İSLAM DEVLETLER HUKUKU ŞERHU' S-SİYERİ'L-KEBÎR' 2

Kitap Hakkında. 2

I. İslam Devletler Hukukunun Hukuk Tarihindeki Yeri 3

II İlk Kaynaklar 4

Tahkik Edenin Önsözü. 9

A - Muhammed B. El-Hasan Eş-Şeybanı 9

Biyografisinin Kaynakları: 9

A- Eski Kaynaklar : 9

B- Yeni Kaynaklar: 9

C - Batı Dillerindeki Kaynaklar : 10

Eserleri : 11

Es - Siyeru'l-Kebîr'in Te'lif Sebebi: 11

Kitabın Konusu: 11

B- Muhammedb.Ahmedes-Serahsî Biyografisinin Kaynakları 12

Eski Kaynaklar : 12

Batı Dillerindeki Kaynaklar : 12

C - Es-Siyerü'l-Kebîr Şerhi 12

Es-Siyerul-Kebîr Şerhinin Elyazmaları 13

Başvurduğumuz Nüshalar Ve Bu Nüshaların Tavsifi 13

Şarihin Önsözü. 13

Kitabın Yazılış Sebebi: 14

Serahsının Es-Sıyeru'l-Kebır'i Naklederken Dayandığı Sened Zinciri 15

Rıbatın Fazileti 15

Ordu Komutanlarına Yapılan Tavsiyeler 26

Emırlık -Ordu Komutanlığı 33

Seriyyeler Gönderme. 34

Bayrak, Sancaklar Ve Parola. 36

Savaşta Dua Ve İslam'a Davet Etmek. 37

Atlardaki Bereket Ve Atların İyileri 39

Hayvanlara Çıngırak Takmanın Zararları 41

Savaşta Bağırmak. 41

Savaşta Sarık Giymek. 42

Haram Aylarda Savaş. 42

Bedevi Arapların Hicreti 43

Müşriklere İyilik Yapmak. 43

Savaştan Önce Düello (Mübareze) 44

Savaşta Kendisini Vuran Kimse. 45

Savaşta Akrabayı Öldürmek. 46

Öldürülenler İçin Ağlamak. 47

Kesilmiş Başları Valilere Taşımak. 47

Silah Ve Binicilik. 48

Savaşa Hazırlık. 49

Savaş Hiledir 50

Savaştan Kaçmak. 51

Daru'l-Harbde İslâm'ı Kabul Edip Dâru'l-İslâm'a Hicret Etmemiş Olanların Durumu  52

Yarayı Tedavi Etmek. 52

Altın Burun Protezi Takmak. 54

Antlaşmalı Düşmanın Malları 54

Müşriklerin Camiye Girmeleri 54

Kadınların Hamama Gitmeleri Ve Hayvana Binmeleri 55

Para İle Cıhad Etmek. 55

Müşriklerin Kablarını Kullanmak, Yemeklerini Ve Kestikleri Hayvanların Etlerini Yemek  58

Kişiler Ne Zaman Müslüman Sayılır?. 59

Emirlerle Birlikte Cihad Etmek. 61

Zekât Ve Humus Kimlere Verilir 63

İdarecilere İtaatin Sınırı 64

Kadınların Erkeklerle Birlikte Savaşa Katılmaları 69

Cihad Ve Yapılması Caiz Ve Yasak Olanlar 70

Artçı 78

Şükur Secdesi 80

Korku Namazı 80

Şehitlik Ve Şehide Yapılacak İşlemler 82

Duşmanla Savaşmak Üzere Orduya Katılanların Namazları 85

Hür Müslümanın, Çocuğun, Kadının, Köle Ve Zimmînin Eman Vermeleri 89

Emandan Sonra Müşriklerin Saldırıya Uğraması 91

Eman Sayılmayan Şeyler 93

Şartlı Eman. 96

Eman Lafızları 97

Düşmandan Eman Verilen Kişinin Tasdik Edildiği Ve Edilmediği Yerlerr 104

Müslümanın Darulharpten Getirdiği Durumu Şüpheli Kadının Hükmü. 113

Eman Sayılan Ve Sayılmayan Şeyler 119

Düşman Kişinin Eman Almadan Hareme Girmesi 122

Şüpheli Olan Eman. 123

Eman Konusunda Muhayyerlik. 127

Başkası İçin Eman İstemek. 130

 

İSLAM DEVLETLER HUKUKU ŞERHU' S-SİYERİ'L-KEBÎR'

 

Kitap Hakkında

 

Toplumumuzda İslâm kültürünün öğrenilip yaygınlaşmasında, yapılan çe­virilerin etkisi büyük olmuştur. Çağdaş yazarların eserlerinin yanında, büyük çabalarla İslam kültürünün klasik kaynak eserleri de çevrilip yayınlanmaktadır. Ebû Hanîfe'nin İmameyn adıyla meşhur iki öğrencisinden biri olan İmam Muhammed'in "Siyer-i Kebir" isimli eseri de şüphesiz bu temel klasik kay­naklardandır Değişik zamanlarda değişik kişiler tarafından şerhedilmiş olması, kitabın değer ve önemini göstermektedir. Bu şerhler arasında en önemlisi, çevirisini sunduğumuz Serahsî'nin şerhidir. Serahsî'nin bu şerhi, Sultan II. Mahmut zamanında Osmanlıca'ya da çevrilmiştir. Fakat Osmanlıca çeviriden, sayılı kimi uzmanlar dışında, halkın okuyup anlama imkanı bugün için kalma­mıştır. İşlediği konular itibariyla bu sahadaki boşluğu doldurması açısından kitabın günümüz türkçesine çevrilip yayınlanması gereklilik arzetmiştir.

Kitap, İmam Muhammed zamanına kadar İslâm idaresinin başka devletlerle savaş, barış ve diğer ilişkilerine hakim olan hukukî anlayışı ele almaktadır. Siyer ismi de bunu ifade etmektedir.

Kitaba "İslâm Devletler Hukuku" adının verilmesi, işlediği konuların bu­gün Devletler Hukuku disiplini içerisinde incelenmesinden dolayıdır.

Belirtildiği gibi kitap, yüzyıllar önceki devletin hukuk sistemini, devlet­lerarası hukukî ilişkileri, özellikle savaş, banş, ekonomi ve bunlara bağlı başka konuları ele almaktadır. Şüphesiz asırlar önce yazılmış bir kitabın kimi konu­larının çağdaş devletler hukuku disiplini sistematiğinde olmayacağı açıktır.

Kitapta belirtilen hukukî hükümlerin büyük çoğunluğu Hanefî mezhebinin görüşleri olan içtihadı hükümlerdir. Bu hükümlerin bir kısmının bugün belki de uygulama alanı kalmamıştır. Ancak genel olarak kitabın içeriği bugün için de geçerliliğini korumakta ve çağdaş bir uluslararası hukuk sistemine temel bir kaynak teşkil edecek niteliktedir. Bu şekilde bir eser ancak çağdaş toplumların ve tercümeler de yapılmıştır ki, îbnü'n- Nedîm (v. 358/995) bunlardan bahseder.[1]

Görüldüğü gibi, İsam hukukunda tedvinin başladığı II/VIII. asırlardan itiba­ren hukukun diğer şubeleri yanında devletler hukuku da sistematik olarak[2] in­celenmiştir. Hatta ilk müstakil eserlerin hukukun bu dalında verilmiş olması, konuya ilk İslam müctehidlerinin verdiği önemi göstermesi açısmdan da dikkat çekicidir.

Bütün bunlar bize, İslam devletler hukukunun, kaynağını insan ve mede­niyet ayırımından, Helen-Roma-Hristiyanlık kültüründen alan batılı devletler hukukundan tam sekiz asır önce teşekkül ettiğini, üstelik ilk andan itibaren uluslararası bir özelllik taşıdığını ve İslamın doğup yayılmaya başlamasından itibaren müslümanların diğer milletlerle ilişkilerini şahsî, keyfî ve takdire dayah işlemler yerine hukuka dayandırma gayretini açıkça göstermektedir.

Günümüz Türkiyesi devletler hukuku müellifleri Seha Meray ile Muham­med R. Seviğ'in de belirttiği gibi Avrupa kavimleri birbirleriyle büyük ölçüde hukuk tanımaz bir düşmanlık ilişkisi içindeyken VII. asrın ilk yansında doğan İslam, ortak İdealleri olmayan yakm doğu milletlerine bu ideali vermiş; mil­letlerarası münasebetleri bütün ayrıntılarıyla birlikte düzenlemiş ve savaş-barış ilkeleri koyarak tüm dünyaya Grotius'lardan çok önceleri devletler hukukunu öğretmiştir: "Milletlerarası münasebetler tarafından İslam düşüncesi daha geniş ve daha insanî olduğu için kavimler arasında tatbike elverişli, ilmî ve insanî gö­rüşlere uygun hukuk kaidelerine mâlik idi. Milletlerarası ticarete elverişli mua­mele ve kaideler, (Durkheİm'lerden, Duguit'lerden asırlarca önce) insanlar ara­sında dayanışmanın değerini belirten hükümler, ahkam-ı fıkhiyyede yer tutmuş ve insanların kardeşlik ve beşeriyetin bir vücut teşkil ettiği hakkındaki fikirler, yalnız serdedilmekle kalmayarak zihinlerde de yerleşmiş bulunuyordu."[3]

devletlerin ilişkilerini yakından bilen İslam alimleri tarafından hazırlanabilir.

İslam Devletler Hukuku adı altında beş cilt olan Devletler Hukuku kitabı, kendine özgü bir biçimde klasik tarzda yazılmış ve şerhedilmiştir. Kitap, yazar ve sarihinin büyük dehasını gösterdiği gibi, büyük ölçüde kuramcı Hanefî fıkhı­nın da tipik bir örneği sayılır.

Tahkik edenlerin de belirttikleri gibi kitapta kullanılan dil, anlaşılması oldukça zor ve akıcı olmayan bir dildir. Cümle yapısı, ifade tarzı ve imla kural­ları yönünden Arap dilinin beyan ve fesahatmdan uzak bir dil olduğu söylenebilir. Bu nedenle bazı pasajların çevirisinde sıkıntıların yaşandığını ve arzu edilen netliğin belkide yakalanamadığını belirtmeliyiz. Çeviride görülebi le cek bu türden yerler olursa, daha çok kullanılan dilin yapısından kaynaklandığı unutulmamalıdır.

Türkçe'de ilk kez yayınlanan böyle bir eserin büyük ilgiyle karşılanacağını umarız

Çaba bizden, başarı Allah'tandır.

Çevirenler[4]

 

I. İslam Devletler Hukukunun Hukuk Tarihindeki Yeri

 

Süjeleri, devlet ve devletlerin kurduğu milletlerarası kurumlar olan ve bu birimlerin kendi aralarındaki ilişkileri düzenleyen devletler hukuku, gerek barış zamanlarında ve gerekse tarafsızlık ve savaş durumunda, söz konusu bağımsız devletlerin veya uluslararası kuruluşların hak ve yükümlülüklerini konu edi­nen[5] bir hukuk dalıdır.

Bir tesbite göre M.Ö 3000 - 4000 yılları arasında Mezopotamya ve Nil Vadisinde yaşayan insanlar arasında görülen[6] "uluslararası ilişkiler" diye nite-lendirebilecek ilk temaslardan itibaren insanoğlu, barış dönemi ve savaş zaman­larında ortaya çıkan anlaşmazlıkları çözümlemeye yönelik kurallar belirlemeye çalışmıştır.

Fakat bu, belki de zamanların bir gereği olarak hukukî olmaktan ziyade si­yasî bir mahiyet arzetmiştir. Dolayisıyle devleti temsil eden şahısların keyif ve takdirine dayalı bir uygulamaya sahip olan ve yaptırım gücünden yoksun bulunan bu kurallara bütün halinde tevletler hukuku demek mümkün değildir. Nitekim bu alandaki araştırmalarıyla tanınan Prof. Dr. Antonıo Serra Turuyol da, söz konusu kuralların hukuk değil, birer tarihî form olduğunu söyler.[7]

Bunun içindirki, İslamm VII. Yüzyılda doğup kendi hukuk sistemini ve özlükle bu hukukun uluslararası ilişkileri düzenleyen siyer bölümünün varlığı ve aynı zamanda milletlerarası özellik taşıyan bir devletler hukuku anlayışından bahsetmek mümkün değildir.[8]

Hakikaten yalnızca devletlerarası ilişkilerin zorunlu kıldığı bazı kurumlar­dan ibaret basit bir düzen olarak değil de, bütün kurumları ile oluşmuş, bağ­layıcı hükümlere sahip ve bazı müeyyidelere de kavuşmuş bir hukuk düzeni olarak ele alınırsa, devletler hukukunun tarihini İslam hukukunun teşekkül ve tedviniyle başlatmak gerekmektedir. Zira devletler hukuku ile ilgili ilk gerçek eserler, İslam hukuku ve medeniyet alanı dışarıda tutulursa, XVI yüzyıl gibi çok geç bir tarihte verilebilmiştir.[9] İspanyol Francisco Vitoria (1483-1546), Fran­cisco Suarez (1548-1617), İtalyan Alberıco Gentili (1552-1680), Hollandalı Hugo Grotius (1583-1645), Batı hukuk tarihinde devletler hukuku ile ilgili ilk eserleri veren müelliflerdir.[10]

Devletler hukuku tarihinde İslamın yeri ve önemi konusunda dikkatimizi çeken bir diğer husus, Batılı bu ilk müelliflerin, İslam düşüncesinin Endülüs ve Sicilya üzerinden Batıya uzun yıllar ışık tuttuğu bölgeler olan İspanya ve İtalya' dan çıkmış olmasıdır. Üstelik Batılı devletler hukukunun en büyük kurucu üstadı olan Hugo Grotius'un bu alandaki birikim ve yetişmesini, İstanbul'da sürgün hayatı yaşarken incelediği İslam hukuku kaynaklarına borçlu olduğu bilinmektedir.[11]

Hukukçuların kendisine sık sık atıfta bulundukları XIX yüzyılın ünlü yazarı Ernest Nys, devletler hukukunun köklerini ele aldığı eserinde, müslümanların erken tarihlerden itibaren savaş hukukunu ve onun insanî boyutunu inceledik­lerini, İspanyolların da kendi savaş hukuklarını tesbitte onlardan esinlendikle­rini söyler.[12]

 

II İlk Kaynaklar

 

İslamm VII. yüzyılda doğuşu ile birlikte, tarih boyunca müslüman coğraf­yada iç hukuka paralel olarak uluslararası hukuk da ortaya çıkmış ve konuyla ilgili özel eserler milâdî VIII. yüzyıldan itibaren telif edilmeye başlanmıştır.

İlk fakihler, İslamın devletlerarası ilişkilerdeki tavrını belirlemeye yönelik içtihatlarını çokça "siyer", bazen de "cihad" başlıklarıyla ortaya koymuşlardır.

Siyer kelimesi; tavır, hareket, davranış, idare ve yol gibi anlamları bulunan "sîret" kelimesinin çoğuludur.[13] İslam hukukçuları, İslam devletinin diğer devletlerle ilişkilerinde takip edeceği tutum ve siyaseti, Hz. Peygamber (s.a.v.) ve O'nun Raşit halifelerinin (r.ah.) aynı konuda ortaya koydukları tavır, hareket, davranış ve tuttukları yoldan istinbat ettikleri için, tesbit ettikleri ahkama bu terimi başlık olarak uygun bulmuşlardır.[14] Konuya bu açıdan bakıldığında siyer terimi; uluslararası ilişkiler, harekete geçip yürümeyi (seyr) ve mesafe almayı gerektirdiğinden[15] aslî anlamını muhafaza etmekle birlikte, bu amaç için hare­kete geçen kimsenin hak ve sorumluluklarının bulunduğu, savaş ve barış du­rumlarının belli bir hukuk anlayışına göre düzenlenmesi gerektiği, gerçekte ise bunun Hz. Peygamber'in sîretinden çıkarılabileceği düşünülerek menkul an­lamda[16] kullanılmıştır. Tabiatıyla, harekete geçen kimse olan mücahidin insan­lar nazarında güzel bir adı-sanı, hoş bir sîreti olması gerektiğinden buna bir de ahlakî boyut eklenmiştir.[17]

Böyle bir seçim aynı zamanda İslam devletler hukuku sahasındaki düzen­lemelerin Peygamber gibi ideal bir ömeğe, bir başka ifadeyle vahyin onayladığı bir kaynağa dayandığını, dolayısıyla takdir ve keyfiliğin değil hukukîliğin hakim olduğunu da göstermektedir. Siyer terimi bir başka açıdan, dînî endi­şeleri olan devlet idarecilerine, uluslararası ilişkilerin tanziminde izleyecekleri yolu İlham etmektedir.

İslam tarihinin klasik siyer yazarlarından İbn Hişâm'ın (V/218-833) bildir­diğine göre bu terim, bu anlamda bizzat Allah Rasulü tarafından Abdurrahman b. Avf'a (v. 32/652) hitabederken kullanılmıştır: ".... Sonra Peygamber, san­cağı kendisine vermesini Bilal'den istedi; O da verdi. Arkasından Peygamber Allah'a hamd, ve kendisine duadan sonra şöyle buyurdu: 'Ey Avfoğlu, sancağı tut! Topluca Allah yolunda gaza edin ve Allah'ı inkar edenlerle savaşın! Fakat hıyanet etmeyin, ahdi bozmayın, organları keserek işkence yapmayın ve çocuklarla kadınları Öldürmeyin! İşte bu, Allah'ın emridir ve Peygamberinin sizin aranızdaki sîretidirl tavır ve davranışıdır.[18]

İslam hukuk literatüründe bu ilim dalına neredeyse özel bir isim olarak konmuş olan siyer teriminin kapsamını, hanefî hukuk âlimi Merğînânî (v. 593 /1197) el-Hidâye isimli meşhur kitabında şöyle belirler: Savaşın keyfiyeti ve savaş hukuku, barış anlaşması ve hükümleri, eman sistemi ve diplomatik ilişki­ler, ganimet ve esir hukuku, gayri müslimlerin galibiyeti durumunda uygula­nacak hükümler, kanunlar ihtilafı, öşür ve haraç vergileri, cizye ve yabancılar hukuku, dinden dönenlere ait hükümler ve isyancılara yönelik hükümler.[19]

Cihad terimine gelince; sözlükte gayret etmek, istediğinde ısrarlı olmak, bütün gücünü sarfetmek, eziyet ve meşakkat çekmek vb. anlamlara gelen keli­me[20] fıkıh ıstılahı olarak ise, Allah'ın kullarının yararını gözetmek, adalet ve maslahat esasına dayandırdığı ilahî mesajını insanlara ulaştırmak ve bu uğurda can, mal, dil, kalem ve diğer bütün araçlarla çaba sarfetmek[21] anlamında kulla­nılmaktadır.

Evrensel bir mesaj olan İslamin[22] uluslararası ilişkilerde belirleyici olan temel ilkelerinden birisi tebliğdir. İslam idaresi, en başta tebliğ amacıyla diğer devletlerle ilişki kurar. Devletin tebliğ için giriştiği bu çaba cihad olduğu gibi, din tebliğine engel olanlara karşı bütün insanların yararına din ve vicdan hürri-yetini sağlamak amacıyla yaptığı fiilî mücadele de cihaddır. İslam gerçekçi bir din olduğu için, davet ve tebliğ esasına dayalı devletlerarası ilişkilerin barış içinde sürebileceği gibi bazan da düşmanca boyutu kazanabileceğini öngürmüş ve buna ilişkin hükümlerini de vazetmiştir.

Fazlurrahman'in (v. 1989) deyimiyle İslam toplumunun hedef ve gayesi, yeryüzünü ıslah etme ve oradan fesadı söküp kurutmaktır. Toplum bu evrensel görevin başarılabilmesi için "cihad" denilen gerekli bir görevle donatılmıştır. Cihad, Allah yolunda topyekün ve kesiksiz bir mücadele manasına gelir.[23] Ahmed b. Hanbel (v. 241/855) ve Tirmizî'nin (v. 279/892) Mu'az b. Cebel'den (v. 18/639) rivayet ettiği şu hadis bu mücadelenin konumunu çok güzel ortaya koymaktadır: "İşin başı İslam, direği namaz, doruğu da cihaddır."[24]

İşte bazı hukukçular bu savaş-banş ahkamını cihad başlığı altında incele­miştir. Yoksa bu terim, özellikle İslamî ilimlerle uğraşan Batılı yazarların öte­den beri yaptığı gibi, adaleti temin etmek ve haksızlığa engel olmak şeklindeki aktif anlamından soyutlamp[25] dâru'l-îslamm dâru'1-harb aleyhine sürekli geniş­lemesini sağlayan, tüm dünya müslüman oluncaya, ya da İslam hakimiyetine boyun eğinceye kadar bunun devam etmesini sağlayan bir kutsal savaş (holy war, heilige krieg) anlamında[26] düşünülmemelidir. Cihad görevini yerine geti­ren "mücahid" de, Goldziher'in (Ö.1921), Hz. Peygamber'in şahsında "Birtakım siyasî başarılardan sonra artık, o, yolda yürürken üzerine dayanacağı bir baston ile yetinemezdi. Sözlü diyalog da yeterli değildi. Artık o, içinde savaşın prog­ramlandığı kanlı bir kılıçtı" şeklinde nitelediği[27] gibi, gözünü kan bürümüş bir cani değil, insanları böyle canilerin elinden kurtaracak bir rahmet vesilesidir.

Yine bu noktada İslamın cihad anlayışına yüklenen yanlış anlam ile hıris-tiyanlann Haçlı Seferlerinin mukayesesi de yapılmış ve yanlış neticelere varıl­mıştır. Avrupalılar, Selçukluları Asya'nın barbar ırkı olarak nitelemiş ve onların şahsında İslama karşı "kutsal savaş" ilan etmişti.[28] Haçlıların kutsal savaşı ile ilgili eserin yazarı Karen Armstong'un da dediği gibi aslında haçlı seferlerinin ve yahudi girişimciliğinin niteliği olan holy war = kutsal savaş tiplemesi[29] îsla-mın "cihad"ına da aynı İsim verilerek kamufle edilmek istenmiştir.

Oldukça insaflı ve ilmi düşünceye sahip bir müsteşrik olarak bilinen Mont-gomery Watt bile bu yanlışa düşenlerden biridir: "Cİhad, ahlakî ve manevî faaliyetler için kullanılırken bilhassa kafirlere karşı yapılan savaşlara alem oldu ve o zaman 'mukaddes harb' diye tercüme edildi... İslamın cihad emri ile hristi-yanların 'Haçlı1 mefhumu arasında farklar vardır. Cihad, madem ki bedevilerin yağmacılığı yüzünden ortaya çıkmıştır, o zaman iştirakçilerin çoğunun dînî bir maksattan ziyade maddî gayelerle hareket etmiş olmaları ihtimali vardır... Putperest kabileler, yağmacı müslüman hücumlarını durdurmanın yolunun konfederasyona katılmak olduğunu anladılar... Bir zamanlar yağmacılıkla ener­jisini tatmin eden bedevi kabilelere şimdi yağma edecek taze ganimetler göster­mek lazımdı. Bu yüzden cihad, Müslümanların galip olduğu zamanlarda hem İslamî Konfederasyon'un devamlı büyümesine, hem de sınırların mütemadiyen genişlemesine yardım etti..."[30]

Oysa savaşa henüz izin verilmediği Mekke döneminde, sözkonusu terim bizzat Kur'an tarafından[31] geniş anlamıyla kullanılmıştır: "O halde, inkarcılara boyun eğme ve bu Kur'an ile onlara karşı olanca gücünle cihad et!"[32] "Ama bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüp­he yok ki Allah iyi davrananlarla beraberdir."[33] ayetleri gibi.

Ebu Hanîfe'nin (v. 150/767) Müsned'inde yer verdiği şu hadis rivayeti de cihad kavramının kapsamını göstermesi açısından dikkat çekicidir:"En değerli cihad, zalim bir sultana karşı hakkı söylemektir."[34]

Burada tartışmayı fazla uzatmadan[35] bir üçüncü terime daha değinmek istiyoruz. Konuyla ilgili olan bu terim "nıegâzî" dir. Fıkıh edebiyatı ürünlerin­de değil de daha çok diğer İslamî edebiyat ürünlerinde göze çarpan meğâzî terimi, inkarcılarla mücadele ve gerektiğinde savaş etmek anlamındaki mağzât masdannın çoğuludur.[36] Söz konusu kelimenin muhtevasına delil, ahkam ve adab girmediğinden İslam hukukçuları, yukarıda bahsettiğimiz iki ıstılahı tercih etmişlerdir. Çünkü fakihi ilgilendiren şey olay değil, onun delaletiyle çıkarı­lacak olan hüküm ve edeplerdir.[37]

Siyer, cihad veya meğazî, adı ne olusra olsun, nasıl tarif edilirse edilsin, konumuzla ilgisi bakımından bizim için asıl mühim olan nokta, başka devlet­lerle ilişkilerin İslam fıkhında yerini alması, hukukî esas ve umdelerinin belir­tilip hükme bağlanmış olmasıdır. "Hukuka bağlı devlet" ideali ve uygulama­sının, Batıda ancak XIX ve XX. yüzyıllarda ortaya çıktığı düşünülecek olursa, İslam hukukçularının, salt "hukuk ilmi"nin gelişmesinde sahip oldukları önem kendiliğinden ortaya çıkar.

İşte bu siyer ve cihad başlıklarıyla İslam hukuçuları, Batılı hukçulardan tam sekiz asır önce devletler hukuku alanındaki eserleri vermeye başlamışlardır.

Bilindiği kadarıyla bu alanda sistematik olarak ilk adımı atan fıkıh âlimi, Ebu Hanîfe Nu'man b. Sabit (v. 150/767) olmuştur. Zaten genel olarak fıkıh edebiyatının ilk teşekkül devrinde de Ebu Hanîfe'nin ismi öne çıkmaktadır. O'nun biyografisini işlediği eserinde Süyûtî (v. 911/1505) şunları yazar: Ebu Hanîfe'yi öne çıkaran özelliklerden birisi de, hukuk ilmini ilk olarak tedvin ve bölümlere göre tertip etmesidir. Bu konuda onu, Muvatta'm tertibiyle Mâlik İzlemiştir. Ebu Hanîfe'yi bu alanda geçen yoktur.[38]

O, Kufe'deki ilmî çalışma muhitinde, talebe dostları Ebu Yûsuf (v. 182/ 798), Züfer b. Hüzeyl (v. 158/755), Esed b. Amr (v. 188/804), Hasen b. Ziyad (v. 204/819), Afiye b. Yezid (v. II. yüzyıl h. ), Muhammed el-Vehbî (v. 190/ 806'dan önce) ve Muhammed b. Hasen eş-Şeybânî (v. 189/805) ile oğlu Ham-mâd'a "Siyer" isimli bir kitap imla ettirmiş ve burada Hz. Peygamber'in dev­letlerarası ilişkilerde izlediği yolla ilgili olark Abdullah b. Ömer'in (v. 73/692) (r.a) yaptığı nakilleri biraraya getirmiştir.[39] Ebu Hanîfe bu bilgileri Şa'bî (v. 103/171) kanalıyla Abdullah b. Ömer'den almıştı.[40]

Ebu Hanîfe'nin siyer kültürünün sağlamlığını göstermesi bakımından Ta-berânî'nin (v. 360/971) tahric ettiği bir anekdot vardır: "Şa'bî, meğâzî haberle­rini rivayet eder dururdu. Bir gün yine böyle rivayetler naklederken İbn Ömer ona uğramış ve oturup dinlemişti. Şa'bî sözlerini tamamladıktan sonra îbn Ömer 'Ben, Rasulullah ile beraber bunları yaşadığım halde Şa'bî benden daha iyi hıfzetmiş' diyerek takdirlerini bildirmişti.[41]

Bu konuda mevcut bir başka bilgiye göre, zâhiru'r-rivâye kitapları içinde İmam Muhammed'e nisbet edilen es-Siyeru's-sağir,[42] aslında Ebu Hanîfe'nin devletler hukuku konusunda İmam Muhammed'e yazdırdığı kitabının adıdır.[43] Bu es-Siyeru's-sağir, hanefî alimlerinden Serahsî (v. 483/1090) tarafından el-Mebsât'un X. cildini ağırlıklı olarak teşkil eden "Kitabu's-siyer1' kısmında şerh edilmiştir ki, biz bunu Serahsî'nin bölümün sonunda yer alan "Böylece es-Siye-ru's-sağîr şerhi de sona erdi" anlamındaki ifadesinden[44] hareketle söyleye-biliyoruz.

Ebu Hanîfe'nin görüşlerini yansıtan bu es-Siyeru's-sağîr'i, Süfyan es-Sevrî (v. 161/778) ve Mâlik b. Enes'e de (179/795) hocalık yapmış olan Şam bölge­sinin müctehidi Ebu Amr Abdurrahman b. Muhammed el-Evzâ'î (v. 157/774) tenkit etmiş ve reddiye olarak Kitabu's-Siyeri'l-Evzâ'f'yi yazmıştır.[45] Ebu Yûsuf Muhammed b. îshak da (v. 182/798) bu tenkide "er-Redd ala siyer7-Evzâ 7" adıyla kaleme aldığı bir kitapla cevap vermiştir. İki müctehit arasındaki tartışmalara sonradan İmam Şafiî'de (v.204/819) katılmış ve her iki tarafın görüşlerini ele alıp kendi yorum ve tercihleriyle Siyeru'l-Evzâ'f yi derlemiştir. Yine İmam Şafiî'nin el-Ümm isimli genel fıkıh kitabının bir bölümünü teşkil eden (c. VII/333-368) bu derlemede işte biz, hem Evzâ'î'nin hem de Ebu Yûsuf'un görüşlerini birarada bulabiliyoruz. Ayrıca İbn Cerîr et-Taberî'nin (v. 310/922) J. Schacht tarafından neşredilen İhtilâfu'l-Fukahâ'sı da Evzâ'î'nin görüşlerini takip açısından bize yardımcı olmaktadır. Bu noktada şunu da belir­telim ki, İslam devletler hukuku ile ilgili araştırmaları bulunan Majid Khadduri'nin, en eski siyer eserinin İmam EvzâTye ait olduğunu ve onun tam olarak günümüze ulaştığı şeklindeki mütalaası[46]  izaha muhtaç görünmektedir.

Hicrî II. yüzyılın ilk yarısında siyer ile ilgili hukukî görüşlerine rastladı­ğımız bir diğer kişi de îmam Zeyd b. Ali'dir (v. 120/737). Her ne kadar ona aidiyeti konusundaki tartışmalar hala sürmekte ise de[47] Mecmu'u'l-fıkhi'l-kebîr'de "Kitabu's-siyer" başlığıyla devletler hukuku alanı incelenmiştir ki, biz bunu, onun yeni neşirleri yanında, Şerafeddin Hüseyn b. Ahmed'in yaptığı er-Ravdu'n-nadîr isimli şerhten hareketle söyleyebiliyoruz.

Aynı şekilde ilk dönemle ilgili   olarak Muhammed b. Abdillah Nefsu'z-Zekiyye (v. 145/762), İmam Mâlik ve el-Vâkıdî'nin (v. 207/823) dahi "Kita­bu's-siyer" adıyla eserler telif ettiklerini bilmekteyiz. Bunlardan el-Vâkıdî'ye ait olanın İmam Şafiî tarafından yapılan tenkidi el-Ümm içinde "Siyeru'l-Vâkıdî" başlığı altında (c. IV/260-291) bulunmaktadır. Taberî İhtilafu'l-fukaha' da, İmam Şafiî'nin eman ile ilgili görüşlerine değinirken bir yerde "Siyeru'l-Vâkıdî diye isimlendirdiği kitabında şöyle kaydeder" diyerek[48] Siyeru'1-Vâkı-dfyi, Şafiî'nin eseri olarak niteler. Zeydî olan Nefsu'z Zekiyye ile İmam Mâlik'in eseri ise elimize kadar ulaşmam ıştır .[49]  Fakat O'nun  İslam hukuk tarihinde müellifine nisbeti kesin olan en eski fıkıh hadis mecmuası olan el-Muvatta* isimli eserinde "Kitabu' 1-cihad" başlığıyla devletlerarası ilişkilere ait hükümlere de yer verdiği görülmektedir.

Bu arada erken dönemlerle ilgili başka müstakil eserler de vardır. Bunlar­dan biri Abdullah b. el-Mübarek'e (v. 165/781)ait olan "Kitabu'l-cihad'dır.[50] Bir diğeri ise 786/786 da vefat eden Ebu îshak Fezârî'ye ait olan Kitabu's-siyer'dir.[51] İbn ebi Asım Ebu Bekr Ahmed b. Amr eş-Şeybânî'nin (v. 287/900) Kitabu'l-cihad'ı[52] da bu kapsamda hatırlanmalıdır.

Sevrî'nin de siyer ile ilgili bir kitap yazdığı bilinmekteyse de kaybolan bu kitabın izlerine ancak San'ânî'nin (v. 211/827) el-Mıtsannefi ile İhtilâfa'7-/«fca/zö'sında rastlanabilmektedir.[53] Taberî'nin az önce değindiğimiz İhtilâfu'l-Fukahâ isimli mukayeseli fıkıh eserinin "Kitabu'l-cihad, Kitabu'l-cizye ve ahkami'l-muharibin" başlıklı bölümleri, İslam devletler hukuk alanında adını andığımız alimlerin yanında Şa'bî, Ebu Sevr (v. 240 veya 246/854 veya 860), Hasen Basrî (v. 110/728) ve İbrahim en-Neha'î (v. 96/ 714) başta olmak üzere o zamana kadar söz söylemiş hukukçuların görüşlerinin birarada bulunduğu önemli bir kaynaktır.[54]

Devletler hukuku tarihinde en başta gelen müellif, hiç kuşkusuz İmam Muhammed b. Hasen eş-Şeybânî'dir. Ebu Hanîfe'nin Kûfe'deki fıkıh muhitin­de yetişen bu büyük hukukçunun kaleminden çıkan "es-Siyeru'l-kebir", gerek muhteva ve gerekse konulan ele alış biçimi açısından temel kaynağımız duru­mundadır. O'nun uluslararası ilişkiler alanındaki önderliğini ve uzmanlığını tak­dir eden Batılı hukukçular, Almanya'nın Göttingen kentinde "Şeybânî Devletler Hukuku Enstitüsü'nü kurarak O'nun konuyla ilgili görüş ve çalşmalarını tanıtmayı amaçlamışlardır.[55]

Şeybânî'nin es-Siyeru'1-Kebîr'i, Karahanlı devrinin büyük hukukçusu Muhammed b. Ahmed es-Serahsî (v.490/1097) tarafından şerh edilmiştir. Bizim de temel kaynaklarımızdan olan bu şerh, Osmanlı âlimlerinden Mehmed Münîb Aymtâbî (v. 1238/1823) tarafından yer yer genişletilerek Arapça aslından 110 sene önce "Şerhu Siyer-i Kebîr Tercümesi" ismiyle 1241/1825 yılında iki cilt halinde İstanbul'da Osmanlıca olarak yayınlanmıştır.[56]

Serahsî'nin[57] söz konusu şerhi, devletler hukuku alanındaki ilk kitapların detaylı açıklaması olması dolayısıyla Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) tarafından Fransizcaya tercüme ettirilmiş ve Örgüt tarafından yayınlanması planlanmıştır.[58] Fakat Muhammed Hamidullah tarafın­dan yapılan bu tercüme, ne UNESCO ne de onun havale ettiği Beyrut'taki bir kurumca[59] değil, "Le Grand Livre de la Conduiîe de VEtat" ismiyle Türkiye Diyanet Vakfı tarafından dört cilt halinde yayımlanmış bulunmaktadır.[60]

Bu noktada Şeybânî'nin yazdığı en son kitap olan es-Siyeru' l-kebîr'in telifi sebebiyle ilgili olarak Serahsı'nin naklettiği şu anekdota da değinmek istiyoruz: Şeybânî'nin es-Siyeru's-sağîr isimli eserini inceleyen el-Evzâ'î, Kitabı kimin yazdığını sorar. "Iraklı Muhammed" cevabını almca "Iraklılar nerede, siyer konusunda kitap yazmak nerede! Peygamber (s.a.v.) ile ashabının gazveleri, Şam ve Hicaz tarafından gerçekleşmiştir, Irak tarafından değil. Nitekim Irak daha sonra fethedilmiştir..." şeklinde küçümseyici ifadeler kullanır. Bunu duyan İmam Muhammed de kendisini es-Siyeru'l-kebîfi yazmaya vakfeder. Yazılıp bitirilen bu ikinci kitabı gören Evzâ'î bu defa "Eğer kitapta Hadis-i şerifler bulunmamış, onlara dayanılmamış olsaydı, Muhammed bunu kendi kafasından yazmış derdim. Allah ona görüşlerinde doğruyu bahşetmiş. 'Her bilenin üstünde daha iyi bilen biri vardır.'[61] buyuran Allah ne doğru söylemiş" diyerek takdirle­rini bildirmiştir.[62]

Es-Siyereru'1-kebîr'in îmam Muhammed'in en son kitabı olması gerçeği, Ebu Zehra'nın da (v. 1974) dediği gibi, onu Evzâ'î'nin küçümsemelerine ve tenkidine karşı yazdığı iddiasıyla çelişmektedir. Gerçekten de bu kitap imam Muhammed'in son kitabıdır. Zira bunu, kitaplarının devamlı ravisi Ebu Hafs el-Kebir Ahmed Hafs (v. 216/831) değil, Ebu Süleyman el-Cüzcânî (v. 200/815) ile İsmail b. Süvâbe (v. III. asır) nakletmiştir. Çünkü Ebu Hafs kitap yazıldı­ğında Irak'ta değildi. Üstelik es-Siyeru'1-kebîr'in, Ebu Yûsuf'un son dönemlerinde İmam Muhammed ile aralarının açıldığı bir zamanda yazıldığı, kaynak­larda, bu arada bizzat Serahsî tarafından da bildirilmektedir ki, Ebu Yûsuf'un vefatı 182/798'dir. Diğer taraftan Evzâ'î 151111A yılında vefat ettiğinde İmam Muhammed yirmibeş yaşında idi. Şeybânî'nin daha telif hayatının başında iken son kitabını yazmış olması ve ömrünün geriye kalan otuziki senesinde hiçbir şey yazmamış olması gerçeklerle bağdaşmamaktadır.[63]

İslam devletler hukuku ile ilgili bu ilk özel eserlerin yanında, devlet yöneti­mi, kamu maliyesi ve kısmen ceza hukuku ile ilgili özel eserler olan "Haraç" "EmvaV\ "es-Siyasetü'ş-şer'iyye" ve "el-Ahkâmu's-sultâniyye" türü eserlerde de konu bazı boyutlarıyla incelenmiştir. İslam hukukunun taharetten ferâize bütün konuları kapsayan genel fıkıh kitaplarında da ilk örneklerden itibaren aynı konuya yer verilmiştir. Hz. Ali'nin (r.a.) torunu Zeyd 'b. Ali'ye (v. 122/740) nisbeti konusunda şüpheler bulunmakla birlikte bilinen en eski fıkıh mecmuası olan[64] el-Mecmû' fi'l-fıkh isimli eserde Kitabu's-siyer bölümünün varlığını bilmekteyiz Aynı şekilde ilk dönem fıkıh mecmualarından biri olan ve İmam Mâlik'in görüşlerini içeren el-Müdevvene ile İmam Şafiî'nin el-Ümm adlı eserlerinde devletler hukuku bahisleri yer almaktadır.

İslam devletler hukuku, kendi teorisini Hz. Peygamber'in (s.a.v.) meğâzî pratiğine dayandırdığından meğâzi kitapları da kaynaklar arasında sayılmalıdır. Meğâzi alanında ilk müstakil mecmuayı derleyen Üçüncü Raşit Halife Hz. Os­man'ın oğlu Ebân b. Osman'dan [65] (v. 100/718), bize tam olarak ilk defa ulaşan meğâzî kitabı olan Vâkıdî'nin eserine kadar geçen süredeki müellefatı bu cüm­leden olarak zikretmeliyiz.

Buraya kadar ele aldığımız ilk hukukî ve tarihî eserler yanında, siyasî ve askerî nitelikli kitaplar da erken dönemlerden itibaren yazılmaya başlanmıştır. Bu cümleden olarak Abbasilerin I. dönem halifelerinden Mansur zamanında (136-158) Abdülcebbar b. Adî, "Kitab fi âdâbi'l-hurüb ve sûratu'l-asker" isimli eserini yazmış, bunu el-Herşâmî'nin "Siyâsetü'l-hurûb"u ile Çanakya el-Hin-dî'nin "Kitab fi emri tedbîri'l-harb"ı izlemiştir. Hatta bu alanda Özellikle savaş stratej ileriyi e ilgili olarak diğer dillerden arapçaya.[66]

 

Tahkik Edenin Önsözü

 

A - Muhammed B. El-Hasan Eş-Şeybanı

 

(132-189/749-805)

 

Biyografisinin Kaynakları:

 

A- Eski Kaynaklar :

 

İbn Sa'd (öl. 230); et-Tabakâtu'1-Kübrâ, VII/78

el-Hatîb el-Bağdâdî (öl. 463); Târîhu Bağdad, 11/172-182.

İbn Abdi'1-Berr (öl. 463); el-İntikâ, s. 24.

eş-Şîrâzî (öl. 476); Tabakâtu'l-Fukahâ, s. 114

İbn Asâkir (Öl. 571); Târîhu Medineti Dımaşk.

İbnu Hallikân (öl. 681); Vefeyâtu'l-A'yan, 1/574

ez-Zehebî (öl. 748); Tarihu'l-İslâm (yazma-Ayasofya)

ez-Zehebi; "Menâkibu Ebî Hânife" ile birlikte basılmış bir bölüm.

el-Kuraşi (öl .775); kasım 11/42.

İbn Kutlûbuğâ (öl. 879); Tâcu't-Terâcim, s. 40

Hacı Halife (öl. 1067); Keşfu'z-Zunûn, 11/1014.

et-Temîmî el-öazzî (öl. 1010); et-Tabakâtu's-Seniyye, et-Teymuriyye

kütüphanesi yazması, IÎI/288.

el-Laknavî (öl. 1304); el-Fevâidü'1-Behiyye, s. 72.

es-Safedi (Öİ.764): el-Vafi bi'1-Vefeyat. 11/332[67]

 

B- Yeni Kaynaklar:

 

el-Kevserî, Muhammed Zâhid (öl. H. 1371); Bulûğu'l-Emânî fî Sîreti'l -İmâm Muhammed ibni'l-Hasan eş-Şeybânî. (Şeybânî ile ilgili olarak söylenen­lerin büyük bir kısmını ihtiva eden iyi bir hal tercemesidir.)

Schacht; İslâm fıkhı tarihiyle ilgili üç konferans. "EI-Muntekâ Min Dırâsâ-ti'1-Musteşnkîn" isimli kitabımızda[68] yayınlanmıştır, s. 105-106. [69]

 

C - Batı Dillerindeki Kaynaklar :

 

Brockelmann; GAL.

Schacht; esquisse d'une histaire du Droit Musulman. Paris - 1952. Schacht; The Origins of Mohammedan Jurisprudence. Oxford - 1950. Schacht; Aus den Bibliotheken von Konstantionopel und Kairo 3 vol, Berlin-1928- 1931.

Hamidullah; Müslim Conduct of State. Lahore - 1954.

İmam Muhammed'in babası Hasan b. Farkad aslen Şam bölgesinin kuze­yinde Rabîa diyarındandır. Emeviler devrinde, Şam bölgesinde orduya mensup bir asker idi. Dımaşk vadisinde Harasta köyünde ikamet ediyordu. Hasan b. Farkad zengindi. Daha sonra Irak beldelerinden Vasıt'a taşındı.

H. 132 yılında oğlu Muhammed dünyaya geldi. O sırada Emevi hakimiyeti sona ermiş ve Abbasiler başa geçmişti.

Muhammed, Kûfe'ye taşınıp orada yetişmişti. O zaman Küfe fıkıh, lisan ve nahiv ilimlerinin merkezlerinden biriydi. Bu arada Basra da edebiyat, lisan ve nahiv ilimlerinin merkezlerindendi. Burası Ebû Hanîfe, Ebû Yusuf, Sevrî, Kisaî, Ferrâ, Seleme, Sa'leb... gibi büyük fakih, dilci ve nahivcilerin bir araya geldikleri yer idi. Muhammed b. Hasan'm kültürünün oluşmasında bu çevre etkili olmuş, dil, şiir ve fıkıhla hadis'e yönelmesine sebeb olmuştur. Vefat eden babasının kendisine otuzbin altın bırakması, bu ilimleri tahsil etmesini kolaylaş­tırmış ve parayı bu yolda harcamıştır. Muhammed, birçok hocaya talebelik yaparak onlardan ilim tahsil etmiştir. Dört sene Ebû Hanîfe'nin yanında okumuş ve H. 150 senesinde Ebû Hanîfe'nin vefatı üzerine Ebû Yusuf dan fıkıh tahsilini tamamlamıştır. Sonra büyük alimlerin yanma gitmek üzere çeşitli yerlere seyahatleri olmuştur. Şam halkı alimlerinden Evzâî'nin, Mekke'de Süfyân b. Uyeyn'nin, Horasan'da Abdullah b. Mübarek' in yanına giderek onlardan ilim tahsil etmiştir. Basra'da birçok ilim ehlinden ders almıştır. Bu seyahatlerinin en önemlisi, Medineye olan seyahatidir ki, burada üç sene İmam Mâlik'in yanında kalmış ve defalarca Muvatta'ı kendisinden dinlemiştir. Böylece re'y ehli olan istinbat ehlinin metodu ile İmam Mâlik ve Evzâî'nin metodunu birleştirmiş oluyordu. Geri döndüğünde şöhreti yayılmış ve her yerden kendisine talebe akını başlamıştır. Uzak memleketlerden birçok talebe geliyordu. Gelen talebeler arasında iki kişi çok önemli şahsiyetlerdi. Bunlardan ilki Sicilya fatihi Esed b. Furât olup daha önce İmam Mâlik'i görmüş ve Muvatta'ım dinlemişti. Sonra imam Muhammed'e gelip Muvattaı ondan da dinlemiştir. Esed, Afrika'ya dön­düğünde Muhammed b. Hasan'dan etkilenerek Afrika ve Mağrib'de Ebû Hanîfe' nin mezhebini yaymıştır. Yine İmam Muhammed'in kitaplarının ışığı altında "Sahnûn'un el-Mûdevvene'sinin aslı olan "Esediye" isimli kitabını meydana getirmiştir.

Önemli talebelerinin ikincisi ise, imam Şafiî idi. İmam Şafiî, İmam Mu­hammed'in yanına gelerek ilim tahsil etmiş ve eserlerini istinsah etmişti. Mu­hammed b. Hasan ilim ve malını Şâfiîden esirgememiş, her ikisinden ona bol bol vermiştir. İmam Şafiî, daha sonra Mısır'a gidip orada mezhebini yaymıştır.

Bu iki talebeye özel ilim meclisi kurulur ve bu mecliste İmam Muham-med'den ilim tahsil ederlerdi.

Gelenler arasında Buhârî'nin, re'y ehlinin fıkhını kendisinden Öğrendiği Ebû Hafs el-Kebîr, Kütüb-i Sittenin kendisi vasıtasıyla yayıldığı Ebû Süleyman el-Cüzcanî, Ebû Ubeyd el-Kasım b. Sellâm, Yahya b. Eksem, İsmail b. Tevbe gibi başka değerli talebeler de vardı.

İmam Muhammed b. Hasan, halife Harun Reşid'e ulaşma imkanını bulmuş, Harun Reşid de onu Rakka kadılığına tayin etmiştir. Ancak Ebu Talip soyundan gelenlere eman verme hususundaki fetvasından dolayı bu görevden alınmıştır. Böylece Harun Reşid'in hışmına uğramış ve acaba Ebu Talip oğullarını isyana teşvik eden bir belge bulunabilir diye kitaplığında arama yapılmıştır. Daha sonra Zübeyde araya girerek onları barıştırmış ve tekrar eski görevine getiril­miştir. Hayatının sonuna doğru İmam Ebû Yusufun vefatından sonra Kâdi'l-kudât (Baş hakim) makamına getirilmişti.

Çağında yaygınlaşan problemler hakkında kendisi de düşüncelerini belirt­miştir; Kur'an'ın yaratılışı, teesim ve dört halifenin daha faziletli oluşlarıyla ilgili görüşlerini açıklamıştır.

H. 189 yılında Harun Reşid, Rey şehrine gitmiştir. Beraberinde Muhammed b. Hasan ve Kisai de bulunmuştur. Muhammed b. Hasan'la Kisâî'nin her ikisi, burada vefat etmişlerdir. O zaman Muhammed altmış yaşlanndaydı. Bu iki alimin vefatı üzerine Harun Reşid'in "Fıkıh ve Arapça bir günde gömüldü." dediği rivayet edilir.

Şeybânî'nin kültürü tüm açıklığıyla eserlerinde ortaya çıkmıştır. Arap dilin­deki bilgisi, bu dilin inceliklerini kavraması ve fıkıhtaki derinliği tamamıyla eserlerinde yansımıştır.

Muhammed b. Hasan'ın fıkıhta değeri iki yönde ortaya çıkmaktadır:

Birincisi: Eserlerinin çokluğu. Ebû Hanîfe'nin mezhebinin yayılmasında talebelerinin en büyüğü odur. İkinci Asır fakihleri arasında en çok eser veren odur. Görüşlerinde öyle bir asalet varki, onu özel bir mezhep sahibi haline getir­mektedir. Kitapları halk arasında okunan ve güvenilen kitaplar olarak gelmiştir.

İkincisi; el-Müdevvene, el-Esediyye, el-Ümm ve el-Hücce gibi fıkıh kitaplarının yazarları ondan etkilenmiş ve eserlerini onun kitaplarının ışığında yazmışlardır. [70]

 

Eserleri :

 

el-Asıl: Kitaplarının en geniş olup el-Mebut olarak bilinir. Hukuki mese­leleri Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf un mezhebine göre burada serdetmiş ve her meselede kendi görüşünü de açıklamıştır.

el-Câmiu'1-Kebîr : Fıkhı meselelerin en önemlilerini ihtiva eden bir kitabı olup onun için: İslâm'da benzeri yazılmamıştır," denilmiştir.

ez-Ziyâdât ve Ziyâdâtu'z-Ziyâdât : Bu kitaplarını el-Câmiu'1-Kebîr kita­bından sonra te'lif etmiş ve bu kitaba almadığı meşeleri bu kitaplarda işlemiştir.

el-Câmiu's-Sagîr: Ebû Yusuf'tan duyduğu Ebû Hanîfe'ye ait riva­yetlerdir.

es-Siyeru's-Sağîr: Siyer/devletler hukuku ile ilgili olarak Ebû Hanîfe1 den naklettiği rivayetlerden oluşmaktadır.

el-Hucec: Medine ehline karşı delillerle ilgili görüşlerini burada serdeder. Bu kitap, Ebû Hanîfe'nin senedleriyle birlikte Şeybânî'nin çağında ve ondan Önce Irak'taki sünnî mezhebin temelini bize anlatır. Mezhepler arasındaki ih­tilaflar konusunda te'lif edilen ilk kitap budur. Çünkü Küfe ehli ile Medine ehli arasındaki ihtilaflarla ilgilidir.

Kitabu'1-Asar : Bu kitapta Ebû Hanîfe'den merfû, mevkuf ve mürsel hadisleri rivayet eder ki bunların çoğu İbrahim en-Naha'î kanalıyladır.

el-Mahâric ve'1-Hiyel : Kevserî bu kitabın Şeybânîye ait olmadığı halde kendisine nisbet edildiğini söyler.

er-Rakkıyyât : Rakka'da kadı iken fer'î meselelerle ilgili olarak verdiği hükümleri ihtiva eder.

Bunlar dışında başka kitapları da vardır.

İmam Muhammed, Ebû Hanîfe'nin fıkhı görüşlerini el-Mebsût, el-Câmiu's-Sağîr ve es-Siyeru's-Sağîr isimli kitaplarında rivayet eder. Kendi mezhep ve görüşlerini de diğer eserlerinde ortaya koyar.

Eserlerinin çoğunun birçok şerhleri vardır.

Şeybânî'nin te'lif ettiği kitapların sonuncusu, es-Siyeru'1-Kebîr kitabıdır. "Siyer" kelimesi ile, meğaziyi (savaş ve savaş hukukunu) kastederler.[71]

 

Es - Siyeru'l-Kebîr'in Te'lif Sebebi:

 

Irak âlimleriyle Şam âlimleri arasında yaşanan bir tartışma üzerine te'lif edilmiştir. Serahsî, -şayet dediği doğru ise- es-Siyeru's-Sağîr kitabının, Şam ehlinin fakihi ve âlimi Evzâî'nin eline geçtiğini ve bu kitabın müellifinin kim olduğunu sorduğunda: "Iraklı Muhammed'dir." denildiğini, bunun üzerine Evzâî'nin: "Irak ehli nerede, bu konuda eser vermek nerede? Onların Siyer hakkında bilgileri yoktur" dediğini zikreder. Serahsî, Evzâî'nin sözünü açıklayarak, Rasulullah'ın gazvelerinin Irak'ta değil Hicaz ve Şam taraflarında olduğunu, Hicaz ve Şam ehlinin bu gazveleri daha iyi bildiklerini söyler. Evzâî'nin sözü, Muhammed b. Hasan'a ulaşınca buna öfkelenir ve es-Siyeru'l-Kebîr kitabını te'lif eder. Onu altmış deftere yazarak Harun Reşid'e gönderir. [72]

 

Kitabın Konusu:

 

Savaşla ilgili tüm hususları; müşriklerle olan ilişkiler ve bunlarla ilgili hükümleri ihtiva eder. Doğrusu bu kitap savaşla ilgili meseleleri konu edinen müslümaların DEVLETLER HUKUKU'dur. İmam Muhammed b. Hasan müslümanlarla müşriklerden bahsetmiş ve erkek olsun, kadın olsun veya çocuk olsun, her iki tarafın esirlerinin hükümlerini açıklamış, müşriklerin İslâm'a girmelerini, çeşitli şekil ve lafızlarıyla eman dilemeyi, eman verilenlerle dâru'l harbten dâru'I-İslâm'a gelen elçileri, elde ettikleri dokunulmazlıkları, ganimet­leri, antlaşma, fidye, silah, köle ve araç-gereçlerin hükümlerini, ehl-i harbin istila ettiği toprakları, dâru'l-harbdeki ehl-i îslâmı, antlaşmaları bozmayı, savaş suçlarını, hern savaş ve hem de barışta ehl-i harb ile ve müslümanlarla ilgili konularda daha yüzlerce meseleyi anlatır.

Şeybânî, bütün bu hususlarda Kur'ân'a, meydana gelen belli olaylar aka­binde Rasulullah'ın gazveleriyle ilgili olarak yapılan rivayetlere ve müslü-manlann savaş ve fetihleri esnasında verilmiş hükümelere dayanır. Birçok meselede kıyası kullanarak güzel hükümlere varır.

Böylece devletler hukuku alanında kitabın önemi ortaya çıkmaktadır. Harun Reşid, kitabı gördüğünde gayet beğenmiş ve kendi hakimiyet günlerinin övünç vesilelerinden biri olarak saymıştır. Ayrıca kitabı ders olarak okumaları için iki oğlunu müellife göndermiştir. Osmanlı döneminde kitaba verilen değer daha da artmış ve Sultan Mahmud Han zamanında Osmanlıcaya tercüme edilerek Os­manlı mücahidlerinin Avrupa devletleriyle yaptıkları savaşlarda temel olarak alınmıştır.

Yine birçok kimse kitaba değer vererek şerhetmiştir. Bu şerhler içerisinde en Önemlileri, Serahsî ve Cemal el-Hasîrî'nin (H. 636) şerhleridir. Şeybânî, devletler hukukuyla ilgili eserleriye Onyedinci asırda yaşayan ve devletler hukukunu ilgilendiren bazı meselelerdeki araştırmalarından dolayı devletler hukukunun babası olarak bilinen Hollandalı Grotius'dan (M. 1583/1640) ve ondan önce gelen yahut çağdaşı olan Vitoria, Suarez ve Vasques gibi hıristiyan hukukçuardan Önce gelir.

Devletler hukukuyla ilgilenenler, son senelerde Şeybânî'nin bu alandaki değerinin farkına varmışlardır.

Almanya'nın Gottingen şehrinde Devletler Hukuku Enstitüsü kuruldu. Çeşitli ülkelerden devletler hukuku âHmleriyie bu alanda uğraşanlardan birçok kimse bu enstitüye üye oldu. Mısırlı büyük hukukçu Prof. Abdulhamid Bedevi cemiyete başkan seçildi. Bizler de başkan yardımcısı seçildik. Cemiyetin amacı Şeybânî'yi tanıtmak ve bu alandaki görüşlerini ortaya çıkararak konuyla ilgili eserlerini yayınlamaktı.

Salahuddin el-Müneccid[73]

 

B- Muhammedb.Ahmedes-Serahsî Biyografisinin Kaynakları

 

Eski Kaynaklar :

 

el-Kuraşi (öl. 875); el-Cevâhiru'l Mudıyye, 11/29.

Ibn Kutlûbuğâ (öl. 879); Tâcu't-Terâcim, s. 38.

Hacı Halife (öl. 1067); Keşfu'z-Zunûn, 11/1012

et-Temîmî el-Ğazzî (Öİ.1010); et-Tabakâtu's-Seniyye fî Terâcimi'1-Hane-

fîyye,III/175. [74]

 

Batı Dillerindeki Kaynaklar :

 

Heffening, dans Encycl. de I'Islam, Serahsi maddesi Brockelmann, GAL Schacht'ın eserleri.

Şemsü'l-Eİmme Muhammed b. Ahmed b. Sehl Ebû Bekr es-Serahsî'nin hayatı hakkında pek bilgimiz yoktur. Belki de bu, Mâverâunnehr gibi çok uzak bir yerde yaşaması ve hayatının bir bölümünü hapiste geçirmesi sebebiyledir. Bildiğimiz, O'nun, Meşhed ve Merv arasında eski bir şehir olan Serahs'tan olmasıdır. H. 448 yılında vefat eden Abdülaziz el-Hulvânî'den ders almış ve kitaplarını onun yanında bitirmiştir. Serahsî fıkıh, kelam, usûl ve münazara ilimlerinde üstün bir seviyedeydi. Yanında okuyan ve kitaplarını bitiren talebeler de vardır. Ebû Bekr el-Husayrî (Muhammed b. İbrahim, öl. H. 500) bunlardan biridir.

Daha sonra Mâverâunnehr'in bir beldesi olup Fergana yakınlarında bulunan Özkent'e gidip Hakan'ın sarayında kaldı. Ama kısa bir müddet sonra, Hakan'ın, azad ettiği cariyesiyle İddeti dolmadan evlenmesinin haram olduğunu söylemesi üzerine H. 466 yılında zindana atıldı. Yaklaşık olarak onbeş yıl Özkent zindanlarında kaldı. İlim talihleri, zindanın kapısının önüne gelir ve ondan fıkıh dersi alırlardı.

Onbeş ciltlik el-Mebsût isimli kitabım zindanda yazdı. Mebsût'u yazarken, hiçbir kitaba müracaat etmedi. Her bir babı yazdığında, hapiste iken onu yazdığına işaret etti. H. 477 yılında kitap tamamlandı. Sonra Şeybânî'nin es-Siyeru'l Kebîr'inin şerhini yazmaya başladı. Kitabu'ş-Şurût'a geldiğinde, ki kitap bitmek üzereyken serbest bırakıldı. H. 480 yılının ilk baharında Merginan'a gitti. Bu şerhini aynı senenin Cemâda'1-ûlâ ayında bitirdi.

Serahsî'nin ölüm tarihi ihtilaflıdır. Kimi H. 483 senesinde vefat ettiğini söylerken, kimi H. 486 senesinde, kimi de H. 490 yılma yakın vefat ettiğini söylemektedir. [75]

 

C - Es-Siyerü'l-Kebîr Şerhi

 

es-Siyeru'1-Kebîr'in şerhine gelince, bunu da üç yıla yakın bir müddet içe­risinde bitirmiştir. Hepsini ezberinden yazmış ve bu arada İmam Muhammed'in kitabına bile müracaat etmemiştir. Ancak ne yazık ki İmam Muhammed'in kitabının aslı kaybolduğundan, Serahsînin ezberinin sıhhatini tesbit etme imkanımız olmamıştır. Yedinci asırda Dımaşk'te yaşayan Cemal el-Hasîrî'nin şerhi de kayıptır. Böylece hapiste tamamen hafızasına dayanarak onu rivayet eden Serahsî'nin nakli dışında İmam Muhammed'in metninden elimizde hiçbir şey yoktur. Ancak Serahsî'nin İmam Muhammed'den naklettiği metin hakkında şu noktalara dikkatleri çekmek isteriz:

1- Serahsi, İmam Muhammed b. Hasan'm görüşlerini rivayet ederken kullandığı senedi korumamış; onları hazfetmiş ve "Muhammed falandan zikretti ki.." yahut "Muhammed falandan rivayet etti ki.."demekle yetinmiştir.

2-  İmam Muhammed'in kendi görüşleri olduğuna inandığı yerlerde "Muhammed dedi ki" ifadesini kullanmıştır.

3- Serahsi, İmam Muhammed'in söylediklerini te'yid eden âyet ve hadisler getirir veya mağâziyle ilgili olaylar nakleder. Bazen görüşlerine muhalefet eder. İmam Muhammed, Ebû Hanîfe, Ebû Yusuf ve başkalarına muhalefet ettiği yerlerde onların görüşlerini açıklar.

4- Serahsî, metinde İmam Muhammed'in kitabının hepsini rivayet etmez. Hatta bazı bablan bile hazfeder. Mesela: Düşman esirlerin nesebini isbat babı" ile "dâru'l-harbte had cezası babı" arasında bir bab hazfettiğini zikreder ama hazfedilen babın ne olduğunu açıklamaz. Onun İçin nelerin atıldığını kesin olarak bilemiyoruz.[76]

5- İbarede anlatım zayıflığı ve uzunluk göze çarpmakta, bazen kapalılık ve nahiv kaidelerine aykırılık gibi durumlara Taslamaktayız. Bunun sebebi, Se­rahsî'nin ilk fakihler kadar arapçaya gereken önemi1 vermeyen müteahhir fakihlerden oluşu, Mâveraunnehir'de yaşaması ve yazdıklarını gözden geçirme imkanını bulamamasıdır.

6- Şerhinin mukaddimesinde, İmam Muhammed İle Kadı Ebû Yusuf ara­sındaki çekişmeyi gerçekten olmuş gibi rivayet eder. Halbuki böyle bir olay meydana gelmiş değildir. [77]

 

Es-Siyerul-Kebîr Şerhinin Elyazmaları

 

Osmanlı Devletinin kuruluşundan bu yana es-Siyeru'1-Kebîr şerhi çok yaygınlaştı. Çünkü Osmanlı devletinin mezhebi hanefî idi ve bu kitap devletin, diğer gayri muslini devletlerle savaşlarında başvurulan bir kaynak olmuştur.

Bu nedenle hicrî dokuzuncu asırdan itibaren Osmanlı döneminde bu şerhin elyazmaları pek çoktur. Ancak ne yazık ki, eski temel yazmalar azdır.

Brockelmann [78] 'GAL isimli eserinde Türkiye, Viyana ve Dımaşk (Şam) kütüphanelerinde onyediye yakın nüsha sayar. Biz de Brockelmann'ın zikret­mediği şu onbİr nüshayı tesbit ettik:

1- Beyrut Amerikan Üniversitesi Kütüphanesindeki yazma: Bu yazmanın üzerinde, H. 631 yılı sema' kaydı var. Bulunduğu numara : MS. 349. 297.

2- Dâru'l-Kütübi'I-Mısriyye Nüshası: Birinci cüzden bir bölüm olup son tarafı eksiktir. Nüsha "Bâbu'l-mûslim yahrucu min dâri'1-harb" babı ile son bulur. Büyük İhtimalle yedinci asırdan önce yazılmıştır.

3- Leiden Üniversitesi Kütüphanesi Nüshası: H. 800 yılında yazılmış olup OR 373 numarada kayıtlıdır.

4- Paris Milli Kütüphane Nüshası: Hicri 864 yılında yazılmış olup 837-838 mumaralarda kayıtlıdır.

5- İstanbul'da Üçüncü Ahmed Nüshası : Büyük ihtimalle on yahut onbirinci asırda intinsah edilmiştir. No: 149.

6- Mustafa Fazıl (Dârul-Kütübî'l-Mısriyye) Nüshası: H.  1117 yılında yazılmıştır. Hanefî Fıkhı : 65 numaradadır.

7- Şam'da ez-Zâhiriyye Nüshası: İstinsah tarihi H. 1130. Genel No: 5854

8- Dâru'İ-Kütübi'l-Mısriyye Kütüphanesinde, Tal'at Nüshası: İstinsah tarihi Hicri 1131. Hanefî Fıkhı; 887 numarada kayıtlıdır.

9- Tal'at Nüshası: İstinsah tarihi H. 1141. Hanefî Fıkhı; T. 1089 da kayıtlıdır.

10- Mustafa Fazıl (Dâru'l-Kütübi'l-Mısriyye) Nüshası : İstinsah tarihi H. 1158. Hanefî Fıkhı-M, 64 numarada kayıtlıdır.

11- Mustafa Fazıl (Dâru'l-Kütübi'l-Mısriyye Nüshası:  Onikinci asrın başlarında istinsah edilmiştir. Hanefî Fıkhı-M: 66 numarada kayıtlıdır. [79]

 

Başvurduğumuz Nüshalar Ve Bu Nüshaların Tavsifi

 

Brockelmann'ın zikretmediği Üçüncü Ahmed Nüshası hariç, İstanbul1 daki nüshaları görme imkanımız olmadı. Kitabı hazırlarken tanıttığımız nüshalara müracaat ettik ve aşağıdaki nüshalara da işaret ettik.

1- Paris Nüshası, No : 837

2- Mustafa Fazıl Nüshası, Hanefî Fıkhı-M. No: 66

3- Üçüncü Ahmed Nüshası, No: 1149

4- Tal'at Nüshası (Hanefî Fıkhı, No : 887

5- Haydarabad, Hindistan baskısı Birinci cildi basıldıktan sonra;

6- Beyruttaki Amerikan Üniversitesi Nüshasını elde ettik ve metni bu nüshayla karşılaştırdık. Ancak dipnotlarda buna işaret etmedik.

Not:

1- Yukarıdaki nüshaların tavsiflerini, Türk okuyucuları için pek lüzumlu görmediğimiz için ve kitabın hacmini kabartacağı düşüncesiyle buraya almadık.

2- Yine, kitabın Arapça tahkik metodu ile ilgili açıklamaları ve Arabça yazmalardan örnek fotokopileri de aynı düşünceyle buraya almadık.(Mütercimler) [80]

 

Şarihin Önsözü

 

Değerli imam, zahid, imamlar imamı Ebû Bekr b. Ebî Sehl es-Serahsî Şemsü'l-Eimme (İmamlar Güneşi) dedi ki;

Bilmiş ol ki, es-Siyerü'1-Kebîr, İmam Muhammed'in fıkıhta yazdığı kitap­ların sonuncusudur. Bu sebeple talebelerinden olan Ebû Hafs bu kitabını Mu-hammed'den rivayet etmemiştir. Çünkü Ebû Hafs Irak'tan ayrıldıktan sonra İmam Muhammed bu kitabı yazmıştır. Ebû Yusufun İsmini de hiç anmamıştır. Çünkü kitap yazıldığı sırada araları açılmıştı. Ebû Yusuf tan bir hadis rivayet etme ihtiyacını duyduğunda onun ismini anmadan: "Güvenilir kişi bana haber verdi" ifadesini kullanır ki bundan maksat Ebû Yusuf tur.

Aralarının açılmasının temel sebebi: el-Mualla'nin anlattığına göre, kıskanç­lıktır. Mualla şöyle der: İmam Ebû Yusufun meclisinde İmam Muhammed'den bahsedildi ve Ebû Yusuf onu övdü. Ebû Yusufa: "Bazen aleyhinde konuşu­yorsun bazen de övüyorsun" dedim. 'O, kıskanılan biri'dir." karşılığını verdi.

İbn Semâ'a, İmam Muhammed'den naklen der ki: Ebû Yusuf kadılığa ilk getirildiği sıralarda hergün bineğine biner, Halifenin meclisine uğrardı. Bu arada öğrencilerle karşılaştı ve onlardan nereye gittiklerini sordu. Onlar da: "İmam Muhammed'in ilim meclisine gidiyoruz" dediler. Bunun üzerine Ebû Yusuf şöyle dedi: "Muhammed, ilim talebelerinin gidip gelecekleri seviyeye ulaştı mı? Allah'a yemin ederim ki, ona rağmen Bağdad'm hacamatçısını, bakkalını, onun gibi birer fakih olarak yetiştireceğim." Bunun için ders ve imla meclisini kurdu. İmam Muhammed ise derslerine devam etti. Ebû Yusuf, son zamanlarında, sabahın erken saatlerinde meşhur fakih ve âlimlerle karşılaşıp onların nereye gittiklerini sordu. "Muhammed'in meclisine gidiyoruz," dedikle­rinde "Gidin gidin, bizce o, kıskanılan biridir." dedi.

Aralarının açılmasına sebeb olan olay: Rivayet edildiğine göre, Halifenin meclisinde İmam Muhammed'den bahsedildiğinde Halife onu Övdü. Ebû Yu­suf, İmam Muhammed'i bir kenara çekerek ona: "Mısır Kadısı olmak ister misin?" dedi.

İmam Muhammed: "Ben böyle bir şeye talip değilim, bundan kastınız nedir?" diye sordu.

Ebû Yusuf: -Irak'ta ilmimiz hâkim oldu. Dilerim ki, Mısırda da yayılıp hakim olsun.

Muhammed : -Bakalım, ayrıca ehil olanlarra danışalım, da müşavere ede­lim, dedi. Danışma sonunda İmam Muhammed'e şöyle dediler.

- Onun gayesi, senin kadı olman değildir. Seni Halifenin kapısından uzak­laştırmak istiyor.

Sonra Halife, Ebû Yusuf a, Muhammed'i meclisine getirmesini emretti. Ebû Yusuf: "Onun bir hastalığı var. Hastalığı Emirü'l-Mü'minin meclisinde bulun­masına engeldir," diyerek onu fikrinden caydırmak istedi. Halife: Hastalığının ne olduğunu sordu. Ebû Yusuf: "Hafif abdestini tutamadığı için uzun müddet oturamaz." dediyse de Halife: "O zaman kalkmasına izin veririz," karşılığını vererek ısrar etti.

Sonra Ebû Yusuf, Muhammedi tenha bir yere çekerek: "Emirü'l-Mü'minin seni çağırıyor. Ancak tahammülsüz bir adamdır.. Yanında fazla oturma. Sana işaret ettiğim zaman hemen kalkarsın" şeklinde uyarıda bulunduktan sonra onu alıp Halifeye götürdü. Halife İmam Muhammed'i iyi karşıladı. Çünkü İmam Muhammed, boyubosu yerinde ve konuşmasını bilen bir kişiydi. Halifeyle gü­zel güzel konuşmaya başladı. Halife de onu ilgiyle dinliyordu. Tam bu sırada Ebû Yusuf kalkması için işaret verdi. İmam Muhammed sözünü kesip dışarı çıktı.

Halife: "Bu hastalığı olmasaydı meclisimde ondan istifade ederdik." dedi. İmam Muhammed'e: "Niye o esnada çıktın?" denildiğinde: "O esnada çıkmanın doğru olmadığım biliyordum. Lâkin Yakup (Ebû Yusuf) bir zamanlar benim üstadım idi, ona muhalefet etmekten çekindim." karşılığını verdi. Daha sonra Ebû Yusufun yaptıklarının farkına varınca şöyle beddua etti: "Allah'ım, ölümüne sebep, bana nisbet ettiği hastalık olsun." İmam Muhammed'in duası kabul edildi. Bunun meşhur bir öyküsü vardır.

Ebû Yusuf vefat ettiği zaman Muhammed cenaze namazına gitmedi. Halk­tan utandığı için çıkmadığı söylenir. Çünkü İmam Ebû Yusufun cariyeleri Ebû Yusuf için ağlayıp İmam Muhammed'in kapısı önünden geçerken ona dil uzatıyorlardı. Onların şöyle dedikleri rivayet edilir:

Daha Önce bize hased edenler bu gün bize acıyorlar.

Daha önce bize tabi olanlara bugün biz tabi oluyoruz.

Bugün bizler herkese boyun eğiyoruz

Bugün keder ve endişemizi izhar ediyoruz. [81]

 

Kitabın Yazılış Sebebi:

 

İmam Muhammed'in es-Siyeru's-Sağîr isimli kitabı, Şam bölgesi âlimlerin­den İbn Amr el-Evzâî'nin eline geçtiğinde Evzâî kitabın kime ait olduğunu sordu. "Irak'lı Muhammed'indir." dediler. Bunun üzerine Evzâî dedi ki: "Irak ehli nerede, bu konuda kitap yazmak nerede? Onların siyer hakkında bilgileri yoktur. Resulullah (s.a.v.)'le sahabilerinin savaşları Irak değil, Şam ve Hicaz taraflarında olmuştur. Irak o zaman henüz yeni fethedilmişti." Evzâî'nin bu sözleri İmam Muhammed'e ulaşınca, Evzâî'ye kızdı ve bu kitabı hazırlamaya koyuldu. Evzâî bu kitabı gördüğünde: "Şayet içerdiği hadisler olmasaydı kendi yanından uyduruyor derdim. Allah Teâlâ, ona cevabın doğrusuna isabet etmeyi, ona nasip etmiştir. Allah ne doğru buyurmuştur:

"Her bilenin üstünde daha iyi bilen vardır."[82] diyerek takdirini izhar etti.

İmam Muhammed, kitabın altmış deftere yazılmasını ve hemen bir arabaya yükletilerek götürülüp Halifeye takdim edilmesini istedi. Halifeye İmam Muhammed'in bir kitap yazarak onu kendisine takdim etmek üzere getirdiğini haber verdiler. Halife buna çok sevindi. Kitabı çok beğendi ve onu hâkimiyet günlerinin övünç vesilelerinden biri olarak saydı. Kitabı okudukça takdiri daha da arttı. Onu okumaları için çocuklarını Muhammed'in meclisine gönderdi. İsmail b. Tevbe el-Kâzvînî, Halifenin çocuklarının eğiticisi idi. Onları gözet­lemek için kendisi de derslerde hazır bulunuyordu. Böylece o da, kitabı dinle­miş oldu. Sonra ravilerden sadece İsmail b. Tevbe ve Ebu Süleyman el-Cüzcani kaldı. İşte, kitabı onlardan rivayet eden, bu iki zattır. [83]

 

Serahsının Es-Sıyeru'l-Kebır'i Naklederken Dayandığı Sened Zinciri

 

Serahsî, -Allah kendisinden razı olsun- dedi ki:

Şemsü'I-eimme Ebû Muhammed Abdulaziz b. Ahmed el-Hulvânî onun yanında mezkur kitabı kendim okumakla bize haber verdi ki: Kadı el-İmam Ebû Ali el-Huseyn b. el-Hızir b. Muhammed en-Nesefî bize haber verdi ki: İmam Ebû Bekr Muhammed Abdurrahim b. Davud es-Simnani, o da; Muhammed b. Hasen'den rivayet etti.

Serahsî dedi ki:

Hocamız el-Hulvânî, Kadı Ebû Ali'nin şöyle dediğini bize anlattı: Bu kitabı, İmam Ebû Bekr Muhammed b. Fazl'ın yanında okuyorduk. "Eman babları"na ulaştığımız zaman Ebû Bekr vefat etti -Allah rahmet etsin- Bunun üzerine Ali el-Hatip el-Mühellebî'den okumaya başladık. Bu nedenle "Emân Bâbları"na kadarki bölümün rivayetini her İkisinden naklettik. Gerisini de yanlız Ali el-Hatib'den rivayet ettik.

Serahsî dedi ki:

Mezkur kitabı Kadi İmam Ebû'l-Hasen Ali b. Huseyn es-Suğdî'den, kıraetle bize haber verdi. O da dedi ki: Bize Nusayr b. Yahya haber verdi. O da dedi ki: Ebû Süleyman el-Cüzcânî İmam Muhammed'den rivayet etti.

Serahsî dedi ki:

Bize onu, Salih ve güvenilir olan Ebû Hafs Ömer b. Mansur el-Bezzâr kıraetle bize haber verdi: O da dedi ki: Hafız Ebû Abdillah Muhammed b. Eşkâb bize haber verdi. O da dedi ki : Ebû Muhammed Abdullah b. Abdul-vahid el-Kazvînî bize anlattı. O da dedi ki: İsmail b. Tevbe el-Kazvînî bize anlattı O da" dedi ki: Bize Muhammed b. Hasen haber verdi, dedi ki: Sevr b. Yezid Halid b. Ma'dân'dan, Halid de, Şurahbil b. es-Sımt'tan haber verdi. [84]

 

Rıbatın Fazileti

 

1- Selman-ı Fârisî'nin şöyle dediği rivayet edilir: Kim bir gün Allah yolunda düşmana karşı sınırda nöbet tutarsa bir ay oruç tutmuş ve gece ibadetine kalkmış gibi sevap kazanır. Kim Allah yolunda düşman sınırında nöbet tutarken ölürse kabir fitnesinden kurtulur ve kıyamet gününe kadar amelinin sevabı devam eder.

Bu hadis her ne kadar Selman'mn sözü gibi rivayet ediliyorsa da, Rasulullah (s.a.v.)'e merfu gibidir. Çünkü amellerin mükafatlarının miktarı, re'y ile bilinmez, onları bilmenin yolu, rivayettir.

2- İmam Muhammed şu hadisi de zikretti: Mekhul'den rivayet edildiğine göre Selman-ı Fârisî, İran topraklarında bir kalede nöbet tutan Şurahbil b. Sınıfa uğradı ve "Bu makamda ikametine yardımcı olması için Resulullah (s.a.v.)' den işitti­ğim bir hadisi sana haber vereyim mi?" dedi. Şurahbil: "Buyur, haber ver" dedi. O zaman Selman dedi ki: Resulullah (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu duydum:

"Bir gün düşmana karşı nöbet tutmak, bir ay oruç tutmak ve gecesini ibadetle geçirmekten daha hayırlıdır. Kim nöbet tutarken ölürse kabir azabından kurtulur ve o ameli, en iyi şekilde yapıl­mış amel gibi çağaltılıp kıyamet gününe kadar iyilikler defterine yazılır." Buradan anlaşılıyor ki sahabeden birinin hafızasında bir hadis olduğu

zaman bazen hadisi rivayet ediyor, bazen de rivayet etmeden fetva veriyordu ki,

her iki durum da caizdir.

Hadis-i şerifte belirtilen murabıtlık sözünün manası, dini yüceltmek ve

müslümanlan müşriklerin zararından korumak için düşman karşısında bir geçidi

muhafaza etmektir. Kelimenin aslı, atlan bağlamaktan gelir. Yüce Allah :

"Onlara karşı kuvvet ve savaş atları (ribâtu'1-hayl)..." hazırlayın[85] buyurur. Mücahid Müslümanlar, atlarını, düşmanı korkutmak için beklediği sınırda bağlayıp orada yemlendirirler. Düşman da aynı şeyi yapar. Onun için çoğu zaman iki kişi arasında ortaklık manası taşıyan kip bu işe isim olarak verilmiştir. Ayrıca bu sebeple, sahralarda yaşayan halkın hırsızların şerrinden emin olmaları için yaptıkları binalara da, "RIBAT" ismi verilmiştir. Yukarıda geçen hadiste bir günlük murabıtlık, bir ay oruç tutmak ve gecesini ibadetle geçirmek gibi sayılmıştır.

3- İmanı Muhammed bundan sonra da sevabın daha çok olduğunu bildiren hadisi zikrederek şöyle dedi: Mekhul'den rivayete göre bir adam Resulullah (s.a.v.)'e gelerek şöyle dedi: Dağda bir mağara buldum. Ecelim gelinceye kadar orada iba­detle meşgul olmak, namaz kılmak istiyorum. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.) buyurdu ki:

"Sizden bir kimse düşmana karşı Allah yolunda bir miktar nöbet tutması, kendi evinde altmış sene namaz kılmasından daha iyidir."

İlk hadiste bir ay ve bu hadiste de altmış sene zikredilmesi, ya düşman­dan emniyet ve korku içinde olmanın farklılığıyla ilgilidir, Çünkü; korku ne kadar çok olursa, sevabı da o kadar çok olur.

Yahut bu nöbet sayesinde müslümanlara sağlanan menfaatin farklılığın­dan dolayıdır. Bu sevabın aslı, işlediğinin değerli olması ve yaptığının müslü­manlara faydalı olmasıdır. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurur: "İnsanların hayır­lısı, insanlara faydalı olandır"

Yahut da bu farklılık, fazilette vakitlerin farklı farklı oluşları sebebiyledir. Bunun izahım Ubey b. Ka'b'ın rivayet ettiği şu hadiste bulmak mümkündür:

Rasulullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Sabrederek ve hayrını umarak Ramazan ayı dışındaki bir günde düşman sınırında nöbet tutmak Allah'ın yanında gün­düzü oruçlu, gecesi ibadetli yüz yıl ibadet etmekten daha faziletlidir. Ramazan ayında sabrederek ve sevabını umarak bir gün muhafızlık yapmak, Allah yolunda gündüzü oruçlu, gecesi ibadetli bin yıl ibadetten daha faziletlidir. Kim mücahid olarak öldürülür yahut murabıt olarak ölürse yeryüzü onun et ve kanını yemez ve anasının kendisini doğurduğu gün gibi günahlarından arınmadikça, cennetteki yerini görmedikçe, hurilerden eşini görmedikçe ve akrabasından yet­miş kişiye şefaat etmedikçe dünyadan ayrılmaz. Ayrıca kıyamete kadar murabıtlık sevabı devam eder."

Rasulullah (s.a.v.)'in: "Kabir fitnesinden korunur." sözünde, kabir aza­bının gerçek olduğu konusunda ehl-İ Sünnet ve'1-Cemaatin lehine delil vardır. "Fitne" burada azap manasınadır. Yüce Allah:

"Tadın azabınızı ."[86] "Şüphesiz erkek ve kadın müminlere imanlarından dolayı işkence yapanlar, sonra da tevbe etmeyenler için cehennem azabı vardır. Onlar için bir de yanma azabı vardır"[87] sözlerinde de bu anlamda kullanılmıştır.

Fitnenin kelime manası imtihan etmek ve denemektir. Kişi altının ayarını anlamak İçin altını ateşe atınca: "Fetentü'z-Zehebe" "Altını kontrol ettim." der

Yüce Allah'ın: "Kendilerinin imtihana çekilmeyeceklerini mi sandılar?"[88] ayeti ile "... Seni türlü türlü ibtilalarla imtihan etmiştik..."[89] Ve :

"Zaten o da senin imtihanından başka birşey değildir..."[90] ayetlerinde de "fitne" bu manada kullanılmıştır. Münker ve nekir için: "Kabrin iki sorgulayı­cısı" denilir. Çünkü onlar kabir sahibini imanından sorgulayarak imtihan ederler.

Ayrıca, kabrin sıkıştırmasından korunmak manasına olduğunu söyle­yenler de vardır. Allah Teala'nın korudukları hariç herkes kabir fitnesine müb-tela olacaktır. Nitekim rivayet edilir ki: Sa'd b. Muaz (r.a.)'ın kabri üzerine toprak atılıp tesviye edildiği zaman Rasulullah (s.a.v.)'in yüzünün rengi değişti.

Allahu ekber, Allahu ekber! dedi ve tekbir sesinden Baki' mezarlığı yan­kılandı. Kendisine bunun sebebi sorulduğunda: "Kabir onu sıkıştırdı. Öyle sıkış­tırdı ki, kaburga kemikleri birbirine girdi. Sonra Allah bu durumu giderip onu rahatlattı. Şayet kabir sıkıştırmasından kurtulan olsaydı, bu salih kul ondan kur­tulurdu." buyurdu. Ancak Hz. Âişe'den rivayet edilen hadiste, kendisinin Rasu­lullah (s.a.v.)'den kabir sıkıştırmasını sorduğu zaman Rasulullah şöyle cevap vermiştir:

"Mümin ölüyü kabrin sıkıştırması, baş ağrısından annesine şikayet eden sevgili oğlunun başının üstüne annenin elini koyup bastırması gibidir. Münafığı sıkıştırması ise, bir kayanın altında kalan yumurtanın ezilmesi gibidir"

Murabıt olarak ölen hakkındaki bu müjde -AUahu a'lem- hayatta yapti-ğiyla müslümanların emniyetini sağlaması sebebiyledir. Böylece o da kabrinde, korkulan kabir sıkıştırmasından emniyet içerisinde olmakla mükafatlan diril a-caktır.

Yahut hayatta iken dini yüceltmek için korku ve yalnızlık yerini seçtiği için, kabirde, korku ve yalnızlık kendisinden giderilecektir. Tıpkı oruçlular için olduğu gibi. Oruçlular kıyamet günü kabirlerinden çıkarıldıklarında insanlar aç ve susuz iken kendilerine sofralar ikram edilecek ve yiyip içeceklerdir. Çünkü onlar dünya hayatında açlık ve susuzluğu seçmişlerdi. Allah da, ahirette onlara türlü türlü sofralar ikram etmekle mükafatlandıracaktır.

Rasulullah (s.a.v.)'in: "Kıyamet gününe kadar amellerin sevabı devam eder." sözüne gelince, bu, Yüce Allanın kitabında da vardır. Yüce Allah kitabında şöyle buyurur :

"... Kim evinden, Allah'a ve O'nun Peygamberine muhacir olarak çıkıp da sonra kendisine ölüm yetişirse muhakkak ki mükafatı Allah'a aittir..."[91] Rasulullah (s.a.v.)' da şöyle buyuruyor:

"Kim hac yolunda ölürse, Allah ona her sene için makbul bir hac sevabı yazar."

Murabıt olarak ölen her kişi hakkında murad edilen budur. Çünkü dünya hayatının sonu gelinceye kadar, murabıtlık yapıyormuş gibi sevabı devamlı olacaktır.

Yani dünyanın sonuna kadar murabıt olarak kalmaya niyetlenmişse sevabı da niyetine göre olacaktır. Rasulullah (s.a.v.) -."Ameller niyetlere göre karşılık görecektir." buyurur.

4- İmam Muhammed, sahih senedle İbn Ömer'in şöyle de­diğini rivayet eder: "Kadir gecesinden daha faziletli bir geceyi size haber vereyim mi? O gece, korku topraklarında Allah yolunda nöbet tutan bir kimsenin geçirdiği gecedir. Belki de o nöbet tutan kişi, eşyasına yahut ailesine dönemiyecektir." Hadis, savaş yerinde askerlerin nöbet tutmasını teşvik etmektedir. Aske­rin nöbet tuttuğu gecenin bin aydan hayırlı olan kadir gecesinden üstün olduğunu bildirmektedir. Çünkü kadir gecesinde kişi kendini kurtarmaya çalışırken, nöbet tutan kişi müslümanların güvenliğini sağlamağa çalışmaktadır. Bu durum, Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği şu hadiste belirtilmektedir. "Rasulullah buyurdu: Allah yolunda bir saat nöbet tutmak, Haceri Esved'in yanında kadir gecesini ihya etmekten daha üstündür". Yine şöyle buyurdu: Üç göze cehennem ateşi dokunmaz: Allah yolunda çıkarılan, Allah korkusundan ağlayan ve Allah yolunda nöbet tutan göz".

"Ailesine dönmeyecektir" sözü, Allah yolunda şehit düşüp ailesine dön­meyecektir, anlamındadır. Burada, savaş bölgesinde nöbetçinin kendini şehit olmaya adadığını ve Allaha satmış olduğu şahsını O'na teslim ettiğine işaret vardır. Nitekim Allah Telâlâ şöyle buyurur:

"Allah, müminlerden mallarını ve canlarını cennet karşılığında satın al­mıştır. Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler"[92]

5- İmam Muhammed -Allah rahmet etsin- dedi ki: Sevr b. Yezid, Halid b. Ma'dan'ın şöyle dediğini haber verdi: "Kim Allah yolunda bir gün oruç tutarsa Cehennem, ondan, yorul­mak ve dinlenmek bilmeyen süvarinin alacağı mesafe ile elli yıllık mesafe uzaklaşır."

Hadis, oruçla cihadı biraraya getirmektedir. İbadetlerin hepsi Allah yo­lundadır. Çünkü onlarla Allah'ın rızası amaçlanmaktadır. Ancak kayıt kon­madan "Allah yolunda" denildiğinde, ondan cihad anlaşılır. Her ikisi yani cihat­la orucu bir arada yürütmek, nefis için daha ağırdır ve dolayısıyla daha fazi­letlidir. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) den amellerin en faziletlisi sorulduğunda: "En meşakkatli olanıdır" buyurdu.

Yani bedene en zor olanıdır, buyurdu. Bu, kötülüğe sürükleyen (nefs-i emmareyi) yenmede daha etkilidir. Ebû Hanîfe'nin Mekke yolunda giderken oruç tutmayı hoş görmemesi, hacda çekişmeye girmemek içindir. Ebû Hanîfe buna işaretle şöyle demiştir:

"Şayet her ikisini bir arada yaparsa, kendisinde bir huysuzluk olur ve yol arkadaşlarıyla çekişir. Hacda çekişmek ise yasaklanmıştır. Ama bundan emin olursa, o zaman oruç tutmak daha faziletlidir.'

Bu hadiste, cehennemin o kimseden elli yıllık mesafe uzaklaştırılacağı belirtilmektedir.

6- Bundan sonra Amr b. Anbese es-Sülemî'den Peygamber (s.a.v.)' in şöyle buyurduğunu zikretti:

"Kim Allah yolunda bir gün oruç tutarsa, cehennemden yüz yıllık mesafe uzaklaştırılır."

Bu lafızla ilgili olarak alimlerin iki görüşü vardır : Bunlardan biri; Sözün zahirine bakarak cehennem maddi olarak ondan uzaklaştırılır, şeklindedir. Yüce Allah'ın şu sözü bunu te'yid etmektedir:

"Şüphesiz yaptıklarına karşılık katımızdan kendileri için iyi şeyler yazılmış olanlar, işte onlar cehennemden uzak tutulanlardır. Onlar cehennemin uğultusunu duymazlar ve canlarının istediği şeyler içinde temelli kalirlar"[93]

İkinci görüşe göre ise, uzaklaştırmaktan maksat ondan emin olmaktır. Çünkü kim cehennemden daha uzak olursa, ona karşı daha çok emniyet içeri­sinde olur.

İki hadis arasındaki mesafe farklılığı, mücahidin niyetindeki farklılığa göredir.

Yahut maksat, hakiki mesafe değil, cehennemin ondan ne kadar uzak ola­cağı konusunda bir mübalağadır. Arap dilinde elli, yetmiş ve yüz sayılan mü­balağa için kullanılır. Yüce Allah'ın:

"Onlar için yetmiş defa da istiğfar etsen, Allah yine kendilerini hiç bağışlamayacaktır"[94] sözü bunu teyid etmektedir.

7- Hazreti Ömer (r.a.) dan rivayet edildiğine göre kendisi Mekke halkına seslenip şöyle diyordu: "Ey Mekke Halkı! Ey beldenin Halkı! Uyanın! Askerleri donatarak ve gönderilen ordularda yer alarak kat kat verilen sevabı isteyin. Başkalarına on kat verilirken, size kat kat sevap vardır.

Bu, halkı cihada teşvik eden seferberlik konuşmasıdır Rasulüllah (s.a.v.) de bazı yerlerde böyle konuşmalar yapmıştır. Nitekim, Yüce Allah şöyle buyu­rur: "Ey Peygamber! Müminleri savaşmaya teşvik et. Eğer içinizden sabır ve se­bat eden yirmi kişi olursa, ikiyüz kafiri yenerler. Sizden yüz kişi olursa, kafir­lerin binini yener. Çünkü onlar anlamazlar güruhudur."[95] Hazreti Ömer, Mekke halkı cihaddan geri kalınca Peygambere uyarak bu konuşmayı yapmıştır.

Hadiste Mekke civarında bulunmanın meşru olduğuna ve sevaba sebep olacağına delil vardır. Ancak Hazreti Ömer; "Sizin için on kat sevap vardır, ama Allah yolunda cihad etmenin sevabı daha büyüktür" sözüyle buna işaret etmek­tedir. Allah, Evinin komşusu ve Hareminin sakinleri olduklarına güvenerek ci­haddan geri kalmamaları için derecelerin en yücelerini elde etmeye onları davet etmiştir. Sevaplarının kat kat arttırılacağını söylerken de Yüce Allah'ın şu sözüne dayanmaktadır:

"Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, yedi başak bitiren ve her başakta yüz tane bulunan bir tohumun durumu gibidir. Allah kime dilerse kat kat verir. Allah, ihsanı bol olan, hakkıyla bilendir."[96]

Malını Allah yolunda harcayana bu şekilde vaadde bulunduğuna göre canını Allah yolunda harcayana bu mükafatın verilmesi daha evladır.

Ebû Hanîfe'den rivayet edilen, hacdan sonra Mekke'den ayrılmayıp orada kalmayı kerih gördüğü meselesine gelince, bu, iki şekilde izah edilir;

Kim Mekke'de kalmayı uzatırsa Beytullahi çok görmekten dolayı bir alış­kanlık kazanır ve onun gözünde Beytullah'ın basitleşmesine sebep olur.

Yahut bu mukaddes yerde bir günah işlemeğe mübtela olmaması içindir. Çünkü Yüce Allah orada günah işlemekle ilgili olarak şöyle buyuruyor :

"... Kim orada zulüm yaparak haktan sapmaya yellenirse, biz ona pek acıklı bir azab tatdınnz."[97]

8- İmam Muhammed bundan sonra Ömer (r.a.)'ın şöyle dediğini rivayet etti: Bu ümmetin fertleri, İslâmın güzel ve doğru bir yolu -diğer rivayette bir şeriatı- üzere kalacaklardır. Onlar, bunun üzerinde oldukları müddetçe düşmanlarına galib ve üstün geleceklerdir. Ama saçlarını boyayıp kırmızı elbiseler giyer yahut (ziraatle meşgul olup kafirlerden alınan haraç onların toprakları için de alınarak) zillet ve aşağılıkta kâfirlere benzerlerse, işte o zaman düşmanlarının onlardan intikam almasını hak ederler."

Hadiste cihadla meşgul olduğu müddetçe galibiyetin bu ümmete ait ola­cağı ifade edilmektedir. Yüce Allah :

"Ey iman edenler, siz Ailah'a yardım ederseniz O da (düşmanlarınıza karşı) size yardım eder ve ayaklarınızı sabit kılar."[98] buyurur. Ayrıca dünyaya daldıkları ve cihaddan yüz çevirerek lezzet ve şehvetlere uydukları takdirde düşmanlarının kendilerine galib geleceği anlamı vardır. "İşte o zaman düşman­larının onlardan intikam almasını hak edenler" sözü, buna layık ve müstahak olurlar anlamındadır.

Saçı boyamak, şehvetlere tabi olmaktan kinayedir. Bundan maksat, ka­dınların ilgisini çekmek ve onlara hoş görünmek için saçı, sakalı boyamaktır. Yoksa boyamanın kendisi kötülenmiş değildir. Aksine saçı boyamak, müslü-manların alametlerindendir. Rasulullah (s.a.v.)

"Beyaz olan sakallarınızı değiştirin, olduğu gibi bırakmakla Yahudilere benzemeyin" buyuruyor.

Ravi diyor ki: Ebû Bekir (r.a.)'ı Rasulullah (s.a.v.)'in minberi üzerinde gördüm, sakalı, çabuk yanan ve dumanı çok olan diken ağacı gibiydi. Yani sa­kalı boyanmıştı. Mücahidi erden her kim düşmana heybetli görünmek için saka­lını boyarsa, bu iyidir.

Ama bunu, kadınların İlgisini çekmek için yaparsa alimlerin hepsine göre mekruhtur. Bazıları da caiz görmüşlerdir. Rivayete göre Ebû Yusuf şöyle de­miştir. "Nasıl onun, (kadının) benim için süslenmesi hoşuma gidiyorsa, benim de ona karşı süslenmem hoşuna gider."

"Kırmızı elbise giyerler" Sözüne gelince, kırmızı renkte elbise giymenin mekruh olduğuna delildir. İbn Ömer'den nakledilen hadis Rasulullah (s.a.v.)'in kırmızı elbise giymeyi ve rükuda Kur'an okumayı yasakladığını belirtmektedir. Rasulullah (s.a.v.) yine şöyle buyurmuştur.

"Kırmızı elbise giymekten sakının, çünkü o, şeytanın kıyafetidir."

Sa'd, rivayet ettiği bir hadiste şöyle diyor: "Rasulullah (s.a.v.), beni, üze-nmde kırmızı bir şal olduğu halde gördü ve benden yüz çevirdi. Ben de gittim o şalı yaktım. Sonra beni gördü ve: "O şala ne yaptın?" dedi. "Benden yüz çevirdiğinizi gördüm, gidip onu yaktım" dedim. "Neden hanımlarından birine vermedin?" deyip beni azarladı.

Bera b. Azib (r.a.)'m rivayet ettiği: "Kırmızı elbiseler içinde Rasulul-lahtan daha güzel bir saç sahibi görmedim" hadisine gelince, bu, îslamın başlangıcında olmuştur. Daha sonra erkekler için kırmızı elbise giymek mekruh görülmüştür. Şa'bî'nin kırmızı elbise giydiği rivayeti ise, o, hakim yapılmaması için bunu yapıyordu. Defalarca ona hakimlik teklif ettiler, o da bundan kurtul­mak için kırmızı elbise giydi, satranç oynadı, çocuklarla birlikte filleri seyret­meye gitti. Sonunda bu durumlarım görüp yakasını bıraktılar ve hakim yapmak­tan vazgeçtiler.

Hadiste geçen: Aşağılıkta kafirlere ortak olurlar, sözü, "toprağa bağlanıp ziraatle uğraşarak cihaddan yüz çevirirler" manasınadır. Ziraatle uğraşmayı mekruh görenler, bu sözün zahirine bakarlar. Başka bir rivayette de Rasulullah (s.a.v.), birinin evinde tarım aletleri gördüğünde şöyle buyurdu :

"Bunlar bir kavmin evlerine girdi mi, o kavim mutlaka zelil olur ve nihayet düşmanları onlara saldırır."

Ancak bunlar, cihaddan yüz çevirdikleri takdirde durum böyledir, ama cihaddan yüz çevirmezlerse, ziraatle meşgul olmanın bir sakıncası yoktur, anlamındadır. Kaldı ki Rasulullah (s.a.v.) Medine'ye yakın "Curf" denilen yerde başkalarına ziraatle meşgul olmalarını emretmiştir. Haraç ödemek ve haraç toprakları işletmenin de, cihaddan yüz çevirilmedikçe, sakıncası yoktur. îbn Mes'ud, Hasan b. Ali ve Ebu Hureyre'fiin Irak bölgesinde haraç ödedikleri topraklan vardı ve bu mübarek zevat haraç ödüyorlardı.

9- İmam Muhammed, bundan sonra Hz. Osman (r.a.)'ın Medine halkı arasında kalkıp şöyle dediğini rivayet eder: "Ey Medineliler! Allah yolunda cihaddan payınızı alın. Şam, Mısır ve Irak halkı kardeşlerinizi görmüyor musunuz? Allah'a yemin ederim ki, sizden biriniz Allah yolunda çalışarak geçirdiği bir gün, usanmadan gündüzü oruçlu, gecesi ibadetli evinde geçir­diği bin günden daha hayırlıdır."

"Medine halkı arasında kalktı" sözü, konuşmak için kalktı anlamındadır. Bu da Ömer (r.a.)'ın Mekke halkına yaptığı gibi Medine halkı için savaşa teşvik eden bir konuşmadır.

Burada ihtiyacı olmadığı halde doğru söylüyorsa,  kişinin yemin etme­sinde bir sakınca olmadığına dair delil vardır. Osman (r.a.) ihtiyacı olmadığı halde Allah yolunda cihad edene verilecek mükafatı zikrederken yemin etmiştir. Hz. Osman, daha sonra Şam, Mısır ve Irak halkının cihaddan geri kal­madıklarını belirterek onları cihada teşvik etmiştir.

Belirttiğimiz gibi "bir gün, bin günden daha faziletlidir" sözü cihad'ın, dini yüceltmek, müşrikleri yenmek ve onların müslümanlara kötülük yapmala­rım engellemek için yapılması sebebiyledir. Medine'de ailesi ile beraber oturanların amellerinde bu şeyler meydana gelmemektedir.

10- İmam Muhammed bundan sonra Tavus'tan şöyle dedi­ğini nakletti: Rasulullah (s.a.v.) buyurdu ki:

"Yüce Allah kıyametin kopmasına yakın bir zamanda beni kılıçla gönderdi. Rızkımı da mızrağımın altında yahut mızra­ğımın gölgesinde -ravinin şüphesidir- kıldı. Bana muhalefet edene de zillet ve küçüklük verdi. Her kim kendisini bir kavme benzetirse o onlardandır."

"Beni kılıçla gönderdi" sözünden maksad, beni Allah yolunda cihad et­mek üzere gönderdi, demektir. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurur :

İnsanlarla "lailahe illallah" deyinceye kadar savaşmakla emrolundum. Bunu derlerse, şeriatın öngördüğü ceza dışında, mal ve canlarını benden koru­muş olurlar, hesaplarını da Allah soracaktır"[99] Çünkü diğer peygamberler savaşmakla emrolunmamışlardır. Savaş sadece Rasulullah'a hastır. Onun Tev­rat'taki vasfı şöyledir: "Düşmana karşı savaşla memur bir Peygamberdir. Cesa­retin şiddetinden gözleri kırmızıdır." Ümmetinin vasfı ise şöyledir: "Kitapları kalblerinde saklı ve kılıçları omuzlarındadir." Rasulullah da "Kılıçlar, gazilerin elbiseleridir." sözüyle buna işaret edir...

Süfyan b. Ubeyne, naklettiği hadiste şöyle dedi: Rasulullah (s.a.v.) dört kılıçla gönderildi: "Biri, müşriklerle savaş içindir ki, Rasulullah'ın kendisi bizzat bu kılıçla savaşmıştır. Biri, dinden dönenlerle savaşmak içindir." Yüce Allah :"Siz kendileriyle savaşırsınız veya onlar müslüman olurlar''[100] buyur­maktadır. Ebû Bekr (r.a.) Hz.Peygamberin vefatından sonra zekatı vemekten kaçınanlarla bu kılıçla savaştı.

Biri, Ehl-i Kitap ve Mecusilerle savaşmak içindir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a ve Ahiret gününe inanmayan, Allah'ın Peygamberinin haram ettiği şeyleri haram tanımayan, hak dinini din olarak kabul etmeyen kimselerle, zelil ve hakir kendi elleriyle cizyeyi verinceye kadar muharebe edin."[101] Hz. Ömer (r.a.) bu kılıçla savaşmıştır.

Biri de, Haricilerle savaşmak içindir. Nitekim Yüce Allah: ".Eğer on­lardan biri diğerine karşı hala saldırıyorsa siz, o saldıranla, Allah'ın emrine dönünceye kadar savaşın..."[102] Bununla da Hazreti Ali savaşmıştır.

Hz. Ali'nin şöyle dediği rivayet edilir: "Dinden çıkanlara, biati bozanlara ve zulmü adet haline getirmiş olanlara karşı savaşmakla emrolundum."

"Saatin önünde" Sözü kıyamete yakın manasınadır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur. "Saat yaklaştı"[103]

"Sen onu nereden hatırlayacaksın"[104] ayetinin tefsirinde "Neden kıyamet­ten soruluyor ki, senin gelişin bile onun alametlerinden biridir." denilmiştir.

"Rızkımı mızrağımın altında yahut gölgesinde kıldı." sözüne gelince; bunun islamın başlangıcında olduğu söylenmiştir. Şöyle ki; bir gazi akşam vakti bir ailenin evinin önünde mızrağını dikince, onu misafir etmek o aile üzerine vacip olurdu. Onu misafir etmedikleri takdirde, sabahladığında yiyeceklerini zorla onlardan alabilirdi.

Sonra bu durum Rasulullah (s.a.v.)'in şu sözleriyle neshedildi:

"Kendisinin gönül hoşnutluğu olmadıkça müslüman bir kişinin malı helal olmaz." Bundan maksat, ganimetlerin bu ümmet için helal olmasıdır, denil­miştir. Rasulullah (s.a.v.)'in gönderilişinden önce hiç bir kimse için ganimet helal değildi. Bunun izahı Yüce Allah'ın :"Artık elde ettiğiniz ganimetlerden helal ve hoş olarak yeyin..."[105] sözündedir. Rasulullah (s.a.v.)'de: "Beş şey bana özeldir." buyurarak bunlar arasında ganimetlerin helal kılınmasını saymıştır. "Gölge" ile, gölgenin kendisini değil, emniyet kasdedilmiştir.

"Sultan, Allah'ın yeryüzündeki gölgesidir." sözünden maksat da, emni­yettir.[106] Bana muhalefet edene: "Zillet ve küçüklük verdi." sözündeki zilletten maksat ise, şirk zilletidir.[107] Nitekim Yüce Allah:

"Oysa, izzet Allah'ın, Peygamberinin ve inananlarındır." [108] sözüyle, zille­tin müşriklere ait olduğunu beyan ediyor. Yüce Allah'ın:

"Zelil ve hakir kendi eller'iyle cizye verecekleri zamana kadar, muharebe edin."[109] Sözüne dayanılarak da "küçüklükten" maksat, cizye verme küçüklüğü olduğu nakledilir.

"Kim kendisini bir kavme benzetirse,onlardandır." sözüne gelince; bu da mücahidlerle beraber çıkıp bazı ihtiyaçlarında onlara yardımcı olan ve güçlerine güç katarak onlara benzeyen kimse, dünyada ganimet almak ve ahirette sevab kazanmak hususunda onlardan olur manasınadır. Rasulullah (s.a.v.)' in alimler hakkında söylediği:

"Onlar Öyle bir topluluktur ki onlarla oturup kalkan bedbaht olmaz." sözü de buna benzer.

11- İmam Muhammed, sonra Mekhûl'den şöyle dediğini zikretti: İbn Ravaha öldürüldüğü zaman Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Düşmanla savaşta başı çeker, dönerken de en sonda olurdu"

Hadiste, kendisinde bulunan bir vasıftan dolayı ölüyü o vasıfla övmekte bir sakıncanın bulunmadığına dair delil vardır. Ancak sınır aşılıp onda bulun­mayan şeyle övülmesi mekruhtur."Savaşta başı çeker" sözü, savaş için saftan ileri atılma manasınadır.

Dönerken de en sondadır", sözü de, savaştan en son dönen anlamındadır. Rasulullah (s.a.v.) İbn Ravaha'mn cihada olan büyük arzusunu ifade etmiştir ki, bu durum İbn Ravaha'da mevcut idi. Yüce Allah:"Hayırlı işlerde birbirinizle yarışın?". [110] ve:

"Rabbinizin bağışlamasına ve takva sahipleri için hazırlanmış olan, eni gökler ve yer kadar bulunan bir cennete koşuşun" buyuruyor.[111]

Rasulullah (s.a.v.) en son geri dönenin İbn Ravaha olduğunu söyleyerek savaşta gösterdiği büyük sabrı belirtmiştir. Bu da övgü nitelemesidir. Yüce Allah şöyle buyurur :

"Ey iman edenler, Sabredin, sabırda yarışın, birbirinizle kenetlenin, ve başanrılı olmanız için Allaha karşı gelmekten sakının "[112]

Rasulullah (s.a.v.) daha sonra Abdullah'ın namazını vaktinde kıldığını belirtti. Yani savaşa olan düşkünlüğüyle birlikte namazı vaktinde kılardı. Bu İse, mücahid için en zor durumdur. Bu da bir övgü sıfatıdır. Yüce Allah: Na­mazlara devam edin..."[113], buyurur. Allah Tealamn: "Allahtan söz almış olanlar dışmda"[114] Sözünün açıklamasında bunun namazları vaktinde kılmak olduğu söylenmiştir.

Hadis, yolculukta iki namazı bir vakitte kılmayı (cemetmeyi) caiz gören Şafii'nin aleyhine bir delildir. Cihad ise daima yolculuk demektir. Bununla beraber Rasulullah (s.a.v.) Abdullah b. Ravaha'yı cihadda iken bile "Namaz­larını vaktinde kılardı" diyerek övmektedir.. Şayet iki namazı bir vakitte kılmak caiz olsaydı, bu övme doğru olmazdı.

12- İmam Muhammed bundan sonra Ma'bed'in şöyle dedi­ğini rivayet eder: "Bu ümmet çiftçilikle uğraşıp kaldığı zaman Allah'ın yardımı kesilir ve kalblerine korku salıverilir. Daha sonra Muhammed b. Ka'b'dan şöyle rivayet edildi: "Ey iman edenler! kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir topluluğa uyarsanız, sizi topuklarınız üzerinde geri döndü­rür, kâfir yaparlar"[115] ayetinden maksadın cemaatten ayrılıp bedevileşmek midir? diye Hz. Ali'ye soruldu. Cevabında: Ha­yır, taarrub (bedevileşmek) değildir. Ziraatle meşgul olmaktır, dedi.

İki hadisin de yorumu birdir. Birincisinin yorumu: Yani bu ümmet ziraate yönelir ve onunla uğraşıp tamamen cihadı terkederse Allah'ın yardımı ve zaferi onlardan alınır. Ama bir kısmı ziraatle meşgul olur, bir kısmı da cihad görevini yerine getirirse, o zaman ziraatla uğraşmanın sakıncası olmaz. Böyle olmalı ki, savaşçı, çiftçinin kazandığıyla güçlensin ve çiftçi de, savaşçının savunmasıyla güvenlik içinde olsun.

Rasulullah (s.a.v.): "Mü'minler bina gibidir; bir kısmı diğer bir kısmını destekler" buyurmuştur. Çünkü hepsi cihadla uğraşıp gelir sağlamaya çalışanlar bulunmazsa, o zaman yiyeceğe ve hayvanlarının yemine muhtaç olurlar. Bunları bulamayınca da cihad yapamazlar. Ziraat hususundaki eksiklik, cihadı da etkiler.

Bazıları da "topuklar üzerinde geri dönmek" ten maksat, sahraya ikamete dönüp cihad niyyetiyle geldikleri Medine'yi terketmek anlamında bedevileşme şeklinde anlamışlardır. Her halde yerinde olmayan bu görüşü ileri sürenler: "Bedevilerin küfür ve nifakları her yönden daha ileridir."[116] âyetinin zahirine bakarak bu kanaate varmışlardır. Çünkü kafirlerin bizden istediği, ziraatin kendisi değil, cihaddan vazgeçmemizdir.

13- Hasan-ı Basrî'den rivayet edildiğine göre bir adam okunun kuburunu yere bırakıp namaza durdu. Biri de gelip kuburu aldı ve gitti. Namaz kılan şahıs namazını bitirdikten sonra kuburunu bulamayınca korktu. Durum Peygamberimiz (s.a.v.)'e intikal edince Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Müslüman kişinin, müslüman kardeşini korkutması caiz olmaz."

