Darulharbe Götürülmesi Mekruh Olan Ve Olmayan Şeyler
Düşmandan Öldürülmesi Mekruh Olanlar
Müslümanların Düşmandan Yardım İstemeleri Ve Düşmanın Müslümanlardan
Yardım İstemesi
Mekruh Olan İpek Ve İpekli Kumaş
İçki İçmek Ve.Domuz Eti Yemek İçin
Zorlanan Kişinin Durumu
Düşmandan Öldürülmesi Mekruh Olan Ve Olmayan Kişiler
Savaşa Gitmesi Mekruh Olan Ve Olmayan Kişiler
Darulharpte Mekruh Olan Ve Olmayan
Şeyler
Düşmanın Suyunu Kesmek, Kalelerine Karşı Mancınık Dikmek Ve Kalelerini
Yakmak
Darulislamda Caiz Olup Darulharpte Caiz Olmayan Şeyler
Esir Müslüman, Düşmanın İsteklerinden Neleri Kabul Edebilir?
Düşmanın Zorlaması Halinde Müslüman Esirin Yapıp Yapamıyacağı İşler
Kişinin İki Şeyden İstediğini Yapması
Müslümanların Bîr Düşmana Karşı Başka Bir Düşmanla Beraber Savaşması:
İslam Ülkesinde Müslüman
Olmayanların Kiliseaçmaları Ve İçki Satmaları Gibi Yapamıyacakları
Şeyler
Müslümanların Düşmana Yapması Helal Olan Ve Olmayan Şeyler
Müslümanların Ticaret Mallarından Darulharbe Götürmeleri Caiz Olan Şeyler
Hür Ve Köle Esirlerin Mal Karşılığında Kurtarılması
Müslüman Esirlerin Mal Ve Esirler Fidye Verilerek Kurtarılması
Büyükve Küçük Esirler Fidye Verilerek Müslüman Esirlerin Kurtarılması
Saldırmazlık Antlaşması (Mütareke)
Saldırmazlık Antlaşması İle İlgili Bazı Meseleler
Antlaşma İçin Müşriklerin Fidye
Olarak Verdikleri Şeyler Ve Gaspettikleri Malların Hükmü
Müslümanların Ve Müşriklerin Birbirlerinden Rehin Almaları
Antlaşma (Mütareke) De İleri Sürülen Şartlar
İslama Giren Kişilerin Geçersiz Olan Eski Nikahları
Esir Ve Eman Altındaki Kişilerin Darulharpte
Evlenmesi
Düşmanın Ele Geçirdiği Esirlerle İlgili Nesep Meseleleri
Darü'l -Harbde Kur'an'ın Belirttiği (Had)
Cezalarının Uygulanması
Eman Altındaki Kişilere Ve Zimmilere Yardım
Eman Altındaki Kişi Ülkesine Ne Zaman Dönebilir, Ne Zaman Dönemez!
2728-
Düşmanın yanına müslümanın at, silah ve esir dışında dilediğini götürmesinde
bir sakınca yoktur. Bana kalırsa, onlara birşey götürmemesi daha iyidir.
Çünkü müslümanın
müşriklerden uzak durması menduptur. Rasulullah "Müşriklerin ateşiyle
aydınlanmayın" buyurmuştur. Yine "Ben müşriklerle beraber bulunan
müslümandan beriyim. Onlar birbirlerinin ateşiyle aydınlanmazlar"
buyurmuştur. Ticaret için onlara mal götürmek bir nevi yakınlık duymak olur. En
iyisi yapılmamasıdır. Diğer taraftan onlara götürülen yiyecek ve eşyadan yararlanır
ve güçlenirler.
2729-
Müslümanın onları güçlendirecek şeylerden sakınması daha iyi olur. Ancak
yiyecek, içecek ve elbisede sakıncası olmaz.
Çünkü Rasullulah
zamanında Sümâme b. Esâl el-Hanefı müslüman olmuştu. Mekke halkına yiyecek
ihracını bıraktı. Ondan yiyecek alırlardı. Bunun üzerine Rasulullaha yazarak
kendilerine yiyecek getirmesine izin vermesini istediler. Rasulullah izin
verdi. O gün Mekke halkı Rasulullahın düşmanlarıydı. Bundan da anlıyoruzki
bunda sakınca yoktur. Zaten müslümaniar da onların memleketlerinde bulunan
ilaç ve mallara muhtaç olurlar. Ülkemizde bulunan şeyleri onlara yasaklarsak,
onlar da ülkelerinde bulunan şeyleri bize yasaklarlar.
2730-
Ülkelerinde yararlandıkları şeylerden müslüman-lara getirmek için bir tüccar
onlara gidecek olursa, ülkemizde bulunan birtakım şeyleri de onlara götürmesi
kaçınılmaz olur. Onun için silah, binek ve esir dışında şeyleri müslümaniar
götürebilirler.
Bu şeylerden düşmana
birşey götürülmez. Bu şeylerin onlara götürülmeyeceği İbarihim en-Nahaî, Ata b. Ebi Rebâh ve Ömer
b. Abdulaziz'den nakle-
dilmiştir. Çünkü silah
ve atlarla müslümanlara karşı savaşmak için güç kazanırlar. Halbuki onların
gücünü kırmak ve savaşçılarım öldürmekle emrolunmuşuz. Böylece savaşma
fitneleri önlenmiş olur. Yüce Allah "Fite olmaması için onlarla savaşın"
buyurmuştur. Böylece anhyorz ki müslümanlara karşı savaşmaları için
güçlendirmenin hiçbir ruhsatı yoktur.
2731- Silah
ve at konusunda bu sabit olunca, esir konusunda evleviyetle sabit olur.
Çünkü kişi ya kendisi
savaşacak veya onlardan olacaktır. Onları savaşacak kişilerle takviye etmek silah
ve araçla takviye etmenin üstündedir.
2732- Silah
yapımında kullanılacak demir de bu şekildedir.
Çünkü demir esas
olarak bunun için yaratılmıştır. Yüce Allah buyuruyor: "Biz demiri
indirdik, onda büyük bir kuvvet vardır." (Hadîd: 1) Düşmana götürmede
demirin kendisi ve demirden yapılmış şeyler aynıdır. Çünkü demir silahın
aslıdır. Asıldan meydana gelen şey için sabit olan hüküm, o mefhumu taşımasada
aslın kendisi hakkında sabit olur. Nitekim ihramlı kişi av hayvanının kendisini
öldürdüğü zaman nasıl kurban kesmesi gerekiyorsa, yumurtasını kırdığı zaman da
kurban kesmesi gerekiyor.
2733- Buna
delil olarak da Hz. Hasan'm "karışıklıklarda (fitne
zamanlarında) silah satmayı
mekruh gördüğü gösterilmektedir.
Bizim de görüşümüz budur. Karışıklık zamanında silah satmak fitnenin
alevlenmesine yol açar. Halbuki fitneleri söndürmekle emrolunmuşuz. Rasulullah
"Fitne uykudadır, uyandırana Allah lanet etsin" buyurmuştur. Karışıklık zamanında
taraflardan birine mensub olan bir kişiye silahı satmak mekruh ise, düşman
olanlara satmak için darulharbe götürmek evleviyetle mekruh olur.
2734-
Darulharbe eman ile giren bir müslümanın onların rızalariyla eşyalarından
şu veya bu şekilde almasında sakınca
yoktur.
Çünkü eman ile düşman
ülkesine girmesiyle eşyaları masum olmaz. Sadece eman akdi ile girdiği için
onlara zarar vermemeyi taahhüt etmiştir. Onun için hıyanetten sakınmaya
çalışması gerekir. Onlann gönül rızalarıyla şu veya bu şekilde eşyalarını
alacağı zaman da hıyanetten uzak bir şekilde alır. Hıyanetten uzak olarak
aldığı için ona mubah olur. Bu konuda esir ve eman altındaki kişiler aynıdır.
Nitekim onlara bir dirhemi iki dirheme yahut ölü hayvanı para ile satması yahut
kumar yolu ile onlardan bir mal alması onun için mubahtır. Bütün bunlar Ebu
Hanife'nin ve İmam Muhammed'in görüşüdür. Süfyan es-Sevri İse, bunun esir için
caiz olduğunu, eman altında olan biri için caiz olmadığını söylemiştir. Ebu
Yusuf un da görüşü budur. Ama bize göre düşmanın gönül rızası olmadan esirin
almasıyla eman altındakinin alması farklıdır. Fakat gönül rızaları halinde
ikisinin alması aynıdır. Çünkü onlara hiyanet etmemesi ona vaciptir ve bunda
bir hİyanet yoktur. Hz. Ebu Bekr'in Mekke 1 iler!e Bizans'ın İran'ı yenmesi
olayında bahse girmesi delil gösterilmiştir, öyle ki Rasulullah Hz.Ebu Bekr'e
"Bahsi artır, süreyi uzun
tut" buyurmuştu. Düşmandan bunu almak caiz olmasaydı, Rasulullah
Hz.Ebu Bekr'e bunu
emretmezdi.
2735- Hz.
Ebu Bekr düşmanı bahiste yenip kazandığını Rasulullah'a getirdiğinde Rasulullah
ona tasadduk etmesini buyurmuştur. Bunun zahirine bakarak Süfyan es-Sev-rî
"Bu onun için hoş olsaydı, tasadduk etmesini emretmezdi" demektedir.
2736- Ama
biz diyoruz ki bu haram olsaydı Rasulullah ona bahse girmesini emretmez ve bu
yolla kazanmasaydı tasadduk etmesini söylemezdi.
Bundan da anlıyoruz ki
bu caizdir. Ancak doğruluğunu gösterdiği için Yüce Allah'a şükür olarak
tasadduk etmesinin iyi olacağını söylemiştir.
2737-
Rasulullahın Mekke'de iken İbn Rükâne ile üç defa güreş tutması da delil
gösterilmiştir. Her defasında koyunlarının üçte biri için bahse girilmiştir.
Mekruh olsaydı Rasulullah bunu yapmazdı. Üçüncü defa Rasulullah yenince İbn
Rükâne "Sırtımı kimse yere getirmedi ve beni sen yenmedin" dedi.
Rasulullah ona koyunlarını
geri verdi.
Bunun zahirini delil
göstererek Süfyan es-Sevrî şöyle demektedir: Bu hoş (helal, temiz, caiz)
olsaydı, Rasuluİlah ona geri vermezdi. Buna karşı bizde şöyle diyoruz: Mekruh
olsaydı, Rasululah ona girmezdi. Koyunlarını geri vermesi de ona bir lütuf
olması içindir. Rasuluİlah müşriklere çok defa bu şekilde davranarak
gönüllerini ısındırmaya ve müslüman olmalarına yardımcı olmaya çalışmıştır.
2738- Beni
Kaynuka hadisi de buna delildir. Rasuluİlah onları sürünce vadesi henüz
gelmemiş borçlarımız var, dediler. Onlara "Çabuk alın yahut bırakın"
dedi. Beni Na-dîr'i de sürünce onlar da halktan alacaklarımız var, dediler.
Bunun üzerine onlara da "Erken
alın yahut bırakın" dedi.
Bilindiği gibi böyle
bir muamele müsiümanlar arasında caiz olmaz. Birinin üzerinde belli bir vade
ile borcu olup erken ödemesi şartıyla bir kısmından vazgeçmek caiz değildir.
Hz. Ömer, Zeyd b. Sabit ve İbn Ömer bunu mekruh görmüşlerdir. Rasuluİlah ise
onlar için caiz görmüştür. Çünkü o zaman bunlar düşman idiler ve bunun için
onları sürmüştür. Böylece anlıyoruz ki müsiümanlar arasında caiz olmadığı halde
müsiümanlar ile düşman arasında caiz olur.
2739-
Müslümanlar ordu karargahında ve düşman da kendi karargâhında iken, müsiümanlar
ancak birbirlerine satmaları caiz olan şeyleri satabilirler. Bunun dışındaki (yani
faizli işlemler), darulharpte veya düşmanın himayesinde bulundukları taktirde
caiz olur. Ama onlardan birinin müslümanların himayesinde olması ile ikisinin
müs-lümanlarm himayesinde olması aynıdır.
Hocalarımızın
(meşâyihin) çoğu bu cevabın yanlış olduğunu söylemiştir. Almanın caiz olması,
düşman malının dokunulmazlığı olmamasındandır. Bu konuda müslümanın onların
himayesi altında olması ile müslümanların himayesi akında olması ve düşman
kişinin de düşmanın himayesi altında olması arasında fark yoktur. Aneak İmam
Muhammed muamelenin meydana geleceği yere bakarak şöyle demiştir:
2740-
İkisi İslam ahkamının yürürlükte
olmadığı bir yerde ise bu muamele caiz olur, ama ikisinden biri İslam ahkamının
yürürlükte olduğu bir yerde bulunuyorsa, bu muamele caiz olmaz.
Delil olarak da İbn
Abbas hadisini göstermiştir. Hendek savaşında Nevfel b. Abdullah öldürülünce,
müşrikler verecekleri bir mal karşılığında cenazesini almak istediklerini
Rasulullaha bildirdiler. Rasuluİlah onlara bunu yasakladı ve tasvip etmedi.
Bir rivayette ise
"onun diyeti de cenazesi de çirkindir" demiş ve istediklerini
yapmaya müsaade etmişir. İmam Muhammed'in ifadesine göre, bunu kerih görmesinin
sebebi, Hendek mahallinin müslümanların himayesi altında olmasıdır.
Alimlerimizin görüşüne göre ise kerih görmesinin sebebi onlan daha çok
kızdırmak ve rezil etmektir. Şüphesiz onlara bunun için müsaade ettiğini
söyleyen rivayet sahih ise, kerih görmesinin sebebi, onları horlamak ve hakaret
etmektir. Yahut güzel ahlakla bağdaş m ıy an bir şeyin müslümanlara nisbet
edilmemesi içindir. Çünkü Rasuluİlah "Ahlak güzelliklerini tamamlamak için
gönderildim" buyuruyordu.
Sa'd b. Ubâde'nin
Hayber günü bir külçe altını, işlenmiş bir altınla satın aldığı ve Rasulullahm
ona "Bu uygun olmaz" demesi üzerine geri verdiği de kaydedilmektedir.
Süfyan, bunun zahirini delil göstererek şöyle demektedir: Geri vermesinin
sebebi, misil ile misil (aynı cinsten benzer şeyler) olmamasındandır.
Ama bizim görüşümüze
göre Rasulullahm bunu kerih görmesinin sebebi, Rasulullahm karargahında ve
askeri arasında satın almasıdır. Bunu tasvip et-miyenlerin eman altında olan
kişiler için tasvip etmemesi de bunu teyid etmektedir. Hendek günü müsiümanlar
müşriklerin emanı altında değildiler. Hayber günü de Sa'd, Yahudilerin emanı
altında bulunmuyordu. Aksine onlarla savaşıyordu. Bundan da anlıyoruz ki
Rasulullahm bunu kerih görmesinin sebebi, bu muamelenin mülümanların himayesi
altında olmasıdır.
En iyi Allah bilir.[1]
2741-
Düşmandan yaşlıların, kadınların, delilerin, çocukların Öldürülmemeleri
gerekir. Çünkü Yüce Allah:
"Allah yolunda
sizinle savaşanlarla savaşın"[2] buyurmuştur.
Bunlar savaşmazlar. Rasulullah kadınların Öldürülmesini tasvip etmemiş ve
öldürülmüş bir kadını göstererek" "Bu kadın savaşmıyordu, Halid'e
yetiş ve kadını, zavallı hizmetçiyi öldürmemesini söyle" buyurmuştur.
Küfür en büyük cinayet ise de neticede kişi ile Rabbi arasındadır. Böyle
cinayetin cezası ahiret gününe bırakılır. Bu dünyada verilmesi uygun görülen
ceza ise kulların yararına olan bir sebepten meşru olmuştur. Bu yarar kulların
birbirini öldürmeleri fitnesini önlemektir. Savaşmi-yaıılar için bu durum
sözkonusu değildir. Hatta müslü-manlarin kölesi olarak yaşamaları için onların
öldürül-memesi daha uygundur. Ancak bunlardan biri savaşacak olursa
öldürülmesinde bir sakınca yoktur. Çünkü kendileri ile savaşmanın vacip
olmasını sağliyan sebebe tevessül etmişlerdir. Savaşacağı kuvvetle muhtemel ve
buna dair haklı bir gerekçe bulunan kişilerin öldürülmeleri evIeviyetle mubah
olur.
2742-
Onlardan biri bir kişiyi öldürür, sonra müslü-manlar onu ele geçirirlerse, çocuk ve deli ise
öldürülmemesi lazımdır.
Çünkü
öldürülmesinin mubah olması,
savaşmasını önlemek içindir. Ele geçmekle zaten bu önlenmiş olur. Nitekim bu
kişiler hakkında muhatabı (mükellef) olmadığı için yaptığı iş cezayı
gerektirecek bir cinayet sayılmaz. Tıpkı hayvanın yaptığı cinayet gibidir.
Mesela hayvan bir insanın üzerine yürürse önlemek için öldürülmesi mubah olur
ama zaptedilip saldırmasına engel olunursa artık öldürülmesi mubah olmaz.
2743-
Yaptıklarından (yani fiilen savaşa katıldıklarından) dolayı cezayı hak
etmeleri sebebiyle esir alınan kadın ve yaşlı adamın öldürülmelerinde bir
sakınca yoktur.
Çünkü öldürülmelerini
gerektiren ve haklı kılan sebep mevcut olmuştur. Zaten bu ikisi kısas olarak
öldürülürler. Ayın şekilde yaptıklarından dolayı ceza olarak da öldürülürler.
2744-
Savaşmayan bu insanlardan birini öldüren kişiye keffaret ve diyet düşmez.
Keffaret ve diyetin
vacip olması için öldürülen kişilerin suçsuz ve doku-nulmaması gereken kişiler
olması gerekir. Bu da din veya yurt ile gerçekleşir. Bu iki özellik de savaşta
öldürülen kişilerde mevcut değildir. Onların öldürülme-melerine sebep
müslümanlann yararını sağlamak yahut öldürülmelerim mubah kılan savaşma işini
yapmamalarıdır. Yoksa masum olmaları yahut Öldürülmelerinin yasak olması
sebebiyle değildir. Bundan dolayı savaşta onları öldüren kişiye keffaret ve
diyet gerekmez. Bir hadiste Rasulullah buna işaret ederek şöyle buyurmuştur:
"Onlar düşmandır" Yani müşrik (düşmanların) şu kadınları da onlardandır.
Yani onlar gibi masum olmadıklarından kanlarının dökülmesi mubahtır.
Rasulullah bir de
zavallı hizmetçi (işçi)nin öldürülmesini de yasaklamıştı. Bu da savaş için
değil, evin işlerini görmek ve çift sürmek gibi işler için çalıştırılan
işçidir. Savaşa katılacak olursa da amacı mal kazanmaktır. Çünkü başkalarına
hizmet için kendini kiralamıştır. Yahut çiftçiliğini yapacaktır. Böyle bir kişi
savaşmadığı için öldürülmez. Rasulullahın "Müşriklerin yetişkinlerini
öldürün ve çocuklarını bırakın" buyruğu, savaşacak olan düşman
yetişkinlerin öldürülmesini, çocukların ise köleleştirilmesini ifade
etmektedir. "Çocukları öldürmeyin "sözünden maksat onların yaşatıl
maşıdır. Nitekim Yüce Allah "Ve kadınlarınızı yaşatırlar
(öldürmezler)" buyurmuştur.
Kendisi savaşa
katılmadığı gibi akıl vererek de düşmana destek olmayan ve erkeklik yönünden de
işi bitmiş yaşlılar da öldürülmez. İbn Abbas hadisinde Ra-
sulullahın kadın,
çocuk ve yaşlının öldürülmesini yasakladığı ifade edilmektedir. Kadın düşman
savaşçılara yardım ederse, öldürülmesinde sakınca olmaz. ElHa-san ve
Abdurrahman b. Ebi Amra'dan şu şekilde nakledilmiştir. Rasulullah öldürülmüş
bir kadının yanından geçti, öldürülmesini tasvip etmiyerek kimin öldürdüğünü
sordu. Bir adam " Ben öldürdüm, terkime bindirmiştim, beni öldürmek
isteyince, ben de öldürdüm" dedi. Rasulullah defnedilmesini emretti, kadın
defnedildi.
2745- Yine
düşman kadın Rasulullaha açıkça hakaret ediyor veya sövüyorsa, öldürülmesinde
sakınca olmaz. Bu konuda Ebu İshak el-Hemedânî hadisinde şöyle denilmektedir:
Rasulullaha bir adam geldi ve ey Allanın Ra-sulü, yahudi bir kadının sana
sövdüğünü işittim, kadın bana iyi davrandığı halde onu öldürdüm, dedi.
Rasulullah kanını heder etti (yani öldüreni sorumlu tutmadı). Umeyr İbn Adî
hadiside buna delil gösterilmiştir. Bu adam Esma binti Mervan'ın Rasulullaha hakaret edip İslama dil uzattığını,
düşmanı Rasulullaha karşı savaşmaya teşvik ettiğini ve bu konuda şiirler
söylediğini görünce öldürmüştür. Söylediği şiirlerden biri şudur:
"Malik oğullan,
Nebît,Avf ve Hazrec oğulları artıkları! Murad veya Mezhiç kabilesinden olmayan
bir yabancıya boyun eğdiniz. İleri
gelenler öldürüldükten sonra tirite göz
dikildiği gibi ona umut bağladınız.
Aranızda izzet isteyip
ona umut bağlayanların umudunu kesecek şerefli kimse yok mudur?"
2746-
Rasulullah Bedir savaşına çıktıktan
sonra bir adam şöyle demişti: Allâhım! Adağım olsun, Rasulullah Medineye sağ
olarak dönerse o kadını öldüreceğim. Ve
bir gece öldürdükten sonra dönüp Rasulullahla beraber sabah namazını kıldı.
Mervan'ın kızını öldürdün mü? diye sorunca, adaın evet, bundan dolayı bana bir
şey gerekir mi? diye sordu. Rasulullah şöyle buyurdu: Onun için iki koyun bile
birbirini süsmez. (o kadar değersiz birşeydir ki onun için hiç bir şey yapmağa
değmez). Ondan sonra etrafındakilere döndü ve "Allah'a ve Rasulüne yardım
e-den bir adama bakmak istiyorsanız, Umeyr'e bakınız." dedi. Hz.Ömer bunun
üzerine şöyle dedi: Allah'a itaat ederek gece yürüyen bu kör adama bakınız.
Rasulullah onu uyararak "Kör deme o görür" dedi.
Ümmü Kırfe adındaki
kadını öldüren Zeyd b. Harise hadisi de buna delil gösterilmiştir. O,
Rasulullaha karşı savaşa teşvik eden kadınlardandı. Rivayete göre ailesinden
otuz kişiyi donatıp "Gidiniz, Medineye girip Muhammed'i öldürünüz"
diyerek Rasulullahi ödürmeleri için göndermiştir. Bunun yaptığını Rasulullah
öğrenmiş ve "Allah'ım, ona oğullarını kaybetme acısını tattır" buyurmuştur.
Zeyd ibn Harise kadını öldürmüş ve zırhını Rasulullaha göndermiştir. Zırhı
Medine'de iki mızrak arasında asılmıştır. Onu Kays ibn el-Misher'in fena bir
şekilde öldürdüğü de rivayet edilir. İki ayağından iplerle iki deveye bağlamış
ve develer çekerek parçalamıştır. Bu şekilde öldürülmesi Araplar arasında darbı
mesel haline gelmiş,"Ümmü Kırfe'den daha çetin de olsan" deyimi
kullanılmıştır.
2747-
RasuluHah Mekke'nin fethi günü müşrikleri müslümanlara karşı savaşa teşvik eden
Utbe kızı Hind' in öldürülmesini emretmiş, fakat kadın öldürülmeden müslü-man
olmuştur. Mekkenin fethi günü affın dışında tuttuğu kişilerden Kays ve ibn
Hatal öldürülmüşlerdir. Çükü ikisi de Rasulullahı şiir ve şarkılarla
kötülemişlerdir.
2748- Beni
Kureyza gününde Benâte'nin öldürülmesini emretmiştir. Çünkü Hallad İbn Suveyd'i
öldürmüştür. Kocası kendisinden sonra yaşamaması için onu öldürmesini
söylemiştir. Rivayete göre Hz. Aişe şöyle demiştir: Benâte yanıma gelerek
birşey sordu, kıs kıs gülüyordu. Beni Kureyza'nın meşhurları öldü, ölüyor,
dedi. Nihayet bir adam onun adını söyledi. Bunun üzerine Benâte "Ben mi!
Vallahi öldürülüyorum" dedi ve gülümsedi. Aişe ona "Yazıklar olsun
sana, Rasulullah kadınları
öldürmüyor" dedi. Evet, emredince kocamı öldürdüm. Değirmen taşını
Hallad ibn Suveyd'in üzerine indirdim ve öldürdüm, dedi. Sonra kadın çıkarılıp öldürüldü.
2749- Said
b. Museyyeb'in şöyle dediği nakledilir: Rasulullah Hayber'de mola verince
Zeyneb Bint Haris ona kızartılmış bir koyun ikram etti. Rasulullah budu alıp biraz
yedi ve "Bu but zehirli olduğunu söylüyor" dedi. Zey-neb'e
"Niçin böyle yaptın?" diye sordu.
Halkıma yaptığını yaptın, babamı, amcamı ve kocamı öldürdün. Eğer Peygamber isen koyun yaptığımı
(zehirlediğimi) kendisine haber verir, yok eğer kral ise ölür ve kendisinden
kurtuluruz, dedim, diye cevap verdi. Rasulullah ile beraber koyunun etinden
yiyen Bişr İbn el-Bera' vefat etti. Sonunda Rasulullah kadını bağışladı.
2750- Meğâzî
sahipleri bu konuda ihtilaf etmektedirler. Vâkıdî, Rasulullahın kadını
öldürdüğüne dair rivayetler kaydetmektedir. Fakat, İmam Muhammed'în belirttiği
gibi rivayetlerin en sağlamına
göre Rasulullah onu bağışlamıştır.
Bağışlamasını sebebi de olayın barış yapıldıktan sonra meydana gelmesidir. Bu
olay Rasulullah Hayber'de muzaffer
olduktan sonra olmuştur. Kadının yaptığı
ne atlaşmayi bozmak, ne de müslümanlara karşı savaşmaktı. Zehirleyerek
Öldürmenin cezasının kısas olduğunu
söyleyenlere göre Rasulullah onu Bişr b. el-Bera'ya karşılık kısas yolu
ile neden öldürmemiştir? diye sorulsa, şöyle deriz:
Bunun için kısasın
veya diyetin vacip olduğunu söyleyenler, ancak ittihadın mevcudiyeti halinde
vacip olduğunu söylüyorlar. Kişi kendisi zehirli olan şeyi alırsa, ona veren
kişiye kısas veya diyet gerekmez. Bişr İbn el-Bera onu kendisi alıp yemiştir.
Onun için Rasulullah ne kısası, ne de diyeti vacip görmüştür.
Allah en iyi bilir.[3]
2751-
Müslümanlar üstün bir durumda iken başka bir düşman aleyhinde müslüınanların
düşmandan yardım istemesinde bir sakınca yoktur.
Çünkü Rasulullah Beni
Kureyza'ya karşı Beni Kaynuka'dan yardım istemiştir. Yine Mekke halkından
müslüman olmayanlar süvari ve piyade olarak Rasulullah ile beraber Haybere
gitmişler ve hezimete uğrayan taraftan ganimet almak için beklemişlerdir.
Nihayet Ebu Süfyan ordunun peşinden çıkmış ve gördüğü her düşmüş zırh, mızrak
veya ashabın eşyasından düşen şeyleri alarak devesine yüklemiş, nihayet devesi
çekemez olmuştur. Yine müşrik olan Safvan, yanında bulunan müslüman bir
kadınla beraber çıkmış, Rasulullahla beraber Hu-neyn ve Tâifte bulunmuştur.
Safvan o zaman müşrikti. Rasulullah ikisini birbirinden ayırmamıştır.
Rasulullahın aralannı ayırmamasının sebebi ikisinin müslü-manlarm hükmü altında
bulunmalarıdır. Aynlmayı gerektiren şey hükmen ve hakikaten yurdun
farklılığıdır. Yani darulharp ve darulİslam olarak yurtların ayrılığıdır.
Bundan da anlıyoruz ki onların yardımından faydalanmada bir sakınca yoktur.
Çünkü oniann yardımından faydalanma düşmana karşı köpeklerin yardımından faydalanma
gibidir. Rasulullah buna şöyle işaret etmiştir: "Yüce Allah bu dini
ahirette nasipleri olmayan kavimlerle destekler"
Rivayete göre
Rasulullah Uhud günü göze batan bir birlik görmüş, bunlar kim? diye sorunca,
Falan oğullan yahudiler, İbn Ubey'in antlaşmahlandır, denilmiştir. Bunun
üzerine "Dinimizden olmayanlardan yardım istemeyin" demiştir.
Bunun izahı şudur:
Onlar savunma ve kuvvet sahibi olup Rasulullahın sancağı altında
savaşmıyorlardı. Bize göre bu durumda olan düşmandan yardım istemek mekruh olur.
2752- Uhud
günü İbn Ubey'in geri dönmesinin sebebi
hakkında rivayetler farklı olmuştur. Medine'den
çıkmamayı söylediğinde Rasulullahın onun görüşüne kulak vermemesinin
kendisini öfkelendirdiği rivayet edilir. Bunun için geri dönmüş ve "Bana
muhalefet ederek çocuklara itaat etti" demiştir.
2753-
Beraberinde çıkıp kendisiyle savaşmayı teklif ettiğinde Rasulullahın onu geri
çevirdiği de rivayet edilir. "Biz müşriklerden yardım istemeyiz" demiştir. Beraber savaşa gelmesini uygun
görmemiştir.
Rasulullahın tasvip
etmemesinin sebebi, îbn Übey'in yanında müttefiki olan Beni Kaynuka'dan yediyüz
yahudinin aleyhine dönmelerinden çekinmesidir. Onun için İbn Übey ve
beraberindekileri geri çevirmiştir. Bize göre devlet başkanı fitne korkusu ile
düşmandan yardım istemeyi uygun görmemesi halinde, onları ordudan ayırıp geri
gönderebilir.
2754-
Sonra ez-Zubeyr'in hadisi
zikredilmiştir. Zu-beyr,
Necaşî'nin yanında bulunduğu sırada düşman
Necâşî'ye saldırmış ve o gün
Necaşî'nin ordusunda büyük bir cengaverlik göstermiştir. Bundan dolayı
Necaşî'nin Zübeyr'in derecesi büyük olmuştur. Düşman bayrağı altında ve düşman
saflarında müslümanların savaşmasını caiz görenler bu hadisi delil gösterirler.
Halbuki bize göre bunun iki yönden izahı vardır:
a- Rivayet
edildiği gibi Necaşi o zaman müslümandı. Onun için Zubeyr, Necaşî ile beraber
savaşmayı hela! görmüştür.
b- O gün
Necaşi'den başka sığınak yoktu. Ümmü Se-leme'den gelen rivayette şöyle
demektedir: Habeşistana yerleştiğimiz zaman en güzel yurtta ve en güzel komşu yanında
bulunuyorduk. Rabbimize ibadet ediyorduk. Nihayet Necaşi'nin düşmanları ona
saldırdılar. Necaşi'den bize hiçbir zaman zarar gelmedi. Kendi kendimize
"Bu düşman Necaşiye galip gelirse zararı bize de dokunur ve onun gibi bize
iyi davranmaz" dedik. Necaşinin galip gelmesi için Allah'a samimi duada
bulunduk. O millet hakkında kim bize haber getirir? dedik. Zubeyr İbn el-Avvam
ben, dedi. Bir tulum şişirdi ve binerek nehri geçti. İki düşman karşılaştılar.
Zubeyr de onlarla beraber oldu. Yine Allaha çok dua ettik. Nihayet Zubeyr Nil
nehrinden geçti, onu elbiselerinden tanıdık. Necaşi'nin zafer müjdesini verdi.
Allah onu galip getirmiş, düşmanını helak etmişti. En iyi komşunun yanında
ikamet ettik. Yaptığımız açıklamanın doğruluğu ve isabeti bu hadisle ortaya
çıkmış bulunmaktadır. En iyi Allah bilir.[4]
2755- Ebu
Hanife, savaşta ipek ve yaldızlı ipeği mekruh görürken, Ebu Yusuf ve İmam
Muhammed savaşta bunda bir sakınca görmemişlerdir. Bu meseleyi
Şerhu'l-Muhtasar'da açıkladık. Ebu Hüreyre hadisinde Hz. Peygamberin şöyle
buyurduğu rivayet edilir. "Savaşta ipek ve yaldızlı ipeğin giyilmesinde
sakınca yoktur. "Ebu Hanife bunun zahirini almış ve aynı görüşü
belirtmiştir. Bundan maksadı ise arışı (atkılarının geçirildiği uzunlamasına
iplikler) ipek olmayıp diğer ipliği ipek olan kumaştır. Savaşta bunu giymenin
bir sakıncası yoktur. Ama savaş dışında giyilmesi mekruhtur. Ama arışı ipek ve
diğer iplikleri ipek olmayanın savaşta ve savaş dışında giyilmesinde bir
sakınca yoktur. EzZubeyr'in hadisi de buna göre yorumlanır. Rivayete göre
Velid ibn Ebi Hişam Muhayriz'e yazarak savaşta ipek ve kaftan hakkında görünüşü
sormuş, o da şehitlik ihtimali olduğundan Rasulul-lah'ın savaşta mekruh
gördüğünden kaçınabildiği kadar kaçınması gerektiğini söylemiştir.
En iyi Allah bilir.[5]
2756- İçki
içmek ve domuz eti yemek için baskı
yapılan (ikrah edilen) kişinin durumu ile ilgili Ata'nm hadisi
zikredilerek şöyle denilmiştir.
Bunları yapmayıp Öldü-rülürse, hayır işlemiş olur. Ama yer ve
içerse, mazur görülür. Ancak bizim görüşümüz bu şekilde değildir. Bize göre
ölüm korkusu halinde yeme ve içmeyi bırakması helal olmaz. Aynı
zamanda bu Mesruk'un da
görüşüdür. Mesruk, mecbur kalıp
içki içmediği ve
domuz eti yemediği taktirde kişi ölecek olursa
cehenneme girer. Bir rivayete göre Ebu Yusuf, Ata'nm görüşünü benimsemiştir.
Allah'a şirk koşma meselesinde de bunu ölçü yapmıştır. Ama görüşümüze göre
haram oluşu zaruret halinde kalkar. Çünkü yüce Allah "Ancak zaruret olarak
mecbur kaldığınız şeyler hariç'[6]
buyurarak zaruret durumunu istisna etmiştir. Haramda istisna mübahlıktır. Yani
haram şeylerden istisna edilen şey mubah olur. Haramlığı kalktıktan sonra bu şey helal yemek ve içecek gibidir. Bu
şeyleri almayı red edip öldürülecek olursa kişi günahkar olur. Ama küfmn haramlılığı kalkmaz, sadece kalbi imanla
mutmain olduğu halde dil ile küfür sözü söylediği taktirde ruhsatla amel etmiş
olur. Azimete sarılmak daha üstündür. Ancak kitapta kişinin günahkar olacağı
belirtilmemiştir. Sadece günahkar olmasından korkarım, demiştir.
Çünkü ikrah gören kişi
her yönden açlık çeken kişi gibi değildir. Zira o durumda helal kılan özürde
kulların hiçbir etkinliği yoktur. Burada İse mahvolma korkusu kulların eliyle
meydana gelmektedir. Allahm hakkı olan konuda kulların yaptığı ile kulların
yapmadığı bir değildir. Ve kafirlerin ikrah etmesi durumunda direnmek dine
bağlılığı izhar etmektir ve kafirleri çileden çıkarmaktır. Açlıkla ölüm
tehlikesi yaşayan kişide bu nıevcud değildir. Onun içn "Günahkar olmasından
korkarım" şeklinde cevap verilmesi uygun olmuştur. En iyi Allah bilir.[7]
2757-
Düşmandan sadece savaşanların öldürüleceği ve diğerlerin öldürülmeyeceklerini
yukarıda belirttik. Savaş-mayanlar arasında manastırlarda yaşayanlar ve
dağlarda dolaşıp halka karışmayan kişiler de zikredilmiştir.
2758- Ebu
Yusuf'un şöyle dediği rivayet edilir. Manastırlarda yaşıyanlar ve rahiplerin Öldürülmesi
durumunu Ebu Hanife'ye sordum. Hayatlarını bir bakıma küfre adadıkları için
öldürülmelerinin yerinde olacağını
söyledi. Çünkü bunların hayatlarını adadıkları küfürle insanlar kafir
olmaktadır. Onun için Yüce Allah'ın
"Küfür Önderleriyle savaşın" sözünün kapsamına girerler.
Bu rivayetin izahı
şudur. Bunlar İnsanlara karıştıkları taktirde öldürülmeleri uygun olur. Ya
insanlar arasına çıkarak yahut insanların kendilerinin yanına gelmesine
müsaade ederek halka karıştıkları taktirde öldürülmeleri uygun olur demektir.
Ayrıca müslümanlara karşı savaşı teşvik ettikleri zaman Öldürülmeleri uygun
olur, demektir. Ama bir eve yahut bir kiliseye kapanıp kapılarını kapamış ve
rahiplik hayatı yaşıyorlarsa kendilerinden zarar gelmiyeceği için öldürülmeleri
mekruh olur. Zira bunlar mal, can veya sözle savaşmazlar. Bunlardan kör, yatalak,
felç, çolak, ayağı kesik ve sağ eli kesik kişiler öldürülmezler. Çünkü bunların
savaşmaları sözkonusu değildir. Özet olarak bunlar mal ve can ile savaşmadıkları
taktirde öldü itil memeleri İlkedir.
2759- Savaş
hakkında taktik öğreten ve yol gösteren
çok yaşlı kişinin öldürüldüğü gibi sol eli veya iki ayağı kesik olan kişinin de
öldürüleceğini, çarpışmanın genellikle sağ el ile yapıldığını belirtmiştik.Sağ
eli sağlam kişi yürüyecek durumda ise savaşanlardan olup Öldürülür.
2760- Sağır
ve dilsiz ile sar'a nöbetleri tutan kişiler de öldürülür.
Çünkü bunlar da
savaşanlardan olup savaşacak güce sahiptir.
İnancı onu savaşmaya sevkeder. Zararından kurtulmak için öldürülür .
2761-
Onlardan savaşmiyan birini öldüren kişiye sadece istiğfar etmek düşer.
Çünkü savaşması
beklenmiyorsa da masum değildir.
2762-
Papazlar, diyakoslar (papaz yardımcıları) ve halka karışan gezginlerin
öldürülmesinde sakınca yoktur. Çünkü ya sözleriyle yahut İmkan buldukları
taktirde canlarıyla savaşanlardan sayılırlar. Bizzat savaş içinde görülmeseler
bile onların öldürülmeleri caizdir. Zira savaşma gerçeğine herkes her zaman ve
heryerde muttali olamaz. Bu işe sevkeden sebep ile elverişli delil, aksini
gösteren zahir bir delil bulunmadığı sürece, savaşçı olduklarını kabul etmeye
yeterlidir. Esir alabilecek güç ve kuvvete sahip olmaları halinde çocuk ve
kadınları daruIİslama çıkarmalarına İmkan bırakmadan önce onları esir almaları
gerekir. Çünkü bu düşmanı çileden çıkarır ve emellerini öldürür. Müslümanlar
için de yarar sağlar. Bunlar müslümanlann köle ve cariyesi olurlar. Düşmana
sağlıyacakları yarar da önlenmiş olur. Rasulullah buna işaret ederek şöyle
buyurmuştur: "Gençlerini öldürmeyin"
Erkekliği bitmiş ve
fidye için gelirden başka yararı umulmayan çok yaşlı kişiyi müslümanlar isterse
esir alır isterse salıverir. Çünkü esir alınmasından amaç, karşılığında fidye
almaktır. Ondan alacakları mallarda da müslümanlar serbest olup isterlerse
malını alırlar, isterlerse bırakırlar. Çünkü onların görevi küfür fitnesini yok
etmektir. Malın kazanılmasında ise bir sakınca yoktur. Ancak şer'an hak edilmiş
birşey değildir. Bunamış kişiyi terketmeleıide doğru değildir. Çünkü
çıkarabildikleri taktirde ikameti umulur. Diğer taraftan çocukları da olur.
Kadın ve çocukların getirilmemesi nasıl sakıncan ise onun da getirilmemesi
düşmana destek olabilir. Rahip hayatı süren ve insanlara karışmayan kişilere
dokunulmaz. Çünkü çoluk çocuk sahibi olmadıklarından nesilleriyle düşmana
destek olmaları da sözkonusu olmaz. Hastalıklara müptela olmuş kişiler de
öldürülmeyip esir alınarak daruIİslama çıkarılırlar. Çünkü darulharpte
bırakılmaları düşmana destek olur. Zira bunlar düşman kadınlarla cinsi ilişkide
bulunur ve düşmanın neslini artırırlar. Bunlar ele geçtikleri zaman darulharpte
bırakılmaması gerekir. Düşmandan öldürülmesi caiz olan herkesin esir alınması
ve daruIİslama çıkarılması da caiz olur.
2763-
Bunlar daruIİslama çıkarıldıktan
sonra devlet başkanı onları
isterse köleleştirir, isterse Öldürür. Bir süvari bölüğü olup aralarında
piyade olmaması sebebiyle da-rulislma çıkarmaya güçleri yetmediği taktirde
öldürülmeleri helal olmayanlara da dokunmayıp bırakırlar.
Çünkü Öldürülmeleri
şer'an haramdır. Yoksa esir alınıp kökleştirilmesi daha yararlı olduğu için
değil. Esir almaktan aciz olmak, müslümanlar için haram olan öldürmeyi mubah
yapmaz. Silah ve atlar gibi darulharpte elde edip daruIİslama
çıkarabilecekleri şeyleri orada bırakmaları mekruhtur. Çünkü bunlar müslümanlara
karşı savaşta düşmana kuvvet sağlar. Bunların da hükmü düşman insanlar
hakkında ki hüküm gibidir.
2764-
Sığır, koyun ve
eşyayı isterlerse daruIİslama çıkarırlar, isterlerse
bırakırlar.
Çünkü normal olarak
savaş için güç katmıyan şeylerdir. Nitekim ticaret için silah ve atları düşmana
götürmek mekruh iken, diğer malları götürmek mekruh olmaz. Çünkü bunlar savaş
için güç sağlamaz.
2765-
Darulîslamda eman altında olan biri, bunlardan birşeye sahip olup
darulharbe gitmesi halinde onu beraberinde
götürmesi yasaktır. Diğer mallardan
istediğini götür.
Mal konusunda onlara
bu muhayyerlik tanınıyorsa artık doğum yapmıyan yaşlı kadın hakkında bu
muhayyerlik tanınır. Çünkü fidye olarak karşılığında verilecek mal dışında bir
yaran bulunmamaktadır. Onun iç müslümanlarm onu ve yaşlı erkeği esir almaları
durumunda fidye ile salıvermeleri caiz olmuştur. Zira onların lutulmasında
müslümanlara yarar olmadığı gibi sahverildiklerinde de onlar için bir zararları
sözkonusu değildir. Öldürülmeyeceğini belirttiğimiz yaşlı, hasta ve musibetli
kişilerden savaşa teşvik edenler, öncülük yapıp tahrik edenler ve düşman
arasında söz sahibi olanların öldürülmesinde bir sakınca yoktur. Çünkü bunların
öldürülmesi düşmanın gücünü kırmak ve birliklerini dağıtmak olur. Amaç da
budur. Hatta düşmanın hükümdarı çocuk, kadın veya çok yaşlı bir adam olduğunda
da öldürülmesinde sakınca yoktur. Çünkü düşmanın şevkini kırmakta ve onları
çileden çıkarmaktadır. Düşmanın kuvvet ve savunmasını dağıtır. Bir rahip yahut
bir gezgin, düşmana mü slü m anların zayıf yerlerini gösterdiğini müslümanlar
öğrenirse öldürmelerinde bir sakınca olmaz. Çünkü bu yaptığıyla düşmana yardım
etmiş olur.
Savaş konusunda
stratejisi olan yaşlı bir adam hükmündedir. Böylelerin öldürülmesinde bir
sakınca yoktur. Rivayete göre savaş taktiği ve stratejisi konusunda
bilgisinden dolayı Dureyd İbn es-Smıme Öldürülmüştür.
2766-
Müslüman, müşrik babasıyla savaşta karşı karşıya geldiği taktirde onu
öldürmesi mekruh olur. Çünkü yüce Allah "Dünyada anne ve babayla güzellikle
geçin"[8] buyurmuştur. Öldürmeye
çalışmak iyilikle geçinmek değildir. Hanzala b. Ebi Amir ve Abdullah b. Ubey
babalarını öldürmek için Rasuiullahtan izin istemişler, Ras-ulullah bunu
onlara yasaklamıştır. Ebu Amir, Rasulul-lahın düşmanı olan bir müşrikti. İbn
Ubey ise münafıklığı açık olan bir münafıktı. Kâfir olduğuna Yüce Allah şahitlik
etmiştir. Bunlardan da anlıyoruz ki oğlun müşrik olan babasını öldürmeye
çalışması mekruhtur. Çünkü baba o-nun dünyaya gemesinde sebep olmuştur.
Çocuklukta ve gençlikte kendisine her türlü yardımı ve iyiliği yaptığı halde
onun kendisini öldürmeye kalkışması mekruh görülmüştür. Öldürmeye çalışarak
nimete karşı nankörlük etmesi hoş değildir.
2767- Yüce
Allanın Hz. İbrahim için buyurduklarında bu açıkça görülmektedir. Babası ona
"Seni taşa tutarım, benden uzak dur"[9]
dediği halde Hz. İbrahim ona "Selam olsun sana, seni bağışlaması için
Rabbime istiğfar edeceğim, onun bana nimetleri çoktur"[10]
buyurmuştur. Baba müslüman oğlunu öldürmeye kalkar ve ondan kurtulmak için onu
öldürmekten başka çare yoksa, o zaman öldürmesinde bir sakınca olmaz. Çünkü bu
durumda nimete nankörlük sözkonusu olmaz. Sadece helak olmaktan korunarak
canını kurtarmayı amaçlamakta olup bununla da emredilmiş bulunmaktadır.
Şerhu'I-Camii's-Sağir kitabında anne, baba ve mahrem akraba ile müşrik olan ve
müs-lümanlardan bağı olanlar arasındaki farkı belirtmiştik.
2768-
Müslümanlar, kadınları ve onlarla savaşıp onlardan bazılarını öldürmüş bulunan
azatlı kişiyi ele geçirip esir aldıktan sonra öldürmeleri doğru olmaz.
Çünkü esir aldıktan
sonra savaşmaları sözkonusu olmaktan çıkmış olur.
2769- Onları
daruIİslama çıkarmaya güçleri yetmiyorsa ve serbest bıraktıkları taktirde tekrar düşman saflarına geçip
müslümanlara karşı savaşmalarından endişe ederlerse, öldürmelerinde bir
sakınca olmaz.
Çünkü savaşmaları
endişesi kalkmış değildir.
2770- Bu
konuda saldırgan deve gibidirler. Kişi onu saldırmaktan alıkoymaya çalışır ve
salıverdiği taktirde saldırmasına devam etmesinden endişe ederse, onu öldürür
ve kiymetini sahibine Öder. Saldırması durumunda olduğu gibi. Çünkü yapmasından
endişe edilen olay daha önce meydana
gelmiş ve açığa çıkmıştır. Bu tahmin o meydana gelen durumla
pekişir ve o anda
meydana gelmiş gibi sayılır.
Nitekim ergenlik
yaşına yaklaşan genç, o kavmin hükümdarı olup müslü-manlann eline geçer ve onu
daruIİslama çıkarma güçleri de olmazsa, öldürmelerinde bir sakınca yoktur.
Çünkü serbest bırakılması müslümanlar İçin büyük ihtimalle tehlikeli olabilir.
Hakikatine vukufıyet olmayan yerlerde zannı galip ile hüküm verilir.
2771-
Kendilerinden zarar gelmiyeceğinden emin
oldukları halde, gelecek herhangi bir seriyye ile savaşmaları yahut
onlardan kimilerini öldürmelerinden endişe ederlerse, serbest bırakırlar.
Çünkü onların
zararından emin olmuşlardır. Kendilerinden sonra başka bir seriyyenin de aynı
yerde veya başka yerden girmesi bilinmemektedir. Böyle mevhum birşey sebebiyle
onları öldürmeleri doğru olmaz.
2772- Bir
rahip manastırından çıkıp düşmanın şehrine inse ve müslünıanlar onu yolda yahut
şehirde ele geçirse, o da "Sizden korktum ve kendimi kurtarmak için
çıktım" derse onu tasdik etmeyip öldürebilirler.
Çünkü düşman
savaşçılarının bulunduğu toplumda görmüşlerdir. Ancak halka karışmayan kişi
öldürülmez. Düşmandan bunun aksi durumu anlaşılan kişi öldürülür. Kendisi için
özür olarak ileri sürdüğü şeyler tasdik edilmez.
2773- Doğru
söylediğini müslümanlar tahmin ederlerse, öldürmemeleri daha iyi olur, yerine
esir alırlar.
Çünkü ihtiyat ile
işlem yapılan durumlarda zannı galip kesin bilgi gibidir. Öldürme zannı galip
ile olacaktı. Bu meselede bir yanlışlık meydana geldiği taktirde telafisi
mümkün olmaz. Esir alınmasıyla amaç gerçekleşmiş olur.
2774- Bîr
kilise veya manastırda olup kapısını tamamen kapatmamış kişinin öldürülmesinde
sakınca yoktur.
Çünkü halk onların
yanına girip çıkıyor ve görüşleriyle hareket ediyorsa,
onlar küfrün önderleri
olurlar ve öldürülmeleri düşmanın gücünü kıracaktır.
2775-
Müslümanlar manastır içinde bulunan bir rahibe gelip yolu veya düşmanın yerini
sorsa, o da bunu biliyorum ama size söylemem, çünkü sizi de onlara haber
vermem, derse müslümanların ona dokunmaması lazımdır.
Çünkü bu sözleriyle
kendisine dokunulmaması gerektiğini belirtmiştir. O da tümden insanlara
karışmadığını ve durumlarını bilmediğini söylemiş olmasıdır. Dostluk veya
düşmanlıklarını kazanma çabası içinde olmadığını belirtmesidir. Müslümanlar
kendilerine yanlış yol gösterip hiyanet
ettiğini görürlerse., öldürmelerinde veya
esir etmelerinde bir sakınca
olmaz.
Çünkü bu hiyanetle düşmana
meylettiğini ve müslümanlara da düşmanlığını orta koymuş olur. Çünkü kurtuluşa
götürecek yolu göstermemiş, kendisinden istedikleri halde onları helak olmaya
götürecek yolu göstermiş ve kötülükleri için çalışmış olmaktadır.
2776-
Müslümanlar halkı Rum
olan bir ülkede manastırda bir Habeşliyi görseler
ve bunu yadırgayıp mahiyetini öğremek
isteseler, durumunu sorup öğrenmeleri gerekir. Çünkü şüpheyi gidermenin yolu
sormaktır. Yüce Allah "bilmiyorsanız, zikir ehline sorunuz"[11]
buyurmuştur. Söyliyeceği şeylerde hiyanet ve suçluluk ortaya çıkmadığı taktirde
soruya verilen cevabı kabul etmek gerekir
2777- Ben
ordu içindeki hıristiyan askerlerden biriyim, burada rahip oldum,
derse, sözü kabul edilir ve kendisine dokunmazlar.
Çünkü' onlara söylediği
şey muhtemeldir.
2778-
Müslümanlardan birinin kölesiydim ve hıristi-yandım, burada rahip oldum, derse,
onu alır ve efendisine geri verirler.
Çünkü kaçmış bir köle
olduğunu kendisi itiraf etmiştir. Kaçan köleyi sahibine geri verme imkanı olan
kişinin onu geri vermesi lazımdır.
2779- Düşman
beni esir aldıktan sonra azat etti, ben de rahip oldum, derse sözü tasdik
edilmez ve alınıp efendisine geri verilir. Çünkü köle olduğunu itiraf
etmiştir.
Mülkiyeti de
efendisinindir. Köleliği giderecek bir şeyi iddia etmiş olup bir delili
olmadıkça iddiası tasdik edilmez. Efendisinin kendisini azat ettiğini iddia eden
köle gibi.
2780-
Müslüman bir köle idim, Hıristiyan oldum ve rahip oldum, derse irtidat
ettiğini itiraf etmiş olur. Kendisine müslüman olması teklif edilir. Kabul
ederse efendisine geri verilir, kabul etmezse öldürülür.
Müslümanlarla düşman
arasında meydana gelen çarpışmada düşman yenilgiye uğrayıp çekildikten sonra
müslü-manlar onlardan gördükleri yaralıları öldürebilirler. Savaşçılar olup
aldıkları yaralarla yaşamalarının imkansız olduğu anlaşılsa ve aldıkları
yaralardan dolayı savaşama-dıkları tesbit edilse, alınıp bağlanan esirler gibi
onlarında öldürülmelerinde bir sakınca olmaz. Müslümanlar isterse onları ölümle
başbaşa bırakır. Bütün bu işlerde serbesttirler.
Çünkü nasıl bir
uygulama yaparsa yapsın müslümanlar için amaç gerçekleşmiş olur. Bu konuda
esas Muhammed b. Mesleme hadisidir. Hayber günü Merhab'la düello yapmış ve
vurup iki ayağını kesmiştir. Merhab ona "Öldür beni " demiş, ama
Muhammed ona "Hayır, kardeşimin çektiği gibi sen de ölüm acısını çek"
demiştir. Sonra Hz. Ali yanına gelmiş, saldırıp Öldürmüş ve eşyasını almıştır.
Rasulullah onun eşyasını Muhammed b. Mesleme'ye vermiştir. Merhab'ın yaşama
ümidi mevcut olsaydı Muhammed ona, hayır, demezdi. Yani üzerine yürür ve
öldürürdü. Öyle bir durum olsaydı Rasululİah onun eşyasını kendisine vermezdi.
Çünkü bu durmuda iken Hz. Ali üzerine yürüyüp öldürmüştür. Rasulullah onun bu
davranışını da yadırgamamıştır. Böylece anlıyoruz ki bütün bunlar caizdir.
Ölmediği taktirde de esir alınıp ganimet arasında taksim edilmesinde de sakınca
olmaz. Zira esir mesabesindedir. Esirin öldürülmesi veya terkedümesinde devlet
başkanı serbesttir. Bu da onun gibidir.
2781- Düşman
kalelerinden bîrinde bir hasta görseler, öldürebilirler.
Çünkü hastalık onu
savaşmaktan alıkoyar. Ama savaşçı düşman olmaktan çıkarmaz Üstelik hastalık
geçebilir ve kendisinin müslümanlara karşı savaşma ihtimali ortadan kalkmamış
olur.
2782- Ama bu
hastalıktan kurtulamıyacaığı kanaatine
varılırsa, öldürmemeleri gerekir.
Çünkü savaşma ümidi
kalmamıştır. Bu durumu çok yaşlı kişinin durumu gibidir.
2783-
Müslümanlar bağı (siyasi isyancı) larla savaşırken onlardan yaralılar ele
geçirseler ve bunlar bir topluluk halinde iseler, Öldürmelerinde sakınca olmaz.
Çünkü bu durumda
yaralı esir gibidir. Esir olanları öldürülür ve kaçanları da takip edilir.
Yaralıları bu şekilde öldürülür.
2784- Ama
yaralı kişinin yaşaması ümid edilmiyorsa, öldürülmesi mekruh olur.
Çünkü artık savaşma
tehlikesi kalmamış olur. Bir gruba katılıp savaşacak durumu sözkonusu değildir.
Onun durumu, yenilgiye uğrayıp katılacakları topluluk kalmıyan kişilerin
durumu gibidir. Böyle bir durumda esir alınan kişileri öldürülmeyip kaçanları
da takip edilmez. Aynı şekilde yaralıları da öldürülmez. Düşman olanlar ile
bağîler (siyasi isyancılar) arasındaki fark, ikisine karşı savaşmayı
gerektiren sebebin değişik olmasıdır. Çünkü bağîler müslümanlardandırlar.
Savaşa sevkeden sebep, kuvvet ve topluluklarıdır. Bu ortadan kalkarsa, artık öldürülmeleri
helal olmaz,
2785-
Müslümanlar, düşmandan savaşmayı ve kendisine ne yapılacağını bilmiyen, sadece
eline kılıç almış ve kendisine yaklaşan ve müslüman ve gayri müslim kişilere
kılıç saHıyaıı bunak birini görseler onu öldürmemelerini daha uygun görüyorum.
Sadece bu işten kendisini alıkoymak için yakalarlar.
Çünkü savaşma amacı
bulunmamaktadır. Ancak savaşma amacı güdenler ve din için savaşanların
öldürülmesi mubahtır. Bu adam müslüman ve gayri müslim yaklaşan herkese
vurmaya çalıştığına göre, dini için savaşan biri olmadığını anlıyoruz. Bu
durumda hayvan gibidir. Hayvan da belirli bir kişiye yönelmeyip sadece önüne
gelen kişileri vuruyora, öldürülmesi helal olmaz. Ama müslümanın üzerine
yürüyüp kurtulması ancak öldürülmesine bağlı olursa o zaman Öldürülmesinde
sakınca olmaz. Bu bunak adam hakkındaki hükümde bu şekildedir.
2786-
Öldürülen hayvanın parası sahibine tazminat olarak ödenirken, bunak düşman
için böyle bir durum sözko-nusu değildir.
2787- Elinde
bir kılıçla savaşan bir adamı ele geçir-seler ve adam müslümanları farkedince
delilik gösterisinde bulunsa, müslümanlar da onu deli olarak görse, hakkındaki
kanaatlerine göre uygulama yaparlar.
Çünkü onun durumuna
vakıf olmak için başka delilleri olmayınca zanni galibe başvurmak gerekir.
Delilin bulunmaması durumunda kıbleyi araştırmada olduğu gibi. Hakikatine
vukufiyetin mümkün olmadığı şeylerde zannı galip hakikat mesabesindedir.
2788- Deli
olduğuna kanaat getirip esir aldıktan sonra sağlam olduğunu
anlasalar, Öldürmelerinde bir sakınca olmaz.
Çünkü onu esir
almaları kendisine eman vermeleri demek değildir.
Ergenlik yaşına gelen
bir genci yakalayıp baliğ olup olmadığını biliniyorlarsa, bazıları bunun
delili olarak kasık kıllarının bitmesini gösterirler. Delil olarak da Beni Kureyza
hadisini gösterirler. Bize göre ise bu konuda kişilerin durumu farklı olduğu
için onun ölçü alınması doğru olmaz. Onbeş yaşını doldurduğu yahut bundan önce
ihtilam gördüğü bilinmedikçe, öldürmeleri doğru değildir. Burada zannı galip
yerine kişinin durumundan anlamaları muteber olur. Çünkü küçüklüğü kesin
olarak bilinmektedir. Kesin olan bir şey ancak onun gibi kesin olan bir şeyle
yok olur. Yakalanmadan önce delilik gösteren kişinin deliliği daha önce kesin
olarak bilinmiyordu. Onun için hakkında zannı galible karar verilmiştir.
2789- Henüz
baliğ olmadan ve baliğ olacak kadar da-rulharpte uzun zaman kalmışlarsa, onu
öldürmeleri helal olmaz.
Çünkü onu öldürülmeyi
hak etmediği bir yaşta almışlardır. Yani bu kişi o zamana kadar müslümanlara
karşı savaşanlardan olmamıştır. Çünkü çocuk iken almışlar. Çocuk ise
savaşçılardan değildir.
Buluğa erdikten sonra
müslümanlar için fey'olur. Diğer köleler gibi onlara karşı savaşan kişi olmaz.
Ama delilik gösterip daha sonra sağlam olduğu anlaşılan kişinin durumu böyle
değildir. Çünkü kendisini yakalamadan önce savaşan kişilerden olduğu
anlaşılıyor. Sadece Öldürülmemesi için bu yola başvurmuştur. Zaten bunarmş
iken yakalanan ve daha sonra müslümanlann elinde iken iyileşen bir kişiyi
öldürmeleri helal olmaz. Tıpkı çocuğun durumunda olduğu gibi. Baliğ olan bu
çocuk veya iyileşen bu bunak müslümanlardan bir adam öldürecek olursa kısas
olarak devlet başkanı onu öldürür. Çünkü müslümanlann diğer köleleri gibi artık
İslam ahkamıyla muhattap olmuştur.
2790- Çocuk
baliğ olduktan ve bunak iyileştikten sonra müslümanlarla savaşırken müslümanlar
onu yakalasa, öldürmelerinde sakınca olmaz. Kimseyi öldürmese de durum
aynıdır. Çünkü müslümanlara karşı koyup savunma içinde bulunan bir kişidir.
Müslümanların elinde iken buluğa erdikten sonra savaşacak olup kimseyi
öldürmemiş-se öldürülmez, ama güzel bir dayak atılır. Tıpkı müslümanlardan
birilerini öldürmeye yeltenip Öldürmemiş olan müslümanlann kölesinin durumunda
olduğu gibi. Sakatlık ve hastalıkla malul esirlerden bunu yapanların da durumu
aynıdır. Çünkü henüz savaşanlardan değilken darulîslama sokulduğu zaman, darul-
îslamda eman altında
olan ve müslümanlarla savaşıp kimseyi henüz öldürmemiş
bulunan kişinin durumu
gibidir.
2791-
Müslümanların zaptedecekleri çiftçi kişileri öldürmek yerine esir almaları
bence daha uygun olur.
Çünkü bunların savaşma
düşünceleri kadınların düşünceleri gibidir. Zira bunlar ne savaşırlar, ne de
buna ehemmiyet verirler. Esir alınmaları müslümanlar için daha yararlıdır.
Çünkü onların çiftçilik işlerini görürler.
2792- Ama
bununla beraber onları öldürürlerse,
sakıncası olmaz.
Çünkü bunlar savaşmak
için elverişli yapıya sahiptirler. Çiftçilik de zim-metsiz değildir. Kişi
çiftçiliği bırakır ve savaşçı olabilir. Fakat dişilik özelliği böyle değildir.
Yani kadın erkek olmaz.
2793-
Sarhoşlukları sebebiyle akıllan başlarından gitmiş olsa bile, Tasladıkları
sarhoş bir topluluğu öldürmelerinde sakınca yoktur.
Çünkü hüküm bakımından
sarhoş ayık gibidir. Sarhoşlukları geçicidir Sarhoş olmakla müslümanlara karşı
savaşçı olmaktan çıkmaz. Onun için öldürülmesinde sakınca yoktur.
2794-
Müslümanlar bir düşman şehrine savaşarak girdikleri taktirde, gördükleri
erkekleri öldürmelerinde bir sakınca olmaz.
Çünkü orası düşman
savaşçılarının bulunduğu yerdir. Orada kimi görürlerse, zahire göre
savaşçılardandır. Aksi ortaya çıkıncaya kadar da hüküm zahire göre verilir.
Ancak müslüman veya
zimmet ehli siması taşıyan bir adam görürlerse, durumu kesin ortaya çıkıncaya
kadar tahkik etmeleri ve ihtiyatlı davranmaları gerekir.
Çünkü hakikatine vakıf
olunamiyan şeylerde simaya göre hüküm verilir.
Yüce Allah şöyle
buyurmuştur: "Simaları yüzlerindedir"[12]
"Onları simalarından tanırsın"[13]
"Suçlular yüzlerinden tanınırlar"[14]
Yanlışlıkla öldürmenin
telafisi mümkün değildir. Durumu açıklık kazanm-caya kadar ertelenmesinde de
müslümanlarm bir zararı yoktur. Onun için durumu açıklık kazanıncaya kadar
hakkında arştırma yapmaları gerekir. Çünkü hakkında simanın muhtemel olması,
fasık kişinin vereceği haberden aşağı olmaz. Fasık kişinin vereceği haberi
araştırmakla mükellef olduğumuz gibi bunun da durumunu araştırmamız lazımdır.
2796-
Müşrikler arasında silahlı müslüman bir topluluk görseler ve bunların bu işi
baskı (ikrah) sonucu yapıp yapmadıklarını biliniyorlarsa, bunu onlardan sorup
öğrenmek mümkün ise sorup öğreninceye kadar onlarla savaşmamalarını uygun
görüyorum, öğrenme imkanları olmazsa, müslümanlara karşı savaştıklarını
müşahede edinceye kadar ilişmemeleri gerekir. Ama müslümanlara karşı
savaştıklarım görürlerse, onlarla savaşmak ve öldürmekte bir sakınca olmaz.
Çünkü din birliği
onlarla savaşmaktan alıkoymaktadır. Müslümanlar onların böyle olduklarını
biliyorlar.
2797- Aksi
ortaya çıkıncaya kadar müslümanlarm onlarla savaşmaları helal olmaz. Düşmanın
saflarında sadece bulunmalarıyla da bunun aksi ortaya çıkmaz.
Çünkü bu muhtemeldir.
Baskı sonucu olmuş olabilir. İsteyerek de bu işi yapmış olabilirler. Onların
savaşma amaçlan ve sebepleri ortaya çıkıncaya kadar onlara ilişmemek daha
iyidir, isteyerek savaştıkları ortaya çıktığında kendilerine karşı savaşmakta
sakınca olmaz. Çünkü müslüman da olsalar, düşmanın himayesi altında
müslümanlara karşı savaşmaları onları öldürmeyi helal kılar. Nitekim müslüman
da olsalar, bağiler (isyancılar) savaşmalarına karşı koymak için kendilerine
karşı savaşılır. Savaşmalarının sebebi ortaya çıktıktan sonra öldürülmeleri
yasak olmaz. Çünkü olsa olsa, bu iş için zorlanmış (ikrah görmüş) lerdir. Öldürmesi
için ikrah edilen (zorlanan) kişinin öldürme tehlikesine karşı (savunma
amacıyla) Öldürülmesi mubah olur.
2798-
Kılıçları çekmiş ve müslümanlar da az olup karşı koymadıkları taktirde öldürmek
için kendilerine saldırmalarından endişe ediyorsa ve savaşa baskı altında
girmedikleri kanaati mevcut ise, onlarla savaşmakta bir sakınca olmaz. Onların
burada durumları, geceleyin kılıcım çekip başkasının evine giren ve durumundan
ev sahibinin endişe ettiği kişinin hali gibidir. Buna delil olarak da Hz. Ali
hadisi gösterilmiştir. Basra halkına karşı savaşırken askerlerine, onlar size
saldırıncaya kadar onlara Saldir-mayın, demiştir.
Bu istidlalden maksadı
da onlarla savaşmanın mubah olması bakımından bazılarının saldırması hepsinin
saldırması hükmünde olmasıdır. Yani bazıları saldırırsa, hepsi saldırmış gibi
olur ve artık onlarla savaşmak mubah olur. Savaştıktan sonra bir müslüman
onlardan birini öldürse ve daha sonra düşmanın onu zorla savaşa getirdiklerine
dair delil ortaya çıksa, öldüren kişiye ne diyet, ne keffaret düşer.
Çünkü öldürülmesi
helal olan bir adamı, durumunu bilerek öldürmüştür. Öldürülmesi helal olan bir
kişiyi öldürmekten dolayı ne diyet, ne de kefaret gerekir.
2799- Aynı
şekilde elinde silah olup düşmanın saflarında bulunduğu halde müslumanlarla
savaşmıyorsa, hüküm yine aynıdır.
Çünkü düşmanın
saflarında savaşa hazır bulunan kişinin
öldürülmesi de mubah olur. Ancak durumunu araştırmak mümkün ise,
araştırmak müstehap olur.
2800- İçinde
müslümanların da bulunduğu bir düşman gemisini yaksalar veya batırsalar,
müslümanlara bundan dolayı ne diyet, ne kefaret gerekir.
Çünkü işin gerçeğini
bilerek şer'an helal olan bir iş yapmışlardır.
2801- Yine
müslümanların çocuklarını kendilerine kalkan yapsalar ve müslümanlar onları
oklarıyla vursalar, onlara birşey gerekmez. Ancak müslümanları vurmamaya
çalışmaları müstehap olur.
Çünkü müslümanları
vurmama imkanları varsa, mutlaka vurmaktan sakınmaları gerekir. Buna imkanları
yoksa, niyet ve maksat olarak vurmamayı düşünmeleri gerekir. Zira niyet ve
maksat ellerinde olan bir şeydir.
2802- Bundan
dolayı onlara ilişmemek gerekiyorsa, o zaman düşmanı yenmek mümkün olmaz. Yani
bu yola baş-vurulmazsa, düşman yenilmiyecektir.
Çünkü kendileri için
korkan kale veya gemi sahipleri kendilerini korumak için yanlarına müslüman
esirleri alırlar. Bundan dolayı onlarla savaşmak mümkün olmaz. Halbuki bu caiz
değildir. Yani bundan dolayı onlarla savaş terkedilmez Nitekim gemilerinde
kadınları ve çocukları bulunsa, geminin yakılması veya batırılmasında sakınca
olmaz. Sadece kadın ve çocuklarını öldürmeye kastetmek helal olmaz. Aynı yerde
yanlarında müslümanlardan veya zimmet ehlinden bir topluluk bulunduğu zaman da
durum bu şekildedir.
En iyi Allah bilir.[15]
2803- Borçlu
kişi savaşa gitmek isteyip alacaklı kişi de hazır değilse, borcunu ödemeye
yetecek kadar malı varsa, savaşa gitmesinde sakınca yoktur. Savaşa gideceği, zaman
bir adama, kendisine birşey olduğu taktirde mirasından borcunu ödemesi için
vasiyet eder.
Çünkü alacaklının
hakkı borçlunun canında değil, malındadır. Savaşa gitmesiyle onun hakkından
birşey kaybolmuş olmaz. Çünkü alacaklı döndüğü zaman hakkını borçludan tahsil
ediyormuş gibi o işle görevlendirilen kişiden teslim alır. Vasiyet sözünün
belirtilmesi ise, savaşa giden kişinin Allah yolunda şehit olabileceğindendir.
Böyle bir durumda onun yerine borcunu ödeyecek kişiye vasiyette bulunur.
2804- Mal
gerçekte borçlunun malı ise de, hükmen alacaklının malı gibidir. Bu bakımdan
borçlu açısından değil, alacaklı açısından o malın zekatının verilmesi vaciptir.
Borçlu, malı emanet bırakan mesabesinde olur. Halkın emanetleri yanında olan
kişinin, onlar adına sahiplerine verecek birine vasiyette bulunmasında sakınca
yoktur. Borç da bu şekildedir.
Nitekim birinden borç
bir mal alsa ve elinde ondan başkası bulunmadığı halde savaşa gitmek isterse,
döndüğü taktirde sahibine ödemesi için başkasına vasiyet etmesinde sakınca
olmaz. Borçlu olduğu halde ticaret ve hac yolculuğuna çıktığı taktirde
alacaklının hakkım ödeyememesi sözkonusu olmadığında nasıl bir sakınca yoksa,
savaşa gitmesinde de bir sakınca olmaz. Ama borcunu ödeyecek malı yoksa, Ödemek
için kalıp gitmemesi daha iyi olur.
Çünkü borcu Ödemek,
üzerinde bir sorumluluktur, savaşa gitmek ise, eğer bir genel seferberlik
sözkonusu değilse, şahsı üzerine vacip değildir. Üzerinde borç olan şeylerden
kurtaracak şeyler için çalışması onun için evladır. Çünkü farklı hakların
birlikte sözkonusu olması halinde, işe bunlardan en önemlisi ile
başlanır.
2805- Borcun
ödenmesi savaşa katılmaktan daha mühimdir. Çünkü hadiste, borcu ödenmediği
sürece kişinin kabrinde borcun karşılığında rehin olacağı belirtilmiştir. Bir
ölünün yerine borcunu ödemeyi tasadduk ettiği zaman Rasulullah Hz. Ali'ye şöyle
buyurmuştur: "Şimdi onu rahatlattın". Alacaklının izni olmadan
borçlunun savaşa gitmesi mekruhtur. Tıpkı çoluk çocuğuna yetecek malı bırakmadan
birinin hacca gitmesi gibi. Bu onun için mekruh ise, borçlu için daha çok
mekruh olur.
Çünkü hacca giden
kişinin çoluk çocuğunun nafakası peyderpey vacip
olurken, borcun
ödenmesi bir anda vacip olmaktadır.
Alacaklı alacağından
vazgeçmeden borçlunun savaşa gitmesine izin verse bile, borcunu
ödemek için savaşa gitmeyip çalışması müstehap olur. Çünkü savaşa
gitmesine izin vermesiyle
borcundan herhangi birşey
düşmüş olmaz. Onun
için kendini düşünmesi ve daha vacip
olan şeyden işe
başlaması evladır.
2806- Ama bu
durumda da savaşa gitmesinde bir sakınca olmaz.
Çünkü savaşa gitmemek
alacaklının hakkı içindi. Adam hakkının düşmesine razı olursa, savaşa
gitmesinde sakınca olmaz. Tıpkı kölesinin cumaya gitmesine efendisinin izin
vermesi ve kölenin cuma kılmak için gitmesi gibi.
2807- Borç
vadeli ise ve borçlu, borcun vadesi gelmeden önce zahire bakarak döneceğini
biliyorsa, en iyisi borcunu ödemek için kalıp çalışmasıdır. Ama bu durumda da
gitmesinde bir sakınca olmaz.
Çünkü borcun vadesi
gelmeden Önce alacaklının onu engellemeye hakkı yoktur. Çünkü böyle birşey
borcunu ödemesini istemek olur. Halbuki vade varken borcu istemek olmaz. Onun
için bu kişi ile gitmesine izin verilen kişi aynıdır.
2808-
Rasulullahın buyurduğuna bakarak böyle bir kişinin gitmesinin
daha iyi olacağı
sonucu çıkarılmıştır. Çünkü hem
Cebrail hem de Rasulullah, Allah yolunda öldürülmenin keffaret olacağı, ancak
borcun mutlaka o kişiden alınacağını belirtmişlerdir. Asıl borçlu, söz konusu
borcu kendisinin aynı oranda alacaklı olduğu bir üçüncü kişiye havale etse, o
taktirde borçlunun savaşa gitmesinde sakınca olmaz.
Çünkü alacaklının
borcunu başkasına havale etmesiyle o borçtan kurtulmuş olur. Ödeyecek olan
ikinci kişinin borcu ödemesi halinde yerine ödediği kişi döndüğünüzde artık
ondan birşey talep edemez.
2809-
Borcunu başkasına havale eden kişinin ondan alacağı yoksa, savaşa çıkmaması
müstehap olur.
Çünkü havale eden
kişinin borcundan kurtulsa bile, kendisine havale edilen borç hala kendi
üzerindedir. Yani kendisine havale edilen üçüncü kişi borcu ödediği taktirde,
asıl borçluya geri dönme hakkına sahiptir.
2810-
Alacağı havale edilen değil de, üzerine borç havale edilen kişi savaşa
çıkmasına izin verirse, çıkmasında sakınca olmaz.
Çünkü üzerinde
alacaklının hakkı kalmamış olur. Sadece üzerine borcun havale edildiği kişi ile
ilişkisi kalmıştır. Bunun da onun hakkında verdiği izin muteberdir.
2811- Borçlu
borcunu havale etmeyip kendi isteği olmaksızın başka birisi onun borcunun ibra
esdilmesi şartıyla, borçluya kefil olursa, borçlunun savaşa gitmesinde sakınca
olmaz. Alacaklı yahut kefilden de izin alması gerekmez.
Çünkü kendiliğinden
ibra edilince isteyenin hakkından kurtulmuştur. Kendi isteği dışında kefil
olan kişi tazminat olarak kendiliğinden ödediği için de ödeyen kişiye bir şey
ödemez.
2812- Kendi
emriyle biri borcuna kefil olmuşsa, asilin ve kefilin emrini almadan çıkması doğru olmaz.
Çünkü her ikisi onu
istemektedir. Asil, ondan borcu istemekte, kefil de düşürdüğü kefaleti ödemekten
kurtarmasını istemektedir.
2813- Eğer
kefalet borçlunun emri ile olmazsa, isteyen kişinin iznini alması lazımdır.
Çünkü borcunu Ödemesini isteme hakkı bulunmaktadır. Kefilden emir istemesi ise
gerekmemektedir.
Çünkü burada kefilin
kendisine vereceği bir şey yoktur.
2814- Batıl
bir konuda şahsı bulup getirmeye kefil olmak bu şekildedir. Onun emri ile
bulup getirmeye kefil olursa,
kefilin emri olmadan
savaşa çıkması doğru olmaz.
Çünkü o kişi kendisini
içine düşürdüğü durumdan kurtarmak için mahkemeye çağıracaktır.
2815- Ama
emri olmadan kefil olmuşsa, iznini almadan çıkmasında bir sakınca olmaz.
Çünkü kendisinden
istediği birşey yoktur.
2816- Borçlu
iflas etmiş ve borcunu ancak mücahitlerle beraber darulharbte ticaret yaptığı
taktirde ödeyebilecek durumda ise, alacaklıdan izin istemeden çıkmasında bir
sakınca yoktur.
Çünkü burada amacı
borcu ödeyebilmektir. O da üzerinde bizzat sorumluluk olan bir şeydir. Yani
borcu ödemek için verecek maldan sorumludur.
2817-
Borcumu ödeyebilmek için ganimetten pay tahsisi yahut pay alabilirim, ümidiyle
savaşa çıkmak istiyoruın derse, bana göre alacaklıdan izin almadan çıkmaması
uygun olur.
Çünkü savaşta ölme
tehlikesi vardır. Ama ticarette ölme tehlikesi bu şekilde yoktur. Netice olarak
alacaklı onun çıkmasını tasvip etmiyorsa, çıkmaya hakkı olmaz. Ama İzin
verirse çokmasında sakınca olmaz. Kendisi bunun farkında olmasa bile, izin
olduğu takdirde çıkabilir.
Rivayete göre bir adam
Rasulullaha gelerek evlendiği kadının mehrini ödemesinde yardımcı olmasını
istemiş, Rasulullah da verecek bir şeyi olmadığını buyurmuş ve şöyle demiştir:
"Ebu Katade'yi bir seriyye başında görmek istiyorum, onunla beraber git,
belki Allah eşinin mehrini karşılayacak bir ganimet verir", öafataii
kabilesinin bir bölgesine gittiler, ganimetler aldılar ve adam eşine mehir
olarak verecek mal elde etti. Rasulullah çıkmak için eşinden izin almasını
söylemedi"
Bundan da anlıyoruz ki
izin almadan çıkmak caizdir. Seferberlik genel ise, o zaman borcu ödeyecek malı
olsun olmasın yahut alacaklı kendisine izin versin veya vermesin, borçlunun
çıkmasında sakınca olmaz. Çünkü bu durumda savaşma gücü yeten herkesin üzerine
farzı ayndır. Erteleme imkanı da yoktur. Ama borcun ödenmesinin ertelenmesi
mümkündür. Çıkmamanın zararı borcu ödememenin zararından daha büyüktür. Çünkü
çıkmamanın zararı bütün müslümanlara dokunur. Onun için iki zarardan daha büyük
olanı gidermekle meşgul olması vaciptir. Alacaklının da onu bundan alıkoyma
hakkı olmaz. Onun için borçlunun ondan izin alması da gerekmez.
2818-
Müslümanların savaşmak için gittikleri yere gittiğinde bakar; müslümanlar için bir tehlike mevcutsa savaşır,
ama onlar için tehlikeli bir durum yoksa, alacaklının izni olmadan savaşması
doğru olmaz.
Çünkü savaştığı
taktirde ölebilir ve borcu ödenmemiş olur. Savaşmasıyla alacaklının hakkını
tehlikeye atmış olur. Onun için alacaklının izni olmadan böyle yapmaması daha
iyi olur.
2819-
Borçlunun adı kütükte yazılı olup komutanı savaşa çıkması için emir verecek
olursa, durumunu devlet başkanına bildirmesi için borçlu olduğunu komutana
bildirmesi lazımdır. Devlet başkanı bu durumda görülecek iş için diğerlerini
yeterli buluyorsa, savaşa çıkarmayabilir. Ama çıkmasını istiyorsa, devlet
başkanına itaat eder.
Çünkü böyle bir
şeyde devlet başkanına itaat
etmesi vaciptir. Özrünü
bildirdiği halde
kendisi mazur görmeyip çıkmasını emretmişse, ona itaattan daha faziletli bir iş
olmaz. Devlet başkanından izin alamıyorsa ve çıkmadığı taktirde kendisine
düşecek paydan mahrum olmamak için yemin etmekten de korkuyorsa, alacaklının
izni olmadan çıkmasında sakınca olmaz.
Çünkü bu çıkması,
borcu ödemek için bazı yollara başvurmak demektir.
2820-
Çıkmamaya gayret ettiği taktirde bundan sağlanan geçimi kesilecekse, o zaman
borcunu ödemesi daha çok tehlikeye girer.
2821-
Mücahidin borcu olmayıp anne babası yahut onlardan birisi hayatta olup savaşa
gitmeyi kendisine yasaklıyorsa, onların izni olmadan savaşa çıkmaması onun
için müstehap olur. Zira adamın biri Rasulullaha gelerek "ey Allahm
Rasulü, seninle beraber cihad etmek için geldim, annem ve babam da geldiğim
için ağlıyordu" dedi. Rasulullah ona "Git, ağlattığın gibi onları
güldür" buyurdu. Bir başkası da "annem istemediği halde sizinle beraber
cihad etmek istedim" dedi. Rasulullah ona da "Annenin yanında kal,
şüphesiz cennet ayaklarının yanındadır", buyurdu.
2822- Genel
seferberlik halinde ise anne ve babası istemese de çıkması gerekir.
Çünkü cihada çıkarak
hem kendini, hem onları korumaktadır.
2823-
Seferberlik genel olmayıp devlet başkanı cihada çıkmasını bildirmişse, o zaman
anne ve babasının durumunu ona bildirir, buna rağmen çıkmasını emrederse, ona
itaat eder.
Çünkü devlet başkanı
burada anne ve babası gibi kendisine vacip olan bir hakkı yüklemiştir.. Yani
adamın adı kütükte yazılı ise, kölenin efendisine itaat ettiği gibi devlet
başkanına itaat ederek cihada çıkması gerekir.
Nitekim istese de,
istemese de çıkmaya mecbur edebilir. Kölenin efendisine tabi olduğu gibi
yolculukta da, ikamette de devlet başkanına tabi olur. Kölenin anne ve babası
istemese de efendisine itaat ederek cihada çıkması vacip olduğu gibî, askerin
de devlet başkanına itaat etmesi gerekir.
2824-
Seferberlik genel değilse, köle efendisinin izni olmadan cihada gitmez.
Çünkü efendiye hizmet
ve ona itaat etmek köle üzerinde farzdır. Yani kölenin şahsı üzerinde farzdır.
2825- Genel
seferberlik zamanında efendisinin izni olmadan köle savaş meydanına çıkabilir.
Çünkü çıkarak kendini,
efendisini ve bütün müslümanlan savunur.
2826-
Zaruretin kesin olması halinde efendisinin kölesini cihada çıkmaktan ve
savaşmaktan alıkoymaya hakkı olmaz. Ondan izin alması da gerekmez. Cihada
çıkmada sözleşmeli köle ( mükateb) ,
diğer köleler gibidir.
Çünkü bu çıkış hali,
sözleşme ile sabit olan kurtuluş kapsamında değildir. Çünkü o sözleşme malı
kazanma ile sınırlı bir şeydir.
2827- Hür
kadının mahremi yanında savaşa çıkması caizdir. Yaralıları tedavi eder,
hastalara bakar, müslümanlar üç günlük
ve daha fazla yolculuk yapacakları taktirde, yaşlı da olsa, genç de olsa
mahreminin izni olmadan çıkamaz. Çünkü
Rasulullah "Kocasının beraberinde
yahut mahrem bir yakını olmadan kadın üç gün üç geceden fazla yolculuk
yapmaz" buyurmuştur. Ama
yolculukları daha kısa bir yere ise,
mahremi olmadan çıkmasında bir sakınca yoktur. Fakat evli ise, ancak kocasının
izni ile çıkabilir. Fakat seferberlik
genel olup kadının
çıkması da müslümanlarm takviyesi
için gerekli ise, çıkabilir. Savaşacak erkekler bulunduğu taktirde kadının
bizzat savaşması da uygun olmaz. Çünkü kendisi avrettir. Savaş esnasında bir
tarafının açılması da söz konusu
olabilir.
Sonra, kadının savaşa
bizzat katılması müslümanlar hakkında şüpheye yol açabilir. Çünkü düşman
kadınların yardımına muhtaç olacak kadar müslümanların zayıfladığını
düşünebilir. Ancak ihtiyaç halinde kadının savaşmasında sakınca olmaz. Nitakim
Uhud günü Nesibe Binti Ka'b müslümanlar çekilirken Rasulullahm yanında savaşmıştır.
Rasulullah "Bugün Nesibe'nin makamı falan filanın makamından
üstündür" buyurmuştur. İhtiyaç halinde savaşmasından dolayı onu övmüş ve
takdir etmiştir.
Böylece anlıyoruz ki
ihtiyaç halinde kadının bizzat savaşmasında sakınca yoktur. Devlet başkanı
halkı savaşa çıkmaktan ve savaştan nehyederse, seferberliğin genel olması
dışında, ona itaatsizlik etmeleri doğru olmaz.
Çünkü yasak olmayan
bir işde, kölenin efendisine itaat etmesi gibi, devlet başkanına itaat
vaciptir. Genel seferberlik dışında, köle efendisinin izni olmadan nasıl
çıkamiyorsa, burada da çıkamaz. En iyi Allah bilir.[16]
2828- Allah
yolunda (savaşta) kişinin çıngırak taşımasında ve müslümanların kalelerinde
çıngırak bulundurmasında bir sakınca yoktur.
Çünkü bu, müslümanları
güçlendiren ve uykuya dalmalarını önleyen bir şeydir. Çıngırağın
kullanılmasının mekruh oluşu, eğlence olarak kullanılması ve müslümanları
düşmana veya hırsızlara göstermesi bakımındandır. Bu durum söz konusu değilse,
kullanılmasında sakınca olmaz. Çünkü Rasulullah "Ameller niyetlere
göredir" buyurmuştur. Savaşta ata giydirilen zırhla beraber çıngırak takılmasında
da sakınca yoktur. Çünkü savaşın hilelerinden biri olup düşmanı ürkütmeye
yarayabilir.
2829-
Halkın toplanması için davulların
çalınmasında da sakınca yoktur.
Çünkü bu bir eğlence
değildir. Mekurh olan, eğlence davuludur. Tef gibi. eğlence için çalınması
mekruh ise de nikahın duyurulmasında çahnmasındaki ber sakıncası yoktur.
2830- Savaşta
insanların toplanması için müslümanların çan çalması yahut boru Öttürmeleri
doğru değildir.
Çünkü bunlar
hiristiyan ve yahudilerin yaptığı şeylerdir. Onlara benzememiz yasaklanmıştır.
Zaten amaç bundan başka şeylerle de gerçekleşmektedir. Amacı başka şeyler ve
yollarla gerçekleştirmek mümkün olduğu takdirde yasaklanmış şeyleri
kullanmamız caiz olmaz.
2831-
Müslümanların şehir ve kalelerinde namaz kılmak, nöbet tutacak yeterli kişiler
olduğu taktirde, nöbet beklemekten daha faziletlidir. Çünkü ibadet mefhumu daha
güzel gerçekleşmektedir. Ama nöbet bekleyecek yeterli kişi yoksa, o takdirde
nöbet beklemek daha üstün olur. Zira nöbet beklemek bu yere mahsus bir şey olup
kişi bundan başka yerlerde nafile namaz kılma imkanına da sahiptir. Mekkede
tavaf etmek ile namaz kılmak gibidir. Bu sebepten dolayı yabancılar için, tavaf
etmek namaz kılmaktan üstündür. Ama kişi hem namaz kılmayı hem de nöbet
beklemeyi yapabiliyorsa, yapabilir.
Çünkü iki ibadeti
yapmak birini yapmaktan üstündür . Oruç ve itikafı, tavaf ile Kur'an
tilavetinin ikisini yapmak gibi.
2832-
Kıbleye dönerek kılması nöbet beklemekten
alıkoyuyor ve kıbleye dönmeden hem nöbet beklemek hem namaz kılmak istiyorsa,
yapamaz. {Kıbleye dönerek kılması lazımdır.)
Çünkü bilerek kıbleye
yönelmeden namaz kılmak zaruret hali dışında caiz değildir. Burada ise zaruret
meydana gelmez. Çünkü nöbet beklemek sadece onun şahsının yapacağı bir şey
olmayıp başkaları da yapabilir.
2833- Farzı
doğuya, batıya ve kuzeye kısmen dönerek kıldığı takdirde nasıl caiz olmayıp
manazı tekrar kılması gerekiyorsa, nafile namazı da bu şekilde kılamaz.
Çünkü farz ve ve
nafile namazlarda kıbleye yönelmek gereklidir ve ikisi için bu gereklilik
aynıdır.
2834- Yüzünü
kıbleden çevirmeyerek farz namazda biraz
meylederek kıldığı takdirde namazı tekrar kılması gerekmez. Çünkü hem namaz
kılma hem de nöbet bekleme ibadetini yerine getirmiş olur. En iyisi, namazı
uzatmadan iki rek'at kılıp nöbet tutmaya dönmesidir. Her iki rek'at başında bu
şekilde nöbet bekler. Namazı çok kısa da kilsa nöbette ihmalkarlığı sözkonusu
olacaksa, namazı bırakır. Tıpkı kıbleye
yönelerek namaz kılmasının mümkün
olmaması gibi. Ama hem namaz kılma hem nöbet beklemeyi beraber
yürütebiliyorsa, ikisini de yapar.
2835-
Savaşta ve savaş dışında atın boynuna gerdanlık: takmasında sakınca yoktur.
Çünkü gerdanlık takmak
savaşçı olan ve olmayan binicilerin şeylerdendir. Müslümanların güzel gördüğü
şey Allahm yanında da güzeldir. Kr varki yay takmaları doğru olmaz. Çünkü
hadiste "Atların boynuna gerdanlı takın, ama yay takmayın"
denilmiştir. Yasağın sebebi ise atın yayla boğulup ö tehlikesidir. Onun için
atın boynuna yayın takılması mekruh olmuştur.
2836-
Savaşta ve savaş dışında ince ipeğin giyilmesi mekruhtur.
Çünkü ince ipek
silahtan korunmak için değil, rahatlığı için giyilir.
2837-
Savaşta yararlanılan kalın ipeğin hükmünü hakkındaki ihtilafı daha önce
belirtmiştik.
2838-
Mücahidin atının zırhında hayvan resminin bulunması mekruhtur.
Eyer ve halkalımda
da bulunması mekruhtur. Giydiği
elbisesinde bulunması da aynı şekildedir. Bu
şeylerde ağaç resimlerinin bulunmasında sakınca yoktur.
Rivayete göre
Rasulullaha üzerinde kuş resmi bulunan bir kalkan hediy{ edilmiş, o da sabaha
kadar o resmi yok etmiştir. Rasulullah için bunu meleğe yaptığı da söylenir. Bu
da böyle bir şeyin kullanılmasının mekruh ol<duğurn_ gösterir. Hayvan
resimlerinin ancak üzerinde yatılan ve oturulan halı, yastık gıb şeylerde
bulunmasına ruhsat vardır. Zira Cebrail aleyhisselam RasulullaJha "y,
bunların başlan kesilir yahut yastık yapılıp üzerine oturulur" Çünkü bu
durumcU resmin yüceltilmesi ve resimlere yahut heykellere tapan kişilere
benzemek söz-konusu olmaz. Ama dikilen, giyilen veya bir yere asılanlar böyle
değildir _ Çünkt bu durumda onlara tapan kişilere benzemek yahut onları
yüceltmek: sözko-nusudur. Onun için mekruh olur. Bundan da anlaşılıyor ki
kapının üzerine hayvan resimli yaygıların asılması mekruhtur. Çünkü bu
yaygıların üzerine basılmıyor, aksine asılıyor. Üzerinde hayvan resmi bulunan
perde ve peştemalin kullanılması da mekruhtur.
2839- Evde
kullanılan kaplarda insan ve hayvan resimlerinin bulunması da mekruhtur.
Çünkü bunlar serilen
ve üzerinde oturulan şeyler değildir.
2840-
Savaşta altından veya gümüşten yapılmış göğüs zırhı ve miğfer taşımakda sakınca
yoktur.
Ebu Yusuf ve
Muhammed'in görüşüdür. Ebu Hanife'nin görüşüne göre ise mekruhtur. Hakkındaki
ihtilaf savaşta dibac (dallı, çiçekli ve ipekli) kumaşın giyimi hakkındaki ihtilaf
gibidir. Çünkü Rasulullah "Bu ikisi ümmetimin kadınlarına helal,
erkeklerine haramdır" buyurmuştur. Bu şekilde resimli elbise giymekle
bunu giymek arasındaki fark oraya çıkmaktadır. Çünkü bunun yasaklanması hem
kadın, hem erkek için geneldir. Böylece zaruret durumu dışında buna ruhsatın
olmadığım anlarız. İpek ve altın kadınlara süs için mubah görülmüştür. Yani
kendilerine yarar sağladığı için bunlara ruhsat verilmiştir, yoksa zaruretten
dolayı değildir.
2841-
Düğmeleri ipek veya altın olan bir elbiseyi
savaş dışında da giymede sakınca yoktur.
Çünkü bir, iki ve üç
parmak kadar ipek için ruhsat vardır.
2842-
Erkekler için altın düğme ve elbisenin katlı kenarlarında altının bulunması
(bulunması) mekruh olduğu gibi, altın yüzük de mekruhtur. Ama içinde çivi gibi
altın bulunan gümüş yüzük takmasında sakınca olmaz.
Çünkü bu az olup
elbisedeki düğme mesabesindedir. Elbisenin düğme ve katlı kenarları ( kol
ağızlan) da bu şekildedir.
2843-
Üzerinde hayvan resmi bulunan silahı kullanmak için zaruret varsa,
kullanılmasında sakınca olmaz.
Çünkü Ölü eti yemede
olduğu gibi, zaruret olan yerlerde haram olmaz. Resmin başı kesik yahut yüzü
silik ise, gerçek resim sayılmaz.
Çünkü mekruh olan,
canlı hayvan resmidir ve bu da başsız olmaz.
2844-
Kabenin üzerine canlı resmi bulunan bir örtünün Örtülmesi mekruhtur.
Çünkü bütün
mescitlerde resimlerin bulundurulması mekruh olduğu gibi Kabe üzerinde
bulunması evveliyetle mekruh olur.
2845-
Resimlerin başları görülmeyecek şekilde sıvanıp kapatılırsa, sakıncası kalmaz.
Çünkü bu durumda artık
resim değildir.
2846- Yine
evin duvarlarındaki resimlerin yüzleri sıva yahut alçı ile kapatılırsa, mekruh
olmaktan çıkar. Sahibi istediği zaman sıvayı söküp atabileceği bir durum da
olsa, sakıncası ortadan kalkar.
Çünkü mekruh oluşu, resme
saygı göstermeklen ve, heykellere tapanlara benzemekten ileri gelmektedir.
Sıvama yahut alçılama ile bu durum ortadan kalkmış olur.
2847- Silah
üzerindeki resimlerin üzerine kaplama yaparsa ve elbise üzerindeki resimlerin
üzerine de dikişler geçirir yahut bir yama yaparsa, artsk mekruh olmaktan
çıkar.
Çünkü bütün bunlarla
mekruh olmaktan çıkar.
2848-
Bayrak ve sancaklarda
da canlıların resimleri mekruhtur.
Çünkü bunlar yukarı
asılan şeylerdir.
2849- Bayrak
ve sancakların üzerinde ağaç ve başka şeylerin resimlerinin bulunmasında
sakınca yoktur. Çünkü hadiste belirtildiği gibi mekruh olan şeyler, canlı
resmi olanlardır. Hadiste "Kıyamet günü onu yapan kişiye ruh üfürmesi
teklif edilir, fakat üfüremez" denilmektedir.
2850-
Sıcaktan ve soğuktan korunmak için evin duvarlarını üzerinde resim bulunmayan
aba ve kalın ketenle ört-nıekde bir sakınca olmaz.
Çünkü bu ikisi süs
için değil, yararlanmak içindir. Bunlardan süs olanlar
mekruh olur.
2851-
Rivayete göre Hz. Ömer bunların çıkarılmasını emretmiştir. Selmani Farisi de
bir evde bunu gördüğü za-nıan
"Eviniz sıtmalı mı yahut Kinde'dc Kabe mi değişmiştir?"
diyerek yadırganılır. Böylece başka evlerin Kabe'ye benzerliği sebebiyle bunun
mekruh olduğunu anlıyoruz.
Ebu Hanife'nin
görüşüne göre üzerinde oturmak ve yatmak için ipeğin yere serilmesinde sakınca
yoktur. İpeğin yastık yapılmasında da sakınca yoktur. Sadece giyilmesi
mekruhtur. İmam Muhammede göre ise ipeğin giyilmesi mekruh olduğu gibi yastık
yapılması ve yere serilmesi de mekruhtur. Bu görüş Ubeyde es-Selmani'den
nakledilmiştir.
2852- Şüphe
yok ki üst kaftanın ipek olması
mekruhtur.
İmam Muhammed, Hz.
Ali'nin hadisini delil göstermiştir. Medayin şehrinde binmek için Sasani
valisinin atı getirildiğinde Hz. Ali elini eğerin halkasına atınca, kaymıştır.
Bu nedir? deyince, dibactır dediler. Binmek istemedi.
Bunun üzerinde
oturmanın sakıncası yoksa, altm sergi üzerine oturmanın da sakıncası olmaz,
demiştir. Çünkü ikisini aynı gönnek, bıraktığı etki bakımındandır. İttifakla
altın sergi üzerinde oturmak mekruh ise, bu da mekruhtur. Üzerinde oturulacak
altm sergiye ruhsat verildiği halde yemek için altm tabaklara nasıl ruhsat
verilmez!
2853-
Yüzüğün kaşında canlı resmi olmasında sakınca yoktur.
Çünkü bu göze pek
görünmez ve uzaktan pek sezilmez. Ama uzaktan görülenler mekruh olur. Sonra,
resim ve heykellere benzeme ve resmi tazim etme de bununla meydana gelmez.
Huzeyfe îbn el-Yeman'ın yüzük kaşında iki canlı resmi vardı ve bu ikisi
arasında Kur'an'dan birşeyler bulunuyordu. Ebu Musa el-Eş'ari' nin yüzüğünde
yatan bir arslan resmi bulunuyordu. Nitekim başında tacı ile tahtı üzerinde
oturan yabancı ülke kiralı resminin üzerinde bulunduğu para ile müslü-manm
namaz kılmasında sakınca yoktur.
2854- Kişinin
evinde üzerinde oturmadığı bir serginin ve içinde yiyip içmediği ve yalnızca
süs için kullandığı altın ve gümüş tabakların bulunmasında sakınca yoktur.
Muhammed İbn el-Hanefiyye'nin evinde bunlardan bulunduğu ve kendisine bunlar
sorulduğunda "Kureyşten bir kadınla evlendim, o getirdi" dediği rivayet
edilir. En iyi Allah bilir.[17]
2855-
Müslümanların düşman kalelerini ateşle yakmak, içindekilerini su ile boğmak,
onlara karşı mancınık kurmak, sularını kesmek, sularını bozmak için kan, zehir
ve ilaç katmakta bir sakınca yoktur.
Çünkü onları yenmek ve
güçlerini kırmakla mükellefiz. Söylediğimiz bütün bunlar savaş tedbiri olup
düşmanın gücünü kırmak İçindir. Onun için emirlere muhalefet değil, bilakis
onları yerine getirmektir. Diğer taraftan bütün bunlar düşmana zarar
vermektedir. Sevap kazanmanın da sebebidir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Kafirleri öfkelendirecek bir yere ayak basmaları ve düşmana karşı bir
başarı kazanmaları, ancak bunların karşılığında kendilerine salih bir amel
yazılması içindir".[18]
Onlar arasında büyük, küçük, kadın, erkek eman altında olan kişilerin yahut
müslümanların esirlerinin bulunduğunu bilmemiz bu işleri yapmaya engel
değildir. Çünkü düşmanı mağlup etme emrini yerine getirmek için bunlara isabet
ettirmemek mümkün değildir. Sakınmanın mümkün olmadığı şey de afvedi İm iştir.
2856-
Belirttiğimiz kişilerden bu sebepten
dolayı helak olanlar olursa, m üsl umanlar a bundan dolayı birşey gerekmez.
Çünkü yaptıkları bu iş
mubah, istenilen ve emredilen bir şeydir. Kaçınılması mümkün olmayan şeyler
bağışlanmış sayılır. Bundan dolayı dünyada ve ahirette herhangi bir sorumluluk
düşmez.
2857- Bunun
dayanağı şudur; Hz. Peygambere düşman erkekleriyle beraber evlerde kadın ve
çocukların öldürülmesinin durumu kendisine
sorulduğunda "Onlar onlar -
dandir"
buyurmuştur. Yine Hz. Peygamber Şam bölgesinde bir yer olan Ubna'ya saldırıp
yakması için Usame İbn Zeyd'i görevlendirmiştir. S el man, Taif kalesine mancınık
kurması için Hz. Peygambere söylemiş, o da mancınık kurmuştur. Yine Hz. Ömer,
kuşatılan Tüster şehrine karşı mancınık kurması için Ebu Musa el-Eş'a-ri'ye emretmiş,
o da mancınık kurmuştur. İskenderiye şehrini ku = satan Amr İbn el-As da ona
karşı mancınık kurmuştur. Hayber'de kalelerden biri olan Natat kalesinin suyunu
Ra= sulullah kesmiştir. Bunların yerde biriken sulardan içtiklerini Öğrenince
sularını kesmiş, onlar Ha suları bittikten sonra susuz kalıp teslim olmuşlar ve
nıüsliimanîar muzaffer olmuşlardır. Seleme İbn el-Ekva'dan rivayet ediliyor;
Muaviye zamanında denize açıldık, düşmanla karşılaştık, onlara lav silahıyla
ateş ettik.
