HZ. MUHAMMED (A.S.)İN HAYATINDAKİ
TEŞRİ
Mekki Ve Medenî Âyetlerin Özellikleri
Kur'ânın Talep Ve Muhayyer Kılma
Üslûbu
Talep (Bir Şeyin Yapılmasını İstemek)
Kur'ân'ın Nehiy (Yasaklama) Üslûbu:
Kuranın Açıkladığı İbadetlerle İlgisi
Görülen Bazı Hususlar :
Bu Hususları Beyan Eden Âyetler:
Köle Ve Köle Edinme Hakkında Birkaç
Söz:
Peygamberin Bizzat Katıldığı Ve Kur'an'ın Temas Ettiği Savaşlar:
Kocası Ölen Kadının İddet Durumu :
Aile Nizamı İle İlgili Hususlar:
III- Kazf Haddi (İffetli Bir Kadını
Zina İle İtham Edip İsbatlamayan Kişiye Tatbik Edilen Ceza):
Ceza Müeyyidelerinde Kuranın Önem
Verdiği Hususlar:
BÜYÜK SAHABELER DEVRİNDEKİ TEŞRÎ
(Hicrî: 11 —40)
İkinci Devirde Kitap Ve Sünnet
İkinci Devrin Meşhur Fetvacıları
KÜÇÜK (YAŞTAKİ) SAHABİLER DEVRİNDEKİ
TEŞRİ' (h. 41 — 100)
Üçüncü Devrin En Meşhur Müftüleri
1- Şehircilik Ve Kalkınmada Gelişme:
2- İslâm Şehirlerindeki İlmî Hareket:
3- Hafızların Çoğalması Ve Buna
Verilen Önemin Artması:
5- Fıkıh Kaynakları Hususunda Çıkan
İhtilâf :
A)
Sünnet Hususunda Tartışma :
El-Leys B. Sa'd'ın İmam Malik'e
Yazdığı Mektub :
B) Kıyas, Re'y Ve 1stîhsan Hususunda
Çıkan Tartışma:
C) İcma' Hususunda Çıkan Tartışma :
7 - Fıkhî Istılah (Terim) Ların
Meydana Gelmesi
8 -Üstünlükleri Cumhur Tarafından
Kabul Edilen Seçkin Fıkıhçıların Çıkması
Birinci Büyük İmam ( H. 80 – 150 )
Ebu Hanife
İkinci Büyük İmam Mâlik B. Enes B.
Ebi Âmir (H. 93-179)
Mısırlılardan Medine'ye Giderek
Mâlik'den İlim Alanlar
Afrikalı Ve Endülüslü Olan Mâlikin
Başlıca Arkadaşları
Üçüncü Büyük İmam Şafiî (H. 150 - 204)
Şafiî'nin Arkadaşları Ve Mezhebinin
Râvilerî
Şafiî'nin Iraklı Arkadaşlarından
Fıkıh Alanlar
Dördüncü Büyük İmam Ahmed Bin
Hanbel (H. 164 - 241)
Cumhurun Reyine Aykırı Olan Bazı
Görüşleri
Mensubu Kalmamış Olan Mezhebler
9 - Meselelerin Geliştirilip
Çoğaltılması
10 - Ahkâma Ait Kitabların Tedvini
Ebu Hanife Mezhebindeki Kitaplar:
Sanatkârlarla İlgili Tazminat:
Satılan Malın, Muhayyerlik Süresinde Müşteri Yanında Helak Olması:
Borçlunun Malının Mecburî Satışı:
Komşuluk Dolayısıyle
Şüf'a Hakkı:
Namazda Bid'at Ehli Olan Ve Olmayana
Uymak Meselesi:
İslâm Âleminin Siyasî Durumuna Genel
Bir Bakış
II - Münazara Ve Mücadelenin
Yaygınlaşması
III- Mezhep Taassuplarının Başlaması
Hanefî Âlimlerinden Seçtiğimiz 20
Fıkıhçıyla İşe Başlayalim :
Şafiî Mezhebine Mensûb Büyük
Fıkıhçılar
Kitapların Kısaltılmasında Yapılan
Hata
Fıkıhçı Yetiştirmeye İki Engel Vardır
İnsanlığın tarihi Peygamberle başlar. İlk Peygambere
Adem Aley-hisselâm, O'na gelen iik kanunlara da SUHUF denir. Bu kanunların
yapıcısı Allah'tır. Tatbikatçısı ise Peygamber ve O'nun ümmeti...
Yeryüzünü güzel bîr saray şeklinde yapan elbette kî,
burada oturacakların içtimaî şartlarını da temin etmiştir. Bilhassa irade sahibi
olan insanların, İNSANCA yaşayabilmeleri için onlara temel kaideler göndermiş,
bu temel kaideler, ANAYASA hükmünü taşımıştır. Anayasaya dayanarak
Peygamberler ve Onların ümmeti içindeki âlimler ceza kanunu, medenî kanun gibi
kollarda hukuk nizamını- geliştirmişlerdir.
Elinizdeki ki lap, beşerî kanunların zayıfladığı
zamanlarda bile kuvvetli ve üstün olduğunu gösteren İSLAM HUKUKUNUN tarihidir.
İslâm Hukukunun dayandığı temcileri ve bu temellerdeki sütunları bu eserde
bulmanız mümkün olacak; hukukçular, tarihçiler ve bütün Müslümanlar bundan
yeteri kadar faydalanacaktır.
Böyle bir eseri hazırlamak ilme hizmettir, ilme hizmet
ise büyük bir şereftir. Biz de ilme hizmet edenlere hizmet etmek saadetine
erdiğimiz için bahtiyarız. Eserin muharririne ve siz kıymetli okuyucularımıza
şimdiden teşekkür eder, başarılı olup, faydalı ilimler öğrenmeyi cümlemize
nasip etmesi için Allah'a yalvarırız.
KAHRAMAN YAYINLARI[1]
Allah Taâla'ya hamd-u sena eder efendimiz Hz.
Muharamed'e ve Al-u Ashabına Salât ve Selâm sunarım.
Mısır'ın Millî Eğitim Bakanlığı Müfettişi ve Ezher
Üniversitesi İslâm Tarihi profesörü rahmetli şeyh Muhammed el-Hudatî
tarafından yazılan ve 1967 yılında Mısır'da 8 inci baskısı yapılan
«Tarih-tit-Teşri-il Islâmî» adlı kitabı okudum. Büyük bir emeğin mahsulü olduğu
her yönü ile belli olan bu eserin konusu olan şer-i şerif tarihinin meraklılar
için bakir sayılabileceği kanaatına vardım. Çünkü bu konuda Türkçe telif veya
terceme olarak yazılmış bir kitap görmedim ve duymadım. Yalnız 30-40 sayfalık
bir tercemeye rastladım. Bu itibarla eseri terceme etmeyi faydalı buldum.
Âyetlerin numaralarını yazmadığı için bunları ve kaynaklarım bildirmediği bazı
hadîslerin kaynaklarını göstermeyi uygun buldum. Kaynak sayılan Muvatta',
el-Umm ve Sahihayn gibi kitaplardan aldığı hadîslerin yerini belirtmeye lüzum
görmedim.
Eseri terceme ederken metne sadık kalmaya itina
gösterdim. Ayetlerin meallerini merhum Hasan Basri Çantay'ın tefsirinden
almayı münasip gördüm. Çünkü bilindiği gibi çok zatlar tarafından tefsir
kitapları yazılmış İse de hiç birisinin eksiksiz olduğu söylenemez. Eserde
bulunan 300 küsur âyetin meallerini kendim hazırlamış olsaydım, mevcut
meallerden daha iyi bir meal yazdığımı söyleyemezdim.
Sayın okuyucularımın, tercemede bir kusur gördükleri
zaman beni bağışlamalarını ve ilmî veya dinî bir hata buldukları takdirde
derhâl bana bildirmelerini umarım.
Tercemeyi, Hazro Müftüsü iken Temmuz 1955 de vefat
eden merhum pederim M. Nuri Bilici'nin ve diğer üstadlarımın ruhlarına ithaf
ederken; hizmetimin ihlâslı ve başarılı olmasını Cenab-i Allah'dan niyaz
ederim.
Terceme eden Uşak Müftüsü Haydar HATİPOĞLU[2]
Hamd, sayısız nimetler bahşeden Allah'a mahsustur.
Salât ve selâm efendimiz Hz. Muhammed'e ve Al-u Ashabına olsun.
Bu eser, îslâm teşriine ait kısa bir tarih kitabı olup
ilim taliplerine takdim ediyorum. Bununla, nezih şer-i şerif uğrunda yapılması
gerekli hizmetlerden birisini yapmış olmak ümidindeyim. Sayın okuyucularımın
eksiklerimi gördükleri zaman beni bağışlamalarını rica ederim. Çünkü ben, bu
konuda daha önce. eser vermiş olan zatların derecesini ihraz etmiş değilim.
Mısır'da ilim ve irfan haşmetinin tekrar canlanması
fecrinin doğmak üzere olduğu bu günlerde eserin çıkmış olması dolayısiyle yüce
Allah'a şükrederim.
Kitabı muhterem müctehidlerimizin ve ilmiyle amel eden
değerli âlimlerimizin mübarek ruhlarına ithaf eder, Cenâb-ı Allah'dan hayırlı
başarılar dilerim.
Muhammed el-Hudarî[3]
1. Kur*ân-ı
Kerim.
2. Kur'ân-i
Kerim'İn açıklaması durumunda olan ve «Sünneti denilen Peygamberimizin
sözleri ve fiilleri.
3. Fıkıhçıiann
görüşleri. Bu görüşler Kitap ve Sünnete dayanmaktadır. Bununla beraber
fıkıhçıiann yaşadıkları asırlarda bulunan
değişik tesirlerden etkilenen
fikirlerin ve her fikıhçının şahsî, ilmî ve tabiî karakterlerinin sonucudur.
(Ancak bu sonuçlara Kitap ve Sünnetin ışığında varıldığı bir realitedir.)
Fıkıhçıiann görüşlerinde yukarıda belirtilen fikirler
ve ilmî karakterlerin etkisi görüldüğünden dolayı fıkıh ve fıkıhçıiann tarih
yazarları bu konuda tereddüt geçirmektedirler. Kimisi fıkhı değişik asırlara
dayandırır, kimisi de fıkıhçıiann değişik ilmî karakterlerini gözönünde
bulundurarak fıkhı, müçtehidlerin şahıslarına dayandırmaktadır. Biz birinci
görüşe katılıyoruz. Çünki bu değişik asırlar etki bakımından daha kuvvetli ve
umumîdir. Fıkıhçıiann ilmî karakterleri ise ileride açıklanacağı üzere gerçek
bir ihtilâfa yol açmamıştır, özellikle muasır fıkıhçılar arasında ilmî
karaktere dayalı Önemsenecek ihtilâf görülmemektedir.
Peygamberimizin risâletle görevlendirildiği günden bu
güne kadar İslâm fıkhının tarihî gelişimini okuyucularıma arzetmek isteğiyle
bu konuyu ele aldığımda fıkhın 6 döneme ayrıldığını gördüm. Her devirde
yaşayan fıkıhçıiann bize ulaşan görüş ve fetvalarında muasır Müslümanların
sosyal durumlarının izleri görülmektedir. [4]
1.
Resûlüllah'ın hayatındaki teşri. (Bütün fıkıhçılar buna dayandıklarını açıkça
belirtmişlerdir.)
2. Hulefa-i
Raşidîn devrinin nihayeti ile son bulan BÜYÜK SAHABELER devrindeki teşrî.
3. Hz. Muhammed
(A.S.) zamanında küçük yaşta olup halifeler devrinden sonra ilim sahasında
görülen ashab-i kiram ile onlara muasır tabiîler devrindeki teşri. (Bu devir
yaklaşık olarak hicrî birinci asrın nihayeti ile son bulur.)
4. Fıkhın bir
ilim dalı haline geldiği devirdeki teşri. Bu devirde dînî yetki ve otoritenin
güvenle kendilerine verildiği büyük fıkıh âlimleri yetişmiştir. Aynı devirde bu
âlimlerin yetiştirdiği fıkıh bilginleri, üstadlarınm ve feyiz almış oldukları
seleflerinin fıkhî görüşlerini açıklamakla beraber kendi görüşlerinin ilmî
bağımsızlığına da en küçük bir gölge düşürmemişlerdir. (Bu devir hicri üçüncü
asrın sonuna kadar devam eder.)
5. Büyük eserlerin yazıldığı, fıkhî meselelerin
çoğaldığı ve imamlardan alınan meselelerin tetkiki için ilgililer arasında ilmî
tartışmaların meydana geldiği teşri. (Bu devir Abbasî devletinin Moğollar
tarafından yıkılış, tarihine kadar devam eder.)
6. Taklid
teşri. (Bu devir beşinci devrin sonundan başlayarak günümüze kadar devam eder.)
Teşriin altı devre ayrılması keyfiyeti benim uygun
gördüğüm bir tasnif olup daha önce başkası tarafından yapılmış bir sıralama
değildir.
Eserin tamamlanması için gerekli muvaffakiyeti Cenab-ı
Allah'tan dilerim. [5]
Kitap, Kur'ân-ı Kerİm'dir. Hz. Muhammed'e (A.S.) 22
yıl, 2 ay, 22 günde peyderpey nazil olmuştur. İlk âyetleri Rcsûlüllah'm
tefekkür ve ibadet için gitmeyi itiyat haline getirdiği Hıra mağarasında
doğumunun 41. yılı Ramazan ayının 17. gecesi indi.
İnen âyetler:
(1) «Rahman ve
Rahîm olan Allah'ın adıyla. Yaratan Rabbımn adıyla oku. O, insanı bir kan
pıhtısından yarattı. Oku. Babbın nihayetsiz kerem sahibidir. Ki O, kalemle
(yazı yazmayı) öğretendir. İnsana bilmediğini O öğretti.» (Alâk: 1-5)
Son âyeti ise doğumunun 63. ve H. 10. yılı Zilhicce'nin
9. Haccı Ekber günü indi.
İnen âyet:
(2) «...Bugün
sizin dininizi kemâle erdîrdim, üzerinizde nimetimi tamamladım ve size din
olarak müslümanlığı (verip ondan) hoşnud oldum.» [6] (Maide: 3)
Kur'ân-i Kerim'in ilk âyetleri kadir gecesinde indi.
Bu gecenin önemi hakkında Kadir sûresi nazil oldu.
(3) «Gerçek, biz
onu kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesinin (O büyük faz! ve şerefini) sana
bildiren nedir? Kadir gecesi bin aydan hayırlıdır. Onda melekler ve ruh
rablarımn izni ile her bir iş için iner de iner. O (gece) tan yeri ağarıncaya
kadar bir selâmdır.» (Kadir)
Ayrıca bahis konusu gece hakkında aşağıdaki âyetler
nazil oldu.
(4) «Hakikat,
biz onu mübarek bir gecede indirdik. Gerçek, biz (onunla kâfirlerin
uğrayacakları azabı) haber vericileriz. (O, bir gecedir ki) her hikmetli iş,
nezd imiz den bir emir ile, o zaman ayrılır...» (Du-han: 3, 4, 5)
Bu gecenin
Ramazan ayında olduğunda ihtilâf yoktur. Çünkü Bakara sûresinin 185. âyetinde;
«(0 sayılı günler) içinde Kur'ân indirilmiş olan Ramazan ayıdır... ı bu
vurulmuş tur. Hz. Muhammed'in (A.S.) Hıra mağarasında tefekkür, ibadet ve
oruçla geçirmeyi itiyat haline getirdiği ay da bu aydır. Nitekim ibn-i îshak,
senediyle Umeyr bin Katade el-Leysî'den şöyle rivayet eder: «Resûlül-lah yılın
bir ayım Hira'da geçirirlerdi. Kureyş kabilesinin cahiliyet devrinde buna
benzer dînî âdetleri vardı. Cenab-ı Allah onu Peygamberlikle vazifelendirmeyi
dilediği yıla kadar sürdürdüğü âdet üzere o yıl Ramazan ayında Hira'-ya
çıktı...»
Vahyin Kadir gecesi indiği bilinmekle beraber Ramazan
ayının kaçıncı gecesine tesadüf ettiği hususunda ihtilâf vardır. İbn-i Ishak
Ramazanın 17. gecesine rastladığı görüşündedir. Aşağıdaki âyet bu görüşe
işaret eder:
(5) «...Eğer
Allah'a (iman etmiş) hak ile bâtılın ayrıldığı gün iki ordunun bir birine
kavuştuğu (Bedir) günü kulumuz (Muhammed) e indirdiğimiz (âyetlere)
inanmışsanız...» (Enfal: 41)
iki ordunun kavuştuğu gün, Müslümanlarla müşriklerin
Bedir'de h. s. 2. yjl Ramazan ayının 17. cuma günü savaştıkları gündür. Ayette
fürkan günü diye geçen gün Kur'ân'ın inmeye başladığı gündür. Fürkan günü ve
orduların karşılaşma günü aynı yılda olmamakla beraber Ramazan ayının 17. cuma
gününe rastlamaları nedeniyle aynı gün olduğu anlaşılıyor. Nitekim Haberî,
tefsirinde senedi ile Hasan bin Ali'den şöyle rivayet ediyor: «Fürkan gecesi
iki ordunun Bedir'de karşılaştığı Ramazanın 17 sidir.» Kastalânî, Buharı
şerhin de bu gecenin tesbiti hakkında âlimler arasında bulunan ihtilâfı
belirtmiştir. Onun belirttiği görüşlerden biri İbn-i İshak'm görüşüdür.
Kastalânî, İbn-i Is-hak'm savunduğu ve İbn-i Ebi Şeybe ile Taberî'nin Zeyd
İbn-i Erkam'ın hadîsinden rivayet ettiklerini naklettikten sonra aynen şöyle
der: «Ben de bu görüşe katılıyorum. Zira değeri çok yüce olan bu gecenin ima
yoluyla dahi olsa Kur'ân-t Kerim'de tayin ve tesbitinin ihmal edilmiyeceğinden
eminim. Gerçekten en münasip yerde ona işaret etmiştir. Çünkü burada Bedir
ganimetlerinden bahsedilmektedir. O gün ise Allah'ın Müslümanları aziz ve galip
kıldığı ve umulmayan yardımını onlara göstererek kıymetlerini yücelttiği ve
lslâmiyeti hakim kıldığı gündür. Cenab-ı Allah'ın Hz. Muhammed (A.S.) ı
risaletle şereflendirdiği gün de aynı güne rastlar. Bu münasebetle Kur'ân'ın
burada buna işaret etmesi yerinde olur.ı
Kur'ân-ı Kerim'in inişinin tamamlandığı gün ise bu
konuda Taberî, Maide sûresinin 3. âyetinin tefsirinde clslâm âlimleri âyette
bahis konusu günün, Veda hacema ait arafe günü olduğunu, o günden sonra helâl,
haram ve farzlara ilişkin herhangi bir âyetin inmediğini ve Resûlüllah'ın ondan
sonra ancak 81 gün yaşadığını beyan ettiklerimi yazar ve bu durumu İbn-i Abbas,
Sediy ve İbn-i Cüreyc'den rivayet eder. Nisaburî de tefsirinde, İbn-i Abbas'in,
yanında bir Yahudi bulunurken bu âyeti okuyunca Yahudi: «Eğer bu âyet bize
nazil olmuş olsaydı, iniş gününü bayram kılardık. ı dediğini ve bunun üzerine
Yahu-diye cevaben: «Bu âyet cumaya rastlayan arefe günü indiği için o gün İslâm
alemince iki bayram kadar değerlidir.» dediğini rivayet eder.
Bilindiği gibi Kur'ân-ı Kerim tedricî olarak inmiştir.
Müşrikler tedricî inişine karşı neden toptan inmedi diye itirazda bulundular.
Kur'ân bu itirazı ve cevabını şu âyetlerde zikreder:
(6) «O
küfredenler (şöyle) dedi(Ier) : «O'na Kur'ân bir hamlede, toplu bir halde
İndirilmeli değil miydi?» Biz Onu senin kalbine iyice yerleştirmek için
(yaptık) Onu (çok güzel bir nizam ile) âyet âyet ayırdık (ve ahese aheste
bildirdik). (Furkan:32)
(7) «Biz Onu bir
Kur'ân olmak üzere (âyet âyet)-ayirdik ki insanlara karşı, dura dura (ağır
ağır, tane tane) okuyasın. Biz onu tedricen indirdik.» (İsra: 106)
Kur'ân-i Kerim'in özellik bakımından değişik iki
sürede indiği bilinmektedir.
1. Mekke
Devri: Peygamberimizin doğumunun 40. yılı Ramazan ayının 17. gününden 54. yılı Rebi-uI'Evvel ayının
ilk günlerine kadar. Toplam: 12 yıl, 5 ay, 13 gündür. Bu devirde inen âyetlere
tMekkîı denir.
2. Medine
Devri: Onun doğumunun 54. yılı Rebî-ul'Evvel başlangıcından
63. yılı Zil-Hicce'nin 9. gününe kadar. Toplam : 9 yıl, 9 ay ve 9 gündür. Bu
devirde inen âyetlere «Medenî» denir.
Mekkî âyetler Kur'an-i Kerim'in 19/30 unu teşkil eder.
Kalan 11/30 unu ise Medenî âyetler meydana getirir.
Medenî sûreler:
Bakara, *Al-i îmran, Nisa, Mâide, Enfâl, Tevbe, Hacc,
Nur, Ahzâb, Kıtal, Feth, Hucurat, Hadîd, Mücadele, Haşr, Mümtehıne, Saff, Cuma,
Münâfikun, Tegabün, Talak, Tahrîra ve Nasr olmak üzere 23 sûredir. Kalan 91
sûre de Mekkîdir.
Kur'ân toplam olarak 114 sûre olup, 1. Fatiha ve
sonuncusu Nas süresidir.
Sûre, Lüğatta: Bir yüksekliğin mertebelerine denir.
Bazıları bu kelimeyi «Su're» olarak kullanmışlar. «Su're» Bölüm anlamına gelir.
Sûrelerin Özel isimleri vardır. Bunların çoğu ismini,
girişinde geçen bir kelimeden almıştır. Enfal, îsrâ, Tâha, Mü'minun, Furkan,
Rum ve Fatir sûreleri gibi, 35 sûre de isimlerini, girişlerinde geçraeyip daha
sonraki âyetlerde geçen bir kelimeden almıştır. Meselâ; İkinci sûre, 65.
âyette geçen «Bakara», Üçüncü sûre, 32. âyette geçen «Al-İ îmran», Dördüncü
sûre, müteaddit yerlerinde geçen «Nisa» ve Beşinci sûre, 110. âyetinde geçen
«Mâide» kelimelerinden isim almışlardır.
Sûrelerin girişlerinde geçen kelimelerle isimlenişi
tabiîdir. Ancak girişinden sonra veya sonuna doğru geçen kelime ile bazı
sûrelerin isimlenişi çeşitli sebeplerle izah edilegelmiş ise de bence
umumiyetle bu kelimelerin bulunduğu âyetler diğer âyetlerden önce indiği
içindir. Çünkü, bilindiği gibi gerek sürelerin ve gerekse her sûrenin
âyetlerinin tertibi nüzul sırasına göre olmayıp tevkifidir, (Yani tilâvet
bakımından sıralanışı Peygamberin tensip ve direktifi iledir.)
Peygamberimize beşer onar âyet indiği gibi, daha az
veya daha çok âyetler de- inerdi, lfk olayında ve Müminun sûresinin başında
onar âyetin toptan indiği sabittir. Diğer taraftan Nisa sûresinin 95. âyetinden
:
kelimelerinin, keza Tevbe sûresinin 28. âyetinden :
kısmının ayrı indiği sabittir.
Hz. Muhammed (S.A.) ümmî idi. Okuma yazma bilmediği şu
âyetle sabittir :
(9) «Sen bundan
evvel hiç bir kitap okur değildin. Elinle de onu yazmadın. Böyle olsaydı bâtıl
söyleyenler elbette şüphelenir(ler)di.» (An-kefaut: 48)
(10) «Onu acele
(kavrayıp ezber) etmek için (Cebrail vahyi iyice bitirmeden) dilini onunla
depretme. Onu (göğsünde) toplamak, onu (dilinde akıtıp) okutmak şüphesiz bize
aittir, öyle ise biz onu okuduğumuz vakit sen onun kıraatine uy. Sonra onu
açıklamak da hakikat bize aittir.» (Elkıyame: 16-19)
(11) «...Sana
onun vahyi tamamlanmazdan evvel Kur'ân'ı (okumada) acele etme, Rabbim, benim
ilmîmi arttır, de» (Tâhâ: 114)
(12) « (Habibim)
seni okutacağız da (asla) unutmayacaksın. Allah'ın dilediği başka. Çünkü O,
aşikârı da bilir gizliyi de. (EI-Âlâ :6-7)
(13) «Kur'ân'ı
biz indirdik, biz. Onun koruyucuları da şüphesiz ki biziz.» (El-Hıcr: 9)
Resûlüüah âyetleri melekten hıfzederek aldığı zaman
insanlara tebliğ eder ve ayrıca kâtip'erine dikte ederek hurma dallarına, düz
taşlara ve deri parçalarına yazdırırdı. Onun tanınmış yazıcıları vardı.
Bunların 26 kişi olduğunu söyleyenler vardır. Halesi, SiretüPlrâkrden naklen,
yazıcıların 42 kişi olduğunu, bunların bir kısmının peygamberlik süresi
boyunca, başka bir deyimle bütün teşri dönemlerinde ondan hiç
ayrılmadıklarını, bununla beraber az veya çok bir süre için kâtiplik yapanlar
olduğunu ve en meşhur kâtiplerinin 4 Halife ve Âmir-bin Fuhayre olduğunu
söyler. Amir bin Fuhayre, Resûlüllah'ra devlet başkanlarına ve benzerlerine
gönderdiği mektuplarım"yazan zat idi.
Tanınmış diğer kâtiplere gelince; Ubeyy-bin Kâab
(Medine'de ensardan ilk kâtip. Genellikle vahiy kâtipliği yapardı ve Resûlüllah
zamanında meşhur fıkıh bilginlerinden idi.), Sabit bin Kays bin Şemmâs,
Zeyd-bin Sabit, Muavİye-bin Ebi Sübyan ve kardeşi Yezid (Muâviye ve Sabit oğlu
Zeyd vahye ait olan ve olmayan her çeşit yazı işlerinde ve devamlı olarak
peygamberin yanında çalışırlardı. Yazışmadan başka şeyle meşgul olmazlardı.),
Musire bİn-Şu'be, Zübeyr bin Avvam, Haiid bin Velid, Alâ bin el-Hadramî, Amr
bin el-As, Abdullah bin el-Hadramî, Muhammed bin Mesleme ve Abdullah bin Übeyy
bin Selûl.
Kur'ân-ı Kerim'den inen âyetler vahiy kâtipleri
tarafından yazıldıktan sonra Peygamberin evine konulurdu. Yazıcılar kendileri
için de birer suret alako-yarlardı. Ayetlerin hangi sûrenin neresine yazılacağı
hususu Peygamber tarafından tesbit edilirdi. Ummîlerin hafızaları, yazıcılar
nezdinde bulunan nüshalar, Peygamberin evinde hıfzedilen sahifeler Kur'ân'ın
birçok kimse tarafından sıhhatli olarak ezberlenmesi hususunda
yardımlaşırlardı.
Gerek sûrelerin ve gerekse âyetlerin sıralanışının
tevkifi oluşu yani peygamberin emriyle tertibi konusunda âlimler ittifak
halindedirler.
Bu devirde Kur'ân-ı Kerim bir Mushaf içinde
toplanmamakla beraber tamamını hıfzeden sahabeler çoktu. Abdullah bin Mesud
(ilk muhacirlerden olup risalet süresi boyunca Peygambere refakatte
bulunmuştur.), Ebu Huzeyfe'nin mevlâsı Salim bin Mi'kal (o da Abdullah bin
Mesud gibi ilk Müslümanlardan olup çok refakatte bulunmuşur.), Muaz bin Cebel,
Übeyy bin Kâab, Zeyd hin Sabit, Ebu Zeyd, (bu dördü ensardandır.) Ve Ebu Derdâ
gibi birçok sahabi Kur'ân'ın tamamını hıfzedenlerden idiler. Ayrıca ashabın pek
çoğu Kur'ân-ı Kerim'i kısmen ezberlemişlerdi. [7]
Ahkâm ile ilgili ve teşrii denilen âyetler genellikle
İslâm toplumunda vuku bulan olaylara cevap olarak Peygambere inerdi. Bu
olaylar esbabı nüzul olarak adlandırılırdı. Birçok müfessirler bu olaylara önem
vererek buna dair kitaplar yazdılar ve Kur'ân-ı Kerim'in yüce manasının
anlaşılmasına bu olayları temel kıldılar. (Gelecek devirler bahsinde durumu
açıklayacağız.) Bazen de mü'minler tarafından Resûlüllah'a sorulan sorulara
cevap olmak üzere inerdi. Bu iki durum dışında teşrii âyetlerin inmesi
nâdirdir.
Bir olay veya soruya cevap mahiyetinde inen teşrii
âyetlerden Örnekler verelim.
1. Hicretten
sonra Mekke'de kalan ve hicret edemiyen zayıf Müslümanları müşriklerden
kurtararak Mekke'den çıkarmak üzere Resûlüllah tarafından gönderilen Mersed
el-Ganevî Mekke'ye vardığında müşriklerden güzel ve zengin bir kadın kendisini
ona teslim etmek istedi. Mersed ise Allah korkusu ile red cevabı verince kadın
yaptığı teklifte İsrar ederek kendisi ile evlenme talebinde bulundu. Mersed,
teklifi kabul etmeyi Resûlüllah'ın iznine bıraktı. Medine'ye dönüşünde durumu
Resûlüllah'a arz etmesi üzerine şu âyeti kerime nazil oldu:
(14) « (Ey
mü'minler) Allah'a eş tanıyan kadınlarla (Müşriklerle), onlaç imana gelinceye
kadar evlenmeyin. îman eden bir cariye, müşrik bir kadından — bu, sizin
hoşunuza gitse de — elbet daha hayırlıdır. Müşrik erkeklere de, onlar iman
edinceye kadar, (mü'min kadınları) nikahlamayın. Mü'min bir köle müşrikten —
o, sizin hoşunuza gitse de — elbette hayırlıdır. Onlar sizi cehenneme
çağırırlar, Allah ise, kendi iradesiyle cennete ve mağfirete çağırır. O,
insanlara âyetlerini apaçık söyler. Ta ki iyice düşünüp ibret alsınlar.»
(Bakara: 221)
2. Gerek
mü'minler, gerekse gayri müslimler tarafından sorulan sorular üzerine inen
teşrii âyetler çoktur. Bu nevi âyetlerden bir kısmı şunlardır:
(15) «Sana içkiyi
ve kuman sorarlar. De ki: «Onlarda hem büyük günah hem insanlar için faydalar
vardır. Günahları ise faydalarından daha büyüktür.» (Yine) sana hangi şeyi
nafaka vereceklerini sorarlar. De ki: «İhtiyacınızdan artanı (verin)* Allah
size böylece Âyetlerini (pek gü-«el) açıklar. Olur ki dünya hususunda da,
ahiret işinde de iyice düşünürsünüz. Bir de sana yetimleri sorarlar. Deki:
«Onları yarar ve iyi bir hale getirmek hayırlıdır. Şayet kendileri ile bir
arada yaşarsanız onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah, (yetimlerin) salâhına
çalışanlarla (onların mal ve hamlinde) fesad (ve fenalık) yapanları bilir. Eğer
Allah dileseydi sizi muhakkak zahmete sokardı. Şüphesiz Allah mutlak galiptir,
tam hüküm ve hikmet sahibidir.
Sana kadınların ay halini de sorarlar. Deki: «O bir
ezadır (pisliktir) onun için hayız zamanında kadınlar(mızla cinsî münasebet)den
ayrılın, temizlendikleri vakte kadar kendilerine yaklaşmayın. İyice
temizlendiler mi o zaman Allah'ın size emrettiği yerden onlara gidin. Her halde
Allah hem çok tevbe edenleri sever, hem çok temizlenenleri sever.» (Bakara: 219 - 220 - 222)
Bir olay veya soru olmaksızın nazil olan ahkâm
âyetleri azdır. Bu nedenledir ki ahkâm âyetlerini açıklayan müfessirler
umumiyetle bunların nüzul sebebini beyan ederler. Nüzul sebebini beyan
etmedikleri ahkâm âyeti pek azdır. [8]
Daha Önce Kur'ân'm inişi İçin Mekkî ve Medenî diye iki
devre bulunduğunu söyledik. Gerek Mekkî ve gerekse Medenî âyetlerde bulunan
özellikleri bilen okuyucular, hangi âyetin Mekkî ve hangi âyetin Medenî
olduğunu bilebilirler.
1. Mekkî
âyetler umumiyetle kısa, Medenî âyetler ise uzundur. Bunu şu şekilde
isbatlıyabiliriz :
Medenî sûrelerin toplamı Kur'ân-ı Kcrİm'İn 11/30 unu
teşkil eder. Bu sû-relerdeki âyetlerin sayısı ise i 456 adet olup, toplam
âyetlerin 1/4 ünden biraz fazladır. Bununla Medenî âyetlerin daha uzun olduğu
anlaşılır. ,
kad samıa cüzünün tamamı Medenî olup, 137 âyetten
ibaret iken, tamamı Mekkî olan tebareke cüz'ünün 431 âyet ve keza tamamı Mekkî
olan amme cüz'ünün 570 âyet oluşları da Medenî âyetlerin uzunluğunu gösterir.
Mekkî ve Medenî cüzlerin mukayesesi neticesinde
belirttiğimiz neticeye varıldığı gibi, Mekkî ve Medenî olup, aynı uzunlukta
olan iki sûrenin karşılaştırılması halinde de aynı neticeye varılır. Meselâ :
Yarımşar cüz'den ibaret «En-ffil» ve «Şuarâ» sûrelerinden Medenî olan «Enfâlı
75 âyetten ibaret iken, Mekkî olan «Şuarâmın âyet sayısı 227 dir.
Bu özelliği taşımayan âyetlere nadiren rastlanır.
2. Medenî
âyetlerde genellikle hitap «Ey iman
edenler» şeklinde olup, nadiren «Ey naşı tâbirine rastlanır. Mekkî âyetlerdeki
hitap şekli ise tamamen bunun aksinedir. Yani genellikle t Ey nas* diye hitap
edilir. Mekkî sûrelerde «Ey iman edenler» tâbirine rasüarmyoruz. Fakat Medenî
sûrelerde «Ey nas» hitabına yedi yerde rastlanır.
1) Bakara 21, 2) Bakara 168, 3) Nisa 1, 4) Nisa 133,
5) Nisa 1V0, 6) Nisa 174, 7) Hucurat 13.
3. Mekkî
âyetler lslâmiyetin ilk amacı durumunda olan; Tevhid, Cenab-ı Allah'ın
varlığını ishatlayan deliller, azabından korkutma, âhiret gününün vasıflandırıl
ması ve korkunç durumları ile nimeJeri ve Peygamberin, ikmali için gönderildiği
güzel ahlâka teşvik konularını işler. Ayrıca geçmiş peygamberlere muhalefet
eden muasır milletlerin uğramış oldukları vahim akıbetleri ibret verici
dersler mahiyetinde zikreder.
Ahlâmla ilgili âyetlerin çoğu Medenîdir.
Kur'ân'da bulunan konular üç grup halinde
düşünülebilir.
1.Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine,
âhiret gününe imanla ilgili âyetler. Bunlar usulü din ve kelâm ilmî
konularıdır.
2.Duygu, düşünce, niyet ile durum ve davranışlara
ilişkin îslâmî ahlâk kurallarına teşvik
edici mahiyetteki âyetler. Bunlar
ahlâk ilmi bahisleridir.
3. Emirler, nehiler, mubah gibi mükellefin fiilleri ile
ilgili âyetler. Bunlar fıkıh konulandır. [9]
Kur'ân insanların durumunu ıslâh için indirildiğini
ilân etmiştir. Bunun için pek çok
emirler ve yasaklar taşımaktadır.
(16) «...O, kendilerine iyiliği emrediyor, onları
kötülüklerden nehy ediyor, onlara (nefislerine haram kıldıkları) temiz şeyleri
helâl (helâl kıldıkları) murdar şeyleri de üzerlerine haram kılıyor...» (Araf:
157)
Teşri'de üç prensibe riayet edilmiştir:
1. Güçlüğün
olmaması,
2. Tekliflerin
az kılınması,
3. Teşri'de
tedriç. [10]
İslâm teşriinin bu prensip üzerine kurulduğunun
delilleri çoktur. Bunlardan birkaç tanesini sıralayalım:
(17) «...Onların ağır yüklerini, sırtlarında olan
zincirleri indiriyor O.» (Araf: 157)
(18) «Allah hiç
bir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yükle-mez...» «...Ey rabbimiz bizden
evvelki (ümmet)!ere yüklediğin gibi üstümüze ağır bir yük yükleme. Ey
Rabbimiz, takat geiiremiyeceğimizi bize yükleme...» (Bakara: 286)
(19) «...Allah size kolaylık diler. Size güçlük
istemez» (Bakara: 185)
(20) «...Din (İşlerin)de üzerinize hiç bir güçlük
de yükîemcdi. .. (Hacc: 78)
(21) «Allah (ağır
teklifleri) sizden hafifletmek ister. (Zaten) insan da zaif olarak
yaratılmıştır.» (Nisa: 28)
(22) «..Allah
sizin üzerinize bir güçlük yapmayı dilemez...» (Mai-de: 6)
•Ben dosdoğru ve tolâranslı din ile gönderildim.»[11]
Ayrıca şemaili şerifesinde belirtildiği gibi,
.Resûlüliah iki durum arasında mu-ayyer kılınınca günah olmadığı müddetçe en kolayını
seçerdi.» Bu hususta dana pek çok âyet
ve hadîs vardır.
Fıkıhçılar bu prensibi Şari'i Hakimin itibar ettiği
esaslardan sayarak onunla birçok hükümler çıkarmışlardır. Bu nedenle güçlüğün
olmayışı teşriin kesin prensiplerindendir. Yolcunun oruç tutmaması, abdest
yerine teyemmüm etmek, haram olan bir şeyin zaruret halinde helâl kılınması
gibi... ruhsat denilen kolaylıklar bu prensibe dayanmaktadır. [12]
Bu prensip «güçlüğün olmayışı» prensibinin ayrılmaz
bir neticesidir. Çünkü tekliflerin çokluğunda güçlük vardır. Kur'ân'la meşgul
olanlar ondaki, emir ve yasakları görüp bu prensibi müşahade ederler. Zira bu
emir ve yasakların kısa zamanda öğrenilmesi mümkün ve uygulanması kolay olan ve
Kurân’a sarılmak isteyenlerin zorluk çekmemeleri için gayet veciz ve özlü
olduğunu görürler.
(23) «Ey iman
edenler, Allah'ın affettiği şeyleri — ki eğer size açıklanırsa ve siz bunları
Kur'ân inerken sorupta hükmü kendinize izhar edilirse fenanıza gidecektir—
Sormayın. Allah çok yarhğayıcıdir, cezada da aceleci değildir.»
•Sizden evvel de bir kavm onları sordu da sonra o
yüzden kâfir oldular.» (Maide: 101-102)
Bu âyet tekliflerin azlığı prensibine delâlet eder.
Ayette sorulması yasaklanan meseleler Allah tarafından yasaklanmamış olan ve
insanların serbest bırakıldıkları hususlardır. Bu hususları peygambere sormak
haram kılınmalarına sebebiyet verir.
Resulüllah haccın farz kılındığım bildirdiği esnada:
«Her yıl mı?» diye sorulunca; şu hadîsi buyurdular:
«Eğer evet deseydim her ytl farz olurdu. Ben sizi
bıraktığım müddetçe beni bırakınız. Zira sizden öncekiler peygamberlerine çok
soru sormaları ve onlara muhalefetleri yüzünden helak oldular.»[13]
«Müslümanlar içerisinde en büyük suçlu o kimsedir ki,
Müslümanlara haram olmayan bir şey sorar ve sormasından dolayı o şey haram
kılınır.»[14]
«Gerçekten Allah bir takım ibadetleri farz kıldı.
Onları zayi etmeyiniz. Bir takım sınırlar çizdi, onlnn tecavüz etmeyin. Bazı
şeyleri haram kıldı, onları işlemeyiniz. Ve size olan merhameti dolaysiyle
bilerek bazı şeyler hakkında şer'i hüküm indirmedi, bunlardan bahsetmeyin.»[15]
Sünnet bölümünde Kur'ân'ia olan ilişkisi bahsinde daha
açıklayıcı bilgi verilecektir. [16]
.
Resûlüllah, ArapJarda birçok âdetlerin kökleştiği bir
ortamda geldi. Bu âdelerin bir kısmı ümmetin oluşumuna zararlı olmadığı için
kalabilirdi. Fakat zararlı olanlar da vardı. Kanun vazu toplumu bu nevi zararlı
geleneklerden u?ak tutulmasını irade eyledi. Ancak kesin hükmün konulması yolunda
azar azar uzaklaştırma metodunun hikmetlere
binaen tatbik edildiğini görüyoruz.
Bu husustaki hükümleri tetkik edenler sonradan gelen
bir hükmün bir önceki hükmü iptal mahiyetinde olmadığını, ancak bu metodun
uygulanmasının icabı olduğunu göreceklerdir. Bu keyfiyet aşağıda vereceğimiz
örnekle açıklığa kavuşur.
Araplar arasında kökleşmiş alışkanlıklardan olan içki
ve kumardan ResûUiî-lan a soru sorulunca aşağıdaki âyetle cevap verdi:
(24) «...Onlarda
hem büyük günah, hem insanlar için faydalar vardır. Günahları ise
faydalarından daha büyüktür.» (Bakara: 219)
Ayette içki ve kumardan yekinilme isteği
belirtilmemekle beraber teşri sırrına vakıf olan bilginler bunlardan
çekiniîmesine ima edildiğini anladılar. Zira günahı menfaatmdan çok olan bir
şeyi işlemek haramdır. Yoksa tamamen şer olan yani hiç menfaati olmayan bir
fiil bulunamaz. Bir şeyin helâl veya haram kılınmasında teşriin dönüm noktası;
hayır ve şerrin çokluğu- ve azlığıdır.
Sarhoşluk yüzünden şuurunu kaybedenlerin
söylediklerini bilinceye kadar namaza yaklaşmaları, bir müddet sonra aşağıdaki
âyette kesinlikle yasaklanıyor.
(25) «Ey iman
edenler, slı, sorhoşken ne söyleyeceğinin! bilinceye kadar namaza yaklaşmayın.»
(Nisa: 43)
Bu yasak birinci âyetin hükmünü iptal etmez, bilâkis
teyid eder. Bundan da bir müddet sonra inen şu âyetle içki ve kumar kesinlikle
yasaklanıyor.
(26) «Ey iman
edenler, içki, kumaş, (tapmaya mahsus) dikili taşlar, fal okları ancak şeytanın
amelinden birer murdardır. Onun için bun (lar) dan kaçının ki muradınıza
eresiniz.»
Şeytan, içkide ve kumarda ancak aranıza düşmanlık ve
kin düşürmek, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık siz (hepiniz)
vaz geçtiniz değil mi?» (Maide: 90 - Öl)
Teşrideki tedriç prensibi üzerine diğer bîr temele
rastlanır. O da önce icmal sonra tafsilât metodudur. Bu durum Mekkî teşri ile
Medenî teşriin karşılaştırılmasında açıkça görülür. Çünkü Mekkî teşri nadiren
tafsilâtlı hükümlere
temas eder.
Genellikle mücmeldir. Medenî teşride ise, Mekkî teşrie nazaran pek çok
tafsilâtlı hükümlere yer verir.
Özellikle muamelâta dair Medenî âyetlerde tafsilât
durumu apaçık görülür. Bu nedenle şer'i hükümlerin çıkarıldığı âyetlerin çoğu
Medenîdir. Allah'ın İsmi anılmadan kesilen hayvanların etinin haramliğı gibi
tevhid akidesini koruyucu bazı hükümler dışında Mekkî âyetlerde tafsilâtlı
hükümlere rastlanmaz. [17]
(27) «Hepiniz,
toptan sımsıkı Allah'ın ipine sarılın. Parçalanıp ayrılmayın...» (Âl-i tmran:
103)
Kur'ân, dinin esası ve kendisine sarılmakla emroîunan
Allah'ın muhkem ipidir. Kur'ân'ın dinin temeü oluşu, bir delil ile isbata
muhtaç olmayan zaru-râd diniyyeden olduğu için bunun üzerinde durmayacağım.
Ancak burada açıklanmasını gerekli gördüğüm ve okuyucuyu uyarmak lüzumunu
hissettiğim husus var, o da;
Sonradan gelen ilâhı bir teklif ile önceden gelen
ilâhî bir teklifin iptal edilip edilmemesi meselesidir. Başka bir deyimle
Kur'ân da mensuh olup amel edilmesi gereği kaldırılan âyetlerin bulunup
bulunmaması meselesidir.
Kur'ân, açık hükümlerine sarılmak mecburiyeti olan
kesin delil ve dinî kaynak olduğu ve onûnîa amel edilmesi zorunluluğu sabit
olduğuna göre bu önemli mesele hakkında konuşmak isteyen kimsenin görüşünü
isbatlayıcı kat'î delil göstermesi gerekir. Ben bu meseleyi gereği kadar izah
etmek isterim. Allah'ın inayetiyle muvaffak olacağımı umarım. [18]
Nesih, fıkıhçıların İstılahında iki manaya gelir..
1) önce gelen
bir nasdan (Ayet-Hadîs) çıkarılan şer'i bir hükmün bilâ-here gelen diğer bir
nass ile iptal edilmesidir. Meselâ :
•Sizi kabirleri ziyaret etmekten men etmiştim. Bundan
böyle ziyaret ediniz, (veya edebilirsiniz)»[19]
İlk nass kabir ziyaretini yasaklar.İkinci nass
ise bu yasağı kaldırır ve onun
yerine kabir ziyaretini mubah veya sünnet kılar.
2) A) önceki nassın şümulünün kaldırılması : Buna
iki örnek verelim :
(28) I. «Boşanmış
kadınlar kendi kendilerine üç hayız ve temizlenme müddeti beklerler
(beklesinler)...» (Bakara;228)
(29) «...Mümin
kadınları nikahlayıp da sonra, kendilerine dokunmadan onları boşadığımz zaman
sizin için üzerlerine sayacağınız bir iddet yoktur...» (Ahzap: 49)
Birinci nass; kocası ile cinsî teması olan veya
olmayan boşanmış bütün kadınları kapsamına almakla umumîdir.
İkinci nass; kocası ile cinsî teması olmadan boşanan
kadınlar'a Özel bir hüküm getirir.
(30) II.«Namuslu
ve hür kadınlara (zina isnadı ile) iftira atan, sonra (bu bapta) dört şahid
getiremeyenk[20] inıseler(in
her birine)de seksen deynek vurun...» (Nur: 4)
(31) «Zevcelerine
zina isnad eden ve kendilerinin kendilerinden başka şahidleri de bulunmayan
kimscler(e gelince:) onlardan her birinin (yapacağı) şabidlik kendisinin
hakîkaten sadıklardan olduğunu Allah'a yemin (ile) dört (defa ifade ve tekrar
edeceği) şahidliktir.» (Nur : 6)
Birinci nass; kadınları zina ile itham edenleri, kim
olursa olsun yani ka-dmın kocası oîsun
olmasın hepsini kapsamına alır.
İkinci nass ise, İtham edilen kadınların kocaları için
özet bir hüküm gc-tİrerck beş defa yemin etmelerini dört şahit yerine saymak
hükmünü koymaktadır. Bu yeminlerden sonra itham edilen kadın beş defa yemin
etmek suretiyle zina haddinden kurtulma hakkına kavuşturulmaktadır.
2) B) Kayıtsız
nassın kayıtlanması : Buna da bir Örnek verelim :
(32) «Ölü
(boğazlanmıyarak Ölen hayvanın eti) ve kan üzerinize haram edilmiştir...» (Maide: 3)
(33) De ki: «Bana
vahyolunanlar arasında, yiyen bir kimsenin yiyeceği içinde (Sizin haram
dediklerinizden böyle) haram edilmiş bir şey bulmuyorum. Yalnız gerek ölü,
gerek dökülen kan...» (En'âm: 145)
Birinci nass; her çeşit kanı haram kılar. İkinci nass
ise sadece mcsfuh (akıtılan) ı haram kılar, bunun dışındaki kanlan mubah
kılar. Böylece kayıtsız olan birinci nass'ı kayıtlamış olur.
Yukarıda tarif ettiğimiz ve örneklerini verdiğimiz
neshin ikinci çeşidi ittifakla Kur'ân'da vardır.
Kapsamı geniş veya kayıtsız olan nassların, kapsamı
dar veya kayıtlı olan nasslardan önce veya sonra gelmiş olması veyahut sonra
gelen nassın önce gelen nassm hemen akabinde veya aralıklı gelişi neticeye
tesir etmez.
Fıkıhçıîarın bir kısmı bir nassın kapsamının diğer bir
nass ile daraltılmasına «tahsis», bazıları da «nesli» demişlerdir. Keza bir
nassın kapsamının diğer bir nass ile kayıtlanmasına «takyid» ve bazıları nnesh» demişlerdir.
Bu deyimler bizce önemli değildir. Takyid, tahsis veya
nesh terimlerinden hangisini kullanırsak kullanalım; Şcr'i hükümleri taşıyan
nassların iptal edilmemiş olması bizim için kâfidir. Çünkü bu gibi nassların
kapsamını daraltan veya kayıtlayan nassların taşıdığı hükümler dışında kalan
meseleler hakkında hükümleri yürürlüktedir. Bu durum yani bir nassın diğer bir nass
ile takyid veya tahsisi teşri hususunda önceden belirttiğimiz tedriç metodunun
bir nevi uygulanmasıdır.
Netice itibarı ile din tamamlandığı ve bir bütün
halinde ele alındığı zaman umumî veya kayıtsız nass ile onları takyid veya
tahsis eden nasslar tek b'r nass halini almaktadır. Böylece ikinci nassın hükmü
istisnaî bir mahiyet taşır.
Kur'ân, bir bütün halinde olduğu için nasslarm
hangisinin önce ve hangisinin sonra geldiğini belirtmeye önem vermemiştir.
Aynı zamanda ashab-ı kiram da bu hususun bilinmesine
ehemmiyet vermemişlerdir.
Birinci çeşit nesh yani şer'i hükmü iptal edilmiş bir
nassın, daha uygun bir deyimle hüküm süresi sona ermiş ve sadece tilâvet
edilmesi durumu kalmış olan bir nassın Kur'ân'da varlığı inceleme konusudur.
Çünkü sonradan gelen bir nassm önceki nassı iptal etmesi İki durumdan biri İle
mümkündür:
1- Sonraki nassm önceki nassı iptal ettiğini belirtmesi,
2- Bir nassm
diğer bir nass ile takyidi veya tahsisi suretiyle dahi olsa aralarında mevcut
tenakuz (çelişki) un kaldıniamıyacak durumda olması. Başka bir deyimle
telâfisi imkânsız bir çelişkinin iki nass arasında bulunması.
Kur'ân'da bu durumda nasslar var mıdır?
Birinci duruma üç yerde rastlanır. Bunlar Kur'ân'da
mensuh âyetlerin varlığını söyleyen cumhurun görüşünü teyid eder. Bu yerler:
a) (34) «Ey iman
edenler, (Harb eden) bîr (düşman) topluluğuna çattığınız vakit sebat edin...»
(Enfal: 45)
Cenab-ı Allah bu âyette müminlerin düşmanla
karşılaşmaları halinde sebat göstermelerini
emretmektedir.
Ayet-i kerimeye göre; şartlar ne olursa olsun
düşmanlar sayı ve kuvvetçe Müslümanlardan ne kadar üstün olurlarsa olsunlar
Müzminlerin kayıtsız şart--sız direnmeleri gerekir. Oysa bunun güçlüğü
meydandadır. Mü'minlerin mükellef tutuldukları direnmek için bir sınır koymayı
dileyen Allah, bu hususta aralıklı olarak aşağıdaki âyetleri inzal
buyurmuştur:
(35) «Ey
peygamber, Mü'minleri harbe teşvik et. Eğer içinizden sabru sebata malik yirmi
(kişi) bulunursa onlar îkiyüzc galebe ederler. Eğer sizden yüz (kişi) olursa
kâfirlerden binini yener. Çünkü onlar anlamazlar güruhudur.»
«Şimdi Allah sizden (yükü) hafifletti. Bildiki sizde
muhakkak bir za'f vardır. O halde eğer içinizden (azimli) sabırlı yüz (kişi)
olursa ikiyü-zü yenerler. Eğer sizden bin (kişi) olursa iki bine galebe çalarlar.
Allah'ın izni ile. Allah sabru sebat edenlerle beraberdir.» (Enfal: 65 - 66)
Birinci âyet Müslümanların dinî duygularım
canlandırmak, savaş için gerekli cesaret ve gayretlerini alevlendirmek gayesi
ile İslâm ordusunun kendilerinden on kat dahi üstün olandüşmanlannı
yenebileceğini haber vermek suretiyle zımnen direnmeyi bu sınıra bağlamıştır.
Hafifletme. haberi ile başlayan ikinci âyette ise
direnme sınırı on kattan zımnen iki kata indirilmiştir. Ayette ayrıca yapılan
tahfifin sebebinin Müslümanlarda beliren zafiyet olduğunu açıklar.
Fıkıhta şer'i bir hüküm, geçici bir mazeret
dolayısiylc diğer bir şcr'İ hükümle hafifletilir. Fıkıh istilâhatmda birinci
hükme azimet, ikinci hükme ruhsat denir. Meselâ: Her abdest alışta ayakların
yıkanması farz okluğu hakle mest giyen kimsenin ayaklarını yıkamadan mest
üzerine mesh etmesi gibi. Burada ayakların yıkanması azimet, mesh etmek
ruhsattır.
Eğer ikinci âyetin birinci âyete nisbetinin, ruhsatın
azimete nisbeti mahi? yetinde olduğunu söylersek Müslümanlarda beliren zaaf
halinde direnme sınırı, düşman kuvvetinin iki kat olmasıdır. Bu mazeret (zaaf)
in kalkması halinde direnme sının on kata yükselir.
Birinci nassta Müslümanların sabırla vasıflanmış
olması bu âyetlerin ruhsat ve azimet durumunu teyid etmektedir.
Maddî ve manevî kuvvetlerin şart olduğu sabrın
müzminlerde bulunması halinde azimet durumunda olan birinci hüküm uygulanır.
Sabrın zedelenmesi ve zaafı halinde ruhsat durumunda olan İkinci âyetin hükmü
uygulanır.
Buraya kadar izahına çalıştığımız ihtimale göre
(ruhsat, azimet) birinci nass mensuh durumunda değildir. Şayet nassın hükmü
zaaf haline münhasır olmayıp umumî olduğu ihtimalini kabullenirsek birinci
nassm hükmü mensuh olmuş olur. Bu ihtimal zayıftır.
b) (36) «Ey
(esvabına) bürünen (Habiîıim) gece(nin) birazından gayri (saatlerinde) kalk.
(gecenin) yarısı miktarca. Yahut ondan birazım eksilt. Yahut (o yarının)
üzerine (ilâve edip) arttır. Kur'ân'i da açık açık, tane tane oku. Hakikat biz
sana ağır bir söz vah yediyoruz. Gerçek, gece (yatağından ibadete) kalkan neft
(yok mu?) o hem uygunluk itibarı ile daha kuvvetlidir, hem kıraatçe daha
sağlamdır. Çünkü gündüz, senin için uzun bir meşguliyet var.» (Müzemmil: 1-7)
(37) «Şüphe yok
ki Rabbin senin, gecenin üçte ikisinden biraz eksik, yansı, üçte bîri kadar
ayakta durmakta olduğunu ve senin maiyyetin-de bulunanlardan bir zümrenin de
(böyle yaptığım) biliyor. Geceyi gündüzü Allah saymaktadır. O, sizin
sayamıyacağınizi bildiği için size karşı (ruhsat canibine) döndü. Artık Kur'ân
kolay gelenifne ise onu) okuyun. Allah muhakkak bilmiştir ki içinizden
(hasta(lanan)lar olacak, diğer bir kısmı Allah'ın fazlından (nasiyp) aramak
üzere yer(yüzün)de yol tepecekler, başka bir takımı da Allah yolunda
çarpışacaklardır. O halde ondan (Kur'ân'dan size) kolay.geleni okuyun. Namazı
dosdoğru kılın. Zekatı verin. Allah'a gönül hoşluğu ile ödünç verin. Önden
nefisleriniz için ne hayır gönderirseniz onu Allah nezdinde bulursunuz, (Hem)
bu, daha hayırlı, sevapça da büyük olmak üzere. Allah'tan mağfiret isteyin.
Şüphesiz ki Allah (mü'minleri) çok yarhğayıcı, çok esirgeyicidir.» (Müzzemmil: 20)
îlk âyetler yaklaşık oiarak gecenin yansını ibadetle
geçirmeyi sebebini belirtmek suretiyle istemekte ve hitap Peygambere tevcih
edilmektedir.
İkinci âyet ise Peygamberin birinci âyetle mükellef
olduğu teheccüd görevini ifa ettiği ve bir grup mü'minSerin de bu şekilde
gecelerini' ibadetle ihya etliklerini belirttikten sonra mü'minlcr arasında
âyetle belirtilen üç sınıfın ileride teşekkül edeceği cihetle birinci âyette verilen emrin hafifletilme hükmünü
getirir. Getirilen yükümlülük ise Kur'ân'dan
bir miktarı okumaktır.
Yukarıda belirtilen durum muvacehesinde birinci âyetin
emri Peygambere münhasır olup, bazı sahabenin tehcccütc kalkışı mükellef
olduklarından dolayı olmayıp, sırf Peygambere ittiba için okluğu yorumu kabul
edilir. Ve ikinci âyette hükme bağlanan hafifletme işi belirtilen sebeplerle
sahabelere inhisar ettirilirse birinci âyetin hükmü mensuh değildir.
Bilâkis Resûlüllah'a göre hükmü bakidir. İbni Abbas bu
görüştedir. Diğer taraftan birinci âyetin hükmü umumî ve ikinci âyetteki
hafifletme işinin umumî (Peygamberi ve bütün mü'minleri kapsar) olduğunu
söylersek birinci âyet mensuh olur.
c) (38) «Ey iman
edenler. Siz Peygambere mahrem bîr şeyi arzetmek istediğiniz vakit (bu) mahrem
konuşmanızdan evvel sadaka verin. Bu sizin için daha hayırlı, daha temizdir.
Eğer bulamazsanız şüphe yokki Allah çok yarlığayıcı, çok esirgeyicidir.»
(Mücadele: 12)
(39) «Mahrem
konuşmanızdan evvel sadakalar vereceğinizden korktunuz mu?. Çünkü işte
yapmadınız. (Bununla beraber) Aliah sizin tövbelerinizi kahul etti. O halde
dosdoğru namazı kılın. Zekatı verin. Allah'a ve Peygamberine (diğer emirlerinde
de) itaat edin. Allah, ne yaparsanız hak-kıyle haberdardır.» (El-Mücadele: 13)
Birinci âyet Resûİüllah'a mahrem bir iş için müracaat
etmek isteyenlerin önce sadaka vermelerini gerekli kılar. İkinci âyet bu
gerekliliği kaldırır. Ancak kaldırdığını
tasrih etmez.
Bir nassm hükmünün sonradan gelen diğer bir nass ile
iptal edümiş olduğu muhtemel olan üç yeri belirtmiş olduk. Bildiğiniz gibi bu
üç yer Kur'ân'-da neshin mevcudiyetini kesinlikle isbatiamaz.
İkinci durum, yani Kur'ân-ı Kerim'de herhangi bir
yorumla bile kaldırılması imkânsız bir çelişkinin iki âyet arasında bulunması
ve bu yüzden birU sinin diğerini nesh ettiğini söylemek Kur'ân'ın azametiyle
kabili te'lif değildir. Esasen Kur'ân'da bu durumda olan âyetlere kolay kolay
rastlanamaz. Bu nevi mensuh âyetlerin bulunabileceğini söyleyenler olduğu gibi,
katiyyetle reddedenler de vardır.
Reddedenlerden Ebu Müslim-i îsfahanî'nin bu konuda
görüşünü ve sözle- ' rini Jefsirinde nakleden Fahruddin-i Râzi de aynı görüşü
savunur. [21]
Kur'ân bu iki hususta belli bir üslûba bağlı
kalmamıştır. Yapılan etüd ticesinde rastlanan değişik üslûpları önünüze sermeyi
faydalı buldum. [22]
Kur'ân'da talep hakkında kullanılan üslûplar:
1. Açık emir:
(40) Şüphesiz ki
Allah adaleti, iyiliği, hususiyle) akrabaya (muhtaç oldukları şeyleri) vermeyi
emreder...» (En-Nahl; 90)
41) «Şüphesiz ki
Allah size emanetleri ehil (ve erbab)ina vermenizi, insanlar arasında
hükmettiğiniz zaman adaletle hükmeylemenisi emreder...» (En-Nisa: 58)
2) Muhataplara
bir şeyin yazıldığının (farz kılındığının) bildirilmesi:
(42) «...Maktuller hakkında size kısas (misilleme) yazıldı,
(farz edildi)...» (Bakara: 178)
(43) «Sizden
birinize ölüm gelip çattığı vakit —eğer
mal bsraka-caksaniz— sîze vasiyet
yazıldı...» (Bakara:180)
(44) «...Sizin üzerinize de oruç yazıldı, (farz
edildi.)--* (Bakara: 183)
(45) «...Onların
(yeni bîr âdet olmak üzere) ihdas ettikleri ruhbanlığa (gelince) onu
üzerlerine biz farz etmedik...» (EI-Hadid: 27)
(46) «...Üzerinize Allah'ın farzı olarak
(yazılmıştır.)...» (Nisa: 24)
(47) «...Çünkü namaz mâ'minler üzerine vakitleri
belli bir farz olmuştur.» (Nisa: 103)
3) Bir işin
bütün İnsanlara veya belirli bir zümreye yüklenmiş olduğunun haber verilmesi:
(48) «...Ona bir yol bulabilenlerin (gücü
yetenlerin) Beyti hacc (ve ziyaret) etmesi Allah'ın insanlar üzerinde bir
hakkıdır...» (ÂM lmran :97)
(49) «...Onların
(annelerin) ma'ruf veçhile yiyeceği, giyeceği; çocuk kendisinin olan (babaya)a
aittir... Mirasçıya düşen (vazife)de bunun gibidir...» (Bakara: 233)
(50) «Boşanan
kadınların da meşru suretle faidelenmeleri haklarıdır ki, bu, Allah'tan
korkanlar için bir vazifedir.» (Bakara: 241)
4) Talep edilen
işin kendilerinden iş istenenlere yüklenmesi :
(51) «Boşanmış
kadınlar kendi kendilerine üç hayız ve temizlenme müddeti beklerler
(beklesinler)...» (Bakara:228)
(52) «İçinizden
ölenlerin (geride) bıraktıkları zevceler kendi kendilerine dört ay on (gün)
beklerler...» (Bakara:234)
Bu üslûpta bazen talebi teyid eden ifadeler bulunur.
Bazen de talebin gerekli olmadığına delâlet eden cümlelere rastlanır.
Aşağıdaki âyet bu nevidendir:
(53) «Anneler
çocuklarını iki bütün yıl emzirîrler. (Bu hüküm) emmeyi tamam yaptırmak
isteyen(ler) içindir...» (Bakara: 233)
5) Kuruluşu
İtibarı ile istek için olan ve Arapça gramerinde emr-i hazır ve emr-billâm
denilen kelime ile talep :
(54) «Namazlara
ve orta namaza (vakitlerinde rükünleri ve şartları ile) devam edin. Allah'ın
(divanına) tam huşu ve taatle durun.» (Bakara : 238)
(55) «Sonra
kirlerini gidersinler. Adaklarım yerine getirsinler ve o Beyt-i atıki tavaf
etsinler.» (EI-Hacc: 29)
6) Farz
deyiminin kullanılması:
(56) «Öbür
(mü'tnin) Itrin zevcclorî ve sağ ellerinin malik oldukları (cariyeleri)
hakkında uhdelerine ne farz; etmiş olduğumuzu bildirdik...»» (El-Ahzab: 50)
7) Bir işin bir
şarta bağlanması: (Bu üslûp umumî değildir.)
(57)
«...Fakat (her hangi bir sebeple
bunlardan) alıkonursamz o halde kolayınıza gelen kurban (ı
gönderin)...» (Bakara: 196)
(58) «...Artık
içinizden kim hasta olur, yahut başından bir eziyeti bulunursa ona oruçtan, ya
sadakadan yahut da kurbandan (biri ile) fidye (vacip olur)...» (Bakara: 196)
(59) «Eğer (borçlu) darlık içinde bulunuyorsa ona
geniş bir zamana kadar mühlet (verin)...» (El-Bakara : 280)
8) Bir fiilin
hayır ile birlikte bulunması:
(60) «Bir de sana yetimleri sorarlar. De ki: Onları
yarar ve iyi bir hale getirmek hayırlıdır...» (Bakara: 220)
9) Bir işin mükâfatla birlikte kullanılması:
(61) «Kimdir o ki Allah'a güzel bir ödünç versin
de (Alah'da) onu kat kat, bir çok arttirsın?..,» (Bakara: 245)
10) Bir işin iyilik İle veya İyiliğe vesile
olmakla vasıflanması :
(62) «...Fakat birr (taat) Allah'a iman eden...»»
(Bakara: 177)
(63) «Siz,
sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcaymeaya kadar asla iyiliğe ermiş
(birr-ü taat etmiş) olmazsınız...» (Âl-i İmran: 92) [23]
Kur'ân bu hususta çeşitli üslûplar kullanmıştır.
1) Açık nehiy (Yasaklama) :
(64) «... Taşlan
kötülük(Ier)den, münkerden, zulm ve tecebbürden nehy eder...» (En-Nahl: 90)
(65) «Allah, sizi
ancak sizinle din muharebesi yapmış, sizi yurtlarınızdan çıkarmış ve
çıkarılmanıza arka çıkmış olanlara dostluk etmenizden men eder...»
(El-Mümtehıne : 9)
2) Haram Kılmak:
(66) De ki:
«Rabbim ancak hayasızlıkları, onların açığını, gizlisini, bununla beraber (her
türlü) günahı, haksız isyanı, Allah'a hiçbir zaman bir burhan indirmediği her
hangi bir şey'i eş tutmanızı, Allah'a bilemeyeceğiniz şeyleri isnad etmenizi
haram etmiştir.» (El-Araf: 33)
(67) De ki:
«Gelin, üzerinize Rabbinizin neleri haram ettiğini ben okuyayım...» (El-En'am:
151)
(68) «...Bu
(suretle evlenmek) Mü'minler üzerine haram kılınmıştır.» (Nur : 3)
3) Helâl Olmamak:
(69) «...Kadınlara zorla mirasçı olmanız ve onları
- tazyik etmeniz helâl olmaz...» (Nisa: 19)
(70) «...(Ey
zevçler) onlara (kadınlara) verdiğiniz bir şeyi (mehri geri) almanız size helal
olmaz. Meğer ki erkekle kadın Allah'ın sınırlarını (evlilik haklarını) ayakta
tu t amıyac akların dan korkmuş (ümitlerini kesmiş) olsunlar...» (Bakara: 229)
-
(71)
«...Allah'ın, kendi rahimlerinde yarattığını (söylemeyerek) gizlemeleri onlara
helal olmaz...» (Bakara: 228)
4) Nehy
(yasaklamak) için kurulan fiil : (Ehlinin bildiği gibi bu fiil iki çeşittir ;
a) Nehy filleri, b) Emir vezninde olduğu halde nehy anlamım taşıyan fiiller.
a- şıkkına bir, b- şıkkına iki Örnek :
(72) «Yetimin
malına, rüşdünc erişineeye kadar, o en güzel olanından başka bîr suretle,
yaklaşmayın...» )El-En'âm: 152)
73) «...Onların ezalarına (şimdilik)
aldırış etme...» (Ahzab: 48)
(74) «Günahın
açığa çıkanım da, gizli kalanım da bırakın...»
(El-En'am : 120)
5) Bir işin
iyilik olmadığı:
(75) «(Namazda)
yüzlerinizi doğu ve batı yönüne döndürmeniz: birr (taat bu) değildir...»
(Bakara: 177)
(76) «...îyilik
ve taat, evlere arkalarından gelmeniz değildir...» (Bakara : 189)
6) Bir işin
olumsuz ifade edilmesi:
(77) «...Vaz
geçerlerse artık zalimlerden başkasına hiç bîr husumet yoktur.» (Bakara : 193)
(78) «...îşte
kını onlarda (o aylarda) Haccı (kendine) farz eder (ihrama girer) se artık
haccda kadına yaklaşmak, günah yapmak, kavga etmek yoktur...» (Bakara: 197)
(79) «...Ne bir
anne çocuğu yüzünden, ne de bir çocuk kendisinin olan (bir baba) çocuğu sebebi
ile zarara sokulmasın...» (Bakara: 233)
7) Bir işin
günah kazandırması ile birlikte zikredilmesi:
(80) «Artık kim bunu
(ölünün bu vasiyyetini) işittikten sonra onu teb-dİl ederse her halde vebalı
onu değiştirenlerin üzerinedir...» (Bakara: 181)
8) Bir işin ceza
ile birlikte kullanılması:
(81) «...Altını
ve gümüşü yığıp ve biriktirip de onları Allah yolunda harcamayanlar (yok mu?)
işte bunlara pek açıklı bir azabı muştula.» (Tevbe: 34)
(82) «Riba (faiz)
yiyenler kendilerini şeytana çarpmış (birer mecnun) dan*başka bîr halde
(kabirlerinden) kalkmazlar...» (Bakara: 275)
9) Bir işin şer
sayılması:
83) «Allah'ın
fazl(u kereminden) kendilerine verdiğini (sarf-u in-fakta) cimrilik edenler
zinhar bunun, kendileri
çin bir hayır olduğunu sanmasm(lar). Bilakis bu, onlar
için bir serdir...» (ÂI-i İmran: 180) [24]
Bir işi yapmak ve yapmamak hususunda mükellefin
serbest kılındığına dair ifadelerde Kurân’ın değişik üslûpları vardır.
I) Helâl
deyiminin bir iş hakkında kullanılması:
(84)
«...Davarlar (m etleri) size helâl edildi...» (Maide: 1)
(85) «Kendilerine
hangi şey'in helal-edildiğini sana sorarlar: De ki: «Bütün iyi ve temiz
(nimetler) size helal edilmiştir.» Allah'ın size Öğrettiğinden Öğretip
(terbiye ederek) yetiştirdiğiniz avcı hayvanların size tutuverdiklerinden de
yeyin...» (Miade : 4)
(86) «Bu gün size
bütün iyi ve temiz (nimetler) helal kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin
yiyeceği sizin için helal olduğu gibi sizin yiyeceğiniz de onlar için
helaldir...» (Maide: 5)
II) Bir İşin
günah olmaması:
(87) «...Fakat
kim bunlardan yemiye muztar kalırsa (kimseye) saldırmamak ve haddi (ölmeyecek
miktarı) geçmemek şartı ile onun üzerine günah yoktur...» (Bakara: 173)
(88) «...Kim iki
günde («Mina» dan dönmek için) acele ederse üstüne günah yoktur. Kim de geri
kalırsa önada günah yoktur...» (Bakara : 203)
(89) «Bununla
beraber, kim vasiyyet edenin haksızlığa meylinden, yahut günaha gireceğinden
endişe edip de (alâkalılarını) aralarını
ona da hiç bir günah yoktur...» (Bakara: 182)
III) Bir işin sakıncalı
olmaması :
(90) «îman edip
de güzel güzel amel (ve hareket) lerde bulunanlar — (bundan sonra haram olan
şeylerden de) sakındıkları, iman (larında sebat ile) iyi iyi işlere devam
ettikleri, sonra (haram edilen şeylerden daima) sakınıp (haram olduklarına
iyice) inandıkları ve yine sakınmakta devam ve İsrar ile güzel işler (i arayıp
onlar) la iştigal eyledikleri takdirde— (haram kılınmazdan evvel)
tatdiklarında üzerlerine hiç bir suç yoktur...» (Maide : 93)
(91)
«...Bunlardan sonra ise birbirinize dolaşmanızda ne sîzin üzerinize, ne
onların üzerine bir vebal yoktur...> (Nur: 58)
(92) «Şüphe yok
ki «Safaa*> île «Merv'e» Allah'ın şeâirindendir. tş-te kim o «Beyt»i
(Kâbeyi) hacc veya umre (kasdı) ile ziyaret ederse bunları güzelce tavaf
etmesinde üzerine bir beis yoktur...» (Bakara: 158) [25]
Kur'ân, kulların mükellef oldukları çeşitli amelleri ihtiva
eder :
I) Allah ile
kul arasında olan muamelelerdir.
Bunlar da niyetsiz sahih olmayan
ibadetlerdir ki, namaz, oruç,
gibi bir kısmı sırf ibadettir.
Zekât gibi diğer bir kısmı da malî ve sosyal ibadettir. Diğer taraftan hacc gibi bazı ibadetler
bedenî, malî ve sosyaldir.
Bilindiği gibi bu dört ibadet
imandan sonra İslâm'ın esasını teşkil
eder.
11) Kulların yek
diğeri ile olan muameleleri. Bu da birkaç kısma ayrılır:
a) Savaş
gücünün temini ve gerektiğinde yapılacak
savaş ile İlgili hükümler.
b) Evlenme,
boşanma ve miras gibi fert, aile ve cemiyeti ilgilendiren ve islâm cemaatının
teşkili ile idamesinin (emini için konulan hükümler.
c) Satış ve
kira gibi muamelât adı verilen insanlar arasındaki alış verişlerle ilgili vaz
edilmiş hükümler.
d) Kısas ve had
gibi cezaya ait müeyyideler, ileride bunların izahları yapılacaktır. [26]
Birinci devir teşriin kaynaklarının Kitap ve sünnet
olduğunu belirtmiştik. Kitap hakkında genel bilgi verdikten sonra sünnet
hakkında umumî bilgi verelim.
Sünnetten maksadımız Peygamberimizin söz, fiil ve
takriri (Bir söz veya fiile karşı
susması) dır.
Şüphesiz Peygamber kendiliğinden bir şey yapmayıp,
Allah tarafından verilen emrin tebliğ
edicisi ve Kur'ân'ın
açıklayıcısıdır.
(93) «Ey
Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et...» (Maide : 67)
(94)
«...(Habibim) biz sana o Kur'ân'ı indirdik. Ta ki insanlara, ken dilerine ne
indirildiğini açıkça anlatasm ve ta ki onlar da iyice fikirlerini
kullansınlar.» (Nahil: 44)
Bu nedenle bazen Kur'ân'ın kasdettiği manayı sözle,
bazen fiille ve bazen söz ve fulle açıklardı. Meselâ; namaz kılardı ve :
«Beni namaz kılarken bildiğiniz gibi (siz de) namaz
kılınız [27]
Hacc ve umreyi yapardı ve:
« Nüsüklerinizi
(hacc ve umre yapılışını) benden alınız» [28] der.
Şu halde sünnet, Kur'ân'ın şerhi durumundadır.
Kapalısını açar, kayıtsızını kayıtlar, müşkilini (Peygamberden başkasınca
çözümü güç olanı) de yorumlardı.
Kur'ân'ın açık veya kapalı olarak delâlet ettiği
hususlardan başka ve onlardan ayrı düşecek hiç bir şey sünnette yoktur.
Kur'ân, sünnette bulunan hükümlere çeşitli yönlerden
delâlet eder. Bu yönlerden birkaçını sıralayalım :
1) Kur'ân'ın
sünnetle sabit olan bütün hükümlere umumî delâleti:
(95)
«...Peygamber size ne verdi ise onu alın, size ne yasak etti ise ondan da
sakının...» (Haşr: 7)
(96) «Öyle değil,
Rabbine andolsun ki, onlar aralarında kimi oraya, kimi buraya çektikleri (kavga
ettikleri) şeylerde seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden yürekleri hiç
bir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyyetle teslim olmadıkça iman etmiş
olmazlar.» (Nisa: 65)
(97) «(Habibim)
De ki: «Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sîzi sevsin ve
suçlarınızı örtsün. Çünkü Allah çok yarlığayıcı, çok esirgeyicidir.» (ÂI-i
İmran: 31)
(98) «De ki:
«Allah'a ve o Peygambere itaat edin». Eğer yüz çevirirlerse şüphesiz ki Allah
da o kâfirleri sevmez.» (ÂI-i İmrân: 32)
Yukarıda yazılı âyetler Resûlüllah'a uymayı gerekli
kıldığına göre, sünnetle sabit olan bütün hükümlere uyma emri mahiyetindedir.
2) Alimlerce
meşhur olan yön:
Namaz, zekât ve bunlara benzer birçok meselelere ait
hükümler Kur'ân'da gayet mücmel (kısaca) zikredilmiştir. Bu meselelerin
şartlan, rükünleri, manileri, sebepleri, keyfiyetleri ve saire hususları
Kur'ân'ın beyanı durumunda olan hadîslerle sabittir. Böylece, sünnctdc beyan
edilen hususlara Kur'ân müemcîcn (özetle) delâlet etmiş olur.
3)
Kur'ân'da, apaçık helâl kılınan şeyler
ile apaçık haram kılman şeyler dışında kalan ve hangi tarafın hükmüne tabi
tutulması gerekliliği içtihada konu edilen şeylere ait delâlet şekli;
Buna ait örnekler:
a) Kur'ân,
islâm cemaatının tab'an iğrenç görmediği ve temiz telakki ettiği hayvanların
etini helâl kılarak bunlar için –Tayyıbat -terimini kullanmış, onların tab'an
iğrenç ve pis telakki ettiğinin etini ise haram kılarak bunlar için –Habais-
tabirini kullanmıştır.
Bu durumda islâm cemaatının iğrendiği ve iğrenmediği
bilinen hayvan çeşitleri dışında kalan hatta islâm cemaatmca bilinmeyen birçok
hayvanlara ait şer'i hükmün ne olacağı bilinmiyordu. Bunlar, helâl veya haram
guruba dahil olabilirdi. Bu nedenle Peygamber azr dişleriyle kapıp avlayan,
parçalayan ve kendisini müdafaa eden hayvanların, tirnaklarıyle kapıp avlayan
kuşların ve ehli merkebin etlerinin harami ılığını açıklamakla, bunları
Kur'ân'da habais tâbir edilen hayvanlar grubuna ilhak edildiğini belirtmiş
olduk.
Burada da Kur'ân, sünnetle haramlıhğı açıkça sabit
olan mezkûr hayvanların haramlıiığına habais kelimesiyle delâlet etmiş olur.
b) Kur'ân,
sarhoşluk vermeyen meşrubatı helâl; ve sarhoşluk vereni haram kılmıştır. Bu
arada Peygamber gerçekten müskir olmamakla beraber sarhoşluk vermesi endişesi
duyulan çeşitli meşrubatı müskirata ilhak ederek içilmesini ihtiyaten
yasaklamıştı. Bilâhcre hanımlığı kesin olmayan bir şeyin helâl olduğu temel
kaidesi gereğince, nıüskİr olması endişesi duyulan meşrubat çeşitlerinin helâl
meşrubata tâbi okluğunu şu hadîsle açıkladı :
«Tulumdan başka kablnra konan ve sarhoşluk vermeyen
hurma ve üzüm şerbetinden sizi uıenctmişlim. Bundan sonra her kaptan bunu içebilirsiniz.
Sarhoşluk veren şeyi içmeyiniz.»[29]
Böylece, sarhoşluk verme endişesi bir an için duyulan
fakat sarhoşluk vermeyen meşrubatın helâl olan meşrubata tâbi olduğu sünnetle
sabit olduğundan Kur'ânla helâlliği sabit olan meşrubata eklenmiş olmakla buna
da Kur'ân delâlet etmiş olur.
c) Kur'ân,
avcılık için eğitilen (tazı, .şahin gibi) hayvanın yakaladığı ve avcı için
tutup dokunmadığı avı helâl kılmıştır. Eğitilmemiş hayvanın yakalayarak
dokunduğu (bir parçasını yediği) avm
haramliği anlaşılmış oluyor.
Bu iki mesele dışında kalan üçüncü bir durum var.
Şöyle ki : Eğitilmiş hayvanın yakalayarak bir
parçasını yediği avın hükmünün ne olduğu açıkça anlaşılmıyor. Hayvanın
eğitilmiş olması avın helâlliğim gerektirir. Avdan bir parça yemiş olması da
avın haramlığını iktiza eder. Sünnet, bu durumdaki avın haramlığını beyan
etmiştir.
«Eğer (eğitilmiş hayvan, yakaladığı avdan bir şey)
yerse, sen (o avdan) yeme. Çünkü onu kendisi için yakaladığından
endişelenirim.»[30]
Burada da sünnet bu durumdaki avın Iıaramhğını beyan
etmekle bunun Kur'ân'Ia haram kılınan avlara ilhak edilmiş olduğunu ifade
ettiğine göre Kur'ân, bu nevi avın hükmüne de delâlet etmiş olur.
d) Kur'ân,
ihramda olan bir kimsenin kasıtlı-kasıtsız av hayvanını öldürmesini yasaklamış
ve kasıtlı öldürene maddî cc/a tevcih etmiştir. İhramda olmayan kimsenin
kasıtlı-kasıtsız av hayvanını öldürmesini mubah kılmıştır. Ancak ihramda olan
kimsenin kasıtsız av hayvanını Öldürmesi halinde maddî ce-zariın tevcih edilip
edilmeyeceği, Kur'ân'da
belirtilmemiştir. Sünnet, kasıtlı olsun olmasın, ihramda olanın av
hayvanını öldürmesi halinde maddî cezanın gerekliliğini açıklamıştır.
Bu hususa ait birçok örnek vardır. İleride bir kısmı
gelecektir.
4.Usûl ve fürû'
arasında cereyan eden kıyasa dayalı delâlet şekli :
Kur'ân'da bazı şeyler hakkında bulunan hükümlere
«Usûl» denir. O şeylerin benzerlerine de
«Fürû' denir.
Kur'ân'da bulunan bu nevi şer'î hükümler temel
hükümler mahiyetinde olduğundan, sünnette rastlanan aynı nevi şer'î hükümlere
ve bunlara ilişkin meselelere (fürû'a) delâlet etmiş olur. Dolayısıyle sünnet
bir nevi açıklama olur. Peygamberin sünnet ile yaptığı bu açıklamanın, vahye ve
kısaya dayalı olduğunu söylememiz neticeyi değiştirmez. Bu çeşit delâlet
şekline ait örnekler :
1- Kur'ân, riba
(faizcilik ve tefecilik) yi yasaklamıştır. Cahiliyet devrinden kalma tefecilik
denilen riba çeşidi yaygın idi. Tefecilikte karşılıksız bir kazanç temin
edildiği için yasaklanmıştı. Ribanın diğer çeşitleri aynı sebepten dolayı
sünnet ile yasaklanmıştır.
«Hacım veya tartı (altın, gümüşe ait) bakımından aynı
ölçüde ve peşin olmak şartiyle altın altınla, gümüş gümüşle, buğday buğdayla,
arpa arpayla, hurma hurmayla, tuz tuzla satılabilir. Kim artırırsa veya artırmak
isterse, ribacılık etmiş olur. Bu maddeler değişik olduğu zaman, peşin olmak
şartıyle istediğiniz gibi satabilirsiniz, [31]
Maddelerin değişik oluşu halinde veresiye satışı da
ribadan saymıştır. Çünkü satışta, maddelerden birisinin ödünç olması
karşılıksız bir fazlalığı gerektirir. Aksi takdirde elde mevcut olan bir malı
günün rayicine göre aynı kıymette olan diğer bir mal ile kısa veya uzun bir
vade ile satışına kimse razı olmaz.
Peşin bir malın vadeli mal ile satışı halinde, satışı
yapılan bu malların altın, gümüş, para ve ipat'umat (yiyecek) maddelerinden
olması halinde riba sayılıyor. Nakit ve yiyecek maddeleri dışında kalan
maddelerin bu şekilde satışında riba hükmü konulmuyor[32] . Riba
hükmüne tâbi olan maddeler ile bu hükmün dışında kalan maddeler arasında
müctehitlerce bilinebilecek açık bir farklılığın tesbiti güç olduğu için birçok
meselelerin çözümü müctehitlere bırakıldığı halde, riba hükmüne tâbi
maddelerin tayin ve tesbiti müctehitlere bırakılımayarak sünnet ile beyan
edilmiştir.
2- Kur'ân, bir
kadın ile kızını veya iki kız kardeşi bir nikâh altında bulundurmayı yasaklamıştır.
Bunun yasaklanmasına ait Nisa' sûresinin 23. âyetini takib eden 24. âyetinde :
bunların dışında kalanlar ile evlenmenin helâl
kılındığı belirtilmektedir.
Bu âyetlerin nüzulünden sonra ResûlüİIah, kıyas
yoluyla bir kadının, halası veya teyzesi ile aynı anda bir nikâh altında
bulundurulmayacağım ifade etmekte ve bunun yasaklanma hikmetini, başka bir
deyimle illetini şu cümle ile beyan etmektedir :
«Çünkü, bunu yaptığınız zaman, akrabanız arasında
bulunan bağları koparmış olursunuz.»
3- Kur'ân,
insan öldürmenin diyet cezasını tayin etmiş ise de, bir organı kesme veya
yararsız hale getirmenin diyet cezasını tayin etmemiştir. Bu cezanın akıl
yoluyla tesbiti güç olduğu için organların diyet cezalarını ana hatları ile
sünnet beyan etmiştir. Bu da bir nevi kıyaslama durumudur.
Bu kısa izah İle İlâhî teşrî'de kitap; muvacehesinde
sünnetin mevkiini anlatmaya çalıştık.
Sahabe, toplu halde ve ayrı ayrı Peygamberden sünneti
alırlardı. Namaz, zekât, hac gibi bazı mühim konulan açıklayan amelî sünnetin çoğu
birçok sahabe (Cemmî gafir) tarafından Resûlüllah'dan rivayet edilmiştir.
Bunun yanında Resûlullah'dan bir veya iki kişinin işittiği sünnetler de
vardır. Sahabenin çoğunun okur-yazar olmayışı dolayisı ile umumiyetle
Peygamberden İşittikleri sünneti ezberlerdi. Abdullah b. Amr b. As gibi
okur-yazar olan bazı sahabeler de rivayet ettikleri sünneti yazarlardı. Ahmed
b. Hatibe!, Müsned'inde Abdullah b. Amr'ın şunu söylediğai rivayet eder: «Ben
Resûlüllah'dan işittiğim her şeyi, hıfzetmek için yazardım. Kureyşliler, a Sen
Peygamberden işittiğin herşeyi yazıyorsun, halbuki o, normal ve Öfkeli
durumlarda konuşan bir beşerdir.» diyerek beni bu işten vazgeçirdiler.
Bilâhare durumu Resûlüllah'a arz ettiğimde buyurdular ki:
«Yaz. Zira nefsim kudretinde olan Allah'a yemin ederim
ki, hakdan başka benden bir şey sadır olmaz.» [33]
1-
Resûlüllah'm insanlara tebliğ ettiği ve
onların ezberlediği, yazdığı
Kur'ân'dır. Ahkâm ile ilgili âyetleri üçyüzü pek aşmamaktadır. Bunların
çoğuilerde geçecektir.
2- Sünnet
denilen ve ResûlüİIah tarafından yapılan (Kur'ân'daki teşriin) açıklamasıdır
ki, ashab tarafından Resûlüliah'dan alınarak hıfz edilirdi. Fakat Kur'ân gibi
yaygm halde yazılmazdı.
Kur'ân ahkâmının bir kısmı ve cumhurun ittifakla
rivayet edip amel ettiği sünnetten buna ilişkin olan bir kısmı ilerde
zikredilecektir.
Kur'ân, teşriin temeli olduğuna göre ahkâma ait
âyetleri açıklayalım. [34]
Salât kelimesi Islâmiyetten önceki devirlerde Araplar
tarafından dua ve istiğfar anlamında kullanılmıştır. Bu kelimenin Kurân-ı
Kerim'de de aynı manalarda kullanıldığı yerler vardır.
(99) «...Onlara
duâ et. Çünkü;senin duan onlar için (onların yürekleri için medar-ı)
sükûnettir...» (Tevbe: 103)
(100) «Şüphesiz ki
Allah ve melekleri O Peygambere çok salât (ve tekrîm) ederler. Ey iman edenler,
siz de ona ,salat edin,tam bir teslimiyetle de selam verin.(Ahzab:56)
İslâm'dan önce Araplar arasında bilinen bir namaz
şekli yoktur. Ancak hacc esnasında yaptıkları dua şekli ile aşağıdaki âyetin
haber verdiği bir davranışları vardı.
(101) «...Onların
Bcyt (-i şerif) huzurundaki duaları ıslık çalmaktan, el çırpmaktan başka bîr
şey değildir.^.» (Enfal: 35)
İbni Abbas, bu üyelin açıklanmasında der ki: «Kureyş,
çıplak halde, ıslık çalarak ve ellerini çırpanık tavaf ederlerdi.» Mücahid
İse: Resullah Ka'be'yi tavaf ve namazla mcşgul iken onu şaşırtmak ve huzurunu
kaçırmak için muarızları, etrafında-toplanır, alay eder, ıslık çalar ve
ellerini çırparlardı» der.
«İbn-İ Abbas'm rivayetine göre âyette geçen mükâ' ve
tasdiye Kureyş'in bir nevi ibadet şekli İdİ. Mücahid ve Mukatilin rivayetlerine
göre miika ve tasdiye Peygambere eziyet etmekten ibaret idi. Birinci rivayet
âyette geçen salât kelimesine daha yakındır.»
(Razî)
Müfessİrler, müşriklerin Kâ'bc'yi ıslık çalarak,
ellerini çırparak tavaf ettiklerini, içinde günah işledikleri elbise ile
Allah'a münacaatta bulunmak istemediklerinden dolayı tavafta soyundukları için
bu olumsuz âdeti yermek ve Müslümanlara ibadet adabını öğretmek için bu âyetin
nazil olduğunu rivayet ederler.
Bu meyanda Müslümanların ibadet esnasında elbiselerini
giymeleri şu âyetle özellikle emrolunmuştur.
(102) «Ey Adem oğulları, her mesc id huzurunda
ziynetinizi alın (giyin)...» (Araf: 31)
Müfessirlerin bu rivayeti lbn:i Abbas'ın bu görüşünü
te'yid eder. Islâmiyette ilk farz kılınan ibadet namazdır. İlk zamanlarda
namaz, sabah ve akşam ikişer rekaftan ibaret olduğu rivayet olunur.
(103) «...Akşam,
sabah Rabbine hamd ile (tenzih) ve teşbih et.» (MÜü'min: 58)
Gece ibadeti ise «Müzzemmii» sûresinin ilk âyetlerinde
bildirildiği Kur'ân tilâvetine münhasır idi. Hicretten az önce beş vakit namaz
farz kılındı.
Kur'ân, namaza verdiği önemi hiç bir ibadete
vermemiştir. Değişik üslûplarla onun farzıyyctini beyan etmiştir. Gâh namaz
kılanlardan övgü ile bahseder, gâh namaz kılmayanları zemetter, gâh açık
emirle, kılınmasını ister. Böylece, değişik üslûplarla nama/m önemini belirten
âyetlere muttali olan kimseler namazın İslâm dininin direği olduğunu, namazı
terk edenin veya geciktirenin veyahut münafıklık edenin İslâmiycttcn pek
nasibi olmadığını görürler.
Kur'ân, farz
namazların sayısını ve rek'at sayısını
açık olarak beyan etmemiştir. Ancak
vakitlerini kısaca zikretmiştir :
(104) «Haydi akşama girerken, sabaha ererken, Allah'ı
tenzih (ve teşbih) edin (namaz
kılın).» (Rûm: 17)
(105) «Göklerde ve
yerlerde hamd Onundur. Gündüzün nihayetinde de öğle vaktine vardığınız vakitdc
de (Allah'ı tenzih ve teşbih edin, namaz kılın)». (Rûm: 18)
(106) «Güneşin
(zeval vaktinde) kayması anından gecenin kararmasına kadar güzelce namaz kıl.
Sabah namazım da (öylece eda et). Çünkü sabah namazı şahitlidir.» (İsra: 78)
(107) «Gündüzün
iki tarafında, gecenin de yakın saatlerinde dosdoğru namaz kıl...». (Hûd: 114)
(108) «Namazlara
ve orta namaza (vakitlerinde rükünleri ve şartları ile) devam edin...».
(Bakara: 238)
Ayrıca namazın kılınış şekline de işaret etmiştir:
(109) «...Allah'ın (divanına) tam huşu ve taatle
durun». (Bakara : 238)
(110) "Ey
iman edenler, rüku edin, sücud edin...». (Hacc : 77)
Sünnet, namazların sayısını, her namazın rek'at
sayısını ve kılınış şeklini uygulamalı olarak açıklamıştır. Peygamber, beş
vakit farz namazı cemaatler halinde Müslümanlara kıldırırdı. Ve onlara : «Ben
nasıl kılıyorsam, siz de öyle kılınız.» buyururdu.
Kur'ân, cuma namazını ayrı zikretmekle ona özel bir
önem vermiştir:
(111) «Ey îman
edenler, cuma günü namaz için çağrıldığı(mz) zaman hemen Allah'ı zikretmeye
gidin. Alış verişi bırakın,.,» (Cuma: 9)
Sünnet de cuma namazını ve hutbesini uygulamalı olarak
açıklamıştır.
Kur'ân, düşmandan korkulduğu zaman Müslümanların
kılacağı namaz şeklini de açıklamakla, korkulu anlarda dahi namazm terk veya
te'hir edilemîye-ceğînİ ifadeyle bir kere daha önemini belirtmiştir.
(112) «Sen de
içlerinde bulunup da kendilerine namaz kıldırdığın vakit onlardan bir kısmı
seninle birlikte dursun, silâhlarını (yanlarına) alsınlar. Bu suretle secde
ettikleri zamanda arka tarafınızda bulun (up düşmana karşı dur) şunlar.
(Bundan sonra) henüz namazını kılmamış olan diğer kısmı gelip seninle beraber
namazlarını kılsınlar ve onlar da ihtiyat tedbirlerini ve silahlarım
alsınlar...» (Nisa: 102)
(113) «...Sükun ve
emniyet haline geldiğiniz vakit ise namazı dosdoğru kılın. Çünkü namaz
müminler üzerine vakitleri belli bir farz olmuştur.» (Nisa : 103)
Kur'ân namaza durmak için taharatı şart koşmuştur.
(114) «Ey iman
edenler, namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi
ve başlarınıza mesh edip, her iki topuğa kadar ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüp
olduysanız boy abdesti alın.. Eğer hasta olmuşsanız yahut bir sefer üzerinde
iseniz veya içinizden biri ayak yolundan gelmişse, yahut da kadınlara
dokunmuşsanız ve bu halde su da bulamamışsanız o vakit tertemiz bir toprakla
teyemmüm edin, binaenaleyh (niyyetle) ondan yüzlerinize ve ellerinize
sürün...» (Maide: 6)
(115) «Ey iman
edenler, siz, sarhoşken, ne söylediğinizi bilinceye ve cünüp iken de -yolcu
olmanız müstesna-gusül edinceye kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta olur, ya
bir sefer üzerinde bulunursanız yahut sizden biriniz ayak yolundan gelirse,
yahut da kadınlara dokunup da bir su bulamazsanız o vakit temiz bir toprağa
teyemmüm edin; Yüzlerinize ve ellerinize sürün...» (Nisa:43)
(116) «Elbiseni
(bundan sonra da)
temizle (mekde devam
et.»( Müddessir: 4)
Kur'ân, namaz için iyi giyinmeyi gerekli kılmıştır.
(117) «Ey Adem
oğulları, her mescid huzurunda ziynetinizi alın (giyinin)...» (Araf: 31)
Sünnet de farz olan Örtünme miktarın! açıklamıştır.
Kur'ân, namaz kılanın, namazda Mescid'i Haranı'a
teveccüh etmesini gerekli kılmıştır. Resûlüllah ilk zamanlarda Mescİd'i Aksa'yı
kıble edinmişti. Sonradan Hz, ibrahim ve oğlu tsmail'in bina ettiği ve
İnsanlar için yeryüzünde kurulan ilk mabed olan Mescidi Haram'ı kıble edinmesi
şu ayetle emralundu :
(118) «(Evet habibim)
hangi yerden çıkarsan (namazda) yüzünü Mescid-i Harama doğru çevir. (Siz de ey
mü'min ler) nerede olursanız (olun) yüzlerinizi o yana dönderin...» (Bakara:
150)
Sünnet, farz kılmamakla beraber kılınmasını istediği
bazı namazları uygulamalı olarak açıklamıştır. Bunların bir kısmı farz
namazlar ile beraber kılınan sünnetlerdir. Diğer bir kısmı farz namazlara tâbi
değildir. (Cemaatla kılınan bayram namazları gibi.) [35]
Savm ve siyam, Arap sözlüğünde «bir şeyi terk etmek ve
ondan uzak durmakdır.» Bilinen oruç manasında kullanılan savm ve,siyam
kelimeleri de bu manadan alınmıştır.
Oruç Araplarca İslâmdan önce bilinirdi. Buharı: Hz.
Âişe'den rivayetle diyor k:i «Kureyş kabilesi cahiliyet devrinde âşûre günü
orucu tutardı. Sonra ramazan orucu farz kılınıncaya kadar Resûlüllah aşure günü
orucuna devam etti. Ramazan orucu farz olunca Resûlüllah buyurdular ki:
«Dileyen aşure günü orucunu tutsun dileyen tutmasın.» [36]
lbn-i lshak da vahiy başlangıcına ait hadîsde der
ki: «Resûlüllah Peygamber olmazdan
önce her senenin bir ayını Hîra mağarasında geçirirdi. Kureyş kabilesi
cahiliyet devrinde senenin bir ayını bu şekilde bir takım ibadetlerle geçirmeyi
İtiyad haline getirmişlerdi. Resûlüllah bu ayı ibadetle geçirdiği gibi fakir ve
düşkünlerden yanına gelene yardım eder
ve yedirirdi...
İşle o ay, Kur'ân'm ona indiği ramazan ayıdır. Bundan
anlaşılıyor ki, Arapların İslâm'dan Önceki ibadetlerinden biri de oruç idi.
Cenab-ı Allah, Resûlüllah’ın peygamberlikten önceki
yıllarda Hîra'da ibadetle geçirdiği ve içinde Peygamberlikle görevlendirildiği
bu ayı oruç tutmak için seçerek buyurdular ki:
(119) «Ey iman
edenler, gizden evvelki (ümmet) lere yazıldığı gibi sizin üzerinize de oruç
yazıldı, (farz edildi). Ta ki korunasınız.» (Bakara : 183)
(120) «(O) sayılı
günler(dir). Artık sizden kim (o) günlerde» hasta, yahut sefer üzerinde olur
(ve orucunu yemiş bulunur) tutamadığı günler sayısınca başka günlerde (tutar
ihtiyarlığından, yahut şifa bulması ümit edilmeyen bir hastalıktan dolayı oruç
tutmaya) gücü yetmeyenler üzerine de bîr yoksul doyumu fidye (lazımdır).
Bununla beraber kim gönül isteğiyle bir hayır yaparsa işte bu, onun için daha
hayırlıdır. Oruç tutmanız sizin hakkınızda (yemenizden ve fidye vermenizden)
hayırlıdır, bilirseniz.» (Bakara : 184)
(121) «(O sayılı
günler) ramazan ayıdır ki Kur’an onda (ki Kadir gecesinde levh-î mahfuzdan
senıa-i dünyaya) indirilmiştir. (O Kur'ân ki), insanlara (mahz-ı) hidayettir,
doğru yolun ve hak ile bâtılı ayırd eden hükümlerin nice açık delilleridir.
Öyleyse içinizden kim o aya erişirse hazır olur, (müsafir olmazsa) onu
(orucunu) tutsun, kim de hasta olur yalıud bir sefer ürerinde bulunursa o halde
başka günlerde, oruç tutamadığı günler sayısınca (orucunu kaza etsin). Allah
size kolaylık diler, sîze güçlük istemez. (Bu kolaylığı istemesi;) o sayıyı
(kaza borcunuzu) ikmal etmeniz» Allah'ı sizi muvaffak buyurduğu o şeyden dolayı
da - büyük tanımanız içindir. Olur ki şükredersiniz.» (Bakara: 185)
Kanaaümıza göre sünnet, oruç tutanların, ramazan
gecelerinde ailelerine yaklaşmalarını yasaklamış olacak ki,
Kur'ân bu zorluğu hafifleterek şöyle buyurdular :
(122) «Oruç
(günlerinizin) gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helâl edildi. Onlar sizin
için, siz de onlar için birer libassınız. Allah nefislerinize karşı zaaf
göstermekte olduğunuzu bildi de icvfaenizi kabul elti, sizi bağışladı, Artık
(bundan sonra geceleri) onlara yaklaşın ve Allah'ın hakkınızda yazdığım
isteyin. (Bütün gece) fecr (-i sadık) olan ak iplik kara iplikten size
seçilinceye kadar yeytn, için, sonra geceye kadar orucu tamamlayın.
Mescidlerde i'tikâfda bulunduğunuz zaman kadınlarınıza (geceleri de)
yaklaşmayın...» (Bakara: 187)
Ramazan orucundan başka Peygamber bazı günlerin
orucunu sünnet kılmıştır.
Ramazan orucu, hicrî ikinci yılda farz oldu. [37]
Bütün dindar ümmetlerin toplu halde Allah'a ibadet
etmek ve ona yaklaştırıcı bir takım malî hayırlarda bulunmak için mukaddes
saydıkları muayyen kutsal yerleri vardır,
(123) «Biz her
ümmet için kurban kesmeyi meşru kıldık, kendilerini nzıklandırdığı dört ayaklı
davarlar üzerine (yalınız) Allah'ın adını ansınlar diye...» (Hacc: 34)
(124) «Biz her
ümmete bir ibadet yolu (şeriat) gösterdik ki onlar bunun âmilleridir...»
(Hacc: 67)
Yukarıda belirttiğimiz gibi, Hz. İbrahim ve İsmail
tarafından bina edilen Mescid-i Haram öteden beri Araplarca kutsal yer olarak
kabul edilirdi.
(125) «Hani
İbrahim o Beyt'in temellerini (yahut: Duvarlarını), ismail ile birlikte,
yükseltiyordu (da ikisi de şöyle duâ etmişlerdi:) «Ey-Rabbimiz, bizden (şu
hizmeti) kabul buyur. Şüphesiz hakkıyla işiden kemali ile bilen sensin Sen.»
«EyRabbimiz, ikimizi de Sana teslimiyette sabit kıl.
Soyumuzdan da (yalnız Sana boyun eğen) müslüman bir ümmet (yetiştir), bize
ibadet edeceğimiz yerleri (hacc amellerini) göster (öğret), tevhemizi kabul et.
Çünkü tevbeleri en çok kabul eden ve (mü'minleri) hakkıyle esirgeyen Sensin
Sen.- (Bakara : 127, 128)
(126) «Şüphesiz
âlemler için, çok feyizli ve aytı-ı hidayet olmak Üzere, konulan ilk ev
(mabed) elbette Mekke'de olandır.»
«Orada apaçık alâmetler, İbrahim'in makamı vardır. Kim
oraya girerse (taarruzdan) emin olur...» (Âl-i îmran: 96,
97)
(127) «Hatırla o
zamanı ki biz Beyt'in yerini İbrahim'e: (bana hiç bir şey'İ eş tutma, Beytimi
tavaf edenler, kıyam ederler, rükû ve sücud edenler için iyice temizle) diye
merci yapmıştık.» ;
«İnsanlar için de hacri ilân et. Gerek yaya, gerek her
uzak yoldan gelecek arık develerin üstünde (süvari) olarak sana gelsinler.»
«Ta ki kendilerine ait menfaatlere şahid (ve hazır)
olsunlar. Allah'ın rızk olarak kendilerine verdiği dört ayaklı davarlar(
kurbanlıklar) üzerine malûm olan günlerde Allah'ın adını ansınlar. İşte
bunlardan yiyin, yoksulu, fakiri de doyurun.»
«Sonra kirlerini gidcrsinler. Adaklarını yerine
getirsinler ve o Beyt-i Atiki tavaf etsinler.» (Hacc : 26 - 29)
Hz. İbrahim ve İsmail zamanından, Hz. Muhammed
zamanına kadar geçen süre boyunca Arap âlemi Mescid-i Haram'a saygı
göstermiştir. Fakat, Hz. İbrahim, ve İsmail'in üzerinde bulundukları birçok
dinî hususları değiştirmişlerdi, putları, Silah’a ortak kılarak Ka'be'nin
damına, çevresine, Safa ve Merve tepelerine dikerlerdi. Ve sözde putların aracılığı
ile Allah'a yaklaşmaya çalışırlardı.
Hatta bazı hayvanları
boğazlarken yüce Allah'ın
ismini anmayı terk ederek
taptıkları putların isimlerini anarlardı.
Bütün dinlerden yüz çevirerek tevhid dinine sıkıca
sarıldığı Kur’ân ile tescil edilen Hz. İbrahim'in şeriatını yenilemek
mahiyetinde olan Hz. Muham-med'in dini zuhur edince Kur'ân Mescid-i Haram'ı
Müslüman ümmeti için de kutsal yer kılarak, onun hacc ve umresini
emreylemiştir.
(128) «...Ona bir
yol bulabilenlerin (gücü yetenlerin) Beyt-i hacc (ve ziyaret) etmesi Allah'ın
insanlar üzerindebir hakkıdır. Kim küfrederse şüphesiz ki Allah âlemlerden
gani (müstağni) dir.» (Âl-i İmran: 97)
(129) «Haccı da,
umreyi de Allah için, tam yapın...» (Bakara: 196)
Kufân, cahiliyet ehlinin Üzerinde bulunduğu şirk ve
olumsuz davranışlarım bırakmayı ve ihlâsli tevhidi emretmiştir.
(130) «...O halde
murdardan, putlardan kaçının, yalan sözden çekinin. Allah'ın muvahhidlcri, Ona
eş tutmayanlar olarak (kaçının, çekinin). Kim Allah'a eş koşarsa o, yüksekten
düşüp de (parçalanmış ve) kendisini kuş kapmış, yahud rüzgar onu uzak bir yere
atmış (nesne) gibidir.» (Hacc: 30 - 31)
Kur'ân, hacc mevsimini ve âdabım açıklamıştır.
(131) «Hacc
(ayları) bilinen aylardır. İşte kim onlarda (o aylarda) Haccı (kendine) farz
eder (ihrama girer) se arlık hacerîa kadına yaklaşmak, günah yapmak, kavga
etmek yoktur...» (Bakara: 197)
Kur'ân, Mescirî-i Haram çevresinde bulunan mukaddes
yerleri ve hacc münasebetiyle yapılacak çeşitli ibadetleri beyan etmiştir.
(132) «Şüphe yok
ki «Safa» ile«Merve» Allah'ın şeâirindendir. işte kim o «Beyt»i (Kâ'beyi) hacc
veya umre (kasdi) ile ziyaret ederse bunları güzelce tavaf etmesinde üzerine
bir beis yoktur. Kim gönlünden koparak (vacip
olmayan amellerden) bir hayır işlerse (mükâfatını
görür). Çünkü Allah tâatlerin ecrini veren, (her şeyi de) hakkıyle bilendir.»
Bakara : 158)
(133)
«...Arafattan (orada «vakfe» den sonra, seiler gibi) boşanıp (el birlik)
aktığınız zaman «Meş'ar-i Haram»ın yanında Allah'ı zikredin, O, size nasıl
hidayet etti ise sizde Onu öylece anın. (Bilirsiniz ya) siz bundan evvel
gerçek sapıklardandınız.»
«Sonra insanların-(el'birlik) döndüğü yerden sizde
dönün. Aîlah'dan (günahlarınızı) mağfiret (buyurmasını) isteyin. Şüphesiz ki
Allah çok yar-lığayıcı, hakkıyle esirgeyicidir.»
«Menasikinizi (hacca ait ibadetlerinizi) bitirince
(cahiliyyette) atalarınızı (böbürlenerek) andığınız gibi, hatta daha kuvvetli
bir anışîa Allah'ı anın.» (Bakara: 198-200)
(134) «Bir de
sayılı günlerde Allah'ı zikredin (tekbir alın). Kim iki günde («Mina»dan dönmek
için) acele ederse üstüne günah yoktur. Kim de gerî gelirse ona da günah
yoktur, (fakat bu) takva sahibi için (dir)...» (Bakara :203)
(135) «Bu, budur.
Kim Allah'ın şeâirini büyük tanırsa şüphesiz ki bu, kalplerin takvasındandır.»
«Onlardan muayyen bir zamana kadar sizin için
menfaatler vardır. Sonra varacakları (kurban edilecekleri) yer Beyt-i Atika
müntehidir.» (Hacc : 32, 33)
(138) «Biz,
kurbanlık develeri de sizin için Allah'ın şeairinden kıldık. Onlarda size
hayır vardır. O halde onlar ayakta dur (up boğazlanır) larkcn üzerlerine
Allah'ın ismini anın. Yanlan üstü düş (üs öl) dükleri vakit de ondan hem
kendiniz yeyin, hem ihtiyacını gizleyen ve gizlemeyİp dilenen fakir (ler) e
yedirin...» (Hacc: 36)
(137) «Ey iman
edenler, Allah'ın şeâirine haram olan aya, kurbanlık hediyelere, (onlardaki)
gerdanlıklara ve Rablerinden hem bir ticaret, hem bir nizaa arayarak Beyt-i
Haramı kaydedip gelenlere sakın hürmetsizlik etmeyin...» (Maide : 2)
(138) «AHah
Kâ'heyi, O Beyt-i Haramı, o haranı olan ay (îar) ı, (Mekkeye hediye edilecek)
kurbanı ve (onların) boyuniarmdaki gerdanlıkları insanlar (m din ve dünyaları)
için bir nizam yaptı...» (Maide: 97)
(139) «...Fakat
(her hangi bir sebeble bunlardan) ahkonıırsamz o halde kolayınıza gelen kurban
(ı gönderin. Bununla beraber) kurban yerine (Mina ya) varıncaya kadar
başlarınızı tıraş etmeyin. Artık içinizden kim hasta olur, yahut başından bir
eziyeti bulunursa ona oruçtan, ya sadakadan yahut da kurbandan (bîri ile)
fidye (vacip olur). Emin olduğunuz vakit ise kim hacca kadar umre ile
faydalanmak (sevaba girmek) isterse kolayına gelen bir kurban (i kesmek vacip
ohır). Fakat (onu) bulamazsa hacc günlerinde (ihramh olarak) üç, döndüğünüz
vakit yedi gün olmak üzere oruç tutmak (vacip olur ki) bunlar tam on (gün
eder). Bu, ailesi (ikâmetgâhı) Mescid-i Haramda bulunmayanlara aittir...» (Bakara
: 196)
Kur'ân, Mekke'yi emniyetli ve kutsal bir şehir kılmıştır.
(140)
«Çevrelerinde insanların zorla (yakalanıp) kapılmakta olmasına rağmen
(Mekke'yi) korkusuz (ve emin bir yer) yaptığımızı onlar görmediler mi?...»
(Ankebut: 67)
(141) «...Biz
onları tarafımızdan bir nzık olarak her şeyin mahsullerinin gelip toplanacağı
korkusuz bir haremde yerleştirmedik mi?... <> (Kasas: 57)
Kur'ân, İhramda olana av avlamayı haram kılmış ve
müeyyidelerini vazetmiştir.
(142) «Ey iman
edenler, siz, (hacc veya umre için) ihramh bulunurken av öldürmeyin. İçinizden
kim onu bilerek öldürürse (üzerine) öldürdüğü o hayvanın benzeri bir ceza
vardır ki Kâbeye ulaşmış bir kurbanlık olmak üzere bunu içinizden adalet sahibi
iki adam hüküm (ve takdir) edecektir. Yahut bir kefaret vardır ki( o nisbette)
yoksulu doyurmak, yahut onun dengi oruç tutmaktır...» (Maide: 95)
Hacc, hicretin altıncı yılı farz kılınds. Aynı yıl
Peygamber Umre için yola çıktı. Fakat, müşrikler tarafından Mekke'ye girmesi
men edildi. Bu yüzden ertesi yıl Umreyi ifa edebildi. Hicretin dokuzuncu yılı Hz. Ebu
Bckr-i Sıddîk Müslümanlarla cemaat halinde hacc yaptı. Hicretin onuncu
yılı Resûlüllah, refakatında yüzbini aşkın
Müslüman bulunduğu halde meşhur veda
haccını ifa etti. Ve hac esnasında haccın yapılış şeklini tatbikî olarak
insanlara beyan etti. Ayrıca: *hacla ilgili
ibadetlerinizi benden alınız» buyurdu.
Hacc nizamında Müslümanlar için birçok faydalar vardır: I) Hacc ve Umre için
muhtelif yerlerden gelen
ziyaretçilerden Mekke halkı
ekonomik yönden faydalanmaktadır. Bilindiği gibi Mekke, tarıma elverişli
olmayan bir beldedir.
(143) «Ey Rabbimiz, ben evlatlarımdan kimini Senin mukaddes
olan evinin yanında ekinsiz bir vadiye yerleştirdim. Yerlilerin ziyaretçilerden
maddeten faydalanmaları Hz. lbrah'm'in duasının kabul edilmesinin bir
tecellisidir.Sebebi şudur ki, Rabbimiz, dosdoğru namaz (larıni) kılsınlar.
Artık Sen isanlardan bir kısmının
gönüllerini onlara meylettir.Onların şükretmeleri
mc'nıul olduğu için kendilerini bazı
meyvalarla rizıklandir.» (İbrahim : .37)
I1. Arap âlemi çeşitli menfaatler sağlar. Ticaret
mallarını satar, lüzumlu ihtiyaç maddelerini rahatlıkla temin eder. Hacc
mevsiminde Mekke şehri âdeta bir iicaret merkezi olur. Bu mevsimde istihsal
maddelerini, ticaret emtiasını, altın ve
gümüşünü Mekke'de bulunduran yerli-yabanci herkes can ve mal emniyeit
içindedir. Zira, mukaddes bir beldede ve mukaddes bir aydadır.
III. İnancı, ibadeti, kıblesi aynı olan ve dünyanın
çeşitli kıt'alarında yaşayan
Müslümanlardan her yıl
yüzbinlercesinin bir araya
gelerek tanışmaları ilim, din ve
dünya ile ilgili çeşitli sahalarda görüşmeleri, yardımlaşmaları, dayanışmaları,
birleşmeleri gibi hayatî önemi taşıyan müşterek dava ve meselelerin halli için Mekke şehri eşsiz bir
toplantı merkezi olmakla âdeta İslâm âleminin
kalbini teşkil eder.
Bu toplantı gününün, yalnız orada toplanan mü'minler
için değiî, islâm alemince bayram kılınmasında şaşılacak bir şey yoktur.
Ayrıca, Ramazan bayramı Kur'ân'ın yeryüzüne inmeye başlamasının yıldönümü
olduğu gibi, Kurban bayramı da nüzulünün tamamlanışının yıldönümü durumunda
olmakla müstesna bîr anma günüdür. [38]
Zekât kelimesi, Arap dilinde temizlenme, artma,
bereketlenme ve övme manalarına gelir. Kur'ân ve hadîste de bu manalarda
kullanılmıştır. Ayrıca, zenginin malından sadaka niyetiyle çıkardığı miktar
hakkında da kullanılmıştır. Çünkü, zekât; zenginin malını temizler, arttırır
ve bereketlendirir. Kur'ân, bu manada zekât kelimesini kullandığı gibi sadaka
kelimesini de kullanmıştır. Kur'ân,
namaza verdiği önemi zekâta da
vermiştir. Çok yerde ikisi beraber zikredilir. Bazen de yalnız zekâttan
bahsedilir.
(144) …Vay haline o Allah’a ortak tanıyanların ki onlar
zekat vermezler…(Fussilet:6-7)
(145) «Onların mallarından sadaka al ki bununla kendilerini
(günahlardan) temizlemiş, bununla onların [1]
(hasenatını) bereketlendirmiş, (kendilerini
muhlisler mertebesine yükseltmiş) olasın
onlara duâ et...»(Tevbe:103)
(146) «...Her biri
mahsul verdiği zaman mahsulünden yeyin. rildiği ve toplandığı günde hakkını
(sadakalarını) verin..» (En'âm : 141)
(147) «İnsanların
mallarında artış olması İçin faiz (cinsin) den verdiğiniz şey (nakt, mal,
sadaka ve saire) Allah katında artmaz. Allh'in rızasını dileyerek verdiğiniz
zekât ise, sevaplarını kat kat artıranlar onlar (onu verenler) dır.» (Rûm : 39)
Kur'un, zekâta tâbi malları ve çıkarılması gerekli
miktarı beyan etmemiştir. Bu hususlar, Peygamber tarafından, zekât işleriyle
görevlendirilen zatlara gönderilen yazıh emirlerde açıklanmıştır.
Kur'ân, zekât
verilecek kimseleri aşağıdaki
âyette belirtmiştir.
(148) «Sadakalar,
AHah'dan bir farz olarak, ancak fakirlere, miskinlere, (sadakaların) üzerine
memur olanlara, kalpleri (müslümanlığa) alıştırılmak istenenlere, kölelere,
esirlere, (borcundan fazln nisabı olmayan) borçlulara, Allah yolunda
(harcamaya) ve yol oğiursa (yani memleketinde zengin bile olsa meşr'u bir
maksatla seyr-u sefer ederken muhtaç kalmış olan yolculara) mahsustur. Allah
hakkıyle bilendir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.» (Tevbe: 60)
Zekât; fakirlerin zenginlere karşı kin ve husumet beslemelerini
önleyen, kendi güçleriyle ihtiyaçlarını temin edemeyen kimselerin yaralarını
saran, Allah uğrunda savaşan ve vatan bekçiliğini yapan gazilere kısmen
verilen yüce bir nizamdır.
Arapların,
ziraat ve hayvancılıktan istihsal
ettikleri kazançlarının belirli bir payının sözde Allah için ve
diğer bir miktarını da putları için ayırmalarına dair bir nizamları vardı,
ilerde, Arapların helâl kıldıkları ve haram saydıkları hususlar
açıklanırken bu durum
da beyan edilecektir.
[39]
I) Yeminler nizamı:
(149) «Allah'ı
yeminlerinizden dolayı, iyilik etmenize, (fenalıktan) sakınmanıza, insanların
arasını bulmaya engel yapmayın. Allah (her şe-yİ) hakkıyle îşidici, kemaliyle
bilicidir.»
«Allah, sizi yem inlerin izdeki «Lağv» dan dolayı
sorumlu tutmaz. Fakat sizi kalplerinizin azmettiği yeminler yüzünden muahaze
eder. Allah çok yarlığayıcıdir, halimdir (kullarını günahı sebebiyle
rızıklarını da kesici değildir.* (Bakara: 224, 225)
(150) «Alah, sizi
yemînlerinİzdeki Iağvdan dolayı sorumlu tutmaz. Fakat kalplerinizin azmettiği
yeminler yüzünden muahaze eder. Bunun da kefareti ailenize yedirmekte
olduğunuzun orta (derece) sindan on yoksulu doyurmak, ya onları giydirmek,
yahut bir kul azad etmektir. Fakat
kînî (hunları) bulamaz (bulmaya muktedir olamaz) sa üç
gün oruç (tutması lazımdır). İşte bu andettiğiniz vakit yeminlerinizin
kefaretidir. Yeminlerinizi muhafaza edin. Allah âyetlerini size böylece
açıklıyor. Ta ki şükredesiniz.» (Maide: 89)
(151) «Allah,
yeminlerinizin (kefaretle) çözülmesini size farz kılmıştır...» (Tahrim:2)
II) Helâl ve
haram olan yiyecek maddelerinin beyanı:
(152) «(O
peygamber) onlara (nefislerine haram kıldıkları) temiz şeyleri helal, (helal
kıldıkları) murdar şeyleri de üzerlerine haram kılıyor...» (Araf: 157)
(153) «Artık
Allah'ın sizi rızıklandırdığı şeylerden helal ve temiz olarak yeyin, Allah'ın
nimetine şükredin, eğer Ona kulluk edecekseniz.»
«O, size ancak ölüyü, kanı, domuz etini, bir de
Allah'dan başkası için kesilmiş olan (hayvanlar) ı haram kıldı, (bununla
beraber kim bunlardan yemiye) muztar kalırsa (kimseye) saldırmamak ve haddi
(ölmeyecek miktarı) geçmemek şartıyle (yiyebilir.) Çünkü Allah hakkıyle
yarlığayıcı, kemaliyle esirgeyicidir.» (Nahl: 114, 115)
154) «De ki: «Bana
vahyolunanlar arasında, yiyen bir kimsenin yiyeceği içinde (sizin haram
dediklerinizden böyle) haram edilmiş bir şey bulmuyorum. Yalnız gerek ölü,
gerek dökülen kan, gerek domuz eti - ki bu, şüphesiz bir murdardır -, yahud
Allah'dan başkasının adına boğazlanmış bir fısk olmak müstesnadır, (bunlar
haramdır. Bununla beraber) kim (bunlardan bir şeyi yemiye) muztar kalırsa
(kendisi gibi zaruret halindeki bir kimseye) tecavüz etmemek ve (zaruret
miktarını) aşmamak üzere (yiyebilir). Çünkü Rabbin çok yarlığayıcı, çok
esirgeyicidir.» «En'âm : 145)
(155) «Ey iman
edenler, size rızk olarak verdiğimiz şeylerin (maddeten ve manen) en temiz
olanlarından yeyin, Allah'a şükredin, eğer (hakikaten) Ona kulluk ediyorsanız.»
«O, size ölüyü (murdar hayvanı), kanı, domuz etini,
bir de Allah'dan başkası için kesileni kat'iyyen haram kıldı. Fakat kim
bunlardan yemiye muztar kalırsa - (kimseye) saldırmamak ve haddi (ölmeyecek
miktarı) geçmemek şartıyle — onun üzerine günah yoktur. Şüphesiz ki Allah çok
yarlığayicidır, hakkıyle esirgeyicidir.» (Bakara: 172,173)
(156) «Ölü, kan, domuz eti, Allah'dan başkası adına
boğazlanan - (henüz canı üstünde iken yetişip) kestikleriniz müstesne olmak
üzere - boğulmuş, vurulmuş, yukarıdan yuvarlanmış, susulmuş, canavar yırtmış olup
da ölenler,
ikili taşlar üzerinde (onlar adına) boğazlanan (hayvanlar
üzerinize haram edilmiştir...»
«Kendilerine hangi şeyin helal edildiğini sana
sorarlar. De ki: «Bütün iyi ve temiz (nimetler) size helal edilmiştir.
Allah'ın size öğrettiğinden öğretip (terbiye, ederek) yetiştirdiğiniz avcı
hayvanların size tutuver-diklerinden de yeyin ve üzerine besmele çekin.
Allah'dan korkun. Çünkü Allah, hesabı pek çabuk görendir.»
«Bugün sîze iyi ve temiz (nimetler) helal kılındı.
Kendilerine kitap verilenlerin yiyeceği sizin için helal olduğu gibi sizin
yiyeceğiniz de onlar için helâldir...» (Maide: 3-5)
(157) «Deniz avı
yapmak ve onu yemek -kendinize de, müsafire de fayda olmak üzere-sizin için
helal edildi...» (Maide: 96)
(158) Artık (o
sapanların sözlerine bakmayın da) üzerine Allah'ın ismi anılan (besmele çekilen
hayvan) lardan yeyin, eğer O'nun Âyetlerine iman edenler (den) seniz».
«O, size - kendisine kati sûretde muzdar ve muhtaç
bulunduklarınız müstesna olmak üzere— neleri haram kıldığını ayrı ayrı bildirmişken
üzerlerine Allah'ın adı anılmış olanlardan yememeniz de ne oluyor ya?..,»
(En'âm: 118-119)
(15!)) «Üzerlerine Allah'ın adı anılmayanlardan
yemeyin/Çünkü bu, muhakkak bir fiskdir...» (En'âm: 121)
Meşrubattan şarabı (içkiyi) de yasaklamıştır.
Kur'ân, müşriklerin putları için ayırdıkları
bazı yiyecek maddelerini haram kılmalarını kınar.
(160) «Onlar Allah
için Onun yarattığı ekin ve meyvelerle hayvanlardan, bîr hisse ayırdılar da
kendi boş zanlarınca «Şu Allah'ın dediler. Şu da ortaklarımız (olan putlar)
in.» Ortaklarına ait olanlar Allah'a ulaşmaz ama, Allah'a ait olanlar, (evet)
onlar ortaklarına gider. Hüküm edegeldikleri bu şeyler ne kötüdür.» (En'âm:
136)
(161) «Onlar bâtıl
zanları ile dediler ki: «Bu davarlarla ekinler haramdır. Onları bizim
dilediklerimizden başkası yiyemez. Şu davarların da sırtları (na binmek) haram
edilmiştir.» Bir takım davarlar da vardır ki üzerlerine Allah'ın ismini
anmazlar onlar. (Besmelesiz öldürüp veya ölü ufarak yerler. Bütün bunları) O'na
(Allah'a) karşı (böyle emrediyor diye) iftira ederek (uydurdular). O (Allah)
bunları, yapmakta oldukları iftiraları yüzünden cezalandıracaktır.»
Bir de (şöyle) dediler : «Şu davarların karınlarında
bulunan (yavru) lar (canlı doğarsa) sade erkeklerimiz için (helaldir), kadınlarımıza
haram kılınmıştır. Eğer o, ölü (doğar) sa onlar bunda ortakdırlar». (Allah)
onların (bu helaldir, bu haramdır yollu) vasıflarının cezasını verecektir.
Şüphesiz ki O, yegane hüküm ve hikmet sahibidir. Hakkiyle bilendir.»
«Ilimsizlik yüzünden çocuklarını beyinsizce
öldürenlerle Allah'ın kendilerine ihsan ettiği (helal) rızkı, Allah'a iftira
ederek, haram sayanlar muhakkak ki maddî ve manevî en büyük zarara uğramışdır.
Onlar şüphesiz ki sapmışlardır ve (ondan sonra) doğru yolu da bulamamışlardır.»
(En'âm: 138-140)
(162) «Davarlardan
yük taşıyacak, (tüyünden) döşek yapılacak (hayvan) lan yaratan da O'dur.
Allah'ın size (heîal kılıp) rızık yaptığı şeylerden yeyin. Şeytanın izleri
ardınca gitmeyin. Çünkü o, sizin apaçık bir düşmammzdır.»
«(Allah) sekiz çift (yarattı): Koyundan iki çift,
keçiden de iki çsft. De ki «(Allah) iki erkeği mi, yahut iki dişiyi mi, yoksa
bu iki dişinin rahimlerine sarınıp bürünen (erkek ve dişi yavruları) mı,
(hangisini) haram etti? (Davanızda) doğrucular iseniz bana ilme dayanarak haber
verin.»
«Deveden de iki, sığırdan da iki (çift yarattı). De
ki: «(Allah) iki erkeği mi, yahut iki dişiyi mi, yoksa bu iki dişinin
rahimlerine sarınıp bürünen (erkek ve dişi yavrular)! mı, (hangisini) haram
etti?...» (En'âm: 142 -144)
(163) «Allah ne
[Bahıyre] den, ne [Şaibe] den, ne [Vasiyle] den, ne de [Ham] dan hiç birini
(meşr'u) kılmamıştır. Fakat o küfredenler Allah'a karşı («Bize bunları O
emretmiştir.» diye) yalan düzerler. Onların (avamının) ise akılları ermez».
(Maide:103)
Arap müşriklerinin İslâm'dan önce ziraat ve
hayvancılıktan elde ettikleri kazançlarla ilgili bir nizamları olduğunu
yukarıda söylemiştik. Nizamlarının icabı olarak bahis konusu kazançtan Allah
için ayırdıkları hayrı, fakirlere ve
düşkünlere tahsis ederlerdi. Diğer taraftan putları
için ayırdıkları payı putla-
[40]rın
hizmetiyle meşgul olanlara verirlerdi. Putlar İçin ayırdıkları payın korunmasına
ve gayesine uygun harcanmasına büyük önem ve titizlik gösterirlerdi. Bir
kuruşunun dahi gayesinin dışında harcanmasına müsaade etmezlerdi. Fakat, Allah
için ayırdıkları paya hiç Önem vermedikleri gibi, zaman zaman bu paydan putların
bakıcılarına harcarlardı.
Kur'ân (En'âm: 138) da Allah'dan başkası (putlar) için
kılınan davarların ve ekinlerin müşrikler tarafından üçe ayrıldığını beyan
eder :
1)
Dilediklerinden başkası tarafından
yenilemeyen hayvanlar,
II) Binilmesi
yasaklanan hayvanlar,
III) Boğazlarken
Allah'ın ismini anmadıkları hayvanlar.
Bu üç nevi hayvan (Maide; 103 de) Bahıyre, Şaibe,
Vasiyle ve Ham tâbir edilen hayvanlardır.
Sonra (En'âm: 139 da) bu davarların karınlarında
bulunan yavrular için aldıkları şu karan açıklar :
Davarların karnında bulunan yavrular canlı doğarsa
erkekleri içindir. Sütünü içerler, etini yerler. Ondan her türlü fayda temin
ederler, kadınlarına haram telâkki ederlerdi. Hiç bir surette onları
faydalandırmazlardı. Fakat, davarların yavruları ölü doğarlarsa erkek-kadm
hepsi ortaktılar.
Araplar, bu konuda aldıkları kararları sözde Allah'a
atfetmekle böyle bir yola gittiklerini ileri sürüyorlar idi ise de bu
iddialarının tamamen asılsız olduğunu, herhangi bir ilâhî kanunla ilişkisi
olmadığını ve tamamen kendilerinin ihdas ettikleri bir düzen olduğunu beyan
eden aşağıdaki âyet onları mantık dışı bu tasarruflarından dolayı yerer.