Rasulullah (s.a.v.), o kişinin çalma kasdıyla değil de şaka yollu alıp gö­türdüğünü biliyordu. Ama bununla beraber yukarıdaki hadisi buyurdu. Çünkü namaz kılan şahıs kuburunu bulamayınca korkmuştu ve onu korkutan da kuburu alıp gidendi. Onun için Rasulullah (s.a.v.) "Müslüman kişinin müslüman karde­şini korkutması caiz olmaz" buyurmuştur.

Burada Mü'minin Allah'ın yanındaki değeri ile Allah yolunda cihad eden­lere hürmetin büyüklüğü ifade edilmektedir. Bu konuda meşhur pek çok hadis vardır.

Hasan-ı Basri'den rivayete göre; biri, bir adamı korkutmak için kılıç çekmişti. Durum el-Eş'ari'ye ulaştığında: "Kılıcını kınına koyuncaya kadar me­lekler devamlı olarak ona lanet ederler." dedi.

Eş'ârî'den maksat Ebû Mâlik el-Eş'arînin olduğu muhtemeldir. Fakat daha doğru olan, bununla Ebû Musa el-Eş'arî'nin kastedildiğidir. Bu söz, Rasu­lullah (s.a.v.)'e merfu gibidir. Çünkü bu, re'y ile bilinen şeylerden değildir. Aynca, vurma kasdı olmazsa bile müslümana silah çekerek onu korkutmanın ne kadar buyuk bir günah olduğuna delildir.

Hadiste: "Kim bir müslümana silah çekerse kendi kanını mubah kılmış olur." denilmektedir. "Melekler ona devamlı lanet eder," sözü buna işaretir. Melekler mü'minin bağışlanması için dua ederler ama sıfatı değişince, artık ona lanet ederler. Hiç şüphesiz meleklerin lanetlemesi, müslümanın öldürülmesini caiz görüp kafir olan yahut imanından dolayı onu öldürmeye çalışan anlamında olmalıdır.

14- İmam Muhammed, Süleyman b. Büreyde'nin şöyle dediğini nakletti:

Rasulullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Cilıad'a gidenlerin hanım­larının cihada gitmeyenlere haramhğı, annelerinin haramlığı gibidir. Kim mücahidlerden birinin hanımının yanma (birlikte olmak amacıyla) gider-gelirse, kıyamet günü o kimse durduru­lup mücahid olana : "Bu, hanımın konusunda sana ihanet etti. Hayır amellerinden dilediğin miktarı al" denilir. Zannediyor musunuz ki hayır amellerinden geriye bir şey kalır?!" Bu hadisi şerif mücahidlerin kıymetlerinin ne kadar büyük olduğunu gösterir. Çünkü kadınlarının daha fazla hürmete değer olmaları, kocalarının daha fazla hürmete layık olmalarındandır. Yüce Allah'ın : "O (Peygamber) in eşleri onların anneleridir."[117] ayeti ile: "Sizlerden Allah'a ve Peygamberine boyun eğip yararlı iş işleyene ecrini iki kat veririz."[118]   ayetinde buna işaret edilmiştir.

Bu cezayı hak etmesinin sebebi: mücahid kişinin cihada giderken eşini, cihada gitmeyen bu adamın ve Allah'ın yanında emanet bırakmış olmasıdır. Adamın eşine göz dikmekle Allah'ın emanetine hıyanet etmiş olur. Çünkü mücahid kişi, başkasının, hanımiyla kendisine hİyanet ettiğini bilirse cihada çıkmayacağı gibi, zaruret olmadıkça çıkması da helal olmaz. Çünkü hanımını koruması farz-i ayndır. Ama cihada çıkması, kendisi için farz-i ayn olmayabilir. Böylece kişiler cihada çıkmayınca cihad kesilmiş olur ve hıyanet eden kişi cihadın son bulmasına ve müşriklerin müslümanlara karşı güçlenmesine sebeb olmuş olur. Bu nedenle : "Kıyamet günü hıyanete uğrayan kişinin hıyanet eden kişinin amellerinden dilediğini almasına karar verilir" denilmiştir.

Sonra, "Siz ne zannediyorsunuz?" buyurdu, Yani o zaman ameline ihti­yacı olduğu halde amelinden birşey kalacağını mı sanıyorsunuz?

Bunu Hz. Ali (r.a.)'ın naklettiği Rasulullahm şu hadisi açıklamaktadır:" Mücahidlere eziyet etmeyin. Muhakkak ki Allah Teâlâ Peygamberler için gazaba geldiği gibi onlar için de gazaba gelir. Peygamberlerin dualarına icabet ettiği gibi onların dualarına da icabet eder. Kim bir mücahidin hanımı hususun­da ona ihanet ederse, onun yeri cehennemdir ve ancak, o mücahidin şefaati onu cehennemden çıkarabilir. Tabî mücahid bu yaptıklarından sonra ona şefaat ederse!"

15- Muaviye b. Kurra'dan rivayete göre Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu

"Her ümmette ruhbanlık vardır, ümmetimin ruhbanlığı da cihaddır."

Ruhbanlığın manası, dünya işlerini bırakıp sadece ibadetle uğraşmaktır. Geçmiş milletlerde ruhbanlık, insanlardan ve makamdan uzaklaşıp ibadete çekilmek şeklindeydi. Onların yanında uzlet, insanlarla oturup kalkmaktan daha faziletliydi. Rasulullah (s.a.v.): "İslâmiyette Ruhbanlık yoktur," sözüyle bunun islamda bulunmadığını söyledi ve bu ümmetin ruhbanlığının cihadda olduğunu belirtti. Çünkü cihad, bîr yandan insanlarla ülfet, bir yandan da diğer dünya işlerini bırakıp dinin en yüce bir işiyle uğraşmakdır. Peygamber (s.a.v.) cihadı, dinin "zirvesi" olarak isimlendirmiştir. Ayrıca bu ümmetin vasfı olan iyiliği emir ve kötülükten vazgeçirme ile derecelerin en üstünü olan şehadet merte­besine ulaşmak gibi iyi hasletler cihadda mevcuttur.

16- İmam Muhammed bundan sonra, Ebû Katâde'den ri­vayet ederek  Rasulullah (s.a.v.)iıı kalkıp halka hitap ettiğini. Allah'a hamdettiğini ve daha sonra farzlar hariç cihaddan daha faziletli bir şeyin bulunmadığını belirtti.

Farzlardan maksat, farzı ayn olanlardır. Bunlar beş temeldir Cihad da farzdır, ama farz-ı kifayedir. Sevab, farzın güçlülüğü oranındadır. Onun için Rasulullah (s.a.v.) cihadı, hepsinden üstün tuttuğu hususlar arasında farzları istisna etmiştir. Dedi ki: Biri kalkıp: "Ya Rasulullah, ne dersin, Allah yolunda Öldürülenin bu öldürülüşü günahlarını bağışlatır mı? diye sordu. Rasulullah bir müddet sustu. Nihayet kendisine vahiy geldiğini anladık. Sonra şöyle buyurdu :

"Şayet sabrederek, sevabını Allahtan umarak ve düşmandan kaçmayıp onlar Üzerine yürüyerek Öldürülürse, evet, ancak Cebrail'in söylediğine göre borç bundan hariçtir. Çünkü borçlarından dolayı sorguya çekilecektir." Cebrail'in belirttiğine göre bu hadis şehidlerin derecelerinin yüksekliğini ve şehadet rütbesinin günahları silmeye sebeb olduğunu ilan etmektedir.

Burada şehidlerin ve şehid düşmenin derecelerinin yüksekliği açıklan­maktadır. Çünkü Allah şehadeti günahlardan temizlemek için bir sebeb kıl­mıştır.

Hadis-i Şerifte Peygamberimizin şöyle buyurduğu rivayet edilir:

"Kim ki Allah yolunda şehid düşerse, kanından akacak olan ilk kan dam­lası karşılığında günahlarının tamamı bağışlanır. İkinci damlada kendisine "Ke­ramet" elbisesi giydirilir. Üçüncü damlada da güzel huri ile evlendirilir" Bu hadis, kılıçla şehid olmak, borç hariç bütün günahları siler." Hadisiyle aynı manadadır.

Rasulullah (s.a.v.) Uhud savaşında şehidlerin derecelerinin yüksekliğiyle ilgili olarak yine şöyle buyurdu:

"(Ey Ashabım) Allah, kardeşlerinizden şehid düşenlerin ruhlarını, cen­netin nehirlerinden su içen ve meyvelerinden yiyen yeşil kuşların kursaklarına koydu (nehirlerden su içen ve meyvelerden yiyen bu) kuşlar sonra Arş'in göl­gesinde kandillere giderler. Yediklerinin ve içtiklerinin hoş lezzetini aldıktan sonra derler ki: Keşke kardeşlerimiz bizim ne gibi lezzet ve nimette olduğu­muzu bilseler de cihada çok önem verseler. O zaman Yüce Allah: "Tarafınızdan ben onlara ulaştırırım." buyurur."

Bu, Yüce Allah'ın "Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanma..."[119] sözü­nün tefsiridir. Şehidin bu dereceye ulaşması ancak şehadeti arzu etmesiyle olur. Bu işe hayrını umması, cihad üzere sabretmiş olması ve cihadda düşmandan kaçmayarak, üzerlerine gitmesiyle gerçekleşir. Hadiste ayrıca, kullara zulmet­menin ne kadar büyük günah olduğu ifade edilmektedir. Çünkü şehidin, bu de­receye ulaşmasına rağmen borçtan dolayı sorguya çekileceği beyan ediliyor. Rasulullah sözüyle de, bu söylediğinin vahiyden olduğunu belirtmiştir. Ta ki herkes, mutlaka kendisine borçlu olduğu kimsenin gönlünü alması gerektiğini bilsin.

Denildi ki : Bu başlangıçta idi. O zaman Rasulullah (s.a.v.) aldıkları borcu Ödeyemeyecek kadar fakir oldukları için onları borçlanmaktan sakındır-mıştı. Bu sebeple arkasında, borcunu karşılayacak mal bırakmayan borçlu kim­senin cenaze namazım kılmazdı. Daha sonra bu durum Rasulullah (s.a.v.)in:

"Kim ardında bir mal bırakırsa malı mirasçılarınadır ve kim de borç ve çoluk-çocuk bırakırsa (borcunu ödemek ve çoluk-çocuğuna bakmak) bana aittir." sözüyle neshedilmiştir.

Bunun benzeri, hacla ilgili olarak varid olmuştur. Peygamber (s.a.v.) Ara­fat dağında ümmeti için dua etti. Aralarındaki haksızlıklar hariç, Allah duasını kabul etti. Sonra Müzdelife'de sabaha karşı Meş'ar-i haramda dua etti. Duası, aralarındaki haksızllıklar hususunda da kabul edildi. Cebrail (A.S.) inerek Allah'ın, bazılarının bazıları üzerindeki haklarım da sonuca bağladığını haber verdi. Buna göre, borçlu şehidin de affedileceği ihtimali uzak değildir.

17- Bundan sonra İmam Muhammed, Ebû Hureyre'den şunu nakletti. Biri Rasulullah (s.a.v.)'e sordu : "Bir adam, Allah yolunda cihad etmek istiyor ama aynı zamanda dünya malını da arzu ediyor." Rasûlüllah (s.a.v.): "Sevabı yoktur." dedi.

Orada bulunanlar durumu garipsediler ve adama: "Git bir daha sor. Herhalde meramını anlatamadın." dediler. Adam tekrar sordu: "Bir adam, Allah yolunda cihad etmek istiyor ama aynı zamanda dünya malım da arzu ediyor?" Rasûlüllah (s.a.v.)" Sevabı yoktur" dedi. Adam üçüncü defa sorusunu tek­rar etti ve Peygamber (s.a.v.) yine "Sevabı yoktur" buyurdu. Bu hadiste, soru soranın, sorusunu tekrar etmesinde bir sakınca olma­dığına ve cevab verenin bundan sıkılmaması gerektiğine delil vardır. Rasulullah (s.a.v.), o kişinin sorusunu tekrar etmesine kızmamıştır. Sahabe de, Peygam-ber'e son derece değer vermesine rağmen o adamdan sorusunu tekrar etmesini istemişlerdir. Buradan anlıyoruz ki, soruyu tekrar etmek saygıya aykırı değildir. Çünkü sahabe, herhangi bir kimsenin Peygamber'e saygıda kusur işlemesine fırsat vermiyorlardı.

Bu hadis'iki şekilde yorumlanabilir: Biri, kişinin görünüşte cihad etmek istediğini göstermesi, gerçekte ise amacının mal elde etmek olmasıdır. Bu, o zamanki münafıkların durumuydu. Bu durumda olanın sevabı yoktur.

İkincisi, kişi cihad amacıyla çıkar ama maksadının büyük kısmı, ahiret için sevap kazanmak değil,dünya malı elde etmek olmasıdır. Bu durumdaki insan için Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurur:

"Kimin hicreti, bir dünyalık elde etmek yahud bir kadınla evlenmek için ise, hicreti o şey içindir" İki dinar karşılığında cihada katılan birine de :

"Dünyada da, ahirette de senin için iki dinar vardır." buyurdu. Ama ki­şinin maksadından büyük payı cihad ise ve bu arada ganimete de gönlü varsa, o, Allah Teâlâ'mn:

"(Hac mevsiminde ticaretle) Rabbinizden rızık istemenizde bir sakınca yoktur..."104 sözünün kapsamı içerisindedir. Yani hac yolunda ticaret yapan kimse nasıl haccm sevabından mahrum olmuyorsa, bu adam da cihadın seva­bından mahrum olmaz.

18- İmam Muhammed. Hayseme'nin şöyle dediğini rivayet eder: Ebu Derda'ya gittim ve: "Bir adam bana vasiyet bıraktı. Bir de, onu nerede harcayacağıma dair sana danışmamı istedi" dedim. Dedi ki: "Ben yerinde olsaydım onu Allah yolunda ci­had edenlere harcardım. Oraya vermek, fakir ve miskinlere vermekten daha faziletlidir, kanaatindeyim. Ölüm anında in-fak eden ise, doyduğu zaman artığını dost ve ahbabına hediye eden gibidir."

Burada, bu şekilde vasiyyette bulunmanın caiz olduğuna delil vardır. Vasiyyet eden kişi, vasi olarak tayin ettiği kimseye : "Malımın üçtebirini dile­diğin yere yahut falan kimsenin dilediği yere harca" diyebilir.

Yine, mücahid fakirlere harcamanın, başkalarına harcamaktan daha fazi­letli olduğuna dair delil vardır. Çünkü bunda sadaka ve malla cihad mefhum-larıyla birlikte müşriklerin eziyetlerine engel olmaya yardımcı olmak ve müslü-manlann hepsine menfaatin ulaştırılması söz konusudur.

İmam Muhammed daha sonra vasiyet eden kimsenin, şayet hayattayken kendisi bizzat böyle bir sadaka yapsaydı daha çok sevaba nail olacağını açık­ladı. Çünkü hayattayken malını infak etmiş olsaydı, ona ihtiyacı olduğu halde infak etmiş olurdu. Halbuki ölümüyle ihtiyacı ortadan kalkmış oldu. Bu duru­muyla, doyduğu zaman artığını hediye edene benzemektedir. Bunun benzeri, Rasulullah (s.a.v.)'in şu sözüdür.

"Sadakanın en faziletlisi, sağ salim olup zengin olma ümidi ve fakir düş­me korkusu taşıyarak malını koruduğun zamanda sadaka vermendir. Yoksa can boğaza dayanıp da; şu kadar falana, şu kadar da filana dersen, zaten o zaman demesen bile artık o mal onlarındır.(Senin o malla ilişkin kalmaz ki.)" 104-Bakara: 2/198

19- Mekhûl'dan rivayete göre kendisine şu haber ulaş­mıştır: Cihad etmeyen yahut bir mücahide yardım etmeyen veyahut da bir mücahid cephede iken onun çoluk-çocuğuna iyi davranıp onlara yardım etmeyen kimseye kıyamet gününden önce bir bela isabet eder.

Belâ: Kişinin tahammül edemeyeceği ve kendisine engel olamayacağı musibet demektir. Yüce Allah :

"Yaptıkları yüzünden kafirlerin başına bir bela gelmeğe devam edecektir"[120] buyurur.

Burada cihâdın ve mücahide yardım etmenin ne kadar faziletli olduğu, ailesi hususunda kendisine ihanet etmenin ne kadar büyük bir günah olduğu açıklanıyor. Sanki bu üç haslet; yani cihadı terk, mücahidlere yardım etmemek ve hanımı huşunda mücahide ihanet etmek ancak münafık olan şahısta bir arada bulunur. Zikredilen ceza, münafıka layık bir cezadır.

20- Hasan (r.a.)'ın şöyle rivayet ettiği zikredilir: Rasulullah (s.a.v.) buyurdu ki:

"Rabbiniz şöyle buyurdu : Kim rızamı arzu ederek benim yolumda cihada çıkarsa ben ona garanti veririm ki -ravinin şüphesi olarak- yahut o benim üzerime garanti olsun ki, onun ruhunu aldığım takdirde onu cennete sokarım. Şayet canlı olarak geri çevirirsem, ecir veya ganimetle geri çeviririm. Bu hadiste Allah'ın, yolunda cihad edenleri dünyada ganimetle ve ahirette cennetle mükafatlandıracağına dair verdiği söz belirtilmetedir.

Hadiste "garanti verme sözü" ifadede genişlik olsun diye mecaz olarak verileceği belirtilen mükafatı açıklamak içindir. Yoksa hiç kimsenin Allah üzerinde bir hakkı yoktur. Hadisteki bu kullanış, ifadede genişlik gayesiyle bu gibi kullanışların caiz olduğuna delildir. "Allah rızkı kullarına garanti etti (azıklarına kefil oldu)" "Kulların rızkı Allah'ın üzerinedir" gibi sözler Allah, onlara bunu va'detmiştir, manasınadır. Allah ise verdiği va'de muhalefet etmez.

21- Hasan Basrî'nin şöyle dediği belirtildi: Müslüman­lardan bir kişi Rasulullah (s.a.v.)'e gelerek "Cihad edeme­yecek kadar bünyem zayıfladı. Buna karşılık bir miktar malım var. Bana öyle bir iş göster ki onu yaptığım zaman murabıt (mücahid) mertebesine erişeyim. Rasulullah (s.a.v.) buyurdu ki: İyiliği emret, kötülükten sakındır, zayıfa yardım et ve müş­riki irşad et. Bunları yaparsan murabıt mertebesinde olursun."

Hadiste, murabıtın derecesinin yüksekliği ifade edilmektedir. Adam bun­dan aciz kalınca, Rasulullah (s.a.v.)'den sevabda, murabıtlık makamının yerine geçecek bir hususu kendisine haber vermesini istemişti. Rasulullah (s.a.v.)de yukarıdaki hadisiyle kendisine yol göstermiştir. Çünkü cihad da, iyiliği emir de, şirk olan münkerden sakındırma da, müşriklerin eziyetlerini önleyerek müslü-man zayıflara yardım ve müşrike doğru yolu göstermektir. Kim gücünün yettiği kadar malı veya canıyla bu işleri yaparsa murabıt mertebesindedir.

22- İyne alışverişiyle alışveriş yapar, sığırların peşine takılır ve cihaddan hoşlanmazsanız, düşmanınız size göz dikecek kadar zelil olursunuz.

İyne,açık olan faizden güya sakınmak için faizci cimrilerin uydurdukları alışveriş şekilleridir. Bunun nasıl yapıldığını, "el-Câmiu's-Sağîr"de belirttik. İbn Ömer, cimrilik kokan ve Şeriatın istediği karşılıksız borç vermeye engel olan bu alışverişi çirkin görmüştür.

"Sığırların peşine takılırsanız" sözüyle, cihadı büsbütün terkedip çift­çilikle uğraşma kastedilmiştir. Böyle bir durumun düşmanların müslümanlara göz dikmelerine ve onlara saldırıp zelil düşmelerine sebep olacağını beyan etmiştir.

23- İmam Muhammed bundan sonra Danıra b. Hubeyb'den Peygamber (s.a.v.)'in şöyle dediğini zikretti : "Halktan en büyük ecri alan, onlara hizmet edendir.

Hadis-i Şerifte, mücahidlere hizmet ve hayvanlarına bakmaya teşvik var­dır. Kİm bunu yaparsa, mücahİdlerin ecri gibi ecre nail olur. Ayrıca dünyada da efendilik vasfını hakkeder. Rasulullah (s.a.v.):

"Kavmin efendisi, onlara hizmet edenleridir." buyurur.

Çünkü mücahid kimsenin kendisini cihada verebilmesi için kendisine ye­mek pişirecek ve hayvanına bakacak kimselere ihtiyacı vardır. Bunlar olmadığı takdirde bu gibi işleri kendisi yapmak mecburiyetinde kalacak ve cihad etmek­ten geri duracaktır. Böylece hizmetçi de cihadın yapılmasına sebep olmuş olmaktadır.

24- Mücahid dedi ki : "Cihada gitmek için yola koyuldum. İbn Ömer, ata binmem için üzengiyi tuttu. Tutmasına engel olmak isteyince, bana dedi ki: Sevab kazanmamı istemiyor musun? Bize ulaştı ki, mücahidlerin hizmetçisinin yeryüzün-dekiler arasındaki mertebesi, Cebrail'in göktekiler arasındaki mertebesi gibidir.

25- Bundan sonra İmam Muhammed, Mücahid'den, o da Tübey'den -bu zat, Ka'b'ın üvey oğludur- O da, Kab'dan ri­vayet etti ki: "Kişi, ayağını gemiye attığı zaman, anasının ken­disini doğurduğu günkü gibi günahlarından soyulur. Dalgalar­dan dolayı geminin çalkalanmasıyla dengesini kaybedip salla­nan, Allah yolunda kanıyla bulanan gibidir. Suda boğulana, iki şehid ecri vardır. Sabreden ise, başında taç olan hükümdar gibidir."

İmam Muhammed -Rahîmahullah- dedi ki: Biz de, yukarı­da anlatılanı kabul eder ve deriz ki: Deniz savaşında bir sakın­ca yoktur. Hatta sevabı karada yapılan savaştan daha fazladır. Buradan anlıyoruz ki Ka'b'ın maksadı, cihad kasdıyla gemiye binen kim­sedir. Ka'b, bu söylediğini ya indirilmiş kitaplardan söylemiştir ki, şeriatımızda onu nesheden birşey görünmüyor yahut da Rasûlüliah (s.a.v.)'den kendisine aktarılan bir rivayete dayanarak söylemiştir.

Ayrıca cihad kasdıyla gemiye binmek daha faziletlidir. Çünkü deniz sa­vaşı diğer savaşlara nazaran daha çetin ve daha korku vericidir. Kişi, kendisini tamamen Allah'ın dileğine teslim etmiş oluyor. Bununla günahlarından temiz­lenme hususunda şehid derecesine ulaşır.

Deniz savaşında denize düşüp boğulan ise, iki şehid sevabı elde eder. Çünkü iki defa canını feda etmiştir: Gemiye bindiği zaman ve denizde boğul­duğu zaman. Bütün bunları, Allah'ın rızasını kazanmak için yapmıştır.

Deniz savaşında sabreden, başında taç taşıyan hükümdar gibidir. Yani, batma tehlikesini gözleriyle gördüğü halde yaptığına pişman olmayan kimse ca­nını, Allah yoluna teslim ettiği gerçekleşmiştir. O, cennette hükümdar gibi ola­caktır. Sabreden kişiyi hükümdara benzetmesinin sebebi; Hükümdarın arzularma kavuşmasmdandır. Şehid ise, cennette tüm arzularına kavuşacaktır. Yüce

Allah şöyle buyurur:

"... Canlarının isteyeceği, gözlerin hoşlanacağı ne varsa oradadır. Ve siz içinde ebedi kalıcılarsınız.’’[121]

Cihad için gemiye binmenin caiz olduğu sabit olunca, hacca gitmek için binmenin caiz olması daha evladır. Çünkü haccın farziyeti daha kuvvetlidir. Emniyet ihtimali daha çok olunca ticaret için de gemiye binmek caizdir ve deniz ticaretiyle elde edilen mallardan fitre ve zekat gibi Allanın haklarının verilmesi gerektiğine de engel değildir.[122]

26- Sehl b. Muaz der ki: Abdülmelik b. Mervan, yaz ordularının komutanı iken savaşa katıldım. Sinan kalesini muhasara ettik. Askerler evlerin çok yakınına konaklayıp ev halkının giriş-çıkışlarma engel oldular. Bir adam bu durumu görünce şöyle dedi: Bir defasında Rasûlüliah (s.a.v.)'le birlikte savaşa katıldım. Askerler bu şekilde evlerin çok yakınına konaklayıp ev sahiplerinin giriş ve çıkışlarına engel oldular. Rasûlüliah (s.a.v.) derhal bir münadi gönderip şunu söyleme­sini emretti: Her kim evlerin yakınına konaklar ve ev halkının

rahatlıkla girip çıkmalarına engel olursa, onun için cihad yoktur." Evlerin yakınına konaklamaktan maksat, din kardeşinin hayvanım bağlamasına, yemini yedirmesine, yemeğini pişirme­sine ve helaya gitmesine engel olacak kadar evlerin yakınında konaklamaktır. Bu, şer'an haramdır. Çünkü evin dokunulmaz­lığı olduğu gibi eve tabi olan bölümlerin de dokunulmazlığı vardır.

Giriş ve çıkışlara engel olmak ise, gidiş-geliş yollarının üzerinde konak­lamak ya da gelip geçene eziyet verecek şekilde yolun yakınında konaklamaktır. Rasûlüliah (s.a.v.), bu gibi hareketlerde bulunmaktan sakındırarak onları yapanlar için cihadın olmadığım söylemiştir. Yani bunlardan sakınanlar kadar mücahidlik sevabına nail olmaz. Çünkü cihaddan maksat, müslümanlardan eziyeti defetmektir. Halbuki bu hareketlerde bulunmak müslümanlara eziyet vermektir.

27-  Muaz b. Cebel'in ashabından Kulâîler kabilesinden bir adamın rivayetine göre; Muaz dedi ki: Şu seriyyelere katıl­maktan sakınınız. Çünkü onlar düşmandan korkar ve ganimet­ler konusunda birbirlerine ihanet ederler. Mü'minlerin ordula­rına ve büyük cemaatlerine katılın.

Seriyye : düşman topraklarına giren az sayıdaki askerlere denir. Kendi­lerine seriyye isminin verilmesi, gece yürüyüp gündüzleri saklanmaları sebebiy­ledir. Muaz b. Cebel onlarla cihada çıkmayı mekruh görüp bunun sebebini açıklamıştır. Çünkü onlar, korku verici bir durumla karşılaştıkları zaman sayıla­rının azlığından dolayı korkup kaçarlar. Ellerine birşey geçirdiklerinde de, aralarında itaat etikleri bir komutan bulunmadığı için birbirlerine karşı ölçüsüz davranırlar. Peygamber (s.a.v.) den de bu manada bir rivayet vardır. Peygam­ber (s.a.v.) buyurdu ki:

"Az sayıdaki süvarilerle baskın yapmayınız. Şayet ellerine ganimet geçirirlerse ihanet ederler. Savaşa tutuşurlarsa kaçarlar." Hadiste kastedilen, devlet başkanının emri olmadan dâru'l-İslâm'dan gizlice düşman topraklarına girenlerdir.

Cİhad edecek kimsenin, seriyyelerle değil, büyük ordularla beraber olması gerekiyor. Çünkü Rasulullah (s.a.v.) :

"Allah'ın yardım ve inayeti cemaatle beraberdir. Onun için cemaatten ayrılan kimse, cehenneme ayrılmıştır." buyurur.

28- İmam Muhammed bundan sonra Rasulullah (s.a.v.)' den cihada teşvik ve iki saf arasında düelloya çıkan kimsenin mertebesini beyan sadedinde iki hadis rivayet etmektedir.

Bu konuda yeterince nakiller yaptığımız İçin onları buraya almıyoruz.

29- Ebû Hureyre (r.a.) Peygamber (s.a.v.)'in şöyle buyur­duğunu rivayet eder :

"Canımı elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, Allah yolun­da savaşıp öldürülmeyi, sonra dirilip tekrar savaşıp öldürül­meyi, sonra dirilip tekrar savaşıp öldürülmeyi dilerim."

Ebû Hureyre (r.a.) diyordu ki : Allah'a şehadet ederim ki bu sözü üç defa tekrar etti.

Bu hadiste şehid düşmenin derecesinin büyüklüğü açıklanmaktadır.

Peygamber (s.a.v.) kendi derecesinin yüceliğiyle birlikte şehid olmayı temenni etmiştir. Ayrıca bu temennisini tekrar etmiştir ki bununla şehidin Allah yanındaki derecelerini açıklasın.

Yukarıda anlatılan mana Ebû Ümâme el-Bâhilî'nin hadisinde belirtilmek­tedir. Ebû Ümâme der ki: Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu :

"Allah'ın yanında hayır ve sevabı olduğu halde ölüp de, dünya ve için­dekiler kendisine verilse bile dünyaya geri dönmek isteyen hiçbir kimse yoktur. Ancak şehid hariç." Zira O, dönmeyi temenni eder. Eriştiği derecenin büyük­lüğünden dolayı, dönüp tekrar şehid olmak ister.

Câbir (r.a.) da, rivayet ettiği hadiste dedi ki; Rasulullah (s.a.v.) beni üzüntülü gördü ve : "Neyin var?" dedi. Dedim ki: "Ya Rasulullah, babam şehid düşüp arkasında borç ve çoluk-çocuk bıraktı." Buyurdu ki: "Seni müjdeleyim mi ya Câbir: Allah Teâlâ direkt babanla konuşup: "Ey Abdullah, benden ne di­lersen dile" buyurdu. Baban da "Allah yolunda bir daha savaşıp öldürülmek için diriltilmek isterim." dedi. Allah Teâlâ buyurdu ki: "Ölen kimselerin bir daha dünyaya dönmemeleri hususunda daha önce hükmümü verdim. Ama temenni ettiğin şeyi ne derece için temenni ettiysen, seni o dereceye ulaştıracağım."

30- Hasan Basrî'den rivayet olunmuştur ki: Rasulullah (s.a.v.) savaş için bir ordu hazırladı. İçlerinde Abdullah b. Ravâha (r.a.) da bulunuyordu. Ordu sabaha doğru yola ko­yuldu. Abdullah b. Ravâha namaz için geri kaldı. Peygamber (s.a.v.) namazını bitirdikten sonra Abdullahı gördü ve ona: "Ey Ravâha'nın oğlu, sen orduda değil miydin?" dedi. O da; "Evet, lakin seninle birlikte namaz kılmak istedim. Ordunun nerede konakladığım biliyorum, gidip onlara varacağım." dedi. Bunun üzerine Rasulullah buyurdu ki: "Muhammed'in cam elinde olan Allah'a yemin ederim ki, yeryüzünde bulunan malın hepsini infak etsen, yine de onların sabaha karşı hareket­lerinden dolayı elde ettikleri sevaba ulaşamazsın." Hadis-i şerifte cihada erken çıkmak için teşvik ve cihada çıkmaya azmet­miş olan bir kimsenin namazını cemaatle eda etmek için ordudan geri kalması­nın doğru olmadığı açıklanmaktadır. Görmüyor musunuz? Rasulullah (s.a.v.) İbn Ravâha için ne diyor? kaldı ki Rasulullah'm arkasında cemaatle namaz kılmak, diğer cemaatle namaz kılmalardan daha faziletlidir.

Enes b. Mâlik'in rivayet ettiği hadiste Peygamber (s.a.v.) şöyle buyu­ruyor: "Allah yolunda bir sabah yahut bir akşam yolculuk yapmak, dünya ve içindekinden daha hayırlıdır." Bu hadis de, söylediğimizi desteklemektedir..

31- Hasan Basrî'den rivayete göre, Hz. Ömer b. Hattâb (r.a.) halka hitap ederken bir adam gelip: "Ey insanların hayırlısı" dedi. Hz. Ömer (r.a.) ne dediğini anlayamadı ve : "Ne diyorsun?" diye sordu. Dinleyiciler Hz. Ömer'e: "Sana insanların hayırlısı diyor" dediler. Hz. Ömer ona: "Yaklaş" dedi. Sonra devam etti: İnsanların hayırlısı değilim. "Sana, insanların hayırlısını haber vereyim mi?" Adam: "Kimdir ey müminlerin emiri?" dedi. Ömer (r.a.) dedi ki : "O, bedevi bir adamdır. Bir sürü deve yahut koyunu vardır. Deve yahut koyunlarını şehirlerden birine götürüp sattı ve parasını Allah yolunda infak etti. Böylece düşmana karşı müslümanlara silah sağladı. İşte insanların hayırlısı odur."

Konuşmada geçen mesleha, düşmanın saldırısı ihtimaline karşı sınırda silahların yerleştirildiği mevzi yahut silah taşıyan kimseye denir. Onun için hükümdarın önünde yürüyen muhafızlara "Mesleha" ismi verilir.

Hz. Ömer'in "Ben insanların hayırlısı değilim." sözü alçak gönül sahibi olduğunu göstermek içindir. Hz. Ebû Bekir (r.a.)'ın vefatından sonra hilafeti döneminde insanların en hayırlısı oydu. Nitekim Hz. Ebû Bekir de, halife iken şöyle diyordu: "Beni hilafet makamından ayırın. Çünkü ben en hayırlınız de­ğilim." Halbuki, Rasulullah (s.a.v.)'in belirttiği gibi, Peygamber ve Rasûllerden sonra insanların en hayırlısı, Ebû Bekir'di.

Hz. Ömer (r.a.), böyle bir sürü sahibinin, insanların en hayırlısı olduğunu söylemiştir. Çünkü müslümanların menfaati için hem canından hem de ma­lından fedakarlıkta bulunmuştur. İnsanların hayırlısı, insanlara yaran dokunan­dır. Rasulullah (s.a.v.) : "İnsanların hayırlısı o kimsedir ki, Allah yolunda atının dizginini tutup daima hazırlıklı olur ve düşmandan korkutucu bir ses duyduğu zaman hemen ö tarafa koşar."

Daha sonra o adam dedi ki: Ey müminlerin emiri, ben badiyeden bir kişiyim ve dini ilimlerde bir çok konuyu bilmiyorum. Rasulullah (s.a.v.)' in sana Öğrettiği ilimlerden bana öğret." Hz. Ömer dedi ki: "Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın Rasûlü olduğuna şehadet etmiyor musun?" Adam: "Ediyorum" dedi. Hz. Ömer (r.a.) dedi ki: "Namazı kılıp, zekatı verip, Ramazan orucunu tutup haccı eda ediyor musun?" Adam: "Evet" dedi. O zaman Hz. Ömer ona şöyle dedi: "Aleniliğe yapış ve gizlilikten sakın. Başkaları farkına vardıklarında seni mahcup etmeyen bir ameli yap ve başkaları farkına vardıkları zaman seni mahcup eden ve kötü duruma düşüren her amelden de sakın."

Adam, dinle ilgili birçok konuyu bilmediğini söylemiştir. Onun için köy ve sahralarda oturanlara "ehlu'1-cehl" ismi verilmiştir. Çünkü cehalet yönleri galiptir. Adam şahadet kelimesini kabul ettiğini ifade ederken Hz. Ömer ken­disinin alim olduğunu ve cahil olmadığını belirtmiştir. Bunu söylerken, herhal­de Yüce Allah'ın şu sözüne dayanmıştır:

"Allah, melekler ve adaleti yerine getiren ilim sahipleri ondan başka tanrı olmadığına şahitlik etmişlerdir. Ondan başka tanrı yoktur. O, güçlüdür, hakim­dir.[123] Burada ilim sahiplerinden maksat, mü'minlerdir.

"Aleniliğe sarıl" sözünün manası ise, iman ve amel konularında, müslü-man cemaatin üzerinde bulunduğu doğru yola sarıl ve batıl mezheblerden sakın demektir. Rasulullah (s.a.v.)'in: "Yaşlı kadınların dinine (inancına) sanlın." hadisinin manası budur.[124] "Gizlilikken maksat, Müslüman cemaatin bilmediği davranıştır. "Gizlilikten sakın" sözünden maksat, ise müslüman cemaatte bulun­mayan davranış ve İtikatlardır.

Bazı alimler yukarıdaki iki sözün şu manada olduğunu söylediler: "İn­sanlarla olan muamelende, onlann aleni davranışlarıyla iktifa et. Onların gizli taraflarını araştırma."

"Başkaları farkına vardığı zaman seni utandırmayacak davranışlarda bulun." sözü ise, gizli tarafların aleni davranışlarına muhalif olmasın, halk ara­sında açıkça yapmaktan haya ettiğin şeyleri, onlann bulunmadığı yerde Allah1 tan haya ederek yapma. Kim böyle davranmazsa, Allah onun sırrım açığa vurarak onu rezil eder, manasınadır.

32- İmam Muhammed (r.a.) bu konuya Ebû Hureyre'nin Rasulullah (s.a.v.)'den rivayet ettiği şu hadisle son vermek­tedir: "Kim sınırda muhafızlık yaparken ölürse, şehid olarak ölmüştür."

Yani, şehidlik sevabını kazanır. Çünkü Allah'ın rızasını elde etmek için, ölünceye kadar, murabıtîık üzerine sabrederek canını vermiştir. Yardım eden ancak Allah'tır. [125]

 

Ordu Komutanlarına Yapılan Tavsiyeler

 

33- İmam-ı Azam Ebû Hanîfe yoluyla Hubeyb b. Büreyde, o da babası Büreyde'den rivayet etti ki: "Peygamber (s.a.v.) bir yere büyük bir ordu yahut bir seriyye gönderdiği zaman on­lara: "Allah'ın adıyla savaşa gidin" tavsiyelerinde bulunurdu.

İmam Muhammed "es-Siyerü's-Sağîr" isimli kitabına bu hadisle başla­maktadır. Hadisten alınacak dersleri orada açıkladık.

Hadisin sonunda Peygamber (s.a.v.)'in şu sözünün anlamım belirttik:

"Eğer onlar sizden Allah'ın zimmetini isterselerse, bunu onlara ver­meyin!.’’[126]

Ona göre hadisteki yasaklama harama değil, İhtiyaç anında Allah'ın ahdini bozmaktan çekinmeyi belirtir ve mekruh şeklinde kabul edilir. Evzâî ise, hadisin zahirine dayanarak, Allah'ın zimmetini vermenin caiz olmayacağım söyler. Ona göre yasaklama mutlaktır ve haramlık ifade eder.

Bu lafız Hz. Ali'nin Ehl-i Beyt tarikiyle rivayet ettiği hadiste de vardır. Buna göre Peygamber (s.a.v.) buyurur ki:

"Onlara ne Allah'ın zimmetini verin ve ne de benim zimmetimi. Çünkü benim zimmetim de Allah'ın zimmetidir."

Bize göre bunun mekruh olması, yasaklanan şeyden başkası sebebiyledir. Mekruh görülmesinin sebebi, müslümanların ileride görecekleri bir maslahattan dolayı antlaşmayı bozma ihtiyacını duyabilmeleridir. O zaman kendi verdikleri sözü bozmaları, Allah'ın ve Rasûlünün sözünü bozmalarından daha ehvendir. Hadis-i Şerifin sonunda buna şöyle işaret etmektedir.

"Çünkü kendi ahdinizi ve atalarınızın ahdini bozmanız, Allah Teâlânm

ahdini bozmanızdan daha iyidir."

Hadis-i Şerifte geçen "Zimmet" sözü ahd (söz) manasınadır. Yüce Allah

şöyle buyurur:

"Onlar bir mü'min hakkında ne bir ahid, ne de bir anlaşma gözetip tanır­lar. Onlar taşkınların ta kendileridir."[127] İnsan için bunun zimmet olarak isimlendirilmesinin sebebi, verdiği söze kendisinin bağımlı oluşundan dolayıdır.

Onların zimmetleri ile atalarının zimmetlerinden maksat, cahüiyyette

aralarında yaptıkları anlaşmalardır

Gerektiğinde antlaşmayı bozmakta bir sakınca yoktur. Çünkü   Yüce Allah:

"Bir topluluğun antlaşmaya hıyanet etmesinden korkarsan, sen de onlara

karşı antlaşmayı bozarak aynı şekilde davran. Şüphesiz Allah hainleri sev­mez."[128] buyurmaktadır. Bu, müşriklerden anlaşma yaptığınız kişilere Allah ve Rasulünden bir ültimatomdur."[129] ayeti de buna delalet etmektedir. Rasullulla-

hın şu sözü de bunu desteklemektedir:

"Ben üç kişinin düşmanıyım, kimin düşmanı olursam, işini bitiririm. Bunlar benim adıma söz verip de sözünü çiğneyen, hür bir kimseyi köle diye satıp parasını yiyen ve birini ücretle çalıştırıp ücretim vermeyenlerdir".

Bu da peygamber adına sözvermenin bir sakıncasının bulunmadığı, ancak söz verdikten sonra hiyanet etmenin haram olduğunu gösterir. Ordu komutanları Allah adına eman verirlerdi. Hz. Ebu Bekir bu yaptıklarına karşı çıkmamıştır. Bu da böyle bir şeyde sakıncanın olmadığını gösterir.

34- İmam Muhammed daha sonra İbnu Ömer'in şöyle dediğini rivayet etti: Ebû Bekr es-Sıddık (r.a.) Yezid b. Ebi Süfyan'i bir ordunun başında gönderdi. Kendisi de yürüyerek çıkıp ona tavsiyelerde bulunuyordu. Yezid, ona "Ey Rasûlül-lah'm halifesi! Ben atın üzerinde giderken, sen yürüyorsun!" dedi. Ebû Bekir (rjı.) dedi ki: "Ne ben binerim ve ne de sen inersin. Ben bu adımlarımı Allah yolunda sayıyorum." Hz. Ebû Bekir'in yaptığı gibi, her ne olursa olsun ordu savaşa giderken onu yolcu etmek için bîr miktar yürümenin iyi olduğunu bu rivayet göstermek­tedir. Hz. Ebû Bekir (r.a.) rivayet ettiği bir hadiste diyor ki: Rasûlüllah (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu duydum :

"Kimin Allah yolunda ayaklan tozlanırsa, onun için cennet vacib olur." Enes (r.a.)'m rivayet ettiği hadiste de şöyle buyurulur :

"Allah yolundaki toz ile cehennem dumanı bir müslümanm üzerinde bir araya gelmez."

35- Imam Muhammed, Ebû Bekir'in hadisini başka bir se­netle de rivayet etti. Buna göre: Hz. Ebû Bekir (r.a.) binmesi için devesini getirdiklerinde dedi ki: "Binmeyeceğim, aksine yürüyeceğim."Sonra yürümeye devam etti. Devesini de yula­rından tutup arkasından yürüttüler. Ayrıca ayaklarının Allah yolunda tozlanması için ayakkabılarım çıkarıp elinde taşıdı. Hz. Ebû Bekir (r.a.) peygambere uyarak bunu yapmıştır. Nitekim Pey­gamber (s.a.v.) Muaz'ı Yemen'e yolcu ederken onunla beraber bir yahut iki ya da üç mil yürümüştür.

Bunun benzen, Hasan b. Ali (r.a.)'ın develeri yanında yularlarından çekilip boş götürülürken hac yolunda yaya yürüdüğüyle İlgili rivayettir. Hz. Hasan'a: "Ey Rasûlüllah'ın torunu, neden binmiyorsun? denildiğinde, Rasûlüllah (s.a.v.)'in "Allah yolunda ayakları tozlanan kimsenin ayaklarına cehennem ateşi dokunmaz." Buyurduğunu duydum. Bunun için yürüyorum cevabını verdi.

Hacılar yahut savaşa giden mücahidleri yolcu eden kimse için müstahab olan, Ebû Bekir (r.a.)'m yaptığı gibi yapmaktır.

Sonra, Hz. Ebû Bekir, Yezid'e şöyle dedi : "Sana on vasiyette bulu­nacağım, bunları iyi ezberle :

a- Manastırlarda kendilerini Allah'a ibadete verdiklerini düşünen kimselerle karşılaşacaksın. Onları meşgaleleriyle başbaşa bırak.

Ebû Yusufla Muhammed (r.a.) buna dayanarak manastırlara kapanmış olan kimselerin öldürülmeyeceklerini söylerler. Ebû Hanîfe'den de böyle bir rivayet vardır.

Fakat Ebû Yusuf'tan rivayete göre manastırlara kapanmış kimselerin öldürülmeleri konusunu Ebû Hanîfe'ye sormuş ve Ebû Hanîfe öldürülmelerini normal görmüştür.

Netice olarak, manastıra kapanmış olan kimseler zaman zaman halkın arasına karışıp, halk da onların yanma gidiyor ve halkı savaşa teşik ediyorlarsa, Öldürülürler. Hz. Ebû Bekir'in bu tavsiyesi de, onların, savaşı tamamen terk etmeleri sebebiyledir. Çünkü öldürülmelerini mubah kılan husus, savaşa ortak olarak müslümanlara zarar vermeleridir. Şayet kapıları üzerlerine kapatırlarsa, onlardan gelebilecek kötülük ortadan kalkmış olur. Ama savaşa taraftar iseler ve bu görüşlerini açığa vuruyorlarsa, dolayısıyla, savaşmış olurlar ve bu sebeble de Öldürülürler.

b- Başlarimn ortasını tıraş etmiş kimselerle karşılaşacaksın. Bunların başlarını kılıçla vurun.

Bunlardan maksat, Şemmas'lardır ki, hıristiyanlar arasında bunların du­rumu, müslümanlar arasında sapık şia fırkalarının durumu gibidir. Bazı âlimlere göre bunlar Harun (a.s.) 'm soyundandırlar. Hz. Ebû Bekir, başka bir senedle rivayet edilen bir rivayette buna işaret eder: "Başlarının çevresinde çember gibi saç bırakırlar. Savaş işlerinde halk onların puanlarına göre hareket eder. Halkı da savaşa teşvik ederler. Onun için onlar, kafirlerin liderleridir. Onlan öldürmek başkalarını öldürmekten daha evladır."

Bu hadisin başka bir senedinde Hz. Ebû Bekir buna işaretle şöyle diyor: Traş edilmiş başların tam ortasını; şeytanların yuva yaptıkları yeri, kılıçlarla vurun. Allah'a yemin ederim ki onlardan birini öldürmek başkalarından yetmiş kişiyi öldürmekten bana daha sevimli geliyor. Yüce Allah şöyle buyurur: "Küf­rün Önderlerini öldürün. Çünkü onlar andlan olmayan adamlardır;[130]

Şeytanların yuva yaptıkları yerden maksat, saçlarıdır ki, o da başların-dadır. Nitekim Hz. Ebû Bekir (r.a.) hadlerin yerine getirilmesiyle ilgili olarak: "Başı vurun, çünkü şeytan baştadır." der.

c- Küçük çocukları öldürme.

Doğmuş olan küçükten maksat, çocuktur. Ona "Mevlûd" denilmesinin sebebi doğumunun yakında olmuş olmasındandır. Şüphesiz şayet savaşa katıl­mıyorsa, öldürülmeyecektir. Başka bir rivayette bunu açıklamış ve: "Aciz, güç­süz olan hiçbir çocuğu öldürmemesini söyle!" demiştir.

d- Kadınları öldürme.

Kastedilen, savaşmayan kadındır. Nitekim rivayete göre Peygamber (s.a.v.) öldürülmüş bir kadınla karşılaştığında :

"Vay! Bu kadın savaşmıyordu. Var Halid'e yetiş ve ona: Çocuk ve ücretli (işçiyi) öldürmemesini söyle," buyurdu.

e- Yaşlıları da öldürme

Bir rivayette ise "Pir-i Fani"yi öldürmeyin denilmiştir. Yani savaşa katıl­mayan ve savaş konusunda herhangi bir teşvik ve katkısı bulunmayan yaşlıyı da öldürmeyin. Ama bilfiil savaşa katılmış yahud savaşta rey ve tedbiri var ise elbette öldürülür. Çünkü Rasulullah (s.a.v.) tavsiyeleriyle yardımcı olduğu için Düreyd b. Sımme'nin öldürülmesini emretmiştir. Düreyd,[131] müşriklere çocuk ve kadınları kendilerine ait toprakların dağlarına çıkarmalarını ve erkeklerinin de, atlarının sırtında düşmanları olan müslümanlara saldırmalarını öğütlemişdİ de, görüşünü benimsememişler ve Arapların adeti üzere çoluk çocuklarını bera­ber savaşa getirmişlerdi. Bu ise yenilmelerine sebep olmuştu. Düreyd, bununla ilgili olarak şu şiiri söylemişti.

"Kum vadisinde onlara doğru olanı emretmiştim. Fakat onlar benim doğ­ru emrimi ancak ertesi günün kuşluğunda (yenildikten sonra) anladılar."

"Ben onlardan biri olarak kendi lehlerine düşüncemi söylediğimde dinle­mediler ve doğruyu bulamadığımı zannettiler."

Savaş hakkında bir takım tavsiye ve görüşleri olduğu için Peygamber (s.a.v.) Düreyd'i öldürtmüştü.

f- Meyveli ağacı, üzüm ve hurma ağaçlarım kesme.

İmam Evzâî bu hadisin zahirine bakarak müslümanların dâru'l-harbde tahribata yönelik hareketlerde bulunmalarının caiz olmadığını söyler. Çünkü tahrib etmek fesaddır ve Allah Teâlâ fesada razı olmaz. Görüşüne şu âyeti de delil getirir:

"O, yeryüzünde iş başına geçti mi orada fesad çıkarmaya, ekini ve nesli kökünden kurutmaya başlar. Allah fesadı sevmez." [132] Nitekim Hz. Ali'den ri­vayet edilen hadiste de Peygamber (s.a.v.) bunu, seriyye komutanlarına tavsiye ediyordu.

Ebu'l- Hasan el-Kerhî, hadisin tamamım naklederek şu yorumu yapar: Size zarar veren, yani düşmanla savaşmanıza engel olanlar dışında, ağaçlan kesmeyiniz.

îrnam Evzâî şu hadiste rivayet edilenleri de delil olarak ileri sürer. Hadiste buyuruluyor ki: "Allah Teâlâ Peygamberlerinden birine vahyetti ki: Her kim yeryüzünün ululuk ve saltanatına itibar ederse, Davud hanedanı ile Fars ehlinin mülküne (ululuklarına) baksın. O Peygamber dedi ki: Ya Rab: Davud hanedanına gelince, onlar, kendisiyle yücelttiğin şeye layıktırlar. Ama (Mecusi olan) Fars ehlinin nesi var ki?" Cenab-ı Allah cevabında şöyle buyurdu: Onlar, beldelerimi imar ettiler. Kullarım da o imar edilen yerlerde yaşadılar."

Yeryüzünü mamur etmenin övgüye sebeb olduğu ortaya çıkınca tahribat yapmanın da kötü birşey olduğu anlaşılmış oldum.

Fakat biz deriz ki : İnsanlar, bu eşyadan daha çok hürmete layık iken, müşriklerin gücünü kırmak için insanın öldürülmesi caiz olduğuna göre onlar­dan daha değersiz olan binaları yıkmak ve ağaçları kesmek evleviyetle caizdir. Yüce Allah'ın: "...Allah yolunda onlara bir susuzluk, bir yorgunluk ve bir açlı­ğın erişmesi, kafirleri öfkelendirecek bir yere ayak basmaları karşılığında ken­dilerine salih bir amel yazılması içindir..."[133] âyetinde, söylediğimize delil var­dır. Daha sonra İmam Muhammed, Ebû Bekir hadisini şu şekilde te'vil etmiştir.

Hz. Ebû Bekir, Peygamber (s.a.v.)'in haber vermesiyle Şam'ın feth olunacağım ve müslümanların eline geçeceğini biliyordu. Onun için tahri­bat yapmaktan ve ağaçlan kesmekten askeri sakındırmiştır.

Nitekim bundan sonra bunu açıklamıştır. Peygamber (s.a.v.) den rivayet edilen hadisin te'vili de bu şekildedir. Görmüyor musun? Peygamber (s.a.v.)'in kendisi Sakif kalesine mancınık kurmuştur ki mancınığın yapacağı tahribat ortadadır.

g- Yemek amacı dışında, düşmanın sığır, koyun ve diğer hayvanlarını kesme.

Çünkü Rasulullah (s.a.v.)'in yemek kasdı hariç, hayvanın kesilmesini yasakladığı rivayet edilir. Hadis-i Şerifte savaşçıların dâru'l-harbde düşmana ait şeylerden yemek yemelerinin ve hayvanlanna yem vermelerinin, yemek için hayvanın kesilmesinin caiz olduğuna dair delil vardır. Yemek için hayvanın kesilmesinin caiz olması da bu cümledendir.

İmam Muhammed daha sonra bu hadisi başka bir senedle rivayet ederek sonuna şunları ekledi:  "ihanet etme."

İhanet etmenin yasak olduğu beyan edilmektedir. İhanet etmek, savaş­çının, yemek ve hayvanın yemi dışında kendi kendisine ganimetten birşeyler saklamasıdır, Bu ise, haramdır. Yüce Allah şöyle buyurur:

"... Kim emanete hıyanet ederse kıyamet günü, hainlik ettiği şey boynuna asılı olarak gelir..." [134] peygamber (s.a.v.) de şöyle buyurur: "Ğulûl (hiyanet) cehennemin ateşindendir."

h- Korkma

Çünkü Yüce Allah: "(Ey mü'minler), gevşemeyin." [135] buyurmuştur. Yani savaşta gevşeklik göstermeyin. Gazilerin korktuklarını izhar etme­leri onları savaştan soğutur.

ı - Fesad çıkarma ve isyan etme

Bazı alimler bu söz "sana emrettiğim konuda bana isyan etme demektir" derler. Çünkü tavsiyenin faydası, itaatta kendisini gösterir. Bazıları da: Şayet Allah'tan yardım diliyorsan, O'na isyan etme manasınadır, derler.

36- İmam Muhammed, aynı hadisi üçüncü bir senedle: Ab-durrahman b. Cübeyr b. Nufeyr el-Hadrami rivayetiyle tekrar şöyle nakleder:

Rasûlüllah (s.a.v.)' den sonra Hz. Ebû Bekir askerleri yola çıkmak üzere hazırlayınca- ki bu askerlerin bir bölüğünün başına Şurahbil b. Hasene, bir bölüğüne Yezid b. Ebi Süfyan ve diğer birine de Amr b. As'ı komutan tayin etmişti- Onlara "Diyarı benî Şurahbil" denilen yerde[136] toplanmak üzere Me­dine'den ayrılmalarını söyledi. Burası, Medine'ye altı mil uzak­lıktadır.

Halifenin, bir orduyu savaşa göndermek istediği zaman askerlere, şehrin dışında bir karargah kurmalarım emretmesi gerekir. Çünkü karargahta toplan­dıktan sonra bir arada hareket etmeleri, topluca evlerini terketmelerinden daha kolaydır.

Daha sonra Hz. Ebû Bekir karargâha gelerek anlara öğle namazını kıldırdı. Namazdan sonra ayağa kalkıp Allah'a hamd ve senada bulundu ve şöyle dedi:

"Sizler Şam'a gidiyorsunuz. Orası, Sebi'a bir yerdir. "Sebi'a" kelimesini, orada eziyet verici yırtıcı hayvanların çokluğuyla tefsir ettiler. Lakin yukarıdaki rivayet yanlış olup kelimenin doğrusu şebia'dır.

Yani orada o kadar çok nimet var ki, kişi onları seyrederek doyar. Sanki onları Şam'a gitmeye teşvik ederek "siz Medine'de çekilen açlık ve sıkıntıdan sonra öyle bir yere gidiyorsunuz ki, orası çok verimli bir yerdir", demektedir.

Sonra dedi ki: "Allah size yardım ediyor ve kudret veriyor ki, orada mescidler yaparsınız. Oraya sakın arzu ve heveslerinizi tatmin etmek için gitmeyin

Hz. Ebû Bekir (r.a.) bu sözü, Peygamber (s.a.v.) den duyarak söyle­miştir. Çünkü Peygamber (s.a.v.)'den rivayet edilen meşhur bir hadiste şöyle buyuru 1 maktadır:

"Sizler yakında Kisra ve Kayser'in hazinelerine hakim olacaksınız," Bura­dan da anlaşılıyor ki, Hz. Ebû Bekir'in onları tahribat yapmaktan ve ağaçları kesmekten alıkoymasının sebebi, buraların müslümanlarm eline geçeceğini bilrnesindendir. Ayrıca heva ve hevesten onları sakındırdı. Çünkü onlar cihad için çıkmışlardır ve cihad, dindendir. Yüce Allah şöyle buyurur :

"Dinlerini bir oyun ve bir eğlence yapan, kendilerini dünya hayatı aldatmış bulunan kimseleri (Öylece haline) bırak..."[137]

Hz. Ebû Bekir, sözüne şöyle devam etti: "Eşr'den sakının! Ama Ka'be'nin Rabbına yemin olsun ki, ona mübtelâ olacaksınız."

Eşr: Zenginleşen kimsede görülen bir nevi azgınlıktır. Yüce Allah şöyle buyurur.

"Çünkü insan kendini müstağni görünce azar"[138] Bu nedenle Hz. Ebû Bekir, Onları bu azgınlıktan sakındırmakla birlikte, buna mübtela olacaklarını da yemin ederek söylemiştir.

Hz. Ebû Bekir'in konuşmasının tamamı İmam Muhammed'in kitabında mevcuttur. Nihayet konuşmasını şöyle bitirdi:

"Ben buradan ayrıldığımda atlarınıza bininiz ve tek sıra olunuz ki teker teker hepinizle görüşeyim."

Halife meydanda orduyu teftiş ederken Hz. Ebû Bekir'in davrandığı gibi davranmalıdır.

Ravi diyor ki: Hz. Ebû Bekir, saffın başından sonuna kadar hepsine baka baka uğradı ve selam vererek şöyle dedi: "Allah'ım! İsrail oğullarının ruhlarını aldığın şeyle bunların da ruhlarını mızrak darbeleriyle ve taun (veba) hastalığıyla al. Haydi gidiniz. Allah'ın divanında; hepimizin topla­nacağı o yerde buluşmak üzere...

Bu sözlerin açıklanmasına gelince, Hz. Ebû Bekir (r.a.) bir daha dönme­mek niyetiyle savaşa gitmeye teşvik etmiştir. Nefsi, Allah'ın rızasına teslim etmek, ancak bu şekilde gerçekleşir. "Allahım! İsrail oğullarının canlarını aldığın şeyle onların da canını al." sözü, şehadete nail olmaları için bir duadır. Bazıları da dedi ki: Kasdı, Rasûlüllah (s.a.v.)'in şu sözüdür: "Ümmetimin helaki, mızrak vuruşları ve veba hastalığıyladır." Bu da, Şam'da yaygındı. Ebû Bekir (r.a.) şayet veba hastalığına yakalanacak olurlarsa, şehadet derecesine nail olmaları için dua etmiştir.

Burada kişinin, başka birine şehid düşmesi için dua etmesinde bir sakınca olmadığına delil vardır. Çünkü her ne kadar şeklen, ölüm için bir dua ise de, hakikatte hayat için bir duadır.

Hz. Ebû Bekir, bu karşılaşmasının onlarla son karşılaşması olduğunu söylemiştir. Bundan maksat, ya ecelin yaklaştığını haber vermek ya da onların geri dönmeyecekleri ve ancak kıyamet gününde karşılaşacaklarıdır.

Ravî diyor ki: Ordu yola koyulup Şam'a ulaştı. Bizanslılar onlara karşı çıktılar. Şam bölgesinden büyük bir ordu hazırlanmıştı. Durum Hz. Ebû Bekir'e bildirildiğinde Irakta olan Halid b. Velid'e haber vererek üç-bin atlı ile yardımlarına koşmasını emretti ve şöyle dedi:! Acele edin, acele" Allah'a yemin ederim ki, Şam köylerinden küçük bir köy, Irak'ın büyük bir kentinden bana daha sevimlidir.

Düşmanın İslâm ordusuna karşı büyük bir ordu hazırladığı haberini alınca, devlet başkanının, Hz. Ebû Bekir gibi hareket ederek takviye kuvvet göndermesi ve takviye kuvvetlerinin acele gitmelerini istemesi gerekir ki, İslâm ordusu yenilmeden savaş alanına varsınlar ve gidişlerinin bir anlamı olsun. Şayet İslâm ordusu yenilmişse artık takviye kuvvetleriyle toparlanması zordur.

Hz. Ebû Bekir'in Şam'ı, Irak'a tercih etmesi burasının Peygamberlerin gönderildiği mübarek bir bölge oluşu sebebiyledir.

Ravi diyor ki: Hz. Halid, yanındaki yardımcı kuvvetle birlikte Hz. Ebû Bekir'in emrine uyarak sur'atle Şam'a hareket etti. Bizans askerlerini yararak Dumayr ve Zenebe denilen yere vardı. Müslüman askerlerin Cabiye denilen yerde bulunduklarını gördü.

Bizans ülkesine tabi olan Arablar, Halid'in geldiğini duyunca korku­ya kapıldılar.

Çünkü Halid cesaretiyle meşhurdu. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) ona: Seyfullah (Allah'ın kılıcı) ismini vermişti. Arablardan bir şair bununla ilgili olarak şöyle der:

"Ey içki sunan cariye! Ebû Bekir'in süvarileri gelmeden önce sabah içki­lerimizi getir. Belki ölümümüz yakındır da bilemiyoruz."

Bu şiirin öyküsü meğâzî kitaplarında anlatılır Bu beyti söyleyen kişi, îslâm dininden dönenlerin büyüklerindendir. Cariyesi ona bir kadeh şarap getir­mişti. O da sırtını duvara dayayıp bu beyti söyledi ve kadehi alıp şarabı içmeye başladı. Tam o sırada Halid'in askerlerinden biri duvara tırmanmıştı. Beyti duy­duğu gibi adamın boynunu vurdu. Adamın kellesi, elindeki kadehin üstüne düştü.

Râvi diyor ki; Hz. Halid geldiğinde daha Önce isimleri geçen komu­tanlara- Şurahbil b. Hasene, Yezid b. Ebi Süfyan ve Amr b. As'a başko­mutan oldu. Bizans ordusu Antakya, Haleb, Kınnesrin, Hims ve Hama'yı terkederek kaçmaya başladı. O zaman Bizans Kralı, Heraklius idi. Ordu­sunun uğradığı yenilgiye sinirlenerek Rum topraklarına doğru yola koyul­du. Ordu komutanı Bahan, Herminiyye denilen yerde bulunuyordu. O da, beraberindeki askerlerle beraber hareket etti.

Buradan anlaşılıyor ki, Bizans ordusunun tamamı bir araya gelmişti.

İslâm ordusunun komutanları bir çadırda toplanıp savaş stratejisini görüşmeye başladılar. Yanlarında Kuzaa isminde biri vardı. Düşmanın du­rumunu tesbit etmek üzere onu casus olarak gönderdiler. Dönüşünde, gizli bir yerde onunla buluşarak getirdiği bilgileri değerlendirdiler.

Savaşlarda ordu konulanlarının casuslar göndererek düşman ordusu hak­kında bilgi toplamaları gerekir. Casuslar döndükleri zaman da, gizli bir yerde onlarla buluşmalıdırlar ki, onların casus oldukları bilinmesin. Ayrıca ordunun hepsi, düşmanın ne yapacağından haberdar olmamalıdır. Çünkü düşmanın durumunu bilmeleri savaştan korkmalarına sebep olabilir.

Râvi diyor ki: Tam o sırada Ebû Süfyan bastonuna dayanarak ko­mutanlara doğru geldi ve selam verdi. Komutanlar: "ve aleykesselâm. Ama, bize yaklaşma" dediler.

Ona "yaklaşma" demelerinin sebebi, onun henüz iyi bir müslüman ol­madığı doğrultusundaki kanaatleri idi.

Ebû Süfyan dedi ki: Hayret! Burada olduğum halde Kureyş'den bir grup aralarında savaş durumunu görüşüyor, ama beni aralarına almı­yorlar. Böyle bir şeyle karşılaşmaktansa ölmeyi tercih ederdim!... Çünkü Ebû Sûfyan, savaş işlerini bilmekle meşhur bir kimse idi. Komutanlardan biri: "Yaşlınız -Ebû Süfyanın- görüşünü dinlemek ister misiniz? Biliyorsunuz savaştan anlayan biridir," dedi. Diğerleri: "Dinleyelim" deyip onu aralarına aldılar ve: "Ne yapacağımızı söyle" de­diler. Ebû Süfyan: "Sizler komutansınız, siz bilirsiniz" dedi: "Görüşlerine ihtiyacımız var" demeleri üzerine Ebû Süfyan şöyle dedi: "Şu yaylada büyük bir tepe görüyorum." "Evet biz de görüyoruz." dediler. "Benim görüşüm o ki; gidip şu tepeyi arkanıza alın. İkrime b. Ebi Cehil'i bir mik­tar askere komutan tayin edin. Orduda ne kadar iyi okçu varsa onları komutasına verin. Onun bu işten iyi anladığını biliyorum .Bilal, sabah eza­nını okuduğu sırada İkrime komutasındakilerle birlikte çıksın. Okçular atlarını saf halinde dizsinler ve önlerinde çöküp nöbet tutsunlar. Şayet gece düşmandan bir baskın olursa Allah'ın izniyle onu püskürtmeye hazır olsunlar.

Şüphesiz bu, iyi bir görüş idi ve Uhud günü de Peygamber fs.a.v.) aynı şeyi yapmıştı. Şayet ganimet elde etmek arzusuyla okçular emre isyan edip yer­lerini terketmemiş olsaydılar müşriklerin yenilmesine sebep olacaklardı. Yüce Allah bu durumu şöyle dile getirir:

"... Nihayet öyle bir an geldi ki, Allah arzuladığı galibiyeti size göster­dikten sonra gevşeyip bu hususta çekiştiniz ve isyan ettiniz. Kiminiz dünyayı, kiminiz ahireti istiyordu."[139]

Râvi diyor ki: Komutanlar Ebû Sûfyan'm bu görüşünü kabul ettiler. Samimi olarak kendilerine öğüt verdiğine inanmışlardı. Tam gece karanlı­ğında Bizans süvarileri baskına geldi. Bu arada deve seslerini işitip müslü-maıılarin kaçtıklarına kesin kanaat getirdiler. Onun için de tam savaş dü­zeniyle baskın yapmaya ihtiyaç duymadan dağınık bir şekilde saldırdılar. Kimi önden, kimi arkadan geliyordu. Ama birden Ikrime'nin okçularıyla karşılaştılar. Bunu beklemiyorlardı. Okçular onları ok yağmuruna tuttu. Sabah güneş çıkmak üzereyken bozguna uğrayıp Vakusa denilen yerin yanındaki konaklama yerlerine kaçtılar. İkrime de yanındaki arkadaşlarıyla birlikte İslâm ordusunun bulunduğu yere geldi. Bu, Şam fethinin başlangıcı olmuştu.

Daha sonra da, İslâm ordusuyla düşman ordusu arasında savaş çıktı. Bizans başkomutanı Bahan, Halid b. Velid'e haber göndererek kendisiyle konuşmak istediğini bildirdi. Halid görüşme yapmak üzere çıktı. Arala­rında tercüman vardı. Bahan, Halid'e: "Yaklaş, size bir teklifimiz var. Burayı terk edip gideceksiniz. Buna karşılık biz de ordunuzda yaya olanla­rın her birine binek ve hepinize bol bol yiyecek verelim. Ayrıca verimsiz topraklarda yaşadığınızı biliyoruz. Adam başına beşer altın verelim. Zaten buraya bunun için gelmediniz mi?" dedi. Tam bu sırada Hz. Halid söze ka­rışarak: "Hayır, ülkemizde geçim sıkıntısı çektiğimiz için buraya gelmiş değiliz. Lakin çevremizdeki milletlerle savaşıp kanlarını içtik. Sonra duy­duk ki: Bizanslılar kadar kanı tatlı millet yoktur. Onun için kanlarınızı iç­meye geldik." O zaman Bizanslılar birbirlerine bakarak şöyle dediler: "Al­lah'a yemin ederiz ki, onlar hakkında duyduklarımız doğruymuş. Bu müs-lümanlar böyle şartlarla çekip gitmezlermiş; ya dinlerini kabul edeceğiz, ya da onlara tam itaat edip cizye vereceğiz. İstesek de, istemesek de..."

37- İmam Muhammed, bu anlattıklarından sonra dâru'l-harbde hurma ağaçlarının kesilmesi ve evlerin tahrip edilme­sinin caiz olduğuna dair: "Herhangi bir hurma ağacını kestiniz, yahut kökleri üstünde dikili bıraktınızsa, hepsi Allah'ın izniy-ledir. Kim Allah'a muhalefet ederse, şüphe yok ki, Allah' in azabı çetindir."[140] ayetini delil olarak getirdi. İmam Zührîye göre "acve" denilen hurmanın en iyi cinsi hariç, diğer hur­ma ağaçlarının hepsi kesilebilir. .

Dahhâk ise, ayette geçen "linetun" iyi meyve veren ağaca denir", demiştir.

Ayetin inişi Nadîroğulları olayında olmuştur. Peygamber (s.a.v.), Medi­ne'ye geldiğinde ne kendisinin lehinde, ne de aleyhinde bulunmayacaklarına dair onlarla antlaşma yapmıştı. Amr b. Ümeyye, yanlışlıkla KUâb kabilesinden iki kişiyi Öldürmüştü. Peygamber (s.a.v.) beraberinde Ebû Bekir, Ömer ve Ali (r.a.) olmak üzere Nadiroğullan kabilesine gitti. (Arablarda adet olduğu için) antlaşmalı olan Nadîroğullarından, Kilab kabilesinden öldürülen iki kişinin di­yetini ödemek üzere yardım taleb etti. Peygamber (s.a.v.)'e : Ya Ebe'l-Kasım, otur seni ağırlayalım, yemek yedirelim ve ondan sonra istediğin meblağı vere­lim." dediler. Sonra Huyay b. Ahtab, onları bir tarafa çekerek: "Bugünkü fırsat bir daha ele geçmez. Bugün Muhammed'i öldüremezseniz kolay kolay onu Öldüremezsiniz" dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.)'i öldürmeğe kalkıştılar. Cebrail (a.s.) gelip durumu Rasûlüllah'a haber verdi. O da, kalkıp Medine'ye döndü. Cenâb-ı Allah bu konuda şöyle buyurur:

"...Hani bir güruh size saldırmaya kalkmıştı da Allah onlara mani ol­muştu"[141] Rasulullah (s.a.v.) asker toplayıp onları muhasara etti ve dedi ki: "Buradan çekip gidin. Her yıl bir defa gelip meyvelerinizi toplarsınız" Ama onlar bunu reddettiler. Rasulullah (s.a.v.) onbeş gün onları muhasara altında tuttu. Sokakların girişlerini kapatıp duvarların arkasından müslümanlarla savaşıyorlardı. Cenâb-ı Allah bu konuda şöyle buyurur :

"Onlar surla çevrilmiş kasabalar içinde yahut duvarlar arasında bulun­madan sizinle toplu bir halde vuruşamazlar..."[142]

Müslümanlar, onlarla savaşabilmek için onların evlerini yıkmaya koyul­dular. Dış taraftan her bir duvar yıkılıp bir gedik açtıklarında onlar da iç taraftan bir duvar yıkıp daha içerdeki evlere sığmıyorlardı. Yüce Allah olayla ilgili olarak şöyle buyurur:

"...Öyle ki evlerini hem kendi elleriyle, hem mü'minlerin elleriyle tahrip ediyorlardı..."[143] Nihayet sıkıştıkça sıkıştılar. Münafıklar, yardımlarına koşa­caklarına dair onlara söz vermişlerdi, ama onlar da yardıma gelmediler. Yüce Allah onlarla ilgili olarak da şöyle buyurur:

"Eğer sizinle harbedilirse muhakkak ve muhakkak biz, size yardım ede­riz." diyen o münafıkları görmedin mi?..."[144] Rasulullah (s.a.v.) hurma ağaç­larının kesilmesini emretmişti. Emrine uyularak ağaçlar kesildi. Halbuki yahu-diler o ağaçların bir dalını, bir köle yahut cariyeye değişmezlerdi. Onlar birbir­lerine: "Hurma ağaçları gittikten sonra artık burada kalmamız anlamsızdır." dediler. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.)'e seslenerek şöyle dediler: "Ya Ebe'l-Kâsım! Hani sen bozgunculuktan sakındırıyordun, o hurma ağaçlarının ne suçu var ki, onları kesip yakıyorsunuz? Canımız, çoluk-çocuğumuz ve silahlarımız hariç develerimizi, taşıyabilecekleri kadar yükleyip burayı terketmemiz husu­sunda bize güvence verir misin?"dediler. Peygamber (s.a.v.): "Evet" dedi. O zaman kalelerinin kapılarını açtılar. Yapılan antlaşma üzerine Rasûlüllah (s.a.v.) onları buradan çıkardı.

Bir rivayete göre Rasûlüllah (s.a.v.) Ebû Leylâ el-Mazinî ve Abdullah b. Sellâm'ı ağaçlan kesmek üzere görevlendirdi. Ebû Leylâ, "acve" denilen hurmanın en iyi cinsinin ağaçlarını, Abdullah da "levn" denilen âdi hurma ağaç­larını kesiyordu. Ebû Leylâ'ya neden "acve" ağaçlarını kestiği sorulduğunda: "Çünkü onları kesmek yahudileri daha çok kızdırıyordu" dedi. İbn Sellâm'a da neden "levn" ağaçlarını kestiği sorulduğunda: "Biliyordum ki, Allah Peygam­berini galip getirecek ve mallarını ona ganimet bırakacaktır. Bu sebeple malla­rının en güzeli olan acvenin kalmasını istedim." cevabım verdi. Bunun üzerine:

Kafir kitap ehlinin yurtlarında "hurma ağaçlarını kesmeniz veya onları kesmeyip gövdeleri üzerinde ayakta bırakmanız Allahm izniyledir"[145] âyeti indirildi.

Başka bir rivayete göre de: Yahudiler, duvarların üstünden şöyle dediler: "Sizler "bizler müslümanız, fesat çıkarmayız" diyordunuz. Halbuki görüyoruz ki hurma ağaçlarını kesiyorsunuz. Allah bunu emretmemiştir. Ağaçlara dokun­mayın hangi taraf galip gelirse ağaçlar o tarafındır." Müslümanlardan bazısı, "doğru söylüyorlar" dediler. Bazısı da: "Onları tahkir ve kızdırmak için kese­lim" dediler. Bunun üzerine Yüce Allah her iki tarafın da sözlerinin kendi rıza­sına muvafık düştüğünü belirtme sadedinde yukardaki âyeti indirmiştir.

38- İmam Muhammed, söylediğini ispatlamak için Üsâme bin Zeyd'den rivayet edilen şu hadisi de delil olarak getirdi: "Peygamber (s.a.v.) sabahleyin "Übnâ"[146] denilen yere baskın yapıp orayı yakmamızı emretti.

Bir rivayete göre ismi geçen yer "Übnâ" değil, "Ebyaf'tır. Üsâme'nin babası Zeyd b. Harise burada Öldürülmüştü. Rasûlüllah (s.a.v.), olaya son derece üzülmüş ve Üsâme'yi üçbin kişinin basma geçirip oraya gitmesini ve baskın düzenleyip orayı yakmasını emretti. Ordu savaşa gitmeden önce Rasû-lüllah (s.a.v.) vefat edince Hz. Ebû Bekir (r.a.) Rasûlüllah'ın emrini yerine geti­rerek orduyu aynı yere göndermiştir.

39- Zûhrî'nin rivayetine göne Peygamber (s.a.v.) Tâif yolun­da Evtâs'tan geçerken Mâlik b. Avf en-Nasrî'nin köşküyle karşılaştı ve yakılmasını emretti Bu olayla ilgili olarak Hassan (r.a.) şöyle der:

"Büveyre denilen yerde Luey oğulları üzerine büyük bir yangın ne de rahat yayıldı.

İmam Muhammed der ki: RasûlüIIah (s.a.v.) Tâif kalele­rinin muhasarasında ordu komutanı idi. Ancak henüz muha­sara olmaksızın Mâlik b. Avf'ın köşkünün yakılmasını emret­miştir. Yakılmasını emretmesi, Mâlik b. Avf ı tahkîr etmek ve üzmek içindir. Buradan da anlıyoruz ki, küfür yurdunda ağaç­ları kesmekte ve evleri yıkmakta bir sakınca yoktur.

40- Râvi diyor ki: RasûlüIIah (s.a.v.) daha sonra Taife varıp bağlarının kesilmesini emretti.

Bu konuda meğâzî kitaplarında bir olay anlatılır. Tâifliler buna şaşarak şöyle dediler: "Hurma ağacı ancak on yılda meyve veriyor. Onlar kesildikten sonra ne yapacağız? Sonra bazıları kahramanlık gösterisinde bulunarak kale duvarlarının üzerinden şöyle bağırdılar: "Ağaçlarımızı kestiyseniz su, toprak ve güneş onlar yerine bize başkalarını verecektir." Bazıları böyle diyenlere: "Şayet gizlendiğiniz delikten çıkabilirseniz, tabi" diye cevap verdiler.

RasûlüIIah (s.a.v.) ayrıca Hayber hurmalıklarının da kesilmesini emret­miştir. Hatta Hz. Ömer (r.a.) ağaçlan kesenlerle karşılaşıp, onlara engel olmağa kalkışınca "RasûlüIIah (s.a.v.)'in emridir." dediler. Bunun üzerine Hz. Ömer, RasûlüIIah (s.a.v.)'e gelerek: "Hurma ağaçlarının kesilmesini siz mi buyur­dunuz." dedi. RasûlüIIah (s.a.v.): "Evet" cevabını verince, Hz. Ömer: "Allah Hayber'i sana vadetmedi mi?" dedi. RasûlüIIah (s.a.v.) : "Evet vadetti." dedi. Hz. Ömer : "O halde kendinin ve ashabının hurmalıklarını kesiyorsun, de­mektir." dedi. Bunun üzerine RasûlüIIah bir münadiye ağaçları kesmeye son vermeleri için emir verdi.

Râvi diyor kî: Bazı kimseler haber verdi ki, onlar Natâh kalesinin hurma­lıklarında kılıç izleri görmüşler ve kendilerine bunlar RasûlüIIah (s.a.v.)1 in kesilmesini emrettiği ağaçlardır denilmiştir.

Natâh, Hayber kalelerinden birisinin ismidir. Rivayete göre Hayber Ya­hudilerinin altı kaleleri vardı: Şık, Natâh, Kamus, Ketîbe, Sülâlim, Vatîha

41- Ömer b. Hattab (R.A), Şam'daki valisine bir mektup yazarak dedi ki:"Sen yanındakilere emret, bazen ayakkabılı ve bazen de yalınayak dolaşsınlar.

Bazen ayakkabılı ve bazen de yalınayak yürüsünler ki, her iki duruma da alışsınlar.

Hadis-İ Şerifte rivayet edildi ki: "RasûlüIIah (s.a.v.) her işe sağdan baş­lamayı severdi. Hatta ayakkabısını giymesinde ve saçını taramasında bile"

Hadis-i Şerifte geçen "teraccele" kelimesi, saçını tarama anlamına geldiği gibi binekten yere inme anlamına da gelir. Hz. Ömer'in yalın ayak yürümelerini istemesi, onlara şefkatinden dolayıdır. Şayet küfür yurdunda yalınayak yürümek mecburiyetiyle karşı karşıya gelirlerse zorluk çekmesinler diye.

Hicret sırasındaki mağara olayından sözederek Hz. Ebû Bekir (r.a.) şöyle der: "Rasulullah (s.a.v.)'İn ayaklarının tabanına baktım, kan damlıyordu. Çünkü yalınayak yürümeye ahşmamıştı". Onun için fakihler yalın ayak ve uzun me­safeli yarışlar yapmayı müstehab saymışlardır.

Hz. Ömer (r.a.) mektubunda izar ve rida[147] giyinmelerini söyledi.

Yani namaza giderken ve halk arasına çıkarken izar ve rida giymeden çıkmasınlar. Her ne kadar tenha bir yerde tek kat elbiseyle namaz kılmabilirse de müstahab olan izar ve rida, giyerek kılmaktır. Hz. Ömer'in Rida giyilmesini emretmesi, bu giysinin Arab giysisi olmasından dolayıdır.

Atları eğitsinler

Maksat atların İhtiyaç anında yumuşak başlı olmaları için yahut ürkme-mek üzere eğitilmeleridir. Nitekim Hadis-i Şerifte şöyle buyurulur :

"Atlar ürktüğü için dövülür ama sürçtüğü için dövülmez." Çünkü sürçme binicinin dizginleri iyi tutmamasından olabilir. Ama ürkme hayva­nın huysuzluğundandır. Onun için ürkme hususunda at eğitilir. Haç teşhir edilerek halka gösterilmesin.

Yani, zimmiler müslüman memleketlerde haçlarını teşhir ederek sokak­lardan geçmesinler. Çünkü bu, müslümanları hafife almak anlamına gelir. Hal­buki müslümanları hafife alsınlar diye onlara teminat vermedik.

Domuzlar onların yakınında olmasın.

Yani Müslüman şehirlerde zımmilerin açıktan açığa içki kullanıp satma­ları ve domuz besleyip satmalarına engel olsunlar. Çünkü bu bir günahtır ve onu açıktan işlemelerine imkan verilmez; Ama bunu kendi evlerinde ve üzerinde antlaşma yapılan kiliselerinde yapabilirler. Çünkü bu, şirk koşmalarından ve Allah'tan başkasına ibadet etmelerinden daha kötü bir şey değildir. Kendi evle­rinde Allah'tan başkasına ibadet etmelerine engel olunmazken buna da tabiatıyla engel olunmaz.

İçki içilen sofraya oturmasınlar.

Müslümana yakışan bu gibi sofralara oturmamaktır. Hatta mümkün ise münkerden sakındırma yoluyla içki içenlere engel olmaya çalışır. Değilse ora­dan uzak olmalıdır. Çünkü lanet sofrada bulunanların hepsinin üzerine iner. Nitekim, Rasulullah (s.a.v.) kıyametin şartlarından bahsederken şöyle buyu­rur: "Sofralarının üzerinde içki kaseleri dolaştırılır ve Allah'ın laneti üzerlerine iner."

Peştemal giymeden hamama girmesinler.

Çünkü avret yerlerini örtmek farzdır. Hadis-i Şerifte şöyle buyunılur: "Kim Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsa izarsız (peştemalsız) hamama gir­mesin ve hanımını hamama sokmasın."

Acemlerin ahlakından sakınınız.

Lüks hayat ve böbürlenme gibi müslümanların ahlakına ters düşen acem­lerin ahlakından sakınınız. Acemlerden maksat, mecusilerdir. Böylece anlamış oluyoruz ki, müslümanların ahlakından olan hususları yapmakta bir sakınca yoktur. İmam Muhammed daha sonra açıkladığımız şekilde hadisi açıklayıp sonunda şöyle dedi:

Bunları açıkça işlemek istedikleri zaman müslüman şehirlerden uzak bir yerde yapsınlar.

Mesela köylerde yapabilirler. Çünkü şehirler dini sembollerin mer­kezleridir. Buralarda bu gibi çirkin şeylerin yapılması müslümanları hatife almaktır. Bu ise, köyler için söz konusu değildir. Rasullullah (s.a.v.) köylüler için şöyle buyurur: " Onlar dünyadan habersizdirler" Rasululah (s.a.v.) bu hadisiyle bedevilerin cehaletlerine ve dini emirlere bağlılıklarının gevşekliğine işaret buyurmuştur.

İmam Şemsü'l-Eimme -Allah rahmet etsin- şöyle der: "Bana göre doğru olan, İmam Muhammedin bu sözlerle Küfe köylerini kast ettiğidir. Bu köylerde oturanların hepsi zımmi yahut Rafızîlerdir. Ama bizim bulunduğumuz bu diyarda, hem şehirlerde, hem köylerde bu işleri yapmaları yasaklanır. Çünkü buralardaki köyler cemaatle namaz kılman mescidlerden ve onlarda va'zeden vaizlerden yoksun değildir. Bunlar ise, dinin sembolleridir.

42- Ebû Üseyd es-Sâidî'den, Bedir günü Rasulullah (s.a.v.) 'in şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Size yaklaştıkları zaman onlara ok atın ve yüzyüze gelmeden kılıçları çekmeyin."

"Üzerinize çullanırsa" Sözü, size yaklaşıp hücum etmeleri anlamın Bu ise, stratejik bir davranıştır. İhtiyaç anında ok atarak düşmanı kendilerinden savmalarım emretmiştir. Bu, onların Savaşmasına izin verilmediği zaman için­dir. Çünkü Rasulullah (s.a.v.) Bedir'de Allaha yalvarmak için Hz. Ebû Bekir' le beraber gölgeliğe çekilip ashabını savaşmaktan sakındırdığı bir sırada bu sözünü söylemiştir.

"Kılıçları çekmeyin" sözü ise, kılıcı düşmana ulaşmasından emin olun­caya kadar gazinin onu kınından çıkarmasının münasib olmayacağını açıkla­maktadır. Ancak kılıç çekmede şer'î bir kerahet yoktur. Bu da düşman için bir oyundur. Kılıçların parlaması, düşmanı korkutur.

Bazı alimler de dedi ki: Düşman yaklaşmadan kılıç çekmek korkaklık alemetidir. Yüce Allah şöyle buyurur:

"... Birbirinizle çekişmeyin. Sonra bozguna uğrarsınız ve heybetiniz gider. Bir de sabr ve sebat edin Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir."[148]

 

Emırlık -Ordu Komutanlığı

 

43- Sayıları az veya çok olsun, devlet başkanı bir yere bir seriyye gönderdiği zaman başlarına birini emir tayin etmeden onları yola çıkarmamalıdır.

Rasulullah (s.a.v.)'e uyarak birini komutan tayin etmek vacibtir. Çünkü kendisi seriyyeler göndermiş ve mutlaka her defasında birini başlarına komutan tayin etmiştir. Şayet başlarına bir komutan tayin etmemek caiz olsaydı, bunun caiz olduğunu belirtmek için ber defa olsun komutansız bir seriyye gönderirdi. Çünkü seriyyede bulunanların bir karar etrafında toplanmaları şarttır. Bu ise, ancak başlarında bir komutanın bulunmasını gerektirir ki, onlara bir şey emretti­ğinde yerine getirsinler. Savaşta konutanm emrine itaat etmek bazı savaş usûlle­rini bilmekten daha yararlıdır. İtaat yoksa komutanlığın anlamı kalmaz. Rasu­lullah (s.a.v.) şöyle buyurur: "Bana itaat eden, tayin ettiğim emire itaat etsin. Emirime isyan eden ise, bana isyan etmiştir."

44- İmam Muhammed, daha sonra söylediklerimize delil olarak bir hadis-i şerif getirip Peygamber (s.a.v.)in şöyle bu­yurduğunu belirtir:

"Bir yolculukta üç kişi bir araya geldi mi, en küçükleri bile olsa Kur'anı en iyi bilenlerini başkan seçsinler.11 Kur'an'ı en iyi bilenin tercih edilmesi, onun diğerlerinden daha faziletli olu­şundan dolayıdır. Daha sonra şöyle dedi: Onlara İmam olan o kişi artık onların emiridir ve Rasulullah (s.a.v.)'üı tayin ettiği emir gibidir.

Bu ve buna benzer hadislerle sahabe, Hz. Ebû Bekir (r.a.)'ın hilafetine delil getirip dediler ki: Rasulullah'm, din işinizi yürütmek için seçtiği kişiye dünya işiniz için ona nasıl rıza görtermezsiniz?

Yolcu iki kişi bile olsa efdal olan, birinin diğerine başkan olmasıdır. Çün­kü bu, anlaşıp ihtilaf etmemeleri için daha geçerlidir.

45- İmam Muhammed kitabında Selman[149] b. Amir'in ri­vayet ettiği şu hadisi nakletmektedir. Peygamber (s.a.v.) sefer­lerinin birinde gece yola koyuldu. Uyku sersemliğiyle berabe­rindekiler düzensiz bir şekilde dağıldılar. Kimi çok ileri gider­ken kimi de geride kaldı. Ebû Bekir ile Ebû Ubeyde (r.a.)'ın develeri yolun bir tarafındaki ağaca yanaşıp ondan otlamağa başladılar. Daha sonra Ebû Bekir ve Ebû Ubeyde (r.a.) uyuya-kaldılar. Uyandıklarında gördüler ki Rasulullah ve Sahabe onları bırakıp gitmişler. Konaklanan yere yaklaşıp sesin ulaşa­cağı mesafeye geldiklerinde Rasulullah (s.a.v.) onlara seslendi: "Biriniz diğerine emir oldu mu?" "Evet, ya Rasulullah" dedi­ler. Rasululah (s.a.v.) "Doğru hareket etmişsiniz." buyurdu.

Yolcular da, hırsızların baskınından korktukları zaman emirlerine itaat etmek ve çarpışmaya ihtiyaç duyulduğu zaman onun emirlerine göre hareket etmek için birini başlarına baş­kan seçsinler. Ama böyle bir korku sözkonusu olmadığı du­rumlarda başkan seçmemelerinde bir sakınca yoktur.

İmam Muhammed der ki: Devlet başkanının savaştan anla­yan birini ordunun başına geçirmesi vacibtir. Başa geçirilen kişi de tedbirli olmalı, orduyu ne körü körüne tehlikeler üze­rine sürmeli ve ne de ele geçen fırsatları kaçırmalıdir. Devlet başkanı ordunun da hamişidir ve bu görevini tam bir şekilde yerine getirebilmesi için bu konularda denediği kimseyi başla­rına komutan tayin etmelidir. Şayet onları ele geçen fırsatlar­dan alıkoyarsa kaçan fırsat bir daha ele geçmeyebilir. Şayet kendi cesaretine güvenerek tehlikelere kendisini atarsa onlar da mecburen ona tabi olacaklardır. Kendisi cesaret ve kuvve­tiyle canını kurtarabilir ama olabilir ki kendileri bunu bece­remezler ve helak olurlar.

46- İmam Muhammed söylediklerini teyid etmek için Hz. Ömer'in valilerine yazdığı şu sözü nakleder. Bera b. Mâlik'i müslüman ordulardan hiç birine komutan tayin etmeyin. Çünkü kendisi onları tehlikenin üzerine üzerine götürür.

Berâ, Enes b. Mâlik'in kardeşi olup zühd hususunda Rasulullah (s.a.v.)1 in seçkin ashabından biridir. Mertebesinin yüksekliği konusunda Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurur: "Nice pejmürde ve eski elbiseli kimse vardır ki halk onu hakir görüp itibar etmez. Ama Allah'a yemin edip şu şöyle olacaktır derse, Allah sözünü doğru çıkarır. İşte bunlardan biri Bera b. Mâlik'tir."

Rivayet edilir ki, bazı gazvelerde müslümanlar zor duruma düştüler. Bu­nun üzerine Bera' b. Mâlik'e: "Dua etmeyecek misin? Hani Rasulullah (s.a.v.) senin için, o malum sözü söylemiştir", dediler. "Bera ellerini havaya kaldırıp: Allah'ım düşmanların omuzlarını bize ihsan eyle de kılıçlarımızı onlarla dene­yelim." şeklinde dua etti. Onun bu duasından hemen sonra düşman yenilip kaçtı.

Bununla beraber Hz.Ömer (r.a.), tedbirsiz cesaretinden dolayı onun orduya komutan tayin edilmesinden sakındırdı. Çünkü o kadar gözü kara idi ki her tehlikeye hiç aldırmadan yürürdü.

Ebû Müslim'in Merv şehrinden çıkardığı Bermekilerin ileri geleni Nasr b. Seyyar'in şöyle dediği anlatılır: Acem büyükleri ittifak etmişlerdir ki, ordu ko­mutanlığına geçirilecek kimsede hayvan hasletlerinden on tanesi bulunmalıdır: Horozun cesareti, tavuğun şefkati, domuzun saldırganlığı, köpeğin -yara üze­rindeki- sabrı, turnanın hırsı, tilkinin kurnazlığı, karganın uyanıklığı ve çökmek nedir bilmeyen Horasan hayvanlarının gürbüzlüğü.

47- İmam Muhammed der ki: Şayet emir bu konuda bilgi sahibi değilse, ona yol gösterecek bir vezir seçsin. Yüce Allah şöyle buyurur:[150] "Bana kendi ailemden bir de kardeşim Ha­run'u vezir ver." Şayet böyle bir vezir seçmemişse, ordudan bu işten anlayan birkaç kişiyi seçer ve onlara danışıp görüşlerin­den istifade eder. Çünkü Rasulullah (s.a.v.), evinin nafakasına varıncaya kadar her hususta sahabeyle meşveret ederdi. Aynı zamanda bunu yapmakla da emrolunmuştu. Allah Teâlâ şöyle buyurur: "... yönetim işinde onlarla müşavere et..."[151]Peygam­ber (s.a.v.) de: "Meşveretten dolayı hiç bir topluluk helak ol­mamıştır" buyurmaktadır.

İmam Muhammet! der ki: Emir meşverete başvurduktan sonra vardığı sonucu halka emreder. Onlar da ona itaat edip aykırı hareket etmemelidirler. Rasulullah (s.a.v.): "(Emire) isyan eden kimseye cennet helal olmaz," buyurur.

Rivayet olunur ki, Peygamber (s.a.v.) savaşa son verilme­sini istediğinde bir münadiye, savaşa son verdiğini ilan etmesini emretti. Daha sonra Peygamber (s.a.v,)'e falan şehid edildi" denildi. O da : "Ben savaştan menettikten sonra mı?" diye sor­du. "Evet" dediler. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.): "(Emi­re) isyan eden kimseye cennet helal olmaz." buyurdu.

Şehadet derecesiyle birlikte Peygamber (s.a.v.)'in onun hak­kında böyle buyurması, bile bile emire isyan etmenin hiçbir su­rette helal olmayacağını göstermek içindir. [152]

         

Seriyyeler Gönderme

 

48- İmam Muhammed, Sahr el-Gâmidî'den naklen Pey­gamber (s.a.v.)rin şöyle buyurduğunu rivayet etti: "Allahım! Ümmetimin erkencilerine bereket ihsan eyle." Peygamber (s.a.v.) bir yere seriyye göndermek istediği zaman günün evvelinde gönderirdi.

Burada ihtiyaç sahibinin ihtiyacını gidermek hususunda erken davran­masının gerektiğine delil vardır. Çünkü böyle davrandığı takdirde Rasulullah (s.a.v.)'in duasının bereketiyle ihtiyacını gidermesi daha kolay olur,

Rasulullah (s.a.v.): "Sabah erken davranmak kazançtır yahut[153] amacı elde etmektir." buyurdu.

Bu sebeple ilim tahsili için sabah erkenden çıkmanın müstehap olduğu söylenmiştir. Denildi ki; İlim ancak, karganın sabah çok erkenden uçması gibi erken tahsiline çıkmakla elde edilir.

Burada Devlet Başkam bir seriyye göndermek istediği zaman günün evvelinde göndermesi gerektiğine dair delil vardır.

Denildi ki: Ayrıca Perşembe ve Cumartesi günleri gönderilmelidir. Çün­kü Peygamber (s.a.v.)'in şöyle buyurduğu rivayet edilir "Allahım Cumartesi ve Perşembe günlerinin erkencilerine bereket ihsan eyle."

49- Rivayet edilir ki, Hz. Ömer b. Hattab (r.a.)> devesini bağlamış bekleyen birini gördü. Ona: "Seni burada alıkoyan nedir?" diye sordu. O adam: "Cuma'dır; cuma namazım kıl­mak için bekliyorum." dedi. O zaman Hz. Ömer: "Cuma, yolcuyu alıkoymaz. Kalk yoluna git." dedi.

Bu, her ne kadar, cumadan kaçma şüphesi taşıdığı için bu günde yola çıkmanın mekruh olduğunu söyleyen dar görüşlüler varsa da, cuma günü savaş, hac yahut başka herhangi bir maksatla yola çıkmakta şer'i bir sakınca olma­dığına delildir. Onların bu anlayışına karşılık biz deriz ki:

Diğer günlerde yolculuk mekruh olmadığına ve bu günlerde çıkan bir kimseye, sen namazların yarısından kaçıyorsun, denilmiyeceğine göre, cuma günü yolculuğa çıkmak da mekruh olmaz. Ramazanda da yola çıkmak caizdir. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) Ramazandan iki gün geçtikten sonra Medine'den Mekke'ye hareket etmiştir. Burada da orucu eda etmekten kaçma şüphesi yok­tur. Ayrıca zevalden sonra yola çıkacak kimseye zevalden önce cuma vacib de­ğildir ki, yola çıkması vacibten kaçış olsun? Bize göre zevalden önce yola çık­masında bir sakınca olmadığı gibi zevalden sonra çıkmasında da sakınca yoktur. İmam Şafii -Allah rahmet etsin- ise, vakte bağlı ibadetlerin eda edilmesinin vacib oluşunda, vaktin evveline itibar eder. Ona göre vaktin başlangıcında mu­kim olan bir kimse, yolcu olmakla cumanın vücubiyeti üzerinden sakıt olmaz. Diğer günlerde yola çıkacak kimse de, Öğle namazını mukim olarak kılar.

Bize göre ise, ibadetin vucubiyetinde vaktin sonuna itibar edilir. Onun için diğer günlerde vaktin sonunda yola çıkacak olan kimseye o vakit için yolcu namazı kılması gerekir. Cuma günü öğle vakti çıkmadan önce şehrin imar sınırını geçecek olan bir kimseye cuma namazı vacib olmaz. İster zevalden önce şehri terketsin, ister zevalden sonra terketsin, farketmez. Ama Öğle vakti son buluncaya kadar şehrin İmar sınırından dışarı çıkmayacağını biliyorsa o zaman cumayı kılması gerekiyor. Cumayı eda etmeden çıkamaz.

el-Kitâb' da İmam Muhammed der ki: "Çünkü cumayı eda etmek onun üzerine bir farzdır." Bu açıklama, İmam Muhammed'in temel yaklaşımına da­yanmaktadır. Zira Ona göre mukim için aslolan, cuma namazının farz oluşu­dur. Namaz bölümünde bu konudaki ihtilafı belirtmiştik.

İmam Zafer ise, vaktin sonuna İtibar etmez. Ona göre ancak cumayı kıla­bileceği miktar kadar vaktin daralmasına itibar olunur. Bu hükümde o da, kendi kuralına dayanır. Çünkü ona göre vucubiyetin sebebi, artık daha fazla gecikti­rildiği zaman o farzı yerine getirecek vaktin kalmayacağı sınırında ortaya çıkar. Onun için der ki: O sınırdan sonra aybaşı kanı gören bir kadın o vaktin namaz sorumluluğundan kurtulmuş olmaz.

Vakit darlığı ortaya çıkıncaya kadar şehri terketmeyecek kimsenin de cumada hazır bulunması gerekir.

Serahsî dedi ki: Hocamız İmam Şemsu'l-Eimme el-Hulvânî der ki: Bu mesele bana şüpheli geliyor. Çünkü vaktin sonuna itibar edilmesi ferdi olarak kıhnabilen namazlarda sözkonusudur. Oysa cuma namazını kişi, yanlız başına kılamaz. Onu, ancak imam ve cemaatle birlikte kılabilir. Bundan dolayı yolcu, şayet halk namazını eda edinceye kadar şehri terk etmeyecekse, cumayı onlarla birlikte kılması gerekiyor.

Bu şüphe, İmam Züfer'in kuralına göre çözüme bağlanır. Çünkü ona göre, kılma imkanına itibar edilir. Daha fazla geciktirildiği takdirde namazı kılma imkanı bulunmayan son vakit vucubiyetin sebebidir. Bize göre ise vucubiyete sebeb, vaktin son bölümüdür.

50- İbn Abbas (r.a.) Rasulullah (s.a.v,)'in şöyle buyurdu­ğunu rivayet eder:

"Ashabın hayırlısı dörttür. Seriyyelerin hayırlısı dörtyüz-dür. Ordunun hayırlısı ise, dörtbindir. On ikibinlik bir ordu­nun sözü bir olursa, sayı azlığından dolayı asla yenilmez." Denildi ki: "Ashabın hayırlısı dörttür." sözünden maksat, sahabüerimin hayırlısı dörttür demektir ve bununla Raşid Halifeler kastedilmiştir.

Ayrıca denildi ki: Bununla, sözün zahiri kastedilmiştir. Bu söz, Ebû Ha-nîfe ile İmam Muhammed'in, cuma namazının imam hariç üç kişilik cemaatle kılınabileceğine delildir. Çünkü ashabın (arkadaşların) hayırlıları, yardımlaş-malarıyia farz eda edilenlerdir.

Hadiste serİyyenin, ordudan daha az olduğuna delil vardır. Seriyyeye bu ismin verilmesi, gece yola devam edip sayısının azlığından dolayı gündüz pusuya giren küçük birlik oluşundandır. Büyük birliğe ordu denilmesinin sebebi ise, sayısının çokluğundan dolayı askerlerin dalga dalga bir görüntü arzetmesİn-den ve bir coşku havasını estirmesinden dolayıdır. Bundan kasıt, dötyüzden az sayıdaki birliğin seriyye olamayacağı değil, sayıları dörtyüze ulaşınca, mura­dına ermeden dâru'l-harbten dönmeyeceğidir.

"Onikibin kişilik bir ordu, sayısının azlığından dolayı yenilmez." sözü ise, bu sayıya ulaşan İslâm ordusunun, sayısı daha çok olsa bile, düşman ordu­suna yenilmesinin beklenmediği anlamındadır. Çünkü yenilmeyen galibtir. Lakin galib gelebilmesi için askerlerin sözlerinin bir olması gerekiyor. Huneyn günü, müslümanların sayısı onikibin olduğu halde yenilmişlerdir. Nitekim Yüce Allah:

"...Yeryüzü, o genişliğine rağmen, size dar gelmişdi. Nihayet bozularak gerisin geri dönüp gitmiştiniz."[154] buyurur.

Ama aralarında münafıklar ve henüz îslamını güzelleştirmemiş; daha yeni müslüman olmuş Mekke halkından kimseler bulunduğu için sözleri bir olmamıştır.

Böyle bir orduda birlik varsa kaçmaları caiz değildir. Çünkü o zaman üç kolordu durumundadırlar. En iyileri olan dörtbini sağ kanatta, dörtbini sol kanatta ve dörtbini de merkezde. Üzerinde ittifak olunan çoğulun asgari sınırı, şer'i hüküm itibariyle sayıca daha çok olan çoğul gibidir.

51- Rasûhıllah (s.a.v.)'in şöyle buyurduğu rivayet edi­lir: "Seriyye komutanlarının hayırlısı Zeyd b. Harise'dir. Gani­metleri eşit paylaştırır ve halk arasında adil davranır."

Zeyd, Hz. Haticenin kölesi idi. Onu, Rasulullah (s.a.v.)'e hediye etmişti. Evlat sayma neshedilinceye kadar bu durum böyle devam etti. Yüce Allah onun hakkında şöyle bururur :

"Hatırla o zamanı ki, Allah'ın kendisine mi'met verdiği ve senin de yine kendisine lutufta bulunduğun zata sen: "zevceni uhdende tut. Allah'tan kork... demiştin."[155]

Rasûlüllah (s.a.v.), onu sekiz ayrı seriyyeye komutan tayin etmişti. Ni­hayet Mu'te'de öldürüldü. Rasulullah (s.a.v.), komutanların en hayırlısı oldu­ğunu söyliyerek onu övdü. Hayırlılık vasfını haiz oluşunu da bu iki haslete bağ­ladı. Çünkü seriyye komutanı bu iki haslete muhtaçtır. Bunlar, yukarıda geçtiği gibi, ganimetleri eşit bir şekilde taksim etmek ve askerler arasında çıkacak an­laşmazlıkların çözüme bağlanmasında adil davranmaktır.

Bazıları, İmam Muhammed'in rivayeti bu şekilde nakletmesini ayıplamış­lar ve rivayet: "Aksemühüm bi'sseviyyeti ve a'deluhum bi'rra'ıyyeti" şeklinde olmalıydı demişlerdi Buna karşılık deriz ki: îmam Muhammed hadisi bu lafızla rivayet ettiğine göre, naklettiği şekilde kullanılması da sahihtir.

52- İmam Muhammed der ki: Devlet başkanının, başarabi­leceği takdirde bir yahut iki veya üç kişiyi seriyye olarak gön­dermesinde bir sakınca yoktur. Çünkü Peygamber (s.a.v.)'in Hendek savaşı günlerinde Huzeyfe b. el-Yeman'ı yalnız başına gönderdiği rivayet edilmiştir. Ayrıca Abdullah b. Üneys ile Dıhye el-Kelbi'yi ayn ayrı yalnız başlarına, İbn Mes'ud ve Habbâb'ı da beraber gönderdiği rivayet edilmektedir.

Peygamber (s.a.v.)'in, üç kişiden az seriyye göndermeyi yasaklayan hadisinin izahı vardır:

Ya üçten az göndermek dinde mekruh olmadığı halde Rasu­lullah (s.a.v.) müslümanlara olan şefkatinden böyle buyur­muştur.

Ya da efdal olanı belirttmek için böyle buyurmuştur. Yani efdal olan, üçten az olmamasıdır. Ta ki düzeni bozmadan biri Önde ikisi arkada saf bağlayıp cemaatle namaz kılabilsinler. Peygamber (s.a.v.)'den rivayet edilen: "Yola tek başına çıkan süvari, şeytandır. İkisi, iki şeytandır. Üç ise cemaattir." hadisinin manası budur.

Deriz ki: Seriyye göndermekten maksat, sadece savaş değildir. Bazen düşmanın durumunu teftiş edip gizli durumları hakkında haber almak için gön­derilir. Bu gibi işlerde bir kişinin düşman tarafına sızması üç kişinin sızma­sından daha kolaydır. Olabilir ki, iki kişi sızarlar da, bunlardan biri haber getirir, diğeri ise bu arada yeni haberler toplar. Bu durumda iki kişi olmaları daha yararlıdır. Bazen de hedef, savaşmak yahut düşmanın ileri gelenlerini gizlice öldürmektir. Bu durumda da üç ve daha fazla kişinin bu işi gerçekleştirmeleri daha uygundur. Bunlara karar vermek, emire aittir.[156]

 

Bayrak, Sancaklar Ve Parola

 

53- Sancakların beyaz ve bayrakların siyah olması daha uygundur. Çünkü hadisler bu şekildedir.

Raşid b. Sa'd (r.a.)'ın şöyle dediği rivayet edilir: "Rasu­lullah (s.a.v.)'in bayrağı siyah ve sancağı beyazdı."

Urve b. Zübeyr (r.a.) dedi ki: Rasulullah (s.a.v.)'in bayrağı siyah olup Hz. Aişe'nin hırkasından yapılmıştı ve ismi Ukâb idi.

"Ukab", Peygamber (s.a.v.)'in bayrağının ismiydi. Nitekim başka eşya­larının da ismi vardı: Sarığının ismi es-Sehab, atının ismi es-Sekb ve katırının ismi de Düldül'dür. Sancak, sultana ait olan ve onun önünde çekilen bez parça­sına denir. Bayrak ise, her komutan ve askerin altında toplandığı bez parçasıdır.

54- Peygamber (s.a.v.)'in ilk olarak ne zaman bayrak kullan­dığı hususunda ihtilaf vardır. İmam Zührî der ki: Hayber sa­vaşına kadar bayrak yoktu, sancaklar vardı.

Başkaları, Bedir günü Rasulullah (s.a.v.)'in bayrağının ren­gi siyahtı, derler.

Buradan anlaşılıyor ki,Hayber'den önce bayrak vardı. Bayrakların siyah olmasının hoş karşılanması, savaşçıların siyah rengi seçmelerindendir. Her topluluk kendi bayrağının etrafında savaşır. Savaşta dağılırlarsa, tekrar kendi bayrakları çevresinde toplanırlar. Siyah renk ise, gü­nün aydınlığında iyi görünür. Hele tozlu ve dumanlı zamanlarda başka renkler­den daha iyi seçilir. Onun için siyah renk seçilmiştir.

Şer'î yönden ise, bayrakların beyaz, san yahut kırmızı olmalarında bir sa­kınca yoktur. Sancaklarda beyazın seçilmesi ise, Rasulullah (s.a.v.)'in: "Allah'ın yanında elbisenin en sevimlisi, beyaz olanıdır, Canlılarınız beyaz giysin. Ölülerinizi de onunla kefenleyin." şeklinde hadisi vardır.

Her orduda ancak bir sancak bulunur. Askerler ihtiyaç duydukları zaman durumlarını arzetmek üzere sancağa gelirler. Çünkü baş komutan burada bulu­nur. Sancak için beyaz rengin seçilmesi, komutanlara ait olan siyah bayraklar

arasında rahatlıkla seçilebilmesi içindir.

55- Seleme b. el-Ekva1 (r.a.) dedi ki: Allah'a yemin ederim ki, Hayber günü bir baktım kendimi Hz. Ali (r.a.)'m peşinde koşar buldum. Ancak ona varmadan kendisi Hayber kalesine girdi. Hemen sonra tarlalarda çalışacak olan yahudi işçiler çık­tı. Bir rivayette ise, savaşçı yahudiler çıktı, denilmektedir. Müslümanlardan taraf olan kale kapısını açtılar. Bu Natât de­nilen kale idi ve yahudiler korkularından içten üç duvar daha örmüşlerdi. Düşman atlarının içeri girmesi mümkün değildi. Yahudiler, müslümanlarla açık alanda savaşmak sevdasıyla o duvarların ve kalelerin dışına; açık alana çıktılar. Bahadırları Mirhab ismindeki zat, şu beyitleri okuyarak dışarı fırladı: Hayber halkı bilir ki, ben Mirhab'im Pür silah denenmiş bir bahadırım. Bazen vurur, bazen vurulurum.

Ben hazır olursam, hazır bulunmayanlara ihtiyaç bırakmam. Mirhab ismindeki bu şairi Hz. Ali öldürmüştür. Olay Meğâzî kitaplarında etraflıca anlatılır. İmam Muhammed'in bu hadisi zikretmesinden maksat, sonun­da geçen Peygamber (s.a.v.)'in, askeri birliklere bayraklar dağıttığını belirt­mektir.

Daha önce sancaklar vardı. O gün bayraklar da kullanılmaya başlandı.

56- İmam Muhammed dedi ki: Savaşa çıkan her gurup pa­rola kullanmalı ki kaybolan kişi, gurubunu bulmak için o pa­rolayı kullansın. Her sancağa mensub olanların da bir parolası olmalıdır. Ta ki mensub bulunduğu birliği kaybeden kişi, sora­rak onu bulabilsin. Aslında bu, dince vacib olan bir şey değil­dir. Dolayısıyla bir parola tesbit etmeseler günahkar olmazlar.

Ancak savaşta bu daha iyi ve daha geçerlidir. Üstelik rivayet­lere uygun olan da budur. Nitekim Sinan b. Vebra el-Cühenî Şu haberi vermektedir: "Biz Müreysî yani Benî Mustalık gaz­vesinde Rasulullah (s.a.v.)'Ie beraberdik. Parolamız: "Ey galip öldür" idi

Yani düşmana galip geldin, onlardan dilediğini öldür. Peygamber (s.a.v.)' in Bedir günü parolası da buydu. Uhud gününde ise: "Öldür! Öldür!" idi.