Bütün bunlardan
anlıyoruz ki düşnaın savunma ve korunma halinde bulunduğu sürece bunda bir
sakınca yoktur. Ancak esir alındıktan sonra kişilerin ateşle yakılması
haramdır, İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre Rasuluî» lalı seriyyeyi
göndermiş ve onlara şöyle buyurmuştur: Falan kişiyi ele geçirirseniz ateşte
yakınız. Çünkü o adam, Rasulullahın kızı ZeyneVin bindiği deveyi vurmuş ve
Zeyneb'in düşük yapmasına sebep olmuştur. Ondan sonra Rasulullah sözünü geri
alarak "Onu ele geçirirseniz öldürünüz, yakmayınız, çünkü ancak Allah
ateşle cezalandırır" buyurmuştur, Rasulullah, Muaz İbn Cebel'i Yemen'e
gönderirken ona şöyle buyurmuştur: "Falan kişiyi ele geçirirsen ateşle
yak". Muaz ayrılacağı zaman Rasulullah çağırıp ona şöyle demiştir:
"Bunu öfkeli iken sana söyledim, Allah'ın azabıyla khi'senin azap vermeye
hakkı yoktur. Allah seni ona karşı muzaffer kılarsa, öldür".
Bundan da anlıyoruz ki
yakalandıktan sonra düşman esirlerin ateşte yakılması mekruhtur. Ama karşı
koyan ve savaşan kişilerin savaş esnasında yakılmasında bir sakınca yoktur.
2858- Savaş
esnasında lakap takınmak, mensubiyet duygularını öne çıkarmak, şiir okumakta
sakınca olmaz. Yeterki müslümanların birbirlerini kötülemeleri yahut birbirlerine
karşı böbürlenmeleri sebebiyle "nüslümanlar arasında kin ve nefret sebebi
olmasın. Çünkü şiir okuma ve lakapla öğünme gibi şeyler savaşı alevlendirmekte
ve savaşanların (düello yapanların) çabalarım artırmaktadır. Bir müslümana
eziyet etmemesi şartıyla bu gibi şeylerde bir sakınca olmaz, ama müslümana
eziyet ederse, caiz olmaz.
Bunun dayanağı şudur:
Hendek günü ashabı kiram hendek kazıyor ve şiirler okuyordu. Rasulullah şöyle
buyurdu: "kötülük istemiyen (kimseye eziyet etmeyi amaçla-mıyan) kişinin
okuyacağı şiirden kimse öfkelenmez, ama Ka'b İbn Malik ve Hassan İbn Sabit
hariç. Çünkü bu ikisi bundan çok sözler bulurlar".
Rasulullah ikisine
birşeyler söylemeyi yasakladı. Rasulullah başkalarıyla beraber kazıyor ve
"Allahim, ahiret hayrından başka hayır yoktur, Ensar ve Muhacirlere mağfiret
et" buyuruyordu. O gün kesekler taşıyor ve şöyle diyordu: "Bu
develer Hayber develeri değildir, bunlar onlardan daha temiz ve daha
iyidir". Bundan da anlıyoruz ki mücahidlerin şevkini artıran ve savaşa
teşvik eden bu ve benzeri şeylerde sakınca yoktur.
2859-
Düşmanın zorla ele geçirdiği ve düşman saflarında tuttukları müslüman bir
adamı, müslüman olduğunu bilmeden başka bir müslüman vurup öldürse yahut müslüman
olduğunu bilip özellikle onu vurmamaya gayret ettiği halde isabet edip öldürse
yahut müslüman olduğunu bilmeden özellikle onu vursa, vuran adama ne bir diyet
ne keffaret gerekir.
Çünkü mutlak olarak
düşmanın saflanna atış yapmak onun için helaldir. Bundan dolayı kendisine bir
sorumluluk düşmez.
2860- Ancak
düşmanın zorla ele geçirdiği bir müslü-man olduğunu biliyor ve durumunu bildiği
halde özellikle onu vuruyorsa, genel kurala (kıyasa) göre kendisine kısas
gerekir.
Çünkü bu, kasten
öldürmektir. Kasten Öldürmek de kısası gerektirir. Ra-sulullahın "Kasten
öldürmek kısası gerektirir" sözü bunu teyid etmektedir.
2861-
İstihsana göre ise, kısas gerekmez.
Çünkü düşman safında
durmaktadır ve düşman saflarına atış mubahtır. Öl-dürülebilecek bir yerde
olması kısasın düşmesi için bir şüphe sayılır. Çünkü kısas şüphe halinde
uygulanmayan bir cezadır.
2862- Ama
malından onun diyetini vermesi lazımdır.
Çünkü şüpheli
durumlarda diyet gerekir. Bu adam, kanı helal olmayan bir adamı öldürmüştür.
2863- Ancak
kendisine kefaret gerekmez.
Çünkü bu işi kasten
yapmıştır.
2864- Atıcının yayı kopup ok müslüman saflarında bulunan
bir müslümana isabet etse yahut başka tarafa gidip savaş için
gelmiş müslüman bir
adamı öldürse, vuran kişiye hem diyet hemde
kefaret düşer.
Çünkü hata ile
öldürmüştür. Hata ile öldürme durumunda diyet ve kefaret gerekir. Bu konu ile
ilgili olarak şu hatalar meydana gelebilir:
2865- Mesela
düşman safında görünce, düşmandan sanarak özellikle onu vurması ve o kişinin
müslüman olduğunun ortaya çıkması. Gerçekten bu bir hatadır.
Çünkü bizzat bir şahsı
hedef almış ve vurmuştur. Zannetmesi, fiili ile muttasıl değildir. Yani
düşmandan zannetmesi ile o kişiyi vurması ayn şeylerdir. Bunun hata olduğunu
sünnetten öğreniyoruz. Ebu Huzeyfe el-Yeman'ı müslümanlar düşmandan zannederek
kılıçlarıyla öldürmüşler, Rasulullah diyetinin verilmesini emretmiştir. Oğlu
Huzeyfe İse diyeti müslümanlardan almayıp bağışlamıştır.
2866- Düşman
kalesini mancınıkla dövseler ve kalede bulunan müslüman bir tüccarı yahut bir
esiri öldürseler, vuranlara birşey gerekmez. Bu kişi düşman arasında olduğunu
bildirmiş olsa bile, durum aynıdır.
Çünkü belirttiğimiz
gibi atış yapmak mutlak olarak mubahtır.
2867- Yine
bir sığınakta duman yapsalar ve sığınağın içinde bulunanlarla beraber aynı yerde
bulunan bir müslüman da ölse, müslümanlar a birşey gerekmez.
Çünkü duman yapmaları
mubahtır.
2868- Ancak
sığınaktaki kişileri duman yapmadan öldürme imkanları olursa, duman
yapmamaları evla olur. Fakat ancak duman yaparak öldürme imkanları varsa, bu şekilde
öldürmelerinde bir sakınca olmaz.
Çünkü duman ile
müslümanları değil, düşmanı öldürmeyi amaçlamışlardır. Bu da mutlak olarak
işlemeleri mubah bir iştir. Fakat hata ile öldüren kişinin müslümanları
Öldürmekten sakınması lazımdır. Çünkü genel olarak bundan sakınmak mümkün olur.
2869-
Mancınık taşı geri dönüp müslümanlarm karargâhında bulunan bazı müslümanmları
öldürse, onların kefaret ve diyetlerini ipleri çekenlerin vermesi gerekir.
Çünkü bu genel olarak
sakınılması mümkün bir hatadır.
2870- Öldürülenlerin
diyet ve kefaretlerini mancınıki tutan ve taşı tutup doğrultan kişi değil,
ipleri çekenler verirler.
Çünkü atıcıların
kendileri ipleri çekmektedir. Zaten taşı tutup doğrultan ve mancmıkı düzelten
kişinin değil, ipleri çekip atış yapanların fiili ile taş gitmektedir.
2871- Taş,
atanların kendileri üzerine düşüp onlardan bir adamı öldürse, diyetini
vermeleri gereken yakınları (âkileleri) onun diyetini vermesi gerekir. Ancak
verecekleri miktar onun payı kadar az olur. Mesela yirmi kişi olmaları halinde,
diyeti yirmide bir kadar eksik olur.
Çünkü onlarla beraber
kendini öldürmüştür. Onun için payı kadar diyeti az olur. O da diyetin yirmide
biri kadardır. Tıpkı bir adamı hem kendisinin hem başkalarının yaralaması gibi.
2872- Her
birine tam kefaret düşer.
Çünkü kefaret İşlenen
fiilin cezası (karşılığı) dır. Sonra, kefaret bölünme kabul etmez. Diyet ise
böyle değildir.
2873-
Düşmanlar müsluman çocukları kendilerine kalkan yapacak olsa, müslümanin
onlara atış yapmasında sakınca olmaz. Çocuğa isabet edecek olursa, atan kişiye
bir şey gerekmez.
Çünkü atış yaparken
müslümanı değil, düşmanı hedef almaktadır.
2874- Müslümanlar
bunun için diyet verecek yahut kefaret
Ödeyecek olsalar, o zaman
savaşmazlar. Vurduğu kişilerden
dolayı kendisine kefaret
gerekecek olan kişi nasıl savaşsın! Diyeti ödemediği
taktirde günahkar olacak ve Allahm bağışlaması dışında, ölünce günahkar olarak
Rabbinin huzuruna çıkacak olduğuna inanan bir kişi nasıl çarpışsın.
Bu da hata eden
kişinin günahkar olacağını açıkça ifade etmektedir. Ashabımızdan bazıları "Hata ile yaptı-ğımzdan dolayı size
günah yoktur'[19] ayetine bakarak hata ile vuran kişinin
günahkar olmayacağını söylemesine rağmen, hatadan dolayı günahın olduğunu bu
açıkça ifade etmektedir. Hata eden kişiye keffaretin gerekli olduğunun ifade
edilmesi bu fiilden dolayı günahkar olduğunun açık göstergesidir. Ayeti
kerimeden maksat da, keffaret verildikten sonra artık günahın kalkmış
olacağıdır. Zaten keffaret ancak
günahları örtmesi için meşru olmuştur. Nitekim hatadan sakınmak genel olarak
mümkündür. Bütün bu söylediklerimizle şunu ifade etmek istedik. Fiil (iş) mutlak
olarak mubah olduğu sürece keffaret ve diyeti gerektirmez.
2875-
Silahın zehirli yapılmasında bir sakınca olmaz.
Çünkü zehirli silah
İsabet ettiği zaman düşmanı daha çok Öldürür ve etkili olur. Bu da haıp
hilelerinden biridir. Harp hilesi olacak işlerde müsluman için bir sakınca
olmadığım belirtmiştik.
2876- Sivri
uçlu şeylerin başına pamuk, bez gibi
şeyler sarılarak yağa batırılıp
ateşlenmesi ve yakması için düşmana atılmasında da sakınca olmaz.
Çünkü bu da harp
hilelerinden biridir.
2877-
Mücahitlerin her sene
gelip geçecekleri yolda bulunan ve kendilerine yarıyacak olan
şeyleri tahrip etmemeleri uygun olur. Mesela yol üzerindeki suyu batırma-maları
ve meyve ağaçlarını kesmemeleri gerekmesi gibi.
Çünkü bu şeylere her
sene muhtaç olurlar. Zarar verecek olurlarsa hem kendilerine hem cihada çıkacak
başka müslümanlara zarar vermiş olurlar. Bu zarardan sakınmak gerektiği için
böyle şeyleri yapmaları mekruh olur. Ama bunun dışında düşmanı öfkelendirecek
ve moralini bozacak şeyleri yapmalarında bir sakınca yoktur.
2878-
Darulharbe eman ile giren bir müslümanin düşman için silah, at ve insan zırhı gibi müslümanlara
karşı onları güçlendirecek şeyleri yapmaması gerekir.
Çünkü bu şeyleri
darulislamdan düşmana götürmek müslümanlar için son derece mekruhtur. Darul
harpte bu şeyleri onlara yapmak da aynı şekilde mekruh olur.
2879- Bu
konuda eman altında olan müsluman ile esir düşen müsluman
aynıdır.
Çünkü ikisi de
düşmanın güç ve kuvvetini kırmakla mükelleftir ve düşmanı müslümanlara karşı
güçlendirecek şeyle takviye etmekten şiddetle kaçmmalan gerekir.
2880- Bunu
yapmaları için hapis, elleri ve ayakları bağlanması gibi cezalar ve tehditlerle
zorlasalar bile, cevap yine aynı olur.
Çünkü kendilerinin bu
cezalarla telef olma korkulan olmaz. Zaruret ancak helak olma korkusu olan
şeyle gerçekleşir. Yani ölüme götürecek bir ceza ile zaruret ancak
gerçekleşir.
2881- Ölme
veya organlardan birini kaybetme tehlikesi olan bir ceza ile tehdit edecek
olurlarsa, o zaman onlara istediklerini
yapmakta sakınca olmaz.
Çünkü zaruret
gerçekleşmiş olmaktadır. Zaruretin gerçekleşmesi halinde müslüman bundan daha
büyük şeyler yapabilir. O da dili ile şirk sözü söylemektir. Bunu söylemesinde
sakınca olmasa, onlara silah yapması evleviyetle sakıncalı olmaz.
2882-
Düşmanın istediği bu şeyleri yapmayı red ettiği için öldürülecek olursa, onun
için daha faziletli olur.
Çünkü bu davranışıyla
dine bağlılığını ortaya koymuştur. Düşmanı öfkelendirip moralini bozacak bir
işi yapmış ve müslümaniarın gevşemelerine yol açacak şeylerden kaçınmış olur.
Bu daha çok sevap kazanmasına sebep olur. Şirk sözü söylemeyip öldürülmesi de
aynı şekilde sevabının büyük olmasını gerektirir.
2883-
Müslüman kişi darul harpte eman altında olup bu işlerden birini yaptığı zaman
kendisini darulislama çıkmaktan engellemiyorsa ve bu yaptığını kendilerine
ücret karşılığı yahut ücretsiz vermeye mecbur etmiyorlarsa, o şeyi darulharpte
yapıp daruiislama çıkarmasında bir sakınca olmaz.
Çünkü böyle yapmasında
müslümanlara karşı düşmanı güçlendirme yoktur. Ama yaptığı şeyi kendisinden
almalarından korkuyorsa, yapması doğru olmaz. Nitekim ticaret yapmak için de
bu şeyi kendisinden almıyacaklarma kesin inandığı takdirde kendisinden
yararlanmak İçin beraberinde götürebilir. Yukarıdaki durum da bu şekildedir.
2884- Eman
altındaki müslüman darulharpte bir demir madeni bulsa, oradan çıkaracağı şeyler
kendisinden ücret karşılığı veya ücretsiz olarak alınacaksa, maden ocağında çalışması mekruh
olur.
Çünkü demir, silahın
temelidir ve hüküm bakımından silah yapmak gibidir.
2885- Ama
rızası dışında kendisinden alınmayacağını biliyorsa, maden ocağında çalışması
ve çıkardığı şeyleri darulislama getirmesinde sakınca olmaz. Ama çıkardığının
bir kısmı kendisinden alınacak ve diğer kısmı kendisine verilecekse,
müslümaniarın çok zaruri ihtiyaçlarının bulunması halinde ancak ocakta
çalışabilir. Yahut darulislama çıkaracağı bu miktar ile müslümanlara büyük
destek sağlayacaksa, orada çalışabilir. Çünkü böyle olursa müslümanlara zarar
vermeyi değil, yararlarını sağlamayı amaçlamış olur. Bunda da bir sakınca
olmaz.
Darulharpte
müslümanlar ele geçirdikleri hayvanları darulislama çıkarma imkanına sahip
olmazlarsa, onları öldürdükten sonra yakmaları gerektiğini daha önce belirtmiştik.
At, kısrak, inek ve benzeri hayvanları boğazlama imkanları olduğu halde
yaralayıp bırakmaları ve eziyet etmeleri doğru olmaz.
Çünkü bu bir
işkencedir. Rasulullah yırtıcı köpek bile olsa hayvana işkence yapılmasını
yasaklamıştır.
2886- Ama
öküz, at gibi hayvanlarla başa çıkamadıkları takdirde onları vurarak
öldürmelerinde sakınca olmaz.
Çünkü kesme imkanları
olmamıştır. Öldürmemeleri ise düşmana yarar sağlar. Onun için vurarak
öldürmelerinde sakınca olmaz.
2887- Bunun
dayanağı olarak şu olay nakledilmektedir; Mute savaşında Cafer
Tayyar artık savaşa devam
ede-miyeceğini anlayınca atından inmiş ve vurup Öldürmüş, ondan sonra
savaşabildiği kadar savaşarak şehit olmuştur. Bu da gösteriyor ki müslümanın atından
inip piyade olarak savaşması ve çarpışmasında bir sakınca yoktur. Çünkü böyle
yapmakla düşmana asla kaçmadığını göstermekte ve düşmanın gücünü kırmaya
çalışmaktadır. Bu da savaşın taktiklerindendir. Ashaptan bir çok kişi bu
şekilde yapmıştır. Bunlardan birisi Asım İbn Sabit'tir. Raci vakasında Beni
Lihyan'la ç.ırpışma meydana geldiği gün şehit edilmiştir. Kendisini arı
sürüsünün koruduğu kişi olarak bilinir. Çünkü müşriklerin kendisini şehit edeceklerini
bildiği anda "Allahim, ben senin dinini çabalarımla korudum, sen de vücudumu
koru" diye dua etmiş, şehit edilince Yüce Allah arı sürüsü göndererek
vücudunu korumuş ve müşrikler kafasını kesmek için yanına yaklaşamamişlardır.
Gecenin olmasını ve arıların çekilmesini beklemişler. Ama gece olunca cesedini
aramışlar, fakat bulamamışlardır. Onun için kendisi an sürüsünün koruduğu kişi
olarak anılmıştır.
Münzir îbn Amr
es-Saidi de bunlardan biridir. Bi'ri Maune günü düşmanla çarpışmış ve şehit
düşmüştür.
Böylece arılıyoruz ki
müslümanın atından inerek şehid edilinceye kadar düşmanla çarpışmasında bir
sakınca yoktur. Aynı şekilde kılıcının kinini kırması ve atını kesebildiği
takdirde kesmesi yahut vurup öldürmesinde, sonra öldürülün-ceye veya muzaffer
oluncaya kadar piyade olarak çarpışmasında sakınca yoktur.
Yani müslüman kişi
savaş esnasında atından inip savaşabilir veya şehid olur yahud muzaffer olur.
Çünkü bütün bunlar satılan malın teslimini gerçekleştirmekte olup Yüce Allahm
"Şüphesiz Allah müminlerin can ve mallarını cennet karşılığında satın
almıştır"[20] hükmünü yerine
getirmektedir.
2888-
Müslümanlar bilinen yolları üzerinde bulunan düşmanın bir kalesini
kuşattıklarında onların ağaçlarını kesip sularını batırmalarınada sakınca
olmaz. Yukarıda da belirttiğimiz gibi kimseyi kuşatmış bulunmadıkları zaman
böyle şeyleri yapmamaları daha iyi olur.
Zira bundan hem
kendileri daha sonra zarar görmez, hem başkaları da zarar görmemiş olur. Ama
düşmanı kuşatmış iseler, o zaman böyle şeyler düşmanın gücünü kırıp moralini
bozmakta, teslim olmalarım sağlamaktadır. Bu durumda müslümanİann yararı daha
sonra olabilecek zararlarından daha büyük olur. Onun İçin kuşatma halinde bu
işleri yapmalarında sakınca olmaz.
Müslümanların
kalelerinden birini kuşatmış bulunan düşman müslüman-lardan bir esir alıp
kaleyi açmalarını sağlıyacak bir yol göstermesini isterlerse, onların bu
isteğini yerine getirmesi caiz olmaz. Çünkü böyle bir şey müslümanİann
aleyhine düşmana yardım etmektir. Yapmadığı taktirde kendisini ölümle teh-
13-
dit edecek olurlarsa,
bakar: İstediklerini yaptığı taktirde müslümanların kalesini zaptedip içindeki
kadın ve çocukları esir alıp mücahidleri öldüreceklerinden emin olursa, onların
istediklerini yerine getirmesi helal olmaz. Çünkü böyle bir şeyle müslümanİann
helak olmasına sebep olacaktır. Müslümanın kendi canı için müs-iüman cemaatin
canını feda etme hakkı yoktur. Nitekim birini öldürmesi için ikrah edilen
(zorlanan) kişinin öldüreceği bir tek kişi de olsa, onu öldürmesi helal olma/.-
Ölümle tehdit edilen kişinin bir kişiyi Öldürmesi caiz değilse, müslüman bj
cemaatin ölümüne sebep olması evleviyetle caiz olmaz.
Mesela düşman,
öldürmek istedikleri bir müslümam arayarak bir müslümana "Nerede olduğunu
söyle, yoksa seni öldürürüz" derse ve kendisi de onlara gösterdiği
taktirde onu öldüreceklerine kanaat getirirse, onlara söylemesi yahut
göstermesi caiz olmaz.
2889- Çünkü
böyle yapması müslümanlara zulüm olur ve müslümanın ölümüne sebep olacak
şekilde zulmetmeye hakkı yoktur. Kendisinin ölmesinden korksa bile, buna hakkı
olmaz. Ancak göstereceği müslümam öldürmeyip esir almalarından ve beraberinde
bulunan bir malı al-malamıdaıı yahut hizmetçi gibi çalıştırmalarından
kor-kuyorsa, bakar; Kendisini öldüreceklerine kanaat getirdiği taktirde onun
nerede olduğunu söylemesinde sakınca olmaz* Ama öldürmelerinden emin değilse,
nerede olduğuma söylemez- Göstereceği kişiyi öldürmeleri kesin ise, onlara
göstermediği için öldürülmesi onun için elbette (Lıha büyük seva/ olur. Çünkü
bir müslümana haksızlık ve zulüm olacak bir işten sakınmış olacağı gibi dine
bağ-(ılığı ortaya koymuş ve düşmanın moralini bozmuş olur. Bunun sevabı da çok
büyüktür.
2890-
Müslümanalrm kalesini göstermesi için düşma-nın ölümle tehdit ettiği kişi isteklerini
yerine getirdiği taktirde müslümanların gücüne bir bakıma gölge düşürmüş
olmakla beraber mücahidlerin düşmanın hakkından geleceğine ve onlarla
savaşacaklarına kanaat getirirse, öldürmelerinden korktuğu taktirde, düşmana
kalenin yolunu göstermesinde sakınca olmaz.
Çünkü bu göstermesinde
müslümanların helak olması yoktur. Sadece bu gösterme sebebiyle biraz daha
kederlenme ve uğraşma sözkonusu olur. Kendisinin Öldürüleceğine kanaat
getirmesi halinde bu kadarını kişi yapabilir. Ancak yapmamasının sevabı
şüphesiz daha büyüktür. Mesela düşman kendisine müslü-manlarla savaşacakları
bir silah göstermesini söyleyip ölümle tehdit ederse ve bunu yaptığı taktirde
düşmanın müslümanlan mağlup edeceğine kendisi kanaat getirirse, silahı
göstermesi- helal olmaz. Ama bu silahla düşmanın güç kazanmasına rağmen
müslümanların yine de onlan yeneceklerine kanaat getirirse, kendisinin
Öldürülmesi veya vücudunun parçalanmasından korktuğu taktirde, onu
göstermesinde sakınca olmaz. Ama göstermeyip sabreder ve öldürülürse, onun için
daha iyi olur.
2891- Ya
krala secde edersin, yahut seni Öldürürüz, derlerse, secde edebilir ama secde
etmeyip Öldürülmesi onun için daha sevaplı olur.
Çünkü Allahtan
başkasına kimsenin secde etmesi caiz değildir. Krala ibadet tarzında secde
etmeyi emrettikleri taktirde, bu şirk sözü söylemek yahut haçın önünde secde
etmesini emretmek gibi olur. Ancak ölüm tehlikesinin kesin olması halinde buna
ruhsatın verildiğini belirtmiştik. Ama bunu yapmamasının sevabı daha büyük
olur. Çünkü dine bağlılığı göstermiş ve düşmanın moralini bozmaya çalışmış
olur.
Fakat ibadet tarzında
değil de, selamlama tarzında krala secde emrederlerse, bana göre bunu yapması
ve kendini ölüme atmaması daha iyi olur. Çünkü bizden önceki şeriatlarda bu
nevi secde etme mubah olmuştur. Yüce Allah "Ona secdeye kapandılar" [21]buyurmaktadır.
Bu, kendisine içki içmeyi emretmeleri mesabesinde olur. Ölüm tehlikesinin kesin
olması halinde içki içebileceğini de belirtmiştik. Bu da onun gibidir.
2892- Yolunu
göstermesi için zorladıkları kalede kadın ve çecuklardan başka kimse yoksa ve
kaleyi fetettikleri takdirde onları esir ve köle yapacaklarına kanaat
getirirse, kalenin yolunu göstermesi helal olmaz.
Çünkü bu haksızlıktır.
Esir olmak ve köleleşmek hükmen telef olmaktır. Bu, hakikaten onları öldürmek
gibi bir şey olur. Onun için caiz değildir.
2893- Ama
kalede mallardan başka bir şey yoksa ve kendisini öldürmelerinden emin ise,
kalenin yolunu göstermesinde sakınca olmaz. Tıpkı malı telef etmeye zorlamaları
mesabesinde olur. Zorlama altında bazı şeyleri yapmasının caiz olması için,
kendisine yaptıkları tehdidi gerçekleştirmek üzere kendisini getirmeleri
gerekir. Ama henüz öldürmeye kalkışmadıkları sırada bunu yapması caiz olmaz.
Çünkü tehdit anında
henüz emniyet içindedir. Helal olmayan bir işi yapmanın ruhsatı ancak o işin
gelip çatması anında olur.
2894- Vakıf
olmanın mümkün olmadığı şeylerde kanaat (zannı galip), hakikat gibidir.
Öldürülmesine kesin gözü ile bakan kişinin kanaati, ister hetdit etsinler veya
etmesinler, onun için kesinlik mesabesinde olur. Mesela aldıkları esirlerden
öldürdüklerini görmesi ve sıranın kendisine geldiğini müşahade etmesi halinde,
tehdit etsinler veya etmesinler, öldürüleceği artık onun için kesinlik
kazanmış demektir.
Çünkü bunu kanaatiyle
anlamış bulunmaktadır. Mutlu kişi başkasından ibret alandır.
2895-
Kişinin İran yayı ile atış öğrenmesinde sakınca yoktur.
Çünkü bu düşmanın
gücünü kırmakta ve morallerini bozmaktadır. Düşmana zarar verecek bütün
şeyleri müslümanm yapması emredilmiştir.
2896- Küçük
oklarla atış da bu şekildedir. Kişi onlarla düşmana atış yapmayı öğrenir.
Bunu (İmam
Muhammed'in) belirtmesinin sebebi, bir çok kişinin İran yayı ile atışın mekruh
olduğunu düşünmesi ve bu konuda hadis rivayet etmesidir. Ne var ki bu hadis,
hem genel uygulamaya ters olduğu için şazdır, hem de Allah'ın kitabı Kur'an a
aykırıdır. Yüce Allah "Gücünüz yettiği kadar onlara karşı kuvvet
hazırlayın"[22] buyurmuştur. İran yayı ile atış yapmak da
kuvvet hazırlamakdir. Bu acemin İşlerindendir, mücahidin Arap işi olan şeyleri
kullanması gerekir, denilirse, şöyle deriz:
Mancınık da acem
işidir. Fakat Rasulullah, Selman'i Farisi'nin delaletiyle Taife karşı mancınık
kurmuştur. Hendek kazmak da acem işlerindendir. Yine Selmanı Farisi'nin
delaletiyle Rasulullah hendek kazmıştır. Bundan da anlaşılıyor ki savaş taktiği
olan şeylerde bir sakınca olmaz. Bir işin veya şeyin acemin veya arabın malı
olması önemli olmadığı gibi, o gün müslümanlar arasında o şeyin bilinip
bilinmemiş olması da önemli değildir.
2897-
Savaşta giyilebileceğini söyleyenlerin görüşüne dayanarak ipek veya dibac
giyinmiş ve şehid olmuş kişinin üzerindeki bu elbiseler çıkarılıp atılır ve
kefeninde bunlardan bir şey bırakılmaz.
Çünkü şehidin
elbisesiyle defnedildiğini biliyoruz. Sadece silahı alınır. Bu elbiseyi de
silah olması için giymiştir ve ancak silah olması amacıyla giymede ruhsat
vardır. Şehidin silahı alındığı gibi, giymiş bulunduğu ipek ve dibac elbiseler
ele çıkarılır.
En iyi Allah bilir.[23]
2898-
darulharpte eman altında olan müslümanın hi-yanet yapmamak
şartıyla düşmanın malından
alabildiği şeyleri almasının caiz olduğunu belirtmiştik. Darulislamda
satışı caiz olan ve olmayan şeyleri onlara satarken de kusuru varsa
gizlememesi gerekir.
Çünkü bu aldatma
anlamı taşımaktadır. Esirin ve darulharpte müslüman olan kişinin onlara
satacağı şeylerin kusurunu söylememesinde sakınca yoktur. Çünkü onların malını
rızaları olmadan da alabilir.
2899-
Darulharpte eman altında olan kişi düşmana bir yıllığına bir dirhemi iki
dirheme satsa, sonra darulislama çıkıp tekrar onlara gitse yahut bir yıl
geçtikten sonra onlara gitse ve sürenin bitiminden sonra dirhemleri onlardan
alsa, bir sakıncası olmaz.
Çünkü dönüşten sonraki
durumları muamelenin başındaki durumları gibidir.
2900- Bu
konuda darulislamda mahkemeye çıkıp birbirlerini dava etseler, yargıç
aralarında şu veya bu şekilde hüküm vermez.
Çünkü muamelenin aslı
darulislamda olmamıştır.
2901- Eman
ile darulislama gelen kişiyi İslam ahkamı kesinlikle bağlamaz. Bu kişi İslama
girmiş veya zimmet ehli olduktan sonra yargıcın karşısına çıkmışlarsa, yargıç o
satışı iptal eder ve ana paranın eski sahibine verilmesini ister.
Çünkü teslim almadan
önce ve akitten sonra müslüman olması, alınması yasak olan şeyin alınmasını
engellemektedir. Tıpkı darulislamda zimmi kişilerden birinin diğerine içki
satması, sonra malı teslim almadan önce onlardan birinin müslüman olması gibi.
Yahut iki müslümandan biri diğerine şıra (üzüm suyu) satması ve teslim almadan
önce şıranın içkiye dönüşmesi gibi. Bu konudaki esas, yüce Allanın şu
buyruğudur: "Tevbe ederseniz ana mallarınız sizindir"[24]
"Mü-'min iseniz faizden kalanı almayınız".[25]
Henüz teslim alınmayan haram şeylerin İslama girdikten sonra alınmaması
gerektiğini belirtmektedir.
2902- Düşman
kişinin teslim edeceğini söylediği malı müslüman teslim almadan önce darullıarp
halkı İslama girerlerse, o mal yine teslim alınmaz.
Çünkü faiz akdi
hükmüne binaen faiz kabzediîmeden önce darulharp artık darulislam olmuştur.
Sanki akit yapılmadan önce oranın darulislam olması hükmünde olur. Ama
darulharp halkı arulislama çıkacak olursa, o zaman söz konusu muamelede islamm
hükmü sabit olmamış olur. Delil olarak da yargıcın İki tarafın davasını
dinlemesi ve iki tarafın da henüz teslim almadığı şeyleri almamalarını
emretmesidir. Bunun dayanağı şudur; Rasulullah Mekke'nin fethi günü şöyle
buyurmuştur: "Haberiniz olsun, cahiliyye zamanında olan bütün faizler
kaldırılmıştır. Kaldırılan ilk faiz de Abdulmuttalib'in oğlu Abbas'ın
faizidir".
Amcasının faizini
kaldırmakla işe başlaması, nizam ve sisteminin kralların nizam ve sistemleri
gibi olmadığının açığa çıkması içindir. Çünkü böyle bir durumda krallar
akrabalarına dokunmaz ve yabancılardan başlayarak onlara uygularlar. Halbuki
Rasuîullah en yakm akrabasından başlamıştır. Amcasına henüz almadığı faizleri
almaktan yasaklamış, ama daha önce aldıklarına ilişmemiştir.
2903- Hz.
Abbas'ın isiama girdiği tarih hakkında ihtilaf edilmiştir. Kimileri
Bedir harbinden önce
İslama girdiğini söylerken, kimileri de Bedir günü esir düşmüş ve İslama
girmiştir demektedir. Mekkeye dönmek için Ra-sulullahtan izin istemiş, o da
izin vermiştir. Mekkenin fethi zamanına kadar Mekke'de faiz alıp vermiştir.
Faizin yasaklanması ise bundan önce olmuştur. Nitekim Hayber günü Rasulullah
iki Said'e "Aldığınız faizi geri verin" buyurmuştur. Yüce
Allanın "Faizi kat kat yemeyin" ayeti uhud savaşı sırasında inmiştir. Bu da
Mekke'nin fethinden iki sene öncedir. Fakat Rasulullah fetih günü daha Önceki
faiz işlemlerinden herhangi birini iptal etmeyip sadece hemüz teslim alınmamış
faizleri iptal etmiştir.
Bundan da anlaşılıyor
ki darulharpte müslümanın düşman kişi ile faiz işlemi yapması caizdir. Faiz
teslim alınmadan önce düşmanın yurdu darulislam olursa (yani düşman, kendi
topraklarında toptan İslama girerse), artık faiz alıp vermek yasak olur.
2904-
Müslüman kişi düşman birine içki satıp teslim etmiş ve parasını da almışsa,
ondan sonra darulharp halkı İslama girmişse, müslümanın aldığı para kendisinin
olur.
Çünkü islamın hükmü,
haram olan şeyi teslim aldıktan sonra o muamele hakkında geçerli olmuştur.
Halbuki yapılmış olan akit daha önce son bulmuştur.
2905-
İslama girmeleri içkinin
teslim alınmasından önce
olsaydı, müslümanın aldığı parayı geri vermesi gerekirdi.
Çünkü halk müslüman
olmuş ve haram olan şey henüz teslim alınmamıştır.
2906- Yine
düşman İslama girinceye kadar kafir kişi içkiyi teslim almış, ama müslüman henüz parayı almamışsa, müslümanın ondan para
istemeye hakkı olmaz. Ama iki zimmi birbirine içki satıp
teslim ettikten sonra henüz parasını
almadan müslüman olmuşsa, durum farklı
olur. Yani parasını diğerinden alır.
Çünkü akit onlar
arasında sahihti. Akdin gereği olarak ücret, müslüman olan kişinin hak edilmiş
bir hakkı idi. İslam bu hakkını almasına mani olmaz. Burada ise akid sahih
olmamıştır. Bu, sadece kendi gönüllerinin rızası ile müslümanın onlardan
aldığı mubah bir mal olur. Düşmanlar İslama girdiği için artık bu da kalkmış
olur. Onun için İslama giren kişiden para istemeye hakkı olmaz.
2907- Parayı
almış ve içkinin bir kısmını taslim etmiş, ondan sonra düşmanlar İslama
girmişse, teslim edilen içkinin parası kadar ona geri verilir. Parça bütüne
göre nazarı itibara alınır. Yine düşman bir kişiye bir yıllığına bin dirhemi
bin dinar ile vermiş olsa ve süre geldiğinde yarısını teslim almış olsa, ondan
sonra düşmanlar İslama girse, ana paradan teslim alınan miktar onun olur. Ana
paradan geri kalan kısmı da ona geri verir.
Çünkü fasid akdin
hükmü ile geri kalanı teslim almak mümkün değildir. Onun için ana paradan payı
kadarını geri vermek gerekir.
2908- Bu
muamele darulharpte eman altındaki iki müs-lüman yahut iki esir arasında olursa, geçersiz ve
batıl olur.
Çünkü bunlar her yerde
islamın hükümlerine muhatap ve bağlıdırlar.
2909-
Darulharpte müslüman olan iki kişi arasında da meydana gelse, durum aynıdır.
İmam Muhammedin görüşü
budur. Ebu Hanife'ye göre ise, kerahet hükmü hariç, müslüman İle gayri müslim
arasında meydana gelmiş muamele ile bu aynıdır. Çünkü islam ile malın masumluğu
onunla ilgili şeylerde de sabit olur. Ahkama göre ise yurtta ihrazın
bulunmasına bakılır. O da gerçekleşmemiştir.
2910-
Darulislamda eman altında olan iki kafir bu muameleyi yapsa,
sonra birbirlerini dava
ederek yargıca gitse, yargıç bu
muameleyi iptal eder.
Çünkü daruiislamda
zimmet ehli mesabesindedirler. Faiz akitleri hakkında birbirlerini dava etmeleri
halinde yargıç zimmet ehlinin faiz akitlerini iptal eder. Aynı şekilde eman
altında olan kişilerin de faizle ilgili akitlerini iptal eder. Ancak aralarında
meydana gelen domuz ve içki satışlarını geçerli sayar. Çünkü onlar için bunlar
kullanılabilir mallardır. Bu konuda zimmet ehli ile eman altındakiler aynıdır.
2911-
Müslümanların savunması altında olan bir müs-lümana düşman bir kişi kalesinden
seslenip müslümanlar için fasit olan bu muamele ile onunla muamele yapsa, muamele
caiz olmaz.
Çünkü müslümanların
safında bulunan kişinin durumu dikkate alınarak bu işlem geçersiz sayılır. Bir
taraf için akdin fasit olması, diğer taraf için de fasit olması için
yeterlidir.
2912-
Üstadlarımızdan birçoklarının bunun caiz olduğunu söylediklerini belirtmiştik.
Çünkü burada düşmanın malının müslüman için mubah olduğunu söylemişlerdir.
Tıpkı düşman ülkesine eman ile gitmiş mesabesinde olur, derler. Ama imam
Muhammed mekanı (yeri) gözönünde bulundurmuş ve bunu düşman kişinin eman ile müslümanların karargahına çıkıp
müslüman kişi ile bu muameleyi
yapmış olması mesabesinde
saymıştır. Müslümanların
himayesinde iken onun için bu muamele caiz olmadığı gibi, onlardan bîrinin
müslümanların himayesi altında bulunması halinde de caiz olmaz.
Üstadların tercihine göre
bu iki durum arasındaki fark açıktır. Çünkü düşman kişi darulislama eman ile
çıkınca, malı muhterem ve dokunulmaz olmuştur. Ama düşmanın himayasinde olunca,
artık malının dokunulmazlığı kalmaz.
2913-
Düşman, müslüman bir cariyeyi esir alıp ihraz etseler ve eman altında bulunan
kişi onlardan cariyeyi çalıp darulislama çıkarmaya güç yetirse, bunu yapması
caiz olmaz.
Çünkü ihraz ile ona
malik olmuşlardır. Hatta düşman İslama girecek veya ehli zimmet olacak olsa,
cariye onların mülkü olur. Bu çalma ile
onlara hıyanet
etmiş olur ve hıyanet
etmek haramdır.
2914-
Cariyeyi içki, domuz veya ölü hayvan eti karşılığında ona satmak isterlerse, onlardan satın alabilir. Çünkü cariyeyi onlardan kendi
rızaları ile almaktadır ve hıyaneti söz konusu değildir.
Bu bölüm Ebu Yusuf a
cevap vermek için getirilmiştir. Çünkü bunu caiz görmesi halinde bundan önceki
akitlerin de caiz olduğunu söylemesi gerekir.
Bunu müslüman için
caiz görmüyorum ve mekruh sayıyorum, derse, o zaman isabet etmemiş olur. Çünkü
müslüman bir kadım düşmanın eline terketmiş olur. Kafir düşman onunla beraber
yatmaktadır. Halbuki içki vererek onu kurtarabilirdi. Düşman kafirin müslüman
kadınla ilişki kurmasının caiz olduğunu hiçbir müslüman söylemez.
2915- İçki
vererek satın alıp darulislama çıkarırsa, azat edinceye kadar cariye onun olur.
Sahibi gelip kıymetini vererek almak isterse, alabilir.
Çünkü düşmanın rızası
ile ona malik olmuştur, yoksa satın alması suretiyle değil. Çünkü alması için
yapılan akit fasittir. Tıpkı onu kendisine hibe etmişler ve kendisi de
darulislama çıkarmış gibi olur.
2916- Bu
şekilde darulislamda olan ile darulharpte oaln muamele arasındaki fark ortaya
çıkmış olur. Düşman bir kişi
sözkonusu cariye ile beraber eman ile
darulislama çıkarsa, darulislamda onu kendisinden içki karşılığında ınüslümanm satın alması caiz olmaz.
2917-
Böyle yapacak olursa
ve dava yargıca
intikal ederse, yargıç bunu iptal eder. Cariyeyi de eman altındaki
kişiye geri verir. Sonra müslümanlara satmaya
mecbur eder.
Çünkü cariye
müslümandır. Kafirin mülkiyetinde onu bırakmıyacağı gibi darulharbe geri
götürmesine de müsaade etmez. Tıpkı müslüman olmayan cariyenin darulislamda
müslüman olması durumu gibi.
2918- Düşman
askerlerinden bir topluluk savunma i-çinde darulislama girse ve bir müslüman
onlardan eman alıp müslümanlar arasında caiz olmayan bu muamele ile onlarla
muamele yapsa, sakıncası olmaz.
Çünkü darulharpte
onlarla bu muameleyi yapmasını caiz kılan sebep darulislamda savunma içinde
bulundukları durumda da mevcuttur. Yani bu durumda mallarını müslümanların
alması mubahtır. Onlardan eman almış olan kişi onlara hıyanet edemez. Bu
muamele ile hiyanet etmekten sakınmaktadır.
Bütün bunlar üstadlann
söylediklerinin en doğru olduğunu göstermektedir. Çünkü darulislamda
bulundukları yer henüz darulharp hükmünü almamıştır. Bununla beraber
mallarının mubah olmaya devam etmesi sebebiyle müslümamn onlarla bu muameleyi
yapması mubah olmuştur. Düşman kişi kendi savunması İçinde olup müslüman da
kendi savunması içinde olduğu zaman durum aynıdır.
2919- Darulharpten
bir topluluk müslümanlarla sulh içinde olsa ve bir müslüman onlara gidip bir
dirhemi iki dirhemle satsa, bunda bir sakınca olmaz.
Çünkü sulh içinde
olmakla yurtlan darulislam olmaz. Sadece onların mallarını rızaları olmadan
almak müslümanlar için haram olur. Çünkü banş antlaşmasına hıyanet olur. Bu
muameleyi karşılıklı rıza ile yaparlarsa hiyanet söz konusu olmaz ve müslüman
onların malını alabilir
2920- Bu
barış antlaşmasıyla düşmandan bir kişi darulislama girecek olursa, eman
altında sayılır. Bu muamele ile müslümanla muamele yapacak olursa, yargıç onu
iptal eder.
Çünkü darulislamda
eman altındaki kişi mesabesindedir. Darulislamda müslümanlarla zimmet ehli
arasında caiz olmayan şeylerin müslümanlarla eman altındaki kişiler arasında da
caiz olmadığını beİİrtimştik.
2921- Bir
müsiüman sulh içindeki bu düşmanlara gitse yahut eman ile darulharbe gidip
belirli bir süre ile onlara mal satsa, sonra borcunun bir kısmını erken
vermeleri ve diğer kısmından vazgeçmesi konusunda onlarla antlaşma yapsa, bu
işlemi caiz olur.
Çünkü darulislamda
böyle bir muamelenin haram oluşu faizden dolayıdır. Çünkü bunda dirhemlerin
asimin mübadelesi vardır. Darulharpte müslüman ile düşman arasında faiz
işlemlerinin caiz olduğunu belirtmiştik. Onun İçin bu muamele cazi olur. Benî
Nadir olayı ile ilgili hadis buna delil gösterilmiştir. Ra-sulullah onları
sürünce, başkalarından alacağımız ve henüz vadesi gelmemiş borçlarımız vardır,
demişlerdi. Rasulullah onlara "Bir kısmından vazgeçin ve acele edin"
buyurdu. Bunu onlar için caiz görmesinin sebebi, Beni Nadir'İn savaş halindeki
düşman olmalarıdır. Darulislamda böyle bir muamelenin müslümanlar arasında caiz
olmamasına rağmen, darulharpte müslüman ile düşman arasında caiz olduğunu
görüyoruz.
2922- Bu
konuda anlaşır ve erken verecekleri miktarı henüz teslim almadan borçlu kişi
müslüman olursa yahut düşman toptan İslama girerse, bu tasarruf batıl
(geçersiz) olur ve borcun tamamını borçlunun Ödemesi gerekir.
Çünkü akitten
maksud olanın gerçekleşmesinden önce
islamın engel olduğu şey, akdin
kurulması anında mevcut olan şey gibi sayılır.
2923-
Yarısından vaz geçmesi karşılığında diğer
yarısını hemen vermesini şart koşmuş ve düşman, alacağının altıda
birini bırakarak üçte birini verdikten sonra
müslüman olursa, yapılan anlaşmanın tümü iptal olur. Müslü-ınanın
teslim aldığı malı da geri vermesi lazımdır. Böylece müslüman olmadan önce
düşman olan kişinin üzerindeki bütün alacakları vadesi gelinceye kadar borç
kalır. Halbuki yukarıda sözü edilen içki satışında durum farklıdır. Çünkü
orada iki taraftan bir mübadele meydana gelmiştir. Teslim alman miktar hakkında
onun hükmü son bulmuş olur. Bu anlaşma ise gerçekte mübadele değildir. Sadece
yansından vaz geçmesi karşılığında diğer yarısının vadesinden önce ödenmesi
söz konusudur. Şartın tümü gerçekleşmeden anlaşma gerçekleşmiş olmaz. O da
geri kalan yarının tamamen teslim alınmasıdır. Borçlu düşman borçlu müslüman
oluncaya kadar bu gerçekleşmezse, anlaşma tümüyle iptal olur.
Nitekim m üs lü mani
ardan birinin diğerinden alacağı olup alacaklı kişi alacağının yarısının bugün
Ödenmesi şartıyla diğer yarısından vazgeçmesi konusunda anlaşsalar, sonra
kalan kısmın bir kısmım bugün ödediği halde bir kısmını öğün geçinciye kadar
Ödemezse, anlaşmanın tümü iptal olur ve alacaklı bütün alacağını borçludan
isteyebilir. Çünkü borcun bir kısmından onu muaf tutması bir kısmını bugün
kendisine Ödemesi şartına bağlıydı. Şart gerçekleşmeyince, muaf tutma da iptal
olur. Alacaklı bütün malını borçludan vadesi İçinde isteyebilir. Yukarıdaki durum
da bu şekildedir. En iyi Allah bilir.[26]
2924-
Öldürülmeye götürülen esire
"Boynunu uzat"
derlerse, uzatabilir.
Çünkü boynunu uzatması
öldürmelerine yardım etmek olmadığı gibi onlara öldürmeleri için izin vermek de
değildir. Nasıl olsa öldürecekler, boynunu uzatsa da uzatmasada farketmez.
Hatta isteklerini yerine getirmesi kendisine acımaları ve Öldürmekten vaz
geçmeleri için sebep olabilir. Yahut daha rahat ölmasini sağlayabilir. Boynunu
uzatmıyacak olursa belki çok daha acıklı bir şekilde öldürecekler. Mutlaka
kendisini öldüreceklerini de bilse bu sebeplerden boynunu uzatmasında sakınca
olmaz.
2925-
Kendisi boynunu uzatmadığı takdirde onlar sadece boynunu uzattıktan sonra
öldüreceklerse, o zaman boynunu uzatması mekruh olur.
Çünkü bu kendisini
öldürmeleri için onlara bir nevi izin vermek olur. Halbuki bunda müslüman için
ruhsat yoktur. İslama uygun bir amacı olmadıkça böyle yapması caiz değildir.
Mesela kendisine acımalarım umuyorsa yahut boynunu uzattığı takdirde daha
korkunç bir şekilde öldürmelerinden korkuyorsa, o zaman isterse boynunu uzatır,
isterse uzatmaz. Çünkü bu uygun bir amaç için ruhsat verilen bir şeydir.
İsterse ruhsata göre hareket eder, isterse azimete sarılır.
2926- Düşman
onun bir organını kesmek istediği takdirde kendisi uygun bir amaç için onlara
organını uzatabilir. Ama uygun bir amacı yoksa, organını uzatması caiz olmaz.
Mesela ona "Seni öldürmek için elbiseni giy" der ve kendisi de
örtünmek için elbiselerini giyerse, bu onlara öldürmeleri için yardım etmek
olmaz. Çünkü elbiseyi giymek öldürülmek değildir. Üstelik elbiselerini
kendisine göre uygun bir amaçla yapmıştır. O da öldürdüklerinde avretinin
açılmamasıdır.
2927-
Rivayete göre Said İbn Museyyeb biat etmeyi red ettiğinde kendisine kıldan
bir elbise giymesi söylenmiş, o da
giymiş, öldürmek için vurmuşlar, ama ölmemiş-tir. Ondan sonra "Beni
Öldürmek istemediklerini bilseydim kıl elbiseyi giymezdim" demiştir.
Öldürüleceğini düşünerek onların emrine uyup giymiştir. Bundan da anlıyoruz
ki elbise giymek öldürülmesine yardım etmek değildir ve bir sakıncası yoktur.
2928-
Kendisi kurtulma imkanı bulunmayan bir evde iken düşman ona gelip "Çık, boynunu vuracağız" dediğinde, uygun bir amacı bulunması halinde
çıkmasında bir sakınca olmaz. Çünkü çıkmadığı takdirde kendisine eziyet edip
vücudunu parçalamalarından korkabilir.
Çünkü onlara çıkmak
canı helak etmek değildir. Sadece kendisine eziyet edip vücudunu parçam alarm m
önüne geçmek içindir. Bunda bir sakınca yoktur.
2929- Asmak
isteyip darağacına çıkmasını emrederlerse, çıkar.
Çünkü bunda uygun bir
amaç bulunmaktadır. O da canını yakacak darbelere yahut vücuduna eziyet edecek
cezalara maruz kalmanın önüne geçmektir. Yahut asılmaktan daha korkunç bir
şekilde öldürmelerine meydan vermemektir.
2930-
Darağacına çıktığı taktirde telef olmaktan korkmuyorsa, çıkabilir. Ama çıkitğı
taktirde telef olacaksa, çıkmaz.
Çünkü böyle bir
darağacına çıkmakla kendi kendini öldürmüş olur ve hiçbir şekilde kendi kendini
Öldürmenin ruhsatı yoktur. Yüce Allah "Kendinizi öldürmeyin" [27]
buyurmuştur.
2931-
Yaktıkları ateşe "Hadi
içine gir" derlerse ve girdiği taktirde kurtulabileceği
gibi kurtulmamasi da söz konusu ise, ateşe girmesi helal olmaz.
Çünkü ateşe girmekle
kendini Öldürmüş olur. Bu da yasaktır. Ayrıca kendini Öldürmeye onlara
yardımcı olmaması gerekir. Kendileri öldürecekîerse, öldü-rünceye kadar ateşe
girmemesi gerekir.
2932- Ama ateşe girmekten daha korkunç bir şekilde
öldürmekle tehdit ederlerse, o zaman kendini ateşe atabilir.
Çünkü bunu uygun bir
amaç için yapmaktadır. O da kesilmeyen kamçıların acısından kurtulmak yahut
vücuduna işkence edip parçalamalarından sakınmak olabilir.
2933- Suda
boğulmasını emrederlerse, yukarıdaki gibi davranır. Yani isteklerini önce kabul
etmez. Boynunu kötü bir kılıçla vurmak için hazır
ettikleri zaman onlara "Alın kılıcımı, onunla
vurun" demesi helal olmaz. Çünkü bu sözü söylemesi caiz olmaz.
Çünkü kendini hiç bir
şekilde öldürmesi helal olmadığı gibi öldürülmesine yardımcı olması da helal
değildir. Öldürmelerini emretmesi, haram olan bir şeyi emretmesidir kî masiyeti
emretmenin ruhsatı olmaz.
2934- Beni
kılıcımla öldürün, demeyip sadece kılıcım bundan daha güzel ve daha keskindir,
der ve biraz dinlenmek isterse, umarım ki sakınca olmaz.
Çünkü bizzat beni
öldürün dememiştir. Sözünde uygun bir amacı amaçlamıştır üstelik. O da ölümün
gecikmesi durumunda çekeceği acılardan biraz olsun dinlenmektir. Bununla
beraber müellif, olur veya olmaz şeklinde değil de, umarım sakıncası olmaz,
demiştir. Çünkü silahı onlara vermek kendisini öldürmelerine bir nevi yardımcı
olmak olabilir. Halbuki boynu uzatmak, elbiseleri giymek ve darağacına çıkmak
böyle değildir.
2935-
Buna göre karnını
yarmak isterlerse, onlara "Yapmayın, boynumu vurun"
demesi caiz olmaz.
Çünkü masiyet olan bir
şeyi açıkça emretmek olur.
2936- MAHahtan
korkun ve karnımı yarmayın" demesi, "Boynumu vurun" demesinden
daha uygun ve daha iyi olacaksa, sakıncası olmaz.
Çünkü burada yasak
olan şeyi açıkça yasakladığı halde, boynun vurulmasını açıkça söylememiştir.
Sadece boynunun vurulmasının yapmak istedik-
Ieri şeyden daha rahat
olduğunu bildirmiştir. Onun için bu sözünde sakınca yoktur Nitekim kendisini
öldürmeyecek olurlarsa, boynumu vurun, sözünden dolayı kendisi günahkar olur.
Çünkü masiyet olan bir şeyi açıkça emretmektir. Halbuki boynun vurulması daha
çabuk ve daha iyidir, sözünde masiyet söylemiş olmaz. Boynun vurulması dahas
iyi ve daha çabuk olur. Ama Allahtan korkun ve bu şekilde beni öldürmeyin
derse, ondan sonra boynunu vururlarsa, Allanın izniyle bu sözünden dolayı günah
işlemiş olmaz.
2937-
Esirlerden öldürülmesi kastedilmeyen bir kişi "Allah'tan korkun ve
vücudumu parçalamayın, çünkü boynun vurulması istediğinizi gerçekleştirir"
derse, umarım günahkar olmaz. Ama boynumu vurun, derse günahkar olur.
Bütün bu durumlarda
"Öldürün" sözü ile diğer sözler aynı olup kişinin kendisi ve başkası
hakkında masiyet olan bir şeyi açıkça emretmesinde hiçbir ruhsat yoktur. Mesela
bugün ona böyle yapmayın yarın yapın derse yine günahkar olur. Çünkü dediğini
tutsalar veya tutmasalar "Yann yapın" sözünden dolayı günahkar olur.
Ama yarına ertelemeyin, derse günahkar olmaz.
2938- Esirin
karnını kılşıçla yarmak istediklerinde onlara "Allahtan korkun ve yemek
yerini vurmayın, onun yerine boynu vurun" dese, yine günahkar olur. Ama
yemek yerinden başka yerle
öldürmek daha iyi
olur, derse günahkar olmaz.
Cellada "Elini yemek yerinden aşağıya indir veya yukarıya kaldır"
derse korkarım günahkar olur. Ama yemek yerini vurma, sözünde sakınca olmaz.
Çünkü bu söz yasak olan bir şeyi
(masiyeti) yasaklamaktır. Halbuki "Aşağıya vur, yukarıya
vur" sözü masiyet olan bir şeyi
emretmektir. Masiyetin emrediimesine ise mana ve şekil olarak hiçbir ruhsat
yoktur. Ne varki bu sözlerde kişinin
acısını azaltması amaçlanıyorsa, o zaman söyleyeceği sözlere dikkat etmesi
gerekir. Sözünün manasını gözettiği gibi sözünü de seçerek kullanması lazımdır.
Bu meselede esas şudur; Rivayete göre Hz. Abbas'a "Sen mi Ra-sulullahtan
büyüksün, yoksa Rasulullah mı senden büyüktür?" diye sorulduğunda,
Rasulullah benden büyük, ben ondan yaşlıyım, buyurmuştur. Harun'un rüyada alt
çene dişlerinin döküldüğünü gördüğü ve rüya tabircilerine bunun yorumunun ne
olduğunu sorduğunda onlardan biri "akrabaların ölür" deyince bu
yorumu beğenmeyip adamı dışarı attığı ve başka bir yorumcu çağırıp sorduğunda,
yorumcu ona "Sen akrabalarından daha uzun yaşayacaksın" deyince,
memnun olup kendisine hediyeler verdiği rivayet edilir. Halbuki mana bakımından
ikisi de aynıdır. Bundan anlaşılıyor ki kişinin söylediği söze dikkat etmesi
lazımdır.
2939- Oğlu
ile beraber esir düşmüş iki müslüman, öldürülecekleri sırada baba "oğlumu yanıma getirin, sabredip sevap
kazanayım" derse, böyle yapsınlar veya yapmasınlar, baba bu sözünden
dolayı günahkar olur.
Çünkü onlara masiyet
bir işi emretmiş olur. "Ben oğlumun Ölümüne sabretmek istiyorum"
derse, umarım günahkar olmaz. Çünkü ne kendisinin, ne oğlunun öldürülmesini
istemiş olur.
2940- Oğlu
da "Beni babamdan önce Öldürün" derse günahkar olur,
"Babamı benden önce
öldürmeyin, çok korkarım" derse günahkar olmaz. Yine babayı veya
oğlunu kılıçla vurmak istediklerinde "Kılıcınızı bileyin" derse,
günahkar olmaz. Ama "Bileyin, sonra beni onunla öldürün" derse,
günahkar olur.
Çünkü bilemeyi
emretmek masiyet içermez. Müslümanm öldürülmesi olan masiyeti düşman
kastetmemiş olsa, bu sözde masiyet olmaz. Zaten adamın sözünde değil, masiyet
düşmanın kastettiğindedir. Ama sonra beni öldürün, sözü masiyeti açıkça
söylemektir. Bunun için de ruhsat yoktur.
En iyi Allah bilir.[28]
2941-
Müslüman bir esire "Şu müslüman esiri bizim için öldür, yahut seni
öldürürüz" derlerse, onu öldüre-mez. Çünkü öldürmede takiyye (korunma)
yoktur" diye rivayet edilmiştir. Düşman ona masiyeti emretmiştir. Allaha
isyan olan bir işde kullara itaat olmaz. Zaten öldürecek olursa, kendisi gibi
kanı haram olan birini kendi canı için feda etmiş olur ve kulların hakkına
tecavüz etmiş sayılır. Bunda da hiçbir ruhsat yoktur.
2942- Şu
müslüman adamı kendisiyle Öldürmek için bu kılıcı bile, derlerse yahut şu
kılıcı bile, derlerse, kendisi için korkmuyorsa, yapması caiz olmaz.
Çünkü müslümanlarla
savaşmak için bunu kendisine emretmektedirler. Bunda onlara yardım etmenin
ruhsatı yoktur. Ama yapmadığı taktirde öldürmekle tehdit ederlerse, o zaman
yapmasında sakınca olmaz. Çünkü emrettikleri şeyde müslümana haksızlık yoktur,
üstelik kendini de öldürülmekten korumuş olur. Çünkü bunu yapmadığı taktirde kendisini
kılıçtan başka şeyle de Öldürürler. Yine üzerinde şu müslümanı asmak için bize
şundan darağacı yap, yoksa seni Öldürürüz, derlerse, yapabilir. Çünkü
emrettikleri şeyde müslümanı öldürmek yoktur. Zira müslümanı bununla değil,
başka bir şekilde Öldürebilirler. Yani öldüren, damgacının yapılması değil,
aşılmasıdır.
2943-
Bununla beraber istediklerini yapmayıp öldürü-lürse, sevap kazanır. Çünkü
istediklerini yapmaması düşmanı Öfkelendirir ve moralini bozar. Yine
"Onun başını tut, boynunu vuralım, yoksa seni öldürürüz" derlerse,
tutmasında inşaallah sakınca olmaz.
Çünkü başı tutmak
müslümam öldürmek değildir.İnşaallah denilmesinin sebebi, bu işin müslümana
zarar vermesidir. Halbuki kılıcı bilemek ve darağacı hazırlamak müslümana zarar
vermek değildir.
2944-
Ellerini ve ayaklarını bağlamasını emretmeleri de bu şekildedir.
Çünkü bunda canı telef
etme yoktur. Nitekim başka bir şey yapmadıkları taktirde, elleri ve ayakları
bağlanan kişiye zarar gelmiş olmaz. Sonra bunu emretmeleri, küfür sözü
emretmelerinden daha büyük değildir. İkrah (zorlama) halinde bilindiği gibi
küfür sözü söyleme ruhsatı bulunmaktadır. Gerçi söylememek daha faziletlidir.
Bu da onun gibidir.
2945-
Kılıçla vuran adamın bileği zayıf olup ona "Vuran adamın elini elinle
takviye etki boynu vuralım, yoksa seni
öldürürüz" derlerse, yapması caiz olmaz.
Çünkü bu, bizzat
öldürmeye yardım etmek olur. Müslümanm öldürülmesine yardım etmenin hiçbir
ruhsatı olmaz. Rasulullah şöyle buyurmuştur : "Kelimenin yarısı ile de
olsa müslüman bir kişinin öldürülmesine yardımcı olan kişi kıyamet günü alnında
"Allahm rahmetinden ümidini kesmiştir" yazılı olarak gelir".
2946- Onu
öldürmek için bize bir kılıç göster, yoksa seni öldürürüz, derlerse, inşaallah
göstermekle günahkar olmaz.
Çünkü göstermesi
öldürmesi demek değildir. Zaten göstermediği taktirde taş ve başka bir şeyle
öldürebilirler. İnşaallah denilmesinin sebebi ise, öldürmeye delalet etmenin
öldürmeye bir nevi kalkışmak gibi olmasındandır. Nitekim ihramlı bir kişi avı
avcıya gösterecek olursa, öldüren avcı gibi cezalandırılır.
2947-
Onlara kılıcı göstermeyip
öldürülecek olursa, inşaallah
ecir kazanır.
Çünkü bir bakıma
öldürmek gibi olan bir işi yapmayı red etmektir.
2848- Yine
müslümanlarla savaşmak için kılıcım istedikleri taktirde, vermezse ecir
kazanır, ama öldürmekle tehdit ettiklerinde onlara kılıcını vermesinde sakınca
olmaz. Nitekim kılıcını bize verirsen şu müslüman esiri serbest bırakırız,
dediklerinde kılıcını onlara vermesi caiz olur.
Çünkü başka bir
müslümamn kurtuluşu sağlanmış olur. Kendi kurtuluşu olacaksa, evleviyetle olur
2849- Zaten
düşmandan alman esirleri müslünıanlar geri verip esir düşen müslümanları
onlardan alırlar. Esirin esir karşılığında kurtarılması konusuna inşaallah
yerinde değineceğiz. Zahirurrivaye'ye göre caizdir. Diğer taraftan esirleri
düşmana geri vermek onlara silah vermekten daha kötüdür. Müslümanm istifadesi
için esiri onlara geri vermek caiz olursa, bu şekilde onlara silahı vermek
daha çok caiz olur
2950- Düşman
elindeki bir esir kaçsa ve yerini bilen başka bir esire "Bize yerini
göster öldürelim, yoksa seni öldürürüz" derlerse, onlara yerini göstermesi
caiz olmaz. Çünkü öldürmeye imkan veren delalet bir nevi öldürmeğe çalışmak
gibidir. Tıpkı yukarıdaki av meselesinde olduğu gibi. Sonra, bunda kaçmış esire
haksızlık vardır. Çünkü onun göstermesi olmazsa kaçan esiri ele geçiremezler.
Bu delaletle onlara öldürmeleri için imkan sağlamaktadır ve bu yolla müslümana
haksızlık etmenin hiçbir ruhsatı yoktur. Müslümanların bir kalesini kuşatıp
ellerinde bulunan 'bir esire "Kalenin fethedileceği yeri bize göster,
yoksa seni öldürürüz yahut müslümanların su içtikleri yeri bize göster yoksa
seni öldürürüz" derlerse ve esir bunu gösterdiği taktirde kaleyi zaptedip içindekileri
Öldüreceklerini biliyor yahut buna kanaat getiriyorsa, onlara bunu göstermesi
caiz olmaz. Çünkü bu gösterme ile müslümanları öldürmelerine, çoluk çocuklarını
esir etmelerine ve kadınlarının ırzına tecavüz etmelerine imkan sağlamış olur.
Nitekim ya falan kadınla zina etmemizi sağlarsın yahut seni öldürürüz,
derlerse ve ancak onun delalet etmesiyle bu işi yapmaları mümkün olacaksa, o
zaman istediklerini yapması caiz olmadığı gibi, yukarıda kendisinden istenen
göstermeyi yapması da caiz olmaz. Hakikati bilinmiyen işlerde zanm galip
(kanaat) kesin bilgi gibidir.
2951-
"Bu esiri hedef yapıp atış yapmak istiyoruz, bize ok ve yay göster vurup
öldürelim, yoksa seni öldürürüz" derlerse, kendilerine ok ve yay
göstermesinde inşaallah
sakınca olmaz.
Çünkü esir ellerinde
olup başka yolla da öldürebilirler. Ok ve yay göstermekle onların esiri
Öldürmesine imkan sağlamış olmaz.
2952- Ama
okla vurmaktan başka güç yetiremiyecekleri bir yerde bulunuyorsa, o zaman
onlara ok ve yay göstermesi caiz olmaz.
Çünkü göstermekle
onlara öldürme imkanını sağlamaktadır. Bu meseleleri avı gösterme örneğinin
güzel açıkladığını düşünüyorum. Kim güç yetiremiyeceği bir yerde bir av görür
ve ihramh bir kişi ona giden yolu kendisine gösterir, o da avı Öldürürse,
gösteren kişiye ceza düşer.
2953- Yine
ancak ok atarak öldürebiliyor ve ihramh bir kişi ona ok ve yay gösteriyor yahut
veriyorsa ve avcı bununla avı öldürüyorsa, yardım eden ihramh kişiye ceza
düşer. Bir avı vurmak isteyip ihramh kişiye, atına bindikten sonra, kargımı
ver, der ve ihramh kişi ona kargısını verirse, ona ceza düşmez.
Çünkü kargısını
vermeden de avı öldürebilirdi. Ne var ki yaptığı bu işten dolayı günah
kazanmıştır. Çünkü yaptığında bir bakıma avı öldürmek için yardım vardır.
İhramh biri için bunda ruhsat yoktur.
2954- Yine
ihramh bir kişiden bıçak ödünç alıp avı onunla keserse, aynı olur.
Çünkü av onun elinde
olup bu bıçak olmadan da kesebilir. Ama ihramh bundan dolayı günah kazanmış
olur. Çünkü avı öldürmek için bir nevi yardımda bulunmuş sayılır.
En iyi Allah bilir.[29]
2955- Düşman,
müslümanların gemilerinden birini yakacak olsa, Ebu Hanife ve Ebu Yusuf'a göre
gemidekiler isterlerse ateşin içinde kalarak yanarlar, isterlerse denize
atlayıp boğulurlar.
Çünkü iki durumda da
helak olacakları kesindir. Her iki ihtimalde de ge-midekilerin bir düşündüğü
vardır. Ateş kişinin ölmesinde daha etkili olabilir. Yani kişi ateşte daha
çabuk ölebilir. Ama vücudun parçalanması bakımından daha fazla acı verir. Suda
ölmek daha geç olabilir, ama daha fazla sıkıntı ve ızdırap verir. Bu konularda
insanların yapısı değişiktir. Kimileri yara acısını ve çabuk ölmeyi suda
boğulmaya ve geç ölüme tercih edebilir, kimileri de suda boğulma sıkıntısını
yara acısına tercih eder. onun için kişiler istediğini yapabilirler.
2956- imam
Muhammed'in görüşüne göre ise, bunun şıkları vardır. Her iki tarafta da
kurtulacağını umuyor ve helak olmaktan korkuyorsa, istediğini yapabilir.
Çünkü sabretmesi,
umduğu kurtuluşu elde etmek içindir. Kendini suya atatcak olursa ,yine
kurtuluşu umduğu içindir. Onun için iki işi de yapabilir.
2957- İki
şıktan birisinde helak olacağı kesin ise ve diğer şıkta kurtuluşu umuyorsa,
kurtuluşu umduğu işi yapması lazımdır.
Çünkü kişi gücü
yettiği kadar kendini helakten korumakla mükelleftir. Kendini öldürmesi
yasaktır.
2958- İki
durumda da helak olacağı kesin ise, sabretmesi gerekir. Kendini suya atması
doğru olmaz.
Çünkü kendini suya
atacak olursa kendisini öldürmüş olur, ama sabrederse başkasının fiili ile
helak olmuş olur. Başkasının fiili ile helak olması kendi fiili ile helak
olmasından iyidir. Mesela; zalim bir kişi bir insana "Ya kendini
öldürürsün yahut ben seni öldürürüm" derse, o insanın kendini öldürmesi
doğru olmaz. Burada da durum aynıdır.
Ebu Hanife ise şöyle
demektedir: "Devam eden bir işe devam etmek, o işe başlamak gibidir".
Ateş kendisine ulaşıp yakıncaya kadar olduğu yerde durmak kendi fiili olduğu
gibi, kendini suya atması da kendi fiilidir. Bu ikrah meselesine benzemez.
Çünkü ikrah eden (zorlayan) kişinin kendisini tehdit ettiği şeydeki kesinliği
kendi kendine yapacağı şeydeki kesinlik gibi değildir. îkrah eden kişi tehdit
edebilir, ama yapmayabilir. Burada iki tarafta da helak olmadaki kesinlik aynı
orandadır.
2959- İmam
Muhammed şöyle bir misal getirir: Bir a-dam bitişiğindeki evde yangın olan bir
eve girer ve sonunda iki ev de
tutuşur, içinde bulunduğu evde kalacak olursa yahut bitişik eve atlayacak
olursa helak olacağı kesindir. Bu
durumda bulunduğu yerde sebat etmesi
gerekir. Diğer eve geçmesi doğru değildir.
Ashabımızdan bazısına
göre iki meseledeki ihtilaf aynıdır. Sözü açıklamak için İhtilaf edilen şey hakkında farklı şeylerden delil getirmek İmam
Mu-hammed'in adetidir. Doğrusu, bu hepsinin görüşüdür. Ebu Hanİfe'nin gördüğü
fark ise, iki evde de helakin aynı olmasıdır. Evlerin birinden diğerine
geçmenin gayesi yoktur. İki şey arasında tercih yapmak, kişiye yarar
sağlayacağı zaman yapılır. Gemi meselesinde ise helakin şekli farklıdır. Çünkü
belirttiğimiz gibi su ateş türünden değildir. Tercihin kabul edilmesinde yarar
bulunduğu için burada tercih yapabileceğini söyledik.
2960-
Bir düşman askeri bir müslümanı
mızrakla vur-sa ve müslüman kişi mızrakla beraber yürüyüp onu kılıçla
vurmak istese, bakar; Bunu
yaptığı taktirde helak olmaktan korkup mızrağı çıkardığı zaman da
kurtulacağını umuyorsa, mızrağı çıkarabilir.
Çünkü mızrakla düşmana
yürümek kendini öldürmede yardımcı olmaktır. Halbuki herkese düşen elinden
geldiği kadar kendini kurtarmaya çalışmaktır. Önce kendini kurtarmaya çalışır,
sonra düşmanı öldürmeye kalkışır. ,
2961- Her
iki durumda da helak olacağına olan inancı aynı oranda ise yahut her iki
durumda da kurtuluş umudu eşit ise, mızrakla düşman üzerine yürüyüp kılıçla vurmasında
sakınca olmaz. Ama yarasının artmaması için is-terse mızrağı önce çıkarır.
Çünkü her iki durumda
da mızrağı .çıkarması, yani mızraktan kurtulması kaçınılmazdır. İmam Muhammed bununla önce geçen arasında
fark olduğunu
söylemiştir.
2962- Daha
önceki meselede kendini atmasında düşmanı öldürme sözkonusu değildi. Ama
burada mızrakla yürümekte düşmanı Öldürüp
muzaffer olması sözkonu-sudur. İşte bu amaç ona mızrakla
yürümesini mubah kılar. Bütün bu durumlarda ancak kişinin zannı galibi ile amel
etmek mümkündür.
Çünkü işin gerçeğine
dışarıdan vakıf olmanın imkanı yoktur. Böyle durumlarda zannı galip kesin
bilgi değildir.
2963- Bir
müslüman tek başına düşmandan bin kişi üzerine yürüse, bakılır; Onları hezimete
uğratması yahut yaralamalarla
zarar vermesini umuyorsa,
yürümesinde sakınca olmaz.
Çünkü bununla düşmana
zarar vermeyi amaçlamaktadır.
2964- Uhud
günü bunu Rasulullahın önünde ashaptan çok kişi yapmıştır. Rasulullah bu
yaptıklarını da yadırgamamış, hatta bunun için izin isteyen bazılarını şehit
olmakla müjdelemiştir. Ama kişi bununla düşmana zarar vermeyi ummuyorsa,
yapması caiz olmaz.
Çünkü müslümanlara
yarar sağlamadan kendini telef etmektedir. Düşmana da zarar vermemektedir.
2965- Halkın
kendisini öldüreceklerini ve kendisi sebebiyle dağıtmayacaklarım bilse bile,
emri bilma'ruf ııeh-yi anilmünker (iyiyi emretme ve kötüyü yasaklama) işinde
ileri atılabilir. Çünkü bu durumda halk, kendilerine emredeceği şeylere inanan
ınüslümanlardır. Açığa vurmuyorlarsa da yapacağı emri bilma'rufun onlar
üzerinde etki yapacağı şüphesizdir. Ama yukarıdaki durumda insanlar kafirdir
ve İslama inanmamaktadırlar. Yapacağı davranış onların içinde etki
yapmayacaktır. Onun için atılmanın mubah olması için etkinin açık olması
lazımdır.
2966-
Düşmana bir zarar vermeyi ummayıp bu yaptığı ile müslümanları onlara karşı
teşvik ederek zarar vermeyi düşünüyorsa, inşaallah bunda bir sakınca olmaz.
Çünkü bu yaptığıyla
düşmana bir zarar vermeyi umuyorsa, yapması caiz olur. Aynı şekilde
başkalarının yapacağıyla onlara zarar vermeyi umduğu takdirde yine yapması caiz
olur. Yine yapacağı saldın ile düşmanı ürkütme ve zayıflatma umudu varsa,
saldırmasında sakınca olmaz. Çünkü bu zarar vermenin en üstün şekillerindendir.
Müslümanlara da yarar sağlar. Her biri bu tür yaran sağlamak için canını feda
etmektedir.
2967-
Gemideki kişinin ateşin kendisine doğru
geldiğini ve sıcaklığı ile alevlerini hissettiği anda kendini denize atmaktan
başka çıkar yol bulamayıp denize atlarsa, inşaallah bunda sakınca olmaz.
Çünkü bu kişi ateşin
sürüklemesiyle kendini denize atmış olur. Daha önceki ise başkasının
sürüklemesiyle değil, kendi kendim denize atıyordu. Halbuki sürüklenen kişiyi
mutlaka bir sürükleyen vardır. Denize atlarken kimse onu sürüklemediği halde
burada başkasının sürüklemesiyle denize atlamış olmaktadır.
Nitekim kendisine ateş
yakılıp "Seni öldürünceye kadar kamçılayacağız yahut kendini ateşe atıp
yanarsın" derlerse, kendini ateşe atması caiz olmaz. Ama kamçılayarak
canını yakmış ve kendini ateşe atacak kadar üzerine gitmişlerse, o zaman ateşe
atlamasından dolayı inşaallah sorumlu olmaz. Zira burada kamçılayanlar
tarafından ateşe sürüklenmiş olur. Kamçının ızdırabı canını yakmıştır. Henüz
ateşin acısını da hissetmemiştir. Canını yakan bir acı ve ızdıraptan kaçmaktadır.
Umanm bir sakıncası olmaz.
2968- Bunun
dayanağı Hz. Huzeyfe hadisidir. Kamçı fitnesi (acısı) kılıç fitnesi (acısı)
ndan daha çetindir. Kişi kamçılanmaya devam edilir, nihayet darağacına kendisi
çıkar, demiştir.
Yani asılacağı zaman
darağacına sürüklemek için kamçılanır. En iyi Allah bilir.[30]
2969- Düşman saflarında
müslümanların başka bir düşmanla savaşması doğru değildir.
Çünkü iki taraf da
şeytanın yandaşıdır. Şeytanın yandaşlan hüsrana uğrayacaklardır. Bir
müslümanın düşman taraflardan birinin safına geçerek sayılarını çoğaltması ve
diğer tarafa karşı savaşması caiz değildir. Çünkü ikisinde de küfür ve şirk
açıktır. Müslüman ise ancak hakkın hükmünü egemen kılmak için savaşır, küfür
ve şirkin hükmünü egemen kılmak için değil. Müslümanlardan bir kişinin
Haricilerden bir toplulukla işbirliği yaparak onların egemen olmasını sağlayacaksa,
başka Harici- bir topluluğa karşı savaşması doğru değildir. Çünkü baği
(isyancı) kitleye karşı savaşmanın mubah olması, Allahın emrine boyun eğmelerini
sağlamak içindir. Ama Hariciler egemen olacaksa, bu savaşma ile bu amaç
gerçekleşmez.
2970-
Müslümanların Haricilerle beraber olup düşmana karşı savaşmasında bir sakıca
yoktur.
Çünkü burada küfür
fitnesini yok etmek ve islamı üstün kılmak için savaşmaktadırlar.
Bu emredilen tarzda
yapılan bir savaştır. Yukarıdaki ise böyle değildir. Yukarıda sözü edilen savaş
hak yoldan sapmış olanı ortaya çıkarmak için yapılan savaştır. Burada ise
İslamın kendisini ortaya koymak ve galip kılmak için savaş yapılmaktadır.
2971- Bu
savaş, onlarla yapılan bir andlaşmayı ihlal sözkonusu olmadığı taktirde caiz olur. Ama bir
topluluğa eman verip sonra onlara hiyanet olacaksa, Müslümanların onların
yanında savaşmaları doğru olmaz. Çünkü verilen emana bağlı kalmak vaciptir.
Rasulullah yaptığı bütün ' andlaşmalara
"Hıyanet yok, vefa vardır" yazardı. Müslümanların onlarla savaşmaları
sadece bulundukları yerle sınırlı ise düşmandan eınan verilmeyen başka bir
topluluk onlarla beraber savaşabilir.
Çünkü bu savaşta
hıyanet olmayıp islamın hükmünü üstün kılmak vardır.
2972- Düşman
aldığı esirlere "Düşmanımız müşriklere karşı bizimle beraber savaşın"
derse ve esirler savaşmadıkları taktirde canları için bir korku duymuyorlarsa
onlarla beraber müşriklere karşı savaşamları doğru olmaz.
Çünkü bu savaşta şirki
üstün kılınma vardır .Bu savaşta müslüman kendini tehlikeye atmaktadır. Ancak
dini üstün kılmak yahut kendini savunmak için savaşma ruhsatı vardır.
Savaşmadıkları
taktirde canları için korkuyorlarsa, o zaman onlarla beraber canlarını
savunarak savaşmalarında sakınca olmaz.
Çünkü ellerinde esir
bulundukları düşmandan emin olmalarına rağmen galip gelebilecek düşmandan emin
bulunmamaktadırlar. Diğer düşman galip geldiği taktirde kendilerini
öldürebilir. Onun için kendilerini savunarak onlarla beraber savaşa
katılabilirler.
2973-
"Bizimle beraber düşmanınız olan müşriklere karşı savaşın yoksa sizi
öldürürüz" derlerse, o zaman kendilerini savunarak onlarla beraber
savaşmalarında bir sakınca olmaz.
Çünkü bu durumda en
kötü şekilde öldürülmekten kurtulmaları için kendilerini savunmaktadırlar.
Karşı tarafta bulunan
müşrik düşmanı müslüman esirlerin Öldürmeleri zaten helaldir. İkrah sebebiyle
zaruretin gerçekleşmesi durumunda helal olan bir işi yapmak da helaldir. Hatta
Ölü eti yemek ve içki içmek gibi zaruret halinde,vacip de olabilir.
2974-
Bizimle beraber müslümanlara karşı savaşın, yoksa sizi öldürürüz, derlerse,
müslümanalra karşı savaşmaları caiz değildir.
Çünkü böyle bir şeyin
kendisi haramdır. Öldürülme tehdidi sebebiyle böyle bir şeyi yapmak caiz olmaz.
Tıpkı şu müslümanı öldür, yoksa seni öldürürüz, denilen adamın müsîümanı
öldürmesinin caiz olmaması gibi.
2975-
Kendilerini öldürmekle tehdit etmeleri durumunda ise onlarla beraber olup raflarında yer alırlar, ama müslümanlarla savaşmazlar. Bu
durumda umarım bir sakınca olmaz.
Çünkü bu durumda
müslümanlara bir şey yapmamaktadırlar. Bu da.müslü-manlara haksızlık türünden
bir iş değildir.
2976-
Bunun sebep olacağı
zarar sadece düşmanın müslümanlarm karşısında sayıca çok
görünmesi ve belki morallerinin düşmesine sebep olmasıdır. Tıpkı telef edecek
bir tehditle müslümanlarm mallarını
telef etmesi için ikrah edilen kişi mesabesindedirler. Canları için müşriklerden
korkmuyorlarsa, esir alan düşman kendilerine em-retse de onlarla beraber
müslümanlara karşı bir safta yer almaları caiz olmaz.
Çünkü böyle bir durum
müslümanları ürkütür, morallerini bozar ve belki de hezimetlerine sebep olur.
Kesin zaruret olmadan böyle bir şeyi yapmak müslüman için caiz olmaz.
2977- Başka
bir düşmana karşı bizimle beraber savaşınız, galip gelirsek sizi serbest bırakırız, derlerse, esirler onların
ddğru söylediklerine kanaat sahibi olurlarsa, onlarla beraber savaşmalarında
sakınca olmaz.
Çünkü bununla
esaretten kurtulmaktadırlar. Bu karşı taraftaki düşmandan korku duymalarından
daha aşağı bir durum değildir. Yani karşı taraftaki düşmandan en az bu kadar
korku duymaktadırlar. O durumda savaşa katılmalarında sakınca olmadığı gibi
burada da sakınca olmaz.
Böyle bir şey
müslümanlara karşı düşmanı güçlendirmek olduğu halde nasıl caiz olabilir? Çünkü
bunlar galip gelecek olursa bu sefer müslümanlara saldı-rabilirler, hatta
düşmandan alabilecekleri silah ve atlarla müslümanlara karşı daha güçlü
olabilirler. Buna rağmen onların safında nasıl savaşa katılabilirler? diye itiraz
edilirse, şöyle deriz:
Bu bir vehimdir. Ama
bu savaşla düşmanın elinde esaretten kurtulmaları ise malum bir şeydir. Bu şık
tercih edilir. Nitekim islam devlet başkanından esirler yahut silah ve atlar
verip kendilerini düşmandan kurtarmasını isteyecek olurlarsa, düşmanın alacağı
bu şeylerle güçlenmesine rağmen devlet başkanının bu şeyleri vererek onları
kurtarması caizdir.
2978-
Bizimle beraber savaşarak yahut saflarımıza katılarak müslümanlara karşı bize
destek olun, sizi serbest bırakırız, derlerse, bunu yapmaları caiz olmaz.
Çünkü müslümanlara
karşı savaşmalarının hiç bir şekilde ruhsatı olmaz. Kendilerinin öldürülmeleri
gibi kesin bir zaruret olmadıkça müslümanlara karşı savaşmalarının yahut
müslümanları korkutmalarının hiçbir ruhsatı yoktur. Burada da böyle bir zaruret
mevcut değildir.
2979-
Bizimle beraber müşrik düşmanımıza karşı savaşırsanız, sizi ülkemizde serbest
bırakırız, ama ülkenize geri göndermeyiz, derlerse, onlarla beraber savaşmaları
doğru olmaz.
Çünkü öldürülmeleri
yahut organlarının kesilmesi gibi canlan hakkında bir korkuları yoksa, düşman
ülkesinde esir tutulmaları ile hapiste bulunmaları arasında bir fark yoktur.
Çünkü her iki durumda da aile fertlerinden mümin ve kardeşlerinden ayrı kalıp
üzüntü ve sıkıntı çekmektedirler. Açık bir yararlan bulunmadıkça şirk
yönetiminin üstün kılınması için savaşmalan caiz değildir.
2980- Ama
sıkıntı ve musibet içinde olup canlarının helak olmasından korkuyorlarsa, sizi
bu sıkıntı ve musibetten çıkaracağız, dedikleri takdirde onlarla beraber düşmana
karşı savaşabilirler.
Çünkü onlarla beraber
savaşa katılmalarında açık bir yayar ve uygun bir amaç bulunmaktadır. O da
başlarına gelen sıkıntı ve musibetten kurtulmaktır.
2981-
Darulislama çıkmalarına müsaade etmeleri halinde, esir müslümanlar onların ele
geçirdikleri mallarını gizli bir şekilde darulislama çıkarabilirler.
Çünkü darulislama
çıkmadıkları sürece onların elinde esirdirler. Onları serbest bırakacak
olurlarsa, mallarını almak ve onlan öldürmek kendileriyle düşman arasında
yapılan bir eman ahdine hiyanet etmek gibi birşey sözkonusu değildir. Aksine
aldıkları bu mallar helalinden kazanmak olur. Onların durumu darulharpte
hırsızlık yapan kişilerin durumu gibidir.
Esirler darulislama bu
malları çıkarırken savunma ve kuvvet sahibi ise, o zaman çıkarılan
şeylerden beştebir
payı alınır ve gerisi
ganimet taksimi esasına göre taksim edilir.
Çünkü bu şeylerin
ihrazı ancak darulislama çıkarmalarıyla olmuştur.
2982- Esir
tutan düşman safında savaşıp karşı düşmandan aldıkları ve esir tutan düşmanın
farketmediği malları da gizli olarak çıkardıkları taktirde, durum aynıdır. Bu
malları ister müslümanlardan almış olsunlar, ister düşmandan almış olsunlar, aynıdır.
Çünkü bu mallann tümü
müşriklerindir ve ancak darulislama çıkanldıktan sonra ihrazı gerçekleşmiştir.
2983-
Esirlere "Bizimle beraber düşmana karşı savaşıp bütün ganimetleri bize
bırakır ve bir şey almazsanız sizi
serbest bırakırız" derlerse, hüküm yukarıdaki gibi olur.
Çünkü olabilecek bütün
mesele, alınacak mallann esir tutan düşmana kalmış olmasıdır.
Belirttiğimiz gibi,
esir tutan düşmanın mallarını alabildikleri taktirde almalarında bir sakıca
yoktur.
Çünkü esirlerle düşman
arasında eman mevcut değildir. Mubah olan bir mali almak, ancak eman ahdine
hiyanet sözkonusu olduğu zaman yasak olur.
2984-
Mallarımızdan bir şey almamanız şartıyla
sizi serbest bırakacağız, der ve esirler de bunu kabul ederlerse, onların
mallarından birşey almaları caiz olmaz.
Çünkü onların mallanna
dokunmamalannı şart koştular. Müslümanlar da koştukları şarta bağlı olurlar.
Rasulullah böyle buyurmuştur. Birinci meselede de onlara bu şartı koşmuşlardı,
ama diğer düşmandan aldıklarını esir tutan düşmandan gizleyip darulislama
çıkarmalarında sakınca olmadığını söylemiştiniz, diye itiraz edilirse, şöyle
deriz:
Orada sadece
ganimetlerini teslim etmelerini şart koşmuşlardı. Ganimet dedikleri de
kendilerinin düşmandan aldıkları şeylerdi. Ama esirlerin düşmandan aldıkları
şeyler birlikte savaştıkları düşmanın ganimetlerinden değildir. Sonra,
ganimetlerin ortak olması islamın hükümlerindendir. Bu ise düşmanın himayesi
altında gerçekleşemez. Onların himayesinde kural, kim bir şey alırsa, kendisi
onu almaya layık olmasıdır. Bundan da anlıyoruz ki bu şekilde malları
gizlemelerinde açıkça koşulan bir şarta muhalefet söz konusu değildir. Zaten
açık koşulan bir şarta muhalefet etmeleri de doğru değildir.
2985-
Hapiste tutulan esirlere düşman "Bizden kimseyi öldürmemek, açık ve gizli
olarak hiçbir malımızı almamak ve ülkemizde tutmak şartıyla sizi hapisten
çıkaracağız" derlerse ve esirler de kabul ederlerse, bu şarta esirlerin
bağlı kalmaları gerekir.
Çünkü şart koştukları
ve kabul edilen şeyler hakkında esirler eman altında gibi olurlar. Zaten bunu
kabul etmekle öldürülme, hapis ve işkenceden emin olmuşlardır. Bundan sonra
müslü m anlardan alman bir köle görseler, onu almaları caiz olmaz. Çünkü bu
düşmanın malı olup bu durumda müslüman olurlarsa onların malı olarak kalır.
2986- Esir
düşmüş hür bir kadın veya efendisinin ölümü halinde hürriyete kavuşacak olan
(müdebber) bir cariye görseler, onu alıp darulislama çıkarmalarında bir sakınca
görmüyorum.
Çünkü düşman ona malik
olmamıştır. Esirlere sadece sahip oldukları ve mülkleri olan şeylere
dokunmamalarını şart koşmuşlardır.
2987-
Müslümanlardan alınmış bir silah veya at görürlerse, ona dokunmaları caiz olmaz.
Çünkü bu onların
mallanndandır.
2988- Esirlere "Ülkenize gidiniz, eman altındasınız" derlerse ve esirler de
onlara bir şey söylemezse, bundan sonra esirlerin onlarla savaşması ve mallarını almasında sakınca
olmaz.
Çünkü esirler onların
bu koştukları şartla bir taahhüt altına girmemişlrdir. Kendilerinin
yüklenecekleri bir sorumluluğu kabul etmedikleri sürece, düşmanın kendi kendine
koşacağı şart onları bağlamaz.
2989- Ama
müslümantardan bir topluluk gelip darul-harbe girmek ister ve düşman onlara
"Giriniz, eman altındasınız"
derse ve onlar da herhangi bir şey şart koşmadan girerlerse, durum farklı olur.
Çünkü eman yolu İle
girmeleri onlara hıyanet etmemeyi kabul etmeleri demektir. Ama esirlr için bu
durum söz konusu değildir. Çünkü esirler onların elin-de eman altında olmayıp
esir ve mağlup kişilerdir.
2990-
Esirlere düşman "Düşmanımıza karşı bizimle beraber savaşırsanız, ülkenize dönmeniz için
sizi serbest bırakırız, aldığınız ganimetler de sizin olur, ama bizim
aldıklarımıza dokunmayacaksınız" derse, sonra düşmanın aldıkları malları
esirler gizli olarak alma imkanı bulursa, almaları caiz almaz.
Çünkü bunu onlara şart
koşmuşlardır ve müminler şartlarına bağlı kalmak
zorundadırlar.
2991-
Esirlerin aldıkları malları düşman onlara verse ve esirler de onu darulislama
yahut müslümanların darulharpteki karargahına çıkarsalar, mallar sadece onların
olur. Ondan beştebir payı alınmayacağı gibi paylarda süvari ve piyade eşit
alırlar.
Çünkü şirk yönetiminin
altında o malları almışlardır ve şirk yurdunda onu ihraz etmişlerdir. Zira
düşman o mallan kendilerine teslim etmiştir. Sonra, düşmanın himayesi altında
mallan almalan, bir bakıma düşmanın alıp kedi isteğiyle onlara teslim ettiği
mal gibidir. Onun için bu mallar kendilerinin esirlere Tıİbe ettiği mallar
olur.
2992- Bu
mallar ganimet değildir.
Çünkü müslümanlann
savunma ve himaye bölgesine gelmeden önce mallar onların olmuştur.Malları
onlardan bazıları almışsa, sadece alanlara mahsus olur.
Çünkü burada
müslümanlann savunma ve himayesinde ihraz etmenin bir etkisi söz konusu
değildir. Malı almamış olanlar bu ihrazla bir hak elde etmezler. Hak sahibi
olmanın sebebi, malı almış olmak ve düşmanın onlara teslim etmesidir. Bunda
diğerlerinin bir ortaklığı olmaz.
2993-
Esirlerden bir kişinin aldığı malların bütün esirler arasında ortak olacağını
şart koşmuş ve esirler de buna razı
olmuşlarsa, malları bazıları
da alsa, alınan mallar bütün
esirler arasında ortak olur.
Çünkü düşman bu mallan
esirlerin tümüne teslim etmiş olmaktadır. Bu da kendi mallarından bütün
esirlere hibe ettikleri ve hepsinin nzası ile esirlerden bazıların teslim
aldığı mal mesabesinde olur.
2994- Alınan
malların esirlerle düşman arasında yarı yarıya olacağını söylemiş ve aralarında
eşit olarak paylaş-mışlarsa, esirler darulislama çıktıklarında aldıkları malda
eşit olarak ortak olurlar. O mallardan beştebir payı da alınmaz.
Çünkü düşmanın
kendilerine teslim etmesiyle darulislama çıkarabilmişl-erdir. Ganimet ise
kuvvet ve galebe ile alınan malın adıdır. Müşrikler bunu kendilerine isteyerek
teslim edince, mallar ganimet olmaktan çıkmıştır.
2995-
Düşmanın rızası olmadan ve güçlerinin yetmesi halinde geri alacakları malları
esirler darulislama çıkarırlarsa, ondan beştebir payı alınır ve geri kalanı
ganimet taksimi esasına göre aralarında taksim edilir.
Çünkü bu mallar galebe
ve üstünlük yolu ile alınmıştır. Müslümanlann himaye ve savunması olmadan o
mallan ihraz etmeleri de gerçekleşmemiştir. Onun için bu mallar ganimet hükmüne
tabidir.
2996- Ancak
bir şey hariç olur. O da esirlerin düşmanın rızası olmadan hiaynet yolu ile
aldığı mallardan beştebir payının
alınmamasıdir.
Çünkü almaları helal
değildir. Fetva olarak devlet başkanı o mallan geri vermelerini emredebilir.
Tıpkı eman altında olan kişilerin onlardan hırsızlıkla aldıkları mallar mesabesindedir.
2997-
Düşman, sadece esirleri diğer düşmana
karşı savaşa gönderse ve komutanı da esirlerden tayin edip isla-mın
hükümleriyle hükmedeceğini söylese ve alacakları ganimetleri darulislama
çıkarabileceklerini belirtseler, esirler düşmandan korksunlar veya
kormasınlar, bu savaşa gidebilirler.
Çünkü islamın hükmü
altında savaşacaklanndan cihad etmiş olurlar
2998-
Aldıkları ganimetleri darulislama
çıkardıkları taktirde ondan beştebir payı alınır ve geri kalanı
ganimatin taksimi esasına göre aralarında taksim edilir.
Çünkü darulislamda bu
mallar ganimet hükmünü almıştır. Nitekim müslü-manlarla antlaşmah olan bir
düşman topluluktan müslümanlar başka bir düşmana birlikte saldırmak için ülkeye
girmelerini ister, onlar da girerse, savaşanlann aldıkları mallardan beştebir
payı alınır ve geri kalanı ganimet taksimi esasına göre aralannda taksim
edilir.
2999-
Düşmanlarıyla savaşmak için esirleri gönderen düşman, alınacak malların
hepsinin yahut yarısının kendilerine ait olacağını şart koşsa ve esirler de
onlardan bir korku duymuyorlarsa, bu şartla savaşmaları doğru olmaz.
Çünkü bu savaşla
müslümanlara karşı onlan desteklemiş olurlar. Mesela alacakları silah ve
atlardan şart koştuklan miktarı aldıklan taktirde onlarla müslümanlara karşı
savaşmak için güçlenmiş olurlar. Ama darulislama çıkmaarına müsaade edec
eklerini şart koşmuşlarsa, o zaman savaşmalannda bir sakınca olmaz. Çünkü bü,
düşmana verecekleri silah, atlar ve esirler karşılığında kendilerini kurtarması
anlamına gelir.
3000-
Aldıkları miktarı darulislama
çıkardıkları taktirde ondan
beştebir payı alınır ve gerisi ganimet taksimi esasına göre aralarında taksim
edilir.
Çünkü islamm
egemenliği altında o mallan almışlardır. Hak etmeleri, düşmanın kendilerine
teslim etmesiyle değil, darulislamda o mallan ihraz etmeleriyle kesinleşmiş
olur. Çünkü malları alırken düşman onlarla beraber değildiler. Mallan
aldıklarında da himaye ve savunmalan müslümanlann himayesi ve savunması idi.
3001-
Esirlere, düşmandan alacakları silahları, esirleri ve atları vereceklerini, diğer
şeyleri de kendilerinin alacaklarını şart koşmuşlarsa, esirlerin savaşmalarında yine bir sakınca olmaz. Çünkü
mal karşılığı kendilerini kurtarmaları mesabesinde olur. Ama bu mallar
darulislama çıkarmamak ve kendiniz de darulislama gitmemek şartıyla sizin
olacak, demişlerse, o zaman ancak canları için kesin tehlikenin bulunması
halinde bu savaşa gidebilirler. Aksi halde bu savaşa gitmeleri doğru olmaz.
Çünkü bu savaş düşmana
yarar sağlar ve mal kazandırır. Buna karşılık müslümanlann kurtuluşu da yoktur.
Onun için kesin zaruret olmadıkça bu savaşa gitmeleri doğru olmaz. En iyi Allah
bilir.[31]
3002- Tevbe
İbn Temr el-Hadrami'den Hz. Peygamberin şöyle dediği rivayet edilir: İslamda
iğdiş etme ve kilise açma yoktur.
Hadis "İğdiş
olma" ve "iğdiş etme" anlamlarına gelen iki kelime ile rivayet
edilmiştir. Bu, iki şekilde açıklanmıştır; Birincisi, insanı iğdiş etmenin
yasaklığı. Bu olumsuzluk kipiyle zikredilmiştir ki nehiy (yasaklama) dan daha
güçlü bir ifadedir. İnsan oğlunu iğdiş etmek Kur'an ayetiyle yasaklanmıştır.
Yüce Allah buyuruyor: "Şeytan onlara Allahın yarattığını değiştirmelerini
emredeceğim, der"[32]
Allahın yarattığını değiştirmeden maksadın iğdiş etmek olduğu söylenmiştir.
Şeytan zaten ancak ahlaksızlık ve edepsizlik olan kötü şeyleri emreder. İğdiş
etmek, işkence yapmak ve erkeklik organını kesmektir. Halbuki Rasulullah
kötürüm bir köpeğe de olsa işkenceyi yasaklamıştır.
Diğer anlamının ise,
kadınlarla evlenmemek ve rahiplik hayatı sürmek olduğu söylenmiştir. Kişinin
kadınlarla ev-lenmiyen rahipler gibi olmasıdır. Halbuki Rasulullah Osman İbn
Maz'un ve arkadaşlarını böyle bir işe kalkıştıkları zaman onlara bunu
yasaklamış ve bunun sünnetine aykırı olduğunu
söylemiştir.
Kiliseden maksat ise,
müslüman topraklarda kilise yapmaktır. Zimmet ehline bunun için izin verilmez.
Daha önce yapılmış ve mevcut olanlara dokunulmadığı gibi yenilerinin
yapılmasına müsaade edilmez.
İbn Semaa,
Nevadir'inde bu hadisi Rasukülahtan rivayet ederken, Muham-med İbn el-Hasan'dan
naklederek tefsir etmiştir.
3003- Hz.
Ömer'in şöyle dediği rivayet edilir: Zimmet ehlinin Horasan ve fethedilen başka
yerlerde kilise açmalarını yasaklarım, fethedilen yerlerde fetihten sonra yaptıkları
ortaya çıkmadıkça daha önce yapmış bulundukları ve hala mevcut olan
kiliselerine ise dokunmam.
Çünkü gerektiren bir
delil olmadıkça daha önce yapılmış olan kiliselerini yıkmak caiz olmaz. İslam
yurdu olması için hazırlanan, yani fethedilen bir yerde zimmet ehline kiliseler
açmaya müsaade etmek, irtidat ettikten sonra müslümanm şirk üzerine devam
etmesine imkan tanımak gibi olup kesinlikle böyle bir şey caiz olmaz.
3004-
Düşmandan bir topluluk kendileri için cizye ve toprakları için haraç ödemek
üzere zimmet ehli olmayı müslümanlara teklif ederse, islam devlet başkanının bu
isteklerini kabul etmesi vaciptir.
Çünkü zimmet ehli
sayilmalanyla savaş sona erer. Tıpkı İslama girmek gibi olur. Kendilerine
islamın anlatılması ve Öğretmesini istedikleri taktirde onlara anlatmak vacip
olduğu gibi, zimmet ehli olmak istedikleri zaman da isteklerini kabul etmek de
vacip olur. Zira muamelat konusunda bu yolla islamın hükümlerine bağlı olmayı
kabul etmiş olurlar. Ondan sonra islamın güzelliklerini belki görür ve İslama
girerler. Bu da en yumuşak ve güzel yolla dine davet etmek olur.
3005-
Rasulullah kendisinden böyle
bir şey istiyen Necran halkının isteğini kabul etmiş
ve her yıl iki bin yahut bin iki yüz elbise üzerine onlarla antlaşma
yapmıştır.
Bu şekilde antleşma
yapar ve topraklan da Şam bölgesi gibi şehir ve köy ise, mü.slümanların onların
ev ve topraklarından birşey almaları caiz olmadığı gibi, evlerini işgal
etmeleri de caiz olmaz.
Çünkü bunlar artık
antlaşma ve barış sözleşmesi sahibi kişilerdir. Hayber günü Rasulullah
tarafından bir kişi müminlere "Antlaşmah insanların mallan size helal
olmaz" şeklinde ilan etmiştir. Zaten mal ve canlarının müslümanlann can ve
malları gibi olması için zimmet ehli olmayı kabul etmişlerdir.