(164) «...Yoksa
Allah size bunu (haram kılmayı) tavsiye ettiği zaman siz hazır mıydınız?...»
(En'âm: 144)
Kur'ân’ın yukarıda anlattığı durum Arapların düşkünler
içini çıkardıkları sadakalara ait bir nizamları bulunduğunu, ancak bu nizamın
Allah'a şerik koşmak, davarların bir kısmını haram, bir kısmını helâl telâkki
etmekle dejenere edildiğini beyan eder.
Kur'ân, bu durum ve nizamı tamamen lağvederek, onun
yerine zekât nizamını vazeylemiştir.
Zekâtın temelini şu âyet teşkil eder:
(165) «...Devşirildiği ve toplandığı günde hakkını
(sadakasını) verin...» (En'âm: 141)
Kur'ân,
aşağıdaki âyette haram
kıldığının dışında kalan
bütün davarları helâl kılmıştır.
(166) «De ki:
«Bana vahyolunanlar arasında, yiyen bir kimsenin yiyeceği içinde (sizin haram
dediklerinizden böyle) haranı edilmiş bir şey bulmuyorum. Yalnız gerek ölü,
gerek dökülen kan, gerek domuz eti -ki bu, şüphesiz lıir murdardır-, yahut
Allah'dan başkasının adına boğazlanmış bir fisk olmak müstesnadır. (Bunlar
haramdır. Bununla beraber) kim (bunlardan bir şeyi yemeye) muztar kalırsa
(kendisi gibi zaruret halindeki bir kimseye) tecavüz etmemek ve (zaruret
miktarını) aşmamak üzere (yiyebilir). Çünkü Kafobin çok yarlığayıcı, çok
esirgeyicidir.» (En'-âm: 145)
(167) «İman edip
de güzel güze! amel (ve hareket) lerde bulunanlar—(bundan sonra haram olan
şeylerden de) sakındıkları, iman (larında sebat ile) iyi iyi işlere devam
ettikleri, sonra (haram edilen şeylerden daima) sakınıp (haram olduklarına
iyice) inandıkları ve yine sakınmakta devam ve İsrar ile güzel işler (i arayıp
onlar) la iştigal eyledikleri takdirde- (haram kılınmazdan evvel)
tatlıklarında üzerlerine hiç bir suç yoktur. Allah, iyi hareket edenleri
sever.» (Maide : 93)
(168)
«...Onlara (nefislerine haram
kıldıkları) temiz şeyleri
helal, (helal kıldıkları) murdar şeyleri de üzerlerine haram kılıyor.)
(A'raf : 157)
Bu âyetin uygulanması mahiyetinde olmak üzere sünnet,
bazı hayvanların elini
yasaklamıştır. Ehli merkepler,
yırtıcı hayvanlar gibi... [41]
Hz. Muhamnıcd (A.S.) Peygamber olarak Mekke'de kaldığı
13 yıllık süre boyunca halkı Islâmiyclc çağrıda bulunmuş ve bu nedenle
müşriklerden çeşitli hakaret ve eziyyellcr görmüştür. Bunca cviyyet ve
hakaretler onun mübarek zatına reva görüldüğü gibi, iman eden arkadaşlarına da
yapılmıştır. Müşrikler, halkı Kur'ûn âyetlerini dinlemekten ve İslâm çağrısına
icabet etmekten alıkoymaktaydılar. Peygambere tamamen asılsız ve uydurmadan
ibaret iftiralarda bulunmakla da halkı soğutmaya çalışırlardı. Kur'ân, onların
yakıştırmaya gayret ettikleri isnadlan sıralamakta ve hepsini şiddetle
reddetmektedir. Mekkî sûreler bu
hususları gereği kadar açıklamaktadır.
Müşriklerin hiç bir meşru nedene dayanmayan amansız
düşmanlıklarını ve insafsızca eziyyetlcrini önlemeye maddeten muktedir olmayan
Mekkeli Müslümanlar din ve imanlarını korumak için Habeşistan'a göç etmeye
mecbur kaldılar.
Cenab-ı Allah, Ycsrip (Medine) de oturan Evs ve Hazrec
kabilelerinin İslâm çağrısına icabet etmelerini diledi. Rcsûlüllah onlarla
meşhur Akabe sözleşmesini yaptılar. Hayatî önem taşıyan ve îslâmiyctin etrafa
yayılmasının İlk adımı sayılan bu sözleşmeye göre Medineli Müslümanlar kendi
canlarını ve çoluk çocuklarını korudukları gibi, Peygamberi (arkadaşları ile
birlikte) aynı şekilde koruyacaklarını
taahhüt ediyorlardı.
Mekke müşrikleri Hz. Muhammeti'i Öldürmeyi İttifakla
kararlaştırdıktan sonra Allah'ın emriyle Medinelilerin yanına göç edildi.
Medine'ye varıldıktan sonra savaşmak meşru kılındı.
Kur'ân, müteaddit yerlerde; Müslümanlara savaş izni
verilmesinin sebebini beyan eder. Bu sebep iki şeyden ibarettir.
1) Düşrmn saldırısına karşı nefsi müdafaa
etmek,
2) Islâmiyeti tebliğe memur zata ve İslâm dinine girmek isteyene engel olmak ve kendi arzusuyle seçtiği İslamiyyetten dönünceye kadar çeşitli işkencelerle eziyyet edilen kimselere
zulmetmek gibi İslâm'ın
yayılmasını köstekleyici engelleri kaldırmak, vicdan dışı mezâlimi
durdurmak ve bu kutsal davetin gerçekleşmesini sağlamak. [42]
0 Savaş izni
hakkında nazil olan âyetler :
(169)
«Kendileriyle mukatele edilen (yani düşmanların hücumuna uğrayan mü'min) lere,
uğradıkları o zulümden dolayı, (bil'mukabele harbe) izin verildi. Şüphesiz ki
Allah onlara yardım etmeye elbette kemâliyle kadirdir.»
«Onlar o( mü'minlerdir ki) haksız yere ve ancak
«Rabbimîz Allah'dır» diyorlar diye yurtlarından çıkarılmışlardır. Allah bazı
insanların ( şerrini diğer) bazısı ile
defetmeseydi içlerinde Allah'ın adı çok anılan manastırlar, kiliseler,
havralar ve Mescidler muhakkak yıkılıp giderdi. (Dinine) yardım edenlere elbet
Allah da yardım eder. Şüphesiz ki Allah kavidir, yegane gaaliptir.»
«Onlar (o mü'minlerdir ki) eğer kendilerine yer
(yüzün) de bir iktidar mevkii verirsek dosdoğru namazı kılarlar, zekatı
verirler, iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar. (Bütün)
umurun akıbeti (nihayet) Allah'a (râci) dir.» (Hacc: 39-41)
(170) «Kim kendine
(yapılan) zulmün ardından her halde hakkım alırsa bunlar aleyhinde
(mes'uliyyete) bir yol yoktur.»
«O yol ancak insanlara zulmetmekte, yer (yüzün) de
haksız olarak te-ğallübe kalkmakta olanlara karşıdır, tşte bunlar (yok mu?)
bunların hakkı pek acıklı bir azaptır.» (Şuuraa : 41, 42)
(171) «Size harp
açanlarla, Allah yolunda, siz de döğüşün (müdafaa harbi yapın. Ancak) aşırı
gitmeyin. Şüphesiz ki Allah aşırı gidenleri sevmez.
Onları (size harp açanları) nerede yakalarsanız
öldürün, onları sizi çıkardıklar yerden (Mekke'den) çıkarın. Fitne katilden
beterdir. Onlar Mescid-i Haram yanında, orada sizinle döğüşünceye kadar, (yani
döğüşmedikçe) siz de orada kendileriyle döğüşnıeyin. Fakat (orada) sizi
öldürürlerse siz de onları öldürün. Kâfirlerin cezası böyledir.
Bununla beraber (muharebeden) vazgeçerlerse (siz de
bırakın). Şüphesiz ki Allah çok yarhğayıcı, hakkıyle esirgeyicidir.
Fitne (den eser) kalmayınca, din de (şunun bunun
değil) yalnız Allah'ın (dîni diye tanılmış) oluncaya kadar onlarla savaşın.
Vazgeçerlerse artık zalimlerden başkasına hiç bir husumet yoktur.
Haram ay, haram aya bedeldir. Hürmetler karşılıklıdır.
Onun için kim sizin üzerinize saldırırsa siz de, tıpkı onların üstünüze
saldırdıkları gibi, ona saldırın. (Fakat, daima) Allah'dan korkun ve bilin ki
şüphesiz Allah takvaa sahipleriyle beraberdir.» (Bakara : 190 -194)
(172) «(Yer
yüzünde) bir fitne kaîmayıncaya ve din tamamiylc Allah'ın oluncaya kadar
onlarla mııharche edin. Eğer vazgeçerlerse (onları bırakın). Şüphesiz ki Allah, ne
yapacaklarını hakkıyle görücüdür.»
«Eğer yüz çevirirlerse (korkmayın). Bilin ki Allah
sizin mevlânizdir. Ne güzel mevlâdır, ne güzel yardımcıdır, O.» (Enfâl: 39, 40)
(173) «Size ne
oluyor ki Allah yolunda -ve acz-ü ızdırap içerisinde bırakılıp: «Ey Rabbimiz,
bizi ahalisi zalim olan şu memleketden (kurtarıp) çıkar, bize tarafından bir
sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla» diyen erkekler, kadınlar ve
çocuklar uğrunda- düşmanla çarpışmıyorsunuz?» (Nİsa : 75)
II)
Müslümanlarla savaşmak istemedikleri gibi, kendi kavminden müşrik olanlarla da
savaşmak istemeyen ve samimî olarak tarafsız kalmayı tercih eden müşrikler
hakkında inen Nisa sûresinin 90. âyetine bakalım :
(173) «Size ne
oluyor ki Allah yolunda -ve acz-ü ızdırap içerisinde • ruşmazlar ve barışı size
bırakırlarsa o halde Allah onların aleyhinde sizin için (tecavüze) bir yol
bırakmamıştır.» (Nisa: 90)
III) 2.
Madde de durumu belirtilen
müşriklerden sözlerinde samimî olmayan münafıklar hakkında inen aynı
sûrenin 91. âyeti aşağıdadır:
(174) «Diğer bir
takımını da şu halde bulacaksını : Onlar hem sizden emin olmak hem kendi
kavimlerinden emin olmak İsterler. Ne zaman fitneye döndürülürler (sevk-ü davet
edilirler) se onun içine baş aşağı atılırlar. Öyle ise onlar sizi bırakıp bir
tarafa çekilmezler, barışı size bırakmazlar, ellerini çekmezlerse onları
nerede bulursanız yakalayıp tutun, onlun öldürün. İşte size onlar hakkında apaçık
bir hüccet (ve selâhıyyet) verdik». (Nİsa: 91)
IV) Sulh hakkında
olan âyetler :
(175) «(Eğer
düşmanlar) barışa meylederlerse sen de ona yanaş ve Allah'a güvenip dayan.
Çünkü her şeyi hakkıyle işiden, kemaliyle bilen bizzat O'dur.
Eğer sana hilekârlık yapacakları (tutarsa, bunu)
dilerlerse muhakkak ki sana Allah yetişir, O, seni yardımıyle ve mü'minlerle
destekleyen,
Ve onların gönüllerine sevgi verip
birleştirendir...» (Enfâl: 61-63)
V) Sulh
şartlarını bozan düşmanlarla ilgili âyetler :
(176) «Eğer
ahidlerinden sonra yine andlarını bozarlar ve dininize saldırırlarsa küfrün
önderlerini hemen öldürün. Çünkü onlar (hakikatte) andları olmayan adamdır. (Bu
suretle) umabilirsiniz ki (onlara tabi olanlar) vazgeçerler.
(Ey mü'minler,) andlarını bozan, o Peygamberi sürüp
çıkarmayı kuran ve bununla beraber ilk defa da sizinle kendileri (muharebeye)
başlayan bir kavm ile döğüşmez misiniz?. Onlardan korkacak mısınız? Eğer
(gerçekten) inanmış kimselerseniz kendisinden
korkmanıza lâyık olan bir Allah vardır.» (Tevbe : 12 -13)
Bütün bu nasslar; evvelce arzettiğimiz gibi vukubulan
savaşların ancak düşman saldırılarına karşı savunmak ve islâm dini ile
davasını güven altına almak için
yapıldığını teyid eder.
Medine Yahudilerinin Müslümanlar arasında bulunan münafıklar
ve Mekke müşriklerİyle gizli bağlılıkları ve temayülleri gözlerden pek
kaçmazdı.
Hz. Muhammed (A.S.) ile Medine'li Yahudiler arasında
bulunan yazılı anlaşmaları İhlâl eden Yahudiler «Ahzab savaşında Müslümanların
bir hayli sarsılmasına sebebiyet verdiler.
Bu olay üzerine Medine'lİ Yahudiler ile savaşma emri
verildi. Buna ait âyeti okuyalım :
(177) «Kendilerine
kitap verilenlerden ne Allah'a, ne ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve
Peygamberinin haram ettiği şeyleri haram tanımayan, hak dinini din olarak
kabul etmeyen kimselerle, zelil ve hakıyr kendi el(ler) ile cizye verecekleri
zamana kadar, muharebe edin.» (Tevbe : 29)
O ana kadar savaş emri Mekke'li müşriklere ve onlara
yardım eden Medine Yahudilerine münhasır idi. Arabistan yarımadasında yaşayan
kabileler onlarla birleşince hepsiyle savaşma emri aşağıdaki âyetle verildi:
(178) «...(Bununla
beraber) müşrikler sizinle nasıl topyekün har-bederlerse siz de onlarla
topyekün harbedin. Bilin ki Allah, (fenalıktan) sakınanlarla beraberdir.»
(Tevbe: 36)
Mümtehıne sûresinin 8 ve 9. âyetleri Kur'ân'm sulh
ruhuna verdiği önemi te'yid ve izah eder
. .
.
(179) «Sizinle din
hususunda muharebe etmemiş, sizi yurtlarınızdan da çıkarmamış olanlara iyilik,
onlara adalet (le muamele) etmenizden Allah sizi men etmez. Çünkü Allah adalet
yapanları sever.»
«Allah, sizi ancak sizinle din muharebesi yapmış, sizi
yurtlarınızdan çıkarmış ve çıkarılmanıza arka çıkmış olanlara dostluk
etmenizden men eder. Kim onları dost edinirse işte bunlar zaalimlerin ta
kendileridir.» (Müntehine : 8 - 9) [43]
Kur'ân'm önem verdiği ve ihlâl edilmesini şiddetle
yasakladığı hususlardan birisi de sözleşmeler ve. andlaşmalardır. Bunlara ait
nassların bir kısmı umumî, diğer bir kısmı hususîdir.
A- Umumî
olan nassların bazıları:
(180) «Ey iman edenler, bağlandığınız
akidleri yerine getiriniz...-(Maide: 1) .
.
(181) «Karşılıklı
muahade yaptığınız vakit Allah'ın ahdini yerine getirin. Sapa sağlam ettiğiniz
ycminleri bozmayınız. (Nasıl olur kî) üzerinize Allah'ı kefil yapmışsınızdır.
Şüphe yok ki Allah ne yapacağınızı bilir.»
«İpliğini sağlamca büklükten sonra söküp bozan (kadın)
gibi olmayın. «Bir ümmet diğer bir ümmetden (malca ve sayıca) daha çoktur.» diyc
yeminlerinizi aranızda bir hîyle ve fesad (mevzuu) edinir misiniz?...» (Nahl:
91-92)
(182) «...Bir de ahdi yerine getirin. Çünkü ahid
(den cayanlar) sorumludur.» (İsra : 34)
B- Hususî
olan nasslann bir kısmı: '
.
(183) «Müşriklerin
içinden (kendileriyle) muahade ettiklerinize Allah'dan ve Resulünden bir
ültümatomdur .(bu).» (Tcvbe: 1)
(184) «Muahade yaptığınız müşriklerden size (ahidlerinin
şartlarında) hiç bir şey eksiklik yapmamış, aleyhinizde (düşmanlarınızdan) hiç
bir kimseye yardım etmemiş olanlar (bu hükümden) müstesnadır. O halde onların
müddetleri (bitinceye) kadar ahidlerini tamamlayın. Çünkü Allah (haksızlıktan)
sakınanları sever.» (Tevbe: 4)
(185) «...Mescid-i Haramın yanında muahade ettikleriniz
müstesnadır O halde bunlar size karşı (ahidlerine sadâkat hususunda)
doğrulukla hareket ederlerse sîz de kendilerine öğlece doğrulukla muamele edin.
Şüphesiz ki Allah (ahde vefasızlıktan) sakınanları sever». (Tevbe: 7)
Bu durum; hiyanet belirlileri kendilerinde görülen
veya andlaşmalarını İhlâl etmiş olan müşriklerin mal ve can emniyetinin
kaldırıldığına ve böyleleriyle savaş edilebileceğine, bunların dışında kalan ve
ahidlerini bozmayan müşriklere andlaşma
süresi sonuna kadar savaş açılmayacağına delâlet eder.
Bu hüküm aşağıda yazılı Ayetin hükmünün bir nevi
uygulanmasıdır :
(186) «Eğer (muahade eden) bir kavmin hainliğini (ahdine
sadakatsizliğini anlayarak bu cihetten) kat'i endişeye düşersen (evvelâ) hak
ve adalet üzere (keyfiyyeti) kendilerine (bildir ve ahidlerini) at. Çünkü Allah
hâinleri sevmez.» (Enfâl: 58)
Müslümanlar aleyhinde gizli çalışan münafıkların
uzaklaştırılması gerekliliği Nisa sûresinde emredüdiği zaman :
(187) «Sizinle aralarında anlaşma bulunan bir kavme iltice
edenler müstesna...» (Nisa: 90) diye
buyuruldu.
Bu emir, anlaşmalı gayri müslim ülkelere saygı
gösterilmesinin gerekliliğini ve oraya iltihak edenlere sığınma hakkının dinen
tanındığını belirtmektedir.
Bu hüküm de Kur'ân'm
andlaşmalara verdiği Önemi göstermektedir.
Anlaşmalı üike halkından birisini yanlışlıkla öldürme
cezası bir Müslümanı o şekilde öldürme cezasının aynıdır.
(188a) «...Şayet kendileri ile aranızda andlaşma olan bir
kavmden ist o vakit mirasçılarına bir diyet vermek ve bir de mümin bir köle
azad etmek gerekir...» (Nisa: 92)
(188b) «...Kim bîr mü’nıini yanlışlıkla öldürürse nıü'min
bir köleyi azad etmesi ve (ölenin) ailesine (mirasçılarına) teslim edilecek bir
diyet (kan bahası) vermesi lâzımdır. Meğer ki onlar (o diyeti) sadaka olarak
bağışlamış olsunlar...» (Nisa : 92)
Diğer taraftan andlaşma olmayan ülkede bir Müslümanı
öldürmek halinde gereken ceza yukarıda belirtilen andlaşmalı ülke halkından
bir gayri müslimi öldürme cezasından daha hafif kılınarak şöyle buyurulur :
(189) «,..Eğer
(öldürülen) mü'm in olmakla beraber size düşman bir kavimden ise o zaman
(öldürenin) mü'min bir köle azad etmesi lâzımdır...» (Nisa: 92)
Bu hüküm de Kur'ân'ın andlaşmalara verdiği değeri bir
kat daha te'yid etmektedir.
Düşman ülkesinde oturan ve İslâm ülkesine göç etmeyen
Müslümanlarla ilgili Enfâl sûresinin :
(190) «...(Bununla
beraber) eğer onlar din hususunda sizden yardım isterlerse yardım etmek
üstünüze borçtur. Şu kadar ki sizinle aralarında muahede bulunan bir kavim aleyhinde değil. Allah
yapacaklarınızı hakkıyle görücüdür.» (Enfâl: 72)
Ayeti, anlaşma hakkını her türlü hakkın üstünde
tutmaktadır. Kur'ân, yabancı ülkelerle sulh andlaşması hususunda Müslümanlar
için süre tahdidini koymadığı aşağıdaki âyetten açıkça anlaşılıyor :
(191) «Eğer
(düşmanlar) barışa meylederlerse sen de ona yanaş ve Allah'a güvenip dayan.
Çünkü her şeyi hakkıyle işiden, kemaliyle bilen bizzat O'dur.» (Enfâl: 61) [44]
(192) «...Nihayet
onları mecalsiz bir hale getirdiğiniz zaman artık bağı sıkı tutun, (ondan)
sonra ise iyilik (yapın), yahut fidye (alın). Yeterki harp (erbabı)
ağırlıklarını bıraksın...» (Muhammed: 4)
Yukarıdaki âyette Kur'ân, savaş esirlerinin hükmünü
sarahaten beyan etmiştir. Ulülemri esirleri fidye karşılığında serbest
bırakmak veya karşılıksız olarak afvetme hususunda yetkili kılmıştır. Ancak bu
yetki düşman ordusunun iyice yenilgiye uğratılması, zararsız hale getirilmesi
ve İslâm hakimiyyetinin sağlanması şartına bağlanmıştır. Bu nedenledir ki,
bahis konusu şartlar gerçekleşmeden asr-ı saadette esirlerin fidye
karşılığında tahliye edilmesi Enfâl sûresinin 67. âyeti ile yerilmiştir:
(193) «Hiç bir
peygamberin yer yüzünde ağır basıp (harpedip) zaferler kazanıncaya kadar
(muharip düşmandan) esirler alınması (vaaki) olmamıştır. Siz geçici dünya
malını arzu ediyorsunuz. Halbuki Allah ahi-retsi (daha çok ahiret sevabım
kazanmanızı, ahireti düşünmenizi) ister. Allah azizdir (dostlarını düşmanları
üzerine galip kılandır.), hakimdir (her hâle lâyık olanı hakkıyle ve hikmetiyle
bilendir.» (Enfâl: 67)
Peygamber (A.S.) bazı esirlerin öldürülmesini özel
sebepler dolayısiyle emretmiştir : Bedir savaşında Ukbe b. Ebî Muîd, Uhud'da
Ebu İzzeti el-Cemhî'-nin Öldürülmesi bu kabildendir. (Bu şahıs. Bedir savaşında
bundan böyle Müslümanlar aleyhinde çalışmayacağını ve düşmana yardımcı
olmayacağını taahhüd ettiği halde ahdini bozmuştu.) Keza; Mekke fethinden sonra
şehir halkından 8 kişi işlemiş oldukları bir takım ağır suçlar dolayısiyle
öldürülmüştür. [45]
İslâm dini geldiği zaman Arapların elinde köleler
vardı. Elinde köleler bulunanların mülkiyet hakkını tanımıştır. Aşağıdaki
âyetlere bir göz atalım :
(194) «(Öyle
mü'minler) ki onlar ırzlarım koruyanlardır.» «Şu var ki
zevcelerine, yahut sağ ellerinin malik olduklarına (kendi cariyelerine)
karşı (olan durumları) müstesnadır. Çünkü onlar (bu
takdirde) kınanmışlar değildir,» (Mü'minun : 5 - 6)
(195)
«...Şayet (bu suretle de)
adalet yapamayacağınızdan endişe ederseniz o zaman bir (tane ile),
yahut malik olduğunuz cariye ile iktifa '.
edin...» (Nisa: 3)
Medine devrinde Müslümanlar savaşlara girdikten sonra
Kuı'ân, kölelerin azad edilmesine çeşitli yollarla teşvikte bulunmuş ve gereği
kadar önem vermiştir :
I) Kur'ân;
Mekkî olan Beled sûresinde insanoğluna Allah'ın verdiği nimetler beyan
edildikten sonra, şükretmek isteyene düşen gerekli hizmetlerin başında, köle
azad etmek olduğunu ve bu hizmetin, kulun Mevlâsına karşı yapacağı şükürlerin başında geldiğini
aşağıdaki âyetle belirtmektedir:
(196) «(11) *Fakat o,
sarp yokuşa safdıramadı. (12) Bu sarp yokuşun ne olduğunu sana hangi şey
bildirdi?. (13) (O) kul azad etmektir, (14) yahut (salgın) bir açlık gününde
yemek yedirmektir, (15) yakınlığı plan bir yetime, (16) yahut toprakta sürünen
bir yoksula. (17) Sonra da (o sarp yokuşu aşıp geçerken) iman edenlerden,
birbirlerine sabr (-u sebat) ı tavsiye, (halka) merhameti tavsiye edenlerden
olmaktır. (18) İşte bunlar sağcılardır.» (Beled: 11-18)
11) Kur'ân,
işlenen bazı suçlardan dolayı ceza mahiyetinde ödenen birçok kefaretin başında
kölelerin hürriyete kavuşturulmaları müeyyidesini koymuştur.
(197) «...Kim bir mü’min yanlışlıkla öldürürse
mü'min bir köleyi azad etmesi
lâzımdır...» (Nisa; 92)
(198)
«Kadınlarından zihar ile ayrılmak isteyip de sonra dediklerini geri alacaklar
(için) birbiriyle temas etmezden ev,yel, bir köle azad etmek
(lâzımdır.)...» (Mücadele: 3)
(199) «...Bunun da
kefareti ailenize yedirmekte olduğunuzun orta (derece) sinden on yoksulu
doyurmak, ya onları giydirmek, yahut bir kul azad etmektir...» (Mâide: 89)
I11) Kur'ân, bazı
köleleri zekâta müstahak olan sekiz sınıftan biri olarak kabul etmiştir. Yani
devlet, halktan alacağı zekâtın 1/8 ini kölelerin azad edilmesi yoluna tahsis
edecektir.
IV) Kur'ân,
kölelerden bir mal karşılığında hürriyete kavuşturulmasını isteyenlerin
dileklerini yerine getirmeyi, efendisine emrettiği gibi böyle bir akdin vukuu
halinde köleden islenecek meblağın bir an önce ödenmesi hususunda Müslümanların
yardımcı olmalarını istemektedir.
(200)
«...Ellerinizin malik olduğu (köle ve cariyelerden) mükâtebc isteyenlerin, eğer
onlarda bir hayır biliyorsanız, kitabete kesin, onlara Allah'ın size verdiği
mallardan verin...» (Nur: 33)
Kölelerin azad edilmesi yukarıda belirtildiği veçhiyle
Kur'ân'da istendiği gibi, hadîslerde de aynı istek te'yid ve teşvik edilmektedir.
Diğer taraftan Müs-
tumanların elinde bulunan kölelere karşı merhametli
olmak, yiyecek ve giyecek hususunda efendisinin aile efradından
ayırdedilmcmesi ve benzeri hususlar da hadîslerde gereği kadar ve defalarca
tavsiyeler yapılıyor.
Savaş esirlerinin köle edinilmesi gerekliliği
hakkında Kur'ân'da açık bir hükme
rastlan amaz. [46]
Araplar İslâm'dan Önce savaşlardan ganimetler alır ve
muhariplere dağıtmakla beraber büyük bir kısmı başkana verilmek üzere dağıtım
dışında tutulurdu. Bazı Arap ediplerinin eserlerinden anlaşıldığına göre
ganimetten, en değerli eşya önce başkana takdim edilirdi. Ondan sonra kalanm
1/4 ü" yine başkana ayirdedilirdi. İslâmiyet zuhur ettikten sonra ilk
ganimet Bedir savaşında elde edilince herkes bunun tevzi şeklini öğrenmek
istedi. Bu"hususta önce inen âyet:
(201) «(Habibim)
sana harp ganimetleri (nin hükmünü) sorarlar...De ki, (bu) ganimetler Allah'ın
ve Resûlünündür...» (Enfâl: 1)
Sonra inen ve tevzi şeklini açıklayan âyet:
(202) «…bilin ki,
ganimet olarak aldığınız her hangi bir şeyin mutlaka beşde biri Allah'ın,
Resulünün, hısımların, yetimlerin, yoksulların, yolcunundur...» (Enfâl: 41)
Bundan sonra Peygamber, âyette sıralanan sınıflara
dağıtmak üzere ganimetin 1/5 ini ayırmaya başladı ve şöyle buyurdular:
«Ganimetinizin ancak beşde biri bana aittir. O da
sizlere iade edilir.[47]
.Çünkü bunun çoğu sosyal hizmetlere harcanırdı.
Muhariplerin
savaşması olmadan düşmanlardan alınan
ve «fey1» denilen malların dağıtım şekline aşağıdaki
âyetler işaret etmektedir :
(203) «Allah'ın
(fethedilen diğer küffar) memleketler (i) ehâlisiri-den Peygamberine verdiği
«Feyi'» «Allah'a, Peygamberine, hısımlara, yetimlere yoksullara, yolda
kalanlara aiddir. Tâki (bu mallar) içinizden (yalınız) zenginler arasında dolaşan
bir devlet olmasın...- (Haşr: 7)
(204) «(Bilhassa o
feyi'), hicret eden fakirlere âiddir ki onlar Al-Iah'dan fazl (u inayet) ve
hoşnudluk ararlar ve Allah ve Peygamberine (malları ile, canları ile) yardım
ederlerken yurdlarmdan ve mallarından (mahrum edilerek) çıkarılmıştır. İşte
bunlar saadıkların ta kendileridir.»
«Onlardan evvel (Medine'yi) yurt ve iman (evi) edinmiş
olan kimseler, kendilerine hicret edenlere sevgi beslerler. Onlara verilen
şeylerden dolayı göğüslerinde bir ihtiyaç (meyli) bulmazlar. Kendilerinde
fakr-u ihtiyaç olsa bile (onları) öz canlarından daha üstün tutarlar. Kim
nefsinin (mala olan) hırsından ve cimriliğinden korunursa işte muradlarına erenler
onların ta kendileridir.»
«Bunların arkasından gelenler (şöyle) derler: «Ey
Rabbimiz, bizi ve iman ile daha önden bizi geçmiş olan (din) kardeşlerimizi
yarlığa, iman etmiş olanlar için kalplerimizde bir kin bırakma, ey Rabbimiz,
şüphesiz ki Sen çok esirgeyicisin, çok merhametlisin.» (Haşr : 8 - 9 -10)
Peygamberin
katıldığı ve Kur'ân'ın
kısmen temas ettiği
savaşları sünnet uygulamalı olarak
açıklamıştır.
Peygamberin fiilen katılmadan düzenlediği bütün
savaşlar Kur'ân ahkâmına göre yürütülmüştür. [48]
1) Bedir Savaşı (H. 2. Yıl)
(205) «(«Bedir»
ganimetlerinin taksiminden bazıları nasıl hoşlanmndılarsa) Rabbin seni Hak
uğrunda evinden (harbe) çıkardığı zaman dit (hal böyle idi.) Çünkü mü’min
lerden bir zümre muhakkak ki isteksizdiler.- (Enfâl:5)
(206) «Andolsun ki
siz (adetçe, silahça, binekçe düşmandan daha) zâîf ve dûn iken Allah size
«Bedir» de kat'i bir zafer verdi...» (ÂI-i İmran : 123)
2) Uhud Savaşı (H. 3.
Yıl) :
(207) «(Ey
mü'minler), gevşemeyin, mahzun olmayın, siz eğer (gerçekten) mü'min iseniz
(düşmanlarınıza gaalip ve onlardan) çok üstünsü-nüzdür...» (Âl-i îmran : 139)
3) Hamraü'l Esed (H. 3. Yıl)"
(208) «Kendilerine
yara isabet ettikten sonra yine Allah'ın ve Peygamberin davetine icabet
edenler...» (Âl-i İmran : 172)
4)Küçük Bedir (H. 4.
Yıl)
(209) «Onlar öyle
kimselerdir ki halk kendilerine: «(düşmanlarınız olan) insanlar size karşı
ordu hazırladılar, o halde onlardan korkun» dedi de bu (söz) onların imanını
artırdı ve: «Allah bize yeter. O, ne güzel vekildir» dediler...»
-Bunun üzerine kendilerine hiç bir fenalık dokunmadan
Allah'dan nimet (afiyet ve selâmet) ve faz!~(-u ticaret) ile geri döndüler. (Bu
sîiret-Ie) Allah'ın rızasına da uymuş bulundular. Allah, çok büyük lûtf-u
inayet sahibidir.» (Âl-i İmran : 173 -174)
5) Beni Nadir
(210) «O, Ehl-i Kitaptan küfredenleri ilk sürgünde
yurdlarından çıkarandır...» (Haşr: 2)
6) Hendek
Savaşı
(211) «Ey iman
edenler, Allah'ın üzerinizdeki (bunca) nimetini hatırlayın, o zamanda ki size
(düşman) ordular (ı) saldırmişdi da biz onlara karşı bir rüzgar ve sizin
görmediğiniz ordular göndermiştik...» (Ah-zâb: 9)
7) Benî Kurayza (H. 5, Yıl)
(212)
«Kitablılardan olupda onlara müzaharette bulunanları da, yüreklerine korku
düşürerek, kal'alanından indirdi. Bİr kısmını öldürüyordunuz, bir kısmını da
esir ediyordunuz.»
«Onların yerlerine, yurdlarına, mallarına ve henüz
ayak basmadığınız diğer araziyede sizi mirasçı yaptı. Allah her şey'e hakkıyle
kadirdir.) (Ahzâb : 26 - 27)
8) Hudeybiye Savaşı (h. 7. Yıl)
(213) «Gerçek,
sana bîat edenler ancak Allah'a biat etmiş olurlar. Allah'ın eli onların elleri
üstündedir...» (Feth:10)
9) Hayber Savaşı (H. 7. Yıl)
(214) Andolsun ki
Allah mü'mînlerden-seninle o ağacın altında bîat ederlerken-raâzi olmuştur da
kalplerindekini bilerek üzerlerine kuvvei mâ'neviyyeyi indirmiş ve onları yakın
bir feth i!e ve alacakları bir çok ganimetler ile mükafatlandırmıştır. Allah
mutlak gaaliptir, yegane hüküm ve hikmet sahibidir.» (Feth â 18 -19)
10) Mekke Fethi
(H. 8. Yıl)
(215) «...İçinizde
fetihden evvel (Allah yolunda) harcayan ve muharebe eden kimseler (diğerleri
ile) bîr olmaz. Onlar derece itibariyle (o fetihden) sonra harcayan ve muharebe
edenlerden daha büyüktür. (Bununla beraber) Allah (bu iki zümreden) her birine
en güzel olanı (cenneti) va'detti...» (Hadîd : 10)
(216) «Allah'ın
nusratı ve fetih gelince.» (Nasr : 1)
11) Huneyn Savaşı (7ı. 8.
Yit)
(217) «Andolsun ki
Allah bir çok (savaş) yerler (in) de ve Huneyn gününde size yardım etmiştir. (O
Huneyn günündeki) çokluğunuz o zaman size uçub vermişdi de bu, size (gelecek
kazadan) bir şeyi gidermeye yaramamışdı. Yeryüzü, o genişliğine rağmen başınıza
dar gelmişti. Nihayet (bozularak) gerisin geri dönüp gitmişdiniz.»
«Sonra Allah; Resulü ile mü'minlerin üzerine
sekînetini (kuvve-i mâ'-neyiyyesini) indirdi, görmediğiniz (Melek) orduları (m)
indirdi. Ve kâfirleri azaplandırdı. Bu, o kâfirlerin cezası İdi.- (Tevbe: 25 -
26)
12) Tebûk (Usret) Savaşı (/,,
9. Yıl): Diğer savaşlara nazaran
kur'ân'ın çok yer verdiği bir savaştır. buna ait âyetlerin başlangıcı:
(218) «Ey iman
edenler, ne oldunuz ki size: «Allah yolunda el birlik çıkın» denildiği zaman yere (mıhlanıp)
ağırlattınız? Ahiretden (vaz geçip yalınız) dünya hayatına mı raazî oldunuz?
Fakat bu dünya hayatının faidesi ahiretin yanında pek azdır.» (Tevbe: 38)
Müteakip âyetler de aynı konudadır.
Bütün bu savaşlar yukarıda zikrettiğimiz Kur'ân
prensiplerine tamamen uygun olarak cereyan etmiştir. Yani saldırıları def
etmek, İslâm davetini sağlamak ve
getirmiş olduğu sulha herkesin saygılı
olmasını gerçekleştirmek.
Arabistan yarımadası halkı İslâmiyet etrafında
toplanıp bağlılıklarını ifade ettikten sonra Peygamberin dünya hayatı sona
erdi. [49]
Kur'ân'ın beyan ettiği nizamlardan birisi de âile
nizamıdır. Kur'ân, evlenip yuva kurmayı meşru kılmış ve evlenme akdine, «Ağır
Misak» adını vermiştir.
(219) «...Onlar
sizden kuvvetli teminat da aldılar.»
(Nisa; 21)
Kur'ân, karı koca arasında muhabbet ve şefkat duygusunu yarattığını ve bunun
insanoğluna bir nimet olarak verildiğini beyan eder.
(220) «Sîze
nefislerinizden, kendilerine ısınmanız için zevceler yaratmış olması, aranızda
bir sevgi ve esirgeme yapması da O'nun âyetle-rindendîr. Şüphe yok ki bunda
fikrini iyi imâl edecek bir kavm için elbette ibretler vardır.» (Er-Rûm : 21)
Kur'ân, karı-kocayı yekdiğerine libas (örtü)
kılmıştır. Yani karı kocasıyle, koca karısıyla sükûnet buîur.
(221) «...Onlar
sizin için, siz de onlar için, birer libassınız...» (Bakara: 187)
Kur'ân, evlenmeyi önemle tavsiye etmiştir. Bu teşvikde
çeşitli faydalar yanında ümmetin çoğalmasının öngörüldüğü unutulmamalıdır. Zira
hadîs-i şerifde şöyle buyurulur:
«Evleniniz, tâ ki çoğalasınız. Çünkü ben kıyamet günü
diğer ümmetler karşısında sizlerle iftihar ederim.»
Evlenmeyi
teşvik eden âyet :
(222) «İçinizden
bekârları ve kölelerinizden, cariyelerinizden sâlih (mü'min) olanları
evlendirin. Eğer fakir iseler Allah onları (evlenmeleri sayesinde) fazl (-ü
kerem) iyle zengin yapar. Allah (ın lütfü) boldur, (O, her şeyi) hakkıyle
bilendir.» (Nur: 32)
Erkeğin alacağı zevcelerin sayısı hakkında Araplar
arasında belirli bir sınır yoktu. Çoğu zaman bir erkeğin nikâhı altında on
kadın bulunurdu. Bu ortamda gelen Kur'ân, müteaddit kadınlar arasında
adaletsizlik etmekten emin olan kimseler için normal bir sınır vazederek şöyle
buyurdu :
(223) «...Sizin
için helal olan (diğer kadınlardan) ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikâh
edin. Şayet (hu suretle de) adalet yapamıyacağı-nızdan endişe ederseniz, artık
bir zevce ile (iktifa ediniz.)...» (Nisa: 3)
Birden fazla kadınla evlenmek hükmünde aşağıdaki
hususlar öngörülmüştür:
1) Tecrübelerle
sabit olduğu veçhile çoğu zaman bir
insanın tabiî ihtiyaçlarının
giderilmesi için bir kadının yeterli
olmayışı.
2) Neslin
çoğalması.
Ancak Şart* nazarında, yukarıda öngörülen hususlara
hâkim olacak, başka bir deyimle onları gölgeleyecek adaletsizlik korkusunun
olmayışı şarttır. Sonra, birden fazla kadınla evlenmek Sâri' nazarında
yapılması gerekli bir prensip
değildir.
Ancak âyetten anlaşılacağı
veçhile, takdiri mükellefe
racî mubahlardandır. Bu
mübahlık da ilâhî sınırlara tecavüz etmemek şartına bağlıdır.
Kur'ân
aralarında kan, sıhrî ve süt yakınlıklarından birisi bulunan erkek ile
bazı kadınların evlenmelerini
yasak, kılmıştır.
(224)
«Babalarınızla evlenmiş olan kadınlarla evlenmeyin. Ancak (cahiliyet devrinde
geçen) geçmiştir. Şüphe yok ki, o, bir hayasızlıkdı. (Allah'ın en büyük) hışmı
(na bir sebep) di. O, ne kötü bir yoldu.
Analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz,
halalarınız, teyzeleriniz, birader kızları, hemşire kızları, sizi emziren
(süt) analarınız, süt hemşireleriniz, kanlarınızın anaları, kendileriyle
(Zifafa) girdiğiniz karılarınızdan olup himayelerinizde bulunan üvey kızlarınız
(la evlenmeniz) size haram edildi. Eğer onlarla (üvey kızlarınızın analanyle)
zifafa girmem işse niz (onlarla evlenmenizde) size bir beis yok. Kendi
sulbünüzden (gelmiş) oğullarınızın karıları (ile evlenmeniz) ve iki kız
kardeşi birlikte almanız da (keza haram edildi). Ancak (cahiliyet devrinde)
geçen geçmiştir. Çünkü Allah hakiykaten yarlığayıcıdır. Çok esirgeyicidir.
Diğer bütün kocalı kadınlar (la evlenmeniz de size
haram edildi. Bu hürmetler)... üzerinize Allah'ın farzı olarak yazılmıştır...»
(Nisa: 22, 23, 24)
[50]Ayrıca sünnet
bir kadın ile halasını veya teyzesini bir erkeğin nikâhı altında beraber
bulundurmayı yasaklamıştır. Keza kan yakınlığından nikâhlanamayan kadınların
durumunda olan süt yakınlarının da nikâhlanamıyacağını beyan etmiştir.
Kur'an,
bir Müslümamn bir
müşrike ile evlenmesini
veya bir müşrikin Müslüman bir kadınla
evlenmesini yasaklamıştır.
(225) «(Ey
mü'minlcr) Allah'a eş tanıyan kadınlarla (müşriklerle), onlar imana gelinceye
kadar, evlenmeyin. İman eden bîr cariye, müşrik bir kadından -bu, sizin
hoşunuza gitse de – elbette hayırlıdır.
Müşrik erkeklere de, onlar iman edinceye kadar, (mü'min kadınları) nikahlamayın.
Mümin bir kul müşrikden -o, sizin hoşunuza gitse
de- elbette hayırlıdır. Onlar sizi cehenneme
çağırırlar. Allah ise, kendi iradesiyle, cennete ve mağfirete çağırır. O,
insanlara âyetlerini apaçık söyler, tâ ki iyice düşünüp ibret alsınlar.»
(Bakara: 221)
Kur'ân, Müslüman bir erkeğin chl-i kitap olan
kadınlarla evlenmesini helal kılmıştır.
(226) «...Namuskâr,
zinaya sapmamış ve gizli dostlar da edinmemiş (insanlar) halinde (yaşamanız
şartiyle) mü’minlerden hür ve iffetli kadınlarla kendilerine sizden evvel
kitap verilenlerden yine hür ve iffetli kadınlar dahi, siz onların mehirlerini
ver (ip nikah ed) ince (size helaldir). Kim imam tanımayıp kâfir olursa her
halde bütün yaptığı boşuna gitmiştir. Ve o, ahirette en çok ziyana
uğrayanlardandır.» (Maide : 5)
Kur'ân, hür bîr kadınla evienme masrafını bulamayan
bir erkeğin cariye ile evlenmesini mubah kılmıştır.
(227) «Sizden kim
hür ve müslüman kadınları nikahla alacak bir bolluğa güç yetiştiremezse o halde
sağ ellerinizin malik olduğu mü'min cariyelerinizden (alsın). Allah sizin
imanınızı çok iyi bilendir. Kiminiz kiminizden (haasıl olmuşsunuz) dur, O
halde -fuhuşda bulunmayan, gizli dostlar da edinmeyen namuslu kadınlar olmak
üzere- onları, sahiplerinin izni ile, kendinize nikahlayın. Ücretlerini
(mehirlerini) de güzellikle onlara verîn...» (Nisa: 25)
Sünnet, evlenme akdinin icrası için bazı kayıtlar
koymuştur. Kur'ân da erkeğin evleneceği kadına mehir ödemek yükümlülüğünü
vazeylemiştir.
(228) «...Onlardan
maadası ise - namuskâr ve zinaya sapmamış (insanlar) halinde (yaşamanız
şartiyle) mallarınızla (mehir vermek veya satın almak suretiyle) ara (yıp
nikâhla) manız için— size helâl edildi. O halde onlardan hangisi ile kayıtlandı
iseniz ücretlerini takdir edildiği veçhile verin. O mehrin miktarını tayin
ettikten sonra aranızda gönül hoşluğu İle uyuştuğunuz şey (miktar) hakkında
üstünüze bir vebal yoktur. Şüphesiz ki Allah hakkıyle bilicidir, mutlak hüküm
ve hikmet sahibidir.» (Nisa: 24)
Kur'ân, erkeğe nisbeten kadının mevkiini aşağıdaki
âyetlerde kısmen açıklamıştır :
(229)
«...Erkeklerin meşru surette kadınlar üzerindeki (hakları) gibi kadınların da
onlar üzerinde (hakları) vardır. (Yalnız) erkekler onlar üzerinde (daha üstün)
bir dereceye mâlikdirler...» (Bakara: 228)
(230) «Erkekler
kadınlar üzerine hakimdirler. O sebeple ki Allah onlardan kimini (erkekleri)
kiminden (kadınlardan) üstün kılmıştır. Bir de (erkekler onları) mallarından
infak etmektedirler. İyi kadınlar itaatli olanlardır. Allah kendi (hak) larını
nasıl koruduysa onlar da öylece göze görülmeyeni koruyanlardır. Şerlerinden,
serkeşliklerinden yıldığınız kadınlara gelince: Onlara (evvela) öğüt verin,
(vazgeçmezlerse) kendilerini yataklar (in) da yalnız bırakın. (Yine kâr
etmezse) döğün. Size itaat ederlerse aleyhlerinde bir yol aramayın. Çünkü
Allah çok yücedir. Çok büyüktür.» (Nisa: 34)
(231) «Eğer bir
kadın, kocasının uzaklaşmasından (yatağını terket-mesinden, nafakasında ihmal
göstermesinden), yahut (her hangi bir suretle kendisinden) yüz çevirmesinden
endişe ederse sulh ile aralarını dü-
zeltmek d e ikisine de vebal yoktur. Sulh daha
hayırlıdır. Zaten nefislerde kıskançlık hazırlanmıştır. Eğer iyi geçinir,
(kadınlara cefadan) sakınırsanız şüphesiz ki Allah yapacağınız her şeyden
tamamen haberdardır.
Kadınlar arasında adalet (ve müsavatı tatbik) etmenize
ne kadar hırs gösterseniz, asla güç yetiştiremezsiniz. Bari (birine) büsbütün
meyledip-de ötekini (ne dul, ne kocalı bir durumda) askılı gibi bırakmayın.
Eğer (nefsinizi) İslah eder, (haksızlıktan) sakınırsanız şüphe yok ki Allah çok
yarlığayıcı, çok esirgeyicidir.» (Nisa : 128 -129)
Kur'ân, hukuk bakımından erkek ile kadın arasında
eşitlik prensibini vazetmekle beraber aile ocağında erkeği reis kılmıştır.
Bunun yanında onun aile efradına, özellikle eşine iyilik etmesini defalarca
emrettiği gibi sünnet de buna geniş yer vermiştir. [51]
Kur'ân, evlenme nizamını kurduğu gibi, boşama nizamını
da getirmiştir. Boşama işini bazı kayıtlara bağlayarak evlenme akdini, Ani
tepkilerin hilcımıu-na maruz bırakmamıştır. Böylece kurulan aile ocağının
devamını te'minat altına almıştır. Ani kararlarla yuva bozmayı frenlemiştir.
Şöyle ki:
I) Eşine karşı
nefret duymaya başlayan erkeğin, vicdanına müracaatla eşinin iyi yönlerini
hatırlaması istenmektedir.
(232) «...Onlarla
(kadınlarınızla) iyi geçinin. Eğer kendilerinden hoş. ianmadınızsa olabilir ki
bir şeyi sizin hoşunuza gitmez de Allah onda bir çok hayır takdir etmiş
bulunur.» (Nisa': 19)
Aşağıdaki hadîs de aynı mealdedir : [52] . .
Mü’min bir erkek mü’min bir kadına buğz etmemelidir Eğer onun bir huyundan
hoşlanmazsa diğer bir huyundan memnun olacaktır.
Kur’an erkeğe
bu tavsiyelerde bulunduğu gibi, uzlaşma talebine kadını da teşvik etmiştir
(233) «Eğer bir
kadın, kocasının uzaklaşmasından (yatağını terk etmesinden, nafakasında ilımal
göstermesinden), yahut (her hangi bir suretle kendisinden) yüz çevirmesinden
endişe ederse sulh ile aralarını düzeltmekte ikisinede veba! yoktur. Sulh daha
hayırlıdır...» (Nisa: 128)
II) Kur'ân, karı
koca arasında geçimsizlik ye huzursuzluk korkusu halinde tarafları temsil
edecek iki hakemin tayinini emretmiştir.
(234) «(Eğer karı
ile kocanın) aralarının açılmasından endişeye düşerseniz o vakit (kendilerine)
erkeğin ailesinden bir hakem, kadının ailesinden bir hakem gönderin. Bunlar
barıştırmak isterlerse Allah aralarında (ki dargınlık yerine geçime), onları
(uyuşmaya) muvaffak buyurur. Şüphesiz ki Allah hakkıyle bilicidir, (her şey'in
künhünden) haberdardır.» (Nisa : 35)
Âyetteki hitap bütün mü'minlcre tevcih edilmiştir. Bu
emrin İnfazı devletin yetkili kıldığı ülûl-emr'in görevidir.
III) «Kur'ân, bir
ve ikinci maddede öngürülen emirler uygulandığı halde geçimsizliğin
önlenememesi ve başka çare kalmaması halinde yapılacak şeyin, kadının aybaşı
âdetinden temiz olduğu süre içerisinde ve henüz cinsî münase-betde bulunmadan
boşama işinin yapılmasını
emretmiştir. [53]
(235) «Ey
Peygamber, kadınları boşayacağınız vakit iddetierîne doğru boşayın. O iddeti
de sayın. Rahbiuiz olan Allah'dan korkun...» Talâk:!)
Rcsıiliillah (S.A.) bu emrin hilâfına ailesini boşayan
Hz. Ömer'in oğlunu (Abdullah) kınayarak karısına dönmesini ve bilâhare dilediği
takdirde Kur'ân emrine uygun olarak boşama yoluna gidebileceğini emretti.
IV) Kur'ân, boşanan kadının iddet süresince kocası
tarafından temin edilecek evde kalmasını emreder. Zira, çıkmasını gerektiren
bir durum olmadıkça evlilik hâli bir bakıma devam eder.
(236) «...Onları
evlerinden çıkarmayın. Kendileri de çıkmasınlar. Meğer ki apaçık bir kötülük
(meydana) getirmiş olsunlar. Bunlar Allah'ın hudududur. Kim Allah'ın hududunu
(çiğneyip) aşarsa muhakkak ki kendisine yazık etmiş olur. Bilmezsin, olur ki
Allah bunun arkasından bir iş peyda ediverir.» (Talâk: 1)
V) Kur'ân,
boşanan kadının iddeti sona erince kocasını ona dönmek veya fiilen ve kesin
olarak ondan ayrılmak hususunda serbest kılmıştır. Ancak bu iki durumdan
birisini iki şahid huzurunda seçmesini emretmiştir.
(237) «Sonra (o
kadınlar) müddetlerini doldur (mıya yaklaş) dıkla-rı zaman onları ya güzellikle
tutun, yahud güzellikle kendilerinden ayrılın ve içinizden adalet sahibi iki
kişiyi de şâhid yapın...> (Talâk: 2)
Kur'ân, kadının henüz iddeti bitmemiş iken kocasının
dilerse ona dönebileceğini hükme bağlamakla bir bakıma nikâhın henüz devam
ettiğine işaret eder. Dolayısıyle İddet bitmedikçe kadının başkasıyle
evlenmesini yasaklar.
(238) «...Kocaları
bu bekleme müddeti içinde barışmak isterlerse onları geri almaya (herkesten)
çok lâyikdırlar...» (Bakara: 228)
VI) Kur'ân,
iddet denilen bekleme
süresini emreder. İddet çeşitlidir. Aybaşı âdetini gören
kadının iddeti üç tam temizlik halidir.
(239) «Boşanmış
kadınlar kendi kendilerine üç hayız ve temizlenme müddeti beklerler
(beklesinler)...» (Bakara:228)
Aybaşı âdetinden kesilmiş olan kadın ile âdet görme
çağına erişmemiş olan kadının iddet süresi üç aydır.
(240)
«Kadınlarınız içinden artık âdetten kesilmiş olanlarla henüz âdetini görmemiş
bulunanlar (in iddetlerin) de, eğer şüphe ederseniz, onların iddeti üç
aydır.,.» (Talâk: 4)
Hamile kadınların iddeti ise; doğum yapmasıdır.
(241) «...Yüklü kadınların iddetleri ise
yüklerini vaz'etmeleri (Ie biter).» (Talâk: 4)
Evlendikten sonra henüz cinsî münasebet vuku
bulmadan önce boşanan kadın iddetten muaf tutulmuştur.
(242) «Ey iman
edenler, mü'min kadınları nikahlayıp da sonra, kendilerine dokunmadan, onları
boşadığmız zaman sizin için üzerlerinize sayacağınız bir iddet yoktur. O
sûretde onları faidelendirip kendilerini
güzel bir şekilde salıverin.» (Ahzâb: 49)
Kur'ân, erkeğin boşadığı ailesine iddeti süresince
şefkatli davranmasını emreder.
(243) «(Boşanan) o
kadınları, gücünüzün yettiği kadar, ikaamet ettiğiniz yerin bir kısmında
oturtun. (Evleri) başlarına dar etmek (onları çıkmaya mecbur kılmak) için
kendilerine zarar yapmayın. Eğer onlar yüklü iseler yüklerini koyuncaya kadar
nafakalarını verin. Eğer (kendilerinden olan evlatlarınızı) sizin faidenîze
emzirirlerse onlara ücretlerini verin. Aranızda (bu hususta) güzelce müşavere
edin. Eğer güçlüğe uğrarsanız o halde (çocuğu onun (hesabına) bir başka
(kadın)emzirecektir.
(Haali, vakti)
geniş olan, nafakayı genişliğine göre versin. Rızkı kendisine daraltılmış olan
(fakir) de nafakayı Allah'ın ona verdiğinden versin. Allah hiç bir nefse, ona
verdiğinden başkasını yüklemez. Allah, güçlüğün arkasından kolaylık ihsan
eder.» (Talâk : 6 - 7)
VII) Kur'ân,
nikâh akdinde mehri belirtilmeyen ve zifaf olmadan boşanan kadına teselli
vesilesi olmak üzere gerekli yiyecek ve giyecek ihtiyaçlarının giderilmesini dinî
bir görev olarak ve
ödenmesi gerekli bir
hak mahiyetinde kocasına
yüklemiştir.
(244)
«Kendileriyle temas etmediğiniz, yahut kendilerine bir mehir ta'yîn
eylemcdiğiniz kadınları boşamışsanız
(bunda) üzerinize veba! yoktur. Onları — zengin olan (iniz) kudretince,
darda bulunan (ınız) da haalin-ce (olmak üzere) — maruf bir. faîde ile
faidelendiriniz. Bu, iyilik etmek şiarında bulunanların üzerine bir borçtur.»
(Bakara: 236)
(245) «...O suretde onları faidelendirip
kendilerini güzel bir şekilde salıverin.» (Ahzab : 49)
Ayrıca boşanan kadınlara her durumda yardım edilmesi
aşağıda yazılı âyetle istenmektedir :
(246) «Boşanan
kadınların da meşru surette faydalanmaları haklarıdır ki bu, Allah'dan
korkanlar için bir vazifedir.» (Bakara: 241)
Kur'ân, nikâh akdinde mehri tesbit edilmiş olan kadın
duhulden önce boşanırsa mehrin yansının ödenmesini kocasına farz kılmıştır.
(247) «Eğer siz
onları kendilerine temas etmeden önce boşar, fakat daha evvelden onlara bir
melür tayin etmiş bulunursanız, o halde tayin ettiğiniz (o ınehr) in yarısı
onlarındır.Meğer ki kentlileri vazgeçmiş olsunlar, yahut nikah düğümü elinde
bulunan kimse bağış yapmış olsun. (Ey erkekler) sîzin bağışlamanız takvaaya
daha yakındır. Aranızdaki üstünlüğü unutmayın . . Şüphesiz Allah, ne yaparsanız hakkıyle görücüdür.» (Bakara :
237)
Kur'ân,
zevcin karısına vermiş olduğu bir
malı boşama olayından sonra geri almasını yasaklamıştır.
(248) Eğer bir
zevceyi bırakıp da yerine başka bir zevce almak isterseniz öbürüne yüklerle
(mehir) vermiş olsanız bile içinden bir .şey al-uıtıytn. (Kendisine hem) bir
iftira ve açık bir günah (yükler, hem) alır mısınız onu?. Onu nasıl alırsınız
ki birbirinize karılıp katıldınız. Onlar sizden kuvvetli te'minat da aldılar.»
(Nisa: 20-21)
Ancak Kur'ân, karı koca, evliliğin gerektirdiği dinî
yükümlülüklere göre hareket cdemiyccekicri k tuk usu içinde oldukları ve
ayrılma zarureti duydukları 7anıan koca, karısından alacağı bir mal
karşılığında boşayabilir hükmünü getirmiştir.
(249) «... (Ey
zevceler) onlara (kadınlara) verdiğiniz bir şey'i (mehri Beri) almanız sîze
hela! olmaz. Meğer ki erkekle kadın Allah'ın sınırlarım (evlilik haklarım)
ayakta tutamıyacaklarından korkmuş (ümitlerini kesmiş) olsunlar. Eğer bu
suretle siz de onları (zevç ve zevcenin), Allah'ın sınırlarını hakkiyle
muhafaza ve ifa edemeyeceklerinden korkarsaııız o halde (kadının serbest
boşanması için) fidye vermesinde (hakkından vazgeçmesinde de) ikisi üzerinde
de vebal yoktur. Bunlar Allah'ın sınırlarıdır.
Onları (çiğneyip) geçmeyin. Kim Allah'ın sınırlarım
aşarsa, işte onlar zaa-limlcrin tâ kendileridir.» (Bakara: 229)
IX) Kur'ân,
boşamanın tedricî olmasını öngördüğünden ve bir anda âiie hayatının yıkılmasını
uygun görmediğinden aralıklı olarak birer talâk ile boşamanın daha uygun
olacağını belirtmiş ve bu nedenle talâk sayısını üçe çıkarmıştır.
(250) «Boşama iki
defadır. (Ondan sonrası) ya İyilikle tutmak, ya güzellikle salmaktır...»
(Bakara: 229)
İkinci defa boşama yemini yaptıktan sonra bir defa
daha boşama yemini yapan erkeğe ailesi haram kılınarak tamamen boşanmış
sayılır. Artık ikisi de kendilerine başka hayat arkadaşlarını arayabilirler.
Boşanan kadın başka bir erkekle evlendikten sonra
şayet ikinci kocası ile aralarında çıkan bazı sebepler nedeniyle kocası
tarafından yukarıdaki usule göre boşanırsa ilk kocası ile evlenmesi
yasaklanmamıştır.
(251) «Yine erkek,
zevcesini (üçüncü defa olarak) boş arsa ondan sonra kadın kendinden başka bir
ere nikahlanıp varıncaya kadar ona (o birinci zevcine) helal olmaz. Bununla
beraber, eğer bu (yeni) koca da onu boşar da onlar (birinci zevç ile aynı
zevce) Allah'ın sınırlarım ayakta tutacaklarını (tatbik edeceklerini)
zannederlerse (iddet bittikten sonra) tekrar birbirine dönmelerinde
(evlenmelerinde) her ikisi hakkında da vebal yoktur. Bunlar bilir, anlar bir
kavm için Allah'ın açıkladığı sınırlardır.» (Bakara: 230)
Sahih-i Müslim'de (4. Cüz, 183. S. İst. h. 1331
baskılı). İbn-i Abbas'tan rivayet edilen bir Hadîs'e göre Hz. Ömer'in
hilâfetinin ikinci yılına kadar 3 ta-îâk yemini ile bit talâk düşerdi. Hz.
Ömer, halkın bu imkânı iyi değerlendirmemesi üzerine bu yeminle 3 talâkın
düşeceğine hükmetti. (Hz. Ali ve Ebu Musa hariç diğer sahabîîerin bu hükümde
müttefik oldukları rivayet edilir.
Boşamanın tedricî olması ise üç talâkın birden olmayıp
aralıklı zamanlarda yemine konu edilmek suretiyle yapılmasıdır ki, bu beşama şeklinin iki
tarafın yararına olduğu malûmdur. Bu şekilde olmayıp
da üç talâkla yemin etmek halinde bu faydalara imkân kalmadığından böyle bir
yeminin yalnız bir talâk hükmünde kabul edilmiş
olduğu kanaatindeyim. [54]
Kur'ân, cahiliyet devrinde muteber olan kan-koca
ayrılma çeşitlerini zikrederek getirmiş olduğu nizamı beyan eder.
a) îlâ : Erkeğin
karısına yanaşmamaya ait yaptığı yemin :
(252) «Kadınlarına
yaklaşmamaya yemin edenler için dört ay beklemek vardır. Eğer erkekler (o
müddet İçinde kefaret yaparak zevcelerine) dönerlerse şüphe yok ki Allah cidden
yarlığayıcı hakkıyle esirgeyicidir.»
Eğer (o suretle yemin edenler ric'at etmeyip de
kadınlarını) boşamaya karar verirlerse (ayrılırlar). Şüphesiz Allah (onların
sözlerini) hakkıyle işidici( niyetlerini) gerçekten bilicidir.» (Bakara:
22G-227)
Böyle bir kimseye tanınan en çok süreyi tesbit eden
âyet, bu süre zarfında yeminini bozması halinde bundan dolayı işlediği günahın
affedileceğini açıklar:
(253) «Allah'ı,
yeminlerinizden dolayı iyilik etmenize, (fenalıktan) sakınmanıza, insanların
arasını bulmaya engel yapmayın. Allah (her şeyi) hakkıyle işidici, kemaliyle
bilicidir.»
«Allah, sizi yeminlerinizdeki «lağv» dan dolayı
sorumlu tutmaz. Fakat sizi kalplerinizin azmettiği yeminler yüzünden muahaze
eder. Allah çok yarlığayıcıdır, halimdir
(kııllnrının günahı sebebiyle rızıklarını da kesici değildir.)» (Bakara:
224-225)
b) ZİHAR : Araplarda
kadınların kocalarına haram kılınmasının çeşitlerinden birisi de erkeğin
karısına hitaben : «Senin sırtm annemin sırtı gibidir» ve benzeri sözlerle
karısını haram kılmak idi ki, buna zihâr denir. Bu konuda aşağıdaki âyetler
inmiştir :
(254) «(Hahibim)
zevci hakkında seninle direşip duran, (nihayet halinden) Allah'a da şikâyet
etmekte olan (kadın) in sözünü (umulduğu veçhiyle) Allah dinlemiştir. Allah
sizin konuşmanızı (zaten) işitiyordu. Çünkü Allah hakkıyle işitiei, kemaliyle
görücüdür.
İçinizden «Zihâr» yapagelenlerin karıları onların
anaları değildir. Anaları kendilerini doğuranlardan başkası değildir. Şüphe
yok ki onlar herhalde çirkin ve yalan bir laf söylüyorlar. Muhakkak Allah çok
bağışlayıcı, çok yarlığayıcıdır.»
«•Kadınlardan zıhar ile ayrılmak isteyip de sonra
dediklerini geri alacaklar (için), bir bîrleriylc temas etmezden evvel, bir
köle azad etmek (lâzımdır). İşte size bununla öğüt veriliyor. Allah, ne
yaparsanız, hakkıylc haberdardır. Fakat kim (bunu) bulamazsa, (yine) birbiriyle
temas etmezden evvel, fasılasız iki ay oruç (tutsun). Buna da güç yetiremezse
altmış yoksul (doyursun). (Kefâretdeki) İm (hafifletme) Allah'a ve Peygamberine
iman (da sebat) etmekte olduğunuz içindir. Bu (hükümler) Aallah'ın {tayin ettiği)
hadlerdir. (Bunları kabul etmeyen) Kâfirler
için ise ek-m verici azab vardır.» (Mücadile: 1-2-3-4)
Yukarıda kısaca meallerim beyan elliğimi/, âyetler
tetkik edildiği ve gerçek manada riayet edildiği takdirde her yünü ile hayırlı
olduğu en-ülür. /.İra diğer dinlerde ve cahiliyet devri âdillerinde görülen
ifrat ve tefriie yer verilmemiştir. Başka bir deyimle aşırı geçimsizlik ve
şiddetli nefret olduğu zaman kan kocanın hayat arkadaşlığına devam mecburiyeti
getirmediği gibi, boşanmayı ulu orta, kolay ve tazminatsız bırakmamıştır. [55]
(255) - »Sîzden
zevceler (ini geride) bırakıp ölecek olanlar eşlerinin (kendi evlerinden)
çıknrıimtyarak yılına kadar faidelcnmesİni (bakılmasını) vasıyyet (etsinler).
Bunun üzerine onlar (kendiliklerinden) çıkarlarsa artık onların bizzat
yaptıkları meşru işlerden dolayı size mesuliyet yoktur. Allah (emr-ü nehyine
muhalefet ve ilâhî hududunu tecavüz edenlerden intikam almakta) mutlak
ganlihlir, (Teşride ve hükümleri açıklamada da) yüce hikmet sahibidir.»
(Bakara: 240)
Müfessİrlcrİrı beyanına göre Islfmıiyetin ük
sıralarında kocası Ölen kadının iddet durumu ve kocasının malından istihkakı
yukarıda yazılı âyetin hükmü ile tesbit edilmiştir. Ölen erkeklerin
terekesinden dul kaian ailesinin bir senelik yiyecek, giyecek ve mesken
masrafı Ödenirdi. Böylece bir yıllık İddet denilen bekleme süresi konmuştu.
Kadinm aldığı masraftan başka miras hakkim haiz değildi. Bilâhare mirasla ilgili
inen âyetle bu ûurumdaki kaçlın mirasdan belirli bir pay sahibi kılındı. (1/4,
1/8) Dolayısıyle yukarıda hükme bağlanmış olan bir senelik masraf yükümlülüğü
kaldırılmış oldu. Diğer taraftan onun iddet süresi aşağıda yazılı âyetle bir
yıldan dört ay on güne indirildi :
(256) «İçinizden
ölenlerin (geride) bıraktıkları zevceler kendi kendi-Irriııc di*r( ay on (gün)
beklerler. İşte hu müddeti bitirdikleri zaman artık mılnrın kendileri hakkında
meşru veçhile yaptıkları şeyden dolayı size gü* nnh yoktur. Allah ne işlerseniz
(hepsinden) hakkıyle haberdardır.» (Bakara : 234)
Kıır'ân, kocasının ölümü dolayısıyla iddctde oian bir
kadına herhangi bir erkeğin açıkça talip olmasını yasaklamıştır. Ancak îmâ
yollu istekli olmakda bir beis görmemiştir.
(257) -(Vefat iddetini
bekleyen) kadınları nikahla isteyeceğinizi çıtlatmanızda, yahut böyle bir
arzuyu gönüllerinizde saklamanızda üzerinize bir vebal yoktur. Allah bilmiştir
ki siz onları mutlaka hatırlayacaksınız. Ancak kendileriyle gizlice
va'dleşmeyin. (Çıtlatma suretinde) meşru bir söz söylemeniz ise başka. (Farz
olan iddet), sonunu buluncaya kadar da nikah bağını bağlamaya azmetmeyin ve
bilin kİ Allah kalplerinizde olanı muhakkak biliyor. Artık ondan sakının ve
yine bilin ki şüphesiz Allah çok yarlığayıcıdır, gerçek hilm sahibidir. (Cezada
acele edici değildir.)» (Bakara : 235)
Kur'ân, boşanan bir annenin emzikli çocuğunu
emzirmesini istemiştir.
(258) «Anneler
çocuklarını iki bütün yıl emzirirler (bu hüküm) emmeyi tamam yaptırmak isteyen
(ler) içindir. Onların (annelerin) maruf vech île yiyeceği, giyeceği; çocuk
kendisinin olan (babaya) âiddir. Kimse takatından ziyadesiyle mükellef
tutulmaz. Ne bir anne çocuğu yüzünden, ne de bir çocuk kendisinin olan (bir
baba) çocuğu sebebi ile zarara sokulmasın. Mirasçıya düşen (vazife) de bunun
gibidir. Eğer (ana ve baba) aralarında rıza ve müşavere île (biHttifak çocuğu
iki sene dolmadan) memeden kesmeyi arzu ederlerse ikisinin üzerine de vebal
yoktur. Çocuklarınızı (başkalarına) emzirtmek isterseniz meşru sûretde
verdiğiniz (emzirme ücretin)i teslim etmek (ödemek) şartıyle yine uhdenize
vebal yoktur. AHah'dan korkun ve bilin ki şüphesiz Allah, ne yaparsanız hukkiyle
görendir.» (Bakara: 233) [56]
I) Yetimlere ve
mallarına nezaret edenlere ait tavsiyeler:
(259) «...Bir de
sana yetimleri sorarlar. De ki: «Onîars yarar ve iyi bir hale getirmek
hayırlıdır. Şayet kendileriyle bir arada yaşarsanız onlar sizin
kardeşlerinizdir. Allah, (yetimlerin) salâhına çalışanlarla (onların mal ve
haalinde) fesâd ve fenalık yapanları bilir. Eğer AİIah dileseydi sizi muhakkak
zahmete sokardı. Şüphesiz Allah mutlak gaalibtir, Tam hüküm ve Hikmet
sahibidir.» (Bakara: 220)
(260) «Yetimlere
(rüşdüne gelince) mallarını verin. Temizi murdara rieğişim<yiıı. Onların
mallarını kendi mallarınıza (katarak) yemeyin. Çünkü bu, muhakkak büyük bir
gümıhdır.» (Nisa: 2)
(261) «Yetimleri
nikah (çağın)a erdikleri zamana kadar (gözetip) deneyin. O vakit kendilerinde
bir aklî ve salâh gördünüz mü mallarını onlara teslim edin. Büyüyecekler (de
ellerine alacaklar) diye bunları israf ile tez elden yemeyin. (Velilerden) kim
zengin ise (yetimin malını yemeye tenezzül etmesin) kaçınsın. Kim de fakir ise
o halde Örfe göre (bir şey) yesin. Artık onlara mallarını teslim ettiğiniz
vakit karşılarında bir şahit bulundurun. Tam bir hesap sorucu olmak bakımından
ise Allah yeter.» (Nisa : 6)
(262) «Arkalarında
aciz ve küçük evlatlar bıraktıkları takdirde onlara karşı (halleri ne olacak
dî"e düşünüp) endişe edenler, (himayeleri altındaki yetimler ve diğer
mirasçılar hakkında da aynı hissi taşımaktan) saygı ile korksun(lar), Allah'dan
sakınsınlar, (gerek vasiler, gerek onların nezdinde bulunanlar hatıra gönüle
bakmıyarak) sözü dosdoğru söylesinler.»
«Gerçek, yetimlerin mallarını haksız (ve haram) olarak
yiyenler karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar. Onlar çılgın bir ateşte
(Cehenneme) gireceklerdir.» (Nisa: 9-10).
11- Vasiyyet
(263) «Sizden
birinize Ölüm gelip çattığı vakit —eğer mal biraka-enksa— anaya, babaya, yakın
akrabaya meşru bir surette vasıyyette bulunmak takva sahipleri üzerinde bir
hak olarak farzcdildi.»
«Artık kim bunu (ölünün bu vasiyyetini) işittikten
sonra onu tebdil ederse her halde vebali onu değiştirenlerin üzerinedir.
Şüphesiz ki Allah hakkıyle işitici, kemaliyle bilicidir.»
«Bununla beraber, kim vasiyyet edenin haksızlığa
meylinden, yahut günaha gireceğinden endişe edip de (alâkalıların) aralarını
bulursa ona da hiç bir günah yoktur. Şüphesiz ki Allah çok yarlığayıcı,
hakkıyle esirgeyicidir.» (Bakara: 180-181-182)
Sünnet de vasiyyete ait önemi te'kid etmiştir.
«Malının bir kısmını vasiyyet etmek isteyen miislüman,
şahitler huzurunda vasiyyetini yapmadıkça gecelememelidir.» [57]
III —
Başkasının evine girmek için İzin isteme âdabı:
(264/A) «Ey iman
edenler, kendi (ev ve) odalarınızdan başka (evlere ve) odalara sahipleriyle
alışkanlık peyda etmeden ve selâm da vermeden girmeyin. Bu, sizin için daha
hayırlıdır. Olur ki iyice düşünür (hikmetini idrak eder) siniz.»
«Eğer orada bir kimse bulmazsanız size izin
verilinceye kadar oraya girmeyin. Şayet size «Geri dönün» denilirse dönüp
gidin. Bu, sîzin için daha temiz (bir hareket) dir. Allah ne yaparsanız
hakkiyle bilendir.»
«Meskûn olmayan, içerisinde sizin için bir menfaat (ve
alâka) bulunan (ev ve) odalara girmenizde size bir vebal yoktur.
Açıklayacağınızı da gizliyeceğinizi de Allah bilir.» (Nur : 27 - 28 - 29)
(264/B) «Ey iman
edenler, sağ elinizin mâlik olduğu (köle ve cariyeleri), bir de sizden olup da
henüz bulûğ çağına girmemiş (küçük) ler (şu) üç vakitde, sabah namazından önce,
öğle sıcağından elbisenizi çıkara-
cağınız zaman, bir de yatsı namazından sonra (odanıza
girecek olurlarsa) sizden izin istesin (ler). (Bu) üç (vakit) sizin için avret
(ve halvet vakitleri) dir. Bunlardan sonra ise birbirinizi dolaşmanızda ne sizin
üzerinize, ne onların üzerine bir vebal yoktur. Allah, âyetleri size böylece
açıklar. Allah (her şeyi) hakkıyle bilendir, tam bir hüküm ve hikmet
sahibidir.»
«Sizden olan (hür) çocuklar bulûğ çağına ulaştığı
zaman kendilerinden evvelkilerin izin istediği gibi izin istesinler. Allah
size âyetlerini böylece beyan eder. Allah (her şeyi) hakkıyle bilendir, tam
bir hüküm ve hikmet sahibidir.» (Nur: 58-59)
(265) «...(Şu
kadar ki) evlere girdiğiniz vakit Allah tarafından mübarek ve pek güzel bir
sağlık (dilemiş) olmak üzere kendinize selâm verin...» (Nur: 61)
Peygamberin haneleri hakkında özel âyet:
(266) «Ey iman
edenler, (bundan sonra) Peygamberin evlerine yemeğe davet olunmaksızın,
vaktına (de) bakmaksızın girmeyin. Fakat davet olunduğunuz zaman girin. Yemeği
yediğiniz zaman dağılm. Söz söylemek veya sohbet etmek için de (izinsiz)
girmeyin. Çünkü bu, Peygambere ezâ vermekte, o sizden utanmaktadır. Allah ise
hak (ki açıklamak) dan çekinmez...» (Ahzâb: 53)
1V. Örtünme
adabı iki çeşittir :
a) Kadının kendi
giyinişi, süslenişi, erkeğe bakması ve erkeğin ona bak-masiyia ilgili örtünme:
(267) «Mü'min
erkeklere söyle: gözlerini (harama bakmaktan) sa-4cınsınlar ve ırzlarım
korusunlar. Bu, kendileri için çok temiz (bir hareket) tir. Şüphesiz ki Allah,
(kullarının ne) yapacaklarından hakkıyle haberdardır. _
Mü'min kadınlara da söyle: gözlerini (harama
bakmaktan) sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Zînetlerini açmasınlar.
Bunlardan görünen kısmı müstesniî. Baş örtülerini yakalarının üstünü
(kapayacak surette) koysunlar. Zînet (mahel) lerini kendi kocalarından, yahut
kendi babalarından, yahut kocalarının babalarından, yahut kendi oğullarından,
yahut kocalarının oğullarından, yahut kendi biraderlerinden, yahut kendi
biraderlerinin oğullarından, yahut kız kardeşlerinin oğullarından, yahut kendi
kadınlarından, yahut kendi ellerindeki memlûkelerden, yahut erkeklerden yana
ihtiyacı olmayan (yani erkeklikten kalmış bulunan) hizmetçilerden, yahut henüz
kadınların gizli yerlerine muttali olmayan çocuklardan başkasına
gostcrmesinle'r. Gizleyecekleri zînetleri bilinsin diye ayaklarını da
vurmasınlar. Hepiniz Allah'a tevbe edin, ey mü'minler. Tâ ki korktuğunuzdan
emin, umduğunuza nail olasınız.» (Nur: 30-31)
(268) »Ey
Peygamber, zevcelerine, kızlarına ve mü'minlerin kadınlarına dış
elbiselerinden üstlerine giymelerini söyle. Bu, onların tanınıp czû
edilmemelerine daha uygundur. Allah çok yarlığayıcıdır, çok esirgeyicidir.»
(Ahzâb: 59)
(267) «Kadınlardan
hayızdan, evrat.dnn kesilmiş, artık nikaha ümitleri kalmamış (olan ihtiyarlara
gelince; gizli) zînet (mahalleri) ni erkeklere göstermemeleri şartiyîe (dış)
rubalarını bırakmalarında onlar için bir günah yoktur. (Bıımmla beraber bundan
da) snlunmaları (ve örtünmeleri) kendileri için daha hayırlıdır. Allah,
hakkıyle işiden, hakkıyle bilendir.» (Nur: 60)
b) Kadının ev
dışındaki örtünmesi hususunda Peygamberin hanımlarına hitab edilen âyetler
: .'
(270) «(Vakaar
ile) evlerinizde oturun. Evvelki cahiliyyet (devri kadınlarının kınla döküle,
süslerini göstere göstere) yürüyüşü gibi yürümeyin...» (Ahzâb : 33)
(271) «... Bir de
onun zevcelerinden lüzumlu bir şey istediğiniz vakit perde ardından isteyin
onlardan. Bu, hem sizin kalpleriniz, hem onların Klüpleri için daha temizdir.
Sizin, Allah'ın Peygamberine ezâ vermeniz (doğru) olmadı (ğı gibi) kendinden
sonra zevcelerini nikahla almanız da ebedî (caiz) değildir. Bu, Allah «ezdinde
çok büyük (bir günah) dır.» [58]
Araplar, İslâm'dan Önceki devirlerde kendilerine göre
bir mîras usulünü tanırlardı. Bu usule göre yalnız Ölenin en yakın akrabası
mirasçı olurdu. O varken, terekeden başka akrabasına hiç bir şey verilmezdi.
Ölenin oğlu birinci derecede yakını sayılırdı. Ölenin erkek çocukları varken
miras hakkı onlara münhasır idi. Çünkü, kılıç kuşanan, savaş elbisesini giyen
ve ölüye yardım eden ancak bunlar görünürdü, ölünün kızları dahi hisse
alamazdı. Ölünün erkek çocuklarından sonra, sırayla babası, yoksa erkek
kardeşi, o da yoksa,amcası mirasçı kabul
edilirdi.
İslâm geldiği zaman akrabalık bağı yanında Müslüman
olmak ve hicret etmiş olmak esasını getirmiş idi. Bu kanunla Mekke'den hicret
etmiş Müslümanlar ile yakınlarından Müslüman olmayan veya Müslüman olduğu
halde hicrete katılmamış olanlar arasındaki yakınlık bağı miras yönünden
kopmuş sayılırdı. Çünkü, îslâm ümmetinin oluşturulması için fertlerin sımsıkı
ve sağlam bağla yek diğeriyle kenetlenmesi zorunlu idi.
(272) «İman edip
hicret edenler, Allah yolunda bulunanlar, canla-riyle cihadda bulunanlar,
(muhacirleri) barındırıp yardım edenler (yok mu?), işte onlar birbirinin
(mirasda) velîleridir. İman getirip de hicret etmeyenlere ise, hicret
edecekleri zamana kadar, sizin onlara hiç bir şey ile velayetiniz yoktur.
(Bununla beraber) eğer onlar din hususunda sîzden yardım isterlerse yardım
etmek üstünüze borçtur. Şu kadar ki sizinle aralarında muâhade bulunan bir
kaym aleyhinde değil. Allah yapacaklarınızı hakkıyle görücüdür.»
(Kâfir olanlar bile birbirinin yardımcılarıdır. Eğer
siz bunu yapmazsanız yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesad olur.
İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenler,
barındıranlar, yardım edenler: İşte gerçek mü'min olanlar bunlardır. Mağfiret
ve uçsuz bucaksız rızık da onlarındır.
Henüz iman edip de hicret ve sizinle beraber cihad
edenler (e gelince:) onlar da sizdendir...» (Enfâl: 72-75)
Daha sonra veraset hakkını ölünün yakınlarına verme
prensibini koymuştur.
(273) «...Hısımlar
Allah'ın kitabınca birbirine daha yakındırlar, Allah her şey'i hakkıyle
bilendir.» (Enfâl: 75)
(274) «...Akraba
da Allah'ın Kitabında birbirine diğer mü'minler-den ve Muhacirlerden daha
yakındırlar. Şu kadar ki dostlarınız için her hangi bir iyilikde bulunmanız
müstesna. Bu, Kitabda yazılıdır.» (Ahzâb : 6)
(275) «(Erkek ve
dişiden) her biri için baba ve ananın, yakın hısım-' iann terekelerinden de
varisler yaptık (akd ile) yeminlerinizin bağladığı kimselere dahi hîsseIerini verin- Allah, her şeyin üstünde
hakiki şahiddir. (Nisa:23)
Bu âyctlcrdcki hükümlere göre ölünün terekesi; usulü,
füru'u, kan ve kocası gibi yakınlarına bir takım sıralamaya göre ve belirli
ölçüler dahilinde tevzi edilir.
Bir müddet sonra miras hakkının erkeklere münhasır
kılınması ve kadınların mirasdan mahrum bırakılmasına dair cahiliyyet devrinin
usûlünü kökünden yıkarak kadınları mirasla erkeklere ortak ctmişEir.
(276) «Ana ve baha
ile yakın hısımların bıraktıklarından erkeklere, ana ve baba ile yakın
hısımların bıraktıklarından kadınlara azından da, Çoğundan da farz edilmiş birer nasiyb olarak, hisseler
vardır.» (Nisa 7)
Kitabın baş kısmında beyan ettiğimiz veçhile teşri
hususunda bu âyeller-de tedriç metoduna riâyet edilmiş, her mirasçının alacağı
pay: belirtmeksizin umumî hükümler getirilmiş
oluyor.
Yukarıda zikrettiğimiz vasiyyet âyetini indiren Allah
(C.C.) mal sahibine, usul ve furu'una, kan veya koca gibi yakınlarına malının
kaçta kaçım vermek istediğini şahsen açıklamasını emretmiştir. Sonra erkek
çocuklarından ve diğer yakınlarından her mirasçının alması gerekli payı şahsen
açıklamasını ve aynı derecedeki yakınlarından erkeklere daha çok pay ayırması
emrini vermiştir.
Ancak aynı derecedeki yakınlar, anne bir kardeşler
olduğu takdirde bunlara eşit pay
verilmesini istemiştir.
Evlâdın mirası hakkındaki âyet ;
(277) «Allah size
(miras hükümlerini şöylece) tavsiye (ve emr) eder: K\ lallarınız hakkında (ki
hüküm) erkeğe, iki dişinin payı miktarıdır. Fakat onlar (o evlatlar) ikiden
fazla kadınlar ise (ölünün) bıraktığının (terekenin) üçte ikisi onlarındır.
(Dişi evlât) bir tek ise o zaman (bunun) yarısı onundur...» (Nisa': 11)
Baba ve annenin mirasına dair âyet :
(278) «...(Ölenin)
çocuğu varsa ana ve babadan herbirine terekenin altıda biri (verilir.) Çocuğu
olmayıp da ona ana ve h.ıhası mirasçı oldu ise, üçte biri anasınındır. (Erkek,
dişi) kardeşleri varsa o vakit altıda biri anasınındır...» (Nisa': 11)
Kan koca mirasına dair âyet :
(279)
«Zevcelerinizin çocuğu yoksa terekesinin yarısı sizindir. Eğer onların çocuğu
varsa size terekesinden (düşecek hisse) dörtde birdir. (Fakat bu da) onların
(zevcelerinizin) edecekleri vasıyyel (i) ve burç (u cdâ) dan sonradır. Eğer
çocuğunuz yoksa bıraktığınızdan dörtte biri onların (zevcelerinizin) dir. Şayet
çocuğunuz varsa terekenizden sekizde biri — edeceğiniz vasıyyet ve borç (un
edasın) dan sonra— yine onlarındır...» (Nisa': 12)
Anne bir kardeşlerin mirasına dair âyet:
(280) «.. Fğer mirası
aranan erkek veya kadın, çocuğu ve babası olmayan bir kimse olur ve onun erkek
veya kız kardeşi bulunursa her birisinin (hakkı) altıda birdir, eğer onlar bu
(miktardan) çok iseler o halde
onlar (ölünün) edeceği vasıyyet ve borç (un edasın)
dan sonra üçte birde ortakdırlar...» (Nisa': 12)
Asabe durumundaki kardeşlerin mirasına dair âyet;[59]
(281) «(Habîhim)
Senden fetva isterler. De ki: «Allah, babası ve çocuğu olmayanın mirası
hakkındaki hükmü (şöylece) açıklar: Kğer (erkek veya kız) evlâdı (ve babası)
olmayan bir erkek ölür, onun (ana baba bir veya sadece baba bir) bîr tane kız
kardeşi kalırsa terekesinin yansı onundur. Eğer (mirasçı) erkek kardeş ise
çocuksuz (ve babasız) ölen kız kardeşinin (vefatiyle) bıraktığı (nın tamamını
alır). Eğer (aynı şartlarla kalan) kız kardeş iki (veya daha ziyade) ise oğlan
kardeşinin bıraktığının üçte ikisi (ni alırlar). Eğer (yine aynı şartlarla
mirasçılar) erkek ve dişi kardeşler ise o zaman erkek için dişinin iki hissesi
(vardır.) Allah size şaşırırsınız
diye (dininizin hükümlerini) açıklıyor.
Allah her şeyi hakkiyle bilendir.» (Nisa': 176)
Ölen adamın borcu ve bazı şartlarla vasıyyetİ
çıkarıldıktan sonra kalan terekesi yukarıda belirtilen usule göre yakınlarına
taksim edilir. Kur'ân'da zikredilmeyen amca ve oğullarının bazı durumlarda
mirasçı olmaları sünnetle sabittir. Zira bir hadîs-i şerifde Resûlüllah
(S.A.V.) :
«Belirli payı olan mirasçıların paylarını veriniz.
Kalanı en yakın erkeğin hakkıdır.» [60]
İnsanların karşılıklı kazanç temini yolunda yaptıkları
bü'umum alış veriş ve akidlere muamelât denir.
Kuran, muamelât hususuna gayet özlü temas ederek bir
takım umumî kaideler vazetmiştir. Bu kaidelerin tafsilâtını ümmetin
müctehidlerine terket-miştir.
Bahis konusu külli kaidelerin bazısı:
1) Kur'ân, biiûmum
akidlere bağîı kalmayı ve ah idlere vefa göstermeyi emretmiştir.
(282) «Ey
iman edenler, bağlandığınız ahidleri
yerine getirin...» (Mâide: 1)
Ayete geçen Ukûd (akidler) kelimesi kişinin herhangi
bir kimseye karşı kabullendiği, yüklendiği veya sözleştiği bütün ahidlere
şamildir.
I1) Kur'ân,
gayri meşru yollarla başkalarına ait mallan yemeyi ve yedirmeyi yasaklamıştır.
(283) «Aranızda
(birbirinizin) mallarınızı haksız sebeblerle yemeyin ve kendiniz bilip
dururken insanların mallarından bir kısmım günah (* mucip suretler) le yemeniz
için onları (o malları) hâkimlere aktarma etmeyin.» (Bakara: 188)
Kur'ân, diğer taraftan ticaret suretiyle kazanmayı
mubah kılmıştır.
(284) «Ey iman
edenler, birbirinizin mallarınızı haram sebeblerle yemeyin. Meğer ki (o mallar)
sizden karşılıklı bir rızaadan (doğan) bir ticaret (malı) ola...» (Nisa1: 2!))
Hu ynsakla en ) tıkın akrabaya ait malın bile
yenmesinin haranı olduğu sa-nılacağmdan aşağıdaki âyet ile bu zan bertaraf
edilmiştir.
(285) «A'maaya
giire bir lıareç (darlık ve günah) yok. Topala göre bîr hareç yok. Hastaya göre
bir hareç yok. Size giire de (gerek) kendi evlerinizden, gerek babalarınızın
evlerinden, gerek annelerinizin evlerinden, gerek biraderlerinizin evlerinden,
gerek kız kardeşlerinizin evlerinden, gerek amcalarınızın evlerinden, gerek
İmlalarınızın evlerinden, gerek dayılarınızın evlerinden, gerek teyzelerinizin
evlerinden, gerek (başkasına aid olup da) anahtarlarına mâlik (ve (hazinedarı)
bulunduğunuz O’-ler) den, yahut da sadık dostlarınız (in evlerinden) yemenizde
de (bir hareç yoktur). Hep bir arada toplu olarak da, dağınık dağınık da yemenizde
dahi hareç yok...» (Nûr : 61)
111) Mal
mübadelesi çeşitlerinin en önemlisi satış olduğu için Kur'ân bunun
ımibahlığına ve ribanın hanımlığına özellikle
temas etmiştir.
(286) «Kübâ (faiz)
yiyenler kendilerini şeytan çarpmış (birer mecnun) dan başka bir halde
(kabirlerinden) kalkmazlar. Böyle olması da onların: "Alım satım da ancak
ribâ gibidir." deıııelerindendîr. Halbuki Allah, alış verişi helâl,
ribâyı (faizi) haram kılmıştır.
Allah ribânın bereketini tamamen giderir, sadaka (sı
verilen mal) Ia-ri ise artırır, Allah (haramı helâl tanımakta İsrar eden) çok
kâfir, çok günahkâr hiç bir kimseyi sevmez.» (Bakara: 275, 27f>)
(287) «Ey iman
edenler, (gerçek) Şii’minler iseniz Allah'dan korkun, faizden (henüz alınmamış
ohıpda) katanı bırakın, (almayın).
İşte (höyle) yapmazsanız Allah'a ve peygamberine karşı
.harlı (e girmiş olduğunuzu) bilin. Eğer (tefeciliğe, murabahacılığa) tevbe
ederseniz mallarınızın başları (sermayeleriniz) yine sizindir. (Bu suretle) ne
haksızlık yapmış, ne de haksızlığa uğratılmış olmazsınız.
Eğer (borçlu) darlık İçinde bulunuyorsa ona geniş bir
zamana kadar mühlet (verin). Sadaka olarak bağışlamanız ise sizin için daha hayırlıdır.
Eğere bilirseniz.» (Bakara : 278, 279, 280)
(288) «Ey iman
edenler, ribâyı (faizi) öyle kat kat artırılmış olarak yemeyin, Allah'dan
korkun. Tâki muraadımza eresiniz.» (Âl-i İm-rân: 130)
Bey' ve ribâ (satış ve faiz) kelimelerinin manâları
malûm şeyler olduğu için Kur'ân bu kelimelerin tarifini yapmamıştır. Çünkü, o
devirde herkes alışveriş ve çeşitli satışlarla meşgul İdi. Keza, birçok kimse
ödünç akidlcrini yapardı. Borcun Ödeme zamanı geldiğinde alacaklı kişi
borçludan borcu ödemesini, aksi takdirde verilecek mehil karşılığında borç
miktarını fazlalaştırmasmı isterdi. Borçlu o anda ödemediği takdirde borcu
artırılırdı. Meselâ : Borç miktarı bir ölçek yiyecek maddesi ise vadesinin
uzatılması karşılığında bu miktar iki ölmeğe çıkarılırdı. Keza, borç, bir
yaşındaki bir deve ise bu durumda onun yerine değerce üstün olan iki yaşındaki
deve ödeme zarureti doğardı.
Kur'ân, İslâm teşriinin temel taşlarından birisi olan
müsamaha prensibine ribânın zıd okluğunu
aşağıdaki âyetde beyan etmiştir.
(289) «İnsanların
mallarında artış olması için faiz (cinsin) den verdiğiniz şey (nakd, mal,
sadaka ve şâire) Allah katında artmaz. Allah'ın rızasını dileyerek verdiğiniz
zekât ise, sevâblarım kat kat artıranlar onlar (onu verenler) dır.» (Ruum : 39)
IV) Kur'ûn,
borçların yazılı belgelerle tevsiki nizamını getirmiştir. Aşağıda yazılı
Bakara sûresinin son inen, Kur'ân'ın en uzun âyeti bu nizam hakkındadır.
(290) «Ey îman
edenler, ta'yin edilmiş bir vakte kadar birbirinize borçlandığınız zaman onu
yazın. Aranızda bir yazıcı da doğrulukla (onu) yazsın, Kâtib, Allah'ın
kendisine öğrettiği gibi yazmakdan çekinmesin, yazsın. Üzerinde hak olan
(borçlu) da yazdırsın (borcunu ikrar etsin). Rabbi olan Allah'dan korksun,
ondan (borcundan) hiç bir şeyi eksik bırakmasın. Eğer üstünde hak olan
(borçlu) bir beyinsiz veya bir zâîf olur, yahut da bizzat yazdırmaya (ve
ikrara) gücü yetmezse velisi dosdoğru yazdırsın (İkrar etsin). Erkeklerinizden
iki de şâhid yapın. Eğer iki erkek bulunmazsa o halde ranzi (ve doğruluğuna
emin) olacağınız şâhidlerdcn bir erkekle iki kadın (yeter. Bu suretle)
kadınlardan biri unutursa öbürünün hatırlatması (kolay olur). Şâhidler
(şehâdetî edaya) çağrıldıkları vakit ka-çinmasın. Az olsun, çok olsun, onu
va'desiyle beraber yazmaktan üşenmeyin. Bu, Allah yanında adalete daha uygun,
şâhidlik için daha sağlam, şüpheye düşmemenize de daha yakındır. Meğer ki
aranızda (elden ele) devredeceğiniz ve peşin yaptığınız bir ticaret olsun. O
zaman bunu yazmamanızda size bir vebal yoktur. Alış-veriş ettiğiniz vakit de
şâhid tutun. Yazana da, şâhidlik edene de asla zarar verilmesin. (Bunu)
yaparsanız o, kendinize (dokunacak) bir fısk (ve isyan olur). Allah'dan
korkun. Allah size herşeyi öğretiyor. Allah her şeyi hakkiyle bilendir. Eğer
bir sefer üzerinde iseniz, bir yazıcı da bulamadınızsa o vakit (borçludan)
alınmış rehinler (de yeter). Eğer birbirinize emîn olmuşsaniz kendisine
inanılan adam (borçlu) Rabbi olan Allah'dan korksun da emânetini tastamam ödesin.
Şâhidliği gizlemeyin. Kim onu gizlerse hakiykat şudur ki onun kalbi bir
günahkârdır. Allah ne yaparsanız hakkıyle bilendir.» (Bakara : 282,283)
Sünnet, muamelâta dair Peygamberin verdiği birçok
hükümleri açıklamıştır. Verilen bütün hükümler Kur'ân'ın muamelâta ait umumî
emirleri uygulamak, özlü olanı açıklamak ve mutlak olanı kayıtlamaktan
ibarettir.
Müctehidler tarafından şer'ı hükümlerin delillerden
çıkarılması bahsinde bu konuyu bir nebze anlatacağız. [61]
Kur’an'ın suçlular hakkında bildirdiği cezaların çoğu
âhiret hayatına aittir. Beyan
etliği birçok suçlara karşılık uhrevî
cezaları zikretmiştir. Kur'ân'in
vazettiği dünyevî cezalar ise beş çeşittir.
I- Kısas:
Bilindiği gibi Arap âleminde İslâm'dan önce taklidçil'ğe ve geleneklere dayalı
bir takım kısas ni/amları vardı. Bu cümleden olarak kişinin işlediği emayeden
dolayı bağlı okluğu kabilenin bütün fertleri sorumlu tutulurdu. Ancak kişi
kabilesinden ihraç edildiği ve herhangi bir ilişkisinin kalmadığı umumî
toplantılarda ilân edildiği takdirde ondan sonra işlediği suçtan dolayı şahsen
sorumlu tutulurdu, kabilesi için bir
suçluluk durumu kalmazdı.
Bu sebebledir ki, o
devirlerde maktul taraftarları yalnız kâlilİ öldürmek cezası İle yetinmezlerdi,
özellikle öldürülen kişi kabîte reisi veya ileri gelenlerinden olduğu zaman
ona karşılık birçok kişiyi öldürmekten geri kalmazlardı. Hatta çoğu zaman bu
aşırılık, kabileler arasında uzun süreli kin, düşmanlık ve savaşlara sebebiyyet
verirdi...
Kur'ân, bir cinayet
işlendiğinde sorumluluğun onu işleyene münhasır olduğunu, yani kısas yoluyle
ancak katilin öfdürülebilcceğini ve nıcnsub olduğu kabile halkından başkasının
öldürülemiyeceği hükmünü getirdi.
(291) «Ey
iman edenler, maktuller hakkında size kısas (misilleme) yazıldı (farz edildi).
Hür, b.ür ile, köle, köle İle, dişi ,dişi ile (kısas olunur)...» (Bakara: 178)
Kur'ân, can emniyeti
bakımından kısas nizamının zaruri olduğunu en veciz bir deyimle ifade
etmiştir.
(292)
«Ey salim akıl
sahipleri, kısasıla sizin için
(umumî) bir hayat vardır. Tâki
(katilden) sakınasınız.» (Bakara: 179)
(293)
«...Kim mazlum olarak öldürülürse faiz onun velîsine (mirasçısına m ak tâ kin
hakkım taleb hususunda) bir salâhiyet vermişizdir. O da katilde israf etmesin.
Çünkü o, cidden (ve zaten) yardıma mazhar edilmiştir.» (îsrâ':33)
Bu âyetden anlaşıldığı
veçhile Kur'ân kısas cezasının talebi hakkında maktulün velisini yetkili
kılmıştır.
Diyetlere ait nizâm
keza Araplarca uygulanırdı. Kur'ân bu nizamı İbka ederek şöyle buyuruyor:
(294)
«...Fakat kimin (hangi katilin) lehinde maktulün kardeşi (velîsi) tarafından
cüz'î bir şey afvolunursa (hemen kısas düşer). Artık Örfe uymak (şer'in ve
aklın iyi gördüğünü yapmak, borcu) ona (maktulün velîsine) güzellikle ödemek
(lâzımdır). Bu, Rabbinizdcn bir hafifletme ve esirgemedir. O halde kim bu
(afivden ve edadan) sonra (katile veya taraflarına muhâseme ve) tecavüzde
bulunursa onun için pek acıklı bir azap vardır » (Bakara : 178)
(295) «Bir
mü'min diğer bir mü'mini, yanlışlık eseri olmayarak, Öldürmesi yakışmaz. Kim
bir mü'mini yanlışlıkla öldürürse mü'min bir köleyi azad etmesi ve (ölenin)
ailesine (mirasçılarına) teslim edilecek bir diyet (kan bahası) vermesi
lâzımdır. Meğer ki onlar (o diyeti) sadaka olarak bağışlamış olsunlar. Eğer
(öldürülen) mü'min olmakla beraber size düşman bir kavimden ise o zaman
(öldürenin) mü'min bir köle azad etmesi lâzımdır. Şayet kendileriyle aranızda
antlaşma olan bîr kavimden ise o vakit mirasçılarına bir diyet vermek bir de
mü'min bir köle azad etmek gerekdir. Kim (bunları) bulamazsa (bulmaktan âciz
ise) Allah (tarafın) dan tevbesi (nin kabulü) için bir biri ardınca iki ay oruç
tutması icab eder. Allah, her (şeyi) bilendir, gerçek hüküm ve hikmet
sahibidir.» (Nisa': 92) Bazı diyetleri katilin yakınlarına yüklemiştir.
Katilin kabilesi ile ilgili tek sorumluluk budur. Bunun dışında herhangi bir
sorumluluğun İslâm'da bırakılmadığını daha önce belirtmiştik.
Kur'ân, uzuvların
kısasına ait Tevrat'ın ağır nizamını aşağıda yazılı âyet-de bildirmiştir.
(96) «Biz
onda (Tevrat'da) onların üzerine (şunu da) yazdık: Cana can, göze göz, buruna
burun, kulağa kulak, dişe diş, (karşıhkdır. Hülâsa bütün) yaralar bir birine
kısasdır. Fakat kim bunu (bu hakkım) sadaka olarak bağışlarsa o, kendisine
(günahına) kefaret (onun yarlığanmasına vesile) dir. Kim Allah'ın indirdiği
(Ahkâm) ile hükmetmezse onlar zalimlerin ta kendileridir.» (Mâide: 45) [62]
Kur'ân, zina
edene 100 değnek vurulacağını
emretmiştir.
(297) «Zina
eden kadınla zina eden erkekden her birine yüzer değnek vurun. Eğer Allah'a ve
âhiret gününe inanıyorsanız bunlara, Allah'ın dini (ni tatbik) hususunda,
acıyacağınız tutmasın. Müzminlerden bir zümre de bunların azabına (bu
cezalarına) şâhid olsun.» (Nur: 2)
Kur'ân, zina eden
cariyenin cezasının da hür kadının cezasının yansı olduğunu bildirmiştir.
(298) «...Onlar
evlendikten sonra bir fuhuş irtikâb ettiler mi o vakit üzerlerine hür kadınlar
üzerindeki cezanın yarısı (verilir)...» (Nisa': 25)
Sünnet, zina eden kişi
muhsan (sahih bîr akidle evlenmiş olan) ise recmedilmesini emretmiştir. Sahih-i
Müslim'de Ebü Ishak-ı Şeybânî'nin Abdullah b. Ebî Evfa'ya Resûlüllah'ın zina
eden muhsanı recmedip etmediğini sorduğunu, evet cevabını aldığını ve bu
uygulamanın Nur sûresi indikten sonra veya önce mi
olduğunu da sorduğunu
ve «bilmem» cevabını aldığı yazılıdır. [63]
Kur'ân, muhsan'a
(fıkıh kitaplarında vasıfları belirtilen iffetli kadın) yi zina ile itham
ettiği halde isbat edemeyene seksen değnek vurmakla cezalandırılmasını
emretmiştir.
(299)
«Namuslu ve hür kadınlara (zina isnadı île) iftira atan, sonra (bu babda) dört
şâhid getirmeyen kimseler (in her birine) de seksen değnek vurun. Onların
ebedî şâhidliklerini kabut etmeyin. Onlar fâsıkların
la kendileridir. Meğer
ki bu (hareketden) sonra tevbe (ve riicu') ve (hallerini) ıslâh edeler. Çünkü
Allah çok yarlığayici, çok esirgeyicidir.» (Nûr: 4-5)
Takat, karısını zina
ile İtham eden erkek için özel bir nizam
getirmiştir.
(300)
«Zevcelerine zina isnad eden ve kendilerinin kendilerinden başka sahicileri de
bulunmayan kimseler (e gelince:) onlardan her birinin (yapacağı) şâhidlik,
kendisinin hakıykatan sadıklardan olduğunu Allah'a yemin (ile) dört (defa
ifâde ve takrir edeceği) şâhidliktir. Beşinci (şehâdet) de eğer yalancılardan
ise Allah'ın laneti muhakkak kendisinin üstüne (olmasını ifâde etmesi) dır.»
(Nûr: 6-7)
Yukarıda belirtildiği
gibi kocanın dört defa yeminli şahidliğİ dört şâlıid yerine kabul edildiği
gibi, aşağıdaki âyet de zevcenin kendisini temize çıkarması ve
hadden kurtarması yolunu
kapatmamıştır.
(301) «O (kadın) ııı billahi onun (zevcinin) muhakkak yalancılardan
olduğuna dört (defa) şehâdet etmesi, beşincide de eğer o (zevci) sadıklardan
ise muhakkak Allah'ın gazabı kendi Üzerine (olmasını söylemesi) ondan (o
kadından) bu azabı (cezayı) defeder.» (Nûr: 8-9) [64]
Kur'ân, hırsızlık
edenin elinin kesilmesini emretmiştir.
(302) «Erkek
hırsızla kadın hırsızın —o irtikâb ettiklerine bîr karşılık ve ceza ve
Allah'dan (insanlara) ibret verici bir ukubet olmak üzere — ellerini kesin,
Allah mutlak galibtir, yegane hüküm ve hikmet sahibidir.
Fakat yaptığı o haksız
hareketinden sonra tevbe (ve rücıı) eder, kendisini düzeltirse şüphesiz ki
Allah onun tövbesini kabul eder. Çünkü Allah çok yarlığayıcıdir ve
esirgeyicidir.» (Mâide: 38-39) [65]
Kur'ân, yol kesenlerin değişik cezalarını (işledikleri
suç durumuna göre) beyan etmiştir.
(303)
«Allah'a ve Resulüne (mü'minlere) harb açanların, yer yüzünde (yol kesmek suretiyle)
fesadcılığa koşanların cezası, ancak öldürülmeleri, ya asılmaları, yahut (sağ)
elleriyle (sol) ayaklarının çaprazvârî kesilmesi yahut da (bulundukları)
yerden sürülmelidir. Bu, onların dünyadaki rusvaylağıdır. Âhirette ise onlara
(başka) pek büyük bîr azap da vardır.
Şu kadar ki siz
kendileri üzerine kaadir olmadan (kendilerini ele geçirmezden) evvel tevbe
eden (muhariblerle yol kesen) ler müstesnadırlar.bilinki şüphesiz Allah çok
yarlığayıcıdır, çok esirgeyicidir.» (Mâide : 33, 34)
Mezkûr beş çeşit ceza
dışında Kur'ân'da bir ceza şekli yoktur. Sünnet, altma bir ceza çeşidini beyan
etmiştir. O dr, içki içme cezasıdır. Resûlüllah içki içene ceza tatbik
etmiştir. [66]
1) Cezaların
fazla tesirli olması için bedenî olması;
2)
Halkın huzur, güven ve asayişini
sağlamak.
(304) «Ey
salim akıl sahihleri, kısasda sizin için (umumî) bir hayat vardır. Tâki
(katilden) sakınasmız.» (Bakara179)
3) Suç
işleyeni tekrar suç işlemekten alıkoymak. Nitekim, hırsızlık eden erkek ve
kadının el kesme cezasını beyan eden âyetde şöyle buyuruluyor :
(305)
«.-Ceza ve Allah'dan (insanlara) ibret verici bir ukubet olmak üzere...»
(Mâide: 38)
Keza, yol kesenlerin
cezasına dair âyet-i celîlede de şöyle buyuruluyor:
(306) «...Bu
onların dünyadaki rüs vay lığıdır...»
(Mâide: 33)
Sünnet, isnad edilen
suçların isbatı hususunda gerekli titizliği göstermeyi, bir suçla itham edilen
kimsenin en ufak bir mağduriyete uğramasına meydan verilmemesini emretmiştir.
Diğer taraftan gösterilen titizlik neticesinde suçluluğu sabit olan kişilerin
cezalarının aynen tatbikini ve cezaların suç işlemeyi önleyici ve suçluları
te'dip edici olmasını istemiştir.
Hz. Âişe'den rivayet
edilen bu hadîsde buyuruluyor ki: «Gücünüz yettikçe cezayı Müslümanlardan.defedin.
Eğer, sanığın kurtuluş yolu varsa (yani suçu isbat edilmedikçe) onu serbest
bırakın. Çünkü, hâkimin affetme hususunda yanılması, cezalandırma hususunda yanılmasından hayırlıdır.» [67]
Ahkâm ile ilgili
olarak Allah tarafından Hz. Muhammed'e vahyedilen ve halka tebliği ile
açıklanması emredilen âyetler bunlardır. Hz. Muhammed, emrolunduğu gibi gerekli
tebligatı yaptı. Amelî ve kavlî sünnetiyle halka inen emirleri açıkladı. [68]
Bu devirde cereyan
eden siyasî olayların özeti:
Resûlüîlah'ın vefatı
üzerine Hz. Ebu Bekr, halife seçiliyor. Bu esnada yer yer irtidat vak'alan
görülüyordu. Ancak, halife Ebu Bekr'in azmi ve Ensar ile Muhacirinin kalbinde
bulunan iman kuvveti İslâm devlet otoritesinin muhafazası için en iyi ilâç
idi. Nitekim; halife, kurduğu ordu ile İslâm âleminin birliğini ve devletin
otoritesini sağlamlaştırarak; Peygamberimiz devrindeki huzur ve asayişi iade
ettikten sonra îslâm davetinin neşri için askerî birlikler sevketti. Bizans ve
Sasanî ülkelerinde yapılan savaşların henüz neticesi alınmadan Hz. Ebu Bekr,
vefat ediyor onun yerine geçen Hz. Ömer'in eliyle fütuhat neticesi alınıyor.
Müslümanlar, doğuda Bizans Ülkesinin çoğunu zaptederek; Ceyhun nehrine kadar
ilerliyor, kuzey cephesinde de Suriye ve Ermenistan şehirlerine hakim
oluyorlardı. Batı'da İse Mısır'ın islâm ülkesine katıldığı görülüyordu. Hz.
Ömer devrinde Fustat (eski Mısır), Küfe ve Basra gibi büyük İslâm şehirleri
kuruluyor ve aralarında birçok sahâbînin bulunduğu binlerce Müslüman bu
merkezlerde yerleşiyordu. Diğer taraftan Arap olmayan birçok topluluklar islâm
dinine guruplar halinde İntisap ediyordu. Hz. Osman devrinde de doğu'da ve
batı'da fütuhat devam ediyor. Ancak, bilindiği gibi, Hz. Osman'ın şehadeti
olayı, Islara fütuhatını frenlediği gibi, Müslümanların birlik ve
beraberliğine de gölge düşürdü. O güne kadar tek merkez (Medine) den idare
edilen îslâm âlemi (Şam) ve (Küfe) olmak üzere iki merkezden idare edilmeye
başlandı, ilâhî takdirin hazîn bir tecellisi olarak Müslümanlar arasında Sıffîn
savaşı vuku buldu. Sahabeler arasında cereyan eden olayların içtihada dayandığı
ve herhangi bir tarafın aleyhinde bir söz söylemenin vebali mucip olduğu
hususunda ehli sünnet mezhepleri ittifak etmişlerdir.
Yahudiler ve
Müslümanlar arasına sokulan münafıklar, Peygamberimizin devrinden beri
Müslümanları içten yıkmak için gizli ve aşikâr zararlı faaliyetlerden geri
kalmadıkları gibi, bu olaylardan bil'istifade Müslümanların üç siyasî guruba
ayrılmasında da etkili oldukları bir vakıadır.
Bu devrin nihayetinde
teşekkül eden guruplar :
1) Cumhur,
2) Şiiler,
3)
Haricîler.
Gelecek devrin
bahsinde açıklanacağı veçhiyle
İslâm teşriinde bu
fırkaların özel bir tesiri vardır. [69]
Birinci devir
bölümünde beyan etliğimiz gibi, Kur'ân peyderpey inerdi, Ayetler indikçe
Peygamber tarafından Müslümanlara tebliğ edilir, vahiy kâtiplerine yazdırılır,
inen parçanın hangi sûrenin neresine konacağı, şayet inen parça tam bir sûre
ise hangi sûreler arasına yerleştirileceği tesbit edilirdi. Müslümanların bir
kısmı tebliğ edilen âyetleri hıfzetmekle yetinirken, bazıları da yazardı.
Peygamber, vefat
ettiği zaman Kur'ân bir mushaf halinde cem edilmemişti. Fakat, vahiy kâtipleri
tarafından yazılıp Peygamberin hâne-i saadetlerinde muhafaza edilen sahifeler
halinde, keza; vahiy kâtiplerinin kendileri için alıkoydukları nüshalar
halinde hıfzedildiği gibi, birçok Müslüman tarafından tamamı ezber
biliniyordu. Ayrıca binlerce Müslüman Kur'ân'i kısmen ezberlemiş vaziyette
idiler.
Hz, Ebu Bekr devrinde
vuku bulan Yemame harbinde birçok hafızın şehid olması olayı üzerine endişe
etmeye başlayan halife, Kur'ân'ı bir mushaf halinde toplatma lüzumunu duydu.
Sahih-i Buhâri'de Zeyd
ibni Sabit'in şöyle dediği rivayet edilmiştir «Yemâme harbinden sonra Halife
Ebu Bekr'in daveti üzerine huzuruna çıktığımda, Hz. Ömer, yanında oturuyordu.
Kendisiyle Hz. Ömer arasında cereyan eden görüşmeyi Halife bana şöyle anlattı:
«Ömer, bana gelerek; "Yemâme harbinde birçok hafız şehid oldu. Birkaç
yerde de böyle olmasından yani kalan hafızların da şehid olmasından ve
dolayısıyle Ku’ân'ın çoğunun zayi olmasından korkuyorum. Bunun için Kur'ân'ı
mushaf halinde toplatmanızı zarurî görüyorum." dedi. Ben,
"Peygamberin yapmadığı bîr şeyi yapmış oluruz" dedim. Ömer,
"Vallahi bu teklif hayırlıdır.» dedi.
Halife bu durumu
anlattıktan sonra bana hitaben şöyle buyurdular:
"Ömer bu dileği
yerine getirmem için sık sık müracaatta bulundu. Nihayet ben de bu teklifi
yerinde buldum, buna kalbim tatmin oldu. Kur'an'ı bir mushaf halinde toplatmaya
karar verdim. Sen, vahîy kâtipliğini yaptın, gençsin, zekâ ve hafızan
kuvvetlidir, her bakımdan sana güveniyoruz. Bu toplama işini senden
istiyorum."
Vallahi, eğer bir dağı
nakletmeyi bana teklif etseydiler, Kur'ân'ı toplama emri kadar bana ağır
gelmiyecekti. Ben onlara dedim ki: "Peygamberin yapmadığını nasıl
yapacaksınız?" Halife buna karşılık olarak: "Vallahi bu iş
hayırdır." dedi. Bundan sonra da sık sık bu işi benden İstemeye devam
etti. Nihayet Hz. Ebu Bekr ve Hz. Ömer'in kalben tatmin oldukları ve lüzum duydukları
Kur'ân'ı toplama işini ben de aynı şekilde lüzumlu ve hayırlı gördüm. Bunun
üzerine Kur'ân âyetlerini yazılı olduğu hurma dallarından ve taşlardan, keza
hafızlardan toplamaya ve bir araya getirmeye başladım. Bu işi titizlikle
gerçekleştirdim. Tevbe sûresinin son iki âyetini Ensardan Ebu Huzeyme'nin
yanında buldum. Toplama işi bitince, Mushafı halife yanında bulunduruyordu.
Vefatından sonra Halife Hz. Ömer'in, onun vefatından sonra da kızı Hz.
Hafsa'nın yanındaydı.»
İmamı Suyûtî «ltkan»
adlı eserinde Haris el-Muhasibî'nin «Feh-müs-Sünen» adlı eserinden naklen şöyle rivayet ediyor:
Kur'ân'ın yazılışı, Peygamber zamanında
yapılmamış olan bir şeyi yapmak demek değildir. Zira; Peygamber Kur'ân'ı
yazdırmış idi. Ancak yazdırdığı Kur'ân deri ve taş parçalan ile hurma dalları
üzerinde dağınık halde idi. Hz. Ebu Bekr'in yaptığı iş, sadece yazılı olan
Kur'ân âyetlerini bir araya getirmek ve istinsah (kopye) etmekten ibarettir.
Ayrıca Peygamberin evinde bulunan Kur'ân âyetlerinin yazılı olduğu parçaları
bağlayarak; zayi olmaması için yanına alıp muhafaza etmiş olmasıdır.
Zcyd b. Sabit
Kur'ân'ın tamamım ezberleyen kuvvetli hafızlardan ve vahiy kâtiplerinden idi.
Bununla beraber hafızlığı ve şahsı için alıkoyduğu Kur'ân nüshası ile
ytlinmiyerek; diğer hafızlardan vahiy kâtiplerinin kendileri İçin alıkoydukları
nüshalardan ve Peygamberin evinde muhafaza edilegelen nüshadan da yardım
istemiştir. Muhacirlerden ve Ensardan birer büyük cemaat huzurunda toplama
işini tamamlamıştır.
Allah Tcâlâ, aşağıdaki
yazılı âyette bildirdiği gibi, Kur'ân'ı koruma işini üzerine almış ve bunu Ebu
Bekr ile Ömer hazretlerinin isabetli tarihî kararları ile gerçekleştirmiştir.
(307)
«Kur'ân'ı biz indirdik, biz. Onun koruyucuları da, şüphesiz ki, biziz.» (Hicr:
9)
Böylece toplanan
mushaf Hz. Hbu Bekr yanında, ondan sonra Hz. Ömer yanında ve ondan sonra da Hz.
Ömer'in kızı Hz. Hafsa'nın yanında muhafaza edildi. Üçüncü halife Hz. Osman,
İslâm'ın büyük şehirlerinde bu mushafm nüshalarının bulundurulmasını gerekli
gördü. Çünkü, Kur'ân'm tamamını ezberlemiş olan hafızlar etrafa giderek
şehirlerde Müslümanlara Kur'ân okutuyorlardı. Bu hafızlar, lehçelerinin
değişikliği dolayısıylc bazı Kur'ân harflerinin telaffuzu hakkında az bir
ihtilâfa düşüyorlardı. Bu ihtilâf bazı kurranın kendi kırâatlerini üstün
tutmasına yol açtı.
Bu durum Halife Hz.
Osman'a intikal edince ilerde endişe verici bazı durumların çıkması ihtimali karşısında gerekli tedbîri aldı.
Buhâri'nin Enes'ten rivayet
ettiğine göre :
«Suriye ve Irak halkı
Ermenistan ve Azerbeycan fethi için savaşırlarken Huzeyfe b. el-Yeman, Halife
Hz. Osman'ın yanına gelerek, Suriye ve Irak halkının Kur'ân kıraati hususunda
ihtilâfa düştüklerini ve bu basit ihtilâfın Yahudiler arasında veya
Hıristiyanlar arasında çıkan ihtilâfa benzer bir ihtilâfa dönüşmeden islâm
ümmetine yetişmesini istedi. Bunun üzerine Hz. Osman, Hz. Hafsa'dan yanındaki
Kur'ân nüshasını, çoğaltmak ve tekrar kendisine iade etmek üzere istedi. Hz.
Hafsa yanındaki Kur'ân nüshasını halifeye gönderdi. Halife, ashabın ileri
gelenlerinden Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Zübeyr, Saîd ibnül',As, Abdurrahman b.
Haris bin Hişam'a bu mushafın teksir emrini verdi ve Kureyş'ten olan hey'etin
üç üyesine şu emri verdi: Üçünüz Zeyd bin Sabit ile Kur'ân'ın herhangi bir
kelimesinin okunuşunda ihtilâfa düşerseniz onu Kureyş lehçesi ile yazınız. Zira
Kur'ân Kureyş lisanı ile inmiştir. Teksir işi tamamlanınca halife asıl nüshayı
Hz. Hafsa'ya iade etti ve her mıntıkaya birer nüsha göndererek bu nüshanın
dışında kalan toplu veya dağınık sahifelerin yakılmasını istedi. Bu teksir işi
hicretin 25. yılı yapıldı. Yazılan nüshaların birer adedini Küfe, Basra,
Dımışk (Şam), Mekke ve Medine'ye gönderdi. Kendisi için de bir nüsha
ayırdı. (el-Mushaf-el-îmam diye meşhur
olan nüsha budur.)
Gönderilen mushaflar,
merkez; şehirlerin büyük camilerine konuldu. Artık bütün okuyucular ondan
okurlar, hafızlar ona müracaat ederdi.
Kur'ân'ın bir harfinde
dahi ihtilâfa düşme ihtimali, Hz. Osman'ın yaptırdığı bu teksir işi ile
ortadan kaldırılmış oldu.
Kavlî (sözlü) Sünnet
ise bir araya getirilmesi ve yazılması hususunda böyle bir öneme
kavuşturulmamıştır. Bilâkis, rivayetinin azaltılması hususuna gayret
gösterilmiştir. Bu gayretin bir kısmını belirtelim :
1) El-Ha£ız
ez-Zehebi, «Tezkiretü'l-Huffaz» adlı eserinde Ibn-i Ebi Me-like'nin Mürsel
hadîslerinden naklen şöyle rivayet ediyor :
Peygamberin vefatından
sonra Hz. Ebu Bekr, halkı toplayarak dedi ki: «Siz, ihtilâfa düştüğünüz
hadîsler rivayet ediyorsunuz. Bu durumda sizden sonra gelenler daha şiddetli
ihtilâfa düşer. Onun için siz Peyğarnber şöyle söyledi demeyiniz. Size dinî
soru soran olursa siz deyin ki aramızda Allah'ın kitabı vardır. O kitabın
helâlini helâl, haramını haram kılınız.»
2) Hafız
diyor ki: Şu'be ve başkalarının Şa'bî'den rivayet ettiklerine göre Kuraza b.
Ka'b şöyle söyler: «Hz. Ömer bizi Irak'a gönderdiği zaman Medine dışına kadar
beraberimizde yürüdü. Bu esnada "Sizlerle buraya kadar gelmemin sebebini
bilir misiniz?" diye sorunca, teşyi ve ikram için zahmet ettiğini
söyledik. Kendisi, bununla beraber size su tavsiyede bulunmak isterim: Siz
Kur'ân'a son derece düşkün ve ondan feyz alma gayreti içinde bulunan bir belde
halkına gidiyorsunuz. Onları bu güzel gayretten uzaklaştıracak hadîslerle
meşgul etmeyiniz. Peygamberden az hadîs rivayet ediniz. Daha çok Kur'ân'a Önem
veriniz. Sizin sorumluluğunuza ben de iştirak ediyorum.» dedi.
Kuraza, Irak'a
vardığında halkın hadîs rivayeti İsteğine karşılık, Hz. Ömer bu hususta bize
izin vermedi dedi.
3) İmam Malik'in
Muvatta adlı kitabının
«Tenvir-ül-Havâlik» şerhinde
yazan İmam Süyûtî der kî: Herevi, Urve ibn-i Zübeyr'den naklen rivayet ettiğine
göre Hz. Ömer hadîsleri yazmak istediğini, bu konuda sahabelere danıştığını ve
sahabelerin bu isteği terviç ettiklerini Hz. Ömer'in bir ay kadar bu hususta
istihare ettikten sonra şöyle söylediğini yazar: “ Bildiğiniz gibi sünnetleri yazmak işinden
bahsettim.Sonra düşündüm, sizden önceki ehl-i kitabın bir kısmı Kitabullah ile
beraber bazı kitaplar yazdılar. Bu tip kitaplara sarıldılar ve Allah'ın
Kitabını terk ettiler. Ben Allah'ın Kitabına bir şey karıştırmayacağıma yemin
ederim.» diyerek hadîs yazma işinden vaz geçti.
Ibn-i Sa'd,
Tabakat'mda der ki: Kebeyse, senediyle Zührî'den rivayet ettiğine göre Hz.
Ömer hadîsleri yazmak istedi ise de, bir ay istihare ettikten sonra yazmamaya
karar verdi. Ve dedi ki: «Bir kavmin kitap yazdığını ve ona yönelerek Allah'ın
Kitabını bıraktığını hatırladım.» [70]
4) Buhâr-i
Şerifin A'meş'in senediyle İbrahim et-Teymî'den, o da babasından rivayet
ettiğine göre, Hz. Ali îrad ettiği bir hutbede : «Allah'ın kitabından ve bu sahîfede yazılı
olandan başka okunacak bir kitap
yanımızda yoktur, dedikten sonra işaret
ettiği sahifeyi açtı. O sahifede şu hususlar yazılı idi:
I) Diyet
(tazminat) olarak ödenecek develerin tesbitİ. II) Medine,
Ayr dağından falan dağa kadar haremdir.
Bu kutsal yerde kim bir bid'at ihdas eder veya zulmederse ona Allah'ın,
meleklerin ve bütün insanların laneti olsun. Allah onun farz ve nafile hiç bir
ibadetini kabul etmesin.
III)
Müslümanların kâfirlere verecekleri güven ve emniyet birdir. (Müslümanlardan
herhangi bir kimse bir kâfire teminat verdiği takdirde başkasının o kâfire
dokunması yasaktır.)
Kadın ve köle gibi
Müslümanların en zayıfı sayılan kişiler bile bu güvenliği vermeye yetkilidir.
Her kim bir Müslüman’ın verdiği teminatı bozarsa ona Allah'ın, meleklerin ve
bütün insanların laneti olsun. Allah, onun farz ve nafile hiç bir ibadetini
kabul etmesin.
IV. Yetkililerin izni
olmaksızın bir kavmi veli ittihaz edene Allah'ın, meleklerin ve bütün
insanların laneti olsun.
5)
Abdullah îbn-i Mes'ud'un hâl tercümesinde, kendisinin az hadîs rivayet
ettiği ve naklettiği hadîslerden lâfızlar hususunda çok titiz olduğu rivayet
edilir. Ebu Amr eş-Şeybanî'nin şöyle söylediği rivayet edilir: «Ben,bir
yıl ibn-i Mes'ud'un
yanında oturdum. Resûlüllah söyle söyledi demezdi. Bir hadîsi rivayet ederken
irklir ve «Peygamber buna yakın bir söz söyledin derdi.d Yukarıda İşaret
elliğimiz rivayetlerde İsimleri geçen zatlar birer fetva otoritesi ve
Müslümanların teşrî' konusunda birer önderi durumundadırlar. Onların, yukarıda
belirtildiği veçhiyle hadîslerin az rivayet edilmesine taraftarlıkları
kendilerinin sünneti, Kur'ân teşriinin tamamlayıcısı olarak kabul etmelerine
ve sünnete sarılmalarına gölge düşürdüğü bir an için sanılıyor İse de; onların
sünnete verdikleri itibar ve değere ait rivayetler ve bu konuda yaşanan
olaylar, içerisindeki davranışları incelendiği zaman bütün amaçlarının sahih hadîsleri
diğer hadîslerden ayırd etmek
olduğu anlaşılır.
Bu konuda, el-Hafız ez-Zehebi'nin «Tezkiretü'l-Huffâzdan rivayet ettiği birkaç örnek verelim :
1) İbn-i Şihab, Kubeyse
b. Züeyb'ten söyle
rivayet eder: «Hz.
Ebu Bekr'e bir nine gelerek torunundan
mirasçı olmak hakkını
İstedi. Hz. Ebu Bekr:
«Ben, Kur'ân'da senin için (yani nine için) bir miras hakkını bulmuyorum.
Peygamberin de senin bir hakkın olduğunu söylediğini bilmiyorum.» dedikten
sonra orada bulunan sahabelere sordu. Sahabelerden Muğîre kalkarak; «Resûlüllah nineye südüs
(1/6) verdi» deyince Hz. Ebu Bckr; «Senden başka bu hususta bilgisi olan var
mı?» diye sordu. Bunun üzerine Muhammet) b. Mesleme aynı şeyi söyleyince Hz.
Ebu Bckr nineye südüs hakkını verdi.
2) Cerîrî,
senediyle Said'dcn rivayet ettiğine göre, Hz. Ömer'i ziyaret etmek isteyen Ebu
Musa, kapıdan İçeri girmek için üç defa selâm vermekle izin istediğini,
kendisine izin verilmeyince geri döndüğünü ve bunun akabinde Hz. Ömer'in
kendisini çağırtarak niçin geri döndüğünü sorunca; «Biriniz üç defa selâm verdiği zaman cevap
alamazsa dönsün» hadîsini Peygamberden İşittiğini, bunun için geri döndüğünü
söylediği zaman Hz. Ömer'in kendisinden bu hadîsi isbat etmesini İstediğini,
aksi takdirde cezalandıracağını söylediğini
ifade ettikten sonra aynen şöyle söyler : «Ebu Musa heyecanlı ve endişeli bir çehre ile
yanımıza geldi. Endişe sebebini sorduğumuzda Hz. Ömer
ile arasında geçeni anlattı
ve: «İçinizde benim rivayet ettiğim hadîsi işiden yok mu?» diye sordu. Biz, hepimizin bu hadîsi
İşittiğimizi söyledik. Bunun üzerine içimizden bir kişi kalkıp kendisiyle
beraber Hz. Ömer'e giderek hadîsin sıhhatini bildirdi.»
3) Hişam,
babası el-Muğîre b. Şıfbe'den rivayet ettiğine göre : Hz. Ömer, kasden çocuk
düşürmenin dünyevî cezası hususunda sahabelerle İstişarede bulundu. Muğîre,
Peygamberin bu hususda Gurre (beş yüz dirhem nakdî ceza) ile hükmettiğini
söyledi. Hz. Ömer ona, «Doğru söylüyorsan bunu bilen bir şahid getir» dedi.
Bunun üzerine Muhammed b. Mesleme Peygamberin ğurre ile hükmettiğine şahadet
etti.
4) Hz. Ömer,
bir hadîs rivayet eden Hz. Ubcyy'den şahid İstedi. Übcyy isbat için Hz. Ömer'in
yanından çıktıktan sonra Ensar'dan- bir cemaatle karşılaştı ve
durumu anlattı. Cemaat,
hepimiz bu hadîsi
Peygamberden işittik dedi. Bu
durum Hz. Ömer'e intikal edince, Übeyy'e dedi ki Ben senden şüphe çimiyordum.
Takat hadisin bence de sabit olmasını arzuladığım için isbatını istedim.»
5) Osman b.
el-Muğîre es-Sakafî, senediyle rivayet ettiğine göre, İbn el-Hakem el-Fezari
Hz. Ali'nin şöyle dediğini işittiğini söyler: «ilen. Peygamberden bir hadîs
işittiğim zaman elimden geldiği kadar o hadîsten faydalanmaya çalışırdım.
Başkası bana hadîs rivayet ettiği zaman, ona yemin ettirirdim. Yemin ettiği
zaman onu tasdik ederdim», dedikten sonra Hz. Ebu Bekr'deıı işittiği şu hadîsi
rivayet etti. (Bu arada Ebu Bekr'in doğru söylediğini tasdik elli.): «Müslüman
bir kul, işlediği günahdan nedametle güzelce abdest alır, iki rek'at namaz
kılar ve işlediği günahın afvı için Allah'a yalvarır, istiğfar ederse (tevbe~
şartlarına riayet etmek kaydı ile) Allah onun tevbesini kabul eder.»