57- Hz. Aişe (r.a.) dedi ki: Rasulullah (s.a.v.) Muhacirlerin parolasını: "Ey Abdurrahman oğulları!" Hazrec kabilesinin-kini de: "Ey Abdullah oğulları!" Evs'inkini de: "Ey Ubeydul-lah oğulları" şeklinde tesbit etmişti, Ahzab savaşının bir gece­sinde de şöyle dedi: Şayet bu gece düşman saldırısına uğrarsa­nız, "Ha Mim, Galip gelmezler" parolanızdır. Bu, düşmanın zafere erişemeyeceğine dair kesin bir yemindir.

58- Huneyn günü Müslümanların parolaları: "Ey Bakara suresinin sahipleri." idi. Müslümanlar yenilip dağılınca Rasu­lullah onları bu parola ile çağırıp: "Ey Bakara suresinin sahip­leri. Yanıma gelin, şüphesiz ben, Allah'ın kulu ve Rasulü-yüm." dedi ve düşmana doğru saldırdı. Sesini duyan müslü-manlar hemen etrafında toplanmaya başladılar.

Müslümanlar, Peygamber (s.a.v.)'in etrafında toplanınca müşrikler kaçmaya başladılar. O zaman Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: " Yasin'e yemin ederim ki yenildiler." Rasulullah (s.a.v.)'in bu sözü, düşmanın yenilgi haberini vurgulayan bir yemindir.

Netice olarak parola, bir alamettir. Müslümanların devlet başkam, dile­diği parolayı seçer. Ancak müslümanın galip geleceğine delalet eden kelimeleri seçmesi, uğurluluk getirir, umuduyla daha evladır. Rasulullah (s.a.v.)1 de iyiye yormaktan hoşlanırdı.[157]

 

Savaşta Dua Ve İslam'a Davet Etmek

 

59- Abdullah b. Ebi Evfa (r.a.)'ın rivayetine göre Rasu-lullah (s.a.v.) düşmanla karşılaştığı zaman Savaştan önce şöyle dua ederdi

"Allah'ım! Bizler de senin kullarınız, düşmanlar da senin

kullarındır. Başlarımız da, onların başlan da senin Kudretinin

elindedir. Allah'ım onları mağlub et, bizi de onlara galib kıl. Bu hadis-i şerifte, savaşa giden her müslümanın Peygamber

(s.a.v.)re uyarak savaştan önce dua etmesinin gerekli olduğuna

dair delil vardır.

Çünkü dua ile mü'mine rızık ve yardım gelir, çeşitli bela ve düşmanın şerri bertaraf olur. Yüce Allah bize dua etmemizi emrediyor:

"... Artık onlar da davetimi kabul edip bana inansınlar ki doğru yolda yürüyenlerden olsunlar."[158] "Rabbinize gönülden ve gizlice yalvarırı. Doğrusu O aşırı gidenleri sevmez."[159] Önceki Peygamberlerin de düşmana beddua ettikleri haber verilmektedir. Nuh (A.S.) şöyle demiştir :

"Rabbim! Yeryüzünde hiçbir kafir bırakma!"[160] Hz. Musa (A.S.), Hz. Harun (A.S.)'m da düşmana bedduada bulundukları nakledilmektedir.

60- Müslümanlar savaş için müşrik bir kavimle karşı kar­şıya geldikleri zaman şayet o kavim İslam'ı duymamış ise sa­vaştan önce onları İslam'a davet etmelidirler.

Çünkü Yüce Allah:".,. Biz Peygamber göndermedikçe kimseye azap etmeyiz."[161] buyurmuş; Peygamber (s.a.v.) de ordu komutanlarına bunu emret­miş ve: "Onları, Allahtan başka ilah bulunmadığına şehadet etmeye çağırın" bu­yurmuştur. Değilse, kendileriyle yapılan savaşın, mallarını elde etmek ve çoluk çocuklarını esir almak amacıyla yapıldığını sanabilirler.. Halbuki din için kendileriyle savaştığımızı bilseler, savaşa ihtiyaç kalmadan çağrımızı kabul ede­bilirler.

Önce, İslâm'] kabullenmeye çağırılmaları, hikmet ve iyi öğütle Allah'ın yoluna bir çağrıdır ki, onunla başlamak vacibdir.

İslâmı duymuşlarsa, onlardan cizyeyi kabul edip etmeyeceğimizi bil­meyebilirler. Onun için savaşa başlamadan onları cizye vermeye davet ede­riz. Rasulullah (s.a.v.) ordu komutanlarına bunu da emretmiştir. Şayet ondan sonra savaşılacaksa, savaşın sona erdirilmesi de cizye vermeyi kabul etmeleriyle gerçekleşir. Yüce Allah: "... Boyunlarını büküp kendi elleriyle cizye verene kadar onlarla savaşın."[162] buyurmaktadır.

Cizye vermeyi kabul ettikleri takdirde müslümanlarm bazı hükümlerine bağlanmış ve muamelatta onlara iaat etmiş olurlar. Bu nedenle şayet cizye ver­me diye bir şey bilmiyorlarsa, bunun onlara teklif edilmesi gerekiyor.

Ancak mürted yahut Arap putperestleri gibi kendilerinden cizyenin kabul edilmeyeceği bir topululuk iseler, o zaman ya İslamı ya da savaşı kabul ederler.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bedevilerden geri kalmış olanlara deki: Güçlü kuvvetli bir millete karşı, onlar müslüman olana kadar savaşmaya çağrılacaksınız, eğer itaat ederseniz Allah size güzel ecir verir, ama daha Önce döndüğünüz gibi yine dönecek olursanız, sizi can yakan bîr azaba uğratır."[163]

Şayet İslâmı kabul etmezlerse, cizye vermeleri teklif edilmeden on­larla savaşa başlanır. Eğer İslâmı kabullenmeleri için çağrı yapılmadan onlarla savaşılır ve öldürülürlerse, müslümanlar üzerine ne diyet, ne de keffaret gerekir.

Çünkü diyet veya keffaretin gerekmesi için onları koruyacak bir durumun (dokunulmazlık) olması gerekir Dokunulmazlığın da alimler arasındaki farklı görüşlere göre ya dâru'I-İslâmda olmaları yahut İslâmı kabullenmeleridir. On­ların dokunulmazlığını sağlayacak bir durum bulunmadan mücerred olarak öl­dürülmelerinin yasaklanması diyet yahut keffareti gerektirmez. Nitekim harb ehlinin kadın ve çocuklarının öldürülmeleri yasaklandığı halde öldürüldükleri takdirde diyet ve keffaret gerekmiyor. Çünkü burada yasaklama sadece öldür­meyi Önlemek içindir.

61- Şayet İslâm daveti daha Önce kendilerine ulaşmışsa, müslümanlar dilerlerse gelecekte mazeretlerini ortadan kaldır­mak ve uyarmak için davet ederler. Dilerlerse, onlara çağrı yapılmadan savaşırlar. Çünkü onlar, ne için onlarla savaşıldı-ğını biliyorlar. Bazen düşmana böyle bir çağrıda bulunmak müslümanlara zarar verebilir. O zaman çağrı yapılmadan sa-vaşılmasmda bir sakınca yoktur.

İbn Abbas (r.a.) den gelen bir rivayette: "Rasulullah (s.a.v.) çağrıda bulunmadan hiçbir kimseyle savaşmamıştır." sözü ile Hz. Talha'dan rivayet edilen "Rasulullah (s.a.v.) çağrıda bu­lunmadan müşriklerle savaşmazdı" sözüne gelince; Bunun te'vili, İmam Muhammed'in de kitabında belirttiği gibi, şöyledir

62- O zaman onlara İslâmı ilk tebliğ eden kişi Peygamber (s.a.v.) idi: Onlardan çoğu Peygamber (s.a.v.)'in onları neye davet ettiğini bilmiyordu. Onun için Peygamber (s.a.v.) onları İslama davet etmeden savaşa başlamazdı. İmam İbrahim Ne-haî'den de aynı görüş nakledilmiştir. Hatta kendisine Deylem halkına çağrı yapılıp yapılmaması hususunda sorulduğunda dedi ki: "Onlar, neye çağırıldıklarını biliyorlar." Yani savaştan Önce İslama çağın İmaların a gerek yoktur.

Demek istiyor ki bu meselede Peygamber (s.a.v.)'in durumu ile duru­mumuz bir değildir. Yahut Rasulullah (s.a.v.), belki tevbe ederler diye onları yumuşatmak için böyle yapıyordu. Yoksa bunun vacip oluşundan dolayı değil. Rasulullah (s.a.v.), vakti geldiğinde savaşı bırakıp ashabiyla birlikte namaz kılar ve namazdan sonra savaş alanındaki yerine döndüğünde tekrar onları İslamı kabul etmeye davet ederdi.

63- Ata' b. Yesâr'm rivayetine göre Peygamber (s.a.v.) Hz. Ali'yi bir yere gönderdi ve ona şöyle söyledi: Haydi arkana bakmadan git. -Yani sana ne emrettiysem hepsini yap.- Hz. Ali "Ya Rasulallah onlara nasıl davranayım?" dedi. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: Onların bulunduğu alana vardığında onlar seninle savaşmadan onlarla savaşma. Şayet seninle savaş­maya başlarlarsa, senin taraftan birini öldürünceye kadar sen savaşa başlama. Bir de senin taraftan Öldürdükleri kimseyi onlara göstermedikçe de onlarla savaşa girme. Onlara o öldü­rüleni gösterdikten sonra şöyle de: "Hala, La ilahe illallah demiyecek misiniz?" Şayet söylemeyi kabul ederlerse onlara de ki: "Namaz kılacak mısınız?" Şayet "Evet" derlerse, onlara de ki: "Mallarınızdan zekat verecek misiniz?" Bunu da kabul ederlerse, artık onlardan başka birşey isteme. Allah'a yemin ederim ki, Allah'ın senin vasıtanla birini hidayete kavuştur­ması, senin için güneşin üzerine doğup battığı herşeyden daha hayırlıdır."

Hiç şüphesiz bu zikredilenlerin hepsi, böyle davranmak vacip olduğu için değil, onlarla uzlaşma yollarını araştırma kabilindendir.

64- Abdurrahman b. Âiz'in rivayetine göre: Rasulullah (s.a.v.) bir yere bir ordu gönderdiği zaman onlara şöyle derdi:

"İnsanların gönlünü kazanmaya çalışın ve onlara ihtimam gösterin. Onları İslama davet etmeden üzerlerine saldırmayın. Yeryüzünde bulunan inanların her çeşitini; yerleşik olanını, göçebe olanını İslama kazandırmanız, erkeklerini öldürüp çocuk ve kadınlarını getirmenizden bana daha sevimlidir."

Ebû Osman en-Nehdî diyor ki: Davet ettiğimiz de olurdu, etmediğimiz de.

Yani bazen davetimizi yapardık, bazen de yapmadan hü­cum ederdik. Bu da gösteriyor ki, her iki durum da caizdir. Şa­yet inanmaları ümit ediliyorsa, davet defalarca tekrar edilir. Ama böyle bir ümit yoksa, davet yapmadan saldırmakta bir sakınca yoktur.

Bunun delili, Rasulullah (s.a.v.)'in Ebû Katade b. Rib'ıyy'ı ondört kişiyle birlikte Gatafan kabilesinin üzerine gönderişini anlatan rivayettir. Bu rivayete göre Rasulullah (s.a.v.) onlara şöyle demiştir:

"Onlara baskın yapın, ama kadın ve çocukları öldürmeyin."

Ravi, daha sonra Ebû Katâde'nin yerinde olan tedbirini zikrederek der ki: Onlardan büyük bir semte geceleyin saldırdığımızda Ebû Katâde bize şunu tav­siye etti: "Tekbir getirdiğim zaman siz de tekbir getirin. Saldırdığım zaman siz de saldırın. Ama ganimet elde etmek için içerilere kadar sokulmayın". Ayrıca bizi ikişer kişilik guruplara ayırarak dedi ki: Sizden hiç biriniz, öldürülünceye yahut haberini bana getirme ihtiyacını duyuncaya kadar arkadaşından ayrılma­sın. Döndüğü zaman, kendisine arkadaşından haber sorduğunda, "Ondan habe­rim yok" diyecek olan sakın bana gelmesin."

Ravi diyor ki: O semti kuşattığımız zaman birisinin: "Ey yeşil!" [164] diye seslendiğini duydum. Kendi kendime bunu hayra yorumladım ve hayırla karşı­laşacağım dedim. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) de buna benzer yorumlar yapardı. Mesela Hz. Ebû Bekir'le birlikte mağaradan çıkıp Medine'ye hicret etmek üzere yola koyulduğunda yolda Büreyde el-Eslemi ile karşılaştı. Ebû Bekir'den onun ismini sormasını istedi. "Büreyde" karşılığını verdiğinde, Peygamber (s.a.v.) "İşimiz serinledi, işimiz kolay oldu" buyurdu. Büreyde, Eşlem kabilesinden olduğunu söyleyince de, Peygamber (s.a.v.) : "Kurtulduk; selamete erdik" buyurdu.

Buradan anlıyoruz ki, buna benzer hayra yormada bir sakınca yoktur.

İslam ordusu Ceyhun nehrini geçince bir adamın oğlunu: "Zafer" diye çağırdığını duydular ve bunun üzerine: "Zafere erdik" dediler. Başka biri de oğlunu : "Alvân" diye çağırıyordu. Bunun için de : "Yükseldik" dediler.

Zeyd b. Harise (r.a.) den de, kendisinin komutan olduğu bir müfrezenin buna benzer şekilde davrandığı rivayet edilir. Ayrıca der ki: Sabahın alaca ka­ranlığında kabilenin bulunduğu yere vardık. Rasulullah (s.a.v.), Müstalik Oğul­larına aniden saldırdı. Onların bundan haberleri yoktu. Hayvanları da su başın­daydı. Karşı koyanları öldürüp geri kalanları esir etti. Esirler arasında Hâris'in kızı Cüveyriye de vardı. Üsâme (r.a.) a, Übnâ kabilesine[165] saldırmasını ve evlerini ateşe vermesini emretti. Davet yapılmadan baskın yapılmıştı.

65- Hasan-ı Basrî'nin şöyle dediği rivayet edilir: Rumlar (Bizanslılar) için davet yoktur. Çünkü onlar çok öncelerden davet edilmişlerdi.

Yani zamanımızdan önce onlara davet ulaşmıştır. Yahut bu sözünden

maksadı, Hz. İsa'nın onlara, Muhammed (s.a.v.)'le müjdelemiş olduğu ve gön­derildiği zaman ona inanmalarını emrettiğidir. Yüce Allah Hz. İsa'nın bu müj­desini söz konusu ederek şöyle buyurur :

"...Benden sonra gelecek ve adı Ahmed olacak bir peygamberi müjde­leyen, Allah'ın size gönderilmiş bir peygamberiyim, demişti..."[166]

Başarı Allah'tandır.[167]

 

Atlardaki Bereket Ve Atların İyileri

 

66- İbn Ömer (r.a.)'ın rivayetine göre Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Atlar öyle hayvanlardır ki, kıyamete kadar alınlarında hayır vardır."

Yani atlar cihad ve düşmanı korkutma işinde kullanıldıkları için sahip­lerine sevap kazandırırlar. Yüce Allah:

"Ey inananlar! Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar -Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanlarınızı ve bunların dışında Allah'ın bilip sizin bilmediklerinizi yıldırmak üzere- kuvvet ve savaş atlan hazırlayın. Allah yolunda sarfettiğiniz herşey size haksızlık yapılmadan ödenecektir."[168] buyuruyor.

Hadiste geçen "hayır" dan maksat, atlar sebebiyle ganimetten bir pay haketmektir. Yüce Allah: "Birinize ölüm geldiği zaman, eğer mal bırakıyorsa, ana babaya, yakınlara, uygun bir tarzda vasiyet etmesi -Allah'a karşı gelmekten sakınanlara bir borç olarak- size farz kılındı."[169] ayetinde malı hayır ile isim­lendirmiştir. Ganimet de bir hayırdır. Çünkü mal, elde etme yolîannm en yüce-siyle elde edilmiştir ve ona "hayır" ismi verilir.

67- Salih b. Keysân'm rivayetine göre Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu :

"Atların hayırlısı, yelesi ve kuyruğu kızıl olandır."

Bu vasıf, atların yeleleriyle kuyruklarına bakılarak anlaşılır.

68- Abdullah b. Ebî Nüceyh es-Sekafi der ki: Peygamber (s.a.v.) in şöyle buyurduğunu duydum :

"Bereket alnı sakar, yağız, üst dudağında beyazlık bulunan

üç ayağı sekili ve sağ ayağı başka renk olan* atlardadır. Bu

atlar yoksa siyah at bu vasfı taşır."

"Alnında bir dirhem yahut daha küçük miktarda beyazlık olan ata Akrah denir. Şayet beyazlık daha çok ise ona Ağar denir. Siyah ata Edhem denir. Üst dudağında ve burun deliklerinin üzerinde beyazlık bulunana Ersem denir.

Sağ ayağı dışında üç ayağı beyaz olan ata Muhaccel denir.

Erce! de beyazlık sadece sağ ayağında bulunan attır ki, uğursuzluğa yorumlanır. Sağ ayağı dışında üç ayağında aklık bulunan ise iyiye yorumlanır. Cahiliyette Arapların atlarla ilgili yargıları buydu. Peygamber (s.a.v.) de bunu değiştirmemiştir.

69- Ömer b. Hattab (r.a.) Sa'd b. Ebi Vakkas (r.a.)'a bir mektup yazarak şöyle dedi! Hiçbir atı iğdiş etme ve hiçbirini üst üste iki milden fazla koşturma.

Kimi yukarıdaki sözün zahirini alarak atın iğdiş edilmesini mekruh saymıştır. Nitekim rivayet edilir ki, Hz. Ali, Rasulullah (s.a.v.) den atların iğdiş edilmesini sormuş, o da: "Kim bunu yaparsa, ahirette nasibi yoktur" buyur­muştur. Yüce Allah'ın: hikaye ettiği şeytanın "... Allah'ın yarattığını değiştir­melerini emredeceğim..."[170] sözünü de buna uygun olarak te'vil etmişler ve bu değiştirmeden maksat hayvanların iğdiş edilmesidir, demişlerdir.

Bizim görüşümüze göre ise, atın iğdiş edilmesinde bir sakınca yoktur. Rasulullah (s.a.v,)'in zamanından bugüne kadar bu iş yapıldığı halde karşı çıkan olmamıştır. İğdiş edilmiş atı satın almak ve ona binmekte bir sakıncanın olma­dığı hususunda ittifak vardır. Rasulullah (s.a.v.) in de iğdiş edilmiş bir atı vardı. Şayet iğdiş etmek mekruh olsaydı, satın alınması ve binilmesi de mekruh olurdu ki, halkın bu işi yapmalarım engelemek için bir tedbir alınırdı.

Ömer (r.a.) dan nakledilen yasaklama sözünü, İmam Muhammed kita­bında şöyle te'vil eder:

70- Atın kişnemesi düşmanı korkutur. Oysa iğdiş etme, atın kişnemesini giderir.

İğdişin hoş karşılanmaması dince haram oluşundan değil, bu sebebten dolayıdır. Atın, üst üste iki milden fazla koşturulmasının yasaklanması ise, taşı­yamayacağı bir işin ona yükletilmemesidir. Ama onları eğitmek için atlarla yarış yapılırsa bunda bir sakınca yoktur.

71- Amir eş-Şa'bî'nin rivayetine göre Hz. Ömer (r.a.) hem at koşturmuş ve hem de yarışlara katılmıştır.

Dayanamayacakları derecede olmaması şartıyla atları yarıştırmakta bir sakınca yoktur. Rivayete göre Rasulullah (s.a.v.) le Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer (r.a.) yarışmışlardır. Rasulİullah (s.a.v.) birinci gelmiş, Hz. Ebû Bekir bir at boyuyla ikinci, Hz. Ömer de üçüncü olmuştur.

72- Mücahid'den yapılan rivayete göre Resûlullah (SA.V) şöyle buyurmuştur. " Ok atma ve at yarışlarından başka bir eğlencede melekler hazır bulunmaz."

73- Ebû Hureyre'den rivayete göre Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur. " At, deve ve ok atmanın dışında yarış yoktur."

74- Rivayete göre Rasulullah (s.a.v.) in Adbâ isminde bir devesi vardı ki, her yarışta birinci gelirdi. Bedevi bir Arap gencecik devesiyle Adbâ'yı geçti. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.): " Allah'ın bu dünyada yükselttiği hiç bir şey yoktur ki, bir gün onu düşürmesin." buyurdu.

Atletizm yarışlarında da bir sakınca yoktur. Zührîderki: Rasûlullah'm Ashabı arasında yarışlar, atlarla, develerle ve ayaklarla yapılırdı. Çünkü gaziler, hayvanlara binme ve onları  koşturma eğitimine muhtaç

oldukları gibi yeri geldikçe bineksiz koşmaya da muhtaçtırlar ve bu konuda da

kendilerini eğitmelidirler.

75- Yarışma için mükafat konursa bakılır, şayet mükafat taraftarlardan biri tarafından konmuş ve "beni geçersen sana şu mükafatı veririm, ama ben geçersem senden birşey almam" şeklinde ise bu istihsan yoluyla caizdir. Çünkü Rasulullah (s.a.v.): şöyle buyurmuştur:

" Mü'minler koştukları şarta bağlı kalırlar Oysa kıyasa göre, malı heba etmek anlamına geleceğinden caiz olmaması gerekirdi. Ama her iki taraf mükafat koyarsa caiz olmaz. Çün­kü bu, kumarın ta kendisidir. Kumar ise haramdır. Ancak ara­larında bunu helal kılacak biri bulunursa, o başka. Helal kılın­masına sebeb olacak şahıs, üçüncü şahıstır. Bu da, üçüncü şah­sın ortaya bir mükafat koymaması ve şayet kendisi onları ge­çerse, mükafatları her ikisinden alması ve kendileri onu geçtik­leri takdirde ondan birşey almamaları şartıyla caizdir. Böylece üçüncü şahıs araya girmiş olur ve diğer ikisinden her kim bi­rinci gelirse diğerinden mükafatı alır. Bu, caizdir.

Bu üçüncü kişi meselesi, Said b. Müseyyib'den mervidir. Ancak üçüncü şahsın, birinci gelme ihtimali bulunan bir hayvana binmiş olması gerekir. Şayet böyle bir ihtimal yoksa, aralarına katılması anlamsızdır. Onun için de mesele, kumar olmaktan kurtulmaz.

Serahsî der ki: Üstadımız Şemsü'l-Eimme buna kıyasla talebeler arasında böyle mükafath yarışmaların caiz olduğuna dair fetva verirdi. Bir meselede iki talebe arasında ihtilaf olur ve onlardan biri, hocaya soralım, şayet senin dediğin çıkarsa senden birşey almam derse, bu, caizdir.

Ama her iki taraf ortaya mükafat koyarsa o zaman kumar olur.

At yarışlarında bu mükafatın caiz olması, cihada yardımcı olmasından dolayıdır. Burada da ilim tahsiline yardımcı olacağı için caizdir.

76- Safvan b. Amr es-Seksekî'nin rivayetine göre, Ömer b. Abdülaziz Seksek halkına bir mektup yazarak onların atları koşturmalarını yasaklamıştır.

Bundan maksat, hayvan satıcılarıdır. İhtiyaç olmadığı halde atı koşturup yormaktan onları yasaklamıştır. Yahut hayvanı zorlayan koşudan sakındirmıştır. Çünkü bu, müşteriyi aldatmaktır ve aldatmak da haramdır.

Ayrıca gayesiz; sırf eğlenceden ibaret olan koşu kastedilmiş olabilir. Çünkü atlara iyi davranmamız emredilmektedir. Onlar, düşmanı korkutma ve savaş işlerinde kullanılan değerli hayvanlardır. Sırf eğlence için onları koşturup yormak caiz değildir.

77- Safvân, devam ederek dedi ki: Ömer b. Abdülaziz, kıpçasmın ucuna demir takıp onunla atı dürten kimsenin ata binmesini de yasakladı.

Bazı kimselerin yaptığı gibi hayvanı koşturmak için başka hiçbir sebeb yokken yaralayıcı bir demirle onu dürtmek caiz değildir. Nitekim Araplar, ayakkabılarının altına bir demir çakarak atlarını koşturduklarında bu demirlerle onları dürterlerdi. Daha önce belirttiğimiz gibi bu, caiz değildir. Ömer bin Abdülaziz, cihad yahut başka bir maksat olmaksızın sırf eğlenmek için atın koşturulmasını yasaklamıştır[171].

 

Hayvanlara Çıngırak Takmanın Zararları

 

78- Ka'b dedi ki: Savaşa giden hiç bir İslâm ordusu yoktur ki Allah hayvanları hakkında şöyle bağıran bir melek gönder­mesin: "Allahım çıngıraklı olanları hariç, bineklerini sağlam ve ayaklarını demirden kıl"

79- Halid b. Mâdan rivayetine göre Peygamber çıngıraklı bir binek gördü ve "Bu, şeytanın bineğidir dedi.

80- Ümmü Habibe'nin rivayetine göre Peygamber şöyle bu­yurmuştur: "Çıngırak bulunan kervana melekler yanaşmaz"

Bazı alimler, bu rivayetlerin zahirine bakarak, savaşta olsun, başka hu­suslarda olsun bineğe çıngırak takmayı mekruh görmüşlerdir.

Hz. Aişe'den yapılan bir rivayete dayanarak küçük çocuğun ayağına çın­gırak takmayı da mekruh görmüşlerdir. Bu rivayete göre Hz. Âişe bir kadının yanında ayağına çıngırak takılmış bir çocuk görmüş ve o kadına: "meleklerin nefret ettiği şu şeyi ondan uzaklaştır" demiştir.

Bizce bu rivayetlerin izahı, dâru'l-harb'te gaziler için çıngırak takmanın mekruh olduğudur. Şayet düşmana gece bir baskın yapmak isteseler, düşman hemen onların farkına varır. Şayet düşman topraklarına sızan bir seriyye olsalar, düşman hemen onları bulup öldürür. Bu durumlarda müşriklere yardımcı olduk­ları için çıngırak kullanmak mekruhtur. Ama dâru'l-îslâm'da hayvanın sahibine faydası dokünacaksa, çıngırak kullanmakta bir sakınca yoktur.

Mesela çıngırağın sesi yolcuların uykusunu kaçırtıp yola devam etmele­rine yardımcı olur. Kervanın arkasında kalıp gece yolunu şaşıran kimseler, çıngırak sesleri yardımıyla kervanlarım bulurlar. Kimi hayvan, bu sesten zevk duyarak daha süratli yürür. Şayet hırsız ve eşkiya tehlikesi yoksa ve çıngırak takmak faydalı olacaksa, o takdirde kullanılmasında sakınca yoktur. O da de­velerin sur'atli ve düzenli yürümelerini sağlamak için söylenen şarkılara benzer. Nitekim Rasulullah (s.a.v.)in gece yolculuğunda kendisinin hazır bulunduğu bir sırada bu şarkılar söylenmiş, kendisi de buna izin vermiştir. Çocukların ayaklarına takılan çıngıraklara gelince; bunlar gayet sırf eğlence için takılıyor ve başka bir faydası yoksa hoş karşılanmaz. Ama faydası varsa sakınca yoktur.[172]

 

Savaşta Bağırmak

 

81- İmam Muhammed dedi ki: Dînî yönden mekruh ol­mamakla beraber korkaklık ve yenilginin alameti olduğu için savaşta bağırmak hoş değildir. Ama müslümanları savaşa teşvik ediyor ve bir yarar sağlıyorsa, hiçbir sakıncası yoktur.

Yani savaşta meydana atılanlar yüksek sesten güç ve hareketlilik kaza­nabilirler yahut onunla düşman korkutulabilir. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) Ebû

Dücâne için:

11 Savaş zamanında Ebû Dücâne'nin sesi, bir takım asker mesabesindedir"

buyurur.

Ama bir faydası yoksa, korku ve gevşekliğin alameti sayılır. Bazen or­dunun yerini düşmana haber vermeye sebep olabilir. Bundan dolayı hoş karşı­lanmaz.

82- Hasan-ı Basrî'den rivayete göre Rasûlulah üç yerde yüksek sesle konuşmayı hoş karşılamamıştır: Kur'an-ı Kerim okunduğu yerde, cenazelerin yakınında ve savaşta.

83- Kays b. Ubâde'nin rivayetine göre Rasulullah (s-a.v.)' in ashabı üç yerde yüksek sesten hoşlanmazlardı: Cenazelerin yanında, savaşta ve zikir anında.

Zikirden maksat, vaazdır. Her iki hadiste de Kur'an okunduğu ve vaaz verildiği yerde sesi yükseltmenin mekruh olduğu bildirilmektedir. Buradan an­laşılıyor ki, vecd ve aşka geldiklerini söyleyip bağırıp çağıranların bu yaptık­larının dinde yeri yoktur. Yine bundan anlaşılıyor ki, tasavvufçulann sema' anında bağırarak konuşma ve elbiseleri yırtma gibi adetlerine engel olunmalıdır. Kur'an'm okunduğu ve vaaz verildiği yerde yüksek sesle konuşmak dince mek­ruh ise, sema' nağmeleri arasında bunun hükmünün ne olacağını sanıyorsunuz? Cenazelerin yanında sesli konuşmaktan maksat, ölü için bağırıp çağırmak, elbiseleri yırtmak ve yüzü başı yolmaktır. Bu ise haramdır. Cahiliye döneminde olduğu gibi cenazenin yanında ölüyü aşırı şekilde methetmek de buna girer. Cahiliye döneminde cenaze sahibini öyle överlerdi ki, yapılması imkansız şeyleri ona yakiştırırlardı. Bu konuda Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurur:

"Cahiliyye ağıtı gibi ağıt yakan (veya taziye yapan) kişilere hiç kina­ye yapmadan babasının zekerini ısırmasını söyleyin."

Yani cahiliye taziyesi gibi cenaze sahiplerini taziye edip teselli ettirmeye çalışanı bundan sakındırın ve ölüyü kötülükle de anmayın.[173]

 

Savaşta Sarık Giymek

 

84- İmam Muhammed dedi ki: Savaşta ve diğer zaman­larda sarık giymek müslümanlarm hasletlerinden iyi bir haslet­tir. Çünkü sarıklar Arabların taçlarıdır. Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu. "Başınıza sarık giyin ki yumuşak huyunuz

artsın"

Mekke fethedildiği gün Rasûlullah siyah bir sarık giydiği halde Mekke'ye girdi. Buradan anlıyoruz ki siyah sarık giymek iyi bir davranıştır.

85- İbn Ömer (RA) dedi ki: Rasûlullah, Abdurrahman b. Avf ı çağırarak: "Hazırlan, seni bir seriyyeyle göndereceğim" dedi. - İbnu Ömer, hadisin tamamım rivayet ettikten sonra-dedi ki: Abdurrahman'm başında bir sarık vardı. Peygamber (s.a.v.), onu çağırıp önünde oturttu. Mübarek elleriyle sarığını başından çıkarttı ve başına siyah bir sarık sararak ucundan bir miktarını iki omuzunun arasına sarkıttı. Sonra şöyle buyurdu: "Avfın oğlu! Sarığı böyle giy." Peygamber (s.a.v.) 'in, bizzat sarığını bağlaması ona değer vermesindendir. Bu hadiste, Rasûlullah (s.a.v.)'in yaptığı gibi, sangın bir ucunun iki omuz

arasında sarkıtılmasının müstehab olduğuna delil vardır. Alimlerden bir kısmı,

sarkıtılan miktann bir karış olması gerektiğini söylerken, kimi, belin ortasına

kadar, kimi de oturma yerine kadar olacağını söylemektedir.

Yine burada, sarığın sargılarını yenileyecek kimsenin, sangını birden

bozması değil de, bağladığı şekilde çözmesinin sünnet olduğuna delil vardır.

Çünkü Rasûlullah (s.a.v.), İbn Avfın sangını çözerken böyle davranmıştı.[174]

 

Haram Aylarda Savaş

 

86- İmam Muhammed dedi ki: rivayet edilir ki Süleyman b. Yesâr'a, müslümaniann haram aylarda kafirlerle savaşmala­rının caiz olup olmadığı soruldu. O da "Caizdir" dedi. Biz de aynı görüşteyiz.

87- Atâ' ise şöyle dedi: Haram aylarda savaş caiz değildir. Çünkü Yüce Allah: "Haram aylar çıkınca, müşrikleri bulduğu­nuz yerde Öldürün..."[175] buyuruyor.

Ancak buna cevaben deriz ki: Bu, "... Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün..."[176] sözüyle neshedilmiştir. Çünkü burada her zaman ve her yerde onlarla savaşmanın mubah olduğu ifade edilmektedir.

Yüce Allah'ın: "Haram aylar çıkınca..."[177] sözünden maksat, bazı müşriklerle yapılmış olan antlaşmaların bittiğine işaret etmektir. Yoksa, haram aylarda savaşın yasaklanması değildir. Ayrıca sahih rivayetlerde Muharrem ayından altı gün geçtikten sonra Rasulullah'ın Taife savaş açtığı ve mancınıklar kurduğu, Safer ayında da burayı fethettiği rivayet edilmektedir.[178]

 

Bedevi Arapların Hicreti

 

88- Hasan-ı Basrî (r.a.) demiştir ki: A'rabın (bedevi Arab-ların) hicreti, ancak mücahidler defterine isimlerini yazdır­makla olur.

Başlangıçta hicret farz idi. Yüce Allah şöyle buyuruyor : 11... İnanıp hicrat etmeyenlerle, hicret edene kadar sizin dostluğunuz yoktur..."[179]

89- Rasulullah (s.a.v.) bir gurup bedevi Araba sahabilerini göndererek buyurdu ki:

"Sonra onları hicret edenlerin yurduna hicret etmeye davet edin. Şayet hicretten imtina ederlerse onlara haber verin ki, onların durumu, diğer müslüman bedevi Arapların durumu gibidir. Sair müslümanlar için cari olan hüküm onlar için de caridir ve ne fey'de,[180] ne de ganimette paylan vardır." Hasan-ı Basrî'nin görüşüne göre, bu hüküm nesh edilmiştir ve Arab bede­vilerden İslam'a giren kişi, muhacir sayılabilmek için ismini gaziler defterine kaydetmelidir. Zira o günlerde hicretten maksat savaş idi. Alimlerin çoğuna göre Mekke fethinden sonra hicretin farziyeti nesholunmuştur. Çünkü Rasu­lullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor :

"Mekke fethinden sonra hicret yoktur, artık o, ancak cihad ve niyettir." Yine şöyle buyurur:

"Ümmetimden muhacir, kötülükten uzaklaşandır, veya başka bir rivayete göre Allah'ın yasakladığından uzaklaşandır."

90- İmam Muhammed buna işaret ederek şöyle demekte­dir: Bedevi Arablardan biri, müslüman şehirlerden birine gelip yerleşirse, ismini gaziler defterine kaydettirsin veya ettirmesin bedevilikten çıkıp şehir halkından sayılır.

Bir şehre yerleşme şartı, dini ilmihal bilgileri öğrenmesi içindir. Şayet kabilesi arasında bu bilgileri öğrenme imkanını bulursa, bir şehre gelmesine lü­zum yoktur. Muhtaç olduğu ilimleri öğrendiği an, bedevi arap olmaktan kur­tulur ve Allah'ın onları tavsif etiği şu vasfın kapsamı dışında kalır. Yüce Allah (A'rab) hakkında şöyle buyurur :

"... Allah'ın Peygamberine indirdiğinin sınırlarını bilmemek, onlara daha çok yakışır..."[181]

 

Müşriklere İyilik Yapmak

 

91- Ebû Mervan el-Huzâîden rivayete göre İmam Müca-hid'e şöyle soruldu: "Aramızda akrabalık bulunan müşrik birinden alacağım var. Alacağımı ona hibe edebilir miyim?". O da: "Evet, ayrıca ona iyi davran." dedi.

Biz de deriz ki: Akraba olsun veya olmasın, düşman olsun yahut zimmî olsun müslümanın müşriğe ikramda bulunmasında bir sakınca yoktur. Seleme b. el-Ekvâ' der ki: Sabah namazını Rasulullah (s.a.v.) 'la birlikte kıldım. Namaz­dan sonra omuzuma dokundu. Dönüp baktım ki Rasulullah (s.a.v.) dir. "Ümmu Kirfe'nin kızını bana hibe eder misin?" buyurdu. "Evet" dedim ve onu ken­disine hibe ettim. O da, müşrik olan bu kızı yine müşrik olan dayısı Hazn b. Ebi

Vehb'e gönderdi.

Mekke'de kıtlık çıkınca Rasulullah (s.a.v.) Mekke fakirlerine dağıtılmak üzere buraya beşyüz dinar göndermiş, Ebû Süfyan ile Ebû Safvan bunu kabul etmiş ama: "Muhammed mutlaka bununla gençlerimizi kandırmak istiyor"

demişlerdi.

Akrabaya iyilikte bulunmak, her akl-ı selime göre ve her dinde makbul bir şeydir. Başkasına hediye vermek ise, ahlakın iyisindendir. Rasulullah (s.a.v.)de •

"Güzel Ahlakı tamamlamak için gönderildim" buyurur. Anlıyoruz ki bu, hem müslüman hakkında, hem de müşrik hakkında iyi bir şeydir.

92- Ka'b b. Mâlik'in rivayetine göre, Ebûl-Bera1 Amir b. Mâlik, Medine"ye gelip Peygamber (s.a.v.)'e iki at ve iki takım elbise hediye etti. Peygamber (s.a.v.) ise: "Bir müşrikin hedi­yesini kabul etmem" buyurdu.

Bununla beraber Peygamber (s.a.v.)'m, müşriklerin hediyelerini kabul ettiği de nakledilmiştir. Rivayet olunur ki Peygamber (s.a.v.) Amr b. Ümeyye ile birlikte Ebû Süfyan'a "Acve" denilen hurmadan hediye göndermiş, Ebû Süfyan da hediyeyi kabul ederek karşılığında Peygamber (s.a.v.)'e bir sahtiyan hediye etmiştir. Hıristiyan biri de, Rasulullah (s.a.v.) e, parlak bir ipek hediye etmiş ve o da hediyesini kabul etmiştir. Başka bir rivayette ise, Iyaz b. Hımar el-Mücâşi'î, Rasulullah (s.a.v.)'e bir hediye vermiş Rasulullah (s.a.v.) 'de kendisine îslamı kabul edip etmediğini sormuştur. İyaz'ın olumsuz cevabını alınca da şöyle buyurmuştur:

"Allah Teala, müşriklerin hediyelerini kabul etmekten beni sakındırdı."

Zührî'ye göre de Rasulullah (s.a.v.) müşriklerin hediyelerini kabul etmeyi yasaklamıştır.

Müşriklerin hediyelerini kabul etmemekle ilgili rivayetlerin birkaç yönden te'vili vardır.

a- Rasulullah (s.a.v.), hediyesini reddettiği takdirde imana geleceğini umduğu müşriklerin hediyelerini red ederdi. Bu da hediyelerini Rasulullahın kabul etmesi için o kişilerin imana gelmelerini teşvik ederdi.

b- Hediye veren müşriklerden bazıları, hediyelerine karşılık bekliyor ve benzeri bir karşılığa da rıza göstermiyorlardı. Rasulullah (s.a.v.)1 in şu sözü bunu açıklamaktadır:"Bedevilerin hediyelerni kabul etmek istemiyorum". Bir başka rivayette "Ve Kureyşli ile Sakîfli'den başka birinden hediye kabul etme­yeceğim." buyurulmaktadır. Aşağıdaki rivayet de bunu destekler mahiyettedir. Bu rivayete göre Amir b. Mâlik Rasulullah'a iki at hediye etmişti. Bunlardan biri, Rasulullah (s.a.v.) 'in olup bir savaşta kafirlerin eline düşmüştü. Peygam­ber (s.a.v.), Amir b. Mâlik'e hediyesinden daha fazla karşılık verdiği halde o, hala daha fazlasını istiyordu. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.) bir konuşma yaparak şöyle buyurdu.

"O kavme ne oluyor ki, bizim olduğunu bildiğimiz malımızı bize hediye ederler de benzeri mükafata kanaat göstermezler."

c- Peygamber (s.a.v.), Âmir'in hediyesini kabul etmemişti. Çünkü bu adamın babası, Rasulullah (s.a.v.) in bir gurup sahabesinin güvenliğini üstlen­diği halde kabilesi bunları öldürmüştü. Bu öldürülenler, Bi'r-i Maûnede öldü­rülmüşlerdi. Olayla ilgili geniş bilgiler siyer kitablarmda nakledilir. Rasulullah (s.a.v.) , bu zatın hediyesini bunun için reddetmişti.

93- Daha sonra İmam Muhammed dedi ki: Ordu komuta­nının, müşriklerin hediyelerim kabul etmesi mekruhtur. Şayet kabul edecek olursa, bu hediyeleri müslümanlara fey' olarak alsın.

Buradaki hüküm hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Kimi, bura­daki mekruhluktan maksat, tahrîmî kerahet (harama yakın mekruhluk değil, ten-zîhî (helala yakın) kerahettir demiştir. Çünkü hediyelerini kabul ederse, onlara yakınlık hisseder. Nitekim hadiste "Hediye, kalbdeki kin ve düşmanlığı giderir."

buyurulur.

Oysa ki, müşriklere karşı katı olmakla emrolunmuşuz. Yüce Allah şöyle buyuruyor:"... Sizi kendilerine karşı sert bulsunlar..."[182]

Bazıları da der ki : Bundan maksat, hediyeleri kendi şahsına kabul etme­mesidir. Müslümanların ganimetlerine bir ek olarak alması caizdir. Çünkü onu güçlü buldukları için kendisine hediye veriyorlar. Halbuki bu gücü kendi şahsından gelmiyor, onda tüm müslümanlann payı vardır.

Rasulullah (s.a.v.)'e gelince, hediye kendisinindir. Çünkü onun üstünlük ve güçlülüğü, müs lü m anlardan dolayı değildir. Yüce Allah onun hakkında :"...Allah seni insanlardan korur..."[183] buyuruyor.

Ayrıca hediye aldığı takdirde kalbinde onlara karşı br meyil olması söz-konusu değildir. Bundan dolayı bazı zamanlar hediyelerini kabul etmiştir.

Sahabe ve onlardan sonra gelenler, zalimlerin hediyesinin caiz olup olma­dığı hususunda ihtilaf etmişlerdir. îbn Abbas ve îbn Ömer (r.a.) halk tarafından kabul gören idarecinin hediyesini kabul ederlerdi. İbrahim en-Naha'î1 den de aynı şey nakledilmiştir. Ancak Ebûzer ile Ebû'd-Derda' (r.a.) bunu caiz gör­mezlerdi. Hatta rivayete göre emirlerden biri, Ebûzer're yüz dinar hediye etmişti de, Ebûzer: "Her müslümana bunun kadar hediye edildi mi? şeklindeki sorusuna "Hayır" cevabını alınca, yüz dinarı reddetmiş ve: Hayır! o cehennem alevlenen bir ateştir. Derileri kavurup soyar."[184] ayetini okumuştu.

Rivayete göre Ali b. Ebi Talib şöyle demiştir: "Sultan, helaldan ve ha­ramdan mal biriktirir. Sana malından birşey verdiği zaman onu al. Çünkü onun verdiği, sana helaldir."

Netice olarak mezhebimizin görüşü şudur ki; Malının çoğu rüşvet ve haram yolla elde edilmişse, verdiği hediyenin helal kazancından olduğu bilin­medikçe onu almak caiz olmaz. Ama ticaret yahut ekin sahibi ise ve malının çoğu bu gelirinden ise ve verdiği hediyeyi haram yollardan kazandığı bilin­miyorsa onu almakta bir sakınca yoktur.

Rasulullah (s.a.v.)'in bazı müşriklerden hediyeyi kabul etmesi buna delildir.

Basan Allah'tandır.[185]

 

Savaştan Önce Düello (Mübareze)

 

94- Enes b. Mâlik (r.a.), bir defasında hasta yatağında ya­tan kardeşi Bera' b. Mâlik'in yanına girdiğinde onun kendi kendisine şarkı söylediğini gördü ve ona: "Şarkı mı söylüyor­sun?" dedi. O da: "Müslümanlarla ortaklaşa öldürdüğümüz dışında, kendi elimle yetmişyedi müşrik öldürdüm. Şimdi de, şehadet mertebesine ermeden yatağımda ölmekten korkuyo­rum. (Bu düşünce ve yalnızlığımı unutmak için söylüyorum)"dedi.

Burada, yalnızlığı unutmak için insanın yalnız kaldığı zaman kendi ken­disine şarkı söylemesinde bir sakınca olmadığına delil vardır. Bera1, sahabenin zahidlerindendi. Rasulullah (s.a.v.) onun için: "Şayet birşeyin olacağını yeminle söylese Allah onu doğru çıkartır" buyurmuştur.

Bununla beraber hastalığı sırasında yalnız kaldığı zaman şarkı söylüyor­du. Enes'in bunu garipsemesi üzerine, eğlenmek için değil, kalbinden endişeleri silmek için şarkı söylediğini belirtmişti. Çünkü kendisinin isteği, şehid olmaktı. Yatağında ölmekten korkuyordu. Bu düşünceden dolayı yalnızlık ve sıkıntı duymuş ve bunu gidermek için de şarkı söylemiştir. Mekruh olan, lehviyat için (yani eğlenmek için söylemektir). Nitekim Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurur :

"Sizi iki ahmak ve facir sesten sakındırırım : Biri, şarkı söyleyen sestir ki o, şeytanm zurnasıdır. Diğeri ise, yüzleri tırmalamak ve elbiseleri parçalamaktır ki bu, şeytanın çığlığıdır." Bu sonuncusundan maksat, musibet anında koparılan ahü figanlardır.

Daha sanra Bera (r.a.), hastalığından şifa bulmuş ve çok arzuladığı gibi

şehit olarak can vermiştir.[186]

 

Savaşta Kendisini Vuran Kimse

 

95- İmam Mekhûl'den rivayet edilir ki, Rasûiullah'ın asha­bından birisi, düşmana vurayım derken yanlışlıkla kendi aya­ğını yaraladı ve ölünceye kadar kanı durmadı. Rasûlullah (s.a.v.)> bu kişinin cenaze namazını kıldırdı. Sahabe (r.a.): "Şehid midir?" diye sordular. Rasûlullah (s.a.v.), "Evet şe­hiddir. Ben de buna şahidim" buyurdu.

Hadisin manası, ahirette sevaba nail olma yönüyle şehiddir, demektir. Dünyada ise, yıkanır, kefenlenir ve namazı kılınır. Çünkü cenazesi yıkanılma­yan şehid, düşmanın vurmasıyla öldürülen kişidir. Bu adam ise, kendi vurma-sıyla ölmüştür. Haliyle kendisi mazurdur. Çünkü kasdı düşmana vurmaktı. Bundan dolayı ahiret açısından şehiddir ama dünyada kendisine diğer ölülere davranıldığı gibi davramlır.

Bu, Rasûlullah (s.a.v.)'in §u sözüne benzer:

"İshaldan ölen şehiddir, doğum yaparken ölen kadın şehiddir. Hamile olarak ölen kadın yahut henüz bakire olup hayız kanı görmeden ölen kız şehid­dir." Bu durumda ölen kimseler şehiddirler. Ancak ahiret hükümleri açısından şehiddirler. Dünyada ise, diğer ölüler gibi muamele görürler.

Alimlerimiz, silahla bile büe kendisini öldüren (intihar eden)in namazının kılınıp kılınmaması hususunda ihtilaf etmişlerdir. Kimi, namazının kılınmaya­cağım söyler. Yanlışlıkla kendisini öldüren hakkında nakledilen hadis buna delildir. Özellikle Ebû Hüreyre'den nakledilen şu hadis bunu te'yid ediyor; Peygamber (s.a.v.) buyurmaktadır:

"Kim kendisini bir demir parçasıyla öldürürse, cehennem ateşinde o demir parçasıyla sonsuza kadar kendisini döğüp yaralar ve cezalandırır. Kim yüksek bir yerden atlayarak intihar ederse, cehennem ateşinde ebediyyen bu­nunla cezalandırılır. Kim de, zehir içerek intihar ederse, cehennem ateşinde ebediyyen zehir içmekle cezalandırılır."

tmam Serahsî der ki: Şeyhimiz İmam Hulvânî şöyle derdi: Bana göre doğrusu, namazının kılınacağı ve o zaman tevbe etmişse, tevbesinin kabul

edileceğidir. Çünkü Yüce Allah :

"...Bundan başkasını dilediğine bağışlar..."[187] buyuruyor.

Yukardaki hadis, kendi kendini öldürmesinin helal olduğuna inanan kişi ile ilgilidir, şeklinde te'vil edilir. Nitekim :"Müslümana sövmek fasıklık, onunla döğüşmek küfürdür" Hadisi de bunları helal sayan, bu durumdadır şeklinde te'vil edilmektedir.

Şemsü'l-Eimme şöyle devam etmektedir: Kadı İmam Ali es-Suğdî'nin şöyle dediğini duydum: Bana göre doğrusu, namazının kılınmayacağıdır. Bu hüküm, Tevbesi kabul edilmeyeceğinden değil, belki kendini Öldürmesinden dolayıdır. Zira baği kimse üzerine namaz kılınmaz.

 96- Seleme b. el-Ekvâ'dan şöyle dediği rivayet edilir: Amir

b. Sinan (r.a.) bir yahudiyi vurarak kılıcıyla ayağını kesti.

Ancak kılıç yahudinin ayağını kestikten sonra Âmir'in ayağını

da yaraladı ve Âmir bu yaradan öldü. Dedim ki: Ya Rasûlullah

Useyd b. Hudayr, Amir b. Sinan b. el-Ekva için : Ameli boşa

gitti, diyor. Ne dersiniz? Buyurdu ki:

"Ameli boşa gitti diyen, yalan söylemiştir. Aksine, onun için

iki kat sevap vardır. Çünkü hem sabretmiştir ve hem de müca-

hiddir, O, kurbağa yavrusunun suda yüzmesi gibi cennette

yüzecektir."

Biz de aynı görüşteyiz ve başına gelenden dolayı sevap alacağı kanaatın-dayız. Çünkü kafirlerle cihadda o kadar hızlıydı ki, kafirin ayağını kesen kılıç sıyrılarak kendi ayağını da yaralamıştır. Ölünceye kadar da sabırla buna taham­mül etmiştir. Böylece O, hem mücahid hem de sabırlı bir kişidir.

"...Allah'ın yarattığı yeryüzü geniştir. Yalnız sabredenlere, ecirleri sonsuz olarak ödenecektir."[188] Rasulullah'ın (s.a.v.): "Onun için kat kat ecir vardır." sözünün manası işte budur.

97- Müslümanlardan iki müfreze gece karşılaşır ve her biri, diğerinin müşrik olduğunu sanarak döğüşür ve birbirlerinden adam öldürürlerse, her iki taraf üzerine ne diyet ne de keffaret gerekir.Çünkü müfrezelerden her biri, mubah olan bir savunmaya (meşru müda-faya) girişmiştir. Diğerinden adam öldürmüşse, kendisini savunmak için öldür­müştür. Şer'an bununla görevli olduğundan ona ne diyet ne de keffaret ödemek

gerekir.

98- Bu konuda delil, Câbir b. Abdullah'tan yapılan şu riva­yettir: Câbir der ki: Rasûlullah (s.a.v.)'in iki öncü birliği gece hendeğin dışına çıktılar. Karanlıkta bir birleriyle karşılaştıkla­rında taraflardan her biri, diğerinin düşman olduğunu sanarak döğüşe tutuştular. Aralarından ölen ve yaralananlar oldu. Bu arada biri parolayı söyleyince her iki tarafın müslüman olduğu anlaşıldı. O zaman her iki taraf da döğüşe son verdi. Durumu Rasûlullah (s-a.v.)'e duyurduklarında şöyle buyurdu:

"Yaralarınız Allah yolundadır, onlardan dolayı sevap kaza­nacaksınız. Öldürülenleriniz ise, şehiddir." .

99- Ama müslümanlardan bir gurup müşriklerle savaşırken bir müslümanm, müşrik olduğu zannıyla yahut müşriğe attığı bir okun isabet etmesiyle bir müslümanı öldürmesinden dolayı ona hem diyet ve hem de keffaret gerekir.

Çünkü bu, yanlışlıkla öldürmenin şekillerinden biridir ve yanlışlıkla öl­dürmekten dolayı diyet ve keffaretin gerekliliği ayetlerle sabittir.

100- Bunun delili, Huzeyfe'nin babası Yemân'ın, müşrikler­den olduğu zannıyla Uhud Savaşında müslümanların kılıç darbeleriyle öldürülüşünü söz konusu eden rivayettir. Bu riva­yete göre, Rasûlullah (s.a.v.) onu Öldürenlere diyet yüklemişti. Ebû Huzeyfe de bu diyeti onlara hibe etmişti.

Bu mesele ile önceki mesele arasındaki fark, burada öldürülen kişinin, kendisini öldüreni öldürme kasdı taşımamış olmasıdır. Bundan dolayı can doku­nulmazlığı hakkı devam etmektedir. Bu sebeble akıtılmış kanı için diyet vacip­tir. Birinci durumda ise, öldürülmüş olan kişi, meşru müdafa amacıyla kendisini öldüreni öldürmeye kendisi de niyet etmiştir. Bu sebeble de, can dokunulmaz­lığı hakkı ortadan kalkmış olmaktadır.[189]

 

Savaşta Akrabayı Öldürmek

 

101- İmam Muhammed dedi ki: Mü si liman m düşmandan olan akrabasını öldürmesinde ve müşrik akrabası kendisine saldırmadan önce saldırıyı başlatmasında bir sakınca yoktur. Ancak müşrik olan babası bunun dışındadır. Babası ona saldırmadan kendisinin ona saldırması mekruhtur. Baba yahut ana tarafından yakın veya uzak dedeleri de bu durumdadır. Ama kendileri ona saldırır da onları öldürme mecburiyetinde kalırsa, o başka.

Çünkü Yüce Allah: "... Dünyada anne babanla güzel geçin..."[190] buyur­maktadır. Burada kasıt, müşrik olan ebeveyndir. Delil ise Yüce Allah'ın: "... Ana, baba, seni körü körüne bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme..."[191] sözüdür. Saldırıyı başlatmak, onlara iyi davranmakla bağdaşmaz. Ama kendisini mecbur bırakırlarsa, onları öldürmesi kendini savunma olur ki, önce kendi nefsine iyilikte bulunmak ve ölüm tehlikesini kendisinden savmakla mükelleftir. Ayrıca çocuğun dünyaya gelmesine baba sebep olmuştur. Çocu­ğun, babasını öldürme kasdıyla ölümüne sebeb olması caiz olmaz. Ama baba onu buna zorlamışsa, o başka. O zaman sebep, babanın kendisidir. Kendi ca­nına karşı cinayet İşlemiştir. Mecbur bırakılan kişi, onu mecbur edene nisbetle öldürmede kullanılan alet gibidir.

Daha sonra İmam Muhammed, aşağıdaki rivayeti buna delil olarak getirdi:

102- Hanzala b. Ebi Âmir ve Abdullah b. Abdullah b. Ü-beyy b. Selûl (r.a.), Rasulullah (s.a.v.) den babalarını Öldür­mek için izin istemişlerdi, ama Rasûlallah (s.a.v.) onları bundan sakındırdı.

Umeyr b. Malik'ten yapılan bir rivayete göre, şöyle demiş­tir: Bir adam: Ya Rasulullah, düşman arasında babamla karşı­laştım. Sana kötü sözler söyleyince onu öldürdüm, dedi.

Buna karşı Rasulullah (s.a.v.) hiçbir şey söylemeden sustu. Burada, kişinin babasını öldürdüğü takdirde ona birşey gerekmediğine delil vardır. Çünkü Rasulullah (s.a.v.), o kişiye hiçbir şey emretmeden susmuştur. Bir şeyi açıkiama ihtiyacı ortaya çıktıktan sonra Peygamberin onu açıklamaması caiz değildir.

En iyisi, kişinin müşrik olan babasını öldürmemesi ve kaçmasına fırsat vermeden başkasının gelip onu öldürmesini beklemesidir. Yazar Kitâb'ta bu­nunla ilgili bir hadis de rivayet etmekte ve şöyle demektedir :

Bu şekilde davranmak, bizce daha iyidir. Baba ve çocuklar dışında kalan müşrik akrabanın öldürülmesinin caiz oluğuna gelince, bunu el-Câmiu's-Sağîr isimli kitapta açıkladık.

Başarı Allah'tandır.[192]

 

Öldürülenler İçin Ağlamak

 

103- Rivayete göre Rasulullah (s.a.v.) Abdul'l-Eşhel oğul­larına (evlerine) uğradı. Uhud günü öldürülen şehidlerine ağlı­yorlardı. Peygamber (s.a.v.) üzüldü ve: "Ama Hamza'mn ağla­yanları yok!" buyurdu.

Hadisi rivayet eden hanım dedi ki: Hemen oradan çıktık ve Rasulullah (s.a.v.) in hanelerine varıp orada Hz. Hamza (r.a.) için ağladık. Rasulullah (s.a.v.) evde idi ve evin içinden hıçkı­rıklarını duyduk. Daha sonra: "İsabet ettiniz, iyi ettiniz, yeti­şir," diye haber gönderdi.

Rasulullah (s.a.v,)'in, Hz. Hamza için bu şekilde buyur­masının sebebi şudur: O gün Hz. Hamza şehidlerin büyüğü idi. Fakat Medine'de garipti. Onun için ağlayacak kimsesi yoktu. Rasulullah (s.a.v.) bu sözüyle onu andı.

Meğâzî kitaplarındaki rivayete göre Sa'd b. Muâz (r.a.), Rasulullah (s.a.v.)'in bu sözünü duyunca akrabası bulunan hanımları topladı. Sa'd b. Ubâde ve Muâz b. Cebel de aynı şekilde davrandılar. Her gurup, Rasulullah (s.a.v.) in evinin önüne gelerek Hz. Hamza'nm iyiliklerini söylemeğe ve üzerine ağlamağa başladı. Rasulullah (s.a.v.), ağlamalanyla teselli bulup sonra uyudu..

Bu olaydan sonra Medine'de ne zaman biri ölür de onun için ağlarlarsa, önce Hz. Hamza için ağlamakla başlarlardı. Erkekler de Rasulullah (s.a.v.)'ın ölümünden sonra, birbirlerine ta'ziye ederken: "Rasulullah (s.a.v.) de vefat etti" deyip birbirlerini teselli eder ve teselli için başka birşey söylemezlerdi.

104- İmam Muhammed, yukarıdaki hadisin İbn Ömer (ra.) yolu ile olan rivayetini de naklederek sonuna şunu da ekledi: Rasulullah (gfr.Y.) uyandığında onlar hala ağlıyorlardı. Rasu­lullah (sa.v.) buyurdu ki:

"Eyvah o kadınlara! Geri dönsünler ve bugünden sonra ölen bir kimse için ağlamasınlar."

Alimlerden bazısı, hadisin zahirini alarak şöyle dedi: O zaman ölü için ağlamağa şer'î ruhsat verilmişti, ama hadisin sonunda geçen ifadelerle bu ruhsat kaldırıldı. Ancak alimlerin çoğu, neshedilen ve ruhsat verilmeyen ağlamanın yüksek sesle ağlama ve bağırıp çağırma olduğunu söylerler. Nitekim Rasulullah (s.a.v.)' in şöyle buyurduğu rivayet edilir :

"Ölü için ağlayarak bağırıp çağıran kadın ve onu dinleyenler üzerine Allah'ın, meleklerin ve tüm insanların laneti olsun!..."

Ama yüksek sesle ağlamamak kaydıyla ağlamakta bir sakınca yoktur. Çünkü rivayete göre oğlu İbrahim öldüğü zaman Peygamber (s.a.v,)'in gözleri yaşarmıştı. Bunun üzerine Abdurrahman b. Avf (r.a.), Ona: "Bizi ağlamaktan sakındırmamış miydin?" diye sormuş .Peygamber (s.a.v.) de şöyle buyürmuştu:r:

"Ben size ahmak ve facir iki sesi yasakladım. Ama bu gördüğün, Allah'ın rahmet sahibi kimselerin kalbine koyduğu merhametten başka birşey değildir. Göz yaşarır. Kalb mahzun olur. Fakat Rabbin razı olmadığı sözü söylemeyiz."

Ayrıca, Hz. Ömer (r.a.) den rivayet edildiğine göre bir kadın, Peygamber (s.a.v.)'in huzurunda, ölen oğluna ağladığını görürken kendisi ona engel olmak istedi. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu :

"Karışma ya Ömer! Çünkü kalb, mahzundur. Nefs, musibete uğramıştır. Çocuğunun ölümü üzerinden de henüz uzun müddet geçmemiştir."

Ama bununla beraber, sabretmek daha efdaldir. Yüce Allah şöyle buyu­ruyor :

"Onlara bir musibet geldiğinde: 'Biz Allah'a aidiz ve elbette O'na döne­ceğiz1 derler "[193]

 

Kesilmiş Başları Valilere Taşımak   

 

105- Ukbe b. Âmir el-Cühenî (r.a.) den rivayete göre kendisi Patrik Yenak'ın kafasını Hz. Ebû Bekir'e getirmişti de Ebû Bekir (r.a.) bu işi yadırgamıştı. Orada hazır bulunanlar: "Ey Rasulullah'ın halifesi! Ama onlar bunu bize yapıyorlar?" de­diklerinde, şöyle cevap verdi: "Fars ve Rumun yaptıklarına mı uyacaksınız? Bana hiç kimsenin başını getirmeyin. Bana bir mektup yazmanız ve haber göndermeniz yeter."

Başka bir rivayete göre, onlara: "Haddinizi aştınız" diyerek

bu davranışlarım kınamıştı.

Diğer bir rivayete göre de Şam'daki valilerine haber gön­deren Hz. Ebu Bekr" bana kimsenin başım göndermeyin. Mek­tup ve haber gönderin yeter," demiştir.

Bazı alimler, hadisin zahirine dayanarak, kesik başları valilere taşımak caiz değildir, çünkü o başlar, birer cife (kokuşmuş ölü)den ibaret olup, insanları rahatsız eden birşeydir, bu yüzden onun gümülüp yok edilmesinden başka bir yol yoktur, derler. Ayrıca şunu da eklerler: Başı vücuttan ayırmak, (Kulak ve burnun kesilmesi, gözün çıkarılması gibi) organ kesmektir. Rasulullah (s.a.v.), kuduz köpeğe bile bunun yapılmasını yasaklamıştır. Hz. Ebû Bekir (r.a.), bu­nun, cahiliye halkının adetlerinden olduğunu belirterek onlara benzemekten bizi

sakındırmıştır.

Ancak alimlerimizin çoğu, şayet başlarını kesip getirmekte müşrikleri moral bozukluğuna uğratıp tahkir etmek yahut müslümanlann gönlünü hoş et­mek söz konusu ise, mesela müşriklerin komutan yahut büyük kahramanlarının başını getirmek gibi, bunda bir sakınca yoktur, görüşündedirler.

Nitekim Abdullah b. Mes'ud (r.a.), Bedir günü Ebû Cehl'in başını Ra­sulullah (s.a.v.)'e getirip orta yere atmış ve: "îşte bu, düşmanın olan Ebû Cehl'in başıdır," demişti. Rasulullah (s.a.v.) de şöyle buyurmuştu :

AUahu Ekber! Bu, benim ve ümmetimin Firavunudur. Bunun bana ve ümmetime kötülük ve zararı, Firavunun Musa ve ümmetine kötülük ve zara­rından daha çoktu."

Böyle davranmak caiz olmasaydı, Rasulullah (s.a.v.) bunu yasaklardı.

106- İmam Zührî'nin naklettiği şu sözün manası da yu-kardaki gibidir: Peygamber (s.a.v.) e sadece Bedir günü kesik baş getirildi. Hz. Ebû Bekir (r.a.) a getirildiğinde ise bunu hoş görmeyip reddetti. İlk olarak kendisine kesik başlar getirilen kimse İbnü'z-Zübeyr (r.a.) dır.

Rasulullah (s.a.v.), Abdullah b. Üneys'i Süfyan b. Abdullah'ın üzerine göndermişti. Abdullah der ki: "Onun boynunu vurdum ve başını alıp kaçtım. Bir dağa tırmanıp orada saklandım. Nihayet beni aramaya gelenler geri dönünce gizlendiğim yerden çıkıp başını Rasulullah (s.a.v.) e getirdim."

Rasulullah (s.a.v.), Muhmmed b. Mesleme (r.a.) ı Ka'b b. Eşrefi öldür­mek üzere gönderdiğinde, Ka'b'm başını getirmişti ve Rasulullah (s.a.v.) bunu kmamamiştı.

Bu rivayetler, bunda bir sakınca olmadığım gösteriyor. Başarı Allah'tandır. [194]

 

Silah Ve Binicilik

 

107- Utbe b. Ebî Hakîm (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Rasulullah (s.a.v.)1 in huzurunda yaydan bahsedildi. Buyur­dular ki: "Hayır hususunda ondan ileri bir silah yoktur." Yani, savaş aletlerinin en güçlüsü odur.

Burada gazileri, ok atmayı Öğrenmeye teşvik vardır. Bu konuda başka hadisler de mevcuttur. Bunlardan biri, Ukbe b. Amir (r.a.)'in hadisidir ki, buna göre Rasulullah (s.a.v.), Yüce Allah'ın "Ey İnananlar! Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanlarınızı ve bunların dışında Al­lah'ın bilip sizin bilmediklerinizi yıldırmak üzere kuvvet ve savaş atlan hazır­layın..."[195] sözünü tefsir ederken: "Şüphesiz kuvvet, ok atmaktır." buyurdu ve bu sözünü üç defa tekrar etti. Ukbe'nin hadisinde şu sözler de vardır :

"Allah Teala bir okun bereketiyle üç kişiyi cennete sokar: Biri, sevabını umarak Allah yolunda kullanılsın diye onu imal edendir. Biri onu yaya yer­leştirendir. Diğeri de, onu kafirlere atandır."

Rasulullah (s.a.v.) yine şöyle buyurur :

"Adem oğlunun üç oyun ve eğlencesi dışında her oyun ve eğlencesi batıldır: Atını tımar etmesi, hammıyla oynaşması ve ok atması."

Rasulullah (s.a.v.), Sa'd b. Ebî Vakkas dışında hiç kimse için ana-baba-nın her ikisini bir arada zikrederek sana feda olsunlar, demedi. Uhud günü Sa'd için: "Ok at! Anam ve babam sana feda olsun." buyurdu.

108- Rivayet edildiğine göre   Ömer b. Hattab (r.a.), bazı yerlere: "Düşman topraklarında tırnakları uzatın. Çünkü on­lar silahtır" şeklinde mektuplar yazmıştır. Her ne kadar tırnak kesmek fıtrattan ise de mücahidlerin dârui-harp'te tırnakla­rını kesmemeleri menduptur.

Çünkü, şayet silah elinden düşer de düşman ona yaklaşırsa, olabilir ki, tırnaklarıyla onu defedebilir. Bu, bıyıklan kesmeye benzer. Diğer zamanlarda bıyık kesmek sünnet olduğu halde dârü'l-harb'te savaşçının, düşman gözünde daha heybetli görünmek için bıyığını uzatması menduptur.

109- Hz. Ömer (r.a.)' in şöyle dediği rivayet edildi : "Ço­cuklarınıza yüzmeyi, ata binmeyi öğretiniz ve yarışmak için ko­nan işaretler arasında yalınayak koşmalarım emrediniz."

Bu şeyler Rasulullah (s-a.v.)m hadisinde şöyle ifade edil-mistir :

"Çocuklarınıza yüzmeyi ve ok atmayı, kızlara da örgü Ör­meyi öğretiniz."

Yine şöyle buyurur: "Ata bininiz, Ama ok atmanız, ata bin­menizden bana daha sevimlidir."

Netice olarak, savaşçının savaşta lazım olacak her şeyi öğrenmesi men-dubtur. Çünkü bu, dini yüceltmeye ve müşrikleri yenmeye yardımcıdır.

110- Ubeyd b. Umeyr (r.a.)'m rivayetine göre Peygamber (s.a.v.) Mekke fethi günü şöyle buyurmuştur :

"Oruçlarınızı bozunuz. Çünkü bugün savaş günüdür."

Bu hadiste Mekke'nin, savaşla ve kuvvet yolu ile fethedildiğine delil var­dır. Gazinin, Ramazan ayında savaşırken orucunu bozması daha iyidir. Olabilir ki oruç, onun savaş gücünü zayıflatır. Onun için gelebilecek zararı başka zaman telafi etmek de mümkün değildir. Halbuki orucunu başka bir zaman kaza etmesi mümkündür. Bundan dolayı hasta ve yolcunun oruç tutması ağırına gidiyorsa, tutmaması efdaldir. Oruç bozmak yolcu için efdal olduğuna göre, savaşçı için haliyle daha efdal olur.

111- Avn b. Ebî Cuhayfe'den, O da, babası (r.a.) dan riva­yet ederek dedi ki: Rasulullah (s.a.v.)'i sahtiyandan bir cübbe-nin içinde gördüm. -Yani Mekke'nin fethi günü- BHal'inde abdest alması için ona su götürürken gördüm.  Sonra o suyu dökmek üzere dışarı çıktı. Orada bulunanlar etrafına üşüştü­ler. Eline sudan birşey geçiren, (teberrüken) onunla sürünü­yordu. Su bulamayan ise, ellerini o suyla ıslatmış olanın ıslak ellerine sürtüyor ve ıslanan elleriyle sürünüyordu.

İmam Muhammed, kullanılmış suyun temizliğine bunu delil olarak geti­rir. Çünkü kullanılmış olan bu suyu teberrüken kendilerine sürüyorlardı. Oysa ki necis olan bir şey teberrüken kullanılmaz. Şayet o su necis olsaydı, Rasulul­lah (s.a.v.) onları bundan sakındınrdı. Ebû Hanife ise, böyle yaptıklarının Peygambere ulaştırilmadığım, ulaştırıldığı taktirde bunu tasvip etseydi, onu delil olarak getirmek doğru olurdu, demektedir.

Yine Ebû Cuhayfe (r.a.) dedi ki : Sonra Bilal ri gördüm ki bir aneze (kısa mızrak) çıkarıp dikti. Rasulullah (s.a.v.) de, kolları sıvamış olarak ve kırmızı bir elbise giydiğini gördüm. Rasulullah (s.a.v.), önünde o mızrak dikili olduğu halde orada bulunanlarla cemaat halinde iki rekat namaz kıldırdı. Önlerinden bir çok kimse ve birçok hayvan gelip geçiyordu.

Aneze, kargıya benzer bir demirdir. Namaz kıldıklarında Rasulullah (s.a.v.)'in önüne dikmek için seferlerde onu beraberlerinde taşırlardı. Komutanların önlerinde silah taşınması adeti buradan gelir. Bu hadiste, kırmızı elbise giymekte bir sakınca bulunmadığına, açık bir meydanda namaz kılan kimsenin, önüne sütre koyması gerektiğine ve sadece imamın önüne konulduğunda bunun yeterli olduğuna delil vardır. Cemaatın hepsinin önünde ayrı ayrı sütre koymaya gerek yoktur. Çünkü imamın kendisi, ön safta bulunanlar için, birinci safta bulunanlar da ikinci saftakiler için bir sütredir ve sütrenin önünden geçecek bir kimseye engel olunmaz. Çünkü o, na­maz kılan ile oradan geçen arasında duvar mesabesinde bir engeldir.

Sütreden maksat, uzaktan gelen bir kimsenin, o kişinin namaz kıldığını bilmesi ve sütre ile namaz kılan arasından geçmesini önlemek içindir. Sütrenin ilerisinden geçene engel olunmaz. Uzaktan gelen bir kimsenin, o dikilenin sütre olduğunu bilmesi için, sütre olarak dikilen şeyin uzun ve kalın olması gerekir. Denildi ki: Uzunluğunun bir arşın ve kalınlığının da parmak kalınlığında olması gerekir. Çünkü bir rivayete göre Rasulullah (s.a.v.) : "Ok, sütre yerine geçer buyurmuştur."

Yardım Allah'tandır.[196]

 

Savaşa Hazırlık

 

112- Muhammed b. İbrahim b. Hâris'in şöyle dediği rivayet edilir: Geceden bir miktar geçtikten sonra Malik b. Avf, asker­lerinin yanına gelerek onları Huneyn vadisine yerleştirdi. Bu vadi çukur olup kollara ve darboğazlara ayrılır. Askerlerini taksim edip bu kol ve boğazlara yerleştirmiş ve Muhammed ile ashabı geldiklerinde birden üzerlerine saldırın diye talimat vermişti.

Adı geçen Mâlik, Huneyn günü ordu komutanı idi. Asker­lere, dinleri için savaşını yacaklarsa, onlar için savaşmalarını sağlamak amacıyla mal ve çoluk-çocuklarını beraber getirme­lerini emretmişti. Düreyd b. Sımme, bu görüşünü hatalı bul­muş ve şöyle demişti: "Koyun çobanı savaştan ne anlar? Yenil­miş bir askeri birşey geri çevirebilir mi? Beraberinize aldığınız mal ve çoluk-çocuklarınızm hepsini Muhammed ve askerine ganimet olarak götürüyorsunuz." Kendisine: "Peki, neyi tavsi­ye edersin?" denildiğinde, şöyle dedi:" Mallarınızla çoluk-ço-cuklarımzi kendi topraklannızdaki dağların başına götürün. Erkekler de, kılıçlarını kuşanıp atlarının sırtında düşman­larını karşılasınlar." Malik: "Verdiğim kararı değiştirmem" deyince, orada bulunanlar Düreyd'e başka bir teklifinin olup almadığını sordular. O zaman şöyle dedi: "Orduyu sağ kanat ve sol kanat olmak üzere ikiye bölün ve şu vadinin kollarıyla boğazlarına yerleştirin. Düşman ordusu vadiye girince her iki gurup sağdan ve soldan bir anda üzerlerine saldırsın," Bu tek­lifi, Malik kabul etti. Ravi diyor ki: Rasulullah (s.a.v.) de, seher vaktinde ordusunu düzene soktu. Sancak sahiplerine sancakla­rını teslim etti.

Ravi, hadisi tüm uzunluğuyla naklettikten sonra sonunda şöyle diyor: Rasulullah (s.a.v.), Düldül ismindeki beyaz katırına binmiş olduğu halde eğilimli olan vadiden aşağıyı indi. İslâm ordusunun saflarının önün­den geçerek samimi ve sabırlı oldukları takdirde muzaffer olacaklarını müjdeliyerek moral verdi.

Korkulu yerlerde ve gecelerde düşmana yakın bulunan durumlarda komu­tanın böyle davranarak askere moral vermesi gerekir.

Ravi diyor ki: Sabahın erken saatlerinde, henüz karanlık kalkmadan müslümanlar vadiden aşağıya doğru ilerlemeye başladılar. Ancak o vadi­nin sağındaki ve solundaki kollarıyla boğazlardan düşman ordusu beklen­medik bir anda saldırıya geçti. İslâm ordusunun ilk safında Benu Süleym süvarileri vardı ki, hemen bozguna uğrayıp döndüler. İkinci safta bulunan Mekkeliler de bozguna uğrayıp kaçtı. Onları, diğerleri takip etti, ardına bakmadan kaçan kaçana...

Meğâzî kitaplarında anlatıldığına göre, lanetlenmiş İblis: "Şüphesiz Mu-hammed öldürüldü. Herkes eski dinine dönsün." şeklinde nida etmiş ve bunun için müslümanlar bozguna uğramışlardı. Yüce Allah, müslümanlarm bozgunu­nu:"... Bozularak arkanıza döndüğünüz Huneyn gününde Allah yardım etmişti."[197] ayetiyle ifade eder. Bazı müslümanlar, o kadar çok uzaklara kaçmıştı ki Mekke'ye kadar varmışlardı.

Bu hengamede Safvan b, Uyeyne münafıklardan birinin: "Muhammed öldürüldü ve halk da ondan kurtuldu," sözünü duymuştu. O zaman Safvan henüz müşrikti ve münafığın bu sözüne karşılık şöyle demişti: "Ağzı kırılasıca! Edendim olacaksa, Hevâzin kabilesinden olacağına Kureyş'ten olması benim için daha sevimlidir." Ravi diyor ki: Rasulullah (s.a.v.) hayvanını ileriye doğru sürüp müslümanlarm kaçıştıklarını görünce kılıcını sıyırıp kınını yere fırlattı ve düşmana doğru ilerliyerek şöyle bağırdı : "Ey Hudeybiye'de ağacın altında biat edenler! Allah'tan korkun! Gelin! Peygamberinizin çevresinde toplanın!"

Meğâzî kitaplarında anlatıldığına göre Rasulullah (s.a.v.) in sağında amcası Abbas (r.a.) ve solunda da, amcazadesi Süfyan b. el-Hâris b. Abdülmut-talib'ten başka kimse kalmamıştı. Süfyan, her ne kadar Mekke fethinde İslâmı kabul etmiş idiyse de o zamandan bu yana Rasululiah (s.a.v.) onunla tek bir ke­lime konuşmamıştı. Sebeb ise, daha Önce hicviyeleriyle Peygamber (s.a.v.) e eziyet etmeseydi. Ancak Rasulullah (s.a.v.), onun bu samimiyet ve bağlılığını görünce onunla konuşup kucaklaştı. Allah Teala, Rasulullah (s.a.v.) in yukarıda söz konusu ettiğimiz çağrısını Muhacirlere ve Ensar'a duyurdu. Hepsi birden tekbir getirerek geri döndüler. Birlikte düşmana saldırıp bozguna uğrattılar. Henüz mızrak darbesi ve kılıç yarası almadan düşman kaçmaya başladı. Nite­kim Yüce Allah şöyle buyuruyor:

".. .Görmediğiniz askerler indirdi, inkar edenleri azaba uğrattı..."[198]

 

Savaş Hiledir

 

113- Said b. Zı Huddân'dan rivayete göre, birisi kendisine Hz. Ali'den aşağıdaki hadisi rivayet etmiştir. Bu hadise göre Rasulullah (s,a.v.) şöyle buyurmaktadır: "Savaş hiledir."

Burada mücahidin savaş anında kendisiyle savaştığı kimseyi aldatabile-ceğine ve bunun hıyanet olmadığına delil vardır.

Bazı alimler, bu sözün zahirini alarak savaş durumunda yalana izin veril­diğini söylemişler ve Rasulullah (s.a.v.)in, Ebû Hüreyre'den nakledilen :

"Yalan ancak üç yerde caiz olur: İki kişinin arasını bulmakta, savaşta ve bir kimsenin kendi hanımının gönlünü almasında" hadisini de buna delil olarak

göstermişlerdir.

Ancak bize göre hadis-i şerifte kastedilen, düpedüz yalan değil, tevriye yapmak ve üstü kapalı söz söylemektir. Bunun benzeri, İbrahim (A.S.) in üç ya­lan söylediğim belirten hadistir. Bundan maksat, onun üç yerde üstü kapalı söz söylediğidir. Çünkü Peygamberler, düpedüz yalan söylemekten ma'sunulurlar. Hz. Ömer (r.a.): Üstü kapalı söz söylemede (tevriye yapmada), yalandan

kurtuluş vardır, demiştir.

İmam Muhammed (Rahimehullah), el-Kitâb'da bu sözü şöyle açıklar: Kişinin, kendisiyle savaştığı kimseye, gerçekte Öyle olmadığı halde zahirin tersine birşey söylemesidir ki, Tıpkı Hendek Savaşında Hz. Ali'nin düello yaptığı Amr b. Abdivüd'de söylediği gibi. Hz. Ali (r.a.) ona: "Hani, kimsenin sana yardım etmeyeceğine dair bana garanti vermiştin? Peki, sa­na şu yardıma gelenler kimlerdir?" demişti. Amr, kendisine bu söylenen­leri garipser gibi arkasına bakınca, Hz. Ali, birden iki ayağına vurup

ikisini de kesmişti.

Savaşan askerin, arkadaşlarıyla konuştuğunda kendilerinin zafere ulaştığını yahut daha güçlü olduklarım vehmettirmesi de bir hiledir.. Hakikat kendisinin söylediği şekilde olmadığı halde, sözün zahirine göre yalancı duruma düşmeyecek şekilde konuşur. Nitekim rivayet edilir ki, Hz. Ali (r.a.), katıldığı savaşlarda başım önüne eğerek bir yere ve sonra yukarı kaldırıp bir göğe bakıyor ve şöyle diyordu: "Ne sen yalan söyledin ve ne de ben." Bu davranışıyla, çevresinde bulunanlara, sanki Rasulullah (s.a.v.) kendisine bu durumu haber vermiş ve ashabına da bunu emretmiş intibaı­nı veriyordu. Halbuki onun meydana gelmesi mümkün olduğu gibi olma­ması da mümkündür. Bu ve buna benzer söz ve davranışlarda bir sakınca yoktur.

Rasulullah (s.a.v.)in: "Cennete yaşlılar girmez" buyurduğu, bunu duyan yaşlı bir kadının ağlamağa başladığı ve nihayet Rasulullah (s.a.v.) in o yaşlı kadına, cennete girecek kimselerin vasıflarını (yani gençleşerek gire­ceklerini) açıkladığı rivayet edilmiştir. Bunun başka bir çeşidi de, kişinin sözünü kesin söylemeyip" ümit edilir" ve "umulur" sözcükleriyle sınır­landır maşıdır. Böylece söz, kesinlik ifade etme çerçevesinden çıkmış olur.

İmam Muhammed der ki: Bize ulaştı ki, Hendek günü biri[199] Rasu­lullah (s.a.v.)'e gelerek: "Ya Rasulallah! Beni Kurayza (yahudileri) size ihanet etti. Antlaşmayı bozarak Ebû Süfyan tarafına katıldı" dedi. Rasu­lullah (s.a.v.): "Belki de biz onlara bunu emretmişizdir" buyurdu. Adam, Ebû Süfyana gidip: "Beni Kurayza'nın sana tabi olmalarını Muhammed istemiş" dedi. Ebû Süfyan: "Bunu kendi kulaklarınla mı duydun?" diye sordu. Adam: "Evet" deyince, Ebû Süfyan: "Allaha yemin ederim ki, Mu­hammed yalan söylememiştir" dedi.

Söz konusu olay Meğazi kitaplarında iki şekilde anlatılır :

Birincisi : Beni Kurayza Yahudileri, müşriklerden oluşan düşman ordusu gelinceye kadar Rasulullah (s.a.v.)'le antlaşma halindeydiler. Beni Nadir kabile­sinin reisi Huyay b. Ahtab da düşman ordusuyla beraberdi. Bu zatın çabalarıyla Beni Kurayza reisi Ka'b b. Eşref ve kabilesi, Rasulullah (s.a.v.) le yaptıkları antlaşmayı bozup Ebû Süfyan'la birlik oldular. Bu antlaşmaya göre düşman or­dusu Rasulullah (s.a.v.) le savaşırken onlar da arkadan Medine'ye saldıracaklar­dı. Müslümanlar zor duruma düşmüşlerdi. Yüce Allah bunu şöyle dile getirmek­tedir :"Onlar size yukarınızdan ve aşağınızdan gelmişlerdi..."[200]

Nuaym b. Mesud, o zaman henüz müşrik olduğu halde gelip Beni Kuray­za ile müşrik düşman ordusu arasında yapılan antlaşmayı RasuluUaha haber verdi. Rasulullah (s.a.v.), Nuaym'a: "Belki de onlara böyle davranmalarını biz emretmişiz" dedi. Rasulullah (s.a.v.), bu sözüyle, sanki bu aramızda olan ant­laşmanın gereğidir. Böylece düşman ordusunu her taraftan kuşatacağız, demek

istiyordu.

Nuaym çıkıp gittiğinde Hz. Ömer: "Ya Rasulallah! Beni Kurayza'nın işini halletmek, senin hakkında yayacakları bir şeyden (yalan söylüyor deyip tuttur­malarından) daha kolaydır," dedi. O zaman Rasulullah (s.a.v.):"Savaş, hiledir ya

Ömer!" buyurdu.

Rasulullah (s.a.v.) in Nuaym'a bu sözü söylemesi, aralarında birliğin

bozulmasına ve tefrikaya düşüp yenilmelerine sebep olmuştu.

İkincisi:   Ebû Süfyan'la anlaştıktan sonra Huyay b. Ahtab'a dediler ki: "Korkuyoruz ki, iş uzar ve ahzab (müşrik ordusu) galip gelmeden çekip gider de Muhammed'le başbaşa kalırız. O zaman Muhammed seni memleketinden çıkar­dığı gibi bizi de buradan çıkarır." O zaman Huyay b. Ahtab onlara şöyle teminat vermişti. "Şimdi ahzaba gidip büyüklerinden yetmiş kişiyi size rehin verme­lerini söyleyeceğim." dedi. Böylece ahzab çekip gitmeyecek ve onları yalnız bırakmayacaktı. Bu konuşma yapılırken Nuaym b. Mes'ud oradaydı, kendisi de onları bunu kabul etmeğe teşvik etti. Onlar da aynı kanaata vardılar. Nuaym bu olaya tanık olduktan sonra Rasulullah (s.a.v.) e durumu haber verdi. Rasulullah (s.a.v.): "Olabilir ki, bunu biz onlara söylemişizdir" buyurdu. Nuaym, oradan çıkıp Ebû Süfyan'ın yanına gitti. Huyay b. Ahtab, Ebû Süfyan' dan rehineleri istiyordu. Nuaym, Ebû Süfyan'a dedi ki: "Sen Muhammed'in hiç yalan söyleme­diğine kani değil misin?" Ebû Süfyan : "Evet" dedi. Nuaym : "O halde ben az önce onun yanındaydım ve o bana şöyle şöyle dedi. Bu, Beni Kurayza ile yap­tığı antlaşmanın bir gereği imiş. Sizden yetmiş kişi alacaklar ve onları Muham-med'e teslim edecekler. Muhammed de bunları öldürecek ve buna karşılık, onların diğer bir kolu olan Beni Nadir kabilesinin kendi yurtlarına dönmelerine-müsaade edecek" deyince müşrikler: "Lat ve Uzza'ya yemin ederiz ki, doğru söylüyorsun" dediler. Olay, cuma günü cereyan etmişti. Ebû Süfyan, Beni Ku-rayza'ya haber göndererek işin uzadığını, aralarındaki antlaşma gereğince çıkıp Medine'ye saldırmalarını istedi. Beni Kurayza şu cevabı verdi: Yarın cumartesidir. Cumartesi gününün kudsiyetini bozup çıkmayız. Zaten rehineleri verme­dikçe de çıkacak değiliz." O zaman Ebû Süfyan: "Nuaym'ın dediği doğruymuş" dedi.

Allah kalblerine korku saldı. Yenilgiye uğrayarak çekip gittiler. Müslü­manları da , savaşa girmeye muhtaç bırakmadı.

İmam Muhammed dedi ki : Bu ve buna benzer savaş hilelerinde bir sakınca yoktur.[201]

 

Savaştan Kaçmak

 

114- İmam Muhammed dedi ki: Gücü yerinde bir müslü-manin iki müşrikten kaçmasını caiz görmem. Çünkü Yüce Al­lah şöyle buyuruyor: "Tekrar savaşmak için bir tarafa çekil­mek veya bir başka topluluğa katılmak maksadı dışında o gün arkasını düşmana dönen kimse Allah'tan bir gazaba uğramış olur. Onun varacağı yer cehennemdir. Ne kötü bir dönüş­tür."[202] O gün düşmana sırtını çevirip kaçan, muhakkak ki, Allah'ın gazabına uğramıştır. Onun varacağı yer cehennemdir. O, ne kötü dönüştür. Ancak tekrar savaşmak yahut başka bir alanda savaşmak gayesiyle başka bir müslüman müfrezeye katılmak için kaçanlar bundan hariçtir.

Müfessirler, bu ayeün tefsirinde ihtilafa düşmüşlerdir. Katâde ve Dahhâk, savaştan kaçmak, sadece Bedir savaşına hastır. Çünkü müslümanların, kendisi­ne sığınacakları kimse olarak sadece Rasulullah vardı. Ve bu savaşta o da onlar­la beraberdi, derler. Müfessirlerin çoğu ise, bu hükmün Bedir'le sınırlı olmayıp bütün savaşlar için geçerli olduğunu söylerler.

Savaştan kaçmak, büyük günahlardandır Rasulullah (s.a.v.) : "Beş şey kebairdendir" buyurmuş ve bunlar arasında savaştan kaçmayı da saymıştır. Rasulullah (s.a.v.): yine şöyle buyuruyor :

"Allah'a ortak koşmak, yetimin malını yemek, savaştan kaçmak ve iffetli kadınlara zina isnad etmek, günahların en büyüklerindendir."

Ayrıca müslümanların sayısı, müşriklerin sayısının yarısı kadar olunca, müslümanlar için kaçmak caiz değildir. Başlangıçta müslümanların sayısı düş­manın onda biri kadar iken kaçmak caiz değildi. Yüce Allah şöyle buyuruyor : "...Sizin sabırlı yirmi kişiniz onlardan ikiyüz kişiyi yener."[203] Allah'ın, yenileceğini haber verdiği sayıdan kaçmak caiz değildir. Daha sonra Yüce Allah müslümanlarabunu hafifleterek şöyle buyurdu : "Şimdi Allah yükünüzü hafifletti. Zira içinizde zayıflık bulunduğunu biliyordu. Sizin sabırlı yüz kişiniz onlardan ikiyüz kişiyi yener..."[204]

Ancak kaçmamak, silahlı olan kimse için sözkonusudur. Silahlan bulun­mayanların silahlı kimselerden kaçmalarında bir sakınca yoktur.

Görmüyor musun, düşmanların çıkış yolu olan kale kapısından kaçmak ve mancınığın hedef alanı olan yerden uzaklaşmak caizdir. Çünkü bu gibi yerlerde durmak mümkün değildir. Buna göre, bir kişinin üç kişiden kaçması caizdir. Ama İslam ordusunun sayısı onikibine ulaşır ve aralarında ittifak var ise, düşman ordusunun sayısı ne kadar çok olursa olsun kaçmalan caiz değildir. Çünkü Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Onikibin kişilik bir ordu, azlı­ğından dolayı yenilmez." Galip gelebilecek olanın kaçması, caiz değildir.

115- İbn Ömer (r.a.) in şöyle dediği rivayet edildi: Rasu­lullah (s.a.v.), Necd tarafına bir seriyye gönderdi. Ben de se-riyyede idim. Müslümanlar, düşman karşısında yenilgiye uğ­radı. Medineye vardığımızda: "Bizler savaştan kaçanlarız" dedik. Rasulullah (s.a.v.)   şöyle buyurdu: "Aksine, siz, tekrar Ailah yolunda savaşa gitmek için geri dönenlersiniz. Tekrar Allah yolunda savaşmaya gitmek için bana döndünüz. Ben size güç ve kuvvet vereceğim."

Hadiste geçen Akkâr Kelimesi, Allah yolunda savaşmak için geri dönen kimse manasınadır. Yani, sizin bu davranışınız, bana gelmek içindir. Çünkü ben sizin için kuvvet kaynağıyım. Sizi güçlendirdikten sonra tekrar savaşa döne­ceksiniz.

116- İmam Muhammed dedi ki: Ebû'I-Muhtar'ın babası olan Ebû Ubeyd es-Sekafî, Kussu'n-Nâtıf isimli yerde öldü­rüldü. Kendisi, kaçmayı reddetmiş ve ölünceye kadar düş­manla savaşarak sebat etmişti. Öldürülüşü üzerine Hz. Ömer (r.a.) şöyle dedi: "Allah Ebû Ubeyd'e rahmet etsin. Şayet bana geri dönseydi ona kuvvet olurdum."

Buradan anlıyoruz ki, düşman güç getirilemeyecek kadar güçlü ise müs-lümanların ondan geri çekilmesinde bir sakınca olmadığı gibi, "Sebat etmek ve döğüşe devam etmek kendini tehlikeye atmaktır" diyenlerin hilafına, sebat edip savaşa devam etmekte de bir sakınca yoktur. Aksine, bunda kendini Allah için feda etme vardır. Sahabeden bunu yapanlar olmuştur. Anların koruduğu Asım b. Sabit bunlardandı ve Rasulullah (s.a.v.) onlan övmüştür. Buradan da anlıyo­ruz ki, bundu bir sakınca yoktur.

Başarı Allah'tandır.[205]

 

Daru'l-Harbde İslâm'ı Kabul Edip Dâru'l-İslâm'a Hicret Etmemiş Olanların Durumu

 

117- İmam Muhammed dedi ki: Bir kimse dârü'l-harbte müslüman olur da henüz dârü'l-İslama geçmeden bir müslü-man onu yanlışlıkla öldürürse, bu müslüman üzerinde diyet değil, Keffaret vardır.

118- Fakat imla yoluyla Ebû Hanife'den yapılan rivayete göre, ona keffaret de yoktur.

Halbuki keffaretin vucubiyetine delil, Yüce Allah'ın şu sözüdür : "...Eğer o mü'min, size düşman bir topluluktan ise, mü'min bir köleyi

azad etmek gerekir...[206]

Atâ' ve Mücâhid'den yapılan rivayete göre bu ayette kasdedüen, İslama girmiş ama henüz müslümanlara gelip katılmamış olan kimsenin öldürül­mesidir.

Ayrıca denildi ki: Bu ayet, Mirdâs isminde bir adam hakkında indirilmiş­tir. Bu zat, İslamı kabul etmiş ve henüz dârü'l-İslama hicret etmemişti. Üsâme b. Zeyd, İslamı kabul ettiğini bilmeden onu öldürmüştü. Allah bu ayeti indire­rek diyetin gerekmediğini ve fakat keffaretin gerektiğini bildirmektedir.

Buna diğer bir delil de, diyetin, Allah'ın hakkı olarak vacib olmasıdır. Di­ni kabul edip onun himayesine girmekle Allah'ın hakkı sabit olur. Ama dârü'l-îslama geçip onun himayesine girmekle ancak kulların hakkı olan tazminat sabit olur. Bunu, "es-Siyerü's-Sağir" de anlattık. Başarı ve yardım Allah'tandır.[207]

 

Yarayı Tedavi Etmek

 

119- Ebû Ümâme b. Sehl b. Huneyf'ten yapılan rivayete göre Rasulullah (s.a.v.) Uhud günü yüzünü çürümüş bir ke­mikle tedavi etmiştir.

120- Uhud savaşında Peygamber (s.a.v.)'in yüzünün yara­landığı ve kanının aktığı sahih rivayetlerle sabittir. O zaman Peygamber (s.a.v.):

"Peygamberlerin yüzünü kanıyla boyayan bir kavim nasıl felah bulur?." buyurmuş ve bunun üzerine şu ayet inmişti:

"O konuda senin yapacağın bir şey yoktur . Allah, ya tevbe-lerini kabul edip onları affeder, ya da zalim olduklarından do­layı onlara azabeder."[208]

Rivayete göre Peygamber (s.a.v.), bir hasır parçasını ya­karak onunla yüzünü tedavi etmiştir.

Başka bir rivayette ise, çürümüş bir kemikle tedavi etmiş ve bir sargıyla bağlamıştı. Günlerce de bu sargının üzerine mes-hetmişti.

Burada, yaraları tedavi etmekle meşgul olmanın caiz olduğuna delil vardır.

121- Yasaklayıcı bazı rivayetlerden dolayı insanlardan bir kısmı tedaviyi kerih görmüşlerdir. Bunlardan biri, Rasulullah (s.a.v.) 'den yapılan şu rivayettir :

"Ümmetimden yetmişbin kişi hesap görmeden cennete gire­ceklerdir." "Onlar kimlerdir Ya Rasulallah?" denildi. Buyur­du ki: "Bunlar, dağlanmaz, efsunla uğraşmaz ve kuşların uçuş­larını şöyle veya böyleye yorumlamaz; Rablarma tevekkül

ederler."

122- Biz Tedavinin caiz olduğunu söylerken Rasulullah (s.a.v.) den rivayet edilen şu hadise dayanıyoruz:

"Tedavi olunuz ey Allah'ın kulları! Muhakkak ki Allah, yaşlılık ve ölüm dışında, yarattığı her hastalık için mutlaka bir ilaç da yaratmıştır.

Tedavinin yasak olduğunu söyliyenlerin rivayet ettikleri ha­ber, mensuhtur. Çünkü Peygamber (s.a.v.), Hendek günü ucu uzunca bir okla elinin damarı kopan Sa'd b. Muaz'ı dağla­yarak tedavi etmiştir. Es'ad b. Zürâre (r.a.)'ı da dağlayarak tedavi ettiği rivayet edilmiştir.

İmam Muhammed, daha sonra (mensuh olduğunu söylediği hadisin men-suh olmadığını farzedip) her iki rivayetin arasını uzlaştirarak şöyle dedi:

Şayet hastaya şifa verenin, ilacın kendisi olduğuna inanılırsa, o za­man tedavi ile uğraşmak caiz değildir.

Burada, çürümüş kemikle tedavi olmanın caiz olduğuna delil vardır. Ke­mikte hayat olmadığı için kuralımıza göre ölümle necis olmaz. Ama insan yahut domuz kemiği ise onunla tedavi olmak mekruhtur. Çünkü domuz bizatihi necis-tir. Eti gibi kemiği de necis olup hangi şekilde olursa olsun ondan yararlanmak caiz değildir. İnsan vücudu, hayatta olduğu gibi ölümünden sonra da hürmete layıktır. Bu nedenle, onunla tedavi olmak da caiz değildir. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurur:

"Ölünün kemiğini kırmak, canlının kemiğini kırmak gibidir."

123- İmam Zührinin şöyle dediği rivayet edilir: Rasulullah, kafirin, müslümanı köle edinemeyeceğine hükmetmiştir.

İmam Muhammed der ki: Biz de bu görüşteyiz. Hatta Kafir

bir kimsenin kölesi îslamı kabul ederse, köleliğinin devamına

müsaade edilmez ve bu köleyi satmaya zorlanır.

Hadis, kölede mülkiyetin devamını ve köleyi çalıştırmayı ifade eder. Çünkü kölelik devam etmektedir ve devamlılık, devam eden hususta yeni başlamış gibidir.

Ayrıca denildi ki: Burada kastedilen hür olan bir müslümanın köle edinil­mesidir. Kafir bir kimse bir müslümanı esir edip onu köle edinse, o müslümanın köleliği, kafir kimseye sabit olmaz. Çünkü Rasulullah (s.a.v.) : "îslam daima üstündür ve ondan üstünü olamaz." buyurmuştur. Bu ha­disten kasıt, İslamın güzelliğini haber vermek değil, İslamın hükmünü belirt­mektir. Bu, mutlaka gerçekleşecektir. Rasulullah'm haber verdiğine muhalefet etmek caiz değildir.

Ayrıca kafirin, müslümanı zelil kılması, şer'an caiz değildir. Halbuki kafir kişi malik, müslüman da onun mülkü olursa, bunda müslümanı zelil kılma var­dır. İslama sonradan giren bir kölenin, kafir yanında köle olarak devam etme­sinde de zillet vardır. O halde kafir, müslüman kölesini satmak mecburiyetin­dedir. Ancak azad etmesi için zorlanamaz. Çünkü zimmî olmayı kabul etmekle artık malı elinden alınamaz. Ayrıca kölenin İslamı kabul etmesi ve efendinin kafir olması, efendinin kölesine iyilik yapması için etkili bir durum değildir. Bu sebeple azad etmesi diye birşey yoktur. Ancak bir kimse kendi akrabasına köle olarak malik ise, o zaman köle karşılıksız olarak hürriyetine kavuşur. Çünkü akrabalık, iyilik ve ihsanda bulunmak için etkilidir.

124- İmam Muhammed dedi ki: İslama giren müşrik kim­senin cünüblükten yıkanması gerekir. Çünkü müşrikler, cü-nüplükten dolayı yıkanmazlar ve bunun için nasıl yıkanılaca­ğım da bilmezler.

Buradan anlaşılıyor ki, cünüplüğe sebep olan bir durum olduğunda kafir için de bu sıfat geçerlidir. Lakin alimlerimiz, ne zaman yıkanması gerektiği hususunda ihtilaf etmişlerdir.

Kimilerine göre kafirler, şeriatlarla muhatabtır ve kafir iken yıkanmak üzerlerine vaciptir. Bu sebeble kafir iken yıkanmış olması geçerli olur.

Kimilerine göre ise müşrikler şeriatlarla muhatap değildirler. İslama gir­dikten sonra yıkanmaları gerekir. Çünkü cünüblük vasfı kalıcıdır. Devamlı ol­ması sanki, sebebi yeni meydana gelmiş gibi bir sonuç doğurur. İslama gir­mezden önce yıkanmasının sahih olması ise yıkanma sebebinin mevcut olma­sındandır.

Bunun içindir ki, hayızh bir kadın kanı kesildikten sonra İslama girerse, ondan dolayı yıkanması gerekmez. Çünkü ona yıkanmanın vacip olması, kanın kesilmesidir. Kanın kesilmesi ise, devamlılık ifade etmez. İslama girdikten sonra hakikaten ve hükmen sebeb meydana gelmediyse, yıkanması gerekmez.İmam Muhammed, onlar yıkanmanın nasıl yapıldığını bilmezler, sözüyle, cünüplükten yıkanırken ağzı ve burnu yıkamadıklarını kastetmektedir. Halbuki ğusulde bunların ikisi de farzdır. Onun için bir kafir İslamı kabul ettiği zaman cünüplükten yıkanması ona emredilir.

125- Ebû Hüreyre'nin naklettiği hadisi de buna delil olarak getirmiştir. Bu rivayete göre Sümame b. Esâl el-Hanefi İslam'a girdiği zaman Rasulullah (s.a.v.) yıkanmasını emretmiştir.

İbn Ömer (r.a.) der ki: Yıkandıktan sonra iki rekat namaz kıldı. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.) :

"Arkadışınizın İslamı güzel oldu." buyurdu.

Küleyb'ten yapılan rivayete göre de, Rasulullah (s.a.v.) e gelip ona biat edince Rasulullah (s.a.v.) ona: "Başından küfür saçını tıraş et" demiş ve o da gidip tıraş olmuştur.

126- İmam Muhammed dedi ki: Saç kesmenin vacip olduğu kanaatında değiliz. Çünkü Rasulullah (s.a.v.) bunu sahabenin çoğuna emretmemiştir. Belki de, Küleyb saçlarıyla övündüğü için, saçını kesmesini emretmiştir. Yahut, kafir olduğu zaman bitmiş olan saçlarını keserek ziyadesiyle temizlenmesini hoş karşılamıştır. Ama yıkanmak bundan farklıdır.[209]

 

Altın Burun Protezi Takmak

 

127- Arfece b. Es'ad'dan rivayete göre, cahiliye döneminde meydana gelen Kilâb savaşında burnu kesilmiş ve bu sebeble gümüşten bir burun protezi taktır mıştı. Ancak sonradan tak­tığı bu burun kokmaya başlayınca Rasulullah (s.a.v.) altından burun protezi taktırmasını emretti.

İmam Muhammed bu olaya bakarak şöyle diyor :

128- Altın taktırmada bir sakınca yoktur. Aynen bunun gi­bi, bir kimsenin dişi düşse, onun yerine altın bir diş taktırma­sında yahut dişini altınla kaplatmasında bir sakınca yoktur. Bu görüş, İbrahim en-Nehai'den rivayet edilmiştir.

Ebû Hanife ise, altından diş taktırma yahut kaplatmayı

mekruh sayardı. Çünkü yararlanma maksadı ile erkekler için

altın kullanmak caiz değildir. Gümüş kullanmak ise caizdir.

Gümüş yüzük kullanmanın caiz oluşu buna delildir.

İmam-ı A'zama göre, yukanda rivayet edilen hadis, Arfece'ye mahsustur.

Ayrıca İmam Ebû Hanife'nin metoduna göre, üzerinde ittifak edilen genel durum (âmm), Özel duruma (hâss) olana tercih olunur. Ebu Hanife'nin öne sür­düğü meşhur bir hadise göre Rasulullah (s.a.v.), altını sağına, ipeği de soluna alarak şöyle buyurmuştur:

"Şu ikisi (altın ve ipek), ümmetimin erkeklerine haram, kadınlarına helaldir."

En doğrusunu Allah bilir.[210]

 

Antlaşmalı Düşmanın Malları

 

129- Müslümanlar, müşriklerden bir toplulukla antlaşma yapsalar, onlar kendi istekleriyle vermedikçe, onların mallarını almak müslümanlara caiz olmaz. Çünkü bu antlaşma sebebiyle artık onların mal ve canları, müslumanların mal ve canları me­sabesindedir. Nasıl, gönül rızasıyla vermeleri dışında müslü-manların mallarını almak caiz değilse, antlaşmalı müşriklerin mallarını almak da caiz değildir. Çünkü gönül nzalan dışında mallanm almak, ihanet ve ahde vefasızlıktır.

Oysa ki Rasulullah (s.a.v.) :

"Ahidlere vefalı olmak gerekir, Antlaşmayı çiğnemek caiz değildir."

buyurur.

130- Ayrıca Ebû Sa'lebe hadisi ile delil getirildi ki, Hayber savaşında, antlaşma yapıldıktan sonra yahudilerden bir cemaat gelip dediler ki: "Bizim bahçelerimiz var. Senin arkadaşla­rından bu bahçelere girip bakla yahut sarımsak alanlar oldu. Rasulullah (s.a.v.), Abdurrahman b. Avf (r.a.)'a müslümanlar arasında "Haksız yere antlaşmalılarin mallarını size helal görmem." şeklinde seslenmesini emretti.[211]

 

Müşriklerin Camiye Girmeleri

 

131- İmam Zührî'den rivayete göre, Ebû Süfyan b. Harb, antlaşma döneminde, kafir olduğu halde mescide girerdi. An­cak kafir bir kimsenin Mescid-i Haram'a girmesi caiz değildir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyuruyor :

"Ey inananlar! şüphesiz puta tapanlar pistirler, bu sebeble, bu yıllarından sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. Eğer fakirlikten korkarsanız, bilin ki Allah dilerse sizi bol nimetiyle zenginleştirecektir. Allah şüphesiz bilendir, hakimdir."[212] Antlaşmadan maksat, Rasulullah (s.a.v.) le Mekke müşrikleri arasında Hüdeybiye'de yapılan antlaşmadır.

Müşrikler, antlaşmayı bozmuş ve Rasulullah (s.a.v.) in kendilerine savaş açacağından korkuyorlardı. Ebû Süfyan, antlaşmayı yenilemek için Medine1 ye gelmiş ve mescide girmişti.

İmam Zührî'den yapılan bu rivayet, İmam Malik'e karşı bizim lehimize delildir. İmam Malik: "Müşrikin herhangi bir mescide girmesine müsaade edi­lemez." der.

Bizim lehimize başka bir delil de şudur: Sakîf kabilesinin elçileri geldik­lerinde, Rasulullah kendileri için Mescid-i Nebevide bir çadır kurmalarını emir buyurmuştur. "Onlar necis kimselerdir." denildiğinde de, şöyle buyurmuştur: "Yere, necasetlerden birşey düşmez."

İmam Şafiî, Zührî'den rivayet edilen hadisi alarak ayette geçen Mescid-i Haram dışında diğer mescidlere girebileceklerini söyler.

Bize göre ise, diğer mescidlere girdikleri gibi Mescid-i Haram'a girmek­ten alıkonmaziar. Bu hususta düşman ile zimmî arasında da fark yoktur.

Ayetin anlamına gelince: Cahiliye döneminde müşrikler, adetleri üzere çıplak olarak Ka'be'yi tavaf ediyorlardı. Ayet, bu şekilde girmelerini yasaklamaktadır. Ayette geçen yaklaşmaktan maksat ise, Mescid-i Haram'ın işlerini tanzim etmek ve onun onarımı ile İlgilenmektir ki, biz de çıplak olarak Mescid-i Haram'a giremeyeceklerine, ne onun tanzimi ve ne de onarımıyla uğraşamaya-caklarma inanıyoruz. Bu durumlardan hiçbiri için onlara müsaade edilemez.[213]

 

Kadınların Hamama Gitmeleri Ve Hayvana Binmeleri

 

132- Rivayete göre, Ömer b. Abdülaziz, valilerine genelge göndererek nifaslı ve hasta kadın dışında kadınların hamama girmemelerini istemiştir.

Kadınların hamama gitmelerinin mekruh olduğunu söyleyenler buna da­yanırlar. Ayrıca Rasulullah (s.a.v.) in şu hadisini de buna delil sayarlar :

"Hangi kadın, kocasının evinden başka bir yerde cilbabını (elbise - başör­tüsü) çıkarırsa Allah'ın, cümle meleklerin ve insanların lanetleri onun üzerine

olsun."

Humus kadınları Hz. Aişe (r.a.) nın yanına girdikleri zaman onlara: "Siz hamamlara gidenlerden değil misiniz?" diye sormuştu. Onlar: "Evet" deyince de, evden çıkmalarını ve oturdukları yerin yıkanmasını emretmiştir.

Mezhebimize göre ise, iffetli bir şekilde gider ve peştemal kullanırlarsa kadınların hamama gitmesinde bir sakınca yoktur. Çünkü hamama gitmek, zi-net (süslenme) anlamındadır ve bu, erkeklerden çok kadınlara yakışır. Yahut da, yıkanma ihtiyacı için hamama gidilir ki, bu durumda kadının temizlenmesini gerektirecek sabebler daha çok olduğu için, kadının ihtiyacı daha çoktur. Er­kek, havuz ve nehirlerde yıkanabilir. Halbuki kadının buna imkanı yoktur.

Hadisin teViline gelince, kadının, kocasının izni olmadan dışarı çıkması mekruh görülmüştür. Çünkü asıl olan kadınların evlerinde oturmalarıdır. Onlar, bununla emrolunmuşiardır. Ayette peygamberin eşleri için, "Evlerinizde oturun;"[214] buyurulmaktadır.

Ömer b. Abdülaziz, söz konusu genelgesinde şunu da yazmıştı: "Hiç­bir müslüman kadın eğere binmesin." Çünkü Rasulullah (s.a.v.) "Eğer­lere binen kadınlara Allah lanet etsin". buyuruyor.

Bununla, eğlenmek yahut süslenip püslenip kendisini erkeklere göster­mek isteyen kadın kastedilmiştir. Ama cihad için yahut kocasıyla birlikte hacca gitmek gibi bir ihtiyaçtan dolayı biner, gereği şekilde örtünürse, binmesinde bir sakınca yoktur.

Ömer b. Abdülaziz, aynı genelgesinde yine şöyle yazdı: Ehli Kitabın eğerlere binmelerine müsaade olunmasın. Onlar, palana (semere) binsinler Ayrıca, tanınmaları için kuşak bağlasınlar.

Yani, elbiselerinin üzerine zünnar bağlasınlar ve semere benzeyen eğere binsinler. Bu önü yüksekçe olan bir eğerdir. Onlara bunun emredilmesinin se­bebi; izzet sahibi olma konusunda müslümanlarla yarışmalarının önlenme­sidir .Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır.

"Kitap Ehlini hakir ve zelil görünüz, ama onlara zulmetmeyiniz."

