Hazret-i Ebu
Be-kirin bu mühim ve meşhur konuşması şu şekilde rivayet edilmiştir- «Ben, Allah'a karşı gelirsem, siz de bana
karşı geiiniz.» Kenz üi - Ummâl C. 5. S. 2330 .
[259] Kenz üî - Ummâl C. 5,
S. 2531
[260] Kenz ül - Ummâl,
C. 5, S. 2587 .
[261] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 521-523.
[262] Buharî,
Kİtab El -
Ahkam, Bab 7.
Müslim Kitab El Emare,
Bab 3.
[263] Ebu
Davûd, Kitab El Emare,
Bab 2.
[264] Kenz ül -. Ümmâl,
O. 6, S. 206 .
[265] Kenz ül - Ümmâl, C. 6. S. 69. Şu hususta da kimse
şüphe etmemelidir: îslâmda hükümet işlerine istekli olmnrnnk lâzım iken nasıl
olmuş da HazretM Yusuf kıssasında Hazret-i Yusuf, Mısır hükümdarından bir makam
istemişti. Fakat şunu da bilmek lâzımdır ki, hakikatde Hazret-i Yusuf herhangi
bir İslâm'ı hükümet. içır-de ve îsl&mî ülkede bulunmuyordu. Bir kâfir hükümette
ve bir kâfir ülkedeydi. Sonra Yusuf Aleyhisselam, çok iyi biliyordu ki,
padişahtan bu en büyük mevkii istediği zaman rerl edilmeyecektir. Eğer bu
iktidarı ele geçirmek istemeseydi, kâfir kavmi cie müessir bir şekilde hidayete
davet etmek fırsatını ele geçirmiş olamayacaktı. Dikkat edilirse Yusuf
Aleyhisselâmın hangi niyetle teşebbüse geçtiği açık bir şekilde ortadadır.
Burada hususî bir vaziyet vardır. Böyle bir durum da îslâmın umumî kaidesi
olamaz. Böyle bir kaidenin de islâm mefkuresi ile kabili *e!if olamıyacağı
meydandadır.
[266] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 524-525.
[267] Mişkat, Bab El
- î'tisam bi'l - Kitab ve's - Sünnet .
[268] Mişkat, Bab
E] - î'tisam bi'l - Kitab ve's - Sünnet
.
[269] Mişkat, Bab El
- î'tisam bi'l - Kitab ve's - Sünnet .
[270] Mişkat, Bab El
- Î'tisam bi'l - Kitab ve's - Sünnet -
[271] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 525-527.
[272] Müslim, Kitab El - îmân Bab 20. Tirmizî Bbvab El
Fiten, Bab 12. Ebu Davûd, Kitab El - Melâhim, Bab 17. îbn Mâcce, Ebvab El -
Fiten, Bab 20.
[273] Müslim, Kitab
El - îman, Bab 20.
[274] Ebu Davûd,
Kitab El - Melâhim, Bab 17. Tirmizî, Kitab El - Fiten, Bab 12.
Nesâ'î Kitab El - Bi'at,
Bab 36. îbn-i Mâcce, Ebvab El -
Fiten, Bab 20.
[275] Ebu Davûd,
Kitab El - Melâhim, Bab
17. Tirmizİ, K tab El - Fiten, Bab
12.
[276] Nesâî
Kitab El ^ Biya, Bab 34
- 35 .
[277] Kenz ül Ummâl,
C. 6. S. 297 .
[278] Kenzjjl - Ummâl,
C. G. S, 309 .
[279] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 527-530.
[280] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 530-531.
[281] El - Tabarî,
Tarih El - Ümmem Ve'l
- Mujlûk, C.
2, S. 618 El - Matbaat ül - İstikamet,
Kahire, 1939.
[282] Bu işaret şu husus hakkındadır ki, Hazret-i Ömer Radıyallahu
Taalâ anh, Sakıyfe-i Benî Sâide. meclisinde tesadüfen ayağa kalkarak, Hazret-i
Ebu Bekir Radıyallahu Taalâ anh'ın ismini ortaya atıp bunun münasip olacağını
bildirmişti. Hazret i Ebu Bekirin elini kaLdırarak, hemen biat etmişti. Ebu
Bekirin Halife olup olmayacağı hakkında daha önce müşavere edilmemişt-î.i. Bu
miişavere orada o esnada ve aniden olmuştu.