3006-
Müslümanlar kimsenin sahip olmadığı ölü (iş-lenmiyen) topraklarda bir şehir
kurmak isterlerse, bunda bir sakınca olmaz.
Çünkü bununla zimmet
ehlinin mallarına ve mülklerine herhangi bir şekilde tecavüz etmek yoktur.
Zaten islam ahkamının hükmü altına girmekle zimmet ehlinin topraklan ve
şehirleri islam yurdunun bir parçası haline gelmiştir. Darul-islamda ölü
topraklar hakkında devlet başkanı uygun gördüğü şekilde tasarruf eder.
3007-
Rasulullah şöyle buyurmuştur;
"Haberiniz olsun,
işlenmiyen (sahipsiz) toprak Allah va Rasulünündür, sonra benden sizedir."
3008-
Müslümanların ölü arazide kurdukları şehrin yakınlarında zimmet ehlinin
köyleri olup zamanla şehir büyüyerek o köyleri de kapsayacak olursa, artık
onlar da şehrin bir parçası olurlar. O
köylerde zimmet ehlinin kiliseleri, ateşgedeleri, havraları varsa, olduğu gibi
bırakılır. Çünkü zimmet ehli artık antlaşmah insanlardır. O yerleri şehir
kapsamına
da girse, antlaşmanın
gereği olarak ibadethanelerine dokunulmaması hakkına sahip olmuşlardır.
3009- Ancak
o yerde yeni bir kilise yahut havra yapmak isterlerse, müsaade edilmez. Çünkü
orası artık müslümanlann
şehirlerinden biri olmuştur. İçinde cuma ve bayram namazlarının
kılındığı, islamın öngördüğü cezaların uygulandığı bir yer olmuştur. Böyle bir
yerde yeni tapınak yapmalarına imkan verilmesi müslümanlann aşağılanması yahut
şekil olarak müslümanlara muhalefet etmelerine
imkan tanınması anlamına
gelir. Rasulullahın "Kilise de yoktur" buyruğunun anlamı
budur. Çünkü bu yerler darulislam olduktan sonra eski tapmakları bir hak olarak
devam edecektir. Yeni durumun meydana getirdiği değişiklikle onlann bu yerleri
değiştirilemez. Ama orası müslüman bir şehir
olduktan sonra yeni tapmaklar açmak isterlerse, izin verilmez. Tıpkı
yargıcın bir olay hakkında içtihat ile verdiği karardan sonra meydana gelen
başka bir olay hakkında değişik karar vermesi gibidir. Bu karar, önceki
karanım bozmaz
3010- O
yerde açıkça domuz eti ve içki satıyorlarsa, şehir haline geldikten sonra artık
satmalarına izin verilmez.
Çünkü bu yeni
yapacakları bir tasarruftur. El-Mebsut kitabında müslüman şehirlerde zimmet
ehlinin içki ve domuz satmalarına izin verilmeyeceğini açıkladık.
Müslümanların şehirlerine açık olarak bu şeyleri sokmalarına da müsaade
edilmez. Hz. Ömer'in böyle uygulama yasptığı nakledilmiştir. Sonra, bu işler
fa-sıklık (haram) işlerdir. Müslümanların beldelerinde fasıkhğm açık olarak
işlenmesinde müslümanların horlanması olur. Halbuki zimmet ehli ile yapılan
sulh antlaşması müslümanların horlanması için değildir,
3011- Bayram
vakitlerinde haç çıkaracak olurlarsa, bunu eski kiliselerinde yaparlar. Ama
kiliselerin dışına çıkarak şehirde bunu açıkta yapmalarına izin verilmez. Çünkü
müslümanları hafife almak olur. Ama kiliselerinin dışına çikaracaklarsa,
haçlarını gizlice (teşhir etmeden) çıkarır ve şehrin banliyösünü geçtikten
sonra istedikleri yere gider ve törenlerini yaparlar.
Çünkü cuma ve bayram
namazlarının kılınması ve cezaların uygulanması bakımından şehrin banliyösü de
merkezi hükmündedir. Ebu Süleyman'ın Ne-vadir'inde belirtildiğine göre cuma
günü devlet başkanı çetin bir mesele ile karşılaştığında şehrin baliyösüne
gider ve orada halkla beraber cumayı kılabilir. Müslümanların cuma kıldıkları
yerde zimmet ehlinin harçlarını teşhir ederek tören yapmaları yasaktır. Çünkü
böyle bir şey müslümanlara muhalefet ve onlarla rekabete yol açar. Böylece bu
konuda şehrin merkezi ile banliyösü, hüküm bakımından aynıdır.
3012- Eski
kiliselerinin içinde çaldıkları taktirde çan çalmalarına da engel olunmaz. Ama
eski kiliselerinin dışında çan çalmak isterlerse, onlara müsaade edilmemesi
gerekir. Çünkü şekil olarak müslümanların ezanına rekabet ve muhalefet etmiş
olurlar. Ama müslümanların şehri olmayan her köy ve mahalde bütün bu şeyleri
yapmalarına engel olunmaz. Oralarda bir kısım müslümanlar ikamet etse bile, bu
şeyleri yapmalarına müsaade edilir.
Çünkü buralar cuma ve
bayram namazları gibi dinin ifadesi ve ilanı olan şeylerin yapıldığı yerler
değildir. Belh imamlarının çoğunun bu meselede böyle söyledikleri belirtilir.
El-Mebsut'ta ise Kufe'de bulunan köylerin durumuna göre hüküm verilmiştir.
Orada köylerde oturanların çoğu zimmet ehli ve rafızilerdir. Ama
memleketimizde, bu şeyleri şehirde yapmalarına müsaade edilmediği gibi köylerde
de müsaade edilmez. Çünkü müslümanların cemaatlarının yeridir. Vaiz ve
müderrislerin (hocaların) oturduğu yerler de şehir mesabesindedir.
3013- Hire
ve başka yerlerde olduğu gibi halkının çoğu zimmet ehli olan şehirler, yani
içinde cuma ve bayram namazları kılınmayan
şehirlerde bu şeyleri zimmet ehlinin yapması engellenmez.
Memleketimizin
üstadlan köylerde bunları yapmalarının yasaklanmayacağını söylerler. Burada
zikredilen şu ibareye dayanıyorlar: Halkı müslüman olup cuma ve bayram
namazlarının kılındığı ve cezaların uygulandığı şehir statüsünde olmayan
köylerde zimmet ehli köylülerden evler alıp kilise ve hayvanlar edinse ve
oralarda içki ile domuz satışını açıkça yapsalar, onlara engel olunmaz. Çünkü
yasaklama ve engel olma dinin şiarı olan cuma ve bayram namazlarının kılınması,
islamın öngördüğü cezaların uygulanması gibi şeylerin orada yerine getirilmesi
sebebiyledir. Bu da gösteriyor ki islamın öngördüğü ceza hükümleri köylerde
değil, ancak şehirlerde uygulanır. Edebu'1-Kadi kitabında da bu şekilde belirtilmiştir.
Halbuki el-Hassaf bu konuda köylerin de şehirler gibi olduğunu belirtmiştir,
Bu meseleyi Şerhu'l-Muhtasar'da açıkladık.
3014- Netice
olarak şehir ve şehir banliyösünde bu şeyleri yapmaları yasaklanır, ama
halkının çoğunluğu zimmet ehlinden olan
köylerde bu gibi şeyleri yapmalarına müsaade edilir. Fakat müslümanların
oturduğu köylerde bu gibi şeyleri
yapmaları konusunda belirttiğimiz
gibi alimlerimiz arasında ihtilaf vardır.
3015- Zimmet
ehli ile yapılan antlaşmada nıüslümanlar şehir ve kasabalarında bulunan
evlerini kendileriyle paylaşmasını şart koşarlarsa, caiz olur.
Çünkü bu mülk şartını
onlara koşmak, başka bir mal şartını koşmak gibidir. Şart koşulan yer malum
ise, caiz olur.
3016-
Kiliselerinin bulunduğu, içki, domuz etinin a-çıkça satıldığı ve mahremlerle
evliliğin açıkça yapıldığı şehir ve köylerine nıüslümanlar yerleşerek cuma ve bayram namazlarını ikame
ederlerse, artık oralarda yeni kiliseler yapmaları ve yukarıda sayılan şeyleri
işlemeleri yasaklanır. Çünkü cuma ve bayram namazlarının yerine getirildiği yerler müslümanların kasaba
ve şehirleri hükmünde olur.
Çünkün bu yerler
müslümanların kasaba ve şehirleri olmuş olur. Zira orada antlaşmadan sonra
evler ve kurumlar meydana getirmişlerdir. Hüküm bakımından daha önce zimmet
ehlinin köyleri durumunda iken müslümanlann şehir ve kasabaları haline
getirdikleri yerlerle aynı olur. Orada belirttiğimiz bütün hükümler burada da
geçerlidir.
3017-
Eski kiliselerinden biri
yıkılacak olursa, onu tekrar yapabilirler.
Çünkü o yörede haklan
kabul edilmiş ve devam etmektedir. Binanın yıkılmasıyla bu hak değişmez. Bina
ettikleri zaman önceki hükmünde olur.
3018-
Yıkılan kilisenin yerini oradan kaldırıp şehrin başka bir yerine götürmek isterlerse,
istekleri kabul edilmez.
Başka yer islam
ahkamının uygulanması için hazır bir yer haline gelmiştir. Tekrar şirk
hükümlerin uygulanması için hazır hale getirilmesine izin verilmez. Bunun için
müslümanlara karşılığını verseler bile, İzin vermek caiz değildir. Tıpkı
müslümanlara vereceği mal karşılığında irtidat üzerine devam etmesi için
mürted-din izin istemesinde olduğu gibi. Şüphesiz bu isteği hiç bir şekilde
kabul edilmez. Mesela bu kilisenin yerinde müslümanlar için çok daha güzel ve
daha geniş bir cami yapmaya karşılık yeni yerde yıkılmış bir mescidin yerine
kiliseyi inşa etmek istediklerini teklif ederlerse, onlann bu isteğini kabul
etmek acaba caiz olur mu? Elbette caiz olmaz.
3019- Devlet
başkanı düşmandan bir topluluğu top-raklarıyla beraber zaptedip Hz. Ömer'in
Küfe bölgesi halkı hakkında yaptığı gibi zimmet ehli yapmak isterse, caiz olup
doğru bir iş yapmış olur. Hz. Ömer bunu ashaba danıştıktan sonra yapmıştır.
Karşı çıkanlara da Kur'an'ı Kerimden "Onlardan sonra gelenler"[33]
ayetini delil olarak göstermiştir. Sonunda küçük bir azınlık dışında hepsi onun
dediğini benimsemiştir. Benimsemiyenler ise ona muhalefet etmiştir. Nihayet
minberde bunlar beddua ederek "Allahım, beni Bilal ve arkadaşlarından
kurtar" demiştir. Bir sene geçmeden muhalefet edenler öldüler. Halkı
zimmet ehli kabul edildikten sonra köy ve kasabalarında yeni kiliseler yapmak,
içki ve domuz gibi şeyleri açıkça satmaktan alıkonamazlar. Çünkü bu şeyleri
yapmalarının yasaklanması, içinde cuma ve bayram namazlarının kılındığı ve
islamm öngördüğü cezaların uygulandığı beldelere mahsustur. Devlet başkanı
zaptetmeden önce hakkında antalşma yapılan yerlerde bu işleri yapabileceklerini,
çünkü buraların islamm simgesi şeylerin yerine getirildiği yerler olmadığını belirtmiştik.
3020- Hz.
Ömer'in Küfe ve Basra şehirlerini kurduğu gibi devlet başkanı onların
topraklarında müslümanlar için şehir kurup zimmet ehli de o şehirde evler
alarak müslü-nıanlarla beraber oturmak isterse, alıkonamazlar.
Çünkü islamm
güzelliklerini görmeleri için onların zimmet ehli olmasını kabul etmişizdir. İslamm
güzelliklerini görüp belki müslüman olurlar. Evlerinin müslümanların evleri
arasında bulunması bunu sağlamaya sebep olabilir. İmam Şemsuleimme el-Hulvani
bunun için onlara izin verilmesi ancak sayı bakımından az olmaları ve bu
şekilde yerleşmeleri sebebiyle müslüman cemaatların muattal olmaması şartıyla
olabileceğini söylemiştir. Ama bazı müslüman cemaatlann engellenmesine yahut
azalmasına engel olacak kadar çoğalırlarsa, bunlara izin verilmez. Ve
müslümanların cemaatının bulunmadığı bir mahallede oturmaları emredilir. Ebu
Yusuf un da bu görüşte olduğu bilinmektedir.
3021-
Oturmak için evler
satın alıp onlardan
birini veya bazılarını ibadet etmek için kilise veya havra yahut
ateşgede yapmak isterlerse, onlara izin verilmez.
Çünkü bu müslümanların
cami İnşa etmelerine muhalefet ve rekabet olup islamı ciddiye almamak ve
müslümanları küçümseme anlamı taşımaktadır,
3022-
Kurulan şehirde açıkta içki ve domuz satmaları ve mahrem kişilerle evlenmeleri
de yasaklanır.
Çünkü bunları aleni
olarak yapmaları müslümanları hafife alma ve küçümseme anlamı taşımaktadır.
Bunları açık olarak yapmadan da amaçları gerçekleşmiş olur.
3023- Bu
amaç için bir müslümanııı onlara ev kiralaması caiz olmaz. Çünkü müslümanları
küçümseme düşüncelerine bir nevi destek sağlamış olur. Onlara kiraladığı evde
bu işleri açık olarak yapacak olurlarsa, ev sahibi ve başkaları emri bilmaruf
ve nehyi anilmünker olarak onları bu işten ahkoyar. Bu konuda ev sahibi, başka
müslümanlar gibidir. Nitekim içinde içki içilmesi ve içki satılması için
(meyhane yapılması için) evini bir müslümana kiralayacak olursa, yine emri
bilmaruf ve nehyi anil münker olarak bu işten alıkonur, ancak bundan dolayı
kira sözleşmesi bozulmaz.
Çünkü bu
işten dolayı yasaklama kira sözleşmesinin bozulması
için değildir.
3024- Ama
kişi o evde kendi şahsına mahsus bir ibadet yeri edinirse, engellenemez.
Çünkü bu evin
kapsamından olan bir şeydir. Kiralamakla bunu hak etmiştir. Sadece islamın
simgesi olan şeylerin açıkça yapılmasına muhalefet ve rekabet etmesi yasaktır.
Bu da ibadet etmeleri için evini kiliseye çevirmesidir.
3025- Zimmet
ehlinden kişinin kiraladığı bu evi manastır mensuplarının uzlete çekildiği bir
manastır haline getirmek isterse, müslüman beldelerde ona izin yerilmez.
Çünkü bu, toplulukları
için bir nevi kilise edinmek gibidir.
3026- Bu
beldelerden biri cuma ve bayram namazlarının kılındığı ve islamın öngördüğü
cezaların uygulandığı bir şehir olup zimmet ehlinin de içinde eski bir kilisesi
varsa, devlet başkanı onların kilisede ibadet etmelerini yasaklar. Ama devlet
başkanı zaptetmeden Önce üzerinde onlarla
antlaşma yapılan şehirlerde
bulunan eski kiliselerinde ibadet
edebilirler. Çünkü orası müslüman bir şehir haline geldikten sonra eski
kiliseleri onlara bırakılır ve yeni kilise yapmalarına izin verilmez. Ama
burada kilise yapmalarına izin verilmediği gibi zaptedildikleri taktirde eski
kiliseleri de onlara verilmez.
Çünkü zaptedilen
topraklarını devlet başkanı mücahitlere dağıtacak olursa, gayri müslİmlerin
kiliseleri diye bir şey kalmaz. Onları zimmet ehli kabul ettiği zaman da böyle
olur. Çünkü kuvvet ve savaşla fethedilen bu beldelerde müslümanlar artık
islamın simgesi olan bütün şeyleri yerine getirme hakkına sahip olurlar.
Bundan sonrası onların haklarını iptal etmek konusunda değil, müslümanların
yararlarını gerçekleştirmek için devlet başkanı uygulama yapar. Birinci durumda
topraklarında müslümanların hakları gerçekleşmemiştir, sadece devlet başkanı
onları barış antlaşması ile sağlamıştır. Bu da barış antlaşmasının kapsamına giren
şeylerle sınırlı kalır. Nitekim bu durumda zimmet ehlinin şahıslarından cizye
ve arazilerinden haraç alır. Ama diğer durumda kendileri ve arazileri hakkında
sadece barış antlaşmasının öngördüğü şeyleri verirler. Şöyle ki, barış
antlaşması ile daha önce sabit olan hakları gerçekleşmemiş (kabul edilmemiş)
tir. Müslümanların hakkı ise kesinleşen hakalnna binaen sabit olur ve
müslümanların sabit olan hakları zimmet ehlinin yeni kiliseler yapmalarına
engel teşkil eder. Ama haklarının kesinleştiği şeylerde onlara karşı çıkmayı
gerektirmez.
Burada ise devlet
başkanının onlara yaptığı lütuf itibariyle onların hakkı müslümanların
topraklarında sabit olan haklarını engellemiş olmaktadır. Devlet başkanının
onlara lütuf yapması konusundaki düşüncesi de müslümanların yaran ile
mukayyettir. Müslümanların yararının sözkonusu olduğu şeylerde müslümanların
hakkının önceliği kabul edilir. Bu, darulislamda eman altında olan kişinin
darulharbe dönebileceğinin benzeridir. Ama devlet başkanının zimmet ehli kabul
ettiği bu insanların hiç bir şekilde darulharbe gitmelerine izin verilmez.
3027- Ancak
devlet başkanının onların eski kilise binalarını yıkmaması lazımdır. Sadece
içinde ibadet etmelerini engeller ve
oturmak için evlere çevirmelerini emreder.
Çünkü onların mülküdür.
Onları zimmet ehli kabul etmekle can ve mallarının dokunulmazlığını kabul
etmiş olur. Onların mallarından her hangi bir şeyi yıkmaya kalkışması caiz
olmaz. Sadece müslümanların islamın simgeleri olan işleri yapma hakkının sabit
bulunduğu bir yerde şirki açık bir şekilde yapmalarına engel olmak için orada
ibadet etmelerini yasaklar.
3028-
Müslümanlar bu beldeyi terkedip içinde cuma ve bayram namazlarını kılmayı ve
cezaları uygulamayı bırakacak olursa, zimmet ehli orada kiliseler
edinebilecekleri gibi içki ve domuz gibi şeyleri de açıkça satabilierler.
Çünkü bunları
yapmalarım engelliyen sebep ortadan kalkmış olur. Zaten devlet başkanı orayı
müslümanlar için bir belde haline getirmeden önce bu işleri orada yapıyorlardı.
Cuma ve bayram namazlarının kılınması ve cezaların uygulanması orada yerine
getirmediği için artık zimmet ehli önce yaptıkları işleri yapabiliyorlar.
Çünkü şekil olarak muhalefet ve rekabet anlamı kalmamıştır.
3029- Arap
topraklarından hiçbir köy ve kasabada kilise, havra ve ateşgede bırakılmaması
lazımdır. Bu yerlerde içki ve domuz satışının da hiçbir şekilde açık yapılmasına
izin verilmemesi gerekir.
Çünkü bütün bu işler
oralarda zimmet ehlinin ikamet etmesine bağlıdır. Halbuki Rasulullahın şerefi
için Arap topraklarında zimmet ehlinin oturmasına müsaade edilmez. Zira oralar
Rasulullahın doğum ve yaşama yerleridir.
Rasulullah buna işaret
ederek "Arap- topraklarında iki din bir araya gelmez" buyurmuştur.
Yine " Yaşayacak olursam Necran Oğullarını Arap yarımadasından çıkarırım11
buyurmuştur. Nitekim daha sonra Hz. Ömer onları Şam bölgesine göndermiştir.
Necran oğullarına Resulullah tarafından bir ahit verilmiştir. Yani Rasulullah
onlarla antlaşma imzalamıştır. Aynı şekilde Arap topraklarında oturan Hayber ve
Vadilkura yahudileriyle diğer yahudi ve hıristiyanları da oradan çıkarmıştır.
Bunların bir kısmı Şam'a, bir kısmı da Irak'a girmiştir. Böylece anlaşılıyor
ki Rasulullahın şerefi için zimmet ehlinin Arap topraklarında ikamet etmesi
yasak olup haliyle oralarda kilise, havra gibi şeyler yapanılyacakları gibi
içki, domuz gibi yasak şeyleri de satamazlar.
3030- Bir
müslümanm ticaret yapmak ve ülkesine dönmek üzere darulharbe girmesinde bir
sakınca yoktur. Ama orada ev sahibi olacak şekilde kalması doğru olmaz.
Çünkü cizye vererek
Arap topraklarındaki durumları, cizye ödemeden darulislamda ikamet
etmelerindekİ durumları gibidir. Orada ticaret yapmaları yasak değil, ikamet
etmeleri yasaktır .Arap topraklarında durumları da bu şekildedir. Mesela harp
ehlinden biri Mekke, Medine, Taif, Rebze, Vadilkura gibi Arap şehirlerinden
birinde ikamet etmek isterse, ona izin verilmez.
Zira bütün bu yerler
Arap topraklarmdandırArap toprağının uzunlamasına Uzeyb ile Mekke, enine de
Aden ile Yemen'deki en uzak yere kadar uzandığını belirttik.
3031- Müslümanların
cuma namazı kıldıkları kentlere hiçbir müslümanın veya kafirin içki ve domuz
sokması caiz değildir. Bir müslüman "Şarabın sirke olmasını istedim ve
burdan geçtim" derse yahut "benim değildir" derse, bakılır; Bu
konuda suçlanmayacak şekilde dindar biri ise, salıverilir. Çünkü dış
görünüşü doğru söylediğini gösterir.
Özellikle içyüzüne vakıf olmanın mümkün olmadığı durumlarda, aslı ortaya
çıkıncaya kadar zahire itibar etmek gerekir,
3032- Ama
dindar biri değilse, şarabı dökülür, domuzu kesilir ve kesilen domuz ateşte yakılır.
Çünkü dış görünüşü,
haram işlemek istediğini gösterir. Haram işlemek için yaptığı iş de haramdır.
Münkeri yasaklama kabilinden bu işten alıkonur.
Ayrıca tevbe edinceye
kadar yetkili onu tedip etmek için kamçılamak veya hapsetmek isterse,
yapabilir.
Çünkü müslümanların
kentinde içki ve domuz bulundurarak helal olmayan bir iş yaptığı için tazir
cezsını hak etmiştir.
3033- Ancak
yetkililerin adamın kabını kırması veya parçalaması doğru değildir.
Çünkü bu şeyler
müslümanlar nazarında değeri olan mallardır. Onun İçin parçalayarak sahibine
zarar vermemek gerekir.Zira tazir cezası, vücuduna eziyet etmekle olur,
tabaklarını parçalamakla değil. Ganimetten çalan kişinin malım yakma konusunu
açıklarken bunu belirtmiştik.
3034- Bir
kişi adamın tabaklarını parçalayacak olursa, parasını tazminat olarak öder.
Çünkü helal olarak
kendisinden yararlanmak mümkün olan değerli bir malı telef etmiştir.
3035- Ancak
devlet başkanı, sahibinin yaptığına karşılık ceza olarak böyle yapılmasını
uygun görmüşse, bunu yapan kişinin tazminat ödemesi gerekmediği gibi, böyle
yapılmasını emreden kişinin de tazminat Ödemesi gerekmez.
Çünkü bu, devlet
başkanının içtİhad edebileceği bir meseledir. Taksim edilmeden önce
ganimetlerden çalan kişinin çaldığı şeylerin yakılması konusunda alimlerin
farklı görüşlerini belirtmiştikjçtihad konusu olan .şeylerde devlet başkanının
verdiği hüküm geçerlidir.
Mezhep alimlerimizden
kimisi,tahrip etmenin kendisinden başka şekilde yararlanmanın mümkün olmadığı
bîr şekilde içki sunmada kullanılan kaplar için olduğunu, böyle bir tabağın
parçalanabileceğini söyler. Çünkü Rasulullahın içki küplerini kırdığı ve
tulumları yırttığı rivayet edilmektedir.
Doğrusu, birinci
görüştür. Çünkü bu durumda ise, içkinin dökülmesinde olduğu gibi, devlet başkanı
da, başkası da aynıdır. Rasulullahın bunu emretmesi, yerleşmiş bir geleneği
şiddetle önlemek içindir. Burada da devlet başkanı şiddetle yasaklamak için
böyle bir emir verirse, kararı geçerli olur.
3036- İçki
tulumları ve üzerine yüklendiği hayvana
el koyarak satacak olursa, satması geçersiz olur.
Çünkü sahibinin izni
olmadan başkasının malını satmıştır. Bu konuda devlet başkanı da başkaları
gibidir. Çünkü haksız yere başkasının malım satma hakkı yoktur.
3037- İçkiyi
islam ülkesine sokan kişi zimmi ise, bakılır; Cahil biri ise, malı kendisine
geri verilir ve bir daha yapacak olursa, cezalandırılacağı söylenir.
Çünkü bu konuyu
bilmemiş olabilirler Böyle bir konuda bilmemek, cezayı önleyen bir özür
sayılır.
3038- Böyle
bir şeyin yasak olduğunu biliyorsa veya uyarıldıktan sonra tekrar yapacak
olursa, devlet başkanının adamın içkisini dökmesi ve domuzunu kesmesi doğru
olmaz.
Çünkü bunlar zimmi
insanlar için değeri olan mallardır. Belirttiğimiz gibi, tedip etmek, mallarını
telef emekle değil, kendisini dövmek ve hapsetmekle olur.
3039- Ama
bir kişi adamın bu mallarını telef edecek olursa, prasını öder. Fakat devlet
başkanı ona ceza vermek için böyle yapmasını
emretmişse, o başka.
Sonuç olarak burada
zimmet ehlinin içki ve domuz konusundaki hakkı, müslümanların kaplar
konusundaki hakkı gibidir. Her ikisi de sahipleri için değeri olan maîlardir.
3040- Zimmet
ehlinden biri Dicle veya Fırat nehrinin
geçtiği Bağdat, Vasıt, Medayin gibi bir şehirden geçerek gemisinde içki taşıma
hakkına sahiptir. Çünkü bu büyük yoldan geçmenin dışında bir alternatfi yoktur.
Çünkü kaçınılmaz olan
şey, serbest gibidir. Böyle bir şeyin yasaklanması, islami sembollere hakaret
ve muhalefet olmsı sözkonsu İse yapılır. Dicle veya Fırat'tan geçmekte böyle
bir durum da söz konusu değildir.
3041- Ancak
gemisinde taşıdığı bu şeylerden müslümanların yerleşme birimlerine birşey
getirmesine izin verilmez. Çünkü böyle
bir şey, nıüslümanlara saygısızlık olur.
Dicle'den geçerken
böyle bir taşıma yapması, müslü-manların yerleşim birimlerindeki gibi bir durum
sözkousu değildir. Müslümanların yerleşim alanlarına getirecek olursa,
belirttiğimiz şekilde tedip edilir. Şehirler arasında bunu taşımak ister ve
geçecek başka yolları da yoksa, bunda bir sakına olmaz. Çünkü bundan sakınmak
mümkün değildir.
3042- Ama
müslmanların yerleşim alanları dışından geçecek başka yollar varsa, geçmelerine izin verilmez.
Çünkü buradan geçme
ihiyaçları yoktur.
3043- Bundan
başka geçecek bir yol yoksa, devlet başkanı onların yanına bir refakatçi verir
ve kendilerine kimsenin zarar vermemesi, bu
davrnişlarıyla müslümanları horlamalarının önlenmesi ve içki içtiğinden
şüphe edilen kişilerin evlerine uğramalarının önlenmesi
için onları yerleşim alanı
dışına kadar götürür.
3044- Zimmet
ehlinin ikamet ettiği yerlerde, antlaşma konuları dışında kalan zina etmek,
ahlaksızlıkları işlemek gibi işler yapmalarına izin verilmez.
Çünkü onlann dini de
bu gibi şeyleri kabul etmez. Bu gibi şeyler onlann dinine göre de ahlaksızlık
ve günahtır.Bu konuda müslümnların inandığı gibi inanırlar. Köy ve şehirlerde
müslümanların bu gibi işler yapması yasaklandığı gibi, oların da yapmaları
yasaklanır.
3045- Bu
konuda örnek, faiz işlemleridir. Hz. Pegam-berin Necran halkına "Ya faizi
bırakırsınız yahut Allah ve Rasulü size harp açacaktır" yazdığı rivayet
edilmiştir. Bu açıdan zimmet ehlinin dinine göre de faiz alışverişi haramdır.
Onların dinine göre de haram olduğu nas ile sabit olmştur. Kur'an
"Kendilerine haram olduğu halde faiz almaları"[34]
demektedir.
Buna göre mü si
umanlara yasaklandığı gibi, eğlence i-çin açıktan zurna ve davul satmaları,
şarkılar söylemeleride yasaklanır. M üs lü manın bu tür eşyasını kıran kişi
nasıl bir tazminat ödemiyorsa, onlara da bundan dolayı bir tazminat ödemez.
Çünkü zimmet akdinde
böyle şeyler yoktur. Nitekim dinlerinde de bu şeylerin kabul edildiği sabit
değildir. Sadece içki, domuz eti, nikahı yasak olanlarla evlemek ve Allahtan
başkasına ibadet etmek onlann şu andaki dinlerinde vardır. Bu konuda
kendilerine dokunulmaz.Bunun dışındaki yerlerde ahlaksızlık işlemelerinin
engellenmesi açısıdan durumları mülümanlann durumu gibidir.
3046- İslam
yurdunda yerleşecekleri bir kentte
kilise veya havra yapmak, içki ve domuz satmak şartıyla müslü-manlarla barış
antlşması yapmak isterlerse, müslümanların onlarla bu şekilde antlaşma
apmaiarı doğru değildir.
Çünkü bu, dinde
aşağılanma ve müslümanlan horlama anlamı taşır. Zaruret ve ihtiyaç olmadıkça
bunu kabul etmek caiz değidir.
3047-
Devle başkanı onlara
bu konuda söz
verecek olursa, sözünü tutmaması gerekir. Çünkü böyle bir şey şeriatın
hükmüne aykırıdır. Rasulullah "Allah'ın kitabına uymayan her sert,
geçersizdir" buyurmuştur.
Bu konuda temel şudur:
Rasulullah Hudeybiye günü Mekke halkından müslüman olup gelecek kişileri kendilerine
geri vermek üzere Kureyş halkı ile antlaşma yapmıştır. Daha sonra bu antlaşma,
Yüce Allahın "O kadınların mümin olduklarını bilirseniz, onları müşriklere
geri vermeyin"[35]
ayeti ile neshediimiştir. Onun için bu, ne zaman yerine getirilmesi caiz olan
ve olmayan şartlar içeren bir anlaşma yapılsa, devlet başkanının caiz olanı
yerine getirmesi, caiz olmayanı ise iptal etmesinde ölçü olmuştur.
Nitekim harp ehlinden
insanlar yerleşecekleri yerde zina yapmak ve genelevi çalıştırmak şartını
koşarlarsa bu şartlan yerine getirilmez. Aksine onlardan zina ettiği sabit olan
kişilere ceza uygulanır.
3048- Zimmet
ehli olduktan sonra arazileri hakkında barış antlaşması yapanlar, köy ve
kasablarında kiliseler meydana getirse ve daha sonra o yerler müslümanların cuma
namazı kıldıkları bir yer haline gelse, müslümanların onların kiliselerini
yıkmaları doğru olmaz.
Çünkü meydana
getirmeleri yasak olmayan bir dönemde meydana getirmişlerdir. Bunlar da
antlaşma gereği yaptıkları kiliseler gibidir. Onun için kiliselerine
dokunulmaz.
3049- Ama
sözkonusu yerleşim alanı
müslümanlarm yerleşim alanı haline geldikten sonra orada kilise yapmaları
yasaklanır.
Burada içki ve domz
satmaları yasaklndığı halde eski kilisede ibadet etmeleri nasıl yasaklanmaz?
denilirse, cevap olarak şöyle deriz:
Çünkü içki ve domuz
satmaları, oranın müslüman kenti haline geldikten sonra yaptıkları bir
uygulamadır. Ama kilisenin eskisi gibi devam ettirilmesi yeni bir uygulma
değildir. Yeni bir uygulama olsa bile, sözkonusu kilise içinde İbadet etmeleri,
zimmet akdi gereği olup bu konuda dokunulmazlık hakkını kazanmışlardır. Orada
ibadet etmeleri, içki içmeleri ve domuz eti yemeleri gibidir.
3050- Zimmet
ehlinin kentlerinden biri içinde cuma namazları kılınan müslümanlarm bir kenti
haline gelse ve içinde yeni kilise yapılmasını yasaklasalar, sonra müslü-manlar
oradan ayrılıp içinde ancak az sayıda müslüman kalsa, orası için başlangıçta
geçerli olan hüküm tekrar geçerli olur ve içinde kiliseler yapmalarına engel
olunmaz. İçinde kiliseler yaptıktan sonra
müslümanlar tekrar oraya dönecek olurlarsa, dönmelerinden önce yapmış
oldukları kiliseleri yıkma hakları yoktur.
Çünkü yapmaları yasak
olmayan bir dönemde o kiliseleri yapmışlardır. Bu dönemde yapmaları ile
müslümanlarm orayı yuıt edinmeden önce yaptıkları arasında fark yoktur. Ama
orayı müslümanlar savaşarak almışlarsa, belirttiğimiz gibi, eski kiliselerde
ibadet etmeleri ysaklandığı gibi yapılan bu yeni kiliselerde de ibadet etmeleri
yasaklanır.
3051-
Müslümanların kentlerinden birinde
onların eski bir kiliseleri olup müslümanlar orada ibadet etmelerini yasaklamak
ister, onlar da "Biz zimmet ehliyiz, ülkemiz konusunda barış antlaşmsi
aptık" derse, müslmanlar da "Hayır, ülkenizi savaşarak aldık, siz de
zimmet ehli oldunuz" derse ve işin gerçeğinin nasıl olduğu anlaşılmayacak
kadar aradan uzun zaman geçmişse, bakılır; Devlet başkanı fakihlerin bu konuda bir görüşünün olup olmadığı ve bu
konuda gelen bir rivayetin bulunup bulunmadığını araştırır. Birşey bulursa, onunla amel eder.
Çünkü güvenilir
kişilerin rivayet ettiği haberler uyulması gereken serî bir delildir. Diğer
taraftan böyle şeyleri kesin şahitlikle ispat etmek mümkün değil-dİr. Zira o
zamana yetişmiş kişilerden kimse kalmamış ve böyle bir olay için kimsenin
şahitlik yaptığı da olmamıştır. Onun için bu konuda fakihlerin söyledikleriyle
ye-tinilir. İhticacda[36]
genişlik muteberdir. Onun için erkeklerin muttali olmadıkları şeylerde
kadınların şahitliği ile yetinilir. Zaten bu da dinin işlerindendir. Dinde a
mel etmek için tek kişinin naklettiği haber (haberi vahid) de hüccettir.
3052- Bu
konuda fakihlerin elinde bir haber yoksa yahut mevcut olan haberler çelişkili
ise, devlet başkanı orayı antlaşma sonucu teslim alınmış bir arazi sayar ve sahiplerinin
söylediklerini kabul eder.
Çünkü arazi onların
elindedir ve daha önce de kendileri oranın sahipleridir. Müslümanlar
yasaklamak ve yıkmak isteyerek onlara karşı çıkıyorlar. Burada eski sahipleri
olan zimmilerin sözü kabul edilir ve yemin ettirilerler. Zaten iki taraf
arasında daha önce yapılmış anlaşma da onların oranın eski sahipleri
olduklarını gösterir. Geçmişle ilgili bir anlaşmazlık çıktığı zaman mevcut
durumu hakem kabul etmek asıldır. Değirmen kiralamada suyun akması olayında
olduğu gibi.
Önceden onların hakkı
bu malda sabitti. Müslümanların haklarını ispat eden deliller de şüpheli ve
çelişkili bulunmaktadır. Kesin olan bir şey de, şüpheli olan ile yok
olmaz.(Yakîn, şek ile zail olmaz).
3053- Buna
göre, bir rivayet oranın savaş yolu ile alındığını söylerken, başka bir
rivayet antlaşma ile alındığım söylüyorsa, yine
onların sözü geçerli olur.
Çünkü rivayetler
çelişkilidir.
3054- Ancak
sahiplerinin antlaşma yaptığını söyleyen şahitlerin söylediklerini başka
şahitler de desteklerken, başka şahitler
de oranın savaş yolu ile alındığını söylerse, bu ikinci şahitlerin
söyledikleri ile amel edilir.
Çünkü şahitlik kesin
bir delildir ve ispat ile tercih edilir. Barış antlaşması sonucu verdiklerini
söyleyenler ise, yeni bir şey ispat etmeyip eski durumda bulunmaktadırlar.
Habuki İkinci taraf bunu kanıtlamaktadır.
Haber ise, kesin delil
değildir, Kabul veya red etmek yahut tutmak veya değiştirmek, onunla amel etmek
bakımından eşittir. Çelişkinin kesin olması sebebiyle asıl olan kabul edilir.
Kitapta başka bir şeye de işaret ederek müellif şöyle devam etmektedir:
3055- Delil
getirmeden önce onların sözü kabul edilince, artık delil getirmesi gerekenler
onlar değil, müslü-maıılar olmaktadır. Onun için bu konuda kendi delilleri
kabul edilir. Tıpkı mutlak mülkiyet iddisında zilyed olan kişiye rakip çıkan
kişinin delil getirmesi gibi. Köle olduğunu iddia eden kişinin iddisma karşı,
hür olduğu delil ile sabit olan kişinin dumumunda olduğu gibi, temelde onların
hür olduklaraını ve köle-îeştirilme sebebinin bulunmadığını söyleyen zimmet
ehlinin delili kabul edilmesi gerekmez miydi? diye İtiraz edilirse, şöyle
deriz:
Bu görüşe burada
itibar etmek mümkün değildir. Çünkü savaş yolu ile alınmış olanları devlet
başkanı serbest bırakacak olursa, canlan ve arazileri hakkında barış antlaması
yapmış kişiler gibi hür olurlar, Herkes bunlann hür oldukları ve asla kimsenin
mülkü olmadıklarında ittifak etmektedir. Dava konusu olan, ellerindeki
kiliselerdir. Bu da elindeki arazi hakkında zilyed ile ürünü alan kişi
arsındaki mülkiyet idiası gibidir.
3056-
Bunların savaş yolu ile alındığını söyleyen bir habere karşı, onların barış
antlaşması yolu ile alındığına ilişkin şahitlik yapılsa ve bunu başka şahitler
de destekle-se, bu şahitlik kabul edilir.
Çünkü bu kesin bir
delildir ve bir haberin rivayeti buna denk olmaz. Zira anlaşmazlık ve husumet
konularında böyle bir haberin rivayeti hüccet olmaz.
3057- Ancak
ilk şahitler de, onları dstekleyen başka şahitler de müslüman kişiler
olmalıdır.
Çünkü zimmet ehlinin
şahitliği, müslümanlar hakkında delil olmaz.
3058-
Onların barış antlaşması yaptığını söyleyen bir haberin yanında, savaş yolu ile
zaptedildiklerine dair şahitlik yapılsa, şahitlik tercih edilir. Bu konuda
müslü-manların ve zimmet ehlinin şahitlği aynıdır.
Çünkü burada şahitlik,
ellerinde bulunan şeyleri hak ettikleri konusunda zimmet ehlinin aleyhine
yapılmaktadır. Zimmet ehlinin kendi aleyhindeki şahitlikleri delil olur.
Allah en iyi bilir.[37]
3059- İçinde
esir veya eman altında müslümanlar bulunsun veya bulunmasın, düşmanın içinde
korunduğu kaleleri yıkma ve yakmanın bir sakıncası olmadığını, yıkma ve
yakmanın dışında müslümanların düşmanı yenme imkanları olduğu taktirde yıkma
ve yakma yoluna gitmemelerinin daha iyi olduğunu belirtmiştik.
Çünkü kalede
müslümanlar varsa, onlar telef olur, müslümanlar yoksa, düşmanın kadın ve
çocklan bulunur. Her iki tarafı telef etmek de şeriata göre haramdır. Zaruret
olmadıkça bu telef etme caiz değildir. Burada zaruret İse, düşmana galip gelmek
için başka hiçbir yolun bulunmamasıdır veya bulunan başka yolda müslüman
askerlere büyük bir zarar ve sıkıntının dokunmasıdır. Ancak o durumda müslüman
askerlerin yakma yoluna gitmesi mubah olur. Mutlak olarak mübahlığm sabit
olması için yakan kişilere diyet ve keffaret gerekmemesi gerekir. Çünkü diyet
ve keffaretin vacip binisi, yasak olan öldürme halinde olur. Bu ise, emredilen
bir savaştır. Onun için diyet veya keffret gerektirmez.
3060- Bütün
söylediklerimizde gemi, kale mesabesindedir. Müslümanları veya müslüman çocukları
kendilerine kalkan yapmaları halinde de durum aynıdır. Bütün bu durumlarda
müslüman askerler sadece müşriklerin askerlerini hedef yapması gerekir.
Başkalarını hedef yapmaları caiz değildir.
Çünkü çocuklara zarar
vermeme imkanları varsa, mutlaka zarar vermekten kaçınmaları gerekir .Zarar
vermeme imkanı varsa, zarar vermekten kaçınmak va-iptir. Çünkü Yüce Allah
"Gücünüz yettiği kadar Allahtan korkun" [38]
buyurmaktadır .Daha önce bu tür fiillerden hangisinin yanlışlıkla öldürme
sayıldığı ve diyet
ile keffaret
gerektirdiğini belirtmiştik.
3061- Vuran
kişi île vurulan kişinin velisi anlaşmazlığa düşüp "Düşman tarafından
kalkan yapıldığını bile bile vurarak onu öldürdün" derken, vuran kişi de
"Ben vururken sadece düşmanı hedef aldım" derse, vuran kişinin söylediği
kabul edilir ve yemin ettirilir.
Çünkü düşmanın
saflarına atış yapması mubahtır. Prensip olarak bundan dolayı da tazminat
ödemesi gerekmez.Aksi sabit oluncaya kadar bu prensibe bağlı kalmak gerekir.
3062- VuruIanın
velisi, yasak olmasına rağmen, bile bile sozkonusu kişiyi öldürdüğü iddiası ile
vuran kişiden tazminat alması gerektiğini iddia etmektedir. Bu durumda inkar
edenin sözü kabul edilir ve yemin
ettirilir.
Çünkü zahiri durum,
vuran kişiye şahitlik etmektedir. Zaten müslüman, bile bile müslümanı vurup
öldürmez.
3063-
Müslümanın yaptığı iş, mutlak olarak
şeriatta helal bir iş olarak kabul
edilir.
Çünkü müslümanın dini
ve aklı bunu gerektirir ve helal olmayan bir işi yapmktan ahkoyar. Onun için bu
konuda vuran kişinin söylediğini kabul ettik.
3064- Ancak
vuran kişiye yemin ettirilir. Çünkü veli, haram olmasına rağmen bile bile
oğlunu öldürdüğünü iddia emektedir. Vuran kişi bunu kabul ettiği taktirde
diyet ödemesi gerekecektir. Bunu kabul etmediği için kendisine
yemin etirilir.
3065-
Müslümanlar küçük çocuğu ile beraber esir aldıkları kadını götürmeleri mümkün
değilse, onları öldürmelerinin helal olmadığını belirtmiştik.
Çünkü "kadın ve
çocukları öldürmenin haram olduğu nas ile sabittir.
3066- Onları
Öldürmeyip kaybolacakları bir yerde ter-kederler.
Çünkü kaybolacakları
bir yerde terketmek, onları güvenli bir yere taşıyarak kendilerine iyilik
yapmaktan kaçınmaktır, İyilik yapmaktan kaçınmak, koülük yapmak değildir,
3067-
Yanlarında çocuğun babası varsa, onu öldürmelerinde bîr sakınca olmaz.
Çünkü Öldürülmesi
mubah olan bir esirdir.
3068- Kadın
ve çocuk kaybolacak diye babanın öldürülmesi yasak olsaydı, müşriklerle
savaşmak temel olarak yasak olurdu.
Çünkü savaşta onlardan
öldürülen her adamın kadın ve çocuklarının kaybolma ihtimli vardır.
3069-
Yalnızca kadını taşıma
imkanları olup ikisini ayırdıkları taktirde çocuğun
Öleceğini biliyor veya tahmin ediyorlarsa, bunu yapabilirler,
Çünkü ikisini
terkettiklerinde de çocuk yine ölecektir.Üstelik birinin yok edilmesi, ikisinin
yok edilmesinden iyidir Çocuğu değil de, kadını taşımalarında kendileri için
yarar vardır. Çünkü onu esir edeceklerdir. Bu da müslümanların kazanılmış bir
hakkıdır.
3070-
Kazanılmış bir hak sebebi ile anne ile
çocuğu ayırmanın bir sakıncası
olmaz. Ne var ki çocuğu atın üstünden atarak değil, yere bırakrak terketmeleri
gerekir.
Çünkü atın üstünden
atarlarsa, yaptıkları sebebyile çocuk ölmüş olacaktır. Bu da kendileri öldürmüş
gibidir. Ama yere bırakarak terkederlerse, kendileri öldürmüş sayılmazlar.
Nitekim terkedilmiş
bir çocuk bulup eline aldıktan sonra tekrar yerine bırakan kişiye bir şey
gerekmez. Ama yüksekten yere atıp ölümüne sebep olursa, onun için tazminat
öder. Bu şekilde, çocuğu yere bırakma ile helak olacak şekilde bırakma
arasındaki fark ortaya çıkmış olmaktadır.
3071-
Annesini değil de, sadece çocuğu taşıma imkanları varsa, onu taşıyıp annesini terketmelerinde bir sakınca
olmaz. Şüphesiz çocuğu annesinden ayırdıkları taktirde onu doğru bir şekilde
besleme imkanına da sahip olmaları gerekir. Doğru ve yeterli besleme imkanına sahip olmayıp annesinden
ayırdıkları taktirde öleceğinden emin iseler, onu annesi ile beraber
terketmeleri gerekir.
Çünkü bu, yararsız bir
ayırmadır. Annesi ile berber terkettikleri taktirde Çocuğun Ölümüne direkt veya
dolayh olarak kendileri sebep olmuş olmazlar. Ama çocuğu annesinden ayırıp
götürdükleri ve çocuk öldüğü taktirde, kendileri bu uygulama ile ölümüne sebep
olmuş olurlar. Çünkü çocuğun annesinin sütü ile beslenip yaşamasına kendileri
engel olmuş olurlar.
3072- Anne
veya çocuktan hangisini taşıyabiliyorlarsa, kendilerine daha çok yararlı olanı
taşımaları gerekir.
Çünkü yarar itibariyle
onlardan hangisini taşımalarının mubah olduğu ortaya çıkmaktadır. Yarar
hangisinde daha çoksa, tercih de ona göre olur.
3073- Yarar
eşit olup annesinden ayrıldığı taktirde çocuğun yaşama şansı
olmadığını düşünüyolarsa, çocuğu
değil, anneyi taşımaları gerekir.
Çünkü bu durumda
çouğunu taşınmasında bir yarar yoktur.
3074- Ama
çocuğa verecekleri besin ile çocuğun yaşamasını umuyorlarsa, anneyi bırakıp
çocuğu taşımaları daha iyi olur.
Çünkü çocuğun
kaybolması ve annenin kendini koruma ihtimli daha çoktur. Üstelik anne muhatap
bir kafirdir. Küfiir üzerinde ısrar etmesi durumunda öncelikle ona değil, süt
çocuğuna iyilik yapmak gerekir.
3075-
İkisini de taşıyabiliyorlarsa, onlardan birini ter-ketmelerini hoş
karşılamıyorum. Çünkü imkanları olduğu halde anne ile çocuğu birbirinden
ayırmış ve müslüman-lann yararını gözardı etmiş olurlar. Hz. Peygamber anne ile
çocuğu birbirinden ayırmama konusunda şöyle buyurmuştur: "Anne ile çocuğu
kim birbirinden ayırırsa, ki-yamet günü Allah onu sevdiklerinden ayırsın".
Zaten ikisini bu yere taşımışlardır. Burada onlardan birini terketmek, onu yok
etmek demektir.Taşımaktan aciz olmak dışında, ikisini veya birini orada
terketmek caiz olmaz.
3076- Ancak
ikisini orada bulmuşlarsa, ikisinden dilediklerini almalarında bir sakınca
yoktur.
Çünkü onları bu yere
kendileri taşımış değildirler. Taşıma imkanları varken bu yerde onlari
terketmeleri caiz ise, onlardan birini almak ve diğerini orada terketmek de
cazdir.Çünkü bu, haklı olarak yapılmış bir
ayırmadır.
3077- Sadece
çocuğu aldıkları taktirde verecekleri besin ile yaşamasını umuyorlarsa, çocuğu
alabilirler. Ama böyle bir umutları yoksa, ya ikisini beraber alırlar veya
ikisini terkederler.
Çünkü sadece çocuğu
almak, yararsız bir ayırma olur.
3078- Ancak
ikisinden birini
taşıyabiliyorlarsa, sadece
anneyi götürebilirler.
Çünkü bunda
kendilerinin yararı vardır,
3079- Büyük
ihtimalle çocuğun öleceğini bilseler bile, annesini almalarında sakınca olmaz.
Çünkü anneyi almakla
çıkarlarını gözetmiş olurlar. Anneyi almaları, bizzat çocuğu öldürmeleri
anlamına gelmez.
3080-
Çocukla beraber babasını da bulsalar, çocuğun ondan sonra
öleceğini bilseler bile, babayı esir
almalarında veya öldürmelerinde bir sakınca olmaz.
Çünkü bu davranış,
çocuğun kendisine zarar vermek değildir.
3081-
Çocukla beraber anne ve babası varsa, çocuğun biryana bırakılıp anne ve babanın
esir alınmasında da bir sakınca olmaz.
Nitekim çocukların
helakine sebep olsa bile, düşmanın korunduğu kalelerini yıkma ve yakmada bir
sakınca yoktur. Böyle olunca, çouğun helakine yol açsa da, müşrik anne veya
babanın esir alınması veya öldürülmesi evleviyetle caizdir. Ancak burada
çocuğu yüksekten yere atmayıp mümkünse yavaşça yere bırakmaları gerekir.
Ama müşrikler
peşlerinde olup attan inerek çocuğu yere bırakma imkanlan yoksa, Öldürmeyi
kastetmeden atın üzerinden onu atmalarında bir sakınca olmaz. Çünkü kendilerini
düşünmek önce gelir ve daha önemlidir. Mümkün olduğu kadar müşriklerin eline
düşmekten korunmak da vaciptir.
Bu durumları ile
düşmanın müslüman çocukları kalkan yapması durumu aynıdır. Düşmanın müslüman
çocukları kalkan yapması durumunda zaruret halinde öldürme amacıyla vurmadan
onlara vurmanın bir askıncası olmadığını belirtmiştik. Burada da çocukları
taşıma ve inip yere bırakma imkanı yoksa, onlan atın üstünden yere atmanın bir
sakıncası olmaz.
3082- Atmaları
sebebiyle çocuklar ölecek olursa, kendilerine bir keffaret gerekmediği gibi,
Allahın izni ile bir günahları da olmaz.
Çünkü kendilerine
emredileni yapmışlardır. Ancak burada "Allahın izni ile" denilerek
istisna yapılmıştır. Bu da müslüman çocukları kalkan yapmaya her yönden
benzememesindendir. Çünkü düşman onları kalkan yapmadan önce çocuklara
kendileri bir şey yapmış değildir.
Burada ise, çocuklara
atış yapmadan önce kendileri onlara bir şeyler yapmışlardır. O da çocukları
taşımaları, bir yerden başka yere nakletmeleridir. O nun için cevapta istisna
yapılarak "Allahın izni ile " denilmiştir.
3083- Aym
şekilde, müslümanlar bir gemide olup yanlarında düşmanın çocuklarından varsa
ve bir yere geldiklerinde onları atmadıkları taktirde büyük ihtimalle geminin içindekilerle beraber batması
sözkonusu ise, onları öldürmeyi kastetmeden atmalarında bir sakınca olmaz.
Çünkü başlarına gelen bu olaydan kurtulmaları için bundan başka yol yoktur.
Onun için böyle yapma ruhsatlan vardır.
3084- Her
iki olayda da aralarında müslümaların çocukları varsa ve mesele aynı ise, o
çocukları ne bırakabilir, ne de denize atabilirler.
Çünkü müslüman
çocukların dokunulmazlığı, büyüklerin dokunulmazlığı gibidir. Daha önce de
belirttiğimiz gibi başkasının canını yok ederek müslümanın kendi canım
kurtarması helal değildir.. Bir müslümanı öldürmediği taktirde öldürülmekle
tehdit edilmesi gibi. Çünkü düşman, müslüman kadın ve erkekleri acele öldürmek
isterler. Kendisinin helak olmasından korkan bir müslümanın kendini kurtarmak
için başka bir müslümanı öldürmesine asla ruhsat yoktur. Nitekim açlıktan ölme
tehlikesiyle müslüman yüzyüze gelse, kurtulmak için müslüman bir çocuğu kesip
yemesi helal olmaz.
3085- Gemide
onlarla beraber zimmet ehlinden veya harp ehlinden eman almış bir topluluk
varsa, kendileri için batma tehlikesinden korksalar bile, onları atmaları helal
olmaz.
Çünkü zimmet ehli
olmak veya eman altında bulunmaktan dolayı o insan-. lar onlar arasında
güvenlik içindedirler .Tıpkı mümin oldukları için güvenlik içinde olanlar
gibidirler.
3086-
Bunlarla düşmanın çocukları arasındaki fark şuradan kaynaklanmaktadır:
Kendileri bu insanlara güvence verdikleri için onları öldürmeleri yasaktır.
Nitekim onları
öldüremiyecekleri gibi, köle de yapamazlar. Çocukları öldürmelerinin yasak
olması ise, verilmiş bir güvenceden dolayı değil, çocuklarla savaşıp öl-dürmelerinin
yasak olmasından ileri gelmektedir. Onun için onların köleleştirilmesi caizdir.
Halbki köleleştirmek de hüküm açısından bir bakıma telef etmektir. Durumları
zayıf olduğundan, zaruret halinde müslümanın onları kendine kalkan yapmasında
ruhsat olduğunu söyledik.
Buna göre düşman
hükümdarı, esir düşmüş bir müslü-mana düşmandan bir kadım veya bir çocuğu
öldürmesini emredip "Öldürmezsen
seni öldürürüz" diye tehdit etse,
müslüman esir sözkonusu kadını öldürebilir. Nitekim sözkonusu kişileri öldürmeyip
darulharpte öldürülmeyi de tercih edebilir. Ama bir müslümanı veya zimmiyi
öldürmediği taktirde öldürülmekle tehdit edildiğinde, o kişileri öldürmesine
ruhsat yoktur.
3087-
Müslümalarm bir süvari birliği darulharpte müs-lümaların bazı çocuklarını bulur ve
atları üzerinde taşırken düşman kenilerine yetişecek olursa, o
çocukları bırakıp gitmeleri caiz değildir. Ya hepsi düşman tarafından öldürülür ya da kendileri
gibi çocukların da güvenliğini sağlarlar. Çünkü çocuklar da onlar gibi
dokunulmazdır. Onlarla çocukların eşitliği, onları aldıktan ve atları üzerinde taşıdıktan
sonra sağlanmış olmaktadır. Ama henüz onları almamış yahut aldıkları taktirde
düşmanın kendilerine yetişmesi
durumunda onları savunmaktan aciz kalmaktan korkmuşlarsa, bırakmalarında bir
sakınca olmaz. Çünkü almamaları,
çocuklara zarar vermek değil, iyilik yapmayı terket-mektir. Zaten yerine
getiremiyecekleri şeyleri yüklenmeleri
doğru olmaz. Ancak düşmanla çarpışarak yenmeyi ve çocukları darulislama
çıkarmayı yahut öldürülmeyi tercih etmeleri daha iyi olur. Çünkü müslüman
çocukları savunmak azimettir. Zaruret halinde bunu yapmamak ruhsattır. Azimete
sarılmak, ruhsatı tercih etmekten dah iyidir.
3088- Büyük
ihtimalle düşmanı yenip çocukları onlardan kurtaracaklarına inanıyorlarsa,
çocukları bırakıp gidemezler.
Çünkü imkanlar
ölçüsünde müslüman çocukları savunmak azimettir. Genel seferberlik halinde
savaşabilen herkesin müslüman çocukları savunmak için savaşa katılması farzı
ayndır. Burada da durum böyledir.
Sonuç olarak, düşmanla
çarpıştıkları taktirde müslüman çocuklarla beraber' kurtulacaklarını
umuyorlarsa, çarpışmaktan başka alternatifleri olmaz. Ama böyle bir ümitleri
yoksa, Hz. Peygamberin "Önce kendinden, sonra sorumlu olduğun kişilerden
başla" buyruğu ile amel ederek önce kendi canlannı kurta-makla işe
başlayabilirler.
Buna göre böyle bir
olayda düşmanın çocukları bulunsaydı, anne ve babalarını bırakıp düşman
kendilerine yetişinceye kadar o çocukları alıp götürürler. Çünkü darulislam
itibariyle o çocuklar, anne ve babalarından kimse yanlarında olmadığı için
artık müslüman sayılırlar. Nitekim onlardan ölenlerin cenaze namazı kılınır ve
müslümanlann çocuklan gibi olurlar.
3089-
Attıkları taktirde büyük ihtimalle çocukların ölmeyeceklerine, ama kafirlerin
onları alıp ülkelerine geri götüreceklerine inanıyorlarsa, düşmana güç
yetirecek kuvvetleri yoksa, onları bırakıp gitmelerinde bir sakınca olmaz.
Çünkü bunda çocukları helak etmek veya ödürmek yoktur. Yasak olan şey, kendi
canını kurtarmak için kendisi gibi dokunulmaz olan bir kimseyi feda etmekdir.
3090- Yine
beraberlerinde müslümalarm kadınları veya çocukları olup bırakıp gitmedikleri
taktirde düşmanın kendilerine yetişip öldürmesinden korkuyorlarsa ve düşmana
karşı koyacak güçleri de yoksa, düşmanın onları almsına rağmen öldürmeyeceğini
biliyorlarsa, bırakıp gitmelerinde bir sakınca olmaz.
Çünkü bunda öldürmek
veya helak etmek yoktur. Nitekim düşman müslü-manların içinde kadın ve
çocuklarının bulunduğu kalelerinden birini kuşatsalar ve müslümanlar düşmanla
savaşacak güce ship değilseler, kaleyi bırakıp terkede-bilirler. Çünkü böyle
yapmalan, müslümanlann kadın ve çocuklannı telef etmek değildir.
3091- Ama
düşmanla savaşacak güçleri varsa yahut büyük
ihtimalle düşmanı yenebileceklerine inanıyorlarsa, müslümanlann kadın ve
çocuklarını terkedip gitmeleri caiz değildir.
Çünkü gerçeğine vakıf
olunamıyan şeylerde zanm galip, kesin bilgi gibidir. İmkan bulunduğu taktirde
müslümanlann kadın ve çocuklannı savunmak, her mslüman üzerine farzı ayndır.
3092- Bir gemide
olup kadın ve çocukları denize
atmadıkları taktirde düşmanın gemideki herkesi almasından
korkuyorlarsa, onları denize atmaları helal değildir.
Çünkü zannı galibe
göre deniz helak eder. Bu da denize atıldığı taktirde kadın ve çocukların telef
edilmesi olur. Kendi calannı kurtarmak için müslümanlann böyle bir şey
yapmalanna da hiçbir ruhst yoktur.
Halbuki bundan önceki
durum bunun aksi idi. Onları atlardan atmak, genellikle telef etmez. Hatta
gemiden atmalan halinde büyük ihtimalle helak olmayacaklarına, sadece düşmanın
gelip onlan alacağına inanıyorlarsa, atmadıkları taktirde hepsinin helak
olacaklarına kanaat getirmişlerse, atmalarında bir sakınca olmaz.
3093-
Seriyye darlharpte düşmandan çocuklar zaptedip onları taşımaktan aciz kalırsa
ve düşman kalelerinden birine uğrayıp çocukları yetiştirmek için onları
kendilerine vermelerini isteyecek olsalar, müslümanların onları kendilerine
vermesi doğru olmaz. Sadece çocukları orada bırakırlar. Kaledekiler isterse
gelir ve çockları alırlar, isterse gelip almazlar.
Çünkü yetiştirmeleri
için çocukları onlara vermek, iyilikte bulunmak olur. Düşmanın çocukları
hakkında bunun müslümanlar üzerinde vacip olmadığını belirtmiştik. Yapmaları
gereken şey, sadece onlara zarar vermemektir. Yere bırakmaları da onlara zarar
vermek değildir. Onun için isterlerse çocukları yere bırakıp giderler,
isterlese onlara teslim ederler. Bölümün sonuna kadar bundan sonraki şeylerin
açıklamasını daha önce yaptık. Başarı Allah'tandır.[39]
3094-
Düşmana yarar sağlayacak bir şeyi müslümanların darulharbe sokmalarının tasvip
edilmediğini daha önce belirtmiştik.
Çünkü böyle bir şey,
Allahtan başkasına ibadet etmelerine yardımcı olur.
3095-
Darulharbe ticaret için götüreceklerse, yük hayvanları ve silah dışındaki
şeyleri götürebilirler. Yük hayvanlarından maksat, at, katır, eşek, deve ve
öküz olup silahtan maksat da savaş için kullanılan aletlerdir. Çünkü bu şeyler
düşmanın müslümanlara karşı savaşmasında kendisine güç sağlar. Halbuki bize
savaşmalarını engellemek emredilmiştir. Yük hayvanları da onların savaş
eşyasını taşır ve savaşma güçlerini sağlar. Filler de bu şekildedir. Çünkü
fillerin kendisi savaştığı gibi, savaş işinde de kllanılırlar. Ayrıca yükleri
taşırlar. Bunların büyüğü ile küçüğü
aynıdır.
Çünkü küçük de büyür
ve hem yük taşır, hem üzerinde savaşılır. Bu hayvanlardan biri savaşa ve
üremeye elverişli olmayıp sadece kesip etini yemek için satın almıyorsa, diğer
yiyecekler gibi düşman ülkesine onun götürülmesinde sakınca olmaz.
3096- Kadın,
çocuk ve yaşlı esirler, kendileri savunmaya sahip olsun veya olmasınlar,
darulharbe götürülmesi doğru değildir.
Çünkü darulislam
halkından olmuşlardır. Ülkemizin vatandaşı olduktan sonra onlara satılması için
darulharbe götürülmesi doğru olmaz.
3097-
İğneden ipliğe kadar büyük küçük her türlü silahın darulharbe götürülmesi
mekruhtur.
Çünkü onları
müslümalara karşı savaşta kullanılırlar.
Demir de bu şekildedir.
Çünkü kendisinden
silahlar yapılmaktadır.
3098- İpek
ve atlas da bu şekildedir.
Çünkü bunlardan
bayraklar yapılır.
3099- Silah
ve hammadde olarak ipek de bu şekildedir.
Çünkü bunlardan
kaftanlar yapılır.
3100-
İbrişim veya ipek ince kumaşların oraya götürülmesinde sakınca olmaz.
Çünkü bunlar savaşta
yardımcı şeyler değildir. Sadece giyimde kullanılır. Tıpkı yemek çin kullanılan
şeyler gibidir.
3101- Ok
dağarcığı, kılıç kını ve kabzasının da darul-harbe götürülmesi mekruhtur. Çünkü
bunlar savaşta yardımcı şeylerdir.
Sonuç olarak, Kendisi
silah olmayan şeylere bakılır; Nadiren silah olarak ve genelde eşya olarak
kullanılıyorsa, darulharbe sokulmasında sakınca olmaz.
Çünkü hüküm, galip
özelliğe göredir ve nadir olan, galip olana karşı kabul edilmez.
3102- Bu
şeyleri bir müslüman veya bir
zimminin darulharbe soktuğu tespit
edilirse, dayak ve hapisle tedip etilir.
Çünkü haram olan bir
işi yapmış ve onunla müslümanlara zarar vemeyi katsemiştir. Ama bu işleri
bilmeyen cahil biri ise, cahilliğine bağışlanır ve bu şeyler kendisine
anlatılır. Çünkü bu, çoğu insanlar tarafından bilinmeyen gizli bir şeydir.
Bunun yolu, önce uyarmaktır. Yüce Allah: "Ben size tehdidi yaptım[40]
buyurmaktadır.
3103- Aynı
şeyi tekrar yaparsa, bu sefer dövülür ve hapsedilir. Darulharbe pamuk ve elbise
götürmenin sakıncası yoktur.
Çünkü bu şeyler
genellikle savaş için değil, giyim için kullanılır.
3104- Ama
düşmanın genellikle pamuk doldurulmuş kaftanlarla savaştıkları biliniyorsa,
onlara bu şeylerin götürülmesi helal olmaz. Darulharbe bakır, tunç ve kalay
götürülmesinde sakınca yoktur.
Çünkü bu şeyler
genelde silah için kullanılmazlar.
3105- Ama
silahlarının büyük kısmını bunlardan yapıyorlarsa, bunların darulharbe
götürülmesi helal olmaz.
Çünkü normal olarak
muteber olan, her milletin mekruh olan ve olmayan şeylere göre geleneğini
oluşturmuş olmasıdır.
3106- Kendisinden ok ve mızrak gibi şeyler yapılan
kamışı da darulharbe sokmak helal değildir.
Çünkü genellikle ondan
silah yapılır.
3107- Canlı
ve boğazlanmış kartalın kendisini ve kanatlarını sokmak da helal değildir.
Çünkü kanatlan
genellikle ok ve mızrağa takılır.
3108-
Kanatları ok ve yaya takılıyorsa, şahinin sokulması da helal değildir. Ama
sadece av için götürülüyorsa, bir sakıncası olmaz. Bu taktirde etini yemek için
götürülen koyun gibidir.
Çünkü şahinle
genellikle eti yenilecek şeyler avlanır.
3109- Akbaba,
doğan ve atmaca için de hüküm aynıdır.
3110-
Müslüman tüccar, satmak için bulundurmadığı bir silahı ile beraber süvari
olarak darulharbe girmek istediğinde, girmesine engel olunmaz.
Çünkü yolcunun şahsı
için bu tür şeyleri beraberinde bulundurmaya ihtiyacı vardır. Darulislamda bu
gibi şeyleri bulundurması yasak olmadığı gibi, darulharbe giderken de
bulundurmsı yasak olmaz.
3111- Ancak
götürmesinin serbest olması için darul-harpte düşmanın kendisinden
almayacağından emin olması gerekir. Başka hayvanları götürmesi
de bu şekildedir.
Çünkü ticaretini
yaptığı malları bu gibi hayvanlar üzerinde taşımak zorundadır. Ancak düşmana
satmasından şüphe ediliyorsa, satmak için darulharbe götürmediği ve zaruretten
dolayı yanında götürdüğü konusunda kendisine yemin ettirilir. Bu konuda yemin
ederse, hakkındaki şüphe kalkmış olur ve sözkonusu şeyleri darulharbe götürmesine
izin verilir. Ama yemin etmeyi kabul etmezse, bu şeylerden herhangi birini
darulhrbe sokmasına izin verilmez. Denizde gemilerle darulharbe eşya götürmek
istediğinde de durum aynıdır. Çünkü gemi ile eşya taşınır ve düşman onu
kendisinden alıp savaş işlerinde
kullanabilir. Onun
için zaruretten dolayı gemiyi götürdüğü
ve satmak istemediği
ve satmayacği konusunda
da kendisine yemin ettirilir.
3112-
Kendisine yardımcı olması için yanında bir veya iki köle götürmesine de engel
olunmaz. Ancak ticaretini yapmk için götürmesi
yasaklanır. Bu konuda kendisinden şüphe ediliyorsa, yemin ettirilir.
Zimmi, darulharbe eman
alarak girmek isterse yanında at, katır veya silah götürmesi yasaklanır.
Çünkü zahirde bunları
orada satmak içn götürdüğü anlaşılmaktadır. Halbu ki mü.slüman böyle değildir.
İslam, müslümanın bu şeyleri onlara bu amaçla satmasına engeldir. Zimminİn dini
ise buna engel olmayıp aksine teşvik etmektedir. Ama zimmi kişi onlara
düşmanlığıyla bilinen ve kendisine güvenilen biri ise, durumu müslümanın
durumu gibidir.Ticaret mallarını oraya at, eşek, araba ve gemi ile götürmesi
yasaklanmaz. Çünkü zahir durum, bu şeyleri onları desteklemek için değil,
ticaret yapmak için götürdüğünü gösterir .İthal at yapmak için bu şeylere
ihtiyaç olduğu gibi, ihracat yapmak İçin de ihtiyaç vardır.
3113- Ama
silah ve atı ihtiyaç için değil, ticaret için götürdüğü görünen durumdan
anlaşılmaktadır.
Çünkü ihtiyacını
bunlar olmadan da görebilir. Darulharbe soktuğu katır, gemi ve köleleri de
düşmana satmak için götürmediği ve onlara satmayacağı, sadece zaruret olduğu
için götürdüğü konusunda kendisine yemin ettirilir. Çünkü müslmanlarm bu konuda
azami tedbirli olmaları ve gerekli bütün önlemleri almaları vaciptir.
3114-
Ülkemizde eman ile bulunan düşman kişi bu sayılanlardan bir şey götürmek
isterse, götürmesine izin verilmez.
Çünkü darulharp
vtandaşıdır ve oraya ikamet etmek için gitmektedir. Kendisi de başkaları gibi
müslümanlar karşı savaşçı olur. Götüreceği şeylerle mtislü-manlara karşı
savaşmak için güç kazanmış olur. Onun için götürmesi yasaklanır.
3115- Ancak
müslüman veya zimmi birinden gemiler ve yük hayvanları kiralayıp çalıştırıyorsa,
bunları düşmanın yararı için darulharbe sokmasındaki durum, kendi yararı için
sokmasındaki durum gibidir. Durumuna bakılır; bunları kendi yararı için
darulharbe götürüp geri getirmesi kesin ise, götürmesi yasaklanmaz.
Ancak darulharp vatandaşları
bu şeyleri götürdüğünde geri çıkarmsına izin vermeyip para ile kendisinden alacaklarsa,
müslüman ve zimmi kişinin at, slah ve köle götürmesi yasaklanır. Ama katır,
eşek, öküz ve deve götürmesi yasaklanmaz. Çükü bu şeyler onun için kaçınılmaz
şeylerdir. Zira kendisi yürümeye güç yetirmeyebileceği gibi, mallarını da
sırtında taşıyamayabilir.
Zarurt durumu, yasağın
dışındadır. At ve silahta bu tür zaruret gerçekleşmez.
Çünkü amaç, bunlar
olmadan da gerçekleşir. Bunlar olmadığı zaman sadece bolluk, güzellik ve fazla
ihtiyat anlamlan gerçekleşmeyip eksik kalır.
3116-
Üzerinde ticaret mallarını taşıyacağı hayvanları sokması da yasaklanır.
Çünkü bunda da zaruret
gerçekleşmez. Zaruret ancak bineceği hayvanda geçeklesir. Çünkü bir bineğe
binmediği taktirde kendisi helak olur. Küçük çapta ticaret mallarını ise
bindiği hayvanın üzerinde de taşıyabilir. Darulharbe gitmesine izin
verilmesinden maksat, düşmanın yararlanması için götüreceğ şeyler değil,
müslamanlann yararlanmsı için oradan getireceği şeylerdir.
3117- Aynı
şekilde eşyasını yükleyeceği bir
tek gemiyi götürmesi de
yasaklanmaz.
Çünkü bunu götürmesi
kaçınılmazdır.
3118- Birden
fazlasını götürmek isterse, yasaklanır.
Çünkü götürmesi
zaruret değildir. Bütün bu söylenenler istihsana göredir. Kıyasa göre ise,
bütün bunları götürmesi yasaklanır. Çünkü bunların götürülmesi düşmanın
müslümanlara karşı güçlenmesine sebep olur.
3119- Buna
şeriatta asla ruhsat yoktur. Bu durumda kendisine hizmet etmek üzere müsfüman
veya zımmi bir hizmetçi götürmesine de izin verilmez.
Çünkü zaruret yoktur.
Hizmetçi götürmesi sadece güzellik ve rahatlık içindir. Darulhabe at ve
silahın götürülmesi yasaklanıyorsa, darulislam vatandaşı olan bir kişinin
götürülmesi öncelikle yasaklanır.
3120- Harp
ehlinden biri eman aldıktan sonra yanına köle, at ve silah alarak darulislama
girecek olsa, yanında getirdiği şeyleri geri götürmesine engel olunmaz. Çünkü
hem kendisine hem yanında getirdiği şeylere eman vermişiz. Emanın gereği
olarak darulharbe dönmesine engel olunmayacağı gibi, eşyasını da geri
götürmesine engel olunmaz.
Çünkü savaş aleti,
savaşçıdan daha güçlü değildir. Yanında getirdiği şeyleri darulislamda satar
ve onların benzeri yahut daha iyisi veya kötüsünden at, silah ve köle satın
alacak olursa, bunları darulharbe götürmesine izin verilmez ve satmaya mecbur
edilir. Çünkü eman alarak gelirken bu
şeyleri de getirme hakkına sahip değildi.
Beraberinde getirdiği
şeylerdeki hakkı ise, satmak suretiyle elinden çıkardığı anda
ortadan kalkmıştır.
3121-
Yanında para getirerek bu şeyleri satın alıp çıkarması da aynı şekilde
yasaktır. Sattığı şeylerden bazılarını kendisi satın alacak olsa veya değişik
sebeplerle kendisine geri veilmesi drumunda da hüküm aynı olup bunları tekrar
darulharbe çıkaramaz.
Çünkü burada darulharp
vatandaşının elinden çıkmışve müslümanın mülkü olmuştur. Müslüman onda daha çok
tasarruf etme hakkına sahip olmuştur. Onun için harp ehlinden kişinin bu
şeyleri darulharbe geri götürme hakkı kalmamıştır. Bu şeyler müslümanın asli
mülkü olan şeyler konumuna gelmiştir.
3122- Harp
ehlinden olan kişi kendisi için muhayyer olma şartını koşmuş ve daha sonra satışı bozmuşsa, söz-konusu şeyleri
darulharbe geri götürebilir.
Çünkü kendisi için
muhayyerlik şartını koşmakla o şeyler kendi mülkiyetinden çıkmış sayılmaz. Kendisi
o şeyleri elinde tutma ve kullanmaya daha çok layıktır. Dolayısıyla o şeyler
satıştan önce olduğu gibi, onun mülkü olarak devam eder.
3123- Fasit
bir satışla satmış ve satışı daha sonra
bozmuşsa, cevap yine aynı olur.
Çünkü fasit satışla bu şeyler adamın elinden
çıkmış olmaz.
3124- Satın
alan kişi bu malları teslim almışsa, bakı-
lır; Bu satış, mesela
satılmış olan köleyi azad ettiği taktirde azat etmesi geçerli olacak şekilde
malı teslim almadan Önce mülkiyeti müşteriye veren bir satış ise, harp ehli
kişinin bu şeyleri darulharbe geri götürmesine izin verilmez.
Çünkü müslüman o şeylere malik olmuştur. Bu da o kişinin
sözkonusu şeyleri darulharbe geri götürme hakkını ortadan kaldırır.
3125- Ama
ölü hayvan ve kan satışı gibi, teslim almakla da mülkiyeti sağlamayan bir
satışla yapılmışsa, mülkiyeti satan kişide devam ettiğinden sözkonusu şeyleri
darulharbe tekrar götürebilir. Çünkü üzerinde mülkiyeti devam etmektedir.
Harp ehlinden olan
kişi kılıcını bir atla değiştirirse, silahı başka bir silahla değiştirdiğinden
dolayı onu darulharbe götürmesine izin verilmez ve satmaya zorlanır. Kılıç
yerine aldığı at ister kılıçtan daha değerli olsun, ister
değersiz olsun,
farketmez.
Çünkü eman akdi ile
böyle bir şeyi geri götürme hakkı sabit olmamıştır. Onun için satmaya mecbur
edilir. Nitekim darulislama gelirken getirdiği şey kendi ülkesinde çok
bulunabilir, ama buradan götüreceği şey ülkesinde nadir bulunabilir. Bu şeyi
ülkesine götürürken düşmanın güçlenmesine hizmet etmek istemiş olabilir.
3126- Değiş
tokuş yaptığı şey, getirdiği şey türünden ise, bakılır; Aldığı şey, verdiğinin
aynısı veya daha kötüsü ise, darulharbe götürmesine izin verilir. Ama daha iyi
ise, götürmesine izin verilmez.
Çünkü sahip olduğu
eman, ancak eşyası gibi olan bir şeyi geri götürmesine imkan verir. Bu şey
yararlı ise, kendisine bakılır. Yararlı değilse, türüne bakılır. Getirdiği ile
aldığı aynı cins ise, mesele yoktur.
Müslümanlara vereceği
zarar açısından da bakılır. Aldığı, verdiği şeyden daha çok zarar veren bir şey
ise, o zaman onunla müslümanlara zarar vermek istemektedir. Buna da izin
verilmez. Bu zarara bakılarak yasaklamanın yapılması gerekir. Bu zararı
sözkonusu şey sağlayacağından, onun darulharbe götürülmesine izin verlmez.
Tıpkı bağışlanan şey
gibi. Bağışlanan şey daha fazla yarar sağlıyorsa, bağışlayan kişinin onu geri
alma hakkı olmaz. Darulharbe sözkonusu şeyi götürmesi yasak olunca, onu
satmaya mecbur edilir.
3127-
Eşyasını benzeri bir şeyle değiştrir, sonra taraflar değiştirme işlemini bozarsa, adam getirdiği
şeyi ülkesine geri götürebilir.
Çünkü getirdiği silahı
olup değiştirme işleminin bozulmasıyla elinden çıkardığı ve tekrar sahip
olduğu silah aynıdır.
3128-
Silahını daha iyi veya daha kötüsüyle
değiştirir, sonra değiştirme işi bozulursa, her
iki durmda da onu darulharbe çıkarma hakkı olmaz. Daha iyisi ile
değiştirmiş-se, sözleşme yapmamış kişiler hakkında akdin feshi yeni yapılan
satış gibi olduğunda» götüremez. Buna göre bu silahı ilk olarak satın almış
gibi kabul edilir.
Çünkü ilk tasrrufla adamın hakkı düşmüş ve eline
geçen şeyi darulharbe götürmesi yask olmuştur. Değiştirmenin feshedilmesyle bu
hakkı geri gelmez.
3129-
Silahını daha kötüsüyle değiştirmişse, bu fesih hukuk açısından yeni satış
gibidir. Kötü silahını daha iyi bir silahla değiştirmiştir. Onun için onu
darlharbe geri
götüremez.
Bütün bu konularda
cinsin ve farklılığın gözönüde bu-lundurulmsi konusunda yük hayvanlarının
değiştirilmesi, silahın değiştirilmesi gibidir. Eşeğini dişi eşekle veya erkek
atını kısrakla değiştirecek olursa, değer açısından verdiklerinden daha aşağı
da olsa, aldıklarını darulhrbe götürmesine izin verilmez.
Çünkü bunda nesil
yararı vardır. Verdiği şeylerde ise, nesil yaran yoktur. Bu değiştirmeden amacı
belki de bu nesil yararını sağlamaktır. Cins farklılığı halinde aldığını
darulharbe götürmesi yasaklandığı gibi bunları da darulharbe götürmesine izin
verilmez.
3130- Erkek
katırı verip onun
değerinde veya daha kötü bir dişi katır alırsa, onu
darlharbe götürmesine izin
verilir.
Çünkü dişi katırın üremesi
ve neslinin çoğalması sözkonusu değildir.
3131- Katırını
verip beygir alırsa, aldığını darulharbe götüremez.
Çünkü aldığı damızlık
olarak kullanılır, verdiği ise kullanılmaz.
3132- Begir
verip at alırsa veya aksini yaparsa, aldığını darulharbe götüremez.
Çünkü her birinin
diğerinde bulumayan yaran vardır. Beygir daha yumuşak başlı ve savaşa
elverişlidir. Kaçmak veya kovalamak için ise at daha elverişlidir. Yaptığı
değiş tokuşta bu yaran belki de gözetmemiş olabilir.
3133- Kısrağını, daha
kötü koşmakla
beraber daha sağlam ve nesil
vermesi daha İyi olan başka bir kısrakla değiştirirse, aldığını darulharbe
götüremez.
Çünkü aldığı şeyde,
verdğinde mevcut olmayan bir türlü yarar vardır. Onun için değiştirerek
aldığını satmaya mebur edilir. Ama aldığı ile verdiği her yönden aynı değerde
veya aldığı daha kötü ise, dilediği gibi kullanır. Bu konuda tedbirli olmak
vaciptir ve en iyi tedbir belittiğimiz şekilde olur.
3134- Köle
dğişiminde, alınan ve verilen kölelerin kalitesi ne olursa olsun farketmez.
Aldığı köleyi darulharbe götürmesine izin verilmez.
Çünkü aldığı
kole,müslüman veya zımmi olsun, darulislam vatandaşıdır. Eman altında olan
kişinin, vatandşımız olan bir kimseyi sürekli mülkiyetinde tutması yasaktır.
Halbuki at ve silah böyle değildir. Vatandaşımız olmak, hava ve bitkiler için
değil, sadece insan için kullanılan bir ifadedir. Onun için o şeylerden
sözederken, yararın daha fazla bulunmasını gözönünde bulundurduk.
3135-
Bizaııstan eman alan iki kişi darulisama girse ve birinin yanında
silah, diğerinin yanmd köle
bulunsa ve ikisi yanındakileri değiş tokuş yapsa yahut karşılıklı para ile
birbirine satsa, her ikisi de sahip olduğu şeyi da-ruharbe çıkarmasına engel olunmaz.
Çünkü bu tasarruf ile
ikisi satıcı ve alıcı konumunda olmaktadır. Satıcı elindekini darulharbe
götürebildiği için müşteri de aldığını darulharbe götürebilir.
3136- Ama
onlardan biri, bir müslüman yahut bir
ant-laşmalı ile ortaklaşa diğerinin eşyasını satın alacak olursa,
aldığını darulharbe götüremez.
Çünkü aldığında ortağı
müslümandır. Müslümanm da payını götürmeden kendi payını darulharbe çıkarması
mümkün değildir. Halbuki müslümanm payını darularbe götürmesi yasaktır.
Dolayısıya kendi payını da darulharbe götüremez. Onun için kendi payını bir
müslümana veya zımmiye satmaya mecbur edilir.
Ama ortaklık bulunan
şey ok ve mızrak gibi paylaşılabilen bir şey ise, o zaman düşman kişi
ortağından malın paylaşımını isteyebilir ve paylaşma yapıldıktan sonra kendi
payına düşeni darulharbe götürebilir. Çünkü bu paylaşmada düşmanla kişinin
payına düşen şey, akidle malik olduğu şey mesabesinde olup kendi başına satın
aldığı bir mal gibi onu darulharbe götürebilir. Yahut bu paylaşmada bir nevi
mufavada vardır. Sanki müslüman kişi sahip olduğu payı ondan aldığı pay
kaşılığında kedisine teslim etmiş gibidir. Böyle bir değiştirmenin elindeki
şeyi darulharbe götümesine engel olmadığım belirtmiştik.
3137- İkisi
paylaşmada anlaşamayıp biri diğerine payının üstüne para verecek olursa,
bakılır; Üstüne para veren müslüman ise, düşman kişinin aldığını darulharbe götürmesine
engel olunmaz.
Çünkü düşman kişi,
payının bir kısmını müslüman ortağına para ile satmış olur. Bu da elinde kalan
şeyi darulharbe götürmesine engel olmaz.
3138-
Ama üstüne para veren düşman kişi ise,
aldığını darulharbe götüremez.
Çünkü verdiği para ile
müslümanm sahip olduğu şeylerin bir kısmım satın almış olur. Nitekim adam
parayı verdiği taktirde satın alma ile ^ahip olduğunda daha iyi silah almış
olur. Sanki silahını müslümanla daha güzel bir silahla değiştirmiş olmaktadır.
Ama parayı kendisi almışsa, aynı türden kendi silahından daha kötü bir silah
almış sayılır. O taktirde aldığını darulharbe götürebilir. Atlar
paylaşılabiliyorsa, ok ve yay gibi sayılır.
Çünkü bölümlere
ayrılıp paylaşılmaktadır.
3139- Harp
ehlinden olan kişi müslülmanla işbirliği yaparak darulharp vatandaşından
köleler satın alsa ve aralarında paylaşsalar, harp ehlinden olan kişinin
payına düşenleri darulharbe götürmesi hiçbr şekilde caiz değildir.
Ebu Hanife'ye göre
götüremez. Çünkü köle palaşılamaz. İki imama göre ise, paylaşılsa bile,
paylaşmadan önce ortaklardan her biri her ki payda ortak olduğundan müslümanm
veya antlaşmalının mülkü itibariyle her biri kendi payında zimmi mesabesinde
olur. Belirttiğimiz gibi darulislam vatadaşı olan kimseyi harp ehlinden k
İşinin darulharbe götürmesine izin verilmez.
3140-
Bizans'tan bir düşman ülkemize atlar, silahlar veya kölelerle birlikte giriş
yapsa ve müslümanların düşmanı olan Tük, Deylem ve benzeri başka bir ülkede
bunları satmak için ükemizden oraya geçmek isterse, buna izin verilmez.
Çünkü bunları
sözkonusu ülkelere sokması açısından kendisi ile müslüman veya zıinmi arasında
fark yoktur. Bu kişilerin o ülkelere bunları sokması yasak olduğu gibi,
kendisinin de sokması ysaktir.
3141- Eman
altında olduğu için getirdiği bu şeyleri isterse kendi ülkesine geri
götürebilir. Sadece bu hükümde müslüman ve antlaşmali kişilerden ayrılmaktadır.
Eman sahibi olması, onları başka bir ülkeye sokma hakkını kendisine vermez.
Onun için bu konuda kendisi ile müslüman veya atlaşmalı aynıdır. Çünkü bunları
başka bir ülkeye sokmk istemesi, onlara bu
açıdan güç ve kuvvet kazandırmak içindir. Buna da izin verilmez. Ama bu
şeyleri kendi ülkesine geri götürmesinde bu anlam mevut değildir.
3142- Müslümanlarla
antlaşmah olan bir ülkeye sokmak
isterse, durum yine aynıdır.
Çünkü antlaşma sebebi
ile bir süre için müslümanlarla savaşmayı bırakmış olsalar bile, savaşçı düşman
hükmündedirler. Nitekim bir müslüman bu şeylerden bazısını sözkonusu o ülkeye
sokmak isterse, kendisine izin verilmez.
3143- Ama
halkı müslümanların zimmet ehli olan bir ülkeye bunları sokmak isterse,
kendisine izin verilir.
Çünkü orası darulislam kapsamındadır. Ülkemizde
eman altında olan kişi daruislamm herhangi bir yerinde ticaret yapabiir.
3144- Ülkemizde
biri Bizaslı, diğeri Türk eman altında olsa ve birinin yanında köleler,
diğerinin yanında silah ve atlar bulunsa ve aralarında değiş tokuş yapsalar
yahut her biri diğerinin bu şeylerini
para ile satın alsa, her ikisinin aldığı
şeyleri kendi ülkesine götürmesine izin verilmez. Çünkü ' satın alan her ikisi
satıcı konumundadır ve müşterinin
bunları ülkesine sokmasının yasak olduğunu belirtmiştik.Ama iksi aynı
ülkenin vatandaşı iseler, durum başkadır. Bu adamlar bu davranışlarıyla herbiri
getirdiği silahlardan farklı olan silahları ülkesine götürerek halkını
müslümanlara karşı güçlendirmek istemektedir. Bu açıdan, değiş tokuşun aynı ülkenin vatandaşlarıyla yapılmış
olması arasında fark yoktur.
3145- İkisi
benzer atları ve silahları değiş tokuş yapsalar, her biri aldığını ülkesine
götürebilir.
Çünkü bu
değiştirme kendisi ile müslüman
arasında olsaydı, yine aldığını kendi ülkesine götüreblirdi.
3146- Eman
altında olan biri ile aynı değiş tokuş yapılsa, hüküm aynı olur. Ama
silahlardan biri diğerinden daha düşük ise, düşük olanı alan kişi onu
darulharbe götürebilirken, üstün olanı alan kişi gtüremez ve aldığını
satmaya mecbur edilir. Tıpkı bu mübedelenin müslüman ile eman altındaki kişi
arasında olması gibi.
Yine geri verme, görme
ve şart muhayyerliği ile yapılan mübadelede de durum aynıdır. Bütün bu
durumlarda mübadele kendisi ile müslüman arasında yapılmış gibidir. Ama aynı
değerdeki veya biri diğerinden kötü köleleri değiştirecek olsalar, bu mübadele
müslüman ile eman sahibi yahut
antlaşmah arasında olan mübadele gibi olmaz. Çünkü bu durumda müslümanın veya
antlaşmalmm vereceği kişiler üke-mizin
vatandaşıdır, onun mülkiyetindeki kişiler de ülkemizin vatandaşı olmaktadır.
Ama burada taraflardan birinin mükiyetinden
çıkanlar ülkemizin vatandaşı değildir.
Değiştirilecek
şeylerin eşit olması halinde her biri aldığını kendi ülkesine götürebilir.
Kalitesiz olanı alan kişi de aldığını ükesine götüebilir. Ama üstün olanı alan
kişinin aldığını kendi ülkesine götürmesine izin erilmez. Çünkü aldığında bir
fazlalık bulunmaktadır.
3147- Köle
ile cariye mübadelesi yapsalar, her biri aldığını ülkesine götüremez.
Çünkü insanda erkeklik
ve dişilik farklılığı, bir cins farklılığıdır. Onun ıçm
kişi köle niyetiyle
cariye satın alsa, alış geçersiz olur. Diğer taraftan her ikisinde diğerinde
olmayan yarar bulunmaktadır. Mesela cariye
nesil ve çocuk için istenirken,
köle savaşmak için istenir .Onun için bu
uygulama ile her birinin aldığını
darulharp olan kedi ülkesine götürmesine izin verilmez. Allah en iyi
bilir.[41]
3148-
Müslümanların ellerindeki düşman esirler verilip müslüman esirlerin
kurtarılmasında bir sakınca yoktur.
Ebu Hanife ve Ebu
Yusufun görüşü budur. Ebu Hanife'den gelen İki rivayetten en makbul olanı
budur. Başka bir rivayette İse esirin fidye olarak verilip esirin kurtarılması
caiz değildir, dediği belirtilmektedir.
Rivayetin zahirine
göre müslüman esirleri düşmanın elinden kurtarmak vaciptir. Bu da ancak
esirlerin fidye verilmesi ile mümkün olmaktadır. Bunda olsa olsa düşman
esirlerin öldürülmemesi sözkonusu olur ki bu da müslümanlarm yararı için
caizdir.
Nitekim devlet başkanı
düşman esirleri köle yapabilir. Müslüman esirleri düşmanın elinden kurtarmadaki
yarar daha açıktır. Söylediğimizi Ümran b. Hu-sayn'm hadisi de
desteklemektedir. Bu hadise göre Rasulullah, müşrik Beni Ukayl'deri iki adam
vererek bir müslümanı kurtarmıştır.
Başka bir rivayette de
Ebu Hanife, "Müşrikleri nerede bulursanız öldü-rün[42]
ayetinin söylediğini söylemektedir. Düşman esirler verilirse, farz olan onları
öldürme terkedilmiş olmaktadır. Yerine getirilmesi mümkün ise, farzın hiçbir
şekilde terkedilmesi caiz değildir.
Bunun açıklaması
şöyledir:Düşman esirler elimizde tutsak bulunmakta ve yurdumuz vatandaşı
olmaktadır. Onların fidye olarak verilmesi, zimmet ehlinin verilmesi gibidir.
Fidye olarak verilmemeleri durumunda olabilecek en büük şey, düşmanın elindeki
müslüman esirlerin öldürülmesidir. Bundan dolayı müşrik esirleri terketmek ve
tekrar bize karşı savaşmları için onları geri vermek caiz değildir. Nitekim
Müslümanlara cihadın farz olmasının sebebi, müslümanlarm can ve malları için
bir tehlike anlamı taşısa da, düşmanı öldürebilmeliridir. Düşman esirler fidye
olarak verilmeden önce müslüman
olurlarsa, artık fidye
olarak verilmeleri caiz olmaz.
Çünkü başka
müslümanlar gibi olmuşlardır. Fidye vererek onları tehlikeye atmak caiz
değildir.
3149- Esir
alınan ve anne- babaları beraber bulunan düşmanın çocukları da bu şekildedir.
Çünkü anne babalarına
tabidirler ve ülkemizde de olsalar çocukları müslüman sayılmazlar.
3150-
Ama çocuk tek başına esir alınıp
dârulislama çıkarılmışsa, artık onu
fidye olarak vermek caiz olmaz.
Çünkü daulislamda
bulunduğundan o da müslüman olmuş sayılır.
3151-
Drulharpte ganimetler taksim edildiğinde veya satıldığında esir alınmış olan
çocuk bir müslümanın payına düşse, taksim veya satılma ile mülkü haline
geldiği kişiye tabi olarak çocuk da müslüman olmuş sayılır ve Ölecek olursa
cenaze namazı kılınır. Bundan da anlaşılıyor ki esir alınmış olan kişi ergin
ise taksimden veya satıştan sonra fidye olarak verilebilir.
İmam Muhmmed'in görşü
budur. Ebu Yusuf a göre ise, bu caiz değildir. Çünkü taksim yahut satışla
müslümanın mülkiyeti haline gelmiş ve ülkemizin vatandaşı olmuştur. Bu durumda
zimmi gibi olup fidye olarak verilmesi caiz olmaz.
İmam muhammed ise
şöyle der: Taksimden ve satıştan önce fidye verilebilir, dememizin sebebi,
taksim veya satıştan sonra da gerekçenin mevct olmasıdır. O da müslman
esirlerin düşmanın elinden kurtarılmasının vacip olmasıdır. Taksim veya satışla
onlar sahiplerinin mülkü haline gelmiş olurlar. Bu da fazlalığın değil,
eksikliğin alametidir.
Nitekim Müslüman
esirlerin mal verilerek kurtarılması caizdir/Taksim veya satışla bu esirler de
mal konumunda olmuşlardır ve fidye olarak veilmeleri im-kansız değildir.
Bu konuda delil, îmran
b. Husayn hadisidir. Bu hadise göre Rasulullah Mureysi günü Beni Mustalık
esirlerini taksim edildikten sora fidye olarak vermiştir. Ama düşmanın
esirlerini verecekleri mal karşılığında salıvermek ise, alim-lermize göre caiz
değildir. Çünkü müşriklerin esirleri ya müslüman olur veya Öl-dürülüler .Zira
Yüce Allah "Müşrikleri Öldürünüz" [43]
buyurmaktadır.
3152- Fidye
verilen mal karşılığında esirleri serbest bırakmak, dünya malı için bu farzı
terketmektir. Bu da helal değildir. Yüce Allah buyuruyor:" Yer yüzünde
savaşırken, düşmanı yere sermeden esir almak hiçbir peygambere yaraşmaz"[44]
Ayet, Bedir günü
inmiştir. Esirlerin mal karşılığında serbest bırakılmasını öneren Hz. Ebu
Bekr'in görüşünü Rasulullahın benimsemesi üzerine inmiştir. Hz. Ebu Bekir
bundan dolayı üzülüyordu. Rivayete göre hilafeti zamanında Bizanstan biri esir
alınmış, onlar da mal karşılığında salıverilmesini teklif emişler. Ebu Bekir
ise onun öldürülmesini söyleyerek müşriklerden bir kişinin öldürülmesi benim
için şundan bundu daha iyidir, demiştir. Başka bir rivayete göre ise, onun
karşılığında iki ölçek altın da alsanız salıvermeyin, demiştir.
Çünkü biz dini
yüceltmek için cihadla emrolunmuşuz. Müşriklerin esirlerini mal fidyesi
karşılığında salıvermek ise, onlara müslümanların sanki mal için savaştıkları
intibaını verir. Yüce AHahın "Onları daha sonra ya karşılıksız serbest
bırakırsınız veya fidye alarak salıverirsiniz" ayetinin "Müşrikleri
öldürün" ayeti ile neshediliğini belirtmiştik. "AHahın önceden
kesinleşmiş bir kitabı olmasaydı" ayetinin tefsiri de "Ganimetleri
size helal kılmasay-dım aldıklarınızdan dolayı size büyük bir azap
gelirdi" şeklindedir. Nitekim Yüce Allah "Ganimet aldıklarınızdan
helal hoş olarak yiyin"
buyurmaktadır.
Amaç, fidye ile
esirlerin salıverilmesi olsa bile, zaten "Müşrikleri Öldürün" ayeti
ile o da neshedilmiştir. Çünkü Tevbe suresi en son inen surelerdendir. O da
Bedir günü Rasulullahın esirleri fidye alınan kişilerle salıvermesinin
tefsiridir.
el-Arec'in rivayetine
göre Sa'd b.Numaıı, Bedir savaşından sonra el-Baki'den Umre yapmak üzere eşi
ile beraber çıktı. Hem kendisi hem eşi yaşlıydı. Olup bitenlerden korkmuyordu.
Ebu Süfyan onu Mekke'de hapsetti ve Mu-hammed oğlum Amr'ı salıvermedikçe seni
bırakmam, dedi. Ebu Sufya'nın oğlu Bedir günü esir düşmüştü.
Hazreçliler bu konuda
Rasulullaha gidip konuştular. O da Amr'ı serbest bıraktı. Bunun üzerine Ebu
Sufyan Sa'd b. Numan'i serbest bıraktı. O gün esirler bu şekilde mal
karşılığında serbest bırakıldı.
Rivayete göre her
esirin fidyesi o gün bin ile dört bin arası da değişiyordu. Malları bulunmayan
bazı kişileri de Rasulllah o gün karşılıksız salıverdi. Hz.Aişe anlatıyor;
Kureyş, esirlerini fidye ile kurtarmak için geldiğinde Rasulullahın kızı
Zeyneb kocasını kurtarmak için geldi. Fidye olarak gönderdiğim şeyler arasında
Hatce'nin düğün günü hediye olarak verdiği gerdanlığı da vardı. Rasulu-Ilah
gerdanlığı görünce tanıdı ve acıyarak şöyle dedi "İsterseniz esir olan
kocasını salıveriniz ve gerdanlığını da kendisine veriniz". Onlar da böyle
yaptılar.
3153- Bedir
günü H. Abbas'ın mal vererek kendini kurtardığı kesindir. Yüce AHahın "Ey
Peygamber! Elinizdeki esirlere söyle..." ayeti onun hakkında inmiştir.
İmam Muhammed başka
bir izaha işaret ederek şöyle demektedir:
O gün müslümanların
mala olan ihtiaçları büyüktü. Çünkü savaşa hazırlanmaları gerekiyordu. Zaruret
halinde mal kaşılığında esirleri salıvermekte sakıca oîmaz. Rasulullahın şu
uygulması da buna göre izah edilir:
Rasulullah, Beni
Kureyza'nın kadın ve çocuklarını esir aldığı gün bunların yarısını Sad b.
Zeyd'Ie beraber Ne-cid'e gönderdi. Onları silah ve hayvan karşılığında müşriklere
sattı. Diğer yarısını da Sad b. Ubade ile beraber Şam'a gönderdi. Onlarla da at
ve silah satın aldı. Böyle yapmasının sebebi, o gün silaha olan sıkı
ihtiyaçlarıdır.
Bizce mezhebin
zahirine göre bugün mal karşılığında esirleri salıvermek hiçbir şekilde caiz
değildir. Bu konuda rivayet edilen şeylerin hükmü neshedilmiştir. Beni
Mus-talık esirlerinin mal karşılığıda salıverilmesini de belirterek şöyle
demektedir: Rasulullahın onlara bu uygulamyı yapmasının sebebi, memleketlerini
işgal etmesi ve köle olmamaları için fidye karşılığında serbest bırakmasıdır.
Nitekim Rasulullah,
fidye ile kurtarıldıktan sonra Cu-veyriye ile evlenmiştir. Çünkü halkı müslüman
oldular. Böyle olmasaydı, Rasulullah Cuveyriye ile evlenmezdi. Bizim mekruh
gördüğümüz, düşman esirlerinin müslümanlara karşı tekrar savaşmak için
darulharbe götürülmek üzere mal karşılığında fidye ile serbest bırakılmasıdır.
3154-
Kubaysa b. Zueyb'in şöyle dediği rivayet edilir: Köle ve zimmi beytulmaldan
fidye verilip kurtarılmaz. Bizim de görüşümüz budur. Çünkü köle efendisinin
köle-siydi. İhraz ile onun mülkü olmuşur. Tekrar mülkiyetine kazandımak için
efendisi onun için mal vererek kurtarır, değilse, beytulmaldan verilen fidye
ile kurtarılan köle beytulmalın malı olur ve ödenen fidyeyi karşılamadıkça
efendisinin onun üzerinde bir hakkı olmaz. Tıpkı bir müs-Iümanın onu düşmandan
satın alıp darulislama getirmesi gibidir.
Zimmi ise beytulmaldan
fidye verilerek kurtarılma hakkı yoktur. Çünkü beytulmalda onun payı yoktur.
Çünkü beytulmal müslümnların ihtiyaçlarını karşılamak içindir. Ancak müslüman
esirler beytulmaldan fidye verilerek kurtarılır.
Esirlerin karşılıklı
salıverilmesinde esir aldığımız anne ve babalarını değil de, onların esir
alınmış çocuklarını fidye olarak vermemizi isterlerse, onların verilmesinde bir
sakınca olmaz. Gerçi bunda çocuklar anne ve babalarından ayrılmaktadır.
Çünkü bu ayırma haklı
olarak yapılmaktadır. Düşmanın elinden kurtarılması vacip olan müslümanm
saygınlığı, düşman çocuğunun saygınlığından daha büyüktür. İmam Muhammed'in
görüşünde olduğu gibi, bu işlem taksimden sonra da yapılsa, çocuğun fidye
olarak verilmesini bunun için caiz gördük.