Hz. Ömer b. Hattab (r.a.), zimmîlerle, zünnar bağlamaları şartı üzere an­laşmıştı. Valilerine gönderdiği bir genelgede de: "Zimmîlere, boyunlarına kur­şundan kolye takmalarını, kemer bağlamalarını ve müslümanlara benzeme­melerini emretmelerini yazmıştır."

Bu meselenin açıklaması ileride gelecektir.[215]

 

Para İle Cıhad Etmek

 

133- Ebû Hanife (r.a.) der ki: Müslümanlar güçlü oldukları müddetçe cihad için ücret almaları ve vermeleri mekruhtur. Ama güçlü değillerse, birbirlerini mal ile takviye etmeleri caiz­dir. Yüce Allah :"AHah yolunda hakkıyla cihad edin...’’[216] bu­yurmaktadır.

Hakkıyla cihad etmek, mal ve canla cihad etmektir. Cihada çıkan kişi zengin ise, hem mal ve hem de canıyla cihad etmeli ve cihadından dolayı kimseden ücret almamalıdır. Ama fakir ise başkalarından gönül rızalarıyla, cihada güç getirecek şekil­de mal almasında bir sakınca yoktur. Böylece biri canıyla, diğeri de malıyla cihad etmiş olur.

134- Nitekim Hz. Ömer (r.a.), bekar kimseyi, evli kimsenin parasıyla silahlandırıp onu savaşa gönderirdi. Savaşa gitmeye­nin de, atını alır ve savaşa gidene verirdi.

135- Rivayete göre, İbn Abbas'a ücret alma konusu sorul­duğunda şu cevabı vermiştir: Kişinin aldığı malı cihadda kulla­nacağı hayvan ve silaha vermesinde bir sakınca yoktur.

Çünkü mal sahibi, cihad güçlü yapılsın diye mücahide malım vermekte, kendisi de malı ile cihad etmiş olmaktadır. Bu nedenle mücahid kişinin o malı cihad yolunda değil de, kendi şahsı için harcaması mekruhtur.

136- Nitekim rivayete göre, Abdullah b. Yezid el-Ensârî (r.a.) dan cihad için kendisine mal verilen bir kimsenin du­rumu soruldu. Bu adam kendisine verilenden daha azını cihad yolunda harcıyordu. Abdullah dedi ki: Şayet artırdığı miktarı kendi şahsına harcamayacaksa, bunda bir sakınca yoktur.

Yani maksadı, ayırdığı miktarı daha sonra kendi ihtiyaçlarına harcamak değilse, bunda bir sakınca yoktur. Savaştan döndüğü vakit bu artırdığını götürüp kendisine veren kişiye iade eder. Bu tıpkı başkası yerine hacca giden kimse gi­bidir. Başkası yerine hacca giden kimse, döndüğü vakit arta kalan paraları sahi­bine iade eder. Çünkü arta kalanı iade etmediği takdirde, amelinden dolayı ücret almış gibi olur. Cihad için ücret almak ise batıldır.

137- Buna göre, devlet başkanı bir ordu hazırlamak istediği zaman şayet beytülmal (devlet hazinesi) müsait ise, orduyu buradan donatması ve kimseden birşey almaması gerekir. Ama devlet hazinesinin durumu yeterli değilse, halktan kendilerine düşeni zorla alma imkanına sahiptir.

Çünkü devlet başkanı, halkı gözetme konumundadır. Bu ise halkı tam manasıyla gözetmenin gereklerindendir. Rivayet olunur ki, Muaviye (r.a.) Küfe halkına bir miktar askeri teçhiz etmelerini emretti. Bu arada Cerîr b. Abdillah ve oğluna acıyarak onlardan birşey alınmamasını istedi. Ama onlar buna itiraz ederek biz de gazilerin teçhizi işine malımızla katılmak istiyoruz, dediler.

138- Cübeyr b. Nüfeyr'den rivayete göre Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur.

"Ümmetimden düşmanla savaşan ve güçlenmek amacıyla bunun için ücret alanlar Hz. Musa'nın annesine benzerler. Hz. Musa'nın annesi çocuğunu emziriyor ve bundan dolayı ücret alıyordu." Yani gazilerin savaşa katılmaları, kendi şahısları içindir. Yüce Allah şöyle buyuruyor :

"İyilik ederseniz kendinize iyilik etmiş olursunuz. Kötülük ederseniz, o da kendinizedir..."[217]

Düşmana karşı güçlenmek için gazilerin mü'min kardeşle­rinden para almaları helaldir. Nitekim Hz. Musa'nın annesi kendi çocuğuna süt emzirirken kendi kendisine iş yapmış olu­yordu ve süt emzirmeye güç yetirmek için Firavun'un verdiği ücreti alıyordu. Bu ona helaldi.

139- İmam Muhammed dedi ki: Bir müslüman, İslamı ka­bul etmesi kaydıyla bir müşrike bir miktar para verse ve o da bu mal karşısında İslamı kabul etse, o kişi müslüman olur. Çünkü İslamın gerçekleşmesi için gerekli olan tasdik ve ikrar tahakkuk etmiş olur.

Ona para verilmesi şartı, ikrar ve tasdiki bozmaz. Bu nedenle müslüman-lığma hükmolunur. İster o para ona verilmiş olsun, isterse verilmesin farketmez. Çünkü kendisine bu para verilmediği takdirde nihayet buna rızası olmayacaktır ki bu da müslüman sayılmasına engel değildir. Nitekim İslanu kabullenmek için zorlanan kimsenin zorlanmış olması, İslama girmesine engel değildir. Para ver­meyi şart koşan kişi ise, bu parayı vereceği gibi, vermeye de bilir. Ancak ver­mesi daha iyidir. Çünkü bunu vermeyi va'detmişti. Ahde vefa mü'minlerin ahla­kından, vefasızlık ise, münafıkların ahlakındandır.

Ancak İslama giren şahıs açısından düşündüğümüzde, bu durum kendi­sine yarar sağlamıştır. Bundan dolayı başkasından bir ücret alma hakkı yoktur. O parayı haketmesİ için, o kimseye bir İş yapmış olması gerekir. Para İslamın karşılığı olamaz. O kimseye bir iş yapmamıştır ki bunun karşılığında bir ücret hak etsin. Ona vadedilen para ya rüşvettir ya da İslama.rağbetini arttırsın diye bir vasıtadır. Bunların her ikisi de para teslim edilmeden önce, kişiyi o paraya sahip kılamaz. Bu sebeple kendisine o para verilmediği takdirde İslamdan vazgeçerse mürted olur. Tekrar İslama dönmediği takdirde boynu vurulur. Rasulullah (s.a.v.) :

"Dinini değiştireni (İslamdan döneni) öldürün!" buyurmaktadır.[218] Ama İslamı kabul etmesi için zorlanan kimse daha sonra îslamdan döne­cek olursa, öldürülmez. Çünkü tehdit karşısında İslamı kabul ettim demesi, o-nun bu sözü İnanmadan söylediğni gösterir. En azından bu bir şüphedir ve ölü-mü üzerinden defetmeye yeterlidir. Ama şart koşulan belli bir para karşılığında İslamı kabullenen için şart koşulan bu para, onun inanmadan İslamı kabul etti­ğine bir delil değildir. îslamı kabulü tamamlanmıştır ve bunda bir şüphe yoktur. Bu sebeple de, İslamdan döndüğü takdirde öldürülür.

140- Ğalib b. HutâFtan yapılan rivayette şöyle demektedir: Hz. Hasan R-A.'m evinin Önünde oturuyorduk. Yaşlı bir adam gelip bize selam verdi, sonra da şöyle dedi: Babam dedemden naklederek Rasulullah (s.a.v.) in şöyle buyurduğunu bana haber verdi:

"Bir topluluğa selam veren kişi, onun selamını alsalar bile, mutlaka onlardan on iyilik fazla kazanır.

Bu hadiste, selama başlamanın daha faziletli olduğuna delil vardır. Se­lama başlayanın sevabı daha çoktur. Çünkü cevaba sebeb olan, selamı başlatan kimsedir. Dolayısıyla iyiliği başlatan ve ona sebeb olan, kendisidir. Tabii ki, cevap veren de sevap kazanır.

Yaşlı adam, daha sonra şöyle dedi; Babam dedemden bahsederek, bana şunu haber verdi: Babam, kabilesine şart koşmuştu. İslamı kabul ettikleri takdirde onlara yüz deve verecekti. Onlar da İslamı kabul ettiler. Bunun üzerine babam, Rasulullah (s.a.v.)e bu durumu haber vermek ve onu kabilesinin reisi olarak kabul buyurmasını istemek üzere beni Rasu­lullah (s.a.v.)e gönderdi. Ben de Rasulullah (s.a.v.) e giderek: Babamın sana selamları var, dedim." "Selam, ona ve sana." buyurdu.

Biri, orada hazır bulunmayan bir kimsenin selamını getirip tebliğ ettiği zaman, hem selamı getirene ve hem de selamı gönderene selam vermek gerekir. Çünkü orada hazır bulunmayan ve selam gönderen kişi selamı göndermekle, elçi de onu iletmekle ona iyilikte bulunmuştur. O halde kendisinin de, selam­larına cevap vermekle her ikisini de mükafatlandırması gerekir.

Babamın yaptığını Rasulullah (s.a.v.)'e şöyle anlattım: Babam, aşi­retine şart koştu. İslama girdikleri takdirde kendilerine yüz deve verece­ğini söyledi. Onlar da İslamı kabul ettiler. Şu anda İslama bağlılıkları da samimi. Onlara söz verdiği yüz deveyi vermekten vazgeçebilir mi? Rasu­lullah (s.a.v.): "Dilerse vazgeçebilir. Şayet İslam üzere sebat gösterirlerse ne güzel. Ama vazgeçerlerse üzerlerine asker göndeririz," buyurdu.

Bu da gösteriyor ki, şart koşulan para, işin başında verilen bir bağıştır. Bağışlayan kimse ise, karşılığını vermeden bağıştan vazgeçebilir. Bu yolla kişi­nin başkasını İslama teşvik etmesinde bir sakınca yoktur. Görmüyor musun, müellefe-i kulûb'un zekâttan alacakları pay ayetle sabittir. Bazı müfessirler, İslam üzere sebat göstermeleri için kendilerine bu pay verilir demektedir. Ama bazıları da İslama gireceklerine söz verdikten sonra, İslama girmeleri için bir teşvik olarak bu payın onlara verildiğini söylemektedir.

Ayrıca yukarıdaki hadiste, bir şart üzerine İslama girenlerin İslamdan vazgeçtikleri takdirde öldürüleceklerine dair de delil vardır. Çünkü Rasulullah (s.a.v.)' in "Üzerlerine asker göndeririz," buyurmasından maksat budur.

Babam, ayrıca senden, kavminin başkanı olarak kendisinin atan­masını rica ediyor, dedim. Rasulullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Dilerse olsun.

Lakin reisler ateştedir."

Yani isteğine mani olmam. Lakin ona haber ver ki, istediği şeyde hayır

yoktur.

İrafet: başkanlık manasındadır, Arîfü'1-kavm dendiği zaman o topluluğun idarecisi ve işlerini düzenliyen kişi manasınadır. Rasulullah (s.a.v.):

"İnsanlar için bir idareci gereklidir, (lakin) İdareci ateştedir." demiştir.

Yani çoğu zaman halkın başına geçen kişi onlara zulmeder. Onlara karşı tekebbüre kapılır. Zalim ve mütekebbirlerin varacağı yer ise cehennemdir, de­mek istemektedir.

Bu hadiste, idarecilik istemekten kaçınmanın daha iyi ve emniyetli

olduğuna delil vardır.

141- İmam Muhammed derki: Şayet müslüman bir şahıs düşman bir kafiri öldürmek şartıyla başka bir müslümana bir ücret va'detse ve o müslüman kişi gidip o düşman kafiri öldür­se, her ikisi için bunda şer'i bir sakınca yoktur. Bana göre ken­disine va'dettiği ücreti vermesi daha iyi olmakla birlikte, öde­mesi için zorlanamaz.

Çünkü düşman kafiri öldürmek cihaddır. Kİrn bu işi yaparsa, ya kendi nefsi için yahut dini yüceltmekle Allah rızası için yahut da düşman olan kimse­nin fitnesini bertaraf etmekle İslam toplumu için bir harekette bulunmuştur.Bundan dolayı kendisine va'dedilen ücreti hak etmez. Çünkü bu hareket, ken­disine vaadde bulunan kimsenin özel bir işi değildir. Lakin kendisine verdiği sözü yerine getirmesi efdaldir.[219]

Ama vadeden kişi o ücreti vermek istemediği takdirde zorlanamaz,

142- Rivayete göre Yâmîn bin Vehb İslamı kabul ettikten sonra Rasulullah (s.a.v.) kendisine şöyle dedi:

"Ey yâmîn! Amcaoğlunun beni öldürmeğe kalkıştığını görmedin mi?" O zaman Yâmîn: "Ben onun hakkından geli­rim ya Rasulullah" dedi. Sonra Araplardan birine, amcasının oğlunu öldürmek üzere on dinar vererek onu bu işle görevlen­dirdi.

Bir rivayette ise: Onu öldürmesi için beş vaşak vermiştir.

Kiralanan o şahıs da gidip yâmîn'in amca oğlunu öldürmüş­tür. Öldürülen kişi Amr b. Cahhâş idi.

Burada, böyle bir harekette bir sakınca olmadığına delil vardır. Çünkü mutlaka Rasulullah (s.a.v.) bu olaydan haberdar olmuştu.

143- Ancak devlet başkanı, böyle bir iş için birine, beytü'l-malden bir ücret vermeye söz verirse, sözünü yerine getirmek mecburiyetindedir. Çünkü beytü'1-mal müslümanların ihtiyaç­ları içindir. Gidip kafir düşmanı öldüren kişi ise, bir bakıma bütün müslümanların işçisi durumundadır. Bu nedenle devlet başkanı kendisine va'dettiğini vermek mecburiyetindedir.[220]

 

Müşriklerin Kablarını Kullanmak, Yemeklerini Ve Kestikleri Hayvanların Etlerini Yemek

 

144- Yeme ve içmede müşriklerin kab kaçağını kullanmada her ne kadar bir sakınca yoksa da, kullanılmadan önce yıkan­maları daha iyidir.

Çünkü küfrün kirliliği kaplara bulaşmaz. Onlara ancak maddî bir kirlilik dokunabilir ki, bu da yıkamakla giderilir. Bu hususta müslümanların kaplanyla müşriklerin kaplan arasında bir fark yoktur. Ancak müşrikler kaplarının temiz­liğine gereken önemi vermedikleri ve onlara güven olmadığı için kaplarının tekrar yıkanılması gerekir.

Ama kişi, dış görünüşlerine bakıp yıkamazsa, bunda bir sakınca yoktur. Çünkü kaplarda aslolan, temiz olmalarıdır. Ancak yıkanırlarsa daha ihtiyatlı davramlmış olur. Nitekim Ebû Sa'Iebe ei-Huşanî'nin rivayetine göre, kendisi Rasulullah (s.a.v.) e: "Ya Rasulallah! Müşriklerin topraklarına gidiyoruz. Kap­larında yemek yiyelim mi?" diye sormuş, Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Başka bir çare bulamadığınız takdirde onları yıkayın, sonra onlarla yeyin."

Hadisin tamamını Av bölümünde belirttik. Hasan-ı Basrî'den, mecûsîle-rin kase ve çömleklerinin durumu soruldu: Onlarda yemek pişirilip yenebilir mi? Soran kişiye şöyle cevap verdi: "Önce onu yıkayıp temizle. Sonra da yemeğini pişir ve ye."

İbn Şîrînden rivayete göre Rasulullah (s.a.v.) in ashabı müşriklere galib geldiklerinde kaplarından yemek yeyip içiyorlardı.

Huzeyfe (r.a.)' den rivayete göre kendisine, içinde içki içilen bir sürahiyi getirdiler. Huzeyfe, onun yıkanmasını emretti ve sonra onunla su içti. Yapılan bu rivayetler, söylediğimizin doğruluğuna delildir.

145- Yahudi ve hristianların, gerek kestikleri hayvanların etleri olsun, gerek diğer yemekleri olsun, yenmesinde bir sa­kınca yoktur. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "...Kitap verilenle­rin yemeği size helal, sizin yemeğiniz de onlara helaldir..."[221]

Mecûsîlere gelince; kestikleri hayvanın eti hariç, diğer yiye­ceklerinin hepsinde bir sakınca yoktur. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurur: Ehli kitaba davrandığınız gibi mecûsî­lere de davranınız. Ancak kadınlarını nikahlamayın ve kestik­leri hayvanların etini yemeyin."

Çünkü onlar iki ilaha inanırlar. Kestiklerinde Allah'ın adını samimi bir şekilde anmak onlar için söz konusu değildir. Halbuki kesilen hayvanlar üze­rinde Allah'ın adını anmak şarttır. Kitab ehli, her ne kadar tevhidlerinde şirk gizli ise de açıkta Allah'ı tevhid ederler.

146- Hz. Ali b. Ebi Talib (r.a.)'m şöyle dediği rivayet edildi: "Kestikleri hayvanın eti hariç, mecûsîlerin yiyeceğinde bir sakınca yoktur."

Selmân-ı Fârisî'nin kölesi Süveyd'in de şöyle dediği rivayet edilir: Allahu Teala Parsları mağlub ettiği gün, bir sepet bul­duk ki içinde ekmek, peynir ve bıçak vardı. O sepeti alıp Sel-man (r.a.)'a götürdüm. Sehnan, arkadaşlarına ekmeği ve pey­niri verdi ve oturup yemeye başladılar. O zaman Farslar me-cûsî idiler. Buradan da anlıyoruz ki, kestikleri hayvanın eti hariç diğer yemeklerinin yenmesinde bir sakınca yoktur. Burada ganimet sahiplerinin, henüz ganimetlerin taksimi yapılmadan on­dan yemelerinin caiz olduğuna delil vardır.

147- Sâid b. Cübeyr'e mecûsîlerin süzme yoğurt ve tarha­naları soruldu. O da: "Bir sakıncası yoktur" cevabını verdi.

Çünkü bu yiyeceklerde kestikleri hayvanın eti yoktur. Mecûsîler de, kes­tikleri hayvan dışındaki diğer yiyeceklerinde müslümanlar gibi temiz yemek

yaparlar.

148- İmam Şa'bî'den, mırıldanarak [222] yemek yiyen bir me-cûsî ile beraber yemek yenilip yenilemeyeceği soruldu. O da: "mecûsîlerin yemeğinden ye" karşılığını verdi.

İmam Şa'bî burada kendisinden sorulan mırıldanma meselesine değinmemistir.Böyle davranması, Hz. Ömer (r.a.) in, valilerine mektup yazarak mecû­sîlerin yemek esnasında mırıldanmalarına engel olmalarını istediği şeklindeki rivayet sebebiyledir. Oysa ki bu rivayet şazdır.

Çünkü zimmîliği kabul etmelerinden dolayı, bundan daha büyük olan içki içmelerine ve domuz eti yemelerine müsaade ediyoruz. Onun için İmam Şa'bî bu yöne dokunmamış ve kestikleri hayvanın eti dışında kalan yemeklerinden yenebileceğine fetva vermiştir.

149- İbrahimden rivayete göre ordularımız Irak toprak­larını fethettikleri zaman müşriklerin ekmeklerinden yediler.

Vakıdî, Meğâzî'de zikreder ki: Müslüman askerler Kisranın mutfağını ele geçirdiklerinde kazanlarda yemek vardı. Müslüman askerler bu rengarenk ye­mekleri boya zannedip denemek için sakallarına sürdüler. Sonra bunların yemek oldukları söylenince yemekler kendilerine dokununcaya kadar yediler.

Gerçekte Kisra'nm yemekleri etsiz olmazdı. Bu nedenle bu şekilde davra­nan akerler, orduda bulunan bedevi Araplar olmalı ki, bunlar şer'î hükümleri pek bilmezlerdi. Onların davranışları muteber değildir.

150- Kitabın müellifi İmam Muhammed, daha sonra Ali b. Ebi Talib (r.a.)'a düşman hıristiyanların kestikleri hayvan­ların etlerinin yenilip yenilmeyeceği sorulduğu ve kendisinin bunda bir beis görmediğini, ancak kadınlarıyla evlenmenin mekruh olduğunu söylediğini nakleder.

Bunu çirkin görmesi, müslüman kişinin dârü'l-harbde kal­masından korkulduğu içindir. Yoksa, onlarla evlenmenin ha­ram olduğunu söylemek istememiştir.

151- Hz. Ali (r.a.)nı rivayet etiği hadis buna delil olarak getirilir. Buna göre: Rasulullah(s.a.v.),Hecer [223] mecûsîlerine mektup yazarak onları İslama davet etti. Onlardan kim Islamı seçerse, bu seçiminin kabul edileceğini, kabul etmeyenlerin de cizye vereceklerini, kestikleri hayvanların etlerinin yenmeyece­ğini ve kadınlarının nikahlanamayacağını da mektubunda belirtti.

Öyle zannediyorum ki müleilif, Rasulullah (s.a.v.) in, mecûsîleri özel­likle zikretmesinin ehl-i kitabın kadınlarının caiz olduğu anlamına geldiği için bu hadisi burada delil olarak getirmiştir. Yeri geldiğinde bu meseleyi etraflıca anlatacağız.

152- İmam Muhammet!, müslümanın hür veya cariye ola­rak mecusi bir kadınla cinsel ilişki kurmasının caiz olmadığını, bunun ancak nikahla mümkün olabileceğini belirtmektedir. Müslümanın hür veya cariye mecusi kadınla evlenmesi ise, caiz değildir.

Sabitlere gelince; Ebû Hanife'ye göre, kestikleri hayvanların eti yendiği gibi, kadınları da nikahlanır ve bu mekruh da değildir. Ama İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e göre, ne kestikleri hayvanın etinin yenmesi ve ne de kadınlarının nİkahlanması caizdir.

Ancak aralarındaki bu ihtilaf, sabitlerin kim oldukları hakkındaki ihtilaf­tan kaynaklanmaktadır. Ebû Yusufla Muhammed'e göre Sabitler, yıldızlara tapanlar ve yıldızların tanrılar olduklarına inananlardır. Gizledikleri temel inançları budur. Ancak bunu açığa vurmaları, onlar için caiz değildir. Ebû Ha-nife ise, dış görünüşlerine bakarak hükmünü vermiştir. İki İmam, hükümlerini belirtirken, gizledikleri inançlarını göz önünde bulundurarak vermişlerdir ki, sabitler bu halleriyle mecûsîler gibidirler. Hatta onlardan da daha kötüdürler. Başarı Allah'tandır.[224]

 

Kişiler Ne Zaman Müslüman Sayılır?

 

153- Hasan-ı Basrî (r.a.) dan Rasulullah (s.a.v.) in şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Müşrikler, "Lâ İlahe illallah" de­yinceye değin onlarla savaşmakla emrolundum. Bu sözü söyle­dikleri zaman şeriata göre hak ettikleri cezalar dışında can ve mallarım benden korumuş olurlar. Hesaplarını da Allaha vere­ceklerdir.

Kitabın müellifi İmam Muhammed der ki: Rasulullah (s.a.v.) Allah'ı birlemeyen putperestlerle savaşıyordu. Onlar­dan kim "Lâ İlahe İllallah" dediyse, bu sözünü İslam ı kabul ettiğine delil sayardı.

Netice olarak bir kimse malum olan şirk inancının zıddı olan tevhidi ikrar ettiği zaman İslama girdiği kabul edilir. Çünkü gerçek inancını tesbit etme imkanımız yoktur. Neyi ikrar ettiğini duyarsak, o inançta olduğuna hükmederiz. Şayet daha önce belirttiği inancından farklı bir söz söylerse bunu, inancını değiştirdiğine delil sayarız. Aslında putperestler Allah'ın varlığını kabul ediyor­lardı. Allahu Teala şöyle buyurur :

"And olsun ki,onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan: Allah derler. Öyleyken nasıl da aldatılıp döndürülüyorlar?"[225]

Fakat Allah'ın birliğini kabul etmiyorlardı. Yüce Allah onların bu durumu ile ilgili olarak da şöyle buyuruyor : "Onlara: "Allahtan başka tanrı yoktur" denildiği zaman, şüphesiz büyüklenirler."[226]

Yine onların bu konuyla ilgili sözlerini şöyle haber veriyor : "İnkarcılar; tanrıları tek bir tanrı mı yaptı? Doğrusu bu tuhaf bir şeydir, demişlerdi."[227]

Onlardan her kim, "Lâ İlahe İllallah (Allah'tan başka ilah yoktur)." derse, daha Önce üzerinde bulunduğu inancın tersini ikrar etmiş olur. Onun için de bu, imanına delil sayılmış ve Rasulullah (s.a.v.):

"Lâ İlahe İllallah" deyinceye değin müşriklerle savaşmakla emrolun-düm." buyurmuştur.

154- Mani dinine mensup olanlarla iki ilah olduğunu iddia edenler (Seneviyye) de bu durumdadır. Bunlardan biri "Lâ İlahe İllallah" derse, bu, onun İslamı kabul ettiğine delildir.

Ama yahudilerle hıristiyanların durumu böyle değildir. On­ların "Lâ İlahe İllallah" demeleri, İslama girmiş olmalarına delil sayılamaz. Onlar RasuIuUah (s.a.v.) döneminde onun pey­gamberliğine inanmıyorlardı. Bundan dolayı " Muhammedün Rasulullah" demeleri de gerekiyor. Nitekim, rivayete göre Ra-sulullah (s.a.v.) hasta olan yahudi komşusunu ziyarete gitti ve o yahudiye telkin sadedinde: "Şehadet ederim ki, Allah'tan baş­ka ilah yoktur ve ben Allah'ın rasulüyüm." buyurdu.

Hasta yahudi, babasına baktı. (Şehadeti getirmek için mü­saade istiyordu.) Babası da ona: "Ebû'I-Kasim'a cevap ver" dedi. Hasta, şehadeti getirdi ve sonra da ruhunu teslim etti. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Sayemde bir kişiyi cehennem ateşinden kurtaran Allah'a şükürler olsun." Daha sonra ashabına dönerek: "Din kardeşinizin cenaze işlem­lerini yapın diye" emretti.

155- İmam Muhammed dedi ki: Bugün ise Irak toprakla­rında yaşayan ehl-i kitabtan bazıları var ki, "Lâ İlahe İllallah, Muhammed rasulullah" derler ama onun, Arapların peygam­beri olduğunu, İsrail oğullarına gönderilmediğini ileri sürerler. Bu konuda Yüce Allah'ın "Ümmiler arasından, kendilerine ayetlerini okuyan, onları arıtan, onlara Kitabı ve hikmeti öğre­ten bir Peygamber gönderen de O'dur..."[228] sözünün zahirini de kendilerine delil gösterirler. Onlardan her kim, bu inançla Muhammed'in Peygamberliğini kabul ederse yine İslamı kabul etmemiş sayılır. İslama girebilmesi için kendi dininden tama­men uzaklaşması gerekiyor. Hatta yahudi yahut hıristiyan olan bir kimse : "Ben müslümanım yahut müslüman oldum" derse yine İslamı kabul ettiğine hükmolunmaz. Çünkü batıl dinlerine İslam ismini verirler. Müslüman, Hakka teslim olan kimsedir.

Biz de Hakka teslim olmuş kimseleriz, derler. Bu nedenle sa­dece bu sözü söylemeleri, onları müslüman kabul etmemizi ge­rektirmez. Mutlaka, tabi oldukları dini de terketmeleri gere­kiyor.

Yine onlardan biri : "Ben yahudilikten beriyim" der, ama bununla birlikte "İslama girdim" demezse, İslamına hükmo­lunmaz. Olabilir ki yahudilikten çıkıp hır isti yanlığa girmiştir. Ama "Yahudilikten çıktım" dedikten sonra "İslama girdim" derse, o zaman hır is tiy anlığa girmiş olması ihtimali ortadan

kalkar.

Alimlerimizden bazısı der ki: Şayet "İslama girdim" derse, daha önce inanmakta bulunduğu dinden beri olduğunu söylemese de, İslamı kabul ettiğine hükmolunur. Çünkü söylediği sözde, İslama yeni girdiği anlaşılmaktadır ki bu, daha önce inanmakta olduğu dinin dışındadır ve bu söz eski dininden teberriyi

de içine alır.

Şayet mecûsî "Müslüman oldum yahut ben müslümanım" derse, İslamına hükmolunur. Çünkü onlar kendileri için İslam vasfını kabul etmezler, hatta İs­lam lafzını sövmek İçin kullanırlar. Onlardan birinin çocuğu huysuzluk yaptı­ğında ona "Müslüman" kelimesini söyliyerek azarlarlar. Bu nedenle yukarıdaki sözleri söyleyen mecûsînin İslamına hükmolunur.

156- Rivayet olunur ki biri, Hasan-i Basrî'ye gelerek: "Ya Eba Said, Hind'den bir gemi geldi. Gemiden, esir edilmiş kafir bir kız satın aldım. Onu alıp eve  getirdim. Ancak evde öldü. Şimdi ona ne yapayım? Tutup atayım mı? Yoksa yıkatıp üze­rine namaz mı kılayım?" diye sordu. Hasan-ı Basrî: "Sübha-nallah! Hayır. Aksine, onu yıkayıp kefenle, sonra da üzerine namaz kıl. Çünkü o, İslama girmiştir" karşılığını verdi. Hasan-ı Basrî'nin bu sözünün izahı şöyledir: Bu, küçük kız hakkındadır. Şayet esir edilir ve anne-babasmdan hiçbiri yanında bulumazsa, dârü'l-İslama getirildikten sonra müslümanlığına hükmolunur. Büyümüş için böyle bir durum sözkonusu değildir. İslamı kabul ettiğini belirtmeden önce ölürse, üzerine na­maz kılınmaz. Çünkü Ölü üzerine namaz kılmak, imanından dolayı müslümanın müslüman üzerindeki hakkıdır. Ama namaz dışında kalan yıkama, kefenleme ve gömme işlemleri yerine getirilir. Çünkü bu işlemler ademoğlundan her Ölen için uygulanan adetlerdir.

157- Rivayete göre biri, İbn Abbas'a gelerek: "Hıristiyan olan annem öldü, cenazesi ile ilgileneyim mi?" diye sordu. İbni Abbas " Cenazeişlerini yerine getir. Onu göm. Sadece üzerine namaz kılma" cevabını verdi.

Biz de aynı kanaattayız. Şayet cenazesinin defni ile ilgile­necek kafir bir oğlu yoksa, müslüman oğlunun bu görevi yerine getirmesi ve onu yırtıcı hayvanlara terketmemesi gerekir. Çün­kü müslüman kimse, müşrik bile olsalar, anne ve babasına iyi davranmakla emrolunmuştur. Yüce Allah şöyle buyurur: "... Dünya işlerinde onlarla (anne babanla) güzel geçin..."[229]

Onları yırtıcı hayvanlara yem olarak terketmesi, onlara iyi davranmak değildir.

Ama bu görevi yerine getirecek müşrik akrabaları varsa, iyisi, müslümanın bu işi onlara bırakmasıdır. Ama dilerse, cenazesinin peşinden gidebilir.

Rivayete göre, Haris b. Ebî Rabîa'nın hıristiyan olan annesi öldüğünde sahabeden birkaç kişiyle cenazesinin peşinden git­miştir. Ancak cenazeyle birlikte, cenazenin dinine mensup o-lanlar da bulunuyorsa, müslümanın onlara karışarak değil, ayrı bir şekilde yürümesi yahut cenazenin önünde gitmesi gere­kir ki, müşriklerin topluluğunu çoğaltmamış olsun.

158- Rivayete göre İbrahim en-Nehaî'ye, İslamı kabul etti­ğini belirtip henüz hiç namaz kılmamış olan esirin cenaze na­mazının kılınıp kılınmayacağı soruldu. O da, üzerine namaz kılınacağını söyledi.

Biz de aynı kanaattayız. Çünkü namaz kılmadan önce Is-lamı tamamlanmıştır. Namaz, sadece İslamî emirlerdendir. İslamm kendisi değildir.

Seleme'den rivayete göre, kendisi Şa'bî'den esirlerin durumunu sormuş, o da: "Namaz kılmışsa, üzerine namaz kılın" demiştir.

Seleme'den yapılan bu rivayetin izahı şöyledir: Şayet İslamı kabul etti­ğine dair esir müşrikten birşey duyulmaz, ama cemaat olup müslümanlarla bir­likte namaz kılarsa, müslümanhğma hükmolunur. Çünkü müşrikler, müslüman-lann cemaatle namaz kıldıkları şekilde cemaatle namaz kılmazlar. Müslüman­lara has olan bir fiili yapmak, onlara has olan bir sözü söylemek makamındadır. Onun için müslümanlara has olan bir fiili yapan kişi, müslüman olur ve o kişi erkek olup da İslamdan dönerse boynu vurulur.

Şayet yalnız başına namaz kılarsa, müslümanhğma hükmolunmaz. Ancak Davud b. Reşid'in İmam Muhammed'den bir rivayetine göre, müslümanların kıblesine yönelip kılarsa müslümanliğına hükmolunur. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor :"Kim, namazında kıblemize yönelir ve kestiğimiz hayvanın etini yerse, bizim lehimize olan, onun da lehinedir ve aleyhimize olan, onunda aleyhinedir."

Rivayetin zahirine göre oruç tutar, zekatını verir yahut hacca giderse, bu hareketleri müslüman sayılması için yeterli değildir. Ancak Davud b. Reşid'in, İmam Muhammed'den rivayetine göre, şayet müslümanların haccettikleri şekil­de Beyti haccederse, müslümanlığına hükmolunur. Çünkü müslümanlara has olan bir hareketi yapmıştır ve bu, onun müslümanhğma delildir.

Şüphesiz Allah en iyi bilendir.[230]

 

Emirlerle Birlikte Cihad Etmek

 

159- Rivayete göre Mekhûl, ölümle neticelenen hastalığı sırasında arkadaşlarını etrafına toplayıp şöyle dedi: sizden gizlediğim bir hadis vardır. Allah'ın emri (ölüm) gelmeseydi size yine söylemiyecektim.

Yani şayet ilmi gizlemenin cezasından korkmasaydım, bu hadisi söyle­meyecektim. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor :

"Kim faydalı bir ilim gizlerse, kıyamet günü ateşten bir gem ile gemlenir."

Yüce Allah da şöyle buyurur: "Allah, Kitap verilenlerden, onu insanlara açıklayacaksınız ve gizlemeyeceksiniz diye söz almıştı. Onlar ise, onu arka­larına atıp az bir değere değiştiler. Alış verişleri ne kötüdür."[231]

Mekhul, sözüne devam ederek Rasulullahın şöyle dediğini belitti: "Büyük günah işleseler bile müslümanlan tekfir etmeyiniz, her imamın arkasında namaz kılınız, her ölünün cenaze namazını kılınız, her emir ile beraber cihad ediniz"[232]

Burada, kebâiri işleyenin tekfir edilmeyeceğine, dinden çıkmadığına dair ehl-i sünnetin lehine delil vardır.

"...Ey inananlar! Saadete ermeniz için hepiniz tevbe ederek Allah'ın hükmüne dönün."[233]

Hiç şüphesiz kebairi işleyen kişi de, bu ayet-i kerimede tevbe etmeğe ça­ğırılanlar cümlesindendir ve bu ayette tevbeye çağrılanlar "mü'minler" olarak nitelendirilmiştir. Yine bu hadiste, fasık imam peşinde namaz kılmanın caiz olduğuna dair İmam Malik'in aleyhine ve bizim lehimize delil vardır. Çünkü hadiste geçen "her imam" sözü, ister fasık olsun, ister adil olsun anlamındadır. Nitekim başka bir hadiste de şöyle buyurulmaktadır:

"Her salİh ve facir imamın arkasında namaz kılınız."

Yine, fasık olsun, adaletli olsun, mü'min olup meşru nizama karşı isyancı olmadığı müddetçe ölünün üzerine namaz kılınacağı hadiste belirtilmektedir.

Ayrıca hadiste geçen, "Her emirle birlikte cihada gidin" sözü, emir adil olsun yahut zalim olsun gazinin onunla cihada gitmesi gerektiğine de delildir. Emir zalim diye gazinin cihaddan geri kalması doğru olmaz. Bir de, emirin zalim olması, gazilerin galip gelme şevklerini kırmamalıdtr. İbn Mes'ud'dan bir kere mevkuf ve bir kere merfu olarak yapılan rivayette şöyle buyurulmaktadır:

"Allah, facir kişiyle de bu dini güçlendirir."

Mekhûl sözüne devam ederek: Rasulullah (s.a.v.) den duymadığım ve kendi re'yim olan iki hasleti de size tavsiye ederim: Ali b. Ebi Talib ve Osman b. Affân'ı ancak iyilikle anın.

"Onlar geçmiş birer ümmettir. Onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız da sizedir. Onların yapmış olduklarından sorumlu değilsiniz."[234]

Sahabe hakkında hayırlı sözden başkasının söylenmemesini isteyen meş­hur bir hadis vardır. Rasulullah (s.a.v.) bu hadisinde şöyle buyurur :

"Ashabım hakkında Allah'tan korkun! Allah'tan korkun! Onlan hedef edinmeyin. Kim onlan severse, muhakkak beni de sevmiş olur ve kim onlara eziyet ederse bana da eziyet etmiştir."

Mekhûl, Rasulullah (s.a.v.) in iki damadını Özellikle zikretmiştir. Çünkü Şam halkının bazılarından onlar hakkında nahoş sözler söyleyenleri görmüş ve onun için ikisini tavsiye etmişti.

Ayrıca Hz. Ali'nin ismini önce anmıştır. Nuh b. Ebi Meryem'in Ebû Ha-nife'den rivayeti de bu şekildedir. Nuh der ki: Ebû Hanife'den, ehl-i sünnet mezhebinin ayırıcı niteliklerini sordum. Dedi ki: "Ebû Bekir ile Ömer'i üstün tutman ve Ali ile Osmanı sevmen, mest üzerine meshetmeğe inanman[235], ehl-i kıbleden kimseyi tekfir etmemen, kadere İnanman ve Allah'ın zatı hakkında ileri-geri konuşmam and ir."

Kimi de.der ki : Hilafetten önce Hz. AH (r.a.), Hz. Osman (r.a.) dan önce gelirdi. Ama hilafetten sonra Hz. Osman (r.a.) ondan mukaddem oldu.

Mezhebimize göre ise, hilafetten önce de, sonra da, Hz. Osman (r.a.), Hz. Ali (r.a.) dan öndedir. Nitekim Cabir (r.a.) dan yapılan rivayete göre Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Ebû Bekir, benden sonra ümmetim üzerine halifemdir. Ömer, dostum­dur. Osman, bendendir. Ali ise, kardeşim ve sancaktarımdır."[236]

Bİz de, aralarında fazilet derecelendirmesini, Rasulullah (s.a.v.) in onlan sıralama sırasına göre yaparız.

Ebû Hanife -Allah rahmet etsin- Hz. Ali'yi Hz. Osmandan önce zikret­mekle, Hz. Ali'nin daha üstün olduğunu kasdetmiyor, onun söylemek istediği; her ikisini sevmenin, ehl-i Sünnet mezhebinin bir gereği olduğunu ifade etmek­tir. Çünkü onun dil anlayışında "vav" harfi sıra ifade etmez. Mekhûl'ün Hz. Ali (r.a.)' ı Önce zikretmesi ise, Şam ehlinin daha çok Hz. Ali'ye dil uzatmalarından ve kendisinin de Şam'ın imamı olması hasebiyle onları bundan şiddetle sakın­dırmak istemesindendir.

160- İmam Mücahid'in şöyle dediği rivayet edilir : İbn Ö-mer (r.a.) a sordum: Cihad hakkında ne dersin. Ümeyye oğul­lan emirlerinin ne yaptıklarını görüyor musun? Bana göre, onlarla gazaya katılmalısın çünkü sen, onların yaptıklarından sorumlu değilsin, dedi.

Yani, yaptıklarından hoşuna gitmeyen hususlardan sorumlu değilsin. Ri­vayet olunmuştur ki, Zeyd b. Muaviye başa geçtiği zaman İbn Ömer şöyle de­miştir : Şayet iyi olursa, şükrederiz. Ama bir bela olursa, sabrederiz. Sonra da şu ayeti okudu:

"...Eğer yüz çevirirseniz, bilinki o peygamber kendisine yükletilenden ve siz de kendinize yükletilenden sorumlusunuz..."[237]

Sahabeden bir topluluktan yapılan rivayete göre, onlar şöyle demişlerdir: "Sultan adil davrandığı zaman halka düşen şükretmektir. Sultan da, ecrini alır. Ama zulmederse, halkın yapacağı şey, sabretmektir. Ancak sultana yaptığının karşılığında günah yazılır."

Bütün bunları, emirler zalim diye, gazinin cihadı terketmemesi gerekti­ğini belirtmek için naklettik.[238]

İbn Ömer dedi ki: Gazaya gitmek istediğin zaman, bana uğra. Ben de[239] gazaya gitmek istediğimde Medine'ye uğrayarak yanma gittim. Bana : "Bu cihadında sana yardımcı olmak için malımdan bir miktarını vermek istiyorum." dedi. Ben de : "Bana uğra, demen bunun için ise, benim malım çok, Allah bana bol bol vermiştir. Senin malını almam" dedim. Dedi ki : "Senin malın, senindir. Ben diliyorum ki, malımın bir kısmı bu yolda har­cansın." Sonra gidip borç para aramağa koyuldu. Kendisine borç veren çıkmayınca çevresindekilere: "Size ödemeyeceğimden mi korkuyorsunuz." dedi. Daha sonra, Samdaki işlerine bakan bir vekiline mektup yazarak, cihad işinde kullanılmak üzere bana bir miktar para vermesini istedi.

Burada, gazi kendisine para verenin, verdiği paranın helal yoldan kaza­nıldığını ve mal ile cihad isteğiyle verildiğini bildiği takdirde, zengin bile olsa o parayı alması gerektiğine delil vardır. Çünkü onu almayı kabul etmemek bir nevi ibadet olan bir şeye engel olmak olur. Bu da caiz değildir.

Mücahid diyor ki : Gittim, bir adada birkaç yıl murabitlık yaptım. Sonra mü'minlerin emirlerinden biri o adayı başaltmağa ve orada bulu­nanları çıkarmağa karar verdi. Allah'a yemin ederim ki, orayı terkedip çoluk çocuğuma dönmem, esir olarak getiriliyormuşum gibi geldi bana.

Bu durum İmam Mücahid'e ağır geliyordu. Çünkü geri döndüğü için murabıtlık sevabından uzaklaşmış bulunuyordu.

Mü'min sevab kazanmaktan uzaklaştığı zaman işte böyle mahzun olma­lıdır.

161- Ayrıca, emirlerin zulmünden dolayı cihadın terkedil-meyeceğine delil olarak Peygamber (s.a.v.) in şu hadisi de zik­redilmiştir.

"Allah beni peygamber olarak gönderdiği günden, ümme­timden son bir cemaat Deccalle savaşmcaya kadar cihad sürek* lidir. Ne zalimin zulmü ve ne de adilin adli ona engel olama­yacaktır."

Süleyman b. Kays'ın naklettiği şu hadis de buna delildir. Süleyman diyor ki : Cabir'e sordum: "Başımda zalim bir dev­let başkanı bulunduğu zaman sapıklık ve şirk ehliyle savaşayım

mı, ne dersiniz?" Cabir (r.a.) şöyle cevap verdi:

"Evet. O, kendisine yükletilenden, siz de kendinize yükleti­lenden sorumlusunuz. Eğer ona itaat ederseniz doğru yolu bulursunuz..."[240]

Buna diğer bir delil ise, Enes b. Malik'in rivayet ettiği ha­distir. Enes (r.a.), Peygamber (s.a.v.) 'in şöyle buyurduğunu nakleder: "İslam'ın temeli üçtür:

a) Lâ İlahe İllallah, diyen kimseyi herhangi bir günahından dolayı tekfir etmekten sakınmak ve şu kötü amelinden dolayı İslam'dan çıktı dememek.

b) Allah beni peygamber olarak gönderdiği günden ümme­timden son bir cemaat Deccalla savaşıncaya kadar cihadın sürekli olduğuna inanmak ve bunun bilincinde olmak.

c) Tüm kaza ve kaderlere inanmak."

Yani meşhur hadis-i şerifte Cebrail (A.S.) 'in Rasulullah (s.a.v.) 'den, "İman nedir?" diye sorup cevapta "Kadere; hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna inanmak" cümlesine kadar geçen hususların hepsine inanmaktır.

Amr b. Şuayb'ın babasından ve babasının da kendi babasından naklettiği hadiste şöyle deniyor: "Rasulullah (s.a.v.) 'in yanında oturuyorduk. Bir baktık, Ebû Bekir ile Ömer (r.a.) çıkageldiler. Her biriyle birlikte birkaç kişi vardı. Rasulullah (s.a.v.) 'e selam verdiler. Rasulullah (s.a.v.) de, selamlarına cevap verdi. Gelenlerden biri: "Ya Rasulallah, Ebû Bekir'le Ömer kader hususunda tartıştılar. Ebû Bekir (r.a.): "İyilikler Allah'tandır, kötülükler de bizdendir" dedi. Orada bulunanların bir kısmı Ebû Bekir'in, bir kısmı da Ömer'in tarafını tuttu." dedi. Rasulullah (s.a.v,) buyurdu ki:

"İsrafil'in, Cebrail ile Mikaii arasında hüküm verdiği gibi aranızda hüküm vereceğim: Ya Ömer! Cebrail, senin söylediğin gibi söylemişti. Ya Eba Bekr! Mikaii de senin söylediğini söylemiştir. Sonra: "Biz ihtilaf edersek, gök ehli ihtilaf eder. Gök ehli ihtilaf edince, yeryüzündekiler de ihtilaf ederler. Varalım, İsrafil'i aramızda hakem tayin edelim" dediler. İsrafil: "Hayır da, şer de Allah' tandır" deyip aralarında hüküm verdi. Ya Eba Bekr! Aranızda benim vereceğim hüküm de budur. Şayet Allah, kendisine isyan edecek kimselerin bulunmama­sını isteseydi, iblis'i yaratmazdı."

Ehl-i Sünnetin kaza ve kadere iman hususunda dayandığı temel, bu hadis-i şeriftir. Kötülüklerin de Allah tarafından yaratıldığını söyleyen Mikail (A.S.) ile Hz. Ebû Bekir (r.a.) hakkında bu düşüncelerinden dolayı suizan beslen-memelidir. Çünkü onlar doğruyu aramışlar ve kesin bir hükme varmadan önce gerektiği şekilde gayret sarfederek daha iyi bilene müracaat etmeyi ihmaî etme­mişlerdir.[241]

 

Zekât Ve Humus[242] Kimlere Verilir

 

162- Ata'dan Rasulullah (s.a.v.) 'in şöyle buyurduğu riva­yet edilir: Zenginlerden ancak şu beş sınıfın zekat alması helaldir.

1- Allah yolunda savaşan gaziler

2- Zekatı toplamakla görevli olanlar.

3- Borçlular.

4- Fakire verilen zekatı ondan satın alanlar.

5- Zekatı alan miskinin hediye ettiği zengin komşular. Medine alimleri, hadisin zahirine bakarak, zengin

olsalar bile cihad edenlere ve dargınların arasını bulmak için

borçlanmış olan borçlulara zekatın verilebileceğini söylerler.

Ama bize göre hadisin izahı şöyledir: Cihad eden kimsenin alabilmesi için kendi memleketinde zengin iken cihad ettiği yerde birşeyinin bulunmaması gerekir. İşte bu durumdaki mücahide zekat verilebilir.

Borçlunun durumu da bu şekildedir. Şayet borçlu olan zenginin malı yanında yoksa yahut alacaklı olup borçlularından parasını almaktan aciz ise, kendisine zekat vermek caizdir.

Gerek mücahid ve gerekse borçlu kimse bu halleriyle yolcu durumun­dadırlar. Ama malı eli altında olan ve borcunu ödedikten sonra nisab miktarı artan mala sahip bulunan kimsenin zekat alması caiz değildir. Çünkü Rasulullah (s.a.v.): "Zekât, zengine helal değildir." buyurmaktadır.

Zekât toplama işinde çalışan kişi ise, o çalışmasının karşılığını almak­tadır. Zenginliği, emeğinin karşılığını almasına engel değildir. Zekatı fakirden satın alan kimse de, malının karşılığını almaktadır.

Miskinin kendisine hediye ettiği zekatı alan zengine gelince; o da bunu zakat olarak değil, hediye olarak almaktadır. Nitekim Rasulullah {s.a.v.) Berîre hadisinde: "O, kendisi için zekat, bizim için hediyedir." buyurmaktadır.

163- Berâ b. Âzib'den rivayet edildiğine göre biri gelip ken­disini tehlikeye atan kimsenin kim olduğunu, İki ordu karşıla­şıp, öldürülünceye kadar çarpışmaya devam eden kimseye ken­disini tehlikeye atıyor denir mi? diye sordu. Bera : Hayır, gü­nah işleyip sonra tevbe etmeyen kimse kendisini tehlikeye atıyor, karşılığını verdi.

Yüce Allah'ın:"...Kendinizi, kendi elinizle tehlikeye at­mayın. "[243] sözünden maksat budur.

Soru soran kişi, yalnız başına birkaç düşmana saldıran kimsenin kendisini tehlikeye atan kişi olduğunu sanarak bu soruyu sormuştur. Bera' b. Azib ise, kendi kendisini tehlikeye atan kimsenin, günah işleyip sonra da tevbe etmeyen kimse olduğunu belirtmiştir. Ama düşmana saldıran kişi, dini yüceltmek için gayret etmekte ve ebedi hayatı kazanmak için şehadet mertebesine ulaşmayı hedef edinmektedir. Böyle bir insan için nasıl kendisini tehlikeye atıyor deni-

lebilir?

164- İmam Muhammed daha sonra mezhebin görüşünü şu şekilde açıkladı: Kişi şayet kafirlere birşeyler yapacağına, öl­düreceğine veya yaralayacağına yahut onları yeneceğine inanı­yorsa, öldürülebileceğini düşünse bile düşmana saldırmasında bir sakınca yoktur.

Uhud savaşında sahabeden birkaç kişi Rasulullah (s.a.v.) 'in gözü önün­de bunu yapmış ve onun övgüsüne nail olmuşlardı.

Ebû Hüreyre'ye "Görmedin mi, Sa'd b. Hişam iki ordu karşılaştığı zaman hemen saldırıya geçti. Öldürülünceye kad^r çarpıştı ve kendisini kendi eliyle tehlikeye attı! denilince, Ebû Hüreyre: Asla, O, Yüce Allah'ın:

"İnsanlar arasında, Allah'ın rızasını kazanmak için canını verenler var­dır..."[244] ayetini düşünerek onun kapsamına girmek istedi." karşılığını verdi.

Ama kafirlere zarar veremeyeceğini biliyorsa, o zaman saldırması caiz olmaz.

Çünkü bu saldırısıyla dinin yücelmesi için bir hizmet yapamamaktadır. Saldırısıyla sadece öldürülmesi közkonusudur. Oysa ki Allah Teala : "... Canı­nızı öldürmeyin..."[245] buyurmaktadır.

Ancak kötü şeyleri yasaklamak böyle değildir. Bir kimse, müslüman fa-sıkları kötülükten alıkoymak için, kendisini öldüreceklerini ve kendisini öldüre­cekleri halde o kötülükten vazgeçmeyeceklerini bilse bile, üzerlerine yürümesi caizdir. Her ne kadar bu durumda susması caiz ise de, üzerlerine yürümesi azi­mettir. Çünkü o müslümanlar, kendilerine emrettiği iyiliğe inanıyorlar. Olabilir ki bu davranışı onları etkiler ve kötülükten vazgeçerler. Ama kafirler, kendi­sinin onları davet ettiği şeye inanmıyorlar. Onun için onlara saldırmasının caiz olması, onlara bir zarar vermesiyle olur. Şayet onlara zarar vermeyecekse, sal­dırmasının bir faydası olmaz. Onun için de saldırması caiz değildir.

Başarı Allah'tandır.[246]

 

İdarecilere İtaatin Sınırı

 

165- İmam Muhammed dedi ki: Allah'ın izni ile asker dâ-rü'1-harb topraklarına girip komutanları onlara savaşla ilgili bir emirde bulunsa, bakılır; şayet kendilerine emrettiği hususta menfaatleri varsa, itaat etmeleri gerekir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor :

"Allah'a itaat edin, Peygamber'e ve sizden buyruk sahibi

olanlara itaat edin..."[247]

Bazı müfessirlere göre "ulu'1-emir" den maksat idarecilerdir. Kimine göre de, idareciler değil, alimlerdir. Alimlere itaat vaciptir. Çünkü onlar, halka, dinleri için faydalı olanı emrederler.

Kendi faydalarına olup olmadığını bilmedikleri bir şeyi kendilerine em-retseler, yine itaat etmeleri gerekir. Çünkü itaatin vacipliği, kesin nass ile sabit­tir. Kendilerine emredilenin faydalı mı, zararlı mı olduğu hakkındaki tereddüt­leri, kesin nassm hükmünü kaldıracak derecede değildir.

166- Bazen olur ki, savaştan vazgeçme hususunda komu­tanın emrine itaat etmek, savaşı devam ettirmekten daha ya­rarlıdır. Bazen de olur ki, askerlerden bir kısmı bir işin zahi­rine bakıp bir neticeye varırlar. Komutanın görüşü ise bunun zıddmadır. Ve bu görüşünü herkese ilan etmeyi doğru bulma­yabilir. Bu nedenle, helak olma korkusunu ihtiva eden emir hariç, diğer emirlerine uymak mecburiyetindedirler. Ancak o işte helak olma korkusunun varlığı, çoğunluğun görüşüyle tes-bit edilir. Durum böyle ise, ona itaat etmeleri gerekmez.

Nitekim Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurur : "Allah'a isyan konusunda bir insana itaat edilmez." Hz. Ali (r.a.)'in rivayet ettiği hadiste ise, Rasulullah (s.a.v.) bir seriyye gönderip başlarına birini komutan tayin etti. Başlarına tayin edilen bu komutan, onlara kızıp bir ateş yaktırdı ve daha sonra: "Bana itaat etmekle emrolundunuz. Şimdi size emrediyorum, kendinizi bu ateşe atınız," dedi. Askerlerden kimi ken­dimizi ateşe atalım, derken diğerleri kendimizi atmayız, zaten ateşten kaçtığımız için İslamı kabul ettik, dediler. Geri dönüp durumu Peygamber (s.a.v.)'e bildir­diklerinde, Rasulullah şöyle buyurdu :

"Şayet kendilerini ateşe atsaydılar, ebediyyen ondan çıkmayacaklardı. İtaat, ma'rufa uygun emirleredir. Münkerde itaat yoktur."

"Ondan çıkmayacaklardı" sözünden maksat, şayet kendilerini atacak ol­saydılar, cehenneme gireceklerdi demektir.

Hakikatına vakıf olmanın kesin olmadığı durumlarda çoğunluğun görü­şüne uyulur.

167- Şayet komutanlarına itaat ettiklerinde helak olacak­larını bilseler, kendilerine verilen bu emir, onları helak etmek yahut hafife almaktır ki, Yüce Allah bu tür itaati kınamıştır:

"Fir'avun, milletini horladı, ama onlar kendisine yine de itaat ettiler. Doğrusu onlar yoldan çıkmış bir millettir."[248]

168- Verilen emir hakkında asker arasında ihtilaf varsa; bir kısmı o emirde helak olmanın bulunduğunu söyleyecek ol­sa, o zaman komutanın emrine itaat edilir.

Çünkü ictihad, nassa karşı dayanak olamaz. Ayrıca itaat etmemek, kına-yıcıların kendilerine dil uzatmaları için kapıyı açmaktır. Halbuki itaat etseler, kmayıcılarm ağızlarını kapatmış olurlar. Bundan dolayı komutanlanna itaat etmeleri gereklidir.

169- Ancak helak olmakla sonuçlanacağı hiç kimseye kapalı olmayacak derecede apaçık ise, yahut onlara bir günahı em­redecek olsa, o zaman itaat etmezler. Ancak sabredip komu­tanlarına karşı ayaklanmamaları gerekir.

Nitekim İbn Abbas'in rivayet ettiği hadiste Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurur: "Kim, komutanından hoşuna gitmeyen bir şeyle karşılaşırsa, buna sab­retsin. Çünkü müslümanlara bir karış boyu bile muhalefet eden ve sonra da ölen, cahiliye ölümüyle ölmüş olur."

170- Bu durumda itaat etmemenin gerekli olduğuna delil olarak şu hadis de zikredilmiştir: Rasulullah (s.a.v.) Mekke'yi fethettiği zaman Cezîmeoğullarıyla savaşmak üzere Halid'i gönderdi. Halid, okudukları ezanı duyduğu ve silahı bıraktık­ları halde üzerlerine saldırdı. Askerlere, onları esir etmelerini emretti. Sonra, herkesin elindeki esiri öldürmesini emretti. Süleym'e mensub askerler, ellerindeki esirleri Öldürdüler. Mu­hacirler ve Ensar ise, öldürmediler. Bu durum Peygamber (s.a.v,)'e ulaştırıldığında, üç defa :

"Allah'ım! Halid'in yaptığından sana sığınırım." buyu­rarak, Halid'in yaptığının kötü bir davranış olduğunu belirtti. Daha sonra Hz. Ali (r.a.)'ı göndererek Halid' in küçük-büyük onlara ne zarar vermişse, diyet ve tazminatlarını onlara ulaş­tırmıştır.

Ayrıca Rasulullah (s.a.v.), muhacirlerle Ensari, esirlerini öldürmedikleri için övmüştür.

Buradan anlıyoruz ki, günah içeren ve hatalı olduğu apaçık olan emirlere itaat edilmez. Ama bunun dışındaki emirlerde askerlerin komutanlanna uyma­ları gerekir ki dağılıp birbirleriyle çekişmeye girmesinler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur:

"... Çekişmeyin, yoksa korkar, başarısızlığa düşersiniz ve kuvvetiniz gider..."[249]

171- imam Muhammed dedi ki : Devlet başkanı, akıllı, faziletli, savaştan anlayan ve müslümanlara şefkat besleyen kimseyi komutan tayin etmelidir.

Daha önce bunu açıklamıştık. Ancak burada şunu söylüyoruz: Bu vasıf­ları taşıyan kişi, ister Arab olsun, ister başka bir milletten olsun komutan olma­ya layıktır. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) bu konuda şöyle buyurmaktadır:

"Münkeri emretmedikçe başınıza tayin edilen komutanı dinlemeniz ve ona itaat etmeniz gerekir. Ama münkeri emrederse, sözüne ne kulak verilir ve ne de itaat edilir."

172- İmam Muhammed dedi ki: Komutan, falan komutan ve askerleri sağda, filan ve askerleri Önde, falan ve askerleri de solda yerlerini alsın, emrini verince, hiç kimse kendisine tayin edilen yeri terketmemelidir.

Çünkü bu, savaş için iyi bir tedbirdir ve ona itaat edildiğinde yararı görülür.

173- Şayet biri komutana isyan ederse, komutanın onu tehdit ve kınamakla yetinmesi gerekir.

Yani, ilk hatada onu cezalandırmamahdır. Çünkü bu onun bir hata ve kusuru kabul edilir. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) :

"Kötülükle ve bir şekilden başka bir şekle bürünmekle meşhur olmayan şahsiyetli kimselerin kusurlarını affedin" buyuruyor.

Ama biri hata işledi mi, komutan, erbaş ve erlerin hepsine, bir daha emir­lerine muhalefet edildiği takdirde, emrine muhalefet edeni cezalandıracağını söyleyerek tehdit eder. Rasulullah (s.a.v.) yine şöyle buyurur :

"Peşin olarak uyaran, mazeret beyanına yolu kapamıştır."

Bunun izahı, Kur'an-ı Kerim'de de vardır. Yüce Allah şöyle buyurur :

"Benim katımda çekişmeyin, size bunu önceden bildirmiştim..."[250] Bununla beraber yine biri ona isyan ederse o zaman cezayı haketmiş olur. Hem ona engel olmak ve hem de başkasına ibret olsun diye cezalandırılır. İnsanlar, haramdan uzaklaşma hususunda Allah'tan daha çok dünyevî cezalardan korkarlar. (Hz. Osman'a ait olan) bir sahabî sözü şöyle der:

"Allah, Kur'an ile caydırdığı gibi ondan daha çok sultan ile caydırır/ meneder."

174- Şayet bir mazeret ileri sürer ve yemin ederse, komutan onu cezalandıramaz. Çünkü doğruluk ihtimali olan bir ma­zeret ileri sürmüş ve bunu yeminle pekiştirmiştir. Bu durumda komutanın onu cezalandırmaması gerekir. Çünkü burada o-nunla çekişen bir hasmı yoktur. Çekişmeli hususlarda yemin etmek, iddia sahibine ait değildir. Çünkü

karşı taraf bu hususta onu reddetmektedir. Şeriat, inkar edenin yemin etmesi

gerektiğini söyler, iddia edenin değil.

175- Şayet emir, bir münadî vasıtasıyla mesela, "yarın Küfe halkı askerî sevkiyata hazırlansınlar" diye ilan etse, resmen asker olsun yahut ismi resmî evraklarda kayıtlı bulunmayan halktan herhangi bir kimse olsun, herkes savaşa hazırlanmak mecburiyetindedir. Çünkü hepsi onun sancağı altında savaşa katıldıkları zaman onun halkı arasındadırlar ve ona itaat etme­leri gerekir. Ama böyle durumlarda sadece resmî kayıtlarda ismi geçen, resmen asker olan kimselerin hazırlanması bir örf haline gelmiş ise, "örfle sabit olan nasla sabit olan gibidir" kai-desince o zaman sadece resmen asker olanlar hazırlanırlar.

Ama biri kûfeli olduğu halde Basra halkının resmî evrak­ları arasında kayıtlı ise, o, Basralılara tabidir.

Çünkü burada söz konusu olan cihaddır ve cihadda önemli olan şehir değil, bağlı olunan askerî birliktir. Verilen emirden maksat da yardımlaşmadır ki, öncelikle aynı birliğe mensup olanlar birbirlerinin yardımına koşarlar.

176- Şayet münadî, "yarın at sahipleri sevkedilecek" diye nida etse, durum yukarıda söylediğimiz gibidir. Beygir sahip­leri de safkan at sahipleri gibi hazır olmalıdırlar.

Çünkü hepsi de, at cinsine girer. Yüce Allah:

"Sizin için atlan, katırları ve merkepleri binek olarak yaratmıştır..."[251] buyuruyor. Yine şöyle buyuruyor: "...Kuvvet ve savaş atları hazırlayın..."[252]

Said b. Müseyyib'den beygirlerde zekat olup olmadığı sorulduğunda: "Haylde sadaka var mı ki?" diyerek beygirleri de hayl (at) sınıfına sokmuştur.

Ama örfe göre bu şekilde nida edildiğinde sadece at sahipleri kast ediliyorsa, o başka. Çünkü örf ile sabit olan, nasla sabit olan gibidir.

177-  Şayet münadî: Yarın Mıssîsa halkı sağ kolda   bulu­nacak, diye nida etse, aslen Kûfeli olup Missîsa'da yerleşmiş olan kimse, burayı vatan edinmişse, kendisi de Mıssîsa halkı gibi sağ kanatta yer alacaktır. Çünkü Rasulullah (s.a.v.): "Kim bir yere yerleşirse artık oranın halkindandır." buyurmak­tadır.

Bir yere yerleşmiş olan, artık oranın halkından sayılır. Gör­müyor musun? Küfe fakihlerini saydığımız zaman Nehaî, Şa'bî ve Ebû Hanife'yi de aralarında zikrediyoruz. Halbuki bu alim­ler aslen buralı olmayıp sonradan buraya gelip yerleşmiş­lerdir.

Şayet burayı mesken edinmemişse, o zaman çağrının kapsa­mına girmez. Ama askerî sicillerde buraya kayıtlı ise, o başka. Çünkü kendisi buranın siciline kayıtlıdır.

178- Şayet düşman ortada bulunan birliğe saldırıp onları zor durumda biraksa, sağ ve sol kolda bulunanların onlara yardımcı olmaları gerekir.

Çünkü müşriklerle savaşmak için bir araya toplandıkları zaman yardım­laşmak üzere anlaşmışlardır. Başkasına yardım etmeyen, ihtiyaç anında kendisi de yardım görmez. Ayrıca yardımlaşmamak, düşmanın galip gelmesine yar­dımcı olmaktır.

Şayet düşman ortada bulunan birliğe galip gelirse, sıra, sağ ve sol kolda bulunanlara gelmiş olur. Onun için arkadaşlarına yardım etmekle aynı zamanda kendi kendilerine yardımcı olmuş olurlar.

179- İmam Muhammed dedi ki: Şayet yerlerini terkettikleri takdirde, o taraf zayıflayıp zarar görecekse, yerlerini terketme-melidirler.

Çünkü harekat komutanı, onları o yeri korumakla görevlendirmiştir. Ön­celikle orasını korumaları gerekir. Orasını terkedip başkalarının muhafazasına verilmiş olan yerlerle meşgul olmaları haramdır.

180- Şayet başkan, yerlerini terketmemelerini ve birbirleri­nin yardımına koşmamalarını emrederse, kendi taraflarından emin olup başka bir birlik zor duruma girse bile, yerlerini terkedip emre isyan etmemelidirler.

Çünkü devlet başkanına itaatin farz oluşu kesin delil ile sabittir. Halbuki diğer birlikler için taşıdıkları korku bir vehimdir. Gerçekleşebilir de, gerçekleş­meyebilir de. "Her korkulan başa gelmez" diye bir söz vardır.

181- Bu konuda delil, Peygamber (s.a.v.) 'in Uhud günü okçulara yerlerini terketmemelerini emretmesidir. Okçular, müşriklerin yenildiklerini görüp ganimet toplamak için yerle­rini terketmişlerdi ve o yüzden müslümanların yenilmesine sebep olmuşlardı.

Nitekim Yüce Allah bununla ilgili olarak şöyle buyurur : "Allah size arzuladığınız zaferi gösterdikten sonra gevşeyip bu hususta çekiştiniz ve isyan ettiniz..."[253]

182- İmam Muhammed dedi ki: Şayet müşriklerden biri düello için öne atılsa, herhangi bir müslüman asker, komu­tandan izin almadan düello için çıkabilir.

Çünkü düello için çıkma izni verilmş gibidir. Zaten iki ordunun savaş dü­zenine girmesi, savaşmak içindir ve bu, düello için izin anlamındadır. Ama komutan böyle birşeyi yasaklamış ise, o zaman uyulur.

Çünkü açık olan hüküm karşısında delalete dayanan hüküm geçersiz olur. Bu, sofrayı serip, yemek yemeyi yasaklamak gibidir.

Rasulullah (s.a.v.)'in Hayber savaşının bazı günlerinde savaşı yasakla­makla ilgili hadisini daha önce rivayet etmiştik. İşte bu günlerin birinde, biri döğüşmüş ve öldürülmüştü. Rasulullah (s.a.v.) de:

"Cennet, emre isyan eden kişiye helal olmaz." buyurmuştur.

183- Komutan, birine bu işi yasaklamışsa, o kimsenin dü­elloya çıkmaması gerekir. Başkaları ise, çıkabilirler. Çünkü genel izin onlar için saklıdır.

Bu konuda delil şu haberdir: Müşriklerden Utbe b. Rabîa, Şeybe b. Rabîa ve Velid b. Utbe düello meydanına çıkıp karşı­larına müslümanlardan adam istediler. Müslümanlar safından Ensar'dan üç genç karşılarına çıktı. Düellocu müşrikler Sizleri tanımıyoruz. Kimlerdensiniz? Nesebinizi söyleyin? dediklerin­de müslüman gençler, neseblerini söylediler. Bunun üzerine müşrik düellocular şöyle dediler: Her ne kadar sizler değerli bir kavimden iseniz de, bize denk Kureyşlilerden karşımıza adam isteriz. Gidin Muhammed'e söyleyin, bize denk adam çıkarsın karşımıza...

Olay, tarih kitaplarında bu şekilde anlatılır.

Burada, devlet başkanı düelloya çıkmayı yasaklamadan önce, ondan izin almadan çıkmanın caiz olduğuna dair delil vardır. Çünkü Peygamber (s.a.v ) 0 gençlere neden çıktınız? dememiştir.

İmam Muhammed, olayı başka bir şekilde rivayet ederek şöyle dedi:

184- Rasulullah (s.a.v.) ileriye atılan üç genci geri çekip savaşın Ehl-i Beytinden kişilerle olmasını istedi. Bunun için de Hamza b. Âbdülmuttalib, Ali b. Ebi Talib ve Übeyde b. el-Ha-ris'in düelloya çıkmalarını emretti. Onlar da düelloya çıktılar. Bunun üzerine şu ayet-i kerime inmiştir : "İşte Rablan hakkın­da tartışmaya giren iki taraf..."[254]

185- Müslüman ile müşrik düelloya çıktıklarında, imkan buldukları takdirde müslümanların arkadaşlarına yardım et­melerinde bir sakınca yoktur.

Çünkü o müşrik imkan bulduğu takdirde hem kendilerini ve hem de arka­daşlarını öldürmeyi kastetmektedir. Onun zararını önleme hakkına sahiptirler. Yahut onları öldürmeyi kastetmese bile, savaşçı düşman müşriklerden olduğu için onu öldürebilirler.

Bedir günü düalloya çıkanların öyküsü anlatılırken Hz. Ali'nin Veli-di, Hz. Hamza'nın Utbe'yi öldürdüğü rivayet edilir. Bu arada Hz. Ubeyde ile Şeybe henüz döğüşüyorlardi. Hz. Hamza Hz. Ubeyde'nin yardımına koşup yardımlaşarak Şeybe'yi öldürdüler.

Buradan anlıyoruz ki, düelloya çıkmış olana yardım etmekte sakınca yoktur.

186- Hayvanlarının yemi bulunmayanlar, komutandan izin alma ihtiyacını duymadan hayvanlarını otlağa götürür yahut otlaktan hayvanlarına yem getirebilirler.

Çünkü iznin varlığına işaret eden durumlar vardır. Devlet başkam onların yeme ihtiyaç duyacaklarını, dârü'l-İslamdan buraya yem getirmelerinin zor olacağını ve dârü'l-harpte yem satın alma imkanını bulamayacaklarını bildiği halde oraya gitmelerini emretmiştir. Ayrıca düşmanı kızdırmağa ve onlara zarar vermeye izin vermiştir ve düşmanın yemini getirip hayvanlarına yedirmeleri, düşmanı kızdırmak ve zarar vermektir.

Ancak güçleri olmadığı takdirde bunu yapamıyacakları için, güçlü olup kendilerini düşmandan koruyabildikleri takdirde otlağa girmelerinde bir sakınca yoktur. Ayrıca, birbirlerine yardım edebilmeleri için otlakta birbirlerinden uzaklaşmamaları ve toplu halde bulunmaları gerekir.

Çünkü yardım ihtiyacı duyulduğu anda birbirlerinin yardımına koşama­yacak kadar dağıhrlarsa, mal için canlarını tehlikeye atmış olurlar. Olabilir ki yalnız başına otlakta dolaşan birine birkaç düşman rastlar ve onu öldürebilirler.

187- Bir yahut iki kişi yalnız başlarına gidemezler. Çünkü düşmanla karşılaşabilirler. Ama otlak karargaha yakın ve ihti­yaç anında karargahtan yardım istemek mümkün ise, o başka.

Gurup halinde gidilse bile otlakta birbirlerinin yardımına koşamayacak kadar dağılmamaları gerekir.

188- Ama komutan yem için kimsenin karargahı terketme-mesini emrederse, o zaman hiç kimsenin ayrılması caiz olmaz.

Çünkü apaçık yasaklama ile izin durumu ortadan kalkar.

Ancak komutanın bu iş için bir gurup görevlendirmesi gerekir.

189- Gönderilen bu gurubun başına da birini tayin etmeli ki, aralarında ihtilaf çıkmasın ve düşmanla karşılaştıkları za­man söz birliği içinde olabilsinler.

190- komutandan izin almadan dağınık bir şekilde karar­gahı terkedenler bile düşman saldırısıyla karşılaştıkları zaman hemen bir arada toplanıp karargaha gelinceye kadar araların­da birini komutan tayin etmeli ve savaşa başlamalıdırlar.

Çünkü asker mutlaka komutana muhtaçtır. Nitekim daha önce naklettiği­miz bir hadiste Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurur :

"Peygamber (s.a.v.) : Birini başınıza emir tayin ettiniz mi? diye sordu. Evet, dediler. İsabet etmişsiniz, buyurdu."

Daha önce yolcuların da birini başkan tayin etmeleri gerektiğini belirt­miştik. Artık savaşçıların başlarına bir komutan tayin etmeleri daha çok mecbu­ridir.

191- Şayet komutan otlağa gitmeyi yasakladıktan sonra otlağa gitme zarureti hasıl olur ve askerler kendi canlan yahut hayvanları tehlikeye girer ve yem satın alma imkanları bulun­mazsa, o zaman yem temini için çıkmalarında bir sakınca yoktur.

Çünkü zaruret hasıl olduğunda emre uyma ortadan kalkar. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur :"... Darda kalmanız dışında ..."[255]

192- Şayet komutan: Falanın sancağının altından başka hiç kimse yem için çıkmasın, diye emrederse, askerin bu şarta riayet etmesi gerekir. Tayin edilen komutanın sancağı altında çıkar ama yaylalara geldiklerinde, ihtiyaç anında ve düşman saldırısı olduğunda sancak sahibinin bulunduğu yerde topla­nabilecek şekilde dağılmalarında bir sakınca yoktur. Şayet san­cak komutanı yoksa hemen bir komutan tayin edip düşmana karşı kendilerini savunurlar.

Netice itibariyle, mümkün mertebe canlarını tehlikeye atmaktan çekinsin-ler. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Kendinizi kendi elinizle tehlikeye atma­yın..."[256]

193- Çıktıktan sonra da, sancaktan uzaklaşmaları doğru olmaz. Ancak yardım ihtiyacı anında hemen toplanabilecek şekilde uzaklaşabilirler.

Çünkü biliyoruz ki, komutan "Ancak falanın sancağı altında çıkabilir­siniz" demesinden maksat, sırf karargahı terketmek değildir. Onun söylemek istediği, "onun sancağının himayesinde gidip gelin" demektir. Bu hususta em­rine itaat edilen kişinin emrinin uygulanış şekline de riayet edilir.

194- Şayet komutan: Yem almaya gitmek isteyen, falanın sancağının gölgesinde gitsin derse ve başka herhangi bir emir yahut yasaklama belirtmezse, bu başka bir sekile çıkmanın yasak olduğuna delalet eder.

Daha önce es-Siyerü'î-Kebir kitabında mefhumu muhalifinin[257] ddü olarak alındığını belirtmiştik. Halbuki mezhebimizde mefhumu muhalif delil değildir. Bu meselede sıfat mefhumu ile şart mefhumu da farketmez. Fakat İmam Mu-hammed meğâzî hususunda halkın çoğunluğunun anladığına itibar ederek mef­humu muhalifi delil saymıştır. Çünkü gazilerin çoğunluğu halk tabakasındandır ve ilimlerin hakikatına vâkıf değildirler. Ayrıca komutanları bu sözü söylerken, başka bir sancağın altında çıkmamalarım kasdetmektedir. Sözün delaletdinden anlaşılan yasağı sanki söylenmiş gibi kabul etmiştir. Bu meselenin uzun açıkla­ması, usul-u fıkıh kitaplarında mevcuttur, (dileyen oraya müracaat etsin.)

195- İmam Muhammed dedi ki: Köylere vardıklarında köye dağınık bir şekilde girmelerini uygun görmüyorum. Olabilir ki köyde gizlenmiş düşman askerleri bulunur ve onlara pusu kurup öldürebilir. Onun için onlardan bir kısmı döğüşe hazır bir şekilde köye girerler. Şayet köyde pusu kurmuş düşman varsa arkadaşlarına haber verirler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur:

"Ey inananlar! tedbirinizi alın, bölük bölük veya hep bir­den savaşa gidin."[258]

196- Şayet müslümanların komutam onlara ağaçları kesme­melerini ve binaları yakmamalarını emrederse, ona isyan etmeleri caiz değildir.

Çünkü bu yasaklamada müslümanların menfaati düşünülmüş olabilir. Ayrıca bu yasaklama, savaşla ilgili bir husustur. Onları savaştan menetse bile, bir zaruret yahut Allaha bir itaatsizlik sözkonusu olmadıkça ona isyan ede­mezler. Onun için bu gibi meselelerde de ona isyan etmeleri caiz değildir.

197- Şayet komutan, birinin sancağını açıp: "Bununla an­cak üçyüz kişi gitsin" derse, ona itaat etmeliler ve sadece üçyüz kişi gitmelidir.

Çünkü istisna edatından sonra belirtilen sayı ne ise, ondan fazlası sayı yasaklanmış anlamındadır.

198- Şayet mutlak yasaklamayı açık yaparsa, ona isyan etmeleri caiz olmaz.

Burada da, durum aynıdır.

199- Şayet komutan üçyüz dediği halde dörtyüz kişi giderse, yine de ganimetten mahrum edilmezler.

Her ne kadar hata işlemişlerse de ganimetten mahrum edilmezler. Çünkü onlar mücahiddirler ve Allah'ın sözünün Üstün olması ve dinin aziz olması ga­yesiyle gitmişlerdir. Komutanın emrine muhalefet etmeleri, Allah'ın emrine muhalefet etmekten daha büyük birşey değildir. Nasıl ki helal olmayan bir iş yapan kişi, mü'min olmaktan çıkmıyorsa, komutanın emrine muhalefet etmiş olmaları, onları gazi olmaktan çıkarmaz. Kaldı ki bu yasaklama, yapılan işin kendisinden ileri gelmemektedir, dolaylı mahzurlar nedeniyle yapılmıştır. Çün­kü komutan onlara bunu yasaklarken bu yasaklamayı sırf savaşa gitmemeleri yahut savaşmamaları veya ganimet elde etmemeleri için değil, onları esirge­diğinden dolayı yapmıştır.

200- Şayet devlet başkanı beştebir (humus) payı çıkardıktan sonra onlara dörtte birini ganimet tahsisi olarak vermişse ba­kılır; gitmelerini emrettiği üçyüz kişi isimleriyle belirlenmiş iseler, ganimetin dörtte üçü ayrılır ve kendilerine tahsisleri bundan verilir.

Bazı nüshalarda dağıtım bu şekilde yapılmıştır. Oya bu yanlıştır. Doğru­su, bazı nüshalarda şu şekilde belirtilmektedir:Ğanimetin dörtte üçü ayrılır ve kalan dörttebir'den tahsislerini verir. Çünkü beşte bir payı ayrıldıktan sonra

alacakları ganimetten onlara bu şekilde vereceğini şart koşmuştur .Aldıkları da dörtte üç miktardır.

201- İmam Muhammed bundan sonra şu meseleyi belirte­rek şöyle demektedir:

Getirdikleri ganimetler, atlarla kişiler hesaba katılarak paylaştırılır. Daha sonra üçyüz kişinin getirdikleri ganimetlere bakılır, onlardan humus beştebir (humus) çıkarıldıktan sonra geri kalan kendilerine verilir.

Bu mesele ile yukarıdaki mesele şekilde uzlaştırılır: Yukarı­daki meselede askerlerin bir kısmı atlı ve bir kısmı piyade ola­rak düşünülmüştür. Burada ise hepsi süvari yahut hepsi piya­de olarak düşünülmektedir. Onun için onlara üç tane dörtte bir ayrılır, demiştir.

İmam Muhammed başka bir yerde şöyle der: Elde edilen ganimetlerin hepsinden beştebir alındıktan sonra ganimetin dörtte üçünden belirtilen tahsis payları verilir.

Netice olarak İmam Muhammed bu meseleyi bu kitabın dört yerinde zikretmiş ve her birinde başka türlü cevap vermiştir. Yeri geldikçe hangi ceva­bın doğru ve hangisinin yanlış olduğunu Allah'ın izniyle belirteceğiz.

İmam Muhammed devam ederek der ki: Sonra geri kalan dörtebire bakar ve humusunu ayırdıktan sonra ondan geri kalan ile dörtte üçten kalan bir araya getirilir.

Bu miktarı tüm askerin ganimetlerine ekleyip ganimetin taksim edildiği şekilde bu yekunu aralarında taksim eder. Başka nüshalarda ise şöyle belirtilir: Bu dörttebirin humusu çıkarılmaz.

Zannediyorum bu hükmünü verirken, dârü'l-harbe girmiş olan yüz kişiyi hırsız mesabesinde saymış ve bundan dolayı da, bu dörttebirin humusu çıkarıl­maz demiştir ki, bu yanlıştır. Çünkü kuvvet sahibi olmadıkları zaman hırsızların elde ettiklerinin humusu çıkarılmaz. Ama bunlar üçyüze eklenmekle kuvvet sahibi olmuşlardır. Bu sebeple elde ettiklerinden beştebir alınır.

202- Şayet üçyüz kişi isim olarak belirtilmemişse ve mesele yukarıda anlattığımız şekilde cereyan etmişse, devlet başkanı ganimetin dörtte üçünden humusu çıkarır ve sonra da geri kalan dörtte biri ganimet olarak dörtyüz kişi arasında eşit bir şekilde taksim eder.

Çünkü ganimeti hakketme üçyiizü için sabit olur. Onların bir kısmı da diğerinden daha mukaddem değildir. Çünkü onu hakketmeğe sebeb olma bakı­mından aralarında bir fark yoktur. Daha sonra geri kalan dörttebirden humus çıkarılıp geri kalanı, daha önce dörtte üçten geri kalana eklenir, aralarında tüm askerlerle atlan gözönünde bulundurularak taksim edilir.

203- Şayet emre itaatsizlik ederek savaşa girmiş olan o yüz kişi ismen biliniyor ise ve komutan bu hareketlerinden dolayı onları elde ettikleri ganimetten mahrum etmeğe ve geri kalanı o üçyüz ile asker arasında paylaştırmaya karar verir de yerine başka bir komutan gelirse, birincisinin haksızlık yaptığına kani olsa da, onun hükmünü uygular.

Çünkü ilk komutan fakihler arasında ihtilaflı olan bu mese­lede ictihad etmiştir. Bazı fakihler bu âsilere paylarının veril-memesi gerektiğini söylerler. Onlara payları verilmemeli ki, bîr daha böyle birşey yapmasınlar. Bunu söyleyen fakihler, bu me­seleyi, mirasçısı olduğu kimseyi öldürdüğü için onun mirasın­dan mahrum bırakılan katile benzetirler. Mesele, ilerde yeri geldiğinde ele alınacaktır. İctihad konusu olan hususlarda ha­kimin hükmü uygulanır ve o hüküm bozulmaz. Onun için İ-mam Muhammed, birincisinin uygulamasını ikincisi bozamaz demiştir.

204- İmam Muhammed dedi ki: Kişinin anne ve babası var­sa, onlardan izin almadan cihada gidemez.

Çünkü onlara iyi davranması vacibtir ve isyan etmemesi ise farz-ı ayındır. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurur: "(Ebeveynin) haklarına riayet eden dilediğini yapsın, cehenneme girmeyecek ve onların haklarına riayet etmeyen dilediğini yapsın, cennete girmeyecektir."

Yine şöyle buyurur:

"Her kim anne ve babası kendisinden razı oldukları halde sabahlarsa, kendisi için cennete iki açık kapı vardır."

Cihada çıkacak olan kişi, onların iznini almadan çıkmakla bu kapıları kendisine kapamamahdır. Kaldı ki, bu çıkışından faydalanıp faydalanmayacağı kendisince meçhuldür.

205- İbn Abbas b. Mirdas "Ya Rasulallah cihada çıkmak istiyorum" demişti. Rasulullah (s.a.v.) : "Annen var mı?" diye sormuş ve o da: "Evet" deyince Rasulullah: "Annenden ayrıl­ma, cennet onun durduğu yerdedir." buyurmuştur.

Bu meseleyle ilgili teferruat bundan sonraki konuda işlenecektir.

206- İbnu'z-Zübeyr'in şöyle dediği rivayet edilir: Cabir'den, efendisinin izni olmadan kölenin savaşıp savaşmayacağını sor­dum. Savaşamaz, dedi.

Biz de, aynı görüşteyiz.

Çünkü kölenin çalışması, efendisinin mülküdür. Onun için savaşla uğra­şarak buna engel olması caiz değildir. Ancak müslümanlar onun savaşmasına zaruret duyarlarsa, o başka. Mesela, genel bir seferberlik ilan edilmişse, o za­man savaşa gitmesinde bir sakınca yoktur. Daha önce de belirttiğimiz gibi za­ruret, şer'î itaatin dışındadır. Efendi bu gibi durumlarda ona engel olamaz. Ak­sine, kendisinin bu durumda can ve malıyla savaşa katılması farzdır. Onun için efendi, köleye savaşa gitme dese bile, kölenin ona itaat etmesi gerekmez.

Bu gibi durumlarda ebeveynin oğullarım savaştan alıkoymaları da aynı şekilde geçersizdir.[259]

Başarı Allah'tandır.[260]

 

Kadınların Erkeklerle Birlikte Savaşa Katılmaları

 

207- İmam Muhammed dedi ki : Kadınların erkeklerle beraber savaşa katılmalarını uygun görmem.

Çünkü kadının yapısı savaşmaya müsait değildir. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) buna işaretle şöyle buyurur : "Bu kadın savaşacak değildi." Kadınların savaşa katılmalarıyla müslümanlarm namuslarının teşhiri söz konusu olup müş­riklerin buna sevinmelerine sebeb olabilir. Ayrıca müşrikler: Müslümanlar, sa­vaşabilmek için kadınlarına muhtaç kaldılar, deyip bunu müslümanlarm güç­süzlüğüne yorumlayabilirler. Bu sebeple kadınları savaşa götürmekten kaçın­mak gerekir. Onların direkt olarak savaşa katılmaları bunun için hoş karşılan­mamıştır.

Ama müslümanlar buna mecbur kalırlarsa, o başka...

Zaruret anında müşriklerin saldırısını önlemek, her müslüman için gücü oranında vacibdir.

Huneyn olayı buna delil olarak getirilebilir. Bunu daha önce açıklamıştık. Bu olayın Öyküsünün sonu şöyledir :

Milhan kızı Ümmü Süleym, karnı üzerine bir elbise bağlamış olarak savaşıyordu. Ümmü Süleym, Rasulullah (s.a.v.)'e: Ya Rasulallah! Şu sa­vaştan kaçıp seni düşman arasında yardımsız bırakanları gördün mü? Şayet Allah sana imkan verirse, onları affetme! "dedi. Rasulullah (s.a.v.) şöyle dedi:

"Ya Ümmü Süleym! Allah'ın koruması daha geniştir. "Ümmü Sü­leym üç defa tekrar etti. Üçünde de Rasulullah (s.a.v.) :

"Allah'ın koruması daha geniştir." buyurdu.

Meğâzî kitaplarında Ümmü Süleym'in şöyle dediği rivayet edilir: "Ya Rasulullah! Müşriklerle döğüştüğümüz gibi şu kaçanlarla da savaşıp onları öldürmeyecek miyiz?" Rasulullah (s.a.v.): "Allah'ın koruması daha geniştir." buyurmuştur.

Müslüman askerlerin Rasulullah (s.a.v.) 'i düşman arasında bırakıp kaçtıkları bu savaştan daha açık kadınların savaşa katılmalarına ihtiyaç duyulur mu?

Burada zaruret anında kadınların savaşa katılmalarının caiz olduğuna delil vardır. Çünkü Rasulullah (s.a.v,) o durumda Ümmü Süleym'in savaşa ka­tılmasına engel olmamıştır. Bu durumun dışında kadınların savaşa katılmalarına izin verdiği de rivayet edilmemiştir.

208- İmam Muhammed dedi ki: Yaşlı kadınların savaşta hazır bulunup yaralıları tedavi etmeleri, askerlere su dağıt­maları ve ihtiyaç anında yemek pişirmeleri caizdir. Abdullah b. Kurt el-Ezdt der ki: Halid b. Velid ve arkadaşları Bizansla savaşırken hanımları devamlı olarak mücahidlere su taşıyıp şiir söylüyorlardı.

Burada söz konusu edilen kadınlar, yaşlı kadınlardır. Fitne korkusundan dolayı genç kadınlar bundan menedilirler. Ayrıca yaşlı kadınların bu görevi yapmalarıyla ihtiyaç da ortadan kalkmaktadır.

209- Hayber savaşında Peygamber (s.a.v.)'Ie birlikte hazır bulunan Ümmü Muta'ın şöyle dediği rivayet edilir : "Ashab Rasulullah'a çektikleri zorlukları anlattıkları bir sırada Eşlem (r.a.)'ı gördüm. Peygamber onları cihada teşvik etti. Hemen yerlerinden fırlayıp savaşa koyuldular. Kaleye ilk ulaşan kişi, Eşlem (r.a.) idi. O gün güneş batmadan Allah bize fethi mü­yesser kıldı. Sa*b b. Muaz kalesi fethedildi.

Buradan anlıyoruz kî, Ümmü Muta' Rasulullah (s.a.v.) 'Ie birlikte savaşa katılmış ve Rasulullah (s.a.v.) ona engel olmamıştır. Yine anlıyoruz ki, kendi­sine uygun işleri görmek üzere yaşlı kadının savaşa katılması caizdir. Başarı Allah'tandır.[261]

 

Cihad Ve Yapılması Caiz Ve Yasak Olanlar

 

210- Ebû Hanife -Allah rahmet etsin- dedi ki: "Cihad etmek müslümanlara farzdır. Ancak ihtiyaç anına kadar beklerler. İmam Sevrî ise şöyle der: "Kendileri savaşı başlatmadıkça, müşriklere savaş açmak farz değildir. Onlar savaş açarlarsa, o zaman savunmak için savaşmak farz olur. Buna delil olarak da şu ayetleri getirir:

‘’... Onlar sizinle savaşırlarsa onları öldürün..[262]

‘’... Topyekün sizinle savaşan putperestlerle siz de topyekün savaşın..."[263]

Ancak biz, müşriklerle savaşı bizim başlatmamız gerekti­ğine inanıyor ve delil olarak da aşağıdaki ayetleri getiriyoruz: "Ey inananlar! Yakınınızda bulunan inkarcılarla savaşın..."[264]

"Allah yolunda savaşın..."[265] "...Allah'a iman etmeyenlerle savaşın..."[266] "Allah uğrunda gereği gibi cihad edin..." [267]

Netice olarak cihad ve savaş emri tedrici olarak gelmiştir. Başlangıçta Peygamber (s.a.v.), İslamı tebliğ ve müşriklere al­dırış etmemekle emrolunmuştu. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Ey Muhammed! Artık sana emredilenleri açıkça ortaya koy, müşriklere aldırış etme."[268]...o halde yumuşak ve iyi davran..."[269]

Daha sonra iyi bir şekildfe tartışma emrolundu. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurur :

"Ey Muhammedi Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde tartış..."[270]

"Kitap ehli ile en güzel şekilde mücadele edin..."[271]

Daha sonra savaşa izin verildi:

"Haksızlığa uğratılarak kendilerine savaş açılan kimselerin karşı koyup savaşmasına izin verilmiştir ..."[272]

Sonra, gelen ayetlerle, müşrikler savaşı başlatınca onlara karşı savaşma emredildi.

Bundan sonra da Haram aylar geçtikten sonra savaşılması emredildi. Bu meseleyle ilgili olarak Yüce Allah şöyle buyu­ruyor:

"Haram aylar çıkınca, müşrikleri bulduğunuz yerde öl­dürün..."[273]

Daha sonra da mutlak savaş emrolundu: "Allah yolunda savaşın; bilin ki Allah işitir ve bilir."[274]

Son ayetle mesele bir sonuca bağlandı. Emrin mutlak oluşu, her halükarda ona uymayı gerekli kılmaktadır. Ancak savaşın farz oluşu, dini yüceltmek ve müşrikleri susturmak içindir.

Şayet istenen iş, mü si umanların bir kısmı ile yerine getirile-biliyorsa, farz diğerlerinden düşer. Tıpkı ölünün yıkanması, tekfini ve üzerinde namaz kılınması gibi. Çünkü her müslüman bizzat bu görevleri yapmakla emrolunsaydi, bu işler belli bir zamana bağlı olmadığı için kazanç temini ve ilim tahsili gibi işler aksardı. Ayrıca diğer işler yapılmadan cihadın yerine getirilmesi de mümkün değildir. Onun için cihad, farz-ı ayn değil, farz-ı kifayedir.

211- Hepsi cihadı terkedecek olsa, hepsi günaha ortak olurlar. Ama istenen, bir kısmıyla yerine getiriliyorsa, diğerleri de bu mesuliyetten kurtulur. Bu gibi durumlarda devlet başka­nının müslüman lan gözetmesi gerekir. Çünkü müslumanIarın tamamı namına bu makama getirilmiştir. Bu sebeple düşman­dan saldırı gelebilecek yerlere adam yerleştirip koruması, dinî daveti sağlaması ve müslümanları cihada teşvik etmesi onun görevidir.

Ayrıca müslümanları bu gibi görevlerle görevlendirdiği za­man onların da ona isyan etmemeleri gerekir.

212- Düşman, Arablardan puta tapanlar yahut mürtedler-den olup kendilerinden cizye kabul edilmeyenlerden ise, müslü-manlar onları İslama davet ederler. Reddederlerse tek bir yol kalıyor ki, o da savaştır.

Ama Arab olmayan mecûsî ve puta tapanlara gelince, mezhebimize göre onlar cizye verme konusunda kitap ehli durumundadırlar. Onun için müslü-manlar onları, ya İslamı kabul etmeğe ya da cizye vermeğe davet ederler. Bu tekliflerden birine evet derlerse, onlarla savaştan vazgeçilir. Ancak her iki tek­lifi de kabul etmezlerse, o zaman onlara savaş açılır.

Ehl-i kitab olan Arablarla Arab olmayanlar arasında fark yoktur. Yüce Allah şöyle buyurur :

"Kitab verilenlerden, Allah'a, ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Pey­gamberinin haram kıldığını haram saymayan, hak dinini din edinmeyenlerle, boyunlarını büküp kendi elleriyle cizye verene kadar savaşın."[275]

Bu konuda her müslüman Rasulullah (s.a.v.)'in halifesidir. Açıkladığı­mız hususların davetcisi olup bunları kabul etmeyenlere savaş açmakla em-rolunmuştur.

213- İmam Muhammed dedi ki: Şayet düşman, müslüman-lara, "Bizi bırakın, ne biz sizinle savaşalım, ne de siz bizimle savaşın" derlerse, müslümanların bu teklifi kabul edip savaş­mamaları caiz değildir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurur :

"Gevşemeyin, üzülmeyin. İnanmışsanız, mutlaka en üstün­sünüz."[276]

Çünkü cihad bir farzdır. Müslümanların farz olan birşeyi terketmeleri dü­şünülemez. Nasıl ki oruç tutmamamızı, namaz kılmamamızı isterlerse, bu istek­lerini kabul etmeyeceksek, cihadla ilgili bu tekliflerini de kabul edemeyiz.

Ama düşman çok güçlü ise ve müslümanlar onlara karşı koyama-yacaksa, o başka.

O zaman müslümanlann güçleninceye kadar tekliflerini kabul etmeleri ve güçlendiklerinde antlaşmalarını bozduklarını bildirmeleri caizdir. Yüce Allah şöyle buyurur:

"Eğer onlar barışa yanaşırlarsa, sen de yanaş ve Allah'a güven."[277]

Rasulullah (s.a.v.) Hudeybiye yılı Mekkelilerle on yıl savaşmamak üzere antlaşma yapmıştı.

Çünkü cihadın hakikati, öncelikle müslümanların kendi güçlerini koru­maları ve ikinci planda müşrikleri yenmek ve güçlerini kırmaktır. Şayet müslü­manlar, müşriklerin güçlerini kırmaktan aciz iseler, güçleninceye kadar ateşkesi kabul ederek kendi güçlerini korumaya bakarlar. Güçlendikleri zaman ateşkesi bozar ve saldırıya geçerler. Bu, darda olan borçluya eli genişleyinceye kadar mühlet verilmesine benzer. Yüce Allah şöyle buyurur Borçlu darda ise, eli genişleyinceye kadar ona mühlet verin.”[278]

214- Yine şayet müslümanlara: "Ahkamınızdan bize birşey tatbik etmemek şartıyla yılda size şu kadar mal verelim" tek­lifinde bulunsalar, böyle bir antlaşma yapılamaz. Çünkü zim-

milikle ilgili şer'î hükümlerimizi kabul etmeyi reddediyorlar. Savaş, zimmîlik antlaşmasıyla biter. Bu da muamelât husu­sunda İslamın hükümlerine boyun eğmeleriyle gerçekleşir. Onlar yenilgiyi kabullenirler ve biz de onların İslam yurdunda kalmalarına rıza gösteririz.

Temel olarak savaşı sona erdirmemiz ancak bu şekilde gerçekleşir. Hal­buki onların isteklerinde bu temel yoktur. Şayet bu teklifleri kabul edilirse, bizim mal elde etmek için savaştığımızı sanabilirler. Hatta sanmanın ötesinde böyle olduğuna kesin kanaat getirebilirler. Oysa müslümanların mal elde et­mek (sömürmek) için savaşmaları yahut bunu izhar etmeleri asla caiz değildir.

215- Ancak güçlü iseler o zaman onlardan mal alınmazsa bile, onlarla anlaşmak caiz olur. Ama bununla beraber onlar­dan bir miktar mal alınırsa, evleviyetle caiz olur. Alınan bu mal, ateşkes antlaşmasının karşılığı olarak değil, malları bizim için mubah olduğu için alınır.

Mallarının bizim için mubah oluşu gözönünde bulundurularak verecekleri mal kabul edilir.

216- İmam Muhammed dedi ki: Cihada gitmek isteyen bir kimsenin ebeveyni var ise her ikisinin iznini almadan gitmesi caiz değildir.

Çünkü onlara iyilik etmek, onlara gelecek zarar ve zorluklara engel ol­mak kişi üzerine farz-ı ayndır. Cihad ise genel seferberlik ilan edilmedikçe farz-ı kifayedir.

Daha kuvvetli olan farz-ı aynı, farz-ı kifayeden önde tutmak gerekir. Mücahidin sağ olarak dönüp dönmeyeceği kesin değildir ve öldüğü takdirde onların zorluk ve meşakkatlerle başbaşa kalacakları kesindir.

217- Şayet kendisine izin verirlerse cihada gitsin. Ama biri izin verir de, diğeri vermediği takdirde yine, izin vermeyenin hakkını gözeterek cihada çıkmamalıdır. Her ikisi izin vermi­yorsa, haliyle çıkması caiz olmaz.

Bu konuda delil, şu rivayettir: Biri Rasulullah (s.a.v.) 'e gelerek : "Ana babamı ağlar halde bırakarak seninle cihada çıkmağa geldim" dedi. Rasulullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Git onları ağlattığın gibi, güldür."

Cihadın en faziletlisi Rasulullah (s.a.v.) 'le birlikte yapılan cihad olma­sına rağmen Rasulullah (s.a.v.) ana babanın izni olmadığı için o zatı geri çevirmiştir.

Rasulullah (s.a.v.)'e amellerin en faziletlisinin hangisi olduğu sorul­duğunda :                                                        \

"Vaktinde kılınan namazdır. Sonra,anne-babaya iyi davranmaktır. Sonra da, Allah yolunda cihaddır." buyurmuşlardır.

Bu, anne ve babaya iyi davranmanın cihaddan önce geldiğine delildir. Anne-baba şiddetli bir zorluğa maruz kalacaklarsa, oğullarının cihada gitmesine izin vermeyebilirler. Bu, onlar için caizdir. Çünkü o kişi için daha güçlü bir farz olan kendilerine iyi davranmasına vesile oluyorlar.

Buradan da anlaşılıyor ki, onların iznini almadan kişinin cihada gitmesi caiz değildir. Çünkü gitmesi caiz olsaydı, ona mani olduklarında günah işlemiş olmaları gerekirdi.Ona engel olmakla günah işlemiş olsalardı, onların günaha girmelerine engel olmak için onun cihada gitmesi de caiz olurdu.

218- Biri ölmüş ve diğeri hayatta ise de durum aynıdır.

Çünkü onlardan hayatta olanın haklarına riayet için gerekli sebeb mevcuttur.

219- Şayet anne-babasının ikisi kafir yahut biri kafir ve diğeri müslüman olur da cihada çıkmasını istemezlerse veya kafir olan gitmesini istemiyorsa, bakılır; Eğer bu istememe ebeveynin yahut kafir olan birinin kendi şahısları için korkma­larından, hayatta karşılaşacağı zorluklar endişesinden kaynak-lanıyora yine kişinin cihada çıkması caiz olmaz.

Çünkü anne babanın haklarına riayet hususunda müslüman ile kafir anne baba arasında fark yoktur. Yüce Allah:"Dünya işlerinde onlarla güzel geçin..."[279] buyurmuştur.

Bu ayette kastedilen, müşrik olan anne-babadır. Bu konuda delilimiz, aynı ayetin baştarafıdır. Burada Yüce Allah:

"Ey insanoğlu! Ana-baba, seni körü körüne bana ortak koşman için zorlarsa..."[280] buyurmaktadır.

220- Ama, kendi dinine mensub olanlarla savaşmasın diye izin vermiyorsa, o zaman ona itaat etmez ve cihada gider.

Çünkü izin vermemesine sebeb, oğula duyulan şefkat değil, müşrikliktir. Şirk etkisiyle verdiği kararın uygulanması hususunda oğlu üzerinde bir hakkı yoktur. Niyetin şöyle mi, böyle mi olduğu, zann-i ğalib ve kanaatla tesbit edilir. Çünkü birşeyin gerçek mahiyetinin ne olduğunu bilecek bir vasıta yoksa, o konuda hüküm verilirken zann-ı galibe itimad edilir.

Ama anne babadan biri için perişanlık sözkonusu ise, oğul cihada gidemez.

Çünkü anne baba fakir ve hizmetine muhtaç iseler, kâfir de olsalar, onlara hizmet etmesi farzdır. Farz-ı aynı terkedip farz-ı kifayeye koşmak ise, doğru değildir. Ayrıca anne babasını yahut birini kaybederse, onlara tekrar kavuşmak mümkün değildir. Oysa ki, başka bir zaman cihada çıkması mümkündür.

221- İmam Muhammed dedi ki: Şayet ana ve babası ona izin verir de, iki dede ve iki ninesi izin vermezse, cihada gitmesi caizdir.

Çünkü anne ve baba mevcut iken, dedelerle nineler yabancı durumun­dadırlar. Görmüyor musun, çocuğa bakım, velilik ve miras konularında durum­ları, yabancıların durumu gibidir. Cihada gitme hususunda da durum aynıdır. Ana-baba hayatta kaldıkları müddetçe onların izin vermeme yetkileri yoktur.

222- Şayet ana ve baba ölmüş ve henüz hayatta olan baba tarafından dede ve ana tarafından nine ona izin verirken, ana tarafından olan dede ve baba tarafından olan nine izin vermez­lerse, onların izin vermemeleri geçersiz olup kişinin cihada gitmesi caizdir.

Çünkü babanın yokluğunda velayet, babanın babasınındır. Ana olmadığı takdirde de, ananın annesi onun makamındadır. Çünkü çocuğun bakımı ona verilir, Bunlar hayatta oldukları takdirde, diğerleri yabancı durumundadır.

223- Şayet diğerleri ona izin verir de, bunlar ona izin ver­mezlerse, cihada gidemez.

224- Şayet anne tarafından ninesi ve baba tarafından dedesi olmayıp diğerlerinden izin isterse ve diğerlerinin her ikisi ya­hut biri ona izin vermezse, müstahab olan, cihada gitmeme-sidir.

Çünkü annenin annesi olmadığında bakıcılık baba tarafından olan nineye aittir. Zira o, anne durumundadır. Anne tarafından olan dede ise her ne kadar velayet hususunda baba gibi değilse de, kısas lehinde şahidlik ve ona zekat ve­rilmeme gibi hükümlerde baba durumundadır. Daha yakın bir dede bulunma­dığı takdirde, cihada izin vermeme hususunda baba yerine geçer.

225- Şayet annesi ile baba babası hayatta olup bunlardan biri izin verir ve diğeri vermezse, yine gitmesi caiz değildir.

Çünkü babası olmadığı takdirde babasının babası, onun için baba duru­mundadır. Bu kişinin durumu ile, babası ve annesi hayatta olan kişinin durumu aynıdır.

226- Şayet anası hayatta değilse ve ana tarafından ninesi ile baba tarafından ninesi hayatta ise, izin verme hakkı anne tarafından olan ninenindir.

Görmüyor musun çocuk bakımında öncelik hakkı onundur. Baba tarafın­dan olan nine ise, baba yerine kaim olamaz. Çünkü babanın yokluğu durumun­da velayet hakkı dedeye geçtiği şekilde nineye verilmemektedir.

227- Ama anne hayatta ise, her iki ninenin izin hakkı yoktur.

Babanın hayatta oluşuyla da, dedelerin her ikisinin izin hakkı yoktur.

228- Şayet babası ile babasının annesi hayatta ise, her iki­sinin iznini almadan çıkmamalıdır.

Çünkü babanın annesinden başka anneler hayatta değilse, o, anne maka-mmdadır. Görmüyor musun, bakıcılık hakkı onundur?

İmam Muhammed kitabın metninde bu meselede farklı düşünen birinin bulunduğunu söyler, ama bunun kim olduğunu belirtmez. Sanırım muhalefet eden kişi, babanın annesi, babaya tabidir; baba henüz hayatta iken babanın babasının izin hakkı sözkonusu değilken babanın annesinin izin hakkı haliyle olamaz, demektedir.

Halbuki bu doğru değildir. Çünkü şayet kişinin annesi ile babasının anne­si hayatta ise, izin hakkı sadece annenindir.

229- İmam Muhammed dedi ki: Ticaret, hac, umre vs. gibi diğer yolculuklara anne ve baba izin vermez ve kişinin canı hususunda bir korkusu yoksa yolculuğa çıkması caizdir.

Çünkü bu gibi yolculuklarda genellikle emniyet hakimdir. Ayrıca anne ve baba bunlardan dolayı pek zorluk da çekmezler. Oğullarının yokluğundan dolayı üzüntüleri, dönüşü umuduyla hafifler.

Ancak deniz seyahati gibi can tehlikesi bulunan yolculuklar olursa [281], bunun hükmü cihadın hükmü gibidir.

Çünkü burada helak olma tehlikesi daha çok muhtemeldir.

230- İlim tahsili için çıkılan yolculuklarda yol emniyetli ve ilim tahsil edilecek yer güvenlikli ise, bu yolculuk, ticaret için yapılan yolculuktan daha az önemli değildir.

Aksine, ilim yolculuğu ondan daha önemlidir. Yüce Allah şöyle buyurur: "Her topluluktan bir grubun dini iyi öğrenmek ve milletlerini geri döndüklerinde uyarmak üzere geri kalma­ları gerekmez mi?"[282]

Ana babası istemezse bile, helak olmalarından korkmadığı takdirde ilim yolculuğuna çıkmasında bir sakınca yoktur. Çünkü bu yolculukta genellikle emniyet hakimdir. Bu yolculuk ile, dârü'l-İslam'dan herhangi bir şehre gitmek arasında bir fark yoktur.

232- Şayet yaz ordusu gibi büyük bir İslam ordusu ile dâ-rü'1-Harbe ticaret yolculuğuna çıkacak olursa ebeveyni iste­meseler de çıkması caizdir.

Burada da büyük ihtimal emniyettir. Çünkü kendisi savaşla meşgul ol­mayacak ve büyük ordu düşmandan kendisine gelecek tehlikeyi defedecektir.

233- Ama seriyye yahut ona benzer az sayıdaki orduyla çıkacak olsa izinlerini almadan çıkması caiz değildir.

Çünkü kendisini koruyamıyacak durumda olan askerî birliklerle çıkma­sında can tehlikesi ihtimali fazladır, Heİak olma korkusuyla cihad için izinsiz çıkması nasıl caiz değilse, ticaret için çıkması da caiz değildn\_

234- Cihada çıkması çocuklarının, kardeşlerinin, amca ve halalarının yahut hanımlarının hoşuna gitmese bile, onlar için helak olma korkusu yok ise ve sadece onların kendisi hakkında helak olmasından endişeleri sözkonusu ise, cihada çıkmasında bir sakınca yoktur.

Çünkü ebeveyni ile diğer akrabalarının onun üzerindeki haklan aynı se­viyede değildir. O halde cihada gitmesine izin verme huusunda da durumları bir olmamalıdır. Ancak onlardan birinin helak olmasından korkuyorsa, cihada çıkıp kendilerinin nafakasının temini ile mükellef olduğu kimseleri bu tehlikeye sokması caiz değildir. Çünkü onların nafakasnı temin etmek, bizzat kendisine düşen bir görevdir. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurur :

"Kişinin nafakasını sağlamakla yükümlü olduğu kimselerin yok olmasına yol açması, günah olarak kendisine yeterlidir."

Küçük erkek çocukları ile, küçük olsun, büyük olsun kız çocuklarının ve bir de başka bakacak yakın akrabası bulunmayan nafakasını teminden aciz akrabalarıyla hanımlarının hükmü budur. Çünkü nafakalarını temin etmesi şer'an ona aittir.

235- Ama yetişkin ve sağlıklı erkek çocukları ile özürlü/ sakat olmayan kardeşleri hakkında helak olma tehlikesi bu­lunsa bile, cihada çıkması caizdir.

Çünkü hazır bulunduğu takdirde, ölseler bile nafakaları şer'an ondan is­tenmez, Onun için ölmeleri sözkonusu olsa bile, bundan dolayı cihada gitmesi engellenemez. Bu söylediğimiz durumların hepsi, genel seferberlik olmadığı takdirde sözkonusudur.

236- Ama düşmanın genel bir saldırısıyla karşılaşılır ve bir şehir halkına: İşte düşman geliyor, sizi, çoluk-çocuğunuzu Öl­dürmek veya mallarınızı gasbetmek istiyor, denilse ana ba­banın izni alınmadan çıkmakta bir sakınca yoktur.

Çünkü böyle durumlarda savaşa katılmak, herkes için farzı ayndır. Yüce Allah :

"İsteyen-, istemeyen, hepiniz savaşa çıkın, Allah yolunda mallarınızla canlarınızla cihad edin..."[283] buyurmaktadır.

Çünkü savaşa çıkmadığı takdirde bir daha bu görevini yerine getirme etme imkanını bulamaz. Halbuki anne babasının iznini almadan çıkmakla ka­çırdığı görevini daha sonra yerine getirebilir. Cihada gitmekle daha önemli olan görevini yerine getirmiş olur. Çünkü cihada gitmemekle sebeb olacağı zarar, daha geneldir; Bunun zararı hem kendisine, hem anne babasına ve hem de diğer müslümanlara ulaşır.