[283] Buhar!, Kitab - ul - Muharibin, Bab 16 Müsned-Î
Ah-meö, C. \ Hadis No: 391 . Üçüncü baskı. Dârülmaarif matbaası, Mısır. 1949
Müsned-i Ahmed'in rivayetinde Hazret-i Ömer'in süzleri şöyle anlatılmıştır:
«Bir kimse, 'mÜslümanlarla müşavere •etmeksizin herhangi bir emîre biat ederse,
»ki, bu emîre de kimse biat
etmemiştir... yoksa bu
şahıs için herhangi
bir biat varsa,
c da bu biata göre biat
etmişse.... Başka bir rivayette Hazret-i
Ömer'in beyanı şöyledir: Her kimseye müşavere olmaksızın e<nîr-lik tevcih
edilirse, bu kimse için bu sebeple bu emirliği kabul etmek helâl olmaz, «tbn-i Hacer, Feth El - Bari, C.S. 125 Hayriye matbaası, Kahire.
1325 Hicrî.
[284] Et -Taberî, C,
3, S. 292 . Ibn-i Esir, C. 3, S. 34
45-Jriâretü't-tıbaat 'il -
müniriye, Mısır, 1356
H.
[285] Bu bahsin geçtiği eserler : Ve İbn-i Kuteybe, El - îmâ
ry.e ve's - Siyâse, C. 1, S, 23, El - Futuh matbaası, Mısır. 1331 îicrî.
[286] tbn-i Kuteybe C, 1. S, 41
[287] Et - Taberî, C, 3.
S. 45 .
[288] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 531-536.
[289] Sünen-i Darimî,
Bab~El - Fütya ve mâ fiyhi min'eş-sidde .
[290] Kenz ül Ümmâl, ,C. 5. S. 2281 .
[291] İmâm Kbu
Yûsuf, Kitab ül Harâc, S.
25 .
[292] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 536-357.
[293] Kenz ül - Ümmâl C.
5, S. 2280 - 2285
[294] lbn-i Kesir, El - Bidaye ve'n Nihâye C. 7. S, 134.
Mat-baat Es - Sâade, Mısır.
[295] Ebu Yûsuf, Kitab ül Haraç, S. 117 .
[296] îbn-i Ebi'l - Hadîd, Şerh-i Nehe ül - Belâğa. C. 1, S.
1S6 Darülküttib El - Arabiye, Mısır.
1329 H.
[297] îbn-i Kuteybe, El - imame ve's - Siyase C. 1, S.
71 .
Mevdudi, İslam’da
Hükümet, Hilal Yayınları: 538-540.
[298] Taberî, C. 2. S, 450 îbni Hişam. Es Siyretünneoeviye
C. 4. S. 311 Matbâa'i Mustafa El - Babî. Mısır 1936 . Kenz ül -Ümmâl, C. 5.
Hadis Nr, 2261 - 2264, 2268
[299] imâm Ebu Yûsuf,
Kitab ül - Harâc. S. 117,
[300] Kenz ül - Ümmâl, C. 5. S, 2313
[301] Et-Taberî C. 3,
S. 273 .
[302] Ebû Yûsuf, Kitâb ül - Haraç, S, 115, Müsned-i Ebû
Da-vfıd Et-Tayalisi, Hadis Nr. 55. îbn-il Bsîr, C. 3. S. 30, FTtr-Taberî
C. 3. S.
273
[303] Ebu Yûsuf,
Kitab ul -
Haraç, S. 116
[304] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 540-545.
[305] Beyhakıy, Es - Sünen ül - Kübrâ, C. 1, S. 136 Darettil
Tnaarlf-i Haydarabad Matbaası.
îlk tabı, 1355
Hicrî.
[306] Bahsi geçen
eser.
[307] Vefiyat iÜ - A'yan, C. 2, S. 168 Mektebet En - Nihzat
El-Mısriyye, Kahire 1948
[308] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 545-546.
[309] Et-Taberî, C.
2, S. 508
[310] Et-Taberî, C. 2,
S. 487.
[311] îbn-i Abdülbirr,
El - Istî'âb, C. 2, S. 476. Dairetül ma,-urif-i Haydar-âbad tabı, birinci
bab.
[312] Eü-Taberi C.
3, S. 264
[313] tbn-i Kutaybe,
El - İmame ve's Siy&se,
C. 1, S. 25
[314] Kenz ül - Ümmâl, C. 5, S. 2324 .
[315] Kenz ül -
Ümmâl, C. 5, S. 2374,
Et-Taberî, C. 2,
S, 449 . İfen-i Abdül-berr, El - îsti'âb, C. 2, S. 689
.
[316] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 546-551.