Bu hadîsler,
Müslümanların imamları ve liderleri durumunda olan şahsiyetlerin bu devirde az
hadîs rivayetine temayülleri, uydurma veya hatalı ve asılsız hadîslerin
İntişarından endişe etmekten doğduğunu İsbat eder. Bu sebepledir ki; bu
şahsiyetler rivayet edilen hadîslerin isbatini ve sıhhatini araştırırlardı.
En az iki sahabînin
Peygamberden şahsen işittiklerini ifade ettikleri hadîsleri Hz. Ebu Bekr ve
Hz. Ömer gibi zatlar kabul ederlerdi, böyle olmayan hadisleri ise kabul
etmezlerdi. Nitekim yukarda belirttiğimiz gibi Hz. Ebu Bekr, Muğîre b.
Şu'bc'den rivayeti hususunda onu takviye edecek başkasını talep ediyor. Keza;
Hz. Ömer, Mıığîre'yi, Ebu Musa'yı ve Übeyy'i rivayetlerinde te'yid edecek şahid
istiyor. Halbuki Hz. Ebu Bekr ile Hz. Ömer bu zatlara son derece itimad
ederlerdi. Bunlar hakkında en ufak bir şüpheleri yoktu. Keza; Hz. Ali hadîs
ravisine yemin tevcih ederdi. Bu titizlikten sonra hadîsin sıhhatine kanaat
edip kalben mutmain olan mübarek zatlar, rivayet olunan hadîsler gereğince
amel ederlerdi ve kat'iyyen hadîse muhalefet etmezlerdi.
Yukarıda belirttiğimiz
sebeplerle bu devirde hadîs rivayeti az oluyor ve genellikle bir hadîsin
zikredilmesine vesile olacak hadisenin vuku bulması halinde iki şahidin
şehadetî İle rivayeti sabit olan hadîsler üzerinde duruluyordu. [71]
İctihad; Kitap ve
sünnetten şer'î hüküm çıkarmak için ehlinin olanca gücünü sarfetmesidir.
İctihad iki çeşittir :
1) Şer'î
hükmü nasslarm zahirinden almaktır. Bu da şer'î hükme konu olan mesele,
nasslarm ihtiva ettiği meselelerden olduğu takdirde tahakkuk eder.
2) Bazı
nasslar ihtiva ettiği meselelere aid şer'î hükümlerin illetini (sebep) açık veya kapalı olarak belirtmektedir. Bu meseleler dışında kalmakla beraber, aynı illeti taşıyan başka meseleler
hakkında o nassdan şer'î hükmü almakdır. Buna kıyas denir.
Bu devirde Kitap ve
sünnetten şer'î hükümleri çıkarmak işiyle pek uğraşılmıyordu ve
geliştirilmesine çalışılmıyordu. Hatta, bir olay çıkmadan veya bir mesele
sorulmadan ashab durup dururken herhangi bir konuda görüşlerini açıklamazlardı.
Ancak, bir mesele sorulduğu veya bir olay vuku bulduğu zaman ilgili şer'î hükmü
Kitap ve sünnetten çıkarmaya çalışırlardı. Bu sebepledir ki; büyük sahabeler
devrine ait olup bize intikal eden fetvalar azdır. Onlar fetvalarını Kur'ân ve
sünnete dayandırırlardı. Çünkü; Kur'ân, dinin esası ve Müslümanların dayanağı
idi. Onların ana dili ile inmişti. Onu gayet açık olarak anlıyorlardi. Ayrıca
âyetlerin iniş sebeplerini çok yakından bilirlerdi. Arap olmayanlar da henüz
aralarına girmemişti.
Sünnete gelince;
Sahabîler, rivayetin doğruluğundan emin oldukları hadîslere uyma hususunda
müttefik idiler. Hz. Ebu Bekr'e bir olay intikal ettiği zaman Kur'ân'a bakardı.
Olaya ait şer'î hükmü Kur'ân'da bulunca; onunla hükmederdi. Şayet bulamasaydı
sünneti tetkik ederdi. Eğer hükme mesned olacak bir şey bulsaydı ona göre
hükmederdi. Gerek Kitapda ve gerekse sünnetde sadre şifa verecek bir hüküm
bulmadığı zaman o mesele hakkında Peygamberin bir hüküm verip vermediğini
sahâbîlere sorardı. Bazan, Peygamberin konu hakkında hüküm verdiğini bilenler
çıkardı. Sabit olan rivayete göre hükmederdi.
Hz. Ömer de aynı usûlü
tatbik etti. Kendisine intikal eden bir mesele hakkında Kitap ve sünnetde
hüküm, bulamadığı zaman selefi olan Hz. Ebu Bekr'in o mesele hakkında hüküm
verip vermediğini soruştururdu. Hz. Ebu Bekr'in verdiği bir hüküm bulunursa;
aksi sabit olmadıkça onunla hükmederdi.
Hz. Osman ve Hz. Ali
de aynı yolu takip ettiler. Daha önce belirttiğimiz gibi hadîslerin sıhhati
hususunda hepsi de ihtiyatı ve titizliği bırakmamışlardır.
Zaman zaman ashab-ı
kirama bazı meseleler ve sorular intikal ediyordu. Çözüm bekleyen bu meseleler
hakkında Kitap ve sünnetde bir nass bulamıyorlardı. Bunun üzerine re'y tabir
ettikleri kıyas yoluna giderlerdi. Hz. Ebu Bekr de böyle yapardı. Çünkü; böyle
bir anda Kitapda bir nuss ve ashab yanında bir sünnet bulamayınca ashabı bir
araya toplar ve mesele hakkında onlara danışırdı. Görüşleri bir noktada
toplandığı zaman o görüşle hükmederdi. Hz. Ömer de aynı şekilde hareket ederdi.
Hz. Ömer, Hz. Şüreyh'ı Küfe kadılığına tayin ettiği zaman ona şunu söyledi:
«Kur'ân'da apaçık bir hüküm bulmaya bak. Şayet böyle bir hükmü bulursan o
konuda kimseye bir şey sorma. Fakat, Kur'ân'da açık bir hüküm bulmadığın bir
meselede sünnete ittiba et. Sünnette de bir şey bulamazsan re'yinle ictihad
et.»
Hz. Ömer, Ebu Musa
el-Eş'arîye yazdığı mektupta şöyle diyordu : «Şer'î hüküm, Kur'ân'a veya
sünnete dayanan hükümdür. Kitap ve sünnetde bulunmayan ve kalbinde
tereddütlere sebep olan meseleler hakkında zihnini çok dikkatli kullan. Benzer
meseleleri ve emsal meseleleri çok iyi tanımaya çalış. Bunları çok yakından
bilip tanıdıktan sonra bunlar arasında kıyaslama yap.»
Abdullah b. Mes'ud'a;
mehri tesbit edilmeden nikâhı kıyılan ve duhûl olmadan kocası ölen bir kadına
verilecek tazminat hususu soruluyor. Kendileri: «Ben, o kadın hakkında kendi
görüşümle fetva veririm. Eğer doğru ise Allah'tandır. Şayet hatalı ise
bendendir ve şeytandandır. Allah ve Resulü bundan beridir.» dedi.
Abdullah b. Abbas,
Zeyd b. Sabit'e Allah'ın Kitabında sülüs-ü ma yebka (kalanın üçte birisi) dîye
bir miras payı var mı? diye sorduğu zaman Zeyd b. Sabit; «Ben görüşümle
hükmederim, sen de görüşünle hükmedersin “diyor.[72]
Hz. Ömer'den rivayet
edildiğine göre; daha evvel kendisine dinî bir mesele hakkında müracaat eden
adama bilâhare rastladığında ne yaptın? diye sorunca adam; «Hz. Alİ-ve Hz.
Zeyd b. Sabit bana şöyle fetva verdiler» diye cevap veriyor. Bunun üzerine Hz.
Ömer ona diyor ki: «Eğer sorduğun mesele hakkında Allah'ın Kitabında veya
Peygamberin sünnetinde açık bir hüküm bulmuş olsaydım, seni ona döndürürdüm.
Fakat, ben re'yime göre fetva verdim. Re'y müşterektir» (yani onlar da re'yleri
ile hükmetmişlerdir.)
Görüldüğü gibi Hz.
Ömer bu İki zatın verdiği fetvayı nakzetmemiştir.
Ashab, görüldüğü gibi
re'yle hükmetmekle beraber halkın bilmeden dinî konulardan söz söylemeye cesaret
etmemeleri ve dinden olmayan şeyleri dine sokmamaları için re'ye dayanmaktan
pek hoşlanmazlardı. Bu sebeple ashabın çoğu rastgele re'yi zemmetmiştir. Ancak,
zem ettikleri re'y kendilerinin amel ettikleri re'yler olmadığı açıktır.
Onların zem ettikleri re'y, Kitap ve sünnete gerçekten dayalı olmayan şahsî
kanaate ve nefsâni arzuya miistcnid görüştür. Makbul ve övgüye lâyık olan re'y
ancak Hz. Ömer'in kadısına yazdığı mektupta belirttiği şanlar dahilinde beyan
edilmiş olan hükümlerdir. Çünkü o takdirde verilen hüküm, nassın ruhuna ve
gayesine uygun olur.
Bununla beraber bu
devirde ashabın re'ye müstenid verdikleri fetvalar cİd-den çok azdır.
Gerek Hz. Ebu Bekr ve
gerekse Hz. Ömer, hilâfetleri zamanında şer'î bir hüküm hakkında ashaba danışıp
görüşlerini aldıktan sonra varılan hükme bütün Müslümanlar uyarlardı.
Dolayısıyle kimsenin muhalefet etmesi bahis konusu olmazdı.
Bu şekil re'yin
açıklamasına «İcma denilmiştir. O devirde müetehid olan ashab mahsur
(sayilabilen) zatlar olduğu için onlarla istişare etmek ve görüşlerinin
neticisine muttali olmak mümkün olduğu için icma' kolayca gerçekleşirdi.
Yukarıda belirtilen
durum sebebiyle şer'î hükümlerin İstinad etliği kaynaklar 4 idi.
1)Kitap, 2) Sünnet, 3)
Kıyas (re'y) (Bu kaynak birinci ve ikinci kaynağa dayalıdır.), 4) İcma'.
Ashabın, vardıkları
icma' kaynağında kitap veya sünnetin bir nassına veya kıyasa istinad
etmiş olmaları zarurîdir,
Hz. Ebu Bekr ve Hz.
Ömer'in, halifelik süresince takip ettikleri prensiplerin bir neticesi olarak
bu devirde şer'î hükümlerde çok az ihtilâf görülebiliyor. Çünkü hükümler, ya
Kitaptan veya sabit olan sünnetten veyahut istişareden sonra icma'dan
çıkarılırdı.
Dolayısıyle ihtilafa
mahal kalmazdı. Ancak, kıyas ve re'yden sadır olan fetvalar arasında ihtilâf
görülebilirdi. Oysa ashabın re'ye dayanmaları çok az idî. Diğer taraftan Hz.
Ömer'in heybeti fetva hakkında gerekli hassasiyeti göstermeyi takviye ederdi.
Keza; Ashabın fetva hususunda gösterdikleri takva önemli bir yer işgal ettiği
için ashab dinî soruları yekdiğerine havale ederlerdi. Ashab, kıyas yoluyla
vardıkları şer'î hükümleri, şer-i şerife dayandırmazlardı. Dolayısıyle
verdikleri fetvaya göre amel etmeyi zorunlu telakki etmezlerdi.
Nitekim Hz. Ebu Bekr,
re'yle fetva verdiği zaman : «Bu. benim re'yimdir. Eğer doğru ise Allah'tandır.
Eğer hatalı ise bendendir. Allah'dan afiv dilerim» derdi.
Hz. Ömer'in re'ye
müstenid fetvasını yazan-kâtibi: «Bu fetva, Allah'ın ve Ömer'in re'yidir.»
ibaresini yazınca Hz. Ömer onu azarladı ve şöyle buyurdu : «Bu Ömer'in re'yidir.
Eğer doğru ise Allah'dandır. hatalı ise Ömer'dendir.» Aynca dediler ki :
«Sünnet, Allah ve Resulünün tayin ettikleri yoldur. Siz insanlar re'y hatasını
ümmet için zaruri bir yo! kılmayın.»
Muhammcd b. el-Hasan,
Ebu Hanifc'nin Hammad ve İbrahim en-Nahai senediyle şöyle rivayet ettiğini
söyler: «Adamın biri evlendiğinde mehir tesbit edilmemişti. Zifafa girmeden
önce öldüğüne göre kadına bir şey verilip verilmeyeceği hususu soruldu.
Abdullah b. Mes’ud, kadının akrabası olan hanımların (emsalinin) mehri ne ise
eksiksiz ve fazlasız olarak o miktar verilmesi gerekir, diye hükmetmekle
beraber, eğer bu doğru ise Allah’dandır,şayet hatalı ise benden ve
şeytandandır; Allah ve Resulü bundan beridirler, dedi. Bunun üzerine meclisinde
oturanlardan birisi (buz altın ashabtan Ma’kil b. Sinanel-Eşcai olduğu
bildiriliyor), yemin ederek ; Sen Resullah’ın Eşca’iye kabilesinden Vaşık’ın
kızı Berü hakkında verdiği hüküm ile
hükmettin dedi.Bunun üzerine verdiği hükmün peygamberin hükmüne uygun olduğunu
öğrenen Abdullah b. Mes’ud o güne kadar hiç sevinmediği bir derecede
sevindi.Hz. Ali ise bu hükümde ona muhalefet ederek dedi ki :”O kadın miras
hakkını haizdir.İddet süresince beklemek zorundadır.Mehir (tazminat) hakkına
haiz değildir. Kitabullah da hüküm varken; Eşca’ kabilesinden bir kişinin sözü
kabul olunmaz.”
(İmam Muhammed b. el
Hasa’nın rivayeti burada sona erdi.)
Hz. Ali’nin
muhalefetinin sebebi şudur; eğer bu kadın kocası tarafından boşanmış olsaydı
,mehirden (tazminat) bir hak alamazdı.Nitekim Allah (Bakara Suresi,236. ayette)
şöyle buyuruluyor:
(308)
“Kendileriyle temas etmediğiniz , yahut kendilerine bir mehir tayin
eylemediğiniz kadınları boşamışsanız (bunda) üzerinize vebal
yoktur.”(Bakara:236)
Bu durumda Hz. Ali ,
ölümü boşamaya kıyas eder ve hadis hakkındaki fazla titizliği dolayısıyle bir
kişinin rivayet ettiği hadisle amel etmez. İbn-i Mes’ud ise, ölümü boşamaya
kıyaslamaz ve re’yini Ma’kil’in rivayetiyle te’yid etmiş olur.
Bu devirde büyük
müftilerin ihtilafa düşdükleri birkaç meseleyi, ihtilaf sebeplerinin vuzuha
kavuşması için zikretmeyi uygun bulduk:
1) Hz. Ömer
devrinde boşanan bir kadın henüz iddeti bitmeden evleniyor (Bu ise Kur’an’ın
nassı ile yasaklanmıştır.)Bunun üzerine Hz. Ömer , kocasını kırbaçla döverek
ondan ayırıyor:”Henüz iddeti bitmeden evlenen bir kadın ,kocası ile zifafa
girmeden durum duyulursa; derhal birbirinden uzaklaştırılırlar ve kadın ilk
kocasından ötürü kalan iddetini tamamlamak zorunda bırakılır.İddetinin bitmesi
neticesinde, iddette iken onu nikahlayan koca, başka erkekler gibi o kadına
talip çıkabilir. Şayet iddet esnasında kendisini nikahlayan erkek ile zifafa
girmiş ise yine birbirinden uzaklaştırılırlar ve kadın ilk kocasından ötürü
kalan iddetini ikmal eder. Sonra, ikinci kocasından dolayı ikinci bir iddeti
doldurmak mecburiyetindedir ve bu iddet de bittikten sonra bile ikinci koca ile
ebedî olarak evlenmesi yasaktır. Başkaları ile evlenebilir.
Hz. Ali ise bu
meselenin ikinci şıkkında (iddetde iken evlendiği ikinci koca ile zifafa giren
kadın meselesi) der ki: «Bu kadın ikinci kocadan uzaklaştırıldıktan sonra ilk
kocasından dolayı kalan iddetini tamamlayınca hemen ikinci koca ile
evlenebilir. ı
Görülüyor ki; iddetde
iken ikinci bir koca ile evlenip zifafa giren bir kadının uzaklaştırıldığı
ikinci kocası ile bilâhare evlenip evlenemiyeceği hususunda Hz. Ömer ile Hz.
Ali ihtilâfa düşmüşlerdir. Hz. Ömer'e göre; ilelebed evlencmcz. Hz. Ali'ye
göre; iddet hitamında evlenebilir. Kitabın nasslarında bu iki zatın fetvalarını
tc'yid edecek bir hüküm yoktur. Ancak Hz. Ömer, ikinci koca tarafından Kur'ân
nassı ile yasaklanmış olan bir evlenme işine girişmeyi önlemek ve böyle bir suç
işleyeni te'dip ve cezalandırma prensibine uymuştur. Hz. Ali ise umumî
prensiplere uymuştur.
2) Hz. Osman ve Hz. Zeyd b. Sabit'e göre, kölenin
nikâhı altında bulunan hür bir kadın İki talâkla boşandığı zaman ilelebed o
köleye haram olur. Hz. Ali ise; bunlara muhalefet ederek bu kadının ancak üç
talâk İle boşanması halinde kocasına ilelebed haram olur, der. Fakat, hür bir
erkeğin nikâhı altında bulunan bir
cariyenin ise iki talâk ile haram olduğunu
ifade etmiştir. Bu üç zat da köle ve cariye hakkının, hür erkek
ve kadının hakkından az olduğunda ittifak etmekle beraber, boşama hususunda erkeğin veya kadının
durumunun muteber olması ve esas tutulması hususunda ihlilâf etmişlerdir. Hz.
Osman ve Hz. Zeyd, talâk sayısı hususunda kocanın durumunu nazar-i itibara alınışlardır. (Koca, hür ise
üç talâka sahiptir. Köle ise iki talâka sahiptir.) Çünkü boşama işlemini
yapmaya yetkili olan kocadır. Hz. Ali ise; talâk sayısı hususunda zevcenin
durumunu esas almıştır. (Zevce hür İse üç talâkla, cariye ise iki talâkla tam
boşanmış olur. Çünkü boşama zevce üzerine vakî oluyor.)
3) Hz. Abdurrahman b; Avf hasta iken ailesini boşuyor. İddeti bittikden sonra Hz. Osman onu vefat
eden kocası Hz. Abdurrahman'a mirasçı kılıyor. Diğer taraftan Kadı Hz. Şüreyh
hasta iken ailesini üç talâkla boşa-yan kişinin ölümü halinde boşanmış olan
karısının mirasçı olup olamayacağını» yazdığı mektup ile halife Hz. Ömer'e
soruyor ve «Boşanmış olan kadının henüz iddeti devam ederken kocasının Ölmesi
halinde mirasçılık hakkının devam edeceği,
fakat iddetinin bitiminden
sonra kocasının ölümü
halinde mirasçılık hakkının
kalmıyacağı» şeklinde Hz. Ömer'den cevap alıyor.
Burada Hz. Ömer ve Hz.
Osman, zevcin hastalık halinde karısını boşaması, onun (zevcenin) mirasçılık
hakkını gidermiyeceği hususunda müttefiktirler. Ancak, Hz. Ömer, mirasçılık
hakkının devamı için henüz iddeti bitmemiş iken kocasının ölmüş olması kaydını
koyuyor. Hz. Osman ise, böyle bir kayıt koymuyor. Bu meselede müracaat edilecek
bir nass yoktur.
4) Hz.
Ömer, hâmile iken kocası vefat eden zevcenin
iddetinin doğum yapması
olduğunu söylerken, Hz. Ali, doğum ile dört ay on günlük
iddctlerden hangisi uzun ise bu kadının
iddeti odur, der. Bu iki zatın ihtilâf sebebi şudur : Allah, boşanan hamile
kadının doğum yapmasını onun için iddet kılmıştır. Diğer taraftan kocası vefat eden
zevcenin iddetini dört ay on gün kılmıştır. Bu hükümde zevcenin
hamilelik durumunu açıklamamıştır. Hz. Ali, kocası vefat eden hamile bir
kadının iddeti hakkında verdiği fetvada her İki âyeti de nazar-ı itibare
almıştır. Hz. Ömer ise boşama iddeti hakkındaki âyetin, vefat iddeti hakkındaki
âyeti tahsis ettiğini
(kayıtladığı) kabul ediyor.
Yani, boşama iddetine
ait âyette geçen
hamilelik hükmü dolayısıyle
vefat iddetine ait âyette
öngörülen dört ay on
günlük İddet hükmü
hâmile olmayan kadınlara münhasır kabul ediliyor. Hz.
Ömer'in görüşünü te'yiden şu hadisi rivayet ederler: «Haris kızı Sûbey'e el-EsIemiye hâmile
iken kocası vefat ediyor. Yirmi beş gün sonra doğum yapıyor. Peygamber iddetinin bitliğini bildiriyor.)
Bu hadîs rivayet
edilmekte ise de Hz. Ali'nin hadis
rivayetinde çok titiz olduğunu daha önce
belirtmiştik.
5) Hz.
Abdullah b. Mes'ud ve bazı sahaıbiler karısına yaklaşmayacağına yemin eden
zevç, yemini üzerinden dört ay geçtiği halde yemininden rücu' etmezse karısını
bâin bir talâkla bosamış sayılır
dolayısıyle karısı, yeniden usulüne göre nikâh kıymakla helâl olur,
derler. Diğer bazı sahâbiler ise bu fetvaya muhalefetle
diyorlar ki : Yemin üzerinden
sadece dört ayın geçmiş
olması bâin bir talâk ile boşama sayılmaz. Ancak, zevç bu müddet
sonunda yaklaşmama yemininden rücu' etmek veya boşamaktan birisini tercih
etmek mecburiyetindedir. Bu konu hakkındaki âyet her iki şekilde
yorumlanabilir.
(309)
«Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler için dört ay beklemek vardır. Eğer
erkekler (o müddet içinde kefaret yaparak zevcelerine) dönerlerse şüphe yok ki
Allah cidden yarlıgayici, hakkiyle esirgeyicidir. Eğer (o suretle yemin edenler
ric'at etmeyip de kadınlarını) boşamaya karar verirlerse (ayrılırlar).
Şüphesiz Allah (onların sözlerini) hakkıyle işidici, (niyyetlerini) gerçekten
bilicidir.» (Bakara: 226, 227)
6) Boşanan
bir kadının, boşandıktan sonra üçüncü defa gördüğü aybaşı âdetinden
temizlenmedikçe iddetinin bitmeyeceğine Abdullah b. Mes'ud fetva veriyor. Hz.
Ömer de bu fetvayı benimsiyor. Zeyd b. Sabit ise bu kadının üçüncü defa aybaşı
âdetine başlamakla iddetini tamamlamış olduğuna fetva veriyor. Bu ihtilâfın
menşe'i ise bahis konusu iddet hakkında varid olan âyette geçen (kur’)
kelimesinin temizlik hali veya ay başı hali demek olduğundaki ihtilaftır. Zeyd
b. Sabit ve arkadaşlarına göre (kur)kelimesi temizlik demektir. Abdullah b.
Mes’ud ve onun görüşünde olanlara göre (kur’) hayızdır.
(7) Hz.
Ömer, hayız görme durumunda olan bir kadının boşandıktan hemen sonra hayızdan
kesilmesi halinde dokuz ay intizar eder. Bu süre içinde hamilelik hali
belirirse iddet meselesi halolmuş olur. Yani, doğum yapmakla iddetten çıkmış
olur. Aksi takdirde yani dokuz ay geçmesine rağmen hamilelik durumu görülmezse
üç ay daha iddet devam eder. Ondan sonra iddeti tamamlanmış sayılır, der. Başkaları
ise << Hayızdan kesilmiş olan bu
kadın, hayız görme ümidi kesilecek yaşa kadar beklemek zorundadır.Bu yaşa
varınca; üç aylık iddet süresi sonunda iddetten çıkmış olur.>> derler.
Hz. Ömer’in görüşüne
katılmayan bu mübarek zatlar iddet hakkındaki nassların zahirine bakmışlardır.
Çünkü;bu kadın boşanırken kur’ sahiplerin (iddeti, üç defa temizlenmek veya üç
defa hayız görmek olanlar) den idi. Kur’ sahiplerinin iddeti ise üç kur’ olduğu
nass ile sabittir. Bu kadının geçici bir süre için hayızdan kesilmiş olması
neticeyi değiştirmez. Başka bir ifade ile bu kadın, hayızdan tamamen kesilme
yaşına varmadığından dolayı iddeti üç kur’dan üç aya dönüşmüş olamaz.
Dolayısıyle yukarıda belirttiğimiz gibi, o yaşa kadar beklemek ve ondan sonra
üç aylık iddetini sürdümek zorundadır.
Hz. Ömer’in fetvasında
ise iddet vaz’ının ruh ve gayesi nazarı
dikkate alınmıştır. O da boşanan kadının kocasından ötürü bir hamilelik
ihtimalinin ortadan kaldırılmasıdır. Hz. Ömer’in fetvasına göre bahis konusu
kadının normal bir doğum süresi olan dokuz ay beklemesi ve ondan sonra da üç ay
iddet sürdürmesi neticesinde rahmini boş olduğuna şephe etmemeye mahal kalmamış
olur.
(8) Hz. Ömer
üç talak ile boşanmış olan kadının iddeti boyunca nafaka ve meskeninin boşayan
kocasına ait oldğuna fetva veriyor. Bilahare Kays’ın kızı Fatma’nın üçüncü
talak ile boşandığı zaman Peygamber’in ona nafaka ve mesken hakkını vermediği
yolunda rivayet olunan hadis ulaşınca Hz. Ömer buyuruyor ki:<< Biz,
Rabbimizin Kitabını ve Peygamberimizin sünnetini bir kadını sözü ile terk
edecek değiliz. O kadın geçmiş durumu belki unutmuştur.>>
Hz. Ömer in verdiği
fetvayı dayandırdığı ayet şudur:
(310)
<< Onları evlerinden çıkarmayın. Kendileri de çıkmasınlar. Meğer ki
apaçık bir kötülük (meydana) getirmiş olsunlar...>>(Talak : 1)
Bazı sahabiler ise; üç
talak ile boşanmış olan kadını nafaka ve mesken hakkının kalmadığına fetva
veriyorlar.Onlar, bahis konusu Kays’ın kızı Fatma’nın hadisine dayanıyorlar.
Ayrıca Hz. Ömer’in delil gösterdiği ayetin sonundaki:
(311) <<Bilmezsin,
olur ki Allah bununarkasından bir iş
peyda ediverir.>> (Talak : 1)
cümlesinin Hz. Ömer’e
delil değil, bilakis kendilerinin fetvalarına delil olduğunu ifade ederler.
Çünkü bu cümle boşanmış olan kadın ile onu boşayan erkek arasında ilerde bir
uzlaşma olabileceğine işaret eder. Halbuki uzlaşmanın dinen makbul olabilmesi
için kadının bir ve ya iki talak ile boşanmış olması şarttır. Üç talak ile
boşanmış ise; tekrr evlenmeleri ysak olduğundan dolayı uzlaşmaları bahis konusu
olamaz. Bu durum müvacehesinde,<<Belki ilerde uzlaşırlar.>>
anlamını ifade eden ayetin sonu, aynı
ayetin ortalarında geçen << onları evlerinden çıkarmayın>> mealindeki
hükmün bir ve ya iki talakla boşanan kadınlara münhasır olduğunu gösterir.
Dolayısıyle bu hükmün, Hz. Ömer’in üç talak ile boşanmış olan kadın ile ilgili
fetvasına delil olamaz.
Diğer bazı ashab ise;
üç talak ile boşanmış olan kadının mesken hakkı olduğuna, fakat nafaka hakkı
olmadığına fetva vermişlerdir. Nafaka hakkı olmaığı hususunda aşağıda yazılı
ayeti delil göstermişlerdir. Bu ayette, hamile olan kadına nafaka verilmesi
emrediliyor, onlar hamile olmayanın nafaka hakkı olmadığı hükmünü çıkarırlar
(312) <<…Eğer
onlar yüklü iseler yüklerini koyuncaya kadar nafakalarını verin…>>
9) Hz. Ebu
Bekr, büyük baba ile beraber bulunan kardeşleri mirascı kılmamıştır. Fakat, Hz.
Ömer onları mirascı kılmıştır. Hz. Ebu Bekr büyük babayı baba yerine kabul
etmiştir. Baba ile beraber bulunan kardeşlerin mirascı olmadıkları nassla
sabittir. Hz. Ömer ise büyük babayı baba yerine kabul etmemiştir. Zeyd b. Sabit
de Hz. Ömer’in re’yindedir.
10) İmam
Malik, Muvatta’da rivayet ediyor ki; büyük anne Hz. Ebu Bekr:<< Allah’ın
kitabında senin için bir şey yoktur. Resullah’ın sünnetinde senin için için bir
şey olduğunu bilmiyoruz. Sen git, ben halka soracağım.>> dedikten sonra
halka sorduğunda Muğire b. Şu’be : << Ben Resullah’ın huzurunda idim.
Büyük anneye 1/6 (südüs) verdi. dedi.>>Hz. Ebu Bekr : seninle beraber
kimse var mı? Diye sorunca Muhammed b. Mesleme ayağa kalkarak aynı şeyi
söyledi. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekr müracaatla mirascılık durumunu sorunca
<< Kitabullah’da senin için bir şey yoktur. Hz. Ebu Bekr tarafından
hükmedilen südüs hakkı diğerine idi. Ben paylara bir ilâve yapacak durumda
değilim. Ancak o südüs vardır. Eğer ikiniz (sen ve Hz. Ebu Bckr'e müracaat eden
diğer büyük anne) o siîdüsdc içtima' ederseniz aranızda taksim edilir ve ikiniz
onda içtima1 etmeyip hanginize verilmesi gerekiyorsa (ölüye yakınlık ve kuvvet
gibi feraiz ilminde belirtilen durumlar itibariyle) südüs onadır.» dedi.
11) Keza imam Malik, Muvatta'da rivayet ettiğine
göre Dahhâk b. Halife, arazisinden itibaren çaya kadar devam edecek su arkını
Muhammed b. Mesleme'nin tarlasından geçirmek
zarureti hasıl olunca; Muhammed
b. Mesleme buna rıza göstermedi.
Dahhâk ona, «Niçin bana mani oluyorsun? Halbuki;'geçireceğim sudan devamlı
olarak sen de faydalanacaksın ve sana hiç zarar vermeyecek.» dediyse de
Muhammed, bu işten imtina' etti. Bunun üzerine Dahhâk, konuyu Hz. Ömer'e
intikal ettirdi. Hz. Ömer, Muhammed b.
Mesleme'yi çağırtarak mani olmamasını istedi. Muhammed aynı şekilde
imtina edince; Hz. Ömer: «Neden kardeşinin menfaatına mani oluyorsun? Oysa ki;
başından sonuna kadar senin için de yararlıdır ve sana hiç bir zararı yoktur.»
dedi. Muhammed ise: «Vallahi ben müsaade etmiyeceğim.» deyince; Hz. Ömer:
«Vallahi karnın üstünden bile olsa Dahhâk arkı geçirccektir.ı dedi ve geçirme
emrini verdi.
12) İmam
Malik, lbn-i Şihab'dan
rivayet ettiğine göre,
sahibi bilinmeyen develer Hz.
Ömer zamanında beslenir, korunur ve dokunulmazdı. Hz. Osman halife olunca
bu nevi develerin eşkâlinin tesbiti
ile durumun ilânından sonra
sahibi çıkmayınca satılmasını ve bilâhare eşkâli tesbit edilmiş olan develerin
sahibi çıkınca alınan bedellerinin
kendilerine teslimi emrini verdi.
13) Irak ve
Suriye'nin fethinden sonra ortaya çıkan en mühim problemlerden birisi de savaş yoluyle
fethedilmiş olan arazi
hakkında nasıl bir işlemin
uygulanması idi. Eğer nassların zahirine göre hareket etmiş
olsaydılar, bu araziyi diğer mallar gibi ganimet saymaları icabederdi ve
dolayısıyle bütün bu arazinin 4/5
ini gazilere dağıtmalan ve geri
kalan 1/5 ni Kitabullah'da zikredilen umumî maslahatlara harcanması
gerekecekti. Fakat Hz. Ömer halkın bu şekil bir taksimatı talep
ettiklerini görünce dedi ki; «Bu
arazinin bütün tasarrufiyle taksim edilmiş olduğunu ve babalardan evlâda miras
kaldığını görecek yarınki Müslümanların durumu ne olacak? Sizin istediğiniz bu
taksimat görüşü bence makul bir görüş değildir.» Bunun üzerine Hz. Abdurrahman
b. Avf ona dedi ki: «Ya hangi görüş
makbuldür? Bu arazi ve tasarrufu, ancak Allah'ın onlara
(gazilere) verdiği bir ganimettir.» Hz. Ömer buna karşılık şöyle dedi: «Ya Abdurrahman! tamamen dediğin gibidir. Fakat ben bu re'yi sakıncalı görüyorum.
Vallahi benden sonra büyük kazanç verecek bir belde feth edilmeyecektir. Hatta
kanaatime göre benden sonra fethedilecek yerler Müslümanlara yük olacak. Eğer
ben Irak ve Suriye arazisini bütün tasarruf hakları ile dağıtacak olursam
neyle gedikleri kapatır, sınırları muhafaza eder, tehlikeli hudut boylarında
tedbir alırım? Keza bu İslâm ülkesinde gelecek nesle ve fakir ailelere ne
vereceğim?» dedi. Halk, Hz. Ömer'e isteklerinde İsrarda bulunarak:
«Kılıçlarımızla kazandığımız ve Allah'ın bize kıldığı ganimet mahiyetindeki bu
araziyi savaşta hazır bulunmayan kavimler ve onların evlâd ve ahfadı için
alıkoyuyorsun.» dediler. Hz. Ömer ise bütün bu ısrarlara karşı : «Bu benim
re'yimdir.» derdi ve başka bir şey söylemezdi. Nihayet halk kendisinin ashabla
istişare etmesini istediler. Bunun üzerine Hz. Ömer Önce ilk muhacirlere
danıştı. Onlardan Hz. Abdurrahman b. Avf arazinin sair ganimet mallan gibi
taksimi görüşünde idi. Fakat onlardan Osman, Ali, Talha ve lbn-i Ömer
Hazretleri halifenin re'yini benimsediler. Bu görüşmeden sonra Halife, Evs ve
Hazreç kabilelerinin büyüklerinden ve eşrafmdan beşer kişi olmak üzere
ensardan 10 kişiyi davet ederek onları topladı. Toplantıda onlara hitaben şöyle
dedi : «Kamu yararına yüklenmiş olduğum idarecilik emanetinde sorumluluğuma
ortak olmanızdan başka bir gaye için sizi rahatsız etmiş değilim. Çünkü, ben
sizden farklı bir kimse değilim. Herhangi biriniz gibiyim. Sizler bugün hak
olanı söyler, kararlaştırırsınız. Sizden önce görüştüğüm zatlardan kimisi bana
muhalefet etti, kimisi muvafakat etti. Ben, sizlerin şahsî re'yime uymanızı
istemem. Hakkı ifade eden Allah'ın Kitabı beraberinizdedir. Vallahi eğer istediğim
bir işi söylersem onunla ancak hakkı diliyorum.»
Hz. Ömer'in bu
konuşmasından sonra ensar-ı kiram dediler ki: «Ya Emir-el'Mü'minin! söylemek
istediğini söyle, dinliyoruz.»
Hz. Ömer: «Haklarına
tecavüzle kendilerine zulmettiğimi söyleyen şu halkın dediklerini herhalde
işittiniz. Ben zulmü irtikab etmekten ancak Allah'a sığınırım. Eğer ben onların
hakkı olan bir şeyi kendilerinden esirgeyip başkalarına verecek olursam
gerçekten şekavet etmiş olurum. Lâkin benim kanaatime göre Kisra'nın
ülkesinden sonra fethedilecek bir yer kalmamıştır. Cenab-ı Allah Kisra halkının
mallarını, arazilerini içindekilerle beraber bize ganimet kıldı. Ben ganimet
mallarını gereği gibi hak sahiplerine tevzi' ettim. O ganimetin 1/5 ni
mahalline sarfettim ve etmekteyim. Ben bu arada araziyi tasarruf hakkıyîe
beraber elde tutmayı (dağılmamayı) uygun gördüm. Araziyi zimmîlerin elinde
bırakmakla haraç denilen arazi vergisi ve cizye denilen şahsî vergiler tahsil
edilir. Alınacak bu haraç ve cizye savaşan Müslümanlara, zürriyetlerine ve
onlardan sonra gelen Müslümanlara bir kazanç olur. Siz birçok askerin nöbet beklemesi
gereken hudut boylarını ve gedikleri biliyor musunuz? Keza zabıta kuvvetleri
ile teçhizi gerekli Şam, Küfe, Basra, Mısır ve el-Cezîre gibi büyük vilâyetleri
biliyor musunuz? Bu orduya masraf akıtmak gerekir. Bu arazi, gelirleriyle
taksim edilirse İşaret ettiğim bunca masraf nereden temin edilecek?» dedi.
Halife Hz. Ömer'in bu
konuşmasını dinleyenlerin hepsi ittifakla dediler ki: Makbul ve doğru görüş yalnız senin buyurduğun
re'ydir. Çok güzel söyledin. Eğer serhatler askerle doldurulmaz, şehirler
devlet kuvvetiyle teçhiz edilmez ve orduya gerekli masraflar ve takviyeler
yapılmazsa düşmanlar fethedilmiş olan ülkeleri işgal ederler.»
Yukarıda işaret olunan
bu istişareler neticesinde Halife Hz. Ömer:
«Me-' sele benim için vuzuha kavuştu-» dedi ve araziyi zımmîlerin elinde
ibka ile haraç denilen vergi sistemini kararlaştırdı. Onun re'yİ gerçekten çok
muhkem bir görüş idi. Muhalif olanlar
ekalliyette kalınca ekseriyetin görüşüne uydular.
14) Hz. Ebu
Bekr, Müslümanlar arasında bir malı taksim ederken; herkese eşit pay ederdi.
Ona denildi ki : «Ey Resûlüllah'ın haiifesi, sen malı taksim ederken herkesi
eşit tuttun. Halbuki, bazı zatlar daha Önce Müslüman olmakla, büyük hizmetleri
sebkat etmekle ve taşıdıkları üstün meziyetlerle diğerlerinden farklıdırlar.
Bu gibi zatlara üstünlükleri itibariyle biraz olsun farklı pay vermeliydin.»
Hz. Ebu Bekr dedi ki:
«Sizin zikrettiğiniz Özellikleri çok İyi takdir ede-rim. Ancak bu özellikler,
sevabı Allah'a ait olan şeylerdir. Bu (mal) ise bir maişettir. Bunda eşitlik prensibi daha hayırlıdır.»
Hz. Ömer halife olup,
birçok fütuhat ganimetleri gelince yukarıda işaret ettiğimiz üstünlükleri
dikkata alarak farklı mal tevziine başladı ve dedi kî: «Peygambere karşı
savaşanları Peygamberle beraber savaşanlar gibi kılmam.» Bunun üzerine
«Divan-ül Ceyş» te'sis edildi. Yani, ordu mensuplarının maaş dereceleri sistemi
tanzim edildi.
Gayemiz, ne bu devirde
fetva verenlerin fetvalarını saymak, ne de onların ihtilâfa düştükleri bütün
meseleleri zikretmektir. Maksadımız sadece o devir fetvacılarının Pygambere
çok yakın olmalarına rağmen yekdiğerine muhalif fetva vermelerinin sebepleri
ve onların şer'î hüküm çıkarma keyfiyetini açıklayan birkaç misal vermektir.
Yukarıda yaptığımız
izahtan anlaşıldığı gibi onlar arasında görülen ihtilâfın başlıca üç sebebi
vardır.
1) Bazı
âyetleri veya kelimeleri farklı manada anlamaları sebebiyle fetvaların
muhtelif olması. Bu da çeşitli yönlerden oluyor:
A) iki
manaya muhtemel kelimelerin kullanılmış olması. Meselâ boşamaya ait iddet hakkındaki,
Bakara sûresinin 228. âyetinde geçen (Ourû') kelimesinin anlamı hususunda
ihtilâfa düşmeleri gibi.
Hz. Ömer ve lbn-i
Mes'ud (Ourû') kelimesini hayız (aybaşı âdeti) mânasında anlamışlardır. Zeyd
b. Sabit ise, temizlik manasım anlamıştır. İki manayı da te'yid eden deliller
vardır. Keza «İlâ'» (erkeğin, eşine yaklaşmamaya yemin etmesi) hakkındaki,
Bakara sûresinin 226. âyetinde Cenab-ı Allah (C.C.) îlâ' yeminini yapan erkek
için dört aylık bekleme hakkını tanımıştır. Aynı âyetin devamında ve onu takip
eden 227. âyetde yemin eden erkeğe, yemininden rücu' etmek ve ayrılmak imkânını
veriyor.
(313)
«Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler için dört ay beklemek vardır. Eğer
erkekler (o müddet içinde kefaret yaparak zevcelerine) dönerlerse şüphe yok ki
Allah cidden yarlığayicı, hakkıyle esirgeyicidir.
Eğer (o suretle yemin
edenler ric'at etmeyip de kadınlarını) boşamaya karar verirlerse( ayrılırlar).
Şüphesiz Allah (onların sözlerini hakkıyle işidici, (niyetlerini) gerçekten
bilicidir.» (Bakara: 226, 227)
Bu nass iki manaya
muhtemeldir.
a) Böyle bir
yemin eden zevcin tanınmış olan
dört aylık sürenin bitiminde
zevcesine yaklaşması veya boşamanın eşi tarafından istenmesi.
b) Bu zevcin
tanınmış olan dört aylık süre bitmeden önce yemininden rücu' ile zevcesine
yaklaşabilmesİ ve süre bittikten sonra rücu' hakkının kaf-maması, ayrıca
sürenin sona ermesiyle boşama işleminin kendiliğinden Vükubltf-i muş
sayılması.
B) İnen değişik
iki hükmün konulan ayrı olmakla beraber her hıikmün kapsamının diğer hükmün
kapsadığı bazı meseleleri içine aldığının 's&kitm'asl ve dolayısıyle iki
hükmün kapsamına giren meseleler hususunda zahirî bir çelişkinin görülmesi. Buna bir misal verelim:
Kocasının ölümü
dolayısıyle iddete giren kadın hakkındaki J"aycV/. onun dört ay on gün
beklemesini gerekli kılmaktadır. Bu âyetin, hâmile olan kadını da kapsadığı
sanılmaktadır. Diğer taraftan boşama âyeti hâmile '^adının ''doğum yapmasını,
iddetinin bitimi kılmıştır. Bu durumda kqc'asfnyciat eden. hamile bir kadının
iddeti; dört ay on gün mü, yoksa doğum1'yapması mı? Birinci âyetin kapsamına
girdiği kabul edilirse, o kadın doğumunu yapsa dahi dört ay on günlük süreyi
doldurması gerekecektir. Şayet boşanıp âyetinin.hükmüne göre onun iddeti
hamlini vaz'etmek ise dört ay on sürenin doldurulmasının bahis konusu
edilmemesi gerekecektir.
2)Sünnet
sebebiyle fetvaların değişik olması.
Daha evvel beyan
ettiğimiz vechiyle sünnetin bir kısmı ashabtan
Cem-i Gafir (büyük cemaat) huzurunda
Peygamber tarafından apaçık olarak söylenmiş veya yapılmıştır. Bunlar;
namaz, namazın.kılınış şekli, rek'atlerin sayısı…vs. gibi. Diğer bir kısmı, bir
veya iki kişi huzurunda yapılmış veya söylenmiş olduğundan, sadece hazır
bulunan kişi veya kişiler tarafından zaptedilmiştir.Kavli sünnetin çoğu
böyledir ve ihtilaf menşe’i de bu nevi sünnettir.
Peygamberden sünnet rivayeti bu devirde yaygın olmadığı,
gibi lüzumu
halinde müracaat
edilecek bir kitapta bir nass bulmadıkları zaman, konu hakkında Peygamberin
verdiği hükme şahit olan kimselerin bulunup bulunmadığını soruştururlardı.
Bazen onlara konu hakkında hadîs rivayet edenler
bulunurdu, rivayetin
sıhhatine kanaat ettikleri zaman ona göre fetva verirlerdi.Hz. Ömer; raviden,
rivayet etliği hadîsi işitmiş olan başka bir şahid islerdi. Hz. Ali de raviye yemin tevcih ederdi.
Bu müftîler rivayet
edilen hadîsin doğruluğuna kanaat etmedikleri zaman o hadîsle amel etmezlerdi.
Nitekim daha evvel belirttiğimiz gibi, bir olayda Hz, Ömer: «Biz, Rabbİmi/in
Kitabını, Peygamberimizin sünnetini bir kadının sözü için terk edecek değiliz.
Zira o kadının doğru mu yanlış mı söylediğini, meseleyi hatırlayıp hatırlamadığını bilemeyiz.»
demiştir.
Sünnet rivayetinin
yaygın olmayışı ve rivayet edilen sünnetin kabulü hususunda gösterilen
titizlik ve inceleme, bu. müftîlerin Kur'ân nasslarınm umumiliğinden
anladiklariyle fetva vermelerini gerektirmiştir. Bazen de, bu genelliği tahsis
eden (kayıtlayan) sünnet bulunmuştur, ona göre fetva vermişlerdir. Herhangi bir
nass bulamadıkları zamanlar olmuş ki; o vakit re'y ve içtihadla fetva
vermişlerdir.
3) Re'y
sebebiyle fetvanın değişik olması.
Müftîlerin
karşılaştıkları hâdise hakkında Kur'ân'dan veya sünnetten nass bulmadıkları
zaman re'y ile fetva verdiklerini anlatmıştık. Onlarca re'y demek; yararlı ve
hayırlı gördükleri şeyle amel etmek ve İslâm teşriinin ruhuna en yakın olanını
seçmek demektir. Nitekim Hz. Ömer, Muhammed b. Mesleme'nin tarlasından
komşusunun su arkını geçirmesi emrini Muhammed'in rızası dışında veriyor.
Çünkü; bu arkın geçirilmesi Muhammed'e hiç zarar vcrmiyeceği gibi, iki taraf
için de faydalıdır. Yine, bir kocanın ailesine hitaben : «Sen boşusun, sen
boşsun, sen boşsun.» şeklinde boşama yemini ettiği takdirde, bu yeminle yalnız
bir talâkın gittiği Peygamber zamanında kabul edildiği halde, halkın bunu iyi
değerlendirmemesi, isi olup bitliye getirmesi, boşamaya acele etmesi ve bir
kısım halkın da bunu istismar etmesi üzerine; Hz, Ömer, bir yemin İle üç
talâkın gittiğine fetva veriyor ve bu konuda icrna'a varılıyor.
Yine, iddeti henüz
bitmeyen bir kadınla evlenme olayı üzerine Hz. Ömer, evlenenleri birbirinden
ayırmakla beraber, böyle suçları önlemeyi ve umumî maslahatları dikkata alarak
bu çiftin tekrar evlenemiycceklerini hükme bağlıyor. Tabiî ki, umumî
maslahatlar hususunda fikirler ve görüşler değişik olur. Bunun içindir ki; Hz.
Ömer devrinde, onun verdiği rey'e müstenid fetvalara bazı Müftîler muhalif
kalmışlardır.
Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekr'in
verdiği bazı fetvalara muhalif kaldığı vakîdir. Ölünün büyük babasiyle beraber
bulunan kardeşlerinin mirasçı olup olmama meselesi, ganimet malının taksiminde
mümtaz şahsiyetlerin diğerlerine eşit tutulup tutulmama meselesi gibi... (Bu
meseleler yukarıda geçti.)
Hz. Ali de, bazı
meselelerde arkadaşlarının verdikleri fetvalara muhalif fetvalar vermiştir.
Himayesi altında bulunan yetimlerin malından zekât çıkarması gibi... Halbuki,
arkadaşları yetimin malına zekât düşmediğine fetva veriyorlardı.
Bu devirde fetvacılar
arasında önemli ve geniş bir ihtilâf olmadığını açıklamış oluyoruz. Çünkü,
onların verdikleri hüküm sadece meydana gelen olanlara münhasır idi ve onların
devrinde verilen fetvalar tedvin edilmemiş idi. Bu devirde fıkıh; Kur'ân-ı
Kerîmin nasslarından, ittiba edilen apaçık sünnetten ve sahâbilerden olan bazı
kişilerin büyük ashaba rivayet ettikleri ve onlarca sabit görülen sünnetten
ibaret idi. Çok az fetvalar da, ietihad ve araş turnalardan sonra büyük ashabın
re'ylerine dayanırdı. [73]
Dört halife, Abdullah
İbn-i Mes'ud, Ebu Musa el-Eş'arî, Muaz İbn-i Cebe!, Ubeyy b. Kâb ve Zeyd b.
Sabit'tir.
Bunlar arasında en çok
fetva verenler Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Abdullah b. Mes'ud ve Zeyd b. Sabit'tir.
(Bu zat, özellikle feraiz hükümlerinde çok fetva vermiştir.)
Hz. Ömer ve Hz.
Ali'nin hayatından söz etmeye lüzum görmüyorum. Zira, her Müslümanın bunlar
hakkında kısa bir bilgisi vardır. Diğerlerini kısaca tanıtalım. [74]
Hüzelî sülâlesinden
Mes'ud oğlu Abdullah, Benî Zühre kabilesinin andlaşmalt dostu idî. İlk
Müslümanlardandır. Kendisi; «Benden Önce beş kişi Müslümanlığı kabul etmişti.
Altıncısı ben oldum.» der. Mekke'de Kur'ân'ı açıktan ilk okuyan kendisidir.
Müslüman olunca Hz. Peygamber onu yanına aldı ve ona dedi ki: «Benim sırlarımı
işitmeye mezunsun.p Kendisi Peygamberin odasına girer, ayakkabılarını
giydirir, beraberinde yürür, boy abdesti alırken bekler, uykudan uyarırdı.
Habeşistan ve Medine
hicretlerine katılmış, iki kıbleye (Kudüs'teki Mescid-i Aksa, Mekke'deki Kabe)
doğru namaz kılmış, Bedir, Uhud, Hendek, Biat-ı Rıdvan vs. savaşlarda ve
seferlerde Peygamberin beraberinde bulunmuş, ondan sonra da Yermûk savaşma
katılmıştır. Ashab ve tabiînden büyük bir cemaat ondan hadîs rivayet etmiştir.
Hz. Huzeyfe'ye denildi ki: «Hidayet ve doğru yola rehberlik etmek bakımından
Peygambere en yakın olan zatı bize tanıt ki, ondan feyiz alalım ve hadîs
dinleyelim.» Huzeyfe şöyle cevap verdi: «Bu yönden Peygambere en yakın olan
İbn-i Mes'ud'dur. Ashabın ileri gelenleri de İbn-i Ümmü Abd (İbn-i Mes'ud) un
irşad bakımından Allah'a en yakın olanlardan olduğunu bilirler.»
Hz. Ali'den rivayet
edildiğine göre Peygamber (A.S.) şöyle buyurdu : «Eğer ben istişare yapmadan
bir kimseyi emir (vali) tayin etseydim, İbn-i Ümmü Abd'i tayin ederdim.»
Hz. Ömer onu Kûfe'ye
görevli olarak gönderdiği zaman, Kûfeliere gönderdiği mektupta şöyle dedi:
«Ben, Amnıar b. Yasir'i emir (vali) ve Abdullah b. Mes'ud'u öğretmen ve vezir
olarak size gönderdim. İkisi de ashabın ileri gelenlerinden ve Bedir savaşına
katılanlardandır. Onlara uyunuz. Sözlerini dinleyiniz ve itaat ediniz. Ben
Abdullah'ı göndermekle sizleri kendi nefsime tercih ettim.
Abdullah İbn-i Mes'ud,
Kûfe'de ikamet etti. Kûfeliler ondan hadîs alırlardı. Kendisi onlara
öğretmenlik ve hakimlik (kadılık) ederdi. Hz. Ali'nin dediğî gibi; o, Kur'ân
okur, helâlini helâl ve haramını haram bilirdi. Dinde fakîh idi. Sünneti
bilirdi.
Hayatının sonuna doğru
Irak'ta beliren fitneler dolayısıylc Hz. Osman tarafından Medine'ye çağırıldı.
Bunun üzerine Medine'ye dönerek vefatına kadar orada kaldı. Hicretin 32.
senesinde vefat edince Halife Hz. Osman cenaze namazını bizzat kıldırdı. [75]
İsminden anlaşıldığı
gibi Sabit b. Dahhâk'ın oğludur. Ensardan Benî Ncccar kabilesindendir.
Peygamber, Medine'ye hicret buyurduğunda kendisi onbir yaşında idi. Onun ilk
katıldığı savaş Hendek savaşı idi. Neccar oğlu Malik kabilesinin bayrağı, Tebük
savaşında Ammare b. Hazm'ın elindeydi. Hz. Peygamber bayrağı ondan alıp Zeyd'e
teslim etti. Bunun üzerine Ammare: «Ya Resûlallah, bir kusurum mu size ulaştı?»
deyince Resûlüllah : «Hayır. Lâkin, Kur'ân'a öncelik tanınmalıdır. Zeyd,
Kur'ân'ı senden daha iyi bilir.» diye cevap verdi.
Zeyd, vahiyle ilgili
olan ve olmayan yazı İşlerinde Peygambere kâtiplik yapardı. Süryanice yazılar *
Peygambere gelirdi. Bunun üzerine Peygamberin emriyle Zeyd Süryaniceyi Öğrendi.
Peygamberden sonra Hz. Ebu Bekr ve Hz. Ömer'e de kâtiplik etti. Hz. Ömer
Medine'den ayrıldığında onu üç defa kendisine vekil bıraktı. Hz. Osman da
Hacca gittiğinde vekâletini ona verdi. Ashab arasında feraiz ilmini en iyi
bilen kendisi idi. Nitekim Peygamber ashabına : «Feraizi en iyi bileniniz
Zeyd'dir.B Buyurmuştur. Genel kültür ve bilgi bakımından da ashabın en bilginlerindendi.
Çoluk çocuğu ile başbaşa kaldığında çok tatlı ve hoş sözlü İdi. Halk arasında
ise ilmin vekarıni korurdu. Kendisi, gerek Hz. Osman'ı ve gerekse Hz. Ali'yi
çok takdir eder, üstünlüklerini, faziletlerini ve onlara karşı beslediği
saygıyı izhâr ederdi. Birçok sahâbî ve tabiîn ondan hadîs rivayet etmişlerdir.
Hz. Ebu Bekr zamanında Kur'ân'ı toplama işinin tedviri ona tevdî edildiği
gibi, Hz. Osman zamanında Kur'ân nüshalarını çoğaltma işi için tayin edilen
hey'ette ona önemli görev yüklenmişti. (Vefatı: h. 45) [76]
Bu devirde İslâm
tarihi kitaplarında anlatıldığı gibi birçok siyasî alaylar vuku buldu. Bu arada
bazı savaşların da meydana geldiği bilinmekledir. Hu olaylar neticesinde
Müslümanlar arasında bazı bölünmeler ve üç fırkanın zuhuru görülmektedir.
1) Havariç: Bunlar; Hz. Osman, }Hz. Ali ve Hz. Muâviyc'dcn, Ücrİ
sürdükleri bazı sebeplerle hoşlanmazlar. Kendilerinin bazı görüşleri vardır. Konumuz
dışında kaldığı için buna yer vermiyoruz.
2) Şıâ: Bunlar; Hz. Ali'yi ve Ehli Beyti sevmek hususunda
ifrat ederler. Kendilerine mahsus bazı görüşleri vardır. Onlar da bir takım
kısımlara ayrılırlar.
3) Ehl-i sünnet: Müslümanların ekseriyetini teşkil
eden bu cemaat, Havaric ve
Şia'nın yolundan gitmemişlerdir. Müslümanların cumhuru Ehl-i Sünnet mezhebine
mensuptur. Bunların görüşleri hak olarak bilinir. Bunlara göre ashab arasında vukubulan
olaylar içtihada dayalıdır. Bu olaylardan bahsetmek, unutulmuş olan yaralan
deşmek olur. Sonradan gelen Müslümanlar
bu olaylardan sorumlu değil İken; bunun münakaşasını yapmakla kendilerini
sorumluluk altına almış olurlar.
Bu devrin sonlarında
da (Emevî devleti devrinde) bilinen birçok olaylar ve isyanlar çıkmıştır. Bu
isyanlar bastırıldı ise de, Emevî devletinin yıkılması ve yerine Abbasî
devletinin kurulması yolundaki çalışmalar gizlice sürdürülmüştür.
Bu dönemde çıkan
bölünmeler, siyasî olaylar ve isyanlar konumuzun dışında olmakla beraber teşrî
faaliyeti üzerinde büyük te'sirleri olmuştur.Biz kendi konumuz bakımından bu
devrin özelliklerini özetle tanıtmaya çalışalım. [77]
Yukarıda işaret
ettiğimiz gibi, Müslümanlar siyasî yönden fırkalara ayrıldılar. Gerek
Havaric'in ve gerekse Şia'nın kendilerine mahsus bazı temayülleri vardı. Şia,
diğer fırkalara mensup Müslümanların sözlerine ve görüşlerine itibar
etmezlerdi. Müslümanların kahir ekseriyetini teşkil eden Ehl-i Sünnet ise;
ashab arasında hiç bir fark gözetmeksizin hepsinin, rivayeti sahih olmak
kaydıyle naklettikleri hadîslerini, sözlerini ve re'ylerini kabul ederlerdi.
Şiâ ve Havaric'e itibar etmezlerdi. Ne de olsa bu teşrîde büyük te'siri vardır. [78]
Müslümanların âlimleri
muhtelif şehirlere dağıldılar.
Ashabın bir kısmı yük şehirlerde yerleşen ashab-i
kiramdan feyz alan birçok tabiîler yetişti. Tabiînden ileri gelen alimlerin
fetva hususunda yetkili oldukları, muasır sahâbîler tarafından kabul edildi. Bu
şehirlerin her birisinde yerleşen ashab ile onlara arkadaşlık eden ve ilmin zirvesine yükselen tabiîn, sorulan hususlar hakkında fetva
verirlerdi.
Eğer Mekke-i Mükerreme
ve Medine-i Münevvere bütün Müslümanlarda takdis edilen kutsal merkezler
olmasaydı ve ırkı, mezhebi, temayülü ne
olursa olsun Mekke’de bulunan Kabe’nin tavafı dini bir vecibe telakki edilmemiş
olsaydı yekdiğerinden çok uzak olan büyük şehirlerde oturan alimler arasında
bulunması zorunlu irtibat kalmamış olacaktı. [79]
Hadîs rivayeti .yaygın
oldu. Çünkü, rastgele hadis rivayeti bu devirde kalktı.
İslamiyet süratle
etrafa yayıldığı, Müslümanların sayısının çoğaldığı, yeni yeni meseleler
çıktığı bu devirde bir çok yeni ihtiyaçlar doğuyor doğan ihtiyaçlara dair şer-i hükmün ne olduğu
soruluyor, karşılaşılan bir çok problemler hakkında başvurulacak merciler bu devirde henüz vefat
etmemiş olan ashab ve onlarla sıkı temasta bulunan tabiinlerin büyükleri idi.
Bu nedenle zaman zaman halk nir problemin çözümü için diyar diyar gezerek
yetkili zevattan fetva isterlerdi.Keza dini ilimlere aşık olanlar ashabın ve
büyük tabiinlerin bulunduğu şehirlere giderek onlardan feyiz almak için
haftalarca hatta aylarca yürürlerdi.
Gerek kalan sahabe ve
gerekse büyük tabiinin karşılaştıkları
yeni meseleler ve problemler müvacahesinde hıfzettikleri hadislerle
fetva verirlerdi.Bu hadislerin bir kısmını bizzat Peygamberden diğer bir
kısmını büyük sahabiden işitmişlerdi.Bu devrin müftilerinden rivayet edilen
hadisler çoktur.Bir kısmından binlerce hadis rivayet edilmektedir. Okuyucuya
bir fikir vermek üzere birkaç örnek verelim :
Ahmed b.
Hanbelin Müsned’inde Ebu Hüreyre’ye
isnad edilen hadîsler (313)
sahife ve Abdullah b. Ömer'e isnad edilen hadîsler(156) sahifeyi teşkil eder.
Bu devirde yaşayan diğer küçük sahabilerden
rivayet edilen hadisler de meblağa yakındır. Diğer taraftan Bz. Ebu
Bekr'e isnad edilen hadîsler (84) sahife, Hz. Ömer (birinci devrin
müfitlerinin imamı) e isnad edilen hadîsler (41) sahife ve Hz. Ali'den rivayet
edilen hadîsler (85) sahife teşkil etmektedir.
Yukarıda teşkil
ettikleri sahife sayısı belirtilen ve bu zatlara isnad edilen hadîslerin tamamı
o devirde herhangi bir şehirde toplu halde bulunmadığı gibi, hepsini içme alan-
bir kitap da yoktu. Fetva verme durumunda olan ashab daha önce belirttiğimiz
gibi muhtelif şehirlere dağılmış vaziyette idiler. Bu sebeple her şehir halkı
o şehirde ikamet eden sahâbîden hadîs rivayet ederdi. Dolayısıyle bir şehirde
bulunan hadîs diğer şehirlerde bulunmayabilirdi.
Bu devirde Hz.
Abdullah b. Ömer, Hz. Âişe ve Hz. Ebu Hüreyre Medine'de; Abdullah b. Abbas
Mekke'de; Abdullah b. Amr b. el-As Fustat (Eski Mısır) da, Enes b. Maîik
Basra'da ve Ebu Musa el-Eş'ari, Hz. Ali ile Hz, İbn-i Mesud Kûfe'de idiler. Bu
zatların hepsi bildikleri hadîslerle fetva verirlerdi.
Bu üç maddede
belirtilen özellikler fetvada bazı ihtilâfların çıkmasına âmil olmuştur.
Bilhassa siyasî ayrılıklar neticesinde Şiâ için ayrı fetvalar, Havaric için
ayrı fetvalar ve bunların dışında kalan Cumhur-u Müslimin için de ayrı fetvalar
meydana gelmiştir. [80]
Uydurma hadîsler
belirdi. Hz. Ebu Bekr'le Hz. Ömer'in korktuğu şey de bu idi. Bu konuda
Müslim'in, Sahih'inin Mukaddimesinde rivayet ettiği aydınlatıcı birkaç delili
zikredelim.
a) Tavûsdan
rivayet ettiğine göre; Büşeyr b. Kâ'b, İbn-i Abbas hazretlerine gelerek
hadîsleri okumaya başladı. İbn-i Abbas hazretleri biraz dinlendikten sonra
ona; «Naklettiğin hadîslerden şu ve bu hadîsi tekrarlar mısın? dedi. Büşeyr, o
hadîsleri tekrarladı ve başka hadîsleri nakletmeye devam etti. Hz. İbn-i Abbas
yine bazı hadîsleri tekrarlamasını istedi.
O da tekrar okuduktan sonra dedi ki:
«Ey İbn-i Abbas, bilmiyorum.
Benim naklettiğim hadîslerin^
hepsini kabul ettiniz de yalnız tekrarlanmasını istediğiniz hadîsleri mi kabul etmediniz. Yoksa tekrarlanmasını
istediğiniz hadîsler hariç, diğerlerinin hepsini mi reddettiniz?» îbn-i Abbas
hazretleri dedi ki: «Uydurma hadîsler belirmeden önce biz Resulü! I ah'in
hadîslerini naklederdik. Halk,
doğru-yanlış gözetmeksizin hadîs rivayetine girişince biz bu işi bıraktık.»
b)
Mücahid'ten rivayet ettiğine göre; Büşeyr el-Adavî Hz. İbn-i Abbas'a gelerek;
«Resûlüllah şöyîe söyledi, Resûlüllah böyle söyledi» diye hadîs nakline
girişti. İbn-i Abbas Hazretleri ise onu dinlemedi ve ona bakmadı. Kendisi, İbn-i
Abbas Hazretlerine; «Ne oluyor? Ben sana Hz. Peygamberin hadîslerini
naklediyorum. Sen ise dinlemiyorsun.»
deyince İbn-i Abbas: «Bir
zamanlar birisi Resûlüllah şöyle söyledi deyince gözlerimizi ona diker,
kulaklarımızı açar ve dikkatla onu dinlerdik. Fakat, halk ulu orta hadîs
rivayetine başlayınca, bildiklerimizden başka hadîsleri kimseden almaz olduk.»
c) İbn-i Ebu
Meliyke'dcn rivayet ettiğine göre; kendisi
İbn-i Abbas hazretlerine
bir mektup göndererek,
irsad edici, ışık
tutucu ve özlü
bir yazılı tavsiyede
bulunmasını istedi. İbn-i
Abbas hazretleri mektubu
alınca bazı mühim mcs'eleleri özetle ona yazayım
diyerek; Hz. Ali'nin hükümnamesini istedi ve onun bazı parçalarını yazdı. Bazı
parçalarını da atladı. Bu arada dedi ki
: «Vallahi, Ali bu parçalardaki hükümleri vermemiştir. Zira
bu hükümleri ancak sapık kimse verir.»
d)
Tâvûs'tan rivayet ettiğine göre;
İbn-i Abbas hazretlerine Hz.
Ali'nin hükümnamesi getirildi. Kendisi bir zira' (parmak ucu — dirsek
boyu) miktarı hariç, hepsini imha etti.
e) Ebu îshak'dan
rivayet ettiğine göre;
belirli çevreler (Rafizî ve
Şİâ) Hz. Ali'den sonra uydurma bir takım rivayetler ve batıl sözleri Hz.
Ali'nin hükümnamesine soktukları zaman
Hz. Ali'nin yakın arkadaşlarından
birisi: «Allah onların cezasını
versin. Hazreti Ali'nin yüce
ilmini hurafelerle nasıl bozdular?»
dedi.
f) Ebu Bekr
b. Ayyaş'tan rivayet ettiğine göre; Ebu Bekr, el-Muğîrc'dcn şu sözleri
işitmiştir : «Hz. Ali'den hadîs rivayet edenler arasında yalnız Abdullah b.
Mes'ud'un arkadaşları doğru rivayetlerde bulunmuştur. Diğerleri doğru söylememişlerdir.»
g) İbn-i Sîrîn'in
söyle söylediğini rivayet eder :
Eskiden hadîs ravilcrinden senedleri sorulmazdı. Fitne ve
fesad belirince; senedler ve senedlerde geçen zatların adları sorulmaya başlandı. Râvüerin,
senedlcrinde beyan ettikleri
şahısların durumları tetkik ediliyordu. Sünnet ehlinden oldukları
anlaşılanların hadîsleri alınır, bid'at ehlinin hadîsleri terk edilirdi.
h)
Ebuz-Zİnad, Abdullah b. Zekvan'm şöyle söylediğini rivayet eder: «Ben,
Medine'de emin ve itimada şayan yüz zata kavuştum. Hepsi güvenilir zatlar
olduğu halde onlardan hadîs alınmazdı. Hadîs ehli olmadıkları söylenirdi. >
k) Hz.
Şa'bî'deh rivayet ettiğine göre; kendisi Hars-i A'var bana şöyle hadîs rivayet
etti derken Hars-i A'var'ın yalancı olduğunu söylerdi. (Şa'bî gibi tefsir,
hadîs, fıkıh, cihad ve ibadet sahalarında zirveye yükselmiş bir zatın yalancı
olduğunu ifade ettiği Hars-i A'var'a bazı hadîsleri atfetmesi, o hadîslerin
uydurma olabileceğine muhtemelen dikkati çekmek
içindir.)[81]
o) Cerîr'den
rivayet ettiğine göre; kendisi Câbir b. Zeyd el-Caîliye kavuştuğunu, fakat ona
itimat etmediğini, {rivayet ettiği hadîsleri kala almadığını) çünkü; kendisi
rec'at (Hz. Ali'nin bulutlar arasında yaşamakta olduğu inancına inandığını
ifade eder. Züheyr'den naklettiği bir rivayeie göre mezkûr Câhir : «Benim
yanımda hiç rivayet etmediğim elli bin hadîs vardır.» dediğini ve bir gün bir
hadîs rivayet ederek: «Bu hadîs yanımda bulunan elli bin hadîstendir,»
dediğini yazar. Diğer taraftan Süfyan'dan şöyle rivayet eder: «Ben, Cûbir'in
otuz bin hadîs rivayet ettiğine şahid oldum. Benim hadîs konularında bir hayli
bilgim olduğu halde, onun naklettiği hadîslerden hiç birisini zikretmeyi helâl
görmüyorum.»
Hümam'dan rivayet
ettiğine göre; kendisi diyor ki: «Ebu Davud el-A'ma bize geldi ve Zeyd b.
Erkam'dan şu hadîsleri ve Berra'dan bu hadîsleri aldım.» der dururdu. Bilâhare
biz keyfiyeti Katâde'ye anlatınca Katâde buyurdu ki: «O yalan söylemiş. Kendisi
ne Berra ve ne de Zeyd b. Erkam'dan hadîs almamış. Çünkü, kendisinin anlattığı
tarihlerde korkunç Taun hastalığı halkı kırıyordu. Kendisi de
avucu ile dilencilik ediyordu.»
1) Ebu Cafer
el-Haşimî el-Medenî, birçok hikmetli sözleri ve mana bakımından doğru olan
cümleleri kurarak hadîs seklinde Peygambere atfederdi.
Müslim'den naklen
verdiğimiz hadîs rivayetine ait şu kısa bilgiden, yalancıları uydurma hadîs
rivayetine sevk eden âmiller ve nedenler anlaşılıyor.
İmam en-Nevevî,
Sahİh-i Müslim şerhinde Kadı lyaz'dan naklettiğine göre uydurma hadîsleri
rivayet eden yalancılar iki kısma ayrılır.
A)
Hadîs rivayetinde yalancılıkla
tanınmış olan gurup:
Bunlar da çeşitli
zümrelere ayrılırlar. Bunları şöyle sıralamak mümkündür:
1) İslâmiyete
hiç saygısı olmayan zındıklar ve benzerlerinden, İslâmiyeti küçük düşürmek
gayesiyle Peygamberin hiç söylemediği sözleri ona isnad etmek suretiyle hadîs
uyduranlar.
2) Sözde
dindarlık, Allah'a yaklaşmak ve başkalarım teşvik etmek maksadı ile bir takım
ibadetlerin ve hayırlı işlerin fazileti ve sevabı hakkında asılsız hadisleri
vaz eden cahil dindarlar,
3) Çok hadîs
rivayet etmekle sözde başkalarından daha çok hadîs bildiğini etrafa yaymak
riyakârlığına ve gösterişe düşkün yalancı muhaddisler,
4) Mensubu
olduğu mezhebi diğer mezheplerden sözde üstün göstermek maksadı ile hadîs
uyduran bid'at ehli ile mezheb mutaassıbları,
5) İslâm'a
aykırı yaşayışı sürdüren nüfuzlu bazı çevreleri mazur göstermek ve arzularına
göre dinden fedakârlık ederek fetva veren din istismarcıları,
Bu zümreleri teşkil
eden belirli kimseler, hadîs ilminde ihtisas sahibi olan İslâm âlimlerince
bilinip tesbk edilmiştir.
6) Hadîs uydurmayıp, mevcut zayıf hadîsler için
meşhur ve sıhhatli sened uyduranlar,
7)
Cehaletini saklamak veya
dinî konularda başkalarına
galebe çalmak maksadıyle bilerek
hadîs senedlerini değiştiren veya senedleri faztalaştiranlar,
B) Yalnız
hadîs rivayetinde değil, her sahada yalancılığı itiyad haline getirenler :
Bunlar işitmedikleri
şeyleri duyduklarını, görmedikleri kimselerle görüştüklerini iddia ederek
onlardan sahih hadîsleri naklederler. Diğer taraftan bu gu^ ruba dahil
olanların bir kısmı da ashabın sözlerini, Arapların vecizelerini ve hikmetli
söylerini bilerek Peygambere isnad etmekle onları hadîs olarak tanıtmaya
çalışırlardı.
Yukarıdan beri
sıraladığımız uydurma hadîs rivayetlerinin çoğu bu devirde bulundular. «Câbir
cl-Cafî» nammdaki şahıs bu devirde ortaya atılarak yanında elli bin, bazı
rivayetlerde yetmiş bin hadîs bulunduğunu ve bunların Hz, Hüseyin'in oğlu
Muhammed cl-BakırMan rivayet ettiğini iddia ediyor. Uydurma veya ulu orta
hadîs rivayeti yayıldığı gibi İbn-i Abbas hazretlerine intikal ediyor, bu
büyük zât bu duruma karşı tepkisini izhâr ediyor.
Siyasî ihtilâflar ve
mezheplerin taassubu yüzünden ifratçi ve cahil mutaassıplar, görüşlerini
uydurma bir takım hadîslerle te'yid etmekte kendilerince bir beis
görmemişlerdi. Bilindiği gibi o devirde Cumhurun karşısında Şiî ve Haricîler
vardı. Gerçekten her zümrede yalancı hadîs ravileri bulunuyordu. Haricîler
arasında yalancı hadîs râvîleri nisbeten az idi. Çünkü; onların inanışlarına
göre büyük günah işleyenler kâfir olurdu. Peygambere iftira etmek büyük günahların
en büyüğü olduğu için buna cesaret edenlere rastlamak kolay değildi.
Buraya kadar özetle
anlattığımız hadîs konusundaki yalancılık cereyanı gelecek devrin hadîs
âlimlerini müşki! duruma sokmuştur. Ehl-i hadîsin işini cidden çok
zorlaştırmıştır. Hakikî hadîsleri, uydurma hadîslerden temizleme işinde yüce
islâm âlimlerinin büyük gayretlerle nasıl çalıştıklarım ve başarı derecesini
göreceksin. [82]
Bu devrin beşinci
özelliği Arap ırkından olmayan birçok İslâm âliminin yetişmesidir.
Bilindiği gibi
Türkler, İranlılar ve Mısırlılardan birçok kimse İslâmiyete intisab etti.
Araplar kendi ırkına mensub olmayan Müslümanlara (Mevalî) derlerdi. Gerek
savaşlar dolayisı ile esir olanlar ve gerekse bunların dışında kalan binlerce
Müslüman ile Araplar arasında meydana gelen ilişkiler neticesinde Kur'-,ân ve
sünnet ilmi Arap olmayan Müslümanlar arasında sür'aüe yayıldı. Islâmî ilimlerle
genel kültür ve özellikle okuma yazma biliminde yaygın alış verişler ve
karşılıklı istifadeler büyük rağbet gördü. Araplardan İslâmiyeti kabul eden
cemaatta o an için ırkçılık duygusu bulunduğu halde diğer ırklara mensup cemaatlardan
çıkan büyük ilim adamlarına hürmet etmek, verdikleri fetvalara boyun eğmek ve
onlardan hadîs rivayet etmek zorunluğunu duydular. Bu yüce İslâm âlimleri bütün
lslâmî şehirlerde bulunarak bazı sahâbîler ve tabiînlerin büyükleriyle görüşüp,
öğrenim ve Öğretimde büyük payları oldu. Bir kısmı arasında o kadar sıkı temas
ve işbirliği kuruldu ki, bir sahâbîden bahsederken yakın arkadaşı olan Mevâlî
(Arap olmayan) den bahsetmemek az
görülebilirdi.
Meselâ : Genellikle ashâbdan
Abdullah b. Abbas ile mevlâsı İkrime, Abdullah b. Ömer ile mevlâsı Nafî, Enes
b. Malik ile mevlâsı Muhammed b. Şîrîn ve Ebu Hüreyre ile mevlâsı Abdullah b.
Hürmüz el-A'rec beraber zikredilirler. Bu dört sahâbîden herhangi birisinden
bahsedilirken; mevlâsımn bahis konusu edilmemesi çok az görülebilir. Ashab
arasında en çok hadîs rivayet eden ve fetva veren bu dört zattır. Mevlâlarının
büyük üstünlükleri de inkâr edilmez. Fıkıh ve hadîs rivayeti hususunda
Arapların emeğini küçümsemek hata olur. Çünkü; Arap olan ve olmayan İslâm
âlimleri bu hususlarda müşterek çalışmışlardır. Her şehirde bu ırklardan çok
sayıda âlim bulunurdu. Ancak, bazı şehirlerde mevâlî denilen İslâm âlimleri
hâkim durumda idi. Meselâ : Basra'da vaziyet böyie idi. Bu şehirde yaşayan
mevâlî âlimlerinin başında Ebu'l-Hasan el-Basrî'nin oğlu Hasan bulunuyordu.
Küfe gibi bazı şehirlerde ise Arap âlimleri çoğunlukta idi. [83]
Hadîs ve re'y (kıyas)
arasında niza* çıkması ve her iki delilin yetkili İslâm âlimlerinden birçok taraftar bulması:
Daha önce anlattığımız
gibi birinci devirde büyük sahâbîler fetvalarında Kitaba istinad ederlerdi.
Kitapda mesned bulmayınca sünnete dayanırlardı. Kitap ye sünnette istinad
edecekleri bir şey bulmadıkları zaman ise re'yle fetva verirlerdi. Re'y, geniş
manasıyla kıyas demektir. Ancak, re'y ile fetva vermek sahasını genişletmeye
taraftar değillerdi. Bu nedenle re'yle fetva vermeyi yerdikleri bir vakıadır.
Makbul re'y ile yerilen re'yin nasıl olduğunu daha Önce açıkladık. Bilâhare
ikinci devir gelince bu devrin müftîlerinden bir kısmı fetva verirken hadîs
üzerinde durur ve Kitap ile sünnette bir nass bulmayınca fetva vermekten
çekinirdi. Mes'eleler arasında irtibat ve münasebet kurmak istemezdi. Diğer
bir kısım müftîler Kitap ve sünnetle amel etmek hususunda birinci devir
müftîlerine muhalefet etmeyerek mümkün mertebe fetvalarını bunlara
dayandırmakla beraber İslâm teşriînin ruhu, gayesi ve hikmetinin akıl yo-luyle
bulunabileceği görüşünde idiler. İlâhî kanun maddelerinin hikmet ve maksatlarını
tesbİt için baş vurulan bir takım kaidelerin varlığını benimserlerdi. Bu usul
ve kaidelerin Kitap ve sünnetten anlaşıldığını ve şerîatm bu prensiplere
dayandığı kanaatinde oldukları için hakkında nass bulamadıkları mes'elelerde
re'y ile fetva vermekten birinci gurup gibi imtina etmezdi. Şer'î hükümlerin
vaz'ında öngörülen gayelerin ve nedenlerin bilinmesini ve anlaşılmasını çok arzu
ederlerdi. Şeriatın usulüne aykırı buldukları hadîsleri kabul etmezlerdi. Hele
o usulü te'yid eder mahiyette ellerinde hadîs bulununca buna aykırı düşen hadîsleri
kesinlikle reddederlerdi. Re'y ehli diye tanınan bu ekol'e dahil olanla-rin
çoğu Irak'ta idi.
Tabiînden Medine
fıkıhçilanmn büyüğü sayılan Said b. el-Müseyyeb'e Ra-bia b. Ferrûh, kadın
parmakları tazminatı hakkında aşağıdaki "soruları sordu ve karşılarında
yazılı şu cevapları aldı:
— Kadının bir parmağının tazminatı nedir?
— On devedir.
— Onun iki
parmağının tazminatı nedir?
— Yirmi devedir.
— Kesilen parmaklar üç tane ise tazminatı nedir?
— Otuz devedir.
— Kesilen parmak dört olursa tazminatı nedir?
— Yirmi devedir.
— Şu halde kadının yarası büyüdükçe tazminatı
azalır.
— Iraklı mısın? Bu hüküm sünnetin emridir.
Hazreti Said'İn böyle
fetva vermesinin sebebi budur. Kendisi diyor ki : «Tam diyet (tazminat) olan
yüz devenin 1/3 ü sülüsü veya daha az miktar tutarındaki organ tazminatı
hususunda kadın ile erkek ayırımı yoktur. (Meselâ: Erkeğin üç parmağının
kesilmesi otuz develik tazminatı gerektirdiği gibi, kadının üç parmağının
kesilmesi de aynı tazminatı gerektirir.) Fakat, organ tazminatı tutarı tam
diyetin İ/3 ünden fazla olunca kadının organ tazminatı erkeğin organ
tazminatının yarısı olur. Erkeğin üç parmağının tazminatı (otuz), dört
parmağının tazminatı (kırk) deve olduğu için kadının dört parmağının tazminatı
(yirmi) deve olur. Bu netice akla uygun gelmemekte ise de, teşrîde nassa karşı
akim bir fonksiyonu bahis konusu değildir. Hz. Said bu hükmün sünnete
dayandığını ifade ediyor.
Kendisine soru tevcih
eden Rabîa, bu sonucun hikmetini bilmediği için Hz. Said'e sorular tevcih
ediyor. Son sorusundan Hz. Said hoşlanmayınca «Iraklı mısın?» demekle
hoşnutsuzluğunu ve t esriden bir nass bulunduğu halde Rabîa'-nm re'ye yer
verdiğini işaret etmiş oluyor.
Irak fıkihçılan ise
kadının üç parmağının tazminatının (otuz) deve olması ve dört parmak olunca
tazminatın yirmi deveye inmesinin akla uygunsuzluğunu dikkata_ alarak, böyle
bir neticeye varmamak için organ tazminatı hususunda kadın için erkek
tazminatının yarısını tanımıştır. Hz. Saidi'n sözünde geçen sünnet kelimesi
ile Peygamberin sünneti değil, ashabdan Zeyd b. Sahit'in sünnetinin
kasdedildiğini söylerler. Zira, Zeyd b. Sabit'in fetvası bu yolda idi.
Böylece hadîs ehli ve
re'y ehiİ diye iki gurup fıkıhçı meydana gelmiştir. F.hl-i hadîs denilen gurup
nassların zahirleri (kat'î olmayan nassîar) karşısında •susarak o nassların
illet (sebeb) lerini araştırmıyorlar, nadiren re'yle fetva verirlerdi.
Diğerleri ise ahkâmın illetlerini araştırıyor, mes'eleler arasında irtibat kurmaya
çalışıyor ve nass olmadığı zaman re'ylc fetva vermekten çek inmiyorlardı. Hicaz
ehlinin çoğu ehl-i hadîs ve Irak ehlinin çoğu ehî-i re'y idi. Onun için Rabîa,
parmak tazminatı hükmündeki hikmeti sorunca Said b. Müseyyeb ona; sen Iraklı
mısın? dedi.
Irak'ın önde gelen
fıkıhçılanndan Ebu Hanîfe'nin üstadı Hammad b. Ebu Süleyman'ın hocası ibrahim
b. Yezid en-Nahaî (Kûfeli) Irak fıkıhçılanndan re'y ve kıyasla en çok meşhur
olanlardan biriydi. Bu zat tabiînin ileri gelenlerinden olan ve İbn-İ Mes'ud'un
seçkin arkadaşlarından sayılan dayısı Alkarna b. Kays en-Nahaî el-Kûfî'dcn
fıkıh aldı. Kendisi Küfe âlimi ve muhaddisi olan Amir b. Şarâhîl eş-Şa'bî'ye
muasır idi. Fakat fetva hususunda ayrı metodları vardı. Çünkü Şa'bî hadîs ve
eser ehli idi. Kendisine sorulan bir mes'ele hakkında nass bulmadığı takdirde
fetva vermekten imtina ederdi. Re'yden hoşlanmaz idi.
Kendisi bir ara ehl-i
re'ye şöyle soruyor: «Eğer el-Ahncf gibi yüce bir zat ile beraberinde küçük bir
çocuk ötdürülürse bunların diyetleri eşit mi olacak? Yoksa el-Ahnef'in meziyetleri
ve alimliği itibariyle diyeti çocuğunkindcn fazla mı hesaplanır?» Re'y ehli:
«İkisinin diyeti eşittir» diye cevap verince kendisi : «O hakle kıyas bir şey değildir» dedi.
Bunlar arasındaki fark
görüldüğü gibi Şa'bî ve onun yolunu benimseyenler hadîs ve eser adamları olup
sünnet ile fetva verir, hakkında sünnet bulunan ve bulunmayan mes'elelerde
rc'ylcri ile hükmetmezlerdi. Hakkında nass bulunmayan mes'eleler için müftîlere
merci olmak üzere Sâri' tarafından vazedilmiş genel kurallar ve (esbit edilmiş
maslahatlar yok idi. Şer'î hükümler arasında bir bağlantı da bilinmezdi.
Nitekim, ehl-i hadîs fıkıhçılannın üstadı sayılan Said b. el-Müseyyeb yukarıda
anlatıldığı gibi, Rabîa'nın parmak tazminatı hususunda ma'kul olanı sormasından
İncinmiş idi. Teessürünü gizlememişti. Medine ehli Rabîa'ya, teşriîn
illetlerini araştırma ve münakaşa konusu ettiğinden dolayı «Rabîat-ür-rcy»
derlerdi. Hatta Abdullah b. Sevvâr el-Küdı bir ara dedi ki: «Ben Rabîa'dan daha
çok, re'yi bilen bir kimseyi görmedim.» Ona denildi ki: «Rabîa, Hasan ve İbni
Sîrîn'den daha mı çok re'ye düşkündür?» O da, evet, dedi.
İbrahim en-Nahaî ve
onun yolunu benimsemiş olan Irak fıkıhçıları ve Me-dinenin bazı fıkıhçıları
İse, fetvalarında Kitap ve sünnete dayanırlardı. Ancak onlara göre şeriatın Ön
gördüğü bir takım maslahatların (yararlıklar) bulunması gereklidir. Bu
maslahatları gözönündc bulundurmak yerinde olur. Bu sebeple hakkında Kitap ve
sünnette nass bulamadıkları mes'eleler için maslahatların şer'î hükümlerin
çıkarılması yolunda bir esas olarak kabul edilmesini uygun görmüşlerdir. Daha
önce aynı yolu takip eden sahabîler, bunlar için iyi selef olmuştur. Çünkü,
ashab devrinde kendilerine arz edilen mes'ele hakkında Kitap ve sünnette bir
hüküm bulmayınca kıyas (rey) la fetva verenler olurdu. Onların rc'ylcri, bir takım maslahatları dikkata alma neticesi
idi.
Hadîs ehli, re'y
ehlini, «Kıyas için bazı hadîsleri terk ediyorlar» gerekçesi ile kınıyorlardı.
Oysa bu kınama hatalı idi. Çünkü, re'y ehlinden kıyası, sabit sünnete tercih
edeni görmüyoruz. Ancak şu durum oluyordu. Bir hadise hakkında kendisine hadîs
rivayet edilmeyen veya rivayet edilen hadîsin senedini sağlam görmeyen re'y
ehli, re'yle fetva verirdi. Bu durumda verdiği fetva kendisi tarafından
bilinmeyen veya bilindiği halde rivayetine güvenmediği veyahut da onun
nazarında daha kuvvetli bir delile ters düşen bir sünnete aykırı olurdu.
Buna bir misal verelim
:
Siifyan îbn-i
Üyeyne'nin rivayet ettiğine göre Ebu Hanife ile Evzâî, Mekke'de (zahire
hanında) buluşuyorlar. Evzâî, Ebu Hanife'ye hitaben: «Rükûa giderken ve rükûdan
kalkarken neden ellerinizi kaldırmıyorsunuz?» dedi. Ebu Ha-nîfe: «El kaldırma
hakkında Resulü II ah'd an sıhhatli bir şey sabit olmadığı için ellerimizi
kaldırmıyoruz!» diye cevap verdi.
Evzâî: «Nasıl sıhhatli
bir şeyin sabit olmadığını söylüyorsun? Halbuki bana Zührî, o da Salim'deh, o
da babasından (tbn-i Ömer), naklettiğine göre Resûlüllah, namaza başlarken
rükûa giderken ve rükûdan kalkarken her iki eüni kaldırıyordu.» dedi.
Ebu Hanife buna
karşılık dedi ki: «Bize Hammad, o da İbrahim'den, o da Alkame ve Esved'den,
onlar da îbn-i Mes'ud'dan naklettiğine göre: Resûlüllah yalnız namaza
başlarken ellerini kaldırırdı.»
Evzâî: «Ben, sana
Zührî, Salim ve babasından hadîs naklediyorum. Sen; halâ Hammad ve İbrahim'den
hadîs rivayet ediyorsun.» dedi.
Bunun üzerine, Ebu
Hanife şu karşılığı verdi :
«Fıkıh ümi bakımından
Hammad, Zührî'den ve İbrahim de Salim'den üstündür. Alkame, lbn-i Ömer'den
eksik değildir, tbn-i Ömer'in ashabdan olma fazileti var, buna karşılık Esved'in
de çok fazileti vardır, lbn-i Mes'ud'un mevkii de malûmdur.
Evzâî, bunun üzerine
sustu.
Bu iki şahsiyet
arasında cereyan eden ilmî sohbet, ehl-İ hadîs ve ehl-i re'-yin yek diğerine
nasıl kıymet verdiğini ve iki ekol mensuplarının, sahih hadîs muvacehesinde
nasıl eğildiklerini gösterir. Bu yüce iki fıkıhçı arasında geçen konuşmayı eleştirecek değiliz.
Diğer bir fıkhî
mes'elede ehl-i re'y ile ehl-i hadîs arasında geçen ihtilâfı özetle anlatalım.
Süt veren koyunu satın
alan bir kimse, bilâhare koyunun memesinde sütün satıcı tarafından birkaç öğün
sağılmaması suretiyle biriktirildiği ve aslında koyunun verdiği sütün az olduğu
anlaşılınca müşteri satış akdini feshedebilir. Bu takdirde müşteri tarafından
hayvanın iadesi halinde sağılan süt karşılığında satıcıya verilecek tazminat
konusunda, hadîs ehli ile re'y ehli değişik fetva vermişlerdi.
Ehl-i hadîs, bu
tazminatın bir sa' (3333 gr.) hurma olduğuna fetva vermişlerdir. Çünkü, bu
konuda Ebu Hüreyre'nin rivayet ettiği bir hadîs vardır. Onlar, bu hadîsi esas
almışlardır, Re'y ehli ise; bu tazminatın müşteri tarafından sağılan sütün
kıymeti olduğuna fetva vermişlerdir. Onlar diyorlar ki: Başkasına ait olup
zayî edilen bir malın tazminatı hakkında şer'î kaide, zayî edilen mal, emsali
(benzerleri) bulunan çeşitlerden ise benzerinin ödenmesini âmirdir. Şayet, bir
kıymet takdir edilecek maddelerden ise onun için takdir edilen kıymetin
ödenmesini gerektirir. Halbuki, Ebu Hüreyre'nin rivayet ettiği hadîs, zayî
edilen sütü bir sa' hurma ile takdir ediyor, bir sa' hurma ise; ne sütün ben-
zeri ve ne de kıymeti
sayılabilir. "Bu durum, hadîsin sıhhati hakkında şüphe uyandırır. Eğer, bu
hadîs ehl-i re'ye ulaştığı halde bu şekil fetva vermişlerse, söylediğimiz gibi
hadîsin sıhhatindeki şüpheden dolayıdır. Bence, bu hadîs onlara ulaşmamıştır.
Zira, umumî kaidelere muhalif bazı hadîsler ehl-i re'ye ulaşınca, umumî
kaideleri terk ederek kendilerine intikal eden hadîslerle amel ettikleri ve
buna «tstihsan» dediklerini görüyoruz.
Hülâsa; bu devirde
Cumhur'un müftîlerinin ehl-i hadîs ve ehl-i re'y diye iki kısma ayrıldıklarını
ve bu iki ekol'ün meydana gelişinin bu devrin özelliklerinden olduğunu
görüyoruz. Ancak, bu devirde müetehidier için ışık tutacak açık ve malûm bir
takım kaideler henüz oluşmamış idi. Zira; fıkıh, bu devirde lâyık olduğu tedvin
ve tertip derecesini almamış idi. [84]
Yukarıda anlattığımız
veçhiyle, hülefa-i Raşidîn elleri ile Kitabın yazılışı, nüshalannm çoğaltılması
ve hıfzı tamamlanmış idi. Artık, Hz. Osman (R.A.) Mushaf'larında yazılı olduğu
gibi okunur ve nüshaları çoğaltılırdı. Ashab-ı kiramdan ve Tabiinden birçok
kimse, Kitabın tamamını hıfzetmekle ve okutmakla meşhur olmuştu. Onlardan da
sayısız Müslümanlar İslâm şehirlerinde Kur'ân-i Kerim dersini alıyorlardı. Bu
devrin sonlarına doğru şöhret bulan bir kısım kur-ra, aslında, Kur'ân'ın
tamamını hıfzeden ve Kur'ân öğreticiliği yapan deryadan ancak bir damla idî.
Sünnet ise; bu devirde
çok rivayet edilirdi. Tabiîn âlimlerinden bir gurup kendilerini tamamen hadîs
rivayetine vermişlerdi ve başka işlerle meşgul olmazlardı. Buna rağmen hadîs
tedvini yapılmadı. Sünnet, Cumhur'un ittifakiyle Kitabın bir nev'i açıklaması
durumunda olmakla teşriin tamamlayıcısı iken, tedvin işinin uzun zaman ele
alınmayışı düşünülemez. Hicrî ikinci yüzyılın başlarında Halîfe Ömer b.
Abdülaziz, bu boşluğu ilk sezen zat oldu. Bu nedenle devrin Medine valisi Ebu
Bekr b. Muhammed b. Amr b. Hazm'e bir yazılı talimat göndererek, Resûlüllah'm
sünnetini ve hadîslerini araştırıp yazmasını istiyor, bu arada İîim
adamlarının birer birer vefat etmesi ve ilmin inkirazı (ortadan kalkması)
hususunda duyduğu endişeyi ifade ediyor. Adı geçen halîfenin bahis konusu
talimatını imam Malik'in «Muvatta» isimli eserinde, Muhammed b. el-Hasan
rivayet ediyor. Ayrıca, «İsfahan şehrinde» Ebu Naİm, Ömer b. Abdülaziz'den
naklen anlattığına göre; kendisi her tarafa mektuplar yazarak Resûlüllah'm hadîslerinin
araştırılıp
toplattırılmasın! istemiştir.
Bu devirde sünnetin en
büyük hafızlarından olan,, Muhammed b. Müslim cş-Şihab ez-Zührî sünnet yazmak
ve yazdırmakla mümtaz bir yer işgal etmiştir. Diğer taraftan yukarıda geçen
İbn-i Abbas'tn hadîsinden anlaşılıyor ki, Hz. Ali taraftan olduğunu söyleyen
Şia yantnda, Hz. Ali'nin fetvalarını ihtiva eden bir kitap var İdi. Ancak, bu
kitabın sıhhatini İbn-i Abbas kabul etmemiş, çoğunu imha ederek, «Allah'a
yemin ederim Ali, böyle fetvalar vermemiştir» dediği sabittir. [85]
1) Hz. Aişe
(R.A.):
Resûlüllah'ın eşi olup
hicretten iki yıl önce nikâh akdi yapılmış, bilâhare Medine'de evlilik hayatı
başlamıştır. Resûlüllah, zevceleri arasında adaletin bütün inceliklerine
riayet etmekle beraber kalbî sevgi bakımından Onun en sevimli eşi İdi. Ata b.
Ebî Rabbah der ki : «Hz. Aişe en iyi fıkıh bilginlerinden idi, insanlar
içerisinde en isabetli ve en güzel görüş sahiplerinden idi.» Urve de der ki;
«Fıkıh ve şiir bilgileri hususunda Hz. Aişc'dcn daha üstün bir kimse
görmedim.» Kendisi çok hadîs rivayet etmiştir. Onun rivayet ettiği hadîsler
Ahnıcd b. Hanbel'in Müsned'inin yirmi dokuzuncu sahifesinden ikiyüz seksen
ikinci sahifesine kadar olmak üzere ikiyüz elli üç sahife tutarındadır. Resûlüllah'ın
evinde yaptığı ve Fiilî Hadîs diye adlandırılan sünnetin rivayetlerinde Hz.
Aİşe'den nakledilene itinıad edilirdi. Bununla beraber sadece Resûlüllah'm
evdeki hayatı ile ilgili fülî ve kavlî sünnetin rivayetine münhasır kalınmayarak;
fıkhın çeşitli konularının hemen hemen hepsinde Hz. Âişe'den rivayet edilen
hadîsler vardır. Ashabın fıkıhçılan ona müracaat ederlerdi. Birçok sahâbî ve
tabiî ondan hadîs rivayet etmiştir. Ondan en çok hadîs rivayet edenler Ehl-i
Beytten olan yeğenleri Urve b. Zübeyr ve Kasım b. Muhammed'dir. (Vef. h. 57)
2) Abdullah
bin Ömer:
Kureyş kabilesinin
ileri gelenlerinden Hz. Ömer'in oğludur. Küçük yaşta iken babası İle beraber
Müslüman oldu. Bedir savaşı vukubulduğunda küçük olduğu için savaşa katılmadı.
Onun katıldığı ilk savaş Hendek savaşıdır. Cafer b. Ebî Talib ile beraber Mute
savaşına katıldı. Ayrıca Yermük savaşında ve Mısır ile Afrika fetihlerinde
bulundu. Resûlüllah'm sünneti seniyyesine ziyadesiyle riayet ederdi. Onun
konakladığı yerlere iner, namaz kıldığı yerlerde o da Tiamaz kılardı.
Resûlüllah'm dinlenmek için bir ara gölgesinde oturduğu ağaca bakar, kurumasın
diy£ sulardı. Kendisi Müslümanların önderlerinden ve fetva bakımından otoriter
olan şahsiyetlerdendi. Fetva hususunda son derece ihtiyatlı davranır, titizlik
gösterir, takva yolundan ayrılmazdı. Şahsî arzu ve emellerinin arkasından kat'iyyen yürümezdi. Suriye'liler onun sempatizanı olmalarına
ve
Halifelik hususunda
ona ziyadesiyle temayül etmelerine rağmen kat'İyyen buna iltifat etmediği gibi,
hilâfet konusunda ashab arasında beliren ihtilâftan son derece uzak kaldı. Hz.
Ali'nin yaptığı savaşların hiç birisine katılmadı. Bilâhare de Hz. Ali'ye bazı
savaşlarda refakat etmediğine nedamet ederdi. Câbir b. Abdullah derdi ki:
«içimizde dünyaya hiç temayül etmeyen yoktur. Ancak Ömer ve oğlu Abdullah
gerçekten bundan müstesnadır,»
tbn-i Ömer,
Resûlüllah'dan birçok hadîs rivayet ettiği gibi, yaşça büyük olan ashabdan da
hadîs rivayet ederdi. Kendisinden de birçok Tabiîn hadîs rivayet etmiştir.
Bunlar arasında ondan en çok hadîs rivayet edenler oğlu Salim ve mevlâsi
Nâfî'dir. Şa'bî der ki: .«İbn-i Ömer'in hadîsçiliği, fikmçmğından daha üstün
idi.» Kendisi Resûlüllah'm vefatından sonra 60 sene halka fetva vermekle
iştigal ettikten sonra hicrî 73 de vefat etti.
3) Ebu
Hüreyre:
Adı Abdurrahman ve
babasının adı Sahr ed-Devsî'dir. Kendisi Hayber savaşından sonra hicrî yedinci
yılda muhacir olarak Medine'ye gelip Müslüman oldu. Resûlüllah'm vefatına
kadar daima yanında kaldı. Ondan çok hadîs rivayet elti. Ayrıca ashabdan da
hadîs rivayet etti. Diğer tııruftım birçok tabiîn kendisinden hadîs rivayet
etti. özellikle Said b. el-Müseyyeb ve mevlâsı A'rec, ondan en çok hadîs
rivayet edenlerdir. Ebu Hüreyre ilim kaynağı ve fetva imamlarının en
büyüklerinden idi. Ayrıca tevazu, ibadet ve takvası çok üstün idi. Ashab
arasında hafızası en kuvvetli olanlardan idi. İbn-i Ömer'in kendisine: «Ey Eba
Hüreyre! Gerçekten içimizde en çok Resûlüllah'm sohbetinde bulunan ve en çok
hadîslerini bilen sensin.» dediği rivayet edilmiştir. (Vef. h. 58)
Bu üç zat Medine'de
oturan ashab-i kiramdan en çok hadîs rivayet eden ve en çok fetva veren bu
devrin mümtaz simalarıdır. Medine ehlinin ilim mer-cîleridir. Medineli tabiînin
ileri gelenleri, bunlardan ilim almıştır. Biz bu tabiînin en meşhurlarını
zikredeceğiz.
4) Said bin
el-Müseyyeb el-Mahzumî;
Hz. Ömer'in
hilâfetinin üçüncü yılı doğdu. Ashabın büyüklerinden ilim aldı. Geniş ilmi,
sağlam diyaneti, hakka bağlılığı, hakkı söyleyişi, fıkihçıhğı ve saygı
değerliği ile Önemli bir mertebeye yükselmiştir. Hatta ashabdan .İbn-i Ömer:
«Said b. el-Müseyyeb müftîlerdendir.» demekle onu takdir ettiğini İfade eder.
Keza Katâde: «Ben, Said b. el-Müseyyeb'den daha âlim bir kimse görmedim.» der.
Diğer taraftan Ali b. el-Medînî: «Tabiîn arasında Said'den daha geniş bilgiye
sahib bir kimseyi bilmiyorum. O bence tabîînlerin en yücesidir.» demekle
değerinin yüceliğini ifade etmiş olur. Onun meziyetlerinden birisi de Sultanın
bahşiş ve hediyelerini kabul etmemesidir. Rivayet ettiği hadîsler genellikle
Ebu Hüreyre'den almadır. Hasan el-Basrî, bir müşkülü olduğu zaman Said b.
el-Müscyyeb'e mektup yazmakla müracaat ederek raüşkilinin hallini isterdi.
Vefat tarihi
kesinlikle bilinmemektedir. Bir rivayete göre h. 94. yılında vefat etmiştir.
5) Urve bin
Ziibeyr bin el-Avvâm el-Esedi:
Hz. Osman'ın
halifeliği devrinde doğdu. Birçok Sahâbklen hadis rivayet etti. Teyzesi Hz.
Âişe'dcn fıkıh aldı. Kuvvetli hafızlardan ve hadîs âlimlerinden idi.
Peygamberin yaşayışını iyi bilenlerden idi. Kendisinden hadîs rivayet edenlerin
başında oğlu Hişam ile diğer oğulları gelir. Ayrıca Medine âlimlerinden Zührî,
Ebu Zinâd vesair zatlar ondan hadîs rivayet ettiler. Zührî onun geniş ilmini
anlatırken; «Tükenmez bir derya idi.» der. (Vefatı: h. 94)
6) Ebu Bekir
bin Abdurrahman bin el-Hâris bin Hişam el-Mahzumi :
Hz. Ömer'in halifeliği zamanında doğdu. Gerek babasından ve gerekse diğer ashabdan hadîs rivayet etti.
Kendisinden de ez-Zührî ve diğer tabiînlcrin yaşça küçükleri hadîs aldılar.
Kendisi çok hadîs rivayet eden hadîsçi, fıkihçi, cömert, sâlih, muttaki, zahid
ve ilimde hüccet sayılırdı. Zühd-ü takvası dola-yısıyle ona Kureyş rahibi
denirdi, (h. 94 yılında Medine'de vefat etti.)
7) Ali bin el-Hiiseyin bin Ali bin Ebî Talih:
Bu zat İmamiyyc olan
Şia'nın dördüncü imamıdır. Zeyncl-Abidin ismiyle tanınır. Babasından, amcası
Hz. Hasan'dan, Hz, Âişe'den, İbni Abbas'dan ve başka zatlardan hadîs rivayet
etti. Zührî der ki: «Ben Ali bin el-Hüseyin'den daha fıkıhçı bir kimse
görmedim. Fakat hadîsçiliği az idi.» Oğîu da der ki: «Hâşîmîler arasında, ondan
üstün bir kimse görmedim.» lbn-ül-Müseyyeb de : «Ben, ondan daha muttaki bir
kimse görmedim.» der. (Vefatı: h. 94)
8)
Übeydullah bin Abdullah bin Vtbe bin Mes'ud :
Hz. Aişe, Ebu Hüreyre,
İbni Abbas v.s. zatlardan ilim aldı. Fıkıh ve hadîs sahasında imâm olmakla
beraber edîb ve şâir idi. Ömer bin Abdül-Aziz'in eğitim ve öğretimi kendisi
tarafından yapıldı. Zührî, onun hakkında der ki: .Übeydullah ilim deryalarından
idi.» (Vef: h. 98)
9) Salim bin A bdullah bin Ömer :
Babasından, Hz.
Aişe'den, Ebu Hüreyre'den, Said bin el-Müseyyeb v.s. zatlardan ilim ve feyz
aldı. Babası kendisini takdir eder ve överdi. Hakkında yazdığı bir şiirde, gözü
kadar onu sevdiğini ifade eder. İmam Malik : «Zühd ve fazîlet bakımından
selef-i sâlihin'e, Salim kadar benzeyen muasırları yoktur.» der. Hayatının sadeliği
hususunda da babasının izinde idi. (Vefatı: h, 106)
10) Süleyman
bin Yesâr: Mevlâ
Meymune:
Meymune, Aişe, Ebu
Hüreyre, İbn-i Abbas, Zeyd bin Sabit hazretlerinden ve diğer zatlardan hadîs
rivayet etti. Hasan bin Muhammed bin el-Hanefiyye, kendisinin Said bin
el-Müseyyeb'den daha keskin zekâlı olduğunu söyler. Said bin el-Müseyyeb'in de;
fetva soranlara, Süleyman bin Yesar'a müracaat etmeIerini tavsiye elliği rivayet edilir. İmam
Malik de; onun âlimlerden
olduğunu beyan eder. (Vefatı : h.
107)
11) Ei-Kasım
bin Muhammet! Bin ebi Bekir:
Malası Âişe, Ihn-İ
Abbas ve lbn-i Ömer gibi birçok zatdan hadîs aldı. Halası onu yetiştirdi.
Yahya bin Said : «Medine'de Kasım'dan üstün bir kimseye yetişmedik.» der.
E:bu ez-Zinad da:
«Ben, Kasım'dan daha çok fıkıhçı ve hadîsçi bir kimseyi görmedim.» der. İbni
Uyeync de; onun, devrinin en büyük âünıi olduğunu söyler. Ibnü Said de der ki:
"Kasım, ilimde önder, fıkıhda otoriter, takvaca yüce ve çok hadi* bilen
bir zat idi.» Ömer bin Abdüfaziz'in de şöyle söylediği rivayet edilir: «Eğer
birisini yerime halife seçmem icab etseydi Kasım'ı seçerdim.» (Vefatı:
h. 106)
12) Nûfİ:
Mevlâ Abdullah bin Ömer:
Abdullah bin Ömer,
Aişe,Ebu Hürcyre ve diğer bazı zatlardan hadîs rivayet elti. Mısır halkına
sünneti öğretmek üzere Ömer bin Ahdüla/iz tarafın-, dan Mısır'a gönderildi.
Kendisi, Salim ( — Abdullah bin Ömer'in oğlu) hayat-da iken fetva vermezdi.
Otuz yıl Abdullah bin Ömer'e hizmet etti. Aslen Dey-lemlidir. (Vefatı : h. 117)
13)
Muhammed bin Müslim :
(İbn Şihûb ez-Zührî
adiyle tanınmıştır.)
H. 5ü. yılda doğdu. Abdullah bin Ömer, Enes
bin Malik, Said bin el-Müseyyeb v.s. den
hadîs rivayet etti. el-Lcys bin Sa'd der ki : oBen, Zührî'den daha geniş bilgilere sahih
bir âlim görmedim. Kur'ân ve sünnetten bahsederse, bu konuları çok iyi bilmekle
beraber başka ilim dallarını bu ilimler kadar bilmez dersin!.. Tarih
konularına temas edince bunu çok iyi bilir, başkasını böyle bilmez dersin.
Hülâsa; hangi ilim dalına geçilirse, o sahada geniş malûmatı görülür.» Ömer
bin Abdülaziz de: «Zamanına kadar rivayet edilmiş olan
sünneti, Zührî kadar bilen bir kimse kalmadı.» der. İmam Malik de: «Alimlerden Zührî kaldı. Dünyada onun esi
yoktur.» der. Keza, Leys; «Zühri'nin çok cömert olduğunu, halife
Hişam bin Abdülmelik'in
çocuklarını eğittiğini,
Hi-şam'ın meclisine devam ettiğini,
çocuklarına hadîs yazdırması
için Hişam tarafından
ricada bulunulduğunu, bunun
üzerine dörtyüz hadîs
yazdırdığını, bir ay sonra
yazdırdığı kitab, zayî oldu diye yeniden hadîs yazması istenince; yeniden yazılan kitab, zayî
olduğtı söylenen kitapla Hişam tarafından karşılaştırılınca aralarında
bir harf dahi değişik
olmadığını» söyler. İmam
Malik de: «İbn Şihâh
(Zührî) in, Medine'ye
geldiği zaman Rabîa'nın
elini tutarak ilmî sohbette bulunmak
üzere girdikleri evde ikindiye
kadar oturduklarını, ikindi zamanı İbn Şihâb evden ayrılınca: «Rabîa gibi bir âlimin Medine'de bulunduğunu
sanmazdım.» dediğini, bir süre sonra Rabîa çıkınca: «lbn-i Şihâbin ulaştığı
ilim mertebesine, bir kimsenin ulaşabileceğini tahmin etmem.» dediğini rivayet
eder.
Zührî (İbn Şİhâb) der
ki : «ei-Kasım bin Mtıhammcd hu ura bana dedi ki: «Seni ilme çok düşkün
görüyorum. Sana ilini kaynağını göstereyim mi?» Ben de: «Çok memnun edersin.»
deyince, bana şu tavsiyede bulundu : «Ab-durrahman'ın kızına git! Ondan feyz
al. Çünkü o kadın, Hz. Aİşc'nİn yanında yetişip ilim-irfan kaynağı oldu.» Bunun
üzerine ben ona gittim, gerçekten onu tükenmez bir derya olarak buldum.»
14) Ebu
Ca'fer bin Muhammed bin Ali bin el-Hüseyin :
El-Bakır diye tanınan
bu zat, Şia'nın imamiyye kolunun beşinci imamıdır. Babasından, Câbir'den, tbn
Ömer'den ve başkalarından hadîs rivayet etti. Devrindeki Hâşimîlenn
büyüğü idi. (Vefatı:
h. 114)
15)
Ebuz-Zinat Abdullah bin Zekvân :
Medine fikıhçısı
sayılan bu zat, Enes bin Maiik'den ve birçok tabiînden hadîs rivayet etti.
El-Leys bin SaM der ki: «Ben, onun etrafında fıkıh, şiir vesair İlim dallarında
çalışan üçyüz talebe gördüm. Bilâhare etrafındaki talebelerin onu yalnız
bırakarak re'y ehlinden olan Rebİa'nın etrafında toplandıklarını gördüm.» Ebu
Hanîfe de der ki: «Ben, Ebuz-Zinad ve Rcbîa'yı gördüm. Ebuz-Zinad'm fıkıh
ilmine vukufiyeti daha çoktu.» Süfyan da; Ebuz-Zinad'a «Hadîsde
"Emiru'l-Mü'minin"» derdi. (Vefatı: h. 131)
16) Yahya
bin Said el-Ensarî:
Enes bin Malikden ve
birçok tabiînden hadîs rivayet etti. Yahya el-Kattam, kendisinin Zührî'den daha
üstün olduğunu söyleyerek, Zührî'ye yer yer muhalefet ettiği halde, ona hiç
muhalefet etmemiştir. Ahmed bin Hanbcl de, kendisinin halk içerisinde çok
sağlam bir ilme sahip olduğunu söyler. Vehiyb de der ki: «Medine'den dönüyorum.
Orada karşılaştığım âlimlerin söylediklerinin bir kısmında hemfikir iken, bazı
hususlara itiraz ettim. Fakat, Yahya bin Said'in söylediklerinin hiç birisine
diyeceğim yoktur.» (Vefatı: h. 146)
17) Rabıa
bin Ebi Abdurrahman Ferruh :
Enes bin Malik'den ve
birçok tabiînden hadîs rivayet etti. Hadîste hafız, fıkıhta müetehid ve re'yde
keskin görüşlü İdi. Onun için kendisine «Rabîat-ür-re'y» denirdi. Yahya bin
Said: «Ben, Rabîa'dan daha zeki bir kimse görmedim. Savvar bin Abdullah
cl-Kadt, Rabîa'dan, re'y hususunda daha âlim bir kimseye rastlamadığını
söyleyince ben, el-Hasan ve İbn Sîrîn'den de üstün müdür? diye sorunca, evet
diye cevap verdiğini» söyler. İmam Malik ibn Enes'İn fıkıh ilmini aldığı yegâne
zat budur. (Vefatı: h. 136) [86]
1) Abdullah bin Abbas bin Abdiilmutlalib :
Hicretten iki yıl önce
doğdu. Fıkıh ve tefsirde âlim olması için Resûlüllah'ın özel duasına mazhar
oldu. İbn Mes'ud onun hakkında söyle der: «lbn-i Abbas Kur'ân-ı Kerim'in ne
güzel tercümanıdır. Eğer yaşımıza erişmiş olsaydı, ilmî kudreti dolayısıyla
huzurda hiç birimiz konuşamayacaktık.» Muammer de: İbn-i Abbas'm bütün ilmi,
Ömer, AH ve Ubey b. Ka'b hazretlerine dayanmaktadır.» der. Hadîs ilmine karşı
beslediği iştiyak ve saygıyı dile getirme babında kendisinin şöyle söylediği
rivayet olunur: «Ben, bir adamın, bir hadîs bildiğini işittiğim zaman gider onun
yolunda oturur, beklerdim. Evden çıkıncaya kadar ordan ayrılmazdım. Çıkınca da
ona sorardım. Halbuki isteseydim kapısına gider, görüşür ve istediğimi
sorabilirdim.» Mekke ehlinin tefsir ve fıkıh ilmi İbn-i Abbas'a dayanır.
(Taifte h. 68 de vefat etti.)
2) Mücahid
bin Cebr Mevlâ bent Mahzum :
Sa'd, Aişe, Ebu
Hüreyre ve îbn-i Abbas'dan hadîs rivayet etti. Bir süre İbn-i Abbas'ın dersine
devam ederek tefsir ilmini ondan aldı. İlim kaynaklarından birisiydi. Kendisi
der ki: «Ben, Kur'ân-i Kerim'in tamamını üç defa İbn-i Abbas'ın huzurunda
okudum. Her ayet başında durur, sebeb-i nüzulünü ve ahkâmını sorardım.» Katadc
de der ki : «Tefsir ilmini bitenlerden kalanların en büyük âlimi Mücahid'dir.»
Kemlisi: «İbn-i Ömer, benîm alımın dizginini tutardı.» demekle, ilmine
hürmeten, Ibn-i Ömer gibi şahsiyetlerin kendisine kıymet verdi-diğini ifade
etmiş olur. (Vefatı: h. 103)
3) İkrime
Mevlâ İbn Abbas:
İbn-i Abbas'dan,
Aişc'dcn, Ebu Hüreyre'den ve başkalarından hadîs rivayet etti. Fıkıh İlmini
İbn-i Abbas'dan aldı. Said b. Cübeyr'e: «Sen kendinden daha üstün bir âlimi
bilir misin?» diye sorulduğunda, «Evet, tkrime» diye cevab verdiği söylenir.
Şa'bî de : «Kur'ân-ı Kerim'i İkrime'den daha iyi bilen bir kimse kalmadı.»
der. Kendisinin, Havaric'in reyine meylettiği söylendiği için, imam Malik ve
Müslim b. el-Haccac, Ikrime yoluyla hadîs rivayet etmediler. (Vefatı: h. 107)
4) Ata bin
ebi Rabbah Mevlâ Kureyş:
Hz. Ömer'in halifeliği
zamanında doğdu. Aişe, Ebu Hüreyre, İbn-i Abbas ve başkalarından hadîs rivayet
etti. Hatib ve kuvvetli âlim idi. Ebu Hanife: «Ben Ata'dan üstün kimse
görmedim.» der. Evzaî de: «Ata halk içerisinde herkesin rızasını en çok
kazanan bir zat olarak vefat etti.» der. İsmail b. Umeyye de: «Ata pek
konuşmazdı. Konuştuğu zaman bizi mest ederdi.» der. İbn-i Abbas da: «Ey Mekke
ehli! yanınız Ja Ata gibi bir zat varken ne diye benim etrafımda
toplanıyorsunuz?» demekle onun değerinin büyüklüğünü ifade etmiştir.
5)
Ebuz-ZUbeyr Muhammed b. Müslim Mevlâ Hak'ım :
İbn-i Abbas'dan, İbn-i
Ömer'den, Said b. Cübeyr'den ve başkalarından hadîs rivayet etti. Yala b. Ata
der ki: aEbuz-Zübeyr bize hadîs naklederdi. Kendisi çok zeki ve hafızası çok
kuvvetli idi.» Ata da: «Biz, Cabir'in yanına gider ondan hadîs dinlerdik.
Yanından ayrıldığımız zaman dinlediğimiz hadîslerin müzakeresini yapardık.
Aramızda hadîsleri en iyi belleyen, Ebuz-Zübeyr idi.» der. (Vefatı: h. 27) [87]
1) AI karne
bin Kays En-Nahaî :
Irak fıkıhçısıdır.
Resûlüllah hayatla iken doğdu. Ömer, Osman, lbn-İ Mes'ud ve A1İ hazretlerinden hadîs
dinledi. Fıkıh ilmini İbn-i Mcs'ud'dan aldı. Onun en_ zeki talebesi idi. İbn-i
Mes'ud onun hakkında şöyle söyler: «Alkame benim okuduğum herşeyi okur ve
bildiğim herşeyi bilir.d Kabus b. Ebî Zabyan der ki: «Ben babama neden
sahabeleri bırakıp Alkanıe'ye gider, ondan fetva sorarsın? deyince, babam:
«Evlâdım ben birçok şahabının Alkame'ye giderek, ondan fetva istediklerine
şahit oldum,» diye cevap verdi. Zehchî de onun hakkında şöyle söyler: «O,
fıkıhçı idî. Had'sçi İdi. Çok güzel kıraati vardı. Hadîs rivayetinde titiz
idi, hayırsever, zühd ve takva sahibi idi. Durum ve davranışları itibariyle
ibn-i Mes'ud'a benzerdi.» (Vefatı: h. 62)
2) Mesruk
bin el-Ecda' El-Hemedam ;
Fıkıh
bayraktarlarından olan bu zat, Amr b. Ma'dikcrih'in yeğenidir. Ömer, Ali ve
İbn-i Mes'ud hazretlerinden hadîs aldı. Şa'bî: «Mesruk'tan daha çok ilme
meraklı ve istekli bir kimseyi bilmiyorum. Fetva hususunda Kadı Şüreyh'-den
daha bilgili İdi. O, Şüreyh'e danışmaya hiç htiyaç duymazken, Şüreyh bazı
meselelerde ona danışırdı.» der. (Vefatı: h. 63)
3) Übeyde
bin Amr ez-Selmarii El-Muradî:
Mekke fethi senesinde,
Yemen'de Müslüman olan bu zat, Ali ve îbn-i Mes'ud hazretlerinden hadîs aldı.
Şa'bî: «O, hüküm ve fetva bakımından Şüreyh seviyesinde idi.d der. İclî de:
«Ubeyde, Abdullah b. Mes'ud'un yanında okuyan ve halka fetva verenlerdendi.»
demiştir. (Vefatı: h. 92)
4) El-Esved
bin Yezid En-Nahaî:
Küfe âlimi idi. Alkame
b. Kays'ın yeğeni idi. Muaz, İbn-i Mes'ud ve diğerlerinden hadîs aldı.
(Vefatı: h. 95)
5) Şüreyh
bin et-Hâris et-Kindî: '
Hazreti Ömer, onu Küfe
kadılığına tayin etti. Ondan sonra da Hz. AH tekrar Küfe kadılığına atadı ve
Haccac b. Yusuf zamanına kadar kadılığına devam etti. Vefatından bir yıl önce
kadılıktan istifa etti. Kendisinden başka, 60 yıl aralıksız olarak kadılık eden
bir kimseyi bilmiyoruz. Kendisi, Ömer, Ali ve İbn-i Mes'ud hazretlerinden
hadîs-rivayet etmiştir. (Vefatı: h. 78)
6) İbrahim
bin Yezid En-Nahaî:
Irak fıkıhçısı idi.
Alkame, Mesruk, el-Esved ve diğerlerinden hadîs rivayet etti. Meşhur fıkıhçt
Hammad h. Ebi Seİcme'nin hocası idi. lhfü*lı âlimlerden idi. Şöhretten
kaçınır, umera meclislerinde pek oturmazdı. Abdiilmclik b. Ebî Süleyman diyor
ki: «Saİd b. Cübeyr; içimizde İbrahim En-Nahaî varken, niçin bana fetva
soruyorsunuz? diyerek ilmî kudretini ifade ettiğini duydum.» Kendisine bir
mesele sorulmadıkça, ilmî konularda konuşmazdı. (Vefatı: h. 95)
7) Said bin Ciibeyr Mevlâ Vali be ;
İbn-i Abbas ve İbn-i
Ömer ile başkalarından hadîs aldı. Kûfc halkı hacca gittiklerinde, İbn-i Abbas
hazretlerini ziyaretle, fıkhı meseleler sordukları zaman; «İçinizde Said b.
Cübeyr yok mu ki bana müracaat ediyorsunuz?» derdi. Yanında kimsenin gıybet
etmesine katiyyen meydan vermezdi. Meymun b. Mch-ram der ki : e Said b. Cübeyr
vefat etti ama yeryüzünde onun ilmine muhtaç olmayan hiç kimse yoktur.» Haccac,
İbnü'l-Eş'as olayında onu öldürdü. (Vefatı: h. 95)
8) Âmir bin
Şeraitti Eş-Şa'M:
Tabiîn allâmesi idi.
Hz. Ömer, hilâfeti zamanında h. 17. yılda doğdu. Çok hadîs bilen, kuvvetli
hadîsçi ve fıkıhçi idi. Çeşitli ilim dallarında geniş bilgisi vardı. AH, Ebu
Hüreyre, İbn-i Abbas, Aişe, İbn-i Ömer ve diğerlerinden hadîs rivayet etti. Ebu
Hanife'nin en büyük hocası idi. Küfe kadılığını yaptı. Mekhûl : «Ondan daha
bilgili; Ebu Hüseyin de : Ondan daha fıkıhçı kimse görmedim.» diye söylerler.
Ayrıca İbn-i Şîrîn, Ebu Bekr El-Hüzclî'ye, «Şa'bi'nin sohbetine devam et, zira
birçok sahabi varken fetva için kendisine müracaat edilirdi.» demiştir. İbn-i
Ebî Leylâ da: "Şa'bî hadîs ehli ve İbrahim kıyas ehli idiler. Bİr gün
Şa'bî, Resûlüllah'ın savaşlarını ve bunlarla ilgili hadîsleri, bir cemaate
anlatırken, oraya uğrayan lbn-İ Ömer: «Sen, o olaylarda bizzat bulunduğun için
bu konudaki hadisleri benden daha iyi bilir ve hatırlarsın dedi. Şa'bî'nİn de
şöyle söylediği rivayet olunur: «Selef-i Salihîn fazla hadîs rivayetinden
hoşlanmazlardı. Eğer fırsatlar elimden çıkmamış olsaydı, hayatım boyunca,
yalnız hadîs ehlinin ittifak ettikleri hadîsleri naklederdim.» İbn-i Avn da :
tFetva dışında kalan meseleler konuşulduğu zaman Şa'bî konuşmadan çekinir,
İbrahim ise açılır, konuşurdu.» demiştir. Ayrıca Şa'bî: "«Gerçekten biz
fıkihçılardan değiliz, ancak hadisleri duyduk, onları rivayet ederiz. Fıkıhçı o
adamdır ki, ilmiyle amildir.» derdi. Kendisi kıyastan hoşlanmazdı. (Vefatı: h. 104) [88]
1) Enes bin
Malik eUEnsarı :
Resûlülah'ın
hizmetçisi idi. Uzun zaman O'nun sohbetinde bulundu. Devamlı surette
Resûlüllah'ın yanında bulunduğu için çok hadîs rivayet etti. Hicretten vefata
kadar Resûlüllah'dan hiç ayrılmadı. Vefattan sonra da Ebu Bekr, Ömer, Osman ve
Ubeyy hazretlerinden hadîs aldı. Bir asır yaşadı ondan, yal-
nız Buharî 80, yalnız
Müslim 70 ve ikisi müştereken 128 hadîs naklettiler. (Vefatı : h. 93)
2)
Ebul-Âliye Raff bin Mihrân er-Riyaht;
Tcmim'in Riyah kabilesinden
bir kadının mevlâsı idi. Ömer, tbn-i Mes'ud, Ali ve Aişe Hazretlerinden hadîs
rivayet etti. Kendisinin şöyle söylediği rivayet olunur: «İbn-i Abbas
Hazretleri bana çok iltifat eder, değer verirdi. Alim olmayan yakınlarına
böyle bir kıymet vermezdi. Ve «İlim insanın şerefini bu şekilde yüceltir,
Padişahları tahtlara çikarırp derdi.ı (Vefatı: h. 90)
3) El-Hasan
bin Ebİ'l-Hasan Yesar Mevlâ Zeyd bin
Sabit:
Medine'de
doğdu. Hz. Osman
devrinde, kiiçük yaşta
Kur'ân'ı hıfzetti.
Sonra, erginlik çağına
erince savaşlara, ilim tahsiline ve hayrat yapmaya devam etti. Tanınmış
kahramanlardan idî. Birçok sahâbîden hadîs rivayet etti. İbn-i Sâ'd, onun
hakkında der ki: o O, yüce bir âlim, hadîsde güvenilir bir kaynak, zühd-ü
takva, geniş kültür sahibi, hitabeti kuvvetli, hakkı söylemekten çekinmez ve
Allah yolunda hiç kimsenin kınamasından çekinmeyen bir zat İdi.» der. (Vefatı:
h. 110)
4)
Ebu'ş-Sasâ Câbir bin Zeyd:
İbn-i Abbas'ın
refakatmda bulunduğundan, ondan çok feyiz aldı. îbn-i Ab-has'iıı kendisi
hakkında şöyle söylediği rivayet olunur : «Eğer Basra halkı Câbir bin Zeyd'in
sözlerine kulak vererek gereği kadar ondan istifade etmeye çalışmış olsalardı,
Kur'ân'da bulunan ilimlerle onları teçhiz ederdi.» Başka bir zaman da tbn~i
Abbas'a soru soran Basralılara hitaben: «İçinizde Câbir bin Zeyd varken neden
bana soru soruyorsunuz? demiştir. Amr İbn-i Dinar'ın da: «Ben, Câbir bin
Zeyd'den fetva hususunda daha âlim bir kimse görmedim.» dediği rivayet
olunmuştur. İbn-i Ömer de kendisi ile tavafda karşılaşınca ona : a Ey Câbir!
sen, gerçekten Basra fıkıhçılarmdan ve fetva sorulan âlimlerdensin, Sakın
Kur'ân-i Kerim ve doğruluğu sabit olan sünnetden başka bir şeyle fetva verme.
Eğer böyle davranmazsan helak olursun ve halkı helak edersin.» demiştir. (Vefatı:
h. 93) '
5) Muhammed
bin Sîrin Mevlâ Enes bin Mâlik:
Hz. Osman'ın
şahadetinden iki sene önce doğdu. Mevlâsı Enes, Ebu Hü-reyre, İbn-i Abbas,
İbn-i Ömer gibi ashâbdan hadîs rivayet etti. Köklü ilme sahip, önder bir
fıkıhçı, hadîs rivayetinde sağlam bir kaynak durumunda olduğu gibi, rüya
tâbirinde çok isabetli yorum yapan ve takvada sİvrilmiş bir zat idi. cl-lclî
de: «Ben, İbn-i Şîrîn kadar, fıkıhda takva sahibi ve takvada fıkiha bağlı bir
kimse görmedim.» der. El-Hasan'dan yüz gün sonra hicrî 110 da vefat etti.
6) Katâde
bin Diâme ed-Devsi:
, Sâid bin el-Müseyyeb
ve başkalarından hadîs rivayet etti.
Hafızası kuvvetli bir â'ma idi. İbn-i Şîrîn, onun hafızasının herkesten
kuvvetli olduğunu
söyler. Kendisi de;
hakkında bir şey duymadığım Kur'ân âyeti yoktur.» demiştir. Yâni inen her
âyetin hükmü, sebeb-i nüzulü ve özelliklen hakkında sünnet bilgisi vardı. Ahmcd
bin Hanbel; Katâde, tefsir ve âlimler arasında bulunan ilmî ihtilâfları ve
görüş ayrılıklarını en iyi bilen olduğunu söyledikten sonra; hafızasının
kuvvetini ve fıkıhçılığım anlatıp onu çok övmüştür. Katâde de : «Ben, kendi
re'yimle yirmi yıldan beri fetva vermiş değilim.d demiştir. Kuvvetli hafızası
ile birlikte Arapça ilimlerde, lügatta ve tarih ilminde bir merci' idi.
(Vefatı: h. 118) [89]
1)
Abdurrahman bin Ganim el-Eş'arî:
Ömer, Muâz
hazretlerinden ve başkalarından hadîs rivayet etti. Halka fıkıh ilmini
öğretmek üzere Halife* Hz. Ömer tarafından Suriye'ye gönderildi. Su-riye'deki
Tabiînin fıkıh ilmi genellikle ona dayanmaktadır. Dürüst, faziletli ve çok
değerli bir zat idi. (Vefatı: h. 78)
2) Ebu tdris
el-Hulâıû Âizullah bin Abdullah:
İlmiyle âmil olan bu
zat, Muâz bin Cebel ve birçok sahabîden ilim aldı. Şam vaiz ve kadısı idi.