Ayrıca anne babanın bu durumda ona izin vermemeleri de onlar için caiz değildir. Cihada çıkmakla onlara gelecek olan günahı da bertaraf etmiş olacak­tır. Kaldiki, isyan sözkonusu olan emirlere itaat edilmez. Görmüyor musun? Şayet biri, bir adamın malını gasbetmek yahut onu öldürmek yahut bir kadına tecavüz etmek istese, anne babasının izni olmazsa bile kişi buna engel olabilir­se, engel olması farzdır. Anne babası istemezlerse bile onlara itaati caiz olma­dığı gibi kendilerinin ona engel olmaları da onlar için caiz değildir. Çünkü bu durumda savaşması, kendisi için farzı ayındır, Yapmak ve yapmamak arasında muhayyer olduğu hususlarda anne babaya itaat edilir. Ama direkt olarak kendisi için farzı ayn olan hususlarda anne babası ona engel olamazlar. İmam Muham-med, bu durumda anne babanın ona engel olmalarının çirkin olduğunu açıkla­yarak şöyle der:

Şayet, anne babadan biri, kendisi için farzı ayn durumunda olan bir göre­vini yerine getirmek için oğlundan yardım istese ve ebeveynden diğeri de oğlu­na şefkatinden dolayı ona yardım etmemesini söylerse, ona itaat edip diğerini yüzüstü terketmesi doğru mudur?

237- İmam Muhammed dedi ki : Efendisinin izni olmadan kölenin savaşa çıkması caiz değildir. Ancak genel seferberlik ilan edilmişse, o zaman çıkabilir ve efendisi ona engel olamaz.

Çünkü genel bir seferberlik ilan edildiği vakit savaşa katılmak, oruç, na­maz farziyeti gibi bir farzdır. Bu farzlar ise, efendinin hakları dışındadır.

Köle hakkında durum bu olunca, kişinin anne babasıyla aralarındaki du­rumun da böyle olması daha evladır.

238- Genel seferberlikde savaşabilecek durumda bulunan kadınların da durumu budur.

Huneyn'de Ümmü Süleym'in yaptıklarını daha önce anlatmıştık. Uhud'da Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu :

"Ka'b'm kızı Nesibe'nin savaştaki durumu, falan ve filanın durumundan daha hayırlıdır."

Rasulullah (s.a.v.) bu hadiste savaştan kaçan erkekleri ismen zikrederek Nesİbe'nİn onlardan üstün olduğunu belirtmiştir. O zaman genel seferberlik ilan edilmişti. Rasulullah (s.a.v.) böylece kadınların bu durumda savaşa katılma­larını hoş karşılamış ve savaşa katılanları övmüştür.

Ama genel seferberlik yoksa kadınların savaşa katılmaları uygun değildir.

239- Gerek büyük ordularda ve gerekse seriyyelerde genç kadınların savaşa katılmaları uygun değildir.

Çünkü evlerinde kalmaları, fitneyi defetmeğe daha yakındır. Yaşlı kadınlara gelince,yaralıları tedavi etmek için büyük ordularla birlikte çıkmalarında bir sakınca yoktur.

Ümmü Atiyye'den rivayete göre, şöyle demiştir: Rasulullah (s.a.v.) le ye­di gazveye katıldım. Onlara yemek pişiriyor, yaralıları tedavi ediyor ve asker­lere su dağıtıyordum.

240- Bizzat savaşmalarını ise pek uygun görmüyorum. Bu işi erkekler yaparlar. Zaruret olmadıkça kadınlar bununla uğ­raşmamalıdır. Ama zaruret hasıl olur ve genel seferberlik ilan edilirse o zaman kadın, velisinin ve kocasının izni olmadan sa­vaşa katılabilir.

Bildiğimize göre Abdülmuttalib'in kızı Safiyye, kadınların bulunduğu yere girmek için duvardan atlayan yahudiyi öldür­müştür. Bu olay Hendek savaşında olmuştur. Peygamber (s.a.v.), kadınları Medine'nin muhkem evlerinden birine topla­mıştı. Hassan b. Sabit de başlarında bulunuyordu. Kurayza ka­bilesinden bir yahudi duvardan atlayıp buraya girmek istedi. Safiyye, yahudiyi taş ve sopalarla öldürmesi için Hassan b. Sa-bit'e emretti. (Gözleri görmeyen) Hassan: "Ben şiir söylemeyi bilirim, döğüş ve kavga adamı değilim." cevabım verdi. Bunun üzerine Safiyye, yahudiye saldırarak öldürdü. Rasulullah (s.a.v.) e bu haber ulaştırılınca safiyye'nin yaptığını onayladı.

Buradan da anlıyoruz ki, zaruret anında kadınların savaş­masında bir sakınca yoktur.

241- Savaşabilecek durumda bulunan çocukların da duru­mu aynıdır. Yani genel seferberlik ilanı halinde, ana ve ba­baları istemese de savaşa katılmalarında bir sakınca yoktur.

Bunun dışındaki durumlarda onların gönlünü almadan savaşa katılmaları uygun değildir.

242- İmam Muhammed dedi ki: Bize ulaştığına göre Ali Bin Ebi Talib Rasulullah (s.a.v.) in yanında henüz dokuz yaşın­dayken İslam'a girdi. Şayet bir savaş vaki olsaydı elbette ken­disi de savaşa katılırdı.

Hz. Ali (r.a.) in kaç yaşında İslama girdiği hususu ihtilaflıdır. İmam Mu­hammed, bu kitapta dokuz veya on yaşlarını bitirdiğini söylemektedir.

Bir rivayete göre yedi yaşındaydı.

Diğer bir rivayette ise, beş yaşındaydı.

Bu konudaki ihtilaf, öldürüldüğü zaman kaç yaşında olduğu hususundaki ihtilaftan kaynaklanmaktadır.

Ca'ferb. Muhammed, ellisekizinde öldürüldüğünü söylemektedir

Cahız, altmış yaşında olduğunu belirtmektedir.

Utbî ise, altmişüç yaşında olduğunu söylemektedir.

Ancak Rasulullah (s.a.v.)'e peygamberliğin gelişinin ilk yılında îslamı kabul ettiği hususunda ihtilaf yoktur.

Peygamber (s.a.v.), kendisine peygamberlik geldikten sonra onüç sene Mekkede kalmış ve Medine'ye hicret ettikten on sene sonra da vefat etmiştir. Hz. Ali'nin öldürülmesiyle son bulan hilafet müddeti ise otuz yıldır ve bu yılların toplamı elliüç yıl etmektedir.

Şayet öldürüldüğü zaman yaşı Ca'fer b. Muhammed'in dediği yaş ise, beş yaşında İslama girmiştir. Şayet Cahız'ın dediği doğruysa, yedi yaşında İslamı kabul etmiştir. Ama Utbî'nin dediği doğruysa, on yaşında müslüman olmuştur.

İslamı kabul ettiği zaman henüz ergenlik çağına ulaşmadığında ihtilaf yoktur. Nitekim kendisi şöyle demektedir:

"Sizden Önce İslamı kabul ettim ve henüz o zaman ergenlik çağına ermemiş bir çocuktum."

Bu meseleyi uzun uzadıya tahkik etmemizin sebebi, mezhebimiz alimle­rinin bu söze dayanarak çocuğun müslümanlığının kabul edildiğini söyleme­leridir.

243- İmam Muhammed dedi ki: Ordu savaşa çıktığında askerlerin sırf onlarla yatıp kalkmak ve hizmet etmeleri için hanımlarını beraber götürmeleri uygun değildir. Çünkü böyle durumlarda kadınların düşmanın eline geçmelerinden kor­kulur.

Çünkü kadınlar sofraya konmuş et gibidir. Korunmadıkça herkes ona elini uzatır. Savaşa çıkan kişi, olabilir ki kendi derdine düşer ve namusunu koruma imkanını kaybeder. Hanımıyla yatıp kalkması ise, temel ihtiyaçlarından değildir. Bunun için namusunu tehlikeye atması doğru olmaz. Hatta hanımıyla meşgul olup savaştan geri kalma korkusu bile, kadınları savaşa götürmemek İçin yeterli bir sebebtir.

Şayet kadınların savaşa katılmaları mutlaka gerekiyorsa, hür olanlar değil de, cariyeler katılırlar.

Çünkü kadınların erkeklerle karışması hakkındaki hüküm, cariyeler için daha hafiftir. Nitekim cariyelere bakma ve dokunma hususunda herkes onlar için mahrem gibidir. Mahrem bulunmadığı halde yalnız yolculuk yapabilirler. Halbuki hür kadın, kocası ve mahremlerinden biri olmadan yolculuk edemez. Yatıp kalkma ve hizmet gibi ihtiyaçları cariyeler de yerine getirebilir.[284]

244- Ancak bununla birlikte, mü si uman lar yenilgiye uğra­dıkları takdirde ya kendi gücüyle yahut yanındaki hizmetçi-lerin yardımıyla onları dârü'l-İslama kaçırabilecek durumda ise, hür kadınları ve cariyeleri beraberinde götürmesinde bir sakınca yoktur.

Nitekim Rasulullah (s.a.v.) bir savaşa çıktığı zaman hanımları arasında kur'a atar ve kurası çıkanı beraberinde götürürdü. Hz. Aişe (r.a.) dedi ki ; İfk meselesi çıktığı ve bana iftiraların yapıldığı savaşta benim kur'am çıkmıştı. Bu savaş, Huzaa kabilesinde Mustahkoğullarma karşı yapılan Müreysî1 gazvesidir.

Malumdur ki, Rasulullah (s.a.v.) hanımlarını beraberinde götürürken müsiümanlara güveniyordu ve onlara herhangi bir tehlikenin ulaşmamasından emindi. Bu durumda olan kimselerin beraberlerinde hanımlarını da götürmelerinde bir sakınca yoktur. Ama müslümanlar yenildiği takdirde kendi dertlerine düşüp hanımlarını tehlikeye maruz bırakma tehlikesi olduğundan, onları be­raberlerinde savaşa götürmeleri mekruhtur. Zaten bu gibi tenliklere maruz bırakıp kaçmak ise, haramdır.

245- Şayet ordu az olup seriyye kadar bir şey ise o zaman yaralıları tedavi ve hizmet düşüncesiyle yaşlı kadınları götür­mek de caiz değildir.

Çünkü onlar az sayıda askerlerdir ve zor durumda kaldıkları zaman kendi dertlerine düşerler, Kadınları savunamazlar. Bu kadınlar da kendilerini savun­maktan acizdirler. Ama zann-ı galip ile galip gelecekleri ve yenilip onları düş­mana terketmeyeceklerine kanaat getirirlerse büyük ordularla yaşlı kadınların çıkmasında bir sakınca yoktur.

Netice olarak; işin hakikati kestirilemediğinde hüküm zahire göre verilir.

246- Böyle büyük ordularla gidildiğinde okumak için Kur'-an-ı Kerim'in düşman topraklarına sokulmasında bir sakınca yoktur.

Ama bir müfrezeyle birlikte gidildiğinde Kur'an-ı Kerim'in

beraber götürülmesi uygun değildir.

Çünkü gazi, ezbere Kur'an okumayı beceremiyorsa yüzünden Kur'an o-kumak isteyebilir. Yahut teberrüken veya yardımını ummak için taşıyabilir. Çünkü o, Allah'ın sağlam ipidir. Kim ona sarılırsa. kurtuluşa erer. Fakat düş­manın onu hafife almasına fırsat verilmemelidir. Onun için zimmî bir kimse Kur'an satın aldığında (horlama endişesi varsa), satması için zorlanır. Zahire göre, büyük bir ordu ile beraber olduğunda Kur'an'a bir zarar gelmeyeceği düşünüldüğünde düşman topraklarına sokulmasında bir sakınca yoktur. Ama küçük bir müfrezede tehlike ihtimali çok olduğundan böyle bir durumda Kur'-an'ı savaş halinde bulunulan düşman topraklarına götürmek doğru değildir. Ara­daki fark budur.                                                -f~_      /-

Peygamber (s.a.v.) in, Kur'an'm düşman topraklarına sokulmasını ya­sakladığını belirten rivayetin izahına gelince; bundan maksat, güçlü olmayan bir atlı gurubuyla birlikte sokulmasıdır. İmam Muhammed de, böyle demektedir.

Tahâvî'nin beyanına göre, bu yasaklama o zaman içindi. Çünkü müslü-manlann ellerindeki Kur'an nüshaları azdı. Bu nüshalar düşman eline geçerse ona zarar vereceklerinden korkuluyordu. Halbuki günümüzde Kur'an nüshaları çoğaldığı gibi onu ezbere bilenler de çoğalmıştır.

Tahâvî, ayrıca şöyle demektedir: Hem ellerine geçtiği zaman onu hafife almazlar. Çünkü her ne kadar onun Allah kelamı olduğuna inanmasalar bile edebiyat ve belagatın zirvesinde olduğunu kabul ediyorlar. Onun için, diğer kitapları hafife almadıkları gibi onu da hafife almazlar.

İmam Muhammed'in söylediği daha doğrudur. Çünkü sırf müslümanlan kızdırmak için onu hafife alabilirler. Nitekim Karmatiler, Mekke'de galib gel­diklerinde böyle davranmışlar ve Kur'anla alakalarını silmişlerdi. Allah da, bu davranışlarından dolayı köklerini kurutmuştur. Zimmî'nin Kur'an'i satın alması­nın yasaklanması ve hem Kur'anı, hem müslüman köleyi satmaya zorlanması da bu sebebledir.

Fıkıh kitapları da, bu hüküm açısından Kur'an gibidir. Şiir kitaplarına gelince, bunların düşman topraklarına sokulmasında bir sakınca yoktur. Ayrıca bir kafirin bu tür kitapları varsa onları satması için zorlanamaz.

247- Bir müslüman eman dileyerek düşman topraklarına giriyorsa ve o düşmanlar da, sözlerinde vefalı insanlar ise bera­berlerinde Kur'an götürmesinde bir sakınca yoktur.

Çünkü zahire göre, düşmanın saldırısından emin bir durumdadır. , Ama sözlerinde vefalı olmayacakları tahmin ediliyorsa, eman dileye­rek topraklarına girilse bile, Kur'an'm götürülmesi doğru olmaz.

248- Şayet düşman yahut zimmî bir kimse, bir müslüman-dan kendisine Kur'an öğretmesini istese, ona Öğretmekte bir sakınca yoktur. Ayrıca ona dini konularda bilgiler de verir. Olabilir ki Allah onu hidayete kavuşturur.

Görmüyor musun, Peygamber (s.a.v.) müşriklere Kur'an'ı okuyordu. Hatta bununla emredilmişti. Yüce Allah şöyle buyuruyor :

"Rabbından sana indirileni tebliğ et..."[285] Yine:"Rabbımn yoluna hikmet ve güzel öğütle davet et..."[286]buyurmaktadır.

Bilindiği gibi ki bu nitelik Kur'an'da ve ondan çıkarılmış bulunan fıkıh­tadır. Hikmet de fıkıhtır. Nitekim Yüce Allah:

"Kime hikmet verilirse, ona çok hayır verilmiştir". [287]buyurmaktadır. Müfessirler burada geçen "hikmet" sözünü, fıkıh ile tefsir etmişlerdir. Şayet müslüman olmayan kişiye dini ilimleri anlatır ve öğretirse, onu Allah'ın dinine davet etmiş olur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır.

"Ey Muhammedi Müşriklerden biri sana sığınırsa, onu güvene al. Böy­lece Allah'ın sözünü dinlesin. Sonra onu güven içinde olacağı yere ulaştır. Çün­kü onlar bilgisiz bir topluluktur."[288] Yani dinleyip anlamasına fırsat ver. Belki şeriatın güzelliklerine vakıf olunca iman etmeyi arzu edecektir.

Hz. Osman (r.a.) iri rivayet ettiği hadiste Peygamber (s.a.v.) :"İnsanların hayırlısı, Kur'anı Öğrenen ve öğretendir" buyurmaktadır.

Rasulullah (s.a.v.) bunu buyururken müslümanlara öğretme ile kafire öğretmeyi birbirinden ayırmamıştır.

Kendisiyle amel etmeleri için müslümanlara Kuran'ı okuyup öğretmesi kişinin görevi ise, okuyup müslüman olmalarını umarak müslüman olmayan­lara okuyup öğretmesi öncelikle bir görevdir.

249- Şayet müşrikler İslam yurduna girip mal, çocuk ve ka­dınları kaçırır, sonra düşmana güç yetirebilen müslüman bir cemaat bunu farkederse, İslam yurdunun sınırlarının dışına çıkıncaya kadar onları takip etmeleri farzdır. Bunu yapmak mecburiyetindedirler.

Çünkü dâru'l-İslamda bulundukları müddetçe yardım görme imkanları mevcuttur. Şayet yardımlaşmazlarsa, düşman onlara galib geleceğinden, yar­dımlaşmayı terketmeleri caiz değildir.

Düşmanın bu davranışları çirkin bir kötülüktür. Münkerden sakındırmak ise, müslümanlara farzdır. Düşman saldırısına maruz kalanlar mazlum duruma düşmüşlerdir; Mazlumu zulümden kurtarmak müslümanlarm üzerine farzdır.

250- Şayet dâru'l-harbe girinceye kadara onları yakalamaz­larsa, o zaman bakılır; eğer ellerinde kaçırdıkları müslüman çocukları ise ve onları takip ettikleri takdirde onlara güç geti­rip kaçırdıklarını geri alabilmeleri ihtimal dahilindeyse, onlar kalelerine ulaşıncaya kadar Darul-Harbte de takibe devam ederler.

Dâru'l-harbte de kaçırdıklarım geri alma ihtimali bulunduğu müddetçe onları takip etmek gerekir. Önemli olan müslümanlarm onlara güç getirecek du­rumda olmalarıdır. Bu ise, zahire bakılıp değerlendirilir. Bu nedenle onlar kale­lerine girdikten sonra takip sona erer.

251- Ama kalelerine ulaşıp girerlerse, şayet müslümanlar onlarla savaşmayı göze alıp ellerindekileri kurtarmaya çalı­şırlarsa ne ala. Ama vazgeçip geri dönerlerse, sanıyorum böyle davranmalarına ruhsat vardır.

Çünkü kalelerine girdikten sonra ellerindeki çocukların geri alınması güçleşmektedir. Bu uğurda sıkıntılara katlanmak, can ve mal fedakarlığında bu­lunmak gerekir. Şayet bunu yaparlarsa, bu azimettir. Ama bu zorluklara katlan­mak istemeyip vazgeçerlerse, onlar için ruhsat vardır. Görmüyor musun? Bizans ve Hindistan'da kafirlerin ellerinde bulunan bazı müslünıan esirleri kurtarmak için her birimizin çıkıp onlarla savaşmamız farz değildir.

252- Ama düşmanın kaçırdığı sadece mal ise ve düşman dâru'l-harbe girecek olursa, bu durumda onları takip etmek daha iyi ise de, takipten vazgeçme ruhsatı vardır.

Çünkü bu mallan, kendi ülkelerine kaçırmakla kurtarmış ve ona malik olmuşlardır. Artık onların mallarına eklenmiş durumdadır. Müslümanlar bu du­rumda kendi mallarından vazgeçme ruhsatına sahip olurlar. Ama dinin şerefini yüceltmek ve müşrikleri yenmek için takibi devam ettirirlerse daha iyi olur. İşte mallar için hüküm böyledir.

253- Şayet savaş yurduna mensup kimseler zimmîlerin ço­cuklarını yahut mallarını kaçırirlarsa, hüküm yine yukarıda zikrettiğimiz şekildedir.

Çünkü müslümanlar onlara zimmîliği tanıyınca, onlara gelecek zararı önlemekle yükümlü olurlar. Artık onlar da islam yurdunun bireyleri sayılırlar.

Görmüyor musun, mal ve can için zimmet akdiyle elde edilen dokunulmazlık garanti verme mahiyetindedir. Bundan sonra onlara karşı işlenecek suç, müs-lümana karşı işlenen suç gibidir, dâru'l-harbe girdikten sonra mal ile çocuklar arasındaki fark şudur: Şayet onlar İslamı kabul edecek olsalar, kaçırdıkları mal­lar onlara teslim edilir, ama çocukları geri vermeğe zorlanırlar. Ama dâru'1-İs-lamda iken İslam'a girecek olsalar hem mallan ve hem de çocukları geri verirler.

254- Şayet müslümanlar, İslam ülkesine giren düşmanı ko­valarken kaçırdıkları çocuklar için kalelerine varıncaya ve mallar için de dâru'l-harbe girinceye kadar onları yakalayama­yacaklarına daha çok inanıyorlarsa, onları takip etmekten vaz­geçmeleri hususunda muhayyer olacaklarını umuyorum.

Çünkü bu gibi durumlarda zahire göre hüküm vermek caizdir. Zahire göre de, onları takip etmekle boş yere kendilerini yormuş olacaklardır. Kaçırma olayını duyan herkesin onları takip ile mükellef olması için, takibe koyulduğu takdirde onlara ulaşacağına ve ulaştığı takdirde müslümanlarm yardımıyla on­lara galip gelinceğine büyük ihtimalle inanması lazımdır.

255- İmam Muhammed dedi ki: Stratejik öneme sahip sınır boylarında yaşayan müslümanlarm, düşman topraklarıyla ara­larında bir mesafe bulunmazsa bile, kadınlarını ve çocuklarını yanlarına almalarında bir sakınca yoktur.

Çünkü onlar bu stratejik noktalarda ikamet etmek üzere görevlendiril­mişlerdir. Şayet hanımlarıyla çocuklarını buraya getirirlerse tam yerleşme imkanına sahip olurlar. Çünkü kadınlar, erkekler için huzur vericidirler. Ayrıca kadın ve çocuklarıyla orada ikamet edecek olurlarsa zamanla çoğalacaklar ve orası müslümanlarm şehirlerinden biri haline gelecektir. Bundan böyle de düşmanlar bu noktadan İslam yurduna girme imkanını yitirmiş, olacaklardır.

Ancak bu, düşmandan bir atlı gurubun saldırısına maruz kalındığı takdirde onların şerrini defetme ve kadınlarla çocukları İslam yurdunun içlerine doğru kaçırma imkanına sahip iseler, geçerli olur.

256- Ama bu durumda değilseler, yani sayıları az olup düş­man saldırısına karşı koyamaz ve kadınlarla çocukları kurtar­ma imkanına sahip bulunmuyorlarsa, o zaman kadınları yan­larına almaları doğru değildir.

Çünkü zahire göre bu gibi yerlerde kaybederler. Halbuki birinci durumda kaybetmekten emin idiler. Bu, tıpkı daha önce anlattığımız kadınların büyük or­du ve küçük olan seriyyelerle çıkması arasındaki ayırım gibidir. Ancak sırf on­larla yatıp-kalkmak için büyük ordularla beraber kadınların götürülmesi mekruh olduğu halde stratejik yerlerde ikamet edenlerin sayısı çok ise hanımlarını yan­larına almaları mekruh değildir. Çünkü zahire göre ordu düşman topraklarında uzun müddet kalmayacak ve o derece kadına ihtiyaç duymayacaktır. Oysa stra­tejik yerlerde bulunanlar uzun müddet burada ikamet edeceklerdir. Hatta bura­lardan ayrılmamaları onlardan istenir. Şayet bekar iseler buna zorlanırlar da. Onun için hanımlarıyla çocuklarını yanlarına götürme lerinde bîr sakınca yoktur.

257- Şayet stratejik noktalarda bulunanlar düşman saldır-dığı takdirde yalnız başımıza onlara güç getiremeyiz, ama müs-lümanlardan yardım isteriz ve gelecek yardımla onları defede­riz derse, bu durumda kadınlarla çocukları yanlarına götüre­mezler.

Çünkü kendileri yalnız başlarına düşmana engel olamıyorlar. Onlara yardım gelmesi ise, bir ihtimaldir. Özellikle ihtiyatla davranmanın vacib olduğu durumlarda ihtimal üzere hüküm vermek doğru değildir. Müslümanların ara­sında bir fitnenin doğması ve onların kendi aralarında çekişmeğe girip buralara yardım göndermemeleri de bir ihtimaldir. Bu durumda o stratejik noktalarda bulunan kadın ve çocukları kaybetmek sözkonusu olmaktadır. Onun için gele­cek yardıma güvenerek kadın ve çocukları bu gibi yerlere götürmek doğru ol­maz. Orada bulunanlar kendi güçlerine güvenmeliler ki kadınlarla çocukları oraya götürebilsinler.

258- Şa'bî'den yapılan rivayete göre Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Kim bir hayvanı helak olmağa terkederse, o hayvan onu kurtarana aittir."

Bazı alimler bu hadisin zahirine bakarak şöyle demişlerdir: Şayet savaşçı, bir yenilgide hayvanını bırakıp kaçar ve başka bir müslüman o hayvanı kaçırıp kurtarırsa, o hayvan onu kurtaranındır. Çünkü daha önceki sahibi onu bırakıp kaçmıştır. Onu elinde bulundurduğu müddetçe bu hayvan onun mülkü idi. Onu elinden çıkardıktan sonra artık bir av mesabesindedir. Kim onu yakalarsa onun

olur.

Biz bu görüşte değiliz. Çünkü bu salıverme, cahiliye halkının adetidir ve şeriat bunu yasaklamıştır. Yüce Allah şöyle buyuruyor :

"Allah, kulağı çentilen, salıverilen... hayvanların adanmasını emretme-miştir."[289]

Salıverilen hayvanlar azad edilen köleler durumunda değildir. Azad etme­de mal olma sıfatı bozulur; mülkiyet son bulur. Halbuki hayvanların salıveril-meleriyle malik olma sıfatı ortadan kalkmaz. Mülkiyet devam ettiğine göre, o hayvan sahibinindir. Başkası onu almakla ona malik olmaz.

259- Şa'bi'nin şöyle dediği zikredilir: O hayvanı sahibi alır ve onu kurtaran kişinin ona verdiği yemlerin karşılığı da ken­disine verilmez. Bu da gösteriyor ki önceki hadis bir vehimdir. (Böyle bir hadis yoktur.) Çünkü bu hadisi Şa'bi'nin rivayet ettiği söylenmektedir. Halbuki o böyle bir hadis rivayet etmiş olsaydı, ona muhalefet etmezdi. Ayrıca böyle şaz bir hadisle

amel edilmez.

Çünkü bu hadis temel ilkelere muhaliftir. Bu durumda üzerinde ittifak

hasıl olan Rasulullah (s.a.v.) in şu hadisine dönmek gerekir :

"Gönül rızası olmadıkça müslüman bir kimsenin malı helal olmaz." Rasulullah (s.a.v.) yine şöyle buyuruyor :"Kim kendi malını bulursa o,

başkasından daha çok hak sahibidir." Bu hadis de, sözkonusu ettiğimiz husus

için bir delildir.

Ömer b. Abdülaziz (Allah rahmet etsin) şöyle diyordu: Sahibi hayvanı alır ve onu kurtaran kişiye yaptığı masrafları öder.

Şa'bî şöyle dedi: Şayet sahibinin izni olmadan bir harcamada bulunursa, harcadığının karşılığını alamaz. Biz de Şa'bî'nin bu görüşüne katılıyoruz. Çünkü iznini almadan başka birinin malına kendiliğinden hayır işleyerek harcamada bulunmuştur. Kendi yaptığı hayırdan dolayı başkasını ilzam edemez.

Ömer b. Abdülaziz ise şöyle diyordu: Zahire göre o hayvana harcamada bulunmak için sahibinden izin almış gibidir. Çünkü o hayvanı kurtarabilme imkanına sahip olsaydı kendisi ona yemini verecekti. Kendisi buna güç yeti-remediğine göre buna güç yetirecek kimseden yardım istemiş ve malından ona harcamada bulunmasına rıza göstermiş oluyor. Burada izin vermeğe delalet sarahaten izin verme gibidir. Lakin biz deriz ki : Bu yardım dileme ve rıza gösterme, hayvanı kurtaranın kendi hayrına bunu yapması istenebileceği gibi, harcamasının karşılığını bilahare ödeme şeklinde de olabilir. Böyle ihtimalli durumlarda kişiye bunu ödeyeceksin, şeklinde bir zorlamada bulunulamaz.

Başarı Allah'tandır. [290]

 

Artçı

 

260- Dâru'l-harbe girdikten ve ondan çıkmak için yola ko­yulduktan sonra komutanın birini artçı olarak görevlendir­mesi iyi olur.      

Çünkü bu, müslümanlann yararına bir uygulamadır. Olabilir ki ordudan uykusuzluğa dayanamayıp uyuyan yahut yolunu kaybedip o korku verici yerde ne yapacağına karar veremeyip bekleyenler bulunabilir.

261- Artçı tayin edilen kişi böyle kimselerin orduya ulaş­tırılmasını sağlar.

262- Artçı, hayvanı inat edip yürümeyen biriyle karşıla­şırsa, ona hayvanım terketmesi ve orduya ulaşmasını emreder ki, kendisi helak olmasın. Bu şekilde o kişiyi alıp orduya yetiş-tirse ve hayvanını helake terketse, o hayvanın bedelini kendi­sine ödemez.

Çünkü kendisi hayvanına zarar vermiş değildir. Aksine artçı onu orduya ulaştırmakla kendisine İyilik etmiştir. Hayvanın sahibini alıkoyduğu ve hayvanı kaybolduğu için adam zarar görecek olsa, onun karşılığında bir şey Ödemez. Aksine, kendisini kurtardığı için, atı kaybolan adamın ona teşekkür etmesi ge­rekir. Çünkü o şahıs iki bela ile karşı karşıya gelmiştir; Ya hayvanını yitirecek­tir, ya da onunla kalıp canından olacaktır. İki kötülükten birini işlemek mecbu­riyetinde kalan kişi, ehvenini işlemek mecburiyetindedir. Burada ehven olan, atını terketmesidir. Artçı kendisine hayvanı bırakmasını emretmişse, yapması gerekenini emretmiş ve iyilikte bulunmuştur, iyilik yapanlar ise, sorumlu değildir.

263- Ama atını elinden alıp onu kendisinden uzaklaştırmış ve sonra da atını almasına engel olmuşsa, bu durumda bedelini ödemek mecburiyetindedir.

Çünkü hayvanı kendisinden uzaklaştırarak onun yitirilmesine sebep ol­muştur. Aslında bu bir gasbtır. Önce hayvanım elinden almış ve sonra onu orduya ulaştırmıştır. Halbuki onu orduya ulaştırmak için hayvanını orada bı­rakmasını emretmek şart değildir. Onun için o hayvanın bedelini ona ödemek mecburiyetindedir. Yine artçı hayvanı keser yahut vurup öldürürse bedeli ondan alınır. Bu görüş daha kuvvetlidir.

264- Şayet at sahibi hayvanın yularını tutar ve artçı kişi de onun elini çözüp kendisini orduya yetiştirir ve atını orada bırakırsa, bedelini ödemez.

Çünkü artçının yaptığı, onun elini yulardan çözmektir, hayvanın ken­disine birşey yapmış değildir.

Bu, gasbten dolayı tazminatın gerekli olabilmesi için gasbedilen malı sa­hibinin gerektiği şekilde kullanmasını engelleyen bir tasarrufun olması konu­sunda Ebu Hanîfe ve Ebu Yusuf lehine bir delildir. Bunun için de, hayvanın yularını alıp onu uzaklaştırmışsa, onun tazminatını öder. Ama sahibinin elini yulardan çözüp uzaklaştırmışsa bedelini ödemez. İki halde hayvanın telef olmasının sebebi aynıdır. Ancak imam Muhammed bu esası, nakil ihtimali olan şeylerde kabul etmektedir. Nakil ihtimali olmayan şeylerde İse şöyle der: Mal sahibinin malının semeresinden mahrum edilmesi sebebiyle bunun bedeli başka şeylerden ödenir. Yine mahkeme salonuna nakil ihtimali olan şeyler için açıla­cak davada ve yapılacak şahitlikte eşyanın kendisine işaret edilmesi lazımdır. Ama nakil ihtimali olmayan şeylerde kolaylık için onun yerine sınırlan belirtilir.

265- Yine kişi atının sırtında olup onu zorla indirir ve or-

duya ulaştırırsa, telef olan atının bedelini ödemez.

Çünkü atın kendisine herhangi bir müdahalesi olmamış, onun sahibine müdahale etmiştir.

266- Şayet artçı, kişiyi alıp orduya ulaştırır ve hayvanım orada terkeder de arkadan bir müfreze o hayvana rastlar ve ona yem verip orduya ulaştıracak olursa, sonra da sahibi hazır olursa, o hayvan üzerinde adam daha çok hak sahibidir.

Çünkü malının aynını bulmuştur ve o malında daha çok hak sahibidir. Ay­rıca hayvana verdikleri yemin karşılığını da almazlar. Çünkü kendisi onlara, ona yem verin diye emretmemiştir. Bu meseleyi daha Önce anlatmıştık.

Anlatıldığına göre Zübeyr b. Avvâm'ın uzun bir mızrağı vardı. Taşıması kendisine ağır geldiğinden onu yola atıp yürüdü. Ordunun gerilerinde bulunan bir bedevi, Zübeyr'in böyle bir adetinin olduğunu bilmeden mızrağı alıp eve getirdi. Zübeyr de gelip: "Mızrağımı taşıdığın için Allah ecrini versin" dedi ve mızrağını aldı. Bu olay bir kaç defa daha tekrar etti.

267- Şayet hayvanı orduya ulaştırır ve komutana haber ve­rip komutan da yem verilmesini emreder ve daha sonra o hay­vanın sahibi çıkar gelirse, komutanın emrinden sonra verilen yemin karşılığını öder, ama daha önce verilenin karşılığım ödemez.

Çünkü bu emirde o hayvan ihya edilip korunarak sahibi gözetilmektedir. Hayvan da yemsiz yaşayamaz. Herkes başkasının malının korunması için hayır işlemek mecburiyetinde değildir. Komutan ise, asker arasında kendisini koru­maktan aciz olanları koruma velayetine sahiptir. Böylece onun bu emri, hay­van sahibinin emri mesabesindedir.

268- Emir verildikten sonra" şu kadar harcadık" derlerse ve bu da normal bir harcama olduğu halde sahibi bunu redde­derse, onun söylediği kabul edilir.

Çünkü kendi lehlerine onu borçlu yapmak istiyorlar ve o da bunu inkar ediyor. Sözünü yemin ile destekledikten sonra onun sözü geçerli olur. Çünkü bu, onların hayvana yem vermeleri işine yemin etmesi olur.

269- Şayet iddialarını ispat için iki şahid getirir yahut hay­vana yedirdikleri yemden komutan haberdar ise, karşılığı hay­van sahibinden alınır.

İddialarının ispatlanmasından dolayı onun inkarına aldırış edilmez.

270- Şayet hayvanı komutana getirdiklerinde onu bulduk­larına dair şahid getirirler ve kime ait olduğunu bilmezlerse, komutan dilerse o hayvanı satar. Bu, caizdir.

Çünkü bu, komutanın hayvan sahibini gözetmesidir. Olabilir ki yapılacak harcama o hayvanın maliyetini aşar. Ayrıca parayı korumak, hayvanı koru­maktan daha kolaydır. Komutan, askerini koruma velayetine sahiptir.

Sahibi geldiğinde satışı iptal edemez. Değerini alır.

271- Şayet yem vermeleri için emirde bulunur, bir müddet sonra da satacak olur ve sahibi gelmeden önce ne kadar harca­mada bulunduklarına dair delil getirip bedelini isteyecek olur­larsa, yem verilmesi için verdiği emirden satışına kadarki har­camaları kendilerine verilir.

Çünkü hayvanın maliyetini korumakla onlar bu karşılığı sahibinden al­mayı haketmişlerdir. Onun için sahibi geldiği takdirde harcadıklarının karşılı­ğını almadan hayvanı ona teslim etmeyebilirler. Bu, kaçan köleyi yakalayan kimsenin, ücretini alıncaya kadar köleyi iade etmemesine benzer. Hakları ne ise, komutan onu öder.

Bu konuda, delillerle isbatlan, hayvanın sahibi gelmeden önce de geçer­lidir. Çünkü o gelinceye kadar komutan onun yerine taraftardır. İşin başlangı­cında harcama hususunda getirecekleri deliller de kabul edilir. Şayet komutana: "Bu hayvanı bulduk ama sahibini bilmiyoruz" derlerse, komutan, bu konuda şahid getirmelerini ister. Harcamada bulunmaları için de getirecekleri delilleri kabul eder.

272- Şayet şahidler getiremezlerse ve komutan da o hayvana yem vermelerini uygun görürse şöyle diyebilir : Yem vermeleri için onlara emrediyorum. Şayet iddia ettikleri doğru ise bunun karşılığını sahibinden alırlar. Ama dedikleri doğru çıkmazsa ben onlara böyle bir emirde bulunmuş değilim. Ayrıca bu söz­lerine de şahit tutar. Yahut şöyle diyebilir: Şayet söyledikleri doğru değilse onlara herhangi bir emirde bulunmuş değilim.

Çünkü bu şekilde davranmak, hayvanın sahibini gözetmektir. Şayet doğru söylüyorsa onun mülkünün telef olmamasını sağlamış olur. Ama o hayvanı gasbetmişlerse satış caiz olmaz.

273- Şayet sahibi çıkar gelir ve komutanın "sat" şeklindeki emrinden sonra hayvanı bulan kişi onu satıp bedeli onun elin-deyken helak olmuşsa, bakılır; eğer hayvan sahibi komutana verilen bilgilerin doğruluğunu kabul ederse o zaman değerini ödemez.

Çünkü o zaman satışın sahih bir izin ile yapılmış olduğu ortaya çıkmış olur.

274- Şayet hayvan sahibi, komutana verilen haberleri red­dederse, satıcı, söylediklerini delillerle isbat etmedikçe hayva­nın değerini ödemek mecburiyetindedir. Şayet davasını delil­lerle ispatlarsa, delil ile sabit olan, iki tarafın ittifakıyle ispat olunan gibidir.

275- Şayet hayvan sahibi hayvanını müşterinin elinde bulur ve o hayvanın kendisine ait olduğunu delillerle ispatlarsa, onu geri alabilir.

276- Şayet müşteri, o hayvanı bulan kişinin söylediklerini ve komutanın emrini delillerle ispatlarsa, satın aldığı kendisine ait olur.

Çünkü o hayvanın maliki olduğunu isbatlamış olmaktadır.

277- Şayet müşteri delillerini getiremezse, hayvan sahibi hayvanım geri alır. Müşteri de gidip kendisine o hayvanı satan kimseden parasını alır.

278- Şayet satıcı, iddialarını delillerle ispatlayarak o hay­vanı kaybolduğu halde bulduğunu ve satması için komutanın emri bulunduğunu belirtirse, karşılığını ödemek mecburiye­tinden kurtulmuş olur.[291]

 

Şükur Secdesi

 

279- Komutanın iyi bir haber alıp Allah'a şükrünü ifade etmek istediği zaman kıbleye yönelip tekbir getirerek secdeye kapanmasında ve Allah'a şükredip teşbih ettikten sonra bir tekbir getirerek kalkmasında bir sakınca yoktur. Bu, şükür secdesidir.

Bu secde İmam Muhammed"e göre sünnettir. Ebû Yusuf tan yapılan riva­yet de aynı şekildedir. Onun da bu görüşte olduğunu İbn Semaa rivayet etmiş­tir. Ebû Hanife ise, bunun sünnet olmadığı görüşündedir. Ya da ona göre bu, tam şükrü ifade etmez. Tam şükrü ifade, iki rekat namaz kılmakla olur. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) Mekke fethedildiği gün iki rekat namaz kılmıştır.

İbrahim en-Naha'î'nin bu secdenin mekruh olduğunu söylediği rivayet edi­lir. İbn. Semaa bu görüşü Ebû Yusuf kanalıyla Ebû Hanife'den de nakletmek­tedir. Çünkü komutan bunu yaptığı zaman onu gören kişi, bu secdenin, nimet­lere kavuşulduğu zaman vacip yahut sünnet bir hareket olduğunu zannedebilir. O zaman dinden olmayan bir hareket dine sokulmuş olur. Oysa Rasulullah (s.a.v.):

"Kim dinimizde olmayan bir şeyi dine sokarsa, o yaptığı şey kabul olmaz " buyurmaktadır.

Ayrıca sıhhat vs. gibi Allah'ın nimetinin yenilenmediği hiçbir an yoktur. Şayet her nimet için secdeye kapanırsa başka bir işle meşgul olmak için zamanı kalmaz. Bir nimet için secdeye kapanmağa muvaffak olması da bir nimettir ve ikinci bir defa bunun için de secdeye kapanmalıdır. Lakin İmam Muhammed bu konuda rivayet edilen haberleri hoş karşılamıştır.

280- Bu rivayetlerden biri, Peygamber (s.a.v.) e hoşuna gi­den bir müjde verildiği zaman Allah'a secdeye kapandığını bildiren rivayettir.

Yine bir rivayete göre Rasulullah (s.a.v.) özürlü bir adama uğradı ve onunla karşılaşınca secdeye kapandı. Hz. Ebû Bekir ile Ömer de aynı kişiye uğramış ve aynı şekilde davranmış­lardır.

Hadis kitaplarındaki bir rivayette ise Rasulullah (s.a.v.) gelişmemiş bir cüceyle karşılaşınca secdeye kapanmıştır.

Rivayet edilir ki Hz. Bekir (r.a.)'a Yemâme'nin fethedüdiği haberi geldiği zaman secdeye kapanmıştır.

Yine Ebû Musa el-Eş'ari'den yapılan bir rivayete göre o şöyle demiştir: Nehrevan'da Hz. Ali (r.a.)'Ia beraberdik. Hz. Ali: Memeciği[292] olanı arayın, dedi. Onu aradılar ama bula­madılar.

Bunun üzerine Hz. Ali'nin alnı terledi ve: Şimdiye kadar ne yalan söyledim ve ne de yalandandım, demeğe başladı. Nihayet bir kanalda yahut bir çukurda o şahsı buldular. O zaman Hz. Ali (r.a.) secdeye kapandı.

Yukarıda anlatılan rivayetin aslı şudur: Hz. Alî (r.a.) Harûriyye de isyan­cılarla savaşınca şöyle dedi: Bakın, aralarında memelerinden biri kadın me­mesine benzeyen biri vardır. Allah'ın Peygamberi bunu bana anlatmıştı. Öldü­rülenleri evirip çevirdiler, fakat ona rastlayamadılar. Onlara arayın bulun, Allah'a yemin ederim ki şimdiye kadar ne yalan söyledim ve ne de yalanlandım dedi. Hurma ağaçlarının altında yedi cesed var, henüz onlara bakmadık, dediler. Hemen onlara da bakmalarını istedi.

Ravi diyor ki : O kişiyi bulup ayağından bir iple bağlayarak Hz. Ali'nin huzuruna getirdiler. Hz. AH, Allah'a secdeye kapandı.

Hz. Ali secdeye kapandı, çünkü Rasulullah (s.a.v.), bu niteliği taşıyan bir topluluğun bulunduğunu ve bu topluluğun sapıklık üzere olduğunu, Hz. Ali ile savaşacaklarını buyurmuş ve Hz. Ali de bunu askerlerine haber vermişti. O adamı bulmaları büyük bir nimet idi. Yardım ve başarı Allah'tandır.[293]

 

Korku Namazı

 

281- İmam Muhamnıed dedi ki: Korku namazı konusunda alimler ihtilaf etmişlerdir. Bu konuda görüşlerin en güzeli İbn Abbas, İbrahim en-Nafha'î ve İbn Ömer'in katıldığı görüştür. Bu görüşe göre devlet başkanı orduyu iki guruba ayırır. Bun­lardan biri düşmana karşı durup savaşa devam eder. Diğeri de namazın yarısını kılar, sonra bu gurup gidip düşmana karşı savaşır ve daha önce savaşan gurup gelip namazın yarısını kı­lar. İmam selam verdikten sonra bu ikinci gurup savaşa katı­lır ve bu defa birinci gurup gelip namazı tamamlar. Ancak bu defa kıraatsız namazı tamamlar. Çünkü namazın başlangıcına ulaşmıştı. Bu gurupta bulunanlar namazın hepsinde imama uyan durumundadırlar. Sonra ikinci gurup gelir ve kıraatle namazını tamamlar. Çünkü bu gurupta bulunanlar mesbûk (namaza sonradan yetişmiş) durumundadır.

Namaz bölümünde bu konudaki farklı rivayetleri ve alimlerin ihtilafını ve Ebû Yusufun "Nevâdiru Ebî Süleyman" isimli kitabında söyediklerinî ve düş­manın kıble tarafında veya ters yönde bulunması durumunda aralarında korku namzı hakkındaki ihtilafı da belirttik.

282- İmanı Muhammed burada İbn Ömer'in hadisine göre İmamın her gurupla bir secde kılacağını zikretti.

Secdeden kasıt, bir rekattır. Bu, Hicaz dilinde meşhur bir kullanıştır. On­lar: "Falan bir secde etti" derken bir rekat namaz kıldığını kastederler.

 283- Yine İbn Ömer'in hadisinde şunu da nakleder: Şayet

daha fazla korku verici bir durum sözkonusu ise yaya olarak ayakta yahut bineklerinin üstünde kıbleye yönelmiş olsunlar veya olmasınlar namazlarını kılarlar. Ayakta olmalarından maksat, yürümemeleri ve durmalarıdır. Çünkü yürümek bir harekettir ve onunla namaz caiz olmaz. Denizde yüzmek ve savaşta kılıç sallamak da böyledir.

284- Muhammed b. Yahya'dan yapılan rivayete göre Pey­gamber (s.a.v.) yolculuk esnasında bir yere konaklarken iki rekat namaz kılmadan oturmazdı.

Hadis ehli bu hadisi diğerinden daha sahih görürler. Çünkü her konakla­mada namaz kılacak yeri tayin edip önce iki rekat namaz kılar, sonra otururdu. Her yolcunun böyle davranması gerekir. Çünkü konaklama istirahat etmek içindir ve bu bedenin payıdır. Din işinin bundan önce yapılması daha uygun olur.

Rivayet olunur ki Peygamber (s.a.v.) evinde namaz kılar ve ev işlerinde hanımlarına yardım ederdi. Ümmetinin de böyle davranmasını emrederek şöyle buyurmaktadır : "Evlerinizi kabirlere çevirmeyin"

Bazı alimler: Evlerinizde namaz kılmayarak onları mezara benzetmeyin, demek istediğini söylerler. Bazıları da bunun, sorumluluk duymadan uyumak anlamında ev halkına yardım etmemek olduğunu söylerler. Rasulullah (s.a.v.) yine şöyle buyurur :

"Gözümün nuru (neşem) namazdadır." Ümmetinin neşesi de, onun neşe­sinin bulunduğu yerdedir. Onun için bir yerde konaklarken namazla başlamak

evladır.

285- İmam Muhammed dedi ki: Bir müslüman eli kolu bağ­lanarak öldürülme ile karşı karşıya geldiğinde iki rekat namaz kılması ve ondan sonra günahlarının affı için Allah'a yalvar­ması müstehabtır.

Böylece son işi, namaz ve istiğfar olur. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyu­ruyor : "Kim amel defterine taatla son verirse, önceki günahları affedilir."

Yine İbn Abbas'm rivayet ettiği bir hadiste ise Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:

"îşler son şekilleiyle değerlendirilir."

"Kimin ilk ve son sözü "Lâ İlahe İllallah" olursa aradaki günahları affolu­nur." Onun için konuşmağa güç yetirİr yetirmez çocuğa Kelime-i Tevhi'din

telkin edilmesi ölüm esnasında da aynı şeyin yapılması tavsiye edilmiştir.

286- Bu konuda temel, Hubeyb'in hadisidir. Hubeyb esir edilip Mekke'de satıldığında onu Öldürmek için HH'Ie[294] çı­kardılar. O da: Bırakın iki rekat namaz kılayım, dedi. Kılmasına müsaade ettiler. İki rekat namaz kıldıktan sonra şöyle de­di: Şayet Ölüm korkusundan namazımı uzattığım zannına ka-pılmasaydımz namazı uzatırdım. Bir rivayette: Bu iki rekatı kısa kıldı denilmekte ve şöyle dediği belirtilmektedir: Şayet ölümden korkup da namazını uzattı demelerinden çekinmesey-dinı namazı uzatırdım, dedi. Sonra müşriklerin yüzüne baktı. Kiminin suratı ekşi, kimi sövüyordu. Kimi de elinde taş yahut sopa hazır duruyordu. O zaman da şöyle dedi: Allah'a yemin ederim ki düşman yüzünden başka bir yüz göremiyorum! Allahım! Burada, selamımı Peygamberine iletecek bir kimse yoktur. Selamımı Rasülüne ve onun ashabına sen ilet.

Rivayet edilir ki Peygamber (S.A.V.) Medine'de minberin üzerinde iken selamım almış ve şöyle buyurmuştur. "Allahım, kaç kişi iseler hepsini say ve tesbit et. Her birine ayrı ayrı yahut toptan lanet et. Onlardan bir fert bile geri bırakma."

Hadis kitaplarında buna ek olarak şöyle denilmektedir: Yüzünü Kıbleye çevirtip secdeye kapanmış vaziyette kendisini öldürmelerini istedi. Ama onlar onun bu teklifini reddettiler. O zaman Hubeyb şöyle dedi : "İslam için öldürüldükten sonra hangi taraf üzere, Allah için öldürülsem aldırış etmem."

Kafirler, Hubeybi öldürdükten sonra arkası Kıbleye gelecek şekilde astılar.

Rasulullah (S.A.V.), Hubeyb'in öldürülmeden önce iki rekat namaz kılmasını hoş karşılamış ve kendisini Seyyidü'ş-Şüheda "Şehidlerin Efendisi" diye isimlendirerek onun için: "O, cen­nette benimle beraberdir" buyurmuştur. O zamandan bu yana öldürülmeden önce iki rekat namaz kılmak sünnet olmuştur.

287- imam Muhammed dedi ki : Korku namazı, düşmana karşı dururken kılınabilir. Ama kılıç sallarken ve mızrak dür­terken namaz kılınmaz. Çünkü bunlar birer harekettir ve namaz kendisinden olmayan hareketlerle birlikte kılınmaz. Bu durumda düşmanla savaş bitiminden sonraya bırakılır. Çünkü namazı erteledikleri takdirde tekrar namaz kılma imkanına sahip olurlar, ama savaşı kaçırdıkları takdirde bunu telafi edemezler.

288- Bu konuda delil, Ebû Said el-Hudrî hadisidir. Ebû Said dedi ki: Hendek günü gecenin geç saatlerine kadar namaz kılamadık. Nihayet savaş durup namaz kılma imkanını buldu­ğumuz zaman ancak kılabildik. Nitekim yüce Allah şöyle bu­yurmaktadır: "Savaşta Allah müminlere elverdi."[295] o zaman Rasulullah (s.a.v.) Bilal'ı çağırdı. Bilal namaz için kamet getirdi. Kalkıp öğle namazını vaktinde kılman şekliyle kıldılar. Sonra ikindi namazı için kamet getirildi ve onu da aynı şekilde kıldılar. Daha sonra akşam namazını ve ardından da yatsı na­mazını kıldılar. Bu olay, korku namazı hakkında inen şu ayet­ten önce meydana gelmiştir: "Fakat korkuyorsanız,   hakkın divanına tam huşu' ve taatle durmak imkanını bulamazsanız o halde (namazı) yürüyerek, yahut süvari olarak (Kıbleye veya her hangi bir semte karşı) kılın."[296]

289- İbn Mes'ud'un rivayetine göre Rasulullah (S.A.V.) Bilal'e emretti. O da kalkıp birinci namazdan önce hem ezanı okudu hem de kamet getirdi. Daha sonraki namazlarda ise sa­dece kamet getirmekle yetindi.

Yine İbn Mesud'dan yapılan bir rivayette ise Bilal'in her namaz için ezan okuduğu ve kamet getirdiği belirtilmektedir. Bunlardan hangisine uyulursa, iyidir.

Burada savaşla meşgul olmaktan dolayı namazı geciktirmenin caiz oldu­ğuna delil vardır. Ayrıca vaktinde kılmamayıp kaçırılan namazların Rasulullah (S.A.V.) in yaptığı gibi cemaatle kılınması da müstehabtır. Eğer fiilen savaş-mayıp ayakta yahut süvari iseler ima (işaret)le namazlarını kılarlar ve bu du­rumda namazlarını ertelemeleri caiz değildir. Çünkü rüku ve sucudun yapılma imkanı bulunmadığı zamanlarda farz namaz ima yoluyla kılınır. Burada askerlerin rüku ve sücuddan aciz oldukları ortadadır.

290- İbn Abbas'tan yapılan bir rivayete göre Ahzab (Hen­dek) savaşında Rasulullah (s.a.v.) ikindi namazını kılmayı unutmuş ve ancak akşam namazını kıldıktan sonra ikindiyi kılmadığını hatırlamıştır. Hatırladıktan sonra da kalkıp ikindi­yi kılmıştır.

Burada unutmaktan dolayı vakitlerde sıranın düştüğüne delil vardır. Bunu namaz konusunda açıkladık.

Ahzab savaşı ile Hendek savaşı aynı savaştır. Birinci hadiste Rasulüllah'ın dört namazı, bu hadiste ise ikindi namazını kıl­madığı söylenmektedir. Bunların her ikisi de sahihtir. Rivayet olunur ki Rasulullah (S.A.V.) :

"Bizi vusta (ikindi) namazından alıkoydular. Allah kabirle­rini ve evlerini ateş doldursun." buyurmuştur.

Yukarıdaki iki hadisin arasını şöylece bulmak mümkün­dür: Olaylar ayrı günlerde meydana gelmiştir. Çünkü müslü-manlar onyedi gün Hendekte kaldılar ve bu günlerin çoğunu gece-gündüz savaşmakla geçirdiler. Başarı Allah'tandır.[297]

 

Şehitlik Ve Şehide Yapılacak İşlemler

 

291- İmam Muhammed dedi ki: Şehid savaşta öldürülmüş-se, yıkanmaz ve Irak ile Şam alimlerine göre üzerine namaz kılınır. Biz de aynı görüşdeyiz.

Medine alimlerine göre ise üzerine namaz da kılınmaz. Malik b. Enes bu görüşte olanlar arasındadır.

Bilelim ki İmam Muhammed (rahimahullah)m tercih konusunda bu kita­bında metodu, diğer kitaplarındaki metodundan farklıdır. Bu kitapta Irak, Şam ve Hicaz alimlerinin görüşlerine bakar ve iki tarafın ittifak ettiği görüşü tercih edip yalnız kalan tarafın görüşünü terkeder. Bu metod, mezhebimiz alimlerinin tercih konusunda takip ettikleri "sayı çokluğuna aldırış etmeme" metodlanfta aykırıdır. Yüce Allah'ın şu sözünün zahiri de buna delalet eder:

"... İnanıp yararlı iş işleyenler bunun dışındadır ki sayılan da ne kadar azdır!"[298] Yine şöyle buyurur :

"... Fakat insanların çoğu bilmezler."[299]

"...Sen ne kadar yürekten istersen iste, insanların çoğu inanmazlar."[300] Ancak burada müellifin (İmam Muhammed'in) böyle bir metod izleme­sinin ve böyle bir metodun doğru kabul edilmesinin sebebi şudur: Alimler ara­sında bu konulardaki ihtilaf, gazvelerde Rasulullah (s.a.v.) in nasıl davrandı­ğını bildiren rivayetlerdeki karışıklıktan kaynaklanmaktadır. Bu konudaki ihti­lafların bundan kaynaklandığı apaçıktır. Bu meselede de olduğu gibi bir guru­bun yanlış görüşte olma ihtimali iki gurubun yanılmış olmaları ihtimalinden daha fazladır.

292- Câbir'in rivayetine göre Peygamber (s.a.v.) Uhud şehidleri üzerine namaz kılmamış tır. Sahabenin çoğu ise, namaz kıldığınım rivayet etmektedir. Hatta rivayete göre Ra­sulullah (s.a.v.) Hz. Hamza'nın üzerine yetmiş defa namaz kılmıştır; Hz. Hamza'nm cesedi Rasulullah (S.Â.V.) in önünde bulunuyordu ve her gelenle birlikte tekrar tekrar üzerine namaz kıldı.

Câbir (r.a.)'m ise o gün hem babası ve hem de dayısı öldü­rülmüştü. Câbir onlarla meşgul olduğu için Rasulullah (s.a.v.) in şehidler üzerine namaz kıldığını görmemiş olabilir. Kaldı ki rivayete göre Câbir (r.a.) babasının ve dayısının cesedlerini Medine'ye götürmüş ve Rasulullah (s.a.v.)'in münadisinin "öl­dürülenleri, öldürüldükleri yerde gömünüz" çağrısını duyunca onları öldürüldükleri yere geri getirmiştir.

Hiç şüphesiz Câbir'in rivayetinin bir yanlışlığı beraberinde getirme ihti­mali daha fazladır.

293- Ayrıca Medine alimleri şöyle derler: Ölü üzerine na­maz kılmak onun için bir istiğfar ve rahmet dilemek içindir. Halbuki şehidin buna ihtiyacı yoktur. Çünkü kılıç, günahları siler.

Bu iddialarına karşı deriz ki: Ölü üzerine namaz kılmak müslümanın müs-lümana değer vermesi açısından müslümanın diğer müslümanlar üzerindeki hakkıdır. Şehid ise, değer verilmeye daha layıktır. Ayrıca şehidin derecesinin, geçmiş ve gelecek günahları affedilmiş bulunan Rasulullah (s.a.v.) in derece­sinden geride olduğu, bununla beraber ashab Rasulullah (s.a.v.) üzerine namaz kılmışlardır. Yine namazda "Muhammed'e ve aile fertlerine rahmet et" denil­mektedir. Buradan da anlıyoruz ki şehidin derecesi, mü'minlerin istiğfarından ve rahmet dualarından şehidi müstağni kılmaz.

Şehid, ayette [301] bildirildiğine göre yaşamaktadır ve yaşayan üzerine na­maz kılınmaz, diyenlerin görüşü de zayıftır. Çünkü o, ahiret hükümlerine göre yaşamaktadır. Dünya hükümleri itibariyle, yani bizim açımızdan ölüdür. Mirası taksim edilir ye iddeti bittikten sonra hanımı başkasıyla evlenebilir. Ölü üzerine namaz kılmak da dünyevî bir hükümdür. Ancak şehidin üzerinde bulunan kan vs. nİn kıyamet günü hasmına karşı şahidlik yapması için yıkanmaz.

294- Rasulullah (s.a.v.) Uhud şehidleriyle ilgili olarak şöyle buyurur:

"Onları kanlarıyla sarıp gömünüz ki kıyamet günü diril-diklerinde boyun damarlarından (bir çeşit) kan akar. Onun rengi (her ne kadar) kan rengi (ise de) kokusu misk koku­sudur." Onun için de üzerindeki elbiselerin hepsiyle gömülür. Nitekim rivayete göre Hz. Hamza (r.a.) üzerindeki abasıyla bir­likte kefenlenmiştir. Ancak üzerindeki silahlar çıkarılır. Çünkü onu düşmanın saldırısını defetmek için taşıyordu ve bundan sonra onun için böyle bir durum söz konusu değildir. Ayrıca öldürülenleri silahlarıyla birlikte gömmek cahiliye ehlinin adet-lerindendir ve cahiliye dönemindeki insanlara benzememiz yasaklanmıştır. Ke­fen cinsinden olmayan şalvar, takke, kemer, yüzük ve ayakkabı gibi şeyler de üzerinden alınır. Tabiînin ileri gelenlerinden bir cemaat bu meseleyi böyle belirtmektedir. Şehidin akrabaları, şehidin üzerindeki elbiselerinin dışında diledikleri miktar kefen eklemeleri caizdir. Bu sözden, erkeklerin kefenlerinin üç yahut iki parça olmasının şart olmadığı anlaşılmaktadır.

295- Savaşta ağır yaralanıp sonra ölen kimse, ahiret hü­kümlerinde şehid olur ama yıkama ve kefenleme gibi diğer ölü­lere yapılan muamele kendisi için de yapılır.

296- Şayet kişi yaralı düştüğü yerden canlı olarak alınır ve taşındığı sırada ölür yahut çadırına alınıp ağırlaşarak ölürse, o da sadece ahiret hükümlerince şehiddir.

Çünkü ne de olsa bir rahatlık görmüş olur.

Ama atların ayakları altında çiğnenmesin diye ayaklarından tutulup çekilmiş, orada can vermişse yıkanmaz.

Çünkü yaralının düştüğü yerden başka yere alınması kendisine rahatlık sağlamamıştır. Şayet yiyip içmişse yıkanır. Çünkü böylece rahata kavuşmuştur.

297- İmam Muhammed dedi ki: Zeyd b. Savhân'ın şöyle vasiyette bulunduğu rivayet edilir: Ayakkabılar hariç üzerim­den hiçbir elbise çıkarmayın, üzerimdeki kanı yıkamayın ve hemen gömün. Çünkü bunlar benim delillerimdir ve kıyamet günü beni öldürene karşı delil getireceğim.

Burada kefen cinsinden olmayanlar dışında şehidin üzerindeki elbiseler­den birşey çıkarılmayacağına delil vardır. Kıyamet gününde şehid için şahitlik etsin diye üzerindeki kan da yıkanilmamaktadır.

298- Said b. Ubeyd'in Kâdisiye'de halka konuşma yaparak şöyle dediği rivayet edilir: Yarın düşmanla karşılaşıp şehid dü­şecek olsak kanımızı yıkamayın ve üzerimizde bulunan elbise­ler dışında bir kefenle kefenlemeyin.

Bu söz de söylediğimize delildir. Sanki o, kefeninde süs olarak algılana­bilecek bir şeyi çirkin görmüştür. Yoksa, başka kefen kullanmanın haram olaca­ğını kastediyor değildir.

299- Zührî'den yapılan rivayete göre Peygamber (s.a.v.) Uhud savaşında şöyle buyurmuştur :

"Bu (Uhud savaşında şehid) düşenlerin iyi amelleri ve iyi bir hal üzere şehid olduklarına dair kıyamet günü ben şahidim. Hem onları elbiseleriyle sarıp gömün!" Daha sonra Rasulullah (s.a.v.) hangisinin daha çok Kur'an'la meşgul olduğunu sormuş ve onu aynı mezara gömülenler arasında en öne koymuştur: Her mezara ikişer üçer kişi gömülüyordu.

Burada zaruret anında birkaç kişinin bir mezara konulup gömülmelerinde bir sakınca bulunmadığına dair delil vardır. O zaman Ensar savaşta aldıklan yaralardan ve aşırı yorgunluktan şikayet ederek Rasulullah (s.a.v.) : "Her ferde ayrı ayrı mezar kazmamız ağır gelecek" dediler. Rasulullah (s.a.v.) de bu istek­leri karşısında şöyle buyurmuştur:

"Mezarları derin ve geniş kazıp ikişer-üçer kişi halinde gömünüz."

300- Fakat ihtiyaç anında her iki ölü arasına topraktan bir engel yapılmalı ki mezar, iki mezar hükmünde olsun.

Bu şekilde bir engel ile bir kadınla erkeği bile tek mezara gömmek caizdir. Nitekim kitabın müellifi bunu, İbrahim en-Naha'î'den rivayet etmiştir. Bu du­rumda erkek kıble tarafına konur.

Şayet ikisi erkek iseler, Rasulullah (s.a.v.) in buyurduğu gibi fazi­letlisi kıble tarafına konur. O zaman Uhud şehitleri arasında en faziletlileri Kur'an'la meşgul olanları olduğundan Rasulullah (s.a.v.) "En çok Kur'­an'la meşgul olanları Öne alın" buyurmuştur.

Çünkü onlar Kur'an-ı Kerim'i hükümleriyle birlikte öğreniyorlardı.

301- Müellif (İmam Muhammed) bundan sonra Rasulullah (s.a.v.)'in münadisinin "öldürülenleri, öldürüldükleri yerde gömün" diye nida ettiğini bildiren câbir hadisini nakleder.

Bu ise, müstehab olup vacib değildir .Rasulullah (s.a.v.), savaşta gördük­leri eziyetle birlikte cesedleri taşıma meşakkatiyle karşılaşmasınlar diye böyle nida edilmesini emretmiştir.

302- İmam Muhammed, Muhammed b. Sîrîn'den rivayet ederek şöyle dedi: Muaviye'nin oğlu Yezid bir ordunun başına getirildi. Ebû Eyyub el-Ensari onunla birlikte çıkmak isteme­di. Ama daha sonra çıkmadığına çok pişman oldu ve bundan sonra o da onun komutasında savaşa katıldı. Ebû Eyyub sa­vaşta hastalanıp ölüm döşeğine düştü. Yezid onu ziyaret ede­rek: "Bir ihtiyacın var mı?" diye sordu. Ebû Eyyub: "Evet. Şa­yet ölecek olursam beni yıkayıp kefenleyin ve müslümanlara zahmet olmazsa cesedimi kafirlerin topraklarına ulaştırıp ora­da gömün" karşılığını verdi.

Bu da, vacib birşey değildir. Ebû Eyyub'un böyle yapılmasını arzu etmesi, ya düşmana yakın olup murabıt olarak ölen kimsenin sevabına nail olmak istemesinden ya da müslümanların kabrini çok ziyaret etmeleriyle şöhretten uzak olmayı arzu etmiş olmasındandır. Nitekim Rasulullah (s.a.v.):

"Benden sonra kabrimi tapınak edinmeyin" buyurmaktadır.

Başka bir hadisinde de şöyle buyurmaktadır :

"Allah yahudileri kahretsin. Peygamberlerinin kabirlerini tapmak yaptılar"

Meğâzî kitaplarında zikredikliğine göre vasiyyetini yerine getirerek gece­leyin onu düşman topraklarına götürüp gömdüler. Kabrinden bir nur göğe yük­seldi. Oraya yakın bulunan müşrikler bu nuru gördüler ve ertesi gün bir elçi gönderdiler. Elçileri sordu: "Oraya gömdüğünüz ölü kimdi?" Müslümanlar: "Peygamberimizin ashabından biriydi" karşılığını verdiler. Bunun üzerine de o müşrikler İslama girmişlerdir.

303- İbn Ebî Müleyke'nin şöyle dediği rivayet edilir: Ab-durrahman b. Ebi Bekir, Hubşiy denilen yerde vefat etti ve cesedi buradan alınarak Mekke'ye götürülüp orada defnedildi.

Hz. Aişe, hac veya umre için Mekke'ye geldiğinde onun kabrini ziyaret etti ve şöyle dedi;

"Biz bir zamanlar Cezime isimli hükümdarın iki nedimi gibiydik. Hatta bizim için birbirlerinden kopmazlar, denil­mişti. Ama ayrı düştüğümüzde o uzun beraberliğimize rağ­men, sanki Ben ve Malik bir gece bile beraber geçirmemiş gibiyiz."

Hz. Aişe daha sonra şöyle dedi: "Kardeşim Abdurrah-man! Şayet ölümünden önce yanında hazır bulunsaydım Allah'a yemin ederim ki kabrini ziyarete gelmezdim. Ayrıca seni ancak Öldüğün yerde defnederdim."

Hz. Aişe'nin yukardaki beyitlerle sözleri söylemesinin se­bebi, gurbette ölmesine duyduğu üzüntülerini açığa vurmak ve kabrini ziyaret etmede mazeretini belirtmek içindir. Çünkü:

"Kabirleri ziyaret eden kadınlara Allah lanet etsin"[302] hadisinin açık anlamı, kadınların kabirleri ziyaretlerini yasak­lamaktadır. Hadis her ne kadar te'vil edilmişse de Hz. Aişe korku ve hayasından dolayı bu sözleri söylemiştir. Burada öldürülen yahut kendiliğinden ölen kimsenin, öldüğü yerin mezar­lığında gömülmesinin daha iyi olduğuna delil vardır. Görmüyor musun? Pey­gamber (S.A.V.) Hz. Aişe'nin odasında vefat ettiği için oracıkta gömülmüştür.

304- İmam Muhammed dedi ki: Cenazenin bir veya iki mil ya da bu civarda bir mesafelik taşınmasında bir sakınca yoktur.

Burada cenazenin bir beldeden başka birine taşınmasının mekruh olduğu ifade edilmektedir. Çünkü mekruh olmayan mesafe bir veya iki mil ile takdir edilmiştir. Bunun sebebi ise, böyle bir taşımanın faydasız olduğundandır. Çünkü yeryüzünün hepsi insanlar için bir toplantı yeridir.

Yüce Allah : "Biz, yeri bir toplantı yeri yapmadık mı? Dirilere de ölülere de."[303]   buyurmaktadır. Ancak diri olan kişi bir maksat için yeryüzünde bir yerden başka bir yere gider. Halbuki bu ölü için sözkonusu değildir. Bir bel­deden başka bir yere taşınması, gömülüşünü birkaç gün geciktirir ki, mekruh sayılması için bu durum yeterlidir.

305- Hasan Basrî'nin şöyle dediği rivayet edilir. Öldürü­lenin, göğüs altından başına kadar cesedi bulunsa, yıkanıp üze­rine namaz kılınır. Yani cesedin çoğu yahut başla birlikte ya­rısı bulunsa bu işleme tabi tutulur. Biz de aynı görüşteyiz.

Çünkü bir ölü üzerine namaz iki defa kılınmaz. Şayet cesedin yansı yahut daha azı üzerine namaz kilınırsa, diğer yarısının bulunmasıyla tek ölü üzerine İkinci namazın kılınmasına sebep olur. Bunun olmaması için ancak başla birlik­te cesedin yarısından çoğu yahut yarısı bulunduğu takdirde üzerinde namaz kılınır.

306- Öldürülmüş olan kişi şayet Allah yolunda öldürüldü­ğü bilinirse yıkanmaz. Ama bilinmiyorsa yıkanır.

Çünkü yıkama, insan ölülerine uygulanan bir yoldur. Ancak belirttiğimiz

sebeple şehit yıkanmaz.

Şehit olduğu bilinmeyen cesedin yıkanması, diğer ölülerin yıkanması gibi vacibtir.

307- Rivayet olundu ki, Ebû Berze el-Eslemi, atının yularını tuttuğu halde iki rekat namaz kıldı. Sonra atın yuları elinden düştü ve atı Kıbleye doğru gitti. Ebû Berze atının ardından giderek yularından yakaladı ve yönünü Kıbleden ayırmadan geri geldi ve namazından geri kalanı tamamladı. Onun bu du­rumunu görenlerden cahil bir kişi: Bu zat ne yapıyor, Allah onu şöyle etsin, böyle etsin, diyerek ona dil uzattı. Ebû Berze namazını bitirdikten sonra : Hey! "Az önce bana dil uzatan! Biz din işlerinde Peygamber'in gösterdiği kolaylığı görmüş kimseleriz. Şayet atımı bırakıp namazım tamamladıktan sonra peşine düşseydim atım uzaklaşmış olacaktı ve bu benim için zor olacaktı" dedi. Orada bulunanlar, o dil uzatan şahsa: "Be kötü adam! kötülüğün sana yetmez miydi ki Rasulullah'ın ashabından birine kalktın dil uzattın" diyerek azarladılar.

Burada gazinin namaz kılarken atının yularını tutmasında bir sakınca bu­lunmadığına delil vardır. Çünkü burada at bakıcısı bulunmadığından mücahidin kendisi bakmak mecburiyetindedir. Yine ihtiyaç anında yönünü kıbleden çe­virmeden bir miktar yürüyecek olursa namazı bozulmaz. Görmüyor musun? Hz. Ebû Bekir (r.a.) mescidin kapısında tekbir getirerek rukua gitmiş ve rükuda olduğu halde saffa ulaşıncaya kadar yavaş yavaş yürümüştür. Ama yürüdüğü zaman sırtını kıbleye çevirecek olursa, yürüdüğünden dolayı değil, sırtını kıb­leye döndüğü için namazı bozulur. Çünkü namazın caiz olabilmesi için kıbleye yönelmek şarttır. O adam, Ebû Berze'nin kim olduğunu bilmiyordu ve namazda yürüyüşünü garipsediği için ona dil uzatmıştı. Daha sonra Ebû Berze, kendi­sinin Rasulullah (s.a.v.) 'in sahabisi olduğunu ve Rasulullah!ın din hususlarında göstermiş olduğu kolaylığı bizzat müşahede ettiğini belirtmişti. Böylece Ebû Berze, Rasulullah (s.a.v.) in : "Dininizin hayırlısı, kolaylıktır" şümulüne giren insanlar için fiil ve söz olarak gösterilen kolaylığa işaret etmiştir. Ayrıca bu mübarek sahabi mazeretini beyan etmekle yetinmiş ve kendisine dil uzatan kişiye karşılık vermemiştir. Orada bulunanlar kendisi namına ona cevap vermişlerdir. Kişinin kendisine yapılan bu tür saldırıları bu şekilde karşılaması, adab ve muaşerette iyi bir davranıştır.

308- İmam Muhammed dedi ki: Gazilerle diğer yolcuların nafile namazlarını bineklerinin sırtında oldukları halde yönleri hangi tarafa bulunursa bulunsun ima ile kalmalarında bir sa­kınca yoktur.

Çünkü nafile namaz bir vakitle sınırlı değildir. Her zaman için kihnabilir. Yolcunun da her zaman bineğinden inip Kıbleye yönelmesinin güç birşey olacağı ortadadır. Nafile namazı devam ettirmek istediği takdirde kendisi için bu ruhsatın sabit olması mazerete benzer.

Bunun delili ise, İbn Ömer (r.a.) dan nakledilen hadistir. Bu hadisinde İbn Ömer şöyle diyor: Rasulullah (s.a.v.) bir eşek üzerinde ve yönü Hayber'e doğru olduğu halde namaz kıldığını gördüm." İbn Ömer (r.a.) de aynı şeyi yapıyordu.

Câbir (r.a.) dan yapılan bir rivayette de, Rasulullah (s.a.v.) in Ebva' gazve­sinde bineği üzerinde ve yönü doğuya karşı olduğu halde namaz kıldığım yine Hayber'e yolculuğunda da bazen Kıbleye yönelik ve bazende sırtı Kıbleye karşı olduğu halde namaz kıldığını gördüğünü haber vermektedir.

Bu hadislerden de anlıyoruz ki bunda bir sakınca yoktur.

 

309- İmam Muhammed daha sonra Örtünecek elbisesi bu­lunmayan gazilerin mümkün mertebe örtünmeye çalışıp otu­rarak ve yalnız başlarına namaz kılmaları gerektiğini zikreder.

Bu da İbn Abbas ve İbn Ömer (r.a.) dan rivayet edilmiştir.

310- İmam Muhammed dedi ki: Böyle kişilerin Cemaatle namaz kılmalarını hoş görmüyoruz. Ama kılacak olsalar, ima­mın avret yerlerine gözleri ilişmesin diye imam safin ortasında oturur. Nitekim kadınların kendi aralarında cemaatle namaz kıldıklarında böyle davranmaları sünnettir.

311- İmam Muhammed daha sonra gazalarda ve diğer yol­culuklarda vakit olarak değil, fiil olarak iki namazı   cem'et-mekten bahsetti. Şöyle ki:

İlk namazı vaktin sonuna tehir edip son vakitte bineğinden inerek kıldıktan sonra bir an bekleyip ikinci namazın vaktinin girmesini bekler ve o namazı da vaktinin evvelinde kılar.[304] Nitekim İbn Ömer (r.a.) da böyle davranmış ve yol yorgunlu­ğu olduğu zaman Peygamber (s.a.v.) in de aynı şekilde hareket ettiği rivayet edilmiştir.

Bu konulan Namaz Bölümünde etraflıca anlatmıştık.

Başarı Allah'tandır.[305]

 

Duşmanla Savaşmak Üzere Orduya Katılanların Namazları

 

312- İmanı Muhammed dedi ki: Müslümanların iki şehri bulunup bunlardan biri düşman topraklarına daha yakın ve iki şehir arasındaki mesafe bir günlük olursa, bir de düşman top­rağına yakın tarafta bulunan şehrin valisi diğerinin valisine: "Oradakilere haber ver yardımıma gelsinler, halife düşmana saldırmamı emretti, ben şu günde hareket edeceğim" şeklinde haber gönderecek olsa ve uzak şehirde bulunanlar nereye sal­dırılacağım bilmeyip kendi memleketlerinden hareket edecek olsalar, şayet yardım isteyen valinin şehri ile düşman top­rakları arasında iki günlük mesafe var ise, kendi şehirlerinden çıkar çıkmaz namazlarını kısaltarak kılarlar.

Çünkü gidecekleri mesafenin üç günlük olacağından emindirler. Her iki şehrin arası bir gün, düşman topraklarına yakın olan şehir ile düşman taprakları arasındaki mesafede iki gün olunca ve ordu düşman topraklarına gireceğine göre aradaki toplam mesafe üç günlüktür.

313- Ama düşman topraklarına yakın bulunan şehir ile düş-man toprakları arasındaki mesafe iki günden az ise, namaz­larını tam olarak kılarlar.

Çünkü valinin nereye saldıracağını bilmiyorlar. Olabilir ki düşman toprak­larının en yakın kesimine saldmlacaktır. İbadetlerde ihtiyatlı olmaya riayet ederiz, ibadetlerde takip edilen yol, kesin olan hususlar üzere karar vererek ihtiyatlı davranmakdır. Onlarda ihtimallere yer verilmez. Gaziler sefere ve ika­mete, niyet etmek hususlarında valiye tabidirler. Tıpkı kölenin efendisine ve kadının kocasına tabi oluşu gibi.

314- Şayet vali mektubunda nereye saldırılacağım belirtmiş­se, şüphe ortadan kalkmış olur.

Şayet gidilecek yerle kendi şehirleri arasında üç günlük ve daha fazla bir mesafe var ise namazlarını kısaltarak kılarlar. Değilse, tam olarak kılarlar.

315- Düşmana yakın bulunan şehrin valisine gelecek olsalar ve günlerce savaşa çıkmayacak olsalar, onbeş gün ikamete karar vermedikleri müddetçe namazlarım kısaltarak kılarlar.

Çünkü onlar artık misafir sayılırlar. Vardıkları yerde ikamet etmeğe yahut onbeş günlük orada kalmağa karar vermedikçe misafirlikleri devam eder.

Görmüyor musun, Peygamber (s.a.v.) Tebûk'te yirmi gün kalmış ve nama­zını kısaltarak kılmıştır.. İbn Ömer (r.a.) ise altı ay Azerbeycan'da kalmış ve bu müddet boyunca namazını kısaltarak kılmıştır.

316- Ama düşmana yakın olan şehrin halkı, vali üç yahut daha fazla mesafe için yola koyulma emrini vermedikçe na­mazlarını tam olarak kılarlar. Emir verildikten sonra da kendi şehirlerinden hareket etmedikçe yine namazlarım tam olarak kılarlar.

Savaşa çıkmak üzere kışlaya gelip komutanın çıkmasını bekleyecek olsalar, geri dönme kararım vermemiş olanlar bun­dan böyle aylarca bekieseler bile namazlarım kısaltarak kılarlar.

Çünkü sefer niyetiyle şehrin imar sınırını geçtikten sonra kişi artık misa­firdir.

Ama hergün ihtiyaçlarım gidermek üzere bir saat bile evine dönmeğe karar verirse, namazını tam olarak kılar.

Çünkü asıl vatanına dönme azmi, avlusundayken içindeymiş mesabesin­dedir. Savaşmadan evine dönmeye niyet etmeden şehirden çıkıp ordugaha dö­nerek şehirden çıkıncaya kadar namazını tam olarak kılar. Ama bir daha dön­memek üzere ayrıldığı an namazını kısaltarak kılmaya başlar. Çünkü bundan böyle artık misafir sayılır. Şayet ordugahta onbeş gün kalmağa karar verseler, namazını tam olarak kılarlar. Çünkü arada ikamete niyet etmişlerdir.

317- Şayet uzak şehirden gelenler, yardım isteyen şehrin va­lisine geldiklerinde vali: Sizler şehrinizi terketmeden Önce Halife bana haber gönderip gazadan vazgeçmemi istedi derse, kı­saltarak kıldıkları namazlarım iade etmezler.

Çünkü onlar misafir idiler ve valinin kararını duyuncaya kadar mukim sa­yılmazlar. Teklif, imkan dahilinde geçerlidir.

Ama bu haberi duyduktan sonra namazlarını tam olarak kılmaya başlarlar.

Çünkü artık aslî vatanlarına dönmeğe karar vermişlerdir ve asli vatanla-nyla aralarındaki mesafe bir günlüktür. Bundan böyle mukim hükmündedirler.

318- Şayet bir kısmı haberi duyar da bir kısmı henüz duy-mamışsa, haberi duyanlar namazlarını tam olarak kılmaya başlarlar. Duymayanlar ise, duyuncaya kadar kısaltarak na­mazlarını kılmaya devam ederler ve bu namazları da sahihtir. İade etmelerine gerek yoktur.

Çünkü duymağa bağlı olan bir hususun muhatap açısından hükmü, onu duyduktan sonra geçerlilik kazanır. Çünkü muhatabın hîtabla mükellef olması, onu duyduktan sonra başlar. Sefer kararlarının bozulmasının sebebini duyma­dıkça misafir sayılırlar.

319- Şayet düşmana yakın olan şehrin valisi; "Benimle ga­zaya katılmak isteyenler falan yerde bize katılsınlar" der ve gidilecek yeri belirtmezse, o yerle olan mesafe iki günlük ise, oraya varıncaya kadar namazlarım tam olarak kılarlar.

Çünkü sefer müddetinden daha az bir mesafedeki yere gitmeyi kasdetmiş oluyorlar. Belki de devlet başkanının görüşü, onları orada tutmak ve oradan kendileri dışındaki kimselerden seriyyeler düzenleyerek onları göndermektir. Orada kaldıkları müddet içinde de namazlarını tam olarak kılarlar. Çünkü o yere gitmekten dolayı misafir sayılmadıklanna göre orada beklemekten dolayı da misafir sayılmazlar.

320- Oraya vardıktan sonra vali, düşman topraklarında bir aylık mesafe gidileceğini haber verecek olsa, orada kaldıkları müddetçe namazlarını tam kılarlar.

Çünkü oraya vardıklarında hala mukim sayılırlar. Oradan ayrılmadıkça sırf sefere niyyet etmekten dolayı misafir sayılmazlar. Onların durumu, sefere niy-yet edip henüz şehri terketmemiş olan kimsenin durumu gibidir.

321- Ama oradan ayilmadıkça namazı kısaltarak kılacak olsalar, namazları iade etmeleri gerekir.

Çünkü farzı tamamlamadan oradan çıkmışlardır.

322- Namazın vakti çıkmadan ve onu iade etmeden önce çıkacak olsalar, onu iki rekat olarak kılarlar. Ama o namazın vakti çıktıktan sonra orayı terkedecek olsalar, dört rekat ola­rak iade ederler.

Çünkü namazın vucubiyeti, vaktin sonunda tahakkuk eder.

323- Şayet misafir iken vakit çıkacak olursa, sefer namazı (yani iki rekat olarak) kılarlar. Ama vakit çıktığında mukim iseler, mukim namazı kılmaları gerekir. Bu hüküm, kıldıkla-rıyla değişmez.

Çünkü mukim oldukları halde iki rekatta bir selam vermekle kıldıkları namaz fasittir. Onu hiç kılmamış kabul edilirler.

324- Şayet uzak şehirden gelenler, çağrıyı yapan validen ,  önce o yere ulaşacak olsalar ve orada on gün bile bekleyecek olsalar, aradaki mesafe iki gün ise namazlarını tam olarak kılarlar.

Açıkladığımız sebep nedeniyle.

325- Ama o yer üç günlük mesafede ise, bir ay veya daha fazla orada bekleyecek olsalar bile namazlarını kısaltarak kı­larlar.

Çünkü oraya gitmek üzere yola koyulmalarıyla artık misafir sayılırlar. Onbeş gün kalmağa karar vermedikçe misafirlikleri devam eder. Halbuki onbeş gün kalmağa karar vermeden valinin gelmesini bekliyorlardı.

326- Orada namazlarını kısaltarak kılmağa devam ederken vali onlara haber gönderip savaşa çıkılmayacağını belirtse, memleketlerine dönünceye kadar misafir sayılırlar. Kendi memleketlerine varıncaya kadar kısaltarak namaz kılarlar.

Çünkü kendileriyle memleketleri arasındaki mesafe, misafir sayılmaları için yeterli bir mesafedir. Kendi memleketlerine varıncaya kadar mukim sayıl­mazlar.

327- İmam Muhammed dedi ki: Şayet müslümanlar savaş yurduna girecek olsalar ve komutan, burayı fethedemedikleri takdirde muhasaranın bir ay devam edeceğini belirtecek olsa, yine kısaltarak namaz kılarlar.

Onbeş gün geçmeden önce fethin gerçekleşme ihtimali bulunduğu için onbeş gün kalmağa karar vermemiş olurlar.

328- Şayet komutan burayı fethetseniz de, etmeseniz de bu­rada bir ay kalınacaktır derse, yine namazlarını kısaltarak kılarlar.

Çünkü onlar savaş yurdunda düşmanlarıyla savaş halindedirler. Savaş durumunda olanlar, düşmana galip gelerek orada ikamet etme imkanına sahip olur. Ama düşmanın kendisine galip gelmesi ve orada ikamet imkanına sahip olmaması da mümkündür. Bu durumda burada ikamet edemez. Yeri olmadan ikamete niyyet etmek hükümsüzdür. Nitekim dalgalı bir denizin bir yerinde ikamet etmeğe niyyet eden gemideki insanların bu niyyetleri de Öyledir.

329- Şayet savaş yurdunda ikameti uzatır ve bu arada kar yağıp yerlerini terkedemez duruma düşer, o sene karlar eriyin­ceye kadar orada kalmağa azmetseler, orada düşmanlarından emin değillerse yine kısaltarak namaz kılarlar.

Çünkü düşmandan emin değillerdir. Olabilir ki düşman saldırısına maruz kalır ve orayı terketmek mecburiyetinde kalırlar.

İmam Züfer'den yapılan rivayete göre, şayet zahire göre güçlü olup düş­manın onlara yapacağı saldırıyı savacaklarını tahmin ediyorlarsa, ikametleri sahih olur.

Ebû Yusuf a göre ise: Şayet çadır ve sığınaklarda iseler ikametleri sahih olmaz. Ama binalarda olup güçlü iseler ikametleri sahih olur.

En doğrusu, İmam Muhammedin görüşüdür. Çünkü ikamet yeri, daha önce de belirttiğimiz gibi kişinin niyyet ettiği kadar ikamet edebiîeceği yerdir.

330- İmam Mulıammed bu görüşüne delil olarak Zaide b. Umeyr'in şu hadisini nakleder:

Dedi ki: İbn Abbas (r.a.) a sordum: Düşman topraklarında uzun müddet kalıyoruz. Namaza nasıl niyyet getireyim? "Evine dönünceye kadar iki rekat olarak namaz kıl/1 dedi. Azil [306] konusunda ne dersin? dedim. "Şayet bu konuda Rasuhıllah (s.a.v.) birşey söylemişse onun söylediği gibidir. Ama birşey söylememişse, ben şunu derim: "Kadınlarınız sizin tarlanızdır. O halde tarlanıza, dilediğiniz gibi, gelin...[307] Dileyen azil ya­par, dileyen yapmaz."

Burada azlin caiz olduğuna delil vardır. Bu söz ayrıca İbn Ömer (r.a.)' dan da rivayet edilmiştir. Yahudiler bundan hoşlanmıyorlardı ve buna, çocukları diri diri gömmenin gizli ve küçük bir şeklidir, derlerdi. Ayet-i Kerime, onlara cevap olarak gelmiştir.

İbn Mes'uda da azlin sorulduğu ve kendisinin şöyle cevap verdiği rivayet edilir: Şayet Allah Teala bir erkeğin sulbundan bir insan çıkarmağa karar ver-mişse, o bunu mutlaka yaratır. O kişi menisini bir kayanın üzerine akıtsa bile... Dilerseniz azledersiniz, dilerseniz bunu terkedersiniz.

Ebû Said el-Hudrî meseleyi Peygamber (s.a.v.) den de bu şekilde nakleder. Ancak hür bir kadınla münasebette bulunurken onun rızasını almadıkça azil helal olmaz. Ama bunun için cariyeden izne gerek yoktur.

331- İmam Muhammed dedi ki: Şayet bir müslüman eman ile düşman yurduna girer ve burada onbeş gün kalmağa niyyet ederse, namazım tam olarak kılar.

Çünkü onlarla savaş halinde değildir. Aksine onlardan eman istemiş ve kendisine eman verilmiştir. İslam yurdunda olduğu gibi niyyet ettiği kadar burada da kalabilir.

332- Şayet düşman yurdundan biri İslama girer ve onu esir etmezlerse, yahut İslamını gizleyecek olursa, evinde kaldığı müddetçe namazını tam olarak kılar.

Çünkü kendisi burada mukim idi ve oradan göç etmedikçe misafir olmaz.

333- Şayet üç günlük mesafede yola çıkarsa, namazını kas-reder. Gitmek istediği yere ulaşır ve düşman yurdunda onbeş gün kalmağa niyyet ederse, burada kaldığı müddetçe namazını tam olarak kılar.

Çünkü düşman yurdunda bulunanlar kendisine saldırmadıkça orada kalma imkanına sahiptir ve onlarla savaş halinde olmadığı için aralarında eman almış hükmündedir.

334- İmam Muhammed dedi ki: Şayet müslüman ellerinde esir olarak bulunuyor ve bir yerde onu onbeş gün tutmak isti­yorlarsa, namazını tam olarak kılmalıdır. Eğer kendisi onlarla ikamet etmek istemiyor ve her zaman için fırsat kollayıp elle­rinden kurtulup kaçmak istiyorsa bile namazını tam olarak kılar. Çünkü sefer yahut ikamette onun niyyeti değil, kendile­rinin niyyeti geçerlidir. Onun durumu, İslam yurdunda kişinin kölesi ve hanımı durumundadır.

Sefer ve ikamette onların niyyeti değil, efendi ve kocanın niyyeti geçer­lidir.

Halifenin görevlilerinden birini bir beldeden başka bir beldeye gönder­mesi halinde de durum budur. Sefer ve ikamette görevlinin niyyeti değil, hali­fenin niyyeti geçerlidir. Çünkü kendisi dilediğini uygulama imkanına sahip değildir. Ellerindeki esirin durumu da budur.

335- Şayet müslüman esir ellerinden kurtulur ve misafir olduğu halde bir mağara yahut başka bir yerde bir ay sak­lanmağa karar verirse, namazını kısaltarak kılar.

Çünkü onlarla savaş halindedir. Savaş yurdundaki ikameti onun için ika­met sayılmaz. Ancak İslam yurduna ulaşır ve böyle bir karar verirse o zaman kararı geçerlilik kazanır.

336- Savaş yurdunda İslami kabul eden bir kimse onu ya­kalamak istediklerinde üç günlük mesafede bir yere kaçmak istese ve orada bir ay yahut daha çok gizlenmek istese bile na­mazını kısaltarak kılar.

Çünkü öldürmek için kendisini yakalamağa kalkıştıkları andan itibaren artık onlarla savaş halindedir.

337- Verdikleri sözü tutmayarak öldürmek için yakalamağa kalkıştıkları eman altındaki kişinin durumu da böyledir.

Çünkü o da artık onlarla savaş halindedir. Bu gibi kimselerin durumu, sa­vaş yurduna gizli olarak giren ve bir yerde bir ay kalmağa niyyet eden kim­senin durumudur. O, bu müddet içerisinde misafirdir ve onun bu niyyeti geçer­sizdir. Çünkü ikamet etme yetkisi kendisinin elinde değildir.

338- İmam Muhammed dedi ki : İslama giren bir kimse şayet düşman kendisini öldürmek için yakalamağa kalksa ve kendisi de aynı şekilde saklanacak, olsa namazını tam olarak kılar.

Çünkü bu şehirde mukim idi ve onu terketmedikçe misafir sayılmaz.

339- Şayet bir veya iki günlük mesafedeki bir yere gitmek istese de durum değişmez.

Çünkü mukîm olan bir kimse, misafirlik mesafesinden daha az mesafede­ki bir yere gitmekle misafir olmaz. Bu, kendi bölgesinde bulunan köylerden birine gitmek isteyen kimse durumundadır.

340- Bu gibi kimseler, bulundukları yerden darulharpteki bir günlük mesafedeki bir yere gitmek isteyen ve düşmanla karşılaşıp savaşanlar durumundadırlar. Bunlar da, savaş yur­dunda ne kadar kalırlarsa kalsınlar namazlarını tam olarak kılarlar

Çünkü savaş yurdunda misafir değildiler ve sırf savaşmaktan dolayı da misafir olmazlar.

341- Görmüyor musun, şayet düşman yurdundan bir şehir halkı İslamı kabul edecek olsa ve şehirlerinde ikamet ettikleri halde düşman yurdu ehliyle savaşacak olsalar namazlarını tam olarak kılarlar.

Yine düşman yurdu ehli onlara galip gelse ve bir günlük mesafedeki bir yere kaçacak olsalar, namazlarını tam olarak kılarlar.

Ama üç günlük mesafedeki bir yere gitmek üzere şehir­lerini terkedecek olsalar, misafir sayılırlar ve namazlarını kı­saltarak kılarlar.

Şayet bu niyyetle çıkıp şehirlerine yakın bir yerde ikamet edecek olsalar yine kasrederek namazlarım kılarlar. Çünkü savaş halindedirler ve savaş yurdunda misafir olan bir kimse, müş­riklerle savaş halinde bulunduğu müddetçe herhangi bir yerde ikamet etmeğe niyyet etse bile mukim sayılmaz.

342- Şayet kendi şehirlerine döner ve müşriklerin saldı­rısına uğramazlarsa, şehirlerine döndükten sonra namazı tam olarak kılarlar.

Çünkü İslamı kabul ettikleri zaman şehirleri İslam yurdu olmuştu. Ken­dilerinin ikamet ettikleri bir yerdi. Düşman buraya saldırıp onları buradan çı­karmadıkça, burası onlar için aslî vatandır. Ona vardıklarında namazlarını tam olarak kılarlar.

343- Şayet müşrikler galip gelip orada ikamet ettikten sonra müslümanlar bu şehre döner ve müşrikler burayı tamamen bo­şaltırlarsa, müslümanlar da burayı ikamet yeri edinip terket-mezlerse, burası İslam yurdu olur ve namazlarını tam olarak kılarlar.

Çünkü müşrikler buraya galip geldiklerinde burası savaş yurdu (darul-harp) hükmüne girer. Müslümanlar galip gelir ve burda ikamet etmeğe karar verirlerse, bu defa da İslam yurdu olur. Müslümamn İslam yurdunda ikamet etmeğe niyeti geçerlidir.

344- Şayet orayı yurt edinmek istemez ama orada bir ay kaldıktan sonra çekip İslam yurduna gideceklerse namazlarını kısaltarak kılarlar.

Çünkü burası savaş yurdu cümlesindendir ve onlar da savaş yurdu hal­kıyla savaş halindedirler. Bu nedenle ikamete niyyet etmekle mukim olmazlar.

345- Müslümanlardan bir ordunun savaş yurduna girip bir şehir fethetmeleri durumunda da hüküm budur. Şayet orasını yurt edinirlerse, artık orası İslam yurdudur ve namazlarını tam olarak kılarlar. Ama orasını yurt edinmez ve bir ay yahut daha çok bir müddet orada ikamet etmek isterlerse, namazla­rını kısaltarak kılarlar.

Çünkü orası savaş yurdudur ve kendileri de savaş durumundadırlar.

Bu hüküm, İmam Muhammed ile Ebû Yusuf un görüşüne göredir. Çünkü onların içtihadlarına göre, bir düşman halk savaşta bir yere galip gelip şirk hükümlerini uygulamasıyla orası savaş yurduna döner. Ebû Hanife ise, buna ek olarak o beldenin savaş yurduna bitişik olması ve müslüman veya zimmilerden canı hususunda güvencede kalan bir kimsenin kalmaması şartını İleri sürer. Bu meseleyi yerinde etraflıca açıklayacağız.

Müellif, bu konudan sonra "Şehidlerden Yıkanacak Olanlar" ile "Tehlike Halinde Korku Namazı" konularını işlemiştir. Ancak bu iki konunun mesele­lerini imla ettiğimiz "Şerhu'z-Ziyâdât" kitabında etraflıca anlatmış bulunu­yoruz. İmam Muhammed,"ez-Ziyâdât" kitabında anlattığı konulan hiçbir fazlası veya eksiği olmadan burada da tekrarlamıştır. Bundan dolayı bu konuları tekrar burada işlemedik.[308]

 

Hür Müslümanın, Çocuğun, Kadının, Köle Ve Zimmînin Eman Vermeleri

 

Serahsî -Allah ondan razı olsun- şöyle dedi: Bilelim ki bu kitabın en ince ve zevkli meseleleri "eman" konularıdır. Nahiv ilminin ve usûl-i fıkhın ince­likleri burada anlatılmıştır. İmam Muhammed bu konulan yazarken teyzesinin oğlu olan ve nahiv ilminde ileri bir mevkide bulunan Ali b. Hamza el-Kisâî'ye danışmıştır. Denilir ki, bizim rivayet hafızlarını imtihan etmek isteyen kişi, Kitâbu's-Salât'ın Ezan bölümünden sorsun. Fıkıhta ve nahivde derinleşmiş kimseleri imtihan etmek isteyen ise Kitabus-Siyer'in eman bölümünden imtihan etsin.

346- İmam Muhammed dedi ki: - Adaletli veya fasik hür ve müslüman bir erkeğin müşriklere verdiği eman, bütün müslü-manlar adına caiz olup hepsini bağlar. Çünkü Rasulullah (s.a.v.):

"Müslümanların kanları kısas ve diyette eşittir. Onlar, ken­dileri dışında kalan herkese karşı tek bir el gibidir. (Biribir-lerine yardım ederler.) En yetkisiz kişileri bile onlar adına söz verebilir ve sözü geçerlidir."

Burada zimmetten maksat söz vermekdir. Bu söz muvak­kat olsun, ebedî olsun farketmez. O, bir eman ve zimmet ak-didir.

Şayet hadiste geçen "Ednarf sözü, Yüce Allah'ın: "Bundan daha az, daha çok..."[309] sözünde olduğu gibi çoğun karşılığı olan az manasına alınırsa, yukarıdaki hadis bir kişinin vereceği emanın sahih olduğuna delildir.

Şayet Yüce Allah'ın: "İki yay kadar yahut daha yakın ol­du..."[310] sözünde olduğu gibi, yakınlık manasında ise, sınırda düşmana en yakın bulunan müslümanın verdiği emanın sihha-tına delildir.[311]

Şayet aşağılık anlamındaki denaetten müştak ise, fasıkın entarimin da sahih olduğuna delil olur. Çünkü "denaet" sıfatı, müslümanlardan ancak fasik kimseye yakışır.

Netice olarak emanda yardım manası vardır. "Biz hakikat sana apaçık bir fetih takdir ettik"[312] ayet-i kerimesi Hudeybiye antlaşmasıyla ilgili olarak inmiştir. Yüce Allah bu ayette Hudeybiye antlaşmasını apaçık bir fetih ve de­ğerli bir yardım olarak isimlendirmektedir. Her müslüman dine yardım etmeğe ehildir. Böylece o müslüman burada İslam cemaati yerine kaim olur.

Nitekim bir müslüman müşriklerle savaşıp zararlarını defedecek olursa, onlarla savaşma farziyeti diğer müslümanlardan düşmüş olur. Aynen bu şe­kilde eman ve antlaşma akdiyle müslümanlar o müslümn eliyle zafer kazanırsa, bütün müslümanlar kazanmış gibi olur.

347- Hür ve müslüman kadının verdiği eman da geçerlidir. Çünkü kendisi de destek olanlardandır. Ancak kadın, direkt bizzat savaşacak bir bünyeye sahip değildir. Eman, söz ile yar­dımdır ve kadının bünyesi buna müsaittir. Nitekim o, malıyla cihad edebilmektedir.

Çünkü erkeğin malının cihadda kullanılabildiği gibi kadının malı da cihad-da kullandır.

348- Kadının verdiği emanın sahih olduğuna dair delilimiz. Rasulullah (s.a.v.) in kızı Zeyneb"in İslama henüz girmemiş olan kocası Ebû'l-As b. er-Rabî'i koruyup eman vermesi ve Rasulullah (s.a.v.)'in onun verdiği bu emanı geçerli kabul et­mesidir.

Um mü Hâni'den gelen bir rivayette de şöyle demiştir: "(Mekke fethi günü) kocamın akrabalarından iki müşrike e-man verip onları evime aldım. Ali b. Ebi Talib (r.a.) aniden içeri girip onları öldürmek istedi ve: "Müşrikleri mi koruyor­sun?" dedi. Ona: "Allah'a yemin ederim ki beni öldürmeden onları öldüremezsin" dedim. Sonra dışarı çıktım ve müşrikle­re: Gelmemesi için kapıyı kilitleyin, deyip Rasulullah (s.a.v.)'e gittim. O'nu bulamadım. Nihayet Hz. Fatima1 ya rastgeldim ve ona: "Annemin oğlu Ali'den neler çektim? Kocamın akraba­larından iki müşriği koruyup eve aldım. Bir baktım içeri girdi ve onları öldürmeye kalkıştı." dedim. Ama Fatıma, kocasından daha çok beni azarladı.

Q sırada Rasulullah (s.a.v.) çıkageldi. Henüz üzerinde yolculuk izleri vardı. "Merhaba ya Ümmü Hâni" diyerek gön­lümü aldı. Ona dedim ki: "Ya Rasulallah! Annemin oğlu kar­deşim Ali'den neler çektim! Elinden zor kurtuldum. Kocamın akrabalarından iki müşriki koruyup eve aldım. Bir baktım Ali içeri girdi ve onları Öldürmek için üzerlerine saldırdı." Rasu­lullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Ali'nin buna hakkı yoktu. Senin koruduklarını biz de korumuş ve eman verdiğin kimselere biz de eman vermş oluruz."

Daha sonra Fatıma (r.a.)'a söyleyerek su getirmesini istedi. Yıkandıktan sonra da bir tarafı sağına, diğer tarafı soluna atıl­mış tek bir elbise içinde sekiz rekat namaz kıldı. Bu olay, Mek­ke fethi günü kuşluk vaktinde oldu.

Rasulullah (s.a.v.), Ümmü Hâni'nin verdiği emanı sahih kabul etmiş ve kendisi eman verdikten sonra Hz. Ali'nin onlara saldırma hakkına sahip olma­dığını belirtmiştir.

Sözü edilen sekiz rekat hakkında da şöyle denilmiştir: İki rekatı, Mekke' nin fethi için şükür namazıdır. İki rekatı, îmare b. Ruveybe'nin rivayet ettiğine göre Rasulullah'm kuşluk namazından önce kıldığı iki rekattır. Dört rekat ise, İbn Mes'ud'un rivayetine göre adeti üzere kıldığı kuşluk namazıdır. Tek bir elbise ile ve elbisenin bir ucu sağ omuzdan sarkıtılmış ve diğer ucu da sol o-muzdan sarkıtıldığını bildiren sözler işe tek bir elbise ile ve bu şekilde namaz kılınmasında bir sakınca bulunmadığına delildir.

Hz. Ömer (r.a.) m şöyle dediği rivayet edilir. Kadının müslümanlara karşı müşriklere eman vermesi caizdir. Bir rivayette de: antlaşma yapması ve eman vermeğe söz vermesi caizdir Hz. Aişe de aynı görüştedir.[313]

349- Savaşçı değilse, Müslüman kölenin eman verme yetkisi yoktur.

Bu görüş, Ebû Hanife'nin görüşüdür. Ebû Yusuf tan bu konuda rivayet edi­len iki görüşten biri de budur. Ebû Yusuf tan diğer revayete göre ise, ki bu da Muhammed'in görüşüdür: Savaşçı olsun veya olmasın verdiği eman geçerlidir. Çünkü o da, elindeki imkanlar oranında dine yardım eden bir müslümandır. Eman da, söz ile yardımdır ve köle buna sahiptir. Direkt olarak savaşma sala­hiyeti ise elinde olan bir iş değildir. Direkt olarak bizzat kendisi savaşa ka­tılamaz. Efendisinin ona izin vermesi gerekir. Ayrıca köle kafirlerin can ve mal­ları hususunda, onlara eman verince, onlara saldırma yasağı önce kendisini ve daha sonra sirayet yoluyla başkalarını ilzam eder.

Bu konuda köle de hür gibidir. Bu konuda delil, Ramazan hilalini görmek üzere yapılan şahitliktir. Şahid, önce kendisi yemez ve içmez. Daha sonra da başkalarına yeme içmeyi yasaklar. Fakat Ebû Hanife şöyle der: emanda yar­dımın manası gizlidir. Bu, ancak savaşabilecek kimse için ortaya çıkar. Efen­dinin hizmetiyle meşgul olan köle, savaşma salahiyetine sahip değildir. Onun için de eman verme yetkisine sahip olamaz. Ama efendisinin izniyle savaşa katılma yetkisine sahip olunca eman verme yetkisine de sahip olur. O zaman tasarrufu müslümanları gözetmek doğrultusunda gerçekleşmiş olur. Çünkü onlarla savaşma yekisine sahip olmadığı halde onlara eman verdiği takirde kendisi buna bağlı kalmadan başkalarını ilzam etmiş olur. Buna da yetkisi yoktur. Onun için de kölenin eman verme yetkisi yoktur.

350- imam Muhammed dedi ki: Bu konuda cariye de köle gibidir. İmam Muhammed, Abdullah b. Ömer'den rivayet edilen şu haberi delil olarak getirir :

"Kadın, köle ve çocuğun emân vermesi caizdir."

Ebû Hanife, hadisi "savaşan köle" şeklinde anlamaktadır.

351- Fazl er-Rakkâşî'nin naklettiği haberi de delil olarak zikreder. Bu zat diyor ki: Bir kalenin önüne geldik. Bir köle, kendilerine eman verildiğini bir oka yazarak onlara fırlattı. Durumu Ömer b. Hattab (r.a.)'a bildirdik. Cevabında şöyle yazdı: O, müslümanlardan bir kişidir ve emanı caizdir.

Hz. Ömer (r.a.) o kölenin verdiği emanm sahih olduğuna, savaşçı oluşunu değil, müslüman oluşunu sebep göstermiştir. Ancak Ebû Hanîfe meseleyi şöyle izah eder: Bu köle savaşçı idi. Çünkü ok atmak, savaşçıların işidir. Hz. Ömer, savaşçının emanının sahih olması için müslüman olması gerektiğini belirtmiştir.

Meğâzî kitapları bu kölenin okuna Farsça olarak "korkmayın" yazdığını söylerler.

352- Müslümanların emriyle düşmana karşı savaşıyor olsa bile, zimminin verdiği eman geçersizdir.

Çünkü kendisi de aynı inançta olduğu için onlara bir meyli vardır. Normal olarak onlara eman verirken hedefi müslümanları gözetmek değildir. Ayrıca o, İslama yardım ehlinden de değildir. Savaşta ihtiyaç anında yardımlarını iste­mek, köpeklerin yardımını istemek gibidir. Yahut aynı inancı paylaştıkları kim­selere karşı onları savaştırmak, kendilerini son derece hakir düşürmek içindir. Onun için de verecekleri eman sahih olmaz.

353- İmam Muhammed dedi ki: Müslümanlardan ergen­liğe yaklaşmış bir çocuğun veya kafirlerden henüz İslama gir­miş olup İslamm ne olduğunu bilen bir kimsenin verdiği eman ise, caizdir.

Ebû Hanife'ye göre caiz olmayıp müslümanları bağlamaz. İmam Muham-medin buna caiz demesinin sebebi şudur: Çünkü bu kişi akıl sahibi ise, İslamı sahihtir. İmanı sahih olanın ise, iman ettikten sonra verdiği eman da sahih olur. Çünkü eman vermek, söz ile dine yardım etmektir. Böyle bir kimsenin sözü, dinin aslında muteber olduğuna göre, dine yardım hususunda da muteberdir.

Ebû Hanife'ye göre ise, durum şudur: Eman verebilecek olan müslüman-ların yararları ve bunların gözetilmesi işi kapalı bir şeydir. Bu yararları gözetme işi. meşeleri yerinde değerlendirebilen kimsenin işidir.[314]

 

Emandan Sonra Müşriklerin Saldırıya Uğraması

 

354- İmam Muhammed şöyle dedi : Bir müslüman bazı müşriklere eman verse müslümanlardan başka bir grup onla­ra saldırsa ve erkekleri öldürüp kadınları ve malı aralarında paylaşsa, kadınlarla evlenip çocukları dünyaya geldikten sonra kadınlara daha önce eman verildiğini öğrenseler, bu durumda öldürülenlerin diyetlerini ödemeleri lazımdır.

Müslümanlardan bir kişinin verdiği eman bütün müslümanlar için bağ­layıcıdır. Bu emana göre eman verilmiş olanların malı ve canı emniyet altında olur. Öldürenlerin emanmdan haberdar ise kasden, haberleri yoksa yanlışlıkla katil sayılırlar. Ancak kendileriyle savaşılmadığından Cenabı Hakkm şu hükmü ile diyet vacip olur:

"Şayet aranızda anlaşma olan bir kavİmdense, ailesine diyet ödemek ve mü'min bir köle azad etmek gerekir." [315]

Kadın ve mallar sahiplerine geri verilir. "Bulundukları yer eman al­tında olan bir yer ise köleleştirme olmaz", kuralına göre kölelik de geçersiz olur. Kadınları almalarına mukabil kendilerine mehir ödenir. Çünkü şüp­he altında (yani kadınların durumlarını tam bilmeden) onlarla evlendiler. Kendi mülkiyetleri altında olmayan kadınlarla münasebet kurdukları açıktır. Olayda şüphe bulunduğundan onlara zina cezası gerekmez. Mehir vacip olur, çocuklar da hür olur.

Hür kişilerin çocukları oldukları için kendileri de bedelsiz hür olurlar. Babalarına teslim edilirler. Çünkü evlad anne babadan dince üstün olan hangisi ise, ona tabi olur.

355- Mühelleb b. Ebi Sufra'nın bu konuda şu hadisi zikre­dilmektedir: Hz. Ömer (R.A.) devrinde Ehvaz bölgesinde bir şehri kuşattık ve fethettik. Daha önce Hz. Ömer'le bir antIaşmalari varmış. Onlardan aldığımız kadınlarla beraber ol­duk. Mesele Hz. Ömer'e ulaşınca bize şöyle yazdı: Çocukları­nızı alınız ve kadınları kendilerine geri veriniz.

Atâ da rivayet ederek şöyle demektedir: Tuster şehri savaş yapılmadan fethedildi. Sonra halkı kafir olunca muhacirler onlarla savaştılar ve yağmaladılar. Müslümanlar kadınlarıyla evlendiler ve çocukları dünyaya geldi. Bunu duyan Hz. Ömer kadınların hür bırakılmalarını ve evlendikleri kadınlardan ayrılmalarını emretti.

Bunun açıklaması şudur: Bunlar küfre dönerken o yere elkoymadılar ve şirk hükümlerini orda uygulamadılar. Orası darulharp da olmadı. Bunun için Ömer onlara bu şekilde davrandı.

Şüveys de şöyle naklediyor: Misan beldesinde sulbümden kızlar ve erkek­lerin bulunmasından korktum. Bu ne demektir? diye sorulunca; şöyle dedi: Bir zamanlar bir cariye almış ve onunla evlenmiştim. Ömer'in mektubu gelince halkla beraber ben de onu bıraktım.

