İSLAM DEVLETLER HUKUKU ŞERHU' S-SİYERİ'L-KEBÎR'
I. İslam Devletler Hukukunun Hukuk Tarihindeki Yeri
A - Muhammed B. El-Hasan Eş-Şeybanı
C - Batı Dillerindeki Kaynaklar :
Es - Siyeru'l-Kebîr'in Te'lif Sebebi:
B- Muhammedb.Ahmedes-Serahsî Biyografisinin Kaynakları
Es-Siyerul-Kebîr Şerhinin Elyazmaları
Başvurduğumuz Nüshalar Ve Bu Nüshaların Tavsifi
Serahsının Es-Sıyeru'l-Kebır'i Naklederken Dayandığı Sened Zinciri
Ordu Komutanlarına Yapılan Tavsiyeler
Savaşta Dua Ve İslam'a Davet Etmek
Atlardaki Bereket Ve Atların İyileri
Hayvanlara Çıngırak Takmanın Zararları
Savaştan Önce Düello (Mübareze)
Kesilmiş Başları Valilere Taşımak
Daru'l-Harbde İslâm'ı Kabul Edip Dâru'l-İslâm'a Hicret Etmemiş Olanların
Durumu
Kadınların Hamama Gitmeleri Ve Hayvana Binmeleri
Müşriklerin Kablarını Kullanmak, Yemeklerini Ve Kestikleri Hayvanların
Etlerini Yemek
Kişiler Ne Zaman Müslüman Sayılır?
Emirlerle Birlikte Cihad Etmek
Zekât Ve Humus Kimlere Verilir
Kadınların Erkeklerle Birlikte Savaşa Katılmaları
Cihad Ve Yapılması Caiz Ve Yasak Olanlar
Şehitlik Ve Şehide Yapılacak İşlemler
Duşmanla Savaşmak Üzere Orduya Katılanların Namazları
Hür Müslümanın, Çocuğun, Kadının, Köle Ve Zimmînin Eman Vermeleri
Emandan Sonra Müşriklerin Saldırıya Uğraması
Düşmandan Eman Verilen Kişinin Tasdik Edildiği Ve Edilmediği Yerlerr
Müslümanın Darulharpten Getirdiği Durumu Şüpheli Kadının Hükmü
Eman Sayılan Ve Sayılmayan Şeyler
Düşman Kişinin Eman Almadan Hareme Girmesi
Toplumumuzda İslâm
kültürünün öğrenilip yaygınlaşmasında, yapılan çevirilerin etkisi büyük
olmuştur. Çağdaş yazarların eserlerinin yanında, büyük çabalarla İslam
kültürünün klasik kaynak eserleri de çevrilip yayınlanmaktadır. Ebû Hanîfe'nin
İmameyn adıyla meşhur iki öğrencisinden biri olan İmam Muhammed'in
"Siyer-i Kebir" isimli eseri de şüphesiz bu temel klasik kaynaklardandır
Değişik zamanlarda değişik kişiler tarafından şerhedilmiş olması, kitabın değer
ve önemini göstermektedir. Bu şerhler arasında en önemlisi, çevirisini
sunduğumuz Serahsî'nin şerhidir. Serahsî'nin bu şerhi, Sultan II. Mahmut
zamanında Osmanlıca'ya da çevrilmiştir. Fakat Osmanlıca çeviriden, sayılı kimi
uzmanlar dışında, halkın okuyup anlama imkanı bugün için kalmamıştır. İşlediği
konular itibariyla bu sahadaki boşluğu doldurması açısından kitabın günümüz
türkçesine çevrilip yayınlanması gereklilik arzetmiştir.
Kitap, İmam Muhammed
zamanına kadar İslâm idaresinin başka devletlerle savaş, barış ve diğer
ilişkilerine hakim olan hukukî anlayışı ele almaktadır. Siyer ismi de bunu
ifade etmektedir.
Kitaba "İslâm
Devletler Hukuku" adının verilmesi, işlediği konuların bugün Devletler
Hukuku disiplini içerisinde incelenmesinden dolayıdır.
Belirtildiği gibi
kitap, yüzyıllar önceki devletin hukuk sistemini, devletlerarası hukukî
ilişkileri, özellikle savaş, banş, ekonomi ve bunlara bağlı başka konuları ele
almaktadır. Şüphesiz asırlar önce yazılmış bir kitabın kimi konularının çağdaş
devletler hukuku disiplini sistematiğinde olmayacağı açıktır.
Kitapta belirtilen
hukukî hükümlerin büyük çoğunluğu Hanefî mezhebinin görüşleri olan içtihadı
hükümlerdir. Bu hükümlerin bir kısmının bugün belki de uygulama alanı
kalmamıştır. Ancak genel olarak kitabın içeriği bugün için de geçerliliğini
korumakta ve çağdaş bir uluslararası hukuk sistemine temel bir kaynak teşkil
edecek niteliktedir. Bu şekilde bir eser ancak çağdaş toplumların ve tercümeler
de yapılmıştır ki, îbnü'n- Nedîm (v. 358/995) bunlardan bahseder.[1]
Görüldüğü gibi, İsam
hukukunda tedvinin başladığı II/VIII. asırlardan itibaren hukukun diğer
şubeleri yanında devletler hukuku da sistematik olarak[2] incelenmiştir.
Hatta ilk müstakil eserlerin hukukun bu dalında verilmiş olması, konuya ilk
İslam müctehidlerinin verdiği önemi göstermesi açısmdan da dikkat çekicidir.
Bütün bunlar bize,
İslam devletler hukukunun, kaynağını insan ve medeniyet ayırımından,
Helen-Roma-Hristiyanlık kültüründen alan batılı devletler hukukundan tam sekiz
asır önce teşekkül ettiğini, üstelik ilk andan itibaren uluslararası bir
özelllik taşıdığını ve İslamın doğup yayılmaya başlamasından itibaren
müslümanların diğer milletlerle ilişkilerini şahsî, keyfî ve takdire dayah
işlemler yerine hukuka dayandırma gayretini açıkça göstermektedir.
Günümüz Türkiyesi
devletler hukuku müellifleri Seha Meray ile Muhammed R. Seviğ'in de belirttiği
gibi Avrupa kavimleri birbirleriyle büyük ölçüde hukuk tanımaz bir düşmanlık
ilişkisi içindeyken VII. asrın ilk yansında doğan İslam, ortak İdealleri olmayan
yakm doğu milletlerine bu ideali vermiş; milletlerarası münasebetleri bütün
ayrıntılarıyla birlikte düzenlemiş ve savaş-barış ilkeleri koyarak tüm dünyaya
Grotius'lardan çok önceleri devletler hukukunu öğretmiştir:
"Milletlerarası münasebetler tarafından İslam düşüncesi daha geniş ve daha
insanî olduğu için kavimler arasında tatbike elverişli, ilmî ve insanî görüşlere
uygun hukuk kaidelerine mâlik idi. Milletlerarası ticarete elverişli muamele
ve kaideler, (Durkheİm'lerden, Duguit'lerden asırlarca önce) insanlar arasında
dayanışmanın değerini belirten hükümler, ahkam-ı fıkhiyyede yer tutmuş ve
insanların kardeşlik ve beşeriyetin bir vücut teşkil ettiği hakkındaki
fikirler, yalnız serdedilmekle kalmayarak zihinlerde de yerleşmiş
bulunuyordu."[3]
devletlerin
ilişkilerini yakından bilen İslam alimleri tarafından hazırlanabilir.
İslam Devletler Hukuku
adı altında beş cilt olan Devletler Hukuku kitabı, kendine özgü bir biçimde
klasik tarzda yazılmış ve şerhedilmiştir. Kitap, yazar ve sarihinin büyük dehasını
gösterdiği gibi, büyük ölçüde kuramcı Hanefî fıkhının da tipik bir örneği
sayılır.
Tahkik edenlerin de
belirttikleri gibi kitapta kullanılan dil, anlaşılması oldukça zor ve akıcı
olmayan bir dildir. Cümle yapısı, ifade tarzı ve imla kuralları yönünden Arap
dilinin beyan ve fesahatmdan uzak bir dil olduğu söylenebilir. Bu nedenle bazı
pasajların çevirisinde sıkıntıların yaşandığını ve arzu edilen netliğin belkide
yakalanamadığını belirtmeliyiz. Çeviride görülebi le cek bu türden yerler
olursa, daha çok kullanılan dilin yapısından kaynaklandığı unutulmamalıdır.
Türkçe'de ilk kez
yayınlanan böyle bir eserin büyük ilgiyle karşılanacağını umarız
Çaba bizden, başarı
Allah'tandır.
Çevirenler[4]
Süjeleri, devlet ve
devletlerin kurduğu milletlerarası kurumlar olan ve bu birimlerin kendi
aralarındaki ilişkileri düzenleyen devletler hukuku, gerek barış zamanlarında
ve gerekse tarafsızlık ve savaş durumunda, söz konusu bağımsız devletlerin veya
uluslararası kuruluşların hak ve yükümlülüklerini konu edinen[5] bir
hukuk dalıdır.
Bir tesbite göre M.Ö
3000 - 4000 yılları arasında Mezopotamya ve Nil Vadisinde yaşayan insanlar
arasında görülen[6] "uluslararası
ilişkiler" diye nite-lendirebilecek ilk temaslardan itibaren insanoğlu,
barış dönemi ve savaş zamanlarında ortaya çıkan anlaşmazlıkları çözümlemeye
yönelik kurallar belirlemeye çalışmıştır.
Fakat bu, belki de
zamanların bir gereği olarak hukukî olmaktan ziyade siyasî bir mahiyet
arzetmiştir. Dolayisıyle devleti temsil eden şahısların keyif ve takdirine
dayalı bir uygulamaya sahip olan ve yaptırım gücünden yoksun bulunan bu
kurallara bütün halinde tevletler hukuku demek mümkün değildir. Nitekim bu
alandaki araştırmalarıyla tanınan Prof. Dr. Antonıo Serra Turuyol da, söz
konusu kuralların hukuk değil, birer tarihî form olduğunu söyler.[7]
Bunun içindirki,
İslamm VII. Yüzyılda doğup kendi hukuk sistemini ve özlükle bu hukukun
uluslararası ilişkileri düzenleyen siyer bölümünün varlığı ve aynı zamanda
milletlerarası özellik taşıyan bir devletler hukuku anlayışından bahsetmek
mümkün değildir.[8]
Hakikaten yalnızca
devletlerarası ilişkilerin zorunlu kıldığı bazı kurumlardan ibaret basit bir
düzen olarak değil de, bütün kurumları ile oluşmuş, bağlayıcı hükümlere sahip
ve bazı müeyyidelere de kavuşmuş bir hukuk düzeni olarak ele alınırsa,
devletler hukukunun tarihini İslam hukukunun teşekkül ve tedviniyle başlatmak
gerekmektedir. Zira devletler hukuku ile ilgili ilk gerçek eserler, İslam
hukuku ve medeniyet alanı dışarıda tutulursa, XVI yüzyıl gibi çok geç bir
tarihte verilebilmiştir.[9]
İspanyol Francisco Vitoria (1483-1546), Francisco Suarez (1548-1617), İtalyan
Alberıco Gentili (1552-1680), Hollandalı Hugo Grotius (1583-1645), Batı hukuk
tarihinde devletler hukuku ile ilgili ilk eserleri veren müelliflerdir.[10]
Devletler hukuku
tarihinde İslamın yeri ve önemi konusunda dikkatimizi çeken bir diğer husus,
Batılı bu ilk müelliflerin, İslam düşüncesinin Endülüs ve Sicilya üzerinden
Batıya uzun yıllar ışık tuttuğu bölgeler olan İspanya ve İtalya' dan çıkmış
olmasıdır. Üstelik Batılı devletler hukukunun en büyük kurucu üstadı olan Hugo
Grotius'un bu alandaki birikim ve yetişmesini, İstanbul'da sürgün hayatı
yaşarken incelediği İslam hukuku kaynaklarına borçlu olduğu bilinmektedir.[11]
Hukukçuların kendisine
sık sık atıfta bulundukları XIX yüzyılın ünlü yazarı Ernest Nys, devletler
hukukunun köklerini ele aldığı eserinde, müslümanların erken tarihlerden
itibaren savaş hukukunu ve onun insanî boyutunu incelediklerini, İspanyolların
da kendi savaş hukuklarını tesbitte onlardan esinlendiklerini söyler.[12]
İslamm VII. yüzyılda
doğuşu ile birlikte, tarih boyunca müslüman coğrafyada iç hukuka paralel
olarak uluslararası hukuk da ortaya çıkmış ve konuyla ilgili özel eserler
milâdî VIII. yüzyıldan itibaren telif edilmeye başlanmıştır.
İlk fakihler, İslamın
devletlerarası ilişkilerdeki tavrını belirlemeye yönelik içtihatlarını çokça
"siyer", bazen de "cihad" başlıklarıyla ortaya
koymuşlardır.
Siyer kelimesi; tavır,
hareket, davranış, idare ve yol gibi anlamları bulunan "sîret"
kelimesinin çoğuludur.[13]
İslam hukukçuları, İslam devletinin diğer devletlerle ilişkilerinde takip
edeceği tutum ve siyaseti, Hz. Peygamber (s.a.v.) ve O'nun Raşit halifelerinin
(r.ah.) aynı konuda ortaya koydukları tavır, hareket, davranış ve tuttukları
yoldan istinbat ettikleri için, tesbit ettikleri ahkama bu terimi başlık olarak
uygun bulmuşlardır.[14]
Konuya bu açıdan bakıldığında siyer terimi; uluslararası ilişkiler, harekete
geçip yürümeyi (seyr) ve mesafe almayı gerektirdiğinden[15] aslî
anlamını muhafaza etmekle birlikte, bu amaç için harekete geçen kimsenin hak
ve sorumluluklarının bulunduğu, savaş ve barış durumlarının belli bir hukuk
anlayışına göre düzenlenmesi gerektiği, gerçekte ise bunun Hz. Peygamber'in sîretinden
çıkarılabileceği düşünülerek menkul anlamda[16]
kullanılmıştır. Tabiatıyla, harekete geçen kimse olan mücahidin insanlar
nazarında güzel bir adı-sanı, hoş bir sîreti olması gerektiğinden buna bir de
ahlakî boyut eklenmiştir.[17]
Böyle bir seçim aynı
zamanda İslam devletler hukuku sahasındaki düzenlemelerin Peygamber gibi ideal
bir ömeğe, bir başka ifadeyle vahyin onayladığı bir kaynağa dayandığını,
dolayısıyla takdir ve keyfiliğin değil hukukîliğin hakim olduğunu da
göstermektedir. Siyer terimi bir başka açıdan, dînî endişeleri olan devlet
idarecilerine, uluslararası ilişkilerin tanziminde izleyecekleri yolu İlham
etmektedir.
İslam tarihinin klasik
siyer yazarlarından İbn Hişâm'ın (V/218-833) bildirdiğine göre bu terim, bu
anlamda bizzat Allah Rasulü tarafından Abdurrahman b. Avf'a (v. 32/652)
hitabederken kullanılmıştır: ".... Sonra Peygamber, sancağı kendisine
vermesini Bilal'den istedi; O da verdi. Arkasından Peygamber Allah'a hamd, ve
kendisine duadan sonra şöyle buyurdu: 'Ey Avfoğlu, sancağı tut! Topluca Allah
yolunda gaza edin ve Allah'ı inkar edenlerle savaşın! Fakat hıyanet etmeyin,
ahdi bozmayın, organları keserek işkence yapmayın ve çocuklarla kadınları
Öldürmeyin! İşte bu, Allah'ın emridir ve Peygamberinin sizin aranızdaki
sîretidirl tavır ve davranışıdır.[18]
İslam hukuk
literatüründe bu ilim dalına neredeyse özel bir isim olarak konmuş olan siyer
teriminin kapsamını, hanefî hukuk âlimi Merğînânî (v. 593 /1197) el-Hidâye
isimli meşhur kitabında şöyle belirler: Savaşın keyfiyeti ve savaş hukuku,
barış anlaşması ve hükümleri, eman sistemi ve diplomatik ilişkiler, ganimet ve
esir hukuku, gayri müslimlerin galibiyeti durumunda uygulanacak hükümler,
kanunlar ihtilafı, öşür ve haraç vergileri, cizye ve yabancılar hukuku, dinden
dönenlere ait hükümler ve isyancılara yönelik hükümler.[19]
Cihad terimine
gelince; sözlükte gayret etmek, istediğinde ısrarlı olmak, bütün gücünü
sarfetmek, eziyet ve meşakkat çekmek vb. anlamlara gelen kelime[20]
fıkıh ıstılahı olarak ise, Allah'ın kullarının yararını gözetmek, adalet ve
maslahat esasına dayandırdığı ilahî mesajını insanlara ulaştırmak ve bu uğurda
can, mal, dil, kalem ve diğer bütün araçlarla çaba sarfetmek[21]
anlamında kullanılmaktadır.
Evrensel bir mesaj
olan İslamin[22] uluslararası ilişkilerde
belirleyici olan temel ilkelerinden birisi tebliğdir. İslam idaresi, en başta
tebliğ amacıyla diğer devletlerle ilişki kurar. Devletin tebliğ için giriştiği
bu çaba cihad olduğu gibi, din tebliğine engel olanlara karşı bütün insanların
yararına din ve vicdan hürri-yetini sağlamak amacıyla yaptığı fiilî mücadele de
cihaddır. İslam gerçekçi bir din olduğu için, davet ve tebliğ esasına dayalı
devletlerarası ilişkilerin barış içinde sürebileceği gibi bazan da düşmanca
boyutu kazanabileceğini öngürmüş ve buna ilişkin hükümlerini de vazetmiştir.
Fazlurrahman'in (v.
1989) deyimiyle İslam toplumunun hedef ve gayesi, yeryüzünü ıslah etme ve
oradan fesadı söküp kurutmaktır. Toplum bu evrensel görevin başarılabilmesi
için "cihad" denilen gerekli bir görevle donatılmıştır. Cihad, Allah
yolunda topyekün ve kesiksiz bir mücadele manasına gelir.[23]
Ahmed b. Hanbel (v. 241/855) ve Tirmizî'nin (v. 279/892) Mu'az b. Cebel'den (v.
18/639) rivayet ettiği şu hadis bu mücadelenin konumunu çok güzel ortaya
koymaktadır: "İşin başı İslam, direği namaz, doruğu da cihaddır."[24]
İşte bazı hukukçular
bu savaş-banş ahkamını cihad başlığı altında incelemiştir. Yoksa bu terim,
özellikle İslamî ilimlerle uğraşan Batılı yazarların öteden beri yaptığı gibi,
adaleti temin etmek ve haksızlığa engel olmak şeklindeki aktif anlamından
soyutlamp[25] dâru'l-îslamm dâru'1-harb
aleyhine sürekli genişlemesini sağlayan, tüm dünya müslüman oluncaya, ya da
İslam hakimiyetine boyun eğinceye kadar bunun devam etmesini sağlayan bir
kutsal savaş (holy war, heilige krieg) anlamında[26]
düşünülmemelidir. Cihad görevini yerine getiren "mücahid" de,
Goldziher'in (Ö.1921), Hz. Peygamber'in şahsında "Birtakım siyasî
başarılardan sonra artık, o, yolda yürürken üzerine dayanacağı bir baston ile
yetinemezdi. Sözlü diyalog da yeterli değildi. Artık o, içinde savaşın programlandığı
kanlı bir kılıçtı" şeklinde nitelediği[27]
gibi, gözünü kan bürümüş bir cani değil, insanları böyle canilerin elinden
kurtaracak bir rahmet vesilesidir.
Yine bu noktada
İslamın cihad anlayışına yüklenen yanlış anlam ile hıris-tiyanlann Haçlı
Seferlerinin mukayesesi de yapılmış ve yanlış neticelere varılmıştır.
Avrupalılar, Selçukluları Asya'nın barbar ırkı olarak nitelemiş ve onların
şahsında İslama karşı "kutsal savaş" ilan etmişti.[28]
Haçlıların kutsal savaşı ile ilgili eserin yazarı Karen Armstong'un da dediği
gibi aslında haçlı seferlerinin ve yahudi girişimciliğinin niteliği olan holy
war = kutsal savaş tiplemesi[29]
îsla-mın "cihad"ına da aynı İsim verilerek kamufle edilmek
istenmiştir.
Oldukça insaflı ve
ilmi düşünceye sahip bir müsteşrik olarak bilinen Mont-gomery Watt bile bu
yanlışa düşenlerden biridir: "Cİhad, ahlakî ve manevî faaliyetler için
kullanılırken bilhassa kafirlere karşı yapılan savaşlara alem oldu ve o zaman
'mukaddes harb' diye tercüme edildi... İslamın cihad emri ile hristi-yanların
'Haçlı1 mefhumu arasında farklar vardır. Cihad, madem ki bedevilerin
yağmacılığı yüzünden ortaya çıkmıştır, o zaman iştirakçilerin çoğunun dînî bir
maksattan ziyade maddî gayelerle hareket etmiş olmaları ihtimali vardır... Putperest
kabileler, yağmacı müslüman hücumlarını durdurmanın yolunun konfederasyona
katılmak olduğunu anladılar... Bir zamanlar yağmacılıkla enerjisini tatmin
eden bedevi kabilelere şimdi yağma edecek taze ganimetler göstermek lazımdı.
Bu yüzden cihad, Müslümanların galip olduğu zamanlarda hem İslamî
Konfederasyon'un devamlı büyümesine, hem de sınırların mütemadiyen
genişlemesine yardım etti..."[30]
Oysa savaşa henüz izin
verilmediği Mekke döneminde, sözkonusu terim bizzat Kur'an tarafından[31]
geniş anlamıyla kullanılmıştır: "O halde, inkarcılara boyun eğme ve bu
Kur'an ile onlara karşı olanca gücünle cihad et!"[32]
"Ama bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette kendi yollarımıza
eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki Allah iyi davrananlarla beraberdir."[33]
ayetleri gibi.
Ebu Hanîfe'nin (v.
150/767) Müsned'inde yer verdiği şu hadis rivayeti de cihad kavramının
kapsamını göstermesi açısından dikkat çekicidir:"En değerli cihad, zalim
bir sultana karşı hakkı söylemektir."[34]
Burada tartışmayı
fazla uzatmadan[35] bir üçüncü terime daha
değinmek istiyoruz. Konuyla ilgili olan bu terim "nıegâzî" dir. Fıkıh
edebiyatı ürünlerinde değil de daha çok diğer İslamî edebiyat ürünlerinde göze
çarpan meğâzî terimi, inkarcılarla mücadele ve gerektiğinde savaş etmek
anlamındaki mağzât masdannın çoğuludur.[36] Söz
konusu kelimenin muhtevasına delil, ahkam ve adab girmediğinden İslam
hukukçuları, yukarıda bahsettiğimiz iki ıstılahı tercih etmişlerdir. Çünkü
fakihi ilgilendiren şey olay değil, onun delaletiyle çıkarılacak olan hüküm ve
edeplerdir.[37]
Siyer, cihad veya
meğazî, adı ne olusra olsun, nasıl tarif edilirse edilsin, konumuzla ilgisi
bakımından bizim için asıl mühim olan nokta, başka devletlerle ilişkilerin
İslam fıkhında yerini alması, hukukî esas ve umdelerinin belirtilip hükme
bağlanmış olmasıdır. "Hukuka bağlı devlet" ideali ve uygulamasının,
Batıda ancak XIX ve XX. yüzyıllarda ortaya çıktığı düşünülecek olursa, İslam
hukukçularının, salt "hukuk ilmi"nin gelişmesinde sahip oldukları
önem kendiliğinden ortaya çıkar.
İşte bu siyer ve cihad
başlıklarıyla İslam hukuçuları, Batılı hukçulardan tam sekiz asır önce
devletler hukuku alanındaki eserleri vermeye başlamışlardır.
Bilindiği kadarıyla bu
alanda sistematik olarak ilk adımı atan fıkıh âlimi, Ebu Hanîfe Nu'man b. Sabit
(v. 150/767) olmuştur. Zaten genel olarak fıkıh edebiyatının ilk teşekkül
devrinde de Ebu Hanîfe'nin ismi öne çıkmaktadır. O'nun biyografisini işlediği
eserinde Süyûtî (v. 911/1505) şunları yazar: Ebu Hanîfe'yi öne çıkaran
özelliklerden birisi de, hukuk ilmini ilk olarak tedvin ve bölümlere göre
tertip etmesidir. Bu konuda onu, Muvatta'm tertibiyle Mâlik İzlemiştir. Ebu
Hanîfe'yi bu alanda geçen yoktur.[38]
O, Kufe'deki ilmî
çalışma muhitinde, talebe dostları Ebu Yûsuf (v. 182/ 798), Züfer b. Hüzeyl (v.
158/755), Esed b. Amr (v. 188/804), Hasen b. Ziyad (v. 204/819), Afiye b. Yezid
(v. II. yüzyıl h. ), Muhammed el-Vehbî (v. 190/ 806'dan önce) ve Muhammed b.
Hasen eş-Şeybânî (v. 189/805) ile oğlu Ham-mâd'a "Siyer" isimli bir
kitap imla ettirmiş ve burada Hz. Peygamber'in devletlerarası ilişkilerde
izlediği yolla ilgili olark Abdullah b. Ömer'in (v. 73/692) (r.a) yaptığı
nakilleri biraraya getirmiştir.[39] Ebu
Hanîfe bu bilgileri Şa'bî (v. 103/171) kanalıyla Abdullah b. Ömer'den almıştı.[40]
Ebu Hanîfe'nin siyer
kültürünün sağlamlığını göstermesi bakımından Ta-berânî'nin (v. 360/971) tahric
ettiği bir anekdot vardır: "Şa'bî, meğâzî haberlerini rivayet eder
dururdu. Bir gün yine böyle rivayetler naklederken İbn Ömer ona uğramış ve
oturup dinlemişti. Şa'bî sözlerini tamamladıktan sonra îbn Ömer 'Ben,
Rasulullah ile beraber bunları yaşadığım halde Şa'bî benden daha iyi hıfzetmiş'
diyerek takdirlerini bildirmişti.[41]
Bu konuda mevcut bir
başka bilgiye göre, zâhiru'r-rivâye kitapları içinde İmam Muhammed'e nisbet
edilen es-Siyeru's-sağir,[42]
aslında Ebu Hanîfe'nin devletler hukuku konusunda İmam Muhammed'e yazdırdığı
kitabının adıdır.[43] Bu
es-Siyeru's-sağir, hanefî alimlerinden Serahsî (v. 483/1090) tarafından
el-Mebsât'un X. cildini ağırlıklı olarak teşkil eden "Kitabu's-siyer1'
kısmında şerh edilmiştir ki, biz bunu Serahsî'nin bölümün sonunda yer alan
"Böylece es-Siye-ru's-sağîr şerhi de sona erdi" anlamındaki
ifadesinden[44] hareketle
söyleye-biliyoruz.
Ebu Hanîfe'nin
görüşlerini yansıtan bu es-Siyeru's-sağîr'i, Süfyan es-Sevrî (v. 161/778) ve
Mâlik b. Enes'e de (179/795) hocalık yapmış olan Şam bölgesinin müctehidi Ebu
Amr Abdurrahman b. Muhammed el-Evzâ'î (v. 157/774) tenkit etmiş ve reddiye
olarak Kitabu's-Siyeri'l-Evzâ'f'yi yazmıştır.[45] Ebu
Yûsuf Muhammed b. îshak da (v. 182/798) bu tenkide "er-Redd ala
siyer7-Evzâ 7" adıyla kaleme aldığı bir kitapla cevap vermiştir. İki
müctehit arasındaki tartışmalara sonradan İmam Şafiî'de (v.204/819) katılmış ve
her iki tarafın görüşlerini ele alıp kendi yorum ve tercihleriyle
Siyeru'l-Evzâ'f yi derlemiştir. Yine İmam Şafiî'nin el-Ümm isimli genel fıkıh
kitabının bir bölümünü teşkil eden (c. VII/333-368) bu derlemede işte biz, hem
Evzâ'î'nin hem de Ebu Yûsuf'un görüşlerini birarada bulabiliyoruz. Ayrıca İbn
Cerîr et-Taberî'nin (v. 310/922) J. Schacht tarafından neşredilen
İhtilâfu'l-Fukahâ'sı da Evzâ'î'nin görüşlerini takip açısından bize yardımcı
olmaktadır. Bu noktada şunu da belirtelim ki, İslam devletler hukuku ile
ilgili araştırmaları bulunan Majid Khadduri'nin, en eski siyer eserinin İmam
EvzâTye ait olduğunu ve onun tam olarak günümüze ulaştığı şeklindeki mütalaası[46] izaha muhtaç görünmektedir.
Hicrî II. yüzyılın ilk
yarısında siyer ile ilgili hukukî görüşlerine rastladığımız bir diğer kişi de
îmam Zeyd b. Ali'dir (v. 120/737). Her ne kadar ona aidiyeti konusundaki
tartışmalar hala sürmekte ise de[47]
Mecmu'u'l-fıkhi'l-kebîr'de "Kitabu's-siyer" başlığıyla devletler
hukuku alanı incelenmiştir ki, biz bunu, onun yeni neşirleri yanında,
Şerafeddin Hüseyn b. Ahmed'in yaptığı er-Ravdu'n-nadîr isimli şerhten hareketle
söyleyebiliyoruz.
Aynı şekilde ilk
dönemle ilgili olarak Muhammed b.
Abdillah Nefsu'z-Zekiyye (v. 145/762), İmam Mâlik ve el-Vâkıdî'nin (v. 207/823)
dahi "Kitabu's-siyer" adıyla eserler telif ettiklerini bilmekteyiz.
Bunlardan el-Vâkıdî'ye ait olanın İmam Şafiî tarafından yapılan tenkidi el-Ümm
içinde "Siyeru'l-Vâkıdî" başlığı altında (c. IV/260-291)
bulunmaktadır. Taberî İhtilafu'l-fukaha' da, İmam Şafiî'nin eman ile ilgili
görüşlerine değinirken bir yerde "Siyeru'l-Vâkıdî diye isimlendirdiği
kitabında şöyle kaydeder" diyerek[48]
Siyeru'1-Vâkı-dfyi, Şafiî'nin eseri olarak niteler. Zeydî olan Nefsu'z Zekiyye
ile İmam Mâlik'in eseri ise elimize kadar ulaşmam ıştır .[49] Fakat O'nun
İslam hukuk tarihinde müellifine nisbeti kesin olan en eski fıkıh hadis
mecmuası olan el-Muvatta* isimli eserinde "Kitabu' 1-cihad"
başlığıyla devletlerarası ilişkilere ait hükümlere de yer verdiği
görülmektedir.
Bu arada erken
dönemlerle ilgili başka müstakil eserler de vardır. Bunlardan biri Abdullah b.
el-Mübarek'e (v. 165/781)ait olan "Kitabu'l-cihad'dır.[50] Bir
diğeri ise 786/786 da vefat eden Ebu îshak Fezârî'ye ait olan
Kitabu's-siyer'dir.[51] İbn
ebi Asım Ebu Bekr Ahmed b. Amr eş-Şeybânî'nin (v. 287/900) Kitabu'l-cihad'ı[52] da
bu kapsamda hatırlanmalıdır.
Sevrî'nin de siyer ile
ilgili bir kitap yazdığı bilinmekteyse de kaybolan bu kitabın izlerine ancak
San'ânî'nin (v. 211/827) el-Mıtsannefi ile İhtilâfa'7-/«fca/zö'sında
rastlanabilmektedir.[53]
Taberî'nin az önce değindiğimiz İhtilâfu'l-Fukahâ isimli mukayeseli fıkıh
eserinin "Kitabu'l-cihad, Kitabu'l-cizye ve ahkami'l-muharibin"
başlıklı bölümleri, İslam devletler hukuk alanında adını andığımız alimlerin
yanında Şa'bî, Ebu Sevr (v. 240 veya 246/854 veya 860), Hasen Basrî (v.
110/728) ve İbrahim en-Neha'î (v. 96/ 714) başta olmak üzere o zamana kadar söz
söylemiş hukukçuların görüşlerinin birarada bulunduğu önemli bir kaynaktır.[54]
Devletler hukuku
tarihinde en başta gelen müellif, hiç kuşkusuz İmam Muhammed b. Hasen
eş-Şeybânî'dir. Ebu Hanîfe'nin Kûfe'deki fıkıh muhitinde yetişen bu büyük hukukçunun
kaleminden çıkan "es-Siyeru'l-kebir", gerek muhteva ve gerekse
konulan ele alış biçimi açısından temel kaynağımız durumundadır. O'nun
uluslararası ilişkiler alanındaki önderliğini ve uzmanlığını takdir eden
Batılı hukukçular, Almanya'nın Göttingen kentinde "Şeybânî Devletler
Hukuku Enstitüsü'nü kurarak O'nun konuyla ilgili görüş ve çalşmalarını
tanıtmayı amaçlamışlardır.[55]
Şeybânî'nin
es-Siyeru'1-Kebîr'i, Karahanlı devrinin büyük hukukçusu Muhammed b. Ahmed
es-Serahsî (v.490/1097) tarafından şerh edilmiştir. Bizim de temel
kaynaklarımızdan olan bu şerh, Osmanlı âlimlerinden Mehmed Münîb Aymtâbî (v.
1238/1823) tarafından yer yer genişletilerek Arapça aslından 110 sene önce
"Şerhu Siyer-i Kebîr Tercümesi" ismiyle 1241/1825 yılında iki cilt
halinde İstanbul'da Osmanlıca olarak yayınlanmıştır.[56]
Serahsî'nin[57] söz
konusu şerhi, devletler hukuku alanındaki ilk kitapların detaylı açıklaması
olması dolayısıyla Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO)
tarafından Fransizcaya tercüme ettirilmiş ve Örgüt tarafından yayınlanması
planlanmıştır.[58] Fakat Muhammed Hamidullah
tarafından yapılan bu tercüme, ne UNESCO ne de onun havale ettiği Beyrut'taki
bir kurumca[59] değil, "Le Grand
Livre de la Conduiîe de VEtat" ismiyle Türkiye Diyanet Vakfı tarafından
dört cilt halinde yayımlanmış bulunmaktadır.[60]
Bu noktada Şeybânî'nin
yazdığı en son kitap olan es-Siyeru' l-kebîr'in telifi sebebiyle ilgili olarak
Serahsı'nin naklettiği şu anekdota da değinmek istiyoruz: Şeybânî'nin
es-Siyeru's-sağîr isimli eserini inceleyen el-Evzâ'î, Kitabı kimin yazdığını
sorar. "Iraklı Muhammed" cevabını almca "Iraklılar nerede, siyer
konusunda kitap yazmak nerede! Peygamber (s.a.v.) ile ashabının gazveleri, Şam
ve Hicaz tarafından gerçekleşmiştir, Irak tarafından değil. Nitekim Irak daha
sonra fethedilmiştir..." şeklinde küçümseyici ifadeler kullanır. Bunu
duyan İmam Muhammed de kendisini es-Siyeru'l-kebîfi yazmaya vakfeder. Yazılıp
bitirilen bu ikinci kitabı gören Evzâ'î bu defa "Eğer kitapta Hadis-i
şerifler bulunmamış, onlara dayanılmamış olsaydı, Muhammed bunu kendi
kafasından yazmış derdim. Allah ona görüşlerinde doğruyu bahşetmiş. 'Her
bilenin üstünde daha iyi bilen biri vardır.'[61]
buyuran Allah ne doğru söylemiş" diyerek takdirlerini bildirmiştir.[62]
Es-Siyereru'1-kebîr'in
îmam Muhammed'in en son kitabı olması gerçeği, Ebu Zehra'nın da (v. 1974)
dediği gibi, onu Evzâ'î'nin küçümsemelerine ve tenkidine karşı yazdığı
iddiasıyla çelişmektedir. Gerçekten de bu kitap imam Muhammed'in son kitabıdır.
Zira bunu, kitaplarının devamlı ravisi Ebu Hafs el-Kebir Ahmed Hafs (v.
216/831) değil, Ebu Süleyman el-Cüzcânî (v. 200/815) ile İsmail b. Süvâbe (v.
III. asır) nakletmiştir. Çünkü Ebu Hafs kitap yazıldığında Irak'ta değildi.
Üstelik es-Siyeru'1-kebîr'in, Ebu Yûsuf'un son dönemlerinde İmam Muhammed ile
aralarının açıldığı bir zamanda yazıldığı, kaynaklarda, bu arada bizzat
Serahsî tarafından da bildirilmektedir ki, Ebu Yûsuf'un vefatı 182/798'dir.
Diğer taraftan Evzâ'î 151111A yılında vefat ettiğinde İmam Muhammed yirmibeş
yaşında idi. Şeybânî'nin daha telif hayatının başında iken son kitabını yazmış
olması ve ömrünün geriye kalan otuziki senesinde hiçbir şey yazmamış olması
gerçeklerle bağdaşmamaktadır.[63]
İslam devletler hukuku
ile ilgili bu ilk özel eserlerin yanında, devlet yönetimi, kamu maliyesi ve
kısmen ceza hukuku ile ilgili özel eserler olan "Haraç" "EmvaV\
"es-Siyasetü'ş-şer'iyye" ve "el-Ahkâmu's-sultâniyye" türü
eserlerde de konu bazı boyutlarıyla incelenmiştir. İslam hukukunun taharetten
ferâize bütün konuları kapsayan genel fıkıh kitaplarında da ilk örneklerden
itibaren aynı konuya yer verilmiştir. Hz. Ali'nin (r.a.) torunu Zeyd 'b. Ali'ye
(v. 122/740) nisbeti konusunda şüpheler bulunmakla birlikte bilinen en eski
fıkıh mecmuası olan[64]
el-Mecmû' fi'l-fıkh isimli eserde Kitabu's-siyer bölümünün varlığını
bilmekteyiz Aynı şekilde ilk dönem fıkıh mecmualarından biri olan ve İmam
Mâlik'in görüşlerini içeren el-Müdevvene ile İmam Şafiî'nin el-Ümm adlı
eserlerinde devletler hukuku bahisleri yer almaktadır.
İslam devletler
hukuku, kendi teorisini Hz. Peygamber'in (s.a.v.) meğâzî pratiğine
dayandırdığından meğâzi kitapları da kaynaklar arasında sayılmalıdır. Meğâzi
alanında ilk müstakil mecmuayı derleyen Üçüncü Raşit Halife Hz. Osman'ın oğlu
Ebân b. Osman'dan [65] (v.
100/718), bize tam olarak ilk defa ulaşan meğâzî kitabı olan Vâkıdî'nin eserine
kadar geçen süredeki müellefatı bu cümleden olarak zikretmeliyiz.
Buraya kadar ele
aldığımız ilk hukukî ve tarihî eserler yanında, siyasî ve askerî nitelikli
kitaplar da erken dönemlerden itibaren yazılmaya başlanmıştır. Bu cümleden
olarak Abbasilerin I. dönem halifelerinden Mansur zamanında (136-158)
Abdülcebbar b. Adî, "Kitab fi âdâbi'l-hurüb ve sûratu'l-asker" isimli
eserini yazmış, bunu el-Herşâmî'nin "Siyâsetü'l-hurûb"u ile Çanakya
el-Hin-dî'nin "Kitab fi emri tedbîri'l-harb"ı izlemiştir. Hatta bu
alanda Özellikle savaş stratej ileriyi e ilgili olarak diğer dillerden
arapçaya.[66]
(132-189/749-805)
İbn Sa'd (öl. 230);
et-Tabakâtu'1-Kübrâ, VII/78
el-Hatîb el-Bağdâdî
(öl. 463); Târîhu Bağdad, 11/172-182.
İbn Abdi'1-Berr (öl.
463); el-İntikâ, s. 24.
eş-Şîrâzî (öl. 476);
Tabakâtu'l-Fukahâ, s. 114
İbn Asâkir (Öl. 571);
Târîhu Medineti Dımaşk.
İbnu Hallikân (öl.
681); Vefeyâtu'l-A'yan, 1/574
ez-Zehebî (öl. 748);
Tarihu'l-İslâm (yazma-Ayasofya)
ez-Zehebi;
"Menâkibu Ebî Hânife" ile birlikte basılmış bir bölüm.
el-Kuraşi (öl .775);
kasım 11/42.
İbn Kutlûbuğâ (öl.
879); Tâcu't-Terâcim, s. 40
Hacı Halife (öl.
1067); Keşfu'z-Zunûn, 11/1014.
et-Temîmî el-öazzî
(öl. 1010); et-Tabakâtu's-Seniyye, et-Teymuriyye
kütüphanesi yazması,
IÎI/288.
el-Laknavî (öl. 1304);
el-Fevâidü'1-Behiyye, s. 72.
es-Safedi (Öİ.764):
el-Vafi bi'1-Vefeyat. 11/332[67]
el-Kevserî, Muhammed
Zâhid (öl. H. 1371); Bulûğu'l-Emânî fî Sîreti'l -İmâm Muhammed ibni'l-Hasan
eş-Şeybânî. (Şeybânî ile ilgili olarak söylenenlerin büyük bir kısmını ihtiva
eden iyi bir hal tercemesidir.)
Schacht; İslâm fıkhı
tarihiyle ilgili üç konferans. "EI-Muntekâ Min
Dırâsâ-ti'1-Musteşnkîn" isimli kitabımızda[68]
yayınlanmıştır, s. 105-106. [69]
Brockelmann; GAL.
Schacht; esquisse
d'une histaire du Droit Musulman. Paris - 1952. Schacht; The Origins of
Mohammedan Jurisprudence. Oxford - 1950. Schacht; Aus den Bibliotheken von
Konstantionopel und Kairo 3 vol, Berlin-1928- 1931.
Hamidullah; Müslim
Conduct of State. Lahore - 1954.
İmam Muhammed'in
babası Hasan b. Farkad aslen Şam bölgesinin kuzeyinde Rabîa diyarındandır. Emeviler
devrinde, Şam bölgesinde orduya mensup bir asker idi. Dımaşk vadisinde Harasta
köyünde ikamet ediyordu. Hasan b. Farkad zengindi. Daha sonra Irak
beldelerinden Vasıt'a taşındı.
H. 132 yılında oğlu
Muhammed dünyaya geldi. O sırada Emevi hakimiyeti sona ermiş ve Abbasiler başa
geçmişti.
Muhammed, Kûfe'ye
taşınıp orada yetişmişti. O zaman Küfe fıkıh, lisan ve nahiv ilimlerinin
merkezlerinden biriydi. Bu arada Basra da edebiyat, lisan ve nahiv ilimlerinin
merkezlerindendi. Burası Ebû Hanîfe, Ebû Yusuf, Sevrî, Kisaî, Ferrâ, Seleme,
Sa'leb... gibi büyük fakih, dilci ve nahivcilerin bir araya geldikleri yer idi.
Muhammed b. Hasan'm kültürünün oluşmasında bu çevre etkili olmuş, dil, şiir ve
fıkıhla hadis'e yönelmesine sebeb olmuştur. Vefat eden babasının kendisine
otuzbin altın bırakması, bu ilimleri tahsil etmesini kolaylaştırmış ve parayı
bu yolda harcamıştır. Muhammed, birçok hocaya talebelik yaparak onlardan ilim
tahsil etmiştir. Dört sene Ebû Hanîfe'nin yanında okumuş ve H. 150 senesinde
Ebû Hanîfe'nin vefatı üzerine Ebû Yusuf dan fıkıh tahsilini tamamlamıştır.
Sonra büyük alimlerin yanma gitmek üzere çeşitli yerlere seyahatleri olmuştur.
Şam halkı alimlerinden Evzâî'nin, Mekke'de Süfyân b. Uyeyn'nin, Horasan'da
Abdullah b. Mübarek' in yanına giderek onlardan ilim tahsil etmiştir. Basra'da
birçok ilim ehlinden ders almıştır. Bu seyahatlerinin en önemlisi, Medineye
olan seyahatidir ki, burada üç sene İmam Mâlik'in yanında kalmış ve defalarca
Muvatta'ı kendisinden dinlemiştir. Böylece re'y ehli olan istinbat ehlinin
metodu ile İmam Mâlik ve Evzâî'nin metodunu birleştirmiş oluyordu. Geri
döndüğünde şöhreti yayılmış ve her yerden kendisine talebe akını başlamıştır.
Uzak memleketlerden birçok talebe geliyordu. Gelen talebeler arasında iki kişi
çok önemli şahsiyetlerdi. Bunlardan ilki Sicilya fatihi Esed b. Furât olup daha
önce İmam Mâlik'i görmüş ve Muvatta'ım dinlemişti. Sonra imam Muhammed'e gelip
Muvattaı ondan da dinlemiştir. Esed, Afrika'ya döndüğünde Muhammed b.
Hasan'dan etkilenerek Afrika ve Mağrib'de Ebû Hanîfe' nin mezhebini yaymıştır.
Yine İmam Muhammed'in kitaplarının ışığı altında "Sahnûn'un
el-Mûdevvene'sinin aslı olan "Esediye" isimli kitabını meydana
getirmiştir.
Önemli talebelerinin
ikincisi ise, imam Şafiî idi. İmam Şafiî, İmam Muhammed'in yanına gelerek ilim
tahsil etmiş ve eserlerini istinsah etmişti. Muhammed b. Hasan ilim ve malını
Şâfiîden esirgememiş, her ikisinden ona bol bol vermiştir. İmam Şafiî, daha
sonra Mısır'a gidip orada mezhebini yaymıştır.
Bu iki talebeye özel
ilim meclisi kurulur ve bu mecliste İmam Muham-med'den ilim tahsil ederlerdi.
Gelenler arasında
Buhârî'nin, re'y ehlinin fıkhını kendisinden Öğrendiği Ebû Hafs el-Kebîr,
Kütüb-i Sittenin kendisi vasıtasıyla yayıldığı Ebû Süleyman el-Cüzcanî, Ebû
Ubeyd el-Kasım b. Sellâm, Yahya b. Eksem, İsmail b. Tevbe gibi başka değerli
talebeler de vardı.
İmam Muhammed b.
Hasan, halife Harun Reşid'e ulaşma imkanını bulmuş, Harun Reşid de onu Rakka
kadılığına tayin etmiştir. Ancak Ebu Talip soyundan gelenlere eman verme
hususundaki fetvasından dolayı bu görevden alınmıştır. Böylece Harun Reşid'in
hışmına uğramış ve acaba Ebu Talip oğullarını isyana teşvik eden bir belge
bulunabilir diye kitaplığında arama yapılmıştır. Daha sonra Zübeyde araya
girerek onları barıştırmış ve tekrar eski görevine getirilmiştir. Hayatının
sonuna doğru İmam Ebû Yusufun vefatından sonra Kâdi'l-kudât (Baş hakim)
makamına getirilmişti.
Çağında yaygınlaşan
problemler hakkında kendisi de düşüncelerini belirtmiştir; Kur'an'ın
yaratılışı, teesim ve dört halifenin daha faziletli oluşlarıyla ilgili
görüşlerini açıklamıştır.
H. 189 yılında Harun
Reşid, Rey şehrine gitmiştir. Beraberinde Muhammed b. Hasan ve Kisai de
bulunmuştur. Muhammed b. Hasan'la Kisâî'nin her ikisi, burada vefat
etmişlerdir. O zaman Muhammed altmış yaşlanndaydı. Bu iki alimin vefatı üzerine
Harun Reşid'in "Fıkıh ve Arapça bir günde gömüldü." dediği rivayet
edilir.
Şeybânî'nin kültürü
tüm açıklığıyla eserlerinde ortaya çıkmıştır. Arap dilindeki bilgisi, bu dilin
inceliklerini kavraması ve fıkıhtaki derinliği tamamıyla eserlerinde
yansımıştır.
Muhammed b. Hasan'ın
fıkıhta değeri iki yönde ortaya çıkmaktadır:
Birincisi: Eserlerinin
çokluğu. Ebû Hanîfe'nin mezhebinin yayılmasında talebelerinin en büyüğü odur.
İkinci Asır fakihleri arasında en çok eser veren odur. Görüşlerinde öyle bir
asalet varki, onu özel bir mezhep sahibi haline getirmektedir. Kitapları halk
arasında okunan ve güvenilen kitaplar olarak gelmiştir.
İkincisi;
el-Müdevvene, el-Esediyye, el-Ümm ve el-Hücce gibi fıkıh kitaplarının yazarları
ondan etkilenmiş ve eserlerini onun kitaplarının ışığında yazmışlardır. [70]
el-Asıl:
Kitaplarının en geniş olup el-Mebut olarak bilinir. Hukuki meseleleri Ebû
Hanîfe ve Ebû Yusuf un mezhebine göre burada serdetmiş ve her meselede kendi
görüşünü de açıklamıştır.
el-Câmiu'1-Kebîr : Fıkhı meselelerin en önemlilerini ihtiva eden bir kitabı olup onun
için: İslâm'da benzeri yazılmamıştır," denilmiştir.
ez-Ziyâdât ve
Ziyâdâtu'z-Ziyâdât : Bu kitaplarını el-Câmiu'1-Kebîr kitabından sonra te'lif
etmiş ve bu kitaba almadığı meşeleri bu kitaplarda işlemiştir.
el-Câmiu's-Sagîr: Ebû Yusuf'tan duyduğu Ebû Hanîfe'ye ait rivayetlerdir.
es-Siyeru's-Sağîr:
Siyer/devletler hukuku ile ilgili olarak Ebû Hanîfe1 den naklettiği
rivayetlerden oluşmaktadır.
el-Hucec: Medine
ehline karşı delillerle ilgili görüşlerini burada serdeder. Bu kitap, Ebû
Hanîfe'nin senedleriyle birlikte Şeybânî'nin çağında ve ondan Önce Irak'taki
sünnî mezhebin temelini bize anlatır. Mezhepler arasındaki ihtilaflar
konusunda te'lif edilen ilk kitap budur. Çünkü Küfe ehli ile Medine ehli
arasındaki ihtilaflarla ilgilidir.
Kitabu'1-Asar :
Bu kitapta Ebû Hanîfe'den merfû, mevkuf ve mürsel hadisleri rivayet eder ki
bunların çoğu İbrahim en-Naha'î kanalıyladır.
el-Mahâric ve'1-Hiyel : Kevserî bu kitabın Şeybânîye ait olmadığı halde
kendisine nisbet edildiğini söyler.
er-Rakkıyyât :
Rakka'da kadı iken fer'î meselelerle ilgili olarak verdiği hükümleri ihtiva
eder.
Bunlar dışında başka
kitapları da vardır.
İmam Muhammed, Ebû
Hanîfe'nin fıkhı görüşlerini el-Mebsût, el-Câmiu's-Sağîr ve es-Siyeru's-Sağîr
isimli kitaplarında rivayet eder. Kendi mezhep ve görüşlerini de diğer
eserlerinde ortaya koyar.
Eserlerinin çoğunun
birçok şerhleri vardır.
Şeybânî'nin te'lif ettiği
kitapların sonuncusu, es-Siyeru'1-Kebîr kitabıdır. "Siyer" kelimesi
ile, meğaziyi (savaş ve savaş hukukunu) kastederler.[71]
Irak âlimleriyle Şam
âlimleri arasında yaşanan bir tartışma üzerine te'lif edilmiştir. Serahsî,
-şayet dediği doğru ise- es-Siyeru's-Sağîr kitabının, Şam ehlinin fakihi ve
âlimi Evzâî'nin eline geçtiğini ve bu kitabın müellifinin kim olduğunu
sorduğunda: "Iraklı Muhammed'dir." denildiğini, bunun üzerine
Evzâî'nin: "Irak ehli nerede, bu konuda eser vermek nerede? Onların Siyer
hakkında bilgileri yoktur" dediğini zikreder. Serahsî, Evzâî'nin sözünü
açıklayarak, Rasulullah'ın gazvelerinin Irak'ta değil Hicaz ve Şam taraflarında
olduğunu, Hicaz ve Şam ehlinin bu gazveleri daha iyi bildiklerini söyler.
Evzâî'nin sözü, Muhammed b. Hasan'a ulaşınca buna öfkelenir ve
es-Siyeru'l-Kebîr kitabını te'lif eder. Onu altmış deftere yazarak Harun
Reşid'e gönderir. [72]
Savaşla ilgili tüm
hususları; müşriklerle olan ilişkiler ve bunlarla ilgili hükümleri ihtiva eder.
Doğrusu bu kitap savaşla ilgili meseleleri konu edinen müslümaların DEVLETLER
HUKUKU'dur. İmam Muhammed b. Hasan müslümanlarla müşriklerden bahsetmiş ve
erkek olsun, kadın olsun veya çocuk olsun, her iki tarafın esirlerinin
hükümlerini açıklamış, müşriklerin İslâm'a girmelerini, çeşitli şekil ve
lafızlarıyla eman dilemeyi, eman verilenlerle dâru'l harbten dâru'I-İslâm'a
gelen elçileri, elde ettikleri dokunulmazlıkları, ganimetleri, antlaşma,
fidye, silah, köle ve araç-gereçlerin hükümlerini, ehl-i harbin istila ettiği
toprakları, dâru'l-harbdeki ehl-i îslâmı, antlaşmaları bozmayı, savaş
suçlarını, hern savaş ve hem de barışta ehl-i harb ile ve müslümanlarla ilgili
konularda daha yüzlerce meseleyi anlatır.
Şeybânî, bütün bu
hususlarda Kur'ân'a, meydana gelen belli olaylar akabinde Rasulullah'ın
gazveleriyle ilgili olarak yapılan rivayetlere ve müslü-manlann savaş ve
fetihleri esnasında verilmiş hükümelere dayanır. Birçok meselede kıyası
kullanarak güzel hükümlere varır.
Böylece devletler
hukuku alanında kitabın önemi ortaya çıkmaktadır. Harun Reşid, kitabı
gördüğünde gayet beğenmiş ve kendi hakimiyet günlerinin övünç vesilelerinden
biri olarak saymıştır. Ayrıca kitabı ders olarak okumaları için iki oğlunu
müellife göndermiştir. Osmanlı döneminde kitaba verilen değer daha da artmış ve
Sultan Mahmud Han zamanında Osmanlıcaya tercüme edilerek Osmanlı
mücahidlerinin Avrupa devletleriyle yaptıkları savaşlarda temel olarak
alınmıştır.
Yine birçok kimse
kitaba değer vererek şerhetmiştir. Bu şerhler içerisinde en Önemlileri, Serahsî
ve Cemal el-Hasîrî'nin (H. 636) şerhleridir. Şeybânî, devletler hukukuyla
ilgili eserleriye Onyedinci asırda yaşayan ve devletler hukukunu ilgilendiren
bazı meselelerdeki araştırmalarından dolayı devletler hukukunun babası olarak
bilinen Hollandalı Grotius'dan (M. 1583/1640) ve ondan önce gelen yahut çağdaşı
olan Vitoria, Suarez ve Vasques gibi hıristiyan hukukçuardan Önce gelir.
Devletler hukukuyla
ilgilenenler, son senelerde Şeybânî'nin bu alandaki değerinin farkına
varmışlardır.
Almanya'nın Gottingen
şehrinde Devletler Hukuku Enstitüsü kuruldu. Çeşitli ülkelerden devletler
hukuku âHmleriyie bu alanda uğraşanlardan birçok kimse bu enstitüye üye oldu.
Mısırlı büyük hukukçu Prof. Abdulhamid Bedevi cemiyete başkan seçildi. Bizler
de başkan yardımcısı seçildik. Cemiyetin amacı Şeybânî'yi tanıtmak ve bu
alandaki görüşlerini ortaya çıkararak konuyla ilgili eserlerini yayınlamaktı.
Salahuddin el-Müneccid[73]
el-Kuraşi (öl. 875);
el-Cevâhiru'l Mudıyye, 11/29.
Ibn Kutlûbuğâ (öl.
879); Tâcu't-Terâcim, s. 38.
Hacı Halife (öl.
1067); Keşfu'z-Zunûn, 11/1012
et-Temîmî el-Ğazzî
(Öİ.1010); et-Tabakâtu's-Seniyye fî Terâcimi'1-Hane-
fîyye,III/175. [74]
Heffening, dans
Encycl. de I'Islam, Serahsi maddesi Brockelmann, GAL Schacht'ın eserleri.
Şemsü'l-Eİmme Muhammed b.
Ahmed b. Sehl Ebû Bekr es-Serahsî'nin hayatı hakkında pek bilgimiz yoktur.
Belki de bu, Mâverâunnehr gibi çok uzak bir yerde yaşaması ve hayatının bir
bölümünü hapiste geçirmesi sebebiyledir. Bildiğimiz, O'nun, Meşhed ve Merv
arasında eski bir şehir olan Serahs'tan olmasıdır. H. 448 yılında vefat eden
Abdülaziz el-Hulvânî'den ders almış ve kitaplarını onun yanında bitirmiştir.
Serahsî fıkıh, kelam, usûl ve münazara ilimlerinde üstün bir seviyedeydi.
Yanında okuyan ve kitaplarını bitiren talebeler de vardır. Ebû Bekr el-Husayrî
(Muhammed b. İbrahim, öl. H. 500) bunlardan biridir.
Daha sonra
Mâverâunnehr'in bir beldesi olup Fergana yakınlarında bulunan Özkent'e gidip
Hakan'ın sarayında kaldı. Ama kısa bir müddet sonra, Hakan'ın, azad ettiği
cariyesiyle İddeti dolmadan evlenmesinin haram olduğunu söylemesi üzerine H.
466 yılında zindana atıldı. Yaklaşık olarak onbeş yıl Özkent zindanlarında
kaldı. İlim talihleri, zindanın kapısının önüne gelir ve ondan fıkıh dersi
alırlardı.
Onbeş ciltlik el-Mebsût
isimli kitabım zindanda yazdı. Mebsût'u yazarken, hiçbir kitaba müracaat
etmedi. Her bir babı yazdığında, hapiste iken onu yazdığına işaret etti. H. 477
yılında kitap tamamlandı. Sonra Şeybânî'nin es-Siyeru'l Kebîr'inin şerhini
yazmaya başladı. Kitabu'ş-Şurût'a geldiğinde, ki kitap bitmek üzereyken serbest
bırakıldı. H. 480 yılının ilk baharında Merginan'a gitti. Bu şerhini aynı
senenin Cemâda'1-ûlâ ayında bitirdi.
Serahsî'nin ölüm tarihi
ihtilaflıdır. Kimi H. 483 senesinde vefat ettiğini söylerken, kimi H. 486
senesinde, kimi de H. 490 yılma yakın vefat ettiğini söylemektedir. [75]
es-Siyeru'1-Kebîr'in
şerhine gelince, bunu da üç yıla yakın bir müddet içerisinde bitirmiştir.
Hepsini ezberinden yazmış ve bu arada İmam Muhammed'in kitabına bile müracaat
etmemiştir. Ancak ne yazık ki İmam Muhammed'in kitabının aslı kaybolduğundan,
Serahsînin ezberinin sıhhatini tesbit etme imkanımız olmamıştır. Yedinci asırda
Dımaşk'te yaşayan Cemal el-Hasîrî'nin şerhi de kayıptır. Böylece hapiste
tamamen hafızasına dayanarak onu rivayet eden Serahsî'nin nakli dışında İmam
Muhammed'in metninden elimizde hiçbir şey yoktur. Ancak Serahsî'nin İmam
Muhammed'den naklettiği metin hakkında şu noktalara dikkatleri çekmek isteriz:
1- Serahsi,
İmam Muhammed b. Hasan'm görüşlerini rivayet ederken kullandığı senedi
korumamış; onları hazfetmiş ve "Muhammed falandan zikretti ki.."
yahut "Muhammed falandan rivayet etti ki.."demekle yetinmiştir.
2- İmam Muhammed'in kendi görüşleri olduğuna
inandığı yerlerde "Muhammed dedi ki" ifadesini kullanmıştır.
3- Serahsi,
İmam Muhammed'in söylediklerini te'yid eden âyet ve hadisler getirir veya
mağâziyle ilgili olaylar nakleder. Bazen görüşlerine muhalefet eder. İmam
Muhammed, Ebû Hanîfe, Ebû Yusuf ve başkalarına muhalefet ettiği yerlerde
onların görüşlerini açıklar.
4- Serahsî,
metinde İmam Muhammed'in kitabının hepsini rivayet etmez. Hatta bazı bablan
bile hazfeder. Mesela: Düşman esirlerin nesebini isbat babı" ile
"dâru'l-harbte had cezası babı" arasında bir bab hazfettiğini
zikreder ama hazfedilen babın ne olduğunu açıklamaz. Onun İçin nelerin
atıldığını kesin olarak bilemiyoruz.[76]
5- İbarede
anlatım zayıflığı ve uzunluk göze çarpmakta, bazen kapalılık ve nahiv
kaidelerine aykırılık gibi durumlara Taslamaktayız. Bunun sebebi, Serahsî'nin
ilk fakihler kadar arapçaya gereken önemi1 vermeyen müteahhir fakihlerden
oluşu, Mâveraunnehir'de yaşaması ve yazdıklarını gözden geçirme imkanını
bulamamasıdır.
6- Şerhinin
mukaddimesinde, İmam Muhammed İle Kadı Ebû Yusuf arasındaki çekişmeyi
gerçekten olmuş gibi rivayet eder. Halbuki böyle bir olay meydana gelmiş
değildir. [77]
Osmanlı Devletinin
kuruluşundan bu yana es-Siyeru'1-Kebîr şerhi çok yaygınlaştı. Çünkü Osmanlı
devletinin mezhebi hanefî idi ve bu kitap devletin, diğer gayri muslini
devletlerle savaşlarında başvurulan bir kaynak olmuştur.
Bu nedenle hicrî
dokuzuncu asırdan itibaren Osmanlı döneminde bu şerhin elyazmaları pek çoktur.
Ancak ne yazık ki, eski temel yazmalar azdır.
Brockelmann [78] 'GAL
isimli eserinde Türkiye, Viyana ve Dımaşk (Şam) kütüphanelerinde onyediye yakın
nüsha sayar. Biz de Brockelmann'ın zikretmediği şu onbİr nüshayı tesbit ettik:
1- Beyrut
Amerikan Üniversitesi Kütüphanesindeki yazma: Bu yazmanın üzerinde, H. 631 yılı
sema' kaydı var. Bulunduğu numara : MS. 349. 297.
2-
Dâru'l-Kütübi'I-Mısriyye Nüshası: Birinci cüzden bir bölüm olup son tarafı
eksiktir. Nüsha "Bâbu'l-mûslim yahrucu min dâri'1-harb" babı ile son
bulur. Büyük İhtimalle yedinci asırdan önce yazılmıştır.
3- Leiden
Üniversitesi Kütüphanesi Nüshası: H. 800 yılında yazılmış olup OR 373 numarada
kayıtlıdır.
4- Paris
Milli Kütüphane Nüshası: Hicri 864 yılında yazılmış olup 837-838 mumaralarda
kayıtlıdır.
5-
İstanbul'da Üçüncü Ahmed Nüshası : Büyük ihtimalle on yahut onbirinci asırda
intinsah edilmiştir. No: 149.
6- Mustafa
Fazıl (Dârul-Kütübî'l-Mısriyye) Nüshası: H.
1117 yılında yazılmıştır. Hanefî Fıkhı : 65 numaradadır.
7- Şam'da
ez-Zâhiriyye Nüshası: İstinsah tarihi H. 1130. Genel No: 5854
8-
Dâru'İ-Kütübi'l-Mısriyye Kütüphanesinde, Tal'at Nüshası: İstinsah tarihi Hicri
1131. Hanefî Fıkhı; 887 numarada kayıtlıdır.
9- Tal'at
Nüshası: İstinsah tarihi H. 1141. Hanefî Fıkhı; T. 1089 da kayıtlıdır.
10- Mustafa
Fazıl (Dâru'l-Kütübi'l-Mısriyye) Nüshası : İstinsah tarihi H. 1158. Hanefî
Fıkhı-M, 64 numarada kayıtlıdır.
11- Mustafa
Fazıl (Dâru'l-Kütübi'l-Mısriyye Nüshası:
Onikinci asrın başlarında istinsah edilmiştir. Hanefî Fıkhı-M: 66
numarada kayıtlıdır. [79]
Brockelmann'ın
zikretmediği Üçüncü Ahmed Nüshası hariç, İstanbul1 daki nüshaları görme
imkanımız olmadı. Kitabı hazırlarken tanıttığımız nüshalara müracaat ettik ve
aşağıdaki nüshalara da işaret ettik.
1- Paris
Nüshası, No : 837
2- Mustafa
Fazıl Nüshası, Hanefî Fıkhı-M. No: 66
3- Üçüncü
Ahmed Nüshası, No: 1149
4- Tal'at
Nüshası (Hanefî Fıkhı, No : 887
5-
Haydarabad, Hindistan baskısı Birinci cildi basıldıktan sonra;
6-
Beyruttaki Amerikan Üniversitesi Nüshasını elde ettik ve metni bu nüshayla
karşılaştırdık. Ancak dipnotlarda buna işaret etmedik.
Not:
1-
Yukarıdaki nüshaların tavsiflerini, Türk okuyucuları için pek lüzumlu
görmediğimiz için ve kitabın hacmini kabartacağı düşüncesiyle buraya almadık.
2- Yine,
kitabın Arapça tahkik metodu ile ilgili açıklamaları ve Arabça yazmalardan
örnek fotokopileri de aynı düşünceyle buraya almadık.(Mütercimler) [80]
Değerli imam, zahid,
imamlar imamı Ebû Bekr b. Ebî Sehl es-Serahsî Şemsü'l-Eimme (İmamlar Güneşi)
dedi ki;
Bilmiş ol ki,
es-Siyerü'1-Kebîr, İmam Muhammed'in fıkıhta yazdığı kitapların sonuncusudur.
Bu sebeple talebelerinden olan Ebû Hafs bu kitabını Mu-hammed'den rivayet
etmemiştir. Çünkü Ebû Hafs Irak'tan ayrıldıktan sonra İmam Muhammed bu kitabı
yazmıştır. Ebû Yusufun İsmini de hiç anmamıştır. Çünkü kitap yazıldığı sırada
araları açılmıştı. Ebû Yusuf tan bir hadis rivayet etme ihtiyacını duyduğunda
onun ismini anmadan: "Güvenilir kişi bana haber verdi" ifadesini
kullanır ki bundan maksat Ebû Yusuf tur.
Aralarının açılmasının
temel sebebi: el-Mualla'nin anlattığına göre, kıskançlıktır. Mualla şöyle der:
İmam Ebû Yusufun meclisinde İmam Muhammed'den bahsedildi ve Ebû Yusuf onu övdü.
Ebû Yusufa: "Bazen aleyhinde konuşuyorsun bazen de övüyorsun" dedim.
'O, kıskanılan biri'dir." karşılığını verdi.
İbn Semâ'a, İmam
Muhammed'den naklen der ki: Ebû Yusuf kadılığa ilk getirildiği sıralarda hergün
bineğine biner, Halifenin meclisine uğrardı. Bu arada öğrencilerle karşılaştı
ve onlardan nereye gittiklerini sordu. Onlar da: "İmam Muhammed'in ilim
meclisine gidiyoruz" dediler. Bunun üzerine Ebû Yusuf şöyle dedi:
"Muhammed, ilim talebelerinin gidip gelecekleri seviyeye ulaştı mı?
Allah'a yemin ederim ki, ona rağmen Bağdad'm hacamatçısını, bakkalını, onun gibi
birer fakih olarak yetiştireceğim." Bunun için ders ve imla meclisini
kurdu. İmam Muhammed ise derslerine devam etti. Ebû Yusuf, son zamanlarında,
sabahın erken saatlerinde meşhur fakih ve âlimlerle karşılaşıp onların nereye
gittiklerini sordu. "Muhammed'in meclisine gidiyoruz," dediklerinde
"Gidin gidin, bizce o, kıskanılan biridir." dedi.
Aralarının açılmasına
sebeb olan olay: Rivayet edildiğine göre, Halifenin meclisinde İmam
Muhammed'den bahsedildiğinde Halife onu Övdü. Ebû Yusuf, İmam Muhammed'i bir
kenara çekerek ona: "Mısır Kadısı olmak ister misin?" dedi.
İmam Muhammed:
"Ben böyle bir şeye talip değilim, bundan kastınız nedir?" diye
sordu.
Ebû Yusuf: -Irak'ta
ilmimiz hâkim oldu. Dilerim ki, Mısırda da yayılıp hakim olsun.
Muhammed : -Bakalım,
ayrıca ehil olanlarra danışalım, da müşavere edelim, dedi. Danışma sonunda
İmam Muhammed'e şöyle dediler.
- Onun gayesi, senin
kadı olman değildir. Seni Halifenin kapısından uzaklaştırmak istiyor.
Sonra Halife, Ebû
Yusuf a, Muhammed'i meclisine getirmesini emretti. Ebû Yusuf: "Onun bir
hastalığı var. Hastalığı Emirü'l-Mü'minin meclisinde bulunmasına
engeldir," diyerek onu fikrinden caydırmak istedi. Halife: Hastalığının ne
olduğunu sordu. Ebû Yusuf: "Hafif abdestini tutamadığı için uzun müddet
oturamaz." dediyse de Halife: "O zaman kalkmasına izin veririz,"
karşılığını vererek ısrar etti.
Sonra Ebû Yusuf,
Muhammedi tenha bir yere çekerek: "Emirü'l-Mü'minin seni çağırıyor. Ancak
tahammülsüz bir adamdır.. Yanında fazla oturma. Sana işaret ettiğim zaman hemen
kalkarsın" şeklinde uyarıda bulunduktan sonra onu alıp Halifeye götürdü.
Halife İmam Muhammed'i iyi karşıladı. Çünkü İmam Muhammed, boyubosu yerinde ve
konuşmasını bilen bir kişiydi. Halifeyle güzel güzel konuşmaya başladı. Halife
de onu ilgiyle dinliyordu. Tam bu sırada Ebû Yusuf kalkması için işaret verdi.
İmam Muhammed sözünü kesip dışarı çıktı.
Halife: "Bu
hastalığı olmasaydı meclisimde ondan istifade ederdik." dedi. İmam
Muhammed'e: "Niye o esnada çıktın?" denildiğinde: "O esnada
çıkmanın doğru olmadığım biliyordum. Lâkin Yakup (Ebû Yusuf) bir zamanlar benim
üstadım idi, ona muhalefet etmekten çekindim." karşılığını verdi. Daha
sonra Ebû Yusufun yaptıklarının farkına varınca şöyle beddua etti:
"Allah'ım, ölümüne sebep, bana nisbet ettiği hastalık olsun." İmam
Muhammed'in duası kabul edildi. Bunun meşhur bir öyküsü vardır.
Ebû Yusuf vefat ettiği
zaman Muhammed cenaze namazına gitmedi. Halktan utandığı için çıkmadığı
söylenir. Çünkü İmam Ebû Yusufun cariyeleri Ebû Yusuf için ağlayıp İmam
Muhammed'in kapısı önünden geçerken ona dil uzatıyorlardı. Onların şöyle
dedikleri rivayet edilir:
Daha Önce bize hased
edenler bu gün bize acıyorlar.
Daha önce bize tabi
olanlara bugün biz tabi oluyoruz.
Bugün bizler herkese
boyun eğiyoruz
Bugün keder ve
endişemizi izhar ediyoruz. [81]
İmam Muhammed'in
es-Siyeru's-Sağîr isimli kitabı, Şam bölgesi âlimlerinden İbn Amr el-Evzâî'nin
eline geçtiğinde Evzâî kitabın kime ait olduğunu sordu. "Irak'lı
Muhammed'indir." dediler. Bunun üzerine Evzâî dedi ki: "Irak ehli
nerede, bu konuda kitap yazmak nerede? Onların siyer hakkında bilgileri yoktur.
Resulullah (s.a.v.)'le sahabilerinin savaşları Irak değil, Şam ve Hicaz
taraflarında olmuştur. Irak o zaman henüz yeni fethedilmişti." Evzâî'nin
bu sözleri İmam Muhammed'e ulaşınca, Evzâî'ye kızdı ve bu kitabı hazırlamaya
koyuldu. Evzâî bu kitabı gördüğünde: "Şayet içerdiği hadisler olmasaydı
kendi yanından uyduruyor derdim. Allah Teâlâ, ona cevabın doğrusuna isabet
etmeyi, ona nasip etmiştir. Allah ne doğru buyurmuştur:
"Her bilenin
üstünde daha iyi bilen vardır."[82]
diyerek takdirini izhar etti.
İmam Muhammed, kitabın
altmış deftere yazılmasını ve hemen bir arabaya yükletilerek götürülüp Halifeye
takdim edilmesini istedi. Halifeye İmam Muhammed'in bir kitap yazarak onu kendisine
takdim etmek üzere getirdiğini haber verdiler. Halife buna çok sevindi. Kitabı
çok beğendi ve onu hâkimiyet günlerinin övünç vesilelerinden biri olarak saydı.
Kitabı okudukça takdiri daha da arttı. Onu okumaları için çocuklarını
Muhammed'in meclisine gönderdi. İsmail b. Tevbe el-Kâzvînî, Halifenin
çocuklarının eğiticisi idi. Onları gözetlemek için kendisi de derslerde hazır
bulunuyordu. Böylece o da, kitabı dinlemiş oldu. Sonra ravilerden sadece
İsmail b. Tevbe ve Ebu Süleyman el-Cüzcani kaldı. İşte, kitabı onlardan rivayet
eden, bu iki zattır. [83]
Serahsî, -Allah
kendisinden razı olsun- dedi ki:
Şemsü'I-eimme Ebû
Muhammed Abdulaziz b. Ahmed el-Hulvânî onun yanında mezkur kitabı kendim
okumakla bize haber verdi ki: Kadı el-İmam Ebû Ali el-Huseyn b. el-Hızir b.
Muhammed en-Nesefî bize haber verdi ki: İmam Ebû Bekr Muhammed Abdurrahim b.
Davud es-Simnani, o da; Muhammed b. Hasen'den rivayet etti.
Serahsî dedi ki:
Hocamız el-Hulvânî, Kadı
Ebû Ali'nin şöyle dediğini bize anlattı: Bu kitabı, İmam Ebû Bekr Muhammed b.
Fazl'ın yanında okuyorduk. "Eman babları"na ulaştığımız zaman Ebû
Bekr vefat etti -Allah rahmet etsin- Bunun üzerine Ali el-Hatip
el-Mühellebî'den okumaya başladık. Bu nedenle "Emân Bâbları"na
kadarki bölümün rivayetini her İkisinden naklettik. Gerisini de yanlız Ali
el-Hatib'den rivayet ettik.
Serahsî dedi ki:
Mezkur kitabı Kadi
İmam Ebû'l-Hasen Ali b. Huseyn es-Suğdî'den, kıraetle bize haber verdi. O da
dedi ki: Bize Nusayr b. Yahya haber verdi. O da dedi ki: Ebû Süleyman
el-Cüzcânî İmam Muhammed'den rivayet etti.
Serahsî dedi ki:
Bize onu, Salih ve
güvenilir olan Ebû Hafs Ömer b. Mansur el-Bezzâr kıraetle bize haber verdi: O
da dedi ki: Hafız Ebû Abdillah Muhammed b. Eşkâb bize haber verdi. O da dedi ki
: Ebû Muhammed Abdullah b. Abdul-vahid el-Kazvînî bize anlattı. O da dedi ki:
İsmail b. Tevbe el-Kazvînî bize anlattı O da" dedi ki: Bize Muhammed b.
Hasen haber verdi, dedi ki: Sevr b. Yezid Halid b. Ma'dân'dan, Halid de, Şurahbil
b. es-Sımt'tan haber verdi. [84]
1- Selman-ı
Fârisî'nin şöyle dediği rivayet edilir: Kim bir gün Allah yolunda düşmana karşı
sınırda nöbet tutarsa bir ay oruç tutmuş ve gece ibadetine kalkmış gibi sevap
kazanır. Kim Allah yolunda düşman sınırında nöbet tutarken ölürse kabir
fitnesinden kurtulur ve kıyamet gününe kadar amelinin sevabı devam eder.
Bu hadis her ne kadar
Selman'mn sözü gibi rivayet ediliyorsa da, Rasulullah (s.a.v.)'e merfu gibidir.
Çünkü amellerin mükafatlarının miktarı, re'y ile bilinmez, onları bilmenin
yolu, rivayettir.
2- İmam
Muhammed şu hadisi de zikretti: Mekhul'den rivayet edildiğine göre Selman-ı
Fârisî, İran topraklarında bir kalede nöbet tutan Şurahbil b. Sınıfa uğradı ve
"Bu makamda ikametine yardımcı olması için Resulullah (s.a.v.)' den işittiğim
bir hadisi sana haber vereyim mi?" dedi. Şurahbil: "Buyur, haber
ver" dedi. O zaman Selman dedi ki: Resulullah (s.a.v.)'in şöyle
buyurduğunu duydum:
"Bir gün düşmana
karşı nöbet tutmak, bir ay oruç tutmak ve gecesini ibadetle geçirmekten daha
hayırlıdır. Kim nöbet tutarken ölürse kabir azabından kurtulur ve o ameli, en
iyi şekilde yapılmış amel gibi çağaltılıp kıyamet gününe kadar iyilikler
defterine yazılır." Buradan anlaşılıyor ki sahabeden birinin hafızasında
bir hadis olduğu
zaman bazen hadisi
rivayet ediyor, bazen de rivayet etmeden fetva veriyordu ki,
her iki durum da
caizdir.
Hadis-i şerifte
belirtilen murabıtlık sözünün manası, dini yüceltmek ve
müslümanlan
müşriklerin zararından korumak için düşman karşısında bir geçidi
muhafaza etmektir.
Kelimenin aslı, atlan bağlamaktan gelir. Yüce Allah :
"Onlara karşı kuvvet
ve savaş atları (ribâtu'1-hayl)..." hazırlayın[85]
buyurur. Mücahid Müslümanlar, atlarını, düşmanı korkutmak için beklediği
sınırda bağlayıp orada yemlendirirler. Düşman da aynı şeyi yapar. Onun için
çoğu zaman iki kişi arasında ortaklık manası taşıyan kip bu işe isim olarak
verilmiştir. Ayrıca bu sebeple, sahralarda yaşayan halkın hırsızların şerrinden
emin olmaları için yaptıkları binalara da, "RIBAT" ismi verilmiştir.
Yukarıda geçen hadiste bir günlük murabıtlık, bir ay oruç tutmak ve gecesini
ibadetle geçirmek gibi sayılmıştır.
3- İmanı
Muhammed bundan sonra da sevabın daha çok olduğunu bildiren hadisi zikrederek
şöyle dedi: Mekhul'den rivayete göre bir adam Resulullah (s.a.v.)'e gelerek
şöyle dedi: Dağda bir mağara buldum. Ecelim gelinceye kadar orada ibadetle
meşgul olmak, namaz kılmak istiyorum. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.) buyurdu
ki:
"Sizden bir kimse
düşmana karşı Allah yolunda bir miktar nöbet tutması, kendi evinde altmış sene
namaz kılmasından daha iyidir."
İlk hadiste bir ay ve
bu hadiste de altmış sene zikredilmesi, ya düşmandan emniyet ve korku içinde
olmanın farklılığıyla ilgilidir, Çünkü; korku ne kadar çok olursa, sevabı da o
kadar çok olur.
Yahut bu nöbet
sayesinde müslümanlara sağlanan menfaatin farklılığından dolayıdır. Bu sevabın
aslı, işlediğinin değerli olması ve yaptığının müslümanlara faydalı olmasıdır.
Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurur: "İnsanların hayırlısı, insanlara faydalı
olandır"
Yahut da bu farklılık,
fazilette vakitlerin farklı farklı oluşları sebebiyledir. Bunun izahım Ubey b.
Ka'b'ın rivayet ettiği şu hadiste bulmak mümkündür:
Rasulullah (s.a.v.)
buyurdu ki: "Sabrederek ve hayrını umarak Ramazan ayı dışındaki bir günde
düşman sınırında nöbet tutmak Allah'ın yanında gündüzü oruçlu, gecesi ibadetli
yüz yıl ibadet etmekten daha faziletlidir. Ramazan ayında sabrederek ve
sevabını umarak bir gün muhafızlık yapmak, Allah yolunda gündüzü oruçlu, gecesi
ibadetli bin yıl ibadetten daha faziletlidir. Kim mücahid olarak öldürülür
yahut murabıt olarak ölürse yeryüzü onun et ve kanını yemez ve anasının
kendisini doğurduğu gün gibi günahlarından arınmadikça, cennetteki yerini
görmedikçe, hurilerden eşini görmedikçe ve akrabasından yetmiş kişiye şefaat
etmedikçe dünyadan ayrılmaz. Ayrıca kıyamete kadar murabıtlık sevabı devam
eder."
Rasulullah
(s.a.v.)'in: "Kabir fitnesinden korunur." sözünde, kabir azabının
gerçek olduğu konusunda ehl-İ Sünnet ve'1-Cemaatin lehine delil vardır. "Fitne"
burada azap manasınadır. Yüce Allah:
"Tadın azabınızı
."[86]
"Şüphesiz erkek ve kadın müminlere imanlarından dolayı işkence yapanlar,
sonra da tevbe etmeyenler için cehennem azabı vardır. Onlar için bir de yanma
azabı vardır"[87]
sözlerinde de bu anlamda kullanılmıştır.
Fitnenin kelime manası
imtihan etmek ve denemektir. Kişi altının ayarını anlamak İçin altını ateşe
atınca: "Fetentü'z-Zehebe" "Altını kontrol ettim." der
Yüce Allah'ın:
"Kendilerinin imtihana çekilmeyeceklerini mi sandılar?"[88]
ayeti ile "... Seni türlü türlü ibtilalarla imtihan etmiştik..."[89] Ve :
"Zaten o da senin
imtihanından başka birşey değildir..."[90]
ayetlerinde de "fitne" bu manada kullanılmıştır. Münker ve nekir
için: "Kabrin iki sorgulayıcısı" denilir. Çünkü onlar kabir sahibini
imanından sorgulayarak imtihan ederler.
Ayrıca, kabrin
sıkıştırmasından korunmak manasına olduğunu söyleyenler de vardır. Allah
Teala'nın korudukları hariç herkes kabir fitnesine müb-tela olacaktır. Nitekim
rivayet edilir ki: Sa'd b. Muaz (r.a.)'ın kabri üzerine toprak atılıp tesviye
edildiği zaman Rasulullah (s.a.v.)'in yüzünün rengi değişti.
Allahu ekber, Allahu
ekber! dedi ve tekbir sesinden Baki' mezarlığı yankılandı. Kendisine bunun
sebebi sorulduğunda: "Kabir onu sıkıştırdı. Öyle sıkıştırdı ki, kaburga kemikleri
birbirine girdi. Sonra Allah bu durumu giderip onu rahatlattı. Şayet kabir
sıkıştırmasından kurtulan olsaydı, bu salih kul ondan kurtulurdu."
buyurdu. Ancak Hz. Âişe'den rivayet edilen hadiste, kendisinin Rasulullah
(s.a.v.)'den kabir sıkıştırmasını sorduğu zaman Rasulullah şöyle cevap
vermiştir:
"Mümin ölüyü
kabrin sıkıştırması, baş ağrısından annesine şikayet eden sevgili oğlunun
başının üstüne annenin elini koyup bastırması gibidir. Münafığı sıkıştırması
ise, bir kayanın altında kalan yumurtanın ezilmesi gibidir"
Murabıt olarak ölen
hakkındaki bu müjde -AUahu a'lem- hayatta yapti-ğiyla müslümanların emniyetini
sağlaması sebebiyledir. Böylece o da kabrinde, korkulan kabir sıkıştırmasından
emniyet içerisinde olmakla mükafatlan diril a-caktır.
Yahut hayatta iken
dini yüceltmek için korku ve yalnızlık yerini seçtiği için, kabirde, korku ve
yalnızlık kendisinden giderilecektir. Tıpkı oruçlular için olduğu gibi.
Oruçlular kıyamet günü kabirlerinden çıkarıldıklarında insanlar aç ve susuz
iken kendilerine sofralar ikram edilecek ve yiyip içeceklerdir. Çünkü onlar
dünya hayatında açlık ve susuzluğu seçmişlerdi. Allah da, ahirette onlara türlü
türlü sofralar ikram etmekle mükafatlandıracaktır.
Rasulullah
(s.a.v.)'in: "Kıyamet gününe kadar amellerin sevabı devam eder."
sözüne gelince, bu, Yüce Allanın kitabında da vardır. Yüce Allah kitabında
şöyle buyurur :
"... Kim evinden,
Allah'a ve O'nun Peygamberine muhacir olarak çıkıp da sonra kendisine ölüm
yetişirse muhakkak ki mükafatı Allah'a aittir..."[91]
Rasulullah (s.a.v.)' da şöyle buyuruyor:
"Kim hac yolunda
ölürse, Allah ona her sene için makbul bir hac sevabı yazar."
Murabıt olarak ölen
her kişi hakkında murad edilen budur. Çünkü dünya hayatının sonu gelinceye
kadar, murabıtlık yapıyormuş gibi sevabı devamlı olacaktır.
Yani dünyanın sonuna
kadar murabıt olarak kalmaya niyetlenmişse sevabı da niyetine göre olacaktır.
Rasulullah (s.a.v.) -."Ameller niyetlere göre karşılık görecektir."
buyurur.
4- İmam
Muhammed, sahih senedle İbn Ömer'in şöyle dediğini rivayet eder: "Kadir
gecesinden daha faziletli bir geceyi size haber vereyim mi? O gece, korku
topraklarında Allah yolunda nöbet tutan bir kimsenin geçirdiği gecedir. Belki
de o nöbet tutan kişi, eşyasına yahut ailesine dönemiyecektir." Hadis,
savaş yerinde askerlerin nöbet tutmasını teşvik etmektedir. Askerin nöbet
tuttuğu gecenin bin aydan hayırlı olan kadir gecesinden üstün olduğunu
bildirmektedir. Çünkü kadir gecesinde kişi kendini kurtarmaya çalışırken, nöbet
tutan kişi müslümanların güvenliğini sağlamağa çalışmaktadır. Bu durum, Ebu
Hureyre'nin rivayet ettiği şu hadiste belirtilmektedir. "Rasulullah
buyurdu: Allah yolunda bir saat nöbet tutmak, Haceri Esved'in yanında kadir
gecesini ihya etmekten daha üstündür". Yine şöyle buyurdu: Üç göze cehennem
ateşi dokunmaz: Allah yolunda çıkarılan, Allah korkusundan ağlayan ve Allah
yolunda nöbet tutan göz".
"Ailesine
dönmeyecektir" sözü, Allah yolunda şehit düşüp ailesine dönmeyecektir,
anlamındadır. Burada, savaş bölgesinde nöbetçinin kendini şehit olmaya
adadığını ve Allaha satmış olduğu şahsını O'na teslim ettiğine işaret vardır.
Nitekim Allah Telâlâ şöyle buyurur:
"Allah,
müminlerden mallarını ve canlarını cennet karşılığında satın almıştır. Allah
yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler"[92]
5- İmam
Muhammed -Allah rahmet etsin- dedi ki: Sevr b. Yezid, Halid b. Ma'dan'ın şöyle
dediğini haber verdi: "Kim Allah yolunda bir gün oruç tutarsa Cehennem,
ondan, yorulmak ve dinlenmek bilmeyen süvarinin alacağı mesafe ile elli yıllık
mesafe uzaklaşır."
Hadis, oruçla cihadı
biraraya getirmektedir. İbadetlerin hepsi Allah yolundadır. Çünkü onlarla
Allah'ın rızası amaçlanmaktadır. Ancak kayıt konmadan "Allah
yolunda" denildiğinde, ondan cihad anlaşılır. Her ikisi yani cihatla
orucu bir arada yürütmek, nefis için daha ağırdır ve dolayısıyla daha faziletlidir.
Nitekim Rasulullah (s.a.v.) den amellerin en faziletlisi sorulduğunda: "En
meşakkatli olanıdır" buyurdu.
Yani bedene en zor
olanıdır, buyurdu. Bu, kötülüğe sürükleyen (nefs-i emmareyi) yenmede daha
etkilidir. Ebû Hanîfe'nin Mekke yolunda giderken oruç tutmayı hoş görmemesi,
hacda çekişmeye girmemek içindir. Ebû Hanîfe buna işaretle şöyle demiştir:
"Şayet her
ikisini bir arada yaparsa, kendisinde bir huysuzluk olur ve yol arkadaşlarıyla
çekişir. Hacda çekişmek ise yasaklanmıştır. Ama bundan emin olursa, o zaman
oruç tutmak daha faziletlidir.'
Bu hadiste, cehennemin
o kimseden elli yıllık mesafe uzaklaştırılacağı belirtilmektedir.
6- Bundan
sonra Amr b. Anbese es-Sülemî'den Peygamber (s.a.v.)' in şöyle buyurduğunu
zikretti:
"Kim Allah
yolunda bir gün oruç tutarsa, cehennemden yüz yıllık mesafe
uzaklaştırılır."
Bu lafızla ilgili
olarak alimlerin iki görüşü vardır : Bunlardan biri; Sözün zahirine bakarak
cehennem maddi olarak ondan uzaklaştırılır, şeklindedir. Yüce Allah'ın şu sözü
bunu te'yid etmektedir:
"Şüphesiz
yaptıklarına karşılık katımızdan kendileri için iyi şeyler yazılmış olanlar,
işte onlar cehennemden uzak tutulanlardır. Onlar cehennemin uğultusunu
duymazlar ve canlarının istediği şeyler içinde temelli kalirlar"[93]
İkinci görüşe göre
ise, uzaklaştırmaktan maksat ondan emin olmaktır. Çünkü kim cehennemden daha
uzak olursa, ona karşı daha çok emniyet içerisinde olur.
İki hadis arasındaki
mesafe farklılığı, mücahidin niyetindeki farklılığa göredir.
Yahut maksat, hakiki
mesafe değil, cehennemin ondan ne kadar uzak olacağı konusunda bir
mübalağadır. Arap dilinde elli, yetmiş ve yüz sayılan mübalağa için
kullanılır. Yüce Allah'ın:
"Onlar için
yetmiş defa da istiğfar etsen, Allah yine kendilerini hiç
bağışlamayacaktır"[94] sözü
bunu teyid etmektedir.
7- Hazreti
Ömer (r.a.) dan rivayet edildiğine göre kendisi Mekke halkına seslenip şöyle
diyordu: "Ey Mekke Halkı! Ey beldenin Halkı! Uyanın! Askerleri donatarak
ve gönderilen ordularda yer alarak kat kat verilen sevabı isteyin. Başkalarına
on kat verilirken, size kat kat sevap vardır.
Bu, halkı cihada
teşvik eden seferberlik konuşmasıdır Rasulüllah (s.a.v.) de bazı yerlerde böyle
konuşmalar yapmıştır. Nitekim, Yüce Allah şöyle buyurur: "Ey Peygamber!
Müminleri savaşmaya teşvik et. Eğer içinizden sabır ve sebat eden yirmi kişi
olursa, ikiyüz kafiri yenerler. Sizden yüz kişi olursa, kafirlerin binini
yener. Çünkü onlar anlamazlar güruhudur."[95]
Hazreti Ömer, Mekke halkı cihaddan geri kalınca Peygambere uyarak bu konuşmayı
yapmıştır.
Hadiste Mekke
civarında bulunmanın meşru olduğuna ve sevaba sebep olacağına delil vardır.
Ancak Hazreti Ömer; "Sizin için on kat sevap vardır, ama Allah yolunda
cihad etmenin sevabı daha büyüktür" sözüyle buna işaret etmektedir.
Allah, Evinin komşusu ve Hareminin sakinleri olduklarına güvenerek cihaddan
geri kalmamaları için derecelerin en yücelerini elde etmeye onları davet
etmiştir. Sevaplarının kat kat arttırılacağını söylerken de Yüce Allah'ın şu
sözüne dayanmaktadır:
"Mallarını Allah
yolunda harcayanların durumu, yedi başak bitiren ve her başakta yüz tane
bulunan bir tohumun durumu gibidir. Allah kime dilerse kat kat verir. Allah,
ihsanı bol olan, hakkıyla bilendir."[96]
Malını Allah yolunda
harcayana bu şekilde vaadde bulunduğuna göre canını Allah yolunda harcayana bu
mükafatın verilmesi daha evladır.
Ebû Hanîfe'den rivayet
edilen, hacdan sonra Mekke'den ayrılmayıp orada kalmayı kerih gördüğü
meselesine gelince, bu, iki şekilde izah edilir;
Kim Mekke'de kalmayı
uzatırsa Beytullahi çok görmekten dolayı bir alışkanlık kazanır ve onun
gözünde Beytullah'ın basitleşmesine sebep olur.
Yahut bu mukaddes
yerde bir günah işlemeğe mübtela olmaması içindir. Çünkü Yüce Allah orada günah
işlemekle ilgili olarak şöyle buyuruyor :
"... Kim orada
zulüm yaparak haktan sapmaya yellenirse, biz ona pek acıklı bir azab
tatdınnz."[97]
8- İmam
Muhammed bundan sonra Ömer (r.a.)'ın şöyle dediğini rivayet etti: Bu ümmetin
fertleri, İslâmın güzel ve doğru bir yolu -diğer rivayette bir şeriatı- üzere
kalacaklardır. Onlar, bunun üzerinde oldukları müddetçe düşmanlarına galib ve
üstün geleceklerdir. Ama saçlarını boyayıp kırmızı elbiseler giyer yahut
(ziraatle meşgul olup kafirlerden alınan haraç onların toprakları için de
alınarak) zillet ve aşağılıkta kâfirlere benzerlerse, işte o zaman
düşmanlarının onlardan intikam almasını hak ederler."
Hadiste cihadla meşgul
olduğu müddetçe galibiyetin bu ümmete ait olacağı ifade edilmektedir. Yüce
Allah :
"Ey iman edenler,
siz Ailah'a yardım ederseniz O da (düşmanlarınıza karşı) size yardım eder ve
ayaklarınızı sabit kılar."[98]
buyurur. Ayrıca dünyaya daldıkları ve cihaddan yüz çevirerek lezzet ve
şehvetlere uydukları takdirde düşmanlarının kendilerine galib geleceği anlamı
vardır. "İşte o zaman düşmanlarının onlardan intikam almasını hak
edenler" sözü, buna layık ve müstahak olurlar anlamındadır.
Saçı boyamak,
şehvetlere tabi olmaktan kinayedir. Bundan maksat, kadınların ilgisini çekmek
ve onlara hoş görünmek için saçı, sakalı boyamaktır. Yoksa boyamanın kendisi
kötülenmiş değildir. Aksine saçı boyamak, müslü-manların alametlerindendir.
Rasulullah (s.a.v.)
"Beyaz olan
sakallarınızı değiştirin, olduğu gibi bırakmakla Yahudilere benzemeyin"
buyuruyor.
Ravi diyor ki: Ebû
Bekir (r.a.)'ı Rasulullah (s.a.v.)'in minberi üzerinde gördüm, sakalı, çabuk
yanan ve dumanı çok olan diken ağacı gibiydi. Yani sakalı boyanmıştı. Mücahidi
erden her kim düşmana heybetli görünmek için sakalını boyarsa, bu iyidir.
Ama bunu, kadınların
İlgisini çekmek için yaparsa alimlerin hepsine göre mekruhtur. Bazıları da caiz
görmüşlerdir. Rivayete göre Ebû Yusuf şöyle demiştir. "Nasıl onun,
(kadının) benim için süslenmesi hoşuma gidiyorsa, benim de ona karşı süslenmem
hoşuna gider."
"Kırmızı elbise
giyerler" Sözüne gelince, kırmızı renkte elbise giymenin mekruh olduğuna
delildir. İbn Ömer'den nakledilen hadis Rasulullah (s.a.v.)'in kırmızı elbise
giymeyi ve rükuda Kur'an okumayı yasakladığını belirtmektedir. Rasulullah
(s.a.v.) yine şöyle buyurmuştur.
"Kırmızı elbise
giymekten sakının, çünkü o, şeytanın kıyafetidir."
Sa'd, rivayet ettiği
bir hadiste şöyle diyor: "Rasulullah (s.a.v.), beni, üze-nmde kırmızı bir
şal olduğu halde gördü ve benden yüz çevirdi. Ben de gittim o şalı yaktım.
Sonra beni gördü ve: "O şala ne yaptın?" dedi. "Benden yüz
çevirdiğinizi gördüm, gidip onu yaktım" dedim. "Neden hanımlarından
birine vermedin?" deyip beni azarladı.
Bera b. Azib (r.a.)'m
rivayet ettiği: "Kırmızı elbiseler içinde Rasulul-lahtan daha güzel bir
saç sahibi görmedim" hadisine gelince, bu, îslamın başlangıcında olmuştur.
Daha sonra erkekler için kırmızı elbise giymek mekruh görülmüştür. Şa'bî'nin
kırmızı elbise giydiği rivayeti ise, o, hakim yapılmaması için bunu yapıyordu.
Defalarca ona hakimlik teklif ettiler, o da bundan kurtulmak için kırmızı
elbise giydi, satranç oynadı, çocuklarla birlikte filleri seyretmeye gitti.
Sonunda bu durumlarım görüp yakasını bıraktılar ve hakim yapmaktan
vazgeçtiler.
Hadiste geçen:
Aşağılıkta kafirlere ortak olurlar, sözü, "toprağa bağlanıp ziraatle
uğraşarak cihaddan yüz çevirirler" manasınadır. Ziraatle uğraşmayı mekruh
görenler, bu sözün zahirine bakarlar. Başka bir rivayette de Rasulullah
(s.a.v.), birinin evinde tarım aletleri gördüğünde şöyle buyurdu :
"Bunlar bir
kavmin evlerine girdi mi, o kavim mutlaka zelil olur ve nihayet düşmanları
onlara saldırır."
Ancak bunlar, cihaddan
yüz çevirdikleri takdirde durum böyledir, ama cihaddan yüz çevirmezlerse,
ziraatle meşgul olmanın bir sakıncası yoktur, anlamındadır. Kaldı ki Rasulullah
(s.a.v.) Medine'ye yakın "Curf" denilen yerde başkalarına ziraatle meşgul
olmalarını emretmiştir. Haraç ödemek ve haraç toprakları işletmenin de,
cihaddan yüz çevirilmedikçe, sakıncası yoktur. îbn Mes'ud, Hasan b. Ali ve Ebu
Hureyre'fiin Irak bölgesinde haraç ödedikleri topraklan vardı ve bu mübarek
zevat haraç ödüyorlardı.
9- İmam
Muhammed, bundan sonra Hz. Osman (r.a.)'ın Medine halkı arasında kalkıp şöyle
dediğini rivayet eder: "Ey Medineliler! Allah yolunda cihaddan payınızı
alın. Şam, Mısır ve Irak halkı kardeşlerinizi görmüyor musunuz? Allah'a yemin
ederim ki, sizden biriniz Allah yolunda çalışarak geçirdiği bir gün, usanmadan
gündüzü oruçlu, gecesi ibadetli evinde geçirdiği bin günden daha
hayırlıdır."
"Medine halkı
arasında kalktı" sözü, konuşmak için kalktı anlamındadır. Bu da Ömer
(r.a.)'ın Mekke halkına yaptığı gibi Medine halkı için savaşa teşvik eden bir
konuşmadır.
Burada ihtiyacı
olmadığı halde doğru söylüyorsa, kişinin
yemin etmesinde bir sakınca olmadığına dair delil vardır. Osman (r.a.)
ihtiyacı olmadığı halde Allah yolunda cihad edene verilecek mükafatı zikrederken
yemin etmiştir. Hz. Osman, daha sonra Şam, Mısır ve Irak halkının cihaddan geri
kalmadıklarını belirterek onları cihada teşvik etmiştir.
Belirttiğimiz gibi
"bir gün, bin günden daha faziletlidir" sözü cihad'ın, dini
yüceltmek, müşrikleri yenmek ve onların müslümanlara kötülük yapmalarım
engellemek için yapılması sebebiyledir. Medine'de ailesi ile beraber
oturanların amellerinde bu şeyler meydana gelmemektedir.
10- İmam
Muhammed bundan sonra Tavus'tan şöyle dediğini nakletti: Rasulullah (s.a.v.)
buyurdu ki:
"Yüce Allah kıyametin
kopmasına yakın bir zamanda beni kılıçla gönderdi. Rızkımı da mızrağımın
altında yahut mızrağımın gölgesinde -ravinin şüphesidir- kıldı. Bana muhalefet
edene de zillet ve küçüklük verdi. Her kim kendisini bir kavme benzetirse o
onlardandır."
"Beni kılıçla
gönderdi" sözünden maksad, beni Allah yolunda cihad etmek üzere gönderdi,
demektir. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurur :
İnsanlarla
"lailahe illallah" deyinceye kadar savaşmakla emrolundum. Bunu
derlerse, şeriatın öngördüğü ceza dışında, mal ve canlarını benden korumuş
olurlar, hesaplarını da Allah soracaktır"[99]
Çünkü diğer peygamberler savaşmakla emrolunmamışlardır. Savaş sadece
Rasulullah'a hastır. Onun Tevrat'taki vasfı şöyledir: "Düşmana karşı
savaşla memur bir Peygamberdir. Cesaretin şiddetinden gözleri
kırmızıdır." Ümmetinin vasfı ise şöyledir: "Kitapları kalblerinde
saklı ve kılıçları omuzlarındadir." Rasulullah da "Kılıçlar,
gazilerin elbiseleridir." sözüyle buna işaret edir...
Süfyan b. Ubeyne,
naklettiği hadiste şöyle dedi: Rasulullah (s.a.v.) dört kılıçla gönderildi:
"Biri, müşriklerle savaş içindir ki, Rasulullah'ın kendisi bizzat bu
kılıçla savaşmıştır. Biri, dinden dönenlerle savaşmak içindir." Yüce Allah
:"Siz kendileriyle savaşırsınız veya onlar müslüman olurlar''[100]
buyurmaktadır. Ebû Bekr (r.a.) Hz.Peygamberin vefatından sonra zekatı vemekten
kaçınanlarla bu kılıçla savaştı.
Biri, Ehl-i Kitap ve
Mecusilerle savaşmak içindir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Kendilerine
kitap verilenlerden Allah'a ve Ahiret gününe inanmayan, Allah'ın Peygamberinin
haram ettiği şeyleri haram tanımayan, hak dinini din olarak kabul etmeyen
kimselerle, zelil ve hakir kendi elleriyle cizyeyi verinceye kadar muharebe
edin."[101] Hz. Ömer (r.a.) bu
kılıçla savaşmıştır.
Biri de, Haricilerle
savaşmak içindir. Nitekim Yüce Allah: ".Eğer onlardan biri diğerine karşı
hala saldırıyorsa siz, o saldıranla, Allah'ın emrine dönünceye kadar
savaşın..."[102]
Bununla da Hazreti Ali savaşmıştır.
Hz. Ali'nin şöyle
dediği rivayet edilir: "Dinden çıkanlara, biati bozanlara ve zulmü adet
haline getirmiş olanlara karşı savaşmakla emrolundum."
"Saatin
önünde" Sözü kıyamete yakın manasınadır. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmuştur. "Saat yaklaştı"[103]
"Sen onu nereden
hatırlayacaksın"[104]
ayetinin tefsirinde "Neden kıyametten soruluyor ki, senin gelişin bile
onun alametlerinden biridir." denilmiştir.
"Rızkımı
mızrağımın altında yahut gölgesinde kıldı." sözüne gelince; bunun islamın
başlangıcında olduğu söylenmiştir. Şöyle ki; bir gazi akşam vakti bir ailenin
evinin önünde mızrağını dikince, onu misafir etmek o aile üzerine vacip olurdu.
Onu misafir etmedikleri takdirde, sabahladığında yiyeceklerini zorla onlardan
alabilirdi.
Sonra bu durum
Rasulullah (s.a.v.)'in şu sözleriyle neshedildi:
"Kendisinin gönül
hoşnutluğu olmadıkça müslüman bir kişinin malı helal olmaz." Bundan
maksat, ganimetlerin bu ümmet için helal olmasıdır, denilmiştir. Rasulullah
(s.a.v.)'in gönderilişinden önce hiç bir kimse için ganimet helal değildi.
Bunun izahı Yüce Allah'ın :"Artık elde ettiğiniz ganimetlerden helal ve
hoş olarak yeyin..."[105]
sözündedir. Rasulullah (s.a.v.)'de: "Beş şey bana özeldir." buyurarak
bunlar arasında ganimetlerin helal kılınmasını saymıştır. "Gölge"
ile, gölgenin kendisini değil, emniyet kasdedilmiştir.
"Sultan, Allah'ın
yeryüzündeki gölgesidir." sözünden maksat da, emniyettir.[106]
Bana muhalefet edene: "Zillet ve küçüklük verdi." sözündeki zilletten
maksat ise, şirk zilletidir.[107]
Nitekim Yüce Allah:
"Oysa, izzet
Allah'ın, Peygamberinin ve inananlarındır." [108]
sözüyle, zilletin müşriklere ait olduğunu beyan ediyor. Yüce Allah'ın:
"Zelil ve hakir
kendi eller'iyle cizye verecekleri zamana kadar, muharebe edin."[109]
Sözüne dayanılarak da "küçüklükten" maksat, cizye verme küçüklüğü
olduğu nakledilir.
"Kim kendisini
bir kavme benzetirse,onlardandır." sözüne gelince; bu da mücahidlerle
beraber çıkıp bazı ihtiyaçlarında onlara yardımcı olan ve güçlerine güç katarak
onlara benzeyen kimse, dünyada ganimet almak ve ahirette sevab kazanmak
hususunda onlardan olur manasınadır. Rasulullah (s.a.v.)' in alimler hakkında
söylediği:
"Onlar Öyle bir
topluluktur ki onlarla oturup kalkan bedbaht olmaz." sözü de buna benzer.
11- İmam
Muhammed, sonra Mekhûl'den şöyle dediğini zikretti: İbn Ravaha öldürüldüğü
zaman Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Düşmanla savaşta başı çeker,
dönerken de en sonda olurdu"
Hadiste, kendisinde
bulunan bir vasıftan dolayı ölüyü o vasıfla övmekte bir sakıncanın
bulunmadığına dair delil vardır. Ancak sınır aşılıp onda bulunmayan şeyle
övülmesi mekruhtur."Savaşta başı çeker" sözü, savaş için saftan ileri
atılma manasınadır.
Dönerken de en
sondadır", sözü de, savaştan en son dönen anlamındadır. Rasulullah
(s.a.v.) İbn Ravaha'mn cihada olan büyük arzusunu ifade etmiştir ki, bu durum
İbn Ravaha'da mevcut idi. Yüce Allah:"Hayırlı işlerde birbirinizle
yarışın?". [110] ve:
"Rabbinizin
bağışlamasına ve takva sahipleri için hazırlanmış olan, eni gökler ve yer kadar
bulunan bir cennete koşuşun" buyuruyor.[111]
Rasulullah (s.a.v.) en
son geri dönenin İbn Ravaha olduğunu söyleyerek savaşta gösterdiği büyük sabrı
belirtmiştir. Bu da övgü nitelemesidir. Yüce Allah şöyle buyurur :
"Ey iman edenler,
Sabredin, sabırda yarışın, birbirinizle kenetlenin, ve başanrılı olmanız için
Allaha karşı gelmekten sakının "[112]
Rasulullah (s.a.v.)
daha sonra Abdullah'ın namazını vaktinde kıldığını belirtti. Yani savaşa olan
düşkünlüğüyle birlikte namazı vaktinde kılardı. Bu İse, mücahid için en zor
durumdur. Bu da bir övgü sıfatıdır. Yüce Allah: Namazlara devam edin..."[113],
buyurur. Allah Tealamn: "Allahtan söz almış olanlar dışmda"[114]
Sözünün açıklamasında bunun namazları vaktinde kılmak olduğu söylenmiştir.
Hadis, yolculukta iki
namazı bir vakitte kılmayı (cemetmeyi) caiz gören Şafii'nin aleyhine bir
delildir. Cihad ise daima yolculuk demektir. Bununla beraber Rasulullah (s.a.v.)
Abdullah b. Ravaha'yı cihadda iken bile "Namazlarını vaktinde
kılardı" diyerek övmektedir.. Şayet iki namazı bir vakitte kılmak caiz
olsaydı, bu övme doğru olmazdı.
12- İmam
Muhammed bundan sonra Ma'bed'in şöyle dediğini rivayet eder: "Bu ümmet çiftçilikle
uğraşıp kaldığı zaman Allah'ın yardımı kesilir ve kalblerine korku salıverilir.
