Darulharbe Götürülmesi Mekruh Olan Ve Olmayan Şeyler 1

Düşmandan Öldürülmesi Mekruh Olanlar 3

Müslümanların Düşmandan Yardım İstemeleri Ve Düşmanın Müslümanlardan Yardım İstemesi 5

Mekruh Olan İpek Ve İpekli Kumaş. 6

İçki İçmek Ve.Domuz  Eti Yemek İçin Zorlanan  Kişinin  Durumu. 6

Düşmandan Öldürülmesi Mekruh Olan Ve Olmayan Kişiler 6

Savaşa Gitmesi Mekruh Olan Ve Olmayan Kişiler 11

Darulharpte Mekruh  Olan Ve Olmayan Şeyler 14

Düşmanın Suyunu Kesmek, Kalelerine Karşı Mancınık Dikmek Ve Kalelerini Yakmak  16

Darulislamda Caiz Olup Darulharpte Caiz Olmayan Şeyler 20

Esir Müslüman, Düşmanın İsteklerinden Neleri Kabul Edebilir?. 23

Düşmanın Zorlaması Halinde Müslüman Esirin Yapıp Yapamıyacağı İşler 25

Kişinin İki Şeyden İstediğini Yapması 26

Müslümanların Bîr Düşmana Karşı Başka Bir Düşmanla Beraber Savaşması: 28

İslam Ülkesinde Müslüman  Olmayanların Kiliseaçmaları Ve İçki Satmaları Gibi Yapamıyacakları Şeyler 31

Müslümanların Düşmana Yapması Helal Olan Ve Olmayan Şeyler 37

Müslümanların  Ticaret  Mallarından Darulharbe Götürmeleri Caiz  Olan Şeyler 40

Esirleri Fidye İle   Kurtarmak. 45

Hür Ve Köle Esirlerin Mal Karşılığında Kurtarılması 55

Müslüman Esirlerin Mal Ve Esirler Fidye Verilerek Kurtarılması 62

Büyükve Küçük Esirler Fidye Verilerek Müslüman Esirlerin  Kurtarılması 67

Saldırmazlık Antlaşması (Mütareke) 69

Saldırmazlık Antlaşması İle İlgili Bazı Meseleler 75

Antlaşma İçin  Müşriklerin Fidye Olarak Verdikleri Şeyler Ve Gaspettikleri Malların Hükmü  78

Müslümanların Ve Müşriklerin Birbirlerinden Rehin   Almaları 85

Antlaşma (Mütareke) De İleri Sürülen Şartlar 93

İslama Giren Kişilerin Geçersiz Olan Eski Nikahları 104

Esir  Ve  Eman Altındaki Kişilerin Darulharpte Evlenmesi 109

Düşmanın Ele Geçirdiği Esirlerle İlgili Nesep Meseleleri 112

Darü'l -Harbde Kur'an'ın Belirttiği (Had)   Cezalarının  Uygulanması 114

Eman Altındaki Kişilere Ve Zimmilere Yardım.. 114

Devlet Başkanının  Harp Ehlinden Em An Alarak Askerle Birlikte Daru'l-Harbe Girmesi Ve Arkasından Başka Bir Düşman Askeri Birliğinineman Olarak Oraya Girmesi 116

Eman Altındaki Kişi Ülkesine Ne Zaman Dönebilir, Ne Zaman Dönemez! 117

 

Darulharbe Götürülmesi Mekruh Olan Ve Olmayan Şeyler

 

2728- Düşmanın yanına müslümanın at, silah ve esir dışında dilediğini götürmesinde bir sakınca yoktur. Bana kalırsa, onlara birşey götürmemesi daha iyidir.

Çünkü müslümanın müşriklerden uzak durması menduptur. Rasulullah "Müşriklerin ateşiyle aydınlanmayın" buyurmuştur. Yine "Ben müşriklerle be­raber bulunan müslümandan beriyim. Onlar birbirlerinin ateşiyle aydınlanmazlar" buyurmuştur. Ticaret için onlara mal götürmek bir nevi yakınlık duymak olur. En iyisi yapılmamasıdır. Diğer taraftan onlara götürülen yiyecek ve eşyadan ya­rarlanır ve güçlenirler.

2729- Müslümanın onları güçlendirecek şeylerden sa­kınması daha iyi olur. Ancak yiyecek, içecek ve elbisede sakıncası olmaz.

Çünkü Rasullulah zamanında Sümâme b. Esâl el-Hanefı müslüman olmuş­tu. Mekke halkına yiyecek ihracını bıraktı. Ondan yiyecek alırlardı. Bunun üze­rine Rasulullaha yazarak kendilerine yiyecek getirmesine izin vermesini istediler. Rasulullah izin verdi. O gün Mekke halkı Rasulullahın düşmanlarıydı. Bundan da anlıyoruzki bunda sakınca yoktur. Zaten müslümaniar da onların memle­ketlerinde bulunan ilaç ve mallara muhtaç olurlar. Ülkemizde bulunan şeyleri on­lara yasaklarsak, onlar da ülkelerinde bulunan şeyleri bize yasaklarlar.

2730- Ülkelerinde yararlandıkları şeylerden müslüman-lara getirmek için bir tüccar onlara gidecek olursa, ülke­mizde bulunan birtakım şeyleri de onlara götürmesi kaçı­nılmaz olur. Onun için silah, binek ve esir dışında şeyleri müslümaniar götürebilirler.

Bu şeylerden düşmana birşey götürülmez. Bu şeylerin onlara götürülme­yeceği   İbarihim en-Nahaî, Ata b. Ebi Rebâh ve Ömer b. Abdulaziz'den nakle-

dilmiştir. Çünkü silah ve atlarla müslümanlara karşı savaşmak için güç kazanırlar. Halbuki onların gücünü kırmak ve savaşçılarım öldürmekle emrolunmuşuz. Böy­lece savaşma fitneleri önlenmiş olur. Yüce Allah "Fite olmaması için onlarla sa­vaşın" buyurmuştur. Böylece anhyorz ki müslümanlara karşı savaşmaları için güçlendirmenin hiçbir ruhsatı yoktur.

2731- Silah ve at konusunda bu sabit olunca, esir ko­nusunda evleviyetle sabit olur.

Çünkü kişi ya kendisi savaşacak veya onlardan olacaktır. Onları savaşacak kişilerle takviye etmek silah ve araçla takviye etmenin üstündedir.

2732- Silah yapımında kullanılacak demir de bu şe­kildedir.

Çünkü demir esas olarak bunun için yaratılmıştır. Yüce Allah buyuruyor: "Biz demiri indirdik, onda büyük bir kuvvet vardır." (Hadîd: 1) Düşmana götür­mede demirin kendisi ve demirden yapılmış şeyler aynıdır. Çünkü demir silahın aslıdır. Asıldan meydana gelen şey için sabit olan hüküm, o mefhumu taşımasada aslın kendisi hakkında sabit olur. Nitekim ihramlı kişi av hayvanının kendisini öldürdüğü zaman nasıl kurban kesmesi gerekiyorsa, yumurtasını kırdığı zaman da kurban kesmesi gerekiyor.

2733- Buna delil olarak da Hz. Hasan'm "karışıklıklar­da   (fitne  zamanlarında)  silah  satmayı  mekruh  gördüğü gösterilmektedir. Bizim de görüşümüz budur. Karışıklık zamanında silah satmak fitnenin alevlenmesine yol açar. Halbuki fitneleri söndürmekle emrolunmuşuz. Rasulullah "Fitne uykudadır, uyandırana Allah lanet etsin"  buyur­muştur. Karışıklık zamanında taraflardan birine mensub olan bir kişiye silahı satmak mekruh ise, düşman olanlara satmak için darulharbe götürmek evleviyetle mekruh olur.

2734- Darulharbe eman ile giren bir müslümanın onla­rın rızalariyla eşyalarından şu   veya bu şekilde almasında sakınca yoktur.

Çünkü eman ile düşman ülkesine girmesiyle eşyaları masum olmaz. Sadece eman akdi ile girdiği için onlara zarar vermemeyi taahhüt etmiştir. Onun için hı­yanetten sakınmaya çalışması gerekir. Onlann gönül rızalarıyla şu veya bu şekilde eşyalarını alacağı zaman da hıyanetten uzak bir şekilde alır. Hıyanetten uzak ola­rak aldığı için ona mubah olur. Bu konuda esir ve eman altındaki kişiler aynıdır. Nitekim onlara bir dirhemi iki dirheme yahut ölü hayvanı para ile satması yahut kumar yolu ile onlardan bir mal alması onun için mubahtır. Bütün bunlar Ebu Hanife'nin ve İmam Muhammed'in görüşüdür. Süfyan es-Sevri İse, bunun esir için caiz olduğunu, eman altında olan biri için caiz olmadığını söylemiştir. Ebu Yusuf un da görüşü budur. Ama bize göre düşmanın gönül rızası olmadan esirin almasıyla eman altındakinin alması farklıdır. Fakat gönül rızaları halinde ikisinin alması aynıdır. Çünkü onlara hiyanet etmemesi ona vaciptir ve bunda bir hİyanet yoktur. Hz. Ebu Bekr'in Mekke 1 iler!e Bizans'ın İran'ı yenmesi olayında bahse girmesi delil gösterilmiştir, öyle ki Rasulullah Hz.Ebu Bekr'e "Bahsi artır, sü­reyi  uzun tut" buyurmuştu. Düşmandan bunu almak caiz olmasaydı, Rasulullah

Hz.Ebu Bekr'e bunu emretmezdi.

2735- Hz. Ebu Bekr düşmanı bahiste yenip kazandığını Rasulullah'a getirdiğinde Rasulullah ona tasadduk etme­sini buyurmuştur. Bunun zahirine bakarak Süfyan es-Sev-rî "Bu onun için hoş olsaydı, tasadduk etmesini   emret­mezdi" demektedir.

2736- Ama biz diyoruz ki bu haram olsaydı Rasulullah ona bahse girmesini emretmez ve bu yolla kazanmasaydı tasadduk etmesini söylemezdi.

Bundan da anlıyoruz ki bu caizdir. Ancak doğruluğunu gösterdiği için Yüce Allah'a şükür olarak tasadduk etmesinin iyi olacağını söylemiştir.

2737- Rasulullahın Mekke'de iken İbn Rükâne ile üç defa güreş tutması da delil gösterilmiştir. Her defasında koyunlarının üçte biri için bahse girilmiştir. Mekruh ol­saydı Rasulullah bunu yapmazdı. Üçüncü defa Rasulullah yenince İbn Rükâne "Sırtımı kimse yere getirmedi ve beni sen   yenmedin"   dedi.   Rasulullah   ona   koyunlarını   geri verdi.

Bunun zahirini delil göstererek Süfyan es-Sevrî şöyle demektedir: Bu hoş (helal, temiz, caiz) olsaydı, Rasuluİlah ona geri vermezdi. Buna karşı bizde şöyle diyoruz: Mekruh olsaydı, Rasululah ona girmezdi. Koyunlarını geri vermesi de ona bir lütuf olması içindir. Rasuluİlah müşriklere çok defa bu şekilde davranarak gönüllerini ısındırmaya ve müslüman olmalarına yardımcı olmaya çalışmıştır.

2738- Beni Kaynuka hadisi de buna delildir. Rasuluİ­lah onları sürünce vadesi henüz gelmemiş borçlarımız var, dediler. Onlara "Çabuk alın yahut bırakın" dedi. Beni Na-dîr'i de sürünce onlar da halktan alacaklarımız var, dedi­ler. Bunun üzerine onlara da   "Erken alın yahut bırakın" dedi.

Bilindiği gibi böyle bir muamele müsiümanlar arasında caiz olmaz. Birinin üzerinde belli bir vade ile borcu olup erken ödemesi şartıyla bir kısmından vaz­geçmek caiz değildir. Hz. Ömer, Zeyd b. Sabit ve İbn Ömer bunu mekruh gör­müşlerdir. Rasuluİlah ise onlar için caiz görmüştür. Çünkü o zaman bunlar düş­man idiler ve bunun için onları sürmüştür. Böylece anlıyoruz ki müsiümanlar arasında caiz olmadığı halde müsiümanlar ile düşman arasında caiz olur.

2739- Müslümanlar ordu karargahında ve düşman da kendi karargâhında iken, müsiümanlar ancak birbirlerine satmaları caiz olan şeyleri satabilirler. Bunun dışındaki (yani faizli işlemler), darulharpte veya düşmanın hima­yesinde bulundukları taktirde caiz olur. Ama onlardan bi­rinin müslümanların himayesinde olması ile ikisinin müs-lümanlarm himayesinde olması aynıdır.

Hocalarımızın (meşâyihin) çoğu bu cevabın yanlış olduğunu söylemiştir. Almanın caiz olması, düşman malının dokunulmazlığı olmamasındandır. Bu ko­nuda müslümanın onların himayesi altında olması ile müslümanların himayesi akında olması ve düşman kişinin de düşmanın himayesi altında olması arasında fark yoktur. Aneak İmam Muhammed muamelenin meydana geleceği yere ba­karak şöyle demiştir:

2740- İkisi  İslam ahkamının yürürlükte olmadığı bir yerde ise bu muamele caiz olur, ama ikisinden biri İslam ahkamının yürürlükte olduğu bir yerde bulunuyorsa, bu muamele caiz olmaz.

Delil olarak da İbn Abbas hadisini göstermiştir. Hendek savaşında Nevfel b. Abdullah öldürülünce, müşrikler verecekleri bir mal karşılığında cenazesini almak istediklerini Rasulullaha bildirdiler. Rasuluİlah onlara bunu yasakladı ve tasvip etmedi.

Bir rivayette ise "onun diyeti de cenazesi de çirkindir" demiş ve istedikle­rini yapmaya müsaade etmişir. İmam Muhammed'in ifadesine göre, bunu kerih görmesinin sebebi, Hendek mahallinin müslümanların himayesi altında olması­dır. Alimlerimizin görüşüne göre ise kerih görmesinin sebebi onlan daha çok kızdırmak ve rezil etmektir. Şüphesiz onlara bunun için müsaade ettiğini söyleyen rivayet sahih ise, kerih görmesinin sebebi, onları horlamak ve hakaret etmektir. Yahut güzel ahlakla bağdaş m ıy an bir şeyin müslümanlara nisbet edilmemesi içindir. Çünkü Rasuluİlah "Ahlak güzelliklerini tamamlamak için gönderildim" buyuruyordu.

Sa'd b. Ubâde'nin Hayber günü bir külçe altını, işlenmiş bir altınla satın aldığı ve Rasulullahm ona "Bu uygun olmaz" demesi üzerine geri verdiği de kay­dedilmektedir. Süfyan, bunun zahirini delil göstererek şöyle demektedir: Geri vermesinin sebebi, misil ile misil (aynı cinsten benzer şeyler) olmamasındandır.

Ama bizim görüşümüze göre Rasulullahm bunu kerih görmesinin sebebi, Rasulullahm karargahında ve askeri arasında satın almasıdır. Bunu tasvip et-miyenlerin eman altında olan kişiler için tasvip etmemesi de bunu teyid etmek­tedir. Hendek günü müsiümanlar müşriklerin emanı altında değildiler. Hayber günü de Sa'd, Yahudilerin emanı altında bulunmuyordu. Aksine onlarla sava­şıyordu. Bundan da anlıyoruz ki Rasulullahm bunu kerih görmesinin sebebi, bu muamelenin mülümanların himayesi altında olmasıdır.

En iyi Allah bilir.[1]

 

Düşmandan Öldürülmesi Mekruh Olanlar

 

2741- Düşmandan yaşlıların, kadınların, delilerin, ço­cukların Öldürülmemeleri gerekir. Çünkü Yüce Allah:

"Allah yolunda sizinle savaşanlarla savaşın"[2] buyur­muştur. Bunlar savaşmazlar. Rasulullah kadınların Öldü­rülmesini tasvip etmemiş ve öldürülmüş bir kadını göste­rerek" "Bu kadın savaşmıyordu, Halid'e yetiş ve kadını, zavallı hizmetçiyi öldürmemesini söyle" buyurmuştur. Küfür en büyük cinayet ise de neticede kişi ile Rabbi ara­sındadır. Böyle cinayetin cezası ahiret gününe bırakılır. Bu dünyada verilmesi uygun görülen ceza ise kulların ya­rarına olan bir sebepten meşru olmuştur. Bu yarar kul­ların birbirini öldürmeleri fitnesini önlemektir. Savaşmi-yaıılar için bu durum sözkonusu değildir. Hatta müslü-manlarin kölesi olarak yaşamaları için onların öldürül-memesi daha uygundur. Ancak bunlardan biri savaşacak olursa öldürülmesinde bir sakınca yoktur. Çünkü ken­dileri ile savaşmanın vacip olmasını sağliyan sebebe tevessül etmişlerdir. Savaşacağı kuvvetle muhtemel ve buna dair haklı bir gerekçe bulunan kişilerin öldürülmeleri evIeviyetle mubah olur.

2742- Onlardan biri bir kişiyi öldürür, sonra müslü-manlar onu  ele geçirirlerse, çocuk ve deli ise öldürülmemesi lazımdır.

Çünkü öldürülmesinin   mubah olması, savaşmasını önlemek içindir. Ele geçmekle zaten bu önlenmiş olur. Nitekim bu kişiler hakkında muhatabı (mükellef) olmadığı için yaptığı iş cezayı gerektirecek bir cinayet sayılmaz. Tıpkı hayva­nın yaptığı cinayet gibidir. Mesela hayvan bir insanın üzerine yürürse önlemek için öldürülmesi mubah olur ama zaptedilip saldırmasına engel olunursa artık öldürülmesi mubah olmaz.

2743- Yaptıklarından (yani fiilen savaşa katıldıkların­dan) dolayı cezayı hak etmeleri sebebiyle esir alınan kadın ve yaşlı adamın öldürülmelerinde bir sakınca yoktur.

Çünkü öldürülmelerini gerektiren ve haklı kılan sebep mevcut olmuştur. Zaten bu ikisi kısas olarak öldürülürler. Ayın şekilde yaptıklarından dolayı ceza olarak da öldürülürler.

2744- Savaşmayan bu insanlardan birini öldüren kişiye keffaret ve diyet düşmez.

Keffaret ve diyetin vacip olması için öldürülen kişilerin suçsuz ve doku-nulmaması gereken kişiler olması gerekir. Bu da din veya yurt ile gerçekleşir. Bu iki özellik de savaşta öldürülen kişilerde mevcut değildir. Onların öldürülme-melerine sebep müslümanlann yararını sağlamak yahut öldürülmelerim mubah kılan savaşma işini yapmamalarıdır. Yoksa masum olmaları yahut Öldürülmeleri­nin yasak olması sebebiyle değildir. Bundan dolayı savaşta onları öldüren kişiye keffaret ve diyet gerekmez. Bir hadiste Rasulullah buna işaret ederek şöyle bu­yurmuştur: "Onlar düşmandır" Yani müşrik (düşmanların) şu kadınları da onlar­dandır. Yani onlar gibi masum olmadıklarından kanlarının dökülmesi mubahtır.

Rasulullah bir de zavallı hizmetçi (işçi)nin öldürülmesini de yasaklamıştı. Bu da savaş için değil, evin işlerini görmek ve çift sürmek gibi işler için çalış­tırılan işçidir. Savaşa katılacak olursa da amacı mal kazanmaktır. Çünkü başka­larına hizmet için kendini kiralamıştır. Yahut çiftçiliğini yapacaktır. Böyle bir kişi savaşmadığı için öldürülmez. Rasulullahın "Müşriklerin yetişkinlerini öldürün ve çocuklarını bırakın" buyruğu, savaşacak olan düşman yetişkinlerin öldürülmesini, çocukların ise köleleştirilmesini ifade etmektedir. "Çocukları öldürmeyin "sözünden maksat onların yaşatıl maşıdır. Nitekim Yüce Allah "Ve kadınlarınızı yaşatırlar (öldürmezler)" buyurmuştur.

Kendisi savaşa katılmadığı gibi akıl vererek de düşmana destek olmayan ve erkeklik yönünden de işi bitmiş yaşlılar da öldürülmez. İbn Abbas hadisinde Ra-

sulullahın kadın, çocuk ve yaşlının öldürülmesini yasakladığı ifade edilmektedir. Kadın düşman savaşçılara yardım ederse, öldürülmesinde sakınca olmaz. ElHa-san ve Abdurrahman b. Ebi Amra'dan şu şekilde nakledilmiştir. Rasulullah öldü­rülmüş bir kadının yanından geçti, öldürülmesini tasvip etmiyerek kimin öldür­düğünü sordu. Bir adam " Ben öldürdüm, terkime bindirmiştim, beni öldürmek isteyince, ben de öldürdüm" dedi. Rasulullah defnedilmesini emretti, kadın def­nedildi.

2745- Yine düşman kadın Rasulullaha açıkça hakaret ediyor veya sövüyorsa, öldürülmesinde sakınca olmaz. Bu konuda Ebu İshak el-Hemedânî hadisinde şöyle de­nilmektedir: Rasulullaha bir adam geldi ve ey Allanın Ra-sulü, yahudi bir kadının sana sövdüğünü işittim, kadın bana iyi davrandığı halde onu öldürdüm, dedi. Rasulullah kanını heder etti (yani öldüreni sorumlu tutmadı). Umeyr İbn Adî hadiside buna delil gösterilmiştir. Bu adam Esma binti Mervan'ın   Rasulullaha hakaret edip İslama dil uzat­tığını, düşmanı Rasulullaha karşı savaşmaya teşvik etti­ğini ve bu konuda şiirler söylediğini görünce öldürmüş­tür. Söylediği şiirlerden biri şudur:

"Malik oğullan, Nebît,Avf ve Hazrec oğulları artıkları! Murad veya Mezhiç kabilesinden olmayan bir yabancıya boyun eğdiniz. İleri  gelenler öldürüldükten  sonra  tirite göz  dikildiği  gibi  ona umut bağladınız.

Aranızda izzet isteyip ona umut bağlayanların umudunu kesecek şerefli kimse yok mudur?"

2746- Rasulullah Bedir    savaşına çıktıktan sonra bir adam şöyle demişti: Allâhım! Adağım olsun, Rasulullah Medineye sağ olarak dönerse o kadını öldüreceğim.   Ve bir gece öldürdükten sonra dönüp Rasulullahla beraber sabah namazını kıldı. Mervan'ın kızını öldürdün mü? diye sorunca, adaın evet, bundan dolayı bana bir şey gerekir mi? diye sordu. Rasulullah şöyle buyurdu: Onun için iki koyun bile birbirini süsmez. (o kadar değersiz birşeydir ki onun için hiç bir şey yapmağa değmez). Ondan sonra etrafındakilere döndü ve "Allah'a ve Rasulüne yardım e-den bir adama bakmak istiyorsanız, Umeyr'e bakınız." dedi. Hz.Ömer bunun üzerine şöyle dedi: Allah'a itaat ederek gece yürüyen bu kör adama bakınız. Rasulullah onu uyararak "Kör deme o görür" dedi.

Ümmü Kırfe adındaki kadını öldüren Zeyd b. Harise hadisi de buna delil gösterilmiştir. O, Rasulullaha karşı savaşa teşvik eden kadınlardandı. Rivayete göre ailesinden otuz kişiyi donatıp "Gidiniz, Medineye girip Muhammed'i öl­dürünüz" diyerek Rasulullahi ödürmeleri için göndermiştir. Bunun yaptığını Ra­sulullah öğrenmiş ve "Allah'ım, ona oğullarını kaybetme acısını tattır" buyur­muştur. Zeyd ibn Harise kadını öldürmüş ve zırhını Rasulullaha göndermiştir. Zırhı Medine'de iki mızrak arasında asılmıştır. Onu Kays ibn el-Misher'in fena bir şekilde öldürdüğü de rivayet edilir. İki ayağından iplerle iki deveye bağlamış ve develer çekerek parçalamıştır. Bu şekilde öldürülmesi Araplar arasında darbı mesel haline gelmiş,"Ümmü Kırfe'den daha çetin de olsan" deyimi kullanılmıştır.

2747- RasuluHah Mekke'nin fethi günü müşrikleri müslümanlara karşı savaşa teşvik eden Utbe kızı Hind' in öldürülmesini emretmiş, fakat kadın öldürülmeden müslü-man olmuştur. Mekkenin fethi günü affın dışında tuttuğu kişilerden Kays ve ibn Hatal öldürülmüşlerdir. Çükü ikisi de Rasulullahı şiir ve şarkılarla kötülemişlerdir.

2748- Beni Kureyza gününde Benâte'nin öldürülmesini emretmiştir. Çünkü Hallad İbn Suveyd'i öldürmüştür. Kocası kendisinden sonra yaşamaması için onu öldür­mesini söylemiştir. Rivayete göre Hz. Aişe şöyle demiş­tir: Benâte yanıma gelerek birşey sordu, kıs kıs gülüyor­du. Beni Kureyza'nın meşhurları öldü, ölüyor, dedi. Ni­hayet bir adam onun adını söyledi. Bunun üzerine Benâte "Ben mi! Vallahi öldürülüyorum" dedi ve gülümsedi. Aişe ona   "Yazıklar   olsun   sana,  Rasulullah   kadınları   öldürmüyor" dedi. Evet, emredince kocamı öldürdüm. Değir­men taşını Hallad ibn Suveyd'in üzerine indirdim ve öl­dürdüm, dedi. Sonra kadın  çıkarılıp öldürüldü.

2749- Said b. Museyyeb'in şöyle dediği nakledilir: Ra­sulullah Hayber'de mola verince Zeyneb Bint Haris ona kızartılmış bir koyun ikram etti. Rasulullah budu alıp bi­raz yedi ve "Bu but zehirli olduğunu söylüyor" dedi. Zey-neb'e "Niçin böyle yaptın?" diye sordu.   Halkıma yaptı­ğını yaptın, babamı, amcamı ve kocamı öldürdün.   Eğer Peygamber isen koyun yaptığımı (zehirlediğimi) kendisine haber verir, yok eğer kral ise ölür ve kendisinden kurtu­luruz, dedim, diye cevap verdi. Rasulullah ile beraber ko­yunun etinden yiyen Bişr İbn el-Bera'  vefat etti.    So­nunda Rasulullah kadını bağışladı.

2750- Meğâzî sahipleri bu konuda ihtilaf etmektedirler. Vâkıdî, Rasulullahın kadını öldürdüğüne dair rivayetler kaydetmektedir. Fakat, İmam Muhammed'în belirttiği gibi rivayetlerin  en  sağlamına  göre Rasulullah  onu bağışla­mıştır. Bağışlamasını sebebi de olayın barış yapıldıktan sonra meydana gelmesidir. Bu olay Rasulullah Hayber'de muzaffer  olduktan  sonra  olmuştur. Kadının  yaptığı  ne atlaşmayi bozmak, ne de müslümanlara karşı savaşmaktı. Zehirleyerek Öldürmenin cezasının kısas olduğunu   söyleyenlere göre Ra­sulullah onu Bişr b. el-Bera'ya karşılık kısas yolu ile neden öldürmemiştir? diye sorulsa, şöyle deriz:

Bunun için kısasın veya diyetin vacip olduğunu söyleyenler, ancak ittiha­dın mevcudiyeti halinde vacip olduğunu söylüyorlar. Kişi kendisi zehirli olan şeyi alırsa, ona veren kişiye kısas veya diyet gerekmez. Bişr İbn el-Bera onu ken­disi alıp yemiştir. Onun için Rasulullah ne kısası, ne de diyeti vacip görmüştür.

Allah en iyi bilir.[3]

 

Müslümanların Düşmandan Yardım İstemeleri Ve Düşmanın Müslümanlardan Yardım İstemesi

 

2751- Müslümanlar üstün bir durumda iken başka bir düşman aleyhinde müslüınanların düşmandan yardım is­temesinde bir sakınca yoktur.

Çünkü Rasulullah Beni Kureyza'ya karşı Beni Kaynuka'dan yardım is­temiştir. Yine Mekke halkından müslüman olmayanlar süvari ve piyade olarak Rasulullah ile beraber Haybere gitmişler ve hezimete uğrayan taraftan ganimet almak için beklemişlerdir. Nihayet Ebu Süfyan ordunun peşinden çıkmış ve gör­düğü her düşmüş zırh, mızrak veya ashabın eşyasından düşen şeyleri alarak de­vesine yüklemiş, nihayet devesi çekemez olmuştur. Yine müşrik olan Safvan, ya­nında bulunan müslüman bir kadınla beraber çıkmış, Rasulullahla beraber Hu-neyn ve Tâifte bulunmuştur. Safvan o zaman müşrikti. Rasulullah ikisini birbi­rinden ayırmamıştır. Rasulullahın aralannı ayırmamasının sebebi ikisinin müslü-manlarm hükmü altında bulunmalarıdır. Aynlmayı gerektiren şey hükmen ve ha­kikaten yurdun farklılığıdır. Yani darulharp ve darulİslam olarak yurtların ayrılı­ğıdır. Bundan da anlıyoruz ki onların yardımından faydalanmada bir sakınca yoktur. Çünkü oniann yardımından faydalanma düşmana karşı köpeklerin yardı­mından faydalanma gibidir. Rasulullah buna şöyle işaret etmiştir: "Yüce Allah bu dini ahirette nasipleri olmayan kavimlerle destekler"

Rivayete göre Rasulullah Uhud günü göze batan bir birlik görmüş, bunlar kim? diye sorunca, Falan oğullan yahudiler, İbn Ubey'in antlaşmahlandır, de­nilmiştir. Bunun üzerine "Dinimizden olmayanlardan yardım istemeyin" demiştir.

Bunun izahı şudur: Onlar savunma ve kuvvet sahibi olup Rasulullahın sancağı altında savaşmıyorlardı. Bize göre bu durumda olan düşmandan yardım istemek mekruh olur. 

2752- Uhud günü   İbn Ubey'in geri dönmesinin sebebi hakkında rivayetler farklı olmuştur. Medine'den  çıkmamayı söylediğinde Rasulullahın onun görüşüne kulak ver­memesinin kendisini öfkelendirdiği rivayet edilir. Bunun için geri dönmüş ve "Bana muhalefet ederek çocuklara itaat etti" demiştir.

2753- Beraberinde çıkıp kendisiyle savaşmayı teklif et­tiğinde Rasulullahın onu geri çevirdiği de rivayet edilir. "Biz müşriklerden yardım istemeyiz"  demiştir. Beraber savaşa gelmesini uygun görmemiştir.

Rasulullahın tasvip etmemesinin sebebi, îbn Übey'in yanında müttefiki olan Beni Kaynuka'dan yediyüz yahudinin aleyhine dönmelerinden çekinmesidir. Onun için İbn Übey ve beraberindekileri geri çevirmiştir. Bize göre devlet baş­kanı fitne korkusu ile düşmandan yardım istemeyi uygun görmemesi halinde, onları ordudan ayırıp geri gönderebilir.

2754- Sonra  ez-Zubeyr'in  hadisi  zikredilmiştir.  Zu-beyr, Necaşî'nin yanında bulunduğu sırada düşman   Necâşî'ye saldırmış ve o gün   Necaşî'nin ordusunda büyük bir cengaverlik göstermiştir. Bundan dolayı Necaşî'nin Zübeyr'in derecesi büyük olmuştur. Düşman bayrağı al­tında ve düşman saflarında müslümanların savaşmasını caiz görenler bu hadisi delil gösterirler. Halbuki bize göre bunun iki yönden izahı vardır:

a- Rivayet edildiği gibi Necaşi o zaman müslümandı. Onun için Zubeyr, Necaşî ile beraber savaşmayı hela! görmüştür.

b- O gün Necaşi'den başka sığınak yoktu. Ümmü Se-leme'den gelen rivayette şöyle demektedir: Habeşistana yerleştiğimiz zaman en güzel yurtta ve en güzel komşu yanında bulunuyorduk. Rabbimize ibadet ediyorduk. Nihayet Necaşi'nin düşmanları ona saldırdılar. Necaşi'den bize hiçbir zaman zarar gelmedi. Kendi kendimize "Bu düşman Necaşiye galip gelirse zararı bize de dokunur ve onun gibi bize iyi davranmaz" dedik. Necaşinin galip gelmesi için Allah'a samimi duada bulunduk. O millet hak­kında kim bize haber getirir? dedik. Zubeyr İbn el-Avvam ben, dedi. Bir tulum şişirdi ve binerek nehri geçti. İki düşman karşılaştılar. Zubeyr de onlarla beraber oldu. Yi­ne Allaha çok dua ettik. Nihayet Zubeyr Nil nehrinden geçti, onu elbiselerinden tanıdık. Necaşi'nin zafer müj­desini verdi. Allah onu galip getirmiş, düşmanını helak etmişti. En iyi komşunun yanında ikamet ettik. Yaptığımız açıklamanın doğruluğu ve isabeti bu hadisle ortaya çıkmış bulunmaktadır. En iyi Allah bilir.[4]

 

Mekruh Olan İpek Ve İpekli Kumaş

 

2755- Ebu Hanife, savaşta ipek ve yaldızlı ipeği mek­ruh görürken, Ebu Yusuf ve İmam Muhammed savaşta bunda bir sakınca görmemişlerdir. Bu meseleyi Şerhu'l-Muhtasar'da açıkladık. Ebu Hüreyre hadisinde Hz. Pey­gamberin şöyle buyurduğu rivayet edilir. "Savaşta ipek ve yaldızlı ipeğin giyilmesinde sakınca yoktur. "Ebu Ha­nife bunun zahirini almış ve aynı görüşü belirtmiştir. Bundan maksadı ise arışı (atkılarının geçirildiği uzunla­masına iplikler) ipek olmayıp diğer ipliği ipek olan ku­maştır. Savaşta bunu giymenin bir sakıncası yoktur. Ama savaş dışında giyilmesi mekruhtur. Ama arışı ipek ve di­ğer iplikleri ipek olmayanın savaşta ve savaş dışında gi­yilmesinde bir sakınca yoktur. EzZubeyr'in hadisi de bu­na göre yorumlanır. Rivayete göre Velid ibn Ebi Hişam Muhayriz'e yazarak savaşta ipek ve kaftan hakkında görü­nüşü sormuş, o da şehitlik ihtimali olduğundan Rasulul-lah'ın savaşta mekruh gördüğünden kaçınabildiği kadar kaçınması gerektiğini söylemiştir.

En iyi Allah bilir.[5]

 

İçki İçmek Ve.Domuz  Eti Yemek İçin Zorlanan  Kişinin  Durumu

 

2756- İçki içmek ve domuz eti yemek için   baskı yapı­lan (ikrah edilen) kişinin durumu ile ilgili Ata'nm hadisi zikredilerek  şöyle  denilmiştir.  Bunları   yapmayıp   Öldü-rülürse, hayır işlemiş olur. Ama yer ve içerse, mazur gö­rülür. Ancak bizim görüşümüz bu şekilde değildir. Bize göre ölüm korkusu halinde yeme ve içmeyi bırakması he­lal  olmaz. Aynı  zamanda bu Mesruk'un  da görüşüdür. Mesruk,  mecbur  kalıp  içki  içmediği  ve  domuz  eti  ye­mediği taktirde kişi ölecek olursa cehenneme girer. Bir ri­vayete göre Ebu Yusuf, Ata'nm görüşünü benimsemiştir. Allah'a şirk koşma meselesinde de bunu ölçü yapmıştır. Ama görüşümüze göre haram oluşu zaruret halinde kalkar. Çünkü yüce Allah "Ancak zaruret olarak mecbur kaldığınız şeyler hariç'[6] buyurarak zaruret durumunu istisna etmiştir. Haramda istisna mübahlıktır. Yani haram şeylerden is­tisna edilen şey mubah olur. Haramlığı kalktıktan sonra  bu şey helal yemek ve içecek gibidir. Bu şeyleri almayı red edip öldürülecek olursa kişi günahkar olur. Ama küfmn  haramlılığı kalkmaz, sadece kalbi imanla mutmain olduğu halde dil ile küfür sözü söylediği taktirde ruhsatla amel etmiş olur. Azimete sarılmak daha üstündür. Ancak kitapta kişinin günahkar olacağı belirtilmemiştir. Sadece günah­kar olmasından korkarım, demiştir.

Çünkü ikrah gören kişi her yönden açlık çeken kişi gibi değildir. Zira o du­rumda helal kılan özürde kulların hiçbir etkinliği yoktur. Burada İse mahvolma korkusu kulların eliyle meydana gelmektedir. Allahm hakkı olan konuda kulların yaptığı ile kulların yapmadığı bir değildir. Ve kafirlerin ikrah etmesi durumunda direnmek dine bağlılığı izhar etmektir ve kafirleri çileden çıkarmaktır. Açlıkla ölüm tehlikesi yaşayan kişide bu nıevcud değildir. Onun içn "Günahkar olma­sından korkarım" şeklinde cevap verilmesi uygun olmuştur. En iyi Allah bilir.[7]

 

Düşmandan Öldürülmesi Mekruh Olan Ve Olmayan Kişiler

 

2757- Düşmandan sadece savaşanların öldürüleceği ve diğerlerin öldürülmeyeceklerini yukarıda belirttik. Savaş-mayanlar arasında manastırlarda yaşayanlar ve dağlarda dolaşıp halka karışmayan kişiler de zikredilmiştir.

2758- Ebu Yusuf'un şöyle dediği rivayet edilir. Ma­nastırlarda yaşıyanlar ve rahiplerin Öldürülmesi durumunu Ebu Hanife'ye sordum. Hayatlarını bir bakıma küfre ada­dıkları  için  öldürülmelerinin  yerinde  olacağını  söyledi. Çünkü bunların hayatlarını adadıkları küfürle insanlar ka­fir olmaktadır. Onun için Yüce Allah'ın  "Küfür Önder­leriyle savaşın" sözünün kapsamına girerler.

Bu rivayetin izahı şudur. Bunlar İnsanlara karıştıkları taktirde öldürülmeleri uygun olur. Ya insanlar arasına çıkarak yahut insanların kendilerinin yanına gel­mesine müsaade ederek halka karıştıkları taktirde öldürülmeleri uygun olur de­mektir. Ayrıca müslümanlara karşı savaşı teşvik ettikleri zaman Öldürülmeleri uygun olur, demektir. Ama bir eve yahut bir kiliseye kapanıp kapılarını kapamış ve rahiplik hayatı yaşıyorlarsa kendilerinden zarar gelmiyeceği için öldürülmeleri mekruh olur. Zira bunlar mal, can veya sözle savaşmazlar. Bunlardan kör, ya­talak, felç, çolak, ayağı kesik ve sağ eli kesik kişiler öldürülmezler. Çünkü bun­ların savaşmaları sözkonusu değildir. Özet olarak bunlar mal ve can ile savaş­madıkları taktirde öldü itil memeleri İlkedir.

2759- Savaş hakkında   taktik öğreten ve yol gösteren çok yaşlı kişinin öldürüldüğü gibi sol eli veya iki ayağı kesik olan kişinin de öldürüleceğini, çarpışmanın genel­likle sağ el ile yapıldığını belirtmiştik.Sağ eli sağlam kişi yürüyecek durumda ise savaşanlardan olup Öldürülür.

2760- Sağır ve dilsiz ile sar'a nöbetleri tutan kişiler de öldürülür.

Çünkü bunlar da savaşanlardan olup savaşacak güce sahiptir.  İnancı onu savaşmaya sevkeder. Zararından kurtulmak için öldürülür .

2761- Onlardan savaşmiyan birini öldüren kişiye sa­dece istiğfar etmek düşer.

Çünkü savaşması beklenmiyorsa da masum değildir.

2762- Papazlar, diyakoslar (papaz yardımcıları) ve hal­ka karışan gezginlerin öldürülmesinde sakınca yoktur. Çünkü ya sözleriyle yahut İmkan buldukları taktirde canlarıyla savaşan­lardan sayılırlar. Bizzat savaş içinde görülmeseler bile onların öldürülmeleri ca­izdir. Zira savaşma gerçeğine herkes her zaman ve heryerde muttali olamaz. Bu işe sevkeden sebep ile elverişli delil, aksini gösteren zahir bir delil bulunmadığı sürece, savaşçı olduklarını kabul etmeye yeterlidir. Esir alabilecek güç ve kuvvete sahip olmaları halinde çocuk ve kadınları daruIİslama çıkarmalarına İmkan bırak­madan önce onları esir almaları gerekir. Çünkü bu düşmanı çileden çıkarır ve emellerini öldürür. Müslümanlar için de yarar sağlar. Bunlar müslümanlann köle ve cariyesi olurlar. Düşmana sağlıyacakları yarar da önlenmiş olur. Rasulullah buna işaret ederek şöyle buyurmuştur: "Gençlerini öldürmeyin"

Erkekliği bitmiş ve fidye için gelirden başka yararı umulmayan çok yaşlı kişiyi müslümanlar isterse esir alır isterse salıverir. Çünkü esir alınmasından amaç, karşılığında fidye almaktır. Ondan alacakları mallarda da müslümanlar ser­best olup isterlerse malını alırlar, isterlerse bırakırlar. Çünkü onların görevi küfür fitnesini yok etmektir. Malın kazanılmasında ise bir sakınca yoktur. Ancak şer'an hak edilmiş birşey değildir. Bunamış kişiyi terketmeleıide doğru değildir. Çünkü çıkarabildikleri taktirde ikameti umulur. Diğer taraftan çocukları da olur. Kadın ve çocukların getirilmemesi nasıl sakıncan ise onun da getirilmemesi düşmana destek olabilir. Rahip hayatı süren ve insanlara karışmayan kişilere dokunulmaz. Çünkü çoluk çocuk sahibi olmadıklarından nesilleriyle düşmana destek olmaları da sözkonusu olmaz. Hastalıklara müptela olmuş kişiler de öldürülmeyip esir alınarak daruIİslama çıkarılırlar. Çünkü darulharpte bırakılmaları düşmana destek olur. Zira bunlar düşman kadınlarla cinsi ilişkide bulunur ve düşmanın neslini artırırlar. Bunlar ele geçtikleri zaman darulharpte bırakılmaması gerekir. Düşman­dan öldürülmesi caiz olan herkesin esir alınması ve daruIİslama çıkarılması da caiz olur.

2763- Bunlar   daruIİslama  çıkarıldıktan  sonra  devlet başkanı onları isterse köleleştirir, isterse Öldürür. Bir sü­vari bölüğü olup aralarında piyade olmaması sebebiyle da-rulislma çıkarmaya güçleri yetmediği taktirde öldürülme­leri helal olmayanlara da dokunmayıp bırakırlar.

Çünkü Öldürülmeleri şer'an haramdır. Yoksa esir alınıp kökleştirilmesi da­ha yararlı olduğu için değil. Esir almaktan aciz olmak, müslümanlar için haram olan öldürmeyi mubah yapmaz. Silah ve atlar gibi darulharpte elde edip daruIİs­lama çıkarabilecekleri şeyleri orada bırakmaları mekruhtur. Çünkü bunlar müslü­manlara karşı savaşta düşmana kuvvet sağlar. Bunların da hükmü düşman in­sanlar hakkında ki hüküm gibidir.

2764- Sığır,  koyun  ve  eşyayı  isterlerse  daruIİslama çıkarırlar, isterlerse bırakırlar.

Çünkü normal olarak savaş için güç katmıyan şeylerdir. Nitekim ticaret için silah ve atları düşmana götürmek mekruh iken, diğer malları götürmek mek­ruh olmaz. Çünkü bunlar savaş için güç sağlamaz.

2765- Darulîslamda eman altında olan biri, bunlardan birşeye sahip  olup  darulharbe  gitmesi halinde onu be­raberinde götürmesi   yasaktır. Diğer mallardan istediğini götür.

Mal konusunda onlara bu muhayyerlik tanınıyorsa artık doğum yapmıyan yaşlı kadın hakkında bu muhayyerlik tanınır. Çünkü fidye olarak karşılığında ve­rilecek mal dışında bir yaran bulunmamaktadır. Onun iç müslümanlarm onu ve yaşlı erkeği esir almaları durumunda fidye ile salıvermeleri caiz olmuştur. Zira onların lutulmasında müslümanlara yarar olmadığı gibi sahverildiklerinde de onlar için bir zararları sözkonusu değildir. Öldürülmeyeceğini belirttiğimiz yaşlı, hasta ve musibetli kişilerden savaşa teşvik edenler, öncülük yapıp tahrik edenler ve düşman arasında söz sahibi olanların öldürülmesinde bir sakınca yoktur. Çünkü bunların öldürülmesi düşmanın gücünü kırmak ve birliklerini dağıtmak olur. Amaç da budur. Hatta düşmanın hükümdarı çocuk, kadın veya çok yaşlı bir adam olduğunda da öldürülmesinde sakınca yoktur. Çünkü düşmanın şevkini kırmakta ve onları çileden çıkarmaktadır. Düşmanın kuvvet ve savunmasını dağıtır. Bir rahip yahut bir gezgin, düşmana mü slü m anların zayıf yerlerini gösterdiğini müslümanlar öğrenirse öldürmelerinde bir sakınca olmaz. Çünkü bu yaptığıyla düşmana yardım etmiş olur.

Savaş konusunda stratejisi olan yaşlı bir adam hükmündedir. Böylelerin öldürülmesinde bir sakınca yoktur. Rivayete göre savaş taktiği ve stratejisi konu­sunda bilgisinden dolayı Dureyd İbn es-Smıme Öldürülmüştür.

2766- Müslüman, müşrik babasıyla savaşta karşı kar­şıya geldiği taktirde onu öldürmesi mekruh olur. Çünkü yüce Allah "Dünyada anne ve babayla güzellikle geçin"[8] buyurmuştur. Öldürmeye çalışmak iyilikle geçinmek de­ğildir. Hanzala b. Ebi Amir ve Abdullah b. Ubey ba­balarını öldürmek için Rasuiullahtan izin istemişler, Ras-ulullah bunu onlara yasaklamıştır. Ebu Amir, Rasulul-lahın düşmanı olan bir müşrikti. İbn Ubey ise münafıklığı açık olan bir münafıktı. Kâfir olduğuna Yüce Allah şahit­lik etmiştir. Bunlardan da anlıyoruz ki oğlun müşrik olan babasını öldürmeye çalışması mekruhtur. Çünkü baba o-nun dünyaya gemesinde sebep olmuştur. Çocuklukta ve gençlikte kendisine her türlü yardımı ve iyiliği yaptığı halde onun kendisini öldürmeye kalkışması mekruh görül­müştür. Öldürmeye çalışarak nimete karşı nankörlük et­mesi hoş değildir.

2767- Yüce Allanın Hz. İbrahim için buyurduklarında bu açıkça görülmektedir. Babası ona "Seni taşa tutarım, benden uzak dur"[9] dediği halde Hz. İbrahim ona "Selam olsun sana, seni bağışlaması için Rabbime istiğfar ede­ceğim, onun bana nimetleri çoktur"[10] buyurmuştur. Baba müslüman oğlunu öldürmeye kalkar ve ondan kurtulmak için onu öldürmekten başka çare yoksa, o zaman öldür­mesinde bir sakınca olmaz. Çünkü bu durumda nimete nankörlük sözkonusu olmaz. Sadece helak olmaktan ko­runarak canını kurtarmayı amaçlamakta olup bununla da emredilmiş bulunmaktadır. Şerhu'I-Camii's-Sağir kitabın­da anne, baba ve mahrem akraba ile müşrik olan ve müs-lümanlardan bağı olanlar arasındaki farkı belirtmiştik.

2768- Müslümanlar, kadınları ve onlarla savaşıp on­lardan bazılarını öldürmüş bulunan azatlı kişiyi ele geçirip esir aldıktan sonra öldürmeleri doğru olmaz.

Çünkü esir aldıktan sonra savaşmaları sözkonusu olmaktan çıkmış olur.

2769- Onları daruIİslama çıkarmaya güçleri yetmiyorsa ve serbest bıraktıkları  taktirde tekrar düşman saflarına geçip müslümanlara karşı savaşmalarından endişe eder­lerse, öldürmelerinde bir sakınca olmaz.

Çünkü savaşmaları endişesi kalkmış değildir.

2770- Bu konuda saldırgan deve gibidirler. Kişi onu saldırmaktan alıkoymaya çalışır ve salıverdiği taktirde sal­dırmasına devam etmesinden endişe ederse, onu öldürür ve kiymetini sahibine Öder. Saldırması durumunda olduğu gibi. Çünkü yapmasından endişe edilen olay    daha önce meydana gelmiş ve açığa çıkmıştır. Bu tahmin o meydana gelen  durumla  pekişir  ve  o  anda meydana  gelmiş  gibi sayılır.

Nitekim ergenlik yaşına yaklaşan genç, o kavmin hükümdarı olup müslü-manlann eline geçer ve onu daruIİslama çıkarma güçleri de olmazsa, öldür­melerinde bir sakınca yoktur. Çünkü serbest bırakılması müslümanlar İçin büyük ihtimalle tehlikeli olabilir. Hakikatine vukufıyet olmayan yerlerde zannı galip ile hüküm verilir.

2771- Kendilerinden  zarar gelmiyeceğinden  emin  ol­dukları halde, gelecek herhangi bir seriyye ile savaşmaları yahut onlardan  kimilerini öldürmelerinden  endişe eder­lerse, serbest bırakırlar.

Çünkü onların zararından emin olmuşlardır. Kendilerinden sonra başka bir seriyyenin de aynı yerde veya başka yerden girmesi bilinmemektedir. Böyle mev­hum birşey sebebiyle onları öldürmeleri doğru olmaz.

2772- Bir rahip manastırından çıkıp düşmanın şehrine inse ve müslünıanlar onu yolda yahut şehirde ele geçirse, o da "Sizden korktum ve kendimi kurtarmak için çıktım" derse onu tasdik etmeyip öldürebilirler.

Çünkü düşman savaşçılarının bulunduğu toplumda görmüşlerdir. Ancak halka karışmayan kişi öldürülmez. Düşmandan bunun aksi durumu anlaşılan kişi öldürülür. Kendisi için özür olarak ileri sürdüğü şeyler tasdik edilmez.

2773- Doğru söylediğini müslümanlar tahmin ederler­se, öldürmemeleri daha iyi olur, yerine esir alırlar.

Çünkü ihtiyat ile işlem yapılan durumlarda zannı galip kesin bilgi gibidir. Öldürme zannı galip ile olacaktı. Bu meselede bir yanlışlık meydana geldiği tak­tirde telafisi mümkün olmaz. Esir alınmasıyla amaç gerçekleşmiş olur.

2774- Bîr kilise veya manastırda olup kapısını tama­men kapatmamış kişinin öldürülmesinde sakınca yoktur.

Çünkü halk onların yanına girip çıkıyor ve görüşleriyle hareket ediyorsa,

onlar küfrün önderleri olurlar ve öldürülmeleri düşmanın gücünü kıracaktır.

2775- Müslümanlar manastır içinde bulunan bir rahibe gelip yolu veya düşmanın yerini sorsa, o da bunu bili­yorum ama size söylemem, çünkü sizi de onlara haber vermem, derse müslümanların ona dokunmaması lazımdır.

Çünkü bu sözleriyle kendisine dokunulmaması gerektiğini belirtmiştir. O da tümden insanlara karışmadığını ve du­rumlarını bilmediğini söylemiş olmasıdır. Dostluk veya düşmanlıklarını kazanma çabası içinde olmadığını belirt­mesidir. Müslümanlar kendilerine yanlış yol gösterip hiyanet   ettiğini   görürlerse.,  öldürmelerinde   veya   esir   et­melerinde bir sakınca olmaz.

Çünkü bu hiyanetle düşmana meylettiğini ve müslümanlara da düşman­lığını orta koymuş olur. Çünkü kurtuluşa götürecek yolu göstermemiş, kendisin­den istedikleri halde onları helak olmaya götürecek yolu göstermiş ve kötülükleri için çalışmış olmaktadır.

2776- Müslümanlar  halkı  Rum  olan  bir  ülkede ma­nastırda bir Habeşliyi görseler ve  bunu yadırgayıp mahi­yetini öğremek isteseler, durumunu sorup öğrenmeleri ge­rekir. Çünkü şüpheyi gidermenin yolu sormaktır. Yüce Allah "bilmiyorsanız, zikir ehline sorunuz"[11] buyurmuştur. Söyliyeceği şeylerde hiyanet ve suçluluk ortaya çıkmadığı taktirde soruya verilen cevabı kabul etmek gerekir

2777- Ben ordu içindeki    hıristiyan    askerlerden bi­riyim, burada rahip oldum, derse, sözü kabul edilir ve kendisine dokunmazlar.

Çünkü' onlara söylediği şey muhtemeldir.

2778- Müslümanlardan birinin kölesiydim ve hıristi-yandım, burada rahip oldum, derse, onu alır ve efendisine geri verirler.

Çünkü kaçmış bir köle olduğunu kendisi itiraf etmiştir. Kaçan köleyi sa­hibine geri verme imkanı olan kişinin onu geri vermesi lazımdır.

2779- Düşman beni esir aldıktan sonra azat etti, ben de rahip oldum, derse sözü tasdik edilmez ve alınıp efen­disine geri verilir. Çünkü köle olduğunu itiraf etmiştir.

Mülkiyeti de efendisinindir. Köleliği giderecek bir şeyi iddia etmiş olup bir delili olmadıkça iddiası tasdik edilmez. Efendisinin kendisini azat ettiğini iddia eden köle gibi.

2780- Müslüman bir köle idim, Hıristiyan oldum ve ra­hip oldum, derse irtidat ettiğini itiraf etmiş olur. Kendi­sine müslüman olması teklif edilir. Kabul ederse efendisi­ne geri verilir, kabul etmezse öldürülür.

Müslümanlarla düşman arasında meydana gelen çarpış­mada düşman yenilgiye uğrayıp çekildikten sonra müslü-manlar onlardan gördükleri yaralıları öldürebilirler. Sa­vaşçılar olup aldıkları yaralarla yaşamalarının imkansız olduğu anlaşılsa ve aldıkları yaralardan dolayı savaşama-dıkları tesbit edilse, alınıp bağlanan esirler gibi onlarında öldürülmelerinde bir sakınca olmaz. Müslümanlar isterse onları ölümle başbaşa bırakır. Bütün bu işlerde ser­besttirler.

Çünkü nasıl bir uygulama yaparsa yapsın müslümanlar için amaç ger­çekleşmiş olur. Bu konuda esas Muhammed b. Mesleme hadisidir. Hayber günü Merhab'la düello yapmış ve vurup iki ayağını kesmiştir. Merhab ona "Öldür beni " demiş, ama Muhammed ona "Hayır, kardeşimin çektiği gibi sen de ölüm acısını çek" demiştir. Sonra Hz. Ali yanına gelmiş, saldırıp Öldürmüş ve eşyasını almış­tır. Rasulullah onun eşyasını Muhammed b. Mesleme'ye vermiştir. Merhab'ın yaşama ümidi mevcut olsaydı Muhammed ona, hayır, demezdi. Yani üzerine yü­rür ve öldürürdü. Öyle bir durum olsaydı Rasululİah onun eşyasını kendisine ver­mezdi. Çünkü bu durmuda iken Hz. Ali üzerine yürüyüp öldürmüştür. Rasulul­lah onun bu davranışını da yadırgamamıştır. Böylece anlıyoruz ki bütün bunlar caizdir. Ölmediği taktirde de esir alınıp ganimet arasında taksim edilmesinde de sakınca olmaz. Zira esir mesabesindedir. Esirin öldürülmesi veya terkedümesinde devlet başkanı serbesttir. Bu da onun gibidir.

2781- Düşman kalelerinden bîrinde bir hasta görseler, öldürebilirler.

Çünkü hastalık onu savaşmaktan alıkoyar. Ama savaşçı düşman olmaktan çıkarmaz Üstelik hastalık geçebilir ve kendisinin müslümanlara karşı savaşma ih­timali ortadan kalkmamış olur.

2782- Ama bu hastalıktan kurtulamıyacaığı   kanaatine varılırsa, öldürmemeleri gerekir.

Çünkü savaşma ümidi kalmamıştır. Bu durumu çok yaşlı kişinin durumu gibidir.

2783- Müslümanlar bağı (siyasi isyancı) larla savaşır­ken onlardan yaralılar ele geçirseler ve bunlar bir topluluk halinde iseler, Öldürmelerinde sakınca olmaz.

Çünkü bu durumda yaralı esir gibidir. Esir olanları öldürülür ve kaçanları da takip edilir. Yaralıları bu şekilde öldürülür.

2784- Ama yaralı kişinin yaşaması ümid edilmiyorsa, öldürülmesi mekruh olur.

Çünkü artık savaşma tehlikesi kalmamış olur. Bir gruba katılıp savaşacak durumu sözkonusu değildir. Onun durumu, yenilgiye uğrayıp katılacakları top­luluk kalmıyan kişilerin durumu gibidir. Böyle bir durumda esir alınan kişileri öldürülmeyip kaçanları da takip edilmez. Aynı şekilde yaralıları da öldürülmez. Düşman olanlar ile bağîler (siyasi isyancılar) arasındaki fark, ikisine karşı savaş­mayı gerektiren sebebin değişik olmasıdır. Çünkü bağîler müslümanlardandırlar. Savaşa sevkeden sebep, kuvvet ve topluluklarıdır. Bu ortadan kalkarsa, artık öl­dürülmeleri helal olmaz,

2785- Müslümanlar, düşmandan savaşmayı ve kendi­sine ne yapılacağını bilmiyen, sadece eline kılıç almış ve kendisine yaklaşan ve müslüman ve gayri müslim kişilere kılıç saHıyaıı bunak birini görseler onu öldürmemelerini daha uygun görüyorum. Sadece bu işten kendisini alı­koymak için yakalarlar.

Çünkü savaşma amacı bulunmamaktadır. Ancak savaşma amacı güdenler ve din için savaşanların öldürülmesi mubahtır. Bu adam müslüman ve gayri müs­lim yaklaşan herkese vurmaya çalıştığına göre, dini için savaşan biri olmadığını anlıyoruz. Bu durumda hayvan gibidir. Hayvan da belirli bir kişiye yönelmeyip sadece önüne gelen kişileri vuruyora, öldürülmesi helal olmaz. Ama müslümanın üzerine yürüyüp kurtulması ancak öldürülmesine bağlı olursa o zaman Öldürül­mesinde sakınca olmaz. Bu bunak adam hakkındaki hükümde bu şekildedir.

2786- Öldürülen hayvanın parası sahibine tazminat ola­rak ödenirken, bunak düşman için böyle bir durum sözko-nusu değildir.

2787- Elinde bir kılıçla savaşan bir adamı ele geçir-seler ve adam müslümanları farkedince delilik gösterisin­de bulunsa, müslümanlar da onu deli olarak görse, hak­kındaki kanaatlerine göre uygulama yaparlar.

Çünkü onun durumuna vakıf olmak için başka delilleri olmayınca zanni ga­libe başvurmak gerekir. Delilin bulunmaması durumunda kıbleyi araştırmada olduğu gibi. Hakikatine vukufiyetin mümkün olmadığı şeylerde zannı galip ha­kikat mesabesindedir.

2788- Deli olduğuna kanaat getirip esir aldıktan sonra sağlam  olduğunu  anlasalar, Öldürmelerinde  bir  sakınca olmaz.

Çünkü onu esir almaları kendisine eman vermeleri demek değildir.

Ergenlik yaşına gelen bir genci yakalayıp baliğ olup olmadığını biliniyor­larsa, bazıları bunun delili olarak kasık kıllarının bitmesini gösterirler. Delil olarak da Beni Kureyza hadisini gösterirler. Bize göre ise bu konuda kişilerin durumu farklı olduğu için onun ölçü alınması doğru olmaz. Onbeş yaşını doldurduğu ya­hut bundan önce ihtilam gördüğü bilinmedikçe, öldürmeleri doğru değildir. Bu­rada zannı galip yerine kişinin durumundan anlamaları muteber olur. Çünkü kü­çüklüğü kesin olarak bilinmektedir. Kesin olan bir şey ancak onun gibi kesin olan bir şeyle yok olur. Yakalanmadan önce delilik gösteren kişinin deliliği daha önce kesin olarak bilinmiyordu. Onun için hakkında zannı galible karar ve­rilmiştir.

2789- Henüz baliğ olmadan ve baliğ olacak kadar da-rulharpte uzun zaman kalmışlarsa, onu öldürmeleri helal olmaz.

Çünkü onu öldürülmeyi hak etmediği bir yaşta almışlardır. Yani bu kişi o zamana kadar müslümanlara karşı savaşanlardan olmamıştır. Çünkü çocuk iken almışlar. Çocuk ise savaşçılardan değildir.

Buluğa erdikten sonra müslümanlar için fey'olur. Diğer köleler gibi on­lara karşı savaşan kişi olmaz. Ama delilik gösterip daha sonra sağlam olduğu an­laşılan kişinin durumu böyle değildir. Çünkü kendisini yakalamadan önce sava­şan kişilerden olduğu anlaşılıyor. Sadece Öldürülmemesi için bu yola başvur­muştur. Zaten bunarmş iken yakalanan ve daha sonra müslümanlann elinde iken iyileşen bir kişiyi öldürmeleri helal olmaz. Tıpkı çocuğun durumunda olduğu gi­bi. Baliğ olan bu çocuk veya iyileşen bu bunak müslümanlardan bir adam öldüre­cek olursa kısas olarak devlet başkanı onu öldürür. Çünkü müslümanlann diğer köleleri gibi artık İslam ahkamıyla muhattap olmuştur.

2790- Çocuk baliğ olduktan ve bunak iyileştikten sonra müslümanlarla savaşırken müslümanlar onu yakalasa, öl­dürmelerinde sakınca olmaz. Kimseyi öldürmese de du­rum aynıdır. Çünkü müslümanlara karşı koyup savunma içinde bulunan bir kişidir. Müslümanların elinde iken bu­luğa erdikten sonra savaşacak olup kimseyi öldürmemiş-se öldürülmez, ama güzel bir dayak atılır. Tıpkı müslü­manlardan birilerini öldürmeye yeltenip Öldürmemiş olan müslümanlann kölesinin durumunda olduğu gibi. Sakat­lık ve hastalıkla malul esirlerden bunu yapanların da du­rumu aynıdır. Çünkü henüz savaşanlardan değilken darulîslama sokulduğu zaman, darul-

îslamda eman altında olan ve müslümanlarla savaşıp kimseyi henüz öldürmemiş

bulunan kişinin durumu gibidir.

2791- Müslümanların zaptedecekleri çiftçi kişileri öl­dürmek yerine esir almaları bence daha uygun olur.

Çünkü bunların savaşma düşünceleri kadınların düşünceleri gibidir. Zira bunlar ne savaşırlar, ne de buna ehemmiyet verirler. Esir alınmaları müslümanlar için daha yararlıdır. Çünkü onların çiftçilik işlerini görürler.

2792- Ama bununla beraber onları    öldürürlerse, sa­kıncası olmaz.

Çünkü bunlar savaşmak için elverişli yapıya sahiptirler. Çiftçilik de zim-metsiz değildir. Kişi çiftçiliği bırakır ve savaşçı olabilir. Fakat dişilik özelliği böyle değildir. Yani kadın erkek olmaz.

2793- Sarhoşlukları sebebiyle akıllan başlarından git­miş olsa bile, Tasladıkları sarhoş bir topluluğu öldürme­lerinde sakınca yoktur.

Çünkü hüküm bakımından sarhoş ayık gibidir. Sarhoşlukları geçicidir Sarhoş olmakla müslümanlara karşı savaşçı olmaktan çıkmaz. Onun için öldürül­mesinde sakınca yoktur.

2794- Müslümanlar bir düşman şehrine savaşarak gir­dikleri taktirde, gördükleri erkekleri öldürmelerinde bir sakınca olmaz.

Çünkü orası düşman savaşçılarının bulunduğu yerdir. Orada kimi görür­lerse, zahire göre savaşçılardandır. Aksi ortaya çıkıncaya kadar da hüküm zahire göre verilir.

Ancak müslüman veya zimmet ehli siması ta­şıyan bir adam görürlerse, durumu kesin ortaya çıkıncaya kadar tahkik etmeleri ve ihtiyatlı davranmaları gerekir.

Çünkü hakikatine vakıf olunamiyan şeylerde simaya göre hüküm verilir.

Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Simaları yüzlerindedir"[12] "Onları si­malarından tanırsın"[13] "Suçlular yüzlerinden tanınırlar"[14]

Yanlışlıkla öldürmenin telafisi mümkün değildir. Durumu açıklık kazanm-caya kadar ertelenmesinde de müslümanlarm bir zararı yoktur. Onun için durumu açıklık kazanıncaya kadar hakkında arştırma yapmaları gerekir. Çünkü hakkında simanın muhtemel olması, fasık kişinin vereceği haberden aşağı olmaz. Fasık ki­şinin vereceği haberi araştırmakla mükellef olduğumuz gibi bunun da durumunu araştırmamız lazımdır.

2796- Müşrikler arasında silahlı müslüman bir topluluk görseler ve bunların bu işi baskı (ikrah) sonucu yapıp yapmadıklarını biliniyorlarsa, bunu onlardan sorup öğren­mek mümkün ise sorup öğreninceye kadar onlarla savaş­mamalarını uygun görüyorum, öğrenme imkanları olmaz­sa, müslümanlara karşı savaştıklarını müşahede edinceye kadar ilişmemeleri gerekir. Ama müslümanlara karşı savaştıklarım görürlerse, onlarla savaşmak ve öldürmekte bir  sakınca olmaz.

Çünkü din birliği onlarla savaşmaktan alıkoymaktadır. Müslümanlar onla­rın böyle olduklarını biliyorlar.

2797- Aksi ortaya çıkıncaya kadar müslümanlarm on­larla savaşmaları helal olmaz. Düşmanın saflarında sadece bulunmalarıyla da bunun aksi ortaya çıkmaz.

Çünkü bu muhtemeldir. Baskı sonucu olmuş olabilir. İsteyerek de bu işi yapmış olabilirler. Onların savaşma amaçlan ve sebepleri ortaya çıkıncaya kadar onlara ilişmemek daha iyidir, isteyerek savaştıkları ortaya çıktığında kendilerine karşı savaşmakta sakınca olmaz. Çünkü müslüman da olsalar, düşmanın himayesi altında müslümanlara karşı savaşmaları onları öldürmeyi helal kılar. Nitekim müslüman da olsalar, bağiler (isyancılar) savaşmalarına karşı koymak için ken­dilerine karşı savaşılır. Savaşmalarının sebebi ortaya çıktıktan sonra öldürülmeleri yasak olmaz. Çünkü olsa olsa, bu iş için zorlanmış (ikrah görmüş) lerdir. Öldür­mesi için ikrah edilen (zorlanan) kişinin öldürme tehlikesine karşı (savunma amacıyla) Öldürülmesi mubah olur.

2798- Kılıçları çekmiş ve müslümanlar da az olup karşı koymadıkları taktirde öldürmek için kendilerine saldırma­larından endişe ediyorsa ve savaşa baskı altında girme­dikleri kanaati mevcut ise, onlarla savaşmakta bir sakın­ca olmaz. Onların burada durumları, geceleyin kılıcım çekip başkasının evine giren ve durumundan ev sahibinin endişe ettiği kişinin hali gibidir. Buna delil olarak da Hz. Ali hadisi gösterilmiştir. Basra halkına karşı savaşırken askerlerine, onlar size saldırıncaya kadar onlara Saldir-mayın, demiştir.

Bu istidlalden maksadı da onlarla savaşmanın mubah olması bakımından bazılarının saldırması hepsinin saldır­ması hükmünde olmasıdır. Yani bazıları saldırırsa, hepsi saldırmış gibi olur ve artık onlarla savaşmak mubah olur. Savaştıktan sonra bir müslüman onlardan birini öldürse ve daha sonra düşmanın onu zorla savaşa getirdiklerine dair delil ortaya çıksa, öldüren kişiye ne diyet, ne keffaret düşer.

Çünkü öldürülmesi helal olan bir adamı, durumunu bilerek öldürmüştür. Öldürülmesi helal olan bir kişiyi öldürmekten dolayı ne diyet, ne de kefaret ge­rekir.

2799- Aynı şekilde elinde silah olup düşmanın safla­rında bulunduğu halde müslumanlarla savaşmıyorsa, hü­küm yine aynıdır.

Çünkü düşmanın saflarında savaşa hazır bulunan kişinin   öldürülmesi de mubah olur. Ancak durumunu araştırmak mümkün ise, araştırmak müstehap olur.

2800- İçinde müslümanların da bulunduğu bir düşman gemisini yaksalar veya batırsalar, müslümanlara bundan dolayı ne diyet, ne kefaret gerekir.

Çünkü işin gerçeğini bilerek şer'an helal olan bir iş yapmışlardır.

2801- Yine müslümanların çocuklarını kendilerine kal­kan yapsalar ve müslümanlar onları oklarıyla vursalar, onlara birşey gerekmez. Ancak müslümanları vurmamaya çalışmaları müstehap olur.

Çünkü müslümanları vurmama imkanları varsa, mutlaka vurmaktan sakın­maları gerekir. Buna imkanları yoksa, niyet ve maksat olarak vurmamayı düşün­meleri gerekir. Zira niyet ve maksat ellerinde olan bir şeydir.

2802- Bundan dolayı onlara ilişmemek gerekiyorsa, o zaman düşmanı yenmek mümkün olmaz. Yani bu yola baş-vurulmazsa, düşman yenilmiyecektir.

Çünkü kendileri için korkan kale veya gemi sahipleri kendilerini korumak için yanlarına müslüman esirleri alırlar. Bundan dolayı onlarla savaşmak mümkün olmaz. Halbuki bu caiz değildir. Yani bundan dolayı onlarla savaş terkedilmez Nitekim gemilerinde kadınları ve çocukları bulunsa, geminin yakılması veya batı­rılmasında sakınca olmaz. Sadece kadın ve çocuklarını öldürmeye kastetmek helal olmaz. Aynı yerde yanlarında müslümanlardan veya zimmet ehlinden bir topluluk bulunduğu zaman da durum bu şekildedir.

En iyi Allah bilir.[15]

 

Savaşa Gitmesi Mekruh Olan Ve Olmayan Kişiler

 

2803- Borçlu kişi savaşa gitmek isteyip alacaklı kişi de hazır değilse, borcunu ödemeye yetecek kadar malı varsa, savaşa gitmesinde sakınca yoktur. Savaşa gideceği, za­man bir adama, kendisine birşey olduğu taktirde mira­sından borcunu ödemesi için vasiyet eder.

Çünkü alacaklının hakkı borçlunun canında değil, malındadır. Savaşa git­mesiyle onun hakkından birşey kaybolmuş olmaz. Çünkü alacaklı döndüğü zaman hakkını borçludan tahsil ediyormuş gibi o işle görevlendirilen kişiden tes­lim alır. Vasiyet sözünün belirtilmesi ise, savaşa giden kişinin Allah yolunda şehit olabileceğindendir. Böyle bir durumda onun yerine borcunu ödeyecek kişiye va­siyette bulunur.

2804- Mal gerçekte borçlunun malı ise de, hükmen ala­caklının malı gibidir. Bu bakımdan borçlu açısından de­ğil, alacaklı açısından o malın zekatının verilmesi vacip­tir. Borçlu, malı emanet bırakan mesabesinde olur. Halkın emanetleri yanında olan kişinin, onlar adına sahiplerine verecek birine vasiyette bulunmasında sakınca yoktur. Borç da bu  şekildedir.

Nitekim birinden borç bir mal alsa ve elinde ondan başkası bulunmadığı halde savaşa gitmek isterse, dön­düğü taktirde sahibine ödemesi için başkasına vasiyet et­mesinde sakınca olmaz. Borçlu olduğu halde ticaret ve hac yolculuğuna çıktığı taktirde alacaklının hakkım ödeye­memesi sözkonusu olmadığında nasıl bir sakınca yoksa, savaşa gitmesinde de bir sakınca olmaz. Ama borcunu ödeyecek malı yoksa, Ödemek için kalıp gitmemesi daha iyi olur.

Çünkü borcu Ödemek, üzerinde bir sorumluluktur, savaşa gitmek ise, eğer bir genel seferberlik sözkonusu değilse, şahsı üzerine vacip değildir. Üzerinde borç olan şeylerden kurtaracak şeyler için çalışması onun için evladır. Çünkü farklı hakların birlikte sözkonusu olması halinde, işe bunlardan en önemlisi ile

başlanır.

2805- Borcun ödenmesi savaşa katılmaktan daha mü­himdir. Çünkü hadiste, borcu ödenmediği sürece kişinin kabrinde borcun karşılığında rehin olacağı belirtilmiştir. Bir ölünün yerine borcunu ödemeyi tasadduk ettiği zaman Rasulullah Hz. Ali'ye şöyle buyurmuştur: "Şimdi onu ra­hatlattın". Alacaklının izni olmadan borçlunun savaşa git­mesi mekruhtur. Tıpkı çoluk çocuğuna yetecek malı bırak­madan birinin hacca gitmesi gibi. Bu onun için mekruh ise, borçlu için daha çok mekruh olur.

Çünkü hacca giden kişinin çoluk çocuğunun nafakası peyderpey vacip

olurken, borcun ödenmesi bir anda vacip olmaktadır.

Alacaklı   alacağından   vazgeçmeden   borçlunun   savaşa gitmesine izin verse bile, borcunu ödemek için savaşa git­meyip çalışması müstehap olur. Çünkü   savaşa  gitmesine   izin   vermesiyle   borcundan   herhangi   birşey

düşmüş olmaz. Onun için kendini düşünmesi ve daha vacip   olan   şeyden   işe

başlaması evladır.

2806- Ama bu durumda da savaşa gitmesinde bir sa­kınca olmaz.

Çünkü savaşa gitmemek alacaklının hakkı içindi. Adam hakkının düşme­sine razı olursa, savaşa gitmesinde sakınca olmaz. Tıpkı kölesinin cumaya git­mesine efendisinin izin vermesi ve kölenin cuma kılmak için gitmesi gibi.

2807- Borç vadeli ise ve borçlu, borcun vadesi gel­meden önce zahire bakarak döneceğini biliyorsa, en iyisi borcunu ödemek için kalıp çalışmasıdır. Ama bu durumda da gitmesinde bir sakınca olmaz.

Çünkü borcun vadesi gelmeden Önce alacaklının onu engellemeye hakkı yoktur. Çünkü böyle birşey borcunu ödemesini istemek olur. Halbuki vade var­ken borcu istemek olmaz. Onun için bu kişi ile gitmesine izin verilen kişi aynıdır.

2808- Rasulullahın buyurduğuna bakarak böyle bir ki­şinin   gitmesinin  daha  iyi   olacağı  sonucu  çıkarılmıştır. Çünkü hem Cebrail hem de Rasulullah, Allah yolunda öl­dürülmenin keffaret olacağı, ancak borcun mutlaka o ki­şiden alınacağını belirtmişlerdir. Asıl borçlu, söz konusu borcu kendisinin aynı oranda alacaklı olduğu bir üçüncü kişiye havale etse, o taktirde borçlunun savaşa gitmesinde sakınca olmaz.

Çünkü alacaklının borcunu başkasına havale etmesiyle o borçtan kurtulmuş olur. Ödeyecek olan ikinci kişinin borcu ödemesi halinde yerine ödediği kişi döndüğünüzde artık ondan birşey talep edemez.

2809- Borcunu başkasına havale eden kişinin ondan alacağı yoksa, savaşa çıkmaması müstehap olur.

Çünkü havale eden kişinin borcundan kurtulsa bile, kendisine havale edilen borç hala kendi üzerindedir. Yani kendisine havale edilen üçüncü kişi borcu ödediği taktirde, asıl borçluya geri dönme hakkına sahiptir.

2810- Alacağı havale edilen değil de, üzerine borç ha­vale edilen kişi savaşa çıkmasına izin verirse, çıkmasında sakınca olmaz.

Çünkü üzerinde alacaklının hakkı kalmamış olur. Sadece üzerine borcun havale edildiği kişi ile ilişkisi kalmıştır. Bunun da onun hakkında verdiği izin muteberdir.

2811- Borçlu borcunu havale etmeyip kendi isteği ol­maksızın başka birisi onun borcunun ibra esdilmesi şar­tıyla, borçluya kefil olursa, borçlunun savaşa gitmesinde sakınca olmaz. Alacaklı yahut kefilden de izin alması ge­rekmez.

Çünkü kendiliğinden ibra edilince isteyenin hakkından kurtulmuştur. Ken­di isteği dışında kefil olan kişi tazminat olarak kendiliğinden ödediği için de öde­yen kişiye bir şey ödemez.

2812- Kendi emriyle biri borcuna kefil olmuşsa, asilin ve kefilin emrini almadan  çıkması doğru olmaz.

Çünkü her ikisi onu istemektedir. Asil, ondan borcu istemekte, kefil de düşürdüğü kefaleti ödemekten kurtarmasını istemektedir.

2813- Eğer kefalet borçlunun emri ile olmazsa, isteyen kişinin iznini alması lazımdır. Çünkü borcunu Ödemesini isteme hakkı bulunmaktadır. Kefilden emir istemesi ise gerekmemektedir.

Çünkü burada kefilin kendisine vereceği bir şey yoktur.

2814- Batıl bir konuda şahsı bulup getirmeye kefil ol­mak bu şekildedir. Onun emri ile bulup getirmeye kefil olursa,   kefilin    emri    olmadan    savaşa    çıkması    doğru olmaz.

Çünkü o kişi kendisini içine düşürdüğü durumdan kurtarmak için mah­kemeye çağıracaktır.

2815- Ama emri olmadan kefil olmuşsa, iznini almadan çıkmasında bir sakınca olmaz.

Çünkü kendisinden istediği birşey yoktur.

2816- Borçlu iflas etmiş ve borcunu ancak mücahitlerle beraber darulharbte ticaret yaptığı taktirde ödeyebilecek durumda ise, alacaklıdan izin istemeden çıkmasında bir sakınca yoktur.

Çünkü burada amacı borcu ödeyebilmektir. O da üzerinde bizzat sorum­luluk olan bir şeydir. Yani borcu ödemek için verecek maldan sorumludur.

2817- Borcumu ödeyebilmek için ganimetten pay tah­sisi yahut pay alabilirim, ümidiyle savaşa çıkmak istiyoruın derse, bana göre alacaklıdan izin almadan çıkmaması uygun olur.

Çünkü savaşta ölme tehlikesi vardır. Ama ticarette ölme tehlikesi bu şekilde yoktur. Netice olarak alacaklı onun çıkmasını tasvip etmiyorsa, çıkmaya hakkı ol­maz. Ama İzin verirse çokmasında sakınca olmaz. Kendisi bunun farkında olma­sa bile, izin olduğu takdirde çıkabilir.

Rivayete göre bir adam Rasulullaha gelerek evlendiği kadının mehrini ödemesinde yardımcı olmasını istemiş, Rasulullah da verecek bir şeyi olmadığını buyurmuş ve şöyle demiştir: "Ebu Katade'yi bir seriyye başında görmek is­tiyorum, onunla beraber git, belki Allah eşinin mehrini karşılayacak bir ganimet verir", öafataii kabilesinin bir bölgesine gittiler, ganimetler aldılar ve adam eşine mehir olarak verecek mal elde etti. Rasulullah çıkmak için eşinden izin almasını söylemedi"

Bundan da anlıyoruz ki izin almadan çıkmak caizdir. Seferberlik genel ise, o zaman borcu ödeyecek malı olsun olmasın yahut alacaklı kendisine izin versin veya vermesin, borçlunun çıkmasında sakınca olmaz. Çünkü bu durumda savaş­ma gücü yeten herkesin üzerine farzı ayndır. Erteleme imkanı da yoktur. Ama borcun ödenmesinin ertelenmesi mümkündür. Çıkmamanın zararı borcu ödeme­menin zararından daha büyüktür. Çünkü çıkmamanın zararı bütün müslümanlara dokunur. Onun için iki zarardan daha büyük olanı gidermekle meşgul olması va­ciptir. Alacaklının da onu bundan alıkoyma hakkı olmaz. Onun için borçlunun ondan izin alması da gerekmez.

2818- Müslümanların savaşmak için gittikleri yere git­tiğinde bakar;   müslümanlar için bir tehlike mevcutsa sa­vaşır, ama onlar için tehlikeli bir durum yoksa, alacak­lının izni olmadan savaşması doğru olmaz.

Çünkü savaştığı taktirde ölebilir ve borcu ödenmemiş olur. Savaşmasıyla alacaklının hakkını tehlikeye atmış olur. Onun için alacaklının izni olmadan böyle yapmaması daha iyi olur.

2819- Borçlunun adı kütükte yazılı olup komutanı sa­vaşa çıkması için emir verecek olursa, durumunu devlet başkanına bildirmesi için borçlu olduğunu komutana bildirmesi lazımdır. Devlet başkanı bu durumda görülecek iş için diğerlerini yeterli buluyorsa, savaşa çıkarmayabilir. Ama çıkmasını istiyorsa, devlet başkanına itaat eder.

Çünkü   böyle bir   şeyde devlet başkanına   itaat etmesi   vaciptir. Özrünü

bildirdiği halde kendisi mazur görmeyip çıkmasını emretmişse, ona itaattan daha faziletli bir iş olmaz. Devlet başkanından izin alamıyorsa ve çıkmadığı taktirde kendisine düşecek paydan mahrum olmamak için yemin etmekten de korkuyorsa, alacaklının izni olmadan çıkmasında sakınca olmaz.

Çünkü bu çıkması, borcu ödemek için bazı yollara başvurmak demektir.

2820- Çıkmamaya gayret ettiği taktirde bundan sağla­nan geçimi kesilecekse, o zaman borcunu ödemesi daha çok tehlikeye girer.

2821- Mücahidin borcu olmayıp anne babası yahut on­lardan birisi hayatta olup savaşa gitmeyi kendisine ya­saklıyorsa, onların izni olmadan savaşa çıkmaması onun için müstehap olur. Zira adamın biri Rasulullaha gelerek "ey Allahm Rasulü, seninle beraber cihad etmek için gel­dim, annem ve babam da geldiğim için ağlıyordu" dedi. Rasulullah ona "Git, ağlattığın gibi onları güldür" bu­yurdu. Bir başkası da "annem istemediği halde sizinle be­raber cihad etmek istedim" dedi. Rasulullah ona da "An­nenin yanında kal, şüphesiz cennet ayaklarının yanında­dır", buyurdu.

2822- Genel seferberlik halinde ise anne ve babası is­temese de çıkması gerekir.

Çünkü cihada çıkarak hem kendini, hem onları korumaktadır.

2823- Seferberlik genel olmayıp devlet başkanı cihada çıkmasını bildirmişse, o zaman anne ve babasının durumunu ona bildirir, buna rağmen çıkmasını emrederse, ona itaat eder.

Çünkü devlet başkanı burada anne ve babası gibi kendisine vacip olan bir hakkı yüklemiştir.. Yani adamın adı kütükte yazılı ise, kölenin efendisine itaat ettiği gibi devlet başkanına itaat ederek cihada çıkması gerekir.

Nitekim istese de, istemese de çıkmaya mecbur edebilir. Kölenin efendi­sine tabi olduğu gibi yolculukta da, ikamette de devlet başkanına tabi olur. Köle­nin anne ve babası istemese de efendisine itaat ederek cihada çıkması vacip ol­duğu gibî, askerin de devlet başkanına itaat etmesi gerekir.

2824- Seferberlik genel değilse, köle efendisinin izni olmadan cihada gitmez.

Çünkü efendiye hizmet ve ona itaat etmek köle üzerinde farzdır. Yani kölenin şahsı üzerinde farzdır.

2825- Genel seferberlik zamanında efendisinin izni ol­madan köle savaş meydanına çıkabilir.

Çünkü çıkarak kendini, efendisini ve bütün müslümanlan savunur.

2826- Zaruretin kesin olması halinde efendisinin köle­sini cihada çıkmaktan ve savaşmaktan alıkoymaya hakkı olmaz. Ondan izin alması da gerekmez. Cihada çıkmada sözleşmeli  köle ( mükateb) , diğer köleler gibidir.

Çünkü bu çıkış hali, sözleşme ile sabit olan kurtuluş kapsamında değildir. Çünkü o sözleşme malı kazanma ile sınırlı bir şeydir.

2827- Hür kadının mahremi yanında savaşa çıkması ca­izdir. Yaralıları tedavi eder, hastalara bakar,   müslümanlar üç günlük ve daha fazla yolculuk yapacakları taktirde, yaşlı da olsa, genç de olsa mahreminin izni olmadan çıka­maz.   Çünkü   Rasulullah   "Kocasının   beraberinde   yahut mahrem bir yakını olmadan kadın üç gün üç geceden fazla yolculuk yapmaz"   buyurmuştur. Ama yolculukları  daha kısa bir yere ise, mahremi olmadan çıkmasında bir sakın­ca yoktur. Fakat evli ise, ancak kocasının izni ile çıka­bilir.  Fakat  seferberlik   genel  olup  kadının  çıkması  da müslümanlarm takviyesi için gerekli ise, çıkabilir. Savaşacak erkekler bulunduğu taktirde kadının bizzat savaş­ması da uygun olmaz. Çünkü kendisi avrettir. Savaş es­nasında bir tarafının açılması  da söz konusu olabilir.

Sonra, kadının savaşa bizzat katılması müslümanlar hakkında şüpheye yol açabilir. Çünkü düşman kadınların yardımına muhtaç olacak kadar müslümanların zayıfladı­ğını düşünebilir. Ancak ihtiyaç halinde kadının savaşma­sında sakınca olmaz. Nitakim Uhud günü Nesibe Binti Ka'b müslümanlar çekilirken Rasulullahm yanında sa­vaşmıştır. Rasulullah "Bugün Nesibe'nin makamı falan fi­lanın makamından üstündür" buyurmuştur. İhtiyaç halinde savaşmasından dolayı onu övmüş ve takdir etmiştir.

Böylece anlıyoruz ki ihtiyaç halinde kadının bizzat sa­vaşmasında sakınca yoktur. Devlet başkanı halkı savaşa çıkmaktan ve savaştan nehyederse, seferberliğin genel ol­ması dışında, ona itaatsizlik etmeleri doğru olmaz.

Çünkü yasak olmayan bir işde, kölenin efendisine itaat etmesi gibi, dev­let başkanına itaat vaciptir. Genel seferberlik dışında, köle efendisinin izni ol­madan nasıl çıkamiyorsa, burada da çıkamaz. En iyi Allah bilir.[16]

 

Darulharpte Mekruh  Olan Ve Olmayan Şeyler

 

2828- Allah yolunda (savaşta) kişinin çıngırak taşıma­sında ve müslümanların kalelerinde çıngırak bulundurma­sında bir sakınca yoktur.

Çünkü bu, müslümanları güçlendiren ve uykuya dalmalarını önleyen bir şeydir. Çıngırağın kullanılmasının mekruh oluşu, eğlence olarak kullanılması ve müslümanları düşmana veya hırsızlara göstermesi bakımındandır. Bu durum söz konusu değilse, kullanılmasında sakınca olmaz. Çünkü Rasulullah "Ameller ni­yetlere göredir" buyurmuştur. Savaşta ata giydirilen zırhla beraber çıngırak takıl­masında da sakınca yoktur. Çünkü savaşın hilelerinden biri olup düşmanı ürküt­meye yarayabilir.

2829- Halkın   toplanması için davulların çalınmasında da sakınca yoktur.

Çünkü bu bir eğlence değildir. Mekurh olan, eğlence davuludur. Tef gibi. eğlence için çalınması mekruh ise de nikahın duyurulmasında çahnmasındaki ber sakıncası yoktur.

2830- Savaşta insanların toplanması için müslümanların çan çalması yahut boru Öttürmeleri doğru değildir.

Çünkü bunlar hiristiyan ve yahudilerin yaptığı şeylerdir. Onlara benze­memiz yasaklanmıştır. Zaten amaç bundan başka şeylerle de gerçekleşmektedir. Amacı başka şeyler ve yollarla gerçekleştirmek mümkün olduğu takdirde ya­saklanmış şeyleri kullanmamız caiz olmaz.

2831- Müslümanların şehir ve kalelerinde namaz kıl­mak, nöbet tutacak yeterli kişiler olduğu taktirde, nöbet beklemekten daha faziletlidir. Çünkü ibadet mefhumu da­ha güzel gerçekleşmektedir. Ama nöbet bekleyecek yeterli kişi yoksa, o takdirde nöbet beklemek daha üstün olur. Zira nöbet beklemek bu yere mahsus bir şey olup kişi bundan başka yerlerde nafile namaz kılma imkanına da sa­hiptir. Mekkede tavaf etmek ile namaz kılmak gibidir. Bu sebepten dolayı yabancılar için, tavaf etmek namaz kıl­maktan üstündür. Ama kişi hem namaz kılmayı hem de nöbet beklemeyi yapabiliyorsa, yapabilir.

Çünkü iki ibadeti yapmak birini yapmaktan üstündür . Oruç ve itikafı, tavaf ile Kur'an tilavetinin ikisini yapmak gibi.

2832- Kıbleye dönerek kılması nöbet beklemekten   alı­koyuyor ve kıbleye dönmeden hem nöbet beklemek hem namaz kılmak istiyorsa, yapamaz. {Kıbleye dönerek kıl­ması lazımdır.)

Çünkü bilerek kıbleye yönelmeden namaz kılmak zaruret hali dışında caiz değildir. Burada ise zaruret meydana gelmez. Çünkü nöbet beklemek sadece onun şahsının yapacağı bir şey olmayıp başkaları da yapabilir.

2833- Farzı doğuya, batıya ve kuzeye kısmen dönerek kıldığı takdirde nasıl caiz olmayıp manazı tekrar kılması gerekiyorsa, nafile namazı da bu şekilde kılamaz.

Çünkü farz ve ve nafile namazlarda kıbleye yönelmek gereklidir ve ikisi için bu gereklilik aynıdır.

2834- Yüzünü kıbleden çevirmeyerek  farz namazda bi­raz meylederek kıldığı takdirde namazı tekrar kılması ge­rekmez. Çünkü hem namaz kılma hem de nöbet bekleme ibadetini yerine getirmiş olur. En iyisi, namazı uzatmadan iki rek'at kılıp nöbet tutmaya dönmesidir. Her iki rek'at başında bu şekilde nöbet bekler. Namazı çok kısa da kilsa nöbette ihmalkarlığı sözkonusu olacaksa, namazı bırakır. Tıpkı  kıbleye yönelerek  namaz kılmasının  mümkün  ol­maması gibi. Ama hem namaz kılma hem nöbet beklemeyi beraber yürütebiliyorsa, ikisini de yapar.

2835- Savaşta ve savaş dışında atın boynuna gerdanlık: takmasında sakınca yoktur.

Çünkü gerdanlık takmak savaşçı olan ve olmayan binicilerin şeylerdendir. Müslümanların güzel gördüğü şey Allahm yanında da güzeldir. Kr varki yay takmaları doğru olmaz. Çünkü hadiste "Atların boynuna gerdanlı takın, ama yay takmayın" denilmiştir. Yasağın sebebi ise atın yayla boğulup ö tehlikesidir. Onun için atın boynuna yayın takılması mekruh olmuştur.

2836- Savaşta ve savaş dışında ince ipeğin giyilmesi mekruhtur.

Çünkü ince ipek silahtan korunmak için değil, rahatlığı için giyilir.

2837- Savaşta yararlanılan kalın ipeğin hükmünü hakkındaki ihtilafı daha önce belirtmiştik.

2838- Mücahidin atının zırhında hayvan resminin bu­lunması   mekruhtur.  Eyer   ve  halkalımda   da   bulunması mekruhtur. Giydiği elbisesinde bulunması da aynı şekil­dedir. Bu  şeylerde  ağaç resimlerinin  bulunmasında sa­kınca yoktur.

Rivayete göre Rasulullaha üzerinde kuş resmi bulunan bir kalkan hediy{ edilmiş, o da sabaha kadar o resmi yok etmiştir. Rasulullah için bunu meleğe yaptığı da söylenir. Bu da böyle bir şeyin kullanılmasının mekruh ol<duğurn_ gösterir. Hayvan resimlerinin ancak üzerinde yatılan ve oturulan halı, yastık gıb şeylerde bulunmasına ruhsat vardır. Zira Cebrail aleyhisselam RasulullaJha "y, bunların başlan kesilir yahut yastık yapılıp üzerine oturulur" Çünkü bu durumcU resmin yüceltilmesi ve resimlere yahut heykellere tapan kişilere benzemek söz-konusu olmaz. Ama dikilen, giyilen veya bir yere asılanlar böyle değildir _ Çünkt bu durumda onlara tapan kişilere benzemek yahut onları yüceltmek: sözko-nusudur. Onun için mekruh olur. Bundan da anlaşılıyor ki kapının üzerine hay­van resimli yaygıların asılması mekruhtur. Çünkü bu yaygıların üzerine basıl­mıyor, aksine asılıyor. Üzerinde hayvan resmi bulunan perde ve peştemalin kul­lanılması da mekruhtur.

2839- Evde kullanılan kaplarda insan ve hayvan re­simlerinin bulunması da mekruhtur.

Çünkü bunlar serilen ve üzerinde oturulan şeyler değildir.

2840- Savaşta altından veya gümüşten yapılmış göğüs zırhı ve miğfer taşımakda sakınca yoktur.

Ebu Yusuf ve Muhammed'in görüşüdür. Ebu Hanife'nin görüşüne göre ise mekruhtur. Hakkındaki ihtilaf savaşta dibac (dallı, çiçekli ve ipekli) kumaşın giyimi hakkındaki ihtilaf gibidir. Çünkü Rasulullah "Bu ikisi ümmetimin kadın­larına helal, erkeklerine haramdır" buyurmuştur. Bu şekilde resimli elbise giy­mekle bunu giymek arasındaki fark oraya çıkmaktadır. Çünkü bunun yasaklan­ması hem kadın, hem erkek için geneldir. Böylece zaruret durumu dışında buna ruhsatın olmadığım anlarız. İpek ve altın kadınlara süs için mubah görülmüştür. Yani kendilerine yarar sağladığı için bunlara ruhsat verilmiştir, yoksa zaruretten dolayı değildir.

2841- Düğmeleri ipek veya altın olan bir elbiseyi   sa­vaş dışında da giymede sakınca yoktur.

Çünkü bir, iki ve üç parmak kadar ipek için ruhsat vardır.

2842- Erkekler için altın düğme ve elbisenin katlı ke­narlarında altının bulunması (bulunması) mekruh olduğu gibi, altın yüzük de mekruhtur. Ama içinde çivi gibi altın bulunan gümüş yüzük takmasında sakınca olmaz.

Çünkü bu az olup elbisedeki düğme mesabesindedir. Elbisenin düğme ve katlı kenarları ( kol ağızlan) da bu şekildedir.

2843- Üzerinde hayvan resmi bulunan silahı kullanmak için zaruret varsa, kullanılmasında sakınca olmaz.

Çünkü Ölü eti yemede olduğu gibi, zaruret olan yerlerde haram olmaz. Res­min başı kesik yahut yüzü silik ise, gerçek resim sayılmaz.

Çünkü mekruh olan, canlı hayvan resmidir ve bu da başsız olmaz.

2844- Kabenin üzerine canlı resmi bulunan bir örtünün Örtülmesi mekruhtur.

Çünkü bütün mescitlerde resimlerin bulundurulması mekruh olduğu gibi Kabe üzerinde bulunması evveliyetle mekruh olur.

2845- Resimlerin başları görülmeyecek şekilde sıvanıp kapatılırsa, sakıncası kalmaz.

Çünkü bu durumda artık resim değildir.

2846- Yine evin duvarlarındaki resimlerin yüzleri sıva yahut alçı ile kapatılırsa, mekruh olmaktan çıkar. Sahibi istediği zaman sıvayı söküp atabileceği bir durum da olsa, sakıncası ortadan kalkar.

Çünkü mekruh oluşu, resme saygı göstermeklen ve, heykellere tapanlara benzemekten ileri gelmektedir. Sıvama yahut alçılama ile bu durum ortadan kalkmış olur.

2847- Silah üzerindeki resimlerin üzerine kaplama ya­parsa ve elbise üzerindeki resimlerin üzerine de dikişler geçirir yahut bir yama yaparsa, artsk mekruh olmaktan çıkar.

Çünkü bütün bunlarla mekruh olmaktan çıkar.

2848- Bayrak  ve  sancaklarda  da  canlıların  resimleri mekruhtur.

Çünkü bunlar yukarı asılan şeylerdir.

2849- Bayrak ve sancakların üzerinde ağaç ve başka şeylerin resimlerinin bulunmasında sakınca yoktur. Çün­kü hadiste belirtildiği gibi mekruh olan şeyler, canlı resmi olanlardır. Hadiste "Kıyamet günü onu yapan kişiye ruh üfürmesi teklif edilir, fakat üfüremez" denilmektedir.

2850- Sıcaktan ve soğuktan korunmak için evin duvar­larını üzerinde resim bulunmayan aba ve kalın ketenle ört-nıekde bir sakınca olmaz.

Çünkü bu ikisi süs için değil, yararlanmak içindir. Bunlardan süs olanlar

mekruh olur.

2851- Rivayete göre Hz. Ömer bunların çıkarılmasını emretmiştir. Selmani Farisi de bir evde bunu gördüğü za-nıan  "Eviniz sıtmalı mı yahut Kinde'dc Kabe mi değiş­miştir?" diyerek yadırganılır. Böylece başka evlerin Kabe'ye benzerliği sebebiyle bunun mekruh olduğunu   anlı­yoruz.

Ebu Hanife'nin görüşüne göre üzerinde oturmak ve yatmak için ipeğin yere serilmesinde sakınca yoktur. İpeğin yastık yapılmasında da sakınca yoktur. Sade­ce giyilmesi mekruhtur. İmam Muhammede göre ise ipeğin giyilmesi mekruh olduğu gibi yastık yapılması ve yere serilmesi de mekruhtur. Bu görüş Ubeyde es-Selmani'den nakledilmiştir.

2852- Şüphe yok ki üst kaftanın   ipek     olması   mek­ruhtur.

İmam Muhammed, Hz. Ali'nin hadisini delil göstermiştir. Medayin şeh­rinde binmek için Sasani valisinin atı getirildiğinde Hz. Ali elini eğerin halkasına atınca, kaymıştır. Bu nedir? deyince, dibactır dediler. Binmek istemedi.

Bunun üzerinde oturmanın sakıncası yoksa, altm sergi üzerine oturmanın da sakıncası olmaz, demiştir. Çünkü ikisini aynı gönnek, bıraktığı etki bakımın­dandır. İttifakla altın sergi üzerinde oturmak mekruh ise, bu da mekruhtur. Üze­rinde oturulacak altm sergiye ruhsat verildiği halde yemek için altm tabaklara nasıl ruhsat verilmez!

2853- Yüzüğün kaşında canlı resmi olmasında sakınca yoktur.

Çünkü bu göze pek görünmez ve uzaktan pek sezilmez. Ama uzaktan gö­rülenler mekruh olur. Sonra, resim ve heykellere benzeme ve resmi tazim etme de bununla meydana gelmez. Huzeyfe îbn el-Yeman'ın yüzük kaşında iki canlı resmi vardı ve bu ikisi arasında Kur'an'dan birşeyler bulunuyordu. Ebu Musa el-Eş'ari' nin yüzüğünde yatan bir arslan resmi bulunuyordu. Nitekim başında tacı ile tahtı üzerinde oturan yabancı ülke kiralı resminin üzerinde bulunduğu para ile müslü-manm namaz kılmasında sakınca yoktur.

2854- Kişinin evinde üzerinde oturmadığı bir serginin ve içinde yiyip içmediği ve yalnızca süs için kullandığı al­tın ve gümüş tabakların bulunmasında sakınca yoktur. Muhammed İbn el-Hanefiyye'nin evinde bunlardan bu­lunduğu ve kendisine bunlar sorulduğunda "Kureyşten bir kadınla evlendim, o getirdi" dediği rivayet edilir. En iyi Allah bilir.[17]

 

Düşmanın Suyunu Kesmek, Kalelerine Karşı Mancınık Dikmek Ve Kalelerini Yakmak

 

2855- Müslümanların düşman kalelerini ateşle yakmak, içindekilerini su ile boğmak, onlara karşı mancınık kur­mak, sularını kesmek, sularını bozmak için kan, zehir ve ilaç katmakta bir sakınca yoktur.

Çünkü onları yenmek ve güçlerini kırmakla mükellefiz. Söylediğimiz bütün bunlar savaş tedbiri olup düşmanın gücünü kırmak İçindir. Onun için emirlere muhalefet değil, bilakis onları yerine getirmektir. Diğer taraftan bütün bunlar düş­mana zarar vermektedir. Sevap kazanmanın da sebebidir. Yüce Allah şöyle bu­yurmaktadır: "Kafirleri öfkelendirecek bir yere ayak basmaları ve düşmana karşı bir başarı kazanmaları, ancak bunların karşılığında kendilerine salih bir amel yazılması içindir".[18] Onlar arasında büyük, küçük, kadın, erkek eman altında olan kişilerin yahut müslümanların esirlerinin bulunduğunu bilmemiz bu işleri yapmaya engel değildir. Çünkü düşmanı mağlup etme emrini yerine getirmek için bunlara isabet ettirmemek mümkün değildir. Sakınmanın mümkün olmadığı şey de afvedi İm iştir.

2856- Belirttiğimiz kişilerden   bu sebepten dolayı he­lak olanlar olursa, m üsl umanlar a bundan dolayı birşey ge­rekmez.

Çünkü yaptıkları bu iş mubah, istenilen ve emredilen bir şeydir. Kaçı­nılması mümkün olmayan şeyler bağışlanmış sayılır. Bundan dolayı dünyada ve ahirette herhangi bir sorumluluk düşmez.