Korkmasının sebebi şudur: Yanında hayız görmeden onu bırakmıştı, oysa Üç hayız görmeden onu bırakmaması gerekirdi, çünkü hür idi.

Onunla şüphe altında evlendiği için üç hayız müddeti iddet beklemesi ge­rekirdi. Gebe olup olmadığını anlayıncaya kadar onu bırakması doğru değildir.

356- Ebû Cafer Muhammed b. Ali şöyle rivayet etmek­tedir: Halid b. Velid'in Beni Cezîme'ye karşı yaptıkları Rasul-lullah'a ulaşınca koltukları görününceye kadar ellerini havaya kaldırdı ve şöyle buyurdu: "Allahim, Halid'in yaptıklarından beri olduğumu sana bildiririm. Üç defa tekrar etti." Sonra Hz. Ali'yi çağırdı ve şöyle buyurdu: "Şu malı al, Benu Cezîme'ye götür. Cahiliyye işlerini ayağının altına al." Cahiliyye döne­minde Mekke halkı ile Benu Cezîme arasında meydana gelen çatışma ve düşmanlıkları kast etmektedir. Halid onlardan ne aldıysa kendilerine geri götür, dedi. Ali de Halid'in aldığı malı aldı ve kendilerine götürdü. Hatta köpeğin yalağına varıncaya kadar istedikleri her şeylerini verdi. Sonra Ali'nin yanında biraz mal artması üzerine onlara döndü ve şöyle dedi: Bu arta kalan mal Rasulullah'tan size gönderilmiştir. Halid'in aldığı, ancak sizin de onun da tanımadığı maldır. Onu kendilerine terketti. Sonra döndü ve Rasulullah'a durumu anlattı.

Bundan anlaşılıyor ki müslümanlar eman veya ahid altında olan yerlerden mal ve kişi cinsinden aldıkları bütün şeyler sahiplerine iade edilir. Halid bunları hata ile almıştır. Bu gediği Rasulullah'ın kapatması gerekiyordu. Çünkü kuvvet ve desteğini ondan almıştır. Onun için bu şeyleri kendisi yerine getirdi yahut yerine getirilmesi için kendi malından teberruda bulundu. Bunu bu şekilde anlamak daha iyidir. Çünkü âkile[316] durumu, mallarda değil, kan diyetlerinde olur. Malın harcanmasında diyetin mutlak olarak kullanılması mecazidir ve fedakarlığın yapılmasını teşvik içindir. Hakikatte diyet ismi ferdin bizzat feda­karlığını ifade eder. Ancak ödeme manasında mutlak kullanıldığında mecaz olarak mal için de kullanılması caizdir ve fedakarlığın yapılmasını teşvik içindir.

Yine bu rivayet, malum mal ile meçhul haklar üzerinde anlaşmanın caiz olduğunu gösteren bir delildir. Çünkü Ali şöyle diyor: Bu mal sizin ve onun bilmediği şeyler karşılığıdır. Rasulullah da onun bu uygulamasını benimsedi.

357- Şöyle der: Müslümanlar bir kaleyi veya şehri muha­sara ederken oranın halkından müslüman olmaları halinde malı, canı ve küçük çocuklarına dokunulmaz. Çünkü Rasu­lullah şöyle buyurmaktadır: "Kelime-i Şehadet getirirlerse hak ettikleri dışında mal ve canlarını benden korumuş olurlar." Cenabı Hak Buyuruyor: "Eğer tevbe eder, namaz kılar ve ze­kat verirlerse yollarını serbest bırakın!..."[317]

Müslüman olanların eşi ve büyük çocukları İslama girme­dikleri takdirde fey' sayılırlar. Çünkü küçük çocukları baba­larına tabi olarak müslüman olmuş sayılırken, eşi ve büyük ço­cukları onun İslama girmesiyle İslama girmiş olmazlar. Bunlar harp ehli olarak kalırlar.

358- Buna delil olarak Zühri'nin rivayet ettiği şu hadis zikredilmektedir: "Sa'ye'nin çocukları Sa'lebe ve Üseyyid ile Üseyyid   bin Ubeyd Rasulullahın kuşatması altında bulunan Benu Kureyza'ya şöyle dediler: Ey Benu Kureyza halkı! İslama giriniz, kanlarınız ve mallarınız kurtulur. Allah'a yemin ederiz ki Heyyibân oğulları bunu daha önce size haber vermişlerdir." deyince: "Hayır, olmaz!" cevabını verdiler."

Heyyibân hikayesi meğâzî kitaplarında şöyle anlatılmak­tadır: Şam papazlarından biri Rasulullahin Peygamberliğin­den önce Medine yahudilerinin yanına gelmişti. Öleceği sırada onları topladı ve şöyle dedi: Şam bölgesini kastederek: İçki ve bolluk yerini bırakıp kıtlık ve zorluk yeri olan buraya gelişimin sebebini biliyor musunuz? Hayır, dediler. Şöyle dedi: Zamanı yaklaşan bir Peygamber için geldim. Burası da hicret edeceği yerdir. Ona yetişmeyi çok isterdim. Sizden kim ona ulaşırsa benden selam söylesin ve ona iman etsin.O peygamberlerin sonuncusu ve alemlerin en hayırhsıdir.

Devamla şöyle dedi: Rasulullah'm hükmüne boyun eğdik­leri günün akşamı Sa'ye'nin çocukları ve Ubeyd oğlu R as ulu I -laha gelerek müslüman oldular ve kanları ile mallarını kurtar­dılar.

Bu da gösteriyor ki kuşatma altında olmayan kişinin İslama girmesiyle emniyete kavuştuğu gibi kuşatma altındakinin de müslüman olmasiyle herşeyi emin olur.

359- Hz. Ömer'in şöyle buyurduğu rivayet edilir : "Müslümanlardan birisi düşmandan bir adama parmakla işaret edip "Gelirsen öldürürüm" diye söylese ve o da gelse, e-min olur. Onu öldüremez."

Bundan sonra diyoruz ki, işaretiyle onu gösterse ve kafir de bunu anlamazsa, yine emniyettedir.

Çünkü işaretle onu kendine çağırmıştır. Bu şekilde korkan değil, ancak emin olan kimse çağrılır. "Gelirsen Öldürürüm" sözünü kafirin araştırmadan anlaması mümkün değildir. Bunu da ancak kendisine yaklaşmakla gerçekleş­tirebilir. Onun için işaretin zahiri ile emanın varlığını kabul etmek ve hıyaneti önlemek için bunun dışındaki ihtimalleri unutmak gerekir. Çünkü işaretin zahiri onun için bir emandır. Bu emanı kaldırıyorum manasında söylediği "gelirsen Öldürürüm" sözü, kafir bunu bilmediği sürece, bir şey ifade etmez; o kişi hala güvencede sayılır. Çünkü Cenab-ı Hak buyuruyor :

"...Sen de onlarla yapılan anlaşmayı aynı şekilde boz... " 178. Yani hem siz hem onlar emanın bozulduğunu açıkça bilmesi gerekir. "[318] Bu manaya işaret ederek şöyle buyuruyor: "Şüphesiz Allah hainleri sevmez."[319]

Eman sözün ihtimalinden anlaşılacağı gibi, işaretin ihtimalinden de anlaşılmaktadır.

360- Hürmüzan hadisinde bu olay şöyle anlatılmaktadır. Ömer onu getirtip konuşturunca şöyle dedi : Diri sözü mü yok­sa ölü sözü mü söyliyeyim? Diri sözü, deyince şöyle dedi: Biz de siz de cahiliye hayatı yaşıyorduk, iki tarafın da dini yoktu. Siz Arapları köpekler mesabesinde tutardık. Allah sizi dinle des­tekleyip aranızdan Peygamber gönderdi diye biz size boyun eğemeyiz. Ömer: Sen elimizde esir olduğun halde mi bunu söy­lüyorsun? Öldürün bunu, dedi. Hürmüzan cevap verdi: Esire eman verdikten sonra öldürmeyi Peygamberiniz mi öğretti size? Ömer: Ne zaman eman verdim, diye sorunca şöyle dedi: Diri sözü söylememi istedin. Kendinden korkan kimse diri olmaz. Bunun üzerine Ömer: Allah belasını versin. Ben farkın­da olmadan herif eman almış, dedi. Bu da eman konusunda genişliğin esas olduğuna delildir. Devlet başkanı bir kavme eman verdikten sonra onu bozmak isterse, bozabilir. Çünkü Cenabı Hak şöyle buyuruyor: "Sen de onlara karşı anlaş­mayı bozarak aynı şekilde davran."[320]

Eman, müslümanların kendi kuvvetlerini korumaları açısından o zaman Önemli sayılıyordu. Bu da belirli vakitlere mahsustur. Bu vakitler dışında müslümanlar eman anlaşmasını koruma veya bozmada serbesttir­ler. Çünkü güçlendikten sonra kafirlerle savaşma imkanına sahip bulun­maktadırlar.

362- Emanın kaldırılması, kaldırıldığının onlara duyurul­ması ve önceki vaziyetlerine iade edilmeleriyle gerçekleşir. He­nüz kaleleri içinde olsalar bile emanın bittiğini duyurduktan sonra kendilerine savaş açmanın bir sakıncası yoktur.

Çünkü sığmakları içinde önceki durumlarını hala korumaktadırlar.

363- Şayet sığmaklarından çıkıp müslüinanların kararga­hına gelmişlerse, eski yerlerine dönünceye kadar emin olup kendilerine dokunulmaz.

Çünkü eman dolayısıyla meydana çıkmışlardı. Eski yerlerine dönmeden emanları kaldırılacak olursa hıyanet olur. Halbuki Allah hainleri sevmez.

364- Cenabı Hakkın şu hükmü buna delalet etmektedir: "Müşriklerden biri sana sığınırsa, Allah'ın sözünü dinlemesi için onu güvene al. Sonra onu güven içinde olacağı yere ulaş­tır..."[321] Muaviye ile ilgili hadis de buna delil gösterilmiştir. Şöyle ki, kendisi ile Rumlar arasında bir ahid vardı. "Ahdi ye­rine getirir sonra kendilerine saldırırız." der gibi onların yur­dunu gösteriyordu.

Yani ahid belirli bir müddete kadardı. Müddetin sonuna doğru onlara yak­laşmak ve bitiminde saldırmak İçin ülkeleri istikametinde hareket etti.

O esnada yaşlının biri: Allahu Ekber! Hıyanet değil, ahde vefa! diye sesleniyordu. Bu yaşlı Amr b. Anbese es-Sülemi idi.

Sözlerinden anlaşıldığına göre Muaviye'nin davranışında ahde vefasızlık olduğu anlaşılmıştır. Çünkü kendilerine saldırmak niyyetiyle ülkelerine doğru yürüdüğünden onların haberi yoktu. Aksine eman için kendilerine yaklaştığını zannetmişlerdir.

Bunun üzerine Muaviye: Hıyanet değil, ahde vefa, demekle neyi kaste­diyorsun? diye sorunca; şöyle dedi: Rasulullah'ın şöyle buyurduğunu işittim: "Kendisi ile bir kavim arasında ahid bulunan kimse, ahdin süresi dolmadan, bozduğunu kendilerine duyurmadan ve kendi başına ne bir düğüm çözsün, ne de bağlasın."

Şeklen ve manen ahde hıyanete benzer herşeyden sakınmanın vacib oldu­ğuna bu bir delildir.[322]

 

Eman Sayılmayan Şeyler

 

365- İmam Muhammed dedi ki: Bir müslüman eman alma­dan dârulharbe girip de müşrikler onu yakaladıklarında, ken­dilerine: Ben sizdenim. Yahut sizinle müslümanlara karşı çar­pışmak için geldim, derse bile, müşriklerden herhangi birini öldürmesinde ve malından dilediğini almasında bir sakınca yoktur.

Çünkü bu sözleriyle onlara eman vermiş sayılmaz. Yaptığı, kelimelerin zıt anlamlarını kastederek aldatmaktan başka bir şey değildir. Sözleriyle demek istediği şudur :

Ben sizdenim, derken sizin gibi ben de insanım demek istiyor. Sizinle müslümanlara karşı çarpışmak için geldim, sözü müslüman 1 ardan ayaklanan ve isyan edenlere karşı sizinle beraber çarpışacağım, yahut burada müslümanları size karşı savunarak döğüşmek için geldim. Niyetini gizlemiş de bu sözü söylemiş demektir.[323]

Bu sözleriyle onlara eman verecek olursa bu eman geçerli değildir. Çünkü kendisi onların elinde esirdir. Onlara nasıl eman verebilir? Aksine kendisi onlardan eman istemek durumundadır. Bu sözleriyle eman istediğini gösteren bir şey de yoktur.

366- Sonra bunu nasslarla destekleyerek şöyle dedi: Rasu-lullah, Abdullah b. Üneys'i yalnız başına seriyye olarak Nahle1 de yahut Urane de bulunan Halid b. Süfyan b. Nubayh el-Hu-zeli' üzerine gönderdi. Bu adamın Rasulullah'a karşı çarpış­mak için asker topladığı Peygambere ulaşmıştı. Onu öldürme­sini söyledi ve Huzaa' ya intisab et, dedi. İbn Süfyan onlardan olduğu için Rasulullah böyle söylemesini istedi. Onu tanımı­yorum ya Rasulallah, deyince, Peygamberimiz: Tanırsın, korku salan bir adamdır, buyurdu. Ama ben erkeklerden korkmu­yorum, dedim. Cuma akşamı vardım. Namaz vakti geldi. Beni tanımalarından çekindiğim için yürürken ima ile kıldım.

Ebû Yusuf bunu delil göstererek mağlub kimse yürürken ima ile namazı kılar, sonra iade eder, demektedir.

Onun hayvanlarını güden bir cariyenin yanma vardım. Kimin çobanı­sın? diye sorunca, İbn Süfyan'ın olduğunu söyledi. Nerede olduğunu so­runca, şimdi yanına gelir, dedi. Az sonra bir bastona dayanarak geldi. Gö­rünce korkudan her tarafım diken oldu. Durdu, selam verdi. Nesebimi sordu. Huzaa'dan olduğumu söyledim. Başka bir rivayyette, Cüheyne'den olduğumu söyledim. Sonra kendisine: Seninle beraber olmak, seni destek­lemek için geldim, dedim.

Sözlerinin manası şudur: İslama davet ederek ve kötülük işlemekten -O da Rasuîullalıa karşı çarpışmaktır- alıkoyarak sana yardım ediyorum. Çünkü Ra-sulullah şöyle buyuruyor: Zalim olsun, mazlum olsun kardeşine yardım et. Zali­me na'sıl yardım etsin? diye sorulunca: Zulmüne engel olur, buyurdu. Seni öldürünceye kadar senden ayrılmayacağım demek istiyor.

Cariyenin biraz süt sağmasını istedi. Sütü sağdı ve bana verdi. Bira­zını içtim. Sonra adama verdim. Devenin saldırısı gibi sütü aldı ve kafa­sına dikti. Burnu köpüğün içine battığını görünce ben de kabı daha da diktim, cariyeye ses çıkarma yoksa seni öldürürüm, dedim.

Şöyle devam etti: Onunla biraz yürüdüm. Sözlerim hoşuna gitti. Sonra dikenlere bastığımı ve ayağıma dikenlerin battığını ona gösterir gibi yaptım. Ey Cüheyneli yetiş, dedi. Ben geriledikçe o benim ilerlememi söyledi. Sırtı bana dönük iken kendisine yetiştim. Boynunu vurdum ve ka­fasını aldım. Sonra hızla dağa tırmandım. Mağaraya girdim. Ondan sonra aramalar başladı. Başka bir rivayette, aramak için her tarafa süvariler gönderildi.

Ben de dağda yerimde duruyordum. Bir elinde ayakkabısı, diğer elinde su tulumu bulunan bir adam bana yaklaştı. Ben de yalınayaktım. Abdest bozmak için oturdu ve ellerindeki eşyayı kenara bıraktı. O esnada örümcek mağaranın kapısında ağ ördü, yahut güvercin çıktı, dedi. Bunu gören adam arkadaşlarına, kimsenin bulunmadığını söyledi. Sonra indi ve ayakkabı ile su tulumunu bıraktı. Ben de çıktım, ayakkabıyı giydim ve tulumu yanıma aldım. Gündüz saklanır, gece yürürdüm.

Medine'ye vardım, Rasulullahi mescidde buldum. Beni görünce bu yüz ağarmıştır, dedi... Araplar bu sözü amacına ulaşıp muzaffer olan kimse için kullanırlar. Ben de esas başarı sizindir, dedim ve meseleyi anlat­tım. Elime bir değnek verdi ve şöyle buyurdu: "Ey Üneys oğlu, bunu tut ve Cennette ona dayanarak yürü. Çünkü bastona dayanarak yürüyen azdır."

Deniliyor ki, bu sözün anlamı şudur: Kral ve sultanlar buna dayandığı gibi sen de Cennette buna dayan. Başka bir te'vile göre manası şöyledir: İkimizin arasında kıyamet günü bu alemet olsun. Ta ki bu yaptığına mükafat olarak Cennette derecenin yükseltilmesini isteyeyim. Sen, Rasulullahla aralarında bir alamet bulunup da yaptıklarından dolayı mükafatlandıracağı kimselerden birisin.

Rivayete göre bu bastonu vefatına kadar İbn Uneys sakladı. Vefat edeceği zaman kendisi ile birlikte kefene konulmasını ailesine vasiyet etti.

Bu olayı nakletmesinden maksat, "Yanında kalmak ve seni desteklemek için geldim" sözünün eman sayılmayacağını göstermek içindir.

367- Yezid b. Ravman'ın hadisini zikrederek şöyle demek­tedir: Ka'b b. Eşrefin geldiği ve şiirler söyliyerek çarpışmak istediği haberi Rasulullah'a ulaştı. Ka'b Medine'nin ileri gelen yahudilerindendi. Cenabı Hakkın: "Onlar tağutun önünde muhakeme olunmalarını isterler" buyurduğu [324]ayetindeki

tağut[325] odur.

Bedir harbinde öldürülen müşriklerin ölülerine mersiyeler söyler, Rasulullahı şiirlerinde hicveder ve müşrikleri intikama teşvik ederdi. Şu sözlerle başhyan kasidesi bunun örneklerin­dendir:

Bedir harbi değirmen gibi ezdi geçti. Bedir gibi helak et­mek için feryad etmek ve göz yaşı dökmek gerekir.

Medine'ye dönünce Rasulullah: İbnü'l-Eşref bana eziyet etti. Onun hakkından kim gelecek? diye sordu. Bunun üzerine Muhammed b. Mesleme: Ben, ya Rasulallah, ben onu öldüreceğim, dedi. O da, öldür, dedi. İbn Mesleme günlerce yeme­den içmeden bekledi. Rasulullah onu çağırıp yeme içmeyi niye bıraktığını sorduğunda şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü! Sana bir söz verdim. Bilmiyorum onu yerine getirebilir miyim, geti­remez miyim? dedi. Rasulullah: Gayret et, dedi

Bundan anlaşıldığına göre Rasulullah'a verdiği sözü gerçekleştirinceye kadar İbn Mesleme lezzetli şeyleri bırakmıştır. Hayırlı bir işe girişen kimsenin o işi lezzetli şeylere tercih etmesi gerekir. Bununla beraber Rasulullah vücudun ancak yeme içme ile güçleneceğini kendisine ifade etmiştir. Nitekim Cenabı Hak şöyle buyuruyor:

"Biz onları yemek yemez bir cesed kılmadık."[326]Ona, verdiği sözü yerine getirmesi için gayret etmesi düşer.

Sonra öldürmek için Muhammed ve Evs'ten Ubade b. Bişr b. Vakş, Ebû Naile Silkan b. Selman b. Vakş, Haris b. Evs ve Ebû Abs b. Cebr bir araya gelerek onu öldüreceklerini Rasulullaha bildirdiler. Müsaade edin o-nunla istediğimiz gibi konuşalım ve öldürelim, onu mutlaka Öldürmemiz gerekir, dediler. Yani sizin aleyhinizde bazı şeyler söyliyerek lafızların zahiri ile onu aldatalım, dediler. Serbestsiniz, buyurdu. Bunun üzerine süt kardeşi olan Ebû Naile adama gitti, sohbet etti ve beraberce şiirler okudu. Sözü denk getirerek Ebû Naile: Bu adam (Rasulullah) in gelişi bize uğur­suzluk (bela) getirdi dedi.

Adamdan maksat Rasulullahtır. Beladan maksat nimettir. Çünkü bela şiddet anlamında kullanıldığı gibi nimet manasında da kullanılır. Her iki manada da kullanılır. Nitekim ashab şöyle buyurmuşlardır : "Şiddete mübtela olunca sabrettik. Nimete mübtela olunca sabredemedik." Cenabı Hakkın :

"Bu Rabbinizin büyük bir belası (imtihanı) idi." ayetinin açıklamasında : Sizi Firavun ve kavminden kurtarmasında büyük nimet vardır, denilmiştir. Yine, çocuklarınızı kesmesi, eşlerinizi diri bırakması sizin için büyük bir mihnettir, diye açıklanmıştır.

Sözlerine devamla şöyle dedi: Araplar bize savaş açtı. Hepsi birden üzerimize saldırdı, perişan olduk. Canımız helak oldu. Malımız telef oldu. Bir sadakaya muhtaç olduk. Yiyecek bir şey de bulamıyoruz.

Ka'b şöyle dedi : Ey Selame'nin oğlu! Neticenin bu şekilde olacağını ben daha önce sana söylemiştim.

Silkan araya girdi ve şöyle dedi: Beraberimde başka şahıslar da var, onlar da benim gibi düşünüyorlar. Bize hurma ve yiyecek satman, bu ko­nuda bize iyilik etmen üzere kendilerini de sana getirmek istiyorum. Bun­ları satarsan biz de sana güveneceğin bîr rehin bırakırız.

Ka'b dedi ki: Raflarım hurmalarla dolup taşmaktadır. Ama ne hur­malar! Dişin köküne kadar batacağı cinsten hurmalar!

Rifaf rafın çoğuludur. Hurmanın toplandığı yer demektir. Bu raflar hurmanın çokluğundan çatırdayıp duruyor.

Devam etti: Ey Ebû Naile! Allah'a yemin ederim ki sizi bir kıtlık için­de, yani şiddet içinde görmek istemezdim. Senin değerin yanımda büyük­tür. Ne rehin vereceksiniz? Acaba kadın ve çocuklarınızı rehin bırakır mısınız?

Ne yapıyorsun? Bizi teşhir edip rezil mi etmek istiyorsun? Sana memnun kalacağın silahlardan rehin bırakalım, dedi. Şüphesiz silahta vefa vardır, cevabını verdi.

Silkan, kendisinden silah istemeğe geldikleri zaman geri çevirmesin diye böyle söyledi.

Ebû Naile tekrar geri dönmek üzere arkadaşlarının yanına geldi. Akşam saatlerinde kendisine gitmeyi kararlaştırdılar. Sonra yatsı vakti Rasulullaha gelerek meseleyi haber verdiler. O da Baki mezarlığına kadar beraber çıktı. Sonra uğurlayarak: "Allah'ı anınız ve yardımını isteyerek gidiniz" buyurdu. Kendilerine dua etti. Bu iş, gün gibi aydınlık mehtaplı bir gecede oluyordu.

Gittiler ve adama vardılar. Kaldığı yerin yakınından Ebû Naile ken­disine seslendi. İbnü'l-Eşref henüz yeni evlenmişti. Sesi duyunca hemen at­ladı. Ancak karısı eteğinden yakalayarak: Nereye gidiyorsun? Senin düş­manların var. Bu saatte senin gibiler dışarı çıkmaz, diyerek alıkoymak istedi. Ama kendisi: Kardeşim Ebû Naile'dir, beni uykuda görse bile uyan­dırmak istemez, diyerek ısrar etti. Sonra eli ile çırptı ve şu sözleri tekrar-lıyarak çıktı: "Yiğit ölüme bile çağrılsa icabet eder." Karşılamaya gitti ve hoşgeldiniz dedi. Sonra kendilerine açılınca; Yazıklar olsun sana! Gecemi­zin geri kalan kısmında daha iyi sohbet etmek için Şercu'I-Acuz[327] denilen yere kadar yürüyelim mi? dediler. Yürüyerek çıktılar. Şerç denilen yere doğru ilerlerken Ebû Naile eli ile Ka'bın başını okşayarak: Vay be! Ne gü­zel koku! dedi. Sonra bir müddet yürüdü ve aynı şeyi tekrar etti. Nihayet iyice fırsatını bulunca kafasını yakaladı ve arkadaşlarına: Vurun Allah'ın düşmanına, diye seslendi. Onlar da kılıçları ile vurmaya başladılar. Ama yeterli olmadı. Kılıçlar birbirine çarpıyordu.

Muhammed b. Mesleme der ki: Kılıcımın yanında hançere benzer bir şeyin olduğunu hatırladım. Çıkardığım gibi karnına sapladım. Sonra biraz daha yüklendim ve sapma kadar hatırdım. Allah'ın düşmanı bir çığlık attı. Bu ses üzerine yahudilerin bütün burç ve köşkleri üzerinde ateşler yakıldı. Korku anında geceleri ateş yakmak yahudilerin adetidir.

Beni Haris yahudüerinden olan İbn Süneyne şöyle diyordu: Medine' de akıtılan kan kokusunu duyuyorum.

Meğâzî kitaplarında belirtildiğine göre kendisi ile Ka'b'm öldürüldüğü yer arasında bir fersah kadar mesafe vardı.

Ka'b'e vururken o arada Haris bin Evs de ayağından yaralanmıştı. Onu tamamen öldürünce geri gitmek için yola çıktılar. Beni Ümeyye, Beni Kureyza ve Buas üzerinden geçtiler. Harratu'1-Ariz denilen yere gelince Haris'in ağrısı arttı. Yaradan çok kan kaybetti. Ona acıyarak aralarında taşıdılar. Rasulullaha geldiler. Baki mezarlığına gelince tekbir getirdiler. O geceyi Rasulullah ihya etmişti. Tekbir seslerini duyunca onu öldürdükle­rini anladı. Sonra Haris b. Evs'i Rasulullah'a getirdiler. Yarasına tükürün-ce ağrı kesildi. Allah'ın düşmanına yaptıklarını anlattılar. Sonra evlerine dağıldılar. Sabah olunca Rasulullah: Yahudi erkeklerden kimi görürseniz öldürün,buyurdu.

Bir araya gelerek bu olayı görüşüp herhangi bir harekette bulunmalarını önlemek ve tedbir almak için böyle söyledi.

Yahudiler korktular, ileri gelenlerinden kimse dışarı çıkmadı. Birşey de konuşmadılar. İbnü'l-Eşref'in başına gelenin kendilerinin de başına gel­mesinden korktular. Benu Harise'nin yahudüerinden olan İbn Süneyne, Huvaysa b. Mes'ud'un antlaşman arkadaşı idi. Onun kardeşi Muhaysa Is­lama girmişti. Muhaysa, İbn Süneyne'yi öldürdü. Bunun üzerine Huvaysa, Muhaysa'yı dövmeye başladı. Ondan büyüktü. Ey Allah'ın düşmanı! Ada­mı öldürdün. Allah'a yemin ederim ki şimdiye kadar onun malı ile besleni­yordum. Çünkü ikisine de yardım ediyordu. Bunun üzerine Muhaysa şöyle dedi: Onu öldürmemi isteyen seni de öldürmemi isteseydi, seni de öldü­rürdüm. Humaysa şaşkınlık içinde sordu: Muhammed beni öldürmeni söyleseydi öldürürdün ha? Evet, dedi. Muhaysa tekrar: Vallahi, seni bu derece etkileyen bir din elbette büyük bir dindir. O gün Huvaysa da müslüman oldu. Bundan sonra Muhaysa şu şiiri okudu :

Kardeşim, " istenirse seni öldürürüm", sözümü yadırgamaktadır. Hal­buki böyle bir istek olursa kulaklarının kökünden kafasını uçururum. Kılıcım tuz gibi beyaz ve iyi de cilalıdır. Ne tarafa sallarsam boşa gitmez. Rasulullah'ın emrine itaat ederek seni öldürürsem Yemen1 den Şam'a kadar olan mesafenin benim olmasından daha çok sevinirim.

Müellif, bu hadisi Câbir b. Abdillah'ın rivayeti ile de tekrar ederek şöyle nakleti:

368- Muhammed b. Mesleme kendisi İbn'l-Eşref'e gelerek şöyle dedi: Ey Ka'b, sana bir şey için geldim. Buyur, söyle, dedi. Senden biraz hurma borç almak istiyorum deyince, hur­mayı ne yapacaksınız? diye sordu. Cahiliyye döneminde bin öl­çek hurma devşirdiklerini bildiği için İbnü'l-Eşref bu talebi ya­dırgadı ve sordu. Muhammed cevap verdi: Bu adam (Rasulul­lah) ve arkadaşları yanımızda bir şey koymadılar. Yani cahiliyye şeylerinden bizde zararlı hiçbir şey bırakmadı. Yahut şirk­ten birşey bırakmadı. Yahut din ve dünya işlerinde muhtaç olduğumuz her şeyi verdi ve hidayet etti, demek istedi.

Bunun üzerine Ka'b şöyle dedi: Hele şükür, aklın başına gelmiş, hemen ih­tiyacını görmeğe bak. Yalnız bana bir rehin bırakman lazım.

Zırhımı rehin bırakırım, deyince her halde babandan kalan Zağba isimli zırhdır? diye sordu: Evet, dedi. O halde dilediğin kimselerle gel, ihti­yacını gör, dedi. Ben de gece karanlığında geliriz, dedim.

Senden bir şey isterken yahut bir ihtiyaç için gelirken halkın görme­sini istemiyorum, dedim, Muhammed'le beraber çıktı. Biraz sohbet ve ilti­fattan sonra Muhammed elini başına götürdü. Saçları kıvırcıktı. Ne güzel kokuyorsun, dedi. Dilersen sana da veririm, dedi. Aynı şeyi tekrar yaptı. Bunun üzerine: Ya Muhammed! İşte böyle. Sen ve arkadaşların bunu (kokuyu) terkettiniz, dedi. Bir eli ile saçından iyi yakalayınca diğer eli ile hançeri karnına sapladı... ilh.

Kendisinden hurma borçlanmak istediğini söyledi ve adamı öldürdü. Bu ondan bir haksızlık yahut ahde vefasızlık değildir. Böylece anlaşıldı ki böyle şeyleri yapmanın bir sakıncası yoktur.[328]

 

Şartlı Eman

 

369- Müslümanlar kendilerine rehberlik etmek ve hiyanet etmemek üzere birine eman verseler, sonra adam hiyanet etse, müslümanların onu öldürmesi caizdir. Rehberlik için evinden yahut kalesinden çıktıktan ve müslümanlara katıldıktan sonra hainlik ederse veya rehberlik etmeyerek hiyaneti açığa çıkarsa, müslümanların kendisine verdiği emanı kaybeder. Akibeti imama (devlet başkanına) kalmıştır. Dilerse öldürür, dilerse fey (ganimet) sayar.

Çünkü aralarında şart böyle koşulmuştur. Rasulullah buyuruyor: "Müs­lümanlar şartlarına bağlı kalırlar." Hz. Ömer de şöyle demektedir. "Şarta bağlı kalmak lazımdır."

Zaten adam, kanının dökülmesi helal olan bir kimsedir. Rehberlik etmek ve hıyanet yapmamak şartı ile kanının dökülmesi haram kılınmıştır. Haramın sebeplerini şarta bağlamak, talak ve köle azad etmede olduğu gibi, caiz ve sa­hihtir. Şan ortadan kalkarsa tekrar kanının dökülmesi caiz olur.

Emandan sonra ahdi bozmak ve emin olacağı yere götürmek hiyanetten sa­kınmak İçindir. Şartı açık koşmakla Musa bin Cubeyr'in hadisini buna delil olarak göster­mekte ve şöyle demektedir: Rasulullah (s.a.v.) Hayber'in son kalesini ondört gün muhasara etti. Helak olacaklarını anla­yınca Rasulullah'a barış teklif ettiler. İbn Ebi'l hiyanet anlamı da kendiliğinden kalkmış olmaktadır.

370- Hukayk'e: Aşa­ğıya gel de konuşalım, diye haber yolladı. Olur, dedi. Hayberi terketmeleri ve kendilerine dokunulmamasi şartı ile anlaştılar. Böylece arazi ve mallarını, hurmalıklarını ve bağlarını, herke­sin giydiği elbisesi dışında servetlerini Rasulullah'a bırakmak üzere sulh yaptılar. Sonra şöyle dedi: Bunlardan birini inkar ederseniz. Allanın ahdini (emanı) kaybedersiniz. Bu şekilde onunla sulh yaptılar.

Sonra İbnu Ebi'l-Hukayk gümüş kapları ve birçok malın varlığım inkar edip gizledi. Bunlar Mesku'l-Cemel denilen yer­de İbn Ebi'l-Hukayk'ın oğlu Kinâne'de bulunuyordu. Bunlar da Mekkelilere Ödünç verdikleri bazı süs eşyaları idi. Çoğu za­man Mekke'den bir adam gelir ve yapılacak düğünde kulla­nılmak üzere ödünç alırdı. Bu durum Ebû'l-Hukayk ailesinde teselsül edip geliyordu. Hatta meğâzî kitaplarında bir defasın­da bunlardan bazı şeyler kaybolmuş ve kaybeden kişiye on bin dinar bedeli ödettirilmiştir, denilmektedir.

Rasulullah adamdan sordu: Medine'den çıkarken yanınız­da aldığınız mal ve kablan ne yaptınız? E Ebu'l- Kasım, hepsi savaşta gitti. Zaten böyle bir gün için hazırlamıştık, dediler. Allah'a yemin ederiz fci onlardan hiçbir şey yanımızda kalma­dı, diyerek kalmadığına dair bir de yemin ettiler.

Yakaladığım takdirde sizi öldürmemi kabul ediyor musu­nuz? diye sorunca; Evet, dediler. Başka bir rivayette Ebûl-Hu-kayk'in oğullarından Kinane ve Rabia'ya şöyle dedi: Bu eşya­lar yanınızda çıkarsa Allanın Rasululünün zimmetini (ahdini) sonra kaybetmeyi kabul ediyor musunuz? Olur, dediler. Bu sözlerine Ebû Bekir, Ömer, Ali, Zubeyr ve yahudilerden on ki­şiyi şahit tuttu. Yahudilerden biri ayağa kalkarak Kinane'ye: Yanında ise yahut nerede olduğunu biliyorsan kendisine söyle ve canını kurtar. Allah'a yemin ederim ki nerede olsalar mut­tali olacaklar. Çünkü başka hiçbir kimsenin bilmediği şeylere kendisi muttali olmuştur.

İbn Ebi'l-Hukayk onu azarladı. Sonra yahudi uzaklaşarak yerine oturdu. Sonra Rasulullah Zubeyr bin el-Avvâm'a ken­dilerine işkence etmesini ve üzerlerinde bulunan eşyayı çıkar­masını söyledi. Kinane'yi yaralaymcaya kadar döğmesine rağ­men bir itirafta bulunmadı.

Bu işin, Rasulullah'ın organ kesme ve vucudda iz bırakacak şekilde eziyet etmeyi yasaklamasından önce olması muhtemeldir. Yasaktan sonra olması ha­linde bile bu işi, durumu açığa çıkarmak ve başkalarını da benzer hileden alıkoymak için taktik olarak işlediği de muhtemeldir.

Rabia bin Ebi'l-Hukayk itirafta bulunarak şöyle dedi: Kinâne'nin her sabah bu harabeye uğradığını gördüm. Rasulullah Zubeyr'e orayı kaz­masını söyledi. Zubeyr kazdı ve hazinesini çıkardı.

Diğer bir rivayette Rasulullah, İbn Ebi'l-Hukaykı aklî dengesi biraz bozuk olan Salebe b. Sellam'dan soruşturunca, bilmiyorum, ama Kinâne' nin bu harebeye her sabah uğradığını görüyordum, dedi. Orada gömdüğü bir şey varsa ordadır. Rasulullah o harabenin kazılması için adam gönder­di. Kazıldı ve hazine çıkarıldı. Bunun üzerine Kinane b. Ebi'l-Hukayk1 i öldürülen kardeşine karşılık olarak öldürmesi için Muhammed bin Mesle-me' yi gönderdi. Çünkü kardeşi Mahmud b. Mesleme'nin üzerine büyük bir taş indirerek öldürmüştü.

Kanlarının dökülmesi ve çoluk çocuklarının ganimet olarak alınması şart koşulduğu için kendilerine bu uygulama yapılmıştır. Rasulullah (s.a.v.) Huyey bin Ahtab'ın kızı Safiyye'yi ganimet olarak aldı. Kinane ile evli idi. Yanında amcasının kızı da vardı. Hayber halkından bu ikisi dışında kimseyi de almadı.

Dıhyetu-1-Kelbî'ye Hayber ganimetlerinden vereceğini vadetmişti. Dıhye, Safiyye'yi kendisine vermesini isteyince, ona Safiyye'nin amcasının kızını verdi ve Safiyye'yi kendisine alıkoydu. Henüz yeni gelin olmuş fakat zifaf olmamıştı. Meğâzî kitaplarında belirtildiğine göre Safiyye birkaç gün önce ayın gök­ten kucağına düştüğünü rüyasında görmüş ve uyandıktan sonra rüyasını Kinâne' ye anlatmıştır. Bunun üzerine yüzüne bir tokat atarak, Muhammed'in karısı mı olmak istiyorsun? diye azarlamıştır.

Sonra Rasulullah onu çadırına götürmesi için Bilal'e emir verdi. O da öl­dürülenlerin arasından geçirerek götürdü. Rasulullah bunu görünce hoşlanmadı ve şöyle dedi: Henüz genç bir cariyeyi cenazelerin arasına mı götürdün? Sende rahmet kalmamış. Bilal özür diledi ve şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü! Onu sa­dece kavminin ölülerini görsün diye oradan geçirdim. Bunu tavsib etmediğinizi

bilmiyordum.

Yine Meğâzî kitaplarında zikredildiğine göre Rasulullah onu azad ettikten sonra kendisi ile evlenmiştir. Kendisi ile evlenmek için Ümmü Eymen'in onu hazırlamasını söyledi. Medine'ye varmadan önce konaklama yerinde onunla zifafa girdi. Rasulullah'm yanında itibarı büyüktü. Hatta rivayete göre zifafa girdikten sonra binmesi için kendisine deve getirildiğinde Rasulullah ayağını dizine koyarak binmesini söylediyse de kendisi Rasulullah'ın dizine sadece dizini koyarak bindi. Kendisi istemiş olsa bile ayağını Rasulullah'ın dizine basmayı hoş görmemiştir. Bu davranışı Rasulullah'm hoşuna gitti. Medine'ye vardıktan sonra Hz. Aişe kendisini görmek amacı ile bir yabancı gibi yanma vardı. Rasulullah'm ve onun aşiretinden bazı kadınların yanında oturduklarını gördü. RasuluIIah içeri giren kadınlar arasından Hz. Aişe'yi tanıdı. Tekrar odasına dönünceye kadar bu konuda ona bir şey söylemedi. Sonra RasuluIIah yanına vardı ve kendisine şöyle dedi: Safiyye'yi- nasıl gördün? Şu cevabı verdi: Yahudi kadınları arasında bir yahudi kızdan başka bir şey görmedim. Ancak onu sevdiğim duydum. Bunun üzerine Hz. Peygamber: Öyle deme ya Aişe. Kendisine İslâmı arzederken yüzünde bir nefret alameti bile görmedim, bu­yurdu. Yine rivayete göre Rasulullah'ın diğer hanımları onunla bir araya geldik­lerinde: Ey yahudinin kızı! diye kendisine hitabetmelerinden hoşlanmıyarak durumu Rasulullah'a şikayet etmiş, bunun üzerine RasuluIIah da şöyle buyur­muştur.

Bir daha sana böyle derlerse, sen de onlara: Hanginiz benim gibidir? Ba­bam nebi, amcam nebi ve kocam nebidir.

Kendisi Harun (a.s.) soyundandır. Kendilerine bu şekilde karşılık verince Hz. Aişe ona: Ey yahudinin kızı, bunu kendinden söylemiyorsun, demişti.

Ganimet olarak alındıktan sonra nafile olarak başkalarına bağışlanmasını caiz görenler, Rasulullahm Dıhye'ye Safiyye'nin amcasının kızım- bağışlama­sını delil olarak göstermektedir. Ancak bunun gerçek tevili îmam Muham-med'in söylediği gibi şu şekildedir: Ketibe kalesi Rasulullaha mülk olarak geçmişti. Onun için cariyeyi ona bağışladı.

Yine bu şekilde muamelenin caiz olduğunu kabul eden fakihler bazı yol­lardan rivayet edilen bu hadisle istidlal etmişlerdir. Rivayete göre yahudiler şöyle demişlerdir: Ya Muhammed! Malların sahibi biziz, Onları herkesten çok kendimiz biliyoruz. Bizi buradan çıkarma, ortak olmak üzere onları bize bırak. Bu şekildeki izah Ebû Hanife'nindir. Onu da Müzâra'a Bölümünde belirttik.[329]

 

Eman Lafızları

 

372- imam Muhammed şöyle der: Müslümanlar gayri müs-limlere sesli olarak eman verdiklerini hangi dille olursa olsun ilan etseler ve onlar da seslerini işitseler, hepsi eman altında olurlar.

Bu dilin Arapça, Farsça, Rumca ve Kıptice olması aynıdır.

Bununla ilgili Hz. Ömer'den gelen şöyle bir haber var: Irakta bulunan askerlerine şöyle yazdı: Bir kimseye; Korkma, ürkme, telaşlanma, dediği­niz zaman o adam eman altında olur. Çünkü Cenabı Hak dilleri ve kaste­dilen şeyleri bilir. Eman, öldürerek yahut yağmalayarak onlara zarar vermemektir. Bu da Allah'ın bir hakkıdır. Cenabı Hakkın ilminden zerre kadar bir şey kaybolmaz. O her gizliliği bilir.

Bu mukaddimeden de anlaşıldığı gibi muamelatla ilgili işlerde tek başına bir dilin kendisi sözkonusu olmayıp anlaşılan mana önemlidir. İmam Muham­med ve Ebû Yusuf ibadetlerde Arapça dil şartını koşmuşlardır. Çünkü tekbir ve namaz kıraatini Farsça okumayı bu ikisi caiz görmemektedir. Zira İslam, dinsel metnin hem lafzına, hem manasına bağlı kalmayı gerektirir. Bunu gözetmek gerekir.

Muammelatta ise bu şart değildir. Tasdik ve ikrar olan iman hangi dille olursa olsun sahih olunca, eman öncelikle sahih olur. Kurban keserken de oku­nan besmele, maksat hasıl olduktan sonra hangi dille olursa olsun sahihtir. Emanda İse bunların hepsinden daha çok genişlik vardır.

373- Düşmanın bilmediği bir dille müslümanlar eman altın­da olduklarını kendilerine duyursalar, yine emin olurlar.[330]

Kendilerine eman verildiğini tam manasiyle bilmeleri zordur. Çünkü bunu bilmeleri batini bir iştir. Hükmü ona bağlamak mümkün değildir.

Hüküm kendisine delalet eden açık sebebe taalluk eder. O da "eman" sözü­nü kendilerine duyurmaktır. Bu da fıkıhta büyük bir esastır. Bunun için duy-

mayı şart koştuk. Çünkü duyamayacakları kadar uzak bir mesafeden seslenecek olurlarsa, eman olmaz. Zira bunu duyup duymadıklarını anlamak müm­kündür. Yine aralarında bir tercüman bulunup da kendilerine müslümanlann bu sözlerinin manasını anlatabilir. Bununla eman gerçekleşmiyecek olursa, bu müslümanlann onlara hainlik etmeleri sözkonusu olur. Oysa hiyanetten sakınmak vaciptir.

Anlaşılıyor ki onlar anlamasalar bile müslümanlar kendilerine bilmedikleri bir dille seslendikleri için anlam olarak eman vermiş sayılırlar. Bundan dolayı sesi anlamamaları eman altında olduklarına dair hükmü iptal etmez.

374- Müslümanların seslerini işitmiyecek uzaklıkta iseler, eman hükmü sabit olmaz.

Çünkü müslümanlann seslerini kendileri anlıyacak durumda değildirler. Zira aradaki mesafe büyüktür.

375- Müslümanlar düşman bir kimseye: eman altındasın, korkma, sana zarar gelmez, dediklerinde o kimse tamamen e-man altına girmiş olur.

Çünkü bu nevi sözlerle ancak korku içinde olan kişinin korkusunu gider­mek için hitabedilir. Eman'ın gerçekleşmesiyle kendisinden korku gider. Her müslüman eman verme yetkisine sahip olduğundan bu sözlerden birini söyle­diğinde eman vermiş sayılır.

Mesela, kölesine, "azad ettim, sen hürsün" demesiyle kölenin hürriyetine kavuşması gibi.

376- Müellif,  aklî dengesi bozuk olanın verdiği emana de­ğinerek şöyle demektedir: Aklî dengesi bozuk olan kimse İsla-mı tavsif edip akledebiliyorsa, verdiği eman geçerlidir. Bu kişi iman konusunda akıllı sabi (çocuk) gibidir. Çocuğun emanı bö­lümünde belirttiğimiz ihtilaf bunda da sözkonusudur.

377- İslamı akledip anlamıyorsa, emanı geçerli değildir.

Çünkü O, akledemiyen çocuk hükmündedir. Ancak geçimini temin konu­sunda aklı yeterli olduğu halde baliğ olup İslamı anlamıyor ve akletmiyorsa bu kişi mürted hükmündedir ve mürteddin eman vermesi caiz değildir. Halbuki çocuk böyle değildir. Babasına yahut ikisinden birine tabi olarak İslamı akledip tavsif edemiyorsa bile müslümandır. Emanı anlayacak seviyede ise İmam Muhammed'e göre emanı geçerli olur.

378- Komutan, zimmîlerden birine, muhariplere eman ver­mesini emretse, yahut müslümanlardan biri zimmîye böyle bir şey emretse ve zımmî de yerine getirse, bu eman caizdir.

Çünkü komutan eman yetkisini bizzat kendisi elinde bulundurmaktadır. Emir verdikten sonra zimmi de bu yetkiye sahip olur. Zimmînin, inancı sebe­biyle düşman tarafa meyil duyacağı mülahazasiyle emanı sahih olmamakla be­raber müslümanın ona emretmesi halinde onun verdiği eman sahih olur. Müslü-manın ona emretmesi ve zimmînin de yerine getirmesiyle zimmînin müslüman­lar tarafına meyli açığa çıkmaktadır.

Ama çarpışmasını emrederse, durum değişir. Sadece bu emirle emanı muteber olmaz. Çünkü müslümanın zimmîye çarpışma emrini vermesiyle eman yetkisini de verdiği manası çıkmaz. Böyle bir şey olsa kafirin kendisi eman vermiş sayılır. Halbuki kafir bu konuda yetkili değildir.

Ancak müslüman kişi, ona eman vermeği emrederse bu emirde eman ver­me serbestisi manası da vardır. Çünkü bu eman müslümanın reyi ile çıkmıştır. Bunda töhmet de sözkonusu değildir.

Bu emir iki şekilde olmaktadır: Ya zimmînin doğrudan doğruya: "Size e-man verdim" yahut "Falan müslüman size eman verdi" demesiyle olur. Müs­lüman ona: "Şunlara eman ver" dediğinde zimmînin, "Size eman verdim, yahut falan size eman "verdi" demesi arasında fark yoktur. Onlar da eman altında olurlar. Çünkü bu emirle eman verme yetkisine sahip olur. Bu konuda herhangi bir müslüman hükmüne girer. Müslümanın onlara: "Size eman verdim yahut falanca size eman verdi" demesi müsavidir. Her iki şekilde de eman altında olurlar. Çünkü emanm yetkili kişi tarafından verildiğini belirtmektedir.

Müslüman kişi, zimmiye: "Falan size eman veriyor" demesni emretse ve zımmi de bu şekilde söylerse, onlar eman altında olurlar. Çünkü zımmiyi ken­dilerine elçi göndermiş gibidir. O da bu görevini yerine getirmiş olur. Bu da, kendilerine eman verdiğini bildiren bir mektup yazması ve zımmi ile gönder­mesi gibidir. Bu mektup kendilerine ulaşınca, eman altında olurlar.

Kendisi onlara: "Size eman verdim" derse, bu eman geçerli olmaz. Çünkü kendisine verilen emre muhalefet etmiş olur. Onun görevi mektubu kendilerine ulaştırmaktı. Bu da eman verme yetkisini içine almaz. Yine: "Size eman ver­dim" demesi mektubu ulaştırması demek değildir. Sadece kendi kendine ek ola­rak yaptığı bir akiddir. Akid yapmağa da yetkili olmadığından bu akdi geçersizdir.

379- İmanı Muhammed şöyle der: Düşmana esir düşenin verdiği eman, kendisinden başka müslümanları bağlamaz.

Çünkü verdiği eman sırf kendi adına olup diğer müslümanlara şamil de­ğildir. Nitekim esir kendi canından korkmaktadır. Halbuki eman verenin kendi canından emin olması lazımdır. Sonra dârulharpteki kafirler zaten esirden emindir. Çünkü esirin bütün imkanları elinden alınmıştır. Düşman yurdunda hemen hemen herzaman bir müslüman esir bulunduğundan onun vereceği eman başkasını bağlamaz. Aksi halde düşmanla savaş kapısı sürekli kapanmış olur. Çünkü korkuya her kapıldıklarında esiri zorlayarak ondan eman alabilirler. Bundan dolayı esirin verdiği eman diğer müslümanları bağlamaz.

Ancak kendisi için düşmanla yaptığı eman akdine iki tarafın da bağlı kal­ması gerekir. Mallarından bir şey çalmaması lazımdır. Çünkü kendisi için bir töhmet vaki değildir. Zira daha önce onların yurtlarında eman altında olarak kalmak için ahde vefayı kendine şart koşmuştur.

380- Düşmanın elinde gördüğü müslüman köle veya müslü­man cariyeyi kurtarmak niyetiyle de olsa, müslümanın eman ahdini bozması caiz değildir.

Çünkü bu esnada dârulharp kafirleri İslama girecek olsalar müslüman esir ve cariye yine salim kalırlar. Malları konusunda da durum aynıdır.

381- Ancak kafirlerin elinde hür bir müslüman veya zınımi veya sözleşmeli köle ya da ümmü'I-veled yahut bir müslünıana veya zımmiye borçlu olan kimselerden birini görürse bunları ellerinden kurtarmağa çalışabilir.

Çünkü bunlar ganimet olmazlar. Nitekim onun vasıtasıyla onlar müslü­man olsa kendisi onların olmaz. Zaten sayılan kişileri haksız  yere tutuyorlar.

Nitekim onlara eman verirken haksızlıklarını tekeffül etmiş değildir. Onun için hırsızlıkla veya gaspederek o kişileri çıkarıp kurtarma hakkma sahiptir. Ancak hakkında ahid vermek caiz olan şeylerde ahde riayet etmesi gerekir. Onları kafirlerden kurtardıktan sonra tekrar ellerine vermek üzere eman akdi yapması caiz değildir.

382- İslam ordusu karargahında eman verilen kimseleri, komutan düşmanla yaptığı anlaşmayı bozmak isterse, önce on­ları emin bir yere ulaştırması gerekir. Ancak bunlar, "esir alı­nan kadın ve çocuklarımızdan ayrılmak istemiyoruz" diyerek çıkmayı kabul etmezlerse, komutan kendilerine zarar verme­mek ve emin oldukları yere götürmek için düşmana saldırıyı geciktirir. Böylece kendilerini ihtar ederek özür kabul etmiye-ceğini de bildirir. "Şu saate kadar çıkıp gitmezseniz sizi zimmi sayar, haraca bağlarız ve emin olmayacağımız yere de salma­yız." diyerek ihtar eder. Bu müddet içinde çıkıp gitmezlerse kendileri zımmi olmayı kabul etmiş sayılırlar. Böylece uzun müddet İslam yurdunda kalırlarsa eman altında yaşıyan zım-miler gibi zimmet akdini zımnen kabullenmiş sayılırlar.

383- Komutan, düşman askerinin İslam ordusuna saldır­masından ve müslümanları gece Öldürmelerinden endişe edi­yorsa onları emin olacakları yere çıkmaya zorlayabilir ve bir süre tayin edebilir. Bu konuda müslümanları gözetmesi gere­kir. Her gece eman verdiği kişileri bir yere toplar ve başlarına nöbetçi diker.

Çünkü onların çıkmaya ve çocukları ile eşlerinden belirli bir süre içinde ayrılmaya zorlanmaları sonucu tehlikeleri daha da artmış olur. Onları gözettiği gibi müslümanları da gözetmesi lazımdır. Gözetme yolu da budur.

Belirtilen süre içinde çıkmayıp zımmi olmayı kabul ederlerse, hergün bir yere toplanır ve İslam yurduna çıkıncaya kadar başlarına her gece bekçiler dikilir.

Çünkü sürenin geçmesi ile zımmi de olsalar kendilerinden tamamen emin olmak doğru değildir. Aksine cizye vermekle mükellef tutulmaları onların tehlikesini daha da artırmıştır. Yine korkuları gece daha çok artmaktadır. Bu sebep­ten her gece başlarına nöbetçi diker. Sabah olunca nöbetçiler onları eş ve

çocukları ile başbaşa bırakır.

384- Yine İslam ordusu düşmanla yüz yüze geldiğinde bun­lar bir yere toplanır ve başlarına nöbetçiler dikilir.

Çünkü iki ordu karşılaştığında tehlike ihtimali daha da artar. Düşmanla savaşmak için müslümanların bunlar tarafından emin olmaları lazımdır. Bu da başlarına bekçiler dikmek suretiyle gerçekleşir.

Onları ücretsiz beklemek imkanı yoksa, yönetici ganimet malından ücret vererek başlarına bekçiler dikebilir.

Çünkü ücretle görevli tutmada ganimeti toplıyan mücahidlerin yaran vardır. Bu ödeme, ganimet mallarını yahut ganimeti toplayan erlerin menfaatini korumak için verilecek ücret gibidir.

Bu koruma da cihad kapsamındadır, halbuki cihad ücretle nasıl caiz olur? diye akla bir soru gelebilir. Hemen belirteyim ki, durum böyle değildir. Çünkü beklenen kimseler muharip değil, zımmidirler. Bunları beklemek de cihad sa­yılmaz. Bu bekleme müslümanlara yahut onların eşyasına saldırma endişe­sinden dolayıdır. Ganimetleri korumak için ücretle bekçi tutup bunları bek­lemek, ganimetleri almak ve müslümanları öldürmelerini önlemek için ücretle nöbetçi dikmek arasında fark yoktur.

385- Müslüman askerlerden biri, kaledeki veya siperdeki müşriklerden birine: "Gel" anlamında bir işaret yapsa veya kaledekilere, "Kapıyı açın" şeklinde işaret etse yahut göğe işaret yapsa ve müşrikler de bunu eman sanarak istenen bu şeyleri yerine getirseler, yapılan bu şeylerin müslümanlarla düşman taraf arasında eman ifade edip etmediği önceden bilinsin veya bilinmesin eman sayılır ve "Size eman verdim" hükmündedir.

Çünkü eman işinde çerçeveyi geniş tutmak esastır. Hıyanete benzer şey­lerden sakınmak da vaciptir. Aralarında daha önce biliniyorsa zaten mesele yoktur. Çünkü örfle sabit olan, nasla sabit olmuş gibidir. Böyle bir şey eman

sayılmıyacak olursa, hıyanet olur. Daha önce bilinmiyorsa onu örf mesabesine, hatta daha üstün seviyeye çıkaran halin delaleti mevcuttur. O da emirleri yerine getirmeleri ve istenilen şekilde davranmalarıdır. Bu da meseleyi açıklayan en açık delaletlerdendir. Nitekim, "çıkın ve bu kaleyi yıkın" emrine uyarak yerine getirseler bu da eman sayılır.

386- Sonra Hz. Ömer'in şu hadisini delil göstermektedir: "Müslümanlardan biri düşman askerlerinden birine "Buraya gel" derse ve "gelirsen öldürürüm" diyerek bildirse ve adam gelse eman altında olur.

"Gelirsen öldürürüm" sözünü anlamaz veya itişmezse hüküm böyle olur. Ama bunu anlar ve duyar da yine gelirse, fey olur. Çünkü vaziyetin ve örfün delaleti aksini iddia etse bile sözünün itibarını düşünür. "Erkeksen gel", "kavga istiyorsan gel", "gel de görürsün" gibi sözler söylediğinde bunun açıkça tehdit olduğu ve eman ifade etmediği açıktır. Ama mutlak olarak "gel" demesi, muva­fakat ifadesidir. Yine parmağı ile göğe işaret etmesi, "Seni Allah adına temin ederim" yahut "Allah'a yemin ederim ki sen emniyettesin" anlamında olup sana eman verdim, demektir.

387- Müslüman askerler düşman yurdunda savaşçı bir a-damı yahut kadını görür ve bu düşman savaşçı: ben eman al­mak için geldim, derse ve kendilerinin bundan daha önce ha­berleri yoksa, sözüne itibar edilmez ve fey sayılır.

Çünkü zahir durum onu yalanlamaktadır. Kendisine saldmlıncaya kadar o kişi gizlenmişti. Onun durumu da eman istiyene değil, saldırmak istiyen kişiye benzemektedir. Açıkçası tuzağa düşdükten sonra bir hile yolunu aramaktadır.

388- Müslüman askerlerin ulaşamıyacağı, fakat sesini du­yabildiği bir yerde ise ve müslümanlar da öldürmek istedikle­rinde sesini keserek müslümanlara teslim olursa fey' olur. Yö­netici dilerse, "Eman almak için geldim" sözünü dinlemeyip Öldürebilir.

Çünkü müslümanlar kendisini öldürmek istediklerinde onların eman verip vermiyeceğini seslenerek öğrenebilirdi. Sonra emin bir yerde de bulunuyordu.

Seslenerek eman istemeyi terkedince, elinde imkan olduğu halde böyle bir şey düşünmemiş demektir. Açıkçası müslümanlara karşı koymak istemiş, ancak imkan bulamayınca hile yoluna başvurmuştur.

389- Müslümanlar onu Öldürmek yahut esir etmek için ha­rekete geçmeden önce onlara gelse ve eman dilese, emin sayılır.

Çünkü onlara doğru gelmesi teslim olduğunun delilidir. Bu da eman dile­mek için seslenmek gibidir. Halbuki birinci durum böyle değildi. Müslüman­ların harekete geçmesinden sonra davranması onlara karşı koymak istediğini gösterir. Lakin müslümanların davranmasından önce gelişi teslim olma isteğini ifade eder. Onların tüccarları da eman istemeden müsliimanların yurduna girdiklerinde durum aynı olur.

390- Bir siperde bulunup da müslümanlar onun sesini duy-

mayacak durumda iseler ve tek başına hiçbir silah da taşı­madan çıkıp yanlarına gelse ve müslümanlara sesini duyuracak seviyede yaklaşınca eman isteğinde bulunsa, eman altında sayılır.

Çünkü kendi isteğiyle sığınağından çıkmış ve müslümanların duyacağı yere gelince eman talebinde bulunmuş ve silahını bırakmıştır. Bundan da anlaşılıyor ki eman istemek için gelmiştir. Eman verseler de vermeseler de o adam eman altındadır. Çünkü Şeriat onları eman altında saymıştır. Cenab-ı Hak buyuruyor:

"Müşriklerden biri sana sığınırsa, ona eman ver!"."[331]

"Eğer onlar barışa yanaşırsa, sen de yanaş..."[332]

391- Yine üzerinde silah taşısa bile savaşma pozisyonunda olmadığı sabitse, eman altında sayılır.

Çünkü silahı müslümanlara satmak yahut yerinde bırakırsa kaybolur endi­şesiyle silahı muhafaza etmek niyetiyle yanma almış olabilir.

392- Kılıcını çekmiş ve mızrağını hazırlamış olarak müslü­manların hakimiyet alanına girdikten sonra eman talebinde bulunsa, fey' sayılır.

Çünkü bu durumu onun savaşmak için geldiğini gösteriyor.

Netice olarak hakikatine vakıf olunması mümkün olmayan şeyde zahire göre hükmetmek caizdir. Hakikati bilinmiyen şeylerde kan dökmenin mübah-lığına götürse bile, galip kanaatla hükmetmek caizdir. Mesela bir kimse gece­leyin evine bir kimsenin girdiğini görüp hırsız veya hırsızlardan kaçan biri ol­duğunu kestiremediğinde şöyle düşünür: Hırsızlann alametlerini taşıyorsa veya yanında eşyalarım toparlıyan biri varsa kendilerine yaklaşmadan onları öldü­rürse, bir sorumluluğu olmaz. Üzerinde bu nevi alametler yoksa onu koruması gerekir. Vurmak için silah atması da caiz değildir.

Simaya bakıp hüküm vermenin caiz olduğunu şu ayeti kerime göster­mektedir.

"Suçlular simalarından tanınır."[333]

Duruma bakarak hüküm vermenin caiz olduğunu da bu ayet göstermek­tedir :

"Eğer savaşa çıkmak isteselerdi bir hazırlık yaparlardı."[334]

393- Asker geceleyin düşman yurduna indiğinde karşıdan bir müşrik gelerek müslümanların hakimiyet alanına girse ve ilk karşılaştığı silahlı kişilerden eman dilese, bu kişi emin olur.

Çünkü kendi iradesiyle çıkıp gelmiştir.. Ayrıca müslümanlara sesini du­yuracak yere geldiğinde onların etki alanı dışında sayılmaz. Zaten müslü­manlara sesini duyurmiyacak mesafeden bağırıp eman dilemek bir şey ifade etmez. Eman almak için bir şey şart koşması da bu durumda bir anlam ifade etmez

Meğâzî kitaplarında zikredildiğine göre Muhammed bin Mesleme, Beni Kureyza muhasarasında bir gece müslümanların başında bulunuyordu. Ansızın iki kişi kendisine doğru çıkıp geldi. Yanına varınca kendilerine sordu: Niçin geldiniz? Eman için geldik, deyince salıverdi ve ekledi: Allahım! İyi kişilerin hatalarını bağışlama faziletinden beni mahrum etme. Sonra onları bir daha gömıedi. Durumu Rasulullah'a bildirdiğinde kendisini kınamadı.

394- Askerin ardından, sağından veya solundan güçlükler çıkardığını gördükleri biri eman dilerse, kendisine eman veril­mez ve fey' sayılır. Başkan dilerse onu Öldürür.

Çünkü durumu casusluk için geldiğini yahut bazı müslümanlara gece bas­kın yapmayı tasarladığını göstermektedir. Daha önce de belirttiğimiz gibi böyle durumlarda galip zan ve galip kanaatle amel edilir.

395- Durumu anlaşılmayip eman için yahut başka bir şey için geldiği kestirilemezse başkan onu alıp İslam yurduna gön­derir ve onu zımmi olarak tutabilir.

Çünkü iki ihtimalin ortaya çıkması ve ihtimaller arasında tercih yapıla­maması halinde ihtiyat yolunu seçmek lazımdır. Öldürülmemesi ve fey yapıl­maması da ihtiyattandır. Çünkü eman istemek için geldiği muhtemeldir. Güven içinde olacağı yere göndermemesi yine ihtiyattandır. Zira askere saldırmak için geldiği muhtemeldir. İhtimal ile ne kanı akıtılabilir ne de bağışlanabilir.

Ömür boyu İslam diyarında tutulur. Müslüman olursa hür olur ve ona birşey düşmez, müslüman olmazsa haraca bağlanır.

İslam diyarına girmek isteyip de eman dilemek için seslerini ancak muslümanlann etki alanına girdikten sonra duyurabiliyorsa ve bu yere geldiklerinde eman isterlerse, emin olurlar.

Çünkü kendi iradeleriyle gelerek gerekli yollara başvurmuş sayılırlar.

396- Müslümanlardan emin ve etki alanı dışında oldukları halde gelip eman dilerlerse, müslümanlar onlara isterse eman verir, isterse vermez.

Çünkü düşmandan emniyet içinde olanlar yurdumuza geldiklerinde dârul-harpte yahut kalelerinde bulunuyorlardı.

397- Daha önce eman almış olduğu halde kalelerinde olan muhariplerin emanlarmı muslümanlann geri almaları caiz i-ken, kalelerinde yeni eman taleb edenlerin talebini müslüman­lar evleviyetle red edebilirler.

Ama emniyet içinde olmayıp daha önce eman almış olan­ların emanını emin olacakları yere ulaştırıncaya kadar bozmak caiz değildir.

Yine muslümanlann etki alanına girinceye kadar eman isteğiyle gelirlerse istekleri red edilmez. Ama devlet başkanının o bölge halkına daha önce eman vermiyeceğİni bildirmesi, onların da bunu bilmesi halinde eman istekleri kabul edilmez. Buna rağmen çıkıp eman istemeğe gelenler olursa fey' sayılırlar. Çün­kü durumu daha önce biliyordu. Nitekim Cenabı Hak şöyle buyuruyor: "Size bunu daha önce bildirmiştim"[335]

Netice olarak eman talebi için emniyet yerinden ayrılan (kale, siper, mevzi gibi yerleri terkeden) ler teamül olarak emin sayılırlar. Aksine bir sarahat bulunmadıkça teamül hüküm gibi kabul edilir. Ama aksini belirten bir sarahat varsa teamüle (adete) itibar edilmez. Önüne yemek sofrası konulan kimseye ev sahibinin : "yeme" demesi gibi. Teamüle göre sofra yemek için gelir. Ama ev sahibi yememeyi sarahatle ifade edince bu teamül geçersiz olur.

398- Müslümanlar İslam ülkesinde savaşçı düşman bîrini gördüğünde,   "eman  ile  girdim"   dese bile sözüne  itibar etmezler.

Çünkü İslam yurduna girmesi yasak olduğundan bu adam zorla yakalanan kimse hükmüne geçer. Eman iddiası ile de töhmet altına girmiş olur. Töhmet altında olan adam hüccet olamaz. Nitekim bir müslüman onu yakalayıp köle­leştirmek İsterse, onun "eman ile buraya girdim" sözüne itibar etmez.

399- Bir müslüman çıkıp kendisinin ona eman verdiğini söylese, sözü tasdik edilmez.

Çünkü yetkisi dışındaki bir şeyi bildirmiş olur. Zira köle edinme yahut harbe geri gönderme hakkı müslüman topluma intikal etmiştir. Müslüman top­lumla sabit olanı bir kişinin ifadesi iptal edemez.

400- Eman verdiğini söyleyen müslaman fert dışında iki müslüman daha buna şahitlik ederse, o adam eınan altında olur.

Çünkü delil ile sabit olan, görme ile sabit olmuş gibidir. Kendisinin eman verdiğini söyliyen kişinin bu meselede şahitliği geçerli değildir. Çünkü kendi yaptığı işi söylemektedir. Onun şahitliği, şahitlik değil, dava olur. Gayri müs-Kmlerin şahitliği de muteber değildir. Müslüman kitle ile sabit olan hak, bir kişinin söylemesi ile iptal olmaz.

401- Yîne: "Ben kralın halifeye gönderdiği elçisiyim" derse sözü tasdik edilmez.

Çünkü bu söz, eman altında olduğunu iddia etmesi demektir. Elçiler her iki taraftan da eman altındadır. Cahiliyette de, İslamda da teamül budur. Barış veya savaş meselesi ancak elçilerle anlaşılır. Görevini (haberleşmeyi) yerine getire­bilmesi için elçinin eman altında olması lazımdır. Bir toplumun elçisi Rasulul-lah'ın (s.a.v.) huzurunda söylememesi gereken sözleri söyleyince Rasulullah ona: "elçi olmasaydın seni öldürürdüm" buyurdu. Bundan da anlaşılıyor ki elçi eman altındadır. Onun için sırf iddia etmesiyle elçi olduğu tasdik edilmez.

402- Kralın yazdığına benzer bir mektubu çıkarır ve bunu kral yazdı, diyerek elçi olduğunu iddia ederse, galip zan ile emanı sabit olur.

Mektup uydurma olabilir. Ancak dârulharpte kendisinin elçi olduğuna şahitlik yapacak iki müslüman şahit bulamayacağından bu kadarla kendisinden iktifa edilir. Daha önceki şeylerde de durum böyledir.

Ebû Hanife'ye göre yanında bir mektup yahut bir delili yoksa ve müslü-manlardan biri onu dârulİslamda yakalarsa fey1 olur. Çünkü müslümanların kuvveti sayesinde onu yakalayabilmiştir. Dârulharpte müslüman askerler ara­sında bulunan kişiyi birinin yakalaması gibidir. Ancak bu durumda kendisinden beşte bir pay (hms) vermek gerekir. Bu konuda rivayet tektir.

Beşte birin vacip olduğuna dair Ebû Hânife'den iki rivayet vardır. îmam Muhammed'e göre bu adam, onu yakalayan müslüman için fey'dir. Çünkü islam diyarında bu adam mubahtır. Onu kim önce yakalarsa kendi mülkiyeti olur. Avı yakalayan ve otu toplayan kimse gibidir. Beşte birin vacip olduğuna dair İmam Muhammed'den de iki rivayet vardır.

Netice olarak İmam Ebû Hanife'ye göre bu adamın İslam yurduna girişi yasak olduğundan, girdikten sonra yakalanınca yenik düşmüş hükmünde olur ve yakalanmadan önce İslama girse bile fey1 sayılır. Daha önce yakalanan ve devlet başkanı tarafından henüz köleleştirilmeden müslüman olan esir gibidir.

İmam Muhammed'e göre ise, bir müslüman yakalamadıkça o adam İslam diyarında yakalanmış gibi olmaz. Müslüman olursa hür olur. Çünkü ele geçirmek esasında yurtla değil, elle olur. Bunun için yakalanmadan önce tekrar eski yurduna dönerse hür olur. Biri ele geçirirse sadece kendisi ele geçirdiği İçin onun mülkü olur.

"Yakalamadan önce kendisine eman verdim" derse İmam Muhammed'e göre emin olur. Çünkü zahirde onun kölesidir. Hür olduğunu da itiraf etmiştir. İtirafından dolayı da töhmet altına girmez.

Ebû Hanife'nin kıyasına göre bu sözünde tasdik edilmiş olmaması lazım­dır. Çünkü müslüman cemaatin hakkı onda sabit olmuştur. Haklarını iptal etme­de zaten tasdik edilmiş değildir. İslam yurdunda müslüman olduktan sonra yakalanmadan dârulharbe dönerse hür olur ve ona bir şey de gerekmez.

İmam Muhammed'e göre bu meselede bir kapalılık yoktur. Çünkü yurduna dönse de dönmese de hürdür. Ebû Hanife'ye göre bu adam devlet başkanı tara­fından köleleştirilmedikçe yakalanmış olsa bile köle olmaz. Dârul harbe döner­se köleliği kalkar. İslama girmesi halinde kesin olarak hürdür. Bundan sonra köle yapılmaz. Müslüman olduktan sonra tekrar dârulharbe dönen ve tekrar yakalanan köle gibi. Orada hür olduğu gibi burda da hürdür.

403- İslam ordusu düşmana ait şehirlerden birine uğradık­tan sonra başka bir tarafa geçeceği zaman şehir halkı onlara: "Sizden kimseyi öldürmemek şartı ile bu yoldan değil de başka yoldan gidebilirsiniz" diye teklif ederse ve müslümanların da şehrin sahibi düşmana gücü yetmiyorsa, her ne kadar daha uzak ve zor ise de onların yararına olursa bu teklifi kabul edebilirler.

Çünkü düşmanın orduyu takibederek arkadan birer ikişer müslümanları öldürmesinden emin değildir. Halbuki bu anlaşma onları bu tehlikeden kurtar­maktadır. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) Hudeybiye'de bundan daha ağır şartlan kabul etmiştir. Mekkeliler müslüman olup Medine'ye gelen herkesi kendilerine iade etmesini şart koştular. Bu şart yürürlükten kalkıncaya kadar Rasulullah (s.a.v.) ona bağlı kaldı. Zira Mekkelilerle Hayber ehli arasındaki anlaşmaya göre taraflardan kim saldırıya uğrarsa diğeri onu koruyacaktı. Bu da müslü­manları ilgilendirirdi. Böylece Rasulullah (s.a.v.) Hayber'e yürüdüğü zaman Mekkelilerden emin olmak için kendileriyle anlaşma yaptı. Bundan da anlıyo­ruz ki müslümanlara yararlı olduğu sürece bu nevi şartı kabul etmede bir sakınca yoktur.

404- Bu şartı kabul ettikten sonra aynı yoldan geçmeğe tekrar karar verirlerse bu ahdi bozar ve durumu onlara bil­dirirler.

Çünkü bu, eman ve saldırmazlık ahdi mesabesindedir. Buna riayet etmek ve kendileri bozuncaya kadar bozmamak gerekir.

405- Müslümanlar: "Bu yoldan geçmemiz kendilerine zarar vermez" diye ısrar ederse, kendilerine şöyle denebilir: "Bu yol üzerinde herhalde onların ekinleri, hurmalıkları ve meraları olabilir. Bunlar kendilerine lazım olur. Onları kullanmanızı ve hayvanlarınızı otlatmanızı da istemiyorlar. Yahut hayvanları vardır. Onların olduğu yerden geçmenizi istemiyorlar.

"Hayır, bu en kolay yoldur. Geçerken hiç dokunmayaca­ğız" derlerse, kendilerine şöyle denilir: Hiçbir şey olmazsa bile mümkün değildir. Çünkü adamlar herhalde kalelerini ve hay­vanlarını görmenizi, yolunu bellemenizi istemiyorlar. Sonra başka sefer gelirsiniz ve zarar verirsiniz. Yahut burada onların açık bir tarafım görür ve gelir saldırırsınız. Onun için yapaca­ğınız bir tek şey var; O da Cenabı Hakkın şu kavline göre ya sözünüzü tutarsınız yahut ahdi bozduğunuzu bildirisiniz. O, şöyle buyuruyor: "Sen de onlara karşı anlaşmayı bozarak aynı şekilde davran"[336]

406- Şehir halkı "nehrimizin suyundan içmemek üzere bize söz vezin, der ve biz de kabul edersek, nehirden içmemizin ken­dilerine zararı olsun veya olmasın sözümüzü tutmamız lazım­dır. Ama kendilerine zarar dokunmıyacağını kesin olarak bili­yorsak, onların haberi olmadan da içmemizin ve hayvanlara su vermemizin bir sakıncası yoktur.

Çünkü şartın faydası varsa gözetilmesi gerekir. Fayda getirmiyen yahut zararı önlemeyen şartı koşmak İnadçılıktır. Bu işin kendilerine zarar vermiye-ceğini bildiğimiz anda bu şart yararsız ve geçersiz olur. Eğer kendilerine zarar veriyorsa bu şarta riayet etmek lazımdır. Fayda veya zarar belli değilse, zahire ,göre hükmedilir. O da bir menfaat sağlamadan yahut bir zararı önlemeden böyle şartı koş m ıyac aklarıdır. Çünkü aklı olan faydasız boş şeylerle uğraşmaz. Aksi sabit olmadıkça zahire göre hüküm vermek vaciptir.

407- Müslümanlar kendileri ve hayvanları o suya muhtaç iseler ahidlerini bozar ve kendilerine sudan faydalandıklarını bildirirler. Sonra sudan faydalanırlar. Mera için de durum aynıdır.

Çünkü kendi mülkiyetleri değildir. Rasulullah (s.a.v.) halkın su ve otlakta ortak olduklarını belirtmiştir. Böyle bir şartın kendilerine yararı olmadığını anlayınca bu ortaklık haklarını kullanırlar.

408- Ama ekine, bağlara ve meyvelere zarar vermemek üzere söz almışlarsa, kendilerine zararı olsun veya olmasın bunlardan bir şey almak yahut zarar vermek caiz değildir.

Çünkü bu onların mülkiyetidir. İnsanın tasarruf hakkı menfaat veya zarar açısından değil, malik olma hükmü ile geçerlidir. Ama müslümanlar bunlardan faydalanmak mecburiyetinde kalırsa, ahdi bozduklarını kendilerine bildirir ve kendileri ile hayvanları ondan faydalanır. Çünkü bu şartla mülklerindeki mü-bahlık sıfatı yok olmaz. Ancak ahdi bozmak (hıyanet) den sakınmak vaciptir. Bu da kendilerine bildirdikten sonra kendiliğinden yerine''gelir.

409- Ekin ve meralarını yakmamak üzere bizden söz almış iseler, yakmak dışında müslümanlar hayvanlarıyla beraber bu şeylerden faydalanabilirler.

Çünkü ahde bağlılık şart koştuğumuz kadariyle bizi bağlar. O da yakmak­tır. Ondan yemenin, yakma ile ilişkisi yoktur. Ayrıca insanın kendi mülkünden yemesi helal olduğu halde yakması caiz değildir.

Yine Şam alimleri düşmanın mallarını yakmayı mekruh gördükleri halde onlardan yemeyi mekruh saymamaktadır. Şehir halkı yakmanın zararını bildik­leri için bu şartı koşmuş olabilirler. Aslolan, şartnamede açıkça sabit olan şey­lere her yönden benzer ve aynı manada olmıyan şeylerin dahil olmamasıdır.

410- Köylerini yıkmamak üzere bizden söz alsalar bile ora­larda bulunan yiyecek, ot ve bina dışındaki şeylerden fayda­lanmada bir sakınca yoktur.

Çünkü yıkmak binalarda olur. Yiyecek ve benzeri şeyleri almak ise saklı şeylerde olur. Zaten yıkmadaki bozgunculuğu bildikleri için bu şartı koşmuş olabilirler. Yiyecek ve benzeri şeylerden faydalanmak caiz ise de kereste ve benzeri şeyleri almak caiz değildir. Ancak bina dışındaki keresteleri almak ve onunla ateş yakmakta bir sakınca yoktur. Çünkü bu yıkmak değil, faydalan­maktır. Bu şarta göre yıkarak veya yakarak evlerine zarar vermek yahut tahrip etmek helal olmaz. Çünkü bu tahripten de ötedir. Şartın hükmü bunda ön­celikle sabit olur.

Kilitli bir kapı bulup da açamazsak ahitlerini bozduğumuzu kendilerine bildirmeden önce onu kırmamız doğru olmaz. Ama açabilirsek bir sakıncası yoktur. Çünkü kapıyı açmak yıkmak demek değildir. Kilidini kırmadan aç­mamız mümkün değilse kırmak caiz değildir. Çünkü bu tahriptir. Şartın met­ninde kabul ettiğimiz şeylerin azı da, çoğu da aynıdır.

411- Ekinlerinden ve hayvanlarının yeminden faydalanma­mamızı şart koşmuşlarsa, bunlardan herhangi bir şey yak­mamız caiz değildir.

Çünkü yakmak, şart koştukları yememekten de öte bir zarardır. Evle-viyetle hükmün kapsamına girmektedir. Mesela anne babaya "üf' demek yasak ise, sövmek evleviyetle yasak olur. Bunda durum yakmamayi şart koşma­larının aksinedir. Çünkü yemek zarar bakımından yakmaktan daha hafiftir. Yakmak malın kendisini telef etmektir. Yemek ise kendisinden faydalanmaktır. Yememeyi şart koşmalarından maksat malın kendilerine kalmasıdır. Bu mal yeme ile yok olacağı gibi yakmakla da yok olur. Ama yakılmamasını şart koşmaları, mallarının bozulmaması demektir. Yemede ise bozmak yoktur. -

412- Ekinlerini yakmamayı şart koşmuşlarsa, yakmamız da caiz değildir.

Çünkü bu her yönden şartın metnine dahil olmuş gibidir. Çünkü her ikisi de ifsad etmektir.

413- Yine suya batırarak telef etmemeyi şart koşmuşlarsa, su ile telef etmek de caiz değildir.

414- Aynı şekilde gemilerini yakmamayı ve batırmamayı şart koşmuşlarsa, onları alıp götürmemiz de caiz değildir.

Çünkü bu şarttan maksat kendilerinden faydalanmaları için bizzat gemi­lerinin salim kalmasıdır. Onları alıp götürdüğümüz zaman yararlanma imkanları kalmaz.

Nitekim evlerini yakmamayı ve yıkmamayı şart koştuklarında evle­rini yıkıp kerestesini ve kapılarını alıp götürmek de caiz değildir.

Bundan maksatları adı geçen şeylerini telef etmemektir. Ancak hepsini şartın metnine dahil edememişlerdir. Telef etmenin açık sebeplerinden sadece yakma ve yıkmayı zikretmişlerdir.

415- Kendilerinden esir aldığımız kimseleri Öldürmemeyi şart koşmuşlarsa, yakaladığımız esirleri Öldürmeyip fey' say­mada bir sakınca yoktur.

Çünkü esir etmek, şart koştukları şekilde öldürmek demek değildir. Öl­dürmek bünyeyi yok etmektir. Nitekim düşmanın kadın ve çocuklarını esir almak caiz olduğu halde öldürmek caiz değildir.

416- Kendilerinden kimseyi esir etmemeyi şart koşmuş­larsa, esir almak yahut öldürmek bizim için caiz değildir.

Çünkü öldürmek esir almaktan daha kötüdür. Koştukları bu şart hem esir almak hem de öldürmek için geçerlidir.

Ancak kendileri de müslümanlardan kimseyi esir etmemek ve öldür­memek üzere verdikleri söze riayet etmiyerek hainlik ederlerse anlaşmayı bozmuş sayılırlar. Artık önceden olduğu gibi kendilerinden esir almamız yahut esirlerini öldürmemiz caiz olur.

Nitekim Mekkeliler Rasulullah'la anlaşmalı olan Huzaa oğulları aley­hine Bekr oğullarına yardım edince Rasulullah (S.A.V.) anlaşmayı bozdu­ğunu kendilerine duyurmadan üzerlerine yürümüş ve aniden bastırmak için işi gizli tutmuştur. Eğer içlerinden bir kişi bu fiili işlerse bu onların hepsinin ahdi bozdukları anlamına gelmez.

Çünkü bir kişinin bunu işlemesi aralarında yaygınlık kazanması demek değildir. Sonra, toplum adına bir kişinin anlaşmayı bozma yetkisi de yoktur. Nitekim bir müslümanın dinen haram olan bir şeyi işlemesi imanını bozması demek değildir. Yine bir zımmi bu şekilde davranırsa eman ahdini bozmuş demek değildir.

Şayet onlardan bir cemaat yahut başkanları veya bir ferd savaşmak amacıyla bunu işler de kendileri de bunu bildikleri halde değiştirmezse, o zaman bu davranış anlaşmayı bozmak sayılır.

Çünkü başkanın işlediği aralarında hemen yayılır. Aralarında biri işleyip de kendileri karşı çıkmazsa sanki kendileri ona emretmiş gibi olurlar. Nitekim, beyinsiz birinin yaptıklarına karşı çıkılmadığı zaman emredilmiş gibi sayılır. Bu işin aleni olarak işlenmesi iki taraf arasındaki anlaşmanın bozulması gibidir.

417- Her iki taraf esirleri öldürmemek üzere anlaştıkla­rında bizden esir aldıklarını öldürmedikleri takdirde bizim de onlardan esir aldığımız esirleri öldürmemiz caiz değildir.

Çünkü bu davranış onların anlaşmayı bozması demek değildir. Çünkü on­lar esir etmeme şartını değil, esirleri öldürmeme şartını kabullenmişlerdir. Şarta bağlı kaldıkları sürece aynı muamele ile biz de kendilerine karşı anlaşmaya bağlı kalırız.

418- Düşman taraftan biri eman ile islam yurduna girdik­ten sonra kasten veya yanlışlıkla bir müslümanı Öldürse veya yolkesenlik yapsa veya müslümanlar hakkında bilgi toplayıp düşmana vererek casusluk yapsa veya müslüman yahut zımmi bir kadınla zorla zina etse veya hırsızlık yapsa, bunlardan hiç­biri ile iki taraf arasındaki ahdi bozmuş sayılmaz.

Ancak İmam Malik, bu yaptıkları ile ahdi bozmuş sayılır görüşündedir. Çünkü eman ile ülkemize girince bu şeylerden birini yapmamayı peşinen ka­bullenmiş demektir. Bunlardan birini işlerse ahdini bozan bir iş yapmış sayılır. Bununla ahdini bozmuş olmazsa bile müslümanlara hakaret etmiş olur.

Görüşümüze göre müslüman, bu fiillerden birini işlediği zaman nasıl ki li­man ahdi bozulmuyorsa, muharip de işlediği zaman eman ahdini bozmuş olmaz.

419- Bu konuda delil, Hâtıb b. Ebi Belte'a hadisidir:  "Mu-hammed üzerinize yürüyor, tedbirinizi alın" diye Mekkelilere: mektup yazdı. Bunun hikayesi uzundur. Cenabı Hakkın şu ayeti onun hakkında nazil oldu: "Ey inananlar! Benim de düş­manım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin"[337] Ce­nabı Hak yine de onu mümin olarak vasıflandırmıştır.

Yine Ebû Lübâbe b. Abdilmunzir'e Beni Kureyza: Rasu-lullah'm hükmüne uyarsak bize nasıl davranır? diye danıştık­larında elini boğazına götürerek kafalarını vuracağını haber vermiştir. Cenabı Hak bu ayeti onun hakkında indirmiştir:

"Ey inananlar! AUaha ve Peygambere karşı hainlik et­meyin"[338]

Bunları işlemekle mümin imandan çıkmadığı gibi eman altında olan kimsenin işlemesiyle de eman ahdini bozmuş sayıl­maz. Ancak kasten bir mümin öldürürse kısas olarak o da öl­dürülür. Çünkü muamelat işlerinde kulların haklarına riayet edeceğini kabullenmiş demektir.

420- Bir müslümana iftira etse kendisine iftira cezası uygu­lanır.

Çünkü bunda da kulların hakkını çiğnemiş olur. Bu ceza kulların haysi­yetini korumak için konulmuştur. Onun için ceza uygulanacağı zaman iftiraya uğrayanın ifadesine başvurulur. Zarar gönen kişinin görüşü alındıktan sonra yerine getirilir. Ancak zina ve hırsızlık gibi cezayı gerektiren suçlardan birini işlediğinde Ebû Yusuf a muhalif olarak Ebu Hanife ve Muhammed'e göre had cezası uygulanmaz.

421- İmam Muhammed görüşünün sıhhatini şöyle delillen-dirir: Zımmîlere bu cezaların uygulanıp uygulanmıyacağı ko­nusunda Müslümanlar ihtilaf etmişlerdir. Medine alimlerine göre kendilerine uygulanmaz. Ancak bu cezaların kendilerine uygulanmak için davaları hakimlerine havale edilir. Bu görüş Hz. Ali'den rivayet edilmiştir. Zımmiler konusundaki bu ihti­lafları aynı zamanda eman altında olan birine bu cezaların tatbik edilmemesi üzerinde ittifak sayılır. Ancak bunda nass varid olduğundan biz bu görüşü almıyoruz. Çünkü Rasulullah (s.a.v.) yahudinin recmedilmesini emretmiştir. Ancak zımmi bakında varid olan nass, eman altındaki kişiye aynı hükmün uygulanmasını vacip kılmaz.

Çünkü zımmi muamelat işlerinde İslam ahkamına riayetle mükelleftir. Zi­ra ülkenin vatandaşıdır. İçki içme cezası dışında bütün cezalar kendisine tatbik edilir. Çünkü içkinin haram olduğuna kendisi inanmıyor. Haram olduğuna İnanmadan ceza sebebi meydana gelmez. Ama eman altındaki kişi vatandaş değildir. Hükümlerimizi de kabullenmiş değildir. Sadece ihtiyacını gidermek için yurdumuza gelmiş, sonra yurduna dönecektir. Kendi yurduna dönüşten alıkonulmaz.

422- Eman altındaki kişiyi bir müslüman veya zımmi öl­dürse, kısas gerekmez.

Bunun için sırf Allah'ın hakkı olan cezalar kendisine uygulanmaz.

Ancak yine bir zimmî, eman altındaki kişilerin malından aldığı şeyleri iade etmekle emrolunur. Tükettiği şeyler için tazminat öder. İliştiği kadına mehir öder.

Çünkü mülkiyetinde olmıyan bir kadına ilişmeğe ya ceza yahut mehirden biri mutlaka terettüb eder. Ceza vacip değilse, mehir vaciptir. Çünkü bu, kadının hakkıdır.

Yaptığına karşı ceza olarak dayak atılır ve devlet başkanının uygun göreceği kadar hapsedilir.

Tazir edilir. Çünkü tazirde temizleme ve tazim manası vardır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor : "Ona yardım etmeni, Ona saygı göstermeniz için"[339] Kafir ise buna ehil değildir. Bunun için "Edebe aykırı davrandığı için dayak atılır" dedi.[340]

 

Düşmandan Eman Verilen Kişinin Tasdik Edildiği Ve Edilmediği Yerlerr

 

423- Müslüman ordusu bir sığmağa yahut kaleye uğrar ve yanında dururken orada bulunan savaşçılar: Malımız ve aile efradımız için bize eman verirseniz size kapıları açarız, derse ve kendileri de eman verdikten sonra kapıları açarsa, her ne kadar kendilerini belirtmemiş de olsalar, eman altında olurlar.

Çünkü "bize" anlamındaki zamir, konuşan kimsenin konuşacağı şeyleri kendi nefsine ilave etmekten kinayedir. "Ala" sözü de şart içindir. Nitekim Cenab-i Hak şöyle buyuruyor: "Allaha ortak koşmamak şartiyle sana biat etmek üzere geldikleri zaman..."[341]yine buyuruyor : "Bana Allah'a karşı ancak gerçeği söylemek gerekir"[342]Yani bu şartla. Böylece anlıyoruz ki bize eman verin, derken kendilerini de dahil etmişlerdir. Müslümanlar da eman verdikten sonra onlar emin olurlar.

424- Sığınakta bulunanlar eman aldıktan sonra dışarı çıkar ve müslümanlara : İşte bunlar bizim yiyeceklerimiz, bunlar da ailemiz ve akrabalarımızdır, derse adaletli iki müslüman şahi­din ifadesiyle beraber delil bulunmadıkça tasdik edilmezler.

Çünkü mahzende bulunan bütün şeylerde sebebin zuhura ile haklan da sabit olmuştur. Onlar, müslümanların hakkı sabit olduktan sonra hak iddia e-diyorlar. Delil olmadan sözleri tasdik edilmez. Adil müslümanların şahitliği dı­şında müslümanlan bir hüccet bağlamaz. Mesela alış verişte taraflardan birisi şart muhayyerliği[343] olduğunu iddia etse, bu iddiası ancak delil ile geçerli olur.

425- İmam Muhammed der ki; Bu konuda kıyasla amel etmek mümkün değildir. Çünkü kapıları açmadan Önce mah­zende mal ve yakınları için şahit gösterecek adalet sahibi iki müslüman şahit bulamazlar. Erkeklerin muttali olamadığı şey­lerde şahitlerden erkeklik şartı düştüğü gibi burada da zaruret sebebiyle şahitlik ile ilgili normal hükümler geçerli olmaz ve istihsanla amel etmek gerekir. Onun için diyoruz ki, ganimet alınanlar onların iddiasını tasdik ederse, sözleri sabit olur ve hepsi eman altında sayılırlar. Çünkü mahzende hepsi bir arada idiler.

Bir şey üzerinde birbirlerini tasdik ederlerse, ona itibar etmemiz lazımdır.

Çünkü aralarında bulunan şeyin hakikatine nüfuz etmek elimizde olma­dığından kendi tasdiklerinin zahirine bakılarak hüküm verilir. Söylediklerini yalanlarlarsa, fey1 olurlar.

Çünkü yalanlama halinde eman için gerekli sebeb sabit olmaz. Eman al­tında olanların mahzenden çıkanları kendi ehlinden sayan iddiaları ancak delil ile sabit olur. Bu konuda mücerred haber vermeleri delil olmaz. Çünkü birin­cinin hilafına yalanlama ile kendilerine karşı çıktılar. Burada sebep birbirlerini tasdik etmeleriyle sabit olmuştur. Biz de buna göre eman verdik ve onlar eman altında oldular.

426- Bunlar kendilerini yalanladığı zaman başka kimselerin yakınları olduklarını iddia etseler, sözleri tasdik edilmez.

Çünkü sözleri çelişmektedir. Sözü çelişkili olana itibar edilmez.

Yine biz sözlerini tasdik ederken istihsan kabilinden kabul ediyoruz. Bu da böyle batıl birşeyde birbirini tasdik etmeğe cesaret edemiyeceği kanaatinin hasıl olmasıdır. Bu ise iddia anında kaybolmaktadır. Onun için mahzendekilerin hepsi fey' olur. Ancak eman altında olanlar ve başlangıçta yakınları olduklarına dair kendilerini tasdik edenler müstesnadır.

427- Onlardan bir kişi, mahzenden çıkanların bir kısmı benim ehlimdir, başka bir kişi de, benim ehlimdir, diye iddia etseler ve çıkanlar da bunlardan birini tasdik etse onun ehlin­den sayılır ve eman altında olur. İkisini de tasdik etmezse fey1 olurlar.

Çünkü eman için gerekli sebep iki taraf arasında sabit olmamıştır.

428- Ehli demek; büyük küçük, kadın erkek, oğlu ve eşi gibi şahıslardır.

Kıyasta ise ehli sadece eşidir. Çünkü örfe göre evli olan kimseye müte-ehhil denir. Evli olmıyana da müteehhil olmıyan denir. Bir cemaat bu görüşte ise de İmam Muhammed şöyle demektedir :

Ehil sözü, erkeğin evinde barındırdığı ve geçimini sağladığı herkese şamildir.

Nitekim Hz. Nuh kıssasında çocuğun ehilden olduğu belirtilmektedir. "Şüphesiz oğlum ehlimdendir."[344] Hz. Lut kıssasında da Cenabı Hak eşi ehil-den istisna etmiştir: " Eşi hariç onu ve ehlini kurtardık"[345] Nuh kıssasında yine şöyle denilmektedir: "Her cinsten birer çifti ve aleyhinde hüküm verilmiş olanın (yani eşinin) dışında kalan çoluk çocuğunu ve inananları gemiye bindir, dedik"[346] Böylece anlıyoruz ki ehil sözü kadın eş dışındaki aile fertlerini kapsı­yor. Bir kaç kişiye baktığı zaman: falancanın ehli çoktur, denilir. Bu durum, örfe göre ehil ve eş sözü eşit şekilde kullanıldığından ileri gelmektedir-

429- Kendisinden ayrılmış büyük oğlu ehlinden sayılmaz. Yine evli olup da kocasının evinde olan kızları da ehlin dışın­dadır.

Çünkü nafakası ona ait değildir. Ehil ise akrabası olsun veya olmasın evin­de barındırdığı ve geçimini sağladığı kimselerdir.

430- Bu konuda birbirlerini tasdik ederlerse emin olurlar. Taraflardan biri iddia eder, karşı taraf onu yalanlarsa, iddia eden taraf fey1 sayılır. Yalanlıyan taraf "ben yanildım" der ve sözünden dönerse, artık tasdik edilmez.

Çünkü sözünde çelişki bulunmakta ve yalanlamasiyle müslümanların hak­kı daha önce sabit olmuş bulunmaktadır. Sözünden dönerek diğer tarafı tasdik etmesiyle bu hak batıl olmaz.

431- Ailelerimiz için bize eman verin derlerse ve mesele aynı ise, onlardan her şahsın ailesi, ülkelerinde baba tarafından kendilerine nisbet edilen akrabalarıdır. Nitekim ülkemizde müminlerin emirinin ehli, Abbas oğulları, Hz. Ali soyundan ve Talha ile Zübeyr soyundan gelenlerdir.

Evden maksat, oturulan ev değildir. Ondan maksat soydur, aile nesebidir. İnsan babasının kavmine mensubdur.

Böylece anlıyoruz ki ehli, nesebini teşkil eden aile zinciridir. Kendisi ile tanındıkları babalarının ehli olmaktadırlar.

432- Eman altında olan kimsenin annesi, eşi, anne bir kar­deşleri, teyzeleri ve dayıları, evinde olsalar bile ehlinden sayıl­mazlar.

Çünkü kendisinin mensub olduğu kimseye değil, başka birine mensup­turlar. Nitekim halifelerin cariyelerden olan çocukları hilafet evine mensup olup halife olabilirler.

433- Yine âl'imiz için eman verin diyebilir. Ehli va âli, sözleri örfe göre aynıdır, cinsim için eman verin derse, yine durum aynıdır.

Çünkü insan anasının kavmi cinsinden değil, babasının kavmi cinsin-dendir. Nitekim Rasulullah (S.A.V.)'in oğlu İbrahim, annesi kıptî olmasına rağmen kendisi Kureyş'tendir. Yine İsmail annesi Hacer'in kavmi cinsinden değil, babası Hz. İbrahim'in kavmindendir.

434-  Akrabalarım, yakınlarım veya nesebime bağlı olanlar için eman verin diye taleb ederse;

Ebû Hanife'nin kıyasına göre bu bütün yakınları için geçerlidir. Bu ko­nuyu "ez-Ziyâdât" kitabında "vasiyetler" bölümünde açıklamıştık. Ancak bu konu ile vasiyyet konusu arasında iki açıdan fark vardır :

a- Ebû Hanife'ye göre vasiyyet en yakın akrabadan başlar ve geriye doğru gider. Burda ise yakını da uzağı da bütün akrabalar eman altına girer. Ara­larında fark yoktur. Çünkü bu sıla yolu ile gerekli olan bir şeydir. Sılada ise insan- yakın ile uzak arasında tercih yapar, yakından uzağa doğru tasnif eder. Ama can kurtarma durumunda insan yakın veya uzak akraba aynmı yapmaz.

Birinci durumda (yani vasiyette) uzağı ve yakını eşit tutmak yakına zarar getirir. Hakkını azaltır. Uzak olanı ortak yapılırsa, yakına zarar gelmez. Çünkü uzak olana eman verilse de, verilmese de kendisi eman atına girer.

b- Yakına yapılan vasiyette oğlu veya babası dahil olmaz. Herhangi bir sebepten dolayı ona varis olmasalar bile durum değişmez. Emanda ise istihsan yolu ile oğlu da babası da dahildir. İkisinde de kıyas aynıdır. Çünkü akrabalık sözü herhangi bir vasıta ile başkasına akraba olan kimseyi de içine almaktadır. Ama vasıtasız olarak başkasına yakın olan akrabalıkla mensub olandan daha yakındır. Cenabı Hakkın şu ayette akrabaları ebeveyne atfetmesi de bunu desteklemektedir.

"Ana babaya, yakınlara uygun bir tarzda vasiyet etmesi"[347], Ancak is­tihsan yolu ile şöyle demektedir :

435- Akrabaları için eman taleb etmesi onlara acıdığından onları kurtarmak içindir. Babasına ve oğluna olan şefkati diğer akrabalara şefkatinden daha büyüktür. Bu açık olduğundan onları da emana dahil ettik. Dahil etmeseydik kişinin babasına akrabamdır, demesi hakaret olurdu. Eman işlerinde de onu dı­şarıda bırakmak yahut başkasına eman isteyip onu kurtar­mamak insafsızlıktır. Burada onları da dahil edersek ilgisizlik ve ebeveyne itaatsizlik sözkonusu olmayıp iyiliğe daha yakın olur. Bunun için emana dahil edilmişlerdir.

436- Yiyecekleri için eman verildikten sonra daha kaliteli yiyecekler olduğunu iddia etseler mahzen sahiplerinin hangi­sinin elinden alınmışsa ondan sorulur. İddia ettikleri gibi çıkar­sa talebleri yerine getirilir. Aksi halde fey1 sayılır.

Çünkü anlıyoruz ki mal adamın elinde olduğu sürece onun sayılır. Nitekim kendi şahsı hakkında da sözü geçerlidir. Belirttiğimiz gibi bu iş esasında iddia eden kişiyi tasdik etme meselesine racidir. Yiyeceklerde de durum aynıdır. Daha önce elinde olan kimsenin tasdikine bağlı olur. Şu anda elinden çıkmıştır, denemez. Çünkü elinden çıkmasının sebebi ganimet olarak almmasıdu; Eman ile sabit olan, bu sıfata dahil olan mesabesinde olmaz. Yine bu mana nefislerde mevcuddur. Hükmen ganimet yolu ile alınmış gibi olmuştur. Bununla beraber onları bu konuda tasdik etmek esas ilkeye itibar edilmesi sebebiyledir.

437- Bu yalanlamadan sonra başka bir yiyecek iddiasında bulunsalar, tasdik edilmezler.

Çünkü ilk iddialarından anlaşılmıştır ki mahzende olduğunu iddia ettikleri yiyeceklerden başka şeyleri olmamıştır. Kitapta tercih ettiğimiz mefhum yolu ile de bu iş sabit olmuştur. Sonra ikinci iddialarında çelişkiye düşmüşlerdir.

438- Yiyecek elinde olan kimse onları yalanlıyarak bu şeyler benimdir, dedikten sonra tekrar onları tasdik ederse bu sözüne itibar edilmez. Çünkü bunda çelişki vardır. Yalanlama ile gani­met mah olma gerçekleşmiştir. Bu şeyler artık fey' olur.

439- Yiyecekleri eman altındakilerin elinde görürsek ve on­lar da: Bunlar, bize eman verdiğiniz yiyeceklerimizdir, derler­se sözleri muteberdir.

Çünkü sahip olma hakkı onlarındır. Zahire göre bu onlar için bir şahittir. Aksi ortaya çıkmadıkça hüküm ona göre verilir.

440- Sözü muteber kabul edilen herkese devlet başkanı yemin ettirir.

Çünkü haber verdiği şeylerde genel olarak doğru kabul edilir. Yemin de edecek olursa artık sözü tam geçerli olur. Ayrıca yeminle beraber, şer'an yalan töhmeti de kalkmış olur.

Sadece Allah adına yemin ettirilirler.

Çünkü Rasulullah (S.A.V.) : "Sizden kim yemin edecek olursa Allah'a yemin etsin, değilse yemin etmesin" byurmuştur. Ama eman altındaki kafir ise mukaddes şeyler üzerine ciddi bir şekilde yemin ettirilir.

Hristiyan ise: "İncili Hz. İsa'ya indiren Allah'a" Yahudi ise "Tevratı Hz. Musa'ya indiren Allah'a" şeklinde yemin ettirilir.

Çünkü bu ziyadelik halinde yalan yeminden kaçınma ihtimali daha büyüktür. Zaten burada yemin ettirmekten maksat da budur.

Mecûsîise : "Ateşi yaratan Allah'a" yemin ettirilir.

Bu da aynı amaçla yapılmaktadır. Ancak birçok alimlerimiz Mecüsîye ancak Allah adına yemin ettirilir, çünkü bu ziyadelikte ateşe bir tazim vardır.

Halbuki ateş diğer yaratılmış varlıklardan farklı değildir, görüşündedirler. Ama hıristiyan ve yahudiye ettirilen yeminde durum böyle değildir. Her iki yemin şeklinde de iki Peygamber ve iki kitaba ta'zim vardır. Bu da doğrudur.

441- Yakınları için eman aldıktan sonra adam: Bu benim ehlimden değildir derse ve esir alınan da tasdik ederse, sonra adam; hayır, ehlimdendir, diye kendi iddiasını yalanlarsa, sözüne itibar edilmeyip esirin dediği geçerlidir.

Çünkü ilk iddiasiyle esir eman sahibi olmuştur. İkinci sözü (kendini yalanlaması) ile bu emanı iptal etmeğe çalışmaktadır.

442- Sözünde çelişki olmadığında bile tasdik edilmezken, bunda nasıl tasdik edilebilir. İddai eden değil de, ehlimdendir diye iddia edilen kişi sözünden dönerse, bu kişi fey' olur.

Çünkü müsümanlann kölesi olduğunu kendi diliyle söylemiştir. Söz-konusu kişi eman verilenin ehlinden olsa da artık kendi ikrarı önem kazanır.

Ama idia eden kişi onun kölesi veya cariyesi olduğunu iddi etse ve iddia edilen kişi de onu tasdik ettikten sonra, ben köle değilim, derse, artık sözükabl edilmez ve köle olur.

Çünkü tasdik etmesiyle onun ölesi olmuştur. Bundan sonra onun mül­künü iptal etmede sözü geçerli olmaz. Kişinin mülkü kendi ehlinden olduğu için ona masraf eder ve eman kapsamında olur.

443- İddia jsahibi: Bu ehlimden değildir, kölem de değildir, derse ve hakkında iddia varid olan kimse onu yalanlarsa, o zaman fey' olur.

Çünkü iddia sahibi mülkünde ganimet sahiplerinin hakkı olduğunu itiraf etmiştir. Bu da onun bizzat kendi aleyhinde itirafıdır.

Ancak devlet başkanı onu öldüremez.

Çünkü başlangıçta ikisinin de köle olduğunu kabul etmeleriyle bu adam eman altına girmiş olur. Bundan sonra öldürülmesi mubah olursa iddia sahibi­nin iddiası ile ancak öldürülmüş olur. Halbuki kanının dökülmesinin cevazında onun sözü hüccet değildir.

444- Kısasa müstehak olduğunu itiraf etmesi gibi sözünde çelişki olmadığı hallerde durum böyle olunca, çelişki olduğun­da sözü hiç muteber olmaz. Şayet iki taraf da mülkü olmadığını itiraf ve birbirlerini tasdik ederse o zaman devlet başkam er­kek olanı öldürebilir. Kadın ise öldüremez.

Çünkü iddia edenin itirafı ve iddia edilenin tasdiki ile onun mülkü olma­dığı sabit olmuş ve eman kapsamına girmediği anlaşılmıştır. Kanının mubah olduğuna dair itirafından dolayı da töhmet altına girmiş olmaz.

445- Nitekim kendi aleyhinde kısasla itirafta bulunsa ikrarı sahih olur. İster hür, ister köle olsun fark etmez.

İddia sahibi: Bu ehlim arasında bulunan oğlumdur" derse ve erkek olan esir onu tasdik etse ve devlet başkanı ikisinden de şüphelense, sadece iddiaya konu olana yemin ettirir. Yemin ederse hür olur, etmezse fey' sayılır.

Ganimet toplıyanların malı olduğunu kendisi itiraf etmiş olur. Çünkü caymak ikrar etmek mesabesindedir.

Ancak öldürülmez.

Çünkü karşılıklı tasdikleriyle eman altına girmiştir.

Bundan sonra ölürülmesi caiz olrs, inkar ettiği için caiz olur. İnkar et­mek, öldürmenin mubah olması için delil olmaya elverişli değildir. Delili de, kısas cezasını hak ettiği idia edilen kişinin yemin etmeyi kabul etmeme­si halinde kendisine kısas cezasının uygulanmamasıdır. Bu da onun gibidir.

İsa bin Ebn bunun yanlış oldğunu söledi. Çükü brada ödürmenin mubah olması, inkar itibarile değil,aslın mubah olmasıladir.Kişininkanım dökülmesi mubahtı ve iar etmesiyle ödürülmesine engel olan eman da ortadan kalkmış olur. Bu da katilin, organını velisinin kestiğini iddia etmesi ve velisinin bunu inkar edip yemin etmesi mesabesinde olur. Bu durumda kısas uygulanır ve bu yemin ile öldürme sayılmaz.

Fakat kitapta söylenen, daha doğrudur. Çünkü temelde var olan mübah-lık, adamın iddia eden kişinin ehlinden olduğuna dair karşılıklı birbirlerini tsdik etmesiyle ortadan kalkmıştır. Bundan sonra ödürülmesi caiz, olrusa, inkar ettiği için caiz olur. Halbuki inkarda şüphe ve ihtimal olduğundan o da caiz olmaz. Yalan yeminden kaçınmak sebebiyle olabileceği gibi, doğru yemine yanaşmamak sebebiyle de olabilir İddia eden kişiye yemin ettirilmez. Çünkü yemin ettirmekten amaç gerçekleşmemiştir. Çünkü köleliğin hak edilmesi ve Öldür­menin mubah olması ile ilgili şeylerde oğlu hakkında sözü geçerli değildir. Ye­min ettirmekten maksat da odur.

446- Yiyecek şeyleri için eman verilen kimse henüz kimsenin mülkiyetine geçmiyen eşya için: Bunlar da benimdir, der­se ve o şeyler de söylemeden Önce müslümanların eline geçmiş­se, ancak müslümanlardan getireceği adaletli bir delil ile sözü tasdik edilir. Değilse edilmez.

Daha önce kimsenin malı olduğu bilinmediğine göre zahire bakarak o anda kimin elinde ise ona ait kabul edilir. Buna göre onda hak müslüinanlarındır. İddia sahibi bu iddiası ile müslümanların ona sahip olmalarını gerektiren zahir bir sebebi iptal etmektedir. Sözü de bunun için hüccet olmaz. Müslümanlardan adaletli bir delil getirmesi lazımdır.

447- Mal müslümanların eline geçmeden önce bunu söyle­seydi yemin ettirildikten sonra sözü geçerli olurdu.

Çünkü mahzende olan şeyler orada olduğu sürece kendisi onlara müslü­manlardan daha yakındı. Bu iddiada bulunduğu zaman sanki o şeyler onun mülkiyetinde idi.

448-  Her iki tarafın elinde ve ikisi de kendi malları oldu­ğunu iddia ettikleri halde devlet başkanının yanma varırlarsa, yemin ettirildikten sonra mal eman altında olan kimsenin olur.

Çünkü asıl itibariyle onun mala yakınlığı müslümanlardan önce idi. Bili­yoruz ki müslümanlar sonradan ona ulaştılar. Asıl baki oldukça müslümanların ulaşması muteber değildir.

Nitekim onu eman altındaki birinden aldıklarını bildiğimizde bu mal hak­kında onun sözü geceli olursa, burada evleviyetle geçerli olur.

449- Ancak mahzen sahiplerinden bir gurup ve müslüman­lardan bir gurup ona tutunmuş olarak devlet başkanına gittik­lerinde mahzen sahipleri onun eman atında bulunan kişiye ait olduğunu ikrar ederlerse, onların sözü kabul edilir.

Çünkü temelde onların elinde di. Onun için müslümanlarm elinde olma­sına İtibar edilmez.

450- Ama onlar emirin yanına varırken mal sadece müslü-manlarm elinde ise, ona itibar edilir.

En başta elinde bulunduranın hakkı yok olmuştur. Gerçekten müslü­manlarm mı, tasdik edenlerin mi, yoksa başkalarının mı olduğu bilinmez.

Onun için buna itibar edilmez.

Ancak o anda kimin elinde ise ona itibar edilir. O anda d müslümanlarm elindedir. Adil müslümanlarm getirecekleri delil olmadan bunu izale etmek caiz değildir.

451- Müslümanlardan bir zümre malı eman altmdaki-

lerden aldıklarına dair şahitlik yapar; yahut malı elinde tutan­lar onu eman altındakilerden aldıklarını itiraf ederlerse veya mahzendekilerden aldıklarını söylerlerse, onlar da bu malın e-man altındaki kişilere ait olduğunu söylerlerse veya onu mah­zende olanlardan aldıklarına dair şahitler şahidlik yaparsa ve onlar da malın eman altındaki kimselere ait olduğunu söyler-lerse, mal onlarındır.