[317] Tefsir-i
îbn-i Kesir, Ebü
Ya'lâ'ya ve tbn-il
Münzer'e istinaden C. 1, S. 467 .
[318] Er - Riyâd En-Nadra fî Menâkib El - A^ere, li}
-lîuhibb Et-Taberî C. 2, S. 56, Mısır tabı, Siyretü Ömer tbp>il -Kattâb, li
- ibn-il Cevzî S. 127.
[319] Kenz ül - Ümmâl,
C, 5. S.
2414 .
[320] El-Mebsût
L,i-s-Sarahsî C. 1Q
C. 125
[321] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 551-554.
[322] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 557.
[323] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 559-562.
[324] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 562.
[325] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 562-563.
[326] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 563.
[327] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 564.
[328] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 564-565.
[329] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 565.
[330] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 566-568.
[331] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 568-569.
[332] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 569-570.
[333] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 570-577.
[334] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 577-578.
[335] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 578-579.
[336] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 579-580.
[337] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 580-582.
[338] Bu hususun şerhi için bak, bu lîitap Bab. 8.
[339] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 582-585.
[340] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 585-588.
[341] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 588-589.
[342] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 590-592.
[343] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 592-594.
[344] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 594-596.
[345] Buradaki geciktirmekten iki maksat vardır. Birisi
şy-:lur ki, kadı (hâkim) meseleyi geciktirir ki, bu müddet zarfında, fcfj.şka
bir (kadı) belki bu meseleye benzer bir mesele ile karşılaşır da bir hal şekli
bulur. Neticeyi geciktiren kadı" da bu vesile ile davayı karara bağlamış olur.
îkincisi de bu kadı, meseleyi kendisi halletmez. Kendisinden daha elverişli
başka bir kurul ve-y. makama havale eder. O n>akam veya kurul da davayı
karara "bağlar.
[346] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 596-600.
[347] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 600-604.
[348] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 607.
[349] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 609-614.
[350] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 614-615.
[351] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 615-622.
[352] Bu meselenin geniş ve etraflı olarak ele alındığı eser
için, «Mürtert kî seza îslâmî kanun meen : İslâm Kanununda mürtedin cezası»
Mevlânâ Seyyid Ebul'kA.'lâ Mevdûdî . tslamic Pbl. Ltd. iLahor.» bakmalı.
Mevdudi, İslam’da
Hükümet, Hilal Yayınları: 622-624.
[353] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 624-626.
[354] Deobend ve Brîle
:
Hind Pakistanda iki meşhur tslâmî Üniversite: 1.
Deobend: Zamanımızda, halen faaliyette bulunmakta ve Hsnefî fıkhı üzerine
çalışan bir yüksek medresedir. Hfndîstan';n Sharanpur eyaletinde Deobend
kasabasmdadır. 15 Muharrem 1283 hicrî kamerî (1867) perşembe günü kurulmuştur.
Merhum Mev-îârtâ Muhammed Kasım, (vefatı 1297 Hicrî Kamerî 1881 Milâdî)
-tarafından küçük bir medrese olarak kurulmuş, fakat zamanımızda El-Ezher'den
sonra İslâm âleminin en büyük ilmî müessesesi ve en ileri üniversitesidir.
Tahminen 3500 talebesi vardır. Bilhassa Hind - Pakistan ve Güney Asya için
ulema yetiştirir. Bu sacrlann yazarı «Mütercim» bu üniversiteden yetişen bir
hayli değerli ulema iib tanışmak imkânını' buldu. İlk «Sadn> rektör Mevlânâ
Muhammed Yakûb idi. Sonra Mevlânâ Reşid Ahmed Kengûhî (vefatı 1323 Hicrî Kamerî
: 1905), daha sonra Şeyh ül Hind lakabı ile anılan Mevlânâ Mahmûd ul - Hasan
(Birinci dün-y:\ wva-;..Ua halkı
Türklere müzaheret göstermek
yolunda kışkırtmak suçundan
İngilizler tarafından Maltaya sürüldü
ve 192*
de vefat etti. (Hak
Taalâ rahmet eyJeye) Onun devrinde Medrese en büyük şöhrel sahibi oldu. Daha
sonra. Mevlânâ Şubbeyr Ah-ınect Osnıanî (3.949 do. vefat etti), Onun yerin? ikinci
Şeyh ül -Hind lakabını almış bulunan. Mevlânâ Hüseyin Ahmed Medenî (1S50 de
vefat etti) ve sonra Mevlânâ Ubeydullah Sindhî (1954 tie vefat ettî) daha sonra
Mevlânâ î'zâz Ali ve ondan sonra Mevlânâ Ahme'd Ali (1962 de vefat etti).