2857- Bunun dayanağı şudur; Hz. Peygambere düşman erkekleriyle beraber evlerde kadın ve çocukların öldürül­mesinin   durumu  kendisine  sorulduğunda   "Onlar   onlar -

dandir" buyurmuştur. Yine Hz. Peygamber Şam bölge­sinde bir yer olan Ubna'ya saldırıp yakması için Usame İbn Zeyd'i görevlendirmiştir. S el man, Taif kalesine man­cınık kurması için Hz. Peygambere söylemiş, o da man­cınık kurmuştur. Yine Hz. Ömer, kuşatılan Tüster şehrine karşı mancınık kurması için Ebu Musa el-Eş'a-ri'ye em­retmiş, o da mancınık kurmuştur. İskenderiye şehrini ku = satan Amr İbn el-As da ona karşı mancınık kurmuştur. Hayber'de kalelerden biri olan Natat kalesinin suyunu Ra= sulullah kesmiştir. Bunların yerde biriken sulardan içtik­lerini Öğrenince sularını kesmiş, onlar Ha suları bittikten sonra susuz kalıp teslim olmuşlar ve nıüsliimanîar muzaf­fer olmuşlardır. Seleme İbn el-Ekva'dan rivayet ediliyor; Muaviye zamanında denize açıldık, düşmanla karşılaştık, onlara lav silahıyla ateş ettik.

Bütün bunlardan anlıyoruz ki düşnaın savunma ve ko­runma halinde bulunduğu sürece bunda bir sakınca yok­tur. Ancak esir alındıktan sonra kişilerin ateşle yakılması haramdır, İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre Rasuluî» lalı seriyyeyi göndermiş ve onlara şöyle buyurmuştur: Fa­lan kişiyi ele geçirirseniz ateşte yakınız. Çünkü o adam, Rasulullahın kızı ZeyneVin bindiği deveyi vurmuş ve Zeyneb'in düşük yapmasına sebep olmuştur. Ondan sonra Rasulullah sözünü geri alarak "Onu ele geçirirseniz öldü­rünüz, yakmayınız, çünkü ancak Allah ateşle cezalandırır" buyurmuştur, Rasulullah, Muaz İbn Cebel'i Yemen'e gönderirken ona şöyle buyurmuştur: "Falan kişiyi ele geçirirsen ateşle yak". Muaz ayrılacağı zaman Rasulullah çağırıp ona şöyle demiştir: "Bunu öfkeli iken sana söyle­dim, Allah'ın azabıyla khi'senin azap vermeye hakkı yok­tur. Allah seni ona karşı muzaffer kılarsa, öldür".

Bundan da anlıyoruz ki yakalandıktan sonra düşman esirlerin ateşte yakılması mekruhtur. Ama karşı koyan ve savaşan kişilerin savaş esnasında yakılmasında bir sakın­ca yoktur.

2858- Savaş esnasında lakap takınmak, mensubiyet duygularını öne çıkarmak, şiir okumakta sakınca olmaz. Yeterki müslümanların birbirlerini kötülemeleri yahut bir­birlerine karşı böbürlenmeleri sebebiyle "nüslümanlar ara­sında kin ve nefret sebebi olmasın. Çünkü şiir okuma ve lakapla öğünme gibi şeyler savaşı alevlendirmekte ve sa­vaşanların (düello yapanların) çabalarım artırmaktadır. Bir müslümana eziyet etmemesi şartıyla bu gibi şeylerde bir sakınca olmaz, ama müslümana eziyet ederse, caiz olmaz.

Bunun dayanağı şudur: Hendek günü ashabı kiram hen­dek kazıyor ve şiirler okuyordu. Rasulullah şöyle buyur­du: "kötülük istemiyen (kimseye eziyet etmeyi amaçla-mıyan) kişinin okuyacağı şiirden kimse öfkelenmez, ama Ka'b İbn Malik ve Hassan İbn Sabit hariç. Çünkü bu ikisi bundan çok sözler bulurlar".

Rasulullah ikisine birşeyler söylemeyi yasakladı. Ra­sulullah başkalarıyla beraber kazıyor ve "Allahim, ahiret hayrından başka hayır yoktur, Ensar ve Muhacirlere mağ­firet et" buyuruyordu. O gün kesekler taşıyor ve şöyle di­yordu: "Bu develer Hayber develeri değildir, bunlar on­lardan daha temiz ve daha iyidir". Bundan da anlıyoruz ki mücahidlerin şevkini artıran ve savaşa teşvik eden bu ve benzeri şeylerde sakınca yoktur.

2859- Düşmanın zorla ele geçirdiği ve düşman safla­rında tuttukları müslüman bir adamı, müslüman olduğunu bilmeden başka bir müslüman vurup öldürse yahut müslü­man olduğunu bilip özellikle onu vurmamaya gayret ettiği halde isabet edip öldürse yahut müslüman olduğunu bil­meden özellikle onu vursa, vuran adama ne bir diyet ne keffaret gerekir.

Çünkü mutlak olarak düşmanın saflanna atış yapmak onun için helaldir. Bundan dolayı kendisine bir sorumluluk düşmez.

2860- Ancak düşmanın zorla ele geçirdiği bir müslü-man olduğunu biliyor ve durumunu bildiği halde özellikle onu vuruyorsa, genel kurala (kıyasa) göre kendisine kısas gerekir.

Çünkü bu, kasten öldürmektir. Kasten Öldürmek de kısası gerektirir. Ra-sulullahın "Kasten öldürmek kısası gerektirir" sözü bunu teyid etmektedir.

2861- İstihsana göre ise, kısas gerekmez.

Çünkü düşman safında durmaktadır ve düşman saflarına atış mubahtır. Öl-dürülebilecek bir yerde olması kısasın düşmesi için bir şüphe sayılır. Çünkü kısas şüphe halinde uygulanmayan bir cezadır.

2862- Ama malından onun diyetini vermesi lazımdır.

Çünkü şüpheli durumlarda diyet gerekir. Bu adam, kanı helal olmayan bir adamı öldürmüştür.

2863- Ancak kendisine kefaret gerekmez.

Çünkü bu işi kasten yapmıştır.

2864-  Atıcının yayı kopup ok müslüman saflarında bu­lunan bir müslümana isabet etse yahut başka tarafa gidip savaş  için   gelmiş  müslüman  bir  adamı   öldürse,  vuran kişiye hem  diyet hemde  kefaret düşer.

Çünkü hata ile öldürmüştür. Hata ile öldürme durumunda diyet ve kefaret gerekir. Bu konu ile ilgili olarak şu hatalar meydana gelebilir:

2865- Mesela düşman safında görünce, düşmandan sa­narak özellikle onu vurması ve o kişinin müslüman oldu­ğunun ortaya çıkması. Gerçekten bu bir hatadır.

Çünkü bizzat bir şahsı hedef almış ve vurmuştur. Zannetmesi, fiili ile mut­tasıl değildir. Yani düşmandan zannetmesi ile o kişiyi vurması ayn şeylerdir. Bu­nun hata olduğunu sünnetten öğreniyoruz. Ebu Huzeyfe el-Yeman'ı müslümanlar düşmandan zannederek kılıçlarıyla öldürmüşler, Rasulullah diyetinin verilmesini emretmiştir. Oğlu Huzeyfe İse diyeti müslümanlardan almayıp bağışlamıştır.

2866- Düşman kalesini mancınıkla dövseler ve kalede bulunan müslüman bir tüccarı yahut bir esiri öldürseler, vuranlara birşey gerekmez. Bu kişi düşman arasında oldu­ğunu bildirmiş olsa bile, durum  aynıdır.

Çünkü belirttiğimiz gibi atış yapmak mutlak olarak mubahtır.

2867- Yine bir sığınakta duman yapsalar ve sığınağın içinde bulunanlarla beraber aynı yerde bulunan bir müs­lüman da ölse, müslümanlar a birşey gerekmez.

Çünkü duman yapmaları mubahtır.

2868- Ancak sığınaktaki kişileri duman yapmadan öl­dürme imkanları olursa, duman yapmamaları evla olur. Fakat ancak duman yaparak öldürme imkanları varsa, bu şekilde öldürmelerinde bir sakınca olmaz.

Çünkü duman ile müslümanları değil, düşmanı öldürmeyi amaçlamışlardır. Bu da mutlak olarak işlemeleri mubah bir iştir. Fakat hata ile öldüren kişinin müs­lümanları Öldürmekten sakınması lazımdır. Çünkü genel olarak bundan sakınmak mümkün olur.

2869- Mancınık taşı geri dönüp müslümanlarm karar­gâhında bulunan bazı müslümanmları öldürse, onların ke­faret ve diyetlerini ipleri çekenlerin vermesi gerekir.

Çünkü bu genel olarak sakınılması mümkün bir hatadır.

2870- Öldürülenlerin diyet ve kefaretlerini mancınıki tutan ve taşı tutup doğrultan kişi değil, ipleri çekenler verirler.

Çünkü atıcıların kendileri ipleri çekmektedir. Zaten taşı tutup doğrultan ve mancmıkı düzelten kişinin değil, ipleri çekip atış yapanların fiili ile taş git­mektedir.

2871- Taş, atanların kendileri üzerine düşüp onlardan bir adamı öldürse, diyetini vermeleri gereken yakınları (âkileleri) onun diyetini vermesi gerekir. Ancak verecek­leri miktar onun payı kadar az olur. Mesela yirmi kişi ol­maları halinde, diyeti yirmide bir kadar eksik olur.

Çünkü onlarla beraber kendini öldürmüştür. Onun için payı kadar diyeti az olur. O da diyetin yirmide biri kadardır. Tıpkı bir adamı hem kendisinin hem başkalarının yaralaması gibi.

2872- Her birine tam kefaret düşer.

Çünkü kefaret İşlenen fiilin cezası (karşılığı) dır. Sonra, kefaret bölünme kabul etmez. Diyet ise böyle değildir.

2873- Düşmanlar müsluman çocukları kendilerine kal­kan yapacak olsa, müslümanin onlara atış yapmasında sa­kınca olmaz. Çocuğa isabet edecek olursa, atan kişiye bir şey gerekmez.

Çünkü atış yaparken müslümanı değil, düşmanı hedef almaktadır.

2874- Müslümanlar bunun için diyet verecek yahut ke­faret  Ödeyecek  olsalar, o  zaman  savaşmazlar. Vurduğu kişilerden  dolayı  kendisine  kefaret  gerekecek  olan  kişi nasıl savaşsın! Diyeti ödemediği taktirde günahkar olacak ve Allahm bağışlaması dışında, ölünce günahkar olarak Rabbinin huzuruna çıkacak olduğuna inanan bir kişi  nasıl çarpışsın.

Bu da hata eden kişinin günahkar olacağını açıkça ifade etmektedir. Ashabımızdan bazıları  "Hata ile yaptı-ğımzdan dolayı size günah yoktur'[19]   ayetine bakarak hata ile vuran kişinin günahkar olmayacağını söylemesine rağ­men, hatadan dolayı günahın olduğunu bu açıkça ifade et­mektedir. Hata eden kişiye keffaretin gerekli olduğunun ifade edilmesi bu fiilden dolayı günahkar olduğunun açık göstergesidir. Ayeti kerimeden maksat da, keffaret veril­dikten sonra artık günahın kalkmış olacağıdır. Zaten  kef­faret ancak günahları örtmesi için meşru olmuştur. Nite­kim hatadan sakınmak genel olarak mümkündür. Bütün bu söylediklerimizle şunu ifade etmek istedik. Fiil (iş) mut­lak olarak mubah olduğu sürece keffaret ve diyeti gerek­tirmez.

2875- Silahın zehirli yapılmasında bir sakınca olmaz.

Çünkü zehirli silah İsabet ettiği zaman düşmanı daha çok Öldürür ve etkili olur. Bu da haıp hilelerinden biridir. Harp hilesi olacak işlerde müsluman için bir sakınca olmadığım belirtmiştik.

2876- Sivri uçlu şeylerin başına pamuk, bez gibi   şey­ler sarılarak yağa batırılıp  ateşlenmesi ve yakması için düşmana atılmasında da sakınca olmaz.

Çünkü bu da harp hilelerinden biridir.

2877- Mücahitlerin  her  sene  gelip  geçecekleri  yolda bulunan ve kendilerine yarıyacak olan şeyleri tahrip etme­meleri uygun olur. Mesela yol üzerindeki suyu batırma-maları ve meyve ağaçlarını kesmemeleri gerekmesi gibi.

Çünkü bu şeylere her sene muhtaç olurlar. Zarar verecek olurlarsa hem kendilerine hem cihada çıkacak başka müslümanlara zarar vermiş olurlar. Bu za­rardan sakınmak gerektiği için böyle şeyleri yapmaları mekruh olur. Ama bunun dışında düşmanı öfkelendirecek ve moralini bozacak şeyleri yapmalarında bir sakınca yoktur.

2878- Darulharbe eman ile giren bir müslümanin düş­man için   silah, at ve insan zırhı gibi müslümanlara karşı onları güçlendirecek şeyleri yapmaması gerekir.

Çünkü bu şeyleri darulislamdan düşmana götürmek müslümanlar için son derece mekruhtur. Darul harpte bu şeyleri onlara yapmak da aynı şekilde mekruh olur.

2879- Bu konuda eman altında olan müsluman ile esir düşen  müsluman  aynıdır.

Çünkü ikisi de düşmanın güç ve kuvvetini kırmakla mükelleftir ve düşmanı müslümanlara karşı güçlendirecek şeyle takviye etmekten şiddetle kaçmmalan ge­rekir.

2880- Bunu yapmaları için hapis, elleri ve ayakları bağlanması gibi cezalar ve tehditlerle zorlasalar bile, ce­vap yine aynı olur.

Çünkü kendilerinin bu cezalarla telef olma korkulan olmaz. Zaruret ancak helak olma korkusu olan şeyle gerçekleşir. Yani ölüme götürecek bir ceza ile za­ruret ancak gerçekleşir.

2881- Ölme veya organlardan birini kaybetme tehlikesi olan bir ceza ile tehdit edecek olurlarsa,   o zaman onlara istediklerini yapmakta sakınca olmaz.

Çünkü zaruret gerçekleşmiş olmaktadır. Zaruretin gerçekleşmesi halinde müslüman bundan daha büyük şeyler yapabilir. O da dili ile şirk sözü söylemek­tir. Bunu söylemesinde sakınca olmasa, onlara silah yapması evleviyetle sakıncalı olmaz.

2882- Düşmanın istediği bu şeyleri yapmayı red ettiği için öldürülecek olursa, onun için daha faziletli olur.

Çünkü bu davranışıyla dine bağlılığını ortaya koymuştur. Düşmanı öfke­lendirip moralini bozacak bir işi yapmış ve müslümaniarın gevşemelerine yol aça­cak şeylerden kaçınmış olur. Bu daha çok sevap kazanmasına sebep olur. Şirk sözü söylemeyip öldürülmesi de aynı şekilde sevabının büyük olmasını gerektirir.

2883- Müslüman kişi darul harpte eman altında olup bu işlerden birini yaptığı zaman kendisini darulislama çık­maktan engellemiyorsa ve bu yaptığını kendilerine ücret karşılığı yahut ücretsiz vermeye mecbur etmiyorlarsa, o şeyi darulharpte yapıp daruiislama çıkarmasında bir sa­kınca olmaz.

Çünkü böyle yapmasında müslümanlara karşı düşmanı güçlendirme yok­tur. Ama yaptığı şeyi kendisinden almalarından korkuyorsa, yapması doğru ol­maz. Nitekim ticaret yapmak için de bu şeyi kendisinden almıyacaklarma kesin inandığı takdirde kendisinden yararlanmak İçin beraberinde götürebilir. Yukarı­daki durum da bu şekildedir.

2884- Eman altındaki müslüman darulharpte bir demir madeni bulsa, oradan çıkaracağı şeyler kendisinden ücret karşılığı veya ücretsiz olarak  alınacaksa, maden ocağında çalışması mekruh olur.

Çünkü demir, silahın temelidir ve hüküm bakımından silah yapmak gibidir.

2885- Ama rızası dışında kendisinden alınmayacağını biliyorsa, maden ocağında çalışması ve çıkardığı şeyleri darulislama getirmesinde sakınca olmaz. Ama çıkardığının bir kısmı kendisinden alınacak ve diğer kısmı kendisine verilecekse, müslümaniarın çok zaruri ihtiyaçlarının bu­lunması halinde ancak ocakta çalışabilir. Yahut darulis­lama çıkaracağı bu miktar ile müslümanlara büyük destek sağlayacaksa, orada çalışabilir. Çünkü böyle olursa müs­lümanlara zarar vermeyi değil, yararlarını sağlamayı amaçlamış olur. Bunda da bir sakınca olmaz.

Darulharpte müslümanlar ele geçirdikleri hayvanları darulislama çıkarma imkanına sahip olmazlarsa, onları öldürdükten sonra yakmaları gerektiğini daha önce be­lirtmiştik. At, kısrak, inek ve benzeri hayvanları boğaz­lama imkanları olduğu halde yaralayıp bırakmaları ve ezi­yet etmeleri doğru olmaz.

Çünkü bu bir işkencedir. Rasulullah yırtıcı köpek bile olsa hayvana işkence yapılmasını yasaklamıştır.

2886- Ama öküz, at gibi hayvanlarla başa çıkamadık­ları takdirde onları vurarak öldürmelerinde sakınca olmaz.

Çünkü kesme imkanları olmamıştır. Öldürmemeleri ise düşmana yarar sağlar. Onun için vurarak öldürmelerinde sakınca olmaz.

2887- Bunun dayanağı olarak şu olay nakledilmektedir; Mute savaşında  Cafer  Tayyar  artık savaşa devam ede-miyeceğini anlayınca atından inmiş ve vurup Öldürmüş, ondan sonra savaşabildiği kadar savaşarak şehit olmuştur. Bu da gösteriyor ki müslümanın atından inip piyade ola­rak savaşması ve çarpışmasında bir sakınca yoktur. Çünkü böyle yapmakla düşmana asla kaçmadığını göstermekte ve düş­manın gücünü kırmaya çalışmaktadır. Bu da savaşın taktiklerindendir. Ashaptan bir çok kişi bu şekilde yapmıştır. Bunlardan birisi Asım İbn Sabit'tir. Raci vakasında Beni Lihyan'la ç.ırpışma meydana geldiği gün şehit edilmiştir. Kendisini arı sürüsünün koruduğu kişi olarak bilinir. Çünkü müşriklerin kendisini şehit ede­ceklerini bildiği anda "Allahim, ben senin dinini çabalarımla korudum, sen de vü­cudumu koru" diye dua etmiş, şehit edilince Yüce Allah arı sürüsü göndererek vücudunu korumuş ve müşrikler kafasını kesmek için yanına yaklaşamamişlardır. Gecenin olmasını ve arıların çekilmesini beklemişler. Ama gece olunca cesedini aramışlar, fakat bulamamışlardır. Onun için kendisi an sürüsünün koruduğu kişi olarak anılmıştır.

Münzir îbn Amr es-Saidi de bunlardan biridir. Bi'ri Maune günü düşmanla çarpışmış ve şehit düşmüştür.

Böylece arılıyoruz ki müslümanın atından inerek şehid edilinceye kadar düşmanla çarpışmasında bir sakınca yoktur. Aynı şekilde kılıcının kinini kırması ve atını kesebildiği takdirde kesmesi yahut vurup öldürmesinde, sonra öldürülün-ceye veya muzaffer oluncaya kadar piyade olarak çarpışmasında sakınca yoktur.

Yani müslüman kişi savaş esnasında atından inip savaşabilir veya şehid olur yahud muzaffer olur. Çünkü bütün bunlar satılan malın teslimini gerçek­leştirmekte olup Yüce Allahm "Şüphesiz Allah müminlerin can ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır"[20] hükmünü yerine getirmektedir.

2888- Müslümanlar bilinen yolları üzerinde bulunan düşmanın bir kalesini kuşattıklarında onların ağaçlarını kesip sularını batırmalarınada sakınca olmaz. Yukarıda da belirttiğimiz gibi kimseyi kuşatmış bulunmadıkları zaman böyle şeyleri yapmamaları daha iyi olur.

Zira bundan hem kendileri daha sonra zarar görmez, hem başkaları da zarar görmemiş olur. Ama düşmanı kuşatmış iseler, o zaman böyle şeyler düşmanın gücünü kırıp moralini bozmakta, teslim olmalarım sağlamaktadır. Bu durumda müslümanİann yararı daha sonra olabilecek zararlarından daha büyük olur. Onun İçin kuşatma halinde bu işleri yapmalarında sakınca olmaz.

Müslümanların kalelerinden birini kuşatmış bulunan düşman müslüman-lardan bir esir alıp kaleyi açmalarını sağlıyacak bir yol göstermesini isterlerse, onların bu isteğini yerine getirmesi caiz olmaz. Çünkü böyle bir şey müslüman­İann aleyhine düşmana yardım etmektir. Yapmadığı taktirde kendisini ölümle teh-

13-

dit edecek olurlarsa, bakar: İstediklerini yaptığı taktirde müslümanların kalesini zaptedip içindeki kadın ve çocukları esir alıp mücahidleri öldüreceklerinden emin olursa, onların istediklerini yerine getirmesi helal olmaz. Çünkü böyle bir şeyle müslümanİann helak olmasına sebep olacaktır. Müslümanın kendi canı için müs-iüman cemaatin canını feda etme hakkı yoktur. Nitekim birini öldürmesi için ikrah edilen (zorlanan) kişinin öldüreceği bir tek kişi de olsa, onu öldürmesi helal ol­ma/.- Ölümle tehdit edilen kişinin bir kişiyi Öldürmesi caiz değilse, müslüman bj cemaatin ölümüne sebep olması evleviyetle caiz olmaz.

Mesela düşman, öldürmek istedikleri bir müslümam arayarak bir müslümana "Nerede olduğunu söyle, yoksa seni öldürürüz" derse ve kendisi de onlara gösterdiği taktirde onu öldüreceklerine kanaat getirirse, onlara söylemesi yahut göstermesi caiz olmaz.

2889- Çünkü böyle yapması müslümanlara zulüm olur ve müslümanın ölümüne sebep olacak şekilde zulmetmeye hakkı yoktur. Kendisinin ölmesinden korksa bile, buna hakkı olmaz. Ancak göstereceği müslümam öldürmeyip esir almalarından ve beraberinde bulunan bir malı al-malamıdaıı yahut hizmetçi gibi çalıştırmalarından kor-kuyorsa, bakar; Kendisini öldüreceklerine kanaat getirdiği taktirde onun nerede olduğunu söylemesinde sakınca ol­maz* Ama öldürmelerinden emin değilse, nerede olduğu­ma söylemez- Göstereceği kişiyi öldürmeleri kesin ise, onlara göstermediği için öldürülmesi onun için elbette (Lıha büyük seva/ olur. Çünkü bir müslümana haksızlık ve zulüm olacak bir işten sakınmış olacağı gibi dine bağ-(ılığı ortaya koymuş ve düşmanın moralini bozmuş olur. Bunun sevabı da çok büyüktür.

2890- Müslümanalrm kalesini göstermesi için düşma-nın ölümle tehdit ettiği kişi isteklerini yerine getirdiği taktirde müslümanların gücüne bir bakıma gölge düşürmüş olmakla beraber mücahidlerin düşmanın hakkından gele­ceğine ve onlarla savaşacaklarına kanaat getirirse, öldür­melerinden korktuğu taktirde, düşmana kalenin yolunu göstermesinde sakınca olmaz.

Çünkü bu göstermesinde müslümanların helak olması yoktur. Sadece bu gösterme sebebiyle biraz daha kederlenme ve uğraşma sözkonusu olur. Kendi­sinin Öldürüleceğine kanaat getirmesi halinde bu kadarını kişi yapabilir. Ancak yapmamasının sevabı şüphesiz daha büyüktür. Mesela düşman kendisine müslü-manlarla savaşacakları bir silah göstermesini söyleyip ölümle tehdit ederse ve bunu yaptığı taktirde düşmanın müslümanlan mağlup edeceğine kendisi kanaat getirirse, silahı göstermesi- helal olmaz. Ama bu silahla düşmanın güç kazan­masına rağmen müslümanların yine de onlan yeneceklerine kanaat getirirse, ken­disinin Öldürülmesi veya vücudunun parçalanmasından korktuğu taktirde, onu göstermesinde sakınca olmaz. Ama göstermeyip sabreder ve öldürülürse, onun için daha iyi olur.

2891- Ya krala secde edersin, yahut seni Öldürürüz, derlerse, secde edebilir ama secde etmeyip Öldürülmesi onun için daha sevaplı olur.

Çünkü Allahtan başkasına kimsenin secde etmesi caiz değildir. Krala ibadet tarzında secde etmeyi emrettikleri taktirde, bu şirk sözü söylemek yahut haçın önünde secde etmesini emretmek gibi olur. Ancak ölüm tehlikesinin kesin olması halinde buna ruhsatın verildiğini belirtmiştik. Ama bunu yapmamasının sevabı daha büyük olur. Çünkü dine bağlılığı göstermiş ve düşmanın moralini bozmaya çalışmış olur.

Fakat ibadet tarzında değil de, selamlama tarzında krala secde emrederlerse, bana göre bunu yapması ve kendini ölüme atmaması daha iyi olur. Çünkü bizden önceki şeriatlarda bu nevi secde etme mubah olmuştur. Yüce Allah "Ona secdeye kapandılar" [21]buyurmaktadır. Bu, kendisine içki içmeyi emretmeleri mesabesinde olur. Ölüm tehlikesinin kesin olması halinde içki içebileceğini de belirtmiştik. Bu da onun gibidir.

2892- Yolunu göstermesi için zorladıkları kalede kadın ve çecuklardan başka kimse yoksa ve kaleyi fetettikleri takdirde onları esir ve köle yapacaklarına kanaat getirirse, kalenin yolunu göstermesi helal olmaz.

Çünkü bu haksızlıktır. Esir olmak ve köleleşmek hükmen telef olmaktır. Bu, hakikaten onları öldürmek gibi bir şey olur. Onun için caiz değildir.

2893- Ama kalede mallardan başka bir şey yoksa ve kendisini öldürmelerinden emin ise, kalenin yolunu göstermesinde sakınca olmaz. Tıpkı malı telef etmeye zorla­maları mesabesinde olur. Zorlama altında bazı şeyleri yap­masının caiz olması için, kendisine yaptıkları tehdidi ger­çekleştirmek üzere kendisini getirmeleri gerekir. Ama he­nüz öldürmeye kalkışmadıkları sırada bunu   yapması caiz olmaz.

Çünkü tehdit anında henüz emniyet içindedir. Helal olmayan bir işi yap­manın ruhsatı ancak o işin gelip çatması anında olur.

2894- Vakıf olmanın mümkün olmadığı şeylerde kanaat (zannı galip), hakikat gibidir. Öldürülmesine kesin gözü ile bakan kişinin kanaati, ister hetdit etsinler veya etme­sinler, onun için kesinlik mesabesinde olur. Mesela aldık­ları esirlerden öldürdüklerini görmesi ve sıranın kendisine geldiğini müşahade etmesi halinde, tehdit etsinler veya et­mesinler, öldürüleceği artık onun için kesinlik kazanmış demektir.

Çünkü bunu kanaatiyle anlamış bulunmaktadır. Mutlu kişi başkasından ibret alandır.

2895- Kişinin İran yayı ile atış öğrenmesinde sakınca yoktur.

Çünkü bu düşmanın gücünü kırmakta ve morallerini bozmaktadır. Düşma­na zarar verecek bütün şeyleri müslümanm yapması emredilmiştir.

2896- Küçük oklarla atış da bu şekildedir. Kişi onlarla düşmana  atış yapmayı öğrenir.

Bunu (İmam Muhammed'in) belirtmesinin sebebi, bir çok kişinin İran yayı ile atışın mekruh olduğunu düşünmesi ve bu konuda hadis rivayet etmesidir. Ne var ki bu hadis, hem genel uygulamaya ters olduğu için şazdır, hem de Allah'ın kitabı Kur'an a aykırıdır. Yüce Allah "Gücünüz yettiği kadar onlara karşı kuvvet hazırlayın"[22]  buyurmuştur. İran yayı ile atış yapmak da kuvvet hazırlamakdir. Bu acemin İşlerindendir, mücahidin Arap işi olan şeyleri kullanması gerekir, de­nilirse, şöyle deriz:

Mancınık da acem işidir. Fakat Rasulullah, Selman'i Farisi'nin delaletiyle Taife karşı mancınık kurmuştur. Hendek kazmak da acem işlerindendir. Yine Selmanı Farisi'nin delaletiyle Rasulullah hendek kazmıştır. Bundan da anlaşılıyor ki savaş taktiği olan şeylerde bir sakınca olmaz. Bir işin veya şeyin acemin veya arabın malı olması önemli olmadığı gibi, o gün müslümanlar arasında o şeyin bi­linip bilinmemiş olması da önemli değildir.

2897- Savaşta giyilebileceğini söyleyenlerin görüşüne dayanarak ipek veya dibac giyinmiş ve şehid olmuş kişi­nin üzerindeki bu elbiseler çıkarılıp atılır ve kefeninde bunlardan bir şey bırakılmaz.

Çünkü şehidin elbisesiyle defnedildiğini biliyoruz. Sadece silahı alınır. Bu elbiseyi de silah olması için giymiştir ve ancak silah olması amacıyla giymede ruhsat vardır. Şehidin silahı alındığı gibi, giymiş bulunduğu ipek ve dibac el­biseler ele çıkarılır.

En iyi Allah bilir.[23]

 

Darulislamda Caiz Olup Darulharpte Caiz Olmayan Şeyler

 

2898- darulharpte eman altında olan müslümanın hi-yanet  yapmamak  şartıyla  düşmanın  malından  alabildiği şeyleri almasının caiz olduğunu belirtmiştik. Darulislamda satışı caiz olan ve olmayan şeyleri onlara satarken de ku­suru varsa gizlememesi gerekir.

Çünkü bu aldatma anlamı taşımaktadır. Esirin ve darulharpte müslüman olan kişinin onlara satacağı şeylerin kusurunu söylememesinde sakınca yoktur. Çünkü onların malını rızaları olmadan da alabilir.

2899- Darulharpte eman altında olan kişi düşmana bir yıllığına bir dirhemi iki dirheme satsa, sonra darulislama çıkıp tekrar onlara gitse yahut bir yıl geçtikten sonra on­lara gitse ve sürenin bitiminden sonra dirhemleri onlardan alsa, bir  sakıncası olmaz.

Çünkü dönüşten sonraki durumları muamelenin başındaki durumları gibidir.

2900- Bu konuda darulislamda mahkemeye çıkıp bir­birlerini dava etseler, yargıç aralarında şu veya bu şekilde hüküm vermez.

Çünkü muamelenin aslı darulislamda olmamıştır.

2901- Eman ile darulislama gelen kişiyi İslam ahkamı kesinlikle bağlamaz. Bu kişi İslama girmiş veya zimmet ehli olduktan sonra yargıcın karşısına çıkmışlarsa, yargıç o satışı iptal eder ve ana paranın eski sahibine verilmesini ister.

Çünkü teslim almadan önce ve akitten sonra müslüman olması, alınması yasak olan şeyin alınmasını engellemektedir. Tıpkı darulislamda zimmi kişilerden birinin diğerine içki satması, sonra malı teslim almadan önce onlardan birinin müslüman olması gibi. Yahut iki müslümandan biri diğerine şıra (üzüm suyu) sat­ması ve teslim almadan önce şıranın içkiye dönüşmesi gibi. Bu konudaki esas, yüce Allanın şu buyruğudur: "Tevbe ederseniz ana mallarınız sizindir"[24] "Mü-'min iseniz faizden kalanı almayınız".[25] Henüz teslim alınmayan haram şeylerin İslama girdikten sonra alınmaması gerektiğini belirtmektedir.

2902- Düşman kişinin teslim edeceğini söylediği malı müslüman teslim almadan önce darullıarp halkı İslama gi­rerlerse, o mal yine teslim alınmaz.

Çünkü faiz akdi hükmüne binaen faiz kabzediîmeden önce darulharp artık darulislam olmuştur. Sanki akit yapılmadan önce oranın darulislam olması hükmünde olur. Ama darulharp halkı arulislama çıkacak olursa, o zaman söz ko­nusu muamelede islamm hükmü sabit olmamış olur. Delil olarak da yargıcın İki tarafın davasını dinlemesi ve iki tarafın da henüz teslim almadığı şeyleri al­mamalarını emretmesidir. Bunun dayanağı şudur; Rasulullah Mekke'nin fethi günü şöyle buyurmuştur: "Haberiniz olsun, cahiliyye zamanında olan bütün fa­izler kaldırılmıştır. Kaldırılan ilk faiz de Abdulmuttalib'in oğlu Abbas'ın faizidir".

Amcasının faizini kaldırmakla işe başlaması, nizam ve sisteminin kralların nizam ve sistemleri gibi olmadığının açığa çıkması içindir. Çünkü böyle bir du­rumda krallar akrabalarına dokunmaz ve yabancılardan başlayarak onlara uy­gularlar. Halbuki Rasuîullah en yakm akrabasından başlamıştır. Amcasına henüz almadığı faizleri almaktan yasaklamış, ama daha önce aldıklarına ilişmemiştir.

2903- Hz. Abbas'ın isiama girdiği tarih hakkında ih­tilaf edilmiştir.   Kimileri   Bedir   harbinden   önce   İslama girdiğini söylerken, kimileri de Bedir günü esir düşmüş ve İslama girmiştir demektedir. Mekkeye dönmek için Ra-sulullahtan izin istemiş, o da izin vermiştir. Mekkenin fet­hi zamanına kadar Mekke'de faiz alıp vermiştir. Faizin ya­saklanması ise bundan önce olmuştur. Nitekim Hayber günü Rasulullah iki Said'e "Aldığınız faizi geri verin" bu­yurmuştur. Yüce Allanın  "Faizi kat kat yemeyin"  ayeti uhud savaşı sırasında inmiştir. Bu da Mekke'nin fethin­den iki sene öncedir. Fakat Rasulullah fetih günü daha Önceki faiz işlemlerinden herhangi birini iptal etmeyip sa­dece hemüz teslim alınmamış faizleri iptal etmiştir.

Bundan da anlaşılıyor ki darulharpte müslümanın düş­man kişi ile faiz işlemi yapması caizdir. Faiz teslim alın­madan önce düşmanın yurdu darulislam olursa (yani düş­man, kendi topraklarında toptan İslama girerse), artık faiz alıp vermek yasak olur.

2904- Müslüman kişi düşman birine içki satıp teslim etmiş ve parasını da almışsa, ondan sonra darulharp halkı İslama girmişse, müslümanın aldığı para kendisinin olur.

Çünkü islamın hükmü, haram olan şeyi teslim aldıktan sonra o muamele hakkında geçerli olmuştur. Halbuki yapılmış olan akit daha önce son bulmuştur.

2905- İslama   girmeleri   içkinin   teslim   alınmasından önce olsaydı, müslümanın aldığı parayı geri vermesi gerekirdi.

Çünkü halk müslüman olmuş ve haram olan şey henüz teslim alınmamıştır.

2906- Yine düşman İslama girinceye kadar kafir kişi içkiyi teslim almış, ama müslüman    henüz parayı almamışsa, müslümanın  ondan para  istemeye  hakkı  olmaz. Ama iki zimmi birbirine içki satıp teslim   ettikten sonra henüz parasını almadan müslüman olmuşsa, durum  farklı olur. Yani parasını diğerinden alır.

Çünkü akit onlar arasında sahihti. Akdin gereği olarak ücret, müslüman olan kişinin hak edilmiş bir hakkı idi. İslam bu hakkını almasına mani olmaz. Bu­rada ise akid sahih olmamıştır. Bu, sadece kendi gönüllerinin rızası ile müslü­manın onlardan aldığı mubah bir mal olur. Düşmanlar İslama girdiği için artık bu da kalkmış olur. Onun için İslama giren kişiden para istemeye hakkı olmaz.

2907- Parayı almış ve içkinin bir kısmını taslim etmiş, ondan sonra düşmanlar İslama girmişse, teslim edilen içkinin parası kadar ona geri verilir. Parça bütüne göre na­zarı itibara alınır. Yine düşman bir kişiye bir yıllığına bin dirhemi bin dinar ile vermiş olsa ve süre geldiğinde yarı­sını teslim almış olsa, ondan sonra düşmanlar İslama girse, ana paradan teslim alınan miktar onun olur. Ana pa­radan geri kalan kısmı da ona geri verir.

Çünkü fasid akdin hükmü ile geri kalanı teslim almak mümkün değildir. Onun için ana paradan payı kadarını geri vermek gerekir.

2908- Bu muamele darulharpte eman altındaki iki müs-lüman  yahut iki esir arasında olursa, geçersiz ve batıl olur.

Çünkü bunlar her yerde islamın hükümlerine muhatap ve bağlıdırlar.

2909- Darulharpte müslüman olan iki kişi arasında da meydana gelse, durum  aynıdır.

İmam Muhammedin görüşü budur. Ebu Hanife'ye göre ise, kerahet hük­mü hariç, müslüman İle gayri müslim arasında meydana gelmiş muamele ile bu aynıdır. Çünkü islam ile malın masumluğu onunla ilgili şeylerde de sabit olur. Ahkama göre ise yurtta ihrazın bulunmasına bakılır. O da gerçekleşmemiştir.

2910- Darulislamda eman altında olan iki kafir bu mu­ameleyi   yapsa,  sonra   birbirlerini   dava   ederek   yargıca gitse, yargıç bu muameleyi iptal eder.

Çünkü daruiislamda zimmet ehli mesabesindedirler. Faiz akitleri hakkında birbirlerini dava etmeleri halinde yargıç zimmet ehlinin faiz akitlerini iptal eder. Aynı şekilde eman altında olan kişilerin de faizle ilgili akitlerini iptal eder. Ancak aralarında meydana gelen domuz ve içki satışlarını geçerli sayar. Çünkü onlar için bunlar kullanılabilir mallardır. Bu konuda zimmet ehli ile eman altındakiler aynıdır.

2911- Müslümanların savunması altında olan bir müs-lümana düşman bir kişi kalesinden seslenip müslümanlar için fasit olan bu muamele ile onunla muamele yapsa, mu­amele caiz olmaz.

Çünkü müslümanların safında bulunan kişinin durumu dikkate alınarak bu işlem geçersiz sayılır. Bir taraf için akdin fasit olması, diğer taraf için de fasit olması için yeterlidir.

2912- Üstadlarımızdan birçoklarının bunun caiz oldu­ğunu söylediklerini belirtmiştik. Çünkü burada düşmanın malının müslüman için mubah olduğunu söylemişlerdir. Tıpkı düşman ülkesine eman ile gitmiş mesabesinde olur, derler. Ama imam Muhammed mekanı (yeri) gözönünde bulundurmuş ve bunu  düşman kişinin  eman ile müslü­manların karargahına çıkıp müslüman kişi ile bu muame­leyi   yapmış   olması  mesabesinde  saymıştır.  Müslüman­ların himayesinde iken onun için bu muamele caiz olma­dığı gibi, onlardan bîrinin müslümanların himayesi altında bulunması halinde de caiz olmaz.

Üstadların tercihine göre bu iki durum arasındaki fark açıktır. Çünkü düşman kişi darulislama eman ile çıkınca, malı muhterem ve dokunulmaz olmuştur. Ama düşmanın himayasinde olunca, artık malının dokunulmazlığı kalmaz.

2913- Düşman, müslüman bir cariyeyi esir alıp ihraz etseler ve eman altında bulunan kişi onlardan cariyeyi ça­lıp darulislama çıkarmaya güç yetirse, bunu yapması caiz olmaz.

Çünkü ihraz ile ona malik olmuşlardır. Hatta düşman İslama girecek veya ehli zimmet olacak olsa, cariye onların mülkü olur. Bu  çalma ile onlara hıyanet

etmiş olur ve hıyanet etmek haramdır.

2914- Cariyeyi içki, domuz veya ölü hayvan eti kar­şılığında  ona satmak isterlerse, onlardan satın  alabilir. Çünkü cariyeyi onlardan kendi rızaları ile almaktadır ve hıyaneti söz konusu değildir.

Bu bölüm Ebu Yusuf a cevap vermek için getirilmiştir. Çünkü bunu caiz görmesi halinde bundan önceki akitlerin de caiz olduğunu söylemesi gerekir.

Bunu müslüman için caiz görmüyorum ve mekruh sayıyorum, derse, o zaman isabet etmemiş olur. Çünkü müslüman bir kadım düşmanın eline terketmiş olur. Kafir düşman onunla beraber yatmaktadır. Halbuki içki vererek onu kurtara­bilirdi. Düşman kafirin müslüman kadınla ilişki kurmasının caiz olduğunu hiçbir müslüman söylemez.

2915- İçki vererek satın alıp darulislama çıkarırsa, azat edinceye kadar cariye onun olur. Sahibi gelip kıymetini vererek almak isterse, alabilir.

Çünkü düşmanın rızası ile ona malik olmuştur, yoksa satın alması suretiyle değil. Çünkü alması için yapılan akit fasittir. Tıpkı onu kendisine hibe etmişler ve kendisi de darulislama çıkarmış gibi olur.

2916- Bu şekilde darulislamda olan ile darulharpte oaln muamele arasındaki fark ortaya çıkmış olur. Düşman   bir kişi sözkonusu  cariye ile beraber eman ile darulislama çıkarsa, darulislamda onu kendisinden  içki karşılığında ınüslümanm  satın alması caiz olmaz.

2917- Böyle  yapacak  olursa  ve  dava  yargıca  intikal ederse, yargıç bunu iptal eder. Cariyeyi de eman altındaki kişiye geri verir. Sonra müslümanlara satmaya  mecbur eder.

Çünkü cariye müslümandır. Kafirin mülkiyetinde onu bırakmıyacağı gibi darulharbe geri götürmesine de müsaade etmez. Tıpkı müslüman olmayan cari­yenin darulislamda müslüman olması durumu gibi.

2918- Düşman askerlerinden bir topluluk savunma i-çinde darulislama girse ve bir müslüman onlardan eman alıp müslümanlar arasında caiz olmayan bu muamele ile onlarla muamele yapsa, sakıncası olmaz.

Çünkü darulharpte onlarla bu muameleyi yapmasını caiz kılan sebep da­rulislamda savunma içinde bulundukları durumda da mevcuttur. Yani bu durum­da mallarını müslümanların alması mubahtır. Onlardan eman almış olan kişi on­lara hıyanet edemez. Bu muamele ile hiyanet etmekten sakınmaktadır.

Bütün bunlar üstadlann söylediklerinin en doğru olduğunu göstermektedir. Çünkü darulislamda bulundukları yer henüz darulharp hükmünü almamıştır. Bu­nunla beraber mallarının mubah olmaya devam etmesi sebebiyle müslümamn on­larla bu muameleyi yapması mubah olmuştur. Düşman kişi kendi savunması İçinde olup müslüman da kendi savunması içinde olduğu zaman durum aynıdır.

2919- Darulharpten bir topluluk müslümanlarla sulh içinde olsa ve bir müslüman onlara gidip bir dirhemi iki dirhemle satsa, bunda bir sakınca olmaz.

Çünkü sulh içinde olmakla yurtlan darulislam olmaz. Sadece onların mal­larını rızaları olmadan almak müslümanlar için haram olur. Çünkü banş antlaşmasına hıyanet olur. Bu muameleyi karşılıklı rıza ile yaparlarsa hiyanet söz konusu olmaz ve müslüman onların malını alabilir

2920- Bu barış antlaşmasıyla düşmandan bir kişi da­rulislama girecek olursa, eman altında sayılır. Bu mu­amele ile müslümanla muamele yapacak olursa, yargıç onu iptal eder.

Çünkü darulislamda eman altındaki kişi mesabesindedir. Darulislamda müslümanlarla zimmet ehli arasında caiz olmayan şeylerin müslümanlarla eman altındaki kişiler arasında da caiz olmadığını beİİrtimştik.

2921- Bir müsiüman sulh içindeki bu düşmanlara gitse yahut eman ile darulharbe gidip belirli bir süre ile onlara mal satsa, sonra borcunun bir kısmını erken vermeleri ve diğer kısmından vazgeçmesi konusunda onlarla antlaşma yapsa, bu işlemi caiz olur.

Çünkü darulislamda böyle bir muamelenin haram oluşu faizden dolayıdır. Çünkü bunda dirhemlerin asimin mübadelesi vardır. Darulharpte müslüman ile düşman arasında faiz işlemlerinin caiz olduğunu belirtmiştik. Onun İçin bu mu­amele cazi olur. Benî Nadir olayı ile ilgili hadis buna delil gösterilmiştir. Ra-sulullah onları sürünce, başkalarından alacağımız ve henüz vadesi gelmemiş borç­larımız vardır, demişlerdi. Rasulullah onlara "Bir kısmından vazgeçin ve acele edin" buyurdu. Bunu onlar için caiz görmesinin sebebi, Beni Nadir'İn savaş halindeki düşman olmalarıdır. Darulislamda böyle bir muamelenin müslümanlar arasında caiz olmamasına rağmen, darulharpte müslüman ile düşman arasında caiz olduğunu görüyoruz.

2922- Bu konuda anlaşır ve erken verecekleri miktarı henüz teslim almadan borçlu kişi müslüman olursa yahut düşman toptan İslama girerse, bu tasarruf batıl (geçersiz) olur ve borcun tamamını borçlunun Ödemesi gerekir.

Çünkü   akitten   maksud  olanın  gerçekleşmesinden  önce  islamın  engel olduğu şey, akdin kurulması anında mevcut olan şey gibi sayılır.

2923- Yarısından vaz geçmesi karşılığında diğer    ya­rısını hemen vermesini şart koşmuş ve düşman, alacağının altıda birini bırakarak üçte birini verdikten sonra    müs­lüman olursa, yapılan anlaşmanın tümü iptal olur. Müslü-ınanın teslim aldığı malı da geri vermesi lazımdır. Böylece müslüman olmadan önce düşman olan kişinin üzerindeki bütün alacakları vadesi gelinceye kadar borç kalır. Hal­buki yukarıda sözü edilen içki satışında durum farklıdır. Çünkü orada iki taraftan bir mübadele meydana gelmiştir. Teslim alman miktar hakkında onun hükmü son bulmuş olur. Bu anlaşma ise gerçekte müba­dele değildir. Sadece yansından vaz geçmesi karşılığında diğer yarısının vade­sinden önce ödenmesi söz konusudur. Şartın tümü gerçekleşmeden anlaşma ger­çekleşmiş olmaz. O da geri kalan yarının tamamen teslim alınmasıdır. Borçlu düşman borçlu müslüman oluncaya kadar bu gerçekleşmezse, anlaşma tümüyle iptal olur.

Nitekim m üs lü mani ardan birinin diğerinden alacağı olup alacaklı kişi ala­cağının yarısının bugün Ödenmesi şartıyla diğer yarısından vazgeçmesi konu­sunda anlaşsalar, sonra kalan kısmın bir kısmım bugün ödediği halde bir kısmını öğün geçinciye kadar Ödemezse, anlaşmanın tümü iptal olur ve alacaklı bütün alacağını borçludan isteyebilir. Çünkü borcun bir kısmından onu muaf tutması bir kısmını bugün kendisine Ödemesi şartına bağlıydı. Şart gerçekleşmeyince, muaf tutma da iptal olur. Alacaklı bütün malını borçludan vadesi İçinde isteyebilir. Yukarıdaki durum da bu şekildedir. En iyi Allah bilir.[26]

 

Esir Müslüman, Düşmanın İsteklerinden Neleri Kabul Edebilir?

 

2924- Öldürülmeye   götürülen  esire   "Boynunu   uzat" derlerse, uzatabilir.

Çünkü boynunu uzatması öldürmelerine yardım etmek olmadığı gibi onlara öldürmeleri için izin vermek de değildir. Nasıl olsa öldürecekler, boynunu uzatsa da uzatmasada farketmez. Hatta isteklerini yerine getirmesi kendisine acımaları ve Öldürmekten vaz geçmeleri için sebep olabilir. Yahut daha rahat ölmasini sağla­yabilir. Boynunu uzatmıyacak olursa belki çok daha acıklı bir şekilde öldüre­cekler. Mutlaka kendisini öldüreceklerini de bilse bu sebeplerden boynunu uzat­masında sakınca olmaz.

2925- Kendisi boynunu uzatmadığı takdirde onlar sa­dece boynunu uzattıktan sonra öldüreceklerse, o zaman boynunu uzatması mekruh olur.

Çünkü bu kendisini öldürmeleri için onlara bir nevi izin vermek olur. Hal­buki bunda müslüman için ruhsat yoktur. İslama uygun bir amacı olmadıkça böyle yapması caiz değildir. Mesela kendisine acımalarım umuyorsa yahut boy­nunu uzattığı takdirde daha korkunç bir şekilde öldürmelerinden korkuyorsa, o zaman isterse boynunu uzatır, isterse uzatmaz. Çünkü bu uygun bir amaç için ruhsat verilen bir şeydir. İsterse ruhsata göre hareket eder, isterse azimete sarılır.

2926- Düşman onun bir organını kesmek istediği tak­dirde kendisi uygun bir amaç için onlara organını uza­tabilir. Ama uygun bir amacı yoksa, organını uzatması caiz olmaz. Mesela ona "Seni öldürmek için elbiseni giy" der ve kendisi de örtünmek için elbiselerini giyerse, bu onlara öldürmeleri için yardım etmek olmaz. Çünkü elbiseyi giymek öldürülmek değildir. Üstelik elbiselerini kendisine göre uygun bir amaçla yapmıştır. O da öldürdüklerinde avretinin açılmamasıdır.

2927- Rivayete göre Said İbn Museyyeb biat etmeyi red ettiğinde kendisine kıldan bir   elbise giymesi söylen­miş, o da giymiş, öldürmek için vurmuşlar, ama ölmemiş-tir. Ondan sonra "Beni Öldürmek istemediklerini bilsey­dim kıl elbiseyi giymezdim" demiştir. Öldürüleceğini dü­şünerek onların emrine uyup giymiştir. Bundan da an­lıyoruz ki elbise giymek öldürülmesine yardım etmek de­ğildir ve bir sakıncası yoktur.

2928- Kendisi kurtulma imkanı bulunmayan bir evde iken düşman ona gelip  "Çık, boynunu vuracağız"  dedi­ğinde, uygun bir amacı bulunması halinde çıkmasında bir sakınca olmaz. Çünkü çıkmadığı takdirde kendisine eziyet edip vücudunu parçalamalarından korkabilir.

Çünkü onlara çıkmak canı helak etmek değildir. Sadece kendisine eziyet edip vücudunu parçam alarm m önüne geçmek içindir. Bunda bir sakınca yoktur.

2929- Asmak isteyip darağacına çıkmasını emrederler­se, çıkar.

Çünkü bunda uygun bir amaç bulunmaktadır. O da canını yakacak dar­belere yahut vücuduna eziyet edecek cezalara maruz kalmanın önüne geçmektir. Yahut asılmaktan daha korkunç bir şekilde öldürmelerine meydan vermemektir.

2930- Darağacına çıktığı taktirde telef olmaktan kork­muyorsa, çıkabilir. Ama çıkitğı taktirde telef olacaksa, çıkmaz.

Çünkü böyle bir darağacına çıkmakla kendi kendini öldürmüş olur ve hiçbir şekilde kendi kendini Öldürmenin ruhsatı yoktur. Yüce Allah "Kendinizi öldürmeyin" [27] buyurmuştur.

2931- Yaktıkları  ateşe   "Hadi  içine  gir"   derlerse ve girdiği taktirde kurtulabileceği gibi kurtulmamasi da söz konusu ise, ateşe girmesi helal olmaz.

Çünkü ateşe girmekle kendini Öldürmüş olur. Bu da yasaktır. Ayrıca ken­dini Öldürmeye onlara yardımcı olmaması gerekir. Kendileri öldürecekîerse, öldü-rünceye kadar ateşe girmemesi gerekir.

2932-  Ama ateşe girmekten daha korkunç bir şekilde öldürmekle tehdit ederlerse, o zaman kendini ateşe ata­bilir.

Çünkü bunu uygun bir amaç için yapmaktadır. O da kesilmeyen kamçıların acısından kurtulmak yahut vücuduna işkence edip parçalamalarından sakınmak olabilir.

2933- Suda boğulmasını emrederlerse, yukarıdaki gibi davranır. Yani isteklerini önce kabul etmez. Boynunu kötü  bir  kılıçla vurmak  için hazır  ettikleri  zaman  onlara "Alın kılıcımı, onunla vurun" demesi helal olmaz. Çünkü bu sözü söylemesi caiz olmaz.

Çünkü kendini hiç bir şekilde öldürmesi helal olmadığı gibi öldürülmesine yardımcı olması da helal değildir. Öldürmelerini emretmesi, haram olan bir şeyi emretmesidir kî masiyeti emretmenin ruhsatı olmaz.

2934- Beni kılıcımla öldürün, demeyip sadece kılıcım bundan daha güzel ve daha keskindir, der ve biraz din­lenmek isterse, umarım ki sakınca olmaz.

Çünkü bizzat beni öldürün dememiştir. Sözünde uygun bir amacı amaç­lamıştır üstelik. O da ölümün gecikmesi durumunda çekeceği acılardan biraz ol­sun dinlenmektir. Bununla beraber müellif, olur veya olmaz şeklinde değil de, umarım sakıncası olmaz, demiştir. Çünkü silahı onlara vermek kendisini öldür­melerine bir nevi yardımcı olmak olabilir. Halbuki boynu uzatmak, elbiseleri giy­mek ve darağacına çıkmak böyle değildir.

2935- Buna   göre   karnını   yarmak   isterlerse,   onlara "Yapmayın, boynumu vurun" demesi caiz olmaz.

Çünkü masiyet olan bir şeyi açıkça emretmek olur.

2936- MAHahtan korkun ve karnımı yarmayın" demesi, "Boynumu vurun" demesinden daha uygun ve daha iyi olacaksa, sakıncası olmaz.

Çünkü burada yasak olan şeyi açıkça yasakladığı halde, boynun vu­rulmasını açıkça söylememiştir. Sadece boynunun vurulmasının yapmak istedik-

Ieri şeyden daha rahat olduğunu bildirmiştir. Onun için bu sözünde sakınca yok­tur Nitekim kendisini öldürmeyecek olurlarsa, boynumu vurun, sözünden dolayı kendisi günahkar olur. Çünkü masiyet olan bir şeyi açıkça emretmektir. Halbuki boynun vurulması daha çabuk ve daha iyidir, sözünde masiyet söylemiş olmaz. Boynun vurulması dahas iyi ve daha çabuk olur. Ama Allahtan korkun ve bu şekilde beni öldürmeyin derse, ondan sonra boynunu vururlarsa, Allanın izniyle bu sözünden dolayı günah işlemiş olmaz.

2937- Esirlerden öldürülmesi kastedilmeyen bir kişi "Allah'tan korkun ve vücudumu parçalamayın, çünkü boynun vurulması istediğinizi gerçekleştirir" derse, uma­rım günahkar olmaz. Ama boynumu vurun, derse günah­kar olur.

Bütün bu durumlarda "Öldürün" sözü ile diğer sözler aynı olup kişinin ken­disi ve başkası hakkında masiyet olan bir şeyi açıkça emretmesinde hiçbir ruhsat yoktur. Mesela bugün ona böyle yapmayın yarın yapın derse yine günahkar olur. Çünkü dediğini tutsalar veya tutmasalar "Yann yapın" sözünden dolayı günahkar olur. Ama yarına ertelemeyin, derse günahkar olmaz.

2938- Esirin karnını kılşıçla yarmak istediklerinde on­lara "Allahtan korkun ve yemek yerini vurmayın, onun ye­rine boynu vurun" dese, yine günahkar olur. Ama yemek yerinden   başka   yerle   öldürmek   daha   iyi   olur,   derse günahkar olmaz. Cellada "Elini yemek yerinden aşağıya indir veya yukarıya kaldır" derse korkarım günahkar olur. Ama yemek yerini vurma, sözünde sakınca olmaz. Çünkü bu söz yasak olan bir şeyi    (masiyeti) yasaklamaktır. Halbuki "Aşağıya vur, yukarıya vur"   sözü masiyet olan bir şeyi emretmektir. Masiyetin emrediimesine ise mana ve şekil olarak hiçbir ruhsat yoktur. Ne varki bu sözlerde kişinin   acısını azaltması amaçlanıyorsa, o zaman söyleyeceği sözlere dikkat et­mesi gerekir. Sözünün manasını gözettiği gibi sözünü de seçerek kullanması lazımdır. Bu meselede esas şudur; Rivayete göre Hz. Abbas'a "Sen mi Ra-sulullahtan büyüksün, yoksa Rasulullah mı senden büyüktür?" diye sorulduğun­da, Rasulullah benden büyük, ben ondan yaşlıyım, buyurmuştur. Harun'un rüyada alt çene dişlerinin döküldüğünü gördüğü ve rüya tabircilerine bunun yo­rumunun ne olduğunu sorduğunda onlardan biri "akrabaların ölür" deyince bu yorumu beğenmeyip adamı dışarı attığı ve başka bir yorumcu çağırıp sorduğun­da, yorumcu ona "Sen akrabalarından daha uzun yaşayacaksın" deyince, memnun olup kendisine hediyeler verdiği rivayet edilir. Halbuki mana bakımından ikisi de aynıdır. Bundan anlaşılıyor ki kişinin söylediği söze dikkat etmesi lazımdır.

2939- Oğlu ile beraber esir düşmüş iki müslüman, öl­dürülecekleri sırada baba  "oğlumu yanıma getirin, sab­redip sevap kazanayım" derse, böyle yapsınlar veya yap­masınlar, baba bu sözünden dolayı günahkar olur.

Çünkü onlara masiyet bir işi emretmiş olur. "Ben oğlumun Ölümüne sab­retmek istiyorum" derse, umarım günahkar olmaz. Çünkü ne kendisinin, ne oğlu­nun öldürülmesini istemiş olur.

2940- Oğlu da  "Beni babamdan önce Öldürün"  derse günahkar  olur,   "Babamı  benden  önce  öldürmeyin, çok korkarım" derse günahkar olmaz. Yine babayı veya oğlu­nu kılıçla vurmak istediklerinde "Kılıcınızı bileyin" derse, günahkar olmaz. Ama "Bileyin, sonra beni onunla öldü­rün" derse, günahkar olur.

Çünkü bilemeyi emretmek masiyet içermez. Müslümanm öldürülmesi olan masiyeti düşman kastetmemiş olsa, bu sözde masiyet olmaz. Zaten adamın sözün­de değil, masiyet düşmanın kastettiğindedir. Ama sonra beni öldürün, sözü ma­siyeti açıkça söylemektir. Bunun için de ruhsat yoktur.

En iyi Allah bilir.[28]

 

Düşmanın Zorlaması Halinde Müslüman Esirin Yapıp Yapamıyacağı İşler

 

2941- Müslüman bir esire "Şu müslüman esiri bizim için öldür, yahut seni öldürürüz" derlerse, onu öldüre-mez. Çünkü öldürmede takiyye (korunma) yoktur" diye ri­vayet edilmiştir. Düşman ona masiyeti emretmiştir. Allaha isyan olan bir işde kullara itaat olmaz. Zaten öldürecek olursa, kendisi gibi kanı haram olan birini kendi canı için feda etmiş olur ve kulların hakkına tecavüz etmiş sayılır. Bunda da hiçbir ruhsat yoktur.

2942- Şu müslüman adamı kendisiyle Öldürmek için bu kılıcı bile, derlerse yahut şu kılıcı bile, derlerse, kendisi için korkmuyorsa, yapması caiz olmaz.

Çünkü müslümanlarla savaşmak için bunu kendisine emretmektedirler. Bunda onlara yardım etmenin ruhsatı yoktur. Ama yapmadığı taktirde öldürmekle tehdit ederlerse, o zaman yapmasında sakınca olmaz. Çünkü emrettikleri şeyde müslümana haksızlık yoktur, üstelik kendini de öldürülmekten korumuş olur. Çünkü bunu yapmadığı taktirde kendisini kılıçtan başka şeyle de Öldürürler. Yine üzerinde şu müslümanı asmak için bize şundan darağacı yap, yoksa seni Öldü­rürüz, derlerse, yapabilir. Çünkü emrettikleri şeyde müslümanı öldürmek yoktur. Zira müslümanı bununla değil, başka bir şekilde Öldürebilirler. Yani öldüren, damgacının yapılması değil, aşılmasıdır.

2943- Bununla beraber istediklerini yapmayıp öldürü-lürse, sevap kazanır. Çünkü istediklerini yapmaması düş­manı Öfkelendirir ve moralini bozar. Yine "Onun başını tut, boynunu vuralım, yoksa seni öldürürüz" derlerse, tut­masında inşaallah sakınca olmaz.

Çünkü başı tutmak müslümam öldürmek değildir.İnşaallah denilmesinin sebebi, bu işin müslümana zarar vermesidir. Halbuki kılıcı bilemek ve darağacı hazırlamak müslümana zarar vermek değildir.

2944- Ellerini ve ayaklarını bağlamasını emretmeleri de bu şekildedir.

Çünkü bunda canı telef etme yoktur. Nitekim başka bir şey yapmadıkları taktirde, elleri ve ayakları bağlanan kişiye zarar gelmiş olmaz. Sonra bunu em­retmeleri, küfür sözü emretmelerinden daha büyük değildir. İkrah (zorlama) ha­linde bilindiği gibi küfür sözü söyleme ruhsatı bulunmaktadır. Gerçi söylememek daha faziletlidir. Bu da onun gibidir.

2945- Kılıçla vuran adamın bileği zayıf olup ona "Vu­ran adamın elini elinle takviye etki  boynu vuralım, yoksa seni öldürürüz" derlerse, yapması caiz olmaz.

Çünkü bu, bizzat öldürmeye yardım etmek olur. Müslümanm öldürülme­sine yardım etmenin hiçbir ruhsatı olmaz. Rasulullah şöyle buyurmuştur : "Ke­limenin yarısı ile de olsa müslüman bir kişinin öldürülmesine yardımcı olan kişi kıyamet günü alnında "Allahm rahmetinden ümidini kesmiştir" yazılı olarak gelir".

2946- Onu öldürmek için bize bir kılıç göster, yoksa seni öldürürüz, derlerse, inşaallah göstermekle günahkar olmaz.

Çünkü göstermesi öldürmesi demek değildir. Zaten göstermediği taktirde taş ve başka bir şeyle öldürebilirler. İnşaallah denilmesinin sebebi ise, öldürmeye delalet etmenin öldürmeye bir nevi kalkışmak gibi olmasındandır. Nitekim ihramlı bir kişi avı avcıya gösterecek olursa, öldüren avcı gibi cezalandırılır.

2947- Onlara   kılıcı  göstermeyip   öldürülecek  olursa, inşaallah ecir kazanır.

Çünkü bir bakıma öldürmek gibi olan bir işi yapmayı red etmektir.

2848- Yine müslümanlarla savaşmak için kılıcım iste­dikleri taktirde, vermezse ecir kazanır, ama öldürmekle teh­dit ettiklerinde onlara kılıcını vermesinde sakınca olmaz. Nitekim kılıcını bize verirsen şu müslüman esiri serbest bırakırız, dediklerinde kılıcını onlara vermesi caiz olur.

Çünkü başka bir müslümamn kurtuluşu sağlanmış olur. Kendi kurtuluşu olacaksa, evleviyetle olur

2849- Zaten düşmandan alman esirleri müslünıanlar geri verip esir düşen müslümanları onlardan alırlar. Esirin esir karşılığında kurtarılması konusuna inşaallah yerinde değineceğiz. Zahirurrivaye'ye göre caizdir. Diğer taraftan esirleri düşmana geri vermek onlara silah vermekten daha kötüdür. Müslümanm istifadesi için esiri onlara geri ver­mek caiz olursa, bu şekilde onlara silahı vermek daha çok caiz olur

2950- Düşman elindeki bir esir kaçsa ve yerini bilen başka bir esire "Bize yerini göster öldürelim, yoksa seni öldürürüz" derlerse, onlara yerini göstermesi caiz olmaz. Çünkü öldürmeye imkan veren delalet bir nevi öldürmeğe çalışmak gibidir. Tıpkı yukarıdaki av meselesinde olduğu gibi. Sonra, bunda kaçmış esire haksızlık vardır. Çünkü onun göstermesi olmazsa kaçan esiri ele geçiremezler. Bu delaletle onlara öldürmeleri için imkan sağlamaktadır ve bu yolla müslümana haksızlık et­menin hiçbir ruhsatı yoktur. Müslümanların bir kalesini kuşatıp ellerinde bulunan 'bir esire "Kalenin fethedileceği yeri bize göster, yoksa seni öldürürüz yahut müslümanların su içtikleri yeri bize göster yoksa seni öldürürüz" derlerse ve esir bunu gösterdiği  taktirde kaleyi zaptedip içindekileri Öldüreceklerini biliyor yahut buna kanaat getiriyorsa, onlara bunu göstermesi caiz olmaz. Çünkü bu gösterme ile müslümanları öldürmelerine, çoluk çocuklarını esir etmelerine ve kadınlarının ırzına tecavüz etmelerine imkan sağlamış olur. Nitekim ya falan kadınla zina et­memizi sağlarsın yahut seni öldürürüz, derlerse ve ancak onun delalet etmesiyle bu işi yapmaları mümkün olacaksa, o zaman istediklerini yapması caiz olmadığı gibi, yukarıda kendisinden istenen göstermeyi yapması da caiz olmaz. Hakikati bilinmiyen işlerde zanm galip (kanaat) kesin bilgi gibidir.

2951- "Bu esiri hedef yapıp atış yapmak istiyoruz, bize ok ve yay göster vurup öldürelim, yoksa seni öldürürüz" derlerse, kendilerine ok ve yay göstermesinde inşaallah

sakınca olmaz.

Çünkü esir ellerinde olup başka yolla da öldürebilirler. Ok ve yay gös­termekle onların esiri Öldürmesine imkan sağlamış olmaz.

2952- Ama okla vurmaktan başka güç yetiremiyecekleri bir yerde bulunuyorsa, o zaman onlara ok ve yay göstermesi caiz olmaz.

Çünkü göstermekle onlara öldürme imkanını sağlamaktadır. Bu meseleleri avı gösterme örneğinin güzel açıkladığını düşünüyorum. Kim güç yetiremiyeceği bir yerde bir av görür ve ihramh bir kişi ona giden yolu kendisine gösterir, o da avı Öldürürse, gösteren kişiye ceza düşer.

2953- Yine ancak ok atarak öldürebiliyor ve ihramh bir kişi ona ok ve yay gösteriyor yahut veriyorsa ve avcı bu­nunla avı öldürüyorsa, yardım eden ihramh kişiye ceza düşer. Bir avı vurmak isteyip ihramh kişiye, atına bin­dikten sonra, kargımı ver, der ve ihramh kişi ona kar­gısını verirse, ona ceza düşmez.

Çünkü kargısını vermeden de avı öldürebilirdi. Ne var ki yaptığı bu işten dolayı günah kazanmıştır. Çünkü yaptığında bir bakıma avı öldürmek için yardım vardır. İhramh biri için bunda ruhsat yoktur.

2954- Yine ihramh bir kişiden bıçak ödünç alıp avı onunla keserse, aynı olur.

Çünkü av onun elinde olup bu bıçak olmadan da kesebilir. Ama ihramh bundan dolayı günah kazanmış olur. Çünkü avı öldürmek için bir nevi yardımda bulunmuş sayılır.

En iyi Allah bilir.[29]

 

Kişinin İki Şeyden İstediğini Yapması

 

2955- Düşman, müslümanların gemilerinden birini ya­kacak olsa, Ebu Hanife ve Ebu Yusuf'a göre gemidekiler isterlerse ateşin içinde kalarak yanarlar, isterlerse denize atlayıp boğulurlar.

Çünkü iki durumda da helak olacakları kesindir. Her iki ihtimalde de ge-midekilerin bir düşündüğü vardır. Ateş kişinin ölmesinde daha etkili olabilir. Yani kişi ateşte daha çabuk ölebilir. Ama vücudun parçalanması bakımından daha fazla acı verir. Suda ölmek daha geç olabilir, ama daha fazla sıkıntı ve ızdırap verir. Bu konularda insanların yapısı değişiktir. Kimileri yara acısını ve çabuk ölmeyi suda boğulmaya ve geç ölüme tercih edebilir, kimileri de suda boğulma sıkıntısını yara acısına tercih eder. onun için kişiler istediğini yapabilirler.

2956- imam Muhammed'in görüşüne göre ise, bunun şıkları vardır. Her iki tarafta da kurtulacağını umuyor ve helak olmaktan korkuyorsa, istediğini yapabilir.

Çünkü sabretmesi, umduğu kurtuluşu elde etmek içindir. Kendini suya atatcak olursa ,yine kurtuluşu umduğu içindir. Onun için iki işi de yapabilir.

2957- İki şıktan birisinde helak olacağı kesin ise ve di­ğer şıkta kurtuluşu umuyorsa, kurtuluşu umduğu işi yap­ması lazımdır.

Çünkü kişi gücü yettiği kadar kendini helakten korumakla mükelleftir. Kendini öldürmesi yasaktır.

2958- İki durumda da helak olacağı kesin ise, sab­retmesi gerekir. Kendini suya atması doğru olmaz.

Çünkü kendini suya atacak olursa kendisini öldürmüş olur, ama sabrederse başkasının fiili ile helak olmuş olur. Başkasının fiili ile helak olması kendi fiili ile helak olmasından iyidir. Mesela; zalim bir kişi bir insana "Ya kendini öldürürsün yahut ben seni öldürürüm" derse, o insanın kendini öldürmesi doğru olmaz. Bu­rada da durum aynıdır.

Ebu Hanife ise şöyle demektedir: "Devam eden bir işe devam etmek, o işe başlamak gibidir". Ateş kendisine ulaşıp yakıncaya kadar olduğu yerde durmak kendi fiili olduğu gibi, kendini suya atması da kendi fiilidir. Bu ikrah meselesine benzemez. Çünkü ikrah eden (zorlayan) kişinin kendisini tehdit ettiği şeydeki ke­sinliği kendi kendine yapacağı şeydeki kesinlik gibi değildir. îkrah eden kişi teh­dit edebilir, ama yapmayabilir. Burada iki tarafta da helak olmadaki kesinlik aynı

orandadır.

2959- İmam Muhammed şöyle bir misal getirir: Bir a-dam bitişiğindeki evde yangın olan bir eve girer ve so­nunda iki ev   de tutuşur, içinde bulunduğu evde kalacak olursa yahut bitişik eve atlayacak olursa helak olacağı ke­sindir. Bu  durumda bulunduğu  yerde  sebat etmesi  ge­rekir. Diğer eve geçmesi doğru değildir.

Ashabımızdan bazısına göre iki meseledeki ihtilaf aynıdır. Sözü açıklamak için İhtilaf edilen şey  hakkında farklı şeylerden delil getirmek İmam Mu-hammed'in adetidir. Doğrusu, bu hepsinin görüşüdür. Ebu Hanİfe'nin gördüğü fark ise, iki evde de helakin aynı olmasıdır. Evlerin birinden diğerine geçmenin gayesi yoktur. İki şey arasında tercih yapmak, kişiye yarar sağlayacağı zaman yapılır. Gemi meselesinde ise helakin şekli farklıdır. Çünkü belirttiğimiz gibi su ateş türünden değildir. Tercihin kabul edilmesinde yarar bulunduğu için burada tercih yapabileceğini söyledik.

2960- Bir   düşman askeri bir müslümanı mızrakla vur-sa ve müslüman kişi mızrakla beraber yürüyüp onu kılıçla vurmak  istese, bakar;  Bunu  yaptığı  taktirde helak  ol­maktan korkup mızrağı çıkardığı zaman da kurtulacağını umuyorsa, mızrağı çıkarabilir.

Çünkü mızrakla düşmana yürümek kendini öldürmede yardımcı olmaktır. Halbuki herkese düşen elinden geldiği kadar kendini kurtarmaya çalışmaktır. Önce kendini kurtarmaya çalışır, sonra düşmanı öldürmeye kalkışır.    ,

2961- Her iki durumda da helak olacağına olan inancı aynı oranda ise yahut her iki durumda da kurtuluş umudu eşit ise, mızrakla düşman üzerine yürüyüp kılıçla vur­masında sakınca olmaz. Ama yarasının artmaması için is-terse mızrağı önce çıkarır.

Çünkü her iki durumda da mızrağı .çıkarması, yani mızraktan kurtulması kaçınılmazdır.   İmam Muhammed bununla önce geçen arasında fark olduğunu

söylemiştir.

2962- Daha önceki meselede kendini atmasında düş­manı öldürme sözkonusu değildi. Ama burada mızrakla yürümekte  düşmanı  Öldürüp  muzaffer  olması  sözkonu-sudur. İşte bu amaç ona mızrakla yürümesini mubah kılar. Bütün bu durumlarda ancak kişinin zannı galibi ile amel etmek mümkündür.

Çünkü işin gerçeğine dışarıdan vakıf olmanın imkanı yoktur. Böyle du­rumlarda zannı galip kesin bilgi değildir.

2963- Bir müslüman tek başına düşmandan bin kişi üzerine yürüse, bakılır; Onları hezimete uğratması yahut yaralamalarla   zarar   vermesini   umuyorsa,   yürümesinde sakınca olmaz.

Çünkü bununla düşmana zarar vermeyi amaçlamaktadır.

2964- Uhud günü bunu Rasulullahın önünde ashaptan çok kişi yapmıştır. Rasulullah bu yaptıklarını da yadır­gamamış, hatta bunun için izin isteyen bazılarını şehit ol­makla  müjdelemiştir. Ama  kişi bununla düşmana zarar vermeyi ummuyorsa, yapması caiz olmaz.

Çünkü müslümanlara yarar sağlamadan kendini telef etmektedir. Düşmana da zarar vermemektedir.

2965- Halkın kendisini öldüreceklerini ve kendisi se­bebiyle dağıtmayacaklarım bilse bile, emri bilma'ruf ııeh-yi anilmünker (iyiyi emretme ve kötüyü yasaklama) işinde ileri atılabilir. Çünkü bu durumda halk, kendilerine em­redeceği şeylere inanan ınüslümanlardır. Açığa vurmuyor­larsa da yapacağı emri bilma'rufun onlar üzerinde etki ya­pacağı şüphesizdir. Ama yukarıdaki durumda insanlar ka­firdir ve İslama inanmamaktadırlar. Yapacağı davranış on­ların içinde etki yapmayacaktır. Onun için atılmanın mu­bah olması için etkinin açık olması lazımdır.

2966- Düşmana bir zarar vermeyi ummayıp bu yaptığı ile müslümanları onlara karşı teşvik ederek zarar vermeyi düşünüyorsa, inşaallah bunda bir sakınca olmaz.

Çünkü bu yaptığıyla düşmana bir zarar vermeyi umuyorsa, yapması caiz olur. Aynı şekilde başkalarının yapacağıyla onlara zarar vermeyi umduğu takdirde yine yapması caiz olur. Yine yapacağı saldın ile düşmanı ürkütme ve zayıflatma umudu varsa, saldırmasında sakınca olmaz. Çünkü bu zarar vermenin en üstün şekillerindendir. Müslümanlara da yarar sağlar. Her biri bu tür yaran sağlamak için canını feda etmektedir.

2967- Gemideki kişinin ateşin   kendisine doğru geldi­ğini ve sıcaklığı ile alevlerini hissettiği anda kendini de­nize atmaktan başka çıkar yol bulamayıp denize atlarsa, inşaallah bunda sakınca olmaz.

Çünkü bu kişi ateşin sürüklemesiyle kendini denize atmış olur. Daha önceki ise başkasının sürüklemesiyle değil, kendi kendim denize atıyordu. Hal­buki sürüklenen kişiyi mutlaka bir sürükleyen vardır. Denize atlarken kimse onu sürüklemediği halde burada başkasının sürüklemesiyle denize atlamış olmaktadır.

Nitekim kendisine ateş yakılıp "Seni öldürünceye kadar kamçılayacağız yahut kendini ateşe atıp yanarsın" derlerse, kendini ateşe atması caiz olmaz. Ama kamçılayarak canını yakmış ve kendini ateşe atacak kadar üzerine gitmişlerse, o zaman ateşe atlamasından dolayı inşaallah sorumlu olmaz. Zira burada kamçıla­yanlar tarafından ateşe sürüklenmiş olur. Kamçının ızdırabı canını yakmıştır. He­nüz ateşin acısını da hissetmemiştir. Canını yakan bir acı ve ızdıraptan kaçmak­tadır. Umanm bir sakıncası olmaz.

2968- Bunun dayanağı Hz. Huzeyfe hadisidir. Kamçı fitnesi (acısı) kılıç fitnesi (acısı) ndan daha çetindir. Kişi kamçılanmaya devam edilir, nihayet darağacına kendisi çıkar, demiştir.

Yani asılacağı zaman darağacına sürüklemek için kamçılanır. En iyi Allah bilir.[30]

 

Müslümanların Bîr Düşmana Karşı Başka Bir Düşmanla Beraber Savaşması:

 

2969- Düşman   saflarında   müslümanların   başka   bir düşmanla savaşması doğru değildir.

Çünkü iki taraf da şeytanın yandaşıdır. Şeytanın yandaşlan hüsrana uğra­yacaklardır. Bir müslümanın düşman taraflardan birinin safına geçerek sayılarını çoğaltması ve diğer tarafa karşı savaşması caiz değildir. Çünkü ikisinde de küfür ve şirk açıktır. Müslüman ise ancak hakkın hükmünü egemen kılmak için sava­şır, küfür ve şirkin hükmünü egemen kılmak için değil. Müslümanlardan bir kişi­nin Haricilerden bir toplulukla işbirliği yaparak onların egemen olmasını sağ­layacaksa, başka Harici- bir topluluğa karşı savaşması doğru değildir. Çünkü baği (isyancı) kitleye karşı savaşmanın mubah olması, Allahın emrine boyun eğme­lerini sağlamak içindir. Ama Hariciler egemen olacaksa, bu savaşma ile bu amaç gerçekleşmez.

2970- Müslümanların Haricilerle beraber olup düşmana karşı savaşmasında bir sakıca yoktur.

Çünkü burada küfür fitnesini yok etmek ve islamı üstün kılmak için savaş­maktadırlar.

Bu emredilen tarzda yapılan bir savaştır. Yukarıdaki ise böyle değildir. Yukarıda sözü edilen savaş hak yoldan sapmış olanı ortaya çıkarmak için yapılan savaştır. Burada ise İslamın kendisini ortaya koymak ve galip kılmak için savaş yapılmaktadır.

2971- Bu savaş, onlarla yapılan bir andlaşmayı ihlal  sözkonusu olmadığı taktirde caiz olur. Ama bir topluluğa eman verip sonra onlara hiyanet olacaksa, Müslümanların onların yanında savaşmaları doğru olmaz. Çünkü verilen emana bağlı kalmak vaciptir. Rasulullah  yaptığı bütün ' andlaşmalara "Hıyanet yok, vefa vardır" yazardı. Müslümanların onlarla savaşmaları sadece bulundukları yerle sı­nırlı ise düşmandan eınan verilmeyen başka bir topluluk onlarla beraber savaşabilir.

Çünkü bu savaşta hıyanet olmayıp islamın hükmünü üstün kılmak vardır.

2972- Düşman aldığı esirlere "Düşmanımız müşriklere karşı bizimle beraber savaşın" derse ve esirler savaşmadıkları taktirde canları için bir korku duymuyorlarsa on­larla beraber müşriklere karşı savaşamları doğru olmaz.

Çünkü bu savaşta şirki üstün kılınma vardır .Bu savaşta müslüman kendini tehlikeye atmaktadır. Ancak dini üstün kılmak yahut kendini savunmak için sa­vaşma ruhsatı vardır.

Savaşmadıkları taktirde canları için korkuyorlarsa, o zaman onlarla beraber canlarını savunarak savaşmalarında sakınca  olmaz.

Çünkü ellerinde esir bulundukları düşmandan emin olmalarına rağmen galip gelebilecek düşmandan emin bulunmamaktadırlar. Diğer düşman galip geldiği taktirde kendilerini öldürebilir. Onun için kendilerini savunarak onlarla be­raber savaşa katılabilirler.

2973- "Bizimle beraber düşmanınız olan müşriklere karşı savaşın yoksa sizi öldürürüz" derlerse, o zaman kendilerini savunarak onlarla beraber savaşmalarında bir sakınca olmaz.

Çünkü bu durumda en kötü şekilde öldürülmekten kurtulmaları için ken­dilerini savunmaktadırlar.

Karşı tarafta bulunan müşrik düşmanı müslüman esirlerin Öldürmeleri zaten helaldir. İkrah sebebiyle zaruretin gerçekleşmesi durumunda helal olan bir işi yap­mak da helaldir. Hatta Ölü eti yemek ve içki içmek gibi zaruret halinde,vacip de olabilir.

2974- Bizimle beraber müslümanlara karşı savaşın, yoksa sizi öldürürüz, derlerse, müslümanalra karşı savaş­maları caiz değildir.

Çünkü böyle bir şeyin kendisi haramdır. Öldürülme tehdidi sebebiyle böyle bir şeyi yapmak caiz olmaz. Tıpkı şu müslümanı öldür, yoksa seni öldürürüz, de­nilen adamın müsîümanı öldürmesinin caiz olmaması gibi.

2975- Kendilerini öldürmekle tehdit etmeleri durumun­da ise onlarla beraber  olup raflarında yer  alırlar, ama müslümanlarla savaşmazlar. Bu durumda umarım bir sa­kınca olmaz.

Çünkü bu durumda müslümanlara bir şey yapmamaktadırlar. Bu da.müslü-manlara haksızlık türünden bir iş değildir.       

2976- Bunun   sebep   olacağı   zarar   sadece   düşmanın müslümanlarm karşısında sayıca çok görünmesi ve belki morallerinin düşmesine sebep olmasıdır. Tıpkı telef ede­cek bir   tehditle müslümanlarm mallarını telef etmesi için ikrah edilen kişi mesabesindedirler. Canları için müşrik­lerden korkmuyorlarsa, esir alan düşman kendilerine em-retse de onlarla beraber müslümanlara karşı bir safta yer almaları caiz olmaz.

Çünkü böyle bir durum müslümanları ürkütür, morallerini bozar ve belki de hezimetlerine sebep olur. Kesin zaruret olmadan böyle bir şeyi yapmak müs­lüman için caiz olmaz.

2977- Başka bir düşmana karşı bizimle beraber savaşı­nız, galip gelirsek sizi   serbest bırakırız, derlerse, esirler onların ddğru söylediklerine kanaat sahibi olurlarsa, on­larla beraber savaşmalarında sakınca olmaz.

Çünkü bununla esaretten kurtulmaktadırlar. Bu karşı taraftaki düşmandan korku duymalarından daha aşağı bir durum değildir. Yani karşı taraftaki düşman­dan en az bu kadar korku duymaktadırlar. O durumda savaşa katılmalarında sakınca olmadığı gibi burada da sakınca olmaz.

Böyle bir şey müslümanlara karşı düşmanı güçlendirmek olduğu halde na­sıl caiz olabilir? Çünkü bunlar galip gelecek olursa bu sefer müslümanlara saldı-rabilirler, hatta düşmandan alabilecekleri silah ve atlarla müslümanlara karşı daha güçlü olabilirler. Buna rağmen onların safında nasıl savaşa katılabilirler? diye iti­raz edilirse, şöyle deriz:

Bu bir vehimdir. Ama bu savaşla düşmanın elinde esaretten kurtulmaları ise malum bir şeydir. Bu şık tercih edilir. Nitekim islam devlet başkanından esir­ler yahut silah ve atlar verip kendilerini düşmandan kurtarmasını isteyecek olur­larsa, düşmanın alacağı bu şeylerle güçlenmesine rağmen devlet başkanının bu şeyleri vererek onları kurtarması caizdir.

2978- Bizimle beraber savaşarak yahut saflarımıza katılarak müslümanlara karşı bize destek olun, sizi serbest bırakırız, derlerse, bunu yapmaları caiz olmaz.

Çünkü müslümanlara karşı savaşmalarının hiç bir şekilde ruhsatı olmaz. Kendilerinin öldürülmeleri gibi kesin bir zaruret olmadıkça müslümanlara karşı savaşmalarının yahut müslümanları korkutmalarının hiçbir ruhsatı yoktur. Burada da böyle bir zaruret mevcut değildir.

2979- Bizimle beraber müşrik düşmanımıza karşı sava­şırsanız, sizi ülkemizde serbest bırakırız, ama ülkenize geri göndermeyiz, derlerse, onlarla beraber savaşmaları doğru  olmaz.

Çünkü öldürülmeleri yahut organlarının kesilmesi gibi canlan hakkında bir korkuları yoksa, düşman ülkesinde esir tutulmaları ile hapiste bulunmaları arasında bir fark yoktur. Çünkü her iki durumda da aile fertlerinden mümin ve kardeşlerinden ayrı kalıp üzüntü ve sıkıntı çekmektedirler. Açık bir yararlan bu­lunmadıkça şirk yönetiminin üstün kılınması için savaşmalan caiz değildir.

2980- Ama sıkıntı ve musibet içinde olup canlarının helak olmasından korkuyorlarsa, sizi bu sıkıntı ve musi­betten çıkaracağız, dedikleri takdirde onlarla beraber düş­mana karşı savaşabilirler.

Çünkü onlarla beraber savaşa katılmalarında açık bir yayar ve uygun bir amaç bulunmaktadır. O da başlarına gelen sıkıntı ve musibetten kurtulmaktır.

2981- Darulislama çıkmalarına müsaade etmeleri halin­de, esir müslümanlar onların ele geçirdikleri mallarını gizli bir şekilde darulislama çıkarabilirler.

Çünkü darulislama çıkmadıkları sürece onların elinde esirdirler. Onları ser­best bırakacak olurlarsa, mallarını almak ve onlan öldürmek kendileriyle düşman arasında yapılan bir eman ahdine hiyanet etmek gibi birşey sözkonusu değildir. Aksine aldıkları bu mallar helalinden kazanmak olur. Onların durumu darulharpte hırsızlık yapan kişilerin durumu gibidir.

Esirler darulislama bu malları çıkarırken savunma ve kuvvet sahibi ise, o zaman çıkarılan şeylerden    beştebir

payı alınır ve gerisi ganimet taksimi esasına göre taksim edilir.

Çünkü bu şeylerin ihrazı ancak darulislama çıkarmalarıyla olmuştur.

2982- Esir tutan düşman safında savaşıp karşı düş­mandan aldıkları ve esir tutan düşmanın farketmediği mal­ları da gizli olarak çıkardıkları taktirde, durum aynıdır. Bu malları ister müslümanlardan almış olsunlar, ister düş­mandan  almış olsunlar, aynıdır.

Çünkü bu mallann tümü müşriklerindir ve ancak darulislama çıkanldıktan sonra ihrazı gerçekleşmiştir.

2983- Esirlere "Bizimle beraber düşmana karşı savaşıp bütün ganimetleri bize bırakır   ve bir şey almazsanız sizi serbest bırakırız" derlerse, hüküm yukarıdaki gibi olur.

Çünkü olabilecek bütün mesele, alınacak mallann esir tutan düşmana kalmış olmasıdır.

Belirttiğimiz gibi, esir tutan düşmanın mallarını ala­bildikleri taktirde almalarında bir sakıca yoktur.

Çünkü esirlerle düşman arasında eman mevcut değildir. Mubah olan bir mali almak, ancak eman ahdine hiyanet sözkonusu olduğu zaman yasak olur.

2984- Mallarımızdan  bir şey almamanız şartıyla sizi serbest bırakacağız, der ve esirler de bunu kabul eder­lerse, onların mallarından birşey almaları caiz olmaz.

Çünkü onların mallanna dokunmamalannı şart koştular. Müslümanlar da koştukları şarta bağlı olurlar. Rasulullah böyle buyurmuştur. Birinci meselede de onlara bu şartı koşmuşlardı, ama diğer düşmandan aldıklarını esir tutan düşman­dan gizleyip darulislama çıkarmalarında sakınca olmadığını söylemiştiniz, diye iti­raz edilirse, şöyle deriz:

Orada sadece ganimetlerini teslim etmelerini şart koşmuşlardı. Ganimet de­dikleri de kendilerinin düşmandan aldıkları şeylerdi. Ama esirlerin düşmandan aldıkları şeyler birlikte savaştıkları düşmanın ganimetlerinden değildir. Sonra, ganimetlerin ortak olması islamın hükümlerindendir. Bu ise düşmanın himayesi altında gerçekleşemez. Onların himayesinde kural, kim bir şey alırsa, kendisi onu almaya layık olmasıdır. Bundan da anlıyoruz ki bu şekilde malları gizlemelerinde açıkça koşulan bir şarta muhalefet söz konusu değildir. Zaten açık koşulan bir şarta muhalefet etmeleri de doğru değildir.

2985- Hapiste tutulan esirlere düşman "Bizden kimseyi öldürmemek, açık ve gizli olarak hiçbir malımızı almamak ve ülkemizde tutmak şartıyla sizi hapisten çıkaracağız" derlerse ve esirler de kabul ederlerse, bu şarta esirlerin bağlı kalmaları gerekir.

Çünkü şart koştukları ve kabul edilen şeyler hakkında esirler eman altında gibi olurlar. Zaten bunu kabul etmekle öldürülme, hapis ve işkenceden emin olmuşlardır. Bundan sonra müslü m anlardan alman bir köle görseler, onu almaları caiz olmaz. Çünkü bu düşmanın malı olup bu durumda müslüman olurlarsa onların malı olarak kalır.

 

 

2986- Esir düşmüş hür bir kadın veya efendisinin ölü­mü halinde hürriyete kavuşacak olan (müdebber) bir ca­riye görseler, onu alıp darulislama çıkarmalarında bir sa­kınca görmüyorum.

Çünkü düşman ona malik olmamıştır. Esirlere sadece sahip oldukları ve mülkleri olan şeylere dokunmamalarını şart koşmuşlardır.

2987- Müslümanlardan alınmış bir silah veya at görür­lerse, ona dokunmaları caiz olmaz.

Çünkü bu onların mallanndandır.

2988- Esirlere   "Ülkenize gidiniz, eman  altındasınız" derlerse ve esirler de onlara bir şey söylemezse, bundan sonra esirlerin onlarla   savaşması ve mallarını almasında sakınca olmaz.

Çünkü esirler onların bu koştukları şartla bir taahhüt altına girmemişlrdir. Kendilerinin yüklenecekleri bir sorumluluğu kabul etmedikleri sürece, düşmanın kendi kendine koşacağı şart onları bağlamaz.

2989- Ama müslümantardan bir topluluk gelip darul-harbe girmek ister ve düşman onlara "Giriniz, eman al­tındasınız"  derse ve onlar da herhangi bir şey şart koş­madan  girerlerse, durum farklı olur.

Çünkü eman yolu İle girmeleri onlara hıyanet etmemeyi kabul etmeleri de­mektir. Ama esirlr için bu durum söz konusu değildir. Çünkü esirler onların elin-de eman altında olmayıp esir ve mağlup kişilerdir.

2990- Esirlere düşman "Düşmanımıza karşı bizimle be­raber  savaşırsanız, ülkenize  dönmeniz için  sizi serbest bırakırız, aldığınız ganimetler de sizin olur, ama bizim aldıklarımıza dokunmayacaksınız" derse, sonra düşmanın aldıkları malları esirler gizli olarak alma imkanı bulursa, almaları caiz almaz.

Çünkü bunu onlara şart koşmuşlardır ve müminler şartlarına bağlı kalmak

zorundadırlar.

2991- Esirlerin aldıkları malları düşman onlara verse ve esirler de onu darulislama yahut müslümanların darulharpteki karargahına çıkarsalar, mallar sadece onların olur. Ondan beştebir payı alınmayacağı gibi paylarda süvari ve piyade eşit alırlar.

Çünkü şirk yönetiminin altında o malları almışlardır ve şirk yurdunda onu ihraz etmişlerdir. Zira düşman o mallan kendilerine teslim etmiştir. Sonra, düş­manın himayesi altında mallan almalan, bir bakıma düşmanın alıp kedi isteğiyle onlara teslim ettiği mal gibidir. Onun için bu mallar kendilerinin esirlere Tıİbe ettiği mallar olur.

2992- Bu mallar ganimet değildir.

Çünkü müslümanlann savunma ve himaye bölgesine gelmeden önce mallar onların olmuştur.Malları onlardan bazıları almışsa, sadece alanlara mah­sus olur.

Çünkü burada müslümanlann savunma ve himayesinde ihraz etmenin bir etkisi söz konusu değildir. Malı almamış olanlar bu ihrazla bir hak elde etmezler. Hak sahibi olmanın sebebi, malı almış olmak ve düşmanın onlara teslim et­mesidir. Bunda diğerlerinin bir ortaklığı olmaz.

2993- Esirlerden bir kişinin aldığı malların bütün esir­ler arasında ortak olacağını şart koşmuş ve esirler de buna razı  olmuşlarsa, malları bazıları  da  alsa, alınan mallar bütün esirler arasında ortak olur.

Çünkü düşman bu mallan esirlerin tümüne teslim etmiş olmaktadır. Bu da kendi mallarından bütün esirlere hibe ettikleri ve hepsinin nzası ile esirlerden bazıların teslim aldığı mal mesabesinde olur.

2994- Alınan malların esirlerle düşman arasında yarı yarıya olacağını söylemiş ve aralarında eşit olarak paylaş-mışlarsa, esirler darulislama çıktıklarında aldıkları malda eşit olarak ortak olurlar. O mallardan beştebir payı da alınmaz.

Çünkü düşmanın kendilerine teslim etmesiyle darulislama çıkarabilmişl-erdir. Ganimet ise kuvvet ve galebe ile alınan malın adıdır. Müşrikler bunu kendi­lerine isteyerek teslim edince, mallar ganimet olmaktan çıkmıştır.

2995- Düşmanın rızası olmadan ve güçlerinin yetmesi halinde geri alacakları malları esirler darulislama çıkarırlarsa, ondan beştebir payı alınır ve geri kalanı ganimet taksimi esasına göre aralarında taksim edilir.

Çünkü bu mallar galebe ve üstünlük yolu ile alınmıştır. Müslümanlann hi­maye ve savunması olmadan o mallan ihraz etmeleri de gerçekleşmemiştir. Onun için bu mallar ganimet hükmüne tabidir.

2996- Ancak bir şey hariç olur. O da esirlerin düşma­nın rızası olmadan hiaynet yolu ile aldığı mallardan beşte­bir payının  alınmamasıdir.

Çünkü almaları helal değildir. Fetva olarak devlet başkanı o mallan geri vermelerini emredebilir. Tıpkı eman altında olan kişilerin onlardan hırsızlıkla aldıkları mallar mesabesindedir.

2997- Düşman, sadece esirleri diğer  düşmana karşı sa­vaşa gönderse ve komutanı da esirlerden tayin edip isla-mın hükümleriyle hükmedeceğini söylese ve alacakları ga­nimetleri darulislama çıkarabileceklerini belirtseler, esir­ler düşmandan korksunlar veya kormasınlar, bu savaşa gi­debilirler.

Çünkü islamın hükmü altında savaşacaklanndan cihad etmiş olurlar

2998- Aldıkları   ganimetleri   darulislama   çıkardıkları taktirde ondan beştebir payı alınır ve geri kalanı ganimatin taksimi esasına göre aralarında taksim edilir.

Çünkü darulislamda bu mallar ganimet hükmünü almıştır. Nitekim müslü-manlarla antlaşmah olan bir düşman topluluktan müslümanlar başka bir düşmana birlikte saldırmak için ülkeye girmelerini ister, onlar da girerse, savaşanlann aldıkları mallardan beştebir payı alınır ve geri kalanı ganimet taksimi esasına göre aralannda taksim edilir.

2999- Düşmanlarıyla savaşmak için esirleri gönderen düşman, alınacak malların hepsinin yahut yarısının ken­dilerine ait olacağını şart koşsa ve esirler de onlardan bir korku duymuyorlarsa, bu şartla savaşmaları doğru olmaz.

Çünkü bu savaşla müslümanlara karşı onlan desteklemiş olurlar. Mesela alacakları silah ve atlardan şart koştuklan miktarı aldıklan taktirde onlarla müslü­manlara karşı savaşmak için güçlenmiş olurlar. Ama darulislama çıkmaarına mü­saade edec eklerini şart koşmuşlarsa, o zaman savaşmalannda bir sakınca olmaz. Çünkü bü, düşmana verecekleri silah, atlar ve esirler karşılığında kendilerini kur­tarması anlamına gelir.

3000- Aldıkları  miktarı  darulislama  çıkardıkları  tak­tirde ondan beştebir payı alınır ve gerisi ganimet taksimi esasına göre aralarında taksim edilir.

Çünkü islamm egemenliği altında o mallan almışlardır. Hak etmeleri, düşmanın kendilerine teslim etmesiyle değil, darulislamda o mallan ihraz etmele­riyle kesinleşmiş olur. Çünkü malları alırken düşman onlarla beraber değildiler. Mallan aldıklarında da himaye ve savunmalan müslümanlann himayesi ve sa­vunması idi.

3001- Esirlere, düşmandan alacakları silahları, esirleri ve atları vereceklerini, diğer şeyleri de kendilerinin alacaklarını şart koşmuşlarsa, esirlerin   savaşmalarında yine bir sakınca olmaz. Çünkü mal karşılığı kendilerini kurtar­maları mesabesinde olur. Ama bu mallar darulislama çı­karmamak ve kendiniz de darulislama gitmemek şartıyla sizin olacak, demişlerse, o zaman ancak canları için kesin tehlikenin bulunması halinde bu savaşa gidebilirler. Aksi halde bu savaşa gitmeleri doğru olmaz.

Çünkü bu savaş düşmana yarar sağlar ve mal kazandırır. Buna karşılık müslümanlann kurtuluşu da yoktur. Onun için kesin zaruret olmadıkça bu savaşa gitmeleri doğru olmaz. En iyi Allah bilir.[31]

 

İslam Ülkesinde Müslüman  Olmayanların Kiliseaçmaları Ve İçki Satmaları Gibi Yapamıyacakları Şeyler

 

3002- Tevbe İbn Temr el-Hadrami'den Hz. Peygam­berin şöyle dediği rivayet edilir: İslamda iğdiş etme ve ki­lise  açma yoktur.

Hadis "İğdiş olma" ve "iğdiş etme" anlamlarına gelen iki kelime ile rivayet edilmiştir. Bu, iki şekilde açıklan­mıştır; Birincisi, insanı iğdiş etmenin yasaklığı. Bu olum­suzluk kipiyle zikredilmiştir ki nehiy (yasaklama) dan da­ha güçlü bir ifadedir. İnsan oğlunu iğdiş etmek Kur'an ayetiyle yasaklanmıştır. Yüce Allah buyuruyor: "Şeytan onlara Allahın yarattığını değiştirmelerini emredeceğim, der"[32] Allahın yarattığını değiştirmeden maksadın iğdiş etmek olduğu söylenmiştir. Şeytan zaten ancak ahlaksızlık ve edepsizlik olan kötü şeyleri emreder. İğdiş etmek, iş­kence yapmak ve erkeklik organını kesmektir. Halbuki Rasulullah kötürüm bir köpeğe de olsa işkenceyi yasak­lamıştır.

Diğer anlamının ise, kadınlarla evlenmemek ve rahiplik hayatı sürmek olduğu söylenmiştir. Kişinin kadınlarla ev-lenmiyen rahipler gibi olmasıdır. Halbuki Rasulullah Os­man İbn Maz'un ve arkadaşlarını böyle bir işe kalkıştık­ları zaman onlara bunu yasaklamış ve bunun sünnetine aykırı olduğunu  söylemiştir.

Kiliseden maksat ise, müslüman topraklarda kilise yap­maktır. Zimmet ehline bunun için izin verilmez. Daha önce yapılmış ve mevcut olanlara dokunulmadığı gibi ye­nilerinin yapılmasına müsaade edilmez.

İbn Semaa, Nevadir'inde bu hadisi Rasukülahtan rivayet ederken, Muham-med İbn el-Hasan'dan naklederek tefsir etmiştir.

3003- Hz. Ömer'in şöyle dediği rivayet edilir: Zimmet ehlinin Horasan ve fethedilen başka yerlerde kilise açma­larını yasaklarım, fethedilen yerlerde fetihten sonra yap­tıkları ortaya çıkmadıkça daha önce yapmış bulundukları ve hala mevcut olan kiliselerine ise dokunmam.

Çünkü gerektiren bir delil olmadıkça daha önce yapılmış olan kiliselerini yıkmak caiz olmaz. İslam yurdu olması için hazırlanan, yani fethedilen bir yerde zimmet ehline kiliseler açmaya müsaade etmek, irtidat ettikten sonra müslümanm şirk üzerine devam etmesine imkan tanımak gibi olup kesinlikle böyle bir şey caiz olmaz.

3004- Düşmandan bir topluluk kendileri için cizye ve toprakları için haraç ödemek üzere zimmet ehli olmayı müslümanlara teklif ederse, islam devlet başkanının bu is­teklerini kabul etmesi vaciptir.

Çünkü zimmet ehli sayilmalanyla savaş sona erer. Tıpkı İslama girmek gibi olur. Kendilerine islamın anlatılması ve Öğretmesini istedikleri taktirde onlara an­latmak vacip olduğu gibi, zimmet ehli olmak istedikleri zaman da isteklerini kabul etmek de vacip olur. Zira muamelat konusunda bu yolla islamın hükümlerine bağlı olmayı kabul etmiş olurlar. Ondan sonra islamın güzelliklerini belki görür ve İslama girerler. Bu da en yumuşak ve güzel yolla dine davet etmek olur.

3005- Rasulullah   kendisinden  böyle   bir   şey  istiyen Necran halkının isteğini kabul etmiş ve her yıl iki bin ya­hut bin iki yüz elbise üzerine onlarla antlaşma yapmıştır.

Bu şekilde antleşma yapar ve topraklan da Şam bölgesi gibi şehir ve köy ise, mü.slümanların onların ev ve topraklarından birşey almaları caiz olmadığı gibi, evlerini işgal etmeleri de caiz olmaz.