Daha sonra Muhammed b. Ka'b'dan şöyle rivayet edildi: "Ey iman edenler!
kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir topluluğa uyarsanız, sizi
topuklarınız üzerinde geri döndürür, kâfir yaparlar"[115]
ayetinden maksadın cemaatten ayrılıp bedevileşmek midir? diye Hz. Ali'ye
soruldu. Cevabında: Hayır, taarrub (bedevileşmek) değildir. Ziraatle meşgul
olmaktır, dedi.
İki hadisin de yorumu
birdir. Birincisinin yorumu: Yani bu ümmet ziraate yönelir ve onunla uğraşıp
tamamen cihadı terkederse Allah'ın yardımı ve zaferi onlardan alınır. Ama bir
kısmı ziraatle meşgul olur, bir kısmı da cihad görevini yerine getirirse, o
zaman ziraatla uğraşmanın sakıncası olmaz. Böyle olmalı ki, savaşçı, çiftçinin
kazandığıyla güçlensin ve çiftçi de, savaşçının savunmasıyla güvenlik içinde
olsun.
Rasulullah (s.a.v.):
"Mü'minler bina gibidir; bir kısmı diğer bir kısmını destekler"
buyurmuştur. Çünkü hepsi cihadla uğraşıp gelir sağlamaya çalışanlar bulunmazsa,
o zaman yiyeceğe ve hayvanlarının yemine muhtaç olurlar. Bunları bulamayınca da
cihad yapamazlar. Ziraat hususundaki eksiklik, cihadı da etkiler.
Bazıları da
"topuklar üzerinde geri dönmek" ten maksat, sahraya ikamete dönüp
cihad niyyetiyle geldikleri Medine'yi terketmek anlamında bedevileşme şeklinde
anlamışlardır. Her halde yerinde olmayan bu görüşü ileri sürenler:
"Bedevilerin küfür ve nifakları her yönden daha ileridir."[116]
âyetinin zahirine bakarak bu kanaate varmışlardır. Çünkü kafirlerin bizden
istediği, ziraatin kendisi değil, cihaddan vazgeçmemizdir.
13- Hasan-ı
Basrî'den rivayet edildiğine göre bir adam okunun kuburunu yere bırakıp namaza
durdu. Biri de gelip kuburu aldı ve gitti. Namaz kılan şahıs namazını
bitirdikten sonra kuburunu bulamayınca korktu. Durum Peygamberimiz (s.a.v.)'e
intikal edince Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Müslüman kişinin,
müslüman kardeşini korkutması caiz olmaz."
Rasulullah (s.a.v.), o
kişinin çalma kasdıyla değil de şaka yollu alıp götürdüğünü biliyordu. Ama
bununla beraber yukarıdaki hadisi buyurdu. Çünkü namaz kılan şahıs kuburunu
bulamayınca korkmuştu ve onu korkutan da kuburu alıp gidendi. Onun için
Rasulullah (s.a.v.) "Müslüman kişinin müslüman kardeşini korkutması caiz
olmaz" buyurmuştur.
Burada Mü'minin
Allah'ın yanındaki değeri ile Allah yolunda cihad edenlere hürmetin büyüklüğü
ifade edilmektedir. Bu konuda meşhur pek çok hadis vardır.
Hasan-ı Basri'den
rivayete göre; biri, bir adamı korkutmak için kılıç çekmişti. Durum
el-Eş'ari'ye ulaştığında: "Kılıcını kınına koyuncaya kadar melekler
devamlı olarak ona lanet ederler." dedi.
Eş'ârî'den maksat Ebû
Mâlik el-Eş'arînin olduğu muhtemeldir. Fakat daha doğru olan, bununla Ebû Musa
el-Eş'arî'nin kastedildiğidir. Bu söz, Rasulullah (s.a.v.)'e merfu gibidir.
Çünkü bu, re'y ile bilinen şeylerden değildir. Aynca, vurma kasdı olmazsa bile
müslümana silah çekerek onu korkutmanın ne kadar buyuk bir günah olduğuna
delildir.
Hadiste: "Kim bir
müslümana silah çekerse kendi kanını mubah kılmış olur." denilmektedir. "Melekler
ona devamlı lanet eder," sözü buna işaretir. Melekler mü'minin
bağışlanması için dua ederler ama sıfatı değişince, artık ona lanet ederler.
Hiç şüphesiz meleklerin lanetlemesi, müslümanın öldürülmesini caiz görüp kafir
olan yahut imanından dolayı onu öldürmeye çalışan anlamında olmalıdır.
14- İmam
Muhammed, Süleyman b. Büreyde'nin şöyle dediğini nakletti:
Rasulullah (s.a.v.)
buyurdu ki: "Cilıad'a gidenlerin hanımlarının cihada gitmeyenlere
haramhğı, annelerinin haramlığı gibidir. Kim mücahidlerden birinin hanımının
yanma (birlikte olmak amacıyla) gider-gelirse, kıyamet günü o kimse durdurulup
mücahid olana : "Bu, hanımın konusunda sana ihanet etti. Hayır
amellerinden dilediğin miktarı al" denilir. Zannediyor musunuz ki hayır
amellerinden geriye bir şey kalır?!" Bu hadisi şerif mücahidlerin
kıymetlerinin ne kadar büyük olduğunu gösterir. Çünkü kadınlarının daha fazla
hürmete değer olmaları, kocalarının daha fazla hürmete layık olmalarındandır.
Yüce Allah'ın : "O (Peygamber) in eşleri onların anneleridir."[117]
ayeti ile: "Sizlerden Allah'a ve Peygamberine boyun eğip yararlı iş
işleyene ecrini iki kat veririz."[118] ayetinde buna işaret edilmiştir.
Bu cezayı hak
etmesinin sebebi: mücahid kişinin cihada giderken eşini, cihada gitmeyen bu
adamın ve Allah'ın yanında emanet bırakmış olmasıdır. Adamın eşine göz dikmekle
Allah'ın emanetine hıyanet etmiş olur. Çünkü mücahid kişi, başkasının,
hanımiyla kendisine hİyanet ettiğini bilirse cihada çıkmayacağı gibi, zaruret
olmadıkça çıkması da helal olmaz. Çünkü hanımını koruması farz-i ayndır. Ama
cihada çıkması, kendisi için farz-i ayn olmayabilir. Böylece kişiler cihada
çıkmayınca cihad kesilmiş olur ve hıyanet eden kişi cihadın son bulmasına ve
müşriklerin müslümanlara karşı güçlenmesine sebeb olmuş olur. Bu nedenle :
"Kıyamet günü hıyanete uğrayan kişinin hıyanet eden kişinin amellerinden
dilediğini almasına karar verilir" denilmiştir.
Sonra, "Siz ne
zannediyorsunuz?" buyurdu, Yani o zaman ameline ihtiyacı olduğu halde
amelinden birşey kalacağını mı sanıyorsunuz?
Bunu Hz. Ali (r.a.)'ın
naklettiği Rasulullahm şu hadisi açıklamaktadır:" Mücahidlere eziyet
etmeyin. Muhakkak ki Allah Teâlâ Peygamberler için gazaba geldiği gibi onlar
için de gazaba gelir. Peygamberlerin dualarına icabet ettiği gibi onların
dualarına da icabet eder. Kim bir mücahidin hanımı hususunda ona ihanet
ederse, onun yeri cehennemdir ve ancak, o mücahidin şefaati onu cehennemden
çıkarabilir. Tabî mücahid bu yaptıklarından sonra ona şefaat ederse!"
15- Muaviye
b. Kurra'dan rivayete göre Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu
"Her ümmette
ruhbanlık vardır, ümmetimin ruhbanlığı da cihaddır."
Ruhbanlığın manası,
dünya işlerini bırakıp sadece ibadetle uğraşmaktır. Geçmiş milletlerde
ruhbanlık, insanlardan ve makamdan uzaklaşıp ibadete çekilmek şeklindeydi. Onların
yanında uzlet, insanlarla oturup kalkmaktan daha faziletliydi. Rasulullah
(s.a.v.): "İslâmiyette Ruhbanlık yoktur," sözüyle bunun islamda
bulunmadığını söyledi ve bu ümmetin ruhbanlığının cihadda olduğunu belirtti.
Çünkü cihad, bîr yandan insanlarla ülfet, bir yandan da diğer dünya işlerini
bırakıp dinin en yüce bir işiyle uğraşmakdır. Peygamber (s.a.v.) cihadı, dinin
"zirvesi" olarak isimlendirmiştir. Ayrıca bu ümmetin vasfı olan
iyiliği emir ve kötülükten vazgeçirme ile derecelerin en üstünü olan şehadet
mertebesine ulaşmak gibi iyi hasletler cihadda mevcuttur.
16- İmam
Muhammed bundan sonra, Ebû Katâde'den rivayet ederek Rasulullah (s.a.v.)iıı kalkıp halka hitap
ettiğini. Allah'a hamdettiğini ve daha sonra farzlar hariç cihaddan daha
faziletli bir şeyin bulunmadığını belirtti.
Farzlardan maksat,
farzı ayn olanlardır. Bunlar beş temeldir Cihad da farzdır, ama farz-ı
kifayedir. Sevab, farzın güçlülüğü oranındadır. Onun için Rasulullah (s.a.v.)
cihadı, hepsinden üstün tuttuğu hususlar arasında farzları istisna etmiştir.
Dedi ki: Biri kalkıp: "Ya Rasulullah, ne dersin, Allah yolunda Öldürülenin
bu öldürülüşü günahlarını bağışlatır mı? diye sordu. Rasulullah bir müddet
sustu. Nihayet kendisine vahiy geldiğini anladık. Sonra şöyle buyurdu :
"Şayet sabrederek,
sevabını Allahtan umarak ve düşmandan kaçmayıp onlar Üzerine yürüyerek
Öldürülürse, evet, ancak Cebrail'in söylediğine göre borç bundan hariçtir.
Çünkü borçlarından dolayı sorguya çekilecektir." Cebrail'in belirttiğine
göre bu hadis şehidlerin derecelerinin yüksekliğini ve şehadet rütbesinin
günahları silmeye sebeb olduğunu ilan etmektedir.
Burada şehidlerin ve
şehid düşmenin derecelerinin yüksekliği açıklanmaktadır. Çünkü Allah şehadeti
günahlardan temizlemek için bir sebeb kılmıştır.
Hadis-i Şerifte
Peygamberimizin şöyle buyurduğu rivayet edilir:
"Kim ki Allah
yolunda şehid düşerse, kanından akacak olan ilk kan damlası karşılığında
günahlarının tamamı bağışlanır. İkinci damlada kendisine "Keramet"
elbisesi giydirilir. Üçüncü damlada da güzel huri ile evlendirilir" Bu
hadis, kılıçla şehid olmak, borç hariç bütün günahları siler." Hadisiyle
aynı manadadır.
Rasulullah (s.a.v.)
Uhud savaşında şehidlerin derecelerinin yüksekliğiyle ilgili olarak yine şöyle
buyurdu:
"(Ey Ashabım)
Allah, kardeşlerinizden şehid düşenlerin ruhlarını, cennetin nehirlerinden su
içen ve meyvelerinden yiyen yeşil kuşların kursaklarına koydu (nehirlerden su
içen ve meyvelerden yiyen bu) kuşlar sonra Arş'in gölgesinde kandillere
giderler. Yediklerinin ve içtiklerinin hoş lezzetini aldıktan sonra derler ki:
Keşke kardeşlerimiz bizim ne gibi lezzet ve nimette olduğumuzu bilseler de
cihada çok önem verseler. O zaman Yüce Allah: "Tarafınızdan ben onlara
ulaştırırım." buyurur."
Bu, Yüce Allah'ın
"Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanma..."[119]
sözünün tefsiridir. Şehidin bu dereceye ulaşması ancak şehadeti arzu etmesiyle
olur. Bu işe hayrını umması, cihad üzere sabretmiş olması ve cihadda düşmandan
kaçmayarak, üzerlerine gitmesiyle gerçekleşir. Hadiste ayrıca, kullara zulmetmenin
ne kadar büyük günah olduğu ifade edilmektedir. Çünkü şehidin, bu dereceye
ulaşmasına rağmen borçtan dolayı sorguya çekileceği beyan ediliyor. Rasulullah
sözüyle de, bu söylediğinin vahiyden olduğunu belirtmiştir. Ta ki herkes,
mutlaka kendisine borçlu olduğu kimsenin gönlünü alması gerektiğini bilsin.
Denildi ki : Bu
başlangıçta idi. O zaman Rasulullah (s.a.v.) aldıkları borcu Ödeyemeyecek kadar
fakir oldukları için onları borçlanmaktan sakındır-mıştı. Bu sebeple arkasında,
borcunu karşılayacak mal bırakmayan borçlu kimsenin cenaze namazım kılmazdı.
Daha sonra bu durum Rasulullah (s.a.v.)in:
"Kim ardında bir
mal bırakırsa malı mirasçılarınadır ve kim de borç ve çoluk-çocuk bırakırsa
(borcunu ödemek ve çoluk-çocuğuna bakmak) bana aittir." sözüyle
neshedilmiştir.
Bunun benzeri, hacla
ilgili olarak varid olmuştur. Peygamber (s.a.v.) Arafat dağında ümmeti için
dua etti. Aralarındaki haksızlıklar hariç, Allah duasını kabul etti. Sonra
Müzdelife'de sabaha karşı Meş'ar-i haramda dua etti. Duası, aralarındaki haksızllıklar
hususunda da kabul edildi. Cebrail (A.S.) inerek Allah'ın, bazılarının bazıları
üzerindeki haklarım da sonuca bağladığını haber verdi. Buna göre, borçlu
şehidin de affedileceği ihtimali uzak değildir.
17- Bundan
sonra İmam Muhammed, Ebû Hureyre'den şunu nakletti. Biri Rasulullah (s.a.v.)'e
sordu : "Bir adam, Allah yolunda cihad etmek istiyor ama aynı zamanda
dünya malını da arzu ediyor." Rasûlüllah (s.a.v.): "Sevabı
yoktur." dedi.
Orada bulunanlar
durumu garipsediler ve adama: "Git bir daha sor. Herhalde meramını
anlatamadın." dediler. Adam tekrar sordu: "Bir adam, Allah yolunda
cihad etmek istiyor ama aynı zamanda dünya malım da arzu ediyor?"
Rasûlüllah (s.a.v.)" Sevabı yoktur" dedi. Adam üçüncü defa sorusunu
tekrar etti ve Peygamber (s.a.v.) yine "Sevabı yoktur" buyurdu. Bu
hadiste, soru soranın, sorusunu tekrar etmesinde bir sakınca olmadığına ve
cevab verenin bundan sıkılmaması gerektiğine delil vardır. Rasulullah (s.a.v.),
o kişinin sorusunu tekrar etmesine kızmamıştır. Sahabe de, Peygam-ber'e son
derece değer vermesine rağmen o adamdan sorusunu tekrar etmesini istemişlerdir.
Buradan anlıyoruz ki, soruyu tekrar etmek saygıya aykırı değildir. Çünkü
sahabe, herhangi bir kimsenin Peygamber'e saygıda kusur işlemesine fırsat
vermiyorlardı.
Bu hadis'iki şekilde
yorumlanabilir: Biri, kişinin görünüşte cihad etmek istediğini göstermesi,
gerçekte ise amacının mal elde etmek olmasıdır. Bu, o zamanki münafıkların
durumuydu. Bu durumda olanın sevabı yoktur.
İkincisi, kişi cihad
amacıyla çıkar ama maksadının büyük kısmı, ahiret için sevap kazanmak
değil,dünya malı elde etmek olmasıdır. Bu durumdaki insan için Peygamber
(s.a.v.) şöyle buyurur:
"Kimin hicreti, bir
dünyalık elde etmek yahud bir kadınla evlenmek için ise, hicreti o şey
içindir" İki dinar karşılığında cihada katılan birine de :
"Dünyada da,
ahirette de senin için iki dinar vardır." buyurdu. Ama kişinin
maksadından büyük payı cihad ise ve bu arada ganimete de gönlü varsa, o, Allah
Teâlâ'mn:
"(Hac mevsiminde
ticaretle) Rabbinizden rızık istemenizde bir sakınca yoktur..."104 sözünün
kapsamı içerisindedir. Yani hac yolunda ticaret yapan kimse nasıl haccm
sevabından mahrum olmuyorsa, bu adam da cihadın sevabından mahrum olmaz.
18- İmam
Muhammed. Hayseme'nin şöyle dediğini rivayet eder: Ebu Derda'ya gittim ve:
"Bir adam bana vasiyet bıraktı. Bir de, onu nerede harcayacağıma dair sana
danışmamı istedi" dedim. Dedi ki: "Ben yerinde olsaydım onu Allah
yolunda cihad edenlere harcardım. Oraya vermek, fakir ve miskinlere vermekten
daha faziletlidir, kanaatindeyim. Ölüm anında in-fak eden ise, doyduğu zaman
artığını dost ve ahbabına hediye eden gibidir."
Burada, bu şekilde
vasiyyette bulunmanın caiz olduğuna delil vardır. Vasiyyet eden kişi, vasi
olarak tayin ettiği kimseye : "Malımın üçtebirini dilediğin yere yahut
falan kimsenin dilediği yere harca" diyebilir.
Yine, mücahid
fakirlere harcamanın, başkalarına harcamaktan daha faziletli olduğuna dair
delil vardır. Çünkü bunda sadaka ve malla cihad mefhum-larıyla birlikte
müşriklerin eziyetlerine engel olmaya yardımcı olmak ve müslü-manlann hepsine
menfaatin ulaştırılması söz konusudur.
İmam Muhammed daha
sonra vasiyet eden kimsenin, şayet hayattayken kendisi bizzat böyle bir sadaka
yapsaydı daha çok sevaba nail olacağını açıkladı. Çünkü hayattayken malını
infak etmiş olsaydı, ona ihtiyacı olduğu halde infak etmiş olurdu. Halbuki
ölümüyle ihtiyacı ortadan kalkmış oldu. Bu durumuyla, doyduğu zaman artığını
hediye edene benzemektedir. Bunun benzeri, Rasulullah (s.a.v.)'in şu sözüdür.
"Sadakanın en
faziletlisi, sağ salim olup zengin olma ümidi ve fakir düşme korkusu taşıyarak
malını koruduğun zamanda sadaka vermendir. Yoksa can boğaza dayanıp da; şu
kadar falana, şu kadar da filana dersen, zaten o zaman demesen bile artık o mal
onlarındır.(Senin o malla ilişkin kalmaz ki.)" 104-Bakara: 2/198
19-
Mekhûl'dan rivayete göre kendisine şu haber ulaşmıştır: Cihad etmeyen yahut
bir mücahide yardım etmeyen veyahut da bir mücahid cephede iken onun
çoluk-çocuğuna iyi davranıp onlara yardım etmeyen kimseye kıyamet gününden önce
bir bela isabet eder.
Belâ: Kişinin tahammül
edemeyeceği ve kendisine engel olamayacağı musibet demektir. Yüce Allah :
"Yaptıkları
yüzünden kafirlerin başına bir bela gelmeğe devam edecektir"[120]
buyurur.
Burada cihâdın ve
mücahide yardım etmenin ne kadar faziletli olduğu, ailesi hususunda kendisine
ihanet etmenin ne kadar büyük bir günah olduğu açıklanıyor. Sanki bu üç haslet;
yani cihadı terk, mücahidlere yardım etmemek ve hanımı huşunda mücahide ihanet
etmek ancak münafık olan şahısta bir arada bulunur. Zikredilen ceza, münafıka
layık bir cezadır.
20- Hasan
(r.a.)'ın şöyle rivayet ettiği zikredilir: Rasulullah (s.a.v.) buyurdu ki:
"Rabbiniz şöyle
buyurdu : Kim rızamı arzu ederek benim yolumda cihada çıkarsa ben ona garanti
veririm ki -ravinin şüphesi olarak- yahut o benim üzerime garanti olsun ki,
onun ruhunu aldığım takdirde onu cennete sokarım. Şayet canlı olarak geri
çevirirsem, ecir veya ganimetle geri çeviririm. Bu hadiste Allah'ın, yolunda
cihad edenleri dünyada ganimetle ve ahirette cennetle mükafatlandıracağına dair
verdiği söz belirtilmetedir.
Hadiste "garanti
verme sözü" ifadede genişlik olsun diye mecaz olarak verileceği belirtilen
mükafatı açıklamak içindir. Yoksa hiç kimsenin Allah üzerinde bir hakkı yoktur.
Hadisteki bu kullanış, ifadede genişlik gayesiyle bu gibi kullanışların caiz
olduğuna delildir. "Allah rızkı kullarına garanti etti (azıklarına kefil
oldu)" "Kulların rızkı Allah'ın üzerinedir" gibi sözler Allah,
onlara bunu va'detmiştir, manasınadır. Allah ise verdiği va'de muhalefet etmez.
21- Hasan
Basrî'nin şöyle dediği belirtildi: Müslümanlardan bir kişi Rasulullah
(s.a.v.)'e gelerek "Cihad edemeyecek kadar bünyem zayıfladı. Buna
karşılık bir miktar malım var. Bana öyle bir iş göster ki onu yaptığım zaman
murabıt (mücahid) mertebesine erişeyim. Rasulullah (s.a.v.) buyurdu ki: İyiliği
emret, kötülükten sakındır, zayıfa yardım et ve müşriki irşad et. Bunları
yaparsan murabıt mertebesinde olursun."
Hadiste, murabıtın
derecesinin yüksekliği ifade edilmektedir. Adam bundan aciz kalınca, Rasulullah
(s.a.v.)'den sevabda, murabıtlık makamının yerine geçecek bir hususu kendisine
haber vermesini istemişti. Rasulullah (s.a.v.)de yukarıdaki hadisiyle kendisine
yol göstermiştir. Çünkü cihad da, iyiliği emir de, şirk olan münkerden
sakındırma da, müşriklerin eziyetlerini önleyerek müslü-man zayıflara yardım ve
müşrike doğru yolu göstermektir. Kim gücünün yettiği kadar malı veya canıyla bu
işleri yaparsa murabıt mertebesindedir.
22- İyne
alışverişiyle alışveriş yapar, sığırların peşine takılır ve cihaddan
hoşlanmazsanız, düşmanınız size göz dikecek kadar zelil olursunuz.
İyne,açık olan faizden
güya sakınmak için faizci cimrilerin uydurdukları alışveriş şekilleridir. Bunun
nasıl yapıldığını, "el-Câmiu's-Sağîr"de belirttik. İbn Ömer, cimrilik
kokan ve Şeriatın istediği karşılıksız borç vermeye engel olan bu alışverişi
çirkin görmüştür.
"Sığırların
peşine takılırsanız" sözüyle, cihadı büsbütün terkedip çiftçilikle
uğraşma kastedilmiştir. Böyle bir durumun düşmanların müslümanlara göz
dikmelerine ve onlara saldırıp zelil düşmelerine sebep olacağını beyan
etmiştir.
23- İmam
Muhammed bundan sonra Danıra b. Hubeyb'den Peygamber (s.a.v.)'in şöyle dediğini
zikretti : "Halktan en büyük ecri alan, onlara hizmet edendir.
Hadis-i Şerifte,
mücahidlere hizmet ve hayvanlarına bakmaya teşvik vardır. Kİm bunu yaparsa,
mücahİdlerin ecri gibi ecre nail olur. Ayrıca dünyada da efendilik vasfını
hakkeder. Rasulullah (s.a.v.):
"Kavmin efendisi,
onlara hizmet edenleridir." buyurur.
Çünkü mücahid kimsenin
kendisini cihada verebilmesi için kendisine yemek pişirecek ve hayvanına
bakacak kimselere ihtiyacı vardır. Bunlar olmadığı takdirde bu gibi işleri
kendisi yapmak mecburiyetinde kalacak ve cihad etmekten geri duracaktır.
Böylece hizmetçi de cihadın yapılmasına sebep olmuş olmaktadır.
24- Mücahid
dedi ki : "Cihada gitmek için yola koyuldum. İbn Ömer, ata binmem için
üzengiyi tuttu. Tutmasına engel olmak isteyince, bana dedi ki: Sevab kazanmamı
istemiyor musun? Bize ulaştı ki, mücahidlerin hizmetçisinin yeryüzün-dekiler
arasındaki mertebesi, Cebrail'in göktekiler arasındaki mertebesi gibidir.
25- Bundan
sonra İmam Muhammed, Mücahid'den, o da Tübey'den -bu zat, Ka'b'ın üvey oğludur-
O da, Kab'dan rivayet etti ki: "Kişi, ayağını gemiye attığı zaman,
anasının kendisini doğurduğu günkü gibi günahlarından soyulur. Dalgalardan
dolayı geminin çalkalanmasıyla dengesini kaybedip sallanan, Allah yolunda
kanıyla bulanan gibidir. Suda boğulana, iki şehid ecri vardır. Sabreden ise,
başında taç olan hükümdar gibidir."
İmam Muhammed
-Rahîmahullah- dedi ki: Biz de, yukarıda anlatılanı kabul eder ve deriz ki:
Deniz savaşında bir sakınca yoktur. Hatta sevabı karada yapılan savaştan daha
fazladır. Buradan anlıyoruz ki Ka'b'ın maksadı, cihad kasdıyla gemiye binen kimsedir.
Ka'b, bu söylediğini ya indirilmiş kitaplardan söylemiştir ki, şeriatımızda onu
nesheden birşey görünmüyor yahut da Rasûlüliah (s.a.v.)'den kendisine aktarılan
bir rivayete dayanarak söylemiştir.
Ayrıca cihad kasdıyla
gemiye binmek daha faziletlidir. Çünkü deniz savaşı diğer savaşlara nazaran
daha çetin ve daha korku vericidir. Kişi, kendisini tamamen Allah'ın dileğine
teslim etmiş oluyor. Bununla günahlarından temizlenme hususunda şehid
derecesine ulaşır.
Deniz savaşında denize
düşüp boğulan ise, iki şehid sevabı elde eder. Çünkü iki defa canını feda
etmiştir: Gemiye bindiği zaman ve denizde boğulduğu zaman. Bütün bunları,
Allah'ın rızasını kazanmak için yapmıştır.
Deniz savaşında
sabreden, başında taç taşıyan hükümdar gibidir. Yani, batma tehlikesini
gözleriyle gördüğü halde yaptığına pişman olmayan kimse canını, Allah yoluna
teslim ettiği gerçekleşmiştir. O, cennette hükümdar gibi olacaktır. Sabreden
kişiyi hükümdara benzetmesinin sebebi; Hükümdarın arzularma kavuşmasmdandır.
Şehid ise, cennette tüm arzularına kavuşacaktır. Yüce
Allah şöyle buyurur:
"... Canlarının
isteyeceği, gözlerin hoşlanacağı ne varsa oradadır. Ve siz içinde ebedi
kalıcılarsınız.’’[121]
Cihad için gemiye
binmenin caiz olduğu sabit olunca, hacca gitmek için binmenin caiz olması daha
evladır. Çünkü haccın farziyeti daha kuvvetlidir. Emniyet ihtimali daha çok
olunca ticaret için de gemiye binmek caizdir ve deniz ticaretiyle elde edilen
mallardan fitre ve zekat gibi Allanın haklarının verilmesi gerektiğine de engel
değildir.[122]
26- Sehl b.
Muaz der ki: Abdülmelik b. Mervan, yaz ordularının komutanı iken savaşa
katıldım. Sinan kalesini muhasara ettik. Askerler evlerin çok yakınına
konaklayıp ev halkının giriş-çıkışlarma engel oldular. Bir adam bu durumu
görünce şöyle dedi: Bir defasında Rasûlüliah (s.a.v.)'le birlikte savaşa
katıldım. Askerler bu şekilde evlerin çok yakınına konaklayıp ev sahiplerinin
giriş ve çıkışlarına engel oldular. Rasûlüliah (s.a.v.) derhal bir münadi
gönderip şunu söylemesini emretti: Her kim evlerin yakınına konaklar ve ev
halkının
rahatlıkla girip
çıkmalarına engel olursa, onun için cihad yoktur." Evlerin yakınına
konaklamaktan maksat, din kardeşinin hayvanım bağlamasına, yemini yedirmesine,
yemeğini pişirmesine ve helaya gitmesine engel olacak kadar evlerin yakınında
konaklamaktır. Bu, şer'an haramdır. Çünkü evin dokunulmazlığı olduğu gibi eve
tabi olan bölümlerin de dokunulmazlığı vardır.
Giriş ve çıkışlara
engel olmak ise, gidiş-geliş yollarının üzerinde konaklamak ya da gelip geçene
eziyet verecek şekilde yolun yakınında konaklamaktır. Rasûlüliah (s.a.v.), bu
gibi hareketlerde bulunmaktan sakındırarak onları yapanlar için cihadın
olmadığım söylemiştir. Yani bunlardan sakınanlar kadar mücahidlik sevabına nail
olmaz. Çünkü cihaddan maksat, müslümanlardan eziyeti defetmektir. Halbuki bu hareketlerde
bulunmak müslümanlara eziyet vermektir.
27- Muaz b. Cebel'in ashabından Kulâîler
kabilesinden bir adamın rivayetine göre; Muaz dedi ki: Şu seriyyelere katılmaktan
sakınınız. Çünkü onlar düşmandan korkar ve ganimetler konusunda birbirlerine
ihanet ederler. Mü'minlerin ordularına ve büyük cemaatlerine katılın.
Seriyye : düşman
topraklarına giren az sayıdaki askerlere denir. Kendilerine seriyye isminin
verilmesi, gece yürüyüp gündüzleri saklanmaları sebebiyledir. Muaz b. Cebel
onlarla cihada çıkmayı mekruh görüp bunun sebebini açıklamıştır. Çünkü onlar,
korku verici bir durumla karşılaştıkları zaman sayılarının azlığından dolayı
korkup kaçarlar. Ellerine birşey geçirdiklerinde de, aralarında itaat etikleri
bir komutan bulunmadığı için birbirlerine karşı ölçüsüz davranırlar. Peygamber
(s.a.v.) den de bu manada bir rivayet vardır. Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki:
"Az sayıdaki
süvarilerle baskın yapmayınız. Şayet ellerine ganimet geçirirlerse ihanet
ederler. Savaşa tutuşurlarsa kaçarlar." Hadiste kastedilen, devlet
başkanının emri olmadan dâru'l-İslâm'dan gizlice düşman topraklarına
girenlerdir.
Cİhad edecek kimsenin,
seriyyelerle değil, büyük ordularla beraber olması gerekiyor. Çünkü Rasulullah
(s.a.v.) :
"Allah'ın yardım
ve inayeti cemaatle beraberdir. Onun için cemaatten ayrılan kimse, cehenneme
ayrılmıştır." buyurur.
28- İmam
Muhammed bundan sonra Rasulullah (s.a.v.)' den cihada teşvik ve iki saf
arasında düelloya çıkan kimsenin mertebesini beyan sadedinde iki hadis rivayet
etmektedir.
Bu konuda yeterince
nakiller yaptığımız İçin onları buraya almıyoruz.
29- Ebû
Hureyre (r.a.) Peygamber (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu rivayet eder :
"Canımı elinde
tutan Allah'a yemin ederim ki, Allah yolunda savaşıp öldürülmeyi, sonra
dirilip tekrar savaşıp öldürülmeyi, sonra dirilip tekrar savaşıp öldürülmeyi
dilerim."
Ebû
Hureyre (r.a.) diyordu ki : Allah'a şehadet ederim ki bu sözü üç defa tekrar
etti.
Bu hadiste şehid düşmenin derecesinin büyüklüğü açıklanmaktadır.
Peygamber (s.a.v.) kendi derecesinin yüceliğiyle birlikte şehid olmayı
temenni etmiştir. Ayrıca bu temennisini tekrar etmiştir ki bununla şehidin
Allah yanındaki derecelerini açıklasın.
Yukarıda anlatılan mana Ebû Ümâme el-Bâhilî'nin hadisinde belirtilmektedir.
Ebû Ümâme der ki: Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu :
"Allah'ın yanında hayır ve sevabı olduğu halde ölüp de, dünya ve
içindekiler kendisine verilse bile dünyaya geri dönmek isteyen hiçbir kimse
yoktur. Ancak şehid hariç." Zira O, dönmeyi temenni eder. Eriştiği
derecenin büyüklüğünden dolayı, dönüp tekrar şehid olmak ister.
Câbir (r.a.) da, rivayet ettiği hadiste dedi ki; Rasulullah (s.a.v.)
beni üzüntülü gördü ve : "Neyin var?" dedi. Dedim ki: "Ya
Rasulullah, babam şehid düşüp arkasında borç ve çoluk-çocuk bıraktı."
Buyurdu ki: "Seni müjdeleyim mi ya Câbir: Allah Teâlâ direkt babanla
konuşup: "Ey Abdullah, benden ne dilersen dile" buyurdu. Baban da
"Allah yolunda bir daha savaşıp öldürülmek için diriltilmek isterim."
dedi. Allah Teâlâ buyurdu ki: "Ölen kimselerin bir daha dünyaya
dönmemeleri hususunda daha önce hükmümü verdim. Ama temenni ettiğin şeyi ne
derece için temenni ettiysen, seni o dereceye ulaştıracağım."
30- Hasan Basrî'den rivayet olunmuştur ki: Rasulullah (s.a.v.) savaş için
bir ordu hazırladı. İçlerinde Abdullah b. Ravâha (r.a.) da bulunuyordu. Ordu
sabaha doğru yola koyuldu. Abdullah b. Ravâha namaz için geri kaldı. Peygamber
(s.a.v.) namazını bitirdikten sonra Abdullahı gördü ve ona: "Ey Ravâha'nın
oğlu, sen orduda değil miydin?" dedi. O da; "Evet, lakin seninle
birlikte namaz kılmak istedim. Ordunun nerede konakladığım biliyorum, gidip
onlara varacağım." dedi. Bunun üzerine Rasulullah buyurdu ki:
"Muhammed'in cam elinde olan Allah'a yemin ederim ki, yeryüzünde bulunan
malın hepsini infak etsen, yine de onların sabaha karşı hareketlerinden dolayı
elde ettikleri sevaba ulaşamazsın." Hadis-i şerifte cihada erken çıkmak
için teşvik ve cihada çıkmaya azmetmiş olan bir kimsenin namazını cemaatle eda
etmek için ordudan geri kalmasının doğru olmadığı açıklanmaktadır. Görmüyor
musunuz? Rasulullah (s.a.v.) İbn Ravâha için ne diyor? kaldı ki Rasulullah'm
arkasında cemaatle namaz kılmak, diğer cemaatle namaz kılmalardan daha
faziletlidir.
Enes
b. Mâlik'in rivayet ettiği hadiste Peygamber (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
"Allah yolunda bir sabah yahut bir akşam yolculuk yapmak, dünya ve
içindekinden daha hayırlıdır." Bu hadis de, söylediğimizi
desteklemektedir..
31- Hasan Basrî'den rivayete göre, Hz. Ömer b. Hattâb (r.a.) halka hitap
ederken bir adam gelip: "Ey insanların hayırlısı" dedi. Hz. Ömer
(r.a.) ne dediğini anlayamadı ve : "Ne diyorsun?" diye sordu.
Dinleyiciler Hz. Ömer'e: "Sana insanların hayırlısı diyor" dediler.
Hz. Ömer ona: "Yaklaş" dedi. Sonra devam etti: İnsanların hayırlısı
değilim. "Sana, insanların hayırlısını haber vereyim mi?" Adam:
"Kimdir ey müminlerin emiri?" dedi. Ömer (r.a.) dedi ki : "O,
bedevi bir adamdır. Bir sürü deve yahut koyunu vardır. Deve yahut koyunlarını
şehirlerden birine götürüp sattı ve parasını Allah yolunda infak etti. Böylece
düşmana karşı müslümanlara silah sağladı. İşte insanların hayırlısı odur."
Konuşmada geçen mesleha, düşmanın saldırısı ihtimaline karşı sınırda
silahların yerleştirildiği mevzi yahut silah taşıyan kimseye denir. Onun için
hükümdarın önünde yürüyen muhafızlara "Mesleha" ismi verilir.
Hz. Ömer'in "Ben insanların hayırlısı değilim." sözü alçak
gönül sahibi olduğunu göstermek içindir. Hz. Ebû Bekir (r.a.)'ın vefatından
sonra hilafeti döneminde insanların en hayırlısı oydu. Nitekim Hz. Ebû Bekir
de, halife iken şöyle diyordu: "Beni hilafet makamından ayırın. Çünkü ben
en hayırlınız değilim." Halbuki, Rasulullah (s.a.v.)'in belirttiği gibi,
Peygamber ve Rasûllerden sonra insanların en hayırlısı, Ebû Bekir'di.
Hz. Ömer (r.a.), böyle bir sürü sahibinin, insanların en hayırlısı
olduğunu söylemiştir. Çünkü müslümanların menfaati için hem canından hem de malından
fedakarlıkta bulunmuştur. İnsanların hayırlısı, insanlara yaran dokunandır.
Rasulullah (s.a.v.) : "İnsanların hayırlısı o kimsedir ki, Allah yolunda
atının dizginini tutup daima hazırlıklı olur ve düşmandan korkutucu bir ses
duyduğu zaman hemen ö tarafa koşar."
Daha
sonra o adam dedi ki: Ey müminlerin emiri, ben badiyeden bir kişiyim ve dini
ilimlerde bir çok konuyu bilmiyorum. Rasulullah (s.a.v.)' in sana Öğrettiği
ilimlerden bana öğret." Hz. Ömer dedi ki: "Allah'tan başka ilah
olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın Rasûlü olduğuna şehadet etmiyor musun?"
Adam: "Ediyorum" dedi. Hz. Ömer (r.a.) dedi ki: "Namazı kılıp,
zekatı verip, Ramazan orucunu tutup haccı eda ediyor musun?" Adam:
"Evet" dedi. O zaman Hz. Ömer ona şöyle dedi: "Aleniliğe yapış
ve gizlilikten sakın. Başkaları farkına vardıklarında seni mahcup etmeyen bir
ameli yap ve başkaları farkına vardıkları zaman seni mahcup eden ve kötü duruma
düşüren her amelden de sakın."
Adam, dinle ilgili birçok konuyu bilmediğini söylemiştir. Onun için köy
ve sahralarda oturanlara "ehlu'1-cehl" ismi verilmiştir. Çünkü
cehalet yönleri galiptir. Adam şahadet kelimesini kabul ettiğini ifade ederken
Hz. Ömer kendisinin alim olduğunu ve cahil olmadığını belirtmiştir. Bunu
söylerken, herhalde Yüce Allah'ın şu sözüne dayanmıştır:
"Allah, melekler ve adaleti yerine getiren ilim sahipleri ondan
başka tanrı olmadığına şahitlik etmişlerdir. Ondan başka tanrı yoktur. O,
güçlüdür, hakimdir.[123]
Burada ilim sahiplerinden maksat, mü'minlerdir.
"Aleniliğe sarıl" sözünün manası ise, iman ve amel
konularında, müslü-man cemaatin üzerinde bulunduğu doğru yola sarıl ve batıl
mezheblerden sakın demektir. Rasulullah (s.a.v.)'in: "Yaşlı kadınların
dinine (inancına) sanlın." hadisinin manası budur.[124]
"Gizlilikken maksat, Müslüman cemaatin bilmediği davranıştır.
"Gizlilikten sakın" sözünden maksat, ise müslüman cemaatte bulunmayan
davranış ve İtikatlardır.
Bazı alimler yukarıdaki iki sözün şu manada olduğunu söylediler:
"İnsanlarla olan muamelende, onlann aleni davranışlarıyla iktifa et.
Onların gizli taraflarını araştırma."
"Başkaları farkına vardığı zaman seni utandırmayacak davranışlarda
bulun." sözü ise, gizli tarafların aleni davranışlarına muhalif olmasın,
halk arasında açıkça yapmaktan haya ettiğin şeyleri, onlann bulunmadığı yerde
Allah1 tan haya ederek yapma. Kim böyle davranmazsa, Allah onun sırrım açığa
vurarak onu rezil eder, manasınadır.
32- İmam Muhammed (r.a.) bu konuya Ebû Hureyre'nin Rasulullah (s.a.v.)'den
rivayet ettiği şu hadisle son vermektedir: "Kim sınırda muhafızlık
yaparken ölürse, şehid olarak ölmüştür."
Yani, şehidlik sevabını kazanır. Çünkü Allah'ın rızasını elde etmek
için, ölünceye kadar, murabıtîık üzerine sabrederek canını vermiştir. Yardım
eden ancak Allah'tır. [125]
33- İmam-ı Azam Ebû Hanîfe yoluyla Hubeyb b. Büreyde, o da babası
Büreyde'den rivayet etti ki: "Peygamber (s.a.v.) bir yere büyük bir ordu
yahut bir seriyye gönderdiği zaman onlara: "Allah'ın adıyla savaşa
gidin" tavsiyelerinde bulunurdu.
İmam Muhammed "es-Siyerü's-Sağîr" isimli kitabına bu hadisle
başlamaktadır. Hadisten alınacak dersleri orada açıkladık.
Hadisin sonunda Peygamber (s.a.v.)'in şu sözünün anlamım belirttik:
"Eğer onlar sizden Allah'ın zimmetini isterselerse, bunu onlara
vermeyin!.’’[126]
Ona göre hadisteki yasaklama harama değil, İhtiyaç anında Allah'ın
ahdini bozmaktan çekinmeyi belirtir ve mekruh şeklinde kabul edilir. Evzâî ise,
hadisin zahirine dayanarak, Allah'ın zimmetini vermenin caiz olmayacağım
söyler. Ona göre yasaklama mutlaktır ve haramlık ifade eder.
Bu lafız Hz. Ali'nin Ehl-i Beyt tarikiyle rivayet ettiği hadiste de
vardır. Buna göre Peygamber (s.a.v.) buyurur ki:
"Onlara ne Allah'ın zimmetini verin ve ne de benim zimmetimi.
Çünkü benim zimmetim de Allah'ın zimmetidir."
Bize göre bunun mekruh olması, yasaklanan şeyden başkası sebebiyledir.
Mekruh görülmesinin sebebi, müslümanların ileride görecekleri bir maslahattan
dolayı antlaşmayı bozma ihtiyacını duyabilmeleridir. O zaman kendi verdikleri
sözü bozmaları, Allah'ın ve Rasûlünün sözünü bozmalarından daha ehvendir.
Hadis-i Şerifin sonunda buna şöyle işaret etmektedir.
"Çünkü kendi ahdinizi ve atalarınızın ahdini bozmanız, Allah
Teâlânm
ahdini bozmanızdan daha iyidir."
Hadis-i Şerifte geçen "Zimmet" sözü ahd (söz) manasınadır.
Yüce Allah
şöyle buyurur:
"Onlar bir mü'min hakkında ne bir ahid, ne de bir anlaşma gözetip
tanırlar. Onlar taşkınların ta kendileridir."[127]
İnsan için bunun zimmet olarak isimlendirilmesinin sebebi, verdiği söze
kendisinin bağımlı oluşundan dolayıdır.
Onların zimmetleri ile atalarının zimmetlerinden maksat, cahüiyyette
aralarında yaptıkları anlaşmalardır
Gerektiğinde antlaşmayı bozmakta bir sakınca yoktur. Çünkü Yüce Allah:
"Bir topluluğun antlaşmaya hıyanet etmesinden korkarsan, sen de
onlara
karşı antlaşmayı bozarak aynı şekilde davran. Şüphesiz Allah hainleri
sevmez."[128]
buyurmaktadır. Bu, müşriklerden anlaşma yaptığınız kişilere Allah ve Rasulünden
bir ültimatomdur."[129]
ayeti de buna delalet etmektedir. Rasullulla-
hın şu sözü de bunu desteklemektedir:
"Ben üç kişinin düşmanıyım, kimin düşmanı olursam, işini
bitiririm. Bunlar benim adıma söz verip de sözünü çiğneyen, hür bir kimseyi
köle diye satıp parasını yiyen ve birini ücretle çalıştırıp ücretim vermeyenlerdir".
Bu da peygamber adına sözvermenin bir sakıncasının bulunmadığı, ancak
söz verdikten sonra hiyanet etmenin haram olduğunu gösterir. Ordu komutanları
Allah adına eman verirlerdi. Hz. Ebu Bekir bu yaptıklarına karşı çıkmamıştır.
Bu da böyle bir şeyde sakıncanın olmadığını gösterir.
34- İmam Muhammed daha sonra İbnu Ömer'in şöyle dediğini rivayet etti: Ebû
Bekr es-Sıddık (r.a.) Yezid b. Ebi Süfyan'i bir ordunun başında gönderdi.
Kendisi de yürüyerek çıkıp ona tavsiyelerde bulunuyordu. Yezid, ona "Ey
Rasûlül-lah'm halifesi! Ben atın üzerinde giderken, sen yürüyorsun!" dedi.
Ebû Bekir (rjı.) dedi ki: "Ne ben binerim ve ne de sen inersin. Ben bu
adımlarımı Allah yolunda sayıyorum." Hz. Ebû Bekir'in yaptığı gibi, her ne
olursa olsun ordu savaşa giderken onu yolcu etmek için bîr miktar yürümenin iyi
olduğunu bu rivayet göstermektedir. Hz. Ebû Bekir (r.a.) rivayet ettiği bir
hadiste diyor ki: Rasûlüllah (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu duydum :
"Kimin Allah yolunda ayaklan tozlanırsa, onun için cennet vacib
olur." Enes (r.a.)'m rivayet ettiği hadiste de şöyle buyurulur :
"Allah yolundaki toz ile cehennem dumanı bir müslümanm üzerinde
bir araya gelmez."
35- Imam Muhammed, Ebû Bekir'in hadisini başka bir senetle de rivayet
etti. Buna göre: Hz. Ebû Bekir (r.a.) binmesi için devesini getirdiklerinde
dedi ki: "Binmeyeceğim, aksine yürüyeceğim."Sonra yürümeye devam
etti. Devesini de yularından tutup arkasından yürüttüler. Ayrıca ayaklarının
Allah yolunda tozlanması için ayakkabılarım çıkarıp elinde taşıdı. Hz. Ebû
Bekir (r.a.) peygambere uyarak bunu yapmıştır. Nitekim Peygamber (s.a.v.)
Muaz'ı Yemen'e yolcu ederken onunla beraber bir yahut iki ya da üç mil
yürümüştür.
Bunun benzen, Hasan b. Ali (r.a.)'ın develeri yanında yularlarından
çekilip boş götürülürken hac yolunda yaya yürüdüğüyle İlgili rivayettir. Hz.
Hasan'a: "Ey Rasûlüllah'ın torunu, neden binmiyorsun? denildiğinde,
Rasûlüllah (s.a.v.)'in "Allah yolunda ayakları tozlanan kimsenin
ayaklarına cehennem ateşi dokunmaz." Buyurduğunu duydum. Bunun için yürüyorum
cevabını verdi.
Hacılar yahut savaşa giden mücahidleri yolcu eden kimse için müstahab
olan, Ebû Bekir (r.a.)'m yaptığı gibi yapmaktır.
Sonra, Hz. Ebû Bekir, Yezid'e şöyle dedi : "Sana on vasiyette bulunacağım,
bunları iyi ezberle :
a- Manastırlarda kendilerini Allah'a ibadete verdiklerini düşünen
kimselerle karşılaşacaksın. Onları meşgaleleriyle başbaşa bırak.
Ebû Yusufla Muhammed (r.a.) buna dayanarak manastırlara kapanmış olan
kimselerin öldürülmeyeceklerini söylerler. Ebû Hanîfe'den de böyle bir rivayet
vardır.
Fakat Ebû Yusuf'tan rivayete göre manastırlara kapanmış kimselerin
öldürülmeleri konusunu Ebû Hanîfe'ye sormuş ve Ebû Hanîfe öldürülmelerini
normal görmüştür.
Netice olarak, manastıra kapanmış olan kimseler zaman zaman halkın
arasına karışıp, halk da onların yanma gidiyor ve halkı savaşa teşik
ediyorlarsa, Öldürülürler. Hz. Ebû Bekir'in bu tavsiyesi de, onların, savaşı
tamamen terk etmeleri sebebiyledir. Çünkü öldürülmelerini mubah kılan husus,
savaşa ortak olarak müslümanlara zarar vermeleridir. Şayet kapıları üzerlerine
kapatırlarsa, onlardan gelebilecek kötülük ortadan kalkmış olur. Ama savaşa
taraftar iseler ve bu görüşlerini açığa vuruyorlarsa, dolayısıyla, savaşmış
olurlar ve bu sebeble de Öldürülürler.
b- Başlarimn ortasını tıraş etmiş kimselerle karşılaşacaksın. Bunların
başlarını kılıçla vurun.
Bunlardan maksat, Şemmas'lardır ki, hıristiyanlar arasında bunların durumu,
müslümanlar arasında sapık şia fırkalarının durumu gibidir. Bazı âlimlere göre
bunlar Harun (a.s.) 'm soyundandırlar. Hz. Ebû Bekir, başka bir senedle rivayet
edilen bir rivayette buna işaret eder: "Başlarının çevresinde çember gibi
saç bırakırlar. Savaş işlerinde halk onların puanlarına göre hareket eder.
Halkı da savaşa teşvik ederler. Onun için onlar, kafirlerin liderleridir. Onlan
öldürmek başkalarını öldürmekten daha evladır."
Bu hadisin başka bir senedinde Hz. Ebû Bekir buna işaretle şöyle diyor:
Traş edilmiş başların tam ortasını; şeytanların yuva yaptıkları yeri,
kılıçlarla vurun. Allah'a yemin ederim ki onlardan birini öldürmek
başkalarından yetmiş kişiyi öldürmekten bana daha sevimli geliyor. Yüce Allah
şöyle buyurur: "Küfrün Önderlerini öldürün. Çünkü onlar andlan olmayan
adamlardır;[130]
Şeytanların yuva yaptıkları yerden maksat, saçlarıdır ki, o da
başların-dadır. Nitekim Hz. Ebû Bekir (r.a.) hadlerin yerine getirilmesiyle
ilgili olarak: "Başı vurun, çünkü şeytan baştadır." der.
c- Küçük çocukları öldürme.
Doğmuş olan küçükten maksat, çocuktur. Ona "Mevlûd"
denilmesinin sebebi doğumunun yakında olmuş olmasındandır. Şüphesiz şayet
savaşa katılmıyorsa, öldürülmeyecektir. Başka bir rivayette bunu açıklamış ve:
"Aciz, güçsüz olan hiçbir çocuğu öldürmemesini söyle!" demiştir.
d- Kadınları öldürme.
Kastedilen, savaşmayan kadındır. Nitekim rivayete göre Peygamber
(s.a.v.) öldürülmüş bir kadınla karşılaştığında :
"Vay! Bu kadın savaşmıyordu. Var Halid'e yetiş ve ona: Çocuk ve
ücretli (işçiyi) öldürmemesini söyle," buyurdu.
e- Yaşlıları da öldürme
Bir rivayette ise "Pir-i Fani"yi öldürmeyin denilmiştir. Yani
savaşa katılmayan ve savaş konusunda herhangi bir teşvik ve katkısı bulunmayan
yaşlıyı da öldürmeyin. Ama bilfiil savaşa katılmış yahud savaşta rey ve tedbiri
var ise elbette öldürülür. Çünkü Rasulullah (s.a.v.) tavsiyeleriyle yardımcı
olduğu için Düreyd b. Sımme'nin öldürülmesini emretmiştir. Düreyd,[131]
müşriklere çocuk ve kadınları kendilerine ait toprakların dağlarına
çıkarmalarını ve erkeklerinin de, atlarının sırtında düşmanları olan
müslümanlara saldırmalarını öğütlemişdİ de, görüşünü benimsememişler ve
Arapların adeti üzere çoluk çocuklarını beraber savaşa getirmişlerdi. Bu ise
yenilmelerine sebep olmuştu. Düreyd, bununla ilgili olarak şu şiiri söylemişti.
"Kum vadisinde onlara doğru olanı emretmiştim. Fakat onlar benim
doğru emrimi ancak ertesi günün kuşluğunda (yenildikten sonra)
anladılar."
"Ben onlardan biri olarak kendi lehlerine düşüncemi söylediğimde
dinlemediler ve doğruyu bulamadığımı zannettiler."
Savaş hakkında bir takım tavsiye ve görüşleri olduğu için Peygamber
(s.a.v.) Düreyd'i öldürtmüştü.
f- Meyveli ağacı, üzüm ve hurma ağaçlarım kesme.
İmam Evzâî bu hadisin zahirine bakarak müslümanların dâru'l-harbde
tahribata yönelik hareketlerde bulunmalarının caiz olmadığını söyler. Çünkü
tahrib etmek fesaddır ve Allah Teâlâ fesada razı olmaz. Görüşüne şu âyeti de
delil getirir:
"O, yeryüzünde iş başına geçti mi orada fesad çıkarmaya, ekini ve
nesli kökünden kurutmaya başlar. Allah fesadı sevmez." [132]
Nitekim Hz. Ali'den rivayet edilen hadiste de Peygamber (s.a.v.) bunu, seriyye
komutanlarına tavsiye ediyordu.
Ebu'l- Hasan el-Kerhî, hadisin tamamım naklederek şu yorumu yapar: Size
zarar veren, yani düşmanla savaşmanıza engel olanlar dışında, ağaçlan
kesmeyiniz.
îrnam Evzâî şu hadiste rivayet edilenleri de delil olarak ileri sürer.
Hadiste buyuruluyor ki: "Allah Teâlâ Peygamberlerinden birine vahyetti ki:
Her kim yeryüzünün ululuk ve saltanatına itibar ederse, Davud hanedanı ile Fars
ehlinin mülküne (ululuklarına) baksın. O Peygamber dedi ki: Ya Rab: Davud
hanedanına gelince, onlar, kendisiyle yücelttiğin şeye layıktırlar. Ama (Mecusi
olan) Fars ehlinin nesi var ki?" Cenab-ı Allah cevabında şöyle buyurdu:
Onlar, beldelerimi imar ettiler. Kullarım da o imar edilen yerlerde
yaşadılar."
Yeryüzünü mamur etmenin övgüye sebeb olduğu ortaya çıkınca tahribat
yapmanın da kötü birşey olduğu anlaşılmış oldum.
Fakat biz deriz ki : İnsanlar, bu eşyadan daha çok hürmete layık iken,
müşriklerin gücünü kırmak için insanın öldürülmesi caiz olduğuna göre onlardan
daha değersiz olan binaları yıkmak ve ağaçları kesmek evleviyetle caizdir. Yüce
Allah'ın: "...Allah yolunda onlara bir susuzluk, bir yorgunluk ve bir açlığın
erişmesi, kafirleri öfkelendirecek bir yere ayak basmaları karşılığında kendilerine
salih bir amel yazılması içindir..."[133]
âyetinde, söylediğimize delil vardır. Daha sonra İmam Muhammed, Ebû Bekir
hadisini şu şekilde te'vil etmiştir.
Hz. Ebû Bekir, Peygamber (s.a.v.)'in haber vermesiyle Şam'ın feth
olunacağım ve müslümanların eline geçeceğini biliyordu. Onun için tahribat
yapmaktan ve ağaçlan kesmekten askeri sakındırmiştır.
Nitekim bundan sonra bunu açıklamıştır. Peygamber (s.a.v.) den rivayet
edilen hadisin te'vili de bu şekildedir. Görmüyor musun? Peygamber (s.a.v.)'in
kendisi Sakif kalesine mancınık kurmuştur ki mancınığın yapacağı tahribat
ortadadır.
g- Yemek amacı dışında, düşmanın sığır, koyun ve diğer hayvanlarını
kesme.
Çünkü Rasulullah (s.a.v.)'in yemek kasdı hariç, hayvanın kesilmesini
yasakladığı rivayet edilir. Hadis-i Şerifte savaşçıların dâru'l-harbde düşmana
ait şeylerden yemek yemelerinin ve hayvanlanna yem vermelerinin, yemek için
hayvanın kesilmesinin caiz olduğuna dair delil vardır. Yemek için hayvanın
kesilmesinin caiz olması da bu cümledendir.
İmam Muhammed daha sonra bu hadisi başka bir senedle rivayet ederek
sonuna şunları ekledi: "ihanet
etme."
İhanet etmenin yasak olduğu beyan edilmektedir. İhanet etmek, savaşçının,
yemek ve hayvanın yemi dışında kendi kendisine ganimetten birşeyler
saklamasıdır, Bu ise, haramdır. Yüce Allah şöyle buyurur:
"... Kim emanete hıyanet ederse kıyamet günü, hainlik ettiği şey
boynuna asılı olarak gelir..." [134]
peygamber (s.a.v.) de şöyle buyurur: "Ğulûl (hiyanet) cehennemin
ateşindendir."
h- Korkma
Çünkü Yüce Allah: "(Ey mü'minler), gevşemeyin." [135]
buyurmuştur. Yani savaşta gevşeklik göstermeyin. Gazilerin korktuklarını izhar
etmeleri onları savaştan soğutur.
ı - Fesad çıkarma ve isyan etme
Bazı alimler bu söz "sana emrettiğim konuda bana isyan etme
demektir" derler. Çünkü tavsiyenin faydası, itaatta kendisini gösterir.
Bazıları da: Şayet Allah'tan yardım diliyorsan, O'na isyan etme manasınadır,
derler.
36- İmam Muhammed, aynı hadisi üçüncü bir senedle: Ab-durrahman b. Cübeyr
b. Nufeyr el-Hadrami rivayetiyle tekrar şöyle nakleder:
Rasûlüllah (s.a.v.)' den sonra Hz. Ebû Bekir askerleri yola çıkmak
üzere hazırlayınca- ki bu askerlerin bir bölüğünün başına Şurahbil b. Hasene,
bir bölüğüne Yezid b. Ebi Süfyan ve diğer birine de Amr b. As'ı komutan tayin
etmişti- Onlara "Diyarı benî Şurahbil" denilen yerde[136]
toplanmak üzere Medine'den ayrılmalarını söyledi. Burası, Medine'ye altı mil
uzaklıktadır.
Halifenin, bir orduyu savaşa göndermek istediği zaman askerlere, şehrin
dışında bir karargah kurmalarım emretmesi gerekir. Çünkü karargahta toplandıktan
sonra bir arada hareket etmeleri, topluca evlerini terketmelerinden daha
kolaydır.
Daha sonra Hz. Ebû Bekir karargâha gelerek anlara öğle namazını
kıldırdı. Namazdan sonra ayağa kalkıp Allah'a hamd ve senada bulundu ve şöyle
dedi:
"Sizler Şam'a gidiyorsunuz. Orası, Sebi'a bir yerdir.
"Sebi'a" kelimesini, orada eziyet verici yırtıcı hayvanların
çokluğuyla tefsir ettiler. Lakin yukarıdaki rivayet yanlış olup kelimenin
doğrusu şebia'dır.
Yani orada o kadar çok nimet var ki, kişi onları seyrederek doyar.
Sanki onları Şam'a gitmeye teşvik ederek "siz Medine'de çekilen açlık ve
sıkıntıdan sonra öyle bir yere gidiyorsunuz ki, orası çok verimli bir
yerdir", demektedir.
Sonra dedi ki: "Allah size yardım ediyor ve kudret veriyor ki,
orada mescidler yaparsınız. Oraya sakın arzu ve heveslerinizi tatmin etmek için
gitmeyin
Hz. Ebû Bekir (r.a.) bu sözü, Peygamber (s.a.v.) den duyarak söylemiştir.
Çünkü Peygamber (s.a.v.)'den rivayet edilen meşhur bir hadiste şöyle buyuru 1
maktadır:
"Sizler yakında Kisra ve Kayser'in hazinelerine hakim
olacaksınız," Buradan da anlaşılıyor ki, Hz. Ebû Bekir'in onları tahribat
yapmaktan ve ağaçları kesmekten alıkoymasının sebebi, buraların müslümanlarm
eline geçeceğini bilrnesindendir. Ayrıca heva ve hevesten onları sakındırdı.
Çünkü onlar cihad için çıkmışlardır ve cihad, dindendir. Yüce Allah şöyle
buyurur :
"Dinlerini bir oyun ve bir eğlence yapan, kendilerini dünya hayatı
aldatmış bulunan kimseleri (Öylece haline) bırak..."[137]
Hz. Ebû Bekir, sözüne şöyle devam etti: "Eşr'den sakının! Ama
Ka'be'nin Rabbına yemin olsun ki, ona mübtelâ olacaksınız."
Eşr: Zenginleşen kimsede görülen bir nevi azgınlıktır. Yüce Allah şöyle
buyurur.
"Çünkü insan kendini müstağni görünce azar"[138] Bu
nedenle Hz. Ebû Bekir, Onları bu azgınlıktan sakındırmakla birlikte, buna
mübtela olacaklarını da yemin ederek söylemiştir.
Hz. Ebû Bekir'in konuşmasının tamamı İmam Muhammed'in kitabında
mevcuttur. Nihayet konuşmasını şöyle bitirdi:
"Ben buradan ayrıldığımda atlarınıza bininiz ve tek sıra olunuz ki
teker teker hepinizle görüşeyim."
Halife meydanda orduyu teftiş ederken Hz. Ebû Bekir'in davrandığı gibi
davranmalıdır.
Ravi diyor ki: Hz. Ebû Bekir, saffın başından sonuna kadar hepsine baka
baka uğradı ve selam vererek şöyle dedi: "Allah'ım! İsrail oğullarının
ruhlarını aldığın şeyle bunların da ruhlarını mızrak darbeleriyle ve taun
(veba) hastalığıyla al. Haydi gidiniz. Allah'ın divanında; hepimizin toplanacağı
o yerde buluşmak üzere...
Bu sözlerin açıklanmasına gelince, Hz. Ebû Bekir (r.a.) bir daha dönmemek
niyetiyle savaşa gitmeye teşvik etmiştir. Nefsi, Allah'ın rızasına teslim
etmek, ancak bu şekilde gerçekleşir. "Allahım! İsrail oğullarının
canlarını aldığın şeyle onların da canını al." sözü, şehadete nail
olmaları için bir duadır. Bazıları da dedi ki: Kasdı, Rasûlüllah (s.a.v.)'in şu
sözüdür: "Ümmetimin helaki, mızrak vuruşları ve veba hastalığıyladır."
Bu da, Şam'da yaygındı. Ebû Bekir (r.a.) şayet veba hastalığına yakalanacak
olurlarsa, şehadet derecesine nail olmaları için dua etmiştir.
Burada kişinin, başka birine şehid düşmesi için dua etmesinde bir
sakınca olmadığına delil vardır. Çünkü her ne kadar şeklen, ölüm için bir dua
ise de, hakikatte hayat için bir duadır.
Hz. Ebû Bekir, bu karşılaşmasının onlarla son karşılaşması olduğunu
söylemiştir. Bundan maksat, ya ecelin yaklaştığını haber vermek ya da onların
geri dönmeyecekleri ve ancak kıyamet gününde karşılaşacaklarıdır.
Ravî diyor ki: Ordu yola koyulup Şam'a ulaştı. Bizanslılar onlara karşı
çıktılar. Şam bölgesinden büyük bir ordu hazırlanmıştı. Durum Hz. Ebû Bekir'e
bildirildiğinde Irakta olan Halid b. Velid'e haber vererek üç-bin atlı ile yardımlarına
koşmasını emretti ve şöyle dedi:! Acele edin, acele" Allah'a yemin ederim
ki, Şam köylerinden küçük bir köy, Irak'ın büyük bir kentinden bana daha
sevimlidir.
Düşmanın İslâm ordusuna karşı büyük bir ordu hazırladığı haberini
alınca, devlet başkanının, Hz. Ebû Bekir gibi hareket ederek takviye kuvvet
göndermesi ve takviye kuvvetlerinin acele gitmelerini istemesi gerekir ki,
İslâm ordusu yenilmeden savaş alanına varsınlar ve gidişlerinin bir anlamı
olsun. Şayet İslâm ordusu yenilmişse artık takviye kuvvetleriyle toparlanması
zordur.
Hz. Ebû Bekir'in Şam'ı, Irak'a tercih etmesi burasının Peygamberlerin
gönderildiği mübarek bir bölge oluşu sebebiyledir.
Ravi diyor ki: Hz. Halid, yanındaki yardımcı kuvvetle birlikte Hz. Ebû
Bekir'in emrine uyarak sur'atle Şam'a hareket etti. Bizans askerlerini yararak
Dumayr ve Zenebe denilen yere vardı. Müslüman askerlerin Cabiye denilen yerde
bulunduklarını gördü.
Bizans ülkesine tabi olan Arablar, Halid'in geldiğini duyunca korkuya
kapıldılar.
Çünkü Halid cesaretiyle meşhurdu. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) ona:
Seyfullah (Allah'ın kılıcı) ismini vermişti. Arablardan bir şair bununla ilgili
olarak şöyle der:
"Ey içki sunan cariye! Ebû Bekir'in süvarileri gelmeden önce sabah
içkilerimizi getir. Belki ölümümüz yakındır da bilemiyoruz."
Bu şiirin öyküsü meğâzî kitaplarında anlatılır Bu beyti söyleyen kişi,
îslâm dininden dönenlerin büyüklerindendir. Cariyesi ona bir kadeh şarap getirmişti.
O da sırtını duvara dayayıp bu beyti söyledi ve kadehi alıp şarabı içmeye
başladı. Tam o sırada Halid'in askerlerinden biri duvara tırmanmıştı. Beyti duyduğu
gibi adamın boynunu vurdu. Adamın kellesi, elindeki kadehin üstüne düştü.
Râvi diyor ki; Hz. Halid geldiğinde daha Önce isimleri geçen komutanlara-
Şurahbil b. Hasene, Yezid b. Ebi Süfyan ve Amr b. As'a başkomutan oldu. Bizans
ordusu Antakya, Haleb, Kınnesrin, Hims ve Hama'yı terkederek kaçmaya başladı. O
zaman Bizans Kralı, Heraklius idi. Ordusunun uğradığı yenilgiye sinirlenerek
Rum topraklarına doğru yola koyuldu. Ordu komutanı Bahan, Herminiyye denilen
yerde bulunuyordu. O da, beraberindeki askerlerle beraber hareket etti.
Buradan anlaşılıyor ki, Bizans ordusunun tamamı bir araya gelmişti.
İslâm ordusunun komutanları bir çadırda toplanıp savaş stratejisini
görüşmeye başladılar. Yanlarında Kuzaa isminde biri vardı. Düşmanın durumunu
tesbit etmek üzere onu casus olarak gönderdiler. Dönüşünde, gizli bir yerde
onunla buluşarak getirdiği bilgileri değerlendirdiler.
Savaşlarda ordu konulanlarının casuslar göndererek düşman ordusu hakkında
bilgi toplamaları gerekir. Casuslar döndükleri zaman da, gizli bir yerde
onlarla buluşmalıdırlar ki, onların casus oldukları bilinmesin. Ayrıca ordunun
hepsi, düşmanın ne yapacağından haberdar olmamalıdır. Çünkü düşmanın durumunu
bilmeleri savaştan korkmalarına sebep olabilir.
Râvi diyor ki: Tam o sırada Ebû Süfyan bastonuna dayanarak komutanlara
doğru geldi ve selam verdi. Komutanlar: "ve aleykesselâm. Ama, bize
yaklaşma" dediler.
Ona "yaklaşma" demelerinin sebebi, onun henüz iyi bir
müslüman olmadığı doğrultusundaki kanaatleri idi.
Ebû Süfyan dedi ki: Hayret! Burada olduğum halde Kureyş'den bir grup
aralarında savaş durumunu görüşüyor, ama beni aralarına almıyorlar. Böyle bir
şeyle karşılaşmaktansa ölmeyi tercih ederdim!... Çünkü Ebû Sûfyan, savaş
işlerini bilmekle meşhur bir kimse idi. Komutanlardan biri: "Yaşlınız -Ebû
Süfyanın- görüşünü dinlemek ister misiniz? Biliyorsunuz savaştan anlayan
biridir," dedi. Diğerleri: "Dinleyelim" deyip onu aralarına
aldılar ve: "Ne yapacağımızı söyle" dediler. Ebû Süfyan:
"Sizler komutansınız, siz bilirsiniz" dedi: "Görüşlerine
ihtiyacımız var" demeleri üzerine Ebû Süfyan şöyle dedi: "Şu yaylada
büyük bir tepe görüyorum." "Evet biz de görüyoruz." dediler.
"Benim görüşüm o ki; gidip şu tepeyi arkanıza alın. İkrime b. Ebi Cehil'i
bir miktar askere komutan tayin edin. Orduda ne kadar iyi okçu varsa onları
komutasına verin. Onun bu işten iyi anladığını biliyorum .Bilal, sabah ezanını
okuduğu sırada İkrime komutasındakilerle birlikte çıksın. Okçular atlarını saf
halinde dizsinler ve önlerinde çöküp nöbet tutsunlar. Şayet gece düşmandan bir
baskın olursa Allah'ın izniyle onu püskürtmeye hazır olsunlar.
Şüphesiz bu, iyi bir görüş idi ve Uhud günü de Peygamber fs.a.v.) aynı
şeyi yapmıştı. Şayet ganimet elde etmek arzusuyla okçular emre isyan edip yerlerini
terketmemiş olsaydılar müşriklerin yenilmesine sebep olacaklardı. Yüce Allah bu
durumu şöyle dile getirir:
"... Nihayet öyle bir an geldi ki, Allah arzuladığı galibiyeti
size gösterdikten sonra gevşeyip bu hususta çekiştiniz ve isyan ettiniz.
Kiminiz dünyayı, kiminiz ahireti istiyordu."[139]
Râvi diyor ki: Komutanlar Ebû Sûfyan'm bu görüşünü kabul ettiler.
Samimi olarak kendilerine öğüt verdiğine inanmışlardı. Tam gece karanlığında
Bizans süvarileri baskına geldi. Bu arada deve seslerini işitip müslü-maıılarin
kaçtıklarına kesin kanaat getirdiler. Onun için de tam savaş düzeniyle baskın
yapmaya ihtiyaç duymadan dağınık bir şekilde saldırdılar. Kimi önden, kimi
arkadan geliyordu. Ama birden Ikrime'nin okçularıyla karşılaştılar. Bunu
beklemiyorlardı. Okçular onları ok yağmuruna tuttu. Sabah güneş çıkmak
üzereyken bozguna uğrayıp Vakusa denilen yerin yanındaki konaklama yerlerine
kaçtılar. İkrime de yanındaki arkadaşlarıyla birlikte İslâm ordusunun bulunduğu
yere geldi. Bu, Şam fethinin başlangıcı olmuştu.
Daha sonra da, İslâm ordusuyla düşman ordusu arasında savaş çıktı.
Bizans başkomutanı Bahan, Halid b. Velid'e haber göndererek kendisiyle konuşmak
istediğini bildirdi. Halid görüşme yapmak üzere çıktı. Aralarında tercüman vardı.
Bahan, Halid'e: "Yaklaş, size bir teklifimiz var. Burayı terk edip
gideceksiniz. Buna karşılık biz de ordunuzda yaya olanların her birine binek
ve hepinize bol bol yiyecek verelim. Ayrıca verimsiz topraklarda yaşadığınızı
biliyoruz. Adam başına beşer altın verelim. Zaten buraya bunun için gelmediniz
mi?" dedi. Tam bu sırada Hz. Halid söze karışarak: "Hayır, ülkemizde
geçim sıkıntısı çektiğimiz için buraya gelmiş değiliz. Lakin çevremizdeki
milletlerle savaşıp kanlarını içtik. Sonra duyduk ki: Bizanslılar kadar kanı
tatlı millet yoktur. Onun için kanlarınızı içmeye geldik." O zaman
Bizanslılar birbirlerine bakarak şöyle dediler: "Allah'a yemin ederiz ki,
onlar hakkında duyduklarımız doğruymuş. Bu müs-lümanlar böyle şartlarla çekip
gitmezlermiş; ya dinlerini kabul edeceğiz, ya da onlara tam itaat edip cizye
vereceğiz. İstesek de, istemesek de..."
37- İmam Muhammed, bu anlattıklarından sonra dâru'l-harbde hurma
ağaçlarının kesilmesi ve evlerin tahrip edilmesinin caiz olduğuna dair:
"Herhangi bir hurma ağacını kestiniz, yahut kökleri üstünde dikili
bıraktınızsa, hepsi Allah'ın izniy-ledir. Kim Allah'a muhalefet ederse, şüphe
yok ki, Allah' in azabı çetindir."[140]
ayetini delil olarak getirdi. İmam Zührîye göre "acve" denilen
hurmanın en iyi cinsi hariç, diğer hurma ağaçlarının hepsi kesilebilir. .
Dahhâk ise, ayette geçen "linetun" iyi meyve veren ağaca
denir", demiştir.
Ayetin inişi Nadîroğulları olayında olmuştur. Peygamber (s.a.v.), Medine'ye
geldiğinde ne kendisinin lehinde, ne de aleyhinde bulunmayacaklarına dair
onlarla antlaşma yapmıştı. Amr b. Ümeyye, yanlışlıkla KUâb kabilesinden iki
kişiyi Öldürmüştü. Peygamber (s.a.v.) beraberinde Ebû Bekir, Ömer ve Ali (r.a.)
olmak üzere Nadiroğullan kabilesine gitti. (Arablarda adet olduğu için)
antlaşmalı olan Nadîroğullarından, Kilab kabilesinden öldürülen iki kişinin diyetini
ödemek üzere yardım taleb etti. Peygamber (s.a.v.)'e : Ya Ebe'l-Kasım, otur
seni ağırlayalım, yemek yedirelim ve ondan sonra istediğin meblağı verelim."
dediler. Sonra Huyay b. Ahtab, onları bir tarafa çekerek: "Bugünkü fırsat
bir daha ele geçmez. Bugün Muhammed'i öldüremezseniz kolay kolay onu
Öldüremezsiniz" dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.)'i öldürmeğe
kalkıştılar. Cebrail (a.s.) gelip durumu Rasûlüllah'a haber verdi. O da, kalkıp
Medine'ye döndü. Cenâb-ı Allah bu konuda şöyle buyurur:
"...Hani bir güruh size saldırmaya kalkmıştı da Allah onlara mani
olmuştu"[141]
Rasulullah (s.a.v.) asker toplayıp onları muhasara etti ve dedi ki:
"Buradan çekip gidin. Her yıl bir defa gelip meyvelerinizi
toplarsınız" Ama onlar bunu reddettiler. Rasulullah (s.a.v.) onbeş gün
onları muhasara altında tuttu. Sokakların girişlerini kapatıp duvarların
arkasından müslümanlarla savaşıyorlardı. Cenâb-ı Allah bu konuda şöyle buyurur
:
"Onlar surla çevrilmiş kasabalar içinde yahut duvarlar arasında
bulunmadan sizinle toplu bir halde vuruşamazlar..."[142]
Müslümanlar, onlarla savaşabilmek için onların evlerini yıkmaya koyuldular.
Dış taraftan her bir duvar yıkılıp bir gedik açtıklarında onlar da iç taraftan
bir duvar yıkıp daha içerdeki evlere sığmıyorlardı. Yüce Allah olayla ilgili
olarak şöyle buyurur:
"...Öyle ki evlerini hem kendi elleriyle, hem mü'minlerin
elleriyle tahrip ediyorlardı..."[143]
Nihayet sıkıştıkça sıkıştılar. Münafıklar, yardımlarına koşacaklarına dair
onlara söz vermişlerdi, ama onlar da yardıma gelmediler. Yüce Allah onlarla
ilgili olarak da şöyle buyurur:
"Eğer sizinle harbedilirse muhakkak ve muhakkak biz, size yardım
ederiz." diyen o münafıkları görmedin mi?..."[144]
Rasulullah (s.a.v.) hurma ağaçlarının kesilmesini emretmişti. Emrine uyularak
ağaçlar kesildi. Halbuki yahu-diler o ağaçların bir dalını, bir köle yahut
cariyeye değişmezlerdi. Onlar birbirlerine: "Hurma ağaçları gittikten
sonra artık burada kalmamız anlamsızdır." dediler. Bunun üzerine Peygamber
(s.a.v.)'e seslenerek şöyle dediler: "Ya Ebe'l-Kâsım! Hani sen
bozgunculuktan sakındırıyordun, o hurma ağaçlarının ne suçu var ki, onları
kesip yakıyorsunuz? Canımız, çoluk-çocuğumuz ve silahlarımız hariç
develerimizi, taşıyabilecekleri kadar yükleyip burayı terketmemiz hususunda
bize güvence verir misin?"dediler. Peygamber (s.a.v.): "Evet"
dedi. O zaman kalelerinin kapılarını açtılar. Yapılan antlaşma üzerine
Rasûlüllah (s.a.v.) onları buradan çıkardı.
Bir rivayete göre Rasûlüllah (s.a.v.) Ebû Leylâ el-Mazinî ve Abdullah
b. Sellâm'ı ağaçlan kesmek üzere görevlendirdi. Ebû Leylâ, "acve"
denilen hurmanın en iyi cinsinin ağaçlarını, Abdullah da "levn"
denilen âdi hurma ağaçlarını kesiyordu. Ebû Leylâ'ya neden "acve"
ağaçlarını kestiği sorulduğunda: "Çünkü onları kesmek yahudileri daha çok
kızdırıyordu" dedi. İbn Sellâm'a da neden "levn" ağaçlarını
kestiği sorulduğunda: "Biliyordum ki, Allah Peygamberini galip getirecek
ve mallarını ona ganimet bırakacaktır. Bu sebeple mallarının en güzeli olan
acvenin kalmasını istedim." cevabım verdi. Bunun üzerine:
Kafir kitap ehlinin yurtlarında "hurma ağaçlarını kesmeniz veya
onları kesmeyip gövdeleri üzerinde ayakta bırakmanız Allahm izniyledir"[145]
âyeti indirildi.
Başka bir rivayete
göre de: Yahudiler, duvarların üstünden şöyle dediler: "Sizler
"bizler müslümanız, fesat çıkarmayız" diyordunuz. Halbuki görüyoruz
ki hurma ağaçlarını kesiyorsunuz. Allah bunu emretmemiştir. Ağaçlara dokunmayın
hangi taraf galip gelirse ağaçlar o tarafındır." Müslümanlardan bazısı,
"doğru söylüyorlar" dediler. Bazısı da: "Onları tahkir ve
kızdırmak için keselim" dediler. Bunun üzerine Yüce Allah her iki tarafın
da sözlerinin kendi rızasına muvafık düştüğünü belirtme sadedinde yukardaki
âyeti indirmiştir.
38- İmam
Muhammed, söylediğini ispatlamak için Üsâme bin Zeyd'den rivayet edilen şu
hadisi de delil olarak getirdi: "Peygamber (s.a.v.) sabahleyin
"Übnâ"[146]
denilen yere baskın yapıp orayı yakmamızı emretti.
Bir rivayete göre ismi
geçen yer "Übnâ" değil, "Ebyaf'tır. Üsâme'nin babası Zeyd b.
Harise burada Öldürülmüştü. Rasûlüllah (s.a.v.), olaya son derece üzülmüş ve
Üsâme'yi üçbin kişinin basma geçirip oraya gitmesini ve baskın düzenleyip orayı
yakmasını emretti. Ordu savaşa gitmeden önce Rasû-lüllah (s.a.v.) vefat edince
Hz. Ebû Bekir (r.a.) Rasûlüllah'ın emrini yerine getirerek orduyu aynı yere
göndermiştir.
39-
Zûhrî'nin rivayetine göne Peygamber (s.a.v.) Tâif yolunda Evtâs'tan geçerken
Mâlik b. Avf en-Nasrî'nin köşküyle karşılaştı ve yakılmasını emretti Bu olayla
ilgili olarak Hassan (r.a.) şöyle der:
"Büveyre denilen
yerde Luey oğulları üzerine büyük bir yangın ne de rahat yayıldı.
İmam Muhammed der ki:
RasûlüIIah (s.a.v.) Tâif kalelerinin muhasarasında ordu komutanı idi. Ancak
henüz muhasara olmaksızın Mâlik b. Avf'ın köşkünün yakılmasını emretmiştir.
Yakılmasını emretmesi, Mâlik b. Avf ı tahkîr etmek ve üzmek içindir. Buradan da
anlıyoruz ki, küfür yurdunda ağaçları kesmekte ve evleri yıkmakta bir sakınca
yoktur.
40- Râvi
diyor ki: RasûlüIIah (s.a.v.) daha sonra Taife varıp bağlarının kesilmesini
emretti.
Bu konuda meğâzî
kitaplarında bir olay anlatılır. Tâifliler buna şaşarak şöyle dediler:
"Hurma ağacı ancak on yılda meyve veriyor. Onlar kesildikten sonra ne
yapacağız? Sonra bazıları kahramanlık gösterisinde bulunarak kale duvarlarının
üzerinden şöyle bağırdılar: "Ağaçlarımızı kestiyseniz su, toprak ve güneş
onlar yerine bize başkalarını verecektir." Bazıları böyle diyenlere:
"Şayet gizlendiğiniz delikten çıkabilirseniz, tabi" diye cevap
verdiler.
RasûlüIIah (s.a.v.) ayrıca
Hayber hurmalıklarının da kesilmesini emretmiştir. Hatta Hz. Ömer (r.a.)
ağaçlan kesenlerle karşılaşıp, onlara engel olmağa kalkışınca "RasûlüIIah
(s.a.v.)'in emridir." dediler. Bunun üzerine Hz. Ömer, RasûlüIIah
(s.a.v.)'e gelerek: "Hurma ağaçlarının kesilmesini siz mi buyurdunuz."
dedi. RasûlüIIah (s.a.v.): "Evet" cevabını verince, Hz. Ömer:
"Allah Hayber'i sana vadetmedi mi?" dedi. RasûlüIIah (s.a.v.) :
"Evet vadetti." dedi. Hz. Ömer : "O halde kendinin ve ashabının
hurmalıklarını kesiyorsun, demektir." dedi. Bunun üzerine RasûlüIIah bir
münadiye ağaçları kesmeye son vermeleri için emir verdi.
Râvi diyor kî: Bazı
kimseler haber verdi ki, onlar Natâh kalesinin hurmalıklarında kılıç izleri
görmüşler ve kendilerine bunlar RasûlüIIah (s.a.v.)1 in kesilmesini emrettiği
ağaçlardır denilmiştir.
Natâh, Hayber
kalelerinden birisinin ismidir. Rivayete göre Hayber Yahudilerinin altı
kaleleri vardı: Şık, Natâh, Kamus, Ketîbe, Sülâlim, Vatîha
41- Ömer b.
Hattab (R.A), Şam'daki valisine bir mektup yazarak dedi ki:"Sen
yanındakilere emret, bazen ayakkabılı ve bazen de yalınayak dolaşsınlar.
Bazen ayakkabılı ve
bazen de yalınayak yürüsünler ki, her iki duruma da alışsınlar.
Hadis-İ Şerifte
rivayet edildi ki: "RasûlüIIah (s.a.v.) her işe sağdan başlamayı severdi.
Hatta ayakkabısını giymesinde ve saçını taramasında bile"
Hadis-i Şerifte geçen
"teraccele" kelimesi, saçını tarama anlamına geldiği gibi binekten
yere inme anlamına da gelir. Hz. Ömer'in yalın ayak yürümelerini istemesi,
onlara şefkatinden dolayıdır. Şayet küfür yurdunda yalınayak yürümek
mecburiyetiyle karşı karşıya gelirlerse zorluk çekmesinler diye.
Hicret sırasındaki
mağara olayından sözederek Hz. Ebû Bekir (r.a.) şöyle der: "Rasulullah
(s.a.v.)'İn ayaklarının tabanına baktım, kan damlıyordu. Çünkü yalınayak
yürümeye ahşmamıştı". Onun için fakihler yalın ayak ve uzun mesafeli
yarışlar yapmayı müstehab saymışlardır.
Hz. Ömer (r.a.)
mektubunda izar ve rida[147]
giyinmelerini söyledi.
Yani namaza giderken
ve halk arasına çıkarken izar ve rida giymeden çıkmasınlar. Her ne kadar tenha
bir yerde tek kat elbiseyle namaz kılmabilirse de müstahab olan izar ve rida,
giyerek kılmaktır. Hz. Ömer'in Rida giyilmesini emretmesi, bu giysinin Arab
giysisi olmasından dolayıdır.
Atları eğitsinler
Maksat atların İhtiyaç
anında yumuşak başlı olmaları için yahut ürkme-mek üzere eğitilmeleridir.
Nitekim Hadis-i Şerifte şöyle buyurulur :
"Atlar ürktüğü
için dövülür ama sürçtüğü için dövülmez." Çünkü sürçme binicinin
dizginleri iyi tutmamasından olabilir. Ama ürkme hayvanın huysuzluğundandır.
Onun için ürkme hususunda at eğitilir. Haç teşhir edilerek halka gösterilmesin.
Yani, zimmiler
müslüman memleketlerde haçlarını teşhir ederek sokaklardan geçmesinler. Çünkü
bu, müslümanları hafife almak anlamına gelir. Halbuki müslümanları hafife
alsınlar diye onlara teminat vermedik.
Domuzlar onların
yakınında olmasın.
Yani Müslüman
şehirlerde zımmilerin açıktan açığa içki kullanıp satmaları ve domuz besleyip
satmalarına engel olsunlar. Çünkü bu bir günahtır ve onu açıktan işlemelerine
imkan verilmez; Ama bunu kendi evlerinde ve üzerinde antlaşma yapılan
kiliselerinde yapabilirler. Çünkü bu, şirk koşmalarından ve Allah'tan başkasına
ibadet etmelerinden daha kötü bir şey değildir. Kendi evlerinde Allah'tan
başkasına ibadet etmelerine engel olunmazken buna da tabiatıyla engel olunmaz.
İçki içilen sofraya
oturmasınlar.
Müslümana yakışan bu
gibi sofralara oturmamaktır. Hatta mümkün ise münkerden sakındırma yoluyla içki
içenlere engel olmaya çalışır. Değilse oradan uzak olmalıdır. Çünkü lanet sofrada
bulunanların hepsinin üzerine iner. Nitekim, Rasulullah (s.a.v.) kıyametin
şartlarından bahsederken şöyle buyurur: "Sofralarının üzerinde içki
kaseleri dolaştırılır ve Allah'ın laneti üzerlerine iner."
Peştemal giymeden
hamama girmesinler.
Çünkü avret yerlerini
örtmek farzdır. Hadis-i Şerifte şöyle buyunılur: "Kim Allah'a ve ahiret
gününe inanıyorsa izarsız (peştemalsız) hamama girmesin ve hanımını hamama
sokmasın."
Acemlerin ahlakından
sakınınız.
Lüks hayat ve
böbürlenme gibi müslümanların ahlakına ters düşen acemlerin ahlakından
sakınınız. Acemlerden maksat, mecusilerdir. Böylece anlamış oluyoruz ki,
müslümanların ahlakından olan hususları yapmakta bir sakınca yoktur. İmam
Muhammed daha sonra açıkladığımız şekilde hadisi açıklayıp sonunda şöyle dedi:
Bunları açıkça işlemek
istedikleri zaman müslüman şehirlerden uzak bir yerde yapsınlar.
Mesela köylerde
yapabilirler. Çünkü şehirler dini sembollerin merkezleridir. Buralarda bu gibi
çirkin şeylerin yapılması müslümanları hatife almaktır. Bu ise, köyler için söz
konusu değildir. Rasullullah (s.a.v.) köylüler için şöyle buyurur: " Onlar
dünyadan habersizdirler" Rasululah (s.a.v.) bu hadisiyle bedevilerin
cehaletlerine ve dini emirlere bağlılıklarının gevşekliğine işaret buyurmuştur.
İmam Şemsü'l-Eimme -Allah
rahmet etsin- şöyle der: "Bana göre doğru olan, İmam Muhammedin bu
sözlerle Küfe köylerini kast ettiğidir. Bu köylerde oturanların hepsi zımmi
yahut Rafızîlerdir. Ama bizim bulunduğumuz bu diyarda, hem şehirlerde, hem
köylerde bu işleri yapmaları yasaklanır. Çünkü buralardaki köyler cemaatle
namaz kılman mescidlerden ve onlarda va'zeden vaizlerden yoksun değildir.
Bunlar ise, dinin sembolleridir.
42- Ebû
Üseyd es-Sâidî'den, Bedir günü Rasulullah (s.a.v.) 'in şöyle buyurduğu rivayet
edilir: "Size yaklaştıkları zaman onlara ok atın ve yüzyüze gelmeden
kılıçları çekmeyin."
"Üzerinize
çullanırsa" Sözü, size yaklaşıp hücum etmeleri anlamın Bu ise, stratejik
bir davranıştır. İhtiyaç anında ok atarak düşmanı kendilerinden savmalarım
emretmiştir. Bu, onların Savaşmasına izin verilmediği zaman içindir. Çünkü
Rasulullah (s.a.v.) Bedir'de Allaha yalvarmak için Hz. Ebû Bekir' le beraber
gölgeliğe çekilip ashabını savaşmaktan sakındırdığı bir sırada bu sözünü
söylemiştir.
"Kılıçları
çekmeyin" sözü ise, kılıcı düşmana ulaşmasından emin oluncaya kadar
gazinin onu kınından çıkarmasının münasib olmayacağını açıklamaktadır. Ancak
kılıç çekmede şer'î bir kerahet yoktur. Bu da düşman için bir oyundur.
Kılıçların parlaması, düşmanı korkutur.
Bazı alimler de dedi
ki: Düşman yaklaşmadan kılıç çekmek korkaklık alemetidir. Yüce Allah şöyle
buyurur:
"... Birbirinizle
çekişmeyin. Sonra bozguna uğrarsınız ve heybetiniz gider. Bir de sabr ve sebat
edin Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir."[148]
43- Sayıları
az veya çok olsun, devlet başkanı bir yere bir seriyye gönderdiği zaman
başlarına birini emir tayin etmeden onları yola çıkarmamalıdır.
Rasulullah (s.a.v.)'e
uyarak birini komutan tayin etmek vacibtir. Çünkü kendisi seriyyeler göndermiş
ve mutlaka her defasında birini başlarına komutan tayin etmiştir. Şayet
başlarına bir komutan tayin etmemek caiz olsaydı, bunun caiz olduğunu belirtmek
için ber defa olsun komutansız bir seriyye gönderirdi. Çünkü seriyyede
bulunanların bir karar etrafında toplanmaları şarttır. Bu ise, ancak başlarında
bir komutanın bulunmasını gerektirir ki, onlara bir şey emrettiğinde yerine
getirsinler. Savaşta konutanm emrine itaat etmek bazı savaş usûllerini
bilmekten daha yararlıdır. İtaat yoksa komutanlığın anlamı kalmaz. Rasulullah
(s.a.v.) şöyle buyurur: "Bana itaat eden, tayin ettiğim emire itaat etsin.
Emirime isyan eden ise, bana isyan etmiştir."
44- İmam
Muhammed, daha sonra söylediklerimize delil olarak bir hadis-i şerif getirip
Peygamber (s.a.v.)in şöyle buyurduğunu belirtir:
"Bir yolculukta
üç kişi bir araya geldi mi, en küçükleri bile olsa Kur'anı en iyi bilenlerini
başkan seçsinler.11 Kur'an'ı en iyi bilenin tercih edilmesi, onun diğerlerinden
daha faziletli oluşundan dolayıdır. Daha sonra şöyle dedi: Onlara İmam olan o
kişi artık onların emiridir ve Rasulullah (s.a.v.)'üı tayin ettiği emir
gibidir.
Bu ve buna benzer
hadislerle sahabe, Hz. Ebû Bekir (r.a.)'ın hilafetine delil getirip dediler ki:
Rasulullah'm, din işinizi yürütmek için seçtiği kişiye dünya işiniz için ona
nasıl rıza görtermezsiniz?
Yolcu iki kişi bile
olsa efdal olan, birinin diğerine başkan olmasıdır. Çünkü bu, anlaşıp ihtilaf
etmemeleri için daha geçerlidir.
45- İmam
Muhammed kitabında Selman[149] b.
Amir'in rivayet ettiği şu hadisi nakletmektedir. Peygamber (s.a.v.) seferlerinin
birinde gece yola koyuldu. Uyku sersemliğiyle beraberindekiler düzensiz bir
şekilde dağıldılar. Kimi çok ileri giderken kimi de geride kaldı. Ebû Bekir
ile Ebû Ubeyde (r.a.)'ın develeri yolun bir tarafındaki ağaca yanaşıp ondan otlamağa
başladılar. Daha sonra Ebû Bekir ve Ebû Ubeyde (r.a.) uyuya-kaldılar.
Uyandıklarında gördüler ki Rasulullah ve Sahabe onları bırakıp gitmişler.
Konaklanan yere yaklaşıp sesin ulaşacağı mesafeye geldiklerinde Rasulullah
(s.a.v.) onlara seslendi: "Biriniz diğerine emir oldu mu?"
"Evet, ya Rasulullah" dediler. Rasululah (s.a.v.) "Doğru
hareket etmişsiniz." buyurdu.
Yolcular da,
hırsızların baskınından korktukları zaman emirlerine itaat etmek ve çarpışmaya
ihtiyaç duyulduğu zaman onun emirlerine göre hareket etmek için birini
başlarına başkan seçsinler. Ama böyle bir korku sözkonusu olmadığı durumlarda
başkan seçmemelerinde bir sakınca yoktur.
İmam Muhammed der ki:
Devlet başkanının savaştan anlayan birini ordunun başına geçirmesi vacibtir.
Başa geçirilen kişi de tedbirli olmalı, orduyu ne körü körüne tehlikeler üzerine
sürmeli ve ne de ele geçen fırsatları kaçırmalıdir. Devlet başkanı ordunun da
hamişidir ve bu görevini tam bir şekilde yerine getirebilmesi için bu konularda
denediği kimseyi başlarına komutan tayin etmelidir. Şayet onları ele geçen
fırsatlardan alıkoyarsa kaçan fırsat bir daha ele geçmeyebilir. Şayet kendi
cesaretine güvenerek tehlikelere kendisini atarsa onlar da mecburen ona tabi
olacaklardır. Kendisi cesaret ve kuvvetiyle canını kurtarabilir ama olabilir
ki kendileri bunu beceremezler ve helak olurlar.
46- İmam
Muhammed söylediklerini teyid etmek için Hz. Ömer'in valilerine yazdığı şu sözü
nakleder. Bera b. Mâlik'i müslüman ordulardan hiç birine komutan tayin etmeyin.
Çünkü kendisi onları tehlikenin üzerine üzerine götürür.
Berâ, Enes b. Mâlik'in
kardeşi olup zühd hususunda Rasulullah (s.a.v.)1 in seçkin ashabından biridir.
Mertebesinin yüksekliği konusunda Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurur: "Nice
pejmürde ve eski elbiseli kimse vardır ki halk onu hakir görüp itibar etmez.
Ama Allah'a yemin edip şu şöyle olacaktır derse, Allah sözünü doğru çıkarır.
İşte bunlardan biri Bera b. Mâlik'tir."
Rivayet edilir ki,
bazı gazvelerde müslümanlar zor duruma düştüler. Bunun üzerine Bera' b. Mâlik'e:
"Dua etmeyecek misin? Hani Rasulullah (s.a.v.) senin için, o malum sözü
söylemiştir", dediler. "Bera ellerini havaya kaldırıp: Allah'ım
düşmanların omuzlarını bize ihsan eyle de kılıçlarımızı onlarla deneyelim."
şeklinde dua etti. Onun bu duasından hemen sonra düşman yenilip kaçtı.
Bununla beraber
Hz.Ömer (r.a.), tedbirsiz cesaretinden dolayı onun orduya komutan tayin
edilmesinden sakındırdı. Çünkü o kadar gözü kara idi ki her tehlikeye hiç
aldırmadan yürürdü.
Ebû Müslim'in Merv
şehrinden çıkardığı Bermekilerin ileri geleni Nasr b. Seyyar'in şöyle dediği
anlatılır: Acem büyükleri ittifak etmişlerdir ki, ordu komutanlığına
geçirilecek kimsede hayvan hasletlerinden on tanesi bulunmalıdır: Horozun
cesareti, tavuğun şefkati, domuzun saldırganlığı, köpeğin -yara üzerindeki-
sabrı, turnanın hırsı, tilkinin kurnazlığı, karganın uyanıklığı ve çökmek nedir
bilmeyen Horasan hayvanlarının gürbüzlüğü.
47- İmam
Muhammed der ki: Şayet emir bu konuda bilgi sahibi değilse, ona yol gösterecek
bir vezir seçsin. Yüce Allah şöyle buyurur:[150]
"Bana kendi ailemden bir de kardeşim Harun'u vezir ver." Şayet böyle
bir vezir seçmemişse, ordudan bu işten anlayan birkaç kişiyi seçer ve onlara
danışıp görüşlerinden istifade eder. Çünkü Rasulullah (s.a.v.), evinin
nafakasına varıncaya kadar her hususta sahabeyle meşveret ederdi. Aynı zamanda
bunu yapmakla da emrolunmuştu. Allah Teâlâ şöyle buyurur: "... yönetim
işinde onlarla müşavere et..."[151]Peygamber
(s.a.v.) de: "Meşveretten dolayı hiç bir topluluk helak olmamıştır"
buyurmaktadır.
İmam Muhammet! der ki:
Emir meşverete başvurduktan sonra vardığı sonucu halka emreder. Onlar da ona
itaat edip aykırı hareket etmemelidirler. Rasulullah (s.a.v.): "(Emire)
isyan eden kimseye cennet helal olmaz," buyurur.
Rivayet olunur ki,
Peygamber (s.a.v.) savaşa son verilmesini istediğinde bir münadiye, savaşa son
verdiğini ilan etmesini emretti. Daha sonra Peygamber (s.a.v,)'e falan şehid
edildi" denildi. O da : "Ben savaştan menettikten sonra mı?"
diye sordu. "Evet" dediler. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.):
"(Emire) isyan eden kimseye cennet helal olmaz." buyurdu.
Şehadet derecesiyle
birlikte Peygamber (s.a.v.)'in onun hakkında böyle buyurması, bile bile emire
isyan etmenin hiçbir surette helal olmayacağını göstermek içindir. [152]
48- İmam
Muhammed, Sahr el-Gâmidî'den naklen Peygamber (s.a.v.)rin şöyle buyurduğunu
rivayet etti: "Allahım! Ümmetimin erkencilerine bereket ihsan eyle."
Peygamber (s.a.v.) bir yere seriyye göndermek istediği zaman günün evvelinde
gönderirdi.
Burada ihtiyaç
sahibinin ihtiyacını gidermek hususunda erken davranmasının gerektiğine delil
vardır. Çünkü böyle davrandığı takdirde Rasulullah (s.a.v.)'in duasının
bereketiyle ihtiyacını gidermesi daha kolay olur,
Rasulullah (s.a.v.):
"Sabah erken davranmak kazançtır yahut[153]
amacı elde etmektir." buyurdu.
Bu sebeple ilim
tahsili için sabah erkenden çıkmanın müstehap olduğu söylenmiştir. Denildi ki;
İlim ancak, karganın sabah çok erkenden uçması gibi erken tahsiline çıkmakla
elde edilir.
Burada Devlet Başkam
bir seriyye göndermek istediği zaman günün evvelinde göndermesi gerektiğine
dair delil vardır.
Denildi ki: Ayrıca
Perşembe ve Cumartesi günleri gönderilmelidir. Çünkü Peygamber (s.a.v.)'in
şöyle buyurduğu rivayet edilir "Allahım Cumartesi ve Perşembe günlerinin
erkencilerine bereket ihsan eyle."
49- Rivayet
edilir ki, Hz. Ömer b. Hattab (r.a.)> devesini bağlamış bekleyen birini
gördü. Ona: "Seni burada alıkoyan nedir?" diye sordu. O adam:
"Cuma'dır; cuma namazım kılmak için bekliyorum." dedi. O zaman Hz.
Ömer: "Cuma, yolcuyu alıkoymaz. Kalk yoluna git." dedi.
Bu, her ne kadar,
cumadan kaçma şüphesi taşıdığı için bu günde yola çıkmanın mekruh olduğunu
söyleyen dar görüşlüler varsa da, cuma günü savaş, hac yahut başka herhangi bir
maksatla yola çıkmakta şer'i bir sakınca olmadığına delildir. Onların bu
anlayışına karşılık biz deriz ki:
Diğer günlerde
yolculuk mekruh olmadığına ve bu günlerde çıkan bir kimseye, sen namazların
yarısından kaçıyorsun, denilmiyeceğine göre, cuma günü yolculuğa çıkmak da
mekruh olmaz. Ramazanda da yola çıkmak caizdir. Nitekim Rasulullah (s.a.v.)
Ramazandan iki gün geçtikten sonra Medine'den Mekke'ye hareket etmiştir. Burada
da orucu eda etmekten kaçma şüphesi yoktur. Ayrıca zevalden sonra yola çıkacak
kimseye zevalden önce cuma vacib değildir ki, yola çıkması vacibten kaçış
olsun? Bize göre zevalden önce yola çıkmasında bir sakınca olmadığı gibi
zevalden sonra çıkmasında da sakınca yoktur. İmam Şafii -Allah rahmet etsin-
ise, vakte bağlı ibadetlerin eda edilmesinin vacib oluşunda, vaktin evveline
itibar eder. Ona göre vaktin başlangıcında mukim olan bir kimse, yolcu olmakla
cumanın vücubiyeti üzerinden sakıt olmaz. Diğer günlerde yola çıkacak kimse de,
Öğle namazını mukim olarak kılar.
Bize göre ise,
ibadetin vucubiyetinde vaktin sonuna itibar edilir. Onun için diğer günlerde
vaktin sonunda yola çıkacak olan kimseye o vakit için yolcu namazı kılması
gerekir. Cuma günü öğle vakti çıkmadan önce şehrin imar sınırını geçecek olan
bir kimseye cuma namazı vacib olmaz. İster zevalden önce şehri terketsin, ister
zevalden sonra terketsin, farketmez. Ama Öğle vakti son buluncaya kadar şehrin
İmar sınırından dışarı çıkmayacağını biliyorsa o zaman cumayı kılması
gerekiyor. Cumayı eda etmeden çıkamaz.
el-Kitâb' da İmam
Muhammed der ki: "Çünkü cumayı eda etmek onun üzerine bir farzdır."
Bu açıklama, İmam Muhammed'in temel yaklaşımına dayanmaktadır. Zira Ona göre
mukim için aslolan, cuma namazının farz oluşudur. Namaz bölümünde bu konudaki
ihtilafı belirtmiştik.
İmam Zafer ise, vaktin
sonuna İtibar etmez. Ona göre ancak cumayı kılabileceği miktar kadar vaktin
daralmasına itibar olunur. Bu hükümde o da, kendi kuralına dayanır. Çünkü ona
göre vucubiyetin sebebi, artık daha fazla geciktirildiği zaman o farzı yerine
getirecek vaktin kalmayacağı sınırında ortaya çıkar. Onun için der ki: O
sınırdan sonra aybaşı kanı gören bir kadın o vaktin namaz sorumluluğundan
kurtulmuş olmaz.
Vakit darlığı ortaya
çıkıncaya kadar şehri terketmeyecek kimsenin de cumada hazır bulunması gerekir.
Serahsî dedi ki: Hocamız
İmam Şemsu'l-Eimme el-Hulvânî der ki: Bu mesele bana şüpheli geliyor. Çünkü
vaktin sonuna itibar edilmesi ferdi olarak kıhnabilen namazlarda sözkonusudur.
Oysa cuma namazını kişi, yanlız başına kılamaz. Onu, ancak imam ve cemaatle
birlikte kılabilir. Bundan dolayı yolcu, şayet halk namazını eda edinceye kadar
şehri terk etmeyecekse, cumayı onlarla birlikte kılması gerekiyor.
Bu şüphe, İmam
Züfer'in kuralına göre çözüme bağlanır. Çünkü ona göre, kılma imkanına itibar
edilir. Daha fazla geciktirildiği takdirde namazı kılma imkanı bulunmayan son
vakit vucubiyetin sebebidir. Bize göre ise vucubiyete sebeb, vaktin son
bölümüdür.
50- İbn
Abbas (r.a.) Rasulullah (s.a.v,)'in şöyle buyurduğunu rivayet eder:
"Ashabın
hayırlısı dörttür. Seriyyelerin hayırlısı dörtyüz-dür. Ordunun hayırlısı ise,
dörtbindir. On ikibinlik bir ordunun sözü bir olursa, sayı azlığından dolayı
asla yenilmez." Denildi ki: "Ashabın hayırlısı dörttür."
sözünden maksat, sahabüerimin hayırlısı dörttür demektir ve bununla Raşid
Halifeler kastedilmiştir.
Ayrıca denildi ki:
Bununla, sözün zahiri kastedilmiştir. Bu söz, Ebû Ha-nîfe ile İmam Muhammed'in,
cuma namazının imam hariç üç kişilik cemaatle kılınabileceğine delildir. Çünkü
ashabın (arkadaşların) hayırlıları, yardımlaş-malarıyia farz eda edilenlerdir.
Hadiste serİyyenin,
ordudan daha az olduğuna delil vardır. Seriyyeye bu ismin verilmesi, gece yola
devam edip sayısının azlığından dolayı gündüz pusuya giren küçük birlik
oluşundandır. Büyük birliğe ordu denilmesinin sebebi ise, sayısının çokluğundan
dolayı askerlerin dalga dalga bir görüntü arzetmesİn-den ve bir coşku havasını
estirmesinden dolayıdır. Bundan kasıt, dötyüzden az sayıdaki birliğin seriyye
olamayacağı değil, sayıları dörtyüze ulaşınca, muradına ermeden dâru'l-harbten
dönmeyeceğidir.
"Onikibin kişilik
bir ordu, sayısının azlığından dolayı yenilmez." sözü ise, bu sayıya
ulaşan İslâm ordusunun, sayısı daha çok olsa bile, düşman ordusuna
yenilmesinin beklenmediği anlamındadır. Çünkü yenilmeyen galibtir. Lakin galib
gelebilmesi için askerlerin sözlerinin bir olması gerekiyor. Huneyn günü,
müslümanların sayısı onikibin olduğu halde yenilmişlerdir. Nitekim Yüce Allah:
"...Yeryüzü, o
genişliğine rağmen, size dar gelmişdi. Nihayet bozularak gerisin geri dönüp
gitmiştiniz."[154]
buyurur.
Ama aralarında
münafıklar ve henüz îslamını güzelleştirmemiş; daha yeni müslüman olmuş Mekke
halkından kimseler bulunduğu için sözleri bir olmamıştır.
Böyle bir orduda
birlik varsa kaçmaları caiz değildir. Çünkü o zaman üç kolordu durumundadırlar.
En iyileri olan dörtbini sağ kanatta, dörtbini sol kanatta ve dörtbini de
merkezde. Üzerinde ittifak olunan çoğulun asgari sınırı, şer'i hüküm itibariyle
sayıca daha çok olan çoğul gibidir.
51-
Rasûhıllah (s.a.v.)'in şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Seriyye
komutanlarının hayırlısı Zeyd b. Harise'dir. Ganimetleri eşit paylaştırır ve
halk arasında adil davranır."
Zeyd, Hz. Haticenin
kölesi idi. Onu, Rasulullah (s.a.v.)'e hediye etmişti. Evlat sayma
neshedilinceye kadar bu durum böyle devam etti. Yüce Allah onun hakkında şöyle
bururur :
"Hatırla o zamanı
ki, Allah'ın kendisine mi'met verdiği ve senin de yine kendisine lutufta
bulunduğun zata sen: "zevceni uhdende tut. Allah'tan kork...
demiştin."[155]
Rasûlüllah (s.a.v.),
onu sekiz ayrı seriyyeye komutan tayin etmişti. Nihayet Mu'te'de öldürüldü.
Rasulullah (s.a.v.), komutanların en hayırlısı olduğunu söyliyerek onu övdü.
Hayırlılık vasfını haiz oluşunu da bu iki haslete bağladı. Çünkü seriyye
komutanı bu iki haslete muhtaçtır. Bunlar, yukarıda geçtiği gibi, ganimetleri
eşit bir şekilde taksim etmek ve askerler arasında çıkacak anlaşmazlıkların
çözüme bağlanmasında adil davranmaktır.
Bazıları, İmam
Muhammed'in rivayeti bu şekilde nakletmesini ayıplamışlar ve rivayet:
"Aksemühüm bi'sseviyyeti ve a'deluhum bi'rra'ıyyeti" şeklinde
olmalıydı demişlerdi Buna karşılık deriz ki: îmam Muhammed hadisi bu lafızla
rivayet ettiğine göre, naklettiği şekilde kullanılması da sahihtir.