Zamanımızda Deobend «sadr» i Rektörü, Mevlânâ Kaari (hafız) Muhammed Tayyib
-dir, yardımcısı ve ders emini Mevlânâ Şeyh ül - hadîs, Fahred-din Murâd -
âbâdîdir. Deobend kasabanın nüfusu 30 bin kadar vg bu nüfus hep bu
üniversitenin talebe," elemanları ve mensup^ larından teşekkül eder. Bu
üinversite sayesinde bu kasaba koca bir
şehir olmuştur.
Deobend uleması
sünnet ve hadise
çok sıkı bağlıdırlar.
3. Eh] -i Hadis: Hİnd
Pakistan ve İslâm ülkelerinin ço-gurda yayılmış bulunan Ehl-i sünnete mensup
bir fırkadırlar. Bunlar, nadis'e çok ehemmiyet verirler. Kıyas'i zayii'
düşünürler, lıatta hadis'leri, hüküm istintaç eylemek hususunda hempn hemen
Kur'anla synı kıymette görürler. Bunlar, dört mezhebin dördüne do bağlılığı
aynı derecede hesaba katarlar, tmam Şafiî i ip îmara Ahmecl İbn-i Hanbel'in
ictihadiannı, İmam-ı Azam ile İmam Ma-likden üstün sayarlar. Hind - Pakistanda,
bu fikrin ileri gel^n beş âlimi Merhum Seyyid Ahmed Şehîddir. Bunların ileri
gelenle-r ir iten Merhum Nuvvâb Siöüık Hasan han Alim Nuvvâb (hüküm-CKi-) dır
ki, kendisine Mevlânâ Sıddık Hasan han denir. Zamauı-ı.mz€.r. ileri gelen âlim
Mevlânâ Senâullah Amritseri'dir. BunİP-nn merkezi Lahor, Gucrânvale ve Layalpur
(Pakistanda) d-r. îîer üç şehirde yüksek
medreseleri ve ''s.rül
ulumları vardır.
(Mütercim ileri gelen
Ehl-i hadis'den çok kimselerle göriiş-i.vjştür.)
(i) Buraya kadar ol*an
bütün yazılar, Islâmic Pbl. Ltd de'.nşredilmiş olan ve adalete tevcih edilmiş
bulunan «Kadiyant mes'ele — or us le ahlâkî, temeddünî or siyasî pehlû» :
Kacliyanî meselesi — Bunların ahlâkî, medenî ve siyasî cepheleri, isimli kitaptan alındı. (Hazırlayıcı)
2. Briîâ : Zamanımızda
halen faaliyette bulunan, meşhur Islâmî üniversitelerdendir. Ehemmiyet
bakımından Deobenddejf senr?.
gelir. Talebe bakimmdan
da Deobendden azdır.
Kurucusu Briîâ eyaleti
hükümdarı o zamanki tâbir ve unvanları ile Alâ - hazret (Majeste) Ahmed Rızâ
Han'dır. Alini Lir zat olduğundan kendisine Mevlânâ Ala - Hazret Ahmed Rizâ han
denir. Hükümdar olmakla beraber ilmü fradl hakiminden sayılı âlimler meyanmda '
İsmi geçer. îslâmî ilimlerden maad& riyaziye ve felekiyat ile de uğraşırdı.
Bu ilimlerde de telifatı vardır. 12 cildlik Fetaviyi Rezaviyeyi yazmıştır,
Hanefî fıkhı, fetvâ-lsn hakkındadır. Şair bir zat İdi. Farsça, Arapça ve Orduca
şiirler söyler, koca divanı vardır. 2 cildlik Kur'an-ı Kerim Tercüme ve
Tefsiri vardır. Zatı risaletpenahilerinin naaÇ-i şeriflerinde bir kaç dilde
koca eserler de yazmıştır. îki defa hacca gitti. 25 Sa-fer 1340 hicrî Kameride
vefat etti.
Brilâ'da kurmuş
bulunduğu Islâmî
üniversite, Hinci - Paki«-îtan
ve Güney Asya içiçn ulema yetiştirir.
. Brila uleması, bazı
tasavvufî hususlarda:
Meselâ; negir, miya'.:, kaside okumak, evliya türbesini
ziyaret ve evliya mutasav-v:("ier:n ver-ıt. günlerini h atmamak, o
günlerde merasim ic.ra et-jr;ek gibi hususlarda muhalefet etmez ve ehemmiyet
venr'.pr. Bri-la'nm çok muazzam
bir kütüphanesi vardır.