Çünkü bunlar artık antlaşma ve barış sözleşmesi sahibi kişilerdir. Hayber günü Rasulullah tarafından bir kişi müminlere "Antlaşmah insanların mallan size helal olmaz" şeklinde ilan etmiştir. Zaten mal ve canlarının müslümanlann can ve malları gibi olması için zimmet ehli olmayı kabul etmişlerdir.

3006- Müslümanlar kimsenin sahip olmadığı ölü (iş-lenmiyen) topraklarda bir şehir kurmak isterlerse, bunda bir sakınca olmaz.

Çünkü bununla zimmet ehlinin mallarına ve mülklerine herhangi bir şekilde tecavüz etmek yoktur. Zaten islam ahkamının hükmü altına girmekle zimmet eh­linin topraklan ve şehirleri islam yurdunun bir parçası haline gelmiştir. Darul-islamda ölü topraklar hakkında devlet başkanı uygun gördüğü şekilde tasarruf eder.

3007- Rasulullah şöyle buyurmuştur;   "Haberiniz  ol­sun, işlenmiyen (sahipsiz) toprak Allah va Rasulünündür, sonra benden sizedir."

3008- Müslümanların ölü arazide kurdukları şehrin ya­kınlarında zimmet ehlinin köyleri olup zamanla şehir bü­yüyerek o köyleri de kapsayacak olursa, artık onlar da şehrin bir parçası olurlar.   O köylerde zimmet ehlinin ki­liseleri, ateşgedeleri, havraları varsa, olduğu gibi bırakılır. Çünkü zimmet ehli artık antlaşmah insanlardır. O yerleri şehir kapsamına

da girse, antlaşmanın gereği olarak ibadethanelerine dokunulmaması hakkına sahip olmuşlardır.

3009- Ancak o yerde yeni bir kilise yahut havra yap­mak isterlerse, müsaade edilmez. Çünkü orası artık müs­lümanlann   şehirlerinden   biri   olmuştur. İçinde cuma ve bayram namazlarının kılındığı, islamın öngördüğü ceza­ların uygulandığı bir yer olmuştur. Böyle bir yerde yeni tapınak yapmalarına imkan verilmesi müslümanlann aşa­ğılanması yahut şekil olarak müslümanlara muhalefet et­melerine  imkan  tanınması  anlamına  gelir. Rasulullahın "Kilise de yoktur" buyruğunun anlamı budur. Çünkü bu yerler darulislam olduktan sonra eski tapmakları bir hak olarak devam edecektir. Yeni durumun meydana getirdiği değişiklikle onlann bu yerleri değiştirilemez. Ama orası müslüman bir şehir   olduktan sonra yeni tapmaklar açmak isterlerse, izin verilmez. Tıpkı yargıcın bir olay hakkında içtihat ile verdiği karardan sonra meydana gelen başka bir olay hakkında değişik karar vermesi gi­bidir. Bu karar, önceki karanım bozmaz

3010- O yerde açıkça domuz eti ve içki satıyorlarsa, şehir haline geldikten sonra artık satmalarına izin ve­rilmez.

Çünkü bu yeni yapacakları bir tasarruftur. El-Mebsut kitabında müslüman şehirlerde zimmet ehlinin içki ve domuz satmalarına izin verilmeyeceğini açık­ladık. Müslümanların şehirlerine açık olarak bu şeyleri sokmalarına da müsaade edilmez. Hz. Ömer'in böyle uygulama yasptığı nakledilmiştir. Sonra, bu işler fa-sıklık (haram) işlerdir. Müslümanların beldelerinde fasıkhğm açık olarak işlen­mesinde müslümanların horlanması olur. Halbuki zimmet ehli ile yapılan sulh antlaşması müslümanların horlanması için değildir,

3011- Bayram vakitlerinde haç çıkaracak olurlarsa, bunu eski kiliselerinde yaparlar. Ama kiliselerin dışına çıkarak şehirde bunu açıkta yapmalarına izin verilmez. Çünkü müslümanları hafife almak olur. Ama kiliselerinin dışına çikaracaklarsa, haçlarını gizlice (teşhir etmeden) çı­karır ve şehrin banliyösünü geçtikten sonra istedikleri yere gider ve törenlerini yaparlar.

Çünkü cuma ve bayram namazlarının kılınması ve cezaların uygulanması bakımından şehrin banliyösü de merkezi hükmündedir. Ebu Süleyman'ın Ne-vadir'inde belirtildiğine göre cuma günü devlet başkanı çetin bir mesele ile kar­şılaştığında şehrin baliyösüne gider ve orada halkla beraber cumayı kılabilir. Müslümanların cuma kıldıkları yerde zimmet ehlinin harçlarını teşhir ederek tören yapmaları yasaktır. Çünkü böyle bir şey müslümanlara muhalefet ve onlarla re­kabete yol açar. Böylece bu konuda şehrin merkezi ile banliyösü, hüküm bakı­mından aynıdır.

3012- Eski kiliselerinin içinde çaldıkları taktirde çan çalmalarına da engel olunmaz. Ama eski kiliselerinin dı­şında çan çalmak isterlerse, onlara müsaade edilmemesi gerekir. Çünkü şekil olarak müslümanların ezanına rekabet ve muhalefet etmiş olurlar. Ama müslümanların şehri olmayan her köy ve mahalde bütün bu şeyleri yapmalarına engel olunmaz. Oralarda bir kısım müslümanlar ikamet etse bile, bu şeyleri yapmalarına müsaade edilir.

Çünkü buralar cuma ve bayram namazları gibi dinin ifadesi ve ilanı olan şeylerin yapıldığı yerler değildir. Belh imamlarının çoğunun bu meselede böyle söyledikleri belirtilir. El-Mebsut'ta ise Kufe'de bulunan köylerin durumuna göre hüküm verilmiştir. Orada köylerde oturanların çoğu zimmet ehli ve rafızilerdir. Ama memleketimizde, bu şeyleri şehirde yapmalarına müsaade edilmediği gibi köylerde de müsaade edilmez. Çünkü müslümanların cemaatlarının yeridir. Vaiz ve müderrislerin (hocaların) oturduğu yerler de şehir mesabesindedir.

3013- Hire ve başka yerlerde olduğu gibi halkının çoğu zimmet ehli olan şehirler, yani içinde cuma ve bayram na­mazları kılınmayan   şehirlerde bu şeyleri zimmet ehlinin yapması engellenmez.

Memleketimizin üstadlan köylerde bunları yapmalarının yasaklanmaya­cağını söylerler. Burada zikredilen şu ibareye dayanıyorlar: Halkı müslüman olup cuma ve bayram namazlarının kılındığı ve cezaların uygulandığı şehir statüsünde olmayan köylerde zimmet ehli köylülerden evler alıp kilise ve hayvanlar edinse ve oralarda içki ile domuz satışını açıkça yapsalar, onlara engel olunmaz. Çünkü ya­saklama ve engel olma dinin şiarı olan cuma ve bayram namazlarının kılınması, islamın öngördüğü cezaların uygulanması gibi şeylerin orada yerine getirilmesi sebebiyledir. Bu da gösteriyor ki islamın öngördüğü ceza hükümleri köylerde değil, ancak şehirlerde uygulanır. Edebu'1-Kadi kitabında da bu şekilde be­lirtilmiştir. Halbuki el-Hassaf bu konuda köylerin de şehirler gibi olduğunu be­lirtmiştir, Bu meseleyi Şerhu'l-Muhtasar'da açıkladık.

3014- Netice olarak şehir ve şehir banliyösünde bu şe­yleri yapmaları yasaklanır, ama halkının çoğunluğu  zimmet ehlinden olan köylerde bu gibi şeyleri yapmalarına müsaade edilir. Fakat müslümanların oturduğu köylerde bu   gibi  şeyleri  yapmaları  konusunda  belirttiğimiz  gibi alimlerimiz arasında ihtilaf vardır.

3015- Zimmet ehli ile yapılan antlaşmada nıüslümanlar şehir ve kasabalarında bulunan evlerini kendileriyle   pay­laşmasını  şart koşarlarsa, caiz olur.

Çünkü bu mülk şartını onlara koşmak, başka bir mal şartını koşmak gibi­dir. Şart koşulan yer malum ise, caiz olur.

3016- Kiliselerinin bulunduğu, içki, domuz etinin a-çıkça satıldığı ve mahremlerle evliliğin açıkça yapıldığı şehir ve köylerine nıüslümanlar   yerleşerek cuma ve bay­ram namazlarını ikame ederlerse, artık oralarda yeni ki­liseler yapmaları ve yukarıda sayılan şeyleri işlemeleri ya­saklanır. Çünkü cuma ve bayram namazlarının yerine getirildiği  yerler müslümanların  kasaba  ve  şehirleri  hük­münde olur.

Çünkün bu yerler müslümanların kasaba ve şehirleri olmuş olur. Zira ora­da antlaşmadan sonra evler ve kurumlar meydana getirmişlerdir. Hüküm bakı­mından daha önce zimmet ehlinin köyleri durumunda iken müslümanlann şehir ve kasabaları haline getirdikleri yerlerle aynı olur. Orada belirttiğimiz bütün hükümler burada da geçerlidir.

3017- Eski  kiliselerinden  biri  yıkılacak  olursa,  onu tekrar yapabilirler.

Çünkü o yörede haklan kabul edilmiş ve devam etmektedir. Binanın yı­kılmasıyla bu hak değişmez. Bina ettikleri zaman önceki hükmünde olur.

3018- Yıkılan kilisenin yerini oradan kaldırıp şehrin başka bir yerine götürmek isterlerse, istekleri kabul edilmez.

Başka yer islam ahkamının uygulanması için hazır bir yer haline gelmiştir. Tekrar şirk hükümlerin uygulanması için hazır hale getirilmesine izin verilmez. Bunun için müslümanlara karşılığını verseler bile, İzin vermek caiz değildir. Tıpkı müslümanlara vereceği mal karşılığında irtidat üzerine devam etmesi için mürted-din izin istemesinde olduğu gibi. Şüphesiz bu isteği hiç bir şekilde kabul edilmez. Mesela bu kilisenin yerinde müslümanlar için çok daha güzel ve daha geniş bir cami yapmaya karşılık yeni yerde yıkılmış bir mescidin yerine kiliseyi inşa etmek istediklerini teklif ederlerse, onlann bu isteğini kabul etmek acaba caiz olur mu? Elbette caiz olmaz.

3019- Devlet başkanı düşmandan bir topluluğu top-raklarıyla beraber zaptedip Hz. Ömer'in Küfe bölgesi halkı hakkında yaptığı gibi zimmet ehli yapmak isterse, caiz olup doğru bir iş yapmış olur. Hz. Ömer bunu ashaba danıştıktan sonra yapmıştır. Karşı çıkanlara da Kur'an'ı Kerimden "Onlardan sonra gelenler"[33] ayetini delil olarak göstermiştir. Sonunda küçük bir azınlık dışında hepsi onun dediğini benimsemiştir. Benimsemiyenler ise ona muhalefet etmiştir. Nihayet minberde bunlar beddua ede­rek "Allahım, beni Bilal ve arkadaşlarından kurtar" de­miştir. Bir sene geçmeden muhalefet edenler öldüler. Hal­kı zimmet ehli kabul edildikten sonra köy ve kasabala­rında yeni kiliseler yapmak, içki ve domuz gibi şeyleri açıkça satmaktan alıkonamazlar. Çünkü bu şeyleri yapma­larının yasaklanması, içinde cuma ve bayram namazları­nın kılındığı ve islamm öngördüğü cezaların uygulandığı beldelere mahsustur. Devlet başkanı zaptetmeden önce hakkında antalşma yapılan yerlerde bu işleri yapabile­ceklerini, çünkü buraların islamm simgesi şeylerin yerine getirildiği  yerler olmadığını belirtmiştik.

3020- Hz. Ömer'in Küfe ve Basra şehirlerini kurduğu gibi devlet başkanı onların topraklarında müslümanlar için şehir kurup zimmet ehli de o şehirde evler alarak müslü-nıanlarla beraber oturmak isterse, alıkonamazlar.

Çünkü islamm güzelliklerini görmeleri için onların zimmet ehli olmasını kabul etmişizdir. İslamm güzelliklerini görüp belki müslüman olurlar. Evlerinin müslümanların evleri arasında bulunması bunu sağlamaya sebep olabilir. İmam Şemsuleimme el-Hulvani bunun için onlara izin verilmesi ancak sayı bakımından az olmaları ve bu şekilde yerleşmeleri sebebiyle müslüman cemaatların muattal ol­maması şartıyla olabileceğini söylemiştir. Ama bazı müslüman cemaatlann en­gellenmesine yahut azalmasına engel olacak kadar çoğalırlarsa, bunlara izin ve­rilmez. Ve müslümanların cemaatının bulunmadığı bir mahallede oturmaları emredilir. Ebu Yusuf un da bu görüşte olduğu bilinmektedir.

3021- Oturmak  için  evler  satın  alıp  onlardan  birini veya bazılarını ibadet etmek için kilise veya havra yahut ateşgede yapmak isterlerse, onlara izin verilmez.

Çünkü bu müslümanların cami İnşa etmelerine muhalefet ve rekabet olup islamı ciddiye almamak ve müslümanları küçümseme anlamı taşımaktadır,

3022- Kurulan şehirde açıkta içki ve domuz satmaları ve mahrem kişilerle evlenmeleri de yasaklanır.

Çünkü bunları aleni olarak yapmaları müslümanları hafife alma ve küçüm­seme anlamı taşımaktadır. Bunları açık olarak yapmadan da amaçları gerçek­leşmiş olur.

3023- Bu amaç için bir müslümanııı onlara ev kira­laması caiz olmaz. Çünkü müslümanları küçümseme düşüncelerine bir nevi destek sağlamış olur. Onlara kirala­dığı evde bu işleri açık olarak yapacak olurlarsa, ev sahi­bi ve başkaları emri bilmaruf ve nehyi anilmünker olarak onları bu işten ahkoyar. Bu konuda ev sahibi, başka müslümanlar gibidir. Nitekim içinde içki içilmesi ve içki satılması için (meyhane yapılması için) evini bir müslümana kiralayacak olursa, yine emri bilmaruf ve nehyi anil münker olarak bu işten alıkonur, ancak bundan dolayı kira sözleşmesi  bozulmaz.

Çünkü  bu   işten  dolayı  yasaklama kira sözleşmesinin  bozulması  için değildir.

3024- Ama kişi o evde kendi şahsına mahsus bir ibadet yeri edinirse, engellenemez.

Çünkü bu evin kapsamından olan bir şeydir. Kiralamakla bunu hak etmiş­tir. Sadece islamın simgesi olan şeylerin açıkça yapılmasına muhalefet ve rekabet etmesi yasaktır. Bu da ibadet etmeleri için evini kiliseye çevirmesidir.

3025- Zimmet ehlinden kişinin kiraladığı bu evi ma­nastır mensuplarının uzlete çekildiği bir manastır haline getirmek isterse, müslüman beldelerde ona izin yerilmez.

Çünkü bu, toplulukları için bir nevi kilise edinmek gibidir.

3026- Bu beldelerden biri cuma ve bayram namazla­rının kılındığı ve islamın öngördüğü cezaların uygulandığı bir şehir olup zimmet ehlinin de içinde eski bir kilisesi varsa, devlet başkanı onların kilisede ibadet etmelerini ya­saklar. Ama devlet başkanı zaptetmeden Önce üzerinde on­larla  antlaşma yapılan  şehirlerde bulunan  eski kilisele­rinde ibadet edebilirler. Çünkü orası müslüman bir şehir haline geldikten sonra eski kiliseleri onlara bırakılır ve yeni kilise yapmalarına izin verilmez. Ama burada kilise yapmalarına izin verilmediği gibi zaptedildikleri taktirde eski kiliseleri de onlara verilmez.

Çünkü zaptedilen topraklarını devlet başkanı mücahitlere dağıtacak olursa, gayri müslİmlerin kiliseleri diye bir şey kalmaz. Onları zimmet ehli kabul ettiği zaman da böyle olur. Çünkü kuvvet ve savaşla fethedilen bu beldelerde müslü­manlar artık islamın simgesi olan bütün şeyleri yerine getirme hakkına sahip olur­lar. Bundan sonrası onların haklarını iptal etmek konusunda değil, müslümanların yararlarını gerçekleştirmek için devlet başkanı uygulama yapar. Birinci durumda topraklarında müslümanların hakları gerçekleşmemiştir, sadece devlet başkanı onları barış antlaşması ile sağlamıştır. Bu da barış antlaşmasının kapsamına gi­ren şeylerle sınırlı kalır. Nitekim bu durumda zimmet ehlinin şahıslarından cizye ve arazilerinden haraç alır. Ama diğer durumda kendileri ve arazileri hakkında sa­dece barış antlaşmasının öngördüğü şeyleri verirler. Şöyle ki, barış antlaşması ile daha önce sabit olan hakları gerçekleşmemiş (kabul edilmemiş) tir. Müslüman­ların hakkı ise kesinleşen hakalnna binaen sabit olur ve müslümanların sabit olan hakları zimmet ehlinin yeni kiliseler yapmalarına engel teşkil eder. Ama haklarının kesinleştiği şeylerde onlara karşı çıkmayı gerektirmez.

Burada ise devlet başkanının onlara yaptığı lütuf itibariyle onların hakkı müslümanların topraklarında sabit olan haklarını engellemiş olmaktadır. Devlet başkanının onlara lütuf yapması konusundaki düşüncesi de müslümanların yaran ile mukayyettir. Müslümanların yararının sözkonusu olduğu şeylerde müslüman­ların hakkının önceliği kabul edilir. Bu, darulislamda eman altında olan kişinin darulharbe dönebileceğinin benzeridir. Ama devlet başkanının zimmet ehli kabul ettiği bu insanların hiç bir şekilde darulharbe gitmelerine izin verilmez.

3027- Ancak devlet başkanının onların eski kilise bi­nalarını yıkmaması lazımdır. Sadece içinde  ibadet etmele­rini engeller ve oturmak için evlere çevirmelerini emreder.

Çünkü onların mülküdür. Onları zimmet ehli kabul etmekle can ve mal­larının dokunulmazlığını kabul etmiş olur. Onların mallarından her hangi bir şeyi yıkmaya kalkışması caiz olmaz. Sadece müslümanların islamın simgeleri olan işleri yapma hakkının sabit bulunduğu bir yerde şirki açık bir şekilde yapmalarına engel olmak için orada ibadet etmelerini yasaklar.

3028- Müslümanlar bu beldeyi terkedip içinde cuma ve bayram namazlarını kılmayı ve cezaları uygulamayı bıra­kacak olursa, zimmet ehli orada kiliseler edinebilecekleri gibi içki ve domuz gibi şeyleri de açıkça satabilierler.

Çünkü bunları yapmalarım engelliyen sebep ortadan kalkmış olur. Zaten devlet başkanı orayı müslümanlar için bir belde haline getirmeden önce bu işleri orada yapıyorlardı. Cuma ve bayram namazlarının kılınması ve cezaların uy­gulanması orada yerine getirmediği için artık zimmet ehli önce yaptıkları işleri ya­pabiliyorlar. Çünkü şekil olarak muhalefet ve rekabet anlamı kalmamıştır.

3029- Arap topraklarından hiçbir köy ve kasabada ki­lise, havra ve ateşgede bırakılmaması lazımdır. Bu yerler­de içki ve domuz satışının da hiçbir şekilde açık yapıl­masına izin verilmemesi gerekir.

Çünkü bütün bu işler oralarda zimmet ehlinin ikamet etmesine bağlıdır. Halbuki Rasulullahın şerefi için Arap topraklarında zimmet ehlinin oturmasına müsaade edilmez. Zira oralar Rasulullahın doğum ve yaşama yerleridir.

Rasulullah buna işaret ederek "Arap- topraklarında iki din bir araya gelmez" buyurmuştur. Yine " Yaşayacak olursam Necran Oğullarını Arap yarımadasından çıkarırım11 buyurmuştur. Nitekim daha sonra Hz. Ömer onları Şam bölgesine göndermiştir. Necran oğullarına Resulullah tarafından bir ahit verilmiştir. Yani Rasulullah onlarla antlaşma imzalamıştır. Aynı şekilde Arap topraklarında oturan Hayber ve Vadilkura yahudileriyle diğer yahudi ve hıristiyanları da oradan çıkar­mıştır. Bunların bir kısmı Şam'a, bir kısmı da Irak'a girmiştir. Böylece anlaşılı­yor ki Rasulullahın şerefi için zimmet ehlinin Arap topraklarında ikamet etmesi yasak olup haliyle oralarda kilise, havra gibi şeyler yapanılyacakları gibi içki, domuz gibi yasak şeyleri de satamazlar.

3030- Bir müslümanm ticaret yapmak ve ülkesine dön­mek üzere darulharbe girmesinde bir sakınca yoktur. Ama orada ev sahibi olacak şekilde kalması doğru olmaz.

Çünkü cizye vererek Arap topraklarındaki durumları, cizye ödemeden da­rulislamda ikamet etmelerindekİ durumları gibidir. Orada ticaret yapmaları yasak değil, ikamet etmeleri yasaktır .Arap topraklarında durumları da bu şekildedir. Me­sela harp ehlinden biri Mekke, Medine, Taif, Rebze, Vadilkura gibi Arap şehirle­rinden birinde ikamet etmek isterse, ona izin verilmez.

Zira bütün bu yerler Arap topraklarmdandırArap toprağının uzunlamasına Uzeyb ile Mekke, enine de Aden ile Yemen'deki en uzak yere kadar uzandığını belirttik.

3031- Müslümanların cuma namazı kıldıkları kentlere hiçbir müslümanın veya kafirin içki ve domuz sokması caiz değildir. Bir müslüman "Şarabın sirke olmasını is­tedim ve burdan geçtim" derse yahut "benim değildir" derse, bakılır; Bu konuda suçlanmayacak şekilde dindar biri ise, salıverilir. Çünkü dış görünüşü  doğru söylediğini gösterir. Özellikle içyüzüne vakıf olmanın mümkün olmadığı durumlarda, aslı ortaya çıkıncaya kadar zahire itibar etmek gerekir,

3032- Ama dindar biri değilse, şarabı dökülür, domuzu kesilir ve  kesilen domuz ateşte yakılır.

Çünkü dış görünüşü, haram işlemek istediğini gösterir. Haram işlemek için yaptığı iş de haramdır. Münkeri yasaklama kabilinden bu işten alıkonur.

Ayrıca tevbe edinceye kadar yetkili onu tedip etmek için kamçılamak veya hapsetmek isterse, yapabilir.

Çünkü müslümanların kentinde içki ve domuz bulundurarak helal olmayan bir iş yaptığı için tazir cezsını hak etmiştir.

3033- Ancak yetkililerin adamın kabını kırması veya parçalaması doğru değildir.

Çünkü bu şeyler müslümanlar nazarında değeri olan mallardır. Onun İçin parçalayarak sahibine zarar vermemek gerekir.Zira tazir cezası, vücuduna eziyet etmekle olur, tabaklarını parçalamakla değil. Ganimetten çalan kişinin malım yakma konusunu açıklarken bunu belirtmiştik.

3034- Bir kişi adamın tabaklarını parçalayacak olursa, parasını tazminat olarak öder.

Çünkü helal olarak kendisinden yararlanmak mümkün olan değerli bir malı telef etmiştir.

3035- Ancak devlet başkanı, sahibinin yaptığına karşı­lık ceza olarak böyle yapılmasını uygun görmüşse, bunu yapan kişinin tazminat ödemesi gerekmediği gibi, böyle yapılmasını emreden kişinin de tazminat Ödemesi gerekmez.

Çünkü bu, devlet başkanının içtİhad edebileceği bir meseledir. Taksim edil­meden önce ganimetlerden çalan kişinin çaldığı şeylerin yakılması konusunda alimlerin farklı görüşlerini belirtmiştikjçtihad konusu olan .şeylerde devlet baş­kanının verdiği hüküm geçerlidir.

Mezhep alimlerimizden kimisi,tahrip etmenin kendisinden başka şekilde yararlanmanın mümkün olmadığı bîr şekilde içki sunmada kullanılan kaplar için olduğunu, böyle bir tabağın parçalanabileceğini söyler. Çünkü Rasulullahın içki küplerini kırdığı ve tulumları yırttığı rivayet edilmektedir.

Doğrusu, birinci görüştür. Çünkü bu durumda ise, içkinin dökülmesinde olduğu gibi, devlet başkanı da, başkası da aynıdır. Rasulullahın bunu emretmesi, yerleşmiş bir geleneği şiddetle önlemek içindir. Burada da devlet başkanı şiddetle yasaklamak için böyle bir emir verirse, kararı geçerli olur.

3036- İçki tulumları ve üzerine yüklendiği   hayvana el koyarak satacak olursa, satması geçersiz olur.

Çünkü sahibinin izni olmadan başkasının malını satmıştır. Bu konuda dev­let başkanı da başkaları gibidir. Çünkü haksız yere başkasının malım satma hakkı yoktur.

3037- İçkiyi islam ülkesine sokan kişi zimmi ise, bakı­lır; Cahil biri ise, malı kendisine geri verilir ve bir daha yapacak olursa, cezalandırılacağı söylenir.

Çünkü bu konuyu bilmemiş olabilirler Böyle bir konuda bilmemek, cezayı önleyen bir özür sayılır.

3038- Böyle bir şeyin yasak olduğunu biliyorsa veya uyarıldıktan sonra tekrar yapacak olursa, devlet başka­nının adamın içkisini dökmesi ve domuzunu kesmesi doğ­ru olmaz.

Çünkü bunlar zimmi insanlar için değeri olan mallardır. Belirttiğimiz gibi, tedip etmek, mallarını telef emekle değil, kendisini dövmek ve hapsetmekle olur.

3039- Ama bir kişi adamın bu mallarını telef edecek olursa, prasını öder. Fakat devlet başkanı ona ceza ver­mek için böyle yapmasını  emretmişse, o  başka.

Sonuç olarak burada zimmet ehlinin içki ve domuz konusundaki hakkı, müslümanların kaplar konusundaki hakkı gibidir. Her ikisi de sahipleri için de­ğeri olan maîlardir.

3040- Zimmet ehlinden biri   Dicle veya Fırat nehrinin geçtiği Bağdat, Vasıt, Medayin gibi bir şehirden geçerek gemisinde içki taşıma hakkına sahiptir. Çünkü bu büyük yoldan geçmenin dışında bir alternatfi yoktur.

Çünkü kaçınılmaz olan şey, serbest gibidir. Böyle bir şeyin yasaklanma­sı, islami sembollere hakaret ve muhalefet olmsı sözkonsu İse yapılır. Dicle veya Fırat'tan geçmekte böyle bir durum da söz konusu değildir.

3041- Ancak gemisinde taşıdığı bu şeylerden müslü­manların yerleşme birimlerine birşey getirmesine izin verilmez.  Çünkü böyle bir şey, nıüslümanlara saygısızlık olur.

Dicle'den geçerken böyle bir taşıma yapması, müslü-manların yerleşim birimlerindeki gibi bir durum sözkousu değildir. Müslümanların yerleşim alanlarına getirecek olursa, belirttiğimiz şekilde tedip edilir. Şehirler arasında bunu taşımak ister ve geçecek başka yolları da yoksa, bunda bir sakına olmaz. Çünkü bundan sakınmak mümkün değildir.

3042- Ama müslmanların yerleşim alanları dışından ge­çecek başka yollar  varsa, geçmelerine izin verilmez.

Çünkü buradan geçme ihiyaçları yoktur.

3043- Bundan başka geçecek bir yol yoksa, devlet baş­kanı onların yanına bir refakatçi verir ve kendilerine kimsenin  zarar  vermemesi, bu  davrnişlarıyla müslümanları horlamalarının önlenmesi ve içki içtiğinden şüphe edilen kişilerin   evlerine   uğramalarının   önlenmesi   için   onları yerleşim alanı dışına kadar götürür.

3044- Zimmet ehlinin ikamet ettiği yerlerde, antlaşma konuları dışında kalan zina etmek, ahlaksızlıkları işlemek gibi işler yapmalarına izin verilmez.

Çünkü onlann dini de bu gibi şeyleri kabul etmez. Bu gibi şeyler onlann dinine göre de ahlaksızlık ve günahtır.Bu konuda müslümnların inandığı gibi inanırlar. Köy ve şehirlerde müslümanların bu gibi işler yapması yasaklandığı gibi, oların da yapmaları yasaklanır.

3045- Bu konuda örnek, faiz işlemleridir. Hz. Pegam-berin Necran halkına "Ya faizi bırakırsınız yahut Allah ve Rasulü size harp açacaktır" yazdığı rivayet edilmiştir. Bu açıdan zimmet ehlinin dinine göre de faiz alışverişi ha­ramdır. Onların dinine göre de haram olduğu nas ile sabit olmştur. Kur'an "Kendilerine haram olduğu halde faiz al­maları"[34] demektedir.

Buna göre mü si umanlara yasaklandığı gibi, eğlence i-çin açıktan zurna ve davul satmaları, şarkılar söylemeleride yasaklanır. M üs lü manın bu tür eşyasını kıran kişi nasıl bir tazminat ödemiyorsa, onlara da bundan dolayı bir taz­minat ödemez.

Çünkü zimmet akdinde böyle şeyler yoktur. Nitekim dinlerinde de bu şeylerin kabul edildiği sabit değildir. Sadece içki, domuz eti, nikahı yasak olan­larla evlemek ve Allahtan başkasına ibadet etmek onlann şu andaki dinlerinde vardır. Bu konuda kendilerine dokunulmaz.Bunun dışındaki yerlerde ahlaksızlık işlemelerinin engellenmesi açısıdan durumları mülümanlann durumu gibidir.

3046- İslam yurdunda yerleşecekleri   bir kentte kilise veya havra yapmak, içki ve domuz satmak şartıyla müslü-manlarla barış antlşması yapmak isterlerse, müslümanla­rın onlarla bu şekilde antlaşma apmaiarı doğru değildir.

Çünkü bu, dinde aşağılanma ve müslümanlan horlama anlamı taşır. Zaruret ve ihtiyaç olmadıkça bunu kabul etmek caiz değidir.

3047- Devle  başkanı  onlara  bu  konuda  söz  verecek olursa, sözünü tutmaması gerekir. Çünkü böyle bir şey şeriatın hükmüne aykırıdır. Rasulullah "Allah'ın kitabına uymayan her sert, geçersizdir" buyurmuştur.

Bu konuda temel şudur: Rasulullah Hudeybiye günü Mekke halkından müslüman olup gelecek kişileri kendilerine geri vermek üzere Kureyş halkı ile antlaşma yapmıştır. Daha sonra bu antlaşma, Yüce Allahın "O kadınların mümin olduklarını bilirseniz, onları müşriklere geri vermeyin"[35] ayeti ile neshediimiştir. Onun için bu, ne zaman yerine getirilmesi caiz olan ve olmayan şartlar içeren bir anlaşma yapılsa, devlet başkanının caiz olanı yerine getirmesi, caiz olmayanı ise iptal etmesinde ölçü olmuştur.

Nitekim harp ehlinden insanlar yerleşecekleri yerde zina yapmak ve ge­nelevi çalıştırmak şartını koşarlarsa bu şartlan yerine getirilmez. Aksine onlardan zina ettiği sabit olan kişilere ceza uygulanır.

3048- Zimmet ehli olduktan sonra arazileri hakkında ba­rış antlaşması yapanlar, köy ve kasablarında kiliseler meydana getirse ve daha sonra o yerler müslümanların cu­ma namazı kıldıkları bir yer haline gelse, müslümanların onların kiliselerini yıkmaları doğru olmaz.

Çünkü meydana getirmeleri yasak olmayan bir dönemde meydana ge­tirmişlerdir. Bunlar da antlaşma gereği yaptıkları kiliseler gibidir. Onun için ki­liselerine dokunulmaz.

3049- Ama sözkonusu  yerleşim  alanı  müslümanlarm yerleşim alanı haline geldikten sonra orada kilise yapma­ları yasaklanır.

Burada içki ve domz satmaları yasaklndığı halde eski kilisede ibadet et­meleri nasıl yasaklanmaz? denilirse, cevap olarak şöyle deriz:

Çünkü içki ve domuz satmaları, oranın müslüman kenti haline geldikten sonra yaptıkları bir uygulamadır. Ama kilisenin eskisi gibi devam ettirilmesi yeni bir uygulma değildir. Yeni bir uygulama olsa bile, sözkonusu kilise içinde İbadet etmeleri, zimmet akdi gereği olup bu konuda dokunulmazlık hakkını kazanmış­lardır. Orada ibadet etmeleri, içki içmeleri ve domuz eti yemeleri gibidir.

3050- Zimmet ehlinin kentlerinden biri içinde cuma na­mazları kılınan müslümanlarm bir kenti haline gelse ve içinde yeni kilise yapılmasını yasaklasalar, sonra müslü-manlar oradan ayrılıp içinde ancak az sayıda müslüman kalsa, orası için başlangıçta geçerli olan hüküm tekrar ge­çerli olur ve içinde kiliseler yapmalarına engel olunmaz. İçinde kiliseler yaptıktan sonra  müslümanlar tekrar oraya dönecek olurlarsa, dönmelerinden önce yapmış oldukları kiliseleri yıkma hakları yoktur.

Çünkü yapmaları yasak olmayan bir dönemde o kiliseleri yapmışlardır. Bu dönemde yapmaları ile müslümanlarm orayı yuıt edinmeden önce yaptıkları arasında fark yoktur. Ama orayı müslümanlar savaşarak almışlarsa, belirttiğimiz gibi, eski kiliselerde ibadet etmeleri ysaklandığı gibi yapılan bu yeni kiliselerde de ibadet etmeleri yasaklanır.

3051- Müslümanların  kentlerinden birinde onların eski bir kiliseleri olup müslümanlar orada ibadet etmelerini ya­saklamak ister, onlar da "Biz zimmet ehliyiz, ülkemiz ko­nusunda barış antlaşmsi aptık" derse, müslmanlar da "Ha­yır, ülkenizi savaşarak aldık, siz de zimmet ehli oldunuz" derse ve işin gerçeğinin nasıl olduğu anlaşılmayacak ka­dar aradan uzun zaman geçmişse, bakılır; Devlet başkanı fakihlerin   bu konuda bir görüşünün olup olmadığı ve bu konuda gelen bir rivayetin bulunup bulunmadığını araştı­rır. Birşey  bulursa, onunla amel eder.

Çünkü güvenilir kişilerin rivayet ettiği haberler uyulması gereken serî bir de­lildir. Diğer taraftan böyle şeyleri kesin şahitlikle ispat etmek mümkün değil-dİr. Zira o zamana yetişmiş kişilerden kimse kalmamış ve böyle bir olay için kimsenin şahitlik yaptığı da olmamıştır. Onun için bu konuda fakihlerin söyledikleriyle ye-tinilir. İhticacda[36] genişlik muteberdir. Onun için erkeklerin muttali olmadıkları şeylerde kadınların şahitliği ile yetinilir. Zaten bu da dinin işlerindendir. Dinde a mel etmek için tek kişinin naklettiği haber (haberi vahid) de hüccettir.

3052- Bu konuda fakihlerin elinde bir haber yoksa ya­hut mevcut olan haberler çelişkili ise, devlet başkanı ora­yı antlaşma sonucu teslim alınmış bir arazi sayar ve sa­hiplerinin söylediklerini kabul eder.

Çünkü arazi onların elindedir ve daha önce de kendileri oranın sahiple­ridir. Müslümanlar yasaklamak ve yıkmak isteyerek onlara karşı çıkıyorlar. Burada eski sahipleri olan zimmilerin sözü kabul edilir ve yemin ettirilerler. Zaten iki taraf arasında daha önce yapılmış anlaşma da onların oranın eski sahipleri olduklarını gösterir. Geçmişle ilgili bir anlaşmazlık çıktığı zaman mevcut durumu hakem kabul etmek asıldır. Değirmen kiralamada suyun akması olayında olduğu gibi.

Önceden onların hakkı bu malda sabitti. Müslümanların haklarını ispat eden deliller de şüpheli ve çelişkili bulunmaktadır. Kesin olan bir şey de, şüpheli olan ile yok olmaz.(Yakîn, şek ile zail olmaz).

3053- Buna göre, bir rivayet oranın savaş yolu ile alın­dığını söylerken, başka bir rivayet antlaşma ile alındığım söylüyorsa, yine  onların sözü geçerli olur.

Çünkü rivayetler çelişkilidir.

3054- Ancak sahiplerinin antlaşma yaptığını söyleyen şahitlerin söylediklerini başka şahitler de desteklerken, başka şahitler   de oranın savaş yolu ile alındığını söyler­se, bu ikinci şahitlerin söyledikleri ile amel edilir.

Çünkü şahitlik kesin bir delildir ve ispat ile tercih edilir. Barış antlaşması sonucu verdiklerini söyleyenler ise, yeni bir şey ispat etmeyip eski durumda bu­lunmaktadırlar. Habuki İkinci taraf bunu kanıtlamaktadır.

Haber ise, kesin delil değildir, Kabul veya red etmek yahut tutmak veya değiştirmek, onunla amel etmek bakımından eşittir. Çelişkinin kesin olması se­bebiyle asıl olan kabul edilir. Kitapta başka bir şeye de işaret ederek müellif şöy­le devam etmektedir:

3055- Delil getirmeden önce onların sözü kabul edi­lince, artık delil getirmesi gerekenler onlar değil, müslü-maıılar olmaktadır. Onun için bu konuda kendi delilleri kabul edilir. Tıpkı mutlak mülkiyet iddisında zilyed olan kişiye rakip çıkan kişinin delil getirmesi gibi. Köle olduğunu iddia eden kişinin iddisma karşı, hür olduğu delil ile sabit olan kişinin dumumunda olduğu gibi, temelde onların hür olduklaraını ve köle-îeştirilme sebebinin bulunmadığını söyleyen zimmet ehlinin delili kabul edilmesi gerekmez miydi? diye İtiraz edilirse, şöyle deriz:

Bu görüşe burada itibar etmek mümkün değildir. Çünkü savaş yolu ile alınmış olanları devlet başkanı serbest bırakacak olursa, canlan ve arazileri hak­kında barış antlaması yapmış kişiler gibi hür olurlar, Herkes bunlann hür olduk­ları ve asla kimsenin mülkü olmadıklarında ittifak etmektedir. Dava konusu olan, ellerindeki kiliselerdir. Bu da elindeki arazi hakkında zilyed ile ürünü alan kişi arsındaki mülkiyet idiası gibidir.

3056- Bunların savaş yolu ile alındığını söyleyen bir habere karşı, onların barış antlaşması yolu ile alındığına ilişkin şahitlik yapılsa ve bunu başka şahitler de destekle-se, bu şahitlik kabul edilir.

Çünkü bu kesin bir delildir ve bir haberin rivayeti buna denk olmaz. Zira anlaşmazlık ve husumet konularında böyle bir haberin rivayeti hüccet olmaz.

3057- Ancak ilk şahitler de, onları dstekleyen başka şahitler de müslüman kişiler olmalıdır.

Çünkü zimmet ehlinin şahitliği, müslümanlar hakkında delil olmaz.

3058- Onların barış antlaşması yaptığını söyleyen bir haberin yanında, savaş yolu ile zaptedildiklerine dair şahitlik yapılsa, şahitlik tercih edilir. Bu konuda müslü-manların ve zimmet ehlinin şahitlği aynıdır.

Çünkü burada şahitlik, ellerinde bulunan şeyleri hak ettikleri konusunda zimmet ehlinin aleyhine yapılmaktadır. Zimmet ehlinin kendi aleyhindeki şahit­likleri delil olur.

Allah en iyi bilir.[37]

 

Müslümanların Düşmana Yapması Helal Olan Ve Olmayan Şeyler

 

3059- İçinde esir veya eman altında müslümanlar bu­lunsun veya bulunmasın, düşmanın içinde korunduğu ka­leleri yıkma ve yakmanın bir sakıncası olmadığını, yıkma ve yakmanın dışında müslümanların düşmanı yenme im­kanları olduğu taktirde yıkma ve yakma yoluna git­memelerinin daha iyi olduğunu belirtmiştik.

Çünkü kalede müslümanlar varsa, onlar telef olur, müslümanlar yoksa, düşmanın kadın ve çocklan bulunur. Her iki tarafı telef etmek de şeriata göre ha­ramdır. Zaruret olmadıkça bu telef etme caiz değildir. Burada zaruret İse, düşmana galip gelmek için başka hiçbir yolun bulunmamasıdır veya bulunan başka yolda müslüman askerlere büyük bir zarar ve sıkıntının dokunmasıdır. Ancak o durumda müslüman askerlerin yakma yoluna gitmesi mubah olur. Mut­lak olarak mübahlığm sabit olması için yakan kişilere diyet ve keffaret ge­rekmemesi gerekir. Çünkü diyet ve keffaretin vacip binisi, yasak olan öldürme halinde olur. Bu ise, emredilen bir savaştır. Onun için diyet veya keffret ge­rektirmez.

3060- Bütün söylediklerimizde gemi, kale mesabesin­dedir. Müslümanları veya müslüman çocukları kendilerine kalkan yapmaları halinde de durum aynıdır. Bütün bu du­rumlarda müslüman askerler sadece müşriklerin askerle­rini hedef yapması gerekir. Başkalarını hedef yapmaları caiz değildir.

Çünkü çocuklara zarar vermeme imkanları varsa, mutlaka zarar vermekten kaçınmaları gerekir .Zarar vermeme imkanı varsa, zarar vermekten kaçınmak va-iptir. Çünkü Yüce Allah "Gücünüz yettiği kadar Allahtan korkun" [38] buyurmak­tadır .Daha önce bu tür fiillerden hangisinin yanlışlıkla öldürme sayıldığı ve diyet

ile keffaret gerektirdiğini belirtmiştik.

3061- Vuran kişi île vurulan kişinin velisi anlaşmazlığa düşüp "Düşman tarafından kalkan yapıldığını bile bile vu­rarak onu öldürdün" derken, vuran kişi de "Ben vururken sadece düşmanı hedef aldım" derse, vuran kişinin söy­lediği kabul edilir  ve yemin  ettirilir.

Çünkü düşmanın saflarına atış yapması mubahtır. Prensip olarak bun­dan dolayı da tazminat ödemesi gerekmez.Aksi sabit oluncaya kadar bu prensibe bağlı kalmak gerekir.

3062- VuruIanın velisi, yasak olmasına rağmen, bile bile sozkonusu kişiyi öldürdüğü iddiası ile vuran kişiden tazminat alması gerektiğini iddia etmektedir. Bu durumda inkar edenin sözü  kabul edilir ve yemin ettirilir.

Çünkü zahiri durum, vuran kişiye şahitlik etmektedir. Zaten müslüman, bile bile müslümanı vurup öldürmez.

3063- Müslümanın yaptığı iş, mutlak  olarak şeriatta helal bir  iş olarak kabul edilir.

Çünkü müslümanın dini ve aklı bunu gerektirir ve helal olmayan bir işi yapmktan ahkoyar. Onun için bu konuda vuran kişinin söylediğini kabul ettik.

3064- Ancak vuran kişiye yemin ettirilir. Çünkü veli, haram olmasına rağmen bile bile oğlunu öldürdüğünü id­dia emektedir. Vuran kişi bunu kabul ettiği taktirde diyet ödemesi gerekecektir. Bunu kabul etmediği için kendisine

yemin etirilir.

3065- Müslümanlar küçük çocuğu ile beraber esir al­dıkları kadını götürmeleri mümkün değilse, onları öldür­melerinin helal olmadığını belirtmiştik.

Çünkü "kadın ve çocukları öldürmenin haram olduğu nas ile sabittir.

3066- Onları Öldürmeyip kaybolacakları bir yerde ter-kederler.

Çünkü kaybolacakları bir yerde terketmek, onları güvenli bir yere taşıyarak kendilerine iyilik yapmaktan kaçınmaktır, İyilik yapmaktan kaçınmak, koülük yapmak değildir,

3067- Yanlarında çocuğun babası varsa, onu öldürme­lerinde bîr sakınca olmaz.

Çünkü Öldürülmesi mubah olan bir esirdir.

3068- Kadın ve çocuk kaybolacak diye babanın öldü­rülmesi yasak olsaydı, müşriklerle savaşmak temel olarak yasak olurdu.

Çünkü savaşta onlardan öldürülen her adamın kadın ve çocuklarının kay­bolma ihtimli vardır.

3069- Yalnızca  kadını  taşıma  imkanları  olup  ikisini ayırdıkları taktirde çocuğun Öleceğini biliyor veya tahmin ediyorlarsa, bunu yapabilirler,

Çünkü ikisini terkettiklerinde de çocuk yine ölecektir.Üstelik birinin yok edilmesi, ikisinin yok edilmesinden iyidir Çocuğu değil de, kadını taşımalarında kendileri için yarar vardır. Çünkü onu esir edeceklerdir. Bu da müslümanların kazanılmış bir hakkıdır.

3070- Kazanılmış bir hak sebebi ile anne ile    çocuğu ayırmanın  bir sakıncası olmaz. Ne var ki çocuğu atın üs­tünden atarak değil, yere bırakrak terketmeleri gerekir.

Çünkü atın üstünden atarlarsa, yaptıkları sebebyile çocuk ölmüş olacaktır. Bu da kendileri öldürmüş gibidir. Ama yere bırakarak terkederlerse, kendileri öldürmüş sayılmazlar.

Nitekim terkedilmiş bir çocuk bulup eline aldıktan sonra tekrar yerine bı­rakan kişiye bir şey gerekmez. Ama yüksekten yere atıp ölümüne sebep olursa, onun için tazminat öder. Bu şekilde, çocuğu yere bırakma ile helak olacak şekilde bırakma arasındaki fark ortaya çıkmış olmaktadır.

3071- Annesini değil de, sadece çocuğu taşıma imkan­ları varsa, onu    taşıyıp annesini terketmelerinde bir sakınca olmaz. Şüphesiz çocuğu annesinden ayırdıkları tak­tirde onu doğru bir şekilde besleme imkanına da sahip ol­maları gerekir. Doğru ve yeterli besleme   imkanına sahip olmayıp annesinden ayırdıkları taktirde öleceğinden emin iseler, onu annesi ile beraber terketmeleri gerekir.

Çünkü bu, yararsız bir ayırmadır. Annesi ile berber terkettikleri taktirde Çocuğun Ölümüne direkt veya dolayh olarak kendileri sebep olmuş olmazlar. Ama çocuğu annesinden ayırıp götürdükleri ve çocuk öldüğü taktirde, kendileri bu uy­gulama ile ölümüne sebep olmuş olurlar. Çünkü çocuğun annesinin sütü ile bes­lenip yaşamasına kendileri engel olmuş olurlar.

3072- Anne veya çocuktan hangisini taşıyabiliyorlarsa, kendilerine daha çok yararlı olanı taşımaları gerekir.

Çünkü yarar itibariyle onlardan hangisini taşımalarının mubah olduğu or­taya çıkmaktadır. Yarar hangisinde daha çoksa, tercih de ona göre olur.

3073- Yarar eşit olup annesinden ayrıldığı taktirde ço­cuğun  yaşama şansı  olmadığını  düşünüyolarsa, çocuğu değil, anneyi taşımaları gerekir.

Çünkü bu durumda çouğunu taşınmasında bir yarar yoktur.

3074- Ama çocuğa verecekleri besin ile çocuğun yaşa­masını umuyorlarsa, anneyi bırakıp çocuğu taşımaları da­ha iyi olur.

Çünkü çocuğun kaybolması ve annenin kendini koruma ihtimli daha çok­tur. Üstelik anne muhatap bir kafirdir. Küfiir üzerinde ısrar etmesi durumunda öncelikle ona değil, süt çocuğuna iyilik yapmak gerekir.

3075- İkisini de taşıyabiliyorlarsa, onlardan birini ter-ketmelerini hoş karşılamıyorum. Çünkü imkanları olduğu halde anne ile çocuğu birbirinden ayırmış ve müslüman-lann yararını gözardı etmiş olurlar. Hz. Peygamber anne ile çocuğu birbirinden ayırmama konusunda şöyle bu­yurmuştur: "Anne ile çocuğu kim birbirinden ayırırsa, ki-yamet günü Allah onu sevdiklerinden ayırsın". Zaten ikisini bu yere taşımışlardır. Burada onlardan birini terketmek, onu yok etmek demektir.Taşımaktan aciz olmak dışında, ikisini veya birini orada terketmek caiz olmaz.

3076- Ancak ikisini orada bulmuşlarsa, ikisinden di­lediklerini almalarında bir sakınca yoktur.

Çünkü onları bu yere kendileri taşımış değildirler. Taşıma imkanları var­ken bu yerde onlari terketmeleri caiz ise, onlardan birini almak ve diğerini orada terketmek de cazdir.Çünkü bu, haklı olarak yapılmış bir   ayırmadır.

3077- Sadece çocuğu aldıkları taktirde verecekleri be­sin ile yaşamasını umuyorlarsa, çocuğu alabilirler. Ama böyle bir umutları yoksa, ya ikisini beraber alırlar veya ikisini terkederler.

Çünkü sadece çocuğu almak, yararsız bir ayırma olur.

3078- Ancak ikisinden birini   taşıyabiliyorlarsa,  sade­ce anneyi götürebilirler.

Çünkü bunda kendilerinin yararı vardır,

3079- Büyük ihtimalle çocuğun öleceğini bilseler bile, annesini almalarında sakınca olmaz.

Çünkü anneyi almakla çıkarlarını gözetmiş olurlar. Anneyi almaları, bizzat çocuğu öldürmeleri anlamına gelmez.

3080- Çocukla beraber  babasını da  bulsalar, çocuğun ondan  sonra  öleceğini bilseler  bile, babayı  esir  alma­larında veya öldürmelerinde bir sakınca olmaz.

Çünkü bu davranış, çocuğun kendisine zarar vermek değildir.

3081- Çocukla beraber anne ve babası varsa, çocuğun biryana bırakılıp anne ve babanın esir  alınmasında da bir sakınca olmaz.

Nitekim çocukların helakine sebep olsa bile, düşmanın korunduğu ka­lelerini yıkma ve yakmada bir sakınca yoktur. Böyle olunca, çouğun helakine yol açsa da, müşrik anne veya babanın esir alınması veya öldürülmesi evleviyetle ca­izdir. Ancak burada çocuğu yüksekten yere atmayıp mümkünse yavaşça yere bırakmaları gerekir.

Ama müşrikler peşlerinde olup attan inerek çocuğu yere bırakma imkanlan yoksa, Öldürmeyi kastetmeden atın üzerinden onu atmalarında bir sakınca olmaz. Çünkü kendilerini düşünmek önce gelir ve daha önemlidir. Mümkün olduğu kadar müşriklerin eline düşmekten korunmak da vaciptir.

Bu durumları ile düşmanın müslüman çocukları kalkan yapması durumu aynıdır. Düşmanın müslüman çocukları kalkan yapması durumunda zaruret ha­linde öldürme amacıyla vurmadan onlara vurmanın bir askıncası olmadığını be­lirtmiştik. Burada da çocukları taşıma ve inip yere bırakma imkanı yoksa, onlan atın üstünden yere atmanın bir sakıncası olmaz.

3082- Atmaları sebebiyle çocuklar ölecek olursa, ken­dilerine bir keffaret gerekmediği gibi, Allahın izni ile bir günahları da olmaz.

Çünkü kendilerine emredileni yapmışlardır. Ancak burada "Allahın izni ile" denilerek istisna yapılmıştır. Bu da müslüman çocukları kalkan yapmaya her yönden benzememesindendir. Çünkü düşman onları kalkan yapmadan önce ço­cuklara kendileri bir şey yapmış değildir.

Burada ise, çocuklara atış yapmadan önce kendileri onlara bir şeyler yap­mışlardır. O da çocukları taşımaları, bir yerden başka yere nakletmeleridir. O nun için cevapta istisna yapılarak "Allahın izni ile " denilmiştir.

3083- Aym şekilde, müslümanlar bir gemide olup yan­larında düşmanın çocuklarından varsa ve bir yere gel­diklerinde onları atmadıkları taktirde büyük ihtimalle  ge­minin içindekilerle beraber batması sözkonusu ise, onları öldürmeyi kastetmeden atmalarında bir sakınca olmaz. Çünkü başlarına gelen bu olaydan kurtulmaları için bundan başka yol yok­tur. Onun için böyle yapma ruhsatlan vardır.

3084- Her iki olayda da aralarında müslümaların ço­cukları varsa ve mesele aynı ise, o çocukları ne bıraka­bilir, ne de denize atabilirler.

Çünkü müslüman çocukların dokunulmazlığı, büyüklerin dokunulmazlığı gibidir. Daha önce de belirttiğimiz gibi başkasının canını yok ederek müslümanın kendi canım kurtarması helal değildir.. Bir müslümanı öldürmediği taktirde öldürülmekle tehdit edilmesi gibi. Çünkü düşman, müslüman kadın ve erkekleri acele öldürmek isterler. Kendisinin helak olmasından korkan bir müslümanın kendini kurtarmak için başka bir müslümanı öldürmesine asla ruhsat yoktur. Ni­tekim açlıktan ölme tehlikesiyle müslüman yüzyüze gelse, kurtulmak için müslüman bir çocuğu kesip yemesi helal olmaz.

3085- Gemide onlarla beraber zimmet ehlinden veya harp ehlinden eman almış bir topluluk varsa, kendileri için batma tehlikesinden korksalar bile, onları atmaları helal olmaz.

Çünkü zimmet ehli olmak veya eman altında bulunmaktan dolayı o insan-. lar onlar arasında güvenlik içindedirler .Tıpkı mümin oldukları için güvenlik içinde olanlar gibidirler.

3086- Bunlarla düşmanın çocukları arasındaki fark şu­radan kaynaklanmaktadır: Kendileri bu insanlara güvence verdikleri için onları öldürmeleri yasaktır.

Nitekim onları öldüremiyecekleri gibi, köle de yapa­mazlar. Çocukları öldürmelerinin yasak olması ise, veril­miş bir güvenceden dolayı değil, çocuklarla savaşıp öl-dürmelerinin yasak olmasından ileri gelmektedir. Onun için onların köleleştirilmesi caizdir. Halbki köleleştirmek de hüküm açısından bir bakıma telef etmektir. Durumları zayıf olduğundan, zaruret halinde müslümanın onları ken­dine kalkan yapmasında ruhsat olduğunu söyledik.

Buna göre düşman hükümdarı, esir düşmüş bir müslü-mana düşmandan bir kadım veya bir çocuğu öldürmesini emredip  "Öldürmezsen seni öldürürüz"  diye tehdit etse, müslüman esir sözkonusu kadını öldürebilir. Nitekim sözkonusu kişileri öldürmeyip darulharpte öldürülmeyi de tercih edebilir. Ama bir müslümanı veya zimmiyi öldürmediği taktirde öldürülmekle teh­dit edildiğinde, o kişileri öldürmesine ruhsat yoktur.

3087- Müslümalarm bir süvari birliği darulharpte müs-lümaların bazı çocuklarını  bulur ve  atları üzerinde taşır­ken düşman kenilerine yetişecek olursa, o çocukları bıra­kıp gitmeleri caiz değildir. Ya hepsi    düşman tarafından öldürülür ya da kendileri gibi çocukların da güvenliğini sağlarlar. Çünkü çocuklar da onlar gibi dokunulmazdır. Onlarla çocukların eşitliği, onları   aldıktan ve atları üze­rinde taşıdıktan sonra sağlanmış olmaktadır. Ama henüz onları almamış yahut aldıkları taktirde düşmanın  kendile­rine yetişmesi durumunda onları savunmaktan aciz kal­maktan korkmuşlarsa, bırakmalarında bir sakınca olmaz. Çünkü almamaları,   çocuklara zarar vermek değil, iyilik yapmayı terket-mektir. Zaten yerine getiremiyecekleri  şeyleri yüklenmeleri doğru olmaz. Ancak düşmanla çarpışarak yenmeyi ve çocukları darulislama çıkarmayı yahut öldürül­meyi tercih etmeleri daha iyi olur. Çünkü müslüman çocukları savunmak azi­mettir. Zaruret halinde bunu yapmamak ruhsattır. Azimete sarılmak, ruhsatı tercih etmekten dah iyidir.

3088- Büyük ihtimalle düşmanı yenip çocukları onlar­dan kurtaracaklarına inanıyorlarsa, çocukları bırakıp gi­demezler.

Çünkü imkanlar ölçüsünde müslüman çocukları savunmak azimettir. Genel seferberlik halinde savaşabilen herkesin müslüman çocukları savunmak için sa­vaşa katılması farzı ayndır. Burada da durum böyledir.

Sonuç olarak, düşmanla çarpıştıkları taktirde müslüman çocuklarla bera­ber' kurtulacaklarını umuyorlarsa, çarpışmaktan başka alternatifleri olmaz. Ama böyle bir ümitleri yoksa, Hz. Peygamberin "Önce kendinden, sonra sorumlu ol­duğun kişilerden başla" buyruğu ile amel ederek önce kendi canlannı kurta-makla işe başlayabilirler.

Buna göre böyle bir olayda düşmanın çocukları bulunsaydı, anne ve baba­larını bırakıp düşman kendilerine yetişinceye kadar o çocukları alıp götürürler. Çünkü darulislam itibariyle o çocuklar, anne ve babalarından kimse yanlarında olmadığı için artık müslüman sayılırlar. Nitekim onlardan ölenlerin cenaze na­mazı kılınır ve müslümanlann çocuklan gibi olurlar.

3089- Attıkları taktirde büyük ihtimalle çocukların öl­meyeceklerine, ama kafirlerin onları alıp ülkelerine geri götüreceklerine inanıyorlarsa, düşmana güç yetirecek kuv­vetleri yoksa, onları bırakıp gitmelerinde bir sakınca ol­maz. Çünkü bunda çocukları helak etmek veya ödürmek yoktur. Yasak olan şey, kendi canını kurtarmak için ken­disi gibi dokunulmaz olan bir kimseyi feda etmekdir.

3090- Yine beraberlerinde müslümalarm kadınları veya çocukları olup bırakıp gitmedikleri taktirde düşmanın ken­dilerine yetişip öldürmesinden korkuyorlarsa ve düşmana karşı koyacak güçleri de yoksa, düşmanın onları almsına rağmen öldürmeyeceğini biliyorlarsa, bırakıp gitmelerinde bir sakınca olmaz.

Çünkü bunda öldürmek veya helak etmek yoktur. Nitekim düşman müslü-manların içinde kadın ve çocuklarının bulunduğu kalelerinden birini kuşatsalar ve müslümanlar düşmanla savaşacak güce ship değilseler, kaleyi bırakıp terkede-bilirler. Çünkü böyle yapmalan, müslümanlann kadın ve çocuklannı telef etmek değildir.

3091- Ama düşmanla savaşacak güçleri varsa yahut bü­yük   ihtimalle   düşmanı   yenebileceklerine   inanıyorlarsa, müslümanlann kadın ve çocuklarını terkedip gitmeleri ca­iz değildir.

Çünkü gerçeğine vakıf olunamıyan şeylerde zanm galip, kesin bilgi gibi­dir. İmkan bulunduğu taktirde müslümanlann kadın ve çocuklannı savunmak, her mslüman üzerine farzı ayndır.

3092- Bir gemide olup   kadın ve çocukları   denize   at­madıkları taktirde düşmanın gemideki herkesi almasından korkuyorlarsa, onları denize atmaları helal değildir.

Çünkü zannı galibe göre deniz helak eder. Bu da denize atıldığı taktirde kadın ve çocukların telef edilmesi olur. Kendi calannı kurtarmak için müslüman­lann böyle bir şey yapmalanna da hiçbir ruhst yoktur.

Halbuki bundan önceki durum bunun aksi idi. Onları atlardan atmak, ge­nellikle telef etmez. Hatta gemiden atmalan halinde büyük ihtimalle helak ol­mayacaklarına, sadece düşmanın gelip onlan alacağına inanıyorlarsa, atmadıkları taktirde hepsinin helak olacaklarına kanaat getirmişlerse, atmalarında bir sakınca olmaz.

3093- Seriyye darlharpte düşmandan çocuklar zaptedip onları taşımaktan aciz kalırsa ve düşman kalelerinden birine uğrayıp çocukları yetiştirmek için onları kendilerine vermelerini isteyecek olsalar, müslümanların onları ken­dilerine vermesi doğru olmaz. Sadece çocukları orada bı­rakırlar. Kaledekiler isterse gelir ve çockları alırlar, is­terse gelip almazlar.

Çünkü yetiştirmeleri için çocukları onlara vermek, iyilikte bulunmak olur. Düşmanın çocukları hakkında bunun müslümanlar üzerinde vacip olmadığını be­lirtmiştik. Yapmaları gereken şey, sadece onlara zarar vermemektir. Yere bırak­maları da onlara zarar vermek değildir. Onun için isterlerse çocukları yere bırakıp giderler, isterlese onlara teslim ederler. Bölümün sonuna kadar bundan sonraki şeylerin açıklamasını daha önce yaptık. Başarı Allah'tandır.[39]

 

Müslümanların  Ticaret  Mallarından Darulharbe Götürmeleri Caiz  Olan Şeyler

 

3094- Düşmana yarar sağlayacak bir şeyi müslüman­ların darulharbe sokmalarının tasvip edilmediğini daha önce belirtmiştik.

Çünkü böyle bir şey, Allahtan başkasına ibadet etmelerine yardımcı olur.

3095- Darulharbe ticaret için götüreceklerse, yük hay­vanları ve silah dışındaki şeyleri götürebilirler. Yük hay­vanlarından maksat, at, katır, eşek, deve ve öküz olup si­lahtan maksat da savaş için kullanılan aletlerdir. Çünkü bu şeyler düşmanın müslümanlara karşı savaşmasında kendisine güç sağlar. Halbuki bize savaşmalarını engel­lemek emredilmiştir. Yük hayvanları da onların savaş eşyasını taşır ve savaşma güçlerini sağlar. Filler de bu şekildedir. Çünkü fillerin kendisi savaştığı gibi, savaş işinde de kllanılırlar. Ayrıca yükleri taşırlar. Bunların büyüğü ile küçüğü  aynıdır.

Çünkü küçük de büyür ve hem yük taşır, hem üzerinde savaşılır. Bu hay­vanlardan biri savaşa ve üremeye elverişli olmayıp sadece kesip etini yemek için satın almıyorsa, diğer yiyecekler gibi düşman ülkesine onun götürülmesinde sa­kınca olmaz.

3096- Kadın, çocuk ve yaşlı esirler, kendileri savun­maya sahip olsun veya olmasınlar, darulharbe götürülmesi doğru değildir.

Çünkü darulislam halkından olmuşlardır. Ülkemizin vatandaşı olduktan sonra onlara satılması için darulharbe götürülmesi doğru olmaz.

3097- İğneden ipliğe kadar büyük küçük her türlü sila­hın darulharbe götürülmesi mekruhtur.

Çünkü onları müslümalara karşı savaşta kullanılırlar.

Demir  de bu şekildedir.

Çünkü kendisinden silahlar yapılmaktadır.

3098- İpek ve atlas da bu şekildedir.

Çünkü bunlardan bayraklar yapılır.

3099- Silah ve hammadde olarak ipek de bu şekildedir.

Çünkü bunlardan kaftanlar yapılır.

3100- İbrişim veya ipek ince kumaşların oraya götü­rülmesinde sakınca olmaz.

Çünkü bunlar savaşta yardımcı şeyler değildir. Sadece giyimde kullanılır. Tıpkı yemek çin kullanılan şeyler gibidir.

3101- Ok dağarcığı, kılıç kını ve kabzasının da darul-harbe götürülmesi mekruhtur. Çünkü bunlar savaşta yar­dımcı  şeylerdir.

Sonuç olarak, Kendisi silah olmayan şeylere bakılır; Nadiren silah olarak ve genelde eşya olarak kullanılıyorsa, darulharbe sokulmasında sakınca olmaz.

Çünkü hüküm, galip özelliğe göredir ve nadir olan, galip olana karşı ka­bul edilmez.

3102- Bu şeyleri  bir müslüman veya bir zimminin   da­rulharbe soktuğu tespit edilirse, dayak ve hapisle tedip etilir.

Çünkü haram olan bir işi yapmış ve onunla müslümanlara zarar vemeyi katsemiştir. Ama bu işleri bilmeyen cahil biri ise, cahilliğine bağışlanır ve bu şey­ler kendisine anlatılır. Çünkü bu, çoğu insanlar tarafından bilinmeyen gizli bir şeydir. Bunun yolu, önce uyarmaktır. Yüce Allah: "Ben size tehdidi yaptım[40] buyurmaktadır.

3103- Aynı şeyi tekrar yaparsa, bu sefer dövülür ve hapsedilir. Darulharbe pamuk ve elbise götürmenin sakın­cası  yoktur.

Çünkü bu şeyler genellikle savaş için değil, giyim için kullanılır.

3104- Ama düşmanın genellikle pamuk doldurulmuş kaftanlarla savaştıkları biliniyorsa, onlara bu şeylerin gö­türülmesi helal olmaz. Darulharbe bakır, tunç ve kalay götürülmesinde sakınca yoktur.

Çünkü bu şeyler genelde silah için kullanılmazlar.

3105- Ama silahlarının büyük kısmını bunlardan yapı­yorlarsa, bunların darulharbe götürülmesi helal olmaz.

Çünkü normal olarak muteber olan, her milletin mekruh olan ve olmayan şeylere göre geleneğini oluşturmuş olmasıdır.

3106-  Kendisinden ok ve mızrak gibi şeyler yapılan kamışı da darulharbe sokmak helal değildir.

Çünkü genellikle ondan silah yapılır.

3107- Canlı ve boğazlanmış kartalın kendisini ve ka­natlarını sokmak da helal değildir.

Çünkü kanatlan genellikle ok ve mızrağa takılır.

3108- Kanatları ok ve yaya takılıyorsa, şahinin sokul­ması da helal değildir. Ama sadece av için götürülüyorsa, bir sakıncası olmaz. Bu taktirde etini yemek için götü­rülen koyun gibidir.

Çünkü şahinle genellikle eti yenilecek şeyler avlanır.

3109- Akbaba, doğan ve atmaca için de hüküm aynıdır.

3110- Müslüman tüccar, satmak için bulundurmadığı bir silahı ile beraber süvari olarak darulharbe girmek istediğinde, girmesine engel olunmaz.

Çünkü yolcunun şahsı için bu tür şeyleri beraberinde bulundurmaya ihti­yacı vardır. Darulislamda bu gibi şeyleri bulundurması yasak olmadığı gibi, da­rulharbe giderken de bulundurmsı yasak olmaz.

3111- Ancak götürmesinin serbest olması için darul-harpte düşmanın kendisinden almayacağından emin olması gerekir. Başka hayvanları  götürmesi  de bu  şekildedir.

Çünkü ticaretini yaptığı malları bu gibi hayvanlar üzerin­de taşımak zorundadır. Ancak düşmana satmasından şüp­he ediliyorsa, satmak için darulharbe götürmediği ve za­ruretten dolayı yanında götürdüğü konusunda kendisine yemin ettirilir. Bu konuda yemin ederse, hakkındaki şüp­he kalkmış olur ve sözkonusu şeyleri darulharbe götürme­sine izin verilir. Ama yemin etmeyi kabul etmezse, bu şeylerden herhangi birini darulhrbe sokmasına izin ve­rilmez. Denizde gemilerle darulharbe eşya götürmek is­tediğinde de durum aynıdır. Çünkü gemi ile eşya taşınır ve düşman onu kendisinden alıp savaş işlerinde

kullanabilir. Onun için  zaruretten dolayı gemiyi götürdüğü ve satmak istemediği

ve satmayacği konusunda da kendisine yemin ettirilir.

3112- Kendisine yardımcı olması için yanında bir veya iki köle götürmesine de engel olunmaz. Ancak ticaretini yapmk için götürmesi  yasaklanır. Bu konuda kendisinden şüphe ediliyorsa, yemin ettirilir.

Zimmi, darulharbe eman alarak girmek isterse yanında at, katır veya silah götürmesi yasaklanır.

Çünkü zahirde bunları orada satmak içn götürdüğü anlaşılmaktadır. Halbu ki mü.slüman böyle değildir. İslam, müslümanın bu şeyleri onlara bu amaçla sat­masına engeldir. Zimminİn dini ise buna engel olmayıp aksine teşvik etmektedir. Ama zimmi kişi onlara düşmanlığıyla bilinen ve kendisine güvenilen biri ise, du­rumu müslümanın durumu gibidir.Ticaret mallarını oraya at, eşek, araba ve gemi ile götürmesi yasaklanmaz. Çünkü zahir durum, bu şeyleri onları desteklemek için değil, ticaret yapmak için götürdüğünü gösterir .İthal at yapmak için bu şeylere ihtiyaç olduğu gibi, ihracat yapmak İçin de ihtiyaç vardır.

3113- Ama silah ve atı ihtiyaç için değil, ticaret için götürdüğü görünen durumdan anlaşılmaktadır.

Çünkü ihtiyacını bunlar olmadan da görebilir. Darulharbe soktuğu katır, gemi ve köleleri de düşmana satmak için götürmediği ve onlara satmayacağı, sa­dece zaruret olduğu için götürdüğü konusunda kendisine yemin ettirilir. Çünkü müslmanlarm bu konuda azami tedbirli olmaları ve gerekli bütün önlemleri al­maları vaciptir.

3114- Ülkemizde eman ile bulunan düşman kişi bu sa­yılanlardan bir şey götürmek isterse, götürmesine izin verilmez.

Çünkü darulharp vtandaşıdır ve oraya ikamet etmek için gitmektedir. Ken­disi de başkaları gibi müslümanlar karşı savaşçı olur. Götüreceği şeylerle mtislü-manlara karşı savaşmak için güç kazanmış olur. Onun için götürmesi yasaklanır.

3115- Ancak müslüman veya zimmi birinden gemiler ve yük hayvanları kiralayıp çalıştırıyorsa, bunları düşma­nın yararı için darulharbe sokmasındaki durum, kendi yararı için sokmasındaki durum gibidir. Durumuna bakı­lır; bunları kendi yararı için darulharbe götürüp geri ge­tirmesi kesin ise, götürmesi yasaklanmaz.

Ancak darulharp vatandaşları bu şeyleri götürdüğünde geri çıkarmsına izin vermeyip para ile kendisinden ala­caklarsa, müslüman ve zimmi kişinin at, slah ve köle gö­türmesi yasaklanır. Ama katır, eşek, öküz ve deve götür­mesi yasaklanmaz. Çükü bu şeyler onun için kaçınılmaz şeylerdir. Zira kendisi yürümeye güç yetirmeyebileceği gibi, mallarını da sırtında taşıyamayabilir.

Zarurt durumu, yasağın dışındadır. At ve silahta bu tür zaruret gerçekleşmez.

Çünkü amaç, bunlar olmadan da gerçekleşir. Bunlar olmadığı zaman sa­dece bolluk, güzellik ve fazla ihtiyat anlamlan gerçekleşmeyip eksik kalır.

3116- Üzerinde ticaret mallarını taşıyacağı hayvanları sokması da yasaklanır.

Çünkü bunda da zaruret gerçekleşmez. Zaruret ancak bineceği hayvanda geçeklesir. Çünkü bir bineğe binmediği taktirde kendisi helak olur. Küçük çapta ticaret mallarını ise bindiği hayvanın üzerinde de taşıyabilir. Darulharbe gitmesi­ne izin verilmesinden maksat, düşmanın yararlanması için götüreceğ şeyler değil, müslamanlann yararlanmsı için oradan getireceği şeylerdir.

3117- Aynı şekilde eşyasını yükleyeceği bir  tek   gemi­yi götürmesi de yasaklanmaz.

Çünkü bunu götürmesi kaçınılmazdır.

3118- Birden fazlasını götürmek isterse, yasaklanır.

Çünkü götürmesi zaruret değildir. Bütün bu söylenenler istihsana göredir. Kıyasa göre ise, bütün bunları götürmesi yasaklanır. Çünkü bunların götürülmesi düşmanın müslümanlara karşı güçlenmesine sebep olur.

3119- Buna şeriatta asla ruhsat yoktur. Bu durumda kendisine hizmet etmek üzere müsfüman veya zımmi bir hizmetçi götürmesine de izin verilmez.

Çünkü zaruret yoktur. Hizmetçi götürmesi sadece güzellik ve rahatlık için­dir. Darulhabe at ve silahın götürülmesi yasaklanıyorsa, darulislam vatandaşı olan bir kişinin götürülmesi öncelikle yasaklanır.

3120- Harp ehlinden biri eman aldıktan sonra yanına köle, at ve silah alarak darulislama girecek olsa, yanında getirdiği şeyleri geri götürmesine engel olunmaz. Çünkü hem kendisine hem yanında getirdiği şeylere eman vermi­şiz. Emanın gereği olarak darulharbe dönmesine engel olunmayacağı gibi, eşyasını da geri götürmesine engel olunmaz.

Çünkü savaş aleti, savaşçıdan daha güçlü değildir. Ya­nında getirdiği şeyleri darulislamda satar ve onların ben­zeri yahut daha iyisi veya kötüsünden at, silah ve köle sa­tın alacak olursa, bunları darulharbe götürmesine izin verilmez ve satmaya mecbur edilir. Çünkü  eman alarak gelirken bu şeyleri de getirme hakkına sahip değildi.

Beraberinde getirdiği şeylerdeki hakkı ise, satmak suretiyle elinden çıkardığı anda

ortadan kalkmıştır.

3121- Yanında para getirerek bu şeyleri satın alıp çı­karması da aynı şekilde yasaktır. Sattığı şeylerden bazıla­rını kendisi satın alacak olsa veya değişik sebeplerle ken­disine geri veilmesi drumunda da hüküm aynı olup bunları tekrar darulharbe çıkaramaz.

Çünkü burada darulharp vatandaşının elinden çıkmışve müslümanın mülkü olmuştur. Müslüman onda daha çok tasarruf etme hakkına sahip olmuştur. Onun için harp ehlinden kişinin bu şeyleri darulharbe geri götürme hakkı kalmamıştır. Bu şeyler müslümanın asli mülkü olan şeyler konumuna gelmiştir.

3122- Harp ehlinden olan kişi kendisi için muhayyer olma şartını koşmuş ve daha sonra   satışı bozmuşsa, söz-konusu şeyleri darulharbe geri götürebilir.

Çünkü kendisi için muhayyerlik şartını koşmakla o şeyler kendi mülki­yetinden çıkmış sayılmaz. Kendisi o şeyleri elinde tutma ve kullanmaya daha çok layıktır. Dolayısıyla o şeyler satıştan önce olduğu gibi, onun mülkü olarak devam eder.

3123- Fasit bir  satışla satmış ve satışı daha sonra boz­muşsa, cevap yine aynı olur.

Çünkü   fasit satışla bu şeyler adamın elinden çıkmış olmaz.

3124- Satın alan   kişi bu   malları teslim almışsa, bakı-

lır; Bu satış, mesela satılmış olan köleyi azad ettiği tak­tirde azat etmesi geçerli olacak şekilde malı teslim alma­dan Önce mülkiyeti müşteriye veren bir satış ise, harp ehli kişinin bu şeyleri darulharbe geri götürmesine izin ve­rilmez.

Çünkü müslüman   o şeylere malik olmuştur. Bu da o kişinin sözkonusu şeyleri darulharbe geri götürme hakkını ortadan kaldırır.

3125- Ama ölü hayvan ve kan satışı gibi, teslim al­makla da mülkiyeti sağlamayan bir satışla yapılmışsa, mülkiyeti satan kişide devam ettiğinden sözkonusu şeyleri darulharbe tekrar götürebilir. Çünkü üzerinde mülkiyeti devam etmektedir.

Harp ehlinden olan kişi kılıcını bir atla değiştirirse, silahı başka bir silahla değiştirdiğinden dolayı onu darul­harbe götürmesine izin verilmez ve satmaya zorlanır. Kı­lıç yerine aldığı at ister kılıçtan daha değerli olsun, ister

değersiz olsun, farketmez.

Çünkü eman akdi ile böyle bir şeyi geri götürme hakkı sabit olmamıştır. Onun için satmaya mecbur edilir. Nitekim darulislama gelirken getirdiği şey kendi ülkesinde çok bulunabilir, ama buradan götüreceği şey ülkesinde nadir buluna­bilir. Bu şeyi ülkesine götürürken düşmanın güçlenmesine hizmet etmek istemiş olabilir.

3126- Değiş tokuş yaptığı şey, getirdiği şey türünden ise, bakılır; Aldığı şey, verdiğinin aynısı veya daha kö­tüsü ise, darulharbe götürmesine izin verilir. Ama daha iyi ise, götürmesine izin verilmez.

Çünkü sahip olduğu eman, ancak eşyası gibi olan bir şeyi geri götürme­sine imkan verir. Bu şey yararlı ise, kendisine bakılır. Yararlı değilse, türüne ba­kılır. Getirdiği ile aldığı aynı cins ise, mesele yoktur.

Müslümanlara vereceği zarar açısından da bakılır. Aldığı, verdiği şeyden daha çok zarar veren bir şey ise, o zaman onunla müslümanlara zarar vermek is­temektedir. Buna da izin verilmez. Bu zarara bakılarak yasaklamanın yapılması gerekir. Bu zararı sözkonusu şey sağlayacağından, onun darulharbe götürülme­sine izin verlmez.

Tıpkı bağışlanan şey gibi. Bağışlanan şey daha fazla yarar sağlıyorsa, ba­ğışlayan kişinin onu geri alma hakkı olmaz. Darulharbe sözkonusu şeyi götür­mesi yasak olunca, onu satmaya mecbur edilir.

3127- Eşyasını benzeri bir şeyle değiştrir, sonra ta­raflar  değiştirme işlemini bozarsa, adam getirdiği şeyi ül­kesine geri götürebilir.

Çünkü getirdiği silahı olup değiştirme işleminin bozulmasıyla elinden çı­kardığı ve tekrar sahip olduğu silah aynıdır.

3128- Silahını daha  iyi veya daha kötüsüyle değiştirir, sonra değiştirme işi bozulursa, her  iki durmda da onu darulharbe çıkarma hakkı olmaz. Daha iyisi ile değiştirmiş-se, sözleşme yapmamış kişiler hakkında akdin feshi yeni yapılan satış gibi olduğunda» götüremez. Buna göre bu silahı ilk olarak satın almış gibi kabul edilir.

Çünkü  ilk tasrrufla adamın hakkı düşmüş ve eline geçen şeyi darulharbe götürmesi yask olmuştur. Değiştirmenin feshedilmesyle bu hakkı geri gelmez.

3129- Silahını daha kötüsüyle değiştirmişse, bu fesih hukuk açısından yeni satış gibidir. Kötü silahını daha iyi bir silahla değiştirmiştir. Onun için onu darlharbe geri

götüremez.

Bütün bu konularda cinsin ve farklılığın gözönüde bu-lundurulmsi konusunda yük hayvanlarının değiştirilmesi, silahın değiştirilmesi gibidir. Eşeğini dişi eşekle veya er­kek atını kısrakla değiştirecek olursa, değer açısından verdiklerinden daha aşağı da olsa, aldıklarını darulhrbe götürmesine izin verilmez.

Çünkü bunda nesil yararı vardır. Verdiği şeylerde ise, nesil yaran yoktur. Bu değiştirmeden amacı belki de bu nesil yararını sağlamaktır. Cins farklılığı halinde aldığını darulharbe götürmesi yasaklandığı gibi bunları da darulharbe gö­türmesine izin verilmez.

3130-   Erkek  katırı  verip  onun  değerinde  veya  daha kötü bir dişi katır alırsa, onu darlharbe götürmesine izin

verilir.

Çünkü dişi katırın üremesi ve neslinin çoğalması sözkonusu değildir.

3131- Katırını verip beygir alırsa, aldığını darulharbe götüremez.

Çünkü aldığı damızlık olarak kullanılır, verdiği ise kullanılmaz.

3132- Begir verip at alırsa veya aksini yaparsa, aldı­ğını darulharbe götüremez.

Çünkü her birinin diğerinde bulumayan yaran vardır. Beygir daha yumu­şak başlı ve savaşa elverişlidir. Kaçmak veya kovalamak için ise at daha elveriş­lidir. Yaptığı değiş tokuşta bu yaran belki de gözetmemiş olabilir.

3133- Kısrağını,  daha   kötü   koşmakla  beraber   daha sağlam ve nesil vermesi daha İyi olan başka bir kısrakla değiştirirse, aldığını darulharbe götüremez.

Çünkü aldığı şeyde, verdğinde mevcut olmayan bir türlü yarar vardır. Onun için değiştirerek aldığını satmaya mebur edilir. Ama aldığı ile verdiği her yönden aynı değerde veya aldığı daha kötü ise, dilediği gibi kullanır. Bu konuda tedbirli olmak vaciptir ve en iyi tedbir belittiğimiz şekilde olur.

3134- Köle dğişiminde, alınan ve verilen kölelerin ka­litesi ne olursa olsun farketmez. Aldığı köleyi darulharbe götürmesine izin verilmez.

Çünkü aldığı kole,müslüman veya zımmi olsun, darulislam vatandaşıdır. Eman altında olan kişinin, vatandşımız olan bir kimseyi sürekli mülkiyetinde tutması yasaktır. Halbuki at ve silah böyle değildir. Vatandaşımız olmak, hava ve bitkiler için değil, sadece insan için kullanılan bir ifadedir. Onun için o şeylerden sözederken, yararın daha fazla bulunmasını gözönünde bulundurduk.

3135- Bizaııstan eman alan iki kişi darulisama girse ve birinin   yanında   silah, diğerinin yanmd   köle bulunsa ve ikisi yanındakileri değiş tokuş yapsa yahut karşılıklı para ile birbirine satsa, her ikisi de sahip olduğu şeyi    da-ruharbe çıkarmasına engel olunmaz.

Çünkü bu tasarruf ile ikisi satıcı ve alıcı konumunda olmaktadır. Satıcı elindekini darulharbe götürebildiği için müşteri de aldığını darulharbe götürebilir.

3136- Ama onlardan biri, bir müslüman yahut bir   ant-laşmalı ile ortaklaşa diğerinin eşyasını satın alacak olursa, aldığını darulharbe götüremez.

Çünkü aldığında ortağı müslümandır. Müslümanm da payını götürmeden kendi payını darulharbe çıkarması mümkün değildir. Halbuki müslümanm payını darularbe götürmesi yasaktır. Dolayısıya kendi payını da darulharbe götüremez. Onun için kendi payını bir müslümana veya zımmiye satmaya mecbur edilir.

Ama ortaklık bulunan şey ok ve mızrak gibi paylaşılabilen bir şey ise, o zaman düşman kişi ortağından malın paylaşımını isteyebilir ve paylaşma yapıl­dıktan sonra kendi payına düşeni darulharbe götürebilir. Çünkü bu paylaşmada düşmanla kişinin payına düşen şey, akidle malik olduğu şey mesabesinde olup kendi başına satın aldığı bir mal gibi onu darulharbe götürebilir. Yahut bu paylaşmada bir nevi mufavada vardır. Sanki müslüman kişi sahip olduğu payı ondan aldığı pay kaşılığında kedisine teslim etmiş gibidir. Böyle bir değiştirmenin elindeki şeyi darulharbe götümesine engel olmadığım belirtmiştik.

3137- İkisi paylaşmada anlaşamayıp biri diğerine pa­yının üstüne para verecek olursa, bakılır; Üstüne para ve­ren müslüman ise, düşman kişinin aldığını darulharbe gö­türmesine engel olunmaz.

Çünkü düşman kişi, payının bir kısmını müslüman ortağına para ile satmış olur. Bu da elinde kalan şeyi darulharbe götürmesine engel olmaz.

3138- Ama  üstüne para veren düşman kişi ise, aldığını darulharbe götüremez.

Çünkü verdiği para ile müslümanm sahip olduğu şeylerin bir kısmım satın almış olur. Nitekim adam parayı verdiği taktirde satın alma ile ^ahip olduğunda daha iyi silah almış olur. Sanki silahını müslümanla daha güzel bir silahla değiş­tirmiş olmaktadır. Ama parayı kendisi almışsa, aynı türden kendi silahından daha kötü bir silah almış sayılır. O taktirde aldığını darulharbe götürebilir. Atlar paylaşılabiliyorsa, ok ve yay gibi sayılır.

Çünkü bölümlere ayrılıp paylaşılmaktadır.

3139- Harp ehlinden olan kişi müslülmanla işbirliği yaparak darulharp vatandaşından köleler satın alsa ve ara­larında paylaşsalar, harp ehlinden olan kişinin payına dü­şenleri darulharbe götürmesi hiçbr şekilde caiz değildir.

Ebu Hanife'ye göre götüremez. Çünkü köle palaşılamaz. İki imama göre ise, paylaşılsa bile, paylaşmadan önce ortaklardan her biri her ki payda ortak olduğundan müslümanm veya antlaşmalının mülkü itibariyle her biri kendi pa­yında zimmi mesabesinde olur. Belirttiğimiz gibi darulislam vatadaşı olan kimseyi harp ehlinden k İşinin darulharbe götürmesine izin verilmez.

3140- Bizans'tan bir düşman ülkemize atlar, silahlar veya kölelerle birlikte giriş yapsa ve müslümanların düş­manı olan Tük, Deylem ve benzeri başka bir ülkede bun­ları satmak için ükemizden oraya geçmek isterse, buna izin verilmez.

Çünkü bunları sözkonusu ülkelere sokması açısından kendisi ile müslüman veya zıinmi arasında fark yoktur. Bu kişilerin o ülkelere bunları sokması yasak olduğu gibi, kendisinin de sokması ysaktir.

3141- Eman altında olduğu için getirdiği bu şeyleri is­terse kendi ülkesine geri götürebilir. Sadece bu hükümde müslüman ve antlaşmali kişilerden ayrılmaktadır. Eman sahibi olması, onları başka bir ülkeye sokma hakkını ken­disine vermez. Onun için bu konuda kendisi ile müslüman veya atlaşmalı aynıdır. Çünkü bunları başka bir ülkeye sokmk istemesi, onlara bu  açıdan güç ve kuvvet kazandırmak içindir. Buna da izin verilmez. Ama bu şeyleri kendi ülkesine geri götürmesinde bu anlam mevut değildir.

3142- Müslümanlarla antlaşmah olan bir ülkeye   sokmak isterse, durum yine aynıdır.

Çünkü antlaşma sebebi ile bir süre için müslümanlarla savaşmayı bırakmış olsalar bile, savaşçı düşman hükmündedirler. Nitekim bir müslüman bu şeylerden bazısını sözkonusu o ülkeye sokmak isterse, kendisine izin verilmez.

3143- Ama halkı müslümanların zimmet ehli olan bir ülkeye bunları sokmak isterse, kendisine izin verilir.

Çünkü  orası darulislam kapsamındadır. Ülkemizde eman altında olan kişi daruislamm herhangi bir yerinde ticaret yapabiir.

3144- Ülkemizde biri Bizaslı, diğeri Türk eman altında olsa ve birinin yanında köleler, diğerinin yanında silah ve atlar bulunsa ve aralarında değiş tokuş yapsalar yahut her biri diğerinin  bu şeylerini para  ile satın alsa, her ikisinin aldığı şeyleri kendi ülkesine götürmesine izin verilmez. Çünkü ' satın alan her ikisi satıcı konumundadır ve müşterinin  bunları ül­kesine sokmasının yasak olduğunu belirtmiştik.Ama iksi aynı ülkenin vatandaşı iseler, durum başkadır. Bu adamlar bu davranışlarıyla herbiri getirdiği silahlar­dan farklı olan silahları ülkesine götürerek halkını müslümanlara karşı güçlen­dirmek istemektedir. Bu açıdan, değiş tokuşun   aynı ülkenin vatandaşlarıyla ya­pılmış olması arasında fark yoktur.

3145- İkisi benzer atları ve silahları değiş tokuş yap­salar, her biri aldığını ülkesine götürebilir.

Çünkü bu değiştirme   kendisi ile müslüman arasında olsaydı, yine aldığını kendi ülkesine götüreblirdi.

3146- Eman altında olan biri ile aynı değiş tokuş ya­pılsa, hüküm aynı olur. Ama silahlardan biri diğerinden daha düşük ise, düşük olanı alan kişi onu darulharbe gö­türebilirken, üstün olanı alan kişi gtüremez ve aldığını satmaya   mecbur edilir. Tıpkı bu   mübedelenin müslüman ile eman altındaki kişi arasında  olması gibi.

Yine geri verme, görme ve şart muhayyerliği ile yapı­lan mübadelede de durum aynıdır. Bütün bu durumlarda mübadele kendisi ile müslüman arasında yapılmış gibidir. Ama aynı değerdeki veya biri diğerinden kötü köleleri değiştirecek olsalar, bu mübadele müslüman ile eman  sa­hibi yahut antlaşmah arasında olan mübadele gibi olmaz. Çünkü bu durumda müslümanın veya antlaşmalmm vereceği  kişiler üke-mizin vatandaşıdır, onun mülkiyetindeki kişiler de ülkemizin vatandaşı olmak­tadır. Ama burada taraflardan birinin mükiyetinden  çıkanlar ülkemizin vatandaşı değildir.

Değiştirilecek şeylerin eşit olması halinde her biri aldığını kendi ülkesine götürebilir. Kalitesiz olanı alan kişi de aldığını ükesine götüebilir. Ama üstün ola­nı alan kişinin aldığını kendi ülkesine götürmesine izin erilmez. Çünkü aldığında bir fazlalık bulunmaktadır.

3147- Köle ile cariye mübadelesi yapsalar, her biri al­dığını ülkesine götüremez.

Çünkü insanda erkeklik ve dişilik farklılığı, bir cins farklılığıdır. Onun ıçm

kişi köle niyetiyle cariye satın alsa, alış geçersiz olur. Diğer taraftan her ikisinde diğerinde olmayan yarar bulunmaktadır. Mesela cariye   nesil ve çocuk için   is­tenirken, köle savaşmak için istenir .Onun için bu    uygulama ile her birinin aldığını   darulharp olan kedi ülkesine götürmesine izin verilmez. Allah en iyi bilir.[41]

 

Esirleri Fidye İle   Kurtarmak

 

3148- Müslümanların ellerindeki düşman esirler verilip müslüman esirlerin kurtarılmasında bir sakınca yoktur.

Ebu Hanife ve Ebu Yusufun görüşü budur. Ebu Hanife'den gelen İki ri­vayetten en makbul olanı budur. Başka bir rivayette İse esirin fidye olarak verilip esirin kurtarılması caiz değildir, dediği belirtilmektedir.

Rivayetin zahirine göre müslüman esirleri düşmanın elinden kurtarmak va­ciptir. Bu da ancak esirlerin fidye verilmesi ile mümkün olmaktadır. Bunda olsa olsa düşman esirlerin öldürülmemesi sözkonusu olur ki bu da müslümanlarm yararı için caizdir.

Nitekim devlet başkanı düşman esirleri köle yapabilir. Müslüman esirleri düşmanın elinden kurtarmadaki yarar daha açıktır. Söylediğimizi Ümran b. Hu-sayn'm hadisi de desteklemektedir. Bu hadise göre Rasulullah, müşrik Beni Ukayl'deri iki adam vererek bir müslümanı kurtarmıştır.

Başka bir rivayette de Ebu Hanife, "Müşrikleri nerede bulursanız öldü-rün[42] ayetinin söylediğini söylemektedir. Düşman esirler verilirse, farz olan on­ları öldürme terkedilmiş olmaktadır. Yerine getirilmesi mümkün ise, farzın hiçbir şekilde terkedilmesi caiz değildir.

Bunun açıklaması şöyledir:Düşman esirler elimizde tutsak bulunmakta ve yurdumuz vatandaşı olmaktadır. Onların fidye olarak verilmesi, zimmet ehlinin verilmesi gibidir. Fidye olarak verilmemeleri durumunda olabilecek en büük şey, düşmanın elindeki müslüman esirlerin öldürülmesidir. Bundan dolayı müşrik esirleri terketmek ve tekrar bize karşı savaşmları için onları geri vermek caiz değildir. Nitekim Müslümanlara cihadın farz olmasının sebebi, müslümanlarm can ve malları için bir tehlike anlamı taşısa da, düşmanı öldürebilmeliridir. Düşman esirler fidye olarak verilmeden önce müslüman

olurlarsa, artık fidye olarak verilmeleri caiz olmaz.

Çünkü başka müslümanlar gibi olmuşlardır. Fidye vererek onları tehlikeye atmak caiz değildir.

3149- Esir alınan ve anne- babaları beraber bulunan düşmanın çocukları  da bu şekildedir.

Çünkü anne babalarına tabidirler ve ülkemizde de olsalar çocukları müs­lüman sayılmazlar.

3150- Ama  çocuk  tek başına esir  alınıp  dârulislama çıkarılmışsa, artık onu  fidye olarak vermek caiz olmaz.

Çünkü daulislamda bulunduğundan o da müslüman olmuş sayılır.

3151- Drulharpte ganimetler taksim edildiğinde veya satıldığında esir alınmış olan çocuk bir müslümanın payı­na düşse, taksim veya satılma ile mülkü haline geldiği ki­şiye tabi olarak çocuk da müslüman olmuş sayılır ve Ölecek olursa cenaze namazı kılınır. Bundan da anlaşılıyor ki esir alınmış olan kişi ergin ise taksimden veya satıştan sonra fidye olarak verilebilir.

İmam Muhmmed'in görşü budur. Ebu Yusuf a göre ise, bu caiz değildir. Çünkü taksim yahut satışla müslümanın mülkiyeti haline gelmiş ve ülkemizin vatandaşı olmuştur. Bu durumda zimmi gibi olup fidye olarak verilmesi caiz olmaz.

İmam muhammed ise şöyle der: Taksimden ve satıştan önce fidye verile­bilir, dememizin sebebi, taksim veya satıştan sonra da gerekçenin mevct olma­sıdır. O da müslman esirlerin düşmanın elinden kurtarılmasının vacip olmasıdır. Taksim veya satışla onlar sahiplerinin mülkü haline gelmiş olurlar. Bu da faz­lalığın değil, eksikliğin alametidir.

Nitekim Müslüman esirlerin mal verilerek kurtarılması caizdir/Taksim veya satışla bu esirler de mal konumunda olmuşlardır ve fidye olarak veilmeleri im-kansız değildir.

Bu konuda delil, îmran b. Husayn hadisidir. Bu hadise göre Rasulullah Mureysi günü Beni Mustalık esirlerini taksim edildikten sora fidye olarak vermiş­tir. Ama düşmanın esirlerini verecekleri mal karşılığında salıvermek ise, alim-lermize göre caiz değildir. Çünkü müşriklerin esirleri ya müslüman olur veya Öl-dürülüler .Zira Yüce Allah "Müşrikleri Öldürünüz" [43] buyurmaktadır.

3152- Fidye verilen mal karşılığında esirleri serbest bırakmak, dünya malı için bu farzı terketmektir. Bu da helal değildir. Yüce Allah buyuruyor:" Yer yüzünde sava­şırken, düşmanı yere sermeden esir almak hiçbir pey­gambere yaraşmaz"[44]

Ayet, Bedir günü inmiştir. Esirlerin mal karşılığında serbest bırakılmasını öneren Hz. Ebu Bekr'in görüşünü Rasulullahın benimsemesi üzerine inmiştir. Hz. Ebu Bekir bundan dolayı üzülüyordu. Rivayete göre hilafeti zama­nında Bizanstan biri esir alınmış, onlar da mal karşılı­ğında salıverilmesini teklif emişler. Ebu Bekir ise onun öldürülmesini söyleyerek müşriklerden bir kişinin öldü­rülmesi benim için şundan bundu daha iyidir, demiştir. Başka bir rivayete göre ise, onun karşılığında iki ölçek altın da alsanız salıvermeyin, demiştir.

Çünkü biz dini yüceltmek için cihadla emrolunmuşuz. Müşriklerin esirlerini mal fidyesi karşılığında salıvermek ise, onlara müslümanların sanki mal için savaştıkları in­tibaını verir. Yüce AHahın "Onları daha sonra ya karşılık­sız serbest bırakırsınız veya fidye alarak salıverirsiniz" ayetinin "Müşrikleri öldürün" ayeti ile neshediliğini be­lirtmiştik. "AHahın önceden kesinleşmiş bir kitabı olma­saydı" ayetinin tefsiri de "Ganimetleri size helal kılmasay-dım aldıklarınızdan dolayı size büyük bir azap gelirdi" şeklindedir. Nitekim Yüce Allah "Ganimet aldıklarınızdan helal hoş olarak  yiyin" buyurmaktadır.

Amaç, fidye ile esirlerin salıverilmesi olsa bile, zaten "Müşrikleri Öldürün" ayeti ile o da neshedilmiştir. Çünkü Tevbe suresi en son inen surelerdendir. O da Bedir günü Rasulullahın esirleri fidye alınan kişilerle salıvermesinin tefsiridir.

el-Arec'in rivayetine göre Sa'd b.Numaıı, Bedir sava­şından sonra el-Baki'den Umre yapmak üzere eşi ile beraber çıktı. Hem kendisi hem eşi yaşlıydı. Olup bitenlerden korkmuyordu. Ebu Süfyan onu Mekke'de hapsetti ve Mu-hammed oğlum Amr'ı salıvermedikçe seni bırakmam, de­di. Ebu Sufya'nın oğlu Bedir günü esir düşmüştü.

Hazreçliler bu konuda Rasulullaha gidip konuştular. O da Amr'ı serbest bıraktı. Bunun üzerine Ebu Sufyan Sa'd b. Numan'i serbest bıraktı. O gün esirler bu şekilde mal karşılığında serbest bırakıldı.

Rivayete göre her esirin fidyesi o gün bin ile dört bin arası da değişiyordu. Malları bulunmayan bazı kişileri de Rasulllah o gün karşılıksız salıverdi. Hz.Aişe anlatıyor; Kureyş, esirlerini fidye ile kurtarmak için geldiğinde Ra­sulullahın kızı Zeyneb kocasını kurtarmak için geldi. Fid­ye olarak gönderdiğim şeyler arasında Hatce'nin düğün günü hediye olarak verdiği gerdanlığı da vardı. Rasulu-Ilah gerdanlığı görünce tanıdı ve acıyarak şöyle dedi "İs­terseniz esir olan kocasını salıveriniz ve gerdanlığını da kendisine veriniz". Onlar da böyle yaptılar.

3153- Bedir günü H. Abbas'ın mal vererek kendini kurtardığı kesindir. Yüce AHahın "Ey Peygamber! Eli­nizdeki esirlere söyle..." ayeti onun hakkında inmiştir.

İmam Muhammed başka bir izaha işaret ederek şöyle demektedir:

O gün müslümanların mala olan ihtiaçları büyüktü. Çünkü savaşa hazırlanmaları gerekiyordu. Zaruret halinde mal kaşılığında esirleri salıvermekte sakıca oîmaz. Rasu­lullahın şu uygulması da buna göre izah edilir:

Rasulullah, Beni Kureyza'nın kadın ve çocuklarını esir aldığı gün bunların yarısını Sad b. Zeyd'Ie beraber Ne-cid'e gönderdi. Onları silah ve hayvan karşılığında müş­riklere sattı. Diğer yarısını da Sad b. Ubade ile beraber Şam'a gönderdi. Onlarla da at ve silah satın aldı. Böyle yapmasının sebebi, o gün silaha olan sıkı ihtiyaçlarıdır.

Bizce mezhebin zahirine göre bugün mal karşılığında esirleri salıvermek hiçbir şekilde caiz değildir. Bu konuda rivayet edilen şeylerin hükmü neshedilmiştir. Beni Mus-talık esirlerinin mal karşılığıda salıverilmesini de belirterek şöyle demektedir: Rasulullahın onlara bu uygulamyı yapmasının sebebi, memleketlerini işgal etmesi ve köle ol­mamaları için fidye karşılığında serbest bırakmasıdır.

Nitekim Rasulullah, fidye ile kurtarıldıktan sonra Cu-veyriye ile evlenmiştir. Çünkü halkı müslüman oldular. Böyle olmasaydı, Rasulullah Cuveyriye ile evlenmezdi. Bizim mekruh gördüğümüz, düşman esirlerinin müslü­manlara karşı tekrar savaşmak için darulharbe götürülmek üzere mal karşılığında fidye ile serbest bırakılmasıdır.

3154- Kubaysa b. Zueyb'in şöyle dediği rivayet edilir: Köle ve zimmi beytulmaldan fidye verilip kurtarılmaz. Bi­zim de görüşümüz budur. Çünkü köle efendisinin köle-siydi. İhraz ile onun mülkü olmuşur. Tekrar mülkiyetine kazandımak için efendisi onun için mal vererek kurtarır, değilse, beytulmaldan verilen fidye ile kurtarılan köle beytulmalın malı olur ve ödenen fidyeyi karşılamadıkça efendisinin onun üzerinde bir hakkı olmaz. Tıpkı bir müs-Iümanın onu düşmandan satın alıp darulislama getirmesi gibidir.

Zimmi ise beytulmaldan fidye verilerek kurtarılma hak­kı yoktur. Çünkü beytulmalda onun payı yoktur. Çünkü beytulmal müslümnların ihtiyaçlarını karşılamak içindir. Ancak müslüman esirler beytulmaldan fidye verilerek kur­tarılır.

Esirlerin karşılıklı salıverilmesinde esir aldığımız anne ve babalarını değil de, onların esir alınmış çocuklarını fidye olarak vermemizi isterlerse, onların verilmesinde bir sakınca olmaz. Gerçi bunda çocuklar anne ve babaların­dan ayrılmaktadır.

Çünkü bu ayırma haklı olarak yapılmaktadır. Düşmanın elinden kurtarıl­ması vacip olan müslümanm saygınlığı, düşman çocuğunun saygınlığından daha büyüktür. İmam Muhammed'in görüşünde olduğu gibi, bu işlem taksimden son­ra da yapılsa, çocuğun fidye olarak verilmesini bunun için caiz gördük.