3155- Seleme
b. el-Ekva'ın şu hadisini delil gösterdi: Ebu Bekir'le beraber Hevazin
kabilesine karşı savaştık. Bana bir cariye ganimet verdi. Rasulullahın yanına
geldiğimde onu bana hediye et, dedi. Ona hediye ettim. Mekke'de esir bulunan
müslümanlara karşılık olarak onu fidye verdi.
Ganimetten verilen
şey, alan kişinin mülkü haline gelmesine rağmen, cariye fidye olarak
verilmişir.
Müslümanlar henüz
savaş halinde olup aldıkları esirleri sağlam bir yerde tutmuş iken düşman
hükümdarının elçisi gelerek esirlerin karşılıklı mübadelesini ister ve karşılıklı
salıverme gerçekleşinceye kadar müslüman esirler için eman verir,
anlaşmadıkları taktirde müslüman esirleri geri götüreceklerini söylerse,
müslümanların onlara verdikleri sözü tutmaları gerekir. Onlara şart koştukları
gibi müslüman esirleri kurtarmak için mal veya başka şeyler vermeleri gerekir.
Ama karşılıklı
salıverme konusunda anlaşma sağlan-mazsa ve müslüman esirleri geri götürmek
istediklerinde müslümanların onlara gücü yetiyorsa, müslüman esirleri ülkelerine
geri götürmelerine müsaade etmemeleri gerekir. Çünkü müslüman esirleri
tutmaları zaten onlara yaptıkları bir zulümdür. Zulmün sürmesi için söz vermek
de caiz değildir. Onun için bu şarta bğlı kalmamaları helal olur. Bunun dışında
bir zarar vermeden esirleri onların elinden kurtarmak gerekir.
Rasulullah Hudeybiye
günü müslüman olup gelen kişileri kendilerine geri vereceğine dair şart
koşmadı mı ve bu şarta bağlı kalıp
Süheyl b. Amr'm oğlu Ebu Cendel'i babasına, Ebu Nasir'i geri almak isteyenlere
Ebu Nasir'i ve başkalarını da sahiplerine geri vermedi mi? diye itiraz edilse,
deriz ki;
Evet, ama bu hüküm
Kur'anla neshedilmiştir. Yüce Allah " O kadıları kafirlere geri
vermeyin"[45] buyurmuştur. Bu uyglama
Resulullahın o güne mahsus yaptığı bir uygulamadır. Böyle yapmasının yararlı
olacağını vahiy yolu ile öğrenmişti. Bugün bana ne isterlerse, vereceğim,
demişti.
Ama bugün bir müslümam
düşmana geri vermemiz veya gücümüz yettiği taktirde müslümam onların elinden
kurtarmayıp bırakmamız caiz değildir. Müslüman esirlerin alınmasına düşman
karşı koyacak olursa, müslümanlarm onlarla anlaşmayı bozmaları ve esirleri
kurtarmak için bütün güçleriyle savaşmaları gerekir.
İsimlerini verdikleri
güçlü kuvvetli bir takım kişileri kendilerine getirmemizi şart koşmuşlarsa, onları
kendilerine getirdikten sonra veya getirmedikten sonra bizim veya onlar
tarafından esirlerin fidye ile salıverilmesi işlemi iptal edilirse, cevap yine
aynı olur. Ama müslümanlarm onlara karşı güçleri yoksa, o zaman onlarla savaşmayabilirler.
Çünkü öncelikle
kendi güçlerini korumaları, ondan
sonra galip gelmeyi düşünmeleri
gerekir.
3156-
Müslüman esirleri yanlarında
getirip getirmedikleri kesin
olarak bilinmiyorsa, aramızda verilmiş olan söze bağlı kalmamak doğru olmaz.
Çünkü onlara bu şekilde söz vermemiz, ellerindeki müslüman esirleri kurtarmak
içindir.
3157- Bu
kesin olarak bilinmiyorsa, sözü tutmamakla zaten amaç gerçekleşmiş olmaz.
Esirlerin fidye ile kurtarilması işlemi sürerken köleleri eman alarak bize
gelecek olursa, yine söze bağlı kalmakve kölelerini geri vermek gerekir.
Çünkü getirdikleri malları için onlara eman
vermişiz ve mallarından herhangi bir şeye zarar vermemiz caiz değildir.
3158- Ama
köleleri müslüman olsa, artık onları kendilerine geri veremeyiz. Sadece onları
satar ve paralarını kendilerine veririz. Tıpkı darulislamda eman altında olup
yanındaki kölesi müslüman olan kişi gibi. Ancak kölelerin beraberlerinde
getirdikleri silahlar ve eşyalar onlara geri verilir. Köleler, müslüman olmayıp
bizi zimmet ehli kabul edin, derlerse, sözlerine iltifat edilmez. Hem
kendilerini, hem silah ve hayvanlarını onlarla beraber geri veririz. Çünkü bizim eman verdiğimiz kişilerin köleleridir
ve kendileri efedîlerine
tabidirler. Onun için
zimmet ehli olmak istemesi geçerli
değildir ve bu isteğiyle darulislam vatandaşı olmaz.
3159- Ama
düşmanın bazı silah, mal ve atlarını alıp eman aldıktan sonra bize gelen
kişiler hür iseler, getirdikleri
şeylerin hiçbirine müdahale edemeyiz.
Çünkü bizimle onlar
arasında eman vardır. Kendilerinin birbirlerine krşı emanı ise yoktur. Bu da
adamların aldıkları mallar artık onlann mülkü olmuştur. Bunlar ister müslüman
olsunlar, ister zimmet ehli osunlar, isterse eman alarak gelmiş olsunlar,
onların mallarından herhangi bir şeye dokunmamız caiz değildir.
3160-
Bizimle kendileri arasında saldırmazlık
anlaşması bulunan bir
millet gibidirler. Bunlar birbirlerinin
mallarını almış ve müslüman olarak yahut zimmet ehli olarak yahut eman alarak
onu ülkemize getirmişlerdir.
Bunların ellerindeki
mallara hiçbir şekilde dokunamayız.
3161-
Karşılıklı esir mübadelesi gerçekleşmeden önce beraberlerinde getirdikleri
müslüman esirlerden bazıları kaçıp müslümanlara gelse ve antlaşma gereği geri
verilmelerini isterlerse geri verilmezler.
Çünkü müslüman
esirleri hapsetmeleri için onlarla antlaşma yapmış veya sözleşmiş değiliz.
Onların bu yaptığı zaten bir zulümdür. Onlara sadece canları ve mallan için söz
verilmiştir. Esirler ise onların malı değildir.
3162- Ondan
sonra esir mübadelesini gerçekleştirmemiz gerekmez.
Çünkü onlara esir
mübadelesi ile esirlerini geri vermeyi şart koşmuşuz.
Fakat buna ihtiyaç
kalmamıştır. Ama isimlerini vererek bazı esirlerin mü-badale ile verilmesi
konusunda ittifak sağlandıktan sonra müslüman esirler onların elinden kaçıp
gelirse üzerinde anlaşma yapılan şeylerin yerine getirilmesi daha iyi olur.
Çünkü ondan sonra böyle bir uygulama durumunda müslümanlara karşı güven
duymaları ve haksızlıkla suçlamamalan için yararlı olur. Ama böyle yapmamalarında
bir sakınca olmaz. Çünkü esir mübadelesinin gerçekleşmesi karşılıklı alıp
verme ile olur. Karşılıklı mübadele gerçeklemeden Önce buna ihtiyaç kalmıyacak
olursa onlara bir şey geri vermemiz gerekmez. Sözkonusu malla ve güçlü köleler
için yapılan pazarlık sebebiyle onlara bir şey vermek gerekmemektedir.
3163- Müslüman
esirler antlaşmadan önce veya sonra bize
gelmeyip başka müslüman
memleketlere gitseler, düşmana
bir şey vermek gerekmez. Ama kaçıp bize gelmişlerse o
zaman şart koştuğumuz
şeyleri onlara vermemiz daha iyi olur.
Çünkü müslüman esirler
bize geldiğinde biz de onları kabul etmezsek sanki onlar kendileri bize teslim
etmiş gibi olurlar. Ama bize başka yerden çıkıp gelmişlerse o zaman bunlar
elimizde olmazlar. Onun için kendilerine şart koştuğumuz şeylerden hakikaten
veya hükmen sorumlu görmedikleri taktirde mübadelede vereceğimiz şeyleri
vermemiz gerekmez. Tıpkı onların elindeki esirlerin ölmüş olması gibi.
Esirlerin kaçmış
olması yahut kendilerini savunacak güç ve kuvvete sahip olup savunmaları
durumundaki gibi olur. Çünkü bu durumda kendilerine şart koştuğumuzu yerine
getirmek için esirleri bu şeyden men etmemiz sözkonusu olmaz.
3164- Esirler
bize kaçıp gelirse ve savunmaları da yoksa o zaman esirleri onlara karşı
koruruz.
Nitekim biz orada
olmasaydık esirleri alacaklardı. Onun için şart koştuğumuz şeyleri yerine
getirmemiz gerekir.
3165- Esirleri
geri almak isterken esirler onlarla çarpışıp müslümanlardan da yardım
istiyecek olursa müslümanların onları yardımsız bırakmaları helal olmaz.
Çünkü belirttiğimiz
gibi esirleri alıkoymaları zaten zulümdür. Zulmün devam etmesi için de onlarla
antlaşmış değiliz. Düşmanın müslüman kardeşlerini öldürmesine müslümanlann
müsaade etmeleri helal olmaz. İmkanları olması durumunda esirlerin onlarla
çarpışıp kurtulmalarına da engel olmazlar.
Düşman tarafı müslüman
esirlere eman vermiş olsun veya olmasın ellerinden kurtulabileceklere,
düşmanla çarpışmalarında sakınca olamaz. .
Çünkü onları
alıkoymakla zaten zulmediyorlar.
3166- Ellerindeki
esirler kadın ve erkek köle olup da-rulharpte onları ihraz etmişlerse, şart
koştuğumuz karşılıklı serbest bırakmayı yerine getiririz.
Ama bu konuda ittifak
sağlanmazsa onlardan kuvvetle alırız. Çünkü bunlar müslüman olup darulharpte
bırakılmaları helal olmaz. Aldıktan sonra onları satar ve paralarım
kendilerine iade ederiz.
3167-
Köleler onlara karşı çarpışacak olursa kölelerle beraber düşmana karşı çarpışır
ve kurtulmalarını sağlarız.
Çünkü müslüman kardeşlerimizdir ve düşmanın
tahakkümündan kurtarılmaları
gerekir.
3168-
Köleler düşmandan emin ise aramızdaki emanı bozduktan sonra köleleri onlardan
alacak olursak onlara karşılık kendilerine bir şey vermeyiz. Ama düşmandan
emniyet içinde değilse onları satar ve paralarını kendilerine geri veririz.
Çünkü emin olacakları yere varıncaya kadar aramızdaki enıanm hükmü devam
etmektedir. Düşmanın elinde bulunmayan ümmülveled, zimmî sözleşmeli veya
ölümle hür olacak kişiler belirttiğimiz bütün durumlarda hür müslüman gibidir.
Düşmanın bir kalesinde
esir bulunan bir kişi düşmandan birine saldırıp öldürebilccekse yahut onlara
zarar verebilecekse yapmasında sakınca olmaz. Ama bunu yapma umudu yoksa
kalkışması doğru olmaz.
Çünkü yarar olmadan
kendini tehlikeye atmaktadır. Çünkü bu olaydan sonra kendisine işkence edip
öldürecekleri açıktır.
3169- Saf
içinde bulunup çarpışan kişi hakkında bunun hükmünü belirtmiştik. Ashaptan bunu
çok kişinin yaptığı zikredilmiştir. Onlardan biri Maûne günü Munzir b. Amr,
Racî günü arıların koruduğu Asım b. Sabit yaptığını belirtmiştik. Düşmana
karşı savaşan müslümamn bunu yapması
evleviyetle caiz olur. Ülkelerinde kalmak şartıyla esire eman verip serbest
bırakırlarsa, esirin onlardan öl-dürebildiğini öldürmesi ve mallarından
alabildiği şeyleri almasında sakınca olmaz. Çünkü kendisi onlara eman vermiş
olmayıp onlar kendisine eman vermişlerdi. Bu onlara yapabileceği şeyleri
yapmasına engel teşkil etmez. Ama kendisi de onlara eman vermişse o taktirde onlara
zarar vermek doğru olmaz.[46]
Çünkü bu onlara
hıyanet olur ve hıyanet haramdır.
3170-
Fakat gizlice darulislama
çıkmaya güç yetire-bilirlerse,
bunu yapmalarında bir sakınca yoktur. Hatta bu konuda (yani kaçmayacakları
konusunda) düşmana güvence vermiş olsalar bile, böyledir.
Çünkü damlharpte onu
hapsetmeleri zaten bir zulümdür ve o zulümden kurtulması da onun hakkıdır.
3171- Eğer
birisi bu işte ona engel olacak olursa, o-nunla mücadele eder ve Öldürebilir.
Çünkü çıkışına engel
olmakla müslümana zulmetmiş olur.
3172- Zor
işlerde kendisini çalıştırdıkları için buna tahammülü kalmaz ve düşmandan
birinin üzerine saldırıp öldürmek isterse, bakılır; Bu davranışı düşmana zarar
verecekse yapmasında sakınca olmaz. Ama zarar vermiye-ceğini biliyorsa buna
kalkışmaması daha yararlı olur.
Ama gücünün üstünde
bir iş yüklemişlerse ve yapacağı bu saldırıyla kurtulmayı yahut rahatlamayı umuyorsa
o taktirde kurtulmak için bunu yapmasında sakınca olmaz.
3173-
Zindanın önünde bekliyen
bekçiyi öldürmeye kalkışmasında
da durum belirttiğimiz gibidir. Allah'tan başka bir varlığa secde edilmesi istenir ve bunun
için başında duran kişi kendisine vurursa, öldürüleceğini bilse bile
secde etmeyi red edip başındaki görevliyi Öldürmesinde sakınca olmaz
Çünkü düşmanı
öldürmekte sakınca olmaz. Yaptığı için de kendi aleyhine yardım etmiş olmaz.
Yani kendini tehlikeye atmış sayılmaz.
3174-
Esir onlara doktorluktan anladığını
söyleyip kendilerine ilaç içirmesini isterlerse onların erkeklerine ilaç
yerine zehir içirmesinde bir sakınca olmaz.
Çünkü bu onlara zarar
vermektir. Ama çocuklara ve kadınlara zehir içirmesini uygun görmüyorum.
Nitekim onları öldürmesini tasvip etmiyorum.
3175- Ama
onlardan kendisine zarar veren ve öldürmeye çalışan bir kadın olursa o
taktirde kendisine zehri içirmesinde sakınca olmadığı gibi, imkan bulması
halinde öldürmesinde de sakınca olmaz. Düşmanın elinde bulunan esirlerden biri
kaçıp kurtulayım derken neticede kaleden düşüp ölse bile kurtulmayı
umuyorsa bunda bir sakınca olmaz.
Çünkü amacı kurtulmak
ve dinine zarar gelmemesi için kaçmaktır Zaten mücahid bütün yaptıklarını zafer
kazanmak ve helak olmak arasında yapmaktadır. Yani yaptığı işlerde ya muzaffer
olur veya ölür.
3176-
Kurtulmak ümidiyle bu şekilde bir sakınca olmaz. Ama helak olacağı kesin yahut
büyük ihtimalle kurtulamayacağını biliyorsa o zaman böyle bir işe kalkışması
mekruh olur.
Çünkü bununla kendini
öldürmektedir.
3177-
Aynı şekilde sığınaklardan birinde
bir kazan içinde kendini
indirecek olursa bakılır. Şayet bu davranışı düşmana zarar vereceğine
inanıyorsa böyle yapmasında sakınca olmaz. Ama büyük ihtmalle öldürüleceği ve
düşmana da zarar vermiyeceğine inanıyorsa o zaman böyle yapması doğru olmaz.
3178- Güçlü
düşman askeri veya karısı ve çocukları esir düşecek olursa, devlet başkanının
bunları mal karşılığında serbest bırakması doğru olmaz.
3179-
Darulîslama çıkarılmadan önce ve çıkarıldıktan sonra düşmana da satmaz.
Çünkü bu bir bakıma
fidye karşılığı salıvermedir. Zaten onlardan alınacak mal karşılığında düşmana
teslim edilirler.
3180- Aynı
şeklide bu adamlar ve aileleri bir müslü-inanın payına düştükleri zaman da
düşmana satmamahdır. Satacak olursa
devlet başkanı satışını iptal eder ve bunu bilerek yaptığına kanaat
getirirse yaptığından dolayı tedip eder.
Çünkü müslümanlara
karşı düşmanı güçlendirmeyi amaçlamış olur.
3181- Bir
düşman eman alarak gelirse ve esir alıp ihraz ettiği müslüman esirlerini düşman
esirleri karşılığında satmak isterse devlet başkanının onları düşman esirlerle
satın almasında sakınca olmaz. Düşman esirleri henüz taksim etmemişse aldığı
esirleri fey yapar. Ama taksim etmişse o zaman payına düştükleri kişi onları
verir ve karşılığında müslüman esirleri alır.
Çünkü bu esir
mübadelesi mesabesindedir. Rivayetin zahirine göre bu caizdir. Çünkü maksat
müslümanlan kafirlerin elinde zelil olmaktan kurtarmaktır.
3182- Bu
meselede müsümanlardan hür olanlar ve
olmayanlar aynıdır.
Çünkü bunun caiz
olması din sebebiyledir.
3183-
Köleleri beraberinde getirecek olursa devlet başkanı onları bir daha
götürmesine izin vermez. Bunlar kendisiyle beraber getirdikten sonra müslüman
olan kafir köleler mesabesindedir. Yahut darullslamda satın aldığı ve onun
mülkü olan müslüman köleler gibidir. Gideceği zaman devlet başkanı onları
satmaya mecbur eder. Nitekim zimmet ehlini de bu şekilde mecbur eder.
3184- Eman
altında olan bu kişi darulharpte veya da-rulislamda müslümanların karargahına
gelerek beraberinde bulunan
müslüman esirleri düşman
esirler karşılığında satmak
isterse, devlet başkanı ona müsaade etmez.
Çünkü elindeki
esirleri artık dirhem ve dinarla satmaya mecbur olmuştur. Zaten kölelerle
beraber elimizde mağluptur. Onları düşman esirlerle satmasına İmkan verilmesi
esirlerin mal karşılığında serbest bırakılmasına imkan verilmesi demek olur.
Birinci durumda ise böyle değildir. Çünkü birinci durumda adam eman alarak
gelmişti ve köleler yanında yoktu. Onun için hüküm bakımından köleleri para ile
satmaya mecbur olması da sözkonusu değildir.
3185- Düşman
esirlerle mübadele zaruret yolu ile olur. O da müslüman esirleri düşmanın
elinden kurtarmanın zorunlu olması durumudur. Burada ise başka
yolla kurtarmak mümkün olduğu
için, yani para ile satmaya mecbur edildiği için zaruret sözkonusu değildir.
Köleleri beraberinde
getirmediği zaman zaruret meydana gelir.
3186- Eman
alarak girmek istediğinde girmeden önce beraberinde getirdiği ve isimlerini
söylediği müslüman esirlere karşılık adlarını verdiği düşman esirleri satiri almak istediğini söylerse, müslümanlarm bunu
kabul etmelerinde sakınca olmaz.
Çünkü elimiz müslüman esirlere ulaşmadığı sürece zaruret mevcut demektir. Onun
bu isteğini kabul ettikten sonra da artık sözlerini yerine getirmek gerekir.
Çünkü şart sahih
olunca, seran yerine getirilmesi vacip olur.
3187-
Düşmanın elinde bulunan bir esir onlara zarar vermek düşüncesiyle
çarpışmaya kalkışsa fakat
çarpışmada öldürülse bunda bir sakınca olmadığını belirtmiştik.
Çünkü yüce Allah'ın "insanlardan
kimisi de Allah1 m rızasını kazanmak için kendini feda eder"[47]
ayeti kapsamına girer. Bu yaptığının ellerindeki diğer esirlere zarar vereceğini
biliyorsa yapmaması daha iyi olur. Özellikle onlara vereceği zarar olması gerekenden az olacaksa yapmaması daha
uygun olur. Çünkü müslümanları gözetmek ve onlara zarar gelmesini önlemek
menduptur. Nitekim mücahid bunun için düşmanla savaşır. Düşmanla çarpışması
müslümanlarm işkence görmeleri yahut öldürülmeleri gibi bir zarara yol
açacaksa yapmaması daha iyi olur. Ama yaparsa sakıncası olmaz.
Çünkü başkasını
gözetmek kendini gözetmekten daha gerekli değildir.
3188- Zarar
vereceğini umarak Öldürüleceğini bile bile bu şekilde davranması caiz olursa,
başka esirlere kendisi sebebiyle zarar gelmesinden korkması halinde bu şekilde
davranması evleviyetle caiz olur. Darulharbte iken bir se-riyye farkında
olmadan düşmanın büyük bir ordusunun yakınma gelip içlerinden biri düşmana
saldırmak isterse bana göre saldırması mekruh olur.
Çünkü bu davranışı
müslümanlarm yerini düşmana bildirmek olur. Halbuki müslümanlar onların
hakkından gelecek güce sahip değildir. Müslümanların esir edilmeleri yahut
öldürülmeleri için yerlerini bildirmek yahut görülmelerine sebep olmak için
ruhsat yoktur.
3189-
Müslümanların yerini bildikleri
halde onlara saldırmıyorlarsa,
onlara zarar verecekse müslümanın saldırmasında sakınca
olmaz. Ama nıüslümanlarla savaşıp
öldürmelerinden korkuyorsa müslümanları gözönünde bulundurarak onlara saldırmaması
daha iyi olur. Nitekim düşman, müslüman bir topluluğu muhasara ettiğinde
güçleri yeterli olmadığı için müslümanlarm onlarla barış ve eman antlaşması
yapması müslümanlar için daha iyi olur. Ama düşmana saldırmaktan başka yolu
kabul etmezlerse onda da sakınca olmaz. Nitekim Asım İbn Zeyd kendisine eman
teklif eden müşriklere "Müşriklerden eman kabul etmemek üzere Allah'a söz
verdim" demiş ve şehid oluncaya kadar onlarla çarpışmıştır.
Bu şekilde bunda bir
sakmca olmadığını anlıyoruz.
3190- Ehli
kitaptan esir alman bir kadın bir adamın payına düştükten sonra dini üzere
devam eder ve adam ölünce kadının hür olacağını söylerse yahut adamdan hamile
kalırsa, sonra düşman müslümanlardan bir adamı esir alsa ve onun fidyesi olarak
o kadından başka bir şeyi kabul etmezse, kadın istesin veya istemesin, payına
düştüğü adam razı olursa fidye olarak verilmesinde bir sakınca olmaz.
Çünkü fidye olarak
verilmekle kadın efendisinin mülkü olmaktan çıkmaz. Müslümanın mülkü haline
geldiği için mülkiyeti başkasına geçmiyecek bir durum kazanmıştır.
3191- Fakat
efendisine artık hizmet etmez. Sanki onun hizmet etmesini bir müslüman için
fidye vermiş gibidir ki bu da caizdir.
Çünkü yarar mal
mesabesindedir ve onun değeri malın değerinin üstünde olmaz.
3192-
Müslüman esirin mal karşılığı kurtarılması caiz ' ise hizmet
karşılığı kurtarılması evleviyetle
caiz olur. Sonra, kadın için
onlardan korku yoktur. Çünkü onların dinindendir. İnancında sebat edip
müslümanlar arasında da dinine bağlı kaldığı için ona ikram edip fidye ile kurtarmayı arzu
ederler. Kadının verilip
verilmemesi konusunda rızasının
mevcut olması veya olmaması önemli değildir.
Çünkü cariye olup
kendisi hakkında yetkili değildir.
3193-
Kadının efendisi fidye olarak verilmesini tasvip etmezse, o zaman devlet başkanının
onu fidye olarak vermemesi gerekir. Düşmanın müslüman esiri öldürmesinden
korksa bile kadını bu durumda fidye olarak veremez.
Çünkü sahibinin
mülkünden karşılıklı veya karşılıksız olarak artık çıkması mümkün olmayacak
şekilde onun mülkü olmuştur. Efendisinin mülkü olarak devam ettikçe onun
rızası olmadan fidye olarak verilmesi caiz olmaz Efendisi satış şeklinde
olmaksızın beytulmaldan kıymetinin kendisine bedel olarak verilmesini isterse
devlet başkanı verebilir
Çünkü müslüman esiri
mü si umanların bey tulm alından fidye vererek kurtarması gerekir. Burada
vermesi de o anlamdadır. Çünkü esirin kurtulması için malı düşmana vermesiyle
cariyenin sahibine bu amaçla verilmesi arasında fark yoktur.
3194-
Verilen bu mal cariyenin mülkiyeti yerine ivaz (bedel) olmaz.
Çünkü efendisinin mülkiyetinden başka mülkiyete geçmeye müsait değildir.
Verilen mal sadece efendisine yapacağı hizmetin ivazı (bedeli)dir. Cariyenin
sahibi ümmülveled ve ölümle hür olacak (müdebber) cariyenin hizmetleri
karşılığında ivaz (bedel) alabilir. Fidye olarak düşmana verildikten sonra
müslümanlar onlardan bir daha alacak
olursa efendisine geri verirler.
Çünkü kadında mülkü hala devam etmektedir. Kadın kendisine geri verildiğinde
ivaz olarak aldığı
mal da kendisinin (efendinin) olur.
Çünkü düşman elinde
olduğu süre için yapacağı hizmet karşılığında ivaz almıştır. Kadın kendisine
verilse bile o süre içindeki hizmet kendisine geri gelmemiştir.
3195-
Sahibinin kadını vermeyi red eetmesini ve ancak satın alındığı taktirde
vereceğini söylemesini uygun görmüyorum.
Çünkü azat olma hakkım
kazandığı için satılmayı kabul etmiyecek bir duruma gelmiştir.
3196- Ondan
zorla alıp fidye olarak verecek olurlarsa devlet başkanı onun kıymetini
beytulmaldan kendisine öder. Ölümle hür olacağı söylenen cariye hakkında İmamların
görüşü budur. Çünkü onun üzerinde maliyet devam etmektedir. Hatta gaspedilecek
olursa onun için tazminat ödenir.
Gördüğü bir maslahat
için devlet başkanı onu efendisinin rızası olmadan aldığı zaman
da durum böyledir. Ama ümmüveled
hakkında bu sadece
iki İmamın görüşüdür.
Ebu Hanife'nin
görüşüne göre ise ümümüveled gaspedildiği taktirde onun İçin tazminat Ödenmez.
Onun için devlet başkanı sahibine beytulmaldan tazminat ödemez. Üç İmamın da
görüşünün bu olduğu söylenir.
Çünkü ona vereceği
tazminat şahsı için değil, hizmetinin karşılığı (ivazı) olarak verilmektedir.
Sanki efendisi kıymeti verilerek kendisinden alınmasına razı olmuş gibi olur.
Fakat birinci görüş daha doğrudur. Nitekim tekrar müslümanla-rın eline geçecek
olursa efendisine geri verileceği belirtilmiştir. Devlet başkanı da daha önce
efendisinin aldığı kıymeti (ücreti) alır ve beytulmala geri verir. Ama yukarıda
belirtildiği gibi efendisinden aldığı ivaz, hizmetinin karşılığı verilen bir
ücret ise ondan geri alınmaz. Devlet başkanının efendisinden kadını zorla
almasını tasvip etmiyorum, denilmiştir. Halbuki bu durumda verilen ücret
hizmetinin karşılığı (ivazı) olsaydı devlet başkanı göreceği maslahat
sebebiyle efendisinenin rızası olmadan da onu alabilirdi.
3197-
Cariye, kınne (alınıp satılması
caiz olmayan) olup mesele aynı
ise, devlet başkanının adaletli bir şekilde onun kıymetini takdir edip
efendisine ödemesi ve müslümanın kurtulması için onu fidye olarak vermesinde sakınca
olmaz.
Çünkü efendisinin onun
fiyde olarak verilmesini kabul etmemesi müs-lümanlara büyük bir zarar verir.
3198- Büyük
zararın bulunması halinde devlet başkanı kişinin malını sattırabilir. İki İmama
göre ise, bu açık bir şeydir. Çünkü alacaklının zararını önlemek için borçlunun
tasarruf yetkikisini kaldırır (hacr altına alır) ve malını satar. Ebu
Hanife'ye göre de böyledir. Müslümanlara büyük zarar sözkonusu olması halinde
hacr uygulanabileceğini söyler. Efendisinin mülkü olan cariyeyi devlet başkanının
satma yetkisi olduğuna göre, cariyeyi satıp parasını efendisine vermesi ile
kıymetini takdir edip sahibine verdikten sonra
cariyeyi de fidye
olarak vermesi arasında
fark yoktur.
3199- Bu
uygulamadan sonra kadın tekrar müslüman-ların eline geçecek olursa, artık
efendisinin üzerinde hakkı olmaz.
Çünkü devlet başkam
satınca efendisinin mülkü olmaktan çıkmıştır. Zaten devlet başkanının satışı
kesinleşmiş ve uygulama yapılmıştır.
3200- Cariye
sözleşmeli (azat olmak üzere efendisi ile mal karşılığında sözleşme imzalamış)
ise kendisinin ve efendisinin rızası olmadan fidye olarak verilmesini uygun
görmüyorum.
Çünkü efendisinin
mülkiyeti hala üzerinde devam etmektedir. Sözleşme sebebiyle kendisi ve
yararlan hakkında cariye daha çok söz sahibi olmuştur. Onun İçin fidye
verilecekse hem cariyenin, hem efendisinin rızası lazımdır.
3201- Devlet
başkanı cariyeyi zorla alıp fidye olarak verirse, efendisinin devlet
başkanından alacağı olmaz.
Çünkü sözleşmeli
cariyenin gaspedilmesi halinde tazminatı olmaz. Tıpkı hür kadın gibidir.
Gaspedilmesi halinde tazminatın gerekli olması sözleşmelinin yetkisinin
kalkması demektir.
3202- Zaten
efendinin onun kazancında ve sağliyacağı yararlarda hakkı kalmamışır. Devlet
başkanının onu zorla almasıyla efendinin mülkiyeti kaybolmaz. Müslümanlar onu
tekrar alacak olursa kendisine geri verirler ve sözleşmeli olarak devam eder.
3203-
Sözleşme bedelini (öngörülen ücreti) cariye ödeyerek azat olmuş veya efendisi
azat etmişse, fidye olarak verilmesi durumunda sadece onun rızası gerekir.
Çünkü efendisinin
üzerinde mülkiyeti kalmamıştır. Azat olduğu için de zimmî hür bir kişi
olmuştur. Çünkü daruîslam halkındandır.
3205- Hür
olduktan sonra onun rızası olmadan fidye olarak verilmesi caiz olmaz. Tıpkı
zimmet ehlinden hür ve asil bir kadın gibi yahut hür asil bir erkek gibidir.
Hür asi olan bu erkek karşılığında müslüman esirin kurtarılmasını istiyecek
olurlarsa, devlet başkanı bu kişinin rızası olmadan onların bu isteğini kabul
etmesi caiz olmaz. Hür ve köle müslüman kişilerin hem kendilerinin hemde
efendilerin rızalan olsun veya olmasın müslüman esirlerin kurtarılması için
fidye olarak verilmesi caiz olamaz.
Çünkü verilecek
müslümanm öldürülme tehlikesi ellerindeki müslümanın öldürülme tehlikesi
gibidir. Ama zimmî böyle değildir. Çünkü zimmînin inancı onların inancı gibidir. Bununla beraber zimmîyi
öldürmeyeceklerinden emin olmadıkça fidye olarak verilmesine razı olmaz.
3205- Eman
aı^rak darulîslama giren bir kişi karşılığında esirin serbest bırakılmasını
düşman isterse ama e-man altındaki kişi bunu istemeyip beni onlara verecek
olursanız öldürürler derse düşmana fidye olarak vermemiz doğru olmaz. Çünkü
bizim taraftan eman altındadır. Tıpkı fidye olarak verilmeyi istemiyen zimmî
kişi gibidir. Nitekim onu düşmana vermekle öldürülmeye maruz bırakmış oluruz.
Halbuki müslümana, zimmî ve eman altında bulunan kişilere zulmetmek haramdır.
3206- Fakat
düşmanın razı olması halinde eman altında buluna kişiye istersen memleketine
git istersen istediğin başka ülkeye git, deriz.
Çünkü müslüman esirin
öldürülmesinden endişe duymazsa bile eman altında bulunan kişi hakkmda devlet
başkanının bu şekilde tasarruf yetkisi vardır. Nitekim müslüman esir hakkmda
endişe edilirse darullslamda uzun süre kalan bu kişiye ülkeyi terketmesi
söylenir. Bu durumda kendisine Öyle demek caiz olursa düşmanın kendisine
karşılık müslüman esiri erbest bırakmaya razı olması halinde devlet başkanının
ona çıkıp gitmesini söyleme yetkisi evleviyetle olur.
3207-
Düşman, müslümanlardan onu kendilerine teslim etmelerini ister ve teslim
etmedikleri taktirde savaşacağını söylerse ve müslümanların da onlara karşı
koyacak güçleri yoksa, müslümanlar yine de onu düşmana teslim etmemelidir.
Çünkü eman ahdine
hiyanet olur. Bunun da ruhsatı yoktur. Tıpkı ya gelirsiniz yahut sizinle
savaşırız, demeleri mesabesinde olur. Ama ona "Müslümanların ülkesinden
çık ve istediğin yere git' diyebilirler. Şu tarihe kadar İslam ülkesinden çık
yoksa seni onlara teslim ederiz, deyince, o da olur, diyebilir.
3208- Buna
rağmen çıkıp gitmezse, onlara teslim edilmeyi kabul ederse verilmesinde
sakınca olmaz. Ama onlara teslim edilmeyi
istemezse onlara teslim
etmemiz doğru olmaz.
Çünkü emin olacağı
yere gidinceye kadar bizde eman altındadır. Tanınan sürenin bitimine kadar
darulİslamda kalması onlara verilmesine razı olduğunun delilidir, bunu açıkça
razı olmuş olarak kabul etmek gerekir. Tıpkı devlet başkanının eman altında
olan kişiye "şu tarihe kadar gitmezsen seni zimmet ehli sayarım"
demesi ve gitmediği için buna razı olduğu kabul edilerek zimmet ehli yapılması
gibi olmaz mı? diye sorulursa, şöyle deriz:
Bu böyledir, ama bu
ihtimal derecesinde bir delil olup düşmana geri verilmesine razı olduğunu
açıkça belirtmedikçe bu ihtimal delili ile onlara geri verilmesi ve emanının
ihlal edilmesi caiz olmaz. Zimmî olması ise şüphe ile beraber sabit olmuş bir
hükümdür. Böyle durumlarda ihtimal delilinin kullanılması caiz olur.
3209- Düşman
memleketinde hükümdardan kaçıp bir kaleye sığınmış düşmandan bir kişi
müslümanlara zimmet ehlinden olmak üzere kendisiyle barış yapmak istese, düşmanlar
da bize 'Böyle yaparsanız sizinle savaşır ve esirlerinizi öldürürüz" derse, bakılır; Müslümanların onlara karşı
koyacak güçleri varsa devlet başkanı onun bu isteğini kabul eder ve düşmanın
söylediklerine iltifat etmez. Çünkü İslamın hükümlerine boyun eğme bakımından
zimmilik, dünya hayatında îslamdan
sonra gelir (halefidir).
3210- İslama
girmeyi arzu eder ve bunun kendisinden kabul
edileceğinden şüphe etmezse
yahut zimmet ehli olmayı
kabul ederse isteği kabul edilir. Ama düşmana karşı müslümanların gücü
olmayıp onların zararlarından endişe ederse onun bu isteğini kabul
etmemelerinde sakınca olmaz. Nitekim
adam müslüman olacak
olursa müslümanların
düşmana karşı gücü
bulunmasa ve onlardan endişe içinde olsalar bile, onu
desteklemeleri gerekir. Zimmet ehli olmayı ister ve müslümanların da düşmana karşı
koyacak güçleri varsa,
müslümanların bu isteğini kabul
edip ona destek olmaları gerekir.
Çünkü esirlerinin öldürülmesinden
korktuklarından bu isteğini kabul etmelerinde sakınca olmaz. Nitekim
müslümanlar esirleri için endişe duysalar bile adamın müslüman olması halinde
kendisine yardım etmeleri gerekir. Zaten müslümanlar esirleri hakkında endişe
duysalar bile düşmana karşı savaşı ter-kedemezler. Aynı şekilde bu endişe ile
zimmî olmak istiyen bir kişinin zimmet isteği red edilmez.
3211- Onun
zimmet ehli olma isteğini kabul etmezseniz esirlerinizi serbest bırakırız
derlerse, devlet başkanının bu isteklerini kabul etmesi lazımdır.
Çünkü darulislamı
savunacak mücahitler olmaları ve müslüman esirleri kurtarmaları, bu kişinin
zimmet ehli olmasından daha iyidir.
3212- Devlet
başkanı düşmanın bu isteğini kabul eder ve onlar da müslüman esirleri serbest
bırakırsa, ondan sonra muhasara altında bulunan sözkonusu kişiyi düşmariıfı ele
geçirmesi mümkün olmayıp adam müslümanlara zimmet ehli olmak istediğini
söylerse, onun bu isteğini kabul etmemiz gerekir. Çünkü belirttiğimiz gibi
zimmîlik dünyada İslam ahkamına boyun eğmek bakımından İsla-mın halefidir.
Düşman "bu, aramızdaki söyleşmeye aykırıdır, verdiğiniz söze bağlı
kalmamaktır" derse söylediklerine iltifat edilmez. Çünkü biz onların ne
canlarına ne mallarına dokunuyoruz. Sadece kuşatma altında bulunan bu kişi
onlara karşı kendini korumaktadır. Şarta
bağlı olarak onun zimmet ehli olma İsteğini red etmemiz gerekmez.
3213-
Muhasara altında tutulan kişi müslümanlara "size zimmet ehli olmam, ama
memleketinize gelmek için bana eman verin" derse, düşman da "ona eman
verirseniz esirlerinizi öldürürüz" derse, devlet başkanı bakar. Kuşatma
altında tutulan kişinin istediği müslümanlar için daha yararlı ise, isteğini
kabul eder, ama yaarları yoksa, bu isteğini kabul etmez. Çünkü devletbaşkam
müslümanlarınçıkaniçin vardır. Eman vermek de prensip olarak müslümanlann yaran
için yapılır. Müslümanlann zararına olacak emani devlet başkanı kabul
etmemelidir.
Kuşatma altmdakikişi
"Müslüman olayım ve yanınıza geleyim" derse, düşman da müslümanlara
"Bunu kabul ederseniz, sizinle savşırız, esirlerinizi öldürürüz"
derse, onlara karşı yeterli güçleri olsun veya olmasın müslümanlann o kişinin
isteğini kabul etmesi gerekir. Düşmana karşı güçlerinin olmadığı bir zamanda
müslümanlar zimmet ehli omak isteyen bir kişinin durumunun ne olacağı
konusunda ashabımızın çoğu bu mesele ile yukarıdaki mesele arasında gerçekte
bir farkın olmadığını söylerler. Çünkü iki durumda da ona yardım etmemiz
gerekir.
3215-
Müslümanların yardım edecek güçleri olduğu zaman yardım etmeleri gerekir, ama
güçleri yoksa o zaman üzerlerine vacip olmaz.
Çünkü müslüman
olduktan sonra kuşatma altında tutulan sözkonusu kişinin durumu, düşmanın
elindeki müslüman esirlerin durumundan daha iyi değildir. Düşmana karşı
savaşacak kuvvete sahip olduğumuz taktirde esirleri desteklememiz ve kurtarılmaları
için savaşmamız gerekmektedir. Ama böyle bir kuvvet yoksa o zaman vacip olmaz.
Bu da onun gibidir. Adamın müslümanlığı sahih olmakla beraber zimmet akdi
ancak müslümanlann kabul etmesiyle gerçekleşir. Fakat düşmana karşı koyacak
güçleri olmazsa o zaman isteğini kabul etmeleri gerekmez. İmam Muhammed ise
söylediklerimiz arasındaki farkı belirterek müslümanlar verilerek esirlerin
kurtarılmasının hiç bir şekilde caiz olmadığını, fidye verilecek müslümanlann
buna razı olup olmamalannm durumu değiştirmiyeceği ama zimmet ehli fidye
verilerek esirlerin kurtanlmasmın caiz olduğunu söyler.
Burada da müslümanlan
savunacak güçleri bulunmadığı taktirde sözkonusu kişinin zimmet ehli olma
isteğini müslümanlar kabul etmiyebilirler. Ama aynı gerekçe ile onun müslüman
olmasını ve müslümanlığından dolayı kendisine yardım edilmesini kabul
etmemeleri caiz olmaz.
3216-
Düşmandan esir düşmüş yaşlı kadım mal karşılığında serbest bırakmak caizdir.
Çünkü artık ne nesil
sahibi olması umulur ne de müslümanlara karşı savaşmasından korkulur. Onun
için mal karşılığında serbast bırakılması şu anda veya gelecekte düşmanı
müslümanlara karşı güçlendirme anlamına gelmez.
3217-
Müslümanların mala ihtiyaçlarının olması halinde İmam Muhammedin esirlerin ma!
karşılığında serbest bırakılmasını caiz gördüğünü belirtmiştik.
Çünkü durum zaruret
durumudur. Nitekim zaruretin olması halinde düşmana silah satmak da caiz
olduğu gibi, esirlerini mal karşlıhğında serbest bırakmak da caiz olur. Ama
alimlerimizin çoğu mala ihtiyaç sebebiyle bunun caiz olmadığı görüşündedir.
Çünkü mal karşılığında Allah'ın hakkı olan öldürme terkedilmiş olmaktadır.
Tıpkı dinden dönen ve recm cezası olan kişilerin öldürül-meyip mal ile
salıverilmesinin caiz olmadığı gibi. Sonra bu düşmana müslümanlann mal için
cihad ettiklerini göstermek olur ki caiz değildir.
3218- Devlet
başkanı kadın ve çocukları esir alıp da-rulîslama getirse, daha sonra oğulları
ve babaları eman alıp onların yanına gelerek "Bunları sizden satın almak
istiyoruz" derse, onlara ganimetin taksiminden önce veya sonra mal
karşılığında satması doğru olmaz. Zaruret halinde mal ile satılmalarının caiz
olması da yukarıda belirtildiği gibi sadece İmam Muhammed'in görüşüdür. Hanefi
alimlerinin çoğuna göre mal karşılığında onları satmak caiz olmaz.
Çünkü esirlerin mal ile mübadelesi demektir. Bu konuda satma ile fidye alarak
mal ile salma aynıdır.
3219-
Ama "onları satın alırız, azat eder
memleketinizde bırakırız" derlerse, bunun kabul edilmesinde sakınca
olmaz.
Çünkü onların
darulharbe geri verilmeleri düşmanın müslümanlara karşı değişik yollardan
güçlendirilmesi demektir. Ama daruIİslamda bırakmaları halinde bu durum
sözkonusu olmaz.
3220- Payına
düştükleri adamın onları azat etmesi caiz olduğu gibi, zimmet ehli veya eman
altındaki kişilerden azat edecek kişilere satması da caizdir. Düşman, müslüman
esirleri getirip falan filan esirlerle mübadale etmek istiyoruz derse,
söyledikleri esirler de komutanın ve müs-lümanalarm yanında değilse ama onlara
istedikleri düşman esirleri kendilerine göndereceklerine dair söz verse, onlar
da müslümanların sözüne güven duyup müslüman esirleri serbest bıraksa,
müslümanların darulislama girdiklerinde onlara verdikleri sözü tutmaları müstehap
olur.
Çünkü buna söz
vermişlerdir, Müslümanlar verdikleri sözlere bağlı kalır-îar. Yine şart koşulan
şeyi yerine getirmedikleri taktirde düşman böyle bir meselede müslümanlara bir
daha güvenmez ve belki de müsİümanlar zarar görür.
Söyledikleri esirleri
göndermiyecek olurlarsa sakıncası olmaz.
Çünkü maksat müslüman
esirleri kurtarmaktır. Bu da gerçekleşmiştir. Müslüman esirleri alıkoymaları
zaten onlara yaptıkları bir zulümdür. Zulüm mukabili bir şart altına girecek
olurlarsa onu yerine getirmek gerekmez.
3221- Ancak
müslüman esirler arasında köleler varsa
ve koşulan şartı yerine getirmek isterlerse onlara bu kölelerin kıymetlerini
göndermeleri gerekir.
Çünkü düşman onları
ihraz etmiş ve malik olmuştur. O şartla bize teslim edecekleri malları hakkında
kendilerine eman vermişizdir. Ama köleler müslüman oldukları için onları
kendilerine geri göndermek mümkün olmamıştır. Onun için kıymetlerinin
gönderilmesi lazımdır. Ama hür olan esirler böyle değildir. Çünkü esir etmekle
onlara malik olmamışlardır.
3222-
Kölelerin efendisi gelip
onları almak isterse, müslümanların onlara
gönderdikleri kıymetleri
vererek alabilir. Bunu kabul etmezse köleleri müslümanların kölesi olur.
Çünkü onların
kıymetleri beytulmaldan ödenmiştir. Sanki müsİümanlar onunla köleleri beytulmal
için satın almışlardır.
3223-
Müslümanlar düşmandan müslüman olan bir köleyi fidye verip kurtardıkları
taktirde Ebu Hanife'nin görüşüne göre onu satın alıp teslim aldıkları anda
köle hür olur. Düşmana kölenin kıymeti beytulmaldan verilir.
Çünkü köle müslüman
olunca, düşman sahiplerinin mülkiyetinden kurtulmuş olur.
3224- Bu
gerçekleştiği zaman, kölenin hürriyeti düşman olan sahibinin mülkiyetini yok
eder. Tıpkı darulislama mülteci olarak
girmiş olması gibi. Ancak
bunun gerçekleşmesi, satın alma ve teslim almanın ikisiyledir.
Çünkü düşman sahibinin
mülkiyeti, teslim edilmesiyle yok olur. Bu da es-Siyeru's-Sağir'de
belirttiğimiz ve düşman kişinin müslüman olan kölesini da-
rulharpte başka bir
düşmana satması olayına benzemektedir. Ama darulİslamdan esir alman köle'böyle
değildir. Çünkü onun üzerindeki efendisinin hakkı zail olmamaktadır. Bu hak
zail olmadığı için azat olduğuna hükmedilmez. Ama düşman kölelerinden müslüman
olanlar için aynısı sabit olmaz.Yani düşmanın köleleri müsİümanlar tarafından
zaptedildiği zaman onlar üzerindeki eski mülkiyet ortadan kalkar.
3225- İmam
Muhammed'in görüşüne göre ikisi aynıdır. Çünkü satın alma ve teslim alma
mülkiyetin sabit olması için sebeptir. Mülkiyeti iptal etmesi caiz değildir.
Ama sığınmacı olarak darulislama geldiği taktirde durumu değişik olur.
Çünkü galibiyet yolu
ile onu temellük etmenin sebebidir. Köle efendisine karşı kendine malik olursa,
yani mülkiyet kendine geçerse azat olmuş olur. Onun için darulislama eman ile
çıkacak olursa, azat olmaz. Aksine satılır ve gelip is-tiyecek olursa parası
efendisine geri verilir. Çünkü darulislama gelmesi sığınmak amacıyla değildir.
Onun için bununla efendisine karşı bağımsız olmaz.
3226-
Düşmanın elinde bulunan müslüman esirler hür olup sahipleri onları satmayı red
ederse, başkanın, kölelerin kıymetini belirleyip beytulmaldan onlara vererek
satmaya mecbur etmesinde bir sakınca olmaz. Çünkü başkanın ellerindeki
müslüman esirleri kurtarma mecburiyeti vardır. Onların kıymetini vererek
almadıkları taktirde müslümanlara genel bir zarar gelmektedir.
Böyle bir durumda devlet
başkanının mal sahibinin malına el koyup hacir uygulayabileceğini belirtmiştik
3227-
Köleler efendilerin ölümü ile hür olacak veya cariye olup ümmülveled olmuş
kişiler ise ve efendileri de kıymetlerini almayı kabul etmezse yahut köleler
müslüman olmuşsa, devlet başkanı esirlerin kendilerinden alındığı düşman
kişilere geri vermelerinin mümkün olmadığı, isterlerse kıymetlerini
verebileceğini bildirir.
Çünkü devlet başkanı
onlara köleleri vereceğini şart koşmuştur. Ancak bunlar müslümanların köleleri
olunca geri vermesi mümkün olmaz, yerine kıymetlerini verir.. Onlara
kıymetlerini vermesinin sebebi de gelecekte müslümanlar hakkında güven
duymaları ve şartımıza bağlı olduğumuzu bilmeleridir. Bu maksat da ancak razı
olmaları halinde gerçekleşir. Onun için bu konuda rızaları şart koşulmuştur.
Razı olurlarsa onlara kıymetlerini verir, olmazlarsa alacakları olmaz. Çünkü
razı olmadan sözkonusu malı onlara gönderecek olursa, o mal kaybedilmiş olur ve
maksat da gerçekleşmez.
3228-
Darulharpte müslümanların karargahından bir müslüman düşmandan çok güçlü birini yenip
zaptetse ve güçlü kafir ona fidye olarak "sana yüz dinar vereyim beni
şerbet bırak" derse, devlet başkanının izni olmadan müslümanların bunu
kabul etmesi doğru olmaz.
Çünkü zaptedilen kişi
esir olmuştur ve esirler hakkında devlet başkanının görüşü önemlidir.
Karargâhtaki müslümanlann devlet başkanının yetkilerine müdahale hakkı yoktur.
3229-
Müslüman asker ona bu uygulamayı yapar ve kendisi de yüz dinarı verirse,
müslümanın parayı alması ve onu serbest bırakmaması gerekir.
Çünkü onun yanındaki
dinarlar zaten onunla beraber zaptedilmiştir. Ganimetin bazısını diğer bazısı
için fidye olarak alması caiz değildir. Yapacağı şey, onu ve aldığı parayı
devlet başkanına getirmektir
3230-
Paralar alınan kişinin yanında olmayıp düşmanın elinde bulunan bir kaleye gidip
oradan borç veya hibe olarak getirirse, müslümanlar için en iyi yol, dinarları
kendisine verdiği kişiye
geri vermeleridir. Paralar
isterse güçlü kafirin malından olsun, isterse başkasının malından olsun
değişmez.
Çünkü bu dinarlar
güçlü kafirin zaptedilmesiyle zaptedilmiş değildir. Zira onunla beraber
değildi. Müslümanların eline geçmesi ancak barış yapılarak verilen emanla
olmuştur .Belirttiğimiz gibi güçlü kafiri serbest bırakıp devlet başkanının
görüşünü müslümanın çiğnemesi doğru değildir.
3231- Parayı
ve güçlü kafiri birlikte getirmesi mümkün olmazsa paraları geri verip güçlü
adamı devlet başkanına getirmesi
lazımdır. Halbuki yukarıdaki
durumda böyle değildi. Çünkü
orada adamı da parayı da kuvvetle ve ga-libiyetle almıştı, ikisini şer'an
getirme imkanına sahiptir. Parayı alıp güçlü kafiri serbest bıraktıktan sonra
paraları getirip devlet başkanına durumu anlatacak olursa, geleçekte böyle bir
şeyi yapmayı devlet başkanının ona yasaklaması lazımdır. Ancak ilk seferde onu
cezalandirmama-Iıdır. Çünkü bunu bilmediği için yapmış olup
Rasıilul-lahın" Bilmeden yapanları mazur görünüz" sözü ile amel eder.
Dinarları alıp ganimete katar. Çünkü müslüman-ların gücü ve galibiyeti ile alınmıştır.
3232- Başka
bir asker bu güçlü kafiri zapteder ve bir süre sonra onu darulislama
çıkarırsa, daha Önceki askerler
"Bizim daha çok almaya hakkımız vardır, çünkü arkadaşımız onu daha önce
zaptetmiş ve serbest bırakmıştı" derse, onların söylediğine itibar edilmez.
Çünkü ihrazdan önce
alınmış olan şeyde hak kesinlik kazanmaz. İhraz edilmesi de birinci asker
tarafından değil, ikincisi tarafından olmuştur.
3233- Güçlü
kafir kişi ikinci askere "Beni
alamazsınız, çünkü arkadaşınız daha önce bana eman verip serbest bıraktı
"derse sözüne itibar edilmez. Çünkü gideceği yere emniyet içinde gitmiştir
ve ilk defa zapteden kişinin kendisine verdiği eman sona ermiştir.
Nitekim devlet başkam
da fidye olarak onun karşılığında müslüman esirleri kurtardıktan sonra serbest
bırakmış yahut emin olacağı yere kadar göndermek için kendisinden fidye olarak
mal almayı kabul edip göndermiş, daha sonra müslüman askerler kendisini
zaptetmişse adam fey olur. Çünkü devlet başkam fidye karşılığında emin olacağı
yere kadar gitmesi konusunda kendisi İle antlaşma yapmıştır. Yoksa damlharpte
emin olması konusunda antlaşma yapmamıştır. Memleketine varıncaya kadar
müslümanlann emanı altındadır. Ama memleketine vardıktan sonra artık
müslümanların emanı diye bir şey kalmaz. Memleketine varmadan önce müslümanlar
onu alıp getirmişlerse devlet başkanı serbest olup isterse yüz dinar
karşılığında antlaşmayı devam ettirir ve serbest bırakır, gerçi esiri mal karşılığı
serbest bırakma olduğu için bunu tasvip etmiyorum, isterse kendisi fey sayar
ve dinarları kale sahiplerine geri verir. Çünkü emin olacağı yere varıncaya kadar
ki durumu barış antlaşması yapıldığı zamanki durumu gibidir. Devlet başkanı
onun barış zamanındaki durumunu biliyorsa, belirttiğimiz gibi onun hakkında
karar vermede serbest olur. Bu da onun gibidir.
En iyi Allah bilir.[48]
3234- Müslümanlardan
veya zimmet ehlinden hür biri esir olup düşman ülkesinde bulunan müslüman veya
zimmet ehlinden eman altında olan birine "Fidye ile beni düşmandan
kurtar" yahut "Beni onlardan satın al" derse, o da bunu yapar ve
kendisini darulislama çıkarırsa, kurtarılan kişi hür olur.
Çünkü onun emri ile
yapılan iş emredenin kendi kendine yaptığı iş gibidir. Çünkü hür olan kişi esir
düşmekle yahut satın alınmakla başkasının mülkü olmaz. Kurtarmak için verilen
mal ise emreden kişinin üzerine borçtur. Çünkü verdiği mal ile hükmen onu ihya
etmiştir.Tıpki kısas cezasını hak eden bir kimsenin kısas hakkına sahip
kişilerle vereceği mal üzerinde anlaşması için birine emretmesi gibidir. Adamın
vereceği mal, kısas cezasını hak eden kişi üzerine borç olur.
3235- Fidye ile
kurtarılmasını istemesi ihtimalli
bir şeydir. Fidye esir için verilen bir sadaka olabilir yahut esire
verilen bir borç şeklinde olabilir. Mutlak olarak kullanıldığı, yani ne
suretle verildiği belirtilmediği zaman iki ihtimalden en hafif olanı sabit
olur. Yani verilen malın e-sir üzerine borç sayılması ve ek yapılmadan diyet
miktarı kadar olan kısmın daha sonra esir tarafından veren kişiye ödenmesi
gerekir.
3236- Fidye
olarak verdiği mal diyet miktarından fazla ise veren kişiye diyet miktarı kadar
olanı geri öder. Diyet miktarından fazlasını Ödemez. Ama Ebu Hanife'nin görüşüne
göre ise diyet miktarından az veya çok verdiği bütün malı veren adama ödemesi
gerektiği söylenmiştir.
Çünkü vekaletlerde
emrin mutlakliğı gözönünde bulundurulur.
3237- En
doğrusu, bu görüş üç İmamın da görüşüdür.
Çünkü bu, şekil ve
mana bakımından mübadele için yapılan bir vekalet değildir. Satın almak için
yapılan bir vekalet ise de mübadele için değildir. Ebu Ha-nife satın almak için
vekil tayin etme hususunda iki İmam gibi düşünür ve mutlak olarak kullanılması
halinde satın almada verilen miktarın tümünün ödeneceğini belirtir. Hür
kişinin kıymeti de diyeti kadardır. Fidye verip kurtarırken kişi, kurtarılan
kişiden diyeti kadarını alma hakkına sahip olur, diyetinden fazlasını alamaz.
Fidye olarak diyetinden fazlasını vermesi durumunda diyet miktarından fazlası
onun için teberru edilmiş kabul edilir. Onun için diyet miktan kadarını ona verir, fazlasını vermez. Bu
akitle esirin emrini tuttuğuna göre esirin, verilen bütün malı ona Ödemesi gerekir. Ama onun emrine
muhalefet etmişse o zaman esirin ona bir şey vermemesi gerekir. Tıpkı satın
almak için vekil tayin edilen kişinin fahiş bir aldanma ile malı norma!
fiyatından çok fazla fiyatla satın almasındaki gibi, diye itiraz edilirse,
şöyle deriz:
Mübadale şeklinde bu
akit ivazlı (karşılığının verilmesiyle) olması durumunda bu söylenenler doğru
olabilir. Halbuki böyle değildir. Hür müslüman kişi bunun mahalli (konusu)
değildir. Sadece emreden (esir) kişi emrettiği (diğer) kişiden diyet miktarını
veya daha az miktan borç almış olup bunun da kurtarılması için harcanmasını
istemiştir. Bu miktan adam esire borç vermiş olur. Bundan fazla olan kısmı ise
esir için teberru etmiş (bağışlamış) sayılır. Onun için esir borç aldığı
miktarı kendisine öder, teberru ettiği miktarı ödemez.
3238- Buna
göre esir sözkonusu kişiye "bin dirhem fidye vererek beni kurtar"
derse, ama adam bu kadarla düşmanı ikna edemediği için fazla ödemiş olsa esir
ona sadece bin dirhemi öder.
Çünkü ödeme borçlanma
hükmüne göredir. Bu sadece bin dirhem içindir. Halbuki satın alma böyle
değildir. Çünkü satın almada vekil ona vekalet veren kişi gibidir. Verilmesini
istiyen kişi verecek kişiye ancak verilmesini istediği kadarını öder. İhtilaf
halinde fazlasının temliki gerçekleşmez. Onun için verilen fazla kısmı
kendisine geri ödemez.
3239- Esir
sözkonusu kişiye "uygun göreceğin miktarı fidye vererek beni onlardan
kurtar" yahut "beni hangi miktarla kurtarabilirsen kurtar"
derse, fidye olarak verilen az veya çok bütün malı adama ödemesi gerekir.
Çünkü vekil tayin
ederken verilecek miktar için sınır belirtmemiştir. Fidye veren adam da az veya
çok verdiği bütün şeylerde onun emrini tutmuş olmaktadır.
3240- Esir
düşen kişi sözleşmeli bir köle olup sözkonusu kişiye mal karşılığında
kurtarmasını emretmesi caiz olur ve sözleşmeli köleyi mal vererek hemen
kurtarır.
Çünkü mal vererek
kurtarması, hükmen onu ihya etmesi demektir.
3241-
Nitekim borcu olan kısas için maktu! tarafıyla barış yapsa yahut bunun için
başkasına barış yapmasını emretse, bunun bedelini hemen verir. Zaten kendi
ihtiyacı açısından sözleşmeli köle kazandığı maldan öncelikle kendisi
yararlanır. Nafakasında olduğu gibi, bu konuda hür kişi gibidir.
3242-
Verilen fidye miktarını sahibine ödemekten aciz kalırsa tekrar köle yapılır ve
fidye miktarı için satılır. Çünkü
efendisi üzerine borç olan bir haktır. Bu miktarı köle ödeyemediği taktirde
satılır. Ama efendisi ödeyecek olursa o zaman borç ödenmiş olur.
3243- Burada
sözleşmeli kölenin kıymeti hür kişinin diyeti kadardır.
Çünkü kendinin bedeli
kıymetidir. İşlemiş olduğu cinayette bu açığa çıkmaktadır. Ancak aradaki fark
şudur: Diyetin miktan nas ile belirlenmiştir.
Az veya çok bunun
üstündeki ziyadelikten sorumlu olmaz. Kıymet ise tahmin ve takdir ile bilinir.
Kıymetinden fazla verip insanların normalde aldanmış sayılacağı miktar kadar
ödemişse o zaman bütün verdiklerini kendisi öder. Çünkü burada ziyadelik kesin
değildir. Ama ziyadelik insanların aldanmış sayılamayacağı kadar bir şey ise o
zaman durum değişir.
3244-
Sözleşmeli köle sözkonusu adama '"Beni
onlardan beş yüz vererek kurtar" derse ve kendisinin kıymeti bin
dirhem ise adam bin veya daha fazla dirhem vererek kurtarırsa, köleye sadece
beşyüz dirhem geri verir.
Çünkü kendisinden
miktarı belirli bir mal borçlanmıştır. Fidye vererek kurtaran adam da ancak bu
kadarını borç vermiş sayılır. Bundan fazla verdiğini de teberru etmiş
(bağışlamış) olur. Borç alınacak miktar belirlenmediği taktirde kıymet nazarı
itibara alınır. Ama borç miktarı belirtilmemişse o zaman kıymete itibar
edilmez.
3245-
Kölenin kıymeti bin
olduğu halde sözkonusu adama "Beni onlardan beşbin
vererek kurtar" derse, Ebu Hanife'nin görüşüne göre bu miktarın tümü sözleşmeli kölenin sözleşmesindeki
miktara ilave edilir. İmam Mu-hammed'e göre ise fazla olmadan önce bu adama
kıymeti kadarını öder. Kıymetinden fazlasını
ise azat olduktan sonra ondan ister. Bu da meşhur prensibe göre olup Ebu
Hanife'ye göre sözleşmeli
ve izin verilen
kişinin alış verişte fahiş
şekilde aldanması hür kişinin
aldanması gibidir. Ebu Yusuf ve
İmam Muhammed'e göre ise sözleşmeli ve izin verilen kişiler fahiş aldanma ile
alış veriş yapma yetkisine sahip değildir. Ebu Hanife'ye göre fidye vererek
kurtarmayı emretmede de köle hür kişi mesabesinde olup belirtilen miktarın
tümünü veren adama Öder. Çünkü o kadarını kendisinden borçlanmış olmaktadır.
Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre bu kişi hibe etme yetkisi bulunmadığı gibi fahiş
taraftarlık yaparak satma yetkisine da sahip olmaz. Onun için kölelikte
kıymeti kadar için olan emri sahih olur. Bundan fazlası için de hibe yahut bir
kefaleti mesabesinde olur. Sözleşmeli köle azat oluncaya kadar kefalet
tazminatı karşılığında alınmaz. Burada da köle azat oluncaya kadar fidyeyi
veren kişi kıymetinden fazlasını vermez. Ama hür yahut sözleşmeli kişiyi kendi
istekleri olmadan fidye vererek kurtarmışsa her biri daha önce olduğu gibidir.
Ve fidye veren kişi onlara bir şey geri vermez. Çünkü esir düşmekle bunlar mülk
olmuş sayılmaz ve fidye verip kurtaran kişinin verdiği miktar sadaka sayılır.
3246- Esir
düşen kişi efendisinin ölümü ile azat olacak köle yahut ümmülveled ise ve
bunlar tasarruf yetkisi olan yahut tasarruf yetkisi kısıtlanmış (hacredilmiş) bulunan kişiler ise ve mal
vererek düşmandan kurtarmasını bir adama emretse, o da bir kişiden kıymeti
kadarını veya daha fazlasını fidye vererek kurtarsa, kurtardığı bu kişileri
efendilerine vermesi gerekir.
Çünkü ümmülveled ve efendisinin Ölümü ile azat
olacak kişi esir olmakla mülk olmazlar.
3247- Azat
oluncaya kadar fidyeden onlara bir şey vermez. İkisinin tasarruf yetkisi yoksa (hacr altında ise) o
zaman durumlarında kapalılık olmaz.
Çünkü efendileri
hakkında onların durumuna itibar edilmez.
3248-
Fakat ikisinin tasarruf yetkisi varsa efendilerinin elinden çıkıp
başka ele geçtiği için o yetki geçersiz olmuş olur. Kölenin kaçmasıyla iptal
olacağı gibi.
Çünkü mal ile kişinin
kurtarılması, kısasın yerine mal üzerinde anlaşma yapılması mesabesindedir. Bu
konuda tasarruf yetkisi olan kişi ile hacr altında bulunan kişi aynı olup
ancak azat olduktan sonra anlaşma yapılan miktar karşılığı alınırlar. Fidye de
böyledir. Azat olursa fidyelerini veren adam onlara fidye miktarım verir. Ama
normalde insanların aldanmış sayılacağı ve kıymetlerinden fazla bir miktar
fidye vermişse o zaman fazla miktarı onlara geri vermez. Çünkü kendileri
hakkında verdikleri emir, sözleşmeli kölenin emri gibidir. Mutlak olarak
kullanılması halinde bu emrin kıymet ile takdir edileceğini belirtmiştik. Bu da
onun gibidir.
3249-
Darulharpte eman altında bulunan bu kişiye fidye verip ikisini kurtarması veya
satın almasını efendileri emretmiş ve "ikisini fidye verip kurtar yahut
satın al" derken "Benim için"
dememişse, eman altındaki kişi onları kıymetleri kadarı ile yahut biraz
fazlasıyla fidye verip kurtarmışsa efendileri bütün bunları öder.
Çünkü ikisi de
efendilerinin mülkü olarak devam etmektedir. Efendinin mülkü olan bir şeyi
fidye verip kurtarmasını emretmesi ondan mal borç alması demek olur. Hür
kişinin kendisi için emretmesi mesabesindedir. Çünkü esir düştükten sonra fidye
ile kurtulmak, kısasın uygulanması yerine mal üzerinde anlaşarak sulh yapmak
mesabesindedir. Bunları benim için kurtar desin yahut demesin (yani kendisine
izafe etsin veya etmesin) efendinin bunu emretmesi, ümmülveledi ve
kendisininölümü ile azat olacak kölesi (müdebberi) hakkında muteberdir.
3250-
Belirttiğimiz bu meselelerde emreden ile kendisine emredilen kişiler anlaşmazlığa
düşecek olursa, mesela emreden kişi "Sana benim için bu kadar fidye vermeni
emrettim" derken, emredilen kişi de "Hayır bundan daha fazlasını
emrettin" derse, emreden kişinin dediği kabul edilir ve yemin ettirilir.
Çünkü emir ondan
alınmaktadır. Emretme işini temelden inkar edecek olursa yine onun dediği
kabul edilir. Aynı şekilde herhangi bir miktar için kabul ettiğinde de onun
sözü olur.
3251-
Emreden kişi "sana
belirttiğim miktarı fidye verip kurtarmanı emretmiştim, ama sen
bundan daha azını fidye verdin"
derse, yine emreden kişinin dediği kabul edlir.
Çünkü emrettiği
kişiden malı borç almaktadır. Kendisine borç olarak verdiği miktar hakkında
aralarında ihtilaf çıkmıştır. Borç veren kişi borcunun daha fazla olduğunu
idida etmektedir. Onun için bunu delille ispat etmesi gerekir. Borç alan kişi
de fazlayı kabul etmemektedir. Onun için yemin ettirilerek onun dediği kabul
edilir.
3252- Esir
düşen sözleşmeli kölenin efendisi bir ada-ma "onu bana satın al yahut bir
dirhem fidye vererek benim için kurtar " derse, yahut malımdan bin dirhem fidye vererek kurtar derse adam da
böyle yaparsa, emreden kişiden fidye miktarını alır ve sözleşmeli köle üzerinde
bir hakkı olmaz.
Çünkü sözleşmeli köle
kendisine bir şey emretmiş değildir. Akdi veya malı kendisine izafe eden efendi
(emreden kişi) o malı ödemeyi taahhüt etmiş olur.
Kadının mal
karşlılığmda eşinden boşanmasında yahut kısasın uygulanması yerine mal
üzerinde yapılan anlaşmada işi tezgahlıyan kişinin durumunda olduğu gibi. Bu
kişi malı tazminat olarak öder. Bu da onun gibidir.
3253-
"Benim için" yerine"Bin dirheme" deyip muamelelerde
emreden ile emredilen kişiler ortak ise, cevap aynı olur.
Çünkü aralarındaki
ortaklık bu ifade ile borçlanmanın meydana gelmesinde şahsına izafe etmesi
mesabesinde olur veya ondan daha kuvvetlidir.
3254-
Aralarında ortaklık yoksa, verdiği fidyeyi sadaka olarak vermiş olur.
Çünkü ona iyilik
yapmanın yolunu göstermiş olmaktadır. Ona ne bir tazminat verir ne de bir şey
söylemiş olur.
3255- Esir
düşen kişi hür kadın veya erkek ise ve emreden kişi de kadının kocası yahut
bir akrabası veya yabancı biri ise, akdin veya malın şahsına izafe edilmesi durumunda
malı tazminat olarak öder. Malı şahsına izafe etmemesi durumunda ise bakılır.
Esir düşen kişi onun ortağı ise cevap yine aynı olur. Ortağı değilse, ona sadece bir akıl vermiş
olur ve kendisine hiçbir şey ödemez.
3256- Esir
düşen kişi küçük çocuk olup babası bir adama "Fidye ile benim için
kurtar" yahut "malımdan kurtar" dese, fidye vermesi emredilen
kişi fidye miktarını babadan alır.
Çünkü ona bunu taahhüt
etmiştir.
3257-
İstihsana göre baba o malı çocuğun malından tahsil etmez. Kıyasa göre ise,
üzerinde velayeti devam ettiği için tahsil eder, bu da kıyas gibidir.
İstihsana göre baba
oğlunu bir kadınla evlendirse ve mehrini taahhüt edip malından öderse, oğlunun
malından tahsil etmez. Kıyasa göre ise tahsil eder.
Çünkü cari olan adete
göre babalar böyle şeyleri bağışlar ve geri almayı istemezler. Fidye olarak
verilen mal da böyledir.
3258-
Sözkonusu adama baba
ölünceye kadar öde-mezse, o miktar bıraktığı miras üzerine
borç olur. Çünkü onu vermeyi taahhüt etmiştir.
Varisler onu babanın
bıraktığı mirastan mehir miktarı olarak öderler. Taahhüt edip ödemeden önce
taahhüt ettiği miktar kadar ödenir. Şöyleki akrabalık yolu ile babanın oğlu
için üstlendiği bir taahhüttür. Bu da taahhüt edilen şeyin teslim alınmasıyla
gerçekleşir. Akrabalığı bir tarafa bırakıp taahhüdünü vefatından önce yerine
getirmemiş olursa, oğlu için vasiyet olur. Halbuki varis olacak kişi için
vasiyet olmaz.
3259- Baba
sağlığında taahhüdünü yerine getirdiği zaman oğlundan tahsil edileceğini belirtmişse mehrinde de durumu aynı olur.
Çünkü örf ancak aksi
belirtilmediği zaman muteber olur.
3260-
Emrettiği kişiye "Fidye vererek
kurtar" deyip "Benim
için" demezse, bakılır; Emredilen kişi onun ortağı ise bu da yukarıdaki
gibi olur.
Çünkü aralarındaki
ortaklık kendisinden borç aldığının delili olup akdi kendine izafe etmesi
mesabesindedir.Yani "bu işi benim için yap" demesi gibidir.
3261- Ama onun
ortağı değilse, çocuğun
fidyesini veren kişinin onu satması caiz olur. Babanın üzerinde bir
hakkı olmaz.
Çünkü babanın
emretmesi küçük çocuğu için caizdir. Çocuğun baliğ olması halinde emredilen
kişiye emretmesi de bu şekildedir. Babadan da istemez. Çünkü çocuğun adına iş
yapmış olur. Fidye verilmesi için emri mutlak olarak kullandığı için baba bir
tazminat da ödemez. Küçük çocuğu için akdi babanın kabul etmesi halinde nikahın
benzeri olan bir durumdur. Böyle bir durumda mehir babanın üzerine değil sadece
çocuğun üzerine borç olur. Bu da onun gibidir.
3262- Esir
düşen kişi fidye verip kendisini düşmandan kurtarması için bir adamı eman
altındaki kişiye emretmesi için vekil tayin etmiş ise, vekil olan kişi eman altındaki kişiye
"Fidye verip benim için onu düşmandan kurtar" yahut "Malımdan
verip kurtar" derse, adam da böyle yapsa, fidye miktarını emredilen eman
altındaki kişiye öder.
Çünkü akdi veya malı
şahsına izafe etmekle esir olan kişi için malı üstlenmiş olur. Tıpkı ondan
borç almış gibi olur. Ödenen miktarı ondan alır. Esir düşen kişiden alması
sözkonusu olmaz. Çünkü ikisi arasında bir işlem olmamıştır. Sadece vekil tayin
edilen kişi esir olan kişiden alır.
3263-
"Benim için" dememesi durumunda da aynı olur. Ancak emredilen kişi
vekil olan kişinin ortağıdır. Çünkü aralarında ortaklığın bulunması akdi yahut
malı şahsına izafe etmesi mesabesindedir. Ama aralarında ortaklık yoksa emredilen
kişinin vekil tayin edilen
kişiden alacağı olmaz.
Çünkü o vekil, tayin
eden kişi adına iş yapmaktadır. "Falan kişiyi fidye ile kurtar"
demesi gibi akdi kendisine izafe ederken vekil, tayin eden kişi adına İş görmüş
olmaktadır.
3264-
Başkasının adına iş gören kişi maldan bir şey üstlenmiş olmaz. Sadece emredilen kişi malı esir olan kişiden alır.
Çünkü vekilinin sözü
kendi sözü yerine geçmektedir. Sanki o işi kendisi ona emretmiştir. Çünkü vekil
şahsına izafe ederek akit yaptığında esir olan kişi emredilen kişi ile akit
yapmış değildi. Ne zaman vekil ifade ederse, yani onun adına iş yaparsa akdi yapan
da esirin kendisi olur.
3265- Bunun
benzeri malı vermeyi taahhüt ettiği taktirde kadın tarafından mal karşılığında
boşamada vekil tayin edilen kişi (yani kadının muhâlaadaki vekili) olur. Koca,
malı kadından değil, vekilden alır. Ama
vekil malı taahhüt etmemişse o taktirde vekilden değil, kadından ma-lı alır.
Sebebi de yukarıda belirttiğimiz şeydir. Esir olan kişi bir köle veya cariye
olup düşmanın eman verdiği kişiye kendisini onlardan satın alması veya fidye
verip kurtarmasını emreder, o da bunu esirin kıymeti kadar veya daha az yahut
daha fazlasını vererek yapması caiz olur. Kurtarılan esir de satın alan bu
kişinin kölesi olur. Çünkü düşman ihraz etmek suretiyle ona malik olmuştur.
3266- Bu
adam kendisine danışmadan şahsı için esiri onlardan satın alması caiz olduğu
gibi, ona danışarak satın alması da caiz olur.
Çünkü benim için satın
al, demesi danışma sayılır. Nitekim bu durum darulîslamda olup onu efendisinden
satın alacak olsaydı bu danışmadan önce ve sonra kendisi için satın almış
olurdu.
3267-
Darulîslama çıkardığında onun efendisi muhayyer olur. İsterse parasını vererek
alır isterse almaz. "Beni kendim için onlardan satın al" yahut
"beni kendim için kurtar" derse ve onu kıymeti kadarıyla yahut basit bir aldanma ile satın alıp onu kendi
şahsı için satın aldığını onlara bildirse, köle hür olur ve hiçbir yükümlülüğü
olmaz. Çünkü emrettiği kişiyi yerine naip yapmışir. Yani kendi adına iş
görmesini söylemiştir.
3268- Satın
alma işinde başka bir kişi onu kendine naip yapsa, naip tayin eden kişi adına
satın almış olur ve bu akitte kendisine naiplik yapılan kişinin kendisi akdi
yapmış gibi olur. Bu da bu akdin hükmüne göre kölenin kendisi kendini
efendisinden satın almış gibi olur. Onun için azat edilir. Emredilen kişi de
köleden fidye miktarını tahsil eder.
Çünkü kölenin
kendisini satın alması kendi emriyle yabancı kişinin satın alması gibidir.
Ücreti kendi malından Ödediği zaman da emreden kişiden tahsil ettiği gibi
burada emreden kişiden tahsil eder. Çünkü kendisi hakkında emir vermesi
sahihtir. O malı ondan borç almış gibi olur.
3269- Köle
velisinin ölümü ile hür olacak (müdebber) veya sözleşmeli (mükâteb) biri ise
yahut ümmülveled olan cariye ise ve mesele aynı ise, köle (cariye) azat olmaz.
Çünkü ihraz etmekle
ona düşman malik olmamış, aksine hala efendisinin mülkü olarak devam
etmektedir. Nitekim zapteden düşman kişi onu azat edecek olursa, azat olma
geçekleşmez.Yanında müslüman olacak olursa, yine efendisine geri verilmesi
gerekir. Ama yukarıda böyle değildir. İster "Beni satın al", ister
"Kendime satın al" desin, aynıdır. Darulîslama çıkardığı taktirde
hiçbir bedel verilmeden efendisine verilir. Çünkü satın alan kişi onun emri
olmadan satın aldığı için verdiği mal teberru (bağış) olur ve ondan bir şey
tahsil etmez.
3270- Köle
veya cariye görevli kişiye "Beni kendime satın al (Beni para ile
kurtar)" derse, o da kendisine satın aldığını düşmana haber vermeden satın
alsa, onu kendisi için satın aldığı kişinin kölesi (mülkü) olur.
Çünkü malikine haber
vermeden köleyi satın almış olması mümkün değildir. Köleyi satın almakla nesep
gibi darulharpte efendinin malı olma hakkı devam etmiş olur. Ama kendisi için
satın alması temellük olur.
Yani kendi kendine
malik olur. Efendisine bildirmez ise azat olması için nzası olmamış olur ve
kendi kölesi olarak devam eder. Halbuki rızası dışında kimsenin başkasının
kölesi olması caiz olmaz. Ama efendisine bunu haber verirse, insanların
aldanmış sayılmayacak kadar kıymetinden daha fazlasıyla satın almış olsa da,
onu temellük etmiş olur.
3271-
Ellerinde tutan düşmana köleyi kendine
satın aldığını bildirirse, artık onun mülkü olur.
Çünkü mutlak olarak
satın almanın emredilmesi kıymetle veya ondan biraz fazlasıyla satın alma
anlamında sayılır. Tıpkı emreden kişinin bir başkası olması durumu gibi. Bundan
daha fazlasıyla satın alacak olursa, ona muhalif olur. Sanki onun emri olmadan
satın almamış olur ki kendisi için satın aİmış sayılır.
3272- Yine
köle ona "Beni kendim için bin dirheme satın al" derse, o da
düşmana" onu kendisi için bana bin dirheme satın" derse, onlar da
satsalar köle azat olur.
Çünkü bu azat olma
sayılır. Sanki onlarla bu konuda köle konuşmuş gibi olur. İkinci defa kabul
etmesine ihtiyaç kalmaz. Ancak azat olur ve satana ait olur.
3273-
"Kendisi için" demeyip, sadece"onu bin dirheme bana satın"
derse, satın alan kişinin kölesi olur. Efendisi isterse parasını vererek
alabilir.
Çünkü düşman kişi
kendisine satın aldığını bildirmeyince velasım da üzerine almış olmaz. Yani
mevlası olmaz.
3274-
"Kendisi için onu bana bin dirheme satın" derse ve düşman kişi onu
kendisine satarsa, onu kabul etmesi kaçınılmaz olur. Kabul ettikten sonra da
onun mülkü olur.
Çünkü ona yaptığı
emrin ifadesine muhalefet etmiş ve emri olmadan satın almış olur.
3275- Ama
ona "İstediğin fiyatla beni kendime satın al" derse, o da satın alsa
ve onu kendisi için satın aldığını düşmana bildirse, köle satın alındığı
fiyatla azat olur.
Çünkü vekil tayin
ettiğ kişiye genel bir emir şeklinde işi havale etmiştir. O da onun emrini
tutmuş olur. Verdiği fidye ne kadar olursa olsun ona Öder.
3276- Verdiği
fidye konusunda ihtilafa düşüp kölenin kıymeti bin olduğu halde "beşyüz
dirhem fidye vererek kurtardı" derse, emredilen kişi de "ikibin
dirhem fidye vererek kurtardım11 derse, emredilen kişi delil göstermedikçe
kölenin dediği kabul edilir ve yemin ettirilir.
Çünkü emredilen kişi
kölenin üzerinde fazla borcu olduğunu iddia etmektedir. Köle ise bunu red
etmektedir. Onun için inkar edenin söylediği kabul edilir, ancak yemin
ettirilir.
3277- Fazla
verdiğini iddia eden kişinin delil göstermesi gerekir.
Vekil yapan ile vekil
yapılan kişiler ihtilf ettiklerinde yapıldığı gibi, niçin ikisine de yemin
ettirilmiyor? diye itiraz edilirse şöyle deriz:
Ebu Hanife'nin
görüşüne göre köle azat olduğu için malın değişmesinden sonra karşılıklı yemine
gidilmemesi sadece iddia ve reddin kabul edilmesi onun prensiplerindendir. İmam
Muhammed'e göre ise malın değişmesinden sonra karşılıklı yemine gidilmesi
ancak kıymetten dolayı akdin feshedilmesinin mümkün dolduğu yerlerde olabilir.
Burada ise böyle bir şey yoktur. Çünkü azat olmakla emreden kişi tarafından
köleye bir mal geçmemektedir. Bu itibarla ona kıymeti gerekir diye de itiraz
edilemez. İkisi kiraya veren ile kiralayan kişilerin kullanımdan sonra kiranın
miktarında ihtilaf etmesi gibidir. Böyle bir durumda karşılıklı yemine
gidilmez. Sadece fazlasını kabul etmiyen kişinin dediği kabul edilir ve yemin
ettirilir.
3278- Satın
alması emredilen kişi düşmana "Onu kendisi için satın aldım"
demezse, satın aldığında köle onun kölesi olur.
Çünkü satan kişi onun
azat olmasını ve velayetinin ona geçmesini kabul etmiş değildir.
3279-
Darulİslama çıkardığı vakit emredilen kişi isterse onu satın aldığı fiyatla
alabilir. Bu konuda ihtilaf ederlerse satın alanın dediği kabul edilir ve yemin
ettirilir. Yine akdin türü hakkında da ihtilaf edip kölenin efendisi satın alan
kişiye "Düşman onu hibe etmiştir, kıymetini sana verip
alacağım" derse, müşterinin dediği
olur, satın alan kişi de "Onu ikibin dirheme satın aidim" derse, ittifak
ettikleri ve ihtilaf ettikleri konuda delil göstermeden önceki durumla ilgili
hüküm daha önce açıklanmıştır. Ebu Yusuf'un görüşüne göre bu konuda iki taraf
da delil getirmedikleri ve miktar belirtmedikleri taktirde bunun şuf'a
mesabesinde olacağı daha önce belirtilmiştir.
3280- Esir
düşmüş kölenin efendisi eman altında bulunan kişiye "Onu düşmandan bana
satın al" yahut "Malımdan fidye vererek satın al" derse ve adam
kıymeti kadarıyla satın alırsa
köle emreden kişinin
(efendisinin) olur.
Çünkü ihraz etmekle
düşman ona malik olmuştur. Eski efendinin kıymeti ile satın almasını emretmesi
ile yabancı birinin kıymeti ile veya ondan biraz fazlasıyla satın almasını
istemesi arasında fark yoktur.
3281- Ama
fahiş bir aldanma sayılacak miktarla satın alacak olursa, o zaman emre
muhalefet etmiş olur ve kendişi için satın almış sayılır. Eski efendisi de
muhayyer olur. İsterse ondan satın aldığı fiyatla alır, isterse almaz.
3282-
Ona "satın al" deyip "Benim için" veya
"malımla" demezse, bu ona bir nevi akıl vermiş gibi sayılır.
Alan kişi kendisi için satın almış olur ve köle hakkındaki tasarrufları geçerli
sayılır. Tıpkı bu
danışmadan önce satın almış gibi
olur. Bu da birine "Falanın kölesini satın al" deyip "Benim
için"veya
"malımla" demeden kişinin durumu gibidir. Bütün bunlar vekil
yapmak değil, sadece danışma sayılır.
Ama "Dilediğin
fiyata bana satın al" demesi böyle değildir. Çünkü bu durumda işi tamamen
ona bırakmış olur ve adamın istediği fiyatla satın almış sayılır.
3283- Aldığı
fiyat hakkında emreden ve emredilen kişi-ler ihtilaf ederse karşılıklı yemin
eder ve birbirinin iddiasını kabul etmediklerini belirtirler. Çünkü fiyat
hakkında ihtilaf sebebiyle yeminleşme konusunda vekil ile vekil yapan kişiler
satıcı ile müşteri gibidirler. Çünkü emreden kişiye yemin ettirilir.
Çünkü bu, başkasının
yaptığı iş hakkında yemin ettirmektir. Önce o yemin eder. Çünkü emreden kişi
müşteri mesabesindedir. Müşterinin yemin etmesiyle başlama Ebu Yusuf ve İmam
Muhammed'in görüşüdür. Satış bölümünde bunu belirtmiştik.
3284- İki
taraf delil gösterirse, emredilen kişinin delili geçerli olur.
Çünkü iddia ettiği
fazla fiyatı delil ile ispat etmektedir.
3285- İkisi
ihtilaf etmeden önce emreden kişi köleyi azat etmişse, köle hür olur.
Çünkü kendi mülkünü
azat etmiş olur. Bundan sonra ihtilaf ederlerse, emreden kişinin dediği olur.
Ebu Hanife'nin görüşü budur. İmam Muhammed'in görüşüne göre ise ikisi yemin
eder. Çünkü satıcı ve alıcı olarak ihtilaf etmişlerdir. Akit feshedüemeyecek
biçimde mal değişikliğe uğradıktan sonra fiyat üzerinde ihtilaf etmişlerdir.
3286- Esir
düşen kişi hür veya sözleşmeli köle olup bir adama ikisini satın almasını
emretse, o da ikisini beşbin dirheme satın alsa, verilen fidye miktarını ikisi
öder. İkisi arasında diyet ve sözleşme bedeli miktarlarına göre taksim edilir.
Çünkü hür kişinin
fidyesinde muteber olan miktar, onun diyetidir. Sözleşmeli kölenin fidyesi de
sözleşmedeki kıymetidir. Nitekim herbirini belirtilen miktarla satın aldığı
taktirde her biri ona verdiği kadarını öder. İkisi için fidye ortak olarak
verildiği zaman da her birinin bedeli gözönünde bulundurularak ikisi arasında
kıymetlerine göre borç taksim edilir.
Mesela ikisini
onbeşbin dirheme satın almış ve sözleşmeli kölenin kıymeti bin dirhem ise her
biri için normalde halkın aldanması makul sayılabilen sınır ötesinde fahiş bir
bedelle kurtarmış olur. Her birinden de ancak kişinin kıymeti kadarını tahsil
etme hakkına sahip olur. Bu durumda hür kişiden on bin dirhem, sözleşmeli
köleden de kıymet kadarını tahsil eder. Bir de halkın normal olarak
al-danabileceği basit miktardaki fazlasını da tahsil eder. Fahiş aldanma
sayılabilecek fazla miktarı tahsil edemez. Çünkü halkın normal olarak aldanmış
olabileceği basit miktardan fazlası kıymeti aşar ve tahsili mümkün değildir.
Ama ona
"İstediğin kadar verip bizi kurtar" deselerdi ve ikisi için yirmi bin
dirhem fidye verseydi, bu paranın tümü diyet miktarı itibariyle onbir paya taksim
edilir. Eğer sözleşmelinin değeri bin veya ikibin dirhem ise, bu miktarın tümü
altışar olarak taksim edilir ve her iki binde ikisini ortak yapar. Hür kişinin
payına düşen altıda bir miktarı da Ebu Hanife'nin görüşüne göre sözleşme
sırasında emredilen kişiye öder. İmam Muhammed'e göre ise sözleşme sırasında
ona ancak sözleşmedeki kıymeti ve halkın normalde aldanabileceği kadar miktarı
öder. Bundan fazla olanı da azat olduktan sonra kendisine Öder. Çünkü fazla miktarı yüklenmesi teberru
(bağışlama)dır. Tıpkı kefalette üstlenmesi mesabesindedir. Bunun benzeri daha
önce geçmişti.
3287-
Darulislama çıkarırken fidye ile kurtaran kişiye ikisi "Bizim için fidye
vermedin, sadece onlar bizi serbest bıraktı ve bilgileri dışında çıkıp
geldik" derlerse, onların söyledikleri kabul edilir ve bilgileri olup
olmadığına dair ikisine de yemin ettirilir.
Çünkü emredilen kişi
onlardan alacağı borcu olduğunu iddia etmekte, kendileri ise bunu inkar
etmektedir. Bunu bilip bilmediklerine dair ikisine yemin ettirilir. Çünkü
emredilen kişinin bu işi yapmadığı hakkında ikisi de yemin eder. Hangisi
yeminden kaçınırsa o payına düşen miktarı borçlanır. Çünkü yeminden kaçınması
itiraf etmesi gibidir. Bu da arkadaşı hakkında değil, ancak kendisi hakkında
geçerli olur. Hür olan kişi yemin ettiği halde köle yeminden kaçınır yahut
kendisi için fidye verdiğini itiraf ederse İmam Muhammed'İn görüşüne göre
sözleşmeli köle fidye miktarından payına düşen miktarı borçlanmış olur. Bu miktar
sözleşmesindeki kıymet (bedel)i kadar ise sözleşme sırasında ondan tahsil edilir.
Ama bundan daha fazla ise azat olduktan sonra tahsil edilir.
Ebu Hanife'ye göre ise
borcu ne kadar tutarsa tutsun hepsini ona öder. Efendisi onu tasdik etsin veya
yalanlasın, sözleşmesi sırasında onun üzerine borç olur.
Sözleşmeli köle
borcunu ödemekten aciz kalırsa bakılır. Kölenin efendisi fidye verip kurtaran
kişiyi tasdik ediyorsa parasını tahsil etmek için köle satılır. Ama efendisi
borcu kendisi ödeyecek olursa, köle efendisinin kölesi olarak devam eder. Çünkü
bu efendisinin hakkı üzerinde ortaya çıkan bir borçtur. Ama efendisi fidye
veren kişiyi tasdik etmezse borçtan bir şey Ödememişse ve ödemekten aciz ise
borç iptal olur. Ama bir kısmını ödemişse ödediği miktar geçerli olur ve geri
kalan iptal olur. Böylece ticaretle bir ilgisi olmayan bir sebepten dolayı,
yani itiraftan dolayı üzerine vacip olan bir borcu almamış olur. Azat edilinceye
kadar aciz olduğu sürece o borcu istemez. Ebu Hanİfe'nin görüşüne göre
böyledir. Tıpkı sözleşmeli kölenin hata ile bir cinayet işlediğini itiraf
etmesi ve kıymeti kadar cezaya mahkum edilmesi ve ödemekten aciz olması yahut
üzerine kısas borcu olup mal karşılığında kısas hakkı olan tarafla anlaştıktan
sonra malı ödemekten aciz olması gibi. Ebu Hanİfe'nin görüşüne göre azat
oluncaya kadar bu mal kendisinden alınmaz.
3288- İmam
Muhammed'e göre ise üzerine düşen miktarı ödemekten aciz olması halinde
sözleşmeye göre satıldığı gibi efendisi kendisini tasdik etsin veya yalanlasın
verilen fidye miktarını ödemesi için satılır. Velisinin Ölümü ile hür olacak
kölenin veya ümmülveledin efendisi e-man altındaki kişiye fidye verip ikisinin
kurtarılmasını emretmiş, sonra emreden ve emredilenler verilen fidye miktarı
yahut nasıl fidye verildiği konusunda ihtilaf etmişse, emreden kişinin dediği
kabul edilir ve emredilen kişinin delil göstermesi gerekir.
Çünkü düşman ikisini
ihraz ederek mülk edinmiş değildir. Emredilen kişinin emreden kişiden alacağı
borç konusunda ihtilafın özü ya sebebinin aslı üzerinde yahut miktarında
meydana gelmektedir. Bu durumda kabul etmiyen kişinin söylediği kabul edilir.
Ama kölenin durumunda böyle değildir. Çünkü onu düşman ihraz etmiştir. Sonra
emredilen kişinin yaptığı iş neticesinde ve belirtilen şekilde bir akitle
efendisinin mülkiyetine dönmüştür. Bu akdin türü hakkında yahut verilen fidye
miktarı hakkında aralarında ihtilaf meydana gelirse, ikisinin de yemin etmesi
gerekir.
3289- Esir
kişi köle olup yabancı bir adam eman altında bulunan kişiye "Onu bana
onlardan satın al" yahut onu bana malımla satın al" derse, köle
emreden kişinin olur.
Çünkü düşman ona malik
olmuştur. Bu adam başkasından kendisine böyle köle satın alması için başkasını
vekil tayin etmiş olur. Bu bakımdan ücreti vermekle mükelleftir. Sanki eski
efendisinden kendisi onu para ile satın almıştır. Eski efendisi vekil yapılan
kişinin elinde görse emreden kişi gelmeden önce kendisi onun hasmı olur. Çünkü
para ile alan kişinin hakkı emredilen kişinin akdi ile sabit olmuştur. Emreden
kişi gelmeden önce onu mülkiyetinden alma imkanına sahip olur. Tıpkı şuf a
hakkına sahip olan kişi gibi. Yabancı kişi eman altındaki kişiye "satın
al" demişse, bunun bir danışma olduğu ve muhatabın kendisi için satın
almış olacağını belirtmiştik! Efendisi onun elinden köleyi parasını vererek
alabilir.
3290- Ona "Şu bin ile satın al" deyip ona
verse veya vermezse, kiile emreden kişinin olur.
Çünkü işaretle akdi
kendi malına nisbet etmesi yazıyla nisbet etmesi gibidir. Sanki "malımdan
bin dirheme satın al" demiş gibidir. Kendi malına nisbet etmesi de şahsına
nisbet etmesi gibidir. Ne zaman emreden kişi için satın alır ve kıymetini kendi
malından verirse, verdiği ücreti tahsil edinceye kadar köleyi yanında
tutabilir. Müvekkil ile vekü arasındaki hükümde olduğu gibi. Buna göre yanında
alıkoymadan önce veya ondan sonra elinde iken Ölecek olursa, durumu vekilin
durumunun aynısı olur.
3291- Esir
kişi bir müslümanın kölesi olup düşman yanında olduğu süre içinde mal kazanarak
efendisinden kurtulmak için darulİslama malı ile beraber çıkıp gelse,
müslümanlar onu ve malını zaptetse, sonra kendisinden e-sir alman (sahibi)
gelse, köleyi karşılıksız olarak alır ama malı üzerinde hakkı olmaz.
Efendisinin hakkı gözönünde bulundurularak
bu köle azat
olmaz. Çünkü esir
eden kişinin mülkünden çıkıp darulİslama geldiği zaman onu darullslamda
gördüğü anda eski mülkiyetinin altına alma hakkına sahip bulunmaktadır. Ama
düşman kişinin kölesi müslüman olarak efendisinden kurtulmak için darulİslama
çıkacağında durumu başka olur. Çünkü bu
durumda düşman kişinin dışında onun üzerinde kimsenin hakkı olmaz. Ancak
darulİslama çıktıktan sonra düşman kişinin
onun üzerindeki hakkı da dikkate alınmaz. Burada ise kendisinden esir
alman kişinin hakkı kölenin üzerinde devam et-metedir. Hakkı da dikkate alınır,
yani geçerlidir. Onun için köle azat edilmezse sadece efendisi karşılıksız
olarak onu alır. Tıpkı taksimden önce ganimet olarak almış olması gibi.
Kölenin malında ise eski efendisinin hakkı olmaz. Çünkü onun mülkü olduğu bir
zamanda kazandığı mal değildir. Düşmanın elinde iken kazandığı bir maldır.
Emanı bulunmayan düşman kişilerin malı darullslamda ele geçtiğinde müslümanlar
için fey olur. Ama imam Muhammed'e göre mal müslümanlardan alan kişiye ait
olur. Bu rivayete göre o maldan bestebir payı alınır. Köle efendisinin tekrar
mülkiyetine geçerken malı da müslümanlar için fey olur. Çünkü malı alma
konusunda efendisi başka kişiler gibidir.
3292- köle
eman alarak düşman efendisi için ticaret yapmak
üzere malıyla darulİslama
çıkıp gelmişse eski efendisinin onun üzerinde bir hakkı
olamaz.
Çünkü onun mülkü
olarak devam etmektedir. Eman alarak o çıkarmış olsaydı eski efendisinin
üzerinde hakkı olmazdı. Köle kendisi çıktığı zaman da böyle olur.
3293- Fakat
devlet başkanı onu satar. Çünkü müslüman olup darulharbe tekrar dönmesi mümkün
olmaz. Düşman kişinin tekrar mülkü olarak devam ettirmesine imkan verilmez.
Devlet başkanı onu satar ve hem parasını hem de
elindeki malın parasını
birlikte düşman efendisinin gelip alması için alıkoyar.
Çünkü düşmanın bu malı
hakkında eman hükmü sabit olmuştur.
3294- Devlet
başkanı satacağı zaman kendisinden esir alınan kişi ücretini verip almak
isterse, alamaz.
Çünkü artık
darulîslamdadır ve eski efendisinin alma hakkı olmaz. Bundan sonra da alma
hakkı yoktur. Tıpkı efendisinin müslüman yahut zimmî olduktan sonra başkasına
satmış olması gibi.
3295- Köle,
sahibinin ölmesiyle hür olacak (müdeb-ber) biri olup mesele iki durumda daaynı
ise, bakılır; em-nile yahut mecbur edilerek gelmişse, kendisi ve kazandığı
bütün malı kendisinden esir alındığı kişiye verilir.
Çünkü düşmanın ihraz
etmesiyle onun mülkü olmaktan çıkmış değildir. Onun kölesi olarak mal
kazanmıştır. Köle mülkü olunca kazancı da onun gibi mülkü olur. Onun İçin
kendisi ve bütün malı eski efendisine geri verilir, dedik.
3296-
Kazancı bir ticaret yahut kendisine yaptıkları bir hibe ise, ondan bestebir payı alınmaz.
Çünkü kuvvet ve
galibiyet yolu dışında bir yolla eline geçmiştir. Onun için ganimet hükmü kapsamına
girmez.
3297- Malı
düşmanın rızası olmadan almışsa, ondan bestebir payı alınır.
Çünkü kuvvet ve
galibiyet yolu ile almıştır. -
3298- Esir
düşen hür kişinin beraberinde mal getirdiği taktirde hükmünün ne olacağını
anlatırken bunu da belirtmiştik. Efendisinin ölümü ile hür olacak (müdebber) kölenin
malı hakkında da böyledir. Ancak hür esirin gitirdiği maldan kalan kısmı
kendisine ait olurken, burada kalan kısım efendisine ait olur.
Çünkü efendisinin
ölümü ile hür olacak kişi mülk ehlinden değildir.
3299- Esir
bir cariye zinadan veya düşman bir kocadan çocuklar doğursa, sonra kendisi ve
çocukları düşman efendisinden kaçarsa yahut kendisi ve küçük bir çocuğu ondan
kaçarak çıkıp gelse ve müslümanlar alıp getirse, kendisi ve çocukları fey olur.
Taksim edilmeden Önce efendisi görürse kendisini ve çocuklarını karşılıksız olarak
alır, taksimden sonra görürse, pay olarak verildikleri günkü kıymetlerini
vererek alabilir.
Çünkü çocuğu onun bir
parçasıdır. Daha Önce efendisinin üzerindeki hakki cizye itibariyle çocukları
üzerinde de sabit olur. Onlarda hakkının bulunması, kaçarak çıkmalarından
dolayı hür olmalarına engel teşkil eder. Halbuki kazanç böyle olmayıp kadının
kendisinden doğmuş değildir. Onda eski efendisinin hakkı sabit olmaz. Aksine
düşman kişinin malı olarak müslümanlar için fey olur.
3300- Kadın
ve çocukları eman alarak girmişlerse, eski efendisinin kendisi
ve büyük yahut
küçük çocukları üzerinde hakkı
olmaz. Fakat devlet başkanı onları satar.
Çünkü annelerinin
müslüman olmasıyla onlar da müslüman sayılırlar. Onları satar ve eman
itibarıyla düşman sahipleri gelip alıncaya kadar paralarını alıkoy ar.
3301-
Eski efendisinin ölümü
halinde hür olacak (müdebber) bir kadın ise, kendisi ve
çocukları ona geri verilir.
Çünkü esir olmakla onun
mülkünden çıkmış olmaz. Çocukları da onun mesabesindedir. Onlar düşman kişinin
mülkü olmazlar. Çünkü efendisinin ölümü ile hür olacak cariyenin (kadının)
çocuğu da onun gibi (müdebber)dir. Onun için ister düşman efendisinden kaçarak
gelmiş olsun lar,is ter başka şekilde gelsinler, eski efendisine verilirler.
En iyi Allah bilir.[49]
3302-
Düşman, müslüman esirlerin mal karşılığı (maldan fidye
vererek) kurtarılmasını arzu
edecek olursa, müslümanlann
onları düşman esirler, atlar ve silahlar vererek kurtarması doğru olmaz.
Çünkü düşman mala olan
ihtiyacından çok savaşacak adamlarının veya savaş araçlarının kendilerine geri
verilmesine daha fazla muhtaçtırlar.
Nitekim darulharbe
ticaret mallan götürmek caiz olduğu halde ticaret için esirlerin, atların ve
silahlann götürülmesi caiz değildir.
3303- Mal
karşılığında esirleri serbest bırakmak istemeyip atlar ve silahlar
karşılığında serbest bırakmayı arzu ederlerse, düşman esirler verip kurtarmak
doğru olmaz.