(Mütercim Profesör Ali
Genceli, heriki medreseyi ziyaret etmiştir.)
[355]
(Mütercimin notları)
[356] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 626-631.
[357] Tercüman
El - Kur'andau
-'"idi. Cilt 52
sayı 2. Mayıs 1959
[358] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 632-637.
[359] Tercüman ül -.Kur'an Cilt, 51, Sayı i. Ekim 1061. denalındı.
[360] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 637-640.
[361] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 640-646.
[362] d ve h
bahislerimi ek i sual ve
cevaplar 27. Ekim.
1952 cUı K&raci barosu
tarafından akdedilen toplantıda
bahsedilmişti Hazıılayıcı
[363] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 646-647.
[364] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 647-648.
[365] Tercüman ül - Kur'an,
Şubat 1952 sayısından
alındı.Hazırlayıcı
[366] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 648-657.
[367] Pakistan kurucusu ve
ilk devlet başkam
Seyyicl Mubammed Ali Cinnah'm kız
kardeşi. Mütercim
[368] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 657-663.
[369] Tercüman ül Kur'an, Ocak 1962 .
[370] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları:663-668.
[371] Tercüman ül -
Kur'an. Receb - Şevval 1363 Temmuz
-Eylül 194.4 .
[372] Bu hususta Cemaatti İslâmî iki risale yayınlamıştır.
[373] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 668-676.
[374] Tercüman ül - Kur'an,
Zilkade - zilhicce 1363, Kasım, \ralık 1944 sayısından alındı.
[375] Açhut : Hindular arasında yaşayan Gayrı Hindu
ekal-tivet, el sürülmez kimseler.
[376] Hindu dinî esas
kanunlar:. Mütercim
[377] Gayrı
Hindu, Hindu mezheplerine göre
temizenmeyen zümreye mensup. Mütercim
[378] Hindu
mezheperine göre, bir
nevi dinî «mintiar
gibi bir şey» . Mütercim
[379] Bu mevzu kitap halinde neşredilmiştir. Mürtedd kî seza
- Islâ.mî kamun meen.» (îslâm'î kanunda Mürtedd'in cezası) _ tslâmic Fbl. Ltd.
Lahor.
[380] Yan: bu hareketin manası, İslâmiyete sarıldıktan sonra
bile, &z olsa dahi
cahiliye nizamına temayül göstermekti.
[381] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 677-685.
[382] Tercüman El - Kur'an, cilt 57, sayı 1. Ekim 1961
rfayı-stodan alındı.
[383] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 685-688.
[384] Tercüman El - Kur'an, Cilt 59, Sayı 3, Eylül 1962 .
[385] Malûmdur ki, şimdi Anayasayı tekrar gözden geçirmek
yolu tutulmuştur. Anayasa
ve kanun tefsiri
hakkı Adliyeye mi yoksa teşriî organa rai verilmelidir diye
düşünülüyor.
[386] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 688-692.
[387] Tercüman Ul Kur’an , Cilt 60, Sayı 3. Haziran 1963 den
[388] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 692-695.
[389] Tercüman ül -
Kur-an, Cilt 61, Sayı 2.
Kasım.. 19» .
[390] Bab 7, müşavere
bahsinin sonu. Mütercim
[391] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 695-698.
[392] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 701.
[393] Esasen bu mevzu kendi başına incelenmeğe değer bir
mevzudur. Avrupa mefkuresi ne dereceye kadar İslâmî tâlimden müteessir
olmuştur? Bu hususta profesör İl yas Ahmed merhumun kitabı (The Social
Contnact and the Islamic State) Ordr Pbl. House Allah Abad 1944 mütalâa
edilirse faideden hali olmayacaktır.
[394] O zaman
Birleşmiş Milletlerde 48 devlet
üye idi. Bunlardan S i çekimser rey verdiler.
Çekimser rey vertenler anasında Rusya da vardı.
[395] Medenî
insanların kendi cinslerine
karşı tutacakları
muaşöret usulü hakkında
bakınız: Hurşid Ahmed
(Fanaticis'îti întolerance
and îslâm)
[396] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 703-710.
[397] AUahın haram
kıldığı bir kimseyi haksız yere
öldürmeyiniz. Benî israil, 23 âyet-i kerimesine de bakılmalıdır.
[398] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 710-711.
[399] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 711-712.
[400] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları:712.