3155- Seleme b. el-Ekva'ın şu hadisini delil gösterdi: Ebu Bekir'le beraber Hevazin kabilesine karşı savaştık. Bana bir cariye ganimet verdi. Rasulullahın yanına gel­diğimde onu bana hediye et, dedi. Ona hediye ettim. Mek­ke'de esir bulunan müslümanlara karşılık olarak onu fidye verdi.

Ganimetten verilen şey, alan kişinin mülkü haline gel­mesine rağmen, cariye fidye olarak verilmişir.

Müslümanlar henüz savaş halinde olup aldıkları esirleri sağlam bir yerde tutmuş iken düşman hükümdarının elçisi gelerek esirlerin karşılıklı mübadelesini ister ve kar­şılıklı salıverme gerçekleşinceye kadar müslüman esirler için eman verir, anlaşmadıkları taktirde müslüman esirleri geri götüreceklerini söylerse, müslümanların onlara ver­dikleri sözü tutmaları gerekir. Onlara şart koştukları gibi müslüman esirleri kurtarmak için mal veya başka şeyler vermeleri gerekir.

Ama karşılıklı salıverme konusunda anlaşma sağlan-mazsa ve müslüman esirleri geri götürmek istediklerinde müslümanların onlara gücü yetiyorsa, müslüman esirleri ülkelerine geri götürmelerine müsaade etmemeleri ge­rekir. Çünkü müslüman esirleri tutmaları zaten onlara yaptıkları bir zulümdür. Zulmün sürmesi için söz vermek de caiz değildir. Onun için bu şarta bğlı kalmamaları helal olur. Bunun dışında bir zarar vermeden esirleri onların elinden kurtarmak gerekir.

Rasulullah Hudeybiye günü müslüman olup gelen ki­şileri kendilerine geri vereceğine dair şart koşmadı mı ve bu   şarta bağlı kalıp Süheyl b. Amr'm oğlu Ebu Cendel'i babasına, Ebu Nasir'i geri almak isteyenlere Ebu Nasir'i ve başkalarını da sahiplerine geri vermedi mi? diye itiraz edilse, deriz ki;

Evet, ama bu hüküm Kur'anla neshedilmiştir. Yüce Allah " O kadıları kafirlere geri vermeyin"[45] buyurmuş­tur. Bu uyglama Resulullahın o güne mahsus yaptığı bir uygulamadır. Böyle yapmasının yararlı olacağını vahiy yolu ile öğrenmişti. Bugün bana ne isterlerse, vereceğim, demişti.

Ama bugün bir müslümam düşmana geri vermemiz veya gücümüz yettiği taktirde müslümam onların elinden kurtarmayıp bırakmamız caiz değildir. Müslüman esirlerin alınmasına düşman karşı koyacak olursa, müslümanlarm onlarla anlaşmayı bozmaları ve esirleri kurtarmak için bü­tün güçleriyle savaşmaları gerekir.

İsimlerini verdikleri güçlü kuvvetli bir takım kişileri kendilerine getirmemizi şart koşmuşlarsa, onları kendile­rine getirdikten sonra veya getirmedikten sonra bizim veya onlar tarafından esirlerin fidye ile salıverilmesi işlemi iptal edilirse, cevap yine aynı olur. Ama müslü­manlarm onlara karşı güçleri yoksa, o zaman onlarla sa­vaşmayabilirler.

Çünkü öncelikle kendi   güçlerini korumaları, ondan sonra   galip gelmeyi düşünmeleri gerekir.

3156- Müslüman  esirleri  yanlarında   getirip  getirme­dikleri kesin olarak bilinmiyorsa, aramızda verilmiş olan söze bağlı kalmamak doğru olmaz. Çünkü onlara bu şe­kilde söz vermemiz, ellerindeki müslüman esirleri kurtarmak içindir.

3157- Bu kesin olarak bilinmiyorsa, sözü tutmamakla zaten amaç gerçekleşmiş olmaz. Esirlerin fidye ile kurtarilması işlemi sürerken köleleri eman alarak bize gelecek olursa, yine söze bağlı kalmakve kölelerini   geri vermek gerekir.

Çünkü   getirdikleri malları için onlara eman vermişiz ve mallarından her­hangi bir şeye zarar vermemiz caiz değildir.

3158- Ama köleleri müslüman olsa, artık onları kendi­lerine geri veremeyiz. Sadece onları satar ve paralarını kendilerine veririz. Tıpkı darulislamda eman altında olup yanındaki kölesi müslüman olan kişi gibi. Ancak kölelerin beraberlerinde getirdikleri silahlar ve eşyalar onlara geri verilir. Köleler, müslüman olmayıp bizi zimmet ehli kabul edin, derlerse, sözlerine iltifat edilmez. Hem kendilerini, hem silah ve hayvanlarını onlarla beraber geri veririz. Çünkü  bizim eman verdiğimiz kişilerin köleleridir ve kendileri efedîlerine

tabidirler. Onun için zimmet ehli olmak istemesi  geçerli değildir ve bu isteğiyle darulislam vatandaşı olmaz.

3159- Ama düşmanın bazı silah, mal ve atlarını alıp eman aldıktan sonra bize gelen kişiler hür    iseler, getirdikleri şeylerin hiçbirine müdahale edemeyiz.

Çünkü bizimle onlar arasında eman vardır. Kendilerinin birbirlerine krşı emanı ise yoktur. Bu da adamların aldıkları mallar artık onlann mülkü olmuştur. Bunlar ister müslüman olsunlar, ister zimmet ehli osunlar, isterse eman alarak gelmiş olsunlar, onların mallarından herhangi bir şeye dokunmamız caiz değildir.

3160- Bizimle kendileri  arasında  saldırmazlık  anlaş­ması bulunan  bir millet  gibidirler. Bunlar birbirlerinin mallarını almış ve müslüman olarak yahut zimmet ehli ola­rak yahut eman alarak onu ülkemize getirmişlerdir.

Bunların ellerindeki mallara hiçbir şekilde dokunamayız.

3161- Karşılıklı esir mübadelesi gerçekleşmeden önce beraberlerinde getirdikleri müslüman esirlerden bazıları kaçıp müslümanlara gelse ve antlaşma gereği geri veril­melerini isterlerse geri verilmezler.

Çünkü müslüman esirleri hapsetmeleri için onlarla antlaşma yapmış veya sözleşmiş değiliz. Onların bu yaptığı zaten bir zulümdür. Onlara sadece canları ve mallan için söz verilmiştir. Esirler ise onların malı değildir.

3162- Ondan sonra esir mübadelesini gerçekleştirme­miz gerekmez.

Çünkü onlara esir mübadelesi ile esirlerini geri vermeyi şart koşmuşuz.

Fakat buna ihtiyaç kalmamıştır. Ama isimlerini vererek bazı esirlerin mü-badale ile verilmesi konusunda ittifak sağlandıktan sonra müslüman esirler onların elinden kaçıp gelirse üzerinde anlaşma yapılan şeylerin yerine getirilmesi daha iyi olur. Çünkü ondan sonra böyle bir uygulama durumunda müslümanlara karşı güven duymaları ve haksızlıkla suçlamamalan için yararlı olur. Ama böyle yap­mamalarında bir sakınca olmaz. Çünkü esir mübadelesinin gerçekleşmesi karşı­lıklı alıp verme ile olur. Karşılıklı mübadele gerçeklemeden Önce buna ihtiyaç kalmıyacak olursa onlara bir şey geri vermemiz gerekmez. Sözkonusu malla ve güçlü köleler için yapılan pazarlık sebebiyle onlara bir şey vermek gerekme­mektedir.

3163- Müslüman esirler antlaşmadan önce veya sonra bize   gelmeyip   başka   müslüman   memleketlere   gitseler, düşmana bir şey vermek gerekmez. Ama kaçıp bize gel­mişlerse  o  zaman  şart  koştuğumuz  şeyleri  onlara  ver­memiz daha iyi olur.

Çünkü müslüman esirler bize geldiğinde biz de onları kabul etmezsek sanki onlar kendileri bize teslim etmiş gibi olurlar. Ama bize başka yerden çıkıp gelmişlerse o zaman bunlar elimizde olmazlar. Onun için kendilerine şart koştu­ğumuz şeylerden hakikaten veya hükmen sorumlu görmedikleri taktirde mübade­lede vereceğimiz şeyleri vermemiz gerekmez. Tıpkı onların elindeki esirlerin ölmüş olması gibi.

Esirlerin kaçmış olması yahut kendilerini savunacak güç ve kuvvete sahip olup savunmaları durumundaki gibi olur. Çünkü bu durumda kendilerine şart koştuğumuzu yerine getirmek için esirleri bu şeyden men etmemiz sözkonusu olmaz.

3164- Esirler bize kaçıp gelirse ve savunmaları da yok­sa o zaman esirleri onlara karşı koruruz.

Nitekim biz orada olmasaydık esirleri alacaklardı. Onun için şart koştuğu­muz şeyleri yerine getirmemiz gerekir.

3165- Esirleri geri almak isterken esirler onlarla çar­pışıp müslümanlardan da yardım istiyecek olursa müslümanların onları yardımsız bırakmaları helal olmaz.

Çünkü belirttiğimiz gibi esirleri alıkoymaları zaten zulümdür. Zulmün devam etmesi için de onlarla antlaşmış değiliz. Düşmanın müslüman kardeşlerini öldürmesine müslümanlann müsaade etmeleri helal olmaz. İmkanları olması du­rumunda esirlerin onlarla çarpışıp kurtulmalarına da engel olmazlar.

Düşman tarafı müslüman esirlere eman vermiş olsun veya olmasın ellerin­den kurtulabileceklere, düşmanla çarpışmalarında sakınca olamaz. .

Çünkü onları alıkoymakla zaten zulmediyorlar.

3166- Ellerindeki esirler kadın ve erkek köle olup da-rulharpte onları ihraz etmişlerse, şart koştuğumuz karşı­lıklı serbest bırakmayı yerine getiririz.

Ama bu konuda ittifak sağlanmazsa onlardan kuvvetle alırız. Çünkü bunlar müslüman olup darulharpte bırakılmaları helal olmaz. Aldık­tan sonra onları satar ve paralarım kendilerine iade ederiz.

3167- Köleler onlara karşı çarpışacak olursa kölelerle beraber düşmana karşı çarpışır ve kurtulmalarını sağlarız.

Çünkü  müslüman kardeşlerimizdir ve  düşmanın  tahakkümündan  kur­tarılmaları gerekir.

3168- Köleler düşmandan emin ise aramızdaki emanı bozduktan sonra köleleri onlardan alacak olursak onlara karşılık kendilerine bir şey vermeyiz. Ama düşmandan emniyet içinde değilse onları satar ve paralarını kendile­rine geri veririz. Çünkü emin olacakları yere varıncaya kadar aramızdaki enıanm hükmü devam etmektedir. Düş­manın elinde bulunmayan ümmülveled, zimmî sözleşmeli veya ölümle hür olacak kişiler belirttiğimiz bütün durum­larda hür müslüman gibidir.

Düşmanın bir kalesinde esir bulunan bir kişi düşmandan birine saldırıp öldürebilccekse yahut onlara zarar verebilecekse yapmasında sakınca olmaz. Ama bunu yapma umudu yoksa kalkışması doğru olmaz.

Çünkü yarar olmadan kendini tehlikeye atmaktadır. Çünkü bu olaydan sonra kendisine işkence edip öldürecekleri açıktır.

3169- Saf içinde bulunup çarpışan kişi hakkında bunun hükmünü belirtmiştik. Ashaptan bunu çok kişinin yaptığı zikredilmiştir. Onlardan biri Maûne günü Munzir b. Amr, Racî günü arıların koruduğu Asım b. Sabit yaptığını be­lirtmiştik. Düşmana karşı savaşan müslümamn bunu yap­ması  evleviyetle  caiz olur.  Ülkelerinde kalmak  şartıyla esire eman verip serbest bırakırlarsa, esirin onlardan öl-dürebildiğini öldürmesi ve mallarından alabildiği şeyleri almasında sakınca olmaz. Çünkü kendisi onlara eman ver­miş olmayıp onlar kendisine eman vermişlerdi. Bu onlara yapabileceği şeyleri yapmasına engel teşkil etmez. Ama kendisi de onlara eman vermişse o taktirde onlara zarar vermek doğru olmaz.[46]

Çünkü bu onlara hıyanet olur ve hıyanet haramdır.

3170- Fakat  gizlice  darulislama  çıkmaya  güç yetire-bilirlerse, bunu yapmalarında bir sakınca yoktur. Hatta bu konuda (yani kaçmayacakları konusunda) düşmana güven­ce vermiş olsalar bile, böyledir.

Çünkü damlharpte onu hapsetmeleri zaten bir zulümdür ve o zulümden kurtulması da onun hakkıdır.

3171- Eğer birisi bu işte ona engel olacak olursa, o-nunla mücadele eder ve Öldürebilir.

Çünkü çıkışına engel olmakla müslümana zulmetmiş olur.

3172- Zor işlerde kendisini çalıştırdıkları için buna ta­hammülü kalmaz ve düşmandan birinin üzerine saldırıp öldürmek isterse, bakılır; Bu davranışı düşmana zarar ve­recekse yapmasında sakınca olmaz. Ama zarar vermiye-ceğini biliyorsa buna kalkışmaması daha yararlı olur.

Ama gücünün üstünde bir iş yüklemişlerse ve yapacağı bu saldırıyla kur­tulmayı yahut rahatlamayı umuyorsa o taktirde kurtulmak için bunu yapmasında sakınca olmaz.

3173- Zindanın   önünde  bekliyen  bekçiyi   öldürmeye kalkışmasında da durum belirttiğimiz gibidir. Allah'tan başka bir  varlığa secde edilmesi istenir  ve bunun  için başında duran kişi kendisine vurursa, öldürüleceğini bilse bile secde etmeyi red edip başındaki görevliyi Öldürmes­inde sakınca olmaz

Çünkü düşmanı öldürmekte sakınca olmaz. Yaptığı için de kendi aleyhine yardım etmiş olmaz. Yani kendini tehlikeye atmış sayılmaz.

3174- Esir   onlara   doktorluktan   anladığını   söyleyip kendilerine ilaç içirmesini isterlerse onların erkeklerine ilaç yerine zehir içirmesinde bir sakınca olmaz.

Çünkü bu onlara zarar vermektir. Ama çocuklara ve kadınlara zehir içir­mesini uygun görmüyorum. Nitekim onları öldürmesini tasvip etmiyorum.

3175- Ama onlardan kendisine zarar veren ve öldür­meye çalışan bir kadın olursa o taktirde kendisine zehri içirmesinde sakınca olmadığı gibi, imkan bulması halinde öldürmesinde de sakınca olmaz. Düşmanın elinde bulunan esirlerden biri kaçıp kurtulayım derken neticede kaleden düşüp ölse bile kurtulmayı umuyorsa   bunda bir sakınca olmaz.

Çünkü amacı kurtulmak ve dinine zarar gelmemesi için kaçmaktır Zaten mücahid bütün yaptıklarını zafer kazanmak ve helak olmak arasında yapmaktadır. Yani yaptığı işlerde ya muzaffer olur veya ölür.

3176- Kurtulmak ümidiyle bu şekilde bir sakınca ol­maz. Ama helak olacağı kesin yahut büyük ihtimalle kur­tulamayacağını biliyorsa o zaman böyle bir işe kalkışması mekruh olur.

Çünkü bununla kendini öldürmektedir.

3177- Aynı  şekilde   sığınaklardan   birinde  bir   kazan içinde kendini indirecek olursa bakılır. Şayet bu davranışı düşmana zarar vereceğine inanıyorsa böyle yapmasında sakınca olmaz. Ama büyük ihtmalle öldürüleceği ve düş­mana da zarar vermiyeceğine inanıyorsa o zaman böyle yapması doğru olmaz.

3178- Güçlü düşman askeri veya karısı ve çocukları esir düşecek olursa, devlet başkanının bunları mal karşılığında serbest bırakması doğru olmaz.

3179- Darulîslama çıkarılmadan önce ve çıkarıldıktan sonra düşmana da satmaz.

Çünkü bu bir bakıma fidye karşılığı salıvermedir. Zaten onlardan alınacak mal karşılığında düşmana teslim edilirler.

3180- Aynı şeklide bu adamlar ve aileleri bir müslü-inanın payına düştükleri zaman da düşmana satmamahdır. Satacak olursa   devlet başkanı satışını iptal eder ve bunu bilerek yaptığına kanaat getirirse yaptığından dolayı tedip eder.

Çünkü müslümanlara karşı düşmanı güçlendirmeyi amaçlamış olur.

3181- Bir düşman eman alarak gelirse ve esir alıp ihraz ettiği müslüman esirlerini düşman esirleri karşılığında sat­mak isterse devlet başkanının onları düşman esirlerle satın almasında sakınca olmaz. Düşman esirleri henüz taksim etmemişse aldığı esirleri fey yapar. Ama taksim etmişse o zaman payına düştükleri kişi onları verir ve karşılığında müslüman esirleri alır.

Çünkü bu esir mübadelesi mesabesindedir. Rivayetin zahirine göre bu ca­izdir. Çünkü maksat müslümanlan kafirlerin elinde zelil olmaktan kurtarmaktır.

3182- Bu meselede müsümanlardan hür olanlar   ve ol­mayanlar aynıdır.

Çünkü bunun caiz olması din sebebiyledir.

3183- Köleleri beraberinde getirecek olursa devlet baş­kanı onları bir daha götürmesine izin vermez. Bunlar ken­disiyle beraber getirdikten sonra müslüman olan kafir kö­leler mesabesindedir. Yahut darullslamda satın aldığı ve onun mülkü olan müslüman köleler gibidir. Gideceği za­man devlet başkanı onları satmaya mecbur eder. Nitekim zimmet ehlini de bu şekilde mecbur eder.

3184- Eman altında olan bu kişi darulharpte veya da-rulislamda müslümanların karargahına gelerek beraberinde bulunan   müslüman   esirleri   düşman  esirler  karşılığında satmak isterse, devlet başkanı ona müsaade etmez.

Çünkü elindeki esirleri artık dirhem ve dinarla satmaya mecbur olmuştur. Zaten kölelerle beraber elimizde mağluptur. Onları düşman esirlerle satmasına İmkan verilmesi esirlerin mal karşılığında serbest bırakılmasına imkan verilmesi demek olur. Birinci durumda ise böyle değildir. Çünkü birinci durumda adam eman alarak gelmişti ve köleler yanında yoktu. Onun için hüküm bakımından köleleri para ile satmaya mecbur olması da sözkonusu değildir.

3185- Düşman esirlerle mübadele zaruret yolu ile olur. O da müslüman esirleri düşmanın elinden kurtarmanın zo­runlu  olması  durumudur. Burada  ise başka  yolla  kur­tarmak mümkün olduğu için, yani para ile satmaya mecbur edildiği için zaruret sözkonusu değildir.

Köleleri beraberinde getirmediği zaman zaruret meydana gelir.

3186- Eman alarak girmek istediğinde girmeden önce beraberinde getirdiği ve isimlerini söylediği müslüman esirlere karşılık adlarını verdiği düşman esirleri satiri al­mak  istediğini söylerse, müslümanlarm  bunu  kabul  etmelerinde sakınca olmaz. Çünkü elimiz müslüman esirlere ulaşmadığı sürece zaruret mevcut demektir. Onun bu is­teğini kabul ettikten sonra da artık sözlerini yerine ge­tirmek gerekir.

Çünkü şart sahih olunca, seran yerine getirilmesi vacip olur.

3187- Düşmanın elinde bulunan bir esir onlara zarar vermek  düşüncesiyle  çarpışmaya  kalkışsa  fakat  çarpış­mada öldürülse bunda bir sakınca olmadığını belirtmiştik. Çünkü   yüce Allah'ın "insanlardan kimisi de Allah1 m rı­zasını kazanmak için kendini feda eder"[47] ayeti kapsamına girer. Bu yaptığının ellerindeki diğer esirlere zarar ve­receğini biliyorsa yapmaması daha iyi olur. Özellikle on­lara vereceği zarar olması    gerekenden az olacaksa yap­maması daha uygun olur. Çünkü müslümanları gözetmek ve onlara zarar gelmesini önlemek menduptur. Nitekim mücahid bunun için düşmanla savaşır. Düşmanla çarpış­ması müslümanlarm işkence görmeleri yahut öldürülme­leri gibi bir zarara yol açacaksa yapmaması daha iyi olur. Ama yaparsa sakıncası olmaz.

Çünkü başkasını gözetmek kendini gözetmekten daha gerekli değildir.

3188- Zarar vereceğini umarak Öldürüleceğini bile bile bu şekilde davranması caiz olursa, başka esirlere kendisi sebebiyle zarar gelmesinden korkması halinde bu şekilde davranması evleviyetle caiz olur. Darulharbte iken bir se-riyye farkında olmadan düşmanın büyük bir ordusunun yakınma gelip içlerinden biri düşmana saldırmak isterse bana göre saldırması mekruh olur.

Çünkü bu davranışı müslümanlarm yerini düşmana bildirmek olur. Hal­buki müslümanlar onların hakkından gelecek güce sahip değildir. Müslümanların esir edilmeleri yahut öldürülmeleri için yerlerini bildirmek yahut görülmelerine sebep olmak için ruhsat yoktur.

3189- Müslümanların   yerini   bildikleri   halde   onlara saldırmıyorlarsa, onlara zarar verecekse müslümanın sal­dırmasında  sakınca  olmaz. Ama  nıüslümanlarla savaşıp öldürmelerinden korkuyorsa müslümanları gözönünde bu­lundurarak onlara saldırmaması daha iyi olur. Nitekim düşman, müslüman bir topluluğu muhasara ettiğinde güçleri ye­terli olmadığı için müslümanlarm onlarla barış ve eman antlaşması yapması müs­lümanlar için daha iyi olur. Ama düşmana saldırmaktan başka yolu kabul etmez­lerse onda da sakınca olmaz. Nitekim Asım İbn Zeyd kendisine eman teklif eden müşriklere "Müşriklerden eman kabul etmemek üzere Allah'a söz verdim" demiş ve şehid oluncaya kadar onlarla çarpışmıştır.

Bu şekilde bunda bir sakmca olmadığını anlıyoruz.

3190- Ehli kitaptan esir alman bir kadın bir adamın payına düştükten sonra dini üzere devam eder ve adam ölünce kadının hür olacağını söylerse yahut adamdan ha­mile kalırsa, sonra düşman müslümanlardan bir adamı esir alsa ve onun fidyesi olarak o kadından başka bir şeyi kabul etmezse, kadın istesin veya istemesin, payına düştüğü adam razı olursa fidye olarak verilmesinde bir sakınca olmaz.

Çünkü fidye olarak verilmekle kadın efendisinin mülkü olmaktan çıkmaz. Müslümanın mülkü haline geldiği için mülkiyeti başkasına geçmiyecek bir durum kazanmıştır.

3191- Fakat efendisine artık hizmet etmez. Sanki onun hizmet etmesini bir müslüman için fidye vermiş gibidir ki bu da caizdir.

Çünkü yarar mal mesabesindedir ve onun değeri malın değerinin üstünde olmaz.

3192- Müslüman esirin mal karşılığı kurtarılması caiz ' ise   hizmet   karşılığı   kurtarılması   evleviyetle   caiz   olur. Sonra, kadın için onlardan korku yoktur. Çünkü onların dinindendir. İnancında sebat edip müslümanlar arasında da dinine bağlı kaldığı için ona ikram edip fidye ile kur­tarmayı   arzu   ederler.  Kadının   verilip   verilmemesi   ko­nusunda rızasının mevcut olması veya olmaması önemli değildir.

Çünkü cariye olup kendisi hakkında yetkili değildir.

3193- Kadının efendisi fidye olarak verilmesini tasvip etmezse, o zaman devlet başkanının onu fidye olarak vermemesi gerekir. Düşmanın müslüman esiri öldürmesinden korksa bile kadını bu durumda fidye olarak veremez.

Çünkü sahibinin mülkünden karşılıklı veya karşılıksız olarak artık çıkması mümkün olmayacak şekilde onun mülkü olmuştur. Efendisinin mülkü olarak de­vam ettikçe onun rızası olmadan fidye olarak verilmesi caiz olmaz Efendisi satış şeklinde olmaksızın beytulmaldan kıymetinin kendisine bedel olarak verilmesini isterse devlet başkanı verebilir

Çünkü müslüman esiri mü si umanların bey tulm alından fidye vererek kur­tarması gerekir. Burada vermesi de o anlamdadır. Çünkü esirin kurtulması için malı düşmana vermesiyle cariyenin sahibine bu amaçla verilmesi arasında fark yoktur.

3194- Verilen bu mal cariyenin mülkiyeti yerine ivaz (bedel)  olmaz.   Çünkü   efendisinin  mülkiyetinden   başka mülkiyete geçmeye müsait değildir. Verilen mal sadece efendisine yapacağı hizmetin ivazı (bedeli)dir. Cariyenin sahibi ümmülveled ve ölümle hür olacak (müdebber) ca­riyenin hizmetleri karşılığında ivaz (bedel) alabilir. Fidye olarak düşmana verildikten sonra müslümanlar onlardan bir  daha  alacak  olursa efendisine geri verirler.  Çünkü kadında mülkü hala devam etmektedir. Kadın kendisine geri  verildiğinde  ivaz  olarak  aldığı   mal  da  kendisinin (efendinin) olur.

Çünkü düşman elinde olduğu süre için yapacağı hizmet karşılığında ivaz almıştır. Kadın kendisine verilse bile o süre içindeki hizmet kendisine geri gel­memiştir.

3195- Sahibinin kadını vermeyi red eetmesini ve ancak satın alındığı taktirde vereceğini söylemesini uygun gör­müyorum.

Çünkü azat olma hakkım kazandığı için satılmayı kabul etmiyecek bir du­ruma gelmiştir.

3196- Ondan zorla alıp fidye olarak verecek olurlarsa devlet başkanı onun kıymetini beytulmaldan kendisine öder. Ölümle hür olacağı söylenen cariye hakkında İmam­ların görüşü budur. Çünkü onun üzerinde maliyet devam etmektedir. Hatta gaspedilecek olursa onun için tazminat ödenir.  Gördüğü  bir  maslahat  için  devlet başkanı  onu efendisinin rızası olmadan aldığı zaman da durum böyle­dir.  Ama   ümmüveled   hakkında  bu   sadece   iki   İmamın görüşüdür.

Ebu Hanife'nin görüşüne göre ise ümümüveled gaspedildiği taktirde onun İçin tazminat Ödenmez. Onun için devlet başkanı sahibine beytulmaldan tazminat ödemez. Üç İmamın da görüşünün bu olduğu söylenir.

Çünkü ona vereceği tazminat şahsı için değil, hizmetinin karşılığı (ivazı) olarak verilmektedir. Sanki efendisi kıymeti verilerek kendisinden alınmasına razı olmuş gibi olur. Fakat birinci görüş daha doğrudur. Nitekim tekrar müslümanla-rın eline geçecek olursa efendisine geri verileceği belirtilmiştir. Devlet başkanı da daha önce efendisinin aldığı kıymeti (ücreti) alır ve beytulmala geri verir. Ama yukarıda belirtildiği gibi efendisinden aldığı ivaz, hizmetinin karşılığı verilen bir ücret ise ondan geri alınmaz. Devlet başkanının efendisinden kadını zorla almasını tasvip etmiyorum, denilmiştir. Halbuki bu durumda verilen ücret hizmetinin kar­şılığı (ivazı) olsaydı devlet başkanı göreceği maslahat sebebiyle efendisinenin rızası olmadan da onu alabilirdi.

3197- Cariye, kınne  (alınıp  satılması   caiz  olmayan) olup mesele aynı ise, devlet başkanının adaletli bir şekilde onun kıymetini takdir edip efendisine ödemesi ve müslümanın kurtulması için onu fidye olarak vermesinde sa­kınca olmaz.

Çünkü efendisinin onun fiyde olarak verilmesini kabul etmemesi müs-lümanlara büyük bir zarar verir.

3198- Büyük zararın bulunması halinde devlet başkanı kişinin malını sattırabilir. İki İmama göre ise, bu açık bir şeydir. Çünkü alacaklının zararını önlemek için borçlunun tasarruf yetkikisini kaldırır (hacr altına alır) ve malını sa­tar. Ebu Hanife'ye göre de böyledir. Müslümanlara büyük zarar sözkonusu olması halinde hacr uygulanabileceğini söyler. Efendisinin mülkü olan cariyeyi devlet başkanının satma yetkisi olduğuna göre, cariyeyi satıp parasını efen­disine vermesi ile kıymetini takdir edip sahibine verdikten sonra   cariyeyi   de  fidye   olarak   vermesi   arasında   fark yoktur.

3199- Bu uygulamadan sonra kadın tekrar müslüman-ların eline geçecek olursa, artık efendisinin üzerinde hak­kı olmaz.

Çünkü devlet başkam satınca efendisinin mülkü olmaktan çıkmıştır. Zaten devlet başkanının satışı kesinleşmiş ve uygulama yapılmıştır.

3200- Cariye sözleşmeli (azat olmak üzere efendisi ile mal karşılığında sözleşme imzalamış) ise kendisinin ve efendisinin rızası olmadan fidye olarak verilmesini uygun görmüyorum.

Çünkü efendisinin mülkiyeti hala üzerinde devam etmektedir. Sözleşme se­bebiyle kendisi ve yararlan hakkında cariye daha çok söz sahibi olmuştur. Onun İçin fidye verilecekse hem cariyenin, hem efendisinin rızası lazımdır.

3201- Devlet başkanı cariyeyi zorla alıp fidye olarak verirse, efendisinin devlet başkanından alacağı olmaz.

Çünkü sözleşmeli cariyenin gaspedilmesi halinde tazminatı olmaz. Tıpkı hür kadın gibidir. Gaspedilmesi halinde tazminatın gerekli olması sözleşmelinin yetkisinin kalkması demektir.

3202- Zaten efendinin onun kazancında ve sağliyacağı yararlarda hakkı kalmamışır. Devlet başkanının onu zorla almasıyla efendinin mülkiyeti kaybolmaz. Müslümanlar onu tekrar alacak olursa kendisine geri verirler ve sözleş­meli olarak devam eder.

3203- Sözleşme bedelini (öngörülen ücreti) cariye öde­yerek azat olmuş veya efendisi azat etmişse, fidye olarak verilmesi durumunda sadece onun rızası gerekir.

Çünkü efendisinin üzerinde mülkiyeti kalmamıştır. Azat olduğu için de zimmî hür bir kişi olmuştur. Çünkü daruîslam halkındandır.

3205- Hür olduktan sonra onun rızası olmadan fidye olarak verilmesi caiz olmaz. Tıpkı zimmet ehlinden hür ve asil bir kadın gibi yahut hür asil bir erkek gibidir. Hür asi olan bu erkek karşılığında müslüman esirin kurtarılmasını istiyecek olurlarsa, devlet başkanı bu kişinin rızası ol­madan onların bu isteğini kabul etmesi caiz olmaz. Hür ve köle müslüman kişilerin hem kendilerinin hemde efendilerin rızalan olsun veya olmasın müslüman esirlerin kurtarılması için fidye olarak verilmesi caiz olamaz.

Çünkü verilecek müslümanm öldürülme tehlikesi ellerindeki müslümanın öldürülme tehlikesi gibidir. Ama zimmî böyle değildir. Çünkü zimmînin inancı onların  inancı gibidir. Bununla beraber zimmîyi öldürmeyeceklerinden emin olmadıkça fidye olarak verilmesine razı olmaz.

3205- Eman aı^rak darulîslama giren bir kişi karşılı­ğında esirin serbest bırakılmasını düşman isterse ama e-man altındaki kişi bunu istemeyip beni onlara verecek olursanız öldürürler derse düşmana fidye olarak vermemiz doğru olmaz. Çünkü bizim taraftan eman altındadır. Tıpkı fidye olarak verilmeyi istemiyen zimmî kişi gibidir. Ni­tekim onu düşmana vermekle öldürülmeye maruz bırakmış oluruz. Halbuki müslümana, zimmî ve eman altında bu­lunan kişilere zulmetmek haramdır.

3206- Fakat düşmanın razı olması halinde eman altında buluna kişiye istersen memleketine git istersen istediğin başka ülkeye git, deriz.

Çünkü müslüman esirin öldürülmesinden endişe duymazsa bile eman altında bulunan kişi hakkmda devlet başkanının bu şekilde tasarruf yetkisi vardır. Nitekim müslüman esir hakkmda endişe edilirse darullslamda uzun süre kalan bu kişiye ülkeyi terketmesi söylenir. Bu durumda kendisine Öyle demek caiz olursa düşmanın kendisine karşılık müslüman esiri erbest bırakmaya razı olması halinde devlet başkanının ona çıkıp gitmesini söyleme yetkisi evleviyetle olur.

3207- Düşman, müslümanlardan onu kendilerine teslim etmelerini ister ve teslim etmedikleri taktirde savaşacağını söylerse ve müslümanların da onlara karşı koyacak güçle­ri yoksa, müslümanlar yine de onu düşmana teslim et­memelidir.

Çünkü eman ahdine hiyanet olur. Bunun da ruhsatı yoktur. Tıpkı ya gelir­siniz yahut sizinle savaşırız, demeleri mesabesinde olur. Ama ona "Müslüman­ların ülkesinden çık ve istediğin yere git' diyebilirler. Şu tarihe kadar İslam ülke­sinden çık yoksa seni onlara teslim ederiz, deyince, o da olur, diyebilir.

3208- Buna rağmen çıkıp gitmezse, onlara teslim edil­meyi kabul ederse verilmesinde sakınca olmaz. Ama onlara   teslim   edilmeyi   istemezse   onlara   teslim   etmemiz doğru olmaz.

Çünkü emin olacağı yere gidinceye kadar bizde eman altındadır. Tanınan sürenin bitimine kadar darulİslamda kalması onlara verilmesine razı olduğunun delilidir, bunu açıkça razı olmuş olarak kabul etmek gerekir. Tıpkı devlet başka­nının eman altında olan kişiye "şu tarihe kadar gitmezsen seni zimmet ehli sa­yarım" demesi ve gitmediği için buna razı olduğu kabul edilerek zimmet ehli yapılması gibi olmaz mı? diye sorulursa, şöyle deriz:

Bu böyledir, ama bu ihtimal derecesinde bir delil olup düşmana geri ve­rilmesine razı olduğunu açıkça belirtmedikçe bu ihtimal delili ile onlara geri ve­rilmesi ve emanının ihlal edilmesi caiz olmaz. Zimmî olması ise şüphe ile beraber sabit olmuş bir hükümdür. Böyle durumlarda ihtimal delilinin kullanılması caiz olur.

3209- Düşman memleketinde hükümdardan kaçıp bir kaleye sığınmış düşmandan bir kişi müslümanlara zimmet ehlinden olmak üzere kendisiyle barış yapmak istese, düş­manlar da bize 'Böyle yaparsanız sizinle savaşır ve esirlerinizi öldürürüz"  derse, bakılır; Müslümanların onlara karşı koyacak güçleri varsa devlet başkanı onun bu iste­ğini kabul eder ve düşmanın söylediklerine iltifat etmez. Çünkü İslamın hükümlerine boyun eğme bakımından zimmilik,   dünya hayatında îslamdan sonra gelir (halefidir).

3210- İslama girmeyi arzu eder ve bunun kendisinden kabul   edileceğinden   şüphe   etmezse   yahut   zimmet   ehli olmayı  kabul  ederse isteği kabul  edilir. Ama düşmana karşı müslümanların gücü olmayıp onların zararlarından endişe ederse onun bu isteğini kabul etmemelerinde sa­kınca   olmaz.   Nitekim   adam   müslüman   olacak   olursa müslümanların   düşmana   karşı  gücü   bulunmasa  ve   on­lardan endişe içinde olsalar bile, onu desteklemeleri ge­rekir. Zimmet ehli olmayı ister ve müslümanların da düş­mana   karşı   koyacak   güçleri   varsa,   müslümanların   bu isteğini kabul edip ona destek olmaları gerekir.

Çünkü esirlerinin öldürülmesinden korktuklarından bu isteğini kabul et­melerinde sakınca olmaz. Nitekim müslümanlar esirleri için endişe duysalar bile adamın müslüman olması halinde kendisine yardım etmeleri gerekir. Zaten müslümanlar esirleri hakkında endişe duysalar bile düşmana karşı savaşı ter-kedemezler. Aynı şekilde bu endişe ile zimmî olmak istiyen bir kişinin zimmet isteği red edilmez.

3211- Onun zimmet ehli olma isteğini kabul etmezseniz esirlerinizi serbest bırakırız derlerse, devlet başkanının bu isteklerini kabul etmesi lazımdır.

Çünkü darulislamı savunacak mücahitler olmaları ve müslüman esirleri kurtarmaları, bu kişinin zimmet ehli olmasından daha iyidir.

3212- Devlet başkanı düşmanın bu isteğini kabul eder ve onlar da müslüman esirleri serbest bırakırsa, ondan sonra muhasara altında bulunan sözkonusu kişiyi düşmariıfı ele geçirmesi mümkün olmayıp adam müslümanlara zimmet ehli olmak istediğini söylerse, onun bu isteğini kabul etmemiz gerekir. Çünkü belirttiğimiz gibi zimmîlik dünyada İslam ahkamına boyun eğmek bakımından İsla-mın halefidir. Düşman "bu, aramızdaki söyleşmeye aykı­rıdır, verdiğiniz söze bağlı kalmamaktır" derse söyledik­lerine iltifat edilmez. Çünkü biz onların ne canlarına ne mallarına dokunuyoruz. Sadece kuşatma altında bulunan bu kişi onlara karşı  kendini korumaktadır. Şarta bağlı olarak onun zimmet ehli olma İsteğini red etmemiz gerekmez.

3213- Muhasara altında tutulan kişi müslümanlara "si­ze zimmet ehli olmam, ama memleketinize gelmek için bana eman verin" derse, düşman da "ona eman verirseniz esirlerinizi öldürürüz" derse, devlet başkanı bakar. Kuşat­ma altında tutulan kişinin istediği müslümanlar için daha yararlı ise, isteğini kabul eder, ama yaarları yoksa, bu isteğini kabul etmez. Çünkü devletbaşkam müslümanlarınçıkaniçin vardır. Eman vermek de prensip olarak müslümanlann yaran için yapılır. Müslümanlann zararına olacak emani devlet başkanı kabul etmemelidir.

Kuşatma altmdakikişi "Müslüman olayım ve yanınıza geleyim" derse, düşman da müslümanlara "Bunu kabul ederseniz, sizinle savşırız, esirlerinizi öldürürüz" derse, onlara karşı yeterli güçleri olsun veya olmasın müslümanlann o kişinin isteğini kabul etmesi gerekir. Düşmana karşı güçlerinin olmadığı bir zamanda müslümanlar zim­met ehli omak isteyen bir kişinin durumunun ne olacağı konusunda ashabımızın çoğu bu mesele ile yukarıdaki me­sele arasında gerçekte bir farkın olmadığını söylerler. Çünkü iki durumda da ona yardım etmemiz gerekir.

3215- Müslümanların yardım edecek güçleri olduğu za­man yardım etmeleri gerekir, ama güçleri yoksa o zaman üzerlerine vacip olmaz.

Çünkü müslüman olduktan sonra kuşatma altında tutulan sözkonusu kişi­nin durumu, düşmanın elindeki müslüman esirlerin durumundan daha iyi değil­dir. Düşmana karşı savaşacak kuvvete sahip olduğumuz taktirde esirleri destek­lememiz ve kurtarılmaları için savaşmamız gerekmektedir. Ama böyle bir kuvvet yoksa o zaman vacip olmaz. Bu da onun gibidir. Adamın müslümanlığı sahih ol­makla beraber zimmet akdi ancak müslümanlann kabul etmesiyle gerçekleşir. Fakat düşmana karşı koyacak güçleri olmazsa o zaman isteğini kabul etmeleri ge­rekmez. İmam Muhammed ise söylediklerimiz arasındaki farkı belirterek müslü­manlar verilerek esirlerin kurtarılmasının hiç bir şekilde caiz olmadığını, fidye ve­rilecek müslümanlann buna razı olup olmamalannm durumu değiştirmiyeceği ama zimmet ehli fidye verilerek esirlerin kurtanlmasmın caiz olduğunu söyler.

Burada da müslümanlan savunacak güçleri bulunmadığı taktirde sözkonu­su kişinin zimmet ehli olma isteğini müslümanlar kabul etmiyebilirler. Ama aynı gerekçe ile onun müslüman olmasını ve müslümanlığından dolayı kendisine yardım edilmesini kabul etmemeleri caiz olmaz.

3216- Düşmandan esir düşmüş yaşlı kadım mal karşı­lığında serbest bırakmak caizdir.

Çünkü artık ne nesil sahibi olması umulur ne de müslümanlara karşı sa­vaşmasından korkulur. Onun için mal karşılığında serbast bırakılması şu anda veya gelecekte düşmanı müslümanlara karşı güçlendirme anlamına gelmez.

3217- Müslümanların mala ihtiyaçlarının olması halin­de İmam Muhammedin esirlerin ma! karşılığında serbest bırakılmasını caiz gördüğünü belirtmiştik.

Çünkü durum zaruret durumudur. Nitekim zaruretin olması halinde düş­mana silah satmak da caiz olduğu gibi, esirlerini mal karşlıhğında serbest bırak­mak da caiz olur. Ama alimlerimizin çoğu mala ihtiyaç sebebiyle bunun caiz ol­madığı görüşündedir. Çünkü mal karşılığında Allah'ın hakkı olan öldürme ter­kedilmiş olmaktadır. Tıpkı dinden dönen ve recm cezası olan kişilerin öldürül-meyip mal ile salıverilmesinin caiz olmadığı gibi. Sonra bu düşmana müslü­manlann mal için cihad ettiklerini göstermek olur ki caiz değildir.

3218- Devlet başkanı kadın ve çocukları esir alıp da-rulîslama getirse, daha sonra oğulları ve babaları eman alıp onların yanına gelerek "Bunları sizden satın almak istiyoruz" derse, onlara ganimetin taksiminden önce veya sonra mal karşılığında satması doğru olmaz. Zaruret ha­linde mal ile satılmalarının caiz olması da yukarıda belirtildiği gibi sadece İmam Muhammed'in görüşüdür. Ha­nefi alimlerinin çoğuna göre mal karşılığında onları sat­mak caiz olmaz.

Çünkü  esirlerin mal ile mübadelesi  demektir. Bu konuda satma ile fidye alarak mal ile salma aynıdır.

3219- Ama  "onları satın alırız, azat eder memleketi­nizde bırakırız" derlerse, bunun kabul edilmesinde sakın­ca olmaz.

Çünkü onların darulharbe geri verilmeleri düşmanın müslümanlara karşı değişik yollardan güçlendirilmesi demektir. Ama daruIİslamda bırakmaları halinde bu durum sözkonusu olmaz.

3220- Payına düştükleri adamın onları azat etmesi caiz olduğu gibi, zimmet ehli veya eman altındaki kişilerden azat edecek kişilere satması da caizdir. Düşman, müslü­man esirleri getirip falan filan esirlerle mübadale etmek istiyoruz derse, söyledikleri esirler de komutanın ve müs-lümanalarm yanında değilse ama onlara istedikleri düşman esirleri kendilerine göndereceklerine dair söz verse, onlar da müslümanların sözüne güven duyup müslüman esirleri serbest bıraksa, müslümanların darulislama girdiklerinde onlara verdikleri sözü tutmaları müstehap olur.

Çünkü buna söz vermişlerdir, Müslümanlar verdikleri sözlere bağlı kalır-îar. Yine şart koşulan şeyi yerine getirmedikleri taktirde düşman böyle bir me­selede müslümanlara bir daha güvenmez ve belki de müsİümanlar zarar görür.

Söyledikleri esirleri göndermiyecek olurlarsa sakıncası olmaz.

Çünkü maksat müslüman esirleri kurtarmaktır. Bu da gerçekleşmiştir. Müslüman esirleri alıkoymaları zaten onlara yaptıkları bir zulümdür. Zulüm mu­kabili bir şart altına girecek olurlarsa onu yerine getirmek gerekmez.

3221- Ancak müslüman esirler arasında köleler   varsa ve koşulan şartı yerine getirmek isterlerse onlara bu kölelerin kıymetlerini göndermeleri gerekir.

Çünkü düşman onları ihraz etmiş ve malik olmuştur. O şartla bize teslim edecekleri malları hakkında kendilerine eman vermişizdir. Ama köleler müslüman oldukları için onları kendilerine geri göndermek mümkün olmamıştır. Onun için kıymetlerinin gönderilmesi lazımdır. Ama hür olan esirler böyle değildir. Çünkü esir etmekle onlara malik olmamışlardır.

3222- Kölelerin  efendisi  gelip  onları   almak  isterse, müslümanların  onlara  gönderdikleri    kıymetleri vererek alabilir. Bunu kabul etmezse köleleri müslümanların kö­lesi olur.

Çünkü onların kıymetleri beytulmaldan ödenmiştir. Sanki müsİümanlar onunla köleleri beytulmal için satın almışlardır.

3223- Müslümanlar düşmandan müslüman olan bir kö­leyi fidye verip kurtardıkları taktirde Ebu Hanife'nin gö­rüşüne göre onu satın alıp teslim aldıkları anda köle hür olur. Düşmana kölenin kıymeti beytulmaldan verilir.

Çünkü köle müslüman olunca, düşman sahiplerinin mülkiyetinden kur­tulmuş olur.

3224- Bu gerçekleştiği zaman, kölenin hürriyeti düş­man olan sahibinin mülkiyetini yok eder. Tıpkı darulis­lama  mülteci  olarak  girmiş  olması  gibi. Ancak  bunun gerçekleşmesi, satın alma ve teslim almanın ikisiyledir.

Çünkü düşman sahibinin mülkiyeti, teslim edilmesiyle yok olur. Bu da es-Siyeru's-Sağir'de belirttiğimiz ve düşman kişinin müslüman olan kölesini da-

rulharpte başka bir düşmana satması olayına benzemektedir. Ama darulİslamdan esir alman köle'böyle değildir. Çünkü onun üzerindeki efendisinin hakkı zail ol­mamaktadır. Bu hak zail olmadığı için azat olduğuna hükmedilmez. Ama düşman kölelerinden müslüman olanlar için aynısı sabit olmaz.Yani düşmanın köleleri müsİümanlar tarafından zaptedildiği zaman onlar üzerindeki eski mülkiyet or­tadan kalkar.

3225- İmam Muhammed'in görüşüne göre ikisi aynı­dır. Çünkü satın alma ve teslim alma mülkiyetin sabit ol­ması için sebeptir. Mülkiyeti iptal etmesi caiz değildir. Ama sığınmacı olarak darulislama geldiği taktirde durumu değişik olur.

Çünkü galibiyet yolu ile onu temellük etmenin sebebidir. Köle efendisine karşı kendine malik olursa, yani mülkiyet kendine geçerse azat olmuş olur. Onun için darulislama eman ile çıkacak olursa, azat olmaz. Aksine satılır ve gelip is-tiyecek olursa parası efendisine geri verilir. Çünkü darulislama gelmesi sığınmak amacıyla değildir. Onun için bununla efendisine karşı bağımsız olmaz.

3226- Düşmanın elinde bulunan müslüman esirler hür olup sahipleri onları satmayı red ederse, başkanın, kölelerin kıymetini belirleyip beytulmaldan onlara vererek satmaya mecbur etmesinde bir sakınca olmaz. Çünkü baş­kanın ellerindeki müslüman esirleri kurtarma mecburiyeti vardır. Onların kıymetini vererek almadıkları taktirde müslümanlara genel bir zarar gelmektedir.

Böyle bir durumda devlet başkanının mal sahibinin malına el koyup hacir uygulayabileceğini belirtmiştik

3227- Köleler efendilerin ölümü ile hür olacak veya ca­riye olup ümmülveled olmuş kişiler ise ve efendileri de kıymetlerini almayı kabul etmezse yahut köleler müslüman olmuşsa, devlet başkanı esirlerin kendilerinden alındığı düşman kişilere geri vermelerinin mümkün olmadığı, is­terlerse kıymetlerini verebileceğini bildirir.

Çünkü devlet başkanı onlara köleleri vereceğini şart koşmuştur. Ancak bunlar müslümanların köleleri olunca geri vermesi mümkün olmaz, yerine kıy­metlerini verir.. Onlara kıymetlerini vermesinin sebebi de gelecekte müslümanlar hakkında güven duymaları ve şartımıza bağlı olduğumuzu bilmeleridir. Bu maksat da ancak razı olmaları halinde gerçekleşir. Onun için bu konuda rızaları şart koşulmuştur. Razı olurlarsa onlara kıymetlerini verir, olmazlarsa alacakları olmaz. Çünkü razı olmadan sözkonusu malı onlara gönderecek olursa, o mal kaybedilmiş olur ve maksat da gerçekleşmez.

3228- Darulharpte   müslümanların   karargahından  bir müslüman düşmandan çok güçlü birini yenip zaptetse ve güçlü kafir ona fidye olarak "sana yüz dinar vereyim beni şerbet bırak" derse, devlet başkanının izni olmadan müs­lümanların bunu kabul etmesi doğru olmaz.

Çünkü zaptedilen kişi esir olmuştur ve esirler hakkında devlet başkanının görüşü önemlidir. Karargâhtaki müslümanlann devlet başkanının yetkilerine müdahale hakkı yoktur.

3229- Müslüman asker ona bu uygulamayı yapar ve kendisi de yüz dinarı verirse, müslümanın parayı alması ve onu serbest bırakmaması gerekir.

Çünkü onun yanındaki dinarlar zaten onunla beraber zaptedilmiştir. Ga­nimetin bazısını diğer bazısı için fidye olarak alması caiz değildir. Yapacağı şey, onu ve aldığı parayı devlet başkanına getirmektir

3230- Paralar alınan kişinin yanında olmayıp düşmanın elinde bulunan bir kaleye gidip oradan borç veya hibe ola­rak getirirse, müslümanlar için en iyi yol, dinarları ken­disine  verdiği  kişiye  geri  vermeleridir.  Paralar  isterse güçlü kafirin malından olsun, isterse başkasının malından olsun değişmez.

Çünkü bu dinarlar güçlü kafirin zaptedilmesiyle zaptedilmiş değildir. Zira onunla beraber değildi. Müslümanların eline geçmesi ancak barış yapılarak verilen emanla olmuştur .Belirttiğimiz gibi güçlü kafiri serbest bırakıp devlet başkanının görüşünü müslümanın çiğnemesi doğru değildir.

3231- Parayı ve güçlü kafiri birlikte getirmesi mümkün olmazsa paraları geri verip güçlü adamı devlet başkanına getirmesi  lazımdır.  Halbuki  yukarıdaki  durumda  böyle değildi. Çünkü orada adamı da parayı da kuvvetle ve ga-libiyetle almıştı, ikisini şer'an getirme imkanına sahiptir. Parayı alıp güçlü kafiri serbest bıraktıktan sonra paraları getirip devlet başkanına durumu anlatacak olursa, geleçekte böyle bir şeyi yapmayı devlet başkanının ona yasak­laması lazımdır. Ancak ilk seferde onu cezalandirmama-Iıdır. Çünkü bunu bilmediği için yapmış olup Rasıilul-lahın" Bilmeden yapanları mazur görünüz" sözü ile amel eder. Dinarları alıp ganimete katar. Çünkü müslüman-ların gücü ve galibiyeti ile alınmıştır.

3232- Başka bir asker bu güçlü kafiri zapteder ve bir süre sonra onu darulislama çıkarırsa,    daha Önceki askerler "Bizim daha çok almaya hakkımız vardır, çünkü ar­kadaşımız onu daha önce zaptetmiş ve serbest bırakmıştı" derse, onların söylediğine itibar edilmez.

Çünkü ihrazdan önce alınmış olan şeyde hak kesinlik kazanmaz. İhraz edil­mesi de birinci asker tarafından değil, ikincisi tarafından olmuştur.

3233- Güçlü kafir kişi ikinci askere  "Beni alamazsı­nız, çünkü arkadaşınız daha önce bana eman verip serbest bıraktı "derse sözüne itibar edilmez. Çünkü gideceği yere emniyet içinde gitmiştir ve ilk defa zapteden kişinin ken­disine verdiği eman sona ermiştir.

Nitekim devlet başkam da fidye olarak onun karşılığında müslüman esirleri kurtardıktan sonra serbest bırakmış yahut emin olacağı yere kadar göndermek için kendisinden fidye olarak mal almayı kabul edip göndermiş, daha sonra müslüman askerler kendisini zaptetmişse adam fey olur. Çünkü devlet başkam fidye karşı­lığında emin olacağı yere kadar gitmesi konusunda kendisi İle antlaşma yapmıştır. Yoksa damlharpte emin olması konusunda antlaşma yapmamıştır. Memleketine varıncaya kadar müslümanlann emanı altındadır. Ama memleketine vardıktan sonra artık müslümanların emanı diye bir şey kalmaz. Memleketine varmadan önce müslümanlar onu alıp getirmişlerse devlet başkanı serbest olup isterse yüz dinar karşılığında antlaşmayı devam ettirir ve serbest bırakır, gerçi esiri mal kar­şılığı serbest bırakma olduğu için bunu tasvip etmiyorum, isterse kendisi fey sa­yar ve dinarları kale sahiplerine geri verir. Çünkü emin olacağı yere varıncaya ka­dar ki durumu barış antlaşması yapıldığı zamanki durumu gibidir. Devlet başkanı onun barış zamanındaki durumunu biliyorsa, belirttiğimiz gibi onun hakkında karar vermede serbest olur. Bu da onun gibidir.

En iyi Allah bilir.[48]

 

Hür Ve Köle Esirlerin Mal Karşılığında Kurtarılması

 

3234- Müslümanlardan veya zimmet ehlinden hür biri esir olup düşman ülkesinde bulunan müslüman veya zimmet ehlinden eman altında olan birine "Fidye ile beni düş­mandan kurtar" yahut "Beni onlardan satın al" derse, o da bunu yapar ve kendisini darulislama çıkarırsa, kurtarılan kişi hür olur.

Çünkü onun emri ile yapılan iş emredenin kendi kendine yaptığı iş gibidir. Çünkü hür olan kişi esir düşmekle yahut satın alınmakla başkasının mülkü olmaz. Kurtarmak için verilen mal ise emreden kişinin üzerine borçtur. Çünkü verdiği mal ile hükmen onu ihya etmiştir.Tıpki kısas cezasını hak eden bir kimsenin kı­sas hakkına sahip kişilerle vereceği mal üzerinde anlaşması için birine emretmesi gibidir. Adamın vereceği mal, kısas cezasını hak eden kişi üzerine borç olur.

3235- Fidye  ile  kurtarılmasını  istemesi  ihtimalli  bir şeydir. Fidye esir için verilen bir sadaka olabilir yahut esire verilen bir borç şeklinde olabilir. Mutlak olarak kul­lanıldığı, yani ne suretle verildiği belirtilmediği zaman iki ihtimalden en hafif olanı sabit olur. Yani verilen malın e-sir üzerine borç sayılması ve ek yapılmadan diyet miktarı kadar olan kısmın daha sonra esir tarafından veren kişiye ödenmesi gerekir.

3236- Fidye olarak verdiği mal diyet miktarından fazla ise veren kişiye diyet miktarı kadar olanı geri öder. Diyet miktarından fazlasını Ödemez. Ama Ebu Hanife'nin görü­şüne göre ise diyet miktarından az veya çok verdiği bütün malı veren adama ödemesi gerektiği söylenmiştir.

Çünkü vekaletlerde emrin mutlakliğı gözönünde bulundurulur.

3237- En doğrusu, bu görüş üç İmamın da görüşüdür.

Çünkü bu, şekil ve mana bakımından mübadele için yapılan bir vekalet de­ğildir. Satın almak için yapılan bir vekalet ise de mübadele için değildir. Ebu Ha-nife satın almak için vekil tayin etme hususunda iki İmam gibi düşünür ve mutlak olarak kullanılması halinde satın almada verilen miktarın tümünün ödeneceğini be­lirtir. Hür kişinin kıymeti de diyeti kadardır. Fidye verip kurtarırken kişi, kurta­rılan kişiden diyeti kadarını alma hakkına sahip olur, diyetinden fazlasını alamaz. Fidye olarak diyetinden fazlasını vermesi durumunda diyet miktarından faz­lası onun için teberru edilmiş kabul edilir. Onun için diyet miktan  kadarını ona verir, fazlasını vermez. Bu akitle esirin emrini tuttuğuna göre esirin, verilen bütün malı   ona Ödemesi gerekir. Ama onun emrine muhalefet etmişse o zaman esirin ona bir şey vermemesi gerekir. Tıpkı satın almak için vekil tayin edilen kişinin fahiş bir aldanma ile malı norma! fiyatından çok fazla fiyatla satın almasındaki gibi, diye itiraz edilirse, şöyle deriz:

Mübadale şeklinde bu akit ivazlı (karşılığının verilmesiyle) olması du­rumunda bu söylenenler doğru olabilir. Halbuki böyle değildir. Hür müslüman kişi bunun mahalli (konusu) değildir. Sadece emreden (esir) kişi emrettiği (diğer) kişiden diyet miktarını veya daha az miktan borç almış olup bunun da kurtarılması için harcanmasını istemiştir. Bu miktan adam esire borç vermiş olur. Bundan fazla olan kısmı ise esir için teberru etmiş (bağışlamış) sayılır. Onun için esir borç aldığı miktarı kendisine öder, teberru ettiği miktarı ödemez.

3238- Buna göre esir sözkonusu kişiye "bin dirhem fidye vererek beni kurtar" derse, ama adam bu kadarla düşmanı ikna edemediği için fazla ödemiş olsa esir ona sadece bin dirhemi öder.

Çünkü ödeme borçlanma hükmüne göredir. Bu sadece bin dirhem içindir. Halbuki satın alma böyle değildir. Çünkü satın almada vekil ona vekalet veren kişi gibidir. Verilmesini istiyen kişi verecek kişiye ancak verilmesini istediği kadarını öder. İhtilaf halinde fazlasının temliki gerçekleşmez. Onun için verilen fazla kısmı kendisine geri ödemez.

3239- Esir sözkonusu kişiye "uygun göreceğin miktarı fidye vererek beni onlardan kurtar" yahut "beni hangi miktarla kurtarabilirsen kurtar" derse, fidye olarak verilen az veya çok bütün malı adama ödemesi gerekir.

Çünkü vekil tayin ederken verilecek miktar için sınır belirtmemiştir. Fidye veren adam da az veya çok verdiği bütün şeylerde onun emrini tutmuş olmaktadır.

3240- Esir düşen kişi sözleşmeli bir köle olup sözko­nusu kişiye mal karşılığında kurtarmasını emretmesi caiz olur ve sözleşmeli köleyi mal vererek hemen kurtarır.

Çünkü mal vererek kurtarması, hükmen onu ihya etmesi demektir.

3241- Nitekim borcu olan kısas için maktu! tarafıyla barış yapsa yahut bunun için başkasına barış yapmasını emretse, bunun bedelini hemen verir. Zaten kendi ihtiyacı açısından sözleşmeli köle kazandığı maldan öncelikle ken­disi yararlanır. Nafakasında olduğu gibi, bu konuda hür kişi gibidir.

3242- Verilen fidye miktarını sahibine ödemekten aciz kalırsa tekrar köle yapılır ve fidye miktarı  için satılır. Çünkü efendisi üzerine borç olan bir haktır. Bu miktarı köle ödeyemediği taktirde satılır. Ama efendisi ödeyecek olursa o zaman borç ödenmiş olur.

3243- Burada sözleşmeli kölenin kıymeti hür kişinin diyeti kadardır.

Çünkü kendinin bedeli kıymetidir. İşlemiş olduğu cinayette bu açığa çıkmaktadır. Ancak aradaki fark şudur: Diyetin miktan nas ile belirlenmiştir.

Az veya çok bunun üstündeki ziyadelikten sorumlu olmaz. Kıymet ise tah­min ve takdir ile bilinir. Kıymetinden fazla verip insanların normalde aldanmış sayılacağı miktar kadar ödemişse o zaman bütün verdiklerini kendisi öder. Çünkü burada ziyadelik kesin değildir. Ama ziyadelik insanların aldanmış sayılamayacağı kadar bir şey ise o zaman durum değişir.

3244- Sözleşmeli köle sözkonusu adama '"Beni   onlar­dan beş yüz vererek kurtar" derse ve kendisinin kıymeti bin dirhem ise adam bin veya daha fazla dirhem vererek kurtarırsa, köleye sadece beşyüz dirhem geri verir.

Çünkü kendisinden miktarı belirli bir mal borçlanmıştır. Fidye vererek kurtaran adam da ancak bu kadarını borç vermiş sayılır. Bundan fazla verdiğini de teberru etmiş (bağışlamış) olur. Borç alınacak miktar belirlenmediği taktirde kıymet nazarı itibara alınır. Ama borç miktarı belirtilmemişse o zaman kıymete iti­bar edilmez.

3245- Kölenin  kıymeti  bin   olduğu  halde  sözkonusu adama "Beni onlardan beşbin vererek kurtar" derse, Ebu Hanife'nin görüşüne göre bu miktarın  tümü sözleşmeli kölenin sözleşmesindeki miktara ilave edilir. İmam Mu-hammed'e göre ise fazla olmadan önce bu adama kıymeti kadarını  öder. Kıymetinden  fazlasını  ise azat olduktan sonra ondan ister. Bu da meşhur prensibe göre olup Ebu Hanife'ye   göre   sözleşmeli   ve   izin   verilen   kişinin   alış verişte fahiş şekilde aldanması hür kişinin  aldanması  gi­bidir. Ebu Yusuf ve İmam Muhammed'e göre ise sözleş­meli ve izin verilen kişiler fahiş aldanma ile alış veriş yapma yetkisine sahip değildir. Ebu Hanife'ye göre fidye vererek kurtarmayı emretmede de köle hür kişi mesabe­sinde olup belirtilen miktarın tümünü veren adama Öder. Çünkü o kadarını kendisinden borçlanmış olmaktadır. Ebu Yusuf ve Mu­hammed'e göre bu kişi hibe etme yetkisi bulunmadığı gibi fahiş taraftarlık ya­parak satma yetkisine da sahip olmaz. Onun için kölelikte kıymeti kadar için olan emri sahih olur. Bundan fazlası için de hibe yahut bir kefaleti mesabesinde olur. Sözleşmeli köle azat oluncaya kadar kefalet tazminatı karşılığında alınmaz. Burada da köle azat oluncaya kadar fidyeyi veren kişi kıymetinden fazlasını vermez. Ama hür yahut sözleşmeli kişiyi kendi istekleri olmadan fidye vererek kurtarmışsa her biri daha önce olduğu gibidir. Ve fidye veren kişi onlara bir şey geri vermez. Çünkü esir düşmekle bunlar mülk olmuş sayılmaz ve fidye verip kurtaran kişinin verdiği miktar sadaka sayılır.

3246- Esir düşen kişi efendisinin ölümü ile azat olacak köle yahut ümmülveled ise ve bunlar tasarruf yetkisi olan yahut tasarruf yetkisi kısıtlanmış  (hacredilmiş) bulunan kişiler ise ve mal vererek düşmandan kurtarmasını bir adama emretse, o da bir kişiden kıymeti kadarını veya da­ha fazlasını fidye vererek kurtarsa, kurtardığı bu kişileri efendilerine vermesi gerekir.

Çünkü  ümmülveled ve efendisinin Ölümü ile azat olacak kişi esir olmakla mülk olmazlar.

3247- Azat oluncaya kadar fidyeden onlara bir şey ver­mez. İkisinin   tasarruf yetkisi yoksa (hacr altında ise) o zaman durumlarında kapalılık olmaz.

Çünkü efendileri hakkında onların durumuna itibar edilmez.

3248- Fakat   ikisinin tasarruf  yetkisi varsa efendileri­nin elinden çıkıp başka ele geçtiği için o yetki geçersiz olmuş olur. Kölenin kaçmasıyla iptal olacağı gibi.

Çünkü mal ile kişinin kurtarılması, kısasın yerine mal üzerinde anlaşma yapılması mesabesindedir. Bu konuda tasarruf yetkisi olan kişi ile hacr altında bu­lunan kişi aynı olup ancak azat olduktan sonra anlaşma yapılan miktar karşılığı alınırlar. Fidye de böyledir. Azat olursa fidyelerini veren adam onlara fidye mik­tarım verir. Ama normalde insanların aldanmış sayılacağı ve kıymetlerinden fazla bir miktar fidye vermişse o zaman fazla miktarı onlara geri vermez. Çünkü ken­dileri hakkında verdikleri emir, sözleşmeli kölenin emri gibidir. Mutlak olarak kullanılması halinde bu emrin kıymet ile takdir edileceğini belirtmiştik. Bu da onun gibidir.

3249- Darulharpte eman altında bulunan bu kişiye fid­ye verip ikisini kurtarması veya satın almasını efendileri emretmiş ve "ikisini fidye verip kurtar yahut satın al" der­ken "Benim için"  dememişse, eman altındaki kişi onları kıymetleri kadarı ile yahut biraz fazlasıyla fidye verip kurtarmışsa efendileri bütün bunları öder.

Çünkü ikisi de efendilerinin mülkü olarak devam etmektedir. Efendinin mülkü olan bir şeyi fidye verip kurtarmasını emretmesi ondan mal borç alması demek olur. Hür kişinin kendisi için emretmesi mesabesindedir. Çünkü esir düştükten sonra fidye ile kurtulmak, kısasın uygulanması yerine mal üzerinde anlaşarak sulh yapmak mesabesindedir. Bunları benim için kurtar desin yahut de­mesin (yani kendisine izafe etsin veya etmesin) efendinin bunu emretmesi, ümmülveledi ve kendisininölümü ile azat olacak kölesi (müdebberi) hakkında mu­teberdir.

3250- Belirttiğimiz bu meselelerde emreden ile ken­disine emredilen kişiler anlaşmazlığa düşecek olursa, me­sela emreden kişi "Sana benim için bu kadar fidye ver­meni emrettim" derken, emredilen kişi de "Hayır bundan daha fazlasını emrettin" derse, emreden kişinin dediği kabul edilir ve yemin ettirilir.

Çünkü emir ondan alınmaktadır. Emretme işini temelden inkar edecek olur­sa yine onun dediği kabul edilir. Aynı şekilde herhangi bir miktar için kabul ettiğinde de onun sözü olur.

3251- Emreden   kişi   "sana  belirttiğim  miktarı  fidye verip kurtarmanı emretmiştim, ama sen bundan daha azını fidye verdin"  derse, yine emreden kişinin dediği kabul edlir.

Çünkü emrettiği kişiden malı borç almaktadır. Kendisine borç olarak verdiği miktar hakkında aralarında ihtilaf çıkmıştır. Borç veren kişi borcunun daha fazla olduğunu idida etmektedir. Onun için bunu delille ispat etmesi gerekir. Borç alan kişi de fazlayı kabul etmemektedir. Onun için yemin ettirilerek onun dediği kabul edilir.

3252- Esir düşen sözleşmeli kölenin efendisi bir ada-ma "onu bana satın al yahut bir dirhem fidye vererek be­nim için kurtar " derse, yahut malımdan  bin dirhem fidye vererek kurtar derse adam da böyle yaparsa, emreden kişiden fidye miktarını alır ve sözleşmeli köle üzerinde bir hakkı olmaz.

Çünkü sözleşmeli köle kendisine bir şey emretmiş değildir. Akdi veya malı kendisine izafe eden efendi (emreden kişi) o malı ödemeyi taahhüt etmiş olur.

Kadının mal karşlılığmda eşinden boşanmasında yahut kısasın uygulanması ye­rine mal üzerinde yapılan anlaşmada işi tezgahlıyan kişinin durumunda olduğu gibi. Bu kişi malı tazminat olarak öder. Bu da onun gibidir.

3253- "Benim için" yerine"Bin dirheme" deyip muame­lelerde emreden ile emredilen kişiler ortak ise, cevap aynı olur.

Çünkü aralarındaki ortaklık bu ifade ile borçlanmanın meydana gelmesinde şahsına izafe etmesi mesabesinde olur veya ondan daha kuvvetlidir.

3254- Aralarında ortaklık yoksa, verdiği fidyeyi sa­daka olarak vermiş olur.

Çünkü ona iyilik yapmanın yolunu göstermiş olmaktadır. Ona ne bir taz­minat verir ne de bir şey söylemiş olur.

3255- Esir düşen kişi hür kadın veya erkek ise ve em­reden kişi de kadının kocası yahut bir akrabası veya ya­bancı biri ise, akdin veya malın şahsına izafe edilmesi du­rumunda malı tazminat olarak öder. Malı şahsına izafe etmemesi durumunda ise bakılır. Esir düşen kişi onun ortağı ise cevap yine aynı olur.   Ortağı değilse, ona sa­dece bir akıl vermiş olur ve kendisine hiçbir şey ödemez.

3256- Esir düşen kişi küçük çocuk olup babası bir adama "Fidye ile benim için kurtar" yahut "malımdan kur­tar" dese, fidye vermesi emredilen kişi    fidye miktarını babadan alır.

Çünkü ona bunu taahhüt etmiştir.

3257- İstihsana göre baba o malı çocuğun malından tahsil etmez. Kıyasa göre ise, üzerinde velayeti devam ettiği için tahsil eder, bu da kıyas gibidir.

İstihsana göre baba oğlunu bir kadınla evlendirse ve mehrini taahhüt edip malından öderse, oğlunun malından tahsil etmez. Kıyasa göre ise tahsil eder.

Çünkü cari olan adete göre babalar böyle şeyleri bağışlar ve geri almayı is­temezler. Fidye olarak verilen mal da böyledir.

3258- Sözkonusu   adama   baba   ölünceye   kadar   öde-mezse, o miktar bıraktığı miras üzerine borç olur. Çünkü onu vermeyi taahhüt etmiştir.

Varisler onu babanın bıraktığı mirastan mehir miktarı olarak öderler. Taahhüt edip ödemeden önce taahhüt ettiği miktar kadar ödenir. Şöyleki akrabalık yolu ile babanın oğlu için üstlendiği bir taahhüttür. Bu da taahhüt edilen şeyin tes­lim alınmasıyla gerçekleşir. Akrabalığı bir tarafa bırakıp taahhüdünü vefatından önce yerine getirmemiş olursa, oğlu için vasiyet olur. Halbuki varis olacak kişi için vasiyet olmaz.

3259- Baba sağlığında taahhüdünü yerine getirdiği za­man oğlundan tahsil edileceğini   belirtmişse mehrinde de durumu aynı olur.

Çünkü örf ancak aksi belirtilmediği zaman muteber olur.

3260- Emrettiği kişiye  "Fidye vererek kurtar"  deyip "Benim için" demezse, bakılır; Emredilen kişi onun ortağı ise bu da yukarıdaki gibi olur.

Çünkü aralarındaki ortaklık kendisinden borç aldığının delili olup akdi ken­dine izafe etmesi mesabesindedir.Yani "bu işi benim için yap" demesi gibidir.

3261- Ama   onun   ortağı   değilse,   çocuğun   fidyesini veren kişinin onu satması caiz olur. Babanın üzerinde bir hakkı olmaz.

Çünkü babanın emretmesi küçük çocuğu için caizdir. Çocuğun baliğ ol­ması halinde emredilen kişiye emretmesi de bu şekildedir. Babadan da istemez. Çünkü çocuğun adına iş yapmış olur. Fidye verilmesi için emri mutlak olarak kul­landığı için baba bir tazminat da ödemez. Küçük çocuğu için akdi babanın kabul etmesi halinde nikahın benzeri olan bir durumdur. Böyle bir durumda mehir babanın üzerine değil sadece çocuğun üzerine borç olur. Bu da onun gibidir.

3262- Esir düşen kişi fidye verip kendisini düşmandan kurtarması için bir adamı eman altındaki kişiye emretmesi için vekil tayin etmiş ise,   vekil olan kişi eman altındaki kişiye "Fidye verip benim için onu düşmandan kurtar" ya­hut "Malımdan verip kurtar" derse, adam da böyle yapsa, fidye miktarını emredilen eman altındaki kişiye öder.

Çünkü akdi veya malı şahsına izafe etmekle esir olan kişi için malı üstlen­miş olur. Tıpkı ondan borç almış gibi olur. Ödenen miktarı ondan alır. Esir düşen kişiden alması sözkonusu olmaz. Çünkü ikisi arasında bir işlem olmamıştır. Sa­dece vekil tayin edilen kişi esir olan kişiden alır.

3263- "Benim için" dememesi durumunda da aynı olur. Ancak emredilen kişi vekil olan kişinin ortağıdır. Çünkü aralarında ortaklığın bulunması akdi yahut malı şahsına izafe etmesi mesabesindedir. Ama aralarında ortaklık yok­sa  emredilen  kişinin  vekil tayin edilen kişiden  alacağı olmaz.

Çünkü o vekil, tayin eden kişi adına iş yapmaktadır. "Falan kişiyi fidye ile kurtar" demesi gibi akdi kendisine izafe ederken vekil, tayin eden kişi adına İş görmüş olmaktadır.

3264- Başkasının adına iş gören kişi maldan bir şey üstlenmiş  olmaz. Sadece emredilen kişi malı  esir olan kişiden alır.

Çünkü vekilinin sözü kendi sözü yerine geçmektedir. Sanki o işi kendisi ona emretmiştir. Çünkü vekil şahsına izafe ederek akit yaptığında esir olan kişi emredilen kişi ile akit yapmış değildi. Ne zaman vekil ifade ederse, yani onun adına iş yaparsa akdi yapan da esirin kendisi olur.

3265- Bunun benzeri malı vermeyi taahhüt ettiği tak­tirde kadın tarafından mal karşılığında boşamada vekil tayin edilen kişi (yani kadının muhâlaadaki vekili) olur. Koca, malı  kadından değil, vekilden alır. Ama vekil malı taahhüt etmemişse o taktirde vekilden değil, kadından ma-lı alır. Sebebi de yukarıda belirttiğimiz şeydir. Esir olan kişi bir köle veya cariye olup düşmanın eman verdiği ki­şiye kendisini onlardan satın alması veya fidye verip kur­tarmasını emreder, o da bunu esirin kıymeti kadar veya daha az yahut daha fazlasını vererek yapması caiz olur. Kurtarılan esir de satın alan bu kişinin kölesi olur. Çünkü düşman ihraz etmek suretiyle ona malik olmuştur.

3266- Bu adam kendisine danışmadan şahsı için esiri onlardan satın alması caiz olduğu gibi, ona danışarak sa­tın alması da caiz olur.

Çünkü benim için satın al, demesi danışma sayılır. Nitekim bu durum darulîslamda olup onu efendisinden satın alacak olsaydı bu danışmadan önce ve sonra kendisi için satın almış olurdu.

3267- Darulîslama çıkardığında onun efendisi muhay­yer olur. İsterse parasını vererek alır isterse almaz. "Beni kendim için onlardan satın al" yahut "beni kendim için kurtar" derse ve onu kıymeti kadarıyla yahut  basit bir aldanma ile satın alıp onu kendi şahsı için satın aldığını on­lara bildirse, köle hür olur ve hiçbir yükümlülüğü olmaz. Çünkü emrettiği kişiyi yerine naip yapmışir. Yani kendi adına iş görmesini söylemiştir.

3268- Satın alma işinde başka bir kişi onu kendine naip yapsa, naip tayin eden kişi adına satın almış olur ve bu akitte kendisine naiplik yapılan kişinin kendisi akdi yapmış gibi olur. Bu da bu akdin hükmüne göre kölenin kendisi kendini efendisinden satın almış gibi olur. Onun için azat edilir. Emredilen kişi de köleden fidye miktarını tahsil eder.

Çünkü kölenin kendisini satın alması kendi emriyle yabancı kişinin satın alması gibidir. Ücreti kendi malından Ödediği zaman da emreden kişiden tahsil ettiği gibi burada emreden kişiden tahsil eder. Çünkü kendisi hakkında emir ver­mesi sahihtir. O malı ondan borç almış gibi olur.

3269- Köle velisinin ölümü ile hür olacak (müdebber) veya sözleşmeli (mükâteb) biri ise yahut ümmülveled olan cariye ise ve mesele aynı ise, köle (cariye) azat olmaz.

Çünkü ihraz etmekle ona düşman malik olmamış, aksine hala efendisinin mülkü olarak devam etmektedir. Nitekim zapteden düşman kişi onu azat edecek olursa, azat olma geçekleşmez.Yanında müslüman olacak olursa, yine efendisine geri verilmesi gerekir. Ama yukarıda böyle değildir. İster "Beni satın al", ister "Kendime satın al" desin, aynıdır. Darulîslama çıkardığı taktirde hiçbir bedel ve­rilmeden efendisine verilir. Çünkü satın alan kişi onun emri olmadan satın aldığı için verdiği mal teberru (bağış) olur ve ondan bir şey tahsil etmez.

3270- Köle veya cariye görevli kişiye "Beni kendime satın al (Beni para ile kurtar)" derse, o da kendisine satın aldığını düşmana haber vermeden satın alsa, onu kendisi için satın aldığı kişinin kölesi (mülkü) olur.

Çünkü malikine haber vermeden köleyi satın almış olması mümkün değildir. Köleyi satın almakla nesep gibi darulharpte efendinin malı olma hakkı devam etmiş olur. Ama kendisi için satın alması temellük olur.

Yani kendi kendine malik olur. Efendisine bildirmez ise azat olması için nzası olmamış olur ve kendi kölesi olarak devam eder. Halbuki rızası dışında kimsenin başkasının kölesi olması caiz olmaz. Ama efendisine bunu haber ve­rirse, insanların aldanmış sayılmayacak kadar kıymetinden daha fazlasıyla satın almış olsa da, onu temellük etmiş olur.

3271- Ellerinde tutan  düşmana köleyi kendine satın al­dığını bildirirse, artık onun mülkü olur.

Çünkü mutlak olarak satın almanın emredilmesi kıymetle veya ondan biraz fazlasıyla satın alma anlamında sayılır. Tıpkı emreden kişinin bir başkası olması durumu gibi. Bundan daha fazlasıyla satın alacak olursa, ona muhalif olur. Sanki onun emri olmadan satın almamış olur ki kendisi için satın aİmış sayılır.

3272- Yine köle ona "Beni kendim için bin dirheme satın al" derse, o da düşmana" onu kendisi için bana bin dirheme satın" derse, onlar da satsalar köle azat olur.

Çünkü bu azat olma sayılır. Sanki onlarla bu konuda köle konuşmuş gibi olur. İkinci defa kabul etmesine ihtiyaç kalmaz. Ancak azat olur ve satana ait olur.

3273- "Kendisi için" demeyip, sadece"onu bin dirheme bana satın" derse, satın alan kişinin kölesi olur. Efendisi isterse parasını vererek alabilir.

Çünkü düşman kişi kendisine satın aldığını bildirmeyince velasım da üzerine almış olmaz. Yani mevlası olmaz.

3274- "Kendisi için onu bana bin dirheme satın" derse ve düşman kişi onu kendisine satarsa, onu kabul etmesi kaçınılmaz olur. Kabul ettikten sonra da onun mülkü olur.

Çünkü ona yaptığı emrin ifadesine muhalefet etmiş ve emri olmadan satın almış olur.

3275- Ama ona "İstediğin fiyatla beni kendime satın al" derse, o da satın alsa ve onu kendisi için satın aldığını düşmana bildirse, köle satın alındığı fiyatla azat olur.

Çünkü vekil tayin ettiğ kişiye genel bir emir şeklinde işi havale etmiştir. O da onun emrini tutmuş olur. Verdiği fidye ne kadar olursa olsun ona Öder.

3276- Verdiği fidye konusunda ihtilafa düşüp kölenin kıymeti bin olduğu halde "beşyüz dirhem fidye vererek kurtardı" derse, emredilen kişi de "ikibin dirhem fidye ve­rerek kurtardım11 derse, emredilen kişi delil göstermedikçe kölenin dediği kabul edilir ve yemin ettirilir.

Çünkü emredilen kişi kölenin üzerinde fazla borcu olduğunu iddia etmek­tedir. Köle ise bunu red etmektedir. Onun için inkar edenin söylediği kabul edilir, ancak yemin ettirilir.

3277- Fazla verdiğini iddia eden kişinin delil göster­mesi gerekir.

Vekil yapan ile vekil yapılan kişiler ihtilf ettiklerinde yapıldığı gibi, niçin ikisine de yemin ettirilmiyor? diye itiraz edilirse şöyle deriz:

Ebu Hanife'nin görüşüne göre köle azat olduğu için malın değişmesinden sonra karşılıklı yemine gidilmemesi sadece iddia ve reddin kabul edilmesi onun prensiplerindendir. İmam Muhammed'e göre ise malın değişmesinden sonra kar­şılıklı yemine gidilmesi ancak kıymetten dolayı akdin feshedilmesinin mümkün dolduğu yerlerde olabilir. Burada ise böyle bir şey yoktur. Çünkü azat olmakla emreden kişi tarafından köleye bir mal geçmemektedir. Bu itibarla ona kıymeti ge­rekir diye de itiraz edilemez. İkisi kiraya veren ile kiralayan kişilerin kullanımdan sonra kiranın miktarında ihtilaf etmesi gibidir. Böyle bir durumda karşılıklı ye­mine gidilmez. Sadece fazlasını kabul etmiyen kişinin dediği kabul edilir ve yemin ettirilir.

3278- Satın alması emredilen kişi düşmana "Onu ken­disi için satın aldım" demezse, satın aldığında köle onun kölesi olur.

Çünkü satan kişi onun azat olmasını ve velayetinin ona geçmesini kabul etmiş değildir.

3279- Darulİslama çıkardığı vakit emredilen kişi is­terse onu satın aldığı fiyatla alabilir. Bu konuda ihtilaf ederlerse satın alanın dediği kabul edilir ve yemin ettirilir. Yine akdin türü hakkında da ihtilaf edip kölenin efendisi satın alan kişiye "Düşman onu hibe etmiştir, kıymetini sa­na verip alacağım"  derse, müşterinin dediği olur, satın alan kişi de "Onu ikibin dirheme satın aidim" derse, it­tifak ettikleri ve ihtilaf ettikleri konuda delil göstermeden önceki durumla ilgili hüküm daha önce açıklanmıştır. Ebu Yusuf'un görüşüne göre bu konuda iki taraf da delil ge­tirmedikleri ve miktar belirtmedikleri taktirde bunun şuf'a mesabesinde olacağı daha önce belirtilmiştir.

3280- Esir düşmüş kölenin efendisi eman altında bu­lunan kişiye "Onu düşmandan bana satın al" yahut "Malımdan fidye vererek satın al" derse ve adam kıymeti ka­darıyla  satın   alırsa  köle   emreden   kişinin   (efendisinin) olur.

Çünkü ihraz etmekle düşman ona malik olmuştur. Eski efendinin kıymeti ile satın almasını emretmesi ile yabancı birinin kıymeti ile veya ondan biraz faz­lasıyla satın almasını istemesi arasında fark yoktur.

3281- Ama fahiş bir aldanma sayılacak miktarla satın alacak olursa, o zaman emre muhalefet etmiş olur ve kendişi için satın almış sayılır. Eski efendisi de muhayyer olur. İsterse ondan satın aldığı fiyatla alır, isterse almaz.

3282- Ona  "satın al" deyip  "Benim için"  veya  "ma­lımla" demezse, bu ona bir nevi akıl vermiş gibi sayılır. Alan kişi kendisi için satın almış olur ve köle hakkındaki tasarrufları   geçerli  sayılır.   Tıpkı   bu   danışmadan   önce satın almış gibi olur. Bu da birine "Falanın kölesini satın al" deyip  "Benim    için"veya  "malımla" demeden kişinin durumu gibidir. Bütün bunlar vekil yapmak değil, sadece danışma sayılır.

Ama "Dilediğin fiyata bana satın al" demesi böyle değildir. Çünkü bu du­rumda işi tamamen ona bırakmış olur ve adamın istediği fiyatla satın almış sayılır.

3283- Aldığı fiyat hakkında emreden ve emredilen kişi-ler ihtilaf ederse karşılıklı yemin eder ve birbirinin iddiasını kabul etmediklerini belirtirler. Çünkü fiyat hakkında ihtilaf sebebiyle yeminleşme konusunda vekil ile vekil ya­pan kişiler satıcı ile müşteri gibidirler. Çünkü emreden kişiye yemin ettirilir.

Çünkü bu, başkasının yaptığı iş hakkında yemin ettirmektir. Önce o yemin eder. Çünkü emreden kişi müşteri mesabesindedir. Müşterinin yemin etmesiyle başlama Ebu Yusuf ve İmam Muhammed'in görüşüdür. Satış bölümünde bunu belirtmiştik.

3284- İki taraf delil gösterirse, emredilen kişinin delili geçerli olur.

Çünkü iddia ettiği fazla fiyatı delil ile ispat etmektedir.

3285- İkisi ihtilaf etmeden önce emreden kişi köleyi azat etmişse, köle hür olur.

Çünkü kendi mülkünü azat etmiş olur. Bundan sonra ihtilaf ederlerse, em­reden kişinin dediği olur. Ebu Hanife'nin görüşü budur. İmam Muhammed'in görüşüne göre ise ikisi yemin eder. Çünkü satıcı ve alıcı olarak ihtilaf etmişlerdir. Akit feshedüemeyecek biçimde mal değişikliğe uğradıktan sonra fiyat üzerinde ih­tilaf etmişlerdir.

3286- Esir düşen kişi hür veya sözleşmeli köle olup bir adama ikisini satın almasını emretse, o da ikisini beşbin dirheme satın alsa, verilen fidye miktarını ikisi öder. İkisi arasında diyet ve sözleşme bedeli miktarlarına göre taksim edilir.

Çünkü hür kişinin fidyesinde muteber olan miktar, onun diyetidir. Sözleş­meli kölenin fidyesi de sözleşmedeki kıymetidir. Nitekim herbirini belirtilen mik­tarla satın aldığı taktirde her biri ona verdiği kadarını öder. İkisi için fidye ortak olarak verildiği zaman da her birinin bedeli gözönünde bulundurularak ikisi arasında kıymetlerine göre borç taksim edilir.

Mesela ikisini onbeşbin dirheme satın almış ve sözleşmeli kölenin kıymeti bin dirhem ise her biri için normalde halkın aldanması makul sayılabilen sınır ötesinde fahiş bir bedelle kurtarmış olur. Her birinden de ancak kişinin kıymeti kadarını tahsil etme hakkına sahip olur. Bu durumda hür kişiden on bin dirhem, sözleşmeli köleden de kıymet kadarını tahsil eder. Bir de halkın normal olarak al-danabileceği basit miktardaki fazlasını da tahsil eder. Fahiş aldanma sayılabilecek fazla miktarı tahsil edemez. Çünkü halkın normal olarak aldanmış olabileceği basit miktardan fazlası kıymeti aşar ve tahsili mümkün değildir.

Ama ona "İstediğin kadar verip bizi kurtar" deselerdi ve ikisi için yirmi bin dirhem fidye verseydi, bu paranın tümü diyet miktarı itibariyle onbir paya tak­sim edilir. Eğer sözleşmelinin değeri bin veya ikibin dirhem ise, bu miktarın tümü altışar olarak taksim edilir ve her iki binde ikisini ortak yapar. Hür kişinin payına düşen altıda bir miktarı da Ebu Hanife'nin görüşüne göre sözleşme sırasında em­redilen kişiye öder. İmam Muhammed'e göre ise sözleşme sırasında ona ancak sözleşmedeki kıymeti ve halkın normalde aldanabileceği kadar miktarı öder. Bundan fazla olanı da azat olduktan sonra kendisine Öder. Çünkü  fazla miktarı yüklenmesi teberru (bağışlama)dır. Tıpkı kefalette üstlenmesi mesabesindedir. Bunun benzeri daha önce geçmişti.

3287- Darulislama çıkarırken fidye ile kurtaran kişiye ikisi "Bizim için fidye vermedin, sadece onlar bizi ser­best bıraktı ve bilgileri dışında çıkıp geldik" derlerse, on­ların söyledikleri kabul edilir ve bilgileri olup olmadığına dair ikisine de yemin ettirilir.

Çünkü emredilen kişi onlardan alacağı borcu olduğunu iddia etmekte, ken­dileri ise bunu inkar etmektedir. Bunu bilip bilmediklerine dair ikisine yemin et­tirilir. Çünkü emredilen kişinin bu işi yapmadığı hakkında ikisi de yemin eder. Hangisi yeminden kaçınırsa o payına düşen miktarı borçlanır. Çünkü yeminden kaçınması itiraf etmesi gibidir. Bu da arkadaşı hakkında değil, ancak kendisi hakkında geçerli olur. Hür olan kişi yemin ettiği halde köle yeminden kaçınır yahut kendisi için fidye verdiğini itiraf ederse İmam Muhammed'İn görüşüne göre sözleşmeli köle fidye miktarından payına düşen miktarı borçlanmış olur. Bu mik­tar sözleşmesindeki kıymet (bedel)i kadar ise sözleşme sırasında ondan tahsil edi­lir. Ama bundan daha fazla ise azat olduktan sonra tahsil edilir.

Ebu Hanife'ye göre ise borcu ne kadar tutarsa tutsun hepsini ona öder. Efendisi onu tasdik etsin veya yalanlasın, sözleşmesi sırasında onun üzerine borç olur.

Sözleşmeli köle borcunu ödemekten aciz kalırsa bakılır. Kölenin efendisi fidye verip kurtaran kişiyi tasdik ediyorsa parasını tahsil etmek için köle satılır. Ama efendisi borcu kendisi ödeyecek olursa, köle efendisinin kölesi olarak devam eder. Çünkü bu efendisinin hakkı üzerinde ortaya çıkan bir borçtur. Ama efendisi fidye veren kişiyi tasdik etmezse borçtan bir şey Ödememişse ve öde­mekten aciz ise borç iptal olur. Ama bir kısmını ödemişse ödediği miktar geçerli olur ve geri kalan iptal olur. Böylece ticaretle bir ilgisi olmayan bir sebepten dolayı, yani itiraftan dolayı üzerine vacip olan bir borcu almamış olur. Azat edi­linceye kadar aciz olduğu sürece o borcu istemez. Ebu Hanİfe'nin görüşüne göre böyledir. Tıpkı sözleşmeli kölenin hata ile bir cinayet işlediğini itiraf etmesi ve kıymeti kadar cezaya mahkum edilmesi ve ödemekten aciz olması yahut üzerine kısas borcu olup mal karşılığında kısas hakkı olan tarafla anlaştıktan sonra malı ödemekten aciz olması gibi. Ebu Hanİfe'nin görüşüne göre azat oluncaya kadar bu mal kendisinden alınmaz.

3288- İmam Muhammed'e göre ise üzerine düşen mik­tarı ödemekten aciz olması halinde sözleşmeye göre satıldığı gibi efendisi kendisini tasdik etsin veya yalanlasın verilen fidye miktarını ödemesi için satılır. Velisinin Ölü­mü ile hür olacak kölenin veya ümmülveledin efendisi e-man altındaki kişiye fidye verip ikisinin kurtarılmasını emretmiş, sonra emreden ve emredilenler verilen fidye miktarı yahut nasıl fidye verildiği konusunda ihtilaf et­mişse, emreden kişinin dediği kabul edilir ve emredilen kişinin delil göstermesi gerekir.

Çünkü düşman ikisini ihraz ederek mülk edinmiş değildir. Emredilen ki­şinin emreden kişiden alacağı borç konusunda ihtilafın özü ya sebebinin aslı üze­rinde yahut miktarında meydana gelmektedir. Bu durumda kabul etmiyen kişinin söylediği kabul edilir. Ama kölenin durumunda böyle değildir. Çünkü onu düşman ihraz etmiştir. Sonra emredilen kişinin yaptığı iş neticesinde ve belirtilen şekilde bir akitle efendisinin mülkiyetine dönmüştür. Bu akdin türü hakkında yahut verilen fidye miktarı hakkında aralarında ihtilaf meydana gelirse, ikisinin de yemin etmesi gerekir.

3289- Esir kişi köle olup yabancı bir adam eman altın­da bulunan kişiye "Onu bana onlardan satın al" yahut onu bana malımla satın al" derse, köle emreden kişinin olur.

Çünkü düşman ona malik olmuştur. Bu adam başkasından kendisine böyle köle satın alması için başkasını vekil tayin etmiş olur. Bu bakımdan ücreti ver­mekle mükelleftir. Sanki eski efendisinden kendisi onu para ile satın almıştır. Eski efendisi vekil yapılan kişinin elinde görse emreden kişi gelmeden önce ken­disi onun hasmı olur. Çünkü para ile alan kişinin hakkı emredilen kişinin akdi ile sabit olmuştur. Emreden kişi gelmeden önce onu mülkiyetinden alma imkanına sahip olur. Tıpkı şuf a hakkına sahip olan kişi gibi. Yabancı kişi eman altındaki kişiye "satın al" demişse, bunun bir danışma olduğu ve muhatabın kendisi için satın almış olacağını belirtmiştik! Efendisi onun elinden köleyi parasını vererek alabilir.

3290-  Ona "Şu bin ile satın al" deyip ona verse veya vermezse, kiile emreden kişinin olur.

Çünkü işaretle akdi kendi malına nisbet etmesi yazıyla nisbet etmesi gi­bidir. Sanki "malımdan bin dirheme satın al" demiş gibidir. Kendi malına nisbet etmesi de şahsına nisbet etmesi gibidir. Ne zaman emreden kişi için satın alır ve kıymetini kendi malından verirse, verdiği ücreti tahsil edinceye kadar köleyi yanında tutabilir. Müvekkil ile vekü arasındaki hükümde olduğu gibi. Buna göre yanında alıkoymadan önce veya ondan sonra elinde iken Ölecek olursa, durumu vekilin durumunun aynısı olur.

3291- Esir kişi bir müslümanın kölesi olup düşman yanında olduğu süre içinde mal kazanarak efendisinden kurtulmak için darulİslama malı ile beraber çıkıp gelse, müslümanlar onu ve malını zaptetse, sonra kendisinden e-sir alman (sahibi) gelse, köleyi karşılıksız olarak alır ama malı üzerinde hakkı olmaz. Efendisinin hakkı gözönünde bulundurularak   bu   köle   azat  olmaz.   Çünkü   esir   eden kişinin mülkünden çıkıp darulİslama geldiği zaman onu darullslamda gördüğü anda eski mülkiyetinin altına alma hakkına sahip bulunmaktadır. Ama düşman kişinin kölesi müslüman olarak efendisinden kurtulmak için darulİslama çıkacağında durumu başka olur. Çünkü   bu durumda düş­man kişinin dışında onun üzerinde kimsenin hakkı olmaz. Ancak darulİslama çıktıktan sonra düşman kişinin   onun üzerindeki hakkı da dikkate alınmaz. Burada ise kendisin­den esir alman kişinin hakkı kölenin üzerinde devam et-metedir. Hakkı da dikkate alınır, yani geçerlidir. Onun için köle azat edilmezse sadece efendisi karşılıksız olarak onu alır. Tıpkı taksimden önce ganimet olarak almış olma­sı gibi. Kölenin malında ise eski efendisinin hakkı olmaz. Çünkü onun mülkü olduğu bir zamanda kazandığı mal değildir. Düşmanın elinde iken kazandığı bir maldır. Emanı bulunmayan düşman kişilerin malı darullslamda ele geçtiğinde müslümanlar için fey olur. Ama imam Muhammed'e göre mal müslümanlardan alan kişiye ait olur. Bu rivayete göre o maldan bestebir payı alınır. Köle efendisinin tekrar mülkiyetine geçerken malı da müslümanlar için fey olur. Çünkü malı alma konusunda efendisi başka kişiler gibidir.

3292- köle eman alarak düşman efendisi için ticaret yapmak  üzere  malıyla  darulİslama  çıkıp  gelmişse  eski efendisinin onun üzerinde bir hakkı olamaz.

Çünkü onun mülkü olarak devam etmektedir. Eman alarak o çıkarmış ol­saydı eski efendisinin üzerinde hakkı olmazdı. Köle kendisi çıktığı zaman da böyle olur.

3293- Fakat devlet başkanı onu satar. Çünkü müslü­man olup darulharbe tekrar dönmesi mümkün olmaz. Düşman kişinin tekrar mülkü olarak devam ettirmesine imkan verilmez. Devlet başkanı onu satar ve hem parasını hem de  elindeki  malın  parasını  birlikte  düşman  efendisinin gelip alması için alıkoyar.

Çünkü düşmanın bu malı hakkında eman hükmü sabit olmuştur.

3294- Devlet başkanı satacağı zaman kendisinden esir alınan kişi ücretini verip almak isterse, alamaz.

Çünkü artık darulîslamdadır ve eski efendisinin alma hakkı olmaz. Bundan sonra da alma hakkı yoktur. Tıpkı efendisinin müslüman yahut zimmî olduktan sonra başkasına satmış olması gibi.

3295- Köle, sahibinin ölmesiyle hür olacak (müdeb-ber) biri olup mesele iki durumda daaynı ise, bakılır; em-nile yahut mecbur edilerek gelmişse, kendisi ve kazandığı bütün malı kendisinden esir alındığı kişiye verilir.

Çünkü düşmanın ihraz etmesiyle onun mülkü olmaktan çıkmış değildir. Onun kölesi olarak mal kazanmıştır. Köle mülkü olunca kazancı da onun gibi mülkü olur. Onun İçin kendisi ve bütün malı eski efendisine geri verilir, dedik.

3296- Kazancı bir ticaret yahut kendisine yaptıkları bir hibe ise, ondan  bestebir payı alınmaz.

Çünkü kuvvet ve galibiyet yolu dışında bir yolla eline geçmiştir. Onun için ganimet hükmü kapsamına girmez.

3297- Malı düşmanın rızası olmadan almışsa, ondan bestebir payı alınır.

Çünkü kuvvet ve galibiyet yolu ile almıştır. -

3298- Esir düşen hür kişinin beraberinde mal getirdiği taktirde hükmünün ne olacağını anlatırken bunu da belirtmiştik. Efendisinin ölümü ile hür olacak (müdebber) kölenin malı hakkında da böyledir. Ancak hür esirin gitirdiği maldan kalan kısmı kendisine ait olurken, burada kalan kısım efendisine ait olur.

Çünkü efendisinin ölümü ile hür olacak kişi mülk ehlinden değildir.

3299- Esir bir cariye zinadan veya düşman bir kocadan çocuklar doğursa, sonra kendisi ve çocukları düşman efendisinden kaçarsa yahut kendisi ve küçük bir çocuğu ondan kaçarak çıkıp gelse ve müslümanlar alıp getirse, kendisi ve çocukları fey olur. Taksim edilmeden Önce efendisi görürse kendisini ve çocuklarını karşılıksız ola­rak alır, taksimden sonra görürse, pay olarak verildikleri günkü kıymetlerini vererek alabilir.

Çünkü çocuğu onun bir parçasıdır. Daha Önce efendisinin üzerindeki hakki cizye itibariyle çocukları üzerinde de sabit olur. Onlarda hakkının bulunması, kaçarak çıkmalarından dolayı hür olmalarına engel teşkil eder. Halbuki kazanç böyle olmayıp kadının kendisinden doğmuş değildir. Onda eski efendisinin hakkı sabit olmaz. Aksine düşman kişinin malı olarak müslümanlar için fey olur.

3300- Kadın ve çocukları eman alarak girmişlerse, eski efendisinin   kendisi   ve   büyük   yahut   küçük   çocukları üzerinde hakkı olmaz. Fakat devlet başkanı onları satar.

Çünkü annelerinin müslüman olmasıyla onlar da müslüman sayılırlar. Onları satar ve eman itibarıyla düşman sahipleri gelip alıncaya kadar paralarını alıkoy ar.

3301- Eski   efendisinin   ölümü   halinde   hür   olacak (müdebber) bir kadın ise, kendisi ve çocukları ona geri verilir.

Çünkü esir olmakla onun mülkünden çıkmış olmaz. Çocukları da onun me­sabesindedir. Onlar düşman kişinin mülkü olmazlar. Çünkü efendisinin ölümü ile hür olacak cariyenin (kadının) çocuğu da onun gibi (müdebber)dir. Onun için ister düşman efendisinden kaçarak gelmiş olsun lar,is ter başka şekilde gelsinler, eski efendisine verilirler.

En iyi Allah bilir.[49]

 

Müslüman Esirlerin Mal Ve Esirler Fidye Verilerek Kurtarılması

 

3302- Düşman, müslüman esirlerin mal karşılığı (mal­dan   fidye   vererek)   kurtarılmasını   arzu   edecek   olursa, müslümanlann onları düşman esirler, atlar ve silahlar ve­rerek kurtarması doğru olmaz.

Çünkü düşman mala olan ihtiyacından çok savaşacak adamlarının veya savaş araçlarının kendilerine geri verilmesine daha fazla muhtaçtırlar.

Nitekim darulharbe ticaret mallan götürmek caiz olduğu halde ticaret için esirlerin, atların ve silahlann götürülmesi caiz değildir.

3303- Mal karşılığında esirleri serbest bırakmak iste­meyip atlar ve silahlar karşılığında serbest bırakmayı arzu ederlerse, düşman esirler verip kurtarmak doğru olmaz.

Çünkü düşmana silah ve atlar vermenin hükmü savaşacak adamlan gön­dermenin hükmünden daha basittir. Nitekim müslümanlar imkan buldukları tak­tirde savaşan adamlarını öldürmeleri vacip olduğu halde silahlann ve atiann telef etmeleri vacip olmaz.

3304- Bunu da istemiyorlarsa, o zaman esirlerini vere­rek müslüman esirleri kurtarmak caiz olur. Esirlere kar­şılık müslümanlann beytulmalını güç duruma sokacak bü­yük mal isterlerse yine mal yerine esirlerini verip kur­tarmak caiz olur.