52- İmam
Muhammed der ki: Devlet başkanının, başarabileceği takdirde bir yahut iki veya
üç kişiyi seriyye olarak göndermesinde bir sakınca yoktur. Çünkü Peygamber
(s.a.v.)'in Hendek savaşı günlerinde Huzeyfe b. el-Yeman'ı yalnız başına
gönderdiği rivayet edilmiştir. Ayrıca Abdullah b. Üneys ile Dıhye el-Kelbi'yi
ayn ayrı yalnız başlarına, İbn Mes'ud ve Habbâb'ı da beraber gönderdiği rivayet
edilmektedir.
Peygamber (s.a.v.)'in,
üç kişiden az seriyye göndermeyi yasaklayan hadisinin izahı vardır:
Ya üçten az göndermek
dinde mekruh olmadığı halde Rasulullah (s.a.v.) müslümanlara olan şefkatinden
böyle buyurmuştur.
Ya da efdal olanı
belirttmek için böyle buyurmuştur. Yani efdal olan, üçten az olmamasıdır. Ta ki
düzeni bozmadan biri Önde ikisi arkada saf bağlayıp cemaatle namaz
kılabilsinler. Peygamber (s.a.v.)'den rivayet edilen: "Yola tek başına
çıkan süvari, şeytandır. İkisi, iki şeytandır. Üç ise cemaattir."
hadisinin manası budur.
Deriz ki: Seriyye
göndermekten maksat, sadece savaş değildir. Bazen düşmanın durumunu teftiş edip
gizli durumları hakkında haber almak için gönderilir. Bu gibi işlerde bir
kişinin düşman tarafına sızması üç kişinin sızmasından daha kolaydır. Olabilir
ki, iki kişi sızarlar da, bunlardan biri haber getirir, diğeri ise bu arada
yeni haberler toplar. Bu durumda iki kişi olmaları daha yararlıdır. Bazen de
hedef, savaşmak yahut düşmanın ileri gelenlerini gizlice öldürmektir. Bu
durumda da üç ve daha fazla kişinin bu işi gerçekleştirmeleri daha uygundur.
Bunlara karar vermek, emire aittir.[156]
53-
Sancakların beyaz ve bayrakların siyah olması daha uygundur. Çünkü hadisler bu
şekildedir.
Raşid b. Sa'd
(r.a.)'ın şöyle dediği rivayet edilir: "Rasulullah (s.a.v.)'in bayrağı
siyah ve sancağı beyazdı."
Urve b. Zübeyr (r.a.)
dedi ki: Rasulullah (s.a.v.)'in bayrağı siyah olup Hz. Aişe'nin hırkasından
yapılmıştı ve ismi Ukâb idi.
"Ukab",
Peygamber (s.a.v.)'in bayrağının ismiydi. Nitekim başka eşyalarının da ismi
vardı: Sarığının ismi es-Sehab, atının ismi es-Sekb ve katırının ismi de
Düldül'dür. Sancak, sultana ait olan ve onun önünde çekilen bez parçasına
denir. Bayrak ise, her komutan ve askerin altında toplandığı bez parçasıdır.
54-
Peygamber (s.a.v.)'in ilk olarak ne zaman bayrak kullandığı hususunda ihtilaf
vardır. İmam Zührî der ki: Hayber savaşına kadar bayrak yoktu, sancaklar
vardı.
Başkaları, Bedir günü
Rasulullah (s.a.v.)'in bayrağının rengi siyahtı, derler.
Buradan anlaşılıyor
ki,Hayber'den önce bayrak vardı. Bayrakların siyah olmasının hoş karşılanması,
savaşçıların siyah rengi seçmelerindendir. Her topluluk kendi bayrağının
etrafında savaşır. Savaşta dağılırlarsa, tekrar kendi bayrakları çevresinde
toplanırlar. Siyah renk ise, günün aydınlığında iyi görünür. Hele tozlu ve
dumanlı zamanlarda başka renklerden daha iyi seçilir. Onun için siyah renk
seçilmiştir.
Şer'î yönden ise,
bayrakların beyaz, san yahut kırmızı olmalarında bir sakınca yoktur.
Sancaklarda beyazın seçilmesi ise, Rasulullah (s.a.v.)'in: "Allah'ın
yanında elbisenin en sevimlisi, beyaz olanıdır, Canlılarınız beyaz giysin.
Ölülerinizi de onunla kefenleyin." şeklinde hadisi vardır.
Her orduda ancak bir sancak
bulunur. Askerler ihtiyaç duydukları zaman durumlarını arzetmek üzere sancağa
gelirler. Çünkü baş komutan burada bulunur. Sancak için beyaz rengin
seçilmesi, komutanlara ait olan siyah bayraklar
arasında rahatlıkla
seçilebilmesi içindir.
55- Seleme
b. el-Ekva1 (r.a.) dedi ki: Allah'a yemin ederim ki, Hayber günü bir baktım
kendimi Hz. Ali (r.a.)'m peşinde koşar buldum. Ancak ona varmadan kendisi
Hayber kalesine girdi. Hemen sonra tarlalarda çalışacak olan yahudi işçiler çıktı.
Bir rivayette ise, savaşçı yahudiler çıktı, denilmektedir. Müslümanlardan taraf
olan kale kapısını açtılar. Bu Natât denilen kale idi ve yahudiler
korkularından içten üç duvar daha örmüşlerdi. Düşman atlarının içeri girmesi
mümkün değildi. Yahudiler, müslümanlarla açık alanda savaşmak sevdasıyla o
duvarların ve kalelerin dışına; açık alana çıktılar. Bahadırları Mirhab
ismindeki zat, şu beyitleri okuyarak dışarı fırladı: Hayber halkı bilir ki, ben
Mirhab'im Pür silah denenmiş bir bahadırım. Bazen vurur, bazen vurulurum.
Ben hazır olursam,
hazır bulunmayanlara ihtiyaç bırakmam. Mirhab ismindeki bu şairi Hz. Ali
öldürmüştür. Olay Meğâzî kitaplarında etraflıca anlatılır. İmam Muhammed'in bu
hadisi zikretmesinden maksat, sonunda geçen Peygamber (s.a.v.)'in, askeri
birliklere bayraklar dağıttığını belirtmektir.
Daha önce sancaklar
vardı. O gün bayraklar da kullanılmaya başlandı.
56- İmam
Muhammed dedi ki: Savaşa çıkan her gurup parola kullanmalı ki kaybolan kişi,
gurubunu bulmak için o parolayı kullansın. Her sancağa mensub olanların da bir
parolası olmalıdır. Ta ki mensub bulunduğu birliği kaybeden kişi, sorarak onu
bulabilsin. Aslında bu, dince vacib olan bir şey değildir. Dolayısıyla bir
parola tesbit etmeseler günahkar olmazlar.
Ancak savaşta bu daha
iyi ve daha geçerlidir. Üstelik rivayetlere uygun olan da budur. Nitekim Sinan
b. Vebra el-Cühenî Şu haberi vermektedir: "Biz Müreysî yani Benî Mustalık
gazvesinde Rasulullah (s.a.v.)'Ie beraberdik. Parolamız: "Ey galip
öldür" idi
Yani düşmana galip
geldin, onlardan dilediğini öldür. Peygamber (s.a.v.)' in Bedir günü parolası
da buydu. Uhud gününde ise: "Öldür! Öldür!" idi.
57- Hz. Aişe
(r.a.) dedi ki: Rasulullah (s.a.v.) Muhacirlerin parolasını: "Ey
Abdurrahman oğulları!" Hazrec kabilesinin-kini de: "Ey Abdullah
oğulları!" Evs'inkini de: "Ey Ubeydul-lah oğulları" şeklinde
tesbit etmişti, Ahzab savaşının bir gecesinde de şöyle dedi: Şayet bu gece
düşman saldırısına uğrarsanız, "Ha Mim, Galip gelmezler"
parolanızdır. Bu, düşmanın zafere erişemeyeceğine dair kesin bir yemindir.
58- Huneyn
günü Müslümanların parolaları: "Ey Bakara suresinin sahipleri." idi.
Müslümanlar yenilip dağılınca Rasulullah onları bu parola ile çağırıp:
"Ey Bakara suresinin sahipleri. Yanıma gelin, şüphesiz ben, Allah'ın kulu
ve Rasulü-yüm." dedi ve düşmana doğru saldırdı. Sesini duyan müslü-manlar
hemen etrafında toplanmaya başladılar.
Müslümanlar, Peygamber
(s.a.v.)'in etrafında toplanınca müşrikler kaçmaya başladılar. O zaman
Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: " Yasin'e yemin ederim ki
yenildiler." Rasulullah (s.a.v.)'in bu sözü, düşmanın yenilgi haberini
vurgulayan bir yemindir.
Netice olarak parola,
bir alamettir. Müslümanların devlet başkam, dilediği parolayı seçer. Ancak
müslümanın galip geleceğine delalet eden kelimeleri seçmesi, uğurluluk getirir,
umuduyla daha evladır. Rasulullah (s.a.v.)1 de iyiye yormaktan hoşlanırdı.[157]
59- Abdullah
b. Ebi Evfa (r.a.)'ın rivayetine göre Rasu-lullah (s.a.v.) düşmanla
karşılaştığı zaman Savaştan önce şöyle dua ederdi
"Allah'ım! Bizler
de senin kullarınız, düşmanlar da senin
kullarındır.
Başlarımız da, onların başlan da senin Kudretinin
elindedir. Allah'ım
onları mağlub et, bizi de onlara galib kıl. Bu hadis-i şerifte, savaşa giden
her müslümanın Peygamber
(s.a.v.)re uyarak savaştan
önce dua etmesinin gerekli olduğuna
dair delil vardır.
Çünkü dua ile mü'mine
rızık ve yardım gelir, çeşitli bela ve düşmanın şerri bertaraf olur. Yüce Allah
bize dua etmemizi emrediyor:
"... Artık onlar
da davetimi kabul edip bana inansınlar ki doğru yolda yürüyenlerden
olsunlar."[158]
"Rabbinize gönülden ve gizlice yalvarırı. Doğrusu O aşırı gidenleri
sevmez."[159] Önceki Peygamberlerin de
düşmana beddua ettikleri haber verilmektedir. Nuh (A.S.) şöyle demiştir :
"Rabbim!
Yeryüzünde hiçbir kafir bırakma!"[160] Hz.
Musa (A.S.), Hz. Harun (A.S.)'m da düşmana bedduada bulundukları
nakledilmektedir.
60-
Müslümanlar savaş için müşrik bir kavimle karşı karşıya geldikleri zaman şayet
o kavim İslam'ı duymamış ise savaştan önce onları İslam'a davet etmelidirler.
Çünkü Yüce
Allah:".,. Biz Peygamber göndermedikçe kimseye azap etmeyiz."[161]
buyurmuş; Peygamber (s.a.v.) de ordu komutanlarına bunu emretmiş ve:
"Onları, Allahtan başka ilah bulunmadığına şehadet etmeye çağırın" buyurmuştur.
Değilse, kendileriyle yapılan savaşın, mallarını elde etmek ve çoluk
çocuklarını esir almak amacıyla yapıldığını sanabilirler.. Halbuki din için
kendileriyle savaştığımızı bilseler, savaşa ihtiyaç kalmadan çağrımızı kabul
edebilirler.
Önce, İslâm']
kabullenmeye çağırılmaları, hikmet ve iyi öğütle Allah'ın yoluna bir çağrıdır
ki, onunla başlamak vacibdir.
İslâmı duymuşlarsa,
onlardan cizyeyi kabul edip etmeyeceğimizi bilmeyebilirler. Onun için savaşa
başlamadan onları cizye vermeye davet ederiz. Rasulullah (s.a.v.) ordu
komutanlarına bunu da emretmiştir. Şayet ondan sonra savaşılacaksa, savaşın
sona erdirilmesi de cizye vermeyi kabul etmeleriyle gerçekleşir. Yüce Allah:
"... Boyunlarını büküp kendi elleriyle cizye verene kadar onlarla
savaşın."[162]
buyurmaktadır.
Cizye vermeyi kabul
ettikleri takdirde müslümanlarm bazı hükümlerine bağlanmış ve muamelatta onlara
iaat etmiş olurlar. Bu nedenle şayet cizye verme diye bir şey bilmiyorlarsa,
bunun onlara teklif edilmesi gerekiyor.
Ancak mürted yahut
Arap putperestleri gibi kendilerinden cizyenin kabul edilmeyeceği bir topululuk
iseler, o zaman ya İslamı ya da savaşı kabul ederler.
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Bedevilerden geri kalmış olanlara deki: Güçlü kuvvetli bir
millete karşı, onlar müslüman olana kadar savaşmaya çağrılacaksınız, eğer itaat
ederseniz Allah size güzel ecir verir, ama daha Önce döndüğünüz gibi yine
dönecek olursanız, sizi can yakan bîr azaba uğratır."[163]
Şayet İslâmı kabul
etmezlerse, cizye vermeleri teklif edilmeden onlarla savaşa başlanır. Eğer
İslâmı kabullenmeleri için çağrı yapılmadan onlarla savaşılır ve
öldürülürlerse, müslümanlar üzerine ne diyet, ne de keffaret gerekir.
Çünkü diyet veya
keffaretin gerekmesi için onları koruyacak bir durumun (dokunulmazlık) olması
gerekir Dokunulmazlığın da alimler arasındaki farklı görüşlere göre ya
dâru'I-İslâmda olmaları yahut İslâmı kabullenmeleridir. Onların
dokunulmazlığını sağlayacak bir durum bulunmadan mücerred olarak öldürülmelerinin
yasaklanması diyet yahut keffareti gerektirmez. Nitekim harb ehlinin kadın ve
çocuklarının öldürülmeleri yasaklandığı halde öldürüldükleri takdirde diyet ve
keffaret gerekmiyor. Çünkü burada yasaklama sadece öldürmeyi Önlemek içindir.
61- Şayet
İslâm daveti daha Önce kendilerine ulaşmışsa, müslümanlar dilerlerse gelecekte
mazeretlerini ortadan kaldırmak ve uyarmak için davet ederler. Dilerlerse,
onlara çağrı yapılmadan savaşırlar. Çünkü onlar, ne için onlarla savaşıldı-ğını
biliyorlar. Bazen düşmana böyle bir çağrıda bulunmak müslümanlara zarar
verebilir. O zaman çağrı yapılmadan sa-vaşılmasmda bir sakınca yoktur.
İbn Abbas (r.a.) den
gelen bir rivayette: "Rasulullah (s.a.v.) çağrıda bulunmadan hiçbir
kimseyle savaşmamıştır." sözü ile Hz. Talha'dan rivayet edilen
"Rasulullah (s.a.v.) çağrıda bulunmadan müşriklerle savaşmazdı"
sözüne gelince; Bunun te'vili, İmam Muhammed'in de kitabında belirttiği gibi,
şöyledir
62- O zaman
onlara İslâmı ilk tebliğ eden kişi Peygamber (s.a.v.) idi: Onlardan çoğu
Peygamber (s.a.v.)'in onları neye davet ettiğini bilmiyordu. Onun için
Peygamber (s.a.v.) onları İslama davet etmeden savaşa başlamazdı. İmam İbrahim
Ne-haî'den de aynı görüş nakledilmiştir. Hatta kendisine Deylem halkına çağrı
yapılıp yapılmaması hususunda sorulduğunda dedi ki: "Onlar, neye
çağırıldıklarını biliyorlar." Yani savaştan Önce İslama çağın İmaların a
gerek yoktur.
Demek istiyor ki bu
meselede Peygamber (s.a.v.)'in durumu ile durumumuz bir değildir. Yahut
Rasulullah (s.a.v.), belki tevbe ederler diye onları yumuşatmak için böyle
yapıyordu. Yoksa bunun vacip oluşundan dolayı değil. Rasulullah (s.a.v.), vakti
geldiğinde savaşı bırakıp ashabiyla birlikte namaz kılar ve namazdan sonra
savaş alanındaki yerine döndüğünde tekrar onları İslamı kabul etmeye davet
ederdi.
63- Ata' b.
Yesâr'm rivayetine göre Peygamber (s.a.v.) Hz. Ali'yi bir yere gönderdi ve ona
şöyle söyledi: Haydi arkana bakmadan git. -Yani sana ne emrettiysem hepsini
yap.- Hz. Ali "Ya Rasulallah onlara nasıl davranayım?" dedi.
Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: Onların bulunduğu alana vardığında onlar
seninle savaşmadan onlarla savaşma. Şayet seninle savaşmaya başlarlarsa, senin
taraftan birini öldürünceye kadar sen savaşa başlama. Bir de senin taraftan
Öldürdükleri kimseyi onlara göstermedikçe de onlarla savaşa girme. Onlara o
öldürüleni gösterdikten sonra şöyle de: "Hala, La ilahe illallah
demiyecek misiniz?" Şayet söylemeyi kabul ederlerse onlara de ki:
"Namaz kılacak mısınız?" Şayet "Evet" derlerse, onlara de
ki: "Mallarınızdan zekat verecek misiniz?" Bunu da kabul ederlerse,
artık onlardan başka birşey isteme. Allah'a yemin ederim ki, Allah'ın senin
vasıtanla birini hidayete kavuşturması, senin için güneşin üzerine doğup
battığı herşeyden daha hayırlıdır."
Hiç şüphesiz bu
zikredilenlerin hepsi, böyle davranmak vacip olduğu için değil, onlarla uzlaşma
yollarını araştırma kabilindendir.
64-
Abdurrahman b. Âiz'in rivayetine göre: Rasulullah (s.a.v.) bir yere bir ordu
gönderdiği zaman onlara şöyle derdi:
"İnsanların
gönlünü kazanmaya çalışın ve onlara ihtimam gösterin. Onları İslama davet
etmeden üzerlerine saldırmayın. Yeryüzünde bulunan inanların her çeşitini;
yerleşik olanını, göçebe olanını İslama kazandırmanız, erkeklerini öldürüp
çocuk ve kadınlarını getirmenizden bana daha sevimlidir."
Ebû Osman en-Nehdî
diyor ki: Davet ettiğimiz de olurdu, etmediğimiz de.
Yani bazen davetimizi
yapardık, bazen de yapmadan hücum ederdik. Bu da gösteriyor ki, her iki durum
da caizdir. Şayet inanmaları ümit ediliyorsa, davet defalarca tekrar edilir.
Ama böyle bir ümit yoksa, davet yapmadan saldırmakta bir sakınca yoktur.
Bunun delili, Rasulullah
(s.a.v.)'in Ebû Katade b. Rib'ıyy'ı ondört kişiyle birlikte Gatafan kabilesinin
üzerine gönderişini anlatan rivayettir. Bu rivayete göre Rasulullah (s.a.v.)
onlara şöyle demiştir:
"Onlara baskın
yapın, ama kadın ve çocukları öldürmeyin."
Ravi, daha sonra Ebû
Katâde'nin yerinde olan tedbirini zikrederek der ki: Onlardan büyük bir semte
geceleyin saldırdığımızda Ebû Katâde bize şunu tavsiye etti: "Tekbir
getirdiğim zaman siz de tekbir getirin. Saldırdığım zaman siz de saldırın. Ama
ganimet elde etmek için içerilere kadar sokulmayın". Ayrıca bizi ikişer
kişilik guruplara ayırarak dedi ki: Sizden hiç biriniz, öldürülünceye yahut
haberini bana getirme ihtiyacını duyuncaya kadar arkadaşından ayrılmasın.
Döndüğü zaman, kendisine arkadaşından haber sorduğunda, "Ondan haberim
yok" diyecek olan sakın bana gelmesin."
Ravi diyor ki: O semti
kuşattığımız zaman birisinin: "Ey yeşil!" [164]
diye seslendiğini duydum. Kendi kendime bunu hayra yorumladım ve hayırla karşılaşacağım
dedim. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) de buna benzer yorumlar yapardı. Mesela Hz.
Ebû Bekir'le birlikte mağaradan çıkıp Medine'ye hicret etmek üzere yola
koyulduğunda yolda Büreyde el-Eslemi ile karşılaştı. Ebû Bekir'den onun ismini
sormasını istedi. "Büreyde" karşılığını verdiğinde, Peygamber
(s.a.v.) "İşimiz serinledi, işimiz kolay oldu" buyurdu. Büreyde,
Eşlem kabilesinden olduğunu söyleyince de, Peygamber (s.a.v.) :
"Kurtulduk; selamete erdik" buyurdu.
Buradan anlıyoruz ki,
buna benzer hayra yormada bir sakınca yoktur.
İslam ordusu Ceyhun
nehrini geçince bir adamın oğlunu: "Zafer" diye çağırdığını duydular
ve bunun üzerine: "Zafere erdik" dediler. Başka biri de oğlunu :
"Alvân" diye çağırıyordu. Bunun için de : "Yükseldik"
dediler.
Zeyd b. Harise (r.a.)
den de, kendisinin komutan olduğu bir müfrezenin buna benzer şekilde davrandığı
rivayet edilir. Ayrıca der ki: Sabahın alaca karanlığında kabilenin bulunduğu
yere vardık. Rasulullah (s.a.v.), Müstalik Oğullarına aniden saldırdı. Onların
bundan haberleri yoktu. Hayvanları da su başındaydı. Karşı koyanları öldürüp
geri kalanları esir etti. Esirler arasında Hâris'in kızı Cüveyriye de vardı.
Üsâme (r.a.) a, Übnâ kabilesine[165]
saldırmasını ve evlerini ateşe vermesini emretti. Davet yapılmadan baskın
yapılmıştı.
65- Hasan-ı
Basrî'nin şöyle dediği rivayet edilir: Rumlar (Bizanslılar) için davet yoktur.
Çünkü onlar çok öncelerden davet edilmişlerdi.
Yani zamanımızdan önce
onlara davet ulaşmıştır. Yahut bu sözünden
maksadı, Hz. İsa'nın
onlara, Muhammed (s.a.v.)'le müjdelemiş olduğu ve gönderildiği zaman ona
inanmalarını emrettiğidir. Yüce Allah Hz. İsa'nın bu müjdesini söz konusu
ederek şöyle buyurur :
"...Benden sonra
gelecek ve adı Ahmed olacak bir peygamberi müjdeleyen, Allah'ın size
gönderilmiş bir peygamberiyim, demişti..."[166]
Başarı Allah'tandır.[167]
66- İbn Ömer
(r.a.)'ın rivayetine göre Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Atlar öyle
hayvanlardır ki, kıyamete kadar alınlarında hayır vardır."
Yani atlar cihad ve
düşmanı korkutma işinde kullanıldıkları için sahiplerine sevap kazandırırlar.
Yüce Allah:
"Ey inananlar! Onlara
karşı gücünüzün yettiği kadar -Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanlarınızı ve
bunların dışında Allah'ın bilip sizin bilmediklerinizi yıldırmak üzere- kuvvet
ve savaş atlan hazırlayın. Allah yolunda sarfettiğiniz herşey size haksızlık
yapılmadan ödenecektir."[168]
buyuruyor.
Hadiste geçen
"hayır" dan maksat, atlar sebebiyle ganimetten bir pay haketmektir.
Yüce Allah: "Birinize ölüm geldiği zaman, eğer mal bırakıyorsa, ana
babaya, yakınlara, uygun bir tarzda vasiyet etmesi -Allah'a karşı gelmekten
sakınanlara bir borç olarak- size farz kılındı."[169]
ayetinde malı hayır ile isimlendirmiştir. Ganimet de bir hayırdır. Çünkü mal,
elde etme yolîannm en yüce-siyle elde edilmiştir ve ona "hayır" ismi
verilir.
67- Salih b.
Keysân'm rivayetine göre Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu :
"Atların
hayırlısı, yelesi ve kuyruğu kızıl olandır."
Bu vasıf, atların
yeleleriyle kuyruklarına bakılarak anlaşılır.
68- Abdullah
b. Ebî Nüceyh es-Sekafi der ki: Peygamber (s.a.v.) in şöyle buyurduğunu duydum :
"Bereket alnı
sakar, yağız, üst dudağında beyazlık bulunan
üç ayağı sekili ve sağ
ayağı başka renk olan* atlardadır. Bu
atlar yoksa siyah at
bu vasfı taşır."
"Alnında bir
dirhem yahut daha küçük miktarda beyazlık olan ata Akrah denir. Şayet beyazlık
daha çok ise ona Ağar denir. Siyah ata Edhem denir. Üst dudağında ve burun
deliklerinin üzerinde beyazlık bulunana Ersem denir.
Sağ ayağı dışında üç
ayağı beyaz olan ata Muhaccel denir.
Erce! de beyazlık
sadece sağ ayağında bulunan attır ki, uğursuzluğa yorumlanır. Sağ ayağı dışında
üç ayağında aklık bulunan ise iyiye yorumlanır. Cahiliyette Arapların atlarla
ilgili yargıları buydu. Peygamber (s.a.v.) de bunu değiştirmemiştir.
69- Ömer b.
Hattab (r.a.) Sa'd b. Ebi Vakkas (r.a.)'a bir mektup yazarak şöyle dedi! Hiçbir
atı iğdiş etme ve hiçbirini üst üste iki milden fazla koşturma.
Kimi yukarıdaki sözün
zahirini alarak atın iğdiş edilmesini mekruh saymıştır. Nitekim rivayet edilir
ki, Hz. Ali, Rasulullah (s.a.v.) den atların iğdiş edilmesini sormuş, o da:
"Kim bunu yaparsa, ahirette nasibi yoktur" buyurmuştur. Yüce
Allah'ın: hikaye ettiği şeytanın "... Allah'ın yarattığını değiştirmelerini
emredeceğim..."[170]
sözünü de buna uygun olarak te'vil etmişler ve bu değiştirmeden maksat
hayvanların iğdiş edilmesidir, demişlerdir.
Bizim görüşümüze göre
ise, atın iğdiş edilmesinde bir sakınca yoktur. Rasulullah (s.a.v,)'in
zamanından bugüne kadar bu iş yapıldığı halde karşı çıkan olmamıştır. İğdiş
edilmiş atı satın almak ve ona binmekte bir sakıncanın olmadığı hususunda
ittifak vardır. Rasulullah (s.a.v.) in de iğdiş edilmiş bir atı vardı. Şayet
iğdiş etmek mekruh olsaydı, satın alınması ve binilmesi de mekruh olurdu ki,
halkın bu işi yapmalarım engelemek için bir tedbir alınırdı.
Ömer (r.a.) dan
nakledilen yasaklama sözünü, İmam Muhammed kitabında şöyle te'vil eder:
70- Atın
kişnemesi düşmanı korkutur. Oysa iğdiş etme, atın kişnemesini giderir.
İğdişin hoş
karşılanmaması dince haram oluşundan değil, bu sebebten dolayıdır. Atın, üst
üste iki milden fazla koşturulmasının yasaklanması ise, taşıyamayacağı bir
işin ona yükletilmemesidir. Ama onları eğitmek için atlarla yarış yapılırsa
bunda bir sakınca yoktur.
71- Amir
eş-Şa'bî'nin rivayetine göre Hz. Ömer (r.a.) hem at koşturmuş ve hem de
yarışlara katılmıştır.
Dayanamayacakları derecede
olmaması şartıyla atları yarıştırmakta bir sakınca yoktur. Rivayete göre
Rasulullah (s.a.v.) le Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer (r.a.) yarışmışlardır.
Rasulİullah (s.a.v.) birinci gelmiş, Hz. Ebû Bekir bir at boyuyla ikinci, Hz.
Ömer de üçüncü olmuştur.
72-
Mücahid'den yapılan rivayete göre Resûlullah (SA.V) şöyle buyurmuştur. "
Ok atma ve at yarışlarından başka bir eğlencede melekler hazır bulunmaz."
73- Ebû
Hureyre'den rivayete göre Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur. " At,
deve ve ok atmanın dışında yarış yoktur."
74- Rivayete
göre Rasulullah (s.a.v.) in Adbâ isminde bir devesi vardı ki, her yarışta
birinci gelirdi. Bedevi bir Arap gencecik devesiyle Adbâ'yı geçti. Bunun
üzerine Rasulullah (s.a.v.): " Allah'ın bu dünyada yükselttiği hiç bir şey
yoktur ki, bir gün onu düşürmesin." buyurdu.
Atletizm yarışlarında
da bir sakınca yoktur. Zührîderki: Rasûlullah'm Ashabı arasında yarışlar,
atlarla, develerle ve ayaklarla yapılırdı. Çünkü gaziler, hayvanlara binme ve
onları koşturma eğitimine muhtaç
oldukları gibi yeri
geldikçe bineksiz koşmaya da muhtaçtırlar ve bu konuda da
kendilerini
eğitmelidirler.
75- Yarışma
için mükafat konursa bakılır, şayet mükafat taraftarlardan biri tarafından
konmuş ve "beni geçersen sana şu mükafatı veririm, ama ben geçersem senden
birşey almam" şeklinde ise bu istihsan yoluyla caizdir. Çünkü Rasulullah
(s.a.v.): şöyle buyurmuştur:
" Mü'minler
koştukları şarta bağlı kalırlar Oysa kıyasa göre, malı heba etmek anlamına
geleceğinden caiz olmaması gerekirdi. Ama her iki taraf mükafat koyarsa caiz
olmaz. Çünkü bu, kumarın ta kendisidir. Kumar ise haramdır. Ancak aralarında
bunu helal kılacak biri bulunursa, o başka. Helal kılınmasına sebeb olacak
şahıs, üçüncü şahıstır. Bu da, üçüncü şahsın ortaya bir mükafat koymaması ve
şayet kendisi onları geçerse, mükafatları her ikisinden alması ve kendileri
onu geçtikleri takdirde ondan birşey almamaları şartıyla caizdir. Böylece
üçüncü şahıs araya girmiş olur ve diğer ikisinden her kim birinci gelirse
diğerinden mükafatı alır. Bu, caizdir.
Bu üçüncü kişi meselesi,
Said b. Müseyyib'den mervidir. Ancak üçüncü şahsın, birinci gelme ihtimali
bulunan bir hayvana binmiş olması gerekir. Şayet böyle bir ihtimal yoksa,
aralarına katılması anlamsızdır. Onun için de mesele, kumar olmaktan kurtulmaz.
Serahsî der ki:
Üstadımız Şemsü'l-Eimme buna kıyasla talebeler arasında böyle mükafath
yarışmaların caiz olduğuna dair fetva verirdi. Bir meselede iki talebe arasında
ihtilaf olur ve onlardan biri, hocaya soralım, şayet senin dediğin çıkarsa
senden birşey almam derse, bu, caizdir.
Ama her iki taraf
ortaya mükafat koyarsa o zaman kumar olur.
At yarışlarında bu
mükafatın caiz olması, cihada yardımcı olmasından dolayıdır. Burada da ilim
tahsiline yardımcı olacağı için caizdir.
76- Safvan
b. Amr es-Seksekî'nin rivayetine göre, Ömer b. Abdülaziz Seksek halkına bir
mektup yazarak onların atları koşturmalarını yasaklamıştır.
Bundan maksat, hayvan
satıcılarıdır. İhtiyaç olmadığı halde atı koşturup yormaktan onları
yasaklamıştır. Yahut hayvanı zorlayan koşudan sakındirmıştır. Çünkü bu,
müşteriyi aldatmaktır ve aldatmak da haramdır.
Ayrıca gayesiz; sırf
eğlenceden ibaret olan koşu kastedilmiş olabilir. Çünkü atlara iyi davranmamız
emredilmektedir. Onlar, düşmanı korkutma ve savaş işlerinde kullanılan değerli
hayvanlardır. Sırf eğlence için onları koşturup yormak caiz değildir.
77- Safvân,
devam ederek dedi ki: Ömer b. Abdülaziz, kıpçasmın ucuna demir takıp onunla atı
dürten kimsenin ata binmesini de yasakladı.
Bazı kimselerin
yaptığı gibi hayvanı koşturmak için başka hiçbir sebeb yokken yaralayıcı bir
demirle onu dürtmek caiz değildir. Nitekim Araplar, ayakkabılarının altına bir
demir çakarak atlarını koşturduklarında bu demirlerle onları dürterlerdi. Daha
önce belirttiğimiz gibi bu, caiz değildir. Ömer bin Abdülaziz, cihad yahut
başka bir maksat olmaksızın sırf eğlenmek için atın koşturulmasını
yasaklamıştır[171].
78- Ka'b
dedi ki: Savaşa giden hiç bir İslâm ordusu yoktur ki Allah hayvanları hakkında
şöyle bağıran bir melek göndermesin: "Allahım çıngıraklı olanları hariç,
bineklerini sağlam ve ayaklarını demirden kıl"
79- Halid b.
Mâdan rivayetine göre Peygamber çıngıraklı bir binek gördü ve "Bu,
şeytanın bineğidir dedi.
80- Ümmü
Habibe'nin rivayetine göre Peygamber şöyle buyurmuştur: "Çıngırak bulunan
kervana melekler yanaşmaz"
Bazı alimler, bu
rivayetlerin zahirine bakarak, savaşta olsun, başka hususlarda olsun bineğe
çıngırak takmayı mekruh görmüşlerdir.
Hz. Aişe'den yapılan
bir rivayete dayanarak küçük çocuğun ayağına çıngırak takmayı da mekruh
görmüşlerdir. Bu rivayete göre Hz. Âişe bir kadının yanında ayağına çıngırak
takılmış bir çocuk görmüş ve o kadına: "meleklerin nefret ettiği şu şeyi
ondan uzaklaştır" demiştir.
Bizce bu rivayetlerin
izahı, dâru'l-harb'te gaziler için çıngırak takmanın mekruh olduğudur. Şayet
düşmana gece bir baskın yapmak isteseler, düşman hemen onların farkına varır.
Şayet düşman topraklarına sızan bir seriyye olsalar, düşman hemen onları bulup
öldürür. Bu durumlarda müşriklere yardımcı oldukları için çıngırak kullanmak
mekruhtur. Ama dâru'l-îslâm'da hayvanın sahibine faydası dokünacaksa, çıngırak
kullanmakta bir sakınca yoktur.
Mesela çıngırağın sesi
yolcuların uykusunu kaçırtıp yola devam etmelerine yardımcı olur. Kervanın
arkasında kalıp gece yolunu şaşıran kimseler, çıngırak sesleri yardımıyla
kervanlarım bulurlar. Kimi hayvan, bu sesten zevk duyarak daha süratli yürür.
Şayet hırsız ve eşkiya tehlikesi yoksa ve çıngırak takmak faydalı olacaksa, o
takdirde kullanılmasında sakınca yoktur. O da develerin sur'atli ve düzenli
yürümelerini sağlamak için söylenen şarkılara benzer. Nitekim Rasulullah
(s.a.v.)in gece yolculuğunda kendisinin hazır bulunduğu bir sırada bu şarkılar
söylenmiş, kendisi de buna izin vermiştir. Çocukların ayaklarına takılan
çıngıraklara gelince; bunlar gayet sırf eğlence için takılıyor ve başka bir
faydası yoksa hoş karşılanmaz. Ama faydası varsa sakınca yoktur.[172]
81- İmam
Muhammed dedi ki: Dînî yönden mekruh olmamakla beraber korkaklık ve yenilginin
alameti olduğu için savaşta bağırmak hoş değildir. Ama müslümanları savaşa
teşvik ediyor ve bir yarar sağlıyorsa, hiçbir sakıncası yoktur.
Yani savaşta meydana
atılanlar yüksek sesten güç ve hareketlilik kazanabilirler yahut onunla düşman
korkutulabilir. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) Ebû
Dücâne için:
11 Savaş zamanında Ebû
Dücâne'nin sesi, bir takım asker mesabesindedir"
buyurur.
Ama bir faydası yoksa,
korku ve gevşekliğin alameti sayılır. Bazen ordunun yerini düşmana haber
vermeye sebep olabilir. Bundan dolayı hoş karşılanmaz.
82- Hasan-ı
Basrî'den rivayete göre Rasûlulah üç yerde yüksek sesle konuşmayı hoş
karşılamamıştır: Kur'an-ı Kerim okunduğu yerde, cenazelerin yakınında ve
savaşta.
83- Kays b.
Ubâde'nin rivayetine göre Rasulullah (s-a.v.)' in ashabı üç yerde yüksek sesten
hoşlanmazlardı: Cenazelerin yanında, savaşta ve zikir anında.
Zikirden maksat,
vaazdır. Her iki hadiste de Kur'an okunduğu ve vaaz verildiği yerde sesi
yükseltmenin mekruh olduğu bildirilmektedir. Buradan anlaşılıyor ki, vecd ve
aşka geldiklerini söyleyip bağırıp çağıranların bu yaptıklarının dinde yeri
yoktur. Yine bundan anlaşılıyor ki, tasavvufçulann sema' anında bağırarak
konuşma ve elbiseleri yırtma gibi adetlerine engel olunmalıdır. Kur'an'm
okunduğu ve vaaz verildiği yerde yüksek sesle konuşmak dince mekruh ise, sema'
nağmeleri arasında bunun hükmünün ne olacağını sanıyorsunuz? Cenazelerin
yanında sesli konuşmaktan maksat, ölü için bağırıp çağırmak, elbiseleri yırtmak
ve yüzü başı yolmaktır. Bu ise haramdır. Cahiliye döneminde olduğu gibi cenazenin
yanında ölüyü aşırı şekilde methetmek de buna girer. Cahiliye döneminde cenaze
sahibini öyle överlerdi ki, yapılması imkansız şeyleri ona yakiştırırlardı. Bu
konuda Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurur:
"Cahiliyye ağıtı
gibi ağıt yakan (veya taziye yapan) kişilere hiç kinaye yapmadan babasının
zekerini ısırmasını söyleyin."
Yani cahiliye taziyesi
gibi cenaze sahiplerini taziye edip teselli ettirmeye çalışanı bundan
sakındırın ve ölüyü kötülükle de anmayın.[173]
84- İmam
Muhammed dedi ki: Savaşta ve diğer zamanlarda sarık giymek müslümanlarm
hasletlerinden iyi bir haslettir. Çünkü sarıklar Arabların taçlarıdır.
Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu. "Başınıza sarık giyin ki yumuşak
huyunuz
artsın"
Mekke fethedildiği gün
Rasûlullah siyah bir sarık giydiği halde Mekke'ye girdi. Buradan anlıyoruz ki
siyah sarık giymek iyi bir davranıştır.
85- İbn Ömer
(RA) dedi ki: Rasûlullah, Abdurrahman b. Avf ı çağırarak: "Hazırlan, seni
bir seriyyeyle göndereceğim" dedi. - İbnu Ömer, hadisin tamamım rivayet
ettikten sonra-dedi ki: Abdurrahman'm başında bir sarık vardı. Peygamber
(s.a.v.), onu çağırıp önünde oturttu. Mübarek elleriyle sarığını başından
çıkarttı ve başına siyah bir sarık sararak ucundan bir miktarını iki omuzunun
arasına sarkıttı. Sonra şöyle buyurdu: "Avfın oğlu! Sarığı böyle
giy." Peygamber (s.a.v.) 'in, bizzat sarığını bağlaması ona değer
vermesindendir. Bu hadiste, Rasûlullah (s.a.v.)'in yaptığı gibi, sangın bir
ucunun iki omuz
arasında
sarkıtılmasının müstehab olduğuna delil vardır. Alimlerden bir kısmı,
sarkıtılan miktann bir
karış olması gerektiğini söylerken, kimi, belin ortasına
kadar, kimi de oturma
yerine kadar olacağını söylemektedir.
Yine burada, sarığın
sargılarını yenileyecek kimsenin, sangını birden
bozması değil de,
bağladığı şekilde çözmesinin sünnet olduğuna delil vardır.
Çünkü Rasûlullah
(s.a.v.), İbn Avfın sangını çözerken böyle davranmıştı.[174]
86- İmam
Muhammed dedi ki: rivayet edilir ki Süleyman b. Yesâr'a, müslümaniann haram
aylarda kafirlerle savaşmalarının caiz olup olmadığı soruldu. O da
"Caizdir" dedi. Biz de aynı görüşteyiz.
87- Atâ' ise
şöyle dedi: Haram aylarda savaş caiz değildir. Çünkü Yüce Allah: "Haram
aylar çıkınca, müşrikleri bulduğunuz yerde Öldürün..."[175]
buyuruyor.
Ancak buna cevaben
deriz ki: Bu, "... Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün..."[176]
sözüyle neshedilmiştir. Çünkü burada her zaman ve her yerde onlarla savaşmanın
mubah olduğu ifade edilmektedir.
Yüce Allah'ın:
"Haram aylar çıkınca..."[177]
sözünden maksat, bazı müşriklerle yapılmış olan antlaşmaların bittiğine işaret
etmektir. Yoksa, haram aylarda savaşın yasaklanması değildir. Ayrıca sahih
rivayetlerde Muharrem ayından altı gün geçtikten sonra Rasulullah'ın Taife
savaş açtığı ve mancınıklar kurduğu, Safer ayında da burayı fethettiği rivayet
edilmektedir.[178]
88- Hasan-ı
Basrî (r.a.) demiştir ki: A'rabın (bedevi Arab-ların) hicreti, ancak mücahidler
defterine isimlerini yazdırmakla olur.
Başlangıçta hicret
farz idi. Yüce Allah şöyle buyuruyor : 11... İnanıp hicrat etmeyenlerle, hicret
edene kadar sizin dostluğunuz yoktur..."[179]
89-
Rasulullah (s.a.v.) bir gurup bedevi Araba sahabilerini göndererek buyurdu ki:
"Sonra onları
hicret edenlerin yurduna hicret etmeye davet edin. Şayet hicretten imtina
ederlerse onlara haber verin ki, onların durumu, diğer müslüman bedevi
Arapların durumu gibidir. Sair müslümanlar için cari olan hüküm onlar için de
caridir ve ne fey'de,[180] ne
de ganimette paylan vardır." Hasan-ı Basrî'nin görüşüne göre, bu hüküm
nesh edilmiştir ve Arab bedevilerden İslam'a giren kişi, muhacir sayılabilmek
için ismini gaziler defterine kaydetmelidir. Zira o günlerde hicretten maksat
savaş idi. Alimlerin çoğuna göre Mekke fethinden sonra hicretin farziyeti
nesholunmuştur. Çünkü Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor :
"Mekke fethinden
sonra hicret yoktur, artık o, ancak cihad ve niyettir." Yine şöyle
buyurur:
"Ümmetimden
muhacir, kötülükten uzaklaşandır, veya başka bir rivayete göre Allah'ın
yasakladığından uzaklaşandır."
90- İmam
Muhammed buna işaret ederek şöyle demektedir: Bedevi Arablardan biri, müslüman
şehirlerden birine gelip yerleşirse, ismini gaziler defterine kaydettirsin veya
ettirmesin bedevilikten çıkıp şehir halkından sayılır.
Bir şehre yerleşme
şartı, dini ilmihal bilgileri öğrenmesi içindir. Şayet kabilesi arasında bu
bilgileri öğrenme imkanını bulursa, bir şehre gelmesine lüzum yoktur. Muhtaç
olduğu ilimleri öğrendiği an, bedevi arap olmaktan kurtulur ve Allah'ın onları
tavsif etiği şu vasfın kapsamı dışında kalır. Yüce Allah (A'rab) hakkında şöyle
buyurur :
"... Allah'ın
Peygamberine indirdiğinin sınırlarını bilmemek, onlara daha çok
yakışır..."[181]
91- Ebû
Mervan el-Huzâîden rivayete göre İmam Müca-hid'e şöyle soruldu: "Aramızda
akrabalık bulunan müşrik birinden alacağım var. Alacağımı ona hibe edebilir
miyim?". O da: "Evet, ayrıca ona iyi davran." dedi.
Biz de deriz ki:
Akraba olsun veya olmasın, düşman olsun yahut zimmî olsun müslümanın müşriğe
ikramda bulunmasında bir sakınca yoktur. Seleme b. el-Ekvâ' der ki: Sabah
namazını Rasulullah (s.a.v.) 'la birlikte kıldım. Namazdan sonra omuzuma
dokundu. Dönüp baktım ki Rasulullah (s.a.v.) dir. "Ümmu Kirfe'nin kızını
bana hibe eder misin?" buyurdu. "Evet" dedim ve onu kendisine
hibe ettim. O da, müşrik olan bu kızı yine müşrik olan dayısı Hazn b. Ebi
Vehb'e gönderdi.
Mekke'de kıtlık
çıkınca Rasulullah (s.a.v.) Mekke fakirlerine dağıtılmak üzere buraya beşyüz
dinar göndermiş, Ebû Süfyan ile Ebû Safvan bunu kabul etmiş ama: "Muhammed
mutlaka bununla gençlerimizi kandırmak istiyor"
demişlerdi.
Akrabaya iyilikte bulunmak,
her akl-ı selime göre ve her dinde makbul bir şeydir. Başkasına hediye vermek
ise, ahlakın iyisindendir. Rasulullah (s.a.v.)de •
"Güzel Ahlakı
tamamlamak için gönderildim" buyurur. Anlıyoruz ki bu, hem müslüman
hakkında, hem de müşrik hakkında iyi bir şeydir.
92- Ka'b b.
Mâlik'in rivayetine göre, Ebûl-Bera1 Amir b. Mâlik, Medine"ye gelip
Peygamber (s.a.v.)'e iki at ve iki takım elbise hediye etti. Peygamber (s.a.v.)
ise: "Bir müşrikin hediyesini kabul etmem" buyurdu.
Bununla beraber
Peygamber (s.a.v.)'m, müşriklerin hediyelerini kabul ettiği de nakledilmiştir.
Rivayet olunur ki Peygamber (s.a.v.) Amr b. Ümeyye ile birlikte Ebû Süfyan'a
"Acve" denilen hurmadan hediye göndermiş, Ebû Süfyan da hediyeyi
kabul ederek karşılığında Peygamber (s.a.v.)'e bir sahtiyan hediye etmiştir.
Hıristiyan biri de, Rasulullah (s.a.v.) e, parlak bir ipek hediye etmiş ve o da
hediyesini kabul etmiştir. Başka bir rivayette ise, Iyaz b. Hımar el-Mücâşi'î,
Rasulullah (s.a.v.)'e bir hediye vermiş Rasulullah (s.a.v.) 'de kendisine
îslamı kabul edip etmediğini sormuştur. İyaz'ın olumsuz cevabını alınca da
şöyle buyurmuştur:
"Allah Teala,
müşriklerin hediyelerini kabul etmekten beni sakındırdı."
Zührî'ye göre de
Rasulullah (s.a.v.) müşriklerin hediyelerini kabul etmeyi yasaklamıştır.
Müşriklerin
hediyelerini kabul etmemekle ilgili rivayetlerin birkaç yönden te'vili vardır.
a-
Rasulullah (s.a.v.), hediyesini reddettiği takdirde imana geleceğini umduğu
müşriklerin hediyelerini red ederdi. Bu da hediyelerini Rasulullahın kabul
etmesi için o kişilerin imana gelmelerini teşvik ederdi.
b- Hediye
veren müşriklerden bazıları, hediyelerine karşılık bekliyor ve benzeri bir
karşılığa da rıza göstermiyorlardı. Rasulullah (s.a.v.)1 in şu sözü bunu
açıklamaktadır:"Bedevilerin hediyelerni kabul etmek istemiyorum". Bir
başka rivayette "Ve Kureyşli ile Sakîfli'den başka birinden hediye kabul
etmeyeceğim." buyurulmaktadır. Aşağıdaki rivayet de bunu destekler
mahiyettedir. Bu rivayete göre Amir b. Mâlik Rasulullah'a iki at hediye
etmişti. Bunlardan biri, Rasulullah (s.a.v.) 'in olup bir savaşta kafirlerin
eline düşmüştü. Peygamber (s.a.v.), Amir b. Mâlik'e hediyesinden daha fazla
karşılık verdiği halde o, hala daha fazlasını istiyordu. Bunun üzerine
Rasulullah (s.a.v.) bir konuşma yaparak şöyle buyurdu.
"O kavme ne
oluyor ki, bizim olduğunu bildiğimiz malımızı bize hediye ederler de benzeri
mükafata kanaat göstermezler."
c- Peygamber
(s.a.v.), Âmir'in hediyesini kabul etmemişti. Çünkü bu adamın babası,
Rasulullah (s.a.v.) in bir gurup sahabesinin güvenliğini üstlendiği halde
kabilesi bunları öldürmüştü. Bu öldürülenler, Bi'r-i Maûnede öldürülmüşlerdi.
Olayla ilgili geniş bilgiler siyer kitablarmda nakledilir. Rasulullah (s.a.v.)
, bu zatın hediyesini bunun için reddetmişti.
93- Daha
sonra İmam Muhammed dedi ki: Ordu komutanının, müşriklerin hediyelerim kabul
etmesi mekruhtur. Şayet kabul edecek olursa, bu hediyeleri müslümanlara fey'
olarak alsın.
Buradaki hüküm
hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Kimi, buradaki mekruhluktan
maksat, tahrîmî kerahet (harama yakın mekruhluk değil, ten-zîhî (helala yakın)
kerahettir demiştir. Çünkü hediyelerini kabul ederse, onlara yakınlık hisseder.
Nitekim hadiste "Hediye, kalbdeki kin ve düşmanlığı giderir."
buyurulur.
Oysa ki, müşriklere
karşı katı olmakla emrolunmuşuz. Yüce Allah şöyle buyuruyor:"... Sizi
kendilerine karşı sert bulsunlar..."[182]
Bazıları da der ki :
Bundan maksat, hediyeleri kendi şahsına kabul etmemesidir. Müslümanların
ganimetlerine bir ek olarak alması caizdir. Çünkü onu güçlü buldukları için
kendisine hediye veriyorlar. Halbuki bu gücü kendi şahsından gelmiyor, onda tüm
müslümanlann payı vardır.
Rasulullah (s.a.v.)'e
gelince, hediye kendisinindir. Çünkü onun üstünlük ve güçlülüğü, müs lü m
anlardan dolayı değildir. Yüce Allah onun hakkında :"...Allah seni
insanlardan korur..."[183]
buyuruyor.
Ayrıca hediye aldığı
takdirde kalbinde onlara karşı br meyil olması söz-konusu değildir. Bundan
dolayı bazı zamanlar hediyelerini kabul etmiştir.
Sahabe ve onlardan sonra
gelenler, zalimlerin hediyesinin caiz olup olmadığı hususunda ihtilaf
etmişlerdir. îbn Abbas ve îbn Ömer (r.a.) halk tarafından kabul gören
idarecinin hediyesini kabul ederlerdi. İbrahim en-Naha'î1 den de aynı şey
nakledilmiştir. Ancak Ebûzer ile Ebû'd-Derda' (r.a.) bunu caiz görmezlerdi.
Hatta rivayete göre emirlerden biri, Ebûzer're yüz dinar hediye etmişti de,
Ebûzer: "Her müslümana bunun kadar hediye edildi mi? şeklindeki sorusuna
"Hayır" cevabını alınca, yüz dinarı reddetmiş ve: Hayır! o cehennem alevlenen
bir ateştir. Derileri kavurup soyar."[184]
ayetini okumuştu.
Rivayete göre Ali b.
Ebi Talib şöyle demiştir: "Sultan, helaldan ve haramdan mal biriktirir.
Sana malından birşey verdiği zaman onu al. Çünkü onun verdiği, sana
helaldir."
Netice olarak mezhebimizin
görüşü şudur ki; Malının çoğu rüşvet ve haram yolla elde edilmişse, verdiği
hediyenin helal kazancından olduğu bilinmedikçe onu almak caiz olmaz. Ama
ticaret yahut ekin sahibi ise ve malının çoğu bu gelirinden ise ve verdiği
hediyeyi haram yollardan kazandığı bilinmiyorsa onu almakta bir sakınca
yoktur.
Rasulullah (s.a.v.)'in
bazı müşriklerden hediyeyi kabul etmesi buna delildir.
Basan Allah'tandır.[185]
94- Enes b.
Mâlik (r.a.), bir defasında hasta yatağında yatan kardeşi Bera' b. Mâlik'in
yanına girdiğinde onun kendi kendisine şarkı söylediğini gördü ve ona:
"Şarkı mı söylüyorsun?" dedi. O da: "Müslümanlarla ortaklaşa
öldürdüğümüz dışında, kendi elimle yetmişyedi müşrik öldürdüm. Şimdi de,
şehadet mertebesine ermeden yatağımda ölmekten korkuyorum. (Bu düşünce ve
yalnızlığımı unutmak için söylüyorum)"dedi.
Burada, yalnızlığı
unutmak için insanın yalnız kaldığı zaman kendi kendisine şarkı söylemesinde
bir sakınca olmadığına delil vardır. Bera1, sahabenin zahidlerindendi.
Rasulullah (s.a.v.) onun için: "Şayet birşeyin olacağını yeminle söylese
Allah onu doğru çıkartır" buyurmuştur.
Bununla beraber
hastalığı sırasında yalnız kaldığı zaman şarkı söylüyordu. Enes'in bunu
garipsemesi üzerine, eğlenmek için değil, kalbinden endişeleri silmek için
şarkı söylediğini belirtmişti. Çünkü kendisinin isteği, şehid olmaktı.
Yatağında ölmekten korkuyordu. Bu düşünceden dolayı yalnızlık ve sıkıntı duymuş
ve bunu gidermek için de şarkı söylemiştir. Mekruh olan, lehviyat için (yani
eğlenmek için söylemektir). Nitekim Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurur :
"Sizi iki ahmak
ve facir sesten sakındırırım : Biri, şarkı söyleyen sestir ki o, şeytanm
zurnasıdır. Diğeri ise, yüzleri tırmalamak ve elbiseleri parçalamaktır ki bu,
şeytanın çığlığıdır." Bu sonuncusundan maksat, musibet anında koparılan
ahü figanlardır.
Daha sanra Bera
(r.a.), hastalığından şifa bulmuş ve çok arzuladığı gibi
şehit olarak can
vermiştir.[186]
95- İmam
Mekhûl'den rivayet edilir ki, Rasûiullah'ın ashabından birisi, düşmana vurayım
derken yanlışlıkla kendi ayağını yaraladı ve ölünceye kadar kanı durmadı.
Rasûlullah (s.a.v.)> bu kişinin cenaze namazını kıldırdı. Sahabe (r.a.):
"Şehid midir?" diye sordular. Rasûlullah (s.a.v.), "Evet şehiddir.
Ben de buna şahidim" buyurdu.
Hadisin manası,
ahirette sevaba nail olma yönüyle şehiddir, demektir. Dünyada ise, yıkanır,
kefenlenir ve namazı kılınır. Çünkü cenazesi yıkanılmayan şehid, düşmanın
vurmasıyla öldürülen kişidir. Bu adam ise, kendi vurma-sıyla ölmüştür. Haliyle
kendisi mazurdur. Çünkü kasdı düşmana vurmaktı. Bundan dolayı ahiret açısından
şehiddir ama dünyada kendisine diğer ölülere davranıldığı gibi davramlır.
Bu, Rasûlullah
(s.a.v.)'in §u sözüne benzer:
"İshaldan ölen
şehiddir, doğum yaparken ölen kadın şehiddir. Hamile olarak ölen kadın yahut
henüz bakire olup hayız kanı görmeden ölen kız şehiddir." Bu durumda ölen
kimseler şehiddirler. Ancak ahiret hükümleri açısından şehiddirler. Dünyada
ise, diğer ölüler gibi muamele görürler.
Alimlerimiz, silahla
bile büe kendisini öldüren (intihar eden)in namazının kılınıp kılınmaması
hususunda ihtilaf etmişlerdir. Kimi, namazının kılınmayacağım söyler.
Yanlışlıkla kendisini öldüren hakkında nakledilen hadis buna delildir.
Özellikle Ebû Hüreyre'den nakledilen şu hadis bunu te'yid ediyor; Peygamber
(s.a.v.) buyurmaktadır:
"Kim kendisini
bir demir parçasıyla öldürürse, cehennem ateşinde o demir parçasıyla sonsuza
kadar kendisini döğüp yaralar ve cezalandırır. Kim yüksek bir yerden atlayarak
intihar ederse, cehennem ateşinde ebediyyen bununla cezalandırılır. Kim de,
zehir içerek intihar ederse, cehennem ateşinde ebediyyen zehir içmekle
cezalandırılır."
tmam Serahsî der ki:
Şeyhimiz İmam Hulvânî şöyle derdi: Bana göre doğrusu, namazının kılınacağı ve o
zaman tevbe etmişse, tevbesinin kabul
edileceğidir. Çünkü
Yüce Allah :
"...Bundan başkasını
dilediğine bağışlar..."[187]
buyuruyor.
Yukardaki hadis, kendi
kendini öldürmesinin helal olduğuna inanan kişi ile ilgilidir, şeklinde te'vil
edilir. Nitekim :"Müslümana sövmek fasıklık, onunla döğüşmek
küfürdür" Hadisi de bunları helal sayan, bu durumdadır şeklinde te'vil
edilmektedir.
Şemsü'l-Eimme şöyle
devam etmektedir: Kadı İmam Ali es-Suğdî'nin şöyle dediğini duydum: Bana göre
doğrusu, namazının kılınmayacağıdır. Bu hüküm, Tevbesi kabul edilmeyeceğinden
değil, belki kendini Öldürmesinden dolayıdır. Zira baği kimse üzerine namaz
kılınmaz.
96-
Seleme b. el-Ekvâ'dan şöyle dediği rivayet edilir: Amir
b. Sinan (r.a.) bir
yahudiyi vurarak kılıcıyla ayağını kesti.
Ancak kılıç yahudinin
ayağını kestikten sonra Âmir'in ayağını
da yaraladı ve Âmir bu
yaradan öldü. Dedim ki: Ya Rasûlullah
Useyd b. Hudayr, Amir
b. Sinan b. el-Ekva için : Ameli boşa
gitti, diyor. Ne
dersiniz? Buyurdu ki:
"Ameli boşa gitti
diyen, yalan söylemiştir. Aksine, onun için
iki kat sevap vardır.
Çünkü hem sabretmiştir ve hem de müca-
hiddir, O, kurbağa
yavrusunun suda yüzmesi gibi cennette
yüzecektir."
Biz de aynı görüşteyiz
ve başına gelenden dolayı sevap alacağı kanaatın-dayız. Çünkü kafirlerle
cihadda o kadar hızlıydı ki, kafirin ayağını kesen kılıç sıyrılarak kendi
ayağını da yaralamıştır. Ölünceye kadar da sabırla buna tahammül etmiştir.
Böylece O, hem mücahid hem de sabırlı bir kişidir.
"...Allah'ın
yarattığı yeryüzü geniştir. Yalnız sabredenlere, ecirleri sonsuz olarak
ödenecektir."[188]
Rasulullah'ın (s.a.v.): "Onun için kat kat ecir vardır." sözünün
manası işte budur.
97-
Müslümanlardan iki müfreze gece karşılaşır ve her biri, diğerinin müşrik
olduğunu sanarak döğüşür ve birbirlerinden adam öldürürlerse, her iki taraf
üzerine ne diyet ne de keffaret gerekir.Çünkü müfrezelerden her biri, mubah
olan bir savunmaya (meşru müda-faya) girişmiştir. Diğerinden adam öldürmüşse,
kendisini savunmak için öldürmüştür. Şer'an bununla görevli olduğundan ona ne
diyet ne de keffaret ödemek
gerekir.
98- Bu
konuda delil, Câbir b. Abdullah'tan yapılan şu rivayettir: Câbir der ki:
Rasûlullah (s.a.v.)'in iki öncü birliği gece hendeğin dışına çıktılar.
Karanlıkta bir birleriyle karşılaştıklarında taraflardan her biri, diğerinin
düşman olduğunu sanarak döğüşe tutuştular. Aralarından ölen ve yaralananlar
oldu. Bu arada biri parolayı söyleyince her iki tarafın müslüman olduğu
anlaşıldı. O zaman her iki taraf da döğüşe son verdi. Durumu Rasûlullah
(s-a.v.)'e duyurduklarında şöyle buyurdu:
"Yaralarınız
Allah yolundadır, onlardan dolayı sevap kazanacaksınız. Öldürülenleriniz ise,
şehiddir." .
99- Ama
müslümanlardan bir gurup müşriklerle savaşırken bir müslümanm, müşrik olduğu
zannıyla yahut müşriğe attığı bir okun isabet etmesiyle bir müslümanı
öldürmesinden dolayı ona hem diyet ve hem de keffaret gerekir.
Çünkü bu, yanlışlıkla
öldürmenin şekillerinden biridir ve yanlışlıkla öldürmekten dolayı diyet ve
keffaretin gerekliliği ayetlerle sabittir.
100- Bunun
delili, Huzeyfe'nin babası Yemân'ın, müşriklerden olduğu zannıyla Uhud
Savaşında müslümanların kılıç darbeleriyle öldürülüşünü söz konusu eden
rivayettir. Bu rivayete göre, Rasûlullah (s.a.v.) onu Öldürenlere diyet
yüklemişti. Ebû Huzeyfe de bu diyeti onlara hibe etmişti.
Bu mesele ile önceki
mesele arasındaki fark, burada öldürülen kişinin, kendisini öldüreni öldürme
kasdı taşımamış olmasıdır. Bundan dolayı can dokunulmazlığı hakkı devam
etmektedir. Bu sebeble akıtılmış kanı için diyet vaciptir. Birinci durumda
ise, öldürülmüş olan kişi, meşru müdafa amacıyla kendisini öldüreni öldürmeye
kendisi de niyet etmiştir. Bu sebeble de, can dokunulmazlığı hakkı ortadan
kalkmış olmaktadır.[189]
101- İmam
Muhammed dedi ki: Mü si liman m düşmandan olan akrabasını öldürmesinde ve
müşrik akrabası kendisine saldırmadan önce saldırıyı başlatmasında bir sakınca
yoktur. Ancak müşrik olan babası bunun dışındadır. Babası ona saldırmadan
kendisinin ona saldırması mekruhtur. Baba yahut ana tarafından yakın veya uzak
dedeleri de bu durumdadır. Ama kendileri ona saldırır da onları öldürme
mecburiyetinde kalırsa, o başka.
Çünkü Yüce Allah:
"... Dünyada anne babanla güzel geçin..."[190]
buyurmaktadır. Burada kasıt, müşrik olan ebeveyndir. Delil ise Yüce Allah'ın:
"... Ana, baba, seni körü körüne bana ortak koşman için zorlarlarsa,
onlara itaat etme..."[191]
sözüdür. Saldırıyı başlatmak, onlara iyi davranmakla bağdaşmaz. Ama kendisini
mecbur bırakırlarsa, onları öldürmesi kendini savunma olur ki, önce kendi
nefsine iyilikte bulunmak ve ölüm tehlikesini kendisinden savmakla mükelleftir.
Ayrıca çocuğun dünyaya gelmesine baba sebep olmuştur. Çocuğun, babasını
öldürme kasdıyla ölümüne sebeb olması caiz olmaz. Ama baba onu buna zorlamışsa,
o başka. O zaman sebep, babanın kendisidir. Kendi canına karşı cinayet
İşlemiştir. Mecbur bırakılan kişi, onu mecbur edene nisbetle öldürmede
kullanılan alet gibidir.
Daha sonra İmam
Muhammed, aşağıdaki rivayeti buna delil olarak getirdi:
102- Hanzala
b. Ebi Âmir ve Abdullah b. Abdullah b. Ü-beyy b. Selûl (r.a.), Rasulullah
(s.a.v.) den babalarını Öldürmek için izin istemişlerdi, ama Rasûlallah
(s.a.v.) onları bundan sakındırdı.
Umeyr b. Malik'ten
yapılan bir rivayete göre, şöyle demiştir: Bir adam: Ya Rasulullah, düşman
arasında babamla karşılaştım. Sana kötü sözler söyleyince onu öldürdüm, dedi.
Buna karşı Rasulullah
(s.a.v.) hiçbir şey söylemeden sustu. Burada, kişinin babasını öldürdüğü
takdirde ona birşey gerekmediğine delil vardır. Çünkü Rasulullah (s.a.v.), o
kişiye hiçbir şey emretmeden susmuştur. Bir şeyi açıkiama ihtiyacı ortaya
çıktıktan sonra Peygamberin onu açıklamaması caiz değildir.
En iyisi, kişinin
müşrik olan babasını öldürmemesi ve kaçmasına fırsat vermeden başkasının gelip
onu öldürmesini beklemesidir. Yazar Kitâb'ta bununla ilgili bir hadis de
rivayet etmekte ve şöyle demektedir :
Bu şekilde davranmak,
bizce daha iyidir. Baba ve çocuklar dışında kalan müşrik akrabanın
öldürülmesinin caiz oluğuna gelince, bunu el-Câmiu's-Sağîr isimli kitapta
açıkladık.
Başarı Allah'tandır.[192]
103- Rivayete
göre Rasulullah (s.a.v.) Abdul'l-Eşhel oğullarına (evlerine) uğradı. Uhud günü
öldürülen şehidlerine ağlıyorlardı. Peygamber (s.a.v.) üzüldü ve: "Ama
Hamza'mn ağlayanları yok!" buyurdu.
Hadisi rivayet eden
hanım dedi ki: Hemen oradan çıktık ve Rasulullah (s.a.v.) in hanelerine varıp
orada Hz. Hamza (r.a.) için ağladık. Rasulullah (s.a.v.) evde idi ve evin
içinden hıçkırıklarını duyduk. Daha sonra: "İsabet ettiniz, iyi ettiniz,
yetişir," diye haber gönderdi.
Rasulullah (s.a.v,)'in,
Hz. Hamza için bu şekilde buyurmasının sebebi şudur: O gün Hz. Hamza
şehidlerin büyüğü idi. Fakat Medine'de garipti. Onun için ağlayacak kimsesi
yoktu. Rasulullah (s.a.v.) bu sözüyle onu andı.
Meğâzî kitaplarındaki
rivayete göre Sa'd b. Muâz (r.a.), Rasulullah (s.a.v.)'in bu sözünü duyunca
akrabası bulunan hanımları topladı. Sa'd b. Ubâde ve Muâz b. Cebel de aynı
şekilde davrandılar. Her gurup, Rasulullah (s.a.v.) in evinin önüne gelerek Hz.
Hamza'nm iyiliklerini söylemeğe ve üzerine ağlamağa başladı. Rasulullah
(s.a.v.), ağlamalanyla teselli bulup sonra uyudu..
Bu olaydan sonra
Medine'de ne zaman biri ölür de onun için ağlarlarsa, önce Hz. Hamza için
ağlamakla başlarlardı. Erkekler de Rasulullah (s.a.v.)'ın ölümünden sonra,
birbirlerine ta'ziye ederken: "Rasulullah (s.a.v.) de vefat etti"
deyip birbirlerini teselli eder ve teselli için başka birşey söylemezlerdi.
104- İmam
Muhammed, yukarıdaki hadisin İbn Ömer (ra.) yolu ile olan rivayetini de
naklederek sonuna şunu da ekledi: Rasulullah (gfr.Y.) uyandığında onlar hala
ağlıyorlardı. Rasulullah (sa.v.) buyurdu ki:
"Eyvah o
kadınlara! Geri dönsünler ve bugünden sonra ölen bir kimse için
ağlamasınlar."
Alimlerden bazısı, hadisin
zahirini alarak şöyle dedi: O zaman ölü için ağlamağa şer'î ruhsat verilmişti,
ama hadisin sonunda geçen ifadelerle bu ruhsat kaldırıldı. Ancak alimlerin
çoğu, neshedilen ve ruhsat verilmeyen ağlamanın yüksek sesle ağlama ve bağırıp
çağırma olduğunu söylerler. Nitekim Rasulullah (s.a.v.)' in şöyle buyurduğu
rivayet edilir :
"Ölü için
ağlayarak bağırıp çağıran kadın ve onu dinleyenler üzerine Allah'ın, meleklerin
ve tüm insanların laneti olsun!..."
Ama yüksek sesle
ağlamamak kaydıyla ağlamakta bir sakınca yoktur. Çünkü rivayete göre oğlu
İbrahim öldüğü zaman Peygamber (s.a.v,)'in gözleri yaşarmıştı. Bunun üzerine
Abdurrahman b. Avf (r.a.), Ona: "Bizi ağlamaktan sakındırmamış
miydin?" diye sormuş .Peygamber (s.a.v.) de şöyle buyürmuştu:r:
"Ben size ahmak
ve facir iki sesi yasakladım. Ama bu gördüğün, Allah'ın rahmet sahibi
kimselerin kalbine koyduğu merhametten başka birşey değildir. Göz yaşarır. Kalb
mahzun olur. Fakat Rabbin razı olmadığı sözü söylemeyiz."
Ayrıca, Hz. Ömer
(r.a.) den rivayet edildiğine göre bir kadın, Peygamber (s.a.v.)'in huzurunda,
ölen oğluna ağladığını görürken kendisi ona engel olmak istedi. Bunun üzerine
Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu :
"Karışma ya Ömer!
Çünkü kalb, mahzundur. Nefs, musibete uğramıştır. Çocuğunun ölümü üzerinden de
henüz uzun müddet geçmemiştir."
Ama bununla beraber,
sabretmek daha efdaldir. Yüce Allah şöyle buyuruyor :
"Onlara bir
musibet geldiğinde: 'Biz Allah'a aidiz ve elbette O'na döneceğiz1 derler
"[193]
105- Ukbe b.
Âmir el-Cühenî (r.a.) den rivayete göre kendisi Patrik Yenak'ın kafasını Hz.
Ebû Bekir'e getirmişti de Ebû Bekir (r.a.) bu işi yadırgamıştı. Orada hazır
bulunanlar: "Ey Rasulullah'ın halifesi! Ama onlar bunu bize
yapıyorlar?" dediklerinde, şöyle cevap verdi: "Fars ve Rumun
yaptıklarına mı uyacaksınız? Bana hiç kimsenin başını getirmeyin. Bana bir
mektup yazmanız ve haber göndermeniz yeter."
Başka bir rivayete
göre, onlara: "Haddinizi aştınız" diyerek
bu davranışlarım
kınamıştı.
Diğer bir rivayete
göre de Şam'daki valilerine haber gönderen Hz. Ebu Bekr" bana kimsenin
başım göndermeyin. Mektup ve haber gönderin yeter," demiştir.
Bazı alimler, hadisin
zahirine dayanarak, kesik başları valilere taşımak caiz değildir, çünkü o
başlar, birer cife (kokuşmuş ölü)den ibaret olup, insanları rahatsız eden
birşeydir, bu yüzden onun gümülüp yok edilmesinden başka bir yol yoktur,
derler. Ayrıca şunu da eklerler: Başı vücuttan ayırmak, (Kulak ve burnun
kesilmesi, gözün çıkarılması gibi) organ kesmektir. Rasulullah (s.a.v.), kuduz
köpeğe bile bunun yapılmasını yasaklamıştır. Hz. Ebû Bekir (r.a.), bunun, cahiliye
halkının adetlerinden olduğunu belirterek onlara benzemekten bizi
sakındırmıştır.
Ancak alimlerimizin
çoğu, şayet başlarını kesip getirmekte müşrikleri moral bozukluğuna uğratıp
tahkir etmek yahut müslümanlann gönlünü hoş etmek söz konusu ise, mesela
müşriklerin komutan yahut büyük kahramanlarının başını getirmek gibi, bunda bir
sakınca yoktur, görüşündedirler.
Nitekim Abdullah b.
Mes'ud (r.a.), Bedir günü Ebû Cehl'in başını Rasulullah (s.a.v.)'e getirip
orta yere atmış ve: "îşte bu, düşmanın olan Ebû Cehl'in başıdır,"
demişti. Rasulullah (s.a.v.) de şöyle buyurmuştu :
AUahu Ekber! Bu, benim
ve ümmetimin Firavunudur. Bunun bana ve ümmetime kötülük ve zararı, Firavunun
Musa ve ümmetine kötülük ve zararından daha çoktu."
Böyle davranmak caiz
olmasaydı, Rasulullah (s.a.v.) bunu yasaklardı.
106- İmam
Zührî'nin naklettiği şu sözün manası da yu-kardaki gibidir: Peygamber (s.a.v.)
e sadece Bedir günü kesik baş getirildi. Hz. Ebû Bekir (r.a.) a getirildiğinde
ise bunu hoş görmeyip reddetti. İlk olarak kendisine kesik başlar getirilen
kimse İbnü'z-Zübeyr (r.a.) dır.
Rasulullah (s.a.v.),
Abdullah b. Üneys'i Süfyan b. Abdullah'ın üzerine göndermişti. Abdullah der ki:
"Onun boynunu vurdum ve başını alıp kaçtım. Bir dağa tırmanıp orada
saklandım. Nihayet beni aramaya gelenler geri dönünce gizlendiğim yerden çıkıp
başını Rasulullah (s.a.v.) e getirdim."
Rasulullah (s.a.v.),
Muhmmed b. Mesleme (r.a.) ı Ka'b b. Eşrefi öldürmek üzere gönderdiğinde,
Ka'b'm başını getirmişti ve Rasulullah (s.a.v.) bunu kmamamiştı.
Bu rivayetler, bunda
bir sakınca olmadığım gösteriyor. Başarı Allah'tandır. [194]
107- Utbe b.
Ebî Hakîm (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Rasulullah (s.a.v.)1 in huzurunda
yaydan bahsedildi. Buyurdular ki: "Hayır hususunda ondan ileri bir silah
yoktur." Yani, savaş aletlerinin en güçlüsü odur.
Burada gazileri, ok
atmayı Öğrenmeye teşvik vardır. Bu konuda başka hadisler de mevcuttur.
Bunlardan biri, Ukbe b. Amir (r.a.)'in hadisidir ki, buna göre Rasulullah
(s.a.v.), Yüce Allah'ın "Ey İnananlar! Onlara karşı gücünüzün yettiği
kadar Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanlarınızı ve bunların dışında Allah'ın
bilip sizin bilmediklerinizi yıldırmak üzere kuvvet ve savaş atlan hazırlayın..."[195]
sözünü tefsir ederken: "Şüphesiz kuvvet, ok atmaktır." buyurdu ve bu
sözünü üç defa tekrar etti. Ukbe'nin hadisinde şu sözler de vardır :
"Allah Teala bir
okun bereketiyle üç kişiyi cennete sokar: Biri, sevabını umarak Allah yolunda
kullanılsın diye onu imal edendir. Biri onu yaya yerleştirendir. Diğeri de,
onu kafirlere atandır."
Rasulullah (s.a.v.)
yine şöyle buyurur :
"Adem oğlunun üç
oyun ve eğlencesi dışında her oyun ve eğlencesi batıldır: Atını tımar etmesi,
hammıyla oynaşması ve ok atması."
Rasulullah (s.a.v.),
Sa'd b. Ebî Vakkas dışında hiç kimse için ana-baba-nın her ikisini bir arada
zikrederek sana feda olsunlar, demedi. Uhud günü Sa'd için: "Ok at! Anam
ve babam sana feda olsun." buyurdu.
108- Rivayet
edildiğine göre Ömer b. Hattab (r.a.),
bazı yerlere: "Düşman topraklarında tırnakları uzatın. Çünkü onlar
silahtır" şeklinde mektuplar yazmıştır. Her ne kadar tırnak kesmek
fıtrattan ise de mücahidlerin dârui-harp'te tırnaklarını kesmemeleri
menduptur.
Çünkü, şayet silah elinden
düşer de düşman ona yaklaşırsa, olabilir ki, tırnaklarıyla onu defedebilir. Bu,
bıyıklan kesmeye benzer. Diğer zamanlarda bıyık kesmek sünnet olduğu halde
dârü'l-harb'te savaşçının, düşman gözünde daha heybetli görünmek için bıyığını
uzatması menduptur.
109- Hz.
Ömer (r.a.)' in şöyle dediği rivayet edildi : "Çocuklarınıza yüzmeyi, ata
binmeyi öğretiniz ve yarışmak için konan işaretler arasında yalınayak
koşmalarım emrediniz."
Bu şeyler Rasulullah
(s-a.v.)m hadisinde şöyle ifade edil-mistir :
"Çocuklarınıza
yüzmeyi ve ok atmayı, kızlara da örgü Örmeyi öğretiniz."
Yine şöyle buyurur:
"Ata bininiz, Ama ok atmanız, ata binmenizden bana daha sevimlidir."
Netice olarak,
savaşçının savaşta lazım olacak her şeyi öğrenmesi men-dubtur. Çünkü bu, dini
yüceltmeye ve müşrikleri yenmeye yardımcıdır.
110- Ubeyd
b. Umeyr (r.a.)'m rivayetine göre Peygamber (s.a.v.) Mekke fethi günü şöyle
buyurmuştur :
"Oruçlarınızı
bozunuz. Çünkü bugün savaş günüdür."
Bu hadiste Mekke'nin,
savaşla ve kuvvet yolu ile fethedildiğine delil vardır. Gazinin, Ramazan
ayında savaşırken orucunu bozması daha iyidir. Olabilir ki oruç, onun savaş
gücünü zayıflatır. Onun için gelebilecek zararı başka zaman telafi etmek de
mümkün değildir. Halbuki orucunu başka bir zaman kaza etmesi mümkündür. Bundan
dolayı hasta ve yolcunun oruç tutması ağırına gidiyorsa, tutmaması efdaldir.
Oruç bozmak yolcu için efdal olduğuna göre, savaşçı için haliyle daha efdal
olur.
111- Avn b.
Ebî Cuhayfe'den, O da, babası (r.a.) dan rivayet ederek dedi ki: Rasulullah
(s.a.v.)'i sahtiyandan bir cübbe-nin içinde gördüm. -Yani Mekke'nin fethi günü-
BHal'inde abdest alması için ona su götürürken gördüm. Sonra o suyu dökmek üzere dışarı çıktı. Orada
bulunanlar etrafına üşüştüler. Eline sudan birşey geçiren, (teberrüken) onunla
sürünüyordu. Su bulamayan ise, ellerini o suyla ıslatmış olanın ıslak ellerine
sürtüyor ve ıslanan elleriyle sürünüyordu.
İmam Muhammed, kullanılmış
suyun temizliğine bunu delil olarak getirir. Çünkü kullanılmış olan bu suyu
teberrüken kendilerine sürüyorlardı. Oysa ki necis olan bir şey teberrüken
kullanılmaz. Şayet o su necis olsaydı, Rasulullah (s.a.v.) onları bundan
sakındınrdı. Ebû Hanife ise, böyle yaptıklarının Peygambere ulaştırilmadığım,
ulaştırıldığı taktirde bunu tasvip etseydi, onu delil olarak getirmek doğru
olurdu, demektedir.
Yine Ebû Cuhayfe
(r.a.) dedi ki : Sonra Bilal ri gördüm ki bir aneze (kısa mızrak) çıkarıp
dikti. Rasulullah (s.a.v.) de, kolları sıvamış olarak ve kırmızı bir elbise
giydiğini gördüm. Rasulullah (s.a.v.), önünde o mızrak dikili olduğu halde
orada bulunanlarla cemaat halinde iki rekat namaz kıldırdı. Önlerinden bir çok
kimse ve birçok hayvan gelip geçiyordu.
Aneze, kargıya benzer
bir demirdir. Namaz kıldıklarında Rasulullah (s.a.v.)'in önüne dikmek için
seferlerde onu beraberlerinde taşırlardı. Komutanların önlerinde silah
taşınması adeti buradan gelir. Bu hadiste, kırmızı elbise giymekte bir sakınca
bulunmadığına, açık bir meydanda namaz kılan kimsenin, önüne sütre koyması
gerektiğine ve sadece imamın önüne konulduğunda bunun yeterli olduğuna delil
vardır. Cemaatın hepsinin önünde ayrı ayrı sütre koymaya gerek yoktur. Çünkü
imamın kendisi, ön safta bulunanlar için, birinci safta bulunanlar da ikinci
saftakiler için bir sütredir ve sütrenin önünden geçecek bir kimseye engel
olunmaz. Çünkü o, namaz kılan ile oradan geçen arasında duvar mesabesinde bir
engeldir.
Sütreden maksat,
uzaktan gelen bir kimsenin, o kişinin namaz kıldığını bilmesi ve sütre ile
namaz kılan arasından geçmesini önlemek içindir. Sütrenin ilerisinden geçene
engel olunmaz. Uzaktan gelen bir kimsenin, o dikilenin sütre olduğunu bilmesi
için, sütre olarak dikilen şeyin uzun ve kalın olması gerekir. Denildi ki:
Uzunluğunun bir arşın ve kalınlığının da parmak kalınlığında olması gerekir.
Çünkü bir rivayete göre Rasulullah (s.a.v.) : "Ok, sütre yerine geçer
buyurmuştur."
Yardım Allah'tandır.[196]
112-
Muhammed b. İbrahim b. Hâris'in şöyle dediği rivayet edilir: Geceden bir miktar
geçtikten sonra Malik b. Avf, askerlerinin yanına gelerek onları Huneyn
vadisine yerleştirdi. Bu vadi çukur olup kollara ve darboğazlara ayrılır.
Askerlerini taksim edip bu kol ve boğazlara yerleştirmiş ve Muhammed ile ashabı
geldiklerinde birden üzerlerine saldırın diye talimat vermişti.
Adı geçen Mâlik,
Huneyn günü ordu komutanı idi. Askerlere, dinleri için savaşını yacaklarsa,
onlar için savaşmalarını sağlamak amacıyla mal ve çoluk-çocuklarını beraber
getirmelerini emretmişti. Düreyd b. Sımme, bu görüşünü hatalı bulmuş ve şöyle
demişti: "Koyun çobanı savaştan ne anlar? Yenilmiş bir askeri birşey geri
çevirebilir mi? Beraberinize aldığınız mal ve çoluk-çocuklarınızm hepsini
Muhammed ve askerine ganimet olarak götürüyorsunuz." Kendisine:
"Peki, neyi tavsiye edersin?" denildiğinde, şöyle dedi:"
Mallarınızla çoluk-ço-cuklarımzi kendi topraklannızdaki dağların başına
götürün. Erkekler de, kılıçlarını kuşanıp atlarının sırtında düşmanlarını
karşılasınlar." Malik: "Verdiğim kararı değiştirmem" deyince,
orada bulunanlar Düreyd'e başka bir teklifinin olup almadığını sordular. O
zaman şöyle dedi: "Orduyu sağ kanat ve sol kanat olmak üzere ikiye bölün ve
şu vadinin kollarıyla boğazlarına yerleştirin. Düşman ordusu vadiye girince her
iki gurup sağdan ve soldan bir anda üzerlerine saldırsın," Bu teklifi,
Malik kabul etti. Ravi diyor ki: Rasulullah (s.a.v.) de, seher vaktinde
ordusunu düzene soktu. Sancak sahiplerine sancaklarını teslim etti.
Ravi, hadisi tüm
uzunluğuyla naklettikten sonra sonunda şöyle diyor: Rasulullah (s.a.v.), Düldül
ismindeki beyaz katırına binmiş olduğu halde eğilimli olan vadiden aşağıyı
indi. İslâm ordusunun saflarının önünden geçerek samimi ve sabırlı oldukları
takdirde muzaffer olacaklarını müjdeliyerek moral verdi.
Korkulu yerlerde ve
gecelerde düşmana yakın bulunan durumlarda komutanın böyle davranarak askere
moral vermesi gerekir.
Ravi diyor ki: Sabahın
erken saatlerinde, henüz karanlık kalkmadan müslümanlar vadiden aşağıya doğru
ilerlemeye başladılar. Ancak o vadinin sağındaki ve solundaki kollarıyla
boğazlardan düşman ordusu beklenmedik bir anda saldırıya geçti. İslâm
ordusunun ilk safında Benu Süleym süvarileri vardı ki, hemen bozguna uğrayıp
döndüler. İkinci safta bulunan Mekkeliler de bozguna uğrayıp kaçtı. Onları,
diğerleri takip etti, ardına bakmadan kaçan kaçana...
Meğâzî kitaplarında
anlatıldığına göre, lanetlenmiş İblis: "Şüphesiz Mu-hammed öldürüldü.
Herkes eski dinine dönsün." şeklinde nida etmiş ve bunun için müslümanlar
bozguna uğramışlardı. Yüce Allah, müslümanlarm bozgununu:"... Bozularak
arkanıza döndüğünüz Huneyn gününde Allah yardım etmişti."[197]
ayetiyle ifade eder. Bazı müslümanlar, o kadar çok uzaklara kaçmıştı ki
Mekke'ye kadar varmışlardı.
Bu hengamede Safvan b,
Uyeyne münafıklardan birinin: "Muhammed öldürüldü ve halk da ondan
kurtuldu," sözünü duymuştu. O zaman Safvan henüz müşrikti ve münafığın bu
sözüne karşılık şöyle demişti: "Ağzı kırılasıca! Edendim olacaksa, Hevâzin
kabilesinden olacağına Kureyş'ten olması benim için daha sevimlidir." Ravi
diyor ki: Rasulullah (s.a.v.) hayvanını ileriye doğru sürüp müslümanlarm
kaçıştıklarını görünce kılıcını sıyırıp kınını yere fırlattı ve düşmana doğru
ilerliyerek şöyle bağırdı : "Ey Hudeybiye'de ağacın altında biat edenler!
Allah'tan korkun! Gelin! Peygamberinizin çevresinde toplanın!"
Meğâzî kitaplarında
anlatıldığına göre Rasulullah (s.a.v.) in sağında amcası Abbas (r.a.) ve
solunda da, amcazadesi Süfyan b. el-Hâris b. Abdülmut-talib'ten başka kimse
kalmamıştı. Süfyan, her ne kadar Mekke fethinde İslâmı kabul etmiş idiyse de o
zamandan bu yana Rasululiah (s.a.v.) onunla tek bir kelime konuşmamıştı. Sebeb
ise, daha Önce hicviyeleriyle Peygamber (s.a.v.) e eziyet etmeseydi. Ancak
Rasulullah (s.a.v.), onun bu samimiyet ve bağlılığını görünce onunla konuşup
kucaklaştı. Allah Teala, Rasulullah (s.a.v.) in yukarıda söz konusu ettiğimiz
çağrısını Muhacirlere ve Ensar'a duyurdu. Hepsi birden tekbir getirerek geri
döndüler. Birlikte düşmana saldırıp bozguna uğrattılar. Henüz mızrak darbesi ve
kılıç yarası almadan düşman kaçmaya başladı. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyuruyor:
".. .Görmediğiniz
askerler indirdi, inkar edenleri azaba uğrattı..."[198]
113- Said b.
Zı Huddân'dan rivayete göre, birisi kendisine Hz. Ali'den aşağıdaki hadisi
rivayet etmiştir. Bu hadise göre Rasulullah (s,a.v.) şöyle buyurmaktadır:
"Savaş hiledir."
Burada mücahidin savaş
anında kendisiyle savaştığı kimseyi aldatabile-ceğine ve bunun hıyanet
olmadığına delil vardır.
Bazı alimler, bu sözün
zahirini alarak savaş durumunda yalana izin verildiğini söylemişler ve
Rasulullah (s.a.v.)in, Ebû Hüreyre'den nakledilen :
"Yalan ancak üç
yerde caiz olur: İki kişinin arasını bulmakta, savaşta ve bir kimsenin kendi
hanımının gönlünü almasında" hadisini de buna delil olarak
göstermişlerdir.
Ancak bize göre
hadis-i şerifte kastedilen, düpedüz yalan değil, tevriye yapmak ve üstü kapalı
söz söylemektir. Bunun benzeri, İbrahim (A.S.) in üç yalan söylediğim belirten
hadistir. Bundan maksat, onun üç yerde üstü kapalı söz söylediğidir. Çünkü
Peygamberler, düpedüz yalan söylemekten ma'sunulurlar. Hz. Ömer (r.a.): Üstü
kapalı söz söylemede (tevriye yapmada), yalandan
kurtuluş vardır,
demiştir.
İmam Muhammed (Rahimehullah),
el-Kitâb'da bu sözü şöyle açıklar: Kişinin, kendisiyle savaştığı kimseye,
gerçekte Öyle olmadığı halde zahirin tersine birşey söylemesidir ki, Tıpkı
Hendek Savaşında Hz. Ali'nin düello yaptığı Amr b. Abdivüd'de söylediği gibi.
Hz. Ali (r.a.) ona: "Hani, kimsenin sana yardım etmeyeceğine dair bana
garanti vermiştin? Peki, sana şu yardıma gelenler kimlerdir?" demişti.
Amr, kendisine bu söylenenleri garipser gibi arkasına bakınca, Hz. Ali, birden
iki ayağına vurup
ikisini de kesmişti.
Savaşan askerin,
arkadaşlarıyla konuştuğunda kendilerinin zafere ulaştığını yahut daha güçlü
olduklarım vehmettirmesi de bir hiledir.. Hakikat kendisinin söylediği şekilde
olmadığı halde, sözün zahirine göre yalancı duruma düşmeyecek şekilde konuşur.
Nitekim rivayet edilir ki, Hz. Ali (r.a.), katıldığı savaşlarda başım önüne
eğerek bir yere ve sonra yukarı kaldırıp bir göğe bakıyor ve şöyle diyordu:
"Ne sen yalan söyledin ve ne de ben." Bu davranışıyla, çevresinde
bulunanlara, sanki Rasulullah (s.a.v.) kendisine bu durumu haber vermiş ve
ashabına da bunu emretmiş intibaını veriyordu. Halbuki onun meydana gelmesi
mümkün olduğu gibi olmaması da mümkündür. Bu ve buna benzer söz ve
davranışlarda bir sakınca yoktur.
Rasulullah (s.a.v.)in:
"Cennete yaşlılar girmez" buyurduğu, bunu duyan yaşlı bir kadının
ağlamağa başladığı ve nihayet Rasulullah (s.a.v.) in o yaşlı kadına, cennete
girecek kimselerin vasıflarını (yani gençleşerek gireceklerini) açıkladığı
rivayet edilmiştir. Bunun başka bir çeşidi de, kişinin sözünü kesin söylemeyip"
ümit edilir" ve "umulur" sözcükleriyle sınırlandır maşıdır.
Böylece söz, kesinlik ifade etme çerçevesinden çıkmış olur.
İmam Muhammed der ki:
Bize ulaştı ki, Hendek günü biri[199]
Rasulullah (s.a.v.)'e gelerek: "Ya Rasulallah! Beni Kurayza (yahudileri)
size ihanet etti. Antlaşmayı bozarak Ebû Süfyan tarafına katıldı" dedi.
Rasulullah (s.a.v.): "Belki de biz onlara bunu emretmişizdir"
buyurdu. Adam, Ebû Süfyana gidip: "Beni Kurayza'nın sana tabi olmalarını
Muhammed istemiş" dedi. Ebû Süfyan: "Bunu kendi kulaklarınla mı
duydun?" diye sordu. Adam: "Evet" deyince, Ebû Süfyan:
"Allaha yemin ederim ki, Muhammed yalan söylememiştir" dedi.
Söz konusu olay Meğazi
kitaplarında iki şekilde anlatılır :
Birincisi : Beni
Kurayza Yahudileri, müşriklerden oluşan düşman ordusu gelinceye kadar
Rasulullah (s.a.v.)'le antlaşma halindeydiler. Beni Nadir kabilesinin reisi
Huyay b. Ahtab da düşman ordusuyla beraberdi. Bu zatın çabalarıyla Beni Kurayza
reisi Ka'b b. Eşref ve kabilesi, Rasulullah (s.a.v.) le yaptıkları antlaşmayı
bozup Ebû Süfyan'la birlik oldular. Bu antlaşmaya göre düşman ordusu
Rasulullah (s.a.v.) le savaşırken onlar da arkadan Medine'ye saldıracaklardı.
Müslümanlar zor duruma düşmüşlerdi. Yüce Allah bunu şöyle dile getirmektedir
:"Onlar size yukarınızdan ve aşağınızdan gelmişlerdi..."[200]
Nuaym b. Mesud, o
zaman henüz müşrik olduğu halde gelip Beni Kurayza ile müşrik düşman ordusu
arasında yapılan antlaşmayı RasuluUaha haber verdi. Rasulullah (s.a.v.),
Nuaym'a: "Belki de onlara böyle davranmalarını biz emretmişiz" dedi.
Rasulullah (s.a.v.), bu sözüyle, sanki bu aramızda olan antlaşmanın gereğidir.
Böylece düşman ordusunu her taraftan kuşatacağız, demek
istiyordu.
Nuaym çıkıp gittiğinde
Hz. Ömer: "Ya Rasulallah! Beni Kurayza'nın işini halletmek, senin hakkında
yayacakları bir şeyden (yalan söylüyor deyip tutturmalarından) daha
kolaydır," dedi. O zaman Rasulullah (s.a.v.):"Savaş, hiledir ya
Ömer!" buyurdu.
Rasulullah (s.a.v.) in
Nuaym'a bu sözü söylemesi, aralarında birliğin
bozulmasına ve
tefrikaya düşüp yenilmelerine sebep olmuştu.
İkincisi: Ebû Süfyan'la anlaştıktan sonra Huyay b.
Ahtab'a dediler ki: "Korkuyoruz ki, iş uzar ve ahzab (müşrik ordusu) galip
gelmeden çekip gider de Muhammed'le başbaşa kalırız. O zaman Muhammed seni
memleketinden çıkardığı gibi bizi de buradan çıkarır." O zaman Huyay b.
Ahtab onlara şöyle teminat vermişti. "Şimdi ahzaba gidip büyüklerinden
yetmiş kişiyi size rehin vermelerini söyleyeceğim." dedi. Böylece ahzab
çekip gitmeyecek ve onları yalnız bırakmayacaktı. Bu konuşma yapılırken Nuaym
b. Mes'ud oradaydı, kendisi de onları bunu kabul etmeğe teşvik etti. Onlar da
aynı kanaata vardılar. Nuaym bu olaya tanık olduktan sonra Rasulullah (s.a.v.)
e durumu haber verdi. Rasulullah (s.a.v.): "Olabilir ki, bunu biz onlara
söylemişizdir" buyurdu. Nuaym, oradan çıkıp Ebû Süfyan'ın yanına gitti.
Huyay b. Ahtab, Ebû Süfyan' dan rehineleri istiyordu. Nuaym, Ebû Süfyan'a dedi
ki: "Sen Muhammed'in hiç yalan söylemediğine kani değil misin?" Ebû
Süfyan : "Evet" dedi. Nuaym : "O halde ben az önce onun
yanındaydım ve o bana şöyle şöyle dedi. Bu, Beni Kurayza ile yaptığı
antlaşmanın bir gereği imiş. Sizden yetmiş kişi alacaklar ve onları Muham-med'e
teslim edecekler. Muhammed de bunları öldürecek ve buna karşılık, onların diğer
bir kolu olan Beni Nadir kabilesinin kendi yurtlarına dönmelerine-müsaade
edecek" deyince müşrikler: "Lat ve Uzza'ya yemin ederiz ki, doğru
söylüyorsun" dediler. Olay, cuma günü cereyan etmişti. Ebû Süfyan, Beni
Ku-rayza'ya haber göndererek işin uzadığını, aralarındaki antlaşma gereğince
çıkıp Medine'ye saldırmalarını istedi. Beni Kurayza şu cevabı verdi: Yarın
cumartesidir. Cumartesi gününün kudsiyetini bozup çıkmayız. Zaten rehineleri
vermedikçe de çıkacak değiliz." O zaman Ebû Süfyan: "Nuaym'ın dediği
doğruymuş" dedi.
Allah kalblerine korku
saldı. Yenilgiye uğrayarak çekip gittiler. Müslümanları da , savaşa girmeye
muhtaç bırakmadı.
İmam Muhammed dedi ki
: Bu ve buna benzer savaş hilelerinde bir sakınca yoktur.[201]
114- İmam
Muhammed dedi ki: Gücü yerinde bir müslü-manin iki müşrikten kaçmasını caiz
görmem. Çünkü Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Tekrar savaşmak için bir
tarafa çekilmek veya bir başka topluluğa katılmak maksadı dışında o gün
arkasını düşmana dönen kimse Allah'tan bir gazaba uğramış olur. Onun varacağı
yer cehennemdir. Ne kötü bir dönüştür."[202] O
gün düşmana sırtını çevirip kaçan, muhakkak ki, Allah'ın gazabına uğramıştır.
Onun varacağı yer cehennemdir. O, ne kötü dönüştür. Ancak tekrar savaşmak yahut
başka bir alanda savaşmak gayesiyle başka bir müslüman müfrezeye katılmak için
kaçanlar bundan hariçtir.
Müfessirler, bu ayeün
tefsirinde ihtilafa düşmüşlerdir. Katâde ve Dahhâk, savaştan kaçmak, sadece
Bedir savaşına hastır. Çünkü müslümanların, kendisine sığınacakları kimse
olarak sadece Rasulullah vardı. Ve bu savaşta o da onlarla beraberdi, derler.
Müfessirlerin çoğu ise, bu hükmün Bedir'le sınırlı olmayıp bütün savaşlar için
geçerli olduğunu söylerler.
Savaştan kaçmak, büyük
günahlardandır Rasulullah (s.a.v.) : "Beş şey kebairdendir" buyurmuş
ve bunlar arasında savaştan kaçmayı da saymıştır. Rasulullah (s.a.v.): yine
şöyle buyuruyor :
"Allah'a ortak
koşmak, yetimin malını yemek, savaştan kaçmak ve iffetli kadınlara zina isnad
etmek, günahların en büyüklerindendir."
Ayrıca müslümanların
sayısı, müşriklerin sayısının yarısı kadar olunca, müslümanlar için kaçmak caiz
değildir. Başlangıçta müslümanların sayısı düşmanın onda biri kadar iken
kaçmak caiz değildi. Yüce Allah şöyle buyuruyor : "...Sizin sabırlı yirmi
kişiniz onlardan ikiyüz kişiyi yener."[203]
Allah'ın, yenileceğini haber verdiği sayıdan kaçmak caiz değildir. Daha sonra
Yüce Allah müslümanlarabunu hafifleterek şöyle buyurdu : "Şimdi Allah
yükünüzü hafifletti. Zira içinizde zayıflık bulunduğunu biliyordu. Sizin
sabırlı yüz kişiniz onlardan ikiyüz kişiyi yener..."[204]
Ancak kaçmamak,
silahlı olan kimse için sözkonusudur. Silahlan bulunmayanların silahlı
kimselerden kaçmalarında bir sakınca yoktur.
Görmüyor musun,
düşmanların çıkış yolu olan kale kapısından kaçmak ve mancınığın hedef alanı
olan yerden uzaklaşmak caizdir. Çünkü bu gibi yerlerde durmak mümkün değildir.
Buna göre, bir kişinin üç kişiden kaçması caizdir. Ama İslam ordusunun sayısı
onikibine ulaşır ve aralarında ittifak var ise, düşman ordusunun sayısı ne
kadar çok olursa olsun kaçmalan caiz değildir. Çünkü Rasulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmuştur: "Onikibin kişilik bir ordu, azlığından dolayı
yenilmez." Galip gelebilecek olanın kaçması, caiz değildir.
115- İbn
Ömer (r.a.) in şöyle dediği rivayet edildi: Rasulullah (s.a.v.), Necd tarafına
bir seriyye gönderdi. Ben de se-riyyede idim. Müslümanlar, düşman karşısında
yenilgiye uğradı. Medineye vardığımızda: "Bizler savaştan
kaçanlarız" dedik. Rasulullah (s.a.v.)
şöyle buyurdu: "Aksine, siz, tekrar Ailah yolunda savaşa gitmek
için geri dönenlersiniz. Tekrar Allah yolunda savaşmaya gitmek için bana
döndünüz. Ben size güç ve kuvvet vereceğim."
Hadiste geçen Akkâr
Kelimesi, Allah yolunda savaşmak için geri dönen kimse manasınadır. Yani, sizin
bu davranışınız, bana gelmek içindir. Çünkü ben sizin için kuvvet kaynağıyım.
Sizi güçlendirdikten sonra tekrar savaşa döneceksiniz.
116- İmam
Muhammed dedi ki: Ebû'I-Muhtar'ın babası olan Ebû Ubeyd es-Sekafî,
Kussu'n-Nâtıf isimli yerde öldürüldü. Kendisi, kaçmayı reddetmiş ve ölünceye
kadar düşmanla savaşarak sebat etmişti. Öldürülüşü üzerine Hz. Ömer (r.a.)
şöyle dedi: "Allah Ebû Ubeyd'e rahmet etsin. Şayet bana geri dönseydi ona
kuvvet olurdum."
Buradan anlıyoruz ki,
düşman güç getirilemeyecek kadar güçlü ise müs-lümanların ondan geri
çekilmesinde bir sakınca olmadığı gibi, "Sebat etmek ve döğüşe devam etmek
kendini tehlikeye atmaktır" diyenlerin hilafına, sebat edip savaşa devam
etmekte de bir sakınca yoktur. Aksine, bunda kendini Allah için feda etme
vardır. Sahabeden bunu yapanlar olmuştur. Anların koruduğu Asım b. Sabit
bunlardandı ve Rasulullah (s.a.v.) onlan övmüştür. Buradan da anlıyoruz ki,
bundu bir sakınca yoktur.
Başarı Allah'tandır.[205]
117- İmam
Muhammed dedi ki: Bir kimse dârü'l-harbte müslüman olur da henüz dârü'l-İslama
geçmeden bir müslü-man onu yanlışlıkla öldürürse, bu müslüman üzerinde diyet
değil, Keffaret vardır.
118- Fakat
imla yoluyla Ebû Hanife'den yapılan rivayete göre, ona keffaret de yoktur.
Halbuki keffaretin
vucubiyetine delil, Yüce Allah'ın şu sözüdür : "...Eğer o mü'min, size
düşman bir topluluktan ise, mü'min bir köleyi
azad etmek gerekir...[206]
Atâ' ve Mücâhid'den
yapılan rivayete göre bu ayette kasdedüen, İslama girmiş ama henüz müslümanlara
gelip katılmamış olan kimsenin öldürülmesidir.
Ayrıca denildi ki: Bu
ayet, Mirdâs isminde bir adam hakkında indirilmiştir. Bu zat, İslamı kabul
etmiş ve henüz dârü'l-İslama hicret etmemişti. Üsâme b. Zeyd, İslamı kabul
ettiğini bilmeden onu öldürmüştü. Allah bu ayeti indirerek diyetin
gerekmediğini ve fakat keffaretin gerektiğini bildirmektedir.
Buna diğer bir delil
de, diyetin, Allah'ın hakkı olarak vacib olmasıdır. Dini kabul edip onun
himayesine girmekle Allah'ın hakkı sabit olur. Ama dârü'l-îslama geçip onun
himayesine girmekle ancak kulların hakkı olan tazminat sabit olur. Bunu,
"es-Siyerü's-Sağir" de anlattık. Başarı ve yardım Allah'tandır.[207]
119- Ebû
Ümâme b. Sehl b. Huneyf'ten yapılan rivayete göre Rasulullah (s.a.v.) Uhud günü
yüzünü çürümüş bir kemikle tedavi etmiştir.
120- Uhud
savaşında Peygamber (s.a.v.)'in yüzünün yaralandığı ve kanının aktığı sahih
rivayetlerle sabittir. O zaman Peygamber (s.a.v.):
"Peygamberlerin
yüzünü kanıyla boyayan bir kavim nasıl felah bulur?." buyurmuş ve bunun
üzerine şu ayet inmişti:
"O konuda senin
yapacağın bir şey yoktur . Allah, ya tevbe-lerini kabul edip onları affeder, ya
da zalim olduklarından dolayı onlara azabeder."[208]
Rivayete göre
Peygamber (s.a.v.), bir hasır parçasını yakarak onunla yüzünü tedavi etmiştir.
Başka bir rivayette
ise, çürümüş bir kemikle tedavi etmiş ve bir sargıyla bağlamıştı. Günlerce de
bu sargının üzerine mes-hetmişti.
Burada, yaraları
tedavi etmekle meşgul olmanın caiz olduğuna delil vardır.
121-
Yasaklayıcı bazı rivayetlerden dolayı insanlardan bir kısmı tedaviyi kerih
görmüşlerdir. Bunlardan biri, Rasulullah (s.a.v.) 'den yapılan şu rivayettir :
"Ümmetimden
yetmişbin kişi hesap görmeden cennete gireceklerdir." "Onlar
kimlerdir Ya Rasulallah?" denildi. Buyurdu ki: "Bunlar, dağlanmaz,
efsunla uğraşmaz ve kuşların uçuşlarını şöyle veya böyleye yorumlamaz;
Rablarma tevekkül
ederler."
122- Biz
Tedavinin caiz olduğunu söylerken Rasulullah (s.a.v.) den rivayet edilen şu
hadise dayanıyoruz:
"Tedavi olunuz ey
Allah'ın kulları! Muhakkak ki Allah, yaşlılık ve ölüm dışında, yarattığı her
hastalık için mutlaka bir ilaç da yaratmıştır.
Tedavinin yasak
olduğunu söyliyenlerin rivayet ettikleri haber, mensuhtur. Çünkü Peygamber
(s.a.v.), Hendek günü ucu uzunca bir okla elinin damarı kopan Sa'd b. Muaz'ı
dağlayarak tedavi etmiştir. Es'ad b. Zürâre (r.a.)'ı da dağlayarak tedavi
ettiği rivayet edilmiştir.
İmam Muhammed, daha
sonra (mensuh olduğunu söylediği hadisin men-suh olmadığını farzedip) her iki
rivayetin arasını uzlaştirarak şöyle dedi:
Şayet hastaya şifa
verenin, ilacın kendisi olduğuna inanılırsa, o zaman tedavi ile uğraşmak caiz
değildir.
Burada, çürümüş
kemikle tedavi olmanın caiz olduğuna delil vardır. Kemikte hayat olmadığı için
kuralımıza göre ölümle necis olmaz. Ama insan yahut domuz kemiği ise onunla
tedavi olmak mekruhtur. Çünkü domuz bizatihi necis-tir. Eti gibi kemiği de
necis olup hangi şekilde olursa olsun ondan yararlanmak caiz değildir. İnsan
vücudu, hayatta olduğu gibi ölümünden sonra da hürmete layıktır. Bu nedenle,
onunla tedavi olmak da caiz değildir. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurur:
"Ölünün kemiğini
kırmak, canlının kemiğini kırmak gibidir."
123- İmam
Zührinin şöyle dediği rivayet edilir: Rasulullah, kafirin, müslümanı köle
edinemeyeceğine hükmetmiştir.
İmam Muhammed der ki:
Biz de bu görüşteyiz. Hatta Kafir
bir kimsenin kölesi
îslamı kabul ederse, köleliğinin devamına
müsaade edilmez ve bu
köleyi satmaya zorlanır.
Hadis, kölede
mülkiyetin devamını ve köleyi çalıştırmayı ifade eder. Çünkü kölelik devam
etmektedir ve devamlılık, devam eden hususta yeni başlamış gibidir.
Ayrıca denildi ki:
Burada kastedilen hür olan bir müslümanın köle edinilmesidir. Kafir bir kimse
bir müslümanı esir edip onu köle edinse, o müslümanın köleliği, kafir kimseye
sabit olmaz. Çünkü Rasulullah (s.a.v.) : "îslam daima üstündür ve ondan
üstünü olamaz." buyurmuştur. Bu hadisten kasıt, İslamın güzelliğini haber
vermek değil, İslamın hükmünü belirtmektir. Bu, mutlaka gerçekleşecektir.
Rasulullah'm haber verdiğine muhalefet etmek caiz değildir.
Ayrıca kafirin,
müslümanı zelil kılması, şer'an caiz değildir. Halbuki kafir kişi malik,
müslüman da onun mülkü olursa, bunda müslümanı zelil kılma vardır. İslama
sonradan giren bir kölenin, kafir yanında köle olarak devam etmesinde de
zillet vardır. O halde kafir, müslüman kölesini satmak mecburiyetindedir.
Ancak azad etmesi için zorlanamaz. Çünkü zimmî olmayı kabul etmekle artık malı
elinden alınamaz. Ayrıca kölenin İslamı kabul etmesi ve efendinin kafir olması,
efendinin kölesine iyilik yapması için etkili bir durum değildir. Bu sebeple
azad etmesi diye birşey yoktur. Ancak bir kimse kendi akrabasına köle olarak
malik ise, o zaman köle karşılıksız olarak hürriyetine kavuşur. Çünkü
akrabalık, iyilik ve ihsanda bulunmak için etkilidir.
124- İmam Muhammed
dedi ki: İslama giren müşrik kimsenin cünüblükten yıkanması gerekir. Çünkü
müşrikler, cü-nüplükten dolayı yıkanmazlar ve bunun için nasıl yıkanılacağım
da bilmezler.