Çünkü düşmana silah ve
atlar vermenin hükmü savaşacak adamlan göndermenin hükmünden daha basittir.
Nitekim müslümanlar imkan buldukları taktirde savaşan adamlarını öldürmeleri
vacip olduğu halde silahlann ve atiann telef etmeleri vacip olmaz.
3304- Bunu
da istemiyorlarsa, o zaman esirlerini vererek müslüman esirleri kurtarmak caiz
olur. Esirlere karşılık müslümanlann beytulmalını güç duruma sokacak büyük
mal isterlerse yine mal yerine esirlerini verip kurtarmak caiz olur.
Çünkü bu zaruret
halidir. Zaruret halinde de kitabın ifadesine göre ellerindeki esirleri mal
karşılığında serbest bırakmak caiz olur. Bunda müslümanlann mal bakımından da
yararları olur. Bu böyle olursa, müslümanlann muhtaç oldukları malları
ellerinde tutmaları için esirlerin esirlerle kurtarılması, yanı esirlerin
mübadelesi evleviyetle caiz olur.
3305-
Düşmandan bazı kişiler fidye ile esirlerin kurtarılması için müslümanlann
karargahına gelip eman alsalar ve "kendimiz mallarımız ve getirdiğimiz
esirler için bize eman veriniz" deseler, müslümanlar da onlara verdikten
sonra iki taraf arasında antlaşma ve fidyeleşme konusunda ittifak meydana
gelmeyip geri dönmek isteseler, müslüman bir kimseyi darulharbe götürmelerine
müsaade edilmez. Darulisama girmek için eman aldıkları zaman hüküm böyle olduğu
gibi, darulharpte müslüman ordu karargahına girmek için eman aldıkları zaman
da hüküm bu şekildedir. Ancak hür müslüman kadın ve zimmet ehli erkekler
isteseler de istemeseler de onlardan ücretsiz alınır. Çünkü hür müslümanlan
hapsetmekle onlara zulmetmiş olurlar.
3306- Esir
alarak veya ihraz ederek malik olmadıkları diğer bütün
kişiler de onlardan
alınır. Ama malik oldukları köle
ve cariyeler onlardan alnır ve kıymetleri kendilerine ödenir.
Çünkü ihraz . ederek
sahip olmuşlardır. Mallan hakkında da onlara eman vermişizdir. Eman ahdine
bağlılık sebebiyle ellerinden alındıktan sonra onlara kıymetleri ödenir. Çünkü
onları darulharbe tekrar götürüp horlamalanna müsaade etmek caiz değildir.
3307-
Müslüman askerler onlardan aldıkları
kişileri darullslama
çıkardıkları zaman sahipleri
isterse onlara verdikleri kıymeti
Ödeyerek alabilirler.
Çünkü askerlerin eline
geçmeleri, verdikleri kıymetleri sebebiyle olmuştur.
3308- Ama
eman mevcut olmayıp onları kuvvet ve galibiyetle alsalardı sahipleri ganimetin
taksiminden önce onları karşılıksız olarak alabilirlerdi. Ama darullslamda eman
alıp beraberlerinde getirdikleri müslüman köleleri satmaya mecbur tutulmaları
ve satmalarından sonra sahipleri gelirse durum başka olur.
Çünkü bu durumda
bunlar darullslamda bulunmuş olup efendilerinin onlar üzerinde haklan olmaz.
Bir mülkiyetten ötekine geçmekle onların hakkı sabit olmaz. Burada" ise
köleler darullslamda bulunduğu zaman efendilerinin hakkı sabit bulunuyordu.
Bir müslümanın onlara eman ile gelip köleleri satın aldıktan sonra darullslama
çıkarmasıyla bu durum aynıdır.
3309-
Karargaha çıktıkları zaman müslüman askerlerin elde edebileceği bir yerde
esirleri saklamişlarsa, durumu yukarıdaki gibidir. Köle ve cariyeler alınır ve
kıymetleri onlara ödenir.
Çünkü emin olacakları
yere varmadıkça verdiğimiz eman altında sayılırlar. Bu da ellerindeki mülkü
karşılıksız almamızı engellemektedir.
3310- Köle
ve cariyeleri savunma ve emniyet içinde oldukları bir yerde saklamışlar ve mesele
aynı ise, gönderilen bir seriyye onları zaptederse, saklayan düşmanların artık
onların şahsı veya kıymetleri üzerinde bir hakkı kalmaz. Yani köle ve
cariyeler üzerinde bir hak iddia ede-miyecekleri gibi kıymetlerini de
alamazlar.
Çünkü emin olacakları
yere varmalanndan sonra aramızdaki emanın hükmü bitmiş olur. Bundan sonra
düşmandan ne alınırsa, emanı olmayan başka düşmanlardan alınan gibidir.
3311- Köle
ve cariyeler darullslama gelirlerse, sahipleri ganimetin taksiminden önce
karşılıksız ve taksimden sonra isterlerse kıymetlerini vererek alırlar.
Aramızda mal karşılığında esirlerin karşılıklı serbest bırakılması konusunda
antlaşma sağlandıktan sonra onları sakladıkları yerden bir seriyye zaptetse
bakılır. Saklandıkları yer kendilerini
savunamıyacak ve karşı
koyamıyacak kadar müslüman askerlere
yakın bir yer ise devlet başkanının
barış antlaşmasına uyması ve malı onlara teslim etmesi lazımdır. Ama savunma
yaptıkları bir yerde zaptetmişlerse barış antlaşması bozulmuş sayılır ve
müslümanların onlara bir şey vermesi
sözkonusu olmaz.
Çünkü emanın hükmü
düşmanın himayesi ve savunması altındaki şeyleri kapsamamıştır. Sadece
müslümanlann himayesi altındaki şeyleri kapsamıştır.
Müslümanların
karargahına yakın bir yerde olmaları müslümanlann himayesi altında olmalarıyla
eş anlamlı sayılır. Ama himayeleri dışına uzak bir yerde ise bu eman verilmeden
önceki durumlarıyle eş anlamlıdır. Müslümanlar mubah olan üstünlük ve galibiyet
yolu ile onları elde etmişlerse onlara maldan herhangi bir şey ödemek gerekmez.
Çünkü barış antlaşmasına göre bize bir mal vermiş değillerdir. Sadece
müslümanlara karşı koymakta aciz kalmışlardır. Böylece barış antlaşması da
bozulmuş olmaktadır.
3312- Onları
zapt eden müslümanlann, esirlerini fidye ile serbest bırakılmasını görüşmek
üzere gelen düşmanla beraber himaye altında olmadıklarını biliniyorlarsa ve
bunlar "Biz onları getirdik" diye iddia ederlerse bu konuda söyledikleri kabul edilmez.
Çünkü zahire aykırı
bir şey iddia etmektedir. Müslümanların onları kendilerine vermeleri
gerektiğini söylemektedirler. Halbuki delil getirmedikçe söyledikleri kabul
edilmez.
3313- Bunu
için iki müslüman erkek veya bir erkek ile iki müslüman kadını şahit
gösterirlerse, mallarını onlara teslim etmek gerekir. Çünkü şahitlikle sabit
olan görmekle sabit olan gibidir. Şahitler esirlerden de olsa şahitlikleri
kabul edilir. Çünkü bu şahitlikte bir suçlama yoktur
3314- Bu
konuda şahitlik yapmayıp sadece esirlerden bazısı "onlarla beraberdik,
onlar bizi getirdi" der, diğer bazıları ise bunu inkar ederse, kıyasa göre
düşmana fidyeden bir şey verilmez.
İtiraf eden esirler bu
itiraflarıyla devet başkanı ve müslümanlann malı düşman kişilere teslim
etmelerini zorunlu kılmaktadır. Halbuki kişinin itirafı başkası aleyhine delil
olmaz.
3315-
İstihsana göre ise itiraf edenlerin itirafları kendi haklarında geçerli olup
başkaları hakkında geçerli olmaz.
Bundan dolayı
bazılarının itirafı hepsinin itirafı kabul edilerek üzerinde antlaşma yapılan
maldan itiraf edenlerin paylarını onlara verir.
Çünkü bu itirafta bir
suçlama yoktur. İster onlarla beraber gelmiş olsunlar, ister onlardan ayrı
olarak gelmiş olsunlar esirlikten çıkmışlardır. Onların elinde olduklarını
itiraf ediyorlar. Ellerinde olduklarını itiraf etmeleri köleleri olduklannı
itiraf etmek mesabesindedir. Durumu belirsiz olan kişinin köle olduğuna dair
kendi hakkındaki itirafı sahihtir. Aynı şekilde durumu belirsiz kişinin
başkasının malı olduğunu İtiraf etmesi de sahih olur.
3316-
Araıannda durumlarını anlatabilecek yaşta küçükler olup bunların babaları
yanlarında yoksa, bunların köle olduklarını itiraf edmelerî sahih olduğu gibi,
başkasının malı olduklarını
söylemeleri de sahih
olur. Ama yanında ebeveyni
bulunanların söyledikleri ancak
ebeveynin tasdik etmesi durumunda kabul edilir. Çünkü anne babası
(ebeveyni) yanında ise, zaten onların elindedir. Düşmandan eman altında olan
kişilerin elinde (malı) olduğuna dair itirafı geçersiz olur.
3317-
Kadınlar ve çocuklar düşmanın kendilerini getirdiğini ama erkeklerden iki
şahit onları düşmanın getirmediği, aksine düşmandan kendilerini başka bir topluluğun
getirdiğine dair şahitlik yaparsa, şahitlikle amel etmek evla olur.
Çünkü bütün insanlar
hakkında etkisi olan ve hükme esas sayılan bir delildir. İtiraf etmek ise
ancak itiraf edeni kapsar. Sonra, itiraf etmiyenler hakkında şahitlikle karar
vermek vacip olmuştur. Buna karar verildiği taktirde itiraf eden kişi
itirafında yalan söylemiş sayılır. Yalan söylediği kabul edildikten sonra kendisi
hakkındaki itirafı geçerli olmazken fidyesinin başkasına teslim edilmesinin
gerekliliği konusunda itirafı nasıl kabul edilir?
Fidye ile esirlerin
kurtarılması konusunda antlaşma yapanların dışında başka düşmandan bir topluluk
onları getirmişse ve müslümanlar onları zaptettiği zaman "Biz fidye için
gelenlerle beraberdik, kendilerini korumak için onlar biz geride
bıraktılar" derlerse söyledikleri kabul edilmez.
Çünkü zahirin aksini
gösterdiği bir şeyi iddia etmektedirler. Müslümanların fidyeyi kendilerine
teslim etmesi gerektiğini söylemek istiyorlar. Halbuki delil getirmedikçe
söyledikleri kabul edilmez. Fidye karşılığı olmadan müslümanlann onlardan
aldıkları mallar müslümanlara ait olur.
3318-
"Erkekleri erkekler, kadınları
kadınlar ve çocukları çocuklarla
mübadele etmek istiyoruz" diye düşman müslümanlara haber gönderse ve
müslünıanlar buna razı olsa, sonra malik olmadıkları kişilerden esirleri
getirseler devlet başkanı o müslüman esirleri alıp onlara verilmesini
istediklerini vermek istemiyorsa, vermiyebilir.
Çünkü düşman o
müslüman esirlere malik olmamıştır. Onları hapsederek zulmetmektedir. Zulmün
devam etmesi İçin eman vermenin caiz olmadığını belirtmiştir. Nitekim esirler
müslüman veya zimmet ehli olurlarsa düşman istese de istemese de onlardan
alınırlar. Müslüman esirler için eman almaları halinde de durum aynıdır.
Çünkü emanı gözetmek
İslamın ve zimmet akdinin saygınlığını (hürmetini) gözetmekten daha üstün
olamaz.
3319- Mal
karşılığında esirleri serbest bırakmayı taahhüt etmişlerse, onlarla yapılan
antlaşmaya bağlı kalmak müstehap olur. Böylece müslümanlann hain olduklarım
söylemeleri önlenir ve gelecekte böyle bir uygulama için güven duymaları
sağlanır. Ama silah ve atlar karşılığında esirlerin serbest bırakılması
durumunda iş farklı olur.
Çünkü bu şeyleri
onlara geri vermeyi red etmek şer'an vaciptir. Müstehap olan bir şey için vacip
terkedilmez. Malın onlara verilmesini red etmek şer'an vacip değildir. Bu
malın onlara verilebileceğim belirtmiştir. Üzerinde antlaşma yapılan şeyin
yerine getirilmesi müstehap olduğu için malın
onlara verilmesinin
müstehap olduğunu
söyledik.
3320- Ne var
ki atların, silahın ve esirlerin onlara verilmesini devlet başkanı kabul
etmişse verebilir. Böylece "Müslümanlar
haindir" demeleri önlenir
ve gelecekte
müslümanlann ihtiyaç
duymaları durumunda karşı tarafın onlara güven duyması sağlanmış olur. Buna
göre gelecekte müslümanlara güven duymaları için devlet başkanının üzerinde
anlaşma yaptığı silah ve diğer şeyleri onlara vermesi gerekmez mi? denirse
şöyle deriz: Bu önemli değildir. Bundan dolayı güven duymayacak olsalar bile
müslümanlara bu zarar vermez.
Çünkü en kötü ihtimal
bundan sonra fidyelerini almak için esir düşmüş müslümanları getirmemeleridir.
Bu ihtimal sebebiyle devlet başkanının müslümanlara karşı güçlenmesini
sağlıyacak erkek esirlerini ve savaş araçlarım geri vermesi caiz olmaz.
3321- KÖle
ve cariyeler getirseler ve mesele aynı ise İslamın saygınlığı
(hürmeti) den dolayı
devlet başkanı gücü yettiği takdirde köle ve cariyeleri onlardan alır.
Düşman esirleri, silahları ve atları da onlara teslim etmez. Sadece onlara
vereceğini kabullendiği şeylerin kıymetini tes-bit eder ve onlara verir. Böyle
davranması yukarıdaki meselede müstehap iken burada vaciptir.
Çünkü düşman onlara
malik olmuştur. Nitekim bunlar müslüman olur veya zimmet ehli olursa onların
mülkü olurlar. Yukandakinin aksine bunları karşılıksız olarak devlet başkanının
onlardan alması caiz olmaz.
3322-
Müslüman esirler karşılığında mal almayı kabul etmişlerse, malı onlara verir ve
sahiplerinin onlar üzerinde hakkı olmaz.
Çünkü darulİslama
gelmişlerdir ve efendilerin alma hakkı yoktur. Bundan sonra da efendilerin
hakkı olmaz.
3323-
Müslümanlar hür esirlerini kurtaramayıp onları sayıları kadar düşman esirlerle
mübadele etse ve düşman, esirlerini alıp müslümanlara esirlerini verse, verilen
fidyeden dolayı müslüman esirler üzerinde kimse hak iddia edemez. Hür olurlar,
aralarında ümmülveled ve efendisinin ölümü ile hür olacak (müdebber) köleler
varsa efendilere karşılıksız olarak iade edilirler. Ama bu şekilde fidye
verilen esirlerin, silah ve atların (fidye) parasını onlardan alır.
Çünkü bu, müslümanlar
üzerine bir hak olup esirlerin yararına
fidye olarak vermişlerdir.
3324- Efendilerinin
emri olmaksızın bu meydana gelmişse o zaman onları teberru etmiş sayılırlar.
Ama efendilerin emri ile olmuşsa o zaman onlardan fidye miktarını alma hakkı
sabit olur.
Çünkü fidye
olarak verilmesini emredince
müslümanlar için bunu üstlenmiş olurlar.
3325- Onlar
köle olup fidye de efendilerin emirleriyle değilse, efendilerin onlar üzerinde
hakkı olmaz.
Çünkü devlet başkanı
vediği fidye ile onları getiren kişilerden satın almış gibi olur.
3326- Ama
efendilerin emri île olmuşsa, o zaman kabul etsin veya etmesinler kıymetlerini
kendisine öderler.
Çünkü fidye verdiği
şeylerde onlar yerine naip olmuş olur. Bundan sonra müellif esir düşen
sözleşmeli köle ve başkaların devlet başkanının emri ile yahut emri olmaksızı
fidye ile kurtarılması gibi daha önce açıklanan şeylere değinmiştir.
Darulharpte eman altında olan müslüman kişinin fidye ile kurtarmasının hükmünü
de belirttiğimiz gibi darulîslamda devlet başkanının onu fidye ile
kurtarmasının hükmünü de belirttik.
3327-
Esirler arasında zimmet ehlinden bir adam varsa, devlet başkanının onu beytulmaldan
fidye verip kurtarması gerekmez.
Çünkü beytülmal
müslümanlann malıdır. Onunla zimmet ehlinin esirleri değil, müslüman esirleri
kurtarılır.
3328-
Ama mükafatı ve serveti olan bir savaşçı
ise yahut darulharpte düşman hakkında müslümanlara rehberlik ve casusluk yapan
biri ise devlet başkanının beytulmaldan fidye verip kurtarmasında sakınca
olmaz.
Çünkü kurtarılmasında
müslümanlann yaran vardır. Beytulmaldaki mal da bu gibi işler için vardır.
3329- Bir
adamın payına düşmüş bir esiri fidye vererek kurtarmak isteyip
adama onun kıymetini
beytulmaldan vermek isterse, yine sakıncası olmaz.
Çünkü bu onun
müslümanlann yaran için yaptığı bir içtihad gibidir.
3330-
Esir müslüman ise, devlet başkanının müslü-manları güç duruma düşürmemesi halinde fidyesini beytulmaldan vererek
kurtarması vacip olur. Ama beytulmaldan fidyesini verdiği taktirde müslümanlar
güç duruma düşeceklerse vermesi vacip olmaz. Mesela düşman, müslüman bir esir
için yüzbin dinar isterse devlet başkanının bu malı vermesi gerekli olur mu?
Bunu kimse söylemez. Ama müslümanlardan
birinin payına düşmüş düşmandan bir esir karşılığında kurtarmak istediklerini
söyleseler ve sözkonusu adam o esirin fidye olarak verilmesini istemezse, devlet başkanı, adam istese de istemese de
ondan alır ve bedelini beytulmaldan kendisine öder.
Çünkü müslümanın
esirlikten kurtarılması İmkan ve kudrete göre devlet başkanı ve her müslüman
üzerine farzdır. Sözkonusu adam bunu yapmazsa devlet başkam onun yerine bu işi
yapar ve kıymetini beytulmaldan kendisine verir. Tıpkı payını o şekilde almış
gibi olur. Bu da ganimetin taksiminden sonra esirlerin esirlerle mübadelesini
caiz gören İmam Muhammed'in görüşüne göredir.
3331- Düşman
"sizden bir esire karşılık esirlerimizden iki veya üç esir isteriz" derse, devlet başkanı bakar; Mesela, müslümanlara
verilecek esirin düello yapan güçlü kuvvetli birinin olması gibi müslümanlann
yararına bir durum olduğuna kanaat getirirse, istediklerini verir. Ama
müslümanlarin yararını görmediği gibi düşmanın bize karşı tahakküm ve
cüretkarlığı olduğuna kanaat getirirse, isteklerini kabul etmez.
Çünkü müslümanlann
yararım gözetmekle görevlidir. Onlar için yapacağı bütün uygulamalarda
yararlarım gözetmeyi terketmemesi gerekir. Mesela müslü-man bir esir
karşılığında yüz tanesini isteseler onların isteklerini kabu etmez. Bu da onun
gibidir.
3332- Kralların
kardeşi veya oğlu (veliaht veya prens) elimizde esir olup müslüman olmuşsa ve
"Kralın kardeşini bize verirseniz müslüman esirinizi veririz"
derlerse müslüman olan kralın kardeşini vermemiz doğru olmaz.
Çünkü müslümandır.
Müslöıtıamn müslümanla kurtarılması caiz olmaz. Çünkü müslümanın fidye ile
kurtarılması onun canına ve dinine verebilecekleri zarardan onu kurtarmak
içindir.
3333- Ama
müslüman kralın kardeşi bunu kabul eder ve
"Beni onlara verin, müslüman esirinizi alın" derse, devlet başkanı bakar. İyi bir müslüman
olduğuna kanaat getirip müslümanhğına zarar gelnıiyecekse, onun rızası
dahilinde bu değiştirmeyi yapar. Ama İslamına güvenilmeyen ve müslümanlığı
zarar görecek biri ise kendisi razı da olsa devlet başkanı değiştirmez.
Çünkü müslümanhğına
güvenilmeyen biri ise, anlaşılan eski durumuna dönmek için buna razı
olmaktadır. Buna imkan verilmesi de asla caiz olmaz.
3334-
Nitekim darulîslamda iken irtidat etse ve düşman "o mürteddi bize verin
esirinizi alın" derse onlara vermesi mümkün değildir. Ona İslama dönmesi
söylenir, kabul ederse ne ala, kabul etmezse öldürülür. Fidye karşılığı düşmana
verildiği taktirde dinden dönmesi sözkonusu olması halinde de durum bu
şekildedir. Ama dinden dönmesi sözkonusu değilse o taktirde ancak rızası
olması halinde düşmana verilebilir. Çünkü verildiği zaman düşmanın onu öldürme
tehlikesi olabilir. Görünen o ki kendisi için emin olmadıkça düşmana
verilmesine razı olmayacağıdır. Onun bu durumu razı olması halinde
darulîslamda zimmî ile yahut eman altındaki kişi karşılığında kurtarılması
durumu gibidir. Bunun caiz olduğunu belirtmiştik. O da bunun gibidir.
3335-
Düşmandan biri eman alarak müslümanlann elindeki esirlerle değiştirmek üzere
on tane müslüman esiri getirse ve düşman esirlerin isimlerini söyleyip onlarla değiştirmek istediğini belirtse ama
söylediği kişilerin ölmüş veya öldürülmüş olduğunu öğrense, bunun üzerine
getirdiği müslüman esirleri geri götürmek isterse, onları götürmesine izin
verilmez. Bunlar esir düşmüş hür kişiler ise, devlet başkanı onları serbest
bırakır ve getiren kişiye "yurduna git, alacağın hiçbir şey yoktur"
der.
Çünkü onlar kendisinin
mülkü değildir.
3336-
Esirler köle veya cariye ise satmaya mecbur e-der. Tıpkı beraberinde getirdiği
kölelerin darulİslamda müslüman olması gibi. Eman alırken bu kişileri satın alacağını
ve kendisine teslim etmemizi şart koşmuşsa, ama efendileri onları satmayı kabul
etmezse hür esirleri onlardan alması halinde yüklendiği şartı devlet
başkanının yerine getirmesi gerekir. Verileceğini söylediği kişilerin
kıymetlerini dinar ve dirhem olarak kendisine öder. Efendileri onları satmayı
kabul etse bile müslüman olan bu kişilerin hiçbirini darulharbe götürmesine
devlet başkanının izin vermemesi lazımdır.
Getirdiği kişilerin
müslüman köleler olmasıyla bunların hükmü aynıdır.
3337-
Müslümanlarla düşman kendi işlerine bakmak için aralarında bîr yıl süreyle
saldırmazlık anlaşması yapsa ve karşılıklı rehin alıp anlaşmayı bozan tarafın
verdiği rehini kaybedeceği konusunda anlaşsa, müslümanlardan rehin verilecek
kişilerin razı olması halinde, bunun için rehin vermekte sakınca olmaz.
Çünkü rehin verilen
müslümanların İslamdan dönmeleri endişesi yoktur. Ama düşman onları kendileri
için tehlikeli görürse buna razı olmayacakları anlaşılmaktadır. Böyle bir
durumda müslümanın fidye olarak verilmesinin caiz olduğunu belirtmiştik.
Müslümanların yararına olarak müslüman kişinin rehin olarak verilmesi
evleviyetle caiz olur.
3338- Bunun
için devlet başkanı müslümanlardan kimseyi zorlamamalıdır.
Ancak düşman çok güçlü
ve müslümanlar onlardan çekiniyorsa bu durumda devlet başkam müslümanların
genel yararını gözönünde bulundurarak rehin olması için birilerini zorlama
yetkisine sahip olur. Bu anlaşmanın yapılmaması halinde bütün müslümanlara
zarann gelmesi, hatta mahvolmaları söz konusudur. Bunun yapılmasında ise bütün
müslümanların selameti vardır. Onun için devlet başkanı bu yetkiye sahip olur.
İki zarar sözkonusu olduğu zaman hafif o-Ianı tercih etmek gerekir, prensibine
uyarak rehin verilecek müslümanın düşman tarafından öldürülmesi korkusu
bulunması durumunda bile müslümanların düşmandan rehin olarak aldıkları
kişileri öldürmeleri yahut köleleştirmeleri helal olmaz.
Çünkü bunlar yanımızda
eman altında olan kişilerdir. Düşmanın hıyanet etmesi sebebiyle onlara
verdiğimiz eman iptal olamaz. Çünkü yüce Allah "Hiçbir günahkar başkasının
günahını yüklenmez"[50]
buyurmaktadır.
3339- Ancak
müslümanlar onların darulharbe gitmelerine izin vermez ve kendilerini zimmet
ehli yapar.
Çünkü rehin
verdiklerimiz bize teslim edilinceye kadar ülkemizde kalmayla razı
olmuşlardır. Ama rehinlerimiz gelmeyince onlar da kendi rızaları ile ülkemizde
ömür boyu kalmayla razı olmuş sayılırlar. Kafir bir kişinin danılîslamda ömür
boyu yaşamasına imkan verilmesi ise ancak cizyeye bağlanmasıyla mümkündür.
Ed-Devânekî'nin düşmandan bir toplulukla kendisi arasında bu şartı koştuğu,
daha sonra düşman hıyanet edip müslümanların rehin verdiği kişileri öldürdüğü,
bunun üzerine günün alimlerini toplayıp onların rehin bıraktığı kişilere ne yapacağını
sorduğunu İmam kaydetmektedir. Alimler ona koştukları şart gözönünde
bulundurularak rehin bıraktıkları kişileri öldürebileceğini söylemişlerdir.
Ama aralarında bulunan
Ebu Hanife konuşmamıştır. Bunun üzerine "Sen niçin konuşmuyorsun?"
diye sormuştur, Ebu Hanife şöyle demiştir: Bunu içti-hadla söylemişlerse hata
etmişlerdir. Ama senin zevkine uygun olsun diye söyle-mişlerse seni aldatmış
olurlar. Rehin bıraktıkları kişileri ne öldürebilirsin ne de esir yapabilirsin.
Bunun üzerine
ed-Devânekî Şöyle dedi: Neden olmasın, onlar bunu şart koştular? Ebu Hanife
şöyle dedi: Onlar helal olmayan bir şeyi sana şart koştukları gibi sen de
şeriatta helal olmayan bir şeyi onlara şart koşmuşsun. Allah'ın kitabına uygun
olmayan her şart geçersizdir. Yüce Allah "Hiç bir günahkar başkasının
günahını yüklenmez" buyurmuştur. Bunun üzerine ed-Devânekî kendisine
çıkışarak "Ne zaman onlarla ilgili görüşmeye çağırdımsa sevmediğim şeyler
söyledin, çıkın gidin dedi. Çıkap gittiler. Ertesi gün tekrar topladı ve
"Senin söylediğinin doğru oluduğunu anladım. O halde onları ne
yapalım?" dedi. O da alimlere sor dedi. Onlara sordu, ama biz bunu
bilmiyoruz dediler. Ebu Hanife onlara cizye yükleneceğini, yani zimmet ehli
yapılacağını söyledi. edDevânekî , Niçin? dedi. Ebu Hanife, çünkü rehin olan
müslümanların geri verilmeleri için bunlar danılİslamda hapis kaldılar, rehin
müslümanlar da geri gelmedi, dedi. ed-Devânekî bunu beğendi, takdir etti ve
ödüllendirdi. (Yahut iltifatla gönderdi).
Bu şart madem ki helal
olmayan bir şeydi, o halde neden bunun için rehin vermede sakınca yoktur?"
denilirse, şöyle deriz:
Çünkü müslümanlar ona
muhtaç olmuşlardır. Sadece şartın koşulmasında birşey olmadığı gibi telafisi
mümkün olmayan bir şey de yoktur. Ama koşulan şart sebebiyle rehin olan kişileri
öldürmek ayn bir şeydir.
3340-
Müslümanlardan rehin alıp kendileri de onlara rehin verdiğinde müslümanlar
verdikleri rehinlerini onlardan alabilirlerse, almalarında sakınca olmaz.
Çünkü belirttiğimiz
gibi müslümanlann verdikleri rehin kişileri tutmakla onlara zulmediyorlar.
Zuimü giderme imkanı olduğu halde onun devam etmesi için eman vermek de caiz
olmaz.
3341-
Müslümanlar korktukları saldırıdan emin oluncaya kadar onlardan rehin
aldıkları kişileri teslim etmezler. Bu korkuları kalmazsa rehin aldıkları
kişileri geri verirler. Böyle davranmaları müslümanlarm hiyanet etmeleri demek
değildir. Bunun benzeri geçmişti. Mesela .ordu kumandanı karargahta eman
altındaki kişilerden korku duyması halinde onları kabul etseler de etmeseler
de beraberinde darulîslama çıkarması caizdir. Endişelendiği durumdan emin
olması için onları beraber getirebilir ve daha sonra darulharbe gönderir. Bu da
onun gibidir. Çünkü rehin aldığımız kişiler bizden eman altındadır.
3342-
Müslümanların rehin verdiği kişileri ellerinde bulunduran düşman onları savaş
olmadan geri vermeyi kabul etmezse, müslümanlarm onlarla savaşması ve güçleri
yettiği taktirde onları öldürmesinde sakınca olmaz.
Çünkü ellerinde rehin
olarak bulundurdukları kişiler rızaları dışında ve haksız olarak darulharbe
götürmek İstedikleri müslüman kişilerdir. Güç yetirmeleri durumunda
müslümanlarm onları düşmanın elinden kurtarmak İçin savaşmalan gerekir.
3343-
Müslümanlara "Hiçbir zaman sizinle savaşmayacağız, ama rehin verdiğimiz
kişileri bize geri vermedikçe sizin rehinlerinizi vermiyeceğiz" derlerse
bakılır; Müslümanlar saldırma tehlikesinden hala korku duyuyorlarsa, rehin
aldıkları kişileri onlara teslim etmeyebilirler. Ancak güçleri varsa rehin
verdikleri müslümanları kurtarmak için onlara savaş açarlar. Ama saldırı
tehlikesi kalmamışsa rehin aldıkları kişileri onlara geri verirler.
Çünkü burada rehin
aldıkları kişileri alıkoymaya ihtiyaç kalmamıştır. Ama yukarıdaki durum böyle
değildi. Orada müslüinanlardan korkuyu gidermek için rehin alınan kişileri
alıkoymaya ihtiyaç vardı. Onun için rehin alınan kişileri onlara geri
veremezlerdi. Ancak ellerindeki müslüman rehineleri kurtarmak için onlarla
savaşırlar.
3344-
Düşman, aldığı müslüman rehineleri himaye ve savunma yerlerine kadar götürmüş
ve müslümanlar da onlarla saldırmazlık konusunda anlaşmış ise, anlaşmalarım
bozduklarını bildirmedikçe müslümanlarm
onlara saldırmaları doğru olmaz. Ama himaye ve savunma yerlerine varmadan önce
olursa, durum değişir.
Çünkü o durumda
saldırmazlık anlaşmasını ihlal etmek için değil, rehin verilen kişileri
kurtarmak için savaşacaklardı. Ama himaye ve savunma yerlerine vardıktan sonra
artık savaşma rehineleri kurtarmak için değil, anlaşmanın iptal edilmesi
sebebiyle olmaktadır. Arada sahih bir saldırmazlık anlaşması bulunduğu için bir
anlaşmayı iptal etmeden onlara saldırmamız doğru olmaz.
3345- Esir
mübadelesi için müslüman esirleri getirip himaye ve savunma altında oldukları
bir yerden esirleri karşılıklı
değiştirmek istediklerini seslenseler, ama anlaşma sağlanamadığı için esirleri geri
götürseler müslümanlar da onları izleyip esirleri alsa ve onları da esir edip
mallarıyla beraber zaptetseler yapmalarında bir sakınca olmaz.
Çünkü bizim onlara
verdiğimiz bir eman yoktur.
3346- Onlar
arasında köle ve cariye varsa efendisi onu ganimetin taksiminden önce
karşılıksız ve taksimden sonra kıymetini vererek alır.
Çünkü onları ganimet
olarak almışlardır.
3347- Ama
müslümanlardan eman almış ve anlaşma sağlanamadığı için geri dönmüşlerse bu
durumda himaye ve savunma altında olacakları yere varmadan köle ve cariyeler
onlardan zaptedilirse onlara kıymetlerini vermek gerekir. Çünkü bizden eman
altında bulunuyorlardı. Köle ve cariyeleri onlardan almak için onlarla
savaşmakta da bir sakınca olmaz.
Çünkü müslümanlan
onların elinden kurtarmak vaciptir. Vermek istemezlerse savaşta öldürülseler
bile onlarla savaşmak caizdir. Nitekim darulİslamda eman altında olan birinin
kölesi müslüman olsa ve kafir sahibi onu müslümanlara satmayı kabul etmeyip
darulharbe götürmek isterse, bu sebepten onunla savaşmak caiz olur. Çünkü
müslümanların hükmünü kabullendikten sonra bu hükmün gereğini yapmayı red
etmektedir. Bu hüküm eman altına giren kişinin eman akdiyle üstlendiği bir
şeydir. Emin olacağı yere ulaşıncaya kadar müslümanlann emanı altındadır.
Üstlendiği hükme boyun eğmeyi red ederse kendisiyle savaşmak caiz olur.
Yukarıdaki de bu şekildedir.
En iyi Allah bilir.[51]
3348-
Düşmanın istemesi ve seriyye fertlerinin tasvip etmesi durumunda seriyye
komutanının esirleri esirlerle mübadele etmesinde sakınca olmaz. Müslüman
olmadıkları müddetçe erkekler, kadınlar ve çocuklar bu meselede eşittirler.
Çünkü savaşı idare
etmek ve müslümanlann çıkarını sağlamakla görevlendirilmiştir. Darulharpte
savaş esirlerini fidye İle kurtarmak da savaşın tedbirlerin dendir. Aynı
zamanda müslümanlann yarannı içermektedir. Çünkü fidye verip kurtardıklan
müslümanlara, düşmana verdikleri esirlerden müslümanlar daha çok muhtaçtırlar.
Ancak esirlerde hakları sabit olduğundan seriyye fertlerinin bu işe razı
olmaları şartı aranır. Çünkü haklarının sabit olduğu birşeyden mahrum
edeceğinden onların rızasının alınması gerekir.
3349-
Darulİslama esirleri çıkardıktan sonra da böyledir. Ancak esirlerin müslüman
olmaları durumu hariçtir. Hatta esir çocukları anne ve babaları beraberlerinde
de olsa, bizzat kendileri İslamı ifade etmedikçe müslümanlık-iarına karar
verilmez. Onun için fidye olarak verilmeleri caiz olur.
3350- Aynı
şekilde anne ve babaları darulİslamda öl-seler bile durum değişmez.
Çünkü din meselesinde
tabi olmak ölümle kesilmez. Yani çocuğun anne babası ölse de din bakımından
onlara tabi olmaya devam eder. Nitekim zimmet ehlinin küçük çocuklarının anne
ve babalan darulİslamda da ölse çocuklann müs-lümanlıklanna hükmedilmez. Yine
anne ve babalan beraberlerinde olan çocuklarla esirleri değiştirmek istiyen
düşmanın isteğini kabul etmekte bir sakınca olmaz. Bunda ebeveyn ile çocuklan
birbirinden ayırmak sözkonusu olsa bile, değiştirmekte sakınca yoktur. Çünkü
bu ayırma haklı olarak yapılmaktadır. Müslümanlan düşmanın elinden kurtarmak
müslüman olmayan çocukları anne ve babalanndan ayırmaktan çok daha sevaplıdır.
3351-
Ancak yetişkinlerini mal karşılığı
değiştirmek caiz olmadığı gibi çocuklarını da mal karşılığı değiştirmek
caiz değildir.
Çünkü çocuk büyür ve
hem savaşçı olur, hemde nesli çoğalır. Ama nesilden kesilmiş çok yaşlı kadın
ve erkek için bir sakınca olmaz. Çünkü bunlann düşmana geri verilmesinde
onlann güçlendirilmesi sözkonusu olmaz. Ama çocukların geri verilmesinde bu
tehlike sözkonusu olur.
3352-
Seriyye fertleri esirlerin esirlerle mübadelesini kabul etmezse,
seriyye komutanının onlara
bedellerini vermediği sürece değiştirmeye gitmeğe hakkı olmaz. Ancak
müslümanların düşmandan esir aldıkları adamları ganimetin taksiminden önce
fidye olarak vermekte askerler ve seriyye fertleri kabul etmese bile, bir
sakınca yoktur. Çünkü seriyye komutanının erkek esirleri öldürme yetkisi
vardır. Öldür-
mesiyle de müslüman
esirleri düşmanın elinden kurtarma yarannı sağlamadan askerlerin ve seriyye
fertlerinin hakkı iptal edilmiş olur. Halbuki fidye olarak erkelerinin
verilmesi ve müslüman esirlerin kurtarılması evlâ olur. Çünkü bunda
müslümanların yararı bulunmaktadır. Ama kadın ve çocuk esirlerle silah, atlar
ve diğer zaptedilen mallar böyle değildir. Çünkü bunlarda bedelini vermedikçe
ganimeti alanlann haklarını iptal etme yetkisi yoktur. Aynı şekilde ganimet
alanların nzalan olmadıkça yahut kabul etmemeleri durumunda onlara bedellerini
Ödemedikçe kadın ve çocuk esirleri silah ve atlar gibi malları fidye olarak
verme yetkisi olmaz. Bedellerini almayı kabul etmeleri halinde onlara
beytulmaldan bedellerini öder. Ganimetin taksiminden sonra da erkeklerin payına
düştüğü kişilerin nzalan olmadan erkekleri fidye olarak verme hakkı yoktur.
Çünkü onları taksim edince artık esirleri öldürme yetkisi kalmaz. Başka bir
deyişle taksim edildikten sonra esir erkekleri öldürmesi haram olur. Taksim
edildikten sonra erkek esirlerin durumu kadın ve çocuk esirlerin durumu gibi
olur.
3353-
Erkeklerin payına düştüğü
mücahitler onların fidye olarak
verilmesini kabul etmezse, düşman da ancak onlarla esirleri değiştirmeyi kabul
ederse, devlet başkanı düşman
esirleri payına düştükleri kişilerden alarak beytulmaldan karşılıklarını verir
ve müslüman esirleri kurtarmak için fidye olarak verir. Satmayı kabul
etmemeleri durumunda esirlerin kıymetlerini adaletli bir şekilde tesbit eder ve
sahipleri razı olsun veya olmasın belirlenen kıymetle onları satın alır.
Çünkü onlan fidye olarak
vermek sahiplerine verilecek bedel ile mümkün olmaktadır. Devlet başkanı onlara
bedellerini beytulmaldan verir. Sahipleri vermek istemezlerse devlet başkanı
bu konuda da onların yerine naip olur. Tıpkı kölesi müslüman olan zimmî kişi
kölesini satmayı kabul etmediği taktirde devlet başkanının onun yerine naip
olması, yani yetkisini kullanarak ondan satın alması gibi. Çünkü hak olmuş bir
şeyin yerine gelmesini kabul etmemektedir,
3354- Yine
düşman, zimmet ehlinden kafir kölelerle zimmet ehlinden olan esirleri
değiştirmek isterse, devlet başkanı onları da bu konuda razı eder.
Çünkü zimmet ehlinden
hür kişilerin kendi nzalanyla fidye olarak verilmesi caiz olduğu gibi,
kölelerinin fidye olarak verilmesi evleviyetle caiz olur.
3355- Fidye
olarak verilecek kölelelerin rızaları aranmaz.
Çünkü köledirler.
Birinin mülkiyetinden diğerinin mülkiyetine nakledilmesinde kölenin rızası
yahut razı olmaması sözkonusu olmaz.
3356-
Kölelerin efendileri buna razı. olmazlarsa devlet başkanı köleleri onlardan
beytulmaldan parasını vererek alır. Satmak istemezlerse, adaletli bir şekilde
kıymetlerini tesbit edip onlara verir.
Çünkü düşmanın
vereceği zilletten müslüman esirleri kurtarmak için müslümanların mülkü olan
kişileri satın alma yetkisi olunca, zimmet ehlinin mülkü üzerinde bu yetkinin
bulunması evleviyetle olur.
3357- İslam
ordusu komutanı ganimetin taksiminden ve satılmasından Önce esirleri, müslüman
hür kişiler vererek kurtarsa ve askerler "Biz onların kıymetini o (kurtarılan) müslüınanlardan alırız" derse,
sözlerine itibar edilmez.
Çünkü kendilerinin
kararı olmadan kurtarılmışladır. Kararlan olmaksızın müslümanlarm özel bir
mülkü ile kurtanlmalan durumunda askerlere onların hiçbir bedeli ödenmezken,
ganimet olan kişilerle kurtanlmalan durumunda onlara evleviyetle bir şey
ödenmez. Ancak kurtanlacak müslümanlar üzerinde bir borç olmak kaydıyla
verilmesine razı olacaklarım askerler devlet başkanına şart koşmuş, o da bu
şartlarını kabul etmişse o zaman devlet başkanı şartı yerine getirir.
Kurtarılan mü slü mani ardan verilenlerin kıymeti tahsil edilir. Ganimete
katılır, ganimetin beşte biri alındıktan sonra kalanı mücahitler arasında
taksim edilir. Çünkü bedelin hükmü, bedel yapılan şeyin hükmü gibidir.
3358-
Düşmanın elinde hür müslümanlar değil de köle ve cariyeler esir ise ve mesele
aynı ise, devlet başkanının düşmandan kurtaracağı bu esirleri ganimete ekler.
Tıpkı verdiği esirlerle onları satın almış gibi olur. Sonra efendileri
isterlerse fidye olarak verilen esirlerin kıymetlerini ödeyerek onları satın
alabilirler. İsterlerse almayabilirler. Aldıkları taktirde verecekleri
kıymetleri ganimete katılır. Köle ve cariye esirlerin kurtarılması için verilen
esirlerin kıymetleri ile kurtarılanların kıymetlerinin aynı veya çok farklı
olması Önemli değildir.
Çünkü düşman
esirlerini öldürme yetkisine sahip bulunmaktadır. Öldürmesi durumunda ganimeti
alanların hakkını karşılıksız olarak iptal etmiş olur. Halbuki fidye olarak
vereceği esirlerin kıymetinde az bir miktar olan bir bedelle esir mübadelesi
yapması evleviyetle caiz olur. Çünkü alınacak olan bu az miktar ganimete
katılacak ve yine askerlere pay olarak dağıtılacaktır.
3359- Bu
mübadele kadın ve çocuklarla yapılsa bakılır. Alınan ile verilen esirlerin
kıymetleri birbirine denk yahut az farklı ise devlet başkanı askerlerin
rızaları olmasa bile değiştirme yapabilir. Tıpkı ganimetleri satması gibi olur.
Ama verilecek esirlerin kıymeti normalde halkın çok aldanma saydığı kadar fazla ise devlet başkam
askerlerin rızaları olmadan değiştirme yapması helal olmaz. Ama aradaki farkı
askerlere beytulmaldan ödemeyi kabul ederse o zaman değiştirme yapabilir. Ödeyeceği miktardan
beştebir (humus) payı aldıktan sonra geri kalan dört payı askerler arasında
paylaştırır. Ganimetin taksiminden sonra esirler değiştirilmişse o zaman beytulmaldan
verilen miktar esirlerin paylarına düştüğü kişilere mahsus olur ve beştebiri
alındıktan sonra geri kalanlar onlar arasında taksim edilir. Savunmak için
savaşırken esir düşen her müslümanin kurtuluş fidyesi o yerin haracından
alınır ve müslüman esirin kurtarılması için fidye olarak verilir.
Çünkü haracı almanın
mümkün olması himaye sebebiyledir. O da sözko-nusu toprağı savunan kişilerin
savaşmalanyle olur. Bunlar esir düşüp kurtanl-maları sözkonusu olursa, alınacak
haraç onların kurtarılması için tahsis edilir. Böylece nimet külfetle
karşılanmış olur.
3360- O
toprağın haracı yoksa İslam ülkesi haracından ödenir.
Çünkü İslam yurdunun
bir parçası için savaşan mücahit aynı zamanda îslam yurdunun tümü için savaşmış
olur. Çünkü düşman ellerinden gelse bütün İslam yurdunu istila etmeyi amaçlar.
Onun için düşmana karşı savaşan müslümanlar onlan İslam yurdunun tümünden uzak
tutmaya çalışırlar.
Fidye ile esirlerin
kurtarılmasında müslümanlarm razı olmasına delil olarak Hevâzin kabilesinden
alınan esirlerin olayı delil gösterilmektedir. Rasulullah o gün müslüman olan
altı bin Hevâzinli esiri serbest bırakmıştır. Olay şöyle olmuştur: Rasulullaha
heyetleri gelerek şöyle demişlerdir: "Ey Allah'ın Rasulü! Bunların
arasında hala ve teyzelerin de vardır. Arap krallanndan Numan İbn el-Munzir ve
benzerlerine bunun için başvursaydık, bizi geri çevirmezdi. Halbuki sen
insanların en iyisi ve akrabalarını en çok gözetensin."
Böyle demelerinin
sebebi, Rasulullamn o kabilede süt annesine verilmiş olmasıdır. Bu söylediklerini
duyunca acıdı ve şöyle buyurdu: Öğle namazını kıldıktan sonra ayağa kalkınız
ve bu söylediklerimi bir daha tekrar ediniz. Öyle yaptılar. Bunun üzerine
Rasulullah şöyle buyurdu: "Sizi bekliyordum ama geciktiniz ve esirler
mücahitler arasında taksim edildi. Benim payıma ve Kureyş'in (Muhacirlerin)
payına düşenler sizin olsun. Ensar ve Muhacirleriyle müslümanlar bunu duyunca
biz de payımızı sana verdik dediler. Ama Uyeyne b. Hısn "Ben ve
Fizara Oğulları vermiyoruz" dedi.
Akra b. Habis de "Ben ve Temîm Oğullan da vermiyoruz" dedi. Bu
şekilde ihtilaf olunca Rasulullah şöyle buyurdu: Bunlar müslüman olarak gelmiş
insanlardır. Esirlerini onlara veriniz, vermek istemiyen-lere alınacak ilk
ganimetten verilen kişi başına (dokuz yaşına kadar olan) altı deve vereceğiz."
Görüldüğü gibi
esirleri geri vermek için onların rızasını almıştır. Kabul et-miyenlere de
bedellerini ödemeyi taahhüt etmiştir. Ondan sonra esirleri sahiplerine geri
vermiştir. Bu da açıkladığımız hükümde temel olmuştur.
En iyi Allah bilir.[52]
3361- Ebû
Hanife (r.a.) şöyle demektedir: Müslümanlar daha güçlü iken müşriklerle
antlaşma (mütareke) yapmaları caiz değildir.
Çünkü antlaşma
yaptıkları takdirde emredilmiş olan savaşı terk ya da erteleme sözkonusu olacaktır.
Bir ihtiyaçtan kaynaklanmadığı takdirde emîrin ateşkes antlaşması (mütareke)
yapması doğru olmaz. Yüce Allah şöyle buyurur: Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer
inanıyorsanız, mutlaka siz üstün geleceksiniz."[53]
3362- Ama
müslümanlar onlardan daha güçlü değilse, antlaşma yapmakta bir sakınca yoktur.
Çünkü bu durumda
antlaşma müslümanlann lehinedir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Eğer
onlar barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah'a dayan, çünkü O,
işitendir, bilendir."[54]
Ayrıca bu, savaş
stratejilerinden biridir. Savaşan kişi, öncelikle kendi gücünü korumayı
hedeflemeli, daha sonra imkan bulduğunda galip gelmeyi düşünmelidir.
Görmüyor musun, bebek
dişleri çıkıncaya kadar süt emer ve ancak dişleri çıktıktan sonra et yemeye
başlar. Bu da gösteriyor ki, aklın gereği, müslümanlar zayıf durumdayken
mütareke yapmak, güçlü olduklarında ise, savaşmaktır.
Resûlullah (s.a.v.)'in
ve ondan sonra günümüze kadar müslümanların antlaşmaya başvurmuş olmaları,
antlaşma yapmanın caiz olduğunun delilidir.
3363- Muhammed
b. Ka'b el-Kurazî şöyle demektedir: Resûlullah (s.a.v.) Medine'ye geldiğinde
Yahudilerin tamamı onunla antlaşma yapmış ve Resûlullah onlarla bir antlaşma
imzalamıştı. Antlaşmaya göre taraflardan her biri için geçerli olan, o
tarafın müttefikleri için de geçerli olacaktı. Kendilerine
şart koştuğu hususlardan
biri de,
müslümanların düşmanlarına yahudilerin
yardımcı olmamaları idi. Bedir savaşından sonra Resûlullah (s.a.v.) Medine'ye
döndüğünde Yahudiler Resûlullah'la aralarındaki antlaşmaya uymadılar. Bunun
üzerine Resûlullah, onlara haber gönderdi, onları topladı ve şöyle dedi:
"Ey Yahudi
topluluğu, müslüman olun kurtulursunuz. Allah'a yemin ederim ki siz benim
Allah'ın elçisi olduğumu biliyorsunuz."
Bir rivayete göre ise
şöyle demiştir: "Bedir'de Ku-reyş'in başına gelen sizin de başınıza gelmeden
önce müslüman olun."
Resûlullah (s.a.v.)'in
bu tavrı, müslümanların zayıf oldukları zamanlarda düşmanla antlaşma
yapmalarının, güçlü olduklannda da onunla savaşmalarının caiz olduğuna
delildir. Düşmandan belli bir mal karşılığında antlaşma yapmakta bir sakınca
yoktur. Onlardan hiçbir şey almaksızın antlaşma yapmak caiz olduğuna göre, mal
karşılığında evleviyetle caiz olur. Bu durumda onlardan alınan mal, haraç olup
beşte biri (humus) alınmaz. Haracın harcanacağı yerlere harcanır. Çünkü o,
düşmanın malıdır. Onlardan müslümanların eline geçmiştir. Fakat üzerlerine
savaşla gidilmiş değildir. Bu nedenle ganimetle bir ilgisi yoktur. Nitekim yüce
Allah buna işaret ederek şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın onlar(m malların)
dan peygamberine verdiği fey'e gelince, siz bunun için ne ata, ne deveye binip
koşmadınız."[55]
Böyle bir durumda,
yani müslümanların onlara güç yetirememesi durumunda, bulundukları topraklan
ellerine geçiren mürtedlerle antlaşma yapmakta da bir sakınca yoktur. Çünkü
müslümanlann onlara galip gelecek güçleri bulunmadığı için, antlaşma
müslümanlann yatannadır. Ancak mal karşılığı onlarla antlaşma yapmak doğru
değildir. Çünkü antlaşma karşılığı alınan mal, haraç mesabesindedir ve zimmet
ehli sayılarak mürtedlerden haraç alınması caiz değildir. Oysa düşmandan almak
caizdir. .
3364- Ama
eğer devlet başkanı mürtedlerden antlaşma karşılığında bir mal almış ise, onu
kendilerine geri iadeetmez.
Çünkü ne mallan ve ne
de canlan konusunda müslümanlardan onlara eman yoktur. Bulundukları bölgede
ayaklanıp orayı ellerine geçirince orası darü'lharb olur. Müslümanlar orayı ele
geçirecek olurlarsa, onlann mallan ganimet olur.
3365- Aynı
şekilde antlaşmadan dolayı kendilerinden alınan mal da tamamen müslümanlarındır.
Müslüman olsalar da malları geri verilmez.
Açıkladığımız sebepten
dolayı siyasi isyancılar (bağîler)le de antlaşma yapılabilir. Hatta onlarla
antlaşmaya daha çok ihtiyaç vardır. Çünkü belki yaptık-lanna pişman olur ve
dönerler.
Antlaşmadan dolayı
onlardan mal alınması uygun değildir. Çünkü onlar müslüinandırlar ve
müslümanlardan haraç alınamaz. Antlaşmadan dolayı alman mal ise, haraç olarak
alınır. Şayet antlaşmaya karşılık onlardan mal alınmışsa, savaş bittikten
sonra malları kendilerine geri verildiği gibi, savaş sırasında onlardan
alınmış mallar da
savaştan sonra kendilerine geri verilir.
3366-
Müslümanlar, müşriklerden korkar ve
onlarla antlaşma yapmak ister, müşrikler de müslümanların ancak kendilerine mal
vermeleri karşılığında antlaşma yapabileceklerini söylerlerse, bakılır;
müslümanlar bu isteklerini karşılamadıkları takdirde zarar görmeleri kesin ise,
onlara mal vererek antlaşma yapmalarında bir sakınca yoktur.
Çünkü müşriklerle
savaşacak güce sahip olmayan müslümanlar bunu kabul etmedikleri takdirde,
müşrikler hem canlanna ve hem de mallanna musallat olacaklardır. Mallarını
vermekle canlarını kurtarmış olurlar. Resûlullah(s.a.v.), ashabından birine
şöyle demiştir: "Malını canına siper et ve canını da dinine siper
et."
Hüzeyfe b.Yeman, biriyle
iyi geçinmeye çalışıyordu. Kendisine sen münafıklık yapıyorsun, denilince,
kendisi "hayır, dinimin tamamının gitmemesi için onun bir kısmını bir
kısmıyla satın alıyorum" dedi.
3367-
Tamamının gitmesi söz konusu ise, bir kısmını muhafaza etmek için malın bir
kısmını vermekte sakınca yoktur. Ama müslümanların gücü onlara yetiyorsa,
antlaşma karşılığında müslümanların onlara mal Ödemeleri caiz
değildir.
Çünkü bunda şüpheye
sanlma ve zilleti kabul etme vardır. Yüce Allah mümini onurlu kıldığı halde onun
kendisini zelil etmeye hakkı yoktur. İmam Mu-hammed, Hendek savaşını buna delil
göstererek şöyle demektedir:
3368-
Resûlullah (s.a.v.) ve ashabı o zaman Hendek Savaşında on küsur gün muhasara
edildiler. Nihayet hepsi sıkıntıya düştüler. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki:
"Allah'ım, ahdini ve va'dini istiyorum. Allah'ım, dilersen, sana ibadet
olunmaz."
Müslümanların durumu,
"Gözler yerinden kaymış, yürekler gırtlağa gelmişti, Allah hakkında türlü
zanlarda bulunuyordunuz"[56]
sözleriyle tasvir edildiği kadar bozulmuştu.
Sonra Resûlullah
(s.a.v-) Uyeyne b. Hısn'a haber gönderdi ve bir rivayete göre şöyle dedi:
"Ensar'ın meyvelerinin üçte birini sana verecek olsam, Gatafan'dan
yanındakilerle beraber dönüp düşman ordusuna yardımını keser misin?"
Uyeyne: Bana yarısını verecek olursan yaparım, dedi.
3369- Bir rivayete göre ise, Uyeyne peygamber (s.a.v.)'e
haber göndermiş ve şöyle demiştir: Medine'nin bu yıl ki mahsûlünü bize ver, biz
geri dönelim ve seni kavminle başbaşa bırakalım, onlarla savaşırsın. Resûlullah
(s.a.v.): Hayır, demiştir. Bunun üzerine Uyeyne, yarısını istemiş ve
Resûlluilah da bunu kabul etmiştir. Daha sonra Resûlulah (s.a.v.) iki kabilenin
reisi olan Sa'd b. Muaz ve Sa'd b.Ubade' ye haber göndermiş ve onlara durumu
danışmıştır. Uyeyne de oraya gelmişti. Uyeyne: Aramızdaki antlaşmayı yazalım,
dedi. Resûlullah (s.a.v.), bir sayfa ile divit getirilmesini istedi. O zaman
Sa'd b. Muaz ve Sa'd b. Ubade şöyle dediler: Ya Resûlallah, bu konuda sana
vahiy mi geldi? Resûlullah: Hayır, ama Arapların tamamının size karşı elbirlik
edip size saldıracakları kanaatini taşıyorum, onları üzerinizden savayım, dedim,
karşılığını verdi.
Dediler ki: Ya Resûlullah, Allah'a yemin ederiz ki onlar,
cahiliye döneminde açlıktan kan ve deve yününden yapılmış bir yiyecek
yiyorlardı. Bizim bağışlamamız ya da bize misafir olmaları dışında asla
meyvelerimize göz dikebilmiş ve yemiş delillerdir. Şimdi Allah bizi seninle destekledikten,
bizi hidayete kavuşturup yücelttikten sonra mı onların karşısında alçalacağız?
Onlara kılıçtan başka verecek bir şeyimiz yoktur." Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) getirilen
sayfayı yırttı ve: Haydi gidin, kılıçtan başka size vereceğimiz bir şey yoktur,
dedi. Bu sırada Useyd b. Hudayr çıkageldi. Uyeyne, Peygamber (s.a.v.) in
huzurunda ayaklarını uzatmış oturuyordu. Useyd: Alçak Uyeyne, topla
ayaklarını, Peygamberin huzurunda ayaklarını mı uzatıyorsun. Allah'a yemin
ederim ki Resûlullah olmasaydı şu mızrakla karnını deşerdim. Ne cüretle bizden
birtakım isteklerde bulunuyorsun? dedi.
Bu hadis gösteriyor
ki, müslümanlann zayıf oldukları durumlarda böyle bir antlaşma yapmalarında bir
sakınca yoktur. Nitekim Resûlullah (s.a.v.) müslümanlann zayıf düştüklerinde
böyle bir antlaşma yapmak istemiştir. Ancak müslümanlar güçlü iseler, böyle
bir antlaşma yapmak caiz değildir. Nitekim Resûlullah (s.a.v.), Ensarın temsilcilerinin
yukarıda geçen konuşmalarını duyduktan sonra, müslümanlann karşı koyabilecek
güçte olduklarını anlamış ve antlaşma
yapmak üzere getirttiği sayfayı yırtınıştır. Böyle bir antlaşmanın onur
kırıcı olduğu da anlatılanlardan
anlaşılmaktadır. Bu nedenle Ensar, meyvelerinden bir kısmını vermeyi
reddetmişlerdir. Ortada kesin bir zaruret bulunmadıkça müslümanlann onur kinci
bir işe razı olmalan asla caiz değildir.
3370-
Müslümanların devlet başkanı düşmanla antlaşma yapar, sonra da düşmandan bir
İslam yurduna girerek yol kesicilik yapar, yol emniyetini bozar ve müslümanlar
da onu yakalayacak olurlarsa bu, düşmanın antlaşmayı bozduğu anlamına gelmez.
Çünkü antlaşma ile
onlar müslümanlar tarafından eman altındadırlar.
Nitekim onlardan biri
bu antlaşma ile İslam yurduna girecek olursa, o antlaşmadan dolayı eman
içerisinde olur ve cezalandırılmaz. Yurdumuzda eman altında olan bir kişi
böyle bir şey yapacak olursa antlaşmayı bozmuş olmaz. Zimmî kişi bu şekilde
davranınca zimmet antlaşmasını bozmuş olmadığı gibi, müslüman da böyle bir şey
yapacak olsa antlaşma bozulmuş olmaz. Bu kişi savunmaya sahip olmadığı için,
yaptığı sebebiyle antlaşma bozulmuş olmaz.
3371- Aynı
şekilde onlardan birkaç kişi bu şekilde davranırsa, bunlar orduya
karşı kendilerini koruyamayacak durumda olduklarından dolayı
antlaşmanın bozulmasına sebep olmazlar: Birkaç kişi ile bir kişi aynı durumdadır.
Çünkü bu birkaç kişi
güçlü bir kuvvet sayılmaz ve kendilerini koruyamazlar. Ayrıca taraftarları da
onların bu yaptıklarına razı değildirler.
3372- Ama
sayıları bir güç oluşturursa ve krallarından habersiz de olsa İslam yurdunda
aleni olarak bu işi yapacak olurlarsa, antlaşmayı bozmuş olurlar.
Çünkü onlarla antlaşma
yapılmasının sebebi, savaşa son verilmesidir. Antlaşma savaşın sona ermesini
sağlamıyorsa, bir anlamı yoktur. Açıkça savaşıyorlarsa ve bir güç
oluşturmuşlarsa, antlaşmanın gereği olan durum ortadan kalkmış olur.
3373- Ancak
kral ve bu işe karışmayan halkı ile antlaşma devam etmektedir.
Çünkü onlar,
antlaşmayı bozacak bir şeye tevessül etmemiş ve bu işe kalkışanların
davranışlarına rıza göstermemişlerdir. Başkalarının yaptığı bir suçtan dolayı
sorumlu olmazlar.
3374- Ama
krallarının emriyle bu işe kalkışmışlarsa, antlaşma hepsi için bozulmuş olur.
Her nerede yakalanırlarsa öldürülmelerinde ve esir alınmalarında bir sakınca
olmaz.
Çünkü kralın izniyle
bunu yapmaları, bizzat kralın bu işi yapması anlamındadır. O ülkenin halkı da,
krallarına bağlı oluşları ve onu kendilerine baş kabul etmeleri sebebiyle
antlaşma ve savaş konusunda krallarına tabidirler. Kendisi ile beraber
antlaşmayı bozmuş sayılırlar. Krallarının ne yaptığı hakkında halkın bilgi
sahibi olması da şart değildir. Ancak onlardan biri, krallan îslam yurdunda yol
kesicilik yapmalarına izin vermezden önce îslam yurduna girmişse, yurdumuzdan
çıkıp emanı hususunda güvenilir bir yere varıncaya kadar eman altındadır, ona
herhangi bir zarar verilemez.
3375- İslam
yurdunda savaşmak üzere çıkan gurup, krallarının bilgisi dahilinde çıkmış,
kralları da onları bu işi yapmaktan sakındırmamış ve müslümanlara da böyle bir
işe kalkışacaklarını haber vermemişse, hepsi için antlaşma bozulmuş olur.
Çünkü onlar, kralın
emri altındadırlar ve ona bağlılardır. Çapulcu ayak takımına engel olunmazsa,
her şeyi yaparlar. Antlaşma gereği kralm onlara engel olması gerekir. Ama
onlara gücü yetmiyorsa, durumlarını müslümanlara bildirmesi lazımdır.
Antlaşmanın kendisine yüklediği hususları yerine getirmediği takdirde, savaşmaları
için kendisi onlara emir vermiş kabul edilir.
3376-
Antlaşmadan sonra müslüman devlet başkanı savaşmanın daha hayırlı olacağı
kanaatine varır da onların krallarına savaşacaklarına dair haber gönderecek
olursa, antlaşma bozulmuş olur.
Çünkü müslüman devlet
başkanı, hainlik yapmaktan kaçınmak bakımından antlaşmanın bozulduğunu haber
vermenin ötesinde ne yapılabilir ki!
3377- Ancak
müslümanlar, antlaşmanın bozulduğu haberi onlara ulaşacak kadar süre
geçmedikçe kendilerine veya ülkelerinin bazı bölgelerine saldıramazlar. Çünkü krallarına bu haber gittikten sonra,
memleketinin ücra köşelerine bu haberi ulaştırması için bir müddete ihtiyaç
vardır. Gerekli müddet geçmedikçe üzerlerine saldırmak caiz olmaz. Ama gerekli
müddet geçtikten sonra kralları bölgelerine haber göndermemiş olsa bile,
saldırmalarında bir sakınca yoktur. Çünkü ücra köşelere haber göndermek,
halkını bundan haberdar etmek, kralın sorumluluğu altındaki bir husustur.
Müslümanların bunu
oranın halklarına haber verme sorumlulukları yoktur. Onların sorumluluğu,
düşmanın kralına durumu haber vermeleridir. Bundan sonra sorumluluk krala
aittir. Kendisi haber göndermemişse, müslümanlar tarafından değil, krallan
tarafından gadre ve hıyanete uğramış olurlar.
3378- Ancak
müslümanlar bu haberin halka ulaştırılmamış olduğunu kesin olarak
biliyorlarsa, onlara haber vermedikçe saldırmamaları müstehaptir.
Çünkü bu, hıyanete
benzer bir durumdur ve müslümanlar, başkasını aldatmaktan kaçınmaları
gerektiği gibi aldatmaya benzer durumlardan da uzak olmalıdırlar.
3379- Ancak
antlaşma onlar tarafından bozulmuş ise, durum farklıdır. Antlaşmanın bozulması,
ister müslümanlarla savaşmak üzere bir grup asker göndermiş olmalarıyla olsun,
ister müslümanlarm devlet başkanına elçi göndererek antlaşmanın
bozulduğunu haber vermeleriyle
olsun fark etmez. Bu takdirde müslümanlar, ücra köşelerin halkına haber
verilmemiş de olsa kendilerine saldırabilirler. Çünkü antlaşma kendileri
tarafından bozulmuştur. Kralları, antlaşmayı bozacağını halkına bildirmiş
olmalıydı.
3380- Bir
bölgede yaşayan müslümanlarm, kendi bölgelerinin karşı tarafında yaşayanların
böyle bir haberden haberdar olmadıklarını kesin olarak bildikleri takdirde,
antlaşmanın bozulduğunu karşı tarafa haber vermeleri müstehaptır. Ancak zorunlu
değildir ve haber vermeden de saldırmaları caizdir.
Çünkü krallarının
yaptığı sebebiyle antlaşma bozulmuştur ve onlar tarafından antlaşma bozulduğu
için o bölgeye haberin ulaşması İçin bir müddet bek-lemeye ihtiyaç yoktur.
3381- Oysa
antlaşma müslümanlarm devlet başkanı tarafından bozulmuşsa, durum farklıdır.
Çünkü bu durumda haber
verme, müslümanlarm devlet başkanına düşer ve bu nedenle haber verilmesi için
gerekli müddetin geçmesi gerekir.
3382- Ama
antlaşmanın bozulması onlar tarafından olmuşsa, haber verme müslümanlara
değil, onlara düşer. Her iki durumda kralın durumuna itibar edilir.
Çünkü ülke ya harp
yurdudur, ya zimmet yurdudur veya korunmuşluğu sebebiyle eman yurdudur. Bîr
yerin ne yurdu olduğunu belirleyen, oraya hükmedenin durumudur. Eğer oraya
hükmeden düşman biri ise, o ülke darii'l harptır. Orada bulunanların esir
edilmeleri caizdir. Ancak orada yaşayan, müslüman veya zimmî ise, o başka.
3383-
Antlaşma yaptığımız ülkelerden biri, eman alarak antlaşman olduğumuz bir yurda
girecek olsa, sonra da kendisine eman vermeden ülkemize girecek olsa, ona herhangi
bir zarar veremeyiz.
Çünkü antlaşmalı
olduğumuz yurda eman ile girdiğinden onların halkı mesabesinde olur ve oranın
halkı aramızda eman içerisindedir. Yeni bir eman olmaksızın başka yere gidecek
olsalar, gittikleri ülke halkı mesabesindedir.
3384- Şayet
vatandaşı olduğu ülke, antlaşma yaptığımız ülke ile antlaşma yapmışsa, durum
yine aynıdır.
Çünkü aralarındaki
antlaşma, birbirlerine eman verme mesabesindedir. Görmüyor musun, aramızda
antlaşma bulunan ülkeye girip orada bu adamı bulduğumuzda ona bir zarar
veremeyiz. Harp yurdunda eman içerisinde ise,
ülkemize girmekle eman
dışına çıkmış olmaz.
3385- Kendi ülkesi ile antlaşmalı olduğumuz ülke
arasındaki antlaşmaya dayanarak İçendi ülkesinden çıkıp antlaşmalı olduğumuz
ülkeye gitmeden önce islam yurduna gelecek olsalar, fey' olurlar.
Çünkü bizimle kendi
ülkesi arasında antlaşma mevcut değildir.
Nitekim onu kendi
yurdunda ele geçirseydik, bize fey' olurdu. Zaten onun halkına saldirabilir ve
esir alabiliriz. Aynı şekilde kendi ülkesinden bizim ülkemize geldiği takdirde
yine bizim için fey1 olur. Antlaşma yaptığımız bir ülke ile onun ülkesinin
arasında antlaşma olmasının ona bir yaran yoktur.
3386-
Antlaşma yaptığımız bir ülkenin vatandaşı, aralarında antlaşma bulunan bir
ülkeye girecek olursa, biz de o ülke ile savaşıp onlara galip gelecek olursak
ve o şahıs " Ben, aramızda antlaşma bulunan falan ülkenin vatandaşıyım,
bu ülkeyle aramızda antlaşma bulunduğu için bu ülkeye gelmiştim", diyecek
olursa, buna dair delil getirmedikçe sözü kabul edilmez.
Çünkü onu, bizim için
mubah olan bir ülkede yakalamışız. Müslümanlardan kendisine bir delil
getirmedikçe sözü kabul edilmez. Ama delil getirecek olursa, sözü kabul edilir
ve eman içerisinde olur.
3387- Şayet "Ben
zimmî idim ve bu ülkeye ticaret için girdim, deyip sözünü ispatlayacak delil
getirecek olursa, onu esir almamız yahut öldürmemiz caiz olmaz.
3388-
Aramızda antlaşma bulunan bir topluluğu başka bir ülke halkı esir alır ve
onları kendi ülkelerine götürecek olurlarsa ya da onları kendi ülkeleri
aleyhine kışkırtıp onlar da kendi ülkeleriyle savaşarak başka bir ülkeye
iltihak ederlerse, sonra da müslümanlar o ülkeye galip gelecek olurlarsa, o
grup müslümanlar için fey1 olurlar.
Çünkü onlar,
ülkeleriyle savaşıp başka bir ülkeye iltihak ettikleri için artık iltihak
ettikleri ülkenin vatandaşı sayılırlar. Onlarla aramızda antlaşma kalmamıştır.
Çünkü aramızdaki antlaşma, Önceki ülkeleri itibarıyla geçerliydi.
3389-
Esirlerin de durumu böyledir. Başka bir ülkenin boyunduruğuna girmişlerdir.
Kendi kendilerine
hakim değillerdir. Onlar hakkında geçerli olacak hüküm, esir bulundukları
ülkenin vatandaşları için geçerli olan hükümdür. Ama o ülkeye
eman ile girmişlerse, durum farklıdır
Çünkü bir ülkeye eman
ile girmiş- olanlar, girdikleri ülkenin vatandaşı olmazlar. Nitekim harp
yurdunun vatandaşları eman dileyerek ülkemize girecek olsalar, kendi
ülkelerinin vatandaşlandır. Ama onlan esir alıp ülkemize getirmişsek ya da
kendileri kendi ülkeleriyle ilişkilerini keserek zimmî olarak bize iltihak
etmişlerse durumları farklı olur.
3390-
Aramızda antlaşma bulunan bir ülkenin vatandaşı olan bir kadın, başka ülkenin
bir vatandaşıyla evlendikten sonra o ülkeyi fethedecek olursak, o kadınla çocukları
bizim için fey1 olurlar.
Çünkü kadın kocasına
tabîdir ve kocası, aramızda antlaşma bulunan ülkenin vatandaşı değildir.
Nitekim bizden eman
dilemiş olan bir kadın bir müslümanla veya bir zimmî ile evlenecek olursa,
bizim vatandaşımız olur.
3391-
Aramızda antlaşma bulunan bir ülkenin vatandaşı olan bir erkek, başka bir
ülkenin vatandaşı olan bir kadınla evlenecek olursa, ne o kadına ve ne de o
kadının çocuklarına herhangi bir zarar veremeyiz.
Çünkü kocasına tabî
olarak antlaşma ehlinden olmuştur.
3392- Yine
iki ülke vatandaşlarından biri, başka bir ülkeden bir cariye alır, o cariye
çocuk doğurur ve çocuklarıyla birlikte eman almaksızın çıkacak olursa, müslümanlar
o cariyeye ve çocuklarına bir zarar veremezler.
Çünkü kocasına tabî
olarak antlaşma ehlinden olur.
3393- Yine
iki ülke vatandaşlarından biri başka bir ülkeden bir cariye alacak olursa,
aldığı cariye ile nikahlı olduğu karısı aynı hükme tabidir.
Çünkü cariyenin
efendisine tabiiyyeti, hür kadının kocasına tabiiyyeti gibidir, hatta ondan
daha kuvvetlidir.
3394-
Aramızda antlaşma bulunan ülke, başka bir ülkeye galip gelerek onları
köleleştirir veya haraç aldıkları zimmet ehli yaparsa, müslümanlar onlara
saldıramazlar. Çünkü köleleri olunca, antlaşma sebebiyle mülk sahiplerine eman
gerçekleştiği gibi onların mülkü mesabesinde olan kölelerine de eman
gerçekleşmiş olur. Onların zimmet ehli olduklarında da, onların vatandaşı
durumuna gelirler ve bu nedenle eman altında olurlar. Ama aramızda antlaşma
bulunmayan bir ülkeye mağlup olursa, müslü-manlar her iki ülkeye de
saldırabilirler.
3395- İmam
Muhammed dedi ki: Müslümanlar darü'l-harp'te bir kaleyi kuşatır ve kuşatmayı
kaldırmaları karşılığında bir miktar mal alacak olurlarsa, bu mal fey'dir ve
ondan beşte bir pay alınır.
Çünkü bu mal,
yenilgiye uğratma ve galibiyet yoluyla elde edilmiştir.
3396- Ama
ordu henüz onların bulunduğu alana girmeden, müslüman devlet başkanına haber
gönderir ve antlaşma karşılığında mal verecek olurlarsa, durum farklı olur.
Çünkü elde edilen bu
mal yenilgiye uğratma yoluyla elde edilmiş değildir. Onlar kendi azalarıyla
bunu vermiş oluyorlar ve mtisîümanların devlet başkanı da dinin yüceliği ve
müşriklerin zilleti için bu malı almıştır. Bu mal haraç ve cizye
mesabesindedir. Onda beştebir pay (humus) yoktur.
3397-
Zimmîlerden olup ahdi bozanlar, mal karşılığında antlaşma yapacak olsalar, o
malı onlardan almakta bir sakınca yoktur.
Çünkü antlaşmayı
bozmakla düşman durumuna düşmüşlerdir.
3398- Ama
mürtedlerin durumu böyle değildir. Yukarıda belirttiğimiz sebepten dolayı
saldırmazlık antlaşması için onlardan vergi almak caiz değildir. Çünkü mürted
olan kişi had cezasıyla öldürülmeyi hakketmiştir. Mal karşılığında
öldürülmelerini geciktirmek veya onları öldürmekten vazgeçmek caiz değildir.
Oysa antlaşmayı bozan zımnıîlerin durumu böyle değildir.
Görmüyor musun, bunlar
daha Önce haraç ödeyen zimmîler olmayı kabul etmişlerdi.Bu nedenle antlaşma
(mütareke) karşılığında onlardan mal almak, yani onlardan haraç kabul etmek
caizdir. Ama mürtedler hakkında bu, caiz değildir.
3399- Ama
müslümanların devlet başkanı, mürtedlerle her yıl adamlarından yüz kelle vermek
üzere anlaşacak olursa, bunda bir sakınca yoktur.
Çünkü bu antlaşmada
onlardan mal alma durumu yoktur. Mürted, hiçbir surette köle edinilmez. Ona
İslam arz edilir, ya müslüman olur veya öldürülür. Böyle bir antlaşma, şeriatın
emrini uygulamak için bir araçtır ve bunda bir sakınca yoktur.
3400- Şayet
her yıl kadın ve çocuklarından yüzünü teslim etmek üzere anlaşacak olurlarsa,
bunda da bir sakınca olmaz.
Çünkü onlar hakkındaki
hüküm, müslümanliğı kabul etmedikleri takdirde erkeklerinin öldürülmesi ve
kadınlarının İslama zorlanmalarıdır. Böyle bir antlaşma ile şer'î hükmü
uygulama imkanı doğmaktadır.
Böyle bir antlaşmada
mal vermeleri şartı yoktur. Bu görüşü ileri sürüyoruz, çünkü her yıl
kendilerinden teslim alacağımız şahısların kim olacakları belirlenmemiştir.
Antlaşma yapmakla da eman altına girmiş olurlar ve bundan böyle onlardan
herhangi birini köle edinmemiz caiz değildir.
3401- İslam
olma şartı üzere de her yıl yüz kişi onlardan almamız caizdir. Nitekim müslüman
olurlarsa hür olurlar. Ama kadın ve çocuklarından her yıl verecekleri yüz
kişiyi bizatihi teşhis edip şunları size teslim edeceğiz diye antlaşma yapmak
isterlerse, böyle bir antlaşma mekruhtur.
Çünkü belirlenmiş olan
bu kimseleri eman kapsamaz.
3402-
Onlardan teslim alındıklarında köle olurlar. Çünkü kadınlarla çocuklardan
mürted olanlar, darü'lharpten oldukları takdirde köle edinilirler. Böylece
antlaşma yapılirken bunların şart koşulması, başka bir malın şart koşulması
gibidir.
Antlaşma karşılığında
onlardan mal almanın mekruh olduğunu belirmiştik. Ama alınmışsa, geri verilmez
ve alınan fey' olur. Aynı şekilde kadın ve çocuk alınmışsa, müslümanlar için
köle olurlar ve îslamı kabul etmeleri için zorlanırlar.
3403- Ama
her yıl erkeklerinden yüz kişiyi teslim almak üzere antlaşma yapılır ve her
yıl teslim edileceklerin kimler olacakları belirlenirse, bunda bir sakınca
yoktur.
Çünkü erkekleri hiçbir
surette köle edinilemezler. Ayrıca teslim edilecek kişiler ister belirlenmiş
olsunlar, ister belirlenmemiş olsunlar böyle bir antlaşmada
haraç söz konusu değildir
3404- Devlet
başkanının savaştığı putperest Arap bir topluluk antlaşma yapmak isterlerse,
onlarla antlaşma yaparken geçerli olan hükümler, aynen mürtedlerin hükümleridir.
Çünkü onlar da köle edinilemezler
ve onlar hakkındaki hüküm de, ya müslüman olmaları veya kılıçtan
geçirilmeleridir. Tıpkı mürtedlerde olduğu gibi.
3405- Sadece
bir hususta farklılık vardır. Şayet her yıl erkeklerimizden yüz kişiyi size
teslim etmek üzere bize e-man verin, diyecek olsalar, devlet başkanının böyle
bir şart üzere onlara eman vermesi uygun düşmez. Oysa mür-tedler için durum
böyle değildir. Ama böyle bir antlaşma yapılmışsa, Arap olanlardan yüz kişi
almaz, kölelerinden yüz kişi alır ve onları haraç gibi kabul eder.
Bununla da onlara
malın şart koşulmuş olduğu ortaya çıkmaktadır ki bu nedenle de böyle bir
antlaşma mekruhtur. Mürtedlerde ise, tayin edilen yüz kişi, kölelerinden
olmadıkları için bunda malı şart koşmuş olmak söz konusu değildir. Ayrıca
mürted köleler de, İslama girmedikleri taktirde tıpkı mürted hürler gibi
öldürülürler. Bu nedenle kölelerinden yüz kişinin belirlenmesinde bir yarar yoktur.
Arap müşriklerin köleleri ise öldürülmeyi hakketme konusunda hürleri gibi
değildirler. Kölelerine galip geldiğimiz takdirde onları
öldürmeyiz. Böylece kölelerinden yüz kişinin belirlenmesinde müslümanlann yaran vardır. Bu
şartın gereği olarak kölelerinin mülk olması devam etmektedir. Oysa hürleri
için böyle bir durum söz konusu değildir.
İmam Muhammed
kitabında başka bir noktaya değinmekte ve bu meseleyi uzun uzadıya
anlatmaktadır. Burada anlatmak istediği kısaca şudur: Mürted müslüman iken
İslam dininden çıkan kimsedir ve irtidat, had olarak öldürülmeyi gerektirir.
Görmüyor musun, bir
mürted elçi olarak veya elçi olmaksızın eman alarak ülkemize girecek olsa,
darü'lharbe geri dönmesine izin vermeyiz. Bilakis ona müslüman olmasını teklif
ederiz. Kabul etmediği takdirde onu öldürürüz. Nitekim kısas cezasını hak eden
bir kişi darü'Iharbe girip onlara iltihak ettikten sonra tekrar bizden eman
alarak geri dönse, kısas olarak öldürülür.
Araplardan puta
tapanlar ise, hiçbir zaman müslüman olmamışlardır. Bu nedenle onlardan biri
ister elçi olsun ister olmasın eman alarak bize gelecek olursa, yurduna geri
dönmesi için ona imkan veririz. Nitekim Resûlulah'a (s.a.v.) eman alarak
geliyorlardı ve ResÛIulIah da onlara verdiği emana bağlı kalıyordu. Böylece had
olarak öldürülemeyeceklerini anlıyoruz.
Buna delil şudur:
Mürtedlerden kadın ve çocuklar köle edinildüclerinde müslüman olmaya
zorlanırlar. Onlardan Yahudiliğe ve Hnstiyanlığa girenler olursa, müslümanlann
onların kestikleri hayvanların etlerini yemeleri, köle oldukları takdirde
onların sahibi olarak kadmlanyla yatmaları caiz değildir.
Putperest Araplar
hakkındaki hüküm farklıdır. Onların kadın ve çocukları, fey' olur ve köle
edinildiklerinde müslüman olmaya zorlanmazlar. Onlardan Ehl-i Kitap olanlar
ise, hem kestikleri yenir ve hem de köle edinildikleri takdirde kadınlarıyla
yatılır. Böylece had olarak öldürülmeyecekleri ortaya çıkmıştır.
3406- Şayet
her sene onların erkeklerinden yüz kişinin teslim edilmeleri üzerine
kendileriyle antlaşma yapılırsa, emandan sonra mülk edinilebilecek durumda olan
köleleri hakkında bu hükmün geçerli olacağını belirtmiştik. Buna göre şayet
hürlerinden alacak olursak, onları öldürenleyiz.
Çünkü onlar için eman
geçerlidir. Onlara eman verildikten sonra öldürülemezler. Halbuki mürtedler
hakkındaki hüküm böyle değildir. Onlara eman vermiş olmamız, öldürülmelerine
engel değildir. Bu sebeple, hür mürtedlerden yüz kişiyi teslim aldıktan sonra
onların müslüman olmalarını isteriz ve kabul etmedikleri takdirde onları
öldürürüz.
3407- Ehl-i
Kitap Araplar hakkındaki hüküm, Arap olmayan sair müşrikler hakkındaki hüküm
gibidir. Antlaşma yapmak üzere onlardan haraç alınmasında bir sakınca yoktur.
Çünkü bize zımmî olmak
isterlerse, bunu kabul etmemiz caizdir.
Nitekim yüce Allah'ın
şu sözü onlar hakkında inmiştir:" Küçül(üp boyun eğ)erek elleriyle cizye
verecekleri zamana kadar onlarla savaşı."[57]
Ayrıca Resûlullah (s.a.v.), Hristiyan Arap olan Necranhlarla, her yıl 1200
elbise vermeleri karşılığında antlaşma yapmıştır. Hz. Ömer de, Arap olan Beni
Teğlib'in cizye vermelerini İstemiş, daha sonra zekatın iki katını vermeleri hususunda
antlaşma yapmış ve: "Bu, cizyedir, siz ona dilediğiniz ismi verin."
demiştir.
Bu deliller, onlardan
haraç almanın caiz olduğunu göstermektedir. Biz de, onlardan haraç almanın caiz
olduğuna kıyas yaparak, antlaşma yapmak üzere mal alınabileceğini söylüyoruz.
Hasan'ın naklettiği şu hadis de buna delil olarak getirilmiştir: Resûlullah
(s.a.v.), müslüman olmalan için Araplarla savaşmamızı, bunun dışında onlardan
hiçbir şeyi kabul etmememizi emretti. Ehl-i Kitaba gelince, onlar da ya İslamı
kabul ederler veya cizye verirler.
3408- Şayet
devlet başkanı her yıl yüz kişiyi teslim etmeleri şartıyla onlarla antlaşma
yaparsa, caizdir. Ancak bu yüz kişiyi oların kölelerinden alır. Kendilerinden
ve çocuklarından almaz.
Çünkü eman onları
kapsıyor ve onlardan herhangi bir şey alamaz.
3409- Ama
kölelerinden değil de, onlardan alacak olursa, aldıklarını geri vermesi
gerekir. Fakat kişi başına dirhem veya dinar vermeyi teklif ederlerse, bunu
kabul etmesi gerekir. Malı, mal olmayan bir şeyle değiş tokuş yapmayı mutlak
olarak şart koşarken hüküm budur.
3410- Şayet
her yıl kadın ve çocuklardan yüz kişiyi teslim eder ve bunlara karşılık
"bize eman verin" derlerse, bunda bir sakınca yoktur.
Çünkü eman onları
kapsamıyor ve köle edinilmeleri de caizdir.
3411- Bütün
bu antlaşmalarda eğer devlet başkanı onlardan herhangi bir vergi almamışsa,
durumun müslürnan-ların lehine olduğuna kanaat getirdiği takdirde bu antlaşmaları
bozabilir. Ancak antlaşmayı bozduğunu onlara haber vermeden ve onlara bu haberi
verdikten sonra, onların bu haberi ülkelerinin ücra köşelerine ulaştırmaları
için gerekli süreyi beklemeden onlara savaş açamaz.
Şayet bir vergi
üzerine onlarla antlaşma yapmışsa, dilediği zaman onu bozma hakkına sahiptir.
Ancak bunu yapabilmesi için anlaşmanın geri kalan müddetine tekabül eden
vergiyi onlara iade etmesi gerekir.
Görmüyor musun,
antlaşmanın hemen ardından antlaşmayı bozmayı uygun görecek olursa, aldığının
tamamını onlara iade etmesi gerekir.
Aynı şekilde belli bir
müddet sonra antlaşmayı bozacak olursa, geri kalan müddete tekabül eden miktarı
onlara iade eder. Ancak müddet bittikten sonra antlaşmanın bittiğini ve
emanlarının son bulduğunu haber vermeden de onlara savaş açabilir. Bununla
beraber sözkonusu antlaşma sonucu onlardan ülkemize gelmiş olanlar, ülkelerine
geriye dönünceye kadar eman içerisinde olurlar.
Çünkü ülkemizde eman
içerisinde bulunuyordu ve ülkesinde emin bir yere geri dönünceye kadar bu
emanın hükmü devam eder.
Başarı Allahtandır.[58]
3412- İmam
Muhammed (r.a.) dedi ki: Müşriklerin bir ordusu, müslüman şehirlerden birini
kuşatiır ve müslümanlar kendi canları ve çocukları konusunda endişeye kapılıp: "size on bin dinar vereceğiz, onu alın
ve ülkenize dönün" diyecek olsalar ve müşrikler de bu parayı alacak
olsalar, ardından müşrikler henüz
oradan ayrılmadan ya da ayrılıp henüz ülkelerine varmadan müslümanlar onların
zayıf bir taraflarına vakıf olup onlara saldırırsa, bunda bir sakınca olmaz.
Onlara antlaşmayı bozduklarını haber vermeden saldirabilir ve onlardan adam
öldürüp esir alabilirler.
Çünkü müslümanlar,
onlara eman vermiş değiller. Çekip gitsinler diye canlarına ve çocuklarına
karşılık onlara mal fidyesi vermişlerdir. Müşrikler, müslü-manlan kuşatmak ve
mallarını almakla onlara zulmetmişlerdir. O halde müslümanlar, güçleri yettiği
takdirde öçlerini alma hakkına sahiptirler. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Kim zulme uradıktan sonra kendini savunursa böyle hareket edenlerin
aleyhine bir yol yoktur, (bunlar kınanmaz ve cezalandırılmazlar)[59] Yine
şöyle buyurmaktadır:" Kendileriyle savaşılan (mümin)lere, (savaşma) izni
verildi. Çünkü onlara zulmedilmiştir ve şüphesiz Allah, onlara yardım etmeye
kadirdir.[60]
Ayrıca onlara
antlaşmanın bozulduğunun haber verilmesi, hainlik yapmaktan sakınmak içindir.
Bu da gitmeleri için müslümanlann onlara rüşvet vermiş olmaları durumunda
sözkonusudur, yoksa müslümanlar onlardan gitmeleri için rüşvet alarak mal almış
olmaları durumda sözkonusu değildir.
3413- Şayet
müslümanlar onlara: "Bizden vazgeçip ülkenize dönmeniz için size on bin
dinar vermek üzere sizinle
anlaşalım" derse veya
müşrikler, müslümanlara:
"Sizden
vazgeçmemiz için bize on bin dinar vermek üzere anlaşalım" derse ve mesele
aynı olsa, müslümanlar antlaşmayı bozduklarını onlara haber vermeden
saldıramaz-lar. Ancak ülkelerine vardıktan sonra onlara saldırabilir-ler. Çünkü
antlaşmadan sonra antlaşmanın bozulduğunu haber vermeden onlara saldırmak,
verilen emana ihanettir ve haramdır. Çünkü" anlaşalım" sözcüğü,
ortaklığı bildirir ve her iki tarafı ilgilendirir. Müslümanların bu sözü
kullanmış olmaları fark etmez.
3414-
Taraflardan biri diğerine: "Barışalım, birbirimizi terk edelim, yahut siz
bize eman verin ve biz de size eman verelim, diyecek olsa, durum yine aynıdır.
Nitekim taraflardan
biri diğerine herhangi bir şart ileri sürmeden bu sözcüklerden birini
söyleyecek olsa, antlaşmanın bozulduğunu haber vermeksizin savaşmaları caiz
olmaz, Aynı şekilde, antlaşma ve mütareke için bir miktar mal vermiş olsalar,
antlaşmanın bittiğini onlara haber vermeden onlara saldıramazlar. Ancak, emin
bir yere ulaştıkları takdirde onlara savaş açabilirler.
Çünkü antlaşma,
müslümanlan muhasara etmekten vazgeçerek çekip gitmeleri şeklindedir.
Müslümanları terk edip gitmiş olabilmeleri için darü'lharbe ulaşmış olmaları
gerekir. Böyle bir sözden anlaşılan budur. Mutlak olarak söylenmiş bir sözle ne
kastedildiği örf ile tespit edilir.
3415- Şayet:
"Bizimle savaşmayıp gitmeniz için size şu kadar vereceğiz" diyecek
olsalar, bu da mütareke ve antlaşma yapmak gibidir.
Çünkü savaş, iki
tarafın katılımı ile olur. Bu söz, her iki tarafın savaşı bırakması anlamına
gelir. Bu ise, antlaşmayı gerektirir. Antlaşmanın gereğini dile getirmek,
antlaşmanın kendisini telaffuz etmek gibidir.
3416- Şayet
onlara: "Bizden kimseyi öldürmemeniz ve çekip gitmeniz için
size şu kadar
vereceğiz" derlerse, müslümanlar
in onlara saldırmalarında bir sakınca yoktur.
Bizden bir ay uzak
durmanız için size şu kadar vereceğiz, derlerse, yine onlara saldırabilirler.
Çünkü müslümanlar bu
sözleriyle ne açık ve ne de işaret yoluyla düşman halka eman vermiş değildir.
3417- Ama
bir ay bize saldırmamanız için size şu kadar miktar vermek üzere barış
yapıyoruz ya da mütareke yapıyoruz, diyecek olurlarsa, onlara haber vermeden
yahut belirlenen müddet dolmadan saldıramazlar.
Çünkü barış ve
mütareke sözünü kullanmakla söz konusu müddet içerisinde onlara canlan
konusunda eman vermişlerdir. Burada mütareke zaman ile sınırlandırılmıştır ve
bu müddet içerisinde savaş yasaktır. Belirlenen müddet geçmedikçe eman da sona
ermez.
3418- Ayrıca
antlaşma hilalin başlangıcında ise, hilal ister otuz gün çeksin ister daha az
çeksin, hilale itibar edilir. Ama ayın ortalarında ise otuz günlük mütareke
yapılmış olur.
Çünkü ay"
sözcüğünde hilaller asıldır ve günler, hilal yerine geçerlidir. Re-sûlullah (s.a.v.)
şöyle buyurmuştur: Ayı görerek oruca başlayın ve onu görerek oruca son verin.
Eğer hava bulutlu olursa Şa'ban'ı otuz güne tamamlayın."
3419- Şayet
gelecek bir yıllık için mütareke yaparlarsa ve antlaşma hilalin başlangıcında
yapılmışsa, bu on iki aylık müddet demektir. Yüce Allah şöyle buyuruyor.
"Allah'ın katında ayların sayısı on ikidir.[61] Eğer
antlaşma ayın ortalarında yapılmışsa, hilallerle onbir ay ve geri kalan bir ay
da günlerle sayılır. Antlaşma yapıldığında o aydan kaç gün kalmışsa, on üçüncü
ayın günlerinden onlara ilave edilir ve gün sayısı otuza tamamlanır.
Ebû Yusuf ve
Muhammed'in görüşü budur. Ebû Hanife'ye göre ise, ayların tamamı günlerle
hesaplanır. (Tahavîye ait) "el-Muhtasar" in şerhinde iddet ve icar
müddeti konularında bu ihtilafı açıklamıştık. İkisi diyor ki: Asıl
kaçınldığında yerine geçene başvurulur ki o da bir aydır. Ebû Hanife ise:
Birinci ay bitmeden ikincisi girmez diyor. Böylece ikinci aym girişi
(başlangıcı), ayın ortasında gerçekleşmektedir. Çünkü birinci ay da ayın
ortalannda başlamıştı. Her ay açısından durum budur.
3420- Şayet
onlara: "Bize dinar verip çekip gitmenize karşılık size at ve
silahlarımızı verelim" diyecek olsalar, haber vermeden müslümanlarm onlara
saldırmalarında bir sakınca yoktur.
Çünkü söylediklerinden
alış-veriş anlaşılır. Alış-veriş yapmak ise, alışveriş yapanların arasında
emanın var olduğu anlamına gelmez. Aynca onların çekip gitmelerini istemişler,
bunda da canlan konusunda eman verdikleri anlamına gelmez.
3421- Eğer
onlara: "Size silah ve atlarımızı vermek, sizin de bize bin dinar verip
gitmeniz üzere sizinle mütareke yapalım yahut antlaşma yapalım" diyecek
olurlarsa, müs-lümanlar onlara haber vermeden veya onlar güvenilir ve emin bir
yere varmadan kendilerine saldıramazlar.
Çünkü söylenen sözlerden
her iki tarafın birbirlerine eman verdikleri anlaşılır. Antlaşmaya ilave
olarak alış-veriş yapılmış olması, antlaşmanın hükmünü bozmaz.
3422- Onlar
henüz İslam yurdunda iken müslümanlar antlaşmanın bozulduğunu haber verecek
olsalar, onlara saldıramazlar.
Çünkü onlardan mal
almışlardır ve antlaşmada mal alınmışsa, o mal geri iade edilmeden antlaşma
bozulamaz.
Böyle bir durumda
onlara saldırabilmeleri için yol şudur: Müslümanlar, onlara verdikleri silah
ve" mallarını geri vermelerini isterler ve kendileri de onlardan aldıkları
malları geri verirler. Bu geri verme işi tamamlandıktan sonra savaşırlar.
Eğer buna nza
gösterirlerse, her iki taraf verdiğini geri alır, böylece antlaşmanın
bozulduğu da haber verilmiş olur ve savaşırlar. Eğer müşrikler aldıkla-nnı geri
vermezlerse, bu takdirde müslümanlar, antlaşmanın bozulduğunu haber verir,
kendileri de aldıklannı geri vermez ve onlara saldınrlar.
Çünkü müşrikler,
aldıkları silah ve atları geri vermeyi kabul etmeyince, kendilerinden almanın
buna karşılık olmasına nza göstermişler demektir. Böylece
anlaşma da mal alıp vermeden soyutlanmış
olur. Böyle bir durumda antlaşmanın bozulduğunu haber verip savaşmak caizdir.
3423- Onlara
silah ve atlarını verip çekip gitmeleri konusunda onlarla antlaşma yapacak
olurlarsa ve onlar da ülkelerinde emin bir yere ulaşırlar da sonradan müslümanlar
dan bir seriyye darü'lharbe girerek o silah ve atları onlardan alacak
olurlarsa, eski sahiplerinin o silah ve atlarda bir hakları olmaz. Onları alan
seriyye ister aralarında onları taksim etmiş olsunlar, ister henüz taksim etmemiş
olsunlar, fark etmez.
Çünkü eski sahipleri
onları kendi rızalanyla onlara vermişlerdir. Eski sahipler, ancak gönül
nzasıyla vermeyip kendilerinden zorla alınmış olan şeyleri ganimetten ayırıp
alabilirler. Çünkü zorla kendilerinden alınmış olan, zulüm olarak alınmıştır.
Zulme uramışa gazilerin kendilerine yardım etmeleri bir görevdir. Ama gönül
rızasıyla verilmiş ise, durum başkadır. Zorla alınmış olanla, gönül rızasıyla
alınan aynı değildir. Malını yitirdikten sonra onu geri alma hakkı, nas ile
sabit bir hükümdür ve her yönden ona benzemeyen bir şey ona kıyas edilemez.
Nitekim müslüman
esirlere karşılık mallanndan bir kısmını vermiş olsalar ve sonra da o malları
ganimetler arasında bulacak olsalar, onlan geri alamazlar. Çünkü o malları
kendi gönül nzalanyla vermişlerdir. İşte bu, muhasara edilmiş olduklarından
dolayı zulüm olarak bu mal onlardan alınmıştır, bu da zorla alınmış gibidir,
şeklindeki iddianın tutarsızlığını açıklığa kavuşturmaktadır. Çünkü bu husus,
müslüman esirleri kurtarmak için verilen fidye için de söz konusudur. Nihayet
burada da müşrikler zulmetmiş, müslüman hürleri esir almışlardır. Müslümanlar
da bu esirleri kurtarmak için mallarını fidye olarak vermişlerdir.
Onlar henüz harp yurduna
at ve silahlarla girmeden se-riyyedekiler onları almışsa, durum yine aynıdır.
Çünkü silah ve atları teslim almakla artık bunlar onların mülkü olur ve daha
önceki sahipleri onları gönül rızasıyla onlara vermişlerdir. Mülkiyetin onlara
geçmesi, onları kabzetmeleriyle gerçekleşir, tıpkı alış-veriş ve hibede olduğu
gibi. Ama zorla onlardan almış olsalar, kendi ülkelerine dönünceye ve orada o
aldıklannı koruma altına alıncaya kadar mülkiyeti asıl sahiplerine aittir.
Çünkü burada zorla alma söz konusudur.
Alınan bu mallar,
seriyyedekiler için fey1 olup ondan beştebir pay alınır.
Çünkü müşrikler,
ülkemizde oldukları müddetçe onlar için eman yoktur. Ayrıca onlar da bir güç
sahibidirler. Onlara galip gelindiği takdirde kendilerinden alınanlar, ganimet
hükmündedir.
3424- Ama
müslümanların hür esirlerinin geri verilmesi için darü'lharpten bir adama
yahut güç ve kuvvetleri olmayan bir guruba fidye verecek olurlarsa ve
müslüman-Lar onlara saldırırsa, o kişi veya gurup da ülkemize eman almaksızın
girmişlerse, onları köle olarak ele geçirirler. Kendilerine teslim edilmiş
fidye de asıl sahiplerine geri verilir. Ancak müşrikler, güç ve kuvvet sahibi
iseler, durum farklıdır.
Çünkü mallan kabzetmiş
olmalan, güçlü olmalanyla anlam kazanır. Bu ise, ya yurtlarına dönmeleriyle ya
da güçlü olmalanyla gerçekleşir. Bu gerçekleşmediği takdirde malları ellerine
geçirmiş ve kabzetmiş sayılmazlar. Mal üzerindeki mülkiyet, o malı onlara
verenindir. Çünkü bu malı, hür bir esiri kurtarmak için vermiştir. Hür olan
esir ise, asla mülk olmaz. Böylece yapılmış olan akit, gerçek bir mübadele
(alış-veriş ) değildir. Akdin gerçekleşmesi için, malı alanın onu koruması
altına almış olması gerekir. Bu gerçekleşmediği takdirde mal kabzedilmiş
sayılmaz.
Görmüyor musun, o
malın sahibi, şayet onlar esiri bıraktıktan sonra o malı onlardan geri alabilme
imkanını bulacak olsa, onu geri alması caizdir. Çünkü onlar haksız bir şekilde
bu malı almışlardır. Hür birini esir alıp hapsetmeleri sebebiyle zulüm
işlemişlerdir. Bu sebeple başka bir müslüman bu malı ele geçirecek olsa, onu
asıl sahibine iade eder.
Nitekim kendi
ülkelerine geri dönmeden önce müslüman olsalar, o malı sahiplerine iade
etmeleri gerekir. Ama güç ve kuvvet sahibi iseler, geri vermeye zorlanamazlar..
Müslümanların eline geçtiği takdirde durum aynıdır.
3425- Ama
malı zorla almışlarsa, ister güçlü olsunlar,ister olmasınlar, o malı kendi
ülkelerine korunan bir yere
ulaştirmamışlarsa, onu
sahiplerine geri iade ederler.
Müslümanların eline
geçmiş olsa, her iki durumda da onu iade etmeleri gerekir. Antlaşma yoluyla
esirlerin fidyesi olarak aldıkları konusunda güç sahibi olmaları ile olmamalan
arasındaki anlam farkı şudur; Güç sahibi iseler, kışlalannda îslamın hükümleri
geçmez. Çünkü isteyerek bu hükümlerle yükümlü olmazlar. Güçleri sebebiyle de bu
hükümlere uymaları konusunda zorlanamazlar. O malı zulüm olarak almış olmalan,
o malın mülkiyetlerine geçmesine engel değildir. Güç sahibi değillerse, zorla
İslamm hükümlerine uymaları sağlanır. Zulüm olarak o malı ele geçirmiş iseler,
o mal onların mülkiyetlerine geçmiş olmaz. O malın sahibi, rüşvet olarak o
malı kendi rızasıyla onlara vermiş de olsa durum aynıdır. Yağcılık olsun diye
kimi zalimlere verilen mallar da bu zalimlerin mülkiyetlerine
geçmiş olmaz.