Zuhrî, onun Suriye fıkıhçılarından olduğunu söyler. (Vefatı : h. 80)
3) Kubeyse
bin Züeyb :
Halife Abdülmelîk'in
mühür işlerine bakardı. Ebu Bekr, Ömer hazretlerinden ve başkalarından hadîs
rivayet etmiştir. Zührî; onun, bu ümmetin ulemâsından olduğunu söyler. Mekhûl
de, ondan daha âlim bir kimse görmediğini ifade eder. Ayrıca Şa'bî; «Zeyd bin
Sâbit'in verdiği hükümleri en iyi bilen Kubeyse'dir.» derdi. (Vefatı: h. 86)
4) Mekhûl
bin Ebı Müslim :
Huzeyl kabilesinden
bir kadının mevlâsı idi. Aslen Kabinidir. Küçük sa-hâbîler (yalnız çocukluk
devrinde Peygamberle buluşabiien) den hadîs rivayet etmiştir. Büyük
sahâbîlerden de Tedlis (görmediği râvîden naklen rivayet ettiği hadîsi rivayet
ederken, kendisiyle o râvî arasında vasıta olan zatın ismini zikretmeden hadîs
rivayet etmek) yoluyle hadîs rivayet etmiştir, ilim talebi uğrunda diyar diyar
gezerek, bu geziler sayesinde ilimden büyük bir nasip almıştır. Zührî: «Üç
büyük âlim vardır. Bunlardan birisi Mekhûl'dür.» derken, Ebu Hâkem de:
«Suriye'de Mekhûl'den daha bilgili bir fıkıhçı tanımıyorum.» der. (Vefatı: h.
113)
5) Recâ bin
Hayat ei-Kindı :
Suriye halkının üstadı
ve büyük devlet adamıdır. Muaviye, Abdullah bin Ömer, Câbir hazretleri ve başka
zatlardan hadîs rivayet etti. Matar el-Verrâk : «Ben, ondan daha âlim, Suriyeli
bir fıkıhçı tanımıyorum.» der. Mekhûl de:
«Recâ'. Şam halkının
efendisidir.» der. lbn-İ Sa'd da:
«Recâ', Fazıl, emîn ve çok ilme sahiptir.» demiştir. (Vefatı:h. 112)
6) Ömer bin
Abdiihziz bin Mervan :
Emevîlerin 8.
halifesidir. Medine'de doğdu ve Mısır'da büüydü. Ashâb'dan, yalnız Enes bin
Malik'dcn ve birçok tabiînden hadîs rivayet etti. Halife olmakla beraber,
müetehid bir fikihçi, şanı yüce bir hadîsçi, binlerce sahih hadîsleri bilmekle
Hafız ve Hüccet unvanına sahip, takva ve tevekkülü ile tanınmış bir zat idi.
Adalelinde Hz. Ömer'e, zühdünde Hasan-i Basri'ye ve ilminde Zührî'ye benzerdi.
Mücahîd : «Biz ondan ilim öğrenmek için yanına gittik ve arzuladığımız ilmi
almadan ayrılmadık.» der. (Vefatı: h. 101) [90]
1) Abdullah
bin Amr bin el-As :
Peygamber zamanından
beri çok oruç tutar, gece namazlarına devam eder, Kur'ân'ı bol bol okurdu.
Peygamberden birçok ilimleri öğrenmeye ziyadesiyle meraklı idi. Ebu llürcyrc,
onun ilminin çokluğunu itiraf]» : «Gerçekle o. Peygamberden öğrendiğini
yazardı, fakat ben yazmazdım.» der. Çok hayırlı bir zat idi. Ashab arasında
çıkan ihtilâfa babasının katılmasından hoşlanmazdı. Diğer taraftan kendisinin,
bu nizalarda babasına iştirak etmediğinden dolayı, ona karşı gelmek vebalinden
endişe duyardı. Sıffîn olayında bulunmakla beraber kılıcını çekmedi.
Hıristiyan ve Yahudilere ait kitapları bulup incelemiş ve onlarda şaşılacak pek
çok şey görmüştür. Mısırlılar kendisinden geniş çapta ilim aldılar. Mısır'da h.
65 de vefat etti.
2) Ebul-Hayr
Mersed bin Abdullah el-Yez.enî:
Mısır ehlinin
müftîsidir. Ebu Eyyub el-Ensarî, Ebu Basra el- Gıfarî ve Ukbe bin Amir
el-Cehnî'den hadis rivayet etmiştir. Fıkıh ilmini, genellikle Uk-bc ile
Abdullah bin Ömer'den almıştır. İbn-i Yunus : «O, zamanın Mısır halkının
müftüsü idi.» derdi. (Vefatı: h. 90)
3) Yezid bin
Ebı Habib Mevlâ el-Ezd:
Bazı sahabîlerden ve
birçok tabiînden hadîs rivayet etmiştir. Ebu Saîd bin Yunus: «O, Mısır halkının
müflisi idi. Çok halim ve zeki idi. İlmî mes'eleleri, helal ve haramı ve ilim
dallarını Mısır'da ilk yayan kendisiydi. Ondan önce, sözde ilimle iştigal
edenler, savaşlardan, ashab arasında vuku bulan olaylardan ve ibadetlere teşvik
konularından bahsederlerdi. İlmî çalışmaları bu konulara ilişkin gayretlerden
ibaretti.» demiştir. El-Leys bin Sa'd da: «Yezid, âlimimiz ve büyüğümüz idi.»
demekle onun kadrini ifade etmiştir. Halife Ömer bin Ab-dülaziz'in Mısır'da
fetva için mercî kıldığı üç zattan birisinin Yezid olduğu söylenir. Aslen
Sudan'lıdır. Mısır'da yetişmiştir. Seçilen halifeye biat edildiği zaman önce
bîat etmesi aranan iki zat, Ubeydullah bin Ebî Cafer ile Yezid bin
I!bi Habib idi. Ebu
Lemîa diyor ki : «Bir ara Yezid hastalandı. Mısır genci valisi el-Havsere bin
Süheyl onu ziyaret ettiğinde; ey Hba Recâ (Yezid)! üzerinde pire kanı bulunan
elbise ile namaz kılma hususunda ne dersin? deyince, Yezid ona sırt çevirdi ve
cevap vermedi. Biraz sonra vali ondan müsaade isteyerek kalkınca Yczid ona
bakarak : o Sen her gün masum insanları öldürürsün ve bana pire kanı hakkında
fetva sorarsın.» dedi. Saîd bin Afîr de şöyle söyler ; o Halife Abdülazizin
oğlu Zebban, bir gün, ilmî bir takım mes'eleleri sormak ü/cre Yezid'i yanına
çağırttı. Yezid çağırmaya gelen adamla halifenin oğluna gönderdiği cevap şu
idi: «Ben sana gelmem, sen bana gel. Çünkü senin bana gelmen, senin için bir
ziynet ve şereftir. Benim sana gelmem ise benim için zillet ve lekedir.»
(Vefatı: h. 128) [91]
1) Tavus bin
Keysan el-Cündî:
Zcyd bin Sabit, Aişe,
Ebu Hüreyre ve diğerlerinden hadîs dinledi. İlim ve amlede bir baş İdi. Amr bin
Dinar: «Ben Tâvus'un eşini görmedim,» Kays bin Sâid de: s Tavus, İçimizde Basra
halkı arasında bulunan Ibn-i Sirîn'in eşi İdi.» Zehebî de: «Tavus, Yemenlilerin
büyük ilim adamı, fikıhcısı ve feyiz kaynağı idi, Onun yüce kadrini
bilirlerdi.» derler. Hacca defalarca gitti. Bir seferinde Mekke'de vefat etti.
(h. 106)
2) Veheb bin
Miinebbeh es-Sanâni :
Yemenlilerin âîimt
idi. îbn-i Ömer, İbn-İ Abbas, Câbir ve diğerlerinden hadîs rivayet etti.
Dinlere, Özellikle Ehli Kitaba ait geniş araştırmaları ve derin incelemeleri
dolayısıyle malûmatı çok idi. İdî; onun hüküm ve fetva hususunda itimada şayan
tabiîlerin bilginlerinden idi.» der.
(Vefatı: h. 114)
3) Yahya bin
Ebi Kesir Mevlâ Tayy:
Enes bin Malik ve
birçok tabiîden hadis rivayet etti. Şu'be : «O, hadîs sahasında Zührî'den
üstündür.» der. Ahmed de: «Zührî, Yahya'ya muhalefet ettiği zaman, makbul söz
Yahya'nındır.» demiştir. (Vefalı: h. 129)
Yemenlilerin âlimi
idi. Ibn-i Ömer, Ibn-i Abbas, Câbir ve diğerlerinden hamı ve Resûlüllahdan
hadîs rivayet eden âlimlerin ileri gelenleridir. Bu devirde geniş halk
kitlelerinin muayyen bir fıkıh alimine intisab İle onun rivayet veya re'yine
göre amel ettiği bahis konusu değildi. Bu müftîler, muhtelif şehirlerde fıkıh
ve hadîs rİvayetİyle tanınmışlardı. Fetva sormak isteyen kişi onlardan
dilediğine müracaatla mes'elelerini sorar, fetvasını alırdı. Başka zaman zuhur
eden diğer bir mes'ele için icabında başka bir müftîye gider ondan fetva
alırdı. Böylece aynı şahıs, değşik zamanlarda, ayrı ayrı fıkthçılara baş vururdu.
Kadılar ise görevli oldukları şehirlerde Kitap veya sünnetten anladıkları
hükümlere göre karar verirlerdi. Bu iki kaynakta ilgili hükmü açıkça bulamadıkları
zaman kıyas yoluyle durum kendilerince aydınlığa kavuştuğu takdirde
re'y ile hükmederlerdi.
Gerektiğinde, şehirde bulunan meşhur fıkıhçılara baş vururlardı: Buna rağmen
verecekleri, hüküm konusunda tatmin olmadıkları meseleler hususundu halifeye
konuyu iletirlerdi. Ömer bin Abdülaziz devrinde, şer'î nıcs'elelcrin, kadıları
tarafından halifeye intikali
çok olmuştur.
Bu devirde,
tarihçilerin Havariç (Haricîler) dedikleri bir fırka çıkmıştır. Btıtuın
nüvesini halife Hz. Osman'a karşı ayaklananlar teşkil eder. İsyancılar
halifenin idareciliğinin yetersizliğini ve bazı tasarruflarının yersizliğini
iddia ederek, önce isyan etmeyi sonra onu öldürmeyi mubah telakki ettiler.
Aynı gurup Hz. Osman'ın şehadetinden sonra Hz. Ali'ye biat edince; Hz. AH ve
Hz. Mu-aviye ile taraftarları arasındaki gerginlik şiddetlendi ve nihayet islâm
âleminin belkemiğini teşkil eden iki tarafın Sıffîn'de savaşmasına yol açtı.
Hz. Muaviye ve taraftarları «Hakem» vasıtasıyle mevcut ihtilâfın bertaraf
edilmesini teklif edince Haricîler fırkası önce buna rıza gösterdiler, sonra
hakemlik meselesinin aleyhinde bulunarak bunun küfür okluğunu, zira Allah'dan
başka hakem yoktur; demeye başladılar. Bu söz Haricîlerin şiarı oldu.
Haricîler fırkası ile
Hz. AIİ ve taraftarları arasında da bir sürü müessif olaylar cereyan ederek
binlerce kişinin ölümüne yol açan harpler oldu. Bu harpler dolayısıyle Hz. Ali
taraftarları bir hayli sarsıldıkları İçin Hz. Muaviye la-raftarlarma karşı
zayıf duruma cYû^t'û. Netice itibariyle de bilindiği gibi Haricîlerden
Abdurrahmım İbn-i Mülcem eliyle Hz. Ali şehîd oldu. O tarihten itibaren islâm
âleminde Hariciler denilen ve bir takım özel görüşleri ve inanışları bulunan
bir fırka teşekkül etmiş oldu. Bunlar, aşağıda yazılı âyetten mülhem olarak
Sürat (fedailer) unvanını aldılar.
(314)
«İnsanlardan öyle kimseler de vardır ki Allah'ın rızasını isteyerek nefsini
satın alır. Allah kullarına çok merhametlidir.» (Bakara : 207)
Haricîlerin hepsi Ebu
Bekir ve Ömer hazretlerinin halifeliklerini kabul etmekle beraber sözde Hz.
Osman'dan haksız icraatı, Hz. Ali'den de hakemlik mes'elesine rıza göstermesi
ve Hz. Muaviye'den de halkın rızası dışında, kuvvet zoruyle onların başına
geçmesi nedeniyle nefret ederlerdi. Hilâfet mes'elesi hakkındaki görüşleri de
şu idi:
«Hilâfet ümmete
bırakılan bir mes'eledir. Arzu edilen sülâleden halife seçilir, halifelik
Kureyş sülâlesine mahsus değildir. Kur'ân ve sünnetüe tesbit edilmiş olan
sınırlar çerçevesi İçinde halifeye itaat etme yükümlülüğü vardır. Bu sınırlara
muhalefet eden halifeye karsı ayaklanmak dînen vaciptir. Halife dînî hükümlere
karşı bir harekette bulununca, fâsık olur. Fâsik olan kimse kâfirdir. Kâfire
ise itaat edilmez.» Onlar bu görüşlerinde bazı âyetlerin zahirine bakarlar.
Kendileri Osman, Ali ve Muaviye hazretlerinden nefret etmeyen kimseleri islâm
dininin dışında kabul ederler. Bu durumda onlara göre; ümmetin cumhuru,
İslam'ın dışına çıkmıştır. Cumhurla savaşmak ve onları Öldürmek mubahtır.
Cumhurun halifelerine karşı onları ayaklandıran bir takım ileri gelenleri ve
elebaşıları vardı. Bu tutumları yüzünden dinî mes'elelerde güç ve çetin bir takım
re'yleri vardı. Kur'ân'ın zahiri İle amel ederlerdi, Sünnetden ise, yalnız kendilerinin
bağlı oldukları kimselerin rivayet ettiği kısmı kabul ederlerdi. Diğerlerini
kabul etmezlerdi. Onlar genellikle Ebu Bekir ve Ömer hazretlerinin devirlerine
ait olduğu bilinen hadîslere ilimad ederlerdi. Aralarında gerçekten büyük
âlimler ve müftîler çıkmıştır. Dinî mes'elelerde bu âlimlere müracaat ederlerdi.
Fakal gerek Haricîlerin ve gerekse başlarındaki âlimlerin Cumhûr'a karşı tutum
ve davranışlarıyle yukarıda işaret edilen görüşleri yüzünden, Cıımhûr'un
nefretini kazanmışlardır. O görüşte olanların hiç birisinin hadis rivayetine ve
fetvâ vermesine iltifat edilmezdi. Cumhur, Haricîlerden hadîs rivayet etmezdi.
Bu nedenledir ki, bazı hadîs imamları Ikrime'nin lbn-i Abbas'dan rivayet elliği
hadîsleri almamışlardır. Meselâ; Mâlik bin Encs ve Müslim bin cl-Haccac,
Ik-rime vasıtasıyle rivayet edilen hadisleri nazara almamışlardır. Çünkü,
Haricilerin görüşünü benimsemekle itham edilmişti. Keza, Haricîlerin şâir ve
fıkıhçılanndan olan İmrâıv binhir itâm'ın rivayeti, aynı nedenle zayıf telakki
edilmiştir.
O devirde Şî'â fırkası
da doğdu. Bu fırkanın görüşüne göre hilâfet Hz. Ali'nin hakkıdır, Resûlüllah'ın
vasıyyetiyle hak etmiştir. Bunun İçin Hz. Ali'ye «Vasıyys Unvanını
vermişlerdi. Onlara göre; Hz. Ali'den sonra hilâfet onun çocuklarının hakkıdır.
Onlardan bu hakkı alanlar zâlimdir. Bu görüş bir kısım Şiî'leri, Hz. Ebu Bekr
ve Hz. Ömer aleyhine sürükledi. Şi"â fırkası, ittifakla Hz. Hasan'ı ve
ondan sonra da Hz. Hüseyin'i imam tanımışlardır. Hz. Hüseyin'in şehadetinden
sonra iki fırkaya ayrıldılar. Bunlardan Keysâniye ismiyle meşhur olan fırka Hz.
Hüseyin'den sonra Muhanımed bin el-Hancfiyye'yİ, Hz. Ali'nin en büyük oğlu
olması hasebiyle İmanı kabul etmişlerdir. Emevîlcre ve Abdullah bin Zübeyr'e
karşı ayaklanan Muhtar lbn-i Ebî Ubeyd es-Sakafi, bu İmam uğrunda ayaklandığını
ve genel halife olmasını gerçekleştirmeye çalıştığını ileri sürmüştür. Aslında
bu ayaklanma dinî değildi. Yukarıda bclirltiği-miz gibi, Haricilerin
ayaklanması dine dayalı idi. Muhtar'm ise dünyevî olduğundan dolayı hedefe
ulaşmak için yalan söylemekte bir beis görmezlerdi. Kcy-•sâ-.ıler Muhammed bin
El-Hanefiyye'yi beklenen Mehdi»
olarak tanırlardı.
Şia'nın diğer bir
fırkası da hilâfeti yalnız Hz. Ali'nin Hz. Fatıma'dan doğan. evlâdına inhisar
ettirirlerdi. Doîayısıyle Hz. Hüseyin'den sonra oğlu Ali Zeynel Abidîn'i halife
olarak kabul ederlerdi. Zeynel Abidîn bu devrin fıkıh-çılarından birisidir.
Vefat ettiği zaman el-Bâkır diye tanınan Muhammed ve Zeyd isminde iki oğlu
vardı. Bu fırka, kardeşlerden el-Bûkır'ı İmam seçtiler. EI-Bâkır'tn vefatından
sonra bu fırka da ikiye ayrıldı. Bir kısmı el-Bâkır'ın kardeşi Zeyd'İ halife
seçtiler ki bunlara Zeydiye denilir. Diğer bir kısmı el-Bâkır'm
evlâdına imametin
intikal ettiğini söyleyerek,
el-Bâkir'ın ogiu Ca'fer-İ
Sadık'ı seçtiler. (Bunlara da Râfiz.î denir.)
Zeydilerin, İmamet
konusunda özel görüşleri vardır. Çünkü kendileri Hz.' Bbu Bekir ve Hz. Ömer'in
adaletle halifelik yaptıklarına inanarak saygılarını ifade ederlerdi. İmamlığın
H/. Fatıma'dan doğma Hz. Ali'nin erkek nesline ait olduğunu söylemekle beraber,
bunun vasiyetle tayin ve teshiline karşı olduklarını ve bu işin liyâkat
esasına dayandığı görüşünde idiler. Ca'feriyye fırkası ise bu işin vasiyyet esasına bağlı olduğu
görüşünü savunuyorlardı.
Zeydiyye fırkasının
görüşüne göre Hz. Ali'nin sülâlesinden imamet evsafına haiz herhangi bir
erkeğin hilâfet İddiasiyle halka çağrıda bulunması halinde, ona tâbi olmak ve
yardımına koşmak dinî bir vecibedir. Bu görüşten hareket eden Zeydiyye
fırkası, Hisâm bin AbdÜ'l-Mclİk zamanında ayaklanan Zeynel Abidin oğlu Ali'nin
etrafında toplandı. Zeyd vefat edince bu kerre Zeyd oğlu Yahya ile ihtilâl
teşebbüsünde bulundular. Yahya'dan sonra da cn-Nefs cz-Zckiyye ünvamyle meşhur
olan Muhammed cl-Mehdî bin Abdullah -bin cl-Hasan el-Müsenna bin cl-llastm hin
Ali İle Abbasi devletinin kuruluş günlerine yakın zamanlarda ayaklandılar.
Bu devinle Şia'nın
leşkİl ettiği üç fırka-"doğdu. Bunları; «el-K.eysnüiy\T», • el-tmamiyye
Ez-Zcydiyye» ve «el-lmamiyyş el-Cûfcriyye«dir. Her gurup ilmini ve dinini
bağlı bulunduğu imamlardan ve o guruba dahil ilim adamlarımdan alırdı. İmamlar
hakkında kısmen îtrota^ kaçan jî^ğişik itikatları vardı. Yine bir kısmının Hz. Ali
ve Fhl-i Bcyt'e bnğîilık hususimi ta ifrat ve taassuba kaçmaları, uydurma
olduğu Cumhûr'un âlimleri tarafından kesinlikle bilinen birçok hadîsleri
rivayet etmeye onları sürükledi. Asılsız hadîslerin Şiâ tarafından rivayeti
unmmîlcştiğinden dolayı aşırı olsun olmasın Şia'ya mensub veya görüşlerini
normal telakki edilen kimselerin rivayet ettiği hadîsleri kabul cime hususunda
Cumhur tereddüt etmiştir. Kezâ Haricîlerden müfritlerin rivayet ettikleri
hadislerde de tereddüt etmişlerdir. Cumhur bu iki fırka mensublarının rivayet
ettiği hadisleri tetkik ve tahkik etmeden ve bunların dışında kalan zatlardan
rivayet edilmedikçe sıhhatine pek hüküm vermemişlerdir. [92]
Bu devirdeki teşri,
hicrî ikinci asrın başından, dördüncü asrın ortalarına kadardır.
Bu devir sünnet ve
fıkhın tedvini ile Cumhurun takdir ettiği büyük imamların ve müclehİdlerin
çıktığı devirdir, [93]
Bu devrin baslarında
hilâfeti Emevîlerden alıp Abbasîlere vermek için kurulmuş gizli cemiyet,
hedefine ulaşmıştır. Bu cemiyet, hilâfeti hangi şahsa vermek islediğini gizli
tutmak gayesiyle halife adayının, Resûlüllah'ın âlinden (Hâ-şimîlerden) er-Riza
İsminde bir şahıs olduğunu söylerdi. Bu meçhul şahts namına yapılan çalışmalar
neticesinde hilâfet, Hz. Abbas sülâlesinden Seffah İâ-kabiylc tanınan
Ebü'I-Abbas bin Muhammed bin AH bin Abdullah bin Abbas'a intikal ettirildi.
Hilâfet Emcvİİerden Abbasîlere intikal etlikten sonra gerçekten, tarihte
benzeri az görülebilen baskı ve şiddet hareketleri, Emevîler hakkında, yeni
devlet adamları tarafından reva görüldü. Bu baskılar neticesinde Emevîle-rin
ileri gelenlerinden birisi Endülüs'e gitme İmkânını bularak bu yerde bağımsız
bir devlet kurmuştur. Böylece İslâm devleti ve ülkesi ilk olarak fiilen ikiye
bölünmüş olduğu söylenebilir.
Hilâfetin Hz. Abbas'm
sülâlesine geçişi muvacehesinde, amcazadeleri olan Hz. Ali'nin evlâdı
kendilerini hilâfete daha müstahak gördükleri için vaziyetten pek hoşnud
kalmadılar. Bilhassa Şiâ fırkası bu duruma seyirci kalmama azmi içine girince,
hilâfeti Abbasilerden almak için ayaklanmaya giriştiler. Alevîler büyük
gayretler içerisine girmekle bir hayli ilerlediler. Ancak bir takını yanlış
hareketler ve kötü tesadüfler neticesinde Şia'nın halife namzedi durumunda
sayılan el-Mansur bin Mehdî'nin, Medine'de ve kardeşi İbrahim bin Mchdi'nin
Basra ile Küfe arasında öldürülmeleri neticesinde bu hareket neticesiz kaldı.
Diğer taraftan Mekke
dolaylarında cereyan eden bîr çarpışmada Musa el-Hâdî bin Muhammed el-Mchdî bin
Ebî Cafer'in öldürülmesi ile Şiâ fırkası ikinci bir yenilgiye uğradı. Ancak
bundan kurtulan İdris bin Abdullah uzak batıya giderek Bcrberiîcr arasında
halifeliğini ilfm etti. Bu şekilde Abbasî hilâfetinden ikinci bir hilâfet daha
kopmuş oldu. Buna da «el-Hilâfet cl-Idrisîye» denilir.
Kardeşi Yalna bin
Abdullah da doyu mıntıkasına giderek Deylem dolaylarında etrafında geniş bir
kitle topladı. O da orada bağımsız bir devlet kuracaktı. Şartlar müsait idi.
Fakat Abbasî halifesi Harun er-Reşîd, siyasî dehâsını kullanarak el-Fa/t bin
Yahya bin Halİd bin Bermek vasitasıyle onu hilafet davasından vazgeçirmeyi
başardı. Ona güven verdi ve birtakım vaadlerde bulundu. Bilâhare vaadini
yerine getirmedi.
Harun cr-Reşid,
balı,la Idrisiyclilerin hareketlerini durdurucu set mahiyetinde bir emirliğe
şiddetle ihtiyaç duyduğundan, kendi eliyle Afrika'da Benî Ağlcb devletinin
temelini kurdurdu. Sonra onun oğlu el-Me'mun da Horasan'da Tahiriye emirliğini
ve Ycmen'de Zeyadiye emirliğini kendi eliyle te'sis ettirdi. Bu emirlikleri
kurmakdan gaye, muhtelif ülkelerdeki Şiâ fırkasının isyanlarını te'sirsiz hale
getirmek idi.
îmamiyye olan Şiâ ise
ittifakla Muhammed oğlu Cafer'i Sadik'ın halife olduğunu söylerdi. Bu zat Şiâ
imamlarının altıncısıdır. Ona bağlı olanlar çok olduğu halde halifelik
istemedi. Vefalından sonra onun tabileri iki fırkaya ayrıldılar. Bir fırka,
oğlu Musa Kâ/ım'a ve onun evlâdına imametin İntikal elliğine inanırlardı.
Muscviyye denilen bu fırka on iki İmamı kabul ettiği için onlara «tmamiyyc-i
îsnfı Aşcrİyyc» denilir. On iki İmam şunlardır: Ali, Hasan, Hüseyin,
Zcynelabidîn bin Hüseyin, Muhammed Bakır bin Zeynelbaidîn, Câ-fer-i Sadık bin
Muhammed Bakır, Musa Kâzım bin Cafer, AH Rıza bin Musa Kâzım, Cevad Muhammed
Tâki bin Ali Rıza, Ali Nakî bin Muhammed Tâki, Hasan Askerî bin Nâkî ve
Muhammed Mehdî bin Hasen-i Askerî hazretleridir. Allah cümlesinden razî olsun.
Îmamiyye olan Şia'nın
İtikadına göre 12. İmam olan Ebul Kasım Muhammed Mehdî, babasının vefalından
sonra h. 260 da gizlenmiş olup. son zamanlarda zuhur edecek, yeryüzü zulümle
dolmuş olduğu gibi, kendisi tarafından adaletle doldurulacaktır. Onlar,
şimdiye kadar onun gelişini intizar edegelmişlerdir.
Câfer-i Sadık'ın
etbaından olup, vefatından sonra teşekkül eden ikinci fırka İse, onun oğlu
İsmail'i İmamete liyakatli gördüğünden dolayı bu fırkaya «ts-mailiyye» denilir.
Bu fırka, birinci fırkadan farklı olarak hilâfeti elde etmek için
çalışmışlardır. Ünce, dâvalarına gizli yolla başladılar. Karşılarında bulunanları
dahi kendilerine çekici bir takım nıetodlarla faaliyetlerini sürdürdüler. Dâvalarım
çevrelerine iyice benimsetip müsait bir ortamı hazırladıktan sonra, imamları
Ubcydullah el-Mehdi, Afrika ülkesinde ortaya atıldı ve kurulan Fatımî
devletinin başına geçti. Afrika'nın geniş bir muhitini istilâ ederek,
Kahi-re'yi merkez edinen kuvvetli bir devleti
te'sis etmiş oldu.
Abbasî devleti, Arap
ve Iran halkına dayanıyordu. Abbasî devletinin kuruluşunda îran halkının rolü
büyük idi. Abbasî halifeleri bu iki milletten iyice istifade etmesini
biliyorlardı. Araplardan bir hareket gördükleri zaman İranlılarla
bastırırlardı. İranlılardan bir durum belirince Araplar vasttasiyle
problemlerini hallederlerdi. Harun'ür-Rcşîd oğlu Me'mım'un eğitim ve öğretimi
tamamen Farsçaya dayanırdı. Kardeşi Muhammed L'nıin'in harekelini de İranlıların
eliyle önlemişli. Bu iki nedenle kendisi Arap milletini bırakıp iranlılara
dayanmayı daha uygun buluyordu. Kardeşi el-Mu'tasım halife olunc^, bu iki
milleti bırakıp Türklere dayanmayı ve mcs'clclcrini Türkler marifetiyle
halletmeyi tercih etti. Onun devrinden itibaren Abbasî devletinin hakimiyyeli
Türklerin eline geçti denilebilir. El-Mu'tasım'ın oğlu el-Mütevekkil halife
olduğunda babasının prensibine ters düşen bir siyasetle Türkleri mühim
noktalardan uzaklaştırmayı istedi ise de durumu sezen Türkler, halifenin oğlu
el-Muntasır ile ittifak kurarak el-Mütevekkili saf dışı ettiler. Bu olaydan
sonra bütün halifelerin hakimiyeti Türklerin eline geçmiş, halifeler Türklere
boyun eğmiş oldular. Halifeyi seçmek veya görevden uzaklaştırma yetkisi hemen
hemen Türklerin elindeydi denilebilir.
Abbasî devletini
teşkil eden Türk, Arap ve Acem ırkına mensup halk arasında gerekli birlik,
beraberlik ve dayanışma arzulandığı gibi uzun zaman devamını koruyamadığından
doğuda; Maverâünnchir'de Saman oğulları devleti ve İran'da Saffâriye devleti
gibi birçok emirlikler kuruldu. Diğer taraftan Büveyh-oğullan,
bağımsızlıklarını ilân ederek te'sis etlikleri devlet, kısa zamanda kuvvetlendi
ve nihayet Abbasî devletinin merkezi olan Bağdat'ı bile istila ettiler. Artık,
Irak'ta bile hakimiyet Büveyh oğullarının idi. Abbasî devletinin sadece bir
ismi kalmıştı. Cidden büyük bir mirası Emevîlerden h. 132 de devren alan Abbasî
devletinin durumunu kısaca belirtmiş olduk. Bu devlet, h. 330 tarihlerinde
hakimiyetini ve gücünü yitirmiş Arap hakimiyeti; Türk, Acem, Deylem ve
Berberîler arasında dağılmış, Abbasîlerde hilâfetin sadece ismi kalmıştı. Esasen,
el-Mu*tasim devrinde orSu kademelerinde hemen hemen tek Arap kalmamıştı.[94]
Ebu Cafer el-Mansur
halife olunca, lslâmİ şehirlerine merkez olmak üzere, Bağdat şehrini te'sis
etti. Teşkilinde büyük titizlik gösterdiğinden dolayı o devirde dünyadaki
bütün şehirlerden üstün bir şehir haline getirildi. Şehrin kuruluşu tamamlanınca,
İslâm şehirlerinin hepsinden birçok âlimler burada toplandığı gibi çeşitli
sanatkâr ve tüccarlar da burada yerleştiler. Halifenin devri kapanmadan önce
Bağdat, benzeri çok nadir olan büyük bir merkez oldu. Nüfusu iki milyonu aştı.
Dicle nehrinin batı yakasında «el-Mansur» şehri ve karşı yakasında «el-Mehdîs
şehri uzanmıştı. El-Mansur, şehri inşa ettirirken Arap, İran ve Roma sanatını
ve stillerini dikkata aldığı için gayet güze, tarihî değer taşıyan sanat
eserlerini meydana getirmiş oldu.
İslâm memleketinin
batı sınırına gidildiğinde, İspanya yarımadasında Endülüs Emevî devletinin
kurucusu Muaviye oğlu Abdurrahman'ın nezaretinde «Kurtııha» şehrinin, Bağdat'a
nerede ise rekabet eder ve. denk sayılır bir merkez olduğu görülür.
Afrika'da da çok
önemli bir merkez olan «Kirvaru beldesi bulunuyordu. Diğer taraftan Mısu'ın
merkezi olan Fustat beldesi, bir İslâm kültür merkezi durumunda idi. lclihad ve
şer'i mes'elclcrin çıkarılmasında en büyük eserler bırakan İslâm âlimlerinin
halkaları, bu şehrin büyük camiinde ilmî çalışmalarını sürdürüyorlardı. Büyük
nuictehidlcrin ve mezheb imamlarının fıkıh ilimlerini ve görüşlerini İslâm
âlemine aktaran âlimler, bu tedris halkalarında yetişmiştir. Bunlardan birkaç
tanesini belirtelim.
İmam Malik'in
arkadaşlarından lbn Veheb ve İbn el-Kâsım;
imam Şafii'nin
arkadaşlarından er-Rabi' ve el-Müzenî
İmam Şafiî'nin ilmini dünyaya yayan Fustat medresesidir.
Hbu Haııife'nin
arkadaşlarından Ebu Câ'fcr et-Tahâvî, Fustat'ta yetişmiştir. Bütün bu zcvat-ı
kiram Fustat'ın eserlerindendir. Bu beldenin tarihini yazan tarihçilerin
verdiği bilgiye nıuüalî olanlar onun, ilimde, tiearctle ve san'aüa Bağdat'tan
eksik olmayan bir kalkınma ve ilerleme kaydettiğini görür.
Dımışk (Şam) a
gelince; Hilâfet merkezi olmaktan çıkarılmakla beraber Emcvilcıin bu yere
kazandırdığı ilerleme ve kalkınmayı Abbasîler devrinde de devam ettirdiğini
görüyoruz. Küfe ve Basra da birer ilim yatağı idi. Abbasî devletinin merkezi
olan Bağdat'ta yakın oldukları halde parlak gelişmelerini devam ettirmişlerdir.
Çünkü Basra, Hint ticareti yolu üzerinde idi. Küfe de Arap milletinin yerleşme
yeri idi. Doğuya yöneldiğin zaman «Merv» ve «Nİsâbur» gibi büyük şehirleri
görürdün. Gözleri kamaştırıcı bu sür'atli ilerleme ve kalkınma; ticaret, san'at
ve ziraat alanlarında büyük gelişmeleri sağladı.
İslâm medeniyeti
sayesinde, bu devirdeki İslâm ülkeleri, dünyadaki bütün ülkelerden üstün bir
ilerleme ve kalkınmaya eriştiği bir gerçektir.
[95]
Üçüncü devrin
sonlarında ilmî hareket başlamış idi. Bu devirde ise başlamış olan ilmî hareket
neşv-ü nema bularak büyük bir gelişme kaydettiğini görüyoruz. Çünkü bu devirde
Arap mütefekkirlerinin eski ve yeni medeniyetleri ve ilimleri meczettiğini
görüyoruz.
İlmî hareketin bu
derece inkişâfı iki sebebe dayanmaktadır: Birinci sebep; Arapolmayan
milletlerin İslâm dinini kabul etmesidir. Bilindiği gibi Türklerden, İranlılardan ve Mısırlılardan çok sayıda kimseler Müslüman oldular. Genç yaşta
Araplara karışan bu muhtelif millet mensupları Kitap ve sünnete dayalı İslâmî
ilimleri miras olarak aldılar. Onlardan büyük kurra ve yüce hadiscilcr
yetişti. Bunların ilmî yetenekleri Arap olan âlimlerden eksik değildi. Bu
arada yetişmiş ve değişik kültürler almış olan binlerce yabancılar da İslâm'a
girince, kendi kültürlerini Araplara miras bıraktılar. Karşılıklı fikir
teâtîsi ve ilmî görüşmeler neticesinde, iki taraf da büyük ilmî istifadeleri
sağladılar. Bu devrin başlanılandan itibaren Arap olmayan Müslümanların,
siyasette önemli mevkileri vardı. Ü/dlıkle Abbasî devleti, Horasan ve Irak
halkını devletin Önemli birçok mevkilerine ycricştirincc, eskiden tamamen Arap
milletine dayalı olan devlet dahi, topyekûn Müslümanların ortak serveti haline
geldi. Dolayısıyle, Araplar ve «Mevâlî» dedikleri Arap olmayan milletler,
devlet alanında ilimde ve siyasette de ortak olmuş oldular.
İkinci sebep; bu
devrin başlangıcından itibaren Arapçaya tercüme edilen Farsça kitaplardır.
F.sasen üçüncü devrin
sonlarına doğru başlayan bu ,terecine işi, Ahbasıle-rin ikinci halifesi Ebu
Cfı'fer el-Manstır devrinde büyük bir önemle hızlandı ve lı 3. asım başlarında
işbaşına gelen Mc'ımın devrine kadar hu hızım devam ctlİrdi. Mc'mun Yunan
edebiyatına ve Aristotales'in görüşlerine cidden düşkün kii. Onun bu durumu da
ayrıca icrccmc işini kamçılıyordu.
Bu eserler geniş çapta
yayınlanarak, ketâmaların bilgilerinin oluşmasında büyük te'sirler meydana
gelirdi. Kel.muılar Me'mun devrinde, bu nedenle önemli bir yer işgal etliler.
Halta hadîs ehlinin işgal elliği önemli mevkilerini nerede ise sarstılar. Çünkü
halife Mc'mun kdamalara temayül ediyordu. Bu nedenle onun Hu temayülü
neticesinde Kıır'ân'ın «Mahlûk» okluğu mes'elesi etrafımla münakaşalar çıktı ve
Me'mıın hadis ehline, Kur'âıı hakkındaki akidelerini değiştirmek İçin baskı
yapmaktan jılti kalmadı. Hadis ehlinin öncüleri hakkında h;ılife Memun'un
Bağdat valisine yazdığı talimatı tetkik edenler, kelâmcıl.ınn hadis ehli
hakkında besledikleri fikrin nasıl olduğunu rahatlıkla görebilir. Zira,
1.ılımada hadis ehlinin öncülerini birer birer ismen belirtiyor, onların fikir
ve davranışlarım ağır bir dille
yeriyordu.
Müslümanların halifesi
olarak Mc'mun'un bu baskısı, hiç bir zaman tasvip edilemez, ü/elliklc
Cunıhtır'un ihtilâf elliği bir dinî akideye müdahale etmesi ve âlimlerden bir
güruhu, tesbit ettiği bir görüşe zorlamasının büyük bir hata olduğunda şüphe
yoktur. Zira en azından onun bu hareketi fikir ve vicdan hürriyetine kelepçe
vurmak İdi.
Halifenin haksız
baskısına rağmen hadîs dili, kelâmcıların «Yeni hareket» diye nitelendirilebilecek
görüşleri karşısında iuifakla direndiler. Cumhur, hadîs ehli yanında yer aldı.
Mu sebeple bi/lc kdâmeılar arasında ilişki kesilmiştir. Onların görüşlerinden
yalnız hadîs chliniı n,ikiciliği kısmı biliyoruz. Kendileri tarafından
ya/ılmış kitaplardan hemen i. >i u n bir şey görmüyoruz. Bununla beraber
amelî hükümlerin teşriinde kdânu■i;,rm etkisi olmuştur. İleride onların
sünnet ve kıyas konularında yaptıkları
r.i.n kasaların bîr kısmını anlatacağız.
Amr bin Ubcyd (Vefatı:
h. 144), li ı-1-Huzcyl cİ-Allâf (Vefatı: h. 235) ve Amr bin Balır cl-Cahız
(Vefalı : h.255) kelamcıların en meşhur reislerindenilirler. [96]
Uu devirde Kur'ân nush
ıKırımn her Uuı'ta yayımlanması yanında, hafızkır bütün Müslüman şehirlerinde
çok sayıda yetişti. Ancak her mıntıkada yaşayan Müslümanlar oradaki meşhur
kurranın kıraatini diğer mıntıkalarda bulunan meşhur kurralann kıraatlerine
tercih eltiler. Böylece değişik kıraatler görüldü. Biz meşhur kurralann
isimlerini ve bulundukları mınııkaları kısaca belirtmekle yetindim..
A- Medine'de
Nafi' bin l.i>i Naîm Mevlâ Cauııe :
ibn-i Abbas'ın
yetiştirdiği âlimlerden ders almıştır. Ondan kıraati rivayet edenlerin en
meşhurları Kalûn lâkabını alan İsa b. Minâ (Vefatı : h. 205) ve Verş lâkabıylc
meşhur olan Ebu Said Osman b. Saîd el-Mısrı (Vefatı : h. 197) dir. Mağrib
halkının çoğu Vcrş'in kıraati ile okurlar (Vefatı: h. 167)
B- Mekke'de
Abdullah b. Kesir Mevlâ Amr b. Alkame : Aslen İranlı olan bu zat da, İbn-i
Abbas'ın yetiştirdiği âlimler yanında okudu. Onun kıraatini rivayet eden en
meşhur raviler, Ebu-1-Hasen Ahnıed b. Abdullah el-Bezzî (Vefatı: h. 205) ve
Kunbul lâkabını alan Ebu Amr Muham-med (Vefatı: h. 29İ) dir. Bu iki ravi İbn-i
Kesir'in yetiştirmiş olduğu âlimlerden rivayet ederler. (Vefalı: lı. 130)
C- Basra'da
Ebu Amr b. el-A'lâ el-Ma/inî: Aslen Kâ/irunhıdur. O d;\ İbn-i Abbas yanında
okuyan âlimlerden ders aldı. Ondan rivayet eden en meşhur ravi Yahya b.
Mübarek el-Yezîdi'dir. Yahya'dan da Ebu Ömer Hafs b. Ömer ed-Devrî (Vefatı: h.
246) ve Ebu Şuayb Salih b. Ziyâd es-Sûsî (Vefatı : h. 261) dir. Sudan halkının
çoğu onun kıraatini almışlardır, (Vefatı: h. 154) dür.
D- Şam'da
Abdullah b. Âmir:
Hz. Osman'ın ilim
tezgahında yetişen zevattan ve Hz. Ebu-d-Dcrda"dan kıraat aldı. Ondan
kıraat rivayet eden en meşhur raviler Ebu'l-Velid Hişâm b. Ammar ed-Dımışkî
(Vefatı: h. 245) ve Ebu Amr Abdullah b. Ahmed b. Bcşir b. Zekvân (Vefatı: h.
242) dir. Her iki ravi de İbn-i Âmir'den vasıtalı olarak rivayet ederler.
(Vefatı: h. 118)
E- Kûfe'de,
a)Ebu Bekr
Asım b. Ebî-n-Necûd :
Osman, AH, İbn-i
Mes'ud, Ubeyy ve Zeyd b. Sabit hazretlerinin talebele-rinden ders aldı. Onun
kıraatim rivayet eâen en meşhur raviler, Şu'be b. Ayyaş el-Kûfî (Vefatı: h.
193) ve Hafs b. Süleyman (Vefatı: h. 180) dir. Mısır halkı ve İslâm âleminin
çoğu Hafs'm rivayet ettiği Asım kıraatim okur. (Vefatı : h. 128)
b) Hamza b.
Habîb ez-Zeyyad :
Ali, îbn-i Abbas ve
Osman Hazretleri yolundan okudu. Onun kıraatini rivayet eden en meşhur raviler,
Halef b. Hişam el-Bczzar (Vefatı: h. 229) ve Hallâd lâkabını alan ha b. Halid
(Vefatı: h. 220) dir. Hamza'mn talebelerinden ders okudu. (Vefatı: h. 145)
c)Ebü'I-Hasan AH b. Hamza eî-Kisâî Mevlâ Benî Esed:
Aslen İranlı olup,
Hamza b. Habib'den ders almıştır. Onun en meşhur ravileri Ebu'1-Hars el-Leys b.
Halid (Vefatı: h, 420) ve Ebu Amr b, el-Alâ'nınravisi ed devri'dir.
(Ebu'l-Hasen'in vefatı: h, 179)
Kurra'i Seb'a (yedi
kurra) diye meşhur olan bunlar İslâm âiemince kıraat bakımından en üstün
olanlardır. Şöhret bakımından bunlardan sonra gelen en meşhur üç kurra da
şunlardır.
1-Ebu Ca'fer
Yezid b. el-Ka'ka':
Medineli olan bu zatın
ravilerİ İsa b. Verdân ve Süleyman b. Cemmaz'djr. (Vefatı: h. 130)
2-Yakub b.
îshak ei-Hadramî:
Raviîeri Ruveys ve
Ravh'dır. (Vefatı: h. 205)
3- Halef b.
Hişâm el-Bezzar : (Hamza b. Habib'in ravisi). Ravileri lshak el-Verrak ve ldris
el-Haddad'dır.
Bu üç zat iîe daha
önce geçen yedi zata «Kurra-i Aşere» (on kurra) denir. Şöhrette bunlardan sonra
gelen dört meşhur kurra daha vardır.
1- Muhammed
b. Abdurrahman :
İbn-i Muhaysin künyesi
ile meşhur oîan bu zat Mekke'lidİr, Ravileri, îbn-i Kesîr ravisi olan el-Bezzi
ile Ebu'i-Hasen b. ŞUnûz'dur.
2- Yahya b.
el-Mübarek el-Yezîdî:
Ebu Amr b.
el-A'lâ'nıri ravisidir. Ondan kıraat rivayet edenler, Süleyman b. el-Hakem ve
Ahmed b. Ferah'dır.
3- EI~Hasan b. Ebü'l-Hasan eî-Basrî:
Ravileri Belhli Şûca
b. Ebî Nasr ve Ebu Amr'm ravisi olan ed-Devrî'dir.
4- El-A'meş
Süleyman b. Mihran:
Ravileri el-Hasen b.
Saîd ve Ebu'l-Ferac eş-Şenbûzî'dir.
Bu dört Kurrania
kıraatleri tevatür (kesin biigi veren cemaatin rivayeti) derecesine
ulaşmadığından dolayı muteber sayılmamıştır. Bunlara tŞaz Kıraat» unvanı
verilmiştir.
Yukarıda belirttiğimiz
on kıraat arasında çok cüz'i bir fark vardır, ki Hz. Osman zamanında çoğaltılan
mushaflarm hattı, bu cüz'i farklı kıraate muhtemeldir. Mahdut kelimelerin
kıraatında bulunan farkın, manaya pek değişiklik getirmediğini belirtmek
yerinde olur.
Bu devir henüz
kapanmadan önce Kur'ân-ı Kerim kıraat ilmi, dinî iliralerin bir dalı durumuna
geldi ve kıraat âlimleri, kıraat ve rivayetleri hususunda kitaplar yazmaya
başladılar. [97]
Bu devir, sünnet
bakımından parlak bir devirdir. Çünkü ravileri onun ted-vîn ve tasnif
ihtiyacını duymaya başladılar. Tedvin ve tasniften maksadımız; aynı konu
hakkındaki hadîsleri bir araya toplayıp yazmaktır". Meselâ : Namazla
ilgili hadîsleri derleyip toplamak ve bir bölüm halinde yazmak. Keza; oruçla ilgili
hadîsleri aynı şekilde, ayrı bir bölüm haline getirmek... gibi.
Bu fikir islâm
şehirlerinin hepsinde yekdiğerine yakın tarihlerde doğduğu için hangi şehir
âlimlerinin daha önce bu işe başladığı bilinmemektedir. Biı devrin birinci
tabakasını teşkil eden hadîs yazarlarının birkaç tanesini belirtelim :
Medine'de İmam Malik
b. Enes, Mekke'de Abdülmelik b. Abdülaziz b. Cü-reyc; Kûfe'de Süfyan-ı Sevrî,
Basra'da Hammad b. Seleme ve Sâid b. Ebu Urû-be; Vâsıt [98] da
Heşîra b. Beşîr; Şam'da Abdurrahman el-Evzâî; Yemen'de Muammer b. Raşid;
Horasan'da Abdullah b. el-Mubarek ve Rey'de Cerir b. Ab-dülhamîd.
Yukarıda isimlerini
yazdığımız âlimler, H. 140 kusur senelerinde hadîs tedvin işini yapmışlardır.
İmam Malik'in Muvattâ' adlı kitabında gördüğümüz gibi bu zatların yazdıkları
kitaplarda hadîsler, sahâbîlerin ve tabiîlerin sözleriyle karışık bir durumda
idi.
Birinci tabakadan
sonra görülen ikinci tabaka hadîs tedvîncileri (yazarları) yeni bir metodla
sadece Resûlüllah'ın hadîslerini yazmayı uygun buldular ve ashâb ile tabiîlerin
sözlerini almadan hadîs kitaplarını te'lif ettiler. Bu durum h. 2. yüzyılın
başlarına rastlar. İkinci tabakanın yazdığı hadîs kitaplarına «Müsnedı ismi
verildi. Kûfeli Abdullah b. Musa'nın Müsnedi, Basra'lı Müsed-ded b. MUserhed'in
Müsnedi, Misır'U Esed b. Musa'nın Müsnedi, Huzâ'h Nâîm b. Hamd'ın müsnedi,
îshâk b. Raheveyh'in Müsnedi, Osman b. Ebî Şeybe'nin Müsnedi ve İmam Ahmed b.
Hanbel'in müsnedi bu nevi hadîs kitaplanndandır.
Müsned sahipleri, her
sahabîye ulaşan hadîsleri bir arada ve sıra ile yerleştirmişlerdir. Meselâ:
Ebu Bekr-i Sıddîk'm Müsned'ini (ona ulaşan hadîsleri) zikrederek kendisinden
rivayet edilen bütün hadîsleri yazdıktan sonra diğer sahabîlerin Müsnedlerini
de aynı şekilde yazarlar.
Yukarıda isimleri
geçen zatlardan yalnız Ahmed b. Hanbel'in Müsnedi bize kadar gelmiştir.
Bilâhare gelen üçüncü
tabaka hadîsçiler, selefleri tarafından önlerine serilmiş bu muazzam serveti
görerek seçme hadîs yazma kapısını açtılar. Bunların başında, «Sünnet Şeyhleri»
unvanını alan iki büyük İmam vardır. Bunlardan birisi; h. 256 da vefat eden Ebu
Abdillah Muhammed b. İsmail el'-Buharî'dİr. Diğeri ise; h. 261 de vefat eden
Müslim b. el-Haccac en-Nisâburî'dir.
Bunlar, rivayetleri
derin bir incelemeye tabi tutarak büyük bir titizlikle seçtikleri hadîslerle
«Sahîhayn» adlı iki büyük eser meydana getirdiler. Bunların yanında h. 275 de
vefat eden Ebu Davud Süleyman b. el-Eş'as es-Sicistanî, h. 279 da ,vefat eden
Ebu İsa Muhammed b. İsa es-Silmî et-Tirmîzî, h. 273 de vefat ederi ve îbn-i
Maceh künyesiyle tanınan Ebu Abdilîah Muhammed b. Ye-zîd el-Kazvînî ve h. 303
de vefat eden Ebu Abdurrahman Ahmed b. Şuayb en-Nesâî de aynı şekilde seçme
hadîs kitapları yazmışlardır.
Hadîs âlimleri
nezdînde «Kütüb-i Sitte» diye isimlendirilen kitaplar yukarıda isimleri geçen
zatlar tarafından yazılan hadîs kitaplarıdır. Bunların hadîs rivayetinde büyük
bir titizlik ve geniş bir araştırma ile derin bir inceleme göstermeleri
dolayisıyle bütün Müslümanlar üstün bir itimad ve güvenle bu kitaplara
bağlanmışlardır- (Allah onlardan razı olsun) İslâm alemince Kütüb-i Sitte»;
Özellikle Buhârî ve Müslim çok yüce bir mevkî işgal ettüer.
Hadîs yazarları,
yukarıda zikredilen âlimlerden ibaret değildir. Onların yanında daha birçok
hadîs yazarları vardır. Ancak, bunlar o derece meşhur olmamışlardır.
Bu devirde âlimlerin
bir gurubu, hadîs ravÜerinin durumunu tetkik etmek işiyle meşgul olarak buna
gerekli önemi vermişlerdir. Onlar, gerek tabiînden ve gerekse tabiînden sonra
gelen hadîs ravilerinin her birinin durumunu ayrı ayrı incelemişlerdir. Her
ravinin zekâ, kabiliyet, hafıza, dürüstlük, adalet derecelerini inceden inceye
tetkik ve tahkik neticesinde tesbit etmişlerdir. Çeşitli yönlerden yaptıkları
bu tetkik ve tahkikin neticesinde âdil (itimada şâyân) gördükleri râvilerin
hadîsleri, hadîsciler tarafından kabul edilmiş, bu derecede görme-dikleririn
rivayet ettikleri hadîsler ise terk edilmiştir.
Râvilerin durumunu
inceleyen âlimlere «Cerh ve Tâdîl Ricali* (yani; meziyet ve kusurları tesbit
eden âlimler) denmiştir.
Râviler, bu durum
muvacehesinde gayet tabiî aynı seviyede görülmemişlerdir. Onların bir kısmı
tâdil (meziyet) in zirvesine yükselmekle rivayetinin sıh-hatına icma'
edilmiştir. Diğer bir kısmı cerh (kusur) in en büyüğü içinde görülmekle
rivayetinin terk edilmesine icmâ' edilmiştir. En yüksek ve en aşağı olan bu iki
derece arasında itimad bakımından değişik birçok dereceler vardır.
İsnâdların bir kısmı
güneş gibi parlak olduğundan, onu işiten, rivayetinin doğruluğunu kesinlikle
kabul eder. Ama böyle olmayan isnadlar da vardır.
Sünnet, bu devirde
müstâkil bir ilim haline geldi. Bütün mesaîsini ona harcayan birçok hadîs
âlimleri yetişti. Onlar, fıkıhta ve şer'î hükümleri nass-lardan çıkartma
kuvvetini hâiz olmamakla beraber, hadîs ilminde gerçekten her türlü takdirin
fevkinde büyük bir ihtisas sahibi idiler. [99]
Bu devirde şer'î
hükümlerin çıkarıldığı usûl ve kaynaklar hususunda, fıkıhcılar arasında çetin
bir tartışma meydana geldi. Bize ulaşan bu tartışmayı bütün detaylarıyla izaha
çalışacağız. [100]
Bundan önceki
devirlerde sünnet, teşriin bir kaynağı idi. Müftîlcr, Kitap-da bir nass
bulmadıkları zaman sünnete müracaat ederlerdi. Ancak, sünnet üzerinden uzun
bir zamanın geçmesi, uydurma hadîslerin etrafta yayılması ve sünnet rivayetine
girişenlerin çokluğu sünnet hakkında bir takım ihtilâfların çıkmasına sebep
oldu, öyle bir durum oldu ki; şer'î hükümleri çıkarmak isteyen bir âlim, sahih
sünneti inceieme hususunda aşılması güç geçitlerle karşılaşıyordu. Nasslan
iyice anlamak ve onlardan şer'î hükümleri çıkarma ile meşgul olmadan önce-kolay
kolay fetva veremezdi. Bu nedenle, aşağıda yazılı iki noktada tartışma kapısı
açılmış oldu:
I- Sünnet,
Kitabın tamamlayıcı durumunda olan teşrîîn bir kaynağı mıdır?
II- Bir
kaynak olduğunu söylediğimiz zaman ona itimat etme yolu nedir?
önce birinci nokîa üzerinde
duralım:
Bu devirde çıkan bir
zümre, sünneti tamamiyle terkederek yalnız Kur'ân'ı fıkıh kaynağı olarak kabul
etmiştir. İmam Şafiî «el-Umm» adlı kitabının 7. cüz'-ünde bunlarla ilgili özel
bir bölüm ayırmış, bu bölümün başlığında aynen şöyle demiştir:
Bütün Hadisleri Reddeden Taifenin Sözlerini
Nakletme Bölümü: Şafiî Hazretleri, bu bölümde onların sözlerini ve ileri
sürdükleri delilleri kendisi ile konuşan bir adamdan naklen alıyor. O adam,
Şafiî Hazretlerine aynen şöyle hitab ediyor:
— Sen Arapsın! Kur'ân, mensubu bulunduğun
milletin diliyle inmiştir. Sen, Kur'ân'ı ve Arap dilini çok iyi bilirsin.
Kur'ân'da Allah'ın emrettiği bir takım Öyle farzlar vardır ki, Kur'ân'ı iyice
bilmeyen birisi, onun bir harfinden şüphe ederse, sen, onu tevbe ve istiğfare
çağırırsın. Eğer sözünden dönmezse, onun Öldürülmesi gerekir diye fetva
verirsin. Allah, Kur'ân'ın her şeyin açık-layıcısı olduğunu bildirmiştir. Bu
durumda, Allah'ın farz ettiği bir husus hakkında sen veya başkası nasıl
konuşursunuz? Bir kerre Kur'ân'daki farz umumîdir, bir başka yerdeki farz
hususîdir. Bir yerde verilen emir farzdır, diğer bir yerde ise delâletdir veya
mübahlık ifade eder dersiniz. Bu yetkiyi kendinizde veya bir başkası kendisinde
nasıl bulabilir? Sonra senin yanında, iki-üç adam aracılığıyle Resûlüllah'a
ulaştırdığın bazı hadîsler bulunur. Gerek sen ve gerekse senin yolunda
gidenler ulaştığınız ve hadîs rivayet ettiğiniz insanların yanılmadan,
unutmadan ve hatâ etmekten masum olduğunu her haîde söyleyemezsiniz. Sizin
rastladıklarınızdan benim de gördüklerimin şu söylediğim şeylerden pâk olduğu
söylenemez. Hatta, hadîs rivayet edenlerden falan adam bu hadîste, filân adam
şu hadîste hata ettiğini söylediğinize bile şâhid olduk. Diğer taraftan sizin
şöyle davrandığınızı da gördüm; Eğer bir adam, helâl veya haram hükmünü
dayandırdığınız bir hadîse itiraz ederek : «Resûlüllah bunu söylememiştir. Siz
veya size bu hadîsi nakleden hatalısınız. Siz veya size rivayet eden yalan
söylediniz» dese, siz, onu, sözünü geri almaya ve tevbe etmeye bile çağırmazsınız.
Sadece ona verdiğiniz cevapta, çirkin ve yersiz konuştun demekle yetinirsiniz.
Kur'ân'ın zahiri bir
olduğu halde, hükümlerinin değişik şekillerde yorumlanması caiz olur mu? Siz,
durumunu demin konuştuğumuz bir hadîs'e dayanarak, aynı kelimelerle ifade
etülen Kur'ân hükümlerini, değişik değerde (umumîlik - hususîlik) ve şekilde
yorumlamak doğru olur mu? bu şekil yapmakla siz, bazı adamların haberlerini,.
AÜah'ın Kitabının yerine koyarak onlarla heiâi ve haram hükümlerini çıkarıyorsunuz..
Onlarda bulunabilen ve yukarıda belirttiğim eksiklerle beraber haberlerini
kabul etmeye kalkışırsanız, kim sîze bunları emretmiş ve o haberleri reddeden
kimselere karşı deliliniz nedir? dedikten sonra, yüce İmama aynen şöyle der: e
En ufak bir şüphenin bulunabileceği hiç bir hadîsi kabul etmem. Ben, ancak
Allah'dan olduğuna şâhidük edebileceğim hükümleri kabuî edebilirim. Kur'ân'ın
bir harfinde dahi hiç bir kimsenin şüphe etme imkân ve ihtimali olmadığından
dolayı, buna şahidlik ettiğim gibi bu derecede olan hadîsleri kabul
edebilirim.»
Bütün hadîsleri
reddeden zümre namına, Şafiî hazretleriyle konuşan adamın yukarıdan beri imam
tarafından naklen anlatılan sözlerine ve ileri sürdüğü gerekçeye bakılacak
olursa onlar, mütevatir sünnet gibi kesinlikle sabit olan hadîsleri red
etmiyorlar. Zira, gerekçede ravîlerin yanılma, unutma ve hata etme ihtimali
üzerinde durulmaktadır. Fakat, Şafiî hazretleri bu zümrenin iddiasını
çürütürken, bunların bir kısmının sünneti tamamen inkâr ettiğini belirtmektedir.
Diğer bir kısmının da, Kur'ân nassını açıklama durumunda olan sünneti kabul
edip, bunun dışında kalanı reddettiğini açıklamaktadır. Çünkü, Şafiî aynen
şöyle demektedir:
— «Bu zümre, iki
fırkaya. ayrılmıştır. Bir fırka, hiç bir hadîs kabul etmiyor, her türlü
açıklamanın Kur'ân'da mevcut olduğunu iddia etmektedir. Bu iddianın, sahibini
nerelere sürüklediği besbellidir. Onu, büyük tehlike arzeden bir neticeye
götürür. Çünkü, o adanı diyor ki: «Kur'ân'da, namaz için bîr sayı ve vakit
konulmamıştır. Keza; zekât için muayyen bir miktar vaz edilmemiştir. Şu halde
bir adam, zekât denilebilecek en cüz'î bir miktarı öderse ve birkaç günde bir
iki rek'at namaz kılsa kendisine farz kılınmış olan İbadeti edâ etmiş sayılır.
Allah'ın kitabında olmayan bir şey hiç kimse üzerine farz değildir.»
Bu fırkanın, içine
düştüğü bataklık böylece anlaşılmış oldu.
Bahis konusu zümrenin
diğer bir fırkası ise Kur'ân'da temas edilen hükümler konusunda hadîsleri
kabul eimek mümkündür, bunun dışında kalan konularda bulunan hadîsler makbul
değildir, derler.
Bu fırka da birinci
fırkadan pek farklı değildir. Görüldüğü gibi, hadîsleri bir taraftan
reddederken diğer taraftan kabul eder. Nâsih, mensûh, hususî ve umumî hükümleri
tanımaz.
Yukarıda durumuna
işaret edilen zümrenin, iki fırkasının dalâlette olduğu açıktır.
Şafiî hazretleri,
burada görüşlerini anlattığı kişilerin ve muhatabının kimler olduğunu
açıklamadığı gibi, tslâm tarihi de bunları bize tamtmamıştır. Ancak, Şafiî
hazretleri kendisiyle re'y ehli arasında cereyan eden ve ileride anlatacağımız
münazara esnasında bu mezheb mensubunun Basrah olduğunu açıklamıştır. Basra
ise kelâmcılann ilmî hareket merkezi ve Mu'tezile mezheplerinin yatağı idi.
Mu'tezilenin liderleriyle yazarları bu yerde yetişerek hadîs ehline karşı
husumet beslemekle tanınmışlardı. Bu durumda Şafiî hazretlerinin anlattığı
muhatabının, Mu'tezile'den olduğu kanaatine varılıyor.
H. 276 da vefat eden
Ebu Muhammed Abdullah b. Müslim b. Kuteybe'-nin tTe'vîl-ü Muhtelif-il-Hadîst
adlı kitabını tetkik ettiğim zaman Şafiî'nin anlattığı şahsın Mutezileden
olduğuna dair eski kanaatim kuvvetlendi. Zira, yazar, kitabının başında bir
arkadaşına hitaben şöyle diyor:
Ey arkadaş! Allah,
seni tâat ve bereketiyle mesud etsin. Merhametiyle hakka muvaffak kılsın. Seni
hak ehline dahil etsin. Ben sana minnettarım. Çünkü bana yazdığın mektupla
kelâmcılann hadîs ehline karşı olumsuz davranışlarını, onları
çekiştirdiklerini, görülmedik hakaretlerde bulunduklarını, yalancılık ve
çelişik rivayetlerle onları itham ettiklerini ve kitaplarında, insafsızca hadîs
ehline dil uzattıklarını bana haber vermiş oldun. Değişik mezheplerin
türe-diğînİ, lslâmî bağların koptuğunu, Müslümanlar arasında düşmanlığın ve yekdiğerini
tekfir etmenin baş gösterdiğini ve her fırkanın, mezhebi için bir takım
hadîslere bağlandığını senden duymuş oldum...ı dedikten sonra; yekdiğerine
muhalif fırkaların sarıldıkları hadîsleri sıralamıştır. Bundan sonra da kelâmcılann
ileri gelenlerinden olan Nizâm ve Câhiz'in ifadelerine benzeyen ta'birler-le
sünnet ehline .yapılan şiddetli hücumlara yer veriyor.
Şafiî, ayırdığı ikinci
bölümde de kelâmcilara hak ettikleri karşı hücumda bulunarak, onları,
herkesten daha çok kendi aralarında düştükleri ihtilâftan dolayı kınıyor.
Kelâmcılar, gerçeğe ulaşmak için lüzumlu fikir araç ve gereçlerini ve kıyas'i
bildiklerini iddia ettikleri halde birisinin sözünün diğerİnin-kine zıd
olduğunu ağır bir dille yeriyor. Bu arada birkaç tanesini ismen zikrederek
diyor ki: tEbul Huzeyl el-Allâf, Nizâm'a muhalefet eder. Neccar ise ikisine de
muhaliftir. Hîşâm b. el-Hâkem de hepsine muhaliftir. Sümâme b. Eş-res de tümüne
muhalifdir... Kelâmcılann her ^birisinin özel bir mezhebi vardır. Onun kişisel
görüşünü benimseyen tabileri vardır.
Şafiî, bu durumları
anlattıktan sonra Nizâm'm uygunsuz ve yersiz sözlü olduğunu ve kendi
arkadaşlarının ona atfettikleri kusurları belirttikten sonra, ic-mâ'a muhalif
fıkhî mes'elelerini zikrediyor.[101]
Nizâm'ın icmâ'a aykırı olarak verdiği fetvalardan birisinin; ıKinâye sözlerle
boşama niyeti olsa dahi, boşamanın vuku' bulmayacağu meselesidir. Diğer bir
fetvası da; «Uyku, ne durumda olursa olsun, abdesti bozmaz. ı olduğunu
zikreder. Ayrıca Nizâm'ın, fıkıhçı ashab-ı kıram'in büyük müftîlerine dil
uzattığını ve onları kınadığını anlatır. Sonra, aynı durumda olan Ebü'I-Hüzeyl'i
menfî tutum ve davranışlarıyla tanıtır. Daha sonra da, usûl dâhil her konuda
bütün müctehidlerin fetvalarında isabetli olduklarını iddia eden Basra Kadısı
Ubeydullah b. el-Hasan'm, Ebü'l-Huzeyl'e benzer, vaziyetini belirtiyor.
Şafiî, bunu'takip eden
sahifelerde re'y ehlini zikrederek onları tenkide girişiyor. Re'y ehlinin
başmda İmam Ebu Hanîfe'yi göstererek nasslara aykın düşen fetvalarını
zikrediyor.
Ondan sonraki bölümde
de Câhız hakkında konuşarak; sünnet ehlinin rivayet ettikleri hadîslerin çoğu
ile istihza ederek onlara yüklendiğini anlatıyor.
Müellif, bunun
akabinde hadîs ehlini Müslümanlara; yakışır güzel bir şekilde medhettikten
sonra; «Hadîsçilere hücum edenler, zayıf ve garib hadîsleri araştırma ve alma
ile itham ediyorlar. Oysa ki; hadîsçiîer bu nev'i hadîsleri haktır diye
almıyorlar, önce sahîh olsun olmasın her türlü hadîsi toplarlar, sonra sahih
olanı seçer, diğerleriyle amel etmezlerdi. Sahîh hadîsleri tutmak için, sıhhatli
olmayan (zayıf ve garib) hadîsleri de bu yönü ile tanıtmak için alırlardı.»
diyor.
Bu konulardan sonra,
kitabın esas konusuna girişerek, kelâmcılann Ktır'ân'a ters düştüğünü veya
yekdiğerini nakzettiğini iddia ettikleri hadîslerle ilgili gerekli cevabları
veriyor. Kitabın bu kısmında açıkça anlaşılıyor ki; Şafiî'nin *el-Umm» adlı
kitabını yazdığı asırda veya ona takaddüm eden günlerde hadîs ehline yapılan
hücumlar kelâmcılar tarafından vukubulmuştur. Kelâmcıların çoğu Basra'da
oturduklarından dolayı Şafiî ile münakaşa eden kişinin Basrah kelâm-cılardan
olduğuna muhakkak gözü ile bakılır.
Yukarıdan beri
belirttiğimiz görüş (sünneti, teşri* kaynağı saymamak) hadîs ehlinin kuvvetli
sadmeleriyle sinmeye mahkûm oldu ve Kur'ân'dan sonra sünnetin ikinci teşri'
kaynağı olduğu mezhebi (görüşü) İslâm alemince benimsendi. Ancak, sünneti
teşri' kaynağı sayan âlimler, hangi çeşit hadîsleri kabul etmek ve sünnete
itinıad yolunu tayin ve tesbit etmek hususunda değişik prensipleri
benimsediler:
I-
Fıkıhçıların dilinde «Haber-ul-Vahid» (Mütevatir olmayan hadîs) denilen ve kesin
bilgi ifade etmeyen sünneti reddedenler.
Şafiî, bu görüşü
savunanlar namına şöyle diyor: t Müftîler ve hâkimler, Allah tarafından
olduğuna şehadet edilen, zahirde ve batında hak olduğu bilinen ve «Ihâteı diye
nitelendirilen yönde hüküm ve fetva verme zorundadırlar. Kesinlikle ilâhî
olduğu bilinen ihâte ise; ancak Kitap, ittifakla kabul edilen sünnet ve bütün
Müslümanların, üzerinde içtimâ* ettikleri hükümlerden ibarettir. Bu itibarla,
hükümlerin tümü birdir. Söylediklerimizin dışında kalan müftî ve hâkimlerin
verdikleri fetva ve hükümleri kabul etmemiz gerekmez. Fakat, söylediklerimizin
istikametinde olanları kabul etmek gereklidir. Meselâ; öğle namazı farzının
dört rek'at olduğunu kabul etmek zorunludur.
Zira; Müslümanlardan bu konuda niza'a düşen yoktur. Kimsenin bunda şüphe
etmesi mümkün değil» dedikten sonra; uyulması mecburi olan ilmi birkaç bölüme
ayırmakla maksadını izaha çalışmıştır:
a) Bütün
farzlar gibi Allah ve Resulü tarafından olduğuna şâhidlik edilen ve büyük
camaatler vasıtasiyle bize kadar gelen hükümler...
b) TeVüe
muhtemel olan âyetler... Bunda ihtilâf edildiği zaman, zahirine hamletmek
zorunludur. Onun açık hükmü te'viî edilemez. Ancak bütün Müslümanların icmâı
ile muhtemel olduğu bir manaya yorumlanabilir. Müslümanlar, bir âyeîi değişik
şekillerde yorumlaymca hiç bir yorum makbul değildir. O zahirine göre kabui
edilir.
c) Bütün
Müslümanların ittifak ettikleri ve kendilerinden önceki Müslümanların da
ittifak ettiğini anlattıkları hükümlerdir,..
Bu hükümler, Kitap
veya sünnete dayalı olmasa dahi bence ittifak edilen bir sünnet gibidir. Zira,
bütün Müslümanların bir hükümde ittifak etmeleri bir görüş mahsûlü olamaz. İş
görüşe kalınca ayrılıklar doğar.
d) Mütcvâtir
olmayan ve âhad haberi denilen hadîsler ise; hata, yanılma ve unutma ihtimâli
bertaraf edilmedikçe (mütevatir durumuna yükselmedikçe) dinî kaynak durumunda
olan hükümler olamazlar.
Sünnet bakımından bu
görüşün özeîi şudur ki; yalnız mütevâtir olan hadîsler delil ve kaynaktır. Bu
çeşit hadîsler, büyük kitleler aracılığı ile kuşaktan kuşağa intikal
ettirildiği için şüpheye mahal kalmaz. Bunun dışındaki hadîsler, makbul
değildir.
Sünnetin tümünü red
eden bir önceki görüş gibi bu görüş de Cumhur tarafından red edilmiştir.
II-Fikıhçılann
dilinde «Mütevâtir» denilen hadîs dışında kalan hadîsler içinde bütün
şehirlerde uygulandığı bilinen meşhur hadîsleri kabul eden ve meşhur olmayanı
red edenler:
Bunlara göre âhad
hadîsini rivayet ederek onunls hükmeden bîr sahabîye karşı sahabelerin
muhalefet etmemesi, o hadîsin bir cemaat huzurunda rivayet edildiğini ve o
cemâatin sükût etmesi, onlarca hadîs'in bilinmiş olduğunu göstermektedir.
Dolayısıyle. bu çeşit hadîs bir nevi mütevâtir hadîs durumuna geçer.
Ebu Hanîfe ve
arkadaşları gibi Irak fıkıhçiları bu yola temayül ederler. 'İmam Ebu Yûsuf,
«Seyr-ul-Evzâî» adlı eseri tenkid konusunda yazmış olduğu kitabın «Binici ve
Yayanın ganimet payı babında (bölümünde)* bu görüşü genişçe izah etmiştir.
Şafiî de aEl-Umm»de Ebu Yûsuf un yazdığını aynen nakleder. Burada Ebu Yûsuf
şöyle söyler:
«Sen, herkesin bildiği
meşhur hadîslere sarılmalısın. Böyle olmayan hadîsleri almamalısın. Çünkü
îbn-u Ebu Kerîme, Ebu Cafer'den, o da Resûlüllah'-dan naklen bize anlattığına
göre; Peygamber Yahûdîîeri çağırdı. Yahudiler konuştular. Bir ara Hz. isa'nın
söylemediği şeyleri ona isnad ettiler. Bunun akabinde Resûlülîah minbere
çıkarak halka şöyle hitap etti: tBenden, yaygın hal-
de hadîs nakledilecek.
Bunlardan Kur'ân'a uygun olanlar bendendir, fakat Kur'-an'a aykırı düşen
hadîsler benden değildir.»
Musaâr b. Keddâm ve
Hasan b. Ammâre, Amr b. Mürre el-Bahterî'den Hz. Alinin şöyle söylediğini
rivayet ederler: «Resûlüllah'dan size bir hadîs geldiği zaman onun en doğru
yola yöneltici, takvaya en iyi şekilde götürücü ve en tatlı yaşayışa
kavuşturucu olduğunu zannedin.» (Hz. Ali, meşhur olmayan ve kişiler tarafından
rivayet edilen hadîs'in sıhhati kesinlikle bilinmedikçe inanılmasının mecburi
olmadığına «zannedin» tabiriyle İşaret eder.)
Eş'as b. Sevvâr ve
İsmail b. Ebî Hâlid, Şa'bî'den Kuraza b. Kâ'b el-Ensârî'-nin şöyle söylediğini
rivayet ederler: «Ben ensardan bir hey'etle Kûfe'ye gitmek üzere Medine'den
ayrıldığım zaman halîfe Hz. Ömer bizi falan yere kadar uğurladı. Sonra : «Ey
ensar! Sizlerle buraya kadar ne maksatla geldiğimi bilir misiniz? diye sorunca,
arkadaşlarım; «Kadirşinaslığınız dolayısiyledir.ı diye cevap verdiler. Halîfe
şöyle cevap verdi: «Evet, benim üzerimde bir takım haklarınız vardır. Sizi
uğurlamak görevimdir. Bununla beraber size özellikle şunu söylemek isterim.
Siz, Kur'ân'a çok düşkün bir kavme gidiyorsunuz. Onlara pek fazla hadîs
rivayetine girişmeyiniz. Ben de sizin mesuliyetinizi paylaşıyorum.» Kuraza, Hz.
Ömer'in verdiği talimattan etkilenerek, bundan böyle hadîs rivayet etmiyeceğini
söyledi.
Bize gelen haberlere
göre iki şahid ile tevsik edilmeyen hadîsleri Hz. Ömer kabul etmezdi. Eğer
kitabın uzaması endişesi olmamış olsaydı, Hz. Ömer'in bu tutumuna ilişkin
senedi aynen naklederdim. Keza Hz. Ali, ravilere yemin ettirmeden hadîslerini
kabui etmezdi.
Gerçekten çok hadîs
rivayeti vuku buîrnuştur. Bunlar içerisinde meşhur olmayan ve fıkıhçıîarm
bilmediği, aynı zamanda Kitap ve sünnete uygun olmayan hadîsler de vardır. Bu
nedenle sen, şâz (pek tanınmayan) hadîslerden sakın. Fıkıhçıların tanıdığı ve
camaatın bildiği hadîslere bağlı kal ölçü bu olmalıdır. Kur'ân'a muhalif olan
hadîsler rivayet edilse dahî ResûİüHah'dan değildir.
Emîn zatların bize
anlattıklarına göre; Resûlüîlah son hastalığında şöyle buyurdular : «Kur'ân'ın
haram kıldığını haram kılıyorum.
Yukarıdan beri sana
anlattığım gerçekler karsısında sen Kur'ân'ı ve bilinen (meşhur) sünneti
kendine rehber kıl ve buna ittiba et. Kur'ân'da ve meşhur sünnette sana izah
edilmemiş olanları, bu iki kaynakta bulunanlara kıyasla, (îmam Ebu Yûsuf'un
sözü burada bitti.)
Şafiî Hazretleri Ebu
Yûsuf'un sözlerini, yukarıda belirttiğimiz gibi el-Ümm adlı kitabına
aktardıktan sonra, Ebu Yûsuf'un savunduğu ve Irak fıkıhçılarının benimsediği bu
görüşü eleştirerek red eder. Hadîs ehlinin Cumhuru da Şafiî gibi bu görüşe
karşıdır.
III-
Mütevâtir dışında kalan hadîslerden halkın uygulamadığı âhad hadîsini
reddedenler:
Bu görüşte olan İmam
Mâlik ve arkadaşlar* sünnetin şu iki yönden sabit olduğunu kabul ederek derler
ki:
Bize rivayet edilen
hadîsi tetkik ederiz. Eğer ashabın ileri gelenlerinin ona uygun bir şey
söylediklerine muttali olursak rivayet edilen hadîsi kabul ederiz ve ancak
onunla amel ederiz.
2. Birinci
maddede belirttiğimiz şekilde te'yid edilmeyen hadîste halkın ihtilâfa
düşmediğini anlarsak o hadîs de bizce sabittir ve üzerinde ittifak edilmiş
sayarız.
Fakat rivayet edilen
bir hadîsle ilgili olarak yaptığımız araştırmalar neticesinde ashabın ileri
gelenlerinin bir sözüne rastlamaz ve halkın onda ihtilâfa düştüğünü görürsek o
hadîsi reddederiz.»
imam Mâlik'e göre
hadîsin sıhhat! için Medine halkının ittifak etmesi ve uygulaması esastır. İmam
Malik Medine fıkihçilarınm bu hadîste ittifak etmesine ve Medine halkının
onunla amel etmesine haddinden fazla ehemmiyet vererek bu durumu hadîsin
sıhhat yollarından birisi olarak kabul etmiştir.
İmam Şafiî bu görüşün
aslını ve ona ilişkin uygulamayı etraflıca ve gereği kadar tenkid etmiştir.
" Ben bu arada
Medine halkının ameline itimadından dolayı tenkid edilen imam Malik'e mektup
gönderen o asrın fıkıhçılarının reisi, hatta bütün Müslüman- şehirlerinde
yaşayan fıkıhçıların ilim ve zekft bnkımından efendisi sayılan Mısır fıkihçısı
el-Leys b. Sa'd'ın tenkid mahiyetindeki risalesini aynen buraya almayı İstedim.
Bu risale imam Malik'in kendisine yazdığı bir mektubun cevabı olduğu
anlaşılıyor. Fakat biz imam Malik'in mektubuna bütün araştırmalarımıza rağmen
rastlayamadık. Nakledeceğimiz risaleyi İbn-i Kayyım el-Cevziyye diye tanınan
Ebu Abdillâh Muhammed b. Ebu Bekr'in «A'lâm-ül-Muvakkiîn» adlî eserinde bulduk.
Kendisi de risaleyi Ebu Yûsuf Yâkub Ebu-s-Süfyan'ın Kita-bu-t-Tarih ve-1
Ma'rife adlı kitabından aldığını beyan eder. [102]
Selâm sana.
Kendisinden başka ibadete lâyık ilâh olmayan Allah'a hamdol-sun. Allah
cümlemize afiyet ve din ile dünya işlerimizde iyi neticeler ihsan eylesin.
Mektubunuzu aldım.
Durumunuzun iyi olduğunu yazıyorsunuz. Cenab-i Hak daima bol nimetler ve onlara
karşı şükretmeyi nasip eylesin.
Gönderdiğim kitapları
tetkik ettiğinizi, İçindekilerini tasvip ettiğinizi ve zatınıza ait eserler
olduğunu mührünüzle tasdik ederek iade ettiğinizi bildiriyorsunuz. Bu kitablar
elimize geçtiğinde size ait olup olmadığını bilemediğimiz için tarafınızdan
tetkikini ve neticeyi anlamak istedik. Allah, harcadığınız emeğin mükâfatını
ihsan eylesin...
Tarafınızdan gelen
bazı görüşleri yerinde gördüğüm için memnuniyetinizi açıklıyorsunuz. Bu arada
bir takım nasihatlerde bulunuyorsunuz. Buna memnun oldum. Inşaallah nasîh ati
arınızdan istifade ederim. Her halde eskiden hakkımda hüsnü zan beslediğiniz için
nasihatinizi bu güne kadar geciktirdiniz.
Yanınızda bulunan
Müslüman cemaatının tatbikatına ters düşen bazı fetvalar verdiğimi, herkesin
Medine halkına uymak durumunda olduğunu, zira hicretin bu yere yapılarak
Kur'ân'm buraya nazil oîduğunu ve benim, selefime dayanarak verdiğim
fetvalardan dolayı endişe duymamın gerektiğini yazıyorsunuz.
Haklı olduğunuza
inandığım bu görüşünüzü paylaşıyorum. Ancak İlim sahibi sayılanlar arasında
benim kadar, zayıf fetvalardan hoşlanmayan ve Medt-neli eski âlimlerin ittifakla
verdikleri fetvaları tercih eden kimseyi bilmiyorum. Bu prensibimden dolayı
ortağı olmayan yüce Allah'a hamd ederim. «Resûlül-lah'm Medine'de ikamet
ettiği, Kur'ân'ın orada ona indiği, ashabın ondan feyiz aldığı ve bütün
Müslümanların onlara tabî olduğu» yolundaki anlattıklarınızı aynen kabul
ediyorum.
(315)
«İslâmda) birinci dereceyi kazanan muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle
tabi olanlar (yok mu?) AHah onlardan razı olmuştur. Onlar da Allah'dan razı
olmuşlardır. (Allah) bunlar için kendileri içinde ebedî kalıcı olmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetler
hazırladı. İşte bu, en büyük bahtiyarlıktır.» (Tevbe: 100)
Mektubunuzda
yazdığınız bu âyetde övgü ile anılan ilk muhacir ve ensa-rm toplu halde
Medinede kalmadıkları bir gerçektir. Çünkü o selef-i Salihînin çoğu Allah
rızası için onun yolunda cihâda çıktılar. Silâhlı kuvvetler teşkil ettiler.
Halk onların etrafında toplandı. Kendileri de toplanan halka Allah'ın Kitabını
ve Resulünün sünnetini açıkça beyan ettiler. Bildiklerinden hiç bir şey
saklamadılar. Her şeyi anlattılar. Kurdukları askerî kuvvetlerin her
fırkasında, Kitab ve sünneti iyi bUen ve Kitap ile sünnetin açıklamadığı
mes'elelerde re'yle ietihad eden bir gurup bulunurdu. Bunlardan önce Ebu Bekr,
Ömer ve Osman Hazretleri re'yle fetva vermiştiler. Müslümanların seçtiği bu üç
zat, etrafa dağılan mücahidlerîe ilişkilerini kesmemişlerdi. Onlardan habersiz
kalmamışlar veya onları terk etmemişlerdi. Daima onlarla temas halinde idiler.
Müslümanların dosdoğru yola devamlarını sağlamak ve ihtilâfa düşmelerini
önlemek için en basit mes'efeler hakkında bile Kitab ve sünnetin emrini onlara
yazılı olarak bildirirlerdi. Bu üç halife, gerek Kur'ân'ın açıkladığı
hükümlerle Peygamberin âmel ettiği mes'eleler ve gerekse Peygamberin vefatından
sonra verdikleri emir ve fetvalardan bildirmedikleri veya öğretmedikleri tek
bir husus yoktur. Halifelerden emir gelince; Mısır, Suriye ve Irak'ta bulunan
Bütün sahâbîler ona göre hareket ederlerdi. Bunun hilâfına bir şey
söylemezlerdi. Vefatlarına kadar ashab bu durumda idiler. Bu kerre tâbi
durumunda bulunan erlerin selefleri olan sahabelerin amel etmedikleri bir şeyi
ihdas etmelerini uygun bulmuyoruz. Bildiğiniz gibi birçok hususlarda ihtilâfa
düştüler. Bunu bildiğiniz için yazıyorum. Eğer bilmeseydiniz, yazmazdım.
Ashâbdan sonra tabiîn de bazı hususlarda ihtilâfa düştüler. Saîd b. el-Müseyyeb
ve emsali arasında çıkan ihtilâf malûmunuzdur. Onlardan sonra gelenler de
İhtilâfa düştüler. Ben Medine'de ve başka yerlerde aralarında çıkan ihtilâfa
şahid oldum. O gün için başlarında İbn-i Şihab ez-Zührî ve Rabîa b. Ebî
Abdurrahman (Medine fıkmcıları) bulunurdu. Rabîa'nm, selefe muhalefet ettiği
mes'eleîerden bir kısmı hakkında gerek senin ve gerekse Medine'nin re'y
ehlinden Yahya b. Saîd, Ubeydullah b. Ömer ve Kesîr b. Farkad (Rabîa'dan yaşlı
idi) m onu tenkid ettiğine şahid oldum. Hatta Rabîa'nm bu tutumunu tasvip
etmediğiniz için onun meclisini bile terk etmeye mecbur kaldınız. Bir ara sizin
ve Abdullah oğlu Abdülaziz'in huzurunda ben Rabîa'yı tenkid ettim, Siz de beni
desteklediniz. Hoşlanmadığım yönlerinden siz de hoş-lanmadtğınızt açıkladınız.
Bununla beraber hamdolsun Rabîa, Hatîb, Zekî, faziletli, hayırlı bir zat olup
İslâmiyet için iyi çalışır, bütün arkadaşlarına, özellikle bana karşı samimî
bir sevgisi vardır. Allah rahmet ve mağfiretini ihsan eyleyip amelinden daha
iyi bir mükâfatla mükâfatlandırsın.
îbn-i Şihâb (Zührî)
tan da çok muhalefet vuku' bulurdu. Kendisi ile görüştüğümüzde ve
arkadaşlarımız onunla mektuplaştığı zaman değişik cevaplar verirdi- Üstün re'y
ve yüksek ilmine rağmen aynı konuda muhtelif zamanlarda değişik arkadaşların
yazdıkları sorulara verdiği cevaplar birbirini tutmuyordu. Sonradan cevap
verirken daha önce aynı mes'ele hakkında beyan ettiği rey'i düşünmüyordu. Sen,
benim bazı hususları terketmemden hoşlanmadığını bildiri-yorsun. Ben o
hususları yukarıda belirttiğim sebeblerle terkettim.
Ben Zühri'yi, verdiği
bazı fetvalarından dolayı kınıyorum. Bunların bir kısmını biliyorsunuz. Ben
onun ve Medine'deki arkadaşlarının verdikleri ve hatalı bulduğum birkaç fetvayı
yazayım :
1- Müslüman
erlerinden bir kimsenin yağışlı gecede iki namazı (akşam ve yatsı farzları) cem
etmesi (bir arada ve akşam vaktinde) hakkındaki fetva-stdir, Şam (Dımışk)
çamurunun Medine çamurundan ne kadar fazla olduğunu ancak Allah bilir. Bununla
beraber Şam'da hiç br imam herhangi bir yağışlı gece cem-i salât (İki namazı
bir arada kılmak) ettiği vâki değildr. Halbuk Şam askerleri arasında Ebu Ubeyde
b. Cerrah, Hâlid b. Velîd, Yezîd b. Ebî Süfyân, Amr b. eİ-As ve Muaz b. Cebel
bulunurdu.
Resûlüllah'ın şöyle
söylediği bize ulaşmıştır :
«Helâl ve haramı en
iyi bileniniz Muaz b, Cebel'dir. O, kıyamet günü âlimlerin önünde ve bir adım
ilerde gelir, b
Keza Şarâhbil b.
Hasan'a, Ebudderdâ ve Bilâl b. Rabâh da Şam askerleri içinde idiler.
Mısır'da, Ebu Zer,
Zübeyr b. Avvâm ve Sa'd b. Ebî Vakkas bulunurdu. Hu-mus'ta Bedir ehlinden
yetmiş zat vardı. Irak'ta İbn-i Mes'ud, Huzeyfe b. el-Ye-mân ve jmrân b. Husayn
buîunurdu. Ayrıca halife Hz. Aîi
Irak'ta senelerce oturdu. Beraberinde ashrıb da bulunuyordu. Diğer Müslüman
şehirlerinde de sahabeler vardı. Bu sıraladığım mübarek zatlardan akşam ile
yatsı farzlarını yağışlı gece cem ettikleri kat'î surette vakî değildir.
2- Hak
sahibinin yemini ve bir şahidlc hüküm verme mes'elesidir. Bildiğiniz Zührî
Medine'de bir şahid ve hak sahibinin yaptığı yeminle onun lehinde devamlı
surette karar verirdi. Halbuki Şam, Humus, Mısır ve İrak'ta oturan ashab-ı
kiram, bu delilleri" yeterli" görerek hüküm -verdikleri vaki
değildir. Hu-lafâ-i Raşidîn de bu durumda hüküm verme hakkında muhtelif
şehirlerde oturan ashaba bir şey yazmamışlardır. Sonra Ömer b- Abdilaziz
haİİfe olduktan bir müddet sonra Ruzayk b.-cl-Hakîm ona: «Sen Medine'de iken
bir şahid ve hak sahibinin yeminini yeterli görüyordun.» diye yazdığı yazıya
karşılık halife, yazdığı cevapta şöyle diyor:
a Biz Medine'de bununia hüküm ediyorduk. Şimdi Suriye halkının bununla hüküm etmediklerini gördük. Artık âdil
iki erkek veya bir erkek İle iki kadının şahidliğiyle hüküm veririz.» Bu halifenin kuvvetli İlme, sağlam ve
isabetli rey'e sahip olduğunu, Islâmiycfin aynen ve gerçek mahiyetiyle
tatbikine gayret eden ve sünnet-i seniyyeyi
ihya eden bir zat olduğu
malûmunuzdur. Keza kendisi halifeliği süresince hiç bir yağışlı gece cem-i
salât etmemiştir.
3- Medine
ehli, evlenen kadının, vadesi henüz gelmemiş oian (Müeccel Sıdak) mehrini
istemesi halinde derhal ödenmesinin gerekliliği yolunda hüküm vermişlerdi. Irak
halkı da onlara muvafakat etmiş ise de Misrr ve Suriye halkı, ashabtan ve
tabiînden hiç kimsenin böyle bir hüküm vermediğini ifade ederler. Ancak ölüm
veya boşama halinde vadesi gelmemiş olan mehrin derhai ödenmesinin
zorunluluğuna ashab ve tabiîn fetva vermişlerdi.
4- Medine âlimlerinin İlâ' [103]
konusunda verdikleri fetva :
Onlara göre Kur'ân'la
tesbit edilmiş olan dört aylık îlâ' süresi bitse dahi yemin eden erkeğe,
ailesine dönmek veya boşamak için bir müddet verilmedikçe bir boşama durumu
vuku' bulmuş sayılmaz. Erkeğe bu müddeti verme gereğini rivayet eden Abdullah
b. Ömer'den Nâfi' vasıutsıyle bana intikal sden fetvaya göre Kur'ân'da
zikredilen îlâ' hükmü tesbit edilmiş olan dört ayhfc süre hitamında yemin eden
erkeğin Allah'ın emrettiği gibi derhal .îilesine dönmesini veya boşamaya
gitmesini emretmiştir. îlâ' eden kişinin başka îürîü davranışını mubah
kılmamıştır. Halbuki siz Medine âlimleri «îlâ' eden kişinin Allah tarafından
tesbit edilen dört aylık süreden sonra boşama veya ailesine dönme yolunu
seçmese bile o ona bu seçme işi için bir süre verilmedikçe ailesini boşamış
sayılmaz» diyorsunuz.
Bu fetvanız ashabtan
bize intikal eden fetvalara ters düşer. Çünkü Hz. Osman, Zeyd b. Sabit, Kubeyse
b. Züeyb ve Ebu Seleme b. Abdurrahman b. Avf’ın îlâ' hakkında şöyle
söyledikleri bize ula.şmiştirv «Dört
aylık îlâ' süresinin sona ermesi BAÎN [104]
talâk ile bir boşamadır.»
Diğer tarafları Sâîd
b. el-Müseyyeb, Ebu Bekir b. Abdurrahman b. el-Haris b, Hişâm ve İbni Şihab
(Medine âlimleri) ise dört aylık sürenin bitimi RECİ [105] bir
talâktır, diyorlar.
5- Ashabdan
Zeyd b. Sabit diyordu ki: tBir adam boşama yetkisini eşine verdiği zaman eşinin
kocasını tercih etmesi (= Kocasından ayrılmak istemediğini beyan etmesi) bir
talâkla boşama sayılır. Şayet boşamayı tercih ederek üç talâkla kendimi
boşadım, dese bu sözle yine bir talâk vuku bulur.»
Halife AbdÜlmelik b..
Mervân bununla hükmederdi. Rabîa b. Abdurrahman da böyle söylerdi. Diğer
taraftan hemen hemen bütün Müslümanlar bu görüşe katılmayarak aşağıdaki fetvada
ittifak eder gibidirler:
Kocası tarafından
boşama yetkisi verilen kadın, eşini tercih ederse bir talâk bile vuku bulmaz.
Eğer bir veya iki talâkla kendini boşamayı tercih ederse rec'î talâk ile
boşamış oluyor. Kocası dilerse ailesine dönebilir. Şayet üç talakla boşarsa o
zaman tamamen ve üç bain talâkla boşamış oluyor. Artık yeminden dönmek veya
nikâhı yenilemekle eşler birbirine helâl olmaz. Ancak kadının bu yetkiye
dayanarak üç talâkla boşandım diye yemin ettiği meclisten taraflar henüz
ayrılmamış iken erkeğin onu tekzib ederek «ben sana sadece bir talâkla boşama
yetkisini verdim* dese o zaman erkeğe yemin teklif edilir. Yemin etmesi
halinde ailesi kendisine teslim edilir.
6- Abdullah
b. Mes'ud derdi ki: oBir adam nikahladığı cariyeyi bilâhare satın alırsa satış
akdi üç talâkla boşama hükmündedir.»
Rabîa da böyle söylerdi.
Şayet köle ile evlenen hür kadın bilâhare kocası olan köleyi satın alırsa
durum yine böyledir.
Halbuki sizin kabule
şayan olmayan ve hiç de hoşlanmadığımız bir şekilde fetva verdiğinizi
öğrendik. Ben bu konuda sana bir şeyler yazdım. Fakat bana cevab vermediniz.
Yazdığım mektubun size ağır geldiği endişesini duyduğum için o tarihten beri,
hoşlanmadığım fetvalarınız hakkında bir şeyler yazmayı terk ettim. O
mektubumda re'yinize yaptığım, itiraz konusu şu idi:
Bana gelen haberlere
göre yağmur namazını kıldırmak isteyen Züfer b. Asım el-Hilâlî'ye önce yağmur
namazını kıldırmasını, sonra hutbe okumasını emretmişsiniz. Sizin bu emriniz
bana ağır geldi. Çünkü yağmur hutbesiyle namazı aynen cuma hutbesi ve namazı
gibidir. Sadece şu fark var: Yağmur hutbesinin sonuna doğru hatîb duâ ettikten
sonra «Ridâ» (belden yukarı giyilen palto, ceket gibi) sim ters çevirir sonra
inerek namaz kıldırır. Ömer b. Abdülaziz, Ebu Bekir Muhammed b. Amr b. Hazm
vesair zatların hepsi yağmur namazını bu şekilde kıldırmışlardir. Bunun için
sizden emir alan Züfer b. Asım'ın yaptığı şekil, herkesin tuhafına gitmiş ve
hoş karşılanmamıştır.
7- İki
erkeğin her birisinin hissesi nisâb
olmadıkça toplam sermayeleri nisab olsa
bile zekât çıkarmayacaklarını söylediğini duydum.
Halbuki Hz. Ömer'in
yazdığı talimatta; «Ortakların toplanı mallan nisab olunca zekât çıkarılır.
Herkes hissesine düşeni öder.» hükmü var. Zamanınızdan evvel, halife Ömer b.
Abdülaziz'in valiliği zamanında ve ondan sonraki uygulama böyle devam etti.
Zamanının en yüksek âlimlerinden aşağı olmayan Yahya b. Sâid'in bize verdiği
bilgi de bu yoldadır. (Allah Rahmet ve mağfireitiyle mekânını Cennet eylesin.)
8- Sen,
Peygamberin ganimet malından Zübeyr b. Avvam'a bir at için iki sehim (pay)
verdiğini anlatıyorsun. Bütün insanlar İse Peygamberin Zübeyr'e iki at için
dört sehim verdiğini ve üçüncü atı için sehim vermediği hadîsini anlatırlar.
Ümmet bu hadîs üzerine ittifak halindedirler. Suriye, Mısır, Irak, Afrika
halkının tamamı aynı şeyi söylerler. İki kişi bile bunda muhalefet etmez. Bu
durumda itimada şayan bir kişiden, başka türlü bir şey duymuş olsan bile bütün
ümmete muhalefet etmen uygun olmaz.
9-Bir mal
satın aldıktan sonra borçlarının çokluğu dolayısıyle hâkim tarafından mallarına
haciz konulan kimse, eğer satın aldığı o malın bir kısmını harcamışsa veya
satıcı, sattığı bahis konusu malın bedelinin bir kısmım teslim almışsa,
satıcı, sattığı malından bulduğunu
geri alabilir. O mal, diğer mallar gibi haciz altına girmiş
sayılmaz.» diye fetva verdiğinizi duyduk. Halbuki insanların taâmül ve
uygulamaları şöyledir: «Satıcı, bedelin
bir kısmını almışsa veyahut müşteri malın bir kısmım eîden çikarmışsa satıcının
mal üe ilgisi kalmamış olur.»
Yukarıdan beri
anlattığım mes'elelerin benzerleri de vardır. Fakat onları yazmadım. Ben, senin
başarılı ve uzun ömürlü olmanı dilerim. Çünkü Müslümanların senden istifade
edeceklerini umarım. Senin gibilerin gitmesi büyük kayıplardan olur. Uzak
olsak bile kalben seninleyim.
İşte yanımdaki değerin
ve yerin budur. Hakkındaki kanaatim de budur. Buna bilhassa inanınız.
Muhabereyi kesmeyiniz. Daima durumunu, aile efradının vaziyetini, senin veya
yakınlarının ihtiyacını ve haberlerinizi bildirmenizi beklerim. Çünkü ben bu
takdirde çok memnun olurum.
Allah'a hamd olsun bu
mektubu yazarken cümlemiz iyiyiz. Sıhhatimiz yerindedir. Cenab-ı Allah bizi ve
sizi, verdiği nimetlerin şükrünü Ödemeye ve tüm nimetlerine erişmeye muvaffak
kılsın. Allah'ın selâmı ve rahmeti üzerinize olsun.
Bu mektubun tam
metnini almakla Islâmî edeble yazılan tenkidin en güzcl örneğini önünüze sermek
istedim. Bundan daha uygun tâbir ve ifadelerle muhalifine tenkid yazısı
göndereni görmedik.
Bunun bize iyi bir
örnek olmasını dilerim.
Şîâ'nın sünnete karşı
davranışına gelince, onlar bağlı bulundukları İmamları vasıtasiyle gelen veya
onların mezhebine dahil kimseler tarafından rivayet edilen hadîslere ilimad
ederler ve bunların dışında kalan hiç bir râvînin rivayet etliği hadîsleri
kabul etmezlerdi. Onlara göre Hz. Alî'ye inandıkları şekilde bağlanmayan
kimseler itimada şayan değillerdir. :
Haricîler de ashab
arasında çıkan olaylardan Önce rivayet edilmiş olan hadîslere itimad ederlerdi-
Genellikle Ebu Bekir ve Ömer Hazretleri devrine ait hadîsleri kabul ederlerdi.
Olaylardan sonra Cumhura karşı çıkarak onlara düşman gözü ile baktılar.
İddialarına göre, Cumhur, sözde gayri meşru halifelere itaat etmekle itimad
edilme niteliğini kaybetmişlerdir.
Başta Şafiî hazretleri
olmak üzere hadîsçüerin Cumhurunun görüşüne göre hadîsin sıhhati, âdil
raviierin rivayetine bağlıdır. Resûlüllah'a ulaşıncaya kadar bir hadîsi rivayet
eden bütün raviler «Adil» oldukları takdirde onunla amel edilir. Senedde riîvi
sayısı birer kişiye dahi düşse sıhhatine halel gelmez. Bunun dışında bir şart
aranmaz.
Rivayet edilen bir
hadîsin sıhhat bakımından değerinin tesbit ve takdiri hususunda, bu noktadan
dolayı, fikıhçilar arasında büyük bir ihtilâf çıkmıştır. Meselâ; şöhretinden
dolayı, Hanefî fıkihçınm amel ettiği bir hadîsi, senedindeki zayıflık
doîayıssyîc Şafiî fıkıhçının terk ettiğini görüyoruz. Keza senedindeki kuvvet
dolayıssyle Şafiî fikıhçmın amel ettiği bir hadîsi,' tatbikat başka türlü olmuştur
gerekçesiyle Malikî fıkıhçımn terk ettiğini görüyoruz.
Büâhare gelen
sarihlerle, kendi mezheblerini savunarak diğer mezhebleri tenkid eden tabaka
teşekkül edince onların bağlı bulundukları mezheb imamlarının, yukarıda işaret
ettiğimiz usûl ve prensiplerine iltifat etmediklerini görüyoruz.
İcabında bir mezheb
imamının ittihaz ettiği usûl ve şartları taşımadığından dolayı kabul etmediği
bir hadîs'e karşı normal davranışının, diğer mezheb âlimleri tarafından
büyültülerek, «Senedi sahih olan bir hadîs nasıl dikkate alınmaz?» diye ağır
bir dille tenkid edildiğine şahid oluyoruz. Diğer taraftan imamlarının amel
etmediği bir hadîs'i zayıf göstermek için senedine veya başka yönden itirazda
bulunanlar vardır. HalbuH bu lüzumsuz itirazları yeıine, rahatlıkla
diyebilirlerdi ki; «imamımız bu hadis'i, aradığı şartlan taşımadığından dolayı
kabul etmemiştir.» İleride bu hususlarda birçok örnekler gelecektir. [106]
Ashab-ı kiram ve
tabiîler Kitab ve sünnette nass bulmadıkları zaman «Re'y» diye
isimlendirdikleri metod ile fetva verirlerdi. Onların fetvalarından
anlaşıldığına göre, re'y, dinin umumî kaidelerine binâen hüküm vermektir. Bu
umumî kaidelerden iki tanesi Resûlüllah'in şu hadîsleridir :
«Seni şüpheye düşüreni
bırak, şüphesiz olanı al.» [107]
«Zarara sokmak ve
zarara karşı intikam almak yoktur.» [108]
Onlar fetva verdikleri
olayı, belirli bir asla (temel hükme) dayandırmaya ve o hükmün ihtiva ettiği
olaya fetva konusu olayı benzetmeye ehemmiyet vermezlerdi. Meselâ; ashabdan
Muhammed b. Mesleme'nin tarlasından, arzusu hilâfına komşusunun muhtaç olduğu
a su arkı »m geçirmesine, Hz. Ömer karar veriyor. Çünkü bu karar, tarla
sahibine zarar vermiyor ve komşusuna menfaat sağlıyor. Hz. Ömer bu hükmü,
belirli bir temel hükme dayandırma ve bir benzer olaya kıyaslama yoluyla
vermemiştir. Kendisi verdiği fetvayı umumî bir temel kaide olan; «Faydalıyı
helâl ve zararlıyı haram kılma» hükmüne dayandırmış ve bu karar tarla sahibine
hiç bir zarar getirmiyeceği gibi, onu da komşusu gibi faydalandıracağı
gerekçesine bağlamıştır.
Bu nevi karar
gerekçeleri fıkıhçılar lisanında «Mesâlih-İ Mürsele» (belirli bir kaynağa
dayanmayan kayıtsız yararlıklar) olarak adlandırılır. Ancak bilindiği gibi, bu
görüşü genişletmek çok sakıncalıdır. Tâbiri caiz ise, böyle yapmakla, «Kaş
yapayım derken, göz çıkarma» olur. Çünkü bu yol icabında birçok hadîsleri
terketmeye sebep olur. özellikle bu yolda giden bir fikıhçı, geniş çapta hadîs
araştırması yapmamışsa derhal hataya düşer. Muhtelif şehirlerde oturan
âlimlerin yanında bulunan bütün hadîsleri bilebilen herhangi bir fıkıhçımn mevcudiyeti
görülmemiştir. Böyle bir fıkıhçımn çıkmasının kolay olmadığı takdir edilir. Bu
durum muvacehesinde €Mesâlih-i Mürsele» ve «Rey» ile fetva verme sahasını
genişleten bir fikıhçı (mezheb imamları asrındaki âlim) bu yolla vereceği
fetvanın kendisinin bilmediği ve başkası tarafından bilinen bir hadîs'e ters
düşmesinden kat'iyyen emin olamaz. Bu büyük sakıncayı duyan fıkıhçılar, Re'y
dairesini daraltmayı lüzumlu gördüler. Bunun için müetehidin re'ye müs-tenid
fetvasını belirli bir kaynağa ve asıl'a dayandırmasını şart koştular. Bu kaynak
ve asıl, ancak Kitap veya sünnet olabilir. Fıkıhçıların Kitap ve sünnetten
«onra teşri' için üçüncü kaynak kabul ettikleri» Kıyas budur.
Irak fikıhçıları
kıyas'a geniş yer vererek bu sahada çok çalıştılar. Bu arada, çoğu zaman,
kıyas'ı terk ederek «Istihsan» ismini verdikleri metodu alırlardı. Muhammed b.
ci-Hasan «el-Mebsût» adlı kitabının çok yerinde: «Ben kıyas'ı terkeder
istihsan'ı alırım* der. Onun istihsanı, bazen kıyas'ın gerektir.diği hükme
muhalif bir esere rücû' etmek olur, bazen de eskiden (ashab devrinde) re'y
denilen, umumî kaidelere dönmek olurdu.
Biz, hadîs ehli ile
re'y ehlinin yerini tayin ve tesbit eden özellikleri izah etmekle durumu
okuyucularımıza sunmak isteriz.
Hadîs ehline göre
sünnet, Kur'ân'ın tamamlayıcısı olduğu itibariyle ve Müslümanlığı kabul
edenlerin uyması gerekli bir takım kesin deliller olması hasebiyle, taşıdığı
hikmetlerle nedenlere bakılmaksızın ve müetehidin müracaat edeceği genel ve
özel prensipleri nazara almadan dinî kaynak kabul edilir. Bu itibarla
hadîsçiler harfiyyen teşrî'e bağlıdırlar. Şcr'î hükümlerde çok titiz oldukları
için, sorulan bir mes'ele hakkında bir nass (kesin delil) bulamadıkları zaman
susarlardı ve fetva vermekten çekinirlerdi.
Re'y ve kıyas ehli
ise, onlar, teşrî hükümlerinin manâ ve gayesi akıl ile çözülebilen şeyler
olduğu görüşündedirler. Bu hükümler için Kur'ân'ın ifade ettiği ve sünnetin
te'yid ettiği umumî prensipler vardır. Ayrıca fıkhın her holümü için Kitap ve
sünnetten aldıkları bir takım kaideleri ele alarak, o bölümde bulunan bütün
mes'elelere, hakkında nass olmasa dahi o kaideleri uygularlardı.
Bunlar sünnete karşı
hadîs ehli gibiydiler. Sünnetin sağlamlığına inandıkları zaman sünnetle amel
ederlerdi. Ancak onlar, ellerinde bulunan usullere dayandıkları ve
güvendikleri için fazla hadîs rivayet etmezlerdi. Aynı zamanda, daha önce
belirttiğimiz gibi, görüşlerine göre sünnetle amel etmek için Onun meşhur
olması şartını koşuyorlardı. Bir hadîsi sabit gördükleri zaman edindikleri
usullere aykırı olsa dahi o hadîsle amel etmekten geri kalmazlardı.Bu çeşit
hükümlere «Istihsan» derlerdi. Bazen de fıkhın bir bölümüne ait belirli kaidelerine
kıyaslamayı bırakarak, genel usullere kıyaslama cihetine giderlerdi. Buna da
«Istihsan» derlerdi.
Kıyas'ı kabul eden ve
büyük çoğunluğu teşkil eden fıkıhçıların kıyas yo-luyle çıkardıkları şer'î
hükümleri tetkik edenler görecekler ki onlar, Ebu Ha-nife hazretleri ve
arkadaşlarının «Istihsan» ismini verdikleri manâda fetva vermişlerdir. Ne var
ki, re'y ehli «tstihsan» kelimesini bazı fetvalarında kullanmışlardır.
Diğerleri ise «Istihsan» terimini kullanmamışlardır. Nitekim İmam Malık
«Mesâlih-i Mürseleo İsmini verdiği delil ile hükmetmiştir. Bu delil «Istihsan»ın
bir çeşididir. İleride değişik mezhebiere ait olup, bu esasa dayanan birçok
mes'eleye rastlayacaksın.
Kıyasçıİar ile
İstihsancılar yeni bir delil icad etmiş değillerdir. Onlara bu yolda rehber
durumunda olan ashab'dan büyük selefleri vardır. Birinci devirde Hz. Ömer,
İkinci devirde Hz. İbn-i Abbas ve tabiîndan Rabîa ve İbrahim En-Nahaî v.s. gibi
zatlar bu delili uygulamışlardır.
Bu devirde, bir yönden
hadîsçiierle İstihsan ve kıyası delil gösteren re'y ehli arasında niza'
şiddetlenirken; diğer taraftan re'y ehlinin iki kolu durumunda sayılan
kıyasçılarla istihsancilar arasında ihtilâf oldukça yayılmıştır.
Hadîsçiler ile
kelâmcıîar arasında tartışmalar bulunduğu halde iki ekol mensupları değişik
yönlerde re'y ehline hücum ederlerdi. Hadîsçİlerin teşrîdeki go-rüslcrinİ
yukarıda anlattık. Kelâmcıîar ise, teşrîî hükümlerin tamamen taabbüdî (hikmeti
bilinemez) olduğunu ve bu hükümlerde re'y ve kıyas'ın yeri olmadığını
söylerler. Sâri' (teşri' kurucusu) tarafından geldiği kesinlikle sabit olan
hükümlerle amel etmeyi gerekli görürler. İlâhî hükümlerin taabbüdî oluşu
hususunda hadîsçiierle fikir birliğine varmaktadırlar. Fakat sünnetin, teşrî'
kaynaklarından olduğunu kabul etmemekle hadîsçilerden ayrılıyorlar.
Her fırka, deliline
dayanıyor. Bİz, hadîsçilerden ve kelâmcılardan çıkan ve re'y ehlini hedef tutan
birçok kınamalara rastlıyoruz. Bunlar, ayrı ayrı cihetlerden re'y ehlini
yeriyorlar. Hadîsçiler; «teşri', kulların değişik görüşlerine sahne olacak
durumdan çok uzak ve yücedir. Çünkü Kitap olsun, sünnet olsun ilâhîdir. Hata
ve ihtilâftan çok uzaktır. Re'y ise kuldandır. Kul, hata etmeye mahkûmdur.
Kulun görüşüne teşrîde yer verildiği takdirde değişik görüşler ve ayrılıklar
doğar. Halbuki biz Müslümanlar ihtilâf ve ayrılıktan men edilmişizdir.» derler.
Kelâmcıîar da; «İlâhî
teşri' değişik mes'eleleri toplayarak aynı veya benzer hükümlere bağlamıştır.
Diğer taraftan benzer mes'eleleri yek diğerinden ayırarak tamamen birbirine
muhalif hükümlere bağlamıştır. Bu durumda olan şer-î şerif, re'ylere mahal
olamaz.» derler ve bazı hükümleri örnek olarak gösterirler.
Kıyası savunmak ve onu
teşrî* kaynağı saymak hususunda gördüğümüz malûmatın en güzeli, İmam Şafiî'nin
«er-Risalet-ül-Usuliyye» adlı usul kitabı ve
el-Umm adlı diğer bir kitabındadır. Kıyası terk etme hususunda da en
önemli eser, hicrî üçüncü asrın ortalarında görülen Zahiryye İmamı Davut b.
Alî'nin yazdığı kitabtır. Kendisi, mezhebini Kitab ve sünnetin zahir (Delâleti
zannî olan - ve zayıf bir ihtimal ile başka manâya muhtemel olan delil) lerine
göre kurmuştur. Te'vili hiç bir surette kabul etmemiştir ve kıyası kesinlikle
terk etmiştir.
Bu devrin meşhur
fıkıhçılarınm ekserisi kıyası teşri'in kaynaklarından saymıştır. Bunlar
arasında Ebu Hanife ve arkadaşları kıyası herkesten önce delil olarak kabul
ettikleri için yalnız kendileri «Re'y ehli» diye meşhur olmuşlardır.
Istihsan'a gelince;
İmam Şafiî, gerek risalesinde ve gerekse el-Umm kitabının yedinci cüz'ünde ona
şiddetle hücum etmiştir, el-Umm'de Özetle şöyle söyler :
«Hâkimlik veya
müftîlik görevine kendisini ehil gören bir kimsenin vereceği hüküm veya
fetvasını sabit habere dayandırması zorunludur. Sabit haber de şu dört şeyden
birisidir: 1— Kitab, 2— Sünnet, 3— İlim ehlinin ihtilâfa düşmeden söyledikleri
sözler, 4—: Bu üç maddede yazılı delillerden birisine kıyaslamak.
Hakim veya müftînin
istihsan İle hüküm veya fetva vermesi caiz değildir.
Çünkü istihsan
yukarıda yazılı dört maddenin dışında kalır. Allah şöyle buyuruyor :
(316)
«İnsan, kendisinin başı boş bırakılacağım mı sanıyor?» (el-Kı-yâme: 36)
Bildiğim kadarı ile
Kur'ân'ı bilen ilim ehli, âyette geçen «Südâ» kelimesinin herhangi bir emir ve
yasakla mükellef olmayan kişi manâsına olduğunda ittifak etmişlerdir.
Emredilmemiş olan bir şeyle hüküm veya fetva veren kimse, kendisinin «Südâ»
manasında olduğunu caiz görmüş oluyor. Halbuki yüce Allah onu «Südâ» olarak
terketmiyeceğini bildirmiştir. Keza; bu şahıs: «Ben dilediğimle hükmederim.•
demekle Kur'ân'in hilâfına, peygamberlerin apaçık yoluna aykırı ve âlimlerin
cemaat halinde benimsedikleri prensipler dışında iddialarda bulunmuş sayılır.
«Allah'ın ve Resulünün emri olmaksızın istihsan'la hükmederim.» diyen kişi
Allah'dan ve Resulünden bir şey söylemiş değildir. Dolayısıyle, söylediği
sözler, dinî hükümler mahiyetini taşımaz ve kabule şayan değildir.
Dinî kaynaklarda
yapılması veya yapılmaması hakkında hüküm bulunmayan bir şeyle hükmederim,
diyen bir kimse, kıyas yoluna da gitmeden hüküm verirse onun söz ve hükmünün ne
kadar hatalı olduğunu ve kendisinin nasıl bir sorumsuzluk içine girdiği
açıktır. Yüce Allah herkesi sorumlu kılmıştır.
Kesin haber veya ona
kıyaslama olmadan, hüküm veya fetva vermeyi caiz gören kimsenin «Emredilmemiş
olsa bile arzu ettiğimi yaparım» sözünün manası, Kitab ve sünnetin manasına
ters düşer. Böylece kendi diliyle herkesin kabul ettiği bir hataya düşmüş olur*
O hata nedir diye sorulursa; şöyle cevap verilir:
Hiç bir âlimin, akıl,
dirayet ve mantık kabiliyeti en üstün olan herhangi bir şahsa kendi görüşüyle
fetva veya hüküm vermesini tecviz ettiğini bilmiyorum. Ancak bahis konusu
kabiliyetleri yanında kıyasla ilgili durumları bilir, Kitab, sünnet ve icma'a
vakıf benzer mcs'eleleri iyice seçebilir durumda ise o zaman re'yle fetva
verebilir.
Istihsam savunanlar,
belirttiğim şartlan taşımadan re'yle fetva verilebileceğini sanırlarsa, o
zaman onlara denilecek ki; «Öyle ise Kur'ân, sünnet ve fetva hususunda âlim
olanlardan aklen daha üstün olan kişilerin, vuku bulacak bir mes'eîe hakkında
Kitab, sünnet ve icma'da hüküm bulunmadığı takdirde söz sahibi olmaları niçin
caiz olmasın? Onlar, icabında mantık, zekâ, dirayet ve akıl bakımından
hepinizden daha üstün olabilirler. ı
Eğer «Onlar, usul
ilmini bilmezler» deseniz, size denilecek ki; «Bir asıl'a dayanmadan ve bir
asıl'a kıyaslamadan fetva verdiğinize göre usuFü bildiğinizi ne ile isbat
edebiliriniz? Usul ilmini bilmeyen akıl sahipleri hakkında duyduğunuz bütün
endişe, onların usul ilmini bilmemeleri ve dolayısıyle bilmeden bir takım
kıyaslamalara girişmelerinden ibaret değil midir? Sizler, usul ilmini bilirsiniz,
acaba usul ilmini bilmeniz size o usullere göre kıyas yapmayı kazandırdı mı?
veyahut onlara kıyaslamayı terketmeyi caiz kıldı mı? Eğer, o usulleri bırakmak
si2İer için caiz ise onlar için de caiz olmuş olur. Çünkü demin dediğim gibi,
onlarla ilgili duyulan endişenin çoğu usullere göre kıyas yapmayı terk etmek veya
hataya düşmektir. Sonra bir kimsenin kıyas yapmadan fetva vermesi, övülmeyi
gerektiren bîr meziyet ise akıl sahiplerinin mantıklarıyle fetva vermeleri
daha fazla Övünmeyi gerektirecektir. Onlar, size göre daha isabetli olurlar.
Çünkü onlar, bilip de terk ettikleri kıyas yoktur. Hata işlerlerse, size nazaran
daha mahzurdurlar. Bilmedikleri hususlarda hata etmiş olurlar. Sizler, yabancısı
olmadığınız usullere göre bildiğiniz kıyası terkettiğiniz takdirde, yükleneceğiniz
vebal onlarmkinden daha fazladır.»
Eğer; «Biz, usulü
bildiğimiz halde kıyası terk ediyoruz» derseniz size şöyle söylenecek : «Eğer,
kıyas hak ise siz bilerek hakka muhalefet etmiş olursunuz. Bunda öyle bir
vcbâl vardır ki o vebali bilmezseniz, ilimde kendinizi söz sahibi saymamanız gerekir.
Şayet; kıyası terk ederek hatırınıza gelen, hoşunuza giden ve zihninizde
yerleşenle fetva vermeye kendinizi yetkili sanıyorsanız, hiç kimsenin bilmeden
fetva veremiyeceği ve yukarıda belirttiğimiz gibi Kitab, sünnet ve İcma'a
dayalı konuşma zorunda olduğunu düşünürseniz, bu işten vaz geçersiniz.»
İmam Şafiî, bundan
sonra da İstihsan ehline şöyle hitap eder : «Hâkim ve müftî, sorulan bir
mes'eleyle ilgili oîarak; «Bu mes'ele hakkında nass ve kıyas yoktur. Ben,
İstihsan'la böyle fetva veririm.» derlerse, başkalarının da onun görüşüne
muhalif bir görüşe sahip olması ve aynı şekilde; «Ben, İstihsan'la böyle fetva
veririm.» diyebilmesi her halde normal karşılanır. İstihsan ehlinin bunu caiz
sayması gerekir. Böylece, her şehirde oturan hâkim ve müftînin, aynı konuda
değişik birçok hüküm ve fetva vermesi muhtemeldir. Zira, muayyen bir usule bağh
kalmadan istihsan denilen şahsî görüşlere dayalı çeşitli neticelerle gayet
tabiî karşılaşılır. Bunun sonunun nereye gideceğini kimse kestiremez. Eğer,
İstihsan ehli olan zat dese ki: «Halk, benim görüşüme uymak zorundadır.» Ona
denilecek ki; «Sana itaat etmeyi kim emretti ki, insanların sana uyması mecburî
olsun? Eğer başkası, senin ona uymanın gerekliliğini iddia ederse, ona itaat
edecek misin? Yoksa, ben ancak itaati ile emrolunduğum kimselere itaat ederim
mi dersin?» Böylece, kimse kimseye itaat etmeye mecbur değildir. İtaat, sadece
Allah ve Resulünün emrettiği kişilere karşı yapılır. Hak, Allah ve Resulünün
emrine uymakdadır.»
Şafiî, yukarıdan beri
naklettiğimiz sözlerinde sanki Muhammed b. el-Ha-san'ın, «istihsan'la
hükmederim, Kıyas'ı terk ederim. Ebu Hanife de Istihsan'ı tuttu ve Kıyas'ı terk
etti.» sözlerine bakarak konuşuyor ve onları herhangi bir delile dayanmadan
sırf hatırına gelen ve zihninde beliren indî görüşle fetva vermiye
kalkışanların yerine koyuyor. Halbuki Muhammed b. el-Hasan'ın sözlerini
açıklayanlar, konuşmasından da anlaşıldığı veçhile, Istihsan'in mücerred bir
söz olmadığını belirtirler ve îstihsanı şu şekilde tarif ederler : «Istihsan;
muayyen bir asıla kıyaslamayı terk ederek varid oian bir hadîs'e veya umumî
asıllara dönmektir. Eski fıkıhçılar, buna re'y derlerdi. Veyahut, muayyen bir
asıla kıyaslamayı terk edip başka bir muayyen asıla rücıt etmektir.» [109]
Şafiî, bizzat kıyas
ehli arasındaki ihtilâfı beyan ederken; aSorulan bir mes'-eie kıyas yoluyle hal
edildiği zaman, bazen dayandınlabileceği iki asıl ile benzerliği bulunur. Bir
kıyasçı onu bir asıla benzetirken, ikinci bir kiyascı mes'eleyi diğer bir asıla
benzetir ve bunun neticesinde değişik iki fetva verilmiş olur.s der.
Irak ehlinin Istihsan
dedikleri şey; bir mes'eleyi özel veya umumî bir asıla dayandırmaktan başka bir
şey değildir. Hiç bir zaman Irak ehli Istihsan'ı keyfî fetva olarak
almamışlardır. Bu durumda kıyas ehli i!e Istihsan ehli arasındaki ihtilâf
sadece deyimlere münhasır kalır. Bu da mühim bir şey değildir.
Şafiî «er-Red alâ
Muhammed b. el-Hasan» adlı kitabında; Muhammed b. el-Hasan'ın fıkıhta takip
ettiği usulün, kesin haber veya kıyasla fetva vermek olduğunu açıkça belirtmiştir.
Hülâsa; bu devirde
kıyas, geniş çapta destek görerek, teşriin temel kaynaklarından sayılmıştır.
Fakat fıkıhçılar şer'î hükümlerin çıkarılmasında kıyas'i diğer kaynaklara
nazaran aynı ölçüde kullanmamışlardır. Kiyas'a en çok yer verenler Hanelilerdir.
Ona en az nüfuz edenler Hanbelîlerdir. Maîikîlerle Şafiîler ise mutedil
derecede ona yer vermişlerdir. Şiâ' ve bazı hadîsçiler, Kıyas'tan kaçınmışlardır.
Zahiriye mensupları ise şiddetle Kıyas'a-karşı çıkmışlardır. [110]
Fıkıhçılar Kitab ve
sünneti dinin temel kaynağı olarak kabul ettikleri gibi İcma'ı da ayrı bir
kaynak saydıklarını görüyoruz. Bazı mes'eleler hakkında konuşurlarken, bu
konuda icma' var derler. Onlar, islâm camaâtınm ittifak ettiği hususlara karşı
çıkmayı haram kılan Kitab ve sünnetteki nassları, Icma'ın bir kaynak olduğuna
delil gösterirler. Bu nasslardan maksadın, bir şeyin helâl ve haramhği hakkında
camaâtın vardığı karara uymak olduğunu
söylerler.
Istihsan : Bir
mes'eleyi emsalinden ayırarak
daha kuvvetli bir delile dayandırmaktır.
Açık Kiyas'a karşı olan bu delil, nass, İcma' veya gizli kıyas olabilir. İbn-i
Abidîn, Cild : I, Sayfa: 160, Mısır. ?
(317) «Kim
kendisine doğru yol besbelli olduktan sonra Peygambere muhalefet eder. Mü'minlerin
yolundan başkasına uyup giderse onu döndüğü o yolda bırakırız. (Fakat âhiretde
de) kendisini cehenneme koyarız. O, ne kötü bir yerdir!» (Nisa' :115)
Şafiî der ki;
«Mü'minlerin yolundan başka btr yola uymak, tcma'a muhalefet etmek demektir.»
Kendisi, muhalifleriyle yaptığı ilmî tartışmalarda icma'ın muhaliflerince iddia
edildiği gibi fıkhın, derin ve içtihada konu olacak meselelerinde icma'm
olabileceğini kabul etmemektedir. Ona-göre icma', herkesin bilebileceği namaz
ve zekât gibi farzlara ait mes'elelerde ve haram kılman şeylere ilişkin
konularda olabilir. Avam tarafından bilinmemesinde sakınca olmayan ve
fıkıhçılara ait ilmî mes'elelerde, biz ancak şu aşağıdaki iki sözden birisini
söyleyebiliriz :
a) Fıkıh
âlimlerinin ihtilâfa düştüklerini bilmediğimiz ilmî mes'eleler hakkında deriz
ki; âlimlerin ihtilâfa düştüklerini bilmiyoruz.
b)
Fıkıhçtların ihtilâf ettikleri konularda da deriz ki; «âlimler ihtilâf ederek
ictihad etmişlerdir. Onların değişik fetvalarına Kİtab ve sünnetten delil bulunmasa
bile Kitab ve sünnetin ruhuna en uygun olanını aldık.» Zaten Kitap ve sünnet genellikle onların
ictihad yoluyle verdikleri fetvalara delâlet eder.
Anlattığım şekilde
âlimler değişik fetvalar verdikleri zaman şöyle söyleyebilirsin: «Bu mes'elede
iki âlim böyle fetva vermiş, üç âlim de şöyle demişler. Veyahut dört âlim şu
şekilde hüküm verirken, beş âlim de bu tarzda karar vermişlerdir. Biz
ekseriyetin yanındayız.»
İçtihada konu
olabilecek böyle ilmî mes'elelerde varılan kararlar hakkında, «Bu lcma'dır»
demeyiz. Çünkü îcma', konu hakkında sükût etmiş ve konuşmuş olsaydı ne
söyleyeceğini henüz bilmediğimiz zâtlar dahil, âlimler tarafından varılan
karar demektir. Hakkında İcma' olduğu iddia edilen bu tür ilmî mes'eter lere
muhalif kalanlar da bazen bulunur.
Şafiî, kendisiyle
münazara eden başka bir âlime, müctehidlerin şahsiyetiyle alâkalı bir soru
sorarak der ki: «İttifak ettikleri zaman verdikleri karar İcma' sayılacak
âlimler kimlerdir?». Münazara eden, «Onlar, her şehir halkının tayin ettiği ve
hükmünü kabul ederek tasvip ettiği fi kılıcılardır.» deyince, Şafiî; uzun bir
tartışma yaptıktan sonra şöyle söylediğini yazar: «Ben birçok kelâmcılann,
şehirlerin çoğuna dağıldıklarım, her yerde bir takım çevrelerin bunları fetva
için merci' kabul ettiklerini ve aynen dediğin şekilde birer fıkıhçı gibi
tanıdıklarını gördüm. Aslında fıkıhçılardan kabul edilmeyen, fakat fıkıhçı
geçinerek böyle tanman kelâmcılann ittifakları icma' sayılabilir mi?«
Şafiî aynı şahsa
icma'm nakli hakkında diğer bir soru sorarak der ki: «Sen, bütün şehirlerdeki
fıkıhçıların ittifakla vardıkları kararın icma' olduğunu ve böyle olmadıkça
fıkıhçılar tarafından varılan kararın delil sayılamıyacağı sözüne dikkat et!
Sen hepsinin icma'ını tesbit etme imkânına sahip misin? hepsi ile birer birer
mülakat yapmadan herhangi birisinin karara katıldığını ileri sürebilir inisin?
veyahut tevatür haddini bulan râviler aracılığı olmaksızın şunun veya bunun
bir fıkıhçi namına sana getireceği sözlerle o fıkıhçılarm bahis konusu karara
muvafakat ettiklerini söyleyebilir misin?» Münazaracı: «Bu şekil bir icma
bulunmaz» diye cevap verince, Şafiî şöyle söylediğini anlatır; «Eğer bütün
fıkıhçılann değil de bir kısmının veya çoğunun kararını ve böyle kararların
mahdut şahıslar aracılığı ile naklini kabul edersen, tenkîd ettiğin şeyi kendin
kabul etmiş oluyorsun. Eğer bunu kabul etmezsen umum halkın aracıîiğiyle muasır
bütün fıkıhçıların ittifak ettikleri ve tema* dediğin bir karan herhalde
bulamiyacağız. Çünkü bütün fıkıhçilar senin için bir yerde toplanmazlar. Sen de
hepsinin görüşlerini tevatür haddini bulan halkın aracilığıyle nakîı gerçekleştirmeye
muktedir değilsin.»
Şafiî, bazı ilmî
mes'elelerde icma'm tam manastyle gerçekleşeniiyeceği hususundaki görüşünde
haklı görülüyor. Çünkü böyle bir icma\ bir asırda bı»!u~ nan müctehİdlerin
şahsiyetlerinin tanınması, onların içtihada ehil olduklarının herkesçe itiraf
edilmesi, fetvaya konu edilen mes'ele hakkında her müciehidm söylediği sözün
nakledilmesi ve nakledilen sözün şüpheye mahal kalrmyacak birer cemaat
tarafından rivayet edilmesiyle gerçekleşebilir. Böyle bir İcrna', umum halkın
bilebileceği ve «Amme İlmi» denilen konularda tahakkuk edebilir. Farz namazların
bdş vakit, sabah namazının farzının iki rek'at olduğu ve benzeri konularda
olduğu gibi.