Buradan anlaşılıyor
ki, cünüplüğe sebep olan bir durum olduğunda kafir için de bu sıfat geçerlidir.
Lakin alimlerimiz, ne zaman yıkanması gerektiği hususunda ihtilaf etmişlerdir.
Kimilerine göre
kafirler, şeriatlarla muhatabtır ve kafir iken yıkanmak üzerlerine vaciptir. Bu
sebeble kafir iken yıkanmış olması geçerli olur.
Kimilerine göre ise
müşrikler şeriatlarla muhatap değildirler. İslama girdikten sonra yıkanmaları
gerekir. Çünkü cünüblük vasfı kalıcıdır. Devamlı olması sanki, sebebi yeni
meydana gelmiş gibi bir sonuç doğurur. İslama girmezden önce yıkanmasının
sahih olması ise yıkanma sebebinin mevcut olmasındandır.
Bunun içindir ki,
hayızh bir kadın kanı kesildikten sonra İslama girerse, ondan dolayı yıkanması
gerekmez. Çünkü ona yıkanmanın vacip olması, kanın kesilmesidir. Kanın
kesilmesi ise, devamlılık ifade etmez. İslama girdikten sonra hakikaten ve
hükmen sebeb meydana gelmediyse, yıkanması gerekmez.İmam Muhammed, onlar
yıkanmanın nasıl yapıldığını bilmezler, sözüyle, cünüplükten yıkanırken ağzı ve
burnu yıkamadıklarını kastetmektedir. Halbuki ğusulde bunların ikisi de farzdır.
Onun için bir kafir İslamı kabul ettiği zaman cünüplükten yıkanması ona
emredilir.
125- Ebû
Hüreyre'nin naklettiği hadisi de buna delil olarak getirmiştir. Bu rivayete
göre Sümame b. Esâl el-Hanefi İslam'a girdiği zaman Rasulullah (s.a.v.)
yıkanmasını emretmiştir.
İbn Ömer (r.a.) der
ki: Yıkandıktan sonra iki rekat namaz kıldı. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.)
:
"Arkadışınizın
İslamı güzel oldu." buyurdu.
Küleyb'ten yapılan
rivayete göre de, Rasulullah (s.a.v.) e gelip ona biat edince Rasulullah (s.a.v.)
ona: "Başından küfür saçını tıraş et" demiş ve o da gidip tıraş
olmuştur.
126- İmam
Muhammed dedi ki: Saç kesmenin vacip olduğu kanaatında değiliz. Çünkü
Rasulullah (s.a.v.) bunu sahabenin çoğuna emretmemiştir. Belki de, Küleyb
saçlarıyla övündüğü için, saçını kesmesini emretmiştir. Yahut, kafir olduğu
zaman bitmiş olan saçlarını keserek ziyadesiyle temizlenmesini hoş
karşılamıştır. Ama yıkanmak bundan farklıdır.[209]
127- Arfece
b. Es'ad'dan rivayete göre, cahiliye döneminde meydana gelen Kilâb savaşında
burnu kesilmiş ve bu sebeble gümüşten bir burun protezi taktır mıştı. Ancak
sonradan taktığı bu burun kokmaya başlayınca Rasulullah (s.a.v.) altından
burun protezi taktırmasını emretti.
İmam Muhammed bu olaya
bakarak şöyle diyor :
128- Altın
taktırmada bir sakınca yoktur. Aynen bunun gibi, bir kimsenin dişi düşse, onun
yerine altın bir diş taktırmasında yahut dişini altınla kaplatmasında bir
sakınca yoktur. Bu görüş, İbrahim en-Nehai'den rivayet edilmiştir.
Ebû Hanife ise, altından
diş taktırma yahut kaplatmayı
mekruh sayardı. Çünkü
yararlanma maksadı ile erkekler için
altın kullanmak caiz
değildir. Gümüş kullanmak ise caizdir.
Gümüş yüzük
kullanmanın caiz oluşu buna delildir.
İmam-ı A'zama göre,
yukanda rivayet edilen hadis, Arfece'ye mahsustur.
Ayrıca İmam Ebû
Hanife'nin metoduna göre, üzerinde ittifak edilen genel durum (âmm), Özel
duruma (hâss) olana tercih olunur. Ebu Hanife'nin öne sürdüğü meşhur bir
hadise göre Rasulullah (s.a.v.), altını sağına, ipeği de soluna alarak şöyle
buyurmuştur:
"Şu ikisi (altın
ve ipek), ümmetimin erkeklerine haram, kadınlarına helaldir."
En doğrusunu Allah
bilir.[210]
129-
Müslümanlar, müşriklerden bir toplulukla antlaşma yapsalar, onlar kendi
istekleriyle vermedikçe, onların mallarını almak müslümanlara caiz olmaz. Çünkü
bu antlaşma sebebiyle artık onların mal ve canları, müslumanların mal ve
canları mesabesindedir. Nasıl, gönül rızasıyla vermeleri dışında
müslü-manların mallarını almak caiz değilse, antlaşmalı müşriklerin mallarını
almak da caiz değildir. Çünkü gönül nzalan dışında mallanm almak, ihanet ve
ahde vefasızlıktır.
Oysa ki Rasulullah
(s.a.v.) :
"Ahidlere vefalı
olmak gerekir, Antlaşmayı çiğnemek caiz değildir."
buyurur.
130- Ayrıca
Ebû Sa'lebe hadisi ile delil getirildi ki, Hayber savaşında, antlaşma
yapıldıktan sonra yahudilerden bir cemaat gelip dediler ki: "Bizim
bahçelerimiz var. Senin arkadaşlarından bu bahçelere girip bakla yahut
sarımsak alanlar oldu. Rasulullah (s.a.v.), Abdurrahman b. Avf (r.a.)'a müslümanlar
arasında "Haksız yere antlaşmalılarin mallarını size helal görmem."
şeklinde seslenmesini emretti.[211]
131- İmam
Zührî'den rivayete göre, Ebû Süfyan b. Harb, antlaşma döneminde, kafir olduğu
halde mescide girerdi. Ancak kafir bir kimsenin Mescid-i Haram'a girmesi caiz
değildir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyuruyor :
"Ey inananlar!
şüphesiz puta tapanlar pistirler, bu sebeble, bu yıllarından sonra Mescid-i
Haram'a yaklaşmasınlar. Eğer fakirlikten korkarsanız, bilin ki Allah dilerse
sizi bol nimetiyle zenginleştirecektir. Allah şüphesiz bilendir,
hakimdir."[212]
Antlaşmadan maksat, Rasulullah (s.a.v.) le Mekke müşrikleri arasında
Hüdeybiye'de yapılan antlaşmadır.
Müşrikler, antlaşmayı
bozmuş ve Rasulullah (s.a.v.) in kendilerine savaş açacağından korkuyorlardı.
Ebû Süfyan, antlaşmayı yenilemek için Medine1 ye gelmiş ve mescide girmişti.
İmam Zührî'den yapılan
bu rivayet, İmam Malik'e karşı bizim lehimize delildir. İmam Malik:
"Müşrikin herhangi bir mescide girmesine müsaade edilemez." der.
Bizim lehimize başka
bir delil de şudur: Sakîf kabilesinin elçileri geldiklerinde, Rasulullah
kendileri için Mescid-i Nebevide bir çadır kurmalarını emir buyurmuştur.
"Onlar necis kimselerdir." denildiğinde de, şöyle buyurmuştur:
"Yere, necasetlerden birşey düşmez."
İmam Şafiî, Zührî'den
rivayet edilen hadisi alarak ayette geçen Mescid-i Haram dışında diğer
mescidlere girebileceklerini söyler.
Bize göre ise, diğer
mescidlere girdikleri gibi Mescid-i Haram'a girmekten alıkonmaziar. Bu hususta
düşman ile zimmî arasında da fark yoktur.
Ayetin anlamına
gelince: Cahiliye döneminde müşrikler, adetleri üzere çıplak olarak Ka'be'yi
tavaf ediyorlardı. Ayet, bu şekilde girmelerini yasaklamaktadır. Ayette geçen
yaklaşmaktan maksat ise, Mescid-i Haram'ın işlerini tanzim etmek ve onun
onarımı ile İlgilenmektir ki, biz de çıplak olarak Mescid-i Haram'a
giremeyeceklerine, ne onun tanzimi ve ne de onarımıyla uğraşamaya-caklarma
inanıyoruz. Bu durumlardan hiçbiri için onlara müsaade edilemez.[213]
132-
Rivayete göre, Ömer b. Abdülaziz, valilerine genelge göndererek nifaslı ve
hasta kadın dışında kadınların hamama girmemelerini istemiştir.
Kadınların hamama
gitmelerinin mekruh olduğunu söyleyenler buna dayanırlar. Ayrıca Rasulullah
(s.a.v.) in şu hadisini de buna delil sayarlar :
"Hangi kadın,
kocasının evinden başka bir yerde cilbabını (elbise - başörtüsü) çıkarırsa
Allah'ın, cümle meleklerin ve insanların lanetleri onun üzerine
olsun."
Humus kadınları Hz.
Aişe (r.a.) nın yanına girdikleri zaman onlara: "Siz hamamlara gidenlerden
değil misiniz?" diye sormuştu. Onlar: "Evet" deyince de, evden
çıkmalarını ve oturdukları yerin yıkanmasını emretmiştir.
Mezhebimize göre ise,
iffetli bir şekilde gider ve peştemal kullanırlarsa kadınların hamama
gitmesinde bir sakınca yoktur. Çünkü hamama gitmek, zi-net (süslenme)
anlamındadır ve bu, erkeklerden çok kadınlara yakışır. Yahut da, yıkanma
ihtiyacı için hamama gidilir ki, bu durumda kadının temizlenmesini gerektirecek
sabebler daha çok olduğu için, kadının ihtiyacı daha çoktur. Erkek, havuz ve
nehirlerde yıkanabilir. Halbuki kadının buna imkanı yoktur.
Hadisin teViline
gelince, kadının, kocasının izni olmadan dışarı çıkması mekruh görülmüştür.
Çünkü asıl olan kadınların evlerinde oturmalarıdır. Onlar, bununla
emrolunmuşiardır. Ayette peygamberin eşleri için, "Evlerinizde
oturun;"[214] buyurulmaktadır.
Ömer b. Abdülaziz, söz
konusu genelgesinde şunu da yazmıştı: "Hiçbir müslüman kadın eğere
binmesin." Çünkü Rasulullah (s.a.v.) "Eğerlere binen kadınlara Allah
lanet etsin". buyuruyor.
Bununla, eğlenmek
yahut süslenip püslenip kendisini erkeklere göstermek isteyen kadın
kastedilmiştir. Ama cihad için yahut kocasıyla birlikte hacca gitmek gibi bir
ihtiyaçtan dolayı biner, gereği şekilde örtünürse, binmesinde bir sakınca
yoktur.
Ömer b. Abdülaziz,
aynı genelgesinde yine şöyle yazdı: Ehli Kitabın eğerlere binmelerine müsaade
olunmasın. Onlar, palana (semere) binsinler Ayrıca, tanınmaları için kuşak
bağlasınlar.
Yani, elbiselerinin
üzerine zünnar bağlasınlar ve semere benzeyen eğere binsinler. Bu önü yüksekçe
olan bir eğerdir. Onlara bunun emredilmesinin sebebi; izzet sahibi olma
konusunda müslümanlarla yarışmalarının önlenmesidir .Rasulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır.
"Kitap Ehlini hakir
ve zelil görünüz, ama onlara zulmetmeyiniz."
Hz. Ömer b. Hattab
(r.a.), zimmîlerle, zünnar bağlamaları şartı üzere anlaşmıştı. Valilerine
gönderdiği bir genelgede de: "Zimmîlere, boyunlarına kurşundan kolye
takmalarını, kemer bağlamalarını ve müslümanlara benzememelerini emretmelerini
yazmıştır."
Bu meselenin
açıklaması ileride gelecektir.[215]
133- Ebû
Hanife (r.a.) der ki: Müslümanlar güçlü oldukları müddetçe cihad için ücret
almaları ve vermeleri mekruhtur. Ama güçlü değillerse, birbirlerini mal ile
takviye etmeleri caizdir. Yüce Allah :"AHah yolunda hakkıyla cihad
edin...’’[216] buyurmaktadır.
Hakkıyla cihad etmek,
mal ve canla cihad etmektir. Cihada çıkan kişi zengin ise, hem mal ve hem de
canıyla cihad etmeli ve cihadından dolayı kimseden ücret almamalıdır. Ama fakir
ise başkalarından gönül rızalarıyla, cihada güç getirecek şekilde mal
almasında bir sakınca yoktur. Böylece biri canıyla, diğeri de malıyla cihad
etmiş olur.
134- Nitekim
Hz. Ömer (r.a.), bekar kimseyi, evli kimsenin parasıyla silahlandırıp onu
savaşa gönderirdi. Savaşa gitmeyenin de, atını alır ve savaşa gidene verirdi.
135-
Rivayete göre, İbn Abbas'a ücret alma konusu sorulduğunda şu cevabı vermiştir:
Kişinin aldığı malı cihadda kullanacağı hayvan ve silaha vermesinde bir
sakınca yoktur.
Çünkü mal sahibi,
cihad güçlü yapılsın diye mücahide malım vermekte, kendisi de malı ile cihad
etmiş olmaktadır. Bu nedenle mücahid kişinin o malı cihad yolunda değil de,
kendi şahsı için harcaması mekruhtur.
136- Nitekim
rivayete göre, Abdullah b. Yezid el-Ensârî (r.a.) dan cihad için kendisine mal
verilen bir kimsenin durumu soruldu. Bu adam kendisine verilenden daha azını
cihad yolunda harcıyordu. Abdullah dedi ki: Şayet artırdığı miktarı kendi
şahsına harcamayacaksa, bunda bir sakınca yoktur.
Yani maksadı, ayırdığı
miktarı daha sonra kendi ihtiyaçlarına harcamak değilse, bunda bir sakınca
yoktur. Savaştan döndüğü vakit bu artırdığını götürüp kendisine veren kişiye
iade eder. Bu tıpkı başkası yerine hacca giden kimse gibidir. Başkası yerine
hacca giden kimse, döndüğü vakit arta kalan paraları sahibine iade eder. Çünkü
arta kalanı iade etmediği takdirde, amelinden dolayı ücret almış gibi olur.
Cihad için ücret almak ise batıldır.
137- Buna
göre, devlet başkanı bir ordu hazırlamak istediği zaman şayet beytülmal (devlet
hazinesi) müsait ise, orduyu buradan donatması ve kimseden birşey almaması
gerekir. Ama devlet hazinesinin durumu yeterli değilse, halktan kendilerine
düşeni zorla alma imkanına sahiptir.
Çünkü devlet başkanı,
halkı gözetme konumundadır. Bu ise halkı tam manasıyla gözetmenin
gereklerindendir. Rivayet olunur ki, Muaviye (r.a.) Küfe halkına bir miktar
askeri teçhiz etmelerini emretti. Bu arada Cerîr b. Abdillah ve oğluna acıyarak
onlardan birşey alınmamasını istedi. Ama onlar buna itiraz ederek biz de
gazilerin teçhizi işine malımızla katılmak istiyoruz, dediler.
138- Cübeyr
b. Nüfeyr'den rivayete göre Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur.
"Ümmetimden
düşmanla savaşan ve güçlenmek amacıyla bunun için ücret alanlar Hz. Musa'nın
annesine benzerler. Hz. Musa'nın annesi çocuğunu emziriyor ve bundan dolayı
ücret alıyordu." Yani gazilerin savaşa katılmaları, kendi şahısları
içindir. Yüce Allah şöyle buyuruyor :
"İyilik ederseniz
kendinize iyilik etmiş olursunuz. Kötülük ederseniz, o da kendinizedir..."[217]
Düşmana karşı
güçlenmek için gazilerin mü'min kardeşlerinden para almaları helaldir. Nitekim
Hz. Musa'nın annesi kendi çocuğuna süt emzirirken kendi kendisine iş yapmış oluyordu
ve süt emzirmeye güç yetirmek için Firavun'un verdiği ücreti alıyordu. Bu ona
helaldi.
139- İmam
Muhammed dedi ki: Bir müslüman, İslamı kabul etmesi kaydıyla bir müşrike bir
miktar para verse ve o da bu mal karşısında İslamı kabul etse, o kişi müslüman
olur. Çünkü İslamın gerçekleşmesi için gerekli olan tasdik ve ikrar tahakkuk
etmiş olur.
Ona para verilmesi
şartı, ikrar ve tasdiki bozmaz. Bu nedenle müslüman-lığma hükmolunur. İster o
para ona verilmiş olsun, isterse verilmesin farketmez. Çünkü kendisine bu para
verilmediği takdirde nihayet buna rızası olmayacaktır ki bu da müslüman
sayılmasına engel değildir. Nitekim İslanu kabullenmek için zorlanan kimsenin
zorlanmış olması, İslama girmesine engel değildir. Para vermeyi şart koşan
kişi ise, bu parayı vereceği gibi, vermeye de bilir. Ancak vermesi daha
iyidir. Çünkü bunu vermeyi va'detmişti. Ahde vefa mü'minlerin ahlakından,
vefasızlık ise, münafıkların ahlakındandır.
Ancak İslama giren
şahıs açısından düşündüğümüzde, bu durum kendisine yarar sağlamıştır. Bundan
dolayı başkasından bir ücret alma hakkı yoktur. O parayı haketmesİ için, o
kimseye bir İş yapmış olması gerekir. Para İslamın karşılığı olamaz. O kimseye
bir iş yapmamıştır ki bunun karşılığında bir ücret hak etsin. Ona vadedilen
para ya rüşvettir ya da İslama.rağbetini arttırsın diye bir vasıtadır. Bunların
her ikisi de para teslim edilmeden önce, kişiyi o paraya sahip kılamaz. Bu
sebeple kendisine o para verilmediği takdirde İslamdan vazgeçerse mürted olur.
Tekrar İslama dönmediği takdirde boynu vurulur. Rasulullah (s.a.v.) :
"Dinini değiştireni
(İslamdan döneni) öldürün!" buyurmaktadır.[218] Ama
İslamı kabul etmesi için zorlanan kimse daha sonra îslamdan dönecek olursa,
öldürülmez. Çünkü tehdit karşısında İslamı kabul ettim demesi, o-nun bu sözü
İnanmadan söylediğni gösterir. En azından bu bir şüphedir ve ölü-mü üzerinden
defetmeye yeterlidir. Ama şart koşulan belli bir para karşılığında İslamı
kabullenen için şart koşulan bu para, onun inanmadan İslamı kabul ettiğine bir
delil değildir. îslamı kabulü tamamlanmıştır ve bunda bir şüphe yoktur. Bu
sebeple de, İslamdan döndüğü takdirde öldürülür.
140- Ğalib
b. HutâFtan yapılan rivayette şöyle demektedir: Hz. Hasan R-A.'m evinin Önünde
oturuyorduk. Yaşlı bir adam gelip bize selam verdi, sonra da şöyle dedi: Babam
dedemden naklederek Rasulullah (s.a.v.) in şöyle buyurduğunu bana haber verdi:
"Bir topluluğa
selam veren kişi, onun selamını alsalar bile, mutlaka onlardan on iyilik fazla
kazanır.
Bu hadiste, selama
başlamanın daha faziletli olduğuna delil vardır. Selama başlayanın sevabı daha
çoktur. Çünkü cevaba sebeb olan, selamı başlatan kimsedir. Dolayısıyla iyiliği
başlatan ve ona sebeb olan, kendisidir. Tabii ki, cevap veren de sevap kazanır.
Yaşlı adam, daha sonra
şöyle dedi; Babam dedemden bahsederek, bana şunu haber verdi: Babam, kabilesine
şart koşmuştu. İslamı kabul ettikleri takdirde onlara yüz deve verecekti. Onlar
da İslamı kabul ettiler. Bunun üzerine babam, Rasulullah (s.a.v.)e bu durumu
haber vermek ve onu kabilesinin reisi olarak kabul buyurmasını istemek üzere
beni Rasulullah (s.a.v.)e gönderdi. Ben de Rasulullah (s.a.v.) e giderek:
Babamın sana selamları var, dedim." "Selam, ona ve sana."
buyurdu.
Biri, orada hazır
bulunmayan bir kimsenin selamını getirip tebliğ ettiği zaman, hem selamı
getirene ve hem de selamı gönderene selam vermek gerekir. Çünkü orada hazır
bulunmayan ve selam gönderen kişi selamı göndermekle, elçi de onu iletmekle ona
iyilikte bulunmuştur. O halde kendisinin de, selamlarına cevap vermekle her
ikisini de mükafatlandırması gerekir.
Babamın yaptığını
Rasulullah (s.a.v.)'e şöyle anlattım: Babam, aşiretine şart koştu. İslama
girdikleri takdirde kendilerine yüz deve vereceğini söyledi. Onlar da İslamı
kabul ettiler. Şu anda İslama bağlılıkları da samimi. Onlara söz verdiği yüz
deveyi vermekten vazgeçebilir mi? Rasulullah (s.a.v.): "Dilerse
vazgeçebilir. Şayet İslam üzere sebat gösterirlerse ne güzel. Ama vazgeçerlerse
üzerlerine asker göndeririz," buyurdu.
Bu da gösteriyor ki,
şart koşulan para, işin başında verilen bir bağıştır. Bağışlayan kimse ise,
karşılığını vermeden bağıştan vazgeçebilir. Bu yolla kişinin başkasını İslama
teşvik etmesinde bir sakınca yoktur. Görmüyor musun, müellefe-i kulûb'un
zekâttan alacakları pay ayetle sabittir. Bazı müfessirler, İslam üzere sebat
göstermeleri için kendilerine bu pay verilir demektedir. Ama bazıları da İslama
gireceklerine söz verdikten sonra, İslama girmeleri için bir teşvik olarak bu
payın onlara verildiğini söylemektedir.
Ayrıca yukarıdaki
hadiste, bir şart üzerine İslama girenlerin İslamdan vazgeçtikleri takdirde
öldürüleceklerine dair de delil vardır. Çünkü Rasulullah (s.a.v.)' in
"Üzerlerine asker göndeririz," buyurmasından maksat budur.
Babam, ayrıca senden,
kavminin başkanı olarak kendisinin atanmasını rica ediyor, dedim. Rasulullah
(s.a.v.) buyurdu ki: "Dilerse olsun.
Lakin reisler
ateştedir."
Yani isteğine mani
olmam. Lakin ona haber ver ki, istediği şeyde hayır
yoktur.
İrafet: başkanlık
manasındadır, Arîfü'1-kavm dendiği zaman o topluluğun idarecisi ve işlerini
düzenliyen kişi manasınadır. Rasulullah (s.a.v.):
"İnsanlar için
bir idareci gereklidir, (lakin) İdareci ateştedir." demiştir.
Yani çoğu zaman halkın
başına geçen kişi onlara zulmeder. Onlara karşı tekebbüre kapılır. Zalim ve
mütekebbirlerin varacağı yer ise cehennemdir, demek istemektedir.
Bu hadiste, idarecilik
istemekten kaçınmanın daha iyi ve emniyetli
olduğuna delil vardır.
141- İmam
Muhammed derki: Şayet müslüman bir şahıs düşman bir kafiri öldürmek şartıyla
başka bir müslümana bir ücret va'detse ve o müslüman kişi gidip o düşman kafiri
öldürse, her ikisi için bunda şer'i bir sakınca yoktur. Bana göre kendisine
va'dettiği ücreti vermesi daha iyi olmakla birlikte, ödemesi için zorlanamaz.
Çünkü düşman kafiri
öldürmek cihaddır. Kİrn bu işi yaparsa, ya kendi nefsi için yahut dini
yüceltmekle Allah rızası için yahut da düşman olan kimsenin fitnesini bertaraf
etmekle İslam toplumu için bir harekette bulunmuştur.Bundan dolayı kendisine
va'dedilen ücreti hak etmez. Çünkü bu hareket, kendisine vaadde bulunan
kimsenin özel bir işi değildir. Lakin kendisine verdiği sözü yerine getirmesi
efdaldir.[219]
Ama vadeden kişi o
ücreti vermek istemediği takdirde zorlanamaz,
142-
Rivayete göre Yâmîn bin Vehb İslamı kabul ettikten sonra Rasulullah (s.a.v.)
kendisine şöyle dedi:
"Ey yâmîn!
Amcaoğlunun beni öldürmeğe kalkıştığını görmedin mi?" O zaman Yâmîn:
"Ben onun hakkından gelirim ya Rasulullah" dedi. Sonra Araplardan
birine, amcasının oğlunu öldürmek üzere on dinar vererek onu bu işle görevlendirdi.
Bir rivayette ise: Onu
öldürmesi için beş vaşak vermiştir.
Kiralanan o şahıs da
gidip yâmîn'in amca oğlunu öldürmüştür. Öldürülen kişi Amr b. Cahhâş idi.
Burada, böyle bir
harekette bir sakınca olmadığına delil vardır. Çünkü mutlaka Rasulullah
(s.a.v.) bu olaydan haberdar olmuştu.
143- Ancak
devlet başkanı, böyle bir iş için birine, beytü'l-malden bir ücret vermeye söz
verirse, sözünü yerine getirmek mecburiyetindedir. Çünkü beytü'1-mal
müslümanların ihtiyaçları içindir. Gidip kafir düşmanı öldüren kişi ise, bir
bakıma bütün müslümanların işçisi durumundadır. Bu nedenle devlet başkanı
kendisine va'dettiğini vermek mecburiyetindedir.[220]
144- Yeme ve
içmede müşriklerin kab kaçağını kullanmada her ne kadar bir sakınca yoksa da,
kullanılmadan önce yıkanmaları daha iyidir.
Çünkü küfrün kirliliği
kaplara bulaşmaz. Onlara ancak maddî bir kirlilik dokunabilir ki, bu da
yıkamakla giderilir. Bu hususta müslümanların kaplanyla müşriklerin kaplan
arasında bir fark yoktur. Ancak müşrikler kaplarının temizliğine gereken önemi
vermedikleri ve onlara güven olmadığı için kaplarının tekrar yıkanılması
gerekir.
Ama kişi, dış
görünüşlerine bakıp yıkamazsa, bunda bir sakınca yoktur. Çünkü kaplarda
aslolan, temiz olmalarıdır. Ancak yıkanırlarsa daha ihtiyatlı davramlmış olur.
Nitekim Ebû Sa'Iebe ei-Huşanî'nin rivayetine göre, kendisi Rasulullah (s.a.v.)
e: "Ya Rasulallah! Müşriklerin topraklarına gidiyoruz. Kaplarında yemek
yiyelim mi?" diye sormuş, Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Başka bir çare
bulamadığınız takdirde onları yıkayın, sonra onlarla yeyin."
Hadisin tamamını Av
bölümünde belirttik. Hasan-ı Basrî'den, mecûsîle-rin kase ve çömleklerinin
durumu soruldu: Onlarda yemek pişirilip yenebilir mi? Soran kişiye şöyle cevap
verdi: "Önce onu yıkayıp temizle. Sonra da yemeğini pişir ve ye."
İbn Şîrînden rivayete
göre Rasulullah (s.a.v.) in ashabı müşriklere galib geldiklerinde kaplarından
yemek yeyip içiyorlardı.
Huzeyfe (r.a.)' den
rivayete göre kendisine, içinde içki içilen bir sürahiyi getirdiler. Huzeyfe, onun
yıkanmasını emretti ve sonra onunla su içti. Yapılan bu rivayetler,
söylediğimizin doğruluğuna delildir.
145- Yahudi
ve hristianların, gerek kestikleri hayvanların etleri olsun, gerek diğer
yemekleri olsun, yenmesinde bir sakınca yoktur. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"...Kitap verilenlerin yemeği size helal, sizin yemeğiniz de onlara
helaldir..."[221]
Mecûsîlere gelince;
kestikleri hayvanın eti hariç, diğer yiyeceklerinin hepsinde bir sakınca
yoktur. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurur: Ehli kitaba davrandığınız
gibi mecûsîlere de davranınız. Ancak kadınlarını nikahlamayın ve kestikleri
hayvanların etini yemeyin."
Çünkü onlar iki ilaha
inanırlar. Kestiklerinde Allah'ın adını samimi bir şekilde anmak onlar için söz
konusu değildir. Halbuki kesilen hayvanlar üzerinde Allah'ın adını anmak
şarttır. Kitab ehli, her ne kadar tevhidlerinde şirk gizli ise de açıkta
Allah'ı tevhid ederler.
146- Hz. Ali
b. Ebi Talib (r.a.)'m şöyle dediği rivayet edildi: "Kestikleri hayvanın
eti hariç, mecûsîlerin yiyeceğinde bir sakınca yoktur."
Selmân-ı Fârisî'nin
kölesi Süveyd'in de şöyle dediği rivayet edilir: Allahu Teala Parsları mağlub
ettiği gün, bir sepet bulduk ki içinde ekmek, peynir ve bıçak vardı. O sepeti
alıp Sel-man (r.a.)'a götürdüm. Sehnan, arkadaşlarına ekmeği ve peyniri verdi
ve oturup yemeye başladılar. O zaman Farslar me-cûsî idiler. Buradan da
anlıyoruz ki, kestikleri hayvanın eti hariç diğer yemeklerinin yenmesinde bir
sakınca yoktur. Burada ganimet sahiplerinin, henüz ganimetlerin taksimi
yapılmadan ondan yemelerinin caiz olduğuna delil vardır.
147- Sâid b.
Cübeyr'e mecûsîlerin süzme yoğurt ve tarhanaları soruldu. O da: "Bir
sakıncası yoktur" cevabını verdi.
Çünkü bu yiyeceklerde
kestikleri hayvanın eti yoktur. Mecûsîler de, kestikleri hayvan dışındaki
diğer yiyeceklerinde müslümanlar gibi temiz yemek
yaparlar.
148- İmam
Şa'bî'den, mırıldanarak [222]
yemek yiyen bir me-cûsî ile beraber yemek yenilip yenilemeyeceği soruldu. O da:
"mecûsîlerin yemeğinden ye" karşılığını verdi.
İmam Şa'bî burada
kendisinden sorulan mırıldanma meselesine değinmemistir.Böyle davranması, Hz.
Ömer (r.a.) in, valilerine mektup yazarak mecûsîlerin yemek esnasında
mırıldanmalarına engel olmalarını istediği şeklindeki rivayet sebebiyledir.
Oysa ki bu rivayet şazdır.
Çünkü zimmîliği kabul
etmelerinden dolayı, bundan daha büyük olan içki içmelerine ve domuz eti
yemelerine müsaade ediyoruz. Onun için İmam Şa'bî bu yöne dokunmamış ve
kestikleri hayvanın eti dışında kalan yemeklerinden yenebileceğine fetva
vermiştir.
149-
İbrahimden rivayete göre ordularımız Irak topraklarını fethettikleri zaman
müşriklerin ekmeklerinden yediler.
Vakıdî, Meğâzî'de
zikreder ki: Müslüman askerler Kisranın mutfağını ele geçirdiklerinde
kazanlarda yemek vardı. Müslüman askerler bu rengarenk yemekleri boya zannedip
denemek için sakallarına sürdüler. Sonra bunların yemek oldukları söylenince
yemekler kendilerine dokununcaya kadar yediler.
Gerçekte Kisra'nm
yemekleri etsiz olmazdı. Bu nedenle bu şekilde davranan akerler, orduda
bulunan bedevi Araplar olmalı ki, bunlar şer'î hükümleri pek bilmezlerdi.
Onların davranışları muteber değildir.
150- Kitabın
müellifi İmam Muhammed, daha sonra Ali b. Ebi Talib (r.a.)'a düşman
hıristiyanların kestikleri hayvanların etlerinin yenilip yenilmeyeceği
sorulduğu ve kendisinin bunda bir beis görmediğini, ancak kadınlarıyla
evlenmenin mekruh olduğunu söylediğini nakleder.
Bunu çirkin görmesi,
müslüman kişinin dârü'l-harbde kalmasından korkulduğu içindir. Yoksa, onlarla
evlenmenin haram olduğunu söylemek istememiştir.
151- Hz. Ali
(r.a.)nı rivayet etiği hadis buna delil olarak getirilir. Buna göre:
Rasulullah(s.a.v.),Hecer [223]
mecûsîlerine mektup yazarak onları İslama davet etti. Onlardan kim Islamı
seçerse, bu seçiminin kabul edileceğini, kabul etmeyenlerin de cizye
vereceklerini, kestikleri hayvanların etlerinin yenmeyeceğini ve kadınlarının
nikahlanamayacağını da mektubunda belirtti.
Öyle zannediyorum ki
müleilif, Rasulullah (s.a.v.) in, mecûsîleri özellikle zikretmesinin ehl-i
kitabın kadınlarının caiz olduğu anlamına geldiği için bu hadisi burada delil
olarak getirmiştir. Yeri geldiğinde bu meseleyi etraflıca anlatacağız.
152- İmam
Muhammet!, müslümanın hür veya cariye olarak mecusi bir kadınla cinsel ilişki
kurmasının caiz olmadığını, bunun ancak nikahla mümkün olabileceğini
belirtmektedir. Müslümanın hür veya cariye mecusi kadınla evlenmesi ise, caiz
değildir.
Sabitlere gelince; Ebû
Hanife'ye göre, kestikleri hayvanların eti yendiği gibi, kadınları da
nikahlanır ve bu mekruh da değildir. Ama İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e
göre, ne kestikleri hayvanın etinin yenmesi ve ne de kadınlarının nİkahlanması
caizdir.
Ancak aralarındaki bu
ihtilaf, sabitlerin kim oldukları hakkındaki ihtilaftan kaynaklanmaktadır. Ebû
Yusufla Muhammed'e göre Sabitler, yıldızlara tapanlar ve yıldızların tanrılar
olduklarına inananlardır. Gizledikleri temel inançları budur. Ancak bunu açığa
vurmaları, onlar için caiz değildir. Ebû Ha-nife ise, dış görünüşlerine bakarak
hükmünü vermiştir. İki İmam, hükümlerini belirtirken, gizledikleri inançlarını
göz önünde bulundurarak vermişlerdir ki, sabitler bu halleriyle mecûsîler
gibidirler. Hatta onlardan da daha kötüdürler. Başarı Allah'tandır.[224]
153- Hasan-ı
Basrî (r.a.) dan Rasulullah (s.a.v.) in şöyle buyurduğu rivayet edilir:
"Müşrikler, "Lâ İlahe illallah" deyinceye değin onlarla
savaşmakla emrolundum. Bu sözü söyledikleri zaman şeriata göre hak ettikleri
cezalar dışında can ve mallarım benden korumuş olurlar. Hesaplarını da Allaha
vereceklerdir.
Kitabın müellifi İmam
Muhammed der ki: Rasulullah (s.a.v.) Allah'ı birlemeyen putperestlerle
savaşıyordu. Onlardan kim "Lâ İlahe İllallah" dediyse, bu sözünü
İslam ı kabul ettiğine delil sayardı.
Netice olarak bir
kimse malum olan şirk inancının zıddı olan tevhidi ikrar ettiği zaman İslama
girdiği kabul edilir. Çünkü gerçek inancını tesbit etme imkanımız yoktur. Neyi
ikrar ettiğini duyarsak, o inançta olduğuna hükmederiz. Şayet daha önce
belirttiği inancından farklı bir söz söylerse bunu, inancını değiştirdiğine
delil sayarız. Aslında putperestler Allah'ın varlığını kabul ediyorlardı.
Allahu Teala şöyle buyurur :
"And olsun
ki,onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan: Allah derler. Öyleyken nasıl da
aldatılıp döndürülüyorlar?"[225]
Fakat Allah'ın
birliğini kabul etmiyorlardı. Yüce Allah onların bu durumu ile ilgili olarak da
şöyle buyuruyor : "Onlara: "Allahtan başka tanrı yoktur"
denildiği zaman, şüphesiz büyüklenirler."[226]
Yine onların bu
konuyla ilgili sözlerini şöyle haber veriyor : "İnkarcılar; tanrıları tek
bir tanrı mı yaptı? Doğrusu bu tuhaf bir şeydir, demişlerdi."[227]
Onlardan her kim,
"Lâ İlahe İllallah (Allah'tan başka ilah yoktur)." derse, daha Önce
üzerinde bulunduğu inancın tersini ikrar etmiş olur. Onun için de bu, imanına
delil sayılmış ve Rasulullah (s.a.v.):
"Lâ İlahe
İllallah" deyinceye değin müşriklerle savaşmakla emrolun-düm."
buyurmuştur.
154- Mani
dinine mensup olanlarla iki ilah olduğunu iddia edenler (Seneviyye) de bu
durumdadır. Bunlardan biri "Lâ İlahe İllallah" derse, bu, onun İslamı
kabul ettiğine delildir.
Ama yahudilerle
hıristiyanların durumu böyle değildir. Onların "Lâ İlahe İllallah"
demeleri, İslama girmiş olmalarına delil sayılamaz. Onlar RasuIuUah (s.a.v.)
döneminde onun peygamberliğine inanmıyorlardı. Bundan dolayı " Muhammedün
Rasulullah" demeleri de gerekiyor. Nitekim, rivayete göre Ra-sulullah
(s.a.v.) hasta olan yahudi komşusunu ziyarete gitti ve o yahudiye telkin
sadedinde: "Şehadet ederim ki, Allah'tan başka ilah yoktur ve ben
Allah'ın rasulüyüm." buyurdu.
Hasta yahudi, babasına
baktı. (Şehadeti getirmek için müsaade istiyordu.) Babası da ona:
"Ebû'I-Kasim'a cevap ver" dedi. Hasta, şehadeti getirdi ve sonra da
ruhunu teslim etti. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Sayemde bir kişiyi cehennem ateşinden kurtaran Allah'a şükürler
olsun." Daha sonra ashabına dönerek: "Din kardeşinizin cenaze işlemlerini
yapın diye" emretti.
155- İmam
Muhammed dedi ki: Bugün ise Irak topraklarında yaşayan ehl-i kitabtan bazıları
var ki, "Lâ İlahe İllallah, Muhammed rasulullah" derler ama onun, Arapların
peygamberi olduğunu, İsrail oğullarına gönderilmediğini ileri sürerler. Bu
konuda Yüce Allah'ın "Ümmiler arasından, kendilerine ayetlerini okuyan,
onları arıtan, onlara Kitabı ve hikmeti öğreten bir Peygamber gönderen de
O'dur..."[228]
sözünün zahirini de kendilerine delil gösterirler. Onlardan her kim, bu inançla
Muhammed'in Peygamberliğini kabul ederse yine İslamı kabul etmemiş sayılır.
İslama girebilmesi için kendi dininden tamamen uzaklaşması gerekiyor. Hatta
yahudi yahut hıristiyan olan bir kimse : "Ben müslümanım yahut müslüman
oldum" derse yine İslamı kabul ettiğine hükmolunmaz. Çünkü batıl dinlerine
İslam ismini verirler. Müslüman, Hakka teslim olan kimsedir.
Biz de Hakka teslim
olmuş kimseleriz, derler. Bu nedenle sadece bu sözü söylemeleri, onları
müslüman kabul etmemizi gerektirmez. Mutlaka, tabi oldukları dini de
terketmeleri gerekiyor.
Yine onlardan biri :
"Ben yahudilikten beriyim" der, ama bununla birlikte "İslama
girdim" demezse, İslamına hükmolunmaz. Olabilir ki yahudilikten çıkıp hır
isti yanlığa girmiştir. Ama "Yahudilikten çıktım" dedikten sonra
"İslama girdim" derse, o zaman hır is tiy anlığa girmiş olması
ihtimali ortadan
kalkar.
Alimlerimizden bazısı
der ki: Şayet "İslama girdim" derse, daha önce inanmakta bulunduğu
dinden beri olduğunu söylemese de, İslamı kabul ettiğine hükmolunur. Çünkü
söylediği sözde, İslama yeni girdiği anlaşılmaktadır ki bu, daha önce inanmakta
olduğu dinin dışındadır ve bu söz eski dininden teberriyi
de içine alır.
Şayet mecûsî
"Müslüman oldum yahut ben müslümanım" derse, İslamına hükmolunur.
Çünkü onlar kendileri için İslam vasfını kabul etmezler, hatta İslam lafzını
sövmek İçin kullanırlar. Onlardan birinin çocuğu huysuzluk yaptığında ona
"Müslüman" kelimesini söyliyerek azarlarlar. Bu nedenle yukarıdaki
sözleri söyleyen mecûsînin İslamına hükmolunur.
156- Rivayet
olunur ki biri, Hasan-i Basrî'ye gelerek: "Ya Eba Said, Hind'den bir gemi
geldi. Gemiden, esir edilmiş kafir bir kız satın aldım. Onu alıp eve getirdim. Ancak evde öldü. Şimdi ona ne
yapayım? Tutup atayım mı? Yoksa yıkatıp üzerine namaz mı kılayım?" diye
sordu. Hasan-ı Basrî: "Sübha-nallah! Hayır. Aksine, onu yıkayıp kefenle,
sonra da üzerine namaz kıl. Çünkü o, İslama girmiştir" karşılığını verdi.
Hasan-ı Basrî'nin bu sözünün izahı şöyledir: Bu, küçük kız hakkındadır. Şayet
esir edilir ve anne-babasmdan hiçbiri yanında bulumazsa, dârü'l-İslama
getirildikten sonra müslümanlığına hükmolunur. Büyümüş için böyle bir durum
sözkonusu değildir. İslamı kabul ettiğini belirtmeden önce ölürse, üzerine namaz
kılınmaz. Çünkü Ölü üzerine namaz kılmak, imanından dolayı müslümanın müslüman
üzerindeki hakkıdır. Ama namaz dışında kalan yıkama, kefenleme ve gömme
işlemleri yerine getirilir. Çünkü bu işlemler ademoğlundan her Ölen için
uygulanan adetlerdir.
157-
Rivayete göre biri, İbn Abbas'a gelerek: "Hıristiyan olan annem öldü,
cenazesi ile ilgileneyim mi?" diye sordu. İbni Abbas " Cenazeişlerini
yerine getir. Onu göm. Sadece üzerine namaz kılma" cevabını verdi.
Biz de aynı
kanaattayız. Şayet cenazesinin defni ile ilgilenecek kafir bir oğlu yoksa,
müslüman oğlunun bu görevi yerine getirmesi ve onu yırtıcı hayvanlara
terketmemesi gerekir. Çünkü müslüman kimse, müşrik bile olsalar, anne ve
babasına iyi davranmakla emrolunmuştur. Yüce Allah şöyle buyurur: "...
Dünya işlerinde onlarla (anne babanla) güzel geçin..."[229]
Onları yırtıcı
hayvanlara yem olarak terketmesi, onlara iyi davranmak değildir.
Ama bu görevi yerine
getirecek müşrik akrabaları varsa, iyisi, müslümanın bu işi onlara
bırakmasıdır. Ama dilerse, cenazesinin peşinden gidebilir.
Rivayete göre, Haris
b. Ebî Rabîa'nın hıristiyan olan annesi öldüğünde sahabeden birkaç kişiyle
cenazesinin peşinden gitmiştir. Ancak cenazeyle birlikte, cenazenin dinine
mensup o-lanlar da bulunuyorsa, müslümanın onlara karışarak değil, ayrı bir
şekilde yürümesi yahut cenazenin önünde gitmesi gerekir ki, müşriklerin
topluluğunu çoğaltmamış olsun.
158-
Rivayete göre İbrahim en-Nehaî'ye, İslamı kabul ettiğini belirtip henüz hiç
namaz kılmamış olan esirin cenaze namazının kılınıp kılınmayacağı soruldu. O
da, üzerine namaz kılınacağını söyledi.
Biz de aynı
kanaattayız. Çünkü namaz kılmadan önce Is-lamı tamamlanmıştır. Namaz, sadece
İslamî emirlerdendir. İslamm kendisi değildir.
Seleme'den rivayete
göre, kendisi Şa'bî'den esirlerin durumunu sormuş, o da: "Namaz kılmışsa,
üzerine namaz kılın" demiştir.
Seleme'den yapılan bu
rivayetin izahı şöyledir: Şayet İslamı kabul ettiğine dair esir müşrikten
birşey duyulmaz, ama cemaat olup müslümanlarla birlikte namaz kılarsa,
müslümanhğma hükmolunur. Çünkü müşrikler, müslüman-lann cemaatle namaz
kıldıkları şekilde cemaatle namaz kılmazlar. Müslümanlara has olan bir fiili
yapmak, onlara has olan bir sözü söylemek makamındadır. Onun için müslümanlara
has olan bir fiili yapan kişi, müslüman olur ve o kişi erkek olup da İslamdan
dönerse boynu vurulur.
Şayet yalnız başına
namaz kılarsa, müslümanhğma hükmolunmaz. Ancak Davud b. Reşid'in İmam
Muhammed'den bir rivayetine göre, müslümanların kıblesine yönelip kılarsa
müslümanliğına hükmolunur. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor :"Kim,
namazında kıblemize yönelir ve kestiğimiz hayvanın etini yerse, bizim lehimize
olan, onun da lehinedir ve aleyhimize olan, onunda aleyhinedir."
Rivayetin zahirine
göre oruç tutar, zekatını verir yahut hacca giderse, bu hareketleri müslüman
sayılması için yeterli değildir. Ancak Davud b. Reşid'in, İmam Muhammed'den
rivayetine göre, şayet müslümanların haccettikleri şekilde Beyti haccederse,
müslümanlığına hükmolunur. Çünkü müslümanlara has olan bir hareketi yapmıştır
ve bu, onun müslümanhğma delildir.
Şüphesiz Allah en iyi
bilendir.[230]
159-
Rivayete göre Mekhûl, ölümle neticelenen hastalığı sırasında arkadaşlarını
etrafına toplayıp şöyle dedi: sizden gizlediğim bir hadis vardır. Allah'ın emri
(ölüm) gelmeseydi size yine söylemiyecektim.
Yani şayet ilmi
gizlemenin cezasından korkmasaydım, bu hadisi söylemeyecektim. Rasulullah
(s.a.v.) şöyle buyuruyor :
"Kim faydalı bir
ilim gizlerse, kıyamet günü ateşten bir gem ile gemlenir."
Yüce Allah da şöyle
buyurur: "Allah, Kitap verilenlerden, onu insanlara açıklayacaksınız ve
gizlemeyeceksiniz diye söz almıştı. Onlar ise, onu arkalarına atıp az bir
değere değiştiler. Alış verişleri ne kötüdür."[231]
Mekhul, sözüne devam
ederek Rasulullahın şöyle dediğini belitti: "Büyük günah işleseler bile
müslümanlan tekfir etmeyiniz, her imamın arkasında namaz kılınız, her ölünün
cenaze namazını kılınız, her emir ile beraber cihad ediniz"[232]
Burada, kebâiri
işleyenin tekfir edilmeyeceğine, dinden çıkmadığına dair ehl-i sünnetin lehine
delil vardır.
"...Ey inananlar!
Saadete ermeniz için hepiniz tevbe ederek Allah'ın hükmüne dönün."[233]
Hiç şüphesiz kebairi
işleyen kişi de, bu ayet-i kerimede tevbe etmeğe çağırılanlar cümlesindendir
ve bu ayette tevbeye çağrılanlar "mü'minler" olarak
nitelendirilmiştir. Yine bu hadiste, fasık imam peşinde namaz kılmanın caiz
olduğuna dair İmam Malik'in aleyhine ve bizim lehimize delil vardır. Çünkü
hadiste geçen "her imam" sözü, ister fasık olsun, ister adil olsun
anlamındadır. Nitekim başka bir hadiste de şöyle buyurulmaktadır:
"Her salİh ve
facir imamın arkasında namaz kılınız."
Yine, fasık olsun,
adaletli olsun, mü'min olup meşru nizama karşı isyancı olmadığı müddetçe ölünün
üzerine namaz kılınacağı hadiste belirtilmektedir.
Ayrıca hadiste geçen,
"Her emirle birlikte cihada gidin" sözü, emir adil olsun yahut zalim
olsun gazinin onunla cihada gitmesi gerektiğine de delildir. Emir zalim diye
gazinin cihaddan geri kalması doğru olmaz. Bir de, emirin zalim olması,
gazilerin galip gelme şevklerini kırmamalıdtr. İbn Mes'ud'dan bir kere mevkuf
ve bir kere merfu olarak yapılan rivayette şöyle buyurulmaktadır:
"Allah, facir
kişiyle de bu dini güçlendirir."
Mekhûl sözüne devam
ederek: Rasulullah (s.a.v.) den duymadığım ve kendi re'yim olan iki hasleti de
size tavsiye ederim: Ali b. Ebi Talib ve Osman b. Affân'ı ancak iyilikle anın.
"Onlar geçmiş
birer ümmettir. Onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız da
sizedir. Onların yapmış olduklarından sorumlu değilsiniz."[234]
Sahabe hakkında
hayırlı sözden başkasının söylenmemesini isteyen meşhur bir hadis vardır.
Rasulullah (s.a.v.) bu hadisinde şöyle buyurur :
"Ashabım hakkında
Allah'tan korkun! Allah'tan korkun! Onlan hedef edinmeyin. Kim onlan severse,
muhakkak beni de sevmiş olur ve kim onlara eziyet ederse bana da eziyet
etmiştir."
Mekhûl, Rasulullah
(s.a.v.) in iki damadını Özellikle zikretmiştir. Çünkü Şam halkının
bazılarından onlar hakkında nahoş sözler söyleyenleri görmüş ve onun için
ikisini tavsiye etmişti.
Ayrıca Hz. Ali'nin
ismini önce anmıştır. Nuh b. Ebi Meryem'in Ebû Ha-nife'den rivayeti de bu
şekildedir. Nuh der ki: Ebû Hanife'den, ehl-i sünnet mezhebinin ayırıcı
niteliklerini sordum. Dedi ki: "Ebû Bekir ile Ömer'i üstün tutman ve Ali
ile Osmanı sevmen, mest üzerine meshetmeğe inanman[235],
ehl-i kıbleden kimseyi tekfir etmemen, kadere İnanman ve Allah'ın zatı hakkında
ileri-geri konuşmam and ir."
Kimi de.der ki :
Hilafetten önce Hz. AH (r.a.), Hz. Osman (r.a.) dan önce gelirdi. Ama
hilafetten sonra Hz. Osman (r.a.) ondan mukaddem oldu.
Mezhebimize göre ise,
hilafetten önce de, sonra da, Hz. Osman (r.a.), Hz. Ali (r.a.) dan öndedir.
Nitekim Cabir (r.a.) dan yapılan rivayete göre Rasulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmuştur:
"Ebû Bekir,
benden sonra ümmetim üzerine halifemdir. Ömer, dostumdur. Osman, bendendir.
Ali ise, kardeşim ve sancaktarımdır."[236]
Bİz de, aralarında
fazilet derecelendirmesini, Rasulullah (s.a.v.) in onlan sıralama sırasına göre
yaparız.
Ebû Hanife -Allah
rahmet etsin- Hz. Ali'yi Hz. Osmandan önce zikretmekle, Hz. Ali'nin daha üstün
olduğunu kasdetmiyor, onun söylemek istediği; her ikisini sevmenin, ehl-i
Sünnet mezhebinin bir gereği olduğunu ifade etmektir. Çünkü onun dil
anlayışında "vav" harfi sıra ifade etmez. Mekhûl'ün Hz. Ali (r.a.)' ı
Önce zikretmesi ise, Şam ehlinin daha çok Hz. Ali'ye dil uzatmalarından ve
kendisinin de Şam'ın imamı olması hasebiyle onları bundan şiddetle sakındırmak
istemesindendir.
160- İmam
Mücahid'in şöyle dediği rivayet edilir : İbn Ö-mer (r.a.) a sordum: Cihad
hakkında ne dersin. Ümeyye oğullan emirlerinin ne yaptıklarını görüyor musun?
Bana göre, onlarla gazaya katılmalısın çünkü sen, onların yaptıklarından
sorumlu değilsin, dedi.
Yani, yaptıklarından
hoşuna gitmeyen hususlardan sorumlu değilsin. Rivayet olunmuştur ki, Zeyd b.
Muaviye başa geçtiği zaman İbn Ömer şöyle demiştir : Şayet iyi olursa,
şükrederiz. Ama bir bela olursa, sabrederiz. Sonra da şu ayeti okudu:
"...Eğer yüz
çevirirseniz, bilinki o peygamber kendisine yükletilenden ve siz de kendinize
yükletilenden sorumlusunuz..."[237]
Sahabeden bir
topluluktan yapılan rivayete göre, onlar şöyle demişlerdir: "Sultan adil
davrandığı zaman halka düşen şükretmektir. Sultan da, ecrini alır. Ama
zulmederse, halkın yapacağı şey, sabretmektir. Ancak sultana yaptığının
karşılığında günah yazılır."
Bütün bunları, emirler
zalim diye, gazinin cihadı terketmemesi gerektiğini belirtmek için naklettik.[238]
İbn Ömer dedi ki:
Gazaya gitmek istediğin zaman, bana uğra. Ben de[239]
gazaya gitmek istediğimde Medine'ye uğrayarak yanma gittim. Bana : "Bu
cihadında sana yardımcı olmak için malımdan bir miktarını vermek
istiyorum." dedi. Ben de : "Bana uğra, demen bunun için ise, benim
malım çok, Allah bana bol bol vermiştir. Senin malını almam" dedim. Dedi
ki : "Senin malın, senindir. Ben diliyorum ki, malımın bir kısmı bu yolda
harcansın." Sonra gidip borç para aramağa koyuldu. Kendisine borç veren
çıkmayınca çevresindekilere: "Size ödemeyeceğimden mi korkuyorsunuz."
dedi. Daha sonra, Samdaki işlerine bakan bir vekiline mektup yazarak, cihad
işinde kullanılmak üzere bana bir miktar para vermesini istedi.
Burada, gazi kendisine
para verenin, verdiği paranın helal yoldan kazanıldığını ve mal ile cihad
isteğiyle verildiğini bildiği takdirde, zengin bile olsa o parayı alması
gerektiğine delil vardır. Çünkü onu almayı kabul etmemek bir nevi ibadet olan
bir şeye engel olmak olur. Bu da caiz değildir.
Mücahid diyor ki :
Gittim, bir adada birkaç yıl murabitlık yaptım. Sonra mü'minlerin emirlerinden
biri o adayı başaltmağa ve orada bulunanları çıkarmağa karar verdi. Allah'a
yemin ederim ki, orayı terkedip çoluk çocuğuma dönmem, esir olarak
getiriliyormuşum gibi geldi bana.
Bu durum İmam
Mücahid'e ağır geliyordu. Çünkü geri döndüğü için murabıtlık sevabından
uzaklaşmış bulunuyordu.
Mü'min sevab
kazanmaktan uzaklaştığı zaman işte böyle mahzun olmalıdır.
161- Ayrıca,
emirlerin zulmünden dolayı cihadın terkedil-meyeceğine delil olarak Peygamber
(s.a.v.) in şu hadisi de zikredilmiştir.
"Allah beni
peygamber olarak gönderdiği günden, ümmetimden son bir cemaat Deccalle
savaşmcaya kadar cihad sürek* lidir. Ne zalimin zulmü ve ne de adilin adli ona
engel olamayacaktır."
Süleyman b. Kays'ın
naklettiği şu hadis de buna delildir. Süleyman diyor ki : Cabir'e sordum:
"Başımda zalim bir devlet başkanı bulunduğu zaman sapıklık ve şirk
ehliyle savaşayım
mı, ne dersiniz?"
Cabir (r.a.) şöyle cevap verdi:
"Evet. O,
kendisine yükletilenden, siz de kendinize yükletilenden sorumlusunuz. Eğer ona
itaat ederseniz doğru yolu bulursunuz..."[240]
Buna diğer bir delil
ise, Enes b. Malik'in rivayet ettiği hadistir. Enes (r.a.), Peygamber (s.a.v.)
'in şöyle buyurduğunu nakleder: "İslam'ın temeli üçtür:
a) Lâ İlahe
İllallah, diyen kimseyi herhangi bir günahından dolayı tekfir etmekten sakınmak
ve şu kötü amelinden dolayı İslam'dan çıktı dememek.
b) Allah
beni peygamber olarak gönderdiği günden ümmetimden son bir cemaat Deccalla
savaşıncaya kadar cihadın sürekli olduğuna inanmak ve bunun bilincinde olmak.
c) Tüm kaza
ve kaderlere inanmak."
Yani meşhur hadis-i
şerifte Cebrail (A.S.) 'in Rasulullah (s.a.v.) 'den, "İman nedir?"
diye sorup cevapta "Kadere; hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna
inanmak" cümlesine kadar geçen hususların hepsine inanmaktır.
Amr b. Şuayb'ın
babasından ve babasının da kendi babasından naklettiği hadiste şöyle deniyor:
"Rasulullah (s.a.v.) 'in yanında oturuyorduk. Bir baktık, Ebû Bekir ile
Ömer (r.a.) çıkageldiler. Her biriyle birlikte birkaç kişi vardı. Rasulullah
(s.a.v.) 'e selam verdiler. Rasulullah (s.a.v.) de, selamlarına cevap verdi.
Gelenlerden biri: "Ya Rasulallah, Ebû Bekir'le Ömer kader hususunda
tartıştılar. Ebû Bekir (r.a.): "İyilikler Allah'tandır, kötülükler de
bizdendir" dedi. Orada bulunanların bir kısmı Ebû Bekir'in, bir kısmı da
Ömer'in tarafını tuttu." dedi. Rasulullah (s.a.v,) buyurdu ki:
"İsrafil'in,
Cebrail ile Mikaii arasında hüküm verdiği gibi aranızda hüküm vereceğim: Ya
Ömer! Cebrail, senin söylediğin gibi söylemişti. Ya Eba Bekr! Mikaii de senin
söylediğini söylemiştir. Sonra: "Biz ihtilaf edersek, gök ehli ihtilaf
eder. Gök ehli ihtilaf edince, yeryüzündekiler de ihtilaf ederler. Varalım,
İsrafil'i aramızda hakem tayin edelim" dediler. İsrafil: "Hayır da,
şer de Allah' tandır" deyip aralarında hüküm verdi. Ya Eba Bekr! Aranızda
benim vereceğim hüküm de budur. Şayet Allah, kendisine isyan edecek kimselerin
bulunmamasını isteseydi, iblis'i yaratmazdı."
Ehl-i Sünnetin kaza ve
kadere iman hususunda dayandığı temel, bu hadis-i şeriftir. Kötülüklerin de
Allah tarafından yaratıldığını söyleyen Mikail (A.S.) ile Hz. Ebû Bekir (r.a.)
hakkında bu düşüncelerinden dolayı suizan beslen-memelidir. Çünkü onlar doğruyu
aramışlar ve kesin bir hükme varmadan önce gerektiği şekilde gayret sarfederek
daha iyi bilene müracaat etmeyi ihmaî etmemişlerdir.[241]
162- Ata'dan
Rasulullah (s.a.v.) 'in şöyle buyurduğu rivayet edilir: Zenginlerden ancak şu
beş sınıfın zekat alması helaldir.
1- Allah
yolunda savaşan gaziler
2- Zekatı
toplamakla görevli olanlar.
3-
Borçlular.
4- Fakire
verilen zekatı ondan satın alanlar.
5- Zekatı
alan miskinin hediye ettiği zengin komşular. Medine alimleri, hadisin zahirine
bakarak, zengin
olsalar bile cihad
edenlere ve dargınların arasını bulmak için
borçlanmış olan
borçlulara zekatın verilebileceğini söylerler.
Ama bize göre hadisin
izahı şöyledir: Cihad eden kimsenin alabilmesi için kendi memleketinde zengin
iken cihad ettiği yerde birşeyinin bulunmaması gerekir. İşte bu durumdaki
mücahide zekat verilebilir.
Borçlunun durumu da bu
şekildedir. Şayet borçlu olan zenginin malı yanında yoksa yahut alacaklı olup
borçlularından parasını almaktan aciz ise, kendisine zekat vermek caizdir.
Gerek mücahid ve
gerekse borçlu kimse bu halleriyle yolcu durumundadırlar. Ama malı eli altında
olan ve borcunu ödedikten sonra nisab miktarı artan mala sahip bulunan kimsenin
zekat alması caiz değildir. Çünkü Rasulullah (s.a.v.): "Zekât, zengine
helal değildir." buyurmaktadır.
Zekât toplama işinde
çalışan kişi ise, o çalışmasının karşılığını almaktadır. Zenginliği, emeğinin
karşılığını almasına engel değildir. Zekatı fakirden satın alan kimse de,
malının karşılığını almaktadır.
Miskinin kendisine
hediye ettiği zekatı alan zengine gelince; o da bunu zakat olarak değil, hediye
olarak almaktadır. Nitekim Rasulullah {s.a.v.) Berîre hadisinde: "O,
kendisi için zekat, bizim için hediyedir." buyurmaktadır.
163- Berâ b.
Âzib'den rivayet edildiğine göre biri gelip kendisini tehlikeye atan kimsenin
kim olduğunu, İki ordu karşılaşıp, öldürülünceye kadar çarpışmaya devam eden
kimseye kendisini tehlikeye atıyor denir mi? diye sordu. Bera : Hayır, günah
işleyip sonra tevbe etmeyen kimse kendisini tehlikeye atıyor, karşılığını
verdi.
Yüce
Allah'ın:"...Kendinizi, kendi elinizle tehlikeye atmayın. "[243]
sözünden maksat budur.
Soru soran kişi,
yalnız başına birkaç düşmana saldıran kimsenin kendisini tehlikeye atan kişi
olduğunu sanarak bu soruyu sormuştur. Bera' b. Azib ise, kendi kendisini
tehlikeye atan kimsenin, günah işleyip sonra da tevbe etmeyen kimse olduğunu
belirtmiştir. Ama düşmana saldıran kişi, dini yüceltmek için gayret etmekte ve
ebedi hayatı kazanmak için şehadet mertebesine ulaşmayı hedef edinmektedir.
Böyle bir insan için nasıl kendisini tehlikeye atıyor deni-
lebilir?
164- İmam
Muhammed daha sonra mezhebin görüşünü şu şekilde açıkladı: Kişi şayet kafirlere
birşeyler yapacağına, öldüreceğine veya yaralayacağına yahut onları yeneceğine
inanıyorsa, öldürülebileceğini düşünse bile düşmana saldırmasında bir sakınca
yoktur.
Uhud savaşında
sahabeden birkaç kişi Rasulullah (s.a.v.) 'in gözü önünde bunu yapmış ve onun
övgüsüne nail olmuşlardı.
Ebû Hüreyre'ye
"Görmedin mi, Sa'd b. Hişam iki ordu karşılaştığı zaman hemen saldırıya
geçti. Öldürülünceye kad^r çarpıştı ve kendisini kendi eliyle tehlikeye attı!
denilince, Ebû Hüreyre: Asla, O, Yüce Allah'ın:
"İnsanlar
arasında, Allah'ın rızasını kazanmak için canını verenler vardır..."[244]
ayetini düşünerek onun kapsamına girmek istedi." karşılığını verdi.
Ama kafirlere zarar
veremeyeceğini biliyorsa, o zaman saldırması caiz olmaz.
Çünkü bu saldırısıyla
dinin yücelmesi için bir hizmet yapamamaktadır. Saldırısıyla sadece öldürülmesi
közkonusudur. Oysa ki Allah Teala : "... Canınızı öldürmeyin..."[245]
buyurmaktadır.
Ancak kötü şeyleri
yasaklamak böyle değildir. Bir kimse, müslüman fa-sıkları kötülükten alıkoymak
için, kendisini öldüreceklerini ve kendisini öldürecekleri halde o kötülükten
vazgeçmeyeceklerini bilse bile, üzerlerine yürümesi caizdir. Her ne kadar bu
durumda susması caiz ise de, üzerlerine yürümesi azimettir. Çünkü o
müslümanlar, kendilerine emrettiği iyiliğe inanıyorlar. Olabilir ki bu
davranışı onları etkiler ve kötülükten vazgeçerler. Ama kafirler, kendisinin
onları davet ettiği şeye inanmıyorlar. Onun için onlara saldırmasının caiz
olması, onlara bir zarar vermesiyle olur. Şayet onlara zarar vermeyecekse, saldırmasının
bir faydası olmaz. Onun için de saldırması caiz değildir.
Başarı Allah'tandır.[246]
165- İmam
Muhammed dedi ki: Allah'ın izni ile asker dâ-rü'1-harb topraklarına girip
komutanları onlara savaşla ilgili bir emirde bulunsa, bakılır; şayet
kendilerine emrettiği hususta menfaatleri varsa, itaat etmeleri gerekir.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor :
"Allah'a itaat
edin, Peygamber'e ve sizden buyruk sahibi
olanlara itaat
edin..."[247]
Bazı müfessirlere göre
"ulu'1-emir" den maksat idarecilerdir. Kimine göre de, idareciler
değil, alimlerdir. Alimlere itaat vaciptir. Çünkü onlar, halka, dinleri için
faydalı olanı emrederler.
Kendi faydalarına olup
olmadığını bilmedikleri bir şeyi kendilerine em-retseler, yine itaat etmeleri
gerekir. Çünkü itaatin vacipliği, kesin nass ile sabittir. Kendilerine emredilenin
faydalı mı, zararlı mı olduğu hakkındaki tereddütleri, kesin nassm hükmünü
kaldıracak derecede değildir.
166- Bazen
olur ki, savaştan vazgeçme hususunda komutanın emrine itaat etmek, savaşı
devam ettirmekten daha yararlıdır. Bazen de olur ki, askerlerden bir kısmı bir
işin zahirine bakıp bir neticeye varırlar. Komutanın görüşü ise bunun
zıddmadır. Ve bu görüşünü herkese ilan etmeyi doğru bulmayabilir. Bu nedenle,
helak olma korkusunu ihtiva eden emir hariç, diğer emirlerine uymak mecburiyetindedirler.
Ancak o işte helak olma korkusunun varlığı, çoğunluğun görüşüyle tes-bit
edilir. Durum böyle ise, ona itaat etmeleri gerekmez.
Nitekim Rasulullah
(s.a.v.) şöyle buyurur : "Allah'a isyan konusunda bir insana itaat
edilmez." Hz. Ali (r.a.)'in rivayet ettiği hadiste ise, Rasulullah
(s.a.v.) bir seriyye gönderip başlarına birini komutan tayin etti. Başlarına
tayin edilen bu komutan, onlara kızıp bir ateş yaktırdı ve daha sonra:
"Bana itaat etmekle emrolundunuz. Şimdi size emrediyorum, kendinizi bu ateşe
atınız," dedi. Askerlerden kimi kendimizi ateşe atalım, derken diğerleri
kendimizi atmayız, zaten ateşten kaçtığımız için İslamı kabul ettik, dediler.
Geri dönüp durumu Peygamber (s.a.v.)'e bildirdiklerinde, Rasulullah şöyle
buyurdu :
"Şayet kendilerini
ateşe atsaydılar, ebediyyen ondan çıkmayacaklardı. İtaat, ma'rufa uygun
emirleredir. Münkerde itaat yoktur."
"Ondan
çıkmayacaklardı" sözünden maksat, şayet kendilerini atacak olsaydılar,
cehenneme gireceklerdi demektir.
Hakikatına vakıf
olmanın kesin olmadığı durumlarda çoğunluğun görüşüne uyulur.
167- Şayet
komutanlarına itaat ettiklerinde helak olacaklarını bilseler, kendilerine
verilen bu emir, onları helak etmek yahut hafife almaktır ki, Yüce Allah bu tür
itaati kınamıştır:
"Fir'avun, milletini horladı,
ama onlar kendisine yine de itaat ettiler. Doğrusu onlar yoldan çıkmış bir
millettir."[248]
168- Verilen
emir hakkında asker arasında ihtilaf varsa; bir kısmı o emirde helak olmanın
bulunduğunu söyleyecek olsa, o zaman komutanın emrine itaat edilir.
Çünkü ictihad, nassa
karşı dayanak olamaz. Ayrıca itaat etmemek, kına-yıcıların kendilerine dil
uzatmaları için kapıyı açmaktır. Halbuki itaat etseler, kmayıcılarm ağızlarını
kapatmış olurlar. Bundan dolayı komutanlanna itaat etmeleri gereklidir.
169- Ancak
helak olmakla sonuçlanacağı hiç kimseye kapalı olmayacak derecede apaçık ise,
yahut onlara bir günahı emredecek olsa, o zaman itaat etmezler. Ancak sabredip
komutanlarına karşı ayaklanmamaları gerekir.
Nitekim İbn Abbas'in
rivayet ettiği hadiste Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurur: "Kim,
komutanından hoşuna gitmeyen bir şeyle karşılaşırsa, buna sabretsin. Çünkü
müslümanlara bir karış boyu bile muhalefet eden ve sonra da ölen, cahiliye
ölümüyle ölmüş olur."
170- Bu
durumda itaat etmemenin gerekli olduğuna delil olarak şu hadis de
zikredilmiştir: Rasulullah (s.a.v.) Mekke'yi fethettiği zaman Cezîmeoğullarıyla
savaşmak üzere Halid'i gönderdi. Halid, okudukları ezanı duyduğu ve silahı
bıraktıkları halde üzerlerine saldırdı. Askerlere, onları esir etmelerini emretti.
Sonra, herkesin elindeki esiri öldürmesini emretti. Süleym'e mensub askerler,
ellerindeki esirleri Öldürdüler. Muhacirler ve Ensar ise, öldürmediler. Bu
durum Peygamber (s.a.v,)'e ulaştırıldığında, üç defa :
"Allah'ım!
Halid'in yaptığından sana sığınırım." buyurarak, Halid'in yaptığının kötü
bir davranış olduğunu belirtti. Daha sonra Hz. Ali (r.a.)'ı göndererek Halid'
in küçük-büyük onlara ne zarar vermişse, diyet ve tazminatlarını onlara ulaştırmıştır.
Ayrıca Rasulullah
(s.a.v.), muhacirlerle Ensari, esirlerini öldürmedikleri için övmüştür.
Buradan anlıyoruz ki,
günah içeren ve hatalı olduğu apaçık olan emirlere itaat edilmez. Ama bunun
dışındaki emirlerde askerlerin komutanlanna uymaları gerekir ki dağılıp
birbirleriyle çekişmeye girmesinler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur:
"... Çekişmeyin,
yoksa korkar, başarısızlığa düşersiniz ve kuvvetiniz gider..."[249]
171- imam
Muhammed dedi ki : Devlet başkanı, akıllı, faziletli, savaştan anlayan ve
müslümanlara şefkat besleyen kimseyi komutan tayin etmelidir.
Daha önce bunu
açıklamıştık. Ancak burada şunu söylüyoruz: Bu vasıfları taşıyan kişi, ister
Arab olsun, ister başka bir milletten olsun komutan olmaya layıktır. Nitekim
Rasulullah (s.a.v.) bu konuda şöyle buyurmaktadır:
"Münkeri
emretmedikçe başınıza tayin edilen komutanı dinlemeniz ve ona itaat etmeniz
gerekir. Ama münkeri emrederse, sözüne ne kulak verilir ve ne de itaat
edilir."
172- İmam
Muhammed dedi ki: Komutan, falan komutan ve askerleri sağda, filan ve askerleri
Önde, falan ve askerleri de solda yerlerini alsın, emrini verince, hiç kimse
kendisine tayin edilen yeri terketmemelidir.
Çünkü bu, savaş için
iyi bir tedbirdir ve ona itaat edildiğinde yararı görülür.
173- Şayet
biri komutana isyan ederse, komutanın onu tehdit ve kınamakla yetinmesi gerekir.
Yani, ilk hatada onu
cezalandırmamahdır. Çünkü bu onun bir hata ve kusuru kabul edilir. Nitekim
Rasulullah (s.a.v.) :
"Kötülükle ve bir
şekilden başka bir şekle bürünmekle meşhur olmayan şahsiyetli kimselerin
kusurlarını affedin" buyuruyor.
Ama biri hata işledi
mi, komutan, erbaş ve erlerin hepsine, bir daha emirlerine muhalefet edildiği
takdirde, emrine muhalefet edeni cezalandıracağını söyleyerek tehdit eder.
Rasulullah (s.a.v.) yine şöyle buyurur :
"Peşin olarak
uyaran, mazeret beyanına yolu kapamıştır."
Bunun izahı, Kur'an-ı
Kerim'de de vardır. Yüce Allah şöyle buyurur :
"Benim katımda
çekişmeyin, size bunu önceden bildirmiştim..."[250]
Bununla beraber yine biri ona isyan ederse o zaman cezayı haketmiş olur. Hem
ona engel olmak ve hem de başkasına ibret olsun diye cezalandırılır. İnsanlar,
haramdan uzaklaşma hususunda Allah'tan daha çok dünyevî cezalardan korkarlar.
(Hz. Osman'a ait olan) bir sahabî sözü şöyle der:
"Allah, Kur'an
ile caydırdığı gibi ondan daha çok sultan ile caydırır/ meneder."
174- Şayet
bir mazeret ileri sürer ve yemin ederse, komutan onu cezalandıramaz. Çünkü
doğruluk ihtimali olan bir mazeret ileri sürmüş ve bunu yeminle
pekiştirmiştir. Bu durumda komutanın onu cezalandırmaması gerekir. Çünkü burada
o-nunla çekişen bir hasmı yoktur. Çekişmeli hususlarda yemin etmek, iddia
sahibine ait değildir. Çünkü
karşı taraf bu hususta
onu reddetmektedir. Şeriat, inkar edenin yemin etmesi
gerektiğini söyler,
iddia edenin değil.
175- Şayet
emir, bir münadî vasıtasıyla mesela, "yarın Küfe halkı askerî sevkiyata
hazırlansınlar" diye ilan etse, resmen asker olsun yahut ismi resmî
evraklarda kayıtlı bulunmayan halktan herhangi bir kimse olsun, herkes savaşa
hazırlanmak mecburiyetindedir. Çünkü hepsi onun sancağı altında savaşa
katıldıkları zaman onun halkı arasındadırlar ve ona itaat etmeleri gerekir.
Ama böyle durumlarda sadece resmî kayıtlarda ismi geçen, resmen asker olan
kimselerin hazırlanması bir örf haline gelmiş ise, "örfle sabit olan nasla
sabit olan gibidir" kai-desince o zaman sadece resmen asker olanlar
hazırlanırlar.
Ama biri kûfeli olduğu
halde Basra halkının resmî evrakları arasında kayıtlı ise, o, Basralılara
tabidir.
Çünkü burada söz
konusu olan cihaddır ve cihadda önemli olan şehir değil, bağlı olunan askerî
birliktir. Verilen emirden maksat da yardımlaşmadır ki, öncelikle aynı birliğe
mensup olanlar birbirlerinin yardımına koşarlar.
176- Şayet
münadî, "yarın at sahipleri sevkedilecek" diye nida etse, durum
yukarıda söylediğimiz gibidir. Beygir sahipleri de safkan at sahipleri gibi hazır
olmalıdırlar.
Çünkü hepsi de, at
cinsine girer. Yüce Allah:
"Sizin için
atlan, katırları ve merkepleri binek olarak yaratmıştır..."[251]
buyuruyor. Yine şöyle buyuruyor: "...Kuvvet ve savaş atları
hazırlayın..."[252]
Said b. Müseyyib'den
beygirlerde zekat olup olmadığı sorulduğunda: "Haylde sadaka var mı
ki?" diyerek beygirleri de hayl (at) sınıfına sokmuştur.
Ama örfe göre bu
şekilde nida edildiğinde sadece at sahipleri kast ediliyorsa, o başka. Çünkü
örf ile sabit olan, nasla sabit olan gibidir.
177- Şayet münadî: Yarın Mıssîsa halkı sağ
kolda bulunacak, diye nida etse, aslen
Kûfeli olup Missîsa'da yerleşmiş olan kimse, burayı vatan edinmişse, kendisi de
Mıssîsa halkı gibi sağ kanatta yer alacaktır. Çünkü Rasulullah (s.a.v.):
"Kim bir yere yerleşirse artık oranın halkindandır." buyurmaktadır.
Bir yere yerleşmiş
olan, artık oranın halkından sayılır. Görmüyor musun? Küfe fakihlerini
saydığımız zaman Nehaî, Şa'bî ve Ebû Hanife'yi de aralarında zikrediyoruz.
Halbuki bu alimler aslen buralı olmayıp sonradan buraya gelip yerleşmişlerdir.
Şayet burayı mesken
edinmemişse, o zaman çağrının kapsamına girmez. Ama askerî sicillerde buraya
kayıtlı ise, o başka. Çünkü kendisi buranın siciline kayıtlıdır.
178- Şayet
düşman ortada bulunan birliğe saldırıp onları zor durumda biraksa, sağ ve sol
kolda bulunanların onlara yardımcı olmaları gerekir.
Çünkü müşriklerle
savaşmak için bir araya toplandıkları zaman yardımlaşmak üzere anlaşmışlardır.
Başkasına yardım etmeyen, ihtiyaç anında kendisi de yardım görmez. Ayrıca yardımlaşmamak,
düşmanın galip gelmesine yardımcı olmaktır.
Şayet düşman ortada
bulunan birliğe galip gelirse, sıra, sağ ve sol kolda bulunanlara gelmiş olur.
Onun için arkadaşlarına yardım etmekle aynı zamanda kendi kendilerine yardımcı
olmuş olurlar.
179- İmam
Muhammed dedi ki: Şayet yerlerini terkettikleri takdirde, o taraf zayıflayıp
zarar görecekse, yerlerini terketme-melidirler.
Çünkü harekat
komutanı, onları o yeri korumakla görevlendirmiştir. Öncelikle orasını
korumaları gerekir. Orasını terkedip başkalarının muhafazasına verilmiş olan
yerlerle meşgul olmaları haramdır.
180- Şayet
başkan, yerlerini terketmemelerini ve birbirlerinin yardımına koşmamalarını
emrederse, kendi taraflarından emin olup başka bir birlik zor duruma girse
bile, yerlerini terkedip emre isyan etmemelidirler.
Çünkü devlet başkanına
itaatin farz oluşu kesin delil ile sabittir. Halbuki diğer birlikler için
taşıdıkları korku bir vehimdir. Gerçekleşebilir de, gerçekleşmeyebilir de.
"Her korkulan başa gelmez" diye bir söz vardır.
181- Bu
konuda delil, Peygamber (s.a.v.) 'in Uhud günü okçulara yerlerini
terketmemelerini emretmesidir. Okçular, müşriklerin yenildiklerini görüp
ganimet toplamak için yerlerini terketmişlerdi ve o yüzden müslümanların
yenilmesine sebep olmuşlardı.
Nitekim Yüce Allah
bununla ilgili olarak şöyle buyurur : "Allah size arzuladığınız zaferi
gösterdikten sonra gevşeyip bu hususta çekiştiniz ve isyan ettiniz..."[253]
182- İmam
Muhammed dedi ki: Şayet müşriklerden biri düello için öne atılsa, herhangi bir
müslüman asker, komutandan izin almadan düello için çıkabilir.
Çünkü düello için
çıkma izni verilmş gibidir. Zaten iki ordunun savaş düzenine girmesi, savaşmak
içindir ve bu, düello için izin anlamındadır. Ama komutan böyle birşeyi
yasaklamış ise, o zaman uyulur.
Çünkü açık olan hüküm
karşısında delalete dayanan hüküm geçersiz olur. Bu, sofrayı serip, yemek
yemeyi yasaklamak gibidir.
Rasulullah (s.a.v.)'in
Hayber savaşının bazı günlerinde savaşı yasaklamakla ilgili hadisini daha önce
rivayet etmiştik. İşte bu günlerin birinde, biri döğüşmüş ve öldürülmüştü.
Rasulullah (s.a.v.) de:
"Cennet, emre
isyan eden kişiye helal olmaz." buyurmuştur.
183-
Komutan, birine bu işi yasaklamışsa, o kimsenin düelloya çıkmaması gerekir.
Başkaları ise, çıkabilirler. Çünkü genel izin onlar için saklıdır.
Bu konuda delil şu
haberdir: Müşriklerden Utbe b. Rabîa, Şeybe b. Rabîa ve Velid b. Utbe düello
meydanına çıkıp karşılarına müslümanlardan adam istediler. Müslümanlar
safından Ensar'dan üç genç karşılarına çıktı. Düellocu müşrikler Sizleri
tanımıyoruz. Kimlerdensiniz? Nesebinizi söyleyin? dediklerinde müslüman
gençler, neseblerini söylediler. Bunun üzerine müşrik düellocular şöyle
dediler: Her ne kadar sizler değerli bir kavimden iseniz de, bize denk
Kureyşlilerden karşımıza adam isteriz. Gidin Muhammed'e söyleyin, bize denk
adam çıkarsın karşımıza...
Olay, tarih
kitaplarında bu şekilde anlatılır.
Burada, devlet başkanı
düelloya çıkmayı yasaklamadan önce, ondan izin almadan çıkmanın caiz olduğuna
dair delil vardır. Çünkü Peygamber (s.a.v ) 0 gençlere neden çıktınız?
dememiştir.
İmam Muhammed, olayı
başka bir şekilde rivayet ederek şöyle dedi:
184-
Rasulullah (s.a.v.) ileriye atılan üç genci geri çekip savaşın Ehl-i Beytinden
kişilerle olmasını istedi. Bunun için de Hamza b. Âbdülmuttalib, Ali b. Ebi
Talib ve Übeyde b. el-Ha-ris'in düelloya çıkmalarını emretti. Onlar da düelloya
çıktılar. Bunun üzerine şu ayet-i kerime inmiştir : "İşte Rablan hakkında
tartışmaya giren iki taraf..."[254]
185-
Müslüman ile müşrik düelloya çıktıklarında, imkan buldukları takdirde
müslümanların arkadaşlarına yardım etmelerinde bir sakınca yoktur.
Çünkü o müşrik imkan
bulduğu takdirde hem kendilerini ve hem de arkadaşlarını öldürmeyi
kastetmektedir. Onun zararını önleme hakkına sahiptirler. Yahut onları
öldürmeyi kastetmese bile, savaşçı düşman müşriklerden olduğu için onu
öldürebilirler.
Bedir günü düalloya
çıkanların öyküsü anlatılırken Hz. Ali'nin Veli-di, Hz. Hamza'nın Utbe'yi
öldürdüğü rivayet edilir. Bu arada Hz. Ubeyde ile Şeybe henüz döğüşüyorlardi.
Hz. Hamza Hz. Ubeyde'nin yardımına koşup yardımlaşarak Şeybe'yi öldürdüler.
Buradan anlıyoruz ki,
düelloya çıkmış olana yardım etmekte sakınca yoktur.
186-
Hayvanlarının yemi bulunmayanlar, komutandan izin alma ihtiyacını duymadan
hayvanlarını otlağa götürür yahut otlaktan hayvanlarına yem getirebilirler.
Çünkü iznin varlığına
işaret eden durumlar vardır. Devlet başkam onların yeme ihtiyaç duyacaklarını,
dârü'l-İslamdan buraya yem getirmelerinin zor olacağını ve dârü'l-harpte yem
satın alma imkanını bulamayacaklarını bildiği halde oraya gitmelerini
emretmiştir. Ayrıca düşmanı kızdırmağa ve onlara zarar vermeye izin vermiştir
ve düşmanın yemini getirip hayvanlarına yedirmeleri, düşmanı kızdırmak ve zarar
vermektir.
Ancak güçleri olmadığı
takdirde bunu yapamıyacakları için, güçlü olup kendilerini düşmandan
koruyabildikleri takdirde otlağa girmelerinde bir sakınca yoktur. Ayrıca,
birbirlerine yardım edebilmeleri için otlakta birbirlerinden uzaklaşmamaları ve
toplu halde bulunmaları gerekir.
Çünkü yardım ihtiyacı
duyulduğu anda birbirlerinin yardımına koşamayacak kadar dağıhrlarsa, mal için
canlarını tehlikeye atmış olurlar. Olabilir ki yalnız başına otlakta dolaşan
birine birkaç düşman rastlar ve onu öldürebilirler.
187- Bir
yahut iki kişi yalnız başlarına gidemezler. Çünkü düşmanla karşılaşabilirler.
Ama otlak karargaha yakın ve ihtiyaç anında karargahtan yardım istemek mümkün
ise, o başka.
Gurup halinde gidilse
bile otlakta birbirlerinin yardımına koşamayacak kadar dağılmamaları gerekir.
188- Ama
komutan yem için kimsenin karargahı terketme-mesini emrederse, o zaman hiç
kimsenin ayrılması caiz olmaz.
Çünkü apaçık yasaklama
ile izin durumu ortadan kalkar.
Ancak komutanın bu iş
için bir gurup görevlendirmesi gerekir.
189-
Gönderilen bu gurubun başına da birini tayin etmeli ki, aralarında ihtilaf
çıkmasın ve düşmanla karşılaştıkları zaman söz birliği içinde olabilsinler.
190-
komutandan izin almadan dağınık bir şekilde karargahı terkedenler bile düşman
saldırısıyla karşılaştıkları zaman hemen bir arada toplanıp karargaha gelinceye
kadar aralarında birini komutan tayin etmeli ve savaşa başlamalıdırlar.
Çünkü asker mutlaka
komutana muhtaçtır. Nitekim daha önce naklettiğimiz bir hadiste Peygamber
(s.a.v.) şöyle buyurur :
"Peygamber
(s.a.v.) : Birini başınıza emir tayin ettiniz mi? diye sordu. Evet, dediler.
İsabet etmişsiniz, buyurdu."
Daha önce yolcuların
da birini başkan tayin etmeleri gerektiğini belirtmiştik. Artık savaşçıların
başlarına bir komutan tayin etmeleri daha çok mecburidir.
191- Şayet
komutan otlağa gitmeyi yasakladıktan sonra otlağa gitme zarureti hasıl olur ve
askerler kendi canlan yahut hayvanları tehlikeye girer ve yem satın alma
imkanları bulunmazsa, o zaman yem temini için çıkmalarında bir sakınca yoktur.
Çünkü zaruret hasıl
olduğunda emre uyma ortadan kalkar. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur :"...
Darda kalmanız dışında ..."[255]
192- Şayet
komutan: Falanın sancağının altından başka hiç kimse yem için çıkmasın, diye
emrederse, askerin bu şarta riayet etmesi gerekir. Tayin edilen komutanın
sancağı altında çıkar ama yaylalara geldiklerinde, ihtiyaç anında ve düşman
saldırısı olduğunda sancak sahibinin bulunduğu yerde toplanabilecek şekilde
dağılmalarında bir sakınca yoktur. Şayet sancak komutanı yoksa hemen bir
komutan tayin edip düşmana karşı kendilerini savunurlar.
Netice itibariyle,
mümkün mertebe canlarını tehlikeye atmaktan çekinsin-ler. Yüce Allah şöyle
buyuruyor: "Kendinizi kendi elinizle tehlikeye atmayın..."[256]
193-
Çıktıktan sonra da, sancaktan uzaklaşmaları doğru olmaz. Ancak yardım ihtiyacı
anında hemen toplanabilecek şekilde uzaklaşabilirler.
Çünkü biliyoruz ki,
komutan "Ancak falanın sancağı altında çıkabilirsiniz" demesinden
maksat, sırf karargahı terketmek değildir. Onun söylemek istediği, "onun
sancağının himayesinde gidip gelin" demektir. Bu hususta emrine itaat
edilen kişinin emrinin uygulanış şekline de riayet edilir.
194- Şayet
komutan: Yem almaya gitmek isteyen, falanın sancağının gölgesinde gitsin derse
ve başka herhangi bir emir yahut yasaklama belirtmezse, bu başka bir sekile
çıkmanın yasak olduğuna delalet eder.
Daha önce
es-Siyerü'î-Kebir kitabında mefhumu muhalifinin[257] ddü
olarak alındığını belirtmiştik. Halbuki mezhebimizde mefhumu muhalif delil
değildir. Bu meselede sıfat mefhumu ile şart mefhumu da farketmez. Fakat İmam
Mu-hammed meğâzî hususunda halkın çoğunluğunun anladığına itibar ederek mefhumu
muhalifi delil saymıştır. Çünkü gazilerin çoğunluğu halk tabakasındandır ve
ilimlerin hakikatına vâkıf değildirler. Ayrıca komutanları bu sözü söylerken,
başka bir sancağın altında çıkmamalarım kasdetmektedir. Sözün delaletdinden
anlaşılan yasağı sanki söylenmiş gibi kabul etmiştir. Bu meselenin uzun açıklaması,
usul-u fıkıh kitaplarında mevcuttur, (dileyen oraya müracaat etsin.)
195- İmam
Muhammed dedi ki: Köylere vardıklarında köye dağınık bir şekilde girmelerini
uygun görmüyorum. Olabilir ki köyde gizlenmiş düşman askerleri bulunur ve
onlara pusu kurup öldürebilir. Onun için onlardan bir kısmı döğüşe hazır bir
şekilde köye girerler. Şayet köyde pusu kurmuş düşman varsa arkadaşlarına haber
verirler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur:
"Ey inananlar!
tedbirinizi alın, bölük bölük veya hep birden savaşa gidin."[258]
196- Şayet
müslümanların komutam onlara ağaçları kesmemelerini ve binaları yakmamalarını
emrederse, ona isyan etmeleri caiz değildir.
Çünkü bu yasaklamada
müslümanların menfaati düşünülmüş olabilir. Ayrıca bu yasaklama, savaşla ilgili
bir husustur. Onları savaştan menetse bile, bir zaruret yahut Allaha bir
itaatsizlik sözkonusu olmadıkça ona isyan edemezler. Onun için bu gibi meselelerde
de ona isyan etmeleri caiz değildir.
197- Şayet
komutan, birinin sancağını açıp: "Bununla ancak üçyüz kişi gitsin"
derse, ona itaat etmeliler ve sadece üçyüz kişi gitmelidir.
Çünkü istisna
edatından sonra belirtilen sayı ne ise, ondan fazlası sayı yasaklanmış
anlamındadır.
198- Şayet
mutlak yasaklamayı açık yaparsa, ona isyan etmeleri caiz olmaz.
Burada da, durum
aynıdır.
199- Şayet
komutan üçyüz dediği halde dörtyüz kişi giderse, yine de ganimetten mahrum
edilmezler.
Her ne kadar hata
işlemişlerse de ganimetten mahrum edilmezler. Çünkü onlar mücahiddirler ve
Allah'ın sözünün Üstün olması ve dinin aziz olması gayesiyle gitmişlerdir.
Komutanın emrine muhalefet etmeleri, Allah'ın emrine muhalefet etmekten daha
büyük birşey değildir. Nasıl ki helal olmayan bir iş yapan kişi, mü'min
olmaktan çıkmıyorsa, komutanın emrine muhalefet etmiş olmaları, onları gazi
olmaktan çıkarmaz. Kaldı ki bu yasaklama, yapılan işin kendisinden ileri
gelmemektedir, dolaylı mahzurlar nedeniyle yapılmıştır. Çünkü komutan onlara
bunu yasaklarken bu yasaklamayı sırf savaşa gitmemeleri yahut savaşmamaları
veya ganimet elde etmemeleri için değil, onları esirgediğinden dolayı
yapmıştır.
200- Şayet
devlet başkanı beştebir (humus) payı çıkardıktan sonra onlara dörtte birini
ganimet tahsisi olarak vermişse bakılır; gitmelerini emrettiği üçyüz kişi
isimleriyle belirlenmiş iseler, ganimetin dörtte üçü ayrılır ve kendilerine
tahsisleri bundan verilir.
Bazı nüshalarda
dağıtım bu şekilde yapılmıştır. Oya bu yanlıştır. Doğrusu, bazı nüshalarda şu
şekilde belirtilmektedir:Ğanimetin dörtte üçü ayrılır ve kalan dörttebir'den
tahsislerini verir. Çünkü beşte bir payı ayrıldıktan sonra
alacakları ganimetten
onlara bu şekilde vereceğini şart koşmuştur .Aldıkları da dörtte üç miktardır.
201- İmam
Muhammed bundan sonra şu meseleyi belirterek şöyle demektedir:
Getirdikleri
ganimetler, atlarla kişiler hesaba katılarak paylaştırılır. Daha sonra üçyüz
kişinin getirdikleri ganimetlere bakılır, onlardan humus beştebir (humus)
çıkarıldıktan sonra geri kalan kendilerine verilir.
Bu mesele ile
yukarıdaki mesele şekilde uzlaştırılır: Yukarıdaki meselede askerlerin bir
kısmı atlı ve bir kısmı piyade olarak düşünülmüştür. Burada ise hepsi süvari
yahut hepsi piyade olarak düşünülmektedir. Onun için onlara üç tane dörtte bir
ayrılır, demiştir.
İmam Muhammed başka
bir yerde şöyle der: Elde edilen ganimetlerin hepsinden beştebir alındıktan
sonra ganimetin dörtte üçünden belirtilen tahsis payları verilir.
Netice olarak İmam
Muhammed bu meseleyi bu kitabın dört yerinde zikretmiş ve her birinde başka
türlü cevap vermiştir. Yeri geldikçe hangi cevabın doğru ve hangisinin yanlış
olduğunu Allah'ın izniyle belirteceğiz.
İmam Muhammed devam
ederek der ki: Sonra geri kalan dörtebire bakar ve humusunu ayırdıktan sonra
ondan geri kalan ile dörtte üçten kalan bir araya getirilir.
Bu miktarı tüm askerin
ganimetlerine ekleyip ganimetin taksim edildiği şekilde bu yekunu aralarında
taksim eder. Başka nüshalarda ise şöyle belirtilir: Bu dörttebirin humusu
çıkarılmaz.
Zannediyorum bu
hükmünü verirken, dârü'l-harbe girmiş olan yüz kişiyi hırsız mesabesinde saymış
ve bundan dolayı da, bu dörttebirin humusu çıkarılmaz demiştir ki, bu
yanlıştır. Çünkü kuvvet sahibi olmadıkları zaman hırsızların elde ettiklerinin
humusu çıkarılmaz. Ama bunlar üçyüze eklenmekle kuvvet sahibi olmuşlardır. Bu
sebeple elde ettiklerinden beştebir alınır.
202- Şayet
üçyüz kişi isim olarak belirtilmemişse ve mesele yukarıda anlattığımız şekilde
cereyan etmişse, devlet başkanı ganimetin dörtte üçünden humusu çıkarır ve
sonra da geri kalan dörtte biri ganimet olarak dörtyüz kişi arasında eşit bir
şekilde taksim eder.
Çünkü ganimeti
hakketme üçyiizü için sabit olur. Onların bir kısmı da diğerinden daha mukaddem
değildir. Çünkü onu hakketmeğe sebeb olma bakımından aralarında bir fark
yoktur. Daha sonra geri kalan dörttebirden humus çıkarılıp geri kalanı, daha
önce dörtte üçten geri kalana eklenir, aralarında tüm askerlerle atlan
gözönünde bulundurularak taksim edilir.
203- Şayet
emre itaatsizlik ederek savaşa girmiş olan o yüz kişi ismen biliniyor ise ve
komutan bu hareketlerinden dolayı onları elde ettikleri ganimetten mahrum
etmeğe ve geri kalanı o üçyüz ile asker arasında paylaştırmaya karar verir de
yerine başka bir komutan gelirse, birincisinin haksızlık yaptığına kani olsa
da, onun hükmünü uygular.
Çünkü ilk komutan
fakihler arasında ihtilaflı olan bu meselede ictihad etmiştir. Bazı fakihler
bu âsilere paylarının veril-memesi gerektiğini söylerler. Onlara payları
verilmemeli ki, bîr daha böyle birşey yapmasınlar. Bunu söyleyen fakihler, bu
meseleyi, mirasçısı olduğu kimseyi öldürdüğü için onun mirasından mahrum
bırakılan katile benzetirler. Mesele, ilerde yeri geldiğinde ele alınacaktır.
İctihad konusu olan hususlarda hakimin hükmü uygulanır ve o hüküm bozulmaz.
Onun için İ-mam Muhammed, birincisinin uygulamasını ikincisi bozamaz demiştir.
204- İmam
Muhammed dedi ki: Kişinin anne ve babası varsa, onlardan izin almadan cihada
gidemez.
Çünkü onlara iyi
davranması vacibtir ve isyan etmemesi ise farz-ı ayındır. Rasulullah (s.a.v.)
şöyle buyurur: "(Ebeveynin) haklarına riayet eden dilediğini yapsın,
cehenneme girmeyecek ve onların haklarına riayet etmeyen dilediğini yapsın,
cennete girmeyecektir."
Yine şöyle buyurur:
"Her kim anne ve
babası kendisinden razı oldukları halde sabahlarsa, kendisi için cennete iki
açık kapı vardır."
Cihada çıkacak olan
kişi, onların iznini almadan çıkmakla bu kapıları kendisine kapamamahdır. Kaldı
ki, bu çıkışından faydalanıp faydalanmayacağı kendisince meçhuldür.
205- İbn
Abbas b. Mirdas "Ya Rasulallah cihada çıkmak istiyorum" demişti.
Rasulullah (s.a.v.) : "Annen var mı?" diye sormuş ve o da:
"Evet" deyince Rasulullah: "Annenden ayrılma, cennet onun
durduğu yerdedir." buyurmuştur.
Bu meseleyle ilgili
teferruat bundan sonraki konuda işlenecektir.
206-
İbnu'z-Zübeyr'in şöyle dediği rivayet edilir: Cabir'den, efendisinin izni
olmadan kölenin savaşıp savaşmayacağını sordum. Savaşamaz, dedi.
Biz de, aynı
görüşteyiz.
Çünkü kölenin
çalışması, efendisinin mülküdür. Onun için savaşla uğraşarak buna engel olması
caiz değildir. Ancak müslümanlar onun savaşmasına zaruret duyarlarsa, o başka.
Mesela, genel bir seferberlik ilan edilmişse, o zaman savaşa gitmesinde bir
sakınca yoktur. Daha önce de belirttiğimiz gibi zaruret, şer'î itaatin
dışındadır. Efendi bu gibi durumlarda ona engel olamaz. Aksine, kendisinin bu
durumda can ve malıyla savaşa katılması farzdır. Onun için efendi, köleye
savaşa gitme dese bile, kölenin ona itaat etmesi gerekmez.
Bu gibi durumlarda
ebeveynin oğullarım savaştan alıkoymaları da aynı şekilde geçersizdir.[259]
Başarı Allah'tandır.[260]
207- İmam
Muhammed dedi ki : Kadınların erkeklerle beraber savaşa katılmalarını uygun
görmem.
Çünkü kadının yapısı
savaşmaya müsait değildir. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) buna işaretle şöyle
buyurur : "Bu kadın savaşacak değildi." Kadınların savaşa
katılmalarıyla müslümanlarm namuslarının teşhiri söz konusu olup müşriklerin
buna sevinmelerine sebeb olabilir. Ayrıca müşrikler: Müslümanlar, savaşabilmek
için kadınlarına muhtaç kaldılar, deyip bunu müslümanlarm güçsüzlüğüne
yorumlayabilirler. Bu sebeple kadınları savaşa götürmekten kaçınmak gerekir.
Onların direkt olarak savaşa katılmaları bunun için hoş karşılanmamıştır.
Ama müslümanlar buna
mecbur kalırlarsa, o başka...
Zaruret anında
müşriklerin saldırısını önlemek, her müslüman için gücü oranında vacibdir.
Huneyn olayı buna
delil olarak getirilebilir. Bunu daha önce açıklamıştık. Bu olayın Öyküsünün
sonu şöyledir :
Milhan kızı Ümmü
Süleym, karnı üzerine bir elbise bağlamış olarak savaşıyordu. Ümmü Süleym,
Rasulullah (s.a.v.)'e: Ya Rasulallah! Şu savaştan kaçıp seni düşman arasında
yardımsız bırakanları gördün mü? Şayet Allah sana imkan verirse, onları
affetme! "dedi. Rasulullah (s.a.v.) şöyle dedi:
"Ya Ümmü Süleym!
Allah'ın koruması daha geniştir. "Ümmü Süleym üç defa tekrar etti. Üçünde
de Rasulullah (s.a.v.) :
"Allah'ın
koruması daha geniştir." buyurdu.
Meğâzî kitaplarında
Ümmü Süleym'in şöyle dediği rivayet edilir: "Ya Rasulullah! Müşriklerle
döğüştüğümüz gibi şu kaçanlarla da savaşıp onları öldürmeyecek miyiz?"
Rasulullah (s.a.v.): "Allah'ın koruması daha geniştir." buyurmuştur.
Müslüman askerlerin
Rasulullah (s.a.v.) 'i düşman arasında bırakıp kaçtıkları bu savaştan daha açık
kadınların savaşa katılmalarına ihtiyaç duyulur mu?
Burada zaruret anında
kadınların savaşa katılmalarının caiz olduğuna delil vardır. Çünkü Rasulullah
(s.a.v,) o durumda Ümmü Süleym'in savaşa katılmasına engel olmamıştır. Bu
durumun dışında kadınların savaşa katılmalarına izin verdiği de rivayet
edilmemiştir.
208- İmam
Muhammed dedi ki: Yaşlı kadınların savaşta hazır bulunup yaralıları tedavi
etmeleri, askerlere su dağıtmaları ve ihtiyaç anında yemek pişirmeleri
caizdir. Abdullah b. Kurt el-Ezdt der ki: Halid b. Velid ve arkadaşları
Bizansla savaşırken hanımları devamlı olarak mücahidlere su taşıyıp şiir
söylüyorlardı.
Burada söz konusu
edilen kadınlar, yaşlı kadınlardır. Fitne korkusundan dolayı genç kadınlar
bundan menedilirler. Ayrıca yaşlı kadınların bu görevi yapmalarıyla ihtiyaç da
ortadan kalkmaktadır.
209- Hayber
savaşında Peygamber (s.a.v.)'Ie birlikte hazır bulunan Ümmü Muta'ın şöyle
dediği rivayet edilir : "Ashab Rasulullah'a çektikleri zorlukları
anlattıkları bir sırada Eşlem (r.a.)'ı gördüm. Peygamber onları cihada teşvik
etti. Hemen yerlerinden fırlayıp savaşa koyuldular. Kaleye ilk ulaşan kişi,
Eşlem (r.a.) idi. O gün güneş batmadan Allah bize fethi müyesser kıldı. Sa*b
b. Muaz kalesi fethedildi.
Buradan anlıyoruz kî,
Ümmü Muta' Rasulullah (s.a.v.) 'Ie birlikte savaşa katılmış ve Rasulullah
(s.a.v.) ona engel olmamıştır. Yine anlıyoruz ki, kendisine uygun işleri
görmek üzere yaşlı kadının savaşa katılması caizdir. Başarı Allah'tandır.[261]
210- Ebû
Hanife -Allah rahmet etsin- dedi ki: "Cihad etmek müslümanlara farzdır.
Ancak ihtiyaç anına kadar beklerler. İmam Sevrî ise şöyle der: "Kendileri
savaşı başlatmadıkça, müşriklere savaş açmak farz değildir. Onlar savaş
açarlarsa, o zaman savunmak için savaşmak farz olur. Buna delil olarak da şu
ayetleri getirir:
‘’... Onlar sizinle
savaşırlarsa onları öldürün..[262]
‘’... Topyekün sizinle
savaşan putperestlerle siz de topyekün savaşın..."[263]
Ancak biz, müşriklerle
savaşı bizim başlatmamız gerektiğine inanıyor ve delil olarak da aşağıdaki
ayetleri getiriyoruz: "Ey inananlar! Yakınınızda bulunan inkarcılarla
savaşın..."[264]
"Allah yolunda
savaşın..."[265]
"...Allah'a iman etmeyenlerle savaşın..."[266]
"Allah uğrunda gereği gibi cihad edin..." [267]
Netice olarak cihad ve
savaş emri tedrici olarak gelmiştir. Başlangıçta Peygamber (s.a.v.), İslamı
tebliğ ve müşriklere aldırış etmemekle emrolunmuştu. Yüce Allah şöyle
buyuruyor:
"Ey Muhammed!
Artık sana emredilenleri açıkça ortaya koy, müşriklere aldırış etme."[268]...o
halde yumuşak ve iyi davran..."[269]
Daha sonra iyi bir
şekildfe tartışma emrolundu. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurur :
"Ey Muhammedi
Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde
tartış..."[270]
"Kitap ehli ile
en güzel şekilde mücadele edin..."[271]
Daha sonra savaşa izin
verildi:
"Haksızlığa
uğratılarak kendilerine savaş açılan kimselerin karşı koyup savaşmasına izin
verilmiştir ..."[272]
Sonra, gelen
ayetlerle, müşrikler savaşı başlatınca onlara karşı savaşma emredildi.
Bundan sonra da Haram
aylar geçtikten sonra savaşılması emredildi. Bu meseleyle ilgili olarak Yüce
Allah şöyle buyuruyor:
"Haram aylar
çıkınca, müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün..."[273]
Daha sonra da mutlak
savaş emrolundu: "Allah yolunda savaşın; bilin ki Allah işitir ve
bilir."[274]
Son ayetle mesele bir
sonuca bağlandı. Emrin mutlak oluşu, her halükarda ona uymayı gerekli
kılmaktadır. Ancak savaşın farz oluşu, dini yüceltmek ve müşrikleri susturmak
içindir.
Şayet istenen iş, mü
si umanların bir kısmı ile yerine getirile-biliyorsa, farz diğerlerinden düşer.
Tıpkı ölünün yıkanması, tekfini ve üzerinde namaz kılınması gibi. Çünkü her
müslüman bizzat bu görevleri yapmakla emrolunsaydi, bu işler belli bir zamana
bağlı olmadığı için kazanç temini ve ilim tahsili gibi işler aksardı. Ayrıca
diğer işler yapılmadan cihadın yerine getirilmesi de mümkün değildir. Onun için
cihad, farz-ı ayn değil, farz-ı kifayedir.
211- Hepsi
cihadı terkedecek olsa, hepsi günaha ortak olurlar. Ama istenen, bir kısmıyla
yerine getiriliyorsa, diğerleri de bu mesuliyetten kurtulur. Bu gibi durumlarda
devlet başkanının müslüman lan gözetmesi gerekir. Çünkü müslumanIarın tamamı
namına bu makama getirilmiştir. Bu sebeple düşmandan saldırı gelebilecek
yerlere adam yerleştirip koruması, dinî daveti sağlaması ve müslümanları cihada
teşvik etmesi onun görevidir.
Ayrıca müslümanları bu
gibi görevlerle görevlendirdiği zaman onların da ona isyan etmemeleri gerekir.
212- Düşman,
Arablardan puta tapanlar yahut mürtedler-den olup kendilerinden cizye kabul
edilmeyenlerden ise, müslü-manlar onları İslama davet ederler. Reddederlerse
tek bir yol kalıyor ki, o da savaştır.
Ama Arab olmayan
mecûsî ve puta tapanlara gelince, mezhebimize göre onlar cizye verme konusunda
kitap ehli durumundadırlar. Onun için müslü-manlar onları, ya İslamı kabul
etmeğe ya da cizye vermeğe davet ederler. Bu tekliflerden birine evet derlerse,
onlarla savaştan vazgeçilir. Ancak her iki teklifi de kabul etmezlerse, o
zaman onlara savaş açılır.
Ehl-i kitab olan
Arablarla Arab olmayanlar arasında fark yoktur. Yüce Allah şöyle buyurur :
"Kitab
verilenlerden, Allah'a, ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Peygamberinin
haram kıldığını haram saymayan, hak dinini din edinmeyenlerle, boyunlarını
büküp kendi elleriyle cizye verene kadar savaşın."[275]
Bu konuda her müslüman
Rasulullah (s.a.v.)'in h
213- İmam
Muhammed dedi ki: Şayet düşman, müslüman-lara, "Bizi bırakın, ne biz
sizinle savaşalım, ne de siz bizimle savaşın" derlerse, müslümanların bu
teklifi kabul edip savaşmamaları caiz değildir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurur
:
"Gevşemeyin,
üzülmeyin. İnanmışsanız, mutlaka en üstünsünüz."[276]
Çünkü cihad bir
farzdır. Müslümanların farz olan birşeyi terketmeleri düşünülemez. Nasıl ki
oruç tutmamamızı, namaz kılmamamızı isterlerse, bu isteklerini kabul
etmeyeceksek, cihadla ilgili bu tekliflerini de kabul edemeyiz.
Ama düşman çok güçlü
ise ve müslümanlar onlara karşı koyama-yacaksa, o başka.
O zaman müslümanlann
güçleninceye kadar tekliflerini kabul etmeleri ve güçlendiklerinde
antlaşmalarını bozduklarını bildirmeleri caizdir. Yüce Allah şöyle buyurur:
"Eğer onlar
barışa yanaşırlarsa, sen de yanaş ve Allah'a güven."[277]
Rasulullah (s.a.v.)