Çünkü delil ile sabit olan, görme ile sabit olmuş gibidir. İtiraf ile sabit o-lan da görme ile sabit olmuş gibidir. Müslümanlara aidiyeti de ellerine geçme şekli itibariyle sabit olmayıp eman altındaki şahıslara iadesi vaciptir. Müslü­manların onlardan aldığı kimseler malın eman altındaki kimselere ait olduğunu aldıktan sonra da itiraf etseler yine onlarındır. Almadan önce itiraf etseler haliyle onlara iade edilir. Çünkü öncelikle onların mülkiyeti olduğunu ve hak­kın eman altındaki kişilerle karşılıklı tasdikleri sebebiyle devam ettiğini bili­yoruz. Almaktan sonraki itirafları almadan önceki itirafları mesabesindedir.

452- Müslümanlar eşyayı paylaştıktan yahut eşya satıldık­tan sonra eman altındakiler eşyanın kendilerine ait olduğunu iddia ederlerse, kendilerine yahut krala yakın kimselere ait o-lup onlardan alındığına dair delil olmadıkça sözleri tasdik edilmez.

Çünkü maldan pay alanlar veya satın alanların malik olma hakkı daha ön­cedir. Sonra mülk mücerred zahirle değil, tam hüccetle sabit olur. Ancak zahir, hak iddiasını telafi etmek için geçerlidir. Eman altındakilerin malı mülkiyet­lerine geçirmek ve onu ellerinde tutan kimselerden almak için şahitlik yapacak bir hüccete dayanmaları gerekir.

453- Malı alan müslümanlar onu eman altındakilerden ya­hut eman altındakilere ait olduğunu itiraf eden kimselerden aldıklarını itiraf ederlerse, sözleri tasdik olunmaz.

Çünkü malda ne hakları ne de malik olma durumları kalmıştır. Bu ikrarda onların durumu diğer müslümanlar gibidir.

Ancak itiraf eden müslümana bu maldan pay düşmüşse, kendi payı için sözü tasdik edilir ve elinden alınarak eman altındakilere iade edilir.

Çünkü kendi mülkü hakkındaki itirafı onun için bir delil gibidir. Hatta delilden de üstündür,

Ancak bedeli ödenmez.

Çünkü istihkak kendi itirafı ile olmuştur. İtirafı ise diğer ganimet alanlar için geçerli değildir. Kendisi onlar yerine payını itlaf etmiş sayılır. Onun için ganimetten bedel almağa müstahak değildir.

454- Ganimet alınanlar ise dârulharpte olsun yahut oradan çıkarılmış olsun paylaşılmamış veya satılmamış iseler, müs­lümanlarm eline düşmüş olsalar bile eman altında olduklarına dair tasdik edilirler.

Çünkü kendileri hakkında sözleri ve tasarrufları, köleleştirilmedikçe mu­teber sayılır. Köleleşmeleri de ihraz etmeksizin paylaşmak yahut satmakla ger­çekleşir. Nitekim ihraz ettikten sonra devlet başkanı onları öldüremez. Yine dilerse bir ihsanda bulunup onları zımmi sayabilir. Bunu yaparsa emniyet altma girmiş olurlar.

455- Ama paylaşılmış yahut satılmışlarsa artık sözleri tasdik edilmez.

Çünkü onlar için kölelik gerçekleşmiştir. Bundan sonra sözleri muteber değildir. Kendileri hakkında da tasarruf yetkileri yoktur.

Ancak satılma ve paylaşmadan önce eman altındakilerin ehlinden oldukları konusunda eman altındakilerle karşılıklı birbirlerini tasdik ettik­lerine dair müslümanlar şahitlik yaparsa, artık kendilerine dokunulmaz.

Çünkü delil ile sabit olmak, görme ile sabit olmak, gibidir.

456- Eşya hakkında da durum aynıdır. Ellerinden alınma­dan önce karşılıklı birbirlerini tasdik ettiklerine dair bir delil varsa ona da dokunulmaz.

Malın ellerinden alınması, taksim ve satışla köleleştirilmeieri gibi sayıl­mıştır. Ancak bu, önceden kimin mülkiyetinde olduğu bilinmiyen mallar için geçerlidir.

457- Ama delil ile istihkak bu şekilde sabit olduktan sonra satılanları, satın alanlar ücret karşılığında iade eder. Ganimet­ten kendisine pay düşen gazilerden ise bütün ganimetler pay­laşılmış olsa bile beytulmaldan bedeli ödenerek iade edilir.

Çünkü onların  payı gerçekleşmiştir. Ganimet sahiplerine bedel ödenerek verdikleri karşılanır.

458- Zahire göre dağıldıkları için iade edilmesi zordur. Onun için bu müslümanlarm uğradıkları bir zarar olarak kabul edilir ve beytulmaldan telafi edilir.

Nitekim ganimetten artakalan cevher ve benzeri şeyler varsa dağıtılmayip betulmale terkedilir. Yine satış akdi tamamlandığı halde Ödenmiyen bir şey varsa o da beytulmale verilir. Çünkü külfet nimet karşılığıdır.

459- Buna şahitlik yapanlar satın alan- yahut kendilerine maldan pay düşenler ise ikrarları sebebiyle kendileri hakkın­daki sözleri tasdik edilir. Beytulmal işin sözleri tasdik edilmez. Bedel veya ücretle iade haklarına sahip olamazlar. Ellerindeki şeyler alınır ve eman altındakilere iade edilir. Silah, at ve köle­ler dışında bütün bu şeylerle düşman yurduna çıkmalarına müsaade edilir. Çünkü at, silah ve köleler İslam diyarında alıkonmuş ve paylaşmak yahut satmak için bekletilmiştir. Bu alıkoyma da şeriatın ve müslümanlarm hakkına riayet, yani düşmanın güçlenmemesi için yapılmıştır. Müslümanların hak­kını iptal konusunda bu malların sahiplerinin sözlerine itibar edilmez.

Bu şeyleri, eman altındakilere satmış veya bağışlamış mesabesinde olur. Onun için düşman yurduna bu şeyleri götürmelerine müsaade edilmez. Ama müslümanlar tarafından bir delil ile sabit olmuşsa durum değişir. Çünkü delil burada müslümanlarm aleyhinedir.

460- Ehli ve eşyaları hakkında eman almış olanlar: Mahzen-dekiler hepsi ehlimiz ve eşyamızdır, biz de onların sahibiyiz, derse ve mahzenden çıkanlar da tasdik ederse sözleri kabul edilir.

Çünkü bazılarını iddia etmeleri halinde sözlerini tasdik etmeğe sebep olan mana tümünde mevcuttur.

Aneak bu, aksi bilinmediği sürece böyle kabul edilir.

Mahzendekilerin ileri gelenleri olduğu bilinen bir topluluk ise durum böyledir.

Ama bunun aksi biliniyorsa sözleri tasdik edilmez.

Çünkü burada tasdik bir nevi zahire itibardan dolayıdır. Yalan olduğuna dair delil açığa çıkınca zahire itibar edilmez.

461- Para, külçe altın, kadın süs eşyası ve mücevherler eş­yaya dahil değildir.

Çünkü meta' esasta kendisinden faydalanılan şeyin ismi ise de altın, gü­müş ve süs eşyası başka isimle meşhur olmuştur. O da ayn yahut cevherdir. Bu da mutlak meta1 (eşya) isminin kapsamına girmesini engeller. Sonra, meta' kendisinden faydalanmakla tükenebilen ve yaygın olan şeydir. Halbuki altm ve benzeri şeyler çok değerli olduklarından bu özellikte değildirler.

Meta' ismine elbise, yatak, örtü ve bütün ev eşyası dahildir. Buna kı­yas ederek kapları dahil etmemek lazımdır.

Çünkü örfteki kullanışa göre kaplar eşyaya atfedilir. Halbuki aynı şey ken­dine atıf yapılmaz. Atıf da gösteriyor ki kablar meta'dan ayrı şeylerdir.

Ama istihsana göre evde yararlanılan kaplar meta' sınıfına dahildir.

Çünkü halk arasında meta' isminden maksat evlerde kendisinden fayda­lanılan ve yaşmaa imkan sağlayan şeylerdir. Bu Özellik kaplarda da vardır. Bunun için atlar, silah ve eğerler buna dahil değildir.

Çünkü evde bunlardan faydalanma olmamaktadır. Bunlardan evde değil, harpte faydalanılır. Evin bir bölümü de değildir. Meta' kelimesinin genel kap­samı içine de girmez. Nitekim para, mücevher ve benzeri şeyler de buna dahil değildir.

462- Herşeyimiz için bize eman verin, diyecek olurlarsa bütün mallan dahil olur. Çünkü şey kelimesine mevcut bütün varlıklar girer. Yine sahip olduğumuz şeylere yahut mala eman verin, diye talebte bulunursa bütün malları buna dahil olur.

Çünkü mal kelimesi mülkiyete geçme ve kendisinden yararlanma itibariyle hepsini kapsar. Nitekim adam malının üçte birini başkasına vasiyet etse bütün malının üçtebiri buna dahil olur. Eman konusunda da durum aynıdır.

Ancak istihsan kabilinden sadakanın üçte biri adak olarak ayrıldığında bu mal zekat malı olarak anlaşılır. Bu da Cenabı Hakkın kendisine vacip kıldığı şeyi kendi şahsına vacip kılmasına itibar etmektir. Emanda ise bu yoktur. Daha doğrusu bu vasiyetin karşılığıdır. Çünkü vasiyet mirasın kardeşidir. Varislik her çeşit malda sabit olduğu gibi vasiyet de sabit olur.

Burada da mal için eman vermek, malı ganimet almanın karşılığıdır. Ganimet almak her mal için geçerli olduğu gibi eman hükmü de genel lafzı ile verildiği zaman her çeşit mal için geçerli olur.

463- Ehlimiz için eman veriniz, diye müslümanlardan isterlerse ve onlar da; olur, eman verdik, diye cevap verirlerse, onların kendisi fey' olur, ama ehilleri eman altında sayılır.

Çünkü emanı kendileri için değil, ehilleri için taleb ettiler. Sarahat, kinaye ve delalet yolu ile kendilerini zikretmediler. İnsan kendi şahsının ehlinden olmaz. Çünkü ehli başkalarıdır. Zira "ehlimiz" dediği zaman ortaya çıkan tamlayan ve tamlanan birbirinden ayrı şeylerdir.

Onlar bu sözlerle kendilerini iki yönden kastetmişlerdir, deyip şöyle itiraz edilebilir:

a- Onlar akrabalarına acıdıkları için onlara eman taleb etmişlerdir. Halbuki kendilerine olan şefkatleri yakınlarına olan şefkatten daha fazladır.

b- Yine bununla yakınların d doknulmamasını kastetmişlerdir. Korun­maları da onlara bakan ve infak eden kimselerin bekası ile olur. Bunlar da kendileridir.

Cevap olarak diyoruz ki; evet bunu kastettiler. Ancak Cenabı Hak ken­dilerini yardımsız bırakıp da kendi şahıslarını unutunca, bu kastettikleri şey­lerden mahrum kaldılar. Daha doğrusu, müslümanların onlara eman vermesiyle kendileri mahrum oldular. Çünkü müslümanlar: Size eman verdik, demeyip onlara eman verdik, dediler.

Muaviye zamanında buna benzer bir olayın meydana geldiği rivayet edi­lir. Bir zümre için eman almağa çalışan kimse müslümanlara çokça eziyet et­mişti. Muaviye şöyle dua etti. Allahım, Onu unuttur. Yakınları ve kavmi için eman taleb etti, ama kendisini hiçbir şekilde zikretmedi. Onun için yakalandı ve öldürüldü.

Sonra, insan böyle durumlarda kendi şahsını kastetmeksizin ehil ve ya­kınlarını kurtarmağa çalışır. Bu da ya eman almaktan ümidini kesmesi yahut fazla sıkıntı ve bedbinlikten hayattan bıkması şeklinde olur. Maksat itibariyle delil müşterektir. Ama lafız itibariyle kendisi zikredilmemektedir.

Yine kendileri elele verelim de kadın ve çocuklarımıza eman verin derse ve müslümanlar kabul ederse, kendileri emana dahil olmazlar. Çünkü sözle­rinin manası şudur: Size elimizi verelim hakkımızda dilediğiniz gibi davranın. Daha önce geçen mesele de bunun gibidir.

Ehlimiz için eman almak kastiyle sizinle anlaşmak üzere yanınıza gelelim, derlerse ve müslümanlar da geliniz, diye kabul ederse ve onlar da gelip yakın­ları için eman alırsa, kendileri de eman altında olurlar. Bu da yakınlarına eman verdikleri için değil, çıkmalarını istedikleri için eman sayılır. Çünkü müslü­manlar çıkış için emir verdikleri zaman zımmen eman vermiş sayılırlar.

Nitekim eman İçin aralarında bir anlaşma sağlanamazsa onları güven içinde olacakları yere iade etmeleri ve dokunmamaları gerekmektedir.

Bu da birinci durumun aksinedir. Çünkü onlar bunu söylerken henüz mah­zenden: ehlimize eman verin diyordu, Akrabalarına eman verdik ama bu eman onları kapsamaz. Sonra eman talebinden başka bir şey için çıktıklarında fey' olurlar.

464- Zürriyetimizden olanlara eman istiyoruz, deseler ve müslümanlar kendilerine eman verseler, kendileri de dahil bütün çocuk ve torunları emin olur.

Çünkü zürriyet kelimesi bütün bunları içine alır. Kişinin zürriyeti kendi­sinden doğduğu soyudur. Bu da zürriyetin aslıdır. Nitekim bütün insanlar Hz. Adem ile Hz. Nuh zürriyetinden gelmişlerdir. "İşte onlar Adem'in ve Nuh'la beraber taşıdıklarımızın soyundan..."[348]

465- Kızların çocukları buna dahil değildir.[349]İmam Mu-hammed burada böyle söyledi.

Gerekçe olarak kızların çocukları annenin zürriyetinden değil, babanın zürriyetindendirler. Nitekim halifelerin cariyelerden olan çocuklan babalarının zürriyetindendirler. Hatta Me'mun şöyle diyor: Kişinin Rum veya siyah ya­bancı bir anneden olması ayıp değildir. Çünkü halkın anneleri, çocukların ema­net edildiği kaplardır. Neseblerde intisab edecekleri anneler değil, babalardır.

466- Bundan sonra kızların çocuklarının da bunlara dahil olduğunu söyledi.

Çünkü yukarıda belirttiğimiz gibi zürriyet asıldan doğan fer'in adıdır. Baba da anne de çocuğun iki aslıdır. Anne de zaten kendi babasının zürriyetindendir. Ondan doğanlar zürrüyetinden olurlar. Hatta asliyyet ve tevellüd manası annede daha açıktır. Çünkü erkeğin erlik suyu onun rahminde hayat kazanır. Yani ço­cuk babanın erlik suyu vasıtasiyle anadan doğmuş olur. Torun, babanın babası­nın zürriyetinden olduğu gibi aynı zamanda anne babasının da zürriyetin­dendir.

Bu mesele ile ilgili olarak Yahya b. Ya'mer'den şöyle bir hikaye nak­ledilir: Günün birinde Haccac onu öldürmek kasdiyle yanma girer ve öl­dürmek için bir bahane olsun diye ona gücü üstünde şu teklifte bulunur. Ya alevilerin Rasulullah'ın zürriyetinden olduğunu gösteren Kur'an'dan bir ayet okursun, yahut seni öldürürüm. Okuyacağın ayet "Çocuklarımızı ve sizin de çocuklarınızı çağıralım"[350]ayetinden başka olsun.

Bunun üzerine şu ayeti okudu: "Ve onun zürriyetinden Davud'u, Süleymanı... Zekeriyya, Yahya ve İsa' yi..."[351]Sonra sordu: İsa, baba tarafından mı yoksa anne tarafından mı Nuh1 un zürriyetindendir? Haccac afalladı ve bahşişler vererek onu memnun etti. Sonra, Bu ayeti sanki yeni duyuyorum, dedi.

467- Çocuklarımız için eman verin derlerse, bu emana sulblerinden olan çocukları ve erkekler tarafından olan torun­ları dahildir. Kızlardan olan çocuklar ise onların çocukları değildir.

Burada böyle denilmektedir.

Hassâf bunların da emana dahil olduklarını İmam Muhammed'den rivayet etmektedir. Çünkü "çocuklar" kelimesi az önce belirttiğimiz gibi onları da kapsamaktadır. Rasulullah'ın Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'i tutarken buyurduğu "Çocuklarımız ciğerparem izdir" sözü bunu desteklemektedir:

Bu hadis mecaz olarak kabul edilmektedir. Delili de Cenabı Hakkın şu ayeti kerimesidir: "Muhammed sizin adamlarınızdan hiç birinin babası değildir."[352]

Gerçekten oğlun olan kimsenin sen de gerçekten babasısın, demektir. Yahut özel olarak bu babalık Hz. Fatıma'nın çocukları içindir. Nitekim Pey­gamber efendimizin şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir.

"Bütün çocuklar babalarına nisbet edilir. Ancak Fatıma'nın çocukları bana nisbet edilir. Onların babası benim."

468-  Torunları için eman isteyince kızların çocukları da buna dahil olur.

Çünkü oğlun oğlu (torun) ismi hakikaten onu doğuranın oğludur. O da oğlu ve kızının oğludur. Kızından doğan çocuklar aynı zamanda hakikaten oğ­lunun oğludur. Halbuki birincide durum böyle değildi. Orada çocuklarını zik­retmiştir. Halbuki onlar hakikatte kendisinin çocuklarıdır. Hükmen de doğum­dan ona mensub olanlardır. Bunlar da kızların çocukları değil, erkeklerin ço­cuklarıdır.

469- Mevâlinıiz için eman verin, derlerse ve onların mevâlisi ve mevâlilerin de mevâlisi varsa, istihsan yolu ile hepsi eman altında olurlar.[353]

Kıyasta ise mevâlinin mevâlisi buna dahil olmaz. Çünkü bu isim hakika­ten kendi mevâlisi içindir. Mevâlinin mevâlisi için ise mecaz olarak kullanılır. Nitekim, onlar mevâlisinden değildir, diye inkar ederse, bu inkâr sahih olur. Bunun için mevaliye yapılan vasiyette bunlar dahil olmaz. Ta ki onun mevâ-lisine engel olmasınlar. Ancak istihsan kabilinden şöyle demektedir:

470- Mevâlilerin mevâlileri mevâli olmakla ve vela ile ona mensup olurlar. Onlar çocuklarla beraber çocukların çocuk­ları (torunları) mesabesindedir.

Vasiyette mevâlisi yoksa mevâlilerin mevâlileri dahil olur. Ama iki taraf var ise dahil değildir. Muzaheme (darlık yapma) yi kabul edersek mevâlinin payı düşer. Daha uzak olanın sıkıştırmasiyle yakın olanın payını azaltmak caiz değildir. Emanda da bu yoktur. Mevâlilerin mevâlisi dahil olsun veya olmasın mevâlisi bir suretle emana dahil olur. Anlaşıldığına göre bundan maksat her iki tarafı da kurtarmaktır.

Sonra, hakikatle mecazın birleştirilmesini de söylemiyoruz. Ancak meva­liye verilen bu isim hakikattir. Mevâlilerin mevâlisi için de hakikat ve suret vardır. Bu suret itibariyle haklarında şüphe meydana gelmektedir. Ancak emanda vus'at esastır. Nitekim enin, suret olarak mücerred işaretle sabit olur. Böyle olduğu için bu lafızla evleviyetle sabit olur. Vasiyet de bundan dolayı

farklı olur.

471- Kardeşlerimiz için eman verin, derlerse bütün erkek ve kizkardeşleri emin olurlar.

Çünkü kardeşlik ismi erkek ve kızları içine alır. Cenabı Hak buyuruyor :

"Eğer mirasçılar erkek ve kadın kardeşlerse..."[354]

Hakikatte bu kip erkekler için kullanılır. Ancak Araplar arasında erkek­lerle kadınlar bir arada zikredildiği zaman tağlib yolu ile erkekler için kullanı­lan kip kullanılır. Bu kip ile kullanılanlar hakikat mesabesinde olur.

Diyoruz ki; Erkek kardeş bulunmayıp sadece kız kardeşler varsa, onlar emana dahil olmazlar. Çünkü erkekler için kullanılan kip, tekil dişileri içine almaz.

Yüce Allahm"Kardeşleri varsa, altıda biri annesinindir"[355]avet itiraz için delil gösterilir ve tek kız kardeşler, annenin payını üçte birden altıda bire indirir, deyip itiraz edilirse, deriz ki;

Azaltma bu ayetle değil, sahabenin ittifakı ve hacb (engelleme) manasına itibar edilmesiyle meydana gelmiştir. Bunu da feraiz kısmında belirtmiştik. Bununla beraber serî nasslarda bu manayı var saymak-caizdir. Ama kulların lafızlarında şahsi yorum yapmadan bizzat lafza riayet edilir. "Kardeşler" keli­mesi de tekil dişi lafızları ne hakikaten, ne laf zan kapsar.

472- Çocuklarımız için eman verin, derlerse ve onların da kız ve erkek çocukları varsa hepsi eman altında olurlar.

Sebebini "kardeşler" konusunda açıkladık. Hanefi mezhebi imamlarından bazılarının İfadesine göre kardeş ve çocuklarla ilgili cevap iki imam ile Ebû Hanife'nin ilk kavline göredir. Ama ikinci kavline göre vasiyette falanın çocukları denildiğinde sadece erkek çocuklar ve falanın kardeşleri denildiğinde de sadece erkek kardeşleri anlaşılır.

Ancak en doğrusuna göre hepsi de bu görüştedirler. Çünkü eman bahsinde vasiyyet bahsinden daha çok genişlik vardır. Ebû Hanife vasiyette sadece hakikate itibar etmektedir. Emanda ise hakikati de ve kullanış şekliyle hakikate benziyenleri de kabul etmektedir.

473- Şayet aralarında erkek bulunmayıp hepsi de kız iseler tamamen fey' sayılırlar.

Çünkü bu kip tamlananın kabile reisi olması durumu dışında tekil dişileri kapsamamaktadır. Vasiyyetler bölümünde de belirttiğimiz gibi falanca oğulla­rına vasiyyette bulunulsa ve o da kabilenin reisi ise bu vasiyyetten maksat kabi­lenin kendisidir. Bu nisbette tekil dişiler de erkekler gibidir. Ama mezkur kişi­nin sadece erkek çocukları varsa durum değişir.

Alimlerden bazıları şu görüştedir: Bu kızlardan veya kız kardeşlerden başka kimsem yoktur, diyerek onlara eman talebini gösteren bir ifade kullan­mışsa, o zaman maksadının dişilere eman almak olduğu ve bunların emin bu­lunduğu sabit olur.

474- Çocuklarımız için eman verin, derlerse buna bütün kız ve erkek çocukları dahil olur.

Çünkü çocuklar kelimesi iki tarafı da içine alır. Cenabı Hak buyuruyor : "Allah çocuklarınız hakkında size tavsiye ediyor..."[356]yine buyuruyor; "Allah size çocuklarınızın alacağı miras hakkında erkeğe kadının iki mislini tavsiye eder..."[357]Çocuklar kelimesi tekil dişilerle tefsir edilmiştir.

475- Kızlarımız ve kız kardeşlerimiz için eman verin, der­lerse bundan sadece dişiler kastedilmiş sayılır.

Çünkü talebte kullanılan kip, sadece dişiler İçindir. Ne hakikatte ne de kul­lanışta erkekler buna dahil olmaz. Sonra, savaşta fonksiyon itibariyle kadın kıs­mı erkeklere göre zayıf olduğundan yalnızca onlar için eman istenmiş olabilir. Yine erkeklerin müsİÜmanlara zararlar verdiğini bildiği için eman talebinde bulunsa bile kendilerine eman verilmiyeceğini anladığından sadece kadınlara eman istemiş olabilir.

476- Çocuklarımız için eman verin, derlerse, içlerinden sa­dece bir kişinin bir tane erkek çocuğu varsa hepsi de emin olur.

Çünkü bir kelime ile hepsi için eman istediler. Bu kelime de karışık olma­ları halinde hem erkekleri hem de kız çocukları kapsamaktadır. İçlerinden birinin bir tek erkek çocuğu bulunmasiyle karışma meydana gelmektedir.

477- Herkesin oğullarına ayrı ayrı eman verin diyerek er­kek kipini kullansalar ve meseleye başka açıklık getirmeseler, bütün kız çocukları fey1 olur. Ancak erkek çocuğu olan adamın çocukları eman altında sayılır.

Çünkü "küll= hepsi" lafzı tekilleri içine alması için kullanılmıştır. Nitekim Cenabı Hak şöyle buyuruyor: "(Küllü nefsin) her bir nefis ölümü tadacaktır."[358]

Her biri için lafız münferid olması itibariyle bu söz birinci meselenin hilafına sadece erkek çocuğu olan kimseyi ifade eder. Çünkü birinci meselede çocuklarımız için eman verin, derken toplu ifade etme kabilinden söz ihata için kullanılmıştır. Bu meselede erkek ve kız kardeşler oğul ve kız çocuklar mesabe­sindedir.

478- Babalarımız için eman verin, derlerse ve anne ile ba­baları varsa hepsi eman altında olurlar.

Çünkü "babalar" sözü hem anaları hem de babalan kapsar. Nitekim ikisine

ebeveyn denilmektedir. Cenabı Hak buyuruyor :

"Ana babadan her birine yaptığı vasiyyetten altıda biri"[359]

İçlerinden sadece bir kişinin babası olsa bile hepsi de eman altında olurlar.

Çünkü hakikatte bu isim hepsi içindir. Kullanışta da karışık oldukları zaman

kullanılır.

479- Oğullarımız için eman verin, derlerse ve onların oğul­ları ve torunları varsa, istihsan yolu ile hepsi   eman altında olurlar. Halbuki kıyas yolu ile olsaydı sadece oğulları eman altına girmiş olurdu.

Çünkü isim hakikatte çocuklar için, mecaz olarak da torunlar hakkında kullanılmaktadır. Hakikat ile mecaz bir kelimede birleştirilmez. Bu lafza bakarak Ebû Hanife vasiyyeti oğullara tahsis etmektedir.

Ama oğulları yoksa torunları da vasiyyet altına girer. Çünkü hakikat or­tada olmayınca lafzı mecaz olarak anlamak vacip olur. Ancak imam Muham-med şöyle demektedir:

480- Eman, çocuğu bulunup kendisine mensub olan ve şekil itbarıyle oğlu sayılan kimse için taleb edilmektedir. Bu vasıf torunlarda da vardır. Bu da emin olmaları için lehlerinde bir şüphedir. Halbuki vasiyyete şüphe île veya suretle müstehak olamazlar. Sonra, vasiyyette hakikat İle mecaz bir arada otursa oğulların paylarında bir azalma meydana gelmektedir. Eman da ise böyle bir şey sözkonusu değildir.

Bu, yakınlarım için, deyip eman isteme meselesine benzemektedir. Çünkü bu lafızla eman taleb etmek, oğul olarak kendisine mensup olanlara duyduğu şefkati belirtmek içindir. Bu şefkat bazan torunlarında daha çoktur. Nitekim, torun kişiye kendi sulbünden daha sevimlidir. Bu şekilde bazılarının kendi oğullan varsa, bazılarının da torunları varsa hepsi eman altında sayılırlar.

481- Oğullarımız[360] için eman verin, derlerse ve dedeleri olduğu halde

babaları yoksa, dedeler bu emana dahil olmaz.

Bu mesele çok girifttir. Bir kere baba adı hakikat olarak dede adını kap­samaz ki başkalarının ona nisbetini nefyetmek caiz olsun. Mesela, O dededir, ama baba değildir, denir.

Ancak mecaz yolu ile babalık özelliğini de taşımaktadır. Nitekim îbn Ab-bas'ın bir adama şöyle dediği rivayet edilmektedir: Hangi baban daha büyük­tür? Adam soruyu anliyamadı. Bunun üzerine İbn Abbas, "Ey Adem oğlu!" ayetini okudu ve şöyle dedi: Kimin oğlu isen baban odur, bilmiyormusun? dedi.

Bu, mecaz yahut suret kabul edilerek torunlar konusunda belirttiğimiz gibi, bunların da eman altında olmaları gerekir. Ancak başka bir mana sebebiyle iki tarafı ayrı mütalaa etmekte ve şöyle demektedir:

482- Mecaz hakikate tabidir. Bunu da torunlar için kabul etmek mümkündür. Çünkü bunlar da çocuklardan meydana gelmişlerdir. Onların tabileridir. Ama dedelerde durum böyle değildir. Çünkü onlar babaların aslıdır. Belirli isimleri vardır. Kendilerinden sonra gelenlere tabi kılarak babalar ismi onları kapsayamaz.

Mesela, annem için eman verin, derse ve annesi değil de ninesi varsa, bu eman onu kapsamaz. Nineye de anne ismi verildiği için onu da kapsar, di­yenlerin görüşü geçerli değildir. Çünkü Cenabı Hak teyzeye de anne ismini vermiştir. Şöyle buyuruyor: "O, anasını ve babasını bağrına bastı"[361] Yani ba­basını ve teyzesini. Yine amcaya baba ismi verilmiştir. "Senin ve babaların İb­rahim, İsmail ve İshak'ın ilahına ibadet ederiz, dediler"[362] İsmail baba değil, amca idi.

Sonra, amca ve teyzenin babalar için alman emana dahil olduğunu kimse iddia edemez. Çünkü her birinin adı diğerinden değişiktir. O isimle bilinmek­tedir. Dede ve nine de böyledir.

Ama torunlar böyle değildir. Oğullar adı ile ona nisbet edilirler. Ancak bu nisbet oğlu vasıtasiyledir. Onun için eman bu isimle onları da kapsamaktadır. Arap dilinde" böyle ifade edilmiştir. Her kavmin dilinde dede, baba gibi, torun da oğul gibi olup o da emana dahildir. Farsçada da böyledir. Dedeye babanın babası denilir. Toruna da oğlun oğlu adı verilir. Başarı Allahtandır.[363]

 

Müslümanın Darulharpten Getirdiği Durumu Şüpheli Kadının Hükmü

 

483- Müslüman askerler düşman yurduna girdikten sonra düşmana esir düşmüş veya düşmandan eman almış yahut müs-lüman olup islam ordusuna katılmış olan bir müslümanin ya­nında getirdiği bir kadın. "Ben size eman almış olarak geldim" derse, bu müslüman da "Hayır, onu zorla getirdim" derse, ka­dının geldiği andaki durumuna bakılır. Silahlı müslümanların semtine yakın olanlara varıncaya kadar serbest ve elleri bağ­lanmadan gelmişse, eman için seslensin veya seslenmesin şer'an eman altındadır.

Çünkü durum bunu göstermektedir .Eman isteyen kadınlar gibi gelmiştir.

484- Bu şekilde yalnız başına gelirse, eman altında olur. Yolda bir müslüman ona refakat etse yine emin olur.

Sırf bu refakat sebebiyle ona ait oluşu sabit olmaz. Kadın kendi başına sayılır. İnsanın aklına gelen şey eman almak için o müslümanla refakati kabul etmesidir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, bir şeyin hakikatine vakıf olmak mümkün değilse, zahire göre ve galip kanaatla hüküm verilir.

485- Adam bağlıyarak zorla getirmişse, eman için seslensin veya seslenmesin fey' sayılır;

Çünkü zahirden anlaşıldığına göre adamın kendisi onu esir edip getir­miştir. Ona sahip oluşu da zor ve şiddet yoluÜe meydana gelmiştir. Bu da ona sahip olması için bir sebeptir. Çünkü kadın emanı bulunmayan düşman tara-fmdandır.

Ancak adam müslüman askerlerin gücü sayesinde onu alabildiği için bü­tün asker o kadının mülkiyetinde ortaktır. Çünkü düşman yurdundan yaka­lanması hepsinin emeği ile meydana gelmiştir.

Müslüman askerlerin yanına değilde, dârul İslama çıkarırsa, durum yine değişmez. Ancak baskı ve zorlama ile dârulİslâma yalnız başına çıka­rırsa, tek başına ona sahip olur.

Çünkü dârulİslamda yalnız başına ele geçirmiştir. Beşte bir vergi de düş­mez. Çünkü onu alışı Allahın sözünün üstün olması yolu ile değil, hırsızlık yapan kişinin dârulîslamda alıp mülkiyetine geçirmesi şeklinde olmuştur.

486- Kadın, onunla evlendim de çıktım derse ve adam, ya­lan söylüyor, onu zorla alıp getirdim, diyerek yalanlarsa yahut satın aldığını veya kendisine hediye edilen bir cariye olduğunu söylerse ve kadın eli kolu açık beraberinde çıkıp gelmişse, adam söylediklerinde tasdik edilmez.

Çünkü kendi başına serbesttir. Kendisi ile evlendiğini itiraf etmesi bile bağımsızlığını düşürmemektedir. Bunun için eman altında sayılır. Ancak adam zorla ahp getirmişse ve bu zorlaması dârulİslamda sabit ise o zaman onun sözü geçerli olur. Çünkü yerinde zorlaması sabit olduğundan kadın kendi bağımsız­lığını yitirmiş sayılır.

487- Yine yanına aldığı bazı şahısların kendi köleleri oldu­ğunu iddia etse ve onlar da köle değil, hür olduklarını söyle­seler ve elleri açık olarak serbestçe onun yanında gelmiş iseler, müslümanların bölgesine girdiklerinde eman için ister seslen­miş olsunlar ister seslenmesinler, onların sözü geçerlidir.

Çünkü kendileri yalnız başlarına bu şekilde gelmiş olsalardı emin olur­lardı. Kendisi ile beraber geldiklerinde de durum aynıdır.

488- Zorla esir aldığına dair müslümanlardan veya zimmî-lerden yahut eman altındakilerden adaletli kimselerden şahit gösterip iddiasını ispat derse, delili kabul edilir ve onlar da kölesi sayılırlar.

Çünkü delille sabit olan, hasmın itirafı ile sabit olmuş gibidir.

489- Dârulharpte zorla kendilerini aldığını itiraf etseler yahut bunu kendimiz yerinde tesbit etsek yine onun köleleri olurlar. Eman altındaki düşman savaşçıların şahadeti ile de bu durum sabit olur. Çünkü eman altındaki düşmanın başka bir eman altındaki düşman hakkındaki şahitliği makbuldür. Bu­nun için hepsinin şahitliği kabul edilmiştir.

490- Müslümanların bulunduğu bölgeye girdiğinde onları zorla getirmemişse ve kendi hakimiyeti altında olduklarını da bilmiyorsa, onlar da gerekli yerde eman talebinde bulunsun veya bulunmasınlar, emin sayılırlar.

Yine hepsi de erkek olup beraberlerinde müslüman bu­lunmadan yalnız başlarına çıkıp gelseler ve eman talebinde bu-lunmasalar eman talebi için geldiklerini gösteren üzerlerinde bir alamet yoksa ve müslümanm onları zorla getirdiği belli de­ğilse ülkemize eman almadan gelen düşman savaşçı sayılırlar. Böylelerin hükmünü yukarıda belirtmiştik. Netice olarak onları fiilen elinde yakalamamışsa hakikaten ve hükmen

bağımsız sayılırlar. İster onunla çıksınlar ister tek başlarına gelmiş olsunlar,

durum aynıdır.

491- Müslüman adam, eman almamış bir kadınla çıkıp gelse ve müslümanlar da fey1 olması için onu elinden almak isteseler ve o anda kendisinin karısı olduğunu iddia etse ve kadın ken­disini tasdik etse, onun karısı sayılır. Çünkü başka kimsenin hakkı onda sabit olmadığı bir anda nikah üzerinde birbirini tasdik etmektedirler. Nikah sabit olunca artık o kadın zimmî hür karısı olur.

Çünkü aralarındaki nikaha dayanarak onu İslam yurduna getirdiğinde kendisi ona eman vermiş sayılır. Düşmanın baskısından kurtulduktan sonra müslümanlardan birinin verdiği eman hepsinin verdiği eman gibidir.

Sonra, kadın müslümanm nikahında eman altındadır. Bu durumda müslümanla yahut zimmi ile evlense ülkemizde eman altındaki zimmî kadın gibi sayılır.

Çünkü konumda kadın kocasına tabidir. Kocası vatandaşımız olduğun­dan kendisi de ona tabi olarak vatandaşımız sayılır.

492- Yine ganimet aldığı kimseler için bunlar köle ve cariye-lerimdir, derse ve kendileri de bunu doğrulasa, onun sayılırlar.

Çünkü başkasının hakkı kendileri üzerinde sabit olmadan önce bu konu­da birbirlerini tasdik etmişlerdir. Burada İhtiyaç ve zaruret manası gerçekleş-

493- Biz düşmanın köle ve cariyeleriyiz. Eman almak için geldik, bu adamla bir ilişkimiz yoktur, derlerse, bakılır; Eğer^ zor ve şiddetle çıkardığı belli olursa, onun sayılırlar.

Çünkü köle olduklarını kendileri itiraf etmişlerdir. Bu da bağımsızlıkla­rını gidermektedir. Onun eli altında oldukları bilinmiyorsa bile alırken zorluk çektiği sabit olmasıyla hak sahibi olduğunun sebebi ortaya çıkmış olmaktadır.

494- Müslümanların bölgesine yaklaştıklarında eman için seslenmişlerse, artık emin olurlar.

Çünkü zorla eli altında tuttuğu sabit olmadığından hak sahibi olduğunu gösteren sebep de mevcut değildir, demektir. Sonra yerinde eman için seslen­mişlerdir. Zahire göre sözlerinde doğrudurlar ve eman için gelmişlerdir.

495- Bu şekilde yalnız başlarına gelmiş olsalar, yukarıda belirttiğimiz gibi emin sayılırlar. Çünkü eman istemek için bundan başka yol yoktur. Onunla çıkıp gelmiş olsalardı yine aynı yola başvuracaklardı.

496- Aynı şekilde müslümanlar sesleri işitmiyecek kadar uzak, yüksekçe bir yerden bunları görse ve eman talebi için geldikleri-düşüncesi zihinlerinde doğsa, sonra seslerini işitecek kadar yaklaştıklarında eman için seslenseler veya seslenme-seler, emin sayılırlar.

Çünkü boyun eğerek gelmeleri, eman istemek için geldiklerine dair bir delildir. Böyle bir yerde delil, sarih gibidir.

497- Düşmanın köleleri olduklarını iddia etseler, söyle­dikleri gibi kabul edilirler.

Eman hükmünde olduğu gibi sahipleri yanma dönmelerine müsaade

edilir.

498- Sahiplerinin istememelerine rağmen müslüman olmak yahut zimmî kalmak için kaçıp geldiklerini ifade etseler, hür sayılırlar ve sahipleriyle ilişkileri kalmaz.

Eman için de gelseler ve bunu delille ispat etseler, durum­ları yine bu şekildedir.

Çünkü yurdumuza girmekle sahiplerine karşı kendilerini korumuş sa­yılırlar. Hatta ülkemizde sahiplerini zorla yakalayıp getirseler kendi mülkiyet­lerine almış olurlar. Aynı şekilde kendilerini koruduklarında bağımsız sayı­lırlar.

Kendine sahip olan, azat edilmiş sayılır. Hiç bir kimsenin velayetin­de de kalmaz. Çünkü kendine sahip olmakla azat olmuş sayılır.

Bu konuda delil, Rasulullahın (s.a.v.) Taif günü buyurduğu rivayet

edilen şu hadisidir:

"Hangi köle yanımıza çıkıp gelirse hür olur." Yedi köle çıktı geldi ve hür oldular. Onlara Allah'ın azatlıları ismi veriliyordu.

Müslüman veya zimmî olarak gelmeleri farketmez. Çünkü vatandışımız olan zimmî, vatandaşlıkta müslüman gibidir. Her iki şekilde de kendilerine malik ve bağımsız olurlar.

499- Sahipleri gelerek ticaret için İslam yurduna çıkışla­rına izin verdiklerini iddia etseler, onların sözü kabul edilir.

Çünkü onların kölesi olduklarını kendileri daha Önce söylediler. Sonra sahiplerinin kendileri üzerinde hakları kalmadığını iddia ettiler. Bu da bir kız­gınlığın neticesi meydana gelmiştir. Bu konuda delil göstermedikçe sözlerine itibar edilmez. Sahibinin kendisini azad ettiğini iddia eden köle durumun­dadırlar. Sahipleri asıl normal olan duruma tutunmaktadırlar. Asıl olan da köle­nin tek taraflı çekip gitmemesidir. Yeminle beraber asla tutunanın sözü mute­berdir.

Devlet başkanı, köleler İstediği takdirde, sahiplerine Allah adına ye­min ettirir. Köleleri olduğuna dair yemin ederlerse ve köleler müslüman olmuşsa, onları satmağa mecbur edilirler.

Çünkü müslüman köle zimmînin eline terkedilmediği gibi, düşman yur­duna iade etmek için düşman savaşçı olana da verilmez. Satmaya mecbur etmek ise kafirlerin hakaretinden kurtarmak açısından onun haklarına riayetin ge­reğidir.

500- Eman istiyen de, zimnıî gibi bu muameleye tabi tutu­lur. Onlardan zimmî olmayı kabul edenler ve İslama girmi-yenler ise sahîpleine terkedilir, dilediği yere götürebilir.

Çünkü köle efendisine tabidir. Efendisinden habersiz tek başına zim-mîlik talebi geçerli değildir. Nitekim ülkemizde eman altında olan savaşçı düş­manın yanında bir köle varsa ve tek başına zimmî olmak istiyorsa, bu talebi bizce makbul değildir. Devlet başkam daha önce kendisinden haraç almışsa onu efendisine iade eder. Çünkü kölesinin kazancıdır. Efendisi gelmeden önce devlet başkanının haracı ondan almasında bir sakınca yoktur. Çünkü hüküm zahire göre verilir. Onu yalanlıyan çıkmadıkça söylediği sözünde tasdik edil­miştir.

501- Bütün bunlar ikrarı dışında başka bir delille bilindiği takdirde söz konusudur. Ama bunlar kölenin sadece ikrarı ile biliniyorsa, eman için seslendiğinde yahut müslümanlar onu gördüğünde köle olup efendisinin rızası ile geldiğini itiraf et­mişse, sözü tasdik edilir ve efendisine teslim edilir. Çünkü vatandaşımız olmadan ve üzerine müslümanların bir hakkı terettüb etmeden önce kendisi itiraf etmiştir. Böylece ikrannda töhmet sözkonusu

değildir.

502- Zimmî olup kendisinden haraç alındıktan sonra bu itirafta bulunursa, sonra eman altında biri çıkıp da onu eman ile ticaret için İslam yurduna gönderdiğini iddia ederse ve zim­mî de onu tasdik ederse, devlet başkanı, söylediğinin doğru olmadığını göstermek çin aldığı haracı geri verme ve düşman yurduna iade etmeye bakmayıp kendi ikrarına bakar ve bu ik­rar ile onu kölesi yapar.

Çünkü ikrar doğru ve yanlış ihtimali olan bir haberdir. Töhmet bulunan yerde hüccet olmaz. Ancak töhmet altında bulunmıyan kimse için hüccet olur. İkrarda bulunduğu kişinin mülkü olmasında bir töhmet yoktur.

Ama düşman yurduna iadesinde töhmet ortaya çıkmaktadır. Çünkü va­tandaşımız olmakla düşman yurduna dönüşü yasaklanmış olmaktadır. Zira ül­kemizden hoşlanmama ihtimali olup danışıklı döğüş şeklinde olduğunu söyler ve düşman yurduna döner şüphesi vardır.

Sonra, onun kölesi olmak düşman yurduna geri götürmesini gerektirmez. Nitekim yurdumuzda zimmî veya İslama girmiş bir köleyi satın alması halinde yine onu satmağa mecbur edilir ve düşman yurduna götürmesine izin verilmez. Kendisinden haraç olarak alman şeyler mücahidlere verilir ve düşman savaşçıya bunun iadesinin gerekliliği konusunda adamın sözüne itibar edilmez.

503- Ama düşman savaşçı, iddiasını doğrulamak için müslü-manlardan bir delil getirirse, köleyi düşman yurduna götür­mesine izin verilir ve alman haraç kendisine iade edilir.

Çünkü müslümanlara karşı delil olan bir şeyle hakkını ispat etmiş bu­lunmaktadır.

504- Ancak eman altında bulunan düşmandan bir grup ona şahitlik ederse, sözlerine itibar edilmez. Kendisi köle olduğunu itiraf etmemişse, köle de yapılmaz.

Çünkü zimmîdir. Savaşçı düşmanın şahitliği ise zimmî hakkında delil

olmaz.

505- Zimmet ehlinden bir cemaat aleyhine şahitlik ederse,

onun kölesi yapılır.

Çünkü bu hükümde şahitlik aleyhine olmaktadır. Ehli zimmetin şahitliği zimmî için delildir.

Kendisinden alınan haracın kendisine iade edilmesi ve düşman yur­duna iadesi konusunda şahidlikleri kabul edilmez.

Çünkü bu hükümde delil müslümanlarm aleyhinedir. Ehli zimmetin şa­hitliği ise müslümanlar aleyhinde delil değildir. İki hükümden birinin sübutu da diğerinin sübutunu gerektirmez.

506- Eğer müslüman olmuşsa onun hakkında sadece müslü-manların şahitliği geçerli olabilir. Müslümanların şahidliği o-lursa, eman altındaki adamın kölesi olmakla beraber onu satmağa mecbur edilir.

Kölenin bunu itiraf etmesi halinde de durum aynıdır.

507- İmam Muhammed der ki: Düşman savaşçı, müslü-manlardan eman ister ve müslümanlar da eman verdikten son­ra yanında bir kadın ve küçük çocuklarla çıkıp gelerek şu eşim, bunlar da çocuklarımdır, derse ve eman talebinde isimlerini zikretmeiiıişse kıyasa göre bunlar fey'idir.

Çünkü emanı sadece kendisi için istemiştir. Eman hükmü ise kendisin­den ayrı olanları içine almaz. Yine bunlar için eman talebinde bulunduğuna dair bir işaret yoktur.

Ama bu nahoş bir şeydir. Onun için istihsan yolu ile hepsi eman atında olurlar.

Çünkü kendisinin daha iyi bildiği bir sebepten dolayı düşmandan kaçıp bize sığınmakta yahut mümkün olduğu kadariyle ülkemizde ticaret yapmak için ülkemize gelmektedir. Eşini ve küçük çocuklarını yanında bu maksatla getirmiş olabilir.

Kişi aile efradı ile beraberdir, kuralına göre bu, onlar için eman talebi ifade eder, zaten kendilerini koruması ve geçindirmesi bakımından ona tabi­dirler, asıl zikredilince, aykırı br örf olmadıkça, ona tabi olan da zikredilmiş olur, halbuki geçerli olan örf bunu engellenıeip desteklemektedir. Nitekim zimmî ülkemizde cizye verirken eşi ve çocukları ile diğer tabileri için bir şey vermemektedir. Bütün bunlar eman altında olduklarını göstermez mi? dîye itiraz edilebiir.

508- Yine, ganimet aldığı birçok kişi ile çıkar gelir ve bunlar kölemdir derse, onlar da kendisini tasdik ederse, veya kendile­rinin ne olduğunu ifade edemiyecek kadar küçük iseler yahut yanında bulundurduğu yüklü hayvanları güden kişileri göste­rerek bunlar çocuklarımdır der ve kendileri de onu tasdik ederse, edeceği yeminle beraber sözü muteberdir.

Çünkü görünürdeki durum ona şahidlik etmektedir. İster ticaret için gelmiş olsun, İster düşman yurdundan kaçmış olsun malını bereberinde geti­rebilir. Yalnız başına hazırlıksız ve azıksız çıkıp gelirse ülkemizde açlıktan ö-lür. Zaten ülkemizde bir müddet kalabilmek için eman talebinde bulunmuştur. Böylece kendisine tabi olarak malı da emana dahildir.

Ancak yalan töhmetinin giderilmesi için devlet başkanı ona yemin ettirir. Yanında getirdiği kişilerden onu yalanhyan kişi, eşyası ile birlikte fey' olur.

Çünkü onu yal anlamasıyla kölelik durumu sabit olmaz. Emanda tabi oluş da bunun üzerine bina edilmektedir. Yalanhyan kişi ülkemizde hür düşman olup emandan yoksun olur. Eşyalariyle birlikte fey' olur.

509- Ne hayvanlar, ne de güdenler benim değildir, sadece eşya benimdir, bana yardım etsinler diye ücretle tuttum deyip kendileri de bunu tastık ederlerse, kıyasa göre hayvanlarıyle beraber fey' olurlar.

Çünkü kendisi veya onlar kendileri için delalet veya işaretle eman ta­lebinde bulunmamışlardır.

Ama istihsana göre hayvanları ile beraber eman altında olurlar.

Çünkü eman alan kimsenin ticaret yapmak için malı ülkemize kadar sır­tında getirmesi mümkün değildir. Böyle durumlarda personel veya vasıta ol­duğu ve amacının gerçekleşmesini sağlıyan birşey olduğu ortadadır. Bu yoldan işçi kiralamak zaten işadamlarının adetidir. Kendileri için eman istemiş gibi nasıl eşi ve çocuğu da eman kapsamına giriyorsa, ihtiyaçtan dolayı bu işçiler de eman kapsamındadır.

510- Beraberinde bulunan adamlar için; Bunlar çocukla­rımdır, derse onlar fey1 sayılır.

Çünkü onlar buluğ çağına ermekle ona bağlılıktan çıkmışlardır. Tabî değil, asıl olmuşlardır. Eman hükmü dışında kalırlar. Zımmî olmak yahut Isla­ma girmek meselesinde de ona tabî değildirler. Kendileri için ayrıca eman tale­binde bulunmaları gerekir. Eman almadıkları için fey1 olurlar.

511- Meramlarını ifade edecek yaşta küçük iseler ve bunlar benim çocuklarımdır, dediğinde onu tasdik etseler eman altın­da olurlar.

Çünkü erginlik çağma gelmedikçe ona tabidirler. Nitekim meramlarını ifade etseler bile İslama girmede veya zimmî olmada ona tâbîdirler. Emanda da durum aynıdır.

Yalanlıyacak olurlarsa, müslümanlara fey1 olurlar.

Çünkü meramlarını ifade ederek onu yalanladıkları takdirde onun nese­binden olmadıkları sabit olur. Emansız girdiklerinde zaten fey' olduklarını ileri sürmüşlerdir. Bu konuda meramını ifade edenlerin sözü küçük de olsalar geçer­lidir. Durumu belli olmıyan kimsenin falancanın kölesi olduğunu itiraf etmesi ve o şahsın da bunu tasdik etmesi durumunda da netice aynıdır.

512- Yanında meramını ifade edemiyecek kadar küçük çocuklar varsa ve bunları düşman yurdundan çalıp çıkardı­ğını veya ailesinde yetim çocuklar olup yanına aldığını ifade e-derse, onlara bir şey düşmez ve kendisinin olurlar.

Çünkü meramlarını ifade edemiyecek durumda iseler zaten onun zim­metinde ve mülkiyetindedirler. Sonra, düşman yurdundan çaldığını ifade et­mektedir. Onun için kendisinin mülkiyetinde ve tabiiyetindedirler. Yahut aile fertleri arasında onların da geçimlerini sağladığı için ona tabidirler. Kendisi olmasaydı yurdumuza gelmeleri sözkonusu değildi. Bunun için kendisinin ehli mesabesinde sayılırlar.

513- Erginlik çağına gelen kızlarla yurdumuza gelerek, bunlar kızlarımdır derse ve onlar da kendisini tasdik ederse, kıyasa göre fey1 sayılırlar.

Çünkü erginlik çağına ermekle ona tabi oluşları son bulmuştur. Hatta kendisinin İslama girmesi halinde onlar da müslüman olmuş sayılmazlar. Ergin­lik çağma giren erkek çocukları mesabesindedirler.

Ama istihsana göre kızlar da eman altında olurlar.

Çünkü aile fertleri arasında ve nafakası altındadırlar. Evlenmedikçe onun nafakası ile geçinmektedirler. Bu hüküm zahire bakılarak verilmektedir. Adet olarak kadınlar tek başlarına kendileri için eman istemezler. Erkek çocukların hilafına babalan yahut kocaları ile beraber olurlar. Çünkü erkek çocukları savaşacak yaşa geldikten sona bizzat kendileri için eman istemedikçe emin sa­yılmazlar. Kadınlar ise öldürülmekten emindirler. Eman taleb etmeleri köle-teştirilmemeleri içindir. Eman hükmünde babalarına tabi olmakla eman hükmü kapsamına alınabilirler.

514- Buna göre yanında bulunan nine, hala, teyze, anne ve kızkardeş gibi kadınlar hepsi eman altında olurlar. Baba ve dedelerin durumu ise bunun aksidir. Kölesi ve ücretli hizmet­çisi ancak istihsan yolu ile ona emanda tabi olabilir. Ta ki tica­ret için yahut eşyasını onlar vasıtasiyle taşıyabilmek için yanı­na aldığı kimselerden maksat ihtiyacı yerine gelsin.

Eman hükmüne tabi olarak emin olanların tümü için bili­yoruz ki iddia ettiği şeylerde kendileri de onu tasdik ederlerse hepsi emin olurlar. Çünkü üzerinde müslümanların hakkı sabit olmadan önce bu konuda birbirlerini tasdik etmektedirler. Önce yalanlar, sonra tasdik ederlerse, fey' olurlar. Çünkü onu yalanlamakla üzerinde müslümanların hakkı sabit olmuştur. Bundan sonra tasdik etmesi müslümanların haklarını iptal etmektedir. Dolayi-siyle bu konuda çelişkiye düşmektedir.

Önce tasdik eder, sonra yalanlarsa yine fey' olur. Köle olduğunu kendisi önce itiraf etmiş bulunmaktadır. Kendi hakkın­daki bu itirafı da geçerlidir.

Ama kölesi ve meramını ifade edebilen küçük çocukları bundan müstesnadır.

Köleleri müstesnadır. Çünkü tasdik etmeleriyle onun kölesi oldukları sabit olmuştur. Mülkiyetini iptal konusunda artık sözleri muteber değildir.

Çocukları da nesebçe ona bağlılıkları ve eman hükmüne dahil olmaları sebebiyle müstesnadırlar. Kendilerinin köle olduklarına dair söyliyecekleri sözler muteber değildir. Nitekim nesebi belli ve aslen hür olan ve meramını ifade edebilen küçük çocuk kendisinin köle olduğunu söylerse sözü geçerli.

olmaz.

Ama kızı, eşi, kızkardeşi ve halası onu tasdik ettikten sonra tekrar yalan­larsa hepsi fey1 olurlar. Çünkü köle (cariye) olduklarını daha önce ifade ve itiraf etmişlerdir.

Onu tasdik edince kızının nesebi sabit olmuştur, diyerek itiraz edilebilir.

Cevap olarak diyoruz ki; Öyledir ama nesebinin sabit oluşu kendisinin köle olduğunu itiraf etmesinin hükmünü iptal etmez. Erginlik çağma gelenin kendi aleyhine ikrarı muteberdir. Ama meramını ifade edebilen küçüğün durumu böyle değildir. Onun sözü sadece yararına olan şeylerde muteberdir. Zararına olan şeylerde muteber değildir. Kendi tasdiki ile hürriyeti sabit olduktan sonra tekrar köle olduğunu ikrar etmesiyle köleliği sabit olmaz.

Durumu meçhul olan küçük çocuk bir adamın elinde olsa ve onun kölesi olduğunu ikrar etse, kölesi sayıldığı halde bu diğerinde durum neden farklı olmaktadır? diye sorulabilir.

Deriz ki, öyledir ama kendi ikrarı ile değil, o adamın iddiasıyla sabit olmaktadır. Ancak meramını ifade edebilen başkasının hakimiyeti altında değildir. Hür olduğunu iddia ettiği takdirde hür olur. Ama ben onun kölesiyim, deyince o adamın hakimiyeti altına girmiş olur. Dolayısiyle hakim olanın ifadesiyle ve hakimiyet hakkiyle onun köleliği sabit olur. Tıpkı meramını ifade edemiyenin durumunda olduğu gibi. Ama sadece kendi ikrarı ile köleliği sabit olmaz. Çünkü fayda ve zarar arasında tereddüt eden küçük çocuğun-Jkrarı geçerli olmadığı halde zararına olan şey hakkındaki ikrarı nasıl sahih olsun?

515- Müslümanlar bir kaleyi kuşattıklarında kaleden bir adam çıkıp yanlarına gelmek üzere eman isteğinde bulunsa ve kendisine eman verdikten sonra eşi, küçük çocukları, kölesi ve eşyası ile çıkıp gelse bütün bunlar fey1 olurlar.

Çünkü bu adam kendisi için korkuya kapılmış ve mecbur olmuştur. Canını kurtarmak için eman talebinde bulunmuştur. Bu amacına ulaşmak için diğer şeyleri de yanına alması şart değildir.

Birincinin durumu böyle değildi. Çünkü o evinde ve emniyet içinde idi. Eman istemesi, ülkemizde barınmak ve ticaret yapmak İçindir. Diğerlerini de yanına almadan bu amacı gerçekleşmez.

Halbuki burada, kalede bulunanların hepsinde müslümanları hakkı sabit olmuştur.Çükü kuşatma altına alman kişi, ele geçmiş gibidir. Onun için tasarrufları geçersiz olur. Sabit olduktan sonra müslümaların onlardaki hakkının iptali, durumun delaleti ile değil, nas ile olur.

Ülkemize gelmek için eman taleb eden kimsenin yanında aldığı kişilerde müslümanlann hakkı sabit olmuş değildir. Bunların da muhtaç oldukları şey, köle olmadıklarını ispat etmektir. Bu da durumun delaleti ile sabit olur ve bu delalet yeterlidir.

Ama kalede kuşatılan kimse halkın kuşandığı gibi atı üstünde silahı ve kendisine yetecek kadar parası ile çıktığı zaman, istihsan yolu ile hepsi onun­dur. Çünkü çıplak ve herşeyden soyutlanarak çıkması mümkün değildir. Nite­kim çıplak çıkacak olursa kendimiz ayıplarız. Arkadaşlarına savaşmak için çıktığını göstermek yahut çıkarken kendisine silah kullanacak olurlarsa karşılık vermek için silahını yanma almağa da muhtaçtır. Yine yaya çıkıp müslümanlara gelmesi de mümkün olmıyabileceğinden atını yanma alması da bir ihtiyaçtır. Müslümanlann karargahında kendisine yiyecek verilip verilmeyeceğini bilme­diğinden nafakasını da yanına almaya muhtaçtır. Çünkü müslümanlardan sade­ce canını kurtarması bile onun için yeterlidir. Yanına nafakasını almıyacak olur­sa açlıktan ölebilir ve canını kurtarmak amacı da gerçekleşmemiş olur.

Bütün bunları gözönünde bulundurarak yanına alacağı bu şeyler diğer şeylerden müstesnadır ve kendisinin olurlar. Yine görüşme yapan taraflardan herkesin diğerinden satın alacağı yiyecek ve giyecekler ortaklık hükmünden ha­riç olur. Çünkü istihsan yolu ile bu gibi şeylere ihtiyaç olduğunu biliyoruz.

516- Sonra muhasara altında olan ile ülkemize gelmek için eman almaya gelen arasındaki farkı belirterek şöyle demek­tedir:

Muhasara altında bulunan^ adam eman için seslense ve ema-na sahip olmadan Önce müslümanlann yanına çıkıp gelse, fey1 olur. Ancak müslümanlann en yakın hakimiyet bölgesine yak­laşan birisi müslümanlara eman için seslense ve müslümanlar ses çıkarmasa eman altında olur.

Bu şekilde anlaşılıyor ki burada delalet kafi geldiği halde, muhasara altında olan için kafi değildir.

517- Müslümanlar kalede kuşatılan birine eman verse ve adam mü si uman lar a şu veya bu şekilde yararlı olmak için çıkı­şını belirtmezse canı, malı ve küçük çocukları eman altında olur.

Çünkü bulunduğu yerde kalmak üzere kendisine eman verdiler. Orada kalabilmek için bunların yanında bulunması zaruridir ve emanda kendisine tâ-bîdirler. Ama kaleden dışarı çıkan adam sadece canını kurtarmak için çıkmak­tadır.

518- Müslüman ordusu düşmana yaklaştığında "ticaret amacı ile ülkemize yahut askerin karargahına yalnız başına gelenler emin olur" diye duyursa, geleler emin olurlar. Fakat onlardan müslümanlara açıklamadan yanlarında getirdikleri bütün şeyleri ellerinden alınır ve müslümanlara fey' olur. An­cak kaleden çıkan kimsenin yanına aldığı şeyler istihsan yolu ile kendisinin olur.

Çünkü getirecekleri şeyler için eman vermiyeceklerini daha önce ken­dilerine bildirmişlerdir. Eman verdikten sonra tekrar bozmak eman hükmünü bozar. Başka şeyler için eman vermiyeceklerini bildirmeleri de onlar için hükmü aynı şekilde iptal etmektedir. Biz ona delalet yolu ile kendi hakkı olan şeyler için eman verdik. Aksi belirtildiği zaman delalet yolu ile de kendisine bir şey sabit olmaz. Nitekim eman talebi için gelenlere müslümanlar eman ver­miyeceklerini bildirmelerine rağmen eman için çıkıp gelenler emin olmazlar. Ancak müslümanlar yeniden kendilerine eman verirlerse emin olurlar. Bu red cevabından sonra onların durumunun kalede mahsur olanın durumu gibi olduğu anlaşılmaktadır.

519- Bir müslüman yanında eman talebinde bulunan düşman bir kişi ile çıkıp gelse ve yanlarında her ikisinin tuttu­ğu veya hayvan üzerinde bulunan bir mal varsa ve müslüman, bu mal benimdir, bu da kölemdir, derse ve düşman kişi hayır, mal benimdir, ben de eman almak için geldim, diye hak iddia ederse, düşman kişi zorla yakalanıp bağlanmışsa, müslümanın sözü geçerlidir.

Çünkü onu zorla alınca kendisinin kölesi olur. Mal konusunda da efen­disine muhalefet yetkisi yoktur.

Zorlanmamışsa, hür ve eman altında olur.

İkisi de yetki sahibidir. Mülk ve hayvan ikisi arasında yarıya paylaşılır.

Çünkü görünürdeki durum ona şahitlik etmektedir. Sonra, mal üzerinde her ikisi de yetki sahibidir. Mal ve hayvan ikisi arasında yarıya paylaşılır.

520- Biri havana bindiği halde diğeri yandan tutup hayvanı çekiyorsa, hak sadece binmiş olanındır.

Çünkü binit, binen için yararlanma aracıdır. Binitin yükü de binite sahip

olanındır.

521- Eşya bir entari ise ve onu biri giymiş ve diğeri de elinde tutmuşsa, entari giyen kişinindir.

522- Aynı şekilde mülkiyet güdenin değil, binmiş olanın ve binek hayvanım yönlendirenindir. Mat kimin elinde ise sahibi kim olursa olsun, onun olur. Biri hayvanı çekiyor, diğeri de güdüyorsa, hayvan ve mal çekenindir.

Çünkü hayvanın yularım elinde tutmakla,  hayvanla beraber yüklendiği

eşyada onundur.

523- Düşman yurdundan ordugahımıza sevkedilen bir mal olup eman altındaki kişinin kendisine ait olduğunu söylese ve müslüman da onu yalanlıyarak "o mal benimdir, düşman yurdunda halk bana bağışladı yahut zorla onlardan aldım" derse ve kendisi de daha Önce ellerinde esir ise, malı da her ikisi elinde tutuyorsa, yarısı elinde tuttuğu için onundur. Diğer yarısı da müslümanlara ait fey1 olur. Çünkü diğer yarısı esirin elindedir. Onu askerin gücü ile ele geçirmiştir.

Kendisine bağışladıklarını iddia etmekle musiüman askerlerin ortaklık paylarım

iptal etmeğe çalışmaktadır.

524- Müslümanlardan bir delil getirmedikçe bu konuda sözü tasdik edilmez, zimmîlerden veya eman altındakilerden delil gösterirse eman istiyenin aleyhine bütün mal ona verilir.

Çünkü ortaya koyduğu delil eman altında olanın aleyhinedir. Bu malın tümü kendisinin de dahil olduğu müslüman askerlere fey' olur.

Çünkü ortaya koyduğu delil müslümanların hakkını iptal etmede hüccet değildir. İddia ettiği hibe ve sadaka sözleri de müslümanların hakkını iptal et­mede kesin değildir.

Müslümanlardan bir cemaat ona şahitlik ederse, mal kendisinin olur.

Çünkü iddiasını müslümanlar hakkında geçerli delil ile ispat etmiştir. Bu da gözle görülmüş gibi sabit kabul edilir.

525- Mal sadece eman altındakinin elinde ise ve müslüman bir cemaat, malın esire sadaka verildiğine ve onu eman altında-kine emanet ettiğine dair şahitlik ederek malı ona müslüman­ların hakim olduğu bir yerde emanet bıraktığını ifade eder­lerse, mal ona teslim edilir.

Çünkü delille sabit olan, görme ile sabit olmuş gibidir. Malı düşmanın hakim olduğu bir yerde eman altmdakine bıraktığı­na dair şahitlik ederlerse, eman altındaki kişiden bir şey alınmaz ve kendisine verilmez.

Çünkü bu, düşman yurdunda aralarında anlaştıkları bir sebepti. Eman altındaki kişi bizim hükümlerimize tabi olmayıp ülkemizde ticaretini yaptıktan sonra tekrar yurduna dönmek üzere gelmiştir. Böylece düşman yurdunda ara­larında geçen şeyler üzerinde hakim davalarına bakmaz. Nitekim bir müslü-manla eman altındaki bir kişi İslam yurduna girdikten sonra biri diğerine islam yurdunda borç verdiğini yahut bir emanet bıraktığını iddia etse ve iki müslü-manı da şahit gösterse, hakim bunların davasına bakmaz. Eman altındaki kişi Islama girerse yahut zimmî olursa, o takdirde her iki tarafın da karşılıklı dava­larına bakar. Çünkü eman altındaki kişi artık vatandaşımız olmuş ve yasa­larımıza muhatap olmuştur.

526- Aynı şekilde eman altında olan iki kişi ülkemizde biri diğerine borç verdiğini yahut emanet bıraktığını iddia etse ve muamele ülkemizde meydana gelmişse, hakim davalarına bakar.

Çünkü hakim yurdumuzda kaldıkları sürece aralarındaki davalara bak­maya ve kendilerine insaf ile davranmağa memurdur.

527- Ama muamele ülkemiz dışında   cereyan etmişse, bu-nunla ilgili davaya hakim bakmaz. Ancak Islama girmek ya­hut zimmî olmakla davalarına bakabilir. Yine düşman yurdun­da birinin diğerinden bir şeyler gaspettiğini iddia etse ve dava açsa, hakim bu davaya da bakmaz.

Çünkü düşman yurdu yağmacılık yeridir. Borç ve emanet dışında burada bir şey alan ve sonra İslama giren yahut zimmî olan kimse o şeyin sahibi olur. Zira borç ve emanet karşılıklı hoşnutlukla aralarında geçen bir işlemdir. Vatandaşlığımıza geçtikten sonra bunlarla ilgili davalarına bakılır.

528- Müslüman ile eman altındaki kişi birlikte çıkarken biri diğerinden bir şey gasbetse ve o gasbedilen şey mevcut olsa, sonra eman altındaki kişi İslama girse, hakim bunların da davasına bakmaz.

Çünkü müslüman gaspetmişse mubah bir malı almış demektir. Gasp e-den düşman ise almakla mal kendisinin olmuştur. Ama borç ve emanette du­rum değişiktir. Onda istila ve ele geçirme sözkonusu olmadığından bunlarla

ilgili davaya bakılır.

529- Müslümanla eman altındaki kişi birlikte çıkıp ikisi de mal yüklü bir katırı tutarak, bu hem elimde hem de malımdır, diye iddia etse ve taraflardan biri müslümanlardan delil getir­se, hakim onun lehine karar verir.

Çünkü davasını delille ispat etmiştir. Bu mesele ile bazı imamlarımızın şu şekildeki sözlerinde yanıldıklarını anlamaktayız:

Taraflardan herbiri, bu elimdeki malımdır derse, hakim bu davaya bak­maz ve şöyle der: Madem ki senin malındır, o halde benden ne istiyorsun?

Halbuki metinde taraflardan herbirinin getireceği delilin kabul edileceği belirtilmektedir. Aradaki anlaşmazlığı çözmek için hakim zaten bu delile muhtaçtır. Bu amaçla gösterilen delil makbuldür. Onun için hakime şöyle cevap verir: Onun davasını iptal etmeni ve malı bana vermeni istiyorum.

Malın birinin elinde olması durumunda olduğu gibi, bu mesele de aynı şekilde bağlanamaz mıydı? diye sorulabilir. Nitekim orada davaya bakılmı­yordu. Ama burada her birinin elinde malın yansı bulunmaktadır. Eman al­tındaki kişi ülkemizin vatandaşı olmadıkça davaya bakılmaması gerekmez mi?

Cevap olarak deriz ki; Burada herbiri îslam yurdunda malı elinde tuttu­ğunu iddia etmektedir. Onun için aralarındaki davaya bakmak lazımdır. Yani mesele, İslam ülkesinde her iki tarafın malı kendisinden diğer tarafın aldığını iddia etmesine benzemektedir. Şahitler derse ki gaspeden kişi düşman yurdunda düşmanın gücünden faydalanarak ve eman almadan önce atladığı gibi katıra sahibi ile beraber sarıldı, o zaman hakim yine bu davaya bakar ve mal sahibi lehine hüküm verir. Çünkü sahibinin eli ona asılı oldukça gaspeden kişi onu ne eline geçirebilmiş ne mal sahibinin elinden çıkmış demektir. Ama düşmanın hakimiyeti altında malı sahibinin elinden alırsa o zaman kendisinin olur. Çünkü düşmanın gücü ile malı eline geçirmiş demektir. Mal sahibi İslama girse bile artık ondan alacağı kalmaz.

530- Düşmanın yurdunda esir olan müslüman, bu katır da mal da eman altındaki kimsenindir, düşman yurdunda yahut çıktıktan sonra ondan aldım derse, eman altındaki kimse de; hayır, katır da yükü de benimdir, kendisi yalan söylüyor derse, katırı da her ikisi tutuyorsa, kıyasa göre tutması itibariyle yarıyarıya orada olanlarındır.

Çünkü esir bu ikrarı ile askerlerin sabit olan haklarını iptal etmeğe ça­lışmaktadır. Halbuki onlar hakkında sözü geçerli değildir. Istihsana göre malın tümü eman altında olanındır. Çünkü askerin hakkı esirin eli altındaki miktar itibariyle sabit olmaktadır. Bu malda hakkı olduğunu ispat konusunda söylediği sözleri kabul etmek zaruridir. Bu da, mal eman altındaki kişinindir, demesiyle sabit olmuştur. Bu adamın eli mala sahip kaldıkça esirin elinde bir şey yok demektir. Bunun için mal eman altındaki şahsındır. îslam yurduna yahut asker karargahına çıkmaları müsavidir.

531- Mal tamamen esirin elinde olup mesele de anlatıldığı şekilde ise ve eman altındaki kişi de düşman yurdunda kendi­sinden aldığına dair itirafta bulunursa, artık mal tümü ile onun olur ve eman altmdakinin hakkı kalmaz.

Çünkü eman altındaki adamın eli maldan tamamen kesilince müslüman onu tümü ile eline almış demektir.

Asker karargahına çıkarırsa hepsi fey1 olur. Ama islam yurduna çıkarırsa hepsi onundur.

Hırsızlık yapanın çıkardığı mal gibidir. Beşte bir vergi de ona düşmez.

532- Eğer eman altındaki kişi "onu müslümanların ha­kimiyet bölgesinde iken benden aldı", derse sözü geçerlidir.

Çünkü malın aslının eman altındaki kişiye ait olduğunu ikisi de tasdik et­miş durumdadır. Eman alması ile malı da özel ve dokunulmaz ama gasp edilmiş mal olmaktadır. Esir, mala temellük sebebini iddia etmektedir. Allah'a yemin ettiği takdirde sözü muteberdir. Sonra, eman altındaki kişiden onu alması sonradan olan bir şeydir. Yeni olduğu için en yakın zamana göre çözümlenir. O da îslam yurdunda bulunmalarından sonradır. Nitekim daha Önceki bir tarihte aldığını iddia edenin sözü ancak delille kabul edilir.[364]

 

Eman Sayılan Ve Sayılmayan Şeyler

 

533- Müslümanlar düşman yurdunda bir kaleyi muhasara ederken müslüınanlardan biri içindekilere, siz eman altında­sınız, diye seslenirse ve onlar da sesini işitmiyecek yerde iseler, bu seslenişi eman sayılmaz.

Çünkü seslenmekten maksat, muhataba duyurmaktır. Sesini duymıya-caklarım bildiği halde seslenirse lüzumsuzluk yapmış olur ve seslenişi eman sa­yılmaz. Böyle bir şey olsaydı her müslüman oturduğu yerden Rumlara, Tüklere ve Hintlilere eman verir ve kendilerine haber vermeden onlarla savaşmazlar. Herkes biliyor ki böyle bir şey makul ve makbul değildir.

Eman, had cezasını düşürür yahut öldürmeyi ve köleleştirmeyi yasaklar, bu da talak ve köle azad etmeğe benzer şeylerde konuşanın bizzat ifadesiyle meydana geldiği halde bu seslenme neden eman sayılmasın? denilebilir.

Biz de diyoruz ki, böyle değildir. Aksine burada bir sözle onlar için eman özelliği meydana gelmiş olur. Nitekim verdiği emanı red etseler emin sayılmaz­lar. Yine sesini işitmiyecekleri bir yerden kendilerine seslenmesiyle onlar için eman hasıl olmaz.

534- Kendileri uykuda olmaları yahut savaşla meşgul ol­maları sebebiyle seslendiğinde işitmiyeceklerini sanarak eman verdiğini belirtmek için seslenirse, bu eman sayılır. Aradaki eman ahdini bozduğunu kendilerine bildirmeden onlara savaş açmak caiz olmaz.

Çünkü işitmelerinin hakikatine nüfuz etmek güç bir iştir. Böyle durum­larda hüküm ona delalet eden zahiri sebebe bağlı olur.

O da sesini işitebilecekleri bir mesafeden kendilerine seslenmiş olma­sıdır. Zahir sebep gizli mana yerine kaim olunca, hüküm de ispat veya nefiyde onunla birlikte kaim olur.

Sonra, aldatmaktan sakınmak vaciptir. Kendilerine seslenilen kimseler sesi işitecek mesafede olduğu halde seslenmesinde de aldatma ihtimali vardır.

Bu da seslenen kişinin sesini duyrmyacakîarı bir mesafede olduğu takdirde ancak tahakkuk eder.

535- İmam Muhammed der ki, mesela müslümanlardan biri onlardan uyuyan yahut sağırlığından dolayı sesi duymıyan birinin yanına gidip eman verdiğini bildirse, bu onun için eman sayılır.

Ebu Hanife'nin prensiplerine göre bu daha açıktır. Çünkü İmam, halvet ve uyuyanın yanma gelip düşen av meselesinde dediğine göre uyuyan kişiyi uyanık gibi telakki etmektedir.

Yeminler bölümünde de şöyle demektedir: Falan kişi ile konuşmıya-cağım, diye yemin eden kişi o kişiye seslenir yahut uykudan uyandırırsa, yeminini bozmuş sayılır. Bazı nüshalarda ise ona seslenip uyandırırsa, şeklinde geçmektedir.

Bundan da anlaşılıyor ki ona seslendiğinde ister uyandırsın ister uyan­dırmasın durum değişmez. Sesini işitecek yakınlıkta ise kendisi İle konuşmuş gibi sayılır.

536- Bir mektup yazarak eman verdiğini bildirirse, onlar da mektuba bakarak kalelerinden çıkar gelirlerse, eman altında olurlar.

Çünkü mektup iki ifade şeklinden biridir. Açıklama ve anlatımda konu­şarak anlatmak gibidir. Nitekim risaleti tebliğ etmekle görevli olan Rasalullah etrafa mektuplar göndererek de tebliğ görevini yerine getirmiştir.

Adamlar mektubu aldıktan sonra dışarı çıkmışlardır. Bu eman sayılma-dığı takdirde bir bakıma aldatma olmuş olur. Hz. Ömer'in bu konudaki hadisini daha önce zikretmiştik.

537- İçinde eman verildiğini belirten bir mektup bulsalar ve atan belli değilse, eman olmaz.

Çünkü mektup cansız bir şeydir. Eman vermesi söz konusu değildir. Bi­lakis eman mektubu yazan kimseden olur. Meçhul olan kimseden eman mey­dana gelmez. Sonra mektup sahte veya eman vermesi caiz olmayan zimmet eh­linden biri tarafından verilmiş olabilir. Onun için mektubun bir müslüman ta­rafından atıldığına dair yine müslümanlardan delil getirilmedikçe eman meydana gelmiş olmaz. Çünkü onların köleleştirilmesinde müslümanlarm hakları sabit olmuştur. Bu delil, mezkûr hakkı iptal etmek için gösterilmektedir.

538- Müslümanlar onları ele geçirmeden önce bir müslü­man çıkıp da mektubu kendisinin attığını söylerse, sözü geçerlidir.

Çünkü yapabileceği bir işi haber vermektedir. Hakkında şüphe de sözko-nusu değildir. Sonra, onlarda müslümanlarm hakları henüz gerçekleşmiş değil­dir ki sözü müslümanlarm onlarda hakkını iptal etmiş olsun. Kendisi de müslü­manlardan biri olarak bunu yapma yetkisine sahiptir.

539- Müslümanlara teslim olduktan sonra bunu söylerse sözü tasdik edilmez. Mektubu kendilerine attığına dair müslü­manlardan iki şahit getirmedikçe sözü, muteber değildir.

Çünkü elinde olmıyan bir şeyi bildirmektedir. Bu bildirmesiyle müs­lümanlarm sabit olmuş haklarını iptal etmeğe çalışmaktadır. Bu konuda ne sözü ne şahitliği muteberdir. Çünkü kendisinin yaptığı bir şeye şahitlik etmektedir. Bu da şahitlik değil, iddia olur,

540- Ondan ayrı iki müslüman şahitlik yaparsa eman ger­çekleşir ve onlar emin olacakları yere tekrar iade edilirler.

Delil getiremezse ve onlar paylaşılıp kendisine de pay düş­müşse, payına düşenlerin hür olduğunu ve eman altında bulun­duğunu itiraf ettiği için onlar hürdür. Zira Kendi mülkü için yapacağı ikrar zaten geçerlidir. Ancak bunların tekrar düşman yurduna dönmelerine müsaade edilmez. Çünkü yurdumuzda sürekli tutmak müslümanlarm hakkıdır. Bu konuda müslümanlar aleyhinde şahitliği de geçerli değildir.

İslama girmeyi kabul etmezlerse, zimmî sayılırlar.

Çünkü yurdumuzda müebbed tutulanlardan cizye vergisi alınır. Durumu ileride de belirtileceği üzere, zimmînin durumu gibidir,

541- Devlet başkanı bunların satılmasını öngörürse ve emin olduklarını söyliyen adam satın alırsa, ücretlerini kendisi öder.

Çünkü zahire göre bunlar köledirler. Kendisi alınca hür sayılırlar. Hür olduğunu ikrar ettiği köleyi satın alan mesabesindedir. Belirttiğimiz sebep­lerden dolayı dârulharbe dönmelerine izin verilmez.

542- Muhasara altında olanlara devlet başkanının eman verdiğini bir müslüman yalandan bildirse ve onlar da kalele­rini açıverirlerse, emin olurlar.

Çünkü kendisinin verebileceği sahih bir emani onlara bildirmiştir. Bu bildirmesi kendisinin önceden kararlaştırdığı bir emanı bildirmek gibidir. Böyle birşeyi kararlaştırmamışsa bile yeniden eman vermiş sayılır. Ebu Hanife'nin prensibine göre hakimin akidlerdeki hükmü mesabesindedir. Sonra, "devlet başkanı size eman verdi, kapıyı açın" demesiyle bu iş gerçekleşmiş olmaktadır.

543- Bunu kendilerine açıkça söylese, kendisinin vermiş olduğu eman ile emin olurlar. Sözünün iktizasiyîe (dolaylı ola­rak) sabit olduğunda da sonuç aynıdır. Bunu kendilerine bildi­ren zimmî ve eman altındaki biri ise hepsi fey' sayılır.

Çünkü haber verilen şey yalan ise, mücerred haber verilmesi ile doğru olmaz. Kendi açısından da sözünün iktizasiyîe eman sayılmaz. Çünkü eman verme yetkisine sahip değildir.

544- Devlet başkanı etrafındakilere onlara eman verdiğini söylese ve kendilerine bunun bildirilmemesini isterse, onun sözünü duyan müslümanlardan biri gidip onlara bunu duyur-sa, eman altında olurlar.

Çünkü verdiği haberde yalancı olsa bile yukarıda da belirttiğimiz gibi kendi açısından eman altında olurlar. Devlet başkanının bildirmesini yasakla­masına rağmen verdiği haber doğru ise öncelikle eman altında olurlar.

545- Bunu kendilerine bildiren zimmî ise devlet başkanının

sözlerinden sadece birinci şıkkı duymuşsa, onlar yine eman altında olurlar.

Çünkü devlet başkanının cemaat içinde bunu söylemesi, delaleten tebliğ etmelerini istemesi demektir. Delaletle sabit olan, açık ifade ile sabit olmuş gibidir. Duyanlar bildirmeyi yasaklıyan ikinci şıkkı da duymadıkça bildirme hakkına sahiptirler. Vekili azletmek ve yetki verilen köleyi hacr altına almak (tasarruf yetkisini elinden almak) gibi şeylerde haber kendilerine ulaşmadıkça onlar hakkında sabit olmaz. Dolayısıyla bu adam devlet başkanının sözünü yine onun emri ile kendilerine tebliğ etmiş olur. Bu konuda elçinin sözü onu gönderenin sözü gibi muteberdir.

Devlet başkanının sözünün iki şıkkını duyduğu halde onlara bildir-mişse hepsi fey' olur.

Çünkü bildirmeme emri kendisine ulaşınca bildirme yetkisi kalkar ve hakkında o emrin hükmü sakıt olur.

Sonra, bildirmemelerini istemesi o emanı tekrar geri alması mesabe­sindedir. Ancak eman haberi kendilerine ulaştıktan sonra tekrar bozul­ması, onlara emanın kaldırıldığı haberinin ulaşması ile mümkündür. Ama eman haberi kendilerine ulaşmadığı sürece onu kendilerine duyurmadan geri almak da sahih olur.

Nitekim pazar halkı arasında kölesine tasarruf yetkisini tanıdıktan sonra evinde bu yetkiyi İptal ederse, çarşı halkı bunu duymadıkça onun tasarrufları geçerli olur. Ama pazar halkı duymadan önce evinde yetkilerini elinden alırsa, pazardaki bütün tasarrufları geçersiz olur.

546- Yine devlet başkanı bir zimmîye "git, kendilerine e-man verdiğimi söyle" dedikten sonra sözünü geri alır ve "vaz­geç, onlara bildirme" derse yahut zimmî olan katibine; "onlara eman verdiğimi kendilerine yaz" dedikten sonra yine sözünü geri alır ve yazma, demesine rağmen katib eman verildiğini kendilerine yazar ve bildirirse, kendileri de bu yazı ve habere göre kalellerini terkederlerse fey' olurlar. Katibe yahut elçiye bunu yasaklamazsa yahut yasağı kendilerine bildirdikten sonra duyarsa ve onlar da kalelerinden çıkarlarsa, emin olurlar.

Her iki durumda da delil, aldatmaktan sakınmaktır.

547- Bir müslüman yanındaki adamı göstererek kale için­dekilere  "bu adam size eman verdi", derse ve onlar da inince gösterilen adamın zimmî veya eman altında biri olduğunu görünce", adam doğru veya yalan söylesin, hepsi fey' olurlar.

Çünkü kendilerine geçersiz bir emanı haber verdiği halde kendisi de sahih bir eman vermiş değildir. Kendilerini de aldatmış sayılmaz.

Konuşanı veya kendilerine gösterdiği kişiyi tetkik edip işin gerçeğini araştırmadıklarından kendi kendilerini aldatmış sayılırlar.

548- Kendilerine müslüman bir erkek veya kadını göste­rerek onların eman verdiğini söylese, bu sözünde doğru veya yalancı olsun, hepsi eman altında olurlar.

Çünkü kendilerine sahih bir emanı haber vermektedir. Eman yetkisine sahip birine izafe edince onlara eman vermiş olur.

549- Bir müslümanın kendilerine eman verdiğini bildiren kişi zimmî ise ve sözünde doğru olduğu kesinse, eman altında olurlar. Yalan söylediği yahut doğru veya yalanı belli değilse, fey' olurlar.

Çünkü kendi başına eman verme yetkisine sahip değildir. Onlar da ken­dinden eman verme yetkisine sahip olmayan kimseye güvenince aldatılmış de­ğil, kendi kendilerini aldatmış olurlar.

550- Kendisinden söz edilen kimse kendisi söylerse, sözü tasdik edilir. Kendileri emniyette iken bunu söylemesi üzerine kalelerinden inerlerse, eman altında olurlar.

Çünkü kendilerine eman verme yetkisine sahip olan ve haber veren kişi­yi tasdik etmiş olur. Tasdik ettiği için de töhmet altına girmez.

551- Kalelerinden indikten ve elimize geçtikten sonra bil­dirirse, sözü tasdik edilmez.

Çünkü bu tasdikte töhmet altındadır. Kendilerine eman veremeyecek du­ruma gelmiştir. Sonra, bu tasdikle müslümanların onları köle edinme haklarını iptal etmeye çalışmaktadır.

Ancak devlet başkanı onları paylaştırır ve bir kısmı ikrar edenin pa­yına yahut zimmînin hissesine düşerse, ikisi de âzâd ederler.

552- Yine devlet başkanı onları satarken haber veren zimmî yahut tasdik eden müslttman satın alırsa, birbirlerini tasdik ettikleri için hepsi azad olurlar. Çünkü hür ve eman altın­dadırlar. Bu hüküm onlardan ikisinin de mülkiyetine geçen şeyler hakkında caridir. Ancak düşman yurduna dönmelerine izin verilmez.

Çünkü başkan onları paylaştırıp sattığında müslümanların ülkemizde tutma hakları vardır. Müslümanların haklarım ilgilendiren meselelerde ikisi de tasdik edilmezler.[365]

 

Düşman Kişinin Eman Almadan Hareme Girmesi

.

553- Eman almadan bir düşman Harem'e girse, üzerine hücum edilip esir edilmez veya öldürülmez.

Alimlerimizin prensibine göre kanının akıtılması mubah olan bir insan Harem'i Şerife girse, eman altında olur.

Cenabı Hak şöyle buyuruyor :

"Emin bir harem kıldığımızı görmediler mi?"[366] "Ona giren kimse emin olur."[367]

Mekke fethi gününde Rasulullah (s.a.v.) yaptığı konuşmada şöyle buyurdu:

"Benden önce orası kimseye helal olmamıştır. Benden sonra da kim­seye helal olmayacaktır. Bana da ancak günün bir saatinde helal olmuş­tur: Bundan sonra kıyamete kadar haram olacaktır "

Rasulullah (s.a.v.) müşriklerden savaşmayan bazı kimseleri öldürttüğü için o gün böyle buyurdu. Eğer savaşa katılan savaşçı kimseler olsalardı yaptığı konuşma ile sınırlandırmasının bir faydası olmazdı. Çünkü haremi helal kılan, onun belirttiği şekilde bir anını helal kılar.

İbn Ömer (r.a.) şöyle buyuruyor: Babam Ömer'i öldüren kimseyi haremde görsem ona saldırmam. İbn Abbas da aynı şeyi söyledi. Ancak "babası" lafzını demedi.

Bunu haremde kimseyi öldürmeye kalkışmayı yasaklamak kabilinden mübalağalı olarak söyledi. Öldürülmediği gibi esir ve köle de edilmez. Çünkü hürriyet hayat, kölelik de helaktir.

Haremin haramlığı hükmü buna engel olmaktadır. Nitekim av haremde

öldürülmediği gibi, kimsenin mülkiyetine de geçmez.

554- Haremden çıkmadan Önce müslüman olursa hür olur ve kendisine hiç bir şey yapılmaz.

Çünkü haremde bulunduğu müddetçe emin ve hürdür. İslamiyete gir­mesi ile de hürriyeti garantilenmiştir.

Zimmî olmak isterse arzumuza bağlıdır. Dilersek bu hakkı kendisine veririz. Dilersek vermeyiz.

Çünkü helak olmak üzere ve ele geçmiş durumdadır. Zahire göre yasa­larımıza uyarak kendi isteğiyle bunu istemiş olmayıp mecbur kaldığından bu yola başvurmaktadır. Bununla kaçıp kurtulmak için bir yol aramaktadır. Devlet başkanı onun hakkında dilediği gibi karar verir. Köleleştirilmeden önce esir alınan kimsenin zimmî olmak istemesi gibi.

555- İslama girmeyi reddedip haremde sağa sola kıvran­maya başlayınca oradan çıkmaya mecbur kalması için ne ye-dirilir, ne anlaşma yapılır ve ne de yanında kimse oturur.

Çünkü hareme sığınması ile emin olduğundan ona zarar vermemiz müm­kün değildir. Ancak kendisine ihsanda bulunmamız da gerekmez. Ona iyilik et­mememiz de kötülük manasına gelmez. Bunun için zimmî olmak istediğini kabul etmemek de kendisine kötülük demek değildir. Çünkü talebini kabul et­mek kendisine iyilik etmek demektir.

Ancak halkın yararlandığı su ve otlardan faydalanmaktan alıko-namaz.

Çünkü bu onun hakkıdır. Rasulululah (s.a.v.) şu sözleriyle herkesin bunlarda ortak olduğunu ispat etmiştir:

"İnsanlar üç şeyde ortaktırlar: Ot, su ve ateş." Hakkı olan bir şeyden alı­koymak ona kötülük etmektir. O şu sözünün manasım ifade etmektedir:

Sudan alıkoymak mümkün olsaydı öldürmek de caiz olurdu.

556- Devlet başkanı, onu esir etmeyeceğim ama hapsedece­ğim derse, bunu yapmaya hakkı yoktur.

Çünkü hapsetmek bir nevi cezalandırmaktır.

Yine, haremden çıkaracağım derse bunu da yapamaz.

Çünkü harem ile sabit olan emniyet, ona kötülük etmeyi yahut oradan çı­karmayı yasaklamaktadır. Nitekim av hayvanının durumu da böyledir.

557- Savaşmak için hareme girenler bir cemaat ise müslü-manların onları öldürmesinde bir sakınca yoktur. Çünkü Ce­nabı Hak şöyle buyuruyor:

"Mescidi Haramda size savaş açmadıkça siz de onlarla döğüşmeyin."

İbn Abbas (r.a.), haremin tümü mescidi haramdır buyurmaktadır. Yani her tarafı hüküm İtibariyle mescidi haram gibidir. Haremin hürmt eziyeti onlardan gidermemizi gerektirmediği gibi, av hayvanından eziyeti gid mek de bize şart değildir. Hatta haremde bir canavar, bir insana saldırırsa o öldürmek caizdir.

558- Müslüman onlara hamle yaparak yenerse ve kendile­rinden esir alırsa, onları Öldürmesinde bir sakınca yoktur.

Çünkü haremin hürmetine riayet etmemişlerdir. Başlangıçta niha; harem onlar hakkında helal mesabesinde olmaktadır.

Avın durumu ise böyle değildir. Üzerine saldırdıktan sonra kaçaı öldürülmesi caiz değildir.

Çünkü av hayvanının aklı yoktur. Ancak içgüdüsüyle zarar vermek is diğinde eziyeti def edilir. Bu da kaçmasıyla gerçekleşmiş olmaktadır.

Ama insanın aklı vardır. Zararını önlemek için öldürerek bırakm caizdir.

Bunun için kısas, hayat vermek manasında emredilmiştir. Zararları örı mek ve haremin hürmetini çiğnemelerinin önüne geçmek için başlangıçta nihayetde onlarla savaşmak caiz olduğu gibi, yenilgiye uğratıp esir aldık sonra da haremin hürmetini itibari yolla çiğnemekten alıkoymak amacı öldürmek de caizdir.

559- Yine savaşarak hareme girseler ve yanlarında çoluk çocukları varsa, yenilip esir alındıktan sonra kadınları da esir alınabilir.

Çünkü savaşanlara tabidirler. Haremin hürmetini ihlal etmeleri sebebi asıl olan erkekleri hakkında hareme hürmetsizlik etmek ne ise, tabileri o kadınları hakkında da aynı şey geçerli olur. Asıl hakkında hüküm sabit oluı ona tabi olan hakkında da sabit olur.

560- Harem dışında müslümanlarla döğüşüp onlardan bazı­larını öldürdükten sonra kaçarak kadınlarıyla beraber oraya sığınsalar ve orada savunmasız dursalar, kendilerine veya eşle­rine dokunulmaz.

Çünkü onun hürmetine riayet ederek ona sığındılar ve emin oldular. Halbuki daha öncekiler müslümanlarla savaşmak üzere haremin de hürmetini çiğniyerek oraya sığındılar.

561- Ama onları koruyanlar haremde toplanıp kendileri de eşleriyle beraber haremde onlara sığınırsa, hem kendilerini hem de eşlerini öldürmek ve esir etmek caizdir.

Çünkü bir zümreye sığınan kimse muharip olup savaşı terk etmiş demek değildir.

Nitekim ayaklananlar takip edilir ve koruyan zümre varsa yine öldü­rülürler. Burada da durum aynıdır.

562- Düşman kişiler hakkında bütün söylediklerimiz, isyan eden ve ayaklananlar için de geçerlidir. Ancak eşleri ve çocuk­ları yağma edilmez.

Çünkü vatandaşımız ve müslümandırlar. Müslüman oldukları için hür­dürler ve mallan yağma edilmez.

Ama bunun dışında öldürülmelerinin helal veya haram olduğu yerlerde düşman kişiler gibidirler.

Basan Allah'tandır.[368]

 

Şüpheli Olan Eman

 

563- Müslümanlar düşmanın kalelerinden birini kuşatır ve kuşatılanlardan dört kişi; "Sizinle antlaşma yapmamız için dı­şarı çıkmamıza eınan verin" der ve eman vermeleri üzerine yirmi kişi dışarı çıkarlarsa, eman isteyen dört kişiyi tesbit ede­bilirsek o dört kişi emniyet içerisinde olur. Gerisi ise müslü-manlar için feyr olurlar. Müslümanlar dilerlerse onları öldü­rürler, dilerlerse fey1 olarak alırlar.

Çünkü kendilerine eman verilmeden elimize geçmişlerdir. Kuşatma altın­da bulunan kişi sırf dışarı çıkmakla emandan istifade edemez. Emandan istifade edebilmesi için sözle kendisine eman verilmiş olması gerekir. Zaten dışarı çıkarılması için kuşatılmış iken emandan nasıl yararlanabilir ki! Kendilerine eman verilen dört kişi İle diğerleri arasında tabî olma yoluyla onlara da eman verilmiş olmasını gerektiren bir sebep de yoktur. O dört kişiye uygulanacak hükme gelince :

564- Müslümanlarla aralarında antlaşma yapılmadığı tak­dirde kendilerine verilen eman gereğince geri iade edilirler. Kaleye dönmek istemedikleri takdirde müslümanlar onları buna zorlayamazlar.

Çünkü onlara eman vermişiz. Onları hapsetme yahut esir etme hakkına da sahip değiliz. Ama onlara, dilerseniz darulharbe gidin, denilir. Emniyet içe­risinde düşman topraklarında uzaklaşıncaya kadar da onlara bir zarar vereme­yiz. Çünkü verilen söze vefa göstermek ve ihanet etmemek vaciptir.

565- Karargâhınızı terketmeyiz, derlerse komutan uygun göreceği müddete kadar onları orada alıkoyar ve o müddet dol-duktan sonra zimmî olarak kendilerini islam yurduna götüre­ceğini haber verir.

Bu meselenin izahı daha Önce geçmiştir.

Komutanın onlara; Şu zamana kadar giderseniz gidin, değilse sizi köle yapar yahut öldürürüz, demeğe hakkı yoktur.

Çünkü onlar aramızda emniyet içerisindedirler. Kendilerine verdiğimiz bu emanın gereği olarak onları ne köle edinebiliriz ve ne de öldürebiliriz. On­lara bu hükümleri uygulamamız doğru olmadığı gibi, aradan zaman geçmesiyle de uygu I ay amayız.

Ama onları zimmî yapmamız böyle değildir. Çünkü onları zimmî kabul etmemiz, verdiğimiz emana ters değildir. Aksine, verilen emanın gereği olur. Ayrıca bir kafirin darulislamda uzun müddet kalıp cizye vermemesi ve mua­melat konusunda hükümlerimize uymaması, müslümanlan hafife almak anla­mına gelir.

566- Müslümanlar dört kişiye: "Antlaşma pazarlığı yapmak üzere size eman verdik, dışarı çıkın" derlerse ve aralarında o dört kişinin bulunduğu yirmi kişi dışarı çıkar ve kendilerine eman verdiğimiz dört kişiyi şahsen tanımıyorsak, yirmi kişiden herbiri de: "Eman isteyen benim" derse, hepsi emniyet içeri­sinde olurlar. Onlardan hiçbirini Öldürenleyiz ve esir edemeyiz. Çünkü onlardan herbirinin durumu şüphelidir. Bu kişi, kanı korunarak eman verilmiş biri midir, yoksa kanı helal mıdır, belli değildir. Rasulüllah (s.a.v.) İn aşağıdaki hadisi gereğince masum olması yönü ağır basmaktadır : "Bir şeyde helal ile haram bir arada bulunursa, helal harama galip olur." Çünkü emanı kabul etmenin çerçevesi geniş tutulur. Ve haksız yere öl­dürmek yahut esir etmektense -ki o kişi hakkında helaldir- öldürmemek yahut esir etmemek daha iyidir.

Ayrıca müslümanların o dört kişiyi diğerlerinden ayıracak bir alamete sa­hip olmamaları ve dolayısıyla onları diğerlerinden ayırtedıp tesbit edememeleri, onlardan herbiri için muhtemel olan emanı iptal etmede etkili olamaz.

Ancak hepsine eman verilmiş gibi emniyet içinde olacakları yere

kadar ulaştırılırlar.

567- Şayet komutan kale halkından dört kişiye şahsen eman verir ve kaleden çıkmalarını emretmez, sonra da kale fethe­dilir, bir de kalede bulunanların herbiri ben o dört kişiden biriyim derse, bakılır; şayet kendilerine;eman verilenler şahsen tesbit edilişe, onlar eman içerisinde olur. Ama tesbit edilemez-lerse kaledekilerhı tamamı fey' olurlar.

Çünkü bunlar düşmanın hakimiyet sınırları içerisinde bulunuyorlardı. Düşmanın hakimiyet sınırlan dahilinde bulunanlar, bir engel bulunmadığı müd­detçe müslümanlar için fey' olurlar. Fey1 olmalarına engel olacak husus hiçbiri için kesin değildir.

Yukarıda anlatılanların durumu bunlannkinden farklıdır. Oradaki dört kişi, müslümanların hakimiyet sınırları içerisinde emniyete kavuşmuş durum­daydılar. Müslümanların hakimiyet alanında bulunanlarsa halleri itibariyle muharip sayılmazlar. Asıl itibariyle muharip olduğu bilinmeyen kimse emana dahil olmasa da ona ceza vermek caiz değildir.

Görmüyor musun, şayet kalede bulundukları zaman dört kişi İslâmı kabul eder ve müslümanlar onlara kaleden çıkmalannı söyleyip yirmi kişi dışan çıkar ve onların herbiri kaledeyken kendisinin kabul ettiğini iddia ederse, onlardan hiçbirini esir etmek caiz olmaz. Ancak hepsine eman verilmiş gibi tümü emin olacakları yere ulaştırılırlar.

568- Şayet kaledeyken dört kişi İslamı kabul eder ve müs­lümanlar kaleyi fethedinceye kadar dışarı çıkmazlarsa, kale fethedildikten sonra da kalede bulunanların her biri kendisinin İslamiyeti kabul edenlerden biri olduğunu iddia ederse, o za­man hepsi fey' olur. Ancak İslamı kabul eden şahsen biliniyor­sa, o zaman kendisi ile küçük çocukları hür sayılırlar ve malı kendisine teslim edilir.

Çünkü müslüman olmakla malının ganimet olmasına engel olmuştur. Ama büyük çocukları, İslama girmesinde ona tabî olamayacakların­dan hepsi fey1 olurlar. Ancak devlet başkanı burada onlardan hiçbirini öldüreni ez.

Çünkü onlardan herbiri İslamı kabullenmeye hazır hale gelmiştir veya İslam olmayı arzu etmektedir. Esir kimsenin İslamı kabul etmesi onu öldürül­mekten korur ama köle olmaktan kurtaramaz.

569- İmam Muhammed dedi ki: Şayet bunları esir alma-yacaksam, aralarında şahsen tanımadığım bir nıüslüman veya zimmî bulunan Konstantiniyye halkının hepsini esir alamam demektir. Fey1 olması için bir engel bulunmadıkça darulhapte ele geçirilen herkes fey'dir.

Aradaki farklılık aşağıdaki şu sözlerle ortaya çıkmaktadır.

Düşman yurdundan bir topluluk kendilerine eman verilmediği halde zimmet ehli olan bir köye girecek olsa ve müslümanlar onları yakalamak için köye girseler, köydeküerin hepsi emniyet içerisinde olurlar.

Çünkü emniyet ve dokunulmazlık içindedirler. Düşmandan olduğu bilin­medikçe hiçbirine ceza verilemez.

570- Zimmîlerden bir topluluk müslümanların gözleri önünde düşmana ait kalelerden birine girecek olsa ve sonra da o kaleyi fethedecek olsak, zimmî olduğu şahsen bilmen hariç, geri kalanların hepsi fey'dir.

Çünkü ganimet alman ve koruma bulunmayan yerde bulunmuşlardır ve dolayısıyla fey'dirler. Ancak onlardan bazısının fey' olmasına engel bir durum varsa, onlar fey' olmazlar. Bu gibi durumlarda mekana bakarak ona göre hü­küm vermek esastır. Nitekim bir şahsı daru'l-harpte görüp, durumunu bilme­yen, yani müslüman veya zimmî olup olmadığım bilmeyen kişi, onu vurabilir, Ama onu daru'l-İslamda görecek olsa, harb ehlinden olduğunu bilmedikçe onu vuramaz.

571- Zimmî bir şahıs onların kalelerinden birine girdikten hemen sonra o kale fethedilir ve kalelerdekilerin hepsi esir edi­lerek o zimmînin aralarında olduğu bilinip şahsen bilinemi-yorsa, devlet başkanının o kale halkından kimseyi öldürmesi uygun olmaz.

Çünkü öldürülme hususunda onlardan hiçbiri diğerinden farklı bir du­rumda değildir. Şayet hepsini öldürecek olsa, öldürülmesi caiz olmayan bir kişi­yi de öldürmüş olacağı kesindir. Haramdan sakınmak için hepsini öldürmekten vazgeçmekten başka bir yol yoktur. Çünkü zimmîyi öldürmekten sakınmak farzdır. Esir edilen düşman bir kimseyi öldürmek ise mubahtır. Mubah ile farz arasında da bir zıtlık yoktur. Zıtlık sözkonusu olduğu yerde haram, helala tercih edilir. İşte burada haram hükmü geçerlidir.[369]

572- Kaledekilerin bir kısmı öldürülmüş veya ölmüş ya da yaralanmış ve zimmî olan kimsenin aralarında olup olmadığı kesin olarak bilinemiyorsa, kaledeki erkeklerin hepsinin öldü­rülmesinde bir sakınca yoktur.

Çünkü düşmana ait bir yerde bulunuyordular. Öldürülmelerine engel de aralarında zimmînin bulunmasıydı. Bu durumda zimmînin aralarında mevcu­diyeti kesin değildir. Çünkü zimmî, Öldürülen yahut kaleyi terkedenler arasında olabilir. Zahire göre de onlardan herbiri savaşçı düşman olup kanını akıtmak mubahtır. Hakikatına vakıf olmanın mümkün olmadığı meselelerde hüküm za­hire göredir. Zahire itibar etmemek için ona muhalif kesin bir delilin var olması gerekir. Daha önceki maddede zimmînin aralarında oluşu kesin idi ve onun için de kesin delil zahire ters düşüyordu. Bu maddede ise zahir, kesin bir delille bozulmamaktadır. Bu sebeple hüküm zahire göredir.[370]

573- Şayet devlet başkanı zann-i galip ile zimmînin arala­rında olduğunu sanıyor ve herbiri; zimmî benim, diyorsa müs-tehab olan, onlardan hiçbir kimseyi öldürmemesidir.

Çünkü zann-ı galip her ne kadar zahire karşı gelebilecek bir güçte değilse de, ihtiyatlı davranmayı müstehab kılacak güçtedir. Görmüyor musun, kim bir su bulur da kimse o suyun necis olduğunu haber vermediği halde kendisi zann-i galibiyle o suyun necis olduğuna inanıyorsa, kendisi için müstehab olan; başka bir suyla abdest almasıdır. Ama onunla abdest almışsa bu abdesti de geçerlidir. Bu meselede de müstehab olan, onlardan hiçbir kimseyi Öldürmemesidir.

574- Ama zahire itibar edip onları öldürmesi caizdir. Bu konuda temel, Rasulüllah (s.a.v.) m Vabisa b. Ma'bed'e söyle­diği şu sözüdür.

"Elini göğsüne koy ve kalbine danış. İçinde bir şüphe var­sa, insanlar sana fetva vermiş olsa bile, o işi yapmayı bırak"

Her ne kadar onlar hakkında bir tercihi yoksa da, zahire itibar edip onları öldürmesinde bir sakınca yoktur. Şayet ara­larından iki veya üç kişiden şüpheleniyorsa, geri kalanları öl­dürmesinde bir sakınca yoktur.

575- Şayet düşmandan biri kalenin üzerine çıkıp kale dedik­lerin zayıf tarafını bize bildirir ve komutan ona eman verirse ve o anda da kale fethedilirse, bu kimsenin durumu, zimmînin durumu gibidir.

Çünkü kendisine eman verdiğimiz kişi öldürülmekten korunmuştur. E-man verilen kişinin de, zimmî gibi öldürülmesi haramdır.

576- Müslümanlarla kaledekiler arasında antlaşma için bir müzakere varsa ve müslümanlar kaledekilere: "Müzakereye katılmak üzere aranızdan dört kişi gönderin, onlar emniyette olacaklar", deseler ve onlardan da yirmi kişi beraber çıkacak olsa, hepsi emniyet içerisindedir.

Çünkü yirmiden dördü, müslümanların onlara eman vermesiyle eman içerisindedir. Ayrıca meçhul olan kimselere eman vennek de sahihtir.

Nitekim bir kısmına eman verildiği halde hepsi karargahımıza gelecek olsa, eman hepsi için sabit olur. Çünkü onlardan bir kısmı diğerlerinden daha mukaddem değildir.

Onlardan hiçbirine zarar verilemez. Çünkü durumu şüphelidir. Acaba o kimse kendisine eman verilen bir kişi olup canı korunmuş bir kimse midir, yoksa eman verilmemiş olup öldürülmesi caiz olan biri midir, belli değildir.

Görmüyor musun, şayet müslümanlar: "Aranızdan biri gelsin, o eman içerisindedir", deseler, kapı açıldığında onlardan herbiri çıkabilir ve emniyet içerisinde olabilir. Şayet on kişi birden çıkacak olsa, onlardan herbiri, müslü­manların kendisine çıkma izni verdiği kimse durumundadır. Çünkü çıkan yalnız kendisi olsaydı emniyet içerisinde olurdu.

Başkasının kendisiyle birlikte çıkmış olması, müslümanların ona vermiş oldukları eman. bozmaz.

Nitekim .müslümanlar kendilerine: "Sizden biriniz kapıyı açarsa, o kişi emniyettedir", deseler ve bunun üzerine on kişi birden sıçrayıp beraberce kapıyı açacak olsalar hepsi de eman içerisinde olur.

Çünkü onlardan herbiri yalnız başına kapıyı açmış olsaydı eman içerisin­de oLurdu. Başkalarının kendisiyle birlikte kapıyı açmaları ise, bu emana engel teşkil etmez.

577- Müslüman komutan: "Antlaşma görüşmelerinde bu­lunmak üzere birini bize gönderin, o eman içerisindedir" der ve biri çıktıktan sonra ikinci biri onun ardından, daha sonra başka birisi bunun ardından çıkıp gelse, şayet birinci çıkan kişi, ikinci ve üçüncü şahıslar dışarı çıkmadan önce hakimiyet sahamıza girmişse, ikinci ve üçüncü şahıslar feyr olurlar. Çünkü ilk çıkan şahıs hakimiyet sahamıza girdikten sonra kendisine e-man verilen şahıs belirlenmiş olur. Daha sonra çıkan ikinci ve üçüncü şahıslar emansız çıkmış sayılırlar. Çünkü belirsizlik, ispat olmadığında geçerlidir, ama birincisi belirlendikten sonra bu geçerliliğini kaybeder. Onun için de ikinci ve üçüncü şahıslar eman kapsamına giremezler.

Şayet birinci şahıs hakimiyet sahamıza girmeden ikinci ve üçüncü şahıslar çıkıp ona ulaşacak olsalar, üçü de beraber çıkmış kabul edilirler.

Çünkü söylenen, bizim bulunduğumuz yere gelmesidir. Bu hükmün ta­mamlanması, gelen şahsın hakimiyetimiz altında bulunan sahaya girmiş olma­sıyla gerçekleşir. Bu gerçekleşmeden Önce birincisi için eman gerçekleşmez. Bu sebeple de kendisiyle diğerlerinin çıkışları beraberce yapılmış sayılır.

Görmüyor musun, şayet birinci şahıs hakimiyet sahamıza girmeden önce geri dönecek olur ve ikincisi çıkıp hakimiyet sahamıza ulaşırsa, eman içerisin­de olur. Ama birinci şahıs hakimiyetimiz altında bulunan sınırı geçer ve sonra ölür yahut geri döner de ikincisi çıkagelirse, ikinci şahıs müslümanlar için fey' durumundadır. Nitekim birinci şahıs müşriklerin hakimiyet sahasından çıkma­dan önce ikinci şahıs acele edip hakimiyet sahamıza ulaşacak olsa, emniyet içerisinde olmaz mıydı?

O, hakimiyet sahamıza ulaşan ilk kişidir. Daha önce de belirttiğimiz gibi muteber olan, hakimiyet sahamıza ulaşmaktır. İkisi birlikte sahamıza girdik­lerine göre her ikisi beraber çıkmış gibidirler ve her ikisi de emniyet içeri­sindedir.

Şöyle denilse: Şayet birlikte çıkmışlarsa eman verme nasıl sabit olmuş olur ki, ispat hususunda belirsizlik genellik ifade etmez?

Cevap olarak deriz ki: Bu belirsizlik genel bir sıfatla nitelendirilmiştir ve bu sıfat, çıkıp bize gelmeleridir. Bu gibi belirsizler (nekreler) genellik ifade e-der. Kişinin: Alim kişiden başka kimseyle konuşmam, demesi gibi. Fakat diğer­leri çıkmadan önce birinin bize ulaşmasıyla eman şartı son bulur. Ama hep bir­likte çıkmışlarsa, bu sebeple hepsi emniyet içerisindedir.