Çünkü bu zaruret halidir. Zaruret halinde de kitabın ifadesine göre elle­rindeki esirleri mal karşılığında serbest bırakmak caiz olur. Bunda müslümanlann mal bakımından da yararları olur. Bu böyle olursa, müslümanlann muhtaç ol­dukları malları ellerinde tutmaları için esirlerin esirlerle kurtarılması, yanı esirlerin mübadelesi evleviyetle caiz olur.

3305- Düşmandan bazı kişiler fidye ile esirlerin kur­tarılması için müslümanlann karargahına gelip eman alsalar ve "kendimiz mallarımız ve getirdiğimiz esirler için bi­ze eman veriniz" deseler, müslümanlar da onlara verdik­ten sonra iki taraf arasında antlaşma ve fidyeleşme ko­nusunda ittifak meydana gelmeyip geri dönmek isteseler, müslüman bir kimseyi darulharbe götürmelerine müsaade edilmez. Darulisama girmek için eman aldıkları zaman hüküm böyle olduğu gibi, darulharpte müslüman ordu ka­rargahına girmek için eman aldıkları zaman da hüküm bu şekildedir. Ancak hür müslüman kadın ve zimmet ehli er­kekler isteseler de istemeseler de onlardan ücretsiz alınır. Çünkü hür müslümanlan hapsetmekle onlara zulmetmiş olurlar.

3306- Esir alarak veya ihraz ederek malik olmadıkları diğer  bütün  kişiler  de  onlardan  alınır. Ama malik  oldukları köle ve cariyeler onlardan alnır ve kıymetleri ken­dilerine ödenir.

Çünkü ihraz . ederek sahip olmuşlardır. Mallan hakkında da onlara eman vermişizdir. Eman ahdine bağlılık sebebiyle ellerinden alındıktan sonra onlara kıymetleri ödenir. Çünkü onları darulharbe tekrar götürüp horlamalanna müsaade etmek caiz değildir.

3307- Müslüman askerler onlardan aldıkları    kişileri darullslama  çıkardıkları  zaman  sahipleri  isterse  onlara verdikleri kıymeti Ödeyerek alabilirler.

Çünkü askerlerin eline geçmeleri, verdikleri kıymetleri sebebiyle olmuştur.

3308- Ama eman mevcut olmayıp onları kuvvet ve ga­libiyetle alsalardı sahipleri ganimetin taksiminden önce onları karşılıksız olarak alabilirlerdi. Ama darullslamda eman alıp beraberlerinde getirdikleri müslüman köleleri satmaya mecbur tutulmaları ve satmalarından sonra sahip­leri gelirse durum başka olur.

Çünkü bu durumda bunlar darullslamda bulunmuş olup efendilerinin on­lar üzerinde haklan olmaz. Bir mülkiyetten ötekine geçmekle onların hakkı sabit olmaz. Burada" ise köleler darullslamda bulunduğu zaman efendilerinin hakkı sa­bit bulunuyordu. Bir müslümanın onlara eman ile gelip köleleri satın aldıktan sonra darullslama çıkarmasıyla bu durum aynıdır.

3309- Karargaha çıktıkları zaman müslüman askerlerin elde edebileceği bir yerde esirleri saklamişlarsa, durumu yukarıdaki gibidir. Köle ve cariyeler alınır ve kıymetleri onlara ödenir.

Çünkü emin olacakları yere varmadıkça verdiğimiz eman altında sayılırlar. Bu da ellerindeki mülkü karşılıksız almamızı engellemektedir.

3310- Köle ve cariyeleri savunma ve emniyet içinde ol­dukları bir yerde saklamışlar ve mesele aynı ise, gönderilen bir seriyye onları zaptederse, saklayan düşmanların artık onların şahsı veya kıymetleri üzerinde bir hakkı kal­maz. Yani köle ve cariyeler üzerinde bir hak iddia ede-miyecekleri gibi kıymetlerini de alamazlar.

Çünkü emin olacakları yere varmalanndan sonra aramızdaki emanın hük­mü bitmiş olur. Bundan sonra düşmandan ne alınırsa, emanı olmayan başka düş­manlardan alınan gibidir.

3311- Köle ve cariyeler darullslama gelirlerse, sahip­leri ganimetin taksiminden önce karşılıksız ve taksimden sonra isterlerse kıymetlerini vererek alırlar. Aramızda mal karşılığında esirlerin karşılıklı serbest bırakılması konu­sunda antlaşma sağlandıktan sonra onları sakladıkları yer­den bir seriyye zaptetse bakılır. Saklandıkları yer kendile­rini  savunamıyacak  ve karşı koyamıyacak   kadar müslü­man askerlere yakın   bir yer ise devlet başkanının barış antlaşmasına uyması ve malı onlara teslim etmesi lazım­dır. Ama savunma yaptıkları bir yerde zaptetmişlerse ba­rış antlaşması bozulmuş sayılır ve müslümanların onlara bir şey vermesi  sözkonusu olmaz.

Çünkü emanın hükmü düşmanın himayesi ve savunması altındaki şeyleri kapsamamıştır. Sadece müslümanlann himayesi altındaki şeyleri kapsamıştır.

Müslümanların karargahına yakın bir yerde olmaları müslümanlann himayesi altında olmalarıyla eş anlamlı sayılır. Ama himayeleri dışına uzak bir yerde ise bu eman verilmeden önceki durumlarıyle eş anlamlıdır. Müslümanlar mubah olan üstünlük ve galibiyet yolu ile onları elde etmişlerse onlara maldan herhangi bir şey ödemek gerekmez. Çünkü barış antlaşmasına göre bize bir mal vermiş değillerdir. Sadece müslümanlara karşı koymakta aciz kalmışlardır. Böylece barış antlaşması da bozulmuş olmaktadır.

3312- Onları zapt eden müslümanlann, esirlerini fidye ile serbest bırakılmasını görüşmek üzere gelen düşmanla beraber himaye altında olmadıklarını biliniyorlarsa ve bunlar "Biz onları getirdik" diye iddia ederlerse bu ko­nuda  söyledikleri kabul edilmez.

Çünkü zahire aykırı bir şey iddia etmektedir. Müslümanların onları ken­dilerine vermeleri gerektiğini söylemektedirler. Halbuki delil getirmedikçe söyledikleri kabul edilmez.

3313- Bunu için iki müslüman erkek veya bir erkek ile iki müslüman kadını şahit gösterirlerse, mallarını onlara teslim etmek gerekir. Çünkü şahitlikle sabit olan gör­mekle sabit olan gibidir. Şahitler esirlerden de olsa şa­hitlikleri kabul edilir. Çünkü bu şahitlikte bir suçlama yoktur

3314- Bu konuda şahitlik yapmayıp sadece esirlerden bazısı "onlarla beraberdik, onlar bizi getirdi" der, diğer bazıları ise bunu inkar ederse, kıyasa göre düşmana fid­yeden bir şey verilmez.

İtiraf eden esirler bu itiraflarıyla devet başkanı ve müslümanlann malı düşman kişilere teslim etmelerini zorunlu kılmaktadır. Halbuki kişinin itirafı başkası aleyhine delil olmaz.

3315- İstihsana göre ise itiraf edenlerin itirafları kendi haklarında geçerli olup başkaları hakkında geçerli olmaz.

Bundan dolayı bazılarının itirafı hepsinin itirafı kabul edi­lerek üzerinde antlaşma yapılan maldan itiraf edenlerin paylarını onlara verir.

Çünkü bu itirafta bir suçlama yoktur. İster onlarla beraber gelmiş olsunlar, ister onlardan ayrı olarak gelmiş olsunlar esirlikten çıkmışlardır. Onların elinde ol­duklarını itiraf ediyorlar. Ellerinde olduklarını itiraf etmeleri köleleri olduklannı itiraf etmek mesabesindedir. Durumu belirsiz olan kişinin köle olduğuna dair kendi hakkındaki itirafı sahihtir. Aynı şekilde durumu belirsiz kişinin başkasının malı olduğunu İtiraf etmesi de sahih olur.

3316- Araıannda durumlarını anlatabilecek yaşta kü­çükler olup bunların babaları yanlarında yoksa, bunların köle olduklarını itiraf edmelerî sahih olduğu gibi, başka­sının  malı  olduklarını  söylemeleri  de  sahih  olur.  Ama yanında   ebeveyni   bulunanların  söyledikleri   ancak   ebe­veynin tasdik etmesi durumunda kabul edilir. Çünkü anne babası (ebeveyni) yanında ise, zaten onların elindedir. Düş­mandan eman altında olan kişilerin elinde (malı) olduğuna dair itirafı geçersiz olur.

3317- Kadınlar ve çocuklar düşmanın kendilerini ge­tirdiğini ama erkeklerden iki şahit onları düşmanın ge­tirmediği, aksine düşmandan kendilerini başka bir top­luluğun getirdiğine dair şahitlik yaparsa, şahitlikle amel etmek evla olur.

Çünkü bütün insanlar hakkında etkisi olan ve hükme esas sayılan bir de­lildir. İtiraf etmek ise ancak itiraf edeni kapsar. Sonra, itiraf etmiyenler hakkında şahitlikle karar vermek vacip olmuştur. Buna karar verildiği taktirde itiraf eden kişi itirafında yalan söylemiş sayılır. Yalan söylediği kabul edildikten sonra ken­disi hakkındaki itirafı geçerli olmazken fidyesinin başkasına teslim edilmesinin gerekliliği konusunda itirafı nasıl kabul edilir?

Fidye ile esirlerin kurtarılması konusunda antlaşma yapanların dışında başka düşmandan bir topluluk onları getirmişse ve müslümanlar onları zaptettiği zaman "Biz fidye için gelenlerle beraberdik, kendilerini korumak için onlar biz geride bıraktılar" derlerse söyledikleri kabul edilmez.

Çünkü zahirin aksini gösterdiği bir şeyi iddia etmektedirler. Müslümanların fidyeyi kendilerine teslim etmesi gerektiğini söylemek istiyorlar. Halbuki delil getirmedikçe söyledikleri kabul edilmez. Fidye karşılığı olmadan müslümanlann onlardan aldıkları mallar müslümanlara ait olur.

3318- "Erkekleri erkekler, kadınları  kadınlar ve  ço­cukları çocuklarla mübadele etmek istiyoruz" diye düşman müslümanlara haber gönderse ve müslünıanlar buna razı olsa, sonra malik olmadıkları kişilerden esirleri getirseler devlet başkanı o müslüman esirleri alıp onlara verilmesini istediklerini vermek istemiyorsa, vermiyebilir.

Çünkü düşman o müslüman esirlere malik olmamıştır. Onları hapsederek zulmetmektedir. Zulmün devam etmesi İçin eman vermenin caiz olmadığını be­lirtmiştir. Nitekim esirler müslüman veya zimmet ehli olurlarsa düşman istese de istemese de onlardan alınırlar. Müslüman esirler için eman almaları halinde de durum aynıdır.

Çünkü emanı gözetmek İslamın ve zimmet akdinin saygınlığını (hürmetini) gözetmekten daha üstün olamaz.

3319- Mal karşılığında esirleri serbest bırakmayı taah­hüt etmişlerse, onlarla yapılan antlaşmaya bağlı kalmak müstehap olur. Böylece müslümanlann hain olduklarım söylemeleri önlenir ve gelecekte böyle bir uygulama için güven duymaları sağlanır. Ama silah ve atlar karşılığında esirlerin serbest bırakılması durumunda iş farklı olur.

Çünkü bu şeyleri onlara geri vermeyi red etmek şer'an vaciptir. Müstehap olan bir şey için vacip terkedilmez. Malın onlara verilmesini red etmek şer'an va­cip değildir. Bu malın onlara verilebileceğim belirtmiştir. Üzerinde antlaşma ya­pılan şeyin yerine getirilmesi müstehap olduğu için malın   onlara verilmesinin

müstehap olduğunu söyledik.

3320- Ne var ki atların, silahın ve esirlerin onlara ve­rilmesini devlet başkanı kabul etmişse verebilir. Böyle­ce "Müslümanlar  haindir"   demeleri  önlenir  ve  gelecekte

müslümanlann ihtiyaç duymaları durumunda karşı tarafın onlara güven duyması sağlanmış olur. Buna göre gelecek­te müslümanlara güven duymaları için devlet başkanının üzerinde anlaşma yaptığı silah ve diğer şeyleri onlara ver­mesi gerekmez mi? denirse şöyle deriz: Bu önemli değil­dir. Bundan dolayı güven duymayacak olsalar bile müslü­manlara bu zarar vermez.

Çünkü en kötü ihtimal bundan sonra fidyelerini almak için esir düşmüş müslümanları getirmemeleridir. Bu ihtimal sebebiyle devlet başkanının müslü­manlara karşı güçlenmesini sağlıyacak erkek esirlerini ve savaş araçlarım geri ver­mesi caiz olmaz.

3321- KÖle ve cariyeler getirseler ve mesele aynı ise İslamın  saygınlığı  (hürmeti)  den  dolayı  devlet başkanı gücü yettiği takdirde köle ve cariyeleri onlardan alır. Düş­man esirleri, silahları ve atları da onlara teslim etmez. Sa­dece onlara vereceğini kabullendiği şeylerin kıymetini tes-bit eder ve onlara verir. Böyle davranması yukarıdaki me­selede müstehap iken burada vaciptir.

Çünkü düşman onlara malik olmuştur. Nitekim bunlar müslüman olur veya zimmet ehli olursa onların mülkü olurlar. Yukandakinin aksine bunları karşılıksız olarak devlet başkanının onlardan alması caiz olmaz.

3322- Müslüman esirler karşılığında mal almayı kabul etmişlerse, malı onlara verir ve sahiplerinin onlar üzerinde hakkı olmaz.

Çünkü darulİslama gelmişlerdir ve efendilerin alma hakkı yoktur. Bundan sonra da efendilerin hakkı olmaz.

3323- Müslümanlar hür esirlerini kurtaramayıp onları sayıları kadar düşman esirlerle mübadele etse ve düşman, esirlerini alıp müslümanlara esirlerini verse, verilen fid­yeden dolayı müslüman esirler üzerinde kimse hak iddia edemez. Hür olurlar, aralarında ümmülveled ve efendisinin ölümü ile hür olacak (müdebber) köleler varsa efendilere karşılıksız olarak iade edilirler. Ama bu şekilde fid­ye verilen esirlerin, silah ve atların (fidye) parasını onlardan alır.

Çünkü bu, müslümanlar üzerine bir hak olup  esirlerin yararına fidye ola­rak vermişlerdir.

3324- Efendilerinin emri olmaksızın bu meydana gel­mişse o zaman onları teberru etmiş sayılırlar. Ama efendilerin emri ile olmuşsa o zaman onlardan fidye miktarını alma hakkı sabit olur.

Çünkü   fidye   olarak   verilmesini   emredince   müslümanlar   için   bunu üstlenmiş olurlar.

3325- Onlar köle olup fidye de efendilerin emirleriyle değilse, efendilerin onlar üzerinde hakkı olmaz.

Çünkü devlet başkanı vediği fidye ile onları getiren kişilerden satın almış gibi olur.

3326- Ama efendilerin emri île olmuşsa, o zaman kabul etsin veya etmesinler kıymetlerini kendisine öderler.

Çünkü fidye verdiği şeylerde onlar yerine naip olmuş olur. Bundan sonra müellif esir düşen sözleşmeli köle ve başkaların devlet başkanının emri ile yahut emri olmaksızı fidye ile kurtarılması gibi daha önce açıklanan şeylere değinmiştir. Darulharpte eman altında olan müslüman kişinin fidye ile kurtarmasının hükmünü de belirttiğimiz gibi darulîslamda devlet başkanının onu fidye ile kurtarmasının hükmünü de belirttik.

3327- Esirler arasında zimmet ehlinden bir adam varsa, devlet başkanının onu beytulmaldan fidye verip kurtarması gerekmez.

Çünkü beytülmal müslümanlann malıdır. Onunla zimmet ehlinin esirleri değil, müslüman esirleri kurtarılır.

3328- Ama  mükafatı ve serveti olan bir savaşçı ise ya­hut darulharpte düşman hakkında müslümanlara rehberlik ve casusluk yapan biri ise devlet başkanının beytulmaldan fidye verip kurtarmasında sakınca olmaz.

Çünkü kurtarılmasında müslümanlann yaran vardır. Beytulmaldaki mal da bu gibi işler için vardır.

3329- Bir adamın payına düşmüş bir esiri fidye vererek kurtarmak  isteyip  adama  onun  kıymetini  beytulmaldan vermek isterse, yine sakıncası olmaz.

Çünkü bu onun müslümanlann yaran için yaptığı bir içtihad gibidir.

3330- Esir  müslüman  ise, devlet başkanının  müslü-manları güç duruma düşürmemesi   halinde fidyesini beytulmaldan vererek kurtarması vacip olur. Ama beytulmal­dan fidyesini verdiği taktirde müslümanlar güç duruma düşeceklerse vermesi vacip olmaz. Mesela düşman, müs­lüman bir esir için yüzbin dinar isterse devlet başkanının bu malı vermesi gerekli olur mu? Bunu   kimse söylemez. Ama müslümanlardan birinin payına düşmüş düşmandan bir esir karşılığında kurtarmak istediklerini söyleseler ve sözkonusu adam o esirin fidye olarak verilmesini iste­mezse,  devlet başkanı, adam istese de istemese de ondan alır ve bedelini beytulmaldan kendisine öder.

Çünkü müslümanın esirlikten kurtarılması İmkan ve kudrete göre devlet başkanı ve her müslüman üzerine farzdır. Sözkonusu adam bunu yapmazsa devlet başkam onun yerine bu işi yapar ve kıymetini beytulmaldan kendisine verir. Tıpkı payını o şekilde almış gibi olur. Bu da ganimetin taksiminden sonra esirlerin esir­lerle mübadelesini caiz gören İmam Muhammed'in görüşüne göredir.

3331- Düşman "sizden bir esire karşılık esirlerimizden iki veya üç esir isteriz" derse,  devlet başkanı bakar; Mesela, müslümanlara verilecek esirin düello yapan güçlü kuvvetli birinin olması gibi müslümanlann yararına bir durum olduğuna kanaat getirirse, istediklerini verir. Ama müslümanlarin yararını görmediği gibi düşmanın bize kar­şı tahakküm ve cüretkarlığı olduğuna kanaat getirirse, is­teklerini kabul etmez.

Çünkü müslümanlann yararım gözetmekle görevlidir. Onlar için yapacağı bütün uygulamalarda yararlarım gözetmeyi terketmemesi gerekir. Mesela müslü-man bir esir karşılığında yüz tanesini isteseler onların isteklerini kabu etmez. Bu da onun gibidir.

3332- Kralların kardeşi veya oğlu (veliaht veya prens) elimizde esir olup müslüman olmuşsa ve "Kralın kardeşini bize verirseniz müslüman esirinizi veririz" derlerse müs­lüman olan kralın kardeşini vermemiz doğru olmaz.

Çünkü müslümandır. Müslöıtıamn müslümanla kurtarılması caiz olmaz. Çünkü müslümanın fidye ile kurtarılması onun canına ve dinine verebi­lecekleri zarardan onu kurtarmak içindir.

3333- Ama müslüman kralın kardeşi bunu kabul eder ve  "Beni onlara verin, müslüman esirinizi alın"  derse, devlet başkanı bakar. İyi bir müslüman olduğuna kanaat getirip müslümanhğına zarar gelnıiyecekse, onun rızası dahilinde bu değiştirmeyi yapar. Ama İslamına güvenil­meyen ve müslümanlığı zarar görecek biri ise kendisi razı da olsa devlet başkanı değiştirmez.

Çünkü müslümanhğına güvenilmeyen biri ise, anlaşılan eski durumuna dönmek için buna razı olmaktadır. Buna imkan verilmesi de asla caiz olmaz.

3334- Nitekim darulîslamda iken irtidat etse ve düşman "o mürteddi bize verin esirinizi alın" derse onlara vermesi mümkün değildir. Ona İslama dönmesi söylenir, kabul ederse ne ala, kabul etmezse öldürülür. Fidye karşılığı düşmana verildiği taktirde dinden dönmesi sözkonusu olması halinde de durum bu şekildedir. Ama dinden dön­mesi sözkonusu değilse o taktirde ancak rızası olması halinde düşmana verilebilir. Çünkü verildiği zaman düşma­nın onu öldürme tehlikesi olabilir. Görünen o ki kendisi için emin olmadıkça düşmana verilmesine razı olmaya­cağıdır. Onun bu durumu razı olması halinde darulîslamda zimmî ile yahut eman altındaki kişi karşılığında kurtarıl­ması durumu gibidir. Bunun caiz olduğunu belirtmiştik. O da bunun gibidir.

3335- Düşmandan biri eman alarak müslümanlann elin­deki esirlerle değiştirmek üzere on tane müslüman esiri getirse ve düşman esirlerin isimlerini söyleyip    onlarla değiştirmek istediğini belirtse ama söylediği kişilerin ölmüş veya öldürülmüş olduğunu öğrense, bunun üzerine getirdiği müslüman esirleri geri götürmek isterse, onları götürmesine izin verilmez. Bunlar esir düşmüş hür kişiler ise, devlet başkanı onları serbest bırakır ve getiren kişiye "yurduna git, alacağın hiçbir şey yoktur" der.

Çünkü onlar kendisinin mülkü değildir.

3336- Esirler köle veya cariye ise satmaya mecbur e-der. Tıpkı beraberinde getirdiği kölelerin darulİslamda müslüman olması gibi. Eman alırken bu kişileri satın ala­cağını ve kendisine teslim etmemizi şart koşmuşsa, ama efendileri onları satmayı kabul etmezse hür esirleri on­lardan alması halinde yüklendiği şartı devlet başkanının yerine getirmesi gerekir. Verileceğini söylediği kişilerin kıymetlerini dinar ve dirhem olarak kendisine öder. Efen­dileri onları satmayı kabul etse bile müslüman olan bu ki­şilerin hiçbirini darulharbe götürmesine devlet başkanının izin vermemesi lazımdır.

Getirdiği kişilerin müslüman köleler olmasıyla bunların hükmü aynıdır.

3337- Müslümanlarla düşman kendi işlerine bakmak için aralarında bîr yıl süreyle saldırmazlık anlaşması yap­sa ve karşılıklı rehin alıp anlaşmayı bozan tarafın verdiği rehini kaybedeceği konusunda anlaşsa, müslümanlardan rehin verilecek kişilerin razı olması halinde, bunun için rehin vermekte sakınca olmaz.

Çünkü rehin verilen müslümanların İslamdan dönmeleri endişesi yoktur. Ama düşman onları kendileri için tehlikeli görürse buna razı olmayacakları anla­şılmaktadır. Böyle bir durumda müslümanın fidye olarak verilmesinin caiz oldu­ğunu belirtmiştik. Müslümanların yararına olarak müslüman kişinin rehin olarak verilmesi evleviyetle caiz olur.

3338- Bunun için devlet başkanı müslümanlardan kim­seyi zorlamamalıdır.

Ancak düşman çok güçlü ve müslümanlar onlardan çekiniyorsa bu du­rumda devlet başkam müslümanların genel yararını gözönünde bulundurarak re­hin olması için birilerini zorlama yetkisine sahip olur. Bu anlaşmanın yapılmama­sı halinde bütün müslümanlara zarann gelmesi, hatta mahvolmaları söz konusu­dur. Bunun yapılmasında ise bütün müslümanların selameti vardır. Onun için devlet başkanı bu yetkiye sahip olur. İki zarar sözkonusu olduğu zaman hafif o-Ianı tercih etmek gerekir, prensibine uyarak rehin verilecek müslümanın düşman tarafından öldürülmesi korkusu bulunması durumunda bile müslümanların düş­mandan rehin olarak aldıkları kişileri öldürmeleri yahut köleleştirmeleri helal olmaz.

Çünkü bunlar yanımızda eman altında olan kişilerdir. Düşmanın hıyanet et­mesi sebebiyle onlara verdiğimiz eman iptal olamaz. Çünkü yüce Allah "Hiçbir günahkar başkasının günahını yüklenmez"[50] buyurmaktadır.

3339- Ancak müslümanlar onların darulharbe gitmele­rine izin vermez ve kendilerini zimmet ehli yapar.

Çünkü rehin verdiklerimiz bize teslim edilinceye kadar ülkemizde kalmay­la razı olmuşlardır. Ama rehinlerimiz gelmeyince onlar da kendi rızaları ile ülke­mizde ömür boyu kalmayla razı olmuş sayılırlar. Kafir bir kişinin danılîslamda ömür boyu yaşamasına imkan verilmesi ise ancak cizyeye bağlanmasıyla müm­kündür. Ed-Devânekî'nin düşmandan bir toplulukla kendisi arasında bu şartı koş­tuğu, daha sonra düşman hıyanet edip müslümanların rehin verdiği kişileri öldürdüğü, bunun üzerine günün alimlerini toplayıp onların rehin bıraktığı kişilere ne yapacağını sorduğunu İmam kaydetmektedir. Alimler ona koştukları şart gözö­nünde bulundurularak rehin bıraktıkları kişileri öldürebileceğini söylemişlerdir.

Ama aralarında bulunan Ebu Hanife konuşmamıştır. Bunun üzerine "Sen niçin konuşmuyorsun?" diye sormuştur, Ebu Hanife şöyle demiştir: Bunu içti-hadla söylemişlerse hata etmişlerdir. Ama senin zevkine uygun olsun diye söyle-mişlerse seni aldatmış olurlar. Rehin bıraktıkları kişileri ne öldürebilirsin ne de esir yapabilirsin.

Bunun üzerine ed-Devânekî Şöyle dedi: Neden olmasın, onlar bunu şart koştular? Ebu Hanife şöyle dedi: Onlar helal olmayan bir şeyi sana şart koştukları gibi sen de şeriatta helal olmayan bir şeyi onlara şart koşmuşsun. Allah'ın kita­bına uygun olmayan her şart geçersizdir. Yüce Allah "Hiç bir günahkar baş­kasının günahını yüklenmez" buyurmuştur. Bunun üzerine ed-Devânekî ken­disine çıkışarak "Ne zaman onlarla ilgili görüşmeye çağırdımsa sevmediğim şey­ler söyledin, çıkın gidin dedi. Çıkap gittiler. Ertesi gün tekrar topladı ve "Senin söylediğinin doğru oluduğunu anladım. O halde onları ne yapalım?" dedi. O da alimlere sor dedi. Onlara sordu, ama biz bunu bilmiyoruz dediler. Ebu Hanife onlara cizye yükleneceğini, yani zimmet ehli yapılacağını söyledi. edDevânekî , Niçin? dedi. Ebu Hanife, çünkü rehin olan müslümanların geri verilmeleri için bunlar danılİslamda hapis kaldılar, rehin müslümanlar da geri gelmedi, dedi. ed-Devânekî bunu beğendi, takdir etti ve ödüllendirdi. (Yahut iltifatla gönderdi).

Bu şart madem ki helal olmayan bir şeydi, o halde neden bunun için rehin vermede sakınca yoktur?" denilirse, şöyle deriz:

Çünkü müslümanlar ona muhtaç olmuşlardır. Sadece şartın koşulmasında birşey olmadığı gibi telafisi mümkün olmayan bir şey de yoktur. Ama koşulan şart sebebiyle rehin olan kişileri öldürmek ayn bir şeydir.

3340- Müslümanlardan rehin alıp kendileri de onlara rehin verdiğinde müslümanlar verdikleri rehinlerini onlardan alabilirlerse, almalarında sakınca olmaz.

Çünkü belirttiğimiz gibi müslümanlann verdikleri rehin kişileri tutmakla onlara zulmediyorlar. Zuimü giderme imkanı olduğu halde onun devam etmesi için eman vermek de caiz olmaz.

3341- Müslümanlar korktukları saldırıdan emin olun­caya kadar onlardan rehin aldıkları kişileri teslim etmez­ler. Bu korkuları kalmazsa rehin aldıkları kişileri geri ve­rirler. Böyle davranmaları müslümanlarm hiyanet etmeleri demek değildir. Bunun benzeri geçmişti. Mesela .ordu ku­mandanı karargahta eman altındaki kişilerden korku duy­ması halinde onları kabul etseler de etmeseler de berabe­rinde darulîslama çıkarması caizdir. Endişelendiği du­rumdan emin olması için onları beraber getirebilir ve daha sonra darulharbe gönderir. Bu da onun gibidir. Çünkü rehin aldığımız kişiler bizden eman altındadır.

3342- Müslümanların rehin verdiği kişileri ellerinde bulunduran düşman onları savaş olmadan geri vermeyi kabul etmezse, müslümanlarm onlarla savaşması ve güçleri yettiği taktirde onları öldürmesinde sakınca olmaz.

Çünkü ellerinde rehin olarak bulundurdukları kişiler rızaları dışında ve hak­sız olarak darulharbe götürmek İstedikleri müslüman kişilerdir. Güç yetirmeleri durumunda müslümanlarm onları düşmanın elinden kurtarmak İçin savaşmalan gerekir.

3343- Müslümanlara "Hiçbir zaman sizinle savaşmaya­cağız, ama rehin verdiğimiz kişileri bize geri vermedikçe sizin rehinlerinizi vermiyeceğiz" derlerse bakılır; Müslü­manlar saldırma tehlikesinden hala korku duyuyorlarsa, rehin aldıkları kişileri onlara teslim etmeyebilirler. Ancak güçleri varsa rehin verdikleri müslümanları kurtarmak için onlara savaş açarlar. Ama saldırı tehlikesi kalmamışsa rehin aldıkları kişileri onlara geri verirler.

Çünkü burada rehin aldıkları kişileri alıkoymaya ihtiyaç kalmamıştır. Ama yukarıdaki durum böyle değildi. Orada müslüinanlardan korkuyu gidermek için rehin alınan kişileri alıkoymaya ihtiyaç vardı. Onun için rehin alınan kişileri onlara geri veremezlerdi. Ancak ellerindeki müslüman rehineleri kurtarmak için onlarla savaşırlar.

3344- Düşman, aldığı müslüman rehineleri himaye ve savunma yerlerine kadar götürmüş ve müslümanlar da onlarla saldırmazlık konusunda anlaşmış ise, anlaşmalarım bozduklarını   bildirmedikçe müslümanlarm onlara saldır­maları doğru olmaz. Ama himaye ve savunma yerlerine varmadan önce olursa, durum değişir.

Çünkü o durumda saldırmazlık anlaşmasını ihlal etmek için değil, rehin ve­rilen kişileri kurtarmak için savaşacaklardı. Ama himaye ve savunma yerlerine vardıktan sonra artık savaşma rehineleri kurtarmak için değil, anlaşmanın iptal edilmesi sebebiyle olmaktadır. Arada sahih bir saldırmazlık anlaşması bulunduğu için bir anlaşmayı iptal etmeden onlara saldırmamız doğru olmaz.

3345- Esir mübadelesi için müslüman esirleri getirip himaye ve savunma altında oldukları bir yerden esirleri karşılıklı  değiştirmek  istediklerini  seslenseler, ama  an­laşma sağlanamadığı için esirleri geri götürseler müslümanlar da onları izleyip esirleri alsa ve onları da esir edip mallarıyla beraber zaptetseler yapmalarında bir sakınca olmaz.

Çünkü bizim onlara verdiğimiz bir eman yoktur.

3346- Onlar arasında köle ve cariye varsa efendisi onu ganimetin taksiminden önce karşılıksız ve taksimden sonra kıymetini vererek alır.

Çünkü onları ganimet olarak almışlardır.

3347- Ama müslümanlardan eman almış ve anlaşma sağlanamadığı için geri dönmüşlerse bu durumda himaye ve savunma altında olacakları yere varmadan köle ve ca­riyeler onlardan zaptedilirse onlara kıymetlerini vermek gerekir. Çünkü bizden eman altında bulunuyorlardı. Köle ve cariyeleri onlardan almak için onlarla savaşmakta da bir sakınca olmaz.

Çünkü müslümanlan onların elinden kurtarmak vaciptir. Vermek istemez­lerse savaşta öldürülseler bile onlarla savaşmak caizdir. Nitekim darulİslamda eman altında olan birinin kölesi müslüman olsa ve kafir sahibi onu müslümanlara satmayı kabul etmeyip darulharbe götürmek isterse, bu sebepten onunla savaşmak caiz olur. Çünkü müslümanların hükmünü kabullendikten sonra bu hükmün gereğini yapmayı red etmektedir. Bu hüküm eman altına giren kişinin eman ak­diyle üstlendiği bir şeydir. Emin olacağı yere ulaşıncaya kadar müslümanlann emanı altındadır. Üstlendiği hükme boyun eğmeyi red ederse kendisiyle savaş­mak caiz olur. Yukarıdaki de bu şekildedir.

En iyi Allah bilir.[51]

 

Büyükve Küçük Esirler Fidye Verilerek Müslüman Esirlerin  Kurtarılması

 

3348- Düşmanın istemesi ve seriyye fertlerinin tasvip etmesi durumunda seriyye komutanının esirleri esirlerle mübadele etmesinde sakınca olmaz. Müslüman olmadıkları müddetçe erkekler, kadınlar ve çocuklar bu meselede eşittirler.

Çünkü savaşı idare etmek ve müslümanlann çıkarını sağlamakla görevlen­dirilmiştir. Darulharpte savaş esirlerini fidye İle kurtarmak da savaşın ted­birlerin dendir. Aynı zamanda müslümanlann yarannı içermektedir. Çünkü fidye verip kurtardıklan müslümanlara, düşmana verdikleri esirlerden müslümanlar daha çok muhtaçtırlar. Ancak esirlerde hakları sabit olduğundan seriyye fertlerinin bu işe razı olmaları şartı aranır. Çünkü haklarının sabit olduğu birşeyden mahrum edeceğinden onların rızasının alınması gerekir.

3349- Darulİslama esirleri çıkardıktan sonra da böy­ledir. Ancak esirlerin müslüman olmaları durumu hariçtir. Hatta esir çocukları anne ve babaları beraberlerinde de olsa, bizzat kendileri İslamı ifade etmedikçe müslümanlık-iarına karar verilmez. Onun için fidye olarak verilmeleri caiz olur.

3350- Aynı şekilde anne ve babaları darulİslamda öl-seler bile durum değişmez.

Çünkü din meselesinde tabi olmak ölümle kesilmez. Yani çocuğun anne babası ölse de din bakımından onlara tabi olmaya devam eder. Nitekim zimmet ehlinin küçük çocuklarının anne ve babalan darulİslamda da ölse çocuklann müs-lümanlıklanna hükmedilmez. Yine anne ve babalan beraberlerinde olan çocuklarla esirleri değiştirmek istiyen düşmanın isteğini kabul etmekte bir sakınca olmaz. Bunda ebeveyn ile çocuklan birbirinden ayırmak sözkonusu olsa bile, değiştir­mekte sakınca yoktur. Çünkü bu ayırma haklı olarak yapılmaktadır. Müslümanlan düşmanın elinden kurtarmak müslüman olmayan çocukları anne ve babalanndan ayırmaktan çok daha sevaplıdır.

3351- Ancak  yetişkinlerini mal  karşılığı  değiştirmek caiz olmadığı gibi çocuklarını da mal karşılığı değiştirmek caiz değildir.

Çünkü çocuk büyür ve hem savaşçı olur, hemde nesli çoğalır. Ama nesil­den kesilmiş çok yaşlı kadın ve erkek için bir sakınca olmaz. Çünkü bunlann düş­mana geri verilmesinde onlann güçlendirilmesi sözkonusu olmaz. Ama çocukların geri verilmesinde bu tehlike sözkonusu olur.

3352- Seriyye fertleri esirlerin esirlerle mübadelesini kabul  etmezse,  seriyye  komutanının  onlara  bedellerini vermediği sürece değiştirmeye gitmeğe hakkı olmaz. An­cak müslümanların düşmandan esir aldıkları adamları ga­nimetin taksiminden önce fidye olarak vermekte askerler ve seriyye fertleri kabul etmese bile, bir sakınca yoktur. Çünkü seriyye komutanının erkek esirleri öldürme yetkisi vardır. Öldür-

mesiyle de müslüman esirleri düşmanın elinden kurtarma yarannı sağlamadan as­kerlerin ve seriyye fertlerinin hakkı iptal edilmiş olur. Halbuki fidye olarak er­kelerinin verilmesi ve müslüman esirlerin kurtarılması evlâ olur. Çünkü bunda müslümanların yararı bulunmaktadır. Ama kadın ve çocuk esirlerle silah, atlar ve diğer zaptedilen mallar böyle değildir. Çünkü bunlarda bedelini vermedikçe ga­nimeti alanlann haklarını iptal etme yetkisi yoktur. Aynı şekilde ganimet alanların nzalan olmadıkça yahut kabul etmemeleri durumunda onlara bedellerini Ödeme­dikçe kadın ve çocuk esirleri silah ve atlar gibi malları fidye olarak verme yetkisi olmaz. Bedellerini almayı kabul etmeleri halinde onlara beytulmaldan bedellerini öder. Ganimetin taksiminden sonra da erkeklerin payına düştüğü kişilerin nzalan olmadan erkekleri fidye olarak verme hakkı yoktur. Çünkü onları taksim edince artık esirleri öldürme yetkisi kalmaz. Başka bir deyişle taksim edildikten sonra esir erkekleri öldürmesi haram olur. Taksim edildikten sonra erkek esirlerin du­rumu kadın ve çocuk esirlerin durumu gibi olur.

3353- Erkeklerin  payına  düştüğü  mücahitler  onların fidye olarak verilmesini kabul etmezse, düşman da ancak onlarla esirleri değiştirmeyi kabul ederse, devlet başkanı düşman esirleri payına düştükleri kişilerden alarak beytulmaldan karşılıklarını verir ve müslüman esirleri kur­tarmak için fidye olarak verir. Satmayı kabul etmemeleri durumunda esirlerin kıymetlerini adaletli bir şekilde tesbit eder ve sahipleri razı olsun veya olmasın belirlenen kıy­metle onları satın alır.

Çünkü onlan fidye olarak vermek sahiplerine verilecek bedel ile mümkün olmaktadır. Devlet başkanı onlara bedellerini beytulmaldan verir. Sahipleri ver­mek istemezlerse devlet başkanı bu konuda da onların yerine naip olur. Tıpkı kölesi müslüman olan zimmî kişi kölesini satmayı kabul etmediği taktirde devlet başkanının onun yerine naip olması, yani yetkisini kullanarak ondan satın alması gibi. Çünkü hak olmuş bir şeyin yerine gelmesini kabul etmemektedir,

3354- Yine düşman, zimmet ehlinden kafir kölelerle zimmet ehlinden olan esirleri değiştirmek isterse, devlet başkanı onları da bu konuda razı eder.

Çünkü zimmet ehlinden hür kişilerin kendi nzalanyla fidye olarak verilmesi caiz olduğu gibi, kölelerinin fidye olarak verilmesi evleviyetle caiz olur.

3355- Fidye olarak verilecek kölelelerin rızaları aranmaz.

Çünkü köledirler. Birinin mülkiyetinden diğerinin mülkiyetine nak­ledilmesinde kölenin rızası yahut razı olmaması sözkonusu olmaz.

3356- Kölelerin efendileri buna razı. olmazlarsa devlet başkanı köleleri onlardan beytulmaldan parasını vererek alır. Satmak istemezlerse, adaletli bir şekilde kıymetlerini tesbit edip onlara verir.

Çünkü düşmanın vereceği zilletten müslüman esirleri kurtarmak için müs­lümanların mülkü olan kişileri satın alma yetkisi olunca, zimmet ehlinin mülkü üzerinde bu yetkinin bulunması evleviyetle olur.

3357- İslam ordusu komutanı ganimetin taksiminden ve satılmasından Önce esirleri, müslüman hür kişiler vererek kurtarsa ve askerler "Biz onların kıymetini o (kur­tarılan)   müslüınanlardan   alırız"   derse,  sözlerine   itibar edilmez.

Çünkü kendilerinin kararı olmadan kurtarılmışladır. Kararlan olmaksızın müslümanlarm özel bir mülkü ile kurtanlmalan durumunda askerlere onların hiçbir bedeli ödenmezken, ganimet olan kişilerle kurtanlmalan durumunda onlara evleviyetle bir şey ödenmez. Ancak kurtanlacak müslümanlar üzerinde bir borç olmak kaydıyla verilmesine razı olacaklarım askerler devlet başkanına şart koş­muş, o da bu şartlarını kabul etmişse o zaman devlet başkanı şartı yerine getirir. Kurtarılan mü slü mani ardan verilenlerin kıymeti tahsil edilir. Ganimete katılır, ga­nimetin beşte biri alındıktan sonra kalanı mücahitler arasında taksim edilir. Çünkü bedelin hükmü, bedel yapılan şeyin hükmü gibidir.

3358- Düşmanın elinde hür müslümanlar değil de köle ve cariyeler esir ise ve mesele aynı ise, devlet başkanının düşmandan kurtaracağı bu esirleri ganimete ekler. Tıpkı verdiği esirlerle onları satın almış gibi olur. Sonra efendileri isterlerse fidye olarak verilen esirlerin kıymetlerini ödeyerek onları satın alabilirler. İsterlerse almayabilirler. Aldıkları taktirde verecekleri kıymetleri ganimete katılır. Köle ve cariye esirlerin kurtarılması için verilen esirlerin kıymetleri ile kurtarılanların kıymetlerinin aynı veya çok farklı olması Önemli değildir.

Çünkü düşman esirlerini öldürme yetkisine sahip bulunmaktadır. Öldür­mesi durumunda ganimeti alanların hakkını karşılıksız olarak iptal etmiş olur. Halbuki fidye olarak vereceği esirlerin kıymetinde az bir miktar olan bir bedelle esir mübadelesi yapması evleviyetle caiz olur. Çünkü alınacak olan bu az miktar ganimete katılacak ve yine askerlere pay olarak dağıtılacaktır.

3359- Bu mübadele kadın ve çocuklarla yapılsa bakılır. Alınan ile verilen esirlerin kıymetleri birbirine denk yahut az farklı ise devlet başkanı askerlerin rızaları olmasa bile değiştirme yapabilir. Tıpkı ganimetleri satması gibi olur. Ama verilecek esirlerin kıymeti normalde halkın çok al­danma   saydığı kadar fazla ise devlet başkam askerlerin rızaları olmadan değiştirme yapması helal olmaz. Ama ara­daki farkı askerlere beytulmaldan ödemeyi kabul ederse o zaman değiştirme yapabilir. Ödeyeceği miktardan beştebir (humus) payı aldıktan sonra geri kalan dört payı askerler arasında paylaştırır. Ganimetin taksiminden sonra esirler değiştirilmişse o zaman beytulmaldan verilen miktar esir­lerin paylarına düştüğü kişilere mahsus olur ve beştebiri alındıktan sonra geri kalanlar onlar arasında taksim edilir. Savunmak için savaşırken esir düşen her müslümanin kur­tuluş fidyesi o yerin haracından alınır ve müslüman esirin kurtarılması için fidye olarak verilir.

Çünkü haracı almanın mümkün olması himaye sebebiyledir. O da sözko-nusu toprağı savunan kişilerin savaşmalanyle olur. Bunlar esir düşüp kurtanl-maları sözkonusu olursa, alınacak haraç onların kurtarılması için tahsis edilir. Böylece nimet külfetle karşılanmış olur.

3360- O toprağın haracı yoksa İslam ülkesi haracından ödenir.

Çünkü İslam yurdunun bir parçası için savaşan mücahit aynı zamanda îslam yurdunun tümü için savaşmış olur. Çünkü düşman ellerinden gelse bütün İslam yurdunu istila etmeyi amaçlar. Onun için düşmana karşı savaşan müslü­manlar onlan İslam yurdunun tümünden uzak tutmaya çalışırlar.

Fidye ile esirlerin kurtarılmasında müslümanlarm razı olmasına delil olarak Hevâzin kabilesinden alınan esirlerin olayı delil gösterilmektedir. Rasulullah o gün müslüman olan altı bin Hevâzinli esiri serbest bırakmıştır. Olay şöyle ol­muştur: Rasulullaha heyetleri gelerek şöyle demişlerdir: "Ey Allah'ın Rasulü! Bunların arasında hala ve teyzelerin de vardır. Arap krallanndan Numan İbn el-Munzir ve benzerlerine bunun için başvursaydık, bizi geri çevirmezdi. Halbuki sen insanların en iyisi ve akrabalarını en çok gözetensin."

Böyle demelerinin sebebi, Rasulullamn o kabilede süt annesine verilmiş olmasıdır. Bu söylediklerini duyunca acıdı ve şöyle buyurdu: Öğle namazını kıl­dıktan sonra ayağa kalkınız ve bu söylediklerimi bir daha tekrar ediniz. Öyle yaptılar. Bunun üzerine Rasulullah şöyle buyurdu: "Sizi bekliyordum ama ge­ciktiniz ve esirler mücahitler arasında taksim edildi. Benim payıma ve Kureyş'in (Muhacirlerin) payına düşenler sizin olsun. Ensar ve Muhacirleriyle müslümanlar bunu duyunca biz de payımızı sana verdik dediler. Ama Uyeyne b. Hısn "Ben ve Fizara Oğulları vermiyoruz" dedi. Akra b. Habis de "Ben ve Temîm Oğullan da vermiyoruz" dedi. Bu şekilde ihtilaf olunca Rasulullah şöyle buyurdu: Bunlar müslüman olarak gelmiş insanlardır. Esirlerini onlara veriniz, vermek istemiyen-lere alınacak ilk ganimetten verilen kişi başına (dokuz yaşına kadar olan) altı deve vereceğiz."

Görüldüğü gibi esirleri geri vermek için onların rızasını almıştır. Kabul et-miyenlere de bedellerini ödemeyi taahhüt etmiştir. Ondan sonra esirleri sahiplerine geri vermiştir. Bu da açıkladığımız hükümde temel olmuştur.

En iyi Allah bilir.[52]

Saldırmazlık Antlaşması (Mütareke)

 

3361- Ebû Hanife (r.a.) şöyle demektedir: Müslüman­lar daha güçlü iken müşriklerle antlaşma (mütareke) yapmaları caiz değildir.

Çünkü antlaşma yaptıkları takdirde emredilmiş olan savaşı terk ya da er­teleme sözkonusu olacaktır. Bir ihtiyaçtan kaynaklanmadığı takdirde emîrin ateş­kes antlaşması (mütareke) yapması doğru olmaz. Yüce Allah şöyle buyurur: Gev­şemeyin, üzülmeyin, eğer inanıyorsanız, mutlaka siz üstün geleceksiniz."[53]

3362- Ama müslümanlar onlardan daha güçlü değilse, antlaşma yapmakta bir sakınca yoktur.

Çünkü bu durumda antlaşma müslümanlann lehinedir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah'a dayan, çünkü O, işitendir, bilendir."[54]

Ayrıca bu, savaş stratejilerinden biridir. Savaşan kişi, öncelikle kendi gü­cünü korumayı hedeflemeli, daha sonra imkan bulduğunda galip gelmeyi düşün­melidir.

Görmüyor musun, bebek dişleri çıkıncaya kadar süt emer ve ancak dişleri çıktıktan sonra et yemeye başlar. Bu da gösteriyor ki, aklın gereği, müslümanlar zayıf durumdayken mütareke yapmak, güçlü olduklarında ise, savaşmaktır.

Resûlullah (s.a.v.)'in ve ondan sonra günümüze kadar müslümanların ant­laşmaya başvurmuş olmaları, antlaşma yapmanın caiz olduğunun delilidir.

3363- Muhammed b. Ka'b el-Kurazî şöyle demektedir: Resûlullah (s.a.v.) Medine'ye geldiğinde Yahudilerin tamamı onunla antlaşma yapmış ve Resûlullah onlarla bir antlaşma imzalamıştı. Antlaşmaya göre taraflardan her biri için geçerli olan, o tarafın  müttefikleri için de geçerli ol­acaktı.  Kendilerine  şart   koştuğu  hususlardan   biri   de, müslümanların düşmanlarına yahudilerin yardımcı olma­maları idi. Bedir savaşından sonra Resûlullah (s.a.v.) Medine'ye döndüğünde Yahudiler Resûlullah'la araların­daki antlaşmaya uymadılar. Bunun üzerine Resûlullah, onlara haber gönderdi, onları topladı ve şöyle dedi:

"Ey Yahudi topluluğu, müslüman olun kurtulursunuz. Allah'a yemin ederim ki siz benim Allah'ın elçisi olduğumu biliyorsunuz."

Bir rivayete göre ise şöyle demiştir: "Bedir'de Ku-reyş'in başına gelen sizin de başınıza gelmeden önce müslüman olun."

Resûlullah (s.a.v.)'in bu tavrı, müslümanların zayıf oldukları zamanlarda düşmanla antlaşma yapmalarının, güçlü olduklannda da onunla savaşmalarının caiz olduğuna delildir. Düşmandan belli bir mal karşılığında antlaşma yapmakta bir sakınca yoktur. Onlardan hiçbir şey almaksızın antlaşma yapmak caiz oldu­ğuna göre, mal karşılığında evleviyetle caiz olur. Bu durumda onlardan alınan mal, haraç olup beşte biri (humus) alınmaz. Haracın harcanacağı yerlere harcanır. Çünkü o, düşmanın malıdır. Onlardan müslümanların eline geçmiştir. Fakat üzer­lerine savaşla gidilmiş değildir. Bu nedenle ganimetle bir ilgisi yoktur. Nitekim yüce Allah buna işaret ederek şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın onlar(m malların) dan peygamberine verdiği fey'e gelince, siz bunun için ne ata, ne deveye binip koşmadınız."[55]

Böyle bir durumda, yani müslümanların onlara güç yetirememesi duru­munda, bulundukları topraklan ellerine geçiren mürtedlerle antlaşma yapmakta da bir sakınca yoktur. Çünkü müslümanlann onlara galip gelecek güçleri bulun­madığı için, antlaşma müslümanlann yatannadır. Ancak mal karşılığı onlarla antlaşma yapmak doğru değildir. Çünkü antlaşma karşılığı alınan mal, haraç me­sabesindedir ve zimmet ehli sayılarak mürtedlerden haraç alınması caiz değildir. Oysa düşmandan almak caizdir. .

3364- Ama eğer devlet başkanı mürtedlerden antlaşma karşılığında bir mal almış ise, onu kendilerine geri iadeetmez.

Çünkü ne mallan ve ne de canlan konusunda müslümanlardan onlara eman yoktur. Bulundukları bölgede ayaklanıp orayı ellerine geçirince orası darü'lharb olur. Müslümanlar orayı ele geçirecek olurlarsa, onlann mallan ganimet olur.

3365- Aynı şekilde antlaşmadan dolayı kendilerinden alınan mal da tamamen müslümanlarındır. Müslüman ol­salar da malları geri verilmez.

Açıkladığımız sebepten dolayı siyasi isyancılar (bağîler)le de antlaşma ya­pılabilir. Hatta onlarla antlaşmaya daha çok ihtiyaç vardır. Çünkü belki yaptık-lanna pişman olur ve dönerler.

Antlaşmadan dolayı onlardan mal alınması uygun değildir. Çünkü onlar müslüinandırlar ve müslümanlardan haraç alınamaz. Antlaşmadan dolayı alman mal ise, haraç olarak alınır. Şayet antlaşmaya karşılık onlardan mal alınmışsa, sa­vaş bittikten sonra malları kendilerine geri verildiği gibi, savaş sırasında onlardan

alınmış mallar da savaştan sonra kendilerine geri verilir.

3366- Müslümanlar, müşriklerden  korkar ve onlarla antlaşma yapmak ister, müşrikler de müslümanların ancak kendilerine mal vermeleri karşılığında antlaşma yapabile­ceklerini söylerlerse, bakılır; müslümanlar bu isteklerini karşılamadıkları takdirde zarar görmeleri kesin ise, onlara mal vererek antlaşma yapmalarında bir sakınca yoktur.

Çünkü müşriklerle savaşacak güce sahip olmayan müslümanlar bunu kabul etmedikleri takdirde, müşrikler hem canlanna ve hem de mallanna musallat ola­caklardır. Mallarını vermekle canlarını kurtarmış olurlar. Resûlullah(s.a.v.), asha­bından birine şöyle demiştir: "Malını canına siper et ve canını da dinine siper et."

Hüzeyfe b.Yeman, biriyle iyi geçinmeye çalışıyordu. Kendisine sen müna­fıklık yapıyorsun, denilince, kendisi "hayır, dinimin tamamının gitmemesi için onun bir kısmını bir kısmıyla satın alıyorum" dedi.

3367- Tamamının gitmesi söz konusu ise, bir kısmını muhafaza etmek için malın bir kısmını vermekte sakınca yoktur. Ama müslümanların gücü onlara yetiyorsa, antlaş­ma karşılığında müslümanların onlara mal Ödemeleri caiz değildir.

Çünkü bunda şüpheye sanlma ve zilleti kabul etme vardır. Yüce Allah mü­mini onurlu kıldığı halde onun kendisini zelil etmeye hakkı yoktur. İmam Mu-hammed, Hendek savaşını buna delil göstererek şöyle demektedir:

3368- Resûlullah (s.a.v.) ve ashabı o zaman Hendek Savaşında on küsur gün muhasara edildiler. Nihayet hepsi sıkıntıya düştüler. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Al­lah'ım, ahdini ve va'dini istiyorum. Allah'ım, dilersen, sana ibadet olunmaz."

Müslümanların durumu, "Gözler yerinden kaymış, yü­rekler gırtlağa gelmişti, Allah hakkında türlü zanlarda bu­lunuyordunuz"[56] sözleriyle tasvir edildiği kadar bozul­muştu.

Sonra Resûlullah (s.a.v-) Uyeyne b. Hısn'a haber gönderdi ve bir rivayete göre şöyle dedi: "Ensar'ın meyvelerinin üçte birini sana verecek olsam, Gatafan'dan yanındakilerle beraber dönüp düşman ordusuna yardımını keser misin?" Uyeyne: Bana yarısını verecek olursan ya­parım, dedi.

3369- Bir rivayete göre ise, Uyeyne peygamber (s.a.v.)'e haber göndermiş ve şöyle demiştir: Medine'nin bu yıl ki mahsûlünü bize ver, biz geri dönelim ve seni kavminle başbaşa bırakalım, onlarla savaşırsın. Resûlul­lah (s.a.v.): Hayır, demiştir. Bunun üzerine Uyeyne, ya­rısını istemiş ve Resûlluilah da bunu kabul etmiştir. Daha sonra Resûlulah (s.a.v.) iki kabilenin reisi olan Sa'd b. Muaz ve Sa'd b.Ubade' ye haber göndermiş ve onlara du­rumu danışmıştır. Uyeyne de oraya gelmişti. Uyeyne: Aramızdaki antlaşmayı yazalım, dedi. Resûlullah (s.a.v.), bir sayfa ile divit getirilmesini istedi. O zaman Sa'd b. Muaz ve Sa'd b. Ubade şöyle dediler: Ya Resûlallah, bu konuda sana vahiy mi geldi? Resûlullah: Hayır, ama Arapların tamamının size karşı elbirlik edip size saldıracak­ları kanaatini taşıyorum, onları üzerinizden savayım, de­dim, karşılığını verdi.

Dediler ki:   Ya Resûlullah, Allah'a yemin ederiz ki on­lar, cahiliye döneminde açlıktan kan ve deve yününden yapılmış bir yiyecek yiyorlardı. Bizim bağışlamamız ya da bize misafir olmaları dışında asla meyvelerimize göz dik­ebilmiş ve yemiş delillerdir. Şimdi Allah bizi seninle de­stekledikten, bizi hidayete kavuşturup yücelttikten sonra mı onların karşısında alçalacağız? Onlara kılıçtan başka verecek bir şeyimiz yoktur."  Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) getirilen sayfayı yırttı ve: Haydi gidin, kılıçtan başka size vereceğimiz bir şey yoktur, dedi. Bu sırada Useyd b. Hudayr çıkageldi. Uyeyne, Peygamber (s.a.v.) in huzurunda ayaklarını uzatmış oturuyordu. Useyd: Al­çak Uyeyne, topla ayaklarını, Peygamberin huzurunda ay­aklarını mı uzatıyorsun. Allah'a yemin ederim ki Resûlul­lah olmasaydı şu mızrakla karnını deşerdim. Ne cüretle bizden birtakım isteklerde bulunuyorsun? dedi.

Bu hadis gösteriyor ki, müslümanlann zayıf oldukları durumlarda böyle bir antlaşma yapmalarında bir sakınca yoktur. Nitekim Resûlullah (s.a.v.) müslümanlann zayıf düştüklerinde böyle bir antlaşma yapmak istemiştir. An­cak müslümanlar güçlü iseler, böyle bir antlaşma yapmak caiz değildir. Nitekim Resûlullah (s.a.v.), Ensarın temsi­lcilerinin yukarıda geçen konuşmalarını duyduktan sonra, müslümanlann karşı koyabilecek güçte olduklarını   anla­mış ve antlaşma yapmak üzere getirttiği sayfayı yırtınıştır. Böyle bir antlaşmanın onur kırıcı  olduğu da anlatılanlardan anlaşılmaktadır. Bu nedenle Ensar, meyvelerinden bir kısmını vermeyi reddetmişlerdir. Ortada kesin bir zaruret bulunmadıkça müslümanlann onur kinci bir işe razı olmalan asla caiz değildir.

3370- Müslümanların devlet başkanı düşmanla ant­laşma yapar, sonra da düşmandan bir İslam yurduna gire­rek yol kesicilik yapar, yol emniyetini bozar ve müslümanlar da onu yakalayacak olurlarsa bu, düşmanın ant­laşmayı bozduğu anlamına gelmez.

Çünkü antlaşma ile onlar müslümanlar tarafından eman altındadırlar.

Nitekim onlardan biri bu antlaşma ile İslam yurduna girecek olursa, o ant­laşmadan dolayı eman içerisinde olur ve cezalandırılmaz. Yurdumuzda eman altın­da olan bir kişi böyle bir şey yapacak olursa antlaşmayı bozmuş olmaz. Zimmî kişi bu şekilde davranınca zimmet antlaşmasını bozmuş olmadığı gibi, müslüman da böyle bir şey yapacak olsa antlaşma bozulmuş olmaz. Bu kişi savunmaya sa­hip olmadığı için, yaptığı sebebiyle antlaşma bozulmuş olmaz.

3371- Aynı şekilde onlardan birkaç kişi bu şekilde davranırsa, bunlar  orduya  karşı kendilerini koruyama­yacak durumda olduklarından dolayı antlaşmanın bozul­masına sebep olmazlar: Birkaç kişi ile bir kişi aynı du­rumdadır.

Çünkü bu birkaç kişi güçlü bir kuvvet sayılmaz ve kendilerini koruyamaz­lar. Ayrıca taraftarları da onların bu yaptıklarına razı değildirler.

3372- Ama sayıları bir güç oluşturursa ve krallarından habersiz de olsa İslam yurdunda aleni olarak bu işi yapa­cak olurlarsa, antlaşmayı bozmuş olurlar.

Çünkü onlarla antlaşma yapılmasının sebebi, savaşa son verilmesidir. Ant­laşma savaşın sona ermesini sağlamıyorsa, bir anlamı yoktur. Açıkça savaşıyor­larsa ve bir güç oluşturmuşlarsa, antlaşmanın gereği olan durum ortadan kalkmış olur.

3373- Ancak kral ve bu işe karışmayan halkı ile ant­laşma devam etmektedir.

Çünkü onlar, antlaşmayı bozacak bir şeye tevessül etmemiş ve bu işe kal­kışanların davranışlarına rıza göstermemişlerdir. Başkalarının yaptığı bir suçtan dolayı sorumlu olmazlar.

3374- Ama krallarının emriyle bu işe kalkışmışlarsa, antlaşma hepsi için bozulmuş olur. Her nerede yakalanırlarsa öldürülmelerinde ve esir alınmalarında bir sakınca olmaz.

Çünkü kralın izniyle bunu yapmaları, bizzat kralın bu işi yapması anla­mındadır. O ülkenin halkı da, krallarına bağlı oluşları ve onu kendilerine baş ka­bul etmeleri sebebiyle antlaşma ve savaş konusunda krallarına tabidirler. Kendisi ile beraber antlaşmayı bozmuş sayılırlar. Krallarının ne yaptığı hakkında halkın bilgi sahibi olması da şart değildir. Ancak onlardan biri, krallan îslam yurdunda yol kesicilik yapmalarına izin vermezden önce îslam yurduna girmişse, yurdu­muzdan çıkıp emanı hususunda güvenilir bir yere varıncaya kadar eman altın­dadır, ona herhangi bir zarar verilemez.

3375- İslam yurdunda savaşmak üzere çıkan gurup, krallarının bilgisi dahilinde çıkmış, kralları da onları bu işi yapmaktan sakındırmamış ve müslümanlara da böyle bir işe kalkışacaklarını haber vermemişse, hepsi için antlaşma bozulmuş olur.

Çünkü onlar, kralın emri altındadırlar ve ona bağlılardır. Çapulcu ayak takımına engel olunmazsa, her şeyi yaparlar. Antlaşma gereği kralm onlara engel olması gerekir. Ama onlara gücü yetmiyorsa, durumlarını müslümanlara bildir­mesi lazımdır. Antlaşmanın kendisine yüklediği hususları yerine getirmediği tak­dirde, savaşmaları için kendisi onlara emir vermiş kabul edilir.

3376- Antlaşmadan sonra müslüman devlet başkanı sa­vaşmanın daha hayırlı olacağı kanaatine varır da onların krallarına savaşacaklarına dair haber gönderecek olursa, antlaşma bozulmuş olur.

Çünkü müslüman devlet başkanı, hainlik yapmaktan kaçınmak bakımından antlaşmanın bozulduğunu haber vermenin ötesinde ne yapılabilir ki!

3377- Ancak müslümanlar, antlaşmanın bozulduğu ha­beri onlara ulaşacak kadar süre geçmedikçe kendilerine veya ülkelerinin bazı bölgelerine saldıramazlar.  Çünkü krallarına bu haber gittikten sonra, memleketinin ücra kö­şelerine bu haberi ulaştırması için bir müddete ihtiyaç var­dır. Gerekli müddet geçmedikçe üzerlerine saldırmak caiz olmaz. Ama gerekli müddet geçtikten sonra kralları bölgelerine haber göndermemiş olsa bile, saldırmalarında bir sakınca yoktur. Çünkü ücra köşelere haber göndermek, halkını bundan haberdar etmek, kralın sorumluluğu altın­daki bir husustur.

Müslümanların bunu oranın halklarına haber verme sorumlulukları yoktur. Onların sorumluluğu, düşmanın kralına durumu haber vermeleridir. Bundan son­ra sorumluluk krala aittir. Kendisi haber göndermemişse, müslümanlar tarafından değil, krallan tarafından gadre ve hıyanete uğramış olurlar.

3378- Ancak müslümanlar bu haberin halka ulaştırıl­mamış olduğunu kesin olarak biliyorlarsa, onlara haber vermedikçe saldırmamaları müstehaptir.

Çünkü bu, hıyanete benzer bir durumdur ve müslümanlar, başkasını al­datmaktan kaçınmaları gerektiği gibi aldatmaya benzer durumlardan da uzak olmalıdırlar.

3379- Ancak antlaşma onlar tarafından bozulmuş ise, durum farklıdır. Antlaşmanın bozulması, ister müslümanlarla savaşmak üzere bir grup asker göndermiş olmalarıyla olsun, ister müslümanlarm devlet başkanına elçi göndere­rek  antlaşmanın  bozulduğunu haber  vermeleriyle olsun fark etmez. Bu takdirde müslümanlar, ücra köşelerin hal­kına haber verilmemiş de olsa kendilerine saldırabilirler. Çünkü antlaşma kendileri tarafından bozulmuştur. Kralları, antlaşmayı bo­zacağını halkına bildirmiş olmalıydı.

3380- Bir bölgede yaşayan müslümanlarm, kendi böl­gelerinin karşı tarafında yaşayanların böyle bir haberden haberdar olmadıklarını kesin olarak bildikleri takdirde, antlaşmanın bozulduğunu karşı tarafa haber vermeleri müstehaptır. Ancak zorunlu değildir ve haber vermeden de saldırmaları caizdir.

Çünkü krallarının yaptığı sebebiyle antlaşma bozulmuştur ve onlar tara­fından antlaşma bozulduğu için o bölgeye haberin ulaşması İçin bir müddet bek-lemeye ihtiyaç yoktur.

3381- Oysa antlaşma müslümanlarm devlet başkanı ta­rafından bozulmuşsa, durum farklıdır.

Çünkü bu durumda haber verme, müslümanlarm devlet başkanına düşer ve bu nedenle haber verilmesi için gerekli müddetin geçmesi gerekir.

3382- Ama antlaşmanın bozulması onlar tarafından ol­muşsa, haber verme müslümanlara değil, onlara düşer. Her iki durumda kralın durumuna itibar edilir.

Çünkü ülke ya harp yurdudur, ya zimmet yurdudur veya korunmuşluğu se­bebiyle eman yurdudur. Bîr yerin ne yurdu olduğunu belirleyen, oraya hükme­denin durumudur. Eğer oraya hükmeden düşman biri ise, o ülke darii'l harptır. Orada bulunanların esir edilmeleri caizdir. Ancak orada yaşayan, müslüman veya zimmî ise, o başka.

3383- Antlaşma yaptığımız ülkelerden biri, eman alarak antlaşman olduğumuz bir yurda girecek olsa, sonra da kendisine eman vermeden ülkemize girecek olsa, ona he­rhangi bir zarar veremeyiz.

Çünkü antlaşmalı olduğumuz yurda eman ile girdiğinden onların halkı me­sabesinde olur ve oranın halkı aramızda eman içerisindedir. Yeni bir eman ol­maksızın başka yere gidecek olsalar, gittikleri ülke halkı mesabesindedir.

3384- Şayet vatandaşı olduğu ülke, antlaşma yaptığı­mız ülke ile antlaşma yapmışsa, durum yine aynıdır.

Çünkü aralarındaki antlaşma, birbirlerine eman verme mesabesindedir. Görmüyor musun, aramızda antlaşma bulunan ülkeye girip orada bu adamı bulduğumuzda ona bir zarar veremeyiz. Harp yurdunda eman içerisinde ise,

ülkemize girmekle eman dışına çıkmış olmaz.

3385-  Kendi ülkesi ile antlaşmalı olduğumuz ülke ara­sındaki antlaşmaya dayanarak İçendi ülkesinden çıkıp ant­laşmalı olduğumuz ülkeye gitmeden önce islam yurduna gelecek olsalar, fey' olurlar.

Çünkü bizimle kendi ülkesi arasında antlaşma mevcut değildir.

Nitekim onu kendi yurdunda ele geçirseydik, bize fey' olurdu. Zaten onun halkına saldirabilir ve esir alabiliriz. Aynı şekilde kendi ülkesinden bizim ülke­mize geldiği takdirde yine bizim için fey1 olur. Antlaşma yaptığımız bir ülke ile onun ülkesinin arasında antlaşma olmasının ona bir yaran yoktur.

3386- Antlaşma yaptığımız bir ülkenin vatandaşı, ar­alarında antlaşma bulunan bir ülkeye girecek olursa, biz de o ülke ile savaşıp onlara galip gelecek olursak ve o şa­hıs " Ben, aramızda antlaşma bulunan falan ülkenin vatandaşıyım, bu ülkeyle aramızda antlaşma bulunduğu için bu ülkeye gelmiştim", diyecek olursa, buna dair delil getir­medikçe sözü kabul edilmez.

Çünkü onu, bizim için mubah olan bir ülkede yakalamışız. Müslüman­lardan kendisine bir delil getirmedikçe sözü kabul edilmez. Ama delil getirecek olursa, sözü kabul edilir ve eman içerisinde olur.

3387- Şayet "Ben zimmî idim ve bu ülkeye ticaret için girdim, deyip sözünü ispatlayacak delil getirecek olursa, onu esir almamız yahut öldürmemiz caiz olmaz.

3388- Aramızda antlaşma bulunan bir topluluğu başka bir ülke halkı esir alır ve onları kendi ülkelerine götürecek olurlarsa ya da onları kendi ülkeleri aleyhine kışkırtıp on­lar da kendi ülkeleriyle savaşarak başka bir ülkeye iltihak ederlerse, sonra da müslümanlar o ülkeye galip gelecek olurlarsa, o grup müslümanlar için fey1 olurlar.

Çünkü onlar, ülkeleriyle savaşıp başka bir ülkeye iltihak ettikleri için artık iltihak ettikleri ülkenin vatandaşı sayılırlar. Onlarla aramızda antlaşma kalma­mıştır. Çünkü aramızdaki antlaşma, Önceki ülkeleri itibarıyla geçerliydi.

3389- Esirlerin de durumu böyledir. Başka bir ülkenin boyunduruğuna girmişlerdir.

Kendi kendilerine hakim değillerdir. Onlar hakkında geçerli olacak hüküm, esir bulundukları ülkenin vatandaşları için geçerli olan hükümdür. Ama o ülkeye eman ile girmişlerse, durum farklıdır

Çünkü bir ülkeye eman ile girmiş- olanlar, girdikleri ülkenin vatandaşı ol­mazlar. Nitekim harp yurdunun vatandaşları eman dileyerek ülkemize girecek ol­salar, kendi ülkelerinin vatandaşlandır. Ama onlan esir alıp ülkemize getirmişsek ya da kendileri kendi ülkeleriyle ilişkilerini keserek zimmî olarak bize iltihak etmişlerse durumları farklı olur.

3390- Aramızda antlaşma bulunan bir ülkenin vatan­daşı olan bir kadın, başka ülkenin bir vatandaşıyla evlendikten sonra o ülkeyi fethedecek olursak, o kadınla ço­cukları bizim için fey1 olurlar.

Çünkü kadın kocasına tabîdir ve kocası, aramızda antlaşma bulunan ülkenin vatandaşı değildir.

Nitekim bizden eman dilemiş olan bir kadın bir müslümanla veya bir zimmî ile evlenecek olursa, bizim vatandaşımız olur.

3391- Aramızda antlaşma bulunan bir ülkenin vatan­daşı olan bir erkek, başka bir ülkenin vatandaşı olan bir kadınla evlenecek olursa, ne o kadına ve ne de o kadının çocuklarına herhangi bir zarar veremeyiz.

Çünkü kocasına tabî olarak antlaşma ehlinden olmuştur.

3392- Yine iki ülke vatandaşlarından biri, başka bir ülkeden bir cariye alır, o cariye çocuk doğurur ve çocuklarıyla birlikte eman almaksızın çıkacak olursa, müslü­manlar o cariyeye ve çocuklarına bir zarar veremezler.

Çünkü kocasına tabî olarak antlaşma ehlinden olur.

3393- Yine iki ülke vatandaşlarından biri başka bir ülkeden bir cariye alacak olursa, aldığı cariye ile nikahlı olduğu karısı aynı hükme tabidir.

Çünkü cariyenin efendisine tabiiyyeti, hür kadının kocasına tabiiyyeti gi­bidir, hatta ondan daha kuvvetlidir.

3394- Aramızda antlaşma bulunan ülke, başka bir ülke­ye galip gelerek onları köleleştirir veya haraç aldıkları zimmet ehli yaparsa, müslümanlar onlara saldıramazlar. Çünkü köleleri olunca, antlaşma sebebiyle mülk sahiplerine eman gerçekleştiği gibi onların mülkü mesabesinde olan kölelerine de eman gerçekleşmiş olur. Onların zim­met ehli olduklarında da, onların vatandaşı durumuna ge­lirler ve bu nedenle eman altında olurlar. Ama aramızda antlaşma bulunmayan bir ülkeye mağlup olursa, müslü-manlar her iki ülkeye de saldırabilirler.

3395- İmam Muhammed dedi ki: Müslümanlar darü'l-harp'te bir kaleyi kuşatır ve kuşatmayı kaldırmaları karşılığında bir miktar mal alacak olurlarsa, bu mal fey'dir ve ondan beşte bir pay alınır.

Çünkü bu mal, yenilgiye uğratma ve galibiyet yoluyla elde edilmiştir.

3396- Ama ordu henüz onların bulunduğu alana girm­eden, müslüman devlet başkanına haber gönderir ve antlaşma karşılığında mal verecek olurlarsa, durum farklı olur.

Çünkü elde edilen bu mal yenilgiye uğratma yoluyla elde edilmiş değildir. Onlar kendi azalarıyla bunu vermiş oluyorlar ve mtisîümanların devlet başkanı da dinin yüceliği ve müşriklerin zilleti için bu malı almıştır. Bu mal haraç ve cizye mesabesindedir. Onda beştebir pay (humus) yoktur.

3397- Zimmîlerden olup ahdi bozanlar, mal karşılığın­da antlaşma yapacak olsalar, o malı onlardan almakta bir sakınca yoktur.

Çünkü antlaşmayı bozmakla düşman durumuna düşmüşlerdir.

3398- Ama mürtedlerin durumu böyle değildir. Yuk­arıda belirttiğimiz sebepten dolayı saldırmazlık antlaşması için onlardan vergi almak caiz değildir. Çünkü mürted olan kişi had cezasıyla öldürülmeyi hakketmiştir. Mal karşılığında öldürülmelerini geciktirmek veya onları öldür­mekten vazgeçmek caiz değildir. Oysa antlaşmayı bozan zımnıîlerin durumu böyle değildir.

Görmüyor musun, bunlar daha Önce haraç ödeyen zimmîler olmayı kabul etmişlerdi.Bu nedenle antlaşma (mütareke) karşılığında onlardan mal almak, yani onlardan haraç kabul etmek caizdir. Ama mürtedler hakkında bu, caiz değildir.

3399- Ama müslümanların devlet başkanı, mürtedlerle her yıl adamlarından yüz kelle vermek üzere anlaşacak olursa, bunda bir sakınca yoktur.

Çünkü bu antlaşmada onlardan mal alma durumu yoktur. Mürted, hiçbir surette köle edinilmez. Ona İslam arz edilir, ya müslüman olur veya öldürülür. Böyle bir antlaşma, şeriatın emrini uygulamak için bir araçtır ve bunda bir sakınca yoktur.

3400- Şayet her yıl kadın ve çocuklarından yüzünü tes­lim etmek üzere anlaşacak olurlarsa, bunda da bir sakınca olmaz.

Çünkü onlar hakkındaki hüküm, müslümanliğı kabul etmedikleri takdirde erkeklerinin öldürülmesi ve kadınlarının İslama zorlanmalarıdır. Böyle bir antlaş­ma ile şer'î hükmü uygulama imkanı doğmaktadır.

Böyle bir antlaşmada mal vermeleri şartı yoktur. Bu görüşü ileri sürü­yoruz, çünkü her yıl kendilerinden teslim alacağımız şahısların kim olacakları be­lirlenmemiştir. Antlaşma yapmakla da eman altına girmiş olurlar ve bundan böyle onlardan herhangi birini köle edinmemiz caiz değildir.

3401- İslam olma şartı üzere de her yıl yüz kişi on­lardan almamız caizdir. Nitekim müslüman olurlarsa hür olurlar. Ama kadın ve çocuklarından her yıl verecekleri yüz kişiyi bizatihi teşhis edip şunları size teslim edeceğiz diye antlaşma yapmak isterlerse, böyle bir antlaşma mek­ruhtur.

Çünkü belirlenmiş olan bu kimseleri eman kapsamaz.

3402- Onlardan teslim alındıklarında köle olurlar. Çün­kü kadınlarla çocuklardan mürted olanlar, darü'lharpten oldukları takdirde köle edinilirler. Böylece antlaşma yapılirken bunların şart koşulması, başka bir malın şart koşul­ması gibidir.

Antlaşma karşılığında onlardan mal almanın mekruh olduğunu belirmiştik. Ama alınmışsa, geri verilmez ve alınan fey' olur. Aynı şekilde kadın ve çocuk alınmışsa, müslümanlar için köle olurlar ve îslamı kabul etmeleri için zorlanırlar.

3403- Ama her yıl erkeklerinden yüz kişiyi teslim al­mak üzere antlaşma yapılır ve her yıl teslim edileceklerin kimler olacakları belirlenirse, bunda bir sakınca yoktur.

Çünkü erkekleri hiçbir surette köle edinilemezler. Ayrıca teslim edilecek kişiler ister belirlenmiş olsunlar, ister belirlenmemiş olsunlar böyle bir antlaşmada haraç söz konusu değildir

3404- Devlet başkanının savaştığı putperest Arap bir topluluk antlaşma yapmak isterlerse, onlarla antlaşma yaparken geçerli olan hükümler, aynen mürtedlerin hüküm­leridir.

Çünkü onlar da köle edinilemezler ve onlar hakkındaki hüküm de, ya müslüman olmaları veya kılıçtan geçirilmeleridir. Tıpkı mürtedlerde olduğu gibi.

3405- Sadece bir hususta farklılık vardır. Şayet her yıl erkeklerimizden yüz kişiyi size teslim etmek üzere bize e-man verin, diyecek olsalar, devlet başkanının böyle bir şart üzere onlara eman vermesi uygun düşmez. Oysa mür-tedler için durum böyle değildir. Ama böyle bir antlaşma yapılmışsa, Arap olanlardan yüz kişi almaz, kölelerinden yüz kişi alır ve onları haraç gibi kabul eder.

Bununla da onlara malın şart koşulmuş olduğu ortaya çıkmaktadır ki bu ne­denle de böyle bir antlaşma mekruhtur. Mürtedlerde ise, tayin edilen yüz kişi, kölelerinden olmadıkları için bunda malı şart koşmuş olmak söz konusu değildir. Ayrıca mürted köleler de, İslama girmedikleri taktirde tıpkı mürted hürler gibi öldürülürler. Bu nedenle kölelerinden yüz kişinin belirlenmesinde bir yarar yok­tur. Arap müşriklerin köleleri ise öldürülmeyi hakketme konusunda hürleri gibi değildirler. Kölelerine galip geldiğimiz takdirde  onları  öldürmeyiz. Böylece kölelerinden yüz kişinin belirlenmesinde müslümanlann yaran vardır. Bu şartın gereği olarak kölelerinin mülk olması devam etmektedir. Oysa hürleri için böyle bir durum söz konusu değildir.

İmam Muhammed kitabında başka bir noktaya değinmekte ve bu meseleyi uzun uzadıya anlatmaktadır. Burada anlatmak istediği kısaca şudur: Mürted müslüman iken İslam dininden çıkan kimsedir ve irtidat, had olarak öldürülmeyi gerektirir.

Görmüyor musun, bir mürted elçi olarak veya elçi olmaksızın eman alarak ülkemize girecek olsa, darü'lharbe geri dönmesine izin vermeyiz. Bilakis ona müslüman olmasını teklif ederiz. Kabul etmediği takdirde onu öldürürüz. Nitekim kısas cezasını hak eden bir kişi darü'Iharbe girip onlara iltihak ettikten sonra tek­rar bizden eman alarak geri dönse, kısas olarak öldürülür.

Araplardan puta tapanlar ise, hiçbir zaman müslüman olmamışlardır. Bu nedenle onlardan biri ister elçi olsun ister olmasın eman alarak bize gelecek olur­sa, yurduna geri dönmesi için ona imkan veririz. Nitekim Resûlulah'a (s.a.v.) eman alarak geliyorlardı ve ResÛIulIah da onlara verdiği emana bağlı kalıyordu. Böylece had olarak öldürülemeyeceklerini anlıyoruz.

Buna delil şudur: Mürtedlerden kadın ve çocuklar köle edinildüclerinde müslüman olmaya zorlanırlar. Onlardan Yahudiliğe ve Hnstiyanlığa girenler olur­sa, müslümanlann onların kestikleri hayvanların etlerini yemeleri, köle oldukları takdirde onların sahibi olarak kadmlanyla yatmaları caiz değildir.

Putperest Araplar hakkındaki hüküm farklıdır. Onların kadın ve çocukları, fey' olur ve köle edinildiklerinde müslüman olmaya zorlanmazlar. Onlardan Ehl-i Kitap olanlar ise, hem kestikleri yenir ve hem de köle edinildikleri takdirde kadınlarıyla yatılır. Böylece had olarak öldürülmeyecekleri ortaya çıkmıştır.

3406- Şayet her sene onların erkeklerinden yüz kişinin teslim edilmeleri üzerine kendileriyle antlaşma yapılırsa, emandan sonra mülk edinilebilecek durumda olan köleleri hakkında bu hükmün geçerli olacağını belirtmiştik. Buna göre şayet hürlerinden alacak olursak, onları öldüre­nleyiz.

Çünkü onlar için eman geçerlidir. Onlara eman verildikten sonra öldürü­lemezler. Halbuki mürtedler hakkındaki hüküm böyle değildir. Onlara eman vermiş olmamız, öldürülmelerine engel değildir. Bu sebeple, hür mürtedlerden yüz kişiyi teslim aldıktan sonra onların müslüman olmalarını isteriz ve kabul et­medikleri takdirde onları öldürürüz.

3407- Ehl-i Kitap Araplar hakkındaki hüküm, Arap ol­mayan sair müşrikler hakkındaki hüküm gibidir. Antlaşma yapmak üzere onlardan haraç alınmasında bir sakınca yoktur.

Çünkü bize zımmî olmak isterlerse, bunu kabul etmemiz caizdir.

Nitekim yüce Allah'ın şu sözü onlar hakkında inmiştir:" Küçül(üp boyun eğ)erek elleriyle cizye verecekleri zamana kadar onlarla savaşı."[57] Ayrıca Resûlullah (s.a.v.), Hristiyan Arap olan Necranhlarla, her yıl 1200 elbise vermeleri karşılığında antlaşma yapmıştır. Hz. Ömer de, Arap olan Beni Teğlib'in cizye vermelerini İstemiş, daha sonra zekatın iki katını vermeleri hu­susunda antlaşma yapmış ve: "Bu, cizyedir, siz ona dilediğiniz ismi verin." demiştir.

Bu deliller, onlardan haraç almanın caiz olduğunu göstermektedir. Biz de, onlardan haraç almanın caiz olduğuna kıyas yaparak, antlaşma yapmak üzere mal alınabileceğini söylüyoruz. Hasan'ın naklettiği şu hadis de buna delil olarak ge­tirilmiştir: Resûlullah (s.a.v.), müslüman olmalan için Araplarla savaşmamızı, bunun dışında onlardan hiçbir şeyi kabul etmememizi emretti. Ehl-i Kitaba ge­lince, onlar da ya İslamı kabul ederler veya cizye verirler.

3408- Şayet devlet başkanı her yıl yüz kişiyi teslim et­meleri şartıyla onlarla antlaşma yaparsa, caizdir. Ancak bu yüz kişiyi oların kölelerinden alır. Kendilerinden ve çocuklarından almaz.

Çünkü eman onları kapsıyor ve onlardan herhangi bir şey alamaz.

3409- Ama kölelerinden değil de, onlardan alacak olur­sa, aldıklarını geri vermesi gerekir. Fakat kişi başına dirhem veya dinar vermeyi teklif ederlerse, bunu kabul et­mesi gerekir. Malı, mal olmayan bir şeyle değiş tokuş yapmayı mutlak olarak şart koşarken hüküm budur.

3410- Şayet her yıl kadın ve çocuklardan yüz kişiyi teslim eder ve bunlara karşılık "bize eman verin" derler­se, bunda bir sakınca yoktur.

Çünkü eman onları kapsamıyor ve köle edinilmeleri de caizdir.

3411- Bütün bu antlaşmalarda eğer devlet başkanı on­lardan herhangi bir vergi almamışsa, durumun müslürnan-ların lehine olduğuna kanaat getirdiği takdirde bu ant­laşmaları bozabilir. Ancak antlaşmayı bozduğunu onlara haber vermeden ve onlara bu haberi verdikten sonra, on­ların bu haberi ülkelerinin ücra köşelerine ulaştırmaları için gerekli süreyi beklemeden onlara savaş açamaz.

Şayet bir vergi üzerine onlarla antlaşma yapmışsa, dilediği zaman onu boz­ma hakkına sahiptir. Ancak bunu yapabilmesi için anlaşmanın geri kalan müd­detine tekabül eden vergiyi onlara iade etmesi gerekir.

Görmüyor musun, antlaşmanın hemen ardından antlaşmayı bozmayı uygun görecek olursa, aldığının tamamını onlara iade etmesi gerekir.

Aynı şekilde belli bir müddet sonra antlaşmayı bozacak olursa, geri kalan müddete tekabül eden miktarı onlara iade eder. Ancak müddet bittikten sonra antlaşmanın bittiğini ve emanlarının son bulduğunu haber vermeden de onlara savaş açabilir. Bununla beraber sözkonusu antlaşma sonucu onlardan ülkemize gelmiş olanlar, ülkelerine geriye dönünceye kadar eman içerisinde olurlar.

Çünkü ülkemizde eman içerisinde bulunuyordu ve ülkesinde emin bir yere geri dönünceye kadar bu emanın hükmü devam eder.

Başarı Allahtandır.[58]

 

Saldırmazlık Antlaşması İle İlgili Bazı Meseleler

 

3412- İmam Muhammed (r.a.) dedi ki: Müşriklerin bir ordusu, müslüman şehirlerden birini kuşatiır ve müslümanlar kendi canları ve çocukları konusunda endişeye ka­pılıp:  "size on bin dinar vereceğiz, onu alın ve ülkenize dönün" diyecek olsalar ve müşrikler de bu parayı alacak olsalar, ardından   müşrikler henüz oradan ayrılmadan ya da ayrılıp henüz ülkelerine varmadan müslümanlar onların zayıf bir taraflarına vakıf olup onlara saldırırsa, bunda bir sakınca olmaz. Onlara antlaşmayı bozduklarını haber ver­meden saldirabilir ve onlardan adam öldürüp   esir alab­ilirler.

Çünkü müslümanlar, onlara eman vermiş değiller. Çekip gitsinler diye can­larına ve çocuklarına karşılık onlara mal fidyesi vermişlerdir. Müşrikler, müslü-manlan kuşatmak ve mallarını almakla onlara zulmetmişlerdir. O halde müslü­manlar, güçleri yettiği takdirde öçlerini alma hakkına sahiptirler. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Kim zulme uradıktan sonra kendini savunursa böyle ha­reket edenlerin aleyhine bir yol yoktur, (bunlar kınanmaz ve cezalandırılmazlar)[59] Yine şöyle buyurmaktadır:" Kendileriyle savaşılan (mümin)lere, (savaş­ma) izni verildi. Çünkü onlara zulmedilmiştir ve şüphesiz Allah, onlara yardım et­meye kadirdir.[60]

Ayrıca onlara antlaşmanın bozulduğunun haber verilmesi, hainlik yap­maktan sakınmak içindir. Bu da gitmeleri için müslümanlann onlara rüşvet ver­miş olmaları durumunda sözkonusudur, yoksa müslümanlar onlardan gitmeleri için rüşvet alarak mal almış olmaları durumda sözkonusu değildir.

3413- Şayet müslümanlar onlara: "Bizden vazgeçip ül­kenize dönmeniz için size on bin dinar vermek üzere sizinle   anlaşalım"   derse   veya   müşrikler,   müslümanlara:

"Sizden vazgeçmemiz için bize on bin dinar vermek üzere anlaşalım" derse ve mesele aynı olsa, müslümanlar ant­laşmayı bozduklarını onlara haber vermeden saldıramaz-lar. Ancak ülkelerine vardıktan sonra onlara saldırabilir-ler. Çünkü antlaşmadan sonra antlaşmanın bozulduğunu haber vermeden onlara saldırmak, verilen emana ihanettir ve haramdır. Çünkü" anlaşalım" sözcüğü, ortaklığı bil­dirir ve her iki tarafı ilgilendirir. Müslümanların bu sözü kullanmış olmaları fark etmez.

3414- Taraflardan biri diğerine: "Barışalım, birbirimizi terk edelim, yahut siz bize eman verin ve biz de size eman verelim, diyecek olsa, durum yine aynıdır.

Nitekim taraflardan biri diğerine herhangi bir şart ileri sürmeden bu sözcüklerden birini söyleyecek olsa, antlaşmanın bozulduğunu haber vermeksizin savaşmaları caiz olmaz, Aynı şekilde, antlaşma ve mütareke için bir miktar mal vermiş olsalar, antlaşmanın bittiğini onlara haber vermeden onlara saldıramazlar. Ancak, emin bir yere ulaştıkları takdirde onlara savaş açabilirler.

Çünkü antlaşma, müslümanlan muhasara etmekten vazgeçerek çekip git­meleri şeklindedir. Müslümanları terk edip gitmiş olabilmeleri için darü'lharbe ulaşmış olmaları gerekir. Böyle bir sözden anlaşılan budur. Mutlak olarak söylenmiş bir sözle ne kastedildiği örf ile tespit edilir.

3415- Şayet: "Bizimle savaşmayıp gitmeniz için size şu kadar vereceğiz" diyecek olsalar, bu da mütareke ve ant­laşma yapmak gibidir.

Çünkü savaş, iki tarafın katılımı ile olur. Bu söz, her iki tarafın savaşı bırakması anlamına gelir. Bu ise, antlaşmayı gerektirir. Antlaşmanın gereğini dile getirmek, antlaşmanın kendisini telaffuz etmek gibidir.

3416- Şayet onlara: "Bizden kimseyi öldürmemeniz ve çekip  gitmeniz için  size şu  kadar vereceğiz"   derlerse, müslümanlar in onlara saldırmalarında bir sakınca yoktur.

Bizden bir ay uzak durmanız için size şu kadar vereceğiz, derlerse, yine on­lara saldırabilirler.

Çünkü müslümanlar bu sözleriyle ne açık ve ne de işaret yoluyla düşman halka eman vermiş değildir.

3417- Ama bir ay bize saldırmamanız için size şu kadar miktar vermek üzere barış yapıyoruz ya da mütareke yapıyoruz, diyecek olurlarsa, onlara haber vermeden yahut belirlenen müddet dolmadan saldıramazlar.

Çünkü barış ve mütareke sözünü kullanmakla söz konusu müddet içeris­inde onlara canlan konusunda eman vermişlerdir. Burada mütareke zaman ile sınırlandırılmıştır ve bu müddet içerisinde savaş yasaktır. Belirlenen müddet geçmedikçe eman da sona ermez.

3418- Ayrıca antlaşma hilalin başlangıcında ise, hilal ister otuz gün çeksin ister daha az çeksin, hilale itibar edilir. Ama ayın ortalarında ise otuz günlük mütareke yapıl­mış olur.

Çünkü ay" sözcüğünde hilaller asıldır ve günler, hilal yerine geçerlidir. Re-sûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: Ayı görerek oruca başlayın ve onu görerek oruca son verin. Eğer hava bulutlu olursa Şa'ban'ı otuz güne tamamlayın."

3419- Şayet gelecek bir yıllık için mütareke yaparlarsa ve antlaşma hilalin başlangıcında yapılmışsa, bu on iki aylık müddet demektir. Yüce Allah şöyle buyuruyor. "Al­lah'ın katında ayların sayısı on ikidir.[61] Eğer antlaşma ayın ortalarında yapılmışsa, hilallerle onbir ay ve geri ka­lan bir ay da günlerle sayılır. Antlaşma yapıldığında o ay­dan kaç gün kalmışsa, on üçüncü ayın günlerinden onlara ilave edilir ve gün sayısı otuza tamamlanır.

Ebû Yusuf ve Muhammed'in görüşü budur. Ebû Hanife'ye göre ise, ayla­rın tamamı günlerle hesaplanır. (Tahavîye ait) "el-Muhtasar" in şerhinde iddet ve icar müddeti konularında bu ihtilafı açıklamıştık. İkisi diyor ki: Asıl kaçınldığında yerine geçene başvurulur ki o da bir aydır. Ebû Hanife ise: Birinci ay bitmeden ikincisi girmez diyor. Böylece ikinci aym girişi (başlangıcı), ayın ortasında gerçekleşmektedir. Çünkü birinci ay da ayın ortalannda başlamıştı. Her ay açısından durum budur.

3420- Şayet onlara: "Bize dinar verip çekip gitmenize karşılık size at ve silahlarımızı verelim" diyecek olsalar, haber vermeden müslümanlarm onlara saldırmalarında bir sakınca yoktur.

Çünkü söylediklerinden alış-veriş anlaşılır. Alış-veriş yapmak ise, alışveriş yapanların arasında emanın var olduğu anlamına gelmez. Aynca onların çekip git­melerini istemişler, bunda da canlan konusunda eman verdikleri anlamına gelmez.

3421- Eğer onlara: "Size silah ve atlarımızı vermek, si­zin de bize bin dinar verip gitmeniz üzere sizinle mütareke yapalım yahut antlaşma yapalım" diyecek olurlarsa, müs-lümanlar onlara haber vermeden veya onlar güvenilir ve emin bir yere varmadan kendilerine saldıramazlar.

Çünkü söylenen sözlerden her iki tarafın birbirlerine eman verdikleri anla­şılır. Antlaşmaya ilave olarak alış-veriş yapılmış olması, antlaşmanın hükmünü bozmaz.

3422- Onlar henüz İslam yurdunda iken müslümanlar antlaşmanın bozulduğunu haber verecek olsalar, onlara saldıramazlar.

Çünkü onlardan mal almışlardır ve antlaşmada mal alınmışsa, o mal geri iade edilmeden antlaşma bozulamaz.

Böyle bir durumda onlara saldırabilmeleri için yol şudur: Müslümanlar, on­lara verdikleri silah ve" mallarını geri vermelerini isterler ve kendileri de onlardan aldıkları malları geri verirler. Bu geri verme işi tamamlandıktan sonra savaşırlar.

Eğer buna nza gösterirlerse, her iki taraf verdiğini geri alır, böylece ant­laşmanın bozulduğu da haber verilmiş olur ve savaşırlar. Eğer müşrikler aldıkla-nnı geri vermezlerse, bu takdirde müslümanlar, antlaşmanın bozulduğunu haber verir, kendileri de aldıklannı geri vermez ve onlara saldınrlar.

Çünkü müşrikler, aldıkları silah ve atları geri vermeyi kabul etmeyince, kendilerinden almanın buna karşılık olmasına nza göstermişler demektir. Böylece anlaşma da mal alıp vermeden soyutlanmış olur. Böyle bir durumda antlaşmanın bozulduğunu haber verip savaşmak caizdir.

3423- Onlara silah ve atlarını verip çekip gitmeleri ko­nusunda onlarla antlaşma yapacak olurlarsa ve onlar da ülkelerinde emin bir yere ulaşırlar da sonradan müslü­manlar dan bir seriyye darü'lharbe girerek o silah ve atları onlardan alacak olurlarsa, eski sahiplerinin o silah ve at­larda bir hakları olmaz. Onları alan seriyye ister aralarında onları taksim etmiş olsunlar, ister henüz taksim et­memiş olsunlar, fark etmez.

Çünkü eski sahipleri onları kendi rızalanyla onlara vermişlerdir. Eski sa­hipler, ancak gönül nzasıyla vermeyip kendilerinden zorla alınmış olan şeyleri ga­nimetten ayırıp alabilirler. Çünkü zorla kendilerinden alınmış olan, zulüm olarak alınmıştır. Zulme uramışa gazilerin kendilerine yardım etmeleri bir görevdir. Ama gönül rızasıyla verilmiş ise, durum başkadır. Zorla alınmış olanla, gönül rızasıyla alınan aynı değildir. Malını yitirdikten sonra onu geri alma hakkı, nas ile sabit bir hükümdür ve her yönden ona benzemeyen bir şey ona kıyas edilemez.

Nitekim müslüman esirlere karşılık mallanndan bir kısmını vermiş olsalar ve sonra da o malları ganimetler arasında bulacak olsalar, onlan geri alamazlar. Çünkü o malları kendi gönül nzalanyla vermişlerdir. İşte bu, muhasara edilmiş olduklarından dolayı zulüm olarak bu mal onlardan alınmıştır, bu da zorla alınmış gibidir, şeklindeki iddianın tutarsızlığını açıklığa kavuşturmaktadır. Çünkü bu husus, müslüman esirleri kurtarmak için verilen fidye için de söz konusudur. Ni­hayet burada da müşrikler zulmetmiş, müslüman hürleri esir almışlardır. Müslümanlar da bu esirleri kurtarmak için mallarını fidye olarak vermişlerdir.

Onlar henüz harp yurduna at ve silahlarla girmeden se-riyyedekiler onları almışsa, durum yine aynıdır. Çünkü silah ve atları teslim almakla artık bunlar onların mülkü olur ve daha önceki sahipleri onları gönül rızasıyla onlara vermişlerdir. Mülkiyetin onlara geçmesi, onları kabzetmeleriyle gerçekleşir, tıpkı alış-veriş ve hibede olduğu gibi. Ama zorla onlardan almış olsalar, kendi ülkelerine dönünceye ve orada o aldık­lannı koruma altına alıncaya kadar mülkiyeti asıl sahiplerine aittir. Çünkü burada zorla alma söz konusudur.

Alınan bu mallar, seriyyedekiler için fey1 olup ondan beştebir pay alınır.

Çünkü müşrikler, ülkemizde oldukları müddetçe onlar için eman yoktur. Ayrıca onlar da bir güç sahibidirler. Onlara galip gelindiği takdirde kendilerinden alınanlar, ganimet hükmündedir.

3424- Ama müslümanların hür esirlerinin geri veril­mesi için darü'lharpten bir adama yahut güç ve kuvvetleri olmayan bir guruba fidye verecek olurlarsa ve müslüman-Lar onlara saldırırsa, o kişi veya gurup da ülkemize eman almaksızın girmişlerse, onları köle olarak ele geçirirler. Kendilerine teslim edilmiş fidye de asıl sahiplerine geri verilir. Ancak müşrikler, güç ve kuvvet sahibi iseler, dur­um farklıdır.

Çünkü mallan kabzetmiş olmalan, güçlü olmalanyla anlam kazanır. Bu ise, ya yurtlarına dönmeleriyle ya da güçlü olmalanyla gerçekleşir. Bu gerçekleş­mediği takdirde malları ellerine geçirmiş ve kabzetmiş sayılmazlar. Mal üzerindeki mülkiyet, o malı onlara verenindir. Çünkü bu malı, hür bir esiri kurtarmak için vermiştir. Hür olan esir ise, asla mülk olmaz. Böylece yapılmış olan akit, gerçek bir mübadele (alış-veriş ) değildir. Akdin gerçekleşmesi için, malı alanın onu ko­ruması altına almış olması gerekir. Bu gerçekleşmediği takdirde mal kabzedilmiş sayılmaz.

Görmüyor musun, o malın sahibi, şayet onlar esiri bıraktıktan sonra o malı onlardan geri alabilme imkanını bulacak olsa, onu geri alması caizdir. Çünkü onlar haksız bir şekilde bu malı almışlardır. Hür birini esir alıp hapsetmeleri se­bebiyle zulüm işlemişlerdir. Bu sebeple başka bir müslüman bu malı ele geçirecek olsa, onu asıl sahibine iade eder.

Nitekim kendi ülkelerine geri dönmeden önce müslüman olsalar, o malı sa­hiplerine iade etmeleri gerekir. Ama güç ve kuvvet sahibi iseler, geri vermeye zor­lanamazlar.. Müslümanların eline geçtiği takdirde durum aynıdır.

3425- Ama malı zorla almışlarsa, ister güçlü olsunlar,ister olmasınlar, o malı kendi ülkelerine korunan bir yere

ulaştirmamışlarsa, onu sahiplerine geri iade ederler.

Müslümanların eline geçmiş olsa, her iki durumda da onu iade etmeleri ge­rekir. Antlaşma yoluyla esirlerin fidyesi olarak aldıkları konusunda güç sahibi ol­maları ile olmamalan arasındaki anlam farkı şudur; Güç sahibi iseler, kışlalannda îslamın hükümleri geçmez. Çünkü isteyerek bu hükümlerle yükümlü olmazlar. Güçleri sebebiyle de bu hükümlere uymaları konusunda zorlanamazlar. O malı zulüm olarak almış olmalan, o malın mülkiyetlerine geçmesine engel değildir. Güç sahibi değillerse, zorla İslamm hükümlerine uymaları sağlanır. Zulüm olarak o malı ele geçirmiş iseler, o mal onların mülkiyetlerine geçmiş olmaz. O malın sa­hibi, rüşvet olarak o malı kendi rızasıyla onlara vermiş de olsa durum aynıdır. Yağcılık olsun diye kimi zalimlere verilen mallar da bu zalimlerin mülkiyetlerine geçmiş olmaz.

Bu durumu şu husus açıklamaktadır: Güç ve kuvvet sahibi olduklannda bir müslüman kışlalanna girip onlara bir dirhemi iki dirheme satacak olsa, bu alış­veriş caizdir. Ama güç sahibi değillerse caiz değildir. Böylece aradaki fark açıklığa kavuşmuş olmaktadır.

3426- Onlardan güçlü kuvvetli bir gurup müslüman-lardan bir topluluğu ele geçirir ve onlara: "Ya sizi öldü­rürüz veya bize mallarınızı verir yahut mallarınızın nerede olduğunu bize söylersiniz" derlerse ve bu malları ellerine geçirir, sonra da bu müşrikler İslama girer yahut müslü-manlardan bir gurup onlara galip gelir ve o malları ele geçirirse, ister bu malları kendi aralarında taksim etmemiş olsunlar, ister taksim etmiş olsunlar, onları asıl sahip­lerine iade etmeleri gerekir.

Çünkü burada mallan zorla almışlardır. Mal sahiplerini ele geçirip zorla mallarını aldıklarından, bu mallan karşılıksız almışlardır. Böyle bir nedenden do­layı o malı ülkelerine uîaştınp korunaklı bir duruma kavuşturmadan müslümanın malına malik olamazlar. Bu sebeple, müslüman oldukları takdirde o mallan iade etmeleri gerekir. Aynca müslümanlar da bu mallan ele geçirdikleri takdirde onlan eski sahiplerine geri vermek mecburiyetindedirler. Bu malları ele geçirip kendi aralarında taksim etmiş olsalar bile onları geri vermek zorundadırlar. Oysa nzaya dayalı aldıkları mallar böyle değildir. Çünkü müslümanlar, mallannı kendi nza-lanyla müşriklere vermiş olurlar. Müşrikler o mallan kabzettikten sonra artık o mallar onların mülkiyetine geçmiş olur.