«Hâssa ilmi» denilen
ve fıkıhçılar tarafından tetkik konusu edilebilen ilmî konularda «Bir mes'ele
hakkında asrın müctehidlerinin ittifakla şöyle cevap vermiş olduklarını»
söylemek koiay değildir. Çok nadir mes'elelerde böyle bir şey söylenebilir.
Bunun için tmam Ahmed'in, «Kim icma'ı iddia ederse yalan söylemiş olur» dediği
rivayet olunur.
Şafiî, yukarıda belirttiğimiz
konularda icma'ın gerçek manada tahakkuk ettiğini kabul etmemekle beraber
seleften nakledilen hüküm hususunda onlar (selef) m ihtilâf ettiği bilinmediği
takdirde bunu bir hüccet ve dinî kaynak sayar. Kendisinin buna «Ictna'» ismini
vermemesi, mana ve değer bakımından neticeyi değiştirmez.
Hanefîler çoğu zaman
«Sökûtî îcma'ı» zikrederler. Sükûtî îcma' bir müc-tehidin sorulan hususa cevap
vermesi ve diğerlerinin susması demektir. Ancak Hanefîler gördüğümüz gibi bu
nevi icma'ı hadîs'in teyidi için bir yol olarak görürler. Sünnet bölümünde
bundan bahsetmiştik. Orada anlattığımız gibi, fıkıhçıların verilen fetva
karşısında susmaları, fetvaya mesned gösterilen hadîsin sıh-hatina muvafakat
etmeleri anlamına gelir. Dolayısıyle hepsinden alınan hadîs durumuna geçer.
Çünkü eğer onların yahında bu delîle muhalif bir delîl bulunmuş olsaydı,
fetvaya karşı çıkarlardı.
İmam Malik de «Bizce
ittifak edilen bir durumdur» sözünü çok kullanır. Daha önce belirttiğimiz gibi
kendisi de hadîs teyidi için bu yolu uygun görmüştür.
tema* ile ilgili
fıkıhçılann görüşlerini özetlersek şu neticeye varırız:
«Hakkında Kitap ve
sünnetde hüküm bulunmayan bir mes'ele hakkında selef tarafından verilen bir
fetvâ varsa ve aralarında bir ihtilâf vuku bulduğu bilinmezse bütün fıkıhçılar
selefin fetvasını dinî kaynak kabul ederler. Bunun dinî kaynak sayılmasının
sebebi de budur ki Selef-i Salihîn'in vardıkları ittifak re'yden mütevellid
olamaz. Çünkü iş re'ye kalınca görüşler ayrılır. Selefin bu nevi fetvası
hakikatte sünnetle amel etmeye rücu' eder. Bahis konusu fetvâ hususunda selef
arasında herhangi bir İhtilâfın yokluğu, fetvanın mercii olacak bir sünnetin
varlığını gösterir.
d) Dinî
sorumluluğun medar (yörünge) ı olan en büyük mes'ele hakkında
çıkan tartışmalar :
I-Dinî
sorumluluğun tümü iki kelime üzerine kuruludur. O da yap ve yapmama sözleridir.
Birinci kelimeye emir, ikinciye ise nehîy (yasaklama) denir. Kur'ân'da emir ve
nehîyler vardır. Sünnette de emir ve nehîyler vardır. Bu emirler ve nehîyler,
uyulması mecburî olan şeyler midir, değil midir? Eğer mecburî kabul edilirse,
emrolunan şey farz ve nehy edilen şeyler haram olur. Şayet emir ve nehîyler
mecburî uymayı gerektirin i yorsa enırolan şeyin farz sayılması için ve
nehyedilen şeyin harâmlığı için başka delillerin aranması gerekir.
Emir ve nehîylcrin,
zarurî uymayı gerektirdiği kabul edildiği zaman şöyle bîr durum sorulur: «Eğer
emrolunan şey İbadet veya muamelâtın herhangi bir mes'elesi ile alâkalı ise
emrolunan şeyin yapılmaması alâkalı olduğu mes'eleyi bozar mı? Veya ne derecede
zedeler? Keza, yasaklanan şey, diğer bir şeye bağlı ise menedilen şeyin
yapılması bağlı olduğu şeye te'sir eder mi? Veya ne dereceye kadar te'sirli
olur?
Maksadımızı açıklamak
için bu mes'eleye âit birkaç misâl verelim:
Emirler :
(318) «Ey
iman edenler, sağ elinizin mâlik olduğu (köle ve cariyeler), bir de sLden olup
da henüz bulûğ çağına girmemiş (küçük) ler (şu) üç vakıtda, sizden izin istesin
(ler)...» (Nur: 58)
a) İzin
istemeye ait bu emir, başka bir şeyle alâkalı değildir.
«Ey iman edenler, namaza kalkacağınız zaman
yüzlerinizi ve ellerinizi dirseklere kadar ve başlarınıza meshedip, her iki
topuğa kadar ayaklarınızı yıkayın...» (Mâide: 6)
b) Abdest almaya ait
bu emir, namazla alâkalıdır.
(320) «Ey
iman edenler, tayin edilmiş bir vakta kadar bir birinize borçlandığınız zaman
onu yazın...» (Bakara:282)
c) Senet
yazmaya âit bu emir, borcun korunması ile ilgilidir.
(321) «Ey
Peygamber, kadınları boşayacağınız vakit idde ler ine doğru boşayın...»
(Talâk: 1)
d) Boşamayı
iddetin başlangıcı sayılabilecek bir zamana tahsisini belirten bu emir,
boşanacak kadının zarara uğramaması ile alâkalıdır.
Allah'ın yapınız
dediği her şeye uymak zorunluluğu ve diğer bir şeye bağlandığı zaman o şey
için şart olduğu, dolayısıyle yapılması istenen, terk edildiği zaman alâkalı
olduğu şeye te'sir ettiği söylenebilir mi? Eğer söylenirse, ab-destsiz namaz,
senetsiz borç ve iddet başlangıcı sayilamıyacak olan aybaşı âdeti esnasında
yapılan boşama hükümsüz olur.
Nehiyler :
(322)
«Allah'ın haram kıldığı cana, haklı bir sebeb olmadıkça, kıymayın. (İsrâ': 33)
a) Adam
öldürmeye âit bu yasaklama, başka bir şeye bağlı değildir.
(323) «Ey
iman edenler, siz, sarhoşken, ne söyleyeceğinizi bilince-ye ve cünüp iken de
—yolcu olmanız müstesna— gusül edinceye kadar namaza yaklaşmayın.:.» (Nisa':
43)
b) Sarhoş
olarak namaza durmaya ait bu yasaklama, münacaat mahiyetinde olan namazı ayırd
etme şuuruna bağlıdır.
(324) «Ey
iman edenler, eum'a günü namaz için çağırıldığı (nız) zaman hemen Allah'ı
zikretmeye gidin. Alış verişi bırakın...» (Cum'a: 9)
c) Alış
veriş'e ait bu yasaklama, namazı muhafaza etmeye bağlıdır.
(325) «Eğer
bir zevceyi bırakıp da yerine başka bir zevce almak isterseniz Öbürüne
yüklerle (mehir) vermiş olsanız bile içinden bir şey almayın. (Kendisine hem)
bir iftira ve açık bir günah (yükler, hem) ahrmı-sınız onu?» (Nisa': 20)
Kadından bir şeyin
geri alınmasına ait bu âyetteki yasaklama boşama İle alâkalıdır.
Kur'ân'da yasaklanan
her şeyin haram olduğu söylenebilir mi? Haram- sayıldığı takdirde başka bir
şeye bağlanırsa ona tesir eder mi? Şayet tesir ederse ne dereceye kadar tesir
eder? Yani bağlandığı şeyi temelinden bozar mı, onu eksiltir mi?
Yasaklanan şeylerin
haram olduğu söylenirse, sarhoş olarak namaz kılmak, cum'a namazı ezan
işitildikten sonra alış veriş etmek ve boşanan kadından mal almak haram olur.
Ancak, bu haram şeylerin bağlı olduğu mes'elelerin durumu ne olur? Sarhoş
olarak kıldığı namazın zedelenme derecesi, cum'a ezanından sonra yapılan ve
namazdan gert bırakan alış verisin ve mal kazandıran boşamanın vaziyeti ne
olur? Yani, bunlar sahih midir, değil midir?
Kitabfa olduğu gibi,
sünnette de emir ve nehiyler vardır. Bütün bu emirlerle nehîylere de saygılı
olma mecburiyeti var mı? Başka şeylere bağlılıkları varsa, aykırı hareketler
halinde etki durumu nedir?
Teşriin temeli olan
Kitap ve Sünntteki emirlerle nehiylere ait bu önemli mes'clc anlattığımız devrin fıkihçıları tarafından
ittifakla bir neticeye bağlanamamıştır. Fıkihçılar, bu hususta ihtilâf
etmişlerdir.
Şafiî, el-Umm adlı
kitabmın beşinci cüz'ünün 127. sahİfesinde şöyle söyler: Kitap ve sünnetteki
emir değişik manalara muhtemeldir.
a) Allah,
önce bir şeyi haram kılmış sonra onu helâl kılmıştır. Buna ait emir, haram
kılınmış olan bir şeyi heiâl kılmak olur.
Misâl:
(326) «...İhramdan
çıktığınız vakit (isterseniz) avlanın...» (Mâi-de: 2)
(327) «Artık
o namaz kılınınca yer (yüzün) e dağıhn, Allah'ın fazlından (nasıyb) arayın...»
(Cum'a : 10)
Ccnab-ı Allah, ihramda
olana avlanmayı ve cum'a ezanından sonra alış veriş etmeyi haram kılmıştır. Diğer
zamanlarda yapılan alış verişi ve avlanmayı yukarıdaki âyetlerle helâl
kılmıştır. Kitap ve sünnette bunların benzerleri çoktur.
Yukarıdaki âyetlerde
buyurulan emir mecburiyet manasını taşımıyor. Yanı, ihramda olanların, ihramdan
çıkınca avlanmaları ve cum'a namazını kılınca ticaret isteği ile cemaatin
dağılması zorunlu ve farz kılınmıyor.
(328)
«İçinizden bekârları ve kölelerinizden, cariyelerinizden sâlih (mü'min)
olanları evlendirin. Eğer fakir iseler Allah onlan (evlenmeleri sayesinde) fazl
(-u kerem) iyle zengin yapar...» (Nûr: 32)
b) Bu
âyetteki evlenme emri iki manâya muhtemeldir : Birinci İhtimâl, mecburiyet
olmaksızın insanları evlenmek suretiyle iyi yola yöneltmektir. Ayetin son
kısmı, bu ihtimali hatıra getirir. Burada, zengin ve iffetli olma nedenlerine
dikkat çekiliyor.
Nitekim,
Peygamberimizin şu hadîsi de emir değil, bir irşâddır:
«Yolculuk ediniz (eğer
yolculuk ederseniz) sağlamlaşırsınız ve rızık-lamrsımz.» [111]
Bilindiği gibi bu
hadisteki emir İle sıhhat ve rızkın talebi için sefere çıkma mecburiyeti
konulmuyor, sadece bu hususta bir yol gösteriliyor.
Evlenme âyetindeki
ikinci ihtimal, emrin- mecburiyet manâsına olmasıdır. Allah'ın zorunlu kıldığı
her farzda, irşad da bulunduğuna göre bu ihtimalde, hem mecburiyet hem de doğru
yola yöneltmek bir arada toplanmış olur.
Bazı âlimler;
nKitapdakİ bütün emirler, mubah kılma ve irsâd içindir. Uyulması mecburi
değildir.» derler. Ancak Kitap veya sünnet veyahut icma' ile bir emrin
zorunluluk manâsını taşıdığı sabit olursa, o takdirde emredilen şey farz olur
ve terki haram olur. Aşağıda yazılı âyetlerde geçen emirler uyulması zorunlu
olan ve dolayısıyle yapılması farz olduğu sabit olan şeylerdir.
(329)
«Dosdoğru namaz kılın, zekât verin...» (Bakara: 43)
(330) «Onların
mallarından sadaka al...» (Tevbe: 103)
(331) «Ona
bir yol bulabilenlerin (gücü yetenlerin) Beyt'i Hacc (ve ziyaret) etmesi
Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır...»
(ÂI-i İmrân : âyet: 97)
Allah'ın nehyettiği
şeyler haram kılınmış sayılır. Ancak haram olmamak üzere menedİldİğinİ isbatlayan
bir delil varsa o zaman nehyin, irşad veya eğitim veyahut tenzih için olduğu
anlaşılır. Resûlüllah tarafından nehyedilen şeylerin durumu da aynıdır.
Ebu Hüreyre'den
nakledildiğine göre Resûlüllah şöyle buyurmuştur :
Ben, sizi bıraktığım
müddetçe siz de beni bırakınız. Çünkü gerçekten sizden öncekiler
peygamberlerine çok soru sormak ve ihtilâfa düşmek sebebiyle helak oldular.
Size emrettiğim şeylerden takatiniz dahilinde olanını [112]
yapınız ve sizi nehyettiğim şeylerden sakınınız.» [113]
c)
Kur'ân'daki nebîylerde olduğu gibi bazı emirlere de uymak zaruri olur. Yani
emredilen şeyin yapılması farz kılınmış olur. Dolayısıyle yapılmaması diğer
nehyedilen şeyler gibi haram kılınmış oluyor. Ancak emredilen bir şeyin
yapılması veya nehyedilen bir şeyin yapılmamasının mecburi olmadığına dair
kesin delil varsa o takdirde bahis konusu emir farziyyeti ve nehiy haramlığı gerektirmez.
Buna göre yukarıda yazılı hadîs-i şerifin aşağıda yazılı emirle ilgili
cümlesinin yorumu şu şekilde yapılacak :
«Gücünüzün yettiği
işler hakkında olan emirleri yerine getirmek gereklidir.» Çünkü insanlar
güçlerinin yettiği şeylerle, mükelleftirler. Bir işin yapılması hususunda gücün
yetmesi aranır. Dolayısıyle gücünün yetmediği bir şeyi yapmakla kul mükellef
tutulmamıştır. Fakat nehiy emir gibi değildir. Çünkü yapılması istenmeyen her
şeyin bırakılması kolaydır. Zira sadece yapılacak iş, yasaklanan şeyden
sakınmaktır.
Şafiî diyor ki: «ilim
adamları, Kitap ve sünneti okurken emir ve nehye ait hükümlerden mübahhk, irşad
ve mecburiyet gibi muhtemel manâlardan hangisinin kastedildiğinin tesbiti için
delilleri araştırmak mecburiyetindedir.»
Risale adlı kitabında
yine Şafiî: «Nehye ait bir delil bazen mütaaddit manâlara muhtemeldir.
Manâlardan birisi Sâri' tarafından kastedilmiş olabilir. Diğer manâ
İstenmemiştir. Nehyin o manâlardan hangisine ait olduğu başka delilleri arayıp
bulmakla anlaşılabilir.»
Ebu Hüreyre ve ibn
Ömer'den, Resûlüllah'ıh şöyle söylediği rivayet olmuştur :
«Hiç bîriniz din
kardeşinin bir kadına istekli çıkması üzerine (o kadına) talip olmasın.» [114]
Şafiî der ki : «Bu
hadîsin zahirine göre kıza ilk talip çıkan kişi kızı istemekten vazgeçmedikçe,
başkasının aynı kıza talip çıkması haramdır. Lâkin bu hadîsin, zahirine göre
olmayıp başka manâda yorumlanmasının gerekliliğine delâlet eden diğer bir
hadîs vardır.
Yukarıdaki hadîs
muhtemelen bir soruya cevap olarak özel bir mes'ele hakkındadır. Hadîsi
rivayet eden zat, onun sebebini işitmediğinden olayın bir kısmını anlatmış
veyahut bir kısmında tereddüt ettiği için şüphelendiği kısmı nak-letmemiştİr.
Muhtemelen; bir adam bir kadınla evlenmek istemiş, kadın da buna rıza
göstererek nikâh akdi için izin verdikten sonra, kadın nezdİnde tercihe şayan
diğer bir erkek talip çıkınca birinci adamla evlenmekten caymıştır. Bu olay
Peygambere sorulmuş, O da, böyle bir durumda ikinci kişinin kadına istekli
çıkmasını yukarıda yazılı hadîsle yasaklamıştır. İcabında kadın, birinci
istekliden vazgeçer, bunun akabinde tercih ettiği ikinci talip de onu almaz,
dolayısıyle hem kadının işi, hem de ilk talibin işi bozulmuş olur.»
îmam Şafiî, yukarıdaki
hadîsi ve yorumunu İzah ettikten sonra, yorumun delili olan, Kays kızı
Fatrma'nın Resûlüllah ile olan mülakatını rivayet etmiştir. Şöyle ki; Patıma,
Peygambere Ebu Süfyan oğlu Muavİye ve Ebu Cehm'in kendisiyle evlenmek
istediklerini anlatmış, Peygamber de ona: «Ebu Cehm asasını omuzundan bırakmaz,
Muaviye de fakirdir. Onun için, bunlarla değil, Zeyd oğlu Üsame İle evlen!»
demiştir.
Bu mülakat şuna
delâlet eder: «Peygamber Fatıma'yı isteyen iki kişinin talip çıkmasının aynı
anda olmayıp, birisinin diğerinden sonra olduğunu bilirdi. Bildiği halde,
isteklilerden hangisi daha önce seni istemişse o, isteğinden vaz geçmedikçe
diğerinin seni istemesi yasaktır, demedi. Üstelik İki istekli varken, üçüncü
şahısla evlenmesini teklif etti. Durum böyle cereyan edince biz, Fatı-ma'nın
iki istekliden hiç birisi ile henüz evlenmeye karar vermediğini, eğer bi-rİsİne
muvafakat etmiş olsaydı onunla evlenme emri verilmiş olacağını ve Fatı-ma'nın
bu istekleri Peygambere danışmak için anlattığını, eğer birisi ile evlenmeye
karar vermiş olsaydı danışmaya mahal olmadığını anlarız.
Peygamber, Fatıma'yı
Usame'ye istediğine göre bu isteğin yasaklanmış olan istek üzerine istekten
tamamen ayrı ve farklı olduğunu anlamış oluruz.
Birinci olayda, istek
üzerine İstek yasaklanırken, İkinci olayda helâl kılınıyor. İki olay arasında
hiç bir fark yoktur. Ancak kadın, istekliye nikâhını yap-
tırnıak üzere velîsine
İzin verip velîsi de uygun görürse, evlenecek erkeğin o kadınla nikah akdini
yapması an meselesi haline gelmiş olur. İzin verilmezden önce, velî rc'scn
nikâh akdini yapmaya yetkili olmadığından, bu işe taraflar olması neticeyi
değiştirmez.
Hülâsa, kadının izni
ve velîsinin muvafakati gerçekleştikten sonra, evlenecek erkeğin bir tercih
hakkı belirmiş oluyor. Bu iki unsur olmadıkça, yani yalnız kadının temayül
etmesi veyahut onun izni olmadığı halde sadece velîsinin muvafakati yeterli bir
tercih sebebi sayılmaz.»
Şafiî'nin iki olay
arasında bulunan ilişkiyi kurarak istidlal yoluyle vardığı netice şudur ki;
kadın istekli çıkan bir erkekle nikâh akdi için velisine Jzin vererek, velînin
yetkili kılınmasından sonra ikinci bir adamın o kadına istekli çıkması
meselesi, «yasaklanmış olan istek üzerine istektir.» Velî, anlatılan yolla nikâh
akdi için yetkili kılınmadıkça birden fazla adamın birbiri ardında aynı kadına
istekli çıkmalarında bir mahzur yoktur. BöyJece iki manâya muhtemel olan
birinci hadîs, Şafiî tarafından Fatıma'nın olayı delil gösterilmek suretiyle
belirli bir manâda (kayıtlanmış şekilde) yorumlandığını görmüş oluyoruz.
Bazı fıkıhtılar
hadîsteki yasaklamayı, kadının ilk istekliye temayül ettiği kaydına
bağlamışlardır. Şafiî ise, gördüğünüz gibi yasaklama işini kadının sadece
temayülüne değil, bilfiil nikâh akdi için velîsine izin vermesine bağlamıştır.
Ebu Hanîfe ve Malik b. Enes yasaklamayı kadının temayül etmesine bağlama
görüşündedirler. İmam Maiİk, Muvatta' adlı kitabında, hadîsi rivayet ettikten
sonra diyor ki; «Görüşümüze göre, Resûlüllah'ın sözünün açıklaması budur :
Adam, kadına istekli çıkar, kadın ona temayül eder, belli bir, mehir üzerine
nikâh akdini yapmada ittifak ederler, birbirini beğenmiş bir duruma varılmış
iken ikinci bir şahsın kadına istekli çıkması yasaklanmış oluyor. «Hadîsle
yasaklanan, istek üzerine istek» budur. Resûlüllah, bir kadına istekli çıkan erkeğe
henüz müsbet bir cevap verilmemiş ve kadın temayül etmemiş iken başkalarının
talip çıkmalarını yasaklamayı kasdetmemiştir. Çünkü, böyle bir yasaklama
insanların huzursuzluğuna sebep olur.»
İki imam, hadîsi
kayıtlamak hususunda müttefiktirler. Şafiî, Kays kızı Fa-tıma'nın hadîsini
delil göstererek kayıtlar. Malik ise: «Hadîsin kayıtlanmaması huzursuzluğa yol
açar.ı gerekçesiyle kayıtlar.
Bazı fıkıhçılar da
hadîsteki yasaklamayı kayıtsız bırakarak demişler ki: Bİr kadına istekli çıkan
adam isteğinden vazgeçmedikçe başkasının o kadına talip olması caiz değildir.»
Fıkihçılar hadîsi
çeşitli şekillerde yorumlayarak farklı hükümler çıkardıkları gibi, yasağa
rağmen ikinci bir istekli ile yapılacak evlenme akdinin sahih olup olmadığı
hususunda da ihtilâf etmişlerdir. Ebu Hanîfe ve Şafiî'ye göre akid sahihtir.
Bazı fıkıhçılar akdin hükümsüz olduğunu söylemişler. Malik'ten bu iki fetva da
rivayet edilmiştir. Ayrıca üçüncü bir rivayete göre cinsî müna-
sebet yapılmadan önce
nikâh feshedilir. Şayet cinsî münasebet vukubulursa artık nikâh feshedilemez.
Yapılması emredilerek
vacib diye ifade edildiği halde başka deliller dola-yısiyle gerekli ve mecburî
olmadığı anlaşılan hükümlere ait bir misâ! :
Ebu Saîd-i Hudrî'den,
Peygamberin şöyle söylediği rivayet edilmiştir:
«Cuma günü boy abdesti
almak, bulûğ çağına eren her adama
va-cibtir.»[115]
lbn-i Ömer'den,
Peygamberin şöyle söylediği rivayet olunmuştur:
«Biriniz cumaya gelmek
istediği zaman boy abdesti alsın.» [116]
Resûlüllah'm, «Cunı'a
günü gııslii vııcibtir.» sözü ve gusletmeyi emretmesi iki manâya muhtemeldir.
Hadîslerin zahirine bakılırsa gusül gerekli oluyor. Cuma namazının sahih
olması için yalnız abdest almak kâfi gelmiyor. Cünüp adamın namaza durması boy
abdestini almaya bağlı olduğu gibi cuma namazına durmak İçin gusletmek şart
kılınıyor. Diğer bîr İhtimâle göre cuma namazına gitmek isteyen, temizlik
bakımından boy abdesti almalıdır. Nezafet yönünden gereklidir. Namazın sahih
sayılması için gerekli değildir.
Şafiî, bunu
açıkladıktan sonra Abdullah b. Ömer'den rivayet ettiği şu olayı anlatıyor:
Hazreti Ömer cuma
hutbesine çıktıktan sonra Hz. Osman mescide girdi. Hz. Ömer, onun geç kaldığını
işaret etmek üzere «saat kaçtır?d diye sorunca Hz. Osman «Ya Emİr'el-Mü'minin,
ben çarşıdan eve döndüm. Ezanı işitir işitmez hemen abdest alarak geldim, başka
bir şeyle meşgul olmadım. dedi. Hz. Ömer bu kerre onu ikinci bir noktada tenkid
etmek maksadı ile «sen Peygamberin cuma guslünü emrettiğini bildiğin halde
yalnız abdestle mi yelindin?» dedi.
Şafiî bu olayı
naklettikten sonra diyor ki: «Hz. Ömer, Peygamberin cuma günü guslünü
emrettiğini ve bu emrin Hz. Osman'ın malûmu olduğunu biliyordu. Bununla
beraber Hz. Ömer, ona bu emri hatırlatmıştır. Hz. Osman gusül etmediği halde
geri dönmeyerek cuma namazını edâ etti. Hz. Osman'ın gusül emrini unuttuğu
söylenemez. Çünkü Hz. Ömer ona hatırlatmıştı. Hz. Osman'ın gusül etmediği halde
namazı bırakmaması ve Hz. Ömer'in, gusül için onu geri çevirmemesi gösteriyor
ki, ikisi de guslün cuma namazı için şart olmadığını ve
bu konudaki emrin
temizlik bakımından bir gereklilik manâsını taşıdığını biliyorlardı. Zira eğer
gusül emri uyulması mecburi emirlerden olmuş olsaydı, Hz. Osman'ın buna
muhalefet etmesi ve özellikle bü emri ona hatırlatan Halife Hz. Ömer'in seyirci
kalarak Hz. Osman'ın gusülsüz namaz kılmasına göz yumması düşünülemez. Şu halde
bahis konusu hadîslerdeki emir ve vaciblik, uyulma zorunluluğu anlamında
değildir.
Hülâsa, Kitap ve
sünnetteki emirlerden ve nehîlerden hükümleri çıkarmak yolunda fıkıhçilar
arasında ihtilâf vardır. Emirlerin bir kısmı farz, bir kısmı sünnet olarak
yorumlandığı gibi, nehîler bazı yerlerde haram, diğer bazı yerlerde mekruh
anlamında açıklanmıştır. Bunların dışında kalan bazı emir ve nehîlerin de
sadece irşad için olduğu beyan edilmiştir. Tabiî bu farklı yorumlar indî mütalâalarla
yapılmamıştır. Fıkihçilar, deliller göstererek veya karinelere dayanarak, ya
da re'yle ictihad ederek bu sonuçlara varmışlardır.
Fıkıhçıların istinbat
(şer'i hükümleri çıkarmak hususundaki) ihtilâfları açıklayıcı birkaç misal
verelim :
Sâri, akidleri bir
takım hakları kazanmaya vasıta ve sebep kılmıştır. Meselâ; satış akdini,
satılan malın mülkiyet hakkının müşteriye ve satış bedelinin satıcıya
intikaline sebcb kılmıştır. Keza rehin ukdini alacaklının rehine konulan mal
üzerine hakkını tesbit etmeye vasıta kılmıştır. Öyle ki gerektiğinde diğer
alacaklılara tercih edilerek rehine bırakılan maldan onun alacağı öncelikle ödenir.
Daha buna benzer birçok akidler vardır. Böyle akidleri meşru kılan Şâri-i
Hakîm'in bazan da akidlere şartlar eklediğinde onu yasakladığını görüyoruz. Faizcilik,
tefecilik ve satış bedelinin süresiz tecili gibi Özellikler satış akidlerinde
bulunduğu zaman bu nevi akidler yasaklanmış oluyor. Bu durumda yapılan bir akid
hükümsüz mü, değil mi, bununla mülkiyet hakkının intikali veya herhangi bir hak
sabit olur mu, olmaz mı? Bazı fıkıhçılar «böyle akidler hükümsüzdür. Onunla hiç
bir hak sabit olmaz. Mülkiyet hakkının intikaline sebep olmaz. • demişlerdir.
Ebu Hanîfe ve arkadaşları ise bunu ince bir tetkike tabi tutarak demişler ki:
»Satış akdi mülkiyet hakkının intikali için konulmuştur. Bazı satışlara
girişmenin hararahğı İse, o akde yerleştirilen uygunsuz şartlardan dolayıdır.
Bunlar ayrı şeylerdir, birbirini etkilemez. Yapılan akid muteberdir ve mülkiyet
hakkının intikalini.gerçekleştirir. Fakat yasağa riayet edilmediğinden dolayı
taraflar, günaha girmiş sayılırlar. Yalnız mülkiyet intikalini, satılan malın
müşteriye ve bedelinin satıcıya teslim edilmiş olması şartına bağlamışlardır.
Bu kabil akidlere «Fasid» ismini de vermişlerdir. Girdikleri günahtan kurtulmak
için tarafların, akdi muteber saymayarak, malın satıcıya ve bedelinin müşteriye
iadesini gerekli görmüşlerdir. Şayet geri verme işini yapmayarak, alıcı, satın
aldığı malda tasarruf edecek olursa, mülkiyet hakkını elde etmiş olduğu malda
tasarruf etmiş sayılır. Bu görüşte olan fıkıhçilar diyorlar ki; «Biz, bu görüşü
sadece bir re'y gereği olarak benimsemiş değiliz. Şâri-i Hakîm'in boşamaya ait
bir hususta aynı prensibi vazettiğini görüyoruz. Şöyle ki: «Boşama, evlenme akdini
çözmek için konulmuş şer'î tasarruflar ve akidlerdendir. Kadının hayız halinden
çıktıktan sonra cinsî temas vukubulmayan bir temizlik süresinde, boşama
akdinin yapılabileceğini emretmiştir. Doîayısiyle, hayız halindeki kadını boşamak
yasaklanmıştır.» Yasağa rağmen Hz. Ömer'in oğlu, hayızdaki ailesini bo-şadığı
zaman Resûiüllah, (S.A.V.) ailesine ric'at etmesini (dönmesini) emretti. Bu
boşamayı muteber saydığı için ric'at emrini verdi. Eğer hayız halinde olduğundan
dolayı yapılan boşama hükümsüz olsaydı ric'at durumu bahis konusu olmazdı. Şu
halde, hayız özelliği doîayısiyle boşama haram kılındığı halde hükümsüz
değildir.
Bu olaydan hareket
eden fıkihçtlar şu neticeyi çıkarmışlardır : Arzu edilmeyen bir özellik
taşıdığından dolayı bir şer'î tasarruf (akid) un yasaklanması onun
geçerliliğini kaldırmaz.
Bazı fıkıhçılar,
nehyedilen boşamayı geçerli saydıkları halde, menedilen satış akidlerini
muteber saymamışlardır. Halbuki aralarında bir fark yoktur. Bir önceki görüşü
savunanların re'yi daha kuvvetli görülüyor.
Zahiriyye mezhebi
mensublan yasaklanmış olan bil'umum şer'î tasarrufları geçersiz sayarlar. Bunun
için, hayızdaki kadını boşama akdini muteber saymazlar. Çünkü yasaklanan bir
akid durumundadır, derler. Bunlar demin anlattığımız lbn-i Ömer olayında
Resûlüllah'ın yapılan boşamayı muteber saydığına dair sabit olan hadîsin
sıhhatına da itiraz ederler.
Meşru kılınan bazı
akidlerin sağlamlaştırılması için bir takım emirler verilmiştir. Verilen
emirlere riayet edilmediği takdirde bir mesuliyet durumu doğar mı, doğmaz mı?
Bu hususta da fıkıhçılar arasında ihtilâfa rastlıyoruz. Buna da bir misâl
getirelim :
Cenab-ı Allah, borçlar
için yazı (senet) yazılmasını emretmiştir. Konu hakkında inen Bakara sûresinin
282 sayılı âyetini tetkik edenlerin göreceği gibi senedin yazılması üzerinde
önemle durulmuştur. Bununla beraber, fıkıhçıların çoğu borç senedini yazmayı
zorunlu görmeyerek, âyetle verilen emrin irşad ve tavsiye mahiyetinde olduğu
görüşünü benimsemişlerdir. Yazı işini yapanlar, ihtiyatlı davranmış olurlar,
yapmayanlar ise günaha girmiş sayılmazlar, sadece kendileri için ihtiyatı terk
etmiş olurlar. Bu fıkıhçılar, emrin, mecburiyet için olmayıp irşad için olduğunu,
âyetin :
(332) «...Eğer
birbirinize emîh olmuşsaniz kendisine inanılan adam çlu) Rabbi olan Allah'tan
korksun da emanetim tastamam ödesin...» : 283)
cümlesinden
çıkarmışlardır.
Bütün emirlerin
mecburiyet ifade ettiğini savunan Zahiriyye mezhebi fıkıhçıları burada da
muhalif kalarak; borcun yazılmasının mecburî olduğunu ve yazmayanın günah
işlemiş olduğunu iddia etmişlerdir.
Kitap ve sünnetteki
emirlerle nehîler meselesi ve buna bağlı olarak, şer'î hükümlerin çıkarılması
hususunda, fıkıhtılar arasında çıkan ihtilâfa dair bahisler çok uzun olup
hepsini buraya almak mümkün değildir. Nassları Iıarfiyyen dikkate alanlar ile
teşriin ruhunu öncelikle nazara alan fıkıhtılar arasındaki farkı belirtmek ve
onlar arasında çıkan ihtilâf scbcblerindcn birisi sayılan, emir ve nehînin
değerlendirilmesi hususunda okuyucularıma kısa bilgi vermekle yetiniyorum. [117]
Hükümler hakkında
çıkan bu nizâlar, âlimlerin usul-u fıkıh denilen ilimle meşgul olmalarına sebep
oldu. Usul-u fıkıh ilmi, şer'î hükümleri kaynaklarından çıkarma durumunda olan
her müelehidin uymak zorunda olduğu kaidelerden ibarettir.
Ebû Yûsuf ve Muhammed
b. el-Hasan hakkında bilgi veren eldeki kitaplardan, kendilerinin usul-u fıkıh
ilminde kitap yazdıklarını anlıyoruz. Fakat mâalesef, onların bu eserlerinden
bir şey bize ulaşmamıştır. İmam Muhammed b. İdris eş-Şafıî'nin bize ulaşan
«Usul Risalesi» gerçekten bu ilmin sağlam esası ve meraklılar için büyük bir
servet sayılır. Kendisi bu risalede şu konulardan bahsetmektedir :
1— Kur'ân ve
açıklaması, 2— Sünnet ve Kur'ân'a göre usul-u fıkhın yeri, 3— Nâsih ve mensûh,
4— Hadîslerle ilgili tartışmalar, 5— Haber-i vahid, 6— tema', 7— Kıyas, 8—
ktihad, 9— Jstihsân, 10— Fıkıhçılar arasındaki ihtilâf.
Birinci bölümde, Kitap
ve sünnetteki beyanların keyfiyetini zikrederek onu şu çeşitlere ayırmıştır :
a) Allah'ın
nass (delâleti kat'î olan) larla insanlara beyan ettiği hükümler, (Bütün
farzlar bu nevidendir.)
b) Allah'ın,
Kitabla farz kılmış olup, şekil ve keyfiyetini Peygamberin diliyle açıkladığı
hükümler, (Namaz sayılan bu çeşittendir.)
c) Kitabda,
hakkında nass bulunmayıp sünnetle sabit olan hükümler, (Namazın kılınış şekli
bu nevidendir.)
d) îetihad
yoluyle araştırılmasını insanlara far2
kılarak, ictİhad niteliğini taşıyan
âlimleri, ietihad vecibeşiyle imtihan ettiği hükümler, (Müctehtdler tarafından
yürünülen ictihadla elde edilen bütün hükümler bu nevidendir,)
Şafiî, bütün bu
çeşitler için yeterli misâller vermiştir. Biz bunları almıyoruz. Bu bölümden
sonra Kur'ân'ın tamamının Arapça olduğunu ve onda Arapça olmayan kelime
bulunmadığını anlatarak; Kur'ân'da Arapça olmayan kelimelerin bulunduğunu iddia
edenlerle yaptığı münazarayı izah ediyor. Kur'ân'ın tamamen Arapça olduğunu
isbatlayarak; Arapların, kendi diilcrinİ anladıkları gıhi Kur'ân'ı
anladıklarını beyan ederek diyor ki : «Arapların kullandıkları bazı sözlerin
zahiri, umumîdir. Kastettikleri mana da umumîdir. Aşağıdaki âyet bunun bir
misâlidir.
(333) «Allah
hem her şeyi yaratandır, hem her şeyin üstünde nigeh-bân O.» (Zümer: 62)
Onların bazı
sözlerinin zahiri umumî olduğu halde, kastettikleri manâ hususîdir. Aşağıdaki
âyet bu nevidendir.
(334) «Onlar
öyle kimselerdir ki halk kendilerine: "(düşmanlarınız olan) insanlar size
karşı ordu hazırladılar"...» (Al-i îmrân : 137)
Çünkü, anlaşıldığı
gibi; gerek söz söyleyenler ve gerekse toplayanlar, insanların tamamı değil,
bir kısmıdır.
Bazen de onların
sözlerinin zahiri, bir manâya delâlet eder, fakat söz gelişi, kastedilen
manânın başka olduğunu gösterir. Aşağıdaki âyet bunun örneğidir.
(335)
«(İstersen) içinde bulunduğumuz (ve döndüğümüz) şehir (yani Mısır ahâlisine)
de, aralarında geldiğimiz kervana da sor...» (Yûsuf : 82)
Ayetin siyakı,
kastedilen manânın, köyün kendisi değil, köy halkı olduğuna delâlet eder.
Bazen, âyetin zahiri,
umumî olup sünnet, onun hususî olduğuna delâlet eder. Miras hakkındaki Nisa'
sûresinin 11 ve 12. âyetleri bunun bir misalidir. Ayetin zahirine göre ölünün
babası, annesi, çocukları ve eşi mutlaka mirasçı olurlar. Sünnet ise bu
mirasçılardan köle veya muris (ölü) in katili olan varsa miras hakkından mahrum
olduğunu açıklamakla âyetin umumî olmadığına delâlet eder.
Şafiî, bundan sonra
sünnete uymanın Allah'ın emriyle farz olduğunu beyan ederek aşağıda yazılı iki
âyette geçen «Hikmet» kelimesiyle sünnet kaste-tJ'ldığhi ifade eder. Sünnetin,
hüccet (delil) olduğunu geniş bir şekilde isbat ettikten sonra Kur'ân'a
nazaran sünnetin değişik yerlerini şöylece açıklar:
a) Kitabta
bulunan nass (kesin delil) lara ait sünnet tamamen Ona uygundur.
b) Kur'ân'da
bulunan mücmel hükümlere ait sünnet de, bu hükümlerden kastedilen manâyı
açıklayarak umumî veya hususî olduğunu,
mükelleflerin o hükmü nasıl uygulayacaklarını beyan eder.
Bu iki bölüme ait
hadîslerde tamamen Kitabüllah'a uyulduğu görülür.
c) Hakkında,
Kitabta açık hüküm bulunmayan meselelere
ait sünnetler hususunda âlimler arasında ihtilâf vardır.
Bazı âlimler, Kitabta
bulunmadığı halde, doğrudan doğruya sünnetle şer'î hükümlerin konulmasının caiz
olduğunu söylerler.
Diğer bazı âlimler
ise, bu görüşe katılmayarak, sünnetle konulan hükümlerin behemahâl Kitabta
dayanak ve aslının varlığını söylemişlerdir. Onlara göre; Peygamberin sünnet
ile bazı şeyleri helâl veya haram kılması bir teşri' olmayıp Kitabta bulunan
bir temel hükmü açıklamaktan ibarettir. Kitabla sabit olan namazın kılınış
şeklini sünnetle açıklaması bunun bir örneğidir.
Üçüncü bir gurup âlim
de, «Sünnetle sabit olan bütün hükümler, risalet ve vahiy yoluyle
emredilmiştir.» derler.
Başka bir gurup ise,
bu çeşit sünnetin Peygamberin kalbine ilham gelmek neticesinde teşekkül
ettiğini söylemişlerdir.
Şafiî bu arada der ki;
«Yukarıdaki görüşlerin hangisi olursa olsun netice değişmez. Çünkü Resûlüllah'a
itaat ve uymanın farz olduğunu Kitap tevsik etmiştir.»
Bundan sonra nâsih ve
mensûh hakkında konuşarak der ki; «Kur'ân'ın bazı hükümleri halka rahmet,
kolaylık ve nîmet olmak üzere, bilâhare inen âyetlerle nesh (hükmün iptali)
edilmiştir. Ayetler ancak âyetlerle nesh edilebilir. Sünnet Kitabı neshetraez.
Sünnet sadece Kitabta bulunan nasslara uyar. Onların açıklaması olur ve bunun
yanında Kitabta geçen mücmel hükümlerin tefsir ve açıklaması durumundadır.
Sünnet de ancak sünnet ile neshedilebilir.»
Şafiî'nin «Sünnet
ancak sünnet ile neshedilebilir.» sözünden maksadt galiba şudur: «Sünnet,
kuvvet bakımından, ondan sonra gelen insanların re'yleriyle neshedilmiş
sayılamaz ve sünnet, Kitapla neshedildiği zaman onun mensûh olduğunu açıklayan
diğer bir sünnetin bulunması gereklidir.»
Şafiî'yi bunu
söylemeye zorlayan sebep: «Halkın, Kitabın umumî hükümlerini alarak, o
hükümleri hususîleştiren (kayıtlayan) hadîsleri terk etmeleri ve böylece yanlış
bir yola sapmaları hakkında duyduğu endişedir. Çünkü icabında bazı âlimler
diyebilirlerdi ki, Kur'ân'ın umumî hükümleri sünnetin hususî hükümlerini nesh
(iptal) eder.»
Bundan sonra Şafiî,
Kur'ân'daki bir nassın, ondaki diğer bir nass ile nes-hedilebileceğini hadîsi
delil getirmek suretiyle isbatlayarak bu konuda geniş izahat vermiştir. Buna
ait getirdiği bir misâl şudur: Vasiyet ve mîras hakkında Kitapta iki müstakil
hüküm vardır. Gerek vasiyet ve gerekse mîrasm birer makbul hak olduğu bu
nasslarla açıkça belirtilmiştir. Bu kerre, mîrasm vasiyeti neshettiğini ve
mîrascı durumunda olan ölünün
babası, annesi ve diğer yakınları
için ölü tarafından yapılan mal vasiyetinin muteber sayılarmyacağım, Şafiî:
^Mirasçıya vasiyet
yoktur.* hadîsini delil getirerek isbatlıyor. Böylece nass-Iarin yekdiğerini
iptal edebildiğini hadîsle isbatlamış oluyor.
Bundan sonra da
Allah'ın nass olarak indirdiği farzlara, Resûlüllah'ın nass olarak sünnetle
bildirdiği farzlara ve umumî olduğu halde, hususî olduğu sünnetle sabit olan
Kitabın nasslarına misâller getiriyor. Bu arada diyor ki: «Kitabın nassı ile
mîrasçılığı sabit olan ölünün yakınlarından onu Öldürenin mîras-çilık hakkının
kalmadığı sünnetle sabit olup, bütün fıkıhçılar ittifakla bu konudaki
sünnetin, Kitabı hususîleştirdiğini kabul ettiklerine göre herhangi bir sünnetin
kuvveti konusunda ihtilâf etmemeleri gerekir. Çünkü sünnet Kitapta bulunan
kat'î ve apaçık delili husıısîlcştircrck mîrasçılık hakkı, o nassla sabit olanların
bir kısmının (katil ve köle gibi) bu haktan mahrum olduğuna delâlet ettiği ve
bu kuvveti taşıdığı ittifakla kabul edilince, benzeri Kur'ân'da bulunan
sünnetleri de aynı kuvvette görmek gerekir. Keza, hakkında Kitapta nass bulunmayan
konulara ait sabit olan sünneti de aynı seviyede tutmak lâzımdır. Gerek
Kitaptaki hükümler ve gerekse sünnetteki hükümler arasında bir ihtilâfın
bulunmadığını, hepsinin aynı istikamette bulunduğunun gerekliliğinde hiç bir ilim
adamının şüphe etmemesi beklenir.»
Şafiî, nâsih ve mensûh
bahsini izah ettikten sonra, hadîsler hakkında yapılan itirazları ve bu
İtirazlara verilen susturucu cevaplan ele alıyor, önce ismini vermediği bir
adamın, yaptığı şu itirazı açıklıyor:
«Biz, birçok hadîsler
buluyoruz. Bunların bir kısmı nasslar halinde olup aynı konuda benzer nasslar
Kitapta da vardır. Bu çeşit hadîslerin bir kısmının belirttiği hükümleri mücmel
olarak Kitapta buluyoruz. Bazı hadîslerin de, Kitapta temas edilen konulan çok
genişçe ele aldığına şahid oluyoruz. Diğer bir kısım hadîslerin getirdiği
hükümlerin hiç birisine Kitapta rastlamıyoruz. Diğer taraftan bazı hadîslerde'
ittifak varken, diğer bir kısım hadîslerde ihtilâf vardır. Bir kısmı nâsih ve
mensûhtur, bir başka kısımda ise nâsih ve mensûha delâlet yoktur.
Resûlüllah, bazen
hadîslerle bir takım şeyleri yasaklıyor. Âlimler, bu yasakları çeşitlere
ayırıyorlar. Kimisine haram, kimisine mekruh derler. Sonra muhtelif hadîslerin
bir kısmından yana çıktığınızı ve onları kıyas kaynağı yaptığınızı, diğer bir
kısmı ise kıyasta dikkate almadığınızı görüyoruz. Kıyasta yaptığınız bu
tercihin sebebi ne? Sonra birbirinizden ayrılıyorsunuz. Bazı arkadaşlarınızın,
bir hadîs'i terk ederek onun gibi başka bir hadîsi aldığını görüyoruz.»
Itirazlan böylece
sıraladıktan sonra merhum İmam, sünnetin, Peygamberden almış yönünü en güzel
bir şekilde açıkladıktan sonra ileri sürülen bütün itirazları gayet açık ve
kesin bir dille çürütüyor. Bunu takiben de sünnetin nâsih ve mensûhu hakkında
konuşarak bundan bol bol örnekler veriyor. Bu arada zahiren birbirine muhalif
görülen hadîsleri bir araya getirerek, bunlar arasında görülen zahirî
ihtilâfın, aslında olmadığını ve gerçek yönlerini beyan ediyor. Sonra zahiren
yekdiğerine uymaz yönleri görülen hadîsleri birleştirme, yani, aslında uymaz
yönünün olmadığını meydana çıkarmak ve kuvvet bakımından hadîsler arasında
tercih yapmak gibi önemli iki noktada müetehidin yapacağı işleri ve çalışma
metodunu vazetmektedir.
Bu konudan sonra
habcr-İ vahid konusunu işleyerek, bunun hüccet (delil) olduğunu çok geniş bir
şekilde izah ediyor. Kitabında en geniş beyanı bu konuya ayırmıştır.
Bu konuyu da
neticelendirdikten sonra icma' hakkında konuşarak, onun dinî kaynak olduğunu,
Resûlüİlah'ın; * Müslümanların cemaatından ayrılmayın mealindeki sabit hadîsi
delil göstererek isbatlıyor ve Müslümanların cemaatından ayrılmamanın, onlara
sarılmanın tek manâsı; helâl ve haram kıldıkları şeyi aynen kabul etmek ve bu
hususlarda onlara uymaktır, diyor.
İcma' konusunu da işledikten
sonra, kıyas ve İctihad bölümüne geçiyor. Bunların aynı manâda iki isim
olduğunu söyleyerek, kıyası İkİ kısma ayırıyor. Birinci kısımda, kıyasa konu
edilen meselenin mukayese edilebileceği tek bir ash (kendisine benzetileni)
vardır. Böyle meseleye ait kıyasta ihtilâf düşünülemez. İkinci kısımda, kıyasa
konu edilen meselenin, kıyaslanabileceği birden fazla aslı vardır. Bu asılların
hepsine benzer yönü vardır. Böyle bîr meseleyi en çok benzediği ve daha yakını
görülen asla eklemek ve ona kıyasla, aslın hükmünü ona uygulamak gerekir. Bu
nevi meselelerde, kıyasçılar arasında bazen ihtilâf vu-kubuluyor. Kıyasın da
dinî kaynak olduğunu delillerle isbatlıyarak ictihadtan doğan ihtilâfı genişçe
anlatıyor. Bu arada Amr b. el-As'm Resûİüllah'dan rivayet ettiği şu hadîs-i
şerifi naklediyor:
«Hâkim, hükmedeceği
zaman ietihad ederek, içtihadında isabet ettiği zaman onun için iki ecir vardır
ve içtihadında hata ettiği zaman onun için bir ecir vardır.»
Bu mevzu'u müteakip
Istihsan hakkında konuşarak şiddetle red eder. Is-tihsan, hadîs ve kıyas
olmaksızın fetva vermektir. Bu arada, kimin kıyas yapma hak ve selâhiyetini
taşıdığını beyan ettikten sonra kıyasın şekillerinden şöyle söz etmektedir.
«En kuvvetli şekil,
Kitap veya sünnetle bir şeyin azının haram kılınmış olması mes'elesine ait
kıyastır. Böyle bir şey azı haram kılınınca çoğunun da ha-ramlık bakımından,
azı gibi veya çokluğu dolayısıyle daha haram okluğu kıyas yoluylc bilinmiş
olur. Keza, tâatın azı övüldüğü zaman çoğunun daha da övülmesi gerekliliği
kıyas yoluyle bilinir. Aynı şekilde Kitap veya sünnet bir şeyin çoğunu mubah
kıldığı zaman azının daha da helâlliği anlaşılmış olur. Bazı ilim adamları bu
nevi hükümlere kıyas demez: «Bunlar Kitap ve sünnette mevcut olan hükümlerin
kapsamına dahildir. Hükmün kendisinden anlaşılır bir başka şeye kıyaslanmış
sayılmazlar.» der.
Ona göre kıyas,
değişik iki asla benzeyen ve ikisine de tabî olması muhtemel olup, benzerlik
bakımından daha ilgili görülen asla mukayese etme işine denir. Kıyas ismi buna
münhasırdır.
Bunların dışında kalan
bütün ilim adamları, Kitap ve sünnetteki nassların dışında kalan ve onların
manâsını taşıyan bütün hükümlere kıyas derler.»
Bu bölümden sonra da
âlimlerin ihtilâfından bahseder. Burada İhtilâf edilmesi caiz olmayan
meseleleri beyanla der ki : «Kitap veya sünnette kat'î delillerle sabit olan
hususlar hakkında bilenler için ihtilâfa düşmek helâl kılınmamıştır. İhtilâf
edilmesi caiz olan mes'eleler de vardır. Bunlar, te'vile nıuhtemd olan veya
kıyasla neticeye bağlanabilen mes'elelerdir.o dedikten sonra kıyas yoluyla
hükümlerini çıkardığı birçok misaller
getiriyor.
Kıyasçılardan
kendisine muhalefet edenler var idi. Bunlarla münazara ederek, kuvvetli
ilminin ağırlığını burada göstermiştir.
Merhum Şafiî'nin
eserlerinde çok hoşuma giden yönlerden birisi budur ki, kendisiyle münazara
edenlerin sözlerini naklederken ileri sürdükleri delillerin tamamını gayet açık
bir dille ifade ederek, onlar için mümkün olan bütün ilmî kuvvet ve
kudretlerini tafsilâtlı bir şekilde anlattıktan sonra delillerine dönerek,
birer birer gayet güzel ve İkna edici bir şekilde çürütmeye çalışmasıdır. Gerek
sünneti kaynak olarak tanımayan hasımlarının delillerini ve gerekse sünnetin
dinî kaynak olduğu yolunda beyan ettiği delilleri, Şafiî'nin kitabından daha
tafsilâtlı ve isbatlı anlatan bir kitaba rastlamadım.
Bazı müteahhirîn
âlimlerin kitaplarında, sünnetin dinî kaynak olduğuna dair bahisleri gördüm.
Dikkatle baktım. Hemen hemen diyebilirim ki, bu konuda «Sünnet, zarûrat-ı
dîniyyedendir.» sözünden başka bir şey söyledikleri yoktur. Yüce İmam ile
bunların konu işleyişleri arasında mukayese edilemiye-cek muazzam fark vardır.
Şafiî'nin Usuî-ü Fıkıh
ilminde yazmış olduğu bu Risale gerçekten o devirden kalma çok değerli bir
mirastır. O sırada yaşayan âlimlerin yazı, edeb, münakaşalarda muhaliflere
saygı, ilmî münazaralarda Kitap ve sünneti ön plânda almak gibi Önemli
meziyyetlerini bize hatıra olarak bildirmektedir. [118]
Kur'ân, yapılmasını
dilediği hususları birinci devir bahsinde izah ettiğimiz değişik üslûplarla
ister. İsteğin değeri bakımından bir üslûbun diğer üslûbla-ra üstünlüğü yoktur.
Sünnet de Kur'ân gibi değişik üslûblarla talepte bulunur. Fikıhçılar gerek
Kur'ân ve gerekse sünnet ile yapılan emirleri kuvvet ve değer bakımından
sınıflara ayırma görüşüne varınca, her emrin taşıdığı değeri belirtmek üzere
bir takım adlar vererek ıstıîâhî tabirler kullandılar. Emre ait kullandıkları
ıstılahlar farz, vacib, sünnet, mendub ve müstahab kelimeleridir.
Farz ve Vacib : Behemahâl
yapılması mecburî kılman şeylerdir. Ancak Hanefîler bir ayırım yaparak vürûd
(geliş) ve delâlet bakımından kat'î olan delil ile istendiği sabit olana farz
derler. Kur'ân âyetleri ile veyahut mütevatir veya meşhur hadîslerle emrolunan
şeyler bu kısımdandır. Vürûd veya delâlet bakımından veyahut her iki yönden de
zannî (kafiye yakın) olan delil ile istendiği sabit olan hükümlere vacib
derler. Herhangi bir namazın iki rek'atinde Kur'ân'dan bir şey okumak farza,
okunacak âyetlerin fatiha olması vacibe misâl gösterilebilir. Yine onlara göre
farzın terki ibadeti bozmaya sehcb olurken vacib böyle değildir. Vacibin sehven
terki secde-i sehvi gerektirir. Bilerek terki ise vakit devam ettiği müddetçe
namazın iadesini gerektrir. Eğer vakit çıkarsa İsâe (günah) etmiş olur.
Hanefîlerin dışında kalan fıkıhçılar nezdinde farz ve vacib ayrımı yoktur.
Zorunluluk taşıyan bütün emirlere farz ve vacib derler. İster kat'î, ister
zannî delil ile sabit olmuş olsun değişmez. Onlar yalnız hacc ibadetinde
yapılması istenen hususları farz ve vacip diye ikiye ayırarak derler ki:
«Arefede durmak, İfaze (rükün) tavafı gibi herhangi kurban vesaireyle tamiri
mümkün olmayan hususlara farz derken, ihrama girmek gibi yapılmaması halinde
kurbanla tamiri mümkün olan hususlara vacib derler.
Fıkıhçılar, her
mükellefin yapmak zorunda olduğu ibadetlere farz-ı ayn, mükelleflerin bir
kısmının yapması halinde diğerlerinden sorumluluğu kalkan ibadetlere de farz-ı
kifaye derler.
Bİr ibadetin sıhhati
için yapılması zorunlu kılınan farz, ibatietin içinde ise rükün, dışında ise
şart denir. Meselâ: Kibleye doğru durmak namazın şartı, rüku'a gitmek ise onun
rüknüdür.
Hanefîlerin
ıstılahında sünnet, Resûlüllah'ın (S.A.V.) genellikle yaptığı ve özürsüz olarak
az zaman terk ettiği şeylere denir. Mendub ve müstehab ise, yapılmasına teşvik
ettiği, devamlı yapmadığı şeylere denir. Hatta hiç yapmamış olsd bile yine bu
iki tabir kullanılır. Diğer fıkıhçıların ıstılahında sünnet, mendub ve müstahab
aynı şeydir. Mecbur kılmamakla beraber yapılmasını istediği şeylere denir.
Hanefîlerin sünnet dedikleri hususlara bunlar, Sünnet-i Mü-ekkede, mendub ve
müstahab dedikleri şeylere de Sünnet-i Gayri Müekkede ismini verirler.
Fıkıhçılar sakınılması
Sâri' tarafından emredilen şeylere, haram ve mek-
ruh ismini verirler.
Hanefîler yanında haram farza, kerahat-i tahrimiyye ile mekruh olan da vacibe
karşıdır. Kerahet-i tenzihiye ile mekruh olan da sünnete mukabildir. Diğer
fıkihçılara göre haram, farz ve vacibe karşıdır. Çünkü yukarıda söylediğimiz
gibi, farz ve vacib aynı şeydir. Kerahet-i tahrîmiye veya kerahet-i şedide
dedikleri mekruhu işe, sünneti müekkedeye karşı kabul ederler. Kerahet-i
tenzihiye ile mekruh olanı da sünneti gayri müekkede karşılığında tutarlar.
Yapılması veya
sakınılması Sâri tarafından istenmeyen hususlara da mubah ismini vermişlerdir.
Fıkhı ıstılahlardan birisi de Fâsid ve Bâtü terimleridir. Bazı fikıhçılara göre
bu iki terim aynı manâyı ifade ederler. Bunlara göre, Fâ-sid ve Bâtıl bir iş
yapan mükellef, o işi yapmış sayılmaz. Dolayisıyle o İş neticesinde beklenen
sonuç elde edilmez. Hanefîler, Fâsid ve Bâtıl arasında bîr ayırım yaparak : «O
işin neticesinde beklenen sonuç elde edilmezse buna Bâtıl denir. Çirkin
olmakla beraber sonuç elde edilirse Fâsid denir.» derler.
Bir fikir vermek için,
biz, burada fıkihçıiarın kullandıkları bazı ıstılahları vermiş olduk. Buraya
almadığımız daha birçok ıstılahlar vardır. Fıkıh jcitapla-rına bakıldığında bu
konuda geniş bilgi elde edilebilir. [119]
İkinci ve üçüncü devir
fıkihçılarm sayısı çok ve şanları yüce olduğuna rağmen, fıkhî mes'elelerde
vukubulan ihtilâflar meyanmda, onlardan nakledilen sözleri dışında maalesef
eserleri kalmamıştır. Gerek sahabîlerin ve gerekse tabiîlerin fıkıhçılarınm
İslâm teşriinde büyük eserleri ve emekleri bulunduğu bir gerçektir. Zira;
onlardan sonra gelen bütün fıkıhçılar için ışık tutmuş selef-i sâlih-tirler.
Bununla beraber mezheb imamları gibi büyük halk kitlelerinin onlardan herhangi
birisine tabi olarak izini takip edip bütün görüşlerini taklit ettiklerini
görmüyoruz. Keza hiç bir mezhep imamı kadar, herhangi birisinin ismi anılmıyor.
Bu devirde ise cumhur tarafından, imam (otoriter) sayılan, adım adım izleri
takip edilen ve görüşlerinin gereği ile amel edilen büyük müctehidler zuhur
etmiştir. Aşağıda yazılı nedenlerle bu yüce müctehidlerin fetvaları Kitab ve
sünnetin nasslanndan hemen sonra önemli bir mevki işgal ederek bunların dışına
çıkmayı cumhur caiz görmemiştir. Nedenler :
a)
Fıkıhçılann bütün fetva ve görüşleri tedvin edildi. Selefin hiç birisinin böyle
bir durumu olmadı.
b)
Fıkıhçıların sözlerini yayan, görüşlerini
savunan ve fetvalarını te'yid eden birçok tilmiz (talebe) leri yetişti.
Onların yetiştirdikleri tilmizler yüce ilimleri yanında, cemiyet arasında ve
devlet "nazarında, yüksek mevkiler aldıkları için benimsedikleri
üstadlarınm görüş ve fetvaları haliyle önemli değer kazanırdı.
c) Hüküm
verme durumunda olan kadıların verdikleri kararların keyfî olmak şüphesinden
uzak tutulması ve kadiınn karar hürriyetinin bağlı bulunduğu mezheb sınırlan
içerisinde olduğunun bilinmesine cumhur ihtiyaç duyardı. Böyle bir ortamın
varlığı tedvin edilmiş olan bir mezhebe kadının intisab etmesiyle mümkündü.
Mezhebleri tedvin
edilmiş ve her tarafta mensupları bulunan büyük fıkıh-çılan özellikleriyle
kısaca tanıtalım.
Adı Numan b. Sabit b.
Zûiû'dır. H. 80. yılda Kûfe'de doğdu. Gençliğinde h. 2. asrın başlarında
Hammûd b. Ebî Süleyman'dan fıkıh ilmini aldı. Tabiîlerden Atâ b. Ebi Rcbâh ve
Nâfi Mevlâ b. Ömer gibi zatları dinledi. Fmcr vîlerin yıkılışı ve Abbasilerİn
İşbaşına gelişi günlerini idrak etti. Küfe, Abba-sîlerin işbaşına geçmesiyle
ilgili olayların meıkezi idi. Ebu'l Abbas es-Seffâh İle burada biat işi
tamamlandı, Biz Ebu Hanîfe'nin bu olaylarda İsmini işitmiyoruz. Ancak. Halîfe
Merviîn b. Mırhrmımcd tarafından Irak valiliğine atanan Ye-zîd b. Hübcyre ona
Kadılık teklif etliğini ve kendisi bu teklifi kabul etmeyince bundan dolayı onu
dövdürdüğünü görüyoruz. Bir şahsın, kadılığı kabul etmemesini rahatlıkla
anlayabiliriz. Fakat bundan dolayı onun dövdürülmesin! ise bir türlü
anlayamıyoruz. Çünkü halifelikten sonra en şerefli mevkiye getirilmek istenen
bir şahsın bunu kabullenmesi yolunda, son derece hakaret sayılan kırbaçla
dövdürmek, akıllı adamın yapacağı bîr iş değildir. Biz, halifenin kalbinde bu
cezayı verdirmeye sürükleyici bir kinin doğmuş olacağım sanmıyoruz, özellikle
Kûfe'de fıkıhçilar bol idi. Vali b. Hubeyre bunlardan arzu ettiğini Kadılığa
seçebilirdi.
Benim şahsî kanaatıma
göre kadılık teklifinden maksat, Ebu Hanîfe'nin, devleti tasvip ve destekleme
derecesini anlamak ve onu imtihan etmek idi. Çünkü âlimler, sevmedikleri
devletin herhangi bir hizmetini yüklenmekten, devleti desteklemiş sayılmamak
için kaçınırlardı. Bu yıllarda Kûfe'de iki ayaklanma vu-kubulmuştu. Birincisi,
Hişâm b. Abdilmelik'in halifeliği ve Yûsuf b. Ömer es-Sakafî'nin Irak valiliği
zamanında, Zeyd b. Ali b. el-Huseyn tarafından hicretin 122. yılında çıkarılan
ve onun öldürülmesiyle neticelenen ayaklanma idi'. İkincisi de; beş yıl sonra
Abdullah b. Muâviye b. Abdullah b. Ca'fer tarafından çıkarılan ve Emcvîlerin
yıkılış günlerine rastlayan hicretin 127. yılında vukubulan ayaklanmadır. Ebu
Hanîfe, hayatını yazanların kendisinden naklettikleri veçhiyle ayaklanan,
Zcyd'i över ve desteklenmesini ister idi. İkinci ayaklanmada da tekrar,
ayaklananları destekler mahiyette konuşmuş olması mümkündür. İşte, onun bu
tutumu karşısında, deneme mahiyetinde, Emevîlcri destekleyip dcsteklcmiyeceğmi
gün ışığına çıkarmak gayesiyle, Vali b. Hubeyre, ona kadılık teklifinde
bulunuyor ve o bundan imtina edince de dövdürüyor. Vali, onu, kadılığı
kabullenmemesinden dolayı değil, Emevîierden hoşlanmadığını anlamış
olduğundan dolayı cezalandırıyor.
Ebu Hanifc, Kûfe'de
elbise ticaretiyle iştigal ederdi. Dürüst muamelesi, hile ve rekabetten nefret'
etmesi, güzel yüzlü, tatlı sohbeti ve yardımseverliği ile meşhur idi. Sesi
güzel, konuşması tatlı İdi. Ca'fer b. Rebî, «Ben, onun yanında beş sene kaldım.
Onun kadar, lüzumsuz konuşmadan kaçınarak genellikle susmayı tercih edeni
görmedim. Fıkıhtan sorulunca; açılır ve sel gibi akardı. Yüksek sesle
konuşurdu. Kıyasda imam (otoriter) idî.» der. Abdullah b. el-Müba-rek de
Süfyan-i Sevrîye : «Ey Ebâ Abdillâh! Ebu Hanîfe, gıybet (başkasının aleyhinde
konuşmak) ten ne kadar kaçınıyor? Ben, onun herhangi bir düşmanı aleyhinde
konuştuğunu kat'iyyen görmedim. Onun bu haline şaşarım.» dedim. Süfyan-ı Sevrî
de bana şu cevabı verdi: «O, hayratım giderici şeylerden kaçınmayı iyi bilen,
çok akıllı bir zattır.»
Onun etrafında çok
talebe toplanarak ondan ilim aldılar. Talebeleri, bu arada meselelerin tesbiti
ile cevapları hususunda ona çok yardım ederlerdi. Şer'î hükümleri çıkarma
hususundaki mezheb ve metodunu, söylediği şu sözlerle kendisi açıklamıştır:
«Ben, Kur'ân'da hüküm bulduğum zaman onu alırım. Bulmadığım zaman sünneti ve
emîn ellerde meşhur olan sahîh hadîsleri alırım. Kitap ve sünnette aradığım
hükmü bulmadığım zaman, o mesele hakkında konuşan sahabelerden arzu ettiğimin
sözünü alır, diğerlerinin sözlerini terk ederim. Sonra, sahâbîlerin sözlerini
bırakarak başkalarının sözünü almam. Kat'iyyen sahâbîlerin sözünden çıkmam.
Ama, iş îbrahim, Şa'bî, Hasan, İbn-i Sîrin ve Sâid b. el-Müseyyeb (bu arada
ietihad eden birkaç zatı îla zikrediyor) e dayanınca ben de onlar gibi ietihad
edebilirim.»
Sehl b. Müzahim de,
onun hüküm çıkarmadaki prensibini şöyle anlatıyor: «Ebu Hanîfe'nin prensibi,
sika (emîn) nm sözlerini almak, uygunsuz sözden kaçınmak, halkın taâmülünü
(halkın muamelelerde benimsedikleri usulleri) ve maslahatlarını (halkın
yararlıklarını) dikkata almak idi. Birçok mes'eleleri kıyasla hal ederdi.
Yürüttüğü kıyas, arkadaşları ile yaptığı fikir taâtisi neticesinde uygun
görülmediği zaman istihsan ile hükmederdi. Jstihsan ile hüküm etmek uygun
görülmediği zaman, Müslümanların yapageldikleri taâmüllerine göre hükmederdi.
Halkm ittifak ettiği meşhur hadîsleri asıl alarak, ona kıyas yapıp neticeye
varırdı. Bazen de böyle kıyas yapmaya güvenmeyerek, îstihsan'ı daha emîn bulup
ona yönelirdi.[120]
Muhammed b. el-Hasan
da ^urumu şöyle anlatıyor: «Ebu Hanîfe kıyaslamalarda arkadaşları ile münazara
ederdi. Bazan onun yanında bazan da karşısında yer alırlardı. Fakat îstihsana
iş intikal edince, İstihsan ile neticeye bağladığı meselelerin çokluğu
dolayisıyle konuşma yapmayarak ona uyarlardı.»
Kendisi.Küfe ehlinin
hadîsini ve fıkhını bilirdi. Küfe halkının öteden beri
yapagcldiklcri işlere
titizlikle uyardı. Onun devri.îde Kûfe'nin en büyük şu üç fıkıhçısı vardı.
1-Süfyân b.
Saîd es-Sevn :
Hadîs ehlinin
imamlarından idi. Diyanet, zühd-ü takvası ve güvenilir olusuna halk ittifak
etmiş durumda idi. Mensupları bulunan müetehid imamlardan birisi idi. Süfyan b.
Uyeyne : «Ben, helâl ve haramı Sevrî'den daha iyi bilen bir kimseyi
görmedim.» der. (h.
97-161)
2- Şerik b.
Abdullah en-Nahaî:
Hicrî 95 de Buhârâ'da
doğdu. Hafızası kuvvetli, zeki ve âlim ve fıkihçı İdi. El-Mehdî zamanında Küfe
kadılığını yaptı. Sonra Musa el-Hâdî tarafından azledildi. Hazırcevap, hükmünde
âdil ve kararlarında isabetli idi. Hicrî 177 de Kûfe'de vefat etti.
3- Muhammet
b. Abdurrahman b, Ebî Leylâ;
Hicrî 74 de doğdu.
Re'y ehlinden idi. kûfe'de, Emevîlcrle Abbasîler devrinde 33 sene kadılık
etti. Fıkihçı müftîlerden idi. Sevrî; «Fıkıhçılarımız ibn-i, Ebî Leylâ ve îbn-i
Şebreme'dir.» derdi. Hicrî 148 de vefat etti.
Ebu Hanîfe ile bu üç
fıkıhçının arası yoktu. Sevrî, hadîs ehlinden olduğu için re'y ehli ile
arasında anlaşmazlık bulunurdu. İbn-i Ebî Leylâ ise beldenin kadısı idi.
Verdiği hükümler hususunda zaman zaman Ebu Hanîfe'nin görüşü kişiler tarafından
sorulurdu. Kendisi, Kadının verdiği hükme muhalif fetva verince Kadı müteessir
olurdu. Hatta bir ara, Ebu Hanîfe'yi fetva vermekten menetmek için valiyi
harekete getirdiler. Nahaî ile arasındaki soğukluk meslekî rekabetten olabilir.
Halîfe Ebu Cafer
el-Mansûr, Bağdat şehrini kurunca, muhtelif şehirlerde oturan yüksek âlimleri
oraya çağırttı. Ebu Hanîfe de halife tarafından getirtilenler arasında idi. Bu
arada tekrar Kadılığın ona teklif edildiği ve reddedince bundan dolayı eziyet
edildiği rivayet edilir. Hicrî 150 de vefat etti.
Kendisinin
yetiştirdiği ve onun mezhebine mensup talebelerinden geniş ilmî yetki ve
fetvaya ehliyet kazananların en meşhurları ise şunlardır :
1-Ebu Yûsuf
Yakub b, İbrahim el-Ensarî (h. 212-183):
Gençliğinde hadîs
rivayetiyle iştigal ederek Hişâm b. Urve, Ebû lshak eş-Şeybanî, Atâ b. es-Sâib
ve onların tabakasındaki zatlardan hadîs aldı. Bilâhare kendisini fıkıh
bilgisine verdi, önce İbn-i Ebî Leylâ yanında bir müddet fıkıhla meşgul
olduktan sonra Ebu Hanîfe nezdinde fıkhı çalışmalarını sürdürdü. Zamanla onun
en büyük tilmizi ve ilmî çalışmalarında en çok yardım edeni oldu. Keza onun
mezhebinde ilk kitaplar yazan, mes'eleleri tesbit ederek neşreden ve yeryüzüne
o (Ebu Hanîfe) nun ilmini yayan kendisidir. Hadîs ehli, re'y ehlini nadiren
övdükleri halde birçok hadîsçi onu Övmüştür. Yahya b. Muîn:
«-F.hu Hanıfe'nin arkadaşları arasında en çok hadis
tcshit eden ve en fazla hadîs bilen Ebu Yûsuf'tur. O hadîs ve sünnet
sahibidir.» der.
2- Zi\\er b.
el-Huzeyl b. Kays el-Kûfî (h. 110-157);
Önce hadîs ehlinden
idi. Bilâhare rc'y ehlinden oldu. Ebu Hanıfe'nin arkadaşları arasında en çok
kıyasla iştigal eden kendisidir. Fikıhçılar «Hanefî âlimlerinden Ebû Yusuf en
çok hadîs'e uyan, Muhanımed en fazla hükümlerden fer'î meseleler çıkaran ve
Zûfcr en çok kıyas yapandır.» derlerdi. Dünyaya hiç dalmadı. Bütün hayatını
ilim ve öğretimle geçirdi. İmamın ilk vefat eden arkadaşıdır. Allah cümlesine
rahmet eylesin.
3- Muhanımed
B. El-Hasan B. Farkod Eş-Şeybânî (H. 132-189):
Babası el-Hasan, Şam
dolaylarında «Haksatîn köyünden idi. Sonradan Irak'a yerleşiyor. Oğlu Muhammcd
«Vûsıt» da doğup Kûfe'de büyüdü. Bilâhare Abbasîlcrin himayesinde Bağdat'da
yaşadı. Henüz çocuk iken ilim tahsiline başlayan Muhammcd, önce hadîs
rivayctiyle meşgul oldu. Sonra da Irak ehlinin prensiplerini Ebu Hanîfe'den
aldı. Onun ilim meclislerinde pek bulunamadı. Çünkü henüz onsekiz yaşında iken
Ebu Hanîfe vefat etti. Bunun üzerine Ebu Yusuf'tan gereken prensiplerle ilgili
bilgileri aldı. Akıl, zeka ve dirayeti çok kuvvetli olduğu için üstadı sayılan
Ebu Yusuf henüz hayatta iken kendisi re'y ehlinin mercii oldu. Son zamanlarda
Ebu Yusuf'la arasında beliren soğukluk Ebu Yusuf'un vefatına kadar devam elti.
Ebû Hanîfe'nin mezhebi
yalnız Muhammed'den alındı. Çünkü Hanefî'lerin elinde, tedvin bölümünde
görüldüğü veçhiyle sadece onun kitapları vardır. Şafiî Bağdat'da kendisiyle
karşılaşarak 'kitaplarım okudu. Birçok mes'eİede onunla münazara etti. Tedvîn
edilerek âlimlerin istifadesine sunulan bu iki zatın münazaralarının çoğunu
bizzat Şafiî'nin veya arkadaşlarının rivayetlerine dayalı olarak okuyoruz. Rey
şehrinde Harun er-Reşîd yanında vefat etti.
4-El-Hasan
b. Zlyâd el-LıiM el-Kûfî Mevlâ el-Ensâr (h. ? - 204) :
Sırayla Ebu Hanîfe,
Ebu Yusuf ve Muhammed'den ilim aldı. Hanefî mezhebine ait kitaplar yazdı.
Fakat kitapları ile görüşleri, Muhammed'in eserleri ve görüşleri gibi pek
itibar görmedi. Hadîs ehli yanında da derecesi düşüktür.
Iraklıların mezhebi
(Hanefî mezhebi) ni halka tanıtan ve etrafa yayan, bu dört zattır. Abbasîlerin
Ebu Yusuf ve Muhammcd'e verdikleri kıymet ve açıkça gösterdikleri ilgi
dolayısıyle hadîs ehlinden daha ziyade onların sözlerine öncelik tanındı.
Fıkhı mes'elelerle onlara verilecek cevapların tesbit ve tedvininde bunların
emeği büyüktür. Onların Ebu Hanîfe ile münasebetleri mukailid (Müc-tchidİn
görüşünü taklid eden) in taklid ettiği zatla olan ilişkisi gibi değildir. Onların
münasebetleri, hoca-talebe münâsebetleri idi. Bununla beraber fetvalarında
tamamen müstakil idiler. Üstadlarının fetvalarını kayıtsız şartsız kabul etmeleri
bahis konusu değildi., İcabında ona muhalefet ederek başka türlü fetva verirlerdi.
Bunun için Hanefî fıkıh kitaplarının, bu dört imamın sözlerini delilleri ile
beraber ayrı ayrı naklettiklerini görürsün. Bazen bir meselede dört şekil
fetva bulunur. Ebu Hanîfe bir şekilde, Ebu Yusuf başka bir şekilde, Muhammed
diğer bir yolda ve Züfer de ayrı bir yolda fetva vermiş olur. Her biri
kendisince beliren nedenleri veya mesned sayılan hadîsleri nazara alarak
görüşünü belirtmiştir. Bazı Hanefî âlimleri, bunların muhtelif söz ve fetvalarının
hepsinin imama ait olup bilâhare (imamın) bundan döndüğünü söylerler. Fakat bu
söz, imamların tarihlerinden, hatta kitaplarında anlatılan hususlardan
gafletten ileri gelmiş olsa gerek. Çünkü Ebu Yusuf, «Haraç» bölümünde Ebu
Hanîfe'nin görüşünü naklettikten sonra kendi görüşünü anlatır. Bu arada
kendisinin Ebu Hanîfe'nin görüşüne katılmadığını gerekçesiyle açıkça belirtmektedir.
Keza Ebu Hanîfe ile tbn-i Ebt Leylâ'nın ihtilâf ettikleri meseleler hakkında
yazdığı kitapta aynı şeyi yapıyor. Çünkü bazan iki zatın görüşünü belirttikten
sonra İbn-i Ebî Leylâ'nın görüşüne katıldığını söylüyor. Muhanımed de
kitaplarında Ebu Hanîfe'nin ve Ebu Yusuf'un sözlerini ayrı ayrı naklettikten
sonra kendi görüşünü de açıklıyor. Aralarında bulunan ihtilâfı gayet açık bir
dille ifade ediyor. Diğer taraftan, eğer o âlimlerin dediği gibi olmuş olsaydı
Ebu Hanile'nin rücu' elliği görüşler, onun mezhebinden sayılmazdı. Sonra Ebu
Hanîfe'nin birçok görüşlerinden Ebu Yûsuf ve Muhammed'in ayrılarak Hicaz ehli
yanında bulunduğunu öğrendikleri hadîsle amel ederlerdi. Bu durumlar
neticesinde tarihî gerçek şudur ki; Ebu Hanîfe'nin arkadaşları olan imamlar
onun mukallidleri değillerdir. Zaten taklid o tarihte henüz Müslümanlar arasında
bulunmuş değildi. Müftîler kendilerine zuhur eden delillere dayanarak müstakil
bir şekilde fetvalarını verirlerdi. Verdikleri fetvalarında hocalarına muhalefet
etmiş olsun olmasın netice değişmezdi. Ebu Yusuf ve Muhammed'in, ilmî yetki
bakımından Ebu Hanîfe'ye karşı durumları Şafiî'nin Malik'e karşı olan durumu
gibidir.
Ebu Hanîfe'nin
arkadaşlarının kitaplarını nakleden tilmiz (talebe) Jeri: /— İbrahim b. Rüstem
el-Mervî (7ı. 211);
Muhammcd b.
el-Harun'dan fıkıh ve Malik ile başkalarından da hadîs aldı. Muhammed'den
aldığı bilgileri içine alan «Nevâdiru adlı eseri vardır.
2- Ebu Hafs
eî-Keb'ır künyesiyle meşhur olan Buhârâlı Ahmed b. Hafs:
Bu zat da Muhammed b.
el-Hasan'dan fıkıh alarak kitaplarını rivayet etmiştir. Benim şahsen gördüğüm
Muhammed'in te'lif ettiği tMebsût» adlı kitap, onun eliyle yazılmıştır.
3- Bişr b.
Gıyas el-Mensî (h. ? - 288) ;
Ebu Yusuf'tan fıkıh
alan en seçkin arkadaşı idi. Zühd-ü takva sahibi idi. Fakat felsefe ilminde
meşhur olduğu için halk ondan yüz çevirdi.Ebu Yusuf da felsefe ile iştigali
dolayısıyle ondan alâkasını keserek tenkidlerde bulunurdu. Onun Ebu Yusufdan
rivayet ettiği birçok mes'eleler ve telifleri vardır. Onun bir sürü tuhaf
fetvaları mevcuttur. Bunlardan birisi, merkeb etinin helâl olduğunu
söylemesidir. Kendisiyle Şafiî arasında bazı münazaralar olmuştur. Mürciye
(ehli sünnet olmayan bir mezheb) mezhebinin bir kolu onun unvanına izafeten
el-Merîsîye ismini almıştır.
4- Bişr b.
el-Velid el-Kindî (h. ? - 237) :
Ebu Yusufdan fıkıh
Öğrenerek kitaplarını rivayet etmiştir. Ayrıca Ebu Yusuf'un dikte ettiği
eserleri de yazmıştır. El-Mu'tasım zamanında Bağdat kadılığında .bulunmuştur.
Kendisi Muhammed b. el-Hasan'ın fetvalarına şiddetle karşı çıkarak ona
hücumlarda bulunurdu. Ei-Hasan b. Malik de onu bu davranıştan vazgeçirmeye
çalışarak, a Muhammed şu gördüğün eserleri verdi. Sen, bir mes'ele yapabilir
misin?» derdi. Vakıa geniş fıkhî bilgi ve takva sahibi idi.
5- İsâ b.
Ebân b. Sadaka eî-Kadı (h. ? - 221):
Muhammed ve el-Hasan
b. Ziyad yanında fıkıh okudu. Hadîs ricalinden idi. Basra'da vefat etti.
6- Muhammed
b. Samâa (h. 130 - 233):
El-Leys b. Sa'd, Ebu
Yûsuf ve Muhammed'den hadîs ve son iki zattan ayrıca fıkıh aldı. Hasan b.
Ziyâd'dan da fıkıh dersini almıştır. Ebu Yusuf ve Muhammed'den aldığı
meseleleri Nevadır adiı kitapta toplamıştır. Hicrî 192 de Me1-mun zamanında
Bağdat Kadılığını yaptı. Vefat ettiği zaman Yahya b. Muîn : «Re'y ehlinden olan
fıkıhçıların gülü vefat etti.» dedi.
7- Muhammed
b. Şücâ'es-Setcî (h. ? - 267)
El-Hasan b. Ziyâd'dan
fıkıh alarak ilimde önemli bir mevkî işgal etti. Zamanın Irak fikıhçısı idi.
Zühd-ü takvası yanında, gerek fıkıhta ve gerekse hadiste muasırlarının başında
gelirdi. Kitab-u Tashîh-iI-Asar, Kitab-ün-Nevâdir ve Kitab-ül Mudâraba adlı
kitaplar onun eserlerindendir. Mutezile mezhebine temayülü vardı. Hadis
ehlinin bir hayli tenkid ve hücumlarına muhatap olmuş ve bu yüzden hadis
rivayeti bakımından zayıf sayılırdı.
8- Ebu
Süleyman Musa b. Süleyman el-Cûzcânı :
Muhammed'den fıkıh
dersini alır, söylediklerini yazar, usul ilmine ait meseleleri tedvinle meşgul
olurdu. H. 200. yılından sonra vefat etti.
9- Hilal
b. Yahya b. Müslim-ür-Rey et-Basrî: (h.
? - 245)
Rabiâ'ya reyle çok
âmel ettiğinden dolayı Rabiât-ür-Re'y (rey rabiâsı) denildiği gibi bu zata da
geniş malûmatı ve kuvvetli muhakeme kabiliyetinden ötürü «Re'y» unvanı
verilmiştir. Fıkıh ilmini Ebu Yusuf ve Züfer'den aldı. O'nun Şurût ve Vakıf
ahkâmı hakkında bir te'lifi vardır.
10- Ebu
Cafer Ahmed b. tmrân (h. ? - 280)
Mısır kadılığını yapan
bu zat, Muhammed b. Samâa'dan fıkıh ilmini aldı. Kendisi Ebu Cafer
et-Tavahî'nin hocasıdır. «El-Hücec» adlı bir eseri vardır.
11- Hassaf lakabı ile meşhur olan Ahmed b. Ömer b.
Müheyr: (h, ? -261)
Hasan b. Ziyad'in
tilmizi olan babasından ilim öğrendi. Farâiz ve hesap bilgisi kuvvetli idi.
Ebu Hanîfenin mezhebini iyi bilirdi. Halîfe el-Muhtedî Billâh için «Haraç
konusunda bir kitap yazdı. Ayrıca, el-Vasâyâ, eş-Şurut» el-Hiyel ve el-Vakıf
adlı kitaplar yazmıştır. Başka konularda da eser vermişti.
12- Bekkâr
b. Kuteybe b. Esad el-Kadt : (h. 182 - 290)
Aslen Mısırlı olup
Basrada doğdu. Hilal-ür-Rey'den fıkıh ilmini aldı. Muasırları arasında Hanefî
mezhebini en iyi bilen âlimdi. Başlıca eserleri: Kitab'üş-Şurut, Kitab'ül-Mahâdır
ve es-Sicillât.» «Kitab'üi-Vesâir ve el-Ahdo. Ayrıca Ebu Hanîfenin bazı
görüşlerini reddeden Şafiî'ye cevap mahiyetinde büyük bir e-seri vardır1.
13- Ebu
Hazım Abdullah b. Abdulaziz el-Kadı: (h. ? - 292)
Fıkıh ilmini İsa b.
Eban ve Hilal'dan aldı. Eserleri: el-Mahadır ve es-Sicillât, Kitab-u Edeb-il
Kadı ve Kitab ül-Farâiz'dir.
14- Ebu Saîd
Ahmed b. el-Hüseyn el-Berdaî: (h. ? - 317)
Fıkıh ilmini îsmail b.
Hammad b. Hanefiyye'den ve ayrıca Ebu AH ed-Dak-kak'tan aldı. Karâmita [121]
isyanında öldürüldü. Zahiriyye mezhebinin imamı AH oğlu Davud ile bazı
münazaraları olmuştur.
15-Ebu Cafer
Ahmed b. Muhammed b. Selâme el-Ezdt et-Tahâvî: (h. 230 - ?)
Bu devrin
«Mütaahhirîn» (son âlimler) in imamı sayılan yüce bir âlimdir. Önce Şafiînin
tilmizlerinden dayısı el-Müzenî'den ders aldı. Sonra Ebu Cafer Ahmed b. Ebî
Imran el-Kadı'dan fıkıh derslerini almaya devam etti. Bilâhare de Kadı'l Kudat
Ebu Hâzİm'Ie Şam'da mülakat yaparak ondan ilim almaya başladı. Hadislerde
gerçekten imam idi. Eserleri ile muasırlarından üstün bir yer işgal etti.
Eserleri bilâhare tanıtılacaktır. [122]
Yemende «Zî Asbah»
kabilesine mensub dedelerinden birisi Medine'ye gelip yerleşmiştir. Ashabtan
olan dedesi Ehıı Amir orada oturuyordu. Bedir hariç bütün savaşlara katılmıştır. Mâlik de. Medine'de doğmuştur.
Medine âlimlerinden
feyz almaya başlayan Mûiik önce Abdurrahman b. Hürmüz'ün yanına devanı ederek
bir müddet sadece kendisinden ders alıyordu. Bilâhare lbn-i Ömer Mevlâsi Nâfî
ve Ibn-i Şihab ez-Zühri'dcn ilim aldı. Fıkihda esas hocası Rebîat-ür-Rey diye
meşhur olan Rebta b. Abdurrahman'dır; Ustndları, hadis rivayeti ve fıkıh
fetvalarını verme yeteneğine sahip okluğuna şehadet edince rivayet ve fetva
işine başladı. Kendisi de «70 üstad benim yetkili olduğuma şahid-Iik etmedikçe
ben bu işe başlamadım.» demiştir.
Herkes onun hadîs
sahasında İmam, rivayetinin sağlamlığı hususunda mevsuk (güvenilir) olduğunda
ittifak halindeydiler. Bütün hocaları ve emsali bu ittifaka katılmışlardır.
Hatta onlardan sonra yelen âlimler de bu hususu iliraf etmişlerdir. Kendisi
Öyle bir itimad kazanmıştır ki, bazı hadisçiler hadislerin en sahihi Malik'in
şu üç yoldan rivayet ettiği hadislerdir, demişlerdir. Bu yollar:
a) Mâlik,
NâfTden o da Ibn-i
Ömer'den rivayet yolu,
b) Mâlik
Zührî'den, o da Salim'den, o da lbn-i Ömer'den aldığı nakil,
c) Mâlik
Eb'üz-Zinâd'dan, o da Â'râç'tan, o da Ebu Hüreyrc'den aldığı rivayet,
Vakıdî ve diğerleri
şöyle söylerler; «Malik'in meclisi vakar, hîlim, intizam, edeb ve ahenk meclisi
idi. Çok zekî ve heybetli bir adam idi. Onun huzurumla lüzumsuz sözler ve
yüksek sesle konuşmak olmazdı. Bir mesele sorulduğu zaman cevab verince soran
kişi ona : «Bu cevabı nerede gördün?» diye sorma cesaretini gösteremezdi.
Habib isminde kitablarını yazan bir kâtibi vardı. Eserlerini camaata okurdu.
Meclisinde hazır bulunanların hiç birisi ona yanaşamaz ve okunan kitaba
bakamazdı. Anlayamadığı kısmın izahını imamın mehabetinden do'ayı isteyemezdi.
Kâtibi Habib okuduğunda hata ettiği zaman Malik bizzat tashih ederdi. Yazdığı
eserlerini başkasına okutmazdı. Bu onun âdeti idi. Yalnız Yahya b. Bükeyr
«Malik'den on dört defa Muvatta' kitabını dinlediğini zikreder.» Galiba bunun
tamamını bizzat Malik'ten dinlemiş değil. Belki çoğunu ondan, kalanını da onun
huzurunda kâtibinden dinlemiş olabilir.
Hadîscilerin birçok
ileri gelenleri ondan hadîs alırken birçok fıkıhci da ona tabi olurdu. Çünkü o
hem hadîsei hem de hüküm çıkaran fıkıhçı idi. Birinci yönünden hadisçiler
istifade ederlerdi. Hatta Rabîa, Yahya b. Saîd ve Musa b. Ukbe gibi hocaları
ve Süfyan-i Sevrî, el-Leys b. Sa'd, Evzâî, Süfyan b. Üyeyne ve Ebu Hanîfe'nin
arkadaşı Ebu Yûsuf gibi emsali ondan hadîs rivayet ederlerdi. Diğer taraftan
Şafiî, Abdullah b, el-Mubarek ve Muhammcd b. el-Hasan eş-Şeybânî gibi
tilmizlerinin üstün tabakası da ondan hadis rivayet ederlerdi.
ikinci yönünden de
onun mezhebinin imamları sayılan büyük âlimler fıkhı sahada kendisinden
İstifade ederlerdi. Bu âlimler ileride gelecek.
Mâlik, fetvalarında
önce Kitaba sonra sünnete dayanırdı. Sünnet hususunda hassasiyet gösterirdi.
Hicaz âlimlerinden olan büyük muhaddislcrin rivayetlerine güvenerek o yolda
alınan hadîsleri sabit görürdü. Diğer taraftan Medine halkının, özellikle
âlimlerinin taâmüllerine ve yapageldiklerİ uygulamalara büyük Önem verirdi.
Tabiatiyle Medine âlimlerinin başında Ebu Bekir ve Ömer (R.A.) Hazretlerinin
taâmüllcri başta gelirdi. Bazı hadîsleri, onunla amel edilmemiş gerekçesiyle
reddederdi. Bu gerekçe ile red tutumu diğer şehirlerde oturan fikıhçıbr
tarafından tepkiyle karşılandığı için birçok âlim onunla vnvaa düşmüşlerdir.
Biz bu konuda el-Leys b. Sa'd'ın kendisine yazdığı u/un mektubu naklettik.
Şafiî de el-Umm adlı kitabında bu konuyu genişçe ele alarak reddetmiştir. Ebu
Hanîfe'nin arkadaşlarından Ebu Yusuf da onun bu tutumunu reddedenlerdendir.
Kitap ve sünnette nass olmadığı zaman kıyasla hükmederdi. Ha-nefîler
«İstihsâli» ile fetva verdikleri gibi, kendisi de «Masâlih-i Mürselen ile amel
ederdi. Masâlİh-i Mürsele'ye «Istİslâh» denirdi. Masâlih-i Mürsele demek kabul
veya reddi hakkında muayyen bir nass bulunmayan maslahatlar (yararlıklar)
demektir. Maslahatlar nass veya kıyasa dayalı maslahatlara aykırı düşmediği
takdirde bütün fıkıhçılar onunla amel etmeyi uygun görürler. Bu hususta bir
niza yoktur. Şayet dediğimiz gibi delillerle sabit olan maslahatlara gölge düşürecek
maslahat çeşidinden ise Malik yine bununla amel ederken diğerleri bu görüşe
karşı çıkmışlardır. Bunu misâllerle izah edelim :
1-Hırsızlıkla itham
edilenin soruşturulması esnasında
gerçeği itiraf etmesi amacıyla
dövülmesini Malik, caiz
görürken diğerleri O'na
muhalefet etmişlerdir. Çünkü dövülmesinde görülen maslahat, hırsız olup
olmadığı bilinmeyen kişinin maslahatına aykın düşer. Zira icabında dövülecek
kişi masum çıkar. Suçluyu dövmemek, suçsuzu dövmekten ehvendir. Hırsızlıkla
itham edilen kişinin clövülmemesİ yoluna gitmekle, çalınmış olan malların meydana çıkarılması güçleşmiş olursa da,
itham edilen kişinin dövülmesi yoluna yönelmekle masum kişilere işkence etmek
kapısı açılmış olur.
2-Kaybolmuş, hayatta
olup olmadığı haberi
alınamayan kişinin karısı senelerce bekleyip kocasız yaşamakla
mutazarrır olduğu zaman; Mâlik'e göre,
kocasından haber kesildiği andan dört yıl sonra evlenebilir. Burada Hz. Ömer'in
görüşüne katılmış oluyor.
3-Yine Hz.
Ömer'in görüşüne katıldığı diğer bir mes'ele de boşanan bir kadının aybaşı
âdetiyle hesaplanacak iddeti o'nun senelerce hayız görmemesi yüzünden gecikmiş
oluyor. İmam Mâlik, bu kadının normal gebelik müddeti olan 9 ay ile normal üç
temizlenme süresi olan üç ay olmak üzere toplam bîr yıllık süre onun için iddet
kabul edilerek, ondan sonra evlenmesine cevaz verilir, demiştir. Bir önceki
misâl'de kadının maslahatını gözönünde bulundurdukları gibi bunda da kadının
maslahatını aşağıdaki nassa riayet etmeye tercihle nass'a muhalefet etmiş
oluyorlar. Bu kadın henüz aybaşı âdetinden kesilecek yaşa varmadığından dolayı
ay hesabıyla iddetinin sayılması mümkün değildir.
(336)
«Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç hayız ve temizlenme müddeti beklerler
(beklesinler). Eğer onlar Allah'a ve âhiret gününe inanıyorlarsa Allah'ın,
kendi rahimlerinde yarattığını (söylemiyerek) gizlemeleri onlara helâl olmaz.
Kocaları bu bekleme müddeti içinde barışmak isterlerse onları geri almıya
(herkesten) çok lâyıktırlar. Erkeklerin meşru sûretde kadınlar üzerindeki
(hakları) gibi kadınların da onlar üzerinde (hakları) vardır. (Yalnız) erkekler
onlar üzerinde (daha üstün) bir dereceye maliktirler. Allah mutlak galibtir,
gerçek hüküm ve hikmet sahibidir.» (Bakara : 228)
Hülâsa; Kitap, sünnet
veya icma' ile öngörüldüğü bilinen şer'î bir maksadı korumanın «Masalih-i
Mürselede» bulunduğu bir gerçektir. Ancak böyle bir maslahatın
dayandınlabileceği muayyen bir delil yoktur. Dağınık emmareler, muhtelif
alâmetler ve topyekûn dinî delillerin ruhuna uygun olduğu bilinmektedir.
Muayyen bir esasa dayandırılmadığmdan dolayı «Mürsel (^= Salıverilen) Maslahat»
denilmiştir. Böyle maslahata uymak hususunda fıkıhçılar arasında bir ihtilâf
yoktur. Ancak diğer bir maslahata aykırı düştüğü takdirde ihtilâf konusu
edilir. Böyle bir durumda, hangi maslahat tercih edilecek?..
Istihsân bahsinde
bundan biraz bahsetmiştik. Geniş izahat isteyenler, İmam Gazali'nin «Mustasfâ»
adlı kitabının «eİ-Mesâlih'ül-Mürsele» bölümüne müracaat etsinler.
Biz, Mâliki'n
mezhebine ait kitaplar hakkında ilerde bilgi vereceğimiz zaman, onun bazı
meselelerini anlatacağız.
Mâlik, Medine'de
ikamet ediyordu. Oradan başka bir yere gitmedi. Bundan dolayı rivayet ettiği
hadîsleri genellikle Hicaz âlimlerinden almıştır. «Mu-vatta'ı adlı kitabında
Hicaz âlimleri dışında kalan râvilerden nadiren hadîs rivayet ettiğini
görüyoruz. Muhtelif şehirlerde oturan âlimler ve halk, Ondan hadîs almak,
Fıkhı mes'eleleri öğrenmek için Medine'ye giderek ondan istifade ederlerdi.
O'na en çok gidenler
Afrika kıt'asından giden Mısırlılar, Mağribliler ve Endülüslüler idi. Zaten
Afrika şimalinde ve Endülüs'te o'nun mezhebini yayanlar da buralardan yanına
gidenler idi. Biraz sonra anlatacağımız âlimler vasıta-sıyle de, o'nun mezhebi,
Basra, Bağdat ve Horasan tarafına yayıldı. [123]
(Bunlar, o'nun
mezhebinin umdeleri (direkleri) idiler.)
1- Ebu
Muhammed Abdullah b. Veheb Müslim et-Kureşî (7ı. J25-197):
Mâlik, el-Leys b.
Sa'd, Süfyan b. Uyeyne, Süfyan-ı Sevrî ve diğerlerinden hadîs rivayet etti.
Fıkıh ilmini de Mâlik ve Lcys'dcn aidi. Hicrî 148. yılı Mft-lik'in yanma
gelerek, îmam'ın vefatına kadar kalıp, devamlı bir surette ondan feyiz aldı.
Kendisi Medine'ye gelmeden Önce Mısır'da ilmî çalışmalar yaptığı esnada,
Mâlik'in kendisine yazdığı mektuplarda o'nun hakkında şu tâbirleri kullanmakla
ilmî kudretini takdir ettiğini anlıyoruz: «Mısır fıkihçısı Abdullah b.
Veheb'e...», «Müftî Ebu Muhammed'e...*. Halbuki Mâlik muhabere ettiği bunca
âlimlere yazdığı mektuplarda böyle bir ifade kullandığına rastlamıyoruz. Ayrıca
ona yazdığı bir mektupta : «Ibn Veheb âlimdir, b cümlesini de buluyoruz, lbn
Abd-il-Hâkem de: «O, Mâliki mezhebinde otoriterdir, ve İbn Kasim'dan daha
fıkıhçıdır. Ancak takvası fetva vermesine mâni oluyor.» diyor. Esbağ da: «Ibn
Veheb, Mâlik'in arkadaşları içerisinde Sünnet'i en iyi bilendir. Ancak beğenmediğim
yönü, zayıf kişilerden (sika olmayan) de hadîs rivayet etmiş olmasıdır.» O'na,
«Divan-üî-llm» (ilim kütüphanesi) denirdi. Mâlik, diğer arkadaşlarına karşı
çok ciddî davrandığı halde, ona karşı olan sevgi ve saygısını açıklardı.
lbn Veheb bir ara;
«Eğer Allah benî Mâlik ve Leys sayesinde kurtarmamış olsaydı, ben dalâlete
sapmış olacaktım.» dediği zaman, «Nasıl?» diye soruldu. Kendisi şöyle cevap
verdi: «Ben, çok sayıda hadîs öğrenmiştim. Aldığım hadîsler beni şaşırtmıştı.
Ne yapacağımı bilemez duruma düşmüştüm. Bunun üzerine durumu Mâlik ve Leys'e
arzetmeye koyuldum. Allah razı olsun, bana ışık tuttular; «Şu hadîsi al, falan
hadîsi terketı demekle beni içine düştüğüm şaşkınlıktan kurtardılar.»
2-Ebu
Abdilîâh Abdurrahman bin el-Kasım el-ltkî (h. ? - 291): Mâlik, el-Leys, tbn
el-Mâcüşûn, Müslim bin Hâlid ve başkalarından hadîs rivayet etti. İbn Vchcb'den
on küsur yıl sonra Mâlik'in yanına giderek uzun süre onun İlim sohbetinde
bulundu. Ondan feyiz aldı ve Mâlik'in ilmine başkalarının ilmîni karıştırmadı.
Sürekli çalışması neticesinde, Maliki Mezhebinde otoriter oldu. Kendisi ile
İbn Veheb'in durumu, bir ara Malik'e sorulduğunda şu cevab alındı ; «ibn Veheb
âlimdir. İbn Kasım da fıkıhçıdır.» Arkadaşı İbn Ve-heb, Ebu Sabİt'e; «Eğer sen
Mâlik'in fıkhını öğrenmek istersen İbn Kasim'in yanına devam et ve ondan feyiz
almaya bük. Çünkü o, devamlı surette Mâlik'in fıkhıyla meşgul olurdu. Biz
başkalarının fıkhıyla da iştigal ederdik.» demiştir. Yahya bin Yahya da,
«Mâlik'in ilmini en iyi bilen ve Maliki mezhebi konusunda en çok güvenilen zat
İbn Kasım'dir.» demiştir.
3-
Eşheb bin Abditlaziz el-Kaysi el-Âmin
el~Cad\ (h. 140-204):
Malik, Leys ve
başkalarından hadis rivayet etti. Fıkhı da Malik, Mcditieh ve Mısırlı
âlimlerden aldı. Şafiî: «Ben Eşheb'den daha fıkıhçı kimseyi görmedim.d
demiştir. Ibn-ül-Kasım, Mısır'dan ayrılarak Mâlik'in yanında ikamet ct-tİktcn
sonra Mısır'ın en üstün âlimi Eşhcb oldu. Salınun'a, İbn Kasım ile Eşheb'den
hangisinin daha çok fıkıhçı olduğu sorulduğumla; "İkisi yanşan iki at gibi
idi. Bazen Kasım Eşheb'i, bazen de Eşhcb Kasım'ı geçerdi.» diye cevab vermiştir.
4- Ebu Muhammed
Abdullah b. Abdulhakem
b. A'yan b.
el-Leys (h. 155-224):
Mâlik, ei-Leys b. Sa'd
ve İbn Üyeyne ve diğerlerinden hadîs aldı. Salih, sika, fıkıhçı, dürüst, halîm,
muhakeme kabiliyeti kuvvetli ve Maliki Mezhebini iyi tatbik eden bir zat idi.
Eşheb'den sonra Mısır'ın en büyük âlimi durumuna geçti. Kendisinin mensub
olduğu «Abdülhakem» sülâlesi, Mısır'da hiç kimsenin ulaşamadığı değer ve
teveccühe mazhar oldu. Kendisi Şafiî'yi çok sever ve sayardı. Şafiî Mısır'a
gittiği zaman ona misafir oldu. Kendisi son derece ona kıymet verdi ve
hizmetiyle meşgul oldu. Hatta Şafiî, onun yanında vefat etti. Kendisi Şafiî'den
hadîs rivayet eder, eserlerinden birer nüsha eliyle yazarak, gerek kendisi ve
gerekse oğlu bunlardan istifade ederlerdi. Bilâhare oğlu Mu-hammed'i tamamen
Şafiî'ye teslim ederek feyz almasına imkân sağladı. İbn Kasım, İbn Veheb ve
Eşheb gibi büyük âlimler halka onu tavsiye ederlerdi.
5- Esbağ bin
el-Ferec el-Emevî:
Mâlik'den hadîs almak
için Medine'ye 'gittiği gün Mâlik vefat ettiği için ondan İstifade etme
fırsatını bulamayınca İbn Kasım, ibn Veheb ve Eşheb'den ilim alarak en üstün
talebesi ve arkadaşı olduğu gibi onun en yakını ve kâtibi idi. Eşheb'e; «Senden
sonra kimi tavsiye edersin?» diye sorulunca; «Esbağ bin el-Ferec'e gidin.e
demiştir. İbn el-Libâd der ki : «Fıkhın bütün yollarını Es-bağ'm prensipleri
ile bulabildim.» Eşheb ve diğer hocaları henüz hayatta iken kendisinden fetva
sorulurdu, ibn Muîn de diyordu ki: «Mâlik'in Mezhebini ve
görüşlerini Esbağ'dan
daha iyi bilen hiçbir âlim yoktur. O, İmamın bütün meselelerini birer birer
bilirdi.»
6-
Muhammed h. Abdullah
b. Abdulhakem (h.
1K2-26H):
Babası (4. maddede
geçen âlim), İbn Veheb, Eşheb, İbn Kasım ve Mâlik'in diğer arkadaşlarından
hadîs aldı. Babası kendisini Şafiî'ye teslim ederek ders almasını istediği için
kendisi uzun zaman Şafiî'nin ilim sohbetinde bulunup ders aldı. Gerek Şafiî'nin
ve gerekse Esheb'in fıkhını en iyi bilen bir kimseydi, ibn Haris: «O, intisab
ettiği mezhebi ve konuştuğu ilmî mes'eleler hakkında fı-kıhçı bütün âlimlere
meydan okurdu. Garbdan ve Endülüs'ten, ondan ilim ve fıkıh almak için âlimler
yollara düşerlerdi. Zamanının en büyük Mısır âlimi idi.
7- Muhammed
b, İbrahim b. Ziyad el-tskenden (h,
180-269):
«İbn-ül Mevvâz» künyesiylc
meşhur olan bu zat İbn el-Macüsûn, İbn Ab-dilhakem ve Esbâğ'dan fıkıh aldı.
Genellikle Esbâğ'm yolunu tercih ederdi. Küçük yaşta iken İbn el-Kâsım'dan da
hadîs rivayet etmiştir. Fıkıh sahasında kuvvetli bilgiye sahip olduğu İçin,
zamanındaki Mısır halkı onun fetvasına itimaıl ederdi. Şam'da vefat etti. [124]
1- «Şebtûn* lakabıyla anılan Ebu Abdillah Ziyâd b.
Abdıtrrahman el-Kurtubî (h. ? - 193):
Mâlik'den «Muvattam
dinlemiştir. nSima-u Ziyâd» adlı kitabında Mâlik'in vermiş olduğu fetvaları
toplamıştır. Ayrıca, el-Lcys b. Sa'd ve İbn Uyeyne ve benzeri âlimlerden de
hadîs rivayet etmiştir. Mâlik'in «Muvatta» adlı kitabını Endülüs'e idhâl
ederek, orada fıkhı çalışmalar yapmıştır. Daha önce Muvatta, Endülüs'te yoktu.
Ondan sonra Yahya b. Yahya, «Muvatta »ı Endülüs'te tanıttı. Medine âlimleri,
Ziyâd'i, «Endülüs fikıhçısı» ismiyle anarlardı.
2- İsa b. Dinar el-EtulüUisî (h. ? - 212):
Endülüs'ten Medine'ye
giderek İbn el-Kâsim'dan ilim ve hadîs aldı. Genellikle onun görüşüne
bağlandı. Bilâhare Endülüs'e döndü. Zamanında Kurtu-ba'da Öncelikle fetva
mercii kendisi idi. Doğudan döndüklen sonra Endülüs fıkıhçılarının riyaseti ona
ait olmuş oldu. îbn-ül-Kâsim; onu fıkıh ve takva ile vasıflandırarak, sayar ve
yüceltirdi. Emsali arasında Endülüs'te kendisinden daha fazla fıkıh ilmini
bilen bir kimseyi görmezdi. Ibn-i Eymen; «Ülkemiz halkına şer'î mes'eleleri
öğreten odur. Yahya bin Yahya, gerçekten yüce bir âlim, saygıdeğer bir şahsiyet
olmakla beraber fıkıhta ona erişemezdi.» demiştir. Medine'den Endülüs'e
döndüğü zaman İbn el-Kâsim kendisini üç fersahlık yol teşyi' etti.
İbn el-Kâsım'ın o kadar yol onu
uğurlamasını kınayanlar olunca,
İbrı el-Kûsım onlara
şöyle karşılık verdi: «Kendisinden sonra daha fıkihçı ve daha miittakî bir
kimse kalmayacak bir adamı uğurlamamı kınıyor musunuz?» Tulaytulâ'da vefat
etti.
3-Yahya b.
Yahya b. Kesir eî-Leysî (h. 151-234) :
Gençliğinin ilk
senelerinde Ziyâd b. Abdurrahman'ın yanında Malik'in «Muvatta'D kitabını okudu.
28 yaşına varınca Malik'in yanına giderek ikinci defa Muvatta'ı okudu. Yalnız
«I'tikâf» bölümünü okumadı. Bu bölümde bulunan hadîsleri Ziyâd'dan rivayet
ederdi. Kendisi, Malik'in vefat ettiği h. 179. yılında onunla mülakat yaparak
ders almıştı. Bilâhare tekrar Endülüs'ten Medine'ye giderek, bu seferinde
yalnız İbn el-Kâsım'dan fıkıh vesâir bilgiler aldı. Ve kuvvetli bir ilimle
döndüğü zaman, İsa b. Dinar'dan sonra Endülüs fetva işleri ikinci derecede ona
yöneldi. Malik'in Mezhebi, yalnız İsa ve Yahya vasitasıyle Endülüs'te yayıldı.
Yahya, ilminden daha çok ameliyle üstünlük kazanmıştı. İbn-u Lübabe;
«Endülüs'ün en büyük, fıkıhçısı İsa b. Dînar, en büyük âlimi lbn-i Habib ve en
lcuvvctli düşünürü Yahya'dır, d demiştir. Endülüs'teki muasır âlimlerin başında
gelirdi.
4-
AbdülmeTık b. Habib b. Süleyman es-Silmi (tu ? - 238):
Aslen Tulaytulâ'iı
olan bu zatın dedesi Süleyman, Kurtuba'ya yerleşmişti. Bilâhare, babası
haricîlerin çıkardıkları fitne esnasında el-Bîre'ye gidip ikamet etti. Kendisi
önce Endülüs'te ilim tahsiline başladı. Hicrî 208 de Endülüs'ten Mısır'a
geçerek orada Abdullah b. Abdülhakem, Esed b. Musa, Mutarraf İbn el-Macüşûn ve
başkalarından sekiz sene hadîs tahsili ile zamanını değerlendirdikten sonra
muazzam bir ilimle h. 216 da Endülüs'e dönerek el-Bîre'ye yerleşti. İlim ve
rivayette sesi her tarafa yayıldı. Bu şöhreti yayılınca Halîfe Ab-durrahman b.
el-Hâkem, onu Kurtuba'ya naklederek müftîler tabakasına dahil etti. Müftîler
tabakasının başı sayılan Yahya b. Yahya ile beraber ikamet ederek, aralarında
ilmî tartışmalar, münazara ve fikir taâtisi devam etti. Aralarında bazen çetin
ve ciddî münakaşalar vukubulurdu. Yahya vefat edince, müftîler tabakasmın
riyaseti tek basına ona kalmış oldu. Kendisi, Maliki Mezhebine ait fıkhın
hafızı sayılırdı. Fıkıhta bu derece kuvvetli olduğu halde, hadîs sahasında
ilmi yoktu. Sahih ve zayıf hadîsleri birbirinden ayırdedemezdi. Fıkıhta imam
(otoriter), olduğu gibi genel kültürü, özellikle edebiyat bilgisi iyi idi. İbn
el-Mavvaz, onun ilmini ve fıkhını Övmüştür. «Kitab el-Vadîhe fi-s-Sünen
ve-1-Fıkh» adlı kitap onun te'lifidir. Bundan başka muhtelif eserleri vardır.
J— Tunuslu Ebu-l-Hasen AH b. Ziyâd (h. ? - 183):
Mâlik, Sevrî, Leys b.
Sa'd ve başkalarından hadîs aldı. Afrika'da onun asrında eşi yoktu.
Kendisinden, Esed b. el-Furât, Sahnûn ve başkaları hadîs aldı. Mâîik'den
«Muvatta'm ve birkaç kitabı rivayet etti, Sahnûn'a fıkıh öğreten kendisidir.
Sahnûn; Afrikalılardan, ondan daha üstün bir kimseyi tanımazdı. Kay-
ravan'daki âlimler,
bir mes'elede ihtilâfa düştükleri zaman doğruyu bildirmesi için ona mektup
yazarlardı. Sahnûn; «Eğer, Mısırlılara yapılan talep ve verilen imkân Ali b.
Ziyâd için bulunmuş olsaydı, Mısırlıların hiç birisi ona yetişemezdi.» derdi.
6- Esed b.
el-Furât (h. ? - 213) :
Aslen Nisâbur'lu olup,
Diyarbakır'a bağlı Haran'da doğdu. Tunus'da büyüdü, önce Ali b. Ziyâd'dan
fıkıh dersini aldı. Sonra doğuya giderek Mâlikin yanında tMuvatta'» ve başka
kitapları okudu. Bir müddet sonra da Irak'a giderek Ebu Hanîfe'nin
arkadaşlarından, Ebu Yûsuf, Muhammed b. el-Hasen ve Esed b. Amr'Ia görüşerek
onlardan fıkıh ilmini aidi. Ebu Yûsuf da kendisinden Malik'in «Muvatta'»ıni
aldı. Kendisi, ilerde bahsedeceğimiz, «el-Müdevvene» adlı kitabın yazandır. Bir
askerî birliğin kumandanı ve kadısı olarak bulunduğu «Sarakusta» hisarında
vefat etti.
7- Sahnûn
lâkabıyle tanınan Abdüsselâm b. Sâid et-Tenûht (h. 160-240);
Aslen Humus'ludur.
Babası Humus askerleri arasında Endülüs'e gittiği için Sahnûn, Kayrevân
âlimlerinden ilim aldı. Bilhassa Tunus'a gittiğinde lbn-i Ziyâd'dan çok
istifade etti. Bilâhare, oradan da Mısır'a geçtiği zaman, Mısır'da İmam Mâlik
ile İlim iştigal edenler arasında köprü görevini yapan ve Malik'in mezhebini
Mağrib beldelerine yayan İbn el-Kâsım, İbn-i Veheb ve benzerleri gibi Mısır'ın
seçkin âlimlerinden hadîs aldı. Bir müddet sonra oradan da Medine'ye giderek,
Malik'in vefatından sonraki döneme rastlayan bu seferinde, Me-dineli âlimlerden
ilim aldıktan sonra h. 191. yılı Afrika'ya döndü,
Ebu-1 Arab : «Sahnûn,
sika', hafız, fikıhçi ve âlim idi. Başkasınûa zor top-lanabîlen meziyetler onda
içtima' etmişti. Başlıca meziyetleri; geniş ve üstün fıkıh ilmi, samimî ve
dürüst takvası, hak yolda keskin kılıç olması, maddiyata iltifat etmemesi,
giyecek ve yiyecekte sadelik ve cömertliğidir. Pâdişâhtan hediye kabul
etmezdi. Arkadaşları defalarca otuzar dinar gibi bahşişlerle mükâfatlanırken,
kendisi buna hiç rağbet etmezdi.» der. İbn-u Kasım da; »Afrika'dan Sahnûn gibi
kimse yanımıza gelmedi.» diyor. Afrika'ya geldiği zaman tüm yüzler ona çevrildi.
Gönüller onu sevdi. Onun zamanı yeniden ilmin canlanma başlangıcı oldu.
Arkadaşları, Kayrevân halkının ışıklan durumuna geçti. Herkesin güvenle kaynak
saydığı «el-Müdevvene» kitabını te'Iif etti. 74 yaşında iken h. 234 yılında
Afrika kadılığı (genel kadılık) nı deruhte ederek, vefatına kadar bu görevde
kaldı. Kadılığı dolayısıyle, padişahtan ne bahşiş, ne maaş ve ne de herhangi
bir nam altında bir şey almış değildi. Fakat, yardımcıları, yazıcıları ve
kadıları için ehl-i kitabın cizyesinden bir miktar alırdı. Sözle düşmanına
eziyet eden veya şahidlere müdahale eden, davacı ve davalıları dövdürürdü.
«Şahidlere taarruz edildiği zaman nasıl ifade vereceklerdir?» derdi. Kadıya
müracaat eden taraflardan birisi şahide kusur isnad ettiği veya şahidlik niteliğini
taşımadığını iddia ettiği zaman; Şâhidlerin durumlarını sen bana sor, hep-
sinin va/iyclini İyi
bilirini. Sahicilerin kusurları oiup olmadığı ve gerekli niteliği taşıyıp
taşımadığı hususlarına ben senden daha fazla titizlikle önem veririm. Sen, benim
kadar ehemmiyet verme imkânına da sahip değilsin.» derdi. Boşaltı;! ve köleyi
azad cime gibi şeylerle yemin edenleri, te'dip ederdi. «Allah'dan başkasıyle
yemin edilmez.» diye bu yolu takip ederdi. Fastklığı gerektiren'suçları
işleyenleri te'dip ederdi. Pazarlardan1 ve çarşılardan cezaya müstahak olan
kişileri yakalatıp başka yerlere sürerdi. HaMt. onun bu prensibini bildiği
için, çarşıdan uzaklaştırılmaya müstahak olan kişilerin isimlerini Üste halinde
yazarak ona sunarlardı. Kendisi de ismi verilen şahısları birer birer
çağırtarak, yaptığı soruşturma neticesinde gerekli cezayı suçlu çıkanlara
tatbik eder; mağdur veya mutazarrır olanların da hakkını arardı.
Mağrib beldelerinde
Mâlik'in mezhebini neşreden âlimlerin en büyükleri, tanıttığımız zatlardır.
Doğu illerinde Mâlik'in görüsüne katılarak, bizzat kendisinden fıkıh İlmini
alan belirli alim çıkmadı. Fakat kendisini görmeyen ve ondan ders almayan
birçok üstün âlimler, onun mezhebine intisab ettiler. Doğu illerinde onun
mezhebini yayan birkaç âlimi tanıtalım :
1- Ahmet b.
el-Muazzel h. Gaylan el-Abdî:
Bu zat, Abdulmclîk b.
el-Macûş'un ve Muhanımed b, Mesleme'nin arkadaşlarından olup fıkıhçı ve kelâma
idi. Malik'in mezhebine ait fıkhı İyi bilen, fasuhat ve münazara kabiliyetiyle
tanmmış edebiyatçı, fazilet, dindarlık, takva ve ibadetiyle çevresinde sayılan
âlimlerden idi. Irak'ta Malik'in mezhebini ondan daha iyi bilen, keza Hicaz
ehlinin mezhebine onun kadar vakıf olan kimse yoktu. Doğu
beldelerinde kendisinin vasıtasiyle Mâliki Mezhebi yayıldı.
2- Ebu İshak
ismail b. Ishctk b, ismail b. Haınmad b. Zeyd (h, 200-282):
Basra'da doğup
büyüdükten sonra Bağdad'a yerleşti. Orada Ibn cl-Muaz-zePdcn fıkıh ilmini aldı.
Ayrıca hadis ilmiyle iştigal etti. Kendisi; «Ben, iki adamla herkese karşı
iftihar duyarım. Bunlar, bana fıkıh öğreten Basra'li Ibn el-Muazzel ile bana
hadîs öğreten lbn el-Medinî'dir.D derdi. Mâliki olan Irak halkı, fıkhı ondan
öğrendiler. Ebu Bekr b. el-Hatîb de «İsmail; fazıl, âlim ve çeşitli ilim
dallarına vakıf bir zat idi. Mâliki Mezhebini iyi bilirdi. Mezhebine ait fıkhî
mes'eleleri şerh ve izah ederek neticelendirirdi. Onun görüşünü savunarak
delillerini açıklardı. «EI-Müsned» ve Kur'ân ilimlerine ait müteaddit
te'-liflcri vardı. Mâlik, Yahya b. Sâid el-Ensarî ve Eyyüb es-Sahtiyânî'nin
hadîslerini toplamıştı.» der. Ebu ül-Velîd el-Bâcî de ietihad derecesine
ulaşan ve muhtelif ilimleri cami' olan âlimleri anlatırken «Bu derece,
Malik'den sonra yalnız kadı İsmail'e nasib oldu.» demiştir. İrak genel
kadılığım deruhte etmek de hemen hemen yalnız ona nasib olmuştu. Bu arada
Medâin ve Nehrevan kadılığı da ona bağlı idi. Bilâhare «Kadı-1 Kudat» makamına
getirildi. Ebu Amr ed-Dânî; onun 32 yıl, başkaları da 50 küsur yıl kadılık
ettiğini söylemişlerdir. Onun te'liflcri çoktur. Biz, bir kısmını ileride
zikredeceğiz.
3- Efru
Mervûn AbJülmeUk h. Abdülaziz b.
Abdullah b. Ebî Seleme el-Maciişün (h. ? - 212) :
Kurevs'len ojan bu
zât, Malik'in en büyük arkadaştarmdandır. Macüşûn kelimesi, farscadır. «Gül
bahçesip anlamınadır. (Başka manâlara da gelir.) Yüzündeki kırmızılık
dolayısıyle ona bu üııvân verilmiştir. Abdülmelik, fesahati kuvvetli iyi bir
fıkıhçı idi. Vefatına kadar fetva mercii idi. Kendisinden önce de babası
kuvvetli bir müftî idi. Ebu Mcrvân zamanında Medine halkının, tek müftîsi idi.
Fıkıh ilmini babasından, Malik'den ve başkalarından öğrenmişti. Kendisiyle
Şafiî konuştuklarında, ne konuştuklarını halk pek anlamazdı. İkisi de kuvvetli
edib idiler. Çünkü Şafii, bâdiye (şehir dışında) de oturan Huzcyl kabilesinden,
Ebu Mervân da badiye'de oturan Kelb kabilesinden fasih arapça ve edebiyat
almışlardı. Yahya b. Eksem -Kadı Abdülmelik derya gibiydi. Ona atılan çamurlar,
bulanüırmazdı.» der. Sahnûn da onu övüp, faziletlerini dile getirerek: «Ben, şu
kitapları ona arzetmek üzere yola koyulup, yanına kadar gitmek isterdim. Onun,
bu kitaplardan uygun gördüğünü ben de uygun görüp, reddettiğini ben de
reddedecektim. Ama bir türlü gidip bu ar/uyıı gerçekleştiremedim.» demiştir,
lbn-i Hahib de onu çok överdi. Malik'in arkadaşlarının çoğundan üstün tutardı.
Ahıtıed b. el-Mua/zcI. Ibn-İ Habib ve Sahilim gibi imamlar ile geniş bir halk
kitlesi onun fıkhından istifade etli.
Yukarıdan beri size
tanıtmaya çalıştığımız mübarek zatlar İmam Malik'in yüce arkadaşları olup,
mezhebini etrafa yayanlardır. Onların, Malik ile olan münasebetleri,
öğrencilerin hocalarına ve ravinin hüküm çıkarana karşı olan münasebetleri
gibiydi. Çok az hususlarda kendisine muhalefet etmişlerdir. Genellikle bunlar
arasında görülebilen ihtilâf, ya Mâlik'den alınan rivayetteki ihtilâfa veyahut
Mâlik'den rivayet edilmiş olan nassların anlaşılmasındaki farklılığa dayanır.
Bu ihtimaller dışında çok nâdir olarak, lbn-i Veheb ve İbn-ül Kasım ona muhalif
kalmışlardır.[125]
Ebu Abdillâh Muhammed b.
İdris b. el-Abbas b. Osman b. Safi* eş-Şafiî: Onuncu babası Abdi Menâf,
Peygamberimizin dördüncü babası olan Abdi Menâf'tır. Annesi YemaiTlı tEI-Ezd» kabiîesindendir. Annesi fitratan çok
zeki bir kadın idi.
Askalân'a bağlı
Gazze'de doğdu. Gazze, onun baba vatanı değildi. Babası Idris, bir iş
dolayısıyle oralara geldiğinde vefat etti. Oğlu Şafiî de bu vesile ile orada
doğdu. Doğumundan iki yıl sonra annesi onu alıp baba vatanı Mekke'ye götürdü.
Annesi yanında yetim olarak büyüdü. Çok küçük yaşta Kur'-ân'm tamamım hıfzetti.
Sonra disarda oturan Huzeyl kabilesine gitti. Bu kabile Arapların en
fasihlerinden idi. Birçok şiirlerini hıfzettikten sonra kuvvetli bir edib
olarak döndü. Harem şeyhi ve müftîsi olan Müslim b. Halid ez-Zencî'-nin yanına
devam ederek ilmî çalışmalarda bulundu. Ondan fetva iznini aldıktan sonra,
Medine hadîscisi ve imamı, Mâlik b. Enes'e tavsiye mektubunu hocası Müslim'den
alarak Medine'ye hareket etti. Medine'ye gittiğinde Mâlik'in • Muvatta'» adtı
kitabının tamamını hıfzetmişti. Mâlik'in yanına varınca Mu-vatta'ı ezbere
okudu. Mâlik ona hayran kaldı.
Bu süre zarfında
Müslim b. Halid'in fıkhını ve Hicaz ehlinin hadîs kaynağı olan iki muazzam
âlimin bildikleri hadîsleri aldı, Bunlar, Mekke hadîscisi Süfyân b. Üyeyne ve
Medine hadîscisi Mâlik b. Enes'tir. Bunlardan başka diğer bazı zatlardan da
hadîs aldı.
Şafiî servet sahibi
olmadığı için geçimini sağlamak maksadı ile bir iş aramaya mecbur kaîdı. Yemen
kadısı Mis'âb b. Abdullah el-Kureşî, ona Yemen'de uygun bir iş bulduğu için bir
müddet orada kaldı. O zamanın halîfesi Harun-u Ueşîd idi. İbn-i Abbas
sülâlesinden olanlar ile Hz. AH sülâlesinden olanlar arasında rekabet ve
hoşnutsuzluk vardı. Halîfe, Alevîlerin hareketlerinden ve yardımcılarından
şiddetle sakınır, büyük endişe duyardı. Aşırı endişesi dolayısıyle, evhamlı
adam gibi su-i zanlarda bulunurdu. Yemen beldeleri Abbasîlere karşı husumet
besleyen ve Şiîlik davasını gerçekleştirmeye çalışanların beşiği idi. Halîfe,
Şafiî'yi de Şiîlikle itham ederdi. Yemen tarafındaki Şiîler hakkında yapılan
ihbar neticesinde, Halîfe Şiîleri huzuruna celbettirdiği zaman Şafiî'yi de
bunlar arasına katarak getirdiler. Bu olay h. 184 de vuku' buluyor. Şafiî'ye,
San'a kadısı Mutarraf b. Mazin tarafından Şiîlik ithamı yapıldığı söyleni-
yor. Şafiî'yi Şiîler
araşma katarak Irak'a yollayan ise Yemen valisi Hammad el-Berberî idi. Hatta
.halîfenin oturduğu Rakka'ya kadar yakalananların başında bizzat geldiği bir
gerçektir.
Şafiî, bu itham
dolayısıyle büyük bir tehlike ile karşı karşıya idi. Halîfenin yakınlarından
el-adl b. er-Râbî; Şafiî'yi müdafaa ederek, İthamların asılsız olduğunu
savundu. Durum anlaşılınca bu tehlike
atlatıldı. Şafiî'nin savunması esnasında Şiîlik ithamını reddederken söylediği sözlerden birisi bu idi :
«Şafiî amcam oğludur.» diyen (halife) i bırakıp da, «Şafiî benim kölemdir.» diyen (Şiilerin
lideri) e gider miyim?» bu söz, halifeye çok tesir ettiği İçin hemen onu
serbest bırakarak, üstelik ona maddî yardımlarda bulundu. Bu fırsattan İstifade
eden Şafiî, Ebu Hanîfe'nin arkadaşı
Muhammed b. Hasan eş-Şeybani ile görüştü. Irak fikıhçılarının kitaplarını görüp
tetkik etti. Bu kitaplardaki bilgileri, hadîsçıler yolundan aldığı bilgilere
kattı. Muhammed b. Hasan ile müteaddit münazaraları oldu. Halîfe Harun-u Reşid'e kadar intikal eden bu münazaralar
onu da duygulandırarak memnun etti. Şafiî'nin kitapları münazaralarla doludur,
Şafiî, bîr müddet sonra Mekke'ye dönerek, bir zaman orada ilmî çalışmalarını
sürdürdü. Her taraftan «Kabe» ziyareti ve hacc için gelen âlimlerle tanışıp
görüşerek karşılıklı fikir teatisi yapılıyordu. Şafiî, orada da birçok
münazaralarda bulundu. Harun er-Reşid'in
Ölümünden sonra halîfe Abdullah el-Emîn'in halifeliği zamanında
h. 135 yılında tekrar Irak'a döndü. Bu
kerre iTak âlimlerinden bir cemâat onun etrafında
toplanarak, ondan ders
aldılar. «Kadîm» veya «Irakî» denilen mezhebini teşkil eden teliflerini
o âlimlere yazdırdı. Irak'a yaptığı bu seferinde Muhammed b. Ebr. Hassan
ez-Ziyâdî'nin yanında konakladı. Burada iki yıl kaldı. O esnada Muhammed b.
el-Hasan vefat etmişti. Ebu Hanîfe'nin arkadaşlarından olan Iraklıların o
esnadaki en büyük âlimi «el-Hasan b. Ziyâd el-Lü'lüî» İdi. Şafiî, ilk Irak'a
yaptığı seferde hayatta olan Muhammed b. el-Hasan İle münazaralar yapmaya önem
verdiği halde bu defaki gidişinde berhayat olan el-Hasan ile münazara yapmaya
ehemmiyet vermedi. Bir müddet sonra Şafiî, Hicaz'a giderken, Irak âlimlerinin
çoğu onun mezhebine intisab etmiş, her tarafta övgü ile anılmış ve iyice meşhur
olmuştu. Hicrî 198 de Irak'a üçüncü defa sefer yaparak birkaç ay orada kaldıktan
sonra Mısır'a geçerek Fustat şehrinde Abdullah b. Abdülhakem'e aziz bir misafir
olarak gitti. Abdullah ona çok değer verdi. O esnada Malikî Mezhebi iyice
Mısır'da intişar etmiş, Mısırlı âlimlerin ekseriyeti ona mensup idi. Bizzat
Mâlik'den ders ve hadîs alan
arkadaşlarından yalnız Şafiî'nin
konakladığı ev sahibi Abdullah ile
Eşheb hayatta kalmışlardı.
Mısır'da Şafiî'nin
ilmî kudreti ve verimli çalışmaları büyük sonuçlarla meydana çıktı. «Cedide
veya «MISRI» denilen mezhebini teşkil eden kitaplarını orada Mısırlı
tilmizlerine yazdırdı. Vefatına kadar orada çalıştı. Vefat edince "Ben-î
Abdülhakem kabristanına defnedildi. Mısırlılar onun değerini takdir ettikleri
için ölümünden önce ve sonra, onun yüceliğini bildirmişlerdir. Hicâzh olduğu
halde onu Mısırlı saymışlardır. Yaptığı seferlerle mezhebini bizzat Hicâz, inik
ve Mısıra yayan,
keza eserlerini şahsen yazıp
tilmizlerine yazdıran tek
imanı, Şafiî'dir. Diğer
büyük imamların höyle
bir şeyleri bilinmiyor.