[401] İstekte
bulunanların da yoksunların
el a i onların malları üzerinde, hakları vardır. (Ez -
Zariyat, 19).
Sevmemelerine rağmen,
yoksullara, yetimlere ve
esirlere yemek yedirirler. <Ed - Dehr, 8).
Mevdudi, İslam’da
Hükümet, Hilal Yayınları: 712.
[402] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 713.
[403] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 713-714.
[404] Firavun nizamını Kur'an-o Kerim iptal eylemiş ve bu
hususta şu gerçeği beyan etmiştik «Firavun k^ridici-ni yer yüzünde büyült gördü.
Ve halkı bölük böük ayırdı ve bunlardan bir bölüğü zayıflattı. {El - Kasas,
4).
Yani îslâmda içtimaî
yaşayışta «alt - Üst» denilen bir mefhum yoktur. Bunun gibi hâkim zümre ile
mahkûm zümre diye c£& bir şey bulunmaj.
[405] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 714-715.
[406] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 715-716.
[407] Daha
fazla malumat almak
için Kur'an-ı Kerimin
şu .âyetini gözÖnünde bulundurmak
icabeder: Müsriflerin
emirlerine itaat etmeyiniz. (^iarâ, 151)
Kendi zikrimizden
kalbini gafil kıldığımız kimseye itaat etme- (Kehf, 28) Ta guttan kaçınınız. (Nahl. 36)
îşte Ad'ler bunlardı.
Onlar Rablerûıin âyetlerini inkâr ettiler. O'nun Resullerine karşı da isyan
yoı'unu tuttular. Herhangi bir inatç,<
zorbanın emrine de itaat ettiler. (Hud,
59)
[408] Bu hususta mufassal malumat için müellifin en yeni
eseri olan Hilâfet or Mulukiyet : (Halifelik ve Saltanat) a bakınız. Tercüman
ül - Kur'an (1964 - 1965) de yayınlandı.
Muhterem müellif
Mevlânâ Mevdûdî sahib'in, bu eseri de yine Mütercim tarafından 1967 - 68
senesi Dhakka'da dilimize çevrilmiş, Hilâl yayınları tarafından basılmaktadır.
Yakında okuyu-cuîara takdim edilecektir.
(Mütercim)
[409] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 716-717.
[410] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 717-718.
[411] îmam Malik ve
Muvatta'a istinaden.,
[412] Hılk arasında hakem
os'ursflmz adaletle hüküm veriniz. (Nisa, 58)
[413] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 718-719.
[414] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 719-720.
[415] Daha geniş malumat almak için bak: Tefhim el - Kur" an Sûre-i Hücûrat ve Tercüman ül - Kur'an. Haziran 1966
[416] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 720.
[417] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 721.
[418] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 721-722.
[419] Siz halk arasından
ortaya çıkarılan en
iyi ümmetsini» l'.i, iyifiğe enir
eder fenalıklardan men edersiniz.
(Al-i İmran,
13).
[420] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 722-723.
[421] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 723-724.
[422] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 724.
[423] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları:724-725.
[424] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 725-726.
[425] Eğer bir fâsik sise bir haber getirirse onu tahkik
edü». Bilmeksizin bir kavme kötülük edip, sonra pişman ofrnaraiE, mümkündür.
(Hücurat, 6
[426] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 726-727.
[427] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 730.
[428] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 732-735.
[429] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 735.
[430] Ebu
Davud, Kitab ül
- Cihad
[431] Ebu Davud, Kitab
ül - Cİhad
[432] Kitab ül -
Harâc, S. 35 .
[433] Bedayi Es - Sana)''
[434] Kitab - ül - Harfim S.
82
[435] Peth ül - Kadir,
[436] Feth Üİ - Kadir, C. 4, S. 359
.
[437] Beüayi, C. 7, S. 111 - 113 . FeÜı ül - Kadir, C, 4. S.
73-372, Kitab ül - Harâc.
S. 73 .
[438] Kitab ül -
Haraç S. S3
[439] Bedayi.
C. T, S.
114 .
[440] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 735-739.
[441] Burhan, Şerh-i Mevâhib Er - Raiıman, C. 3, S. 287
[442] Burhan, Cüt 2,
S. 2S2
[443] Durr-i Muhat, C. 3,
S. 203 .
[444] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 740-741.
[445] Kitab üî - Harâc, S. 208 - 209 . El - Mebsût C. 9. S.