3427- Müşriklerin kuşattıkları şehir halkı onlara: "Ka­dın ve çocuklarımızla birlikte şehirden çıkalım ve şehri içindekilerle birlikte size terk edelim" diyecek olsalar ve bunun üzerine şehri terk etseler, yahut henüz terk etmemiş veya bir kısmı terk etmiş olsa, sonra da müşriklerin zayıf bir taraflarının farkına varsalar, haber vermeden on­lara saldırmalarında veya onlarla savaşmalarında bir sa­kınca yoktur.

Çünkü onlara eman vermiş değiller. Sadece, şehri terk edip size teslim ede­ceğiz, demişlerdir. Bu sözlerinde araiannda emanm bulunduğuna dair bir delil yoktur. Aksine, şehri zorla almış olduklarına delil vardır. Bu nedenle, İmkan bul­dukları takdirde onlara haber vermeden müslümanlar kendilerine saldırabilirler.

3428- Şayet şehri terk etmek üzere sizinle anlaşalım, demişlerse, kendilerine haber vermeden saldıramazlar.

Çünkü "antlaşma" sözcüğü, şart koşulan konuda her iki taraf hakkında emanm şart koşulmuş olduğuna delildir. Bu ise, haber vermeden savaşmayı en­geller.

3429- Müslümanlar, çoluk çocuklarıyla şehri terk et­mek üzere yola çıksalar ve şehrin giriş kapısına geldik­lerinde müşriklerin zayıf bir taraflarının farkına varsalar, onlara haber vermeden saldırmaları caiz olmaz.

Çünkü maksat, antlaşma yapılmaksızın çocuklarıyla birlikte müşriklerden emin olacakları bir yere çıkmalarıdır. İnsanlar arasındaki Örfe müracaat edildi­ğinde herkes bunun böyle, olduğunu bilir. Şehir kapısına gitmekle de bu maksat hasıl olmaz. Bundan dolayı eman hükmü henüz son bulmamıştır.

3430- Antlaşma olmamış olsaydı birbirlerinden korka­cak kadar yakın bir yerde oldukları takdirde, durum yine budur. Ama birbirlerinden korkmayacakları bir uzaklığa gitmişlerse, müslümanların, müşriklere haber vermeden geri dönüp onlara saldırmalarında bir sakınca yoktur.

Çünkü o antlaşma ile sabit olan karşılıklı eman, müslümanların müşrikler­den emin olacakları bir mesafeye ulaşmalanyla son bulmuştur. Yapılan o antlaş­madan maksat, her iki tarafın, endişeye düşmeyecek ölçüde birbirlerinden uzak olmalarıdır ve bu husus böylece gerçekleşmiştir.

3431- Ama eğer müslümanlar darü'lharbe girmiş ve bu­rada müşrikler onları kuşatmışlarsa, sonra da müslüman­lar, ordugahlarmdaki şeyleri onlara teslim etmek üzere kendilerini salıvermelerini, buna karşılık çekip gideceklerini söylemişlerse, İslam yurduna girinceye kadar onlara haber vermeden saldıramazlar.

Çünkü müslümanların oradan çekip gitmiş sayılmaları, onların yurdundan çıkmış olmalarıyla gerçekleşir, ilk durumda harp ehli İslam yurdunda idiler. Şimdi müslümanların çekip gitmiş olmaları, İslam yurduna girmeleri ve her iki gurubun böylece birbirlerinden emin olmalarıyla mümkündür. Çünkü darü'lharp-te müslümanlar için çekip gitme, ancak o ülkeden ayrılıp kendi ülkelerine gir­meleriyle gerçekleşir. Örfte bu sözden anlaşılan budur ve örf ile sabit olan, nas ile şart koşulmuş gibidir.

3432- Muhasara altına alınan şehir halkı şayet İslam yurdunda iseler ve çoluk çocuklarıyla falan yere çekip gitmeleri üzerine müşriklere antlaşmışlarsa, onlara haber vermeden kendileriyle savaşamazlar.

Çünkü aralarında şart koştukları budur ve şartın yerine getirilmesi gerekir.

3433- Müslümanlar, birbirlerinden emin olacakları bir yere kadar uzaklaşır ve sonra da şart koşulan yere gidecek kadar oralarda oyalanır, sonra da onlara saldırmak is­terlerse, bunda bir sakınca yoktur.

Çünkü maksat, bizzat o yere varmaları değildir, bilakis, o yere onlar varın­caya kadar bu süre zarfında eman içerisinde olmaları kastedilmiştir ki bu süre içe­risinde amaç gerçekleşmiş olur. Hüküm, sözün zahirine göre değil, maksada göre belirlenir.

3434- İmam Muhammed -Allah rahmet etsin- şöyle de­di: Bana göre, söz konusu olan yere varmak ve bulunulan yerden uzaklaşmak için gerekli olan müddete itibar edilir. Daha doğru olan görüş budur.

Çünkü düşmanın emanda o yeri şart koşmaları, Müslümanların geri dönüp kendilerine zarar vermemeleri içindir.. Bunun için o yere ulaşacakları müddet kadar emniyette kalmayı hedeflemişlerdir. Bu maksatları ise, o müddetin geçme­siyle gerçekleşmiş olur.

Çünkü eğer kûfe'ye gitmelerini istemişlerse ve müslümanlar da buradan daha uzakta bulunan Basra, Mekke veya Şam'a gitmiş olursa, onlara haber ver­meden dönüp savaşabilirler.

Bu da, belirlenmiş olan yere gitmenin değil, müddetin geçerli olduğunu gösterir.

Görmüyor musun, bir ay onlarla savaşmamayı ya da bir aylık mesafede İslam yurdunun derinliklerine gitmelerini antlaşmada zikretmiş olsalar, onlar da bir ay bekleyip sonra haber vermeden onlara saldıracak olsalar, bunda bir sakınca olmaz. Çünkü antlaşmadaki maksat hasıl olmuştur. Ancak müddete itibar edi­lebilmesi için her iki tarafın birbirlerinden emin olacakları bir mesafede bu­lunmaları gerekir. Eğer birbirlerinden emin olacakları mesafede uzak değillerse, sanki şehirden ayrılmamış gibidirler. Bu nedenle, daha yakın bir mesafede bulunuyorlarsa, haber vermeden onlara saldırmalarını doğru bulmuyoruz. Aynı şekilde diğer müslümanlar veya zımmîler de onlara saldıramazlar.

Çünkü aralarındaki antlaşma gereği şehir halkı açısından eman içerisinde­dirler ve müslümanların bir kısmı tarafından verilmiş olan eman, diğer müslüman-lan ve zimmîleri de bağlar. Nitekim Resûlullah (s.a.v.), "Müslümanların en aşağı seviyedekilerinin zimmeti, diğer müslümanlan da bağlar." buyurmuştur. Şehir halkının, haber vermeden saldırmaları caiz olan her durum, diğer müslümanlarla zimmet ehli hakkında da caiz olur.

Allah en iyi bilir.[62]

 

Antlaşma İçin  Müşriklerin Fidye Olarak Verdikleri Şeyler Ve Gaspettikleri Malların Hükmü

 

3435- Müşrikler, her yıl müslümanlara yüz kişi teslim etmek ve kendi ülkelerinde emin kalıp müslümanların hükümlerinin kendilerine uygulanmaması ve müslümanların onlara saldırmamaları üzerine antlaşma yapmak isteseler, müslümanlar, onlardan korkuları olmadığı sürece, böyle bir antlaşma yapamazlar.

Çünkü saldırmazlık antlaşmasından maksat, zimmet akdindeki maksattır. O da yolların en yumuşağı ile onlan dine davet etmek ve müslümanların hüküm­lerinden bir kısmını düşmanın kabul etmesini sağlamaktır. Müslümanların hü­kümlerinin onlara uygulanmamasını ve kendi yurtlarında rahat ve emin olarak ha­yatlarım sürdürmelerini şart koştukları takdirde, antlaşmanın maksadı hasıl olmaz. Ancak zaruret durumunda bu tür şartlar kabul edilebilir.

3436- Antlaşma yapıldığı takdirde, onlardan her yıl or­ta düzeyde yüz kişi alınır. Yüz kişi yerine onların bedelini getirecek olsalar, kabul edilir. Tıpkı bir malın, mal ol­mayan bir şeyle mübadelesinde olduğu gibi, bir kayıtlama olmaksızın kişi şart koşulmuş ise, kabul edilir. Ama şa­hıslar yerine buğday, at veya silah verecek olsalar, müslümanlar bunu kabul etmeyebilirler.

Çünkü bu gibi şeylerin kabulü, alışveriş yoluyla olur ki bu da iki tarafın nzalarıyla gerçekleşir. Oysa bir değer belirtilmişse, bu değer dirhem olarak da, dinar olarak da verilebilir. Verilen değer, maliyet olarak teslim edilecek kişilerin sayısına göre belirlenir.

3437- Müslümanların   başka   bir   cinsi   (para   dışında buğday, silah vs. gibi malları) kabul etmemeleri, aralarındaki antlaşmayı bozmuş olmaları anlamına gelmez.

Çünkü satış akdini yerine getirmemekle antlaşma bozulmuş olmaz. Zira satış akdi, antlaşma akdinden farklıdır. Bunu kabul etmemek, antlaşmayı bozmak anlamına gelmez.

3438- Teslim edilecek şahıslar, harp ehlinin köleleri arasından olacaktır. Köle olmayanları teslim etmek mecburiyetinde değildirler.

Çünkü " yüz kişi" denirken, bu söz, örfen bilinenler hakkında kullanılmış kabul edilir. Zahir örfe göre, kölelerinden teslim etmeleri gerekir. Ama müslü-manlar antlaşmayı yaparken başka bir şeyi belirlemişlerse, o başka. Eğer antlaş­mada bir belirleme yapılmışsa, o zaman örf geçerli olmaz, belirlenen teslim edilir.

3439- Çocuk ve kadınlarından yüz kişi getirecek olur­larsa, müslümanlarm bunu kabul etmemeleri uygundur.

Çünkü verilen eman onları kapsar ve bu eman ile çocuk ve kadınlar köle edinilmekten korunmuşlarda

Nitekim onlardan biri, bir müslümana çocuğunu satmaya kalkışacak olursa bu alış-veriş caiz olmaz. Saldırmazlık antlaşmasında da durum aynıdır. Eman on­ları kapsadığına göre onlan kabul etmek caiz değildir. Ama krallan mutlak hakim olup onlardan dilediğini satabiliyor yahut hibe edebiliyorsa ve hepsi de bunu ka­bul ediyorsa, krallarının onlardan yüz kişiyi teslim etmesi caizdir.

Çünkü onlar kulluğu kabul etmişler ve bu kabulleriyle onun kölesi olmuş­lardır. Onlan satabilir ve dilediği şekilde onlara davranabilir. Bundan dolayı ant­laşmada şart koşulan şahıslan almak caizdir.

3440- Ona köleliği kabul etmiyorlarsa ve kral onlardan yüz kişi getirip, bunlar benim kölelerinıdir, onları alın derse ve onlar da: "Hayır, bizler hür insanlarız" derlerse bakılır; Eğer o yüz kişi kralın askerleri tarafından yenik düşmüş  olarak  bize  getirilmişlerse,  onları  almakta  bir sakınca yoktur.

Çünkü Eğer köle iseler, onlan teslim almak bizim için caizdir. Ama hür ise­ler, askerleriyle onları yenilgiye uratmış olup kendisine köle edinmiştir ve bu du­rumda onlan teslim almamız caizdir. Çünkü eğer kralları bunu onlara yapıyorsa ve onların kanunlarına göre başkasını yenilgiye uratan kişi onu kendisine köle edinebiliyorsa, kendileri için caiz gördüklerini biz de onlar için caiz görürüz. Çünkü mütarekeyi yaparken, bizim hükümlerimizin onlar hakkında geçerli ola­mamasını istemişlerdi. Bu şartın gereği olarak onlar hakkında geçerli olacak hükümler, şirk hükümleri olacaktır. Kendileri bunu şart koşmuşlardı. Kendileri hakkında caiz gördükleri elbette onlara da uygulanacaktır. İmam Muhammed, bu kuraldan hareket ederek şöyle demektedir:

3441- Teslim edilmek üzere getirilen yüz kişinin hür­lerinden olup kendi ülkelerinde onları yenilgiye uğratarak köle edindiklerini ve yenilgiye uğratılarak bize getirilmiş olduklarını biliyorsak, söz konusu ettiğimiz kuraldan do­layı onları teslim almamızda bir sakınca yoktur. Ülkele­rinde iken sahip oldukları eman ile ülkemize gelecek ol­salar ve ülkemize girerken eman dilememiş olsalar, ülke­lerindeki emanları burada da geçerli olur.

3442- Ülkemize geçtikten sonra kendilerinden yüz kişi­yi yenilgiye uğratarak onları bize teslim etmeye kalkışacak olsalar, onları alamayacağımız gibi, o yüz kişiyi yenilgiye uratmalarına da engel oluruz.

Çünkü ülkemizde bizim kanunlanmız, yani îslamın kanuhlan geçerlidir. İslama göre, eman altmdakilerden hiç kimse köle edinilemez. Çünkü bu şekildeki bir yenilgi galip gelenlerin mağlup olanlara zulmetmesi demektir. Nasıl müslü­manlarm ve zimmîlerin zulme uğramalanna engel oluyorsak, ern^n altındakilerin de zulme uğramalarına engel"olmalıyız.

Görmüyor musun, bu galibiyet ile onlan köle edindikten sonra müslüman olacak olsalar, galip geldikleri kimseleri salıvermelerini isteriz. Ama kendi ülkele­rinde onları mağlup ettikten sonra müslüman olacak olsalar, o mağlup ettikleri kimseler onların köleleri olur. Bu konuda darü'Iharpte müslümanlann korunmuş-luğu, darü'lislamda olduğu gibidir.

Tavûs'un rivayet ettiği hadis buna delili getirilmiştir. Buna göre Muaz b. Cebel'in mektubunda şöyle denilmektedir. Daha önce hür olan veya müstaz'af bulunan bir topluluğu köle edinen eğer onlan kendi evinde hapsetmiş ve sonra müslüman olmuşsa, onları köle edinmiş kabul edilir. Ama onlan haraca bağla-mışsa, müslüman olduktan sonra onlardan haraç alamaz.

Bundan da anlaşılıyor ki, İslamın hükmü bir bölgeye ulaşmazdan Önce başkalannı yenilgiye uğratıp onlan köle edinen kimse İslam geldikten sonra ona kölelikleri devam etmektedir. Ama îslam o ülkeye hakim olduktan sonra onlan yenilgiye uratmışsa onlar hür olurlar. Bu nedenle şayet aramızda mütareke bu­lunan kimseler beraberlerinde yüz kişi bulunduğu halde çıkıp bize gelseler ve biz­ler de o yüz kişinin yenilgiye uğratılıp uğratılmadıklarını bilmiyorsak mütareke yaptığımız kimseler: "Bunlar bizim kölelerimizdir, fidye olarak onlan size ge­tirdik" deseler; o yüz kişi ise: "Yalan söylüyorlar, bizler de onlar gibi hürüz" de­seler, o yüz kişinin söyledikleri kabul edilir.

Çünkü aralanndaki bu ihtilaf îslam yurdunda ve müsîümanîann hüküm­lerinin geçerli olduğu bir yerde olmuştur. Müsîümanîann hükümlerinden biri şudur: Durumunun daha önce ne olduğunu bilmediğimiz bir kişi, köle olduğu de­lil ile sabit olmadıkça hür olduğuna dair iddiası geçerlidir.

3443- İki şahit, onSarın köle olduklarına dair şahitlik ederse,  şahitlikleri  kabul   edilir.  Şahitlerin   müslüman, zimmî veya darulharpten olmaları fark etmez.

Çünkü haklannda şahitlik yapılanlar da harp ehlidir ve harp ehlinin harp ehli aleyhindeki şahitlikleri kabul edilir. Sadece dinlerine göre bu şahitlerin adil olmaları gerekir.

3444- Onları getirenler "Bunlar hür idiler, ancak kralı­mızın emriyle ve kendi yurdumuzda onları yenilgiye uğ­rattık, böylece kölelerimiz oldular" derlerse, o yüz kişi ise: "Hayır, bizi yenmiş değiller ve böyle bir şeyi bize ar-zetmiş de değiller, şimdi burada bunu söylüyorlar" derse, o yüz kişinin söyledikleri kabul edilir.

Çünkü onları yenilgiye uğratmalan sonradan olan bir olaydır ve kısa za­manda gerçekleşmiş olması muhaldir. Aynca onlar, köleliğe sebeb olan birşeyi iddia ediyorlar ve sebebi iddia etmek, sebeple sabit olan hükmü iddia etmek gi­bidir. Çünkü sebeplerin bizzat kendileri değil, sonuçlan amaçlanır. Bu sebeple köle olduklan delil ile sabit oluncaya kadar köle olduklarına hükmolunamaz.

3445- Ama eğer bazıları, bazılarından alacaklı oldukla­rını ya da darü'lharpte bir akit yaptıklarını iddia etseler ve buna dair delil getirseler, bu iddialarına karışmaz ve bu konuda herhangi bir hüküm vermeyiz. Ancak müslüman olur ya da zimmîliği kabul ederse, o başka.

Çünkü hükmümüzün geçerli olmadığı bir yerde aralannda bir muamele geçmiştir ve onlar İslamın hükümlerini kabul etmedikçe hakim aralannda hüküm veremez. Davalı ve davacı müslüman olur yahut zimmîliği kabul ederlerse, ancak o zaman hakim aralarında hüküm verir. Taraflardan biri müslüman olur yahut zimmîliği kabul ederse, hakim aralannda hüküm veremez. Çünkü müslümanlığı kabul etmeyen kişi, İslamın hükümleriyle yükümlü değildir. Müslüman olan açı­sından baktığımızda ise, davalı ile davacı aynı konumda olmalıdır. Biri için İsla­mın hükümleri geçerli değilse, diğeri için de geçerli olmaz. Kölelik meselesinde ise, aralarındaki anlaşmazlık İslam yurdunda ortaya çıkmıştır. Bu sebeple hakim böyle bir konuda hüküm verebilir.

Görmüyor musun, onlardan biri şirk yurdunda o kişinin kölesi olduğunu itiraf ederse, sonra da ben onun emirlerine uymam derse, efendisinin emirlerine uyması için onu zorlanz. Çünkü şirk yurdunda kölesi olduğunu söylemekle, îslam yurdunda da kölesi olduğunu itiraf etmiş olur. Ama onlardan biri, şirk yur­dunda diğerine borçlu olduğunu itiraf etse, ikisi de Îslamı kabul etmedikçe ya da zimmî olmayı istemedikçe hakim aralannda hüküm veremez.

3446- O yüz kişinin köle olduklarım kabul edecek o-lursak, hükümde çelişkiye düşeriz. Çünkü o yüz kişi, karşı tarafa: "Asıl siz bizim kölelerimizsiniz" diyecek ol­salar, taraflardan birinin iddiasını kabul etmek için el­imizde bir delil yoktur. Eğer karşı taraf:  "Bu yüz kişi kölelerimizdir" derse ve o yüz kişi de: "Bilakis hürüz ama fidye karşılığı bizi teslim almanızı kabul ediyoruz"  de­seler, onları yine kabul edemeyiz.

Çünkü onlar bizim yurdumuzda eman içerisinde olmuşlardır. Yurdumuzda eman altında bulunan bir hür, hiçbir surette köle edinilemez. Onun buna nza gös­termiş olması veya nza göstermemiş olması önemli değildir.

Görmüyor musun, onları getirenler: "Bunlar, bizim gibi hürdürler ama on­ları alın, onlar da buna razıdırlar" diyecek olsalar, bu sebepten dolayı onları teslim alamayız. Çünkü müslümanların kanunlarına göre onlar, her iki durumda da hürdürler. Delil olmaksızın köle oldukları iddiasıyla köle olamazlar.

3447- Müslümanların onları teslim almadıklarını gör­düklerinde: "Aslında biz, iddia ettikleri gibi köleyiz, hür olduğumuzu söylerken yalan söylüyorduk" deseler, müs-lümanlar onları teslim alabilirler.

Çünkü köle olduklarına dair iddiaya karşı çıktıktan sonra şimdi itiraf etmişlerdir, inkardan sonra yapılan itiraf geçerlidir. Biri, bu durumu bilinmeyen bir kimse için: Bu, benim kölemdir, dese ve şahıs, önce bu iddiayı reddetse, son­ra da kölesi olduğunu itiraf edecek olsa, kölesi olduğu ortaya çıkmış olur.

3448- Onları getirenler, önce onların hür olduklarını söyleyip   "onları alın, çünkü onlar buna razıdırlar"   deseler, müslümanların onları kabul etmediklerini görünce de: Onlar bizim köleler imizdir, deseler ve o yüz kişi bunu doğrulayacak olsalar, müslümanlar yine onları alamazlar. Çünkü onların hür oldukları bizim yurdumuzda doğrulanmıştır, aynca daha önce köle olmuş idilerse de, o sözleriyle azad edilmiş olurlar ve artık hürdürler. Daha Önce hür idilerse, zaten hür olduktan için onları kabul edemeyiz.

3449- Onların hür olduklarını söyledikten hemen son­ra:   "Hayır, biz yalan söyledik. Onlar kralın köleleridir, onları bizimle gönderdi ki onları size teslim edelim" de­seler ve o yüz kişi de bunu kabul edecek olsa, müslümanlar onları teslim alabilirler.

Çünkü bizzat kendileri bunu itiraf etmişlerdir. Durumu bilinmeyen bir kişi, durumu hakkında itirafta bulunursa, başkasının iddiasına bakılmaksızın itirafı ka­bul edilir. Bu nedenle de fidye olarak alınmaları caizdir.

3450- Mütareke esnasında yüz kişi teslim edeceklerine dair antlaşma yapılsa ve erkek mi, yoksa kadın mı teslim edeceklerine dair bir şey söylememiş olsalar, yüz erkek de getirseler, kadın da getirseler yahut bir kısmı erkek, bir kısmı kadın yüz kişi getirseler, bunları kabul etmemiz gerekir. Çünkü mutlak bir söz söylemişlerdir ve mutlak, ancak delil ile takyid edilir.

Çünkü "yüz kişi" denilirken herhangi bir nitelik belirtilmemiştir. Bu, tıpkı keffaretlerde köle" ifadesine benzer. Keffaret olarak erkek köle de, kadın köle de azad edilebilir.

3451- Şayet yaşı küçük kişiler getirecek olsalar bakılır; Eğer bu küçükler anneye ihtiyaç bırakmayacak fakat babaya ihtiyaç duyacak kadar küçük iseler, kabul edilirler. Ama anneye ihtiyaç duyacak kadar küçük iseler  veya he­nüz sütten kesilmişlerse kabul edilmezler. Çünkü   "kişi" denirken, ergenlik çağını geçmiş olanların kastedildiğine dair bir işaret mevcut değildir. O halde ergenlik çağını geçmiş olanlar da, bu yaştan küçük olanlar da kabul ed­ilir. Ancak    "kişi" tabiriyle yalnız başına kendi kendini idare edebilen kastedilir. Yalnız başına yemeğini yiyebile­cek durumda değilse, kendi kendine elbiselerini giyemi-yorsa ve kendi kendine temizliğini yapamıyorsa, maksat hasıl olmamıştır demektir.

Çünkü bu çocuklar kendi kendilerini idare edemezler ve hizmetçiye ih­tiyaçları vardır.

3452- Annelere ihtiyaçları yoksa, maksat hasıl olmuş­tur. Ekonomik açıdan da maksat hasıl olmuştur. Çünkü ekonomik açıdan zarar, çocuğun kendini idare edebilecek yaştan daha küçük bir yaşta olmasıdır. Anneye ihtiyacı yoksa normalde değer bakımından bir zarar söz konusu değildir. Köleleri arasından bu nitelikleri haiz kişiler getirecek  olurlarsa, getirdikleri  kabul  edilir. Annelerinin darü'lharpte olması, kabul edilmelerine engel değildir.

Çünkü çocuklarla analarını birbirinden ayırmak, müslümanların yaptıkları bir şey değil, müşriklerin davranışları sonucudur.

3453- Bu, bir cariyesi bulunan ve yurdumuzda eman altında olan kişinin durumuna benzer. Adam cariyesini

müslümanlara   satıyor,   fakat   oğlunu   birlikte   satmıyor. müslümanlarin böyle bir cariyeyi almaları caizdir.

Çünkü anne ile çocuğunu birbirinden ayıran, harp ehlinden olan kişinin kendisidir. Müslüman, ana veya çocuğu satın almadığı takdirde o harp ehlinden olan kişi, ikisini darii'lharbe götürecektir ve bu, müşriklere bir yardım olacatir. Ya kendileri müşriklere destek olacak veya ileride onların zürriyetleri destek ola­caktır. Bu durumun gözetilmesi, anne ile çocuğunu birbirinden ayırmaktan daha önemlidir.

3454- Saldırmazlık antlaşması esnasında müslüman-ların kölelerinden yüz kişiyi teslim edeceklerini şart koş­tukları halde, teslim etme dönemi geldiğinde kendi kölele­rini yahut bedelini ödemeye kalkışacak olsalar, müslü-manlar bunu kabul etmeyebilirler. Ancak bu, antlaşmayı bozma anlamına gelmez.

Çünkü müslümanlar için şart koşulan menfaat gerçekleşmemiş olur. Müs­lümanlar, kendi kölelerini onların boyunduruklarından kurtarmak için bu şartı koşmuşlardır. Bedel getirmeleri yahut kendi kölelerini vermeleriyle bu maksat hasıl olmaz.

3455- Buna karşılık müslümanların yanına bir rehin bırakmışlarsa, şart koşulanı getirinceye kadar müslüman­lar   bu   rehini   onlara   vermeyebilirler.   Mesela   kölelerin güçlü kuvvetli olanlarından getirmeleri şart koşulmuşsa ve onlar da zayıflarını getirmişlerse,   şart yerine getiril­memiş olur.

Antlaşmalarda koşulan şartın yerine getirilmesi gerekir. Böyle bir şart müslümanlar arasında geçerli ise, harp ehli hakkında da geçerlidir.

3456- Müslümanlar, düşmanın elindeki müslüman kö­lelerin yüzü bulmadığını biliyorlarsa, o zaman onların ortalama bedeli alınır.

Çünkü belirlenen şeyin teslim edilememesi durumunda, teslim için gerekli olan sebep gerçekleşmiş olmakla birlikte, değerinin teslim edilmesi gerekir.

3457- Antlaşmada yüz yay veya yüz demir zırh veya yüz kılıç şart koşmuş olsalar, belirlenen dışında veya de­ğerini ödeme konusunda bu şart ile yüz kişi şartı aynıdır. Yine müslümanların at ve silahlarını geri ödemeyi şart koştuklarında  da  durum  aynıdır. Ancak  müslümanların köleleri şart koşulmuşsa bedelleri kabul edilmez.

Çünkü müslümanların köleleri, İslam yurdunun vatandaşlarıdır. Bu şartın yerine getirilmemesi, savaş yurdunun halkını kurtarmak İçin onları feda etmek anlamına gelir. Bunu ise hiçbir bedel karşılayamaz. Oysa at ve silah böyle değil­dir. İster müslümanların at ve silahlarını versinler, ister bunların bedellerini ver­sinler, fark etmez.

Nitekim düşman taraftan biri, önceleri müslümanların olup düşmanın zap-tettİğî at ve silahı ile beraber gelip eman İsteyerek yurdumuza girse, darii'lharbe geri döndüğünde onları geri götürebilir. Ama beraberinde müslümandan ya da antlaşmahdan esir alınmış bir köle bulunsa, onu geri götüremez ve onu müslü­manlara satmağa mecbur edilir. Her iki olay arasındaki fark bu şekilde açığa çıkmaktadır.

3458- Antlaşmada her yıl yüz elbise veya yüz hayvan vermek şart koşulmuş olsa, bu antlaşma geçersiz olur.

Çünkü elbiseler muhteliftir. Hayvanlar da öyle. Yeryüzünde yürüyen her canlıya gerçek anlamda hayvan denir. Hayvan lafzı hükmen de atlara, katırlara ve eşeklere denir. Cinsi belirlenmeden akitlerde sadece "hayvan" sözü geçersizdir. Oysa "kişi" denildiğinde durum farklıdır. Burada cins malumdur, sadece nitelik belli değildir. Nitelik ise, verilen isme engel değildir. Bu nedenle müslümanlar antlaşmayı bozmalı ve yeni bir anlaşmanın yapılmasını istemeliler. Bu yeni antlaş­mada da ne üzere antlaştıklannı belirlemelidirler. Antlaşmayı bozmadıkları tak-, dirde ve aradan bir yıl geçerse, müşrikler diledikleri cinsten verebilirler. Çünkü fidye ödeme onlara aittir ve hangi cinsi kastettiklerini söylerlerse, söyledikleri geçerlidir. Nitekim bir insan, birine bir elbise vereceğini söyleyecek olsa, istediği cinsten bir elbise verebilir.

Biri, bir elbise vasiyet etse, bu elbisenin cinsini tayin etmek, miras bırakan kişinin yerine kaim olan mirasçıya düşer. Cins belirlenmediği takdirde, bir müddet sonra müslümanlann menfaati, karşı tarafın tayinine bağlı kalır. Cinsi be­lirlemediğimiz takdirde karşı taraf dilediğini verir ve müslümanlann menfaatleri yok olur.

3459- Antlaşma yüz kişi üzerine yapılmışsa ve harp eh­linden hür bir topluluk, kendilerinin kralın köleleri olduklarını itiraf etseler, kral bunları müslümanlara teslim etmek üzere gönderecek olsa ve müslümanlar da onların aslında köle olmayıp hür olduklarını biliyorlarsa, bakılır; Eğer köle olduklarını söylemeleri İslam yurdunda olmuş­sa, sözlerine itibar edilmez.

Çünkü yurdumuza eman ile girmişler ve hür oldukları bununla pekişmiş olur. Köle olduklarını söylemeleriyle bu gerçek ortadan kalkmaz.

Ama durumları bilinmiyorsa, îslam yurduna girmeleriyle hür olmaları pekişmez, çünkü hür oldukları bilinmemektedir.

Görmüyor musun, İslam yurdunda durumu bilinmeyen, kendisinin köle olduğunu ikrar ederse, bu ikrarı kabul edilir. Ama hür olduğu biliniyorsa, köle olduğunu ileri sürse de kabul edilmez.

3460- Darü'lharpte iken zorlanmaksızm köle oldukla­rını ikrar ederlerse, yine kabul edilmez. Ancak bulunduk­ları   ülkenin   kanunlarına   göre   biri,   başkasının   kölesi olduğunu ikrar ettiğinde bu ikrarı geçerli ise, kabul edilirler ve fidye olarak alınırlar.

Çünkü darü'lharpte insanların hürriyetleri güçlü bir hürriyet değildir.

Nitekim aramızda antlaşma yoksa, köle edinilmeleriyle hürriyetleri son bul­maktadır. Bizimle onlar arasında antlaşma yapıldıktan sonra da, kendi aralannda bir antlaşma yapmaları geçersizdir. Çünkü birisinin kölesi olduğunu söyleyen kişinin köleliği onlara göre kabul edilebiliyor. Ancak kanunlarında böyle bir du­rum yoksa, biz de onun köleliğini kabul etmeyiz. Nitekim İslam yurdunda böyle bir ikrarda bulunmuşsa yine köleliğini kabul etmeyiz. Çünkü İslama göre hür kişi köleleştirilemez.

Görmüyor musun, bu ikrardan sonra müslüman olacak olurlarsa, onların kanunlarına göre köle olduğunu ikrar eden kişi, köle olabiliyorsa, kimin kölesi ol­duğunu ikrar etmişse onun kölesi olur. Ama kanunlanna göre böyle bir durum söz konusu değilse, asılları üzere hür kalırlar.

Bu hususu şöyle de açıklayabiliriz: Diyelim ki onlara göre çalan kişi, kimin malını çalmışsa onun kölesi oluyorsa, sonra da çalan kişi müslüman olursa, önce­ki hüküm geçerlidir ve çaldığı kimsenin kölesi olur. Kendisine bu hüküm uy­gulandığında ister onlarla mütareke yapmış olalım ister etmemiş olalım, fark

etmez.

Çünkü mütareke yapmakla İslamın hükmü onlara cari olmaz. Zaten ken­dileri de mütarekenin şartlan arasında, İslam hükümlerinin kendilerine tatbik edil­memesi şartını koşmuşlardı. Aynı şekilde onlann kanunlanna göre bir kişinin köle olduğunu ikrar etmesi köle olmasını amir ise, biz buna kanşmayız.

3461- Bizimle müşrik iki ülke arasında mütareke bu­lunsa ve bu iki ülke savaşıp birbirlerinden esir alacak ol­salar, sonra da her biri karşı taraftan aldığı esirlerden yü­zünü bize getirecek olsa, bunları kabul ederiz. Çünkü o iki ülke arasında mütareke yoktur. Mütareke bizimle onlar arasındadır. Onlar kendi aralarında mütarekeden Önceki durumu devam ettirip birbirlerinden esir alıyorlar ve böy­lece birbirlerini köle ediniyorlar. Hatta müslüman yahut zımmî olsalar, olay, aralarında cereyan eden bir şeydir. Nitekim birbirlerinden aldıkları esirleri getirip ülkemizde satsalar, bu köleler satın alınabilir. Aynı şekilde bu esirl­er fidye olarak da alınabilir.

3462- Hatta bir ülkenin vatandaşları olsalar ve onların kanunlarına göre biri diğerini yenilgiye uğrattığında yenilgiye uğrayan onun kölesi oluyorsa, bu tür köleleri de kabul ederiz.

Çünkü aralarında antlaşma yoktur. Biri diğerine saldırabiliyor ve galip ge­len diğerini köle ediniyor. Çünkü krallarının kanunu budur. Buna göre, bir kısmı diğerinin malını gasbetse, sonra da müslüman olup bizim mahkemelerimize başvursalar hakim, İslam olmazdan önceki kanunlarına göre hüküm verir. Onların kanunlarına göre biri diğerinin malını gasbettiğinde o mal onun oluyorsa, hakim, gasp edenin o malı geri vermesini emredemez. Ama onlann hükümlerine göre bunun geçerli olmadığını yahut kralın böyle şeylere karışmadığını biliyorsa, geri vermesi için onu zorlar. Çünkü mubah olan bir şey, korunma altına alınmakla mülk olur. Onlann hükümlerine göre, gasp eden, gasp ettiği şeyi koruması altına almakla onun maliki oluyorsa, malik oluşu tescil ettirilir. Ama hükümlerine göre maliki olamıyorsa, o malı koruması altına almasından dolayı ona malik oluşu ger­çekleşmez. Çünkü mülkü gasp edilen kişi, krala müracaat ederek onu geri alabilir. İslam, tam koruma altına almayı mülkiyet olarak kabul eder, ama henüz mülkiyet gerçekleşmediği için onu geri iade eder.

Görmüyor musun, şayet müslümanlann malını alsalar, kendi yurtlarına götürüp tam koruma altına almadıkları müddetçe onu geri iade ederler. Ama o malı ülkelerine götürüp koruma altına aldıktan sonra müslüman olurlarsa geri ver­meye zorlanamazlar. Müslüman olmazdan önce o malı harcayacak olsalar, sonra da müslüman olsalar, her iki durumda da o malı tazmin etmezler. Çünkü tazmin etmeleri, aldıkları malın mütekavvim olmasına (yani hukuken değerli olmasına) ve başkalarının ona uzanamamasma bağlıdır.

Nitekim bir müslüman bir müslümandan içki gasp etmiş olsa, o içki gasp edenin elinde içki olarak bulunuyorsa, onu geri vermesi emredilir. Şayet onu is­tihlak etmişse, değerini tazmin etmez.(Çünkü İslama göre içki hukuken değerli bir mal değildir).

3463- Onlarla müslümanlar arasında bir antlaşma yok­sa, gasp eden kişi gasbettiği kişilerle çıkıp ülkemize gel­se ve gasp edilen kişi müslüman veya zımmî olsa, sonra da gaspedilenin müslüman veya zimmi yahut eman altındaki sahibi çıkıp gelerek mahkemeye şikayet etse, her iki durumda da gasp edilenin üzerinde bir hak iddia edemez. Her ne kadar onların hukukuna göre gasbetmek, mülk edinmenin yolların­dan değilse de, İslam hukukuna göre, İslam yurduyla antlaşma yapmamış darii'l-harp vatandaşlarının mallan getirilip korumaya alındığında mülkiyete sebeptir. O mallan getiren kişi, o malların maliki olur.

3464- Şayet müslümanlarla aralarında mütareke varsa ve ikisi bu mütareke sebebiyle bize gelmişlerse ya da biri mütareke sebebiyle, diğeri de müslüman veya zımmî oldu­ğu için gelmişse, hakim aralarında hüküm vermez.

Çünkü İslam yönetimine bağlı değiller ve aralarındaki bu muamele darü'l-harpte meydana gelmiştir.

3465- Eğer her ikisi de müslüman olarak bize gelmiş­lerse, bu takdirde gasp edenin, gasbettiği malı sahibine iade etmesi gerekir.

Çünkü onlann krallarına göre gasp, mülkiyet yollarından değildir ve malı gasp eden onu korumaya almamış, mülkiyetine geçilmemiştir.

3466- Malı ülkemize getirmekle de onu mülkiyetine al­mış olmaz.

Çünkü antlaşmalı bulunduğumuz bir ülkenin halkından birinin malmı ülke­mize getirmiştir ve bunu yapmakla o malın maliki olmaz. Bu nedenle onu geri vermekle mükelleftir. İmam Muhammed dedi ki:

Bize ulaştığına göre, bazı müslümanlar, müşriklerden bir takım şeyler Ödünç almışlardı, Resûlullah (s.a.v.) Mekke'yi fethettiğinde, ödünç aldıkları bu şeyleri geri vermemeye kalkıştılar. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) bir konuş­ma yaptı ve şöyle dedi: "Ödünç alınan şeyler geri verilecektir. Menîha[63] da geri verilecektir. Bir şeye kefil olan, onu Öder." Bu gibi hususlarda bu hadis temeldir. Buna göre, orası darü'lîslam oluncaya kadar o mah mülkiyetine geçilmemiştir ve orası darü'lislam olduktan sonra o malı geri vermesi emredilir.

3467- Malı gasp edilmiş olan kişi, gasp edeni mahke­meye verecek olsa ve gasp eden kişi de, o malın kendisine ait olduğunu iddia etse, kral da gasp edildiği iddia edilen malın onu gasp edenin elinde kalmasına ve malının gasp edildiğini İddia edenin de delil getirmesine karar verse, iddia sahibi henüz delilini getirmeden o ülke halkı İslama girecek yahut zımmîliği kabul edecek olsa, gasp eden kişi o malın sahibi olur.

Çünkü kral, o malın gasp edenin elinde kalması için hüküm verdiğine göre o mal gasp edenin mülkiyetine geçmiştir. Delil getirmedikçe iddia makamının o mal üzerinde bir hakkı yoktur. Biz oraya hakim olduktan sonra ise, iddiacının ge­tireceği şahitlerin adil olup olmayacaklarını bilemeyiz. Bu nedenle mal, gasp ede­nin olur.

3468- Mglı gasp edilmiş olan kişi;  "O malın bana ait olduğuna dair müslümanlardan şahit getiririm"   diyecek olsa, kabul edilmez.

Çünkü İslam oraya hakim olmazdan önce gasp edenin mülkiyet hakkı ta­hakkuk etmiştir ve İslam geldikten sonra da mülkiyeti kesinleşir.

3469- Krallarının, malı gasp edilmiş olana malını ver­meyip gasp edenin elinde kalmasına hüküm vermesi, malı gasp edilmiş olandan bu malı zorla alıp onu gasp edene teslim etmesi anlamına gelir. Şayet kral böyle bir şey yap­mış olsaydı, o mal açıkça gasp edenin mülkiyetine geçe­cekti.

Gasp edenin mülkiyeti İslamdan Önce gerçekleştiğine göre İslam geldikten sonra bu mülkiyeti kesinleşir.

3470- Yine gasp eden, durumunu anlatamayacak kadar küçük bir çocuğu alıp onun kendi kölesi olduğunu iddia edecek olsa ve baba da: Bu benim çocuğumdur, derse, yu­karıda gasp edilen mal hakkında zikrettiğimiz hususların hepsi bu meselede de geçerlidir. Yine çocuğu elinde bu­lunduran  kişi,  o  çocuğun  kendi  kölesi  olduğunu  ileri sürse ve başka biri, o çocuğun kendi çocuğu olduğunu id­dia etse, kralları da o çocuğu, babası olduğunu iddia eden kimseye geri verip diğerine kölesi olduğuna dair delil ge­tirmesini söylese, sonra da o ülke halkı müslüman yahut zımmî olsa ve kölesi olduğunu iddia eden kişi delilini ge­tirecek olsa, müslüman hakim o çocuğun hürriyetine karar verir ve babası olduğunu iddia eden kimseye verir.

Çünkü kralın hükmü onu elinden çıkarmış ve üzerindeki mülkiyetini iptal ederek diğerin hür oğlu kabuletmiştir. Bize düşman veya antlaşmak oldukları ve haklarında hükümlerimizin geçerli olmadığı bir dönemde kralın verdiği kararla iptal edilen bir mülkiyeti delil ile ispat ettiremez.

3471- Miras hükümleri de bu belirttiğimiz kurallara ta­bidir. Mesela, onlardan biri ölse ve krallarının hükümle­rine göre oğlanlar mirasçı olurken, kızlar mirasçı olamı­yorsa yahut bunun aksi şekilde ise ve ölenin mirası hak­kında hüküm verdikten sonra o ülke halkı müslüman veya zımmî olsa, krallarının vermiş olduğu tüm hükümler ge­çerlidir.

Çünkü krallarının hükümlerine bağlı idiler ve aralarında bu hükümleri uy­guladığında buna razı idiler. Onların hakimi, kralları idi. Uyguladığı bütün hü­kümler geçerlidir ve İslam geldikten sonra verilmiş olan o hükümleri iptal etmekle uraşmaz.

3472- Yine erkek çocuklar, krallarının hüküm vermesi söz konusu olmaksızın mirası  almışlarsa ve krallarının hükmünün böyle olduğu biliniyorsa, miras onlarındır. Mi­rası bu şekilde almaları ile kralın hükmü ile almaları ara­sında fark yoktur.

Çünkü meseleyi mahkemeye intikal ettirmiş olsaydılar, mirasın kendilerine teslim edilmesine karar verilecekti. Bu nedenle o mirası teslim almış olmaları ye­terlidir.

3473- Mirası alan kişi onu aldıktan sonra harcamışsa ve asıl hak sahibi, krala müracaat edip o mirasın onun hakkı olmadığını iddia etse ve kral da değerini geri verme­sine karar verse, ancak henüz değeri mirasçıya verilmeden iki taraf da müslüman olsa, mirası harcamış olan kişi değerini vermekle yükümlü olmaz.

Çünkü değeri, o kişinin zimmetinde bir borçtur ve verilen hüküm itibariyle bu borç geri verilip alacak kişinin eline geçmedikçe onun mülkü olmaz. Böylece bu konuda bir hükmün verilmiş olması ile verilmiş olmaması arasında bir fark yoktur. O mirası harcadıktan sonra ve henüz bu konuda hüküm verilmeden iki ta­raf müslüman olmuş olsa, müslüman hakim, mirası harcamış olanın aleyhine her­hangi bir hüküm vermez.

3474- Gasp edilen bir köle ise ve kralları o kölenin gasp edene ait olduğuna hüküm verdikten sonra onu gasp eden kişi köleyi azad edip ona serbest olduğunu bildirse, sonra da asıl sahibi delillerini ortaya koyup krallarının hükmü ile onu geri alacak olsa, sonra da hepsi müslüman olsalar köle, önceki sahibinin kölesi olmaya devam eder ve onu gasp eden kişinin azad etmesinin bir anlamı olmaz.

Bu, ya darü'lharpte birinin kölesini azad etmesi durumunda, onların hü­kümlerine göre onu azad etmesinin köle olmasına engel olmaması sebebiyledir ya da hükümlerine uymak zorunda olması sebebiyledir. Çünkü o azad edilen, iddia sahibinin kölesidir. Eğer aslında hür olup biri onu ele geçirmiş ve onun kendi kö­lesi olduğuna dair delil getirmişse ve kralları da bu doğrultuda hüküm vermişse, o kişi, kölesi olduğunu iddia eden kimseye köle olur. Aynı şekilde azad edilmişse ve kral da onun, iddia edenin kölesi olduğuna hüküm vermişse, o hüküm geçerlidir.

3475- Aramızda antlaşma bulunmayan düşmandan biri müslümanların kölelerinden birini esir alarak kendi ülkesine götürüp koruma altına alsa, sonra da biri onu ken­disinden ğaspetse ve kölesi olduğunu söyleyip azat etse, sonra müslüman olsalar ve onu esir alıp mülkiyetine geçi­ren kimse kendi kölesi olduğuna delil getirse ve kralla­rının hükmüne göre o köle onun olması gerekiyorsa, onu azad edenin azad etmesi geçersiz olur.

Çünkü onu tam olarak mülkiyetine geçilmemiştir. Ama krallarının kanu­nuna göre eğer gasp eden kişi, gasp ettiğine malik olabiliyorsa, bu takdirde azad etmesi geçerli olur ve tekrar köleleştirilemez.

Çünkü kralları, elinde kalmasına ve diğerinden alınıp kendisine teslim edil-meşine hükmettiğinde mülkiyet gerçekleşmiştir.

3476- Diğeri delil getirir ve ondan sonra kralları onun kendisine  teslim  edilmesine  hüküm  verir,  ardından  da müslüman   yahut zımmî olurlarsa, getirilen delile dayana­rak hür olur.

Çünkü o köle hakkında azad edilme karan kesinleştikten sonra krallarının bir müslüman hakkında köledir hükmünü vermesi geçerli değildir. Ayrıca hür oluşu İslam ile pekiştikten sonra bu karar bozulamaz; krallarının, köle olduğuna hüküm vermesiyle köle olmaz.

3477- Gasp eden kişi, kral ona ait olduğuna karar ver­meden önce ğaspettiği kişiyi azad etmişse ve durum böyle devam ederken İslama girmişlerse, esir edilen kişi köle olarak devam eder.

Çünkü mülkiyetine tam olarak geçmeden onu azad etmesi geçersizdir.

3478- İmam Muhammed dedi ki: müslüman biri eman ile darü'lharbe girer ve harp ehlinden biri o müslümanın malını gasp ederse, sonra da müslüman yahut zımmî olur-larsa,bakılır; Krallarının hükmüne göre malı gasp edilen kişi ister eman sahibi, ister müslüman, ister   düşman biri olsun gasp, mülkiyete geçirmenin sebeplerinden ise, müs­lümanın, gasp edilmiş olan malında herhangi bir hakkı kalmaz.

Çünkü gasp edenin gasp ettiği o malı mülkiyetine geçirmesi, krallarının ka­nunları gereği gerçekleşmiştir. O ülkenin hakimi krallarıdır ve orada onun hüküm­leri geçerlidir. Ona göre harp ehlinden olan kişinin darü'lislamda gasp edip mül­kiyetine geçirdiği ile darü'l harpte gasp ettiği aynı hükümlere tabidir.

3479- Krallarının kanunlarına göre o malın sahibine iade edilmesi gerekiyorsa ve henüz muhakeme olmadan o ülke halkı İslamı kabul edecek olursa o mal, eman altm-dakine iade edilir.

Çünkü gasp edenin o mala sahip oluşu henüz gerçekleşmemiştir ve kral­larının kanunlarına göre yaptığı şey yasak bir iştir. Yukarıdaki durumda ise kral­larının kanunlarına göre yaptığı geçerli bir iş idi.

3480- Şayet bu konudaki kanunlarının ne olduğu bi-linemiyorsa, mal eman altında olan müslümana iade edilir.

Çünkü o malın mülkiyetinin ona ait olduğu bilinmektedir ve mülkiyetin se­bebi de ona aittir. Ayrıca biliyoruz ki gasp etmek, bizatihi mülkiyete sebep de­ğildir. Herhangi bir ülke kanunlarının bunun aksi olmadığı bilinmedikçe, geçerli olan, gaspın mülk edinmenin yollarından olmadığıdır.

3481- Krallarına başvurup  muhakeme olmuşlarsa ve mahkeme esnasında gasp eden kişi, o malı gasp ettiğini inkar ederek bu benim mailindir derse, mahkeme de, mal sahibi olan müslüman delil getirinceye kadar o malın gas-pedenin elinde kalmasına hükmederse, sonra da o ülke halkı İslama girerse, o mal, gasp edene ait olur.

Çünkü mahkemelerinin bu kararı ile gasp eden kişi, mala sahip olmuştur.

3482- Ama müslüman delilini getirmiş ve mahkeme, o malı ğaspedenin elinden alarak kendisine teslim etmişse, o mal müslümana ait olur ve ondan beştebir payı alınmaz.

Çünkü hakimin hükmü ile o malı o kişinin mülkiyetine iade etmiştir ve o malın onun mülkiyetinden çıkışı da buna benzer bir sebepten dolayıdır. Çünkü bir şey, benzeriyle feshedilir. Ayrıca müslüman o malı aldığında onu eline geçirmiş ve hakimlerinin hükmü ile de bu ele geçirmesi pekişerek onun mülkü olmuştur. Bu sebeple de onda beştebir pay yoktur. Çünkü beştebir payı, ancak dini yücelt­me gibi bir sebeple elde edilen malda söz konusudur.

3483- Yine eman altındaki bir müslüman, onlardan he­rhangi birinin mülkü olan bir kölenin batıl bir yolla kendisine ait olduğunu iddia edip buna dair düzmece bir delil getirse ve kralları da o köleci alıp onu eman altında olan müslümana teslim etse, sonra da o ülke halkı İslama gire­cek olsa, krallrımn hükmü sebebiyle o köle, eman altın­daki müslümamn mülkü olur, ama bu müslümanın o köle­yi asıl sahibine iade etmesi daha uygundur.

Çünkü bu, müslümandan kaynaklanan bir aldatmacadır ve şuna ben­zemektedir: Bir müslüman eman ile darü'l harbe girip onlardan birinin malım giz­lice alıp İslam ülkesine getirecek olsa, onu geri iade etmesi fetva gereğidir. Çünkü kendisine verilmiş olan emana ihanet etmiştir.

3484- İmam Muhammed der ki: Şayet o ülke, müslü-manlarla antlaşma yapmışsa, müslüman hakim o malı alır ve sahibine iade eder.

Çünkü bu, müslümanlarm emanına ihanettir. Bir önceki fıkrada anlatılan durumda geri vermesi için zorlanmadığı halde bu durumda onu iade etmesi için zorlanır.

3485- Buna göre onlardan birinin malım gasp etse ve mahkemeye gittiklerinde o malı gasp ettiğini inkar ederek: "Bu benim mahmdir"  derse, hakim de malı gaspedilmiş olan harp ehlinden olan kişiye, delilini getir deyip o deli­lini getirinceye kadar bu malı müslümana teslim etse, son­ra da o ülke halkı İslamı kabul edecek olsa, o mal müslü­manın olur, ama fetva gereği o malı iade etmesi gerekir. Yani malı geri vermesinin daha uygun olacağı söylenir ,fakat vermesi için zorlanamaz. Ancak müslümanlarla o ülke halkı arasında Önceden antlaşma varsa, o malı sa­hibine iade etmesi için zorlanır.

Çünkü burada ihanet, önceki durumdan daha açıktır. Bu sebeple o mal zorla elinden alınarak sahibine geri verilir.

3486- Aramızda  antlaşma bulunan  veya bulunmayan harp ehlinden biri, kendisine bir bedel takdim etmesi karşılığında onu azad etmek üzere kölesiyle sözleşme yapsa, sonra da hepsi İslamı kabul etseler, bu sözleşme geçer­lidir.

Çünkü buradaki sözleşme, karşılıklı rızaya dayanması yönüyle alış-verişe benzemektedir.

3487- Şayet sözleşme yaptıktan sonra onu yenilgiye uğratıp sözleşmeyi bozmuş, sonra da müslüman olmuş­larsa, bakılır; Eğer onların kanunlarına göre sözleşme yaptığı kölesine böyle davranan kişi, sözleşmeyi bozmuş kabul ediliyorsa, müslümanlar da bu doğrultuda hüküm verirler.

Çünkü sözleşme ile sabit olan, azad etme İle sabit olan hürriyetten daha üstün bir durum değildir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, onu azad ettikten sonra tekrar onu köle yaparsa, kanunlarının bu konudaki hükmüne bakılıyor ve onlar müslüman olduktan sonra bu konudaki kanunları doğrultusunda hüküm verili­yordu. Sözleşmede de durum aynıdır.

3488- Sözleşmeyi bozmak onların kanunlarında geçerli değilse ve onu yenilgiye uğratarak İslam ülkesine getir­mişse bakılır; Eğer aramızda antlaşma varsa, müslüman hakim sözleşmeyi bozmasına engel olur. Ama aramızda antlaşma yoksa, onun kolesidir ve ona dilediğini yapar. Çünkü aramızda antlaşma yoksa, onu İslam yurduna getirmekle ona sahip

olmuş olur. Ama aramızda antlaşma varsa, onu mülkiyetine almış kabul edilmez.

3489- Kölesi müslüman olduktan sonra onu azad etmiş yahut onunla sözleşme yapmışsa, daha sonra onu köle edinmek isterse, sözleşmesini ve azad etmesini iptal ede­mez.

Çünkü müslüman olmakla hürriyeti ve kendine sahip oluşu pekişmiştir. Ne harp ehlinden olan kişi ve ne de kralları bunu iptal edemez. Çünkü hürriyeti iptal gibi iptal edilme ihtimali bulunmayan hususlarda krallarının müslüman üzerinde bir hakimiyeti yoktur. Onun hükmü, bir mülkiyetten başkasına ihtimali bulunan hususlarda geçerlidir. Azad edilmiş yahut sözleşme yapmış müslüman için böyle bir durum söz konusu değildir.

3490- Kölesi müslüman olmazdan önce kölesini   mü-debber yapmışsa, bu  isteği geçersizdir.

Çünkü bu durumdaki köle, efendisinin mülkiyetinden çıkmış değildir. Bi­lakis onun mülkiyetinde olmaya devam etmektedir. İslama göre "tedbîr" den sonra kölenin durumu, tedbîrden önceki durumu gibidir. Oysa azad etme ve köle ile hürriyetine dair yapılan sözleşmede durum böyle değildir. İslama göre bunlar, efendinin köle üzerindeki yetkisini ortadan kaldırmaktadır. Krallarının ka­nunlarına göre, azad eden kişinin azad ettiğini tekrar köleliğe alma yetkisi yoksa, köle onun hakimiyetinden tamamen çıkmış olur. Bu sebeple azad etme ve sözleşmeden sonra müslüman olduğu takdirde, olduğu durum üzere devam eder. Ama tedbir'den sonra müslüman olmuşsa, efendisinin kölesi olmaya devam eder, onu satar ve ona dilediğini yapar.

3491- Müslüman olduktan sonra köle tedbir edilmişse, müdebber olur.

Çünkü kölenin hürriyet hakkı tedbîr' den dolayı İslama girmesiyle pekiş­miştir ve İslama göre müdebberin başkasının mülkiyetine girme ihtimali yoktur. Tedbîr sahih olduktan sonra ve onunla velayı hak ettikten sonra üzerindeki mül­kiyetin devamından dolayı tedbîr geçersiz olmaz.

3492- Ancak efendi bundan sonra zımmî olursa, mü­debber, para kazanmak için çalışır.

Çünkü bu durumda köle, onun mülkiyetinden çıkmayı hak etmiştir. Satış yoluyla mülkiyetinden çıkması ise mümkün değildir. Ancak istis'na ile onun mülkiyetinden çıkabilir.

3493- Harp ehlinden olan kişi kölesiyle birlikte eman alarak   ülkemize  girse,  sonra   da   kölesini  tedbîr   etse, tedbîri geçerlidir.

Çünkü müslümanların hakim oldukları bir yere gelmiş ve ülkemize girişiyle ülkemizin yönetimine bağlanmıştır. Bu nedenle de artık kölesini satamaz.

Kölesiyle birlikte darü'lharbe geri döndüğünde köle-sini de beraber götürecek olursa, tedbiri geçersiz olur.

Çünkü o emamn hükmü ortadan kalkmıştır. Artık durumu, darü'lharpte bu­lunanların durumu gibidir.

3494- Oysa cariyesinin kendisinden gebe kalması du­rumu  böyle  değildir. Darü'lharpte  iken  veya  ülkemize eman ile girdikten sonra cariyesi kendisinden gebe kalır­sa, artık o cariye her halükârda ummu'lveled'dir.

Çünkü cariyenin gebe kalması, hür kadının gebe kalması gibidir ve nesep hem darü'lharpte hem de darü'lislamda sabittir.

3495- Gebe bırakmaya dayalı olan hususlar da böyle­dir. Bu durumda müslümanın, o cariyenin çocuğunu ya da cariyenin kendisini satın alması doğru değildir. Oysa mü-deberin durumu böyle değildir. Müdebberin durumunu yukarıda anlatmıştık. En iyi bilen Allah'tır.[64]

 

Müslümanların Ve Müşriklerin Birbirlerinden Rehin   Almaları

 

3496- İmam Muhammed dedi ki: Mütareke için müşrik­ler, müslümanlar dan karşılıklı olarak bazı adamların rehin bırakılmasını teklif etseler, bir zaruret bulunmadıkça müs­lümanlarm bu teklifi kabul etmeleri uygun değildir. Çün­kü rehin bırakılacak müslümanlar konusunda müşrikler güvenilir değillerdir. İnanç konusunda müslümanlarm farklı olmaları, müşriklerin rehin bırakılan müslümanları öldürmelerine sebep olabilir. Onları böyle davranmaktan alıkoyacak bir inanca da sahip değildirler. Resûlullah (s.a.v.) buna işaretle şöyle buyurmaktadır: Bir müslü-manla tenhada yalınız kalan hiçbir Yahudi yoktur ki, nefsi kendisine müslümanı öldürmesini fısıldamasın." Müslü­manlar, korktukları bir sebepten dolayı antlaşmada böyle bir şartı kabul edecek ©lsalar ve önce müşrikler müslü­manlarm yaılmda rehin kalacak adamlarını teslim etseler, müslümanlar, müslüman rehineleri onlara teslim etmeye­bilirler. Bu, müslümanlar için daha iyidir. Çünkü zaruret, müşriklerin rehinelerinin müslümanlarm eline geçmesini sağlamıştır ve müslümanlar, teslim edecekleri rehineler konusunda onlara güvenmemektedir.

Müşrikler rehin bırakacaklarını teslim ettikleri halde müslümanlarm onlara adamlarını teslim etmemelerinin bir ihanet olduğu, çünkü antlaşma esnasında böyle bir şartın koşulmuş olduğu ileri sürülecek olursa, deriz ki: Hayır, böyle değildir. Müslümanların böyle bir şartı kabul etmeleri zaruretten dolayı caiz idi, şimdi ise zaruret ortadan kalkmıştır.

Görmüyor musun, müslümanlar, müşriklere karşı güçlenerek antlaşma yapmalarına sebep olan durum ortadan kalktığında belli bir müddet İçin antlaş­mayı yapmış olsalar bile, o müddet dolmadan antlaşmayı bozacaklarını karşı tarafa haber vererek onu bozabilirler. Bu, bir ihanet de sayılmamaktadır. Bu konu­da temel dayanak Resûlullah (s.a.v.) in şu sözüdür:"Bir şeye yemin eden, başka­sının daha hayırlı olduğunu gördüğünde, daha hayırlı olanı yapsın ve yemini için keffaret versin." Yapılan antlaşma yeminden daha kuvvetli değildir.

3497- Şayet:   "Siz  de bize rehine teslim etmeyecek-seniz, teslim ettiğimiz adamlarımızı bize geri verin" derlerse, korktuğumuz durumdan emin olmadıkça rehine ol­arak aldığımız adamlarını geri vermez.

Çünkü onları geri vermemiz, bize karşı güçlenmelerini ve bazı mlislüman-ları imha etmelerini sağlar ki bunu yapmamız caiz değildir.

Korktuğumuz şeyden emin duruma gelmişsek, rehine­leri onlara geri veririz.

Çünkü o rehineler bizde, eman altındaki kişiler gibidir. Korktuğumuz şey ortadan kalkıncaya kadar onları yanımızda tutarız.. Tehlike ortadan kalktıktan sonra da onları emniyetli bir yere ulaştınncaya kadar götürürüz.

3498- Bize rehin olarak teslim ettikleri kimseler yanı-mızdayken İslama girseler ve sonra da müşrikler onları kendilerine  teslim  etmemizi  isteseler, onları  teslim  et­meyiz.

Müslümanlar hakkında kafirlere güven olmaz. Ancak bize teslim ettikleri köleleri ise, o zaman müslüman devlet başkam onları satar ve paralarını sahiplerine teslim eder. Tıpkı ülkemizde eman altında olup kölesi müslüman olan kimseye yaptığımız gibi.

Şayet karşılıklı rehine teslim edilmişse ve sonradan müslümanlar rehin olarak teslim ettikleri adamlarını geri alabilecek güce gelmişse, onlardan o rehineleri geri al­malarında bir sakınca yoktur.

Çünkü zaruret ortadan kalkmıştır. Zaruretten dolayı onları kendilerine tes­lim etmiştik. Bu nedenle onları geri de alabiliriz. Çünkü müslümanlann güçleri yettiği halde herhangi bir müslümanı müşriklerin elinde mağlup durumda bırak­maları caiz değildir. İmkan buldukları an onu ellerinden kurtarmaları gerekir.

3499- Müslümanlar rehineleri geri almayı onlardan ta­lep ettikleri halde onları teslim etmeyi kabul etmezlerse, bundan  dolayı müslümanlann onlara savaş açmalarında bîr sakınca yoktur.

Zira onlar, müslümanlan alıkoymalarından dolayı zulüm işliyorlar, imkan ölçüsünde zulmü ortadan kaldırmak ise vaciptir. Ama onlardan kimseyi öldürme­den ellerindeki müslümanlan almak mümkün ise, aramızdaki antlaşmadan dolayı bunu yapmamız gerekir.

3500- Müşriklerin teslim ettikleri rehineler hür olup "Biz burada zimmî olalım, bizi daru'lharbe geri göndermeyin" derlerse, müslüman devlet başkanı onların bu İs­teklerini kabul eder.

Çünkü zımmîler, İslamm emirlerine uyma noktasında müslümanlardan sonra gelirler. Savaş, zimmî olmayı kabul etmekle son bulur. Nasıl ki İslamm kendilerine arzedilmesini istediklerinde isteklerine karşılık veriliyorsa, zimmî olma isteklerine de karşılık verilir. Ancak köle iseler, efendilerine tabidir. Ayrıca bizde eman altındaki durumundalar. Emandan dolayı efendilerinin üzerlerindeki mülkiyetlerine saygı gösterilir ve bu mülkiyet ortadan kalkmadıkça, müslümanlara zimmî yapılamazlar. Bu nedenle efendilerine geri verilirler.

3501- Şayet aralarında ihtilaf çıkar ve rehineler: Hürüz derken, müşrikler de: Hayır, onlar bizim kölelerimizdir, derlerse, rehinelerin sözlerine itibar edilir.

Çünkü şu anda kendi kendilerinin hakimidirler ve hürriyetleri konusunda sözleri, köle olduklarına dair delil getirilmedikçe geçerlidir. Bu durumda harp eh­linin al ey hlerindeki şahitlikleri de kabul edilmez. Çünkü bu durumda bizim zımmîlerimizdirler. Müslümanlardan veya zımmîlerden bir topluluk aleyhlerine şahitlik etmedikçe, efendilerine geri verilemezler. Ama müslüman olmuşlarsa, köle olduklanna dair müslümanlardan şahitlik edenler olmadıkça geri verilmezler.

3502- Antlaşmada, ihanet edip onlara teslim ettiğimiz rehinelerimizi öldürmeleri halinde bizim de onların rehinelerini öldüreceğimizi şart koşmuşlarsa, sonra da ellerin­deki müslüman rehineleri öldürseler, rehinelerini öldürmemiz caiz değildir. Çünkü rivayet edilir ki, Muaviye (r.a.) döneminde böyle bir olay olmuş ve hem kendisi hem diğer müslümanlar, müşriklerin rehinelerini öldürme­mek üzere icma etmişlerdir.

Çünkü rehineler aramiszda eman altındadırlar. Başkalannm işlediği ci­nayetten dolayı kanlan bize helal olmaz. İleri sürülen şart, şeriatın hükümlerine aykırı İse, geçersizdir.

3503- Ancak müslüman olmadıkları taktirde devlet baş­kanı onları zimmî yapar. Ama eğer müslüman olurlarsa, hür olurlar ve onlar üzerinde artık onların herhangi bir hakları kalmaz. Teslim ettikleri rehineler müslüman olduklarında eğer müşrikler: Rehinelerimizi bize geri ver­mezseniz bize teslim ettiğiniz rehinelerinizi öldürürüz ya­hut onları kendimize köle yaparız, derlerse ve rehineler de geri verilmeyi istemiyorlarsa, müslüman devlet başkanı­nın, ellerindeki müslüman rehineleri öldüreceklerini bilse bile onları geri iade etmesi caiz değildir.

Çünkü bunların canlarının dokunulmazlığı, o rehine­lerin canlarının dokunulmazlığı gibidir.

Düşman taraf rehinelerimizi Öldürseler, müslüman devlet başkanı bu zulme ortak değildir ama rehinelerinden müslüman olanları onlara teslim etse ve onlan öldürseler, zulme ortak olmuş olur. Çünkü müslümanlan müşriklerin Öldürme­sine arz etmiş olur ki buna ruhsat yoktur.

Görmüyor musun, elimizdeki rehinelerinden ölenler olsa ve onlar sayısınca müslü m anlardan bize teslim ettiğiniz takdirde rehinelerinizi öldürürüz, derlerse, bunu kabul etmemiz caiz olmaz. Rehineleri de müslüman olduklan takdirde du­rumları budur.

3504- Rehineleri müslüman olduktan sonra: Bizi onlara teslim edin ve rehinelerinizi geri alın, derlerse, müslüman devlet başkanının, zann-ı galibine göre onları öldürecek-lerse, onları geri vermesi yine caiz değildir.

Çünkü, öldürülmesi hususunda kişinin izni muteber değildir. Aynı şekilde öldürülmeye arz edilmesi hususunda da muteber değildir.

Onlara ne yapacaklarını bilmiyorsak, onları geri verme­mizde bir sakınca yoktur.

Çünkü kendi rızalarıyla kendilerini geri vermemizi kabul ediyorlar ve onları geri vermemiz öldürülmelerine sebep değilse bunda bir zulüm yoktur. Aynca kendi canları konusunda emin değillerse, kendi nzalarıyla geri dönmeyi kabul et­mezler. Zaten rehine olarak teslim etmiş olduğumuz müslümanlara da, rehinelerini geri vererek kendilerini kurtaracağımıza dair söz vermişiz. Bu sebeple onlan geri getirmeyi tercih ederiz.

3505- Müşriklerin rehineleri: Sizin ülkenizde zımmî olalım, derlerse ve müşrikler de: zımmî olmalarını kabul ederseniz, bizdeki rehineleri öldürürüz yahut onları ken­dimize köle yaparız derlerse, devlet başkanı rehinelerin bu teklifini kabul etmez ve onları müşriklere iade ederek müslüman rehineleri geri alır. Ama rehineler müslüman olnıuşlarsa, durum değişir. Çünkü müslüman olmaları, kendi kararlarına dayalı bir hadisedir. Ama zımmî olma­ları, müslümanların rızalarına dayalı bir hadisedir. Eğer bunda müslümanların hakikaten veya hükmen telef olma­ları söz konusu ise, müslümanlar buna razı olmamaları gerekir.

Çünkü müşriklerin ellerinden müslümanlaan kurtanlmalan ve onlara ve­rilen sözün yerine getirilmesi, rehinelerin zımmî olmalanndan daha hayırlıdır. Devlet başkanı, müslümanlann yararına olan şeyi yapar.

3506- Ama devlet başkanı rehinelerin isteklerini kabul ettiği taktirde müşriklerin müslüman rehineleri serbest bı­rakacaklarını biliyorsa, rehinelerin zımmî olma isteklerini kabul eder ve kendileri istemiş gibi onlara haraç uygular.

Çünkü bunda müslümanlann telef edilmeleri söz konusu değildir.

Ama böyle bir bilgiye sahip değilse, rehineleri zimmî kabul etmesi uygun olmaz.

Çünkü aksi bilinmedikçe zahire göre hüküm vermek vaciptir. Zahire göre ise, onlann zımmîliğini kabul ettiği taktirde müşrikler, ellerindeki rehineleri ser­best bırakmazlar.

3507- Onları zımmî olarak kabul ettikten sonra müslü-nıan rehineleri geri istediğinde müşrikler, kendi rehineleri teslim edilmedikçe müslüman rehineleri teslim etmeyecek­lerini söylerlerse, devlet başkanının verdiği zimmeti boz­ması ve rehinelere verdiği sözü tutmayıp rızaları dışında onları geri vermesi caiz değildir.

Çünkü onlar bizim zimrni vatandaşlarımız olmuşlar ve canlarının do­kunulmazlığı, müslümanlann canlarının dokunulmazlığı gibidir.

3508- Rehineler geri vermeyi gönül hoşııutluğııyla ka­bul ediyorsa, geri verilmelerinde bir sakınca yoktur. An­cak devlet başkanı zannı galip ile onları öldüreceklerini biliyorsa, onları iade etmez.

Çünkü bu, müslümanlara karşılık zımmîleri fidye olarak vermeye benziyor.

Bunun, rızaları olduğunda caiz, rızaları bulunmadığın­da caiz olmadığını belirtmiştik.

Görmüyor musun, bizdeki rehineleri Ölecek olsa ve onlar da: Zimmet eh­linden falanları vermediğiniz takdirde rehinelerinizi size iade etmeyiz, deseler, bakılır; Eğer zimmet ehlinden istedikleri kimselerin buna rızaları varsa, onlara tes­lim edilirler. Ama rızaları yoksa teslim edilemezler. Zimmet ehlinden kadınları is­teseler, kadınların durumu da erkeklerin durumu gibidir.

Zimmet akdi konusunda dokunulmazlıkla ilgili meselelerde kadınları da er­kekleri gibidir. Erkeklerin rızaları nasıl gözetiliyorsa, kadınların da rızaları gözetilir.

3509- İstedikleri arasında zimmet ehlinden çocuklar varsa, hem çocukların ve hem de babalarının rızası olsa bile devlet başkanının bu çocukları onlara vermesi doğru değildir.

Çünkü bu, bir zulümdür. Bu konuda çocuğun rızasına da, babasının rıza­sına da itibar edilmez. Böyle bir iznin varlığı da, yokluğu da aynıdır. Nitekim harp ehli o çocuğu köle edinirse, müslüman devlet başkam haksız yere o çocuğun köle edilmesine yardımcı olmuş olur. Bu konuda bir ruhsat yoktur.

3510- Müşriklerin   bize  teslim   ettikleri   rehinelerden müslüman olanlar arasında kadın ve çocuklar varsa ve bu kadın ve çocuklar gönül rızasıyla iade edilmeyi kabul e-derse, babalarının da buna rızaları varsa, yine devlet baş­kanı onları geri veremez.

Çocuklara gelince; zımmîler hakkında söz konusu etti­ğimiz sebeplerle verilemezler. Kadınları geri vermekte ise, onları harama arz etmek söz konusudur ve bu konuda onların izin vermiş olmaları geçerli değildir. Müslüman bir kadını onlara teslim etmenin hiçbir yolu yoktur. Müs­lüman kadın hiçbir şekilde bir müşrike eş olamaz. Zimmîlerde ise durum böyle değildir.

Görmüyor musun, zımmî bir kadınla ülkemizde eman ile bulunan biri ev­lenebilir ve zımmî olan kadın ona helal olur. Ama müslüman bir kadınla evlenmek isterse, buna imkanı yoktur ve hiçbir şekilde ona helal olmaz.

Ancak erkekler tarafından arzu edilmeyecek derecede yaşlı ve dininden vazgeçmesi konusunda da bir korku bulunmayan ve kendisi geri gitmek isteyen bir kadm ise, bunda bir sakınca olmaz. Bu kadına karşılık müslüman rehineler kurtulacaksa, böyle bir göndermede bir sakıncanın olmayacağını umanm. Ancak böyle bîr kadın geri verilirken, müslüman mahremlerinden birinin beraberinde olması gerekir.

Çünkü yanında mahremi olmadan kadının darü'lharbe yolculuk etmesi caiz değildir. Ama mahremle birlikte ve bir ihtiyaç söz konusu ise, yaşlı kadm gi­debilir. Burada da durum aynıdır.

3511- Müslümanlar, müşriklere karşı zayıf durumda ise ve mütareke için bizden kendilerine rehine teslim etmemizi isterlerse, rehine vereceğimiz kişiler de: Biz buna razı değiliz, çünkü onlara güvenmiyoruz derlerse, devlet başkanı müslüman toplumu gözeterek onları rehine ol­maya zorlayabilir.

Çünkü müslüman topluma zarar vermeleri konusundaki korkumuz açıktır. Oysa kendilerine teslim edeceğimiz bu rehineler konusundaki korkumuz bu kadar açık değildir. Bilakis, zahire göre genelde insanlar antlaşmaya riayet ederler. Daha önce de belirttiğimiz gibi devlet başkanı iki musibet ile karşılaşırsa, ehvenini seçer, iki zararla karşı karşıya geldiğinde daha az zararlı olanı tercih eder.

3512- Ama başkanın galip zannına göre, rehineleri al­dıkları takdirde onları Öldüreceklerse, o zaman onları tes­lim etmesi caiz değildir. Çünkü onları teslim ettiği tak­dirde, öldürmelerine yardımcı ve ortak olur. Onları teslim etmediği takdirde müşrikler müsiümanlara zarar verirse, onlara ortak olmuş olmaz. Bu gibi   konularda zannı galip kesin bilgi gibidir.

Görmüyor musun, müslümanların İşleriyle ilgili olarak devlet başkanı bir elçi göndermek istese ve müslümanlar buna karşı çıkacak olsalar, devlet başkanı zorla elçi gönderebilir. Ancak gönderilen elçiyi öldüreceklerine dair bir zann-ı ga­libi varsa, müslümanlardan herhangi birini göndermesi caiz olmadığı gibi, kim­seyi de bu işe zorlayamaz. Rehin verme de böyledir.

3513- Üç yıllığına antlaşma yapılsa, sonra müslüman­lar güçlenip antlaşmayı bozmak isteseler, Müşrikler de: Biz antlaşmayı bozmak istemiyoruz ve size rehineleri geri vermeyiz, deseler, müslümanların  antlaşmayı  bozmaları caiz   değildir.   Antlaşmayı   bozmalarının   caiz   olmayışı, müşriklerin bunu kabul etmemelerinden değil, ellerinde rehineleri bulundurmalarından dolayıdır.

Çünkü bozdukları takdirde rehineleri zor duruma düşürmüş ve rehinelere vefasızlık yapmış oluruz. Bu ise caiz değildir. Antlaşmaya riayet ederler ki, müş­riklerin ellerindeki rehineleri kurtarabilsinler.

3514- Antlaşma süresiz olarak yapılmışsa, yine onu bozmaları caiz değildir. Rehineleri kurtarıncaya kadar ya da   rehinelerin tamamı ölünceye kadar yahut rehineler bu işe rıza gösterinceye kadar antlaşmayı bozamazlar. Ancak bu hususlar gerçekleştiğinde antlaşmayı bozar ve onlarla savaşabilirler.

Çünkü antlaşmayı bozmalarına engel, rehinelerin haklarıdır. Ancak söz ko­nusu edilen durumlardan biri gerçekleştiğinde, engel ortadan kalkmış olur.

3515- Antlaşmanın müddeti dolduktan sonra müşrikler, bize savaş açtığınız takdirde elimizdeki rehineleri öldürü­rüz, diyecek olurlarsa, onlara savaş açmakta bir sakınca yoktur.

Çünkü bu takdirde müslümanlar, rehinelere vermiş oldukları sözü tut­mamış sayılmazlar. Müddetin dolmasıyla verilen söz de bitmiş olur. Rehineler ko­nusunda korkumuzdan dolayı onlarla savaşmama mazeretimiz ortadan kalkmıştır. Nitekim müslüman çocukları kendilerine siper yapmış olsalar, ya da ellerinde müslüman esirler varsa, bu durum onlarla savaşmamıza engel değildir. Şayet, bize savaş açtığınız takdirde elimizdeki mtislüman esirleri öldürürüz deseler, bun­dan dolayı savaştan uzak durma mecburiyetinde değiliz. Aynı şekilde devlet başkanı, ister gönüllü gitmiş olsunlar, ister gönülsüz gitmiş olsunlar, onlara elçiler göndermiş olsa ve onlar da bu elçileri alıkoyarak: Bize savaş açtığınız takdirde bu elçileri öldüreceğiz, demiş olsalar, onlara savaş açmakta bir sakınca yoktur. Çün­kü bunda devlet başkanının, müsiümanlara verdiği söze muhalefet etmesi gibi bir durum yoktur. Müşriklerin müsiümanlara zulmü söz konusudur. Böyle bir endi­şeden dolayı, müslümanların onlara savaş açmaları engellenemez.

3516- İmam Muhammed dedi ki: Müşriklerin bazı şe­hirlerinin halkı müsiümanlara zımmî olmak isteseler ve aramızda antlaşma bulunanların kralları bundan hoşlanma-yıp: Böyle bir şeyi kabul ettiğiniz takdirde elimizdeki re­hinelerinizi öldürürüz yahut onları köle yaparız, ama bunu kabul etmediğiniz takdirde size rehineleri geri veririz, di­yecek olsa, devlet başkanı ve müslümanlar durumu değer­lendirirler; Eğer o şehirlerin halkını zımmî olarak kabul etmeyip müslüman rehineleri kurtarmaları Müslümanların yararına ise, bunu yaparlar. Değilse, o şehirlerin halkının istediğini kabul ederler.

Çünkü devlet başkanı değerlendirme yapmış ve müslümanlar için daha ya­rarlı görüneni yapmıştır. Ayrıca bu şehirlerin zımmî olma isteklerini kabul ettiği takdirde rehinelere vermiş olduğu söze muhalefet etmiş sayılmaz. Çünkü rehineler böyle bir şey için onlara teslim edilmemişlerdir. Zaten daha önce böyle bir şeyin olacağı da bilinmiyordu. Oysa müddet dolmadan, antlaşmayı bozmak böyle değildi.

Ancak daha faziletli olanı, müşriklerin ellerinde bulu­nan müslümanları kurtarmayı tercih etmesidir.

Görmüyor musun, bir şehir halkı zımmî olmak isterse ve düşmanların kralı: "isteklerini kabul etmediğiniz takdirde size esirlerinizi geri veririz, ama ka­bul edecek olursanız, esirlerinizi öldürürüz" diyecek olsa, devlet başkanı müslü-manlara daha yararlı olanı seçer. Eğer esirleri kurtarması daha yararlı ise, bunu tercih eder. Nitekim alternatiflerin evla olanı budur. Ama eğer o şehrin zımmîliğ-ini kabul etmesi müslümanlann daha çok yararına ise; o zımmîlerle müslümanlar güçlenecek ve müşriklere karşı daha güçlü bir konuma kavuşacaklarsa, devlet başkanı, o şehrin zımmî olma isteğim kabul eder ve esirler meselesine iltifat etmez.

Görmüyor musun, îslam ordusu büyük bir şehri kuşatıp orayı fethetmek üzere ise ve düşmanın kralian da: kuşatmayı kaldınn ve çekip gidin, buna karşılık elimizdeki esirlerinizi serbest bırakacağız, derse, devlet başkanı müslümanlar için daha yararlı olanı tercih eder.

3517- Antlaşma yaptığımız ülke ihanet ederek müslü-man rehineleri öldürseler, onların bize teslim ettikleri rehineler arasında da yanlarında ana ve babaları bulunmayan çocuklar bulunuyorsa, bu çocuklar erginlik çağına erişip İslam dinini değerlendirebilecek yaşa gelmedikçe ınüslü-man olduklarına hükmedilmez.,

Çünkü müşrikler, bizim rehinelerimize ihanet etmezden Önce müslüman­lann elinde ve darü'Iisîamda idiler ama babalannın dini üzerinde idiler. İslamı an­layacak yaşa gelinceye kadar bu durum üzere devam ederler. Çünkü onlann müslüman rehinelere ihanet etmiş olmalanyla ortaya çıkan durum, rehinelerin artık aramızda zımmî konumunda olmalan halini değiştirmez. Yanlarında ana ve babalan bulunmayan çocukların da durumu budur. Yammızdayken ölmüş olsalar yahut ahdi bozmuş olsalar, İslarm kavrayacak yaşa gelinceye kadar müslüman sayılmazlar. Onların durumu da böyledir.

3518- Bize teslim ettikleri rehineler köle iseler, sonra da onlar kendilerine teslim ettiğimiz rehinelere ihanet ederek Öldürseler, devlet başkanı kölelerini teslim etmeyip satar ve müslümanlann gönlünü yapıncaya kadar parala­rını beytülmalda tutar.

Çünkü bu durumda yanımızda mahpus kalırlar ve onlar üzerindeki efen­dilerin mülkiyet haklan da ortadan kalkmaz. Yapılacak iş, satılmalan ve pa-ralannın beytülmala teslim edilip orada tutulmasıdır.

3519- Şayet müşrikler: Rehinelerinizi öldürmekle kötü­lük ettik, diyetlerini vermeye hazırız, deseler, devlet başkanının bunu kabul etmesinde bir sakınca yoktur.

Çünkü rehinelerin geri verilmelerinden ümit kesilmiştir. Rehinelerin iade edilmesi imkanı ortadan kalktığında değerinin iade edilmesi, rehinin kendisinin iade edilmesi gibidir. Canın kıymeti ise, diyettir.

3520- Bunu yaptıkları takdirde devlet başkanı diyetleri öldürülen rehinlerin mirasçılarına teslim eder ve kölelerinin paralarını da müşriklere verir. Ama eğer köleler he­nüz satılmamışsa ve müşrikler: Bize kölelerimizi geri ve­rin, biz de size diyetlerinizi verelim, deseler, devlet baş­kanı bunu kabul etmez.

Çünkü rehineleri yanımızda mahpus durumdadır. Bunu yaptığı takdirde, esirlerini fidye karşılığı serbest bırakmış gibi olur ve bu caiz değildir. Aynca on­lar, kendilerine teslim ettiğimiz rehinelerin kendilerini iade etmiş değillerdir. Onlar kendi adamlarını alıp bize rehinelerimizin diyetlerini teslim edecek olsalar, bu, müslümanlar için bir aşağılanma olur.

3521- Müslüman devlet başkanının böyle bir şey için rehineleri yanında tutmuş olması yakışmaz. Ama köleleri sattıktan sonra paralarının iade edilmesinde bir aşağılanma söz konusu değildir.

Çünkü rehinelere karşılık onlardan mal almış ve on­ların rehinelerine karşılık da onlara mal vermiştir. Nitekim devlet başkanı onlardan diyet almayı ve kölelerini onlara geri ver­meyi değerlendirir ve bunu müslümanlann yaranna görürse, böyle davranma­sında bir sakınca yoktur.

3522- Şayet müslümanlara: Teslim ettiğiniz rehineleri öldürenleri size teslim edelim, onlara dilediğinizi yapabilirsiniz, fakat siz de bize rehinelerimizi teslim edin, deseler, müslümanların devlet başkanı, durumu değerlen­dirir. Bunda müslümanların yararı varsa kabul eder, de­ğilse kabul etmez. Mesela, müslüman rehineler elli kişi idiyse ve bunların hepsini bir kişi Öldürmüşse, bize bu bir kişiyi teslim edecekler ve biz de hür adamlarından elli ki­şiyi teslim edeceğiz, öyle mi? Bundan daha büyük aşağı­lanma olur mu? Ama devlet başkanı bunu müslümanların yararına görüyorsa, katilleri alır ve onlara rehinelerini iade eder. Sonra da o katiller hakkında muhayyerdir, di­lerse öldürdükleri rehinelere karşılık onları öldürür. An­cak onları öldürürken kısas yoluyla öldürmez. Çünkü harp ehlinden bir kişi, darü'lharpte bir müslümam öldür­mekten dolayı kendisine kısas uygulanmaz. Bilakis, el­imizde yenilgiye uğramış esirler olarak ve emanları bulun­madığı için onları öldürür. Devlet başkanı muhayyerdir, dedik. Dilerse onları öldürür, dilerse de köle yapar. On­ları köle yaptığı takdirde de, öldürülen her müslümamn mirasçısına onu öldüren köleyi teslim eder.

Çünkü öldürülen rehinelere karşılık bunları almıştır ve bundan dolayı re­hinelerini onlara geri iade etmiştir. Teslim aldıkları da köieleştirildiklerine göre, diyet hükmündedirler. Ayrıca cana karşı işlenmiş olan cinayete karşılık mülk edi­nilecek birisi varsa ve mülk edinilecek olana kısas uygulanamıyorsa, bunun gereği, cinayet işleyen kişinin, cinayet işlediği kimsenin mülkü olmasıdır.

Görmüyor musun, bir köle hata olarak birini öldürecek olsa, buna karşılık kendisini öldürülenin velisine teslim eder. Ancak veli, diyeti tercih ediyorsa o başka. Burada da durum böyledir.

3523- Devlet başkanına: Dilersen rehinelerin diyetleri­ni, dilersen onları öldürenleri teslim ederiz, derlerse, bu onların insaflı bir davranış içerisinde olduklarını gösterir.

Antlaşmaya bağlılık konusunda bundan ötesini yapamazlar.

3524- Bu durumda devlet başkanının müslümanlar için daha yararlı olanı seçmesi gerekir. Diyetlerini almayı tercih ederse, öldürülenlerin mirasçılarına o diyetleri verir. Ama onları öldürenleri almayı tercih ederse, açıkladğımız gibi onları öldürür. Mirasçıların onları affetmeleri, devlet başkanının onları öldürmesini engellemez. Çünkü onları öldürürken kısas olarak öldürmüyor. Bilakis harp ehlin­den oldukları için öldürüyor. Harp ehlini öldürme kon­usunda affetmek etkfli değildir. Çünkü affetmek, sadece affedenin hakkını düşürür.

3525- Müslüman rehineleri öldüren, başka bir ülkenin vatandaşı olup eman ile o ülkeye girmişse, yukarıda anlattığımız hususlar bunun için de geçerlidir.

Çünkü yanlarında eman ile bulunan, onlann hakimiyetindedir, krallarının hükümleri onun hakkında da geçerlidir. Bu nedenle o şahıs o ülkenin vatandaşı konumundadır.

Nitekim onların ülkelerinden bizim ülkemize girecek olsa, yeni bir eman is­teme ihtiyacı yoktur. Kendisi ile bulunduğu ülke vatandaşlan aynı konumdadır.

3526- Rehineleri öldürenler eman almadan  o ülkeye girmişlerse ve aramızda antlaşma bulunan devlet onları yakalayıp müslümanlara teslim etmişlerse, artık onların yapabileceği başka bir şey yoktur ve rehinelerini de geri alırlar.

Çünkü antlaşmaya bağlılık hususunda yapabilecekleri başka bir şey kal­mamıştır.

Rehineleri öldürenler ölmüş yahut savaşta öldürülmüş veya aramızda mütareke bulunan devletin kralı onları ya­kalayıp yaptıklarından dolayı onları Öldürmüşse ya da kaçıp kurtulmuşlarsa, müslümanların rehineleri geri iade etmeleri gerekir.

Çünkü öldürenler, mütareke yaptığımız ülkenin vatandaşı değillerdir. Baş­kalarının işlediği cinayetten dolayı mütareke yaptığımız ülke halkının herhangi bir suçları yoktur. Nitekim onlara teslim ettiğimiz rehineler, normal ecelleriyle ölse-ler, rehineleri geri iade ederiz.

3527- Rehineleri öldürenler şayet o ülkenin vatandaş­ları ise ve oranın kralı, rehineleri Öldürdüklerinde onları öldürmüş veya öldürmek üzere yakaladığında onlar Öl­müşlerse, müslüman rehinelerin diyetlerini ödeyinceye kadar devlet başkanının onların rehinelerini iade etmemesi gerekir.

Çünkü cinayet onlar tarafından işlenmiştir. Zahire göre kralları onlara bu imkanı vermemiş olsaydı, bunu yapamazlardı. Böylece onların yaptıkları, kralları tarafından yapılmış gibidir.

3528- Eğer rehineleri öldüren kralın kendisi olup ülke­sinin halkı onun yaptığını tasvip etmiyorsa ve onu öldürmüş   veya  kendi   eceliyle  ölmüşse, rehinelerimizin   diy­etlerini ödemedikçe onlara rehinelerini iade etmeyebiliriz. Şayet kralı yakalayıp onu size teslim edelim, siz de size teslim ettiğimiz rehinelerimizi iade edin, derlerse, devlet başkanı durumu değerlendirir; Eğer kralı teslim alıp onu öldürmeyi yahut öldürülen rehinelerin mirasçılarına köle yapmayı müslümanlarm yararına görüyorsa, bunu tercih eder. Bunu kabul etmeyip Öldürülen rehinelerin diyetlerini almayı müslümanlarm yararına görürse, bu yolu tercih eder. Ama kral, rehineleri Öldürürken müslümanlarm dev­let başkanına  kendisi:  Rehinelerin  diyetlerini  sana  ve­reyim, sen de bize rehinelerimizi geri ver, demişse, devlet başkanının bunu kabul etmesi doğru değildir. Öldürülen­lerin   mirasçıları  bunu   kabul  etmiş   olsalar   dahi  devlet başkanının bunu kabul etmesi caiz değildir. Çünkü bunda müslümanlara hakaret ve aşağılama vardır.

Çünkü müslümanlarm yenilgiye uğramışlık imajı ile aşağılanmalarının Önlenmesi daha gereklidir. Zaten bunda onların hiçbir haklan yoktur ki devlet başkanı onların rızalarım alsın. Ancak devlet başkanı bunun müslümanlar için daha yararlı olduğunu görürse, hepsinin yararına olacağından bunu yapmasında bir sakınca olmaz.

3529- Müşrikler hainlik yaparak müslüman rehineleri öldürür, müslümanlar da antlaşamadaki şarta dayanarak onların rehinelerini öldürürse, yanlış yapmış olurlar.

Çünkü rehineleri yanımızda eman altındadır. Eman altındaki kişiyi Öldüren müslüman öldürdüğünün diyetini ödediği gibi,   onları öldürenler de diyetlerini vermeleri gerekir.

Şayet bizim ülkemizde mahpus olmakla zimmîlerden olmuşlardır. Bu ne­denle onu öldürene kısas gerekir. Çünkü mezhebimize göre zimmî'den dolayı müslüman öldürülür, diye itiraz edilirse, şöyle deriz:

Devlet başkanı onlardan haraç vergisi almadıkça zimmî olmazlar. Hatta müşrikler, müslümanlarm gönlünü alsalar, rehinelerini onlara geri verirler. Zimmî konumunda sayılsalar bile, bu öldürmede bir şüphe vardır. Bu da, sahih bir akid-de şarta ve şart koşulanın zahirine dayanmaktır. Bu da kısas olarak öldürmenin yapılmaması için yeterlidir.

3530- Ayrıca diyetler, beytü'lmalda bekletilir. Müş­rikler, müslümanlarm onlara teslim ettikleri rehinelerin diyetlerini verecek olsalar devlet başkanı bunu kabul eder ve o diyetleri öldürülenlerin mirasçılarına verir. Karşı ta­rafa da rehinelerinin diyetlerini verir.

Çünkü her iki taraf karşılıklı aynı şeyi birbirlerine vermektedir. Bize re­hinelerimizi geri verseler, biz de rehinelerini geri veririz. Diyetlerini bize verseler, biz de diyetlerini onlara veririz.

Devlet başkanının onların bu isteklerini kabul etmemesi

doğru değildir.

Çünkü her iki taraf da mal ödemektedir. Oysa rehineleri öldürülmeden önce durum böyle değildi. Devlet başkanı diyet kabul etseydi, müslümanları aşağılayıcı olurdu. Çünkü onlar bizim iyilerimizi ve eşrafımızı Öldürecek, sonra da diyet verip bizden rehinelerini almış olacaklardı.

3531- Size diyetlerinizi verelim, ayrıca öldürdüğümüz her müslümana karşı elimizdeki müslüman esirlerden bi­rini verelim, siz de rehinelerimizi bize iade edin deseler, devlet başkanının kabul etmesi gerekir.

Çünkü öldürülenlerin bedelini veriyorlar ve öldürdükleri kişi sayısınca el­lerindeki esirlerimizi serbest bırakıyorlar. Bunun ötesinde yapacakları bir şey kal­mamıştır. Devlet başkanı, rehinelerini geri verir ve aldığı diyetleri öldürülenlerin mirasçılarına teslim eder.

3532- Elimizde esirleriniz yok ama öldürdüğümüz her bir rehineye karşılık iki veya üç diyet ödeyelim, siz de re­hinelerimizi bize iade edin, deseler, devlet başkanı, öldü­rülenlerin  mirasçılarının  söylediklerine  bakmadan  mes­eleyi değerlendirir ve kararım verir.

Çünkü mal ne kadar çok olursa olsun, müslümanlara karşılık olamaz. Ak­sine bunda müslümanları aşağılama vardır ve devlet başkanı bunu kabul et­meyebilir.

3533- Bunu müslümanların yararına görürse, diyetleri alır ve hepsini öldürülenlerin mirasçılarına verir.

Çünkü bu mal, Öldürülenlerin canlarına karşılıktır ve kısastan dolayı alınan diyete benzemektedir. Nitekim kısastan dolayı mirasçılara teslim edilen diyet çok olsun, az olsun mirasçılara teslim edilmektedir.

3534- Size diyet vermeyeceğiz, ama öldürdüğümüz her bir kişiye karşılık elimizdeki müslüman esirlerden bir, iki veya üç esir vereceğiz deseler, mirasçılar da bunu kabul etmeseler,  devlet  başkam,  mirasçıların   kabul   edip   et­memelerine aldırmaksizın müslümanlar için yararlı olanı seçer.  Eğer  esirleri  alıp  rehinelerini  serbest bırakmayı müslümanların   yararına   görürse   bunu   uygular   ve   mi­rasçılara beytü'lmaldan diyetlerini öder.

Çünkü devlet başkanı esirlerin fidyesini beytü'lmaldan vermesi gerekirdi. Müslüman esirleri öldürülenlerin kanıyla kurtardığına göre, mirasçılarına bunun bedelini vermesi gerekir ki bu bedel, öldürülenlerin diyetleridir. Bu, şuna benzer: Devlet başkanı ganimetleri taksim ettikten sonra müslüman esirleri kurtarmak için köleleri verecek olsa ve bu kölelerin sahiplerinin buna rızaları yoksa, devlet başkanı, o kölelerin sahiplerine bedellerini beytü'lmaldan öder.

3535- Öldürülen rehinelerin mirasçıları buna razı iseler ve devlet başkanından öldürülen rehinelere karşılık müslüman esirleri kurtarmasını isteseler ve mesele böylece halledilse, sonra da rehinelerin mirasçıları rehinelerin diy­etlerini isteseler, devlet başkanı onlara hiçbir şey ödemez. Çünkü kendileri müslümanlar için fedakarlıkta bulunmuş ve bu işe gönüllü olmuşlardır. Esirlerin kurtarılması için malını bağışlayana benzer bir durumları vardır. Malını bağışlayan kişi, sonradan malını bağışladığından dolayı kimseden herhangi bir şey alamaz.

3536- Devlet başkam bu konuda onlardan bir istekle karşilaşmayip kendisi müşriklerin verdiklerini almış ve rehinelerini onlara  geri vermişse, öldürülen  rehinelerin mirasçılarına beytü'lmaldan bedel öder.

Çünkü haklarının düşmüş olması, ancak buna razı olup müslümanlara hak­larını bağışlamalan ile mümkündür. Bu konuda bir bilgi ve izinleri yoksa, haklan devam etmektedir.

3537- Müşrikler, rehineleri öldürdükten sonra müslü­manlara  herhangi bir  ödemede bulunmamışlarsa  devlet başkanı elindeki rehineler! dövmek ve hapsetmek suretiyle cezalandıramaz ve onları öldüremez. Çünkü onlar, aramız­da eman altındadırlar. Ancak onları ülkelerine dönmeleri imkânsız olan bir yerde tutar.

Çünkü rehinelerimizi ülkelerinde hapsedince , biz de onlan ülkemizde hap­setmiş oluruz.

3538- İslamı kabul ederlerse hür olurlar. Ama İslamı kabul etmedikleri takdirde devlet başkam onları zımmî yapar. Ancak onları zımmî yapmazdan önce harp ehline bir sene mühlet verir; bir seneye kadar bizi memnun edip gönlümüzü almadıkları takdirde onları zımmî yapar ve haraç vergisine bağlar. Bir sen sonra onlardan haraç vergisi alır.

Çünkü yukarıda söz konusu ettiğimiz yollardan biriyle müşriklerin müslü-manian razı etmeleri muhtemeldir. Müslümanları razı ettikten sonra onlara re­hinelerini geri vermemiz gerekir. Bu nedenle devlet başkanı teennî ile hareket eder ve bunun için de bir yıl beklemesi uygundur. Nitekim azad etme müddeti ve ben­zeri hususlarda da bir yıl beklenmektedir. Eman aîtmdakinin en uzun kalış (vize) müddeti de bir yıldır. Devlet başkanı eman altındaki kişiye: Sana bir yıl eman ve­riyorum, bu müddetten daha fazla ülkemde durursan, seni zımmî yaparım, der. Bir yılı doldurmadan çıkıp giderse mesele yoktur. Ama bir yılı aşarsa ondan haraç alır ve ona geri dönme imkanını vermez. Rehinelerin durumu da böyledir.

3539- Bir yıl geçtikten sonra: "Size esirleri ve diyetleri vermek suretiyle sizleri razı edeceğiz, bize rehinelerimizi geri verin" derlerse, devlet başkanı diyetlere karşılık on­ları  geri  vermez. Esirleri geri  verdiklerinde  ise devlet başkanı, meseleyi değerlendirir; Eğer zımmî yaptığı re­hineler geri dönmek istiyorlarsa, bunu kabul eder. Ama geri dönmek istemiyorlarsa, kabul etmez.

Çünkü artık zımmî olmuşlardır ve zımmîlerin hükümlerine tabidirler. "

3540- Bu, şuna benzer: Devlet başkanı müşriklerden esir alır ve onları taksim ettikten sonra efendileri onları azad ederler. Böylece onlar İslam ülkesinde zımmî olurlar ve haraç vergisi öderler. Sonra da müşrikler, ellerindeki müslüman    esirlerle    bunları    değiştokuş    yapmak    is­tediklerini bildirirler. Devlet başkanı, ancak bu zımmîlerin gönlü varsa bunu kabul edebilir. Söz konusu ettiğimiz mesele de bu şekildedir.

Şayet: Size diyetlerinizi ve rehinelerinizi öldürenleri verelim, derlerse, devlet başkanı rehineleri zımmî yaptık­tan sonra onları geri veremez.

Çünkü bu, düşmanın mal vererek zımrnîleri fidye ile kurtarması gibidir. Bunda ise ruhsat yoktur. Zimmînin darü'Iharbe teslim edilip onun harp ehli ol­masına ruhsat, sadece müslüman esirleri müşriklerden kurtarmakta söz ko­nusudur.

3541- Müslümanlar, müşriklere bazı müslümanları re­hin olarak bırakır ve müşrikler de mücevher ve elbise gibi birtakım malları rehine bırakırlarsa, sonra da müşrikler ihanet   ederek   rehineleri   öldürürlerse,   devlet   başkanı, müşriklerin rehin olarak bıraktıkları malları beytü'lmalda bekletir ve onu mirasçılara vermez.

Çünkü mirasçıların hakları, öldürülenlerin canlarına karşılık olan şeyle sınırlıdır. Oysa bu mallar, onların canlarına karşılık değildir. Harp ehlinin mal­landır ve ülkemizde devlet başkanının hükmü onda geçerlidir. O da, onu beytü'l-mala bırakır ve orada bekletir.

3542- Ama o maldan dolayı bir fesadın ortaya çıkma­sından endişe ediyorsa, onu satar ve parasını beytü'lmala bırakır. Eğer:  Size diyetlerinizi verelim, siz de rehine­lerimizi bize iade edin derlerse, devlet başkanı meseleyi değerlendirir. Eğer diyetler rehineleri karşılıyor ya da da­ha fazla ise, bunu kabul etmesinde bir sakınca yoktur.

Çünkü hepsi de maldır. Bu nedenle mal olma yönüyle eşdeğer olup olmadıklarına bakılır ki rehin olma anlamı ortadan kalksın. Sonra da diyetleri re­hinelerin mirasçılarına verir.

Eğer  diyetler, rehinelerin  değerinden   az  ise,  devlet başkanı bu isteklerini asla kabul etmez.

Çünkü burada rehin anlamı iki vecihte tahakkuk etmektedir: Birincisi, Re­hineleri öldürmüş olmaları, ikincisi ise; onlar, verdikleri maldan daha çoğunu alıyorlar.

3543- "Rehineler  bizim  rızamız  dışında  öldürülmüş­lerdir, size katilleri ve öldürülenlerin diyetlerini verelim, siz de bize rehinelerimizi verin" deseler, yahut: Dilerseniz katilleri size teslim edelim, dilerseniz diyetlerini verelim, deseler, sözlerinde samimi olduklarını biliyorsak, devlet başkanı onların bu tekliflerini reddedemez.