Şafii Mezhebinİn esası
«Rl-lkuliyye Risalesi»nde tedvin ve tesbit edilmiştir. O, öncelikle Kur'ûn'ın
zâhirleriyle amel ederdi. Ancak bir âyetin zahiri murad olmadığı bir delil ile
sabit olduğu takdirde, âyetin te'vil ve yorumu ile amel eder. di. Kitaptan
sonra ikinci dinî kaynak olarak sünneti kabul ederdi. Haber-i vahid ile amel
etmeyi titizlikle savunurdu. Ona göre; râvisi sİkâ' (itimad edilir), aldığını
koruyucu olup, Resûlüllah'a muttasıl (ulaşan) olan hadîs için, başka bir şart
aranmaksızın haher-i vahid durumunda olsa bile dikkata alınarak, onunla amel
edilmesi gerekirdi. Hatırlanacağı veçhiyle, haber-i vahid ile amel etmek için
Ebu Hanîfe ve arkadaşları, meşhur olma şartını; Mâliki de, onunla amel edilmiş
olma şartını koşmuşlardı. Şafii, amel veya şöhret şartını haber-i vahidde
aramazdı. Onun, haber-i vahidi müdafaa etmesi dolayısıyle hadîscİlcr nezdindc
büyük bir değeri vardı. Hatta Bağdat halkı ona «Sünnetin yardımcısı» derlerdi.
O, sahih sünnete Kur'ân nazariyle bakardı, ikisine de uymayı gerekli görürdü.
Bunlardan sonra üçüncü dinî kaynak olarak icnıa' ile amel ederdi. Onun
nazarında icma', konu hakkında muhalefet edildiğinin hilinme-mesiyle oluşur.
Çünkü onun nazarında, bir asrın bütün fıkıhçıhırmın konu hakkında ittifak
ettiklerini her müetehidden kesin rivayetlerle bilebilmek ve böyle bir icnıa'ın
oluştuğuna vakıf olmak herhangi bir kişi için mümkün değildir. Daha önce onun
bu husustaki görüşünü izah etmiştik. Kitap, sünnet ve icma'dan soma bir mes'ele
hakkında bu üç kaynaktan kat"? delil bulunmazsa kıyas'a yönelirdi. Ona
göre kıyasla amel etmek için mes'elenin mukayese edileceği muayyen bir asl'ın
bulunması şarttır. Irak fikıhçılarınm «îstihsânu dedikleri ve Mâlikîlerin
«İstislâh» ismini verdikleri kaynağı şiddetle reddederdi. Kendisi de «İstidlal»
ile amel ederdi, istidlal de, îstihsân ve İstislâh'dan pek uzak sayılmazdı.
Şafiî, Hicâzliların fıkhı ile Iraklıların fıkhını ve Bedevilerin fesahatini
haiz olmakla beraber, münazara üstünlüğü ve kuvvetli tahriratı ile eşsiz bir çığır
açmıştı. Onun tahrirattaki edebî kuvveti ve belagatı, Cahız ve emsali gibi o
asrın en meşhur edebiyatçılarının
seviyesinden aşağı değildi. [126]
Şafiî'nin Iraklı ve
Mısırlı arkadaşları vardı. Iraklı
arkadaşlarının bîr kısmını
tanıtalım :
1- Ebu Sevr
İbrahim b. Halid b. el-Yemân el-Kelbî el-Bağdâdî (h. ? -240):
Önce re'y ehlinden
idi. Iraklıların yolunda giderdi. Şafiî Bağdat'a gidince, ona yöneldi ve ondan
ilim aldı. Şafiî'nin mukallidi olmayıp, ona bir delil zuhur ettiği zaman
Şafiî'ye muhalefet etmekle beraber yine de Şafiî fıkıhçila-
rından sayılır.
Kendisi bazı şahsî görüşleri seçmekle, öze! bir mezhebi olmuştur. Bir ara onun
mezhebine inlisab edenler de vardı. Fakat uzun süre varlığını devanı
ettiremedi. Ebu Amr b. Abdüiberr; «O, güzel görüşlü idi, rivayet ettiği
hadîslerde sika idi. Ancak Cumhûr'dan ayrıldığı birkaç meselesi vardı. Onu
fı-kıhçılann imamlarından saymışlardır.» der.
Cumhûr'dan veya
Şafiî'den ayrıklığı meselelerin bir kısmı :
1- Ölünün
borcu, bütün fıkıhçılara göre vasiyyetinden önce ödenir. Yalnız Ebu Sevr,
aşağıda yazılı âyetin zahirini gerekçe göstererek, vasıyyetin borçtan önce
infazının gerektiğini söylemiştir.
(337)
«...edilen vasiyyetten veya borçtan arta kalanın...» (Nisa*: 12)
2-
Satılmış olan bir
malda müşteri tarafından
görülecek sakatlık dola-yısıyle iade edebilmesini, satış akdi
esnasında bu imkânı açıkça söylemeye veya mahallî örf ve âdete göre buna razı
olmayı gösteren bir davranışa bağlamıştır. Şafiî Mezhebine göre ise böyle
fiili bir rıza olmasa bile müşterinin malda sakatlık gördüğü an geri çevirme
yetkisine haizdir. Ancak bu geri çevirmeyi mazeretsiz geciktirirse, bu hakkı
kaybeder.
3- Kıble
yönünü bilemiyen iki kişinin yön tayinindeki kanaatleri değişik olsa dahi,
herkes kanaat ettiği yöne doğru namaza durmak halinde bile, birisinin diğerine
uyması caizdir. Halbuki ondan başka hiç bir fıkıhçı böyle bir şey
söylememiştir. Birisinin diğerine uyabilmesi için kıble yönü tayininde aynı
kanaate varmaları şarttır.
İbn-i Halkan, Ebu
Sevr'in hicrî 246 da vefat ettiğini söylemiş ise de diğer tarihçiler h. 240 da
vefat ettiğini yazarlar,
//-
Şafiî'nin Iraklı arkadaşlarından birisi de Ahmed b. HanbeVâk. Onu özel bir
bölümde tanıtacağız.
///- El-Hasan
b. Muhammed b. es-Sabbah ez-Zrfferânt el-Bağdâdî (h< ? -260) :
Şafiî'nin «El-Kadîm»
mezhebini rivayet edenlerin en kuvvetlisi ve Irak'ta te'lif ettiği kitaplarının
yazıcısı idi. Aynı zamanda Şafiî'nin meclisinde okuma işini yürüten de o idi.
Ahmed, Ebu Sevr ve el-Kerâbisî, onun,kıraatim dinleyenlerden idiler. Aslen
«Za'ferâniyye» köyünden olup, Bağdat'ın bir semtinde oturuyordu. Oturduğu semte
ona izafeten isim verilmişti. Za'ferânî, Süfyan b. Üyeyne ve başkalarından
hadîs dinledi. Buharı ve diğer hadîs İmamları ondan hadîs rivayet etmişlerdir.
Yalnız Müslim, ondan hadîs rivayet etmemiştir. Şafiî, onun fesahatinin hayranı
idi. Hatta onun fesahati hakkında; «Bağdat'da fesa-hatına hayran kaldığım bir
nibtî [127] gördüm. Görüştüğümüz
zaman kendimi Nibtî, onu da Arap sanırdım.»
demişti.
1V-Ebu Ali
el-Hüseyin b. Ali el-Kerâbisî:
Önce Iraklıların
mezhebine ait fıkıh ilmini tahsil ettikten sonra Şafiî fıkhına kendisini
vererek ondan ve diğerlerinden hadîs dinledi. Şafiî, Za'ferânî eliyle
yazdırdığı te'liflerini okutma icazetini de ona verdi. Kur'ân'ın mahlûk olup
olmadığı konusu, Irak'ın aktüalite (günlük) mes'elesi haline geldiği sıralarda,
Kerâbisî; «Kur'ân'ı telâffuz (okuma) etmem işi mahlûktur.» sözünü
sar-fettiğinden dolayı Ahmed b. Hanbel'in tenkid ve reddine maruz kaldı.
Dolayı-sıyle bu olaydan sonra halk, ondan hadîs rivayet etmekten sakındı.
Halkın bu tepkisi haliyle şaşılacak bir şeydir. Şafiî olan Muhammed b. Abdullah
es-Say-râfî, talebelerine; «Kerlbisî ve Ebu Sevr'den ibret almiz. Kerâbisî, üstün
bir âlim ve kuvvetli bir hadîs hafızıdır. Ebu Sevr ise onun ondabiri kadar âlim
değildir. Kerâbisî, Kur'âtı mes'elesinde sarfettiğİ bir söz dolayısıyle Ahmed
b. Hanbel tarafından tenkid edilmekle, halkın nazarından düştü. Ebu Sevr ise Ahmed
b. Hanbel tarafından övülünce değeri kaî kat arttı,» diye nasihat etmiştir.
V- Ahmed b.
Yahya b. Abdilaziz el-Bağdâdt:
Şafiî'nin
arkadaşlarının ileri gelenlerinden ve Bağdat'da ondan ayrılmayanlardan idi.
Bilâhare, Ahmed b. Ebî Davut ile arkadaşlık etmeye başlayarak, onun re'yine
tabi oldu. Ebu Asım; «O, fetva veren ve ibadetine düşkün hadîs hafızlarından
biridir. Fakat Şafiî, onun kötü niyetli olduğunu bildiği için kitaplarım ona
okutmak istemedi. Kelâm ilmiyle meşgul olarak, netice itibariyle Mu'tezile'nin
görüşlerine tabi olduğu için ehl-i sünnet nazarından düştü. îbn-i Sibkî; onun
tuhaf ve münker bir takım fetvaları olduğunu beyanla der ki; «Ona göre, şarta
bağlı boşamalar hükümsüzdür. Çünkü Mit'a (geçici) nikâhı, şarta bağlı olduğu
için sahih değildir. Bunun gibi şarta bağlı olan boşama da böyle olmalıdır.
Halbuki bu söz icma'a aykırı olup tamamen batıldır. Zahiriyye mezhebine mensup
olanların sözüne benzer. İbn-i Hazm, «el-Mahallî» kitabında açıkça belirttiği
veçhiyle, Zahiriyye mezhebine göre bir adam, karısına «aybaşı geldiği zaman Sen
boşsun» gibi şarta bağlı boşama yemini yaparsa, böyle bir yeminle kadın, ne o
anda ve ne de aybaşı geldiğinde boşanmaz. Böyle bir söz ancak Zahirİyye
Mezhebinde görülebilir.» [128]
I- Zahiriyye
mezhebinin imamı Davut b. Ali: Bunu özel bîr
bolümde tanıtacağız.
II- Ebu
Osman b. Sâid el-Emnaû (h. ? - 288):
Müzeni ve Rebî'den
ilim aidi. Bağdat'da Şafiî'nin kitapları daha çok bu zât tarafından tanıtıldı,
lbn-i Süreye de ondan fıkıh aldı.
III-
Ebu-l-Abbas Ahmed b. Amr b. Süreye (h. ? - 306):
El-Hasen
ez-Za'ferânî'den ve başkalarından hadîs aaln bu zât, Ebu'l Ha-sen el-Enmatî'den
de fıkıh aldı. EI-Müzenî dahil, Şafiî'nin bütün arkadaşlarından üstün
tutulurdu. Eş-Şeyh Ebu Hâmid el-lsferânî; «Biz, fıkhın açık mes'e-lelerînde
Ebu-l-Abbas ile başba.şa gideriz. Fıkhın inceliklerine gelince, o, bizi
geçerdi. Münazara kapısını açarak haîka ilmî tartışma yolunu öğreten ilk âlim o
idi. Dörtyüz kadar eser yazdığı söylenir. Kendisi ile Zahiriyye imamı Davut b.
Ali ve oğlu Muhammed arasında meşhur münazaralar cereyan etti.
IV-9İbn-ul
Kadît diye meşhur olan Ebu-l-Abbas Ahmed b. Ebî Ahmed et-Tabarânî (h. ? - 335)
:
Fıkıh ilmini lbn-i
Sürcyc'den aidi. Telhîs, Miftâh ve Edeb-ül-Kadî başta olmak üzere meşhur telifleri
vardır. Usul-ül-Fıkıh ilminde de eser vermiş gerçekten yüce bir imam idi.
V-Ebu Ca'fer
Muhammed b. Certr et-Taberî: Bu zâtı da özel bir bölümde tanıtacağız. [129]
I- Yûsuf b.
Yahya el-Buveyti el-Mısrî (h. ? - 231):
Şafiî'nin Mısırlı
arkadaşlarının en büyük âlimidir. Fıkıh ilmini Şafiî'den aldığı gibi, hadîs
ilmini de ondan ve ayrıca Abdullah b. Veheb gibi zâtlardan almıştır. Şafiî'nin
sözlerini Özetleyerek yazmış olduğu «el-Muhtasâr» adlı eseri meşhurdur. Şafiî,
fetva hususunda ona güvenerek, bazı mes'eleleri kendisine havale ederdi. Son
hastalığında da, Ölümünden sonra kendi arkadaşlarım kollama işini, ona
bıraktı. Şafiî'nin vefatından sonra, yetiştirdiği fıkıhçı imamlar, muhtelif
şehirlere giderekler tarafta Şafiî ilmini yaydılar.
Kur'ân'm mahluk olup
olmadığı mes'elesi ile ilgili çıkan fitne dolayısıyla Bağdat'ta atıldığı
zindanda vefat etti.
II- Ebu
İbrahim İsmail b. Yahya el-Müzenî
el-Mısrl (h. 175-264):
Gençliğini ilim
tahsili ve hadîs rivayetiyîe değerlendirerek h. 199 da Şafiî Mısır'a gelince,
ondan fıkıh almaya başladı. Ebu lshak eş-Şîrazî; «O, zühd-ü takva sahibi, âlim,
müetehid, münazara kabiliyeti kuvvetli, konuşmalarını delillere dayandıncı,
ince ve derin mes'elelere nüfuz eden bir zat idi.» der. Şafiî de : «Müzenî, mezhebimin yardımcısıdir.» demiştir.
Şafiî Mezhebinin medarı
(dönüm noktası) onun
te'Iif ettiği eserlerdir. Irak, Şam ve Horasan'dan çok sayıda âlim ondan ders
aldılar.
Müzeni, bazı zaman
hocasının mezhebine muhalefetle şahsen bir görüş seçer. Fakat Şafiî âlimleri,
onun seçtiği mahdut görüşlerini mezhebte yerleşmiş oları fetvalar olarak
saymazlar. Zaten Müzeni, birkaç mes'elede böyle davranmıştır.
III- Er-RebY
b. Süleyman b. Abdiikebbâr el-Murâdî (h.
174-270):
Mısır'ın «el-Cami-ül
Atık» adlı camiin müezzinliğini yapan bu zat, Şafiî'nin hizmetiyle meşgul iüi.
Onun eserlerini rivayet eder, kitaplarındaki ilmî mes'eleleri anlatırdı. Sağlam
ve hafızası kuvvetli ravilerden sayılırdı. Hatta kendisi ile Müzenî arasında
bir rivayette ihtilâf olsaydı, Şafiî'nin arkadaşları onun rivayetine öncelikle
yer verirlerdi. Halbuki; Müzenî yüksek ilmi, diyaneti ve rivayetinin kaidelere
uygunluğu ile herkes tarafından takdir edilen yüce bir değer taşırdı. Şafiî'nin
kitaplarından istifade etmek için Rebî' ile görüşmek için her taraftan Mısır
yolunu tutanlar olurdu.
IV- Harmala
b. Yahya b. Abdullah et-Tecîbî (h. 166-243):
Şam yüce bir İmam idi.
Hadîslerinin çoğunu İbn-i Vcheb'den aldı. Fıkıh ilmini de Şafii'den Öğrenerek,
onun mezhebine ait birkaç kitap yazdı. Eşheb onun hakkında; «Bu mescit ehlinin
en hayirlisıdır.» derdi.
V- Yunus bin
Abdüta'la es Saâefl el-Mtsrî (h. 170-264):
Hadîsleri, Süfyan bin
Uyeyne, İbn-i Veheb ve başkalarından aldı. Fıkıh ilmini de Şafiî'den öğrendi.
Mısır âlimlerinin başı sayılırdı. Şafiî onun hakkında; «Ben Mısır'da Abdüla'la
oğlu Yunus'tan daha dirayetli kimseyi görmedim.» demiştir.
VI- Haddad
lâkabıyle tanınan Ebu Bekir Muhammed b. Ahmed (h. 264-345):
Müzenînin vefat ettiği
gün o doğdu. Kur'ân hıfzında eşsizdi. Fıkıhda asrının İmamı ve lügat ilmînde
geniş derya idi. Derin manâlara nüfuz etmek ve kıyas yoluyle şer'î hükümleri
çıkarmak sahasında, tek adam olduğu hususunda herkes ittifak halinde idi. Hiç
kimse ona yetişmemiştir. «Kİtab-ül Bahir fi'l-Fıkh» ve «Kitab-u Edeb-il Kadı» adlı
kitaplar onun eserlerindendir. Kadılık ilmini çok iyi bilir, Mısır'ın
ziynetiydi.
Tanıttığımız bu
zâtlar, yazdıkları eserlerle çevrelerine ve âlimlere, ilmini yayan ve mezhebini
tanıtan, onun arkadaşlarının en meşhurlarıdır. Bunlardan başka birçok arkadaşı
(talebesi) vardır. Mâlik'in arkadaşları gibi Şafiî'nin arkadaşları da ona çok az
muhalif kalmışlardır. [130]
Aslen Merûzden Zühlî
kabilesinin Şeybân kolundan, Hilâi'm torunu olup Bağdat'da doğmuştur. Heşîm ve
Süfyân b. Uyeyne tabakasına dahil olan hadîsciLcrîn en büyüklerinden hadîs
aldı. Buharı, Müslim ve onların tabakasından olan hadîsciler de ondan hadîs
aldılar. Çok hadîs bilip hıfzettiği için, muasır hadîs ehlinin imamı sayılır.
Şafiî: «Ben, Bağdat'dan çıktığım zaman, Ahmed b. Hanbel'den daha âlim ve daha
faziletli bir kimse bırakmadım.» der. Şafiî Bağdat'da olduğu zaman, ondan fıkıh
alarak Bağdatlı tiimizlerinin en büyüğü durumuna varan Ahmed b. Hanbel,
bilâhare müstakil ietihad yapmaya başladı. O da Şafiî gibi senedi sahîh olan
haber-i vahidle şartsız amel eden hadîs ehlinin müctehidlerindendir. O,
Sahâbîİerİn sözlerini, kıyasa takdim eder. Onu, hadîs ricalinden saymak,
fıkıhçilardan saymaktan daha uygun olur. Yazdığı «Müsned», oğlu Abdullah'ın
kendisinden rivayet ettiği kirkbin küsur hadîsi İhtiva eder. Usûl ilmine ait
«Kitab-u Taat-ir Resul», «Kitab-ün-Nasihi ve-I-Men-sûh» ve «Kitab-ül-tlel» adlı
eserleri vardır.
Onun mezhebini rivayet
edenlerin en meşhurlarından birisi «Esreme lâkabıyle tanınan Ebu Bekir Ahmed
b. Muhammed b. Hanî'dir. Hanbelî Mezhebi fıkhına ait «Es-Süneno ve hadîste
«Eş-Şevâhid» adlı kitapları biliniyor. Hanbelî Mezhebi ravilerinin diğer bir
meşhur siması da «Kitab-us Sünen bî Şevâ-hid-il Hadîs» adlı eserin yazan
Merûzli Ahmed b. Muhammed b. el-Haccac'dır. Üçüncü meşhur ravisi de
arkadaşlarının ileri gelenlerinden olup, «Kitab-us Sünen fi-I-Fıkhî» isimli
kitabın müellifi MerûzÜ olup İbn-i Rahiveyh künyesiyle bilinen, İshak.b.
İbrahim'dir,
Kur'ân'm mahlûk olduğu
yolunda halife Me'mun'un yaptığı teklife karşı çıkarak, meşhur direnmeye
yılmadan devam eden tek zât, yüce imam Ahmed b. Hanbeldir. Çünkü Me'mun'un
çağrısına karşı duramayan bazı hadîs ricali, mahlûk olduğu yolundaki halifenin
iddiasına ister istemez boyun eğdiler. Fakat kendisi, çağrı ve baskı yapmanın
başladığı hicri 218 den 233 e kadar yapılan devamlı ısrar, baskı, eziyet ve
işkencelere rağmen bu yüce âlim, en ufak bir taviz veya fedakârlık etmeden
metanetini korumuştur. Nihayet halife el-Mütevekkil iş başına gelince, halkın
îtikad ve inanç hürriyetine saygı göstererek, devam edegden bahis konusu
teklifi bertaraf etmekle imama baskı yapmak
sona erdi. Onun görüş
ve direnişindeki isabet ve hata durumunu nazara almaksızın, bu olay Ahmed b.
Hanbel'i şereflendirerek bütün âlimlerin önünde üstün bîr dereceye yükseltti.
Çünkü insanı en yüce şeref mertebesine yükselten en büyük meziyet; iman ve
itikadını koruma yolunda her türlü eziyet ve işkencelere göğüs germektir.
Tedvin edilerek bu
güne kadar varlığını koruyan ve Cumhur tarafından tasvip edilerek her tarafta
yayılan meşhur dört mezhep imamları saydığımız bu dört zâttır. [131]
Bu devirde Şiilerin
Zeydiyye ve îmamiyye isimli iki mezhebi yayılmıştır. Zeydiyye' mezhebine mensup
olan Şiîler, Hz. Hüseyin'in oğlu Ali (Zeynel Abİ-dîn Vef: h. 94) nin oğîu Zeyd
(h. 80-122) i imam kabul ederler. Bu zât, Kû-fe'de halife Hişâm b. Abdülmelik'e
h. 122 de karşı çıkmıştı. Bu mezhebe mensup Şiîler, zaman zaman Emevîlere ve
Abbasîiere karşı ayaklanarak, hilâfet iddiasında bulunmuş ve Tabaristan (İran)
bölgesiyle Yemen mıntıkasında bazı başarılar elde etmişlerdir. Bu mezhebin
prensiplerinden birisi; halifenin mücte-hid olması şarttır. Bunun içindir ki,
onlar arasında fıkıh d a re'y sahibi olarak birçok müctchid imamlar çıkmıştır.
Onların en meşhurları şunlardır:
I- Hasan b.
Ali b. Hasan b. Yeziâ b. Ömer b. Ali (Zeynel Abidîn):
Zeydiyye Mezhebine ait
kitaplar yazarak fıkıh kitaplarındaki sırayı takip etmiştir. Abdest, gusiil,
ezan v.s, bölümleri gibi...
II- Hasan b.
Zeyd b. Muhammed b. İsmail b. Hasan b. Zeyd (Hz. Hasan'ın oğlu);
Bu zat, iyi âlimlerden
idi. Tabaristan bölgesinde h. 250 de halifeliğini ilân ederek h, 270 de vefat
edinceye kadar bu mıntıkayı idare etmiştir. «Kutab-ul Beyânı ve fıkıhta
«Kitab-ul Camı'» ve. başkaca eser yazmıştır.
III- Yemen'de
tSa'dâ* şehrini k. 246 dan 280 e kadar elinde tutan Kasım b. İbrahim el-Alevî:
Aslen Küfe
dolaylarında Bersî köyünden olup, «Kitab-ül-Eşribe», «Kİtab-ül-Eymân ve-n-Nüzûr»
gibi eserleri vardır. Zeydiyye mezhebinin «KASIMIY-YE» kolu ona dayanır.
IV- Yemen'de
*Sa'da> şehrini h. 280-290 yıllarında idare eden, el-Hadi Yahya b. Hasan
el-Kasım b. İbrahim:
Zeydiyye mezhebinin
«HÂDEVÎYYE» kolu ona dayanır. Fıkıhta yazmış olduğu bir eseri vardır. Bu devrin
birçok âlim ve hadîsçisi halifelik mes'elesin-de Zeydiyye'nin benimsediği
müctehidlik şartına taraftar idiler.
Yemen şehirlerinin
çoğu Zeydiyye Mezhebine mensup İdiler. Şiî mezhepleri içerisinde Cumhûr'un
mezheblerine en yakın olanı Zeydiyye Mezhebidir.
Çünkü halifeliğin, Hz.
Peygamberden sonra Hz, Ali'nin hakkı olduğu görüşünde olmakla beraber, Hz. Ebu
Bekir ve Hz. Ümer'e pek dil uzatmazlardı.
İmamiyye Mezhebine
mensup olan Şiilerin bu devirdeki en büyük imamı Câ'fer-i Sadık (h. 80-148)
tır. Bilindiği gibi bunlar on iki imama inanırlar. Câfer-i Sadık, inandıkları
on iki imamdan 6.sı ve Ehl-i Beyt-in büyüklerinden-dir. Çok doğru sözlü olduğu
için ona «Sâdık» lâkabı verilmiştir. Ebu Hanîfe, Malik b. Enes ve birçok
Medîneli âlim, ondan çnk sayıda hadîs rivayet etmişlerdir. Fakat Buhârî, ondan
rivayet edilen hadîsleri almamıştır. Bu mezhebin fıkhı, kendisiyle babası
Muhammcd Bâkır'a dayanmaktadır. Bu devrin en büyük yazarları Ebu-n-Nadr
Muhammed b. Mes'ud el-Ayyâşî, Ebu Alî Muham-med b. Ahmet el-Cüneydî'dir.
Aralarında gerçekten büyük şöhret kazananlardan, ZÜrâre b. A'yan, fıkıh,
hadîs, kelâm ve Şiîlik bilgileri hakkında onların ileri gelenlerindendir. O,
Muhammed Bâkır'm arkadaşlarındandır. Oğullan Hasan ve Hüseyin de Câ'fer-i Sadik'ın
arkadaşlarındandır.
Başlıca görüşleri:
«İmamlar, ma'sum (günahsız) durlar. Hz. Ali, Peygamberin vasisidir. Ona özel
mahiyette şeriatın zahirini ve gizlisini bildirmiş, Hz. Ali de o bilgileri
kendisinden sonra gelen imama aktarmıştır. Bu nedenle imamların sözleri, Sâri
tarafından gelen nasslnr gibidir. Hükümlerin rc'y ve ietihad-la bilinmesi
mümkün olmayıp; ancak ma'sum imam tarafından bilinebilir. İmamlardan
olmayanların sözlerinin bir değeri olmadığı içm icma', dinî kaynak değildir.
Re'yle dinî hükümler bilinemediğinden, kıyas da kaynak olamaz. Düşman
tarafından gelecek serden sakınmak için, kişinin hakikî itikadını gizleyerek
düşmanın arzuladığı bir inançta görünmesi caizdir. Bu davranış ve görünüşe «Takiyyet»
denir.»
Bu mezheb mensupları
«Takıyyetni bir prensip haline getirdikleri için, imamlarından yapılan
rivayetler muhtelif olunca, Cumhûr'un görüşüne uygun düşen rivayetlerin
«Takıyyet» yolu ile söylendiğini kitaplarında yazarlar.
Şer'î hükümlerin
çıkarılmasında siyasetin etkili olduğunu, lmamiyye Mezhebinin, baba anne bir
amcaoğlunun mîrası ile ilgili hükümde görüyoruz. Şöyle ki; lmamiyye Mezhebine
mensup olanların hepsi, ittifakla derler ki: «Mirasta ölüye yakınlık esastır.
Ölüye yakın olan akrabası yarken uzak akrabaya mîras-cılık hakkı verilmez.» Bu
noktadan hareketle, ölünün dayısı varken, baba anne bir amcaoğlunu mirasçı
kılmazlar. Çünkü dayı, iki derece, amcaoğlu ise üç derece ile ölüye ulaşır.
Diğer taraftan baba
anne bir amcâoğîunu, baba bit amcaya takdim ede-rek; «O, varken bu,' mirasçı
olamaz.» derler. Burada bir önceki mes'elenin tersine üç derece ile ölüye
ulaşanı iki derece ile ölüye ulaşana tercih ederler. Genel prensiplerine aykın
düşen bu hükmü, siyasî mülâhaza ile çıkarmışlardır. Bütün maksatları,
Peygamberin baba anne bir amcası oğlu olan Hz. Ali'yi, Peygamberin baba bir
amcası olan Hz. Abbas'a takdimle mîrasçıhk hakkını Hz. Ali'ye verdirmektir[132]
1- Teyze-ycğcn
veya hala-ycğen durumunda olan iki
kadın, bir erkeğin nikâhı altında beraber bulunabilirler. F.ğcr ilk kadın teyze
veya hala durumunda ise, yeğen durumunda olan kadını, ikinci kan olarak
nikahlamak İçin, ilk karının bu işe muvafakat etmesi şarttır. Şayet bunun
tersine ilk karı, yeğen ise ikinci karı olarak teyzesi veya halası ile evlenmek
için yeğen olan birinci karının izni aranmaz.
2- Ehl-İ
kitab olan Hıristiyan ve Yahudi kadınla evlenmeyi haram sayarlar. Evlenmeyi
mubah kılan nassın aşağıdaki âyetle mensûh okluğunu iddia ederler.
(338) «...İnkarcı
kadınları nikâhınızda tutmayın...»» Münıtahine: 10)
Halbuki bu âyet,
mühtedî olanların nikâhı altında bulunan müşrik kadınların küfürde İsrar
etmeleri halinde, evlilik hallerinin devammin yasaklanması hakkındadır.
3- Hasta
adam ailesini boşayamaz. Fakat evlenebilir. Ancak evlenip gerdeğe girerse
akdedilen nikâh sahihtir. Aksi takdirde o hastalığında ölürse nikâhı batıldır,
kadına mehir ödeme durumu ve mîras hakkı yoktur.
4- Süt emme
dolayısıyle evlenmenin yasakhği aşağıdaki şartların tümünün gerçekleşmesine
bağlıdır. Şartların tamamı veya bir kısmı tahakkuk etmezse, süt emme evlenmeye
engel değildir. Şartlar:
a) Emzirmenin
yirmi dört saat süreli veya ard arda onbeş defa tekerrür etmesi;
b) Sütün
aynı kadından emilmesi;
c) Süt
emziren kadının, kişilere emzirdiği sütünün aynı kocadan olması;
d) a
şıkkında belirtilen süre veya sayılar esnasında, başka bir kadının sütünün
emilmemesi.
5 Allah'ın
kendi Kitabında ve Resulünün hadîslerinde meşru' kıldığı boşama, kadmin aybaşı
âdetinden temizlendikten sonra cinsî münasebet yapılmadan âdil iki erkeğin
huzur ve şahidliği ile, bir talâk ile boşamaktır. Böyle boşadiktan sonra, kadın
üç defa aybaşı âdetini görmedikçe, boşayan erkek, rücu' (boşama
-.yemininden pişmanlık duyarak eşine
dönmesi) etme hakkını haizdir. Bu hakkını kullandığı takdirde, kadın, iki talâk
ile onun nikâhı altında devam eder. Şayet boşama tarihinden itibaren kadın üç
defa aybaşı âdetini görünceye kadar eşi rücu' hakkını kullanmazsa, artık kadın
serbesttir. Arzu ederse, boşayan erkekle tecdidi nikâh suretiyle yine
birleşebîlir, o zaman iki talâkla nikâh devam eder. Kadın bunu istemezse,
dilediği başka bir erkekle evlenmeye yetkilidir.
Yukarıda belirtilen
şekilden başka türlü yapılan boşamalar hükümsüzdür.
6-Boşama,
beşinci maddede belirttiğimiz gibi aybaşı âdetinden temizlenmiş ve cinsî
münasebet yapılmamış oîan kadına hitaben, âdil iki erkeğin huzurunda, eşinin
«Sen boşsun» veya alddetine başla! sözü
ile gerçekleşebilir. Başka türlü boşama yeminleriyle, kadın boşanmış sayılmaz.
Meselâ: «Sen bana haramsın, kesinlikle seni boşamışım, seninle, ilişkim yoktur,
sen serbestsin. ı ve benzeri sözlerle yapılan boşamalar hükümsüzdür.
7- Bir
mecliste yapılan üç talâkla boşama bir talâk hükmündedir. Şiilerin imamlarının
sözlerine atfen bağlı bulundukları görüşlerden birkaç tanesini söylemekle
iktifa ediyoruz. [133]
Fıkha ait bazı
mezhe"bler, zamanında revaç görmüş, bir süre ona tabi olanlar
varlıklarını korumuşlardır. Bilâhare tutulan diğer mezhebler çevreye hakim
olunca, ekalliyette kalan bu mezheb mensupları da hâkim durumunda olan diğer
mezheblcre uymakla azınlıkta olan mezheblerin mensupları katmamıştır. Bu nev'i
mezheblerin en meşhur imamları:
I- Ebu Amr
Abâurrahman b. Muhammed eî-Evzâî (h. 88-157):
Evzâ, Yemen
mıntıkasında bir yerin veya Şam'ın Ferâdiz kapısının yolu üzerinde bulunan bir
köyün adıdır. İmam Evzâî, oraya bir ara gittiği için bu ismi almşıtır.
Sülâlesi, Ayn-ut Temr esirlerindendir. Kendisi Lübnan'ın Bâlebek şehrinde
doğmuştur. Gençliğinde hadîsle iştigal ederek, Atâ b. Ebî Rebbah, Zührî ve
onların tabakasına dahil zâtlardan hadîs aidi. Hadîsçilerin en büyükleri de
ondan hadîs almışlardır. Evzâî, tahriratı kuvvetli, akıcı üsluplu olup, seçkin
risaleler vermiş yüksek bir edebiyatçı idi. Velid b. Mirsed der ki: Kahkaha
ile güldüğünü görmedim.» Evzâî'nİn söylediği bir iki sözünü alalım: «Allah,
bir kavra için şer dilediği zaman, onlara mücadele kapısını açar ve çalışmadan
alıkoyar.» «İbadet maksadı dışında fıkıh öğrenenlere ve şüphelerle haram
şeyleri helâl göstermeye çalışanlara yazıklar olsun!»
Abdullah b. Ali, Şam'a
gidip Emevîleri katlettiği zaman, çağırttığı Evzâî'-nin, mülakatında gösterdiği
cesaret meşhurdur. Şöyle ki: Abdullah b, Ali, askerleri başında, kılıçları
çekümiş vaziyette Evzâî'yi huzuruna celbettirerek; «Emevîlerin kanlan hakkında
ne dersiniz? Bunları öldürmemde bir günah var mı?» diye sorunca, Evzâî:
«Onlarla aranda bir takım ahidler vardı. Ahidlere sâdık kalman gerekirdi.» diye
cevap verir. Abdullah b. Ali; «Ne münasebet! Ben, hiç bir ahid ve yükümlülük altında
kendimi görmüyorum ve böyle bir şey tanımıyorum.» şeklinde konuşunca, Evzâî;
ölümle karşı karşıya geldiğini, ölmek istemediğini, fakat o ara, âhiret günü
Yüce Allah'ın huzuruna çıkacağını ve uhdesinde taşıdığı manevî sorumluluğu
mülâhaza (düşünmek) edince, bilâhare anlattığı veçhiyle kendisini
tutamıyarak, ben şöyle söyledim, diyor:
«Emevîleri öldürmek ve
onların kanını akıtmak, sana haramdır.» Bundan son derece öfkelenen, boyun
damarları şişen ve gazaptan gözleri tuhaflaşan Abdullah : «Vay zavallı! Neden
onları öldürmek bana haram olacakmış?» diyerek hiddetini açıkça gösterdi. Evzâî
diyor ki, o zaman ona şöyle cevap verdim; «Re-sûlüllah şöyle buyurmuştur:
«Müslümanın kam ancak
üç şeyden birisiyle helâl olur; bekâr olmadığı halde zina eden, adam Öldüren
(bazı şartlarla) ve mürted olan.»[134]
Bunun üzerine
Abdullah; «Halifelik, dînen bizim hakkımız değil mi?» diye sorunca, Evzâî;
«Nasıl dînen sizin hakkınız olur?» diyerek hakkın isbatını istedi. Abdullah
şöyle karşılık verdi: «Resûluîlah, halifelik mes'elesi hakkında Hz. Ali için
tavsiyede bulunmadı mı?» Bunun üzerine Evzâî; «Eğer Resûİül-lah'm Hz. Ali'ye
bir tavsiyesi olmuş oîsaydı, o, hakemler işine girişmiyecekti.» şeklinde cevap
verdikten sonra Evzâî diyor ki; son derece hiddetlenen Abdullah, konuşmasını
kesti, ben de başımın hemen uçurularak önüme düşeceğini bekler durumda idi.
Çünkü kılıçlar çekilmiş vaziyette parlıyordu. Bir ara bir sessizlik o sahaya
hâkim oldu. Biraz sonra eliyle işaret ederek; «Bunu huzurumdan çıkarın» demek
istedi. Ben de çıktım.
Evzâî, kıyastan
hoşlanmayan hadîs ehlinden idi. .Şam ehli, onun mezhe-biyle amel ederlerdi. Şam
kadısı onun mezhebine mensup idi. Bilâhare, Eme-vî sülâlesinden Endülüs'e
gidenlerle beraber, Evzâî Mezhebi de Endülüs'e intikâl etti. Bir müddet sonra
onun mezhebi Samda, Şafiî Mezhebi karşısında ve daha sonra Endülüs'te Mâlikî
Mezhebi karşısında eridi. Onun mezhebinin mensuplarının kalmâyışı h. 3. asrın
ortalarına tesadüf eder.
II- Zahirî
lâkabıyîe meşhur, Ebu Süleyımn Davud &. Ali b. Halef el-tsbehâtû (h. 202 -
?) :
Kûfe'de doğup, îshak
b. Râhıveyhî, Ebu Sevr ve diğerlerinden ilim aldı. Herkesten daha çok Şafiî'nin
hayranı idi. Şafiî'nin faziletleri ve meziyetleri hakkında iki kitap
yazmıştır. Zamanının Bağdat âlimlerinin başında gelirdi. Son zamanlarda
kendisine has bir mezheb te'sis etti. Onun mezhebinin esası; Kitab ve sünnetin
zahirîyle amel etmektir. Ancak yine Kitab, sünnet veya icma'dan olan bir delil
varsa, ilgili âyet veya hadîsin zahirîyle amel etmek terkedilebilir. Ve böyle
bir âyet veya hadîsin zahirinin kastedilmediğini bildiren delilin ışığında
kastedilen manâ ile amel edilir. Kitab ve sünnette nass bulunmadığı za-
nı:ın icma' ile amel
edilebilir. Kıyası kökünden terk etmiştir. O, diyor ki: «Ki-îab ve sünnetin
nasslannm umumîliğinde her sorunun cevabı vardır.»
Davud, birçok kitab
tasnif etmiştir. -Bunların bir kısmı fıkha aittir. Usûle ait başlıca eserleri:
«Kitab-u lbtâl - tt-Taklîd, Kitab-u îbtâ!-iI-Kıyas, Kitab-u Habcr-il-Vahid,
Kİtab-uI Haber-iI-Mûcibî Ii-I-llm, Kitab-ül-Hüccet, Kitab-ül Husus vc-1-Unıum,
Kitab-ül Mufassal-İ ve-1-Mücmel.»
Ondan ilim alarak
mezhebi üzerinde yürüyenlerden birisi de, oğlu Muham-med'dir. O da, çok eser
veren, fazıl, şair, edib ve tatlı sözlü bir zât idi.
III- Ebul Hasan
Abdullah b, Ahmed b. Muhammed b. el-Muğlis (h. ? -324):
Davud'un mezhebine ait
kitaplar yazan tabiîlerinden olup, Zahiriyye Mezhebinin o tarihlerdeki en
büyük âlimi idi. Ondan sonra da onun gibi bir Zahiriyye âlimi yetişmedi. Alim,
fazıl, dürüst, sika ve herkesçe takdir edilirdi.
Beşinci asrın
ortalarına kadar Zahiriyye Mezhebinin mensupları vardı. Ondan sonra kalmadı.
Kitap ve sünnetin
zahiri ile amel etmeleri ve re'y ile kıyası terk etmeleri neticesinde, Cumhûr'a
muhalif bazı söz ve görüşleri vardır. Hicrî 456 yılında Endülüs'te vefat eden
Ebu Muhammed Ali b. Ahmed b. Sâid b. Hazm'm a Kitab-ül Mahallî» adlı kitabında
Zahiriyye'nin Cumhûr'a muhalif mes'delerinin çoğunu buldum. Bunların bîr kısmım
anlatalım :
1- Boşama,
talâk, firak ve teşrih kelimeleri ve bunlardan türeyen kelimelerden başka
kelimelerle vukubulmaz. Bu üç kelimeden birisiyle yemin ettiği zaman boşama
niyetiyle söylerse, boşama vukubulur. Aksi takdirde boşama yapılmış sayılmaz.
Bu üç kelimenin farklı yönleri de vardır. Şöyle ki: Talâk lâfzı veya ondan
türeyen kelimelerden birisini kullanmak suretiyle boşama yemini yaptıktan
sonra, «Ben boşama niyetiyle söylemedim.» dese bile, kadı, boşamanın
vukubulduğuna karar vermek mecburiyetindedir. Fakat mahkemeye müracaat
etmeyerek fetva verme kudretinde olan bir fıkıhçıya baş vurduğu takdirde,
boşama niyetiyle söylemediği yolundaki sözü kabul olunur. Şayet «Teşrih» veya
«Firak» veyahut bunlardan türeyen bir kelimeyi kullanarak boşama yeminini
yapan kişi, boşama niyetiyle söylemediğini iddia ederse bu iddia, fetva veren
tarafından kabul olunacağı gibi- kadı nezdinde de muteber sayılır ve bu ' yolda
karar verilir.
Yukarıda belirtilen
kelimelerin dışında .herhangi bir kelimeyi kullanmak suretiyle ve boşama
maksadıyle yaptığı hiç bir yeminle boşama işi olamaz. Meselâ; erkeğin, ailesine:
aSen bana haramsın, ben seni serbest bıraktım, ben seni baban gile hibe ettim,
ben seni falana hibe ettim. Herhangi bir bağla bana bağlı değilsin, ben seni
ibra1 ettim. Sen ibra' edilmişsin, sen boşsun ve bunun gibi...» sözleri
söylemekle ailesi boşanmış olmaz.
2- Vekâletle
boşama yapılamaz.
3- Ailesini,
gıyabında boşayan erkek, ailesini boşamtş sayılmaz. Boşanan kadın,
doğrulayacağı bir kişi aracılığıyla veya mahkemede makbul sayılan bir şahidlik
vasıtasıyle, eşi tarafından yapılan boşama haberini almadıkça, evlilik hakları devam eder. Henüz
haber almadan Önce taraflardan birisi
Ölürse, gerdeğe girilmiş olsun olmasın mîras v.s. zevciyet hukuku bakîdir.
Yapılan yemin üç talâk veya bir iki talâk üzerinde yapılmış olsa durum
değişmez. Yukarıda belirttiğimiz gibi, kabule şayan şahidlik veya güvenilir
adam yolııylc, kadın, boşama haberini
aldığı zaman, eğer hamile ise veya aybaşı âdetinden çıkmış olup bu arada eşi
ile cinsî temas yapılmamış ise boşama
işi kesinleşmiş olur.
4- Boşama
niyeti olmaksızın, sürc-ü lisân İle boşama yeminini eden kişinin durumu kadfya
intikâl eder de yemin ettiğine dair şahidler ifadede bulunursa, kadı,
koşamanın yapılmış okluğuna
karar verir. Şayet
şahidler bulunmaz ve bir
fıkıhçıya fetva için müracaat ederek,
sürc-ü lisân neticesinde
yeminin ağzından çıktığını beyan ederse boşamanın yapıldığı
kesinlik arz etmez. Yani sürc-ü lisân
mazeretinde samimî değil ise hakikatta boşama yapılmış olur, Allah'a karşı
mes'uidür. Ama şer'in zahirine göre boşamaya fetva verilmez.
5- Bİr işi
yapmak veya yapmamak
hususunda Allah udiyle
yemin etmek yerine, talâkla
yemin eden kişi, yeminini bozsun bozmasın bununla boşama vukubulmaz.
Talâk, ancak Allah'ın
emrettiği şekilde ve
birinci maddede belirtilen yolda
olabilir. Yemin de, Allah'ın emriyle Resûlüllah'in beyan ettiği şekilde
muteberdir.
6- Boşamayı
bir işe bağlamak da boşamaya yemin etmek gjbi ayrılmayı gerektirmez ve hiç bir surette
boşama sayılmaz. Bu tip davranışlar batıldır, Allah'ın hududunu
tecavüzdür.
7- «Aybaşı
geldiği zaman veya falan vakitte sen talik (boş) sin» şeklinde ailesine
hitaben boşama sözünü kullanan kişi, ne derhal ve ne de boşamayı bağladığı
zamanın gelmesiyle eşini boşamiş sayılmaz.
8- Koca,
boşama yetkisini karısına veremez. Şayet verdim dese ve bunun neticesinde karısı bu
yetkiye dayanarak, «Kendimi boşadımn dese
dahi boşanmış sayılmaz.
9- Bir kadın
eşinden hoşlanmadığı için, onun hakkını ödemekten endişelendiği veya eşinin
ona kıznrak hakkına riayet etmİyeceği kanaatma
varırsa, bedel mukabilinde boşamayı talep edebilir, eşi de ondan
alacağı mal karşılığında kendi nzasıyle onu boşayabilir.
İki tarafın rızası olmadıkça, ne kadın boşanmak için mal vermeye ve ne de
erkek mal karşılığında boşamaya icbar edilemez. Keza yukarıda
belirttiğimiz gibi
taraflardan birisinin diğerinin hakkını ödeyememe endişesi veya iki
tarafın da yekdiğerinin hukukunu çiğneme korkusu olmadıkça mal karşılığında
boşama akdi yapılamaz. Yapılsa dahi hükümsüzdür. Yani evlilik hali devam eder,
kadından alınan mal istirdat edilir. Erkek aldığı malı geri vermekten imtina
ederse, mahkeme yoluyle tahsil edilir.
Yukarıda anlattığımız
şekilde makbul sayılan bedel karşılığı boşama ile, bir talâk gitmiş olur. Eğer
duhûl olmamış ise kadının ilişkisi kesilmiş olur. Kendi rızasiyle yeniden
evlenme akdi yapılabilir. Şayet duhûl olmuş İse ilişki kesilmiş olmaz, talâk
rec'îdir.Yani yeminden itibaren başlayacak iddet sona ermedikçe erkek yaptığı
yeminden dönebilir. Bu dönüşte kadının rızası bahis konusu değildir. Ancak
döndükten sonra boşama karşılığı alınan mal geri verilir. Şayet bedel
karşılığı boşamadan evvel iki talâkla boşamış ise ve bu boşama kalan üçüncü
talâk durumunda ise veya bedel karşılığı boşama, aralıklı olarak üç defa
tekerrür ederse son boşama akdi ile erkeğin rücu* hakkı kalmaz. Bu takdirde,
yapılan boşama akdinden itibaren kadının ilişkisi tamamen kesilmiş oîur.
10- Gerek
boşama ve gerekse boşamadan rücu' işi âdil iki şahidin huzurunda olması
gerekir. Böyle olmayan boşama veya ricat sahih değildir.
Zahirîyye Mezhebine
ait olup Cumhûr'a muhalif olan yukarıdaki mes'ele-lerin Irak'ta yetkili mezheb
âlimleri tarafından söylenmiş olması Bağdat'da re'y ve şer'î hükümleri çıkarma
hürriyetinin tam manâsıyle ilim adamlarına tanınmış olduğunu ve âlimlerin bu
hürriyetten rahatlıkla istifade ettiklerini göstermektedir. Fıkihçiların ezici
çoğunluğuna muhalefet «tmekten dolayı herhangi bir ilim adamına bir eziyet veya
baskının yapılmadığı anlaşılır. Bağdat'da böyle hürriyet varken Endülüs'te
tamamen bunun tersi vardır. Çünkü Endülüs fikıhçılannın bağlı bulundukları
mezheplerinin görüşlerine muhalefet eden Ibn-Î Hazm onların nefretine hedef
tutuldu. Devlet adamlarını İbn-i Hazm aleyhinde tahrik ettiler. Onları
sakmdırmaya çalıştılar. Bunun neticesinde yetkililer İbn-i Hazm'ı tehdid etmeye
başladılar. Fakat o korkmadı ve görüşlerinden dönmedi. Jtbiı-i Hazm, ilmine
güvenerek kendini büyük bilirdi. Büyük adamların, inançları yolunda büyük
eziyetlere katlanmasının gereğine inanırdı. Biz, herhangi bir re'yi tasvip
veya reddetmek istemiyoruz. Bu sözlerimizle Ibn-i Hazm'm görüşlerini tasvip
ettiğimiz sanılmasın. Biz, sadece geçmiş zamanlarda vuku-bulan sahnelerden bir
tanesini açıklıyoruz.
İbn-i Sibkî'nin
yazdığı «Tabakat-üş-Şafüyyes adlı kitabta Zahiriyye Mezhebi görüşlerine ait
özel bir bölümü gördüm. Bu bölümde Zahiriyye Mezhebinin füru'a ait meseleler
hakkındaki muhalefetlerinin muteber olup olmadığı hususu izah ediliyor.
İbn-i Sibkî bu konuda
üç rivayeti naklediyor. Fıkıhçılann bir kısmı, tZa-hiriyye'nin fürû'a ait beyan
et.kleri ve diğer fikıhçilara muhalif olan görüşleri dikkate alınabilir. Bu
görüşlere, açık kıyas'a muhalif olsa dahi itibar edilir.» derler. Sahih oîan da
budur. İkinci rivayet, Zahiriyye'nin bu nevi görüşlere, açık kıyas'a uygun
olsun olmasın itibar edilmemesi meyamndadır. Üstad Ebu lshak bu rivayetin
Cumhûr'a ait olduğunu söylemiştir. Üçüncü rivayet ise, açık Kıyas'a muhalif
düşmeyen görüşlerine itibar etmeyi Öngörmüştür. İbn-i Sibkî, babasından naklen
anlattığına göre, Zahiriyye Mezhebinin imamı Davud, açık kıyas'ı inkâr etmiyor,
yalnız hafi kıyas'ı inkâr ediyor. Yine İbn-i Sibkî adı geçen imamın yazmış
olduğu «el-Usûl» adlı risalesinden naklen aldığı paragrafın bir parçasında
Davud'un aynen şöyîe söylediğini naklediyor: «Kıyasla hükmetmek vacip
değildir, lstihsanla hükmetmek ise caiz değildir. Peygamber bir şeyi haram etti
diye, ona benzeyen herhangi bir şeyi kimse haram kılamaz. Ancak Peyğamber'in
haram kıldığı şeyin haramhk illetini (nedenini) bize isbat ederse ve bu illetin
benzetme yoluyîe haram kılmak istediği şeyde varlığını meydana koyarsa, o zaman
haram kılma işi makbul sayılabilir. Meselâ: «Buğdayı buğdayla değiştirmek
haramdır. Çünkü buğday mekil (ölçülen) bir maddedir. Şu elbiseyi yıka! Çünkü
onda kan vardır. Şu hayvanı öldür! Çünkü öldürülmesi emrolunan zararlı
hayvanlardandır.» demek suretiyle hükmü ilietiyle birlikte zikrederse haram
kılma işi geçerli olur».
Bundan anlaşılıyor ki
Davut, şer'î hükmün illeti Kitap veya sünnette açıkça belirtilmiş ise, bu
illetin bulunduğu meselelerde hükmün uygulanmasına kıyas demiyor. İlleti
belirtilmemiş olan hükümler taabbüdîdir. Yani konulan hükmün nedeni
bilinmemekle beraber Şarî' tarafından konulduğu için olduğu gibi kabul olunur.
Hikmeti bilinmeyebilir. Taabbüdî olan hükümler hangi meseleleri kapsıyorsa
onların dışında kalan meselelere teşmili doğru olmaz. O meseleler hakkında
şer'î bir hüküm yok demektir. Davud'un naklen alınmış olan sözlerinden bu
netice çıkarılıyor.
3- Ebu
Ca'fer Muhammed bin Cerir b. Yezid et-Taberi (h. 224 - ?) :
Taberistan'da doğan bu
zat, ilim tahsili için diyar diyar dolaşarak asrının âlimlerinden kimsenin
toplayamadığı ilimleri topladı. Kur'ân hafızı idi. Sahabe ve tabiîn'in fetva
usulünü iyi bilirdi. Günlük meselelere ve tarihî olaylara vakıftı. Onun meşhur
tarih kitabı Arapça yazılmış tarih kitapları arasında en güvenilir kaynaktır.
Yazdığı tefsir kitabının da gerçekten benzeri tasnif edilmemiştir.
Tehzib-üI-Âsâr adlı kitabını tamamlayamamıştır. Ayrıca Mısır kütüphanesinde
bir kısmı hıfzedilen «Kitab-ü lhtilâMI-Fukahâ» adlı eseri, onun geniş bir
bilgi ve büyük bir fikir sahibi olduğunu gösterir. Ben, kütüphanede hıfzedilen
kısmı görüp tetkik ettim.
Taberî, ilk zamanlarda
Şafiî Mezhebine ait fıkıh ilmini, Mısır'da Rebî' b. Süleyman'dan aldıktan sonra
Maliki Mezhebinin fıkhını Yunus b. Abd-üI-Alâ ve Abd-ül-Hakem oğullarından
aldı. Irak ehlinin fıkhım da Rey'de Ebî Muka-til'den aldı. Bundan sonra geniş
bir ilim sahasını kaplayan Taberî, yazmış olduğu fıkıh kitaplarında
benimsediği görüşlere ietihad yoluyla vardı. Onun yazmış olduğu başlıca
eserler:
1- Ictihadla bulup seçtiği görüşleri içine alan
«Lâtif-ül-Kavl»,
2- Halife el-Müktefî (m. 903-908) nin vezirinin
talebi üzerine te'lif ettiği «Kitab el-Hafîf»,
3- Fıkhın
çeşitli konularını İçine alan, Özellikle mahkemelerle ilgili meselelere
genişçe yer verdiği «Kitab el-Basît» isimli eseri.
Taberi'nin mezhebine
ait fıkıhla iştigal etlen arkadaşlarından birisi Ali b. AbcHila/iz h. Muhammet]
cd-Dolâhî'dir.
Zahiriyye Mezhebi
imamı Davud'un arkadaşlarından ibn-ül-Muğlîs'in görüşlerini reddetmek
konusunda yazdığı «Kitub ür-Rcd alâ ibn-il-Muğlis» adlı cscrİ ve «Kİlnb-u
Efâl-in-Ncbiyy» adlı eserleri bilinmekledir. Ebu Bekr Mu-hammed h. Ahmcd b.
Muhammcd b. Ebi-s-Sclc el-Kâtib, Ebu-1-Hasen ed-Da-klkî cl-Hilvânî ve
Ebu-1-Hasan Ahmed b. Yahya da Taberi'nin ileri gelen ar-kadaşhnmlnndirlar.
Sonuncu zat, fıkihçılığı yanında kelâm ve astronomi alimi idi. Tabcri Mezhebi
hakkında, «Kitab-üI-Medhal-iIâ Mczheb-it-Taberî ve Nas-rati Mezhchih»,
«Kitab-ül-lcmâ' fi-1-Fıkhi alâ Mczhcb-İt-Tabcrî» ve «Ki(ab-ür-Reddi
al-el-Muhalilm» isimli eserler vermiştir. Taberî'nin Mezhebini muasırları
içerisinde en iyi bilen ve kitaplarını hıfzeden, Ebu-1-Fercc el-Muafî b.
Zekc-riyya en-Nehrcvânî de meşhur arkadaşlarmdandır. Bu zat, aynı zamanda
birçok ilim dalında sivrilmiş, son derece zeki, hafızası kuvvetli ve hazır
cevap idi. Bu mezhepte birçok kitap tc'iif etmiştir.
Bu nıçzhcb, h. 5.
asrın ortalarına kadar tatbik edilir ve tanınırdı.
Bir süre tatbik
edilerek mensupları bulunan ve sonradan bilip tatbik edeni bulunmayan, sadece
kitaplar içerisinde kalan en meşhur mezhepler bunlardır. Ayrıca sayılamayacak
derecede çok olan imamlar, şahsen ietihad ederek buna göre hareket ettikleri
halde, mezheplerini yayacak mensupları bulunmamıştır. Mısırlıların imamı ve
İmam Malik'in dostu olan el-Lcys b. Sa'd bunlardan birisidir. Nitekim Şafiî,
onun hakkında : «O, İmam Malik'dcn kuvvetli bir fıkıhçi idi. Fakat arkadaşları
onu ayakta tutmadılar.» der.
Bu kısa eser
içerisinde o imamları tanıtmak mümkün değildir.
Yukarıdan bert izahına
çalıştığımız, bu devrin yedinci özelliğini Özetleyecek olursak, şunu
söyleyebiliriz:
Bu devir, yüce ietihad
devri idi. Mezhep İmamlarının yetiştirdikleri tilmizlerden teşekkül eden
birinci tabaka nezdinde taklidin eseri bulunmaz idi. Fakat onlardan sonra gelen
tabakalarda, taklid kokusu duyulurdu. Bununla beraber ietihad ve şer'î
hükümleri çıkarma kudretini taşıyan yetkili âlimlerin, içtihadı sürdürdüklerini
ve re'y hürriyetinin geniş olduğunu görürüz.
Dört mezhebin İslam
âlemine yayılmasının ve İslâm Cumhurunun bu mezheplerin dışına çıkmamasının
sebebini müstakil bir bölümde anlatacağız. [135]
Bu devrin dokuzuncu
özelliği de birçok şer'î meselelerin ele alınarak tartışma konusu edilmesidir.
Hatırlanacağı üzere, bundan Önceki devirde, fıkhî meseleler pek gelişmemişti.
Çünkü ancak vuku bulan olaylar hakkında şer'î hükmün beyanı ile yetinih'rdİ.
Fikıhçılar, vuku bulmayan ve düşünce mahsulü olan veya ilerde vukuu muhtemel meseleler
hakkında verilecek hükmü açıklamaz-lardı.
Bu devirde ise
fıkıhçılar, sorulmamış olan meseleleri de ortaya koyarak şer'î hükümleri
kaynaklardan çıkarmaya çalışmakla fıkıh ilmini büyük çapta geliştirmişlerdir.
Bu alanda açılan yüksek çığırın öncülüğü Irak fikıhçıları tarafından yapıldı.
Onlar çoğu zaman muhakeme kuvvetine dayanarak binlerce meseleyi halkın
bilgisine sunarlardı. Ele aldıkları meselelerin bir kısmı olağan olduğu gibi
diğer bir kısmı pek karşılaşılacak meseleler değildi. Hatta denilebilir ki,
kuşaklar gider, asırlar geçer de insanoğlu böyle bir meselenin vnrlıjjım
duymaz. Kıyası fıkhın bir kaynağı olarak sayan, muhtelif şehirlerde oturan
fı-kıhçılar, bu konuda Irak fıkıhçılarının tabiî ve medyunudurlar.
Binlerce meseleyi üç
konu üzerinde te'sîs etmeleri ve bunca mes'eleyİ cevaplandırma zahmetine
katlanmaları şaşılacak bir şeydir. O üç konu şunlardır: 1— Köle ve onunla
ilgili tasarruflar. 2— Zevce ve boşama. 3— Yeminler ve onları bozmak. Bu
konular etrafında binlerce meseleyi ve cevaplarını tedvin etmek İçin zahmete
katlanmalarının nedenine gelince :
Köleyle ilgili
meselelere genişçe yer vermenin sebebi şu olabilir: O devirde elde mevcut köle
sayısı pek çok idi. Onların çokluğu fikihçıların dikkatlerini üzerlerine
topladı. Bu sahada sorulan meseleler yanında, sorulmamakla beraber ileride
sorulması muhtemel meseleleri tahlil ve tetkik ettiler. Bu arada sorulması hiç
muhtemel olmayan meselelere de dokundular. Muamelâta ait fıkıh bölümlerini
tetkik edecek olursanız, meselelerinin çoğunun köle ve cariye üzerine kurulu
olduğunu bulacaksınız. Bunu satış, kira, ortaklık, rehin, vasiyet, köle azad
etme ve diğer fıkıh bölümlerinin hepsinde görürsünüz. Böylece köle ve onunla
ilgili tasarruflara ait meselelerin çoğaltılması sebebi izah edilebilir.
Kadın ve boşanması
meselesine gelince; ben boşama ile ilgili olarak fıkıh-çılarm koydukları bunca
meselelere fikirlerini yönelten asıl sebebini meydana çıkarmak için gayret
harcadığıma rağmen muvaffak olamadım. Eğer bunların tedvin ettikleri meseleler
hastalık ve benzeri sebeplerle şuursuzlanan ve yarı deli gibi kontrolsüz
konuşan kişiler tarafından bile yapılması düşünülebilen meseleler olmuş
olsaydı, biz diyecektik ki ileride zuhur edebilecek hâdiselere fıkıhçılar
şimdiden gerekli cevapları hazırlamak için bu zahmete katlanmışlar, ta ki ileride
bu gibi olaylarla karşılaşacak müftî veya kadı tereddüt etmesin. Durum hiç de
öyle değildir, ileride vukuu hayale bile gelmeyen meselelere de yer vermişlerdir,
Fıkıhçılarm böyle meselelere zaman ayırmaları ve bu konuda emek sarfetmeleri
sebebini anlayamadık.
Ben onların yer
verdikleri meselelerden vukuu muhtemel olmayan bazı olayları, okuyucularıma
bilgi vermek için buraya almayı uygun buldum. İmam Muhammed b. el-Hasan ve imam
Şafiî'den birkaç olayı nakletmekle yetineceğim.
imam Muhammed b.
El-Hasan'm «Kitab el-Camiı adh eserinde şunlar yazılıdır :
«Bir adamın Zeynep,
ömre ve Hammade adında üç karısı olup, hiç birisiyle gerdeğe girmeden önce,
Zeynep'e: «Eğer seni boşarsam Ömre boş olsun.» der. Sonra ömreye: «Eğer seni
boşarsam Hammade boş olsun.» dedikten sonra Hammade'ye: «Eğer seni boşarsam
Zeynep boş olsun,» diye boşama yemini eder.
Bu adam Zeyneb'i
boşayacak olursa, yemine göre Zeynep bir veya daha fazla talâkla boşanmış olur.
Bu arada ömre de, boşaması Zcyncb'in boşanmasına bağlandığı için bir talâkla
boşanmış olur. Hammade'ye bir şey lâzım gelmez.
Eğer Zeyneb'i
boşamayip yalnız Ömre'yi boşayacak olursa, yeminine göre ömre, bir veya daha
çok talâkla boşanmış olur. Bu arada Hammade de, boşanması ömre'nin boşanmasına
ta'lik edildiği için bir talâkla boşanmış olur. Zeyneb'e bir şey gerekmez.
Eğer ömre'yi boşamayıp
da Hammade'yi boşayacak olursa, yemine göre Hammade bir veya birden fazla
talâkla boşanmış olur. Bu arada Zeyneb de boşanması Hammade'nm boşanmasına
bağlandığı için bir talâkla boşanmış olur. Ömre de, boşanması Zeyneb'in
boşanmasına bağlandığı için bir talâkla boşanmış olur.
Eğer adam, bu üç
zevcesinin hiç birisini ismen boşamaz da onlara: «Di-riniz boştur.» dedikten
sonra hangisini kasdettiğini beyan etmeden önce Ölecek olursa, ömre'ye mehrin
yansı (çünkü gerdeğe girmeden boşamış oluyor.) gerekir ve mirastan mahrumdur.
Çünkü behemehal ömre boşanmış sayılır. [136]
Zeynep ve Hammade'ye
bir tam ve dörtte bir mehîr toplamı verilip eşit olarak aralarında taksim
edilir ve zevce veya zevcelerin miras payının yarısı ikisi arasında eşit olarak
taksim edilir, kalan yarısı diğer mirasçılara, feraiz-deki reddiye
hükümleri çerçevesinde reddoîumır.
Hammade ve Zeyneb'in
ikisine zevcenin mirastaki hissesinin yarısı (İ/4 in yansı veya 1/8 >n
yarısı) ve bir tam mehir ile çeyrek mehirra verilmesinin sebebi şudur :
Erkek yaptığı yeminde
ya Hammade'yi kasdetmiş veya diğerlerinden birisini kasdetmiştir. Bunu iki hâl
olarak ele alalım :
I- Eğer,
Hammade kasdedilmiş ise dolayısıyle Zeynep'le ikisi boşanmış olurlar. Bu
takdirde ikisine mirastan bir şey verilmez. Duhûlden önce boşandıklarından
dolayı, yarımşar mehirden, ikisine toplam bir mehir verilir.
II- Şayet
yeminde Zeynep kasdedilmiş ise, dolayısıyle Ömre ile birlikte boşanmış sayılır.
Hammade ise boşanmamış sayılır. Veyahut ömre kasdedilmiş ise Ömre ile birlikte
dolaylı olarak Hammade de boşanmış olacak, Zeynep boşanmamış olur. İkinci
hâl'in bu iki İhtimalinde görüldüğü gibi Hammade ve Zeyneb'ten birisi boşanmış
oluyor, diğeri boşanmamış sayılıyor. Boşanmış olana miras hakkı yok, fakat
mehrin yansı vardır. Diğerine (boşanmamış olana) mehrin tamamı ve miras hakkı
vardır. Hammade ile Zeyneb'in ikinci
hâlde toplam olarak hak ettikleri kazançlar birlikte ele alınırsa, 1 tam mehir
ve zevcenin miras hakkı (boşanmamış sayılana aittir.) ile yarım mehir
(boşanmış sayılana aittir.), cem'an 1,5 mehir ve mirasta zevceye ait tam
hissedir.
İkinci hâl, kat'î
olmadığı için birinci hâl ile beraber mütalâa etmek ve her iki hâl'e taksim
etmek gerekir. Bu iki zevcenin birinci hâldeki kazançları, 1 mehirden ibaret
idi. Çünkü mirastan istifade edemiyorlardı. Bu durumda, Hammade ile Zeyneb'in
iki hâlde elde ettikleri kazançları toplayacak olursak, mirasta zevceye ait, 1
tam hisse ve 2,5 mehir tutuyor. Elde edilen bu kazanç, iki hâle taksim
edilince, kazanç haliyle yarıya ineceğinden ikisinin toplam kazançları;
mirasta zevceye ait hissenin yarısı ve 2,5 mehrin yarısı olan 1 1/4 yapar. Elde
edilen bu kazancı, 'Hammade ile Zeyneb aralarında eşit olarak tevzi ederler.»
imam Muhammed b.
Hasan, bu girift meseleleri anlattıktan sonra zevcelerin sayısını dörde
çıkarıyor. Ona göre hesaplar ve kesirler çoğalıyor.
imam Şafiî'nin EI-Umm»
adlı iktabmda da hesapla boşama konusunda, aşağıdaki meseleleri yazıyor. [137]
Merhum Şafiî diyor ki:
Eğer bir adam,
ailesine: «Sen evvelinde bir talâk bulunan talâkla boşsun» ve yahut «Sen,
arkasında bir talâk bulunan talâkla boşsun» derse, ailesi iki talâkla boşanmış
olur. Böyle yemin eden kişi eğer dese ki: «Ben ettiğim yeminle bir talâka niyet
ettim. Evvelinde veya arkasındaki talâk sözüyle ayrı bir boşamayı kasdetmedim»
onun bu iddiası kach'mn vereceği hüküm bakımından dikkate alınmaz. Ama kendisiyle
Allah'ı arasında tedyîn [138] edilir.
Eğer karısını bir
talâk ile boşar da sonra ricat eder ve bilâhare ona; «Evvelinde bir talâk
bulunan talâkla boşsun» derse ve sorulduğunda, «Ben, evvelinde bulunan
talâkla, ricattan önceki talâkı kasdettim.» derse yemin etlirilir. Yemin ederse
verilecek hükümde ileri sürdüğü maksat dikkate alınır. Yani, ikinci yemini ile
bir talâk gitmiş olur. Ama maksadında samimî değil ise, manevî mes'uliyet
kendisine racîdir. Bu meselede, kadı'nın vereceği hükümde tedyîn edilmiş olur.
Eğer, «arkasında bir
talâk bulunan bir talâkla boşsun» dese ve bir ara sükût ettikten sonra: «Ben,
"Arkasında bir talâk bulunan" sözüyle, bir müddet sonra işleyeceğim
boşamayı kasdettim.» derse, kadının vereceği hükümde, tedyîn edilmez. Yani,
beyan ettiği yorum dikkate alınmayarak, iki talâkla boşa-mış sayılır. Ama
kendisi ile Allah arasında tedyîn edilir.
Bir adam, karısına
hitaben «Senin bedenin veya başın veya ayağın veya elin veya parmağın veya şu
tarafın veyahut herhangi bir uzvunu ismen söyleyerek; boştur» dese veyahut da
«Senin bir parçan veya dörlte birin, onda birin boştun dese karısı boşanmış
olur. Talâk parçalanamaz.
Eğer ailesine ilki yarım talâkla sen boşsun»
derse, bir talâkla boşanmış olur. Ancak iki yarım talâk derken, iki talâktaki
yarımları kasdederse veyahut «Beher yarım ile, şer'an vuku bulacak boşamayı
kasdettim.» dese iki talâkla boşamış olur. Keza «Üç sülüs (üç adet 1/3) talâkla
veya dört rübü' (dört adet î/4) talâkla boşsun» derse, bütün bu ihtimallerde
bir talâkla boşamış olur. Çünkü her talâk, İki yarım talâkı veya üç adet î/3
talâkı veya dört adet 1/4 talâkı içine alır. Ancak yemin eden kişi, bu
kesirleri söylerken birden fazla talâkı niyet ederse, niyet ettiği sayıda
talâk olmuş olur.
Ailesinin yanında
yabancı bir kadın bulunduğu esnada, ikisine hitaben: «Biriniz boş olsun» derse,
hangisini kasdettiği konusundaki beyanı esastır. Eğer ailesini kasdederse, o
boşanmış olur. Eğer yabancı kadını kasdederse, aücsİ boşanmaz. Eğer: «Ben,
yabancı olanı kasdeftim» derse yemin ettirilir. Yeminden sonra karısının
nikâhı devam etmiş sayılır.
Eğer ailesine «iki
talâk içinde bir talâkla boşsun» derse bir talâkla boşamış olur. Bu arada
kendisine; «İki talâk içindeki sözle ne kasdettiği sorulur. Eğer hiç bir şey
niyet etmedim, derse; demin dediğimiz gibi yalnız bir talâkla boşamış oluyor...
Yukarıdan beri sıraladığımız çok az karşılaşılabilen hayalî olan bu
meselelerin benzerlerini de bu bölümde sıralamaya devam eder. Halbuki Şafiî'nin
«el-Umm» adlı kitabının
çoğu, hayalî meselelerden uzaktır.
Muhammed b.
cl-Hasan'ın imam Malik'den rivayet ettiği meseleleri içine alan ve Malik'den
nakledilen «Kitab-ül-Müdevvene» adh eser de Muhammed b. el-Hasan'm
nKİtab-ül~Cami'» ve Şafiî'nin «el-Umm» adlı kitabları gibi talâkla ilgili bir
hayli meselelere genişçe yer vermiştir. [139]
Bunlar da derya
gibidir. Bu konuyu işleyen fıkıh kitaplarında müthiş bir sınıflandırmayı
görürsün. Sanki fıkıhçılar, akü ve hayale gelebilen, her çeşit yemini
düşünerek, hepsini cevaplanylc birlikte zikretmişlerdir. Halbuki bölge ve
şehirlerin değişmesiyle, bu meselelerin çoğuna ait örf ve âdetler değişebilir.
Keşke yeminlere,
köleleri azad etmeye ve boşamaya ilişkin meselelere bu derece önem verilmesinin sebebini bilseydim.
Acaba, h. î. asrın
sonlarına doğru meydana çıkan halifelere biat etme yeminlerinin çoğalması ve
bir hastalık halini almasının, mezkûr üç konuya ilişkin fıkhı meselelerin
çoğalmasına tesiri olmuş olmaz mı?
H. 2. asırda alınan
bîat ahidnanıelerinin birisinde şu cümleler yer almaktadır :
Eğer tesbİt edilmiş
olan ahidlcrden bir şeyi tebdil veya tağyir ederseniz veya halifenin verdiği
emirlere muhalefet ederseniz veya herhangi bir nokta-, da ahdinizden cayarsanız
veya halifenin yazdığı bu ahidnamede size yüklediği şartlardan herhangi
birisine aykırı hareket ederseniz; Allahtan, Resulünden ve bütün mü'min ve
Müslümanlardan alâkanız kesilmiş oîsun! Bugün, herhangi birinizin mülkiyeti
altında bulunanlardan veya elli yıla kadar kazanacağınız malların tamamı
fakirlere sadaka olsun! Mekke'de bulunan Kabe'yi, elli defa vacip ve adak
olmak kaydiyle haccetmek üzerinize borç olsun! Bunun yerine geçecek hiç bir
ibadet ve hayratı Allah kabul etmesin! Şu anda mülkiyetinizin altında bulunan
ve elli seneye kadar sahip olacağınız bütün köle ve cariyeler hür olsun.
Nikâhlarınız altında bulunan bütün karılarınız, hiç bir fetva, yorum ve açık
kapı kalmayacak şekilde üç talâkla boş olsun!»
Diğer bir ahidnamede
de şöyle denilmektedir :
«Eğer ben bu
ahidnameye aykırı hareket edersem; Allah'dan, O'nun din ve yardımından ve Hz.
Muhammed (S.A.V.) den olayım! Kıyamet günü kâfir ve müşrik olarak Allah'ın
huzuruna çıkmış olayım! Şu anda nikâhım altında bulunan karım ve otuz seneye
kadar nikahlayacağım kadınlar hiç bir surette fetvası verilmemek kaydiyle üç
talâkla boş olsunlar...»
Yukarıda iki örneğini verdiğimiz
halifelere bîat etmekle ilgili ahidnamelere yerleştirilmesi itiyad haline
getirilmiş olan yeminler, köleler, adaklar ve boşamalar, ilgili fıkhı
meselelerin çoğaltılmasında etkili olmamış mıdır? Halka böyle yeminleri
ettirenler, zamanın yüce fıkıhçılarını yersiz gayelerine pek âlet edememişlerdir.
Zira Malik b. Enes ve Hicaz âlimleri, «Yemin etmeye zorlanan kişinin ettiği
yemin muteber sayılmaz.» demek suretiyle onlarla savaşmışlardır.
Hatta Malik b. Enes bu
fetvasından dolayı olacak ki, halife Ebü Ca'fer el-Man-sur zamanında
dövdürüldü, imam Şafiî de «Erkeğin henüz nikahlamadığı kadını boşaması
hükümsüzdür.» demekle ayrıca mücadelesini sürdürmüştür. Ebu Ca'fer gibi bir
müstebîd Şafiî'nin asrında bulunmadığı için verdiği bu fetvasından dolayı Şafiî'nin
eziyete maruz kaldığım bilmiyoruz. Davud-ı Zahirî de «Allah'tan başkasiyle
edilen yeminin hiç bir kıymet ve te'siri yoktur. demekle o da mücadele
etmiştir. Diğer birkaç fıkıhçı da «Edilen bir yemin üzerinden birkaç gün geçse
dahi o yeminden istisna yapmak muteberdir. Yani yemin ettirildikten sonra
«Inşaallah» gibi bir şartı evvelce yapılan yemine koşmakla, yemin, kesinlik
ifade etmekten çıkarılmış olur. Bir değer de taşımaz. söylemekle, halkı yeminlere karşı
zorlayanlara, karşı çıkmışlardır.
Bir ara halife Ebu
Mansur'a denildi ki; «Ebu Hanife, deden İbn-i Ab-bas'a muhalefet ediyor. Deden,
yeminlerde istisna caizdir dediği halde o, yeminlerde istisna caiz değildir,
diyor.» Bu şikâyet üzerine Ebu Ca'fer, durumu imam Azam'a sorunca, imam :
tYeminde istisnayı
caiz görenlere göre senin, askerî kumandanlara bîat konusunda ettirdiğin
yeminin hiç bir kıymeti yoktur. Çünkü sana bînt ederken yemin ederlerse de;
huzurundan ayrıldıktan sonra ettirilen yeminlerden istisna yapmak suretiyle,
yeminleri zararsız hale getirilir. • dedi. Halife bu cevaptan son derece memnun
kaldı.
Resûlüllah'ın
ashâbiyle yaptığı bîata bakarak, onu, bîat dedikleri bu sözlerle
karşılaştırirsan iki devirde yaşayan ümmetin ruhları arasındaki muazzam farkı
görürsün. İlk devirde «Sana bîat ediyorum» sözü, her şeyden üstün tutulurdu.
Artık bîat eden kişi, verdiği sözden caymayı veya muhalefet etmeyi caiz
görmezdi. Zira verdiği sözde sadık kalmak ve gereğini yapmak için şerefini rehine
bırakmış olurdu. Fakat halife Ebu Mansur'un ve Haccac'ın düzenlediği bîata
iştirak edenlerin verdikleri sözlere itimad edilmezdi. Ancak karılarını boşamak,
kölelerini azad etmek, mallarını mülkiyetlerinden çıkarmak gibi bir takım ağır
müeyyideleri ortaya koymak ve bu müeyyideleri dinî kurallara uydurmak
suretiyle, ahîdlere bağlı kalma güvenini sağlamak yoluna gidiliyordu. Bütün bu
ağır müeyyidelere rağmen, o devirlerde akdedilmiş olan bîatların çoğunun
tesirsiz kaldığı ve şartlarına riayet edilmediği görülmüştür. Halkın böyle
yersiz ahidlere zorlanmasına karşı, fıkıhçıîann bir kısmı bu manzaraya seyirci
kalmamış, tazyik altında tutulmak istenen halka çıkar yolu göstermişlerdir.
O devirlerde görülen
baskılar neticesinde, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi fıkıh âlimlerinin bu
konulara ilişkin meseleleri çoğaltmış olmaları muhtemeldir. Fıkıh kitaplarını
tetkik ettiğimiz zaman, fıkhı meselelerin çoğaltılması ibadetlere ait
bölümlerde de görülür. Bugüne kadar karşılaşılmamış ve karşılaşılacağı pek
düşünülmeyen durumlar hakkında da şer'î hükümler konulmuştur. Rahmetli
fıkıhçılar, her halde kendilerinden sonra gelecek âlimleri düşündürmemek ve
yormamak için bütün meseleleri tasvir edip, cevaplarını yazmışlardır.
İmam Muhammed'in
«Mebsût» adlı kitabı, beher cildi 1000 sahife olmak
üzere altı cildden
ibaret olup, cildleri büyük boydadır. Kitabın tümü, sıralanan meselelerle
doludur. Dediklerine göre «Muhtasar-üI-Kudürî» adlı bir cildlik kitapta 12.000
mesele bulunduğu dikkate alınacak olursa, onun on katından daha büyük olan
Mebsût'ta kaç mesele vardır? Gerçekten bu eserler, o yüce âlimlerin
harcadıkları gayretlerin miktarına delâlet eden büyük bir hizmettir.
Ben, imam Muhammed'in
«Mebsût» adlı kitabı ile imam Şafiî'nin *el-Ümm» adlı kitabının aynı konu
hakkındaki iki cildini önüme koyarak karşılaştırdım ve şu neticeye vardım:
Şafiî, şer'î hükümleri
çıkardığı usûlleri okuyucusuna öğretmek ve okuyucusunun da öğrendiklerini
başkasına öğretmeyi ister bir şekilde konuyu işler. Aynı zamanda müetehidin
ictihadla ulaştığı neticeleri, savunma yollarını izah eder. Okuyucunun da bu
İzahı bilip öğretmesini arzu eder. Bunun için, yalnız şer'î meselelerin
cevabını Öğrenmekle yetinmek istemeyen ve cevapların dayandığı usûllerle,
çıkarma yolunu bilmek isteyen okuyucularının kitabı tekrar tekrar mütalâa
etmelerini İsrarla tavsiye eder.
imam Muhammed ise
tilmizine meselelerin cevaplarım iletmekle, fer'î meseleler hakkında geniş
bilgi sahibi eder. Talebesi, hatırına gelebilecek her meseleyi, cevabiyle
birlikte burada bulur. Onun için, okuyucunun zamanını pek almaz. Sadece aradığı
meselenin cevabım bulmak için harcadığı zaman yeterli olur.
Fıkıha ait fer'î
meselelerin fıkıhçılar tarafından çoğaltılmasının lüzumsuz veya lüzumlu
olduğuna hükmetmek gibi bir gayem yoktur. Benim maksadım, sadece meselelerin
çoğaltılmasının bu devirdeki en belirgin özelliklerden olduğunu ve sahabelerle
tabiîler devrinde bu nevî meselelerin gelişmemiş olduğunu ve vukubulmamış olan
bir şeye cevap teşkil edecek bir şer'î hükmü beyan etmek istemediklerini size
anlatmaktır. Gelecek iki devir bahsinde, bu devirdeki meselelerin
geliştirilmesinin neticesini göreceksiniz. [140]
Tarihin anlattığı en
garip şeylerden birisi de, halkı şer'î hükümlerin sorumluluğundan sözde
kurtarmak için, onlara bir takım meseleleri beyan etmek üzere fıkıhçi geçinen
bir kişinin türemesidir. Beşerin koyduğu kanuna uyan bir avukattan böyle bir
şeyin zuhur etmesi anlaşılabilir. Çünkü çok az dahi olsa, onun bir takım hileli
yollarla suçluyu cezadan kurtarma gayreti olabilir. İcabında bazı çevreler
onun bu gayretini bir maharet olarak Övgü vesilesi kılarlar. Bir avukat hileli
yollardaki gayretini geliştirerek başkalarına ait haklan iptal etmek sanatını
insanlara kolaylaştırdığı zaman onun bu gayreti sorumluluk duygusunun
zayıflığını isbatlayan delillerden sayılır. Halbuki o, din olarak tanıdığı bir
hükmün iptali için hile etmiş değildir. Beşer kanunu ile ilgili hile yollarına
girişen avukata karşı, sağduyu sahibi kişiler tarafından nefret duyulurken;
ilâhî kanun hakkında hile yollarını tutan bir frkıhçiya karşı nasıl bîr nefret
ve üzüntü duyulması gerekir? Evet, maalesef bu devirde böyle fıkıhçı geçinen
kişiler de türemiştir. Hatla böyle hileler için «Kitab-ül~ffîyeh isminde bir
kitab yazarak halk arasına sokan kişi de çıkmıştır. Ama hadîs ehli tarafından
şiddetli tepki gösterilerek yazarına «Şeytanc ismi verilmiş, fâcir damgasiyle
damgalanmıştır. Ne var ki, bu kitabın yazarının kim olduğu bitinememiştir.
Iraklı re'y ehlinden bazısı itham edilmiş ise de, itham edilenin kim olduğu
belirtilmemiştir. Bu kitabın bazı mes'eleleri, yazarının imanının zayıf
olduğunu gösterir. Çünkü bir Müslümana, farz olan zekâtı çıkarmaması
kolaylığını göstererek, üzerinde bir senenin geçmesi gerekli mâlın zekâtını
ödememesi için «Sene sonu yaklaşınca, malını oğîuna veya karına bir an için
hibe et, sonra o sana hibe elsin! Çünkü böyle yaparsan sene eksilmiş olur.
Dolayısıyle zekât çıkarmak gerekmez, a demek küstahlığından geri kalmayan bir
adamın imanı ve din duygusu hakkındaki kanaatin nedir?
Bu misal, suç
bakımından hîle mcs'elelerinin basitlerindcmlir. O kitnbta, ŞUF'A hakkını [141]
haiz kişinin hakkının düşürülmesi için yapılabilecek İıîîelere ait bir sürü
mes'ele vardır. Hele yeminlerden kurtulma hakkındaki hileli mes'e-leler
sayılamayacak kudar çoktur.
Karısını mirastan
mahrum bırakmak için son hastalığında boşayan erkeğin yaptığı boşamaya rağmen,
gayesinin tam tersine o kadını mirasçı kılan bir yüce Din, her türlü hîİe ve
sahtekârlıktan gerçekten son derece uzaktır.
Yüce İslâm
fıkıhçılanmn temiz bir yürek ve nezih bir düşünce ile şer'î meseleleri
çoğaltırken; bir takım istismarcılarla, fıkıhçı geçinen imanı zayıf kişilerin
zuhur etmesi ve onların fetvalarını kötüye kullanmaları hatırlarından bile
geçmemiş ise de maalesef arzulanmayan hilelerle karşılaşılmıştır.
Biz bu konuya temas
ederken, neredeyse konumuzun dışına çıkmış olacağız. Ama okuyucularımızın bizi
mazur göreceklerini umuyoruz. Zira yapılan bu hileler tasavvur edilemeyecek
derecede hayreti mucip olduğundan elde olmayarak bu hususa dokunduk. İbn-i
kayyîm el-Cevziyye «A'lâm-ül-Muvakkiîni> adlı kitabında bu konuyu genişçe
ele almıştır. Arzu edersen ona müracaat edebilirsin. [142]
Bu devrin onuncu
özelliği de ahkâma ait kitapların tedvin işidir.
Tanıtmaya çalıştığımız
büyük imamların hepsinin çıkardıkları şer'î hükümleri beyan eden kitaplar
yazılmıştır. Ancak yazılan kitapların çoğu, imamların talebeleri tarafından ve
onların elleriyle yazılmış veyahut talebelerin talebeleri tarafından tedvin
edilmiştir. Bazı ktaplan da imamlar bizzat tedvin ederek tilmizlerine dikte
ettirmişlerdir. Burada size mezheplerin esasını teşkil eden kitapları
tanıtacağız. [143]
Ebu Hani/e'nin tilmizlerinden
kitap tedvin eden ilk talebesi İmam Ebu Yûsuf'tur. İbn-i Nedim «El-FihrİsU adlı
eserinde, «Onun, usûl hakkında kitapları ve fıkhın bütün konularına ait notlan
vardır. Ayrıca çıkardığı meseleler hakkında 33 bölümden ibaret notlan vardır
ki; bu notlan, kadı Bişr b. Velîd rivayet etmiştir. Bunların dışında «Kİtab-u
İhtilâf-İl-Ensâr, Kitab-ür-Red aîâ Malik b. Enes,» Hatife Harun Reşîd için
haraç konusunda yazdığı «Risale» ve vezir Yahya b. Halİd (Bermekî) için yazdığı
ve kırk bölümden ibaret «Kitab-ül-Cevamî'» isimli te'lifleri vardır. Son
eserinde fıkihçılann ihtilâfını ve tutarlı re'-yi anlatmaktadır.» der.
Ebu Yusuf'un yazdığı
kitaplardan yalnız haraç konusuna ait risalesi bize kadar gelmiştir. Mısır'da
basılmıştır. Risalenin başında diyor ki : «Cizye, haraç, öşür ve zekâtı
toplamak hususunda amel edilecek geniş bir kitabı te'lif etmemi
Emir-ül-Mü'minîn (Harun Reşîd) istedi. Bu istek ile tebâsma zulüm edilmemesini
ve onların yararını öngörüyordu. Allah, onu endişelendiği tehlikelerden
korusun, yardımını esirgemesin ve onu muvaffak kılsın. Halife, yazacağım
kitabın kendisinin mezkûr konularda uygulayacağı usûlleri ihtiva etmesini ve
çalışmalarına ışık tutmasını arzu etti. Ben de gerekli açıklamaları içine alan
bu kitabı te'lif ettim.»
Eser, o devrin değerli
hatırası ve gerçekten en güzel ve en üstün te'Iifle-rindendir, Ebu Yûsuf'un
kitaplarından bir de «Kilab-u lhtilâf-i Ebî Hanîfe ve İbn-i Ebî Leylâ» adlı
eseri bize ulaşmıştır. Bu kitapta, Ebu Yûsuf, feyiz aldığı Ebu Hanîfe ve İbn-i
Ebî Leylâ'nın ihtilâfa düştükleri birçok meseleyi zikret-
inektedir. Ebu Yusuf
bazı meselelerde Ebu Hanîfe'ye muvafakat ederken, diğer bazı meselelerde İbn-i
Ebî Leylâ'nın görüşünü alır. Şafiî de bu kitabı ele alarak; Ebu Hanife, İbn-i
Ebî Leylâ ve Ebu Yûsuf'un görüşlerini rivayet ettikten sonra içlerinden tercih
ettiği görüşü belirtir. Zaman zaman da onların görüşlerinden başka dördüncü
bir görüşü beyan ederek, onu seçer.
Ben bu kitaptan birkaç
meseleyi ele alarak okuyucularımın bilgisine sunmak suretiyle re'ye dayalı
şer'î hükümleri çıkarma keyfiyetini göstermiş olurum. [144]
1— Bir adam kumaşını
terziye teslim ederek, kumaşından ceket dikildikten sonra, aralarında* ihtilâf
çıkar. Kumaş sahibi, ceket değil gömlek için kumaşı verdiğini ve bunu
açıkladığını iddia ederse, terzi de aksini iddia ederse durum ne olacak?
Ebu'Hanîfe demiştir
ki: «Söz kumaş sahibinindir. Terzi kumaşın parasını ödemek zorundadır.» Ebu
Yusuf da bu fetvayı benimser. İbn-i Ebî Leylâ ise Söz terzinindir.» demiştir.
Terzi yanında
müşterinin elbisesi zayi' olursa, Ebu Hanîfe'ye göre, terzi ve boyacı gibi
sanatkârlar sorumlu tutulmazlar. Ancak sanatkârların su-i taksirleri varsa, o
zaman kendilerine teslim edilen malların bedelini ödemeye mecburdurlar, îbn-i
Ebî Leylâ ise «İşçiler, yanlarında zayi olan mallardan sorumludurlar. Su-i
taksirleri olmasa bile, onlara tazmin ettirilir.» demiştir. Ebu Yûsuf da
işçileri sorumlu tutarak «Ancak işçiler, karşı koyamayacakları tehlike halinde
zarara uğrayan mallardan sorumlu değillerdir.» der. Şafiî de diyor ki: «İşçileri
ödeme zorunda tutan fıkihçılar, işçilere teslim edilen malları, âriye [145] ye
kıyas ederler. Bir menfaat sağlamak amaciyle başkasına ait malı, muvakkaten
teslim alan kişi, ihtiyacını giderdikten sonra o malı (âriye'yi) salimen
sahibine iade etmek zorundadır. Herhangi bir zarar ve ziyandan sorumludur.»
Bir elbise
temizleyicisinin is yerinin yanması ve bu arada müşterilere ait elbiselerin de
yanması neticesinde, îş kadı Şüreyh'e intikal ediyor. Şüreyh, elbise parasını
temizleyiciye ödetince, temizleyici ona (kadı'ya); «İş yerim yandığı halde sen,
elbise parasını da bana tazmin ettiriyorsun?» diyerek şaşkınlığını ifade
edince, Şüreyh ona şöyle karşılık veriyor: «Eğer elbise sahibinin evi yanmış
olsaydı, sen ücretini terk edecek miydin?»
Sanatkârları ödeme
zorunda görmeyen fıkıhçilar ise, onların yanında bulunan mallan, vedîa [146]ya
kıyas ederler. Sanatkârın ve ücretle çalıştırılan kişinin alâkalı maldan dolayı
tazminata tabi tutulmayacağı fetvası, Atâ b. Ebî Reb-bah tarafından
verilmiştir. Ama sanatkârın veya işçinin eliyle zarara uğratılan malın
tazminatı, şüphesiz onlara ait olur. Tıpkı vedîa, emanetçinin eliyle veya su-i
taksiriyle zayî olması halinde sorumlu olduğu gibi... Esasen hiç bir kimse,
işlediği su-i taksirin sorumluluğundan muaf değildir.»
Rebî' diyor ki: «Benim
anladığım kadariyle, Şafiî'nin görüşü şudur: Sanatkârlar, su-i taksirleriyle
yanlarındaki malların zayî olmasına sebebiyet vermedikçe, onlara tazminat
yükletilmez.» [147]
2- Satıcıya
bir .günlük muhayyerlik süresi tanımak kaydiyle, müşterinin satış akdinden
sonra teslim aldığı mal, bu süre içinde helak olursa, durum nasıl olacak?
Ebu Hanîfe: «Müşteri,
aldığı malın satın aldığı fiyatı değil, gerçek değerini satıcıya ödemek
zorundadır. Çünkü, bir satış akdi neticesinde o malı teslim almıştır.» der.
Ebu Yûsuf'un görüşü de bu merkezdedir. İbn-i Ebî Leylâ ise, tMüşteri bu durumda
emanetçi gibidir. Su-i taksiri olmadığı takdirde, satıcıya bir şey ödetmek
mecburiyetinde değildir.» demiştir.
Eğer bu malda
muhayyerlik hakkı müşteriye tanınmış olsaydı, yanında helak olan bu malın
satış bedelini aynen satıcıya ödemesi, gerek Ebu Hanîfe ve gerekse İbn-i Ebî
Leylâ'ya göre gerekirdi. Bu takdirde malın gerçek değerini ödemek bahis konusu
değildir.
'Şafiî'ye göre: «Her
iki ihtimalde, yani müşteri veya bayî' için muhayyerlik hakkının tanındığı
süre henüz bitmemiş iken, satış akdinden sonra müşterinin teslim aldığı mal bu
esnada helak olursa; müşteri, o malın değerini satıcıya ödemek zorundadır. Biz
satış bedelini ödetemeyiz. Zira satış akdi kesinleşmiş değildir. Keza; biz,
müşteriden tazminat yükümlülüğünü kaldıramayız. Çünkü müşteri o malı bir bedel
ödemek üzere yapılmış bir satış dolayısıyle yanında bulunduruyor. Bu itibarla
o malı, tazminata tâbi kılmak durumundayız. Biz, müşteriyi emanetçi (vedîaci)
gibi düşünemeyiz. Zira emanetçi o adama denir ki; yanında bulundurduğu mala
malik olmuyor ve ne o anda, ne de bilâhare o maldan yararlanmıyor. Sadece
malın menfaati icabı, yani korumak için onu elde tutuyor. Bu hususlarda
muhayyerlik hakkının, müşteri veya bayi'e verilmiş olması neticeyi
değiştirmez. Çünkü satış akdi kesinleşmeden mal helak olruuştur. [149]
3- Borcundan
dolayı hapsedilerek, kadı tarafından
hakkında İfİâs karan alınan adanı hapishanede iken, yaptığı alış veriş, hibe,
sadaka ve köle azad etmek gibi tasarruflar, Ebu Haııîfe'ye göre muteberdir.
Onun borcunun ödenmesi için malından hiç bir şey satılmaz, iflâs kararından
başka bir işlem yapılmaz. Zira buylin iflâs eden kişi yarın zengin olabilir.
Bunun için borcunu Ödeyinceye kadar hapis durumu sürdürülür. Ibn-İ Ebî Leylâ
ise, onun alış verişleri, hibe, sadaka ve köle azad etmek gibi tasarruflarının
hiç birisini muteber saymamıştır. Ona göre, malları satılarak borcu ödenir.
Ebu Yûsuf da köle azad etmek işi hariç, diğer hususlarda tamamen lbn-i Ebî
Leylâ'nın görüşlerine katılmıştır. Şafiî ise der ki : «Borçlunun borcunu
ödemekten imtina ettiği dava edilirse, itiraf ettiği borçlan veya ishalli olan
borçlan meydana çıkınca, kadı derhal haciz işlemini yaparak durumu ilgililere
duyurur. Sonra malını tadat ederek günün rayicine göre satılması için, gerek
mal sahibine ve gerekse piyasada bu işlerle iştigal edenlere gerekli talimatı
verir. Bundan sonra kadı, mümkün mertebe ve gücü nisbetinde malını iyi
bir fiyatla satarak o şahsın borcunu öder. Borcunun tamamı öüendikten sonra
kadı haciz işini çözer. [150]
4- Bir adam
gayri menkûl alarak, orada bina yaptıktan sonra, şuf'a hakkına sahip olan kişi
o gayri menkûle istekli çıkarsa; Ebu Hanîfe demiştir ki:
Şuf'a hakkına sahip
olan kişi gayri menkûlü alır, bina yapan müşteri binasını yıktırarak inşaat
malzemesini alıp götürür» Ebu Yûsuf da aynı görüştedir. Fakat lbn-i Ebî Leylâ,
gayri menkulün içinde yapılan bina ile birlikte şüf'a hakkını haiz olana
verilmesinin ve buna karşılık, müşterinin gayri menkul İçin ödediği satış
bedeliyle inşa ettiği binanın değeri hesaplanarak tutarının onun tarafından
müşteriye ödenmesinin gerekliliğini, buna rıza göstermediği takdirde,
müşteriden bir hak talep edemiyeceği yolunda hüküm vermiştir.
Şafiî ise şuf'a
konusunda demiştir ki: «Gayri menkûlün bir hissesini satın alarak ifraz
ettikten sonra kendisine düsen kısımda inşaat yapan kimseye karşı, şuf'a
hakkıyla bir adam çıktığı takdirde ona denilecek ki o İstersen müşterinin
aldığı hisseyi, aldığı fiyatı ve yapılan binanın bugünkü değerini öde, mal
senin olsun; istersen şuf'a hakkını terket». Bundan başka yapılacak bir şey yoktur.
Çünkü müşteri mütecaviz olarak bina yapmış değirdir ki, yaptırdığı bina yıktırılsın.» [151]
5- Ebu
Hanîfe demiştir ki; «Şufa hakkı, şu sırayla muteberdir: Önce ifraz muamelesi
yapılmamış gayri menkuldeki hissedara şuf'a hakkı verilir. İkinci derecede bu
hak, gayri menkulde ortak olmakla beraber, hissesini ifrazla ayırmış olana
verilir. Ancak gayri menkûlün bu iki hissesinin tek yolunun bulunması şarttır.
Ayrı ayrı yollar varsa, bu tercih hakkı lanınnı.ı/. Üçüncü derecede tercih
hakkı, gayri menkûle bitişik komşuya aittir. Komşular birden fazla olup, gayri
menkûle bitişiklikleri aynı derecede okusa hepsi eşit olarak şüf'a hakkına
sahiptirler.b lbn-i Ebî Leylâ da, Ebu Hanîfe'nin görüşünde idi. Halife
Ebu-1-Abbas ona mektup yazarak, şüf'a hakkını yalnız gayri menkûlün ifraz yapmamış
ortağına inhisar ettirmesini ve diğer derecelerdeki ortaklara şüf'a hakkını
tanımaması gerekliliğini bildirince lbn-i Ebî Leylâ halifenin bu emrini tutlu
ve bundan sonra ona göre hüküm vermeğe başladı. Halifenin verdiği emir, Hicaz
ehlinin sözü ve Şafiî'nin görüşü idi. [152]
6- Ebu Hanîfe demiştir ki: «İddia edilen hakkı, davalı inkâr ettiği zaman kendisiyle davacı
arasında belirli bir meblağ üzerinde sulh yapmak caizdir.» Ebu Yûsuf'un re'yi
de bu merkezdedir, lbn-i F.bî Leylâ ise bunu caiz görmemiştir. Ebu
Hanîfe: «Niçin bu caiz
olmasın1.' Sulhun en normali, iııUir olduğu takdirde yapılan sulhdur.
Davalı, İddia edilen hakkı itiraf ettiği zaman sulh vaki olmaz.» derdi. Şafiî
ise «Bu sulh, kıyas'a göre batıl olmalıdır. Çünkü biz satışlar için caiz olan
helâl ve belli bedeller üzerinde yapılacak sulhu caiz görüyoruz. Bedel
(bir malın karşılığı) durumunda olmayan veya helâl olmayan veyahut muayyen olmayan şeyler
üzerinde sulha varmak kıyas'a aykırı düşer. Bize göre durum budur. İnkâr
halinde sulhu caiz görenler nezdinde, üzerinde sulh yapılan meblâğ, bir ivaz
(bedel) hükmündedir. İvazlar ise tarafların ittifakla itiraf ettikleri muayyen meblâğ olmalıdır. Ancak inkâr halinde sulhu caiz
görenlerin elinde bir hadîs veya sahâbî sözü varsa o zaman ellerindeki delil kıyas'a
tercih edilir. Ben bu hususta sahih bir hadîsin varlığını bilmiyorum.» der. [153]
7- Kefalet
meselesinde Ebu Hanîfe'nin görüşüne göre, alacaklı şahıs alacağını kefilden veya borçludan isteyebilir.
Bu istekte muhayyerdir. Fakat havale [154]
meselesinde alacaklı şahıs alacağını, havale sahibinden isteyemez. Alacağının
kime havale edilmesini kabullenmiş ise ancak o kişiden hakkını İsteyebilir. Çünkü
alacaklı havale işine rtza
göstermekle, esas borçlusunun borçtan
kurtulmasını kabullenmiş oluyor. Artık ondan bir şey istememesi gerekir. Ebu
Yûsuf da bu görüştedir.
Ibn-i Ebî Leylâ İse,
alacaklının ne kefalet meselesinde ve ne de havale işinde, asıl borçludan hiç
bir şey alamayacağını, zira kefalet veya havale işine rıza göstermekle,
borçlunun borçla ilişkisini kestirmiş oluyor. Ancak kefil ödemeyecek duruma
düşerse o zaman asıl borçludan isteyebilir.
Borçlu ve kefil, yekdiğerine
kefalet etmeyi kabullenmiş durumda iseler, her iki imama göre alacaklı şahıs
bunların ikisinden de hakkını isteyebilir.
Şafiî de, «Şartsız
kefalet meselesinde, alacaklı, hem borçludan hem de kefilinden hakkını
alabilir. Eğer kefalete bir şart koşulmuş ise, şarta uygun olmak kaydiyle
kefilden hakkını alabilir. Koşulan şartın dışında ondan 'bir şey isteyemez.
Havale meselesine gelince, en makûlü budur ki; havale, birisine ait hakkın,
yükümlü kişiden başkasına intikal etmesi demektir. Bu hak bir şahsın zimmetinden
çıkarak başkasının zimmetine geçtikten sonra tekrar ilk şahsa avdet etmesi caiz
değildir. Ancak yeniden yapılacak bir anlaşma ile, bu hak ilk şahsın zimmetine
geçebilir.» demiştir. [155]
8- Ölüm
hastalığında bir borcu itiraf eden şahsın hastalıktan önceki zamana ait
şahitlerle isbatlı borcu varsa ve onun terekesi iki borcu karşılamıyorsa, bu
konuda Ebu Hanîfe demiştir ki: «Sağlığına ait olup bilinen borcu Öncelikle
ödenir. Eğer malından bir şey artarsa, hastalık halinde itiraf ettiği borçlara
mahsuben orantılı bir şekilde alacaklılara tevzî edilir. (Meselâ: 1000, 2000 ve
3000 TL. olmak üzere üç ayrı şahsa borçlu olduğunu hastalık halinde itiraf
edip, sağlık haline ait borçlar Ödendikten sonra, malından 600 TL. kalırsa 100,
200 ve 300 TL. olarak alacaklılara tevzî edilir.) Nitekim ölüm hastalığında
olan kişi borçlu olup, malı ancak borcunu karşılayabilecek durumda ise, hayrat
için vasiyyet etmesi caiz değildir. Borç itirafı da böyledir.» Ebu Yûsuf da
aynı görüştedir.
İbn-i Ebî Leylâ ise :
«Hastalık halinde itiraf ettiği borç ile sağlığına ait borcu arasında bir fark
gözetilmez. Alacaklılar arasında da bir tercih yapılmaz» demiştir. Bu görüşü
Şafiî de benimseyerek der ki: «Bütün borçlan, ya aynı seviyede kabul edilir
veyahut hastalık halindeki itirafı, malına haciz konulmuş olan kişinin itirafı
gibi hükümsüz telâkki edilir. Başka türlüsü caiz değildir. Hastanın bir
taraftan itirafının kabul edilmesi, diğer taraftan sağlık halindeki borçlardan
farkh gösterilerek taksimatta eşit tutulmaması, mesnetsiz bir tercihtir. Şöyle
ki; böyle bir görüşe göre, sağlık zamanına ait isbatlı borcu ve sağlıktaki
itirafı ile tahakkuk eden borçlan öncelikle ödenir. Bundan sonra kalan malı
hastalık halinde şahitlerle sübûta eren borçlan ödenir. Şahitlerle sûbuta
erme-yıp, itirafıyle meydana çıkan borçlan hesaba katılmayacaktır. Sıra bu nevi
borca, yani hastalık halinde yalnız itirafiyle meydana çıkmış olan borcuna
gelince, deniliyor ki; elde kalan mal varsa bu nevi borçlar hak sahiplerine
ödenmedikçe, hastanın yapacağı vasiyet caiz değildir ve ölümü halinde
mirasçılar o malı alamazlar. Bu çeşit borç, bir taraftan mîras ve vasiytlere
tercih edilerek, borç olarak tanınıyor, diğer taraftan sair borçlara denk
tutulmamakla ve Ödemede diğer borçlarla beraber dikkate alınmamakla borç
olarak tanınmamış oluyor.» diyor.
9-
Varislerden birisi, ölen murisin bir şahsa ait borcunu itiraf ettiği zaman
eğer o varisin alacağı miras hissesi o borcu karşılıyorsa, Ebu Hanîfe demiştir
ki : o Alacaklı şahıs, alacağının tamamını, itiraf eden mirasçının hissesinden
tahsil eder. Çünkü ölenin borcu ödenmedikçe, varisin miras hakkı bahis konusu
değildir, b Ebu Yûsuf da aynı görüştedir.
İbn-i Ebî Leylâ ise :
«Borcu itiraf eden varis, hissesine düşecek borç miktarını ödemekle
mükelleftir.» der. Bu İmama göre, varis murisin borcunu itiraf etmeyip, sadece
borç olayının şahidi durumunda ise hüküm aynıdır. Demek ki, bir varis, ister
ölenin bir şahsa ait borcunu itiraf etsin, ister alacaklının alacak meselesine
şahid olsun, hissesine düşen borç miktarını ödemek zorundadır.
Şayet murisin borçlu
olduğunu itiraf eden veya buna şahid olan varis bir değil, iki adil kişi iseler
onların sahicilikleri neticesinde, hem Ebu Hanîfe hem de İbn-i Ebî Leylâ'ya
göre borcun tamamı öncelikle terekeden çıkarılır, bir şey artarsa mirasçılar
arasında taksim edilir. Eğer bu İki varis adil değillerse, bir varisin itiraf
veya şahitliği halindeki durum aynen iki varis hakkında tatbik edilir. Yani
Ebu Leylâ'ya göre bunların hisselerine düşen kısmı ödenir. Ebu Ha-nîfe'ye göre
borcun tamamı bunların hisselerinden karşılanır. Şafiî bu iki görüşü,
arkadaşlarından naklen anlatır, fakat kendisi için bir re'y zikretmez. [156][157]
10- Davacı
ve davalının meselesi kadıya intikal ettiğinde davacı, gerekli şahitleri
getirince; kadı, ona ayrıca yemin ettirmez. İbn-i Ebî Leylâ'ya göre yemin de
ettirmesi gerekir. Davacının şahitleri yoksa, o zaman kadı ona değil, davalıya
yemin tevcih eder. Şayet davalı: «Ben yemini davacıya bırakırım» derse, kadı,
davacıya yemin ettirmez. Ancak ondan (davacıdan) şüphelenirse, ona yenlin
ettirir. Şafiî ise; «Davacı, şahitleri getirdikten sonra yemin ettirilmez.
Şahitleri bulunmadığı zaman, davalıya yemin tevcih ederiz. Eğer davalı yemin
ederse, dava düşmüş olur. Şayet davalı teklif olunan yeminden imtina ederse,
biz davacıya deriz ki; davalının yeminden imtinaı ile sana bir şey veremeyiz.
Ancak onun imtinaı yanında eğer yemin edersen, dava ettiğin hakkı sana vereceğiz.
Eğer yemin etmezsen sana bir şey vermiyeceğiz.» demiştir. [158]
II- Ölen
adamın ana baba bir erkek kardeşi" ve dedesi [159] kalırsa
Ebu Hanîfe demiş ki : «Dede, malın tamamına mirasçı olur. O, öz baba yerine geçer.
Ölünün kardeşine hiç bir .şey verilmez.» lbn-i Ebi Leylâ ise: «Malın yarısı
dedeye diğer yansı kardeşe veriliri» demiştir, Şafii'nin re'yi de budur. Şafiî
bu konuda der ki :
«Bu iki görüşün hiç
birisi kıyas'a dayalı değildir. Ancak kardeşi dede ile mirastan mahrum etmek,
kardeşi dede ile beraber mirasçı kılmaktan; kıyas bakımından daha uzaktır.
Kardeşi dede ile mirastan mahrum kılmak görüşünde olan bazı fıkıhtılar bana :
«Biz, sizlerle İttifak halinde bulunduğumuz üç sebeple kardeşi dede ile mîras
hakkından düşürüyoruz :
I- Anne bir
erkek kardeşler, baba İle mirastan mahrumdurlar. Siz, bu kardeşleri dede ile de
mahrum ettiğinize göre; dede, baba yerine geçmiş olur.
II- Babanın
mîras hakkı 1/6 dan aşağı düşmez. Siz dedenin mîras hakkını ila 1/6 dan aşağı düşürmemekle onu babaya
benzetmiş olursunuz.
III- Siz, dedeye baba ismi veriyorsunuz. Bu üç
hususta biz de sizlerle beraberiz. O
halde baba, ana baba bir erkek kardeşleri mirastan mahrum ettiği gibi dede de,
onları mahrum etmelidir.» dediler.
Şafiî, onların bu
sözlerini reddederek demiştir ki :
I- Biz, anne
bir erkek kardeşleri, dede ile mirastan
mahrum ederken, dedeyi babaya
kıyas etmeyip varid olan hadîs'e dayandık.
Biz anne bir erkek
kardeşlen Ölünün oğlunun oğlunun kizıyle mahrum ediyoruz. Bildiğiniz gibi bu
kardeşler baba ile de mahrum oldukları İçin bu konuda bahis konusu kız,
tesadüfen baba gibi etkili olmuştur. Bu meselede kız, baba gibi oldu diye başka
yerlerde, ne biz, ne de siz onu baba yerine koymayız.
II- Biz,
dedenin mîras hakkını, vakıa 1/6 dan
eksiltmeyiz, ancak onun bu durumunu babaya kıyas yoluyle değil, ashabın çoğunun
sözüne dayandırıyoruz. Sonra biz, nenenin mîras hakkını da 1/6 dan
düşürmüyoruz. Bu bakımdan durumu babanın durumuna rastladı diye siz veya biz,
neneyi baba yerine koyabilir miyiz?
III- Dedeye baba ismini
vermeye gelince; biz de, siz de Âdem
{A.S.) Peygamberle aramızda
geçenlerin hepsine baba ismini
kullanıyoruz. Baba ismini
verdiğimiz dededen ölüye daha yakın bir dede olunca, uzak olan baba mî-rasçı
olmaz. Keza, baba kâfir olup ölü Müslüman ise veyahut baha katil, ölü rhaktûl
ise veyahut da baba köle, ölü hür ise; bütün bu ihtimallerde eğer biz,
sadece baba ismini vermekle kişileri mîrasçı kılmış olsaydık, mahrum kıldığımız bütün bu şahıslan mîrasçı kabul
etmemiz gerekirdi. Biz, dedeleri baba isminden dolayı değil, sahabenin çoğuna
ait habere dayanarak mîrasçı kılıyoruz.»
Bundan sonra Şafiî;
anne baba bir kardeşin dede ile mîrasçı kılınmasını, kıyastan uzak ise de onun
mahrum bırakılmasının kıyastan daha uzak olduğunu isbatlamak üzere diyor ki :
«Dede ve kardeş,
ölünün mirasını talep ettikleri zaman, aynı akrabalık yoluyla ölüye ulaşırlar.
Dede der ki : «Ben Ölünün babasmin babasıyım.» Kardeş de der ki: «Ben de
ölünün babasının oğluyum.» Eğer ölen kişi, ölünün babası olmuş olsaydı, onun
oğlu (bahis konusu kardeş) babasına (bahis konusu dede) nazaran öncelikle
mirasçı olacaktı. Çünkü Ölünün oğlu olduğu için, malın 5/6 sini, diğeri de
Öiünün babası olduğu için 1/6 sim alacaktı. Bu durumda hangi kıyas ölçüsüne
göre, kardeş dede ile mirastan mahrum kılınabi-liyor? Eğer bunlardan birisinin
diğerini mahrum etmesi icap etseydi, kardeşin dedeyi mahrum etmesi uygun
olurdu. Keza, bu meselede kıyas için bir yer bulunsaydı, yukarıda
belirttiğimiz nedenle kardeşe 5/6 ve dedeye 1/6 verilecekti. Diğer taraftan
ana baba bir erkek kardeşler için Allah'ın Kitabında ve Resulünün sünnetinde
belirli bir hisse vardır. Dede için böyle bir şey yoktur. Kardeşin dede i!e
mahrum kılınması, her bakımdan kuvvetli elanı zayıf olanla düşürmek olur.» [160]
12- Erkek
ölüp, karısını ve ev eşyasını bıraktığı zaman ev eşyasının hükmü fikıhçılar
arasında ihtilâf konusudur. Ebu Hanîfe der ki: «Erkek eşyasının, ölen erkeğin
terekesinden sayılması ve kadınlara ait eşyanın kadının malı sayılması gerekir.
Hem erkekler, hem kadınlar tarafından kulianıîan ev eşyası da, ölen koca ile
kalan karının müşterek maîi sayılır. Erkeğin ölümü halinde hüküm böyle olduğu
gibi, erkeğin karısını boşaması halinde de erkeğe ait eşya zevcin, kadınlara
ait eşya da zevcenin sayılır. Fakat, erkek ve kadın tarafından kullanılabilen
ev eşyası, boşama halinde erkeğe aittir, b Ebu Yûsuf da ilk zamanlar bu görüşte
idi. Sonra dedi ki: aGerck erkeğin ölümü ve gerekse boşama işlemi halinde ev
eşyasının kadınlara ait kısımdan, o -kadının emsalinin cehiz miktarı yalnız
kadına ait sayılacak, eshiz miktarından fazla olan kadın eşyası olsun, diğer ev
eşyası olsun bunlar erkeğin malı sayılır. Zira adam tüccar veya sanatkâr
veyahut rehin eşyasını yarında bulunduran bir kimse olabileceği için bu veya
buna benzer sebeplerle yanında çokça kadın eşyası bulunabilir.» lbn-i Ebî
Leylâ ise; aAdam Öldüğü veya karısını boşadiği zaman, ev eşyasjirım tamamı
erkeğe aittir. Ancak entari, çamaşır ve benzeri eşya kadrna aittir. Fakat
şahitlerin beyanı neticesinde birisine ait olduğu anlaşılan mala bir diyecek
yoktur,» der. Eğer kadın, kendisine ait bir evde oturduğunda kocası tarafından
boşamrsa, adı geçen imamların görüşlerinde bir değişikliğe sebep teşkil etmez.
Şafiî de eşler arasında bu konuda çıkan ihtilâfın bütün ihtimallerinde hüküm
şudur, der: aEğer şahitlerin ifadeleri neticesinde birisine ait olduğu
anlaşılan mal varsa, sahibine aittir. Böyle olmayan ev eşyası, eşler arasında
müşterek" olup aralarında eşit olarak taksimi gerekir. İcma'a yapılan kıyaslamanın
tabiî neticesi olan bu hükümden herhangi bir fıkihçının gafil kalması, bence
bir özür sayılamaz. Bu mesele, iki erkeğin elinde bulunan ve müştereken
kullandıkları eşya hakkında ihtilâfa düşmeleri meselesine benzer. Burada
gerekli yeminler icra kılındıktan sonra, eşya ikisi arasında eşit olarak taksim
edilir.» [161]
Arsasında bir süre
tayin etmeden ve geçici olarak bina yapmak için birisine müsaade eden bir
adam, bina yapıldıktan sonra bina sahibini arsasından çıkarmak isteyince; Ebu
Hanîfe'ye göre: Arsa sahibi buna yetkilidir. Bina sahibinden binasını
yıktırması ve enkazını alıp götürmesi istenir. Ebu Yûsuf'un görüşü de bu
merkezdedir, lbn-i Ebî Leylâ İse demiştir ki: «Arsasında bina yapmaya müsaade
eden kişi, binanın kıymetini ilgilisine ödeyecek ve bina ona kalacaktır.»
Arsa sahibi, inşaat
İçin meselâ 5-10 sene gibi belirli bîr süre tayin ettiği halde bu süre dolmadan
bina sahibini çıkarmak isterse, mezkûr imamların it-tifakiyle bina değerini
ödemekle mükelleftir. Şafiî de bu görüştedir. [162]
14- Kadı,
mahkeme defterine bir mesele hakkındaki ilgilinin itirafını ve şahitlerin
şehadetini tesbit ettikten bir müddet sonra o mesele, dava konusu olarak kadıya
intikal ettiği zaman, kadı evvelce deftere geçirdiği itiraf ve şe-hadeti
hatırlamazsa; Ebu Hanîfe'ye göre: Deftere geçirdiği hususu muteber saymaması
ve ona göre hüküm vermemesi gerekir. Mühim olan kadı'nm hatırla-masıdır. O da
yoktur, lbn-i Ebî Leylâ ise; kadı, hatırlamasa bile mahkeme defterine geçirmiş
olduğu hususları dikkate alması ve ona göre hüküm vermesi gerekir, der. Ebu
Yûsuf da bu görüştedir.
Kadı, mesele ile
ilgili İtiraf ve şehadeti hatırlar da onu defterine geçir-memiş ise bilâhare
dava ona intikal edince, Ebu Hanîfe'ye göre hatırladığı delillere göre hüküm
verir.» Ebu Yûsuf'un görüşü de bu merkezdedir. Fakat îbn-i Ebî Leylâ -Kadı, bu
delilleri yanında tesbit etmedikçe hatırlasa bile nazara alamaz.» demiştir.
Şafiî ise: «Kadı, bir
adam m başkasına ait bir hakkın itirafına veya başka türlü bir hakkın sübutuna
dair malûmatı mahkeme defterine işlenmiş olarak bulduğu zaman, yazının kendisine veya kâtibine ait
olduğunda şüphe etmese
bile o yazıya göre
hüküm veremez. Ancak deftere geçirilen hususları hatırlar veya mesele hakkında
gösterilen şahitler o yolda ifade verirlerse o zaman hüküm verebilir. Nasıl ki
bir adam yazısını tanıdığı ve buna rağmen şahit olarak evvelce verdiği ifadeyi
hatırlamazsa şahitlik yapması caiz değildir.» demiştir. [163]
15- Ebu
Hanîfe demiştir ki, kadının mehr-i .misli onun kız kardeşlerinin ve amcasının
kızlarının mehir miktarıdır. Ebu Yûsuf da aynı görüştedir, lbn-i Ebî Leylâ ise
kadının annesi ve teyzelerinin mehir miktarı onun mehr-î mislidir, der. Şafiî
de; «Kadının baba tarafından akrabası olan kadınların mehr-i misli esastır.
Eğer annesi ve teyzeleri baba tarafından da onun akrabası duru-" munda
değillerse onların mehir miktarı dikkate alınmaz.»
16- Erkek kardeşinin yetim kalmış küçük yaştaki
oğlu ile küçük yaştaki kendi kızınm nikâhını kıyan adamın kıydığı bu nikâh Ebu
Hanîfe'ye göre caizdir. Ancak yeğeni baliğ olduğu zaman dilerse nikâhını feshedebilir.
İlk zamanlar Ebu Yûsuf da bu görüşte idi. Bilâhare yeğenin nikâh feshine dair
muhayyerliği hususundan rücu' etti. Yani yapılan nikâh sahihtir. Yeğen baliğ
olduğu zaman yapılan nikâha itiraz edemez, lbn-i Ebî Leylâ ise yeğen baüğ olmadıkça
amcası, kızını onunla evlendirmeye yetkili değildir, der. Şafiî de demiştir
ki, küçük yaştaki çocukları yalnız babaları, babalan yoksa büyük babalan
evlendirebilir. Başka veliler
onları evlendirme selâhiyetinde
değildirler. Şayet nikâh yapılırsa bile nikâh hükümsüzdür ve karı koca durumuna
getirilmek istenen çocuklar birbirinden mirasçı olamazlar.
İmam Ebu Yûsuf'un
kitaplarından bize ulaşan diğer bir kitabı da «Ki-tab-u Siyer-il-Evzâîodir. Bu
kitap İmam Ebu Hanîfe ile İmam Evzâî'nin ihtilâfa düştükleri Cihad hakkındaki
meselelerin cevaplarını ihtiva eder. Cevaplarda iki imamın görüşünü aldıktan
sonra ekseriyetle Ebu Hanîfe'nin görüşünü destekler. Şafiî de «el-Umm» adlı
eserinde bu kitabı naklen alır ve mezkûr imamların görüşlerini aldıktan sonra
ilgili her meseleye ait kendi görüşünü beyan eder. Umumiyetle Şafiî, Evzâî'nin
görüşünü benimser. Bu yüce imamlar tarafından verilen cevapların çoğunun
dayanağı Sünnettir.
Sünnete ait delillerin
imamlar tarafından nasıl tetkik edilerek eleştirildiklerini okuyucularımın
bilgisine sunmak için birkaç meseleyi buraya alıyorum.
1- Ebu
Hanîfe'ye göre; savaşta elde edilen ganimet taksim edilirken atlı askere,
birisi kendisi, diğeri de atı için olmak üzere iki sehim (pay), yayaya da bir
sehim verilir.
Evzâî ise atlıya
birisi kendisi ve ikisi atı için olmak üzere üç sehim Re-sûlüllah tarafından
verildiğini, ondan böyle Müslümanların bunda ihtilâf etmediklerini
söylemiştir.
Ebu Haııîfe, «Ganimet
payı bakımından safkan Arap atı İle diğer cins ıtlar arasında bir fark yokturs
demiştir.
Evzâî İse, «Fitneler
bclirinceye kadar geçen selef zamanındaki Müslümanların başmdakİıer, safkan
Arap atının dışında kalan at çeşitleri için ganimet payı ayırmazlardı.»
demiştir.
Ebu Yusuf diyor ki:
«Ebu Hanîfe, hayvanın Müslüman yayadan üstün tutularak, Müslüman yayaya bir pay
verilirken, ata iki pay verilmesinden hoşlanmaz idi. Fakat, iyi cins olmayan
atları diğer atlardan ayird ederek, onlara sehim verme gereğini bilmeyen
kimseyi sanmıyorum. Büîün Araplar, çoğu veya tamamı iyi cins olmayan atlardan
ibaret sürüye, «Atlar sürüsü» ifadesini kullandıkları herkesçe bilinmektedir.
Diğer taraftan savaşta saf Arap kanı olmayan atların, başarıya gölge
düşürmeyen, uysallığı, yumuşaklığı ve benzen yönleriyle, birçok binici için
daha uygun olduğunu biliriz.
Evzâî'nin, «Geçmişteki
Müslümanları idare edenler, bu çeşit aüar için sehim vermezlerdi.» sözü Hicaz
halkından dujgılan söze benziyor. Şöyleki: Hicaz halkı, bazı şer'î hükümleri
verirlerdi. «Bu hükmü kimden aldınız?» diye sorulunca «Sünnet bu hükümle devam
edegelmiştir.s derler. Çarşıyı idare eden birisi veya benzeri, belki böyle bir
hüküm vermiştir. Yahut da fıkıh usulünü bilmeyen, hatta doğru dürüst abdest ve
teşehhüdü beceremeyen Şamh bazı yaşlılar, bu görüşü icad etmiş olabilirler.
Bunun neticesinde Evzâî de «Sünnet, böyle cereyan etti» demiştir.
Gerek Resûlüllah'tan
ve gerekse ashabından bize kadar gelen bilgiye göre Resûlüllah, atlı askere üç
pay ve yayaya bir pay vermiştir. Ben bu görüşteyim.»
Şafiî ise, «Atlıya üç
sehim verilmesi yolundaki Evzârnin sözü haktır.» diyerek, bu hususa ait İbn-i
Ömer'in hadîsini rivayet ettikten sonra aynen şöyle söyler: «Ebu Yûsuf'un
anlattığına göre, Ebu Hanîfe demiştir ki: aBen, hayvanı, yaya Müslümandan
sehim bakımından üstün tutmam.» At için iki sehim yerilmesi hakkında
Resûlüllah'in hadîsi bulunmamış olsaydı bile, bu söz iki yönden hatalıdır.
Şöyleki: At sebebiyle Ebu Hanîfe iki sehim verince atı Müs-ümana yine tercih
etmiş oluyor. Çünkü Müslümana bir sehim veriyor. Bu durumda hayvanı Müsîümana
eşit tutmaması, hatta yaklaştırmayarak hayvanı çok ızakta bulundurması
gerekirdi.
Diğer taraftan, atlıya
üç sehim verilirken, «Birisi ona, diğer İkisi atma-Iır» sözü anlaşılmayacak bir
söz değildir. Manâsı budur ki: Atlıya, bir sehim emlisi için, diğer iki sehim
de atı sebebiyle yine ona verilir. Çünkü Allah, »niciliğe ve at sahibi olmaya
Müslümanları şu âyetle çağırmıştır.
(339) «Siz
de onlara (düşmanlara) karşı gücünüzün yettiği kadar cuvvet ve
(cihad için) bağlanıp.beslenen atlar hazırlayın... (Enfâl: 60)
At sahiplerine,
anlattığımız gibi Resûlüllah üç sehim verince; ata ait iki senimi ata değil,
sahibine vermiş oluyor. At, hiç bir şeye malik olamaz. Maiik olan onun
sahibidir,
Evzârnin, hepsine at
denilen hayvanlar arasında ayırım yaparak safkan Arap atını diğer atlara tercih
etme meselesine gelince; Süfyan b. Uyeyne, el-Esved b. Kays'dan, o da Alî b.
el-Akmâr'dan naklen bize rivayet ettiğine göre : «Atlılar Şam'a hücum ettiler,
safkan Arap atlan aynı gün, diğerleri ertesi gün Şam'a vardılar. Safkan atlılar
arasında el-Münzîr b, Ebî Hûmmasa el-Hemedânî de bulunuyordu. Bu zat, safkan
Arap atlarını, ganimet tevzîinde üstün tutarak dedi ki:. «Ben, ilk gün hedefe
ulaşanları diğerleriyle bir tutmam.» Onun bu hükmü Hz. Ömer'e ulaşınca, verilen
hükmün isabetli olduğunu sitayişle beyan ederek uygulanmasını istedi.» Evzâî
ve onun görüşünde olanların bu konuda rivayet ettikleri hadîsler «Munkab'»
kısmmdandır. Ebu YûsuFun gösterdiği hüccet ise onun görüşünü isbatlamaz.
Bİz, safkan Arap atı,
karışık kan Arap atı ve başka cins atı ayırtetmeme yolunu tutuyoruz. Eğer
ayırteden görüş bizce sabit olsaydı ona muhalefet etmezdik.» demiştir.
2- Bir adam
savaşa katılanlar defterine yaya olarak kaydedilerek, düşman toprağına
girdikten sonra bir at satın alıp, atlı haîde savaşırsa ganimet tevzîinde; Ebu
Hanîfe'ye göre ona yaya sehmi verilecektir. Evzâî ise; «Resûlüllah zamanında
Müslümanlar için defter tutulmadı. At için Peygamber sehim verirdi. Ondan sonra
da Müslümanların imamları buna uygun hareket ettiler.» demiştir. Ebu Yûsuf;
Evzâî'nin anlattığı hususta bu şahsa atı için sehim verilmesini isbatlayan bir
delil yoktur. Biz de, atlıya sehim veriyoruz, ancak yaya olarak Peygamberle
savaşa çıkan, bilâhare satın aldığı veya emaneten elde ettiği bir at üzerinde
savaşan herhangi bir kimseye Resülüllah'in atlı sehminİ verdiğini isbatlayan
sağlam bir hadîs Evzâî'nin yanında var mıdır? Diğer taraftan Evzâî'nin görüşü
çeşitli yönleriyle itiraz konusu edilir. Meselâ : Eğer bu adanı, birkaç saat
atlı elarak savaştıktan sonra atını başkasına satar, bu, kere satın alan kişi
bir saat atlı olarak savaşırsa, aynı at dolayısıyla bunların hepsine ayrı ayrı
atlı sehmi mi verilecektir? Bu doğru bîr yol olamaz. Yayalık ve atlılık
mes'elesi için, ordunun savaşmak üzere düşman toprağına girdiği durum esastır.
Düşman toprağına atlı olarak giren, atlı ve yaya giren, yaya olarak kabul
edilir. Nitekim Hz. Ömer'in zamanından bugüne kadar savaş defterleri bu şekilde
tutulmuştur,» der.
Şafiî, «Evzâî'nin
görüşü isabetlidir. Ebu Yûsuf, sünnetin, dediği veçhiyle cereyan etîiğini
söylemiştir. Sabit bir hadîs ve sağlam bir rivayet olmaksızın «Sünnet, böyle
cereyan etmiştir.» sözünden dolayı, Evzâî'yi kınayan Ebu Yûsuf aynı suçu
işlemiştir. Diğer taraftan Ebu Yûsuf, Hz. Ömer zamanından bugüne kadar,
uygulamanın böyle devam edegeldiğini söylemekle defter işinin Hz. Ömer
zamanında ihdas edildiğini, gerek Resûlüllah ile Hz. Ebu Bekr zamanında ve
gerekse Hz. Ömer'in hilâfetinin ilk zamanlarında defter tutulmadığını ve mallar
çoğalınca Hz. Ömer'in defter tutturduğunu kabul etmiştir. Sünnet, Resûlülîah'a aittir.
Atlıya üç senim ve
yayaya bir sehmin Resûlüllah tarafından verildiği sabit bîr sünnet olup bu
delil, Evzâî'nin görüşünü isbathyor. Zira Evzâi'ye göre; savaşa katılmayana
sehim yoktur. Fiîlen savaşa katılmayan kişi, atlı dahi olsa kendisine seh,im
verilmedikten sonra atı için nasıl sehim verilir?
Ebu Yûsuf'un : «Eğer
bir adam o at üzerinde bir gün savaşır, ikinci gün bir başka adam savaşırsa...
herbirisine bir atlı sehmi verilmesi gerekecek» sözüne gelince; böyle bir
durum Evzâî'nin sözünde yoktur. Bir at için iki yerde ayrı ayrı sehim verilmez.