Bu durumu şu husus
açıklamaktadır: Güç ve kuvvet sahibi olduklannda bir müslüman kışlalanna girip
onlara bir dirhemi iki dirheme satacak olsa, bu alışveriş caizdir. Ama güç
sahibi değillerse caiz değildir. Böylece aradaki fark açıklığa kavuşmuş
olmaktadır.
3426-
Onlardan güçlü kuvvetli bir gurup müslüman-lardan bir topluluğu ele geçirir ve
onlara: "Ya sizi öldürürüz veya bize mallarınızı verir yahut mallarınızın
nerede olduğunu bize söylersiniz" derlerse ve bu malları ellerine geçirir,
sonra da bu müşrikler İslama girer yahut müslü-manlardan bir gurup onlara galip
gelir ve o malları ele geçirirse, ister bu malları kendi aralarında taksim
etmemiş olsunlar, ister taksim etmiş olsunlar, onları asıl sahiplerine iade
etmeleri gerekir.
Çünkü burada mallan
zorla almışlardır. Mal sahiplerini ele geçirip zorla mallarını aldıklarından,
bu mallan karşılıksız almışlardır. Böyle bir nedenden dolayı o malı ülkelerine
uîaştınp korunaklı bir duruma kavuşturmadan müslümanın malına malik olamazlar.
Bu sebeple, müslüman oldukları takdirde o mallan iade etmeleri gerekir. Aynca
müslümanlar da bu mallan ele geçirdikleri takdirde onlan eski sahiplerine geri
vermek mecburiyetindedirler. Bu malları ele geçirip kendi aralarında taksim
etmiş olsalar bile onları geri vermek zorundadırlar. Oysa nzaya dayalı
aldıkları mallar böyle değildir. Çünkü müslümanlar, mallannı kendi nza-lanyla
müşriklere vermiş olurlar. Müşrikler o mallan kabzettikten sonra artık o mallar
onların mülkiyetine geçmiş olur.
3427-
Müşriklerin kuşattıkları şehir halkı onlara: "Kadın ve çocuklarımızla
birlikte şehirden çıkalım ve şehri içindekilerle birlikte size terk
edelim" diyecek olsalar ve bunun üzerine şehri terk etseler, yahut henüz
terk etmemiş veya bir kısmı terk etmiş olsa, sonra da müşriklerin zayıf bir
taraflarının farkına varsalar, haber vermeden onlara saldırmalarında veya
onlarla savaşmalarında bir sakınca yoktur.
Çünkü onlara eman
vermiş değiller. Sadece, şehri terk edip size teslim edeceğiz, demişlerdir. Bu
sözlerinde araiannda emanm bulunduğuna dair bir delil yoktur. Aksine, şehri
zorla almış olduklarına delil vardır. Bu nedenle, İmkan buldukları takdirde
onlara haber vermeden müslümanlar kendilerine saldırabilirler.
3428- Şayet
şehri terk etmek üzere sizinle anlaşalım, demişlerse, kendilerine haber
vermeden saldıramazlar.
Çünkü "antlaşma"
sözcüğü, şart koşulan konuda her iki taraf hakkında emanm şart koşulmuş
olduğuna delildir. Bu ise, haber vermeden savaşmayı engeller.
3429-
Müslümanlar, çoluk çocuklarıyla şehri terk etmek üzere yola çıksalar ve şehrin
giriş kapısına geldiklerinde müşriklerin zayıf bir taraflarının farkına
varsalar, onlara haber vermeden saldırmaları caiz olmaz.
Çünkü maksat, antlaşma
yapılmaksızın çocuklarıyla birlikte müşriklerden emin olacakları bir yere
çıkmalarıdır. İnsanlar arasındaki Örfe müracaat edildiğinde herkes bunun
böyle, olduğunu bilir. Şehir kapısına gitmekle de bu maksat hasıl olmaz. Bundan
dolayı eman hükmü henüz son bulmamıştır.
3430-
Antlaşma olmamış olsaydı birbirlerinden korkacak kadar yakın bir yerde
oldukları takdirde, durum yine budur. Ama birbirlerinden korkmayacakları bir
uzaklığa gitmişlerse, müslümanların, müşriklere haber vermeden geri dönüp
onlara saldırmalarında bir sakınca yoktur.
Çünkü o antlaşma ile
sabit olan karşılıklı eman, müslümanların müşriklerden emin olacakları bir
mesafeye ulaşmalanyla son bulmuştur. Yapılan o antlaşmadan maksat, her iki
tarafın, endişeye düşmeyecek ölçüde birbirlerinden uzak olmalarıdır ve bu husus
böylece gerçekleşmiştir.
3431- Ama
eğer müslümanlar darü'lharbe girmiş ve burada müşrikler onları kuşatmışlarsa,
sonra da müslümanlar, ordugahlarmdaki şeyleri onlara teslim etmek üzere
kendilerini salıvermelerini, buna karşılık çekip gideceklerini söylemişlerse,
İslam yurduna girinceye kadar onlara haber vermeden saldıramazlar.
Çünkü müslümanların
oradan çekip gitmiş sayılmaları, onların yurdundan çıkmış olmalarıyla
gerçekleşir, ilk durumda harp ehli İslam yurdunda idiler. Şimdi müslümanların
çekip gitmiş olmaları, İslam yurduna girmeleri ve her iki gurubun böylece
birbirlerinden emin olmalarıyla mümkündür. Çünkü darü'lharp-te müslümanlar için
çekip gitme, ancak o ülkeden ayrılıp kendi ülkelerine girmeleriyle
gerçekleşir. Örfte bu sözden anlaşılan budur ve örf ile sabit olan, nas ile
şart koşulmuş gibidir.
3432-
Muhasara altına alınan şehir halkı şayet İslam yurdunda iseler ve çoluk çocuklarıyla
falan yere çekip gitmeleri üzerine müşriklere antlaşmışlarsa, onlara haber
vermeden kendileriyle savaşamazlar.
Çünkü aralarında şart
koştukları budur ve şartın yerine getirilmesi gerekir.
3433-
Müslümanlar, birbirlerinden emin olacakları bir yere kadar uzaklaşır ve sonra
da şart koşulan yere gidecek kadar oralarda oyalanır, sonra da onlara saldırmak
isterlerse, bunda bir sakınca yoktur.
Çünkü maksat, bizzat o
yere varmaları değildir, bilakis, o yere onlar varıncaya kadar bu süre
zarfında eman içerisinde olmaları kastedilmiştir ki bu süre içerisinde amaç
gerçekleşmiş olur. Hüküm, sözün zahirine göre değil, maksada göre belirlenir.
3434- İmam
Muhammed -Allah rahmet etsin- şöyle dedi: Bana göre, söz konusu olan yere
varmak ve bulunulan yerden uzaklaşmak için gerekli olan müddete itibar edilir.
Daha doğru olan görüş budur.
Çünkü düşmanın emanda
o yeri şart koşmaları, Müslümanların geri dönüp kendilerine zarar vermemeleri
içindir.. Bunun için o yere ulaşacakları müddet kadar emniyette kalmayı
hedeflemişlerdir. Bu maksatları ise, o müddetin geçmesiyle gerçekleşmiş olur.
Çünkü eğer kûfe'ye
gitmelerini istemişlerse ve müslümanlar da buradan daha uzakta bulunan Basra,
Mekke veya Şam'a gitmiş olursa, onlara haber vermeden dönüp savaşabilirler.
Bu da, belirlenmiş
olan yere gitmenin değil, müddetin geçerli olduğunu gösterir.
Görmüyor musun, bir ay
onlarla savaşmamayı ya da bir aylık mesafede İslam yurdunun derinliklerine
gitmelerini antlaşmada zikretmiş olsalar, onlar da bir ay bekleyip sonra haber
vermeden onlara saldıracak olsalar, bunda bir sakınca olmaz. Çünkü antlaşmadaki
maksat hasıl olmuştur. Ancak müddete itibar edilebilmesi için her iki tarafın
birbirlerinden emin olacakları bir mesafede bulunmaları gerekir. Eğer
birbirlerinden emin olacakları mesafede uzak değillerse, sanki şehirden
ayrılmamış gibidirler. Bu nedenle, daha yakın bir mesafede bulunuyorlarsa,
haber vermeden onlara saldırmalarını doğru bulmuyoruz. Aynı şekilde diğer
müslümanlar veya zımmîler de onlara saldıramazlar.
Çünkü aralarındaki
antlaşma gereği şehir halkı açısından eman içerisindedirler ve müslümanların
bir kısmı tarafından verilmiş olan eman, diğer müslüman-lan ve zimmîleri de
bağlar. Nitekim Resûlullah (s.a.v.), "Müslümanların en aşağı
seviyedekilerinin zimmeti, diğer müslümanlan da bağlar." buyurmuştur.
Şehir halkının, haber vermeden saldırmaları caiz olan her durum, diğer
müslümanlarla zimmet ehli hakkında da caiz olur.
Allah en iyi bilir.[62]
3435-
Müşrikler, her yıl müslümanlara yüz kişi teslim etmek ve kendi ülkelerinde emin
kalıp müslümanların hükümlerinin kendilerine uygulanmaması ve müslümanların
onlara saldırmamaları üzerine antlaşma yapmak isteseler, müslümanlar, onlardan
korkuları olmadığı sürece, böyle bir antlaşma yapamazlar.
Çünkü saldırmazlık
antlaşmasından maksat, zimmet akdindeki maksattır. O da yolların en yumuşağı
ile onlan dine davet etmek ve müslümanların hükümlerinden bir kısmını düşmanın
kabul etmesini sağlamaktır. Müslümanların hükümlerinin onlara uygulanmamasını
ve kendi yurtlarında rahat ve emin olarak hayatlarım sürdürmelerini şart
koştukları takdirde, antlaşmanın maksadı hasıl olmaz. Ancak zaruret durumunda
bu tür şartlar kabul edilebilir.
3436-
Antlaşma yapıldığı takdirde, onlardan her yıl orta düzeyde yüz kişi alınır.
Yüz kişi yerine onların bedelini getirecek olsalar, kabul edilir. Tıpkı bir
malın, mal olmayan bir şeyle mübadelesinde olduğu gibi, bir kayıtlama
olmaksızın kişi şart koşulmuş ise, kabul edilir. Ama şahıslar yerine buğday,
at veya silah verecek olsalar, müslümanlar bunu kabul etmeyebilirler.
Çünkü bu gibi şeylerin
kabulü, alışveriş yoluyla olur ki bu da iki tarafın nzalarıyla gerçekleşir.
Oysa bir değer belirtilmişse, bu değer dirhem olarak da, dinar olarak da
verilebilir. Verilen değer, maliyet olarak teslim edilecek kişilerin sayısına
göre belirlenir.
3437-
Müslümanların başka bir
cinsi (para dışında buğday, silah vs. gibi malları)
kabul etmemeleri, aralarındaki antlaşmayı bozmuş olmaları anlamına gelmez.
Çünkü satış akdini
yerine getirmemekle antlaşma bozulmuş olmaz. Zira satış akdi, antlaşma akdinden
farklıdır. Bunu kabul etmemek, antlaşmayı bozmak anlamına gelmez.
3438- Teslim
edilecek şahıslar, harp ehlinin köleleri arasından olacaktır. Köle olmayanları
teslim etmek mecburiyetinde değildirler.
Çünkü " yüz
kişi" denirken, bu söz, örfen bilinenler hakkında kullanılmış kabul
edilir. Zahir örfe göre, kölelerinden teslim etmeleri gerekir. Ama müslü-manlar
antlaşmayı yaparken başka bir şeyi belirlemişlerse, o başka. Eğer antlaşmada
bir belirleme yapılmışsa, o zaman örf geçerli olmaz, belirlenen teslim edilir.
3439- Çocuk
ve kadınlarından yüz kişi getirecek olurlarsa, müslümanlarm bunu kabul
etmemeleri uygundur.
Çünkü verilen eman
onları kapsar ve bu eman ile çocuk ve kadınlar köle edinilmekten korunmuşlarda
Nitekim onlardan biri,
bir müslümana çocuğunu satmaya kalkışacak olursa bu alış-veriş caiz olmaz.
Saldırmazlık antlaşmasında da durum aynıdır. Eman onları kapsadığına göre
onlan kabul etmek caiz değildir. Ama krallan mutlak hakim olup onlardan
dilediğini satabiliyor yahut hibe edebiliyorsa ve hepsi de bunu kabul
ediyorsa, krallarının onlardan yüz kişiyi teslim etmesi caizdir.
Çünkü onlar kulluğu
kabul etmişler ve bu kabulleriyle onun kölesi olmuşlardır. Onlan satabilir ve
dilediği şekilde onlara davranabilir. Bundan dolayı antlaşmada şart koşulan
şahıslan almak caizdir.
3440- Ona
köleliği kabul etmiyorlarsa ve kral onlardan yüz kişi getirip, bunlar benim
kölelerinıdir, onları alın derse ve onlar da: "Hayır, bizler hür
insanlarız" derlerse bakılır; Eğer o yüz kişi kralın askerleri tarafından
yenik düşmüş olarak bize
getirilmişlerse, onları almakta
bir sakınca yoktur.
Çünkü Eğer köle
iseler, onlan teslim almak bizim için caizdir. Ama hür iseler, askerleriyle
onları yenilgiye uratmış olup kendisine köle edinmiştir ve bu durumda onlan
teslim almamız caizdir. Çünkü eğer kralları bunu onlara yapıyorsa
ve onların kanunlarına göre başkasını
yenilgiye uratan kişi onu kendisine köle edinebiliyorsa, kendileri için caiz
gördüklerini biz de onlar için caiz görürüz. Çünkü mütarekeyi yaparken, bizim
hükümlerimizin onlar hakkında geçerli olamamasını istemişlerdi. Bu şartın
gereği olarak onlar hakkında geçerli olacak hükümler, şirk hükümleri olacaktır.
Kendileri bunu şart koşmuşlardı. Kendileri hakkında caiz gördükleri elbette
onlara da uygulanacaktır. İmam Muhammed, bu kuraldan hareket ederek şöyle
demektedir:
3441- Teslim
edilmek üzere getirilen yüz kişinin hürlerinden olup kendi ülkelerinde onları
yenilgiye uğratarak köle edindiklerini ve yenilgiye uğratılarak bize getirilmiş
olduklarını biliyorsak, söz konusu ettiğimiz kuraldan dolayı onları teslim
almamızda bir sakınca yoktur. Ülkelerinde iken sahip oldukları eman ile
ülkemize gelecek olsalar ve ülkemize girerken eman dilememiş olsalar, ülkelerindeki
emanları burada da geçerli olur.
3442-
Ülkemize geçtikten sonra kendilerinden yüz kişiyi yenilgiye uğratarak onları
bize teslim etmeye kalkışacak olsalar, onları alamayacağımız gibi, o yüz kişiyi
yenilgiye uratmalarına da engel oluruz.
Çünkü ülkemizde bizim
kanunlanmız, yani îslamın kanuhlan geçerlidir. İslama göre, eman altmdakilerden
hiç kimse köle edinilemez. Çünkü bu şekildeki bir yenilgi galip gelenlerin
mağlup olanlara zulmetmesi demektir. Nasıl müslümanlarm ve zimmîlerin zulme
uğramalanna engel oluyorsak, ern^n altındakilerin de zulme uğramalarına
engel"olmalıyız.
Görmüyor musun, bu
galibiyet ile onlan köle edindikten sonra müslüman olacak olsalar, galip geldikleri
kimseleri salıvermelerini isteriz. Ama kendi ülkelerinde onları mağlup
ettikten sonra müslüman olacak olsalar, o mağlup ettikleri kimseler onların
köleleri olur. Bu konuda darü'Iharpte müslümanlann korunmuş-luğu, darü'lislamda
olduğu gibidir.
Tavûs'un rivayet
ettiği hadis buna delili getirilmiştir. Buna göre Muaz b. Cebel'in mektubunda
şöyle denilmektedir. Daha önce hür olan veya müstaz'af bulunan bir topluluğu
köle edinen eğer onlan kendi evinde hapsetmiş ve sonra
müslüman olmuşsa, onları köle edinmiş
kabul edilir. Ama onlan haraca bağla-mışsa, müslüman olduktan sonra onlardan
haraç alamaz.
Bundan da anlaşılıyor
ki, İslamın hükmü bir bölgeye ulaşmazdan Önce başkalannı yenilgiye uğratıp
onlan köle edinen kimse İslam geldikten sonra ona kölelikleri devam etmektedir.
Ama îslam o ülkeye hakim olduktan sonra onlan yenilgiye uratmışsa onlar hür
olurlar. Bu nedenle şayet aramızda mütareke bulunan kimseler beraberlerinde
yüz kişi bulunduğu halde çıkıp bize gelseler ve bizler de o yüz kişinin
yenilgiye uğratılıp uğratılmadıklarını bilmiyorsak mütareke yaptığımız
kimseler: "Bunlar bizim kölelerimizdir, fidye olarak onlan size getirdik"
deseler; o yüz kişi ise: "Yalan söylüyorlar, bizler de onlar gibi
hürüz" deseler, o yüz kişinin söyledikleri kabul edilir.
Çünkü aralanndaki bu
ihtilaf îslam yurdunda ve müsîümanîann hükümlerinin geçerli olduğu bir yerde
olmuştur. Müsîümanîann hükümlerinden biri şudur: Durumunun daha önce ne
olduğunu bilmediğimiz bir kişi, köle olduğu delil ile sabit olmadıkça hür
olduğuna dair iddiası geçerlidir.
3443- İki
şahit, onSarın köle olduklarına dair şahitlik ederse, şahitlikleri
kabul edilir. Şahitlerin
müslüman, zimmî veya darulharpten olmaları fark etmez.
Çünkü haklannda
şahitlik yapılanlar da harp ehlidir ve harp ehlinin harp ehli aleyhindeki
şahitlikleri kabul edilir. Sadece dinlerine göre bu şahitlerin adil
olmaları gerekir.
3444- Onları
getirenler "Bunlar hür idiler, ancak kralımızın emriyle ve kendi
yurdumuzda onları yenilgiye uğrattık, böylece kölelerimiz oldular" derlerse,
o yüz kişi ise: "Hayır, bizi yenmiş değiller ve böyle bir şeyi bize
ar-zetmiş de değiller, şimdi burada bunu söylüyorlar" derse, o yüz kişinin
söyledikleri kabul edilir.
Çünkü onları yenilgiye
uğratmalan sonradan olan bir olaydır ve kısa zamanda gerçekleşmiş olması
muhaldir. Aynca onlar, köleliğe sebeb olan birşeyi iddia ediyorlar ve sebebi
iddia etmek, sebeple sabit olan hükmü iddia etmek gibidir. Çünkü sebeplerin
bizzat kendileri değil, sonuçlan amaçlanır. Bu sebeple köle olduklan delil ile
sabit oluncaya kadar köle olduklarına hükmolunamaz.
3445- Ama
eğer bazıları, bazılarından alacaklı olduklarını ya da darü'lharpte bir akit
yaptıklarını iddia etseler ve buna dair delil getirseler, bu iddialarına
karışmaz ve bu konuda herhangi bir hüküm vermeyiz. Ancak müslüman olur ya da
zimmîliği kabul ederse, o başka.
Çünkü hükmümüzün
geçerli olmadığı bir yerde aralannda bir muamele geçmiştir ve onlar İslamın
hükümlerini kabul etmedikçe hakim aralannda hüküm veremez. Davalı ve davacı
müslüman olur yahut zimmîliği kabul ederlerse, ancak o zaman hakim aralarında
hüküm verir. Taraflardan biri müslüman olur yahut zimmîliği kabul ederse, hakim
aralannda hüküm veremez. Çünkü müslümanlığı kabul etmeyen kişi, İslamın
hükümleriyle yükümlü değildir. Müslüman olan açısından baktığımızda ise,
davalı ile davacı aynı konumda olmalıdır. Biri için İslamın hükümleri geçerli
değilse, diğeri için de geçerli olmaz. Kölelik meselesinde ise, aralarındaki
anlaşmazlık İslam yurdunda ortaya çıkmıştır. Bu sebeple hakim böyle bir konuda
hüküm verebilir.
Görmüyor musun,
onlardan biri şirk yurdunda o kişinin kölesi olduğunu itiraf ederse, sonra da
ben onun emirlerine uymam derse, efendisinin emirlerine uyması için onu
zorlanz. Çünkü şirk yurdunda kölesi olduğunu söylemekle, îslam yurdunda da
kölesi olduğunu itiraf etmiş olur. Ama onlardan biri, şirk yurdunda diğerine
borçlu olduğunu itiraf etse, ikisi de Îslamı kabul etmedikçe ya da zimmî olmayı
istemedikçe hakim aralannda hüküm veremez.
3446- O yüz
kişinin köle olduklarım kabul edecek o-lursak, hükümde çelişkiye düşeriz. Çünkü
o yüz kişi, karşı tarafa: "Asıl siz bizim kölelerimizsiniz" diyecek
olsalar, taraflardan birinin iddiasını kabul etmek için elimizde bir delil
yoktur. Eğer karşı taraf: "Bu yüz
kişi kölelerimizdir" derse ve o yüz kişi de: "Bilakis hürüz ama fidye
karşılığı bizi teslim almanızı kabul ediyoruz" deseler, onları yine kabul edemeyiz.
Çünkü onlar bizim
yurdumuzda eman içerisinde olmuşlardır. Yurdumuzda eman altında bulunan bir
hür, hiçbir surette köle edinilemez. Onun buna nza göstermiş olması veya nza
göstermemiş olması önemli değildir.
Görmüyor musun, onları
getirenler: "Bunlar, bizim gibi hürdürler ama onları alın, onlar da buna
razıdırlar" diyecek olsalar, bu sebepten dolayı onları teslim alamayız.
Çünkü müslümanların kanunlarına göre onlar, her iki durumda da hürdürler. Delil
olmaksızın köle oldukları iddiasıyla köle olamazlar.
3447-
Müslümanların onları teslim almadıklarını gördüklerinde: "Aslında biz,
iddia ettikleri gibi köleyiz, hür olduğumuzu söylerken yalan söylüyorduk"
deseler, müs-lümanlar onları teslim alabilirler.
Çünkü köle olduklarına
dair iddiaya karşı çıktıktan sonra şimdi itiraf etmişlerdir, inkardan sonra
yapılan itiraf geçerlidir. Biri, bu durumu bilinmeyen bir kimse için: Bu, benim
kölemdir, dese ve şahıs, önce bu iddiayı reddetse, sonra da kölesi olduğunu
itiraf edecek olsa, kölesi olduğu ortaya çıkmış olur.
3448- Onları
getirenler, önce onların hür olduklarını söyleyip "onları alın, çünkü onlar buna
razıdırlar" deseler, müslümanların
onları kabul etmediklerini görünce de: Onlar bizim köleler imizdir, deseler ve
o yüz kişi bunu doğrulayacak olsalar, müslümanlar yine onları alamazlar. Çünkü
onların hür oldukları bizim yurdumuzda doğrulanmıştır, aynca daha
önce köle olmuş idilerse de, o sözleriyle
azad edilmiş olurlar ve artık hürdürler. Daha Önce hür idilerse, zaten hür
olduktan için onları kabul edemeyiz.
3449-
Onların hür olduklarını söyledikten hemen sonra: "Hayır, biz yalan söyledik. Onlar
kralın köleleridir, onları bizimle gönderdi ki onları size teslim edelim"
deseler ve o yüz kişi de bunu kabul edecek olsa, müslümanlar onları teslim
alabilirler.
Çünkü bizzat kendileri
bunu itiraf etmişlerdir. Durumu bilinmeyen bir kişi, durumu hakkında itirafta
bulunursa, başkasının iddiasına bakılmaksızın itirafı kabul edilir. Bu nedenle
de fidye olarak alınmaları caizdir.
3450-
Mütareke esnasında yüz kişi teslim edeceklerine dair antlaşma yapılsa ve erkek
mi, yoksa kadın mı teslim edeceklerine dair bir şey söylememiş olsalar, yüz
erkek de getirseler, kadın
da getirseler yahut bir kısmı erkek, bir kısmı kadın yüz kişi getirseler,
bunları kabul etmemiz gerekir. Çünkü mutlak bir söz söylemişlerdir ve mutlak,
ancak delil ile takyid edilir.
Çünkü "yüz
kişi" denilirken herhangi bir nitelik belirtilmemiştir. Bu, tıpkı
keffaretlerde köle" ifadesine benzer. Keffaret olarak erkek köle de, kadın
köle de azad edilebilir.
3451- Şayet
yaşı küçük kişiler getirecek olsalar bakılır; Eğer bu küçükler anneye ihtiyaç
bırakmayacak fakat babaya ihtiyaç duyacak kadar küçük iseler, kabul edilirler.
Ama anneye ihtiyaç duyacak kadar küçük iseler
veya henüz sütten kesilmişlerse kabul edilmezler. Çünkü "kişi" denirken, ergenlik çağını
geçmiş olanların kastedildiğine dair bir işaret mevcut değildir. O halde
ergenlik çağını geçmiş olanlar da, bu yaştan küçük olanlar da kabul edilir.
Ancak "kişi" tabiriyle
yalnız başına kendi kendini idare edebilen kastedilir. Yalnız başına yemeğini
yiyebilecek durumda değilse, kendi kendine elbiselerini giyemi-yorsa ve kendi
kendine temizliğini yapamıyorsa, maksat hasıl olmamıştır demektir.
Çünkü bu çocuklar
kendi kendilerini idare edemezler ve hizmetçiye ihtiyaçları vardır.
3452-
Annelere ihtiyaçları yoksa, maksat hasıl olmuştur. Ekonomik açıdan da maksat
hasıl olmuştur. Çünkü ekonomik açıdan zarar, çocuğun kendini idare edebilecek
yaştan daha küçük bir yaşta olmasıdır. Anneye ihtiyacı yoksa normalde değer
bakımından bir zarar söz konusu değildir. Köleleri arasından bu nitelikleri haiz
kişiler getirecek olurlarsa,
getirdikleri kabul edilir. Annelerinin darü'lharpte olması,
kabul edilmelerine engel değildir.
Çünkü çocuklarla
analarını birbirinden ayırmak, müslümanların yaptıkları bir şey değil,
müşriklerin davranışları sonucudur.
3453- Bu,
bir cariyesi bulunan ve yurdumuzda eman altında olan kişinin durumuna benzer. Adam cariyesini
müslümanlara satıyor,
fakat oğlunu birlikte
satmıyor. müslümanlarin
böyle bir cariyeyi almaları caizdir.
Çünkü anne ile
çocuğunu birbirinden ayıran, harp ehlinden olan kişinin kendisidir. Müslüman, ana
veya çocuğu satın almadığı takdirde o harp ehlinden olan kişi, ikisini
darii'lharbe götürecektir ve bu, müşriklere bir yardım olacatir. Ya kendileri
müşriklere destek olacak veya ileride onların zürriyetleri destek olacaktır.
Bu durumun gözetilmesi, anne ile çocuğunu birbirinden ayırmaktan daha
önemlidir.
3454-
Saldırmazlık antlaşması esnasında müslüman-ların kölelerinden yüz kişiyi teslim
edeceklerini şart koştukları halde, teslim etme dönemi geldiğinde kendi kölelerini
yahut bedelini ödemeye kalkışacak olsalar, müslü-manlar bunu kabul
etmeyebilirler. Ancak bu, antlaşmayı bozma anlamına gelmez.
Çünkü müslümanlar için
şart koşulan menfaat gerçekleşmemiş olur. Müslümanlar, kendi kölelerini
onların boyunduruklarından kurtarmak için bu şartı koşmuşlardır. Bedel
getirmeleri yahut kendi kölelerini vermeleriyle bu maksat hasıl olmaz.
3455- Buna
karşılık müslümanların yanına bir rehin bırakmışlarsa, şart koşulanı
getirinceye kadar müslümanlar bu rehini
onlara vermeyebilirler. Mesela
kölelerin güçlü kuvvetli olanlarından getirmeleri şart koşulmuşsa ve
onlar da zayıflarını getirmişlerse,
şart yerine getirilmemiş olur.
Antlaşmalarda koşulan
şartın yerine getirilmesi gerekir. Böyle bir şart müslümanlar arasında geçerli
ise, harp ehli hakkında da geçerlidir.
3456-
Müslümanlar, düşmanın elindeki müslüman kölelerin yüzü bulmadığını biliyorlarsa,
o zaman onların ortalama bedeli alınır.
Çünkü belirlenen şeyin
teslim edilememesi durumunda, teslim için gerekli olan sebep gerçekleşmiş
olmakla birlikte, değerinin teslim edilmesi gerekir.
3457-
Antlaşmada yüz yay veya yüz demir zırh veya yüz kılıç şart koşmuş olsalar,
belirlenen dışında veya değerini ödeme konusunda bu şart ile yüz kişi şartı
aynıdır. Yine müslümanların at ve silahlarını geri ödemeyi şart koştuklarında da
durum aynıdır. Ancak müslümanların köleleri şart koşulmuşsa
bedelleri kabul edilmez.
Çünkü müslümanların
köleleri, İslam yurdunun vatandaşlarıdır. Bu şartın yerine getirilmemesi, savaş
yurdunun halkını kurtarmak İçin onları feda etmek anlamına gelir. Bunu ise
hiçbir bedel karşılayamaz. Oysa at ve silah böyle değildir. İster
müslümanların at ve silahlarını versinler, ister bunların bedellerini versinler,
fark etmez.
Nitekim düşman
taraftan biri, önceleri müslümanların olup düşmanın zap-tettİğî at ve silahı
ile beraber gelip eman İsteyerek yurdumuza girse, darii'lharbe geri döndüğünde
onları geri götürebilir. Ama beraberinde müslümandan ya da antlaşmahdan esir
alınmış bir köle bulunsa, onu geri götüremez ve onu müslümanlara satmağa mecbur
edilir. Her iki olay arasındaki fark bu şekilde açığa çıkmaktadır.
3458-
Antlaşmada her yıl yüz elbise veya yüz hayvan vermek şart koşulmuş olsa, bu
antlaşma geçersiz olur.
Çünkü elbiseler
muhteliftir. Hayvanlar da öyle. Yeryüzünde yürüyen her canlıya gerçek anlamda
hayvan denir. Hayvan lafzı hükmen de atlara, katırlara ve eşeklere denir. Cinsi
belirlenmeden akitlerde sadece "hayvan" sözü geçersizdir. Oysa
"kişi" denildiğinde durum farklıdır. Burada cins malumdur, sadece
nitelik belli değildir. Nitelik ise, verilen isme engel değildir. Bu nedenle
müslümanlar antlaşmayı bozmalı ve yeni bir anlaşmanın yapılmasını istemeliler.
Bu yeni antlaşmada da ne üzere antlaştıklannı belirlemelidirler. Antlaşmayı
bozmadıkları tak-, dirde ve aradan bir yıl geçerse, müşrikler diledikleri
cinsten verebilirler. Çünkü fidye ödeme onlara aittir ve hangi cinsi
kastettiklerini söylerlerse, söyledikleri geçerlidir. Nitekim bir insan, birine
bir elbise vereceğini söyleyecek olsa, istediği cinsten bir elbise verebilir.
Biri, bir elbise
vasiyet etse, bu elbisenin cinsini tayin etmek, miras bırakan kişinin yerine
kaim olan mirasçıya düşer. Cins belirlenmediği takdirde, bir müddet sonra
müslümanlann menfaati, karşı tarafın tayinine bağlı kalır. Cinsi belirlemediğimiz
takdirde karşı taraf dilediğini verir ve müslümanlann menfaatleri yok olur.
3459- Antlaşma
yüz kişi üzerine yapılmışsa ve harp ehlinden hür bir topluluk, kendilerinin
kralın köleleri olduklarını itiraf etseler, kral bunları müslümanlara teslim
etmek üzere gönderecek olsa ve müslümanlar da onların aslında köle olmayıp hür
olduklarını biliyorlarsa, bakılır; Eğer köle olduklarını söylemeleri İslam
yurdunda olmuşsa, sözlerine itibar edilmez.
Çünkü yurdumuza eman
ile girmişler ve hür oldukları bununla pekişmiş olur. Köle olduklarını
söylemeleriyle bu gerçek ortadan kalkmaz.
Ama durumları
bilinmiyorsa, îslam yurduna girmeleriyle hür olmaları pekişmez, çünkü hür
oldukları bilinmemektedir.
Görmüyor musun, İslam
yurdunda durumu bilinmeyen, kendisinin köle olduğunu ikrar ederse, bu ikrarı
kabul edilir. Ama hür olduğu biliniyorsa, köle olduğunu ileri sürse de kabul
edilmez.
3460-
Darü'lharpte iken zorlanmaksızm köle olduklarını ikrar ederlerse, yine kabul
edilmez. Ancak bulundukları
ülkenin kanunlarına göre
biri, başkasının kölesi olduğunu ikrar ettiğinde bu ikrarı
geçerli ise, kabul edilirler ve fidye olarak alınırlar.
Çünkü darü'lharpte
insanların hürriyetleri güçlü bir hürriyet değildir.
Nitekim aramızda
antlaşma yoksa, köle edinilmeleriyle hürriyetleri son bulmaktadır. Bizimle
onlar arasında antlaşma yapıldıktan sonra da, kendi aralannda bir antlaşma
yapmaları geçersizdir. Çünkü birisinin kölesi olduğunu söyleyen kişinin
köleliği onlara göre kabul edilebiliyor. Ancak kanunlarında böyle bir durum
yoksa, biz de onun köleliğini kabul etmeyiz. Nitekim İslam yurdunda böyle bir
ikrarda bulunmuşsa yine köleliğini kabul etmeyiz. Çünkü İslama göre hür kişi
köleleştirilemez.
Görmüyor musun, bu
ikrardan sonra müslüman olacak olurlarsa, onların kanunlarına göre köle
olduğunu ikrar eden kişi, köle olabiliyorsa, kimin kölesi olduğunu ikrar
etmişse onun kölesi olur. Ama kanunlanna göre böyle bir durum söz konusu
değilse, asılları üzere hür kalırlar.
Bu hususu şöyle de
açıklayabiliriz: Diyelim ki onlara göre çalan kişi, kimin malını çalmışsa onun
kölesi oluyorsa, sonra da çalan kişi müslüman olursa, önceki hüküm geçerlidir
ve çaldığı kimsenin kölesi olur. Kendisine bu hüküm uygulandığında ister
onlarla mütareke yapmış olalım ister etmemiş olalım, fark
etmez.
Çünkü mütareke
yapmakla İslamın hükmü onlara cari olmaz. Zaten kendileri de mütarekenin
şartlan arasında, İslam hükümlerinin kendilerine tatbik edilmemesi şartını
koşmuşlardı. Aynı şekilde onlann kanunlanna göre bir kişinin köle olduğunu
ikrar etmesi köle olmasını amir ise, biz buna kanşmayız.
3461-
Bizimle müşrik iki ülke arasında mütareke bulunsa ve bu iki ülke savaşıp
birbirlerinden esir alacak olsalar, sonra da her biri karşı taraftan aldığı
esirlerden yüzünü bize getirecek olsa, bunları kabul ederiz. Çünkü o iki ülke
arasında mütareke yoktur. Mütareke bizimle onlar arasındadır. Onlar kendi
aralarında mütarekeden Önceki durumu devam ettirip birbirlerinden esir
alıyorlar ve böylece birbirlerini köle ediniyorlar. Hatta müslüman yahut zımmî
olsalar, olay, aralarında cereyan eden bir şeydir. Nitekim birbirlerinden
aldıkları esirleri getirip ülkemizde satsalar, bu köleler satın alınabilir.
Aynı şekilde bu esirler fidye olarak da alınabilir.
3462- Hatta
bir ülkenin vatandaşları olsalar ve onların kanunlarına göre biri diğerini yenilgiye
uğrattığında yenilgiye uğrayan onun kölesi oluyorsa, bu tür köleleri de
kabul ederiz.
Çünkü aralarında
antlaşma yoktur. Biri diğerine saldırabiliyor ve galip gelen diğerini köle
ediniyor. Çünkü krallarının kanunu budur. Buna göre, bir kısmı diğerinin malını
gasbetse, sonra da müslüman olup bizim mahkemelerimize başvursalar hakim, İslam
olmazdan önceki kanunlarına göre hüküm verir. Onların kanunlarına göre biri
diğerinin malını gasbettiğinde o mal onun oluyorsa, hakim, gasp edenin o malı
geri vermesini emredemez. Ama onlann hükümlerine göre bunun geçerli olmadığını
yahut kralın böyle şeylere karışmadığını biliyorsa, geri vermesi için onu
zorlar. Çünkü mubah olan bir şey, korunma altına alınmakla mülk olur. Onlann
hükümlerine göre, gasp eden, gasp ettiği şeyi koruması altına almakla onun
maliki oluyorsa, malik oluşu tescil ettirilir. Ama hükümlerine göre maliki
olamıyorsa, o malı koruması altına almasından dolayı ona malik oluşu gerçekleşmez.
Çünkü mülkü gasp edilen kişi, krala müracaat ederek onu geri alabilir. İslam,
tam koruma altına almayı mülkiyet olarak kabul eder, ama henüz mülkiyet
gerçekleşmediği için onu geri iade eder.
Görmüyor musun, şayet
müslümanlann malını alsalar, kendi yurtlarına götürüp tam koruma altına
almadıkları müddetçe onu geri iade ederler. Ama o malı ülkelerine götürüp
koruma altına aldıktan sonra müslüman olurlarsa geri vermeye zorlanamazlar.
Müslüman olmazdan önce o malı harcayacak olsalar, sonra da müslüman olsalar,
her iki durumda da o malı tazmin etmezler. Çünkü tazmin etmeleri, aldıkları
malın mütekavvim olmasına (yani hukuken değerli olmasına) ve başkalarının ona
uzanamamasma bağlıdır.
Nitekim bir müslüman
bir müslümandan içki gasp etmiş olsa, o içki gasp edenin elinde içki olarak
bulunuyorsa, onu geri vermesi emredilir. Şayet onu istihlak etmişse, değerini
tazmin etmez.(Çünkü İslama göre içki hukuken değerli bir mal değildir).
3463-
Onlarla müslümanlar arasında bir antlaşma yoksa, gasp eden kişi gasbettiği
kişilerle çıkıp ülkemize gelse ve gasp edilen kişi müslüman veya zımmî olsa,
sonra da gaspedilenin müslüman veya zimmi yahut eman altındaki sahibi çıkıp
gelerek mahkemeye şikayet etse, her iki durumda da gasp edilenin üzerinde bir
hak iddia edemez. Her ne kadar onların hukukuna göre gasbetmek, mülk edinmenin
yollarından değilse de, İslam hukukuna göre, İslam yurduyla antlaşma yapmamış
darii'l-harp vatandaşlarının mallan getirilip korumaya alındığında mülkiyete
sebeptir. O mallan getiren kişi, o malların maliki olur.
3464- Şayet
müslümanlarla aralarında mütareke varsa ve ikisi bu mütareke sebebiyle bize
gelmişlerse ya da biri mütareke sebebiyle, diğeri de müslüman veya zımmî olduğu
için gelmişse, hakim aralarında hüküm vermez.
Çünkü İslam yönetimine
bağlı değiller ve aralarındaki bu muamele darü'l-harpte meydana gelmiştir.
3465- Eğer
her ikisi de müslüman olarak bize gelmişlerse, bu takdirde gasp edenin,
gasbettiği malı sahibine iade etmesi gerekir.
Çünkü onlann
krallarına göre gasp, mülkiyet yollarından değildir ve malı gasp eden onu
korumaya almamış, mülkiyetine geçilmemiştir.
3466- Malı
ülkemize getirmekle de onu mülkiyetine almış olmaz.
Çünkü antlaşmalı
bulunduğumuz bir ülkenin halkından birinin malmı ülkemize getirmiştir ve bunu
yapmakla o malın maliki olmaz. Bu nedenle onu geri vermekle mükelleftir. İmam
Muhammed dedi ki:
Bize ulaştığına göre,
bazı müslümanlar, müşriklerden bir takım şeyler Ödünç almışlardı, Resûlullah
(s.a.v.) Mekke'yi fethettiğinde, ödünç aldıkları bu şeyleri geri vermemeye
kalkıştılar. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) bir konuşma yaptı ve şöyle
dedi: "Ödünç alınan şeyler geri verilecektir. Menîha[63] da
geri verilecektir. Bir şeye kefil olan, onu Öder." Bu gibi hususlarda bu
hadis temeldir. Buna göre, orası darü'lîslam oluncaya kadar o mah mülkiyetine
geçilmemiştir ve orası darü'lislam olduktan sonra o malı geri vermesi
emredilir.
3467- Malı
gasp edilmiş olan kişi, gasp edeni mahkemeye verecek olsa ve gasp eden kişi
de, o malın kendisine ait olduğunu iddia etse, kral da gasp edildiği iddia
edilen malın onu gasp edenin elinde kalmasına ve malının gasp edildiğini İddia
edenin de delil getirmesine karar verse, iddia sahibi henüz delilini getirmeden
o ülke halkı İslama girecek yahut zımmîliği kabul edecek olsa, gasp eden kişi o
malın sahibi olur.
Çünkü kral, o malın
gasp edenin elinde kalması için hüküm verdiğine göre o mal gasp edenin
mülkiyetine geçmiştir. Delil getirmedikçe iddia makamının o mal üzerinde bir
hakkı yoktur. Biz oraya hakim olduktan sonra ise, iddiacının getireceği
şahitlerin adil olup olmayacaklarını bilemeyiz. Bu nedenle mal, gasp edenin
olur.
3468- Mglı
gasp edilmiş olan kişi; "O malın
bana ait olduğuna dair müslümanlardan şahit getiririm" diyecek olsa, kabul edilmez.
Çünkü İslam oraya
hakim olmazdan önce gasp edenin mülkiyet hakkı tahakkuk etmiştir ve İslam
geldikten sonra da mülkiyeti kesinleşir.
3469-
Krallarının, malı gasp edilmiş olana malını vermeyip gasp edenin elinde
kalmasına hüküm vermesi, malı gasp edilmiş olandan bu malı zorla alıp onu gasp
edene teslim etmesi anlamına gelir. Şayet kral böyle bir şey yapmış olsaydı, o
mal açıkça gasp edenin mülkiyetine geçecekti.
Gasp edenin mülkiyeti
İslamdan Önce gerçekleştiğine göre İslam geldikten sonra bu mülkiyeti
kesinleşir.
3470- Yine
gasp eden, durumunu anlatamayacak kadar küçük bir çocuğu alıp onun kendi kölesi
olduğunu iddia edecek olsa ve baba da: Bu benim çocuğumdur, derse, yukarıda
gasp edilen mal hakkında zikrettiğimiz hususların hepsi bu meselede de
geçerlidir. Yine çocuğu elinde bulunduran
kişi, o çocuğun
kendi kölesi olduğunu
ileri sürse ve başka biri, o çocuğun kendi çocuğu olduğunu iddia etse,
kralları da o çocuğu, babası olduğunu iddia eden kimseye geri verip diğerine
kölesi olduğuna dair delil getirmesini söylese, sonra da o ülke halkı müslüman
yahut zımmî olsa ve kölesi olduğunu iddia eden kişi delilini getirecek olsa,
müslüman hakim o çocuğun hürriyetine karar verir ve babası olduğunu iddia eden
kimseye verir.
Çünkü kralın hükmü onu
elinden çıkarmış ve üzerindeki mülkiyetini iptal ederek diğerin hür oğlu
kabuletmiştir. Bize düşman veya antlaşmak oldukları ve haklarında
hükümlerimizin geçerli olmadığı bir dönemde kralın verdiği kararla iptal edilen
bir mülkiyeti delil ile ispat ettiremez.
3471- Miras
hükümleri de bu belirttiğimiz kurallara tabidir. Mesela, onlardan biri ölse ve
krallarının hükümlerine göre oğlanlar mirasçı olurken, kızlar mirasçı olamıyorsa
yahut bunun aksi şekilde ise ve ölenin mirası hakkında hüküm verdikten sonra o
ülke halkı müslüman veya zımmî olsa, krallarının vermiş olduğu tüm hükümler geçerlidir.
Çünkü krallarının hükümlerine
bağlı idiler ve aralarında bu hükümleri uyguladığında buna razı idiler.
Onların hakimi, kralları idi. Uyguladığı bütün hükümler geçerlidir ve İslam
geldikten sonra verilmiş olan o hükümleri iptal etmekle uraşmaz.
3472- Yine
erkek çocuklar, krallarının hüküm vermesi söz konusu olmaksızın mirası almışlarsa ve krallarının hükmünün böyle
olduğu biliniyorsa, miras onlarındır. Mirası bu şekilde almaları ile kralın
hükmü ile almaları arasında fark yoktur.
Çünkü meseleyi
mahkemeye intikal ettirmiş olsaydılar, mirasın kendilerine teslim edilmesine
karar verilecekti. Bu nedenle o mirası teslim almış olmaları yeterlidir.
3473- Mirası
alan kişi onu aldıktan sonra harcamışsa ve asıl hak sahibi, krala müracaat edip
o mirasın onun hakkı olmadığını iddia etse ve kral da değerini geri vermesine
karar verse, ancak henüz değeri mirasçıya verilmeden iki taraf da müslüman
olsa, mirası harcamış olan kişi değerini vermekle yükümlü olmaz.
Çünkü değeri, o
kişinin zimmetinde bir borçtur ve verilen hüküm itibariyle bu borç geri verilip
alacak kişinin eline geçmedikçe onun mülkü olmaz. Böylece
bu konuda bir hükmün verilmiş olması ile
verilmiş olmaması arasında bir fark yoktur. O mirası harcadıktan sonra ve henüz
bu konuda hüküm verilmeden iki taraf müslüman olmuş olsa, müslüman hakim,
mirası harcamış olanın aleyhine herhangi bir hüküm vermez.
3474- Gasp
edilen bir köle ise ve kralları o kölenin gasp edene ait olduğuna hüküm
verdikten sonra onu gasp eden kişi köleyi azad edip ona serbest olduğunu
bildirse, sonra da asıl sahibi delillerini ortaya koyup krallarının hükmü ile
onu geri alacak olsa, sonra da hepsi müslüman olsalar köle, önceki sahibinin
kölesi olmaya devam eder ve onu gasp eden kişinin azad etmesinin bir anlamı
olmaz.
Bu, ya darü'lharpte
birinin kölesini azad etmesi durumunda, onların hükümlerine göre onu azad
etmesinin köle olmasına engel olmaması sebebiyledir ya da hükümlerine uymak
zorunda olması sebebiyledir. Çünkü o azad edilen, iddia sahibinin kölesidir.
Eğer aslında hür olup biri onu ele geçirmiş ve onun kendi kölesi olduğuna dair
delil getirmişse ve kralları da bu doğrultuda hüküm vermişse, o kişi, kölesi
olduğunu iddia eden kimseye köle olur. Aynı şekilde azad edilmişse ve kral da
onun, iddia edenin kölesi olduğuna hüküm vermişse, o hüküm geçerlidir.
3475-
Aramızda antlaşma bulunmayan düşmandan biri müslümanların kölelerinden birini
esir alarak kendi ülkesine götürüp koruma altına alsa, sonra da biri onu kendisinden
ğaspetse ve kölesi olduğunu söyleyip azat etse, sonra müslüman olsalar ve onu
esir alıp mülkiyetine geçiren kimse kendi kölesi olduğuna delil getirse ve
krallarının hükmüne göre o köle onun olması gerekiyorsa, onu azad edenin azad
etmesi geçersiz olur.
Çünkü onu tam olarak
mülkiyetine geçilmemiştir. Ama krallarının kanununa göre eğer gasp eden kişi,
gasp ettiğine malik olabiliyorsa, bu takdirde azad etmesi geçerli olur ve
tekrar köleleştirilemez.
Çünkü kralları, elinde
kalmasına ve diğerinden alınıp kendisine teslim edil-meşine hükmettiğinde
mülkiyet gerçekleşmiştir.
3476- Diğeri
delil getirir ve ondan sonra kralları onun kendisine teslim
edilmesine hüküm verir,
ardından da müslüman yahut zımmî olurlarsa, getirilen delile
dayanarak hür olur.
Çünkü o köle hakkında
azad edilme karan kesinleştikten sonra krallarının bir müslüman hakkında
köledir hükmünü vermesi geçerli değildir. Ayrıca hür oluşu İslam ile
pekiştikten sonra bu karar bozulamaz; krallarının, köle olduğuna hüküm
vermesiyle köle olmaz.
3477- Gasp
eden kişi, kral ona ait olduğuna karar vermeden önce ğaspettiği kişiyi azad etmişse
ve durum böyle devam ederken İslama girmişlerse, esir edilen kişi köle olarak
devam eder.
Çünkü mülkiyetine tam
olarak geçmeden onu azad etmesi geçersizdir.
3478- İmam
Muhammed dedi ki: müslüman biri eman ile darü'lharbe girer ve harp ehlinden
biri o müslümanın malını gasp ederse, sonra da müslüman yahut zımmî
olur-larsa,bakılır; Krallarının hükmüne göre malı gasp edilen kişi ister eman
sahibi, ister müslüman, ister düşman
biri olsun gasp, mülkiyete geçirmenin sebeplerinden ise, müslümanın, gasp edilmiş
olan malında herhangi bir hakkı kalmaz.
Çünkü gasp edenin gasp
ettiği o malı mülkiyetine geçirmesi, krallarının kanunları gereği
gerçekleşmiştir. O ülkenin hakimi krallarıdır ve orada onun hükümleri
geçerlidir. Ona göre harp ehlinden olan kişinin darü'lislamda gasp edip mülkiyetine
geçirdiği ile darü'l harpte gasp ettiği aynı hükümlere tabidir.
3479-
Krallarının kanunlarına göre o malın sahibine iade edilmesi gerekiyorsa ve
henüz muhakeme olmadan o ülke halkı İslamı kabul edecek olursa o mal, eman altm-dakine
iade edilir.
Çünkü gasp edenin o
mala sahip oluşu henüz gerçekleşmemiştir ve krallarının kanunlarına göre
yaptığı şey yasak bir iştir. Yukarıdaki durumda ise krallarının kanunlarına
göre yaptığı geçerli bir iş idi.
3480- Şayet
bu konudaki kanunlarının ne olduğu bi-linemiyorsa, mal eman altında olan
müslümana iade edilir.
Çünkü o malın
mülkiyetinin ona ait olduğu bilinmektedir ve mülkiyetin sebebi de ona aittir.
Ayrıca biliyoruz ki gasp etmek, bizatihi mülkiyete sebep değildir. Herhangi
bir ülke kanunlarının bunun aksi olmadığı bilinmedikçe, geçerli olan, gaspın
mülk edinmenin yollarından olmadığıdır.
3481-
Krallarına başvurup muhakeme olmuşlarsa
ve mahkeme esnasında gasp eden kişi, o malı gasp ettiğini inkar ederek bu benim
mailindir derse, mahkeme de, mal sahibi olan müslüman delil getirinceye kadar o
malın gas-pedenin elinde kalmasına hükmederse, sonra da o ülke halkı İslama
girerse, o mal, gasp edene ait olur.
Çünkü mahkemelerinin
bu kararı ile gasp eden kişi, mala sahip olmuştur.
3482- Ama
müslüman delilini getirmiş ve mahkeme, o malı ğaspedenin elinden alarak
kendisine teslim etmişse, o mal müslümana ait olur ve ondan beştebir payı
alınmaz.
Çünkü hakimin hükmü
ile o malı o kişinin mülkiyetine iade etmiştir ve o malın onun mülkiyetinden çıkışı
da buna benzer bir sebepten dolayıdır. Çünkü bir şey, benzeriyle feshedilir.
Ayrıca müslüman o malı aldığında onu eline geçirmiş ve hakimlerinin hükmü ile
de bu ele geçirmesi pekişerek onun mülkü olmuştur. Bu sebeple de onda beştebir
pay yoktur. Çünkü beştebir payı, ancak dini yüceltme gibi bir sebeple elde
edilen malda söz konusudur.
3483- Yine
eman altındaki bir müslüman, onlardan herhangi birinin mülkü olan bir kölenin
batıl bir yolla kendisine ait olduğunu iddia edip buna dair düzmece bir delil getirse
ve kralları da o köleci alıp onu eman altında olan müslümana teslim etse, sonra
da o ülke halkı İslama girecek olsa, krallrımn hükmü sebebiyle o köle, eman
altındaki müslümamn mülkü olur, ama bu müslümanın o köleyi asıl sahibine iade
etmesi daha uygundur.
Çünkü bu, müslümandan
kaynaklanan bir aldatmacadır ve şuna benzemektedir: Bir müslüman eman ile
darü'l harbe girip onlardan birinin malım gizlice alıp İslam ülkesine
getirecek olsa, onu geri iade etmesi fetva gereğidir. Çünkü kendisine verilmiş
olan emana ihanet etmiştir.
3484- İmam
Muhammed der ki: Şayet o ülke, müslü-manlarla antlaşma yapmışsa, müslüman hakim
o malı alır ve sahibine iade eder.
Çünkü bu, müslümanlarm
emanına ihanettir. Bir önceki fıkrada anlatılan durumda geri vermesi için zorlanmadığı
halde bu durumda onu iade etmesi için zorlanır.
3485- Buna
göre onlardan birinin malım gasp etse ve mahkemeye gittiklerinde o malı gasp
ettiğini inkar ederek: "Bu benim mahmdir" derse, hakim de malı gaspedilmiş olan harp
ehlinden olan kişiye, delilini getir deyip o delilini getirinceye kadar bu
malı müslümana teslim etse, sonra da o ülke halkı İslamı kabul edecek olsa, o
mal müslümanın olur, ama fetva gereği o malı iade etmesi gerekir. Yani malı
geri vermesinin daha uygun olacağı söylenir ,fakat vermesi için zorlanamaz.
Ancak müslümanlarla o ülke halkı arasında Önceden antlaşma varsa, o malı sahibine
iade etmesi için zorlanır.
Çünkü burada ihanet,
önceki durumdan daha açıktır. Bu sebeple o mal zorla elinden alınarak sahibine
geri verilir.
3486-
Aramızda antlaşma bulunan veya bulunmayan harp ehlinden biri, kendisine bir bedel takdim etmesi
karşılığında onu azad etmek üzere kölesiyle sözleşme yapsa, sonra da hepsi
İslamı kabul etseler, bu sözleşme geçerlidir.
Çünkü buradaki
sözleşme, karşılıklı rızaya dayanması yönüyle alış-verişe benzemektedir.
3487- Şayet
sözleşme yaptıktan sonra onu yenilgiye uğratıp sözleşmeyi bozmuş, sonra da
müslüman olmuşlarsa, bakılır; Eğer onların kanunlarına göre sözleşme yaptığı
kölesine böyle davranan kişi, sözleşmeyi bozmuş kabul ediliyorsa, müslümanlar
da bu doğrultuda hüküm verirler.
Çünkü sözleşme ile
sabit olan, azad etme İle sabit olan hürriyetten daha üstün bir durum değildir.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, onu azad ettikten sonra tekrar onu köle
yaparsa, kanunlarının bu konudaki hükmüne bakılıyor ve onlar müslüman olduktan
sonra bu konudaki kanunları doğrultusunda hüküm veriliyordu. Sözleşmede de
durum aynıdır.
3488-
Sözleşmeyi bozmak onların kanunlarında geçerli değilse ve onu yenilgiye
uğratarak İslam ülkesine getirmişse bakılır; Eğer aramızda antlaşma varsa,
müslüman hakim sözleşmeyi bozmasına engel olur. Ama aramızda antlaşma yoksa,
onun kolesidir ve ona dilediğini yapar. Çünkü aramızda antlaşma yoksa, onu
İslam yurduna getirmekle ona sahip
olmuş olur. Ama
aramızda antlaşma varsa, onu mülkiyetine almış kabul edilmez.
3489- Kölesi
müslüman olduktan sonra onu azad etmiş yahut onunla sözleşme yapmışsa, daha
sonra onu köle edinmek isterse, sözleşmesini ve azad etmesini iptal edemez.
Çünkü müslüman olmakla
hürriyeti ve kendine sahip oluşu pekişmiştir. Ne harp ehlinden olan kişi ve ne
de kralları bunu iptal edemez. Çünkü hürriyeti iptal gibi iptal edilme ihtimali
bulunmayan hususlarda krallarının müslüman üzerinde bir hakimiyeti yoktur. Onun
hükmü, bir mülkiyetten başkasına ihtimali bulunan hususlarda geçerlidir. Azad
edilmiş yahut sözleşme yapmış müslüman için böyle bir durum söz konusu
değildir.
3490- Kölesi
müslüman olmazdan önce kölesini
mü-debber yapmışsa, bu isteği
geçersizdir.
Çünkü bu durumdaki
köle, efendisinin mülkiyetinden çıkmış değildir. Bilakis onun mülkiyetinde
olmaya devam etmektedir. İslama göre "tedbîr" den sonra kölenin
durumu, tedbîrden önceki durumu gibidir. Oysa azad etme ve köle ile hürriyetine
dair yapılan sözleşmede durum böyle değildir. İslama göre bunlar, efendinin
köle üzerindeki yetkisini ortadan kaldırmaktadır. Krallarının kanunlarına
göre, azad eden kişinin azad ettiğini tekrar köleliğe alma yetkisi yoksa, köle
onun hakimiyetinden tamamen çıkmış olur. Bu sebeple azad etme ve sözleşmeden
sonra müslüman olduğu takdirde, olduğu durum üzere devam eder. Ama tedbir'den
sonra müslüman olmuşsa, efendisinin kölesi olmaya devam eder, onu satar ve ona
dilediğini yapar.
3491-
Müslüman olduktan sonra köle tedbir edilmişse, müdebber olur.
Çünkü kölenin hürriyet
hakkı tedbîr' den dolayı İslama girmesiyle pekişmiştir ve İslama göre
müdebberin başkasının mülkiyetine girme ihtimali yoktur. Tedbîr sahih olduktan
sonra ve onunla velayı hak ettikten sonra üzerindeki mülkiyetin devamından
dolayı tedbîr geçersiz olmaz.
3492- Ancak
efendi bundan sonra zımmî olursa, müdebber, para kazanmak için çalışır.
Çünkü bu durumda köle,
onun mülkiyetinden çıkmayı hak etmiştir. Satış yoluyla mülkiyetinden çıkması
ise mümkün değildir. Ancak istis'na ile onun mülkiyetinden çıkabilir.
3493- Harp
ehlinden olan kişi kölesiyle birlikte eman alarak ülkemize
girse, sonra da
kölesini tedbîr etse, tedbîri geçerlidir.
Çünkü müslümanların
hakim oldukları bir yere gelmiş ve ülkemize girişiyle ülkemizin yönetimine bağlanmıştır.
Bu nedenle de artık kölesini satamaz.
Kölesiyle birlikte
darü'lharbe geri döndüğünde köle-sini de beraber götürecek olursa, tedbiri
geçersiz olur.
Çünkü o emamn hükmü
ortadan kalkmıştır. Artık durumu, darü'lharpte bulunanların durumu gibidir.
3494- Oysa
cariyesinin kendisinden gebe kalması durumu
böyle değildir. Darü'lharpte iken
veya ülkemize eman ile girdikten
sonra cariyesi kendisinden gebe kalırsa, artık o cariye her halükârda
ummu'lveled'dir.
Çünkü cariyenin gebe
kalması, hür kadının gebe kalması gibidir ve nesep hem darü'lharpte hem de
darü'lislamda sabittir.
3495- Gebe
bırakmaya dayalı olan hususlar da böyledir. Bu durumda müslümanın, o cariyenin
çocuğunu ya da cariyenin kendisini satın alması doğru değildir. Oysa mü-deberin
durumu böyle değildir. Müdebberin durumunu yukarıda anlatmıştık. En iyi bilen
Allah'tır.[64]
3496- İmam
Muhammed dedi ki: Mütareke için müşrikler, müslümanlar dan karşılıklı olarak
bazı adamların rehin bırakılmasını teklif etseler, bir zaruret bulunmadıkça müslümanlarm
bu teklifi kabul etmeleri uygun değildir. Çünkü rehin bırakılacak müslümanlar
konusunda müşrikler güvenilir değillerdir. İnanç konusunda müslümanlarm farklı
olmaları, müşriklerin rehin bırakılan müslümanları öldürmelerine sebep
olabilir. Onları böyle davranmaktan alıkoyacak bir inanca da sahip değildirler.
Resûlullah (s.a.v.) buna işaretle şöyle buyurmaktadır: Bir müslü-manla tenhada
yalınız kalan hiçbir Yahudi yoktur ki, nefsi kendisine müslümanı öldürmesini
fısıldamasın." Müslümanlar, korktukları bir sebepten dolayı antlaşmada
böyle bir şartı kabul edecek ©lsalar ve önce müşrikler müslümanlarm yaılmda
rehin kalacak adamlarını teslim etseler, müslümanlar, müslüman rehineleri
onlara teslim etmeyebilirler. Bu, müslümanlar için daha iyidir. Çünkü zaruret,
müşriklerin rehinelerinin müslümanlarm eline geçmesini sağlamıştır ve
müslümanlar, teslim edecekleri rehineler konusunda onlara güvenmemektedir.
Müşrikler rehin
bırakacaklarını teslim ettikleri halde müslümanlarm onlara adamlarını teslim
etmemelerinin bir ihanet olduğu, çünkü antlaşma esnasında böyle bir şartın
koşulmuş olduğu ileri sürülecek olursa, deriz ki: Hayır, böyle değildir.
Müslümanların böyle bir şartı kabul etmeleri zaruretten dolayı caiz idi, şimdi
ise zaruret ortadan kalkmıştır.
Görmüyor musun,
müslümanlar, müşriklere karşı güçlenerek antlaşma yapmalarına sebep olan durum
ortadan kalktığında belli bir müddet İçin antlaşmayı yapmış olsalar bile, o
müddet dolmadan antlaşmayı bozacaklarını karşı tarafa haber vererek onu
bozabilirler. Bu, bir ihanet de sayılmamaktadır. Bu konuda temel dayanak
Resûlullah (s.a.v.) in şu sözüdür:"Bir şeye yemin eden, başkasının daha
hayırlı olduğunu gördüğünde, daha hayırlı olanı yapsın ve yemini için keffaret
versin." Yapılan antlaşma yeminden daha kuvvetli değildir.
3497-
Şayet: "Siz de bize rehine teslim etmeyecek-seniz, teslim
ettiğimiz adamlarımızı bize geri verin" derlerse, korktuğumuz durumdan
emin olmadıkça rehine olarak aldığımız adamlarını geri vermez.
Çünkü onları geri
vermemiz, bize karşı güçlenmelerini ve bazı mlislüman-ları imha etmelerini
sağlar ki bunu yapmamız caiz değildir.
Korktuğumuz şeyden
emin duruma gelmişsek, rehineleri onlara geri veririz.
Çünkü o rehineler
bizde, eman altındaki kişiler gibidir. Korktuğumuz şey ortadan kalkıncaya kadar
onları yanımızda tutarız.. Tehlike ortadan kalktıktan sonra da onları emniyetli
bir yere ulaştınncaya kadar götürürüz.
3498- Bize
rehin olarak teslim ettikleri kimseler yanı-mızdayken İslama girseler ve sonra
da müşrikler onları kendilerine
teslim etmemizi isteseler, onları teslim
etmeyiz.
Müslümanlar hakkında
kafirlere güven olmaz. Ancak bize teslim ettikleri köleleri ise, o zaman
müslüman devlet başkam onları satar ve paralarını sahiplerine teslim eder.
Tıpkı ülkemizde eman altında olup kölesi müslüman olan kimseye yaptığımız gibi.
Şayet karşılıklı
rehine teslim edilmişse ve sonradan müslümanlar rehin olarak teslim ettikleri
adamlarını geri alabilecek güce gelmişse, onlardan o rehineleri geri almalarında
bir sakınca yoktur.
Çünkü zaruret ortadan
kalkmıştır. Zaruretten dolayı onları kendilerine teslim etmiştik. Bu nedenle
onları geri de alabiliriz. Çünkü müslümanlann güçleri yettiği halde herhangi
bir müslümanı müşriklerin elinde mağlup durumda bırakmaları caiz değildir.
İmkan buldukları an onu ellerinden kurtarmaları gerekir.
3499-
Müslümanlar rehineleri geri almayı onlardan talep ettikleri halde onları
teslim etmeyi kabul etmezlerse, bundan
dolayı müslümanlann onlara savaş açmalarında bîr sakınca yoktur.
Zira onlar,
müslümanlan alıkoymalarından dolayı zulüm işliyorlar, imkan ölçüsünde zulmü
ortadan kaldırmak ise vaciptir. Ama onlardan kimseyi öldürmeden ellerindeki
müslümanlan almak mümkün ise, aramızdaki antlaşmadan dolayı bunu yapmamız
gerekir.
3500-
Müşriklerin teslim ettikleri rehineler hür olup "Biz burada zimmî olalım,
bizi daru'lharbe geri göndermeyin" derlerse, müslüman devlet başkanı
onların bu İsteklerini kabul eder.
Çünkü zımmîler, İslamm
emirlerine uyma noktasında müslümanlardan sonra gelirler. Savaş, zimmî olmayı
kabul etmekle son bulur. Nasıl ki İslamm kendilerine arzedilmesini
istediklerinde isteklerine karşılık veriliyorsa, zimmî olma isteklerine de
karşılık verilir. Ancak köle iseler, efendilerine tabidir. Ayrıca bizde eman
altındaki durumundalar. Emandan dolayı efendilerinin üzerlerindeki
mülkiyetlerine saygı gösterilir ve bu mülkiyet ortadan kalkmadıkça,
müslümanlara zimmî yapılamazlar. Bu nedenle efendilerine geri verilirler.
3501- Şayet
aralarında ihtilaf çıkar ve rehineler: Hürüz derken, müşrikler de: Hayır, onlar
bizim kölelerimizdir, derlerse, rehinelerin sözlerine itibar edilir.
Çünkü şu anda kendi
kendilerinin hakimidirler ve hürriyetleri konusunda sözleri, köle olduklarına
dair delil getirilmedikçe geçerlidir. Bu durumda harp ehlinin al ey hlerindeki
şahitlikleri de kabul edilmez. Çünkü bu durumda bizim zımmîlerimizdirler.
Müslümanlardan veya zımmîlerden bir topluluk aleyhlerine şahitlik etmedikçe,
efendilerine geri verilemezler. Ama müslüman olmuşlarsa, köle olduklanna dair
müslümanlardan şahitlik edenler olmadıkça geri verilmezler.
3502-
Antlaşmada, ihanet edip onlara teslim ettiğimiz rehinelerimizi öldürmeleri
halinde bizim de onların rehinelerini öldüreceğimizi şart koşmuşlarsa, sonra da
ellerindeki müslüman rehineleri öldürseler, rehinelerini öldürmemiz caiz
değildir. Çünkü rivayet edilir ki, Muaviye (r.a.) döneminde böyle bir olay
olmuş ve hem kendisi hem diğer müslümanlar, müşriklerin rehinelerini öldürmemek
üzere icma etmişlerdir.
Çünkü rehineler aramiszda
eman altındadırlar. Başkalannm işlediği cinayetten dolayı kanlan bize helal
olmaz. İleri sürülen şart, şeriatın hükümlerine aykırı İse, geçersizdir.
3503- Ancak
müslüman olmadıkları taktirde devlet başkanı onları zimmî yapar. Ama eğer
müslüman olurlarsa, hür olurlar ve onlar üzerinde artık onların herhangi bir
hakları kalmaz. Teslim ettikleri rehineler müslüman olduklarında eğer
müşrikler: Rehinelerimizi bize geri vermezseniz bize teslim ettiğiniz
rehinelerinizi öldürürüz yahut onları kendimize köle yaparız, derlerse ve
rehineler de geri verilmeyi istemiyorlarsa, müslüman devlet başkanının,
ellerindeki müslüman rehineleri öldüreceklerini bilse bile onları geri iade
etmesi caiz değildir.
Çünkü bunların
canlarının dokunulmazlığı, o rehinelerin canlarının dokunulmazlığı gibidir.
Düşman taraf
rehinelerimizi Öldürseler, müslüman devlet başkanı bu zulme ortak değildir ama
rehinelerinden müslüman olanları onlara teslim etse ve onlan öldürseler, zulme
ortak olmuş olur. Çünkü müslümanlan müşriklerin Öldürmesine arz etmiş olur ki
buna ruhsat yoktur.
Görmüyor musun,
elimizdeki rehinelerinden ölenler olsa ve onlar sayısınca müslü m anlardan bize
teslim ettiğiniz takdirde rehinelerinizi öldürürüz, derlerse, bunu kabul
etmemiz caiz olmaz. Rehineleri de müslüman olduklan takdirde durumları budur.
3504-
Rehineleri müslüman olduktan sonra: Bizi onlara teslim edin ve rehinelerinizi
geri alın, derlerse, müslüman devlet başkanının, zann-ı galibine göre onları
öldürecek-lerse, onları geri vermesi yine caiz değildir.
Çünkü, öldürülmesi
hususunda kişinin izni muteber değildir. Aynı şekilde öldürülmeye arz edilmesi
hususunda da muteber değildir.
Onlara ne
yapacaklarını bilmiyorsak, onları geri vermemizde bir sakınca yoktur.
Çünkü kendi
rızalarıyla kendilerini geri vermemizi kabul ediyorlar ve onları geri vermemiz
öldürülmelerine sebep değilse bunda bir zulüm yoktur. Aynca kendi canları
konusunda emin değillerse, kendi nzalarıyla geri dönmeyi kabul etmezler. Zaten
rehine olarak teslim etmiş olduğumuz müslümanlara da, rehinelerini geri vererek
kendilerini kurtaracağımıza dair söz vermişiz. Bu sebeple onlan geri getirmeyi
tercih ederiz.
3505-
Müşriklerin rehineleri: Sizin ülkenizde zımmî olalım, derlerse ve müşrikler de:
zımmî olmalarını kabul ederseniz, bizdeki rehineleri öldürürüz yahut onları kendimize
köle yaparız derlerse, devlet başkanı rehinelerin bu teklifini kabul etmez ve
onları müşriklere iade ederek müslüman rehineleri geri alır. Ama rehineler
müslüman olnıuşlarsa, durum değişir. Çünkü müslüman olmaları, kendi kararlarına
dayalı bir hadisedir. Ama zımmî olmaları, müslümanların rızalarına dayalı bir
hadisedir. Eğer bunda müslümanların hakikaten veya hükmen telef olmaları söz
konusu ise, müslümanlar buna razı olmamaları gerekir.
Çünkü müşriklerin
ellerinden müslümanlaan kurtanlmalan ve onlara verilen sözün yerine
getirilmesi, rehinelerin zımmî olmalanndan daha hayırlıdır. Devlet başkanı,
müslümanlann yararına olan şeyi yapar.
3506- Ama
devlet başkanı rehinelerin isteklerini kabul ettiği taktirde müşriklerin müslüman
rehineleri serbest bırakacaklarını biliyorsa, rehinelerin zımmî olma
isteklerini kabul eder ve kendileri istemiş gibi onlara haraç uygular.
Çünkü bunda
müslümanlann telef edilmeleri söz konusu değildir.
Ama böyle bir bilgiye
sahip değilse, rehineleri zimmî kabul etmesi uygun olmaz.
Çünkü aksi
bilinmedikçe zahire göre hüküm vermek vaciptir. Zahire göre ise, onlann
zımmîliğini kabul ettiği taktirde müşrikler, ellerindeki rehineleri serbest
bırakmazlar.
3507- Onları
zımmî olarak kabul ettikten sonra müslü-nıan rehineleri geri istediğinde
müşrikler, kendi rehineleri teslim edilmedikçe müslüman rehineleri teslim
etmeyeceklerini söylerlerse, devlet başkanının verdiği zimmeti bozması ve
rehinelere verdiği sözü tutmayıp rızaları dışında onları geri vermesi caiz
değildir.
Çünkü onlar bizim
zimrni vatandaşlarımız olmuşlar ve canlarının dokunulmazlığı, müslümanlann
canlarının dokunulmazlığı gibidir.
3508-
Rehineler geri vermeyi gönül hoşııutluğııyla kabul ediyorsa, geri
verilmelerinde bir sakınca yoktur. Ancak devlet başkanı zannı galip ile onları
öldüreceklerini biliyorsa, onları iade etmez.
Çünkü bu, müslümanlara
karşılık zımmîleri fidye olarak vermeye benziyor.
Bunun, rızaları
olduğunda caiz, rızaları bulunmadığında caiz olmadığını belirtmiştik.
Görmüyor musun,
bizdeki rehineleri Ölecek olsa ve onlar da: Zimmet ehlinden falanları
vermediğiniz takdirde rehinelerinizi size iade etmeyiz, deseler, bakılır; Eğer
zimmet ehlinden istedikleri kimselerin buna rızaları varsa, onlara teslim
edilirler. Ama rızaları yoksa teslim edilemezler. Zimmet ehlinden kadınları isteseler,
kadınların durumu da erkeklerin durumu gibidir.
Zimmet akdi konusunda
dokunulmazlıkla ilgili meselelerde kadınları da erkekleri gibidir. Erkeklerin
rızaları nasıl gözetiliyorsa, kadınların da rızaları gözetilir.
3509-
İstedikleri arasında zimmet ehlinden çocuklar varsa, hem çocukların ve hem de
babalarının rızası olsa bile devlet başkanının bu çocukları onlara vermesi
doğru değildir.
Çünkü bu, bir
zulümdür. Bu konuda çocuğun rızasına da, babasının rızasına da itibar edilmez.
Böyle bir iznin varlığı da, yokluğu da aynıdır. Nitekim harp ehli o çocuğu köle
edinirse, müslüman devlet başkam haksız yere o çocuğun köle edilmesine yardımcı
olmuş olur. Bu konuda bir ruhsat yoktur.
3510-
Müşriklerin bize teslim
ettikleri rehinelerden müslüman
olanlar arasında kadın ve çocuklar varsa ve bu kadın ve çocuklar gönül rızasıyla iade edilmeyi kabul
e-derse, babalarının da buna rızaları varsa, yine devlet başkanı onları geri
veremez.
Çocuklara gelince; zımmîler
hakkında söz konusu ettiğimiz sebeplerle verilemezler. Kadınları geri vermekte
ise, onları harama arz etmek söz konusudur ve bu konuda onların izin vermiş
olmaları geçerli değildir. Müslüman bir kadını onlara teslim etmenin hiçbir
yolu yoktur. Müslüman kadın hiçbir şekilde bir müşrike eş olamaz. Zimmîlerde
ise durum böyle değildir.
Görmüyor musun, zımmî
bir kadınla ülkemizde eman ile bulunan biri evlenebilir ve zımmî olan kadın
ona helal olur. Ama müslüman bir kadınla evlenmek isterse, buna imkanı yoktur
ve hiçbir şekilde ona helal olmaz.
Ancak erkekler
tarafından arzu edilmeyecek derecede yaşlı ve dininden vazgeçmesi konusunda da
bir korku bulunmayan ve kendisi geri gitmek isteyen bir kadm ise, bunda bir
sakınca olmaz. Bu kadına karşılık müslüman rehineler kurtulacaksa, böyle bir
göndermede bir sakıncanın olmayacağını umanm. Ancak böyle bîr kadın geri
verilirken, müslüman mahremlerinden birinin beraberinde
olması gerekir.
Çünkü yanında mahremi
olmadan kadının darü'lharbe yolculuk etmesi caiz değildir. Ama mahremle
birlikte ve bir ihtiyaç söz konusu ise, yaşlı kadm gidebilir. Burada da durum
aynıdır.
3511-
Müslümanlar, müşriklere karşı zayıf durumda ise ve mütareke için bizden
kendilerine rehine teslim etmemizi isterlerse, rehine vereceğimiz kişiler de:
Biz buna razı değiliz, çünkü onlara güvenmiyoruz derlerse, devlet başkanı
müslüman toplumu gözeterek onları rehine olmaya zorlayabilir.
Çünkü müslüman topluma
zarar vermeleri konusundaki korkumuz açıktır. Oysa kendilerine teslim
edeceğimiz bu rehineler konusundaki korkumuz bu kadar açık değildir. Bilakis,
zahire göre genelde insanlar antlaşmaya riayet ederler. Daha önce de
belirttiğimiz gibi devlet başkanı iki musibet ile karşılaşırsa, ehvenini seçer,
iki zararla karşı karşıya geldiğinde daha az zararlı olanı tercih eder.
3512- Ama
başkanın galip zannına göre, rehineleri aldıkları takdirde onları
Öldüreceklerse, o zaman onları teslim etmesi caiz değildir. Çünkü onları
teslim ettiği takdirde, öldürmelerine yardımcı ve ortak olur. Onları teslim
etmediği takdirde müşrikler müsiümanlara zarar verirse, onlara ortak olmuş
olmaz. Bu gibi konularda zannı galip
kesin bilgi gibidir.
Görmüyor musun,
müslümanların İşleriyle ilgili olarak devlet başkanı bir elçi göndermek istese
ve müslümanlar buna karşı çıkacak olsalar, devlet başkanı zorla elçi
gönderebilir. Ancak gönderilen elçiyi öldüreceklerine dair bir zann-ı galibi
varsa, müslümanlardan herhangi birini göndermesi caiz olmadığı gibi, kimseyi
de bu işe zorlayamaz. Rehin verme de böyledir.
3513- Üç
yıllığına antlaşma yapılsa, sonra müslümanlar güçlenip antlaşmayı bozmak
isteseler, Müşrikler de: Biz antlaşmayı bozmak istemiyoruz ve size rehineleri
geri vermeyiz, deseler, müslümanların
antlaşmayı bozmaları caiz değildir.
Antlaşmayı bozmalarının caiz
olmayışı, müşriklerin bunu kabul etmemelerinden değil, ellerinde
rehineleri bulundurmalarından dolayıdır.
Çünkü bozdukları
takdirde rehineleri zor duruma düşürmüş ve rehinelere vefasızlık yapmış oluruz.
Bu ise caiz değildir. Antlaşmaya riayet ederler ki, müşriklerin ellerindeki
rehineleri kurtarabilsinler.
3514-
Antlaşma süresiz olarak yapılmışsa, yine onu bozmaları caiz değildir.
Rehineleri kurtarıncaya kadar ya da
rehinelerin tamamı ölünceye kadar yahut rehineler bu işe rıza
gösterinceye kadar antlaşmayı bozamazlar. Ancak bu hususlar gerçekleştiğinde
antlaşmayı bozar ve onlarla savaşabilirler.
Çünkü antlaşmayı
bozmalarına engel, rehinelerin haklarıdır. Ancak söz konusu edilen durumlardan
biri gerçekleştiğinde, engel ortadan kalkmış olur.
3515- Antlaşmanın
müddeti dolduktan sonra müşrikler, bize savaş açtığınız takdirde elimizdeki
rehineleri öldürürüz, diyecek olurlarsa, onlara savaş açmakta bir sakınca
yoktur.
Çünkü bu takdirde
müslümanlar, rehinelere vermiş oldukları sözü tutmamış sayılmazlar. Müddetin
dolmasıyla verilen söz de bitmiş olur. Rehineler konusunda korkumuzdan dolayı
onlarla savaşmama mazeretimiz ortadan kalkmıştır. Nitekim müslüman çocukları
kendilerine siper yapmış olsalar, ya da ellerinde müslüman esirler varsa, bu
durum onlarla savaşmamıza engel değildir. Şayet, bize savaş açtığınız takdirde
elimizdeki mtislüman esirleri öldürürüz deseler, bundan dolayı savaştan uzak
durma mecburiyetinde değiliz. Aynı şekilde devlet başkanı, ister gönüllü gitmiş
olsunlar, ister gönülsüz gitmiş olsunlar, onlara elçiler göndermiş olsa ve
onlar da bu elçileri alıkoyarak: Bize savaş açtığınız takdirde bu elçileri
öldüreceğiz, demiş olsalar, onlara savaş açmakta bir sakınca yoktur. Çünkü
bunda devlet başkanının, müsiümanlara verdiği söze muhalefet etmesi gibi bir
durum yoktur. Müşriklerin müsiümanlara zulmü söz konusudur. Böyle bir endişeden
dolayı, müslümanların onlara savaş açmaları engellenemez.
3516- İmam
Muhammed dedi ki: Müşriklerin bazı şehirlerinin halkı müsiümanlara zımmî olmak
isteseler ve aramızda antlaşma bulunanların kralları bundan hoşlanma-yıp: Böyle
bir şeyi kabul ettiğiniz takdirde elimizdeki rehinelerinizi öldürürüz yahut
onları köle yaparız, ama bunu kabul etmediğiniz takdirde size rehineleri geri
veririz, diyecek olsa, devlet başkanı ve müslümanlar durumu değerlendirirler;
Eğer o şehirlerin halkını zımmî olarak kabul etmeyip müslüman rehineleri
kurtarmaları Müslümanların yararına ise, bunu yaparlar. Değilse, o şehirlerin halkının
istediğini kabul ederler.
Çünkü devlet başkanı
değerlendirme yapmış ve müslümanlar için daha yararlı görüneni yapmıştır.
Ayrıca bu şehirlerin zımmî olma isteklerini kabul ettiği takdirde rehinelere
vermiş olduğu söze muhalefet etmiş sayılmaz. Çünkü rehineler böyle bir şey için
onlara teslim edilmemişlerdir. Zaten daha önce böyle bir şeyin olacağı da
bilinmiyordu. Oysa müddet dolmadan, antlaşmayı bozmak böyle değildi.
Ancak daha faziletli
olanı, müşriklerin ellerinde bulunan müslümanları kurtarmayı tercih etmesidir.
Görmüyor musun, bir
şehir halkı zımmî olmak isterse ve düşmanların kralı: "isteklerini kabul
etmediğiniz takdirde size esirlerinizi geri veririz, ama kabul edecek
olursanız, esirlerinizi öldürürüz" diyecek olsa, devlet başkanı
müslü-manlara daha yararlı olanı seçer. Eğer esirleri kurtarması daha yararlı
ise, bunu tercih eder. Nitekim alternatiflerin evla olanı budur. Ama eğer o
şehrin zımmîliğ-ini kabul etmesi müslümanlann daha çok yararına ise; o
zımmîlerle müslümanlar güçlenecek ve müşriklere karşı daha güçlü bir konuma
kavuşacaklarsa, devlet başkanı, o şehrin zımmî olma isteğim kabul eder ve
esirler meselesine iltifat etmez.
Görmüyor musun, îslam
ordusu büyük bir şehri kuşatıp orayı fethetmek üzere ise ve düşmanın kralian
da: kuşatmayı kaldınn ve çekip gidin, buna karşılık elimizdeki esirlerinizi
serbest bırakacağız, derse, devlet başkanı müslümanlar için daha yararlı olanı
tercih eder.
3517-
Antlaşma yaptığımız ülke ihanet ederek müslü-man rehineleri öldürseler, onların
bize teslim ettikleri rehineler arasında da yanlarında ana ve babaları bulunmayan
çocuklar bulunuyorsa, bu çocuklar erginlik çağına erişip İslam dinini
değerlendirebilecek yaşa gelmedikçe ınüslü-man olduklarına hükmedilmez.,
Çünkü müşrikler, bizim
rehinelerimize ihanet etmezden Önce müslümanlann elinde ve darü'Iisîamda
idiler ama babalannın dini üzerinde idiler. İslamı anlayacak yaşa gelinceye
kadar bu durum üzere devam ederler. Çünkü onlann müslüman rehinelere ihanet
etmiş olmalanyla ortaya çıkan durum, rehinelerin artık aramızda zımmî konumunda
olmalan halini değiştirmez. Yanlarında ana ve babalan bulunmayan çocukların da
durumu budur. Yammızdayken ölmüş olsalar yahut ahdi bozmuş olsalar, İslarm
kavrayacak yaşa gelinceye kadar müslüman sayılmazlar. Onların durumu da
böyledir.
3518- Bize
teslim ettikleri rehineler köle iseler, sonra da onlar kendilerine teslim ettiğimiz
rehinelere ihanet ederek Öldürseler, devlet başkanı kölelerini teslim etmeyip
satar ve müslümanlann gönlünü yapıncaya kadar paralarını beytülmalda tutar.
Çünkü bu durumda
yanımızda mahpus kalırlar ve onlar üzerindeki efendilerin mülkiyet haklan da
ortadan kalkmaz. Yapılacak iş, satılmalan ve pa-ralannın beytülmala teslim
edilip orada tutulmasıdır.
3519- Şayet
müşrikler: Rehinelerinizi öldürmekle kötülük ettik, diyetlerini vermeye hazırız,
deseler, devlet başkanının bunu kabul etmesinde bir sakınca yoktur.
Çünkü rehinelerin geri
verilmelerinden ümit kesilmiştir. Rehinelerin iade edilmesi imkanı ortadan
kalktığında değerinin iade edilmesi, rehinin kendisinin iade edilmesi gibidir.
Canın kıymeti ise, diyettir.
3520- Bunu
yaptıkları takdirde devlet başkanı diyetleri öldürülen rehinlerin mirasçılarına
teslim eder ve kölelerinin paralarını da müşriklere verir. Ama eğer köleler henüz
satılmamışsa ve müşrikler: Bize kölelerimizi geri verin, biz de size
diyetlerinizi verelim, deseler, devlet başkanı bunu kabul etmez.
Çünkü rehineleri
yanımızda mahpus durumdadır. Bunu yaptığı takdirde, esirlerini fidye karşılığı
serbest bırakmış gibi olur ve bu caiz değildir. Aynca onlar, kendilerine
teslim ettiğimiz rehinelerin kendilerini iade etmiş değillerdir. Onlar kendi
adamlarını alıp bize rehinelerimizin diyetlerini teslim edecek olsalar, bu,
müslümanlar için bir aşağılanma olur.
3521-
Müslüman devlet başkanının böyle bir şey için rehineleri yanında tutmuş olması
yakışmaz. Ama köleleri sattıktan sonra paralarının iade edilmesinde bir
aşağılanma söz konusu değildir.
Çünkü rehinelere
karşılık onlardan mal almış ve onların rehinelerine karşılık da onlara mal
vermiştir. Nitekim devlet başkanı onlardan diyet almayı ve kölelerini onlara
geri vermeyi değerlendirir ve bunu müslümanlann yaranna görürse, böyle
davranmasında bir sakınca yoktur.
3522- Şayet
müslümanlara: Teslim ettiğiniz rehineleri öldürenleri size teslim edelim,
onlara dilediğinizi yapabilirsiniz, fakat siz de bize rehinelerimizi teslim
edin, deseler, müslümanların devlet başkanı, durumu değerlendirir. Bunda
müslümanların yararı varsa kabul eder, değilse kabul etmez. Mesela, müslüman
rehineler elli kişi idiyse ve bunların hepsini bir kişi Öldürmüşse, bize bu bir
kişiyi teslim edecekler ve biz de hür adamlarından elli kişiyi teslim
edeceğiz, öyle mi? Bundan daha büyük aşağılanma olur mu? Ama devlet başkanı
bunu müslümanların yararına görüyorsa, katilleri alır ve onlara rehinelerini
iade eder. Sonra da o katiller hakkında muhayyerdir, dilerse öldürdükleri
rehinelere karşılık onları öldürür. Ancak onları öldürürken kısas yoluyla
öldürmez. Çünkü harp ehlinden bir kişi, darü'lharpte bir müslümam öldürmekten
dolayı kendisine kısas uygulanmaz. Bilakis, elimizde yenilgiye uğramış esirler
olarak ve emanları bulunmadığı için onları öldürür. Devlet başkanı
muhayyerdir, dedik. Dilerse onları öldürür, dilerse de köle yapar. Onları köle
yaptığı takdirde de, öldürülen her müslümamn mirasçısına onu öldüren köleyi
teslim eder.
Çünkü öldürülen
rehinelere karşılık bunları almıştır ve bundan dolayı rehinelerini onlara geri
iade etmiştir. Teslim aldıkları da köieleştirildiklerine göre, diyet
hükmündedirler. Ayrıca cana karşı işlenmiş olan cinayete karşılık mülk edinilecek
birisi varsa ve mülk edinilecek olana kısas uygulanamıyorsa, bunun gereği,
cinayet işleyen kişinin, cinayet işlediği kimsenin mülkü olmasıdır.
Görmüyor musun, bir
köle hata olarak birini öldürecek olsa, buna karşılık kendisini öldürülenin
velisine teslim eder. Ancak veli, diyeti tercih ediyorsa o başka. Burada da
durum böyledir.
3523- Devlet
başkanına: Dilersen rehinelerin diyetlerini, dilersen onları öldürenleri
teslim ederiz, derlerse, bu onların insaflı bir davranış içerisinde olduklarını
gösterir.
Antlaşmaya bağlılık
konusunda bundan ötesini yapamazlar.
3524- Bu
durumda devlet başkanının müslümanlar için daha yararlı olanı seçmesi gerekir.
Diyetlerini almayı tercih ederse, öldürülenlerin mirasçılarına o diyetleri
verir. Ama onları öldürenleri almayı tercih ederse, açıkladğımız gibi onları
öldürür. Mirasçıların onları affetmeleri, devlet başkanının onları öldürmesini
engellemez. Çünkü onları öldürürken kısas olarak öldürmüyor. Bilakis harp ehlinden
oldukları için öldürüyor. Harp ehlini öldürme konusunda affetmek etkfli
değildir. Çünkü affetmek, sadece affedenin hakkını düşürür.
3525-
Müslüman rehineleri öldüren, başka bir ülkenin vatandaşı olup eman ile o ülkeye
girmişse, yukarıda anlattığımız hususlar bunun için de geçerlidir.
Çünkü yanlarında eman
ile bulunan, onlann hakimiyetindedir, krallarının hükümleri onun hakkında da
geçerlidir. Bu nedenle o şahıs o ülkenin vatandaşı konumundadır.
Nitekim onların
ülkelerinden bizim ülkemize girecek olsa, yeni bir eman isteme ihtiyacı
yoktur. Kendisi ile bulunduğu ülke vatandaşlan aynı konumdadır.
3526-
Rehineleri öldürenler eman almadan o
ülkeye girmişlerse ve aramızda antlaşma bulunan devlet onları yakalayıp
müslümanlara teslim etmişlerse, artık onların yapabileceği başka bir şey yoktur
ve rehinelerini de geri alırlar.
Çünkü antlaşmaya
bağlılık hususunda yapabilecekleri başka bir şey kalmamıştır.
Rehineleri öldürenler
ölmüş yahut savaşta öldürülmüş veya aramızda mütareke bulunan devletin kralı
onları yakalayıp yaptıklarından dolayı onları Öldürmüşse ya da kaçıp
kurtulmuşlarsa, müslümanların rehineleri geri iade etmeleri gerekir.
Çünkü öldürenler,
mütareke yaptığımız ülkenin vatandaşı değillerdir. Başkalarının işlediği
cinayetten dolayı mütareke yaptığımız ülke halkının herhangi bir suçları
yoktur. Nitekim onlara teslim ettiğimiz rehineler, normal ecelleriyle ölse-ler,
rehineleri geri iade ederiz.
3527-
Rehineleri öldürenler şayet o ülkenin vatandaşları ise ve oranın kralı,
rehineleri Öldürdüklerinde onları öldürmüş veya öldürmek üzere yakaladığında
onlar Ölmüşlerse, müslüman rehinelerin diyetlerini ödeyinceye kadar devlet
başkanının onların rehinelerini iade etmemesi gerekir.
Çünkü cinayet onlar
tarafından işlenmiştir. Zahire göre kralları onlara bu imkanı vermemiş olsaydı,
bunu yapamazlardı. Böylece onların yaptıkları, kralları tarafından yapılmış
gibidir.
3528- Eğer
rehineleri öldüren kralın kendisi olup ülkesinin halkı onun yaptığını tasvip
etmiyorsa ve onu öldürmüş veya kendi
eceliyle ölmüşse,
rehinelerimizin diyetlerini ödemedikçe
onlara rehinelerini iade etmeyebiliriz. Şayet kralı yakalayıp onu size teslim
edelim, siz de size teslim ettiğimiz rehinelerimizi iade edin, derlerse, devlet
başkanı durumu değerlendirir; Eğer kralı teslim alıp onu öldürmeyi yahut
öldürülen rehinelerin mirasçılarına köle yapmayı müslümanlarm yararına
görüyorsa, bunu tercih eder. Bunu kabul etmeyip Öldürülen rehinelerin
diyetlerini almayı müslümanlarm yararına görürse, bu yolu tercih eder. Ama
kral, rehineleri Öldürürken müslümanlarm devlet başkanına kendisi:
Rehinelerin diyetlerini sana
vereyim, sen de bize rehinelerimizi geri ver, demişse, devlet
başkanının bunu kabul etmesi doğru değildir. Öldürülenlerin mirasçıları
bunu kabul etmiş
olsalar dahi devlet başkanının bunu kabul etmesi caiz
değildir. Çünkü bunda müslümanlara hakaret ve aşağılama vardır.
Çünkü müslümanlarm
yenilgiye uğramışlık imajı ile aşağılanmalarının Önlenmesi daha gereklidir.
Zaten bunda onların hiçbir haklan yoktur ki devlet başkanı onların rızalarım
alsın. Ancak devlet başkanı bunun müslümanlar için daha yararlı olduğunu
görürse, hepsinin yararına olacağından bunu yapmasında bir sakınca olmaz.
3529- Müşrikler
hainlik yaparak müslüman rehineleri öldürür, müslümanlar da antlaşamadaki şarta
dayanarak onların rehinelerini öldürürse, yanlış yapmış olurlar.
Çünkü rehineleri
yanımızda eman altındadır. Eman altındaki kişiyi Öldüren müslüman öldürdüğünün
diyetini ödediği gibi, onları
öldürenler de diyetlerini vermeleri
gerekir.
Şayet bizim ülkemizde
mahpus olmakla zimmîlerden olmuşlardır. Bu nedenle onu öldürene kısas gerekir.
Çünkü mezhebimize göre zimmî'den dolayı müslüman öldürülür, diye itiraz
edilirse, şöyle deriz:
Devlet başkanı
onlardan haraç vergisi almadıkça zimmî olmazlar. Hatta müşrikler, müslümanlarm
gönlünü alsalar, rehinelerini onlara geri verirler. Zimmî konumunda sayılsalar
bile, bu öldürmede bir şüphe vardır. Bu da, sahih bir akid-de şarta ve şart
koşulanın zahirine dayanmaktır. Bu da kısas olarak öldürmenin yapılmaması için
yeterlidir.
3530- Ayrıca
diyetler, beytü'lmalda bekletilir. Müşrikler, müslümanlarm onlara teslim
ettikleri rehinelerin diyetlerini verecek olsalar devlet başkanı bunu kabul
eder ve o diyetleri öldürülenlerin mirasçılarına verir. Karşı tarafa da
rehinelerinin diyetlerini verir.
Çünkü her iki taraf
karşılıklı aynı şeyi birbirlerine vermektedir. Bize rehinelerimizi geri
verseler, biz de rehinelerini geri veririz. Diyetlerini bize verseler,
biz de diyetlerini onlara veririz.
Devlet başkanının
onların bu isteklerini kabul etmemesi
doğru değildir.
Çünkü her iki taraf da
mal ödemektedir. Oysa rehineleri öldürülmeden önce durum böyle değildi. Devlet
başkanı diyet kabul etseydi, müslümanları aşağılayıcı olurdu. Çünkü onlar bizim
iyilerimizi ve eşrafımızı Öldürecek, sonra da diyet verip bizden rehinelerini
almış olacaklardı.
3531- Size
diyetlerinizi verelim, ayrıca öldürdüğümüz her müslümana karşı elimizdeki
müslüman esirlerden birini verelim, siz de rehinelerimizi bize iade edin
deseler, devlet başkanının kabul etmesi gerekir.
Çünkü öldürülenlerin
bedelini veriyorlar ve öldürdükleri kişi sayısınca ellerindeki esirlerimizi
serbest bırakıyorlar. Bunun ötesinde yapacakları bir şey kalmamıştır. Devlet
başkanı, rehinelerini geri verir ve aldığı diyetleri öldürülenlerin
mirasçılarına teslim eder.
3532-
Elimizde esirleriniz yok ama öldürdüğümüz her bir rehineye karşılık iki veya üç
diyet ödeyelim, siz de rehinelerimizi bize iade edin, deseler, devlet başkanı,
öldürülenlerin mirasçılarının söylediklerine bakmadan
meseleyi değerlendirir ve kararım verir.
Çünkü mal ne kadar çok
olursa olsun, müslümanlara karşılık olamaz. Aksine bunda müslümanları
aşağılama vardır ve devlet başkanı bunu kabul etmeyebilir.
3533- Bunu
müslümanların yararına görürse, diyetleri alır ve hepsini öldürülenlerin
mirasçılarına verir.
Çünkü bu mal,
Öldürülenlerin canlarına karşılıktır ve kısastan dolayı alınan diyete
benzemektedir. Nitekim kısastan dolayı mirasçılara teslim edilen diyet çok
olsun, az olsun mirasçılara teslim edilmektedir.
3534- Size
diyet vermeyeceğiz, ama öldürdüğümüz her bir kişiye karşılık elimizdeki
müslüman esirlerden bir, iki veya üç esir vereceğiz deseler, mirasçılar da bunu
kabul etmeseler, devlet başkam,
mirasçıların kabul edip
etmemelerine aldırmaksizın müslümanlar için yararlı olanı seçer. Eğer
esirleri alıp rehinelerini
serbest bırakmayı müslümanların
yararına görürse bunu
uygular ve mirasçılara beytü'lmaldan diyetlerini öder.
Çünkü devlet başkanı
esirlerin fidyesini beytü'lmaldan vermesi gerekirdi. Müslüman esirleri
öldürülenlerin kanıyla kurtardığına göre, mirasçılarına bunun bedelini vermesi
gerekir ki bu bedel, öldürülenlerin diyetleridir. Bu, şuna benzer: Devlet
başkanı ganimetleri taksim ettikten sonra müslüman esirleri kurtarmak için
köleleri verecek olsa ve bu kölelerin sahiplerinin buna rızaları yoksa, devlet
başkanı, o kölelerin sahiplerine bedellerini beytü'lmaldan öder.
3535-
Öldürülen rehinelerin mirasçıları buna razı iseler ve devlet başkanından
öldürülen rehinelere karşılık müslüman esirleri kurtarmasını isteseler ve
mesele böylece halledilse, sonra da rehinelerin mirasçıları rehinelerin diyetlerini
isteseler, devlet başkanı onlara hiçbir şey ödemez. Çünkü kendileri müslümanlar
için fedakarlıkta bulunmuş ve bu işe gönüllü olmuşlardır. Esirlerin kurtarılması için malını
bağışlayana benzer bir durumları vardır. Malını bağışlayan kişi, sonradan
malını bağışladığından dolayı kimseden herhangi bir şey alamaz.
3536- Devlet
başkam bu konuda onlardan bir istekle karşilaşmayip kendisi müşriklerin
verdiklerini almış ve rehinelerini onlara
geri vermişse, öldürülen
rehinelerin mirasçılarına beytü'lmaldan bedel öder.
Çünkü haklarının
düşmüş olması, ancak buna razı olup müslümanlara haklarını bağışlamalan ile
mümkündür. Bu konuda bir bilgi ve izinleri yoksa, haklan devam etmektedir.
3537-
Müşrikler, rehineleri öldürdükten sonra müslümanlara herhangi bir
ödemede bulunmamışlarsa devlet
başkanı elindeki rehineler! dövmek ve hapsetmek suretiyle cezalandıramaz ve
onları öldüremez. Çünkü onlar, aramızda eman altındadırlar. Ancak onları
ülkelerine dönmeleri imkânsız olan bir yerde tutar.
Çünkü rehinelerimizi
ülkelerinde hapsedince , biz de onlan ülkemizde hapsetmiş oluruz.
3538- İslamı
kabul ederlerse hür olurlar. Ama İslamı kabul etmedikleri takdirde devlet
başkam onları zımmî yapar. Ancak onları zımmî yapmazdan önce harp ehline bir
sene mühlet verir; bir seneye kadar bizi memnun edip gönlümüzü almadıkları
takdirde onları zımmî yapar ve haraç vergisine bağlar. Bir sen sonra onlardan
haraç vergisi alır.
Çünkü yukarıda söz
konusu ettiğimiz yollardan biriyle müşriklerin müslü-manian razı etmeleri
muhtemeldir. Müslümanları razı ettikten sonra onlara rehinelerini geri
vermemiz gerekir. Bu nedenle devlet başkanı teennî ile hareket eder ve bunun
için de bir yıl beklemesi uygundur. Nitekim azad etme müddeti ve benzeri
hususlarda da bir yıl beklenmektedir. Eman aîtmdakinin en uzun kalış (vize)
müddeti de bir yıldır. Devlet başkanı eman altındaki kişiye: Sana bir yıl eman
veriyorum, bu müddetten daha fazla ülkemde durursan, seni zımmî yaparım, der.
Bir yılı doldurmadan çıkıp giderse mesele yoktur. Ama bir yılı aşarsa ondan
haraç alır ve ona geri dönme imkanını vermez. Rehinelerin durumu da böyledir.
3539- Bir
yıl geçtikten sonra: "Size esirleri ve diyetleri vermek suretiyle sizleri
razı edeceğiz, bize rehinelerimizi geri verin" derlerse, devlet başkanı
diyetlere karşılık onları geri vermez. Esirleri geri verdiklerinde
ise devlet başkanı, meseleyi değerlendirir; Eğer zımmî yaptığı rehineler
geri dönmek istiyorlarsa, bunu kabul eder. Ama geri dönmek istemiyorlarsa,
kabul etmez.
Çünkü artık zımmî
olmuşlardır ve zımmîlerin hükümlerine tabidirler. "
3540- Bu,
şuna benzer: Devlet başkanı müşriklerden esir alır ve onları taksim ettikten
sonra efendileri onları azad ederler. Böylece onlar İslam ülkesinde zımmî
olurlar ve haraç vergisi öderler. Sonra da müşrikler, ellerindeki müslüman esirlerle
bunları değiştokuş yapmak
istediklerini bildirirler. Devlet başkanı, ancak bu zımmîlerin gönlü
varsa bunu kabul edebilir. Söz konusu ettiğimiz mesele de bu şekildedir.
Şayet: Size
diyetlerinizi ve rehinelerinizi öldürenleri verelim, derlerse, devlet başkanı
rehineleri zımmî yaptıktan sonra onları geri veremez.
Çünkü bu, düşmanın mal
vererek zımrnîleri fidye ile kurtarması gibidir. Bunda ise ruhsat yoktur.