57 - 58 . înıam Malik Raiunetullahî aleyh indinde zimmîler Şarap muamelesinde
olduğu gibi, zina muamelesinde de istisna edilmiş*-lerdir. imam Malijc,
Hazret-i Ali Radıyallahu anh ile HazretU Ömer Radıyallahu »anh'm hükümlerine
iatinaden hu neticeye varmaktadır. Zimmîlerin zina meselesi kendi milletleri
arasında kendilerinin şahsi meseleleri olduğundan bu gibi cürümlere müslümanlar
karışmazlar Yani 2immîler kendi şahsî fea.nunlarma göre mu-amele görürler.
[446] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 741-742.
[447] El Mebsût,
C. 13, S.
37 - 38
[448] Durer ül - muhtar,
C. 3, S. 273
[449] Durer ül -
Muhtar, C. 7, S.
112 .
[450] Eeclayi, C. 7, S.
113 . Feth ül - Kadir S. 82 -
381 ".
[451] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 742-744.
[452] El - Mebsût,
C. 5, S. 38 - 4-1
.
[453] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 744-745.
[454] Müslüman şehirleri (Emsar ül - Müslimin) şer'î ıst;-
kullanılmıştır. Bu ıstılah o yerler için denilir ki, arazi mÜs-Kİmanlann
mülkiyetindedir. Orada İslâmi usul icra edilir ve telâm İşaretleri
görülür. Meselâ, Cuma, namazı gibi.
[455] Şerh-u's - siyer il - kebir C. 3, S. 215.
[456] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 746-747.
[457]Bedayi C. 7. S. 114. Şerhu's - siyer il i- kebîr, C. 3,
S. 251
[458] Bedayi C. 7, S. 114. Şerhis - siyer il Kebîr C. 3. S.
257.
[459] Kitab ül -
Harâc S. S,
82.
[460] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 747.
[461] Kitab ül - Haraç,
S. 8, 82 .
[462] Feth ül -- beyan C. 4, S. 93 .
[463] Kitab ül -
Haraç, S. 9
[464] Kitab - ül Haraç S. 70 .
[465] Kitab - ül - Haraç, S. 85 .
[466] Kitab - ül - Haraç. S. 72 ve Feth ül - Kadir C. 2. S.
373
[467] Kitab ül - Haraç,
S. 72 - Feth ül - Kadir. C. 2, S.
373
[468] Feth ül - Buldan Bel&züri Avrupa
baskısı S. 129 .
[469] Kitab ül - Haraç,
S. 70 El - Mebsut C. 10 S. 81
[470] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 748-751.
[471] Kitab ül -
Haraç, S. 70 . Burada vergi ödenmesinde nisabın son
haddine varması şart değildir. Bu son Ölçü haddi, zaman ve zemine
göre değişir.
[472] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 751.
[473] Bu meselenin etraflı izahı için bak. Mebsût C. 10. S.
73 79 . Hidâye, Kitab es - siyer . Faal rî keyfiyeti kısmet i'l -gar.aim ve bâb
el - cizye. Peth ül - Kadîr, C. 4, S. 327 - 328. ve 3S9 - 370 . Dışarıdan bir
hücuma maruz kalınırsa ve gayri -ır.üslim vatandaşlar da müdafaaya katılmak
isterlerse, onların bu teklifi kabul edilir. Fakat böyle bir durum olunca, o
zaman ciz-ya hakkı aükut eder. Burada şu açık gerçeği ortaya, koymak fa-ideden
uzak değildir: Cizyenin sözü edilince gayri müslimler Ün-perip korkuyorlar. Bu
mevzu bir zamanlar îslâm aleyhdarlanni» propaganda vasıtası olmuştu. îslâm
düşmanları, cizyeyi olduğundsn başka türlü göstererek,
müslümanlan acaiplik ve zalimlikle suçlamışlardı. Hakikatte bu usulde hiçbir
zaman korkacak ye çekinecek birşey yoktur. Cizye aslında, gayrı - müslimlerin
dış tehlikelere karşı korunması ve muhafaza edilmesi karşılığında alı-rîn bir
çeşit ücrettir. Bu ücvret de yalnız, kudret ve Ödeme im-kânırv. mâlik bulunan
kimselerden alınabilir. Eğer böyle olmasaydı o zaman buna «cizye» adı verilmez
«cereme» denirdi. Sonra müslümanlar da kudretleri dahilinde zekât vermek
zorundadırlar. Zekât için müslüman erkeği değil müslüman kadını da mükelleftir.
Halbuki cizye kadmlardan alınmaz. Cizyenin şartları tefer-rüatiyle malumdur.