Nasılki iki yerde savaşan askere iki ayrı sehim verilmez. Ancak her yerin
ganimeti ayrı ayrı taksim edilirse, o zaman her yer için şahıslar ve atlar
sehim alır. O halde, bir at için birden fazla kişiye sehim verilmesi bahis
konusu değildir. Ata ait sehim, onun sahibinedir. Bir iki gün için emaneten
alıp üzerinde savaşan kişiye at sehmi verilmez. Mademki at sahibi atlı olarak
savaşa fiîlen katılmıştır, o at için yalnız ona verilecektir. Diğer taraftan
birkaç kişi nöbetleşe aynı at üzerinde savaştıklarından dolayı o at için
verilecek sehim bunlar arasında tevzî edilecek olursa, verilecek meblâğı bir
atın hissesinden fazlalaştıracak değiliz. Nasıl ki yaya, ona verilen sehmi
henüz teslim almadan ölürse, mirasçılarına ayrılan senimden başka bir şey
.verilmiyecektir. Hatta ölenin sehmi bir deve ise mirasçıları deveyi taksim
edeceklerdir.
Ebu Yûsuf'un
mezhebinde yürüyen bir fıkıhçı; «Ben, savaş bölgesine atlı olarak giren askere,
Müslüman ülkesinden beri katlandığı masrafları için atına sehim veririm.d
demiştir. Biz, o fıkıhçıya dedik ki: «Düşman toprağına girmeden bir saat önce
ve savaşçıların defteri henüz işlenmemiş iken, bir at satın alıp bir saat sonra
atlı olarak düşman toprağına ayak basan asker için ne dersin?»
O, «Deftere atlı
olarak kaydedildiği zaman atlı sayılır, atlı sehmini alır.» deyince, biz ona,
«O halde bir Yemenli veya Horasanlı Müslüman, oturduğu yerden kalkıp atlı
olarak yollara koyulur ve düşman toprağına kadar varır da deftere ismi
geçirilmeden atı ölecek olarsa ona ne dersin?» dîye sorduk. O, cevaben: «Ona
at sehmi verilmez, d dedi. Bunun üzerine: a O halde Horasanlı ve Yemenli iki
askerin atları için katlandıkları bunca masrafları sen, iptal etmiş oldun.
Halbuki bu şahısların masrafları düşman toprağı yakınında ve savaş defteri
işlenişinden bir saat önce at satın alan kişinin masrafından kat kat fazladır.
Onun masrafım dikkate alarak sehim ayırıyorsun da, uzak mesafeden gelen ve çok
masrafa katlananlar için ndden sehim ayırmıyorsun?» dedik.
3- iki atı
bulunan savaşçının yalnız bir atı için sehim verileceğini Ebu Hanîfe
söylemiştir. Evzâî ise birden fazla atla savaşa katılan askerin iki atı için
sehim verilir de ondan fazlası için sehim ayrılmaz, demiştir, ilim ehli, Evzâî'nin
görüşündedirler. Mezhep imamları da bunu uygulamışlardır. Ebu Yûsuf:
«Resûlüllah'ın iki at için sehim verdiği hakkında ne Resûlüllah'dan ne de ashabından
herhangi bir kimseden bize bir şey ulaşmamıştır. Yalnız Âhad hadîsi vardır. Biz
Ahad hadîsi ile amel etmeyiz. Evzâî'nin: «imamlar bununla amel etmişlerdir,
ilim ehli bu görüştedir.» sözü, Hicaz ehlinin «Sünnet sununla de-vani
edegelmiştir» sözüne benzer. Bu sözü cahillerden başkası kabul etmez ve
taşımaz. Bununla amel eden imam kimdir? Bu görüşü tutan âlim kimdir? Bize
açıklanmalı! Ta ki bakalım ilim adamı mıdır? Ondan ilim almaya ehil raidir?
'Nasıl iki at için sehim verilir de üç at için verilmez, ne fark var? Diğer taraftan
üstünde savaşılmayan ve yerinde bağlı tutulan at için nasıl sehim verilir?
Bizim anlattığımızı ve Evzâî'nin söylediklerini iyice anla ve düşün!» demiştir.
Şafiî; görüştüğüm
arkadaşlarımdan bellediğim gerçek şudur ki: «Onlar yalnız bir at için sehim
kabul ederlerdi. Ben de bu hükmü tutarım. Süfyân, Hi-şâm b. Urve'den, o da
Yahya b. Ubâd'dan naklen bize haber verdiğine göre:
Abdullah b. ez-Zübeyr
b. el-Avvâm, Hayber ganimetinden birisi kendisine ve ikisi atına, birisi de
annesi Safiye'ye ait olmak üzere dört sehim aldı.ı Mek-hûl ise bu konuda şöyle
rivayet ediyor;
«Jbn-i Zübeyr, Hayber
günü savaşa katıldı. Resûlüllah ona, birisi kendisine ve dördü iki atına ait
olmak üzere beş sehim verdi.» *
Bu iki hadîs
muvacehesinde Evzâî, Mekhûl'ün rivayet ettiği «Munkah'ı hadîsi kabul etme
yoluna gitmiştir. Halbuki Hişâm b. Urve, tevzî olayını titizlikle izlemiş
olmalıdır. Eğer amcası ve babası durumunda olan İbn-i Zübeyr'e bir at için
değil de iki at için sehim verilmiş olsaydı, Mekhûl'den daha iyi bir şekilde
tesbit etmiş olması beklenir. Hişâm'ra hadîsi de Mekhûl'ün hadîsi gibi «Maktu'»
olduğundan hüccet olamıyor ise de, Hişâm'm İbn-i Zübeyr'in yakını olması
hasebiyle ondan alınan hadîs'e, nisbeten sağlam nazariyle bakılabilir. Ama
dediğimiz gibi iki hadîs de maktu'.olduğu için meğazî ehline baş vurduğumuzda,
meğazî ehli, Resûlüllah'm iki at için sehira verdiğini rivayet etmediklerini
ve Resûlüllah'ın Hayber savaşına es-S.ekb, ez-Zurb ve el-Mürtekis isimli üç
atla katıldığını ve zatına ait üç at bulunduğu halde yalnız bir at için sehim
aldığı hususunda herhangi bir ihtilâfa düşmediklerini, gördüğümüz için biz,
savaşta yalnız bir at için sehim verilmesi görüşündeyiz.» der.
Yüce imamların, şer'î
hükümlerini kaynaklarından çıkarmak ve ilmî ten-kidlerde bulunmak hususunda
izledikleri yolu apaçık bir şekilde bize gösteren gördüğünüz bu üslûp, kitap
boyunca devam eder.
Ebu Hanîfe'nin
mezhebine ait olup arkadaşları ve talebeleri tarafından yazılmış olan
kitaplardan günümüze kadar varlığını muhafaza etmiş kitaplar, îmam Muhammed b.
el-Hasan'a ait olanlardır. Bu zat, Hanefî Mezhebine ait görüşleri rivayet
etmekle arkadaşlarına nazaran mümtaz bir yer işgal etmiştir.
Kitapları iki
çeşittir:
«Zahir-ür-Rivaye»
ismiyle bilinen ve tanınan kitapları, kendisinden rivayet edildiği sabit
görülen ve en ufak bir tereddüt duyulmayan eserleridir. Diğer çeşit kitapları
'sağlamlık bakımından bu derece olmayan eserleridir. Biz iki çeşidi üzeriüde
de konuşacağız. [164]
I-
El-Cami-üs-Sağir :
Bu kitap îmam
Muhammed'in talebelerinden İsa b. Ebbân ve Muhammed b. Semmâa'nın kendisinden
rivayet ettikleri meseleleri ihtiva eder. Fıkha ait kırk bölümden ibarettir.
Birinci bölümü, namaz hakkındadır. Her bölümü ayrıca kısımlara ayrılmamış idî.
Bilâhare okuyuculara ve Öğrencilere kolaylık olsun diye, kadı Ebu Tahir
Muhammed b. Muhammed ed-Dabbâs tarafından her kitap, konularına göre kısımlara
ayrılmıştır. İmam Muhammed, eserde yazılı meseleleri Ebu Yusuf ve Ebu
Hanîfe'den rivayet eder. Meselelerin dayandığı delilleri ise zikretmez.
2-
El-Cami-ül-Kebîr;
Bu da birinci eser gibidir.
Ancak bu daha büyüktür.
3- El-Mebsût
:
el-Asl ismiyle tanınan
bu kitap, îmam Muhammed'in yazmış olduğu eserlerin en büyüğüdür. Burada Ebu
Hanîfe tarafından cevaplandırılan binlerce mesele bulunmaktadır. Ayrıca Ebu
Yûsuf ve kendisinin Ebu Hanîfe'ye muhalefet ettikleri meseleyi de içine alır.
Yazar, bu eserde önce temas edilecek konuya ait hadîsleri ve sahâbîlerle
tabiîlerin sözlerini alır, sonra meseleleri zikreder. Umumiyetle her konunun
sonunda Ebu Hanîfe ile İbn-i Ebî Leylâ'nın ihtilâfa düştükleri meseleleri
zikreder. Bu eser, İmara Muhammed'in talebelerinden Ahmed b. Hafs tarafından
kendisinden rivayet edilen meselelerden ibarettir. Burada şer'î hükümlerin
illetlerim zikretmez.
4-
Kitab-üs-Siyer es-Sağîr ; Bu eserde cihada ait meseleler anlatılır.
5- Kitab'üs Siyer
el-Kebîr :
Bu kitap, îmam
Muhammed'in fıkıh konusunda yazdığı son eseridir. Talebesi Ebu Hafs Ahmed b.
Hafs Irak'tan ayrıldıktan sonra eser te'ttf edildiği için, diğer eserler, adı
geçen talebesi tarafından rivayet edildiğine rağmen bu eserde Ebu Hafs'm
rivayetine rastlanmamaktadır. İmam Muhammed'in talebelerinden olan Muhammed
Ebû Süleyman el-Cûzcânî ve İsmail b. Sevvâba tarafından kendisinden rivayet
edilmiştir. îmam Muhammed bu son eserini te'lif ederken, Ebu Yûsuf ile kendisi
arasında anlaşmazlık bulunduğu için Ebu Yû-sufun ismini hiç zikretmez. Ondan
bir hadîs rivayet etmek ihtiyacım duyduğu zaman «Bir sika'dan aldığıma göre»
tâbirini kullanır. Bu tâbiri kullanırken Ebu Yûsufu kasdeder.
Hicrî 4. asrın
başlarında görülen ve «el-Hâkim-üş-Şehîd» ünvaniyle tanınan, Ebu-1-Fadl
Muhammed b. Ahmed eî-Merûzî, te'lif ettiği «el-Kâfî» adlı kitapta îmam
Muhammed'in eserlerinde bulunan meseleleri Özetleyerek toplamıştır. Yazma olan
bu güzel eser Mısır kütüphanesinde bulunmaktadır.
imam Muhammed'in
eserlerinden birisi de «er-Red alâ Ehl-il-Medîne» adlı kitabıdır. Şafiî el-Umm»
adlı kitabında bu eseri ele alarak her mesele akebin-de, ya Medine ehlinin
görüşüne katılır veyahut Ebu Hanîfe'nin görüşüne uyar. îmam Muhammed'in bu
eseri Ebu Hanîfe'nin Medînelilere muhalefet ettiği meselelerden ibarettir.
Eserdeki meselelerden birisi şudur:
Adamı tutup başkasının
onu öldürmesine yardımcı olan kişinin cezası meselesi;
Adamı tutarak başkası
tarafından silâhla öldürülmesine imkân sağlayan kişi, Ebu Hanîfe'ye göre
öldürülmez. Ancak dövülür ve hapsedilir. Bil'fiil katil ise kısas yoluyle
öldürülür. Medine âlimleri ise, maktulün öldürülmek istendiği halde onu
tutarak katil tarafından Öldürülmesine yardımcı olduğu için ikisinin, de kısas
yoluyla Öldürülmesine hükmetmişlerdir.
Muhammed b. el-Hasan
demiş ki: «Tutan kişi, öldürmediği halde nasıl öldürülür? Katilin maktulü
öldürmek istemediği kanaatiyle maktulü tutarsa, tutanı öldürecek misiniz? Eğer
Medine âlimleri: Hayır! biz, tutan kişi, maktulün Öldürülmek istendiğini
sandığı takdirde Öldürülmesinin gereğine hükmederiz.» derlerse, onlara
denilecek ki: «Bu sözünüze göre tutanın Öldürülmesi, onun zannma bağlıdır.
Halbuki zan isabetli olabileceği gibi hatalı da olabilir...»
Size birkaç şey
soralım :
1- Maktulü
öldüreceğini bildiği halde katile onu gösteren adamı, maktulü tutan adam gibi
öldürür müsünüz?
2- Birisine
adam öldürme emrini veren kişiyi, katil ile beraber öldürür müsünüz?
3- Kadını
tenha bir yere koyup başkasının onunla zina etmesini sağlayan kişi, zina eden
adamla birlikte hadediIİr mi? Yahut yalnız zina eden adam mı hadedilir? Şayet
zina eden erkek ile ona kadın temin eden adamın ikisi de evli iseler, ikisi de
mi recmedilecek? Katil meselesinde, tutan kişinin Öldürülmesine hükmeden
fıkihçmm bu meselede her iki şahsın hadedilmesine hükmetmesi gerekir.
4- Birisine
şarap içiren kişi, şarap içen gibi hadedilir mi yoksa had yalnız içene mi
mahsustur?
5- İffetli
kadını zina ile itham etmek için adama
emreden şahsa, iftira eden kişiyle beraber «kazfj haddi tatbik edilir mi?
Kati meselesindeki
fetvanıza göre iftira edenin yanında ona bu işi emreden şahsın da had edilmesi
gerekir. Bize, İsmail b. Ayyaş el-Huriıûsî'den, o da Ab-dülmelik b. Cüreyc'den,
o da Ata b. Ebî Rebbah'dan, o da Ali b. Ebî Talib'-den rivayet ettiğine göre :
«Hz. Ali, bir adamı
kasden öldüren şahıs ve maktulü tutan kişi hakkında hükmederken, katilin
öldürülmesine ve maktulü tutanın ölünceye kadar hapsedilmesine karar
vermiştir.»
Şafiî demiştir ki:
«Cenab-ı Allah,
insanları işledikleri suçun kendisiyle cezalandırmayı ve katil suçunu işleyenin
katledilmesi hükmünü koyarak şöyle buyurmuştur:
(340) «Ey
iman edenler maktuller hakkında size kısas (misilleme) yazıldı (farz
edildi)...» (Bakara: 178)
(341) «
..Kim mazlum olarak öldürülürse biz onun velîsine (mirasçısına maktulün
hakkını talep hususunda) bir salâhiyet
vermişizdir...» (İsra: 33)
Bu âyeti tetkik
edenlerin malûmudur ki; maktulün velisi yalnız katili kısas yoluyla öldürme
yetkisine sahiptir.
Bir hadîs-i şerifte
şöyle buyuruluyor:
«Bir Müslümam katil
olduğundan dolayı öldüren (maktülün velisi) kişi, kendi eliyle kısas cezasını
vermiş olur.»
Zina edenler hakkında
Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor :
(342) «Zina
eden kadınla zina eden erkekden her birine yüzer değnek vurun...» (Nûr: 2)
İffetli kadınları zina
ile itham edenler hakkında da buyuruyor ki:
(343)
«Namuslu ve hür kadınlara (zina isnadı ile) iftira atan, sonra (bu babta) dört
şahid getirmeyen kimseler (in her bîrine) de seksen değnek vurun...» (Nûr: 4)
Kişi işlediği fiîl ve
söylediği sözle cezalandırılırken, bu fiîl ve sözden tamamen uzak olan
şahısların o suçtan dolayı cezalandırılmalarına rastlamadım. Eğer bir adam bir
şahsı hapseder de, başkası tarafından öldürülmesine yardımcı olursa, işlenen bu
suçtan dolayı katil öldürülür, hapseden kişi başka türlü cezalandırılır. Ben,
katili katlinden dolayı öldürürken, hapseden şahsı hapsetme suçundan dolayı,
Allah'ın hükmüyle öldüremem. Çünkü hapsetmek suçu öldürmek suçundan başka bir
şeydir. Hapseden şahsı, kâlil gibi öldürten fıkıhçı, Allah'ın bu husustaki
hükmünün yerini değiştirmiş olur.
Zara Cenab-ı Allah ;
(344) «Ey
iman edenler, maktuller hakkında size kısas (misilleme) yazıldı (farz
edildi)...» (Bakara: 178)
buyurmuştur.
Kısas, kişinin,
işlediği suçun çeşidiyle cezalandmlmasıdır. Hapsetme suçunu işleyen şahıs,
öldürme suçunu işlemiş midir? Hayır! O, ancak hapsetme suçunu işlemiştir.
Hapsetmek bir masiyettir. Bu masiyette kısas durumu yoktur, ancak tazir [165]
vardır. Hapsetme suçu, öldüremek maksadiyle olsun olmasın, netice itibariyle
öldürme çeşidine dönüşmez. Eğer öldürmek niyetiyle işlenen hapsetmek suçu,
öldürmek suçu yerine geçmiş olsaydı hapsetme suçunu işleyen şahıs, hapsettiği
kişiyi öldürmemiş olsa dahi katil hükmünde telâkkî edilerek, kısas yoluyla
Öldürülmesi gerekecekti. Çünkü katil yerine geçen suçu, bilfiil işlemiştir.
Netice itibariyle görüldüğü üzere durum, arkadaşımız Maîik b. Enes'in dediği
gibi değildir. Bu hususta Muhammed b. el-Hasan'ın sözü kısmen isabetlidir.
Muhammed'in arkadaşımıza yaptığı itirazların çoğu yerindedir. Ancak Muhammed
başka bir yerde gaflete düşmüştür. Dolayisiyle arkadaşımıza karşı delil olarak
kullandığı bütün hüccetler, onun da aleyhinde olmuş olur. Eğer, Muhammed b.
el-Hasan'ın düştüğü gaflet ve bununla ilgili durum nedir? diye sorulursa,
denilecek ki:
Muhammed diyor ki:
«Bir gurup soyguncu, yol keserek adamları öldürdükleri zaman soyguncuların
işledikleri suçlan uzaktan seyreden ve seslerini işİ-ten arkadaşları varsa,
suça iştirak etmemiş olan bu arkadaşları bu suçun işleneceğine kani olmasalar
dahî, soygun ve katii suçuna fiilen iştirak edenler öldürüleceği gibi, olaya
katılmamış olan ve yalnız seslerim duyan arkadaşlarının da destek durumunda
olmalarından dolayı.öldürülmeleri gerekir.»
Şafiî diyor kî:
Ben, Muhammed b. el-Hasan'a
: «Verdiğin bu fetva konusunda deîil olabilecek herhangi bir şeyi gördün mü?»
diye sordum. Fakat o bana herhangi bir rivayet zikretmedi. Bundan sonra ben ona
dedim ki:
«Zayıf bir adam,
kuvvetli ve güçlü bir adamı öldürmek istediğini güçlü bir şahsa anlatarak; «—
Ben zayıf olmasaydım falan adamı öldürürdüm.» deyince, güçlü şahıs; «— Ben onu
tutar yere yatırının ve sana yardımcı olurum!» diyerek adamı yere yatırır,
göğsü üzerinde oturur, çenesini kaldırır, boğazlamaya hazır vaziyete getirir,
zayıf adama da bıçak verir. Bunun üzerine zayıf adam da yanaşarak adamı
boğazlarsa; senin sözüne göre boğazlayan şahıs öldürülür, Çünkü katildir. Fakat
öldürme işini hazırlayan şahsın işlediği suça iltifat etmeyerek dersin ki:
«Sebep başka şeydir, işlenen fiil başka şeydir. Allah, insanları işledikleri
fiiller sebebiyle cezalandırır.»
Sana soruyorum; zayıf
adama yardım eden bu şahsın yardımı ile, soyguncuların desteği durumunda olan
arkadaşlarının yardımından, hangisi daha kuvvetlidir? Diğer taraftan, soyguncuların
arkadaşları ile ilgili olarak diyorsun ki: Eğer onlar, soyguncuları destekler
ve görür de seslerini İşitmezlerse, bahis konusu oîay dolayısıyle soyguncular
Öldürülürken; destekleyici durumunda olan arkadaşları Öldürülmez, ancak tâzir
cezası ile cezalandırılırlar. Bu ses İşitme Ölçüsünü kim sana
tesbit,.etmiştir?» imam Muhammed bu soruma cevaben:
«Senin arkadaşın
(Malik b. Enes) benimle beraberdir. Soyguncuların arkadaşları hakkında benim
verdiğim fetvayı o da vermiştir.» dedi. Ben ona «Ma-Iik'in sözü senin için bir
hüccet olabilir mi? Senin sözün hüccet olmayınca, sözünü reddettiğin
arkadaşımızın sözü senin için nasıl hüccet olabilir?» dedim. Bundan sonra
Muhammed bana dedi ki: «Sen, bu görüşte değil misin?» Ben ona: "Hayır! İyi
düşünen bir kimsenin böyle söylediğine rastlamadım. Soyguncuların olayla
ilgili seslerini işiten ve olaya karışmamış olan arkadaşlarının öldürülmesine
fetva veren kişi, Kitab ve ma'kûl kiyas'ın hükmünden çıkmış olur. Bu konuda
dayandığı deliller diğer taraftan onun aleyhinde tecelli eder. Sen bir mesele
hakkında delil getirirsen veya başkasının delilini reddedersen, aynı hataya
düşmezsen senin için çok iyi olur,» dedim.
Bundan sonra Saf» der
ki:
Muhammed, delil olarak
Hz. Ali'nin, katili Öldürttüğünü ve tutanı ölünceye kadar hapsettirdiğini
rivayet eder. Halbuki kendisi, tutanı müebbed hapse mahkûm etmez de derhal
öldürtür ve böylece rivayet ettiği deliline kendisi muhalefet etmiş olur. İmanı
Muhnmmcd'in «er-Rcd Ala-Ehli-i-Medinc» adlı kitabının tamamı bu memeli a kaleme
alınmıştır. Tarafların delillerini karşılaştırdığı için fıkıhçılara şayanı
tavsiyedir. Muhammed'in «Kitab el-Asarn adlı Hİr eseri de vardır. îbn-i Nedim,
bunu zikretmemiştir. Biz yazma olan bu eseri Mısır kütüphanesinde gördük. Bu
kitapta Hanefî imamlarının delil olarak kabul ettikleri sahâbî ve tabiîlerin
sözleri toplanmıştır.
İmam Muhammed'in
NEVADIR diye tanınan bir kısım kitapları da vardır ki, bu kitaplar tatmin
edici bir yolla rivayet edilmeyen eserleridir. Bu tür eserleri onun fıkıh
konusundaki notları olarak kabul edilir. Bunların başlıcalan: [166]
İmam Muhammed, imam
Malik'in «Muvatta'» kitabını rivayet edenlerdendir. Kendisi hadîsleri rivayet ettikten
sonra, Ebu Hanîfe'nin amei ettiği ve rivayet edilen hadıs'e uygun veya aykırı
düşen hükümleri ele alır, hadîs'e aykırı olduğu takdirde bunun sebebini izah
eder.
Ehu Hanîfe'nin eser
veren tilmizlerinden birisi de el-Hasan b. Ziyâd el-Lu'Iuî'dİr. Kendisi Ebu
Hanîfe'den rivayeten «Kitab-üI-Müccrrcdsİ telif etmiştir. Bu kitapta nafaka,
haraç, miras, vasiyet gibi çeşitli fıkıh bölümlerine yer verilmiştir. îtimad ve
sağlamhk bakımından el-Hasan b. Ziyad'ın Ebu Hanîfe'den yaptığı rivayetler,
Muhammed b. el-Hasan'm rivayetlerinden sonra gelir.
Ebu Hanîfe'nin
mezhebinde eser veren zatlardan birisi de Muhammed b. el-Hasan*m tilmizi, Isa
b. Ebbân'dır. Onun başlıca eserleri:
Kitab-üİ-Hacc, Kitab-ü
Haber-iI-Vahİd, Kitab-ül-Camiî', Kitabu îsbst-il-Kıyas, Kitab-u
ictihad-ir-Re'y'dir.
Ayrıca «Hiİâl-ür-Re'y»
lâkabı ile meşhur olan Hilâl b. Yahya, Muhammed b. Semmâa (Muhammed b.
el-Hasan'ın kitaplarını rivayet edenlerdendir.) vs «Hassâf» diye meşhur olan
Ahmed b. Ömer b. Miiheyr gibi yazarlar da vardır. Ahmed b. Ömer'in en meşhur
eseri halen piyasada mevcut olaa «eî-Kitab û-l-Evkâf» adlı eseridir.
Bu devir, «Kitab-u
ihtilâf-il-Fukaha» adlı 80 bölümden ibaret büyük bir eseri yazan ve maalesef
ikmâl edemiyen, tanınmış ya/arlardan olup zamanının fıkıh imamı sayılan Mısırlı
Ebu Ca'fer Ahmed b; Muhammed b. Seleme el-Ezdî et-Tahâvî ile kapanmıştır. Bu
zat, ayrıca şu eserleri vermiştir: Yaklaşık olarak 2000 sahifeden ibaret olan
«Kitab-u Şerh-i Müşkil-il-Ehadîs ve Kitab-u Şerh-i Meâni-1-Âsar». Biz bu kitabı
elde ederek tetkik fırsatını bulabildik. Gerçekten bu eserin ilimle dolu,
Resûlüllah'ın sünnetini iyice belleyen ve fıkıhçılann fetvalarını
mesnedleriyle birlikte tamamen kavramaya muvaffak olan yüce bir âlimin eseri
olduğuna şahid olduk. Tahâvî'nin başka kitapları da vardır. İbn-i Ne-dİm,
«EI-Fihrist» de hepsini tanıtmaktadır.
Bu devirde' Hanefî
Mezhebiyle ilgili olarak te'lif edilmiş olan başlıca eserler bunlardır.
Bunların başında, Ebu Hanîfe'nin ve arkadaşlarının mezhebinin esasını teşkil
eden İmam Muhammed'in kitapları gelmektedir. Gelecek devirde yetişmiş olan
Hanefî âlimleri umumiyetle İmam Muhammed'in kitaplarıyle meşgul olup, ona
şerhler yazmaya, açıklamalar yapmaya çalışmışlar ve ona itimat ederek
kolaylıkla bol bol istifade etmişlerdir. [167]
Medine imamı Malik b.
Enes'in mezhebine ait kitaplar:
İmam Malik'in a Muvatta'» adh kitabı
meşhurdur. Ondan ilim ve feyiz alan birçok ilim adamı, bu kitabı ondan rivayet
etmiş ise de, fazlalık ve noksanlık bakımından rivayetlerde bazı ihtilâflar
vukubulmuştur. En meşhur rivayet Yahya b. Yahya el-Leysî'nin rivayetidir.
Mısır'da basılan ve en çok okunan Muvatta' bu rivayete aittir. Muhammed b.
el-Hasan'ın rivayet ettiği Muvatta' da Hindistan'da basılmıştır.
İmam Malik'in bu
kitabdaki âdeti şudur:
Her konunun başında
önce ilgili hadîsleri, sonra sahâbîlerin veya tabiîlerin1 sözlerini
zikretmektedir. Ancak umumiyetle Medine ehlinden olan ashab ve tabiînin
sözlerini alır. Bazen de diğer sahabe ve tabiîlerin sözlerini nakleder. Zaman
zaman Medîne halkının amelini veya Medine'de üzerinde ittifak edilen hususları
zikreder.
Muvatta'dan örnek
verelim :
Hasta Adamın Boşama
İşlemi:
Mâlik, İbn-i
Şihâb'dan, o da Talha b. Abdullah b. Avf ile Ebu Seleme b. \bdurrahman b.
Avfdan rivayet ettiğine göre :
«Abdurrahman b. Avf
hasta iken karısını üç talâkla boşadı. Hz. Osman b. Affan boşanan kadını,
iddetinin bitiminde kocası Abdurrahman'dan mirasçı kıldı.»
Mâlik, Abdullah b.
el-Fazl'dan, o da el-Â'rec'den rivayet ettiğine göre Hz. Osman b. Affan,
hastalığında karılarını boşayan İbn-i Mükemmel'in karılarım ondan mirasçı
kıldı.
Mâlik diyor ki: «—
Ben, Rebîa b. Ebî Abdurrahman'ı şöyle söylerken işittim; «Bana ulaşmış ki
Abdurrahman b. Avfın karısı boşanmasını kocasından istedi. Kocası da dedi ki:
— Sen aybaşı âdetini görüp temizlenince bana haber ver ki seni boşayayim. Fakat
karısı, henüz aybaşı âdetini görmeden, hastalandı. Onun hastalığı devam
ederken aybaşı âdetini görüp temizlenen karısı, durumu ona bildirince; hasta
olan Abdurrahman, karısını kesin olarak boşadı veyahut kalmış olan son talâkla
boşadı. Abdurrahman vefat edince boşadığı karısının iddetinin bitiminde Hz.
Osman onu mirasçı kıldı.»
Mâlik, Yahya b.
Saîd'den, Muhammed b. Yahya b. Habbân'in şöyle söylediğini rivayet ediyor :
«Dedem Habbân'ın, birisi Hâşimîlerden ve diğeri ansâr-dan olan iki karısı
vardı. Dedem, ansardan olan karısını süt emzirdiği halde boşadı. Boşama
üzerinden bir sene geçtiği halde, kadın süt emzirdiğinden dolayı henüz aybaşı
âdetini görmemişti. Bu arada dedem vefat etti. Boşanan kadın, iddetinin
bitmediği gerekçesiyle mîrasçilık hakkına sahip olduğunu söyledi. Ha-şİmî olan
diğer kadın bu görüşte olmadığı için meseleyi Hz. Osman'a intikal ettirdiler.
Hz. Osman, boşanan kadının mirasçı olduğuna hükmetti. Haşimî kadın neticeden
hoşlanmadığını belirtince; Hz. Osman ona : «Amcan oğlunun uygulaması budur.ı
dedi. Bu sözle, Hz. Ali'yi kasdetti.
Mâlik, İbn-i Şihâb'dan
şunu işittiğini söyler :
Hasta iken karısını üç
talâkla boşayan adam Ölünce, boşadığı karı ona mirasçı olur.»
Mâlik dedi ki: «—
Henüz zifafa girmemiş iken ve hasta İken karısını bo-şaysn adam, mehrin
yarısını Ödemekle mükelleftir. Şayet ölürse, boşanan kadın ona mirasçı olur.
Zifafa girilmediği için de iddet diye bir bekleme süresi yoktur. Eğer zifafa
girdikten sonra bu durum olursa, mehrin tamamı ödenecek ve raîras hakkı da
vardır. Bizce bu kadının bakire veya dul olması neticeyi değiştirmez. »
Muvatta'da bulunan
hadîsler, İmam Malik'in sahih gördüğü hadîslerin tamamıdır.
Sorulan fıkhı
meselelere İmam Mâlik tarafından verilen cevaplar da onun tilmizleri tarafından
tedvin edilmiştir. Bu sahada ilk eser veren zat, Esed b. el-Fırat'dır. «Metn-u
Halil» adlı kitabın şârihi eş-Şeyh Alîş'İn anlattığı veçhiyle; Esed, Irak
fıkıhçısı Muhammed b. el-Hasan'dan aldığı sorulan kitap haline getirdikten
sonra bunları İmam Mâlik'İn tilmizi Abdurrahman b, el-Kasım'a soruyor. İbn-i
Kasım da İmam Malik'in görüşüne göre gerekli cevapları veriyor. Verilen
cevapları da tedvîn eden Esed, bunları Kayravan'a getiriyor. Orada Sah-nûn da
kendisinden naklederek ayrıca yazıyor. Sorularla cevaplan ihtiva eden kitaba
ffEl-Esediyye» ismi verilmiştir. Bilâhare h. 188 yılında Sahnûn, bir araya
getirdiği bu meseleleri îbn-i Kasım'a getirerek onun tetkikinden geçirip bazı
tashihler yaptırdıktan sonra h. 191 yılında tekrar Kayravan'a dönüyor.
Sah-nûn'un bir araya getirdiği meseleler, te'lif bakımından Esed b. el-Fırat'm
kitabına uygun sıra takip etmekle beraber, Esed, yazdığı kitaptaki meseleler
arasında sıra takibini dikkate almadığı ve konulara ait bölüm başlıklarına yer
vermediği halde, Sahnûn bu hususları da dikkate alıyor. Sahnûn'un eserinde
konular bölümler halinde sıralanmış, ayrıca ilgili meseleler arasında bir
sıralama yoluna gidilmiştir. Bundan başka Sahnûn, İmam Mâlik tarafından verilen
cevapların kaynağını teşkil etlen hadîslerle, sahâbî ve tabiîlerin sözlerini de
yazmaya baş-lamtşiır. Bu mcyanda İbn-i Vchcb'in MuvaUa'ından ve diğer
kaynaklardan da Sahnûn faydalanmıştır. Maalesef S;ıhnûn, başladığı bütün
meselelere ait kaynaklan tedvin etme işini tamamlayamamıştır.
Yukarıda belirttiğimiz
gibi ibn-i Kasım'ın rivayeîiyle İmam Mâlik tarafından cevaplandırılmış olan ve
Esed b. el-Firat ile Sahnûn tarafından tedvin edilmiş olan eserden bir örnek
verelim : [168]
İbn-i Kasım ile İmam
Mâlik arasında şöyle bir konuşma cereyan etmiştir: Mâlik : — En â!im adam,
durum ve davranışı İslâm'a uygunluğu şartıyle namaz kıklarmahdır. İlimden sonra
yaşlılık da tercih sebebi olur.
îbn-i Kasım : — Bundan
sonra kıraati en iyi olan namaz kıldırmahdır, değil mi?
— Hayır! Durum ve davranışı İslâm'a uygun
olmayan kişinin kıraati daha iyi olabilir.
İmam Mâlik:
tBinek hayvanına
sahibiyle birlikte başkası binecek olursa, binek sahibi, eyer'e ve diğeri de
terkisine binmcliüir. Keza; bir evde camaatla namaz kılındığı zaman, ev sahibi
namaz kıldırmahdır. Ancak onun izniyle bu öncelik hakkı başkasına geçebilir,
denilmiştir.» der.
İbn-i Kasım, İmam
Mâlik'in başkasına atfen naklettiği bu görüşü tasvip ettiğini gördüğünü söyler.
Esed b. el-Fırat;
«Ben, ibn-İ Kasım'a kıraati güzel olan kişinin, olmayan imama uyması
hususundaki Mâlik'in görüşünü sordum, şu cevabı aldım.» der:
— İmam Mâlik demiş ki «İmam, kıraati terkettiği
takdirde, hem onun hem de camaatın namazı bozulur. Vakit çıkmış olsa
bile namazı iade etmeleri gerekir.»
Kıraati düzgün olmayanın
imamlığı, kıraati terkedeninkinden beterdir. Zira namaza başlarken hiç kimse,
kıraati düzgün olmayan kişiye uymamalıdır.
İbn-i Kasım :
— Kaderiyye mezhebine mensup imam
arkasında namaz kılma hükmünü
Mâlik'e sordum .
— Eğer onun Kaderi olduğunu kat'î olarak
bilirsen arkasında namaz kılma!
— Cuma namazında bile ona Uymayayım mı?
— Evet! Eğer dediğim gi>i, kat'î olarak
bilirsen uymamalısın. Ancak benim görüşüme göre eğer o imamdan sakınır ve bu
yüzden hayatî bir tehlikeye düşmekten korkarsın, cuma namazında ona uy, fakat
cuma farzından sonra o günkü öğle farzını tekrar kıl. Nefsin arzularına
uyanlar, Kaderîler gibidir.
İbn-i Kasım dedi ki;
Ehl-i Bid'attan olan imam arkasında namaz kılan şahsın kıldığı namazı iade
etmesinin gerekli olup olmadığı sorulduğu zaman; Mâlik, bu hususta müsbet veya
menfî bir şey söylemezdi. Benim görüşüme göre vakit çıkmamış ise namazı iade
etmelidir.
İbn-i Mes'ûd'un
kıraâtıyle okuyan imam arkasında namaz kılanın durumu Mâlik'c soruldu. Mâlik
şöyle cevap verdi :
«İktida eden şahıs
derhal namazı terkeder.»
«Bid'at ehlinden kız
alınmaz, onlara kız verilmez, selâm verilmez, arkalarında namaz kılınmaz ve
cenazelerinde bulunulmaz,! demiştir.
Esed b. el-Fırat diyor
ki: «Ben İbn-i Kasım'a sordum : İmam Mâlik'e atfen yaptığınız beyana göre
İbn-i Mes'ûd'un kıraâtıyle namaz kıldıran İmama uyan şahıs, durumu sezince
derhal namazdan çıkmalı ve o imamı derhal terk etmelidir. Şu halde İmam
Mâlik'in görüşüne göre, uyan şahıs, namazını bitirdikten sonra farkına varırsa
kıldığı namazı iade edecek mi?
Ibn-i Kasım cevaben
dedi ki : «— İmam Mâlik, bu hususta bir şey söylememiştir. Yalnız, namaz
esnasında farkına varan şahıs, namazdan hemen çıkmalıdır, dediğine göre benim
şahsî kanaatime göre selâmdan sonra durumu anlarsa, vakit çıkmış oisun olmasın
o namazı iade etmesi gerekir.»
Yukarıda bir örneğini
verdiğimiz soru-cevap şeklindeki bu kitapta 26.000 mesele vardır. Bu eser,
Mâliki Mezhebine mensup olanlar için fıkıh ilminin esasıdır.
İmam Mâlik'in eser
yazan etbaından birisi de Mısırlı Abdullah b. Abdüİ-hakem'dir. Kendisi, Eşheb
adlı âlimin kitaplarını Özetleyerek «el-Muhtasâr-ul-Kebîr» adlı kitabı te'lif
etmiştir. Ayrıca «el-Muhtasâr-uI-Evsât» ve «el-Muhta-sâr-üs-Sağîr» isimli iki
eser daha vermiştir. El-Muhtasâr-üs-Sağîr isimli kitaBı Mu vat ta1 in özeti
sayılabilir. El-Muhtasâr-ul-Evsat ise iki kısımdan ibaret olup, bir kısmını
el-Karâtisî, diğerini de müellifin oğlu Muhammed ve Saîd b. Hassan rivayet
etmiştir. Karatisî rivayet ettiği kısma bazı hadîsler ilâve etmiştir. Adı geçen
âlimin te'lif ettiği lel-Muhtasar» adlı üç kitabın büyüğünde 18.000 mesele,
küçüğünde 1.200 mesele ve diğerinde 4.000 mesele bulunduğu söylenir.
Yine eser veren
Mâlik'in etbaından bir diğeri de Esbağ b. el-Ferec'dir. Kendisi
«Kitab-üI-Usûl» ve 22 bölümden ibaret olan «Kİtab-u Semâih-i min İbni-I-Kasım»
isimli iki te'lif meydana getirmiştir.
Abdullah b.
Abdülhakem'in oğlu Muhammed de «Kitab-u Ahkâm-iI-Kur'-âns, «Kitab-ül-Vesaik
ve-ş-Şurût«, «Kitab-u Adâb-iİ-Kudât» ve «Kitab-üd-Da1-va ve-1-Beyyinât» adlı
eserler yazmıştır.
Muhammed b. Ahmed
el-Atbî el-Kurtûbî'nin yazdığı «el-Müstahrece» adlı kitapta tutarsız birçok
rivayetlere ve bir hayli zayıf meselelere yer verilmiştir. Tuhaf meseleler getirilir,
yazarın hoşuna gidince çevresindekilere; Bunlar: el-Müstahrece'ye yazınız,
idhâl ediniz.» derdi. îbn-i Vaddâh, el-Müstahrece'de çok hata bulunduğunu
söylemiştir. Muhammed b. AbdÜlhakem de: tBahis konusu kitapta bulunan
meselelerin çoğu asılsız ve uydurmadır.» demiştir. Ebu Muhammed b. Hazm
ez-Zahirî, bu eserden bahisle Afrika'da bulunan bazı çevrelerin esere değer
verdiğini söylemiştir. Yahya b. Ömer eUKinânî, el-Müstahre-ce'yi özetleyerek
«el-Müntahabe» adlı kitabı meydana
getirmiştir.
Muhammed b. Sahnûn,
yaklaşık olarak 60 fıkhı bölümü ihtiva eden ve değerini ilmî meseleleri ele
almakla kazanan «el-Catni'ı diye meşhur kitabı te'Iif etmiştir.
Muhammed b. İbrahim b.
Abbas da «el-Mecmua alâ Mezheb-i Mâlik ve AshâbihİB İsmini verdiği kitabı
yazmış ise de, ölüm tamamlama fırsatını vermedi.
Bu devirdeki Mâiikî
Mezhebine mensup yazarların en büyüklerinden olan iki sîmadan birisi şarkta,
diğeri de Mısır'da görülmüştür. Şarktar görülen zat «el-Mebsût» kitabını te'Iif
eden Kadı İsmail b. îshak'tır. Kendisi ayrıca Ebu Hanî-fe, Şafiî ve Muhammed b.
el-Hasan'a karşı reddiye mahiyetinde bir eser yazmıştır. Mısır'da çıkan büyük
âlim ise «îbn-ül-Mevvâz» künyesiyle tanınan Muhammed b. İbrahim b. Ziyâd
el-İskenderî'dir. Kendisinin fıkıhta yazdığı kitap güvenilir kaynak bakımından
olsun, geniş izah ve çeşitli meselelere yer yerme yönünden olsun, Mâliki
Mezhebinde yazılmış olan fıkıh kitaplarının en önemlisi ve en büyüğüdür.
El-Kabisî adlı âlim, İbn-ul-Mevvaz'ın bu kitabına sair kaynak kitapların
üstünde bir yer vermiştir. [169]
İmamlar içerisinde
mezhebine intisab edenler için, kaynak sayılan kitapları bizzat te'Iif ettiği
bilinen yegâne İmam, Şafiî'dir. Kendisi gerek Irak'ta iken ve gerekse Mısır'da
iken, eserlerini tilmizlerine bizzat dikte ettirmek suretiyle meydana
getirmiştir. Irak'ta yazdığı kitaplarına «Kadîm» (eski) mezhebi ve Mısır'da
yazdığı kitaplarına «Cedîd*-(yeni) mezhebi denilir. Genellikle cedîd mezhebi
ile amel edilir.
Başlıca Kitapları:
1- Ahkâmın
delilleri hakkındaki t Risale» :
Bu eser daha Önce
anlattığımız «Er-Risâlet-ül-Usûliyye» adli kitabıdır.
2-
Kitab-ül-Umm:
Bu eser, asrında
benzeri yazılmamış eşsiz bir eserdir. Muhakeme kuvveti, meselelerin tahlil ve
tetkikiyle her meseleyi gereken itina ile ele almak hususunda, gerçekten
yepyeni bir üslûp ile kaleme alınmıştır. Muhammed b. el-Ha-san, kitaplarında,
daha önce anlattığımız gibi fıkhı meseleleri sıralamış, fakat meselelerin
delillerini zikretmemiştir. El-Umm,
böyle değildir. Her meseleyi deliliyle zikreder. Çoğu zaman kendisine muhalif
kalan fikıhçılarm görüşlerini de ele alarak, delillerle çürütmeye çalışır.
Değerli
okuyucularımıza, el-Umm'dan bir parça almakla eserin üslûbu hakkında bilgi
sunmaya çalışalım.
Namaz Esnasında Konuşmak :
Bu bahsin girişinde,
aşağıda yazılı üç hadîsi senetleriyle beraber rivayet etmiştir.
1- Abdullah
b. Mes'ud'un şöyle söylediği rivayet edilmiştir:
«Habeşistan'a hicret
etmezden önce Resûlüllah, namazda iken yanına vardığımızda, biz, Ona selâm
verirdik. Kendileri de namaz esnasında oldukları halde selâmımızı alırdı. Biz,
Habeşistan'dan dönünce, ben, ResûIUIIah'm huzuruna çıktım. Kendisi namazdaydı.
Eski alışkanlığımız icabı olarak Ona selâm verdim, fakat O, selâmımı almadı.
Ben selâmımın alınmamasından dolayı uzaktan yakından hatırıma gelen bir takım
evhamlarla endişelenmeye başladım. Hemen durduğum yerde oturdum ve neticeyi
korku ile bekledim. Resûlüllah, namazını bitirdiği zamaa, Ona doğru gittim.
Bana dedi ki: «Allah, dilediği yeni emirler verir. Allah'ın verdiği yeni emirlerden
birisi de, namazda konuşmamanızda.»
2- Ebû
Hurcyre'nin şöyle söylediği rivayet edilmiştir ;
«Resûlüllah, dört
rck'atlı bir namazda iki rek'attan sonra selâm vererek namazdan ayrıldı.
Zülyedeyn Ona; «Ya Rcsûlaüah! Namaz mı kısaldı yoksa sen mi unuttun?» dedi.
Rcsûlüllah camûata yönelerek : «Zülyedeyn doğru mu söyledi?» diye sorunca,
camaat: «EvetD cevabını verdi. Bunun üzerine Rcsûlüllah kalktı, iki rek'al daha
kılıp selâm verdikten sonra tekbir alarak, sair zamandaki secdeler kadar veya
daha uzun iki secde yaptı.»
Ebu Hureyre başka bir
rivayette; bu namazın ikindi farzı olduğunu zikretmiştir.
3- lmran b.
Husayn'ın şöyle söylediği rivayet edilmiştir :
«RcsûHillah ikindi
farzının üçüncü rek'atmdan
selâm vererek namazdan çıktı ve kalkıp hücre (hâne) sine
girdi. Elleri uzun olan «el-Hirbâk»
kalkıp; «Ya Rcsûlallah! namaz
kısaldı mı?» diye nida etti. Bunun üzerine Resûlüllah, ridâsını çekerek Öfkeli
bir halde hücresinden çıktı ve durumu ordakilere sordu. Üç rek'attan selâm
verdiği Ona bildirilince; kalan bir rek'atı da kılarak selâm verdikten sonra,
iki secde yapıp tekrar selâm verdi.»
Şafiî, bu üç hadîsi
konunun başında senedleriyle beraber naklettikten sonra demiştir ki :
«Biz, bu hadislerin
hepsini alarak onlarla amel ederiz. Bunun için deriz ki: Namazda olduğunu
hatırladığı halde bilerek
hiç kimse -namaz esnasında konuşamaz. Şayet kasden
konuşursa, namazı bozulur ve
yeniden namaza başlaması gerekir. Çünkü
İbn-i Mes'ud'un hadîsi bunu âmirdir. Benim rastladığım ilim ehlinden kimsenin,
bu hükme muhalif kaldığını bilmiyorum.
Namazı tamamladığı
kanaatiyle veya namazda olduğunu unutarak, namaz içinde konuşan kişi, durumu
anlayınca; kılmış olduğu rek'atlar bozulmamış sayılır. Bu nedenle nama/ma
devamla, kalan rck'atlan kılmakla namazını tamamlar ve sonunda sehiv secdesi
yapar. Zira Zülycdeyn'in hadîsi bunu gerektirir. Bu durumda konuşan kişi, namaz
esnasında olmadığı görüşüyle konuşmuş oluyor. Namaz dışında konuşmak ise
mubahtır. Ibn-i Mes'ud'un hadîsi, Zülycdeyn'in hadîsine aykırı değildir. Yani
aralarında bir çelişki yoktur, ibn-i Mes'ud'un hadîsinde geçen konuşma
kelimesi, mücmeldir. Zülyedeyn'in hadîsi, bu mücmel kelimeyi açıklamış oluyor.
Çünkü Zülycdeyn'in hadîsinden anlaşılıyor ki, Resûlüllah bilerek ve kasden
yapılan konuşma ile, namazda olduğunu unuttuğu veya namazını tamamladığına
inandığı için yapılan konuşmayı birbirinden ayırmıştır.
Şafiî sözlerine
devamla diyor ki :
Namaz esnasında
konuşma hususunda, ilim adamlarından birisi bize muhalefet ederek, görüşümüzün
aleyhinde emsali görülmemiş bir hayİİ delilleri derleyip toplamıştır. Bu zat,
başka konulara ait 2-3 meselede de bu gibi gayreti göstermiştir.
Konumuz olan bu
meseleyle ilgili olarak, o zat bana şöyle söyledi:
«Zülyedeyn'in hadîsi,
Resûlüllah'tan rivayet edilen sabit, sağlam ve çok meşhur bir hadîstir. Onun
sıhhati hususunda bir diyeceğimiz yoktur. Lâkin, mensûhttır.»
İmam Şafiî:
— Ne ile
mensuhtur?
— tbn-i Mes'ud'un hadîsiyle! .
— İki hadîs birbirine aykırı düşerse, bilâhare
buyurulbn hadîs ilk hadîsi nesheder, değil mi?
— Evet!
— Sen, İbn-i Mes'ud'ım hadîsiyle ilgili şu
hususları hatırlamıyor musun? îbn-i Mes'ud; Mekke'de Kabe yanında Resûîüllah'ı
bulup Onu ziyaret ettiğini söylemiştir. Sonra Habeşistan'a hicret edip,
bilâhare Mekke'ye dönmüştür. Bir müddet sonra da Medine'ye hicret etmiş ve
Bedir savaşma katılmıştır.
— Evet! Bunları aynen hatırlıyorum.
— O halde, îbn-i Mes'ud'un, hadîste beyan
ettiği Resûlüllah ile olan mülakatı hicretten önce vuku bulmuştur. Diğer
taraftan İmran b. Husayn rivayet ettiği hadîste; ResÛlüllah'ın, mescidine
bitişik hücresine girdiğini ifade ediyor. Sen bilmiyor musun ki, Resûlüllah
Mekke'den Medine'ye hicret ettikten sonra, Medine'deki mescidinde namaz kılmış,
hicretten önce Onun, Medine mescidinde namaz kıldığı iddia edilemez.
— Evet, îmran b. Husayn'ın rivayet ettiği olay
hicretten sonra vuku bulmuştur.
— O halde, ilk olan Ibn-i Mes'ud'un hadîsinin,
Zülyedeyn'İn hadîsine nâ-sih olamıyacağını, îmrân b. Husayn'ın hadîsi
isbatlıyor. Ayrıca Ebu Hureyre diyor
ki: «Resûlüllah, bize dört rekâtlı namazı kıldırırken iki rek'attan selâm
verdi...»
— Ben, Ebu Hüreyre'nin ne zaman ve nerede
Resûlüllah ile bu namazı kıldığını bilmiyorum. Onun için, bu bana karşı bir
delil sayılamaz.
— Senin tereddütsüz olarak kabul ettiğin îmran
b. Husayn'ın hadîsi, meselenin aydınlığa kavuşması bakımından yeterlidir. Bununla
beraber şunu da söyleyeyim ki; Ebu Hüreyre, Hayber'de Resûlüllah'la sohbet
etmiştir ve kendisi demiş kî: t Ben, Medine'de üç veya dört yıl ResÛlüllah'ın
sohbetinde bulundum. » (Hadîs Ravisi Rebî', Ebu Hüreyre'nin sohbet süresinde
tereddüt etmiştir.) lbn-i Mes'ud'un Habeşistan dönüşünde, Mekke'de Resûlüllah'la olan mülakatı
arasında bir hayli zaman vardır ki, bu zamanın bir kısmını Resûlüllah Mekke'de
geçirmiş, bir kısmım da Medine'de geçirmiştir.Bu durumda lbn-i Mes'ud'un
hadîsi, bundan sonra vukubulan sohbet esnasında buyurulan Ebu Hureyre hadîsine
nâsih olabilir mi?
— Hayır, olamaz.
— Eğer dediğin gibi îbn-i Mes'ud'un hadîsi, Ebu
Hüreyre'nin hadîsi ile ttnran b. Husayn'ın hadîsine aykırı düşseydi ve namaz
esnasında bilerek yaptığın konuşma ile namazı tamamladığın kanaatiyle veya
namazda olduğunu unutmakla yaptığın konuşma arasında bir fark bulunmasaydi,
Ibn-i Mes'ud'un hadîsi aykırılık dolayısryle mensûh sayılacaktı ve dolayısıyle
namaz esnasında her türlü konuşma mubah kalacaktı. Lâkin, aslında lbn-i
Mes'ud'un hadîsi, diğer hadîslere aykırı değildir. Dolayısıyle ne nasihtir, ne
de mesûhtur. Üç hadîsin hükmü de anlattığım gibidir. Bu üç hadîsten çıkarılan
hükümler: evvelce söylediğim gibi namaz esnasında bilerek konuşmak namazı
bozar. Ama namazı tamamladığı kanaatiyle veya namazda olduğunu unutarak
yapılan konuşmanın, kendisi
için mubah olduğunu
telâkki ederek, namaz esnasında konuşan şahsın namazı bozulmaz.
— Siz, Zülyedeyn'İn Bedir savaşında şehid
edildiğini biliyorsunuz.
— Bunu dilediğin gibi kabul et, netice
değişmez. Çünkü İmrân b. Husayn'ın hadîsinde bahsedilen ResÛlüllah'ın namazı,
Medine'de değil miydi? Bu namaz Medîne'de olunca, îbn-i Mes'ud'un Mekke'de
vukubulan olayla ilgili hadîsinden sonra olduğu, meydana çıkmış olmaz mı?
— Evet. îmrân b. Husayn'ın hadîsindeki namaz,
lbn-i Mes'ud'un hadîsin-deki namaz olayından sonradır.
— Zülyedeyn Bedir'de şehid edilmiş ise bunda
senin görüşüne yarayacak bir delil yoktur. Çünkü Bedir savaşı, ResÛlüllah'ın
Medine'ye hicretinden 16 ay sonra vuku bulmuştur.
— Kendisinden hadîs rivayet ettiğiniz
Zülyedeyn, Bedir'de şehid edilen
Zülyedeyn midir?
— Hayır! Kendisinden hadîs rivayet edilen zatın
isminin tel-Hirbâk» olduğu, lmrân'ın ifadesinden anlaşılıyor. Îmrân, onun
lâkabının tKasir-ül-Yedeyn veya Medid-ül-Yedeyn» olduğunu söyler. Bedir'de
şehid edilen zatın lâkabı ise «Zü-ş-Şirnâleyn»dir. Eğer ikisine de Zülyedeyn
Jflkabı verilmiş ise aralarında bir isim benzerliği var demektir.
Bundan sonra muhatabım
bir şey söylemedi.
Yukarıda karşılıklı
konuşmamızı naklettiğim zatın mezhebine intisab eden bir ilim adamı da, bir ara
bana şöyle söyledi:
— Bizim elimizde başka bir delil vardır.
— Nedir o delil? - .
— Muâviye b. el-Hakem, kendisinin namazda
konuştuğunu ve bunun üzerine ResÛlüllah'ın: «Namazda, âderaoğulannm
sözlerinden hiç bir şey olamaz.» buyurduğunu söylemiştir.
— Senin beyan ettiğin bu delil, görüşünün
lehinde değil aleyhindedir. Mu-âviye'nin rivayet ettiği hadîs, aynen lbn-i
Mes'ud'un hadîsi gibidir. Bunun yorumu da anlattığım gibidir. .
— Eğer Muaviye'nin hadîsi Zülyedeyn'İn hadîsine
muhaliftir desem, ne lâzım gelecek?
— Sen böyle söyleyemezsin. Biz, burada neden
söyliyemiyeceğini izah edelim; Muaviye'nin durumu, ya Zülyedeyn'İn durumundan
öncedir yahut da beraberinde veya sonradır. Başka bir ihtimal yoktur. Eğer
önce ise; iki hadîs arasında bir aykırılık olduğunu söylediğinize göre,
Muaviye'nin rivayet ettiği hadîs mensûh sayılır ve namazın dışında olduğu gibi
namazın içinde de her türlü konuşmanın yapılabileceği neticesi sözünüzden
çıkar.
Şayet Muaviye'nin
durumu, Zülyedeyn'în durumuyla beraber veya ondan sonra vukubulmuşsa; senin
anlattığına göre Muâviye, namazda konuşmanın haram olduğunu bilmiyerek konuşmuş
ve namazını iade etmesi için ResûlüIIah'ın ona emir verdiğini söylememiştir. Şu
halde Muâviye'nin hadîsinden naklettiğin husus, Zülyedeyn'in hadîsindeki husus
gibidir veya bizim için daha kuvvetli delildir. Çünkü Muâviye, namazda
olduğunu bildiği halde konuşmuştur. Ancak namazda konuşmanın haram olduğunu
bilmediğini zikretmiştir.
— Evet.
Muâviye anlattığınız gibi bir durumda konuşmuştur.
— O halde! Eğer Muâviye'nin hadîsini, dediğin
gibi Zülyedeyn'in hadîsine aykırı kabul edersen, yukarıda belirttiğimiz gibi
gösterdiğin delil senin aleyhinde olur. Ve eğer dediğimiz gibi yani,
Muâviye'nin hadîsini İbn-i Mes'ud'un hadîsi gibi kabul ederek, Züîyedeyn'in
hadîsine muhalif görmezsen bile senin işine yarayacak bir yönü yine yoktur.
— Peki! Sen, bu konuda ne dersin?
— Ben derim ki: Muâviye'nin hadîsi, İbn-i
Mes'ud'un hadîsi gibidir ve Zülyedeyn'in hadîsine muhalif değildir.
— Siz bu konuda şer'î hükümleri çıkarırken,
Zülyedeyn'in hadîsine muhalefet etmişsiniz.
— Biz Zülyedeyn'in hadîsine, asıl bakımından mı
muhalefet etmişiz?
— Hayır! Tefrî' (şer'î hükümleri çıkarmak)
bakımından muhalefet etmişsiniz.
— Sen, bu hadîsin nassma muhalefet
ediyorsun. Nassa muhalefet eden kişi,
dikkat nazarı ve muhakemesinin zaaflığı dolayısıyle tefrî' işinde hataya düşen
kişiden sence daha fena bir haldedir.
— Evet. Nassa muhalif olan, elbette tefrî'de
hata edenden daha kötü bir duruma düşer. Fakat bununla beraber hiç birisi mazur
değildir.
— Sen,
Zülyedeyn'in hadîsinin aslına da fer'ine de muhalefet etmişsin. Biz ise,
ne fer'ine ne de aslına zerre kadar muhalefet etmemişizdir. Muhalefetinle
katlandığın vebal sana aittir. Bizim tefrî'de Zülyedeyn'in hadîsine muhalefet
ettiğimize dair iddian, varid değildir.
Tefrî' bakımından da görüşlerimiz ona uygundur.
— Tefrî'de senin ona muhalefet edip etmediğini
iyice bilmek için bazı hususları sorayım.
— Buyur, sor.
— îmam, dört rek'atlı namazda iki rek'attan
selâm verip namazdan ayrıldıktan sonra cemaatın bir kısmı, iki rek'attan selâm
verdiğini ona hatırlattılar. imam diğerlerine sorar, onlar da; hatırlatan zat
doğru söyledi, derlerse... bunların kıldıkları namazın hükmü nedir?
— İmama durumu hatırlatanlar ve onları tasdik
edenler namazın bitmediğini hatırladıkları halde konuştuklarından dolayı,
namazları bozulmuş olur.
— işte sen, ResûlüIIah'ın kalan rek'atları tamamladığını rivayet ederken, onunla namaz
kılanların durumunu hadîste zikretmemenle beraber, onların da kalan rek'atları
tamamladıklarını söylüyorsun.
Resûlüllah'a durumu hatırlatan Zülyedeyn ve onu doğrulayan sahâbîlerin
kılmış oldukları namazın bozulmadığını ve bunların kalan rek'atları eklemek
suretiyle namazlarını ikmâl etliklerini söylediğin halde, sana sorduğum
meseleye cevap verirken, bu Iıadîs'e muhalefetle, durumu imama hatırlatan ve
onu doğrulayanların kılmış oldukları namazların bozulduğunu söylüyorsun.
— Evet!
— O halde, Zülyedeyn'in hadîsine tefrî'de
muhalefet etmiş olursun.
— Hayır! katiyyen muhalefet etmiyorum. Bizim
imamımızın hali, ResûlüIIah'ın halinden tamamen farklıdır.
— Namazda ve imamlıkta, Resûlüllah ile bizim
imamımızın halleri nerede farklı olabilir?
— Allah, farzları peyderpey Resûlüllah'a indirdi.
Daha Önce farz kılmadığı bir şeyi bilâhare farz kılardı. Bazen de farz kıldığı
şeyleri hafifletirdi.
— Evet!
— Ne biz, ne sen, ne de hiç bir Müslüman
Resûlüllah'ın bahis konusu namazı, tamamlamış olduğu kanaatiyle tamamlamadan
ayrıldığında şüphe etmiyoruz. Herhangi bir kimsenin bunu başka türlü anlaması
mümkün değildir.
— Evet!
— Resûlüllah; bahis konusu namazdan
ayrılınca, Zülyedeyn, Allah'dan İndirilen bir emirle namazın kısaldığını
mı veya ResûlüIIah'ın mı unuttuğunu bilmiyordu. Zaten kendisinin »Namaz mı
kısaldı, Sen mi unuttun ya Resûlal-lah?» şeklindeki sorusu, Zülyedeyn'in
durumunu açıkça belirtiyor.
— Evet!
— Zülyedeyn'in sözünün doğru olup olmadığı
kendisinden sorulan zatlar, ya Zülyedeyn'in Peygambere söylediği sözü işitmemiş
olacaklar, bu takdirde onlar da Zülyedeyn gibi olurlar. Yani, neden
Resûlüllah'ın selâm verdiğini bilmezler. Yahut da bu zatlar, Zülyedeyn'in
sözünü işitmiş olup, Resûlüllah'ın ona verdiği red cevabını işitmiş olacaklar.
Bu takdirde de onlar, Zülyedeyn gibi olurlar. Diğer taraftan bunlar,
Peygamberin sorusunu cevaplandırmak zorunda İdiler. Verilen cevaplar
neticesinde durum anlaşılınca; bilindiği gibi Resûlüllah onların sözlerini
kabul etti. Ve bundan sonra hiç kimse konuşmayarak, kalan rek'atlan kılmakla
namazlarını tamamladılar.
Resûlüllah vefat
edince ilâhî farizalar sona ermiş olup, fazlalaşması veya eksilmesi İhtimali
kalmamış olur. —. Evet!
— Resûlüllah
ile, namaz kıldıran
diğer İmamlar arasındaki
fark budur. Meclisimizde bulunan
zatlar, benim bu sözüm üzerine dediler ki :
'Belirttiğiniz fark gayet açık ve seçik olduğu için, hiç bir âlim buna
İtiraz etmez.
— Arkadaşlarınızın bir kısmı, namaz içinde,
namazla ilgili konuşma namazı bozmaz, demişlerdir.
— Başkasının söylediği söz bizi bağlamaz. Bizim
söylediklerimiz bizi alâkadar eder.
— Ben, birkaç arkadaşımla görüştüm. Hiç birisi,
sîzin burada beyan ettiğiniz delillere dayanmadı. Onların bütün sözleri;
«Uygulama budun demekten ibarettir.
— Daha evvel dediğim gibi, sırf uygulama, bir
manâ ifade etmez. Başkasının sözü de bizi ilzam etmez.
— Evet!
.
.
— Sen, delilin olmayan meseleleri bırak. Sabit
olan Zülyedeyn'in hadîsine muhalefet etmekle gerçekten hataya düşmüşsün. Diğer
taraftan benim ye benim görüşüme katılanların; namazda konuşmayı, eşlerin sevişmesini ve şiirler söylemeyi mubah kıldığımızı
söylemekle, kendine zulmetmiş olursun. Zira; ne ben, ne de hiç bir arkadaşım
bunları mubah kılmış değiliz.
Namazının
tamamlanmadığını bildiği halde selâm veren kişinin namazının bozulduğunu, zira;
yerinde olmayan selâmın, konuşma sayıldığım söylemişsin. Şayet namazın
tamamlandığı kanaatiyll selâm verirse, verdiği selâmla namazına halel
gelmediğini, dolayısıyfe kalkıp, kalan rek'atlan kılmakla, namazını tamamlamasının
gerektiğini söylemişsin. Halbuki bu takdirde, yerinde olmayan selâmı, konuşma
çeşidinden saydığın halde bunun namazı bozmadığını kabullenmiş oluyorsun. Senin
görüşün aleyhinde hiç bir delil olmasa bile, bu sözün seni ilzam etmeye
yeterlidir. Hadîslere de çok yerde muhalefet etmişsin. Çok şükür bizim böyle
bir kusurumuz yoktur.»
Yukarıda aldığımız
parçadan anlaşıldığı veçhiyle, Şafiî'nin el-Umm adlı te'lifi, asrının teşri'
yolunu ve fıkıhçılar arasındaki tartışmayı okuyucuları tatmin edici ve apaçık
bir şekilde tasvir etmektedir. O tarihte yazılmış olan kitaplar arasında
el-Umm gibi, okuyucusunu mütalâaya bağlayıcı ve Selefe hayranlık kazandırıcı
bir esere rastlamadık.
Şafiî, bu te'lifi
yanında birçok eser daha vermiştir. Bunların bir kısmını tanıtalım:
1- Ebu
Hanîfe ve İbn-i Ebî Leylâ'nın ihtilâf ettikleri meseleler hakkında yazmış
olduğu; «Kitab-u ma lhtelefe fîhi Ebu Hanîfe ve İbn-u Ebî Leylâ»: Bu kitap,
konu hakkında Ebu Yusuf tarafından daha önce yazılmış olan eseri
eleştirmektedir.
2- Kitab-u
Hilâfi Ali ve İbn-i Mes'ud:
Bu kitap, Irak
halkının ashabtan imamları sayılan Hz. Ali ve Hz. Ibn-i Mes'ud'un görüşlerine
Ebu Hanîfe ve arkadaşlarının muhalefet ettikleri meseleleri toplamıştır.
Şafiî, el-Umm'de bu
iki imama muhalefet etmenin hata olduğunu anlatmıştır. İbn-i Nedîm de;
«El-Fihrist» adlı kitabında: «Iraklıların Hz. Ali ve Hz. İbn-i Mes'ud'a
muhalefet ettikleri meseleler» başlığı altında bu muhalefetin hatalı olduğunu
anlatmıştır.
3- Kitab-u
Ihtilâf-i Mâlik ve-ş-Şafiî:
Bu kitap, hadîsin
kaynak sayılabilmesi için İmam Mâlik'in şart koştuğu; «Medînelilerin onunla
amel etmeleri» konusunda, Şafiî'nin Mâlik'in arkadaşlarıyla yaptığı
münazaraları, hadîsle amel etmenin gerekliliğini işler. Bu kitapta, Şafiî'nin
hadîsle ilgili şu görüşünü teyid eden bilgilere yer verilmiştir. Şöyle ki: Sika
olan râviler vasıtasıyle ve Resûlüîlah'a uîaşan hadîs, sağlam ve sabit sayılır.
Biz, Resûlüllah'ın herhangi bir hadîsini katiyen terkedemeyiz. Ancak diğer bir
hadîs'e muhalif olduğu takdirde terk edebiliriz. ResÛ|üüah'dan rivayet edilen
hadîs'e uygun olan fakat O'na ulaşmayan hadîs, Resûlüllah'ın hadîsinin
kuvvetini artırmaz. Zira, takviyeye muhtaç değildir. Şayet O'na ulaşmayan hadîs,
ulaşan hadîs'e uygun düşmezse biz, ona iltifat etmeyiz. Öncelikle, ulaşan
hadîsi alırız. Resûlülİah'a ulaşan hadîs'e uygun düşmeyen hadîs, kendisinden
rivayet edilen zât, durumu bilmiş olsaydı, kanaatımca kendisinin rivayet ettiği
hadîsi terkedip, ulaşan hadîs'e uyacaktı.
Şafiî, Mâlik'in bu
nevi hadîsi kaynak saymaması ve buna muhalif kalması konusunu etraflıca ele
alarak, bunların görüşlerini çürütmeye çalışmıştır.
Kitab-u Cemmâ-iI-ÎIm:
Bu kitap da, hadîsle amel etme gerekliliği konusunu işlemektedir.
5- Irak fıkıhçılanmn amel ettikleri istihsan'ı
red etmek konusunda yazmış olduğu • Kitab-u îbtal-il-lstihsan».
6- Kitab-ür-Red alâ Muhammed b. el-Hasan:
Daha önce Muhammed b.
Hasan tarafından yazılmış olan ve Medine, ehlinin görüşlerini reddeden kitaba
karşılık olmak üzere, Şafiî tarafından yazılan bu kitabta Medînelilerin
müdafaası yapılmaktadır, Muhammed b. Hasan ve Şafiî arasında cereyan eden ve
Şafiî'nin yazdığı bu kitapta ele alınan münazaralarda, Muhammed b. el-Hasan'in
nataya düştüğü belirtilen hususlardan birisi, kendisinin, Mâlik'in sözünü,
Medînelilerin sözüymüş gibi «Medîneliler şöyle söyledi» demesidir. Şafiî,
burada sözün Mâlik'e ait olduğunu ve Medîne halkının çoğunun buna muhalif
olduğunu belirtmektedir.
7- EI-Evzâî'nin
görüşlerini reddetmek için Ebu Yûsuf tarafından yazılmış olan kitaba karşılık
olmak üzere, Şafiî'nin yazdığı «Kitab-u Sİyer-il-Evzâî»: Burada Şafiî, Evzâî'yi
müdafaa etmektedir. Biz, bu kitapdan daha önce bahsetmiştik.
8- Kitab-u ihtilâf-il-Hadîs:
Şafiî'nin en önemli ve
büyük eserlerinden birisi olan bu kitapta, dinî kaynak bakımından sünnetin
yerini ve özellikle Ahad haberinin kaynak sayılması gereği üzerinde duruluyor.
Eser bu maksatla te'lif edilmiştir. Şafiî, bu kitabta hadîs hakkında beliren
ihtilâflara da değinmektedir. Hatırlanacağı üzere daha evvel bu ihtilâfı
anlatırken, bazı kimselerin sünnetin tamamını reddettiğini, diğcr bazı çevre
İçirin de hadîsle amel etmek için ravinin sika olma şartı dışında değişik
şartlar ileri sürdüğünü belirtmiştik. Şafiî, birbirine muhalif görülen hadîsler
arasındaki ihtilâfın sebeplerini anlatırken, önce mubah kılma sebebine dayanan
İhtilâf üzerinde duruyor. Buna misâl olarak; abdestle İlgili Resûlüllah'-tan
rivayet edilen üç hadîsi gösteriyor. Bu hadîslerin birisinde; RcûlülhuYın
ab-dest uzuvlarını birer defa, diğer bir hadîste ikişer defa ve ba.şka bir
hadiste üçer defa yıkadığı rivayet edilmiştir. Abdestin her üç şekilde de
alınabileceği cihetle, hadîsler arasında gerçekte bir ihtilâf olmamış oluyor.
Şafiî, mubah kılma sebebinden dolayı aralarında ihtilâf görülen hadîslerin
sayısının çok olduğunu belirttikten sonra yekdiğerini nesneden hadîsleri
anlatmıştır. Bundan sonra da birbirinin tefsiri durumundaki hadîsleri ele
alarak İzah etmiştir. Ayrıca sünnet hakkında fıkıhçılara çok faydalı olan
bilgilere yer vermiştir. Kitap, Şafiî İle başta Muhammcd b. Hasan olmak üzere
muhalifleri arasında vukubulan de-ğerii münazaraları kapsamaktadır.
9-
El-Miisncd :
Bu kitap, Şafiî'nin
el-Umm'da rivayet ettiği hadîsleri İçine alır. Harmcle b. Yahya'nın fıkıh
konusunda yazmış olduğu kitap da Şafiî'nin dikte etmesiyle meydana
getirilmiştir.
Buveyti'nin, a
El-Mııhtasar-ul-Kcbir, EI-Muhtasar-us-Snğîr ve Kitab-ul-Fcrâİd» adlı eserleri
de önemlidirler. EI-Müzenî'nin de iki muhtasarı vardır. El-Muhtasar-uI-Kebîr'i
tutulmamıştır. Fakat EI-Muhtasar-us-Sağîr'i Şafiî âlimleri taralından tutularak okunur, açıklamaları
yapılır ve ona şerhler yazılırdı.
10-
Şafiî'nin el-Cami-ul-Kebîr ve el-Camİ-us-Sağîr adlı kitapları da önemli
eserlerdendir.
Sıraladığımız kitaplar
dışında Kalan eserleri de vardır.
Şafiî'nin
tilmizlerinin yetiştirdikleri yazar âlimlerden birisi, el-Müzenî'nin arkadaşı
Ebu İshak İbrahim b. Ahmcd el-Merûzî'dir. Kendisi Müzenî'nin Muh-lasar'ına ait
iki şerh yazmıştır. Ayrıca «Kitab-ul-Füsûl fî Marifet-il-Usûl, Kitab-uş-Şurût
ve-I-Vesâik, Kitub-uI-Vesâya ve Hisâb-üd-Devr ve Kitab-uI-Husus ve-I-Umûm adlı
tc'lifleri bilinmektedir.
Ibn-i Süreye de
reddiye mahiyetinde bazı kitaplar yazmıştır. Bunların başında, Muhammcd b.
el-Hasan'a ve İsa b. Ebbân'a karşı yazdığı reddiyelerdir. Ayrıca fıkıhta
«Muhtasar»! vardır. Bir de «et-Takrîb Beyn-el-Müzenî ve-ş-Şafiî» adlı tc'lifi
vardır.
Ebu Bekir Muhammet! b.
Abdullah es-Sayrafî fh. ? - 330) nîn de «Kitab-üI-Beyân fi DclâiI-il-Âlâm alâ
Usûl-il-Ahkâm, Şerhu Risalet-iş-Şafiî ve Kîtab-ül-FcrâidD adlı
kitaplar yazmıştır.
Şafiî âlimlerinden bu
devirde eser verenler gerçekten çoktur. Fakat maalesef biz bu kitapları
bulamadık.
Diğer mezheplerde
yazılmış olan kitapları daha önce imamlarından bahsederken anlatmıştık. O
kitaplardan da bir şey göremedik. [170]
(h. 4. asrın
başlangıcı — Abbasî devletinin yıkılışı
olan 657 tarihleri anısı.)
Bu devir, mezheplerin
yerleşmesi, âlimleri tarafından desteklenmesi, münazara ve ilmî mücadelelerin
yaygınlaştığı devirdir. [171]
Bu devirde İslâm
ülkeleri arasındaki siyasî bağlar kopmuştur. Batı'dan başlayarak islâm
ülkelerine bir göz attığımız zaman Abbasî devletinin gerilemesi dolayısıyle
Emir-uI-Mü'minîıı diye adlandırılan Abdurrahman cn-Nasir'in Öncülüğünde
Endülüs'te bir Emevî devlet (m. 756-1031) nin kurulduğunu görüyoruz. Afrika
şimalinde İsmailiyye mezhebine mensup Şiilerin kurdukları Fa-tım1yye Devleti
(m. 910-1174) nin basında Emîr-ül-Mii'minîn ismini verdikleri Ubeydullah
el-Mehdî el-Fatımî bulunuyor. Hükümet merkezi Tunus yakınında kurdukları El-Mehdiyye
beldesidir.
Mısır'da, Ihşid
oğulları (M. 934-969) nra başında bulunan Muhammed ve Musul ile Halep'te bulunan Hamdan oğullan Abbasîlerc bağlı görülüyorlardı.
Yemen'de Zeydiyye olan
Şiîler İyice yerleşmişlerdi. Irak dolaylarına hakim olan Buveyh oğulları (m.
932-1055) Abbasîlere sadece bir isim bırakmışlardı. Doğuda, merkezi Buhârâ
şehri olan ve büyük bir devlet halini alan Saman oğulları (m. 847-999)
bulunuyordu.
Yukarıda İşaret
ettiğimiz gibi İslâm âlemi çeşitli parçalara ayrılmış, aralarındaki bağlar
kopmuş vaziyette idi. Kurulan bu devletler arasında iyi münasebetler bile
bulunmuyordu. Yekdiğerine hor gözle bakarlardı. Müslümanlar arasında görülmesi
hiç de tasvip edilmeyen en büyük çekememezlik ve ihtilâflar, Mısır'a hakim
olan .Fatımîler ile Bağdat'ı başkent eden Abbasîler arasında vukubulmuştur.
Fatımîler, çeşitli
İslâm ülkelerine elçilerini göndererek halifeliğin onların hakkı olduğunu ileri
sürüp, İslâm âlemine hâkim olmak ideallerini gerçekleştirmeye, çalışırlardı.
Abbasiler de, Fatımîleri Hz.
Fatıma'nın sülâlesinden uzaklaşlırmaya ve onların seyyid olmak
nedeniyle halifeliğe öncelik tanınması yolundaki çabalarını tesirsiz hale
getirmek için toplantılar tertip edip, büyük halk kitleleri huzurunda tanınmış
âlimleri ve eşrafı bu yoida beyanatta bulunmaya ve bu iddiayı doğrulamaya
zorlarlardı.
Abbsâîler ülkesinde
duruma hakim olan Buveyh oğullan, zihniyet bakımından Fatımî'lere benzedikleri
halde, Abbasîlerin şeklen devleti idare etmelerinde kendileri için yarar
görürlerdi. Çünkü; halifeliği Fatımîlere, başka bir deyimle Alevîlere intikal
ettirmiş olsaydılar mevcut nüfuzlarının kırılacağına ve Şiîlik akidesi
itibariyle Alevîlere boyun eğmek mecburiyetinde kalacaklarına inanıyorlardı.
Buveyh oğulları, siyasî menfaatlarını ön plâna alarak, "akide bakımından
aynı paralelde olmayan Abbasîlerle iyi geçinmeyi, aynı paralelde olan
Fatımîlerin emrine girmeye tercih ediyorlardı. Fakat bu durum pek uzun sürmedi.
Selçuklular (m. 999-1157) in doğudan hareketleriyle, idare ve hakimiyet
Türklerin eline geçti. Selçuklular, ülkede keyfî hareketlerle halka eziyet
edenleri zararsız hale getirerek, Buveyh oğulları devletine son verdiler.
Doğuya ve Irak'a hâkim oldular. Fakat Selçuklularda Şiîlik cereyanı bulunmadığı
için Abbasîlere dokunmadılar. Bağdat dolaylarına, Orta Asya'ya ve Arap
yarımadasına hâkim oldular. Fatimîîerle karşılaşarak, Suriye'den Fatimîlerİ
attılar. Mısır ve ötesinde kalan batı beldeleri hariç, bütün İslâm ülkelerini
ellerine geçirdiler.
Selçuklular arasında
da ihtilâf çıkınca, bir takım iç harplere girişildi. Müslümanlar arasında
görülen zaaftık ve Selçuklular ile Fatımîİer arasında Suriye'de meydana gelen
nizâları fırsat bilen Hıristiyanlar, h. 5. asrın sonlarında Haçlı seferlerini
düzenleme cesaretini bularak, Kudüs'ü istilâ ettiler. Haçlı seferlerinin
tarihini tetkik edenlerin malûmu olduğu üzere Hıristiyanlar bununla yetinmeyerek,
Müslümanları asırlarca rahatsız ettiler.
Selçuklular arasında
çıkan ihtilâflar neticesinde Atabeyl1kler denilen devletler kuruldu. Bu
beylikler, Selçuklulara dayanmakta ve devlet başkanları Selçukluların
kumandanlarından olmakta idiler. Atabeyiikler, doğu ve batıya hâkim oldular. O
sülâleden gelen Musul beyi Mahmud Nureddin'in emriyle Selâhaddin-i Eyyubî
Mısır Fatımî devletine son vererek, onun yerine milâdî 1074 de Eyyûbî Devletini
kurdu.
Uzak doğuda h. 6.
asrın sonlarında kurulan ve merkezi Harzem olan Har-'zemşâh Devleti (m. 1157
veya 1077 1231) bir ara gelişerek Bağdat yakınlarına kadar hükmederdi.
Bu durum da pek uzun
sürmedi. Sel gibi akan ve hiç bir kuvvet tarafından durdurulmayan Moğol
istilâsı, etrafı kasıp kavurdu, istilânın başında bulunan Cengiz Han, Tatar
Birliğini kuran ve merkezi Karakurum olan Tatarlar devletini kurmuştur (m.
1203-1227). Moğolistan ve Türkistan'a hâkim olan Moğollar, h. 7. asrın
başlarında istilâya başladıklarında hiç bir kuvvet onları durduramadı. Cengiz
Han ölmeden önce fethettiği ülkeleri 4 oğlu arasında taksim etti. Cengiz Han,
çok geniş ve uzun emeller peşinde koştuğu için bütün dünyaya
evlâd ve torunlarının,
hâkim olacağı ümit ve hayalini beslerdi. Cengiz Han, İmparatorluğunu 4 oğlu
arasında şu şekilde :
1- Oğlu Çağatay'a ülkesinin Kızıldeniz'e kadar uzanan
batı kısmını,
2- Oğiu Tüİî'ye ülkesinin Çin Denİzi'ne kadar uzanan
doğu kısmını,
3- Oğiu Cüci'ye ülkesinin kuzey kısmını,
4- Oğlu Oktay'a asıl memleketini...
taksim ederek, Çin
denizi sahilinden Karadeniz sahiline kadar uzanan memleketi, evlâdlan arasında
taksim etmekle dünya hâkimiyetinin evlâd ve torunlarına geçeceğine inanıyordu.
Yukarıda belirttiğimiz
durum üzerine uzun zaman geçmeden Cengiz Han'ın torunu HULÂGU HAN İslâm
âleminin merkezi durumunda olan Bağdad'ı (m. 1258 de) istilâ ederek, son Abbasî
halifesi EI-Mu'tasım Biliâh'ı öldürdü. O güne kadar îsîâm âleminde bulunan
camilerin çoğunda curn'a hutbelerinde Abbasî halifelerine ismen duâ edilirdi.
Hülâgû Han ve askerleri tarafından yıkılıp yakılan-Bağdat, o günden sonra
semavî hiç bir dini tanımayan bir devletin hükümet merkezi oldu. Bu devlet
Hülâgû Han'ın dedesi Cengiz Han tarafından konulan ve «El-Kâse* İsmi verilen
kanunlarla idare ediliyordu., Hülâgû Han'ın Abbasî devletine son verme tarihi, eski
İslâm tarihinin kapanışı ve orta İslâm tarihinin başlangıcı sayılır. Bu arada
Eyyûbî devleti yıkıldı ve yerine Türkler tarafından Memlûk devleti kuruldu.
Mısır'.» eline geçirerek, Memlûk devleti (m. 1250-1517) ni kuran Aybey'in oğlu
Sultan Baybars, Abbasî sülâlesinden gelen Mustansır Billâh Ebu-1-Kasım Ahmed'i
halife- seçmiştir. Bu olay üzerine Kahire şehri, Bağdat yerine Abbasî
halifelerinin merkezi haline geçti. Ancak Buveyh oğulları ve Selçuklular,
Irak'a hâkim oldukları tarihlerde Bağdat'ta oturan Abbasî halifelerinin yetki
ve otoriteleri bir isimden ibaret olduğu gibi, Memlûk devleti zamanında
Mısır'da iş basma getirilen Abbasî halifelerine de bir selâhiyet tanınmıyordu.
Bu devirde İslâm âleminin
siyasî durumu özetle belirttiğimiz gibiydi. İslâm âleminin ilim durumuna
gelince; bu durum, siyasî durumun aksine süratle ilerleme kaydetmiş, özellikle
doğuda Selçuklular devrinde ve Mısır'da Fatımîİer zamanında îsîâm âleminde
seçkin ve üstün büyük âlimler ve eşsiz mütefekkirler çıkmıştır. Biraz sonra bu
devrin özelliklerini kaydederken onun yetiştirdiği bu âlimlerin İslâm teşrîî
konusundaki rollerini ve gayretlerini izah edeceğiz.
İlim sahasında büyük
gelişmeler olmakla beraber, siyasî bağımsızlığın zedelenmesine paralel olarak
teşrîde bağımsızlık ruhunun zaafa uğradığı gerçeğini itiraf etmek gerekir.
Hatırlanacağı üzere teşrîde bağımsızlık ruhu Ebu Hanîfe, Mâlik, Şafiî, Ahmed,
Davud b. Ali, Muhammed b. Cerir et-Taberî ve emsalinde zirveye yükselmişti. Bu
yüce ruh, anlatmakta olduğumuz devirde bir hayli zayıflamıştır. Yine
hatırlanacağı üzere bu ruh Ebu Hanîfe'ye selefleri hakkında *Onlar erkektirler,
biz de erkekleriz'» dedirtmiş, İmam Mâlik'e de «.Resûlüi-lah'ın sözlerinin
hepsi tutulur. Hiç bir sözü terkedilemez. Fakat Ondan başka
hiç bir kimse bu durumda
değildir. Diğerlerinin sözlerinin bir kısmı tutulur, bir kısım ise
bırakdahilinir.» dedirtmişlir. Bu seviyede olan arkadaşları da benzer sözler
söylemişlerdir. Teşriin 5. devrinde ise bunun yerine taklid ruhu yerleşmiştir. [172]
Taklid demek; şer'î
hükümleri muayyen bir imamdan almak ve onun fetvalarına dinin nassları imiş
gibi uymak gerekliliğini duymaktır.
Gerdekten geçen bütün
devirlerde müetehidler ve onları taklid edenler vardı. Müciclıidler Kitap ve
sünneti bilen ve nasslardan şer'î hükümleri çıkarma gücüne sahip olan
fıkıhçtlardı. Mukallid denilen taklitçiler de nasslardan şer'î hükümleri
çıkarma gücünü elde edecek bir seviyede Kitap ve sünnet ile iştigal elmeyen
halk tabakasıydı. Bir olay veya ser'i problem çıktığı zaman ilgili şahıslar
beldelerinde oturan Çıkıncılardan birisine koşarak mesele hakkında fetva
sorarak problemleri çözerlerdi.
Fakat 5. devirde
taklid ruhu yayginlaşarak, fıkıhçılar dahil, bütün Cumhur laklidle hareket
etmeye koyuldular. Bundan önceki devirlerde fıkıh sahasında bilgisini
geliştirmek isteyen fıkıhçıların Öncelikle Kitap ve sünnetle iştigal
etmelerine karşılık, bu devrin fikıhçıları muayyen bir imamın kitaplarıyle
iştigal ederek, o İmamın tedvin ettiği hükümleri, çıkarmış olduğu metod ve yolunu
Öğrenmeye gayret ederlerdi. İmamının bu yolunu ve kitaplarını iyice kavrayınca
o kişi âlim, fıkıhçı sayılırdı. Bunların bir kısmı, imamının verdiği hükümler
hakkında kitap yazarlardı. Yazdığı kitap, ya evvelce yazılmış olan bir kitabı
kısaltmak veya açıklamak durumunda veyahut da muhtelif kitaplarda dağınık bir
şekilde yazılmış olan hükümleri, derleyip toplamak halindeydi. Bu fı-kıhçılarm
hiç birisi, imamının verdiği fetvaya muhalif bir şey söylemeyi kendileri için
caiz görmezlerdi. Hatta bu devirdeki Hanefî fıkıhçılarının ileri gelenlerinden
ve nizasız imamı sayılan Ebu'I-Hasan Ubeydullah el-Kerhî «Bizim
1ı-kıhçilanmıztn vermiş oldukları fetvalara aykırı düşen âyetler, ya mensûhtur
veya te'vile muhtaçtır. Keza bu durumda olan her hadîs, aynı şekilde ya mensûh
veya te'vil edilir.» demiştir. Böylece fıkihçilar, serbestlik kapısını
kendileri için açık görmemişlerdir.
Bu -devirde büyük
fıkıhçılarm bulunduğundan şüphe etmiyoruz. Bunların bir kısmını tanıtmaya
çalışacağız. Bu yüce fıkıhçılar, gerek teşri usulü ve gerekse şefi nükümleri
çıkarma yollan ile ilgili ilim sahasında, kendilerinden önceki devirlerde
yetişmiş olan âlimlerden ve seleflerinden noksan olduklarını sanmıyoruz.
Aralarındaki fark, sadece teşri hususunda kendilerini hürriyet sahibi
görmemeleridir. Şafiî, şer'î hükümleri çıkarmak
hususunda bugün bir mesele hakkında
beyan ettiği finişe ters düşecek diğer bir görüsü yarın açıklamakla ve ona
belirecek yeni deliller muvacehesinde yeni görüşlere sahip olmak hürriyetini
kendinde görüyordu. Onun imam arkadaşları da delillere göre yeni görüşler
beyim ederlerdi. Onların selefleri olan salıâbîler ve tabiîler de böyleydi.
Meselâ; Hz. Ömer, bir yıl farâiz hükümlerinde Ölünün annesi, kocası, birden
fa/la anne bir kardeşleri bulunduğu takdirde; anne baba bir kardeşlerin
ini-rn-ia nhtmıyacnğina hükmediyor. İkinci ylı anne baha bir kardeşleri, anne
bir kardeşlere sülüs (üçle bir) hissesine ortak ederek diyor ki : «deçen yıl
verdiğim hüküm eskiden sahip olduğum görüşe dayanıyordu. Şimdi de böyle hükmediyorum.
Beşinci devrin
âlimleri ise muayyen mezheplere dayanmış durumdaydılar. Bütün güçlerini
bağlandıkları mezhebe ait mes'eldere verirlerdi. Halbuki hiçbir imamın yapmış
olduğu içlihad da mutlaka isabetli olduğu iddiası bu âlimlerin hatırından
geçmezdi. Zaten imamlar yanılmalarının mümkün olduğunu ve mu (t ali olmadıkları
sağlam hadîslerin bulunabileceğini hi/zat itiraf etmişlerdi. Hatta imamların
birkaçının şöyle söyledikleri rivayet edilmiştir: «Sahih bir hadis bulunduğu
zaman, benîm mezhebim odur. Bu takdirde buna aykırı düşecek sözümü duvarın
dibine tttın.n Diğer taraftan demin söylediğimi/ gibi Hanefî fı-kıhçılunııdan
el-Kcrlıî diyor ki; arkadaşlarımızın vermiş oldukları fetvalara muhalif düşen
her hadîs ya te'vil edilmiş veya mensûhtur.
tnıam-üi-ilarcmcyn'in
babası Ebu Muhammcd Abdullah b. Yusuf el-Cü-veynî'nin hal tercümesini yazan
İbn-İ Sibkî, bu eserinde şöyle söyler :
uEI-Cüveynî muayyen
bir mezhebe bağlanmamak hakkında bir eser yazmaya başlamış ve kaleme aldığı
kitaba «El-Muhit» adını vermişti. Bu eserinde mezheb taassubuna karşı çıkarak
hadisleri de varid olduğu meselelerin dışına çıkarmamaya çalışıyordu. Onun
yazmağa başladığı kitabın üç forması EI-Hûfız Ebu Bekir el-Bcyhûkî'nin eline
geçti. El-Beyhâkî, bu formalarda yer alan hadîslerin bir kısmının zayıf
olduğunu, böyle tutarsız hadîslerin dikkate alınmamasının gerektiğini
söyleyerek hadîslerin kapsamını gereği gibi tutan zatın, Şafiî olduğunu ve
Şafiî'nin itibar etmediği ve yazarın eserinde yer verdiği hadîslerin sahih
olmadığını, bunlardaki sakatlığı hadîs ilmiyle gereği gibi iştigal edenlerin
bilebildiklerini açık bir ifadeyle yazdığı bir mektupla müellif El-Cüveynî'-ye
bildirdi. Mektubu alan el-Cüveynî, el-Bcyhakî'ye duû ederek kitabı tamamlama işini
terkedip gönderilen mektubun ilmin
bereketi olduğunu söyledi.»
ibn-i Sibkî bu bilgiyi
verdikten sonra el-Bcyhâkî'nin, el-Cüveynt'ye yazmış olduğu bu uzun mektubu
aynen adı geçen esere geçiriyor.
Eğer Şafiî bu nevi
itirazlara kulak vermiş olsaydı, ietihad yapmaması gerekecekti. O, bu nevi
itirazlara itibar etmezdi. Çünkü kendisi hadislerin sağlamlığı konusunda,
hadîslere hayatını vakfetmiş, sahih hadisi sahih olmayandan İyice ayırd eden hadîs
ricaline itimad ederdi. el-Beyhâkî'nin zikrettiği sebep el-Cüveynî'nin
başladığı kitaptan vazgeçmesine sebep teşkil etmez, kanaatındayım. Eğer şer'î
hükümleri kaynaklardan çıkarma ve ictihad yapma gücünü kendisinde bulsaydı ve
müstakil bir şekilde bu işe şahsını ehil görseydi, başladığı kitabı terketmemesi
gerekirdi.
Biz, burada bildiğimiz
kadarıyla beşinci devrin taklid ruhunun yaygınlaşma sebebini anlatmaya
çalışacağız:
1- Birinci
sebep; İmamların yetiştirmiş oldukları yüksek âlimlerdir: İmamların
yetiştirdikleri çok kuvvetli tilmizleri, şer'î hükümleri çıkarma bakımından
üstadlannm yolunu takip ederek, metodlannı benimsiyorlardı. Cum-hûr'un takdir
ve güvenini kazanan bu tilmizlerin içtenlikle üstadlarma hayranlıkları, hem
onların metod ve çıkardıkları hükümleri tedvin etmelerine, fikirlerini
savunmaya, hem de Cumhûr'un bu görüş ve hükümleri benimseyip, onların
fetvalarıyle amel etmelerine sebep olmuştur.
Cumhur, serî'
hükümleri alacak ve dinî ilimler sahasında otoriter sayıp güvenle bağlanacak
imamlara muhtaç idi. Mezhepleri bugünedek devam edegelen meşhur imamlar, ilmin
zirvesine yükselen ve milletleriyle muasır devlet adamlarının nazarında gerçek
değeri bulan kuvvetli tilmizleri yetiştirdiler. Yetiştirilen bu zatlar,
imamlarından almış oldukları hükümleri tedvin ettiler. Ayrıca çok sayıda
tilmizler yetiştirdiler. Gerek kendileri ve gerekse yetiştirdikleri binlerce
tilmiz, imamların çıkarmış oldukları ahkâmı halk arasına yayarak kendilerine
güvenle bağlanan halkın bu hükümlere uymalarını sağladılar. Devlet adamlarının
tilmizlere güveni dolayısıyle, tilmizlerçe ehil ve liyakatli görülen zâtların
kadılıklara atanmaları gerçekleştiriliyordu. Padişahlar ve devlet adamları son
derece itimad ettikleri kişilere danışırlardı. Onların tilmizlere bu önemli
işte danışmış olmaları, besledikleri itimadın en canlı delilidir. Diğer
taraftan insanoğlu, hemfikir olan şahıslara itimad eder. Devlet- adamları da
tilmizlerin görüşlerini paylaştıkları ve üstadlarma son derece saygılı
oldukları için iç huzuru ile tilmizlere güvenle bağlı idiler. Böyle yüce
tilmizlere sahip olmaya muvaffak olan imamlara ait mezheplerin sağlam
temellere dayanması hususunda bu durumun büyük rolu olmuştur.
Yukarıda belirtildiği
veçhiyle üstün tilmizleri yetiştiren imamlara karşı Cum-hûr'un kalbinde güven
ve itimad kökleşince yeni bir mezhebi ortaya koyarak halkı buna davet etmek
güçleşti. Cumhur böyle bir iddia ile ortaya atılacak olanı, cama altın dışında
telâkki edebilirdi. Sonra böyle bir dava peşine düşeni çe-kemiyecek şahıslardan
ona verilecek zararı da unutmamak icabeder. Esefle söyleyelim ki; hased
denilen hastalığın ateşi hiç bir devirde sönmemiştir. Bu durum karşısında
ictihad gücünü kendinde bulan fıkıhçılar, böyle bir teşebbüse giriş-miyerek,
sadece bağlı bulunduğu mezhep içinde ictihad etmek ile yetinmiş olabilirler.
Mezhepte ictihad demek; karşılaştığı meseleler hakkında bağlı bulun-. duğu imam
tarafından, verilmiş kesin bir hüküm olmadığı zaman kendisinin fetva vermesi
veyahut herhangi bir mesele, hakkında kendi imamı tarafından beyân edilmiş olan
iki görüşten birisini tercih etmesi demektir. Müctehid fi'l-Mez-heb denilen bu
nevi müctehidler bu devirde çoktu.
II- İkinci
sebep, kadılık meselesidir.
Bundan Önceki
devirlerde halifeler, kadıları Kitap ve sünnet ilminde temayüz etmiş ve şer'î
hükümleri çıkarma gücüne sahip olduğu çevrece bilinen şahsiyetlerden
seçerlerdi. Bunları seçerken, nasslarla ve nass olmayan yerde nass-lara en
yakın ve ruhuna en uygun görüşle amel etmelerinin gereğini peşînen şart
koştuktan sonra, hüküm vermeyi tamamen onlara bırakırlardı.
Nasıl ki Hz. Ömer,
tayin ettiği kadı Ebu Musa el-Eş'arî'ye yazdığı bir mektupta; tHiiküm, Kitabın
nassına veya ittibâ olunan sünnete bağlıdır. Kitap ve sünnette bulunmayan ve
kalbinizde tereddütlere yol açan meselelerde emsaline ve benzerlerine
kıyaslamak için bu durumu iyi anlamaya gayret et. Bunları iyice kavrayınca,
Allah'ın rızasına en yakın ve hakka en çok uygun olanı seç,* der. Kadılar, bir
olay hakkında verecekleri hükmün isabetli olup olmayacağı hususunda tereddüt
ettikleri zaman, beldelerinde oturan müftîlerle istişare ederlerdi. Bazan
halifelerle muhabere ederek görüşlerini alırlardı. Cumhur, bu kadılara son
derece itimad ederdi. Fakat içtimaî durum zamanla değişti. Halkın duyduğu
itimadı koruyamayan kadılar bulunmaya başladı. Diğer taraftan bazı kadıların
verdikleri hükümlerde hataya düşmeleri, fetva soranların verilen hükümler
hakkında aynı yerde oturan âlimlere baş vurmaları ve o âlimlerin de kadılar
tarafından verilen hükümlerin hatalı olduğunu beyan etmeleri, halkın kadılara
karşı besledikleri itimadı büsbütün zedeledi. Küfe kadını İbn-i Ebî Leylâ,
hükümleri mahallî âlimler tarafından sık sık reddedilen kadılardandı.
Kadılara karşı
beslenen itimad ve güven azahnca, kadıların diledikleri müc-tehidlerin
görüşlerine keyfî bir tavırla bağlanmalarını ve değişik hükümler vermelerini
önlemek ihtiyacını duymaya başlayan Cumhur; kadıların belirli bir ahkâma bağlı
kılınarak karar vermelerinin lüzumunu hissettiler. Bu sıralarda bazı
müctehidlere tabi olan âlimler, imamlarından almış oldukları ahkâmı tedvin ediyorlardı.
Bu tedvîn işi, bütün Müslüman şehirlerinde yaygınlaşarak, ileri hamlelerle
sonuçlandırıldı. Böylece müctehidlerin beyan ettikleri hükümler ayrı ayrı
tedvîn edilmiş oldu. Yukarıda belirttiğimiz sebeplerle, Cumhûr'un duyduğu
endişe üzerine halk, kadıların muayyen bir mezhebe bağlanmasını, vereceği hükümlerin
bu mezhebin sınırlan dışına taşmamasını ve bağlanacağı mezhebin tedvîn edilmiş
mezheplerden olması temayülünü gösterdiler. Bu sebeple, etbâı tarafından
tedvîn edilmeyen mezhepler sönük kaldı. Ayrıca devlet adamlarının, bağlı
bulundukları mezhebe tabi olan âlimlere kadılık görevini tevdî etmeleri, o
mezhebin etrafa yayılmasına ve o mezhep hakkında ihtisas kazanan âlimlerin
çoğalmasına geniş çapta sebep oldu. Nitekim doğu illerinde Nizam-ül-Mülk, Mahmud
b. Sebüktigİn ve Mısır'da Selâhaddîn-i Eyyubî gibi devlet adamlarının, Şafiî
mezhebinin yayılmasında büyük rolleri olmuştur. Keza, genellikle Hanefî
mezhebine mensup olan Türklerin devlet adamları, o mezhebin yayılmasına âmil
olmuşlardır. Sonra nüfuzlu şahsiyetlerin inşa ettirdikleri medreselerde, muayyen mezheplere ait tedrisat yaptırmalarının o
mezheplerin gelişmesinde payı büyüktür.
Şah Vcliyyüllâh
ed-Dchlevî; «El-lnsâf fi Bcyân-i Esbah-il-lhtiıûf» adlı risalesinde,
el-Bclkînî'nin tilmizi Ebû Zer'â'dan şöyle söylediğini nakleder :
«Ben, bîr defa
üstadımız imam el-Be!kînî'ye dedim ki: Ustad Takıyyüdclîn es-Sıbkî, içtihada
muktedir olduğu halde neden ietihad yapmamış, nasıl taklid etmekle
yetinmiştir?» Hocam bu soru üzerine sükût etti. Bunun üzerine ben dedim ki:
«Kanaatıma göre o tarihlerde bütün vazifeler, dört mezhebe bağlı âlimlere
İnhisar ettirildiği ve dört mezhebin dışında kalıp ietihad edenlere hiç bir
görev verilmediği, kadılık hakkından mahrum edildiği, halkın onlardan fetva
sormayarak bidat damgasını yapıştırmaları sebebiyle imanı Sıbkî, içtihada yönelmemiştir.»
Hocam benim bu beyanım karşısında tebessüm etti. Her halde kendisi de bu
kanaatte idi.»
Ebu Zer'â, ileri
sürdüğü sebebe imam Belkînî'nin katıldığını belirtiyor ise de, insaflı düşünen
kimsenin buna muvafakat etmesi mümkün değildir. Çünkü onun ileri sürdüğü
nedenler, İliç bir zaman o yüce âlimleri ietihad etmekten alıkoyamaz. îmanı
Süyûtî; «Şerh-ul-Mühezzeb» de belirttiği veçhiyle, mutlak ietihad, bir
müetehidin bir İmama intisap etmesine mani değildir. O müetehid bir imama bağlı
olmakla beraber, zaman zaman mutlak ietihad (müstakil icü-had) da bulunabilir.
Nitekim, Ebû tshâk eş-Şirâzî, lbn-üs-Sebbâğ, Imam-ül-Ha-remeyn ve el-Gazâlî
gibi zâtlar bu çeşit müctehidlcrdendirler. Böyle zatların bir imama intisap
etmeleri demek; ietihadda o imamın yolunda yürümeleri, onun delillerini tesbit
ederek sıraya koymaları ve onun içtihadına muvafakat etmeleridir. Zaman zaman
onun içtihadına muhalif kalırlarsa da önemsenmez. Onun yolundan çok az meselede
çıkılır. Böyle zatların bu nevi çalışmaları, onların bir imamın mezhebine
girmiş olmalarına ters düşmez. Yukarıda adı geçen ve zaman zaman mutlak
ietihadda bulunan zatlar, aynı zamanda Şafiî mezhebine mensup idiler.» (Şahı
Dchlcvî'nin sözü burada biliyor.)
Dehlevi'nin,
Süyûıî'dcn naklettiği sözler, Ebu Zer'â'nın anlattığı hususların tamamen yersiz
olduğunu da gerektirmez. Ancak Ebû Zer'â'nın ileri sürdüğü sebepler; onun
dediği gibi umumî bir tarzda kabul etmeye imkân yoktur. Devrin bütün fıkıhçılarının
bu nedenle taklid ile yetinerek içtihada yönelmedikleri söylenemez. Bazı
şahıslar için bu durum söylenebilir.
III- Üçüncü
sebep; bazı mezheplerin tedvin edilmiş olmasıdır: Kamu oyunun güvenine mazhar
oian âlimler tarafından tedvin edilen mezhepler gelişmiş ve Cumhur tarafından
desteklenmiştir. Diğer mezhepler ise bunlara nazaran sönük kalmıştır. Nitekim
Şafiî, Ebu Leys b. Sa'd hakkında şunu söylemiştir :
«Ley*. Mâlik'dcn
kuvvetli bir fıkıhçıdir. Fakat arkadaşları onu kalkındıra-madılar.ı Yani, onun
görüşlerini tedvin ederek Cumhûr'a sunma hizmetine önem vermediler. Halbuki
Mûlik'in arkadaşları, onun görüşlerini tedvin ederek halka sundular. Lcys b.
Sa'd'ın fıkıhta emsalinden üstün oluşu, onun mezhebinin yayılmasına yeterli
değildi. Tilmizleri, onun görüşlerini tedvin etmedikleri için kendisi, hadîs
âlimicrince tazimle yad edilerek çok kuvvetli bir ravî ve güvenilir bir kaynak
olduğu ifade edilmekle beraber, mezhep İmamları gibi ietihad ve fıkıh sahasında
tanınmamış, görüşleriyle amel edilmemiş ve diğer mezhep imamlarına karşı ismi
çok sönük kalmıştır. Görüşleri ve şer'î hükümleri çıkarma kabiliyetleri,
kendilerinden sonra gelecek nesiller için birer ışık durumunda olan birçok
sahâbî ve tabiînin ileri gelenleri de, Lcys'İn durumunda kalmışlardır. Bİz,
onların devirlerinden bahsederken, bir kısmını tanıtmaya çalışmıştık.
Bu devirde yetişen
âlimlerin imamlarına bağlanmaları, onları taklid sınırlan içinde tutmamıştır.
Onlar, derecelerini yükselten birçok çalışmalarda da bulunmuşlardır. Bİz
onların çalışmalarını kısaca belirtelim :
1- Onlar,
imamları tarafından çıkarılmış olan hükümlerin illetlerini açıklamışlardır ki,
bununla iştigal edenlere TAHRÎC âlimleri denilr. Tahrîc demek; şer'î hükmün
illet ve sebebini araştırıp bulmaya gayret etmek demektir. Tahric işiyle en çok
meşgul olanlar, Hanefi âlimleridir. Çünkü onların kendi imamlarından rivayet
ettikleri hükümlerin çoğu muallel değildi. Yani, illetleri belirtilmemişti.
Onun için imamlarının şer'î hükümleri çıkarırken uyguladıkları usulleri beyan
etmek gayreti içerisine girdiler. İlletlerin tahricinde, bazen âlimler ihtilâfa
düşerlerdi. Yani bir hükmün dayandığı illetin tayin ve teshilinde değişik
görüşler olabilirdi. Hükümlerdcki illetlerin beyanı, imamlarının nassı bulunmayan
meselelerde fetva verme kapısını açardı. Yani bir mesele hakkında imamları
tarafından verilmiş olan hükmün illeti meydana çıkarıldığı zaman, aynı illeti
taşıyan ve hakkında imamları tarafından bir hüküm beyan edilmemiş olan başka
meseleler hakkında da kendileri fetva verirlerdi.
Yukarıda durumları
belirtilen âlimler, ahkâmın illetlerini bulmaya çalışırlarken, FIKIH USOLÜ
dedikleri bazı kaideleri vaz'ettiler. Onlara göre İmamları şer'î hükümleri
çıkarırken, bu usullere dayanmakta idiler. Ben, yaptığım araştırmalar neticesinde,
bu hakikate vardığım için «Usul-u Fıkıh» adlı kitabımda bu durumu açık bir
ifade ile belirttim. Adı geçen eserimi meydana getirdikten sonra, Şah
Veliyyüllah ed-Dchlevî'nin yukarıda anılan risalesinde bu görüşümü teyid eden
şu sözlerine rastladım :
«Ebu Hanîfe ile Şafiî
arasında veya Ebu Hanîfe ile arkadaşları arasında çıkan ihtilâfların,
el-Bezdevî'nin kitabında ve diğer bazı kitaplarda anlatılan bu usullere
dayandığı, birçok alim tarafından ileri sürüldüğüne şahid oldum. Ben, bu
görüşte değilim. Çünkü ihtilâf sebebi olduğu iddia edilen usullerin çoğu,
kendileri tarafından değil, bu devrin âlimleri tarafından konulmuş kaidelerdir.
Usul-u Fıkıh ilminde beyan edilen kaidelerin çoğu imamların verdikleri hükümler
üzerine çıkarılmış prensiplerdir. Bu prensipler hakkında Ebu Hanîfe, Ebû Yûsuf
ve Muhammed b. el-Hasan'dan herhangi bir rivayet sabit değildir. Bu
usuller üzerinde
titizlikle durmak ve onlara yöneltilen itirazlara cevap vermek için bir takım
yükümlülük altına girmek, mütekaddimîn âlimlerin işi değildir. Bezdevî ve
benzerinin bu sahada titizlik gösterecekleri yerde, bu usullere muhalif olan
başka usuller için titizlik göstermiş olsaydılar, belki daha iyi iş yapmış
sayılırlardı.» Dehlevî, bundan, sonra bu kaidelerin her birisi için bir misâl
getirerek onun hakkında, Hanefî âlimlerine yapılan itirazları ve onların cevaplamada
giriştikleri külfetleri birer birer izah etmektedir. Şafiîler bu sahada pek
yorulmamışlardır. Çünkü onların imamı, çıkarmış olduğu hükümlere ilişkin
usulleri bizzat tedvin ederek arkadaşlarına yazdırmış idi. Mâlikîlerle
Hanbelîler de böyle bir yükün altına girmediler. Çünkü onlar, münazara ve
delillerin tartışması sahasından uzak kalırlardı.
2- Bağlı
bulundukları mezhep içinde bulunan değişik görüşler arasında tercih yapmak
işidir. Bu da iki çeşittir;
a) Rivayet
bakımından tercih,
b) Dirayet
bakımından tercih
Bunları ayrı ayrı
kısaca belirtelim:
Rivayet bakımından
tercih işine girişmenin sebebi şudur: Her mezhep imamının beyan ettiği
görüşlerini müteaddit tilmizleri rivayet ettiği için, bazı meselelerde
rivayetlerde ihtilâf görülmüştür. Bildiğiniz gibi Ebu Hanîfe'nin görüş ve
fetvalarının bir kısmını Muhammed b. el-Hasan bizzat kendisinden, diğer bir
kısmını da Ebu Yusuf vasıtasiyle rivayet etmiştir. Ayrıca el-Hasan b. Ziyâd,
İsa b. Ebbân ve başkaları da, Ebu Yûsuf aracılığıyle Ebu Hanîfe'nin sözlerini
Tİvâyet etmişlerdir. Keza; Muhammed b. el-Hasan'ın kitaplarım, müteaddit
tilmizleri ve âlimler rivayet etmişlerdir. Bunlar, zaman zaman rivayette
ihtilâfa düşmüşlerdir. İmamların nakledilen sözlerinde ihtilâfa düşme işi, ya
nakledenlerin bir kısmının hatasından veyahut imamın kendisinin değişik
görüşlere sahip olmasından meydana gelmektedir. İmamların değişik görüşler
beyan etmiş olmaları muhtemeldir. Bugün elde mevcut deliler muvacehesinde bir
görüş beyan ettikten bir müddet sonra elde edeceği yeni deliller karşısında
yeni bir görüş sahibi olabilir. İlk görüşüne şahid olanlar, onu rivayet
ederken, yeni görüşüne muttali olanlar bunu rivayet ederler. Böylece, imamdan
muhtelif re'yler rivayet edilmiş olabilir. Ebû Hanîfe ve Muhammed b. Hasan'ın
sözleri müteaddit âlimler tarafından çeşitli yollarla rivayet edildiği ve bazı
ihtilâflara düşüldü-|'i gibi, Şafiî'nin sözlerinin de; er-Rebî1 b. Süleyman,
el-Müzenî, Harmele, el-Buvaytî vesâir âlimler tarafından rivayet edildiğini ve
yukarıda belirttiğimiz iki sebeple rivayette bazı ihtilâflara düştüklerini
görüyoruz. Mâlik'in de sözlerini [rivayet eden îbn el-Kasım, lbn-i Veheb,
lbn-il Macüşûn, Esed b. el-Fırat ve di-jerieri aynı durumdadırlar.
Belli başlı mezhepler
yerleştikten sonra, âlimlerin yaptıkları ilmî çalışma-arm bir kolu da, kendi
mezhep imamlarının sözlerine ait birden fazla rivayetlerinden kuvvetli
gördüklerini tercih etme işidir. Meselâ; Hanefî âlimleri, Ebu Hanîfe'nin arkadaşları
arasında Muhammed'in rivayetini tercih etmişler, imam Muhammed'in kitaplarından
olup, Ebû Hafs el-Kebîr ve el-Cûzcânî gibi sıka zatlar tarafından rivayet
edilen ve «Zahir'ür-Rivâyet» adı verilen eserlerini, o derece kuvvetli rivayete
dayanmayan diğer eserlerine tercih etmişlerdir.
Keza; Şafiî âlimleri,
er-Rebî' b. Süleyman'ın rivayetini tercih etmişlerdir. Hatta kendisiyle
el-Müzenî'nin rivayetleri arasında bir ihtilâf gördükleri zaman onun rivayetini
tercih ederlerdi. Halbuki aynı âlimler, fıkıh ilminde el-Müzenî'nin çok büyük
bir âlim olduğunu hatta er-Rebî'den üstün olduğunu itiraf etmişlerdir.
Harmele'nin rivayeti şayet el-Müzenî veya er-Rebî'in rivayetlerine muhalif
olursa, Harmele'nin rivayetini zayıf görürlerdi. Malikîler de lbn-i Kasım'm
rivayetini, Mâlik'in diğer arkadaşlarının rivayetlerine tercih ederlerdi. Bazan
lbn-i Kasım'm yapmış olduğu rivayetler arasında da ihtilâf oluyordu. Maliki
âlimleri böyle rivayetlerden de en kuvvetli olanı tercih ederlerdi.
Dirayet yönünden
tercih işine gelince:
Bu nevi tercih, kendi
imamlarından sabit olan muhtelif rivayetler arasında veyahut o imamın sözüyle
onun ashabının sözleri birbirine muhalif olunca, bunlar arasında tercih
vukubulurdu. Bu tercih işini haliyle her âlim yapamazdı. O imamın şer'î hükümleri
çıkarma hususunda takip ettiği yolları ve tatbik ettiği usulleri çok iyi bilen
fıkıh âlimleri, ancak bu tercihi yaparlardı. Ehliyetli olan âlimler tercih
yaparken, bahis konusu usul ve yollara en uygun olanını, şayet uygunluk
bakımından rivayetler aynı ise bu kere Kitap, sünnet ve kıyasa en yakın olanı
seçerlerdi. Tabiatıyle sağlam çerçeve içerisinde bu işi yapmakla beraber,
bazan aynı neticeye vanlmayabilirdi. Yanı tercihi yapan âlimlerden bir gurup,
bir rivayeti tercih ederken, diğer bir gurup ise başka bir rivayeti tercihe
şayan görebilirdi. Bir âlimin mezhepte tercih ehlinden sayılması, ona muasır
aynı mezhep âlimlerinin kendisinde bu yeteneğin varlığını ve bu işe gerçekten
liyakatli olduğunu itiraf ve kabul etmeleriyle mümkün idi.
3- Alimlerin
bağlı bulundukları mezhebi tanıtma ve yayma gayretini göstermiş olmasıdır.
Alimler, bağlı
bulundukları mezhep imamının geniş ilme, samimî takvaya ve şer'î hükümleri
çıkarmada isabetli görüşe sahip .olduğunu ve Kitap ile sünnete tam manâsiyle
ittibâ' ettiğini etrafa yayarlar, bu sahada kitaplar yazarlardı. Çoğu zaman bu
sahada eser veren âlimler, kendi imamlarının diğer imamlardan üstün olduğunu
savunurlardı. Az dahi olsa bazıları tarafgirlik ederek; onların imamına
muhalif olan diğer imamları tenkid ederlerdi. Fakat dediğimiz gibi, böyle
davrananlar çok azdır. Ayrıca mezhepler arasında ihtilâfa konu edilen her
mesele hakkında, kendi mezhep görüşlerini tercih ederek bu konularda eserler
yazarlardı. Hatta Kütüb'ül-Hilaf ismini verdikleri özel kitapları, bahis konusu
ihtilaflı meseleleri ele alıp eleştirmek ve kendi mezhep görüşünün her halde
isabetli olduğunu savunmak için te'lif etmişlerdi. Haliyle bazı meselelere ait
mezhep görüşünü savunurken, müşkil durumda kalanlar, yani görüş-
lerİnin isabetsizliği, savunmalarının
zaaflığından anlaşılanlar da
olurdu. Zaman zaman âlimler arasında
şifahî münazaralar da vuku bulurdu. Yapılan bu
türmünazaralar, İlgili devrin önemli olaylarından sayıldığı için
müstakil bir bolümde bunu önünüze
sereceğiz. [173]
Bu devrin
özelliklerinden birisi de, bazı âlimler arasında mücadele ve münazaraların
yayılmış olmasıdır.
Bundan önceki
devirlerde de bazı münazaralar olmuştu. Şafii, el-Umm adîı kitabında sık sık
bunlardan bahsetmekte, özellikle kendisiyle Irak fıkıhçisı Muhammed b. eİ-Hasan
arasında cereyan eden münazaralara geniş yer vermektedir. Ancak o devirde
görülen münazara, âlimler arasında yaygınlaşmamıştı. Ondan bütün maksat ve
gaye; şer'î hükümleri çıkarmakta en isabetli neticeye varmak idi. Orada
âlimlerin hakka karşı, görüşlerini değiştirmeye hiç bir engel yoktur. Çünkü
görüşler hususunda hepsi bağımsız idiler. Hiç birisi mıınyycn bir mezhebe bağlı
değildi. Bu devirde ise gerek münazaraların yaygınlaşma sebebi ve gerekse münazara
esnasında tarafların savunma ve iılılhıları ile münazara neticesi bakımından
durum değişti. Hiç de önceki devirlere uygun yapılmadı.
Bu devirde münazara o
derece yaygınlaştı ki; hemen hemen belli başlı bütün şehirlerde sık sık
toplantılar düzenlenerek,, o yerin iki büyük âlimi arasında münazara tertip
edilirdi. Özellikle Irak ve Horasan dolaylarında bu iş âdeta hastalık halini
aldı.
Yapılan münazaralar,
başta vezirler İle ileri gelen devlet adamları olmak üzere o çevrenin bazı
âlimleri huzurunda akdedilirdi. Taziyet vesilesiyle yapılan toplantılarda da
münazaralara önem verilirdi. Eş-Şeyh Ebû İshâk eş-Şîrâzr'nin yazmış olduğu
«Tabakat'üş-Şafiiyye» adlı kitapda bu konuda geniş malûmat vardır.
Ebu'l-Vclîd el-Bacî
diyor ki : «Bağdat'ta adamın yakın! vefat edince, birkaç gün mahalle
mescidinde oturup komşuları ve arkadaşları taziyet için onun etrafında
toplanırlardı. Taziyet günleri geçince, etrafındakiler onu teselli ederek işine
başlamasını sağlarlardı. Taziyet dolayısiyle camilerde yapılan bu nevi toplantılar,
ya Kur'ân kiraatiyle veya fıkhı meseleler hakkında âlimler arasında tertip
edilen münazara ile geçerdi. Bu durum, Bağdat'ın bir âdeti idi.»
Bu devirde münazaraya
çok önem verildiği için, münazara kaideleri hakkında kitaplar te'lif edilerek,
buna «İLM-U EDEB'İL-BAHS» ismi verildi. Böylece münazara kaideleri, bir ilim
dalı haline geldi. Eskiden kelâm ilmi konularında münazaralar yapılırdı. Bu
sahada sürdürülen münazaralar, zamanla aşırı mezhep taassuplarına, kan dökmeye
kadar giden yaygın husumetlere ve çatışmalara sebebiyet verince; bazı devlet
adamları yapılagelen münazaraları fıkıh
mecrasına yönelttiler,
Fıkıhta da özellikle Hanefî ve Şafiî mezheplerini münazara konusu etmeyi tercih
ettiler. Bundan sonra halk, kelâm ilmi konularına ait münazaraları terkederek,
özellikle Hanefî ve Şafiî mezhepleri arasında ihtilaflı olan meseleler hakkında
münazaralara yöneldiler. Mâlik, Süfyan, Ahmed b. Hanbel ve diğer müetehidler
arasında meydana gelen ihtilâfları münazara konusu etmediler.
Yukarıda münazaranın
yaygınlaşmış olmasını kısaca ifade etmiş olduk. Şimdi de yapılan münazara
sebebini belirtelim :
Zamanın devlet
adamları, fıkhın inceliklerini aydınlığa kavuşturmak, mezhep İmamlarının
çıkardıkları ahkâmın dayandığı illetleri iyice kavratmak ve fetva usullerini
hazırlamak gibi maksatlarla bu münazaraları tertip etliklerini iddia ediyorlar
idiyse de, aslında gerçek sebep, sırf kendi arzularını gerçekleştirmek ve
duydukları zevki tatmin elmekdi. Gerçeğin bu olduğunu, Hüccefül-lslâm unvanını
almaya liyakatla hak kazanmış bulunan, Ebu Hâmid el-Gazâlî bizzat ifade
etmiştir. Onun beyanı gerçek sebebin aydınlığa kavuşması hususunda en kuvvetli
delilimizdir. Çünkü kendisi, ilk zamanlarda münazarayı idare eden âlimlerin
başında gelirdi, Keskin zekâsı, ikna kudret ve konuşma kabiliyeti bakımından o
devrin eşsiz âlimiydi. İlk zamanlarda bu münazaraları idare eden Gazali,
bilâhare bunun içyüzünü ve gerçek sebebini anlayınca, parlak görülen bu
işlerden sıyrılarak Allah'a yöneldi. Bu münazaralar içinde bizzat yaşamış ve
gerçek gayesini şahsen müşahade etmiş olan bir zatın vereceği bilgiden daha kuvvetli,
isabetli ve samimî bir bilgiyi elde etmek mümkün olamaz. Gazâlî diyor ki: [174]
Münazaraya katılan
âlimler, gerçeği araştırmada yardımlaşmak ve fikir teatisinde bulunmak ilmî bir
hizmettir, demekle kendilerini avutmaya çalışırlardı. Çünkü yapılacak
tartışmaların, dedikleri gayeye uygun olabilmesi için, aşağıda belirteceğim
sekiz şartın tahakkuku gerekir:
1- Mükellef
olduğu farz-ı aynları yapmadan, farz-ı kifâyelerden sayılan iyi niyetli ilmî
münazarayla meşgul olmamak,
Zimmetinde ifası
gereken farz-ı ayn varken bunu yapmayıp farz-ı kİfâye ile iştigal eden ve
gayesinin, hakkın anlaşılması olduğunu söyleyen kişi, yalancıdır. Örneğin :
Farz namazı bırakarak, elbise dokumak ve dikmekle iştigal eden ve «Maksadın.,
avretini sctredccck elbise bulamiyarak avretini örtmeden namaz kılanlara elbise
yetiştirmektir.» diyen şahsın, bu davranış ve sözünde samimiyetsiz olduğu
meydandadır. Mezhepler arasında ihtilaflı olan ve cemiyet hayatında
rastlanması nadiren görülebilen lâli derecedeki meseleleri münazara konusu
etmek ve çok mühim bir işmiş gibi kıymetli zamanları bununla geçirmek, doğru
bir iş değildir. Kaldı ki böyle meseleler hakkında münazara yapmakla iştiğal
edenler, bütün mezheplerin ittifakiyle farz-ı ayn olduğu kabul edilmiş olan
bazı hizmetleri ihmâl ederler. Böyle bir çalışma, sevap yerine günahı
gerektirir. Farzlar arasında dahi, zaman, zemin ve şartlar bakımından bir
sıralamanın gereğini unutmamalıdır. Yanında bulunan emaneti, ivedilikle ve
derhal sahibine iade etmesi gerekirken, bilerek bunu geciktirip en kutsal
görevlerden sayılan namaza başlayan şahıs, bu davranışıyle günaha girmiş olur.
Bu itibarla kişinin ibadet etmiş sayılması için, yaptığı işin haddizatında
ibâdet türü olması kâfi değildir. İbâdet saydığı işin zamanına, şartlarına ve
sırasına riayet etmedikçe, ondan sevap bekleyemez.
2- Münazaradan daha önemli bir farz-ı kifâyenin
bulunmadığına inanması,
Eğer daha önemli
farz-ı kifâyelerin bulunduğunu bildiği halde bunlarla meşgul olmayıp
münazaraya girişirse, yaptığı işle günah kazanmış olur. Bunun durumu, şu
şahsın durumuna benzer; bir gurup insan susuzluktan ölüm tehlikesiyle karşı
karşıya gelmiş bir anda, hiç kimsenin bu durumdan haberi yokken bir kişi,
vaziyeti bizzat müşahade eder. Onlara su yetiştirme ile derhal ölüm tehlikesini
bertaraf etmeye gücü yettiği halde, bunlarla ilgilenmez de hacamat Öğrenmekle
meşgul olur ve «— Hacamat bilimi, farz-ı kifâyelerdendir. Bir şehirde bunu
bilen yoksa bütün şehir halkı tehlikeye girer» diyerek, davranışının iyi
olduğunu savunursa; «Şehirde ihtiyacı karşılayacak miktarda hacamat işini bilen
çok sayıda kişi vardır. Senin bu işle meşgul olmana ihtiyaç yoktur» denildiği
zaman, «— Hacamatçıların çokluğu, bu bilimi farz-ı kifâye olmaktan çıkarmaz.»
der. Bu durumda hacamat bilimiyle farz-ı kifâye olduğu gerekçesiyle meşgul
olup, Müslüman bir cemaatın susuzluk yüzünden ölüm tehlikesini geçirdiğini
bildiği halde kudreti dahilinde olan kurtarma işini ihmâl eden şahsın durumu;
îslâm memleketinde ihmâl edilmiş tıp (halk sağlığı), emr-i bil'ma'ruf ve nehy-i
ani'I-münker gibi bir sürü farz-ı kifâyeler varken, bunlarla ilgilenmeyip
zamanını hep münazara ile geçirenlerin durumuna benzer.
3- Münazara
edenin kendi re'yi ile fetva veren müetehid olması,
"Şafiî mezhebi,
Hanefî mezhebi veya başka mezheplerin görüşüyle fetva verecek durumda
olmamalıdır. Çünkü kendi re'yile fetva verecek müetehid durumunda ise diğer
mezhep görüşleriyle kendi görüşü münazara esnasında karşi-' laştırıhnca, hak
olan görüş gün ışığına çıkabilir. Dolayısıyle onun görüşü, hak olan görüşe
uygun değilse kendi görüşünü bırakır, hak olan görüşe katılır. îc-tihad
mertebesine ulaşmamış derecede ise (ki bugünkü devrin bütün insanları bu
durumdadır) bağlı bulunduğu mezhebin dışında kalan görüşlerle fetva
vere-miyeceğine göre, yapacağı münazaradan ne kazanabilir?
Bilfiil vukubulmuş
veya genellikle olabilen meseleler hakkında münazara etmeli,
Halbuki münazara ile
iştigal edenler, halkın genellikle karşılaşabileceği me-
seleleri münazara
konusu etmezler de, uzun münakaşalara sahne olabilecek lüzumsuz bir takım
hususları seçerler.
5-
Münazarayı tenha yerde yapmayı, büyük halk kitleleri ve özellikle padişahlarla
ileri gelen devlet adamlarının huzurunda yapmaya tercih etmeli ve bundan
boşlanmah,
Çünkü tenha yerde daha
salim bir kafa ile iyi düşünerek, isabetli fikir taâ-tisi yapılabilir. Aynı
zamanda daha gerçekçi ve ihlâslı tartışmalar kolaylıkla yürütülür, Camaat
huzurunda münazara yapmak, tarafları riyaya ve hak olsun olmasın her taraf
kendisini haklı çıkarmaya ve karşısındakini haksız gösterme gayretine
sürükleyebilir. Bildiğin gibi münazara yapanların, Özellikle başta devlet
adamları olduğu halde büyük halk kitleleri huzurunda münazara yapmaya ihtiraslı
olmaları Allah için değildir. Aynı şahıslar başka yerde uzun zaman rakibiyle
bir arada bulunduğu halde aralarında ilmî bir konuşma yapılmaz, hatta
birisinin sorduğu ilmî soruya cevap bile verilmez. Ama münazara meclisi kuruldu
mu kuvve'li hatip kesilir, başkasına konuşma sırasını bile kolay kolay vermez,
6- Münazara
eden şahıs, kendisiyle münazara ettiği arkadaşına rakip ve hasım gözüye
bakmamalı, bilâkis yardımcı bir arkadaş şeklinde telakki etmeli,
Gerçeğin
araştırılmasında, kaybettiği malını arayan kişi durumunda" otmahr
Aramasına koyulduğu gerçeğin, onun eliyle veya yardımcısı durumunda olan
arkadaşının eliyle meydana çıkmasında bir fark gözetmemelİdir... Hatta arkadaşı
tarafından hak meydana çıkarıldığı takdirde ona teşekkür etmeli, memnuniyetini
ifade etmeli... Maalesef zamanımızın münazaracilan, rakiplerinin davayı
kazanmaları halinde yüzleri kararır, utanır, olanca gücüyle anlaşılmış olan
hakkı inkâr etmek için didinir ve kendisini yenen şahsı ömür boyunca zem eder.
7-
Münazarada rakibinin bir delilden başka bir delile veya çözülmesi güç bir
husustan başka bir hususa geçişlerine engel olmamalı,
Halbuki devrin
münazaracılan, gerek fikirlerini savunurken ve gerekse karşı tarafın fikri
aleyhinde konuşurken, mücadelenin hoşlanılmayan bütün incelikleri sözlerinde
yer alır. Meselâ: Şu hususu biliyorum. Fakat onu anlatmak mecburiyetinde
değilim, bu nokta senin ilk sözlerine aykırı düşer ve bu yüzden kabul
edilmez... gibi sözlere, münazaralarda sık sık rastlanır. Bildiğin gibi bütün
münazara toplantıları savunmalar ve mücadelelerle geçirilir.
8— Kendisinden istifade etmeyi umduğu ilim adamlanyle münazara etmelidir,
Halbuki genellikle
kendilerinden istifade edilecek büyük âlimlerle münazara etmekten sakınırlar.
Savunacakları fikirler batıl olsa dahi, rakiplerine kabul ettirmek için
umumiyetle bilgi bakımından kendilerinden dûn olan kimselerle münazara ederler.