Çünkü bize teklif ettiklerinden başka yapabilecekleri bir şey yoktur. Devlet başkanı müslümanlar için daha hayırlı olanı seçer ve onu uygular.

3544- Eğer rehineler şirk toplumunun rizalarıyia Öldür-müşse, devlet başkanı onların bu tekliflerini kabul etme­yebilir. Çünkü toplumun buna rıza göstermesi, bizzat ken­dilerinin bu işi yapmış olması gibidir. Bu durumda onla­rın tekliflerini kabul etmekte müslümanlarm aşağılanma­ları vardır. Şayet müslümanlarm rehinelerini öldürdükten sonra müslüman olur yahut zımmî olmayı kabul ederlerse, rehineleri  öldürmüş  olmalarından  dolayı  onlardan  her­hangi bir şey alınmaz.

Çünkü bu işi yaptıklarında harp ehli idiler. Bunu yapmış olmaları ve savaş esnasmda müslümanları öldürmeleri aynı konumdadır ve bu durumda da müslü­man olur yahut zımmî olmayı kabul ederlerse, onlara herhangi bir şey yapılmaz ve rehin bıraktıkları iade edilir. Çünkü elimizde olan, onlara aittir ve bundan böyle dokunulmazdır.

3545- Müslümanlığı kabul ettikleri takdirde, rehin bı­raktıklarının onlara iade edilmesi gerekir. Çünkü Rasûlül-Iah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: "Kişi müslüman olurken elindeki şeyler kendisinindir" .

Onların bu durumları, diğer müslümanlarla savaşan Haricîlerin durumu gibidir; taraflardan her biri diğerinden mal elde etmiştir. Sonra Haricîler, diğer müslümanlarm mallarını harcasa da diğer müslümanlarm onların mallarından bir şey harcamaları caiz değildir. Haricîler tevbe edinceye kadar mallarını bekletirler. Tevbe ettiklerinde de mallarını onlara iade ederler ve tükettikleri mallarından dolayı da onlardan herhangi bir şey almazlar.

Rehineleri öldürdükten sonra müslüman olmamışlarsa, fakat müslümanlar o ülkeye galip gelerek oradakileri öldürmüş yahut esir almışlarsa, rehin olarak bırakmış ol­dukları mallar, o ülkeye galip gelen müslümanlara feyr olur.

Çünkü onlara galip gelmekle o malların sahiplerinin canlarının dokunul­mazlığı ortadan kalkmıştır ve bu mallar onlann ellerindeki mallar gibi olur ki o mallar da ganimeti alan savaşçılar için fey1 olur.

3546- Müslümanlardan  biri, rehin   olarak  bıraktıları malları harcayacak olursa, devlet başkanı ondan bedelini almalıdır. Çünkü o mal, devlet başkanının elinde eman kapsamındaydı. Sonra devlet başkanının o kişiden aldığı bedel,   yine   devlet   başkanın   yetkisi   altında   bekletilir. Hükmü de, rehin bırakılan malın hükmünün aynıdır. Bu yönden bu mal, müslümanlarm Haricilerden almış olduk­ları  mala  benzemez.  Diğer  müslümanlardan  Haricilerin mallarını  harcamış   olanlar,  o  malları  tazmin  etmezler. Çünkü bu konuda Haricîlere eman vermiş değiliz. Tazmin edilmesi, eman verilmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Hariçlerden alınmış olanlar, sahibinin mülkü olmaya de­vam etmektedir. Bu nedenledir ki mevcut olanın kendisi onlara iade edilir ama harcanmış olanı iade edilmez.

Oysa harp ehlinin rehin olarak bırakmış oldukları böyle değildir. O mal hakkındaki eman devam etmektedir ve onu harcayan, bedelini tazmin eder, müslüman oldukları tak­dirde o mal veya bedeli onlara iade edilir.

3547- Mütareke esnasında karşılıklı rehin aldıktan son­ra, bir taraf rehinelere ihanet ettiği takdirde karşı tarafın elindeki rehineleri öldürebileceği şart koşulmuşsa, sonra da müşrikler ellerindeki rehinelerin ellerini keser yahut gözlerini çıkarır ve daha sonra müslümanlara: Gelin re­hinelerinizi alın, onlar hayattalar, bizim rehinelerimizi de bize geri verin derlerse, devlet başkanı durumu değer­lendirir; Eğer onları geri almak müslümanlarm yararına ise ve bunda müslümanları aşağılama gibi bir durum ol­mayıp rehineler de yaptıklarından dolayı onlara davacı olmayıp bizleri onlardan geri alın derlerse, onları alır. Ama bunda müslümanları   aşağılama varsa, devlet başkanı bu teklilerini kabul etmez.

Çünkü bu durumda onlara sağlıklı kişiler teslim ediyor ve onlardan özürlü kişiler alıyor. Bu sebeple durumu değerlendirir ve ona göre hareket eder.

Onların aramızda bulunmaları müslümaniarın yararına­dır. Ayrıca belirttiğimiz gibi ancak müslümaniarın yararına olduğu takdirde böyle bir antlaşmaya gidilebilir, işte bu sebeple nafakaları müslümaniarın beytü'lmalından kar­şılanır.

Tıpkı ödünç alanın elindeki Ödünç gibi. Ödünç alan on­dan yararlandığı için nafakası da ona aittir. Oysa hakikat üzere olan rehinde durum böyle değildir. Çünkü orada menfaat, rehin bırakan kimseye aittir. Çünkü rehin, alanın yanında helak olduğu takdirde rehin verenin borcu öden­miş olur.

Onlar, müslüman rehineleri öldürdükleri takdirde dev­let başkanı, rehinelerini bir sene tutar ve onlara beytü'lınaldan nafaka verir.

Çünkü bir seneye kadar haklarında sabit olan eman hükmü devam eder. Bir sene geçtiği halde müslümanlan razı etmezlerse, devlet başkanı re­hineleri zimmî statüsüne geçirir ve bundan böyle nafakalarını da karşılamaz. Çünkü bir sene geçtikten sonra onlar da diğer zimmîler gibi olurlar.

3553- Rehinelerimizi öldürmeyip antlaşma da geçici ise, müddet dolup müslümanlar rehinelerinin verilmesini istediğinde müşrikler onları vermeyi kabul etmezlerse, o zaman devlet başkanı elindeki rehinelere şöyle der: Ülke­niz bana rehineleri geri vermedikçe ben de sizi geri gön­dermeyeceğim. Sizi bir yıl geciktireceğim, onlara yazın, rehinelerimizi geri göndermedikleri takdirde bir yıl sonra sizi zimmî statüsüne geçireceğim.

Devlet başkanı, rehinelerden bunu istediği gibi, maze­retin ortadan kalkması için kendisi de karşı tarafa bunu yazar ve bildirir. Bir yıl geçtiği halde rehineleri geri gön-dermezlerse, elindeki rehineleri zimmî statüsüne geçirir. Bundan sonra rehineleri göndereceklerini bildirecek ol­salar bile, rehinelerini geri göftdermez. Ancak rehineler gönül rızasıyla gitmek isterlerse o başka.

Bu durumu önce açıklamıştık. Devlet başkanının böyle bir uyarıyı gönder­mesi şundan dolayıdır: Devlet başkanının uzun müddet müşrik kişiyi ülkemizde haraçsız tutması doğru değildir. Bu nedenle onlara sadece bir yıl mühlet verir.

3554- Müslümanlar müşriklere hür kişileri rehin bırak­salar ve buna karşılık müşrikler de cevher, inci veya köle rehin bıraksalar ve müslüman rehinelere ihanet ettikleri takdirde müslümaniarın aldıkları malların müslümanlar a kalacağını şart koşmuş olsalar, sonra da müşrikler onlara teslim edilen rehinelere ihanet etseler, teslim ettikleri mal­lar müslümaniarın olmaz. Bilakis beytü'lmalda bekletilir. Ya müslüman olurlar veya rehinelerimizi öldürdüklerinden dolayı bizleri razı ederler.

Çünkü bu şart geçersizdir ve geçersizliği Resûlullah (s.a.v.)in şu sözüyle sabittir: "Rehin ta'lik edilmez / bir şarta bağlanmaz" Tabiîn imamlarından yapılan nakle göre bu sözle kastedilen şudur: Rehin bırakan kişi, yanına rehin bıraktığı kimseye şöyle der: Falan tarihe kadar sana malını getirmediğim takdirde, rehin olarak bıraktığım şey malın karşılığında senin olsun.

Rehinin, mal yerine bırakıldığı bir durumda bu caiz değilse, mal olmayan bir şey yerine rehin bırakıldığı durumda bunun caiz olmaması evladır. Çünkü bunda mülkiyetin sebebini tehlikeye bağlamak vardır. A'yanın (eşyanın) mülk edinilmesinin sebepleri tehlikeye bağlanmaya müsait değildir.

Bu şartın geçersiz olduğu ortaya çıktıktan sonra onun zikredilmiş olması veya zikredilmeyip susulmuş olması arasında bir fark yoktur. Başarı Allah'tandır.[65]

 

Antlaşma (Mütareke) De İleri Sürülen Şartlar

 

35S5- İmam Muhammed dedi ki: müslümanlarla müş­rikler arasında belli yıllar için mütareke yapıldığında bu­nun yazılı olması gerekir. Çünkü bu, uzun müddet devam edecek bir akittir ve böyle akitlerin yazılması şeriatta em-redilmektedir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Belirli bir süreye kadar birbirinize borç verdiğiniz zaman onu yazın."[66] Emir kipi en azından mendupluk ifade eder. Nasıl böyle olmasın ki yüce Allah ayetin sonunda şöyle buyurmaktadır: "Yalnız aranızda hemen alıp vereceğiniz peşin  ticaret olursa onu yazmamanızdan ötürü size bir günah yoktur."[67]

Buradan anlaşılıyor ki, arada uzun bir müddet söz konusu ise, yaz­mamaktan dolayı günah vardır.

3556- Bu konuda konuyla ilgili temel nass Resûlullah (s.a.v.)'in hadisidir. Resûlullah (s.a.v.)» Hudeybiye antlaşmasında Mekkelilerle on yıl boyunca savaşmamak üze­re antlaşma yaptı ve antlaşmanın iki nüsha halinde yazıla­rak bir nüshanın kendisinin, diğerinin de Mekkelilerin yanında kalmasını emretti. Antlaşmayı yazan Hz. Ali idi. Antlaşmayı yazmaya başlayıp "Bismillahirrahmanirrahîm" diye yazdığında Süheyl b. Amr: "Biz, Rahman ve Rahîm ne demek, bilmeyiz; Bismike Allahümme" diye yaz" dedi. Hz-. Ali daha sonra şöyle yazdı: Bu, Allah'ın Resulü Mu­hammed ile...... arasında yapılan antlaşmadır."  Bunun üzerine Süheyl b. Amr: Eğer Allah'ın Resulü olduğunu kabul etseydik, seninle savaşmazdık. Yoksa babanın ismini yazmaktan mı kaçmıyorsun? Abdullah'ın oğlu Mu-hammed,   diye   yaz"    dedi.   Bunun   üzerine   Resûlullah (s.a.v.)» Hz. Ali (r.a.)'a yazdığını silmesini emretti. Hz. Ali,  yazdığını  silmekten  kaçınınca,  Resûlullah   (s.a.v.) kendi eliyle yazılanları sildi ve şöyle buyurdu: Ben, Ab­dullah'ın oğlu ve Allah'ın Resulü Muhammed'im. Sonra da  Hz.   Ali'ye:   Bu,  Abudullah'ın   oğlu  Muhammed   ile Mekkelilerîn temsilcisi Süheyl b. Amr  arasında varılan antlaşmadır." diye yazmasını emretti. Sonra antlaşmanın tamamını imla ettirdi ve iki nüsha yazılmasını emretti. Böylece Resûlullah'ın bu hadisi, bu konuda temel dayanaktır. Çünkü taraflardan her birinin elinde bir nüshanın bulunması gerekir. Ta ki karşı taraf bir şart hususunda tartışmaya girdiğinde, diğeri elindeki nüshaya mü­racaat edip ona gösterebilsin. Ayrıca yazmaktan maksat, emin olmak ve ihtiyatlı davranmaktır. O halde en emin şekilde yazılmalı ve bozguncunun bozguncu­luğuna fırsat verilmemelidir. Yüce Allah'ın şu sözünde buna işaret edilmektedir: "Yazıcı, Allah'ın kendisine öğrettiği şekilde yazmaktan kaçınmasın, yazsın."[68]

Allah'ın ona öğrettiği, hiç şüphesiz doğru ve herkesin anlayacağı şekilde yazmaktır. Öyle yazmalı ki, bir bozguncu çıkıp bu yazılanı başka tarafa çekmesin.

Sonra yazmaya başlar ve açık açık şöyle der: "Bu, falan halife ve onunla birlikte bulunan müminler ile   ülkesinin halkıyla birlikte falan kişinin arasında yapılan antlaşmadır"

Ebû Zeyd el-Bağdadî de birtakım şartlar zikreder ve başlarken: "Bu, üzerinde antlaşma yapılan hususları içeren bir yazıdır" denilmesi gerektiğini, çünkü gerçek ve vakıaya uygun ifadenin bu olduğunu ileri sürer. Ancak imam Muhammed'in tercih ettiği burada daha doğrudur ve Resûlullah'ın (s.a.v.) yazılı antlaşmasına daha uygundur.Nitekim başka bir yerde de Rasulullah satın alacağı bir köle için yapılan antlaşmada kölenin nitelikleri yazılmış ve "Bu, Rasulullah Muhammed'in Adda' b. Halid b. Hevze'den satın aldığıdır" diye yazılmıştır. Kur'an buna işaret etmektedir: "Hesap günü için size vadedilen budur".[69] Bun­dan maksat, iyiler için mükafatın ve kötüler için cezanın vadedilmesidir. Ayette "Bu, size hesap günü için vadedilen şeyin belirtildiği bir kitaptır" denilmemiştir.

3557- Sonra şöyle dedi: Şu şey üzere bir yıllığına ant­laşma yaptılar. Antlaşma yılının başlangıcı, falanca yılın filanca ayı, sonu da şu yılın şu ayıdır.

Antlaşma yazılırken, önce tarihin belirtilmesiyle başlanır. Çünkü savaşma yasağı belli bir müddet içindir. O halde müddetin başlangıcı ve sonunun bilinmesi gerekir. Bu da müddetin tarihini belirlemekle sağlanır. İmam Muhammed, "Mütareke" sözünü seçti. Çünkü müşriklerle müslümanlar arasında kalıcı banş antlaşması olmaz. Aralarında ancak muahede olur. Nitekim yüce Allah şöyle bu­yuruyor: Muahede yaptığınız müşriklere...'[70]   Muahede ise, mütarekedir.

Daha sonra mütareke metninde yer alacak hususları zikrederek şöyle der:

3558- Taraflardan her biri, mütareke metninde yazılan­ların tamamına bağlı kalacağına dair Allah'ın ahd ve mîsakını  ve  zimmetini, Resûlü'nün zimmetini ve Meryem oğlu isa'nın zimmetini verir. Bu cümleyi mütareke met­ninin her faslında zikreder.

Kendi dönemindeki halifenin uygulamasını göz önünde bulundurarak bu cümleyi zikretmektedir. O dönemde müs­lümanlar Bizanslılarla savaşıyorlardı ve verilen söze sad-, akat  konusunda  en   etkili   sözler  bunlardı.  Bu  nedenle İmam Muhammed bu sözleri zikretmektedir.

Bu lafızların yazılmasını nasıl caiz görüyor? Halbuki Resûlullah (s.a.v.): "Allah'ın zimmetini ve Resulünün zimmetini vermenizi isterlerse, vermeyin; kendi zim­metinize ve babalarınızın zimmetlerine muhalefet etmeniz daha ehvendir" buyurmaktadır, denilecek olursa, deriz ki:

İmam Muhammed'in bu lafızlarla kastettiği Allah'ın zimmetini ve Resulünün zimmetini vermek değildir. Ha­diste de belirtildiği gibi bu yasaklanmıştır. Bu lafızdan maksat, muhtelif ifadeler kullanarak yemin ile mütarekeyi pekiştirmektir.

Görmüyor musun, Allah'ın peygamberlerden sıddîk ve salihlerden aldığı ahid, zimmet veya mîsakın en şiddetlisiyle olmuştur.

Yüce Allah'ın: "Allah, kendilerine kitap verilenlerden söz almıştı"[71] aye-tiyle "Allah, peygamberlerden söz almıştı"[72] ayetinde kastedilen şeye işaret edil­mektedir. İmam. Muhammed'in söz konusu ettikleri de bu anlamdadır. Kas­tedilen, kesin söz almaktır.

Mütareke metnine tarih atmakla son verir. Aslında mütareke metninin başında tarih belirtilmişti ve bu yeterlidir. Metnin sonuna tarihin atılması, te'kit içindir. Maksat, savaşılması yasak olan müddeti kesin olarak belirlemektir. Mütarekenin yürürlüğe girmesi ise, mütareke metninin tamamlanmasından ve buna dair şahitlikten sonra başlar. Şayet metnin başında tarihin zikredilmesiyle yetinilecek olursa, taraflardan biri metnin yazılmasının bir müddet sürdüğünü ileri sürüp anlaşmazlığa sebep olabilir. Bu nedenle metnin sonuna da tarih yazılır.

Tarih yazma konusunda temel dayanak, Hz.Ömer'le ilgili rivayettir. Buna göre Hz.Ömer, valilerinden kendisine yazı yazdıklarında tarih yazmalarını em­retmiş, sonra da sahabeyi toplayarak tarihe başlangıç olarak neyi kabul etmesi ge­rektiğine dair danışmada bulunmuştur. Bazıları, Resûlullah (s.a.v.)in doğumunu tarih başlangıcı olarak kabul etmesini önermiş ama kendisi bunda Hnstiyanlara benzeme gibi bir durum görmüş olmalı ki bunu kabul etmemiştir. Bazıları da başlangıç olarak Resûlullah (s.a.v.)'in vefatını Önermiştir. Ancak kendisi bunda, müslümanların musibeti gibi bir anlam bulmuş olmalı ki bunu da reddetmiştir. Ni­tekim Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Benim ölümümden dolayı başınıza gelecek musibetin bir benzerine uğramayacaksınız".

Nihayet başlangıç olarak Resûlullah'ın hicreti üzerine ittifak etmişlerdir. Çünkü dinin en önemli olayları olan cumalar, bayramlar ve müşriklerin ezi­yetlerinden müslümanların kurtulmaları, hicretle gerçekleşmiştir.

3559- Müslümanlar, müslüman olarak çıkıp kendilerine gelecek kimseyi iade etmeyeceklerine dair bir şart koymak istiyorlarsa, metin yazılırken savaşılamayacağına dair maddeden hemen sonra bunu yazar ve: "Falan ülkeden müslüman olarak bir erkek veya bir kadın veya antlaşmalı biri çıkıp müslümanlara gelecek olursa, ne halifenin ne de müslümanların onu iade etme zorunlulukları yoktur" şekünde bir ifadeyle bunu tavzih eder. Aslında bu, şeriatla sabit bir şarttır, ama karşı taraf bu hükmü inkar edebilir. Bu şart yazıya geçirilmediği takdirde, inançları gereğince bunu mütarekeye aykırı hareket etme olarak değerlendire­bilirler. Bu nedenle metni yazan, bu şartı da yazmalı ki her iki tarafı bağlayıcı bir delil olsun ve taraflar bir­birlerini itham etmesin.

Bu şart yazıldıktan sonra evli bir kadın çıkıp gelirse ve kocası da geri verilmesini isterse, onu geri alma hakkı yoktur. Nitekim bu husus şu ayette ifade edilmektedir: " Onları kafirlere geri döndürmeyin. Ne bu (kadı)nlar on­lara helaldir: ne de bunlar onlara helal olur."[73]

Hudeybİye antlaşmasında iade etme şartı koşulmuştu. Ayetin inişiyle bu hüküm neshedilince, yüce Allah kocanın o kadına verdiği mehrîn geri verilmesini emret­mektedir. Nitekim şöyle buyurmaktadır: "Kafir kocalarının verdikleri mehirlerini onlara verin."[74] Böylece o şarta da vefalı davranılmış oldu. Ondan böyle şart koşu­lan geri verilmez. Dolayısıyla verdikleri mehirler de geri verilmez. Böyle bir şart söz konusu edilraemişse, yine ve­rilmez. Çünkü bu hüküm icma ile neshedilmiştir.

3560- Onlardan kaçan müslüman bir köle veya müs­lüman bir cariye çıkıp bize gelirse, azâdedilmiş sayılmaz.

Çünkü aramızda mütareke bulunanlar, eman altındakiler mesabesindedir ve mallarının dokunulmazlığının gözetilmesi gerekir.

Görmüyor musun, müslümanlar onların mallarını ele geçirecek olsalar,o malları mülkiyetlerine geçiremezler. Onlardan kaçan köle de böyledir. Sadece sa­tılır ve parası sahibine teslim edilir, ülkemizde kölesi İslama giren eman altm-dakinin de durumu budur.

İmam Muhammed şöyle devam eder: Müslümanlardan veya zimmllerden biri İslam dinini terk ederek yahut müslümanlarin ziınmlliğini terk ederek onlara sığınırsa, onu iade etmeleri gerekir. Bu hususun mutlaka antlaşma metnine yazılması gerekir.

Çünkü onlardan bir müslüman veya zimmî bize sığınacak olursa onu iade etmemiz caiz değildir. Bu şart metinde yer almadığı takdirde belki de biz nasıl siz­den gelenleri size iade ediyorsak, siz de bizden size gelenleri bize iade edin, di­yebilir ve bunun adaletin gereği olduğunu ileri sürebilirler. Ama bu şartı metne yazdığımız takdirde böyle bir şey ileri süremezler.

3561- Eğer iade etmezlik ederlerse antlaşmayı bozmuş olurlar ve müslümanlar, onlara haber vermeden saldırabilirler.

İmam Muhammed, daha sonra bir bedel karşılığında mütareke yapma ko­nusunu ele alır ki yukarıda anlatılanlara kıyas edilebilir.

3562- Mütarekeden dolayı verilecek bedel açık ve tar­tışmaya yer bırakmayacak şekilde yazılmalıdır. Mesala: Falan kral ve ülkesinin halkı, falan halifeye her yıl şu ka­dar Şam dinarı haraç olarak ve sağlığı yerinde ergenlik çağına ermiş şu kadar kadın, şu kadar erkek, şu nitelikleri taşıyan şunlar, teslim edilecek kişiler hürlerinden değil, kölelerinden olacak, şu yaşı geçmemiş olacaklar, şu ku­maştan şu kadar metreden yapılmış şu sayıda elbise; el­biselerin  diğer  nitelikleri, renkleri, beden  büyüklükleri vs. belirtilerek yazılır.

Çünkü burada mal olmayan şeyin yerine malı vermeyi kabul ediyorlar. Böyle durumlarda ayrıntıların belirtilmesi gerekir. Onun için burada özellikler sayılırken sadece cins, tür, nitelikler ve belirti lebi len şeyler belirtilmekle ye-tinilmiştîr.

3563- Eğer ödenecek mal vadeli ve taksit taksit ise, vade ve taksit sayısı, tıpkı borçlanmalarda olduğu gibi tafsilatlı bir şekilde yazılmalıdır.

İmam Muhammed daha sonra İslam yurduna girecek elçilerle ilgili antlaşma vesikasını ve bununla ilgili hususları belirterek şöyle der:

Elçiler, eman istemeseler bile eman içerisindedirler. Bu konuda uyulacak temel kural, nakledilen şu rivayettir. Bu rivayete göre bir topluluğun elçisi Resû-lullah'ın (s.a.v.) huzurunda konuşulmaması gereken şekilde konuşmuş, bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Eğer elçi olmasaydın, öldürül­meni emrederdim." Elçiler, her dönemde ve elbette ki İslamda da eman içerisinde mesajlarını iletirler.

Çünkü her iki tarafın istekleri, barış olsun, savaş olsun ancak elciler vasıtasıyla karşı tarafa iletilebilir. Eman içerisinde olmadıkları takdirde, mesajları hakkıyla iletemezler. Bu nedenle, bu konuda herhangi bir şarta ihtiyaç olmaksızın eman içerisindedirler.

3564- Ancak bu husus şart koşulur ve bu konuda bir belge tanzim edilirse daha iyi olur. Şayet elçilerle birlikte fidye karşılığında serbest bırakmak üzere   beraberlerinde esirler getirmiş ve anlaşamadıkları takdirde onları geri götürmeyi şart koşmuşlarsa, müslümanların bu konuda on­larla antlaşma yapması ve kendilerine yazılı bir belge ver­mesi doğru değildir.

Çünkü müslüman hür kişileri yanlarında tutarak onlara zulmetmişlerdir ve bu esirleri elimize geçirdikten sonra onları hiçbir surette düşmana geri gönde­remeyiz.

3565- Şer'an yerine getirilmesi mümkün olmayan hu­suslarda  söz vermek  caiz değildir. Şayet müslümanlar böyle bir söz vermîşlerse, bu sözlerini tutmamalı ve her halükarda esirleri onlardan almalıdır. Bundan sonra ister savaş çıkmış olsun, ister olmasın, fark etmez. Çünkü bu şart, şeriatın emirlerine aykırıdır. Nitekim Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın kitabına uymayan her şart batıldır."   Yine şöyle buyurmaktadır: "Bilinmeyen şeyler için sünnete bakın". Ancak esirler köle iseler müslümanların onları satmaları ve paralarını iade etmeleri gerekir.

Çünkü onlan kendi ülkelerine götürmüş olmakla onları mülk edinmişler ve bu şartı ileri sürmekle onların mülkiyetlerinden yararlanma emanına sahip olmuşîardır. Bu sebeple mümkün mertebe bu hususa riayet edilmesi gerekir. Bu da ancak o kölelerin satılması ve paralarının onlara iade edilmesiyle mümkün olur.

3566- Müslümanlar, harp ehlinden birini kendi ülke­lerinde yakalayacak olsalar ve o da:  "Ben, kralın elçisi­yim, eman almadan ülkenize girdim" derse, bakılır; Eğer, elçi olarak bilmen biri ise ya da beraberinde kralın ha­lifeye mektubunu gösterirse, eman içerisinde olur.

Çünkü gerçeğine vakıf olunamayan şeylerde galip zan ile amel etmek ge­rekir. Böyle bir durumda herkesin aklına ilk gelen, onun elçi olduğudur. Bu gibi durumlarda bu tür kanıtlar yeterlidir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: " Eğer (ci­hada) çıkmak isteselerdi, onun için bir hazırlık yaparlardı.[75] Yine şöyle bu­yurmaktadır: "Onlan simalarından tanırsın."[76] Ama elçi olduğuna dair yanında bir delil yoksa, fey' olur.

Harp ehlinden eman almadan ülkemize giren kişi hakkındaki ihtilafları açıklamıştık. Yanında elçi olduğuna dair bir kanıt bulundurmayan kişi, müslü-manların hakkı olmuştur. Elçi olduğunu iddia etmekle müslümanlarm onun üze­rindeki haklarını iptal etme peşindedir ve delil getirmedikçe ona böyle bir fırsat verilemez.

3567- Elçi olarak bilinen biri ise, müslümanlarm vergi memuruna uğradığında memur ondan da öşür alır. Nitekim eman altındaki topluluklar da öşür verirler.

Netice olarak, onlarla ilişkilerimiz mütekabiliyet esasına göredir. Rivayet edilir ki Hz. Ömer öşür vergisi memurlanna, müslüman tüccarlardan öşrün dörtte birini (1/4İ), zimmî tüccarlardan da öşrün yansının (1/2) ahnmasınf emrettiğinde harp ehlinin müslüman tüccarlardan ne aldıklarını sormuş, öşür (onda bir) aldıklarını söylediklerinde, siz de onlardan öşür alın, demiştir.[77]

3568-  Tüccarlarımızdan ne kadar aldıklarını bilmiyor­sak, yine onlardan Öşür (onda bir) alırız.

Çünkü eman altındakilerin zimmîler karşısındaki konumlan, zimmîlerin müslümanlara karşı konumu gibidir. Nasıl zimmîlerden müslümanlann bir katı fazla alınıyorsa, eman altındakilerden de zimmîlerin bir kat fazlası alınır.

3569- Eğer tüccarlarımızdan hiçbir vergi almıyorlarsa, biz de onların tüccarlarından hiçbir vergi almayız.

Çünkü vergi almak, mütekabiliyet esasına göredir.

3570- Elçilerin emam konusunda vergi memurumuzun onlardan bir şey almamasını şart koşarlarsa, bakılır; Eğer onlar   da   elçilerimize   aynı   muameleyi   uyguluyorlarsa, müslümanlarm da bunu şart koşmaları ve bu şarta riayet etmeleri gerekir.

Çünkü böyle bir şart şeriatın hükümlerine uygundur ve ona uyulması gerekir.

3571- Elçilerimiz için de böyle bir şart koşulmuş ol­duğu halde buna riayet etmiyorlarsa, elçileri için bu şartı kabul etmememiz gerekir. Çünkü kabul ettiğimiz takdirde ona riayet etmemiz lazım gelir.

Çünkü verilen emana ihanet olmaz. Böyle bir şartı kabul ettikten sonra elçilerimize farklı muamelede bulunurlarsa, onlar emana ihanet ettiler, diye biz de emana ihanet edemeyiz.

3572- Müslümanlar bir kaleyi kuşatacak olsalar ve ka-ledeküer, içerdeki insanlar hariç, kalede bulunan malların üçte biri müslümanlara, üçte ikisi kendilerine kalmak üze­re eman isteseler, eman vermek caizdir.

Çünkü belli ve belirlenmiş bir bedel üzere eman vermek caiz olduğu gibi, yeri açıklanan bir malın bir bölümü üzere eman vermek de caizdir. Burada da malın yerini belirlemiş oluyorlar ve o malın bir bölümünü ödüyorlar.

3573- Bu karar üzere kalenin kapılarını açtıklarında içindeki malların üçte biri müsiümanlara ait olur. Devlet başkanı kaledeki şeyleri üç eşit kısma ayırır ve müslü-manlarla onlar arasında taksim eder.

Taksimat yapılırken mallar eşit parçalara ayrılır. Resû-lullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Seriye emirlerinden en hayırlısı, Zeyd b. Harise'dir. Çünkü elde edilen malı eşit parçalara ayırdı ve adil bir şekilde daittı".

Adalet, değerde adalettir. Eğer malların kendileri tak­sim edilebiliyorsa onu yapmak en iyisidir. Ama ya az ol­duğundan veya başka herhangi bir sebepten dolayı eşit parçalara bölünemiyorsa, adil bir şekilde fiyat değeri tes­pit edilir. Sonra devlet başkanı, kale halkına: isterseniz malı siz alın ve bize değerinin üçte birini dirhem veya di­nar olarak verin, dilerseniz malı biz alırız ve değerinin üçte ikisini dirhem veya dinar olarak size verelim, tek­lifinde bulunur. Bu konuda temel, Abdullah b. Ravaha hakkındaki rivayettir. Buna göre Abdullah b. Ravaha, Re-sûlüllah (s.a.v.)in emriyle Hayber'de hurmaların mikta­rını belirliyor ve Yahudilere "İsterseniz hurmalıklara siz bakın sonra biz sizden yarısını alalım, isterseniz biz bak­alım ve sonra size yarısını verelim" diyordu.  Gök ve yer bununla ayaktadır (yani adaletle ayaktadır) dediler.

Buradan da anlıyoruz ki böyle bir bölüşme adaletlidir. Malın kendisi taksim edildikten sonra devlet başkanı han­gi bölümün kime düşeceği konusunda kur'a atmalıdır. Resûlullah (s.a.v.) de ganimetleri taksim ederken böyle davranırdı. Sefere çıktığında da hanımları arasında kur'a atardı. Böylece bu, kur'anin geçerli olduğu her hususta başvurulan bir temel kural oldu. Devlet başkanı için evla olan kur'a atmasıdır. Çünkü bu, kalpleri rahatlatır ve kayırma töhmetini uzaklaştırır.

Bölünemeyen mallar arasında denkleşmeyi sağlamak için fiyat yönüyle değerlendirme de güzel bir yoldur. Me­sela bir tarafta bir beygir ve bir tarafta bir inci varsa, diğer mallardan yanlarına konularak değerleri eşitlenir. Mesela inci beygirden değerli ise, beygirin yanına bir miktar mal konur ve incinin fiyatına denk bir düzeye yük­seltilir. Böylece mallar üç kısma ayrılır ve kur'a atılır. Müslümanlara düşen üçte bir alınır ve gerisi diğerlerine kalır. Taraflardan biri, mal yerine dinar veya dirhem (para) isterse, her iki taraf rıza gösterdiği takdirde, istey­en taraf mala eşdeğer para alır. iki tarafın rızası olmadığı takdirde ise, yapılamaz. Ancak malı bölmek mümkün olmadığı takdirde para alarak değerlendirmeye gidilir. Çünkü bu taksimatta alış-veriş anlamı vardır ve ahşverişte karşılıklı rıza şarttır.

3574- Barış için, kaledekinirr üçte birinin müsiüman­lara verilmesi şart koşulmuşsa, kale duvarlarının içindeki evler buna girmez.

Çünkü kaledekiler" denilince bu sözün kapsamına kalenin kendisi girmez ve kaledeki evler, kalenin bir parçasıdır.

3575- Ayrıca müslümanlar, bir açıklama yapmaksızın kalede bulunan şeylerin üçte biri diyerek yuvarlak bir söz üzerinde antlaşmamalılar. Çünkü kalede karşı tarafın ken­dileri ve çoluk  çocukları vardır ve  antlaşmayla verilen eman hepsini kapsar. O zaman kölelerinin üçte birine sa­hip olamayız, çünkü köleleri de o emanm kapsamına girmiştir.

Çünkü hürriyet ve kölelik vasfı bir kişide bir arada bulunmaz. Çünkü her iki sıfat birbirine zıttır.

3576- Ama eğer kaledeki esirlerin üçte biri üzerine ant­laşmak işiyorlarsa, onları ayırdıktan sonra "şu ayırdığımız kimselerle kaledekilerin üçte biri üzerine antlaşma yapıyoruz, desinler.

Çünkü onları dışarıda bırakmadan kaledeki şeylerin üçte biri üzerine antlaş­ma yapıyoruz, denilirse, oradaki insanların tamamına eman verilmiş olur. Ama üçte birini ayırdıktan sonra; "Bunlarla kaledeki şeylerin üçte biri üzerine antlaşma yapıyoruz" denilirse, o şahıslar antlaşmaya bedel kılındıkları için onlar da müslü-manların eline geçmiş olur.

3577- Hürler hariç, kaledeki kölelerin üçte biri üzerine anlaşırlarsa, bu caizdir. Köleler de sair mallar gibidirler. Eğer kaledekilerden yüz kişi üzerinde antlaşma yapmış­larsa ve bu yüz kişiyi kölelerinden verecek olurlarsa caiz­dir. Eğer hürlerinden ve kendi çocuklarından verirlerse caiz değildir. Çünkü antlaşma ile bunlar eman kapsamına girmişlerdir ve verilen eman ile emanları öyle pekişir ki, artık iptal edilemez. Bundan böyle antlaşmaya bedel ol­arak alınıp mülk edinilmeleri mümkün olmaz.

3578- Eğer kaledeki esirlerin üçte biri üzerine antlaşma yapıldıktan sonra müslümanlar kaleye girecek olurlarsa, onlardan hiçbir şey almamalılar.

Çünkü eman, onlardan her birinin bir kısmını kapsar ki bir kişinin par­çalara bölünmesi mümkün değildir. Bir kısmı için sabit olan eman, o şahsın ta­mamını kapsar.

3579- İleri sürülen şartla müslümanlar hiçbir şey ala­mayınca müslümanların yapacağı şey, kaleden çıkmak ve onların kendilerini koruyacak konuma girmelerini sağla­mak, daha sonra antlaşmanın bozulduğunu onlara haber vermektir.

Çünkü müslümanların emanma girmişler ve artık ne öldürülebüir ve ne de köle edinilebilirler. Önce onlara antlaşmayı bozduklarını haber verir, kalelerine girip kendilerini koruyabilecek konuma girerler ve ondan sonra müslümanlar üzerlerine yürürler.

3580- Eğer anlaşma kalede bulunan esirlerle diğer şe­ylerin üçte biri üzerine yapılır ve müslümanlar, esirleri almayıp diğer malların üçte biriyle yetinmek istiyorlarsa, böyle bir antlaşma caizdir.

Çünkü bu antlaşma bedel olmaya elverişli olanla olmayanı kapsıyor ve böyle durumlarda hüküm, bedel olmaya elverişli olan üzerine sabit olur.

3581- Eğer biz buna razı değiliz derlerse, bunu söyle­meye hakları vardır. Ancak kalede bulunan mallarla esirlerden bir şeyi alamazlar. Bilakis kaleden çıkarlar ve ka-ledekiler eski korunmuş konumlarına kavuşurlar, sonra da onlara antlaşmayı bozduklarını haber verirler. Ama eğer, esirler hariç, malların üçte birini alır ve sonra antlaşmayı bozarız, derlerse, caiz değildir.

Çünkü malı aldıkları takdirde kaledekiler için eman gerçekleşmiş olur. Mal­larını geri vermeden antlaşmayı bozmak caiz değildir. Buna benzer hususlar daha Önce anlatılmıştı.İmam Muhammed, daha sonra bu konudaki antlaşma belgesinin nasıl yazılacağını anlatır.

Sonuç olarak, belge ihtiyaten yazılır ve en ihtiyatlı şekilde yazılması ge­rekir. Belgeyi yazan kişi, iki taraf arasında cereyan eden hususları açık seçik bir şekilde yazmalıdır. Antlaşma yapıldıktan sonra kalede bulunan mallardan kalede bulunanların payları teslim edilir. Ancak antlaşmadan önce müslümanların ellerine geçirip ordugahlarına götürdükleri şeyler kendilerine aittir. Çünkü antlaşma yapıldığında elde edilmiş olan bu mallar, kalede değildi.

3582- Köleler konusunda müslümanlarla müşrikler ara­sında anlaşmazlık çıkar ve müşrikler: "Bunlar bizim kölelerimiz değildir, bizim çocuklarımızdır ve bu nedenle e-man içindedirler" derlerse, müslümanlar ise: "Hayır, on­lar sizin kölelerinizdir ve onların üçte biri bizimdir" der­lerse, müşriklerin söylediği kabul edilir.

Çünkü onların söyledikleri asıldır ve asi olan insanların hür olduklarıdır. Ayrıca onlar kaledeler ve kendileri kimin köle, kimin hür olduğunu daha iyi bi­lirler.

3583- Müslümanlar, o kişilerin köle olduklarına dair müslümanlardan veya zimmllerden yahut harp ehlinden şahitler getirmek suretiyle delil getirseler, delil ile sabit olan, hasımların ittifakıyla sabit olan gibidir. Böylece get­irilen deli) onları bağlayıcı olur. Bu sebeple, harp ehlinin bu husustaki şahitliklerinden Önce şahitler, şahsını belir­leyerek falancanın köleleri olduklarına şahitlik etseler ve adam da: Hayır, bunlar benim kölelerim değildir, bilakis hürdürler, derse, bu sözüyle o köleler azad olmuş olurlar. Çünkü müslümanların ileri sürdüklerine göre o kölelerin her birinin üçtebiri, d kişinin mülküdür ve kendisinin onların hür olduklarını söylemesiyle İkrarı, onların hür olmalarını gerektirir.

3584- Ayrıca  bundan dolayı  müslümanlar o şahıstan herhangi bir tazminat alamazlar ve o da onlardan bir şey isteyemez.

Çünkü onlardan her birinin üçte biri, İslam yurduna götürülüp koruma altına alınmamış fey'dir. Ganimet ise, koruma altına alınmadıkça onu tüketmekten dolayı kimse tazminat ödemez.

3585- Aleyhinde şahitlik yapılan  kişi:   "Onlar  benim kölelerimdir ve ben onları azad ettim" derse, durum yine böyledir. Müslümanlar dilerlerse bunların dışında kalan mallardan üçte birini alırlar ve kaleden çıkar, sonra da antlaşmanın bozulduğunu onlara haber verirler.

Çünkü kendilerine şart koşulanların tamamı ellerine geçmemiştir.  ^/

3586- Kale halkı isterlerse şöyle bir teklif yapabilirler: "O kölelerin üçte birinin tutarlarını para olarak size verelim, müslümanlar da, antlaşmaya bağlı kalsınlar".

Çünkü bedel olarak verilen, bedel olarak verildiği şeyin yerine geçer ve eşyanın kendisi verilmediğinde işin çözümü için bedelin verilmesinden başka bir yol yoktur.

3587- Devlet başkanı müsliimanlara düşen erkek köle­leri öldürmek isterse buna hakkı yoktur. Oysa harp eh­linin esirleri böyle değildir. Dilerse onları öldürebilir.

Çünkü onlar, taksimat sonucu ele geçmiş değiller. Oysa bunlar, müslü-manlarla kale halkı arasında bölüştürülmüşlerdir. Ayrıca bunları müslümanlar barış yoluyla elde etmişlerdir. Sırf bu yolla elde edilmiş olmaları, onlan öldürül­mekten kurtarır.

3588- Kaledeküer devlet başkanından, belli bir şeyi vermek üzere anlaşarak kaleyi boşaltmalarına ve emin bir yere ulaşmalarına müsaade edilmesini isterlerse, devlet başkanının bunu kabul etmesi caizdir.

Çünkü devlet başkanının herhangi bir karşılık almadan bu isteklerini kabul etmesi caiz ise, verecekleri şeyler karşılığında bunu evleviyetle kabul etmesi ca­izdir.

İmam Muhammed, bu arada buna dair antlaşma belgesinin nasıl yazılaca­ğını anlatır ki yukarıda anlatanlara kıyas ederek ne anlattıklarım çıkarmak müm­kündür. Belge konusunda açıklamasını yaptığımız şart mutlaka açık bir şekilde yazılmalıdır. Zaten her yazılı belge ne maksatla yazilıyorsa o maksadı açık bir şekilde dile getirmelidir.

Dedi ki:  Antlaşmada yazılacak  hususları  en  anlaşılır

şekilde   yazmalıdır,  müslümanlar,  beğenmedikleri  şartı, metinden çıkarırlar.

Çünkü çıkarılmasını isledikleri şartı çıkarmaları, ilave edilmesini istedikleri şartı ilave etmelerinden daha kolaydır. Belki harp ehli ancak ihtiyatlı olanı kabul ederler. Bu nedenle metni yazan kişi ihtiyatlı olmalı ve maddeleri ayrıntılarıyla yazmalıdır. Karşı taraf şartların azaltılmasını kabul ederse, müslümanlar is­tedikleri şartları çıkarmaya gayret etmeliler.

Müslümanların, müşriklere Allah'ın zimmeti ile Resûlü'nün zimmetini ver­melerini, malum hadisten dolayı tasvip etmiyorum. Söz konusu hadiste Re-sûluliah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın zimmetini ve Resulünün zim­metini vermenizi isteseler, vermeyin. Kendi zimmetinizi ve babalarınızın zim­metini verin. Kendinizin ve babalarınızın zimmetine muhalefet etmeniz, bu, Allah'ın ve Resulünün zimmetine muhalefet etmenizden ehvendir." Ancak hadi­sin son tarafı, buradaki yasaklamanın şer'î bir yasaktan kaynaklanmadığını ifade etmektedir. Yani, şayet vefasızlık yapmak zorunda kalırsanız, deniliyor. Buradaki yasak, geleceğe dair yemin etmenin yasaklanması mesabesindedir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah'ı, yeminlerinizden dolayı, iyilik etmenize, (fena­lıktan) sakınmanıza, insanların arasını bulmaya engel yapmayın"[78] Aslında böyle bir yemin haram değildir. Yasaklanması, muhalefet ihtimalinden dolayıdır.

3589- Şayet müşrikler, Allah'ın ve Resulünün zimmeti verilmediği takdirde antlaşma yapmaktan kaçınırlarsa ve antlaşmaya da ihtiyaç varsa, devlet başkanının bunu kabul etmesi gerekir. Sonra da bu antlaşmaya vefalı davranır. Ama eğer antlaşmayı bozmayı zorunlu kılacak bir durum ortaya çıkarsa, antlaşmayı bozar, bunda herhangi bir sa­kınca yoktur. Tıpkı yeminde olduğu gibi. Nitekim Resû-Iullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: "Bir şeye yemin eden kişi sonra da başkasını daha hayırlı görürse, o daha hayırlı olanı yapsın ve yeminin kefaretini versin."

3590- Şayet kaledekiler, bizden şu kadar kişiye mal ve ticaret eşyalarıyla birlikte eman vereceksiniz ve bunların kim olacaklarını da patrik seçecek, derlerse, böyle bir ant­laşma caizdir.

Çünkü eman akdi, kapsamlılığa dayalıdır ve eğer sınırlar daraltıhyorsa, belli bir kimsenin ihtiyaç anında seçim yapmasında bir sakınca yoktur.

îmam Muhammed, daha sonra bu konudaki belgenin nasıl yazılması ge­rektiğini anlatır ve şöyle devam eder:

3591- Bu konuda patrikin sözü geçerli olacağına göre, müslümanlar ihaneti konusunda ondan  emin değillerse, ona yemin ettirirler ve yeminde şu hususlara yer verirler: "Kendisinden başka ilah bulunmayan, görünen ve görün­meyen her şeyi bilen Rahîm olan, gizli ve açık yapılanları gören, gözlerin haince bakışını ve kalpte gizlenenleri bi-, len, incil'i Hz. İsa'ya indiren, Hz. İsa' yi müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderen ve kendisi ile annesini bütün in­sanlara varlığının delili yapan Allaha yemin ederim"

Söylediklerinin doğru ve kendi çıkarını gözetmediğine, eksik veya fazla söylemediğine dair yemin ettirilir. Niçin yemin ettirildiğine gelince; çünkü kendisi kimlere eman verileceğine karar verecektir. İtham altında olan kişi, şer'an güvenilir biri değilse de, yemin ettiği taktirde sözü kabul edilir. Şer'an emin biri ise, yine yeminden sonra sözü kabul edilir. Yeminden maksat, yalan söylüyorsa bundan vazgeçmesidir. Bu ise, yemini ağırlaştırmakla olur. Ancak yeminin sözleri ağır olsun diye Allah'tan başkasına yemin ettirilmez. Yemini, îmam Mu-hammed'in söz konusu ettiği sözlerle ağırlaştırmak gerekir ve bu husus da bel­geye yazılır. Ta ki bu yeminden vazgeçecek olurlarsa, müslümanlar, antlaşmaya ihanet etmekle suçlanmasınlar.

Şayet bu şart üzere kalenin kapısını açtıklarında patrik: "Ben onlardan kimseyi seçmem yahut onların birini diğerine tercih etmem" derse, ya da seçme işi gerçekleş­meden ölür yahut oradan kaçıp giderse, müslümanlarm kaleyi terk ettikten sonra antlaşmanın bozulduğunu onlara söylemeleri gerekir.

Çünkü verilen eman bazılarını kesin olarak kapsamıştır ama bunların kim oldukları şahıs olarak bilinmemektedir. Eman altında olacak ve olmayacaklar bir­birlerine karıştıklarında ise, temel kural, kimseye zarar verilmemesidir.

3592- Patrik gelip eşyadan çokça ayıracak olursa, müs-lümanların kendisine güvenmemesi durumunda yemin ederse, seçimi geçerlidir. Yemin şekli ise, şart koşulduğu şekildedir. Nitekim Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: "Şart koşulan, daha bağlayıcıdır." Ayrıca patriğin tayin ettiği kimselerle mallarını içerecek bir eman veril­mesine dair antlaşma yapıldığında, maldan maksat, mülk edinilebilen ve her yerde normalde mevcut olan şeylerdir ki bunlar kişinin ihtiyacı için stok ettiklerini içerir. Ancak malın cinsi tayin edilmişse, tayin edilen mallar o kapsama girer. Fakat altın ve gümüş kaplama olanlar, altın ve gü­müş gibi değildir. Kaplamadan dolayı faiz hükmü ger­çekleşmeyeceği gibi, zekat hükmü de gerçekleşmez. Eğer altın ve gümüş gibi şeyler tayin edilmişse, bunlar da eman kapsamına girer.

Oysa zekat ve sadaka söz konusu olduğunda durum böyle değildir. Sadaka söz konusu ise yani kişinin "malım sadakadır" dediğinde bu sadece zekat malını kapsar. Emanda mal söz konusu edildiğinde ise istihsana göre değil, kıyasa göre amel edilir, malın üçtebiri vasiyettir denildiğinde de, mal olabilen her şey kap­samına girer.

3593- İmam Muhammed dedi ki: Meta', malın kendisi baki kalarak kendisinden yararlanılan elbise ve kapkacak gibi mallardır. Bu nedenle meta' denildiğinde hacim ve ağırlık olarak ölçülen şeyler bunun kapsamına girmez.

Çünkü bu tür şeylerden yararlanmak, ancak malın kendisini tüketmekle mümkündür. Meta1 altın ve gümüş kaplardır. Altın ve gümüş karyola da meta'm kapsamına girer.

Mücevherler ve inciler ise, meta1 değildir.

Çünkü bunlar süs eşyalarıdır ve süs eşyaları meta1 değildir. Silahlar da meta' kapsamına girerler.

Çünkü bunlar süs eşysıdır ve süs eşyası meta1 değildir. Silahlar da meta' türündendir.

Çünkü kendileri baki kalmakla onlardan yararlanılabilmektedir. Ayrıca süs eşyalarında olduğu gibi meta' dışında özel bir isimleri de yoktur. "Silah" ismi, eşyanın kendisi nazan İtibara alınarak verilmiş bir isim değildir, bilakis kullanılma niteliği itibariyle silah denilmiştir. Yüzük, meta' değildir. Çünkü o da süs eşyası kapsamına girer. Şayet "el-Camiu's-Sağîr" de gümüş yüzüğün, süs eşyası kap­samına girmediği belirtilmiyor mu? denilecek olursa, deriz ki: Orada kullanış hükmü kastedilmiştir ve erkeklerin gümüş yüzük takmaları helaldir. Hakikatte ise, süs eşyası hükmüne girer. Nitekim altın yüzük de süs eşyası kapsamına girer. Süs eşyası, ayn'ın ismidir ve meta' isminden daha özeldir. Bu ismin kapsadığı her şey, meta' isminin kapsamına girmez.

3594- Antlaşmada silah şartı koşuhnuşsa, silah isminin kapsamına   kendisiyle   savaşılan   her   alet   girer.   Kılıç, miğfer, zırh, kalkan, yay, ok vs. gibi genelde silah olarak kullanılan her alet. Bıçak ise, silaha değil, meta'm kap­samına girer.

Çünkü bıçaktan genelde savaş dışında yaralanılmaktadır. Hançer ve süngü ise, silah isminin kapsamına girer. Çünkü bunlar genelde savaşta kullanılmak­tadır.

3595- Cübbeler   ve   kürklü   kaputlarla   keçe   kaputlar meta'a girer, silaha girmez. Ancak sadece savaşta kullanılanları varsa onlar da silah kapsamına girer.

Aynı şekilde ipek kaputlar da meta'a girer, silaha girmez. Ancak sadece savaşta kullanılanları hariç. Sancaklar, mızrak ve kargılar silahtandır.

Özet olarak her yerde isimlendirme konusunda oranın Örfü geçerlidir. Bu konuda temel kaynak, ibn Ömer'den rivayet edilen haberdir. Buna göre, biri ibn Ömer'e "Bizim bir arkadaşımız bedene (deve) kesmesi vacip oldu, bir inek kes­mesi yeterli midir?" diye sorar, ibn Ömer o adama: Arkadaşınız nereli? diye sordu. Adam: Rabah oğullarındandır, dedi. O zaman ibn Ömer şöyle cevap verdi: Rabahoğullan ne zamandan beri inek besliyorlar ki, onlar bedene" derken bu sözle deveyi kastederler.

3596- Silahla birlikte  Küra'"ı da şart koşarlars, Kura' isminin  kapsamına at, katır  ve  merkepler  girer. Deve, sığır ve koyunlar küra'ın kapsamına girmezler.

Çünkü bunlara verilen isim en'am" dır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Hayvanları (enamı) da sizin için yarattı"[79]'Kura', binmede kendilerinden ya­ralanılan atlar, katırlar ve merkep gibi hayvanlardır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Binmeniz ve süs için atlan, katırları ve merkepleri yarattı."[80] Deve, sığır ve ko­yunlar ise kimisi binmek ve üzerlerinde yük taşımak, kimisi de etlerini yemek

içindir. Nitekim " Onlardan erkek olsun dişi olsun bir kısmını da yersiniz" [81] bu~ yurulm aktadır.

3597- "Silah ve hayl" şart koşulmuşsa, "hayl" sözcü-günün kapsamına erkek olsun dişi olsun asil atlar ve beygirler girer. Katır ve merkepler girmez. Yüce Allah şöyle buyuruyor; "Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın."[82]

Asil atlarla beygirlere ganimetten pay ayrıldığını, katır ve merkeplere ay­rılmadığım daha önce belirtmiştik. Pay verilip verilmeme hususunda da bu ayetin delil olduğuna dikkat çekmiştik.

"Maşiye"yi şart koşmuşlarsa, atlar, katırlar ve mer­kepler bunun kapsamına girmez.

Çünkü "maşiye" küra'dan farklıdır. Maşiye sözcüğü, "kura1" sözcüğünün kapsamadığı deve, sığır ve koyun gibi hayvanları kapsar. Çünkü bu hayvanlar daha çok otlatılır ve otlatılan hayvanların sahiplerine ""ashabu'l-mevaşî" (sürü sa­hipleri" denilir.

3598- Silahı şart koşmuşlarsa ve silahların bazısında gümüş, altın veya cevher bulunuyorsa, bunlar da silaha tabidir. Asla tabi olanlar da onunla birlikte hak edilir. Eğerler ve gemler ise, meta' sözcüğünün kapsamına girer.

Çünkü bunlar, kendileri kalıcı olmakla birlikte savaş dışında da ken­dilerinden yaralanılan şeylerdir. Eldiven ve semerler de silah kapsamına gir­mezler.

3599- Müslümanlara  sarı,  beyaz  ve  halka  verilmek üzere antlaşma yapılırsa, sarı ve beyazla ister kalıba dökülmüş olsun, ister darphaneye girmiş olanı olsun, ister külçe halinde olanı olsun, altın ve gümüş kastedilir. Eğer işlenmiş ve içine de mücevherat konulmuş ise, o mücev­herler müslümanlara ait değildir.

Çünkü mücevher için beyaz ve san sözcükleri kullanılmaz.

3600- Altın ve gümüşle perçinlenmiş bardak olursa, bardakta bulunan altın ve gümüş, müslümanlara aittir.

Çünkü bardakta bulunan altın ve gümüş, sarı ve beyaz sözcüklerinin kap­samına girer ve onlar bardağın kendisini teşkil etmezler.

3601- Eğer altın ve gümüşün sökülmesi bardağa zarar vermeyecekse sökülüp çıkarılırlar. Ama bardağa zarar verecekse, dilerlerse bardaktaki altın veya gümüşün değerini para olarak öderler.

3602- Zararın  giderilmesi gerektiğinde temellük mu­hayyerliği, malın aslına sahip olan kimse içindir. Ancak değer tespitine ihtiyaç duyulursa, değeri başka bir cins mal ile belirlenir.

Çünkü altın ve gümüş cinsinin yanında sanat ve süslemenin pek bir değeri yoktur. "Halka" ya gelince bu, silahın isimlerinden biridir.

Resûlullah'ın (s.a.v.), Nadîroğu 11 arıyla, "halka" hariç develerin yüklendiği şeyler onlara bırakılarak orayı terk edip gitmeleri üzere antlaşma yaptığını ve "halka hariç" sözüne dayanarak silahlarım ellerinden aldığını belirtmiştik.

3603- Müslümanlar kendilerine ev eşyalarını vermek üzere antlaşma yapılmışsa, ev eşyasından maksat, yatak, yastık, perde ve benzeri evlerde müptezel bir şekilde kul­lanılan ev eşyalarıdır. Henüz biçilmemiş elbise kumaşlarına gelince, bunlar ev eşyalarına girmediği için bunları alıp götüremezler.

Çünkü Mev eşyası" denilince evlerde müptezel şekilde kullanılan şeyler kastedilir. Henüz biçilmemiş kumaşlar buna girmediği gibi erkek ve kadınların günlük giyimleri de ev eşyası sayılmaz.

3604- Elbiseler  müslümanlara  bırakılmak   üzere  ant­laşma   yapılmışsa,"elbise"   ile   kastedilen,   insanoğlunun giydiği pamuklu, yünlü, sünger ve ipekli giyeceklerdir.

Görmüyor musun, bütün bunları satanlara "elbiseci" denir.

3605- Perde kilim ve cibinlik  gibi şeyler  ise elbise değil, ev eşyası kapsamına girer.

Çünkü bu gibi şeyleri normalde insanlar giymez, evlerde kullanır.

İmam  Muhammed  dedi ki:  Bez, keten ve  pamuktan yapılan elbiseye denir.

İmam Muhammed, Kûfe'deki adetleri gereğince bez'i tarif etmektedir. On­larda bu iki nevi kumaş satana "bezzaz" denir. Sünger, tiftik ve yünden yapılmış kumaşları satana "bezzaz demezler. Oysa bizim beldemizde "bez" sözcüğü ipekten yapılmış elbiseye denir. Çünkü ipek satana bizde bezzaz denir. Nitekim İmam

Muhammed buna işaret ederek şöyle diyor:

Ancak yüne ve benzeri şeylere "bez" ismi verilen ül­kelerde eğer "bez" üzere antlaşma yapılmışsa, onların Ör­füne göre bunun kapsamına neler giriyorsa, o şeyler kas­tedilmiş olur.

Daha önce de bu hususa dikkat çekmiş ve kullanılan kelime o yörenin örfüne göre neyi kapsıyorsa, o şeylerin kapsama dahil olacağını belirtmiştik.

3606- Kalede mahsur kalanlar eğer mütarekede savaşçı olanlara eman isterlerse, malları, çocukları ve kadınları bu emanin içerisine girmez.

Çünkü kuşatılmış olan, yenilgiye uramış demektir. Bu şartı ileri sürerken kasdi, kendi canını kurtarmaktır. Bu gibi durumlarda malı ona tabi değildir, sa­dece üzerindeki elbiseler ve o andaki yiyecekleri ona tabidir. Bunlar, istihsan yolu ile ona aittir, çünkü bunlarsız onun için kurtuluş söz konusu değildir.

3607- Ayrıca savaşçı sınıfına, erkeklik çağına girmiş olanlar girer ki bunlar ergenlik çağına ulaşmış olanlardır. Ergenlik çağı ise, ihtilam, gebe bırakma ve yaçî«* olabilir.

Ergenlik çağının tespiti konusundaki ihtilaf malumdur. Ebu Yusuf ve İmam Muhammed'e göre on beş yaştır. Onlar bunu ileri sürerken Abdullah b. Ömer'den nakledilen bir rivayete dayanırlar ki bu rivayet herkes tarafından bilinmektedir.

3608- İhtilam olmadığı biliniyorsa ve on beş yaşından küçük  ise, savaşsın  veya  savaşmasın   çocuklar  sınıfına girer. Kadınlar için de durum aynıdır.

Çünkü, mukatil (savaşçı asker), savaşmak istediğinde bünyesi savaşa el­verişli olandır. Kadınlarla küçüklerin bünyeleri ise, savaşmaya elverişli değildir. Zaman zaman savaşa katılsalar bile savaşçı sayılmazlar.

Görmüyor musun, savaşmayan erkekler de savaşma çağında iseler, savaşçı sayılırlar. Çünkü savaşmaya elverişli bir bünyeye sahiptirler.

3609- Kör, topal ve benzeri bedeni özürlü erkekler, di­rekt olarak savaşa katıhyorlarsa, savaşçı sayılırlar, ama savaşa katılmiyorlarsa sa-vftşçı sayılmazlar.

Çünkü onlar, aslında savaşçı bir bünyeye sahip idiler ve sakat kalmakla bunun dışına çıkmışlardır. Sakatlıkları, savaşa katılmalarına engel teşkil et­miyorsa, savaşçı sınıfında olmaya devam ediyorlar demektir.

Hasta ve baygın olanlar da savaşçı sınıfındandır.

Çünkü savaşmaya elverişli bir bünyeye sahipler. Başlarına gelen, savaş­malarına engel bir durum ise de geçici bir durumdur ve onîan savaşçı olmaktan çıkarmaz. Oysa körler böyle değildir, onların bu durumu geçici değildir. Eğer körlükleri onları savaşmaktan alıkoyuyorsa, savaşçı sınıfı dışına çıkmış olurlar.

3610- Kalede hiç savaşmamış çiftçiler varsa, onlar da savaşçılar sınıfına dahildir.

Çünkü savaşmaya elverişli bir bünyeye sahipler. Eğer, daha önce siz bun­ların ücretliler mesabesinde olduklarını ve öldürülmeyeceklerini demiştiniz, de­nilecek olursa, deriz ki: Biz orada savaş onları hiç ilgilendirmiyorsa, öldürül-memeleri müstehap olur, demiştik. Bununla birlikte öldürülmeleri caizdir, çünkü onlar da savaşçı sınıfına girerler. Çünkü savaşçıları kalabalık gösterme bakımın­dan bir fonksiyonları vardır ve bundan dolayı kalede savaşçılarla birlikteler.

3611- Savaşamayacak derecede yaşlı olan ve savaş tak­tiği vermeyen yaşlılar, savaşçı sınıfına girmezler. Kör ve yatalaklarda olduğu gibi bu yaşlıların da öldürülmeleri caiz değildir. Ama bunlardan biri, kalenin yüksekçe bir yerinde duruyor ve askerlere talimatlar veriyorsa savaşçı sınıfından olur. Bizzat savaşmıyor olması önemli değildir. Bu nedenle de esir edildiğinde öldürülebilir ve savaş­çılara eman verildiğinde kendisine de eman verilmiş olur. Kölelere gelince; kıyasa göre onlar savaşçı sınıfına gir­mezler ve savaşçılara eman verildiğinde onlar müslüman-lar için fey1 olurlar.

Çünkü savaşın yapıldığı hürriyete ve mala sahip değiller. Ancak İmam Mu­hammed istihsan olarak şöyle demektedir:

3612- Eğer kölenin efendisiyle birlikte savaştığı bili­niyorsa, savaşçılar sınıfına girer. Ama efendisiyle birlikte savaşmıyor idiyse, savaşçı sınıfına girmez ve fey' olur.

Bu eman vermenin sıhhati açısından savaşa me'zun olan ile me'zun ol­mayan arasında fark olduğunu söyleyen Ebû Hanîfe'nin lehine bir delildir. İmam Muhammed'e göre kadının eman vermesi de, Özürlü kişinin eman vermesi de sa­hihtir. Oysa bunlar savaşçı sınıfından değildir.

Ancak bu meselenin çözümü şöyledir: Köle, savaşa elverişli bir bünyeye sahiptir. Ancak başkasının mülkü olması sebebiyle kendisi ile savaşması arasında bir engel ortaya çıkmıştır. Savaşmasına izin verilmekle bu engel hükmen ortadan kalkmış olur. onun için diyoruz ki;

Efendisiyle birlikte savaşıyorsa, savaşmaya elverişli bünyesinden dolayı savaşçılar sınıfından olur. Eğer efendisiyle birlikte savaşmıyorsa, engelden dolayı savaşanlar sınıfına girmez. Kölenin efendisi eğer onu savaşsın diye oraya ge­tirmişse, ister savaşıyor olsun, ister savaşıyor olmasın savaşçılar smıfındandır.

Görmüyor musun, düşman Horasan halkının tamamı krallarının kölele­ridirler. Onları satar ve onlar hakkında istedikleri hükmü verirler. Onlarla düş­mana karşı koyar ve savaşırlar. Kölelerden bu durumda olanlar, savaşsın veya savaşmasın, savaşçı smıfındandır.

3613- Müslümanlarla müşrikler kaledekilerin bazıları hakkında ihtilafa düşer ve müşrikler: Bunlar hürdürler, derken müslümanlar da: Hayır bunlar, efendilerinin hiz­metinde olan kölelerdir derlerse, müşriklerin söyledikleri geçerlidir. Çünkü onlar, asıl olanı savunuyorlar.

Eğer: Aslında onlar için emamn sabit olmasına ih­tiyaçları var. Onların asıl olana sarılmaları, bilinmeyen bir hakkın ispatı için değil, mevcut durumun devamı için bir delil olarak ileri sürülmektedir, denilecek olursa, deriz ki: Asıl olana sarılmaları, onlar için emanı ispat etmiyor, onların savaşçılardan olduklarını ispat ediyor. Ayrıca sa­vaşçılar için emamn sabit olması, nass iledir, zahir ile değil.

Müşrikler, onların köle olduklarında ittifak eder ve on-lar köle olup bizimle savaşıyorlardı, derken, Müslümanlarda: Onlar, efendilerinin hizmetinde köleler idiler derlerse, müslümanlarm söyledikleri geçerlidir ve o kimseler müs­lümanlar için fey' olurlar.

Çünkü ittifaklarıyla o kişilerle savaş arasında engelin mevcut olduğu isbat edilmiştir ki bu engel, onların köle olmalarıdır. Bundan sonra artık zahire göre müslümanlarm iddialarının doğru olduğudur. Ancak müşrikler bunun aksine delil getirirlerse, o başka. Bu   konuda   sadece   müslümanlarm   şahitlikleri   kabul edilir.

Çünkü yapılacak şahitlik, müslümanlarm aleyhinedir.

3614- Şayet kale halkının büyük çounluğu kralın kö­leleri olup savaşı bunlar yürütüyorsa ve mesele yukarıda anlattığımız gibi ise, kıyasa göre geçerli olan müslüman­larm söyledikleridir ve onlar, zikrettiğimiz sebepten dolayı müslümanlar için fey1 olurlar.

İstihsana göre ise onlar savaşçılar smıfındandır ve müslümanlar iddialarına dair delil getirinceye kadar eman içerisinde olan savaşçılar sınıfından kabul edilirler.

Bu konuda harp ehlinin şahitliği kabul edilir.

Çünkü harp ehlinin aleyhine bir şahitliktir. Ayrıca zahire göre onlar savaş­çıdırlar. 'Gerçeğine vakıf olunamayan hususlarda zahire göre hüküm vermek va­ciptir. Bizans ve benzeri ülkelerde olduğu gibi savaşçıları genelde hürlerden te­şekkül eden ülkelerde kölelerinin savaştıkları tespit edilmedikçe köleleri savaşçı değillerdir. Çünkü zahire göre onlar savaşçı değillerdir.

3615- Şayet savaşçılara, çocuklara ve mallarına eman vermek üzere antlaşma yapılır ve sonra da savaşçılar malların güzelleriyle gürbüz çocukların kendilerine ait ol­duklarını söyleyecek olursa, bu hususta onların söyledikleri geçerlidir.

Çünkü böyle bir şeye vakıf olmak ancak onların kanalıyla mümkün olur ve böyle bir şeyin ispatı için müslüinanlardan şahit getirmeleri de kendileri için imkan dışıdır. Bu nedenle onlar neyi söylerse, sözleri kabul edilir. Bu, kişinin içinde sakladığı sırrını söylemesi mesabesindedir. Yaralılar da, nasıl yaralan-mışlarsa yaralanmış olsunlar savaşçıların emanı kapsamına girerler. Eğer bundan önce yaralanmışlarsa ve bu yaralarının iyileşmesi ihtimal dahilinde ise, yine savaşçılar smıfındandırlar. Ama o yaralarının iyileşme ihtimali yoksa, mesela el­leri veya ayaklan kesilmişse, bunlar savaşçılardan değiller ve müslümanlar için fey'dirler. Ancak savaş konusunda uzman olup askerlerin savaşmalarını yöneti­yorlarsa ve bu sebeple savaş alanına getirilmişlerse, savaşçılar sınıfına girerler.

3616- Kaledekiler, esirlerden şu  sayıdakini  almamız karşılığında bize eman verin deseler ve kalede ancak söyledikleri sayıda esir varsa, ister antlaşma yaparken geri kalanları size ait olsun demiş olsunlar, ister dememiş ol­sunlar, hepsi eman içerisinde olurlar.

Çünkü sayı verilerek onlara eman verilmiştir. Onların durumu, mirasta ase-belerle birlikte pay sahiplerinin durumu gibidir. Pay sahipleri haklarım aldıktan sonra asebelere bir şey kalmamışsa, asebelerin alacağı bir şey olmaz.

İmam Muhammed daha sonra hane halkları için eman istemelerini gündeme getirir ki bu mesele daha önce açıklanmıştı. Ancak şöyle devam eder:

3617- Burada adamın hane halkı, aralarında akrabalık bulunsun veya bulunmasın, evinde oturup geçimleri onun üzerinde olan kimselerdir.

Daha önce şöyle demişti:

Kişinin   hane  halkı, baba  tarafından  bilindikleri  en büyük babaya kadar olan akrabalarıdır.

Meselenin yorumunu orada anlatmıştık, özet olarak mesele şöyledir: Hane'den maksat, oturulan ev ise, evinde geçimini üstlendiği herkes hane halkından sayılır. Ama bundan maksat soy açısından hane halkı ise, onun baba tarafından akrabaları kapsamı içine giren herkes girer. Hane halkı derken neyi kastetmiş olduğu bilinemiyorsa, her iki taraf da kastedilmiş olur. Çünkü eman ko­nusunda esneklik esastır. Eman içerisine girer mi, girmez mi diye durumu şüpheli olan herkes emanın kapsamına girer. Çünkü aksinde sakınca ortaya çıkabilir."

3618- Eğer adamlarla aileleri üzerine antlaşma yapıl­mışsa, kişinin ailesi, evinde geçimlerini üstlendiği kim­selerdir.

İstihsana göre bu böyledir. Ancak kıyasa göre kişinin ailesi, sadece hanı­mıdır. Bu meseleyi açıklamıştık. Adamın ailesi denilince sadece hanımı kas­tedilmiş olur. Ama hane halkı denilince durum farklıdır.

İmam Muahmmed bu arada esir değiş tokuşu ve bu konuda yazılacak bel­genin nasıl yazılması gerektiği konusu üzerinde durarak şöyle devam etmektedir:

3619-  Müslümanlar onlara yüz kişi, onlar da müslünıaıılara yüz kişi teslim etmeleri üzerine antlaşma yapılır ve müslümanlar, müşriklerin elinde bulunan esirlerin yüz sayısına ulaşmadıklarını görürse, müslümanlarm antlaşmayı bozmamaları gerekir. Ancak onlara, az olsunlar çok olsunlar, ellerindeki esirler sayısınca esir teslim ederler.

Çünkü şart böyledir. Parça, bütünden dolayı ve onunla beraber değerlen­dirmeye alınır. Ayrıca müslümanlar, başkası yok diye tek bir esir müslüman olsa dahi onun fidyesini ödememezlik edemezler.

3620- Şayet müşrikler güçlü kuvvetli esirleri saklar ve yaşlı olanlarla bedeni arızalara maruz kalmış olanları gösterirlerse, bunların fidyelerini ödemekten müslümanlarm kaçınmaları gerekir.

Çünkü bunların dokunulmazlıkları, güçlü kuvvetli olanların dokunulmaz­lığı gibidir. Fidyelerinin verilmesi, müslümanlarm onlara gösterdikleri saygın­lıktan dolayıdır.

3621- Ancak müslümanlar, yaşlıları almayı kabul etmedikleri takdirde müşriklerin gizledikleri diğer müslü­man esirleri çıkaracakları konusunda bir umutları varsa, yaşlıların fidyelerini ödemekten imtina etmelerinde bir sakınca yoktur. Eğer onları ortaya çıkarmaktan imtina eder­lerse, ortaya çıkardıklarının fidyelerini devlet başkanının vermesi gerekir. Ancak bunda müslümanları aşağılama gi­bi bir durum söz konusu ise, devlet başkanının, müslü­manları böyle bir duruma düşürmemek için fidye ödeme­mesi gerekir.

Görmüyor musun, müşrikler, bir müslümana karşılık ancak yüz kişiyi ser­best bırakırsanız kabul ederiz derlerse, her ne kadar bir müslüman yüz müşrike bedel ise de devlet başkanı bunu kabul etmeyebilir ve müslümanları aşağılan­maktan kurtarmak için başka bir tutum takınabilir.

3622- Şayet elçiler, kaleye girmemize yardımcı olma­ları karşılığında kendilerine, ailelerine ve mallarına eman vermemizi isteyecek olsalar, onlara eman veririz. Son­radan onların aile ve mallarının olmadığı ortaya çıkarsa, sadece kendilerine eman vermiş sayılırız.

Çünkü eman, var olmayan için değil, var olan için geçerli olur. Eğer kalede aile ve mallan yoksa, var olan kendileri için eman verilmiş olur ve yok olan aile ve mallan için eman söz konusu olmaz.

3623- Kalede bulunan malların tamamının kendilerine ait olduğunu iddia etseler ve bu konuda yemin etseler, iddiaları kabul edilir.

Daha önce de belirttiğimiz gibi bu tür iddialara vakıf olmamız ancak onların kanalıyla olur ve bu nedenle iddiaları geçerlidir.

3624- Çocukları konusunda bizden eman almış olsalar, daha Önce de belirttiğimiz gibi kendi çocukları, torunları ve hem oğullarının ve hem de kızlarının çocukları bu ema-mn kapsamına girer.

Görmüyor musun, Yüce Allah Meryem'in oğlu isa'yı ademin zürriyeti ol­makla nitelemiştir. "Kadınlar" sözcüğü ise, sadece eşlerini kapsar. Nitekim Yüce Allah: "Sizden kadınlarına zıhar yapanlar[83] buyururken sadece eşleri kas­tedilmektedir.

3625- Kişinin   nesli,  çocukları   mesabesindedir.   Ebû Hanîfe (r.a.)'a göre "çocuklar" sözcüğü, kişinin sulbün­den gelen çocuklarını kapsar.

Çünkü "çocuk" ismi, hakikat üzere kişinin kendi çocukları için, mecaz ola­rak da torunlar hakkında kullanılır. Eğer hakikat kastedilmişse, mecaza gidilmez. Antlaşma yapanların bir kısmının kendi çocuklan yoksa, çocuklarının çocukları kapsama girer.

Çünkü mecaz olarak onun çocuklarıdır. Hakikatle amel mümkün olma­dığında, mecaz ile amel etmek gerekir.

Kızlarından torunları ise, çocukları sözcüğünün kap­samına girmezler.

Bu konuda da iki rivayet olup bunları eman konularında incelemiştik. "Benîn" sözcüğü eman konusunda hem erkek çocuklan ve hem de kız çocuklan kapsar. İmam Muhammed'in görüşü budur. Ebû Hanife'nin kıyasına göre ise, sadece erkek çocukları kapsar.

İmam Muhammed, "Ebu Hanife'nin kıyasına göre" derken, "benî falana (falan oğullarına) vasiyyet ediyorum" denilirken bununla erkek çocukların kas­tedildiğini hatırlatmaktadır. Eman konularını işlerken, Ebû Hanife'nin de görü­şünün eman meselesinde, istihsana dayanan görüşünün aynı olduğunu belirt­miştik. Çünkü eman konusunda esnek davranmak gerekir. Burada kız çocukları da erkek çocuklarla birlikte eman kapsamında saymakta, vasiyet konusunda olduğu gibi erkeklerin haklarından bir eksilme söz konusu değildir.

"Veled"   sözcüğünün kapsamına ise, hem erkek ve hem de kız çocuklar girer.

Çünkü doğumla kendisine nisbet edilen bütün çocukları için bu sözcük kul­lanılır.

3626- Müslümanlar, eman almaksızın harp diyarına girse ve bir kilise ile karşılaşırlarsa, kiliseyi tahrip etmelerinde, yakmalarında ve orada tuvaletlerini yapmalarında bir sakınca yoktur. Aynı şekilde orada cariyelerle yat­malarında da bir sakınca yoktur.[84]

Çünkü kilise de onların diğer meskenleri gibidir. Hatta bu gibi yerler, içinde Allah'a çokça isyan edildiği yerler olduklarından müslümanlar açısından evlerinden daha değersiz yerlerdir. İmam Muhammed bununla havralarla kiliseler ve ateşperestlerin ibadetgahlarıyla müslümanlarm mescitleri arasındaki farkı an­latmak istiyor. Mescitler, müslümanlarm namaz kıldıkları yerlerdir, Allah'a itaat edilmek üzere inşa edilmişlerdir. Kul hakkı onlara karışmamış ve sırf Allah rızası için yapılmışlardır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: " Muhakkak ki mescitler Allah'ındır.[85] Onlar da Kabe gibi Allah'a aittirler. Bu nedenle cünüp olarak mes­citlere girilmez ve burada kişi hanımıyla yatamaz, tuvaletini yapamaz. Oysa kilise, havra ve ateşperestlerin ibadetgahlan, Allah'tan başkasına tapılsın diye inşa edil­mişlerdir. Bu nedenle buraların hükmü ile evlerin hükmü aynıdır.

3627- Düşmandan biri kendisine ve ailesine eman ve­rilmek kaydıyla müslümanlara, aile ve çocuklarının bu­lunduğu köy halkının yerini göstermek işerse, bu isteğini kabul etmek caizdir.

İmam Muhammed, bu konuda antlaşma belgenin nasıl hazırlanacağından bahseder ve sonra şöyle devam eder:

3628- Onlara bir köyü gösterse, köyde az veya çok kişi bulunmuş olsun, sözünü yerine getirmiş olur ve eman içe­risinde olur. Çünkü şartını yerine getirmiştir. Ama köyde sadece ailesi ve çocukları varsa, kendisi fey olur, ailesi ve çocukları müslümanlara ait olur.

Çünkü müslümanlara, kendi aile ve çocuklarının ve bir de esir alınacak kimselerin bulunduğu bir yere rehberlik edeceğini söylemişti, müslümanlar da emanı bu şarta bağlamışlardı. Böyle bir yere rehberlik etmediğinden dolayı ken­disi için de eman söz konusu değildir.

Ailesi ve çocukları dışında bir veya iki kişi varsa, dur­um yine aynıdır. Çünkü şarta göre aile ve çocukları dışında esirler olmalıydı ve   "esirler" çoğul kipi olup, çoğulun asgarisi üç kişidir.

3629- Eğer bir köyde esirler vardı ama gitmişler derse, yine onun için eman yoktur.

Çünkü eman, kendisinde esir bulunan bir köye rehberlik etmesi şartına bağlanmıştı. Bura da ise esir yoktur. Ayrıca maksat, onun rehberliği sayesinde müslümanlarm esirleri alma imkanına kavuşmalarıydı. Daha önce gerçekten bu köyde esirler var idiyse de maksat gerçekleşmemiştir.

3630- Müslümanların ordugahına girdiğinde ona eman verilmişse ve eman verildikten sonra: "Bana, aileme ve çocuklarıma eman verin ki size şu köy halkının nerede olduklarmı göstereyim, sözümü yerine getirmeyecek olursam benimle sizin aramızda eman olmasın" der, sonra da nıüslümanları kendi aiie ve çocuklarından başka bir kim­senin bulunmadığı bir köye götürecek olursa, kendisine verilen eman devam eder, ama ailesi ve çocukları müs­lümanlar için fey'dir.

Çünkü kendisine verilen eman, bu şarttan önce verilmişti. Ailesi ve ço­cuklarının emanı ise, rehberlik şartına bağlanmıştı. O köyde onlardan başka kimse bulunmadığına göre eman onlar İçin söz konusu değildir. Sadece kendisinin önceki emanı devam etmektedir. Güvenli bir yere ulaşıncaya kadar onun hakkın­daki bu eman devam eder.

3631- Müslümanlara esirlerin sayılarını verecek olsa ve buna. karşılık kendisine eman verilmesini isterse, oraya gidildiğinde şayet verdiği sayı kadar esir varsa, o zaman eman içerisindedir. Ama verdiği sayıya ulaşmıyorlarsa, kendisi müslümanlar için feyr olur.

Çünkü emanı için koşulan şart gerçekleşmemiştir.

3632- Kıyasa göre, eman istediğinden önceki durumu nazarı itibara alınarak müslümanlar onu öldürebilirler, istihsana göre ise, onu öldüremezler.

Çünkü şartın bir kısmını yerine getirmiştir. Şart koşulanın tamamını yerine getirmiş olsaydı, öldürülmekten ve köle yapılmaktan kurtulmuş olurdu. Şartın bir kısmını yerine getirmesi meseleye şüphenin karışmasına sebep olmuştur. Şüphelerden dolayı da öldürme ortadan kalkar. Diğer taraftan, kendisine şart koşulan­da müslümanların yararı açısından bir bedel anlamı vardır. Zahir itibariyle de şart anlamı vardır. Şart manasını göz önünde bulundurduğumuzda onu öldürebilirler. Çünkü şartın gerçekleşmesi için şart koşulanın tamamının yerine getirilmiş olması gerekir. Bedel anlamını göz önünde bulundurduğumuzda ise, eman içerisinde olur. Şüphelerden dolayı hükmü ortadan kalkan şeyde bedel anlamını tercih edi­yoruz ki ortadan kalkan hüküm öldürmedir. Şüphelerle birlikte sabit olan şeyde ise şart anlamını göz önünde bulundurduk ki o da, köle edilmesinin caiz olduğudur.

İmam Muhammed bu arada karşılıklı veya tek taraflı ilgili mütareke bel­gesinin nasıl yazılacağını anlatır ki bu konulan daha önce tafsilatlı bir şekilde ele almıştık.

En İyİ Allah bilir.[86]

 

İslama Giren Kişilerin Geçersiz Olan Eski Nikahları

 

3633- Bir nikahla iki kız kardeşle evlenmiş bulunan düşman kişi müslüman olduğunda, nikahı geçersiz olur. Ayrı iki nikahla onları nikahlamışsa ve her ikisi de onunla birlikte müslüman olmuşlarsa, birincisinin nikahı geçerli, ikincisinin nikahı ise  geçersizdir.

Ebû Hanife ve Ebû Yusuf un görüşü budur. İbrahim ve Katade de bu gö­rüştedir. İmam Muhammed'e göre ise, İster ikisini bir akitte nikahlamış olsun, ister ayrı ayrı akillerle nikahlamış olsun, onlardan bîrini seçmekte muhayyerdir, birini seçer ve diğerinden ayrılır.                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                      

3634- Bunu yapan kişi daru'IIslamda bir zimml ise, sonra İslamı kabul etmiş ve onunla birlikte iki kız kardeş de  İslamı  kabul  etmişlerse  cevap,  Ebû  Hanife  (r.a.)ın görüşü gibidir.

Çünkü zimml, muamelat konularında İslamın hükümlerine bağlıdır. İki kız kardeşi bir nikah altında tutmanın yasaklığı da İslamın hükümlerin dendir. Bu işi yapan İslamın hükümlerine bağlı ise, kişinin nikahlan kökten olmaz. Harp ehline gelince, onlar İslamın hükümlerine bağlı değiller. Onlara göre böyle bir nikah te­melden sahihtir. Daha sonra haramlık söz konusu olunca, kişinin onlardan birini seçmesi gerekir. Tıpkı dört hanımı olup hangisini boşadığını belirtmeden "hanım-lanmdan biri boştur" diyen müslümanın durumu gibi. İmam Muhammed'in görüşü budur.

3635- Zimmî biri, mehir olmaksızın bir kadınla evlenir ve sonra müslüman olursa, harp ehlinden olanın aksine, mehri misli ödemesi gerekir.

İmam Muhammed es- Siyeru'l- Kebir'de bunu böylece belirtir ve şöyle der:

3636- Resûlullah dışında İslam ümmeti mal konusun­daki hakkını devam ettirir. Dörtten fazla kadınla evlilik konusundaki yasak da Resûlullah (s.a.v.) dışında ümmet hakkında sabittir. Harp ehli hakkında ise her iki hüküm de sabit değildir.

Bbu Hanife ve Ebu Yusuf a göre iki kız kardeşle evli olan kişi müslüman olduktan sonra her ikisiyle evliliği mevcut olduğundan bunun devam ettirilmesi, yeni bir işlemin yapılmış olması anlamına gelir. Böylece sanki îslamdan sonra iki kız kardeşle evlenmiş gibi olur. Bu sebeple İkisiyle bir akitte evlenmişse, her iki­sinin de nikahı batıl olmuştur. Ama ayrı akillerle onları nikahlamışsa, ikinci akitte nikahlanmış olanın nikahı geçersiz olur. Dört kadından fazla kadınla evli olanın durumu da budur.

Nitekim zİmmîler hakkında cizyenin de bu yolla sabit olduğunu söyledik. Nasıl harp ehli, iki kız kardeşi bir nikah altında tutma yasağıyla İlgili İslami hükme bağlı değil iseler, zİmmîler de buna bağlı değildirler. Bu nedenle, mesele mahkemeye intikal ettirilmedikçe devlet başkanı onların bu tavırlarına karışmaz. Bu nedenle Ebu Hanife ( r.a.), mehirsİz evlenme konusunda harp ehli ile zimml­ler arasında bir farkın bulunmadığını söylemektedir.

Muhammed - Allah rahmet etsin - görüşünü ispat için senetleriyle bir ta­kım rivayetler nakleder.

Bunlardan biri, Abdullah b. Ömer'in ( r.a.) şu hadisidir: öaylân b. Seleme es-Sakafi, müslüman olduğunda on hanımı vardı. Peygamber (s.a.v.) ona: Ara­larından dördünü seç, buyurdu. Hz. Ömer döneminde ise bu şahıs, hanımlarını boşadı ve malını çocukları arasında taksim etti. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.) onu çağırttı ve: "Duydum ki hanımlarını boşamış ve malını çocukların arasında taksim etmişsin" dedi. Ğaylân: Evet, dedi. O zaman Hz. Ömer şöyle dedi: Görü­yorum ki şeytan, kulak hırsızlığı vasıtasıyla senin ölümünü duymuş ve onu kal­bine fısıldamış, bu dünya hayatından az bir müddetin kalmış. Allah'a yemin ede­rim ki hanımlarını geri almaz ve malını da çocuklarından geri almadan bu arada ölürsen, malından hanımlarına miras vereceğim ve sonra da Ebû Rigal'in kabri nasıl taşlandıysa senin de kabrinin taşlanmasını emredeceğim.

İmam Muhammed, hastalığı sırasında Gaylân'ın Hz. Ömer'in bu emrini ye­rine getirdiğini sanıyorum, demiştir. Muhammed b. Abdullah'tan rivayet edilir ki, Ebu Mes'ud b. Abdi Yaleyl b. Amr b. Umayr es- Sakafi, İslama girdiğinde sekiz hanımı vardı ve aralarından dördünü seçti. İmam Muhammed dedi ki : Güvenilir kişi bize Abdullah b. Lehia'dan ve o da Ebû Vehb el - Ceyşanî'den Dahhak b. Firuz ed-Deylemi'den babasının şöyle dediğini nakleder: İslama girdiğimde iki kız kardeşle evliydim. Resûlullah ( s.a.v.), onlardan birinden ayrılmamı emretti.

İmam Muhammed diyor ki: Firuz ed-Deylemî, San'a şehrinde bulunan iran haîkmdandı. İslama girdi ve iyi bir müslüman oldu.

3637- Üstad  ki:   Ebû Hanife'ye göre bu rivayetlerin te'vili şöyledir:

Birincisi: Bu nikahlar, iki kız kardeşi bir arada tutmanın yasaklanmasından Önce kıyılmıştı. Zamanımız açısından böyle bir durum söz konusu değildir.

ikincisi: Resûlullah'ın (s.a.v.): iki kız kerdeşten birini seç yahut aralarından dördünü seç, sözüyle kastettiği, yeniden nikahlarının kıyılmasıdır, yoksa daha önceki nikahtan dolayı daha önce meydana gelmiş bir hükmü sürdürmesi değildir. Ebû Hanife (r.a.) bu görüştedir.

İmam Muhammed daha sonra, daru'Iharpte bulunan eşlerden birinin İslami kabul etmesi sonucu ortaya çıkacak durumu anlatır.

Anlattıkları özet olarak şöyledir: Ehl- i Kitaptan hem erkek   hem de kadın İslamı kabul ederlerse, kadın onun karısı olmaya devanı eder.

Çünkü başlangıçta aralarındaki nikah caiz olduğundan   devamı da haydi haydi caizdir.

3638- Kadın ehl- i kitaptan değilse ya da islami kabul eden kadın ise, aralarındaki ayrılık üç hayız döneminin geçmesine bağlıdır.

Çünkü nikahın sıhhatinden sonra, ayrılığı gerekli kılan sebebin sabit olması gerekir. Onlardan birinin müslüman olması ise, buna elverişli değildir. O mülki­yetin sabit olmasının bir sebebidir. Onlardan küfür üzerinde İsrar edenin bu du­rumu ise, diğerinin müslüman oluşundan önce var idi ve bunun ayrılık üzerinde bir etkisi yoktur. Ayrıca aralarında nikahın devam etmesi de imkan dışı olmuştur. Aralarında ayrılığın vuku bulması, iddet döneminin geçmesine bağlıdır, diyoruz. Çünkü riç'i talaktan sonra iddet müddetinin dolması ayrılmalarında bir etkendir.

Eğer İslam ülkesinde iseler, küfür üzere İsrar edene üç defa müslüman olması teklif edilir ve müslüman olmayı kabul etmediği takdirde birbirlerinden ayrılmaları sağlanır. Ama İslam ülkesinde değillerse, devlet başkanının kadın üzerinde velayeti mümkün olmadığından üç hayız müddetini, üç defa İslamı teklif yerine kabul ettik.

3639- Onlardan müslüman olanı üç hayız müddeti geç­meden İslam ülkesine gelecek olursa, Hicaz ulemasına göre durum yine budur. Irak ulemasına göre ise, ülkele­rinin ayrı olması nedeniyle hem hükmen ve hem de fiilen aralarında ayrılık gerçekleşmiştir.

Çünkü harp ehlinden olup harp ülkesinde bulunanın, İslam ülkesinde bu­lunan kimse hakkında durumu, ölünün durumu gibidir. Yüce Allah şöyle bu­yuruyor: "Ölü iken kendisini dirilttiğimiz....."[87]

3640- Resûlüllah (s.a.v.)in, kızı Zeyneb'i Ebû'1-As'a nasıl geri verdiği konusundaki rivayetler muhteliftir. Amr b. Şuayb'in babasından ve onun da dedesinden naklettiği rivayete göre, yeni bir nikah ile onu geri vermiştir. Âmir eş-Şabl'den gelen rivayete göre ise, ilk nikahıyla onu geri vermiştir.

Eğer yeni bir nikah ile vermişse, bunun izahı şudur: Zührl'nin belirttiği gibi, bu konudaki emirler gelmezden -Önce bu olay vuku bulmuştur. Katade, bunun, Berae sûre­sinin inmesinden önce vuku bulunduğunu belirtir. Şa'bi ise, "kafir kadınları nikahınızda tutmayın"[88] ayetinin in­mesinden önce bu olayın meydana geldiğini söylemektedir.

Anlatılanlara göre bu hüküm, bu ayetin inişiyle nesh-edilmiştir. iki ayrı ülkede yaşayan eşlerin aralarında ise, fiilen de hükmen de bir bağ yoktur.

Zührî'nin söylediği ise şudur: Mekke fethedildiği gün Kureyşli bazı kadınlar müslüman olmuş ve bunların kocalan Mekke'den kaçmış, sonra da dönüp müslüman ol­muşlardır. Resûlüllah (s.a.v.) bu kadınları ilk nikahlarıyla onları kocalarına bırakmıştır. İkrime'mn karısı Üm-mü Hakîm'den yapılan rivayet budur. Hakîm b. Hızam'm karısının rivayetine göre ise, kaçan bu kimseler, sahile kaçmışlardı ve buralar Mekke'nin sınırları dahilinde idi. Mekke'nin fethedilmesiyle buralar da fethedilmiş sayılı­yordu. Dolayısıyla ayrı iki ülke söz konusu değildi. Ri­vayet edildiğine göre Ebû Süfyan, Zahran yolunda bulu­nan Resûlullah'ın (s.a.v.) ordugahında İslamı kabul etti­ğinde karısı Hind, müşrik olup   Mekke'de bulunuyordu. Daha sonra Hind müslüman olmuş ve Rasûlullah (s.a.v.) ilk nikahıyla onu kocasına geri vermiştir. Ebû Süfyan'm o    gün    müslümanhğı    mükemmel    değildi.    Resûlüllah (s.a.v.) amcası Abbas'ın şefaatiyle onu affetmişti. Nitekim rivayet edildiğine göre, Hz. Abbas'a şöyle demişti: Kardeşinin oğlu büyük bir krallığa kondu. Bunun üzerine Hz. Abbas: Hayır, o bir kral değil, bir peygamberdir, demiş ve Ebû Süfyan: Öyle mi? Karşılığını vermiştir. Bu sözler, samimi bir müslümanın söyleyeceği sözler değildir.

İmam Muhammed, sonra Abdullah b. Ebî Bekr'in şu hadisini nakleder.

3641- Bişr'in kızı Ümeyme müslüman olmuş ve kafir olup küfür yurdunda ikamet eden kocasından kaçarak Resûlullah (s.a.v.)'in yanına gelmişti. İddeti bittikten sonra Resûlüllah (s.a.v.) Ümeyme'yi Süheyl b. Hanîf ile evlendirmiştir. Sonra kafir olan kocası İslamı kabul edip gelmiş, ama Resûlüllah, karısını ona geri vermemiştir.

Bu, ülkelerin ayrı oluşuyla aralarında ayrılığın mey­dana geldiğine dair bir delildir. İmam Muhammed, hicret eden kadının iddet beklemesinin gerekliliğine dair bu ri­vayeti delil olarak getirir. Ebû Hanife ise, hicret eden kadının iddet beklemesine ihtiyaç olmadığını söylemek­tedir. Ona göre hicret eden kadın, esir alınan kadın mesabesindedir. Çünkü her iki durumda da ayrılık, ülkelerin farklılığından   kaynaklanmaktadır.   Nakledilen   rivayette ise,   Ünıeyme'nin,   Resûlullah   (s.a.v.)'in   emriyle   iddet beklediğine dair bir ifade mevcut değildir.

İmam Muhammed bu arada Said b. Cübeyr'in şöyle dediğini nakleder:

3642- Kadın harp yurduna iltihak ederse, iddet bek­lemez. Biz de bu görüşteyiz. Diyoruz ki: İslamdan irtidat ederek yahut zimmi olup zimmet ahdini bozarak iltihak etmişse, kocasının bulunduğu ülkeden başka bir ülkeye gidip harp ehlinden olduğu için hakikaten ve hükmen ko­casından ayrılmış olur ve onun hakkında burada iddet söz konusu değildir.

Çünkü iddet beklemek, İslamın hükümlerindendir. Harp ehlinden olan kadın buna muhatap değildir. İmam Muhammed'e göre hicret eden kadın bu du­rumda değildir. Ebu Hanife'ye göre ise, iddet bekleme konusunda her ikisi eşittir. Ancak hicret eden kadın hamile ise, bebeğini doğuruncaya kadar evlenemez. Ev-lenememesİ, iddet beklemesi gerektiğinden değil, nesebi sabit bir çocuğu karnında taşımasından dolayıdır.

Tıpkı efendisinden hamile kalan ummu'l - veled'in durumu gibi. Hasan, Ebu Hanife'nin şöyle dediğini rivayet eder:

3643- Evlendiği takdirde nikah caizdir. Ancak, başka9-sımn   ektiğini   kendi  suyuyla   sulamaması  için   bebeğini    -doğuruncaya kadar kocası   ona yanaşmaz. Esir düşen ka­dın  da hamile  ise, efendisi  doğurmasını  bekler  ve bu müddet zarfında ona yanaşamaz.

3644- Harp ehlinden biri, harp yurdunda bir kadınla kızını bir nikah akdiyle yahut ayrı iki akitle nikahlayacak olsa, onlardan biriyle henüz yatmadan hep birlikte müs-lüman olsalar, Ebu Hanife'ye göre, ikisini bir akitle nikahlamışsa, ikisinin de nikahı geçersizdir. Ama ayrı iki akitle nikaklamışsa, ikincisinin nikahı geçersizdir.

Çünkü burada itiraz, iki kız kardeşi nikahlamasına itiraz gibidir. İmam Mu-hammed'in görüşüne göre her iki durumda da kızın nikahı sahih, annenin nikahı ise fasittir. Çünkü ona göre bir arada bulundurma sebebiyle yasaklama, iki kız kardeş hakkında olduğu gibi, müslüman olmadan önce haklarında sabit değildi. Bu sebeple ister önce nikahı kıyılmış olsun, ister sonra kıyılmış olsun, kızın nikahı sahihtir.

3645- Sırf kızın nikahının sahih olmasıyla anne haram olmuş olur. Oysa sırf annenin nikahından dolayı kızın nikahlanması haram olmaz, işte bu nedenle her iki durumda kızın nikahı sahih, annenin nikahı ise batıldır.

Çünkü akrabsjiıktan dolayı haramhk, emzirme ve nesepten dolayı ha-ramlığm benzeridir.^Su ise, sebebi gerçekleştiğinde İslam yurdunda sabit olduğu gibi daru'lharpte de sabittir ve bu mesele de buna benzemektedir.

3646-  Eğer her ikisiyle de yatmışsa, ittifakla her du­rumda ikisinin de nikahı geçersizdir.

Çünkü her biriyle   yatma, akrabalık sebebiyle ebediyyen diğerini haram kılar.

3647- Ama onlardan biriyle yatmışsa, Muhammed'in görüşüne göre kızla evlendikten sonra anneyle yatmışsa ikisinin de nikahı geçersiz olur.

Çünkü kızla yapılan sahih akit, annenin haram kılınmasını, anneyle yatmak ise kızın haram olmasını gerektirir.

3648- Eğer kızla nikah kıymadan anne ile yatmışsa, an­nenin nikahı sahihtir.

Çünkü anneyle yatmak, kızın haram olmasını gerektirir ve ondan sonra kızla yapılan nikah akdi sahih değildir. Kızla fasit akit yapılmış, (ama yatma meydana gelmemiş) se, annenin haram kılınmasını gerektirmez.

3649- Eğer  sadece  kızla  yatmışsa,  kızın  nikahı  sa­hihtir.

Çünkü anne ile sadece akit yapılmıştır ve akdin yapılmış olması, kızın haram olmasını gerektirmez. Ebû Hanife ve Ebû Yusuf a göre ise, ikisini bir akit ile nikahlamışsa, ikisinin de nikahı batıldır. Sonra, anne olsun kız olsun, birlikte yattığıyla evlenebilir. Diğeriyle evlenemez, çünkü anne olsun, kız olsun han­gisiyle yatmışsa diğerini haram kılar.

3650- Eğer ayrı iki akitle onlarla evlenmiş ve kızın ni­kahı Önce yapılmış olup onunla yatmışsa, onun nikahı sahih, annenin nikahı ise batıldır. Çünkü arada akrabalık gerçekleşmiştir. Ama anne ile yatmışsa, ikisinin de nikahı batıldır. Çünkü kızla yapılan akit sahih olup, annenin har­am kılınmasını gerektirir.

Ama önce anne ile evlenmiş ve onunla yatmışsa, onun nikahı sahihtir. Ancak kızla da yatmışsa, berikisinin nikahı geçersiz olmuştur. Çünkü ikisini bir arada bulun­durmaktan dolayı kızla yapılan akit sahih değildi ve kızla yatmaktan dolayı da annenin nikahı geçersiz olmuştur. Daha sonra anne ile değil de, kızla evlenebilir. Çünkü annâ ile yatma  olmamıştır, sadece akit söz konusudur ve anne ile

salt nikah akdi yapmış olmak, kızın haram olmasını gerektirmez. Bu sebeple de kızla evlenmesi caizdir.

3651- Harp ehlinden biri, bir cariye ve hür bir kadınla evlense, sonra da hepsi müslüman olsalar, Muhammed'e Allah rahmet etsin-  görüşüne göre ikisinin nikahı caizdir.

Çünkü ona göre cariye ile hür kadını bir arada bulundurmanın haramhğı önce sabit değildi. İslamdan sonra ise hem cariyenin ve hem de hür kadının nika­hının devam etmesi, İslamın hükümlerindendir. Muhammed, Ebû Hanife'nin bu konudaki görüşünü belirtmemektedir.

Denildiğine göre bu mesele hakkındaki cevabı, Muhammed'in görüşü gi­bidir. Çünkü hitabın hükmü, İslamdan sonra onlar hakkında sabittir. Ona göre ca­riyenin nikahının geçersiz olduğu ve iki kız kardeşin nikahında olduğu gibi, İslamdan sonra akdin yenilenmesi gerektiği de söylenmiştir.

3652- Harp ehlinden biri dört kadını bir veya iki akitle nikahlamışsa ve sonra da o kadınlarla birlikte esir düşmüşse, Muhammed'e göre onlardan ikisini seçer.

Çünkü köle için iki kadından fazlası, hür erkek için dört kadından fazlası mesabesindedir. Ebû Hanife ve Ebû Yusufa göre ise,, burada hepsinin nikahı batıldır. Eğer onlarla bir akitte nikahlanmışsa, batıl oluşunda bir problem yoktur. Çünkü bu, bir akitle beş kadınla evlenip sonra da hem kendisi hem de o kadın­ların müslüman oluşlarıyla ortaya çıkan duruma benzemektedir. Eğer ayrı ayn akitlerle nikahlamışsa, bu durum ile kendisinin ve kendisiyle birlikte kadınların İslami kabul etmeleri arasındaki fark şudur:

Dörtten fazla kadınla evlenme, İslama göre sahih bir evlilik değildir. İslama göre böyle bir evliliğe itiraz gerekli olduğuna göre, sahih olmayanın fasit olduğu ortaya çıkmaktadır. Oysa burada dört kadınla evlenmiş olması İslama göre sa­hihtir. Çünkü dört kadınla evlendiğinde hür idi. Köle olduktan sonra artık dört kadınla evli olması caiz değildir. Ama hangisiyle nikahının batıl veya sahih olaca­ğına dair bir gerekçe mevcut olmadığından evlendiği kadınlar hepsi ile evliliği son bulmuştur.