Zimmînin darü'Iharbe teslim edilip onun harp ehli olmasına ruhsat, sadece
müslüman esirleri müşriklerden kurtarmakta söz konusudur.
3541-
Müslümanlar, müşriklere bazı müslümanları rehin olarak bırakır ve müşrikler de
mücevher ve elbise gibi birtakım malları rehine bırakırlarsa, sonra da
müşrikler ihanet ederek rehineleri
öldürürlerse, devlet başkanı, müşriklerin rehin olarak
bıraktıkları malları beytü'lmalda bekletir ve onu mirasçılara vermez.
Çünkü mirasçıların
hakları, öldürülenlerin canlarına karşılık olan şeyle sınırlıdır. Oysa bu
mallar, onların canlarına karşılık değildir. Harp ehlinin mallandır ve
ülkemizde devlet başkanının hükmü onda geçerlidir. O da, onu beytü'l-mala
bırakır ve orada bekletir.
3542- Ama o
maldan dolayı bir fesadın ortaya çıkmasından endişe ediyorsa, onu satar ve
parasını beytü'lmala bırakır. Eğer: Size
diyetlerinizi verelim, siz de rehinelerimizi bize iade edin derlerse, devlet
başkanı meseleyi değerlendirir. Eğer diyetler rehineleri karşılıyor ya da daha
fazla ise, bunu kabul etmesinde bir sakınca yoktur.
Çünkü hepsi de maldır.
Bu nedenle mal olma yönüyle eşdeğer olup olmadıklarına bakılır ki rehin olma
anlamı ortadan kalksın. Sonra da diyetleri rehinelerin mirasçılarına verir.
Eğer diyetler, rehinelerin değerinden
az ise, devlet başkanı bu isteklerini asla kabul etmez.
Çünkü burada rehin
anlamı iki vecihte tahakkuk etmektedir: Birincisi, Rehineleri öldürmüş
olmaları, ikincisi ise; onlar, verdikleri maldan daha çoğunu alıyorlar.
3543-
"Rehineler bizim rızamız
dışında öldürülmüşlerdir, size
katilleri ve öldürülenlerin diyetlerini verelim, siz de bize rehinelerimizi
verin" deseler, yahut: Dilerseniz katilleri size teslim edelim, dilerseniz
diyetlerini verelim, deseler, sözlerinde samimi olduklarını biliyorsak, devlet başkanı
onların bu tekliflerini reddedemez.
Çünkü bize teklif
ettiklerinden başka yapabilecekleri bir şey yoktur. Devlet başkanı müslümanlar
için daha hayırlı olanı seçer ve onu uygular.
3544- Eğer
rehineler şirk toplumunun rizalarıyia Öldür-müşse, devlet başkanı onların bu
tekliflerini kabul etmeyebilir. Çünkü toplumun buna rıza göstermesi, bizzat
kendilerinin bu işi yapmış olması gibidir. Bu durumda onların tekliflerini
kabul etmekte müslümanlarm aşağılanmaları vardır. Şayet müslümanlarm
rehinelerini öldürdükten sonra müslüman olur yahut zımmî olmayı kabul
ederlerse, rehineleri öldürmüş olmalarından
dolayı onlardan herhangi bir şey alınmaz.
Çünkü bu işi
yaptıklarında harp ehli idiler. Bunu yapmış olmaları ve savaş esnasmda
müslümanları öldürmeleri aynı konumdadır ve bu durumda da müslüman olur yahut
zımmî olmayı kabul ederlerse, onlara herhangi bir şey yapılmaz ve rehin
bıraktıkları iade edilir. Çünkü elimizde olan, onlara aittir ve bundan böyle
dokunulmazdır.
3545-
Müslümanlığı kabul ettikleri takdirde, rehin bıraktıklarının onlara iade
edilmesi gerekir. Çünkü Rasûlül-Iah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: "Kişi
müslüman olurken elindeki şeyler kendisinindir" .
Onların bu durumları,
diğer müslümanlarla savaşan Haricîlerin durumu gibidir; taraflardan her biri
diğerinden mal elde etmiştir. Sonra Haricîler, diğer müslümanlarm mallarını
harcasa da diğer müslümanlarm onların mallarından bir şey harcamaları caiz
değildir. Haricîler tevbe edinceye kadar mallarını bekletirler. Tevbe
ettiklerinde de mallarını onlara iade ederler ve tükettikleri mallarından
dolayı da onlardan herhangi bir şey almazlar.
Rehineleri öldürdükten
sonra müslüman olmamışlarsa, fakat müslümanlar o ülkeye galip gelerek
oradakileri öldürmüş yahut esir almışlarsa, rehin olarak bırakmış oldukları
mallar, o ülkeye galip gelen müslümanlara feyr olur.
Çünkü onlara galip
gelmekle o malların sahiplerinin canlarının dokunulmazlığı ortadan kalkmıştır
ve bu mallar onlann ellerindeki mallar gibi olur ki o mallar da ganimeti alan
savaşçılar için fey1 olur.
3546-
Müslümanlardan biri, rehin olarak
bıraktıları malları harcayacak olursa, devlet başkanı ondan bedelini
almalıdır. Çünkü o mal, devlet başkanının elinde eman kapsamındaydı. Sonra
devlet başkanının o kişiden aldığı bedel,
yine devlet başkanın
yetkisi altında bekletilir. Hükmü de, rehin bırakılan malın
hükmünün aynıdır. Bu yönden bu mal, müslümanlarm Haricilerden almış oldukları mala
benzemez. Diğer müslümanlardan Haricilerin mallarını harcamış
olanlar, o malları
tazmin etmezler. Çünkü bu konuda
Haricîlere eman vermiş değiliz. Tazmin edilmesi, eman verilmiş olmasından
kaynaklanmaktadır. Hariçlerden alınmış olanlar, sahibinin mülkü olmaya devam
etmektedir. Bu nedenledir ki mevcut olanın kendisi onlara iade edilir ama harcanmış
olanı iade edilmez.
Oysa harp ehlinin
rehin olarak bırakmış oldukları böyle değildir. O mal hakkındaki eman devam
etmektedir ve onu harcayan, bedelini tazmin eder, müslüman oldukları takdirde
o mal veya bedeli onlara iade edilir.
3547-
Mütareke esnasında karşılıklı rehin aldıktan sonra, bir taraf rehinelere
ihanet ettiği takdirde karşı tarafın elindeki rehineleri öldürebileceği şart
koşulmuşsa, sonra da müşrikler ellerindeki rehinelerin ellerini keser yahut
gözlerini çıkarır ve daha sonra müslümanlara: Gelin rehinelerinizi alın, onlar
hayattalar, bizim rehinelerimizi de bize geri verin derlerse, devlet başkanı
durumu değerlendirir; Eğer onları geri almak müslümanlarm yararına ise ve
bunda müslümanları aşağılama gibi bir durum olmayıp rehineler de yaptıklarından
dolayı onlara davacı olmayıp bizleri onlardan geri alın derlerse, onları alır.
Ama bunda müslümanları aşağılama varsa,
devlet başkanı bu teklilerini kabul etmez.
Çünkü bu durumda
onlara sağlıklı kişiler teslim ediyor ve onlardan özürlü kişiler alıyor. Bu
sebeple durumu değerlendirir ve ona göre hareket eder.
Onların aramızda
bulunmaları müslümaniarın yararınadır. Ayrıca belirttiğimiz gibi ancak
müslümaniarın yararına olduğu takdirde böyle bir antlaşmaya gidilebilir, işte
bu sebeple nafakaları müslümaniarın beytü'lmalından karşılanır.
Tıpkı ödünç alanın
elindeki Ödünç gibi. Ödünç alan ondan yararlandığı için nafakası da ona
aittir. Oysa hakikat üzere olan rehinde durum böyle değildir. Çünkü orada
menfaat, rehin bırakan kimseye aittir. Çünkü rehin, alanın yanında helak olduğu
takdirde rehin verenin borcu ödenmiş olur.
Onlar, müslüman
rehineleri öldürdükleri takdirde devlet başkanı, rehinelerini bir sene tutar
ve onlara beytü'lınaldan nafaka verir.
Çünkü bir seneye kadar
haklarında sabit olan eman hükmü devam eder. Bir sene geçtiği halde müslümanlan
razı etmezlerse, devlet başkanı rehineleri zimmî statüsüne geçirir ve bundan
böyle nafakalarını da karşılamaz. Çünkü bir sene geçtikten sonra onlar da diğer
zimmîler gibi olurlar.
3553- Rehinelerimizi
öldürmeyip antlaşma da geçici ise, müddet dolup müslümanlar rehinelerinin
verilmesini istediğinde müşrikler onları vermeyi kabul etmezlerse, o zaman
devlet başkanı elindeki rehinelere şöyle der: Ülkeniz bana rehineleri geri
vermedikçe ben de sizi geri göndermeyeceğim. Sizi bir yıl geciktireceğim,
onlara yazın, rehinelerimizi geri göndermedikleri takdirde bir yıl sonra sizi
zimmî statüsüne geçireceğim.
Devlet başkanı,
rehinelerden bunu istediği gibi, mazeretin ortadan kalkması için kendisi de karşı
tarafa bunu yazar ve bildirir. Bir yıl geçtiği halde rehineleri geri
gön-dermezlerse, elindeki rehineleri zimmî statüsüne geçirir. Bundan sonra
rehineleri göndereceklerini bildirecek olsalar bile, rehinelerini geri
göftdermez. Ancak rehineler gönül rızasıyla gitmek isterlerse o başka.
Bu durumu önce
açıklamıştık. Devlet başkanının böyle bir uyarıyı göndermesi şundan dolayıdır:
Devlet başkanının uzun müddet müşrik kişiyi ülkemizde haraçsız tutması doğru
değildir. Bu nedenle onlara sadece bir yıl mühlet verir.
3554-
Müslümanlar müşriklere hür kişileri rehin bıraksalar ve buna karşılık
müşrikler de cevher, inci veya köle rehin bıraksalar ve müslüman rehinelere
ihanet ettikleri takdirde müslümaniarın aldıkları malların müslümanlar a
kalacağını şart koşmuş olsalar, sonra da müşrikler onlara teslim edilen
rehinelere ihanet etseler, teslim ettikleri mallar müslümaniarın olmaz.
Bilakis beytü'lmalda bekletilir. Ya müslüman olurlar veya rehinelerimizi
öldürdüklerinden dolayı bizleri razı ederler.
Çünkü bu şart geçersizdir
ve geçersizliği Resûlullah (s.a.v.)in şu sözüyle sabittir: "Rehin ta'lik
edilmez / bir şarta bağlanmaz" Tabiîn imamlarından yapılan nakle göre bu
sözle kastedilen şudur: Rehin bırakan kişi, yanına rehin bıraktığı kimseye
şöyle der: Falan tarihe kadar sana malını getirmediğim takdirde, rehin olarak
bıraktığım şey malın karşılığında senin olsun.
Rehinin, mal yerine
bırakıldığı bir durumda bu caiz değilse, mal olmayan bir şey yerine rehin
bırakıldığı durumda bunun caiz olmaması evladır. Çünkü bunda mülkiyetin
sebebini tehlikeye bağlamak vardır. A'yanın (eşyanın) mülk edinilmesinin
sebepleri tehlikeye bağlanmaya müsait değildir.
Bu şartın geçersiz olduğu
ortaya çıktıktan sonra onun zikredilmiş olması veya zikredilmeyip susulmuş
olması arasında bir fark yoktur. Başarı Allah'tandır.[65]
35S5- İmam
Muhammed dedi ki: müslümanlarla müşrikler arasında belli yıllar için mütareke
yapıldığında bunun yazılı olması gerekir. Çünkü bu, uzun müddet devam edecek
bir akittir ve böyle akitlerin yazılması şeriatta em-redilmektedir. Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Belirli bir süreye kadar birbirinize borç verdiğiniz
zaman onu yazın."[66] Emir
kipi en azından mendupluk ifade eder. Nasıl böyle olmasın ki yüce Allah ayetin
sonunda şöyle buyurmaktadır: "Yalnız aranızda hemen alıp vereceğiniz
peşin ticaret olursa onu yazmamanızdan
ötürü size bir günah
yoktur."[67]
Buradan anlaşılıyor
ki, arada uzun bir müddet söz konusu ise, yazmamaktan dolayı günah vardır.
3556- Bu
konuda konuyla ilgili temel nass Resûlullah (s.a.v.)'in hadisidir. Resûlullah
(s.a.v.)» Hudeybiye antlaşmasında Mekkelilerle on yıl boyunca savaşmamak üzere
antlaşma yaptı ve antlaşmanın iki nüsha halinde yazılarak bir nüshanın
kendisinin, diğerinin de Mekkelilerin yanında kalmasını emretti. Antlaşmayı
yazan Hz. Ali idi. Antlaşmayı yazmaya başlayıp
"Bismillahirrahmanirrahîm" diye yazdığında Süheyl b. Amr: "Biz, Rahman ve
Rahîm ne demek, bilmeyiz; Bismike Allahümme" diye yaz" dedi. Hz-. Ali
daha sonra şöyle yazdı: Bu, Allah'ın Resulü Muhammed ile...... arasında
yapılan antlaşmadır." Bunun
üzerine Süheyl b. Amr: Eğer Allah'ın
Resulü olduğunu kabul etseydik, seninle savaşmazdık. Yoksa babanın ismini
yazmaktan mı kaçmıyorsun? Abdullah'ın oğlu Mu-hammed, diye
yaz" dedi. Bunun
üzerine Resûlullah
(s.a.v.)» Hz. Ali (r.a.)'a yazdığını
silmesini emretti. Hz. Ali,
yazdığını silmekten kaçınınca,
Resûlullah (s.a.v.) kendi eliyle
yazılanları sildi ve şöyle buyurdu: Ben, Abdullah'ın oğlu ve Allah'ın Resulü
Muhammed'im. Sonra da Hz. Ali'ye:
Bu, Abudullah'ın oğlu
Muhammed ile Mekkelilerîn
temsilcisi Süheyl b. Amr arasında
varılan antlaşmadır." diye yazmasını emretti. Sonra antlaşmanın tamamını
imla ettirdi ve iki nüsha yazılmasını emretti. Böylece Resûlullah'ın bu hadisi,
bu konuda temel dayanaktır. Çünkü taraflardan her birinin elinde bir nüshanın
bulunması gerekir. Ta ki karşı taraf bir şart hususunda tartışmaya girdiğinde,
diğeri elindeki nüshaya müracaat edip ona gösterebilsin. Ayrıca yazmaktan
maksat, emin olmak ve ihtiyatlı davranmaktır. O halde en emin şekilde yazılmalı
ve bozguncunun bozgunculuğuna fırsat verilmemelidir. Yüce Allah'ın şu sözünde
buna işaret edilmektedir: "Yazıcı, Allah'ın kendisine öğrettiği şekilde
yazmaktan kaçınmasın, yazsın."[68]
Allah'ın ona
öğrettiği, hiç şüphesiz doğru ve herkesin anlayacağı şekilde
yazmaktır. Öyle yazmalı ki, bir bozguncu
çıkıp bu yazılanı başka tarafa çekmesin.
Sonra yazmaya başlar
ve açık açık şöyle der: "Bu, falan halife ve onunla
birlikte bulunan müminler ile ülkesinin halkıyla birlikte falan kişinin
arasında yapılan
antlaşmadır"
Ebû Zeyd el-Bağdadî de
birtakım şartlar zikreder ve başlarken: "Bu, üzerinde antlaşma yapılan
hususları içeren bir yazıdır" denilmesi gerektiğini, çünkü gerçek ve
vakıaya uygun ifadenin bu olduğunu ileri sürer. Ancak imam Muhammed'in tercih
ettiği burada daha doğrudur ve Resûlullah'ın (s.a.v.) yazılı antlaşmasına daha
uygundur.Nitekim başka bir yerde de Rasulullah satın alacağı bir köle için
yapılan antlaşmada kölenin nitelikleri yazılmış ve "Bu, Rasulullah
Muhammed'in Adda' b. Halid b. Hevze'den satın aldığıdır" diye yazılmıştır.
Kur'an buna işaret etmektedir: "Hesap günü için size vadedilen
budur".[69] Bundan maksat, iyiler
için mükafatın ve kötüler için cezanın vadedilmesidir. Ayette "Bu, size
hesap günü için vadedilen şeyin belirtildiği bir kitaptır" denilmemiştir.
3557- Sonra
şöyle dedi: Şu şey üzere bir yıllığına antlaşma yaptılar. Antlaşma yılının
başlangıcı, falanca yılın filanca ayı, sonu da şu yılın şu ayıdır.
Antlaşma yazılırken,
önce tarihin belirtilmesiyle başlanır. Çünkü savaşma yasağı belli bir müddet
içindir. O halde müddetin başlangıcı ve sonunun bilinmesi gerekir. Bu da
müddetin tarihini belirlemekle sağlanır. İmam Muhammed, "Mütareke"
sözünü seçti. Çünkü müşriklerle müslümanlar arasında kalıcı banş antlaşması
olmaz. Aralarında ancak muahede olur. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: Muahede
yaptığınız müşriklere...'[70] Muahede ise, mütarekedir.
Daha sonra mütareke
metninde yer alacak hususları zikrederek şöyle der:
3558-
Taraflardan her biri, mütareke metninde yazılanların tamamına bağlı kalacağına
dair Allah'ın ahd ve mîsakını ve zimmetini, Resûlü'nün zimmetini ve Meryem
oğlu isa'nın zimmetini verir. Bu cümleyi mütareke metninin her faslında
zikreder.
Kendi dönemindeki
halifenin uygulamasını göz önünde bulundurarak bu cümleyi zikretmektedir. O
dönemde müslümanlar Bizanslılarla savaşıyorlardı ve verilen söze sad-,
akat konusunda en
etkili sözler bunlardı.
Bu nedenle İmam Muhammed bu
sözleri zikretmektedir.
Bu lafızların
yazılmasını nasıl caiz görüyor? Halbuki Resûlullah (s.a.v.): "Allah'ın
zimmetini ve Resulünün zimmetini vermenizi isterlerse, vermeyin; kendi zimmetinize
ve babalarınızın zimmetlerine muhalefet etmeniz daha ehvendir"
buyurmaktadır, denilecek olursa, deriz ki:
İmam Muhammed'in bu
lafızlarla kastettiği Allah'ın zimmetini ve Resulünün zimmetini vermek
değildir. Hadiste de belirtildiği gibi bu yasaklanmıştır. Bu lafızdan maksat,
muhtelif ifadeler kullanarak yemin ile mütarekeyi pekiştirmektir.
Görmüyor musun,
Allah'ın peygamberlerden sıddîk ve salihlerden aldığı ahid, zimmet veya mîsakın
en şiddetlisiyle olmuştur.
Yüce Allah'ın:
"Allah, kendilerine kitap verilenlerden söz almıştı"[71]
aye-tiyle "Allah, peygamberlerden söz almıştı"[72]
ayetinde kastedilen şeye işaret edilmektedir. İmam. Muhammed'in söz konusu
ettikleri de bu anlamdadır. Kastedilen, kesin söz almaktır.
Mütareke metnine tarih
atmakla son verir. Aslında mütareke metninin başında tarih belirtilmişti ve bu
yeterlidir. Metnin sonuna tarihin atılması, te'kit içindir. Maksat, savaşılması
yasak olan müddeti kesin olarak belirlemektir. Mütarekenin yürürlüğe girmesi
ise, mütareke metninin tamamlanmasından ve buna dair şahitlikten sonra başlar.
Şayet metnin başında tarihin zikredilmesiyle yetinilecek olursa, taraflardan
biri metnin yazılmasının bir müddet sürdüğünü ileri sürüp anlaşmazlığa sebep
olabilir. Bu nedenle metnin sonuna da tarih yazılır.
Tarih yazma konusunda
temel dayanak, Hz.Ömer'le ilgili rivayettir. Buna göre Hz.Ömer, valilerinden
kendisine yazı yazdıklarında tarih yazmalarını emretmiş, sonra da sahabeyi
toplayarak tarihe başlangıç olarak neyi kabul etmesi gerektiğine dair
danışmada bulunmuştur. Bazıları, Resûlullah (s.a.v.)in doğumunu tarih
başlangıcı olarak kabul etmesini önermiş ama kendisi bunda Hnstiyanlara benzeme
gibi bir durum görmüş olmalı ki bunu kabul etmemiştir. Bazıları da başlangıç
olarak Resûlullah (s.a.v.)'in vefatını Önermiştir. Ancak kendisi bunda,
müslümanların musibeti gibi bir anlam bulmuş olmalı ki bunu da reddetmiştir. Nitekim
Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Benim ölümümden dolayı başınıza
gelecek musibetin bir benzerine uğramayacaksınız".
Nihayet başlangıç
olarak Resûlullah'ın hicreti üzerine ittifak etmişlerdir. Çünkü dinin en önemli
olayları olan cumalar, bayramlar ve müşriklerin eziyetlerinden müslümanların
kurtulmaları, hicretle gerçekleşmiştir.
3559-
Müslümanlar, müslüman olarak çıkıp kendilerine gelecek kimseyi iade
etmeyeceklerine dair bir şart koymak istiyorlarsa, metin yazılırken
savaşılamayacağına dair maddeden hemen sonra bunu yazar ve: "Falan ülkeden
müslüman olarak bir erkek veya bir kadın veya antlaşmalı biri çıkıp
müslümanlara gelecek olursa, ne halifenin ne de müslümanların onu iade etme
zorunlulukları yoktur" şekünde bir ifadeyle bunu tavzih eder. Aslında bu,
şeriatla sabit bir şarttır, ama karşı taraf bu hükmü inkar edebilir. Bu şart
yazıya geçirilmediği takdirde, inançları gereğince bunu mütarekeye aykırı
hareket etme olarak değerlendirebilirler. Bu nedenle metni yazan, bu şartı da
yazmalı ki her iki tarafı bağlayıcı bir delil olsun ve taraflar birbirlerini
itham etmesin.
Bu şart yazıldıktan
sonra evli bir kadın çıkıp gelirse ve kocası da geri verilmesini isterse, onu
geri alma hakkı yoktur. Nitekim bu husus şu ayette ifade edilmektedir: "
Onları kafirlere geri döndürmeyin. Ne bu (kadı)nlar onlara helaldir: ne de
bunlar onlara helal olur."[73]
Hudeybİye
antlaşmasında iade etme şartı koşulmuştu. Ayetin inişiyle bu hüküm
neshedilince, yüce Allah kocanın o kadına verdiği mehrîn geri verilmesini emretmektedir.
Nitekim şöyle buyurmaktadır: "Kafir kocalarının verdikleri mehirlerini
onlara verin."[74]
Böylece o şarta da vefalı davranılmış oldu. Ondan böyle şart koşulan geri
verilmez. Dolayısıyla verdikleri mehirler de geri verilmez. Böyle bir şart söz
konusu edilraemişse, yine verilmez. Çünkü bu hüküm icma ile neshedilmiştir.
3560-
Onlardan kaçan müslüman bir köle veya müslüman bir cariye çıkıp bize gelirse,
azâdedilmiş sayılmaz.
Çünkü aramızda
mütareke bulunanlar, eman altındakiler mesabesindedir ve mallarının
dokunulmazlığının gözetilmesi gerekir.
Görmüyor musun,
müslümanlar onların mallarını ele geçirecek olsalar,o malları mülkiyetlerine
geçiremezler. Onlardan kaçan köle de böyledir. Sadece satılır ve parası
sahibine teslim edilir, ülkemizde kölesi İslama giren eman altm-dakinin de
durumu budur.
İmam Muhammed şöyle
devam eder: Müslümanlardan veya zimmllerden biri İslam dinini terk ederek yahut
müslümanlarin ziınmlliğini terk ederek onlara sığınırsa, onu iade etmeleri
gerekir. Bu hususun mutlaka antlaşma metnine yazılması gerekir.
Çünkü onlardan bir
müslüman veya zimmî bize sığınacak olursa onu iade etmemiz caiz değildir. Bu
şart metinde yer almadığı takdirde belki de biz nasıl sizden gelenleri size
iade ediyorsak, siz de bizden size gelenleri bize iade edin, diyebilir ve
bunun adaletin gereği olduğunu ileri sürebilirler. Ama bu şartı metne
yazdığımız takdirde böyle bir şey ileri süremezler.
3561- Eğer
iade etmezlik ederlerse antlaşmayı bozmuş olurlar ve müslümanlar, onlara haber
vermeden saldırabilirler.
İmam Muhammed, daha
sonra bir bedel karşılığında mütareke yapma konusunu ele alır ki yukarıda
anlatılanlara kıyas edilebilir.
3562-
Mütarekeden dolayı verilecek bedel açık ve tartışmaya yer bırakmayacak şekilde
yazılmalıdır. Mesala: Falan kral ve ülkesinin halkı, falan halifeye her yıl şu
kadar Şam dinarı haraç olarak ve sağlığı yerinde ergenlik çağına ermiş şu
kadar kadın, şu kadar erkek, şu nitelikleri taşıyan şunlar, teslim edilecek
kişiler hürlerinden değil, kölelerinden olacak, şu yaşı geçmemiş olacaklar, şu
kumaştan şu kadar metreden yapılmış şu sayıda elbise; elbiselerin diğer
nitelikleri, renkleri, beden
büyüklükleri vs. belirtilerek yazılır.
Çünkü burada mal
olmayan şeyin yerine malı vermeyi kabul ediyorlar. Böyle durumlarda
ayrıntıların belirtilmesi gerekir. Onun için burada özellikler sayılırken
sadece cins, tür, nitelikler ve belirti lebi len şeyler belirtilmekle
ye-tinilmiştîr.
3563- Eğer
ödenecek mal vadeli ve taksit taksit ise, vade ve taksit sayısı, tıpkı
borçlanmalarda olduğu gibi tafsilatlı bir şekilde yazılmalıdır.
İmam Muhammed daha
sonra İslam yurduna girecek elçilerle ilgili antlaşma vesikasını ve bununla
ilgili hususları belirterek şöyle der:
Elçiler, eman
istemeseler bile eman içerisindedirler. Bu konuda uyulacak temel kural,
nakledilen şu rivayettir. Bu rivayete göre bir topluluğun elçisi Resû-lullah'ın
(s.a.v.) huzurunda konuşulmaması gereken şekilde konuşmuş, bunun üzerine
Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Eğer elçi olmasaydın, öldürülmeni
emrederdim." Elçiler, her dönemde ve elbette ki İslamda da eman içerisinde
mesajlarını iletirler.
Çünkü her iki tarafın
istekleri, barış olsun, savaş olsun ancak elciler vasıtasıyla karşı tarafa
iletilebilir. Eman içerisinde olmadıkları takdirde, mesajları hakkıyla
iletemezler. Bu nedenle, bu konuda herhangi bir şarta ihtiyaç olmaksızın eman
içerisindedirler.
3564- Ancak
bu husus şart koşulur ve bu konuda bir belge tanzim edilirse daha iyi olur.
Şayet elçilerle birlikte fidye karşılığında serbest bırakmak üzere beraberlerinde esirler getirmiş ve anlaşamadıkları takdirde onları
geri götürmeyi şart koşmuşlarsa, müslümanların bu konuda onlarla antlaşma
yapması ve kendilerine yazılı bir belge vermesi doğru değildir.
Çünkü müslüman hür
kişileri yanlarında tutarak onlara zulmetmişlerdir ve bu esirleri elimize
geçirdikten sonra onları hiçbir surette düşmana geri gönderemeyiz.
3565- Şer'an
yerine getirilmesi mümkün olmayan hususlarda
söz vermek caiz değildir. Şayet
müslümanlar böyle bir söz vermîşlerse, bu sözlerini tutmamalı ve her halükarda
esirleri onlardan almalıdır. Bundan sonra ister savaş çıkmış olsun, ister
olmasın, fark etmez. Çünkü bu şart, şeriatın emirlerine aykırıdır. Nitekim
Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın kitabına uymayan her
şart batıldır." Yine şöyle
buyurmaktadır: "Bilinmeyen şeyler için sünnete bakın". Ancak esirler
köle iseler müslümanların onları satmaları ve paralarını iade etmeleri gerekir.
Çünkü onlan kendi
ülkelerine götürmüş olmakla onları mülk edinmişler ve bu şartı ileri sürmekle
onların mülkiyetlerinden yararlanma emanına sahip olmuşîardır. Bu sebeple
mümkün mertebe bu hususa riayet edilmesi gerekir. Bu da ancak o kölelerin
satılması ve paralarının onlara iade edilmesiyle mümkün olur.
3566-
Müslümanlar, harp ehlinden birini kendi ülkelerinde yakalayacak olsalar ve o
da: "Ben, kralın elçisiyim, eman
almadan ülkenize girdim" derse, bakılır; Eğer, elçi olarak bilmen biri ise
ya da beraberinde kralın halifeye mektubunu gösterirse, eman içerisinde olur.
Çünkü gerçeğine vakıf
olunamayan şeylerde galip zan ile amel etmek gerekir. Böyle bir durumda
herkesin aklına ilk gelen, onun elçi olduğudur. Bu gibi durumlarda bu tür
kanıtlar yeterlidir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: " Eğer (cihada)
çıkmak isteselerdi, onun için bir hazırlık yaparlardı.[75] Yine
şöyle buyurmaktadır: "Onlan simalarından tanırsın."[76] Ama
elçi olduğuna dair yanında bir delil yoksa, fey' olur.
Harp ehlinden eman
almadan ülkemize giren kişi hakkındaki ihtilafları açıklamıştık. Yanında elçi
olduğuna dair bir kanıt bulundurmayan kişi, müslü-manların hakkı olmuştur. Elçi
olduğunu iddia etmekle müslümanlarm onun üzerindeki haklarını iptal etme
peşindedir ve delil getirmedikçe ona böyle bir fırsat verilemez.
3567- Elçi
olarak bilinen biri ise, müslümanlarm vergi memuruna uğradığında memur ondan da
öşür alır. Nitekim eman altındaki topluluklar da öşür verirler.
Netice olarak, onlarla
ilişkilerimiz mütekabiliyet esasına göredir. Rivayet edilir ki Hz. Ömer öşür
vergisi memurlanna, müslüman tüccarlardan öşrün dörtte birini (1/4İ), zimmî
tüccarlardan da öşrün yansının (1/2) ahnmasınf emrettiğinde harp ehlinin müslüman
tüccarlardan ne aldıklarını sormuş, öşür (onda bir) aldıklarını
söylediklerinde, siz de onlardan öşür alın, demiştir.[77]
3568- Tüccarlarımızdan ne kadar aldıklarını
bilmiyorsak, yine onlardan Öşür (onda bir) alırız.
Çünkü eman
altındakilerin zimmîler karşısındaki konumlan, zimmîlerin müslümanlara karşı
konumu gibidir. Nasıl zimmîlerden müslümanlann bir katı fazla alınıyorsa, eman
altındakilerden de zimmîlerin bir kat fazlası alınır.
3569- Eğer
tüccarlarımızdan hiçbir vergi almıyorlarsa, biz de onların tüccarlarından
hiçbir vergi almayız.
Çünkü vergi almak,
mütekabiliyet esasına göredir.
3570-
Elçilerin emam konusunda vergi memurumuzun onlardan bir şey almamasını şart
koşarlarsa, bakılır; Eğer onlar da elçilerimize aynı
muameleyi uyguluyorlarsa, müslümanlarm
da bunu şart koşmaları ve bu şarta riayet etmeleri gerekir.
Çünkü böyle bir şart
şeriatın hükümlerine uygundur ve ona uyulması gerekir.
3571-
Elçilerimiz için de böyle bir şart koşulmuş olduğu halde buna riayet
etmiyorlarsa, elçileri için bu şartı kabul etmememiz gerekir. Çünkü kabul
ettiğimiz takdirde ona riayet etmemiz lazım gelir.
Çünkü verilen emana
ihanet olmaz. Böyle bir şartı kabul ettikten sonra elçilerimize farklı
muamelede bulunurlarsa, onlar emana ihanet ettiler, diye biz de emana ihanet
edemeyiz.
3572-
Müslümanlar bir kaleyi kuşatacak olsalar ve ka-ledeküer, içerdeki insanlar
hariç, kalede bulunan malların üçte biri müslümanlara, üçte ikisi kendilerine
kalmak üzere eman isteseler, eman vermek caizdir.
Çünkü belli ve
belirlenmiş bir bedel üzere eman vermek caiz olduğu gibi, yeri açıklanan bir
malın bir bölümü üzere eman vermek de caizdir. Burada da malın yerini
belirlemiş oluyorlar ve o malın bir bölümünü ödüyorlar.
3573- Bu
karar üzere kalenin kapılarını açtıklarında içindeki malların üçte biri
müsiümanlara ait olur. Devlet başkanı kaledeki şeyleri üç eşit kısma ayırır ve
müslü-manlarla onlar arasında taksim eder.
Taksimat yapılırken
mallar eşit parçalara ayrılır. Resû-lullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Seriye emirlerinden en hayırlısı, Zeyd b. Harise'dir. Çünkü elde edilen
malı eşit parçalara ayırdı ve adil bir şekilde daittı".
Adalet, değerde
adalettir. Eğer malların kendileri taksim edilebiliyorsa onu yapmak en
iyisidir. Ama ya az olduğundan veya başka herhangi bir sebepten dolayı eşit
parçalara bölünemiyorsa, adil bir şekilde fiyat değeri tespit edilir. Sonra
devlet başkanı, kale halkına: isterseniz malı siz alın ve bize değerinin üçte
birini dirhem veya dinar olarak verin, dilerseniz malı biz alırız ve değerinin
üçte ikisini dirhem veya dinar olarak size verelim, teklifinde bulunur. Bu
konuda temel, Abdullah b. Ravaha hakkındaki rivayettir. Buna göre Abdullah b.
Ravaha, Re-sûlüllah (s.a.v.)in emriyle Hayber'de hurmaların miktarını
belirliyor ve Yahudilere "İsterseniz hurmalıklara siz bakın sonra biz
sizden yarısını alalım, isterseniz biz bakalım ve sonra size yarısını
verelim" diyordu. Gök ve yer
bununla ayaktadır (yani adaletle ayaktadır) dediler.
Buradan da anlıyoruz
ki böyle bir bölüşme adaletlidir. Malın kendisi taksim edildikten sonra devlet
başkanı hangi bölümün kime düşeceği konusunda kur'a atmalıdır. Resûlullah
(s.a.v.) de ganimetleri taksim ederken böyle davranırdı. Sefere çıktığında da
hanımları arasında kur'a atardı. Böylece bu, kur'anin geçerli olduğu her
hususta başvurulan bir temel kural oldu. Devlet başkanı için evla olan kur'a
atmasıdır. Çünkü bu, kalpleri rahatlatır ve kayırma töhmetini uzaklaştırır.
Bölünemeyen mallar
arasında denkleşmeyi sağlamak için fiyat yönüyle değerlendirme de güzel bir
yoldur. Mesela bir tarafta bir beygir ve bir tarafta bir inci varsa,
diğer mallardan yanlarına konularak
değerleri eşitlenir. Mesela inci beygirden değerli ise, beygirin yanına bir
miktar mal konur ve incinin fiyatına denk bir düzeye yükseltilir. Böylece
mallar üç kısma ayrılır ve kur'a atılır. Müslümanlara düşen üçte bir alınır ve
gerisi diğerlerine kalır. Taraflardan biri, mal yerine dinar veya dirhem (para)
isterse, her iki taraf rıza gösterdiği takdirde, isteyen taraf mala eşdeğer
para alır. iki tarafın rızası olmadığı takdirde ise, yapılamaz. Ancak malı
bölmek mümkün olmadığı takdirde para alarak değerlendirmeye gidilir. Çünkü bu
taksimatta alış-veriş anlamı vardır ve ahşverişte karşılıklı rıza şarttır.
3574- Barış
için, kaledekinirr üçte birinin müsiümanlara verilmesi şart koşulmuşsa, kale
duvarlarının içindeki evler buna girmez.
Çünkü
kaledekiler" denilince bu sözün kapsamına kalenin kendisi girmez ve
kaledeki evler, kalenin bir parçasıdır.
3575- Ayrıca
müslümanlar, bir açıklama yapmaksızın kalede bulunan şeylerin üçte biri diyerek
yuvarlak bir söz üzerinde antlaşmamalılar. Çünkü kalede karşı tarafın kendileri
ve çoluk çocukları vardır ve antlaşmayla verilen eman hepsini kapsar. O
zaman kölelerinin üçte birine sahip olamayız, çünkü köleleri de o emanm
kapsamına girmiştir.
Çünkü hürriyet ve
kölelik vasfı bir kişide bir arada bulunmaz. Çünkü her iki sıfat birbirine
zıttır.
3576- Ama
eğer kaledeki esirlerin üçte biri üzerine antlaşmak işiyorlarsa, onları
ayırdıktan sonra "şu ayırdığımız kimselerle kaledekilerin üçte biri
üzerine antlaşma yapıyoruz, desinler.
Çünkü onları dışarıda
bırakmadan kaledeki şeylerin üçte biri üzerine antlaşma yapıyoruz, denilirse,
oradaki insanların tamamına eman verilmiş olur. Ama
üçte birini ayırdıktan sonra;
"Bunlarla kaledeki şeylerin üçte biri üzerine antlaşma yapıyoruz"
denilirse, o şahıslar antlaşmaya bedel kılındıkları için onlar da
müslü-manların eline geçmiş olur.
3577- Hürler
hariç, kaledeki kölelerin üçte biri üzerine anlaşırlarsa, bu caizdir. Köleler
de sair mallar gibidirler. Eğer kaledekilerden yüz kişi üzerinde antlaşma
yapmışlarsa ve bu yüz kişiyi kölelerinden verecek olurlarsa caizdir. Eğer
hürlerinden ve kendi çocuklarından verirlerse caiz değildir. Çünkü antlaşma ile
bunlar eman kapsamına girmişlerdir ve verilen eman ile emanları öyle pekişir
ki, artık iptal edilemez. Bundan böyle antlaşmaya bedel olarak alınıp mülk
edinilmeleri mümkün olmaz.
3578- Eğer
kaledeki esirlerin üçte biri üzerine antlaşma yapıldıktan sonra müslümanlar
kaleye girecek olurlarsa, onlardan hiçbir şey almamalılar.
Çünkü eman, onlardan
her birinin bir kısmını kapsar ki bir kişinin parçalara bölünmesi mümkün
değildir. Bir kısmı için sabit olan eman, o şahsın tamamını kapsar.
3579- İleri
sürülen şartla müslümanlar hiçbir şey alamayınca müslümanların yapacağı şey,
kaleden çıkmak ve onların kendilerini koruyacak konuma girmelerini sağlamak,
daha sonra antlaşmanın bozulduğunu onlara haber vermektir.
Çünkü müslümanların
emanma girmişler ve artık ne öldürülebüir ve ne de köle edinilebilirler. Önce
onlara antlaşmayı bozduklarını haber verir, kalelerine girip kendilerini
koruyabilecek konuma girerler ve ondan sonra müslümanlar üzerlerine yürürler.
3580- Eğer
anlaşma kalede bulunan esirlerle diğer şeylerin üçte biri üzerine yapılır ve
müslümanlar, esirleri almayıp diğer malların üçte biriyle yetinmek
istiyorlarsa, böyle bir antlaşma caizdir.
Çünkü bu antlaşma
bedel olmaya elverişli olanla olmayanı kapsıyor ve böyle durumlarda hüküm,
bedel olmaya elverişli olan üzerine sabit olur.
3581- Eğer
biz buna razı değiliz derlerse, bunu söylemeye hakları vardır. Ancak kalede
bulunan mallarla esirlerden bir şeyi alamazlar. Bilakis kaleden çıkarlar ve
ka-ledekiler eski korunmuş konumlarına kavuşurlar, sonra da onlara antlaşmayı
bozduklarını haber verirler. Ama eğer, esirler hariç, malların üçte birini alır
ve sonra antlaşmayı bozarız, derlerse, caiz değildir.
Çünkü malı aldıkları
takdirde kaledekiler için eman gerçekleşmiş olur. Mallarını geri vermeden
antlaşmayı bozmak caiz değildir. Buna benzer hususlar daha
Önce anlatılmıştı.İmam Muhammed, daha
sonra bu konudaki antlaşma belgesinin nasıl yazılacağını anlatır.
Sonuç olarak, belge
ihtiyaten yazılır ve en ihtiyatlı şekilde yazılması gerekir. Belgeyi yazan
kişi, iki taraf arasında cereyan eden hususları açık seçik bir şekilde
yazmalıdır. Antlaşma yapıldıktan sonra kalede bulunan mallardan kalede
bulunanların payları teslim edilir. Ancak antlaşmadan önce müslümanların
ellerine geçirip ordugahlarına götürdükleri şeyler kendilerine aittir. Çünkü
antlaşma yapıldığında elde edilmiş olan bu mallar, kalede değildi.
3582-
Köleler konusunda müslümanlarla müşrikler arasında anlaşmazlık çıkar ve
müşrikler: "Bunlar bizim kölelerimiz değildir, bizim çocuklarımızdır ve bu
nedenle e-man içindedirler" derlerse, müslümanlar ise: "Hayır, onlar
sizin kölelerinizdir ve onların üçte biri bizimdir" derlerse, müşriklerin
söylediği kabul edilir.
Çünkü onların
söyledikleri asıldır ve asi olan insanların hür olduklarıdır. Ayrıca onlar
kaledeler ve kendileri kimin köle, kimin hür olduğunu daha iyi bilirler.
3583-
Müslümanlar, o kişilerin köle olduklarına dair müslümanlardan veya zimmllerden
yahut harp ehlinden şahitler getirmek suretiyle delil getirseler, delil ile
sabit olan, hasımların
ittifakıyla sabit olan gibidir. Böylece getirilen deli) onları bağlayıcı olur.
Bu sebeple, harp ehlinin bu husustaki şahitliklerinden Önce şahitler, şahsını
belirleyerek falancanın köleleri olduklarına şahitlik etseler ve adam da:
Hayır, bunlar benim kölelerim değildir, bilakis hürdürler, derse, bu sözüyle o
köleler azad olmuş olurlar. Çünkü müslümanların ileri sürdüklerine göre o
kölelerin her birinin üçtebiri, d kişinin mülküdür ve kendisinin onların hür
olduklarını söylemesiyle İkrarı,
onların hür olmalarını gerektirir.
3584-
Ayrıca bundan dolayı müslümanlar o şahıstan herhangi bir tazminat
alamazlar ve o da onlardan bir şey isteyemez.
Çünkü onlardan her
birinin üçte biri, İslam yurduna götürülüp koruma altına alınmamış fey'dir.
Ganimet ise, koruma altına alınmadıkça onu tüketmekten
dolayı kimse tazminat ödemez.
3585-
Aleyhinde şahitlik yapılan kişi: "Onlar
benim kölelerimdir ve ben onları azad ettim" derse, durum yine
böyledir. Müslümanlar dilerlerse bunların dışında kalan mallardan üçte birini
alırlar ve kaleden çıkar, sonra da antlaşmanın bozulduğunu onlara haber
verirler.
Çünkü kendilerine şart
koşulanların tamamı ellerine geçmemiştir.
^/
3586- Kale
halkı isterlerse şöyle bir teklif yapabilirler: "O kölelerin üçte birinin
tutarlarını para olarak size verelim, müslümanlar da, antlaşmaya bağlı
kalsınlar".
Çünkü bedel olarak
verilen, bedel olarak verildiği şeyin yerine geçer ve eşyanın kendisi
verilmediğinde işin çözümü için bedelin verilmesinden başka bir yol yoktur.
3587- Devlet
başkanı müsliimanlara düşen erkek köleleri öldürmek isterse buna hakkı yoktur.
Oysa harp ehlinin esirleri böyle değildir. Dilerse onları öldürebilir.
Çünkü onlar, taksimat
sonucu ele geçmiş değiller. Oysa bunlar, müslü-manlarla kale halkı arasında
bölüştürülmüşlerdir. Ayrıca bunları müslümanlar barış yoluyla elde etmişlerdir.
Sırf bu yolla elde edilmiş olmaları, onlan öldürülmekten kurtarır.
3588-
Kaledeküer devlet başkanından, belli bir şeyi vermek üzere anlaşarak kaleyi
boşaltmalarına ve emin bir yere ulaşmalarına müsaade edilmesini isterlerse,
devlet başkanının bunu kabul etmesi caizdir.
Çünkü devlet
başkanının herhangi bir karşılık almadan bu isteklerini kabul etmesi caiz ise,
verecekleri şeyler karşılığında bunu evleviyetle kabul etmesi caizdir.
İmam Muhammed, bu
arada buna dair antlaşma belgesinin nasıl yazılacağını anlatır ki yukarıda
anlatanlara kıyas ederek ne anlattıklarım çıkarmak mümkündür. Belge konusunda
açıklamasını yaptığımız şart mutlaka açık bir şekilde yazılmalıdır. Zaten her
yazılı belge ne maksatla yazilıyorsa o maksadı açık bir şekilde dile
getirmelidir.
Dedi ki: Antlaşmada yazılacak hususları
en anlaşılır
şekilde yazmalıdır,
müslümanlar, beğenmedikleri şartı, metinden çıkarırlar.
Çünkü çıkarılmasını
isledikleri şartı çıkarmaları, ilave edilmesini istedikleri şartı ilave
etmelerinden daha kolaydır. Belki harp ehli ancak ihtiyatlı olanı kabul
ederler. Bu nedenle metni yazan kişi ihtiyatlı olmalı ve maddeleri
ayrıntılarıyla yazmalıdır. Karşı taraf şartların azaltılmasını kabul ederse,
müslümanlar istedikleri şartları çıkarmaya gayret etmeliler.
Müslümanların,
müşriklere Allah'ın zimmeti ile Resûlü'nün zimmetini vermelerini, malum
hadisten dolayı tasvip etmiyorum. Söz konusu hadiste Re-sûluliah (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır: "Allah'ın zimmetini ve Resulünün zimmetini vermenizi
isteseler, vermeyin. Kendi zimmetinizi ve babalarınızın zimmetini verin.
Kendinizin ve babalarınızın zimmetine muhalefet etmeniz, bu, Allah'ın ve
Resulünün zimmetine muhalefet etmenizden ehvendir." Ancak hadisin son
tarafı, buradaki yasaklamanın şer'î bir yasaktan kaynaklanmadığını ifade
etmektedir. Yani, şayet vefasızlık yapmak zorunda kalırsanız, deniliyor.
Buradaki yasak, geleceğe dair yemin etmenin yasaklanması mesabesindedir.
Nitekim yüce Allah şöyle
buyuruyor: "Allah'ı, yeminlerinizden dolayı, iyilik etmenize, (fenalıktan)
sakınmanıza, insanların arasını bulmaya engel yapmayın"[78]
Aslında böyle bir yemin haram değildir. Yasaklanması, muhalefet ihtimalinden
dolayıdır.
3589- Şayet
müşrikler, Allah'ın ve Resulünün zimmeti verilmediği takdirde antlaşma
yapmaktan kaçınırlarsa ve antlaşmaya da ihtiyaç varsa, devlet başkanının bunu
kabul etmesi gerekir. Sonra da bu antlaşmaya vefalı davranır. Ama eğer
antlaşmayı bozmayı zorunlu kılacak bir durum ortaya çıkarsa, antlaşmayı bozar,
bunda herhangi bir sakınca yoktur. Tıpkı yeminde olduğu gibi. Nitekim
Resû-Iullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: "Bir şeye yemin eden kişi sonra
da başkasını daha hayırlı görürse, o daha hayırlı olanı yapsın ve yeminin
kefaretini versin."
3590- Şayet
kaledekiler, bizden şu kadar kişiye mal ve ticaret eşyalarıyla birlikte eman
vereceksiniz ve bunların kim olacaklarını da patrik seçecek, derlerse, böyle
bir antlaşma caizdir.
Çünkü eman akdi,
kapsamlılığa dayalıdır ve eğer sınırlar daraltıhyorsa, belli bir kimsenin
ihtiyaç anında seçim yapmasında bir sakınca yoktur.
îmam Muhammed, daha
sonra bu konudaki belgenin nasıl yazılması gerektiğini anlatır ve şöyle devam
eder:
3591- Bu
konuda patrikin sözü geçerli olacağına göre, müslümanlar ihaneti konusunda
ondan emin değillerse, ona yemin
ettirirler ve yeminde şu hususlara yer verirler: "Kendisinden başka ilah
bulunmayan, görünen ve görünmeyen her şeyi bilen Rahîm olan, gizli ve açık
yapılanları gören, gözlerin haince bakışını ve kalpte gizlenenleri bi-, len,
incil'i Hz. İsa'ya indiren, Hz. İsa' yi müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderen
ve kendisi ile annesini bütün insanlara varlığının delili yapan Allaha yemin
ederim"
Söylediklerinin doğru
ve kendi çıkarını gözetmediğine, eksik veya fazla söylemediğine dair yemin
ettirilir. Niçin yemin ettirildiğine gelince; çünkü kendisi kimlere eman
verileceğine karar verecektir. İtham altında olan kişi, şer'an güvenilir biri
değilse de, yemin ettiği taktirde sözü kabul edilir. Şer'an emin biri ise, yine
yeminden sonra sözü kabul edilir. Yeminden maksat, yalan söylüyorsa bundan vazgeçmesidir.
Bu ise, yemini ağırlaştırmakla olur. Ancak yeminin sözleri ağır olsun diye
Allah'tan başkasına yemin ettirilmez. Yemini, îmam Mu-hammed'in söz konusu
ettiği sözlerle ağırlaştırmak gerekir ve bu husus da belgeye yazılır. Ta ki bu
yeminden vazgeçecek olurlarsa, müslümanlar, antlaşmaya ihanet etmekle
suçlanmasınlar.
Şayet bu şart üzere
kalenin kapısını açtıklarında patrik: "Ben onlardan kimseyi seçmem yahut
onların birini diğerine tercih etmem" derse, ya da seçme işi gerçekleşmeden
ölür yahut oradan kaçıp giderse, müslümanlarm kaleyi terk ettikten sonra
antlaşmanın bozulduğunu onlara söylemeleri gerekir.
Çünkü verilen eman
bazılarını kesin olarak kapsamıştır ama bunların kim oldukları şahıs olarak
bilinmemektedir. Eman altında olacak ve olmayacaklar birbirlerine
karıştıklarında ise, temel kural, kimseye zarar verilmemesidir.
3592- Patrik
gelip eşyadan çokça ayıracak olursa, müs-lümanların kendisine güvenmemesi
durumunda yemin ederse, seçimi geçerlidir. Yemin şekli ise, şart koşulduğu
şekildedir. Nitekim Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: "Şart
koşulan, daha bağlayıcıdır." Ayrıca patriğin tayin ettiği kimselerle
mallarını içerecek bir eman verilmesine dair antlaşma yapıldığında, maldan
maksat, mülk edinilebilen ve her yerde normalde mevcut olan şeylerdir ki bunlar
kişinin ihtiyacı için stok ettiklerini içerir. Ancak malın cinsi tayin
edilmişse, tayin edilen mallar o kapsama girer. Fakat altın ve gümüş kaplama
olanlar, altın ve gümüş gibi değildir. Kaplamadan dolayı faiz hükmü gerçekleşmeyeceği
gibi, zekat hükmü de gerçekleşmez. Eğer altın ve gümüş gibi şeyler tayin
edilmişse, bunlar da eman kapsamına girer.
Oysa zekat ve sadaka
söz konusu olduğunda durum böyle değildir. Sadaka söz konusu ise yani kişinin
"malım sadakadır" dediğinde bu sadece zekat malını kapsar. Emanda mal
söz konusu edildiğinde ise istihsana göre değil, kıyasa göre amel edilir, malın
üçtebiri vasiyettir denildiğinde de, mal olabilen her şey kapsamına girer.
3593- İmam
Muhammed dedi ki: Meta', malın kendisi baki kalarak kendisinden yararlanılan
elbise ve kapkacak gibi mallardır. Bu nedenle meta' denildiğinde hacim ve
ağırlık olarak ölçülen şeyler bunun kapsamına girmez.
Çünkü bu tür şeylerden
yararlanmak, ancak malın kendisini tüketmekle mümkündür. Meta1 altın ve gümüş
kaplardır. Altın ve gümüş karyola da meta'm kapsamına girer.
Mücevherler ve inciler
ise, meta1 değildir.
Çünkü bunlar süs
eşyalarıdır ve süs eşyaları meta1 değildir. Silahlar da meta' kapsamına
girerler.
Çünkü bunlar süs
eşysıdır ve süs eşyası meta1 değildir. Silahlar da meta' türündendir.
Çünkü kendileri baki
kalmakla onlardan yararlanılabilmektedir. Ayrıca süs
eşyalarında olduğu gibi meta' dışında
özel bir isimleri de yoktur. "Silah" ismi, eşyanın kendisi nazan
İtibara alınarak verilmiş bir isim değildir, bilakis kullanılma niteliği
itibariyle silah denilmiştir. Yüzük, meta' değildir. Çünkü o da süs eşyası
kapsamına girer. Şayet "el-Camiu's-Sağîr" de gümüş yüzüğün, süs
eşyası kapsamına girmediği belirtilmiyor mu? denilecek olursa, deriz ki: Orada
kullanış hükmü kastedilmiştir ve erkeklerin gümüş yüzük takmaları helaldir.
Hakikatte ise, süs eşyası hükmüne girer. Nitekim altın yüzük de süs eşyası
kapsamına girer. Süs eşyası, ayn'ın ismidir ve meta' isminden daha özeldir. Bu
ismin kapsadığı her şey, meta' isminin kapsamına girmez.
3594-
Antlaşmada silah şartı koşuhnuşsa, silah isminin kapsamına kendisiyle
savaşılan her alet
girer. Kılıç, miğfer, zırh,
kalkan, yay, ok vs. gibi genelde silah olarak kullanılan her alet. Bıçak ise,
silaha değil, meta'm kapsamına girer.
Çünkü bıçaktan genelde
savaş dışında yaralanılmaktadır. Hançer ve süngü ise, silah isminin kapsamına
girer. Çünkü bunlar genelde savaşta kullanılmaktadır.
3595-
Cübbeler ve kürklü
kaputlarla keçe kaputlar meta'a girer, silaha girmez. Ancak
sadece savaşta kullanılanları varsa onlar da silah kapsamına girer.
Aynı şekilde ipek
kaputlar da meta'a girer, silaha girmez. Ancak sadece savaşta kullanılanları
hariç. Sancaklar, mızrak ve kargılar silahtandır.
Özet olarak her yerde
isimlendirme konusunda oranın Örfü geçerlidir. Bu konuda temel kaynak, ibn
Ömer'den rivayet edilen haberdir. Buna göre, biri ibn Ömer'e "Bizim bir
arkadaşımız bedene (deve) kesmesi vacip oldu, bir inek kesmesi yeterli
midir?" diye sorar, ibn Ömer o adama: Arkadaşınız nereli? diye sordu.
Adam: Rabah oğullarındandır, dedi. O zaman ibn Ömer şöyle cevap verdi:
Rabahoğullan ne zamandan beri inek besliyorlar ki, onlar bedene" derken bu
sözle deveyi kastederler.
3596-
Silahla birlikte Küra'"ı da şart
koşarlars, Kura' isminin kapsamına at,
katır ve
merkepler girer. Deve, sığır ve
koyunlar küra'ın kapsamına girmezler.
Çünkü bunlara verilen
isim en'am" dır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Hayvanları (enamı) da
sizin için yarattı"[79]'Kura',
binmede kendilerinden yaralanılan atlar, katırlar ve merkep gibi hayvanlardır.
Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Binmeniz ve süs için atlan, katırları ve
merkepleri yarattı."[80]
Deve, sığır ve koyunlar ise kimisi binmek ve üzerlerinde yük taşımak, kimisi
de etlerini yemek
içindir. Nitekim
" Onlardan erkek olsun dişi olsun bir kısmını da yersiniz" [81] bu~
yurulm aktadır.
3597-
"Silah ve hayl" şart koşulmuşsa, "hayl" sözcü-günün
kapsamına erkek olsun dişi olsun asil atlar ve beygirler girer. Katır ve
merkepler girmez. Yüce Allah şöyle buyuruyor; "Onlara karşı gücünüz
yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın."[82]
Asil atlarla
beygirlere ganimetten pay ayrıldığını, katır ve merkeplere ayrılmadığım daha
önce belirtmiştik. Pay verilip verilmeme hususunda da bu ayetin delil olduğuna dikkat
çekmiştik.
"Maşiye"yi
şart koşmuşlarsa, atlar, katırlar ve merkepler bunun kapsamına girmez.
Çünkü
"maşiye" küra'dan farklıdır. Maşiye sözcüğü, "kura1"
sözcüğünün kapsamadığı deve, sığır ve koyun gibi hayvanları kapsar. Çünkü bu
hayvanlar daha çok otlatılır ve otlatılan hayvanların sahiplerine
""ashabu'l-mevaşî" (sürü sahipleri" denilir.
3598- Silahı
şart koşmuşlarsa ve silahların bazısında gümüş, altın veya cevher bulunuyorsa, bunlar da silaha
tabidir. Asla tabi olanlar da onunla birlikte hak edilir. Eğerler ve gemler
ise, meta' sözcüğünün kapsamına girer.
Çünkü bunlar,
kendileri kalıcı olmakla birlikte savaş dışında da kendilerinden yaralanılan
şeylerdir. Eldiven ve semerler de silah kapsamına girmezler.
3599-
Müslümanlara sarı, beyaz
ve halka verilmek üzere antlaşma yapılırsa, sarı ve
beyazla ister kalıba dökülmüş olsun, ister darphaneye girmiş olanı olsun, ister
külçe halinde olanı olsun, altın ve gümüş kastedilir. Eğer işlenmiş ve içine de
mücevherat konulmuş ise, o mücevherler müslümanlara ait değildir.
Çünkü mücevher için
beyaz ve san sözcükleri kullanılmaz.
3600- Altın
ve gümüşle perçinlenmiş bardak olursa, bardakta bulunan altın ve gümüş,
müslümanlara aittir.
Çünkü bardakta bulunan
altın ve gümüş, sarı ve beyaz sözcüklerinin kapsamına girer ve onlar bardağın
kendisini teşkil etmezler.
3601- Eğer
altın ve gümüşün sökülmesi bardağa zarar vermeyecekse sökülüp çıkarılırlar. Ama
bardağa zarar verecekse, dilerlerse bardaktaki altın veya gümüşün değerini para
olarak öderler.
3602-
Zararın giderilmesi gerektiğinde
temellük muhayyerliği, malın aslına sahip olan kimse içindir. Ancak değer
tespitine ihtiyaç duyulursa, değeri başka bir cins mal ile belirlenir.
Çünkü altın ve gümüş
cinsinin yanında sanat ve süslemenin pek bir değeri yoktur.
"Halka" ya gelince bu, silahın
isimlerinden biridir.
Resûlullah'ın
(s.a.v.), Nadîroğu 11 arıyla, "halka" hariç develerin yüklendiği
şeyler onlara bırakılarak orayı terk edip gitmeleri üzere antlaşma yaptığını ve
"halka hariç" sözüne dayanarak silahlarım ellerinden aldığını
belirtmiştik.
3603-
Müslümanlar kendilerine ev eşyalarını vermek üzere antlaşma yapılmışsa, ev
eşyasından maksat, yatak, yastık, perde ve benzeri evlerde müptezel bir şekilde
kullanılan ev eşyalarıdır. Henüz biçilmemiş elbise kumaşlarına gelince, bunlar
ev eşyalarına girmediği için bunları alıp götüremezler.
Çünkü Mev eşyası"
denilince evlerde müptezel şekilde kullanılan şeyler kastedilir. Henüz
biçilmemiş kumaşlar buna girmediği gibi erkek ve kadınların günlük giyimleri de
ev eşyası sayılmaz.
3604-
Elbiseler müslümanlara bırakılmak
üzere antlaşma yapılmışsa,"elbise" ile
kastedilen, insanoğlunun giydiği
pamuklu, yünlü, sünger ve ipekli giyeceklerdir.
Görmüyor musun, bütün
bunları satanlara "elbiseci" denir.
3605- Perde
kilim ve cibinlik gibi şeyler ise elbise değil, ev eşyası kapsamına girer.
Çünkü bu gibi şeyleri
normalde insanlar giymez, evlerde kullanır.
İmam Muhammed
dedi ki: Bez, keten ve pamuktan yapılan elbiseye denir.
İmam Muhammed,
Kûfe'deki adetleri gereğince bez'i tarif etmektedir. Onlarda bu iki nevi kumaş
satana "bezzaz" denir. Sünger, tiftik ve yünden yapılmış kumaşları
satana "bezzaz demezler. Oysa bizim beldemizde "bez" sözcüğü
ipekten yapılmış elbiseye
denir. Çünkü ipek satana bizde bezzaz denir. Nitekim İmam
Muhammed buna işaret
ederek şöyle diyor:
Ancak yüne ve benzeri
şeylere "bez" ismi verilen ülkelerde eğer "bez" üzere
antlaşma yapılmışsa, onların Örfüne göre bunun kapsamına neler giriyorsa, o
şeyler kastedilmiş olur.
Daha önce de bu hususa
dikkat çekmiş ve kullanılan kelime o yörenin örfüne göre neyi kapsıyorsa, o
şeylerin kapsama dahil olacağını belirtmiştik.
3606- Kalede
mahsur kalanlar eğer mütarekede savaşçı olanlara eman isterlerse, malları,
çocukları ve kadınları bu emanin içerisine girmez.
Çünkü kuşatılmış olan,
yenilgiye uramış demektir. Bu şartı ileri sürerken kasdi, kendi canını
kurtarmaktır. Bu gibi durumlarda malı ona tabi değildir, sadece üzerindeki
elbiseler ve o andaki yiyecekleri ona tabidir. Bunlar, istihsan yolu ile ona
aittir, çünkü bunlarsız onun için kurtuluş söz konusu değildir.
3607- Ayrıca
savaşçı sınıfına, erkeklik çağına girmiş olanlar girer ki bunlar ergenlik
çağına ulaşmış olanlardır. Ergenlik çağı ise, ihtilam, gebe bırakma ve yaçî«*
olabilir.
Ergenlik çağının
tespiti konusundaki ihtilaf malumdur. Ebu Yusuf ve İmam Muhammed'e göre on beş
yaştır. Onlar bunu ileri sürerken Abdullah b. Ömer'den nakledilen bir rivayete
dayanırlar ki bu rivayet herkes tarafından bilinmektedir.
3608-
İhtilam olmadığı biliniyorsa ve on beş yaşından küçük ise, savaşsın
veya savaşmasın çocuklar
sınıfına girer. Kadınlar için de durum aynıdır.
Çünkü, mukatil
(savaşçı asker), savaşmak istediğinde bünyesi savaşa elverişli olandır.
Kadınlarla küçüklerin bünyeleri ise, savaşmaya elverişli değildir. Zaman zaman
savaşa katılsalar bile savaşçı sayılmazlar.
Görmüyor musun,
savaşmayan erkekler de savaşma çağında iseler, savaşçı sayılırlar. Çünkü
savaşmaya elverişli bir bünyeye sahiptirler.
3609- Kör,
topal ve benzeri bedeni özürlü erkekler, direkt olarak savaşa katıhyorlarsa,
savaşçı sayılırlar, ama savaşa katılmiyorlarsa sa-vftşçı sayılmazlar.
Çünkü onlar, aslında
savaşçı bir bünyeye sahip idiler ve sakat kalmakla bunun dışına çıkmışlardır.
Sakatlıkları, savaşa katılmalarına engel teşkil etmiyorsa, savaşçı sınıfında
olmaya devam ediyorlar demektir.
Hasta ve baygın
olanlar da savaşçı sınıfındandır.
Çünkü savaşmaya
elverişli bir bünyeye sahipler. Başlarına gelen, savaşmalarına engel bir durum
ise de geçici bir durumdur ve onîan savaşçı olmaktan çıkarmaz. Oysa körler
böyle değildir, onların bu durumu geçici değildir. Eğer körlükleri onları
savaşmaktan alıkoyuyorsa, savaşçı sınıfı dışına çıkmış olurlar.
3610- Kalede
hiç savaşmamış çiftçiler varsa, onlar da savaşçılar sınıfına dahildir.
Çünkü savaşmaya
elverişli bir bünyeye sahipler. Eğer, daha önce siz bunların ücretliler
mesabesinde olduklarını ve öldürülmeyeceklerini demiştiniz, denilecek olursa,
deriz ki: Biz orada savaş onları hiç ilgilendirmiyorsa, öldürül-memeleri
müstehap olur, demiştik. Bununla birlikte öldürülmeleri caizdir, çünkü onlar da
savaşçı sınıfına girerler. Çünkü savaşçıları kalabalık gösterme bakımından bir
fonksiyonları vardır ve bundan dolayı kalede savaşçılarla birlikteler.
3611-
Savaşamayacak derecede yaşlı olan ve savaş taktiği vermeyen yaşlılar, savaşçı
sınıfına girmezler. Kör ve yatalaklarda olduğu gibi bu yaşlıların da
öldürülmeleri caiz değildir. Ama bunlardan biri, kalenin yüksekçe bir yerinde
duruyor ve askerlere talimatlar veriyorsa savaşçı sınıfından olur. Bizzat
savaşmıyor olması önemli değildir. Bu nedenle de esir edildiğinde öldürülebilir
ve savaşçılara eman verildiğinde kendisine de eman verilmiş olur. Kölelere
gelince; kıyasa göre onlar savaşçı sınıfına girmezler ve savaşçılara eman
verildiğinde onlar müslüman-lar için fey1 olurlar.
Çünkü savaşın
yapıldığı hürriyete ve mala sahip değiller. Ancak İmam Muhammed istihsan
olarak şöyle demektedir:
3612- Eğer
kölenin efendisiyle birlikte savaştığı biliniyorsa, savaşçılar sınıfına girer.
Ama efendisiyle birlikte savaşmıyor idiyse, savaşçı sınıfına girmez ve fey'
olur.
Bu eman vermenin
sıhhati açısından savaşa me'zun olan ile me'zun olmayan arasında fark olduğunu
söyleyen Ebû Hanîfe'nin lehine bir delildir. İmam Muhammed'e göre kadının eman
vermesi de, Özürlü kişinin eman vermesi de sahihtir. Oysa bunlar savaşçı
sınıfından değildir.
Ancak bu meselenin
çözümü şöyledir: Köle, savaşa elverişli bir bünyeye sahiptir. Ancak başkasının
mülkü olması sebebiyle kendisi ile savaşması arasında bir engel ortaya
çıkmıştır. Savaşmasına izin verilmekle bu engel hükmen ortadan kalkmış olur.
onun için diyoruz ki;
Efendisiyle birlikte
savaşıyorsa, savaşmaya elverişli bünyesinden dolayı savaşçılar sınıfından olur.
Eğer efendisiyle birlikte savaşmıyorsa, engelden dolayı savaşanlar sınıfına
girmez. Kölenin efendisi eğer onu savaşsın diye oraya getirmişse, ister
savaşıyor olsun, ister savaşıyor olmasın savaşçılar smıfındandır.
Görmüyor musun, düşman
Horasan halkının tamamı krallarının köleleridirler. Onları satar ve onlar
hakkında istedikleri hükmü verirler. Onlarla düşmana karşı koyar ve
savaşırlar. Kölelerden bu durumda olanlar, savaşsın veya savaşmasın, savaşçı
smıfındandır.
3613-
Müslümanlarla müşrikler kaledekilerin bazıları hakkında ihtilafa düşer ve
müşrikler: Bunlar hürdürler, derken müslümanlar da: Hayır bunlar, efendilerinin
hizmetinde olan kölelerdir derlerse, müşriklerin söyledikleri geçerlidir.
Çünkü onlar, asıl olanı savunuyorlar.
Eğer: Aslında onlar
için emamn sabit olmasına ihtiyaçları var. Onların asıl olana sarılmaları,
bilinmeyen bir hakkın ispatı için değil, mevcut durumun devamı için bir delil
olarak ileri sürülmektedir, denilecek olursa, deriz ki: Asıl olana sarılmaları,
onlar için emanı ispat etmiyor, onların savaşçılardan olduklarını ispat ediyor.
Ayrıca savaşçılar için emamn sabit olması, nass iledir, zahir ile değil.
Müşrikler, onların
köle olduklarında ittifak eder ve on-lar köle olup bizimle savaşıyorlardı,
derken, Müslümanlarda: Onlar, efendilerinin hizmetinde köleler idiler derlerse,
müslümanlarm söyledikleri geçerlidir ve o kimseler müslümanlar için fey'
olurlar.
Çünkü ittifaklarıyla o
kişilerle savaş arasında engelin mevcut olduğu isbat edilmiştir ki bu engel,
onların köle olmalarıdır. Bundan sonra artık zahire göre
müslümanlarm iddialarının doğru
olduğudur. Ancak müşrikler bunun aksine delil getirirlerse, o başka.
Bu
konuda sadece müslümanlarm şahitlikleri kabul edilir.
Çünkü yapılacak
şahitlik, müslümanlarm aleyhinedir.
3614- Şayet
kale halkının büyük çounluğu kralın köleleri olup savaşı bunlar yürütüyorsa ve
mesele yukarıda anlattığımız gibi ise, kıyasa göre geçerli olan müslümanlarm
söyledikleridir ve onlar, zikrettiğimiz sebepten dolayı müslümanlar için fey1
olurlar.
İstihsana göre ise
onlar savaşçılar smıfındandır ve müslümanlar iddialarına dair delil getirinceye
kadar eman içerisinde olan savaşçılar sınıfından kabul edilirler.
Bu konuda harp ehlinin
şahitliği kabul edilir.
Çünkü harp ehlinin
aleyhine bir şahitliktir. Ayrıca zahire göre onlar savaşçıdırlar. 'Gerçeğine
vakıf olunamayan hususlarda zahire göre hüküm vermek vaciptir. Bizans ve
benzeri ülkelerde olduğu gibi savaşçıları genelde hürlerden teşekkül eden
ülkelerde kölelerinin savaştıkları tespit edilmedikçe köleleri savaşçı
değillerdir. Çünkü zahire göre onlar savaşçı değillerdir.
3615- Şayet
savaşçılara, çocuklara ve mallarına eman vermek üzere antlaşma yapılır ve sonra da savaşçılar
malların güzelleriyle gürbüz çocukların kendilerine ait olduklarını söyleyecek
olursa, bu hususta onların söyledikleri geçerlidir.
Çünkü böyle bir şeye
vakıf olmak ancak onların kanalıyla mümkün olur ve böyle bir şeyin ispatı için
müslüinanlardan şahit getirmeleri de kendileri için imkan dışıdır. Bu nedenle
onlar neyi söylerse, sözleri kabul edilir. Bu, kişinin içinde sakladığı sırrını
söylemesi mesabesindedir. Yaralılar da, nasıl yaralan-mışlarsa yaralanmış
olsunlar savaşçıların emanı kapsamına girerler. Eğer bundan önce
yaralanmışlarsa ve bu yaralarının iyileşmesi ihtimal dahilinde ise, yine
savaşçılar smıfındandırlar. Ama o yaralarının iyileşme ihtimali yoksa, mesela
elleri veya ayaklan kesilmişse, bunlar savaşçılardan değiller ve müslümanlar
için fey'dirler. Ancak savaş konusunda uzman olup askerlerin savaşmalarını
yönetiyorlarsa ve bu sebeple savaş alanına getirilmişlerse, savaşçılar
sınıfına girerler.
3616- Kaledekiler,
esirlerden şu sayıdakini almamız karşılığında bize eman verin deseler
ve kalede ancak söyledikleri sayıda esir varsa, ister antlaşma yaparken geri
kalanları size ait olsun demiş olsunlar, ister dememiş olsunlar, hepsi eman
içerisinde olurlar.
Çünkü sayı verilerek
onlara eman verilmiştir. Onların durumu, mirasta ase-belerle birlikte pay
sahiplerinin durumu gibidir. Pay sahipleri haklarım aldıktan sonra asebelere
bir şey kalmamışsa, asebelerin alacağı bir şey olmaz.
İmam Muhammed daha
sonra hane halkları için eman istemelerini gündeme getirir ki bu mesele daha
önce açıklanmıştı. Ancak şöyle devam eder:
3617- Burada
adamın hane halkı, aralarında akrabalık bulunsun veya bulunmasın, evinde oturup
geçimleri onun üzerinde olan kimselerdir.
Daha önce şöyle
demişti:
Kişinin hane
halkı, baba tarafından bilindikleri
en büyük babaya kadar olan akrabalarıdır.
Meselenin yorumunu
orada anlatmıştık, özet olarak mesele şöyledir: Hane'den maksat, oturulan ev
ise, evinde geçimini üstlendiği herkes hane halkından sayılır. Ama bundan
maksat soy açısından hane halkı ise, onun baba tarafından akrabaları kapsamı
içine giren herkes girer. Hane halkı derken neyi kastetmiş olduğu
bilinemiyorsa, her iki taraf da kastedilmiş olur. Çünkü eman konusunda
esneklik esastır. Eman içerisine girer mi, girmez mi diye durumu şüpheli olan
herkes emanın kapsamına girer. Çünkü aksinde sakınca ortaya çıkabilir."
3618- Eğer
adamlarla aileleri üzerine antlaşma yapılmışsa, kişinin ailesi, evinde
geçimlerini üstlendiği kimselerdir.
İstihsana göre bu
böyledir. Ancak kıyasa göre kişinin ailesi, sadece hanımıdır. Bu meseleyi
açıklamıştık. Adamın ailesi denilince sadece hanımı kastedilmiş olur. Ama hane
halkı denilince durum farklıdır.
İmam Muahmmed bu arada
esir değiş tokuşu ve bu konuda yazılacak belgenin nasıl yazılması gerektiği
konusu üzerinde durarak şöyle devam etmektedir:
3619- Müslümanlar onlara yüz kişi, onlar da
müslünıaıılara yüz kişi teslim etmeleri üzerine antlaşma yapılır ve
müslümanlar, müşriklerin elinde bulunan esirlerin yüz
sayısına ulaşmadıklarını görürse,
müslümanlarm antlaşmayı bozmamaları gerekir. Ancak onlara, az olsunlar çok
olsunlar, ellerindeki esirler sayısınca esir teslim ederler.
Çünkü şart böyledir.
Parça, bütünden dolayı ve onunla beraber değerlendirmeye alınır. Ayrıca
müslümanlar, başkası yok diye tek bir esir müslüman olsa dahi onun fidyesini
ödememezlik edemezler.
3620- Şayet
müşrikler güçlü kuvvetli esirleri saklar ve yaşlı olanlarla bedeni arızalara
maruz kalmış olanları gösterirlerse, bunların fidyelerini ödemekten
müslümanlarm kaçınmaları gerekir.
Çünkü bunların
dokunulmazlıkları, güçlü kuvvetli olanların dokunulmazlığı gibidir.
Fidyelerinin verilmesi, müslümanlarm onlara gösterdikleri saygınlıktan
dolayıdır.
3621- Ancak
müslümanlar, yaşlıları almayı kabul etmedikleri takdirde müşriklerin
gizledikleri diğer müslüman esirleri çıkaracakları konusunda bir umutları
varsa, yaşlıların fidyelerini ödemekten imtina etmelerinde bir sakınca yoktur.
Eğer onları ortaya çıkarmaktan imtina ederlerse, ortaya çıkardıklarının
fidyelerini devlet başkanının vermesi gerekir. Ancak bunda müslümanları
aşağılama gibi bir durum söz konusu ise, devlet başkanının, müslümanları
böyle bir duruma düşürmemek için fidye ödememesi gerekir.
Görmüyor musun,
müşrikler, bir müslümana karşılık ancak yüz kişiyi serbest bırakırsanız kabul
ederiz derlerse, her ne kadar bir müslüman yüz müşrike bedel ise de devlet
başkanı bunu kabul etmeyebilir ve müslümanları aşağılanmaktan kurtarmak için
başka bir tutum takınabilir.
3622- Şayet
elçiler, kaleye girmemize yardımcı olmaları karşılığında kendilerine,
ailelerine ve mallarına eman vermemizi isteyecek olsalar, onlara eman veririz.
Sonradan onların aile ve mallarının olmadığı ortaya çıkarsa, sadece
kendilerine eman vermiş sayılırız.
Çünkü eman, var
olmayan için değil, var olan için geçerli olur. Eğer kalede aile ve mallan
yoksa, var olan kendileri için eman verilmiş olur ve yok olan aile ve mallan
için eman söz konusu olmaz.
3623- Kalede
bulunan malların tamamının kendilerine ait olduğunu iddia etseler ve bu konuda
yemin etseler, iddiaları kabul edilir.
Daha önce de
belirttiğimiz gibi bu tür iddialara vakıf olmamız ancak onların kanalıyla olur
ve bu nedenle iddiaları geçerlidir.
3624-
Çocukları konusunda bizden eman almış olsalar, daha Önce de belirttiğimiz gibi
kendi çocukları, torunları ve hem oğullarının ve hem de kızlarının çocukları bu
ema-mn kapsamına girer.
Görmüyor musun, Yüce
Allah Meryem'in oğlu isa'yı ademin zürriyeti olmakla nitelemiştir.
"Kadınlar" sözcüğü ise, sadece eşlerini kapsar. Nitekim Yüce Allah:
"Sizden kadınlarına zıhar yapanlar[83]
buyururken sadece eşleri kastedilmektedir.
3625-
Kişinin nesli, çocukları
mesabesindedir. Ebû Hanîfe
(r.a.)'a göre "çocuklar" sözcüğü, kişinin sulbünden gelen
çocuklarını kapsar.
Çünkü
"çocuk" ismi, hakikat üzere kişinin kendi çocukları için, mecaz olarak
da torunlar hakkında kullanılır. Eğer hakikat kastedilmişse, mecaza gidilmez.
Antlaşma yapanların bir kısmının kendi çocuklan yoksa, çocuklarının çocukları
kapsama girer.
Çünkü mecaz olarak
onun çocuklarıdır. Hakikatle amel mümkün olmadığında, mecaz ile amel etmek
gerekir.
Kızlarından torunları
ise, çocukları sözcüğünün kapsamına girmezler.
Bu konuda da iki
rivayet olup bunları eman konularında incelemiştik. "Benîn" sözcüğü
eman konusunda hem erkek çocuklan ve hem de kız çocuklan kapsar.
İmam Muhammed'in görüşü budur.
Ebû Hanife'nin kıyasına göre ise, sadece
erkek çocukları kapsar.
İmam Muhammed,
"Ebu Hanife'nin kıyasına göre" derken, "benî falana (falan
oğullarına) vasiyyet ediyorum" denilirken bununla erkek çocukların kastedildiğini
hatırlatmaktadır. Eman konularını işlerken, Ebû Hanife'nin de görüşünün eman
meselesinde, istihsana dayanan görüşünün aynı olduğunu belirtmiştik. Çünkü
eman konusunda esnek davranmak gerekir. Burada kız çocukları da erkek
çocuklarla birlikte eman kapsamında saymakta, vasiyet konusunda olduğu gibi
erkeklerin haklarından bir eksilme söz konusu değildir.
"Veled" sözcüğünün kapsamına ise, hem erkek ve hem
de kız çocuklar girer.
Çünkü doğumla
kendisine nisbet edilen bütün çocukları için bu sözcük kullanılır.
3626-
Müslümanlar, eman almaksızın harp diyarına girse ve bir kilise ile karşılaşırlarsa,
kiliseyi tahrip etmelerinde, yakmalarında ve orada tuvaletlerini yapmalarında
bir sakınca yoktur. Aynı şekilde orada cariyelerle yatmalarında da bir sakınca
yoktur.[84]
Çünkü kilise de
onların diğer meskenleri gibidir. Hatta bu gibi yerler, içinde Allah'a çokça
isyan edildiği yerler olduklarından müslümanlar açısından evlerinden daha
değersiz yerlerdir. İmam Muhammed bununla havralarla kiliseler ve
ateşperestlerin ibadetgahlarıyla müslümanlarm mescitleri arasındaki farkı anlatmak
istiyor. Mescitler, müslümanlarm namaz kıldıkları yerlerdir, Allah'a itaat
edilmek üzere inşa edilmişlerdir. Kul hakkı onlara karışmamış ve sırf Allah
rızası için yapılmışlardır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: " Muhakkak ki
mescitler Allah'ındır.[85]
Onlar da Kabe gibi Allah'a aittirler. Bu nedenle cünüp olarak mescitlere
girilmez ve burada kişi hanımıyla yatamaz, tuvaletini yapamaz. Oysa kilise,
havra ve ateşperestlerin ibadetgahlan, Allah'tan başkasına tapılsın diye inşa
edilmişlerdir. Bu nedenle buraların hükmü ile evlerin hükmü aynıdır.
3627-
Düşmandan biri kendisine ve ailesine eman verilmek kaydıyla müslümanlara, aile
ve çocuklarının bulunduğu köy halkının yerini göstermek işerse, bu isteğini
kabul etmek caizdir.
İmam Muhammed, bu
konuda antlaşma belgenin nasıl hazırlanacağından bahseder ve sonra şöyle devam
eder:
3628- Onlara
bir köyü gösterse, köyde az veya çok kişi bulunmuş olsun, sözünü yerine
getirmiş olur ve eman içerisinde olur. Çünkü şartını yerine getirmiştir. Ama
köyde sadece ailesi ve çocukları varsa, kendisi fey olur, ailesi ve çocukları
müslümanlara ait olur.
Çünkü müslümanlara,
kendi aile ve çocuklarının ve bir de esir alınacak kimselerin bulunduğu bir
yere rehberlik edeceğini söylemişti, müslümanlar da emanı bu şarta
bağlamışlardı. Böyle bir yere rehberlik etmediğinden dolayı kendisi için de
eman söz konusu değildir.
Ailesi ve çocukları
dışında bir veya iki kişi varsa, durum yine aynıdır. Çünkü şarta göre aile ve
çocukları dışında esirler olmalıydı ve
"esirler" çoğul kipi olup, çoğulun asgarisi üç kişidir.
3629- Eğer
bir köyde esirler vardı ama gitmişler derse, yine onun için eman yoktur.
Çünkü eman, kendisinde
esir bulunan bir köye rehberlik etmesi şartına bağlanmıştı. Bura da ise esir
yoktur. Ayrıca maksat, onun rehberliği sayesinde müslümanlarm esirleri alma
imkanına kavuşmalarıydı. Daha önce gerçekten bu köyde esirler var idiyse de
maksat gerçekleşmemiştir.
3630- Müslümanların
ordugahına girdiğinde ona eman verilmişse ve eman verildikten sonra: "Bana, aileme ve çocuklarıma
eman verin ki size şu köy halkının nerede olduklarmı göstereyim, sözümü yerine
getirmeyecek olursam benimle sizin aramızda eman olmasın" der, sonra da
nıüslümanları kendi aiie ve çocuklarından başka bir kimsenin bulunmadığı bir
köye götürecek olursa, kendisine verilen eman devam eder, ama ailesi ve
çocukları müslümanlar için fey'dir.
Çünkü kendisine
verilen eman, bu şarttan önce verilmişti. Ailesi ve çocuklarının emanı ise,
rehberlik şartına bağlanmıştı. O köyde onlardan başka kimse bulunmadığına göre
eman onlar İçin söz konusu değildir. Sadece kendisinin önceki emanı devam
etmektedir. Güvenli bir yere ulaşıncaya kadar onun hakkındaki bu eman devam
eder.
3631-
Müslümanlara esirlerin sayılarını verecek olsa ve buna. karşılık kendisine eman
verilmesini isterse, oraya gidildiğinde şayet verdiği sayı kadar esir varsa, o
zaman eman içerisindedir. Ama verdiği sayıya ulaşmıyorlarsa, kendisi
müslümanlar için feyr olur.
Çünkü emanı için
koşulan şart gerçekleşmemiştir.
3632- Kıyasa
göre, eman istediğinden önceki durumu nazarı itibara alınarak müslümanlar onu
öldürebilirler, istihsana göre ise, onu öldüremezler.
Çünkü şartın bir
kısmını yerine getirmiştir. Şart koşulanın tamamını yerine getirmiş olsaydı,
öldürülmekten ve köle yapılmaktan kurtulmuş olurdu. Şartın bir kısmını yerine
getirmesi meseleye şüphenin karışmasına sebep olmuştur. Şüphelerden dolayı da
öldürme ortadan kalkar. Diğer taraftan, kendisine şart koşulanda müslümanların
yararı açısından bir bedel anlamı vardır. Zahir itibariyle de şart anlamı
vardır. Şart manasını göz önünde bulundurduğumuzda onu öldürebilirler. Çünkü
şartın gerçekleşmesi için şart koşulanın tamamının yerine getirilmiş olması gerekir.
Bedel anlamını göz önünde bulundurduğumuzda ise, eman içerisinde olur.
Şüphelerden dolayı hükmü ortadan kalkan şeyde bedel anlamını tercih ediyoruz
ki ortadan kalkan hüküm öldürmedir. Şüphelerle birlikte sabit olan şeyde ise
şart anlamını göz önünde bulundurduk ki o da, köle edilmesinin caiz olduğudur.
İmam Muhammed bu arada
karşılıklı veya tek taraflı ilgili mütareke belgesinin nasıl yazılacağını
anlatır ki bu konulan daha önce tafsilatlı bir şekilde ele almıştık.
En İyİ Allah bilir.[86]
3633- Bir
nikahla iki kız kardeşle evlenmiş bulunan düşman kişi müslüman olduğunda,
nikahı geçersiz olur. Ayrı iki nikahla onları nikahlamışsa ve her ikisi de
onunla birlikte müslüman olmuşlarsa, birincisinin nikahı geçerli, ikincisinin
nikahı ise geçersizdir.
Ebû Hanife ve Ebû
Yusuf un görüşü budur. İbrahim ve Katade de bu görüştedir. İmam Muhammed'e
göre ise, İster ikisini bir akitte nikahlamış olsun, ister ayrı ayrı akillerle
nikahlamış olsun, onlardan bîrini seçmekte muhayyerdir, birini seçer ve
diğerinden ayrılır.
3634- Bunu
yapan kişi daru'IIslamda bir zimml ise, sonra İslamı kabul etmiş ve onunla
birlikte iki kız kardeş de İslamı kabul
etmişlerse cevap, Ebû
Hanife (r.a.)ın görüşü gibidir.
Çünkü zimml, muamelat
konularında İslamın hükümlerine bağlıdır. İki kız kardeşi bir nikah altında
tutmanın yasaklığı da İslamın hükümlerin dendir. Bu işi yapan İslamın
hükümlerine bağlı ise, kişinin nikahlan kökten olmaz. Harp ehline gelince, onlar
İslamın hükümlerine bağlı değiller. Onlara göre böyle bir nikah temelden
sahihtir. Daha sonra haramlık söz konusu olunca, kişinin onlardan birini
seçmesi gerekir. Tıpkı dört hanımı olup hangisini boşadığını belirtmeden
"hanım-lanmdan biri boştur" diyen müslümanın durumu gibi. İmam
Muhammed'in görüşü budur.
3635- Zimmî
biri, mehir olmaksızın bir kadınla evlenir ve sonra müslüman olursa, harp
ehlinden olanın aksine, mehri misli ödemesi gerekir.
İmam Muhammed es-
Siyeru'l- Kebir'de bunu böylece belirtir ve şöyle der:
3636-
Resûlullah dışında İslam ümmeti mal konusundaki hakkını devam ettirir. Dörtten
fazla kadınla evlilik konusundaki yasak da Resûlullah (s.a.v.) dışında ümmet
hakkında sabittir. Harp ehli hakkında ise her iki hüküm de sabit değildir.
Bbu Hanife ve Ebu
Yusuf a göre iki kız kardeşle evli olan kişi müslüman olduktan sonra her
ikisiyle evliliği mevcut olduğundan bunun devam ettirilmesi, yeni bir işlemin
yapılmış olması anlamına gelir. Böylece sanki îslamdan sonra iki kız kardeşle
evlenmiş gibi olur. Bu sebeple İkisiyle bir akitte evlenmişse, her ikisinin de
nikahı batıl olmuştur. Ama ayrı akillerle onları nikahlamışsa, ikinci akitte
nikahlanmış olanın nikahı geçersiz olur. Dört kadından fazla kadınla evli
olanın durumu da budur.
Nitekim zİmmîler
hakkında cizyenin de bu yolla sabit olduğunu söyledik. Nasıl harp ehli, iki kız
kardeşi bir nikah altında tutma yasağıyla İlgili İslami hükme bağlı değil
iseler, zİmmîler de buna bağlı değildirler. Bu nedenle, mesele mahkemeye
intikal ettirilmedikçe devlet başkanı onların bu tavırlarına karışmaz. Bu
nedenle Ebu Hanife ( r.a.), mehirsİz evlenme konusunda harp ehli ile zimmller
arasında bir farkın bulunmadığını söylemektedir.
Muhammed - Allah
rahmet etsin - görüşünü ispat için senetleriyle bir takım rivayetler nakleder.
Bunlardan biri,
Abdullah b. Ömer'in ( r.a.) şu hadisidir: öaylân b. Seleme es-Sakafi, müslüman
olduğunda on hanımı vardı. Peygamber (s.a.v.) ona: Aralarından dördünü seç,
buyurdu. Hz. Ömer döneminde ise bu şahıs, hanımlarını boşadı ve malını
çocukları arasında taksim etti. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.) onu çağırttı ve:
"Duydum ki hanımlarını boşamış ve malını çocukların arasında taksim
etmişsin" dedi. Ğaylân: Evet, dedi. O zaman Hz. Ömer şöyle dedi: Görüyorum
ki şeytan, kulak hırsızlığı vasıtasıyla senin ölümünü duymuş ve onu kalbine
fısıldamış, bu dünya hayatından az bir müddetin kalmış. Allah'a yemin ederim
ki hanımlarını geri almaz ve malını da çocuklarından geri almadan bu arada
ölürsen, malından hanımlarına miras vereceğim ve sonra da Ebû Rigal'in kabri
nasıl taşlandıysa senin de kabrinin taşlanmasını emredeceğim.
İmam Muhammed,
hastalığı sırasında Gaylân'ın Hz. Ömer'in bu emrini yerine getirdiğini
sanıyorum, demiştir. Muhammed
b. Abdullah'tan rivayet edilir ki, Ebu Mes'ud b. Abdi Yaleyl b. Amr b. Umayr
es- Sakafi, İslama girdiğinde sekiz hanımı vardı ve aralarından dördünü seçti.
İmam Muhammed dedi ki : Güvenilir kişi bize Abdullah b. Lehia'dan ve o da Ebû
Vehb el - Ceyşanî'den Dahhak b. Firuz ed-Deylemi'den babasının şöyle dediğini nakleder:
İslama girdiğimde iki kız kardeşle evliydim. Resûlullah ( s.a.v.), onlardan
birinden ayrılmamı emretti.
İmam Muhammed diyor
ki: Firuz ed-Deylemî, San'a şehrinde bulunan iran haîkmdandı. İslama girdi ve
iyi bir müslüman oldu.
3637-
Üstad ki: Ebû Hanife'ye göre bu rivayetlerin te'vili
şöyledir:
Birincisi: Bu
nikahlar, iki kız kardeşi bir arada tutmanın yasaklanmasından Önce kıyılmıştı.
Zamanımız açısından böyle bir durum söz konusu değildir.
ikincisi:
Resûlullah'ın (s.a.v.): iki kız kerdeşten birini seç yahut aralarından dördünü
seç, sözüyle kastettiği, yeniden nikahlarının kıyılmasıdır, yoksa daha önceki
nikahtan dolayı daha önce meydana gelmiş bir hükmü sürdürmesi değildir. Ebû
Hanife (r.a.) bu görüştedir.
İmam Muhammed daha
sonra, daru'Iharpte bulunan eşlerden birinin İslami kabul etmesi sonucu ortaya
çıkacak durumu anlatır.
Anlattıkları özet
olarak şöyledir: Ehl- i Kitaptan hem erkek
hem de kadın İslamı kabul ederlerse, kadın onun
karısı olmaya devanı eder.
Çünkü başlangıçta
aralarındaki nikah caiz olduğundan
devamı da haydi haydi caizdir.
3638- Kadın
ehl- i kitaptan değilse ya da islami kabul eden kadın ise, aralarındaki ayrılık üç hayız
döneminin geçmesine bağlıdır.
Çünkü nikahın
sıhhatinden sonra, ayrılığı gerekli kılan sebebin sabit olması gerekir.
Onlardan birinin müslüman olması ise, buna elverişli değildir. O mülkiyetin
sabit olmasının bir sebebidir. Onlardan küfür üzerinde İsrar edenin bu durumu
ise, diğerinin müslüman oluşundan önce var idi ve bunun ayrılık üzerinde bir
etkisi yoktur. Ayrıca aralarında nikahın devam etmesi de imkan dışı olmuştur.
Aralarında ayrılığın vuku bulması, iddet döneminin geçmesine bağlıdır, diyoruz.
Çünkü riç'i talaktan sonra iddet müddetinin dolması ayrılmalarında bir
etkendir.
Eğer İslam ülkesinde
iseler, küfür üzere İsrar edene üç defa müslüman olması teklif edilir ve
müslüman olmayı kabul etmediği takdirde birbirlerinden ayrılmaları sağlanır.
Ama İslam ülkesinde değillerse, devlet başkanının kadın üzerinde velayeti
mümkün olmadığından üç hayız müddetini, üç defa İslamı teklif yerine kabul
ettik.
3639-
Onlardan müslüman olanı üç hayız müddeti geçmeden İslam ülkesine gelecek
olursa, Hicaz ulemasına göre durum yine budur. Irak ulemasına göre ise, ülkelerinin
ayrı olması nedeniyle hem hükmen ve hem de fiilen aralarında ayrılık
gerçekleşmiştir.
Çünkü harp ehlinden
olup harp ülkesinde bulunanın, İslam ülkesinde bulunan kimse hakkında durumu,
ölünün durumu gibidir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ölü iken kendisini
dirilttiğimiz....."[87]
3640-
Resûlüllah (s.a.v.)in, kızı Zeyneb'i Ebû'1-As'a nasıl geri verdiği konusundaki
rivayetler muhteliftir. Amr b. Şuayb'in babasından ve onun da dedesinden
naklettiği rivayete göre, yeni bir nikah ile onu geri vermiştir. Âmir
eş-Şabl'den gelen rivayete göre ise, ilk nikahıyla onu geri vermiştir.
Eğer yeni bir nikah
ile vermişse, bunun izahı şudur: Zührl'nin belirttiği gibi, bu konudaki emirler
gelmezden -Önce bu olay vuku bulmuştur. Katade, bunun, Berae sûresinin
inmesinden önce vuku bulunduğunu belirtir. Şa'bi ise, "kafir kadınları
nikahınızda tutmayın"[88]
ayetinin inmesinden önce bu olayın meydana geldiğini söylemektedir.
Anlatılanlara göre bu
hüküm, bu ayetin inişiyle nesh-edilmiştir. iki ayrı ülkede yaşayan eşlerin
aralarında ise, fiilen de hükmen de bir bağ yoktur.
Zührî'nin söylediği
ise şudur: Mekke fethedildiği gün Kureyşli bazı kadınlar müslüman olmuş ve bunların
kocalan Mekke'den kaçmış, sonra da dönüp müslüman olmuşlardır. Resûlüllah (s.a.v.)
bu kadınları ilk nikahlarıyla onları kocalarına bırakmıştır. İkrime'mn karısı
Üm-mü Hakîm'den yapılan rivayet budur. Hakîm b. Hızam'm karısının rivayetine
göre ise, kaçan bu kimseler, sahile kaçmışlardı ve buralar Mekke'nin sınırları
dahilinde idi. Mekke'nin fethedilmesiyle buralar da fethedilmiş sayılıyordu.
Dolayısıyla ayrı iki ülke söz konusu değildi. Rivayet edildiğine göre Ebû
Süfyan, Zahran yolunda bulunan Resûlullah'ın (s.a.v.) ordugahında İslamı kabul
ettiğinde karısı Hind, müşrik olup
Mekke'de bulunuyordu. Daha sonra Hind müslüman olmuş ve Rasûlullah
(s.a.v.) ilk nikahıyla onu kocasına geri vermiştir. Ebû Süfyan'm o gün
müslümanhğı mükemmel değildi.
Resûlüllah (s.a.v.) amcası Abbas'ın şefaatiyle onu affetmişti. Nitekim
rivayet edildiğine göre, Hz. Abbas'a şöyle demişti: Kardeşinin oğlu büyük bir
krallığa kondu. Bunun üzerine Hz. Abbas: Hayır, o bir kral değil, bir
peygamberdir, demiş ve Ebû Süfyan: Öyle mi? Karşılığını vermiştir. Bu sözler,
samimi bir müslümanın söyleyeceği sözler değildir.
İmam Muhammed, sonra
Abdullah b. Ebî Bekr'in şu hadisini nakleder.
3641-
Bişr'in kızı Ümeyme müslüman olmuş ve kafir olup küfür yurdunda ikamet eden
kocasından kaçarak Resûlullah (s.a.v.)'in yanına gelmişti. İddeti bittikten
sonra Resûlüllah (s.a.v.) Ümeyme'yi Süheyl b. Hanîf ile evlendirmiştir. Sonra
kafir olan kocası İslamı kabul edip gelmiş, ama Resûlüllah, karısını ona geri
vermemiştir.
Bu, ülkelerin ayrı
oluşuyla aralarında ayrılığın meydana geldiğine dair bir delildir. İmam
Muhammed, hicret eden kadının iddet beklemesinin gerekliliğine dair bu rivayeti
delil olarak getirir. Ebû Hanife ise, hicret eden kadının iddet beklemesine
ihtiyaç olmadığını söylemektedir. Ona göre hicret eden kadın, esir alınan
kadın mesabesindedir. Çünkü her iki durumda da ayrılık, ülkelerin
farklılığından kaynaklanmaktadır. Nakledilen
rivayette ise, Ünıeyme'nin, Resûlullah
(s.a.v.)'in emriyle iddet beklediğine dair bir ifade mevcut
değildir.
İmam Muhammed bu arada
Said b. Cübeyr'in şöyle dediğini nakleder:
3642- Kadın
harp yurduna iltihak ederse, iddet beklemez. Biz de bu görüşteyiz. Diyoruz ki:
İslamdan irtidat ederek yahut zimmi olup zimmet ahdini bozarak iltihak etmişse,
kocasının bulunduğu ülkeden başka bir ülkeye gidip harp ehlinden olduğu için
hakikaten ve hükmen kocasından ayrılmış olur ve onun hakkında burada iddet söz
konusu değildir.
Çünkü iddet beklemek,
İslamın hükümlerindendir. Harp ehlinden olan kadın buna muhatap değildir. İmam
Muhammed'e göre hicret eden kadın bu durumda değildir. Ebu Hanife'ye göre ise,
iddet bekleme konusunda her ikisi eşittir. Ancak hicret eden kadın hamile ise,
bebeğini doğuruncaya kadar evlenemez. Ev-lenememesİ, iddet beklemesi
gerektiğinden değil, nesebi sabit bir çocuğu karnında taşımasından dolayıdır.
Tıpkı efendisinden
hamile kalan ummu'l - veled'in durumu gibi. Hasan, Ebu Hanife'nin şöyle
dediğini rivayet eder:
3643-
Evlendiği takdirde nikah caizdir. Ancak, başka9-sımn ektiğini
kendi suyuyla sulamaması
için bebeğini -doğuruncaya kadar kocası ona yanaşmaz. Esir düşen kadın da hamile
ise, efendisi doğurmasını bekler
ve bu müddet zarfında ona yanaşamaz.
3644- Harp
ehlinden biri, harp yurdunda bir kadınla kızını bir nikah akdiyle yahut ayrı
iki akitle nikahlayacak olsa, onlardan biriyle henüz yatmadan hep birlikte
müs-lüman olsalar, Ebu Hanife'ye göre, ikisini bir akitle nikahlamışsa,
ikisinin de nikahı geçersizdir. Ama ayrı iki akitle nikaklamışsa, ikincisinin
nikahı geçersizdir.
Çünkü burada itiraz,
iki kız kardeşi nikahlamasına itiraz gibidir. İmam Mu-hammed'in görüşüne göre
her iki durumda da kızın nikahı sahih, annenin nikahı
ise fasittir. Çünkü ona göre bir arada
bulundurma sebebiyle yasaklama, iki kız kardeş hakkında olduğu gibi, müslüman
olmadan önce haklarında sabit değildi. Bu sebeple ister önce nikahı kıyılmış
olsun, ister sonra kıyılmış olsun, kızın nikahı sahihtir.
3645- Sırf
kızın nikahının sahih olmasıyla anne haram olmuş olur. Oysa sırf annenin
nikahından dolayı kızın nikahlanması haram olmaz, işte bu nedenle her iki
durumda kızın nikahı sahih, annenin nikahı ise batıldır.
Çünkü akrabsjiıktan
dolayı haramhk, emzirme ve nesepten dolayı ha-ramlığm benzeridir.^Su ise,
sebebi gerçekleştiğinde İslam yurdunda sabit olduğu gibi daru'lharpte de
sabittir ve bu mesele de buna benzemektedir.
3646- Eğer her ikisiyle de yatmışsa, ittifakla her
durumda ikisinin de nikahı geçersizdir.
Çünkü her biriyle yatma, akrabalık sebebiyle ebediyyen
diğerini haram kılar.
3647- Ama
onlardan biriyle yatmışsa, Muhammed'in görüşüne göre kızla evlendikten sonra
anneyle yatmışsa ikisinin de nikahı geçersiz olur.
Çünkü kızla yapılan
sahih akit, annenin haram kılınmasını, anneyle yatmak ise kızın haram olmasını
gerektirir.
3648- Eğer
kızla nikah kıymadan anne ile yatmışsa, annenin nikahı sahihtir.
Çünkü anneyle yatmak,
kızın haram olmasını gerektirir ve ondan sonra kızla yapılan nikah akdi sahih
değildir. Kızla fasit akit yapılmış, (ama yatma meydana gelmemiş) se, annenin
haram kılınmasını gerektirmez.
3649-
Eğer sadece kızla
yatmışsa, kızın nikahı
sahihtir.
Çünkü anne ile sadece
akit yapılmıştır ve akdin yapılmış olması, kızın haram olmasını gerektirmez.