Yüksek âlimlerle münazaraya giriştikleri takdirde yenilme endişesi olduğu için
buna katiyen yanaşmazlar.»
Gazâlî'nin beyan
ettiği münazaranın sekiz şartı, burada sona erdi. Bundan sonra
Gazâlî, münazaranın âfetleri
konusu İçin ayrı
bir bölümü açarak, bu âfetlerin
birkaçını şöyle sıralamıştır. [175]
1-
Hased (çekememezlik),
2-
Kibirlenmek ve kendisini halktan üstün görmek,
Münazara İle iştigâl
edenler, gittikleri mescitlerde oturacakları yerleri seçmek ve meclislerin baş
kısımlarına yakın veya uzak yerlerde oturmak, girilecek yerlere önce veya sonra
girmek... gibi hususlarda bile büyük bir kıskançlık, tâbir caizse aşağılık
duygusu içerisine girerler. Bu tip nahoş arzuları yolunda, kendilerince kabul
edilen sözde bir takım mazeretler beyân ederek, ilmin şerefini korumak
istediklerini, mesleğin şeref ve vckarını korumak gayesini güttüklerini iddia
ederler. Halkı sapıtmak için Islâmî bir meziyet olan, tevazuu, /illet ve
hakaret şeklinde, kibirlenmeyi de ilmin vckarı tarzında yorumlamak çabasından
geri kalmazlar.
3- Kin
beslemek,
Münazara eden kişi,
umumiyetle rakibi hakkında kin beslemeye başlar. Bu hastalıktan korunan münazaraciya
pek rastlanamaz.
4- Gıybet
etmek,
Münr.zaracı, rakibinin
sözlerini anlatmaktan ve onu yermekten kendisini pek tutamaz. Buna azamî
derecede dikkat ettiği takdirde, rakibinin söylediklerini anlatırken, o
sözleri eksiksiz ve fazlasız olarak anlatır. Bu takdirde bile anlattığı
rakibinin sözlerinde bazı kusurları ve hataları anlatacak ki, yine gıybet etmiş
olur.
5- Halkın
gizli olan kusurlarım araştırıp bulmak ve açığa vurmak,
Münazaracı, emsalinin hatalarını ve
rakiplerinin kusurlarını takip etmekten geri kalmaz. Hatta şehrine bir
münazaracmm geldiğini duyduğu zaman, ona haber verenlerden, gelen şahsın
durumlarını soruşturur ve elde edeceği ipuçlarını saklayarak, lüzumu halinde
onu mahcup etmek ve halk nazarından düşürmek için, bir silâh mahiyetinde
hazırlar. Bu kişinin durumlarını araştırırken, çocukluktaki davranışlarını ve
vücudundaki eksiklikleri bile tesbite kalkışır. Öyle ki başında bulunacak
kellik lekelerini bile ihmal etmez. Bilâhare karşılaşıp yaptıkları münazarada
en ufak bir yenilgi alâmetlerini sezince, münazara mecrasını değiştirerek,
sakladığı silâhlarla işi şahsiyata dökmekten hicap duymaz. Bu nevi davranışları
seyirciler tarafından da tasvip görür ve onun maharetlerinden sayılır.
Devrimizin ileri gelen münazaracılarmdan bu seviyeye düşenler olmuştur.
6- Halkın üzüntülerine
sevinmek ve sevinçlerine
üzülımk.
Şüphesiz kendisini
başkalarından ustun gören ve ı-öslerenler. emsalini ü/on olaylar onu sevindirir
ve sevinçleri onu teessüre düşürür. Anıhırııula beliren öl-ke, kumalar arasında
bulunan düşmanlığa benzer. Kumalardan birisi nasıl diğerini uzaktan görür
görmez, sinirleri gerginleştiği ve rengi sarardığı gibi; münazaracı da
rakibini gördüğü zaman rengi değişir, zihni karışır, sanki azgın bir şeytan ve
yırtıcı bir hayvan ile karşılaşmıştır.
7-
Münafıklık huyuna dalmak,
Münazaracılar bu huya
kendilerini kaptırırlar. Çünkü rakiplerine, ahbaplarına ve onlardan yana
olanlara rastladıkları zaman, ister istemez dille dost gibi konuşurlar, hürmet
eder gibi görünürler, hâl ve hatırlarını sorarlar... Bu davranışların yapmacık
olduğunu kendileri bildiği gibi, muhatapları ve bu sözleri işiten herkes
bilir. Dolayısıyle yalancılık, münafıklık ve küstahlık bunlarda yaşanmış olur.
Çünkü dille sevişirler, kalben buğzederler.
8- Hak ve doğruyu
kabul etmeye yanaşmamak, bundan hoşlanmamak ve hak olduğu bilindiği halde
onu ;ekiştirmek,
M ima/aracının en çok
nefret ettiği şey, hakkın rakibi tararından meydana çıkarılmış olmasıdır. Bu
tarzda hak tecelli edince, bülün gayretiyle bunu ıcd \e İnkâr etmeye, hileli
yollardan mümkün olan bütün çabalarıyle onu karartmaya çalışır. Bu sahada
inatçılık ve gerçeği göre göre çekiştirmek, onda tabiî bir hâl olur. Artık
duyduğu her söze İtiraz etmeyi gelenek haline getirir. İtiraz ve çekiştirmeyi
o kadar ileri götürür ki, Kur'ân delilleri vesâir dinî kaynaklara itiraz etme
ve bunlar arsında âdeta bir aykırılık ve çelişki bulma sapıklığı içine girer.
9-
Riyakârlık hastalığı,
Münazaracı, sözde dinî
bir çalışma içinde kendisini gördüğü halde, halkın gönüllerinde iyi, intiba
bırakmak, onların dikkatini kendi üzerine çekmek, teveccüh ve iltifatlarına
mazhar olmak... gibi dünyevî bir takım maksatlar beslemeye başlar. Riya
denilen yiyici hastalık, insanı en büyük günahlara sürükler. Halk kitleleri
huzurunda münazaraya girişen kişi, halkça tanınmak ve onların medh-ü senasını
almak maksadını güder.»
Gazâlî'nin sözleri
burada gitti.
Dinin koruyucusu ve
şer-i şerifin hâmisi olan fıkıh âlimlerinin, İşgal ettikleri çok ulvî seviyeyi
muhafaza etmeleri gerektiği halde, nedense bu devirde sayıları az dahi olsa
bir gurup, laı seviyeden düşerek, cidden hoşlanılmayan bit takım neticelere
gidilmiştir. Daha önce belirttiğimiz gibi mnhdut şahısların buna kapılmasına,
devrin devlet adamları sebep olmuştur. Allah rızası düşünülmeyen bu çeşit
münazaralar, bu İşe girişen ilim adamlarının uğradıkları tehlikeli neticeleri,
aynı hastalığa tutulmuş ve uzun sürmeden Allah'ın inayetiylc şi-faye kavuşmuş
bîr zat (Gazâlî) tarafından etraflıca dile getirilmiştir.
İbn-i Sibkî «Tabakat»
adlı eserinde diyor ki:
Ebû Habbân et-Tevhîdî,
eş-Şeyh Ebû Hâmid'İn Tahir el-Abadâniyye şöyle söylerken işittim : «— Münazara
meclisinde benden duyacağın sözlerin çoğuna, İtibar edip sakın yazma. Çünkü
münazara meclisinde hasmı yenmek için bir takım mugalatalar ve yersiz
konuşmalar cereyan eder. Biz, münazarada ih-lâslı bir şekilde ve Allah rızası
için konuşmayız. Eğer böyle bir maksadımız olmuş olsaydı, konuşmayı uzatmaz,
bir an önce susmaya giderdik. Gerçekten biz, bu tip mücadelelerle Allah'ın gazabına
müstahak oluyoruz. Bununla beraber Allah'ın bol olan rahmetini umuyoruz. [176]
Şîâ mezheplerinden
birisi olan ve Ca'fer-i Sadık'm oğlu İsmail'i imam kabul eden 1SMAİL1YYE
mezhebi, bu devirde Mısır ve dolaylarında çıkmıştır. Bu mezhep mensupları
Ca'fer-i Sadık'm diğer oğlu Musa Kâzım'ı terketmişler-dir. Ismâiliyye
mezhebinin çıkmasıyle, islâm âleminde Şiâ mezheplerinin sayısı üçe çıkmış
oluyordu. Bunlar Zeydiyye, on iki imama inanan 1mam1yye ve son olarak
zikrettiğimiz 1smaîl1yye adlı mezheplerdir. Bu mezhepler, Şia'ya ait olmakla
beraber birbirine muhaliftirler.
Mısır'da Fatımîler
devleti kurulunca Kahire'ye gelen el-Muîz lidînillâh, beraberinde ismâiIİyye
mezhebinin en üstün fikıhçısı ve büyük âlimini de getirerek Mısır'da Kadı'l-kudat
görevine atadı. O zamana kadar Mısır'da kadı'l-kudât diye bir makam yoktu.
Ondan önceki devirlerde büyük hilâfet merkezi olan Bağdat'da el-Kadi'1-Ekber
unvanlı bir makam vardı. Mısır'a tayin edilen kadı'l-kudât, o günden itibaren
gerek mîras konularında ve gerekse şâir fıkhî konularda İsmâiIİyye mezhebine
göre hükmederdi. Mîras hususnda Ismâiliyye mezhebi, Cumhûr'a aykırı birçok
görüşlere sahipti. Cumhûr'a muhalif düşen en mühim meselelerin başmda şunlar
gelir:
Mirasta Avl [177] yoktur.
Keza; bir mirasçının diğer
bir mirasçıyı Tasîb [178]
(asabeleştirme) i yoktur.
Tâsib yerine ölüye
yakınlık esasını koyarlar. Yani erkek veya kadın farkı gözetmeksizin, ölüye en
yakın olanlar mirasçı olurlar. Bunlar varken daha uzak derecede kalan akrabaya
mîras hakkı yoktur. Onlara göre; ölünün babası, annesi ve öz çocukları birinci
dereceyi... dedeler, erkek ve kız kardeşler ise ikinci dereceyi teşkil
ederler, ölünün diğer akrabaları buna göre derecelendirilir. Bu sisteme göre
ölünün birinci derecede olan mirasçılarından yalnız bir kızı kalmışsa, malın
yarısı pay, diğer yansı da reddiye gereği olmak üzere tamamı kıza verilecek!
Böylece kabul ettikleri bu sistemden hareketle, Resûlüllah vefat ettiği zaman
birinci derece mirasçı durumunda yalnız Hz. Fâtıma bulunduğuna göre; Resûlüllah'ın
terekesinin tamamı onun hakkıdır. Yine onlara göre; ölünün annesi varken,
ölünün erkek ve kız kardeşlerinden hiç birisi mîrasçı olamaz.
Şiîler, mirasta ölüye
yakınlık kaidesini esas aldıkları haide anne baba bir amcaoğlunu, baba bir
amcaya takdim ederler. Halbuki ölüye amca, amcaoğlu-na nazaran daha yakındır.
Genel kaidelerine ters düşen bu görüşte hak üzerinde olduğunu iddia ederek,
Şiîlerin bu husustaki sözde icmami delil gösterirler. (Çünkü bilindiği gibi Hz.
Ali, Peygamberimizin anne baba bir amcaoğluydu. Hz. Abbas da baba bir amcası
di. Şiîler, hilâfet meselesinde Abbasîlere bu noktadan hareketle, karşı
çıkagelmişlerdir.
Resûlüllah'ın:
«Mirasta belirli
paylan, sahiplerine ulaştırınız. Ondan sonra kalan malı, ölüye en yakın olan
erkeğe aittir.»[179]
mealindeki hadîse uyan Cumhûr'un görüşüne muhalif düşen Şiîlerin, birçok mîras
meseleleri vardır.
Bu devirde Mısır
kadılarının verdikleri hükümler, Ismâiliyye mezhebine bağlı tutulduğu gibi, Şiâ
âlimleri Mısır'da tesis ettikleri Ezher üniversitesinde de îsmailiyye mezhebini
okuturlardı. Bu maksatla bastırılmış kitapları vardı. Onlar, âlimlere ve
Öğrencilere geçici vazifeler tevdî ederlerdi. Parlak olan bu görevleri
vermekle, onları aşılamak ve kendi mezheplerine kaydırmak maksadını
güderlerdi. Ayrıca Mısır ve dolaylarında Ismâiliyye mezhebinin benimsetilmesi
için geniş çapta propagandaya devam ederlerdi. Onlar, Cumhûr'u Ismâiliyye
mezhebine çekmek İçin olanca gayretlerini harcarlardı. Fakat harcanan bütün
gayretlere rağmen istedikleri neticeye varamadılar. Çünkü Mâliki ve Şafiî
mezhepleri, Cumhûr'un kalbinde içtenlikle iyice yerleşmişti. Onun için bu iki
mezhebi çürütmek veya zayıflatmak hususunda kesin bir işlemin yürütülmesi
mümkün değildi. Bu iki mezhep âlimleri, Mısır'ın el-Câmi'ul-Atîk adlı camide
öğretimlerine devam ederlerdi.
Bu hâl bir ara devam
etti. el-Mustansır'in veziri Ebu Ahmed b. el-Efdal, bilâhare bu işi gevşetmeye
mecbur kalınca, her biri kendi mezhebine göre hük-
medecek 4 kadılık
makamını ihdas elti. Bunlar Ismailiyye, hnamiyye, Mâliki, Şnl'ii
kadılıklarıdır. Mısır'da ilk olarak değişik mezheplere göre müteaddit kadılar
tayin edilmiş oluyordu. Bu olay, hicrî 525. yılında vukubuldıı. Fatmıîyye
dcvlcli zayıt'layınca hicri 547 yılında «Ez-Zahâir» adiı kilabm yazarı olup Şafiî
mezhebine mensup o!an Ebu'l-Mcâlî, tek kadı olarak Mısır'da bülün halka ait
hükümleri vermeye başladı.
Seiâhnddin-i liyyûhî
Mısır'ı alınca tsmâiliyye (Fatımîler) devletinin koymuş okluğu tüm esasları
kaldırarak, onların son kadısı Celâlüddin Hibclııllah b. Kâmil es-Sûri'yi
görevden uzaklaştırarak hicrî 566, yılında Kahire'de kadı'I-kudât makamına
Şafii olan Sadnıddîn
Abdullah b. Dirbas
el-Kiirdi'yi gelirdi.
Selahaddin-i t'yyûbî,
Mısır dolaylarında Jsmailiyye mezhebine savaş açarak bu mezhebin izini dahi
bırakmadığı için, biz onların fıkha ait olsun olması» hiç bir kitaplarına
rastlamamız mümkün olmadı.
Memlûk devleti
kuruluncaya kadar Mısır'da kadılar yalnız Şafiî mezhebine göre hükmederlerdi.
Memlûk devletinin kurucusu Baybars işbaşına geçince, tekrar Mısır'da müteaddit
kadılıklar makamım ihdas etti. Kendisi Cumhûı'un tasvİb ettiği Şafiî, Maliki,
Hanefî ve Hanhelî mezhepleri için dört kadı tayinini yaptı. Cumhıır'un dışında
kalan mc/hepterc itibar etmedi.
Biz, Mısır'da
tsmfıiliyyc mezhebinin yayılma derecesini ve ona intişarı eden cemaalm
miktarını tesbit etmek imkânına sahip değiliz. Ancak şunu biliyoruz, ki;
Isntâiliyyc mezhebi âlimleri akidleri, zihniyetleri durum ve davranışları
ili-bariyle Cumhûr'un nefretini kazanmış olduklarından ve devrin fıkıh âlimleri
bu mezhebin sapık bir mezhep olduğunu tanıtmalarından dolayı Fatımî devletinin
bütün çabalarına rağmen, islâm camaatına pek nüfuz edemedi. [180]
Bu devrin üçüncü
özelliği de mezhep taassubunun görülmcsidir. Görüldüğü gibi, bundan önceki
devirde değişik mezhebe bağlı âlimler arasında en ufak bir iğbirar ve
hoşnulsuzluk yoktu. Üstelik onlara müsamaha, sevgi ve saygı ruhu hakimdi. Bazen
aynı şehirde iki veya daha çok müetehid bulunurdu. Bunlar, arkadaşlarının iclihad
etmelerini normal karşılar, katiyyen bundan dolayı birbirini ayıplamaklardı.
Onların birbirine karşı yaptıkları bilinen tek şey, herhangi bir meselede bir
arkadaşın ietihadda yanıldığını söylemeleriydi. Bazan hatalı gördükleri husus
için, yazışma yoluyle veya şifahî olarak tenkidlerini ilgili rnüc-tehıde
iletirlerdi. İlmî tenkidler yaparken hürmet, muhabbet ve övgülerini belirtirlerdi.
Biz, daha Önce EI-Lcy's b. Sa'd'ın, Malik b. Encs'e yazmış olduğu mektubu aynen
almıştık. Nasıl bir saygı ve sevgi hisleriyle mektubun ele alındığını
görmüştük. Şafiî, Ebu Hanîfc'nin bazı meselelerini açıkça tenkid etmekle
beraber, onu överken: «İnsanlar, fıkıhta Ebu Hanîfc'nin iyâli (çolıık-çocuk)
durumundadırlar.!, demiştir. Şafiî, sık
sık Muhammed b. Hasan'ı övdüğü halde, kendisiyle en çok
münazara edendir. Ahmed b. Hanbel, Şafiî'nin tilmizi olduğu halde Şafiî ona;
«Bir hadîs sence sahih görüldüğü zaman, beni haberdar et» derdi. Bu gibi
sözler, o yüce imamların birbirine karşı sevgi, saygı ve müsamaha derecelerini
isbatlamaktadır. Onlar, bu tutumlarında selefleri plan as-hâb ve tabiîlerin
izini takip ederlerdi.
Bu devirde ise taklid
ruhu yaygmlaşınca durum, her mezhep mensuplarını, kendi imamlarına ait
meseleleri savunmaya sürükledi. Devlet adamları, o devrin âlimlerini
huzurlarında münazara meydanlarına davet ederek, Gazâlî'yi nefret ettiren vahim
akıbetlere sürüklediler. Ayrıca taklîd ve münazara işi, gurupları,
savundukları fikirlerde taassuba kaçmalarına ve diğer gurupları hasım
saymalarına sebep oldu. Hatta bazı iüm adamları işi husumete götürüp, bu işin
sempatizanı olan halk arasında da düşmanlıklar meydana getirdiler. Aralarındaki
husumet ve çatışma, değişik mezheplere mensup kişilerin namazda birbirlerine
iktida etmelerinin nerdeyse haram olduğunu söyleyecek bir raddeye vardırdı. Ne
zaman ve nerede bulunduğunu bilmediğimiz, sözde şu kaideye dayanıyorlardı :
«İktida'da me'mum (İktida eden) un mezhep görüşü esastır. İmamın mezhep görüşü
esas değildir.»
Bilindiği gibi, kan
akmakla Şafiî olan şahsın abdcsli bozulmayacağı cihetle, o haliyle kılacağı
namaz, Hanefî olan şahsın nazarında sahih değildir. Hanefî olan kişinin,
yabancı olan kadına dokunmasiylc abdesti bozulmaz. Namazda fatihayı okurken
besmeleyi çekmek zorunda değildir. Böyle bir abdestle namaz kılan veya namazda
fatihanın başında besmele çekmeyenin namazı Şafiî olan şahsa göre sahih
değildir. Bu ve bunlara benzer bir takım farklı görüşler do-layısıyle, başka
mezhebe bağlı imama uyan şahsın kalbinde bir şüphe bulunur. Bu şüpheden dolayı,
bunların birbirine uymasının haram olduğu sözünü nereden çıkardılar? Halbuki,
demin söylediğimiz gibi, bu sözleri söyleyenlerin bağlı bulundukları yüce
imamlar, ietihadda ve diğer İmam arkadaşların yaptıkları muhalefette,
müsamahakâr idiler. Müctehidin, ietihad neticesinde vardığı neticeye göre
hareket edip, onunla amel elmesİ ve ona ters düşecek başka türlü davranışta
bulunmaması gerekir. Bu durumda, her müctehidin namazını sahih saymak gerekir.
Bunu sahih sayınca, iklida işinde me'mumînin mezhebine değil, imamın mezhebine
itibar etmek gerekir. [181] Fakat
mezhep taassupları cemaatlar arasında tefrika açma endişesini doğurdu. Bazı
fıkıhçılar, işi ifrata götürmekle yekdiğerini ithama başlayarak, İmamlarının
bazı meselelerde Kitap ve sünnetin nasslanna muhalefet ettiklerini, dolayısıylc
bu meselelerde hükmeden kadıların verecekleri hükümlerin muteber
sayılamayacağı, çünkü hakkında nass bulunan meselelerin içtihada konu
edilemiyeceği gerekçesini ileri sürdüler.
Biz, bu konuyu uzatmak
istemiyoruz. Esasen taklidin tabiî neticesi olarak' saydığımız bu-noktayı
özetle belirtmek istediğimiz için buna dokunduk. - Eğer denilse ki, anlattığın
mezhep taassupları, taklidin eserlerinden değildir, çünkü hicrî 5. asırda
yaşayan Endülüslü İbn-i Hazm meydandadır. Kendisi taklidi ter-kederek, mutlak
icühad iddiasiyle ortaya atıldı. Bunun yanında muhaliflerine şiddetle çatarak,
açıkça mücadele etti. Bu arada *EMhkâm U Usuî-H Ahkâm* ve «El-MahalH jiUFıkh*
adlı iki eser verdi.
Biz bu hususa şöyle
cevap veririz:
ibn-i Hazm, ictihad
davasında bulunmakla beraber hakikî taklidden çıkmadı. Çünkü kendisi Davut b.
Ali'nin mezhebine halkı çağırmakta ve onun mezhebini desteklemekte idi. Sonra
beldesinde bulunan âlimler, kendisiyle mücadele ederek onu sıkıştırdılar.
Ibn-i Hazm'ın halkı Zahiriyye mezhebine davetine, âlimlerin şiddetle karşı
koymalarından huzursuzlanması neticesi kalemine sarılarak, âlimlere cephe aldı,
onları yeneceğini sanıyordu. Halbuki kendi şahsım ve görüşlerini mahkûm etti.
öyle bir duruma düştü ki, ne hayatta iken, ne de vefatından sonra hiç kimse
onun görüşlerine iltifat etmedi. [182]
Bu devirde yetişen
fıkıhçılar, mensup oldukları imamların muhtelif rivayetleri arasında tercih
yapmak, imamlarının çıkarmış oldukları meselelerin illetlerini meydana
çıkarmak ve hakkında imamlarının nassı bulunmayan meseleler için müşterek
illetlere dayanarak kıyas yoluyla fetva vermekle, imamlarının mezheplerini
mükemmelleştirmiş sayılırlar. Bunun İçin biz, bu fıkıhçılardan, kitaplar tedvîn
edip onlardan sonra gelen âlimlere ışık tutanların en meşhurlarını tanıtmayı
gerekli görüyoruz: [183]
1-Ebu-1-Hasan
Ubeydullah b. el-Hasan el-Kerhî (h. 260-340), Iraklı Hanefî âlimlerin reisi ve
onların İleri gelenlerinin üstadı idî. Kendisi tEl-Muhtasar» adlı kitabı
te'lif etti. Ayrıca Muhammed b. el-Hasan'ın yazmış olduğu «El-Camiu's-Sağîr,
el-Camiu'l-Kebîr» kitaplarına şerhler yazdı. Kendisi bu devir fıkıhçılarının
büyüğüdür. Onu, «Müctehid fİl-Mezheb» olan âlimlerden saymışlardır.
2-Ebu Bekr
Ahmed b. Ali er-Razî el-Cessâs,
El-Kerhî'nin tilmizi
ve ondan sonra Hanefî âlimlerinin reisidir. El-Kerhî'-nin Muhtasar'ı ile
et-Tahâvî'nin Muhtasar'ını ve Muhammed'in «El-Câmîrle-rine şerhler yazmıştır.
Ayrıca Usul'ul-Fıkhta ve kadıların adabı hakkında birer kitap yazmıştır, (h. ?
- 370)
3-Ebu Ca'fer
Muhammed b. Abdullah el-Belhî el-Hindevânî,
Ona «Küçük Ebu Hanîfe»
derlerdi. BeüYın imamlarından idi. Hicri 362
de Buhârâ'da vefat
etti.
4-Ebu'I-Leys
Nasr b. Muhammed es-Semerkandî, İmam'ul-Hüdâ
ünvartıyle meşhurdur. EI-Hindevânî'nin talebesidir. En-Nevâzil, el-Uyûn, el-Fetâvâ, Hazânet'ül-Fıkh adlı kitaplar yazmış ayrıca,
El-Camiu's-Sağîr'i şerh etmiştir. Hicri 373 de vefat etmiştir.
5- Ebû
Abdullah Yûsuf b. Muhammed el-Cürcânî,
El-Kerhi'nm
tilmizidir. «Hazânet'ül-Ekmel» adlı 6 cildlik kitap yazmıştır. Bu kitap, Hanefî
âlimlerin yazmış oldukları kitaplarda bulunan meselelerin bir çoğunu içine
alır. Ayrıca «Ez-Ziyâdât, el-Câmî'ul-Kebîr ve Muhtasar'ul-Kerhî» ye şerhler
yazmıştır. Bunun yanında
«Kâfi'l-Hâkİm», «cl-Mücerred
ve'1-Münte-ka» ve «Uyûn'uI-MesâiU adlı kitapları vardır. Hicrî 398 de vefat
etmiştir.
6-
EbıTl-Hascn Ahmed b. el-Kudûrî el-Bağdâdı,
Meşhur «El-Muhtasars
sahibidir. Bunun yanında Ebu Hanîfe ve Şafiî'nin ihtilâf ettikleri meseleleri
içine alan ve ihtilâfın dayandığı delillere yer vermediği «Et-Tecrîd» kitabını
yazmıştır. Ayrıca El-Kerhî'nin Muhtasar'ına şerh yazmıştır. Güzel bir üslûbu
vardır. Şafiî olan eş-Şeyh Ebu Hâmid el-lsferânî ile münazara ederdi. Hicrî
427 de vefat etti.
7- Ebu Zeyd
Abdullah b. Ömer ed-Debûsî es-Semerkandî,
En önemli eserleri :
«EI-Esrâr, Kitab'u Takvîm-il Edilleti ve En-Nazm fi'l-Fetâvâ»dır. Semerka'n-t
ve Buhârâ'da seçkin âlimlerle münazaralar yapmıştır. Kendisi, delillerin
çıkarılması ve münazara kabiliyeti hususunda darb-ı mesel haline gelmişti.
Vefatı hicrî 400 dür.
8- Ebu
Abdullah el-Hüseyİn b. Aİi es-Seymerî,
Hanefî fıkıhçılannm
büyüklerinden idi. Güzel ifade ve isabetli görüş sahibiydi. 436 da vefat etti.
9- Ebu Bekr
Cevâhirzâde Muhammed b. el-Hüseyn el-Buhârî, Maverâünnehr âlimlerinin ileri
gelenlerinden idi. aEİ-Muhtasar,
et-Tecnîs
ve el-MebsûU adlı
eserleri vardır. Kendisi, kadı Ebu Sabit Muhammed b. Ahmed el-Buhâri'nin
yeğeni olduğu için ona «Cevâhirzâde» dendiği söylenir. Hicri 433 de vefat
etti.
10-
Şems-ül-Eimme Abdülaziz b. Ahmed el-Hülvânî el-Buhârî, El-Mebsût'un
musannifidir. Zamanındaki Buhara halkının imamı idi. Hicrî 418 de vefat etti.
11-
Şemsü'î-Eimrae Muhammed b. Ahmed es-Serahsî, El-Hülvânfnin tilmizi olup, «Müctehid fiI-Mezheb» olan fıkıhçilardan sayılmıştır. Büyük bir imam, kelâm ve usûl ilimlerinde
sivrilmiş, ikna kabiliyeti ve münazara kudreti bakımından emsalinden üstündü..
Hakana yaptığı bir nasihat sebebiyle zindana atıldı. Zindanda iken talebeleri zindanın kapısı
önünde otururlar, kendisi hiç bir kitabı mütalâa etmeden hatırında tuttuğu
fıkhı meseleler hakkında 15 cildlik el-Mebsût'u yazdırdı. Ayrıca usûl-u
fıkıhta eseri vardır. Es-Seyr'ul-Kebîr ve Muhtasâr'ut-Tahâvîye'ye şerhler
yazmıştır. Onun yazdırdığı «El-Mebsût»
Mısır'da basılmıştır. Hicrî 5. asrm sonlarında vefat etti.
12- Ebû
Abdullah Muhammed b. Ali ed-Damgânî (h. 400-478): Irak'ta muasır Hanefî
âlimlerin reisi idi. Es-Seymerî ve el-Kudûrî'nin til-
mîzidir. Dâmgân'da
doğmuş, Bağdat kadılığını yapmıştır. Ebu't-Tayyîb eş-Şafiî, övgü ile ondan
bahsederken : «Şafiî olan birçok arkadaşlarımızdan daha iyi Şafiî mezhebine
vakıftır.» derdi. Kendisi, Şafiî olan eş-Şeyh Ebû Ishâk eş-Şirâzî ile münazara
ederdi.
13- Ali b.
Muhammed el-Bezdevî (h. 400-483),
11 cildlik «El-Mebsût»
adlı kitabı tasnif etmiştir. Ayrıca El-CâmiHil-Kebîr ve el-Câmi'üs-Sağîr'i şerh
etmiştir. «Usul'ul-BezdevÎB diye meşhur olan, usul-u fıkha ait kitap ile
«Gmâü'l-Fukahâ fi'1-Fıkho adlı eserin sahibidir. Hudud'da doğmuştur.
14-
Şems'ül-Eimme Bekr b. Muhammed
ez-Zerencerî (h. 427-512), EI-Hülvânî'den ilim alan bu zat, mezhep meselelerini
çok iyi hıfzettiği için
bu konuda darb-ı mesel
haline gelmişti.
15- Ebû
tshâk İbrahim b. İsmail es-Saffâr,
Meşhur kadihân'ın
üstazidır. Baba ve dedelerinin hepsi, büyük fıkihçı idİ-ler. 574 de Buhârâ'da
vefat etti.
16- Tâbir b.
Ahmed b. Abdürreşîd el-Buhârî,
«Hülâset'ül-Fetâvâ»
adlı eserin yazarıdır. «Hazânet'ül-Vakiât» da onun te'liflerindendir.
Maverâünnehir'deki Hanefî âlimlerinin şeyhi idi. Müctejıid fil— Mezheb
durumunda olan fıkıhçılann ileri gelenlerindendir.
17-
Zâhiruddîn Abdürreşîd b. Ebû Hanîfe b. Abdürrezzâk el-Velvâlicî, «El-Vâlicîyye» adlı fetavâsı
vardır. Hicri 540 dan sonra vefat etmiştir.
18- Ebu Bekr
b. Mes'ud b. Ahmed el-Kâsânî,
Melik'ül-Ülemâ lâkabı
verilen bu zat, iyi bîr tertiple yazılmış olan Kitab-ül-Bedâi'in yazandır.
Ayrıca, hocası Alâuddîn Muhammed b. Ahmed es-Semer-kandî'nin «Kitabu
Tuhfet'ül-Fukahâ» adlı eserini şerh etmiştir. Hicrî 587 de vefat etmiştir.
19- Fahruddîn
Hasan b. Mansûr el-Üzcendî el-Ferğânî,
«Kadıhân» ismiyle
tanman bu büyük imam, halen piyasada bulunan ve ismine atfedilen Fetavâyı,
ayrıca «El-Vakiât», «El-Emâlî» ve «el-MehâdırDin yazarıdır. Bunun yanında
«Ez-Ziyâdât, el-Câmiu's-Sağîr ve el-Hassâfm «Edeb'ül-Kudât» adlı kitaplara
şerhler yazmıştır. Başka da eserleri vardır. Kendisi, müctehid fil-mezheb
tabakasından sayılır. Kasım b. Kutlubağ «Tashih'ul-Kudûrî» de diyor ki:
«Kadıhân'm sahih gördüğü görüş, başkasının sahih gördüğü farklı görüşe tercih
edilir. Hicri 592 de vefat etti.
20- Ali b.
Ebî Bekr b. AbdüfceM el-Ferğânî el-Mürğînânî, «EI-Hidâye»nin sahibidir. Hadîste hafız ve fıkıhta imamdır. «Kitabu'l-
Münteka,
Neşr'ül-Mezheb, et-Tecnîs, Menâsik'ül-Hacc, Muhtârât'ün-Nevâzil ve Kitab'ül-Ferâiz» adlı eserler onun te'liflerindendir. Hicrî
593 de vefat etmiştir. [184]
1- Muhammed
b. Yahya b. Lübâbe el-Endülüsî,
Muasır âlimler
içerisinde Mâliki mezhebine ait meseleleri ve dayandıkları illetleri en iyi
bilen âlim İdi. Mâliki mezhebi dışında kalan bir takım fıkhı görüşleri ve
fetvaları vardı. Fıkıh sahasında yazdığı eserlerin başında «El-Mün-tahabe» ve
«Kitab fi'1-Vesâik» gelir, lbn-i Hazm el-Fârisî diyor ki: «Adı geçenin
el-Müntahabe adlı eseri, arkadaşlarımızın eserleri arasında dengi olmayan bir
eserdir.» O eser, Mâlik'in tilmizlerinden Esed b. el-Fırât'ın ei-Müdevvene adlı
kitabında bulunan meseleleri açıklamaktadır. Hicrî 326 da vefat etmiştir.
2- Bekr b.
el-A'lâ el-Kuşeyrî,
Aslen Basralı olup
bilâhare Mısır'da yerleşen ve kadı ismail'in tilmizlerinden fıkıh ilmini alan
bu zatın yazdığı önemli eserlerin başında «Kitab'ul-Ah-kâm» gelir. Bu kitap,
îsmail b. İshâk'ın eserinden bazı kısaltmalar ve ilâveler yapmak suretiyle
meydana getirilmiştir, önemli diğer eserleri: «Kitab'ür-Red alâ Müzeni, Kitab-u
Usûl'U-Fıkh ve Kitab'ül-Kıyâs» adlı eserleridir. Hicrî 314 de vefat etmiştir.
3- Ebû İshâk
Muhammed b. el-Kasım b. Sabân el-Ansî,
Zamanında Mısır'da
bulunan Malikî fıkıhçılann reisi idi. Malikî mezhebini en iyi bilen İdi. Fakat
eserlerinde Malik'le buluştuğu pek bilinmeyen bazı kimselere atfettiği
fetvalar ve ayrıca Malik'e isnâd ettiği garip bir takım görüşlere yer
vermiştir. Onun eserlerinde görülen bu görüş ve fetvalar, Mâlik'in güvenilir
arkadaşları tarafından rivayet edilen ve onun mezhebinde yerleşen ahkâmm
dışında kalır. Yazdığı kitapların başında tKitab'uz-Zâhî eş-Şabânî fi'1-Fikh»
adlı eser gelir. Vefatı h. 355 dir.
4- Muhammed
b. Haris b. Esed el-Haşnî,
Önce Kayravân'da
fıkıhla iştigal .ettikten sonra Endülüs'e gelip Kurtubâ'da yerleşti. Oranın
âlimlerinden feyiz aldı.. Fıkıhta ileri gelen, güzel kıyas yapan bir zât idi.
Malikî mezhebine ait ittifak ve ihtilâfa dair bir kitap yazdı. Ayrıca Mâlik'in
görüşlerinden, arkadaşlarının muhalif kaldıkları kısmı ihtiva eden bir eser
meydana getirmiştir. Fetvalara ait bir kitabı da vardır. Vefatı hicrî 361 dir.
5- Ebu Bekr
Muhammed b. Abdullah el-Muaytî el-Endülüsî, Mâlik'in ve ashabının mezhebini en
iyi bilen ve fıkhı güzelce kavrayan
bir zattır. Halîfe
el-Hakem'in emri üzerine, bu zât ile Ebu Ömer el-Esbîlî tarafından tEI-Istîâb»
adlı kitap ikmâl edildi. Bu kitap, kadı ismail'in bazı ar-kadaşlan tarafından
kısmen telif edilmişti. Bu eserde sadece Mâlik'in görüş ve fetvalarına yer
verilmiş idi. Ashabı tarafından rivayet edilmiş ihtilaflı meselelere yer
verilmemişti. Yazan, kitabın beş ciiz'ünü yazdıktan sonra eseri tamamlamadan
vefat etmişti. Halife bu kitabı görünce çok beğendi, aynı usul ile ikmâlini
hararetle istediği için el-Muaytî ile Ebu Ömer'e bu işi tevdî etti. Onlar
da bu işi üzerlerine
alıp, kitabı tamamladılar. Eser 100 cüzden ibarettir. Vefatı h. 367 dir.
6-Yusuf b.
Ömer b. Abdüiberr,
Zamanındaki Endülüs
ulemâsının şeyhi ve bu yer muhaddislerinin büyüğüdür. Mâlik'in el-Muvatta*
kitabına şerh ve açıklama mahiyetinde olmak üzere yazdığı «el-Istizkâr bi
Mezâhibi Ulemâ'il-Emsâr» ve «Kitab'üî-Kâfi fi'l Fıkh» isimli kitapları,
eserlerinin başında gelir. Vefatı hicrî 380 dir.
7- Ebû
Muhammed Abdullah b. Ebî Zeyd Abdurrahman en-Nefzî el-Kayravânî,
Zamanının Malikî
mezhebi imamı ve önderiydi. Mâlik'in mezhebini çok iyi bilir. Onun sözlerini
açıklardı. Her taraftan âlimler feyiz almak için ona gelirlerdi. Çok sayıda
üstün tilmizler yetiştirdi. Malikî mezhebini zayıf rivayetlerden ayıklayarak
iyi bir süzgeçten geçirdi. Ona «Küçük Mâliki denildi. Yazdığı eserlerin başında
«en-Nevâdir ve'z-Ziyâdât ale'l-Müdevvene, Muhtasar'ül-Mü-devvene,
Tehzîb'ul-Utbiyye ve Kitab'ür-Risleı gelir. Vefatı hicrî 386 dir.
8- Ebû Sâid
Halef b. Ebî Kasım el-Ezdî,
Berâdiî ünvaniyle
meşhur olan bu zât EbÛ Muhammed b. Ebî Zeyd'in ve el-Kubâsî'nin arkadaşlarından
ve Malikî mezhebini iyi bilenlerdendir. Onun te'-liflerinin başında
el-Müdevvene'yi Özetlemek üzere yazmış olduğu Et-Tehzîb» kitabı gelir. Bu
kitapta hocası Ebû Muhammed tarafından yazılmış olan «el-Müdevvenemin
kısaltılması yolunu takip etmiştir. Ancak kendisi el-Müdevve-ne'de bulunan
bölümler arasındaki sırayı bozmamış bir de Ebû Muhammed'in ilâvelerini
çıkarmıştır. Onun yazmış olduğu bu eser Mağrib ve Endülüs bölgelerinde Malikî
mezhebinde en çok müracaat edilen kaynak durumunda idi. Ayrıca
«Kitab'üt-Temhİd- li Mesaili ei-Müdevvene» adh bir kitabı vardır. Bu kitabı da
«El-Müdevvene»nin Özeti olup Ebû Muhammed'in ilâvelerini de ihtiva etmektedir.
Ayrıca ıEl-Vadîha»yı da özetlemiştir.
9- Ebû Bekr
Muhammed b. Abdullah el-Ebherî,
Mâliki mezhebinin
izahı, savunması ve ona muhalif düşen görüşlerin reddi hakkında te'Iifleri
vardır. Asrının Mâliki âlimlerinin imamı idi. Hadîste sika ve fıkıhta meşhur
idi. Bağdat'ta fıkıh bilgisini ilerletmiş, îbn-i Abdülhakem'in «Muhtasar-ı
Kebîr ve Muhtasar-ı Sağır» adlı kitaplarını şerh etmiş, muhtelif mıntıkalarda
Malikî mezhebinin yayılmasında etkili olmuştur, Irak'ta Mâlik'in görüşünü
kuvvetle savunmuş, El-Mansûr camiinde 60 sene tedrisat ve fetva işiyle meşgul
olmuştur. Irak'ta Malikî âlimlerinden, El-Kadi İsmail'den, sonra, onun kadar
kuvvetli tilmizler yetiştiren olmamıştır. Zaten Mâliki mezhebinde bu iki zâta
denk âlim pek yetişmemiştir. Yalnız Sahnûn, onların seviyesindedir. Hatta
onlardan daha çok ve kuvvetli talebe yetiştirmiştir. Ebherî'nin yukarıda
söylediğimiz eserlerinden başka tEr-Red
ala'l-Müzenî, Kitab'ul-UsÛl, Kitabu
Icmâi ehl-il-Medîne»
v.s. eserler vermiştir. Onun vefatından sonra Irak'ta Maliki Mezhebi
zayıfladı. Hicrî 395 de Bağdat'ta vefat etti.
10- Ebû
Abdullah Muhammed b. Abdullah,
Ibn-i Ebî Zcmnî
el-Bîrî ünvaniyle tanınan bu zât, büyük fıkıhçı ve hadiselerden idi.
El-Müdevvene'nİn İzah isteyen hususlarını açıklayıcı ve önemli noktalarını
belirtici mahiyette bir şerh yazmıştır. «El-Mu'rİb fi'l-Müdevvenec İsmini
verdiği bu eserde, Müdevvene'de bulunan rivayetleri tevsik etmeye ve
ta'bir-lerini daha rahat anlaşılır cümlelerle ifade etmeye çalışmıştır.
Müdevvenenin kısaltılması ve şerhi konusunda yazılmış olan eserler arasında bunun
kadar tutulanı yoktur. Ayrıca «Kitab'ul-Müntahab fi'1-Ahkâm ve
Kilab'ül-Mühezzeb» gibi eserler yazmıştır. Hicri 399 da vefat etmiştir.
11-
Ebü'l-Hasan Ali b. Muhammed b. Halef
el-Maâfiri,
«lbn'ül-Kabisî» künyesiyle tanınmış, geniş çapta rivayet bilgisine sahip, hadîs
ve ricali ile illetleri konusunda âlim idi. Aynı zamanda Usûl ilmini ve fıkhı
çok iyi bilirdi. Yazmış olduğu faydalı teliflerin başında «Kitab'ul-Mümch-hed,
Ahkâm'üd-Diyânet ve Kitab-u-Mülahhas'il-Muvattâ'» gelir. Hicrî 403 de vefat
etmiştir,
12- EI-Kadı
Abdulvahhâb b. Nasr-el-Bağdâdî el-Mâlikî,
Güzel görüşlü, tatlı
ifadeli olup, eî-Ebherî'nin ileri gelen ashabından fıkıh bilgisini almıştır,
Bağdat dolaylarında Mâliki Mezhebi, kendisiyle yeşerdi. Bilâhare Mısır'a
geçti. Orada takdirle karşılandı. Yazdığı çok sayıdaki eserlerinin başında
şunlar gelir: «Kitab'un-Nasr li Mezheb-i İmafni Dar'il-Hicreo, «El-Maûne li
Mezheb-i Alim'ü-Medine», «Kitab'ül-Edille fi Mesâil'il-Hilâf»,
«Şerh-üI-MüdevveneB ve «Şerhu Risâiet-i İbn-i Ebî Zeydn. H. 422 de vefat etti.
13-
«EI-LebîdÎB diye tanınan, Ebü'l-Kasım Abdurrahman b, Muhammed el-Hadramî,
Ibn-i Ebî Zeyd ve
el-Kabisî'den fıkıh alarak, Afrika'nın meşhur ulemâsından oldu.
El-Müdevvene'nin meselelerinin izahı, ayrıntıları ve yeni bir takım ana misaller
ile bazı rivayetlerin ilâvesiyle meydana getirmiş olduğu kitap, 200 cüzden
ibarettir. Ayrıca El-Müdewene'yi kısaltmak suretiyle yazdığı esere
«El-Mülâhhâs* ismini vermiştir. Hicrî 440 da vefat etmiştir.
14- Ebû Bekr
Muhammed b. Abdullah b. Yunus es-Saklî,
Fıkhın bütün
konularında, özellikle farâiz konusunda otoriter idi. Müca-hid bir şahsiyet
idi. Farâiz ilminde bir kitap yazmıştır. EI-Müdevvene'yi, bazı ilâveler yaparak
yeni bir kitap halinde kaleme almıştı. Vefatı hicrî 461 dir.
15-
Ebü'l-Velîd Süleyman b. Halef el-Bâcî,
. Endülüs'te ilmi elde
ettikten sonra doğuya geçip orada birçok kişiye ilim öğretti. Sonra tekrar
memleketine döndü. Muasır olduğu İbn-i Hazm ile münazaralarda bulundu. İbn-i
Hazin: «Maliki mezhebine mensup âlimler içerisinde, kadı Abdulvahhâb'tan sonra
cl-Bâcî'nin benzeri yoktur.» demiştir. Çok sayıda yazmış olduğu eserlerinin
basında şunlar gelir: «Kitab'ül-Istîfa fi Şerh'il-Mııvattâ', Kitab'ul-Müntcka
fi Şerh'il-Muvattâ', (ikinci kitap birincinin özetidir) Kitab'üs-Sirâc fi
llmil-Hicâc, Kitab'u Mcsail'il-Hilâf, Kitab'ül-Mühezzeb fi
Jhfisâr'il-Müdevvene, Kitab-u Şerh'il-Müdevvene, Kİtab-u Ahkâm'il-Fusûl fi
Ahkâm'il-Usûl. Hicrî 494 de vefat etmiştir.
16-
Ebü-1-Hasan Ali b. Muhammed er-Rabî,
«El-Lahamî» ünvaniyle
tanınmış olan bu zât, aslen Kayravanh olup Scfa-kis'te yerleşmişti. Oranın
üstün âlimi idi. «Et-Tabsire» isminde, el-Müdevvene üzerinde büyük bir haşiyesi
vardır. Bu haşiye, faydalı ve güzel bir eserdir. Lâkin bazı şahsî görüşlerine
ve tahriçlcrİne yer vermiştir. Böylece şahsî fetvaları Maliki Mezhebinin dışına
taşmıştır. 498 de vefat etmiştir.
17-
Ebu-1-Velîd Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd el-Kurtubî, Endülüs ve Mağrib
mıntıkalarında ona muasır bulunan fıkihçılarm Öncüsü ve reisi durumunda idi.
Fıkhî inceliklere, güzel ifade ve isabetli görüşe sahipti. Rivayetten daha çok
dirayete yer verirdi. Muhamnıed b. Ahmed cl-Atbî cl-Kur-tûbî tarafından
yazılmış olan «EI-Müstahrece» hakkında yazdığı aKitab-ül-Be-yân ve-t-Tahsîl»
adlı eseriyle «Kİtab'ül-Mukaddimât li Evâil-i Kütüb'H-Müdev-veTie» adlı kitabı
vardır. Ayrıca Yahya b. îshâk tarafından yazılmış olan «EI-Mebsûteıiyi ve
Tahâvî'nin kitabım kısaltmıştır. Hicrî 525 de vefat etti.
18- Ebû
Abdullah Muhammed b. Ali b. Ömer et-Temîmî el-Mazîri es-Saklî,
Afrika ve Mağrib halkının
imamı idi. Fıkhî konuların eleştirilmesi ve ieti-had derecesinin tesbiti ile
ietihad eden, Afrika âlimlerinin sonuncusu idi. Fıkıh ve usul-u fıkıhta
telifleri vardır. «Muslinin kitabiyle, kadı Abdulvahhab'm «Et-Telkîn» kitabını
şerh etmiştir. Mâlikî Mezhebinde bunun gibi bir kitap yoktur.
imam-ül-Haremeyn'in «eI-Burhân»ını da şerh etmiştir. Bu şerhe «el-Mahsûl min
Burhân'il-Usûl» ismini vermiştir. Hicrî
526 da vefat etmiştir.
19- Ebu Bekr
Muhammed b. Abdullah el-Maâfirî el-tşbîlî,
Kendi memleketinde bir
hayli ilmini ilerlettikten sonra dofu illerine göç ederek, birçok âlimlerden
istifade etmiştir. En çok Gazâlî'den istifade etmiştir. Burada Usuî, Kelâm ve
ihtilaflı meseleler hakkında geniş ve sağlam bilgiye sahip olduktan sonra
Endülüs'e geçti. Orada da ilmî çalışmalarını sürdürdü. Bu arada verdiği
eserlerinin başında : «Kitab-u Ahkâm'ii-Kur'an, Kitab'ül-Mesâlik fi Şcrh-i
Muvattâ-ı Mâlik ve Kitab'ül-Mahsûl fi Usûl-il-Fıkh» adlı kitaplar bulunur.
Hicrî 534 de vefat etmiştir.
20- EI-Kadı Ebu-1-Fadl îyâz b. Mûsâ b. îyâz
el-Yahsibî es-Sibti, Hadîs ve tefsirde zamanının imamı olduğu gibi fıkıhçı ve
usulcü idi. Mâ-
likî Mezhebine iyi
vakıf idi. Onun hocalarından birisi de.lbn-i Rüşd'dür. Faydalı eserleri
vardır. Sahih-i Müslim'in şerhi olan «İkmâl'ıd-Muallim» ve «Eş-Şifâ bi Tarif-i
^Hukuk'il-Mustafân, «Tertib'ül-Medârik ve Takrib'ül-Mesâlik li Marifet-i A'lâmî
Mezheb-i Mâlik» isimli eserler ona aittir. Muvattâ', Buhârî ve Müslim'de
bulunan «Garîb» hadîslerin açıklaması hakkında yazdığı tMeşârik-ül-Envânı meşhurdur.
Hicrî 541 de vefat etmiştir.
21- İsmail
b. Mekkî el-Avfî,
Abdurrahman b. Avfın
neslinden olan bu zat, Iskenderiyye'de ilimle meşhur bir ailedendir. 26
cildh'k ve «EI-Avfiyye» diye bilmen «Şerh'ut-Tehzîb» adlı eser onundur.
«Ed-Dibâom yazarı diyor ki: «Ben, bu kitabın 50 cildlik olduğu söylenen
takımından bir cildi elde ettim. Büyük sahifeler halinde yazılmış olan bu
cildden secde-i tilâvet bahsine ait 5,5 formasının 2470 satırdan ibaret
olduğunu tesbit ettim. Vefatı hicrî 581 dir.
22-
«El-Hafîd» diye meşhur olan Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Ahmed b. Ahmed b.
Rüşd,
Rivayetten daha çok
dirayete bağlı kalırdı, ilim, kemâl ve fazilet bakımından Endülüs'le eşi
yoktu. Teliflerinin en güzeli, fıkıhta yazmış okluğu «Ki-tab-u
Bidâyet'il-N^üctehid ve Nihâyet'il-Muktesfdo adlı kitaptır. Bu eserde
müc-tehidler arasında bazı meselelerde görülen ihtilâfın.sebeplerini anlatıp,
halkın faydasına sunmuştur. Zamanında ondan daha-çok ilmi ile çevresine faydalı
olan bir kimse bilinmiyor. Kendisi, Usûl ilminde yazılmış olan «EI-Müstesfâ'yı
da kısaltmıştır. Hicrî 595 de vefat etmiştir.
23- Ebû
Muhammed Abdullah b. Necm b. $as el-Cezzâmî'es-Sâ'dî, «El-Cevâhir'üs-Semîne fi
Mezheb-i Alim'il-Medîneı ismini verdiği ve Ga-zâlı'nin «EI-Vecîz» adlı eserinin
tertibini uyguladığı kitab, Malikî Mezhebinde yazılmış değerli bir
eserdir. Mısır'da Malikîler onun
etrafında toplanır, ondan istifade ederlerdi. H. 610 da vefat etmiştir. [185]
Çoğu Irak, Horasan ve
Maverâünnehir*den olan ve aşağıda tanıtmaya çalışacağımız âlimler, bu devirde
eserler vermek suretiyle Şafiî mezhebini etrafa yayan, evvelce yazılmış olan
kitapları elden geçiren, seçkin ve üstün Şafiî âlimleridir.
1- Ebu İshâk
İbrahim b. Ahmed el-Merûzî,
İbn-i Süreyc'den fıkıh
aldı. Fetva ve tedris hususunda asrının imamı idi. Irak'ta İbn-i Süreyc'den
sonra âlimlerin başında gelirdi. Birçok eser yazdı. Mü-zenî'nin «Muhtasarıma
şerh yazdı. Bağdat'ta yıllarca talebe okutmak ve fetva vermekle meşgul oldu.
Çok sayıda talebe yetiştirdi, ömrünün sonuna doğru
Mısır'a yerleşti.
Hicrî 340 yılında orada vefat etti. Şafiî'nin türbesi yakınlarına defnedildi.
2- Ebû Ahmed
Muhammed b. Sâid b. Ebi-1-Kadı el-Harzemî,
Bir ilim ocağmdan
yetişen bu zât, Ebu Bekr es-Sayrafî, Ebû İshâk ve bunların tabakasına dahil
zâtlardan fıkıh aldı. Şafiî fıkhına ait eski kitaplardan sayılan «el-Hâvî» ve
«el-Umden kitaplarının yazandır. Meşhur el-Maverdî ve el-- Fevrânî ondan ilim alanlardandır. Kendisinin
usul-u fıkıh hakkında, yazmış olduğu cEl-Hediyye» kitabı da kıymetlidir. Hicrî
340 küsur yıllarında vefat etti.
3- Ebu Bekr Ahmed b. İshâk ed-Dab'î en-Nisâbûrî,
Fıkıhta yüksek bîr
dereceye ulaştı. «El-Ahkâm» kitabını yazdı. Vefatı h. 342 dir.
4- Ebu Ali
el-Hüseyn b. el-Hüseyn,
İbn-i Ebi Hureyre diye
tanınırdı. Şafiî âlimlerin ileri gelenlerinden ve fık-. hin imamlarından sayılırdı. Ftkıh ilmini İbn-i Süreyc'den almıştı. Müzenî'nin Muhtasar'ıpa şerh yapmıştı.
Vefatı: h. 345 dir.
5- Ebu-s-Sâib Utbe b. Ubeydullah b. Musa
el-Kadı,
İmam sayılan
âlimlerden olup, Şafiî âlimlerinden Bağdat'ta ilk olarak Kâ-dı-1-Kudat görevine
getirildi- Hicrî 350 de vefat etti.
6- El-kadı Ebu Hâmid Ahmed b. Bişr el-Merûzî,
Ebu lshâk!m
arkadaşlanndandır. Onun telif ettiği «El-Câmı'a adlı kitap usûl ve fürûa ait
meseleleri ihtiva eder. İmamın nasslarını ve arkadaşlarının görüşlerini içine
alır. Şafiî âlimleri yanında güvenilir kaynak sayılır. Kendisi el-Müzenî'm'n
Muhtasar'ma da şerh yazmıştır. Vefatı hicrî 362 dir.
7- Muhammed
b. İsmail ef-Şâşî:
Kaffâl-i Kebîr olarak
isimlendirilen bu zat, Maverâünnehir'de bulunan Şa--: fiî fıkıhçilannm en
büyüğüdür. Usul-u fıkıhta eseri vardır, imam Şafiî'nin «Er-Risâleı adlı
kitabına şerh yazmıştır/ Şafiî fıkhını Maverâünnehir'de yaymıştır. Vefatı h.
365 dir.
8- Ebu Sehl
Muhammed b. Süleyman es-Sa'Iûkî,
Ebu lJıâk
el-MerÛzî'den fıkıh dersini aldıktan sonra Nisâbur'a döndü. Orada talebe
yetiştirmek ve fetva vermekle iştigal eti. Vefatı hicrî 361 dir,
9-
Ebü-1-Kasım Abdulaziz b. Abdullah ed-Dârekî,
Ebu İshâk
ef-Merûzî'den fıkıh ilmini aldı. Nisâbur'da tedrisatla meşgul oldu. Bağdat
âlimlerinin çoğu ondan ilim aldılar. Vefatı hicrî 375 dir.
10-
Ebü-1-Kasım Abdulvâhid b. el-Hüseyn es-Saymarî, Şafiî mezhebini çok İyi
bellemiş, güzel telifler yazmıştı. Onun yetiştirdiği âlimler arasında
el-Mâverdî de bulunuyordu. Eserleri
başında «El-lfsâh fi'l Mezheb»,
«Kitab'ül-Kifâye», «Kitab'ül-Kiyâs ve'l-llel» gelir. Müftî ve fetva soranın
âdabı hakkında da küçük bir kitap yazmıştır. Vefatı hicrî 386 dır.
11- Ebu Ali
el-Hüseyn b. Şuayb es-Sencî,
Irak ve Horasan
fıkıhçılannm fetva hususunda izledikleri iki yolu birleştiren ilk Horasan
âlimidir. Kadılık da yapan bu zâtın, yazdığı «Şerh-üI-Muhta-sar» adlı kitabı
çok revâc bulduğu için, imam-ül-Haremeyn, o kitaba «EI-Mez-heb-ül-Kebîr»
unvanını vermiştir. Telhîs-u ibn-il-Kas ve Fürû'u ibn-il-Haddâd adlı kitaplara
şerhler yazmıştır. Vefatı hicrî 403 dür.
12- Ebu
Hâmid b. Muhammed el-Esferâyinî,
Fıkıhta Irak
âlimlerinin izlediği yolun üstadı ve Şafiî mezhebinin hafız ve İmamı idi.
Ed-Dârikî yanında fıkhî bilgisini ilerleterek otoriter oldu. Bağdat'ta dn ve
dünya işlerinde başkan durumuna yükseldi. El-Müzenî'nin Muhtasar'ma şerh
mahiyetinde bir eser yazdı. Hanefî mezhebinde asrın imamı sayılan Ebu Abdullah
Es-Saymerî ile muasır idi. El-Kudûrî, onun Şafiî'den daha kuvvetli bir fikıhçı
ve kıyasçı olduğunu söylemiştir. Vefatı hicrî 408 dir.
13-
Ebu-1-Hasan Ahmed b. Muhammed ed-Dabbî, lbn-ul-Mehâmilî künyesiyle meşhur olan
bu zat, 12. maddede yazdığımız
Ebu Hâmid'in en büyük
arkadaşlarından idi. El-Mecmu', el-Mukannaa ve el-Lübâb gibi kitapları vardır.
Hocası Ebu Hamid'den not halinde almış olduğu eseri de vardır. Vefatı h. 415
dir.
14- Küçük
Kaffâl diye tanınan Abdullah b. Ahmed,
Horasan fıkıhçılarmtn
büyüklerindendir. Onun tilmizlerinin, kendisinden almış oldukları fıkhı
meselelere ait izlediği yol, en açık, sıhhatli ve özlü bir yol olarak kabul
edilmiştir. Irak dolaylarında Ebu Hamid el-Esferâyinî nasıl âlimlerin reisi
sayılıyor idiyse, Horasan dolaylarında da bu zât âlimlerin başında gelirdi.
Vefatı h. 417 dir.
15- Ebu
îshak İbrahim b. Muhammed el-Esferâyinî,
Şafiî Mezhebindeki
imamlardan birisi idi. Usul-u fıkıhta yazmış olduğu «Talikat»! vardır. Hicrî
418 de Nisabur'da vefat etti.
16-
Ebu-t-Tayyib Tâbir b. AbduIIIah et-Taberî,
Zamanındaki Bağdat
âlimlerinin başında gelen büyük bir imam idi. Iraklılar ondan ilim aldılar.
Muhtasar'ül-Müzenî'ye şerh yazdı. Mezheb, münazara ve imamlar, arasındaki
ihtilaflı meseleler hakkında emsali bulunmayan değerli kitaplar yazdı. Kadı Saymerî'den
sonra Kerh'de kadılık yaptı. Hanefî âlimlerinden el-Kudûrî ve Ebu-1-Hasen
et-Talikanî ile münazarlarda bulundu. Vefatı h. 450 dir.
17-
Ebu-1-Hasan Ali b. Muhammed el-Maverdî,
Fıkıh konusunda
yazılmış olan «El-Havî ve EI-lknâ'« adlı kitapların sahibidir. Ayrıca
«EI-Ahkârn'us-Sultaniyye»
v.s. eserleri vardır.
Basra'da EsSaymerî'den fıkıh
ilmini aldıktan sonra Ebu Hâmid el-Esfcrâyinî'ye gidip undan feyiz aldı. Basra
ve Esferân şehirlerinde tedrisatla meşgul oldu. Vefatı h. 350 dir.
18- Ebu Âsim
Muhammed b. Ahmed el-Herevî el-Ubâdî, Ez-Ziyâdât, el-Mebsût, el-Hâdî ve Edeb-üI-Kudat adh
kitapları vardır.
Kendisi de üstadı Ebu
îshâk gibi ibarelerini girift ve çözümü zor İfadeler halinde yazmakla
tanınırdı. Vefatı h. 458 dir.
19- Ebu-1-Kasım Abdurrahman
b. Muhammed el-Fevrânî
el-Merûzî.
EMbâne, el-Umde ve
başka telifleri vardır. Ebu Bekr Kaffal'ın büyük tilmizlerinden idi. Merv
şehrinde bulunan âlimlerin üstadı idi. Hicri 461 de vefat etti.
20- Ebu
Abdullah Kadı Hüseyin cl-Merûzî,
Kaffâl'dan fıkıh
bilgisini aldı. lmam'ül-Haremeyn'in üstadıdır. Hicri 462 de vefat etti.
21-Ebu îshâk
İbrahim b. Ali el-Firuzâbâdî eş-Şirâzî,
Fıkıhta «Et-Tcnbîh ile
cl-Mühczzeb» ve ayrıca ihtilaflı
meseleler hakkımla «en-Nüket» usul-u fıkıhta «EI-Lem'» ile onun şerhi ve aEt-Tabsirc» müna/ara ilminde
oel-Mülâhhas» ile «el-Meûne» adlı eserleri
vardır. Fesahat ve münazara kudreti hususunda kendisi darb-ı mesel
haline gelmişti. Fıkıh hakkında köklü
bilgiye sahip ve geniş çapta talebe yetiştirme
hususunda İbn-i Siireyc'in yerini tuttuğu söylenirdi. Hanefî
âlimlerinden Ebû Abdullah ed-Damgânî ile münazaraları vardır. Vefatı 476 dır.
22- İbn-i
Sabbâğ» künyesiyle tanınmış olan Ebu Nasr Abdusscyyid b. Muhammed,
Eş-Şâmil ve'1-Kâmil,
İdet'ül-Âlim ve't-Tarîk'üs-Sâlim, Kifâyet'us-Sâil ile EI-Fetâvâ adlı eserler
yazmıştır. Zamanında Bağdat'ta bulunan Şafiî âlimlerinin başında gelirdi. Ebu
İshâk-ı Şirâzîye benzerdi. Bağdat'ta inşa edilmiş olan meşhur Nizamiyye
medresesinde ders okutan ilk hocadır. Hicrî 477 de vefat etti.
23- Ebu Sâ'd
Abdurrahman b. Me'mun,
Hocası el-Fevrânî'nin
kısmen yazdığı «El~lbâne» kitabını tamamlayarak «Tetimme» ismini verdiği eserin
yazandır. Bunun yanında, ihtilaflı meseleler hakkında ve ferâiz konusunda İki
eser yazmıştır. Eş-Şeyh Ebu İshâk'tan sonra Nizamiyye'de ders okutmuştur. H.
488 de vefat etti.
24- «Imam-ül
Haremeyn» unvanıyla meşhur olan
Ebu-1-Meâiî Abdül-melik b. Abdullah el-Cüveynî,
Babasından fıkıh
ilmini aldı ve zamanla Nisabur'un en büyük âlîmi, bilâhare fıkıh, usûl ve
kelâm ilimlerinde şarkın en büyük âlimi oldu. 40 sene Mck-kede oturdu. Bu
nedenle kendisine İmam'ül-Haremeyn lâkabı verildi. Nisâbur'a
dönünce Nizâm-ül-Mülk,
el-Medreset-ün-Nizamiyye'de ders okutma işini ona tevdî etti. Kendisinin
fıkıhta yazmış olduğu aEn-Nihâyen benzeri yazılmamış çok kıymetli bir kitaptır.
îbn-i Sibkî, bu kitabı çok takdir ediyor. Usul-u fıkıhta yazmış olduğu
«EI-Bürhân» da kıymetli bir eserdir. Ayrıca Şafiî mezhebinin tercihi konusunda
«Muğîs'ül-Halk» adlı bir kitap yazmıştır. Muasırı olan Ebu İshâk eş-Şirâzî onu
çok överdi. H. 487 de vefat etti.
25-
Ebü-1-Mehâsin Abdulvahid b. İsmail er-Revyânî,
«El-Bahraın sahibi,
mezhebin ileri gelen imamlanndandır. Şafiî Mezhebine ait geniş bilgisiyle
örnek olmuştur. Nizam'ül-Mülk, ona hürmet ederdi. Ta-beristan ve dolaylarında
kadılık etmişti. Onun yazmış olduğu «El-Bahr» kitabı, El-Mâverdî tarafından
daha Önce yazılmış olan «Hâvî»deki meseleler ile baba ve dedesinden Öğrendiği
bir kısım meselelerden ibarettir. Hicrî 502 de öldürüldü.
26- Hüccet-ül-îslâm
Ebu Hâmid Muhammed b. Muhammed b. Muham-med el-Gazâlî (h. 450-505),
Tûs'ta doğdu,
ImanVül-Haremeyn'den fıkıh dersini aldı ve büyük gayret-ier sarfederck Şafiî
mezhebi, imamlar arasındaki ihtilafları, münazara ilmini, usûlün bütün
dallarını ve mantık gibi çeşitli ilimlerde eşsiz bir âlim oldu. Hikmet ve
felsefe ilimlerini de okudu. lmam-ül-Haremeyn, onu överken: «Gazâlî, bir
deryadır.» demiştir. Hocası Imam'ül-Haremeyn'in vefatından sonra Bağdat'a giden
Gazâlî, Nizamiye' medresesinin eğitim ve öğretim görevi ona tevdi edildi.
Şafiî Mezhebi hakkında «El-Basît, el-Vesît, el-Vecîz, el-Hulâsa» kitapların» ve
Usul-u - fıkıhta «Eİ-Mustasfâ, el-Menkûl, Bidâyet'ül-Hidâye ve el-Meâhiz»
isimli kitapları, ihtilaflı meseleler hakkında ise «Şifâ'ul-Alîl fi Beyân-ı
MesâıTil-Ta'lil» ismini verdiği kitapları yazmıştır. Muhtelif ilimlere ait
birçok eserleri vardır. Tûs'ta vefat etti. Gazâlî'den sonra onun yerini
dolduran bir âlim yetişmedi.
27- Ebu
İshâk İbrahim b. Mansûr b. Müslim el-îrâkî,
Mısır'ın fıkıhçısı olarak
takdir edilen bu zât, Kahire'nin «El-Câmi'ül-Atîkpmda imam-hatiplik görevinde
bulunmuştu. El-Mühezzeb'e şerh yazmıştır. İlim tahsili için bir ara Irak'a
gitmiş, sonra yine Mısır'a dönmüştü. Onun için Iraklı olarak biliniyordu.
Kahire'de çok saygı toplamıştı. Kahire fıkıhçıiarı ondan çok istifade
etmiştir. Vefatı hicrî 596 dır.
28- Ebu Sâ'd
Abdullah b. Muhammed b. Hibetüllah et-Temîmî el-Mev-sî!î,
İbn-i Ebî Asrun
künycsiyle bilinen bu zat, Dımışk (Şam) a yerleşti. Orada kadfl-kudât
görevinde bulundu. Fıkıh ilmini önce Musul'da, sonra Bağdat'ta öğrendi. Bir
ara Musul'da talebe yetiştirmekle meşgul oldu. Son oîarak Dımışk'a yerleşerek
hicrî 573 de kadı'l-kudâtlık görevine atandı. Çok eser yazdı, 7 cildlik
«Safvet'ül-Mezheb Alâ Nihâyet'il-Matleb»,
tKitab'ül-lntisâr ve'l-Mür-
şîd ve'z-Zerîâ fi
Marifetiş-Şerîa», «Et-Teysîr fi'l-HHâf* adlı kitaplar eserlerinin başında
gelir. Yazmaya başladığı «Kitab'ül-lrşâd fi Nasrat'iUMezhebo adlı kitabı
tamamlayamadı.
29-
Ebu-1-Kasım Abdülkerim b. Muhammed el-Kazvînî er-Rafiî, «El-Vecîz» adlı kitaba
büyük bir şerh yazarak ona «El-Azîz fi Şerh'il-Vecîz» ismini verdi. Bazı
âlimler bu kitaba «Feth'ul-Azîz» adını verirler. Rafiî'-nin yazdığı önemli
eserlerinden ikisi de «Ei-Muharrer» ile Şafii'nin «Müsned»i-ne yazdığı şerhtir.
Onun sFeth'ul-Aziz» adlı eşsiz kitabı, ilmî kudretini göstermeye kâfidir.
Rafiî muhakkik âlimlerin dayandığı ve muasır Şafiî fıkıhçılarm mercii idi.
Mezhebte ictihad mertebesine erişmişti. Vefatı hicrî 623 dür.
30-
Muhyiddin Ebu Zekeriyya Yahya b. Şeref en-Nevevî, Hicrî 631 de Neva'da doğdu.
Muhakkik âlimlerin sonuncusu idi. Şafiî Mezhebinde tercih derecesine ulaşmış
idi. Rafiî'nin «Feth-ul-Aziz» adlı şerh kitabını kısaltmak suretiyle
tEr-Ravde»yi ve yine Rafiî'nin «El-Muharren adlı kitabım kısaltarak, meşhur
«el-Minhâc» adlı kitabı te'lif etmiştir. [186]
Bu devir Hülâgu Hân'ın
Bağdat'ı istilâ ettiği tarih olan (h. 657) den bugüne kadar devam eden SIRF
TAKLİD devridir. [187]
Bu devrin siyâsî
durumuna göz attığımız zaman büyük ve köklü bir ırka mensup olan Türklerin,
l^lâm ülkelerine hâkim olduğunu, hemen hemen her tarafta devlet İdaresini
ellerine geçirdiklerini görüyoruz. Kahir bir güce sahip olan Türkler, îslâm
dinine sımsıkı sarılmışlar ve çeşitli alanlarda zaferler kazanmışlardır.
Bati'da bulunan Berberîler devleti hariç Mısır'dan Türkistan'a kadar uzanan
geniş bir sahayı idareleri altına almışlardır. H. 8. asrın başlarında Anadolu'da
kurulan Osmanlı devleti, çevresinde bulunan beylikleri ve küçük devletleri
eriterek büyük bir devlet haline geldi.
Bilâhare Avrupa
kıt'asına atlayarak, bu kıt'anın büyük bir parçasını ele geçirdiler. H. 9.
asrın ortalarında İstanbul'u fethederek o günden itibaren bu beldeyi hükümet
merkezi haline getirdiler. Bundan bir müddet sonra da çeşitli memleketleri
ülkelerine katarken Bağdat'tan sonra Abbasî halifelerinin merkezi haline gelen
Mısır'ı ve dolaylarını aldılar. O günden itibaren hilâfet Türklerin eline ve
hilâfet merkezi de Kahire'den istanbul'a intikal etmiş oldu. Aynı zamanda
Mısır, Osmanlı împaratorluğu'nun bir eyâleti haline geldi. Osmanlı imparatorluğunun
hükümet merkezi İstanbul olunca, haliyle Kahire, gerek siyâsî ve gerekse ilmî
yönden eski Önemini ve değerini kaybetti. Osmanlı İmparatorluğu kuvvet bulduğu
günlerde, 8. asır (711-1492) dan beri ilmin önemli merkezlerinden sayılan
Endülüs beldelerinde İslâmiyet ışığı söndü. Hicrî 13. asrın başlarında M. Ali
Paşa Mısır'ın bağımsızlığını ilân etti. Ondan sonraki günlerde Kahire tekrar
ilmî ve siyâsî bir merkez haline geldi. Son zamanlarda Avrupa, islâm
ülkelerinin bağımsızlığına müdahale etmeye başladı. Müslüman olmayan bazı
devletler bugün de İslâm ülkelerinin içişlerine karışmaktan geri kalmıyorlar.
Öteden beri.devam edegelmekte olan bu nizâın nasıl bir netice doğuracağını
bilemiyoruz. [188]
îctihâd hizmeti bu
devirde durduğu için bu konuda yazılacak bir şey bulmak kolay değildir. Bu
devrin daha önceki devirlere kıyaslanması da kolay değildir. Çünkü birinci
devirde Yüce Allah, şer'î hükümleri vahiy yoluyle Re-sûlüllah'a indirir, O da,
Allah'ın indirdiği hükümleri tebliğ ederek beyân ederdi. İkinci ve üçüncü
devirlerde ashâb ve tabiîn Kitap ve sünnetten şer'î hükümleri çıkarma
yollarını ve sıhhatli re'yi açıklarlardı. Dördüncü devirde büyük imamlar ve
seçkin fıkıhçılar, şer'î delillerden gerekli hükümleri çıkarırlar ve tafsilatlı
bir şekilde tedvin ederlerdi. Beşinci devirde yetişen yüksek fıkıhçılar, selefleri
tarafından yazılmış olan şer'î hükümleri, muayyen bölümler halinde ve münâsip
bir şekilde sıraya koyar, değişik fetvaları kuvvet derecesine göre sıhhatli
bir süzgeçten geçirir, İmamlardan alınan rivayetler arasında ilmî tercih işini
yürütürlerdi.
Altıncı devrin bir
imtiyazı bulunmadığı için, söylenecek sözleri bulmak bile güçtür. Bu devir
bize kadar ulaştığı, bizim selef-i salihîn'e uymamız ve ilmî sahada ilerlememiz
gerektiği için biz, bu devirde görülen kusurları izah etmek isteriz. Çünkü
kusurlar belirdiği zaman fikir ve kudret sahibi olanların, bulunan kusurlara
çare bulmaları mümkün hale gelir.
Yedi küsur asrı içine
alan bu devrin en önemli özelliği; bu devir boyunca yetişmiş olan âlimlerin
taklîd prensibine sımsıkı bağlı olmalarıdır. Çok az kişi hariç, onlardan
ietihad rütbesine ulaştığı kanaatine varanlar görülmemiştir.
Bu devrin ilk
yarısında yani, Kahire'nin ehemmiyet bakımından Bağdat yerine geçerek Abbasî
halifelerinin merkezi olduğu h. 7. asrın ortalarından 10. asrın başlarına kadar
olan süre zarfında ietihad mertebesine ulaşan yüksek fı-kıhçıların yetiştiğine
kaniyiz. Bununla beraber kendileri, malûm imamların fetva ve ictihadlan
karşısında duraklayarak ietihad etmeye girişmemişlerdir. Bu devrin ikinci
yarısında yani, h. 10. asrın başlarından bugüne kadar geçen sürede ise durum
tamamen değişmiş, hiç bir fıkıhçının değil ietihad yapması, müetehid imamların
müteaddit rivayetleri arasında tercih yapmasının dahi caiz olmadığı ve bunun
zamanının kapandığı ilân edilmiştir. Bu sürede yetişen âlimler ile eski
âevirde yazılmış olan, Mütekaddimîn dediğimiz âlimlerin kitapları arasında
irtibat kesilmiştir. Herkes bu süre zarfında yazılagelen kitaplara müracaat
etmekle yetinmiştir. Hilâfetin Mısır'dan İstanbul'a intikalinden önceki
Mısır'ın durumuna göz attığımızda el-Iz b. Abdüsselâm, îbn-i Hâcîb, İbn-i
Da-kîk'il-Id, İbn-i Rifâ, İbn-i Teymiyye, es-Sibkî, lbn-i Sibkî, îbn-i
el-Kayyım, el-Belkînî, el-Esnevî, el-Kemâl b. el-Hümâra, Celâleddin el-MahalIî
ve Celâled-din es-Süyûtî... gibi âlimlerin isimlerine rastlıyoruz. Bunlar malûm
dört mezhebe bağlı âlimlerdir. Hilâfetin İstanbul'a geçişinden sonraki Mısır'm
durumuna göz attığımızda, büyük bir âlimin veya yüksek bir fıkıhçmın veyahut
iftihar edilecek bir müellifin ismini duymuyoruz. Bilâkis fıkıh sahasında az
bilgi ile kanaat eden, kendi mezhebinden başka mezheplere ait fıkıhla, pek
meşgul olmayan ve kendi mezhebiyle iştigal ettiği zaman da, aşırı derecede
kısaltılmış olup sanki anlaşılsın diye yazılmamış olan kitaplarla iktifa
edenleri buluyoruz. Bu devir, ilim sahasında özellikle dinî ilimler alanında
bir gerileme devridir, denilebilir. [189]
1- Ayrı ayrı
yerlerde oturan islâm âlimleri arasında bulunması gerekli irtibatın kesilmesi:
Eski devirlerde yetişen âlimler,
kendi memleketlerinde bulunan
üstadla-rından aldıkları feyizler yanında diğer yerlerde bulunan âlimlerin
yanına gidip onlardan da ilim almadıkça, ona fıkihçı lâkabı verilmez ve o kişi
tam hürmet görmezdi. Kendi memleketlerinde kalıp ilmini ilerleten çok mahdut
sayıda zâtlar, seçkin fıkıhçi olabilirdi. Büyük imamların ve yüksek
hadîsçilerin tarihine bir göz atacak olursak, hepsinin hadîs ve fıkıh almak
için diyar diyar dolaş-' tıklarını ve muhtelif yerlerde oturan âlimlerle
mülakatta bulunduklarım görürüz. Ayrıca yılın muayyen mevsimlerinde Mekke-i
Mükerreme onları bir araya getirirdi. Her âlim, Mekke'de görüştüğü zâtların
yanında bulunan ilim, hadîs ve fikirden istifade ederlerdi. Bu sebeple muasır
âlimler arasında tam bir tanışma ve fikir taâtisi bulunurdu. Bu temaslar,
tarafların ilim ve irfanını artırır, aralarındaki muhabbeti kuvvetlendirirdi.
Uzun mesafeleri katederek ve yol meşakkatlerine katlanırlardı. Bu devirde ise
durum değişti, özellikle bu devrin sonlarında muhtelif ülkelerde yetişen
âlimler birbirini tanımaz oldular. Mısırlı bir âlim, Hİnd'de yetişen âlimin
ismini duymayacak hale geldi. Keza Pakistan'da bulunan bir âlim Mağrib'de
bulunan âlimden habersiz kaldı. Mevcut âlimlerin birbirinden haberdar
olmaları, sadece onlardan eser yazanlar olduğu takdirde, diğerlerinin o
eserleri okumalarından ibaret kaldı. Çoğu zaman yazılan eserler bile; diğerlerinin
eline geçmezdi. Çok acı olan şu
gerçeği de ifade edelim ki; hacc mevsiminde muhtelif şehirlerden Mekke'ye gelen
âlimler birbiriyle görüşüp tanışmaya veya fikir taâtisinde bulunmaya ehemmiyet
vermezlerdi ve halen de vermezler. Bu yüzden de rivayet ve nakle dayanan
selef-i salihın'in büyük emekler vererek elde etmiş oldukları bilgiler,
özellikle Islâmî ilimler eski haşmetiyle yaşamamıştır. Bir âlimin kitabında
olan görüşünden istifade etmek kâfi değildir. Çünkü kitabı konuşturmak mümkün
değildir. Alimle mülakat ve görüşme; çeşitli konuların derinliğine inilmesini,
gerekli incelemelerin yapılmasını, tereddüt duyulan yönlerin aydınlığa
kavuşturulmasını ve lüzumu halinde yapılacak tartışma sonunda bir hükme
varılmasını sağlar.
2-İmamların
eserleriyle aramızdaki ilişkinin kesilmesi: Medâr-ı iftiharımız olan
selefimizin büyük emekler sarfederek kalemleriyle meydana getirmiş oldukları
muazzam kitaplar, raflara konan ve kullanılmaz birer âsâr-ı atîka haîine
gelmiştir. Kimse bu değerli eserleri okumaya, okutmaya ve cemiyetin
İstifadesine sunmaya Önem vermez olmuştur. Muhammed b. el-Hasan, eş-Şafiî,
Mâlik b. Enes ve diğer imamlar tarafından yazılmış olan kitaplar, bunların
tilmizlerinin eserleri ve beşinci devirde yetişerek fıkıh sahasında birer imam
durumuna gelen âlimlerin kitapları, dediğimiz gibi istimalden kaldırılmamış
mıdır? Halbuki ruhu gıdajandıran, gayretleri kamçılayan ve kâmil fıkıhçı
yetiştiren kitaplar bunlardır. Bu değerli eserleri okutan veya mütâlâa eden
âlime çok az rastlayabilirsin. Hatta bu eserlerin isimlerini bile henüz
işitmiyen büyük âlimleri bulabilirsin. Senin elinde böyle bir kitabı gördükleri
zaman, onu okumayı pek Önemsemezler. Genellikle bu devrin âlimleri gerileme
devrinde yazılmış olan kitaplarla yetinirler. Bu nedenle yukarıda belirttiğimiz
gibi büyük imamların kitaplarıyla aramızda bulunması gerekli temaslar kurulmamıştır.
Bahâ biçilmez bu eserlerle temas sağlamak ancak çok gayretli ve meraklı olan
bir ilim adamının özel ve umumî kütüphanelere gitmek suretiyle bunları görüp
mütâlâa etmesi şeklinde rastlanabilir. Halbuki bu kitapları halen kullanılmakta
olan kitaplarla karşılaştırdığınız zaman güzel yazılışı, üslûbunun tatlılığı ve
kolaylıkla anlaşılması bakımından aralarında muazzam farklar görürsünüz. Buna
rağmen gerekli alâka gösterilmiyor. Eş-Şeyh Muhammed Mah-mud b. et-Telâmis
et-Terkezî eş-Şankıtî ile yaptığım ilk mülakatta kendisi:
— Arap edebiyatını kimden aldın?
— Kitaplardan aldım, hocam!
— Kitaplar Öğreticiliğe pek elverişli değildir.
— Üstâd, peki ne yapayım? Selefimizle
aramızdaki bağlar kopuktur. Bunun için Öğretmen ve mesnedimiz yok. Sizi
görmekle teselli buluyoruz...
Verdiğim cevaptan
hoşlanan bu zât, bana yardımlarını esirgemiyeceğini ifade etmek maksadıyla;
— Inşâallâh, inşâallah! dedi. Bu
muhterem zât, durumumu düşünseydi, beni mazur görecekti. Çünkü kapkaranlık olan
bir zaman, selefimizle bizler arasına girmiştir. Tatmin edici olmayan cüz'î
bir irtibat kalmıştır. Gerçekten bu
değerli kitapların uyutuldukları
yerlerden çıkarılmaları ve ilimle
iştigal edenlerin yüzlerinin onlara çevrilmesi gayretine şiddetle
muhtacız. Biz onları raflardan indirerek okuyup, okuttuğumuz ve mütalaa
ettiğimiz takdirde Islâmî ilimlerde terakki edebilir ve ancak o zaman içimizde
fıkıhçılar vardır, demek imkânını bulabiliriz. [190]
Kitapları kısaltmak
işi bu devrin bir icadı değildir. Bu iş, dördüncü devirde de mevcut idi.
Tilmizler kendi imamlarının eserlerini kısaltırlardt. Bu kısaltma işinde pek
ihtiyaç duyulmayan meseleleri yazmamak, imamların bölümler arasında sıra
takibi gözetmeksizin yazdıkları meseleleri, ait oldukları bölümlere dahil
etmek ve bölümler arasında sıralama yapmak işini ön görürlerdi. Beşinci devir
ile altıncı devrin ilk zamanlarında yetişen âlimler, bahis konusu tilmizlerin
izini takip ederlerdi. Fakat bu devrin son yarısında kısaltma işi çok garip bir
mecraya döküldü. Şöyleki; çok meseleleri, kısa cümlelerle ifade etme gayreti
içine girildi. Bu işe girişenler, gerçek Arap dili edebiyatının akıcı üslûbu
hususunda zayıf olunca sözleri bilmecelere benzedi. Sanki müellif anlaşılmak
üzere eserini yazmış değildir. Hanefî, Şafiî ve Maliki mezheplerine ait fıkıh
ilmine çalışanların elinde bulunan kitapların en meşhurlarından olup,
belirttiğim veçhiyle çok özlü yazıldıklarından dolayı, çözümünde talebelerin
güçlük çektikleri üç fıkıh kitabından, taharet için kullanılabilen ve
kullanılamayan sular hakkında birer paragrafı örnek mahiyetinde bilginize
sunacağım :
1- Mâliki
mezhebine mensup müelliflerden Halil'in «Muhtasar» adlı kitabından alınan
parça:
Yazar, yukarıya alınan
parçada demiştir ki:
«Abdestsizlik ve
necaset hükmü mutlak su ile kaldırılır. Bir kayda (gül su-
yu, et suyu gibi)
bağlanmadan su ismi verilen su çeşitlerine «Mutlakı denilir. (Yağmur, pınar,
deniz sulan gibi.)
Çiğden toplanan,
donduktan, sonra eriyen, hayvanın, cünüp kişinin, hayız halindeki kadının
içtikleri sudan artan cünüp ile hayizenin gusül için kullandıklarından artan
(az veya çok) su, necasetin karıştığı (sudan ayırdedilemeyen) fakat evsafı
(rengi, kokusu, tadı) m değiştirmediği veyahut yaptığı değişikliğin zarar
verecek derecede olup olmadığı kestirilemiyen çok su.
Yapışkan yağ ve
yolcunun kabına sürülen katran gibi suya karışmayan (sudan ayırdedilmesi
mümkün olan) maddeler, sudan teşekkül eden şeyler, su mahallinde bulunan tuz
ve benzeri maddeler ve su içine atılan toprak veya tuz ile evsafı değişen
sular... mutlak su sayılır, dolayısıyle taharet işinde kullanılırlar. Racih
kavle göre içine atılan tuzla evsafı değişen su, mutlak sayılmaz.
Suya karışan
(ayırdedilemeyen) cinsten olan yağ, sakız buharı (ve un, şıra) gibi temiz veya
necis olan ve genellikle sudan ayrı kalan (sudan uzak tutulabilen) bir
madde-ıle rengi veya tadı veyahut kokusu bozulan su ile abdest-sizlik ve
necaset hükmü kaldırılmaz. Bu durumdaki su, onu değiştirmiş olan madde
hükmündedir. (O madde necis ise su da necis sayılır. Şayet temiz ise su da
temiz kabul edilir.)
Su çekmek işinde
kullanılan kablara takılan iple suyun evsafının açıkça değişmesi zararlıdır.
Nasıl ki göl suyunun büyük-küçük baş hayvanın tersi ile değişmesi ve kuyu
suyunun ağaç yapraklan veya samanla değişmesi zararlıdır. (Yani böyle sular
taharette kullanılmaz.) Mutemed kavle göre; kurak köylerdeki kuyu suyu ağaç
yaprakları veya samanla değişse bile taharette kullanılabilir.
Suya karışan, evsafı
su evsafına uyan (kokusu kesilmiş gül suyu gibi) maddeleri uymayan (üzüm
şırası gibi) maddeler gibi kabul etmek itiraz konusu olur.
Ağıza alınan su; bir
kavle göre taharette kullanılır, diğerine göre kullanılmaz.
Abdest veya gusülde
kullanılan az suyu taharette kullanmak mekruhtur. Bunun dışındaki işlerde
kullanılmış olan suyun taharette kullanılmasında tereddüt vardır.
içine düşen necasetle
evsafı değişmeyen veya köpeğin ağzını soktuğu az şu (abdest veya gusül
kablarmdaki gibi) yu, taharette kullanmak mekruhtur.
içinde gusül yapılan
durgun su... içki içenin artığı durumunda olan veya suyu pislemekten
sakınmadığı halde elini soktuğu su da mekruhtur.
Ancak suyun böyle
serhoş bir adamdan korunması güç olursa, kerahet yoktur. Keza onun elini
soktuğu kabtaki madde, kaysı gibi katı yiyecek maddesi İse yine kerahet yoktur.
Suyu veya başka
yiyecek maddesini ağzına alırken dudaklarında içki görülürse durum değişir.
Yani artık durumunda kalan madde, necis olmuş olur.
Akıcı kanı bulunan ve
karada yaşayan hayvan, durgun suda öldüğü ve o suyun evsafını değiştirmediği
zaman, o hayvanın cüssesi miktarınca durgun suyun çekilmesi menduptur. Fakat
öldükten sonra durgun suya düşerse, hüküm böyle değildir. (Necasetten ötürü
durum değişir.)
Bir necaset
dolayısıyle evsafı değişen sudaki değişiklik kendiliğinden zail olursa,
temizleyici durumuna dönüşmesi istihsan ile kabul edilmekle beraber, kuvvetli
olan görüşe göre; temizleyici değildir. Fakat mutlak su ilâvesiyle değişikliği
giderilen su, temizleyici durumuna dönüşür.
Bir suyun temizleyici
olduğunu bildiren kişi, o suyu taharette kullanmak isteyen kişinin mezhebine
mensup ise veyahut başka mezhepten olmakla beraber temizleyicilik sebebini de
açıklarsa, onun sözü kabul edilir. Şayet başka, mezhebe mensup olup
temizleyicilik denenini beyan etmiyecek olursa, imam demiş ki: «O suyu
kullanmaması İstihsana muvafıktır.»
Suyu necaset üzerine
dökmek veya necaseti su içine kovmak neticeyi değiştirmez.»
2. Şafiî mezhebine
mensup Zekeriyya el-Ensârî'nin «el-Menhec» adlı kitabından alınan parça:
Yazar yukarıya alınan
parçada demiştir ki:
Sıvı maddelerden
yalnız mutla ksu, hadesi (abdestsizliği) ve necaseti (pisliği) giderir. Başka
sıvılar tahareti sağlayamaz. Kayıtlı (gül suyu gibi) olmaksızın su ismi
verilen sulara «Mutlak» denilir.
(Zaferân gibi)
kolaylıkla sudan uzak tutulabilen bir maddenin bol miktarda karışması (sudan
ayırd edilmemesi) ile iyice değişen ve mutlak su ismi verilmeyen su, tahareti
sağlayıcı değildir.
Toprak ve deniz
tuzunun karışması veya karıştırılması suretiyle değişen su ise temizleyicidir.
(Ancak suyun akıcılığı ve inceliği kalmayarak çamur denecek hale geldiği
takdirde temizleyicilik durumu kalmaz.)
Fazla sıcak, fazla
soğuk olan veyahut belirli şartlarla güneşte ısıtılan suyun taharette
kullanılması mekruhtur. (Yazarın işaret etmek istediği şartlar; su sıcak
iklimde, sıcak mevsimde altın ve gümüşten başka madenî kaba konmuş olacak...
kabın madeninden zerrecikler eriyip suya karışacak derecede güneşte ısıtılmış
olacak ve sıcak iken kullanılmış olacaktır. Bu şartların tamamı tahakkuk
etmedikçe kerahet yoktur.)
Gusûl ve abdestin
farzında (vücut veya abdestte yıkanması gerekli uzuvların birinci defa
yıkanmasında) kullanılmış oları su, kulîateynden az ise bir daha taharette
kullanılmaz. Kullateyn, Bağdat ölçüsüyle yaklaşık olarak 500 litredir. [191]Kullateyn
olan su, necis bir şeyin karışmasiyle pislenmez. Eğer o necaset suyun rengini
veya kokusunu veyahut tadını değiştirirse pislenmiş olur. Taharette
kullanılmaz. Ancak bilâhare kendiliğinden veya su ilâve etmek suretiyle
değişikliği giderse tekrar temiz sayılır.
Necaset, kulîateynden
az olan suya karışırsa evsafı değişmese bile pislenmiş olur. Nasıl ki diğer
sıvı maddeler necasetin karışmasıyla pislenmiş olur.
(Sinek, akrep gibi)
akıcı kanı bulunmayan hayvanlar, su ve diğer sıvı maddelerin içine düşüp
ölmesiyle onu pislemez. Fakat ölen bu nevi hayvanlar su veya diğer sıvılara
atılırsa onu necis eder. Keza (sineğin ayağındaki necaset gibi) gözle
görülemiyecek kadar küçük olan necaset de su ve benzerlerini pislemez.
Necasetin karışmasıyle pislenen az suya temiz suyun ilâvesiyle kullateyn
miktarına ulaştırılma bakılır; eğer suyun evsafında bir değişiklik yoksa temizlenmiş
olur. Etkili olan değişiklik (yukarıda belirttiğimiz gibi) renk, koku ve tatdan
birisinin değişikliğidir.
Bir kabta temiz su,
diğer bir kabta pislenen su bulunsa da hangisinin temiz olduğu bilinmezse
veyahut bir kabta temizleyici (taharette kullanılabilen) su, başka kabta da pislenen
su bulunsa hangisinin temizleyici olduğu bilinmezse, temiz suyu( yemek
içmekte) veya temizleyici suyu (taharette) kullanmak isteyen kişi, olanca gücü
ile gerekli araştırma yapar. Hangisinin temiz olduğuna .veyahut hangisinin
temizleyici olduğuna kanaat ederse onu kullanır.
Şayet bir kabta
temizleyici su, diğer kabta idrar bulunursa kanaatma göre hareket edemez.
İkisini de döktükten sonra teyemmüm eder. Eğer idrar yerine gül suyu gibi
temiz olmakla beraber temizleyici olmayan bir su bulunursa, her iki kabtan ayrı
ayrı abdest alır. (Çünkü iki kabtan birisindeki su temizleyicidir, onunla
abdest almış olur. Diğeri de pis olmadığı için onunla abdest almaktan bir
mahzur doğmaz.)
Temizleyici su ile pis
suyun bulunduğu meselede, birisinin temizleyici olduğuna kanaat eden kişi,
diğerini hemen dökmelidir. Eğer dökmez de kanaati değişirse, ikinci kanaatiyle
amel etmez, iki suyu birbirine karıştırdıktan veya döktükten sonra teyemmüm
edip namaz kılar. Su bulunca o namazı iade etmesi gerekmez.
Bir suyun pis olduğunu
haber veren kimse, o suyu kullanmak isteyen şahsın mezhebine mensup ve sularla
ilgili fıkhı meseleleri bilir durumda olursa, pislenme nedenini açıklamasa bile
sözü makbuldür. Başka mezhebe (fıkhı) mensup ise, pislenme nedenini açıklaması
ve rivayeti şer'an kabule şayan (erginlik çağma eren, fasık ve deli olmayan
Müslüman) olması halinde sözü kabul olunur, aksi takdirde kabul etmek
zorunluğu yoktur.»
3. Hanefî
mezhebine mensup en-Neseffnin «Kenz-üd Dakaik» adlı eserinden alınan parça:
Yazar, yukarıya alınan
parçada demiştir ki:
«Yağmur, kar, deniz,
göl/ve pınar suları ile abdest alınabilir. Temiz bir madde (toprak ve un gibi)
suya karışmak suretiyle onun üç vasfı (renk, koku, tad) ndan birisini
değiştirirse veyahut (hiç bir şey karışmadığı halde) su dura dura rengi ve
kokusu değişse bile abdestte kullanılabilir.
İçine düşen fazla
yaprakların çürümesiyle değişen (inceliği ve akıcılığı kalmayan) su, içine
atılan bir maddenin pişirilmesiyle ıMutlak suı ismini kaybetmiş (et suyu gibi)
su, ağaç ve meyveleri sıkmak [192]
suretiyle elde edilen su ve içine karıştırılan temiz sıvı madde (gül suyu gibi)
nin çoğunlukta olduğu su ile abdest alınamaz. Keza içinde necaset bulunan
durgun su, büyük havuz değilse yani, yüzölçümü 100 arşın kareden az ise
abdestte kullanılamaz. Eğer büyük havuz ise, akarsu hükmündedir. Yani rengi,
kokusu ve tadı değişmemişse ondan abdest alınabilir. Bir saman çöpünü alıp
götüren su akar sayılır.
Sivrisinek, karasinek,
eşekarısı, akrep, balık, kurbağa ve yengeç gibi akıcı kanı bulunmayan
hayvanların büyük havuz durumunda olmayan az su içinde ölmesiyle suyu pislemez.
Hadesten taharet
işinde veya sevap kazanmak niyetiyle abdest üzerine abdest almak işinde
kullanılan su temizdir. Fakat temizleyici değildir (Hadesten veya necasetten
taharette kullanılmaz). '
Kuyu meselesi de «CHTı
dir.
Yazarın bu cümle ile
işaret etmek istediği hususu açıklamak gerekir. Şöyle ki:
Bedeni üzerinde
herhangi bir necaset bulunmayan cünüp adamın serinlemek veya su çekmek niyetiyle
kuyuya inerek suyun içine girmesi işine kuyu meselesi denir. Bu meselede
adamın ve kuyu suyunun hükmü hakkında lmam-i Azam, Ebu Yusuf ve Muhammed b.
Hasan değişik fetva vermişlerdir. Imatn-ı Azam'a göre adamın bedeni ve su necis
olmuş olur. Yazar «Necaseti kelimesinden aldığı «C» harfi ile bu görüşe işaret
etmiştir. Ebu Yusufa göre adamın cünüplük hali ve suyun temizleyicilik hali
devam eder. Yazar «Hâli kelimesinden aldığı «H« harfi ile bu görüşe işaret
etmiştir. Muhammed b. Hasan'a göre ise adamın tahareti alınmış olur, su da
taharet vasfını korur. Yazar «Taharet» kelimesinden aldığı «T» harfiyle bu
görüşe işaret eder.
içine necaset (hayvan
hariç) in düşmesiyle kuyu suyu pislendiği için hepsinin çekilmesi gerekir.
Ancak düşen necaset deve, koyun, serçe kuşu ve güvercin tersi ise (az olmak
kaydiyle) kuyu suyu necia olmaz.
Eti yenen hayvanların
sidiği pistir. (Yani kuyu suyunu pis eder.) Fakat abdesti bozmayan (az kuşku ve
yaranın ağzından pamukla alınan kan gibi) şeyler necis sayılmazlar. (Dolayısıyle
içine düştükleri kuyu suyunu necis etmezler.) Eti yenen hayvanın sidiği hiç
bir surette (tedavi için dahi olsa) içilemez. (îmam-ı Azam'in görüşü budur. Ebu
Yusuf ile Mubammed'in görüşleri ayrıdır. Tafsilâtını isteyenler eserin
«EI-Bahr-ur-Râik» adlı şerhinin, bu parçanın alındığı «Taharetd bölümüne
baksınlar.)
Kuyunun suyuna düşüp
Ölen hayvan fare büyüklüğünde ise 20 kova, güvercin büyüklüğünde ise 40 kova
suyun çekilmesi ve koyun büyüklüğünde ise bütün suyun çekilmesi gerekir.
Büyüklüğü ne olursa olsun düşen hayvan su içinde şişer veya bozulursa yine
bütün suyun çekilmesi gerekir. Bülün suyun çıkarılması icap eden hallerde
(kuyuya gelen suyun, çekilen sudan fazla oluşu dolayısıyle) kuyunun
boşaltılması mümkün olmazsa 200 kova suyun çekilmesi icabeder.
Kuyu suyuna ne zaman
düştüğü bilinmeyen bir fare, su içinde görüldüğü zamaa şişmemiş ise o suyun bir
gün bir geceden beri, şişmiş ise üç gün üç geceden beri necis olmuş olduğuna
hükmedilir.
Canlıların teri
(taharet, necaset ve kerahet bakımından) onun artığı hükmündedir. (Yani artığı
temiz sayılan canlıların teri de temiz; artığı pis sayılan canlıların teri de
pis ve artığı mekruh sayılan canlıların teri de mekruh sayılır.)
însan, at ve eti yenen
hayvanların artığı temizdir.
Köpek, domuz, arslan
ve kaplan gibi yırtıcı hayvanların artığı necistir. Kedi, salıverilen tavuk,
yırtıcı kuşlar ve evlerde bulunan fare, yılan gibi hayvanların artığı
(kerahat-ı tahrimiyye ile) mekruhtur. Merkep ve katırın artığı hususunda
değişik deliller görüldüğünden dolayı başka su bulunmadığı takdirde bununla
abdest almakla beraber ihtiyaten teyemmüm de etmelidir. Teyemmüm ile abdestten
hangisini önce yapsa olur. Hurma şerbeti böyle değildir. (Yani başka su
bulunmadığı takdirde hurma şerbetiyle abdest alınır, teyemmüm edilmez.)[193]
Asnmizda her tarafa
yayılmış olan üç mezhepten herhangi birisine ait fıkıh bilgilerini edinmeye
isteklilerin baş vurdukları kitaplar bu tip eserlerdendir. Cümleleri ve ifade
tarzı yönünden gördüğünüz gibi anlaşılması kolay değildin Zaten anlaşılması güç
olduğu için, onlara şerh yapma ve şerhlere de haşiyeler yazma ihtiyacı
duyulmuştur. Bu konunun (sular) iki haftadan aşağı zamanda okunduğunu sanmayın!
Böyle bir konunun öğrenci tarafından bilinmesi için harcanan zamanın çoğu,
yazarın kasdettiği manânın anlaşılması uğruna harcanır.
ihtiva ettiği şer'î
hükümlerin öğrenilmesi için uzun boylu vakit ayırmaya lüzum yoktur. Şunu da
belirtelim ki, bu tür kitaplarda hükümlerin dayandırıldığı şer'î delillere yer
verilmemiştir. Bu sebeple bu nevi kitapları öğrenen ve öğrenmeyen arasındaki
fark; birisinin sırf meseleleri bilmesi, diğerinin bilmemesinden ibarettir.
İmamın ilgili hükümleri hangi delillerden ve nasıl çıkardığı hususunda bir
bilgi elde edilmiyor. Halbuki bu bilgi olmadıkça gerçek manâda fıkıh bilgisi vardır
denmez. Haliyle bu eserlerde, imamlar arasında hükümler hususunda çıkan
ihtilâfların izine rastlamak da mümkün olmuyor. Bu durum, ilim taliplerine
güzelce anlama kapısını kapatır.
Yukarıdan beri
belirttiğimiz sebepledir ki; asrımızda bulunan fıkıhçıların ilmî dereceleri çok
düşüktür. Avamdan pek farkları yoktur. Elde mevcut bazı Hanefî kitapları, yer
yer imamlar arasındaki ihtilâfı dile getirmişlerdir. «El-Bidâye» ve onun şerhi
olan «El-Hidâye» bunun için örnek gösterilebilir. Şafiî ve Matikî kitaplarında,
bu duruma pek rastlamadım.
Şöyle bir soru
sorulabilir: Senin de belirttiğin gibi 7 asırdan beri Cumhur, taklid sınırları
içinde kalarak bu sınırı açmayı caiz görmemiştir. Fıkıhla iştigal eden bir
âlim, ne derece yükselirse yükselsin; mensubu bulunduğu mezhep imamına
muhalefet etmesi veya mezhepte rivayet edilen iki fetvadan birisini tercih
etmesi, imkân ve yetki dahilinde değildir. Bu durumda şer'î delillerle iştigal
etmek veyahut diğer mezhep imamlarının görüşlerini öğrenmek için çalışmanın ne
faydası vardır?
Cevap olarak deriz ki:
«Fıkıhla iştigal eden şahıs, eğer sadece kendi mezhebine ait şer'î hükümleri
öğrenmek isteyen avamdan ise, dediğin husus normaldir! Eğer fıkıhçı olmak
isterse; en az imamının, verdiği fetvaları nereden aldığını bilmesi gerekir.
Bunları öğrendikten sonra, bu kere imamına muhalif olan müctehidlerin
re'ylerini ve o re'yleri nasıl çıkardıklarını öğrenmeye çalışmalı, böylece
ilmini artırmalıdır. Fıkıh bilgilerini, dediğim şekilde ilerleterek gerçek
manâda müctehidlerin görüşlerini, dayandırıldığı kaynaklarla birlikte iyice kavrayan
fıkıhçılar, selefleri gibi aynı mezheb içinde gördükleri müteaddit rivayetler
arasında en kuvvetlisini seçme yeteneğine sahip olmazlar mı? Islâmî ilimlerin
dev adımlarla ilerleyip geliştiği dördüncü ve beşinci devirlerde yazılmış olan
kitapların tamamen bertaraf edilmesi, okunup öğretilmemesi, diğer taraftan Arap
lisânının za'fa uğratıldığı ve Islâmî ilimler bakımından gerileme devri sayılan
altıncı devirde kaleme alınmış olan kitapların, talebelere okutulması ile
yetinil-mesi garip değil midir?
lhlâsla bu acı durumu
tamir etmek isteyenler, her şeyden önce bahis konusu eserlerden istifade etmek
imkânını sağlamalıdırlar. Çok şükür parlak iki devirde yazılmış olan kitaplar
cidden çoktur. Ekseriyetle bu eserler, ilim öğrenmek isteyenlere elverişli,
güzel bir lehçe ile kaleme alınmış, talebelerin fikirlerini geliştirir
niteliktedir. [194]
1- Elde
mevcut olan fıkıh kitaplarıdır. Yukarıda belirttiğimiz gibi .fıkıhçı
yetiştirmeye elverişli eserler elde mevcut olanlar değil, beşinci ve daha
Önceki devirlerde ie'lif edilmiş olan kitaplardır.
2- öğretim
sistemidir.
Bu devirden önceki
devirlerde fıkıh ilmini öğrenmek isteyen kişi, şer'î hükümlerin çıkarıldığı
âyetler ve hadîsleri öncelikle tesbit ederek, bunlar hakkında geniş ve derin
bir bilgiyi elde cime gayreti içine girerdi. Bunu iyice hazmettikten sonra,
zamanın çoğunu, bağlı bulunduğu mezhep imamının verdiği fetvaları öğrenmeye
ayırırdı, öğrenimim bu sahada da ilerlettiği /aman, kentli imamına muhalefet
eden tilmizlerin ve mezhep içindeki müctehidlerin muhalefet nedenlerine
muttali' olurdu. Dolayısıyle imamının çıkardığı hükümleri aynı mezhebe mensup
diğer müctehidlerin beyân ettikleri ve imamının görüşüne ters düşen görüşleri
karşılaştırarak, dayanaklanyla birlikte kuvvet ve isabet derecelerini
araştırma yeteneğine hak kazanırdı. Bu üçüncü dereceye yükselince, yetkili bir
fıkıhçı ve rivayetler arasında tercih yapma kudretine kavuşmuş bir âlim olurdu.
Eski öğretim sistemi,
kısaca belirttiğimiz bu şekilde cereyan edegelmişti. Bizim devrimize gelince;
işin değiştiğini görürüz. Fıkha yeni başlayanla, bu öğrenimi sözde bitiren
arasında tek fark; birisinin az fıkhı meseleleri, diğerinin de çok meseleleri
öğrenmiş olmasıdır. Bu fark, Şafiî mezhebine ait olup, çok meseleleri içine
alan «el-Menheco adlt kitap ile, az meseleleri ihtiva eden «Ebû Şücâ» adlı eser
arasındaki farka benzer.
Çok meseleleri bilmek,
öğrencide fıkıh ruhunu canlandırmaz. Yukarıda belirttiğimiz üçüncü derece (beyân
ettiğimiz son derece) ye yükselen fıkıh talibi; yalnız fıkıhla meşgul olurdu.
Fıkıh ilmini diğer ilimlere karıştırmazdı. Bizim Öğretim sistemimizde ise; ilk
Öğretim ile yüksek Öğretim arasında bir fark gözetilmiyor, tik ve orta
öğretimde çeşitli ilimler okutulduğu gibi, yüksek öğretimde de aynı durum
devam eder. Yüksek öğrenimini tamamlayarak mezuniyet imtihanında başarılı
olduğu zaman ne fıkıhçıdir, ne edebiyatçıdır ve ne de felsefecidir. O, sadece
çeşitli ilim dallarından genel ve İbtidâî bilgiler almıştır. Onun fıkih
bilgisi, nahv ve matamatik bilgisinden farksızdır. Hepsinden cüz'î bir şeyler
bilebilir.
Tenkid ettiğim bu
durum mevzii değil, din eğitimi yaptıran bütün müesseseler için vâriddir.
Diploma alanların okuldan sonraki devirlerde bilgilerini artırma, bilmediği
sahalarda bilgi elde etme ve özellikle miictehidler arasındaki ihtilâfları,
nedeniyle birlikte öğrenme gayreti içerisine gireceklerini sanma! O, mezuniyet
imtihanına girdiği günkü durumuyla kalır. Bu hâl, gerçekten çok üzücü ve ilim
yoluna girmiş olan kişi için büyük bir kusurdur. Ben, gerçekleri olduğu gibi
yansıtma durumunda olan bir tarihçiyim. Eğer din eğitiminde yetkili olmuş
olsaydım, aşağıdaki prensiplerin uygulanmasını isteyecektim :
1- Bir
mezhep hakkında yapılacak ilk öğretimde; çözümü kolay bîr fıkıh kitabını ders
kitabı olarak seçmek ve yalnız o kitabı okutmak.
2- Orta
öğretimde; mezhep imamının görüşleriyle, ona muhalefet eden mezhep İçerisindeki
müctehidlerle tercih ehlinin görüşlerini ve dayandırıldığı delilleri içine
alan, oldukça tafsilâtlı bir kitabı okutmak... Zaten, «Kütüb-ül-Hilâf» diye
isimlendirilen birçok eser, sadece ihtilaflı meseleler için yazılmıştır. Bu arada
tefsir ve hadîs dersine de yer verilmeli.
3- Yüksek
öğretimde; fıkıh, usul-u fıkıh ve ahkâm ile ilgili âyetlerle hadîsleri, mezhep
imamları arasındaki ihtilaflı meseleleri ve onların delillere dayandırma
metodlan, okutmak... Bunlardan başka ders okutulmamak. Yüksek öğrenimini
bitirecek olan herkese, fıkıhçı derecesi vermemeli... ancak iki veya üç fıkhî
meselede yazacağı tezde bu meseleler hakkında mevcut ihtilâfları, ihtilâf
sebeplerini ve her fıkıhçınm beyan ettiği görüşünü dayandırdığı delilleri ve bu
delillerden serî' hükümleri çıkarma usûl ve kaidelerini tafsilâtlı bir şekilde
beyan eden öğrencinin tez'i kabul edildiği takdirde; ona fıkıhçı unvanı
vermeli...
Benîm teklif ettiğim
bu prensiplerin uygulanması için, dördüncü ve beşinci devirde yüksek âlimler
tarafından yazılmış olan kitapların, ders kitabı olarak seçilmesi yolunda öncelikle
öğretim yapan âlimlerin uyarılması gerekir.
Ancak böyle bir yola
gitmekle, öğrencilerde fıkıh ruhu ve fıkhî bilgileri geliştirme iştiyakı
canlandırılabilir ve bu takdirde biz, seleflerimizin yoluna girmiş olabilir,
fıkıh melekesinin âlimlerde yerleşmesine yardımcı olabiliriz. Yine bu şartla,,
istikbâlde sözlerine itimad edilecek fıkıhçilar yetişebilir. Biz, her yıl az
sayıda dahi olsa fıkıhçı yetiştirmeye muvaffak olduğumuz gün, geçmiş devirlere
karşı âlimlerimiz ve fikıhçilarımızla iftihar edebileceğiz. İsimlerini açıklamak
istemediğimiz ve günümüzde yaşayan bazı büyük âlimler, ihlâsla bu davaya
eğilirlerse; Müslümanları arzu ettiğimiz seviyeye yükseltebilir, istediğimiz
niteliği haiz fıkıhçıları yetiştirebilirler.
Üstün bir yaşayış
içerisine girmek ve islâm dinine muhlisâne hizmet etmeye muvaffak olmayı
Cenab-i Allah'dan dileriz. Her şeyde ve her sahada ilerleme ve gelişme
görüldüğü halde, bizim, yerimizde durmamız ve kal-u kilden başka bir şeyle
meşgul olmamızın bir manâsı yoktur.
Daha hayırlı bir
davranış içerisine girmek, az dahi olsa şerefli mazimize rücu' etmek ve böylece
istikbalimizi güzelleştirmeye gayret etmemiz gerekir.
Sayın fikıhçılar!
Ben, bu kitabı sizler
için yazdım. Bütün maksadım; sizin selef-i salihîni-zin durumunu sîzlere tasvir
etmek ve onların izinde yürümeniz için gerekli teşvikte bulunmaktır. Bundan
sonra yazacağım kitapda inşâallâh, fıkha ait tafsilâtlı meseleleri ve bu
meseleler hakkında fikıhçılar arasında meydana çıkan ihtilâfları, tarihleriyle
ve gerekli açıklamalarla birlikte zikredeceğim. Okuduğunuz bu kitapda
zikrettiğim bazı meseleleri örnek mahiyetinde ele aldığım için, de-taylarıyle
birlikte onları anlatmak konumuzun dışında kaldığından bu yola gitmedim.
Allah (C.C.),
cümlemizi hayra muvaffak kılsın. O, işiticidir, duaları kabul edicidir. [195]
[1] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 3.
[2] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 5.
[3] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 6.
[4] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 7.
[5] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 7-8.
[6] Bu âyet,
ahkâmla ilgili inen son âyettir. ibn-i Abbas'a göre bundan sonra ve
Peygamberimizin vefatına yakın günlerde inen en son âyet, Bakara sûresinin 281. âyetidir.
[7] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 9-15.
[8] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 15-17.
[9] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 17-18.
[10] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 18.
[11] Camiu’s-sağir, 1/131, Mısır, h. 1312.
[12] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 18-20.
[13] Müslim, Cüz: 4, Sh. 102, İstanbul 1330
[14] Müslim, Cüz: 7, Sh:
92, İstanbul 1330
[15] El-fütuhat el-vehbiye, Sh: 187, Mısır 1316
[16] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 20-21.
[17] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 21-23
[18] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 23.
[19] Camiü-Sağir, Sh:
178, h. 1286 tsanbul.
[21] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 23-30.
[22] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 31
[23] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 31-35.
[24] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 35-38.
[25] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 39-40.
[26] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 41.
[27] Nihayet’ul Muhtaç, Cild:1, Sh: 342, Mısır, h. 1304.
[28] Nihayet’ul- Muhtaç, Cild: 2, Sh: 405, Mısır, h. 1304.
[29] Sahih’i Müslim, Cüz : 6, Sh:56, İst. h.1331.
[30] Sahih-i
Müslim, Cüz: 6, Sh : 56, İst.
h. 1331,
[31] Sahih-i
Müslim, Cüz: 5, Sh : 44, İst.
h. 1331.
[32] Yazar, Şafiî gibi bazı müet ehillerin görüşünü
yansıtıyor. Hanefî gibi ba?ı müc-tehıtleıe göre : (Hacım ölçüsü
salât
ed in, tam bir teslimiyetle de selâm verin.» (Ahzab: 56) ile) ölçülen veya
tartılan bütün maddelerin
mübadelesinde rıba
durumu olabilir. Bu konuda geniş malûmat isteyenler fıkıh kitaplarına müracaat
etsin.
[33] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 41-47.
[34] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 47.
[35] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 47-52.
[36] Sahih-i Buhari, Cüz : 226, İstanbul h. 1257.
[37] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 52-54.
[38] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 55-62.
[39] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 62-64,
[40] (*) Bahire i Beşinci batında erkek doğuran devedir.
Sâibe: Putlar için adak kılman devedir. Vasiyle:
Küçük baş
hayvanın doğurduğu ve putlar
için kılınao erkek hayvandır. Hâm; Dölünden on batın doğan erkek devedir.
Bunlardan istifade
edilmezdi. Geniş izahı tefsirlerdedir.
[41] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 64-73.
[42] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 73.
[43] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 73-79.
[44] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 79-82.
[45] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 83.
[46] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 83-86.
[47] Tac, Cild : 4, Sh :378, Mısır, h. 1382 baskılı nüshada
aynı manada hadise rastlandı.
[48] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 86-88.
[49] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 88-92.
[50]
El-Cami’üs-Sağîr, Cildi: 1, Sh :
333, İst. h.
1286.
[51] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 93-99.
[52] Sahih-i Müslim, Cüz : 4, Sh : 178, İst. h. 1330.
[53] Bilndiği gibi kadının boşanması halinde başka bir
erkekle hemen evlenmesi yasaktır. Onun << İddet >> denilen bir
bekleme süresi vardır. İddet çeşitlidir. Bu madde ile ilgili olan çeşidi
açıklayalım.
İddet: Aybaşı adeti
gören kadının boşanması halinde üç tam temizlik süresidir. Bu nedenle temiz
iken kocasıyla cinsi teması vukubulduktan sonra boşanırsa o temizlik, iddet
başlangıcı olamaz. Onu takip eden aybaşı adetinden çıktığı temizlik, iddet
başlangıcı sayılır. Kadının iddetinin uzaması ve mağdur edilmemesi için boşama
işinin temas olmamış bir temizlik halinde yapılması emredilmiştir.
[54] Bu hadisin sıhhati, izahı ve taşıdığı şer’i hükmün
değeri, konusu geniş tafsilat istteyen bir konudur. Ancak şunu belirtelim ki,
bir adamın ailesine hitaben: <<sen boşsun, sen boşsun, sen boşsun
>> şeklindeki yemin ile bir talak veya üç talakın vukuu fıkhçılara göre
muhtemeldir. Fakat,<< Üç talak ile sen boşsun >> ve benzeri
yeminler ile talakın vukuu bulduğu icma’ ve dört mezhebin ittifakiyle sabittir.
Bu konuda fıkıh kitaplarında geniş malumat vardır. Arapçaya vukufu olmayanlar,
merhum Ö. Nasuhi Bilmen’in Hukuk-u İslamiyye ve İslahat-ı Fıkhıyye Kamusu adlı
esrinin 2. Cild, Sh : 204, 1968 baskısına müracaat edebilirler.
[55] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 99-109.
[56] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 109-111.
[57] Camiü-s-Sağir, Cild 2, S. 301, İstanbul 1286 h.
[58] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 111-117.
[59] Asabe: Mirasda belirli payı olmayan ve pay sahipleriyle beraber olunca hisse sahipleri hisselerini aldıktan sonra arta kalanı ve yalnız oldukları zaman terekenin tamamını alan mirasçılara «Asabeı denir.
[60] Sahih-i Müslim, cüz: 5, sahife: 59. İst. 1330.
Muhammed el-Hudari, İslam
Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 118-122.
[61] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 123-127.
[62] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 128-130.
[63] Yazarın naklettiği haber h. 1215 de istanbul’da
basılan Sahih-i Buhari’nin 8 inci Cüz’ünün 21 inci sahifesindedir.
Muhammed el-Hudari,
İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları: 130-131.
Aynı sahifede Hz. Ali
(R.A.) nın bir Cuma günü bir kadını recmettiğinde: <<Ben Resullah’ın
sünnetiyle onu recmettim >> dediği rivayet edilmiştir.
Keza h. 1331 de
İstanbul’da basılan Sahih-i Müslim’in 5 inci cüzünün 116 ncı sahifesinde Hz.
Ömer (R.A.) in şöyle söylediği rivayet edilmiştir: <<Resullah recm
hükmünü tatbik etti, ondan sonra da biz tatbik ettik. >>
[64] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 131-132.
[65] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 132-133.
[66] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 133.
[67] Cami-üs-Sağir, cüz 1, sahife 32, İst. h. 1286.
[68] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 133-135.
[69] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 135-136.
[70] Et-Talik el-Mümecced’e bak. (İmamı Muhammed’in Muvatta
haşiyesi.)
[71] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 136-141.
[72] (*) Baba ve anne, karı veya koca ile beraber mirascı
olduğu zaman, Zeyd b. Sabit’e göre; karı veya kocanın hissesi çıkarıldıktan
sonra kalanın üçte biri anneye verilir.
[73] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 142-155.
[74] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 156.
[75] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 156-157.
[76] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 157.
[77] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 159.
[78] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 159-160.
[79] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 160.
[80] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 160-161.
[81] Geniş malumat isteyenler Nevevi’nin Müslim şerhinin
isnad ve rivayet babına baksınlar.
[82] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 161-164.
[83] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 164-165.
[84] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 165-169.
[85] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 170.
[86] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 171-175.
[87] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 175-177.
[88] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 177-178.
[89] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 178-180.
[90] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 180-181.
[91] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 181-182.
[92] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 182-185.
[93] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 187.
[94] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 187-189.
[95] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 189-190.
[96] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 190-191.
[97] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 191-194.
[99] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 194-195.
[100] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları:195-.
[101] Kinaye: Boşamadan başka bir manâya yorumlanabilen
boşama yeminidir.
[102] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 196-202.
[103] İlâ': Erkeğin belirli bir süre boyunca ailesine
yanaşmamaya yemin etmesidir.
[104] Bain Talâk: Boşamanın bir çeşididir. 1-2 talâk olursa
iddetten sonra tecdİd-İ nikâhla eşler birbirine helâl olurlar.
[105] Rec'î Talâk: Boşamanın bir çeşididir. 1-2 talâk olur
henüz iddet de bitmeden tccdid-i nikâh olmaksızın dahî yemin eden şahsın,
yemininden dönmesiyle eşler yekdiğerine helâl olurlar.
[106] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 202-208.
[107] Cami-üs-Sağîr Şerhi, el-Azîzî, C. 2, Sayfa: 260, Mısır, h. 1306.
[108] Cami-üs-Sağîr Şerhi, el-Azîzî, C. 2, Sayfa: 438,
Mısır, h. 1306.
[109] Şafiî, Icma'm bir kaynak olduğuna aşağıda yazılı âyeti
delil göstermiştir.
[110] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları:208-214.
[111] El-Cami-üs-Sağîr,
C. 2, S.
5, istanbul 1286.
[112] Bu arada birkaç misâl vermiştir. Biz konunun aydınlığa
kavuşması için bir kısmını buraya almakla yetinelim.
Burada «Takatiniz
dahilinde olanı yapınız» emrinden maksat, herkesin yapmakla mükellef olduğu
hizmet ve ibadetlerin tam yapılmasına imkânınız yoksa siz, imkânınız dahilinde
olanı yapmakla zorunlusunuz. Diğerinden sorumlu değilsiniz. Meselâ ayakları
kesilmiş olan kişinin abdest farzları azalıyor. Keza ayakla duramayanın ayakta
namaz kılma zorunluluğu kalkıyor. Oruç tutamayacak derecede yaşlı olan
kimsenin oruç tutma yükümlülüğü kaldırılıyor. H. H.
[113] Müslim, 4. cüz, sahife: 102, İst.
İ33Ü.
[114] Sahih-i
Buharı, cüz' 6, sn. 137,
İst. h. 1257.
[115] Buhârî,
1. cüz, sahife:
212, İst. h.
1257.
[116] Buhârî,
1. cüz, sahife:
212, İst. h.
1257.
[117] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları:214-228.
[118] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları:228-233.
[119] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları:234-235.
[120] Mevcut bir hükmü, açık sebeplere binâen hakkında nass
olmayan meseleye uygulamaya Kıyas, kapalı sebebe binâen uygulamaya da İstihsan
denir.
[121] Abbasî Halîfelerinden cl-Mutad Billah zamanında, Ebu
Saîd Cenabî'nin başkanlığında toplanarak Hicaz, Şam ve Irak'ta olaylar çıkaran
bir taifeye verilen isimdir. (H. H.)
[122] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları:237-243.
[123] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları:244-247.
[124] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları:247-249.
[125] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları:249-253.
[126] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları:254-256.
[127] Nibtî; Basra ile Küfe dolaylarında göçebe halinde
yaşayan bir taîfenin ismidir.
[128] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 256-258
[129] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 258-259.
[130] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 259-260.
[131] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları:261-262.
[132] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları:263-264.
[133] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 265-266.
[134] Müslim, 5. cüz,
106. sah. İstanbul, h. 1331.
[135] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları:266-272.
[136] Zira, eğer ömre'yi kasdetmiş ise mesele bellidir.
Şayet Zeyneb'i kasdetmiş ise, Zeyneb'in boşanmasına bağlı olarak ömre de
boşanmış olur. Eğer Hamnıade'yi kasdetmiş ise Zeynep, boşanması Hammade'nin
boşanmasına bağlandığı için boşanmış olur. ömre de, boşanması Zeyneb'in
boşanmasına bağlı olduğu İçin boşanmış olur. Böylece boşama yemini eden kişi,
hangisini kasdetmiş olursa olsun, her halde ömre boşanmış sayılır.
[137] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları:273-275.
[138] Yani ona denilir ki; yaptığın yeminin zahirine göre
esin iki talâkla boyanmıştır. Sen gerçeklen içindeki maksadına göre bir talâkı
kasdetmîs isen, ailen bir talâk ile boyanmış oluyor. Bu İvteki manevî
mes'uliyet tamamen sana aittir.
[139] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları:275-277.
[140] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları:277-279.
[141] Gayri menkûl malda ortak olanlardan birisi hissesini
—günün rayicine göre — satmak istediği zaman, ortağı istekli iken yabancıya
satamaz. Ortağa öncelik hakkının tanınmasına Şüfa denir.
[142] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları:279-280.
[143] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları:281.
[144] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları:281-282.
[145] Sahibi için bir menfaat olmadan başkasına geçici bir
süre faydalanıp iade etmek üzere verilen mala, âriye denir.
[146] Vedîa: Birisine emaneten bırakılan ve onun faydalanması bahis konusu olmayan
mala, VEDİA denir.
[147] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları:282-283.
[148] Muhayyerlik:
Satılan malın, satıcı
tarafından geri alınabilmesi ve müşteri
tarafından da. iade
edilebilmesidir.
[149] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları:283.
[150] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları:284.
[151] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları:284.
[152] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları:284-285.
[153] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları:285.
[154] Havale ; Borçlunun ödemek zorunda
olduğu meblâğı ödeme işini, üçüncü şahsa bırakmasıdır. Ancak havale işine; alacaklı, borçlu ve üçüncü şahsın
mııvafakah şarttır.
[155] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları:285-286.
[156] Şafiî mezhebine göre borcu itiraf eden varis bütün
terekeyi mîras yoluyle alıyorsa, borcun tamamı onun hissesindn ödenir. Şayet
başka mirasçılar da varsa o, hissesine düşeni öder.
[157] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları:286-287.
[158] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları:287.
[159] Kendisiyle,
ölen muris arasında bir
kadın geçmiyen dede,
mirasçıdır. Babanın
babasının babası gibi...
[160] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları:288-289.
[161] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları:289-290.
[162] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları:290.
[163] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları:290-291.
[164] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları:291-296.
[165] Tâzir: Hakkında nass olmayan ve fıkıhçılar tarafından
tatbiki uygun görülen cezadır.
[166] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları:296-301.
[167] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları:301-302.
[168] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları:302-304.
[169] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları:304-306.
[170] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları:306-316.
[171] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları:317.
[172] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları:317-320.
[173] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları:320-328.
[174] Yazar,
bunu İhya-u Ulûmu'd-Dîn
adlı k'tabın birinci
cildinin dördüncü babından özetleyerek almıştır.
[175] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları:328-332.
[176] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları:332-334.
[177] Avl: Belirli paylan bulunan mirasçıların paylarının
toplamı, ferâiz ilmine ait kaideler gereğince, tereke taksimi için tesbit
edilecek olan mesele sayısından biiyük bir sayı teşkil ettiği takdirde
meseleyi; payların toplamının tutarı olan sayıya yükseltmeye Avl denir. Meselâ
: Teshit edilen mesele 24 sayısı olup, payların toplamı 27 ye ulaşınca;
meseleyi 27 ye yükseltmeye Avl denir.
[178] Tâsib: Bir mirasçı, 1/2, 2/3 gibi belirli payı bulunan
diğer bîr mirasçıyla beraber bulununca onu, pay sahibi olmaktan çıkartarak,
malın tamamını veya sair pay sahiplerinin, paylarını aldıktan sonra, yerde
kalan malı belirli bir nisbet dahilinde onunla bölüştürmesidir.
[179] Sahih-i Müslim, cüz 5, sah. 59.
[180] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları:334-336.
[181] Fıkıhçılara göre; muhtelif mezhep mensuplarının
birbirine iktidâ etmeleri sahihtir. Ancak farklı önemli noktalarda imamın veya
me'mumînin mezhep görüşünün esas oluşu
hususunda değişik görüşler
beyan etmişlerdir.
[182] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları:336-338.
[183] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları:339.
[184] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları:339-341.
[185] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları: 342-346.
[186] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları:346-351.
[187] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları:353.
[188] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları:353-354.
[189] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları:354-355.
[190] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları:355-356.
[191] Kullateyn, memleketimizde halen kullanılmakta olan
ölçü ile yaklaşık olarak 210 litre sudur.
[192] Üzüm asması gibi bir ağaçtan kendiliğinden damlayan su
ile abdest alınabileceği manâsı «Itisâk» tâbirinden anlaşılıyor ise de mutemed
kavle göre abdestte kullanılmaz.
[193] Başka su bulunmadığı takdirde hurma şerbetiyle abdest
alınabileceğini söyleyenlere göre şerbet suyuna az miktarda hurma akıtılmış
olacak, kaynatılmamış olacak, müs-kir olmayacak, akıcılığını ve inceliğini kaybetmemiş
olacaktır. Aksi takdirde hurma şerbeti abdestte k. Hanılmaz. Hanefî mezhebinin
mutemed görüşüne göre ve diğer üç mezhebe göre yukarıda belirtilen evsafı
taşısa dahi hurma şerbetiyle abdest alınamaz. Elverişli su bulunmadığı
takdirde teyemmüm edilir.
NOT: Üç fıkıh
kitabından yukarıya alınan parçaların kısa tercemelerini yazdım İse de, yazarın
da ifade ettiği veçhile bu parçaların her birisi 15-25 sahifelik açıklama
ister. Zaten bu sebepledir ki özlü yazılan bu metinler üzerinde cildler dolusu şerhler
ve haşiyeler yazılmıştır. Ancak şunu ifade edeyim ki, metinleri kısa yazan
müelliflerin çoğunun beyan ettikleri gibi bu kısaltmalardan gaye meraklıların
fıkha ait muhtasar bir kitabı hıfzetmelerine imkân vermektir. Parçalar
hakkında geniş malûmat edinmek İsteyenler bunların şerh ve haşiyelerine
müracaat etsinler.
[194] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları:356-364.
[195] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman
Yayınları:365-367.