3653- Harp ehlinden biri, aynı kadından süt emen iki kızla evlenir, sonra hepsi müslüman olacak olsa, ihtilaflı olmakla beraber, iki kız kardeşle evlenenin durumu gib

Çünkü İslamdan önce aynı kadının sütünü emmelerinden dolayı iki kız kardeş hükmündedirler.

3654- İki kız  müslüman  olduktan  sonra  onları  em-zirmişse, her ikisinin de nikahı fasit olur.

Ebû Hanife işte bu meseleyi Muhammed'in aleyhine bir delil olarak ileri sürmektedir. Ancak İmam Muhammed şöyle diyor: Emzirmeden önce müslüman olduklarından onların durumu, müslüman oldukları halde onlarla evlenmesi ile aynıdır. Müslüman biri, aynı anneden süt emen iki kızla evlenecek olsa, o ikisiyle evliliği son bulur. Çünkü nikahını bozan kız kardeşlik her ikisinde bir arada bu­lunmuştur. Oysa önceki durum böyle değildi.

3655- Hepsi   kitap ehlinden olup koca müslüman olsa ve ikisini aynı kadın emzirse, durum yine aynıdır.

Yine harp ehlinden biri, bir kadın ve süt çağında bir kızla evlenecek olsa ve evlendiği kadının sütü olup bu kadm o küçük kızı emzirecek olsa, sonra da hepsi İslamı kabul edecek olsalar, Ebû Hanife'nin görüşüne göre her ikisinin de nikahı fasit olur.

Çünkü anne ve kız olmuşlardır ve o kişi her ikisini bir arada nikahı altında bulundurmaktadır. Sanki emzirmeden sonra onlarla evlenmiş gibidir. Muham-med'e göre ise, kızın nikahı caizdir. Çünkü kızla yaptığı akit sahihtir ve bu (salt akit) annenin haram olmasını gerektirmez.

3656- Ama emzirme müslüman olduktan sonra olmuşsa, ittifakla her ikisinin nikahı da batıldır. Tıpkı müslüman olduktan sonra onlarla evlenmesindeki durum gibi. Yine koca İslamı kabul eder ve sonra büyük olanı küçük olanı emzirirse, ikisinin de nikahı fasit olur.

Çünkü anne ile kızı bir nikah altında tutmanın yasaklığma muhatap olan kocadır.

3657- Yalnızca büyük olanı müslüman olur ve sonra küçüğü emzirirse, Muhammed'e göre onun nikahı fasit, kızın nikahı ise caizdir.

Çünkü onu emzirdiğinde koca harp ehlindendi. Bundan dolayı şimdi em-zirmiş olması ile müslüman olmazdan önce emzirmİş olması aynıdır.

3658- Islamı kabul eden kişi küçüğün babası ise ve sonra büyük olanı küçük olanı emzirmişse, her ikisinin de nikahı fasit olur.[89]

Ebû Hanife'ye göre burada bir problem yoktur. Muhammed'e göre ise kü­çük olanı, babasının müslüman olmasıyla müslüman olmuştur ve İslama göre an­nesiyle birlikte onu nikahlamak caiz değildir. Bu sebepten dolayı nikahı batıl olmuştur. Annenin nikahı da, kızla nikah akdinden dolayı batıl olmuştur. İşte bu sebeple her ikisinin nikahının batıl olduğunu söylemektedir.

İmam Muhammed bu meseleyi şu şekilde açıklanKişi, süt emen bir kız çocuğunu nikahladıktan sonra boşasa, sonra da bir kadınla evlense ve o kadm o küçük kızı emzirse, evlendiği o kadın ona haram olur. Çünkü o küçük kız, o kadının kızı olmuştur ve bu kız bir zamanlar sahih bir nikah akdiyle onun karısı idi. Kızla yapılan salt bir nikah akdi, annenin o kişi hakkında ebediyyen haram

olmasını gerektirir.

3659- Eman altındaki iki eş daru'lİslamda iken koca İslamı kabul eder ve karısı da ehl-i kitaptan olup daru'lharbe dönmek isterse, dönmesine müsaade edilmez.

Çünkü kocanın müslüman oluşundan sonra aralarındaki nikah akdi devam etmektedir. Kadın artık müslüman bir erkeğin nikahı altında zimmî biridir. Tıpkı müsjüman bir erkekle evlenmiş bir eş mesabesindedir ve kocasına tabidir.

3660- Koca zimmî olursa, durum yine aynıdır.

Çünkü zimmî de müslüman gibi ülkemizin vatandaşıdır.

3661- Eğer kadın, o kişinin karısı olduğunu inkar e-derse, koca aksini ispatlayacak bir delil getirmedikçe kadının sözü geçerlidir. Bu meselede kadının aleyhine harp ehlinden olanların şahitlikleri de geçerli değildir.

Çünkü kocanın ve şahitlerin iddiaları sonucu kadın zimmî olacaktır ve harp ehlinden olanların zimmîlerİn aleyhine şahitlikleri kabul edilmez.

3662- Koca İslama girmeden yahut zimmî olmadan ön­ce müslüman hakim aleyhlerine herhangi bir hüküm veremez. Koca, o kadınla evli olduğuna dair müslümanlar-dan şahitler getirip ikisinin de eman altında olduklarını kanıtlasa,   müslüman   hakim   yine   daru'lharpte   cereyan eden bir muamele hakkında hüküm veremez.

Çünkü onlar İslamın hükümlerine bağlı değillerdi ve koca, o kadının karısı olduğunu iddia ederken bunu darulharpte olmuş bir akde dayandırmaktadır. Müs­lüman hakim onun bu iddiasına dayanarak aralarında hüküm veremez.

3663- Eğer kadın ehli kitaptan değilse, hakim İslamı ona arz eder. İslamı kabul ettiği takdirde evlilikleri devam eder. Ama kabul etmezse evliliklerinin son bulduğuna karar verir. Çünkü artık hakimin velayeti altındadır, ona müslüman olmasını arzeder ve reddettiği takdirde onu ko­casından ayırır. İddeti bittikten sonra da daru'lharbe geri dönebilir.

Çünkü kocasının müslüman olmasından sonra nikahlısı değildir. Kadın bu durumdayken nikahın devamı ve kadının zimmî olması mümkün değildir. Ancak müslüman olan kocasının hakkından dolayı iddet müddetini İslam yurdunda tut­ması gerekir. Çünkü hamüe olabilir ve kocasının müslüman oluşundan dolayı doğacak çocuğu da Maüslümandır. Bu sebeple, bu müddet dolmadan dadu'l harbe geri dönemez.

3664- Kocası müslüman   değil de zımmi olursa, kadın artık darulharbe dönemez.

Çünkü aralarındaki nikah devam etmektedir ve kocasına tabi olarak kendisi de zimmî olur.

3665- Eğer müslümanlığı  kabul eden  kadın  ise, ko­casına İslam arz edilir ve reddettiği takdirde evliliklerine son verilir. Koca, dilerse harp yurduna dönebilir.

Çünkü koca, karısına tabi değildir.

3666- Hakim kendisine İslamı arz etmeden önce koca-daru'lharbe  dönecek  olursa, ayrı  ülkelerde  bulunmalarından dolayı fiilen de hükmen de evlilikleri son bulmuş olur. Evliliklerinin son bulması, boşama dışında gerçek­leşmiştir ve mürtedle müslüman evlenemez.

Çünkü nikah, dine dayalıdır ve mürted din ehlinden değildir. Bu meseleyi Şarhu'l- Muhtasar" da etraflıca anlattık. İmam Muhammed bu arada hicret ko­nusunu ele alarak şöyle der:

3667- Koca daru'Iharpte olduğu halde karısını boşarsa, boşama meydana gelmez.

Ebu Hanife, (r.a.) göre bunun gerekçesi şudur: Bu durumdaki kadının iddet beklemesi gerekmez. Muhammed'e göre ise, koca harp ehlindendir ve harp ehlinden olanla müslüman arasında bir bağ olmadığı için boşama meydana gel­mez. Eğer boşama meydana gelseydi, aralarındaki bağ ispatlanmış olurdu. Bu ne­denle İmam Muhammed şöyle demektedir:

3668- Koca müslüman olduktan sonra onu boşarsa, boşama gerçekleşmiş olur.

Çünkü o zaman iddet beklemesi gerekir. Müslümanlar, ayrı ülkelerde de ol­salar, aralarındaki bağ devam eder. Muhammed bunu söylerken, daru'lharbe il­tihak eden mürtedde kıyas yapmaktadır. Daru'lharbe iltihak etmiş mürted, karısını boşadiğinda bundan dolayı iddet beklese de boşama vaki olmaz. Ama müslüman Olarak geri döner yahut daru'Iharpte iken müslüman olur sonra onu boşarsa, boşaması gerçekleşir ve kadın bundan dolayı iddet bekler.

3669- Harp ehlinden ülkemize eman alarak gelen kişi, ondan iddet bekleyen muhacir karısını boşarsa, boşaması gerçekleşmez.

Çünkü koca hala harp ehlindendir ve durumu, daru'Iharpteki durumu gi­bidir. Nitekim hür bir kadın bir köle ile evlenip onunla yatsa, sonra o köleyi satın alacak olsa, nikah fasit olur ve iddet beklemesi gerekir. Kölesi iken kadını boşa­yacak olsa, boşama meydana gelmez. Çünkü köle ile efendisi durumundaki ka­dın arasında nikahtan dolayı bir ismet yoktur.

3670- Kadın onu azad ettikten yahut sattıktan sonra kadını boşayacak olsa, boşaması gerçekleşmiş olur.

Çünkü kadın ondan iddet bekler.

3671- Muhacir olan kadın şayet hamile ise, Ebu Ha-nife'ye göre kocası onun kız kardeşiyle evlenebilir.

Çünkü bu durumdaki kadının iddet beklemesi gerekmez. Ama kadın başka biriyle evlenemez.

Çünkü nesebi sabit bir çocuğu karnında taşıyor. Onun durumu, efendi­sinden hamile olan ummu'l-veled'in durumu gibidir. Efendi, bu durumdaki um-mu'1-veled'in kız kardeşiyle evlenebilir ama çocuğunu doğuruncaya kadar onunla beraber olamaz .Değilse, aynı dönemde iki kız kardeşle elenmiş olur. Bu mesele de onun çibidir. Esir edilen kadın hakkındaki durum da budur.

3672- Koca İslama girer ve karısını darulharpte terk ederek bizim ülkemize gelecek olursa, ülkelerin farklılı­ğından dolayı kendisi ile karısı arasında evlilik bağı son bulmuş olur. Ancak kadın hamile ise, başka bir koca ile evlenemez. Bu durumdaki bir kadın için iddet yoktur ama nesebi sabit bir çocuğu karnında taşımaktadır. Bununla birlikte doğuracağı çocuk neseb yönüyle kocayı bağlamaz. Ancak kadın (kocanın daru'IİsIama gelmesinden itibaren) altı aydan daha az bir müddet içinde onu doğurmuşsa ne­seb yönünden kocaya ait olur.

Çünkü ülkelerin farklılığından dolayı, ülke farklılığı gerçekleştiği andan iti­baren kocasından ayrılmış sayılır. Hüküm açısından bu ayrılık, zifafa girilmeden gerçekleşmiş boşama gibidir.[90]

3673- Kadın, darü'Iharpte iken İslama girer ve arala­rındaki ayrılık üç hayız müddetini doldurursa, geçen bu müddet, iddet hükmündedir ve bu durum ile kadının islam ülkesine çıkıp gelmesinden dolayı meydana gelecek bo­şanma aynıdır. Çünkü her İki yerde de evlilikleri son bulmuştur ve kadın hür olup İslamin hükümlerine muhataptır. İster darü'lharpte bulunsun, ister İslam yurduna gelmiş olsun, fark etmez.

3674- Harp ehlinden bir kadın henüz harp yurdunda iken müslüman olur ve İslam ülkesine gelirse, kocası da eman alarak onunla birlikte İslam yurduna gelmişse, üç hayız müddeti geçinceye kadar, onun karısı olarak kalır, sonra müslümanların devlet başkanı kocasına müslüman olmasını teklif eder.

Çünkü bu kişi, eman alarak İslam yurduna girdiği için gerçekte harp eh­linden olmakla birlikte darü'lharbe donünceye kadar bir yönüyle zimmî gibidir. Devlet başkanı, ona İslami arz etme imkanına sahiptir. Üç hayız müddeti ge­çinceye kadar kadın onun karışıdır ve bu müddet geçtikten sonra evlilikleri son bulur. Çünkü bir yönüyle zimmîye benzemektedir. Kocasına İslam arz edildikten sonra îlamı kabul etmekten kaçındığı takdirde bu müddetin dolması beklenir. Çünkü hangi suretle evlilikleri son bulmuşsa bulsun, üç hayız müddeti beklemesi gerekir.

3675- Kadın   iddet  beklerken  kocası   onu  boşayacak olursa, boşaması geçerlidir.

Çünkü koca, onunla birlikte islam yurdundadır ve belirttiğimiz gibi bir yönüyle zimmîye benzemektedir.

Görmüyor musun, devlet başkanı onları birbirlerinden ayırmadan koca ona hul"[91] yapacak olsa ve sonra da iddet dolmadan onu boşayacak olsa ya da hul' yapmadan onu üç talakla boşasa, boşaması geçerlidir. O halde birbirlerinden ayrıldıktan sonra da müddeti içerisinde boşaması geçerli olur. Çünkü evliliklerine son verilmiş olması, bir boşamadır.

3676- Ama kadın  yalnız başına çıkıp  islam yurduna gelmişse ve kocası ondan sonra eman alarak islam yurdu­na giriş yapmışsa, boşaması geçerli bir boşama değildir.

Çünkü yukarıdaki durumda kadın oradan çıktıktan sonra koca harp yur­dunda kalmıştır ve böylece aralarındaki evlilik bağı son bulmuştur. Bundan sonra koca, islam yurdunun vatandaşı olmadıkça, boşaması geçerli bir boşama olmaz. Burada ise, ayrılma meydana geldiği zaman ikisi İslam yurdunda bulunuyordu ve koca boşaması gerçekleşmeyecek bir durumda değildi. Onun için iddet halinde olduğu sürece boşaması gerçekleşir, dedik.

En iyi Allah bilir.[92]

 

Esir  Ve  Eman Altındaki Kişilerin Darulharpte Evlenmesi

 

3677- Muhanımed -Allah rahmet etsin- dedi ki: müslü-manın daru'l-harpte, hür olsun, cariye olsun ehl-i kitaptan bir kadınla evlenmesi mekruhtur.

Hz, Ali'nin böyle dediği nakledilmektedir. Çünkü doğacak çocuklarının daru'lharpte kalmaları ihtimali vardır ve bu, doğacak çocukların ileride köle ol­maları sonucunu doğurabilir. Kadın, gebe olduğu halde esir düşecek olursa, kar­nında taşıdığı köle olur. Ayrıca çocukları kafirlerin ahlakı üzere yetişebilir.

Ancak bu mekruhluk, nikahın yeri veya şartlan açısından nikahın ken­disinde değildir. Bu nedenle nikahın sıhhatına engel sayılmaz. Yeter ki nikah müslüman iki şahidin huzurunda kıyılmış olsun. İmam Muhammed'in görüşü budur. Ancak Ebu Hanife'ye (r.a.) göre, şahidlerin müslüman veya kafir olmalan fark etmez. Ebû Hanife'nin bu konudaki görüşü meşhurdur.

Ancak kişi, harama düşme gibi bir korku taşıyorsa, ev­lenmesinde bir sakınca yoktur.

Çünkü zinadan sakınmak farzdır ve zinadan korunmanın yolu, nikahtır. Bu, daru'lislamda bir müslüman veya zimmîye ait bir cariyeyle evlenmesi me­sabesindedir. Böyle bir evlilik de mekruhtur. Ancak kişi, zinaya düşmekten korkuyorsa, evlenmesinde bir sakınca yoktur.

3678- Düşman taraf, hür müslüman veya zimmî bir kadini  esir  almışlarsa,  bu  müslümanın  o  kadınla  daru'lharpte evlenmesinde bir sakınca yoktur.

Çünkü kadın hürdür ve ülkemizin vatandaşıdır. Ayrıca onu cariye yaparak mülkiyetlerine almış değildirler. Onların ülkesinde ve kadının nzasıyla müslü­manın onunla evlenmesinde bir sakınca yoktur.

3679- Şayet kadın cariye ise, onunla evlenmesi mek­ruhtur. Ancak zinaya düşme korkusu varsa o başka.

Çünkü o kadını memleketlerine götürüp onu mülkiyetlerine almışlardır. Hatta bundan sonra müslüman olacak olsalar, o kadın onların kölesi olur. Ondan doğacak çocukları, onların köleleri olurlar.

Bu evlilikle, aralarında şahitsiz evlenmek arasında fark vardır. Zinaya düşme korkusu olsa bile böyle şahitsiz bir evlilik caiz değildir. Müslüman şahit bulamadığı takdirde de durum budur. İmam Muhammed, bu görüştedir.

Çünkü burada engel, nikahın caiz olması için gerekli şartın yerine getiril­memiş olması, yani şahitlerin bulunmamasıdır. Bu engel, nikahın kendisinden veya nikahın kıyıldığı yerden dolayıdır. Mesela kişi, evlenecek mecûsi yahut put­perest kadınlardan başka kadın bulamamaktadır. Bu durumda zinaya düşme kor­kusu olsa bile mecûsi ya da putperest bir kadınla evlenemez.

Oysa buradaki engel, çocuklarının köle olma tehlikesidir. Böyle bir engel ise, nikahın kendisiyle doğrudan ilgili bir husus değildir. Ne nikahın şartıyla, ne de yeriyle ilgilidir. Daha öncelikle nazarı itibara alınması gereken bir durum ortaya çıktığında, kerahat olmaksızın nikah caiz olur.

3680- Mükatebe yahut müdebbere veya ümmü'Iveled bir kadını esir almış olsalar ve onu bu müslümanla evlendirmeye kalksalar, bu caiz değildir.

Çünkü onu korumaları altına almakla ona malik olmamışlardır ve velisiz nikah olmaz. Mükatebe'nin velisi ise, efendisidir.

3681- Ama efendisi, islam yurdundan bir mektup yaz­mak suretiyle evlenmesine izin vermişse, o müslümanin onunla evlenmesinde bir sakınca yoktur.

Çünkü onun mülkiyetinde olmaya devam etmektedir ve uzakta olana yazılan bir mektup, yakında olanla konuşmak mesabesindedir.

3682- Efendisi eman ile onların yurduna girdiği tak­dirde müdebber yaptığı ya da kendisi için ummu'lveled durumunda olan kadınla yatmasında bir sakınca yoktur.

Çunku onun üzerindeki mülkiyeti devam etmektedir.

3683- Ama harp ehlinden biri onunla yatmışsa, efen­disinin artık onunla yatması caiz değildir.

Çünkü bu takdirde bir temizlik döneminde iki erkek bir kadınla yatmış ola­caktır. Ancak harp ehlinden olan kişi, onunla yatmayı bırakmış ve ondan hamile kalmadığı anlaşılmışsa, efendi onunla yatabilir. Ancak mükatebe ise onunla ya-tamaz.Nitekim esir düşmezden önce de mükatebe olduktan sonra onunla yalamaz. Çünkü mükatebe olmakla mülkiyetinin dışına çıkmış olur.

Harp ehlinden olan kişi de, o kadını o müslümanla ev­lendirmeye  kalkışacak  olursa, yine  miislümanın  onunla yatması caiz olmaz. Çünkü gerçek üzere onun mülkiyetinde olmaya devam etmektedir.

3684- Oysa   müdebbere   ve   ummu'lveled   durumunda

olan kadın böyle değildir. Harp ehlinden olan kişi, bu ka­dını kendisiyle evlendirirse, onunla yatmasında bir sakın­ca yoktur.

Çünkü bu durumda, nikahtan dolayı değil, mülkiyetinde bulunmasından dolayı onunla yatabilir. Nitekim onunla evlendirilmezden önce de onunla yat­masında bir sakınca yoktu.

3685- Hür olsun, köle olsun kendi hanımını esir al­mışlarsa ve sonra da kendisi eman alarak ülkelerine gir­mişse, aralarındaki nikah devam ettiğinden dolayı onunla yatmasında bir sakınca yoktur.

Şayet: Hür kadın hakkında bu söylenen doğrudur ama köle hakkında doğru değildir. Çünkü artık o köle onların mülkiyetine geçmiştir. Hatta İslama girecek olsalar yine onların mülkiyetlerinde kalır, memlûk, efendisine tabidir ve bu se­beple artık o kadın harp ehlindendir, ayrıca ülkelerin fiilen ve hükmen ayrı ol­maları, evliliklerinin son bulmasını gerektirmiştir, denilecek olursa, deriz ki:

Durum ileri sürdüğünüz gibi değildir. Müslüman veya zimmî olmasından dolayı o, yurdumuzun vatandaşı idi ve onu kendi ülkelerine götürmüş olmaları, hatta onu mülkiyetlerine almış olmalan veya satın almış olmaları veya darü'lharbe götürmüş olmaları, nikahın devam etmesinde engel değildir. Ancak harp ehlinden olan efendisi o kadınla yatmışsa, bir hayız dönemi geçerek ondan hamile kalıp kalmadığı kesinleşmedikçe kendisiyle yatması caiz değildir.

3686- Kadın hür ise ve harp ehlinden olan kişi ken­disiyle yatmışsa, üç hayız süresi geçmedikçe kocası onun­la yatamaz.

Çünkü harp ehlinden olanın kendisiyle yatmasından ortaya çıkan şüphe bunu gerektirir. Onlardan batıl olan te'vil, hüküm konusunda sahih te'vil gibi mu­teberdir.

3687- Buna göre harp ehlinden biri o kadınla yatıp sonra kadın bir çocuk doğuracak olsa, eğer harp ehlinden olan kişi, kendisiyle yattıktan itibaren iki yıldan az bir müddet içerisinde doğum yapmışsa nesep yönüyle çocuk yattığı adama aittir, iki yıldan sonra doğum yapmışsa, ne­sep yönü ile çocuk o adama ait değildir.

Çünkü harp ehlinden olan kişinin onunla yatmasiyla kadın kocasına, bain bir talakla boşanmış gibi haram olur.

3688- Esir alınan kadın  bir müslümanın cariyesi ise ve efendisi eman alarak onların ülkesine girecek olsa, o cariyesiyle yatması caiz değildir.

Çünkü o cariye ülkelerine götürmekle onların mülkü olmuştur ve onunla yattığı takdirde başkasının mülkiyetinde bulunan biriyle yatmış olur ki buna asla ruhsat yoktur.

3689- Oysa Ummu'lveled ve müdebbere böyle değil­dir. Harp ehlinden olan kişi, bu durumdaki kadını kendişiyle evlendirecek olsa, evlilik kerahetle birlikte caizdir.

3690- Müslüman biri, darü'lharp vatandaşı olup on­ların   cariyelerinden  biriyle  evlenip  cariyeden   çocukları olur ve sonradan müslümanlar o çocukları ele geçirecek olurlarsa, çocuklarından küçük olanlar, babalarının müslüman oluşundan dolayı müslüman sayılıp hürdürler. Çünkü annelerinin efendisi durumunda olan kişinin mülkü idiler ve müslü­manlar o beldeyi ele geçirdiklerinde adam ya kaçmış veya öldürülmüştür. Böylece o çocuklar, müslümanlann gücü sayesinde kendilerini korumuş bir duruma ka­vuşmuşlardır. Harp ehline ait müslüman bir köle, İslam ordusunun gücü sayesin­de korunmuş bir duruma kavuşursa, müslüman olup sahibinden kaçarak kurtulan gibi hür olur.

3691- Çocuklarından büyükleri ise mürted sayılırlar.

Çünkü ergenlik çağından sonra küfrü benimsemişlerdir.

3692- Babanın müslüman oluşundan dolayı müslüman idiler, kadın ve erkek olarak kendilerini ihraz eden kişi­nin" mürted köleleri olurlar. Çünkü mürted oluşlarından dolayı İslam ordusunun onları efendilerinden kurtarma-sıyla azad olmazlar. Ayrıca müslüman olmaya zorlanırlar,

ama öldürülemezler.

Çünkü ergenlik çağına erdikten sonra müslümanca bir hayata geçmediler. Ebeveynine tabi müslüman çocuk, mürted olarak ergenlik çağına girecek olursa, şüpheden dolayı Öldürülmez. Anneleri ise, onu ele geçiren için fey' durumun­dadır. Şayet hamile ise, karnındaki çocuk, annesiyle birlikte köledir. Çünkü kar­nında olan, annenin bir parçasıdır. Her ne kadar babasına tabi olarak müslüman ise de anneye tabi olarak köle kabul edilir.

3693- Eğer onlardan hür bir kadınla evlenmişse ve me­sele yukarıda anlatıldığı gibi ise, hüküm aynıdır. Bu meselede    sadece    ergenlik    çağını    geçmiş    çocukları hürdürler.

Çünkü hür bir kadından doğmuşlardır ve annelerinin hür oluşundan dolayı onlar da hürdürler, ama mürteddirler.

3694- Onlardan ergenlik çağını geçmiş olan, esir alın­makla köle olmaz. Ancak esir alman kadın ise, esir alın­makla cariye olur ve müslüman olmaya zorlanır. Topkı ir-tidat eden kadınların buna zorlanmaları gibi. Ayrıca bir müslümanın onunla evlenmiş olması, kendisine eman verilmiş anlamına gelmez.

Çünkü kocası darü'lharpte bulunmaktadır ve ne açık, ne de delalet yollu ifadelerle ona eman verme yetkisine sahip değildir.

3695- Çocuklar herhangi bir kimseyle muvalat akde­demezler[93] ve böyle bir akit yapmaları durumunda beytüimal onlar yerine diyet ödemez.

Çünkü kendilerinin akrabaları vardır ve bu akrabalar, babalarının akra­balarıdır. Bu akrabaları onlar için diyet öder ve onlara varis olurlar. Bu durumda olan, başkasıyla velayet akdi yapmaz.

3696- islam yurdundan müslüman hür bir kadını veya zimmî bir kadını esir alıp onu düşmandan  biri ile evlendirmiş olsalar, durum yine yukarıda anlatıldığı gibidir. Ancak kadın hamile ise hem kendisi hem karnındaki çocuk fey' değildir.

Çünkü kadınhür olup ülkemiz vatandaşıdır ve esir alınmakla onların mülkü olmamıştır. Oysa bir önceki maddede söz konusu ettiğimiz kadın hür ve düşman bir kadın olup esir alınmakla mülk olmuştur.

3697- Şayet kadın müslüman veya  zimmi  bir  cariye

olup mesele yukarıda anlatıldığı şekilde ise, çocukları köle olup esir alınmakla azad olmazlar. Bu hususta küçük çocukları da, büyük çocukları da aynıdır.

Çünkü kendisinden esir alındıkları müslümanın onlar üzerindeki hakkı devam etmektedir ve bundan dolayı muragame yoluyla (müslüman olup kaçıp ge­lerek) azad olmalarına yol yoktur. Diyoruz ki: Kendisinden esir alınan kişi, esirler taksim edilmeden önce onlan bulursa, bir şey ödemeden onları alır. Ama taksim edildikten sonra gelir ve onları bulursa, değerlerini ödedikten sonra onları alabilir,

3698-  Kendisinden esir alınan kişi zimmî ise, onları aldıktan sonra satmaya zorlanır.

Çünkü onlardan küçük olanlar, babalarının müslüman oluşundan dolayı müslümandırlar. Zimmî biri, müslüman bir köleye^sahip olacak olursa, onu sat­maya zorlanır. Yaşları büyük olanlan ise, mürteddirleı- ve onlar için de mürteddin hükmü uygulanarak İslama dönmeye zorlanırlar.

3699- İslam yurdundan esir alınan cariye ile müslüman evlenmemiş olup düşman olan efendisi kendisiyle yatmış ve kendisinden çocukları olmuş, sonra da müslümanlar o ülkeye galip gelmişlerse, o kadın hür olur.

Çünkü o kadın ya müslümandır veya zimmidir ve harp ehlinden olan efen­disi için ummu'l veled olmuştur. Harp ehlinden kişinin onun üzerindeki hakkı or­tadan kalktığına göre artık hürdür.

3700- Kadın ister müslüman olsun ister zimmî olsun, çocukları da hürdürler.

Çünkü müslümanlarm onlan kurtarmalanyla karşı taraftan korunmuş ve böylece hürriyetlerine kavuşmuşlardır.

Diledikleriyle vela akdi yapabilirler (akrabalık bağı ku-rabiliıler).

Çünkü babalarının onlarla bir velayeti olmadığı gibi müslümanlar arasında akrabaları da yoktur.

3701- Kafir olarak ve müslümanlara düşmanlık besley­erek büyümüşlerse, deriz ki: Eğer anneleri müslüman ise, buluğdan sonra onlar mürteddirler. Çünkü (küçükken) an­nelerine tabi olarak müslüman idiler. Eğer hür olup mür-ted olarak ergenlik çağına ermişlerse, müslüman olmaya zorlanırlar. Ama anneleri zimmî ise, hepsi fey'  olurlar. Çünkü annelerine tabi olarak zimmî idiler ve müslümanlara karşı sa­vaşmakla zimmet ahdini bozmuşlardır.

3702- Kendisinden esir alınan kişi: Bu cariye üzerinde ben daha çok hak sahibiyim, çünkü o elimde idi ve benim mülkiyetimdeydi, diyecek olursa, sözüne aldırış edilmez.

Çünkü düşman kişi ona malik olmuştu ve cariye onun dindeyken adam müslüman olsaydı, onun mülkü olmaya devam ederdi. Ayrıca ondan çocukları da olmuştur. Bu nedenle eski sahibinin onun üzerinde herhangi bir hakkı kal­mamıştır.

Nitekim düşman kişi onu azad etmiş olsaydı, azad etmesi geçerli olurdu. Ondan çocuğunun olması da bu neticeyi doğurur.

3703- Eski efendisi onu düşman kişi ile evlendirmiş olsa  ve mesele yukarıda anlatıldığı  gibi  ise, cariye ve çocuklar, kendisinden esir alınmış kişiye ait olur.

Çünkü ummu'lveledi olmayacağı bir kocadan çocuğu olmuştur ve ken­dinden esir alınmış olanın onun ve çocuklannın üzerindeki hakkı müslüman olup kaçıp kurtulma yoluyla ve müslümanlann onlan ele geçirmeleriyle azad olmalanna engeldir, işte bu nedenle taksimat yapılmazdan Önce onlan bulacak olursa, hiçbir şey ödemeden alabilir. Taksimattan sonra bulursa değerlerini ödeyerek alır. On­lardan yaşlan büyümüş olanlar ise, babalarının dini üzere oludv.

3704- Kadın müslüman idiyse, İslama dönmeye zor­lanır.

Çünkü o kadına tabi olarak kendisi de müslüman idi.

3705- Eğer ergenlik çağına geldiğinde kafir ise, mürted mesabesindedir. Eğer kadın zimmî idiyse, çocuk, müslüman olması için zorlanamaz.

Çünkü hem anası ve hem de babası kafirdir ve kendisi de daru'lharpte doğmuştur.

3706- Esir alınan kadın hür idiyse ve mesele yukarıda anlatıldığı şekilde ise, o ve çocukları hürdürler.

Çünkü hür idi ve ülkemizin vatandaşı idi. Çocuklar ise, köle veya hür olma konusunda anneye tabidirler. Nikah ve hayvanı boğazlama konularında çocuğun, anne babadan dince hayırlı olanına tabi olacağını daha önce anlatmıştık. Mesela anne ve babasından biri ehl-i kitap, diğeri müşrik ise, çocuk ehl-i kitap olanına; onlardan biri müslüman ise, müslüman olanına tabidir.

3707- Çocuklarından kafir olarak ergenlik çağına giren hakkındaki hüküm, ana-baba arasındaki fark hakkındaki hüküm gibidir.

Kölelik hükmünde erkekler İle kadınlar arasındaki fark, mürtedlerle ilgili hükümdeki gibidir.

Başarı Allah'tandır.[94]

 

Düşmanın Ele Geçirdiği Esirlerle İlgili Nesep Meseleleri

 

3708- İmam Muhammed-Allah rahmet etsin- dedi ki: Düşman hür veya cariye müslüman bir kadını yahut hür veya cariye zimmî bir kadını esir alır, sonra harp ehlinden biri esir alınan o kadını satın alıp ondan çocuğu olursa, sonra da o ülke halkı müslüman yahut zimmî olursa, ka­dın esir alınmazdan önce hür idiyse, ister müslüman olsun, ister zimmî olsun, yine hürdür.

Çünkü ülkemizde hür olanın hürriyetini bozacak bir durum söz konusu değildir. Çocukları da ona tabi olarak hürdürler.

Satın alan kişi ile ilgili nesep de sabit olmuştur.

Çünkü o kişi, kendi mülküdür diye onunla yatmıştır ve ortada bir şüphe söz konusu ise de onların batıl te'villeri hüküm konusunda sahih te'vil me­sabesindedir.

Kadının o kişiden alacağı bir mehir de yoktur. Çünkü satın alırken ödediği miktar karşılığında onunla yatmıştır. Bunu ya­parken de o kişi harp ehlinden biri idi. O kadını çalıştırmış olmaktan dolayı nasıl tazminat ödeme mecburiyetinde değilse, kendisiyle yatmaktan dolayı da bir şey ödemek mecburiyetinde değildir.

Kadın daha önce müdebbere yahut ummu'lveled idiyse, efendisine geri verilir. Çünkü o kadını kendi ülkelerine götürmekle ona malik olamazlar. Kadının çocukları da hürdürler.

Çünkü anne müslüman ise, çocukları ona tabi olarak müslüman; zimmî ise, ona tabi olarak zimmîdirler. Çünkü bu, belirttiğimiz gibi nesebi belli olmayan çocuk mesabesindedir ki onu satın alan, onun kendi mülkü olduğunu kabul ede­rek çocuklarının kendine ait olduğunu kabullenmiş sayılır. Mağrur (cariyesi ya da nikahlısı olduğunu sanarak bir kadınla yatıp çocuğu olan kimse) nin, çocuğu hür olup babasına ait nesebi sabittir. Ancak birinci bölümde, cariyenin misli mehir konusunda söylediğimiz sebepten dolayı, burada babanın üzerinde çocukların değerini ödeme gibi bir durum söz konusu değildir. Çünkü hamile bırakan kişi kadını satın aldığında düşman bir kişi idi. Bu da verdiği para karşılığında kadını kullandığı için tazminat ödemesini engellemektedir. Mağrur, çocuğu istihlak ettiğinde de tazminat ödemez.

Mağrur, husumet zamanında çocuk için tazminat Öder. Husumet zamanında da halk müslüman veya zimmet ehli olmuşlardır, diye itiraz edilirse, şöyle deriz:

Evet, husumet zamanında ancak önceden meydana gelen hamile bırakma sebebiyle tazminat öder. Bu olay da henüz kendisi düşman biri iken meydana geldiği için tazminat ödemesini gerektirmez. Onun için halkı\^üslüman da olsa, adamın daha sonra tazminat ödemesi gerekmez.

3709- Kadın  mükatebe   idiyse,  kendisi  ve  çocukları hakkında verilecek hüküm, eskiden olduğu  gibi tekrar mükatebe olmasıdır.

Çünkü mükatebe, esir edilmekle mülk olmaz. Gurur (mülkü olduğunu sa­narak kadmla yatması ve ondan çocuğun doğması) sebebiyle de çocukları hürdür­ler. Belirttiğimiz sebepten dolayı ukr[95] veya çocukların değerini ödemesi* ge­rekmez. Gerekmemesinin sebeplerinden biri de şudur: şayet çocuğun değerini ödeyecek olursa, onu kadına öder ve kadın da hürriyetine kavuşmak ve çocukla­rım hürriyete kavuşturmak için bu parayı kullanacaktır. Zaten hedeflerinden bir kısmına kavuşmuş demektir ve bu sebeple baba bir şey ödemez.

3707- Şayet kadın cariye ise ve mesele yukarıda an­latıldığı gibi ise, kadın kendisini hamile bırakan kişi için ummu'lveled ve çocukları da hür olurlar.

Çünkü o kadını kendi ülkelerine götürmekle ona malik olmuşlar ve müşteri de kendisini onlardan satın alarak ona malik olmuştur. Böylece ondan çocukr sa­hibi olması sahihtir. Daha sonra İslam ile mülkiyeti kesinleşmiş ve kadın onun ummu'lveledi olmuştur.

3710- Kadın müslümanlar için zimnıî ise, cevap yine aynıdır. Ancak kadına cariyelikten kurtaracak malı kazan­ması için  çalışma (siaye)[96] izni    verilir.

Çünkü kadın müslümandir ve müslüman bir kadın zimmînin mülkiyetine terk edilemez. Çocuk sahibi yapılması sebebiyle kadın satın alınarak o zimmînin mülkiyetinden çıkaniamadığı için çalışıp mal kazanması yoluyla onun mülkiyetin­den çıkarılması gerekir. Mürtedlerin kendi ülkelerinde mağlup olmaları duru­munda onlar hakkında verilecek hüküm, söz konusu ettiğimiz bütün hususlarda harp ehli hakkında verilen hüküm gibidir.

3711- Bagîler  (siyasi  isyancılar)  hakkında  verilecek hüküm de aynıdır.

Çünkü kendilerini savunacak kuvvetleri olduğunda isyancılar hakkındaki fasit te'vil, hüküm yönüyle sahih te'vil gibidir.

3712- Bu konuda temel dayanak, Zührî'nin şu hadi­sidir: Ashap döneminde fitne ve kargaşa çıktı. Yaşayan sahabe toplumda çoktu. Kur'an te'vil edilerek kanının a-kıtılması helal görülüp öldürülenden dolayı kısasın yapıl­maması, Kur'an te'vil edilerek bir kadınla yatmanın helal olduğu görüşüne varılarak bir kadınla yatmaktan dolayı haddin (zina cezasının) uygulanmaması, yine bu yolla bir malın helal olduğu görüşüne varılıp o malın alınmasından dolayı tazmin etmenin söz konusu olmaması hususunda it­tifak etmişlerdir. Ancak söz konusu malın kendisi bu­lunmuşsa, sahibine iade edilir. Bu nedenle bu meseleyle ilgili olarak diyoruz ki: Esir alınan cariye olup isyancılar tevbe etmişlerse, bu cariyenin efendisine iade edilmesi gerekir. Çünkü onu ele geçirenler onun maliki olmamış ve onu hamile bırakan için bu cariye ummu'lveled olmamış­tır. Düşmanise, ihraz ile ona malik olmuş ve hamile bıra­kan kişi için ümmü'l-veled olmuştur.

3713- Müslüman hırsızlardan bir gurup Kur'an'i te'vil etmeksizin kadınları ele geçirir ve mesele yukarıda anlattığımız şekilde ise, durum şöyle olur: Te'vil söz ko­nusu değilse bu hırsızların güçlü olup bu kadınları ellerine geçirmiş olmalarının hiçbir hükmü yoktur. Aynı şe­kilde böyle bir güce sahip olmadan te'vilin de hiçbir hük­mü yoktur. Bu yolla kadınlara yapılmış olan tecavüz zina olarak değerlendirilir. Bu işi yapanlara had cezası uygu­lanır. Bu ilişkiden doğan çocuğun da nesebi sabit değil­dir. Nitekim Peygamber (s.a.v.)'in: «Çocuk, yatağa (ni­kahlı olana) aittir. Zina eden ise taşlanır.[97] hadisinin za­hirinden anlaşılan da budur. Böyle bir ilişkiden doğan ço­cuk anneye tabidir ve anne kimin mülkiyetine gtfç^rse, ço­cuk da onun mülkiyetine geçer.

Nitekim, yukarıda söylenenlerin aksine, burada mallan tüketecek olsalar, tazmin etmeleri gerekir.

Bundan sonra Şerhu'z-Ziyâdât'ta hepsini açıkladığımız bir bölüm zik­redilmektedir..

En iyi Allah bilir.[98]

 

Darü'l -Harbde Kur'an'ın Belirttiği (Had)   Cezalarının  Uygulanması

 

el- Mebsût kitabında şöyle dedik:

3714- Müslüman  biri  daru'lharpte  cezayı   gerektiren davranışta bulunduğu takdirde, cezayı uygulayan (İslam devlet başkanı) bulunmaması sebebiyle cezayı hakketmez. Çünkü o işi yaptığı zaman müslüman devlet başkanının hakimiyeti altında değildi. Ordugahta işlediği takdirde se-riyye komutam ona had uygulayamaz.

Çünkü o komutana hadleri uygulama yetkisi değil, savaş işlerini yürütme yetkisi verilmiştir.

3715- Ancak halifenin kendisi   ya da o bölgenin valisi savaşa katılmışsa, islam yurdunda olduğu gibi ordugahında da hadleri uyguayabilir.

Harp yurdunda hadlerin uygulanamayacaına dair Hz. Ömer'in şu sözleri delil getirilmiştir: Hz. Ömer, valilerine yazarak ordu komutanı ile seriyye ko­mutanlarının kimseye celde (sopa)-cezası vermemelerini emretmiş, suç işleyen­lerin cezalarının dönüşte verilmesini istemiş, aksi takdirde şeytanın o suçlu kim­seyi kandırarak onu kafirlerin safına geçmeye teşvik edebileceğini belirtmiştir.

3716- Ebu'd-Derda'nın da düşman topraklarında müs-lümanlara had uygulanmaması gerektiğini, çünkü suçlu­nun düşman safına kaçmasına sebep olabileceğim söyl­ediği nakledilmektedir. O suç işleyenler tevbe etmişlerse, Allah tevbelerini kabul eder, değilse Allah onları ceza­landıracaktır.

3717- Ayrıca Atiyye b. Kays el-Kilabî'den Rasûlül-lah'ın (s.a.v.) şöyle buyurduğu nakledilmiştir:  Kişi, adam öldürerek, zina ederek veya hırsızlık yaparak düşma­na kaçar, sonra eman isteyerek geri dönerse, kaçmasına sebep olan suçun cezası ona uygulanır, ama düşman to­praklarında adam öldürmüş, zina etmiş yahut hırsızlık yapmış ve sonra eman alarak bize gelmişse, düşman to­praklarında işlemiş olduğu suçlardan dolayı ona ceza uygulanmaz.

Bu, haddi gerektiren suçun nerede işlendiğinin göz önünde bulundurulması gerektiğine dair[99] mezhep alimlerimizin görüşlerini destekleyen oir delildir.

Mebsut" ta eman sahibi olan bir kişinin kul hakkını ilgilendiren kısas ve kazif (zina iftirası) gibi suçlar dışında, işlediği suçlardan dolayı cezalandırıl­mayacağını belirtmiştik. Ebû Yusuf a göre ise, zimmîlerde olduğu gibi içki içmesi hariç, hadlerin tamamı kendisine uygulanır. En iyi Allah bilir.[100]

 

Eman Altındaki Kişilere Ve Zimmilere Yardım

 

İmam Muhammed - Allah rahmet etsin- şöyle dedi:

3718- Müslüman devlet başkanı zimmîler karşısındaki sorumluluğunda olduğu gibi, eman altındakilere de yur­dumuzda kaldıkları müddetçe yardım etmesi ve onları zul­medenlerin zulmünden koruma sorumluluğu vardır.[101]

Çünkü onlar da yurdumuzda kaldıkları müddetçe koruması altında bu­lunmaktadırlar. Onlar hakkındaki hüküm, zimmîler hakkındaki hüküm gibidir.

3719- Ancak kanlarının akıtılmaması konusunda eşit olmadıklarından dolayı bir zimmî veya müslüman, eman altındaki kişiyi öldürdürürse kendisine kısas uygulanmaz. Fakat eman altındaki biri, bizim ülkemizde eman altındaki birini öldürecek veya organlarından birini koparacak olur­sa, kanlarının akıtılması konusunda aralarında eşitlik bu-lunduundan dolayı ona kısas uygulanır.

Eman altmdakinin kanının akıtılmasında mübahlık şüphesi vardır. Çünkü aslında bu kişi harp ehlindendir ve harp yurduna dönme imkanına sahiptir. Bu ise, her halükarda kendisin© kısasın uygulanmasına engeldir, diye itiraz edilirse, deriz ki:

Hayır, durum böyle değildir. Bu şüphe, ona inanan hakkında ortaya çık­maktadır, ona inanmayan hakkında ortaya çıkmaz. Nasıl muharip olması, kanının akıtılmasını mubah kılıyorsa, küfrün kendisi de kanının heder olmasını gerektirir. Bu konuda delilimiz şudur: Harp ehlinden olan çocuk ve kadınları öldüren, kan­larının heder olmasından dolayı ne kefaret ve ne de diyet öder.

3720- Ayrıca zimmî biri, bir zimmîyi Öldürecek olursa, âlimlerin ittifakıyla kendisine kısas gerekir.

Çünkü kendisinin kafir oluşunun, kanının heder edilmesini gerektirdiğine inanmamaktadır. Bu sebeple bu, kendisi hakkında bir şüphe ortaya çıkarmaz. Eman altındakiler arasındaki muhariplik meselesi de bir şüphe doğurmaz. Ancak kanlarının akıtılması konusunda aralarında eşitlik bulunduğundan dolayı, birinin diğerini öldürmesi, kısası gerektirir. İster aynı ülkenin vatandaşı olsunlar, ister ayrı ülkelerin vatandaşı olsunlar fark etmez.

Zira kısasın gerekliliği, ülkemizde oldukları müddetçe müslüman devlet başkanının onlara karşı sorumluluğundan; uğradıkları haksızlıkMn bertaraf etmesi gerekliliğinden kaynaklanmaktadır.

3721- Güç ve kuvvetleri olup topraklarımızdan geçmek ve başka bir ülkeyle savaşmak üzere bizden eman isteye­rek ülkemize girseler ve onlar henüz ülkemizin toprak­larında iken başka bir harp ehli onlara saldırıp kendilerini esir alacak olsa, gücümüz yetse de onlara yardım etmek mecburiyetinde değiliz. Oysa  zimmîlerin  durumu  böyle değildir.

Çünkü zimmîler, ülke bakımından ülkemizin vatandaşıdırlar ve muamelat konularında İslamm hükümlerine tabidirler.

3722- Devlet   başkanının,   müslünıanlarm   yardımına koştuğu gibi onların da yardımına koşması gerekir, eman altındakilere gelince, onlar harp ülkesinin vatandaşlarıdır. Ne var ki şu anda eman ile ülkemizde bulunuyorlar .^ Ülke­mizin vatandaşlarından onlara yapılabilecek haksızlıklara engel oluruz ama bu meselede onlara zulmedenler, ülke­mizin vatandaşları değiller ve onlar üzerinde bir velaye­timiz de yoktur. Bu sebeple onların zulmüne engel olmak mecburiyeinde değiliz.

Çünkü İslam yurdunun düşmanı durumunda bir ülke vardır ve o daru'l-harptir. İslam yurdunun vatandaşı, bizim ülkemizde oturmaktadır ve düşman ülkenin saldırılarına karşı İslam yurdunu savunmaktadır. Ülkemizin vatandaşı ol­mayan kişi bizim ülkemize ya bir ihtiyacını yerine getirmek veya ülkemizden başka bir ülkeye geçmek üzere girmiştir. Daha sonra kendi ülkesine dönecektir.

Bundan dolayı, uğrayacağı zulmü ortadan kaldırmak mecburiyetinde değiliz. Ancak ülkemizin vatandaşlarının onlara yapacakları haksızlığa engel oluruz. İhti­yaca göre sabit olacak bir şey o ihtiyaç oranında sabit olur.

3723- Aralarında fark bulunduğuna dair delil şudur: e-man altındakilere galip gelerek onları kendi ülkelerine götürenler  müslüman olurlarsa, eman  altındakiler  onların köleleri olurlar. Halbuki zimmîlere galip gelerek onları kendi ülkelerine götürecek olsalar ve sonradan müslüman olsalar,   götürülen bu zimmîler hürolurlar. Aynı şekilde biz o galip gelenlere galip gelecek olursak, eman altında-kilerden aldıkları bizim mülkümüz olur. Oysa zimmîleri serbest bırakacağımız gibi, taksimattan önce mallarını iade eder ve taksimat yapılmışsa mallarının değerlerini öderiz. Bundan anlaşılıyor ki, zimmîlerin yardımına koşmak, tıpkı Müslümanların yardımına koşmak gibi bir gerekliliktir. Oysa eman altındakiler bu durumda değildir

3724- Dediğimizi doğrulayan hususlardan biri de şu­dur: Zimmîlere galip gelenler şayet zimmîleri götürürken daru'lharpte müslüman bir ordu ile karşılaşacak olsalar, müslüman askerlerin o zimmîleri ellerinden kurtarmaları gerekir. Nasıl yenilgiye uğramış müslüman lan kurtarma­ları gerekiyorsa, o zimmîleri de kurtarmaları onlar için bir görevdir. Halbuki eman  altındakiler!  götürüyorlarsa ve daru'lharpte müslüman ordusuyla karşılaşacak olurlarsa, müslüman ordunun onları kurtarma mecburiyeti yoktur.

3725- Şayet harp ehlinden eman isteyerek oraya gir­mişlerse, eman altındakiler! kurtarmak için ahdi bozmaları gerekmez. Oysa zimmîleri kurtarmak için ahdi bozmaları gerekir. Ayrıca nasıl müslüman çocukları kurtarmaları gerekiyorsa zimmî çocukları da kurtarmak için onlarla savaşmaları gerekir, ülkemizde bulunan eman sahiplerinin durumu, aramızda antlaşma bulunanların durumu gibidir.

3726- Devlet başkam harp ehlinden bir belde halkıyla antlaşma yapacak olsa, sonra da bir müslüman veya zimmî onlara haksızlık yapmaya kalkışacak olsa, devlet başka­nının bu haksızlığı engellenmesi gerekir. Halbuki harp eh­linden   başka  bir   kavim   onlara  saldıracak   olsa,  devlet başkanı engel olmak zorunda değildir.

Bu anlattıklarımızla aramızda mütareke bulunanlarla ülkemizdeki eman sa­hipleri arasında bir hususta bir fark bulunduğu anlaşılmaktadır ki o da şudur:

3727- Mütareke ehlinden biri, mütareke yurdunda on­lardan birini öldürecek olursa, kendisine kısas gerekmez. Ama eman altındakilerden biri, bizim yurdumuzda eman altındaki birini öldürecek olursa, ona kısas gerekir.

Çünkü mütareke yurdunun halkı, İslamın hükümlerinden hiçbiriyle yü­kümlü değildir. Onlar, hükümlerimizin kendilerine uygulanmaması üzerine bi­zimle mütareke yapmışlardır. Böylece onlann yurdu, harp yurdu olarak devam et­mektedir. Harp yurdunda-öldürmek ise, kısası gerektirmez. Eman altındakilere gelince, onlar İslam yurdunda bulunuyorlar ve kul hakkıyla ilgili meselelerde yur­dumuzda kaldıkları müddet içinde İslamın hükümleri onlar için de geçerlidir. Kısas da, kul hakkına girer.

3728- İmam Muhammed dedi ki: Güç ve kuvveti bu­lunan harp ehlinden bir topluluk, müslümanları koruduğumuz gibi onları da korumamız şartıyla eman isteyerek ülkemize gelecek olsalar, müslümanları koruduğumuz gibi onları da korumamız ve onlara verdiğimiz sözü yerine ge­tirmemiz gerekir. Hatta harp ehlinden bir topluluk onlara saldıracak   olursa   bu  saldırıya  engel   olmamız  gerekir. Çünkü Resûlüllah (s.a.v.) "müslümanlar, koşulan şartlara bağlıdırlar" buyurmaktadır.

Çünkü eman alırken bu şartı koşmuşlardır ve bizim de bu şarta bağlı kal­mamız gerekir.

3729- Aynı şekilde belli bir mal karşılığında bizimle mütareke yapmışlarsa, devlet başkanının şart koşulanı yerine getirmesi gerekir. Ama yerine getiremiyorsa, o malı onlardan isteme hakkı da olmaz.

Çünkü onları koruma karşılığında o malı bize vermeyi taahhüt etmişlerdir. Onları korumaktan aciz kaldığında, devlet nasıl koruyamadığı zaman müslüman-lann hayvanlarından zekat alamıyor ve zimmîlerden cizye ve haraç alamıyorsa, onlardan da bir şey alamaz.

3730- Ülkemizde bulunan topluluğun güç ve kuvvetleri yoksa ve mesele yukarıda anlatıldığı gibi ise, devlet başkanı zimmîleri korumakla nasıl mükellef ise, onları da korumakla mükelleftir. Şayet harp ehli onlara galip gelir ve sonra da müslümanlar o harp ehline galip gelecek olur­larsa, o eman altında olanları serbest bırakmaları ve mal­larını almışlarsa o malları kendilerine iade etmeleri gere­kir. Eğer malları taksim edilmemişse mallarının kendisi, taksim edilmişse, değeri onlara verilir.

Çünkü bunlar müslümanlann himayesindeler ve müslümanların himaye­sinde bulunanların hürriyeti, yenilgiye uğramalarıyla ellerinden alınamaz.

3731- Aynı  şekilde   müslümanların  koruması   altında bulunan mal da müslümanların koruması altında iken alın­mışsa, eski sahibinin onun üzerindeki hakkı düşmez. Bi­rinci durumda, yani güç ve kuvvetlerinin bulunduğu du­rumda kendi güç ve kuvvetleriyle mallarını koruyorlardı. Halbuki bu son durumda müslümanların güç ve kuvvetiyle malları koruma altında idi.

Onların harp ehli olduklarını belirtmiştik. Her ne kadar bizden eman almışlarsa da hürriyetleri müslümanlann gücü ile desteklenmiş değildir. Bu se­beple hüküm, yukarıda açıklandığı gibidir.

3732- Bu meselede harp ehli onlara galip gelerek onları götürürken harp yurdunda müslüman askerlerle karşılaşacak olurlarsa, müslüman askerlerin onların yardımına koşmaları ve onları ellerinden kurtarmaları gerekir.

Allah, en iyi bilendir.[102]

 

Devlet Başkanının  Harp Ehlinden Em An Alarak Askerle Birlikte Daru'l-Harbe Girmesi Ve Arkasından Başka Bir Düşman Askeri Birliğinineman Olarak Oraya Girmesi

 

3733- Devlet başkanı eman alarak beraberinde asker­lerle birlikte darü'lharbe girecek olsa ve onlarla birlikte başka bir harp ehlinden kendilerini koruyacak güçte as­kerler eman olarak oraya girecek olsa, bunlar İslâm devlet başkanının emri olmaksızın girmişlerse ve müşriklerden bir topluluk onlarla savaşırsa, ne devlet başkanının onlara ne de onların devlet başkanına yardım etme mecburiyetleri vardır.

Çünkü müsİümanlar aldıkları mutlak eman ile onlan korumağa değil, da-rulharp halkına saldırmamaya söz vermişlerdir.

3734- Ancak devlet başkanı, düşmana karşı müslüman-larla birlikte savaşmak, yararı, ticaret yahut yaralıları tedavi etmek gibi bir maksatla onların buraya girmelerini emretmişse,o zaman onlara yardım etmesi gerekir.

Çünkü müsİümanlann yaran için oraya girmelerini kendisi emretmiştir ve bu sebeple onlan korumayı da üstlenmiş demektir. Nasıl müslümanİara saldıran olduğu takdirde müsİümanlann yardımına koşması gerekiyorsa, bunların da yar­dımına koşmalıdır. Bu nedenle İmam Muhammed, devletin emri olmaksızın girmişlerse ve harp ehli onlan esir alıp emin bir yere götürdükten sonra müsİü­manlar oraya galip gelecek olurlarsa, beraberinde oraya giren o harp ehli de müs­İümanlar için fey' olurlar. Ama devlet başkanının emriyle girmişlerse, müslümanlar oraya galip geldikten sonra onlar hürdürler, görüşündedir.

3735- Aynı şekilde ellerindeki malları almış İseler, bi­rinci durumda malları müsİümanlar için ganimet olur, ama ikinci durumda kendilerine iade edilir. Onları esir alan harp ehli sonradan müslüman olurlarsa, her iki durumda da onlar, bunların köleleri olurlar.

İkinci durumda böyle olması bir problem doğurmaktadır. Şayet müslü-manlar onlara galip gelecek olurlarsa, belirttiğimiz gibi onlar hürdürler. Buna göre onları esir alanlar da müslüman olduklarında onların hür olmaları gerekir. Çünkü eğer müslümanları veya zimmîleri esir almış olsalardı, hür olacaklardı.

Ancak bu meselede verilecek cevap şudur: Bu, devlet başkanının so­rumlulukları göz önünde bulundurularak ortaya çıkmış bir hükümdür. Devlet başkanı ve onun velayeti altında olanlar için bu hüküm geçerlidir. Oysa müslüman olanlar, bunları esir aldıklarında devlet başkanının velayeti altında değillerdi ve bunları esir alıp koruma altına almışlardır. Bu sebeple müslüman olduklarında bunlar onlar için köle olurlar. Nitekim Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: "Elinde bir mal bulunduğu halde müslüman olan kişi, o malın sahibidir."

3736- Devlet başkanı onların buraya girmelerini em-retmemiş, fakat kendileri ticaret yapmak üzere askerle birlikte girmek  istemişlerse, durumları, birinci durumdaki gibidir.

Çünkü kendi menfaatleri için buraya girmişlerdir. Devlet başkam sırf on­lara izin vermekle korunmalarını üstlenmiş değildir.

3737- Müslümanlardan darü'lharbe eman alarak giren­lerin onlara hainlik yapmaması ve rızaları olmadan mallarını almaması gerekir.

Çünkü onlara karşı vefalı olacağına dair söz vermiştir. Oysa ellerinde esir olanın durumu böyle değildir. Nasıl eman altmdakinin onları öldürmesi, rızaları olmaksızın mallarını alması caiz değilse, esire bunu yapmasını emretmesi de caiz değildir. Çünkü kendisine emredilenin yaptığı iş, bir yönüyle ona bu işi yap­masını emredenin yapması gibidir.

3738- Eman altındaki kişi müftü olup esir olan kişi on­ları öldürmesinin ve mallarını almasının kendisi için caiz olup olmadığını ondan soracak olursa, bunun caiz oldu­ğuna dair ona fetva vermesi gerekir.

Çünkü fetva vermek, şeriatın emrini açıklamaktır, emretmek değildir. E-man altındaki kişi eman alırken, şeriatın hükümlerini açıklamayacağım diye bir söz vermiş değildir.

Nitekim ihramlı olan kişi, avı öldüremez ve avın öldürülmesi için emre-demez, ama müftü ise, ihramlı olmayan biri ona: Mutlak olarak avı öldürmenin caiz olup olmadığını soracak olsa, caiz olduğuna dair ona fetva verir. Buradan da anlıyoruz ki fetva vermek, emretmek değildir,

3739- Harp  ehlinden  bir  kavim  müslümanların  ken­dilerine hükümlerini uygulamamaları ve düşmanlarına karşı korumaları şartıyla müslümanlara her yıl belli bir mik­tar haraç vermek üzere antlaşma yapsalar, sonra da harp ehlinden başka bir topluluk onlara saldırır ve onların ka­dın ve çocuklarını esir alsa, ondan sonra da müslümanlar onları kurtaracak olurlarsa, onları kurtardıklarında o yıl haraçlarını ödemişlerse onları hürriyetlerine kavuştururlar. Haraç ödeme yılları sona erdikten sonra ise, müslü­manlar için fey1 olurlar.

Çünkü haraç Ödedikleri yıllarda onlan korumayı üstlenmişlerdir. Sonras için sorumlu değiller. Müslümanları, verdikleri söz bağlar.

3740- Şayet malları ele geçirilecek olursa, bakılır; Ha­raç Ödedikleri yıllar son bulduktan sonra ele geçirmiş­lerse bakılır; o malları onlara iade etmek gerekmez. Ama haraç ödedikleri yıllarda ele geçirilmişse, şayet ganimetin taksimi yapılmışsa ve malları taksim edilmişse, mallarının değeri, henüz taksim edilmemişse mallarının kendisi on­lara iade edilir.

Çünkü esir alındıkları zaman   müslümanların velayeti altında değillerse müslümanları bağlayan herhangi bir durum yoktur.

3741- Daha değişik vesilelerle şunu belirttik ki,   düş­man onlara saldırdığında devlet başkanı onlara yardım etmekten aciz kalmışsa, onlardan aldığı haracı onlara iade etmesi gerekir.

Başarı Allah'tandır.[103]

 

Eman Altındaki Kişi Ülkesine Ne Zaman Dönebilir, Ne Zaman Dönemez!

 

3742- İmam Muhammed -Allah kendisinden razı olsun-dedi ki: ikamet konusunda kadının kocasına tabi olduğunu, ama kocanın kadına tabi olmadığını belirtmiştik. Enıan altındaki kadın ülkemizde müslüman veya zimmi bi­riyle  evlenecek   olursa,  kadın  zini mî   olur  ve   ülkesine dönemez. Halbuki eman altındaki adam, zimmî bir kadın­la evlenecek olursa durum farklıdır. Buna göre biri ka­rısıyla birlikte eman alarak ülkemize gelecek olsalar ve koca zimmîliği kabul etse, kadın darü'llıarbe dönemez. Koca İslamı kabul eder ve kadın da ehli kitaptan olursa, durum yine aynıdır.

Çünkü koca müslüman olduktan sonra aralarındaki nikah devam et­mektedir.

3743- Ama koca İslamı kabul eder ve kadın ınecûsî ise, aralarındaki nikah devam etmez. Kadına müslüman olması teklif edildikten veya aradan üç hayız dönemi geçtikten sonra evliliklerine son verildiğinde kadın ülkesine döne­bilir. Aradan üç hayız müddeti geçmekle evliliklerine son verilmiş olması, kadının zimmî olamayacağını gösterir.

Çünkü zimmî olsaydı, İslamı kabul etmemesinden dolayı evlilikleri son bulmazdı. Başlangıçta ikisi de ziffîmî imiş gibi muamele görürlerdi.

3744- Buna göre eman sahibi bir erkekle bir kadın ül­kemizde evlenecek olsalar ve koca zimmîliği kabul etse, kadın da onun gibi zimmî olur.

Çünkü İslam yurdunda kıydıkları nikah, darii'lharpte kıydıkları nikahtan daha az değerde değildir.

Eşlerden biri eman ile ülkemize girer ve eşi de eman ile ona tabi olarak ülkemize girecek olursa durum yine aynıdır.

Çünkü aralarındaki nikah devam etmektedir ve ülkelerin farklılığından dolayı evlilik son bulmamıştır.

3745- Onlardan biri eşinden önce eman alarak girmiş­se,   hüküm açısından beraber girmiş gibidir. Söz konusu ettiğimiz bütün bu durumlarda İslamı kabul eden kadın ise, koca  darü'llıarbe  geri dönebilir, Ancak  İslam yurdunda bulundukları sırada evlenmişlerse, kadın kocadan mehir hakkını isteyebilir ve koca mehri ödemeden geri dö­nemez. Eğer darü'lharpte evlenmişlerse, kadın böyle bir istekte bulunamaz. Bu anlattığımız şu kurala dayalıdır: Eman altındaki kişi îterü'lharpteki davranışlarından dolayı sorguya çekilemez, ama darü'lislamda iken yaptıklarından sorumludur. Mehrin gerekliliği de bununla ilgilidir. Eğer nikah akdi darü'lharpte iken gerçekleşmişse, kadın ondan mehir isteyemez.

Çünkü o koca eman altındadır ve darü'lharpteki muamelelerden sorumlu değildir. Ama nikah darü'lislamda kıyılmışsa, kadın kendisinden mehir isleye­bilir ve ödeyinceye kadar onu burada bekletebilir.

3746- İslamı kabul eden koca ise ve kadın da ehli ki­taptan olup nikahlı olmadıklarını iddia ederse, koca da nikahlı olduklarına dâir müslümanlardan veya zimmîlerden şahit getirecek olursa ja da kadının nikah kıydıklarına da­ir darü'lharpteki ikrarını delil olarak ileri sürecek olursa, müslüman hakim, kocanın ileri sürdüğü bu delillere iltifat etmez.

Çünkü kadın zahirde eman altındadır ve aralarında nikahın bulunduğunu inkar etmektedir. Burada İnkar edenin sözü geçerlidir. Eğer nikahlı olduğu kabul edilirse kadın zimmî olur ve bu, darü'lharpte gerçekleşen bir muameleden dolayı eman altındaki kadının aleyhine ileri sürülen bir delil olur. Hakim böyle bir du­rumda kadının aleyhine olacak bir deliîi kabul etmez.

Şahitler, bir müslümanın veya zimmînin nikahı altında olduğundan dolayı onun da zimmî olduğuna şahitlik ediyorlar. Hükmün ispatı için hakimin bu delili kabul etmesi gerekir, denilecek olursa, deriz ki:

Hakkında şahitlik yapılan hükmün sübûtu ile zımnen bu hüküm sabit ol­maktadır. Böyle bir delil, aslın ne olduğuna dair bir delil olmaya elverişli değildir. Bir şey için zımnen sabit olanın sübûtu, aslın sübûtu iledir.

Bu mesele şuna benzer: Bir cariyeyi satın alan müşteri, aldığı cariyenin ku­surlu olduğunu söyleyerek onu iade etmek İster ve iade etmesine gerekçe olarak o cariyenin o anda hazır bvriunmayan biriyle evli olduğunu ileri sürer. Böylece ca­riyenin kusurlu olduğuna dair delil getirmek ister. Koca olduğunu iddia ettiği kimse gelip bunu ikrar etmedikçe hakim, müşterinin getirdiği delillere iltifat etmez.

3747- Koca, darü'lislamda nikahlı olduklarına dair kadının ikrarını delil olarak ileri sürecek olursa, hakim bu delili kabul eder ve kadının geri dönmesini engeller. Darü'lislamdaki ikrarı, hakim karşısındaki ikrarı gibidir.

Çünkü darti'Iislamdaki ikrarına dair şahitler şahitlik etmektedir. Eğer: Ha­kimin bu delili de kabul etmemesi ^crekirdt, çünkü bağlayıcı sebep ikrar değil, nikah akdinin kendisidir ve bu, darü'lharpte olmuş bir olaydır. Bu, şuna benze­mektedir: Şayet bir müslüman, darü'lharpteki bir muameleden dolayı o kadından alacağı bulunduğunu ileri sürecek olsa ve kadınırt buna dair darii'l islamdaki ikra­rını da buna delil getirecek olsa hakim getirilen bu delili kabul etmez, denilecek olursa, deriz ki:

Her iki olay arasındaki fark açıktır. Çünkü aralarındaki nikah devam eden bir husustur. Nafaka gibi devamlılığı gerektiren hükümler, peyderpey gerekli olur. Darü'lislamda iken kadının bunu ikrar etmesi, bazı hükümler açısından mu­amelenin başlatıcısı mesabesindedir. Oysa borç meselesi böyle değildir.

Görmüyor musun, kadın darü'lislamda iken başka bir kocayla evlenecek olursa ve ilk kocası, kadının o ikinci koca ile evlenmezden önce darü'lislamdaki bir ikrarını delil getirecek olursa, hakim ikinci kocayla aralarındaki evliliğe son vermez mi?

Nafaka konusunda mahkemeye başvuran kadının kendisi olsaydı yahut o kocanın onu üç talakla boşadığını ileri sürerek buna dair delil getirseydi, hakim, onun getirdiği bu delili kabul etmez miydi?

3748- Eman sahibi kişi ülkemizde oturumunu uzatacak olursa, hakim kendisinden ülkemizi terk etmesini ister ve bunun için ona belli bir tarih verir. Ancak kendisine şu ta­rihte çıkacaksın dediğinde ona herhangi bir zararın do­kunmamasına özen gösterir.

Hakim, iki tarafı da gözetmelidir. Müslümanları gözeterek uzun müddet haraç ödemeden ülkemizde İkamet etmesine izin vermemesi gerektiği gibi, onun eman altında olduğunu göz önünde bulundurarak zor bir duruma düşmemesini de göz önünde bulundurur.

3749- Harp ehlinden biri haraç veya öşür tarlalarından birini satın almış ve onu ekmişse, kendisinden haraç veya öşür alınacağı gibi, kendi şahsı için de haraç Öder.

Bu meseleler İmam Muhammed'in -Allah rahmet etsin- görüşüne göre hal­ledilir. Onun görüşüne göre kafir biri. Öşür arazisi olan bir toprağı satın alacak olursa, o toprak Öşür arazisi olarak kalır. Mezhebimiz alimlerinden birine göre ise, o kişinin yaptığı şeyden, yani haraç arazisi saîiiı almasından dolayı zimmi olacağını söyler, haraç ödemeye razı olması, zimmet ehli olduğuna delalet eder, demektedir.

Halbuki mesele bu alimin anlattığı gibi değildir. Çünkü bu hüküm, miras ve satın almada eşittir. Mirasta istesin veya istemesin yaptığıyla bir ilgisi ol­maksızın bu arazi mülkiyetine girmektedir. Fakat araziden yarar sağlamadan önce araziyi satın alıp daruîharbe dönebilmesi için ekmiş ve yarar sağlamış, böylece haraç ödemesi gerekmişse, o zaman zimmet ehli olur.

Buna göre şahsı için ödediği haraç, hüküm yönüyle tarlanın haracına tabi bir haraçtır. Ülkenin kuvvet ile fethinden sonra devlet başkanının minnet velayeti, tarla haracından yararlanma itibariyledir, şahsın haracından yararlanma itibariyle değildir. Çünkü şahsın haracı, devamlı bir husus değildir; zimmînin ölmesi yahut müslüman olmasıyla bu haraç son bulur.

Buradan da anlıyoruz ki aslolan, tarlanın haracıdır ve tabî durumundaki haracın sübûtu, asıl durumundaki haracın sübûtuna bağlıdır. Kişiye tarla haracı sabit olunca, buna tabî olarak şahıs haracı da sabit olur. O tarlayı kiralayıp ekin-ceye kadar ikamet etse ve ondan haraç alınacak olsa, yine zimmî olur. Halbuki bunun yanlış olduğu açıktır. Çünkü haraç kira tutana değii, tarlayı kiraya verene aittir. Ancak mukaseme haracını murat etmişse o başka. Çünkü bu, haracın bir cüz'üdür ve öşür gibidir.

îmam Muhammed'e göre bu durumda öşür, kira tutana aittir. Vazife haracı ise, kiraya verenin üzerindedir ve tarladan yararlanma imkanına sahip olması iti­bariyle haraç öder.

İmam Muhammed dedi ki: Bir öşür arazisini adam kir­alar ve onu ekinceye kadar yurdumuzda ikamet ederse, durum yine aynıdır.

Burada bu tutarlı bir görüştür. Çünkü îmam Muhammede göre öşür kira tu­tana aittir. Öşür de, haraç da, gelir getiren tarlanın harcamasıdır. Kendisine haraç ödemenin gerekliliğinden dolayı nasıl zimmî oluyorsa, öşür ödemekten dolayı da zimmî olur.

3750- Harp ehlinden biri beraberinde harp ehlinden kölelerle eman alarak ülkemize gelse ve beraberindeki köleler İslamı kabul etseler, o köleleri satmaya zorlanır ve geri götürmesine müsaade edilmez.

Çünkü bu durumda onların durumları, zimmînin durumundan daha üstün değildir. Onların müslüman olmalarıyla o düşman kişi zimmî olmaz. Çünkü ika­met konusunda efendi, kölesine tabi değildir. Tıpkı kocanın karısına tabi olmadığı gibi.

Köleler, biz müslüman değil, zimmi olacağız derse, bu sözlerine itibar edilmez.

Halbuki kadın böyle değildir, Kocası olmaksızın kadın müslümanlara zim­mî olabilir. Her iki durumda da müslümanlara haraç menfaati söz konusu değil­dir. Çünkü kadın da cizye Ödemez, köle de. Ancak kadın hür olur ve direkt olarak akid yapma yetkisine sahip olur ve direkt olarak zimmîlik akdini yapabilir. Hal­buki köle mülk olduğundan dolayı direkt olarak zimmîlik akdini yapamaz, efen­disinin rızasına ihtiyaç vardır.

3751- Harp ehlinden biri, beraberinde karısı ve küçük büyük çocukları olduğu halde eman alarak ülkemize girecek olsa ve anne babadan biri müslüman olsa, küçük ço­cuklar, îslamı kabul edene   tabi olarak müslüman olmuş olurlar. Ergenlik çağını geçmiş büyük çocuklar ise, müs-lüman sayılmayıp erkek veya kız olsunlar darü'lharbe dö­nebilirler.

Çünkü tabi olmak, ergenlik çağına ulaşmakla son bulur. Ana-baba da onların geri dönmelerine engel olamazlar.

3752- Anne babadan biri zimmî olursa henüz ergenlik çağına gelmemiş küçük çocuklar ona tabi olurlar.

Çünkü zimmet akdinde muamelat konularında İslamin hükümlerine tabi olma söz konusudur. Bu gibi durumlarda küçükler anne babanın en hayırlı ola­nına tabidir.

Görmüyor musun, ana-baba mecûsi İseler ve onlardan biri Hıristiyanlığı kabul edecek olsa, küçük çocuklar hıristiyan kabul edilirler ve hıristiyan olana tabi olduklarında kestikleri hayvanın eti yenir. Aynı şekilde onlardan biri, zimmî olmayı kabul ettiğinde küçükler ona tabi olurlar. Zimmîiiği kabul eden kadın veya erkek olsun, fark etmez.

Görmüyor musun, anne baba müslüman iseler ve baba irtidat edip küçük çocuğunu beraberinde darü'lharbe kaçıracak olsa, sonra da orası müslümanlar tarafından fethedilecek olsa, o çocuk fey1 olmaz ve annesinin müslüman oluşuna bakılarak o da hür olur.

3753- Küçük bir çocuğu, ağabeyi veya amcası yanına alarak eman ile ülkemize gelecek olsa ve sonra da onu ülkemize getiren ağabeyi veya amcası Islamı kabul edecek olsa, çocuk ona tabi değildir. Ancak çocuk ergenlik ça­ğına ulaşıncaya kadar bekletilir, dilerse İslamı kabul eder, dilerse  ülkesine  geri  döner, dilerse de zimmîiiği kabul eder.

Çünkü zimmîlik İslamdan sonradır ve muamelat konusunda İslamın hü­kümleri zimmiler hakkında geçerlidir. İslam konusunda çocuk kardeşine tabi değildir. Zimmîlik konusunda da durum budur. O çocuğu ülkemize getiren eman alarak getirmiştir ve bu nedenle ülkemizin vatandaşı olamaz. Ancak müslü-manlığma hükmedilirse vatandaşımız olur. Halbuki esir alınan ve beraberinde an­nesi veya babası bulunan çocuğun durumu böyle değildir

3754- Eman alarak çocukla birlikte ülkemize gelen kişi şayet: Ben ve bu çocuk zimmî olmak istiyoruz, bize eman verin, diyecek olsa ve bu şart üzere ona eman verilse, iki­si de  zimmî olurlar.

Çünkü o çocuğu ülkemize getiren kişi, onu koruma görevini üstlenmiştir. Onu koruma velayetine sahip olan kişi, zimmet akdini yapma velayetine de sa­hiptir. Çünkü bunda çocuğun salt menfaati vardır. Bu, hibe yapma ve alacak­larını teslim alma mesabesindedir.

3755- Çocuğun baba tarafından dedesi eman alarak onu ülkemize getirmişse ve sonra müslüman olmayı veya zim­mî olmayı kabul etmişse, çocuğun babası ister hayatta ol­sun, ister Ölmüş olsun durum yine aynıdır.

Bu. usûl açısından zahiru'r-rivaye'ye uygun bir kuraldır. Buna göre çocuk, dedesinin müslüman olmasıyla müslüman olmaz. Hasan b. Ziyad'm Ebû Hanife'den rivayetine göre ise çocuk, babasının müslüman olmasıyla müslüman olduğu gibi dedesinin müslüman olmasıyla da müslüman olur. Zahiru'r-rivaye'ye göre dön hükümde dede babadan farklıdır: Müslüman olmada, sadaka-ı fıtırda, falanın akrabalarına vasiyette ve velayet ile ilgili konularda. Hasan'ın rivayetine göre bütün bu hususlarda dede baba gibidir. Doğru olan, zahiru'r-rivaye'de zikredilendir.Çocuk, yakın dedesinin müslüman olmasıyla müslüman olmuş olsaydı, en uzak dedesinin müslüman olmasıyla da müslüman olurdu. Buna göre ka­firlerin hepsinin mürteci olduklarına hükmedilirdi. Çünkü hepsinin atası Âdem ve

3756- Dedenin   müslüman   oluşundan   sonra   çocuğun anne abasından biri ya da ağabeyi eman alarak onu ülke­mize getirecek olsa, onu geri götürebilir ve dede buna en­gel olamaz.

Çünkü dinleri farklı olduğu için dedenin çocuk üzerinde bir velayeti yok­tur. Dede, yok hükmündedir. Bu sebeple ağabeyi onu darü'lharbe geri götü­rebilir.

3757- Çocuğun  babası hayatta olduğu  halde ağabeyi onu geri  götürmek üzere gelecek olsa, çocuğu götürme yetkisine sahip değildir.

İmam Muhammed, babası hayatta olduğu halde, derken bununla babasının eman almış olarak ülkemizde bulunmasını kastetmektedir ve baba hazır bu-lunduğuhalde ağabeyin çocuk üzerinde bir velayeti yoktur.

3758- Aynı şekilde ağabeyi hayatta olduğu halde ço­cuğu almak üzere amcası çıkıp gelse, onu alamaz. Çünkü kardeş hayatta iken amca yabancı mesabesindedir. Şayet babası hayatta ise veya ölmüşse ve ağabeyi varsa, anne onu götürmek üzere gelirse, çocuğun durumuna bakılır; Çocuk, annesiz yapamayacak yaşta ise onu alıp götürebilir.

Çünkü çocuk annesiz yapamayacak durumda ise, ona en iyi bakacak olan annesidir ve anne, ancak kendisini darü'lharbe götürdüğü takdirde ona bakabilir.

3759- Götürülen çocuk kız ise, iddet görünceye kadar annesi ona bakmaya daha çok hak sahibidir. Bu nedenle de onu alıp götürebilir. Erkek çocuk anneye ihtiyaç duy­mayacak yaşa gelmişse, anne onu götüremez. Baba hay­atta değilse, çocuk hakkında ağabey daha çok hak sa­hibidir.

Çünkü erkek çocuk için bakım, yalnız başına yeyip içebilmesiyle son

3760- Kız çocuğu iddet görmeye başlamışsa, anne yine onu alıp götüremez. Karar verme yetkisi kıza aittir, dilerse döner, dilerse, zimmî olarak İslam ülkesinde kalır. Anne evlenmişse, küçük çocuğu da alıp götürme yetkisine sahip değildir. Çünkü çocuğa bakımı söz konusu olduğu için  bu  yetkiye sahiptir. Evlendikten  sonra bu  görevi hakkıyla yerine getiremeyeceği açıktır.

3761- Şayet anne İslami yahut zimmî olmayı kabul et­mişse, akrabalardan hiçbirinin çocuğu darü'lharbe geri götürmeye hakkı yoktur. Bu durumda anne evlenmiş ol-sun veya olmasın fark etmez.

Çünkü çocuk anneye tabi olarak müslüman veya zimmî olmuştur. Koca-smm olması, çocuğun ona tabi oluşuna engel değildir. Bu, şuna benzer: Hepsi esir edilmiş olsa ve anne babadan biri İslamı kabul edecek olsa, çocuk ona tabidir, müslüman olan eğer köle ise, bu durumda çocuk üzerinde hak sahibi değildir.

3762- Harp ehlinden bir topluluk eman alarak ülkemize gelecek olsalar ve sonradan müslümanlara karşı savaşmak üzere başka bir harp ehlinin yanında yer almak için oraya gitmek isteseler, müslümanların onlara  bu imkanı ver­meleri doğru değildir.

Çünkü müslümanlar kendilerine eman vermekle onlara zarar vermemeyi ve ülkelerine geri dönmelerine imkan vermeyi taahhüd etmişlerdir. Elbette buna karşılık müslü m anların, onların müslümanlara zarar vermelerine engel olma hak­lan da vardır.

Görmüyor musun, şayet beraberlerinde başka bir harp ülkesine satmak üzere silah getirmiş olsalar, o silahlan kendi ülkelerine geri götürmelerine müsa­ade edilir ama başka bir harp ülkesine satmalarına engel olunabilir. Savaşçıların durumu da böyledir.

Çünkü zarar verme noktasında savaş aracı, savaşçıdan sonra gelir. Si­lahların gitmesine engel olunması şundan dolayıdır: Bir darü'lharpte silah çok ola­bilir. Ama diğerinde silah az olabilir. Silahlanri az bulunduğu ülkeye silah gitti­ğinde o ülke de daha güçlü olacak ve müslümanlara karşı iki ülke de güçlenmiş olacaktır. Bunun müslümanlar için zararlı bir duruma sebep olacağı açıktır. Hal­buki silahlarını kendi ülkelerine geri götürmeleri bu sonucu doğurmaz.

3763- Şayet gelen bir-iki kişi iseler, başka bir harp ül­kesiyle ticaret yapmak üzere gitmek istediklerinde onlara engel olunmaz.

Çünkü bu sayı ile o ülkenin bize karşı savaşma gücü artmaz. Ama sayılan çok olup savaşçı iseler, durum farklı olur.

3764- İlkemizde eman alarak bulunan kişi İslamı kabul edecek olursa, onun müslüman olmasıyla darü'lharpte bu­lunan küçük çocukları müslüman olmazlar. Çünkü ülkeler farklı olduğu için aralarındaki bağ yeterli değildir. Ama amcaları em an alarak onları ülkemize getirecek olursa bab­aları müslüman olduğu için onlar da müslüman olmuş olurlar.

Çünkü eman ile ülkemizde bulunuyorlar ve ülkemizde babalan müslü-mandır. Bu durum ile, babası ülkemizde bulunurken müslüman olması arasında bir fark yoktur.

Onları ülkemize getiren kişi, artık müslüman olduk­larından onları alıp darü'lharbe götüremez.

Çünkü onlar artık ülkemizin vatandaşıdır ve onları buraya getirenin onlar üzerinde bir velayet hakkı kalmamıştır.

3765- Ülkemizde müslüman olan babaları ölmüşse ve amcaları, babalarının kabrini ziyaret etmeleri için onları ülkemize   getirmişse,  onları  geri  götürme  yetkisine  sa­hiptir.

Çünkü amcaları onları ülkemize getirirken babaları ölmüşse, ona tabi olarak müslüman olmaları söz konusu değildir. Anne babadan biri ülkemizde ölür ve diğeri mürted olarak darü'lharbe kaçıp beraberinde çocuğu götürür, sonra da esir düşerlerse, çocuk fey' olmaz. Ölenin yerine ülkemizden bir müslüman tayin edilir ve o tayin edilen kişi çocuğun vasisi olur. Burada da durum aynı değil midir? de­nilecek olursa, deriz ki:

Hayır böyle değildir. Çünkü küçük çocuk, babasının ölümünden önce ona tabi olarak müslüman idi ve ölümünden sonra da müslüman olarak kalır. Oysa bu meselede çocuk, onun Ölümünden önce ona tabi olarak müslüman değildi.

3766- Onları ülkemize getiren kişi, onlarla bir akra­balık bağı bulunmayan biri ise ve onları kendi köleleri ol­arak zorla getirmiş, sonra da bize zimmî olmayı kabul etmişse, babaları ülkemizde yaşayan bir müslüman ise, onları getiren kişi, onları satmaya zorlanır.

Çünkü onları kendi korumasına almakla onlara malik olmuştur. Ancak ba­balarına tabi olarak onlar da artık müslümandırlar. Onların sahibi durumunda olan kişi zimmî olduğundan onları satmaya mecbur edilir.

3767- Onları ülkemize getirdiğinde şayet babaları öl­müşse, onları satmaya zorlanamaz. Eman alarak ülkemize girmişse, durum yine aynıdır. Ancak burada, dilediği tak­tirde onları tekrar darü'lharbe geri götürebilir. Buna göre anne babadan biri ülkemizde zimmî olursa darü'lharpte bulunan küçük çocukları da ona tabi olarak zimmî olmazlar. Nitekim anne babadan biri müslüman ise, ona tabi ol­arak müslüman sayılmazlar..

Eğer baba hayatta ise ve babalarını ziyaret etsinler diye amcaları onları ülkemize getirmişse, amcalarının onları geri götürme yetkisi yoktur.

Çünkü çocuklar babalarına tabi olarak zimmî olmuşlardır. Babalarıyla ülkemize gelmiş gibidirler.

Görmüyor musun, eğer baba mecûsî iken ehl-i kitaptan olacak olsa ve sonra da amca, çocuğu alıp babasının yanına getirecek olsa, babasına tabi olarak çocuk da ehl-i kitaptan olur. Aynı şekilde babasına tabi olarak bizim vatandaşımız olur.

Bazı nüshalarda böyle deniliyor, bazılarında ise şöyle denilmektedir: Amca onu darü'lharbe geri götürebilir ve baba buna en-gel olamaz.

Çünkü tabi olmak, dinin hükümlerindedir. Bir ülkede ikamet etme açısın­dan durum böyle değildir. Baba çocukla birlikte yaşadığı yerde çocuğun velisidir. Baba zimmî olduğunda eğer çocuk kendisiyle birlikte idiyse çocuk da zimmî olur. Çünkü o anda onun velisidir. Ama baba zimmî olduğunda çocuk darü'lharpte ise, velayet konusunda baba, çocuğa nazaran yabancı durumuna düşer. Bundan böyle babaya tabi olarak çocuk zimmî olmaz. Çünkü çocuk üzerinde bir velayeti yoktur.

Görmüyor musun, şayet anne müslüman olacak olsa ve sonra baba çocuğu annenin yanına getirecek olsa, çocuk anneye tabi olarak müslüman olur. Baba onu darü'lharbe geri götüremez. Ama anne zimmî olacak olsa ve baba çocuğu onun yanına getirecek olsa, on ı darü'lharbe geri götürebilir.

3768- imam Muhammed dedi ki: Anne baba bize gelip zimmi olsalar ve sonra çocuğun amcası onu anne babasının yanma ziyarete getirecek olsa, çocuğu darü'lharbe geri götürebilir.

Çünkü açıkladığımız gibi burada anne babanın çocuk üzerinde velayetleri yoktur. Ayrı bir ülkede zimmî olmakla onun üzerindeki velayeti yitirmişlerdir. Artık onlar çocuk açısından yabancı durumundadırlar.

Aynı şekilde çocuk, meramını ifade edebiliyor ve zim­mî olan anne babasını ziyaret etmek üzere eman alarak ülkemize girmişse, darü'lharbe geri dönebilir. Ama anne baba İslamı kabul etmişlerse yahut onlardan biri İslami kabul etmişse, çocuk, müslüman olana tabi1 olarak müslü­man olur ve geri dönemez.

Çünkü îslamda tabi1 oluş meselesinde meramını anlatabilen, meramını an­latamayan hükmündedir, işte bununla, mezhep alimlerimizden bazılarının mera­mını anlatabilen çocuk tebeiyyetle müslüman olmaz şeklindeki görüşlerinin yanlış olduğu ortaya çıkmaktadır. İmam Muhammed burada o çocuğun müslüman olacağını ve geri dönmekten alıkonacağını ifade etmektedir,

3769- Şayet bu çocuk, anne babasının yanına gelmek

için eman isterse ve ana babası zimmî iseler, o da zimmî olur.

Çünkü eman istemesinde anne babası gibi olmaya nza gösterme anlamı vardır ve anne babası zimmîdir. Bu şekildeki bir eman alışı ile zimmî olmak için eman almak istemesi arasında bir fark yoktur. Ancak çocuk, anne babanın du­rumunu biliyorsa zimmî olur, ama anne babanın zimmî olduklannı bilmiyorsa, zimmî olmaz. Çünkü zimmî olduklannı bilmiyorsa, zimmî olmaya nza gösterdiği anlamı sözlerinden anlaşılmaz.

3770- İmam Muhammed dedfki: Düşmandan biri da-rü'lharpte müslüman olursa, küçük çocukları onun müslüman oluşuyla müslüman olmuş sayılırlar. Baba, onları orada bırakarak ülkemize gelecek olursa, çocuklar müslü­man olarak kalırlar.

Çünkü sabit olanı ortadan kaldıracak bir delil ortaya çıkmadıkça öylece kalır. Kalıcılık, kalıcılığı gerektirecek bir delilin varlığına ihtiyaç duymaz. Bir şeyin başlangıçta isbatı, devamı için de yeterli bir delildir.

3771- Baba müslüman olmaz ama darü'lharpten haber göndererek   müslümanlara zimmet ehli olduğunu   ve darulharpte ikamet edeceğini bildirse ve her sene de haracını

gönderse, zinımîliği geçerli olup küçük çocukları da ona tabi olarak zimmî olurlar. Çünkü zimmî olduğunda çocukları üzerindeki velayeti devam ekmektedir. Baba da-rüiislama çıkıp gelir ve çocuklarını orada bırakırsa, sonra da biri onlar için eman alarak veya zorla onları İslam ülkesine getirecek olursa, o kişinin onlar üzerinde herhan­gi bir hakkı olmaz. Onlar üzerinde baba hak sahibidir. Daha önce de belirttiğimiz gibi sabit olan bir şey devam eder ve devam ettiğine dair delil aranmaz. Baba zimmî idi ve ahdini bozmadığı sürece zimmîliği devam etmektedir. Zimmî olan birine zorla malik olmak mümkün değildir. Bu ne­denle her iki durumda da baba çocuklan konusunda daha çok hak sahibidir.

3772- Baba ülkemizde iken müslüman olur ve sonra darü'lharbe dönecek olursa, küçük çocukları ona tabi ol­arak müslüman olmuş olurlar ve müslümanlar o ülkeyi fe­thettikleri takdirde o çocuklarını esir alamazlar ve köle yapamazlar. Zimmî olur sonra darü'lharbe dönerse, küçük çocukları açısından durum yine budur.

Çünkü darü'lharbe döndüğünde ortaya çıkan durum ile orada müslüman veya zimmî olması durumu arasında bir fark yoktur,

3773- Dedi ki: müslümanlar o ülke halkı ile antlaşma yapar ve sonra baba çocuklarını almak üzere oraya gittiğinde ona engel olurlarsa, bu durumda çocuklar bab­alarından dolayı anlaşmalı veya zimmî olmazlar.

Çünkü bu meselede babanın oraya gitmesiyle çocuklan üzerinde velayet hakkı sabit olmamaktadır. Aramızda mütareke bulunan ülke halkına îslamın hü­kümleri uygulanmaz. Oradakiler de baba ile çocukları arasında engel olmuşlardır ve bu durum, babanın çocuklan üzerinde velayetinin gerçekleşmesine engeldir. Baba oraya gitmemiş gibidir. Ama baba ile çocuklan araşma girmez ve engel ol­mazlarsa, durum farklı olur.

Başarı Allah'tandır.[104]

 

 

 

 

 

 



[1] İslam hukukunda bu konuda iki görüş vardır. Şafiî, Mâliki, Hanbelİî ve Zahirîler ile El-Evzâî ve Hanefılerden Ebû Yusuf dan oluşan çoğunluk müsiümanlar ile gayri müsîimler arasındaki faizli işlemlerin her yerde ve her zaman haram olduğu ka­naatindedir. Faizi yasaklayan naslann yerel ve mutlak ifadesi bu çoğunluğun da­yanağını oluşturmaktadır. İmam Ebû Hanifc ve Muhammcd'e göre ise, fazlalığı müslümanın olması şartıyla darul harpte müslüman ile gayri müslim arasındaki faizli işlemler meşrudur. Bu iki imam öncelikle "Darul harpte müslüman ile düşman arasında faiz yoktur" anlamındaki garip ve mürsel bir hadise dayanmaktadır. Taberi, (îhtilafu'l-fukaha. s.60,63; İbn Kudâme, el-Muğni 10/515; Zeybî, Nasbür-râye, 3/44. Garip ve mürsel bir hadise dayanmaktansa, islamın genel ilkeleri ve yarar anlayışından, faizi ya­saklayarak naslann açık ve sert üslubundan ve İslâm ahkamının nerede olursa olsun müslümanı bağlayacağı gerçeğinden hareketle çoğunluğun görüşü daha uygun görünmektedir. (Editör)

İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/1-5

[2] Bakara, 2/190.

[3] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/7-11

 

[4] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/13-15

[5] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/17

[6] En'âm,2I8.

[7] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/19

 

[8] Lokman, 15.

[9] Meryem, 46.

[10] Meryem, 46.

[11] Nahl,43.

[12] Fetih. 29.

[13] Bakara, 273.

[14] Rahman, 41.

[15] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/21-34

 

[16] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/35-42

 

[17] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/43-48

[18] Tevbe, 120.

[19] Ahzâb,5,

[20] Tcvbe, 111.

[21] Yusuf, 100.

[22] Enfîı!.6O.

[23] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/49-62

[24] Bakara, 279.

[25] Bakara, 279.

[26] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/63-70

 

[27] Nisa, 29.

[28] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/71-75

 

[29] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/77-80

 

[30] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/81-84

 

[31] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/85-94

[32] Nisa. 119.

[33] Haşi\ 10.

[34] Nı'sâ, 161.

[35] Mümtehıne, 10.

[36] Metinde "hac" kelimesi geçiyorsa da doğrusu "ihticac" olmalıdır. (Çeviren)

[37] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/95-112

[38] Teğabun, 16.

[39] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/113-122

[40] Kâf.28.

[41] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/123-135

 

[42] Tevbe,5.

[43] Tevbe,5.

[44] Enfâl,67.

[45] Mîimtchıne, 10.

[46] Burada zikredilen emanın, daha önceki bahislerde geçen mandan farklı olduğu gözden ırak tutulmamalıdır. Bu sonuncusunda esaret durumunun varlığı, yani normal olmayan şartların bulunduğu hatırlanmalıdır.

[47] Bakara, 207.

[48] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/136-164

 

[49] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/165-185

 

[50] Fâtir, 18.

[51] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/185-200

 

[52] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/201-206

[53] Al-iîmrân, 139.

[54] Enfâl,61.

[55] Haşir, 6.

[56] Ahzâb, 10.

[57] Tevbe,29.

[58] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/207-223

[59] ŞÛrâ, 41.

[60] Hac, 39.

[61] Tevbe,36.

[62] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/225-234

 

[63] Borç verilen eşya.

[64] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/235-256

 

[65] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/257-281

[66] Bakara, 282.

[67] Bakara, 282.

[68] Bakara, 282.

[69] Sad,53.

[70] Tevbe, 1.

[71] İİmrân,187.

[72] ÂI-iîmrân,81.

[73] Mümtehıne, 10.

[74] Mümtehıne, 10.

[75] Tevbe,46.

[76] Bakara, 273.

[77] Elçiler kendilerinden değil d resmî bir görev sebebiyle bir yerde bulunduklarından, o yerde gerekli olan vergi ve gümrüklerden muaf tutulabilirler. Devletler hukuku tarihinde, diplomasi temsilcilerinin ve güvercinlerinin prensip olarak millî olsun, mahallî ölsün şahsî ye aynî nitelikli vergi harçlardan muaf tutulmaları bir teamül olarak bilinegelmektedir. İslam yurduna giren yabancının ülke topraklarında gümrük ve diğer vergilerden sorumlu olup olmadığı tartışılırken, İslam hukukçuları bu tür vergilerin mütekabiliyet esasına göre belirleneceğini söylerler. Konuyla ilgilenen ilk hukukçulardan Ebû Yûsuf, diplomatik temsil göreviyle daru'l-islama gelen kimselerden uşur denen 1/10 nisbetinde gümrük ver­gisinin alınmayacağını mütekabiliyet (karşılıklı) esasınca buna bütün mallarının dahil olduğunu söyler. (Editör)

[78] Bakara, 224

[79] Nahl, 16.

[80] Nahl, 8.

[81] Nahl, 5.

[82] Enfâl,60.

[83] Mücadele, 25.

[84] Bu uygulamanın islamda hiçbir dayanağı olmadığı gibi, kabul edilir bir tarafı da yok­tur. Çünkü batıl da olsa, başka din mensuplarının inançlarına ve inanç değerlerine ha­karet etmek, aşağılamak kabul edilen bir şey değildir. Aynı şekilde islam imajına ve müslümanlara da bir şey kazandırmaz. Nitekim Kur'ani Kerim "kafirlere müslü-manların sövmemesini, aksi halde onların da düşmanlıklarından Allaha söveceklerini" (En'âm, 108.) belirterek bu işlerin onaylanmadığını belirtmektedir.

İslam, barış dinidir. Fethedilen yerlerin halklarına banş elini müslümanlar uzat­madığı takdirde, o insanların İslama ve müslümanlara ısınması, dolayısıyla İslama gir­mesi de mümkün olmaz. Halbuki yapılan fetihlerden amaç, insanların küfrün bütün çeşitlerinden kurtulup Allaha kul olmalarının sağlanmasıdır. Bunun gerçekleşmesi için de her şeyden önce müslümanlann o insanların sempati ve güvenlerini kazanması ge­rekir. Bu da her halde, o İnsanların tapınak ve kutsal değerlerine hakaret ederek sağlanmaz.

Diğer taraftan, yukarıda bir kaç paragrafta, darulislam olan yerlerde müslüman ol­mayanların nüfusları ne adar çoğalırsa çoğalsın, sahip oldukları eski tapınakları dışın­da yeni tapınaklar yapmalarına, dini ayinlerini açık yerde yapmalarına, dinsel sem­bollerini sokakta taşımalarına ve ibadet etmek için mensuplarına açıktan duyuru yapmalarına izin verilmiyeceği belirtilmektedir.

Geçmiş asırlarda milletlerin bibirlerine karşılıklı olarak bu şekilde davranmış ol­maları belki normal görülebilir. Ancak dünya ülkelerinin gıloballeştiği günümüzde bu anlayışın hâlâ geçerli olabileceğini düşünmek mümkün değildir.

Aksi halde bir zamanlar Bulgaristan'ın komünist rejimi ile Batı Trakya'da Yunanis­tan'ın ve müslümanlara bu şekilde yasaklar getiren başka ülkelerin yaptığı uygula­malardan şikayetçi olmamak gerekir. Aynı şekilde günümüzde Batı Avrupa ülke­lerinde müslümanlann cami yapmaları, minare dikmeleri ve ezanı caminin dışında ve hoparlörle okumalarının yasaklanması uygulamalarına da itiraz etmemek gerekecektir. Halbuki bütün bu uygulamalar artık yadırganmakta ve her inanç mensuplarına hürriyet anlayışı savunulmaktadır. Bu hürriyet anlayışından da islam ve müslümanlar her zaman zarar değil, yarar görürler. (Çeviren)

[85] Cin, 18.

[86] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/283-314

 

[87] En'âm, 122.

[88] Mümtchıne, 10.

 

[89] Süt çocU^u ile nikah akdi yapmanın akıl, mantık ve dinle hiçbir ilişkisi yoktur. Olsa olsa cahiiiye toplumlarında mantık dışı yapılan bir uygulamadır. Bu tür gönüşler tamamen varsayıma dayanmaktadır. Dünya çapındaki hukukçu âlimlerin bu konularda fetva ver­meleri, ahkam kesip değerlendirme yapmalarını anlamak mümkün değildir. Hrhalde bu tür konuları işlerken arada bu tür varsayımlarla karşılaşmış ve böyle hükümler vermişlerdir. Değilse belirttiğimiz gibi böyle bir şeyi anlamak ve alimlere yakıştırmak mümkün değildir. (Çeviren)

[90] Hamileliğin en az müddeti altı ay olduğu için bu süre esas alınmıştır. Ayrıldıkları ta-rihtn itibaren altı ay dolmadan doğan çocuk, ayrılmadan önce kurdukları cinsel ilişkiden dolayı olacağından gerçek babaya nisbet edilir. Çünkü "Çocuk yatak sahibi olan kocaya aittir." (Buharı, Husûmât, 6; Müslim, Radâ, 34-38; Ebû Dâvûd, Talâk, 34.) Fakat ayrılmalarından itibaren altı ay geçtikten sonra doğum olursa bunun, kocasının yokluğunda bir başka erkekten de olma ihtimali vardır. Böylece darulharpteki kadın ye­rine, darül i si anıdaki erkek korunmuş olmaktadır. (Editöür.)

[91] Hul ya da muhâla'a, bedel karşılığında veya bedelsiz olarak boşama yetkisini kocanın kadına vermesi yahut kadının boşanması demektir. (Çeviren)

[92] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/315-329

 

[93] Çocukların yanlışlıkla öldürdüklerinin kan diyetini velileri öder, velileri yoksa beytülmal öder. (Çeviren)

 

[94] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/331-338

 

[95] Ukr: Kadınla yatmanın karşılığı olarak kadına verilen para, mehir.

[96] Siâye: Bir kısmı azad olmuş kölenin tamamının azad olması için iş yapması veya para kazanıp ödemesi.

(Çeviren)

[97] Hadis.

[98] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/339-342

 

[99] Suçu işleyen kişinin suçu işlediği ülkenin hukukuna göre yargılandığına dâir açık bir örnektir bu. Diplomat olmayan kişilere günümüzde bu şekilde uygulama yapılmaktadır. (Çeviren)

[100] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/343-344

[101] Güvence verilen kişiler ve diplomatlar bulundukları ülkenin koruması altındadır. (Çeviren)

[102] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/345-349

 

[103] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/351-353

 

[104] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/355-367