Hudeybiye yılı Mekkelilerle on yıl savaşmamak üzere antlaşma yapmıştı.
Çünkü cihadın
hakikati, öncelikle müslümanların kendi güçlerini korumaları ve ikinci planda
müşrikleri yenmek ve güçlerini kırmaktır. Şayet müslümanlar, müşriklerin
güçlerini kırmaktan aciz iseler, güçleninceye kadar ateşkesi kabul ederek kendi
güçlerini korumaya bakarlar. Güçlendikleri zaman ateşkesi bozar ve saldırıya
geçerler. Bu, darda olan borçluya eli genişleyinceye kadar mühlet verilmesine
benzer. Yüce Allah şöyle buyurur Borçlu darda ise, eli genişleyinceye kadar ona
mühlet verin.”[278]
214- Yine
şayet müslümanlara: "Ahkamınızdan bize birşey tatbik etmemek şartıyla
yılda size şu kadar mal verelim" teklifinde bulunsalar, böyle bir
antlaşma yapılamaz. Çünkü zim-
milikle ilgili şer'î
hükümlerimizi kabul etmeyi reddediyorlar. Savaş, zimmîlik antlaşmasıyla biter.
Bu da muamelât hususunda İslamın hükümlerine boyun eğmeleriyle gerçekleşir.
Onlar yenilgiyi kabullenirler ve biz de onların İslam yurdunda kalmalarına rıza
gösteririz.
Temel olarak savaşı
sona erdirmemiz ancak bu şekilde gerçekleşir. Halbuki onların isteklerinde bu
temel yoktur. Şayet bu teklifleri kabul edilirse, bizim mal elde etmek için
savaştığımızı sanabilirler. Hatta sanmanın ötesinde böyle olduğuna kesin kanaat
getirebilirler. Oysa müslümanların mal elde etmek (sömürmek) için savaşmaları
yahut bunu izhar etmeleri asla caiz değildir.
215- Ancak
güçlü iseler o zaman onlardan mal alınmazsa bile, onlarla anlaşmak caiz olur.
Ama bununla beraber onlardan bir miktar mal alınırsa, evleviyetle caiz olur.
Alınan bu mal, ateşkes
antlaşmasının karşılığı olarak değil, malları bizim için mubah olduğu için
alınır.
Mallarının bizim için
mubah oluşu gözönünde bulundurularak verecekleri mal kabul edilir.
216- İmam
Muhammed dedi ki: Cihada gitmek isteyen bir kimsenin ebeveyni var ise her
ikisinin iznini almadan gitmesi caiz değildir.
Çünkü onlara iyilik
etmek, onlara gelecek zarar ve zorluklara engel olmak kişi üzerine farz-ı
ayndır. Cihad ise genel seferberlik ilan edilmedikçe farz-ı kifayedir.
Daha kuvvetli olan farz-ı aynı, farz-ı kifayeden önde tutmak gerekir.
Mücahidin sağ olarak dönüp dönmeyeceği kesin değildir ve öldüğü takdirde
onların zorluk ve meşakkatlerle başbaşa kalacakları kesindir.
217- Şayet kendisine izin verirlerse cihada gitsin. Ama biri izin verir de,
diğeri vermediği takdirde yine, izin vermeyenin hakkını gözeterek cihada
çıkmamalıdır. Her ikisi izin vermiyorsa, h
Bu konuda delil, şu rivayettir: Biri Rasulullah (s.a.v.) 'e gelerek :
"Ana babamı ağlar halde bırakarak seninle cihada çıkmağa geldim"
dedi. Rasulullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Git onları ağlattığın gibi,
güldür."
Cihadın en faziletlisi Rasulullah (s.a.v.) 'le birlikte yapılan cihad
olmasına rağmen Rasulullah (s.a.v.) ana babanın izni olmadığı için o zatı geri
çevirmiştir.
Rasulullah (s.a.v.)'e amellerin en faziletlisinin hangisi olduğu sorulduğunda
:
\
"Vaktinde kılınan namazdır. Sonra,anne-babaya iyi davranmaktır.
Sonra da, Allah yolunda cihaddır." buyurmuşlardır.
Bu, anne ve babaya iyi davranmanın cihaddan önce geldiğine delildir.
Anne-baba şiddetli bir zorluğa maruz kalacaklarsa, oğullarının cihada gitmesine
izin vermeyebilirler. Bu, onlar için caizdir. Çünkü o kişi için daha güçlü bir
farz olan kendilerine iyi davranmasına vesile oluyorlar.
Buradan
da anlaşılıyor ki, onların iznini almadan kişinin cihada gitmesi caiz değildir.
Çünkü gitmesi caiz olsaydı, ona mani olduklarında günah işlemiş olmaları
gerekirdi.Ona engel olmakla günah işlemiş olsalardı, onların günaha girmelerine
engel olmak için onun cihada gitmesi de caiz olurdu.
218- Biri ölmüş ve diğeri hayatta ise de durum aynıdır.
Çünkü onlardan hayatta olanın haklarına riayet için gerekli sebeb
mevcuttur.
219- Şayet anne-babasının ikisi kafir yahut biri kafir ve diğeri müslüman
olur da cihada çıkmasını istemezlerse veya kafir olan gitmesini istemiyorsa,
bakılır; Eğer bu istememe ebeveynin yahut kafir olan birinin kendi şahısları
için korkmalarından, hayatta karşılaşacağı zorluklar endişesinden
kaynak-lanıyora yine kişinin cihada çıkması caiz olmaz.
Çünkü anne babanın haklarına riayet hususunda müslüman ile kafir anne
baba arasında fark yoktur. Yüce Allah:"Dünya işlerinde onlarla güzel
geçin..."[279]
buyurmuştur.
Bu ayette kastedilen, müşrik olan anne-babadır. Bu konuda delilimiz,
aynı ayetin baştarafıdır. Burada Yüce Allah:
"Ey insanoğlu! Ana-baba, seni körü körüne bana ortak koşman için
zorlarsa..."[280]
buyurmaktadır.
220- Ama, kendi dinine mensub olanlarla savaşmasın diye izin vermiyorsa, o
zaman ona itaat etmez ve cihada gider.
Çünkü izin vermemesine sebeb, oğula duyulan şefkat değil, müşrikliktir.
Şirk etkisiyle verdiği kararın uygulanması hususunda oğlu üzerinde bir hakkı
yoktur. Niyetin şöyle mi, böyle mi olduğu, zann-i ğ
Ama anne babadan biri için perişanlık sözkonusu ise, oğul cihada
gidemez.
Çünkü anne baba fakir ve hiz
221- İmam Muhammed dedi ki: Şayet ana ve babası ona izin verir de, iki dede
ve iki ninesi izin vermezse, cihada gitmesi caizdir.
Çünkü anne ve baba mevcut iken, dedelerle nineler yabancı durumundadırlar.
Görmüyor musun, çocuğa bakım, velilik ve miras konularında durumları,
yabancıların durumu gibidir. Cihada gitme hususunda da durum aynıdır. Ana-baba
hayatta kaldıkları müddetçe onların izin vermeme yetkileri yoktur.
222- Şayet ana ve baba ölmüş ve henüz hayatta olan baba tarafından dede ve
ana tarafından nine ona izin verirken, ana tarafından olan dede ve baba
tarafından olan nine izin vermezlerse, onların izin vermemeleri geçersiz olup
kişinin cihada gitmesi caizdir.
Çünkü babanın yokluğunda velayet, babanın babasınındır. Ana olmadığı
takdirde de, ananın annesi onun makamındadır. Çünkü çocuğun bakımı ona verilir,
Bunlar hayatta oldukları takdirde, diğerleri yabancı durumundadır.
223- Şayet diğerleri ona izin verir de, bunlar ona izin vermezlerse,
cihada gidemez.
224- Şayet anne tarafından ninesi ve baba tarafından dedesi olmayıp
diğerlerinden izin isterse ve diğerlerinin her ikisi yahut biri ona izin
vermezse, müstahab olan, cihada gitmeme-sidir.
Çünkü annenin annesi olmadığında bakıcılık baba tarafından olan nineye
aittir. Zira o, anne durumundadır. Anne tarafından olan dede ise her ne kadar
velayet hususunda baba gibi değilse de, kısas lehinde şahidlik ve ona zekat verilmeme
gibi hükümlerde baba durumundadır. Daha yakın bir dede bulunmadığı takdirde,
cihada izin vermeme hususunda baba yerine geçer.
225- Şayet annesi ile baba babası hayatta olup bunlardan biri izin verir ve
diğeri vermezse, yine gitmesi caiz değildir.
Çünkü babası olmadığı takdirde babasının babası, onun için baba durumundadır.
Bu kişinin durumu ile, babası ve annesi hayatta olan kişinin durumu aynıdır.
226- Şayet anası hayatta değilse ve ana tarafından ninesi ile baba
tarafından ninesi hayatta ise, izin verme hakkı anne tarafından olan
ninenindir.
Görmüyor musun çocuk bakımında öncelik hakkı onundur. Baba tarafından
olan nine ise, baba yerine kaim olamaz. Çünkü babanın yokluğu durumunda
velayet hakkı dedeye geçtiği şekilde nineye verilmemektedir.
227- Ama anne hayatta ise, her iki ninenin izin hakkı yoktur.
Babanın hayatta oluşuyla da, dedelerin her ikisinin izin hakkı yoktur.
228- Şayet babası ile babasının annesi hayatta ise, her ikisinin iznini
almadan çıkmamalıdır.
Çünkü babanın annesinden başka anneler hayatta değilse, o, anne
maka-mmdadır. Görmüyor musun, bakıcılık hakkı onundur?
İmam Muhammed kitabın metninde bu meselede farklı düşünen birinin
bulunduğunu söyler, ama bunun kim olduğunu belirtmez. Sanırım muhalefet eden
kişi, babanın annesi, babaya tabidir; baba henüz hayatta iken babanın babasının
izin hakkı sözkonusu değilken babanın annesinin izin hakkı h
Halbuki bu doğru değildir. Çünkü şayet kişinin annesi ile babasının
annesi hayatta ise, izin hakkı sadece annenindir.
229- İmam Muhammed dedi ki: Ticaret, hac, umre vs. gibi diğer yolculuklara
anne ve baba izin vermez ve kişinin canı hususunda bir korkusu yoksa yolculuğa
çıkması caizdir.
Çünkü bu gibi yolculuklarda genellikle emniyet hakimdir. Ayrıca anne ve
baba bunlardan dolayı pek zorluk da çekmezler. Oğullarının yokluğundan dolayı
üzüntüleri, dönüşü umuduyla hafifler.
Ancak deniz seyahati gibi can tehlikesi bulunan yolculuklar olursa [281],
bunun hükmü cihadın hükmü gibidir.
Çünkü burada helak olma tehlikesi daha çok muhtemeldir.
230- İlim tahsili için çıkılan yolculuklarda yol emniyetli ve ilim tahsil
edilecek yer güvenlikli ise, bu yolculuk, ticaret için yapılan yolculuktan daha
az önemli değildir.
Aksine, ilim yolculuğu ondan daha önemlidir. Yüce Allah şöyle buyurur:
"Her topluluktan bir grubun dini iyi öğrenmek ve milletlerini geri
döndüklerinde uyarmak üzere geri kalmaları gerekmez mi?"[282]
Ana babası istemezse bile, helak olmalarından korkmadığı takdirde ilim
yolculuğuna çıkmasında bir sakınca yoktur. Çünkü bu yolculukta genellikle
emniyet hakimdir. Bu yolculuk ile, dârü'l-İslam'dan herhangi bir şehre gitmek
arasında bir fark yoktur.
232- Şayet yaz ordusu gibi büyük bir İslam ordusu ile dâ-rü'1-Harbe ticaret
yolculuğuna çıkacak olursa ebeveyni istemeseler de çıkması caizdir.
Burada da büyük ihtimal emniyettir. Çünkü kendisi savaşla meşgul olmayacak
ve büyük ordu düşmandan kendisine gelecek tehlikeyi defedecektir.
233- Ama seriyye yahut ona benzer az sayıdaki orduyla çıkacak olsa
izinlerini almadan çıkması caiz değildir.
Çünkü kendisini koruyamıyacak durumda olan askerî birliklerle çıkmasında
can tehlikesi ihtim
234- Cihada çıkması çocuklarının, kardeşlerinin, amca ve halalarının yahut
hanımlarının hoşuna gitmese bile, onlar için helak olma korkusu yok ise ve
sadece onların kendisi hakkında helak olmasından endişeleri sözkonusu ise, cihada
çıkmasında bir sakınca yoktur.
Çünkü
ebeveyni ile diğer akrabalarının onun üzerindeki haklan aynı seviyede
değildir. O halde cihada gitmesine izin verme huusunda da durumları bir
olmamalıdır. Ancak onlardan birinin helak olmasından korkuyorsa, cihada çıkıp
kendilerinin nafakasının temini ile mükellef olduğu kimseleri bu tehlikeye
sokması caiz değildir. Çünkü onların nafakasnı temin etmek, bizzat kendisine
düşen bir görevdir. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurur :
"Kişinin nafakasını sağlamakla yükümlü olduğu kimselerin yok
olmasına yol açması, günah olarak kendisine yeterlidir."
Küçük erkek çocukları ile, küçük olsun, büyük olsun kız çocuklarının ve
bir de başka bakacak yakın akrabası bulunmayan nafakasını teminden aciz
akrabalarıyla hanımlarının hükmü budur. Çünkü nafakalarını temin etmesi şer'an
ona aittir.
235- Ama yetişkin ve sağlıklı erkek çocukları ile özürlü/ sakat olmayan
kardeşleri hakkında helak olma tehlikesi bulunsa bile, cihada çıkması caizdir.
Çünkü hazır bulunduğu takdirde, ölseler bile nafakaları şer'an ondan istenmez,
Onun için ölmeleri sözkonusu olsa bile, bundan dolayı cihada gitmesi
engellenemez. Bu söylediğimiz durumların hepsi, genel seferberlik olmadığı
takdirde sözkonusudur.
236- Ama düşmanın genel bir saldırısıyla karşılaşılır ve bir şehir halkına:
İşte düşman geliyor, sizi, çoluk-çocuğunuzu Öldürmek veya mallarınızı
gasbetmek istiyor, denilse ana babanın izni alınmadan çıkmakta bir sakınca
yoktur.
Çünkü böyle durumlarda savaşa katılmak, herkes için farzı ayndır. Yüce
Allah :
"İsteyen-, istemeyen, hepiniz savaşa çıkın, Allah yolunda
mallarınızla canlarınızla cihad edin..."[283]
buyurmaktadır.
Çünkü savaşa çıkmadığı takdirde bir daha bu görevini yerine getirme
etme imkanını bulamaz. Halbuki anne babasının iznini almadan çıkmakla kaçırdığı
görevini daha sonra yerine getirebilir. Cihada gitmekle daha önemli olan
görevini yerine getirmiş olur. Çünkü cihada gitmemekle sebeb olacağı zarar,
daha geneldir; Bunun zararı hem
kendisine, hem anne babasına ve hem de diğer müslümanlara ulaşır.
Ayrıca anne babanın bu durumda ona izin vermemeleri de onlar için caiz
değildir. Cihada çıkmakla onlara gelecek olan günahı da bertaraf etmiş olacaktır.
Kaldiki, isyan sözkonusu olan emirlere itaat edilmez. Görmüyor musun? Şayet
biri, bir adamın malını gasbetmek yahut onu öldürmek yahut bir kadına tecavüz
etmek istese, anne babasının izni olmazsa bile kişi buna engel olabilirse,
engel olması farzdır. Anne babası istemezlerse bile onlara itaati caiz olmadığı
gibi kendilerinin ona engel olmaları da onlar için caiz değildir. Çünkü bu
durumda savaşması, kendisi için farzı ayındır, Yapmak ve yapmamak arasında
muhayyer olduğu hususlarda anne babaya itaat edilir. Ama direkt olarak kendisi
için farzı ayn olan hususlarda anne babası ona engel olamazlar. İmam Muham-med,
bu durumda anne babanın ona engel olmalarının çirkin olduğunu açıklayarak
şöyle der:
Şayet, anne babadan biri, kendisi için farzı ayn durumunda olan bir
görevini yerine getirmek için oğlundan yardım istese ve ebeveynden diğeri de
oğluna şefkatinden dolayı ona yardım etmemesini söylerse, ona itaat edip
diğerini yüzüstü terketmesi doğru mudur?
237- İmam Muhammed dedi ki : Efendisinin izni olmadan kölenin savaşa
çıkması caiz değildir. Ancak genel seferberlik ilan edilmişse, o zaman
çıkabilir ve efendisi ona engel olamaz.
Çünkü genel bir seferberlik ilan edildiği vakit savaşa katılmak, oruç,
namaz farziyeti gibi bir farzdır. Bu farzlar ise, efendinin hakları
dışındadır.
Köle hakkında durum bu olunca, kişinin anne babasıyla aralarındaki durumun
da böyle olması daha evladır.
238- Genel seferberlikde savaşabilecek durumda bulunan kadınların da durumu
budur.
Huneyn'de Ümmü Süleym'in yaptıklarını daha önce anlatmıştık. Uhud'da
Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu :
"Ka'b'm kızı Nesibe'nin savaştaki durumu, falan ve filanın
durumundan daha hayırlıdır."
Rasulullah (s.a.v.) bu hadiste savaştan kaçan erkekleri ismen
zikrederek Nesİbe'nİn onlardan üstün olduğunu belirtmiştir. O zaman genel
seferberlik ilan edilmişti. Rasulullah (s.a.v.) böylece kadınların bu durumda
savaşa katılmalarını hoş karşılamış ve savaşa katılanları övmüştür.
Ama genel seferberlik yoksa kadınların savaşa katılmaları uygun
değildir.
239- Gerek büyük ordularda ve gerekse seriyyelerde genç kadınların savaşa
katılmaları uygun değildir.
Çünkü evlerinde kalmaları, fitneyi defetmeğe daha yakındır. Yaşlı
kadınlara gelince,yaralıları tedavi etmek için büyük ordularla birlikte
çıkmalarında bir sakınca yoktur.
Ümmü Atiyye'den rivayete göre, şöyle demiştir: Rasulullah (s.a.v.) le
yedi gazveye katıldım. Onlara yemek pişiriyor, yaralıları tedavi ediyor ve
askerlere su dağıtıyordum.
240- Bizzat savaşmalarını ise pek uygun görmüyorum. Bu işi erkekler
yaparlar. Zaruret olmadıkça kadınlar bununla uğraşmamalıdır. Ama zaruret hasıl
olur ve genel seferberlik ilan edilirse o zaman kadın, velisinin ve kocasının
izni olmadan savaşa katılabilir.
Bildiğimize göre Abdülmutt
Buradan da anlıyoruz ki, zaruret anında kadınların savaşmasında bir
sakınca yoktur.
241- Savaşabilecek durumda bulunan çocukların da durumu aynıdır. Yani
genel seferberlik ilanı h
Bunun dışındaki durumlarda onların gönlünü almadan savaşa katılmaları
uygun değildir.
242- İmam Muhammed dedi ki: Bize ulaştığına göre Ali Bin Ebi T
Hz. Ali (r.a.) in kaç yaşında İslama girdiği hususu ihtilaflıdır. İmam
Muhammed, bu kitapta dokuz veya on yaşlarını bitirdiğini söylemektedir.
Bir rivayete göre yedi yaşındaydı.
Diğer bir rivayette ise, beş yaşındaydı.
Bu konudaki ihtilaf, öldürüldüğü zaman kaç yaşında olduğu hususundaki
ihtilaftan kaynaklanmaktadır.
Ca'ferb. Muhammed, ellisekizinde öldürüldüğünü söylemektedir
Cahız, altmış yaşında olduğunu belirtmektedir.
Utbî ise, altmişüç yaşında olduğunu söylemektedir.
Ancak Rasulullah (s.a.v.)'e peygamberliğin gelişinin ilk yılında îslamı
kabul ettiği hususunda ihtilaf yoktur.
Peygamber (s.a.v.), kendisine peygamberlik geldikten sonra onüç sene
Mekkede kalmış ve Medine'ye hicret ettikten on sene sonra da vefat etmiştir.
Hz. Ali'nin öldürülmesiyle son bulan hilafet müddeti ise otuz yıldır ve bu
yılların toplamı elliüç yıl etmektedir.
Şayet öldürüldüğü zaman yaşı Ca'fer b. Muhammed'in dediği yaş ise, beş
yaşında İslama girmiştir. Şayet Cahız'ın dediği doğruysa, yedi yaşında İslamı
kabul etmiştir. Ama Utbî'nin dediği doğruysa, on yaşında müslüman olmuştur.
İslamı kabul ettiği zaman henüz ergenlik çağına ulaşmadığında ihtilaf
yoktur. Nitekim kendisi şöyle demektedir:
"Sizden Önce İslamı kabul ettim ve henüz o zaman ergenlik çağına
ermemiş bir çocuktum."
Bu meseleyi uzun uzadıya tahkik etmemizin sebebi, mezhebimiz
243- İmam Muhammed dedi ki: Ordu savaşa çıktığında askerlerin sırf onlarla
yatıp kalkmak ve hizmet etmeleri için hanımlarını beraber götürmeleri uygun
değildir. Çünkü böyle durumlarda kadınların düşmanın eline geçmelerinden korkulur.
Çünkü kadınlar sofraya konmuş et gibidir. Korunmadıkça herkes ona elini
uzatır. Savaşa çıkan kişi, olabilir ki kendi derdine düşer ve namusunu koruma
imkanını kaybeder. Hanımıyla yatıp kalkması ise, temel ihtiyaçlarından
değildir. Bunun için namusunu tehlikeye atması doğru olmaz. Hatta hanımıyla
meşgul olup savaştan geri kalma korkusu bile, kadınları savaşa götürmemek İçin
yeterli bir sebebtir.
Şayet kadınların savaşa katılmaları mutlaka gerekiyorsa, hür olanlar
değil de, cariyeler katılırlar.
Çünkü kadınların erkeklerle karışması hakkındaki hüküm, cariyeler için
daha hafiftir. Nitekim cariyelere bakma ve dokunma hususunda herkes onlar için
mahrem gibidir. Mahrem bulunmadığı halde yalnız yolculuk yapabilirler. Halbuki
hür kadın, kocası ve mahremlerinden biri olmadan yolculuk edemez. Yatıp kalkma
ve hizmet gibi ihtiyaçları cariyeler de yerine getirebilir.[284]
244- Ancak bununla birlikte, mü si uman lar yenilgiye uğradıkları takdirde
ya kendi gücüyle yahut yanındaki hizmetçi-lerin yardımıyla onları dârü'l-İslama
kaçırabilecek durumda ise, hür kadınları ve cariyeleri beraberinde götürmesinde
bir sakınca yoktur.
Nitekim Rasulullah (s.a.v.) bir savaşa çıktığı zaman hanımları arasında
kur'a atar ve kurası çıkanı beraberinde götürürdü. Hz. Aişe (r.a.) dedi ki ;
İfk meselesi çıktığı ve bana iftiraların yapıldığı savaşta benim kur'am
çıkmıştı. Bu savaş, Huzaa kabilesinde Mustahkoğullarma karşı yapılan Müreysî1
gazvesidir.
Malumdur ki, Rasulullah (s.a.v.) hanımlarını beraberinde götürürken
müsiümanlara güveniyordu ve onlara herhangi bir tehlikenin ulaşmamasından
emindi. Bu durumda olan kimselerin beraberlerinde hanımlarını da götürmelerinde
bir sakınca yoktur. Ama müslümanlar yenildiği takdirde kendi dertlerine düşüp
hanımlarını tehlikeye maruz bırakma tehlikesi olduğundan, onları beraberlerinde
savaşa götürmeleri mekruhtur. Zaten bu gibi tenliklere maruz bırakıp kaçmak
ise, haramdır.
245- Şayet ordu az olup seriyye kadar bir şey ise o zaman yaralıları tedavi
ve hizmet düşüncesiyle yaşlı kadınları götürmek de caiz değildir.
Çünkü onlar az sayıda askerlerdir ve zor durumda kaldıkları zaman kendi
dertlerine düşerler, Kadınları savunamazlar. Bu kadınlar da kendilerini savunmaktan
acizdirler. Ama zann-ı g
Netice olarak; işin hakikati kestirilemediğinde hüküm zahire göre
verilir.
246- Böyle büyük ordularla gidildiğinde okumak için Kur'-an-ı Kerim'in
düşman topraklarına sokulmasında bir sakınca yoktur.
Ama bir müfrezeyle birlikte gidildiğinde Kur'an-ı Kerim'in
beraber götürülmesi uygun değildir.
Çünkü gazi, ezbere Kur'an okumayı beceremiyorsa yüzünden Kur'an o-kumak
isteyebilir. Yahut teberrüken veya yardımını ummak için taşıyabilir. Çünkü o,
Allah'ın sağlam ipidir. Kim ona sarılırsa. kurtuluşa erer. Fakat düşmanın onu
hafife almasına fırsat verilmemelidir. Onun için zimmî bir kimse Kur'an satın
aldığında (horlama endişesi varsa), satması için zorlanır. Zahire göre, büyük
bir ordu ile beraber olduğunda Kur'an'a bir zarar gelmeyeceği düşünüldüğünde
düşman topraklarına sokulmasında bir sakınca yoktur. Ama küçük bir müfrezede
tehlike ihtim
Peygamber (s.a.v.) in, Kur'an'm düşman topraklarına sokulmasını yasakladığını
belirten rivayetin izahına gelince; bundan maksat, güçlü olmayan bir atlı gurubuyla
birlikte sokulmasıdır. İmam Muhammed de, böyle demektedir.
Tahâvî'nin beyanına göre, bu yasaklama o zaman içindi. Çünkü
müslü-manlann ellerindeki Kur'an nüshaları azdı. Bu nüshalar düşman eline
geçerse ona zarar vereceklerinden korkuluyordu. Halbuki günümüzde Kur'an
nüshaları çoğaldığı gibi onu ezbere bilenler de çoğalmıştır.
Tahâvî, ayrıca şöyle demektedir: Hem ellerine geçtiği zaman onu hafife
almazlar. Çünkü her ne kadar onun Allah kelamı olduğuna inanmasalar bile
edebiyat ve belagatın zirvesinde olduğunu kabul ediyorlar. Onun için, diğer
kitapları hafife almadıkları gibi onu da hafife almazlar.
İmam Muhammed'in söylediği daha doğrudur. Çünkü sırf müslümanlan
kızdırmak için onu hafife alabilirler. Nitekim Karmatiler, Mekke'de g
Fıkıh kitapları da, bu hüküm açısından Kur'an gibidir. Şiir kitaplarına
gelince, bunların düşman topraklarına sokulmasında bir sakınca yoktur. Ayrıca
bir kafirin bu tür kitapları varsa onları satması için zorlanamaz.
247- Bir müslüman eman dileyerek düşman topraklarına giriyorsa ve o
düşmanlar da, sözlerinde vefalı insanlar ise beraberlerinde Kur'an
götürmesinde bir sakınca yoktur.
Çünkü zahire göre, düşmanın saldırısından emin bir durumdadır. , Ama
sözlerinde vefalı olmayacakları tahmin ediliyorsa, eman dileyerek topraklarına
girilse bile, Kur'an'm götürülmesi doğru olmaz.
248- Şayet düşman yahut zimmî bir kimse, bir müslüman-dan kendisine Kur'an
öğretmesini istese, ona Öğretmekte bir sakınca yoktur. Ayrıca ona dini
konularda bilgiler de verir. Olabilir ki Allah onu hidayete kavuşturur.
Görmüyor musun, Peygamber (s.a.v.) müşriklere Kur'an'ı okuyordu. Hatta
bununla emredilmişti. Yüce Allah şöyle buyuruyor :
"Rabbından sana indirileni tebliğ et..."[285]
Yine:"Rabbımn yoluna hikmet ve güzel öğütle davet et..."[286]buyurmaktadır.
Bilindiği gibi ki bu nitelik Kur'an'da ve ondan çıkarılmış bulunan
fıkıhtadır. Hikmet de fıkıhtır. Nitekim Yüce Allah:
"Kime hikmet verilirse, ona çok hayır verilmiştir". [287]buyurmaktadır.
Müfessirler burada geçen "hikmet" sözünü, fıkıh ile tefsir
etmişlerdir. Şayet müslüman olmayan kişiye dini ilimleri anlatır ve öğretirse,
onu Allah'ın dinine davet etmiş olur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır.
"Ey Muhammedi Müşriklerden biri sana sığınırsa, onu güvene al. Böylece
Allah'ın sözünü dinlesin. Sonra onu güven içinde olacağı yere ulaştır. Çünkü
onlar bilgisiz bir topluluktur."[288]
Yani dinleyip anlamasına fırsat ver. Belki şeriatın güzelliklerine vakıf olunca
iman etmeyi arzu edecektir.
Hz. Osman (r.a.) iri rivayet ettiği hadiste Peygamber (s.a.v.)
:"İnsanların hayırlısı, Kur'anı Öğrenen ve öğretendir" buyurmaktadır.
Rasulullah (s.a.v.) bunu buyururken müslümanlara öğretme ile kafire
öğretmeyi birbirinden ayırmamıştır.
Kendisiyle amel etmeleri için müslümanlara Kuran'ı okuyup öğretmesi
kişinin görevi ise, okuyup müslüman olmalarını umarak müslüman olmayanlara
okuyup öğretmesi öncelikle bir görevdir.
249- Şayet müşrikler İslam yurduna girip mal, çocuk ve kadınları kaçırır,
sonra düşmana güç yetirebilen müslüman bir cemaat bunu farkederse, İslam
yurdunun sınırlarının dışına çıkıncaya kadar onları takip etmeleri farzdır.
Bunu yapmak mecburiyetindedirler.
Çünkü dâru'l-İslamda bulundukları müddetçe yardım görme imkanları
mevcuttur. Şayet yardımlaşmazlarsa, düşman onlara g
Düşmanın bu davranışları çirkin bir kötülüktür. Münkerden sakındırmak
ise, müslümanlara farzdır. Düşman saldırısına maruz kalanlar mazlum duruma
düşmüşlerdir; Mazlumu zulümden kurtarmak müslümanlarm üzerine farzdır.
250- Şayet dâru'l-harbe girinceye kadara onları yakalamazlarsa, o zaman
bakılır; eğer ellerinde kaçırdıkları müslüman çocukları ise ve onları takip ettikleri takdirde
onlara güç getirip kaçırdıklarını geri alabilmeleri ihtimal dahilindeyse,
onlar kalelerine ulaşıncaya kadar Darul-Harbte de takibe devam ederler.
Dâru'l-harbte de kaçırdıklarım geri alma ihtim
251- Ama kalelerine ulaşıp girerlerse, şayet müslümanlar onlarla savaşmayı
göze alıp ellerindekileri kurtarmaya çalışırlarsa ne ala. Ama vazgeçip geri
dönerlerse, sanıyorum böyle davranmalarına ruhsat vardır.
Çünkü kalelerine girdikten sonra ellerindeki çocukların geri alınması
güçleşmektedir. Bu uğurda sıkıntılara katlanmak, can ve mal fedakarlığında bulunmak
gerekir. Şayet bunu yaparlarsa, bu azimettir. Ama bu zorluklara katlanmak
istemeyip vazgeçerlerse, onlar için ruhsat vardır. Görmüyor musun? Bizans ve
Hindistan'da kafirlerin ellerinde bulunan bazı müslünıan esirleri kurtarmak
için her birimizin çıkıp onlarla savaşmamız farz değildir.
252- Ama düşmanın kaçırdığı sadece mal ise ve düşman dâru'l-harbe girecek
olursa, bu durumda onları takip etmek daha iyi ise de, takipten vazgeçme
ruhsatı vardır.
Çünkü bu mallan, kendi ülkelerine kaçırmakla kurtarmış ve ona m
253- Şayet savaş yurduna mensup kimseler zimmîlerin çocuklarını yahut
mallarını kaçırirlarsa, hüküm yine yukarıda zikrettiğimiz şekildedir.
Çünkü müslümanlar onlara zimmîliği tanıyınca, onlara gelecek zararı
önlemekle yükümlü olurlar. Artık onlar da islam yurdunun bireyleri sayılırlar.
Görmüyor musun, mal ve can için zimmet akdiyle elde edilen dokunulmazlık
garanti verme mahiyetindedir. Bundan sonra onlara karşı işlenecek suç,
müs-lümana karşı işlenen suç gibidir, dâru'l-harbe girdikten sonra mal ile
çocuklar arasındaki fark şudur: Şayet onlar İslamı kabul edecek olsalar,
kaçırdıkları mallar onlara teslim edilir, ama çocukları geri vermeğe
zorlanırlar. Ama dâru'1-İs-lamda iken İslam'a girecek olsalar hem mallan ve hem
de çocukları geri verirler.
254- Şayet müslümanlar, İslam ülkesine giren düşmanı kovalarken
kaçırdıkları çocuklar için kalelerine varıncaya ve mallar için de dâru'l-harbe
girinceye kadar onları yakalayamayacaklarına daha çok inanıyorlarsa, onları
takip etmekten vazgeçmeleri hususunda muhayyer olacaklarını umuyorum.
Çünkü bu gibi durumlarda zahire göre hüküm vermek caizdir. Zahire göre
de, onları takip etmekle boş yere kendilerini yormuş olacaklardır. Kaçırma
olayını duyan herkesin onları takip ile mükellef olması için, takibe koyulduğu
takdirde onlara ulaşacağına ve ulaştığı takdirde müslümanlarm yardımıyla onlara
g
255- İmam Muhammed dedi ki: Stratejik öneme sahip sınır boylarında yaşayan
müslümanlarm, düşman topraklarıyla aralarında bir mesafe bulunmazsa bile,
kadınlarını ve çocuklarını yanlarına almalarında bir sakınca yoktur.
Çünkü onlar bu stratejik noktalarda ikamet etmek üzere görevlendirilmişlerdir.
Şayet hanımlarıyla çocuklarını buraya getirirlerse tam yerleşme imkanına sahip
olurlar. Çünkü kadınlar, erkekler için huzur vericidirler. Ayrıca kadın ve
çocuklarıyla orada ikamet edecek olurlarsa zamanla çoğalacaklar ve orası
müslümanlarm şehirlerinden biri h
Ancak bu, düşmandan bir atlı gurubun saldırısına maruz kalındığı takdirde
onların şerrini defetme ve kadınlarla çocukları İslam yurdunun içlerine doğru
kaçırma imkanına sahip iseler, geçerli olur.
256- Ama bu durumda değilseler, yani sayıları az olup düşman saldırısına
karşı koyamaz ve kadınlarla çocukları kurtarma imkanına sahip bulunmuyorlarsa,
o zaman kadınları yanlarına almaları doğru değildir.
Çünkü zahire göre bu gibi yerlerde kaybederler. Halbuki birinci durumda
kaybetmekten emin idiler. Bu, tıpkı daha önce anlattığımız kadınların büyük ordu
ve küçük olan seriyyelerle çıkması arasındaki ayırım gibidir. Ancak sırf onlarla
yatıp-kalkmak için büyük ordularla beraber kadınların götürülmesi mekruh olduğu
halde stratejik yerlerde ikamet edenlerin sayısı çok ise hanımlarını yanlarına
almaları mekruh değildir. Çünkü zahire göre ordu düşman topraklarında uzun
müddet kalmayacak ve o derece kadına ihtiyaç duymayacaktır. Oysa stratejik
yerlerde bulunanlar uzun müddet burada ikamet edeceklerdir. Hatta buralardan
ayrılmamaları onlardan istenir. Şayet bekar iseler buna zorlanırlar da. Onun
için hanımlarıyla çocuklarını yanlarına götürme lerinde bîr sakınca yoktur.
257- Şayet stratejik noktalarda bulunanlar düşman saldır-dığı takdirde
yalnız başımıza onlara güç getiremeyiz, ama müs-lümanlardan yardım isteriz ve
gelecek yardımla onları defederiz derse, bu durumda kadınlarla çocukları
yanlarına götüremezler.
Çünkü kendileri yalnız başlarına düşmana engel olamıyorlar. Onlara
yardım gelmesi ise, bir ihtimaldir. Özellikle ihtiyatla davranmanın vacib
olduğu durumlarda ihtimal üzere hüküm vermek doğru değildir. Müslümanların arasında
bir fitnenin doğması ve onların kendi aralarında çekişmeğe girip buralara
yardım göndermemeleri de bir ihtimaldir. Bu durumda o stratejik noktalarda
bulunan kadın ve çocukları kaybetmek sözkonusu olmaktadır. Onun için gelecek
yardıma güvenerek kadın ve çocukları bu gibi yerlere götürmek doğru olmaz.
Orada bulunanlar kendi güçlerine güvenmeliler ki kadınlarla çocukları oraya
götürebilsinler.
258- Şa'bî'den yapılan rivayete göre Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Kim bir hayvanı helak olmağa terkederse, o hayvan onu kurtarana
aittir."
Bazı
olur.
Biz bu görüşte değiliz. Çünkü bu salıverme, cahiliye halkının adetidir
ve şeriat bunu yasaklamıştır. Yüce Allah şöyle buyuruyor :
"Allah, kulağı çentilen, salıverilen... hayvanların adanmasını
emretme-miştir."[289]
Salıverilen hayvanlar azad edilen köleler durumunda değildir. Azad etmede
mal olma sıfatı bozulur; mülkiyet son bulur. Halbuki hayvanların
salıveril-meleriyle m
259- Şa'bi'nin şöyle dediği zikredilir: O hayvanı sahibi alır ve onu
kurtaran kişinin ona verdiği yemlerin karşılığı da kendisine verilmez. Bu da
gösteriyor ki önceki hadis bir vehimdir. (Böyle bir hadis yoktur.) Çünkü bu
hadisi Şa'bi'nin rivayet ettiği söylenmektedir. Halbuki o böyle bir hadis
rivayet etmiş olsaydı, ona muhalefet etmezdi. Ayrıca böyle şaz bir hadisle
amel edilmez.
Çünkü bu hadis temel ilkelere muh
hasıl olan Rasulullah (s.a.v.) in şu hadisine dönmek gerekir :
"Gönül rızası olmadıkça müslüman bir kimsenin malı helal
olmaz." Rasulullah (s.a.v.) yine şöyle buyuruyor :"Kim kendi malını
bulursa o,
başkasından daha çok hak sahibidir." Bu hadis de, sözkonusu
ettiğimiz husus
için bir delildir.
Ömer b. Abdülaziz (Allah rahmet etsin) şöyle diyordu: Sahibi hayvanı alır
ve onu kurtaran kişiye yaptığı masrafları öder.
Şa'bî şöyle dedi: Şayet sahibinin izni olmadan bir harcamada bulunursa,
harcadığının karşılığını alamaz. Biz de Şa'bî'nin bu görüşüne katılıyoruz.
Çünkü iznini almadan başka birinin malına kendiliğinden hayır işleyerek
harcamada bulunmuştur. Kendi yaptığı hayırdan dolayı başkasını ilzam edemez.
Ömer b. Abdülaziz ise şöyle diyordu: Zahire göre o hayvana harcamada
bulunmak için sahibinden izin almış gibidir. Çünkü o hayvanı kurtarabilme
imkanına sahip olsaydı kendisi ona yemini verecekti. Kendisi buna güç
yeti-remediğine göre buna güç yetirecek kimseden yardım istemiş ve malından ona
harcamada bulunmasına rıza göstermiş oluyor. Burada izin vermeğe delalet
sarahaten izin verme gibidir. Lakin biz deriz ki : Bu yardım dileme ve rıza
gösterme, hayvanı kurtaranın kendi hayrına bunu yapması istenebileceği gibi,
harcamasının karşılığını bilahare ödeme şeklinde de olabilir. Böyle ihtimalli
durumlarda kişiye bunu ödeyeceksin, şeklinde bir zorlamada bulunulamaz.
Başarı Allah'tandır. [290]
260- Dâru'l-harbe girdikten ve ondan çıkmak için yola koyulduktan sonra
komutanın birini artçı olarak görevlendirmesi iyi olur.
Çünkü bu, müslümanlann yararına bir uygulamadır. Olabilir ki ordudan
uykusuzluğa dayanamayıp uyuyan yahut yolunu kaybedip o korku verici yerde ne
yapacağına karar veremeyip bekleyenler bulunabilir.
261- Artçı tayin edilen kişi böyle kimselerin orduya ulaştırılmasını
sağlar.
262- Artçı, hayvanı inat edip yürümeyen biriyle karşılaşırsa, ona hayvanım
terketmesi ve orduya ulaşmasını emreder ki, kendisi helak olmasın. Bu şekilde o
kişiyi alıp orduya yetiş-tirse ve hayvanını helake terketse, o hayvanın
bedelini kendisine ödemez.
Çünkü kendisi hayvanına zarar vermiş değildir. Aksine artçı onu orduya
ulaştırmakla kendisine İyilik etmiştir. Hayvanın sahibini alıkoyduğu ve hayvanı
kaybolduğu için adam zarar görecek olsa, onun karşılığında bir şey Ödemez.
Aksine, kendisini kurtardığı için, atı kaybolan adamın ona teşekkür etmesi gerekir.
Çünkü o şahıs iki bela ile karşı karşıya gelmiştir; Ya hayvanını yitirecektir,
ya da onunla kalıp canından olacaktır. İki kötülükten birini işlemek mecburiyetinde
kalan kişi, ehvenini işlemek mecburiyetindedir. Burada ehven olan, atını
terketmesidir. Artçı kendisine hayvanı bırakmasını emretmişse, yapması
gerekenini emretmiş ve iyilikte bulunmuştur, iyilik yapanlar ise, sorumlu
değildir.
263- Ama atını elinden alıp onu kendisinden uzaklaştırmış ve sonra da atını
almasına engel olmuşsa, bu durumda bedelini ödemek mecburiyetindedir.
Çünkü hayvanı kendisinden uzaklaştırarak onun yitirilmesine sebep olmuştur.
Aslında bu bir gasbtır. Önce hayvanım elinden almış ve sonra onu
orduya ulaştırmıştır. Halbuki onu orduya
ulaştırmak için hayvanını orada bırakmasını emretmek şart değildir. Onun için
o hayvanın bedelini ona ödemek mecburiyetindedir. Yine artçı hayvanı keser
yahut vurup öldürürse bedeli ondan alınır. Bu görüş daha kuvvetlidir.
264- Şayet at sahibi hayvanın yularını tutar ve artçı kişi de onun elini
çözüp kendisini orduya yetiştirir ve atını orada bırakırsa, bedelini ödemez.
Çünkü artçının yaptığı, onun elini yulardan çözmektir, hayvanın kendisine
birşey yapmış değildir.
Bu, gasbten dolayı tazminatın gerekli olabilmesi için gasbedilen malı
sahibinin gerektiği şekilde kullanmasını engelleyen bir tasarrufun olması konusunda
Ebu Hanîfe ve Ebu Yusuf lehine bir delildir. Bunun için de, hayvanın yularını
alıp onu uzaklaştırmışsa, onun tazminatını öder. Ama sahibinin elini yulardan
çözüp uzaklaştırmışsa bedelini ödemez. İki halde hayvanın telef olmasının
sebebi aynıdır. Ancak imam Muhammed bu esası, nakil ihtim
265- Yine kişi atının sırtında olup onu zorla indirir ve or-
duya ulaştırırsa, telef olan atının bedelini ödemez.
Çünkü atın kendisine herhangi bir müdahalesi olmamış, onun sahibine
müdahale etmiştir.
266- Şayet artçı, kişiyi alıp orduya ulaştırır ve hayvanım orada terkeder
de arkadan bir müfreze o hayvana rastlar ve ona yem verip orduya ulaştıracak
olursa, sonra da sahibi hazır olursa, o hayvan üzerinde adam daha çok hak
sahibidir.
Çünkü malının aynını bulmuştur ve o malında daha çok hak sahibidir. Ayrıca
hayvana verdikleri yemin karşılığını da almazlar. Çünkü kendisi onlara, ona yem
verin diye emretmemiştir. Bu meseleyi daha Önce anlatmıştık.
Anlatıldığına göre Zübeyr b. Avvâm'ın uzun bir mızrağı vardı. Taşıması
kendisine ağır geldiğinden onu yola atıp yürüdü. Ordunun gerilerinde bulunan
bir bedevi, Zübeyr'in böyle bir adetinin olduğunu bilmeden mızrağı alıp eve
getirdi. Zübeyr de gelip: "Mızrağımı taşıdığın için Allah ecrini
versin" dedi ve mızrağını aldı. Bu olay bir kaç defa daha tekrar etti.
267- Şayet hayvanı orduya ulaştırır ve komutana haber verip komutan da yem
verilmesini emreder ve daha sonra o hayvanın sahibi çıkar gelirse, komutanın
emrinden sonra verilen yemin karşılığını öder, ama daha önce verilenin
karşılığım ödemez.
Çünkü bu emirde o hayvan ihya edilip korunarak sahibi gözetilmektedir.
Hayvan da yemsiz yaşayamaz. Herkes başkasının malının korunması için hayır
işlemek mecburiyetinde değildir. Komutan ise, asker arasında kendisini korumaktan
aciz olanları koruma velayetine sahiptir. Böylece onun bu emri, hayvan sahibinin
emri mesabesindedir.
268- Emir verildikten sonra" şu kadar harcadık" derlerse ve bu da
normal bir harcama olduğu halde sahibi bunu reddederse, onun söylediği kabul
edilir.
Çünkü kendi lehlerine onu borçlu yapmak istiyorlar ve o da bunu inkar
ediyor. Sözünü yemin ile destekledikten sonra onun sözü geçerli olur. Çünkü bu,
onların hayvana yem vermeleri işine yemin etmesi olur.
269- Şayet iddialarını ispat için iki şahid getirir yahut hayvana
yedirdikleri yemden komutan haberdar ise, karşılığı hayvan sahibinden alınır.
İddialarının ispatlanmasından dolayı onun inkarına aldırış edilmez.
270- Şayet hayvanı komutana getirdiklerinde onu bulduklarına dair şahid
getirirler ve kime ait olduğunu bilmezlerse, komutan dilerse o hayvanı satar.
Bu, caizdir.
Çünkü bu, komutanın hayvan sahibini gözetmesidir. Olabilir ki yapılacak
harcama o hayvanın m
Sahibi geldiğinde satışı iptal edemez. Değerini alır.
271- Şayet yem vermeleri için emirde bulunur, bir müddet sonra da satacak
olur ve sahibi gelmeden önce ne kadar harcamada bulunduklarına dair delil
getirip bedelini isteyecek olurlarsa, yem verilmesi için verdiği emirden
satışına kadarki harcamaları kendilerine verilir.
Çünkü hayvanın m
Bu konuda, delillerle isbatlan, hayvanın sahibi gelmeden önce de geçerlidir.
Çünkü o gelinceye kadar komutan onun yerine taraftardır. İşin başlangıcında
harcama hususunda getirecekleri deliller de kabul edilir. Şayet komutana:
"Bu hayvanı bulduk ama sahibini bilmiyoruz" derlerse, komutan, bu
konuda şahid getirmelerini ister. Harcamada bulunmaları için de getirecekleri
delilleri kabul eder.
272- Şayet şahidler getiremezlerse ve komutan da o hayvana yem vermelerini
uygun görürse şöyle diyebilir : Yem vermeleri için onlara emrediyorum. Şayet
iddia ettikleri doğru ise bunun karşılığını sahibinden alırlar. Ama dedikleri
doğru çıkmazsa ben onlara böyle bir emirde bulunmuş değilim. Ayrıca bu sözlerine
de şahit tutar. Yahut şöyle diyebilir: Şayet söyledikleri doğru değilse onlara
herhangi bir emirde bulunmuş değilim.
Çünkü bu şekilde davranmak, hayvanın sahibini gözetmektir. Şayet doğru
söylüyorsa onun mülkünün telef olmamasını sağlamış olur. Ama o hayvanı
gasbetmişlerse satış caiz olmaz.
273- Şayet sahibi çıkar gelir ve komutanın "sat" şeklindeki
emrinden sonra hayvanı bulan kişi onu satıp bedeli onun elin-deyken helak
olmuşsa, bakılır; eğer hayvan sahibi komutana verilen bilgilerin doğruluğunu
kabul ederse o zaman değerini ödemez.
Çünkü o zaman satışın sahih bir izin ile yapılmış olduğu ortaya çıkmış
olur.
274- Şayet hayvan sahibi, komutana verilen haberleri reddederse, satıcı,
söylediklerini delillerle isbat etmedikçe hayvanın değerini ödemek
mecburiyetindedir. Şayet davasını delillerle ispatlarsa, delil ile sabit olan,
iki tarafın ittifakıyle ispat olunan gibidir.
275- Şayet hayvan sahibi hayvanını müşterinin elinde bulur ve o hayvanın
kendisine ait olduğunu delillerle ispatlarsa, onu geri alabilir.
276- Şayet müşteri, o hayvanı bulan kişinin söylediklerini ve komutanın
emrini delillerle ispatlarsa, satın aldığı kendisine ait olur.
Çünkü o hayvanın m
277- Şayet müşteri delillerini getiremezse, hayvan sahibi hayvanım geri
alır. Müşteri de gidip kendisine o hayvanı satan kimseden parasını alır.
278- Şayet satıcı, iddialarını delillerle ispatlayarak o hayvanı
kaybolduğu halde bulduğunu ve satması için komutanın emri bulunduğunu
belirtirse, karşılığını ödemek mecburiyetinden kurtulmuş olur.[291]
279- Komutanın iyi bir haber alıp Allah'a şükrünü ifade etmek istediği
zaman kıbleye yönelip tekbir getirerek secdeye kapanmasında ve Allah'a şükredip
teşbih ettikten sonra bir tekbir getirerek kalkmasında bir sakınca yoktur. Bu,
şükür secdesidir.
Bu secde İmam Muhammed"e göre sünnettir. Ebû Yusuf tan yapılan
rivayet de aynı şekildedir. Onun da bu görüşte olduğunu İbn Semaa rivayet
etmiştir. Ebû Hanife ise, bunun sünnet olmadığı görüşündedir. Ya da ona göre
bu, tam şükrü ifade etmez. Tam şükrü ifade, iki rekat namaz kılmakla olur.
Nitekim Rasulullah (s.a.v.) Mekke fethedildiği gün iki rekat namaz kılmıştır.
İbrahim en-Naha'î'nin bu secdenin mekruh olduğunu söylediği rivayet edilir.
İbn. Semaa bu görüşü Ebû Yusuf kanalıyla Ebû Hanife'den de nakletmektedir.
Çünkü komutan bunu yaptığı zaman onu gören kişi, bu secdenin, nimetlere
kavuşulduğu zaman vacip yahut sünnet bir hareket olduğunu zannedebilir. O zaman
dinden olmayan bir hareket dine sokulmuş olur. Oysa Rasulullah (s.a.v.):
"Kim dinimizde olmayan bir şeyi dine sokarsa, o yaptığı şey kabul
olmaz " buyurmaktadır.
Ayrıca sıhhat vs. gibi Allah'ın ni
280- Bu rivayetlerden biri, Peygamber (s.a.v.) e hoşuna giden bir müjde
verildiği zaman Allah'a secdeye kapandığını bildiren rivayettir.
Yine bir rivayete göre Rasulullah (s.a.v.) özürlü bir adama uğradı ve
onunla karşılaşınca secdeye kapandı. Hz. Ebû Bekir ile Ömer de aynı kişiye uğramış
ve aynı şekilde davranmışlardır.
Hadis kitaplarındaki bir rivayette ise Rasulullah (s.a.v.) gelişmemiş
bir cüceyle karşılaşınca secdeye kapanmıştır.
Rivayet edilir ki Hz. Bekir (r.a.)'a Yemâme'nin fethedüdiği haberi
geldiği zaman secdeye kapanmıştır.
Yine Ebû Musa el-Eş'ari'den yapılan bir rivayete göre o şöyle demiştir:
Nehrevan'da Hz. Ali (r.a.)'Ia beraberdik. Hz. Ali: Memeciği[292]
olanı arayın, dedi. Onu aradılar ama bulamadılar.
Bunun üzerine Hz. Ali'nin alnı terledi ve: Şimdiye kadar ne yalan söyledim
ve ne de yalandandım, demeğe başladı. Nihayet bir kanalda yahut bir çukurda o
şahsı buldular. O zaman Hz. Ali (r.a.) secdeye kapandı.
Yukarıda anlatılan rivayetin aslı şudur: Hz. Alî (r.a.) Harûriyye de
isyancılarla savaşınca şöyle dedi: Bakın, aralarında memelerinden biri kadın
memesine benzeyen biri vardır. Allah'ın Peygamberi bunu bana anlatmıştı. Öldürülenleri
evirip çevirdiler, fakat ona rastlayamadılar. Onlara arayın bulun, Allah'a
yemin ederim ki şimdiye kadar ne yalan söyledim ve ne de yalanlandım dedi.
Hurma ağaçlarının altında yedi cesed var, henüz onlara bakmadık, dediler. Hemen
onlara da bakmalarını istedi.
Ravi diyor ki : O kişiyi bulup ayağından bir iple bağlayarak Hz.
Ali'nin huzuruna getirdiler. Hz. AH, Allah'a secdeye kapandı.
Hz. Ali secdeye kapandı, çünkü Rasulullah (s.a.v.), bu niteliği taşıyan
bir topluluğun bulunduğunu ve bu topluluğun sapıklık üzere olduğunu, Hz. Ali
ile savaşacaklarını buyurmuş ve Hz. Ali de bunu askerlerine haber vermişti. O
adamı bulmaları büyük bir nimet idi. Yardım ve başarı Allah'tandır.[293]
281- İmam Muhamnıed dedi ki: Korku namazı konusunda
Namaz bölümünde bu konudaki farklı rivayetleri ve
282- İmanı Muhammed burada İbn Ömer'in hadisine göre İmamın her gurupla bir
secde kılacağını zikretti.
Secdeden kasıt, bir rekattır. Bu, Hicaz dilinde meşhur bir kullanıştır.
Onlar: "Falan bir secde etti" derken bir rekat namaz kıldığını
kastederler.
283-
Yine İbn Ömer'in hadisinde şunu da nakleder: Şayet
daha fazla korku verici bir durum sözkonusu ise yaya olarak ayakta
yahut bineklerinin üstünde kıbleye yönelmiş olsunlar veya olmasınlar
namazlarını kılarlar. Ayakta olmalarından maksat, yürümemeleri ve durmalarıdır.
Çünkü yürümek bir harekettir ve onunla namaz caiz olmaz. Denizde yüzmek ve
savaşta kılıç sallamak da böyledir.
284- Muhammed b. Yahya'dan yapılan rivayete göre Peygamber (s.a.v.)
yolculuk esnasında bir yere konaklarken iki rekat namaz kılmadan oturmazdı.
Hadis ehli bu hadisi diğerinden daha sahih görürler. Çünkü her konaklamada
namaz kılacak yeri tayin edip önce iki rekat namaz kılar, sonra otururdu. Her
yolcunun böyle davranması gerekir. Çünkü konaklama istirahat etmek içindir ve
bu bedenin payıdır. Din işinin bundan önce yapılması daha uygun olur.
Rivayet olunur ki Peygamber (s.a.v.) evinde namaz kılar ve ev işlerinde
hanımlarına yardım ederdi. Üm
Bazı
"Gözümün nuru (neşem) namazdadır." Üm
evladır.
285- İmam Muhammed dedi ki: Bir müslüman eli kolu bağlanarak öldürülme ile
karşı karşıya geldiğinde iki rekat namaz kılması ve ondan sonra günahlarının
affı için Allah'a yalvarması müstehabtır.
Böylece son işi, namaz ve istiğfar olur. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyuruyor
: "Kim amel defterine taatla son verirse, önceki günahları
affedilir."
Yine İbn Abbas'm rivayet ettiği bir hadiste ise Rasulullah (s.a.v.)
şöyle buyurmaktadır:
"îşler son şekilleiyle değerlendirilir."
"Kimin ilk ve son sözü "Lâ İlahe İllallah" olursa
aradaki günahları affolunur." Onun için konuşmağa güç yetirİr yetirmez
çocuğa Kelime-i Tevhi'din
telkin edilmesi ölüm esnasında da aynı şeyin yapılması tavsiye
edilmiştir.
286- Bu konuda temel, Hubeyb'in hadisidir. Hubeyb esir edilip Mekke'de
satıldığında onu Öldürmek için HH'Ie[294] çıkardılar.
O da: Bırakın iki rekat namaz kılayım, dedi. Kılmasına müsaade ettiler. İki
rekat namaz kıldıktan sonra şöyle dedi: Şayet Ölüm korkusundan namazımı
uzattığım zannına ka-pılmasaydımz namazı uzatırdım. Bir rivayette: Bu iki
rekatı kısa kıldı denilmekte ve şöyle dediği belirtilmektedir: Şayet ölümden
korkup da namazını uzattı demelerinden çekinmesey-dinı namazı uzatırdım, dedi.
Sonra müşriklerin yüzüne baktı. Kiminin suratı ekşi, kimi sövüyordu. Kimi de
elinde taş yahut sopa hazır duruyordu. O zaman da şöyle dedi: Allah'a yemin
ederim ki düşman yüzünden başka bir yüz göremiyorum! Allahım! Burada, selamımı
Peygamberine iletecek bir kimse yoktur. Selamımı Rasülüne ve onun ashabına sen
ilet.
Rivayet edilir ki Peygamber (S.A.V.) Medine'de minberin üzerinde iken
selamım almış ve şöyle buyurmuştur. "Allahım, kaç kişi iseler hepsini say
ve tesbit et. Her birine ayrı ayrı yahut toptan lanet et. Onlardan bir fert
bile geri bırakma."
Hadis kitaplarında buna ek olarak şöyle denilmektedir: Yüzünü Kıbleye
çevirtip secdeye kapanmış vaziyette kendisini öldürmelerini istedi. Ama onlar
onun bu teklifini reddettiler. O zaman Hubeyb şöyle dedi : "İslam için
öldürüldükten sonra hangi taraf üzere, Allah için öldürülsem aldırış
etmem."
Kafirler, Hubeybi öldürdükten sonra arkası Kıbleye gelecek şekilde
astılar.
Rasulullah (S.A.V.), Hubeyb'in öldürülmeden önce iki rekat namaz
kılmasını hoş karşılamış ve kendisini Seyyidü'ş-Şüheda "Şehidlerin
Efendisi" diye isimlendirerek onun için: "O, cennette benimle beraberdir"
buyurmuştur. O zamandan bu yana öldürülmeden önce iki rekat namaz kılmak sünnet olmuştur.
287- imam Muhammed dedi ki : Korku namazı, düşmana karşı dururken
kılınabilir. Ama kılıç sallarken ve mızrak dürterken namaz kılınmaz. Çünkü
bunlar birer harekettir ve namaz kendisinden olmayan hareketlerle birlikte
kılınmaz. Bu durumda düşmanla savaş bitiminden sonraya bırakılır. Çünkü namazı
erteledikleri takdirde tekrar namaz kılma imkanına sahip olurlar, ama savaşı
kaçırdıkları takdirde bunu telafi edemezler.
288- Bu konuda delil, Ebû Said el-Hudrî hadisidir. Ebû Said dedi ki: Hendek
günü gecenin geç saatlerine kadar namaz kılamadık. Nihayet savaş durup namaz
kılma imkanını bulduğumuz zaman ancak kılabildik. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Savaşta Allah müminlere elverdi."[295] o
zaman Rasulullah (s.a.v.) Bilal'ı çağırdı. Bilal namaz için kamet getirdi.
Kalkıp öğle namazını vaktinde kılman şekliyle kıldılar. Sonra ikindi namazı
için kamet getirildi ve onu da aynı şekilde kıldılar. Daha sonra akşam namazını
ve ardından da yatsı namazını kıldılar. Bu olay, korku namazı hakkında inen şu
ayetten önce meydana gelmiştir: "Fakat korkuyorsanız, hakkın divanına tam huşu' ve taatle durmak
imkanını bulamazsanız o halde (namazı) yürüyerek, yahut süvari olarak (Kıbleye
veya her hangi bir semte karşı) kılın."[296]
289- İbn Mes'ud'un rivayetine göre Rasulullah (S.A.V.) Bilal'e emretti. O
da kalkıp birinci namazdan önce hem ezanı okudu hem de kamet getirdi. Daha
sonraki namazlarda ise sadece kamet getirmekle yetindi.
Yine İbn Mesud'dan yapılan bir rivayette ise Bilal'in her namaz için
ezan okuduğu ve kamet getirdiği belirtilmektedir. Bunlardan hangisine uyulursa,
iyidir.
Burada savaşla meşgul olmaktan dolayı namazı geciktirmenin caiz olduğuna
delil vardır. Ayrıca vaktinde kılmamayıp kaçırılan namazların Rasulullah
(S.A.V.) in yaptığı gibi cemaatle kılınması da müstehabtır. Eğer fiilen
savaş-mayıp ayakta yahut süvari iseler ima (işaret)le namazlarını kılarlar ve
bu durumda namazlarını ertelemeleri caiz değildir. Çünkü rüku ve sucudun
yapılma imkanı bulunmadığı zamanlarda farz namaz ima yoluyla kılınır. Burada
askerlerin rüku ve sücuddan aciz oldukları ortadadır.
290- İbn Abbas'tan yapılan bir rivayete göre Ahzab (Hendek) savaşında
Rasulullah (s.a.v.) ikindi namazını kılmayı unutmuş ve ancak akşam namazını
kıldıktan sonra ikindiyi kılmadığını hatırlamıştır. Hatırladıktan sonra da
kalkıp ikindiyi kılmıştır.
Burada unutmaktan dolayı vakitlerde sıranın düştüğüne delil vardır.
Bunu namaz konusunda açıkladık.
Ahzab savaşı ile Hendek savaşı aynı savaştır. Birinci hadiste
Rasulüllah'ın dört namazı, bu hadiste ise ikindi namazını kılmadığı
söylenmektedir. Bunların her ikisi de sahihtir. Rivayet olunur ki Rasulullah
(S.A.V.) :
"Bizi vusta (ikindi) namazından alıkoydular. Allah kabirlerini ve
evlerini ateş doldursun." buyurmuştur.
Yukarıdaki iki hadisin arasını şöylece bulmak mümkündür: Olaylar ayrı
günlerde meydana gelmiştir. Çünkü müslü-manlar onyedi gün Hendekte kaldılar ve
bu günlerin çoğunu gece-gündüz savaşmakla geçirdiler. Başarı Allah'tandır.[297]
291- İmam Muhammed dedi ki: Şehid savaşta öldürülmüş-se, yıkanmaz ve Irak
ile Şam
Medine
Bilelim ki İmam Muhammed (rahimahullah)m tercih konusunda bu kitabında
metodu, diğer kitaplarındaki metodundan farklıdır. Bu kitapta Irak, Şam ve
Hicaz
"... İnanıp yararlı iş işleyenler bunun dışındadır ki sayılan da
ne kadar azdır!"[298]
Yine şöyle buyurur :
"... Fakat insanların çoğu bilmezler."[299]
"...Sen ne kadar yürekten istersen iste, insanların çoğu
inanmazlar."[300]
Ancak burada müellifin (İmam Muhammed'in) böyle bir metod izlemesinin ve böyle
bir metodun doğru kabul edilmesinin sebebi şudur: Alimler arasında bu
konulardaki ihtilaf, gazvelerde Rasulullah (s.a.v.) in nasıl davrandığını
bildiren rivayetlerdeki karışıklıktan kaynaklanmaktadır. Bu konudaki ihtilafların
bundan kaynaklandığı apaçıktır. Bu meselede de olduğu gibi bir gurubun yanlış
görüşte olma ihtim
292- Câbir'in rivayetine göre Peygamber (s.a.v.) Uhud şehidleri üzerine
namaz kılmamış tır. Sahabenin çoğu ise, namaz kıldığınım rivayet etmektedir.
Hatta rivayete göre Rasulullah (s.a.v.) Hz. Hamza'nın üzerine yetmiş defa
namaz kılmıştır; Hz.
Hamza'nm cesedi Rasulullah (S.Â.V.) in önünde bulunuyordu ve her gelenle
birlikte tekrar tekrar üzerine namaz kıldı.
Câbir (r.a.)'m ise o gün hem babası ve hem de dayısı öldürülmüştü.
Câbir onlarla meşgul olduğu için Rasulullah (s.a.v.) in şehidler üzerine namaz
kıldığını görmemiş olabilir. Kaldı ki rivayete göre Câbir (r.a.) babasının ve
dayısının cesedlerini Medine'ye götürmüş ve Rasulullah (s.a.v.)'in münadisinin
"öldürülenleri, öldürüldükleri yerde gömünüz" çağrısını duyunca
onları öldürüldükleri yere geri getirmiştir.
Hiç şüphesiz Câbir'in rivayetinin bir yanlışlığı beraberinde getirme
ihtim
293- Ayrıca Medine
Bu iddialarına karşı deriz ki: Ölü üzerine namaz kılmak müslümanın müs-lümana
değer vermesi açısından müslümanın diğer müslümanlar üzerindeki hakkıdır. Şehid
ise, değer verilmeye daha layıktır. Ayrıca şehidin derecesinin, geçmiş ve
gelecek günahları affedilmiş bulunan Rasulullah (s.a.v.) in derecesinden
geride olduğu, bununla beraber ashab Rasulullah (s.a.v.) üzerine namaz
kılmışlardır. Yine namazda "Muhammed'e ve aile fertlerine rahmet et"
denilmektedir. Buradan da anlıyoruz ki şehidin derecesi, mü'minlerin
istiğfarından ve rahmet dualarından şehidi müstağni kılmaz.
Şehid, ayette [301]
bildirildiğine göre yaşamaktadır ve yaşayan üzerine namaz kılınmaz, diyenlerin
görüşü de zayıftır. Çünkü o, ahiret hükümlerine göre yaşamaktadır. Dünya
hükümleri itibariyle, yani bizim açımızdan ölüdür. Mirası taksim edilir ye
iddeti bittikten sonra hanımı başkasıyla evlenebilir. Ölü üzerine namaz kılmak
da dünyevî bir hükümdür. Ancak şehidin üzerinde bulunan kan vs. nİn kıyamet
günü hasmına karşı şahidlik yapması için yıkanmaz.
294- Rasulullah (s.a.v.) Uhud şehidleriyle ilgili olarak şöyle buyurur:
"Onları kanlarıyla sarıp gömünüz ki kıyamet günü diril-diklerinde
boyun damarlarından (bir çeşit) kan akar. Onun rengi (her ne kadar) kan rengi
(ise de) kokusu misk kokusudur." Onun için de üzerindeki elbiselerin
hepsiyle gömülür. Nitekim rivayete göre Hz. Hamza (r.a.) üzerindeki abasıyla
birlikte kefenlenmiştir. Ancak üzerindeki silahlar çıkarılır. Çünkü onu
düşmanın saldırısını defetmek için taşıyordu ve bundan sonra onun için böyle
bir durum söz konusu değildir. Ayrıca öldürülenleri silahlarıyla birlikte
gömmek cahiliye ehlinin adet-lerindendir ve cahiliye dönemindeki insanlara
benzememiz yasaklanmıştır. Kefen cinsinden olmayan şalvar, takke, kemer, yüzük
ve ayakkabı gibi şeyler de üzerinden alınır. Tabiînin ileri gelenlerinden bir
cemaat bu meseleyi böyle belirtmektedir. Şehidin akrabaları, şehidin üzerindeki
elbiselerinin dışında diledikleri miktar kefen eklemeleri caizdir. Bu sözden,
erkeklerin kefenlerinin üç yahut iki parça olmasının şart olmadığı
anlaşılmaktadır.
295- Savaşta ağır yaralanıp sonra ölen kimse, ahiret hükümlerinde şehid
olur ama yıkama ve kefenleme gibi diğer ölülere yapılan muamele kendisi için
de yapılır.
296- Şayet kişi yaralı düştüğü yerden canlı olarak alınır ve taşındığı
sırada ölür yahut çadırına alınıp ağırlaşarak ölürse, o da sadece ahiret
hükümlerince şehiddir.
Çünkü ne de olsa bir rahatlık görmüş olur.
Ama atların ayakları altında çiğnenmesin diye ayaklarından tutulup
çekilmiş, orada can vermişse yıkanmaz.
Çünkü yaralının düştüğü yerden başka yere alınması kendisine rahatlık
sağlamamıştır. Şayet yiyip içmişse yıkanır. Çünkü böylece rahata kavuşmuştur.
297- İmam Muhammed dedi ki: Zeyd b. Savhân'ın şöyle vasiyette bulunduğu
rivayet edilir: Ayakkabılar hariç üzerimden hiçbir elbise çıkarmayın,
üzerimdeki kanı yıkamayın ve hemen gömün. Çünkü bunlar benim delillerimdir ve
kıyamet günü beni öldürene karşı delil getireceğim.
Burada kefen cinsinden olmayanlar dışında şehidin üzerindeki elbiselerden
birşey çıkarılmayacağına delil vardır. Kıyamet gününde şehid için şahitlik etsin
diye üzerindeki kan da yıkanilmamaktadır.
298- Said b. Ubeyd'in Kâdisiye'de halka konuşma yaparak şöyle dediği
rivayet edilir: Yarın düşmanla karşılaşıp şehid düşecek olsak kanımızı
yıkamayın ve üzerimizde bulunan elbiseler dışında bir kefenle kefenlemeyin.
Bu söz de söylediğimize delildir. Sanki o, kefeninde süs olarak
algılanabilecek bir şeyi çirkin görmüştür. Yoksa, başka kefen kullanmanın
haram olacağını kastediyor değildir.
299- Zührî'den yapılan rivayete göre Peygamber (s.a.v.) Uhud savaşında
şöyle buyurmuştur :
"Bu (Uhud savaşında şehid) düşenlerin iyi amelleri ve iyi bir hal
üzere şehid olduklarına dair kıyamet günü ben şahidim. Hem onları elbiseleriyle
sarıp gömün!" Daha sonra Rasulullah (s.a.v.) hangisinin daha çok Kur'an'la
meşgul olduğunu sormuş ve onu aynı mezara gömülenler arasında en öne koymuştur:
Her mezara ikişer üçer kişi gömülüyordu.
Burada zaruret anında birkaç kişinin bir mezara konulup gömülmelerinde
bir sakınca bulunmadığına dair delil vardır. O zaman Ensar savaşta aldıklan yaralardan
ve aşırı yorgunluktan şikayet ederek Rasulullah (s.a.v.) : "Her ferde ayrı
ayrı mezar kazmamız ağır gelecek" dediler. Rasulullah (s.a.v.) de bu istekleri
karşısında şöyle buyurmuştur:
"Mezarları derin ve geniş kazıp ikişer-üçer kişi h
300- Fakat ihtiyaç anında her iki ölü arasına topraktan bir engel yapılmalı
ki mezar, iki mezar hükmünde olsun.
Bu şekilde bir engel ile bir kadınla erkeği bile tek mezara gömmek
caizdir. Nitekim kitabın müellifi bunu, İbrahim en-Naha'î'den rivayet etmiştir.
Bu durumda erkek kıble tarafına konur.
Şayet ikisi erkek iseler, Rasulullah (s.a.v.) in buyurduğu gibi faziletlisi
kıble tarafına konur. O zaman Uhud şehitleri arasında en faziletlileri
Kur'an'la meşgul olanları olduğundan Rasulullah (s.a.v.) "En çok Kur'an'la
meşgul olanları Öne alın" buyurmuştur.
Çünkü onlar Kur'an-ı Kerim'i hükümleriyle birlikte öğreniyorlardı.
301- Müellif (İmam Muhammed) bundan sonra Rasulullah (s.a.v.)'in
münadisinin "öldürülenleri, öldürüldükleri yerde gömün" diye nida ettiğini
bildiren câbir hadisini nakleder.
Bu ise, müstehab olup vacib değildir .Rasulullah (s.a.v.), savaşta
gördükleri eziyetle birlikte cesedleri taşıma meşakkatiyle karşılaşmasınlar
diye böyle nida edilmesini emretmiştir.
302- İmam Muhammed, Muhammed b. Sîrîn'den rivayet ederek şöyle dedi:
Muaviye'nin oğlu Yezid bir ordunun başına getirildi. Ebû Eyyub el-Ensari onunla
birlikte çıkmak istemedi. Ama daha sonra çıkmadığına çok pişman oldu ve bundan
sonra o da onun komutasında savaşa katıldı. Ebû Eyyub savaşta hastalanıp ölüm
döşeğine düştü. Yezid onu ziyaret ederek: "Bir ihtiyacın var mı?"
diye sordu. Ebû Eyyub: "Evet. Şayet ölecek olursam beni yıkayıp
kefenleyin ve müslümanlara zahmet olmazsa cesedimi kafirlerin topraklarına
ulaştırıp orada gömün" karşılığını verdi.
Bu da, vacib birşey değildir. Ebû Eyyub'un böyle yapılmasını arzu
etmesi, ya düşmana yakın olup murabıt olarak ölen kimsenin sevabına nail olmak
istemesinden ya da müslümanların kabrini çok ziyaret etmeleriyle şöhretten uzak
olmayı arzu etmiş olmasındandır. Nitekim Rasulullah (s.a.v.):
"Benden sonra kabrimi tapınak edinmeyin" buyurmaktadır.
Başka bir hadisinde de şöyle buyurmaktadır :
"Allah yahudileri kahretsin. Peygamberlerinin kabirlerini tapmak
yaptılar"
Meğâzî kitaplarında zikredikliğine göre vasiyyetini yerine getirerek
geceleyin onu düşman topraklarına götürüp gömdüler. Kabrinden bir nur göğe yükseldi.
Oraya yakın bulunan müşrikler bu nuru gördüler ve ertesi gün bir elçi
gönderdiler. Elçileri sordu: "Oraya gömdüğünüz ölü kimdi?" Müslümanlar:
"Peygamberimizin ashabından biriydi" karşılığını verdiler. Bunun
üzerine de o müşrikler İslama girmişlerdir.
303- İbn Ebî Müleyke'nin şöyle dediği rivayet edilir: Ab-durrahman b. Ebi
Bekir, Hubşiy denilen yerde vefat etti ve cesedi buradan alınarak Mekke'ye
götürülüp orada defnedildi.
Hz. Aişe, hac veya umre için Mekke'ye geldiğinde onun kabrini ziyaret
etti ve şöyle dedi;
"Biz bir zamanlar Cezime isimli hükümdarın iki nedimi gibiydik.
Hatta bizim için birbirlerinden kopmazlar, denilmişti. Ama ayrı düştüğümüzde o
uzun beraberliğimize rağmen, sanki Ben ve M
Hz. Aişe daha sonra şöyle dedi: "Kardeşim Abdurrah-man! Şayet
ölümünden önce yanında hazır bulunsaydım Allah'a yemin ederim ki kabrini
ziyarete gelmezdim. Ayrıca seni ancak Öldüğün yerde defnederdim."
Hz. Aişe'nin yukardaki beyitlerle sözleri söylemesinin sebebi,
gurbette ölmesine duyduğu üzüntülerini açığa vurmak ve kabrini ziyaret etmede
mazeretini belirtmek içindir. Çünkü:
"Kabirleri ziyaret eden kadınlara Allah lanet etsin"[302]
hadisinin açık anlamı, kadınların kabirleri ziyaretlerini yasaklamaktadır.
Hadis her ne kadar te'vil edilmişse de Hz. Aişe korku ve hayasından dolayı bu
sözleri söylemiştir. Burada öldürülen yahut kendiliğinden ölen kimsenin, öldüğü
yerin mezarlığında gömülmesinin daha iyi olduğuna delil vardır. Görmüyor
musun? Peygamber (S.A.V.) Hz. Aişe'nin odasında vefat ettiği için oracıkta
gömülmüştür.
304- İmam Muhammed dedi ki: Cenazenin bir veya iki mil ya da bu civarda bir
mesafelik taşınmasında bir sakınca yoktur.
Burada cenazenin bir beldeden başka birine taşınmasının mekruh olduğu
ifade edilmektedir. Çünkü mekruh olmayan mesafe bir veya iki mil ile takdir
edilmiştir. Bunun sebebi ise, böyle bir taşımanın faydasız olduğundandır. Çünkü
yeryüzünün hepsi insanlar için bir toplantı yeridir.
Yüce Allah : "Biz, yeri bir toplantı yeri yapmadık mı? Dirilere de
ölülere de."[303] buyurmaktadır. Ancak diri olan kişi bir
maksat için yeryüzünde bir yerden başka bir yere gider. Halbuki bu ölü için sözkonusu değildir.
Bir beldeden başka bir yere taşınması, gömülüşünü birkaç gün geciktirir ki,
mekruh sayılması için bu durum yeterlidir.
305- Hasan Basrî'nin şöyle dediği rivayet edilir. Öldürülenin, göğüs
altından başına kadar cesedi bulunsa, yıkanıp üzerine namaz kılınır. Yani
cesedin çoğu yahut başla birlikte yarısı bulunsa bu işleme tabi tutulur. Biz
de aynı görüşteyiz.
Çünkü bir ölü üzerine namaz iki defa kılınmaz. Şayet cesedin yansı
yahut daha azı üzerine namaz kilınırsa, diğer yarısının bulunmasıyla tek ölü
üzerine İkinci namazın kılınmasına sebep olur. Bunun olmaması için ancak başla
birlikte cesedin yarısından çoğu yahut yarısı bulunduğu takdirde üzerinde
namaz kılınır.
306- Öldürülmüş olan kişi şayet Allah yolunda öldürüldüğü bilinirse yıkanmaz.
Ama bilinmiyorsa yıkanır.
Çünkü yıkama, insan ölülerine uygulanan bir yoldur. Ancak belirttiğimiz
sebeple şehit yıkanmaz.
Şehit olduğu bilinmeyen cesedin yıkanması, diğer ölülerin yıkanması
gibi vacibtir.
307- Rivayet olundu ki, Ebû Berze el-Eslemi, atının yularını tuttuğu halde
iki rekat namaz kıldı. Sonra atın yuları elinden düştü ve atı Kıbleye doğru
gitti. Ebû Berze atının ardından giderek yularından yakaladı ve yönünü Kıbleden
ayırmadan geri geldi ve namazından geri kalanı tamamladı. Onun bu durumunu
görenlerden cahil bir kişi: Bu zat ne yapıyor, Allah onu şöyle etsin, böyle
etsin, diyerek ona dil uzattı. Ebû Berze namazını bitirdikten sonra : Hey!
"Az önce bana dil uzatan! Biz din işlerinde Peygamber'in gösterdiği
kolaylığı görmüş kimseleriz. Şayet atımı bırakıp namazım tamamladıktan sonra
peşine düşseydim atım uzaklaşmış olacaktı ve bu benim için zor olacaktı"
dedi. Orada bulunanlar, o dil uzatan şahsa: "Be kötü adam! kötülüğün sana
yetmez miydi ki Rasulullah'ın ashabından birine kalktın dil uzattın"
diyerek azarladılar.
Burada gazinin namaz kılarken atının yularını tutmasında bir sakınca bulunmadığına
delil vardır. Çünkü burada at bakıcısı bulunmadığından mücahidin kendisi bakmak
mecburiyetindedir. Yine ihtiyaç anında yönünü kıbleden çevirmeden bir miktar
yürüyecek olursa namazı bozulmaz. Görmüyor musun? Hz. Ebû Bekir (r.a.) mescidin
kapısında tekbir getirerek rukua gitmiş ve rükuda olduğu halde saffa ulaşıncaya
kadar yavaş yavaş yürümüştür. Ama yürüdüğü zaman sırtını kıbleye çevirecek
olursa, yürüdüğünden dolayı değil, sırtını kıbleye döndüğü için namazı
bozulur. Çünkü namazın caiz olabilmesi için kıbleye yönelmek şarttır. O adam,
Ebû Berze'nin kim olduğunu bilmiyordu ve namazda yürüyüşünü garipsediği için
ona dil uzatmıştı. Daha sonra Ebû Berze, kendisinin Rasulullah (s.a.v.) 'in
sahabisi olduğunu ve Rasulullah!ın din hususlarında göstermiş olduğu kolaylığı
bizzat müşahede ettiğini belirtmişti. Böylece Ebû Berze, Rasulullah (s.a.v.) in
: "Dininizin hayırlısı, kolaylıktır" şümulüne giren insanlar için
fiil ve söz olarak gösterilen kolaylığa işaret etmiştir. Ayrıca bu mübarek
sahabi mazeretini beyan etmekle yetinmiş ve kendisine dil uzatan kişiye
karşılık vermemiştir. Orada bulunanlar kendisi namına ona cevap vermişlerdir.
Kişinin kendisine yapılan bu tür saldırıları bu şekilde karşılaması, adab ve
muaşerette iyi bir davranıştır.
308- İmam Muhammed dedi ki: Gazilerle diğer yolcuların nafile namazlarını
bineklerinin sırtında oldukları halde yönleri hangi tarafa bulunursa bulunsun
ima ile kalmalarında bir sakınca yoktur.
Çünkü nafile namaz bir vakitle sınırlı değildir. Her zaman için
kihnabilir. Yolcunun da her zaman bineğinden inip Kıbleye yönelmesinin güç
birşey olacağı ortadadır. Nafile namazı devam ettirmek istediği takdirde
kendisi için bu ruhsatın sabit olması mazerete benzer.
Bunun delili ise, İbn Ömer (r.a.) dan nakledilen hadistir. Bu hadisinde
İbn Ömer şöyle diyor: Rasulullah (s.a.v.) bir eşek üzerinde ve yönü Hayber'e
doğru olduğu halde namaz kıldığını gördüm." İbn Ömer (r.a.) de aynı şeyi
yapıyordu.
Câbir (r.a.) dan yapılan bir rivayette de, Rasulullah (s.a.v.) in Ebva'
gazvesinde bineği üzerinde ve yönü doğuya karşı olduğu halde namaz kıldığım
yine Hayber'e yolculuğunda da bazen Kıbleye yönelik ve bazende sırtı Kıbleye
karşı olduğu halde namaz kıldığını gördüğünü haber vermektedir.
Bu hadislerden de anlıyoruz ki bunda bir sakınca yoktur.
309- İmam Muhammed daha sonra Örtünecek elbisesi bulunmayan gazilerin
mümkün mertebe örtünmeye çalışıp oturarak ve yalnız başlarına namaz kılmaları
gerektiğini zikreder.
Bu da İbn Abbas ve İbn Ömer (r.a.) dan rivayet edilmiştir.
310- İmam Muhammed dedi ki: Böyle kişilerin Cemaatle namaz kılmalarını hoş
görmüyoruz. Ama kılacak olsalar, imamın avret yerlerine gözleri ilişmesin diye
imam safin ortasında oturur. Nitekim kadınların kendi aralarında cemaatle namaz
kıldıklarında böyle davranmaları sünnettir.
311- İmam Muhammed daha sonra gazalarda ve diğer yolculuklarda vakit
olarak değil, fiil olarak iki namazı
cem'et-mekten bahsetti. Şöyle ki:
İlk namazı vaktin sonuna tehir edip son vakitte bineğinden inerek
kıldıktan sonra bir an bekleyip ikinci namazın vaktinin girmesini bekler ve o
namazı da vaktinin evvelinde kılar.[304]
Nitekim İbn Ömer (r.a.) da böyle davranmış ve yol yorgunluğu olduğu zaman
Peygamber (s.a.v.) in de aynı şekilde hareket ettiği rivayet edilmiştir.
Bu konulan Namaz Bölümünde etraflıca anlatmıştık.
Başarı Allah'tandır.[305]
312- İmanı Muhammed dedi ki: Müslümanların iki şehri bulunup bunlardan biri
düşman topraklarına daha yakın ve iki şehir arasındaki mesafe bir günlük
olursa, bir de düşman toprağına yakın tarafta bulunan şehrin v
Çünkü gidecekleri mesafenin üç günlük olacağından emindirler. Her iki
şehrin arası bir gün, düşman topraklarına yakın olan şehir ile düşman
taprakları arasındaki mesafede iki gün olunca ve ordu düşman topraklarına
gireceğine göre aradaki toplam mesafe üç günlüktür.
313- Ama düşman topraklarına yakın bulunan şehir ile düş-man toprakları
arasındaki mesafe iki günden az ise, namazlarını tam olarak kılarlar.
Çünkü v
314- Şayet v
Şayet gidilecek yerle kendi şehirleri arasında üç günlük ve daha fazla
bir mesafe var ise namazlarını kısaltarak kılarlar. Değilse, tam olarak
kılarlar.
315- Düşmana yakın bulunan şehrin v
Çünkü onlar artık misafir sayılırlar. Vardıkları yerde ikamet etmeğe
yahut onbeş günlük orada kalmağa karar vermedikçe misafirlikleri devam eder.
Görmüyor musun, Peygamber (s.a.v.) Tebûk'te yirmi gün kalmış ve namazını
kısaltarak kılmıştır.. İbn Ömer (r.a.) ise altı ay Azerbeycan'da kalmış ve bu
müddet boyunca namazını kısaltarak kılmıştır.
316- Ama düşmana yakın olan şehrin halkı, v
Savaşa çıkmak üzere kışlaya gelip komutanın çıkmasını bekleyecek
olsalar, geri dönme kararım vermemiş olanlar bundan böyle aylarca bekieseler
bile namazlarım kısaltarak kılarlar.
Çünkü sefer niyetiyle şehrin imar sınırını geçtikten sonra kişi artık
misafirdir.
Ama hergün ihtiyaçlarım gidermek üzere bir saat bile evine dönmeğe
karar verirse, namazını tam olarak kılar.
Çünkü asıl vatanına dönme azmi, avlusundayken içindeymiş mesabesindedir.
Savaşmadan evine dönmeye niyet etmeden şehirden çıkıp ordugaha dönerek
şehirden çıkıncaya kadar namazını tam olarak kılar. Ama bir daha dönmemek
üzere ayrıldığı an namazını kısaltarak kılmaya başlar. Çünkü bundan böyle artık
misafir sayılır. Şayet ordugahta onbeş gün kalmağa karar verseler, namazını tam
olarak kılarlar. Çünkü arada ikamete niyet etmişlerdir.
317- Şayet uzak şehirden gelenler, yardım isteyen şehrin valisine
geldiklerinde v
Çünkü onlar misafir idiler ve v
Ama bu haberi duyduktan sonra namazlarını tam olarak kılmaya başlarlar.
Çünkü artık aslî vatanlarına dönmeğe karar vermişlerdir ve asli
vatanla-nyla aralarındaki mesafe bir günlüktür. Bundan böyle mukim
hükmündedirler.
318- Şayet bir kısmı haberi duyar da bir kısmı henüz duy-mamışsa, haberi
duyanlar namazlarını tam olarak kılmaya başlarlar. Duymayanlar ise, duyuncaya
kadar kısaltarak namazlarını kılmaya devam ederler ve bu namazları da
sahihtir. İade etmelerine gerek yoktur.
Çünkü duymağa bağlı olan bir hususun muhatap açısından hükmü, onu
duyduktan sonra geçerlilik kazanır. Çünkü muhatabın hîtabla mükellef olması,
onu duyduktan sonra başlar. Sefer kararlarının bozulmasının sebebini duymadıkça
misafir sayılırlar.
319- Şayet düşmana yakın olan şehrin v
Çünkü sefer müddetinden daha az bir mesafedeki yere gitmeyi kasdetmiş
oluyorlar. Belki de devlet başkanının görüşü, onları orada tutmak ve oradan
kendileri dışındaki kimselerden seriyyeler düzenleyerek onları göndermektir.
Orada kaldıkları müddet içinde de namazlarını tam olarak kılarlar. Çünkü o yere
gitmekten dolayı misafir sayılmadıklanna göre orada beklemekten dolayı da
misafir sayılmazlar.
320- Oraya vardıktan sonra v
Çünkü oraya vardıklarında hala mukim sayılırlar. Oradan ayrılmadıkça
sırf sefere niyyet etmekten dolayı misafir sayılmazlar. Onların durumu, sefere
niy-yet edip henüz şehri terketmemiş olan kimsenin durumu gibidir.
321- Ama oradan ayilmadıkça namazı kısaltarak kılacak olsalar, namazları
iade etmeleri gerekir.
Çünkü farzı tamamlamadan oradan çıkmışlardır.
322- Namazın vakti çıkmadan ve onu iade etmeden önce çıkacak olsalar, onu
iki rekat olarak kılarlar. Ama o namazın vakti çıktıktan sonra orayı terkedecek
olsalar, dört rekat olarak iade ederler.
Çünkü namazın vucubiyeti, vaktin sonunda tahakkuk eder.
323- Şayet misafir iken vakit çıkacak olursa, sefer namazı (yani iki rekat
olarak) kılarlar. Ama vakit çıktığında mukim iseler, mukim namazı kılmaları
gerekir. Bu hüküm, kıldıkla-rıyla değişmez.
Çünkü mukim oldukları halde iki rekatta bir selam vermekle kıldıkları
namaz fasittir. Onu hiç kılmamış kabul edilirler.
324- Şayet uzak şehirden gelenler, çağrıyı yapan v
Açıkladığımız sebep nedeniyle.
325- Ama o yer üç günlük mesafede ise, bir ay veya daha fazla orada
bekleyecek olsalar bile namazlarını kısaltarak kılarlar.
Çünkü oraya gitmek üzere yola koyulmalarıyla artık misafir sayılırlar.
Onbeş gün kalmağa karar vermedikçe misafirlikleri devam eder. Halbuki onbeş gün
kalmağa karar vermeden v
326- Orada namazlarını kısaltarak kılmağa devam ederken v
Çünkü kendileriyle memleketleri arasındaki mesafe, misafir sayılmaları
için yeterli bir mesafedir. Kendi memleketlerine varıncaya kadar mukim sayılmazlar.
327- İmam Muhammed dedi ki: Şayet müslümanlar savaş yurduna girecek olsalar
ve komutan, burayı fethedemedikleri takdirde muhasaranın bir ay devam edeceğini
belirtecek olsa, yine kısaltarak namaz kılarlar.
Onbeş gün geçmeden önce fethin gerçekleşme ihtim
328- Şayet komutan burayı fethetseniz de, etmeseniz de burada bir ay
kalınacaktır derse, yine namazlarını kısaltarak kılarlar.
Çünkü onlar savaş yurdunda düşmanlarıyla savaş h
329- Şayet savaş yurdunda ikameti uzatır ve bu arada kar yağıp yerlerini
terkedemez duruma düşer, o sene karlar eriyinceye kadar orada kalmağa
azmetseler, orada düşmanlarından emin değillerse yine kısaltarak namaz
kılarlar.
Çünkü düşmandan emin değillerdir. Olabilir ki düşman saldırısına maruz
kalır ve orayı terketmek mecburiyetinde kalırlar.
İmam Züfer'den yapılan rivayete göre, şayet zahire göre güçlü olup düşmanın
onlara yapacağı saldırıyı savacaklarını tahmin ediyorlarsa, ikametleri sahih
olur.
Ebû Yusuf a göre ise: Şayet çadır ve sığınaklarda iseler ikametleri
sahih olmaz. Ama binalarda olup güçlü iseler ikametleri sahih olur.
En doğrusu, İmam Muhammedin görüşüdür. Çünkü ikamet yeri, daha önce de
belirttiğimiz gibi kişinin niyyet ettiği kadar ikamet edebiîeceği yerdir.
330- İmam Mulıammed bu görüşüne delil olarak Zaide b. Umeyr'in şu hadisini
nakleder:
Dedi ki: İbn Abbas (r.a.) a sordum: Düşman topraklarında uzun müddet
kalıyoruz. Namaza nasıl niyyet getireyim? "Evine dönünceye kadar iki rekat
olarak namaz kıl/1 dedi. Azil [306]
konusunda ne dersin? dedim. "Şayet bu konuda Rasuhıllah (s.a.v.) birşey
söylemişse onun söylediği gibidir. Ama birşey söylememişse, ben şunu derim:
"Kadınlarınız sizin tarlanızdır. O halde tarlanıza, dilediğiniz gibi,
gelin...[307] Dileyen azil yapar,
dileyen yapmaz."
Burada azlin caiz olduğuna delil vardır. Bu söz ayrıca İbn Ömer (r.a.)'
dan da rivayet edilmiştir. Yahudiler bundan hoşlanmıyorlardı ve buna, çocukları
diri diri gömmenin gizli ve küçük bir şeklidir, derlerdi. Ayet-i Kerime, onlara
cevap olarak gelmiştir.
İbn Mes'uda da azlin sorulduğu ve kendisinin şöyle cevap verdiği rivayet
edilir: Şayet Allah Teala bir erkeğin sulbundan bir insan çıkarmağa karar
ver-mişse, o bunu mutlaka yaratır. O kişi menisini bir kayanın üzerine akıtsa
bile... Dilerseniz azledersiniz, dilerseniz bunu terkedersiniz.
Ebû Said el-Hudrî meseleyi Peygamber (s.a.v.) den de bu şekilde
nakleder. Ancak hür bir kadınla münasebette bulunurken onun rızasını almadıkça
azil helal olmaz. Ama bunun için cariyeden izne gerek yoktur.
331- İmam Muhammed dedi ki: Şayet bir müslüman eman ile düşman yurduna
girer ve burada onbeş gün kalmağa niyyet ederse, namazım tam olarak kılar.
Çünkü onlarla savaş h
332- Şayet düşman yurdundan biri İslama girer ve onu esir etmezlerse, yahut
İslamını gizleyecek olursa, evinde kaldığı müddetçe namazını tam olarak kılar.
Çünkü kendisi burada mukim idi ve oradan göç etmedikçe misafir olmaz.
333- Şayet üç günlük mesafede yola çıkarsa, namazını kas-reder. Gitmek
istediği yere ulaşır ve düşman yurdunda onbeş gün kalmağa niyyet ederse, burada
kaldığı müddetçe namazını tam olarak kılar.
Çünkü düşman yurdunda bulunanlar kendisine saldırmadıkça orada kalma
imkanına sahiptir ve onlarla savaş h
334- İmam Muhammed dedi ki: Şayet müslüman ellerinde esir olarak bulunuyor
ve bir yerde onu onbeş gün tutmak istiyorlarsa, namazını tam olarak
kılmalıdır. Eğer kendisi onlarla ikamet etmek istemiyor ve her zaman için fırsat
kollayıp ellerinden kurtulup kaçmak istiyorsa bile namazını tam olarak kılar.
Çünkü sefer yahut ikamette onun niyyeti değil, kendilerinin niyyeti
geçerlidir. Onun durumu, İslam yurdunda kişinin kölesi ve hanımı durumundadır.
Sefer ve ikamette onların niyyeti değil, efendi ve kocanın niyyeti
geçerlidir.
H
335- Şayet müslüman esir ellerinden kurtulur ve misafir olduğu halde bir
mağara yahut başka bir yerde bir ay saklanmağa karar verirse, namazını
kısaltarak kılar.
Çünkü onlarla savaş h
336- Savaş yurdunda İslami kabul eden bir kimse onu yakalamak
istediklerinde üç günlük mesafede bir yere kaçmak istese ve orada bir ay yahut
daha çok gizlenmek istese bile namazını kısaltarak kılar.
Çünkü öldürmek için kendisini yakalamağa kalkıştıkları andan itibaren
artık onlarla savaş h
337- Verdikleri sözü tutmayarak öldürmek için yakalamağa kalkıştıkları eman
altındaki kişinin durumu da böyledir.
Çünkü o da artık onlarla savaş h
338- İmam Muhammed dedi ki : İslama giren bir kimse şayet düşman kendisini
öldürmek için yakalamağa kalksa ve kendisi de aynı şekilde saklanacak, olsa
namazını tam olarak kılar.
Çünkü bu şehirde mukim idi ve onu terketmedikçe misafir sayılmaz.
339- Şayet bir veya iki günlük mesafedeki bir yere gitmek istese de durum
değişmez.
Çünkü mukîm olan bir kimse, misafirlik mesafesinden daha az mesafedeki
bir yere gitmekle misafir olmaz. Bu, kendi bölgesinde bulunan köylerden birine
gitmek isteyen kimse durumundadır.
340- Bu gibi kimseler, bulundukları yerden darulharpteki bir günlük
mesafedeki bir yere gitmek isteyen ve düşmanla karşılaşıp savaşanlar
durumundadırlar. Bunlar da, savaş yurdunda ne kadar kalırlarsa kalsınlar
namazlarını tam olarak kılarlar
Çünkü savaş yurdunda misafir değildiler ve sırf savaşmaktan dolayı da
misafir olmazlar.
341- Görmüyor musun, şayet düşman yurdundan bir şehir halkı İslamı kabul
edecek olsa ve şehirlerinde ikamet ettikleri halde düşman yurdu ehliyle
savaşacak olsalar namazlarını tam olarak kılarlar.
Yine düşman yurdu ehli onlara g
Ama üç günlük mesafedeki bir yere gitmek üzere şehirlerini terkedecek
olsalar, misafir sayılırlar ve namazlarını kısaltarak kılarlar.
Şayet bu niyyetle çıkıp şehirlerine yakın bir yerde ikamet edecek
olsalar yine kasrederek namazlarım kılarlar. Çünkü savaş h
342- Şayet kendi şehirlerine döner ve müşriklerin saldırısına
uğramazlarsa, şehirlerine döndükten sonra namazı tam olarak kılarlar.
Çünkü İslamı kabul ettikleri zaman şehirleri İslam yurdu olmuştu. Kendilerinin
ikamet ettikleri bir yerdi. Düşman buraya saldırıp onları buradan çıkarmadıkça,
burası onlar için aslî vatandır. Ona vardıklarında namazlarını tam olarak
kılarlar.
343- Şayet müşrikler g
Çünkü müşrikler buraya g
344- Şayet orayı yurt edinmek istemez ama orada bir ay kaldıktan sonra
çekip İslam yurduna gideceklerse namazlarını kısaltarak kılarlar.
Çünkü burası savaş yurdu cümlesindendir ve onlar da savaş yurdu halkıyla
savaş h
345- Müslümanlardan bir ordunun savaş yurduna girip bir şehir fethetmeleri
durumunda da hüküm budur. Şayet orasını yurt edinirlerse, artık orası İslam
yurdudur ve namazlarını tam olarak kılarlar. Ama orasını yurt edinmez ve bir ay
yahut daha çok bir müddet orada ikamet etmek isterlerse, namazlarını
kısaltarak kılarlar.
Çünkü orası savaş yurdudur ve kendileri de savaş durumundadırlar.
Bu hüküm, İmam Muhammed ile Ebû Yusuf un görüşüne göredir. Çünkü
onların içtihadlarına göre, bir düşman halk savaşta bir yere g
Müellif, bu konudan sonra "Şehidlerden Yıkanacak Olanlar" ile
"Tehlike H
Serahsî
-Allah ondan razı olsun- şöyle dedi: Bilelim ki bu kitabın en ince ve zevkli
meseleleri "eman" konularıdır. Nahiv ilminin ve usûl-i fıkhın incelikleri
burada anlatılmıştır. İmam Muhammed bu konulan yazarken teyzesinin oğlu olan ve
nahiv ilminde ileri bir mevkide bulunan Ali b. Hamza el-Kisâî'ye danışmıştır.
Denilir ki, bizim rivayet hafızlarını imtihan etmek isteyen kişi,
Kitâbu's-Salât'ın Ezan bölümünden sorsun. Fıkıhta ve nahivde derinleşmiş
kimseleri imtihan etmek isteyen ise Kitabus-Siyer'in eman bölümünden imtihan
etsin.
346- İmam Muhammed dedi ki: - Adaletli veya fasik hür ve müslüman bir
erkeğin müşriklere verdiği eman, bütün müslü-manlar adına caiz olup hepsini
bağlar. Çünkü Rasulullah (s.a.v.):
"Müslümanların kanları kısas ve diyette eşittir. Onlar, kendileri
dışında kalan herkese karşı tek bir el gibidir. (Biribir-lerine yardım
ederler.) En yetkisiz kişileri bile onlar adına söz verebilir ve sözü
geçerlidir."
Burada zimmetten maksat söz vermekdir. Bu söz muvakkat olsun, ebedî
olsun farketmez. O, bir eman ve zimmet ak-didir.
Şayet hadiste geçen "Ednarf sözü, Yüce Allah'ın: "Bundan daha
az, daha çok..."[309]
sözünde olduğu gibi çoğun karşılığı olan az manasına alınırsa, yukarıdaki hadis
bir kişinin vereceği emanın sahih olduğuna delildir.
Şayet Yüce Allah'ın: "İki yay kadar yahut daha yakın oldu..."[310]
sözünde olduğu gibi, yakınlık manasında ise, sınırda düşmana en yakın bulunan
müslümanın verdiği emanın sihha-tına delildir.[311]
Şayet aşağılık anlamındaki denaetten müştak ise, fasıkın entarimin da
sahih olduğuna delil olur. Çünkü "denaet" sıfatı, müslümanlardan
ancak fasik kimseye yakışır.
Netice olarak emanda yardım manası vardır. "Biz hakikat sana
apaçık bir fetih takdir ettik"[312]
ayet-i kerimesi Hudeybiye antlaşmasıyla ilgili olarak inmiştir. Yüce Allah bu
ayette Hudeybiye antlaşmasını apaçık bir fetih ve değerli bir yardım olarak
isimlendirmektedir. Her müslüman dine yardım etmeğe ehildir. Böylece o müslüman
burada İslam cemaati yerine kaim olur.
Nitekim bir müslüman müşriklerle savaşıp zararlarını defedecek olursa,
onlarla savaşma farziyeti diğer müslümanlardan düşmüş olur. Aynen bu şekilde
eman ve antlaşma akdiyle müslümanlar o müslümn eliyle zafer kazanırsa, bütün
müslümanlar kazanmış gibi olur.
347- Hür ve müslüman kadının verdiği eman da geçerlidir. Çünkü kendisi de
destek olanlardandır. Ancak kadın, direkt bizzat savaşacak bir bünyeye sahip
değildir. Eman, söz ile yardımdır ve kadının bünyesi buna müsaittir. Nitekim
o, malıyla cihad edebilmektedir.
Çünkü erkeğin malının cihadda kullanılabildiği gibi kadının malı da
cihad-da kullandır.
348- Kadının verdiği emanın sahih olduğuna dair delilimiz. Rasulullah
(s.a.v.) in kızı Zeyneb"in İslama henüz girmemiş olan kocası Ebû'l-As b.
er-Rabî'i koruyup eman vermesi ve Rasulullah (s.a.v.)'in onun verdiği bu emanı
geçerli kabul etmesidir.
Um mü Hâni'den gelen bir rivayette de şöyle demiştir: "(Mekke
fethi günü) kocamın akrabalarından iki müşrike e-man verip onları evime aldım.
Ali b. Ebi T
Q sırada Rasulullah (s.a.v.) çıkageldi. Henüz üzerinde yolculuk izleri
vardı. "Merhaba ya Ümmü Hâni" diyerek gönlümü aldı. Ona dedim ki:
"Ya Rasulallah! Annemin oğlu kardeşim Ali'den neler çektim! Elinden zor
kurtuldum. Kocamın akrabalarından iki müşriki koruyup eve aldım. Bir baktım Ali
içeri girdi ve onları Öldürmek için üzerlerine saldırdı." Rasulullah
(s.a.v.) şöyle buyurdu: "Ali'nin buna hakkı yoktu. Senin koruduklarını biz
de korumuş ve eman verdiğin kimselere biz de eman vermş oluruz."
Daha sonra Fatıma (r.a.)'a söyleyerek su getirmesini istedi.
Yıkandıktan sonra da bir tarafı sağına, diğer tarafı soluna atılmış tek bir
elbise içinde sekiz rekat namaz kıldı. Bu olay, Mekke fethi günü kuşluk
vaktinde oldu.
Rasulullah (s.a.v.), Ümmü Hâni'nin verdiği emanı sahih kabul etmiş ve
kendisi eman verdikten sonra Hz. Ali'nin onlara saldırma hakkına sahip olmadığını
belirtmiştir.
Sözü edilen sekiz rekat hakkında da şöyle denilmiştir: İki rekatı,
Mekke' nin fethi için şükür namazıdır. İki rekatı, îmare b. Ruveybe'nin rivayet
ettiğine göre Rasulullah'm kuşluk namazından önce kıldığı iki rekattır. Dört
rekat ise, İbn Mes'ud'un rivayetine göre adeti üzere kıldığı kuşluk namazıdır.
Tek bir elbise ile ve elbisenin bir ucu sağ omuzdan sarkıtılmış ve diğer ucu da
sol o-muzdan sarkıtıldığını bildiren sözler işe tek bir elbise ile ve bu
şekilde namaz kılınmasında bir sakınca bulunmadığına delildir.
Hz. Ömer (r.a.) m şöyle dediği rivayet edilir. Kadının müslümanlara
karşı müşriklere eman vermesi caizdir. Bir rivayette de: antlaşma yapması ve
eman vermeğe söz vermesi caizdir Hz. Aişe de aynı görüştedir.[313]
349- Savaşçı değilse, Müslüman kölenin eman verme yetkisi yoktur.
Bu görüş, Ebû Hanife'nin görüşüdür. Ebû Yusuf tan bu konuda rivayet edilen
iki görüşten biri de budur. Ebû Yusuf tan diğer revayete göre ise, ki bu da
Muhammed'in görüşüdür: Savaşçı olsun veya olmasın verdiği eman geçerlidir.
Çünkü o da, elindeki imkanlar oranında dine yardım eden bir müslümandır. Eman
da, söz ile yardımdır ve köle buna sahiptir. Direkt olarak savaşma salahiyeti
ise elinde olan bir iş değildir. Direkt olarak bizzat kendisi savaşa katılamaz.
Efendisinin ona izin vermesi gerekir. Ayrıca köle kafirlerin can ve malları
hususunda, onlara eman verince, onlara saldırma yasağı önce kendisini ve daha
sonra sirayet yoluyla başkalarını ilzam eder.
Bu konuda köle de hür gibidir. Bu konuda delil, Ramazan hil
350- imam Muhammed dedi ki: Bu konuda cariye de köle gibidir. İmam
Muhammed, Abdullah b. Ömer'den rivayet edilen şu haberi delil olarak getirir :
"Kadın, köle ve çocuğun emân vermesi caizdir."
Ebû Hanife, hadisi "savaşan köle" şeklinde anlamaktadır.
351- Fazl er-Rakkâşî'nin naklettiği haberi de delil olarak zikreder. Bu zat
diyor ki: Bir kalenin önüne geldik. Bir köle, kendilerine eman verildiğini bir
oka yazarak onlara fırlattı. Durumu Ömer b. Hattab (r.a.)'a bildirdik. Cevabında
şöyle yazdı: O, müslümanlardan bir kişidir ve emanı caizdir.
Hz. Ömer (r.a.) o kölenin verdiği emanm sahih olduğuna, savaşçı oluşunu
değil, müslüman oluşunu sebep göstermiştir. Ancak Ebû Hanîfe meseleyi şöyle
izah eder: Bu köle savaşçı idi. Çünkü ok atmak, savaşçıların işidir. Hz. Ömer,
savaşçının emanının sahih olması için müslüman olması gerektiğini belirtmiştir.
Meğâzî kitapları bu kölenin okuna Farsça olarak "korkmayın"
yazdığını söylerler.
352- Müslümanların emriyle düşmana karşı savaşıyor olsa bile, zimminin
verdiği eman geçersizdir.
Çünkü kendisi de aynı inançta olduğu için onlara bir meyli vardır.
Normal olarak onlara eman verirken hedefi müslümanları gözetmek değildir.
Ayrıca o, İslama yardım ehlinden de değildir. Savaşta ihtiyaç anında yardımlarını
istemek, köpeklerin yardımını istemek gibidir. Yahut aynı inancı paylaştıkları
kimselere karşı onları savaştırmak, kendilerini son derece hakir düşürmek
içindir. Onun için de verecekleri eman sahih olmaz.
353- İmam Muhammed dedi ki: Müslümanlardan ergenliğe yaklaşmış bir çocuğun
veya kafirlerden henüz İslama girmiş olup İslamm ne olduğunu bilen bir
kimsenin verdiği eman ise, caizdir.
Ebû Hanife'ye göre caiz olmayıp müslümanları bağlamaz. İmam Muham-medin
buna caiz demesinin sebebi şudur: Çünkü bu kişi akıl sahibi ise, İslamı
sahihtir. İmanı sahih olanın ise, iman ettikten sonra verdiği eman da sahih
olur. Çünkü eman vermek, söz ile dine yardım etmektir. Böyle bir kimsenin sözü,
dinin aslında muteber olduğuna göre, dine yardım hususunda da muteberdir.