578- Kapıyı açtığınız takdirde sizden on kişi emniyettedir, der ve onlar da kapıyı açarlarsa, onlardan on kişiye eman ve­rilmiş olur. Kimlerin bu on kişiye gireceği ise, devlet başkanı­nın seçimine bırakılmıştır.

Çünkü kendilerine eman verildiğinde bu eman bizzat kapıyı açacaklara verilmemiş olup belirsiz on kişiye verilmiştir.

Eman, onlardan sadece on kişi için geçerlidir; aileleri ve malları bu­na girmez. Ancak istihsan yolu ile üzerlerindeki elbiseler ve silahlar emana girerler.

Çünkü emanın onlar için sabit olması, kapının açılması ve müslümanlann onlara galip gelmeleriyle sabit olur. Daha önce belirttiğimiz gibi bu durumda aileleri bu emana dahil değildir.

579- Şayet onlar: Size kapı açılacak ama bunun karşılı­ğında kale halkımızdan on kişiye eman vereceksiniz, deseler ve imam(devlet başkanı veya onun adına ordu komutanı): "Olur" karşılığını verirse, seçim hakkı kendisine aittir. Dilerse bu on kişiyi kadınlarından, dilerse çocuklarından ve dilerse erkek­lerinden seçer.

Çünkü eman istemek için kullanılan kelime hepsini içine almaktadır. Hepsi de kale halkındandır. Bir önceki maddede hitap erkeklere olduğu için, onlardan on erkeğe eman sabit oluyordu.

580- Bu konuda devlet başkanı müslümanlar için ihtiyatlı davranarak seçimi iyi yapmalıdır. Müslümanlara yararı daha az olan kimseleri seçmemelidir. Çünkü onun görevi müslümaıı-ları korumaktır.

Bu durum, daha önce sözünü ettiğimiz "dört kişi çıkıp bize gelsin" ı "sizden biriniz çıkıp gelsin" durumlarından farklıdır. Çünkü orada hakimiyet s hamıza ulaşmakla kendileri için eman sabit oluyordu. Onlardan her biri yaln başına çıkıp gelmiş olsa bile emanı hakkediyordu. Başkasının ona ulaşmasıy eman batıl olmaz.

Burada verilen eman ise, kalede oldukları halde o kale fethedildikte sonra onlardan on kişiye verilmiştir.

Buradaki farkın aslı şudur; burada belirsiz isim nitelenmemiştir. Öncel durumda ise çıkıp bize gelmekle nitelendiriyordu Görmüyor musun, saye "Sizden biriniz kaçıp bize gelecek olursa eman içerisindedir" diyecek olsa ve o kişi birlikte kaçacak olsa, hepsi eman içerisinde olur. Çünkü burada belirsizi niteliği belirtilmiştir. Onlardan her biri kaçıp gelse eman içerisinde oluı Başkasının ona eklenmiş olması, onun bu hakkını ibtal etmez.

581- "Antlaşma görüşmelerinde bulunmak üzere dört kişi çıksın" der ve onlar da çıkacak olurlarsa, emniyet içerisinde olurlar. Eman içerisinde olacaklarını belirtmiş olsun veya ol­masın farketmez.

Çünkü barış ve antlaşma için onları davet etmiştir. Antlaşma için muza kere yapabilmek, ancak kişinin kendi durumundan emin olmasıyla olabilir. Bu emniyet içerisinde olacağına bir delildir.

Ama dört kişiye: "Dışarı çıkın" der ve onlar da çıkarlarsa, buradj onları öldürme hakkına sahiptir.

Çünkü bu sözde kendilerine eman verdiğine yahut antlaşma görüşmeler için çıkmalarını istediğine dair bir alamet yoktur. Bu, doğrudan doğruya çar pışmak için yapılmış bir çağrıdır. Sanki onlara: "Erkekseniz çıkın döğüşelim1 demiş gibidir.

582- "Çıkın, gelin alış veriş yapın" derse o zaman kendile­rine eman verilmiş sayılır.

Çünkü bu sözde kendilerine eman verildiğine ve görüşme isteğinde bulu­nulduğuna dair delil vardır. Zira ticaret ancak karşılıklı rıza ile olur. Bu ise ancak emniyet içerisinde olan kişi tarafından yapılabilir.

583- "Görüşmelerde bulunmak üzere şu dört kişi çıksın" der ve başka dört kişi çıkacak olursa, bu dört kişi müslümanlar için fey1 durumundadır.

Çünkü kendilerine eman verilenler özellikle belirlendikten sonra bu eman sadece onları kapsar.

584- Şayet dört kişinin bizzat kendilerine: "Size eman ver­dim" der ve başkaları çıkacak olursa, bu çıkanlar müslüman­lar için fey olur.

585- Şayet müslümanlar şüpheye düşer ve kendilerine eman verilen kimselerin bu dört kişi olup olmadığını bilmezlerse, komutan bunu kendilerine sorar. Şayet başkaları olduklarını ileri sürerlerse, kendi aleyhlerine ifade verdikleri için fey' olurlar. Ama o dört kişinin kendileri olduklarını ileri sürecek olurlarsa, söylediklerine uyulur.

Çünkü zahirî durum onların lehinedir. Kesin bir kanaat sahibi olmadan zahir terkedilmez.

Onlardan şüphelenirse, bu hususta onlara Allah'a yemin ettirir, yemin etmekten kaçındıkları takdirde fey' sayılırlar, ama öldürülemezler.

Çünkü kaçınmaları, ikrar sayılır. Lakin yine de şüphe ve ihtimalden uzak değildir. Onun için de öldürülemezler. Bu husus daha önce izah edilmiştir.

586- Şayet yirmi kişi hep birlikte çıkar ve onlardan her biri: Ben o dört kişidenim, der ve bu hususta da yemin ederse, hepsi eman içerisinde olur.

Çünkü her dört kişi yalnız başlarına çıkıp yemin edecek olsalardı, onların söylediklerine"göre hüküm verilirdi. Başkalarının çıkmış olması, haklarındaki eman hükmünü ibtal etmez. Ya da eman verilen ile eman verilmeyen kişiler ha­kimiyet sahamızda birbirine kanşmış sayılır. Bu gibi durumlarda ihtiyaten hepsi için eman geçerlidir, komutanın onları emniyet içerisinde muhafaza etmesi gerekir.

En doğrusunu Allah bilir.[371]

 

Eman Konusunda Muhayyerlik

 

587- İmam Muhammed dedi ki:   Müslümanlar bir kaleyi kuşatır ve kale komutanı: Kaleyi size açmam için bana on ki-siye eman verin, der ve müslümanlar da: Dediğin olsun, karşı­lığını verir ve o da kaleyi açarsa, onunla birlikte on kişiye eman verilir.

Çünkü bana eman verin, demekle kendisini, "on kişi" kelimesi de koşulan şart olup kendisiyle birlikte ayrıca belirsiz on kişiyi kasdetmiş sayılır. Buradan da anlıyoruz ki, bu on kişi kendisinin dışındadır.

Bu on kişinin arasına kimlerin alınacağını ise, eman isteyen kale komu­tanı tayin eder.

588- Kale halkından on kişiye eman verin, derse, dilediği on kişiyi seçme hakkına sahiptir. Kendisinin yanında dokuz kişi daha seçebilir. Ama kendisi dışında on kişiyi seçerse dışarıda kalacağından, kendisi fey olur.

Çünkü eman isterken bizzat kendisini zikretmemiş, belirsiz on kişi için eman istemiştir. Lakin "bana, on kişi için eman verin" demekle kendi şahsını da şart koşmuş olur ve kendisine bir pay ayırmış olur. Ama direkt olarak on kişi için eman istemişse, kendisi pay sahibi değildir. Ondan, kendisini de içine alan bir talepte bulunsaydı o zaman pay sahibi olurdu. Ama kendisini ifadesine katmamışsa kendi şahsı için eman meydana gelmez.

589- On kişi içinde kendini de tayin etmişse, eman altında olur.

Tıpkı kendisiyle beraber belirlediği diğer dokuz kişi gibi.

590- Şayet kendisi dışında belirli on kişi için eman talebinde bulunmuşsa, o on kişiye eman verilmiş olur ve kendisi bu ema-nin dışında kalarak fey1 olur.

Tıpkı eman dışında kalan diğer kale halkı gibi.

Sözünden, "On kişiye eman verin ve bana da bu on kişiyi tayin yetkisini tanıyın" anlamı çıkmaktadır.

İmam Muhammed dedi ki: Nucayr günü el-Eş'as b. Kays'tan buna benzer bir söz bize nakledildi.

Hadis ehlinden de buna benzer bir rivayet Muaviye den nakledilmiştir.

Başta kalenin üstünden "on kişiyi emanım altında tutmak karşılığında kapıyı size açıyorum" veya "kale içindekilerden on kişi emanım altında olsun" şeklinde deseydi, durum aynı şekilde olurdu. Her iki halde de bu ve bir önceki durum aynıdır.

591- "Kale içindekilerden on kişiye eman vermemi kabul ederseniz" yahut "on kişi içinde bende eman altında olayım" karşılığında size kapıyı açayım, derse durum aynıdır. Her iki durumda da eman altında olup dokuz kişi de beraberinde eman altında olur.

Çünkü Arapça'da "fi" harfi zarfiyet içindir. Kendini de emin olmalarını istediği on kişi içinde saymıştır. Bu da onunla beraber sadece dokuz kişiyi kapsar. Çünkü ondan başka on kişiyi içine alsaydı kendisi onbir kişi içinde olmuş olurdu. Halbuki birinci durum böyle değildir. Çünkü orada kendini on kişi içinde saymamıştır.

Burada "on kişi" lafzını kendisi için zarf yapmıştır. Zarf ise mazruftan ayrıdır, diye itiraz edilse, deriz ki;

Zarfın kelimelerinde bu böyledir. Sayılarda ise bu ancak belirttiğimiz yolla tahakkuk eder. O da kendisinin on kişiden biri olması ve sözünün "beni de eman vereceğiniz on kişi içinde sayınız" şeklinde anlaşilmasıdır.

Hakiki zarf anlamında kabul edilmezse "maa" anlamında sayılması ge­rekir. Şu ayette olduğu gibi: "Kullarımla beraber gir"[372] Yahut "Alâ" anlamında kabul edilmesi gerekir. Şu ayette olduğu gibi: "Kesinlikle hurma dallarında sizi asacağım."[373] Her iki şekle itibar edilmesi durumunda da kendisinden ayn on kişiye eman sabit olur, diye itiraz edilse, deriz ki;

Kelime hakikaten zarf içindir ve mümkün olduğu kadar böyle anlaşıl­malıdır. O da kendisinin on kişi içinde kabul edilmesidir. Onun için bu zarfı mecaza saymıyoruz.

Burada onunla beraber diğer dokuz kişiyi seçme yetkisi devlet baş-kanımndır. Bu yetki kaledeki düşman komutanının değildir.

Çünkü kendini de on kişiden biri saymıştır. Diğer dokuz kişiyi tayin etme yetkisi olmadığı gibi kendinin de yetkisi yoktur. On kişiden kendine pay ayır­ması, sadece onlara verilen emanm kapsamı içinde kendisinin de sayılmasın­dan ibarettir. Yoksa kendisinin onları tayin etmesi demek değildir. İstediği de yerine gelmiştir. Geri kalan dokuz kişinin emanım devlet başkanı verecek ve onları eçecektir.

592- Bana ve on kişiye eman verin, yahut bana ve on kişiye eman verirseniz size kapıyı açarım, derse kendisiyle beraber on kişi daha eman kazanmış olur.

Çünkü bu ifadede kullandığı "vav" harfi atıf içindir. Kurala göre bir şey yine kendisi üzerine değil, başkasına atfedilir. Sözünde on kişinin kendisinden ayrı olduğu açıkça belirtilmiştir.

Kalede ancak o kadar veya daha az sayıda kişi varsa hepsi eman altında olurlar.

Çünkü sayı belirtilerek verilen eman, şahıslar ayrı ayrı gösterilerek veri­len eman gibidir.

Kaledekiler çok ise aralarından seçme yetkisi devlet başkanınındır,

Çünkü konuşan adam on kişi içinde kendine pay ayırmamıştır. Sadece emanlarmi kendi emanına atfetmiştir. Onlara emanı verecek devlet başkanının kendisi olduğu için seçecek de odur.

Devlet başkanı bu on kişiyi kadın ve çocuklardan seçebilir.

Çünkü onlar da kalededirler. Ama konuşan adam bunların sadece erkek­lerden seçilmesini şart koşmuşsa, o zaman sadece erkeklerden seçilir.

593- Bana kaledekilerden on kişi ile eman verin, der ve "be" harfiyle söylerse, hükmü yukarıdakinin aynısıdır.

Çünkü "be" harfi beraberlik içindir. On kişinin emanım kendi emanına bitiştirmiştir. Bu da ancak on kişinin kendisinden ayrı olduğu zaman gerçek­leşir. Ancak metnin ibaresinde bir yanlışlık vardır ve yazar yanlışlıkla "be" harfini yazmıştır.

Halbuki "fe" harfi atıf harflerinden olup birlikteliği ve arada boşluğun olmamasını gerektirir. Onun için 592. maddedeki ifadeye atfı doğru olur. "Be" harfi ise beraberinde ivaz (bedel)leri gerektirir, "be" harfini kullanarak "Bana on kişi karşılığında eman verin" demersi, "Kale halkından size vereceğim on kişi karşılığında bana eman verin" demek olur. Bunun ise, bu "bölümdeki mesele­lerle ilgisi yoktur. Bundan da anlıyoruz ki, ibarenin doğrusu "fe" harfi ile olan şeklidir.

594- Bana, sonra da on kişiye eman verin der ve "sümme" harfini kullanırsa, hükmü önceki durumla aynı olur ve on kişi kendisi dışındadır.

Çünkü "sümme" kelimesi aralıklı sıralama ifade eder. Bundan da anla­şılıyor ki, daha önceki ifade "fe" harfiyledir. Çünkü müellif mutlak atıf ifade edenle başladı, sonra aralıksız atıf ifade edenle devam etti, sonra aralıklı atıf ifade eden "sümme" ile devam etti.

595- Bana on kişiye eman verin, derse bunları devlet başka­nı seçer.

Çünkü konuşan adam kendini on kişi arasında saymamış, sadece belirsiz on kişi ile eman almağa çalışmıştır. Sanki devlet başkanı onlara "Kapıyı açar­sanız sizden on kişiye eman vereceğim" demiş gibidir. Onun için bu on kişiyi seçme hakkı devlet başkamnmdır.

Dilerse konuşan adamı onlardan sayar, dilerse onlardan saymaz.

596- On kişi ile beraber bana eman verin, der ve "maa" sö­zünü kullanırsa, on kişi onun dışında olur.

Çünkü "maa" kelimesi ilave ve beraberlik belirtir. Bir şey de ancak baş­kası ile beraber olur ve başkasına ilave edilir. Böylece anlıyoruz ki, on kişi onun dışındadır.

Bunları yine devlet başkanı seçer.

Çünkü kendisi kabul etmiştir. Konuşan on kişinin emanmdan kendine pay ayırmamıştır.

597- Kaledekilerden on kişi içinde bana eman verin, sözü de önceki sözünün aynısıdır. Ona ve devlet başkanının seçeceği dokuz kişiye eman verilir.

Kale, kelimesine kendini izafe etmekle kendini belirli yapmıştır. On sözü ise belirsizdir. Belirlinin belirsize dahil olmaması gerekmez mi? denilse,

Deriz-ki; "Bana eman verin" diyerek adam kale sözünü izafe edip belir­lilik kazanmadan önce eman sözüne muzaf olmuş ve belirlilik kazanmıştır. Burada açıklanması gereken sadece "fi" harfinin anlamıdır.

Daha önce belirttiğimiz gibi "fi" zarfiyet içindir. Bu mana da ancak ada­mın on kişi içinde olmasiyle gerçekleşir. Burada hakiki anlamıyla amel etmek mümkündür. Çünkü başkaları gibi o da kale halkındandır.

598- Yine "evimin halkından" veya "babamın oğulların­dan" on kişi içinde bana eman verin, derse, o ve dokuz kişi enıan altında olur.

Çünkü o, evi halkı cümlesindendir. Evden maksat nesebinin evidir. Aynı şekilde babası oğullan cümlesindendir. Burada zarfiyetin hakiki anlamıyla amel mümkündür. Onun için kendisi on kişiden biri sayılır ve diğer dokuz kişiyi devlet başkam seçer.

599- Kardeşlerimden on kişi içinde derse, kendisi ve ayrı on

kişi eman altında olur.

Çünkü zarfın hakiki nıanasiyle burada amel etmek mümkün değildir. Kişi kardeşlerinden bir parça olmaz. Onun için burada "fi" harfinin "maa" mana­sında alınması gerekir. Nitekim kurala göre lafzın hakikî anlamıyla amel müm­kün olmadığında ve mecazî anlamı meşhur ise, bu mecazî anlama yorumlanır ve söz doğru anlaşılır.

600- Yine, çocuklarımdan on kişi içinde derse, sonuç

aynıdır.

Çünkü kendi çocuklarından bir parça olması mümkün değildir. Onun için on kişinin dışında sayılması gerekir. Buna göre "Benim de aralarında olduğum kardeşlerimden on kişiye" yahut "Benim de onlardan olduğum çocuklarımdan on kişiye eman verin" derse, kendisi on kişinin dışında olur.

601- Benim de aralarında olacağım evimin halkından on ki­şiye veya aralarında olacağım kalemizin halkından on kişiye e-man verin, derse kendisi on kişiden biri olur ve onunla bera­ber dokuz kişi daha eman kazanır.

602- Çocuklarımdan on kişi içinde, der ve "fi" harfi ile kullanırsa, kendisinden ayrı on kişi daha eıtıan kazanmış olur. Ancak bunları devlet başkanı seçer.

Çünkü onların emanından kendine pay ayırmış değildir.

603- Hepsi erkek veya kadın-erkek karışık iseler, devlet başkanı erkek veya kadınlardan on kişi seçer. Aralarında er­kek yoksa, eman verilen erkek dışında hepsi fey1 olur.

Çünkü adam oğulları için eman aldı. Belirttiğimiz gibi bu isim de tekil dişileri içine almaz.

Bunlar kadın erkek karışık olsaydı devlet başkanı kadınlardan dilerse on kişi seçerdi. Oğullarım, sözü onları içine almıyorsa, devlet başkam onları nasıl seçebilir? denilse;

Deriz ki; Çünkü oğullan olan on kişiye değil, oğullarından olan on kişiye eman vermiştir. Karışık olmaları durumunda on kız, oğullarından olan on kız­dır. Onun için devlet başkanı onları seçebilir. Ama karışık değillerse tekil dişi­ler onun oğullarından değildir ve eman onlan kapsamaz.

604- Kızlar, oğlanlar ve torunlar karışık olsalar onlardan on kişi seçebilir .Dilerse oğullarından, dilerse torunlardan seçer.

Belirttiğimiz gibi bu isim emanda sadece torunları içine alır, istihsanda ise oğullan da kapsar.

Kitapta kızların oğulları zikredilmiştir. Ashabımızdan bazısı bunun kati­bin bir hatası olduğunu ve doğrusunun "oğulların kızları" şeklinde olduğunu söylemektedir. Doğru olduğu da söyleniyor. Bu da "oğullar" adının hem erkek, hem kız çocukların oğullarına isim olarak verilmesinin rivayetlerden birinde zikredilmesine göredir. Buna göre erkek ve kız kardeşler, oğullar ve kızlar lafzı mesabesindedir. Ama adamın tek tek kız kardeşleri ve yeğenleri olduğu halde "Kardeşlerimden on kişi içinde eman verin" derse, kız kardeşler ve yeğenlerin hepsi fey' olurlar. Çünkü kardeşler sözü bunları ne hakikaten ne mecazen kap­samaktadır. Torunlar münferid kızlarla karışık olduklarından oğullar sözü hep­sini mecazen kapsamaktadır.

605- "fi" harfini kullanarak "On arkadaşıma ve bana eman verin" derse, on kişi ondan ayrı olur.

Çünkü arkadaşları ondan başkadır. Burada "fi" harfini zarfıyet için almak mümkün değildir.

606- Yine "Kölelerimden veya mevalim (Korumam altında olan)lardan on kişi ile eman verin" derse, durum aynıdır.

607- Devlet başkanı, düşman süvarilerinden birine bakıp "süvarilerinizden on kişi içinde sen de eman altındasın" derse, o süvari dokuz kişi ile beraber eman altında olur.

Çünkü burada "fi" harfi zarfiyyet içindir. Devlet başkanının eman verdiği on kişi cinsinden olduğu için onlardan biri sayılabilir.

608- On piyade içinde sen de eman altındasın derse, on piyade ondan ayrıdır.

Çünkü on kişi türünden ayn olup kendisi süvaridir. Böylece anlıyoruz ki, buradaki "fi" harfi "maa" anlamındadır.

Bunun aksi de olsa aynıdır. Hükme delil olarak da halkın kullanış ve anlayışı alınır.

Yani bu ifade kullanılırken halk neyi anlıyorsa ona itibar edilir.

609- Çocukları olduğu halde sadece "Kızlarımdan on kişi ile eman verin" derse, sadece kızları eman kazanır.

Çünkü kızlar sözü erkekleri içine almaz.

610- Torun kızlar da olsa yine ancak kızlar eman altında olur.

Çünkü kızlar sözü mecaz olarak da onları kapsamaz. Adamın sadece kız torunları varsa, bunlar eman kapsamına gir­mezler.

Bu hüküm iki rivayetten en güçlüsüne göredir. Buna göre kızlann çocuk­ları annelerinin babasına (dedelerine) değil, kendi babalarına nisbet edilirler. Ama daha önce "Kız torunlarım var, anneleri ölmüş, kızlarımla bana eman verin" şeklinde bir izah yapılmış ise, o taktirde bu izahla kız torunları için eman istediği anlaşılır. Sözden maksadın ne olduğunu anlamak için halin (vaziyetin) delaletine başvurmak şeriatta geçerli bir kaidedir.

611- Bana mevtalarımla eman verin derse ve mevlalarımn da mevlalan varsa, istihsan yolu ile hepsi eman altında olurlar.

Çünkü bu isim, azat etmekle hükmen ihya ettiği için azad eden hakkında hakikattir. Yahut onu azad edeni azad eden için mecazidir. Çünkü azad edilen­leri azad edilmelerine ehil kılmakla onların azad edilmelerinin sebebi olmuş gibidir.

Daha önce de belirttiğimiz gibi emanı geniş tutmak esastır. Sadece lafzın şekli, bir tedbir olarak kanların akmasını önleme gereğinin sübutu için kafidir. Ancak bir yerde hakikat ve mecaz birlikte alınmaz. Ama ayrı yerlerde olursa, cinsin hakikat sahibine katılmasında mecaz hakikatle çelişmiyecek şekilde birlikte alınması caizdir. Emanda böyle bir çelişki meydana gelmez. Ama va-siyyette böyle değildir. Bu da yüce Allah'ın "Anneleriniz size haram kılındı"[374]sözünün benzeridir. Çünkü bu anneyi ve nineleri kapsamaktadır.

612- Bana m e valiler imle eman verin, der ve kendisinin azad ettiği, onların da kendisini azad ettiği mevlalan varsa, bu lafız her iki tarafı da içine almaz.

Çünkü Kendisini azad eden için eman istemesi kendisine yaptığı iyiliğe bir karşılıktır, kendisinin azad ettiğine eman istemesi ise ona acımak ve daha fazla iyilik etmek içindir. Her iki mana da birbirinden farklıdır. Ortak ismin umumiliği de şözkonuşu değildir. Yani farklı iki mananın bir tek kelimede top­lanması gerçekleşmez. Onun için eman ancak iki taraftan biri için olur. Vasiy-yetteki gibi. Ancak meçhul kişiye vasiyyet sahih olmaz. Bu lafızla olursa geçer­siz olur. Ama meçhul için eman sahihdir.

Bu da onlara eman istiyenin niyyetine göre olur. Bu konuda sözü tasdik edilir.

Çünkü bunun gerçeği ancak onun tarafından bilinir.

Adam bir şey niyyet etmedim, derse, istihsana göre hepsi eman altında olurlar.

Eman altında sayılmaları müşterek lafzın hepsini kapsaması itibariyle de­ğildir. Çünkü müşterek lafzın umumilik ifade etmesi yoktur. Lakin emanın her iki tarafı da içine alması ve hangi tarafın kastedildiğinin bilinmemesi itibariy­ledir. Eman altında olan ve olmıyanlar karıştığında ihtiyatî olarak hepsi eman altında olurlar.Seçme hakkı devlet başkanının olması gerekirdi. Başta bir şey niyyet et­mezse bile bu hak onundu. Çünkü meçhul için eman tahakkuk etmiş, bunu tayin hakkı da devlet başkammndır, diye itiraz edilirse;

Deriz ki: Böyle değildir. Çünkü müşterek, mücmelden ayrıdır. Burada emanı gerektiren lafız mücmel değildir ki, beyanda mücmele başvurulsun. Lafız sadece müşterektir. Yani ayrı ayrı diğer taraf yokmuş gibi iki tarafı da kapsa­maktadır. Böyle bir durumda gerektiren şeyin beyanı yoktur. Bu beyan ancak sözün şeklinde aranır. Beyana vakıf olmak imkansız olursa, şahısların tümü e-man altında olurlar. Çünkü eman altında olanlarla olmıyanlar birbirine karış­mıştır, Sonra, müşterekin beyanı birlikte olan şeylerledir. Sonradan ortaya çıkan bir şeyde ise, mutlaka nesh olur. Aşağıdaki iki dereceyi yahut yukardaki iki dereceyi niyyet ettim, derse bu sahih olur. Çünkü kelamla birlikte yapılan bir beyandır. Ama şimdi tercih ediyorum, derse bu beyan olmaz. Sadece nesh (değiştirme) anlamında olur ki bu yetkiye kendisi sahip değildir.

613- Konuşan adam "Ben iki aşağı dereceyi niyet ettim", devlet başkanı ise "iki yukarı dereceyi niyet ettim" derse, dev­let başkanının dediği olur.

Çünkü müşterek kipin gerektirdiği budur. Mesela; akrabam Abbas bin Ömer için bana eman ver, derse ve devlet başkanı "sana eman verdim der, sonra aynı isimle adamın iki akrabası olduğu anlaşılırsa ve devlet başkanı bunlardan biri için "Ben bunu kastettim", adam da "Ben de diğerini kast ettim" derse, devlet başkanının dediği olur.

Kumandan "Bizzat kimseyi kast etmedim" der ve eman istiyen adam da aynı şekilde söylerse, adamın ikisi de eman altında olur. Çünkü bunlardan han­gisinin eman kazandığını tayin etmek mümkün değildir.

Eman istiyen adam "şunu kastettim", kumandan ise "Bizzat kimseyi kast etmedim. Sadece isteğini kabul ettim" derse, eman istiyen kimsenin kast ettiği adam emanı kazanır. Çünkü devlet başkanı onun sözüne göre eman vermeği ka­bul etti. Burada eman istiyen kişinin isteğiyle olanlardan biri tayin edildi. Dev­let başkanı tayin etmiş gibi bu adama eman verilir.

614- Aşağı taraftaki mevtalarından on kişiye eman verin, derse, bunları seçme hakkı eman istiyen adamındır. Tıpkı "kalemin ehlinden on kişiye eman verin" demiş gibidir.

Çünkü emanlarından kendine pay ayırmıştır. Zira şahsının emanından sonra şart sözünü zikretmiştir.

615- Yine amcam oğlu Ali'ye eman verin, der ve aynı isim­de iki amca oğlu varsa, dilediğini seçer.

Amcam oğlu Ali ile Zeyd bin Amr der ve bu isimde iki amca oğlu varsa ve eman istiyen adam ile kendisi için eman istediği kişi aralarından kimseyi tayin etmediklerinde ittifak ederlerse, ikisi de emanı kazanırlar.

Çünkü isim ve neseble tarif etmek, işaretle tarif etmek gibidir. Bu lafızla aslında onlardan biri eman kazanmış, ama onu tanımadığımız için emanı ka­zanan ile kazanmiyan birbirine karışmıştır. Birincide emanı belirsiz bir kişi için gerektirmişti. Onun için onlardan dilediğini tayin hakkı vardı. Nitekim kölele­rinden belirli birini azad etse, sonra aralarından seçilemiyecek şekilde diğer köleler arasına karışsa, onlardan dilediğini seçme hakkı olmaz. Ama kimseyi tayin etmeden iki kölesinden birini azad etse durum aksi olur.

616- Oğullarımdan on kişi ile bana eman verin, der ve "fi" harfi ile söylerse, daha önce hükmü geçtiği gibidir. Ancak bu­rada devlet başkanının içlerinde erkek bulunmıyan kızlarından on tanesini seçme hakkı yoktur.

Çünkü emanı oğullarından olan on kişiye gerekli kılmıştır. Bu da daha önceki durumun aksine, tek başına içine almaz. Birinci durumda ise bunun aksi idi. Orada oğullarından on kişiye emanı gerekli kılmıştı ve erkek oğlu da varsa kızlar da oğulları sayılırlar.

617- Kadın mevahİerım için eman verin, der ve aralarında erkek ınevali bulunmıyan sadece kadın mevalileri varsa onunla beraber istihsana göre eman altında olurlar.

Ama kıyasa göre bu ve yukarıdaki kardeşlerle çocuklar durumu tek ba­şına olduklarında kadınları kapsamaması bakımından aynıdır. Ancak istihsan yolu ile şöyle demektedir.

618- Dil bilginleri mevali isminin tek başlarına kadınlara da verilmesini caiz görmekte ve "Kadın mevaliler" sözünün tekel-lüf olduğunu, onun yerine azadlı erkekler için denildiği gibi, azadlı kadınlar için de "Falan oğullarının azadlıları" denile­ceğini söylemektedirler.

Onun için bu lafız eman ve vasiyette sadece tek başlarına kadınları içine almaktadır. Halbuki kardeşler ve oğullar sözü bunun aksidir. En doğrusunu Allah bilir.[375]

 

Başkası İçin Eman İstemek

 

619- İmam Muhammed dedi ki: Kalede mahsur kalanlar­dan biri müslümanlara: Kale komutanı falan için bana eman verirseniz kaleyi size açarım, der ve müslümanlar da evet dedikten sonra kale kapısını onlara açacak olursa, hem kendisi, hem de kale komutanı eman içerisinde olur.

Çünkü kale kapısını açması için hem kendisi, hem de kale komutanı için açıkça eman istemiştir. Kinaye yoluyla kendisi için, açıkça da kale komutanı için eman talebinde bulunmuş ve kapıyı ancak bu şartla açacağını belirtmiştir.

620- Kale komutanı falan için emin olursam, kapıyı açarım, der ve müslümanlar da evet derlerse, yine ikisi eman altında olur.

Çünkü "evet" kelimesi yalnız başına anlamsızdır. Ama cevap verme kar­şılığında evet denildiği zaman hitap ona dahil olur. Şöyle ki, burada müslüman­lar ona şöyle cevap vermiş kabul edilirler: Kapıyı açman karşılığında kale ko­mutam için sana eman verdik. Dolayısıyla burada her ikisine emanı kabul etme vardır.

Bu, şöyle demelerine benzer: Kale kapısını açman karşılığında sana, ailene ve çocuklarına ya da ailene ve malına eman vereceğiz. Şayet: Bana falan kişi için eman sözü verin, demiş olsaydı yine ikisi emana dahil olurdu.

621- Yine falan için bana eman verin, derse hüküm aynı olur.

Çünkü kendisi ve falan için eman şartını açıkça belirtmiştir. Daha önceki meselede söylediği "Bana on kişilik eman verin" sözünden bu farklıdır. O du­rumda kendisi eman kapsamı dışında kalıyordu. Çünkü orada sözünden amaç "Benim sebebiyle onlara eman verin" şeklindedir. Böylece emanı kendine izafe etmiş olmazdı. Sadece belirsiz on kişi için aracı olup eman istemiş olmaktadır. Nice şefaatçılar (aracılar) var ki şefaat ettikleri şeyden nasipleri yoktur.

Burada ise bu mana gerçekleşmiyor. Bana eman yerin, sözü emanı şah­sına izafe ettiğini açıkça belirtiyor. Sonra "ala" harfini kullanarak falan için söy­lemiştir. Sözünün sadece başkasına aracılık için olduğunu kabul edersek, kul­landığı "ala" harfinin bir anlamı kalmaz. O zaman sözü sadece benim şefaatim ve aracılığımla falana eman verin, anlamından başka bir şey olmaz. Halbuki "ala" sözü şart içindir. Açıkça söylendiği zaman mutlaka anlamını gözetmek lazımdır. Bu da hem kendisi için eman aramış olması, hem falanın da kendi­siyle beraber eman altında olmasını istemiş olması şeklinde anlaşılır. Daha önceki meselede "ala" harfini söylemiş değildir. Sadece "Bana on kişilik eman verin" demiştir.

622- Kaledeki lider eman altında olmak üzere benimle akid yapın, derse, lider eman altında olduğu halde kendisi fey1 olur.

Çünkü emanı zikretmeden sadece akdi şahsına izafe etmiştir. Akdi yapan nice kişiler varki akidle kastedilen şeyden nasibi olmaz. Özellikle hakların akidle değil, ancak akdin kendisi için yapıldığı kişiye akdin izafesiyle gerçek­leştiği böyle yerlerde akdin şahsa izafeti zorunludur.

Nitekim müslümanlar ona "Kapıyı açman karşılığında seninle lider için eman akdi yaptık" derlerse, yine sadece lider eman kazanmış olur. Çünkü "Muâkade" sözü "müfaale" vaznindedir. Bu vezinle akid şahsına izafe edilmiş olur, ama akdin kapsadığı şey olan eman lider için gerçekleşmiş olur. Çünkü ona eman verilmesi için akid yapılmış olur.

623- Sonra, sadece liderin kendisi eman altında olur. Aile fertleri ve köleleri bu iki maddede belirtilen eman kapsamına girmez.

Çünkü eman kale kapısının açılmasından ve düşmanın yenilmesinden sonra meydana gelir. Böyle bir durumda ancak o elbiseyi giyinen kişi eman kapsamına girer.

624- Falana benimle eman akdi yapın veya bana eman yazın, der müslümanlar da "Evet" derlerse, sadece kendisi için eman istediği kişi eman kazanır. Emanı isteyen ise kazanamaz.

Çünkü falana eman yazmalarını istemiş, eline yazı verilen kişi de yazı­daki şeyden nasibi olmyabİlir. Bu sözü İle "Benimle akid yapın" sözü aynıdır.

Bazı nüshalarda "falan için bana eman yazın" şeklinde ibare yanlış yazıl­mıştır. Çünkü "Bana eman yazın" sözü "Bana eman verin" sözü gibidir. Çünkü yazılan emanın şahsına izafe edildiği açıkça belirtilmektedir. Onun için anlı­yoruz ki, ibarenin doğrusu "ila" harfiyle "Bana yazın" şeklindedir.

625- Ailem için yahut oğlum veya malım veya akrabalarım için benimle yahut bana eman akdi yapın derse, kendisi ve e-man altında olmasını istedikleri hepsi eman altında olur.

Bana eman akdi yapın sözünde bir kapalılık yoktur. Ama "Benimle akid yapın" dediği ve müfaale kipiyle getirdiği ibareyle kıyasa göre, birinci durum­da olduğu gibi, kendisi eman kapsamına girmez. Çünkü eman dışında sadece akdi şahsına izafe etmiştir. Ancak iki sebepen istihsan yolu ile eman kapsa­mına atamıştır:

Birincisi: Sözünde şahsı için emanı şart koştuğuna delalet vardır. Çünkü oğlu ve ailesi için emanı şart koşmuştur. Tâbîi ki bundan maksat sağ kalma­larıdır. Sağ kalmaları da geçimlerini kendisi sağladığı için onun sağ kalmasına bağlıdır. Bu da ancak kendisinin de eman kapsamına girmesiyle gerçekleşir Zira öldürülür veya köleleştİrilirse artık geçimlerini s ağlayanı ıyac aktır.

İkincisi: "Malım için" sözünde bu daha açıktır. Çünkü malı için eman istemesinden yegane maksadı malının kendisine kalması ve kendisinin malı başında kalmasıdır. Onu ihtiyaçları için kullanmak istemesidir. Bu da ancak kendisinin de eman altında olmasiyle gerçekleşir. Sonra, bu akidde kendisi elçi değildir, Malı için akid yapan kimse kendisi için çalışmış olup başkası yerine elçi olmaz.

Çocuk ve aile için istemesi de böyledir. Çünkü bunları kurtarmağa çalış­ması kendisine hizmet etmeleri için ihtiyaç duyması yahut onlara acıdığı için­dir. Şahsı için bu ihtiyaç yahut acıma daha açıktır. Bundan da anlıyoruz ki daha önceki durumun aksine, emanı şahsı için de istemiştir,

626- Falanın ailesi veya oğlu için benimle eman akdi yapın, derse, kendisi eman altında olmaz.

Çünkü şahsı için eman istediğini sözünde gösteren bir delil yoktur. Fala­nın ailesinin kalışı onun kalışına bağlı değildir. Kendisinin kalışı da onların kendisine hizmet etmelerine bağlı değildir. Bu sözü ile "Kale lideri için" sözü aynıdır.

Çocuk ve ailenin bağlı olduğu falan kişinin bu eman kapsamına girip gir-miyeceği zikredilmemiştir. îstihsanm iki şeklinden birine göre eman kapsa­mına girmesi gerekir. Çünkü falanın ailesinin kalışı falanın da kalışına bağlı­dır, istihsanm diğer şekline göre ise eman kapsamına girmez. Çünkü eman is-tiyen adam sadece falan aile ve çocuğuna şefkat etmiştir. Bu da falanın ken­disine şefkat ettiğine delil olmaz. İmam bunu sonra şöyle açıklamaktadır:

627- Kaledeki lider, ülkemin halkı veya evim için benimle eman akdi yapın derse, bu Iafizla herkes biliyorki liderin amacı ülkedeki yönetiminin devamı ve kendisinin işbaşında bırakıl­masıdır. Bu da ancak eman sabit olduktan sonra gerçekleşir.

628- Size kaleyi açmamın karşılığında kaledeki halk için bana eman akdi verin derse, kendisi ve kalede ne kadar insan varsa eman altında olur. Ama mallar, silah, at ve eşyanın tümü fey1 olur.

Çünkü eman ancak kapı açıldıktan sonra sabit olur. Böyle bir durumda mallar insanlara tabî olarak eman kapsamına girmez. Zaten kapıyı açması kar­şılığında lidere eman vereceklerini şart koşmuşlardır.

629- Eman kapsamına kaledeki insanlarla beraber mallar da girerse, müslümanlara kapının açılmasından bir fayda sağ­lanmış olmaz.

Bundan da anlaşılıyor ki, kapıyı açması karşılığında ona eman vermeleri kaledeki malları ganimet olarak almaya imkan bulmaları içindir. Kapının açıl­masını şart koşmaları ayrıca eman kapsamına giren kişilerin kalede ikamet etmelerinin de kabul edilmediğini göstermektedir. Malların eman kapsamına girmesi ikametin ancak onlarla mümkün olması sebebiyledir. İkamet söz konu­su olmayınca, malların eman kapsamına girmesi de söz konusu olmaz.

630- Size falan yerin yolunu göstermem karşılığında bütün kale halkının adına bana eman akdi yapın der, onlar da kabul ettikten sonra adam kalenin kapısını açarsa, kaledeki insan ve malların tümü eman altında olur.

Çünkü burada eman kapıyı açmak karşılığı değil, rehberlik etmek kar­şılığı şart koşulmuştur. İfadesi kale halkı ile beraber daha önceki durumlarında kalmak ve devam etmek için rehberlik yapacağını göstermektedir. Bu gibi emanlarda mallar da dahil olur.

631- Kaleye girmeniz ve orada namaz kılmanız karşılığın­da kalenin halkı için bana eman sözü verin, derse, müslüman-lar kaleye girdiklerinde mal ve şahıslardan birşey alamazlar.

Çünkü sözünde kapıyı açmanın sağlıyacağı yarar açıkça belirtilmiştir. O da halkı rahatsız etmeden girip namaz kılmaktır. Müslümanlar burada ibadet etmek istiyebilirler. Çünkü falan kalede müslümanlar cemaatle namaz kıldılar, haberinin yayılmasını ve müşriklerin kalbine böylece korkunun girmesini istemiş olabilirler. Yahut daha önce halkının Allah'a ibadet etmediği bir yerde Allah'a ibadeti düşünebilirler. Çünkü rivayet edildiği gibi ibadet yeri mümine kıyamet günü şahitlik yapar.

632- Kaleye girmeniz karşılığında kale halkı için bana eman verin, sözünden başka birşey söylemezse, bu eman sadece in­sanları kapsar.

Çünkü kaleye girmenin faydası ganimet almaktır. Açık olan budur. Bu­nun dışındaki şeyler ise muhtemeldir. Ne varki muhtemel zahire tekabül etmez. Muhtemel yönün tasrihi yapılmamışsa, sözü açık anlamı ile kabul edilir. Bu sözü ile imam ona işaret etmektedir.

Bunun bazısı diğerine yakındır. Ancak bu kelamın manalarının kapsamına göredir.

633- Kalemin halkı arasında veya kalemin halkı ile beraber yahut kalemin halkıyla bana eman vermeniz karşılığında ka­leyi size açıyorum, derse, bu ifadelerin hiçbiriyle mallar eman kapsamına girmez.

Çünkü onlara şart koşulan eman sadece kapıyı açmanın karşılığıdır.

634- Eman ile beraber bin dirhem verirseniz, size kapıyı açayım, derse, kendisi eman altında olurken, bütün malı ise fey' olur. Sadece devlet başkanı ona dilediği yerden bin dirhem verir.

Çünkü şahsının emanı ile beraber mutlak olarak kapıyı açma karşılığında sadece bin dirhem verilmesini şart koşmuştur. Bu türlü emanlarda malı kapsa­ma girmez. Ancak kapıyı açması karşılığında şart koştuğu bin dirhem eman kapsamına girer.

Kapıyı açarsa şart koştuğu bedel ona verilir.

635- Kaleyi açmamın karşılığında bin dirhem için bana eman verin, derse sonuç aynı olur.

Çünkü burada kullandığı "vav" harfi hâl ifade etmektedir. Yani bin dirhem için bana eman vermeniz halinde size kapıyı açarım, demektir. Bu da bir nevi şart olur. Eşine "Hasta olman halinde sen boş olursun" demesi gibi.

636- Bana yahut malımdan bin dirheme  eman verirseniz, kaleyi size açarım, derse malından sadece bin dirhem ona ait olur, gerisi fey1 olur. Malı bin dirhem çıkmazsa üzeri tamam­lanmaz.

Çünkü biliyoruz ki bin dirhemi şahsına bedel yapmamıştır. Malımdan, diyerek bini şahsına izafe etmiş, yani kendi malından şartını koşmuştur. Kapıyı açmanın karşılığında malı ona teslim edilmez. Belki şahsına eman verildiği gibi malına da eman verildiği için ona teslim edilir. Eman yolu ile malından fazla bir şey teslim edilmez.

Birinci durum ise bundan farklıdır. Orada "bin" ismini müminlere suna­cağı yarar karşılığında mutlak olarak zikretmiştir. Bu da bedel olur. Tıpkı üc­retli işçinin "Bu işi sana bir dirheme yaparım" demesi gibi. "Malımdan bir dir­heme bu işi sana yaparım" derse bu ücretle yapmak olmaz.

Malı dirhem olarak değil de eşya şeklinde ise ondan kendisine bin dir-hemlik verilir. Çünkü "malımdan" demiştir. Emanin karşılığında şart koşulan şey onun malındandır. Mal sıfatı itibariyle bütün mallar aynı cinstir. Ama dir­hemlerimden bin dirhem deseydi durum değişirdi. Çünkü eman karşılığında şart

koşulan şey dirhemlerinden bir parçadır. Adamın dirhemleri olmazsa bu eman yerini bulmaz ve geçersiz olur. Bunun benzeri kişinin "malımdan falana bin dirhem vasiyyet ettim" demesi olayıdır. Bu durumda dirhemleri olmazsa da malından bin dirhem adama verilir. Ama "dirhemlerimden" der ve dirhemleri yoksa adama birşey verilmez. Bir soru ile imam muhtemel bir soruyu şöyle cevaplandırmaktadır.

637- Malımdan bin karşılığında, dediğinde bu bin miktarı neden şahsına verilecek eman karşılığında müslümanlara veri­len bir şey sayılmasın? Sanki adam emanına karşılık olarak bin dirhemi ve kalenin açılmasını şart koşmuş olmaz mı?

Deriz ki; Çünkü böyle birşey bu şartı ilga etmektir. Zira bu

fazlalığı zikretmeden kapıyı açarsa, malı fey1 olur.

Böylece anlıyoruz ki "malımdan bine eman verirsiniz" sözünden maksa­dı, malından bu binin müslümanlara olması değildir. Ancak maksadı, eman yolu ile malından binin salim olarak ona kalmasıdır. Gerisi de müslümanlara fey' kalır. Nitekim, canım, malım, silahım gibi bir şeye eman verirseniz size kale kapısını açarım derse, bu söz şahsı ile beraber bu şeylere de eman istediği anlamına alınır. "Malımdan bin için" sözü de aynı şekildedir.

638- On köle veya on at için eman verin deseydi, bu miktar bedel olurdu. Tıpkı mutlak şekilde "Bin dirhem için" sözü gibi.

Çünkü dirhem gibi eşya (mal) olmıyan şeylere köle bedel olabilir ve bu yol ile kapı açılabilir. Bu durumda müslümanlar istedikleri yerden ona on köleyi verirler.

Ama kölem veya atım derse, durum değişir.

639- Kalenin açılmasını şart koşmayip sadece "Bin dirhem karşılığında bana eman verin, yanınıza ineyim" yahut "malım­dan bin dirheme" der ve müslümanlar ona eman verirlerse, her iki durumda da bin dirhem borçludur.

Çünkü istediği eman karşılığında müslümanlara bir yarar şart koşma-mıştır. Böylece anlıyoruz ki bini zikretmesi ona verecekleri eman karşılığında müslümanlara bedel olması içindir. Bunu ister mutlak söylesin, ister malımdan desin aynıdır. Zaten müslümanlar onun inmesiyle kaledeki malına da ulaşmak­tadırlar. Bu da malından bu miktar ile eman aradığına delalet etmektedir. Be­delin şart koşulması şeklinde bunu anlarsak, daha öncekinin aksine müslü-manlara yararlı olur.

640- Yine on köle veya kölelerimden on kişi karşılığında derse, bu bedel olur. Bununla şahsını kurtarmış olur. Bunu müslümanlar a vermesi gerekir.

641- Ehlim veya malım yahut oğlum karşılığında derse, kendisi de bu söyledikleriyle beraber eman altında olur ve ona birşey gerekmez.

Çünkü ehli ve oğlu mal değildir. Kişinin bunları şahsı karşılığında bedel verdiği uygulamada yoktur. Belki onları şahsı ile korur. Böylece anlıyoruz ki hem şahsı hem bunlar için eman istemiştir. Malı mutlak olarak zikrettiğinde de durum aynıdır. Çünkü bu durumda malın türü, niteliği ve miktarı belirsizdir. Fidye olmaya elverişli değildir. Sonra, normal olarak şahsının fidyesi olarak bütün malını vermez. Aksi halde açlıktan ölür.

642- İnmem karşılığında köleme eman verin, derse, kendisi de kölesi de eman altında olur. Kölemin yarısı için derse, bu fidye olur.

Mananın hakikati itibariyle aralarındaki fark açığa çıkmaz. Ama halkın örfü itibariyle kişi geriye kalan miktar ile yaşaması için elindekinin bazısiyle şahsını kurtarır (kurtuluşu için malının bir kısmını fidye verir) Yoksa herşeyini feda etmez. Malın yarısını veya malın cinsinden yarıyı zikrettiğinde genellikle amacı şahsı için malı fidye vermektir. Ama malın tümünü veya köle gibi malın cinsinin tamamını zikrettiğinde genellikle amacı şahsı ile beraber o cins için eman istemektir.

Oğlu ve eşi gibi mal olmıyan şeyleri zikrederse, genellikle onları feda etmek için değil, kendilerine eman almak içindir. Hepsini veya onlardan belirli sayıdaki kişileri zikretmesi aynıdır. Bu sözleriyle sanki benimle beraber falan kişiye de eman verin, demiş gibidir. Böylece o kişiyi şahsına feda etmek değil, eman altında olmasını sağlamayı istemiş olmaktadır.

643- Kölelerimden on kişiye eman verin ki yanınıza ineyim, derse bu feda etmektir. Eşi ve malı ile inecek olursa, hepsi fey' olur.

Çünkü belirttiğimiz gibi inecek adamın sadece üzerindeki elbisesi emana dahil olur. Nitekim feda etmenin bulunmadığı emana mal ve aile fertleri gir­mez. Feda etmenin bulunduğu emanda da durum aynıdır.

644- Ancak feda etmesinde şart koştuğunun benzeri ile iner ve "Üzerime şart koştuğunuz feda etme için onu getirdim" derse, kıyasa göre getirdiği şey fey1 olur ve başka bir şeyi fidye olarak vermesi gerekir.

Çünkü ona verilen eman inişinden sonra gerçekleşiyor. Bu da beraberin­deki malı kapsamıyor. Böylece mal müslümanlara fey' olur. Halbuki adamın üzerine aldığı fidyeyi müslümanlara ait olan fey'den verme yetkisi yoktur. Ancak istihsan yolu ile imam şöyle demektedir :

Fakat bu onun için fidye sayılır.

Çünkü müslümanların yanına inerken üzerine aldığını malından Ödeme imkanı vardır. Zaten müslümanların yanında malı yoktur. Beraberinde bu mik­tarda malı getirmezse kendini fidye ile kurtaramamış olur. Üzerinde fidyenin şart koşulması onu getirmesi için kendisine yetki vermek olur. Tıpkı mükatebe ile (antlaşma ile ücret mukabili azad olacak köleye) kitabet bedelinin şart koşul­masının kendisine kazanma yetkisinin verilmesi ve kazandığının onun mülkü ve kazancı sayılmasının kabul edilmiş olması gibi.

645- Ona şart koşulan on kişi olduğu halde kendisi onbir kişi getirirse, onunu fidye, diğer kişiyi de fey1 olarak alabiliriz.

Çünkü istihsan, fidye için muhtaç olduğu miktardadır. Bundan fazlası ise kıyasla alınır.

646- Yine "satmanız için getirdim" diyerek yirmi kişi ge­tirirse, hepsi ondan alınır.

Belirttiğimiz gibi bu da kıyas itibariyledir.

647- Köle dışında başka bir sınıf getirir ve "Bunları satıp paranızı vermek istiyorum" derse, istihsan yolu ile yemin etti­rildikten sonra bu kendisinden kabul edilir.

Çünkü mal sayılmıyan bir şeyin karşılığında köle, değer ile malın kendisi arasında bir miktarla sabit olur. (Yani köle nakid ile mal arasında değişen bir bedel olup ivaz olarak verilebilir). Onun için ikisinden (bedel veya maldan) hangisini getirirse kabul edilir. Böylece vereceği fidye ile getirdiği şeyler arasındaki cins benzerliği sabit olmuş olur. Onun için bu konuda sözü tasdik edilir.

648- Bu durum "on köle karşılığı" deyişine göredir. Ama "Kölelerimden on kişi" der ve köle yerine dirhemler getirirse, bu para fey1 olur ve üzerine aldığı şeyi getirmeğe mecburdur.

Çünkü köleyi şahsına izafe etmekle onları bizzat tayin etmiş olur. Sanki şahıslarını göstererek belirlemiş gibidir. Böyle durumda malın yerine kıymeti

alınmaz.

649- Kale halkı onları size getirmeme müsaade etmediği için parasını getirdim, derse sözü tasdik edilmez.

Çünkü getirdiği dirhemler müslümanlara ganimet olmuştur. Bunu müslü-manlara şahsı karşılığında fidye saymağa ilişkin sözü tasdik edilmez. Çünkü inmeden önce kale halkının köleleri getirmesini engelliyeceğini ve köle yerine parayı getirmesi için müs lü mani ardan izin istediğini müslümanlara bildirebilir­di. Bunu bildirmediği ve para getirmek için mü slü m an lar dan izin istemediği için kusur onundur. Müslümanlara durumu bildirir ve para için İzin istedikten sonra parayı getirirse, bu onun için fidye kabul edilir ve ona başka bir şey gerekmez.

650- Kale sahibi "size açmamın karşılığında kalem veya şehrim için eman verin" derse ve "Fethettiğinizde kalemi yık­manızdan veya şehrimi bozmanızdan korkuyorum" diyerek maksadının bizzat kalenin veya şehrin kendisini korumak olduğu açık ise, müslümanlar da "Kalene veya şehrine eman verdik" derse, bu eman kale veya şehirdeki malları kapsama-yıp sadece kalenin veya şehrin kendisini kapsar.

Çünkü sözün mutlaklığı daha önceki halin delaletiyle sınırlanmış olur. Ona verdikleri eman sadece kapıyı açması karşılığıdır. Müslümanların kapının açılmasından amaçlan da ganimet almaktır. Böylece anlıyoruz ki eman, göste­rilen şeye mahsustur. Ancak malı, çocukları ve aile fertleri eman altında olur. Çünkü kalesine eman alması burada kalabilmesi içindir. Kalması da bu şey­lerle mümkündür. Bu hükümde adamın durumu yurdumuza ticaret için eman istiyenin durumuna benzemektedir.

Ama tahsisin yapıldığına delil olacak bir söz geçmemişse, kıyasa göre hüküm yine böyledir.

Çünkü belirttiğimiz gibi kapıyı açmaktan maksat ganimet ve köle kazan­maktır. Sonra kale veya şehir kelimelerinde içindekilerin i ve ehlini ifade ede­cek birşey yoktur. Muhtemelen bu adamm kale veya şehir için bu şekilde eman istemesinin sebebi, kalenin yıkılmasını ve şehrin yakılıp tahrip edilmesini önlemektir. Çünkü doğum yeri ve atalarının yurdudur. Onun için istediği eman ile sadece kalenin veya şehrin kendisini kurtarmak istemiş, içindekilerini kastetmemiştir.

Ama istihsana göre bu kale ve şehrin hem kendisi hem içindeki bütün insan ve eşya için emandır. Çünkü örfün delaleti böyledir.

Çünkü burası mamur bir kale veya şehirdir, denildiğinde mamurluğu du-varlariyle değil, ehlinin çokluğuyla bilinir. Nitekim kaleyi size açmamın kar­şılığında memleketime eman verin, deseydi bundan memleketindeki bütün mal ve İnsanlar anlaşılırdı. Sonra, adamm amacı kalesinin veya şehrinin eskiden olduğu gibi kendisine salim kalmasıdır. Halkında Önceden olduğu gibi kendi­sinin tasarruf etmesidir. Bu da ancak halkının eman kapsamına girmesiyle gerçekleşir.

651- Kale halkından biri çıkıp da "malımdan bin dirheme

eman verirseniz size kale kapısını açarım" derse, bedel yolu ile

değil, eman yolu ile malından bin dirhem için ona eman vardır.

Tıpkı "malımdan bin dirhem için eman vermeniz karşılığında"

demesi gibidir.

Burada takdim ve tehir, mananın farklı olmasını gerektirmez.

"Bin dirhem için "deyip "ala" harfi ile kullansaydi, yine durum aynı olurdu.

Kapıyı açmasının karşılığı olarak şart koştuğu bin dirhem sözünü şahsın sözünden önce veya sonra getirmesinde fark yoktur.

652- "Bin dirhemle kapıyı size açarım, der ve "be" harfini kullanırsa, sadece şahsı eman altında olur ve kazanıp ödeyeceği bin dirhem de borçlu olur.

Çünkü "bin dirhemle" desin veya demesin kapıyı açmasiyle bütün malı fey' olur. Çünkü "be" harfi beraberinde karşılığı da ifade eder. "Be" harfi ile şahsının emanını bir arada söylediğinde bu, söylediği binin şahsının emanına karşılık olduğunu açıkça ifade etmiş sayılır. Şahsı da eman kazanmış olur. Bir de onun borcu olur. Tıpkı "şu cariyeni bana yüz dinara satmak karşılığında bu malı sana bağışladım" deyince, yüz dinarın cariyeye karşılık kabul edilmesi gibi.

653- "Size kapıyı açayım, bana bin dirhemle eman verir­siniz" der ve "be harfini kullanırsa, durum yine aynıdır.

654- Malımdan bin dirhem karşılığında bana eman verir­seniz size kapıyı açarım derse, bin dirhem yine şahsının ema­nına karşılık olur. Ancak malı varsa bin dirhemlik miktar alı­nır. Birinci durumun aksine, emanına karşılık borcu yerine alınır.

Çünkü burada üzerine aldığı borç için belirli bir yer tayin etmiştir. O da elindeki malıdır. Buna göre de ona eman vermişizdir. Onun için bu miktarı ken­disinden ganimet almak yolu ile değil, fidye yolu ile almamız lazımdır. Birinci durumda ona bir yer tayin etmeksizin bedel vermeyi üzerine almıştır. Onun için malı, mağlubiyetini tamamlama şeklinde kapıyı açmanın gereği olarak fey' kalır.

Müslümanlar malını göremezlerse, onlara ödeyeceği bin dirhem borcu olur.

Çünkü emanı yerine gelmiş olup karşılığında bedel Ödemesi gerekir. Malı olduğunda bubedeli malından veriyordu. Malı yoksa kazanıvereceği malı kast

ettiğini anlarız.

655- Kapıyı açmayı zikretmeyip sadece "malımdan bin dirhem ile size inmem karşılığında veya malımdan bin dirheme bana eman verin" derse, bu, şahsı karşılığında verdiği bir fidye

sayılır.

Çünkü burada "be" harfi karşılıkların olduğunu ifade eder. Adam emanı ancak karşılıkla istemiştir. İndiğinde de bu emanı aldığı için üzerine aldığı bin dirhemi vermesi lazımdır.

Burada "be" harfi yerine "ala" harfini de kullanmış olsa durum aynıdır.

Çünkü şahsı karşılığında müslümanlara bir yarar şart koşmamiştır ki bin dirhemi zikretmesi şahsı karşılığında müslümaniar üzerine koştuğu bir şarta karşılık sayılsın. İki halde de bin dirhem, emanı karşılığında bedel olur.

656- Ehlime ve bin dirheme yahut ehlim ve bin dirhem için bana eman verirseniz kapıyı size açarım derse, her iki ifade şeklinin sonucu da aynı olup ehliyle beraber malından bin dir­heme eman verilir, malının gerisi fey1 olur.

Çünkü ehil (aile fertleri) mal değildir. Bin sözünü zikretmesi alacağı emana bedel olarak anlaşılamaz. Bunu "be" veya "ala" harfiyle zikretmesi far-ketmez. Malından bin dirhem yanında ehlini de zikretmesi sadece onlara da eman istediğini ifade eder. Sonra "vav" harfi atıf içindir. Atfedilenin hükmü de üzerine atfedilenin hükmüdür. Üzerine atfedilen şey eman istemekse, atfedilen şey de eman istemek olur.

657- Maldan başlayıp "Bin dirheme, ehlime ve çocuğuma eman verirseniz size kapıyı açarım" derse, ehli, oğlu ve kendi­sine verilecek bin dirhem için eman almış olur. Diğer malları fey' olur.

Çünkü bütün bunları kapıyı açmanın karşılığı olarak zikretmiştir. Bedel olarak sayılabilecek bin dirhemi ona verirler. Aile fertlerini ve çocuğu da şahsı gibi eman altında olurlar. Çünkü kapıyı açmasının karşılığında onların da eman altında olmalarını şart koşmuştur.

658- Ehlim ve çocuğumla bin dirhem karşılığında bana eman verirseniz size kapıyı açayım, derse bin dirhem borçlu olup ehli ve çocuğu hepsi fey' olur.

Çünkü "be" harfi karşılıklarda kullanılır. Bin ile beraber söylemesi ema­nına karşılık olduğunu ifade eder. Sonra ehil ve çocuğunu da birlikte zikrederek yine bedele atfetmiştir. Bu da hepsinin şahsî emanına ivaz olduklarını ifade eder. (Yani bedel olacak bin dirhemi "be" harfi ile getirmiş, ehli ve çocuğu da yine "be" harfiyle getirerek ona atfetmiş, hepsi de aynı hükmü almıştır.)

659- Ehlinden başlayıp "Ehlim ve bin dirhem karşılığında bana eman verirseniz" derse, kıyasa göre hüküm yine aynıdır. Ama istihsana göre değişir. Çünkü ehil, mal değil ki bedel olabilsin.

Bundan da anlıyoruz ki kapıyı açmanın karşılığında eman istemesi, ehline eman alması içindir. Bin kelimesini de ehl'e atfetmiştir. Bu da fey' ola­cak bütün mallarından bin dirhemi istisna etmek olur. Nitekim "Bütün akra­balarımla ve bütün ehlimle ve çocuğumla ve bin dirhemle bana eman verirseniz size kapıyı açarım" deseydi, herkesin ilk anda aklına gelen bütün bunların fidye değil, fidye verilecek şeylerden istisna edilmesidir.

660- "Ehlim üzerine ve bin dirhemle" yahut ehlimle ve bin dirhemle beraber bana eman verirseniz, sözleri arasında fark yoktur. "Ala" veya "be" harflerinden hangisini kullansa değiş­mez. Ehli ile verdiği malından bin dirhem eman altında olur. Bunun dışında kalan malları fey1 olur.

Çünkü bini ehil üzerine atfetmiştir. Ehil için istediği de onları fidye vermek değil, eman altında sayılmalarını sağlamaktır. Ehil üzerine atfedilen şeyin hükmü de bu olur.

661- "Bin dirhem ve ehlimle" deyip "be" harfiyle kulla­nırsa, bu durumda ehil ve bin dirhem fidye olur. Ehlini ve bin dirhemi müslümanlara şahsına karşılık fidye vermesi gerekir. Çünkü "be" harfiyle zikredilince bin dirhem bedel olur ve ona atfedilen

de onun hükmünü alır. Bu da ikisinin fidye verildiğini ifade eder.

Bunlar aslında birbirine yakın meselelerdir. Ancak her bölüm ve meselede halkın konuşmasındaki anlamlardan galip anlam alınır ve ona göre amel edilir. Ama daha önce bir fidye veya emana delalet eden mukad­dime yahut delalet varsa, onunla amel edilir.

Çünkü her sözün bu iki manadan birine ihtimali vardır. İki manadan bi­rine delil olacak birşey önce geçmişse, o mana tercih edilir. Böyle birşey geç-memişse, iki ihtimalden galip olanla amel edilir. Tıpkı müşterek lafızda olduğu gibi, kipteki iki ihtimalden biri öne çıktığında o anlamı alınır.

662- Malımdan onbin dirheme eman vermeniz karşılığında size kapıyı açayım ve yüz dinar vereyim, derse, kapıyı açtıktan sonra müslümanlara yüz dinar vermesi ve şahsına ayırdığı on­bin dirhemi müslümanların malından ona vermeleri gerekir. Bu mal da fidye olmaz.

Çünkü yüz dinarı belirtmeseydi malından onbin dinara eman istemiş sa­yılırdı. Kapıyı açmak karşılığında müslümanlara vereceğini üzerine aldığı yüz dinarı zikretmesi durumunda da hüküm aynıdır. Yani şahsı ve onbin dirhem eman altında olurken, müslümantara yüz dinarı verir.

663- Bin dirhem ile bana eman verirseniz size kapıyı açar ve yüz dinar veririm, derse yüz dinar ve bin dirhem borcu olur.

Çünkü "be" harfiyle zikredince bin sayısının emanına karşılık olacağını açıklamış sayılır. Müslümanlara vereceğini şart koştuğu dinarları da zaten şahsi emanına karşılık olarak vereceğini açıklamıştır. Ama "Alacağım bin dirhem "yahut" vereceğiniz bin dirhem" şeklinde tasrih etmiş ise, o zaman şahsına karşılık müslümanlardan bin dirhemi aîmayı şart koşmuş sayılır, imamın "Bin dirhem sözünün iki manaya ihtimali vardır." sözünden amacı da budur. Yani ya benim size vereceğim yahut sizin bana vereceğiniz, anlamlarından biri muhtemeldir. Bir delil var ise, o alınır. Delil yoksa sözün anlamlarından galip olan alınır.

En doğrusunu Allah bilir.[376]

 



[1] İbnü'n-Nedîm, el-Fihrist, s. 436-437; Şeşen Ramazan, "İslam Dünyasındaki ilk Tercüme Faaliyetlerine Umumi bir Bakış", İTED, VII/3-4 (1979)

[2] "Hanefî fıkıh eserlerinde gayri müslimlere ilişkin kurallar sistematik olarak incelenme-miştir." diyen Alman müsteşrik Hans Kruse, bu hatalı yorumunu kitabının ikinci yayımında da sürdürmüştür, bkz.: Islamische Völkerrechtslehre, s. 16

[3] Seviğ, age, s. 12

[4] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/12 

[5] Berki Şakir, Devletler Umumî Hukuku, s.l; Hamiduilah Muhammed, Devletler Hukukunun Yüzüncü Yıldönümü Nedeniyle" s. 147.

[6] Meray S. L. , Devletler Hukukuna Giriş, 1/5-6

[7] İsam K. Salem, İslam und Völkerrecht, s. 93

[8] Hallâf Abdiilvehhab, es-Siyâsetüş-Şer'iyye, s. 71; Marcel Boısard, "The Conduct ofHostilities and The Protection of The Vicüms of Armed Conflicts in islam", s. 3,4

[9] Crozat Charles, Devletler Umumî Hukuku, 1/204; Mansur Ali, eş-Şerîatü'l-İslamiyye ve'l- kân&nu'd - deyliyyii'l-âmm, s. 29; Meray, Devletler Hukukuna Giriş, 1/24 vd.

[10] Akipek Ömer, Devletler Hukuku Başlangıcı, s. 92; Pazarcı Hüseyin, Uluslararası Hukuk Dersleri, 1/45

[11] Wilson G. Grafton, "Grotius: Law ofWar and Peace", s. 205; Aliye Semir, îlmu'I-kanûn, s. 220

[12] Nys. E. , Les Origines du Droit International, s. 201 - 210'dan naklen Guneymî Taî'at,

Kânunu's-Selâm fi'l-îslam, s. 57

İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/3-4

[13] İbn M3.nzûr,LisânWI-Arab, "s-y-r", IV/389-390; Nesefî Necmeddin, Tübetü't-Talebe, s. 79

[14] Feyyûmî, el-Misbâhu'I-Münîr, s. 114; Cürcânî, et-Ta'rîfât, s. 122; Konevî k. Enîsü'l-fukahâ,

s. 181 - 182; Tehânevî, Keşşaf Istılâhâti'l-fünûn, 1/663; İbn Hümâm, Fethu'l-Kadîr, V/435; Ahmed b. Yahya, Şerhu'l-ezhâr, IV/518; Sayâğî Hüseyin b. Ahmed, er-Ravdu'n-nadîr, Iv/294; Hamidullah, age, s. 45; Khadduri, The isletme Law ofNations Shaybani's Siyar, s. 39; Kruse, İslamische Völkerrechtslehre, s. 30 vd.

[15] İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, V/435

[16] Kelimelerin menkul anlamlan için bkz. Cürcânî, Ta'rîfât, s. 233 - 234

[17] Şahhâte M. Ş.,Risaletü'l-cihad,s. 12-13

[18] ibn Hişâm, es-Sfratü'n-Nebeviyye, III - IV/632; Hamidullah, îslamda Devlet İdaresi

[19] Merğînânî, el-Hidâye, 11/135 - 170. Son iki konuyu teşkil eden mürted ve bağîlere uygulanacak hükümler de görüldüğü gibi "siyer" kavramının kapsamı içine alınmıştır. Bu bakımdan siyeri, Hans Kruse gibi, (bkz. İslamsche Völkerrechtslehre, s. 9) sadece ve sadece gayri müslimlerle ilişkilerin incelendiği bir hukuk dalı olarak düşünmek hatalıdır.

[20] tbn Manzûr, Lisânü 'l-Arab, "c-h-d", III 1\ 33 - 135; Feyyûmî, el-Mısbâhu 'l-Munîr, "c-h-d", s.

43 - 44; Fîrûzâbâdî, el-Kâmûsu'l-muhît, "el-cehd", s. 351; Nesefî, Tılbeîü't Talebe, s. 79; Mv. F, ■■el-Cihad".

[21] Nesefî, age.,s. 79; Konevî, Enîsü'[-fukahâ,sl81; Tehânevî, age., 1/197; Kâsânî, Bedâ'i-u's-sartâ'i, VII/97; İbn Âbidîn, Raddü'l-muhtâr, IV/119; Yazır Hamdi, Hak Dini Kur'an Dili, 11/863,865; Özel, age., 58

[22] A'râf 76158; Sebe'34/28

[23] Fazlurrahman, "islam ve Siyasî'Hareket", Islami Araştırmalar, VII/2 (1994), s. 194

[24] Müsncd, V/231 , 238; Tirmizî, "İman" 8

[25] Boisard, "The Conduct ofHostilities and The Victım of Armed Conflict m Islam"s. 6

[26] Schacht J., An întroduetian to Islamic Law, s. 130; Von Vloten G., Emevi Devrinde Arap Hakimiyeti, Şia ve Mesih Akideleri Üzerine Araşıtırmalar, s. 13 -14; Bosquet-Schacht, Seilected Works of C. Snouck Hurgronje, s. 72 - 73; Khadduri, The War and Peace on The Law of islam, s. 45, 52, 53, 144, 202; Kruse, "agm." , 57, 65, 79; a. mlf., Isiamische Völkcrrechtsİehre, s. 96

[27] Goldziher I., el-Akîde ve'ş-Şerî'a, s. 27 - 28

[28] Kruse, Isiamische Völkerrechtslehre, s. 62-69

[29] Armstorng K. Holy War: The Crusades and Their Impact on Today's World, s. 1, 147 vd.,

275 vd. Hristiyanlıktaki kutsal savaş fikri hakkında şu kitaba da işaret etmeliyiz: Noth, Heiliger Krieg und Heiliger Kampf in islam und Christentum, Bonnl966. Kadduri'nin mukayese .sadedindeki şu yorumu nisbeten daha insaflıdır: "Batı hukuk geleneğinde 'hak savaşı" yahut 'hakedilmiş savaş' yani bellum justum, tek geçerli savaş türüdür. Cihad da İsiamın hakedilmiş savaşı idi." İslamda Adalet Kavramı, s. 224

[30] Watt, islamın Avrupa'ya Tesiri, s. 15

[31] Kur'an-ı Kerim'deki cihad ayetlerinin birarada topluca bir değerlendirmesi için bkz.  Daks Kamil Seiâme,Âyâtü'l-Cihadfı'l-Kur'âni'l-Kerîm, Kuveyt 1392/1972

[32] Furkân 25/52

[33] Ankebût 29/69

[34] Aliyyü'l-Kârî,£W7î Müsned Ebî Hanîfe, s. 370

[35] Cihad kavramıyla iligili bazı yaklaşımların değerlendirilmesi ve çağdaş bir cihad yorumu için şu çalışmaya işaret edilebilir: Bûtî Saîd Ramazan, el- Cihad fi'1-Islam keyfe nefhemuh ve keyfe Numârisuh, Dımeşk 1993

[36] İbn Manzîr, Lisânü'l Arab, "ğ-z-v", XV /123 125; Feyyûmî, el-Mısbâhu't-munîr, "ğ-z-v",s.

170; Cevheri, es-Sıhâh, "ğ-z-v", VI/2446; Fîrûzâbâdî, ei-Kâmûsü'l-muhît, "ğ-z-v", s. 1698; Nescfi, Tılbetü't -Talebe, s. 79;

[37] Şehhâte, Risaletü'l-cihad, s. 11-12; krs., Guneymî, Kânunu's-selâm, s. 58. İmam Şafiî ise

konuyla ilgili görüşlerini, her üç terimin de dışında "Kitabu'l-Cizye" başlığı altında vermiştir

[38] Süyûtî, Tebytdu''s-sahîfe fîmenâkıbi Ebî Hanîfe, s. 36

[39] Hamidullah, "Serahsî'nin Devletler Umumi Hukukundaki Hissesi", s. 17 (İbn Hacer, Ta- vâli'ut-te'sîs, s. 78); Kruse, "agm.", s. 63; Efgânî Ebu'1-Vefa, er-Red ala siyeri'I-Evzâi mukaddimesi, s. 2-3; Şafak Ali, İslam Hukukunun Tedvini, s 86; Nu'mani Muhmmed A., "Kitabu'l-âsâr mukaddimesi", SAÜİFD.,sy: 1 (1996), s., 247

[40] Kesveri Zahid, Husnü'î-tekâdîfi sîrati'l- İmam Ebî Yusuf el-kâdî, s. 42

[41] Efganî, er-Red ala siyeri 'l-Evzâ 'î mukaddimesi, s. 3

[42] İbn Abidîn, "ukûd resmi'l-müftî", s. 16; Ebu Zehra, Ebu Hanîfe,s. 240-241; Muhammed î. Ahmed, el-Mezheb inde'l-Hanefiyye, s. 147;

[43] Kevserî, Hüsnü 'l-tekâdffî sîrati'l-İmam EM Yusuf, s. 43; Öğüt, Safim, "Ebu Yûsuf, DİA. X/264; Krş, Ebu Zehra, age, s. 241; Khadduri, The Islamic Law of Nations, s. 41

[44] Serahsî, Mebsût, X/144

[45] İbn Âbidin, "ukûd resmi'l-müftf, s. 19; Kevserî, age., s. 43; Brockelmann C, GAL, Suppl 1/308; Schacht, "aI-Awza'i", El. (ing), 1/773; Öğüt, "Ebu Yûsuf, DİA., X/264;bkz: Öğüt, "£i'zâf',DİA.,XI/546-548

[46] Khadduri, The Islamic Law of Nations, s. 24

[47] Bu konuda bkz: Ebu Zehra, Târîhu'l-Mezâhibi'l-fıkhiyye, s. 510 vd. ; Musa M. Yusuf,

Târîhu'l-fıkhi'l-İslamî, s. 194 vd.; Şafak AH, Mam Hukukunun Tedvini,$. 58; Şener Abdülkadir, "ei-Müsned", AÜİFD. XVII (1969), s. 339; Yaman Ahmet, "İslam Hukuk Edebiyatı'nın Ortaya Çıkışı, Gelişmesi ve İslam Kamu Hukuku edebiyatına İlişkin Arapça bir Bibliyografya Denemesi".Diyanet İlmi Dergi,XXXl/3 (1995), s. 111-112

[48] İhtilâfıı'l-fukahâ,$.31

[49] Hamidullah. "Serahsî'nin Devletler Umumi Hukukundaki Hissesi", s. 18; Özel age., s. 21

[50] Abdullah b. Mübarek, Kitabu'1-cihad, thk: Nezih Hammad, Beyrut 1971; Tunis 1972

[51] Favik Hamâde'nin tahkikiyle 1987'de Beyrut'la neşredilen eserden ancak tanıtım yazısı kadarıyla haberdar olabildik. Bu tanıtım yazısı için bkz. Seyyid Rıdvan, "Kitabu's-siyer li'l-Fezân', el-Ebhâs sene: 35 (1987) Beyrut s. 67-72; Eserlerle ilgili daha önce yazılmış bir başka tanıtım ve değerlendirme yazısı için bkz: Muranyi Miklos, Das Kitab al-Siyar von Abu Jshaq Fazari, JSAİ-Vi (1985). s. 63-97; ayrıca bkz.: Khadduri, age. , s. 26

[52] İbn Ebi Asım, Kitabu'l-cihad, c. I-II, thk: Ebu Abdirrahman Müsaid b. Süleyman, Medine 1989

[53] Seyyid Rıdvan, ag. tanıtım, s. 68; Khadduri, age., s. 40

[54] Taberî'nin İslam hukukunun geneliyle ilgili görüşlerinin topluca bir özeti için bkz: Kal'acî M. Ravvâs (haz.), Mevsû'a fıkıh Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Beyrut 1994

[55] Şafak Ali, age. , s. 93;Hans Kruse'nin eserinin mukaddimesinde adını vermeden andığı

"Enstitü" de muhtemelen bu enstitü olmalıdır, bkz: Islamische Völkerrechtsiehre, s. XIV

[56] Bursalı Mehmet Tahir, Osmanlı Müellifleri, 11/34-35. (Bursalı M. Tahİr, eserin baskı tarihini yaniışhkla 1244/1828 olarak verir); İsmail Paşa, Hediyyetü'l-ârifîn, 11/359-360; Ebu Zehra "Temhîd" s. 35.. Ayıntâbî'nin ayrrca Şerhu'' s-siyeri'l-kebîr''deki sadece muğlak ve çetrefil ibareleri açıklamaya matuf "Teysiru'l-mesir fi şerhi's-siyeri'l-kebir" isimli Arapça bir eseri daha vardır: İÜ., Yıldız Sarayı Kütüphanesi Arapça Yazmaları Bölümü No: 5867.

Söz konusu tercüme ve mütercimi Aymtâbî için bkz.: Okiç M. Tayyib, "Şemsü'l-eimme es-Serahsî'nin 'Şarhu's-siyafi'l-kabîr'inin Türkçe Tercümesi ve Mütercim Mehmed Münîb Ayıntâbî'nin Diğer Eserleri", s.27 vd. Okiç, bu makalede Bursalı M. Tahir, Bağdatlı İsmail Paşa ve diğer zevatın bu tercümeyi Serahsı'nin Şerh'inin değil de asıl metin olan Şeybânî'nin es-Siyeru'1-kebîr'inin tercümesi olduğu şeklinde yanlış tanıttıklarını söyler,, s. 31. cs-Siyeru'1-kebîr metin olarak da ayrıca neşredil mistir. M. Hadduri, önce İngilizce olarak "The Jslamic Law ofNations Shaybani's Siyar" ismiyle sonra da Arapça olarak "es-Siyeru'l-kebır Ve'l-alâkâtü' d-devliyye et-İstamiyye, (Beyrut 1975) ismiyle yayınlamıştır. Fransızca tercümesi de 1851-1853 yılları arasında Asya (?) gazetesinde tefrika edilmiştir. Bkz: Ermenâzî, eş-Şcr'u'd- devlî, s. 46

[57] Serahsı'nin devletler hukuku aİanındaki hukukî anlayışı ile ilgili olarak, bilebildiğimiz kadarıyla en son şu çalışma yapılmıştır: Taştan Osman, The Jurisprudence ofSarakhsi with Particular Reference to war and Peace (yayımlanmamış doktora tezi), The Universitiy Of Exeter 1993.

[58] Şafak, age., s. 93; Hamidullah, "Ölümünün 1200. Yıldönümünde Şarlman'ın Muasırı İmam

Muhammed b. Hasen eş-Şeybânî" İsi. Med. s.: 20 (1969), s. 9

[59] Hamidullah, Le Grand Livre de la Conduiîe de I'Etat 'a yazdığı önsöz, I/LV

[60] Ankara 1989-1991. Şeybânî'nin eserinin ve Serahsî'nin Şerhlerinin Batı dillerindeki tercümeleri için bkz: Bu son tercüme, 1/LIV-LV

[61] Yûsuf ] 2/76

[62] Serahsî, Şerhu''s-siyeri'l-kebîr; 1/3

[63] Ebu Zehra, Ebu Hanîfe, s. 241-242; a. mif., "Temhid" s. 34. imam Muhammed'in özel olarak

devletler hukuku, genel olarak İslam hukukundaki yeri için son dönem çalışmaları arasında şu teze bakılabilir: Muhammed Makbul Hüseyin, Muhammed b. Hasen.eş-Şeybânî ve eseruh fi'l-fıkhi'l-İslami, (yayımlanmamış dr. tezi), Cami'atü'i Ezher Külliyyetü'ş-Şeria ve'1-kanun, Kahire 1972;aynca bkz: Desûkî Muhammed, el- İmam Muhammed b. Hasen eş-Şeybani, Devha 1407/1987

[64] Schacht, "Fıkh ", E.I., (İng.), 11/887; Musa M. Yusuf, Tarihu'l-fıkhVl-İslamî, s. 194

[65] Horovitz J., el-Meğazî'l-ûlâ ve müellifûhâ, s. 6'dan Hizmetli Sabri, İslam Tarihçiliği Üzerine, 114; Poiat Selahaddin, "Ebân b. Osman b. Affan", DİA, X/66-67

[66] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/5-15

[67] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/17

[68] S. el- Müneccid.

[69] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/17

[70] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/17-20

[71] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/20-21

[72] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/21

[73] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/21-22

[74] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/23 

[75] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/23-24 

[76] Serahsî, bu kısmı Şarhûz-Ziyâdât isimli kitapta ayrıntılı olarak ele aldığı için atladığını belirtir, (bkz. Şerhu's- Siyeri'1-Kebîr, V/1850). Böyle bir ifadeye eserin başka yeşinde yer verilmemiş olması, Seriahsî'nin mümkün olduğu kadar eksiksiz bir şerh yaptığını göstermektedir. (Editör)

[77] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/25-26

[78] GalSuppl. 1/291

[79] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/27

[80] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/28 

[81] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/29-30

[82] Yusuf: 12/76.

[83] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/31

[84] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/32

[85] Enfâl : 8 / 60. Ribat, karakol; murabıt da nöbetçi anlamındadır. Çeviren

[86] Zariyat,51/14

[87] Burûc:85/10

[88] Ankebût: 29/2

[89] Tâhâ:20/4Û

[90] A'râf:7/155

[91] Nisa : 4/100

[92] Tevbe : 9/111

[93] Enbiya: 21/101-102.

[94] Tevbe:9/80.

[95] Enfal : 8/65.

[96] Bakara: 2/261

[97] Hacc: 22/25

[98] Muhammed:47/7

[99] Buharı, "imân" 17; "Salât" 28; Müslim, "İmân" 32; Ebu Dâvûd, "Cihad" 95' Bu hadisdeki "insanlar" sözüyle Arap müşriklerinin kastedildiği ve bu yönde icma olduğu yorumu yapılmıştır. Bkz. M.Hamidullah, İslamda Devlet İdaresi, Ankara, Kânûnü'd devliyyül-âmm, Kahire 1390/1971, s. 266; Vehbe Zühaylî, Âsâru'1-harb fi'î-fıkhi'I-İslâmî, Dimaşk 1412/1992, s. 120-121. Değilse onu "Dinde zorlama yoytur "ve benzeri ayetlerle teiif etmek zordur. (Editör)

[100] Feth 48/16

[101] Tevbe:9/29

[102] Hucurât 49/9

[103] Nazihat süresindeki sen nerde onu bilmek nerde!" Nazihat, 79/43 (Çevirenin)

[104] Naziat,79/43

[105] Enfâ!:8/69

[106] "Sultan yer yüzünde Allanın gölgesidir. Zayıf ona sığınır, mazlum onunla hakkını alır. Dünyada Allanın sultanına ikram edenlere Alîah kıyamet günü ikram eder" şeklinde ve başka ifadelerle meşhur olan bu sözü, İbnu'n-Neccar, Beybaki, Hakim kitaplarına almışlardır. Hemen belirtelim ki adaletli veya zalim hiçbir ultan hiçbir şekilde Allah'ın gölgesi değildir. Aksine sultan.çoğu zaman zulüm ve haksızlığın kendisidir. Yüce Allah da bundan beridir. (Çeviren)

[107] Doğrusu, sözü edilen zillet, yenilgi ve boyun eğme aşağılığıdır. (Çeviren)

[108] Münâfikûn: 63/8

[109] Tevbe: 9/29

[110] Bakara: 2/148

[111] Al-iîrnran; 3/133

[112] Al-i İmran: 3/200

[113] Bakara: 2/238

[114] Meryem: 19/87: Ayetin tamamı şöyledir: "Rahmanın katında söz almış olandan başkası asla şefaatte bulunamayacaktır."

[115] AI-i îmran:3/100

[116] Al-ilmran: 3/100

[117] Ahzâb: 33/6

[118] Ahzâb: 33/31

[119] Al-i İmran: 3/169

[120] Rad: 13/31

[121] Zuhruf,43/17

[122] Yaz orduları: Yazın toplanıp hava mutedil olunca savaşa giden büyük ordudur.

[123] Âl-ilmrân:3/18

[124] Bu hadis değil, uydurma bir sözdür. Bakınız Keşfu'l-Haya, 2/70-71 (Çeviren)

[125] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/33-59

[126] Başta Buhrârî (Cihad 102, Meğâzî 38), Müslim (Siyer ve Cihad 2,12), Ebu Dâvûd (Cihad 82) oimak üzere bir çok sahih hadis mecmuasında rivayet edilen uzunca bir hadisin bir bölümünü teşkil eden bu sözleri tam olarak anlayabilmek için Hz. Peygamber'in şu ifadelerine de dikkat etmek gerekmektedir.: ".....Bir kale halkım kuşatır da senden Allah'ın ahdini ve Peygamberinin ahdini kendilerine vermeni isterlerse onlara ne Allah'ın ahdini, ne de Peygamberinin ahdini ver. Onlara verdiğin kendi ahdini ve arkadaşlarının ahitlerini bozmanız, Allah'ın ve Rasûlünün ahdini bozmaktan daha iyidir. Bir kale halkım kuşatır da, senden kendilerine Allah'ın hükmünü tatbik etmeni isterlerse onlara Allah'ın hükmünü tatbik etme. Fakat onlara kendi hükmünü tatbik et. Çünkü Allah'ın onlar hakkındaki hükmünü tam olarak bilemeyebilir ve isabet etmeyebilirsin " (Editör)

[127] Tevbe: 9/10

[128] Enfâl:8/58

[129] Tevbe,9/l

[130] Tevbe:9/12

[131] Bu kitabı Osmanhcaya tercüme eden Muhammed Münîb Ayıntâbî, Dureyd'in öldürüldüğü zaman yüzyirmi yaşında olduğunu söylüyor. Şerhu Siyerî'l Kebîr Tercemesi (çeviren) 1/31

[132] Bakara: 2/205

[133] Tevbc 9/120

[134] Al-ilmrân3/161

[135] Âi-Ümrân 3/139

[136] Burası bir yerin ismi olup Şurahbil oğullarının kuyuları manasınadır.

[137] En'am6/70

[138] Al ak 96/6-7

[139] Al-iİmrân 3/152

[140] Haşr 59/5

[141] Maide 5/11

[142] Haşr59/14

[143] Haşr 59/2

[144] Haşr 59/11

[145] Haşr 59/5

[146] Übnâ: Şam bölgesi'nde bir yerin ismidir. (Mu'cemu'l-Butdîin)

[147] Izâr :Baştan ayağa kadar bedeni örten entari. Rîdâ: Aba, cübbe ve pafdüsü gibi elbise ü-zerinde giyilen giysilerdir. Çeviren

[148] Enfâ! 8/46

İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/60-77

[149] Başka nüshalarda Süleym ve Süleyman şeklinde geçmektedir.

[150] Tâhâ 20/29

[151] Âl-Ümrân 3/159

[152] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/79-82

[153] Râvî, burada şüphe içerisindedir. Acaba Rasûlüllah (s.a.v.) "erken kazanç" mı demişti yoksa "amacı elde etmektir" mi demişti. Bunu iyi hatırlamadığı için her iki durumu da rivayet etmiştir.

[154] Tevbe 9/25

[155] Ahzâb 33/37

[156] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/83-87 

[157] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/89-91 

[158] Bakara: 2/186

[159] A'raf: 7/55

[160] Nuh: 71/26

[161] İsrâ: 17/15

[162] Tevbe:9/29

[163] Feth: 48/16

[164] Hadra' : isim olarak kullanılıp kelime itibariyle "Yeşil" manas in dadı r.

[165] iran'dan Yemen'e gelip burada Araplarla evlenenlerin soyundan gelme bir kabilenin ismidir.

[166] Saff: 61/6

[167] Serahsî'nin burada yer verdiği hadislere benzer diğer hadisler (bkz. Dârimî, Siyer, 8; Mus-ned 1/231,236; Yahya b. âdem, Kitâbu'l Harâc, s. 47-8) savaşta önce düşmanı Islamı kabul etmeye veya İslamın egemenliğini tanımaya davet etmenin gerekliliğine işaret etmektir. Bunun için İslam hukukçuları, kendilerine îslam tebliği ulaşmayan kimselere savaştan Önce mutlaka islamın anlatılıp kabul etmeye çağrının yapılması gerektiği konusunda hem fikirdir, (bkz. İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid ve Nihâyetü'I-Muktesıd, 1/312; Ebu Yâlâ el-Ferrâ, el-Ahkâmu's-Sultâniyye, s. 41; Ramlî, Nihâyetü'l-muhtâc, VIII/64)

Bununla beraber savaştan önce davet etmeyi gerekli gören hadislerle, baskın hadisleri, hukukçular arasında bu konuda nesih ihtimali bulunabileceği   intibaını uyandırmış ve neticede ortaya üç gürüş çıkmıştır. 3) Davet mutlaka gereklidir.

2) Davete gerek yoktur. Bunu şart koşan hadisler İslamın ilk günlerine aittir, dolayısıyla nesh söz konusudur.

3) Nesih yoktur; hadisler bağdaştırılır. Buna göre kendilerine davet uluşanlara baskın yapılabilir, uluşmayanlara ise davet şarttır, (bkz. Şevkânî, Neyjü'l-Evtâr, Vııı/53) Editör.

İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/92-97

[168] Enfal : 8/60

[169] Bakara: 2/180

[170] Nisa: 4/119

[171] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/99-102

[172] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/103-104

[173] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/105-106

[174] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/107

[175] Teybe : 9/5

[176] Tevbe : 9/5

[177] Tevbe: 9/5

[178] İslamdan önceki Arap toplumunda mevcut bir anlayış olan ve savaş yapmanın caiz olmadığı dört ay (Receb, Şaban, Ramazan, Zü'1-kâde) olan ayarlarda savaşmak tartışma konusu olmuştur. "Sana haram ayı ve o aydaki savaşı sorarlar. De ki, o ayda savaşmak büyük suçtur. Ancak Allah yolundan alıkoymak, O'nu inkar etmek, Mescid-i Haram'in ziyaretine engel olamk ve halkını oradan çıkarmak, Allah katında daha büyük suçtur. Fitne de adam Öldürmekten daha büyük bir günahtır... "(Bakara 2/217) ayetinin muhkem olduğunu ve hükmün yürürlükten kaldırılmadığını söyleyen, bir grub alim, bu aylarda savaşmanın caiz olmadığını söylemişlerdir. (Kiyâ el-Herrâsî, Ahkâmu'l-Kur'an, 1/86/87; Kurtubî, el-Câmi li Ahkâmu'l,Kuran,I/43).gibi.

Buna karşı cumhur ise Hz. Peygamberin Tâif kuşatmasının, Hevâzin ve Sakîf seferlerinin haram aylarda yapıldığını ve dolayısıyla yukardaki ayetin neshedildiğini kabul etmişlerdir. Öyleyse senenin herhangi bir ayında savaş yapılabilir. (Serahsî, Mebsût, X/26; Ramlî, Nihâyetü'l-Muhtâc VIII/45; Ö. Nasuhi Bilmen, Hukûk-ı İslamiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye kamusu 111/390).gibi.

Şüphesiz bu ayların dokunulmazlığı sadece bunu tanıyanlar için bir anlam ifade eder Gayrı müslimlerle Müslümanlar arasında olabilecek düşmanca ilişkilerde ise böyle bir durum, tabiatıyla söz konusu olmaz. (Editör)

Bu konuda alimler değişik görüşler belirtiyosa da, Kuranı Kerimde neshedilmiş âyet olmadığı gözönünde bulundurulduğunda haram aylarda müslümanfann düşmanla savaşa başlamamaları asıldır, Çünkü bu aylarda savaşın haramlığmı belirten ayet yürürlüktedir. Ama düşman taraf bu aylarda savaşı başlatmış ise, elbette müslümanlar onlara karşılık verecek ve ilgili ayette belirtildiği gibi düşmanın vereceği zararlar önlenecektir. (Çeviren.)

İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/109

[179] Enfâl: 8/72

[180] Fey\ sıcak çatışmaya girmeden ele geçzirilen mal ve değerleri şeylerdir. Ganimet ise fiilen savaş yapıldıktan sonra kazanılan esirler mal ve değerlerdir.

[181] Tevbe: 9/97

İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/111-112

[182] Tevbe: 9/123

[183] Maîde : 5/67

[184] Meâric: 70/15.16

[185] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/113-116

[186] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/117

[187] Nisa: 4/116

[188] Zümer: 39/10

[189] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/119-121

[190] Lukmân: 31/15

[191] Lukmân: 31/15

[192] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/123-124

[193] Bakara: 2/156

İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/125-126

[194] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/127-128

[195] Enfal: 8/60

[196] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/129-131

[197] Tevbe: 9/25

[198] Tevbe : 9/26

İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/133-134

[199] Meğâzi kitaplarında bu adamın, Nuaym b. Mesud es-Sekafî olduğu söylenir.

[200] Ahzâb: 33/10

[201] Savaş hileleri, savaşta askerî amaçlarla düşmanı aldatmak için başvurulan yollar ve ça­relerdir. Kısaca, savaş taktikleridir. Bu husus La Haye Yönetmeliğinin 24.maddesinde de kabul edilmiştir, (bkz. Seha L. Meray, Devletler aradaki anlaşmayı bozmamak ve verilen emanı ihlal etmemek şartıyla İslam alimlerinin, savaşta mümkün olan her hilenin ve aldat­macanın kullanılmasının caiz olduğunu bildirmektedir, (bkz. Şerhu Müslim, XII/45) Editör.

İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/135-138

[202] Enfâl: 8/16

[203] Enfâl: 8/65

[204] Enfâl: 8/65

[205] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/139-140

[206] Nisa : 4/92

[207] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/141

[208] Al-ilmran: 3/128

[209] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/143-146

[210] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/147

[211] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/149

[212] Tevbe: 9/28

[213] Mâlikiler dışında diğer mezhebler, İslamın mukaddes saydığı mekanlara gayri müslimlerin girip giremeyeceği sorusuna bazı kayıtlarla olumlu cevap vermektedirler. Mesela Hanefî ve şâfiîler, yatmak, uyumak, içeride yiyip-içmek veya başka yollarla hafife almak kasdı olmadıkça buna cevaz verirken, bazı Hanbefîler giriş izni için bir müslümanın denetimini ve maslahatın teminini şart koşmuşlardır, (bkz. Cassâs, Ahkâmül-Kur'ân, IV/279-280; Nevevî, Ravdatü't-tâlibîn, VlI/499; îbn Teymiyye, Mecmûu'l- Fetâvâ, XXII/94; İbnü'-Lahhâm, el-Kavâid ve'1-fevâidü'l-usûliyye, s. 51; karşılaştırınız: Taberî, ihtilâfu'l-fukahâ, s. 239) Editör.

İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/151-152

[214] Ahzâb : 33/33. Bu emir gene! değil, peygamberin eşlerine özeldir.Kadınların evlerinden dışarı çıkmaları için kocalarının izni şart değildir.Müslüman kadınlar için dinde böyle bir

yasak da sözkonusu değildir .Çeviren

[215] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/153-154

[216] Hacc: 22/78

[217] Isrâ: 17/7

[218] Kültürümüzde isiamdan dönen kişinin öldürülmesi gerektiği inancı egemendir. Halbuki b_u inanç doğru değildir. Çünkü bu konuda rivayet edilen olayların hepsinde öldürülen kişilerin dinden döndükleri için değil, ya düşman safına geçip müslümanlara karşı savaştığı için, ya da meşru islam devletine siyasi olarak başkaldırıp fesada ve ölümlere sebep oldukları için öldürülmüşlerdir. Sadece din değiştirdiği için kişilerin öldürülmesini meşru göstermek için yapılan bütün yorumların tutarlı ve haklı olmadığı görülmektedir. Dinde zorlama olmadığı gibi, hak da Allah tarafından ortaya konulmuştur, dileyen inanır, dileyen inkâr eder. İnanma veya inkâr etmenin hesabım insanlar Allaha vereceklerdir.İslamı artık istemeyen kişilerin zorla müslüman olarak gösterilmesi, toplumun münafık ve hainlerle dolmasına yol açar ki bu, kişilerin toplumda kafir olarak bulunmalarından daha tehlikelidir. Çeviren

[219] Bu hilkün, fiilen savaşın cereyan ettiği ve dolayısıyla karşı taraftaki düşmanın "savaşçı = harbî" sayıldığı bir durumla ilgili olduğu unutulmamalıdır. (Editör.)

[220] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/155-160

[221] Maide: 5/5

[222] Yemek yerken mırıldanmak, mecûsîlerin âdeti idi.

[223] Hecer : Bahreyn 'de bir belde (Mu'cemu'l-Büldân )

[224] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/161-164

[225] Zuhrûf: 43/87

[226] Sâffât: 37/35

[227] Sâd: 38/5

[228] Cuma: 62/2

[229] Lokman: 31/15

[230] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/165-169

[231] Aİ-ilmran:3/187

[232] Rasulullaha nisbet edilen bu sözlerin sıhhati şüphelidir. Çünkü hak ile batıl birbirine karışmistir. (Çeviren)

[233] Nûr: 24/31

[234] Bakara: 2/134

[235] Herhalde bugün ehli sünnet geçinen îsiam aleminin büyük çoğunluğu bu tanıma uygun oldu­ğundan iki yakası bir araya gelmemektedir. (Çeviren)

[236] İlk dört halifeyi yüceltmek için rivayet edilen bu ve benzer haberler sahih olmayıp büyük kısmı uydurmadır. Rasululla kendisinden sonra kimseyi halife bırakmamıştır. Değilse, ashap, Hz.Ebu Bekri halife seçmek için ne diye o kadar uzun müzakere ve mücadelede bulunmuştur! Bu rivayetlerle ilgili olarak Bakınız İbn Hacer, Lisânü'l-mîzân, IV/60-61 No: 1517; Müttakî el-Hindî, Kenzü'1-ummâ!, XI/628-637 No: 33061 -33104. (Editör)

[237] Nûr: 24/54

[238] Herhalde bir de müsiümanları uyuşturup zalim sultanlara boyun eğmeye devam etmelerini sağlamak için nakledilmiştir. (Çeviren)

[239] Mücahid söylüyor.

[240] Nür : 24/54

[241] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/171-176

[242] Humus, ele geçirilen ganimetlerin beşte biri demektir. Şu ayet-i kerime humus'un kimlerin hakkı olduğunu belirtmektedir: "Eğer Allah'a ve hak ile batılın ayrıldığı gün, iki ordunun birbiri ile karşılattığı gün kulumuza indirdiğimize inanmışsanız, bilin ki, ganimet olarak aldığın herhangi bir şeyin beşte biri Alah'a, Rasulüne, O'nun akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yolcuya aittir. Allah her şeye hakkıyla kadirdir." Enfâl 8/41 .(Editdör.)

[243] Bakara: 2/195

[244] Bakara : 2/207

[245] Nisa : 4/2

[246] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/177-179

[247] Nisa : 4/59

[248] Zuhruf: 43/54

[249] Enfâl : 8/46

[250] Kaf: 50/29

[251] Nahl : 16/8

[252] Enfal   8/60

[253] Al-İİmran: 3/152

[254] Hacc: 22/19

[255] En'anıO6/119

[256] Bakara: 2/195

[257] Mefhumu muhâlf, susulan veya söylenmeyen şeyin söylenen ve zikrolunun şeye hükümde muhaiif olmasıdır. Yani bir kayıtla mukayyed olan bir lafız veya bir sıfatla vasıflanmış veya bir şarta bağlanmış ya da bir gaye (sonuç) ile ğayeienmiş bir lafız o kayıt, sıfat, şart ve gayenin zikredilmediği yerde hükümde tersini bildirirse, buna mefhumu muhalif yolu ile istidlal denir. Kısaca, sözün akla gelebilecek zıt anlamıdır. Daha fazla bilgi için bkz. Fahrettin Atar. Fıkıh usûlü, s. 229-236. Editör.

[258] Nisa: 4/71

[259] Savaşın nafile veya farzı kifaye olması halinde kişinin savaşa katılabilmesi için anne-babasının izinini alması gerekli görülmüştür. (İbn Nüccym , el-Bahrur-Râik v/78; İbn Cüzey, el-Kavânînü'1-fikhiyye, s. 97; ibn Hazm, el-muhallâ, VIII/292; Şevkânî, Neylü'l-evtâr, VIII/37-40). Hz. Peygamber (s.a.v.), anne-babası veya bunlardan birisi hayatta olup da orduya kalıtmak isteyenleri "Sen onların uğrunda cihad et!" diyerek kabul etmemiştir. (Buharı, Cihad i 38;b Müslim, Birr, 5; Ebu Davud, Cihad, 31; Nesâî, Cihad. 5)

Anne-babalar gayri müslim olsalar bile Süfyan es-sevri İle Mâliki ve Hanefilere göre durum aynıdır. Fakat Şâfiîler ve Hanbeliler bu takdirde mutlaka izinlerinin alınmasını şart koşmamışlardır. (İbn Cüzey, a.ge., 11/229; İbn Âbidîn, Raddü'l-muhtâr IV/124) Çünkü kendi dinlerini koruma maksadıyla izin vermeme töhmeti söz konusu olabilir.

Bunun yanında, düşmanın îslam ülkesine saldırmasıyla meydana gelen genel seferberlik durumunda savaşa katılmanın bir ferdî görev yani farz-ı ayn olduğu konusunda ittifak vardır. (Şîrâzî, a.g.e.l 1/228; îbn Cüzey, a.g.e. s. 97; İbn Hazm, a.g.e. VII/291 İbn Kudâme, a.s.e. X/315; e]-fetâvâ e!-Hindiyye, İ1/İS8) Editör.

[260] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/181-195

[261] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/197-198

[262] Bakara: 2/191

[263] Tevbe: 9/36

[264] Tevbe: 9/123

[265] Bakara: 2/190

[266] Tevbe : 9/29

[267] Hacc : 22/78

[268] Hicr: 15/85

[269] Hicr: 15/85

[270] Nah! : 16/125

[271] Ankcbût: 29/46

[272] Hacc : 22/39

[273] Tevbe:9/5

[274] Bakara: 2/244

[275] Tevbe : 9/29

[276] ÂLi Imrân : 3/139

[277] Enfal : 8/61

[278] Bakara : 2/280

[279] Lokman: 31/15

[280] Lokman; 31/15

[281] Bugün için deniz yolculukları eskisi gibi tehlikeli olmadığından deniz yolculuklannda da izin şart değildir. Bu konuda Önemli olan tehlikenin söz konusu olup olmadığıdır, (çeviren)

[282] Tevbc: 9/122

[283] Tevbe:9/41

[284] bu ayınm doğru değildir. "Cariyenin örtmesi gereken yer, göbek ile diz arasıdır" diyen anlayış no kadar saçma ve İslam dışı ise, yukarıda belirtilen anlayış da o kadar islam dışıdır. Bu tür anlayışlar herhalde İslam öncesi cahiliyye toplumunun geleneklerinin uzantısıdır. (Çeviren)

[285] Mâide : 5/67

[286] Nahl: 16/125

[287] Bakara i 2/269

[288] Tevbe : 9/6

[289] Mâide: 5/103

[290] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/199-220 

[291] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/221-225

[292] Bu ifade haricîler için kullanılmıştır.

[293] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/227-228

[294] Mekke'de bir yerin adıdır veya harem bölgesinin dışı demektir.

[295] Ahzâb : 33/25

[296] Bakara : 2/239

[297] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/229-233

[298] Sâd : 38/24

[299] A'râf: 7/187

[300] Yûsuf: 12/103

[301] Bakara2/154

[302] Bu hadisin sahih olması şüphelidir.Çünkü sözkonusu suç ile ceza arasında büyük denge­sizlik vardır. Üstelik kabirlerin ziyaret edilmesi de sünnettir ve kadınlar bu sünnetin dışında tutulmamışlardır. (Çeviren)

[303] Murselât: 77/25-26

[304] Bu tür bir uygulamaya formel cem' (el-Cem'üs-sûrî] denilmektedir. Seferde veya başka sebepler dolayısıyla namazların birleştirilerek kılınması konusunda İslam hukukçularının yaklaşımlarım ve delillerini mukayeseli olarak veren şu özete bakınız: Mahmud M. Şeltût -Muhammed A. Sâyis, Mukâranetü'I - mezâhib fi'1-fikh, s. 38-46, Kiap, Prof. Dr. M. Sait Şimşek tarafından Türkçeye çevrilmiştir. Çeviren.

[305] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/235-243

[306] Kadınla münasebet anında meninin dışarıya atılması.

[307] Bakara : 2/223

[308] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/245-254

[309] Mücâdele : 58/7

[310] Necm: 53/9

[311] Eman, güvence demektir. Çeviren.

[312] Fetih: 48/1

[313] Aynı konuyla ilgili olarak İbn Hişam'm verdiği şu bilgi de dikkati çekmektedir: İkrime b. Ebî Cchl'in hanımı olan Ümmü Hakim binti Men'e kocası adına Allah Rasulünden eman istemiş, Hz. Peygamber'in kabul etmesi üzerine yola revan olarak ikrime'yi aramış bulmuş ve geri getirmiştir, (bkz. tbn Hişam, es-Siratün-Nebeviyye III-IV/410 (Editör)

[314] Genel bir özet yaparak eman verecek kişilerde şu şartların aranacağını söyleyebilire:

a)Müsiüman olmak b)Akı!lı olmak c)Baliğ olmak. d)Eman verildiği sırada dârul-İslamda ikamet etmek. (Erkek ve hür olma şartı yoktur), (bkz. Ebu Yusuf, ei-Harâc, s. 222; Malik, el-Müdevvene 11/42; Taberî, İhtilâfu'l-fukha, 25,27,30; Behutî, Keşşâfu'1-kınâ, 11/104; Şİrbînî, muğni'l-muhtâc, VI/237)

Bu noktada gönümüzdeki gelişmeleri ve uluslararası ilişkiler bütününde meydana gelen türlü değişiklikleri gözönüne almak gerekir: İster genel olsun, ister özel olsun, eman yetkisin kişilerin elinde olması pek faydalı gözükmemektedir. Dünya nüfusunun ulaştığı rakam, devletlerin içerisinde ve dışarıda yüklendiği ağır sorumluluklar ve devletler arasındaki hızlı ilişki trafiği, eman kurumunun kontrol altında işlemesini gerekli kılmaktadır. Zaten emanın geçerli olabilmesi için maslahatı temin etmesi (Kudûrî, el-Kitâb, IV/126; Mergînânî, el-_ Hidâye, 11/140) veya en azından zararlı sonuçlar doğurmaması (İbn Kudâme, et-Muğnî X/428; Desûkî, Haşiye, 11/186; Şirbînî, a.g.e.IV/238) şart koşulmuştur. Bu sebeple eman kurumunun esas amacı göz Önünde alınarak yetkinin devlete verilmesi, bu sayede zarar ve menfaatin daha iyi gözetilmesini sağlayacaktır. Zaten çağımızda bu iş, konsoloslukların verdiği vize şeklinde olmaktadır, (bkz. Abdülkerim Zeydân, Ahkâmûz-Zimmiyyîn ve'l-müste'menîn, s. 41; Zûhaylî, Âsârül-harb, s. 230,241) Editör

İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/255-259

[315] Nisa: 4/92

[316] Akile, öldürülen kişinin kan diyetinin katil yerine, başkası tarafından Ödenmesi demektir. (Çeviren)

[317] Tevbe : 9/5

[318] Enfal : 85

[319] Enfal : 85

[320] Enfal : 58

[321] Tevbe : 6

[322] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/261-266

[323] Doğrusu, yapılan   böyte sübjektif yorumlar değil, ellerinde esir olduğu ve eman verme ehliyetine sahip bulunmadığı için verdiği emanm geçersiz olmasıdır. (Çeviren)

[324] Nisa : 60

[325] Tağut, Allah'tan başka kendisine kulluk yapılan her şey.

[326] Enbiya : 8

[327] Halkın toplandığı ünsiyeti olan bir yer.

[328] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/267-273

[329] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/275-178

[330] Doğrusu, düşmanın anlamadığı bir söz hiçbir şey ifade etmez ve düşmanın eman altında olduğunu belirtmez. Bunu belirtmesi için düşmanın o sözü anlaması gerekir. Çeviren.

[331] Tevbe : 9/6

[332] Enfa! :8/61

[333] Rahman :55/41

[334] Tevbe: 9/46

[335] Kâf : 28

[336] Enfâl : 8/58

[337] Miimtahide: 60/1

[338] Enfâl : 8/27

[339] Feth : 48/9

[340] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/279-298

[341] Mümtahine: 60/12

[342] A'raf:7/105

[343] Şart muhayyerliği: Akdin fesih veya devamında muhayyer olma şartının bulunmasıdır. Yani tarafların, belli bir müddet içerisinde yapmış oldukları akdi geçerli kılıp kılmamaları hususunda muhayyer olmaları ve bunu şart koşmalarıdır. Çeviren

[344] Hud: 11/45

[345] Araf: 7/83

[346] Hud: 11/41

[347] Bakara: 2/18O

[348] Meryem: 19/58

[349] Bir sonraki madde ile beraber dikkate alınır ve değerlendirilirse, kızlardan olan torunların da "zürriyet" kavramına dahil olduğu anlaşılacaktır. Editör.

[350] Âli İmran: 3/61

[351] ErTam: 6/84-85

[352] Ahzâb: 33/40

[353] Mevâlî kelimesi yardımcı, koruyucu, sahip, kölenin efendisi ve azatSi köle gibi değişik an­lamlarda kullanılmaktadır. Burada kastedilen asıl anlam, yardımcı ve anlaşmalı/sözleşmeli koruyucudur. Editör

[354] Nisa: 4/176

[355] Nisa: 4/11

[356] Nisa: 4/11

[357] Nisa: 4/11

[358] Âl-i İmren : 3/185

[359] Nisa : 4/11

[360] Kitapta "ebnâinâ" şeklinde yazılan kelimenin doğrusu "âbâina" olmalıdır. Çünkti aşağıda yapılan izah, babalar adına islenen emanın dedeleri içerip içermediği meselesi ile ilgilidir. Öyleyse 481. Maddeyi şöyle anlayabiliriz: "Babalarımız için eman verin, derlerse ve dedeleri olduğu halde babalan yoksa dedeler bu emana dahil olmaz. " Editör.

[361] Yusuf: 12/100

[362] Bakara : 2/İ33

[363] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/299-320

[364] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/321-339

[365] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/341-346

[366] Ankebut, 29/6

[367] Ali İmran, 3/97

[368] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/347-350

[369] Yani zimmîyi öldürmek haram ve düşmanı öldürmek mubah olduğundan zimmîyi Öİdiirmüş olmamak için düşman savaşçılar da öldürülmezler. (Çeviren)

[370] Doğrusu, buradaki belirsizlilk ile önceki maddede bulunan belirsizlik oranı birbirine yakın dır. Onun için aynı kurala göre kalede ele geçen erkeklerin öldürül memesi gerekirdi. (Çeviren)

[371] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/351-360

[372] Fecr. 89/29

[373] Tâhâ. 20/71

[374] Nisa, 4/23

[375] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/361-370

[376] İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/371-385