Bunlar bilindikten sonra, nasıl olur da birisi kalkıp «cizye» ye «cereme»
diyebilir. Hayrettir doğrusu!
[474] Kitab ül - Haraç S. 111 .
[475] Kitab ül
Haraç, S. 111
.
[476] Futuh ül -
bildan, A.vnıp.ı baskısı.
S. 132
[477] P_rJn. ül -
bulden S 156 .
[478]
Belazarî. Futuh ül -
buldan. 156
[479] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 751-756.
[480] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 756.
[481] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 756-759.
[482] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 759-760.
[483] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 760-762.
[484] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 763.
[485] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 765.
[486] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 765-768.
[487] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 768.
[488] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 769-770.
[489] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 770-771.
[490] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 771.
[491] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 771-772.
[492] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları:772.
[493] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 772-773.
[494] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 773-778.
[495] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları:779.
[496] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 779-781.
[497] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 782-783.
[498] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 783-784.
[499] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 785-786.
[500] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 786-787.
[501] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 791.
[502] Tefhim -
til - Kur'an, C. 3,
S. 234
[503] Tefhim ül - Kur'an, C. 1, S. 119 - 120
[504] Tefhim ül -
Kur'an, C. 1,
S. 279
[505] Tefhim ül - Kur'an,
C. 1, S. 279
[506] Tefhim ül ~ Kur-an, C. 1, S. 466 - 467 .
[507] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 793-799.
[508] Tefhim ül -
Kur'an, Cilt 1,, S. 570 - 571
[509] Tefhim ül - Kur'an, Cilt. 3. S. 708 - 709 .
[510] Tefhim ül - Kür'an,
C. 1, S. 319 t- 320 .
[511] Tefhim ül - Kur'an, C. 1, S. 196 .
[512] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 799-806.
[513] Tefhim ül -
Kur'an, Cilt, 4 .
Sûre-i Şûra tefsiri.
Tercüman ül - Kur'an. C. 3, Sayı
1, Sahife' 29 - 33 .
Mevdudi, İslam’da
Hükümet, Hilal Yayınları:806-811.
[514] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 812.
[515] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 812-813.
[516] Tefhim ül -
Kur'an C. 2. S.
564 - 567.
[517] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 813-816.
[518] Tefhim Ül - Kur'an C. 1, S. 362 - 363 .
[519] Tefhim ül - Kur'an C. 3, S. 524 .
[520] Tefhim ül - Kur'an C. 3, S. 23 ,
Mevdudi, İslam’da
Hükümet, Hilal Yayınları: 816-819.
[521] (Tefhim ül.-
Kur'an, C. 1. S. 466
[522] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 820-824.
[523] Tefhim ül - Kur'an C. 2, S. 608 - 617 .
[524] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 824-837.
[525] Tefhim ül - Kur'an C. 2. S. 250 - 252 .
[526] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 837-841.
[527] Tefhim ül - Kur'an C. 2, S.- 161 - 163
.
[528] Tefhim ül - Kur'an, C. 2, S. 153 - 155
[529] Tefhim ül - Kur'an,
C. 2, S. 153 .
[530] Tefhim ül - Kur'an C. 2, S. 153 .
[531] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 841-849.
[532] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 853.
[533] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 855-857.
[534] Bu makale 12 Eylül 1940 da lalam Tarih ve Medeniyeti
Encümeninin daveti üzerine Ali - Garh Üniversitesinde Istirci Hal'da okunmuştur.
[535] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 857-859.
[536] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 859-862.
[537] Bu nazariye hakkında daha geniş malumat için bu kitabın daha evvelki
bablanna baKınız.
[538] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 862-865.
[539] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 865-882.
[540] Bu sual ve cevaplar Tercüman ül - Kur'anın Muharrem
1365 : Aralık 1945 de çıkmıştı. Bu mevzuyu Hint - Pakistan taksiminden önee
anlamak daha kolay olurdu. (Hazırlayıcı)
[541] Bu mektup ve cevabı da «Heme-gîr riyaset meen taiı-rîk-i îslâmî ka tarîk-i
kâr» :
(Alemşümul hükümette Islâmî hareketin çalışma tarzı) adı altında ayrıca neşredildi).
[542] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 882-885.
[543] Tercümaül - Kur'an Ramazan - Şevval 1364. Ekim Kasım 1945 -
[544] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 885-888.
[545] Tercüman ül - Kur'artdan alındı. Zilkade
1367 : Aralık 1948 .
[546] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 888-891.
[547] Mevdudi, İslam’da Hükümet, Hilal Yayınları: 891-893.