Ebû Hanife'ye göre ise, durum şudur: Eman verebilecek olan
müslüman-ların yararları ve bunların gözetilmesi işi kapalı bir şeydir. Bu
yararları gözetme işi. meşeleri yerinde değerlendirebilen kimsenin işidir.[314]
354- İmam Muhammed şöyle dedi : Bir müslüman bazı müşriklere eman verse
müslümanlardan başka bir grup onlara saldırsa ve erkekleri öldürüp kadınları
ve malı aralarında paylaşsa, kadınlarla evlenip çocukları dünyaya geldikten
sonra kadınlara daha önce eman verildiğini öğrenseler, bu durumda
öldürülenlerin diyetlerini ödemeleri lazımdır.
Müslümanlardan bir kişinin verdiği eman bütün müslümanlar için bağlayıcıdır.
Bu emana göre eman verilmiş olanların malı ve canı emniyet altında olur.
Öldürenlerin emanmdan haberdar ise kasden, haberleri yoksa yanlışlıkla katil
sayılırlar. Ancak kendileriyle savaşılmadığından Cenabı Hakkm şu hükmü ile
diyet vacip olur:
"Şayet aranızda anlaşma olan bir kavİmdense, ailesine diyet ödemek
ve mü'min bir köle azad etmek gerekir." [315]
Kadın ve mallar sahiplerine geri verilir. "Bulundukları yer eman
altında olan bir yer ise köleleştirme olmaz", kuralına göre kölelik de
geçersiz olur. Kadınları almalarına mukabil kendilerine mehir ödenir. Çünkü şüphe
altında (yani kadınların durumlarını tam bilmeden) onlarla evlendiler. Kendi
mülkiyetleri altında olmayan kadınlarla münasebet kurdukları açıktır. Olayda
şüphe bulunduğundan onlara zina cezası gerekmez. Mehir vacip olur, çocuklar da
hür olur.
Hür kişilerin çocukları oldukları için kendileri de bedelsiz hür
olurlar. Babalarına teslim edilirler. Çünkü evlad anne babadan dince üstün olan
hangisi ise, ona tabi olur.
355- Mühelleb b. Ebi Sufra'nın bu konuda şu hadisi zikredilmektedir: Hz.
Ömer (R.A.) devrinde Ehvaz bölgesinde bir şehri kuşattık ve fethettik. Daha
önce Hz. Ömer'le bir antIaşmalari varmış. Onlardan aldığımız kadınlarla beraber
olduk. Mesele Hz. Ömer'e ulaşınca bize şöyle yazdı: Çocuklarınızı alınız ve
kadınları kendilerine geri veriniz.
Atâ da rivayet ederek şöyle demektedir: Tuster şehri savaş yapılmadan
fethedildi. Sonra halkı kafir olunca muhacirler onlarla savaştılar ve
yağmaladılar. Müslümanlar kadınlarıyla evlendiler ve çocukları dünyaya geldi.
Bunu duyan Hz. Ömer kadınların hür bırakılmalarını ve evlendikleri kadınlardan
ayrılmalarını emretti.
Bunun açıklaması şudur: Bunlar küfre dönerken o yere elkoymadılar ve
şirk hükümlerini orda uygulamadılar. Orası darulharp da olmadı. Bunun için Ömer
onlara bu şekilde davrandı.
Şüveys de şöyle naklediyor: Misan beldesinde sulbümden kızlar ve erkeklerin
bulunmasından korktum. Bu ne demektir? diye sorulunca; şöyle dedi: Bir zamanlar
bir cariye almış ve onunla evlenmiştim. Ömer'in mektubu gelince halkla beraber
ben de onu bıraktım.
Korkmasının sebebi şudur: Yanında hayız görmeden onu bırakmıştı, oysa
Üç hayız görmeden onu bırakmaması gerekirdi, çünkü hür idi.
Onunla şüphe altında evlendiği için üç hayız müddeti iddet beklemesi gerekirdi.
Gebe olup olmadığını anlayıncaya kadar onu bırakması doğru değildir.
356- Ebû Cafer Muhammed b. Ali şöyle rivayet etmektedir: H
Bundan anlaşılıyor ki müslümanlar eman veya ahid altında olan yerlerden
mal ve kişi cinsinden aldıkları bütün şeyler sahiplerine iade edilir. H
Yine bu rivayet, malum mal ile meçhul haklar üzerinde anlaşmanın caiz
olduğunu gösteren bir delildir. Çünkü Ali şöyle diyor: Bu mal sizin ve onun
bilmediği şeyler karşılığıdır. Rasulullah da onun bu uygulamasını benimsedi.
357- Şöyle der: Müslümanlar bir kaleyi veya şehri muhasara ederken oranın
halkından müslüman olmaları h
Müslüman olanların eşi ve büyük çocukları İslama girmedikleri takdirde
fey' sayılırlar. Çünkü küçük çocukları babalarına tabi olarak müslüman olmuş
sayılırken, eşi ve büyük çocukları onun İslama girmesiyle İslama girmiş olmazlar.
Bunlar harp ehli olarak kalırlar.
358- Buna delil olarak Zühri'nin rivayet ettiği şu hadis zikredilmektedir:
"Sa'ye'nin çocukları Sa'lebe ve Üseyyid ile Üseyyid bin Ubeyd Rasulullahın kuşatması altında
bulunan Benu Kureyza'ya şöyle
dediler: Ey Benu Kureyza halkı! İslama giriniz, kanlarınız ve mallarınız
kurtulur. Allah'a yemin ederiz ki Heyyibân oğulları bunu daha önce size haber
vermişlerdir." deyince: "Hayır, olmaz!" cevabını verdiler."
Heyyibân hikayesi meğâzî kitaplarında şöyle anlatılmaktadır: Şam
papazlarından biri Rasulullahin Peygamberliğinden önce Medine yahudilerinin
yanına gelmişti. Öleceği sırada onları topladı ve şöyle dedi: Şam bölgesini
kastederek: İçki ve bolluk yerini bırakıp kıtlık ve zorluk yeri olan buraya
gelişimin sebebini biliyor musunuz? Hayır, dediler. Şöyle dedi: Zamanı yaklaşan
bir Peygamber için geldim. Burası da hicret edeceği yerdir. Ona yetişmeyi çok
isterdim. Sizden kim ona ulaşırsa benden selam söylesin ve ona iman etsin.O
peygamberlerin sonuncusu ve alemlerin en hayırhsıdir.
Devamla şöyle dedi: Rasulullah'm hükmüne boyun eğdikleri günün akşamı
Sa'ye'nin çocukları ve Ubeyd oğlu R as ulu I -laha gelerek müslüman oldular ve
kanları ile mallarını kurtardılar.
Bu da gösteriyor ki kuşatma altında olmayan kişinin İslama girmesiyle
emniyete kavuştuğu gibi kuşatma altındakinin de müslüman olmasiyle herşeyi emin
olur.
359- Hz. Ömer'in şöyle buyurduğu rivayet edilir : "Müslümanlardan
birisi düşmandan bir adama parmakla işaret edip "Gelirsen öldürürüm"
diye söylese ve o da gelse, e-min olur. Onu öldüremez."
Bundan sonra diyoruz ki, işaretiyle onu gösterse ve kafir de bunu
anlamazsa, yine emniyettedir.
Çünkü işaretle onu kendine çağırmıştır. Bu şekilde korkan değil, ancak
emin olan kimse çağrılır. "Gelirsen Öldürürüm" sözünü kafirin
araştırmadan anlaması mümkün değildir. Bunu da ancak kendisine yaklaşmakla
gerçekleştirebilir. Onun için işaretin zahiri ile emanın varlığını kabul etmek
ve hıyaneti önlemek için bunun dışındaki ihtimalleri unutmak gerekir. Çünkü
işaretin zahiri onun için bir emandır. Bu emanı kaldırıyorum manasında
söylediği "gelirsen Öldürürüm" sözü, kafir bunu bilmediği sürece, bir
şey ifade etmez; o kişi hala güvencede sayılır. Çünkü Cenab-ı Hak buyuruyor :
"...Sen de onlarla yapılan anlaşmayı aynı şekilde boz... "
178. Yani hem siz hem onlar emanın bozulduğunu açıkça bilmesi gerekir. "[318] Bu
manaya işaret ederek şöyle buyuruyor: "Şüphesiz Allah hainleri
sevmez."[319]
Eman sözün ihtim
360- Hürmüzan hadisinde bu olay şöyle anlatılmaktadır. Ömer onu getirtip
konuşturunca şöyle dedi : Diri sözü mü yoksa ölü sözü mü söyliyeyim? Diri
sözü, deyince şöyle dedi: Biz de siz de cahiliye hayatı yaşıyorduk, iki tarafın
da dini yoktu. Siz Arapları köpekler mesabesinde tutardık. Allah sizi dinle destekleyip
aranızdan Peygamber gönderdi diye biz size boyun eğemeyiz. Ömer: Sen elimizde
esir olduğun halde mi bunu söylüyorsun? Öldürün bunu, dedi. Hürmüzan cevap
verdi: Esire eman verdikten sonra öldürmeyi Peygamberiniz mi öğretti size?
Ömer: Ne zaman eman verdim, diye sorunca şöyle dedi: Diri sözü söylememi
istedin. Kendinden korkan kimse diri olmaz. Bunun üzerine Ömer: Allah belasını
versin. Ben farkında olmadan herif eman almış, dedi. Bu da eman konusunda
genişliğin esas olduğuna delildir. Devlet başkanı bir kavme eman verdikten
sonra onu bozmak isterse, bozabilir. Çünkü Cenabı Hak şöyle buyuruyor:
"Sen de onlara karşı anlaşmayı bozarak aynı şekilde davran."[320]
Eman, müslümanların kendi kuvvetlerini korumaları açısından o zaman
Önemli sayılıyordu. Bu da belirli vakitlere mahsustur. Bu vakitler dışında
müslümanlar eman anlaşmasını koruma veya bozmada serbesttirler. Çünkü
güçlendikten sonra kafirlerle savaşma imkanına sahip bulunmaktadırlar.
362- Emanın kaldırılması, kaldırıldığının onlara duyurulması ve önceki
vaziyetlerine iade edilmeleriyle gerçekleşir. Henüz kaleleri içinde olsalar
bile emanın bittiğini duyurduktan sonra kendilerine savaş açmanın bir sakıncası
yoktur.
Çünkü sığmakları içinde önceki durumlarını hala korumaktadırlar.
363- Şayet sığmaklarından çıkıp müslüinanların karargahına gelmişlerse,
eski yerlerine dönünceye kadar emin olup kendilerine dokunulmaz.
Çünkü eman dolayısıyla meydana çıkmışlardı. Eski yerlerine dönmeden
emanları kaldırılacak olursa hıyanet olur. Halbuki Allah hainleri sevmez.
364- Cenabı Hakkın şu hükmü buna delalet etmektedir: "Müşriklerden
biri sana sığınırsa, Allah'ın sözünü dinlemesi için onu güvene al. Sonra onu
güven içinde olacağı yere ulaştır..."[321]
Muaviye ile ilgili hadis de buna delil gösterilmiştir. Şöyle ki, kendisi ile
Rumlar arasında bir ahid vardı. "Ahdi yerine getirir sonra kendilerine
saldırırız." der gibi onların yurdunu gösteriyordu.
Yani ahid belirli bir müddete kadardı. Müddetin sonuna doğru onlara yaklaşmak
ve bitiminde saldırmak İçin ülkeleri istika
O esnada yaşlının biri: Allahu Ekber! Hıyanet değil, ahde vefa! diye
sesleniyordu. Bu yaşlı Amr b. Anbese es-Sülemi idi.
Sözlerinden anlaşıldığına göre Muaviye'nin davranışında ahde vefasızlık
olduğu anlaşılmıştır. Çünkü kendilerine saldırmak niyyetiyle ülkelerine doğru
yürüdüğünden onların haberi yoktu. Aksine eman için kendilerine yaklaştığını
zannetmişlerdir.
Bunun
üzerine Muaviye: Hıyanet değil, ahde vefa, demekle neyi kastediyorsun? diye
sorunca; şöyle dedi: Rasulullah'ın şöyle buyurduğunu işittim: "Kendisi ile
bir kavim arasında ahid bulunan kimse, ahdin süresi dolmadan, bozduğunu
kendilerine duyurmadan ve kendi başına ne bir düğüm çözsün, ne de
bağlasın."
Şeklen ve manen ahde hıyanete benzer herşeyden sakınmanın vacib olduğuna
bu bir delildir.[322]
365- İmam Muhammed dedi ki: Bir müslüman eman almadan dârulharbe girip de
müşrikler onu yakaladıklarında, kendilerine: Ben sizdenim. Yahut sizinle
müslümanlara karşı çarpışmak için geldim, derse bile, müşriklerden herhangi
birini öldürmesinde ve malından dilediğini almasında bir sakınca yoktur.
Çünkü bu sözleriyle onlara eman vermiş sayılmaz. Yaptığı, kelimelerin
zıt anlamlarını kastederek aldatmaktan başka bir şey değildir. Sözleriyle demek
istediği şudur :
Ben sizdenim, derken sizin gibi ben de insanım demek istiyor. Sizinle
müslümanlara karşı çarpışmak için geldim, sözü müslüman 1 ardan ayaklanan ve
isyan edenlere karşı sizinle beraber çarpışacağım, yahut burada müslümanları size
karşı savunarak döğüşmek için geldim. Niyetini gizlemiş de bu sözü söylemiş
demektir.[323]
Bu sözleriyle onlara eman verecek olursa bu eman geçerli değildir.
Çünkü kendisi onların elinde esirdir. Onlara nasıl eman verebilir? Aksine
kendisi onlardan eman istemek durumundadır. Bu sözleriyle eman istediğini
gösteren bir şey de yoktur.
366- Sonra bunu nasslarla destekleyerek şöyle dedi: Rasu-lullah, Abdullah
b. Üneys'i yalnız başına seriyye olarak Nahle1 de yahut Urane de bulunan H
Ebû Yusuf bunu delil göstererek mağlub kimse yürürken ima ile namazı
kılar, sonra iade eder, demektedir.
Onun hayvanlarını güden bir cariyenin yanma vardım. Kimin çobanısın?
diye sorunca, İbn Süfyan'ın olduğunu söyledi. Nerede olduğunu sorunca, şimdi
yanına gelir, dedi. Az sonra bir bastona dayanarak geldi. Görünce korkudan her
tarafım diken oldu. Durdu, selam verdi. Nesebimi sordu. Huzaa'dan olduğumu
söyledim. Başka bir rivayyette, Cüheyne'den olduğumu söyledim. Sonra kendisine:
Seninle beraber olmak, seni desteklemek için geldim, dedim.
Sözlerinin manası şudur: İslama davet ederek ve kötülük işlemekten -O
da Rasuîullalıa karşı çarpışmaktır- alıkoyarak sana yardım ediyorum. Çünkü
Ra-sulullah şöyle buyuruyor: Z
Cariyenin biraz süt sağmasını istedi. Sütü sağdı ve bana verdi. Birazını
içtim. Sonra adama verdim. Devenin saldırısı gibi sütü aldı ve kafasına dikti.
Burnu köpüğün içine battığını görünce ben de kabı daha da diktim, cariyeye ses
çıkarma yoksa seni öldürürüm, dedim.
Şöyle devam etti: Onunla biraz yürüdüm. Sözlerim hoşuna gitti. Sonra
dikenlere bastığımı ve ayağıma dikenlerin battığını ona gösterir gibi yaptım.
Ey Cüheyneli yetiş, dedi. Ben geriledikçe o benim ilerlememi söyledi. Sırtı
bana dönük iken kendisine yetiştim. Boynunu vurdum ve kafasını aldım. Sonra
hızla dağa tırmandım. Mağaraya girdim. Ondan sonra aramalar başladı. Başka bir
rivayette, aramak için her tarafa süvariler gönderildi.
Ben de dağda yerimde duruyordum. Bir elinde ayakkabısı, diğer elinde su
tulumu bulunan bir adam bana yaklaştı. Ben de yalınayaktım. Abdest bozmak için
oturdu ve ellerindeki eşyayı kenara bıraktı. O esnada örümcek mağaranın
kapısında ağ ördü, yahut güvercin çıktı, dedi. Bunu gören adam arkadaşlarına,
kimsenin bulunmadığını söyledi. Sonra indi ve ayakkabı ile su tulumunu bıraktı. Ben de çıktım,
ayakkabıyı giydim ve tulumu yanıma aldım. Gündüz saklanır, gece yürürdüm.
Medine'ye vardım, Rasulullahi mescidde buldum. Beni görünce bu yüz
ağarmıştır, dedi... Araplar bu sözü amacına ulaşıp muzaffer olan kimse için
kullanırlar. Ben de esas başarı sizindir, dedim ve meseleyi anlattım. Elime
bir değnek verdi ve şöyle buyurdu: "Ey Üneys oğlu, bunu tut ve Cennette
ona dayanarak yürü. Çünkü bastona dayanarak yürüyen azdır."
Deniliyor ki, bu sözün anlamı şudur: Kral ve sultanlar buna dayandığı
gibi sen de Cennette buna dayan. Başka bir te'vile göre manası şöyledir:
İkimizin arasında kıyamet günü bu alemet olsun. Ta ki bu yaptığına mükafat
olarak Cennette derecenin yükseltilmesini isteyeyim. Sen, Rasulullahla
aralarında bir alamet bulunup da yaptıklarından dolayı mükafatlandıracağı
kimselerden birisin.
Rivayete göre bu bastonu vefatına kadar İbn Uneys sakladı. Vefat
edeceği zaman kendisi ile birlikte kefene konulmasını ailesine vasiyet etti.
Bu olayı nakletmesinden maksat, "Yanında kalmak ve seni
desteklemek için geldim" sözünün eman sayılmayacağını göstermek içindir.
367- Yezid b. Ravman'ın hadisini zikrederek şöyle demektedir: Ka'b b.
Eşrefin geldiği ve şiirler söyliyerek çarpışmak istediği haberi Rasulullah'a
ulaştı. Ka'b Medine'nin ileri gelen yahudilerindendi. Cenabı Hakkın:
"Onlar tağutun önünde muhakeme olunmalarını isterler" buyurduğu [324]ayetindeki
tağut[325] odur.
Bedir harbinde öldürülen müşriklerin ölülerine mersiyeler söyler,
Rasulullahı şiirlerinde hicveder ve müşrikleri intikama teşvik ederdi. Şu
sözlerle başhyan kasidesi bunun örneklerindendir:
Bedir harbi değirmen gibi ezdi geçti. Bedir gibi helak etmek için
feryad etmek ve göz yaşı dökmek gerekir.
Medine'ye dönünce Rasulullah: İbnü'l-Eşref bana eziyet etti. Onun
hakkından kim gelecek? diye sordu. Bunun üzerine Muhammed b. Mesleme: Ben, ya
Rasulallah, ben onu öldüreceğim, dedi. O da, öldür, dedi. İbn Mesleme günlerce
yemeden içmeden bekledi. Rasulullah onu çağırıp yeme içmeyi niye bıraktığını
sorduğunda şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü! Sana bir söz verdim. Bilmiyorum onu
yerine getirebilir miyim, getiremez miyim? dedi. Rasulullah: Gayret et, dedi
Bundan anlaşıldığına göre Rasulullah'a verdiği sözü gerçekleştirinceye
kadar İbn Mesleme lezzetli şeyleri bırakmıştır. Hayırlı bir işe girişen
kimsenin o işi lezzetli şeylere tercih etmesi gerekir. Bununla beraber
Rasulullah vücudun ancak yeme içme ile güçleneceğini kendisine ifade etmiştir.
Nitekim Cenabı Hak şöyle buyuruyor:
"Biz onları yemek yemez bir cesed kılmadık."[326]Ona,
verdiği sözü yerine getirmesi için gayret etmesi düşer.
Sonra öldürmek için Muhammed ve Evs'ten Ubade b. Bişr b. Vakş, Ebû
Naile Silkan b. Selman b. Vakş, Haris b. Evs ve Ebû Abs b. Cebr bir araya
gelerek onu öldüreceklerini Rasulullaha bildirdiler. Müsaade edin o-nunla
istediğimiz gibi konuşalım ve öldürelim, onu mutlaka Öldürmemiz gerekir,
dediler. Yani sizin aleyhinizde bazı şeyler söyliyerek lafızların zahiri ile
onu aldatalım, dediler. Serbestsiniz, buyurdu. Bunun üzerine süt kardeşi olan
Ebû Naile adama gitti, sohbet etti ve beraberce şiirler okudu. Sözü denk
getirerek Ebû Naile: Bu adam (Rasulullah) in gelişi bize uğursuzluk (bela)
getirdi dedi.
Adamdan maksat Rasulullahtır. Beladan maksat nimettir. Çünkü bela
şiddet anlamında kullanıldığı gibi nimet manasında da kullanılır. Her iki
manada da kullanılır. Nitekim ashab şöyle buyurmuşlardır : "Şiddete
mübtela olunca sabrettik. Nimete mübtela olunca sabredemedik." Cenabı
Hakkın :
"Bu Rabbinizin büyük bir belası (imtihanı) idi." ayetinin
açıklamasında : Sizi Firavun ve kavminden kurtarmasında büyük nimet vardır,
denilmiştir. Yine, çocuklarınızı kesmesi, eşlerinizi diri bırakması sizin için
büyük bir mihnettir, diye açıklanmıştır.
Sözlerine devamla şöyle dedi: Araplar bize savaş açtı. Hepsi birden
üzerimize saldırdı, perişan olduk. Canımız helak oldu. Malımız telef oldu. Bir
sadakaya muhtaç olduk. Yiyecek bir şey de bulamıyoruz.
Ka'b şöyle dedi : Ey Selame'nin oğlu! Neticenin bu şekilde olacağını
ben daha önce sana söylemiştim.
Silkan araya girdi ve şöyle dedi: Beraberimde başka şahıslar da var,
onlar da benim gibi düşünüyorlar. Bize hurma ve yiyecek satman, bu konuda bize
iyilik etmen üzere kendilerini de sana getirmek istiyorum. Bunları satarsan
biz de sana güveneceğin bîr rehin bırakırız.
Ka'b dedi ki: Raflarım hurmalarla dolup taşmaktadır. Ama ne hurmalar!
Dişin köküne kadar batacağı cinsten hurmalar!
Rifaf rafın çoğuludur. Hurmanın toplandığı yer demektir. Bu raflar
hurmanın çokluğundan çatırdayıp duruyor.
Devam etti: Ey Ebû Naile! Allah'a yemin ederim ki sizi bir kıtlık içinde,
yani şiddet içinde görmek istemezdim. Senin değerin yanımda büyüktür. Ne rehin
vereceksiniz? Acaba kadın ve çocuklarınızı rehin bırakır mısınız?
Ne yapıyorsun? Bizi teşhir edip rezil mi etmek istiyorsun? Sana memnun
kalacağın silahlardan rehin bırakalım, dedi. Şüphesiz silahta vefa vardır,
cevabını verdi.
Silkan, kendisinden silah istemeğe geldikleri zaman geri çevirmesin
diye böyle söyledi.
Ebû Naile tekrar geri dönmek üzere arkadaşlarının yanına geldi. Akşam
saatlerinde kendisine gitmeyi kararlaştırdılar. Sonra yatsı vakti Rasulullaha
gelerek meseleyi haber verdiler. O da Baki mezarlığına kadar beraber çıktı.
Sonra uğurlayarak: "Allah'ı anınız ve yardımını isteyerek gidiniz"
buyurdu. Kendilerine dua etti. Bu iş, gün gibi aydınlık mehtaplı bir gecede
oluyordu.
Gittiler ve adama vardılar. Kaldığı yerin yakınından Ebû Naile kendisine
seslendi. İbnü'l-Eşref henüz yeni evlenmişti. Sesi duyunca hemen atladı. Ancak
karısı eteğinden yakalayarak: Nereye gidiyorsun? Senin düşmanların var. Bu
saatte senin gibiler dışarı çıkmaz, diyerek alıkoymak istedi. Ama kendisi:
Kardeşim Ebû Naile'dir, beni uykuda görse bile uyandırmak istemez, diyerek
ısrar etti. Sonra eli ile çırptı ve şu sözleri tekrar-lıyarak çıktı:
"Yiğit ölüme bile çağrılsa icabet eder." Karşılamaya gitti ve
hoşgeldiniz dedi. Sonra kendilerine açılınca; Yazıklar olsun sana! Gecemizin
geri kalan kısmında daha iyi sohbet etmek için Şercu'I-Acuz[327]
denilen yere kadar yürüyelim mi? dediler. Yürüyerek çıktılar. Şerç denilen yere
doğru ilerlerken Ebû Naile eli ile Ka'bın başını okşayarak: Vay be! Ne güzel
koku! dedi. Sonra bir müddet yürüdü ve aynı şeyi tekrar etti. Nihayet iyice
fırsatını bulunca kafasını yakaladı ve arkadaşlarına: Vurun Allah'ın düşmanına,
diye seslendi. Onlar da kılıçları ile vurmaya başladılar. Ama yeterli olmadı.
Kılıçlar birbirine çarpıyordu.
Muhammed b. Mesleme der ki: Kılıcımın yanında hançere benzer bir şeyin
olduğunu hatırladım. Çıkardığım gibi karnına sapladım. Sonra biraz daha
yüklendim ve sapma kadar hatırdım. Allah'ın düşmanı bir çığlık attı. Bu ses
üzerine yahudilerin bütün burç ve köşkleri üzerinde ateşler yakıldı. Korku
anında geceleri ateş yakmak yahudilerin adetidir.
Beni Haris yahudüerinden olan İbn Süneyne şöyle diyordu: Medine' de
akıtılan kan kokusunu duyuyorum.
Meğâzî kitaplarında belirtildiğine göre kendisi ile Ka'b'm öldürüldüğü
yer arasında bir fersah kadar mesafe vardı.
Ka'b'e vururken o arada Haris bin Evs de ayağından yaralanmıştı. Onu
tamamen öldürünce geri gitmek için yola çıktılar. Beni Ümeyye, Beni Kureyza ve
Buas üzerinden geçtiler. Harratu'1-Ariz denilen yere gelince Haris'in ağrısı
arttı. Yaradan çok kan kaybetti. Ona acıyarak aralarında taşıdılar. Rasulullaha
geldiler. Baki mezarlığına gelince tekbir getirdiler. O geceyi Rasulullah ihya
etmişti. Tekbir seslerini duyunca onu öldürdüklerini anladı. Sonra Haris b.
Evs'i Rasulullah'a getirdiler. Yarasına tükürün-ce ağrı kesildi. Allah'ın
düşmanına yaptıklarını anlattılar. Sonra evlerine dağıldılar. Sabah olunca
Rasulullah: Yahudi erkeklerden kimi görürseniz öldürün,buyurdu.
Bir araya gelerek bu olayı görüşüp herhangi bir harekette bulunmalarını
önlemek ve tedbir almak için böyle söyledi.
Yahudiler korktular, ileri gelenlerinden kimse dışarı çıkmadı. Birşey
de konuşmadılar. İbnü'l-Eşref'in başına gelenin kendilerinin de başına gelmesinden
korktular. Benu Harise'nin yahudüerinden olan İbn Süneyne, Huvaysa b. Mes'ud'un
antlaşman arkadaşı idi. Onun kardeşi Muhaysa Islama girmişti. Muhaysa, İbn
Süneyne'yi öldürdü. Bunun üzerine Huvaysa, Muhaysa'yı dövmeye başladı. Ondan
büyüktü. Ey Allah'ın düşmanı! Adamı öldürdün. Allah'a yemin ederim ki şimdiye
kadar onun malı ile besleniyordum. Çünkü ikisine de yardım ediyordu. Bunun
üzerine Muhaysa şöyle dedi: Onu öldürmemi isteyen seni de öldürmemi isteseydi,
seni de öldürürdüm. Humaysa şaşkınlık içinde sordu: Muhammed beni öldürmeni
söyleseydi öldürürdün ha? Evet, dedi. Muhaysa tekrar: Vallahi, seni bu derece
etkileyen bir din elbette büyük bir dindir. O gün Huvaysa da müslüman oldu.
Bundan sonra Muhaysa şu şiiri okudu :
Kardeşim, " istenirse seni öldürürüm", sözümü
yadırgamaktadır. Halbuki böyle bir istek olursa kulaklarının kökünden kafasını
uçururum. Kılıcım tuz gibi beyaz ve iyi de cilalıdır. Ne tarafa sallarsam boşa
gitmez. Rasulullah'ın emrine itaat ederek seni öldürürsem Yemen1 den Şam'a
kadar olan mesafenin benim olmasından daha çok sevinirim.
Müellif, bu hadisi Câbir b. Abdillah'ın rivayeti ile de tekrar ederek
şöyle nakleti:
368- Muhammed b. Mesleme kendisi İbn'l-Eşref'e gelerek şöyle dedi: Ey Ka'b,
sana bir şey için geldim. Buyur, söyle, dedi. Senden biraz hurma borç almak
istiyorum deyince, hurmayı ne yapacaksınız? diye sordu. Cahiliyye döneminde
bin ölçek hurma devşirdiklerini bildiği için İbnü'l-Eşref bu talebi yadırgadı
ve sordu. Muhammed cevap verdi: Bu adam (Rasulullah) ve arkadaşları yanımızda
bir şey koymadılar. Yani cahiliyye şeylerinden bizde zararlı hiçbir şey
bırakmadı. Yahut şirkten birşey bırakmadı. Yahut din ve dünya işlerinde muhtaç
olduğumuz her şeyi verdi ve hidayet etti, demek istedi.
Bunun üzerine Ka'b şöyle dedi: Hele şükür, aklın başına gelmiş, hemen
ihtiyacını görmeğe bak. Yalnız bana bir rehin bırakman lazım.
Zırhımı rehin bırakırım, deyince her halde babandan kalan Zağba isimli
zırhdır? diye sordu: Evet, dedi. O halde dilediğin kimselerle gel, ihtiyacını
gör, dedi. Ben de gece karanlığında geliriz, dedim.
Senden bir şey isterken yahut bir ihtiyaç için gelirken halkın görmesini
istemiyorum, dedim, Muhammed'le beraber çıktı. Biraz sohbet ve iltifattan
sonra Muhammed elini başına götürdü. Saçları kıvırcıktı. Ne güzel kokuyorsun,
dedi. Dilersen sana da veririm, dedi. Aynı şeyi tekrar yaptı. Bunun üzerine: Ya
Muhammed! İşte böyle. Sen ve arkadaşların bunu (kokuyu) terkettiniz, dedi. Bir
eli ile saçından iyi yakalayınca diğer eli ile hançeri karnına sapladı... ilh.
Kendisinden hurma borçlanmak istediğini söyledi ve adamı öldürdü. Bu ondan
bir haksızlık yahut ahde vefasızlık değildir. Böylece anlaşıldı ki böyle
şeyleri yapmanın bir sakıncası yoktur.[328]
369- Müslümanlar kendilerine rehberlik etmek ve hiyanet etmemek üzere
birine eman verseler, sonra adam hiyanet etse, müslümanların onu öldürmesi
caizdir. Rehberlik için evinden yahut kalesinden çıktıktan ve müslümanlara
katıldıktan sonra hainlik ederse veya rehberlik etmeyerek hiyaneti açığa
çıkarsa, müslümanların kendisine verdiği emanı kaybeder. Akibeti imama (devlet
başkanına) kalmıştır. Dilerse öldürür, dilerse fey (ganimet) sayar.
Çünkü aralarında şart böyle koşulmuştur. Rasulullah buyuruyor:
"Müslümanlar şartlarına bağlı kalırlar." Hz. Ömer de şöyle
demektedir. "Şarta bağlı kalmak lazımdır."
Zaten adam, kanının dökülmesi helal olan bir kimsedir. Rehberlik etmek
ve hıyanet yapmamak şartı ile kanının dökülmesi haram kılınmıştır. Haramın
sebeplerini şarta bağlamak, talak ve köle azad etmede olduğu gibi, caiz ve sahihtir.
Şan ortadan kalkarsa tekrar kanının dökülmesi caiz olur.
Emandan sonra ahdi bozmak ve emin olacağı yere götürmek hiyanetten sakınmak
İçindir. Şartı açık koşmakla Musa bin Cubeyr'in hadisini buna delil olarak
göstermekte ve şöyle demektedir: Rasulullah (s.a.v.) Hayber'in son kalesini
ondört gün muhasara etti. Helak olacaklarını anlayınca Rasulullah'a barış
teklif ettiler. İbn Ebi'l hiyanet anlamı da kendiliğinden kalkmış olmaktadır.
370- Hukayk'e: Aşağıya gel de konuşalım, diye haber yolladı. Olur, dedi.
Hayberi terketmeleri ve kendilerine dokunulmamasi şartı ile anlaştılar. Böylece
arazi ve mallarını, hurmalıklarını ve bağlarını, herkesin giydiği elbisesi
dışında servetlerini Rasulullah'a bırakmak üzere sulh yaptılar. Sonra şöyle
dedi: Bunlardan birini inkar ederseniz. Allanın ahdini (emanı) kaybedersiniz.
Bu şekilde onunla sulh yaptılar.
Sonra
İbnu Ebi'l-Hukayk gümüş kapları ve birçok malın varlığım inkar edip gizledi.
Bunlar Mesku'l-Cemel denilen yerde İbn Ebi'l-Hukayk'ın oğlu Kinâne'de
bulunuyordu. Bunlar da Mekkelilere Ödünç verdikleri bazı süs eşyaları idi. Çoğu
zaman Mekke'den bir adam gelir ve yapılacak düğünde kullanılmak üzere ödünç
alırdı. Bu durum Ebû'l-Hukayk ailesinde teselsül edip geliyordu. Hatta meğâzî
kitaplarında bir defasında bunlardan bazı şeyler kaybolmuş ve kaybeden kişiye
on bin dinar bedeli ödettirilmiştir, denilmektedir.
Rasulullah adamdan sordu: Medine'den çıkarken yanınızda aldığınız mal
ve kablan ne yaptınız? E Ebu'l- Kasım, hepsi savaşta gitti. Zaten böyle bir gün
için hazırlamıştık, dediler. Allah'a yemin ederiz fci onlardan hiçbir şey
yanımızda kalmadı, diyerek kalmadığına dair bir de yemin ettiler.
Yakaladığım takdirde sizi öldürmemi kabul ediyor musunuz? diye
sorunca; Evet, dediler. Başka bir rivayette Ebûl-Hu-kayk'in oğullarından Kinane
ve Rabia'ya şöyle dedi: Bu eşyalar yanınızda çıkarsa Allanın Rasululünün zim
İbn Ebi'l-Hukayk onu azarladı. Sonra yahudi uzaklaşarak yerine oturdu.
Sonra Rasulullah Zubeyr bin el-Avvâm'a kendilerine işkence etmesini ve
üzerlerinde bulunan eşyayı çıkarmasını söyledi. Kinane'yi yaralaymcaya kadar
döğmesine rağmen bir itirafta bulunmadı.
Bu işin, Rasulullah'ın organ kesme ve vucudda iz bırakacak şekilde
eziyet etmeyi yasaklamasından önce olması muhtemeldir. Yasaktan sonra olması halinde
bile bu işi, durumu açığa çıkarmak ve başkalarını da benzer hileden alıkoymak
için taktik olarak işlediği de muhtemeldir.
Rabia bin Ebi'l-Hukayk itirafta bulunarak şöyle dedi: Kinâne'nin her
sabah bu harabeye uğradığını gördüm. Rasulullah Zubeyr'e orayı kazmasını
söyledi. Zubeyr kazdı ve hazinesini çıkardı.
Diğer bir rivayette Rasulullah, İbn Ebi'l-Hukaykı aklî dengesi biraz
bozuk olan Salebe b. Sellam'dan soruşturunca, bilmiyorum, ama Kinâne' nin bu
harebeye her sabah uğradığını görüyordum, dedi. Orada gömdüğü bir şey varsa
ordadır. Rasulullah o harabenin kazılması için adam gönderdi. Kazıldı ve
hazine çıkarıldı. Bunun üzerine Kinane b. Ebi'l-Hukayk1 i öldürülen kardeşine
karşılık olarak öldürmesi için Muhammed bin Mesle-me' yi gönderdi. Çünkü
kardeşi Mahmud b. Mesleme'nin üzerine büyük bir taş indirerek öldürmüştü.
Kanlarının dökülmesi ve çoluk çocuklarının ganimet olarak alınması şart
koşulduğu için kendilerine bu uygulama yapılmıştır. Rasulullah (s.a.v.) Huyey
bin Ahtab'ın kızı Safiyye'yi ganimet olarak aldı. Kinane ile evli idi. Yanında
amcasının kızı da vardı. Hayber halkından bu ikisi dışında kimseyi de almadı.
Dıhyetu-1-Kelbî'ye Hayber ganimetlerinden vereceğini vadetmişti. Dıhye,
Safiyye'yi kendisine vermesini isteyince, ona Safiyye'nin amcasının kızını
verdi ve Safiyye'yi kendisine alıkoydu. Henüz yeni gelin olmuş fakat zifaf
olmamıştı. Meğâzî kitaplarında belirtildiğine göre Safiyye birkaç gün önce ayın
gökten kucağına düştüğünü rüyasında görmüş ve uyandıktan sonra rüyasını
Kinâne' ye anlatmıştır. Bunun üzerine yüzüne bir tokat atarak, Muhammed'in
karısı mı olmak istiyorsun? diye azarlamıştır.
Sonra Rasulullah onu çadırına götürmesi için Bilal'e emir verdi. O da
öldürülenlerin arasından geçirerek götürdü. Rasulullah bunu görünce hoşlanmadı
ve şöyle dedi: Henüz genç bir cariyeyi cenazelerin arasına mı götürdün? Sende
rahmet kalmamış. Bilal özür diledi ve şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü! Onu sadece
kavminin ölülerini görsün diye oradan geçirdim. Bunu tavsib etmediğinizi
bilmiyordum.
Yine Meğâzî kitaplarında zikredildiğine göre Rasulullah onu azad
ettikten sonra kendisi ile evlenmiştir. Kendisi ile evlenmek için Ümmü Eymen'in
onu hazırlamasını söyledi. Medine'ye varmadan önce konaklama yerinde onunla
zifafa girdi. Rasulullah'm yanında itibarı büyüktü. Hatta rivayete göre zifafa
girdikten sonra binmesi için kendisine deve getirildiğinde Rasulullah ayağını
dizine koyarak binmesini söylediyse de
kendisi Rasulullah'ın dizine sadece dizini koyarak bindi. Kendisi istemiş olsa
bile ayağını Rasulullah'ın dizine basmayı hoş görmemiştir. Bu davranışı
Rasulullah'm hoşuna gitti. Medine'ye vardıktan sonra Hz. Aişe kendisini görmek
amacı ile bir yabancı gibi yanma vardı. Rasulullah'm ve onun aşiretinden bazı
kadınların yanında oturduklarını gördü. RasuluIIah içeri giren kadınlar
arasından Hz. Aişe'yi tanıdı. Tekrar odasına dönünceye kadar bu konuda ona bir
şey söylemedi. Sonra RasuluIIah yanına vardı ve kendisine şöyle dedi:
Safiyye'yi- nasıl gördün? Şu cevabı verdi: Yahudi kadınları arasında bir yahudi
kızdan başka bir şey görmedim. Ancak onu sevdiğim duydum. Bunun üzerine Hz.
Peygamber: Öyle deme ya Aişe. Kendisine İslâmı arzederken yüzünde bir nefret
alameti bile görmedim, buyurdu. Yine rivayete göre Rasulullah'ın diğer
hanımları onunla bir araya geldiklerinde: Ey yahudinin kızı! diye kendisine
hitabetmelerinden hoşlanmıyarak durumu Rasulullah'a şikayet etmiş, bunun
üzerine RasuluIIah da şöyle buyurmuştur.
Bir daha sana böyle derlerse, sen de onlara: Hanginiz benim gibidir? Babam
nebi, amcam nebi ve kocam nebidir.
Kendisi Harun (a.s.) soyundandır. Kendilerine bu şekilde karşılık
verince Hz. Aişe ona: Ey yahudinin kızı, bunu kendinden söylemiyorsun, demişti.
Ganimet olarak alındıktan sonra nafile olarak başkalarına
bağışlanmasını caiz görenler, Rasulullahm Dıhye'ye Safiyye'nin amcasının kızım-
bağışlamasını delil olarak göstermektedir. Ancak bunun gerçek tevili îmam
Muham-med'in söylediği gibi şu şekildedir: Ketibe kalesi Rasulullaha mülk
olarak geçmişti. Onun için cariyeyi ona bağışladı.
Yine bu şekilde muamelenin caiz olduğunu kabul eden fakihler bazı yollardan
rivayet edilen bu hadisle istidlal etmişlerdir. Rivayete göre yahudiler şöyle
demişlerdir: Ya Muhammed! Malların sahibi biziz, Onları herkesten çok kendimiz
biliyoruz. Bizi buradan çıkarma, ortak olmak üzere onları bize bırak. Bu
şekildeki izah Ebû Hanife'nindir. Onu da Müzâra'a Bölümünde belirttik.[329]
372- imam Muhammed şöyle der: Müslümanlar gayri müs-limlere sesli olarak
eman verdiklerini hangi dille olursa olsun ilan etseler ve onlar da seslerini
işitseler, hepsi eman altında olurlar.
Bu dilin Arapça, Farsça, Rumca ve Kıptice olması aynıdır.
Bununla ilgili Hz. Ömer'den gelen şöyle bir haber var: Irakta bulunan
askerlerine şöyle yazdı: Bir kimseye; Korkma, ürkme, telaşlanma, dediğiniz
zaman o adam eman altında olur. Çünkü Cenabı Hak dilleri ve kastedilen şeyleri
bilir. Eman, öldürerek yahut yağmalayarak onlara zarar vermemektir. Bu da
Allah'ın bir hakkıdır. Cenabı Hakkın ilminden zerre kadar bir şey kaybolmaz. O
her gizliliği bilir.
Bu mukaddimeden de anlaşıldığı gibi muamelatla ilgili işlerde tek
başına bir dilin kendisi sözkonusu olmayıp anlaşılan mana önemlidir. İmam Muhammed
ve Ebû Yusuf ibadetlerde Arapça dil şartını koşmuşlardır. Çünkü tekbir ve namaz
kıraatini Farsça okumayı bu ikisi caiz görmemektedir. Zira İslam, dinsel metnin
hem lafzına, hem manasına bağlı kalmayı gerektirir. Bunu gözetmek gerekir.
Muammelatta ise bu şart değildir. Tasdik ve ikrar olan iman hangi dille
olursa olsun sahih olunca, eman öncelikle sahih olur. Kurban keserken de okunan
besmele, maksat hasıl olduktan sonra hangi dille olursa olsun sahihtir. Emanda
İse bunların hepsinden daha çok genişlik vardır.
373- Düşmanın bilmediği bir dille müslümanlar eman altında olduklarını
kendilerine duyursalar, yine emin olurlar.[330]
Kendilerine eman verildiğini tam manasiyle bilmeleri zordur. Çünkü bunu
bilmeleri batini bir iştir. Hükmü ona bağlamak mümkün değildir.
Hüküm kendisine delalet eden açık sebebe taalluk eder. O da
"eman" sözünü kendilerine duyurmaktır. Bu da fıkıhta büyük bir
esastır. Bunun için duy-
mayı şart koştuk. Çünkü duyamayacakları kadar uzak bir mesafeden
seslenecek olurlarsa, eman olmaz. Zira bunu duyup duymadıklarını anlamak mümkündür.
Yine aralarında bir tercüman bulunup da kendilerine müslümanlann bu sözlerinin
manasını anlatabilir. Bununla eman gerçekleşmiyecek olursa, bu müslümanlann
onlara hainlik etmeleri sözkonusu olur. Oysa hiyanetten sakınmak vaciptir.
Anlaşılıyor ki onlar anlamasalar bile müslümanlar kendilerine
bilmedikleri bir dille seslendikleri için anlam olarak eman vermiş sayılırlar.
Bundan dolayı sesi anlamamaları eman altında olduklarına dair hükmü iptal
etmez.
374- Müslümanların seslerini işitmiyecek uzaklıkta iseler, eman hükmü sabit
olmaz.
Çünkü müslümanlann seslerini kendileri anlıyacak durumda değildirler.
Zira aradaki mesafe büyüktür.
375- Müslümanlar düşman bir kimseye: eman altındasın, korkma, sana zarar
gelmez, dediklerinde o kimse tamamen e-man altına girmiş olur.
Çünkü bu nevi sözlerle ancak korku içinde olan kişinin korkusunu gidermek
için hitabedilir. Eman'ın gerçekleşmesiyle kendisinden korku gider. Her
müslüman eman verme yetkisine sahip olduğundan bu sözlerden birini söylediğinde
eman vermiş sayılır.
Mesela, kölesine, "azad ettim, sen hürsün" demesiyle kölenin
hürriyetine kavuşması gibi.
376- Müellif, aklî dengesi bozuk
olanın verdiği emana değinerek şöyle demektedir: Aklî dengesi bozuk olan kimse
İsla-mı tavsif edip akledebiliyorsa, verdiği eman geçerlidir. Bu kişi iman
konusunda akıllı sabi (çocuk) gibidir. Çocuğun emanı bölümünde belirttiğimiz
ihtilaf bunda da sözkonusudur.
377- İslamı akledip anlamıyorsa, emanı geçerli değildir.
Çünkü O, akledemiyen çocuk hükmündedir. Ancak geçimini temin konusunda
aklı yeterli olduğu halde b
378- Komutan, zimmîlerden birine, muhariplere eman vermesini emretse, yahut
müslümanlardan biri zimmîye böyle bir şey emretse ve zımmî de yerine getirse,
bu eman caizdir.
Çünkü komutan eman yetkisini bizzat kendisi elinde bulundurmaktadır.
Emir verdikten sonra zimmi de bu yetkiye sahip olur. Zimmînin, inancı sebebiyle
düşman tarafa meyil duyacağı mülahazasiyle emanı sahih olmamakla beraber
müslümanın ona emretmesi h
Ama çarpışmasını emrederse, durum değişir. Sadece bu emirle emanı
muteber olmaz. Çünkü müslümanın zimmîye çarpışma emrini vermesiyle eman
yetkisini de verdiği manası çıkmaz. Böyle bir şey olsa kafirin kendisi eman
vermiş sayılır. Halbuki kafir bu konuda yetkili değildir.
Ancak müslüman kişi, ona eman vermeği emrederse bu emirde eman verme serbestisi
manası da vardır. Çünkü bu eman müslümanın reyi ile çıkmıştır. Bunda töhmet de
sözkonusu değildir.
Bu emir iki şekilde olmaktadır: Ya zimmînin doğrudan doğruya:
"Size e-man verdim" yahut "Falan müslüman size eman verdi"
demesiyle olur. Müslüman ona: "Şunlara eman ver" dediğinde zimmînin,
"Size eman verdim, yahut falan size eman "verdi" demesi arasında
fark yoktur. Onlar da eman altında olurlar. Çünkü bu emirle eman verme
yetkisine sahip olur. Bu konuda herhangi bir müslüman hükmüne girer. Müslümanın
onlara: "Size eman verdim yahut falanca size eman verdi" demesi
müsavidir. Her iki şekilde de eman altında olurlar. Çünkü emanm yetkili kişi
tarafından verildiğini belirtmektedir.
Müslüman kişi, zimmiye: "Falan size eman veriyor" demesni
emretse ve zımmi de bu şekilde söylerse, onlar eman altında olurlar. Çünkü
zımmiyi kendilerine elçi göndermiş gibidir. O da bu görevini yerine getirmiş
olur. Bu da, kendilerine eman verdiğini bildiren bir mektup yazması ve zımmi
ile göndermesi gibidir. Bu mektup kendilerine ulaşınca, eman altında olurlar.
Kendisi onlara: "Size eman verdim" derse, bu eman geçerli
olmaz. Çünkü kendisine verilen emre muhalefet etmiş olur. Onun görevi mektubu
kendilerine ulaştırmaktı. Bu da eman verme yetkisini içine almaz. Yine:
"Size eman verdim" demesi mektubu ulaştırması demek değildir. Sadece
kendi kendine ek olarak yaptığı bir akiddir. Akid yapmağa da yetkili
olmadığından bu akdi geçersizdir.
379- İmanı Muhammed şöyle der: Düşmana esir düşenin verdiği eman,
kendisinden başka müslümanları bağlamaz.
Çünkü verdiği eman sırf kendi adına olup diğer müslümanlara şamil değildir.
Nitekim esir kendi canından korkmaktadır. Halbuki eman verenin kendi canından
emin olması lazımdır. Sonra dârulharpteki kafirler zaten esirden emindir. Çünkü
esirin bütün imkanları elinden alınmıştır. Düşman yurdunda hemen hemen herzaman
bir müslüman esir bulunduğundan onun vereceği eman başkasını bağlamaz. Aksi
halde düşmanla savaş kapısı sürekli kapanmış olur. Çünkü korkuya her
kapıldıklarında esiri zorlayarak ondan eman alabilirler. Bundan dolayı esirin
verdiği eman diğer müslümanları bağlamaz.
Ancak kendisi için düşmanla yaptığı eman akdine iki tarafın da bağlı
kalması gerekir. Mallarından bir şey çalmaması lazımdır. Çünkü kendisi için
bir töhmet vaki değildir. Zira daha önce onların yurtlarında eman altında
olarak kalmak için ahde vefayı kendine şart koşmuştur.
380- Düşmanın elinde gördüğü müslüman köle veya müslüman cariyeyi
kurtarmak niyetiyle de olsa, müslümanın eman ahdini bozması caiz değildir.
Çünkü bu esnada dârulharp kafirleri İslama girecek olsalar müslüman
esir ve cariye yine s
381- Ancak kafirlerin elinde hür bir müslüman veya zınımi veya sözleşmeli
köle ya da ümmü'I-veled yahut bir müslünıana veya zımmiye borçlu olan
kimselerden birini görürse bunları ellerinden kurtarmağa çalışabilir.
Çünkü bunlar ganimet olmazlar. Nitekim onun vasıtasıyla onlar müslüman
olsa kendisi onların olmaz. Zaten sayılan kişileri haksız yere tutuyorlar.
Nitekim onlara eman verirken haksızlıklarını tekeffül etmiş değildir.
Onun için hırsızlıkla veya gaspederek o kişileri çıkarıp kurtarma hakkma
sahiptir. Ancak hakkında ahid vermek caiz olan şeylerde ahde riayet etmesi
gerekir. Onları kafirlerden kurtardıktan sonra tekrar ellerine vermek üzere
eman akdi yapması caiz değildir.
382- İslam ordusu karargahında eman verilen kimseleri, komutan düşmanla
yaptığı anlaşmayı bozmak isterse, önce onları emin bir yere ulaştırması
gerekir. Ancak bunlar, "esir alınan kadın ve çocuklarımızdan ayrılmak
istemiyoruz" diyerek çıkmayı kabul etmezlerse, komutan kendilerine zarar
vermemek ve emin oldukları yere götürmek için düşmana saldırıyı geciktirir.
Böylece kendilerini ihtar ederek özür kabul etmiye-ceğini de bildirir. "Şu
saate kadar çıkıp gitmezseniz sizi zimmi sayar, haraca bağlarız ve emin
olmayacağımız yere de salmayız." diyerek ihtar eder. Bu müddet içinde
çıkıp gitmezlerse kendileri zımmi olmayı kabul etmiş sayılırlar. Böylece uzun
müddet İslam yurdunda kalırlarsa eman altında yaşıyan zım-miler gibi zimmet
akdini zımnen kabullenmiş sayılırlar.
383- Komutan, düşman askerinin İslam ordusuna saldırmasından ve
müslümanları gece Öldürmelerinden endişe ediyorsa onları emin olacakları yere
çıkmaya zorlayabilir ve bir süre tayin edebilir. Bu konuda müslümanları
gözetmesi gerekir. Her gece eman verdiği kişileri bir yere toplar ve başlarına
nöbetçi diker.
Çünkü onların çıkmaya ve çocukları ile eşlerinden belirli bir süre
içinde ayrılmaya zorlanmaları sonucu tehlikeleri daha da artmış olur. Onları
gözettiği gibi müslümanları da gözetmesi lazımdır. Gözetme yolu da budur.
Belirtilen süre içinde çıkmayıp zımmi olmayı kabul ederlerse, hergün
bir yere toplanır ve İslam yurduna çıkıncaya kadar başlarına her gece bekçiler
dikilir.
Çünkü sürenin geçmesi ile zımmi de olsalar kendilerinden tamamen emin
olmak doğru değildir. Aksine cizye vermekle mükellef tutulmaları onların
tehlikesini daha da artırmıştır. Yine korkuları gece daha çok artmaktadır. Bu
sebepten her gece başlarına nöbetçi diker. Sabah olunca nöbetçiler onları eş
ve
çocukları ile başbaşa bırakır.
384- Yine İslam ordusu düşmanla yüz yüze geldiğinde bunlar bir yere
toplanır ve başlarına nöbetçiler dikilir.
Çünkü iki ordu karşılaştığında tehlike ihtim
Onları ücretsiz beklemek imkanı yoksa, yönetici ganimet malından ücret
vererek başlarına bekçiler dikebilir.
Çünkü ücretle görevli tutmada ganimeti toplıyan mücahidlerin yaran
vardır. Bu ödeme, ganimet mallarını yahut ganimeti toplayan erlerin menfaatini
korumak için verilecek ücret gibidir.
Bu koruma da cihad kapsamındadır, halbuki cihad ücretle nasıl caiz
olur? diye akla bir soru gelebilir. Hemen belirteyim ki, durum böyle değildir.
Çünkü beklenen kimseler muharip değil, zımmidirler. Bunları beklemek de cihad
sayılmaz. Bu bekleme müslümanlara yahut onların eşyasına saldırma endişesinden
dolayıdır. Ganimetleri korumak için ücretle bekçi tutup bunları beklemek,
ganimetleri almak ve müslümanları öldürmelerini önlemek için ücretle nöbetçi
dikmek arasında fark yoktur.
385- Müslüman askerlerden biri, kaledeki veya siperdeki müşriklerden
birine: "Gel" anlamında bir işaret yapsa veya kaledekilere,
"Kapıyı açın" şeklinde işaret etse yahut göğe işaret yapsa ve
müşrikler de bunu eman sanarak istenen bu şeyleri yerine getirseler, yapılan bu
şeylerin müslümanlarla düşman taraf arasında eman ifade edip etmediği önceden
bilinsin veya bilinmesin eman sayılır ve "Size eman verdim"
hükmündedir.
Çünkü eman işinde çerçeveyi geniş tutmak esastır. Hıyanete benzer şeylerden
sakınmak da vaciptir. Aralarında daha önce biliniyorsa zaten mesele yoktur.
Çünkü örfle sabit olan, nasla sabit olmuş gibidir. Böyle bir şey eman
sayılmıyacak olursa, hıyanet olur. Daha önce bilinmiyorsa onu örf
mesabesine, hatta daha üstün seviyeye çıkaran h
386- Sonra Hz. Ömer'in şu hadisini delil göstermektedir:
"Müslümanlardan biri düşman askerlerinden birine "Buraya gel"
derse ve "gelirsen öldürürüm" diyerek bildirse ve adam gelse eman
altında olur.
"Gelirsen öldürürüm" sözünü anlamaz veya itişmezse hüküm
böyle olur. Ama bunu anlar ve duyar da yine gelirse, fey olur. Çünkü vaziyetin
ve örfün delaleti aksini iddia etse bile sözünün itibarını düşünür.
"Erkeksen gel", "kavga istiyorsan gel", "gel de
görürsün" gibi sözler söylediğinde bunun açıkça tehdit olduğu ve eman
ifade etmediği açıktır. Ama mutlak olarak "gel" demesi, muvafakat
ifadesidir. Yine parmağı ile göğe işaret etmesi, "Seni Allah adına temin
ederim" yahut "Allah'a yemin ederim ki sen emniyettesin"
anlamında olup sana eman verdim, demektir.
387- Müslüman askerler düşman yurdunda savaşçı bir a-damı yahut kadını
görür ve bu düşman savaşçı: ben eman almak için geldim, derse ve kendilerinin
bundan daha önce haberleri yoksa, sözüne itibar edilmez ve fey sayılır.
Çünkü zahir durum onu yalanlamaktadır. Kendisine saldmlıncaya kadar o
kişi gizlenmişti. Onun durumu da eman istiyene değil, saldırmak istiyen kişiye
benzemektedir. Açıkçası tuzağa düşdükten sonra bir hile yolunu aramaktadır.
388- Müslüman askerlerin ulaşamıyacağı, fakat sesini duyabildiği bir yerde
ise ve müslümanlar da öldürmek istediklerinde sesini keserek müslümanlara
teslim olursa fey' olur. Yönetici dilerse, "Eman almak için geldim"
sözünü dinlemeyip Öldürebilir.
Çünkü müslümanlar kendisini öldürmek istediklerinde onların eman verip
vermiyeceğini seslenerek öğrenebilirdi. Sonra emin bir yerde de bulunuyordu.
Seslenerek eman istemeyi terkedince, elinde imkan olduğu halde böyle
bir şey düşünmemiş demektir. Açıkçası müslümanlara karşı koymak istemiş, ancak
imkan bulamayınca hile yoluna başvurmuştur.
389- Müslümanlar onu Öldürmek yahut esir etmek için harekete geçmeden önce
onlara gelse ve eman dilese, emin sayılır.
Çünkü onlara doğru gelmesi teslim olduğunun delilidir. Bu da eman dilemek
için seslenmek gibidir. Halbuki birinci durum böyle değildi. Müslümanların
harekete geçmesinden sonra davranması onlara karşı koymak istediğini gösterir.
Lakin müslümanların davranmasından önce gelişi teslim olma isteğini ifade eder.
Onların tüccarları da eman istemeden müsliimanların yurduna girdiklerinde durum
aynı olur.
390- Bir siperde bulunup da müslümanlar onun sesini duy-
mayacak durumda iseler ve tek başına hiçbir silah da taşımadan çıkıp
yanlarına gelse ve müslümanlara sesini duyuracak seviyede yaklaşınca eman
isteğinde bulunsa, eman altında sayılır.
Çünkü kendi isteğiyle sığınağından çıkmış ve müslümanların duyacağı
yere gelince eman talebinde bulunmuş ve silahını bırakmıştır. Bundan da
anlaşılıyor ki eman istemek için gelmiştir. Eman verseler de vermeseler de o
adam eman altındadır. Çünkü Şeriat onları eman altında saymıştır. Cenab-ı Hak
buyuruyor:
"Müşriklerden biri sana sığınırsa, ona eman ver!"."[331]
"Eğer onlar barışa yanaşırsa, sen de yanaş..."[332]
391- Yine üzerinde silah taşısa bile savaşma pozisyonunda olmadığı sabitse,
eman altında sayılır.
Çünkü silahı müslümanlara satmak yahut yerinde bırakırsa kaybolur endişesiyle
silahı muhafaza etmek niyetiyle yanma almış olabilir.
392- Kılıcını çekmiş ve mızrağını hazırlamış olarak müslümanların
hakimiyet alanına girdikten sonra eman talebinde bulunsa, fey' sayılır.
Çünkü bu durumu onun savaşmak için geldiğini gösteriyor.
Netice olarak hakikatine vakıf olunması mümkün olmayan şeyde zahire
göre hükmetmek caizdir. Hakikati bilinmiyen şeylerde kan dökmenin mübah-lığına
götürse bile, g
Simaya bakıp hüküm vermenin caiz olduğunu şu ayeti kerime göstermektedir.
"Suçlular simalarından tanınır."[333]
Duruma bakarak hüküm vermenin caiz olduğunu da bu ayet göstermektedir
:
"Eğer savaşa çıkmak isteselerdi bir hazırlık yaparlardı."[334]
393- Asker geceleyin düşman yurduna indiğinde karşıdan bir müşrik gelerek
müslümanların hakimiyet alanına girse ve ilk karşılaştığı silahlı kişilerden
eman dilese, bu kişi emin olur.
Çünkü kendi iradesiyle çıkıp gelmiştir.. Ayrıca müslümanlara sesini duyuracak
yere geldiğinde onların etki alanı dışında sayılmaz. Zaten müslümanlara sesini
duyurmiyacak mesafeden bağırıp eman dilemek bir şey ifade etmez. Eman almak
için bir şey şart koşması da bu durumda bir anlam ifade
etmez
Meğâzî kitaplarında zikredildiğine göre Muhammed bin Mesleme, Beni
Kureyza muhasarasında bir gece müslümanların başında bulunuyordu. Ansızın iki
kişi kendisine doğru çıkıp geldi. Yanına varınca kendilerine sordu: Niçin
geldiniz? Eman için geldik, deyince salıverdi ve ekledi: Allahım! İyi kişilerin
hatalarını bağışlama faziletinden beni mahrum etme. Sonra onları bir daha
gömıedi. Durumu Rasulullah'a bildirdiğinde kendisini kınamadı.
394- Askerin ardından, sağından veya solundan güçlükler çıkardığını
gördükleri biri eman dilerse, kendisine eman verilmez ve fey' sayılır. Başkan
dilerse onu Öldürür.
Çünkü durumu casusluk için geldiğini yahut bazı müslümanlara gece baskın
yapmayı tasarladığını göstermektedir. Daha önce de belirttiğimiz gibi böyle
durumlarda g
395- Durumu anlaşılmayip eman için yahut başka bir şey için geldiği
kestirilemezse başkan onu alıp İslam yurduna gönderir ve onu zımmi olarak
tutabilir.
Çünkü iki ihtim
Ömür boyu İslam diyarında tutulur. Müslüman olursa hür olur ve ona
birşey düşmez, müslüman olmazsa haraca bağlanır.
İslam diyarına girmek isteyip de eman dilemek için seslerini ancak
muslümanlann etki alanına girdikten sonra duyurabiliyorsa ve bu yere
geldiklerinde eman isterlerse, emin olurlar.
Çünkü kendi iradeleriyle gelerek gerekli yollara başvurmuş sayılırlar.
396- Müslümanlardan emin ve etki alanı dışında oldukları halde gelip eman
dilerlerse, müslümanlar onlara isterse eman verir, isterse vermez.
Çünkü düşmandan emniyet içinde olanlar yurdumuza geldiklerinde
dârul-harpte yahut kalelerinde bulunuyorlardı.
397- Daha önce eman almış olduğu halde kalelerinde olan muhariplerin
emanlarmı muslümanlann geri almaları caiz i-ken, kalelerinde yeni eman taleb
edenlerin talebini müslümanlar evleviyetle red edebilirler.
Ama emniyet içinde olmayıp daha önce eman almış olanların emanını emin
olacakları yere ulaştırıncaya kadar bozmak caiz değildir.
Yine muslümanlann etki alanına girinceye kadar eman isteğiyle
gelirlerse istekleri red edilmez. Ama devlet başkanının o bölge halkına daha
önce eman vermiyeceğİni
bildirmesi, onların da bunu bilmesi h
Netice olarak eman talebi için emniyet yerinden ayrılan (kale, siper,
mevzi gibi yerleri terkeden) ler teamül olarak emin sayılırlar. Aksine bir
sarahat bulunmadıkça teamül hüküm gibi kabul edilir. Ama aksini belirten bir
sarahat varsa teamüle (adete) itibar edilmez. Önüne yemek sofrası konulan
kimseye ev sahibinin : "yeme" demesi gibi. Teamüle göre sofra yemek
için gelir. Ama ev sahibi yememeyi sarahatle ifade edince bu teamül geçersiz
olur.
398- Müslümanlar İslam ülkesinde savaşçı düşman bîrini gördüğünde, "eman
ile girdim" dese bile sözüne itibar etmezler.
Çünkü İslam yurduna girmesi yasak olduğundan bu adam zorla yakalanan
kimse hükmüne geçer. Eman iddiası ile de töhmet altına girmiş olur. Töhmet
altında olan adam hüccet olamaz. Nitekim bir müslüman onu yakalayıp köleleştirmek
İsterse, onun "eman ile buraya girdim" sözüne itibar etmez.
399- Bir müslüman çıkıp kendisinin ona eman verdiğini söylese, sözü tasdik
edilmez.
Çünkü yetkisi dışındaki bir şeyi bildirmiş olur. Zira köle edinme yahut
harbe geri gönderme hakkı müslüman topluma intikal etmiştir. Müslüman toplumla
sabit olanı bir kişinin ifadesi iptal edemez.
400- Eman verdiğini söyleyen müslaman fert dışında iki müslüman daha buna
şahitlik ederse, o adam eınan altında olur.
Çünkü delil ile sabit olan, görme ile sabit olmuş gibidir. Kendisinin
eman verdiğini söyliyen kişinin bu meselede şahitliği geçerli değildir. Çünkü
kendi yaptığı işi söylemektedir. Onun şahitliği, şahitlik değil, dava olur.
Gayri müs-Kmlerin şahitliği de muteber değildir. Müslüman kitle ile sabit olan
hak, bir kişinin söylemesi ile iptal olmaz.
401- Yîne: "Ben kralın h
Çünkü bu söz, eman altında olduğunu iddia etmesi demektir. Elçiler her
iki taraftan da eman altındadır. Cahiliyette de, İslamda da teamül budur. Barış
veya savaş meselesi ancak elçilerle anlaşılır. Görevini (haberleşmeyi) yerine
getirebilmesi için elçinin eman altında olması lazımdır. Bir toplumun elçisi
Rasulul-lah'ın (s.a.v.) huzurunda söylememesi gereken sözleri söyleyince
Rasulullah ona: "elçi olmasaydın seni öldürürdüm" buyurdu. Bundan da
anlaşılıyor ki elçi eman altındadır. Onun için sırf iddia etmesiyle elçi olduğu
tasdik edilmez.
402- Kralın yazdığına benzer bir mektubu çıkarır ve bunu kral yazdı,
diyerek elçi olduğunu iddia ederse, g
Mektup uydurma olabilir. Ancak dârulharpte kendisinin elçi olduğuna
şahitlik yapacak iki müslüman şahit bulamayacağından bu kadarla kendisinden
iktifa edilir. Daha önceki şeylerde de durum böyledir.
Ebû Hanife'ye göre yanında bir mektup yahut bir delili yoksa ve
müslü-manlardan biri onu dârulİslamda yakalarsa fey1 olur. Çünkü müslümanların
kuvveti sayesinde onu yakalayabilmiştir. Dârulharpte müslüman askerler arasında
bulunan kişiyi birinin yakalaması gibidir. Ancak bu durumda kendisinden beşte
bir pay (hms) vermek gerekir. Bu konuda rivayet tektir.
Beşte birin vacip olduğuna dair Ebû Hânife'den iki rivayet vardır. îmam
Muhammed'e göre bu adam, onu yakalayan müslüman için fey'dir. Çünkü islam
diyarında bu adam mubahtır. Onu kim önce yakalarsa kendi mülkiyeti olur. Avı
yakalayan ve otu toplayan kimse gibidir. Beşte birin vacip olduğuna dair İmam
Muhammed'den de iki rivayet vardır.
Netice olarak İmam Ebû Hanife'ye göre bu adamın İslam yurduna girişi
yasak olduğundan, girdikten sonra yakalanınca yenik düşmüş hükmünde olur ve
yakalanmadan önce İslama girse bile fey1 sayılır. Daha önce yakalanan ve devlet
başkanı tarafından henüz köleleştirilmeden müslüman olan esir gibidir.
İmam Muhammed'e göre ise, bir müslüman yakalamadıkça o adam İslam
diyarında yakalanmış gibi olmaz. Müslüman olursa hür olur. Çünkü ele geçirmek
esasında yurtla değil, elle olur. Bunun için yakalanmadan önce tekrar
eski yurduna dönerse hür olur. Biri ele
geçirirse sadece kendisi ele geçirdiği İçin onun mülkü olur.
"Yakalamadan önce kendisine eman verdim" derse İmam
Muhammed'e göre emin olur. Çünkü zahirde onun kölesidir. Hür olduğunu da itiraf
etmiştir. İtirafından dolayı da töhmet altına girmez.
Ebû Hanife'nin kıyasına göre bu sözünde tasdik edilmiş olmaması lazımdır.
Çünkü müslüman cemaatin hakkı onda sabit olmuştur. Haklarını iptal etmede
zaten tasdik edilmiş değildir. İslam yurdunda müslüman olduktan sonra
yakalanmadan dârulharbe dönerse hür olur ve ona bir şey de gerekmez.
İmam Muhammed'e göre bu meselede bir kapalılık yoktur. Çünkü yurduna
dönse de dönmese de hürdür. Ebû Hanife'ye göre bu adam devlet başkanı tarafından
köleleştirilmedikçe yakalanmış olsa bile köle olmaz. Dârul harbe dönerse
köleliği kalkar. İslama girmesi h
403- İslam ordusu düşmana ait şehirlerden birine uğradıktan sonra başka
bir tarafa geçeceği zaman şehir halkı onlara: "Sizden kimseyi öldürmemek
şartı ile bu yoldan değil de başka yoldan gidebilirsiniz" diye teklif
ederse ve müslümanların da şehrin sahibi düşmana gücü yetmiyorsa, her ne kadar
daha uzak ve zor ise de onların yararına olursa bu teklifi kabul edebilirler.
Çünkü düşmanın orduyu takibederek arkadan birer ikişer müslümanları
öldürmesinden emin değildir. Halbuki bu anlaşma onları bu tehlikeden kurtarmaktadır.
Nitekim Rasulullah (s.a.v.) Hudeybiye'de bundan daha ağır şartlan kabul
etmiştir. Mekkeliler müslüman olup Medine'ye gelen herkesi kendilerine iade
etmesini şart koştular. Bu şart yürürlükten kalkıncaya kadar Rasulullah
(s.a.v.) ona bağlı kaldı. Zira Mekkelilerle Hayber ehli arasındaki anlaşmaya
göre taraflardan kim saldırıya uğrarsa diğeri onu koruyacaktı. Bu da müslümanları
ilgilendirirdi. Böylece Rasulullah (s.a.v.) Hayber'e yürüdüğü zaman
Mekkelilerden emin olmak için kendileriyle anlaşma yaptı. Bundan da anlıyoruz
ki müslümanlara yararlı olduğu sürece bu nevi şartı kabul etmede bir sakınca
yoktur.
404- Bu şartı kabul ettikten sonra aynı yoldan geçmeğe tekrar karar
verirlerse bu ahdi bozar ve durumu onlara bildirirler.
Çünkü bu, eman ve saldırmazlık ahdi mesabesindedir. Buna riayet etmek
ve kendileri bozuncaya kadar bozmamak gerekir.
405- Müslümanlar: "Bu yoldan geçmemiz kendilerine zarar vermez"
diye ısrar ederse, kendilerine şöyle denebilir: "Bu yol üzerinde herhalde
onların ekinleri, hurmalıkları ve meraları olabilir. Bunlar kendilerine lazım
olur. Onları kullanmanızı ve hayvanlarınızı otlatmanızı da istemiyorlar. Yahut
hayvanları vardır. Onların olduğu yerden geçmenizi istemiyorlar.
"Hayır, bu en kolay yoldur. Geçerken hiç dokunmayacağız"
derlerse, kendilerine şöyle denilir: Hiçbir şey olmazsa bile mümkün değildir.
Çünkü adamlar herhalde kalelerini ve hayvanlarını görmenizi, yolunu
bellemenizi istemiyorlar. Sonra başka sefer gelirsiniz ve zarar verirsiniz.
Yahut burada onların açık bir tarafım görür ve gelir saldırırsınız. Onun için
yapacağınız bir tek şey var; O da Cenabı Hakkın şu kavline göre ya sözünüzü
tutarsınız yahut ahdi bozduğunuzu bildirisiniz. O, şöyle buyuruyor: "Sen
de onlara karşı anlaşmayı bozarak aynı şekilde davran"[336]
406- Şehir halkı "nehrimizin suyundan içmemek üzere bize söz vezin,
der ve biz de kabul edersek, nehirden içmemizin kendilerine zararı olsun veya
olmasın sözümüzü tutmamız lazımdır. Ama kendilerine zarar dokunmıyacağını
kesin olarak biliyorsak, onların haberi olmadan da içmemizin ve hayvanlara su
vermemizin bir sakıncası yoktur.
Çünkü şartın faydası varsa gözetilmesi gerekir. Fayda getirmiyen yahut
zararı önlemeyen şartı koşmak İnadçılıktır. Bu işin kendilerine zarar
vermiye-ceğini bildiğimiz anda bu şart yararsız ve geçersiz olur. Eğer
kendilerine zarar veriyorsa bu şarta riayet etmek lazımdır. Fayda veya zarar
belli değilse, zahire ,göre hükmedilir. O da bir menfaat sağlamadan yahut bir
zararı önlemeden böyle şartı koş m ıyac aklarıdır. Çünkü aklı olan faydasız boş
şeylerle uğraşmaz. Aksi sabit olmadıkça zahire göre hüküm vermek vaciptir.
407- Müslümanlar kendileri ve hayvanları o suya muhtaç iseler ahidlerini
bozar ve kendilerine sudan faydalandıklarını bildirirler. Sonra sudan
faydalanırlar. Mera için de durum aynıdır.
Çünkü kendi mülkiyetleri değildir. Rasulullah (s.a.v.) halkın su ve
otlakta ortak olduklarını belirtmiştir. Böyle bir şartın kendilerine yararı
olmadığını anlayınca bu ortaklık haklarını kullanırlar.
408- Ama ekine, bağlara ve meyvelere zarar vermemek üzere söz almışlarsa,
kendilerine zararı olsun veya olmasın bunlardan bir şey almak yahut zarar
vermek caiz değildir.
Çünkü bu onların mülkiyetidir. İnsanın tasarruf hakkı menfaat veya
zarar açısından değil, m
409- Ekin ve meralarını yakmamak üzere bizden söz almış iseler, yakmak
dışında müslümanlar hayvanlarıyla beraber bu şeylerden faydalanabilirler.
Çünkü ahde bağlılık şart koştuğumuz kadariyle bizi bağlar. O da yakmaktır.
Ondan yemenin, yakma ile ilişkisi yoktur. Ayrıca insanın kendi mülkünden yemesi
helal olduğu halde yakması caiz değildir.
Yine Şam
410- Köylerini yıkmamak üzere bizden söz alsalar bile oralarda bulunan
yiyecek, ot ve bina dışındaki şeylerden faydalanmada bir sakınca yoktur.
Çünkü yıkmak binalarda olur. Yiyecek ve benzeri şeyleri almak ise saklı
şeylerde olur. Zaten yıkmadaki bozgunculuğu bildikleri için bu şartı koşmuş
olabilirler. Yiyecek ve benzeri şeylerden faydalanmak caiz ise de kereste ve
benzeri şeyleri almak caiz değildir. Ancak bina dışındaki keresteleri almak ve
onunla ateş yakmakta bir sakınca yoktur. Çünkü bu yıkmak değil, faydalanmaktır.
Bu şarta göre yıkarak veya yakarak evlerine zarar vermek yahut tahrip etmek
helal olmaz. Çünkü bu tahripten de ötedir. Şartın hükmü bunda öncelikle sabit
olur.
Kilitli bir kapı bulup da açamazsak ahitlerini bozduğumuzu kendilerine
bildirmeden önce onu kırmamız doğru olmaz. Ama açabilirsek bir sakıncası
yoktur. Çünkü kapıyı açmak yıkmak demek değildir. Kilidini kırmadan açmamız
mümkün değilse kırmak caiz değildir. Çünkü bu tahriptir. Şartın metninde kabul
ettiğimiz şeylerin azı da, çoğu da aynıdır.
411- Ekinlerinden ve hayvanlarının yeminden faydalanmamamızı şart koşmuşlarsa,
bunlardan herhangi bir şey yakmamız caiz değildir.
Çünkü yakmak, şart koştukları yememekten de öte bir zarardır.
Evle-viyetle hükmün kapsamına girmektedir. Mesela anne babaya "üf' demek
yasak ise, sövmek evleviyetle yasak olur. Bunda durum yakmamayi şart koşmalarının
aksinedir. Çünkü yemek zarar bakımından yakmaktan daha hafiftir. Yakmak malın
kendisini telef etmektir. Yemek ise kendisinden faydalanmaktır. Yememeyi şart
koşmalarından maksat malın kendilerine kalmasıdır. Bu mal yeme ile yok olacağı
gibi yakmakla da yok olur. Ama yakılmamasını şart koşmaları, mallarının
bozulmaması demektir. Yemede ise bozmak yoktur. -
412- Ekinlerini yakmamayı şart koşmuşlarsa, yakmamız da caiz değildir.
Çünkü bu her yönden şartın metnine dahil olmuş gibidir. Çünkü her ikisi
de ifsad etmektir.
413- Yine suya batırarak telef etmemeyi şart koşmuşlarsa, su ile telef
etmek de caiz değildir.
414- Aynı şekilde gemilerini yakmamayı ve batırmamayı şart koşmuşlarsa,
onları alıp götürmemiz de caiz değildir.
Çünkü bu şarttan maksat kendilerinden faydalanmaları için bizzat gemilerinin
s
Nitekim evlerini yakmamayı ve yıkmamayı şart koştuklarında evlerini
yıkıp kerestesini ve kapılarını alıp götürmek de caiz değildir.
Bundan maksatları adı geçen şeylerini telef etmemektir. Ancak hepsini
şartın metnine dahil edememişlerdir. Telef etmenin açık sebeplerinden sadece
yakma ve yıkmayı zikretmişlerdir.
415- Kendilerinden esir aldığımız kimseleri Öldürmemeyi şart koşmuşlarsa,
yakaladığımız esirleri Öldürmeyip fey' saymada bir sakınca yoktur.
Çünkü esir etmek, şart koştukları şekilde öldürmek demek değildir. Öldürmek
bünyeyi yok etmektir. Nitekim düşmanın kadın ve çocuklarını esir almak caiz
olduğu halde öldürmek caiz değildir.
416- Kendilerinden kimseyi esir etmemeyi şart koşmuşlarsa, esir almak yahut
öldürmek bizim için caiz değildir.
Çünkü öldürmek esir almaktan daha kötüdür. Koştukları bu şart hem esir
almak hem de öldürmek için geçerlidir.
Ancak kendileri de müslümanlardan kimseyi esir etmemek ve öldürmemek
üzere verdikleri söze riayet etmiyerek hainlik ederlerse anlaşmayı bozmuş
sayılırlar. Artık önceden olduğu gibi kendilerinden esir almamız yahut
esirlerini öldürmemiz caiz olur.
Nitekim Mekkeliler Rasulullah'la anlaşmalı olan Huzaa oğulları aleyhine
Bekr oğullarına yardım edince Rasulullah (S.A.V.) anlaşmayı bozduğunu
kendilerine duyurmadan üzerlerine yürümüş ve aniden bastırmak için işi gizli
tutmuştur. Eğer içlerinden bir kişi bu fiili işlerse bu onların hepsinin ahdi
bozdukları anlamına gelmez.
Çünkü bir kişinin bunu işlemesi aralarında yaygınlık kazanması demek
değildir. Sonra, toplum adına bir kişinin anlaşmayı bozma yetkisi de yoktur.
Nitekim bir müslümanın dinen haram olan bir şeyi işlemesi imanını bozması demek
değildir. Yine bir zımmi bu şekilde davranırsa eman ahdini bozmuş demek
değildir.
Şayet onlardan bir cemaat yahut başkanları veya bir ferd savaşmak
amacıyla bunu işler de kendileri de bunu bildikleri halde değiştirmezse, o
zaman bu davranış anlaşmayı bozmak sayılır.
Çünkü başkanın işlediği aralarında hemen yayılır. Aralarında biri
işleyip de kendileri karşı çıkmazsa sanki kendileri ona emretmiş gibi olurlar.
Nitekim, beyinsiz birinin yaptıklarına karşı çıkılmadığı zaman emredilmiş gibi
sayılır. Bu işin aleni olarak işlenmesi iki taraf arasındaki anlaşmanın
bozulması gibidir.
417- Her iki taraf esirleri öldürmemek üzere anlaştıklarında bizden esir
aldıklarını öldürmedikleri takdirde bizim de onlardan esir aldığımız esirleri
öldürmemiz caiz değildir.
Çünkü bu davranış onların anlaşmayı bozması demek değildir. Çünkü onlar
esir etmeme şartını değil, esirleri öldürmeme şartını kabullenmişlerdir. Şarta
bağlı kaldıkları sürece aynı muamele ile biz de kendilerine karşı anlaşmaya
bağlı kalırız.
418- Düşman taraftan biri eman ile islam yurduna girdikten sonra kasten
veya yanlışlıkla bir müslümanı Öldürse veya yolkesenlik yapsa veya müslümanlar
hakkında bilgi toplayıp düşmana vererek casusluk yapsa veya müslüman yahut
zımmi bir kadınla zorla zina etse veya hırsızlık yapsa, bunlardan hiçbiri ile
iki taraf arasındaki ahdi bozmuş sayılmaz.
Ancak İmam M
Görüşümüze göre müslüman, bu fiillerden birini işlediği zaman nasıl ki
liman ahdi bozulmuyorsa, muharip de işlediği zaman eman ahdini bozmuş olmaz.
419- Bu konuda delil, Hâtıb b. Ebi Belte'a hadisidir: "Mu-hammed üzerinize yürüyor,
tedbirinizi alın" diye Mekkelilere: mektup yazdı. Bunun hikayesi uzundur.
Cenabı Hakkın şu ayeti onun hakkında nazil oldu: "Ey inananlar! Benim de
düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin"[337] Cenabı
Hak yine de onu mümin olarak vasıflandırmıştır.
Yine Ebû Lübâbe b. Abdilmunzir'e Beni Kureyza: Rasu-lullah'm hükmüne
uyarsak bize nasıl davranır? diye danıştıklarında elini boğazına götürerek kafalarını
vuracağını haber vermiştir. Cenabı Hak bu ayeti onun hakkında indirmiştir:
"Ey inananlar! AUaha ve Peygambere karşı hainlik etmeyin"[338]
Bunları işlemekle mümin imandan çıkmadığı gibi eman altında olan
kimsenin işlemesiyle de eman ahdini bozmuş sayılmaz. Ancak kasten bir mümin
öldürürse kısas olarak o da öldürülür. Çünkü muamelat işlerinde kulların
haklarına riayet edeceğini kabullenmiş demektir.
420- Bir müslümana iftira etse kendisine iftira cezası uygulanır.
Çünkü bunda da kulların hakkını çiğnemiş olur. Bu ceza kulların haysiyetini
korumak için konulmuştur. Onun için ceza uygulanacağı zaman iftiraya uğrayanın
ifadesine başvurulur. Zarar gönen kişinin görüşü alındıktan sonra yerine
getirilir. Ancak zina ve hırsızlık gibi cezayı gerektiren suçlardan birini
işlediğinde Ebû Yusuf a muh
421- İmam Muhammed görüşünün sıhhatini şöyle delillen-dirir: Zımmîlere bu
cezaların uygulanıp uygulanmıyacağı konusunda Müslümanlar ihtilaf etmişlerdir.
Medine
Çünkü zımmi muamelat işlerinde İslam ahkamına riayetle mükelleftir. Zira
ülkenin vatandaşıdır. İçki içme cezası dışında bütün cezalar kendisine tatbik
edilir. Çünkü içkinin haram olduğuna kendisi inanmıyor. Haram olduğuna
İnanmadan ceza sebebi meydana gelmez. Ama eman altındaki kişi vatandaş
değildir. Hükümlerimizi de kabullenmiş değildir. Sadece ihtiyacını gidermek
için yurdumuza gelmiş, sonra yurduna dönecektir. Kendi yurduna dönüşten
alıkonulmaz.
422- Eman altındaki kişiyi bir müslüman veya zımmi öldürse, kısas
gerekmez.
Bunun için sırf Allah'ın hakkı olan cezalar kendisine uygulanmaz.
Ancak yine bir zimmî, eman altındaki kişilerin malından aldığı şeyleri
iade etmekle emrolunur. Tükettiği şeyler için tazminat öder. İliştiği kadına
mehir öder.
Çünkü mülkiyetinde olmıyan bir kadına ilişmeğe ya ceza yahut mehirden
biri mutlaka terettüb eder. Ceza vacip değilse, mehir vaciptir. Çünkü bu,
kadının hakkıdır.
Yaptığına karşı ceza olarak dayak atılır ve devlet başkanının uygun
göreceği kadar hapsedilir.
Tazir edilir. Çünkü tazirde temizleme ve tazim manası vardır. Nitekim
Yüce Allah şöyle buyuruyor : "Ona yardım etmeni, Ona saygı göstermeniz
için"[339] Kafir ise buna ehil
değildir. Bunun için "Edebe aykırı davrandığı için dayak atılır"
dedi.[340]
423- Müslüman ordusu bir sığmağa yahut kaleye uğrar ve yanında dururken
orada bulunan savaşçılar: Malımız ve aile efradımız için bize eman verirseniz
size kapıları açarız, derse ve kendileri de eman verdikten sonra kapıları
açarsa, her ne kadar kendilerini belirtmemiş de olsalar, eman altında olurlar.
Çünkü "bize" anlamındaki zamir, konuşan kimsenin konuşacağı
şeyleri kendi nefsine ilave etmekten kinayedir. "Ala" sözü de şart
içindir. Nitekim Cenab-i Hak şöyle buyuruyor: "Allaha ortak koşmamak
şartiyle sana biat etmek üzere geldikleri zaman..."[341]yine
buyuruyor : "Bana Allah'a karşı ancak gerçeği söylemek gerekir"[342]Yani
bu şartla. Böylece anlıyoruz ki bize eman verin, derken kendilerini de dahil
etmişlerdir. Müslümanlar da eman verdikten sonra onlar emin olurlar.
424- Sığınakta bulunanlar eman aldıktan sonra dışarı çıkar ve müslümanlara
: İşte bunlar bizim yiyeceklerimiz, bunlar da ailemiz ve akrabalarımızdır,
derse adaletli iki müslüman şahidin ifadesiyle beraber delil bulunmadıkça
tasdik edilmezler.
Çünkü mahzende bulunan bütün şeylerde sebebin zuhura ile haklan da
sabit olmuştur. Onlar, müslümanların hakkı sabit olduktan sonra hak iddia
e-diyorlar. Delil olmadan sözleri tasdik edilmez. Adil müslümanların şahitliği
dışında müslümanlan bir hüccet bağlamaz. Mesela alış verişte taraflardan
birisi şart muhayyerliği[343]
olduğunu iddia etse, bu iddiası ancak delil ile geçerli olur.
425- İmam Muhammed der ki; Bu konuda kıyasla amel etmek mümkün değildir.
Çünkü kapıları açmadan Önce mahzende mal ve yakınları için şahit gösterecek
adalet sahibi iki müslüman
şahit bulamazlar. Erkeklerin mutt
Bir şey üzerinde birbirlerini tasdik ederlerse, ona itibar etmemiz
lazımdır.
Çünkü aralarında bulunan şeyin hakikatine nüfuz etmek elimizde olmadığından
kendi tasdiklerinin zahirine bakılarak hüküm verilir. Söylediklerini
yalanlarlarsa, fey1 olurlar.
Çünkü yalanlama h
426- Bunlar kendilerini yalanladığı zaman başka kimselerin yakınları
olduklarını iddia etseler, sözleri tasdik edilmez.
Çünkü sözleri çelişmektedir. Sözü çelişkili olana itibar edilmez.
Yine biz sözlerini tasdik ederken istihsan kabilinden kabul ediyoruz.
Bu da böyle batıl birşeyde birbirini tasdik etmeğe cesaret edemiyeceği
kanaatinin hasıl olmasıdır. Bu ise iddia anında kaybolmaktadır. Onun için
mahzendekilerin hepsi fey' olur. Ancak eman altında olanlar ve başlangıçta
yakınları olduklarına dair kendilerini tasdik edenler müstesnadır.
427- Onlardan bir kişi, mahzenden çıkanların bir kısmı benim ehlimdir,
başka bir kişi de, benim ehlimdir, diye iddia etseler ve çıkanlar da bunlardan
birini tasdik etse onun ehlinden sayılır ve eman altında olur. İkisini de
tasdik etmezse fey1 olurlar.
Çünkü eman için gerekli sebep iki taraf arasında sabit olmamıştır.
428- Ehli demek; büyük küçük, kadın erkek, oğlu ve eşi gibi şahıslardır.
Kıyasta ise ehli sadece eşidir. Çünkü örfe göre evli olan kimseye
müte-ehhil denir. Evli olmıyana da müteehhil olmıyan denir. Bir cemaat bu
görüşte ise de İmam Muhammed şöyle demektedir :
Ehil sözü, erkeğin evinde barındırdığı ve geçimini sağladığı herkese
şamildir.
Nitekim Hz. Nuh kıssasında çocuğun ehilden olduğu belirtilmektedir.
"Şüphesiz oğlum ehlimdendir."[344] Hz.
Lut kıssasında da Cenabı Hak eşi ehil-den istisna etmiştir: " Eşi hariç
onu ve ehlini kurtardık"[345] Nuh
kıssasında yine şöyle denilmektedir: "Her cinsten birer çifti ve aleyhinde
hüküm verilmiş olanın (yani eşinin) dışında kalan çoluk çocuğunu ve inananları
gemiye bindir, dedik"[346]
Böylece anlıyoruz ki ehil sözü kadın eş dışındaki aile fertlerini kapsıyor.
Bir kaç kişiye baktığı zaman: falancanın ehli çoktur, denilir. Bu durum, örfe
göre ehil ve eş sözü eşit şekilde kullanıldığından ileri gelmektedir-
429- Kendisinden ayrılmış büyük oğlu ehlinden sayılmaz. Yine evli olup da
kocasının evinde olan kızları da ehlin dışındadır.
Çünkü nafakası ona ait değildir. Ehil ise akrabası olsun veya olmasın
evinde barındırdığı ve geçimini sağladığı kimselerdir.
430- Bu konuda birbirlerini tasdik ederlerse emin olurlar. Taraflardan biri
iddia eder, karşı taraf onu yalanlarsa, iddia eden taraf fey1 sayılır.
Yalanlıyan taraf "ben yanildım" der ve sözünden dönerse, artık tasdik
edilmez.
Çünkü sözünde çelişki bulunmakta ve yalanlamasiyle müslümanların hakkı
daha önce sabit olmuş bulunmaktadır. Sözünden dönerek diğer tarafı tasdik
etmesiyle bu hak batıl olmaz.
431- Ailelerimiz için bize eman verin derlerse ve mesele aynı ise, onlardan
her şahsın ailesi, ülkelerinde baba tarafından kendilerine nisbet edilen akrabalarıdır. Nitekim
ülkemizde müminlerin emirinin ehli, Abbas oğulları, Hz. Ali soyundan ve Talha
ile Zübeyr soyundan gelenlerdir.
Evden maksat, oturulan ev değildir. Ondan maksat soydur, aile
nesebidir. İnsan babasının kavmine mensubdur.
Böylece anlıyoruz ki ehli, nesebini teşkil eden aile zinciridir.
Kendisi ile tanındıkları babalarının ehli olmaktadırlar.
432- Eman altında olan kimsenin annesi, eşi, anne bir kardeşleri,
teyzeleri ve dayıları, evinde olsalar bile ehlinden sayılmazlar.
Çünkü kendisinin mensub olduğu kimseye değil, başka birine mensupturlar.
Nitekim h
433- Yine âl'imiz için eman verin diyebilir. Ehli va âli, sözleri örfe göre
aynıdır, cinsim için eman verin derse, yine durum aynıdır.
Çünkü insan anasının kavmi cinsinden değil, babasının kavmi cinsin-dendir.
Nitekim Rasulullah (S.A.V.)'in oğlu İbrahim, annesi kıptî olmasına rağmen
kendisi Kureyş'tendir. Yine İsmail annesi Hacer'in kavmi cinsinden değil,
babası Hz. İbrahim'in kavmindendir.
434- Akrabalarım, yakınlarım veya
nesebime bağlı olanlar için eman verin diye taleb ederse;
Ebû Hanife'nin kıyasına göre bu bütün yakınları için geçerlidir. Bu konuyu
"ez-Ziyâdât" kitabında "vasiyetler" bölümünde açıklamıştık.
Ancak bu konu ile vasiyyet konusu arasında iki açıdan fark vardır :
a- Ebû Hanife'ye göre vasiyyet en yakın akrabadan başlar ve geriye doğru
gider. Burda ise yakını da uzağı da bütün akrabalar eman altına girer. Aralarında
fark yoktur. Çünkü bu sıla yolu ile gerekli olan bir şeydir. Sılada ise insan-
yakın ile uzak arasında tercih yapar, yakından uzağa doğru tasnif eder. Ama can
kurtarma durumunda insan yakın veya uzak akraba aynmı yapmaz.
Birinci durumda (yani vasiyette) uzağı ve yakını eşit tutmak yakına
zarar getirir. Hakkını azaltır. Uzak olanı ortak yapılırsa, yakına zarar
gelmez. Çünkü uzak olana eman verilse de, verilmese de kendisi eman atına
girer.
b- Yakına yapılan vasiyette oğlu veya babası dahil olmaz. Herhangi bir
sebepten dolayı ona varis olmasalar bile durum değişmez. Emanda ise istihsan
yolu ile oğlu da babası da dahildir. İkisinde de kıyas aynıdır. Çünkü akrabalık
sözü herhangi bir vasıta ile başkasına akraba olan kimseyi de içine almaktadır.
Ama vasıtasız olarak başkasına yakın olan akrabalıkla mensub olandan daha
yakındır. Cenabı Hakkın şu ayette akrabaları ebeveyne atfetmesi de bunu
desteklemektedir.
"Ana babaya, yakınlara uygun bir tarzda vasiyet etmesi"[347],
Ancak istihsan yolu ile şöyle demektedir :
435- Akrabaları için eman taleb etmesi onlara acıdığından onları kurtarmak
içindir. Babasına ve oğluna olan şefkati diğer akrabalara şefkatinden daha
büyüktür. Bu açık olduğundan onları da emana dahil ettik. Dahil etmeseydik
kişinin babasına akrabamdır, demesi hakaret olurdu. Eman işlerinde de onu dışarıda
bırakmak yahut başkasına eman isteyip onu kurtarmamak insafsızlıktır. Burada onları
da dahil edersek ilgisizlik ve ebeveyne itaatsizlik sözkonusu olmayıp iyiliğe
daha yakın olur. Bunun için emana dahil edilmişlerdir.
436- Yiyecekleri için eman verildikten sonra daha k
Çünkü anlıyoruz ki mal adamın elinde olduğu sürece onun sayılır.
Nitekim kendi şahsı hakkında da sözü geçerlidir. Belirttiğimiz gibi bu iş
esasında iddia eden kişiyi tasdik etme meselesine racidir. Yiyeceklerde de
durum aynıdır. Daha önce elinde olan kimsenin tasdikine bağlı olur. Şu anda
elinden çıkmıştır, denemez. Çünkü elinden çıkmasının sebebi ganimet olarak
almmasıdu; Eman ile sabit olan, bu sıfata dahil olan mesabesinde olmaz. Yine bu
mana nefislerde mevcuddur. Hükmen ganimet yolu ile alınmış gibi olmuştur.
Bununla beraber onları bu konuda tasdik etmek esas ilkeye itibar edilmesi
sebebiyledir.
437- Bu yalanlamadan sonra başka bir yiyecek iddiasında bulunsalar, tasdik
edilmezler.
Çünkü ilk iddialarından anlaşılmıştır ki mahzende olduğunu iddia
ettikleri yiyeceklerden başka şeyleri olmamıştır. Kitapta tercih ettiğimiz
mefhum yolu ile de bu iş sabit olmuştur. Sonra ikinci iddialarında çelişkiye
düşmüşlerdir.
438- Yiyecek elinde olan kimse onları yalanlıyarak bu şeyler benimdir,
dedikten sonra tekrar onları tasdik ederse bu sözüne itibar edilmez. Çünkü
bunda çelişki vardır. Yalanlama ile ganimet mah olma gerçekleşmiştir. Bu
şeyler artık fey' olur.
439- Yiyecekleri eman altındakilerin elinde görürsek ve onlar da: Bunlar,
bize eman verdiğiniz yiyeceklerimizdir, derlerse sözleri muteberdir.
Çünkü sahip olma hakkı onlarındır. Zahire göre bu onlar için bir
şahittir. Aksi ortaya çıkmadıkça hüküm ona göre verilir.
440- Sözü muteber kabul edilen herkese devlet başkanı yemin ettirir.
Çünkü haber verdiği şeylerde genel olarak doğru kabul edilir. Yemin de
edecek olursa artık sözü tam geçerli olur. Ayrıca yeminle beraber, şer'an yalan
töhmeti de kalkmış olur.
Sadece Allah adına yemin ettirilirler.
Çünkü Rasulullah (S.A.V.) : "Sizden kim yemin edecek olursa
Allah'a yemin etsin, değilse yemin etmesin" byurmuştur. Ama eman altındaki
kafir ise mukaddes şeyler üzerine ciddi bir şekilde yemin ettirilir.
Hristiyan ise: "İncili Hz. İsa'ya indiren Allah'a" Yahudi ise
"Tevratı Hz. Musa'ya indiren Allah'a" şeklinde yemin ettirilir.
Çünkü bu ziyadelik h
Mecûsîise : "Ateşi yaratan Allah'a" yemin ettirilir.
Bu da aynı amaçla yapılmaktadır. Ancak birçok
Halbuki ateş diğer yaratılmış varlıklardan farklı değildir, görüşündedirler.
Ama hıristiyan ve yahudiye ettirilen yeminde durum böyle değildir. Her iki
yemin şeklinde de iki Peygamber ve iki kitaba ta'zim vardır. Bu da doğrudur.
441- Yakınları için eman aldıktan sonra adam: Bu benim ehlimden değildir
derse ve esir alınan da tasdik ederse, sonra adam; hayır, ehlimdendir, diye
kendi iddiasını yalanlarsa, sözüne itibar edilmeyip esirin dediği geçerlidir.
Çünkü ilk iddiasiyle esir eman sahibi olmuştur. İkinci sözü (kendini
yalanlaması) ile bu emanı iptal etmeğe çalışmaktadır.
442- Sözünde çelişki olmadığında bile tasdik edilmezken, bunda nasıl tasdik
edilebilir. İddai eden değil de, ehlimdendir diye iddia edilen kişi sözünden
dönerse, bu kişi fey' olur.
Çünkü müsümanlann kölesi olduğunu kendi diliyle söylemiştir. Söz-konusu
kişi eman verilenin ehlinden olsa da artık kendi ikrarı önem kazanır.
Ama idia eden kişi onun kölesi veya cariyesi olduğunu iddi etse ve
iddia edilen kişi de onu tasdik ettikten sonra, ben köle değilim, derse, artık
sözükabl edilmez ve köle olur.
Çünkü tasdik etmesiyle onun ölesi olmuştur. Bundan sonra onun mülkünü
iptal etmede sözü geçerli olmaz. Kişinin mülkü kendi ehlinden olduğu için ona
masraf eder ve eman kapsamında olur.
443- İddia jsahibi: Bu ehlimden değildir, kölem de değildir, derse ve
hakkında iddia varid olan kimse onu yalanlarsa, o zaman fey' olur.
Çünkü iddia sahibi mülkünde ganimet sahiplerinin hakkı olduğunu itiraf
etmiştir. Bu da onun bizzat kendi aleyhinde itirafıdır.
Ancak devlet başkanı onu öldüremez.
Çünkü başlangıçta ikisinin de köle olduğunu kabul etmeleriyle bu adam
eman altına girmiş olur. Bundan sonra öldürülmesi mubah olursa iddia sahibinin
iddiası ile ancak öldürülmüş olur. Halbuki kanının dökülmesinin cevazında onun
sözü hüccet değildir.
444- Kısasa müstehak olduğunu itiraf etmesi gibi sözünde çelişki olmadığı
hallerde durum böyle olunca, çelişki olduğunda sözü hiç muteber olmaz. Şayet
iki taraf da mülkü olmadığını itiraf ve birbirlerini tasdik ederse o zaman devlet başkam erkek olanı
öldürebilir. Kadın ise öldüremez.
Çünkü iddia edenin itirafı ve iddia edilenin tasdiki ile onun mülkü
olmadığı sabit olmuş ve eman kapsamına girmediği anlaşılmıştır. Kanının mubah
olduğuna dair itirafından dolayı da töhmet altına girmiş olmaz.
445- Nitekim kendi aleyhinde kısasla itirafta bulunsa ikrarı sahih olur.
İster hür, ister köle olsun fark etmez.
İddia sahibi: Bu ehlim arasında bulunan oğlumdur" derse ve erkek
olan esir onu tasdik etse ve devlet başkanı ikisinden de şüphelense, sadece
iddiaya konu olana yemin ettirir. Yemin ederse hür olur, etmezse fey' sayılır.
Ganimet toplıyanların malı olduğunu kendisi itiraf etmiş olur. Çünkü
caymak ikrar etmek mesabesindedir.
Ancak öldürülmez.
Çünkü karşılıklı tasdikleriyle eman altına girmiştir.
Bundan sonra ölürülmesi caiz olrs, inkar ettiği için caiz olur. İnkar
etmek, öldürmenin mubah olması için delil olmaya elverişli değildir. Delili
de, kısas cezasını hak ettiği idia edilen kişinin yemin etmeyi kabul etmemesi
h
İsa bin Ebn bunun yanlış oldğunu söledi. Çükü brada ödürmenin mubah
olması, inkar itibarile değil,aslın mubah olmasıladir.Kişininkanım dökülmesi
mubahtı ve iar etmesiyle ödürülmesine engel olan eman da ortadan kalkmış olur.
Bu da katilin, organını velisinin kestiğini iddia etmesi ve velisinin bunu
inkar edip yemin etmesi mesabesinde olur. Bu durumda kısas uygulanır ve bu
yemin ile öldürme sayılmaz.
Fakat kitapta söylenen, daha doğrudur. Çünkü temelde var olan
mübah-lık, adamın iddia eden kişinin ehlinden olduğuna dair karşılıklı
birbirlerini tsdik etmesiyle ortadan kalkmıştır. Bundan sonra ödürülmesi caiz,
olrusa, inkar ettiği için caiz olur. Halbuki inkarda şüphe ve ihtimal
olduğundan o da caiz olmaz. Yalan yeminden kaçınmak sebebiyle olabileceği gibi,
doğru yemine yanaşmamak sebebiyle de olabilir İddia eden kişiye yemin
ettirilmez. Çünkü yemin ettirmekten amaç gerçekleşmemiştir. Çünkü köleliğin hak
edilmesi ve Öldürmenin mubah olması ile ilgili şeylerde oğlu hakkında sözü
geçerli değildir. Yemin ettirmekten maksat da odur.
446- Yiyecek şeyleri için eman verilen kimse henüz kimsenin mülkiyetine
geçmiyen eşya için: Bunlar da benimdir, derse ve o şeyler de söylemeden Önce
müslümanların eline geçmişse, ancak müslümanlardan getireceği adaletli bir
delil ile sözü tasdik edilir. Değilse edilmez.
Daha önce kimsenin malı olduğu bilinmediğine göre zahire bakarak o anda
kimin elinde ise ona ait kabul edilir. Buna göre onda hak müslüinanlarındır.
İddia sahibi bu iddiası ile müslümanların ona sahip olmalarını gerektiren zahir
bir sebebi iptal etmektedir. Sözü de bunun için hüccet olmaz. Müslümanlardan
adaletli bir delil getirmesi lazımdır.
447- Mal müslümanların eline geçmeden önce bunu söyleseydi yemin
ettirildikten sonra sözü geçerli olurdu.
Çünkü mahzende olan şeyler orada olduğu sürece kendisi onlara müslümanlardan
daha yakındı. Bu iddiada bulunduğu zaman sanki o şeyler onun mülkiyetinde idi.
448- Her iki tarafın elinde ve ikisi
de kendi malları olduğunu iddia ettikleri halde devlet başkanının yanma
varırlarsa, yemin ettirildikten sonra mal eman altında olan kimsenin olur.
Çünkü asıl itibariyle onun mala yakınlığı müslümanlardan önce idi. Biliyoruz
ki müslümanlar sonradan ona ulaştılar. Asıl baki oldukça müslümanların ulaşması
muteber değildir.
Nitekim onu eman altındaki birinden aldıklarını bildiğimizde bu mal hakkında
onun sözü geceli olursa, burada evleviyetle geçerli olur.
449- Ancak mahzen sahiplerinden bir gurup ve müslümanlardan bir gurup ona
tutunmuş olarak devlet başkanına gittiklerinde mahzen sahipleri onun eman atında
bulunan kişiye ait olduğunu ikrar ederlerse, onların sözü kabul edilir.
Çünkü temelde onların elinde di. Onun için müslümanlarm elinde olmasına
İtibar edilmez.
450- Ama onlar emirin yanına varırken mal sadece müslü-manlarm elinde ise,
ona itibar edilir.
En başta elinde bulunduranın hakkı yok olmuştur. Gerçekten müslümanlarm
mı, tasdik edenlerin mi, yoksa başkalarının mı olduğu bilinmez.
Onun için buna itibar edilmez.
Ancak o anda kimin elinde ise ona itibar edilir. O anda d müslümanlarm
elindedir. Adil müslümanlarm getirecekleri delil olmadan bunu izale etmek caiz
değildir.
451- Müslümanlardan bir zümre malı eman altmdaki-
lerden aldıklarına dair şahitlik yapar; yahut malı elinde tutanlar onu
eman altındakilerden aldıklarını itiraf ederlerse veya mahzendekilerden
aldıklarını söylerlerse, onlar da bu malın e-man altındaki kişilere ait
olduğunu söylerlerse veya onu mahzende olanlardan aldıklarına dair şahitler
şahidlik yaparsa ve onlar da malın eman altındaki kimselere ait olduğunu
söyler-lerse, mal onlarındır.
Çünkü delil ile sabit olan, görme ile sabit olmuş gibidir. İtiraf ile
sabit o-lan da görme ile sabit olmuş gibidir. Müslümanlara aidiyeti de ellerine
geçme şekli itibariyle sabit olmayıp eman altındaki şahıslara iadesi vaciptir.
Müslümanların onlardan aldığı kimseler malın eman altındaki kimselere ait
olduğunu aldıktan sonra da itiraf etseler yine onlarındır. Almadan önce itiraf
etseler h
452- Müslümanlar eşyayı paylaştıktan yahut eşya satıldıktan sonra eman
altındakiler eşyanın kendilerine ait olduğunu iddia ederlerse, kendilerine
yahut krala yakın kimselere ait o-lup onlardan alındığına dair delil olmadıkça
sözleri tasdik edilmez.
Çünkü maldan pay alanlar veya satın alanların m
453- Malı alan müslümanlar onu eman altındakilerden yahut eman
altındakilere ait olduğunu itiraf eden kimselerden aldıklarını itiraf
ederlerse, sözleri tasdik olunmaz.
Çünkü malda ne hakları ne de m
Ancak itiraf eden müslümana bu maldan pay düşmüşse, kendi payı için
sözü tasdik edilir ve elinden alınarak eman altındakilere iade edilir.
Çünkü kendi mülkü hakkındaki itirafı onun için bir delil gibidir. Hatta
delilden de üstündür,
Ancak bedeli ödenmez.
Çünkü istihkak kendi itirafı ile olmuştur. İtirafı ise diğer ganimet
alanlar için geçerli değildir. Kendisi onlar yerine payını itlaf etmiş sayılır.
Onun için ganimetten bedel almağa müstahak değildir.
454- Ganimet alınanlar ise dârulharpte olsun yahut oradan çıkarılmış olsun
paylaşılmamış veya satılmamış iseler, müslümanlarm eline düşmüş olsalar bile
eman altında olduklarına dair tasdik edilirler.
Çünkü kendileri hakkında sözleri ve tasarrufları, köleleştirilmedikçe
muteber sayılır. Köleleşmeleri de ihraz etmeksizin paylaşmak yahut satmakla
gerçekleşir. Nitekim ihraz ettikten sonra devlet başkanı onları öldüremez.
Yine dilerse bir ihsanda bulunup onları zımmi sayabilir. Bunu yaparsa emniyet
altma girmiş olurlar.
455- Ama paylaşılmış yahut satılmışlarsa artık sözleri tasdik edilmez.
Çünkü onlar için kölelik gerçekleşmiştir. Bundan sonra sözleri muteber
değildir. Kendileri hakkında da tasarruf yetkileri yoktur.
Ancak satılma ve paylaşmadan önce eman altındakilerin ehlinden
oldukları konusunda eman altındakilerle karşılıklı birbirlerini tasdik ettiklerine
dair müslümanlar şahitlik yaparsa, artık kendilerine dokunulmaz.
Çünkü delil ile sabit olmak, görme ile sabit olmak, gibidir.
456- Eşya hakkında da durum aynıdır. Ellerinden alınmadan önce karşılıklı
birbirlerini tasdik ettiklerine dair bir delil varsa ona da dokunulmaz.
Malın ellerinden alınması, taksim ve satışla köleleştirilmeieri gibi
sayılmıştır. Ancak bu, önceden kimin mülkiyetinde olduğu bilinmiyen mallar
için geçerlidir.
457- Ama delil ile istihkak bu şekilde sabit olduktan sonra satılanları,
satın alanlar ücret karşılığında iade eder. Ganimetten kendisine pay düşen
gazilerden ise bütün ganimetler paylaşılmış olsa bile beytulmaldan bedeli
ödenerek iade edilir.
Çünkü onların payı
gerçekleşmiştir. Ganimet sahiplerine bedel ödenerek verdikleri karşılanır.
458- Zahire göre dağıldıkları için iade edilmesi zordur. Onun için bu
müslümanlarm uğradıkları bir zarar olarak kabul edilir ve beytulmaldan telafi
edilir.
Nitekim ganimetten artakalan cevher ve benzeri şeyler varsa dağıtılmayip
betulmale terkedilir. Yine satış akdi tamamlandığı halde Ödenmiyen bir şey
varsa o da beytulmale verilir. Çünkü külfet nimet karşılığıdır.
459- Buna şahitlik yapanlar satın alan- yahut kendilerine maldan pay
düşenler ise ikrarları sebebiyle kendileri hakkındaki sözleri tasdik edilir.
Beytulmal işin sözleri tasdik edilmez. Bedel veya ücretle iade haklarına sahip
olamazlar. Ellerindeki şeyler alınır ve eman altındakilere iade edilir. Silah,
at ve köleler dışında bütün bu şeylerle düşman yurduna çıkmalarına müsaade
edilir. Çünkü at, silah ve köleler İslam diyarında alıkonmuş ve paylaşmak yahut
satmak için bekletilmiştir. Bu alıkoyma da şeriatın ve müslümanlarm hakkına
riayet, yani düşmanın güçlenmemesi için yapılmıştır. Müslümanların hakkını
iptal konusunda bu malların sahiplerinin sözlerine itibar edilmez.
Bu şeyleri, eman altındakilere satmış veya bağışlamış mesabesinde olur.
Onun için düşman yurduna bu şeyleri götürmelerine müsaade edilmez. Ama
müslümanlar tarafından bir delil ile sabit olmuşsa durum değişir. Çünkü delil
burada müslümanlarm aleyhinedir.
460- Ehli ve eşyaları hakkında eman almış olanlar: Mahzen-dekiler hepsi
ehlimiz ve eşyamızdır, biz de onların sahibiyiz, derse ve mahzenden çıkanlar da
tasdik ederse sözleri kabul edilir.
Çünkü bazılarını iddia etmeleri h
Aneak bu, aksi bilinmediği sürece böyle kabul edilir.
Mahzendekilerin ileri gelenleri olduğu bilinen bir topluluk ise durum
böyledir.
Ama bunun aksi biliniyorsa sözleri tasdik edilmez.
Çünkü burada tasdik bir nevi zahire itibardan dolayıdır. Yalan olduğuna
dair delil açığa çıkınca zahire itibar edilmez.
461- Para, külçe altın, kadın süs eşyası ve mücevherler eşyaya dahil
değildir.
Çünkü meta' esasta kendisinden faydalanılan şeyin ismi ise de altın, gümüş
ve süs eşyası başka isimle meşhur olmuştur. O da ayn yahut cevherdir. Bu da
mutlak meta1 (eşya) isminin kapsamına girmesini engeller. Sonra, meta'
kendisinden faydalanmakla tükenebilen ve yaygın olan şeydir. Halbuki altm ve
benzeri şeyler çok değerli olduklarından bu özellikte değildirler.
Meta' ismine elbise, yatak, örtü ve bütün ev eşyası dahildir. Buna kıyas
ederek kapları dahil etmemek lazımdır.
Çünkü örfteki kullanışa göre kaplar eşyaya atfedilir. Halbuki aynı şey
kendine atıf yapılmaz. Atıf da gösteriyor ki kablar meta'dan ayrı şeylerdir.
Ama istihsana göre evde yararlanılan kaplar meta' sınıfına dahildir.
Çünkü halk arasında meta' isminden maksat evlerde kendisinden faydalanılan
ve yaşmaa imkan sağlayan şeylerdir. Bu Özellik kaplarda da vardır. Bunun için
atlar, silah ve eğerler buna dahil değildir.
Çünkü evde bunlardan faydalanma olmamaktadır. Bunlardan evde değil,
harpte faydalanılır. Evin bir bölümü de değildir. Meta' kelimesinin genel kapsamı
içine de girmez. Nitekim para, mücevher ve benzeri şeyler de buna dahil
değildir.
462- Herşeyimiz için bize eman verin, diyecek olurlarsa bütün mallan dahil
olur. Çünkü şey kelimesine mevcut bütün varlıklar girer. Yine sahip olduğumuz
şeylere yahut mala eman verin, diye talebte bulunursa bütün malları buna dahil
olur.
Çünkü mal kelimesi mülkiyete geçme ve kendisinden yararlanma itibariyle
hepsini kapsar. Nitekim adam malının üçte birini başkasına vasiyet etse bütün
malının üçtebiri buna dahil olur. Eman konusunda da durum aynıdır.
Ancak istihsan kabilinden sadakanın üçte biri adak olarak ayrıldığında
bu mal zekat malı olarak anlaşılır. Bu da Cenabı Hakkın kendisine vacip kıldığı
şeyi kendi şahsına vacip kılmasına itibar etmektir. Emanda ise bu yoktur. Daha
doğrusu bu vasiyetin karşılığıdır. Çünkü vasiyet mirasın kardeşidir. Varislik
her çeşit malda sabit olduğu gibi vasiyet de sabit olur.
Burada da mal için eman vermek, malı ganimet almanın karşılığıdır.
Ganimet almak her mal için geçerli olduğu gibi eman hükmü de genel lafzı ile
verildiği zaman her çeşit mal için geçerli olur.
463- Ehlimiz için eman veriniz, diye müslümanlardan isterlerse ve onlar da;
olur, eman verdik, diye cevap verirlerse, onların kendisi fey' olur, ama
ehilleri eman altında sayılır.
Çünkü emanı kendileri için değil, ehilleri için taleb ettiler. Sarahat,
kinaye ve delalet yolu ile kendilerini zikretmediler. İnsan kendi şahsının
ehlinden olmaz. Çünkü ehli başkalarıdır. Zira "ehlimiz" dediği zaman
ortaya çıkan tamlayan ve tamlanan birbirinden ayrı şeylerdir.
Onlar bu sözlerle kendilerini iki yönden kastetmişlerdir, deyip şöyle
itiraz edilebilir:
a- Onlar akrabalarına acıdıkları için onlara eman taleb etmişlerdir.
Halbuki kendilerine olan şefkatleri yakınlarına olan şefkatten daha fazladır.
b- Yine bununla yakınların d doknulmamasını kastetmişlerdir. Korunmaları
da onlara bakan ve infak eden kimselerin bekası ile olur. Bunlar da
kendileridir.
Cevap olarak diyoruz ki; evet bunu kastettiler. Ancak Cenabı Hak kendilerini
yardımsız bırakıp da kendi şahıslarını unutunca, bu kastettikleri şeylerden
mahrum kaldılar. Daha doğrusu, müslümanların onlara eman vermesiyle kendileri
mahrum oldular. Çünkü müslümanlar: Size eman verdik, demeyip onlara eman
verdik, dediler.
Muaviye zamanında buna benzer bir olayın meydana geldiği rivayet edilir.
Bir zümre için eman almağa çalışan kimse müslümanlara çokça eziyet etmişti.
Muaviye şöyle dua etti. Allahım, Onu unuttur. Yakınları ve kavmi için eman
taleb etti, ama kendisini hiçbir şekilde zikretmedi. Onun için yakalandı ve
öldürüldü.
Sonra, insan böyle durumlarda kendi şahsını kastetmeksizin ehil ve yakınlarını
kurtarmağa çalışır. Bu da ya eman almaktan ümidini kesmesi yahut fazla sıkıntı
ve bedbinlikten hayattan bıkması şeklinde olur. Maksat itibariyle delil
müşterektir. Ama lafız itibariyle kendisi zikredilmemektedir.
Yine kendileri elele verelim de kadın ve çocuklarımıza eman verin derse
ve müslümanlar kabul ederse, kendileri emana dahil olmazlar. Çünkü sözlerinin
manası şudur: Size elimizi verelim hakkımızda dilediğiniz gibi davranın. Daha
önce geçen mesele de bunun gibidir.
Ehlimiz için eman almak kastiyle sizinle anlaşmak üzere yanınıza
gelelim, derlerse ve müslümanlar da geliniz, diye kabul ederse ve onlar da
gelip yakınları için eman alırsa, kendileri de eman altında olurlar. Bu da
yakınlarına eman verdikleri için değil, çıkmalarını istedikleri için eman
sayılır. Çünkü müslümanlar çıkış için emir verdikleri zaman zımmen eman vermiş
sayılırlar.
Nitekim eman İçin aralarında bir anlaşma sağlanamazsa onları güven
içinde olacakları yere iade etmeleri ve dokunmamaları gerekmektedir.
Bu da birinci durumun aksinedir. Çünkü onlar bunu söylerken henüz mahzenden:
ehlimize eman verin diyordu, Akrabalarına eman verdik ama bu eman onları
kapsamaz. Sonra eman talebinden başka bir şey için çıktıklarında fey' olurlar.
464- Zürriyetimizden olanlara eman istiyoruz, deseler ve müslümanlar
kendilerine eman verseler, kendileri de dahil bütün çocuk ve torunları emin
olur.
Çünkü zürriyet kelimesi bütün bunları içine alır. Kişinin zürriyeti
kendisinden doğduğu soyudur. Bu da zürriyetin aslıdır. Nitekim bütün insanlar
Hz. Adem ile Hz. Nuh zürriyetinden gelmişlerdir. "İşte onlar Adem'in ve
Nuh'la beraber taşıdıklarımızın soyundan..."[348]
465- Kızların çocukları buna dahil değildir.[349]İmam
Mu-hammed burada böyle söyledi.
Gerekçe olarak kızların çocukları annenin zürriyetinden değil, babanın
zürriyetindendirler. Nitekim h
466- Bundan sonra kızların çocuklarının da bunlara dahil olduğunu söyledi.
Çünkü yukarıda belirttiğimiz gibi zürriyet asıldan doğan fer'in adıdır.
Baba da anne de çocuğun iki aslıdır. Anne de zaten kendi babasının
zürriyetindendir. Ondan doğanlar zürrüyetinden olurlar. Hatta asliyyet ve
tevellüd manası annede daha açıktır. Çünkü erkeğin erlik suyu onun rahminde hayat
kazanır. Yani çocuk babanın erlik suyu vasıtasiyle anadan doğmuş olur. Torun,
babanın babasının zürriyetinden olduğu gibi aynı zamanda anne babasının da
zürriyetindendir.
Bu mesele ile ilgili olarak Yahya b. Ya'mer'den şöyle bir hikaye nakledilir:
Günün birinde Haccac onu öldürmek kasdiyle yanma girer ve öldürmek için bir
bahane olsun diye ona gücü üstünde şu teklifte bulunur. Ya alevilerin
Rasulullah'ın zürriyetinden olduğunu gösteren Kur'an'dan bir ayet okursun,
yahut seni öldürürüm. Okuyacağın ayet "Çocuklarımızı ve sizin de
çocuklarınızı çağıralım"[350]ayetinden
başka olsun.
Bunun üzerine şu ayeti okudu: "Ve onun zürriyetinden Davud'u,
467- Çocuklarımız için eman verin derlerse, bu emana sulblerinden olan
çocukları ve erkekler tarafından olan torunları dahildir. Kızlardan olan
çocuklar ise onların çocukları değildir.
Burada böyle denilmektedir.
Hassâf bunların da emana dahil olduklarını İmam Muhammed'den rivayet
etmektedir. Çünkü "çocuklar" kelimesi az önce belirttiğimiz gibi
onları da kapsamaktadır. Rasulullah'ın Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'i tutarken
buyurduğu "Çocuklarımız ciğerparem izdir" sözü bunu desteklemektedir:
Bu hadis mecaz olarak kabul edilmektedir. Delili de Cenabı Hakkın şu
ayeti kerimesidir: "Muhammed sizin adamlarınızdan hiç birinin babası
değildir."[352]
Gerçekten oğlun olan kimsenin sen de gerçekten babasısın, demektir.
Yahut özel olarak bu babalık Hz. Fatıma'nın çocukları içindir. Nitekim Peygamber
efendimizin şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir.
"Bütün çocuklar babalarına nisbet edilir. Ancak Fatıma'nın
çocukları bana nisbet edilir. Onların babası benim."
468- Torunları için eman isteyince
kızların çocukları da buna dahil olur.
Çünkü oğlun oğlu (torun) ismi hakikaten onu doğuranın oğludur. O da
oğlu ve kızının oğludur. Kızından doğan çocuklar aynı zamanda hakikaten oğlunun
oğludur. Halbuki birincide durum böyle değildi. Orada çocuklarını zikretmiştir.
Halbuki onlar hakikatte kendisinin çocuklarıdır. Hükmen de doğumdan ona mensub
olanlardır. Bunlar da kızların çocukları değil, erkeklerin çocuklarıdır.
469- Mevâlinıiz için eman verin, derlerse ve onların mevâlisi ve
mevâlilerin de mevâlisi varsa, istihsan yolu ile hepsi eman altında olurlar.[353]
Kıyasta ise mevâlinin mevâlisi buna dahil olmaz. Çünkü bu isim hakikaten
kendi mevâlisi içindir. Mevâlinin mevâlisi için ise mecaz olarak kullanılır.
Nitekim, onlar mevâlisinden değildir, diye inkar ederse, bu inkâr sahih olur.
Bunun için mev
470- Mevâlilerin mevâlileri mevâli olmakla ve vela ile ona mensup olurlar.
Onlar çocuklarla beraber çocukların çocukları (torunları) mesabesindedir.
Vasiyette mevâlisi yoksa mevâlilerin mevâlileri dahil olur. Ama iki
taraf var ise dahil değildir. Muzaheme (darlık yapma) yi kabul edersek
mevâlinin payı düşer. Daha uzak olanın sıkıştırmasiyle yakın olanın payını
azaltmak caiz değildir. Emanda da bu yoktur. Mevâlilerin mevâlisi dahil olsun
veya olmasın mevâlisi bir suretle emana dahil olur. Anlaşıldığına göre bundan
maksat her iki tarafı da kurtarmaktır.
Sonra, hakikatle mecazın birleştirilmesini de söylemiyoruz. Ancak mevaliye
verilen bu isim hakikattir. Mevâlilerin mevâlisi için de hakikat ve suret
vardır. Bu suret itibariyle haklarında şüphe meydana gelmektedir. Ancak emanda
vus'at esastır. Nitekim enin, suret olarak mücerred işaretle sabit olur. Böyle
olduğu için bu lafızla evleviyetle sabit olur. Vasiyet de bundan dolayı
farklı olur.
471- Kardeşlerimiz için eman verin, derlerse bütün erkek ve kizkardeşleri
emin olurlar.
Çünkü kardeşlik ismi erkek ve kızları içine alır. Cenabı Hak buyuruyor
:
"Eğer mirasçılar erkek ve kadın kardeşlerse..."[354]
Hakikatte bu kip erkekler için kullanılır. Ancak Araplar arasında erkeklerle
kadınlar bir arada zikredildiği zaman tağlib yolu ile erkekler için kullanılan
kip kullanılır. Bu kip ile kullanılanlar hakikat mesabesinde olur.
Diyoruz ki; Erkek kardeş bulunmayıp sadece kız kardeşler varsa, onlar
emana dahil olmazlar. Çünkü erkekler için kullanılan kip, tekil dişileri içine
almaz.
Yüce Allahm"Kardeşleri varsa, altıda biri annesinindir"[355]avet
itiraz için delil gösterilir ve tek kız kardeşler, annenin payını üçte birden
altıda bire indirir, deyip itiraz edilirse, deriz ki;
Azaltma bu ayetle değil, sahabenin ittifakı ve hacb (engelleme)
manasına itibar edilmesiyle meydana gelmiştir. Bunu da feraiz kısmında
belirtmiştik. Bununla beraber serî nasslarda bu manayı var saymak-caizdir. Ama
kulların lafızlarında şahsi yorum yapmadan bizzat lafza riayet edilir.
"Kardeşler" kelimesi de tekil dişi lafızları ne hakikaten, ne laf
zan kapsar.
472- Çocuklarımız için eman verin, derlerse ve onların da kız ve erkek
çocukları varsa hepsi eman altında olurlar.
Sebebini "kardeşler" konusunda açıkladık. Hanefi mezhebi
imamlarından bazılarının İfadesine göre kardeş ve çocuklarla ilgili cevap iki
imam ile Ebû Hanife'nin ilk kavline göredir. Ama ikinci kavline göre vasiyette
falanın çocukları denildiğinde sadece erkek çocuklar ve falanın kardeşleri
denildiğinde de sadece erkek kardeşleri anlaşılır.
Ancak en doğrusuna göre hepsi de bu görüştedirler. Çünkü eman bahsinde
vasiyyet bahsinden daha çok genişlik vardır. Ebû Hanife vasiyette sadece
hakikate itibar etmektedir. Emanda ise hakikati de ve kullanış şekliyle
hakikate benziyenleri de kabul etmektedir.
473- Şayet aralarında erkek bulunmayıp hepsi de kız iseler tamamen fey'
sayılırlar.
Çünkü bu kip tamlananın kabile reisi olması durumu dışında tekil
dişileri kapsamamaktadır. Vasiyyetler bölümünde de belirttiğimiz gibi falanca
oğullarına vasiyyette bulunulsa ve o da kabilenin reisi ise bu vasiyyetten
maksat kabilenin kendisidir. Bu nisbette tekil dişiler de erkekler gibidir.
Ama mezkur kişinin sadece erkek çocukları varsa durum değişir.
Alimlerden bazıları şu görüştedir: Bu kızlardan veya kız kardeşlerden
başka kimsem yoktur, diyerek onlara eman talebini gösteren bir ifade kullanmışsa,
o zaman maksadının dişilere eman almak olduğu ve bunların emin bulunduğu sabit
olur.
474- Çocuklarımız için eman verin, derlerse buna bütün kız ve erkek
çocukları dahil olur.
Çünkü
çocuklar kelimesi iki tarafı da içine alır. Cenabı Hak buyuruyor : "Allah
çocuklarınız hakkında size tavsiye ediyor..."[356]yine
buyuruyor; "Allah size çocuklarınızın alacağı miras hakkında erkeğe
kadının iki mislini tavsiye eder..."[357]Çocuklar
kelimesi tekil dişilerle tefsir edilmiştir.
475- Kızlarımız ve kız kardeşlerimiz için eman verin, derlerse bundan
sadece dişiler kastedilmiş sayılır.
Çünkü talebte kullanılan kip, sadece dişiler İçindir. Ne hakikatte ne
de kullanışta erkekler buna dahil olmaz. Sonra, savaşta fonksiyon itibariyle
kadın kısmı erkeklere göre zayıf olduğundan yalnızca onlar için eman istenmiş
olabilir. Yine erkeklerin müsİÜmanlara zararlar verdiğini bildiği için eman
talebinde bulunsa bile kendilerine eman verilmiyeceğini anladığından sadece
kadınlara eman istemiş olabilir.
476- Çocuklarımız için eman verin, derlerse, içlerinden sadece bir kişinin
bir tane erkek çocuğu varsa hepsi de emin olur.
Çünkü bir kelime ile hepsi için eman istediler. Bu kelime de karışık
olmaları h
477- Herkesin oğullarına ayrı ayrı eman verin diyerek erkek kipini
kullansalar ve meseleye başka açıklık getirmeseler, bütün kız çocukları fey1
olur. Ancak erkek çocuğu olan adamın çocukları eman altında sayılır.
Çünkü "küll= hepsi" lafzı tekilleri içine alması için
kullanılmıştır. Nitekim Cenabı Hak şöyle buyuruyor: "(Küllü nefsin) her
bir nefis ölümü tadacaktır."[358]
Her biri için lafız münferid olması itibariyle bu söz birinci meselenin
hilafına sadece erkek çocuğu olan kimseyi ifade eder. Çünkü birinci meselede
çocuklarımız için eman verin, derken toplu ifade etme kabilinden söz ihata için
kullanılmıştır. Bu meselede erkek ve kız kardeşler oğul ve kız çocuklar mesabesindedir.
478- Babalarımız için eman verin, derlerse ve anne ile babaları varsa
hepsi eman altında olurlar.
Çünkü "babalar" sözü hem anaları hem de babalan kapsar.
Nitekim ikisine
ebeveyn denilmektedir. Cenabı Hak buyuruyor :
"Ana babadan her birine yaptığı vasiyyetten altıda biri"[359]
İçlerinden sadece bir kişinin babası olsa bile hepsi de eman altında
olurlar.
Çünkü hakikatte bu isim hepsi içindir. Kullanışta da karışık oldukları
zaman
kullanılır.
479- Oğullarımız için eman verin, derlerse ve onların oğulları ve
torunları varsa, istihsan yolu ile hepsi
eman altında olurlar. Halbuki kıyas yolu ile olsaydı sadece oğulları
eman altına girmiş olurdu.
Çünkü isim hakikatte çocuklar için, mecaz olarak da torunlar hakkında
kullanılmaktadır. Hakikat ile mecaz bir kelimede birleştirilmez. Bu lafza
bakarak Ebû Hanife vasiyyeti oğullara tahsis etmektedir.
Ama oğulları yoksa torunları da vasiyyet altına girer. Çünkü hakikat ortada
olmayınca lafzı mecaz olarak anlamak vacip olur. Ancak imam Muham-med şöyle
demektedir:
480- Eman, çocuğu bulunup kendisine mensub olan ve şekil itbarıyle oğlu
sayılan kimse için taleb edilmektedir. Bu vasıf torunlarda da vardır. Bu da
emin olmaları için lehlerinde bir şüphedir. Halbuki vasiyyete şüphe île veya
suretle müstehak olamazlar. Sonra, vasiyyette hakikat İle mecaz bir arada
otursa oğulların paylarında bir azalma meydana gelmektedir. Eman da ise böyle
bir şey sözkonusu değildir.
Bu, yakınlarım için, deyip eman isteme meselesine benzemektedir. Çünkü
bu lafızla eman taleb etmek, oğul olarak kendisine mensup olanlara duyduğu
şefkati belirtmek içindir. Bu şefkat bazan torunlarında daha çoktur. Nitekim,
torun kişiye kendi sulbünden daha sevimlidir. Bu şekilde bazılarının kendi
oğullan varsa, bazılarının da torunları varsa hepsi eman altında sayılırlar.
481- Oğullarımız[360]
için eman verin, derlerse ve dedeleri olduğu halde
babaları yoksa, dedeler bu emana dahil olmaz.
Bu mesele çok girifttir. Bir kere baba adı hakikat olarak dede adını
kapsamaz ki başkalarının ona nisbetini nefyetmek caiz olsun. Mesela, O
dededir, ama baba değildir, denir.
Ancak mecaz yolu ile babalık özelliğini de taşımaktadır. Nitekim îbn
Ab-bas'ın bir adama şöyle dediği rivayet edilmektedir: Hangi baban daha büyüktür?
Adam soruyu anliyamadı. Bunun üzerine İbn Abbas, "Ey Adem oğlu!"
ayetini okudu ve şöyle dedi: Kimin oğlu isen baban odur, bilmiyormusun? dedi.
Bu, mecaz yahut suret kabul edilerek torunlar konusunda belirttiğimiz
gibi, bunların da eman altında olmaları gerekir. Ancak başka bir mana sebebiyle
iki tarafı ayrı mütalaa etmekte ve şöyle demektedir:
482- Mecaz hakikate tabidir. Bunu da torunlar için kabul etmek mümkündür.
Çünkü bunlar da çocuklardan meydana gelmişlerdir. Onların tabileridir. Ama
dedelerde durum böyle değildir. Çünkü onlar babaların aslıdır. Belirli isimleri
vardır. Kendilerinden sonra gelenlere tabi kılarak babalar ismi onları
kapsayamaz.
Mesela, annem için eman verin, derse ve annesi değil de ninesi varsa,
bu eman onu kapsamaz. Nineye de anne ismi verildiği için onu da kapsar, diyenlerin
görüşü geçerli değildir. Çünkü Cenabı Hak teyzeye de anne ismini vermiştir.
Şöyle buyuruyor: "O, anasını ve babasını bağrına bastı"[361]
Yani babasını ve teyzesini. Yine amcaya baba ismi verilmiştir. "Senin ve
babaların İbrahim, İsmail ve İshak'ın ilahına ibadet ederiz, dediler"[362]
İsmail baba değil, amca idi.
Sonra, amca ve teyzenin babalar için alman emana dahil olduğunu kimse
iddia edemez. Çünkü her birinin adı diğerinden değişiktir. O isimle bilinmektedir.
Dede ve nine de böyledir.
Ama torunlar böyle değildir. Oğullar adı ile ona nisbet edilirler.
Ancak bu nisbet oğlu vasıtasiyledir. Onun için eman bu isimle onları da
kapsamaktadır. Arap dilinde" böyle ifade edilmiştir. Her kavmin dilinde
dede, baba gibi, torun da oğul gibi olup o da emana dahildir. Farsçada da
böyledir. Dedeye babanın babası denilir. Toruna da oğlun oğlu adı verilir.
Başarı Allahtandır.[363]
483- Müslüman askerler düşman yurduna girdikten sonra düşmana esir düşmüş
veya düşmandan eman almış yahut müs-lüman olup islam ordusuna katılmış olan bir
müslümanin yanında getirdiği bir kadın. "Ben size eman almış olarak
geldim" derse, bu müslüman da "Hayır, onu zorla getirdim" derse,
kadının geldiği andaki durumuna bakılır. Silahlı müslümanların semtine yakın
olanlara varıncaya kadar serbest ve elleri bağlanmadan gelmişse, eman için
seslensin veya seslenmesin şer'an eman altındadır.
Çünkü durum bunu göstermektedir .Eman isteyen kadınlar gibi gelmiştir.
484- Bu şekilde yalnız başına gelirse, eman altında olur. Yolda bir
müslüman ona refakat etse yine emin olur.
Sırf bu refakat sebebiyle ona ait oluşu sabit olmaz. Kadın kendi başına
sayılır. İnsanın aklına gelen şey eman almak için o müslümanla refakati kabul
etmesidir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, bir şeyin hakikatine vakıf olmak
mümkün değilse, zahire göre ve g
485- Adam bağlıyarak zorla getirmişse, eman için seslensin veya seslenmesin
fey' sayılır;
Çünkü zahirden anlaşıldığına göre adamın kendisi onu esir edip getirmiştir.
Ona sahip oluşu da zor ve şiddet yoluÜe meydana gelmiştir. Bu da ona sahip
olması için bir sebeptir. Çünkü kadın emanı bulunmayan düşman tara-fmdandır.
Ancak adam müslüman askerlerin gücü sayesinde onu alabildiği için bütün
asker o kadının mülkiyetinde ortaktır. Çünkü düşman yurdundan yakalanması
hepsinin emeği ile meydana gelmiştir.
Müslüman askerlerin yanına değilde, dârul İslama çıkarırsa, durum yine
değişmez. Ancak baskı ve zorlama ile dârulİslâma yalnız başına çıkarırsa, tek
başına ona sahip olur.
Çünkü dârulİslamda yalnız başına ele geçirmiştir. Beşte bir vergi de
düşmez. Çünkü onu alışı Allahın sözünün üstün olması yolu ile değil, hırsızlık
yapan kişinin dârulîslamda alıp mülkiyetine geçirmesi şeklinde olmuştur.
486- Kadın, onunla evlendim de çıktım derse ve adam, yalan söylüyor, onu
zorla alıp getirdim, diyerek yalanlarsa yahut satın aldığını veya kendisine
hediye edilen bir cariye olduğunu söylerse ve kadın eli kolu açık beraberinde
çıkıp gelmişse, adam söylediklerinde tasdik edilmez.
Çünkü kendi başına serbesttir. Kendisi ile evlendiğini itiraf etmesi
bile bağımsızlığını düşürmemektedir. Bunun için eman altında sayılır. Ancak
adam zorla ahp getirmişse ve bu zorlaması dârulİslamda sabit ise o zaman onun
sözü geçerli olur. Çünkü yerinde zorlaması sabit olduğundan kadın kendi
bağımsızlığını yitirmiş sayılır.
487- Yine yanına aldığı bazı şahısların kendi köleleri olduğunu iddia etse
ve onlar da köle değil, hür olduklarını söyleseler ve elleri açık olarak serbestçe
onun yanında gelmiş iseler, müslümanların bölgesine girdiklerinde eman için
ister seslenmiş olsunlar ister seslenmesinler, onların sözü geçerlidir.
Çünkü kendileri yalnız başlarına bu şekilde gelmiş olsalardı emin olurlardı.
Kendisi ile beraber geldiklerinde de durum aynıdır.
488- Zorla esir aldığına dair müslümanlardan veya zimmî-lerden yahut eman
altındakilerden adaletli kimselerden şahit gösterip iddiasını ispat derse,
delili kabul edilir ve onlar da kölesi sayılırlar.
Çünkü delille sabit olan, hasmın itirafı ile sabit olmuş gibidir.
489- Dârulharpte zorla kendilerini aldığını itiraf etseler yahut bunu
kendimiz yerinde tesbit etsek yine onun köleleri olurlar. Eman altındaki düşman
savaşçıların şahadeti ile de bu durum sabit olur. Çünkü eman altındaki düşmanın
başka bir eman altındaki düşman hakkındaki şahitliği makbuldür. Bunun için
hepsinin şahitliği kabul edilmiştir.
490- Müslümanların bulunduğu bölgeye girdiğinde onları zorla getirmemişse
ve kendi hakimiyeti altında olduklarını da bilmiyorsa, onlar da gerekli yerde
eman talebinde bulunsun veya bulunmasınlar, emin sayılırlar.
Yine hepsi de erkek olup beraberlerinde müslüman bulunmadan yalnız
başlarına çıkıp gelseler ve eman talebinde bu-lunmasalar eman talebi için
geldiklerini gösteren üzerlerinde bir alamet yoksa ve müslümanm onları zorla
getirdiği belli değilse ülkemize eman almadan gelen düşman savaşçı sayılırlar.
Böylelerin hükmünü yukarıda belirtmiştik. Netice olarak onları fiilen elinde
yakalamamışsa hakikaten ve hükmen
bağımsız sayılırlar. İster onunla çıksınlar ister tek başlarına gelmiş
olsunlar,
durum aynıdır.
491- Müslüman adam, eman almamış bir kadınla çıkıp gelse ve müslümanlar da
fey1 olması için onu elinden almak isteseler ve o anda kendisinin karısı
olduğunu iddia etse ve kadın kendisini tasdik etse, onun karısı sayılır. Çünkü
başka kimsenin hakkı onda sabit olmadığı bir anda nikah üzerinde birbirini
tasdik etmektedirler. Nikah sabit olunca artık o kadın zimmî hür karısı olur.
Çünkü aralarındaki nikaha dayanarak onu İslam yurduna getirdiğinde
kendisi ona eman vermiş sayılır. Düşmanın baskısından kurtulduktan sonra
müslümanlardan birinin verdiği eman hepsinin verdiği eman gibidir.
Sonra, kadın müslümanm nikahında eman altındadır. Bu durumda müslümanla
yahut zimmi ile evlense ülkemizde eman altındaki zimmî kadın gibi sayılır.
Çünkü konumda kadın kocasına tabidir. Kocası vatandaşımız olduğundan
kendisi de ona tabi olarak vatandaşımız sayılır.
492- Yine ganimet aldığı kimseler için bunlar köle ve cariye-lerimdir,
derse ve kendileri de bunu doğrulasa, onun sayılırlar.
Çünkü başkasının hakkı kendileri üzerinde sabit olmadan önce bu konuda
birbirlerini tasdik etmişlerdir. Burada İhtiyaç ve zaruret manası gerçekleş-
493- Biz düşmanın köle ve cariyeleriyiz. Eman almak için geldik, bu adamla bir
ilişkimiz yoktur, derlerse, bakılır; Eğer^ zor ve şiddetle çıkardığı belli
olursa, onun sayılırlar.
Çünkü köle olduklarını kendileri itiraf etmişlerdir. Bu da
bağımsızlıklarını gidermektedir. Onun eli altında oldukları bilinmiyorsa bile
alırken zorluk çektiği sabit olmasıyla hak sahibi olduğunun sebebi ortaya
çıkmış olmaktadır.
494- Müslümanların bölgesine yaklaştıklarında eman için seslenmişlerse,
artık emin olurlar.
Çünkü zorla eli altında tuttuğu sabit olmadığından hak sahibi olduğunu
gösteren sebep de mevcut değildir, demektir. Sonra yerinde eman için seslenmişlerdir.
Zahire göre sözlerinde doğrudurlar ve eman için gelmişlerdir.
495- Bu şekilde yalnız başlarına gelmiş olsalar, yukarıda belirttiğimiz
gibi emin sayılırlar. Çünkü eman istemek için bundan başka yol yoktur. Onunla
çıkıp gelmiş olsalardı yine aynı yola başvuracaklardı.
496- Aynı şekilde müslümanlar sesleri işitmiyecek kadar uzak, yüksekçe bir
yerden bunları görse ve eman talebi için geldikleri-düşüncesi zihinlerinde
doğsa, sonra seslerini işitecek kadar yaklaştıklarında eman için seslenseler
veya seslenme-seler, emin sayılırlar.
Çünkü boyun eğerek gelmeleri, eman istemek için geldiklerine dair bir
delildir. Böyle bir yerde delil, sarih gibidir.
497- Düşmanın köleleri olduklarını iddia etseler, söyledikleri gibi kabul
edilirler.
Eman hükmünde olduğu gibi sahipleri yanma dönmelerine müsaade
edilir.
498- Sahiplerinin istememelerine rağmen müslüman olmak yahut zimmî kalmak
için kaçıp geldiklerini ifade etseler, hür sayılırlar ve sahipleriyle ilişkileri
kalmaz.
Eman için de gelseler ve bunu delille ispat etseler, durumları yine bu
şekildedir.
Çünkü yurdumuza girmekle sahiplerine karşı kendilerini korumuş sayılırlar.
Hatta ülkemizde sahiplerini zorla yakalayıp getirseler kendi mülkiyetlerine almış
olurlar. Aynı şekilde kendilerini koruduklarında bağımsız sayılırlar.
Kendine sahip olan, azat edilmiş sayılır. Hiç bir kimsenin velayetinde
de kalmaz. Çünkü kendine sahip olmakla azat olmuş sayılır.
Bu konuda delil, Rasulullahın (s.a.v.) Taif günü buyurduğu rivayet
edilen
şu hadisidir:
"Hangi köle yanımıza çıkıp gelirse hür olur." Yedi köle çıktı
geldi ve hür oldular. Onlara Allah'ın azatlıları ismi veriliyordu.
Müslüman veya zimmî olarak gelmeleri farketmez. Çünkü vatandışımız olan
zimmî, vatandaşlıkta müslüman gibidir. Her iki şekilde de kendilerine m
499- Sahipleri gelerek ticaret için İslam yurduna çıkışlarına izin
verdiklerini iddia etseler, onların sözü kabul edilir.
Çünkü onların kölesi olduklarını kendileri daha Önce söylediler. Sonra
sahiplerinin kendileri üzerinde hakları kalmadığını iddia ettiler. Bu da bir
kızgınlığın neticesi meydana gelmiştir. Bu konuda delil göstermedikçe
sözlerine itibar edilmez. Sahibinin kendisini azad ettiğini iddia eden köle
durumundadırlar. Sahipleri asıl normal olan duruma tutunmaktadırlar. Asıl olan
da kölenin tek taraflı çekip gitmemesidir. Yeminle beraber asla tutunanın sözü
muteberdir.
Devlet başkanı, köleler İstediği takdirde, sahiplerine Allah adına yemin
ettirir. Köleleri olduğuna dair yemin ederlerse ve köleler müslüman olmuşsa,
onları satmağa mecbur edilirler.
Çünkü müslüman köle zimmînin eline terkedilmediği gibi, düşman yurduna
iade etmek için düşman savaşçı olana da verilmez. Satmaya mecbur etmek ise
kafirlerin hakaretinden kurtarmak açısından onun haklarına riayetin gereğidir.
500- Eman istiyen de, zimnıî gibi bu muameleye tabi tutulur. Onlardan
zimmî olmayı kabul edenler ve İslama girmi-yenler ise sahîpleine terkedilir,
dilediği yere götürebilir.
Çünkü köle efendisine tabidir. Efendisinden habersiz tek başına
zim-mîlik talebi geçerli değildir. Nitekim ülkemizde eman altında olan savaşçı
düşmanın yanında bir köle varsa ve tek başına zimmî olmak istiyorsa, bu talebi
bizce makbul değildir. Devlet başkam daha önce kendisinden haraç almışsa onu
efendisine iade eder. Çünkü kölesinin kazancıdır. Efendisi gelmeden önce devlet
başkanının haracı ondan almasında bir sakınca yoktur. Çünkü hüküm zahire göre
verilir. Onu yalanlıyan çıkmadıkça söylediği sözünde tasdik edilmiştir.
501- Bütün bunlar ikrarı dışında başka bir delille bilindiği takdirde söz
konusudur. Ama bunlar kölenin sadece ikrarı ile biliniyorsa, eman için
seslendiğinde yahut müslümanlar onu gördüğünde köle olup efendisinin rızası ile
geldiğini itiraf etmişse, sözü tasdik edilir ve efendisine teslim edilir.
Çünkü vatandaşımız olmadan ve üzerine müslümanların bir hakkı terettüb etmeden
önce kendisi itiraf etmiştir. Böylece ikrannda töhmet sözkonusu
değildir.
502- Zimmî olup kendisinden haraç alındıktan sonra bu itirafta bulunursa,
sonra eman altında biri çıkıp da onu eman ile ticaret için İslam yurduna
gönderdiğini iddia ederse ve zimmî de onu tasdik ederse, devlet başkanı,
söylediğinin doğru olmadığını
göstermek çin aldığı haracı geri verme ve düşman yurduna iade etmeye bakmayıp
kendi ikrarına bakar ve bu ikrar ile onu kölesi yapar.
Çünkü ikrar doğru ve
yanlış ihtim
Ama düşman yurduna
iadesinde töhmet ortaya çıkmaktadır. Çünkü vatandaşımız olmakla düşman yurduna
dönüşü yasaklanmış olmaktadır. Zira ülkemizden hoşlanmama ihtim
Sonra, onun kölesi
olmak düşman yurduna geri götürmesini gerektirmez. Nitekim yurdumuzda zimmî
veya İslama girmiş bir köleyi satın alması h
503- Ama
düşman savaşçı, iddiasını doğrulamak için müslü-manlardan bir delil getirirse,
köleyi düşman yurduna götürmesine izin verilir ve alman haraç kendisine iade
edilir.
Çünkü müslümanlara
karşı delil olan bir şeyle hakkını ispat etmiş bulunmaktadır.
504- Ancak
eman altında bulunan düşmandan bir grup ona şahitlik ederse, sözlerine itibar
edilmez. Kendisi köle olduğunu itiraf etmemişse, köle de yapılmaz.
Çünkü zimmîdir.
Savaşçı düşmanın şahitliği ise zimmî hakkında delil
olmaz.
505- Zimmet
ehlinden bir cemaat aleyhine şahitlik ederse,
onun kölesi yapılır.
Çünkü bu hükümde
şahitlik aleyhine olmaktadır. Ehli zim
Kendisinden alınan
haracın kendisine iade edilmesi ve düşman yurduna iadesi konusunda
şahidlikleri kabul edilmez.
Çünkü bu hükümde delil
müslümanlarm aleyhinedir. Ehli zim
506- Eğer
müslüman olmuşsa onun hakkında sadece müslü-manların şahitliği geçerli
olabilir. Müslümanların şahidliği o-lursa, eman altındaki adamın kölesi olmakla
beraber onu satmağa mecbur edilir.
Kölenin bunu itiraf
etmesi h
507- İmam
Muhammed der ki: Düşman savaşçı, müslü-manlardan eman ister ve müslümanlar da
eman verdikten sonra yanında bir kadın ve küçük çocuklarla çıkıp gelerek şu
eşim, bunlar da çocuklarımdır, derse ve eman talebinde isimlerini
zikretmeiiıişse kıyasa göre bunlar fey'idir.
Çünkü emanı sadece
kendisi için istemiştir. Eman hükmü ise kendisinden ayrı olanları içine almaz.
Yine bunlar için eman talebinde bulunduğuna dair bir işaret yoktur.
Ama bu nahoş bir şeydir.
Onun için istihsan yolu ile hepsi eman atında olurlar.
Çünkü kendisinin daha
iyi bildiği bir sebepten dolayı düşmandan kaçıp bize sığınmakta yahut mümkün
olduğu kadariyle ülkemizde ticaret yapmak için ülkemize gelmektedir. Eşini ve
küçük çocuklarını yanında bu maksatla getirmiş olabilir.
Kişi aile efradı ile
beraberdir, kuralına göre bu, onlar için eman talebi ifade eder, zaten
kendilerini koruması ve geçindirmesi bakımından ona tabidirler, asıl
zikredilince, aykırı br örf olmadıkça, ona tabi olan da zikredilmiş olur,
halbuki geçerli olan örf bunu engellenıeip desteklemektedir. Nitekim zimmî
ülkemizde cizye verirken eşi ve çocukları ile diğer tabileri için bir şey
vermemektedir. Bütün bunlar eman altında olduklarını göstermez mi? dîye itiraz
edilebiir.
508- Yine,
ganimet aldığı birçok kişi ile çıkar gelir ve bunlar kölemdir derse, onlar da
kendisini tasdik ederse, veya kendilerinin ne olduğunu ifade edemiyecek kadar
küçük iseler yahut yanında
bulundurduğu yüklü hayvanları güden kişileri göstererek bunlar çocuklarımdır
der ve kendileri de onu tasdik ederse, edeceği yeminle beraber sözü muteberdir.
Çünkü görünürdeki
durum ona şahidlik etmektedir. İster ticaret için gelmiş olsun, İster düşman
yurdundan kaçmış olsun malını bereberinde getirebilir. Yalnız başına
hazırlıksız ve azıksız çıkıp gelirse ülkemizde açlıktan ö-lür. Zaten ülkemizde
bir müddet kalabilmek için eman talebinde bulunmuştur. Böylece kendisine tabi
olarak malı da emana dahildir.
Ancak yalan töh
Çünkü onu yal
anlamasıyla kölelik durumu sabit olmaz. Emanda tabi oluş da bunun üzerine bina
edilmektedir. Yalanhyan kişi ülkemizde hür düşman olup emandan yoksun olur.
Eşyalariyle birlikte fey' olur.
509- Ne
hayvanlar, ne de güdenler benim değildir, sadece eşya benimdir, bana yardım
etsinler diye ücretle tuttum deyip kendileri de bunu tastık ederlerse, kıyasa
göre hayvanlarıyle beraber fey' olurlar.
Çünkü kendisi veya
onlar kendileri için delalet veya işaretle eman talebinde bulunmamışlardır.
Ama istihsana göre
hayvanları ile beraber eman altında olurlar.
Çünkü eman alan
kimsenin ticaret yapmak için malı ülkemize kadar sırtında getirmesi mümkün
değildir. Böyle durumlarda personel veya vasıta olduğu ve amacının
gerçekleşmesini sağlıyan birşey olduğu ortadadır. Bu yoldan işçi kiralamak
zaten işadamlarının adetidir. Kendileri için eman istemiş gibi nasıl eşi ve
çocuğu da eman kapsamına giriyorsa, ihtiyaçtan dolayı bu işçiler de eman
kapsamındadır.
510-
Beraberinde bulunan adamlar için; Bunlar çocuklarımdır, derse onlar fey1
sayılır.
Çünkü onlar buluğ
çağına ermekle ona bağlılıktan çıkmışlardır. Tabî değil, asıl olmuşlardır. Eman
hükmü dışında kalırlar. Zımmî olmak yahut Islama girmek meselesinde de ona
tabî değildirler. Kendileri için ayrıca eman talebinde bulunmaları gerekir.
Eman almadıkları için fey1 olurlar.
511-
Meramlarını ifade edecek yaşta küçük iseler ve bunlar benim çocuklarımdır,
dediğinde onu tasdik etseler eman altında olurlar.
Çünkü erginlik çağma
gelmedikçe ona tabidirler. Nitekim meramlarını ifade etseler bile İslama
girmede veya zimmî olmada ona tâbîdirler. Emanda da durum aynıdır.
Yalanlıyacak
olurlarsa, müslümanlara fey1 olurlar.
Çünkü meramlarını
ifade ederek onu yalanladıkları takdirde onun nesebinden olmadıkları sabit
olur. Emansız girdiklerinde zaten fey' olduklarını ileri sürmüşlerdir. Bu
konuda meramını ifade edenlerin sözü küçük de olsalar geçerlidir. Durumu belli
olmıyan kimsenin falancanın kölesi olduğunu itiraf etmesi ve o şahsın da bunu
tasdik etmesi durumunda da netice aynıdır.
512- Yanında
meramını ifade edemiyecek kadar küçük çocuklar varsa ve bunları düşman
yurdundan çalıp çıkardığını veya ailesinde yetim çocuklar olup yanına aldığını
ifade e-derse, onlara bir şey düşmez ve kendisinin olurlar.
Çünkü meramlarını
ifade edemiyecek durumda iseler zaten onun zim
513-
Erginlik çağına gelen kızlarla yurdumuza gelerek, bunlar kızlarımdır derse ve
onlar da kendisini tasdik ederse, kıyasa göre fey1 sayılırlar.
Çünkü erginlik çağına
ermekle ona tabi oluşları son bulmuştur. Hatta kendisinin İslama girmesi h
Ama istihsana göre
kızlar da eman altında olurlar.
Çünkü aile fertleri
arasında ve nafakası altındadırlar. Evlenmedikçe onun nafakası ile
geçinmektedirler. Bu hüküm zahire bakılarak verilmektedir. Adet
olarak kadınlar tek başlarına kendileri
için eman istemezler. Erkek çocukların hilafına babalan yahut kocaları ile
beraber olurlar. Çünkü erkek çocukları savaşacak yaşa geldikten sona bizzat
kendileri için eman istemedikçe emin sayılmazlar. Kadınlar ise öldürülmekten
emindirler. Eman taleb etmeleri köle-teştirilmemeleri içindir. Eman hükmünde
babalarına tabi olmakla eman hükmü kapsamına alınabilirler.
514- Buna
göre yanında bulunan nine, hala, teyze, anne ve kızkardeş gibi kadınlar hepsi
eman altında olurlar. Baba ve dedelerin durumu ise bunun aksidir. Kölesi ve
ücretli hizmetçisi ancak istihsan yolu ile ona emanda tabi olabilir. Ta ki
ticaret için yahut eşyasını onlar vasıtasiyle taşıyabilmek için yanına aldığı
kimselerden maksat ihtiyacı yerine gelsin.
Eman hükmüne tabi
olarak emin olanların tümü için biliyoruz ki iddia ettiği şeylerde kendileri
de onu tasdik ederlerse hepsi emin olurlar. Çünkü üzerinde müslümanların hakkı
sabit olmadan önce bu konuda birbirlerini tasdik etmektedirler. Önce yalanlar,
sonra tasdik ederlerse, fey' olurlar. Çünkü onu yalanlamakla üzerinde
müslümanların hakkı sabit olmuştur. Bundan sonra tasdik etmesi müslümanların
haklarını iptal etmektedir. Dolayi-siyle bu konuda çelişkiye düşmektedir.
Önce tasdik eder,
sonra yalanlarsa yine fey' olur. Köle olduğunu kendisi önce itiraf etmiş
bulunmaktadır. Kendi hakkındaki bu itirafı da geçerlidir.
Ama kölesi ve meramını
ifade edebilen küçük çocukları bundan müstesnadır.
Köleleri müstesnadır.
Çünkü tasdik etmeleriyle onun kölesi oldukları sabit olmuştur. Mülkiyetini
iptal konusunda artık sözleri muteber değildir.
Çocukları da nesebçe
ona bağlılıkları ve eman hükmüne dahil olmaları sebebiyle müstesnadırlar.
Kendilerinin köle olduklarına dair söyliyecekleri sözler muteber değildir.
Nitekim nesebi belli ve aslen hür olan ve meramını ifade edebilen küçük çocuk
kendisinin köle olduğunu söylerse sözü geçerli.
olmaz.
Ama kızı, eşi,
kızkardeşi ve halası onu tasdik ettikten sonra tekrar yalanlarsa hepsi fey1
olurlar. Çünkü köle (cariye) olduklarını daha önce ifade ve itiraf etmişlerdir.
Onu tasdik edince
kızının nesebi sabit olmuştur, diyerek itiraz edilebilir.
Cevap olarak diyoruz
ki; Öyledir ama nesebinin sabit oluşu kendisinin köle olduğunu itiraf etmesinin
hükmünü iptal etmez. Erginlik çağma gelenin kendi aleyhine ikrarı muteberdir.
Ama meramını ifade edebilen küçüğün durumu böyle değildir. Onun sözü sadece
yararına olan şeylerde muteberdir. Zararına olan şeylerde muteber değildir.
Kendi tasdiki ile hürriyeti sabit olduktan sonra tekrar köle olduğunu ikrar
etmesiyle köleliği sabit olmaz.
Durumu meçhul olan
küçük çocuk bir adamın elinde olsa ve onun kölesi olduğunu ikrar etse, kölesi
sayıldığı halde bu diğerinde durum neden farklı olmaktadır? diye sorulabilir.
Deriz ki, öyledir ama
kendi ikrarı ile değil, o adamın iddiasıyla sabit olmaktadır. Ancak meramını
ifade edebilen başkasının hakimiyeti altında değildir. Hür olduğunu iddia
ettiği takdirde hür olur. Ama ben onun kölesiyim, deyince o adamın hakimiyeti
altına girmiş olur. Dolayısiyle hakim olanın ifadesiyle ve hakimiyet hakkiyle
onun köleliği sabit olur. Tıpkı meramını ifade edemiyenin durumunda olduğu
gibi. Ama sadece kendi ikrarı ile köleliği sabit olmaz. Çünkü fayda ve zarar
arasında tereddüt eden küçük çocuğun-Jkrarı geçerli olmadığı halde zararına
olan şey hakkındaki ikrarı nasıl sahih olsun?
515-
Müslümanlar bir kaleyi kuşattıklarında kaleden bir adam çıkıp yanlarına gelmek
üzere eman isteğinde bulunsa ve kendisine eman verdikten sonra eşi, küçük
çocukları, kölesi ve eşyası ile çıkıp gelse bütün bunlar fey1 olurlar.
Çünkü bu adam kendisi
için korkuya kapılmış ve mecbur olmuştur. Canını kurtarmak için eman talebinde
bulunmuştur. Bu amacına ulaşmak için diğer şeyleri de yanına alması şart
değildir.
Birincinin durumu
böyle değildi. Çünkü o evinde ve emniyet içinde idi. Eman istemesi, ülkemizde
barınmak ve ticaret yapmak İçindir. Diğerlerini de yanına almadan bu amacı
gerçekleşmez.
Halbuki burada, kalede
bulunanların hepsinde müslümanları hakkı sabit olmuştur.Çükü kuşatma altına
alman kişi, ele geçmiş gibidir. Onun için tasarrufları geçersiz olur. Sabit
olduktan sonra müslümaların onlardaki hakkının ipt
Ülkemize gelmek için
eman taleb eden kimsenin yanında aldığı kişilerde müslümanlann hakkı sabit
olmuş değildir. Bunların da muhtaç oldukları şey, köle olmadıklarını ispat
etmektir. Bu da durumun delaleti ile sabit olur ve bu delalet yeterlidir.
Ama kalede kuşatılan
kimse halkın kuşandığı gibi atı üstünde silahı ve kendisine yetecek kadar
parası ile çıktığı zaman, istihsan yolu ile hepsi onundur. Çünkü çıplak ve
herşeyden soyutlanarak çıkması mümkün değildir. Nitekim çıplak çıkacak olursa
kendimiz ayıplarız. Arkadaşlarına savaşmak için çıktığını göstermek yahut
çıkarken kendisine silah kullanacak olurlarsa karşılık vermek için silahını
yanma almağa da muhtaçtır. Yine yaya çıkıp müslümanlara gelmesi de mümkün
olmıyabileceğinden atını yanma alması da bir ihtiyaçtır. Müslümanlann
karargahında kendisine yiyecek verilip verilmeyeceğini bilmediğinden
nafakasını da yanına almaya muhtaçtır. Çünkü müslümanlardan sadece canını
kurtarması bile onun için yeterlidir. Yanına nafakasını almıyacak olursa
açlıktan ölebilir ve canını kurtarmak amacı da gerçekleşmemiş olur.
Bütün bunları
gözönünde bulundurarak yanına alacağı bu şeyler diğer şeylerden müstesnadır ve
kendisinin olurlar. Yine görüşme yapan taraflardan herkesin diğerinden satın
alacağı yiyecek ve giyecekler ortaklık hükmünden hariç olur. Çünkü istihsan
yolu ile bu gibi şeylere ihtiyaç olduğunu biliyoruz.
516- Sonra
muhasara altında olan ile ülkemize gelmek için eman almaya gelen arasındaki
farkı belirterek şöyle demektedir:
Muhasara altında
bulunan^ adam eman için seslense ve ema-na sahip olmadan Önce müslümanlann
yanına çıkıp gelse, fey1 olur. Ancak müslümanlann en yakın hakimiyet bölgesine
yaklaşan birisi müslümanlara eman için seslense ve müslümanlar ses çıkarmasa
eman altında olur.
Bu şekilde anlaşılıyor
ki burada delalet kafi geldiği halde, muhasara altında olan için kafi değildir.
517-
Müslümanlar kalede kuşatılan birine eman verse ve adam mü si uman lar a şu veya
bu şekilde yararlı olmak için çıkışını belirtmezse canı, malı ve küçük
çocukları eman altında olur.
Çünkü bulunduğu yerde
kalmak üzere kendisine eman verdiler. Orada kalabilmek için bunların yanında
bulunması zaruridir ve emanda kendisine tâ-bîdirler. Ama kaleden dışarı çıkan
adam sadece canını kurtarmak için çıkmaktadır.
518-
Müslüman ordusu düşmana yaklaştığında "ticaret amacı ile ülkemize yahut
askerin karargahına yalnız başına gelenler emin olur" diye duyursa,
geleler emin olurlar. Fakat onlardan müslümanlara açıklamadan yanlarında
getirdikleri bütün şeyleri ellerinden alınır ve müslümanlara fey' olur. Ancak
kaleden çıkan kimsenin yanına aldığı şeyler istihsan yolu ile kendisinin olur.
Çünkü getirecekleri şeyler
için eman vermiyeceklerini daha önce kendilerine bildirmişlerdir. Eman
verdikten sonra tekrar bozmak eman hükmünü bozar. Başka şeyler için eman
vermiyeceklerini bildirmeleri de onlar için hükmü aynı şekilde iptal
etmektedir. Biz ona delalet yolu ile kendi hakkı olan şeyler için eman verdik.
Aksi belirtildiği zaman delalet yolu ile de kendisine bir şey sabit olmaz.
Nitekim eman talebi için gelenlere müslümanlar eman vermiyeceklerini
bildirmelerine rağmen eman için çıkıp gelenler emin olmazlar. Ancak müslümanlar
yeniden kendilerine eman verirlerse emin olurlar. Bu red cevabından sonra
onların durumunun kalede mahsur olanın durumu gibi olduğu anlaşılmaktadır.
519- Bir
müslüman yanında eman talebinde bulunan düşman bir kişi ile çıkıp gelse ve
yanlarında her ikisinin tuttuğu veya hayvan üzerinde bulunan bir mal varsa ve
müslüman, bu mal benimdir, bu da kölemdir, derse ve düşman kişi hayır, mal
benimdir, ben de eman almak için geldim, diye hak iddia ederse, düşman kişi
zorla yakalanıp bağlanmışsa, müslümanın sözü geçerlidir.
Çünkü onu zorla alınca
kendisinin kölesi olur. Mal konusunda da efendisine muhalefet yetkisi yoktur.
Zorlanmamışsa, hür ve
eman altında olur.
İkisi de yetki
sahibidir. Mülk ve hayvan ikisi arasında yarıya paylaşılır.
Çünkü görünürdeki durum
ona şahitlik etmektedir. Sonra, mal üzerinde her ikisi de yetki sahibidir. Mal
ve hayvan ikisi arasında yarıya paylaşılır.
520- Biri
havana bindiği halde diğeri yandan tutup hayvanı çekiyorsa, hak sadece binmiş
olanındır.
Çünkü binit, binen
için yararlanma aracıdır. Binitin yükü de binite sahip
olanındır.
521- Eşya
bir entari ise ve onu biri giymiş ve diğeri de elinde tutmuşsa, entari giyen
kişinindir.
522- Aynı
şekilde mülkiyet güdenin değil, binmiş olanın ve binek hayvanım
yönlendirenindir. Mat kimin elinde ise sahibi kim olursa olsun, onun olur. Biri
hayvanı çekiyor, diğeri de güdüyorsa, hayvan ve mal çekenindir.
Çünkü hayvanın yularım
elinde tutmakla, hayvanla beraber
yüklendiği
eşyada onundur.
523- Düşman
yurdundan ordugahımıza sevkedilen bir mal olup eman altındaki kişinin kendisine
ait olduğunu söylese ve müslüman da onu yalanlıyarak "o mal benimdir,
düşman yurdunda halk bana bağışladı yahut zorla onlardan aldım" derse ve
kendisi de daha Önce ellerinde esir ise, malı da her ikisi elinde tutuyorsa,
yarısı elinde tuttuğu için onundur. Diğer yarısı da müslümanlara ait fey1 olur.
Çünkü diğer yarısı esirin elindedir. Onu askerin gücü ile ele geçirmiştir.
Kendisine
bağışladıklarını iddia etmekle musiüman askerlerin ortaklık paylarım
iptal etmeğe çalışmaktadır.
524-
Müslümanlardan bir delil getirmedikçe bu konuda sözü tasdik edilmez,
zimmîlerden veya eman altındakilerden delil gösterirse eman istiyenin aleyhine
bütün mal ona verilir.
Çünkü ortaya koyduğu
delil eman altında olanın aleyhinedir. Bu malın tümü kendisinin de dahil olduğu
müslüman askerlere fey' olur.
Çünkü ortaya koyduğu
delil müslümanların hakkını iptal etmede hüccet değildir. İddia ettiği hibe ve
sadaka sözleri de müslümanların hakkını iptal etmede kesin değildir.
Müslümanlardan bir
cemaat ona şahitlik ederse, mal kendisinin olur.
Çünkü iddiasını
müslümanlar hakkında geçerli delil ile ispat etmiştir. Bu da gözle görülmüş
gibi sabit kabul edilir.
525- Mal
sadece eman altındakinin elinde ise ve müslüman bir cemaat, malın esire sadaka
verildiğine ve onu eman altında-kine emanet ettiğine dair şahitlik ederek malı
ona müslümanların hakim olduğu bir yerde emanet bıraktığını ifade ederlerse,
mal ona teslim edilir.
Çünkü delille sabit
olan, görme ile sabit olmuş gibidir. Malı düşmanın hakim olduğu bir yerde eman
altmdakine bıraktığına dair şahitlik ederlerse, eman altındaki kişiden bir şey
alınmaz ve kendisine verilmez.
Çünkü bu, düşman
yurdunda aralarında anlaştıkları bir sebepti. Eman altındaki kişi bizim
hükümlerimize tabi olmayıp ülkemizde ticaretini yaptıktan sonra tekrar yurduna
dönmek üzere gelmiştir. Böylece düşman yurdunda aralarında geçen şeyler
üzerinde hakim davalarına bakmaz. Nitekim bir müslü-manla eman altındaki bir
kişi İslam yurduna girdikten sonra biri diğerine islam yurdunda borç verdiğini
yahut bir emanet bıraktığını iddia etse ve iki müslü-manı da şahit gösterse,
hakim bunların davasına bakmaz. Eman altındaki kişi Islama girerse yahut zimmî
olursa, o takdirde her iki tarafın da karşılıklı davalarına bakar. Çünkü eman
altındaki kişi artık vatandaşımız olmuş ve yasalarımıza muhatap olmuştur.
526- Aynı
şekilde eman altında olan iki kişi ülkemizde biri diğerine borç verdiğini yahut
emanet bıraktığını iddia etse ve muamele ülkemizde meydana gelmişse, hakim
davalarına bakar.
Çünkü hakim yurdumuzda
kaldıkları sürece aralarındaki davalara bakmaya ve kendilerine insaf ile
davranmağa memurdur.
527- Ama
muamele ülkemiz dışında cereyan
etmişse, bu-nunla ilgili davaya hakim bakmaz. Ancak Islama girmek yahut zimmî
olmakla davalarına bakabilir. Yine düşman yurdunda birinin diğerinden bir
şeyler gaspettiğini iddia etse ve dava açsa, hakim bu davaya da bakmaz.
Çünkü düşman yurdu
yağmacılık yeridir. Borç ve emanet dışında burada bir şey alan ve sonra İslama
giren yahut zimmî olan kimse o şeyin sahibi olur. Zira borç ve emanet
karşılıklı hoşnutlukla aralarında geçen bir işlemdir. Vatandaşlığımıza
geçtikten sonra bunlarla ilgili davalarına bakılır.
528-
Müslüman ile eman altındaki kişi birlikte çıkarken biri diğerinden bir şey
gasbetse ve o gasbedilen şey mevcut olsa, sonra eman altındaki kişi İslama
girse, hakim bunların da davasına bakmaz.
Çünkü müslüman
gaspetmişse mubah bir malı almış demektir. Gasp e-den düşman ise almakla mal
kendisinin olmuştur. Ama borç ve emanette durum değişiktir. Onda istila ve ele
geçirme sözkonusu olmadığından bunlarla
ilgili davaya bakılır.
529-
Müslümanla eman altındaki kişi birlikte çıkıp ikisi de mal yüklü bir katırı
tutarak, bu hem elimde hem de malımdır, diye iddia etse ve taraflardan biri
müslümanlardan delil getirse, hakim onun lehine karar verir.
Çünkü davasını delille
ispat etmiştir. Bu mesele ile bazı imamlarımızın şu şekildeki sözlerinde
yanıldıklarını anlamaktayız:
Taraflardan herbiri,
bu elimdeki malımdır derse, hakim bu davaya bakmaz ve şöyle der: M
Halbuki
Malın birinin elinde
olması durumunda olduğu gibi, bu mesele de aynı şekilde bağlanamaz mıydı? diye
sorulabilir. Nitekim orada davaya bakılmıyordu. Ama burada her birinin elinde
malın yansı bulunmaktadır. Eman altındaki kişi ülkemizin vatandaşı olmadıkça
davaya bakılmaması gerekmez mi?
Cevap olarak deriz ki;
Burada herbiri îslam yurdunda malı elinde tuttuğunu iddia etmektedir. Onun
için aralarındaki davaya bakmak lazımdır. Yani mesele, İslam ülkesinde her iki
tarafın malı kendisinden diğer tarafın aldığını iddia etmesine benzemektedir.
Şahitler derse ki gaspeden kişi düşman yurdunda düşmanın gücünden faydalanarak
ve eman almadan önce atladığı gibi katıra sahibi ile beraber sarıldı, o zaman
hakim yine bu davaya bakar ve mal sahibi lehine hüküm verir. Çünkü sahibinin
eli ona asılı oldukça gaspeden kişi onu ne eline geçirebilmiş ne mal sahibinin
elinden çıkmış demektir. Ama düşmanın hakimiyeti altında malı sahibinin elinden
alırsa o zaman kendisinin olur. Çünkü düşmanın gücü ile malı eline geçirmiş
demektir. Mal sahibi İslama girse bile artık ondan alacağı kalmaz.
530-
Düşmanın yurdunda esir olan müslüman, bu katır da mal da eman altındaki
kimsenindir, düşman yurdunda yahut çıktıktan sonra ondan aldım derse, eman
altındaki kimse de; hayır, katır da yükü de benimdir, kendisi yalan söylüyor
derse, katırı da her ikisi tutuyorsa, kıyasa göre tutması itibariyle yarıyarıya
orada olanlarındır.
Çünkü esir bu ikrarı
ile askerlerin sabit olan haklarını iptal etmeğe çalışmaktadır. Halbuki onlar
hakkında sözü geçerli değildir. Istihsana göre malın tümü eman altında
olanındır. Çünkü askerin hakkı esirin eli altındaki miktar itibariyle sabit
olmaktadır. Bu malda hakkı olduğunu ispat konusunda söylediği sözleri kabul
etmek zaruridir. Bu da, mal eman altındaki kişinindir, demesiyle sabit
olmuştur. Bu adamın eli mala sahip kaldıkça esirin elinde bir şey yok demektir.
Bunun için mal eman altındaki şahsındır. îslam yurduna yahut asker karargahına
çıkmaları müsavidir.
531- Mal
tamamen esirin elinde olup mesele de anlatıldığı şekilde ise ve eman altındaki
kişi de düşman yurdunda kendisinden aldığına dair itirafta bulunursa, artık
mal tümü ile onun olur ve eman altmdakinin hakkı kalmaz.
Çünkü eman altındaki
adamın eli maldan tamamen kesilince müslüman onu tümü ile eline almış demektir.
Asker karargahına
çıkarırsa hepsi fey1 olur. Ama islam yurduna çıkarırsa hepsi onundur.
Hırsızlık yapanın
çıkardığı mal gibidir. Beşte bir vergi de ona düşmez.
532- Eğer
eman altındaki kişi "onu müslümanların hakimiyet bölgesinde iken benden
aldı", derse sözü geçerlidir.
Çünkü malın aslının
eman altındaki kişiye ait olduğunu ikisi de tasdik etmiş durumdadır. Eman
alması ile malı da özel ve dokunulmaz ama gasp edilmiş mal olmaktadır. Esir,
mala temellük sebebini iddia etmektedir. Allah'a yemin ettiği takdirde sözü
muteberdir. Sonra, eman altındaki kişiden onu alması sonradan olan bir şeydir.
Yeni olduğu için en yakın zamana göre çözümlenir. O da îslam yurdunda bulunmalarından
sonradır. Nitekim daha Önceki bir tarihte aldığını iddia edenin sözü ancak
delille kabul edilir.[364]
533-
Müslümanlar düşman yurdunda bir kaleyi muhasara ederken müslüınanlardan biri içindekilere, siz eman
altındasınız, diye seslenirse ve onlar da sesini işitmiyecek yerde iseler, bu
seslenişi eman sayılmaz.
Çünkü seslenmekten
maksat, muhataba duyurmaktır. Sesini duymıya-caklarım bildiği halde seslenirse
lüzumsuzluk yapmış olur ve seslenişi eman sayılmaz. Böyle bir şey olsaydı her
müslüman oturduğu yerden Rumlara, Tüklere ve Hintlilere eman verir ve
kendilerine haber vermeden onlarla savaşmazlar. Herkes biliyor ki böyle bir şey
makul ve makbul değildir.
Eman, had cezasını
düşürür yahut öldürmeyi ve köleleştirmeyi yasaklar, bu da talak ve köle azad
etmeğe benzer şeylerde konuşanın bizzat ifadesiyle meydana geldiği halde bu
seslenme neden eman sayılmasın? denilebilir.
Biz de diyoruz ki,
böyle değildir. Aksine burada bir sözle onlar için eman özelliği meydana gelmiş
olur. Nitekim verdiği emanı red etseler emin sayılmazlar. Yine sesini
işitmiyecekleri bir yerden kendilerine seslenmesiyle onlar için eman hasıl
olmaz.
534-
Kendileri uykuda olmaları yahut savaşla meşgul olmaları sebebiyle
seslendiğinde işitmiyeceklerini sanarak eman verdiğini belirtmek için
seslenirse, bu eman sayılır. Aradaki eman ahdini bozduğunu kendilerine
bildirmeden onlara savaş açmak caiz olmaz.
Çünkü işitmelerinin
hakikatine nüfuz etmek güç bir iştir. Böyle durumlarda hüküm ona delalet eden
zahiri sebebe bağlı olur.
O da sesini
işitebilecekleri bir mesafeden kendilerine seslenmiş olmasıdır. Zahir sebep
gizli mana yerine kaim olunca, hüküm de ispat veya nefiyde onunla birlikte kaim
olur.
Sonra, aldatmaktan
sakınmak vaciptir. Kendilerine seslenilen kimseler sesi işitecek mesafede
olduğu halde seslenmesinde de aldatma ihtim
Bu da seslenen kişinin
sesini duyrmyacakîarı bir mesafede olduğu takdirde ancak tahakkuk eder.
535- İmam
Muhammed der ki, mesela müslümanlardan biri onlardan uyuyan yahut sağırlığından
dolayı sesi duymıyan birinin yanına gidip eman verdiğini bildirse, bu onun için
eman sayılır.
Ebu Hanife'nin
prensiplerine göre bu daha açıktır. Çünkü İmam, halvet ve uyuyanın yanma gelip
düşen av meselesinde dediğine göre uyuyan kişiyi uyanık gibi telakki
etmektedir.
Yeminler bölümünde de
şöyle demektedir: Falan kişi ile konuşmıya-cağım, diye yemin eden kişi o kişiye
seslenir yahut uykudan uyandırırsa, yeminini bozmuş sayılır. Bazı nüshalarda
ise ona seslenip uyandırırsa, şeklinde geçmektedir.
Bundan da anlaşılıyor
ki ona seslendiğinde ister uyandırsın ister uyandırmasın durum değişmez.
Sesini işitecek yakınlıkta ise kendisi İle konuşmuş gibi sayılır.
536- Bir
mektup yazarak eman verdiğini bildirirse, onlar da mektuba bakarak kalelerinden
çıkar gelirlerse, eman altında olurlar.
Çünkü mektup iki ifade
şeklinden biridir. Açıklama ve anlatımda konuşarak anlatmak gibidir. Nitekim
risaleti tebliğ etmekle görevli olan Rasalullah etrafa mektuplar göndererek de
tebliğ görevini yerine getirmiştir.
Adamlar mektubu
aldıktan sonra dışarı çıkmışlardır. Bu eman sayılma-dığı takdirde bir bakıma
aldatma olmuş olur. Hz. Ömer'in bu konudaki hadisini daha önce zikretmiştik.
537- İçinde
eman verildiğini belirten bir mektup bulsalar ve atan belli değilse, eman olmaz.
Çünkü mektup cansız
bir şeydir. Eman vermesi söz konusu değildir. Bilakis eman mektubu yazan
kimseden olur. Meçhul olan kimseden eman meydana gelmez. Sonra mektup sahte
veya eman vermesi caiz olmayan zimmet ehlinden biri tarafından verilmiş
olabilir. Onun için mektubun bir müslüman tarafından atıldığına dair yine
müslümanlardan delil getirilmedikçe eman meydana gelmiş olmaz. Çünkü onların
köleleştirilmesinde müslümanlarm hakları sabit olmuştur. Bu delil, mezkûr hakkı
iptal etmek için gösterilmektedir.
538-
Müslümanlar onları ele geçirmeden önce bir müslüman çıkıp da mektubu
kendisinin attığını söylerse, sözü geçerlidir.
Çünkü yapabileceği bir
işi haber vermektedir. Hakkında şüphe de sözko-nusu değildir. Sonra, onlarda
müslümanlarm hakları henüz gerçekleşmiş değildir ki sözü müslümanlarm onlarda
hakkını iptal etmiş olsun. Kendisi de müslümanlardan biri olarak bunu yapma
yetkisine sahiptir.
539-
Müslümanlara teslim olduktan sonra bunu söylerse sözü tasdik edilmez. Mektubu
kendilerine attığına dair müslümanlardan iki şahit getirmedikçe sözü, muteber
değildir.
Çünkü elinde olmıyan
bir şeyi bildirmektedir. Bu bildirmesiyle müslümanlarm sabit olmuş haklarını
iptal etmeğe çalışmaktadır. Bu konuda ne sözü ne şahitliği muteberdir. Çünkü
kendisinin yaptığı bir şeye şahitlik etmektedir. Bu da şahitlik değil, iddia
olur,
540- Ondan
ayrı iki müslüman şahitlik yaparsa eman gerçekleşir ve onlar emin olacakları
yere tekrar iade edilirler.
Delil getiremezse ve
onlar paylaşılıp kendisine de pay düşmüşse, payına düşenlerin hür olduğunu ve
eman altında bulunduğunu itiraf ettiği için onlar hürdür. Zira Kendi mülkü
için yapacağı ikrar zaten geçerlidir. Ancak bunların tekrar düşman yurduna
dönmelerine müsaade edilmez. Çünkü yurdumuzda sürekli tutmak müslümanlarm
hakkıdır. Bu konuda müslümanlar
aleyhinde şahitliği de geçerli değildir.
İslama girmeyi kabul
etmezlerse, zimmî sayılırlar.
Çünkü yurdumuzda
müebbed tutulanlardan cizye vergisi alınır. Durumu
ileride de belirtileceği üzere, zimmînin
durumu gibidir,
541- Devlet
başkanı bunların satılmasını öngörürse ve emin olduklarını söyliyen adam satın
alırsa, ücretlerini kendisi öder.
Çünkü zahire göre
bunlar köledirler. Kendisi alınca hür sayılırlar. Hür olduğunu ikrar ettiği
köleyi satın alan mesabesindedir. Belirttiğimiz sebeplerden dolayı dârulharbe
dönmelerine izin verilmez.
542-
Muhasara altında olanlara devlet başkanının eman verdiğini bir müslüman
yalandan bildirse ve onlar da kalelerini açıverirlerse, emin olurlar.
Çünkü kendisinin
verebileceği sahih bir emani onlara bildirmiştir. Bu bildirmesi kendisinin
önceden kararlaştırdığı bir emanı bildirmek gibidir. Böyle birşeyi
kararlaştırmamışsa bile yeniden eman vermiş sayılır. Ebu Hanife'nin prensibine
göre hakimin akidlerdeki hükmü mesabesindedir. Sonra, "devlet başkanı size
eman verdi, kapıyı açın" demesiyle bu iş gerçekleşmiş olmaktadır.
543- Bunu
kendilerine açıkça söylese, kendisinin vermiş olduğu eman ile emin olurlar.
Sözünün iktizasiyîe (dolaylı olarak) sabit olduğunda da sonuç aynıdır. Bunu
kendilerine bildiren zimmî ve eman altındaki biri ise hepsi fey' sayılır.
Çünkü haber verilen
şey yalan ise, mücerred haber verilmesi ile doğru olmaz. Kendi açısından da
sözünün iktizasiyîe eman sayılmaz. Çünkü eman verme yetkisine sahip değildir.
544- Devlet
başkanı etrafındakilere onlara eman verdiğini söylese ve kendilerine bunun
bildirilmemesini isterse, onun sözünü duyan müslümanlardan biri gidip onlara
bunu duyur-sa, eman altında olurlar.
Çünkü verdiği haberde
yalancı olsa bile yukarıda da belirttiğimiz gibi kendi açısından eman altında
olurlar. Devlet başkanının bildirmesini yasaklamasına rağmen verdiği haber
doğru ise öncelikle eman altında olurlar.
545- Bunu
kendilerine bildiren zimmî ise devlet başkanının
sözlerinden sadece
birinci şıkkı duymuşsa, onlar yine eman altında olurlar.
Çünkü devlet
başkanının cemaat içinde bunu söylemesi, delaleten tebliğ etmelerini istemesi
demektir. Delaletle sabit olan, açık ifade ile sabit olmuş gibidir. Duyanlar
bildirmeyi yasaklıyan ikinci şıkkı da duymadıkça bildirme hakkına sahiptirler.
Vekili azletmek ve yetki verilen köleyi hacr altına almak (tasarruf yetkisini
elinden almak) gibi şeylerde haber kendilerine ulaşmadıkça onlar hakkında sabit
olmaz. Dolayısıyla bu adam devlet başkanının sözünü yine onun emri ile
kendilerine tebliğ etmiş olur. Bu konuda elçinin sözü onu gönderenin sözü gibi
muteberdir.
Devlet başkanının
sözünün iki şıkkını duyduğu halde onlara bildir-mişse hepsi fey' olur.
Çünkü bildirmeme emri
kendisine ulaşınca bildirme yetkisi kalkar ve hakkında o emrin hükmü sakıt olur.
Sonra,
bildirmemelerini istemesi o emanı tekrar geri alması mesabesindedir. Ancak
eman haberi kendilerine ulaştıktan sonra tekrar bozulması, onlara emanın
kaldırıldığı haberinin ulaşması ile mümkündür. Ama eman haberi kendilerine
ulaşmadığı sürece onu kendilerine duyurmadan geri almak da sahih olur.
Nitekim pazar halkı
arasında kölesine tasarruf yetkisini tanıdıktan sonra evinde bu yetkiyi İptal
ederse, çarşı halkı bunu duymadıkça onun tasarrufları geçerli olur. Ama pazar
halkı duymadan önce evinde yetkilerini elinden alırsa, pazardaki bütün
tasarrufları geçersiz olur.
546- Yine
devlet başkanı bir zimmîye "git, kendilerine e-man verdiğimi söyle"
dedikten sonra sözünü geri alır ve "vazgeç, onlara bildirme" derse
yahut zimmî olan katibine; "onlara eman verdiğimi kendilerine yaz"
dedikten sonra yine sözünü geri alır ve yazma, demesine rağmen katib eman
verildiğini kendilerine yazar ve bildirirse, kendileri de bu yazı ve habere
göre kalellerini terkederlerse fey' olurlar. Katibe yahut elçiye bunu yasaklamazsa
yahut yasağı kendilerine bildirdikten sonra duyarsa ve onlar da kalelerinden
çıkarlarsa, emin olurlar.
Her iki durumda da
delil, aldatmaktan sakınmaktır.
547- Bir
müslüman yanındaki adamı göstererek kale içindekilere "bu adam size eman verdi", derse ve
onlar da inince gösterilen adamın zimmî veya eman altında biri olduğunu
görünce", adam doğru veya yalan söylesin, hepsi fey' olurlar.
Çünkü kendilerine
geçersiz bir emanı haber verdiği halde kendisi de sahih bir eman vermiş
değildir. Kendilerini de aldatmış sayılmaz.
Konuşanı veya
kendilerine gösterdiği kişiyi tetkik edip işin gerçeğini araştırmadıklarından
kendi kendilerini aldatmış sayılırlar.
548-
Kendilerine müslüman bir erkek veya kadını göstererek onların eman verdiğini
söylese, bu sözünde doğru veya yalancı olsun, hepsi eman altında olurlar.
Çünkü kendilerine
sahih bir emanı haber vermektedir. Eman yetkisine sahip birine izafe edince
onlara eman vermiş olur.
549- Bir
müslümanın kendilerine eman verdiğini bildiren kişi zimmî ise ve sözünde doğru
olduğu kesinse, eman altında olurlar. Yalan söylediği yahut doğru veya yalanı
belli değilse, fey' olurlar.
Çünkü kendi başına
eman verme yetkisine sahip değildir. Onlar da kendinden eman verme yetkisine
sahip olmayan kimseye güvenince aldatılmış değil, kendi kendilerini aldatmış
olurlar.
550-
Kendisinden söz edilen kimse kendisi söylerse, sözü tasdik edilir. Kendileri
emniyette iken bunu söylemesi üzerine kalelerinden inerlerse, eman altında
olurlar.
Çünkü kendilerine eman
verme yetkisine sahip olan ve haber veren kişiyi tasdik etmiş olur. Tasdik
ettiği için de töhmet altına girmez.
551-
Kalelerinden indikten ve elimize geçtikten sonra bildirirse, sözü tasdik
edilmez.
Çünkü bu tasdikte
töhmet altındadır. Kendilerine eman veremeyecek duruma gelmiştir. Sonra, bu
tasdikle müslümanların onları köle edinme haklarını iptal etmeye çalışmaktadır.
Ancak devlet başkanı
onları paylaştırır ve bir kısmı ikrar edenin payına yahut zimmînin hissesine
düşerse, ikisi de âzâd ederler.
552- Yine
devlet başkanı onları satarken haber veren zimmî yahut tasdik eden müslttman
satın alırsa, birbirlerini tasdik ettikleri için hepsi azad olurlar. Çünkü hür
ve eman altındadırlar. Bu hüküm onlardan ikisinin de mülkiyetine geçen şeyler
hakkında caridir. Ancak düşman yurduna dönmelerine izin verilmez.
Çünkü başkan onları
paylaştırıp sattığında müslümanların ülkemizde tutma hakları vardır.
Müslümanların haklarım ilgilendiren meselelerde ikisi de tasdik edilmezler.[365]
.
553- Eman
almadan bir düşman Harem'e girse, üzerine hücum edilip esir edilmez veya
öldürülmez.
Alimlerimizin
prensibine göre kanının akıtılması mubah olan bir insan Harem'i Şerife girse,
eman altında olur.
Cenabı Hak şöyle
buyuruyor :
"Emin bir harem
kıldığımızı görmediler mi?"[366]
"Ona giren kimse emin olur."[367]
Mekke fethi gününde
Rasulullah (s.a.v.) yaptığı konuşmada şöyle buyurdu:
"Benden önce
orası kimseye helal olmamıştır. Benden sonra da kimseye helal olmayacaktır.
Bana da ancak günün bir saatinde helal olmuştur: Bundan sonra kıyamete kadar
haram olacaktır "
Rasulullah (s.a.v.)
müşriklerden savaşmayan bazı kimseleri öldürttüğü için o gün böyle buyurdu.
Eğer savaşa katılan savaşçı kimseler olsalardı yaptığı konuşma ile
sınırlandırmasının bir faydası olmazdı. Çünkü haremi helal kılan, onun
belirttiği şekilde bir anını helal kılar.
İbn Ömer (r.a.) şöyle
buyuruyor: Babam Ömer'i öldüren kimseyi haremde görsem ona saldırmam. İbn Abbas
da aynı şeyi söyledi. Ancak "babası" lafzını demedi.
Bunu haremde kimseyi
öldürmeye kalkışmayı yasaklamak kabilinden mübalağalı olarak söyledi.
Öldürülmediği gibi esir ve köle de edilmez. Çünkü hürriyet hayat, kölelik de
helaktir.
Haremin haramlığı
hükmü buna engel olmaktadır. Nitekim av haremde
öldürülmediği gibi,
kimsenin mülkiyetine de geçmez.
554-
Haremden çıkmadan Önce müslüman olursa hür olur ve kendisine hiç bir şey
yapılmaz.
Çünkü haremde
bulunduğu müddetçe emin ve hürdür. İslamiyete girmesi ile de hürriyeti
garantilenmiştir.
Zimmî olmak isterse
arzumuza bağlıdır. Dilersek bu hakkı kendisine veririz. Dilersek vermeyiz.
Çünkü helak olmak
üzere ve ele geçmiş durumdadır. Zahire göre yasalarımıza uyarak kendi
isteğiyle bunu istemiş olmayıp mecbur kaldığından bu yola başvurmaktadır.
Bununla kaçıp kurtulmak için bir yol aramaktadır. Devlet başkanı onun hakkında
dilediği gibi karar verir. Köleleştirilmeden önce esir alınan kimsenin zimmî
olmak istemesi gibi.
555- İslama
girmeyi reddedip haremde sağa sola kıvranmaya başlayınca oradan çıkmaya mecbur
kalması için ne ye-dirilir, ne anlaşma yapılır ve ne de yanında kimse oturur.
Çünkü hareme sığınması
ile emin olduğundan ona zarar vermemiz mümkün değildir. Ancak kendisine
ihsanda bulunmamız da gerekmez. Ona iyilik etmememiz de kötülük manasına
gelmez. Bunun için zimmî olmak istediğini kabul etmemek de kendisine kötülük
demek değildir. Çünkü talebini kabul etmek kendisine iyilik etmek demektir.
Ancak halkın
yararlandığı su ve otlardan faydalanmaktan alıko-namaz.
Çünkü bu onun
hakkıdır. Rasulululah (s.a.v.) şu sözleriyle herkesin bunlarda ortak olduğunu
ispat etmiştir:
"İnsanlar üç
şeyde ortaktırlar: Ot, su ve ateş." Hakkı olan bir şeyden alıkoymak ona
kötülük etmektir. O şu sözünün manasım ifade etmektedir:
Sudan alıkoymak mümkün
olsaydı öldürmek de caiz olurdu.
556- Devlet
başkanı, onu esir etmeyeceğim ama hapsedeceğim derse, bunu yapmaya hakkı
yoktur.
Çünkü hapsetmek bir
nevi cezalandırmaktır.
Yine, haremden
çıkaracağım derse bunu da yapamaz.
Çünkü harem ile sabit
olan emniyet, ona kötülük etmeyi yahut oradan çıkarmayı yasaklamaktadır.
Nitekim av hayvanının durumu da böyledir.
557-
Savaşmak için hareme girenler bir cemaat ise müslü-manların onları öldürmesinde
bir sakınca yoktur. Çünkü Cenabı Hak şöyle buyuruyor:
"Mescidi Haramda
size savaş açmadıkça siz de onlarla döğüşmeyin."
İbn Abbas (r.a.),
haremin tümü mescidi haramdır buyurmaktadır. Yani her tarafı hüküm İtibariyle
mescidi haram gibidir. Haremin hürmt eziyeti onlardan gidermemizi
gerektirmediği gibi, av hayvanından eziyeti gid mek de bize şart değildir.
Hatta haremde bir canavar, bir insana saldırırsa o öldürmek caizdir.
558-
Müslüman onlara hamle yaparak yenerse ve kendilerinden esir alırsa, onları
Öldürmesinde bir sakınca yoktur.
Çünkü haremin hür
Avın durumu ise böyle
değildir. Üzerine saldırdıktan sonra kaçaı öldürülmesi caiz değildir.
Çünkü av hayvanının
aklı yoktur. Ancak içgüdüsüyle zarar vermek is diğinde eziyeti def edilir. Bu
da kaçmasıyla gerçekleşmiş olmaktadır.
Ama insanın aklı
vardır. Zararını önlemek için öldürerek bırakm caizdir.
Bunun için kısas,
hayat vermek manasında emredilmiştir. Zararları örı mek ve haremin hür
559- Yine
savaşarak hareme girseler ve yanlarında çoluk çocukları varsa, yenilip esir
alındıktan sonra kadınları da esir alınabilir.
Çünkü savaşanlara
tabidirler. Haremin hür
560- Harem
dışında müslümanlarla döğüşüp onlardan bazılarını öldürdükten sonra kaçarak
kadınlarıyla beraber oraya sığınsalar ve orada savunmasız dursalar, kendilerine
veya eşlerine dokunulmaz.
Çünkü onun hür
561- Ama
onları koruyanlar haremde toplanıp kendileri de eşleriyle beraber haremde
onlara sığınırsa, hem kendilerini hem de eşlerini öldürmek ve esir etmek
caizdir.
Çünkü bir zümreye sığınan
kimse muharip olup savaşı terk etmiş demek değildir.
Nitekim ayaklananlar
takip edilir ve koruyan zümre varsa yine öldürülürler. Burada da durum
aynıdır.
562- Düşman
kişiler hakkında bütün söylediklerimiz, isyan eden ve ayaklananlar için de
geçerlidir. Ancak eşleri ve çocukları yağma edilmez.
Çünkü vatandaşımız ve
müslümandırlar. Müslüman oldukları için hürdürler ve mallan yağma edilmez.
Ama bunun dışında
öldürülmelerinin helal veya haram olduğu yerlerde düşman kişiler gibidirler.
Basan Allah'tandır.[368]
563-
Müslümanlar düşmanın kalelerinden birini kuşatır ve kuşatılanlardan dört kişi;
"Sizinle antlaşma yapmamız için dışarı çıkmamıza eınan verin" der ve
eman vermeleri üzerine yirmi kişi dışarı çıkarlarsa, eman isteyen dört kişiyi tesbit
edebilirsek o dört kişi emniyet içerisinde olur. Gerisi ise müslü-manlar için
feyr olurlar. Müslümanlar dilerlerse onları öldürürler, dilerlerse fey1 olarak
alırlar.
Çünkü kendilerine eman
verilmeden elimize geçmişlerdir. Kuşatma altında bulunan kişi sırf dışarı
çıkmakla emandan istifade edemez. Emandan istifade edebilmesi için sözle
kendisine eman verilmiş olması gerekir. Zaten dışarı çıkarılması için
kuşatılmış iken emandan nasıl yararlanabilir ki! Kendilerine eman verilen dört
kişi İle diğerleri arasında tabî olma yoluyla onlara da eman verilmiş olmasını
gerektiren bir sebep de yoktur. O dört kişiye uygulanacak hükme gelince :
564-
Müslümanlarla aralarında antlaşma yapılmadığı takdirde kendilerine verilen
eman gereğince geri iade edilirler. Kaleye dönmek istemedikleri takdirde
müslümanlar onları buna zorlayamazlar.
Çünkü onlara eman
vermişiz. Onları hapsetme yahut esir etme hakkına da sahip değiliz. Ama onlara,
dilerseniz darulharbe gidin, denilir. Emniyet içerisinde düşman topraklarında
uzaklaşıncaya kadar da onlara bir zarar veremeyiz. Çünkü verilen söze vefa
göstermek ve ihanet etmemek vaciptir.
565-
Karargâhınızı terketmeyiz, derlerse komutan uygun göreceği müddete kadar onları
orada alıkoyar ve o müddet dol-duktan sonra zimmî olarak kendilerini islam
yurduna götüreceğini haber verir.
Bu meselenin izahı
daha Önce geçmiştir.
Komutanın onlara; Şu
zamana kadar giderseniz gidin, değilse sizi köle yapar yahut öldürürüz, demeğe
hakkı yoktur.
Çünkü onlar aramızda
emniyet içerisindedirler. Kendilerine verdiğimiz bu emanın gereği olarak onları
ne köle edinebiliriz ve ne de öldürebiliriz. Onlara bu hükümleri uygulamamız
doğru olmadığı gibi, aradan zaman geçmesiyle de uygu I ay amayız.
Ama onları zimmî
yapmamız böyle değildir. Çünkü onları zimmî kabul etmemiz, verdiğimiz emana
ters değildir. Aksine, verilen emanın gereği olur. Ayrıca bir kafirin
darulislamda uzun müddet kalıp cizye vermemesi ve muamelat konusunda
hükümlerimize uymaması, müslümanlan hafife almak anlamına gelir.
566-
Müslümanlar dört kişiye: "Antlaşma pazarlığı yapmak üzere size eman
verdik, dışarı çıkın" derlerse ve aralarında o dört kişinin bulunduğu
yirmi kişi dışarı çıkar ve kendilerine eman verdiğimiz dört kişiyi şahsen
tanımıyorsak, yirmi kişiden herbiri de: "Eman isteyen benim" derse,
hepsi emniyet içerisinde olurlar. Onlardan hiçbirini Öldürenleyiz ve esir
edemeyiz. Çünkü onlardan herbirinin durumu şüphelidir. Bu kişi, kanı korunarak
eman verilmiş biri midir, yoksa kanı helal mıdır, belli değildir. Rasulüllah
(s.a.v.) İn aşağıdaki hadisi gereğince masum olması yönü ağır basmaktadır :
"Bir şeyde helal ile haram bir arada bulunursa, helal harama g
Ayrıca müslümanların o
dört kişiyi diğerlerinden ayıracak bir alamete sahip olmamaları ve dolayısıyla
onları diğerlerinden ayırtedıp tesbit edememeleri, onlardan herbiri için
muhtemel olan emanı iptal etmede etkili olamaz.
Ancak hepsine eman
verilmiş gibi emniyet içinde olacakları yere
kadar ulaştırılırlar.
567- Şayet
komutan kale halkından dört kişiye şahsen eman verir ve kaleden çıkmalarını
emretmez, sonra da kale fethedilir, bir de kalede bulunanların herbiri ben o
dört kişiden biriyim derse,
bakılır; şayet kendilerine;eman verilenler şahsen tesbit edilişe, onlar eman
içerisinde olur. Ama tesbit edilemez-lerse kaledekilerhı tamamı fey' olurlar.
Çünkü bunlar düşmanın
hakimiyet sınırları içerisinde bulunuyorlardı. Düşmanın hakimiyet sınırlan
dahilinde bulunanlar, bir engel bulunmadığı müddetçe müslümanlar için fey'
olurlar. Fey1 olmalarına engel olacak husus hiçbiri için kesin değildir.
Yukarıda
anlatılanların durumu bunlannkinden farklıdır. Oradaki dört kişi, müslümanların
hakimiyet sınırları içerisinde emniyete kavuşmuş durumdaydılar. Müslümanların
hakimiyet alanında bulunanlarsa halleri itibariyle muharip sayılmazlar. Asıl
itibariyle muharip olduğu bilinmeyen kimse emana dahil olmasa da ona ceza
vermek caiz değildir.
Görmüyor musun, şayet
kalede bulundukları zaman dört kişi İslâmı kabul eder ve müslümanlar onlara
kaleden çıkmalannı söyleyip yirmi kişi dışan çıkar ve onların herbiri
kaledeyken kendisinin kabul ettiğini iddia ederse, onlardan hiçbirini esir etmek
caiz olmaz. Ancak hepsine eman verilmiş gibi tümü emin olacakları yere
ulaştırılırlar.
568- Şayet
kaledeyken dört kişi İslamı kabul eder ve müslümanlar kaleyi fethedinceye
kadar dışarı çıkmazlarsa, kale fethedildikten sonra da kalede bulunanların her biri
kendisinin İslamiyeti kabul edenlerden biri olduğunu iddia ederse, o zaman
hepsi fey' olur. Ancak İslamı kabul eden şahsen biliniyorsa, o zaman kendisi
ile küçük çocukları hür sayılırlar ve malı kendisine teslim edilir.
Çünkü müslüman olmakla
malının ganimet olmasına engel olmuştur. Ama büyük çocukları, İslama girmesinde
ona tabî olamayacaklarından hepsi fey1 olurlar. Ancak devlet başkanı burada
onlardan hiçbirini öldüreni ez.
Çünkü onlardan herbiri
İslamı kabullenmeye hazır hale gelmiştir veya İslam olmayı arzu etmektedir.
Esir kimsenin İslamı kabul etmesi onu öldürülmekten korur ama köle olmaktan
kurtaramaz.
569- İmam
Muhammed dedi ki: Şayet bunları esir alma-yacaksam, aralarında şahsen
tanımadığım bir nıüslüman veya zimmî bulunan Konstantiniyye halkının hepsini
esir alamam demektir. Fey1 olması için bir engel bulunmadıkça darulhapte ele
geçirilen herkes fey'dir.
Aradaki farklılık
aşağıdaki şu sözlerle ortaya çıkmaktadır.
Düşman yurdundan bir
topluluk kendilerine eman verilmediği halde zimmet ehli olan bir köye girecek
olsa ve müslümanlar onları yakalamak için köye girseler, köydeküerin hepsi
emniyet içerisinde olurlar.
Çünkü emniyet ve
dokunulmazlık içindedirler. Düşmandan olduğu bilinmedikçe hiçbirine ceza
verilemez.
570-
Zimmîlerden bir topluluk müslümanların gözleri önünde düşmana ait kalelerden
birine girecek olsa ve sonra da o kaleyi fethedecek olsak, zimmî olduğu şahsen
bilmen hariç, geri kalanların hepsi fey'dir.
Çünkü ganimet alman ve
koruma bulunmayan yerde bulunmuşlardır ve dolayısıyla fey'dirler. Ancak
onlardan bazısının fey' olmasına engel bir durum varsa, onlar fey' olmazlar. Bu
gibi durumlarda mekana bakarak ona göre hüküm vermek esastır. Nitekim bir
şahsı daru'l-harpte görüp, durumunu bilmeyen, yani müslüman veya zimmî olup
olmadığım bilmeyen kişi, onu vurabilir, Ama onu daru'l-İslamda görecek olsa,
harb ehlinden olduğunu bilmedikçe onu vuramaz.
571- Zimmî
bir şahıs onların kalelerinden birine girdikten hemen sonra o kale fethedilir
ve kalelerdekilerin hepsi esir edilerek o zimmînin aralarında olduğu bilinip
şahsen bilinemi-yorsa, devlet başkanının o kale halkından kimseyi öldürmesi
uygun olmaz.
Çünkü öldürülme
hususunda onlardan hiçbiri diğerinden farklı bir durumda değildir. Şayet
hepsini öldürecek olsa, öldürülmesi caiz olmayan bir kişiyi de öldürmüş
olacağı kesindir. Haramdan sakınmak için hepsini öldürmekten vazgeçmekten başka
bir yol yoktur. Çünkü zimmîyi öldürmekten sakınmak
farzdır. Esir edilen düşman bir kimseyi
öldürmek ise mubahtır. Mubah ile farz arasında da bir zıtlık yoktur. Zıtlık
sözkonusu olduğu yerde haram, helala tercih edilir. İşte burada haram hükmü
geçerlidir.[369]
572-
Kaledekilerin bir kısmı öldürülmüş veya ölmüş ya da yaralanmış ve zimmî olan
kimsenin aralarında olup olmadığı kesin olarak bilinemiyorsa, kaledeki erkeklerin
hepsinin öldürülmesinde bir sakınca yoktur.
Çünkü düşmana ait bir
yerde bulunuyordular. Öldürülmelerine engel de aralarında zimmînin
bulunmasıydı. Bu durumda zimmînin aralarında mevcudiyeti kesin değildir. Çünkü
zimmî, Öldürülen yahut kaleyi terkedenler arasında olabilir. Zahire göre de
onlardan herbiri savaşçı düşman olup kanını akıtmak mubahtır. Hakikatına vakıf
olmanın mümkün olmadığı meselelerde hüküm zahire göredir. Zahire itibar
etmemek için ona muh
573- Şayet
devlet başkanı zann-i g
Çünkü zann-ı g
574- Ama
zahire itibar edip onları öldürmesi caizdir. Bu konuda temel, Rasulüllah
(s.a.v.) m Vabisa b. Ma'bed'e söylediği şu sözüdür.
"Elini göğsüne
koy ve kalbine danış. İçinde bir şüphe varsa, insanlar sana fetva vermiş olsa
bile, o işi yapmayı bırak"
Her ne kadar onlar
hakkında bir tercihi yoksa da, zahire itibar edip onları öldürmesinde bir
sakınca yoktur. Şayet aralarından iki veya üç kişiden şüpheleniyorsa, geri
kalanları öldürmesinde bir sakınca yoktur.
575- Şayet
düşmandan biri kalenin üzerine çıkıp kale dediklerin zayıf tarafını bize
bildirir ve komutan ona eman verirse ve o anda da kale fethedilirse, bu
kimsenin durumu, zimmînin durumu gibidir.
Çünkü kendisine eman
verdiğimiz kişi öldürülmekten korunmuştur. E-man verilen kişinin de, zimmî gibi
öldürülmesi haramdır.
576-
Müslümanlarla kaledekiler arasında antlaşma için bir müzakere varsa ve
müslümanlar kaledekilere: "Müzakereye katılmak üzere aranızdan dört kişi
gönderin, onlar emniyette olacaklar", deseler ve onlardan da yirmi kişi
beraber çıkacak olsa, hepsi emniyet içerisindedir.
Çünkü yirmiden dördü,
müslümanların onlara eman vermesiyle eman içerisindedir. Ayrıca meçhul olan
kimselere eman vennek de sahihtir.
Nitekim bir kısmına eman
verildiği halde hepsi karargahımıza gelecek olsa, eman hepsi için sabit olur.
Çünkü onlardan bir kısmı diğerlerinden daha mukaddem değildir.
Onlardan hiçbirine
zarar verilemez. Çünkü durumu şüphelidir. Acaba o kimse kendisine eman verilen
bir kişi olup canı korunmuş bir kimse midir, yoksa eman verilmemiş olup
öldürülmesi caiz olan biri midir, belli değildir.
Görmüyor musun, şayet
müslümanlar: "Aranızdan biri gelsin, o eman içerisindedir", deseler,
kapı açıldığında onlardan herbiri çıkabilir ve emniyet içerisinde olabilir.
Şayet on kişi birden çıkacak olsa, onlardan herbiri, müslümanların kendisine
çıkma izni verdiği kimse durumundadır. Çünkü çıkan yalnız kendisi olsaydı
emniyet içerisinde olurdu.
Başkasının kendisiyle
birlikte çıkmış olması, müslümanların ona vermiş oldukları eman. bozmaz.
Nitekim .müslümanlar
kendilerine: "Sizden biriniz kapıyı açarsa, o kişi emniyettedir",
deseler ve bunun üzerine on kişi birden sıçrayıp beraberce kapıyı açacak
olsalar hepsi de eman içerisinde olur.
Çünkü onlardan herbiri
yalnız başına kapıyı açmış olsaydı eman içerisinde oLurdu. Başkalarının
kendisiyle birlikte kapıyı açmaları ise, bu emana engel teşkil etmez.
577-
Müslüman komutan: "Antlaşma görüşmelerinde bulunmak üzere birini bize
gönderin, o eman içerisindedir" der ve biri çıktıktan sonra ikinci biri
onun ardından, daha sonra başka birisi bunun ardından çıkıp gelse, şayet
birinci çıkan kişi, ikinci ve üçüncü şahıslar dışarı çıkmadan önce hakimiyet
sahamıza girmişse, ikinci ve üçüncü şahıslar feyr olurlar. Çünkü ilk çıkan
şahıs hakimiyet sahamıza girdikten sonra kendisine e-man verilen şahıs
belirlenmiş olur. Daha sonra çıkan ikinci ve üçüncü şahıslar emansız çıkmış
sayılırlar. Çünkü belirsizlik, ispat olmadığında geçerlidir, ama birincisi
belirlendikten sonra bu geçerliliğini kaybeder. Onun için de ikinci ve üçüncü
şahıslar eman kapsamına giremezler.
Şayet birinci şahıs
hakimiyet sahamıza girmeden ikinci ve üçüncü şahıslar çıkıp ona ulaşacak
olsalar, üçü de beraber çıkmış kabul edilirler.
Çünkü söylenen, bizim
bulunduğumuz yere gelmesidir. Bu hükmün tamamlanması, gelen şahsın
hakimiyetimiz altında bulunan sahaya girmiş olmasıyla gerçekleşir. Bu
gerçekleşmeden Önce birincisi için eman gerçekleşmez. Bu sebeple de kendisiyle
diğerlerinin çıkışları beraberce yapılmış sayılır.
Görmüyor musun, şayet
birinci şahıs hakimiyet sahamıza girmeden önce geri dönecek olur ve ikincisi
çıkıp hakimiyet sahamıza ulaşırsa, eman içerisinde olur. Ama birinci şahıs
hakimiyetimiz altında bulunan sınırı geçer ve sonra ölür yahut geri döner de
ikincisi çıkagelirse, ikinci şahıs müslümanlar için fey' durumundadır. Nitekim
birinci şahıs müşriklerin hakimiyet sahasından çıkmadan önce ikinci şahıs
acele edip hakimiyet sahamıza ulaşacak olsa, emniyet içerisinde olmaz mıydı?
O, hakimiyet sahamıza ulaşan
ilk kişidir. Daha önce de belirttiğimiz gibi muteber olan, hakimiyet sahamıza
ulaşmaktır. İkisi birlikte sahamıza girdiklerine göre her ikisi beraber çıkmış
gibidirler ve her ikisi de emniyet içerisindedir.
Şöyle denilse: Şayet
birlikte çıkmışlarsa eman verme nasıl sabit olmuş olur ki, ispat hususunda
belirsizlik genellik ifade etmez?
Cevap olarak deriz ki:
Bu belirsizlik genel bir sıfatla nitelendirilmiştir ve bu sıfat, çıkıp bize
gelmeleridir. Bu gibi belirsizler (nekreler) genellik ifade e-der. Kişinin:
Alim kişiden başka kimseyle konuşmam, demesi gibi. Fakat diğerleri çıkmadan
önce birinin bize ulaşmasıyla eman şartı son bulur. Ama hep birlikte
çıkmışlarsa, bu sebeple hepsi emniyet içerisindedir.
578- Kapıyı
açtığınız takdirde sizden on kişi emniyettedir, der ve onlar da kapıyı
açarlarsa, onlardan on kişiye eman verilmiş olur. Kimlerin bu on kişiye
gireceği ise, devlet başkanının seçimine bırakılmıştır.
Çünkü kendilerine eman
verildiğinde bu eman bizzat kapıyı açacaklara verilmemiş olup belirsiz on
kişiye verilmiştir.
Eman, onlardan sadece
on kişi için geçerlidir; aileleri ve malları buna girmez. Ancak istihsan yolu
ile üzerlerindeki elbiseler ve silahlar emana girerler.
Çünkü emanın onlar
için sabit olması, kapının açılması ve müslümanlann onlara g
579- Şayet
onlar: Size kapı açılacak ama bunun karşılığında kale halkımızdan on kişiye
eman vereceksiniz, deseler ve imam(devlet başkanı veya onun adına ordu
komutanı): "Olur" karşılığını verirse, seçim hakkı kendisine aittir.
Dilerse bu on kişiyi kadınlarından, dilerse çocuklarından ve dilerse erkeklerinden
seçer.
Çünkü eman istemek
için kullanılan kelime hepsini içine almaktadır. Hepsi de kale halkındandır.
Bir önceki maddede hitap erkeklere olduğu için, onlardan on erkeğe eman sabit oluyordu.
580- Bu
konuda devlet başkanı müslümanlar için ihtiyatlı davranarak seçimi iyi
yapmalıdır. Müslümanlara yararı daha az olan kimseleri seçmemelidir. Çünkü onun
görevi müslümaıı-ları korumaktır.
Bu durum, daha önce
sözünü ettiğimiz "dört kişi çıkıp bize gelsin" ı "sizden biriniz
çıkıp gelsin" durumlarından farklıdır. Çünkü orada hakimiyet s hamıza
ulaşmakla kendileri için eman sabit oluyordu. Onlardan her biri yaln başına
çıkıp gelmiş olsa bile emanı hakkediyordu. Başkasının ona ulaşmasıy eman batıl
olmaz.
Burada verilen eman
ise, kalede oldukları halde o kale fethedildikte sonra onlardan on kişiye
verilmiştir.
Buradaki farkın aslı
şudur; burada belirsiz isim nitelenmemiştir. Öncel durumda ise çıkıp bize
gelmekle nitelendiriyordu Görmüyor musun, saye "Sizden biriniz kaçıp bize
gelecek olursa eman içerisindedir" diyecek olsa ve o kişi birlikte kaçacak
olsa, hepsi eman içerisinde olur. Çünkü burada belirsizi niteliği
belirtilmiştir. Onlardan her biri kaçıp gelse eman içerisinde oluı Başkasının
ona eklenmiş olması, onun bu hakkını ibtal etmez.
581-
"Antlaşma görüşmelerinde bulunmak üzere dört kişi çıksın" der ve
onlar da çıkacak olurlarsa, emniyet içerisinde olurlar. Eman içerisinde
olacaklarını belirtmiş olsun veya olmasın farketmez.
Çünkü barış ve
antlaşma için onları davet etmiştir. Antlaşma için muza kere yapabilmek, ancak
kişinin kendi durumundan emin olmasıyla olabilir. Bu emniyet içerisinde
olacağına bir delildir.
Ama dört kişiye:
"Dışarı çıkın" der ve onlar da çıkarlarsa, buradj onları öldürme
hakkına sahiptir.
Çünkü bu sözde
kendilerine eman verdiğine yahut antlaşma görüşmeler için çıkmalarını
istediğine dair bir alamet yoktur. Bu, doğrudan doğruya çar pışmak için
yapılmış bir çağrıdır. Sanki onlara: "Erkekseniz çıkın döğüşelim1 demiş
gibidir.
582-
"Çıkın, gelin alış veriş yapın" derse o zaman kendilerine eman
verilmiş sayılır.
Çünkü bu sözde
kendilerine eman verildiğine ve görüşme isteğinde bulunulduğuna dair delil
vardır. Zira ticaret ancak karşılıklı rıza ile olur. Bu ise ancak emniyet
içerisinde olan kişi tarafından yapılabilir.
583-
"Görüşmelerde bulunmak üzere şu dört kişi çıksın" der ve başka dört
kişi çıkacak olursa, bu dört kişi müslümanlar için fey1 durumundadır.
Çünkü kendilerine eman
verilenler özellikle belirlendikten sonra bu eman sadece onları kapsar.
584- Şayet
dört kişinin bizzat kendilerine: "Size eman verdim" der ve başkaları
çıkacak olursa, bu çıkanlar müslümanlar için fey olur.
585- Şayet
müslümanlar şüpheye düşer ve kendilerine eman verilen kimselerin bu dört kişi
olup olmadığını bilmezlerse, komutan bunu kendilerine sorar. Şayet başkaları
olduklarını ileri sürerlerse, kendi aleyhlerine ifade verdikleri için fey'
olurlar. Ama o dört kişinin kendileri olduklarını ileri sürecek olurlarsa,
söylediklerine uyulur.
Çünkü zahirî durum
onların lehinedir. Kesin bir kanaat sahibi olmadan zahir terkedilmez.
Onlardan şüphelenirse,
bu hususta onlara Allah'a yemin ettirir, yemin etmekten kaçındıkları takdirde
fey' sayılırlar, ama öldürülemezler.
Çünkü kaçınmaları,
ikrar sayılır. Lakin yine de şüphe ve ihtimalden uzak değildir. Onun için de
öldürülemezler. Bu husus daha önce izah edilmiştir.
586- Şayet
yirmi kişi hep birlikte çıkar ve onlardan her biri: Ben o dört kişidenim, der
ve bu hususta da yemin ederse, hepsi eman içerisinde olur.
Çünkü her dört kişi
yalnız başlarına çıkıp yemin edecek olsalardı, onların söylediklerine"göre
hüküm verilirdi. Başkalarının çıkmış olması, haklarındaki eman hükmünü ibtal
etmez. Ya da eman verilen ile eman verilmeyen kişiler hakimiyet sahamızda
birbirine kanşmış sayılır. Bu gibi durumlarda ihtiyaten hepsi için eman
geçerlidir, komutanın onları emniyet içerisinde muhafaza etmesi gerekir.
En doğrusunu Allah
bilir.[371]
587- İmam
Muhammed dedi ki: Müslümanlar bir
kaleyi kuşatır ve kale komutanı: Kaleyi size açmam için bana on ki-siye eman
verin, der ve müslümanlar da: Dediğin olsun, karşılığını verir ve o da kaleyi
açarsa, onunla birlikte on kişiye eman verilir.
Çünkü bana eman verin,
demekle kendisini, "on kişi" kelimesi de koşulan şart olup kendisiyle
birlikte ayrıca belirsiz on kişiyi kasdetmiş sayılır. Buradan da anlıyoruz ki,
bu on kişi kendisinin dışındadır.
Bu on kişinin arasına
kimlerin alınacağını ise, eman isteyen kale komutanı tayin eder.
588- Kale
halkından on kişiye eman verin, derse, dilediği on kişiyi seçme hakkına
sahiptir. Kendisinin yanında dokuz kişi daha seçebilir. Ama kendisi dışında on
kişiyi seçerse dışarıda kalacağından, kendisi fey olur.
Çünkü eman isterken
bizzat kendisini zikretmemiş, belirsiz on kişi için eman istemiştir. Lakin
"bana, on kişi için eman verin" demekle kendi şahsını da şart koşmuş
olur ve kendisine bir pay ayırmış olur. Ama direkt olarak on kişi için eman istemişse,
kendisi pay sahibi değildir. Ondan, kendisini de içine alan bir talepte
bulunsaydı o zaman pay sahibi olurdu. Ama kendisini ifadesine katmamışsa kendi
şahsı için eman meydana gelmez.
589- On kişi
içinde kendini de tayin etmişse, eman altında olur.
Tıpkı kendisiyle
beraber belirlediği diğer dokuz kişi gibi.
590- Şayet
kendisi dışında belirli on kişi için eman talebinde bulunmuşsa, o on kişiye
eman verilmiş olur ve kendisi bu ema-nin dışında kalarak fey1 olur.
Tıpkı eman dışında
kalan diğer kale halkı gibi.
Sözünden, "On
kişiye eman verin ve bana da bu on kişiyi tayin yetkisini tanıyın" anlamı
çıkmaktadır.
İmam Muhammed dedi ki:
Nucayr günü el-Eş'as b. Kays'tan buna benzer bir söz bize nakledildi.
Hadis ehlinden de buna
benzer bir rivayet Muaviye den nakledilmiştir.
Başta kalenin üstünden
"on kişiyi emanım altında tutmak karşılığında kapıyı size açıyorum"
veya "kale içindekilerden on kişi emanım altında olsun" şeklinde
deseydi, durum aynı şekilde olurdu. Her iki halde de bu ve bir önceki durum aynıdır.
591-
"Kale içindekilerden on kişiye eman vermemi kabul ederseniz" yahut
"on kişi içinde bende eman altında olayım" karşılığında size kapıyı
açayım, derse durum aynıdır. Her iki durumda da eman altında olup dokuz kişi de
beraberinde eman altında olur.
Çünkü Arapça'da
"fi" harfi zarfiyet içindir. Kendini de emin olmalarını istediği on
kişi içinde saymıştır. Bu da onunla beraber sadece dokuz kişiyi kapsar. Çünkü
ondan başka on kişiyi içine alsaydı kendisi onbir kişi içinde olmuş olurdu.
Halbuki birinci durum böyle değildir. Çünkü orada kendini on kişi içinde
saymamıştır.
Burada "on
kişi" lafzını kendisi için zarf yapmıştır. Zarf ise mazruftan ayrıdır,
diye itiraz edilse, deriz ki;
Zarfın kelimelerinde
bu böyledir. Sayılarda ise bu ancak belirttiğimiz yolla tahakkuk eder. O da
kendisinin on kişiden biri olması ve sözünün "beni de eman vereceğiniz on
kişi içinde sayınız" şeklinde anlaşilmasıdır.
Hakiki zarf anlamında
kabul edilmezse "maa" anlamında sayılması gerekir. Şu ayette olduğu
gibi: "Kullarımla beraber gir"[372]
Yahut "Alâ" anlamında kabul edilmesi gerekir. Şu ayette olduğu gibi:
"Kesinlikle hurma dallarında sizi asacağım."[373] Her
iki şekle itibar edilmesi durumunda da kendisinden ayn on kişiye eman sabit
olur, diye itiraz edilse, deriz ki;
Kelime hakikaten zarf
içindir ve mümkün olduğu kadar böyle anlaşılmalıdır. O da kendisinin on kişi
içinde kabul edilmesidir. Onun için bu zarfı mecaza saymıyoruz.
Burada onunla beraber
diğer dokuz kişiyi seçme yetkisi devlet baş-kanımndır. Bu yetki kaledeki düşman
komutanının değildir.
Çünkü kendini de on
kişiden biri saymıştır. Diğer dokuz kişiyi tayin etme yetkisi olmadığı gibi
kendinin de yetkisi yoktur. On kişiden kendine pay ayırması, sadece onlara
verilen emanm kapsamı içinde kendisinin de sayılmasından ibarettir. Yoksa
kendisinin onları tayin etmesi demek değildir. İstediği de yerine gelmiştir.
Geri kalan dokuz kişinin emanım devlet başkanı verecek ve onları eçecektir.
592- Bana ve
on kişiye eman verin, yahut bana ve on kişiye eman verirseniz size kapıyı
açarım, derse kendisiyle beraber on kişi daha eman kazanmış olur.
Çünkü bu ifadede
kullandığı "vav" harfi atıf içindir. Kurala göre bir şey yine kendisi
üzerine değil, başkasına atfedilir. Sözünde on kişinin kendisinden ayrı olduğu
açıkça belirtilmiştir.
Kalede ancak o kadar
veya daha az sayıda kişi varsa hepsi eman altında olurlar.
Çünkü sayı
belirtilerek verilen eman, şahıslar ayrı ayrı gösterilerek verilen eman
gibidir.
Kaledekiler çok ise
aralarından seçme yetkisi devlet başkanınındır,
Çünkü konuşan adam on
kişi içinde kendine pay ayırmamıştır. Sadece emanlarmi kendi emanına
atfetmiştir. Onlara emanı verecek devlet başkanının kendisi olduğu için seçecek
de odur.
Devlet başkanı bu on
kişiyi kadın ve çocuklardan seçebilir.
Çünkü onlar da
kalededirler. Ama konuşan adam bunların sadece erkeklerden seçilmesini şart
koşmuşsa, o zaman sadece erkeklerden seçilir.
593- Bana
kaledekilerden on kişi ile eman verin, der ve "be" harfiyle söylerse,
hükmü yukarıdakinin aynısıdır.
Çünkü "be"
harfi beraberlik içindir. On kişinin emanım kendi emanına bitiştirmiştir. Bu da
ancak on kişinin kendisinden ayrı olduğu zaman gerçekleşir. Ancak metnin
ibaresinde bir yanlışlık vardır ve yazar yanlışlıkla "be" harfini
yazmıştır.
Halbuki "fe"
harfi atıf harflerinden olup birlikteliği ve arada boşluğun olmamasını
gerektirir. Onun için 592. maddedeki ifadeye atfı doğru olur. "Be"
harfi ise beraberinde ivaz (bedel)leri gerektirir, "be" harfini
kullanarak "Bana on
kişi karşılığında eman verin" demersi, "Kale halkından size vereceğim
on kişi karşılığında bana eman verin" demek olur. Bunun ise, bu
"bölümdeki meselelerle ilgisi yoktur. Bundan da anlıyoruz ki, ibarenin
doğrusu "fe" harfi ile olan şeklidir.
594- Bana,
sonra da on kişiye eman verin der ve "sümme" harfini kullanırsa,
hükmü önceki durumla aynı olur ve on kişi kendisi dışındadır.
Çünkü
"sümme" kelimesi aralıklı sıralama ifade eder. Bundan da anlaşılıyor
ki, daha önceki ifade "fe" harfiyledir. Çünkü müellif mutlak atıf
ifade edenle başladı, sonra aralıksız atıf ifade edenle devam etti, sonra aralıklı
atıf ifade eden "sümme" ile devam etti.
595- Bana on
kişiye eman verin, derse bunları devlet başkanı seçer.
Çünkü konuşan adam
kendini on kişi arasında saymamış, sadece belirsiz on kişi ile eman almağa
çalışmıştır. Sanki devlet başkanı onlara "Kapıyı açarsanız sizden on
kişiye eman vereceğim" demiş gibidir. Onun için bu on kişiyi seçme hakkı
devlet başkamnmdır.
Dilerse konuşan adamı
onlardan sayar, dilerse onlardan saymaz.
596- On kişi
ile beraber bana eman verin, der ve "maa" sözünü kullanırsa, on kişi
onun dışında olur.
Çünkü "maa"
kelimesi ilave ve beraberlik belirtir. Bir şey de ancak başkası ile beraber
olur ve başkasına ilave edilir. Böylece anlıyoruz ki, on kişi onun dışındadır.
Bunları yine devlet
başkanı seçer.
Çünkü kendisi kabul
etmiştir. Konuşan on kişinin emanmdan kendine pay ayırmamıştır.
597-
Kaledekilerden on kişi içinde bana eman verin, sözü de önceki sözünün
aynısıdır. Ona ve devlet başkanının seçeceği dokuz kişiye eman verilir.
Kale, kelimesine
kendini izafe etmekle kendini belirli yapmıştır. On sözü ise belirsizdir.
Belirlinin belirsize dahil olmaması gerekmez mi? denilse,
Deriz-ki; "Bana
eman verin" diyerek adam kale sözünü izafe edip belirlilik kazanmadan
önce eman sözüne muzaf olmuş ve belirlilik kazanmıştır. Burada açıklanması
gereken sadece "fi" harfinin anlamıdır.
Daha önce
belirttiğimiz gibi "fi" zarfiyet içindir. Bu mana da ancak adamın on
kişi içinde olmasiyle gerçekleşir. Burada hakiki anlamıyla amel etmek
mümkündür. Çünkü başkaları gibi o da kale halkındandır.
598- Yine
"evimin halkından" veya "babamın oğullarından" on kişi
içinde bana eman verin, derse, o ve dokuz kişi enıan altında olur.
Çünkü o, evi halkı
cümlesindendir. Evden maksat nesebinin evidir. Aynı şekilde babası oğullan
cümlesindendir. Burada zarfiyetin hakiki anlamıyla amel mümkündür. Onun için
kendisi on kişiden biri sayılır ve diğer dokuz kişiyi devlet başkam seçer.
599-
Kardeşlerimden on kişi içinde derse, kendisi ve ayrı on
kişi eman altında
olur.
Çünkü zarfın hakiki
nıanasiyle burada amel etmek mümkün değildir. Kişi kardeşlerinden bir parça
olmaz. Onun için burada "fi" harfinin "maa" manasında
alınması gerekir. Nitekim kurala göre lafzın hakikî anlamıyla amel mümkün
olmadığında ve mecazî anlamı meşhur ise, bu mecazî anlama yorumlanır ve söz
doğru anlaşılır.
600- Yine,
çocuklarımdan on kişi içinde derse, sonuç
aynıdır.
Çünkü kendi
çocuklarından bir parça olması mümkün değildir. Onun için on kişinin dışında
sayılması gerekir. Buna göre "Benim de aralarında olduğum kardeşlerimden
on kişiye" yahut "Benim de onlardan olduğum çocuklarımdan on kişiye
eman verin" derse, kendisi on kişinin dışında olur.
601- Benim
de aralarında olacağım evimin halkından on kişiye veya aralarında olacağım
kalemizin halkından on kişiye e-man verin, derse kendisi on kişiden biri olur
ve onunla beraber dokuz kişi daha eman kazanır.
602-
Çocuklarımdan on kişi içinde, der ve "fi" harfi ile kullanırsa,
kendisinden ayrı on kişi daha eıtıan kazanmış olur. Ancak bunları devlet
başkanı seçer.
Çünkü onların
emanından kendine pay ayırmış değildir.
603- Hepsi
erkek veya kadın-erkek karışık iseler, devlet başkanı erkek veya kadınlardan on
kişi seçer. Aralarında erkek yoksa, eman verilen erkek dışında hepsi fey1
olur.
Çünkü adam oğulları
için eman aldı. Belirttiğimiz gibi bu isim de tekil dişileri içine almaz.
Bunlar kadın erkek
karışık olsaydı devlet başkanı kadınlardan dilerse on kişi seçerdi. Oğullarım,
sözü onları içine almıyorsa, devlet başkam onları nasıl seçebilir? denilse;
Deriz ki; Çünkü
oğullan olan on kişiye değil, oğullarından olan on kişiye eman vermiştir.
Karışık olmaları durumunda on kız, oğullarından olan on kızdır. Onun için
devlet başkanı onları seçebilir. Ama karışık değillerse tekil dişiler onun
oğullarından değildir ve eman onlan kapsamaz.
604- Kızlar,
oğlanlar ve torunlar karışık olsalar onlardan on kişi seçebilir .Dilerse
oğullarından, dilerse torunlardan seçer.
Belirttiğimiz gibi bu
isim emanda sadece torunları içine alır, istihsanda ise oğullan da kapsar.
Kitapta kızların
oğulları zikredilmiştir. Ashabımızdan bazısı bunun katibin bir hatası olduğunu
ve doğrusunun "oğulların kızları" şeklinde olduğunu söylemektedir.
Doğru olduğu da söyleniyor. Bu da "oğullar" adının hem erkek, hem kız
çocukların oğullarına isim olarak verilmesinin rivayetlerden birinde zikredilmesine
göredir. Buna göre erkek ve kız kardeşler, oğullar ve kızlar lafzı
mesabesindedir. Ama adamın tek tek kız kardeşleri ve yeğenleri olduğu halde
"Kardeşlerimden on kişi içinde eman verin" derse, kız kardeşler ve
yeğenlerin hepsi fey' olurlar. Çünkü kardeşler sözü bunları ne hakikaten ne
mecazen kapsamaktadır. Torunlar münferid kızlarla karışık olduklarından
oğullar sözü hepsini mecazen kapsamaktadır.
605-
"fi" harfini kullanarak "On arkadaşıma ve bana eman verin"
derse, on kişi ondan ayrı olur.
Çünkü arkadaşları
ondan başkadır. Burada "fi" harfini zarfıyet için almak mümkün
değildir.
606- Yine
"Kölelerimden veya mev
607- Devlet
başkanı, düşman süvarilerinden birine bakıp "süvarilerinizden on kişi
içinde sen de eman altındasın" derse, o süvari dokuz kişi ile beraber eman
altında olur.
Çünkü burada
"fi" harfi zarfiyyet içindir. Devlet başkanının eman verdiği on kişi
cinsinden olduğu için onlardan biri sayılabilir.
608- On
piyade içinde sen de eman altındasın derse, on piyade ondan ayrıdır.
Çünkü on kişi türünden
ayn olup kendisi süvaridir. Böylece anlıyoruz ki, buradaki "fi" harfi
"maa" anlamındadır.
Bunun aksi de olsa
aynıdır. Hükme delil olarak da halkın kullanış ve anlayışı alınır.
Yani bu ifade
kullanılırken halk neyi anlıyorsa ona itibar edilir.
609-
Çocukları olduğu halde sadece "Kızlarımdan on kişi ile eman verin"
derse, sadece kızları eman kazanır.
Çünkü kızlar sözü
erkekleri içine almaz.
610- Torun
kızlar da olsa yine ancak kızlar eman altında olur.
Çünkü kızlar sözü
mecaz olarak da onları kapsamaz. Adamın sadece kız torunları varsa, bunlar eman
kapsamına girmezler.
Bu hüküm iki
rivayetten en güçlüsüne göredir. Buna göre kızlann çocukları annelerinin
babasına (dedelerine) değil, kendi babalarına nisbet edilirler. Ama daha önce
"Kız torunlarım var, anneleri ölmüş, kızlarımla bana eman verin"
şeklinde bir izah yapılmış ise, o taktirde bu izahla kız torunları için eman
istediği anlaşılır. Sözden maksadın ne olduğunu anlamak için h
611- Bana
mevtalarımla eman verin derse ve mevlalarımn da mevlalan varsa, istihsan yolu
ile hepsi eman altında olurlar.
Çünkü bu isim, azat
etmekle hükmen ihya ettiği için azad eden hakkında hakikattir. Yahut onu azad
edeni azad eden için mecazidir. Çünkü azad edilenleri azad edilmelerine ehil
kılmakla onların azad edilmelerinin sebebi olmuş gibidir.
Daha önce de
belirttiğimiz gibi emanı geniş tutmak esastır. Sadece lafzın şekli, bir tedbir
olarak kanların akmasını önleme gereğinin sübutu için kafidir. Ancak bir yerde
hakikat ve mecaz birlikte alınmaz. Ama ayrı yerlerde olursa, cinsin hakikat
sahibine katılmasında mecaz hakikatle çelişmiyecek şekilde birlikte alınması
caizdir. Emanda böyle bir çelişki meydana gelmez. Ama va-siyyette böyle
değildir. Bu da yüce Allah'ın "Anneleriniz size haram kılındı"[374]sözünün
benzeridir. Çünkü bu anneyi ve nineleri kapsamaktadır.
612- Bana m
e v
Çünkü Kendisini azad
eden için eman istemesi kendisine yaptığı iyiliğe bir karşılıktır, kendisinin
azad ettiğine eman istemesi ise ona acımak ve daha fazla iyilik etmek içindir.
Her iki mana da birbirinden farklıdır. Ortak ismin umumiliği de şözkonuşu
değildir. Yani farklı iki mananın bir tek kelimede toplanması gerçekleşmez.
Onun için eman ancak iki taraftan biri için olur. Vasiy-yetteki gibi. Ancak
meçhul kişiye vasiyyet sahih olmaz. Bu lafızla olursa geçersiz olur. Ama
meçhul için eman sahihdir.
Bu da onlara eman
istiyenin niyyetine göre olur. Bu konuda sözü tasdik edilir.
Çünkü bunun gerçeği
ancak onun tarafından bilinir.
Adam bir şey niyyet
etmedim, derse, istihsana göre hepsi eman altında olurlar.
Eman altında
sayılmaları müşterek lafzın hepsini kapsaması itibariyle değildir. Çünkü
müşterek lafzın umumilik ifade etmesi yoktur. Lakin emanın her iki tarafı da
içine alması ve hangi tarafın kastedildiğinin bilinmemesi itibariyledir. Eman
altında olan ve olmıyanlar karıştığında ihtiyatî olarak hepsi eman altında
olurlar.Seçme hakkı devlet başkanının olması gerekirdi. Başta bir şey niyyet etmezse
bile bu hak onundu. Çünkü meçhul için eman tahakkuk etmiş, bunu tayin hakkı da
devlet başkammndır, diye itiraz edilirse;
Deriz ki: Böyle
değildir. Çünkü müşterek, mücmelden ayrıdır. Burada emanı gerektiren lafız
mücmel değildir ki, beyanda mücmele başvurulsun. Lafız sadece müşterektir. Yani
ayrı ayrı diğer taraf yokmuş gibi iki tarafı da kapsamaktadır. Böyle bir
durumda gerektiren şeyin beyanı yoktur. Bu beyan ancak sözün şeklinde aranır.
Beyana vakıf olmak imkansız olursa, şahısların tümü e-man altında olurlar.
Çünkü eman altında olanlarla olmıyanlar birbirine karışmıştır, Sonra, müşterekin
beyanı birlikte olan şeylerledir. Sonradan ortaya çıkan bir şeyde ise, mutlaka
nesh olur. Aşağıdaki iki dereceyi yahut yukardaki iki dereceyi niyyet ettim,
derse bu sahih olur. Çünkü kelamla birlikte yapılan bir beyandır. Ama şimdi
tercih ediyorum, derse bu beyan olmaz. Sadece nesh (değiştirme) anlamında olur
ki bu yetkiye kendisi sahip değildir.
613- Konuşan
adam "Ben iki aşağı dereceyi niyet ettim", devlet başkanı ise
"iki yukarı dereceyi niyet ettim" derse, devlet başkanının dediği
olur.
Çünkü müşterek kipin
gerektirdiği budur. Mesela; akrabam Abbas bin Ömer için bana eman ver, derse ve
devlet başkanı "sana eman verdim der, sonra aynı isimle adamın iki
akrabası olduğu anlaşılırsa ve devlet başkanı bunlardan biri için "Ben
bunu kastettim", adam da "Ben de diğerini kast ettim" derse,
devlet başkanının dediği olur.
Kumandan "Bizzat
kimseyi kast etmedim" der ve eman istiyen adam da aynı şekilde söylerse,
adamın ikisi de eman altında olur. Çünkü bunlardan hangisinin eman kazandığını
tayin etmek mümkün değildir.
Eman istiyen adam
"şunu kastettim", kumandan ise "Bizzat kimseyi kast etmedim.
Sadece isteğini kabul ettim" derse, eman istiyen kimsenin kast ettiği adam
emanı kazanır. Çünkü devlet başkanı onun sözüne göre eman vermeği kabul etti.
Burada eman istiyen kişinin isteğiyle olanlardan biri tayin edildi. Devlet
başkanı tayin etmiş gibi bu adama eman verilir.
614- Aşağı
taraftaki mevtalarından on kişiye eman verin, derse, bunları seçme hakkı eman
istiyen adamındır. Tıpkı "kalemin ehlinden on kişiye eman verin"
demiş gibidir.
Çünkü emanlarından
kendine pay ayırmıştır. Zira şahsının emanından sonra şart sözünü zikretmiştir.
615- Yine
amcam oğlu Ali'ye eman verin, der ve aynı isimde iki amca oğlu varsa,
dilediğini seçer.
Amcam oğlu Ali ile
Zeyd bin Amr der ve bu isimde iki amca oğlu varsa ve eman istiyen adam ile
kendisi için eman istediği kişi aralarından kimseyi tayin etmediklerinde
ittifak ederlerse, ikisi de emanı kazanırlar.
Çünkü isim ve neseble
tarif etmek, işaretle tarif etmek gibidir. Bu lafızla aslında onlardan biri
eman kazanmış, ama onu tanımadığımız için emanı kazanan ile kazanmiyan
birbirine karışmıştır. Birincide emanı belirsiz bir kişi için gerektirmişti.
Onun için onlardan dilediğini tayin hakkı vardı. Nitekim kölelerinden belirli
birini azad etse, sonra aralarından seçilemiyecek şekilde diğer köleler arasına
karışsa, onlardan dilediğini seçme hakkı olmaz. Ama kimseyi tayin etmeden iki
kölesinden birini azad etse durum aksi olur.
616-
Oğullarımdan on kişi ile bana eman verin, der ve "fi" harfi ile
söylerse, daha önce hükmü geçtiği gibidir. Ancak burada devlet başkanının
içlerinde erkek bulunmıyan kızlarından on tanesini seçme hakkı yoktur.
Çünkü emanı
oğullarından olan on kişiye gerekli kılmıştır. Bu da daha önceki durumun
aksine, tek başına içine almaz. Birinci durumda ise bunun aksi idi. Orada
oğullarından on kişiye emanı gerekli kılmıştı ve erkek oğlu da varsa kızlar da
oğulları sayılırlar.
617- Kadın
mevahİerım için eman verin, der ve aralarında erkek ınev
Ama kıyasa göre bu ve
yukarıdaki kardeşlerle çocuklar durumu tek başına olduklarında kadınları
kapsamaması bakımından aynıdır. Ancak istihsan yolu ile şöyle demektedir.
618- Dil
bilginleri mev
Onun için bu lafız
eman ve vasiyette sadece tek başlarına kadınları içine almaktadır. Halbuki
kardeşler ve oğullar sözü bunun aksidir. En doğrusunu Allah bilir.[375]
619- İmam
Muhammed dedi ki: Kalede mahsur kalanlardan biri müslümanlara: Kale komutanı
falan için bana eman verirseniz kaleyi size açarım, der ve müslümanlar da evet
dedikten sonra kale kapısını onlara açacak olursa, hem kendisi, hem de kale
komutanı eman içerisinde olur.
Çünkü kale kapısını açması
için hem kendisi, hem de kale komutanı için açıkça eman istemiştir. Kinaye
yoluyla kendisi için, açıkça da kale komutanı için eman talebinde bulunmuş ve
kapıyı ancak bu şartla açacağını belirtmiştir.
620- Kale
komutanı falan için emin olursam, kapıyı açarım, der ve müslümanlar da evet
derlerse, yine ikisi eman altında olur.
Çünkü "evet"
kelimesi yalnız başına anlamsızdır. Ama cevap verme karşılığında evet
denildiği zaman hitap ona dahil olur. Şöyle ki, burada müslümanlar ona şöyle
cevap vermiş kabul edilirler: Kapıyı açman karşılığında kale komutam için sana
eman verdik. Dolayısıyla burada her ikisine emanı kabul etme vardır.
Bu, şöyle demelerine
benzer: Kale kapısını açman karşılığında sana, ailene ve çocuklarına ya da
ailene ve malına eman vereceğiz. Şayet: Bana falan kişi için eman sözü verin,
demiş olsaydı yine ikisi emana dahil olurdu.
621- Yine
falan için bana eman verin, derse hüküm aynı olur.
Çünkü kendisi ve falan
için eman şartını açıkça belirtmiştir. Daha önceki meselede söylediği
"Bana on kişilik eman verin" sözünden bu farklıdır. O durumda
kendisi eman kapsamı dışında kalıyordu. Çünkü orada sözünden amaç "Benim
sebebiyle onlara eman verin" şeklindedir. Böylece emanı kendine izafe
etmiş olmazdı. Sadece belirsiz on kişi için aracı olup eman istemiş olmaktadır.
Nice şefaatçılar (aracılar) var ki şefaat ettikleri şeyden nasipleri yoktur.
Burada ise bu mana
gerçekleşmiyor. Bana eman yerin, sözü emanı şahsına izafe ettiğini açıkça
belirtiyor. Sonra "ala" harfini kullanarak falan için söylemiştir.
Sözünün sadece başkasına aracılık için olduğunu kabul edersek, kullandığı
"ala" harfinin bir anlamı kalmaz. O zaman sözü sadece benim şefaatim
ve aracılığımla falana eman verin, anlamından başka bir şey olmaz. Halbuki
"ala" sözü şart içindir. Açıkça söylendiği zaman mutlaka anlamını
gözetmek lazımdır. Bu da hem kendisi için eman aramış olması, hem falanın da
kendisiyle beraber eman altında olmasını istemiş olması şeklinde anlaşılır.
Daha önceki meselede "ala" harfini söylemiş değildir. Sadece
"Bana on kişilik eman verin" demiştir.
622-
Kaledeki lider eman altında olmak üzere benimle akid yapın, derse, lider eman
altında olduğu halde kendisi fey1 olur.
Çünkü emanı
zikretmeden sadece akdi şahsına izafe etmiştir. Akdi yapan nice kişiler varki
akidle kastedilen şeyden nasibi olmaz. Özellikle hakların akidle değil, ancak
akdin kendisi için yapıldığı kişiye akdin izafesiyle gerçekleştiği böyle
yerlerde akdin şahsa izafeti zorunludur.
Nitekim müslümanlar
ona "Kapıyı açman karşılığında seninle lider için eman akdi yaptık"
derlerse, yine sadece lider eman kazanmış olur. Çünkü "Muâkade" sözü
"müfaale" vaznindedir. Bu vezinle akid şahsına izafe edilmiş olur,
ama akdin kapsadığı şey olan eman lider için gerçekleşmiş olur. Çünkü ona eman
verilmesi için akid yapılmış olur.
623- Sonra,
sadece liderin kendisi eman altında olur. Aile fertleri ve köleleri bu iki
maddede belirtilen eman kapsamına girmez.
Çünkü eman kale
kapısının açılmasından ve düşmanın yenilmesinden sonra meydana gelir. Böyle bir
durumda ancak o elbiseyi giyinen kişi eman kapsamına girer.
624- Falana
benimle eman akdi yapın veya bana eman yazın, der müslümanlar da
"Evet" derlerse, sadece kendisi için eman istediği kişi eman kazanır.
Emanı isteyen ise kazanamaz.
Çünkü falana eman
yazmalarını istemiş, eline yazı verilen kişi de yazıdaki şeyden nasibi
olmyabİlir. Bu sözü İle "Benimle akid yapın" sözü aynıdır.
Bazı nüshalarda
"falan için bana eman yazın" şeklinde ibare yanlış yazılmıştır.
Çünkü "Bana eman yazın" sözü "Bana eman verin" sözü
gibidir. Çünkü yazılan emanın şahsına izafe edildiği açıkça belirtilmektedir.
Onun için anlıyoruz ki, ibarenin doğrusu "ila" harfiyle "Bana
yazın" şeklindedir.
625- Ailem
için yahut oğlum veya malım veya akrabalarım için benimle yahut bana eman akdi
yapın derse, kendisi ve e-man altında olmasını istedikleri hepsi eman altında
olur.
Bana eman akdi yapın
sözünde bir kapalılık yoktur. Ama "Benimle akid yapın" dediği ve
müfaale kipiyle getirdiği ibareyle kıyasa göre, birinci durumda olduğu gibi,
kendisi eman kapsamına girmez. Çünkü eman dışında sadece akdi şahsına izafe
etmiştir. Ancak iki sebepen istihsan yolu ile eman kapsamına atamıştır:
Birincisi: Sözünde
şahsı için emanı şart koştuğuna delalet vardır. Çünkü oğlu ve ailesi için emanı
şart koşmuştur. Tâbîi ki bundan maksat sağ kalmalarıdır. Sağ kalmaları da
geçimlerini kendisi sağladığı için onun sağ kalmasına bağlıdır. Bu da ancak
kendisinin de eman kapsamına girmesiyle gerçekleşir Zira öldürülür veya
köleleştİrilirse artık geçimlerini s ağlayanı ıyac aktır.
İkincisi: "Malım
için" sözünde bu daha açıktır. Çünkü malı için eman istemesinden yegane
maksadı malının kendisine kalması ve kendisinin malı başında kalmasıdır. Onu
ihtiyaçları için kullanmak istemesidir. Bu da ancak kendisinin de eman altında
olmasiyle gerçekleşir. Sonra, bu akidde kendisi elçi değildir, Malı için akid
yapan kimse kendisi için çalışmış olup başkası yerine elçi olmaz.
Çocuk ve aile için
istemesi de böyledir. Çünkü bunları kurtarmağa çalışması kendisine hizmet
etmeleri için ihtiyaç duyması yahut onlara acıdığı içindir. Şahsı için bu
ihtiyaç yahut acıma daha açıktır. Bundan da anlıyoruz ki daha önceki durumun
aksine, emanı şahsı için de istemiştir,
626- Falanın
ailesi veya oğlu için benimle eman akdi yapın, derse, kendisi eman altında
olmaz.
Çünkü şahsı için eman
istediğini sözünde gösteren bir delil yoktur. Falanın ailesinin kalışı onun
kalışına bağlı değildir. Kendisinin kalışı da onların kendisine hizmet
etmelerine bağlı değildir. Bu sözü ile "Kale lideri için" sözü
aynıdır.
Çocuk ve ailenin bağlı
olduğu falan kişinin bu eman kapsamına girip gir-miyeceği zikredilmemiştir.
îstihsanm iki şeklinden birine göre eman kapsamına girmesi gerekir. Çünkü
falanın ailesinin kalışı falanın da kalışına bağlıdır, istihsanm diğer şekline
göre ise eman kapsamına girmez. Çünkü eman is-tiyen adam sadece falan aile ve
çocuğuna şefkat etmiştir. Bu da falanın kendisine şefkat ettiğine delil olmaz.
İmam bunu sonra şöyle açıklamaktadır:
627-
Kaledeki lider, ülkemin halkı veya evim için benimle eman akdi yapın derse, bu
Iafizla herkes biliyorki liderin amacı ülkedeki yönetiminin devamı ve
kendisinin işbaşında bırakılmasıdır. Bu da ancak eman sabit olduktan sonra
gerçekleşir.
628- Size
kaleyi açmamın karşılığında kaledeki halk için bana eman akdi verin derse,
kendisi ve kalede ne kadar insan varsa eman altında olur. Ama mallar, silah, at
ve eşyanın tümü fey1 olur.
Çünkü eman ancak kapı
açıldıktan sonra sabit olur. Böyle bir durumda mallar insanlara tabî olarak
eman kapsamına girmez. Zaten kapıyı açması karşılığında lidere eman
vereceklerini şart koşmuşlardır.
629- Eman
kapsamına kaledeki insanlarla beraber mallar da girerse, müslümanlara kapının
açılmasından bir fayda sağlanmış olmaz.
Bundan da anlaşılıyor
ki, kapıyı açması karşılığında ona eman vermeleri kaledeki malları ganimet
olarak almaya imkan bulmaları içindir. Kapının açılmasını şart koşmaları
ayrıca eman kapsamına giren kişilerin kalede ikamet etmelerinin de kabul
edilmediğini göstermektedir. Malların eman kapsamına girmesi ika
630- Size
falan yerin yolunu göstermem karşılığında bütün kale halkının adına bana eman
akdi yapın der, onlar da kabul ettikten sonra adam kalenin kapısını açarsa,
kaledeki insan ve malların tümü eman altında olur.
Çünkü burada eman
kapıyı açmak karşılığı değil, rehberlik etmek karşılığı şart koşulmuştur.
İfadesi kale halkı ile beraber daha önceki durumlarında kalmak ve devam etmek
için rehberlik yapacağını göstermektedir. Bu gibi emanlarda mallar da dahil
olur.
631- Kaleye
girmeniz ve orada namaz kılmanız karşılığında kalenin halkı için bana eman
sözü verin, derse, müslüman-lar kaleye girdiklerinde mal ve şahıslardan birşey
alamazlar.
Çünkü sözünde kapıyı
açmanın sağlıyacağı yarar açıkça belirtilmiştir. O da halkı rahatsız etmeden
girip namaz kılmaktır. Müslümanlar burada ibadet etmek istiyebilirler. Çünkü
falan kalede müslümanlar cemaatle namaz kıldılar, haberinin yayılmasını ve
müşriklerin kalbine böylece korkunun girmesini istemiş olabilirler. Yahut daha
önce halkının Allah'a ibadet etmediği bir yerde Allah'a ibadeti düşünebilirler.
Çünkü rivayet edildiği gibi ibadet yeri mümine kıyamet günü şahitlik yapar.
632- Kaleye
girmeniz karşılığında kale halkı için bana eman verin, sözünden başka birşey
söylemezse, bu eman sadece insanları kapsar.
Çünkü kaleye girmenin
faydası ganimet almaktır. Açık olan budur. Bunun dışındaki şeyler ise
muhtemeldir. Ne varki muhtemel zahire tekabül etmez. Muhtemel yönün tasrihi
yapılmamışsa, sözü açık anlamı ile kabul edilir. Bu sözü ile imam ona işaret
etmektedir.
Bunun bazısı diğerine
yakındır. Ancak bu kelamın manalarının kapsamına göredir.
633- Kalemin
halkı arasında veya kalemin halkı ile beraber yahut kalemin halkıyla bana eman
vermeniz karşılığında kaleyi size açıyorum, derse, bu ifadelerin hiçbiriyle
mallar eman kapsamına girmez.
Çünkü onlara şart
koşulan eman sadece kapıyı açmanın karşılığıdır.
634- Eman
ile beraber bin dirhem verirseniz, size kapıyı açayım, derse, kendisi eman
altında olurken, bütün malı ise fey' olur. Sadece devlet başkanı ona dilediği
yerden bin dirhem verir.
Çünkü şahsının emanı
ile beraber mutlak olarak kapıyı açma karşılığında sadece bin dirhem
verilmesini şart koşmuştur. Bu türlü emanlarda malı kapsama girmez. Ancak
kapıyı açması karşılığında şart koştuğu bin dirhem eman kapsamına girer.
Kapıyı açarsa şart
koştuğu bedel ona verilir.
635- Kaleyi
açmamın karşılığında bin dirhem için bana eman verin, derse sonuç aynı olur.
Çünkü burada
kullandığı "vav" harfi hâl ifade etmektedir. Yani bin dirhem için
bana eman vermeniz h
636- Bana
yahut malımdan bin dirheme eman
verirseniz, kaleyi size açarım, derse malından sadece bin dirhem ona ait olur,
gerisi fey1 olur. Malı bin dirhem çıkmazsa üzeri tamamlanmaz.
Çünkü biliyoruz ki bin
dirhemi şahsına bedel yapmamıştır. Malımdan, diyerek bini şahsına izafe etmiş,
yani kendi malından şartını koşmuştur. Kapıyı açmanın karşılığında malı ona
teslim edilmez. Belki şahsına eman verildiği gibi malına da eman verildiği için
ona teslim edilir. Eman yolu ile malından fazla bir şey teslim edilmez.
Birinci durum ise
bundan farklıdır. Orada "bin" ismini müminlere sunacağı yarar
karşılığında mutlak olarak zikretmiştir. Bu da bedel olur. Tıpkı ücretli
işçinin "Bu işi sana bir dirheme yaparım" demesi gibi. "Malımdan
bir dirheme bu işi sana yaparım" derse bu ücretle yapmak olmaz.
Malı dirhem olarak
değil de eşya şeklinde ise ondan kendisine bin dir-hemlik verilir. Çünkü
"malımdan" demiştir. Emanin karşılığında şart koşulan şey onun
malındandır. Mal sıfatı itibariyle bütün mallar aynı cinstir. Ama dirhemlerimden
bin dirhem deseydi durum değişirdi. Çünkü eman karşılığında şart
koşulan şey
dirhemlerinden bir parçadır. Adamın dirhemleri olmazsa bu eman yerini bulmaz ve
geçersiz olur. Bunun benzeri kişinin "malımdan falana bin dirhem vasiyyet
ettim" demesi olayıdır. Bu durumda dirhemleri olmazsa da malından bin
dirhem adama verilir. Ama "dirhemlerimden" der ve dirhemleri yoksa
adama birşey verilmez. Bir soru ile imam muhtemel bir soruyu şöyle
cevaplandırmaktadır.
637-
Malımdan bin karşılığında, dediğinde bu bin miktarı neden şahsına verilecek
eman karşılığında müslümanlara verilen bir şey sayılmasın? Sanki adam emanına
karşılık olarak bin dirhemi ve kalenin açılmasını şart koşmuş olmaz mı?
Deriz ki; Çünkü böyle
birşey bu şartı ilga etmektir. Zira bu
fazlalığı zikretmeden
kapıyı açarsa, malı fey1 olur.
Böylece anlıyoruz ki
"malımdan bine eman verirsiniz" sözünden maksadı, malından bu binin
müslümanlara olması değildir. Ancak maksadı, eman yolu ile malından binin s
638- On köle
veya on at için eman verin deseydi, bu miktar bedel olurdu. Tıpkı mutlak
şekilde "Bin dirhem için" sözü gibi.
Çünkü dirhem gibi eşya
(mal) olmıyan şeylere köle bedel olabilir ve bu yol ile kapı açılabilir. Bu
durumda müslümanlar istedikleri yerden ona on köleyi verirler.
Ama kölem veya atım
derse, durum değişir.
639- Kalenin
açılmasını şart koşmayip sadece "Bin dirhem karşılığında bana eman verin,
yanınıza ineyim" yahut "malımdan bin dirheme" der ve
müslümanlar ona eman verirlerse, her iki durumda da bin dirhem borçludur.
Çünkü istediği eman
karşılığında müslümanlara bir yarar şart koşma-mıştır. Böylece anlıyoruz ki
bini zikretmesi ona verecekleri eman karşılığında müslümanlara bedel olması
içindir. Bunu ister mutlak söylesin, ister malımdan
desin aynıdır. Zaten müslümanlar onun
inmesiyle kaledeki malına da ulaşmaktadırlar. Bu da malından bu miktar ile
eman aradığına delalet etmektedir. Bedelin şart koşulması şeklinde bunu
anlarsak, daha öncekinin aksine müslü-manlara yararlı olur.
640- Yine on
köle veya kölelerimden on kişi karşılığında derse, bu bedel olur. Bununla
şahsını kurtarmış olur. Bunu müslümanlar a vermesi gerekir.
641- Ehlim
veya malım yahut oğlum karşılığında derse, kendisi de bu söyledikleriyle
beraber eman altında olur ve ona birşey gerekmez.
Çünkü ehli ve oğlu mal
değildir. Kişinin bunları şahsı karşılığında bedel verdiği uygulamada yoktur.
Belki onları şahsı ile korur. Böylece anlıyoruz ki hem şahsı hem bunlar için
eman istemiştir. Malı mutlak olarak zikrettiğinde de durum aynıdır. Çünkü bu
durumda malın türü, niteliği ve miktarı belirsizdir. Fidye olmaya elverişli
değildir. Sonra, normal olarak şahsının fidyesi olarak bütün malını vermez.
Aksi halde açlıktan ölür.
642- İnmem
karşılığında köleme eman verin, derse, kendisi de kölesi de eman altında olur.
Kölemin yarısı için derse, bu fidye olur.
Mananın hakikati
itibariyle aralarındaki fark açığa çıkmaz. Ama halkın örfü itibariyle kişi
geriye kalan miktar ile yaşaması için elindekinin bazısiyle şahsını kurtarır
(kurtuluşu için malının bir kısmını fidye verir) Yoksa herşeyini feda etmez.
Malın yarısını veya malın cinsinden yarıyı zikrettiğinde genellikle amacı şahsı
için malı fidye vermektir. Ama malın tümünü veya köle gibi malın cinsinin
tamamını zikrettiğinde genellikle amacı şahsı ile beraber o cins için eman
istemektir.
Oğlu ve eşi gibi mal
olmıyan şeyleri zikrederse, genellikle onları feda etmek için değil,
kendilerine eman almak içindir. Hepsini veya onlardan belirli sayıdaki kişileri
zikretmesi aynıdır. Bu sözleriyle sanki benimle beraber falan kişiye de eman
verin, demiş gibidir. Böylece o kişiyi şahsına feda etmek değil, eman altında
olmasını sağlamayı istemiş olmaktadır.
643-
Kölelerimden on kişiye eman verin ki yanınıza ineyim, derse bu feda etmektir.
Eşi ve malı ile inecek olursa, hepsi fey' olur.
Çünkü belirttiğimiz
gibi inecek adamın sadece üzerindeki elbisesi emana dahil olur. Nitekim feda
etmenin bulunmadığı emana mal ve aile fertleri girmez. Feda etmenin bulunduğu
emanda da durum aynıdır.
644- Ancak
feda etmesinde şart koştuğunun benzeri ile iner ve "Üzerime şart
koştuğunuz feda etme için onu getirdim" derse, kıyasa göre getirdiği şey
fey1 olur ve başka bir şeyi fidye olarak vermesi gerekir.
Çünkü ona verilen eman
inişinden sonra gerçekleşiyor. Bu da beraberindeki malı kapsamıyor. Böylece
mal müslümanlara fey' olur. Halbuki adamın üzerine aldığı fidyeyi müslümanlara
ait olan fey'den verme yetkisi yoktur. Ancak istihsan yolu ile imam şöyle
demektedir :
Fakat bu onun için
fidye sayılır.
Çünkü müslümanların
yanına inerken üzerine aldığını malından Ödeme imkanı vardır. Zaten
müslümanların yanında malı yoktur. Beraberinde bu miktarda malı getirmezse kendini
fidye ile kurtaramamış olur. Üzerinde fidyenin şart koşulması onu getirmesi
için kendisine yetki vermek olur. Tıpkı mükatebe ile (antlaşma ile ücret
mukabili azad olacak köleye) kitabet bedelinin şart koşulmasının kendisine
kazanma yetkisinin verilmesi ve kazandığının onun mülkü ve kazancı sayılmasının
kabul edilmiş olması gibi.
645- Ona
şart koşulan on kişi olduğu halde kendisi onbir kişi getirirse, onunu fidye,
diğer kişiyi de fey1 olarak alabiliriz.
Çünkü istihsan, fidye
için muhtaç olduğu miktardadır. Bundan fazlası ise kıyasla alınır.
646- Yine
"satmanız için getirdim" diyerek yirmi kişi getirirse, hepsi ondan
alınır.
Belirttiğimiz gibi bu
da kıyas itibariyledir.
647- Köle
dışında başka bir sınıf getirir ve "Bunları satıp paranızı vermek istiyorum"
derse, istihsan yolu ile yemin ettirildikten sonra bu kendisinden kabul
edilir.
Çünkü mal sayılmıyan
bir şeyin karşılığında köle, değer ile malın kendisi arasında bir miktarla
sabit olur. (Yani köle nakid ile mal arasında değişen bir bedel olup ivaz olarak
verilebilir). Onun için ikisinden (bedel veya maldan) hangisini getirirse kabul
edilir. Böylece vereceği fidye ile getirdiği şeyler arasındaki cins benzerliği
sabit olmuş olur. Onun için bu konuda sözü tasdik edilir.
648- Bu
durum "on köle karşılığı" deyişine göredir. Ama "Kölelerimden on
kişi" der ve köle yerine dirhemler getirirse, bu para fey1 olur ve üzerine
aldığı şeyi getirmeğe mecburdur.
Çünkü köleyi şahsına
izafe etmekle onları bizzat tayin etmiş olur. Sanki şahıslarını göstererek
belirlemiş gibidir. Böyle durumda malın yerine kıymeti
alınmaz.
649- Kale
halkı onları size getirmeme müsaade etmediği için parasını getirdim, derse sözü
tasdik edilmez.
Çünkü getirdiği
dirhemler müslümanlara ganimet olmuştur. Bunu müslü-manlara şahsı karşılığında
fidye saymağa ilişkin sözü tasdik edilmez. Çünkü inmeden önce kale halkının
köleleri getirmesini engelliyeceğini ve köle yerine parayı getirmesi için müs
lü mani ardan izin istediğini müslümanlara bildirebilirdi. Bunu bildirmediği
ve para getirmek için mü slü m an lar dan izin istemediği için kusur onundur.
Müslümanlara durumu bildirir ve para için İzin istedikten sonra parayı
getirirse, bu onun için fidye kabul edilir ve ona başka bir şey gerekmez.
650- Kale
sahibi "size açmamın karşılığında kalem veya şehrim için eman verin"
derse ve "Fethettiğinizde kalemi yıkmanızdan veya şehrimi bozmanızdan
korkuyorum" diyerek maksadının bizzat kalenin veya şehrin kendisini
korumak olduğu açık ise, müslümanlar da "Kalene veya şehrine eman
verdik" derse, bu eman kale veya şehirdeki malları kapsama-yıp sadece
kalenin veya şehrin kendisini kapsar.
Çünkü sözün mutlaklığı
daha önceki h
Ama tahsisin
yapıldığına delil olacak bir söz geçmemişse, kıyasa göre hüküm yine böyledir.
Çünkü belirttiğimiz
gibi kapıyı açmaktan maksat ganimet ve köle kazanmaktır. Sonra kale veya şehir
kelimelerinde içindekilerin i ve ehlini ifade edecek birşey yoktur. Muhtemelen
bu adamm kale veya şehir için bu şekilde eman istemesinin sebebi, kalenin
yıkılmasını ve şehrin yakılıp tahrip edilmesini önlemektir. Çünkü doğum yeri ve
atalarının yurdudur. Onun için istediği eman ile sadece kalenin veya şehrin
kendisini kurtarmak istemiş, içindekilerini kastetmemiştir.
Ama istihsana göre bu
kale ve şehrin hem kendisi hem içindeki bütün insan ve eşya için emandır. Çünkü
örfün delaleti böyledir.
Çünkü burası mamur bir
kale veya şehirdir, denildiğinde mamurluğu du-varlariyle değil, ehlinin
çokluğuyla bilinir. Nitekim kaleyi size açmamın karşılığında memleketime eman
verin, deseydi bundan memleketindeki bütün mal ve İnsanlar anlaşılırdı. Sonra,
adamm amacı kalesinin veya şehrinin eskiden olduğu gibi kendisine s
651- Kale
halkından biri çıkıp da "malımdan bin dirheme
eman verirseniz size
kale kapısını açarım" derse, bedel yolu ile
değil, eman yolu ile
malından bin dirhem için ona eman vardır.
Tıpkı "malımdan
bin dirhem için eman vermeniz karşılığında"
demesi gibidir.
Burada takdim ve
tehir, mananın farklı olmasını gerektirmez.
"Bin dirhem için
"deyip "ala" harfi ile kullansaydi, yine durum aynı olurdu.
Kapıyı açmasının
karşılığı olarak şart koştuğu bin dirhem sözünü şahsın sözünden önce veya sonra
getirmesinde fark yoktur.
652-
"Bin dirhemle kapıyı size açarım, der ve "be" harfini
kullanırsa, sadece şahsı eman altında olur ve kazanıp ödeyeceği bin dirhem de
borçlu olur.
Çünkü "bin
dirhemle" desin veya demesin kapıyı açmasiyle bütün malı fey' olur. Çünkü
"be" harfi beraberinde karşılığı da ifade eder. "Be" harfi
ile şahsının emanını bir arada söylediğinde bu, söylediği binin şahsının
emanına karşılık olduğunu açıkça ifade etmiş sayılır. Şahsı da eman kazanmış
olur. Bir de onun borcu olur. Tıpkı "şu cariyeni bana yüz dinara satmak
karşılığında bu malı sana bağışladım" deyince, yüz dinarın cariyeye
karşılık kabul edilmesi gibi.
653-
"Size kapıyı açayım, bana bin dirhemle eman verirsiniz" der ve
"be harfini kullanırsa, durum yine aynıdır.
654-
Malımdan bin dirhem karşılığında bana eman verirseniz size kapıyı açarım
derse, bin dirhem yine şahsının emanına karşılık olur. Ancak malı varsa bin
dirhemlik miktar alınır. Birinci durumun aksine, emanına karşılık borcu yerine
alınır.
Çünkü burada üzerine
aldığı borç için belirli bir yer tayin etmiştir. O da elindeki malıdır. Buna
göre de ona eman vermişizdir. Onun için bu miktarı kendisinden ganimet almak
yolu ile değil, fidye yolu ile almamız lazımdır. Birinci durumda ona bir yer
tayin etmeksizin bedel vermeyi üzerine almıştır. Onun için malı, mağlubiyetini
tamamlama şeklinde kapıyı açmanın gereği olarak fey' kalır.
Müslümanlar malını
göremezlerse, onlara ödeyeceği bin dirhem borcu olur.
Çünkü emanı yerine
gelmiş olup karşılığında bedel Ödemesi gerekir. Malı olduğunda bubedeli
malından veriyordu. Malı yoksa kazanıvereceği malı kast
ettiğini anlarız.
655- Kapıyı
açmayı zikretmeyip sadece "malımdan bin dirhem ile size inmem karşılığında
veya malımdan bin dirheme bana eman verin" derse, bu, şahsı karşılığında
verdiği bir fidye
sayılır.
Çünkü burada
"be" harfi karşılıkların olduğunu ifade eder. Adam emanı ancak
karşılıkla istemiştir. İndiğinde de bu emanı aldığı için üzerine aldığı bin
dirhemi vermesi lazımdır.
Burada "be"
harfi yerine "ala" harfini de kullanmış olsa durum aynıdır.
Çünkü şahsı
karşılığında müslümanlara bir yarar şart koşmamiştır ki bin dirhemi zikretmesi
şahsı karşılığında müslümaniar üzerine koştuğu bir şarta karşılık sayılsın. İki
halde de bin dirhem, emanı karşılığında bedel olur.
656- Ehlime
ve bin dirheme yahut ehlim ve bin dirhem için bana eman verirseniz kapıyı size
açarım derse, her iki ifade şeklinin sonucu da aynı olup ehliyle beraber
malından bin dirheme eman verilir, malının gerisi fey1 olur.
Çünkü ehil (aile
fertleri) mal değildir. Bin sözünü zikretmesi alacağı emana bedel olarak
anlaşılamaz. Bunu "be" veya "ala" harfiyle zikretmesi
far-ketmez. Malından bin dirhem yanında ehlini de zikretmesi sadece onlara da
eman istediğini ifade eder. Sonra "vav" harfi atıf içindir.
Atfedilenin hükmü de üzerine atfedilenin hükmüdür. Üzerine atfedilen şey eman
istemekse, atfedilen şey de eman istemek olur.
657- Maldan
başlayıp "Bin dirheme, ehlime ve çocuğuma eman verirseniz size kapıyı
açarım" derse, ehli, oğlu ve kendisine verilecek bin dirhem için eman
almış olur. Diğer malları fey' olur.
Çünkü bütün bunları
kapıyı açmanın karşılığı olarak zikretmiştir. Bedel olarak sayılabilecek bin
dirhemi ona verirler. Aile fertlerini ve çocuğu da şahsı gibi eman altında
olurlar. Çünkü kapıyı açmasının karşılığında onların da eman altında olmalarını
şart koşmuştur.
658- Ehlim
ve çocuğumla bin dirhem karşılığında bana eman verirseniz size kapıyı açayım, derse bin dirhem
borçlu olup ehli ve çocuğu
hepsi fey' olur.
Çünkü "be"
harfi karşılıklarda kullanılır. Bin ile beraber söylemesi emanına karşılık
olduğunu ifade eder. Sonra ehil ve çocuğunu da birlikte zikrederek yine bedele
atfetmiştir. Bu da hepsinin şahsî emanına ivaz olduklarını ifade eder. (Yani
bedel olacak bin dirhemi "be" harfi ile getirmiş, ehli ve çocuğu da
yine "be" harfiyle getirerek ona atfetmiş, hepsi de aynı hükmü
almıştır.)
659-
Ehlinden başlayıp "Ehlim ve bin dirhem karşılığında bana eman
verirseniz" derse, kıyasa göre hüküm yine aynıdır. Ama istihsana göre
değişir. Çünkü ehil, mal değil ki bedel olabilsin.
Bundan da anlıyoruz ki
kapıyı açmanın karşılığında eman istemesi, ehline eman alması içindir. Bin kelimesini
de ehl'e atfetmiştir. Bu da fey' olacak bütün mallarından bin dirhemi istisna
etmek olur. Nitekim "Bütün akrabalarımla ve bütün ehlimle ve çocuğumla ve
bin dirhemle bana eman verirseniz size kapıyı açarım" deseydi, herkesin
ilk anda aklına gelen bütün bunların fidye değil, fidye verilecek şeylerden
istisna edilmesidir.
660-
"Ehlim üzerine ve bin dirhemle" yahut ehlimle ve bin dirhemle beraber
bana eman verirseniz, sözleri arasında fark yoktur. "Ala" veya
"be" harflerinden hangisini kullansa değişmez. Ehli ile verdiği
malından bin dirhem eman altında olur. Bunun dışında kalan malları fey1 olur.
Çünkü bini ehil
üzerine atfetmiştir. Ehil için istediği de onları fidye vermek değil, eman
altında sayılmalarını sağlamaktır. Ehil üzerine atfedilen şeyin hükmü de bu
olur.
661-
"Bin dirhem ve ehlimle" deyip "be" harfiyle kullanırsa, bu
durumda ehil ve bin dirhem fidye olur. Ehlini ve bin dirhemi müslümanlara
şahsına karşılık fidye vermesi gerekir. Çünkü "be" harfiyle
zikredilince bin dirhem bedel olur ve ona atfedilen
de onun hükmünü alır.
Bu da ikisinin fidye verildiğini ifade eder.
Bunlar aslında
birbirine yakın meselelerdir. Ancak her bölüm ve meselede halkın konuşmasındaki
anlamlardan g
Çünkü her sözün bu iki
manadan birine ihtim
662-
Malımdan onbin dirheme eman vermeniz karşılığında size kapıyı açayım ve yüz
dinar vereyim, derse, kapıyı açtıktan sonra müslümanlara yüz dinar vermesi ve
şahsına ayırdığı onbin dirhemi müslümanların malından ona vermeleri gerekir.
Bu mal da fidye olmaz.
Çünkü yüz dinarı
belirtmeseydi malından onbin dinara eman istemiş sayılırdı. Kapıyı açmak
karşılığında müslümanlara vereceğini üzerine aldığı yüz dinarı zikretmesi
durumunda da hüküm aynıdır. Yani şahsı ve onbin dirhem eman altında olurken,
müslümantara yüz dinarı verir.
663- Bin
dirhem ile bana eman verirseniz size kapıyı açar ve yüz dinar veririm, derse
yüz dinar ve bin dirhem borcu olur.
Çünkü "be"
harfiyle zikredince bin sayısının emanına karşılık olacağını açıklamış sayılır.
Müslümanlara vereceğini şart koştuğu dinarları da zaten şahsi emanına karşılık
olarak vereceğini açıklamıştır. Ama "Alacağım bin dirhem "yahut"
vereceğiniz bin dirhem" şeklinde tasrih etmiş ise, o zaman şahsına
karşılık müslümanlardan bin dirhemi aîmayı şart koşmuş sayılır, imamın
"Bin dirhem sözünün iki manaya ihtim
En doğrusunu Allah
bilir.[376]
[1]
İbnü'n-Nedîm, el-Fihrist, s. 436-437; Şeşen Ramazan, "İslam Dünyasındaki
ilk Tercüme Faaliyetlerine Umumi bir Bakış", İTED, VII/3-4 (1979)
[2]
"Hanefî fıkıh eserlerinde gayri müslimlere ilişkin kurallar sistematik
olarak incelenme-miştir." diyen Alman müsteşrik Hans Kruse, bu hatalı
yorumunu kitabının ikinci yayımında da sürdürmüştür, bkz.: Islamische
Völkerrechtslehre, s. 16
[3] Seviğ, age, s. 12
[4] İmam Serahsî, İslam
Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/12
[5] Berki Şakir, Devletler Umumî
Hukuku, s.l; Hamiduilah Muhammed, Devletler Hukukunun Yüzüncü Yıldönümü
Nedeniyle" s. 147.
[6] Meray S. L. , Devletler
Hukukuna Giriş, 1/5-6
[7] İsam K. Salem, İslam und
Völkerrecht, s. 93
[8]
Hallâf Abdiilvehhab, es-Siyâsetüş-Şer'iyye, s. 71; Marcel Boısard, "The
Conduct ofHostilities and The Protection of The Vicüms of Armed Conflicts in
islam", s. 3,4
[9]
Crozat Charles, Devletler Umumî Hukuku, 1/204; Mansur Ali,
eş-Şerîatü'l-İslamiyye ve'l- kân&nu'd - deyliyyii'l-âmm, s. 29; Meray,
Devletler Hukukuna Giriş, 1/24 vd.
[10]
Akipek Ömer, Devletler Hukuku Başlangıcı, s. 92; Pazarcı Hüseyin, Uluslararası
Hukuk Dersleri, 1/45
[11]
Wilson G. Grafton, "Grotius: Law ofWar and Peace", s. 205; Aliye
Semir, îlmu'I-kanûn, s. 220
[12] Nys. E. , Les Origines du
Droit International, s. 201 - 210'dan naklen Guneymî Taî'at,
Kânunu's-Selâm fi'l-îslam, s. 57
İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir,
Eğitaş Yayınları: 1/3-4
[13] İbn M3.nzûr,LisânWI-Arab,
"s-y-r", IV/389-390; Nesefî Necmeddin, Tübetü't-Talebe, s. 79
[14] Feyyûmî, el-Misbâhu'I-Münîr,
s. 114; Cürcânî, et-Ta'rîfât, s. 122; Konevî k. Enîsü'l-fukahâ,
s. 181 - 182; Tehânevî, Keşşaf Istılâhâti'l-fünûn,
1/663; İbn Hümâm, Fethu'l-Kadîr, V/435; Ahmed b. Yahya, Şerhu'l-ezhâr, IV/518;
Sayâğî Hüseyin b. Ahmed, er-Ravdu'n-nadîr, Iv/294; Hamidullah, age, s. 45;
Khadduri, The isletme Law ofNations Shaybani's Siyar, s. 39; Kruse, İslamische
Völkerrechtslehre, s. 30 vd.
[15] İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr,
V/435
[16] Kelimelerin menkul anlamlan
için bkz. Cürcânî, Ta'rîfât, s. 233 - 234
[17] Şahhâte M.
Ş.,Risaletü'l-cihad,s. 12-13
[18] ibn Hişâm,
es-Sfratü'n-Nebeviyye, III - IV/632; Hamidullah, îslamda Devlet İdaresi
[19]
Merğînânî, el-Hidâye, 11/135 - 170. Son iki konuyu teşkil eden mürted ve
bağîlere uygulanacak hükümler de görüldüğü gibi "siyer" kavramının
kapsamı içine alınmıştır. Bu bakımdan siyeri, Hans Kruse gibi, (bkz. İslamsche
Völkerrechtslehre, s. 9) sadece ve sadece gayri müslimlerle ilişkilerin
incelendiği bir hukuk dalı olarak düşünmek hatalıdır.
[20] tbn Manzûr, Lisânü 'l-Arab,
"c-h-d", III 1\ 33 - 135; Feyyûmî, el-Mısbâhu 'l-Munîr,
"c-h-d", s.
43 - 44; Fîrûzâbâdî, el-Kâmûsu'l-muhît,
"el-cehd", s. 351; Nesefî, Tılbeîü't Talebe, s. 79; Mv. F,
■■el-Cihad".
[21]
Nesefî, age.,s. 79; Konevî, Enîsü'[-fukahâ,sl81; Tehânevî, age., 1/197; Kâsânî,
Bedâ'i-u's-sartâ'i, VII/97; İbn Âbidîn, Raddü'l-muhtâr, IV/119; Yazır Hamdi,
Hak Dini Kur'an Dili, 11/863,865; Özel, age., 58
[22] A'râf 76158; Sebe'34/28
[23] Fazlurrahman, "islam ve
Siyasî'Hareket", Islami Araştırmalar, VII/2 (1994), s. 194
[24] Müsncd, V/231 , 238;
Tirmizî, "İman" 8
[25] Boisard, "The Conduct
ofHostilities and The Victım of Armed Conflict m Islam"s. 6
[26] Schacht J., An întroduetian
to Islamic Law, s. 130; Von Vloten G., Emevi Devrinde Arap Hakimiyeti, Şia ve
Mesih Akideleri Üzerine Araşıtırmalar, s. 13 -14; Bosquet-Schacht, Seilected
Works of C. Snouck Hurgronje, s. 72 - 73; Khadduri, The War and Peace on The
Law of islam, s. 45, 52, 53, 144, 202; Kruse, "agm." , 57, 65, 79; a.
mlf., Isiamische Völkcrrechtsİehre, s. 96
[27] Goldziher I., el-Akîde
ve'ş-Şerî'a, s. 27 - 28
[28] Kruse, Isiamische
Völkerrechtslehre, s. 62-69
[29] Armstorng K. Holy War: The
Crusades and Their Impact on Today's World, s. 1, 147 vd.,
275 vd. Hristiyanlıktaki kutsal savaş fikri
hakkında şu kitaba da işaret etmeliyiz: Noth, Heiliger Krieg und Heiliger Kampf
in islam und Christentum, Bonnl966. Kadduri'nin mukayese .sadedindeki şu yorumu
nisbeten daha insaflıdır: "Batı hukuk geleneğinde 'hak savaşı" yahut
'hakedilmiş savaş' yani bellum justum, tek geçerli savaş türüdür. Cihad da
İsiamın hakedilmiş savaşı idi." İslamda Adalet Kavramı, s. 224
[30] Watt, islamın Avrupa'ya
Tesiri, s. 15
[31]
Kur'an-ı Kerim'deki cihad ayetlerinin birarada topluca bir değerlendirmesi için
bkz. Daks Kamil
Seiâme,Âyâtü'l-Cihadfı'l-Kur'âni'l-Kerîm, Kuveyt 1392/1972
[32] Furkân 25/52
[33] Ankebût 29/69
[34] Aliyyü'l-Kârî,£W7î Müsned
Ebî Hanîfe, s. 370
[35]
Cihad kavramıyla iligili bazı yaklaşımların değerlendirilmesi ve çağdaş bir
cihad yorumu için şu çalışmaya işaret edilebilir: Bûtî Saîd Ramazan, el- Cihad
fi'1-Islam keyfe nefhemuh ve keyfe Numârisuh, Dımeşk 1993
[36] İbn Manzîr, Lisânü'l Arab,
"ğ-z-v", XV /123 125; Feyyûmî, el-Mısbâhu't-munîr,
"ğ-z-v",s.
170; Cevheri, es-Sıhâh, "ğ-z-v",
VI/2446; Fîrûzâbâdî, ei-Kâmûsü'l-muhît, "ğ-z-v", s. 1698; Nescfi,
Tılbetü't -Talebe, s. 79;
[37] Şehhâte, Risaletü'l-cihad,
s. 11-12; krs., Guneymî, Kânunu's-selâm, s. 58. İmam Şafiî ise
konuyla ilgili görüşlerini, her üç terimin de
dışında "Kitabu'l-Cizye" başlığı altında vermiştir
[38] Süyûtî, Tebytdu''s-sahîfe
fîmenâkıbi Ebî Hanîfe, s. 36
[39]
Hamidullah, "Serahsî'nin Devletler Umumi Hukukundaki Hissesi", s. 17
(İbn Hacer, Ta- vâli'ut-te'sîs, s. 78); Kruse, "agm.", s. 63; Efgânî
Ebu'1-Vefa, er-Red ala siyeri'I-Evzâi mukaddimesi, s. 2-3; Şafak Ali, İslam
Hukukunun Tedvini, s 86; Nu'mani Muhmmed A., "Kitabu'l-âsâr
mukaddimesi", SAÜİFD.,sy: 1 (1996), s., 247
[40] Kesveri Zahid,
Husnü'î-tekâdîfi sîrati'l- İmam Ebî Yusuf el-kâdî, s. 42
[41] Efganî, er-Red ala siyeri
'l-Evzâ 'î mukaddimesi, s. 3
[42]
İbn Abidîn, "ukûd resmi'l-müftî", s. 16; Ebu Zehra, Ebu Hanîfe,s.
240-241; Muhammed î. Ahmed, el-Mezheb inde'l-Hanefiyye, s. 147;
[43]
Kevserî, Hüsnü 'l-tekâdffî sîrati'l-İmam EM Yusuf, s. 43; Öğüt, Safim,
"Ebu Yûsuf, DİA. X/264; Krş, Ebu Zehra, age, s. 241; Khadduri, The Islamic
Law of Nations, s. 41
[44] Serahsî, Mebsût, X/144
[45]
İbn Âbidin, "ukûd resmi'l-müftf, s. 19; Kevserî, age., s. 43; Brockelmann
C, GAL, Suppl 1/308; Schacht, "aI-Awza'i", El. (ing), 1/773; Öğüt,
"Ebu Yûsuf, DİA., X/264;bkz: Öğüt, "£i'zâf',DİA.,XI/546-548
[46] Khadduri, The Islamic Law of
Nations, s. 24
[47] Bu konuda bkz: Ebu Zehra,
Târîhu'l-Mezâhibi'l-fıkhiyye, s. 510 vd. ; Musa M. Yusuf,
Târîhu'l-fıkhi'l-İslamî, s. 194 vd.; Şafak AH,
Mam Hukukunun Tedvini,$. 58; Şener Abdülkadir, "ei-Müsned", AÜİFD.
XVII (1969), s. 339; Yaman Ahmet, "İslam Hukuk Edebiyatı'nın Ortaya
Çıkışı, Gelişmesi ve İslam Kamu Hukuku edebiyatına İlişkin Arapça bir
Bibliyografya Denemesi".Diyanet İlmi Dergi,XXXl/3 (1995), s. 111-112
[48] İhtilâfıı'l-fukahâ,$.31
[49] Hamidullah.
"Serahsî'nin Devletler Umumi Hukukundaki Hissesi", s. 18; Özel age.,
s. 21
[50] Abdullah b. Mübarek,
Kitabu'1-cihad, thk: Nezih Hammad, Beyrut 1971; Tunis 1972
[51] Favik Hamâde'nin tahkikiyle
1987'de Beyrut'la neşredilen eserden ancak tanıtım yazısı kadarıyla haberdar
olabildik. Bu tanıtım yazısı için bkz. Seyyid Rıdvan, "Kitabu's-siyer
li'l-Fezân', el-Ebhâs sene: 35 (1987) Beyrut s. 67-72; Eserlerle ilgili daha
önce yazılmış bir başka tanıtım ve değerlendirme yazısı için bkz: Muranyi
Miklos, Das Kitab al-Siyar von Abu Jshaq Fazari, JSAİ-Vi (1985). s. 63-97;
ayrıca bkz.: Khadduri, age. , s. 26
[52]
İbn Ebi Asım, Kitabu'l-cihad, c. I-II, thk: Ebu Abdirrahman Müsaid b. Süleyman,
Medine 1989
[53] Seyyid Rıdvan, ag. tanıtım,
s. 68; Khadduri, age., s. 40
[54]
Taberî'nin İslam hukukunun geneliyle ilgili görüşlerinin topluca bir özeti için
bkz: Kal'acî M. Ravvâs (haz.), Mevsû'a fıkıh Muhammed b. Cerîr et-Taberî,
Beyrut 1994
[55] Şafak Ali, age. , s. 93;Hans
Kruse'nin eserinin mukaddimesinde adını vermeden andığı
"Enstitü" de muhtemelen bu enstitü
olmalıdır, bkz: Islamische Völkerrechtsiehre, s. XIV
[56] Bursalı Mehmet Tahir,
Osmanlı Müellifleri, 11/34-35. (Bursalı M. Tahİr, eserin baskı tarihini
yaniışhkla 1244/1828 olarak verir); İsmail Paşa, Hediyyetü'l-ârifîn,
11/359-360; Ebu Zehra "Temhîd" s. 35.. Ayıntâbî'nin ayrrca Şerhu''
s-siyeri'l-kebîr''deki sadece muğlak ve çetrefil ibareleri açıklamaya matuf
"Teysiru'l-mesir fi şerhi's-siyeri'l-kebir" isimli Arapça bir eseri
daha vardır: İÜ., Yıldız Sarayı Kütüphanesi Arapça Yazmaları Bölümü No: 5867.
Söz konusu tercüme ve mütercimi Aymtâbî için
bkz.: Okiç M. Tayyib, "Şemsü'l-eimme es-Serahsî'nin
'Şarhu's-siyafi'l-kabîr'inin Türkçe Tercümesi ve Mütercim Mehmed Münîb
Ayıntâbî'nin Diğer Eserleri", s.27 vd. Okiç, bu makalede Bursalı M. Tahir,
Bağdatlı İsmail Paşa ve diğer zevatın bu tercümeyi Serahsı'nin Şerh'inin değil
de asıl metin olan Şeybânî'nin es-Siyeru'1-kebîr'inin tercümesi olduğu şeklinde
yanlış tanıttıklarını söyler,, s. 31. cs-Siyeru'1-kebîr metin olarak da ayrıca
neşredil mistir. M. Hadduri, önce İngilizce olarak "The Jslamic Law
ofNations Shaybani's Siyar" ismiyle sonra da Arapça olarak
"es-Siyeru'l-kebır Ve'l-alâkâtü' d-devliyye et-İstamiyye, (Beyrut 1975)
ismiyle yayınlamıştır. Fransızca tercümesi de 1851-1853 yılları arasında Asya
(?) gazetesinde tefrika edilmiştir. Bkz: Ermenâzî, eş-Şcr'u'd- devlî, s. 46
[57]
Serahsı'nin devletler hukuku aİanındaki hukukî anlayışı ile ilgili olarak,
bilebildiğimiz kadarıyla en son şu çalışma yapılmıştır: Taştan Osman, The
Jurisprudence ofSarakhsi with Particular Reference to war and Peace
(yayımlanmamış doktora tezi), The Universitiy Of Exeter 1993.
[58] Şafak, age., s. 93;
Hamidullah, "Ölümünün 1200. Yıldönümünde Şarlman'ın Muasırı İmam
Muhammed b. Hasen eş-Şeybânî" İsi. Med.
s.: 20 (1969), s. 9
[59] Hamidullah, Le Grand Livre
de la Conduiîe de I'Etat 'a yazdığı önsöz, I/LV
[60]
Ankara 1989-1991. Şeybânî'nin eserinin ve Serahsî'nin Şerhlerinin Batı
dillerindeki tercümeleri için bkz: Bu son tercüme, 1/LIV-LV
[61] Yûsuf ] 2/76
[62] Serahsî,
Şerhu''s-siyeri'l-kebîr; 1/3
[63] Ebu Zehra, Ebu Hanîfe, s.
241-242; a. mif., "Temhid" s. 34. imam Muhammed'in özel olarak
devletler hukuku, genel olarak İslam
hukukundaki yeri için son dönem çalışmaları arasında şu teze bakılabilir: Muhammed
Makbul Hüseyin, Muhammed b. Hasen.eş-Şeybânî ve eseruh fi'l-fıkhi'l-İslami,
(yayımlanmamış dr. tezi), Cami'atü'i Ezher Külliyyetü'ş-Şeria ve'1-kanun,
Kahire 1972;aynca bkz: Desûkî Muhammed, el- İmam Muhammed b. Hasen eş-Şeybani,
Devha 1407/1987
[64] Schacht, "Fıkh ",
E.I., (İng.), 11/887; Musa M. Yusuf, Tarihu'l-fıkhVl-İslamî, s. 194
[65]
Horovitz J., el-Meğazî'l-ûlâ ve müellifûhâ, s. 6'dan Hizmetli Sabri, İslam
Tarihçiliği Üzerine, 114; Poiat Selahaddin, "Ebân b. Osman b. Affan",
DİA, X/66-67
[66] İmam Serahsî, İslam
Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/5-15
[67] İmam Serahsî, İslam
Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/17
[68] S. el- Müneccid.
[69] İmam Serahsî, İslam
Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/17
[70] İmam Serahsî, İslam
Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/17-20
[71] İmam Serahsî, İslam
Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/20-21
[72] İmam Serahsî, İslam
Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/21
[73] İmam Serahsî, İslam
Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/21-22
[74] İmam Serahsî, İslam
Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/23
[75] İmam Serahsî, İslam
Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/23-24
[76] Serahsî, bu kısmı
Şarhûz-Ziyâdât isimli kitapta ayrıntılı olarak ele aldığı için atladığını
belirtir, (bkz. Şerhu's- Siyeri'1-Kebîr, V/1850). Böyle bir ifadeye eserin
başka yeşinde yer verilmemiş olması, Seriahsî'nin mümkün olduğu kadar eksiksiz
bir şerh yaptığını göstermektedir. (Editör)
[77] İmam Serahsî, İslam
Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/25-26
[78] GalSuppl. 1/291
[79] İmam Serahsî, İslam
Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/27
[80] İmam Serahsî, İslam
Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/28
[81] İmam Serahsî, İslam
Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/29-30
[82] Yusuf: 12/76.
[83] İmam Serahsî, İslam
Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/31
[84] İmam Serahsî, İslam
Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/32
[85] Enfâl : 8 / 60. Ribat,
karakol; murabıt da nöbetçi anlamındadır. Çeviren
[86] Zariyat,51/14
[87] Burûc:85/10
[88] Ankebût: 29/2
[89] Tâhâ:20/4Û
[90] A'râf:7/155
[91] Nisa : 4/100
[92] Tevbe : 9/111
[93] Enbiya: 21/101-102.
[94] Tevbe:9/80.
[95] Enfal : 8/65.
[96] Bakara: 2/261
[97] Hacc: 22/25
[98] Muhammed:47/7
[99] Buharı, "imân" 17;
"Salât" 28; Müslim, "İmân" 32; Ebu Dâvûd, "Cihad"
95' Bu hadisdeki "insanlar" sözüyle Arap müşriklerinin kastedildiği
ve bu yönde icma olduğu yorumu yapılmıştır. Bkz. M.Hamidullah, İslamda Devlet
İdaresi, Ankara, Kânûnü'd devliyyül-âmm, Kahire 1390/1971, s. 266; Vehbe
Zühaylî, Âsâru'1-harb fi'î-fıkhi'I-İslâmî, Dimaşk 1412/1992, s. 120-121.
Değilse onu "Dinde zorlama yoytur "ve benzeri ayetlerle teiif etmek
zordur. (Editör)
[100] Feth 48/16
[101] Tevbe:9/29
[102] Hucurât 49/9
[103] Nazihat süresindeki sen
nerde onu bilmek nerde!" Nazihat, 79/43 (Çevirenin)
[104] Naziat,79/43
[105] Enfâ!:8/69
[106]
"Sultan yer yüzünde Allanın gölgesidir. Zayıf ona sığınır, mazlum onunla
hakkını alır. Dünyada Allanın sultanına ikram edenlere Alîah kıyamet günü ikram
eder" şeklinde ve başka ifadelerle meşhur olan bu sözü, İbnu'n-Neccar,
Beybaki, Hakim kitaplarına almışlardır. Hemen belirtelim ki adaletli veya zalim
hiçbir ultan hiçbir şekilde Allah'ın gölgesi değildir. Aksine sultan.çoğu zaman
zulüm ve haksızlığın kendisidir. Yüce Allah da bundan beridir. (Çeviren)
[107] Doğrusu, sözü edilen zillet,
yenilgi ve boyun eğme aşağılığıdır. (Çeviren)
[108] Münâfikûn: 63/8
[109] Tevbe: 9/29
[110] Bakara: 2/148
[111] Al-iîrnran; 3/133
[112] Al-i İmran: 3/200
[113] Bakara: 2/238
[114]
Meryem: 19/87: Ayetin tamamı şöyledir: "Rahmanın katında söz almış olandan
başkası asla şefaatte bulunamayacaktır."
[115] AI-i îmran:3/100
[116] Al-ilmran: 3/100
[117] Ahzâb: 33/6
[118] Ahzâb: 33/31
[119] Al-i İmran: 3/169
[120] Rad: 13/31
[121] Zuhruf,43/17
[122] Yaz orduları: Yazın toplanıp
hava mutedil olunca savaşa giden büyük ordudur.
[123] Âl-ilmrân:3/18
[124] Bu hadis değil, uydurma bir
sözdür. Bakınız Keşfu'l-Haya, 2/70-71 (Çeviren)
[125] İmam Serahsî, İslam
Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/33-59
[126] Başta Buhrârî (Cihad 102,
Meğâzî 38), Müslim (Siyer ve Cihad 2,12), Ebu Dâvûd (Cihad 82) oimak üzere bir
çok sahih hadis mecmuasında rivayet edilen uzunca bir hadisin bir bölümünü
teşkil eden bu sözleri tam olarak anlayabilmek için Hz. Peygamber'in şu
ifadelerine de dikkat etmek gerekmektedir.: ".....Bir kale halkım kuşatır
da senden Allah'ın ahdini ve Peygamberinin ahdini kendilerine vermeni isterlerse
onlara ne Allah'ın ahdini, ne de Peygamberinin ahdini ver. Onlara verdiğin
kendi ahdini ve arkadaşlarının ahitlerini bozmanız, Allah'ın ve Rasûlünün
ahdini bozmaktan daha iyidir. Bir kale halkım kuşatır da, senden kendilerine
Allah'ın hükmünü tatbik etmeni isterlerse onlara Allah'ın hükmünü tatbik etme.
Fakat onlara kendi hükmünü tatbik et. Çünkü Allah'ın onlar hakkındaki hükmünü
tam olarak bilemeyebilir ve isabet etmeyebilirsin " (Editör)
[127] Tevbe: 9/10
[128] Enfâl:8/58
[129] Tevbe,9/l
[130] Tevbe:9/12
[131] Bu kitabı Osmanhcaya tercüme
eden Muhammed Münîb Ayıntâbî, Dureyd'in öldürüldüğü zaman yüzyirmi yaşında
olduğunu söylüyor. Şerhu Siyerî'l Kebîr Tercemesi (çeviren) 1/31
[132] Bakara: 2/205
[133] Tevbc 9/120
[134] Al-ilmrân3/161
[135] Âi-Ümrân 3/139
[136] Burası bir yerin ismi olup
Şurahbil oğullarının kuyuları manasınadır.
[137] En'am6/70
[138] Al ak 96/6-7
[139] Al-iİmrân 3/152
[140] Haşr 59/5
[141] Maide 5/11
[142] Haşr59/14
[143] Haşr 59/2
[144] Haşr 59/11
[145] Haşr 59/5
[146] Übnâ: Şam bölgesi'nde bir
yerin ismidir. (Mu'cemu'l-Butdîin)
[147] Izâr :Baştan ayağa kadar
bedeni örten entari. Rîdâ: Aba, cübbe ve pafdüsü gibi elbise ü-zerinde giyilen
giysilerdir. Çeviren
[148] Enfâ! 8/46
İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku,
Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/60-77
[149] Başka nüshalarda Süleym ve
Süleyman şeklinde geçmektedir.
[150] Tâhâ 20/29
[151] Âl-Ümrân 3/159
[152] İmam Serahsî, İslam
Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/79-82
[153] Râvî, burada şüphe
içerisindedir. Acaba Rasûlüllah (s.a.v.) "erken kazanç" mı demişti
yoksa "amacı elde etmektir" mi demişti. Bunu iyi hatırlamadığı için
her iki durumu da rivayet etmiştir.
[154] Tevbe 9/25
[155] Ahzâb 33/37
[156] İmam Serahsî, İslam
Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/83-87
[157] İmam Serahsî, İslam
Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/89-91
[158] Bakara: 2/186
[159] A'raf: 7/55
[160] Nuh: 71/26
[161] İsrâ: 17/15
[162] Tevbe:9/29
[163] Feth: 48/16
[164] Hadra' : isim olarak
kullanılıp kelime itibariyle "Yeşil" manas in dadı r.
[165] iran'dan Yemen'e gelip
burada Araplarla evlenenlerin soyundan gelme bir kabilenin ismidir.
[166] Saff: 61/6
[167] Serahsî'nin burada yer
verdiği hadislere benzer diğer hadisler (bkz. Dârimî, Siyer, 8; Mus-ned
1/231,236; Yahya b. âdem, Kitâbu'l Harâc, s. 47-8) savaşta önce düşmanı Islamı
kabul etmeye veya İslamın egemenliğini tanımaya davet etmenin gerekliliğine
işaret etmektir. Bunun için İslam hukukçuları, kendilerine îslam tebliği
ulaşmayan kimselere savaştan Önce mutlaka islamın anlatılıp kabul etmeye
çağrının yapılması gerektiği konusunda hem fikirdir, (bkz. İbn Rüşd,
Bidâyetü'l-Müctehid ve Nihâyetü'I-Muktesıd, 1/312; Ebu Yâlâ el-Ferrâ,
el-Ahkâmu's-Sultâniyye, s. 41; Ramlî, Nihâyetü'l-muhtâc, VIII/64)
Bununla
beraber savaştan önce davet etmeyi gerekli gören hadislerle, baskın hadisleri,
hukukçular arasında bu konuda nesih ihtimali bulunabileceği intibaını uyandırmış ve neticede ortaya üç
gürüş çıkmıştır. 3) Davet mutlaka gereklidir.
2)
Davete gerek yoktur. Bunu şart koşan hadisler İslamın ilk günlerine aittir,
dolayısıyla nesh söz konusudur.
3) Nesih yoktur; hadisler bağdaştırılır. Buna
göre kendilerine davet uluşanlara baskın yapılabilir, uluşmayanlara ise davet
şarttır, (bkz. Şevkânî, Neyjü'l-Evtâr, Vııı/53) Editör.
İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku,
Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/92-97
[168] Enfal : 8/60
[169] Bakara: 2/180
[170] Nisa: 4/119
[171] İmam Serahsî, İslam
Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/99-102
[172] İmam Serahsî, İslam
Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/103-104
[173] İmam Serahsî, İslam
Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/105-106
[174] İmam Serahsî, İslam
Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/107
[175] Teybe : 9/5
[176] Tevbe : 9/5
[177] Tevbe: 9/5
[178] İslamdan önceki Arap
toplumunda mevcut bir anlayış olan ve savaş yapmanın caiz olmadığı dört ay
(Receb, Şaban, Ramazan, Zü'1-kâde) olan ayarlarda savaşmak tartışma konusu
olmuştur. "Sana haram ayı ve o aydaki savaşı sorarlar. De ki, o ayda
savaşmak büyük suçtur. Ancak Allah yolundan alıkoymak, O'nu inkar etmek,
Mescid-i Haram'in ziyaretine engel olamk ve halkını oradan çıkarmak, Allah
katında daha büyük suçtur. Fitne de adam Öldürmekten daha büyük bir günahtır...
"(Bakara 2/217) ayetinin muhkem olduğunu ve hükmün yürürlükten
kaldırılmadığını söyleyen, bir grub alim, bu aylarda savaşmanın caiz olmadığını
söylemişlerdir. (Kiyâ el-Herrâsî, Ahkâmu'l-Kur'an, 1/86/87; Kurtubî, el-Câmi li
Ahkâmu'l,Kuran,I/43).gibi.
Buna
karşı cumhur ise Hz. Peygamberin Tâif kuşatmasının, Hevâzin ve Sakîf
seferlerinin haram aylarda yapıldığını ve dolayısıyla yukardaki ayetin
neshedildiğini kabul etmişlerdir. Öyleyse senenin herhangi bir ayında savaş
yapılabilir. (Serahsî, Mebsût, X/26; Ramlî, Nihâyetü'l-Muhtâc VIII/45; Ö.
Nasuhi Bilmen, Hukûk-ı İslamiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye kamusu 111/390).gibi.
Şüphesiz
bu ayların dokunulmazlığı sadece bunu tanıyanlar için bir anlam ifade eder
Gayrı müslimlerle Müslümanlar arasında olabilecek düşmanca ilişkilerde ise
böyle bir durum, tabiatıyla söz konusu olmaz. (Editör)
Bu konuda alimler değişik görüşler belirtiyosa
da, Kuranı Kerimde neshedilmiş âyet olmadığı gözönünde bulundurulduğunda haram
aylarda müslümanfann düşmanla savaşa başlamamaları asıldır, Çünkü bu aylarda
savaşın haramlığmı belirten ayet yürürlüktedir. Ama düşman taraf bu aylarda
savaşı başlatmış ise, elbette müslümanlar onlara karşılık verecek ve ilgili
ayette belirtildiği gibi düşmanın vereceği zararlar önlenecektir. (Çeviren.)
İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku,
Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/109
[179] Enfâl: 8/72
[180] Fey\ sıcak çatışmaya
girmeden ele geçzirilen mal ve değerleri şeylerdir. Ganimet ise fiilen savaş
yapıldıktan sonra kazanılan esirler mal ve değerlerdir.
[181] Tevbe: 9/97
İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku,
Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/111-112
[182] Tevbe: 9/123
[183] Maîde : 5/67
[184] Meâric: 70/15.16
[185] İmam Serahsî, İslam
Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/113-116
[186] İmam Serahsî, İslam
Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/117
[187] Nisa: 4/116
[188] Zümer: 39/10
[189] İmam Serahsî, İslam
Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/119-121
[190] Lukmân: 31/15
[191] Lukmân: 31/15
[192] İmam Serahsî, İslam
Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/123-124
[193] Bakara: 2/156
İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku,
Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/125-126
[194] İmam Serahsî, İslam
Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/127-128
[195] Enfal: 8/60
[196] İmam Serahsî, İslam
Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/129-131
[197] Tevbe: 9/25
[198] Tevbe : 9/26
İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku,
Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/133-134
[199] Meğâzi kitaplarında bu
adamın, Nuaym b. Mesud es-Sekafî olduğu söylenir.
[200] Ahzâb: 33/10
[201] Savaş hileleri, savaşta
askerî amaçlarla düşmanı aldatmak için başvurulan yollar ve çarelerdir.
Kısaca, savaş taktikleridir. Bu husus La Haye Yönetmeliğinin 24.maddesinde de
kabul edilmiştir, (bkz. Seha L. Meray, Devletler aradaki anlaşmayı bozmamak ve
verilen emanı ihlal etmemek şartıyla İslam alimlerinin, savaşta mümkün olan her
hilenin ve aldatmacanın kullanılmasının caiz olduğunu bildirmektedir, (bkz.
Şerhu Müslim, XII/45) Editör.
İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku,
Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/135-138
[202] Enfâl: 8/16
[203] Enfâl: 8/65
[204] Enfâl: 8/65
[205] İmam Serahsî, İslam
Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/139-140
[206] Nisa : 4/92
[207] İmam Serahsî, İslam
Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/141
[208] Al-ilmran: 3/128
[209] İmam Serahsî, İslam
Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/143-146
[210] İmam Serahsî, İslam
Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/147
[211] İmam Serahsî, İslam
Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/149
[212] Tevbe: 9/28
[213] Mâlikiler dışında diğer mezhebler,
İslamın mukaddes saydığı mekanlara gayri müslimlerin girip giremeyeceği
sorusuna bazı kayıtlarla olumlu cevap vermektedirler. Mesela Hanefî ve
şâfiîler, yatmak, uyumak, içeride yiyip-içmek veya başka yollarla hafife almak
kasdı olmadıkça buna cevaz verirken, bazı Hanbefîler giriş izni için bir
müslümanın denetimini ve maslahatın teminini şart koşmuşlardır, (bkz. Cassâs,
Ahkâmül-Kur'ân, IV/279-280; Nevevî, Ravdatü't-tâlibîn, VlI/499; îbn Teymiyye,
Mecmûu'l- Fetâvâ, XXII/94; İbnü'-Lahhâm, el-Kavâid ve'1-fevâidü'l-usûliyye, s.
51; karşılaştırınız: Taberî, ihtilâfu'l-fukahâ, s. 239) Editör.
İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku,
Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/151-152
[214] Ahzâb : 33/33. Bu emir gene!
değil, peygamberin eşlerine özeldir.Kadınların evlerinden dışarı çıkmaları için
kocalarının izni şart değildir.Müslüman kadınlar için dinde böyle bir
yasak da sözkonusu değildir .Çeviren
[215] İmam Serahsî, İslam
Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/153-154
[216] Hacc: 22/78
[217] Isrâ: 17/7
[218] Kültürümüzde isiamdan dönen
kişinin öldürülmesi gerektiği inancı egemendir. Halbuki b_u inanç doğru
değildir. Çünkü bu konuda rivayet edilen olayların hepsinde öldürülen kişilerin
dinden döndükleri için değil, ya düşman safına geçip müslümanlara karşı
savaştığı için, ya da meşru islam devletine siyasi olarak başkaldırıp fesada ve
ölümlere sebep oldukları için öldürülmüşlerdir. Sadece din değiştirdiği için
kişilerin öldürülmesini meşru göstermek için yapılan bütün yorumların tutarlı
ve haklı olmadığı görülmektedir. Dinde zorlama olmadığı gibi, hak da Allah
tarafından ortaya konulmuştur, dileyen inanır, dileyen inkâr eder. İnanma veya
inkâr etmenin hesabım insanlar Allaha vereceklerdir.İslamı artık istemeyen
kişilerin zorla müslüman olarak gösterilmesi, toplumun münafık ve hainlerle
dolmasına yol açar ki bu, kişilerin toplumda kafir olarak bulunmalarından daha
tehlikelidir. Çeviren
[219] Bu hilkün, fiilen savaşın
cereyan ettiği ve dolayısıyla karşı taraftaki düşmanın "savaşçı =
harbî" sayıldığı bir durumla ilgili olduğu unutulmamalıdır. (Editör.)
[220] İmam Serahsî, İslam
Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/155-160
[221] Maide: 5/5
[222] Yemek yerken mırıldanmak,
mecûsîlerin âdeti idi.
[223] Hecer : Bahreyn 'de bir
belde (Mu'cemu'l-Büldân )
[224] İmam Serahsî, İslam
Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/161-164
[225] Zuhrûf: 43/87
[226] Sâffât: 37/35
[227] Sâd: 38/5
[228] Cuma: 62/2
[229] Lokman: 31/15
[230] İmam Serahsî, İslam
Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/165-169
[231] Aİ-ilmran:3/187
[232] Rasulullaha nisbet edilen bu
sözlerin sıhhati şüphelidir. Çünkü hak ile batıl birbirine karışmistir.
(Çeviren)
[233] Nûr: 24/31
[234] Bakara: 2/134
[235] Herhalde bugün ehli sünnet
geçinen îsiam aleminin büyük çoğunluğu bu tanıma uygun olduğundan iki yakası
bir araya gelmemektedir. (Çeviren)
[236] İlk dört halifeyi yüceltmek
için rivayet edilen bu ve benzer haberler sahih olmayıp büyük kısmı uydurmadır.
Rasululla kendisinden sonra kimseyi halife bırakmamıştır. Değilse, ashap,
Hz.Ebu Bekri halife seçmek için ne diye o kadar uzun müzakere ve mücadelede
bulunmuştur! Bu rivayetlerle ilgili olarak Bakınız İbn Hacer, Lisânü'l-mîzân,
IV/60-61 No: 1517; Müttakî el-Hindî, Kenzü'1-ummâ!, XI/628-637 No: 33061
-33104. (Editör)
[237] Nûr: 24/54
[238] Herhalde bir de müsiümanları
uyuşturup zalim sultanlara boyun eğmeye devam etmelerini sağlamak için
nakledilmiştir. (Çeviren)
[239] Mücahid söylüyor.
[240] Nür : 24/54
[241] İmam Serahsî, İslam
Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/171-176
[242] Humus, ele geçirilen ganimetlerin
beşte biri demektir. Şu ayet-i kerime humus'un kimlerin hakkı olduğunu
belirtmektedir: "Eğer Allah'a ve hak ile batılın ayrıldığı gün, iki
ordunun birbiri ile karşılattığı gün kulumuza indirdiğimize inanmışsanız, bilin
ki, ganimet olarak aldığın herhangi bir şeyin beşte biri Alah'a, Rasulüne,
O'nun akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yolcuya aittir. Allah her şeye
hakkıyla kadirdir." Enfâl 8/41 .(Editdör.)
[243] Bakara: 2/195
[244] Bakara : 2/207
[245] Nisa : 4/2
[246] İmam Serahsî, İslam
Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/177-179
[247] Nisa : 4/59
[248] Zuhruf: 43/54
[249] Enfâl : 8/46
[250] Kaf: 50/29
[251] Nahl : 16/8
[252] Enfal 8/60
[253] Al-İİmran: 3/152
[254] Hacc: 22/19
[255] En'anıO6/119
[256] Bakara: 2/195
[257] Mefhumu muhâlf, susulan veya
söylenmeyen şeyin söylenen ve zikrolunun şeye hükümde muhaiif olmasıdır. Yani
bir kayıtla mukayyed olan bir lafız veya bir sıfatla vasıflanmış veya bir şarta
bağlanmış ya da bir gaye (sonuç) ile ğayeienmiş bir lafız o kayıt, sıfat, şart
ve gayenin zikredilmediği yerde hükümde tersini bildirirse, buna mefhumu
muhalif yolu ile istidlal denir. Kısaca, sözün akla gelebilecek zıt anlamıdır.
Daha fazla bilgi için bkz. Fahrettin Atar. Fıkıh usûlü, s. 229-236. Editör.
[258] Nisa: 4/71
[259] Savaşın nafile veya farzı
kifaye olması halinde kişinin savaşa katılabilmesi için anne-babasının izinini
alması gerekli görülmüştür. (İbn Nüccym , el-Bahrur-Râik v/78; İbn Cüzey,
el-Kavânînü'1-fikhiyye, s. 97; ibn Hazm, el-muhallâ, VIII/292; Şevkânî,
Neylü'l-evtâr, VIII/37-40). Hz. Peygamber (s.a.v.), anne-babası veya bunlardan
birisi hayatta olup da orduya kalıtmak isteyenleri "Sen onların uğrunda
cihad et!" diyerek kabul etmemiştir. (Buharı, Cihad i 38;b Müslim, Birr,
5; Ebu Davud, Cihad, 31; Nesâî, Cihad. 5)
Anne-babalar
gayri müslim olsalar bile Süfyan es-sevri İle Mâliki ve Hanefilere göre durum
aynıdır. Fakat Şâfiîler ve Hanbeliler bu takdirde mutlaka izinlerinin
alınmasını şart koşmamışlardır. (İbn Cüzey, a.ge., 11/229; İbn Âbidîn,
Raddü'l-muhtâr IV/124) Çünkü kendi dinlerini koruma maksadıyla izin vermeme töhmeti
söz konusu olabilir.
Bunun yanında, düşmanın îslam ülkesine
saldırmasıyla meydana gelen genel seferberlik durumunda savaşa katılmanın bir
ferdî görev yani farz-ı ayn olduğu konusunda ittifak vardır. (Şîrâzî, a.g.e.l
1/228; îbn Cüzey, a.g.e. s. 97; İbn Hazm, a.g.e. VII/291 İbn Kudâme, a.s.e.
X/315; e]-fetâvâ e!-Hindiyye, İ1/İS8) Editör.
[260] İmam Serahsî, İslam
Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/181-195
[261] İmam Serahsî, İslam
Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/197-198
[262] Bakara: 2/191
[263] Tevbe: 9/36
[264] Tevbe: 9/123
[265] Bakara: 2/190
[266] Tevbe : 9/29
[267] Hacc : 22/78
[268] Hicr: 15/85
[269] Hicr: 15/85
[270] Nah! : 16/125
[271] Ankcbût: 29/46
[272] Hacc : 22/39
[273] Tevbe:9/5
[274] Bakara: 2/244
[275] Tevbe : 9/29
[276] ÂLi Imrân : 3/139
[277] Enfal : 8/61
[278] Bakara : 2/280
[279] Lokman: 31/15
[280] Lokman; 31/15
[281] Bugün için deniz yolculukları eskisi gibi tehlikeli
olmadığından deniz yolculuklannda da izin şart değildir. Bu konuda Önemli olan
tehlikenin söz konusu olup olmadığıdır, (çeviren)
[282] Tevbc: 9/122
[283] Tevbe:9/41
[284] bu ayınm doğru değildir. "Cariyenin örtmesi
gereken yer, göbek ile diz arasıdır" diyen anlayış no kadar saçma ve İslam
dışı ise, yukarıda belirtilen anlayış da o kadar islam dışıdır. Bu tür
anlayışlar herhalde İslam öncesi cahiliyye toplumunun geleneklerinin
uzantısıdır. (Çeviren)
[285] Mâide : 5/67
[286] Nahl: 16/125
[287] Bakara i 2/269
[288] Tevbe : 9/6
[289] Mâide: 5/103
[290] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku,
Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/199-220
[291] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir,
Eğitaş Yayınları: 1/221-225
[292] Bu ifade haricîler için kullanılmıştır.
[293] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku,
Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/227-228
[294] Mekke'de bir yerin adıdır veya harem bölgesinin dışı
demektir.
[295] Ahzâb : 33/25
[296] Bakara : 2/239
[297] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku,
Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/229-233
[298] Sâd : 38/24
[299] A'râf: 7/187
[300] Yûsuf: 12/103
[301] Bakara2/154
[302] Bu hadisin sahih olması şüphelidir.Çünkü sözkonusu suç
ile ceza arasında büyük dengesizlik vardır. Üstelik kabirlerin ziyaret
edilmesi de sünnettir ve kadınlar bu sünnetin dışında tutulmamışlardır.
(Çeviren)
[303] Murselât: 77/25-26
[304] Bu tür bir uygulamaya formel cem' (el-Cem'üs-sûrî]
denilmektedir. Seferde veya başka sebepler dolayısıyla namazların
birleştirilerek kılınması konusunda İslam hukukçularının yaklaşımlarım ve
delillerini mukayeseli olarak veren şu özete bakınız: Mahmud M. Şeltût
-Muhammed A. Sâyis, Mukâranetü'I - mezâhib fi'1-fikh, s. 38-46, Kiap, Prof. Dr.
M. Sait Şimşek tarafından Türkçeye çevrilmiştir. Çeviren.
[305] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku,
Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/235-243
[306] Kadınla münasebet anında meninin dışarıya atılması.
[307] Bakara : 2/223
[308] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir,
Eğitaş Yayınları: 1/245-254
[309] Mücâdele : 58/7
[310] Necm: 53/9
[311] Eman, güvence demektir. Çeviren.
[312] Fetih: 48/1
[313] Aynı konuyla ilgili olarak İbn Hişam'm verdiği şu
bilgi de dikkati çekmektedir: İkrime b. Ebî Cchl'in hanımı olan Ümmü Hakim
binti Men'e kocası adına Allah Rasulünden eman istemiş, Hz. Peygamber'in kabul
etmesi üzerine yola revan olarak ikrime'yi aramış bulmuş ve geri getirmiştir,
(bkz. tbn Hişam, es-Siratün-Nebeviyye III-IV/410 (Editör)
[314] Genel bir özet yaparak eman verecek kişilerde şu
şartların aranacağını söyleyebilire:
a)Müsiüman olmak
b)Akı!lı olmak c)B
Bu noktada gönümüzdeki gelişmeleri ve uluslararası ilişkiler bütününde
meydana gelen türlü değişiklikleri gözönüne almak gerekir: İster genel olsun,
ister özel olsun, eman yetkisin kişilerin elinde olması pek faydalı
gözükmemektedir. Dünya nüfusunun ulaştığı rakam, devletlerin içerisinde ve
dışarıda yüklendiği ağır sorumluluklar ve devletler arasındaki hızlı ilişki
trafiği, eman kurumunun kontrol altında işlemesini gerekli kılmaktadır. Zaten
emanın geçerli olabilmesi için maslahatı temin etmesi (Kudûrî, el-Kitâb,
IV/126; Mergînânî, el-_ Hidâye, 11/140) veya en azından zararlı sonuçlar
doğurmaması (İbn Kudâme, et-Muğnî X/428; Desûkî, Haşiye, 11/186; Şirbînî,
a.g.e.IV/238) şart koşulmuştur. Bu sebeple eman kurumunun esas amacı göz Önünde
alınarak yetkinin devlete verilmesi, bu sayede zarar ve menfaatin daha iyi
gözetilmesini sağlayacaktır. Zaten çağımızda bu iş, konsoloslukların verdiği
vize şeklinde olmaktadır, (bkz. Abdülkerim Zeydân, Ahkâmûz-Zimmiyyîn
ve'l-müste'menîn, s. 41; Zûhaylî, Âsârül-harb, s. 230,241) Editör
İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş
Yayınları: 1/255-259
[315] Nisa: 4/92
[316] Akile, öldürülen kişinin kan diyetinin katil yerine,
başkası tarafından Ödenmesi demektir. (Çeviren)
[317] Tevbe : 9/5
[318] Enfal : 85
[319] Enfal : 85
[320] Enfal : 58
[321] Tevbe : 6
[322] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku,
Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/261-266
[323] Doğrusu, yapılan
böyte sübjektif yorumlar değil, ellerinde esir olduğu ve eman verme
ehliyetine sahip bulunmadığı için verdiği emanm geçersiz olmasıdır. (Çeviren)
[324] Nisa : 60
[325] Tağut, Allah'tan başka kendisine kulluk yapılan her
şey.
[326] Enbiya : 8
[327] Halkın toplandığı ünsiyeti olan bir yer.
[328] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku,
Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/267-273
[329] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku,
Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/275-178
[330] Doğrusu, düşmanın anlamadığı bir söz hiçbir şey ifade
etmez ve düşmanın eman altında olduğunu belirtmez. Bunu belirtmesi için
düşmanın o sözü anlaması gerekir. Çeviren.
[331] Tevbe : 9/6
[332] Enfa! :8/61
[333] Rahman :55/41
[334] Tevbe: 9/46
[335] Kâf : 28
[336] Enfâl : 8/58
[337] Miimtahide: 60/1
[338] Enfâl : 8/27
[339] Feth : 48/9
[340] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir,
Eğitaş Yayınları: 1/279-298
[341] Mümtahine: 60/12
[342] A'raf:7/105
[343] Şart muhayyerliği: Akdin fesih veya devamında muhayyer
olma şartının bulunmasıdır. Yani tarafların, belli bir müddet içerisinde yapmış oldukları akdi geçerli
kılıp kılmamaları hususunda muhayyer olmaları ve bunu şart koşmalarıdır.
Çeviren
[344] Hud: 11/45
[345] Araf: 7/83
[346] Hud: 11/41
[347] Bakara: 2/18O
[348] Meryem: 19/58
[349] Bir sonraki madde ile beraber dikkate alınır ve
değerlendirilirse, kızlardan olan torunların da "zürriyet" kavramına
dahil olduğu anlaşılacaktır. Editör.
[350] Âli İmran: 3/61
[351] ErTam: 6/84-85
[352] Ahzâb: 33/40
[353] Mevâlî kelimesi yardımcı, koruyucu, sahip, kölenin
efendisi ve azatSi köle gibi değişik anlamlarda kullanılmaktadır. Burada
kastedilen asıl anlam, yardımcı ve anlaşmalı/sözleşmeli koruyucudur. Editör
[354] Nisa: 4/176
[355] Nisa: 4/11
[356] Nisa: 4/11
[357] Nisa: 4/11
[358] Âl-i İmren : 3/185
[359] Nisa : 4/11
[360] Kitapta "ebnâinâ" şeklinde yazılan kelimenin
doğrusu "âbâina" olmalıdır. Çünkti aşağıda yapılan izah, babalar
adına islenen emanın dedeleri içerip içermediği meselesi ile ilgilidir. Öyleyse
481. Maddeyi şöyle anlayabiliriz: "Babalarımız için eman verin, derlerse
ve dedeleri olduğu halde babalan yoksa dedeler bu emana dahil olmaz. "
Editör.
[361] Yusuf: 12/100
[362] Bakara : 2/İ33
[363] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku,
Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/299-320
[364] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku,
Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/321-339
[365] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku,
Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/341-346
[366] Ankebut, 29/6
[367] Ali İmran, 3/97
[368] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku,
Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/347-350
[369] Yani zimmîyi öldürmek haram ve düşmanı öldürmek mubah
olduğundan zimmîyi Öİdiirmüş olmamak için düşman savaşçılar da öldürülmezler.
(Çeviren)
[370] Doğrusu, buradaki belirsizlilk ile önceki maddede
bulunan belirsizlik oranı birbirine yakın dır. Onun için aynı kurala göre
kalede ele geçen erkeklerin öldürül memesi gerekirdi. (Çeviren)
[371] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku,
Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/351-360
[372] Fecr. 89/29
[373] Tâhâ. 20/71
[374] Nisa, 4/23
[375] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku,
Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/361-370
[376] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku,
Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/371-385