Ebû Hanife ve Ebû Yusuf a göre ise, ikisini bir akit ile nikahlamışsa, ikisinin
de nikahı batıldır. Sonra, anne olsun kız olsun, birlikte
yattığıyla evlenebilir. Diğeriyle
evlenemez, çünkü anne olsun, kız olsun hangisiyle yatmışsa diğerini haram
kılar.
3650- Eğer
ayrı iki akitle onlarla evlenmiş ve kızın nikahı Önce yapılmış olup onunla
yatmışsa, onun nikahı sahih, annenin nikahı ise batıldır. Çünkü arada akrabalık
gerçekleşmiştir. Ama anne ile yatmışsa, ikisinin de nikahı batıldır. Çünkü
kızla yapılan akit sahih olup, annenin haram kılınmasını gerektirir.
Ama önce anne ile
evlenmiş ve onunla yatmışsa, onun nikahı sahihtir. Ancak kızla da yatmışsa,
berikisinin nikahı geçersiz olmuştur. Çünkü ikisini bir arada bulundurmaktan
dolayı kızla yapılan akit sahih değildi ve kızla yatmaktan dolayı da annenin
nikahı geçersiz olmuştur. Daha sonra anne ile değil de, kızla evlenebilir.
Çünkü annâ ile yatma olmamıştır, sadece
akit söz konusudur ve anne ile
salt nikah akdi yapmış
olmak, kızın haram olmasını gerektirmez. Bu sebeple de
kızla evlenmesi caizdir.
3651- Harp
ehlinden biri, bir cariye ve hür bir kadınla evlense, sonra da hepsi müslüman
olsalar, Muhammed'e Allah rahmet etsin-
görüşüne göre ikisinin nikahı caizdir.
Çünkü ona göre cariye
ile hür kadını bir arada bulundurmanın haramhğı önce sabit değildi. İslamdan
sonra ise hem cariyenin ve hem de hür kadının nikahının devam etmesi, İslamın
hükümlerindendir. Muhammed, Ebû Hanife'nin bu konudaki görüşünü
belirtmemektedir.
Denildiğine göre bu
mesele hakkındaki cevabı, Muhammed'in görüşü gibidir. Çünkü hitabın hükmü,
İslamdan sonra onlar hakkında sabittir. Ona göre cariyenin nikahının geçersiz
olduğu ve iki kız kardeşin nikahında olduğu gibi, İslamdan sonra akdin
yenilenmesi gerektiği de söylenmiştir.
3652- Harp
ehlinden biri dört kadını bir veya iki akitle nikahlamışsa ve sonra da o
kadınlarla birlikte esir düşmüşse, Muhammed'e göre onlardan ikisini seçer.
Çünkü köle için iki
kadından fazlası, hür erkek için dört kadından fazlası
mesabesindedir. Ebû Hanife ve Ebû Yusufa
göre ise,, burada hepsinin nikahı batıldır. Eğer onlarla bir akitte
nikahlanmışsa, batıl oluşunda bir problem yoktur. Çünkü bu, bir akitle beş
kadınla evlenip sonra da hem kendisi hem de o kadınların müslüman oluşlarıyla
ortaya çıkan duruma benzemektedir. Eğer ayrı ayn akitlerle nikahlamışsa, bu
durum ile kendisinin ve kendisiyle birlikte kadınların İslami kabul etmeleri
arasındaki fark şudur:
Dörtten fazla kadınla
evlenme, İslama göre sahih bir evlilik değildir. İslama göre böyle bir evliliğe
itiraz gerekli olduğuna göre, sahih olmayanın fasit olduğu ortaya çıkmaktadır.
Oysa burada dört kadınla evlenmiş olması İslama göre sahihtir. Çünkü dört
kadınla evlendiğinde hür idi. Köle olduktan sonra artık dört kadınla evli
olması caiz değildir. Ama hangisiyle nikahının batıl veya sahih olacağına dair
bir gerekçe mevcut olmadığından evlendiği kadınlar hepsi ile evliliği son
bulmuştur.
3653- Harp
ehlinden biri, aynı kadından süt emen iki kızla evlenir, sonra hepsi müslüman
olacak olsa, ihtilaflı olmakla beraber, iki kız kardeşle evlenenin durumu gib
Çünkü İslamdan önce
aynı kadının sütünü emmelerinden dolayı iki kız kardeş hükmündedirler.
3654- İki
kız müslüman olduktan
sonra onları em-zirmişse, her ikisinin de nikahı fasit
olur.
Ebû Hanife işte bu
meseleyi Muhammed'in aleyhine bir delil olarak ileri sürmektedir. Ancak İmam
Muhammed şöyle diyor: Emzirmeden önce müslüman olduklarından onların durumu,
müslüman oldukları halde onlarla evlenmesi ile aynıdır. Müslüman biri, aynı
anneden süt emen iki kızla evlenecek olsa, o ikisiyle evliliği son bulur. Çünkü
nikahını bozan kız kardeşlik her ikisinde bir arada bulunmuştur. Oysa önceki
durum böyle değildi.
3655-
Hepsi kitap ehlinden olup koca müslüman
olsa ve ikisini aynı kadın
emzirse, durum yine aynıdır.
Yine harp ehlinden
biri, bir kadın ve süt çağında bir kızla evlenecek olsa ve evlendiği kadının
sütü olup bu kadm o küçük kızı emzirecek olsa, sonra da hepsi İslamı kabul
edecek olsalar, Ebû Hanife'nin görüşüne göre her ikisinin de nikahı fasit olur.
Çünkü anne ve kız
olmuşlardır ve o kişi her ikisini bir arada nikahı altında bulundurmaktadır.
Sanki emzirmeden sonra onlarla evlenmiş gibidir. Muham-med'e göre ise, kızın
nikahı caizdir. Çünkü kızla yaptığı akit sahihtir ve bu (salt
akit) annenin haram olmasını gerektirmez.
3656- Ama
emzirme müslüman olduktan sonra olmuşsa, ittifakla her ikisinin nikahı da
batıldır. Tıpkı müslüman olduktan sonra onlarla evlenmesindeki durum gibi. Yine
koca İslamı kabul eder ve sonra büyük olanı küçük olanı emzirirse, ikisinin de
nikahı fasit olur.
Çünkü anne ile kızı
bir nikah altında tutmanın yasaklığma muhatap olan kocadır.
3657-
Yalnızca büyük olanı müslüman olur ve sonra küçüğü emzirirse, Muhammed'e göre
onun nikahı fasit, kızın
nikahı ise caizdir.
Çünkü onu emzirdiğinde
koca harp ehlindendi. Bundan dolayı şimdi em-zirmiş olması ile müslüman
olmazdan önce emzirmİş olması aynıdır.
3658- Islamı
kabul eden kişi küçüğün babası ise ve sonra büyük olanı küçük olanı emzirmişse,
her ikisinin de nikahı fasit olur.[89]
Ebû Hanife'ye göre
burada bir problem yoktur. Muhammed'e göre ise küçük olanı, babasının müslüman
olmasıyla müslüman olmuştur ve İslama göre annesiyle birlikte onu nikahlamak
caiz değildir. Bu sebepten dolayı nikahı batıl olmuştur. Annenin nikahı da,
kızla nikah akdinden dolayı batıl olmuştur. İşte bu sebeple her ikisinin
nikahının batıl olduğunu söylemektedir.
İmam Muhammed bu
meseleyi şu şekilde açıklanKişi, süt emen bir kız çocuğunu nikahladıktan sonra
boşasa, sonra da bir kadınla evlense ve o kadm o küçük kızı emzirse, evlendiği
o kadın ona haram olur. Çünkü o küçük kız, o kadının kızı olmuştur ve bu kız bir zamanlar sahih bir
nikah akdiyle onun karısı idi. Kızla yapılan salt bir nikah akdi, annenin o
kişi hakkında ebediyyen haram
olmasını gerektirir.
3659- Eman
altındaki iki eş daru'lİslamda iken koca İslamı kabul eder ve karısı da ehl-i
kitaptan olup daru'lharbe dönmek isterse, dönmesine müsaade edilmez.
Çünkü kocanın müslüman
oluşundan sonra aralarındaki nikah akdi devam etmektedir. Kadın artık müslüman
bir erkeğin nikahı altında zimmî biridir. Tıpkı müsjüman bir erkekle evlenmiş
bir eş mesabesindedir ve kocasına tabidir.
3660- Koca
zimmî olursa, durum yine aynıdır.
Çünkü zimmî de
müslüman gibi ülkemizin vatandaşıdır.
3661- Eğer
kadın, o kişinin karısı olduğunu inkar e-derse, koca aksini ispatlayacak bir
delil getirmedikçe kadının sözü geçerlidir. Bu meselede kadının aleyhine harp
ehlinden olanların şahitlikleri de geçerli değildir.
Çünkü kocanın ve
şahitlerin iddiaları sonucu kadın zimmî olacaktır ve harp ehlinden olanların
zimmîlerİn aleyhine şahitlikleri kabul edilmez.
3662- Koca
İslama girmeden yahut zimmî olmadan önce müslüman hakim aleyhlerine herhangi
bir hüküm veremez. Koca, o kadınla evli olduğuna dair müslümanlar-dan şahitler
getirip ikisinin de eman altında olduklarını kanıtlasa, müslüman
hakim yine daru'lharpte cereyan eden bir muamele hakkında hüküm
veremez.
Çünkü onlar İslamın
hükümlerine bağlı değillerdi ve koca, o kadının karısı olduğunu iddia ederken
bunu darulharpte olmuş bir akde dayandırmaktadır. Müslüman hakim onun bu
iddiasına dayanarak aralarında hüküm veremez.
3663- Eğer
kadın ehli kitaptan değilse, hakim İslamı ona arz eder. İslamı kabul ettiği
takdirde evlilikleri devam eder. Ama kabul etmezse evliliklerinin son bulduğuna
karar verir. Çünkü artık hakimin velayeti altındadır, ona müslüman olmasını
arzeder ve reddettiği takdirde onu kocasından ayırır. İddeti bittikten sonra
da daru'lharbe geri dönebilir.
Çünkü kocasının
müslüman olmasından sonra nikahlısı değildir. Kadın bu durumdayken nikahın
devamı ve kadının zimmî olması mümkün değildir. Ancak müslüman olan kocasının
hakkından dolayı iddet müddetini İslam yurdunda tutması gerekir. Çünkü hamüe
olabilir ve kocasının müslüman oluşundan dolayı doğacak çocuğu da Maüslümandır.
Bu sebeple, bu müddet dolmadan dadu'l harbe geri dönemez.
3664- Kocası
müslüman değil de zımmi olursa, kadın
artık darulharbe dönemez.
Çünkü aralarındaki
nikah devam etmektedir ve kocasına tabi olarak kendisi de zimmî olur.
3665- Eğer
müslümanlığı kabul eden kadın
ise, kocasına İslam arz edilir ve reddettiği takdirde evliliklerine son
verilir. Koca, dilerse harp yurduna dönebilir.
Çünkü koca, karısına
tabi değildir.
3666- Hakim
kendisine İslamı arz etmeden önce koca-daru'lharbe dönecek
olursa, ayrı ülkelerde bulunmalarından dolayı fiilen de hükmen de
evlilikleri son bulmuş olur. Evliliklerinin son bulması, boşama dışında gerçekleşmiştir
ve mürtedle müslüman evlenemez.
Çünkü nikah, dine
dayalıdır ve mürted din ehlinden değildir. Bu meseleyi Şarhu'l- Muhtasar"
da etraflıca anlattık. İmam Muhammed bu arada hicret konusunu ele alarak şöyle
der:
3667- Koca
daru'Iharpte olduğu halde karısını boşarsa, boşama meydana gelmez.
Ebu Hanife, (r.a.)
göre bunun gerekçesi şudur: Bu durumdaki kadının iddet beklemesi gerekmez.
Muhammed'e göre ise, koca harp ehlindendir ve harp
ehlinden olanla müslüman arasında bir bağ
olmadığı için boşama meydana gelmez. Eğer boşama meydana gelseydi,
aralarındaki bağ ispatlanmış olurdu. Bu nedenle İmam Muhammed şöyle demektedir:
3668- Koca
müslüman olduktan sonra onu boşarsa, boşama gerçekleşmiş olur.
Çünkü o zaman iddet
beklemesi gerekir. Müslümanlar, ayrı ülkelerde de olsalar, aralarındaki bağ
devam eder. Muhammed bunu söylerken, daru'lharbe iltihak eden mürtedde kıyas
yapmaktadır. Daru'lharbe iltihak etmiş mürted, karısını boşadiğinda bundan
dolayı iddet beklese de boşama vaki olmaz. Ama müslüman Olarak geri döner yahut
daru'Iharpte iken müslüman olur sonra onu boşarsa, boşaması gerçekleşir ve
kadın bundan dolayı iddet bekler.
3669- Harp
ehlinden ülkemize eman alarak gelen kişi, ondan iddet bekleyen muhacir karısını
boşarsa, boşaması gerçekleşmez.
Çünkü koca hala harp
ehlindendir ve durumu, daru'Iharpteki durumu gibidir. Nitekim hür bir kadın
bir köle ile evlenip onunla yatsa, sonra o köleyi satın alacak olsa, nikah
fasit olur ve iddet beklemesi gerekir. Kölesi iken kadını boşayacak olsa,
boşama meydana gelmez. Çünkü köle ile efendisi durumundaki kadın arasında
nikahtan dolayı bir ismet yoktur.
3670- Kadın
onu azad ettikten yahut sattıktan sonra kadını boşayacak olsa, boşaması
gerçekleşmiş olur.
Çünkü kadın ondan
iddet bekler.
3671-
Muhacir olan kadın şayet hamile ise, Ebu Ha-nife'ye göre kocası onun kız
kardeşiyle evlenebilir.
Çünkü bu durumdaki
kadının iddet beklemesi gerekmez. Ama kadın başka biriyle evlenemez.
Çünkü nesebi sabit bir
çocuğu karnında taşıyor. Onun durumu, efendisinden hamile olan ummu'l-veled'in
durumu gibidir. Efendi, bu durumdaki um-mu'1-veled'in kız kardeşiyle
evlenebilir ama çocuğunu doğuruncaya kadar onunla beraber olamaz .Değilse, aynı
dönemde iki kız kardeşle elenmiş olur. Bu mesele de onun çibidir. Esir edilen
kadın hakkındaki durum da budur.
3672- Koca
İslama girer ve karısını darulharpte terk ederek bizim ülkemize gelecek olursa,
ülkelerin farklılığından dolayı kendisi ile karısı arasında evlilik bağı son
bulmuş olur. Ancak kadın hamile ise, başka bir koca ile evlenemez. Bu durumdaki
bir kadın için iddet yoktur ama nesebi sabit bir çocuğu karnında taşımaktadır.
Bununla birlikte doğuracağı çocuk neseb yönüyle kocayı bağlamaz. Ancak kadın
(kocanın daru'IİsIama gelmesinden itibaren) altı aydan daha az bir müddet
içinde onu doğurmuşsa neseb yönünden kocaya ait olur.
Çünkü ülkelerin
farklılığından dolayı, ülke farklılığı gerçekleştiği andan itibaren kocasından
ayrılmış sayılır. Hüküm açısından bu ayrılık, zifafa girilmeden gerçekleşmiş
boşama gibidir.[90]
3673- Kadın,
darü'Iharpte iken İslama girer ve aralarındaki ayrılık üç hayız müddetini
doldurursa, geçen bu müddet, iddet hükmündedir ve bu durum ile kadının islam
ülkesine çıkıp gelmesinden dolayı meydana gelecek boşanma aynıdır. Çünkü her
İki yerde de evlilikleri son bulmuştur ve kadın hür olup İslamin
hükümlerine muhataptır. İster
darü'lharpte bulunsun, ister İslam yurduna gelmiş olsun, fark etmez.
3674- Harp
ehlinden bir kadın henüz harp yurdunda iken müslüman olur ve İslam ülkesine
gelirse, kocası da eman alarak onunla birlikte İslam yurduna gelmişse, üç hayız
müddeti geçinceye kadar, onun karısı olarak kalır, sonra müslümanların devlet
başkanı kocasına müslüman olmasını teklif eder.
Çünkü bu kişi, eman
alarak İslam yurduna girdiği için gerçekte harp ehlinden olmakla birlikte
darü'lharbe donünceye kadar bir yönüyle zimmî gibidir. Devlet başkanı, ona
İslami arz etme imkanına sahiptir. Üç hayız müddeti geçinceye kadar kadın onun
karışıdır ve bu müddet geçtikten sonra evlilikleri son bulur. Çünkü bir yönüyle
zimmîye benzemektedir. Kocasına İslam arz edildikten sonra îlamı kabul etmekten
kaçındığı takdirde bu müddetin dolması beklenir. Çünkü hangi suretle
evlilikleri son bulmuşsa bulsun, üç hayız müddeti beklemesi gerekir.
3675-
Kadın iddet beklerken
kocası onu boşayacak olursa, boşaması geçerlidir.
Çünkü koca, onunla
birlikte islam yurdundadır ve belirttiğimiz gibi bir yönüyle zimmîye benzemektedir.
Görmüyor musun, devlet
başkanı onları birbirlerinden ayırmadan koca ona hul"[91]
yapacak olsa ve sonra da iddet dolmadan onu boşayacak olsa ya da hul' yapmadan
onu üç talakla boşasa, boşaması geçerlidir. O halde birbirlerinden ayrıldıktan
sonra da müddeti içerisinde boşaması geçerli olur. Çünkü evliliklerine son
verilmiş olması, bir boşamadır.
3676- Ama
kadın yalnız başına çıkıp islam yurduna gelmişse ve kocası ondan sonra
eman alarak islam yurduna giriş yapmışsa, boşaması geçerli bir boşama
değildir.
Çünkü yukarıdaki
durumda kadın oradan çıktıktan sonra koca harp yurdunda kalmıştır ve böylece
aralarındaki evlilik bağı son bulmuştur. Bundan sonra koca, islam yurdunun
vatandaşı olmadıkça, boşaması geçerli bir boşama olmaz. Burada ise, ayrılma
meydana geldiği zaman ikisi İslam yurdunda bulunuyordu ve koca boşaması
gerçekleşmeyecek bir durumda değildi. Onun için iddet halinde olduğu sürece
boşaması gerçekleşir, dedik.
En iyi Allah bilir.[92]
3677- Muhanımed
-Allah rahmet etsin- dedi ki: müslü-manın daru'l-harpte, hür olsun, cariye
olsun ehl-i kitaptan bir kadınla evlenmesi mekruhtur.
Hz, Ali'nin böyle
dediği nakledilmektedir. Çünkü doğacak çocuklarının daru'lharpte kalmaları
ihtimali vardır ve bu, doğacak çocukların ileride köle olmaları sonucunu
doğurabilir. Kadın, gebe olduğu halde esir düşecek olursa, karnında taşıdığı
köle olur. Ayrıca çocukları kafirlerin ahlakı üzere yetişebilir.
Ancak bu mekruhluk,
nikahın yeri veya şartlan açısından nikahın kendisinde değildir. Bu nedenle
nikahın sıhhatına engel sayılmaz. Yeter ki nikah müslüman iki şahidin huzurunda
kıyılmış olsun. İmam Muhammed'in görüşü budur. Ancak Ebu Hanife'ye (r.a.) göre,
şahidlerin müslüman veya kafir olmalan fark etmez. Ebû Hanife'nin bu konudaki
görüşü meşhurdur.
Ancak kişi, harama
düşme gibi bir korku taşıyorsa, evlenmesinde bir sakınca yoktur.
Çünkü zinadan sakınmak
farzdır ve zinadan korunmanın yolu, nikahtır. Bu, daru'lislamda bir müslüman
veya zimmîye ait bir cariyeyle evlenmesi mesabesindedir. Böyle bir evlilik de
mekruhtur. Ancak kişi, zinaya düşmekten korkuyorsa, evlenmesinde bir sakınca
yoktur.
3678- Düşman
taraf, hür müslüman veya zimmî bir kadini
esir almışlarsa, bu müslümanın
o kadınla daru'lharpte evlenmesinde bir sakınca yoktur.
Çünkü kadın hürdür ve
ülkemizin vatandaşıdır. Ayrıca onu cariye yaparak mülkiyetlerine almış
değildirler. Onların ülkesinde ve kadının nzasıyla müslümanın onunla
evlenmesinde bir sakınca yoktur.
3679- Şayet
kadın cariye ise, onunla evlenmesi mekruhtur. Ancak zinaya düşme korkusu varsa
o başka.
Çünkü o kadını
memleketlerine götürüp onu mülkiyetlerine almışlardır. Hatta bundan sonra
müslüman olacak olsalar, o kadın onların kölesi olur. Ondan doğacak çocukları,
onların köleleri olurlar.
Bu evlilikle,
aralarında şahitsiz evlenmek arasında fark vardır. Zinaya düşme korkusu olsa
bile böyle şahitsiz bir evlilik caiz değildir. Müslüman şahit bulamadığı
takdirde de durum budur. İmam Muhammed, bu görüştedir.
Çünkü burada engel,
nikahın caiz olması için gerekli şartın yerine getirilmemiş olması, yani
şahitlerin bulunmamasıdır. Bu engel, nikahın kendisinden veya nikahın kıyıldığı
yerden dolayıdır. Mesela kişi, evlenecek mecûsi yahut putperest kadınlardan
başka kadın bulamamaktadır. Bu durumda zinaya düşme korkusu olsa bile mecûsi
ya da putperest bir kadınla evlenemez.
Oysa buradaki engel,
çocuklarının köle olma tehlikesidir. Böyle bir engel ise, nikahın kendisiyle
doğrudan ilgili bir husus değildir. Ne nikahın şartıyla, ne de yeriyle
ilgilidir. Daha öncelikle nazarı itibara alınması gereken bir durum ortaya
çıktığında, kerahat olmaksızın nikah caiz olur.
3680-
Mükatebe yahut müdebbere veya ümmü'Iveled bir kadını esir almış olsalar ve onu
bu müslümanla evlendirmeye kalksalar, bu caiz değildir.
Çünkü onu korumaları
altına almakla ona malik olmamışlardır ve velisiz nikah olmaz. Mükatebe'nin
velisi ise, efendisidir.
3681- Ama
efendisi, islam yurdundan bir mektup yazmak suretiyle evlenmesine izin
vermişse, o müslümanin onunla evlenmesinde bir sakınca yoktur.
Çünkü onun
mülkiyetinde olmaya devam etmektedir ve uzakta olana yazılan bir mektup,
yakında olanla konuşmak mesabesindedir.
3682-
Efendisi eman ile onların yurduna girdiği takdirde müdebber yaptığı ya da
kendisi için ummu'lveled durumunda olan kadınla yatmasında bir sakınca yoktur.
Çunku onun üzerindeki
mülkiyeti devam etmektedir.
3683- Ama
harp ehlinden biri onunla yatmışsa, efendisinin artık onunla yatması caiz
değildir.
Çünkü bu takdirde bir
temizlik döneminde iki erkek bir kadınla yatmış olacaktır. Ancak harp ehlinden
olan kişi, onunla yatmayı bırakmış ve ondan hamile kalmadığı anlaşılmışsa,
efendi onunla yatabilir. Ancak mükatebe ise onunla ya-tamaz.Nitekim esir
düşmezden önce de mükatebe olduktan sonra onunla yalamaz. Çünkü mükatebe
olmakla mülkiyetinin dışına çıkmış olur.
Harp ehlinden olan
kişi de, o kadını o müslümanla evlendirmeye
kalkışacak olursa, yine miislümanın
onunla yatması caiz olmaz. Çünkü gerçek üzere onun mülkiyetinde olmaya
devam etmektedir.
3684-
Oysa müdebbere ve
ummu'lveled durumunda
olan kadın böyle
değildir. Harp ehlinden olan kişi, bu kadını kendisiyle evlendirirse, onunla
yatmasında bir sakınca yoktur.
Çünkü bu durumda,
nikahtan dolayı değil, mülkiyetinde bulunmasından dolayı onunla yatabilir.
Nitekim onunla evlendirilmezden önce de onunla yatmasında bir sakınca yoktu.
3685- Hür
olsun, köle olsun kendi hanımını esir almışlarsa ve sonra da kendisi eman
alarak ülkelerine girmişse, aralarındaki nikah devam ettiğinden dolayı onunla
yatmasında bir sakınca yoktur.
Şayet: Hür kadın
hakkında bu söylenen doğrudur ama köle hakkında doğru değildir. Çünkü artık o
köle onların mülkiyetine geçmiştir. Hatta İslama girecek olsalar yine onların
mülkiyetlerinde kalır, memlûk, efendisine tabidir ve bu sebeple artık o kadın
harp ehlindendir, ayrıca ülkelerin fiilen ve hükmen ayrı olmaları,
evliliklerinin son bulmasını gerektirmiştir, denilecek olursa, deriz ki:
Durum ileri sürdüğünüz
gibi değildir. Müslüman veya zimmî olmasından dolayı o, yurdumuzun vatandaşı
idi ve onu kendi ülkelerine götürmüş olmaları, hatta onu mülkiyetlerine almış
olmalan veya satın almış olmaları veya darü'lharbe götürmüş olmaları, nikahın
devam etmesinde engel değildir. Ancak harp ehlinden olan efendisi o kadınla
yatmışsa, bir hayız dönemi geçerek ondan hamile kalıp kalmadığı kesinleşmedikçe
kendisiyle yatması caiz değildir.
3686- Kadın
hür ise ve harp ehlinden olan kişi kendisiyle yatmışsa, üç hayız süresi
geçmedikçe kocası onunla yatamaz.
Çünkü harp ehlinden
olanın kendisiyle yatmasından ortaya çıkan şüphe bunu gerektirir. Onlardan
batıl olan te'vil, hüküm konusunda sahih te'vil gibi muteberdir.
3687- Buna
göre harp ehlinden biri o kadınla yatıp sonra kadın bir çocuk doğuracak olsa,
eğer harp ehlinden olan kişi, kendisiyle yattıktan itibaren iki yıldan az bir
müddet içerisinde doğum yapmışsa nesep yönüyle çocuk yattığı adama aittir, iki
yıldan sonra doğum yapmışsa, nesep yönü ile çocuk o adama ait değildir.
Çünkü harp ehlinden
olan kişinin onunla yatmasiyla kadın kocasına, bain bir talakla boşanmış gibi
haram olur.
3688- Esir
alınan kadın bir müslümanın cariyesi ise
ve efendisi eman alarak onların ülkesine girecek olsa, o cariyesiyle yatması
caiz değildir.
Çünkü o cariye
ülkelerine götürmekle onların mülkü olmuştur ve onunla yattığı takdirde
başkasının mülkiyetinde bulunan biriyle yatmış olur ki buna asla ruhsat yoktur.
3689- Oysa
Ummu'lveled ve müdebbere böyle değildir. Harp ehlinden olan kişi, bu durumdaki
kadını kendişiyle evlendirecek olsa, evlilik kerahetle birlikte caizdir.
3690-
Müslüman biri, darü'lharp vatandaşı olup onların cariyelerinden biriyle
evlenip cariyeden çocukları olur ve sonradan müslümanlar o
çocukları ele geçirecek olurlarsa, çocuklarından küçük olanlar, babalarının müslüman
oluşundan dolayı müslüman sayılıp hürdürler. Çünkü annelerinin efendisi
durumunda olan kişinin mülkü idiler ve müslümanlar o beldeyi ele
geçirdiklerinde adam ya kaçmış veya öldürülmüştür. Böylece
o çocuklar, müslümanlann gücü sayesinde
kendilerini korumuş bir duruma kavuşmuşlardır. Harp ehline ait müslüman bir
köle, İslam ordusunun gücü sayesinde korunmuş bir duruma kavuşursa, müslüman
olup sahibinden kaçarak kurtulan gibi hür olur.
3691-
Çocuklarından büyükleri ise mürted sayılırlar.
Çünkü ergenlik
çağından sonra küfrü benimsemişlerdir.
3692-
Babanın müslüman oluşundan dolayı müslüman idiler, kadın ve erkek olarak
kendilerini ihraz eden kişinin" mürted köleleri olurlar. Çünkü mürted
oluşlarından dolayı İslam ordusunun onları efendilerinden kurtarma-sıyla azad
olmazlar. Ayrıca müslüman olmaya zorlanırlar,
ama öldürülemezler.
Çünkü ergenlik çağına
erdikten sonra müslümanca bir hayata geçmediler. Ebeveynine tabi müslüman
çocuk, mürted olarak ergenlik çağına girecek olursa, şüpheden dolayı
Öldürülmez. Anneleri ise, onu ele geçiren için fey' durumundadır. Şayet hamile
ise, karnındaki çocuk, annesiyle birlikte köledir. Çünkü karnında olan,
annenin bir parçasıdır. Her ne kadar babasına tabi olarak müslüman ise de
anneye tabi olarak köle kabul edilir.
3693- Eğer
onlardan hür bir kadınla evlenmişse ve mesele yukarıda anlatıldığı gibi ise,
hüküm aynıdır. Bu meselede sadece ergenlik
çağını geçmiş çocukları hürdürler.
Çünkü hür bir kadından
doğmuşlardır ve annelerinin hür oluşundan dolayı onlar da hürdürler, ama mürteddirler.
3694-
Onlardan ergenlik çağını geçmiş olan, esir alınmakla köle olmaz. Ancak esir
alman kadın ise, esir alınmakla cariye olur ve müslüman olmaya zorlanır. Topkı
ir-tidat eden kadınların buna zorlanmaları gibi. Ayrıca bir müslümanın onunla
evlenmiş olması, kendisine eman verilmiş anlamına gelmez.
Çünkü kocası
darü'lharpte bulunmaktadır ve ne açık, ne de delalet yollu ifadelerle ona eman
verme yetkisine sahip değildir.
3695-
Çocuklar herhangi bir kimseyle muvalat akdedemezler[93] ve
böyle bir akit yapmaları durumunda beytüimal onlar yerine diyet ödemez.
Çünkü kendilerinin
akrabaları vardır ve bu akrabalar, babalarının akrabalarıdır. Bu akrabaları
onlar için diyet öder ve onlara varis olurlar. Bu durumda olan, başkasıyla
velayet akdi yapmaz.
3696- islam
yurdundan müslüman hür bir kadını veya zimmî bir kadını esir alıp onu
düşmandan biri ile evlendirmiş olsalar,
durum yine yukarıda anlatıldığı gibidir. Ancak kadın hamile ise hem kendisi hem
karnındaki çocuk fey' değildir.
Çünkü kadınhür olup
ülkemiz vatandaşıdır ve esir alınmakla onların mülkü olmamıştır. Oysa bir
önceki maddede söz konusu ettiğimiz kadın hür ve düşman bir kadın olup esir
alınmakla mülk olmuştur.
3697- Şayet
kadın müslüman veya zimmi bir
cariye
olup mesele yukarıda
anlatıldığı şekilde ise, çocukları köle olup esir alınmakla azad olmazlar. Bu
hususta küçük çocukları da, büyük çocukları da aynıdır.
Çünkü kendisinden esir
alındıkları müslümanın onlar üzerindeki hakkı devam etmektedir ve bundan dolayı
muragame yoluyla (müslüman olup kaçıp gelerek) azad olmalarına yol yoktur.
Diyoruz ki: Kendisinden esir alınan kişi, esirler taksim edilmeden önce onlan
bulursa, bir şey ödemeden onları alır. Ama taksim edildikten sonra gelir ve
onları bulursa, değerlerini ödedikten sonra onları alabilir,
3698- Kendisinden esir alınan kişi zimmî ise,
onları aldıktan sonra
satmaya zorlanır.
Çünkü onlardan küçük
olanlar, babalarının müslüman oluşundan dolayı müslümandırlar. Zimmî biri,
müslüman bir köleye^sahip olacak olursa, onu satmaya zorlanır. Yaşları büyük
olanlan ise, mürteddirleı- ve onlar için de mürteddin
hükmü uygulanarak İslama dönmeye
zorlanırlar.
3699- İslam
yurdundan esir alınan cariye ile müslüman evlenmemiş olup düşman olan efendisi
kendisiyle yatmış ve kendisinden çocukları olmuş, sonra da müslümanlar o ülkeye
galip gelmişlerse, o kadın hür olur.
Çünkü o kadın ya
müslümandır veya zimmidir ve harp ehlinden olan efendisi için ummu'l veled
olmuştur. Harp ehlinden kişinin onun üzerindeki hakkı ortadan kalktığına göre
artık hürdür.
3700- Kadın
ister müslüman olsun ister zimmî olsun, çocukları da hürdürler.
Çünkü müslümanlarm
onlan kurtarmalanyla karşı taraftan korunmuş ve böylece hürriyetlerine
kavuşmuşlardır.
Diledikleriyle vela
akdi yapabilirler (akrabalık bağı ku-rabiliıler).
Çünkü babalarının
onlarla bir velayeti olmadığı gibi müslümanlar arasında akrabaları da yoktur.
3701- Kafir
olarak ve müslümanlara düşmanlık besleyerek büyümüşlerse, deriz ki: Eğer
anneleri müslüman ise, buluğdan sonra onlar mürteddirler. Çünkü (küçükken) annelerine
tabi olarak müslüman idiler. Eğer hür olup mür-ted olarak ergenlik çağına
ermişlerse, müslüman olmaya zorlanırlar. Ama anneleri zimmî ise, hepsi
fey' olurlar. Çünkü annelerine tabi
olarak zimmî idiler ve müslümanlara karşı savaşmakla zimmet ahdini
bozmuşlardır.
3702-
Kendisinden esir alınan kişi: Bu cariye üzerinde ben daha çok hak sahibiyim,
çünkü o elimde idi ve benim mülkiyetimdeydi, diyecek olursa, sözüne aldırış
edilmez.
Çünkü düşman kişi ona
malik olmuştu ve cariye onun dindeyken adam müslüman olsaydı, onun mülkü olmaya
devam ederdi. Ayrıca ondan çocukları da olmuştur. Bu nedenle eski sahibinin
onun üzerinde herhangi bir hakkı kalmamıştır.
Nitekim düşman kişi
onu azad etmiş olsaydı, azad etmesi geçerli olurdu. Ondan çocuğunun olması da
bu neticeyi doğurur.
3703- Eski
efendisi onu düşman kişi ile evlendirmiş olsa
ve mesele yukarıda anlatıldığı
gibi ise, cariye ve çocuklar,
kendisinden esir alınmış kişiye ait olur.
Çünkü ummu'lveledi
olmayacağı bir kocadan çocuğu olmuştur ve kendinden esir alınmış olanın onun
ve çocuklannın üzerindeki hakkı müslüman olup kaçıp kurtulma yoluyla ve
müslümanlann onlan ele geçirmeleriyle azad olmalanna engeldir, işte bu nedenle
taksimat yapılmazdan Önce onlan bulacak olursa, hiçbir şey ödemeden alabilir.
Taksimattan sonra bulursa değerlerini ödeyerek alır. Onlardan yaşlan büyümüş
olanlar ise, babalarının dini üzere oludv.
3704- Kadın
müslüman idiyse, İslama dönmeye zorlanır.
Çünkü o kadına tabi
olarak kendisi de müslüman idi.
3705- Eğer
ergenlik çağına geldiğinde kafir ise, mürted mesabesindedir. Eğer kadın zimmî
idiyse, çocuk, müslüman olması için zorlanamaz.
Çünkü hem anası ve hem
de babası kafirdir ve kendisi de daru'lharpte doğmuştur.
3706- Esir
alınan kadın hür idiyse ve mesele yukarıda anlatıldığı şekilde ise, o ve
çocukları hürdürler.
Çünkü hür idi ve
ülkemizin vatandaşı idi. Çocuklar ise, köle veya hür olma konusunda anneye
tabidirler. Nikah ve hayvanı boğazlama konularında çocuğun, anne babadan dince
hayırlı olanına tabi olacağını daha önce anlatmıştık. Mesela anne ve babasından
biri ehl-i kitap, diğeri müşrik ise, çocuk ehl-i kitap olanına; onlardan biri
müslüman ise, müslüman olanına tabidir.
3707-
Çocuklarından kafir olarak ergenlik çağına giren hakkındaki hüküm, ana-baba
arasındaki fark hakkındaki hüküm gibidir.
Kölelik hükmünde
erkekler İle kadınlar arasındaki fark, mürtedlerle ilgili hükümdeki gibidir.
Başarı Allah'tandır.[94]
3708- İmam
Muhammed-Allah rahmet etsin- dedi ki: Düşman hür veya cariye müslüman bir
kadını yahut hür veya cariye zimmî bir kadını esir alır, sonra harp ehlinden
biri esir alınan o kadını satın alıp ondan çocuğu olursa, sonra da o ülke halkı
müslüman yahut zimmî olursa, kadın esir alınmazdan önce hür idiyse, ister
müslüman olsun, ister zimmî olsun, yine hürdür.
Çünkü ülkemizde hür
olanın hürriyetini bozacak bir durum söz konusu değildir. Çocukları da ona tabi
olarak hürdürler.
Satın alan kişi ile
ilgili nesep de sabit olmuştur.
Çünkü o kişi, kendi
mülküdür diye onunla yatmıştır ve ortada bir şüphe
söz konusu ise de onların batıl
te'villeri hüküm konusunda sahih te'vil mesabesindedir.
Kadının o kişiden
alacağı bir mehir de yoktur. Çünkü satın alırken ödediği miktar karşılığında
onunla yatmıştır. Bunu yaparken de o kişi harp ehlinden biri idi. O kadını
çalıştırmış olmaktan dolayı nasıl tazminat ödeme mecburiyetinde değilse,
kendisiyle yatmaktan dolayı da bir şey ödemek mecburiyetinde değildir.
Kadın daha önce
müdebbere yahut ummu'lveled idiyse, efendisine geri verilir. Çünkü o kadını
kendi ülkelerine götürmekle ona malik olamazlar. Kadının çocukları da hürdürler.
Çünkü anne müslüman
ise, çocukları ona tabi olarak müslüman; zimmî ise, ona tabi olarak
zimmîdirler. Çünkü bu, belirttiğimiz gibi nesebi belli olmayan çocuk
mesabesindedir ki onu satın alan, onun kendi mülkü olduğunu kabul ederek
çocuklarının kendine ait olduğunu kabullenmiş sayılır. Mağrur (cariyesi ya da
nikahlısı olduğunu sanarak bir kadınla yatıp çocuğu olan kimse) nin, çocuğu hür
olup babasına ait nesebi sabittir. Ancak birinci bölümde, cariyenin misli mehir
konusunda söylediğimiz sebepten dolayı, burada babanın üzerinde çocukların
değerini ödeme gibi bir durum söz konusu
değildir. Çünkü hamile bırakan kişi kadını satın aldığında düşman bir kişi idi.
Bu da verdiği para karşılığında kadını kullandığı için tazminat ödemesini
engellemektedir. Mağrur, çocuğu istihlak ettiğinde de tazminat ödemez.
Mağrur, husumet
zamanında çocuk için tazminat Öder. Husumet zamanında da halk müslüman veya
zimmet ehli olmuşlardır, diye itiraz edilirse, şöyle deriz:
Evet, husumet zamanında
ancak önceden meydana gelen hamile bırakma sebebiyle tazminat öder. Bu olay da
henüz kendisi düşman biri iken meydana geldiği için tazminat ödemesini
gerektirmez. Onun için halkı\^üslüman da olsa, adamın daha sonra tazminat
ödemesi gerekmez.
3709- Kadın mükatebe
idiyse, kendisi ve
çocukları hakkında verilecek hüküm, eskiden olduğu gibi tekrar mükatebe olmasıdır.
Çünkü mükatebe, esir
edilmekle mülk olmaz. Gurur (mülkü olduğunu sanarak kadmla yatması ve ondan
çocuğun doğması) sebebiyle de çocukları hürdürler. Belirttiğimiz sebepten
dolayı ukr[95] veya çocukların değerini
ödemesi* gerekmez. Gerekmemesinin sebeplerinden biri de şudur: şayet çocuğun
değerini ödeyecek olursa, onu kadına öder ve kadın da hürriyetine kavuşmak ve
çocuklarım hürriyete kavuşturmak için bu parayı kullanacaktır. Zaten
hedeflerinden bir kısmına kavuşmuş demektir ve bu sebeple baba bir şey ödemez.
3707- Şayet
kadın cariye ise ve mesele yukarıda anlatıldığı gibi ise, kadın kendisini
hamile bırakan kişi için ummu'lveled ve çocukları da hür olurlar.
Çünkü o kadını kendi
ülkelerine götürmekle ona malik olmuşlar ve müşteri de kendisini onlardan satın
alarak ona malik olmuştur. Böylece ondan çocukr sahibi olması sahihtir. Daha
sonra İslam ile mülkiyeti kesinleşmiş ve kadın onun ummu'lveledi olmuştur.
3710- Kadın
müslümanlar için zimnıî ise, cevap yine aynıdır. Ancak kadına cariyelikten
kurtaracak malı kazanması için çalışma
(siaye)[96]
izni verilir.
Çünkü kadın
müslümandir ve müslüman bir kadın zimmînin mülkiyetine terk edilemez. Çocuk
sahibi yapılması sebebiyle kadın satın alınarak o zimmînin mülkiyetinden
çıkaniamadığı için çalışıp mal kazanması yoluyla onun mülkiyetinden
çıkarılması gerekir. Mürtedlerin kendi ülkelerinde mağlup olmaları durumunda
onlar hakkında verilecek hüküm, söz konusu ettiğimiz bütün hususlarda harp ehli
hakkında verilen hüküm gibidir.
3711-
Bagîler (siyasi isyancılar)
hakkında verilecek hüküm de
aynıdır.
Çünkü kendilerini
savunacak kuvvetleri olduğunda isyancılar hakkındaki fasit te'vil, hüküm yönüyle
sahih te'vil gibidir.
3712- Bu
konuda temel dayanak, Zührî'nin şu hadisidir: Ashap döneminde fitne ve kargaşa
çıktı. Yaşayan sahabe toplumda çoktu. Kur'an te'vil edilerek kanının
a-kıtılması helal görülüp öldürülenden dolayı kısasın yapılmaması, Kur'an
te'vil edilerek bir kadınla yatmanın helal olduğu görüşüne varılarak bir
kadınla yatmaktan dolayı haddin (zina cezasının) uygulanmaması, yine bu yolla
bir malın helal olduğu görüşüne varılıp o malın alınmasından dolayı tazmin
etmenin söz konusu olmaması hususunda ittifak etmişlerdir. Ancak söz konusu
malın kendisi bulunmuşsa, sahibine iade edilir. Bu nedenle bu meseleyle ilgili
olarak diyoruz ki: Esir alınan cariye olup isyancılar tevbe etmişlerse, bu
cariyenin efendisine iade edilmesi gerekir. Çünkü onu ele geçirenler onun
maliki olmamış ve onu hamile bırakan için bu cariye ummu'lveled olmamıştır.
Düşmanise, ihraz ile ona malik olmuş ve hamile bırakan kişi için ümmü'l-veled
olmuştur.
3713-
Müslüman hırsızlardan bir gurup Kur'an'i te'vil etmeksizin kadınları ele
geçirir ve mesele yukarıda anlattığımız şekilde ise, durum şöyle olur: Te'vil
söz konusu değilse bu hırsızların güçlü olup bu kadınları ellerine geçirmiş
olmalarının hiçbir hükmü yoktur. Aynı şekilde böyle bir güce sahip olmadan
te'vilin de hiçbir hükmü yoktur. Bu yolla kadınlara yapılmış olan tecavüz zina
olarak değerlendirilir. Bu işi yapanlara had cezası uygulanır. Bu ilişkiden
doğan çocuğun da nesebi sabit değildir. Nitekim Peygamber (s.a.v.)'in: «Çocuk,
yatağa (nikahlı olana) aittir. Zina eden ise taşlanır.[97]
hadisinin zahirinden anlaşılan da budur. Böyle bir ilişkiden doğan çocuk
anneye tabidir ve anne kimin mülkiyetine gtfç^rse, çocuk da onun mülkiyetine
geçer.
Nitekim, yukarıda
söylenenlerin aksine, burada mallan tüketecek olsalar, tazmin etmeleri gerekir.
Bundan sonra
Şerhu'z-Ziyâdât'ta hepsini açıkladığımız bir bölüm zikredilmektedir..
En iyi Allah bilir.[98]
el- Mebsût kitabında
şöyle dedik:
3714-
Müslüman biri daru'lharpte
cezayı gerektiren davranışta
bulunduğu takdirde, cezayı uygulayan (İslam devlet başkanı) bulunmaması sebebiyle cezayı
hakketmez. Çünkü o işi yaptığı zaman müslüman devlet başkanının hakimiyeti
altında değildi. Ordugahta işlediği takdirde se-riyye komutam ona had
uygulayamaz.
Çünkü o komutana
hadleri uygulama yetkisi değil, savaş işlerini yürütme yetkisi verilmiştir.
3715- Ancak
halifenin kendisi ya da o bölgenin
valisi savaşa katılmışsa, islam yurdunda olduğu gibi ordugahında da hadleri uyguayabilir.
Harp yurdunda hadlerin
uygulanamayacaına dair Hz. Ömer'in şu sözleri delil getirilmiştir: Hz. Ömer,
valilerine yazarak ordu komutanı ile seriyye komutanlarının kimseye celde
(sopa)-cezası vermemelerini emretmiş, suç işleyenlerin cezalarının dönüşte
verilmesini istemiş, aksi takdirde şeytanın o suçlu kimseyi kandırarak onu
kafirlerin safına geçmeye teşvik edebileceğini belirtmiştir.
3716-
Ebu'd-Derda'nın da düşman topraklarında müs-lümanlara had uygulanmaması
gerektiğini, çünkü suçlunun düşman safına kaçmasına sebep olabileceğim söylediği
nakledilmektedir. O suç işleyenler tevbe etmişlerse, Allah tevbelerini kabul
eder, değilse Allah onları cezalandıracaktır.
3717- Ayrıca
Atiyye b. Kays el-Kilabî'den Rasûlül-lah'ın (s.a.v.) şöyle buyurduğu nakledilmiştir: Kişi, adam öldürerek, zina ederek veya
hırsızlık yaparak düşmana kaçar, sonra eman isteyerek geri dönerse, kaçmasına
sebep olan suçun cezası ona uygulanır, ama düşman topraklarında adam öldürmüş,
zina etmiş yahut hırsızlık yapmış ve sonra eman alarak bize gelmişse, düşman topraklarında
işlemiş olduğu suçlardan dolayı ona ceza uygulanmaz.
Bu, haddi gerektiren
suçun nerede işlendiğinin göz önünde bulundurulması gerektiğine dair[99]
mezhep alimlerimizin görüşlerini destekleyen oir delildir.
Mebsut" ta eman sahibi
olan bir kişinin kul hakkını ilgilendiren kısas ve kazif (zina iftirası) gibi
suçlar dışında, işlediği suçlardan dolayı cezalandırılmayacağını belirtmiştik.
Ebû Yusuf a göre ise, zimmîlerde olduğu gibi içki içmesi hariç, hadlerin tamamı
kendisine uygulanır. En iyi Allah bilir.[100]
İmam Muhammed - Allah
rahmet etsin- şöyle dedi:
3718-
Müslüman devlet başkanı zimmîler karşısındaki sorumluluğunda olduğu gibi, eman
altındakilere de yurdumuzda kaldıkları müddetçe yardım etmesi ve onları zulmedenlerin
zulmünden koruma sorumluluğu vardır.[101]
Çünkü onlar da
yurdumuzda kaldıkları müddetçe koruması altında bulunmaktadırlar. Onlar
hakkındaki hüküm, zimmîler hakkındaki hüküm gibidir.
3719- Ancak
kanlarının akıtılmaması konusunda eşit olmadıklarından dolayı bir zimmî veya
müslüman, eman altındaki kişiyi öldürdürürse kendisine kısas uygulanmaz. Fakat
eman altındaki biri, bizim ülkemizde eman altındaki birini öldürecek veya
organlarından birini koparacak olursa, kanlarının akıtılması konusunda
aralarında eşitlik bu-lunduundan dolayı ona kısas uygulanır.
Eman altmdakinin
kanının akıtılmasında mübahlık şüphesi vardır. Çünkü aslında bu kişi harp
ehlindendir ve harp yurduna dönme imkanına sahiptir. Bu ise, her halükarda
kendisin© kısasın uygulanmasına engeldir, diye itiraz edilirse, deriz ki:
Hayır, durum böyle
değildir. Bu şüphe, ona inanan hakkında ortaya çıkmaktadır, ona inanmayan
hakkında ortaya çıkmaz. Nasıl muharip olması, kanının akıtılmasını mubah kılıyorsa,
küfrün kendisi de kanının heder olmasını gerektirir. Bu konuda delilimiz şudur:
Harp ehlinden olan çocuk ve kadınları öldüren, kanlarının heder olmasından
dolayı ne kefaret ve ne de diyet öder.
3720- Ayrıca
zimmî biri, bir zimmîyi Öldürecek olursa, âlimlerin ittifakıyla kendisine kısas
gerekir.
Çünkü kendisinin kafir
oluşunun, kanının heder edilmesini gerektirdiğine inanmamaktadır. Bu sebeple
bu, kendisi hakkında bir şüphe ortaya çıkarmaz. Eman altındakiler arasındaki
muhariplik meselesi de bir şüphe doğurmaz. Ancak kanlarının akıtılması
konusunda aralarında eşitlik bulunduğundan dolayı, birinin diğerini öldürmesi,
kısası gerektirir. İster aynı ülkenin vatandaşı olsunlar, ister ayrı ülkelerin
vatandaşı olsunlar fark etmez.
Zira kısasın
gerekliliği, ülkemizde oldukları müddetçe müslüman devlet başkanının onlara
karşı sorumluluğundan; uğradıkları haksızlıkMn bertaraf etmesi gerekliliğinden
kaynaklanmaktadır.
3721- Güç ve
kuvvetleri olup topraklarımızdan geçmek ve başka bir ülkeyle savaşmak üzere
bizden eman isteyerek ülkemize girseler ve onlar henüz ülkemizin topraklarında
iken başka bir harp ehli onlara saldırıp kendilerini esir alacak olsa, gücümüz
yetse de onlara yardım etmek mecburiyetinde değiliz. Oysa zimmîlerin
durumu böyle değildir.
Çünkü zimmîler, ülke
bakımından ülkemizin vatandaşıdırlar ve muamelat konularında İslamm hükümlerine
tabidirler.
3722-
Devlet başkanının, müslünıanlarm yardımına koştuğu gibi onların da yardımına
koşması gerekir, eman altındakilere gelince, onlar harp ülkesinin
vatandaşlarıdır. Ne var ki şu anda eman ile ülkemizde bulunuyorlar .^ Ülkemizin
vatandaşlarından onlara yapılabilecek haksızlıklara engel oluruz ama bu
meselede onlara zulmedenler, ülkemizin vatandaşları değiller ve onlar üzerinde
bir velayetimiz de yoktur. Bu sebeple onların zulmüne engel olmak
mecburiyeinde değiliz.
Çünkü İslam yurdunun
düşmanı durumunda bir ülke vardır ve o daru'l-harptir. İslam yurdunun
vatandaşı, bizim ülkemizde oturmaktadır ve düşman ülkenin saldırılarına karşı
İslam yurdunu savunmaktadır. Ülkemizin vatandaşı olmayan kişi bizim ülkemize
ya bir ihtiyacını yerine getirmek veya ülkemizden başka bir ülkeye geçmek üzere
girmiştir. Daha sonra kendi ülkesine dönecektir.
Bundan dolayı,
uğrayacağı zulmü ortadan kaldırmak mecburiyetinde değiliz. Ancak ülkemizin
vatandaşlarının onlara yapacakları haksızlığa engel oluruz. İhtiyaca göre
sabit olacak bir şey o ihtiyaç oranında sabit olur.
3723-
Aralarında fark bulunduğuna dair delil şudur: e-man altındakilere galip gelerek
onları kendi ülkelerine götürenler
müslüman olurlarsa, eman
altındakiler onların köleleri
olurlar. Halbuki zimmîlere galip gelerek onları kendi ülkelerine götürecek
olsalar ve sonradan müslüman olsalar,
götürülen bu zimmîler hürolurlar. Aynı şekilde biz o galip gelenlere
galip gelecek olursak, eman altında-kilerden aldıkları bizim mülkümüz olur.
Oysa zimmîleri serbest bırakacağımız gibi, taksimattan önce mallarını iade eder
ve taksimat yapılmışsa mallarının değerlerini öderiz. Bundan anlaşılıyor ki,
zimmîlerin yardımına koşmak, tıpkı Müslümanların yardımına koşmak gibi bir gerekliliktir. Oysa eman
altındakiler bu durumda değildir
3724-
Dediğimizi doğrulayan hususlardan biri de şudur: Zimmîlere galip gelenler
şayet zimmîleri götürürken daru'lharpte müslüman bir ordu ile karşılaşacak
olsalar, müslüman askerlerin o zimmîleri ellerinden kurtarmaları gerekir. Nasıl
yenilgiye uğramış müslüman lan kurtarmaları gerekiyorsa, o zimmîleri de
kurtarmaları onlar için bir görevdir. Halbuki eman altındakiler!
götürüyorlarsa ve daru'lharpte müslüman ordusuyla karşılaşacak
olurlarsa, müslüman ordunun onları kurtarma mecburiyeti yoktur.
3725- Şayet
harp ehlinden eman isteyerek oraya girmişlerse, eman altındakiler! kurtarmak
için ahdi bozmaları gerekmez. Oysa zimmîleri kurtarmak için ahdi bozmaları
gerekir. Ayrıca nasıl müslüman çocukları kurtarmaları gerekiyorsa zimmî
çocukları da kurtarmak için onlarla savaşmaları gerekir, ülkemizde bulunan eman
sahiplerinin durumu, aramızda antlaşma bulunanların durumu gibidir.
3726- Devlet
başkam harp ehlinden bir belde halkıyla antlaşma yapacak olsa, sonra da bir
müslüman veya zimmî onlara haksızlık yapmaya kalkışacak olsa, devlet başkanının
bu haksızlığı engellenmesi gerekir. Halbuki harp ehlinden başka
bir kavim onlara
saldıracak olsa, devlet başkanı engel olmak zorunda değildir.
Bu anlattıklarımızla
aramızda mütareke bulunanlarla ülkemizdeki eman sahipleri arasında bir hususta
bir fark bulunduğu anlaşılmaktadır ki o da şudur:
3727-
Mütareke ehlinden biri, mütareke yurdunda onlardan birini öldürecek olursa,
kendisine kısas gerekmez. Ama eman altındakilerden biri, bizim yurdumuzda eman
altındaki birini öldürecek olursa, ona kısas gerekir.
Çünkü mütareke
yurdunun halkı, İslamın hükümlerinden hiçbiriyle yükümlü değildir. Onlar,
hükümlerimizin kendilerine uygulanmaması üzerine bizimle mütareke
yapmışlardır. Böylece onlann yurdu, harp yurdu olarak devam etmektedir. Harp
yurdunda-öldürmek ise, kısası gerektirmez. Eman altındakilere gelince, onlar
İslam yurdunda bulunuyorlar ve kul hakkıyla ilgili meselelerde yurdumuzda
kaldıkları müddet içinde İslamın hükümleri onlar için de geçerlidir. Kısas da,
kul hakkına girer.
3728- İmam
Muhammed dedi ki: Güç ve kuvveti bulunan harp ehlinden bir topluluk,
müslümanları koruduğumuz gibi onları da korumamız şartıyla eman isteyerek
ülkemize gelecek olsalar, müslümanları koruduğumuz gibi onları da korumamız ve
onlara verdiğimiz sözü yerine getirmemiz gerekir. Hatta harp ehlinden bir
topluluk onlara saldıracak olursa bu
saldırıya engel olmamız
gerekir. Çünkü Resûlüllah (s.a.v.) "müslümanlar, koşulan şartlara
bağlıdırlar" buyurmaktadır.
Çünkü eman alırken bu
şartı koşmuşlardır ve bizim de bu şarta bağlı kalmamız gerekir.
3729- Aynı
şekilde belli bir mal karşılığında bizimle mütareke yapmışlarsa, devlet
başkanının şart koşulanı yerine getirmesi gerekir. Ama yerine getiremiyorsa, o
malı onlardan isteme hakkı da olmaz.
Çünkü onları koruma
karşılığında o malı bize vermeyi taahhüt etmişlerdir. Onları korumaktan aciz
kaldığında, devlet nasıl koruyamadığı zaman müslüman-lann hayvanlarından zekat
alamıyor ve zimmîlerden cizye ve haraç alamıyorsa, onlardan da bir şey alamaz.
3730-
Ülkemizde bulunan topluluğun güç ve kuvvetleri yoksa ve mesele yukarıda anlatıldığı
gibi ise, devlet başkanı zimmîleri korumakla nasıl mükellef ise, onları da
korumakla mükelleftir. Şayet harp ehli onlara galip gelir ve sonra da
müslümanlar o harp ehline galip gelecek olurlarsa, o eman altında olanları
serbest bırakmaları ve mallarını almışlarsa o malları kendilerine iade
etmeleri gerekir. Eğer malları taksim edilmemişse mallarının kendisi, taksim
edilmişse, değeri onlara verilir.
Çünkü bunlar
müslümanlann himayesindeler ve müslümanların himayesinde bulunanların
hürriyeti, yenilgiye uğramalarıyla ellerinden alınamaz.
3731-
Aynı şekilde müslümanların koruması
altında bulunan mal da müslümanların koruması altında iken alınmışsa,
eski sahibinin onun üzerindeki hakkı düşmez. Birinci durumda, yani güç ve
kuvvetlerinin bulunduğu durumda kendi güç ve kuvvetleriyle mallarını koruyorlardı.
Halbuki bu son durumda müslümanların güç ve kuvvetiyle malları koruma altında
idi.
Onların harp ehli
olduklarını belirtmiştik. Her ne kadar bizden eman almışlarsa da hürriyetleri
müslümanlann gücü ile desteklenmiş değildir. Bu sebeple hüküm, yukarıda
açıklandığı gibidir.
3732- Bu
meselede harp ehli onlara galip gelerek onları götürürken harp yurdunda müslüman
askerlerle karşılaşacak olurlarsa, müslüman askerlerin onların yardımına
koşmaları ve onları ellerinden kurtarmaları gerekir.
Allah, en iyi bilendir.[102]
3733- Devlet
başkanı eman alarak beraberinde askerlerle birlikte darü'lharbe girecek olsa
ve onlarla birlikte başka bir harp ehlinden kendilerini koruyacak güçte askerler
eman olarak oraya girecek olsa, bunlar İslâm devlet başkanının emri olmaksızın
girmişlerse ve müşriklerden bir topluluk onlarla savaşırsa, ne devlet
başkanının onlara ne de onların devlet başkanına yardım etme mecburiyetleri
vardır.
Çünkü müsİümanlar
aldıkları mutlak eman ile onlan korumağa değil, da-rulharp halkına saldırmamaya
söz vermişlerdir.
3734- Ancak
devlet başkanı, düşmana karşı müslüman-larla birlikte savaşmak, yararı, ticaret
yahut yaralıları tedavi etmek gibi bir maksatla onların buraya girmelerini
emretmişse,o zaman onlara yardım etmesi gerekir.
Çünkü müsİümanlann
yaran için oraya girmelerini kendisi emretmiştir ve bu sebeple onlan korumayı
da üstlenmiş demektir. Nasıl müslümanİara saldıran olduğu takdirde müsİümanlann
yardımına koşması gerekiyorsa, bunların da yardımına koşmalıdır. Bu nedenle
İmam Muhammed, devletin emri olmaksızın girmişlerse ve harp ehli onlan esir
alıp emin bir yere götürdükten sonra müsİümanlar oraya galip gelecek
olurlarsa, beraberinde oraya giren o harp ehli de müsİümanlar için fey'
olurlar. Ama devlet başkanının emriyle girmişlerse, müslümanlar oraya galip
geldikten sonra onlar hürdürler, görüşündedir.
3735- Aynı
şekilde ellerindeki malları almış İseler, birinci durumda malları müsİümanlar
için ganimet olur, ama ikinci durumda kendilerine iade edilir. Onları esir alan
harp ehli sonradan müslüman olurlarsa,
her iki durumda da onlar, bunların köleleri olurlar.
İkinci durumda böyle
olması bir problem doğurmaktadır. Şayet müslü-manlar onlara galip gelecek
olurlarsa, belirttiğimiz gibi onlar hürdürler. Buna göre onları esir alanlar da
müslüman olduklarında onların hür olmaları gerekir. Çünkü eğer müslümanları
veya zimmîleri esir almış olsalardı, hür olacaklardı.
Ancak bu meselede
verilecek cevap şudur: Bu, devlet başkanının sorumlulukları göz önünde
bulundurularak ortaya çıkmış bir hükümdür. Devlet başkanı ve onun velayeti
altında olanlar için bu hüküm geçerlidir. Oysa müslüman olanlar, bunları esir
aldıklarında devlet başkanının velayeti altında değillerdi ve bunları esir alıp
koruma altına almışlardır. Bu sebeple müslüman olduklarında bunlar onlar için
köle olurlar. Nitekim Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: "Elinde bir
mal bulunduğu halde müslüman olan kişi, o malın sahibidir."
3736- Devlet
başkanı onların buraya girmelerini em-retmemiş, fakat kendileri ticaret yapmak
üzere askerle birlikte girmek
istemişlerse, durumları, birinci durumdaki gibidir.
Çünkü kendi
menfaatleri için buraya girmişlerdir. Devlet başkam sırf onlara izin vermekle
korunmalarını üstlenmiş değildir.
3737-
Müslümanlardan darü'lharbe eman alarak girenlerin onlara hainlik yapmaması ve
rızaları olmadan mallarını almaması gerekir.
Çünkü onlara karşı
vefalı olacağına dair söz vermiştir. Oysa ellerinde esir olanın durumu böyle
değildir. Nasıl eman altmdakinin onları öldürmesi, rızaları olmaksızın
mallarını alması caiz değilse, esire bunu yapmasını emretmesi de caiz değildir.
Çünkü kendisine emredilenin yaptığı iş, bir yönüyle ona bu işi yapmasını
emredenin yapması gibidir.
3738- Eman
altındaki kişi müftü olup esir olan kişi onları öldürmesinin ve mallarını
almasının kendisi için caiz olup olmadığını ondan soracak olursa, bunun caiz
olduğuna dair ona fetva vermesi gerekir.
Çünkü fetva vermek,
şeriatın emrini açıklamaktır, emretmek değildir. E-man altındaki kişi eman
alırken, şeriatın hükümlerini açıklamayacağım diye bir söz vermiş değildir.
Nitekim ihramlı olan
kişi, avı öldüremez ve avın öldürülmesi için emre-demez, ama müftü ise, ihramlı
olmayan biri ona: Mutlak olarak avı öldürmenin caiz olup olmadığını soracak
olsa, caiz olduğuna dair ona fetva verir. Buradan da anlıyoruz ki fetva vermek,
emretmek değildir,
3739-
Harp ehlinden bir
kavim müslümanların kendilerine hükümlerini uygulamamaları ve düşmanlarına
karşı korumaları şartıyla müslümanlara her yıl belli bir miktar haraç vermek
üzere antlaşma yapsalar, sonra da harp ehlinden başka bir topluluk onlara
saldırır ve onların kadın ve çocuklarını esir alsa, ondan sonra da müslümanlar
onları kurtaracak olurlarsa, onları kurtardıklarında o yıl haraçlarını
ödemişlerse onları hürriyetlerine kavuştururlar. Haraç ödeme yılları sona
erdikten sonra ise, müslümanlar için fey1 olurlar.
Çünkü haraç Ödedikleri
yıllarda onlan korumayı üstlenmişlerdir. Sonras için sorumlu değiller.
Müslümanları, verdikleri söz bağlar.
3740- Şayet
malları ele geçirilecek olursa, bakılır; Haraç Ödedikleri yıllar son bulduktan
sonra ele geçirmişlerse bakılır; o malları onlara iade etmek gerekmez. Ama
haraç ödedikleri yıllarda ele geçirilmişse, şayet ganimetin taksimi yapılmışsa
ve malları taksim edilmişse, mallarının değeri, henüz taksim edilmemişse
mallarının kendisi onlara iade edilir.
Çünkü esir alındıkları
zaman müslümanların velayeti altında
değillerse müslümanları bağlayan herhangi bir durum yoktur.
3741- Daha
değişik vesilelerle şunu belirttik ki,
düşman onlara saldırdığında devlet başkanı onlara yardım etmekten aciz
kalmışsa, onlardan aldığı haracı onlara iade etmesi gerekir.
Başarı Allah'tandır.[103]
3742- İmam
Muhammed -Allah kendisinden razı olsun-dedi ki: ikamet konusunda kadının
kocasına tabi olduğunu, ama kocanın kadına tabi olmadığını belirtmiştik. Enıan
altındaki kadın ülkemizde müslüman veya zimmi biriyle evlenecek
olursa, kadın zini mî
olur ve ülkesine dönemez. Halbuki eman altındaki
adam, zimmî bir kadınla evlenecek olursa durum farklıdır. Buna göre biri karısıyla
birlikte eman alarak ülkemize gelecek olsalar ve koca zimmîliği kabul etse,
kadın darü'llıarbe dönemez. Koca İslamı kabul eder ve kadın da ehli kitaptan
olursa, durum yine aynıdır.
Çünkü koca müslüman
olduktan sonra aralarındaki nikah devam etmektedir.
3743- Ama
koca İslamı kabul eder ve kadın ınecûsî ise, aralarındaki nikah devam etmez.
Kadına müslüman olması teklif edildikten veya aradan üç hayız dönemi geçtikten
sonra evliliklerine son verildiğinde kadın ülkesine dönebilir. Aradan üç hayız
müddeti geçmekle evliliklerine son verilmiş olması, kadının zimmî olamayacağını
gösterir.
Çünkü zimmî olsaydı,
İslamı kabul etmemesinden dolayı evlilikleri son bulmazdı. Başlangıçta ikisi de
ziffîmî imiş gibi muamele görürlerdi.
3744- Buna
göre eman sahibi bir erkekle bir kadın ülkemizde evlenecek olsalar ve koca
zimmîliği kabul etse, kadın da onun gibi zimmî olur.
Çünkü İslam yurdunda
kıydıkları nikah, darii'lharpte kıydıkları nikahtan daha az değerde değildir.
Eşlerden biri eman ile
ülkemize girer ve eşi de eman ile ona tabi olarak ülkemize girecek olursa durum
yine aynıdır.
Çünkü aralarındaki
nikah devam etmektedir ve ülkelerin farklılığından dolayı evlilik son
bulmamıştır.
3745-
Onlardan biri eşinden önce eman alarak girmişse, hüküm açısından beraber girmiş gibidir. Söz
konusu ettiğimiz bütün bu durumlarda İslamı kabul eden kadın ise, koca darü'llıarbe
geri dönebilir, Ancak İslam yurdunda
bulundukları sırada evlenmişlerse, kadın kocadan mehir hakkını isteyebilir ve
koca mehri ödemeden geri dönemez. Eğer darü'lharpte evlenmişlerse, kadın böyle
bir istekte bulunamaz. Bu anlattığımız şu kurala dayalıdır: Eman altındaki kişi
îterü'lharpteki davranışlarından dolayı sorguya çekilemez, ama darü'lislamda
iken yaptıklarından sorumludur. Mehrin gerekliliği de bununla ilgilidir. Eğer
nikah akdi darü'lharpte iken gerçekleşmişse, kadın ondan mehir isteyemez.
Çünkü o koca eman
altındadır ve darü'lharpteki muamelelerden sorumlu değildir. Ama nikah
darü'lislamda kıyılmışsa, kadın kendisinden mehir isleyebilir ve ödeyinceye
kadar onu burada bekletebilir.
3746- İslamı
kabul eden koca ise ve kadın da ehli kitaptan olup nikahlı olmadıklarını iddia
ederse, koca da nikahlı olduklarına dâir müslümanlardan veya zimmîlerden şahit
getirecek olursa ja da kadının nikah kıydıklarına dair darü'lharpteki ikrarını
delil olarak ileri sürecek olursa, müslüman hakim, kocanın ileri sürdüğü bu
delillere iltifat etmez.
Çünkü kadın zahirde
eman altındadır ve aralarında nikahın bulunduğunu inkar etmektedir. Burada
İnkar edenin sözü geçerlidir. Eğer nikahlı olduğu kabul edilirse kadın zimmî
olur ve bu, darü'lharpte gerçekleşen bir muameleden dolayı eman altındaki
kadının aleyhine ileri sürülen bir delil olur. Hakim böyle bir durumda kadının
aleyhine olacak bir deliîi kabul etmez.
Şahitler, bir
müslümanın veya zimmînin nikahı altında olduğundan dolayı onun da zimmî
olduğuna şahitlik ediyorlar. Hükmün ispatı için hakimin bu delili kabul etmesi
gerekir, denilecek olursa, deriz ki:
Hakkında şahitlik
yapılan hükmün sübûtu ile zımnen bu hüküm sabit olmaktadır. Böyle bir delil,
aslın ne olduğuna dair bir delil olmaya elverişli değildir. Bir şey için zımnen
sabit olanın sübûtu, aslın sübûtu iledir.
Bu mesele şuna benzer:
Bir cariyeyi satın alan müşteri, aldığı cariyenin kusurlu olduğunu söyleyerek
onu iade etmek İster ve iade etmesine gerekçe olarak o cariyenin o anda hazır
bvriunmayan biriyle evli olduğunu ileri sürer. Böylece cariyenin kusurlu
olduğuna dair delil getirmek ister. Koca olduğunu iddia ettiği kimse gelip bunu
ikrar etmedikçe hakim, müşterinin getirdiği delillere iltifat etmez.
3747- Koca,
darü'lislamda nikahlı olduklarına dair kadının ikrarını delil olarak ileri
sürecek olursa, hakim bu delili kabul eder ve kadının geri dönmesini engeller.
Darü'lislamdaki ikrarı, hakim karşısındaki ikrarı gibidir.
Çünkü darti'Iislamdaki
ikrarına dair şahitler şahitlik etmektedir. Eğer: Hakimin bu delili de kabul
etmemesi ^crekirdt, çünkü bağlayıcı sebep ikrar değil, nikah akdinin kendisidir
ve bu, darü'lharpte olmuş bir olaydır. Bu, şuna benzemektedir: Şayet bir
müslüman, darü'lharpteki bir muameleden dolayı o kadından alacağı bulunduğunu
ileri sürecek olsa ve kadınırt buna dair darii'l islamdaki ikrarını da buna
delil getirecek olsa hakim getirilen bu delili kabul etmez, denilecek olursa,
deriz ki:
Her iki olay
arasındaki fark açıktır. Çünkü aralarındaki nikah devam eden bir husustur.
Nafaka gibi devamlılığı gerektiren hükümler, peyderpey gerekli olur.
Darü'lislamda iken kadının bunu ikrar etmesi, bazı hükümler açısından muamelenin
başlatıcısı mesabesindedir. Oysa borç meselesi böyle değildir.
Görmüyor musun, kadın
darü'lislamda iken başka bir kocayla evlenecek olursa ve ilk kocası, kadının o
ikinci koca ile evlenmezden önce darü'lislamdaki bir ikrarını delil getirecek
olursa, hakim ikinci kocayla aralarındaki evliliğe son vermez mi?
Nafaka konusunda
mahkemeye başvuran kadının kendisi olsaydı yahut o kocanın onu üç talakla
boşadığını ileri sürerek buna dair delil getirseydi, hakim, onun getirdiği bu
delili kabul etmez miydi?
3748- Eman
sahibi kişi ülkemizde oturumunu uzatacak olursa, hakim kendisinden ülkemizi
terk etmesini ister ve bunun için ona belli bir tarih verir. Ancak kendisine şu
tarihte çıkacaksın dediğinde ona herhangi bir zararın dokunmamasına özen
gösterir.
Hakim, iki tarafı da
gözetmelidir. Müslümanları gözeterek uzun müddet haraç ödemeden ülkemizde
İkamet etmesine izin vermemesi gerektiği gibi, onun eman altında olduğunu göz
önünde bulundurarak zor bir duruma düşmemesini de göz önünde bulundurur.
3749- Harp
ehlinden biri haraç veya öşür tarlalarından birini satın almış ve onu ekmişse,
kendisinden haraç veya öşür alınacağı gibi, kendi şahsı için de haraç Öder.
Bu meseleler İmam
Muhammed'in -Allah rahmet etsin- görüşüne göre halledilir. Onun görüşüne göre
kafir biri. Öşür arazisi olan bir toprağı satın alacak olursa, o toprak Öşür
arazisi olarak kalır. Mezhebimiz alimlerinden birine göre ise, o kişinin
yaptığı şeyden, yani haraç arazisi saîiiı almasından dolayı zimmi olacağını
söyler, haraç ödemeye razı olması, zimmet ehli olduğuna delalet eder,
demektedir.
Halbuki mesele bu
alimin anlattığı gibi değildir. Çünkü bu hüküm, miras ve satın almada eşittir.
Mirasta istesin veya istemesin yaptığıyla bir ilgisi olmaksızın bu arazi
mülkiyetine girmektedir. Fakat araziden yarar sağlamadan önce araziyi satın
alıp daruîharbe dönebilmesi için ekmiş ve yarar sağlamış, böylece haraç ödemesi
gerekmişse, o zaman zimmet ehli olur.
Buna göre şahsı için
ödediği haraç, hüküm yönüyle tarlanın haracına tabi bir haraçtır. Ülkenin
kuvvet ile fethinden sonra devlet başkanının minnet velayeti, tarla haracından
yararlanma itibariyledir, şahsın haracından yararlanma itibariyle değildir.
Çünkü şahsın haracı, devamlı bir husus değildir; zimmînin ölmesi yahut müslüman
olmasıyla bu haraç son bulur.
Buradan da anlıyoruz
ki aslolan, tarlanın haracıdır ve tabî durumundaki haracın sübûtu, asıl
durumundaki haracın sübûtuna bağlıdır. Kişiye tarla haracı sabit olunca, buna
tabî olarak şahıs haracı da sabit olur. O tarlayı kiralayıp ekin-ceye kadar
ikamet etse ve ondan haraç alınacak olsa, yine zimmî olur. Halbuki bunun yanlış
olduğu açıktır. Çünkü haraç kira tutana değii, tarlayı kiraya verene
aittir. Ancak mukaseme haracını murat
etmişse o başka. Çünkü bu, haracın bir cüz'üdür ve öşür gibidir.
îmam Muhammed'e göre
bu durumda öşür, kira tutana aittir. Vazife haracı ise, kiraya verenin
üzerindedir ve tarladan yararlanma imkanına sahip olması itibariyle haraç
öder.
İmam Muhammed dedi ki:
Bir öşür arazisini adam kiralar ve onu ekinceye kadar yurdumuzda ikamet
ederse, durum yine aynıdır.
Burada bu tutarlı bir
görüştür. Çünkü îmam Muhammede göre öşür kira tutana aittir. Öşür de, haraç
da, gelir getiren tarlanın harcamasıdır. Kendisine haraç ödemenin
gerekliliğinden dolayı nasıl zimmî oluyorsa, öşür ödemekten dolayı da zimmî
olur.
3750- Harp
ehlinden biri beraberinde harp ehlinden kölelerle eman alarak ülkemize gelse ve
beraberindeki köleler İslamı kabul etseler, o köleleri satmaya zorlanır ve geri
götürmesine müsaade edilmez.
Çünkü bu durumda
onların durumları, zimmînin durumundan daha üstün değildir. Onların müslüman
olmalarıyla o düşman kişi zimmî olmaz. Çünkü ikamet konusunda efendi, kölesine
tabi değildir. Tıpkı kocanın karısına tabi olmadığı gibi.
Köleler, biz müslüman
değil, zimmi olacağız derse, bu sözlerine itibar edilmez.
Halbuki kadın böyle
değildir, Kocası olmaksızın kadın müslümanlara zimmî olabilir. Her iki durumda
da müslümanlara haraç menfaati söz konusu değildir. Çünkü kadın da cizye
Ödemez, köle de. Ancak kadın hür olur ve direkt olarak akid yapma yetkisine
sahip olur ve direkt olarak zimmîlik akdini yapabilir. Halbuki köle mülk
olduğundan dolayı direkt olarak zimmîlik akdini yapamaz, efendisinin rızasına
ihtiyaç vardır.
3751- Harp
ehlinden biri, beraberinde karısı ve küçük büyük çocukları olduğu halde eman
alarak ülkemize girecek olsa ve anne babadan biri müslüman olsa, küçük çocuklar,
îslamı kabul edene tabi olarak müslüman
olmuş olurlar. Ergenlik
çağını geçmiş büyük çocuklar ise, müs-lüman sayılmayıp erkek veya kız olsunlar
darü'lharbe dönebilirler.
Çünkü tabi olmak,
ergenlik çağına ulaşmakla son bulur. Ana-baba da onların geri dönmelerine engel
olamazlar.
3752- Anne
babadan biri zimmî olursa henüz ergenlik çağına gelmemiş küçük çocuklar ona
tabi olurlar.
Çünkü zimmet akdinde
muamelat konularında İslamin hükümlerine tabi olma söz konusudur. Bu gibi
durumlarda küçükler anne babanın en hayırlı olanına tabidir.
Görmüyor musun,
ana-baba mecûsi İseler ve onlardan biri Hıristiyanlığı kabul edecek olsa, küçük
çocuklar hıristiyan kabul edilirler ve hıristiyan olana tabi olduklarında
kestikleri hayvanın eti yenir. Aynı şekilde onlardan biri, zimmî olmayı kabul
ettiğinde küçükler ona tabi olurlar. Zimmîiiği kabul eden kadın veya erkek
olsun, fark etmez.
Görmüyor musun, anne
baba müslüman iseler ve baba irtidat edip küçük çocuğunu beraberinde
darü'lharbe kaçıracak olsa, sonra da orası müslümanlar tarafından fethedilecek
olsa, o çocuk fey1 olmaz ve annesinin müslüman oluşuna bakılarak o da hür olur.
3753- Küçük
bir çocuğu, ağabeyi veya amcası yanına alarak eman ile ülkemize gelecek olsa ve
sonra da onu ülkemize getiren ağabeyi veya amcası Islamı kabul edecek olsa,
çocuk ona tabi değildir. Ancak çocuk ergenlik çağına ulaşıncaya kadar
bekletilir, dilerse İslamı kabul eder, dilerse
ülkesine geri döner, dilerse de zimmîiiği kabul eder.
Çünkü zimmîlik
İslamdan sonradır ve muamelat konusunda İslamın hükümleri zimmiler hakkında
geçerlidir. İslam konusunda çocuk kardeşine tabi değildir. Zimmîlik konusunda
da durum budur. O çocuğu ülkemize getiren eman alarak getirmiştir ve bu nedenle
ülkemizin vatandaşı olamaz. Ancak müslü-manlığma hükmedilirse vatandaşımız
olur. Halbuki esir alınan ve beraberinde annesi veya babası bulunan çocuğun
durumu böyle değildir
3754- Eman
alarak çocukla birlikte ülkemize gelen kişi şayet: Ben ve bu çocuk zimmî olmak
istiyoruz, bize eman verin, diyecek olsa ve bu şart üzere ona eman verilse, ikisi
de zimmî olurlar.
Çünkü o çocuğu
ülkemize getiren kişi, onu koruma görevini üstlenmiştir. Onu koruma velayetine
sahip olan kişi, zimmet akdini yapma velayetine de sahiptir. Çünkü bunda
çocuğun salt menfaati vardır. Bu, hibe yapma ve alacaklarını teslim alma
mesabesindedir.
3755-
Çocuğun baba tarafından dedesi eman alarak onu ülkemize getirmişse ve sonra
müslüman olmayı veya zimmî olmayı kabul etmişse, çocuğun babası ister hayatta
olsun, ister Ölmüş olsun durum yine aynıdır.
Bu. usûl açısından
zahiru'r-rivaye'ye uygun bir kuraldır. Buna göre çocuk, dedesinin müslüman
olmasıyla müslüman olmaz. Hasan b. Ziyad'm Ebû Hanife'den rivayetine göre ise
çocuk, babasının müslüman olmasıyla müslüman olduğu gibi dedesinin müslüman
olmasıyla da müslüman olur. Zahiru'r-rivaye'ye göre dön hükümde dede babadan
farklıdır: Müslüman olmada, sadaka-ı fıtırda, falanın akrabalarına vasiyette ve
velayet ile ilgili konularda. Hasan'ın rivayetine göre bütün bu hususlarda dede
baba gibidir. Doğru olan, zahiru'r-rivaye'de zikredilendir.Çocuk, yakın
dedesinin müslüman olmasıyla müslüman olmuş olsaydı, en uzak dedesinin müslüman
olmasıyla da müslüman olurdu. Buna göre kafirlerin hepsinin mürteci
olduklarına hükmedilirdi. Çünkü hepsinin atası Âdem ve
3756-
Dedenin müslüman oluşundan
sonra çocuğun anne abasından
biri ya da ağabeyi eman alarak onu ülkemize getirecek olsa, onu geri
götürebilir ve dede buna engel olamaz.
Çünkü dinleri farklı
olduğu için dedenin çocuk üzerinde bir velayeti yoktur. Dede, yok hükmündedir.
Bu sebeple ağabeyi onu darü'lharbe geri götürebilir.
3757-
Çocuğun babası hayatta olduğu halde ağabeyi onu geri götürmek üzere gelecek olsa, çocuğu götürme
yetkisine sahip değildir.
İmam Muhammed, babası
hayatta olduğu halde, derken bununla babasının eman almış olarak ülkemizde
bulunmasını kastetmektedir ve baba hazır bu-lunduğuhalde ağabeyin çocuk
üzerinde bir velayeti yoktur.
3758- Aynı
şekilde ağabeyi hayatta olduğu halde çocuğu almak üzere amcası çıkıp gelse,
onu alamaz. Çünkü kardeş hayatta iken amca yabancı mesabesindedir. Şayet babası
hayatta ise veya ölmüşse ve ağabeyi varsa, anne onu götürmek üzere gelirse,
çocuğun durumuna bakılır; Çocuk, annesiz yapamayacak yaşta ise onu alıp
götürebilir.
Çünkü çocuk annesiz
yapamayacak durumda ise, ona en iyi bakacak olan annesidir ve anne, ancak
kendisini darü'lharbe götürdüğü takdirde ona bakabilir.
3759-
Götürülen çocuk kız ise, iddet görünceye kadar annesi ona bakmaya daha çok hak
sahibidir. Bu nedenle de onu alıp götürebilir. Erkek çocuk anneye ihtiyaç duymayacak
yaşa gelmişse, anne onu götüremez. Baba hayatta değilse, çocuk hakkında ağabey
daha çok hak sahibidir.
Çünkü erkek çocuk için
bakım, yalnız başına yeyip içebilmesiyle son
3760- Kız
çocuğu iddet görmeye başlamışsa, anne yine onu alıp götüremez. Karar verme
yetkisi kıza aittir, dilerse döner, dilerse, zimmî olarak İslam ülkesinde
kalır. Anne evlenmişse, küçük çocuğu da alıp götürme yetkisine sahip değildir.
Çünkü çocuğa bakımı söz konusu olduğu için
bu yetkiye sahiptir.
Evlendikten sonra bu görevi hakkıyla yerine getiremeyeceği
açıktır.
3761- Şayet
anne İslami yahut zimmî olmayı kabul etmişse, akrabalardan hiçbirinin çocuğu
darü'lharbe geri götürmeye hakkı yoktur. Bu durumda anne evlenmiş ol-sun veya olmasın
fark etmez.
Çünkü çocuk anneye
tabi olarak müslüman veya zimmî olmuştur. Koca-smm olması, çocuğun ona tabi
oluşuna engel değildir. Bu, şuna benzer: Hepsi esir edilmiş olsa ve anne
babadan biri İslamı kabul edecek olsa, çocuk ona tabidir, müslüman olan eğer
köle ise, bu durumda çocuk üzerinde hak sahibi değildir.
3762- Harp
ehlinden bir topluluk eman alarak ülkemize gelecek olsalar ve sonradan
müslümanlara karşı savaşmak üzere başka bir harp ehlinin yanında yer almak için
oraya gitmek isteseler, müslümanların onlara
bu imkanı vermeleri doğru değildir.
Çünkü müslümanlar
kendilerine eman vermekle onlara zarar vermemeyi ve ülkelerine geri dönmelerine
imkan vermeyi taahhüd etmişlerdir. Elbette buna karşılık müslü m anların,
onların müslümanlara zarar vermelerine engel olma haklan da vardır.
Görmüyor musun, şayet
beraberlerinde başka bir harp ülkesine satmak üzere silah getirmiş olsalar, o
silahlan kendi ülkelerine geri götürmelerine müsaade edilir ama başka bir harp
ülkesine satmalarına engel olunabilir. Savaşçıların durumu da böyledir.
Çünkü zarar verme
noktasında savaş aracı, savaşçıdan sonra gelir. Silahların gitmesine engel
olunması şundan dolayıdır: Bir darü'lharpte silah çok olabilir. Ama diğerinde
silah az olabilir. Silahlanri az bulunduğu ülkeye silah gittiğinde o ülke de
daha güçlü olacak ve müslümanlara karşı iki ülke de güçlenmiş olacaktır. Bunun
müslümanlar için zararlı bir duruma sebep olacağı açıktır. Halbuki silahlarını
kendi ülkelerine geri götürmeleri bu sonucu doğurmaz.
3763- Şayet
gelen bir-iki kişi iseler, başka bir harp ülkesiyle ticaret yapmak üzere
gitmek istediklerinde onlara engel olunmaz.
Çünkü bu sayı ile o
ülkenin bize karşı savaşma gücü artmaz. Ama sayılan çok olup savaşçı iseler,
durum farklı olur.
3764-
İlkemizde eman alarak bulunan kişi İslamı kabul edecek olursa, onun müslüman
olmasıyla darü'lharpte bulunan küçük çocukları müslüman olmazlar. Çünkü
ülkeler farklı olduğu için
aralarındaki bağ yeterli değildir. Ama amcaları em an alarak onları ülkemize
getirecek olursa babaları müslüman olduğu için onlar da müslüman olmuş
olurlar.
Çünkü eman ile
ülkemizde bulunuyorlar ve ülkemizde babalan müslü-mandır. Bu durum ile, babası
ülkemizde bulunurken müslüman olması arasında bir fark yoktur.
Onları ülkemize
getiren kişi, artık müslüman olduklarından onları alıp darü'lharbe götüremez.
Çünkü onlar artık
ülkemizin vatandaşıdır ve onları buraya getirenin onlar üzerinde bir velayet
hakkı kalmamıştır.
3765-
Ülkemizde müslüman olan babaları ölmüşse ve amcaları, babalarının kabrini ziyaret
etmeleri için onları ülkemize
getirmişse, onları geri
götürme yetkisine sahiptir.
Çünkü amcaları onları
ülkemize getirirken babaları ölmüşse, ona tabi olarak müslüman olmaları söz
konusu değildir. Anne babadan biri ülkemizde ölür ve diğeri mürted olarak
darü'lharbe kaçıp beraberinde çocuğu götürür, sonra da esir düşerlerse, çocuk
fey' olmaz. Ölenin yerine ülkemizden bir müslüman tayin edilir ve o tayin
edilen kişi çocuğun vasisi olur. Burada da durum aynı değil midir? denilecek
olursa, deriz ki:
Hayır böyle değildir.
Çünkü küçük çocuk, babasının ölümünden önce ona tabi olarak müslüman idi ve
ölümünden sonra da müslüman olarak kalır. Oysa bu meselede çocuk, onun
Ölümünden önce ona tabi olarak müslüman değildi.
3766- Onları
ülkemize getiren kişi, onlarla bir akrabalık bağı bulunmayan biri ise ve
onları kendi köleleri olarak zorla getirmiş, sonra da bize zimmî olmayı kabul
etmişse, babaları ülkemizde yaşayan bir müslüman ise, onları getiren kişi,
onları satmaya zorlanır.
Çünkü onları kendi
korumasına almakla onlara malik olmuştur. Ancak babalarına tabi olarak onlar
da artık müslümandırlar. Onların sahibi durumunda olan kişi zimmî olduğundan
onları satmaya mecbur edilir.
3767- Onları
ülkemize getirdiğinde şayet babaları ölmüşse, onları satmaya zorlanamaz. Eman
alarak ülkemize girmişse, durum yine aynıdır. Ancak burada, dilediği taktirde
onları tekrar darü'lharbe geri götürebilir. Buna göre anne babadan biri
ülkemizde zimmî olursa darü'lharpte bulunan küçük çocukları da ona tabi olarak
zimmî olmazlar. Nitekim anne babadan biri müslüman ise, ona tabi olarak
müslüman sayılmazlar..
Eğer baba hayatta ise
ve babalarını ziyaret etsinler diye amcaları onları ülkemize getirmişse,
amcalarının onları geri götürme yetkisi yoktur.
Çünkü çocuklar
babalarına tabi olarak zimmî olmuşlardır. Babalarıyla ülkemize gelmiş
gibidirler.
Görmüyor musun, eğer
baba mecûsî iken ehl-i kitaptan olacak olsa ve sonra da amca, çocuğu alıp
babasının yanına getirecek olsa, babasına tabi olarak çocuk da ehl-i kitaptan
olur. Aynı şekilde babasına tabi olarak bizim vatandaşımız olur.
Bazı nüshalarda böyle
deniliyor, bazılarında ise şöyle denilmektedir: Amca onu darü'lharbe geri
götürebilir ve baba buna en-gel olamaz.
Çünkü tabi olmak,
dinin hükümlerindedir. Bir ülkede ikamet etme açısından durum böyle değildir.
Baba çocukla birlikte yaşadığı yerde çocuğun velisidir. Baba zimmî olduğunda
eğer çocuk kendisiyle birlikte idiyse çocuk da zimmî olur. Çünkü o anda onun
velisidir. Ama baba zimmî olduğunda çocuk darü'lharpte ise, velayet konusunda
baba, çocuğa nazaran yabancı durumuna düşer. Bundan böyle babaya tabi olarak
çocuk zimmî olmaz. Çünkü çocuk üzerinde bir velayeti yoktur.
Görmüyor musun, şayet
anne müslüman olacak olsa ve sonra baba çocuğu annenin yanına getirecek olsa,
çocuk anneye tabi olarak müslüman olur. Baba onu darü'lharbe geri götüremez.
Ama anne zimmî olacak olsa ve baba çocuğu onun yanına getirecek olsa, on ı
darü'lharbe geri götürebilir.
3768- imam
Muhammed dedi ki: Anne baba bize gelip zimmi olsalar ve sonra çocuğun amcası onu
anne babasının yanma ziyarete getirecek olsa, çocuğu darü'lharbe geri
götürebilir.
Çünkü açıkladığımız
gibi burada anne babanın çocuk üzerinde velayetleri yoktur. Ayrı bir ülkede
zimmî olmakla onun üzerindeki velayeti yitirmişlerdir. Artık onlar çocuk açısından
yabancı durumundadırlar.
Aynı şekilde çocuk,
meramını ifade edebiliyor ve zimmî olan anne babasını ziyaret etmek üzere eman
alarak ülkemize girmişse, darü'lharbe geri dönebilir. Ama anne baba İslamı
kabul etmişlerse yahut onlardan biri İslami kabul etmişse, çocuk, müslüman
olana tabi1 olarak müslüman olur ve geri dönemez.
Çünkü îslamda tabi1
oluş meselesinde meramını anlatabilen, meramını anlatamayan hükmündedir, işte
bununla, mezhep alimlerimizden bazılarının meramını anlatabilen çocuk tebeiyyetle
müslüman olmaz şeklindeki görüşlerinin yanlış olduğu ortaya çıkmaktadır. İmam
Muhammed burada o çocuğun müslüman olacağını ve geri dönmekten alıkonacağını
ifade etmektedir,
3769- Şayet
bu çocuk, anne babasının yanına gelmek
için eman isterse ve
ana babası zimmî iseler, o da zimmî olur.
Çünkü eman istemesinde
anne babası gibi olmaya nza gösterme anlamı vardır ve anne babası zimmîdir. Bu
şekildeki bir eman alışı ile zimmî olmak için eman almak istemesi arasında bir
fark yoktur. Ancak çocuk, anne babanın durumunu biliyorsa zimmî olur, ama anne
babanın zimmî olduklannı bilmiyorsa, zimmî olmaz. Çünkü zimmî olduklannı
bilmiyorsa, zimmî olmaya nza gösterdiği anlamı sözlerinden anlaşılmaz.
3770- İmam
Muhammed dedfki: Düşmandan biri da-rü'lharpte müslüman olursa, küçük çocukları
onun müslüman oluşuyla müslüman olmuş sayılırlar. Baba, onları orada bırakarak
ülkemize gelecek olursa, çocuklar müslüman olarak kalırlar.
Çünkü sabit olanı
ortadan kaldıracak bir delil ortaya çıkmadıkça öylece kalır. Kalıcılık, kalıcılığı
gerektirecek bir delilin varlığına ihtiyaç duymaz. Bir şeyin başlangıçta
isbatı, devamı için de yeterli bir delildir.
3771- Baba
müslüman olmaz ama darü'lharpten haber göndererek müslümanlara zimmet ehli olduğunu ve darulharpte ikamet edeceğini bildirse ve
her sene de haracını
gönderse, zinımîliği
geçerli olup küçük çocukları da ona tabi olarak zimmî olurlar. Çünkü zimmî
olduğunda çocukları üzerindeki velayeti devam ekmektedir. Baba da-rüiislama
çıkıp gelir ve çocuklarını orada bırakırsa, sonra da biri onlar için eman
alarak veya zorla onları İslam ülkesine getirecek olursa, o kişinin onlar
üzerinde herhangi bir hakkı olmaz. Onlar üzerinde baba hak sahibidir. Daha
önce de belirttiğimiz gibi sabit olan bir şey devam eder ve devam ettiğine dair
delil aranmaz. Baba zimmî idi ve ahdini bozmadığı sürece zimmîliği devam
etmektedir. Zimmî olan birine zorla malik olmak mümkün değildir. Bu nedenle
her iki durumda da baba çocuklan konusunda daha çok hak sahibidir.
3772- Baba
ülkemizde iken müslüman olur ve sonra darü'lharbe dönecek olursa, küçük
çocukları ona tabi olarak müslüman olmuş olurlar ve müslümanlar o ülkeyi fethettikleri
takdirde o çocuklarını esir alamazlar ve köle yapamazlar. Zimmî olur sonra
darü'lharbe dönerse, küçük çocukları açısından durum yine budur.
Çünkü darü'lharbe
döndüğünde ortaya çıkan durum ile orada müslüman veya zimmî olması durumu
arasında bir fark yoktur,
3773- Dedi
ki: müslümanlar o ülke halkı ile antlaşma yapar ve sonra baba çocuklarını almak
üzere oraya gittiğinde ona engel olurlarsa, bu durumda çocuklar babalarından
dolayı anlaşmalı veya zimmî olmazlar.
Çünkü bu meselede
babanın oraya gitmesiyle çocuklan üzerinde velayet hakkı sabit olmamaktadır.
Aramızda mütareke bulunan ülke halkına îslamın hükümleri uygulanmaz.
Oradakiler de baba ile çocukları arasında engel olmuşlardır ve bu durum,
babanın çocuklan üzerinde velayetinin gerçekleşmesine engeldir. Baba oraya
gitmemiş gibidir. Ama baba ile çocuklan araşma girmez ve engel olmazlarsa,
durum farklı olur.
Başarı Allah'tandır.[104]
[1] İslam hukukunda bu konuda iki görüş vardır. Şafiî,
Mâliki, Hanbelİî ve Zahirîler ile El-Evzâî ve Hanefılerden Ebû Yusuf dan oluşan
çoğunluk müsiümanlar ile gayri müsîimler arasındaki faizli işlemlerin her yerde
ve her zaman haram olduğu kanaatindedir. Faizi yasaklayan naslann yerel ve
mutlak ifadesi bu çoğunluğun dayanağını oluşturmaktadır. İmam Ebû Hanifc ve
Muhammcd'e göre ise, fazlalığı müslümanın olması şartıyla darul harpte müslüman
ile gayri müslim arasındaki faizli işlemler meşrudur. Bu iki imam öncelikle
"Darul harpte müslüman ile düşman arasında faiz yoktur" anlamındaki
garip ve mürsel bir hadise dayanmaktadır. Taberi, (îhtilafu'l-fukaha. s.60,63;
İbn Kudâme, el-Muğni 10/515; Zeybî, Nasbür-râye, 3/44. Garip ve mürsel bir
hadise dayanmaktansa, islamın genel ilkeleri ve yarar anlayışından, faizi yasaklayarak
naslann açık ve sert üslubundan ve İslâm ahkamının nerede olursa olsun
müslümanı bağlayacağı gerçeğinden hareketle çoğunluğun görüşü daha uygun
görünmektedir. (Editör)
İmam-ı Serahsi, İslam
Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları, Cilt: 4/1-5
[2] Bakara, 2/190.
[3] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş
Yayınları, Cilt: 4/7-11
[4] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş
Yayınları, Cilt: 4/13-15
[5] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları,
Cilt: 4/17
[6] En'âm,2I8.
[7] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş
Yayınları, Cilt: 4/19
[8] Lokman, 15.
[9] Meryem, 46.
[10] Meryem, 46.
[11] Nahl,43.
[12] Fetih. 29.
[13] Bakara, 273.
[14] Rahman, 41.
[15] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş Yayınları,
Cilt: 4/21-34
[16] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş
Yayınları, Cilt: 4/35-42
[17] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş
Yayınları, Cilt: 4/43-48
[18] Tevbe, 120.
[19] Ahzâb,5,
[20] Tcvbe, 111.
[21] Yusuf, 100.
[22] Enfîı!.6O.
[23] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş
Yayınları, Cilt: 4/49-62
[24] Bakara, 279.
[25] Bakara, 279.
[26] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş
Yayınları, Cilt: 4/63-70
[27] Nisa, 29.
[28] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş
Yayınları, Cilt: 4/71-75
[29] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş
Yayınları, Cilt: 4/77-80
[30] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş
Yayınları, Cilt: 4/81-84
[31] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş
Yayınları, Cilt: 4/85-94
[32] Nisa. 119.
[33] Haşi\ 10.
[34] Nı'sâ, 161.
[35] Mümtehıne, 10.
[36] Metinde "hac" kelimesi geçiyorsa da doğrusu
"ihticac" olmalıdır. (Çeviren)
[37] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş
Yayınları, Cilt: 4/95-112
[38] Teğabun, 16.
[39] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş
Yayınları, Cilt: 4/113-122
[40] Kâf.28.
[41] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş
Yayınları, Cilt: 4/123-135
[42] Tevbe,5.
[43] Tevbe,5.
[44] Enfâl,67.
[45] Mîimtchıne, 10.
[46] Burada zikredilen emanın, daha önceki bahislerde geçen
mandan farklı olduğu gözden ırak tutulmamalıdır. Bu sonuncusunda esaret
durumunun varlığı, yani normal olmayan şartların bulunduğu hatırlanmalıdır.
[47] Bakara, 207.
[48] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş
Yayınları, Cilt: 4/136-164
[49] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş
Yayınları, Cilt: 4/165-185
[50] Fâtir, 18.
[51] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş
Yayınları, Cilt: 4/185-200
[52] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş
Yayınları, Cilt: 4/201-206
[53] Al-iîmrân, 139.
[54] Enfâl,61.
[55] Haşir, 6.
[56] Ahzâb, 10.
[57] Tevbe,29.
[58] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş
Yayınları, Cilt: 4/207-223
[59] ŞÛrâ, 41.
[60] Hac, 39.
[61] Tevbe,36.
[62] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş
Yayınları, Cilt: 4/225-234
[63] Borç verilen eşya.
[64] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş
Yayınları, Cilt: 4/235-256
[65] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş
Yayınları, Cilt: 4/257-281
[66] Bakara, 282.
[67] Bakara, 282.
[68] Bakara, 282.
[69] Sad,53.
[70] Tevbe, 1.
[71] İİmrân,187.
[72] ÂI-iîmrân,81.
[73] Mümtehıne, 10.
[74] Mümtehıne, 10.
[75] Tevbe,46.
[76] Bakara, 273.
[77] Elçiler kendilerinden değil d resmî bir görev
sebebiyle bir yerde bulunduklarından, o yerde gerekli olan vergi ve
gümrüklerden muaf tutulabilirler. Devletler hukuku tarihinde, diplomasi
temsilcilerinin ve güvercinlerinin prensip olarak millî olsun, mahallî ölsün
şahsî ye aynî nitelikli vergi harçlardan muaf tutulmaları bir teamül olarak
bilinegelmektedir. İslam yurduna giren yabancının ülke topraklarında gümrük ve
diğer vergilerden sorumlu olup olmadığı tartışılırken, İslam hukukçuları bu tür
vergilerin mütekabiliyet esasına göre belirleneceğini söylerler. Konuyla
ilgilenen ilk hukukçulardan Ebû Yûsuf, diplomatik temsil göreviyle
daru'l-islama gelen kimselerden uşur denen 1/10 nisbetinde gümrük vergisinin
alınmayacağını mütekabiliyet (karşılıklı) esasınca buna bütün mallarının dahil
olduğunu söyler. (Editör)
[78] Bakara, 224
[79] Nahl, 16.
[80] Nahl, 8.
[81] Nahl, 5.
[82] Enfâl,60.
[83] Mücadele, 25.
[84] Bu uygulamanın islamda hiçbir dayanağı olmadığı gibi,
kabul edilir bir tarafı da yoktur. Çünkü batıl da olsa, başka din
mensuplarının inançlarına ve inanç değerlerine hakaret etmek, aşağılamak kabul
edilen bir şey değildir. Aynı şekilde islam imajına ve müslümanlara da bir şey
kazandırmaz. Nitekim Kur'ani Kerim "kafirlere müslü-manların sövmemesini,
aksi halde onların da düşmanlıklarından Allaha söveceklerini" (En'âm,
108.) belirterek bu işlerin onaylanmadığını belirtmektedir.
İslam, barış dinidir.
Fethedilen yerlerin halklarına banş elini müslümanlar uzatmadığı takdirde, o
insanların İslama ve müslümanlara ısınması, dolayısıyla İslama girmesi de
mümkün olmaz. Halbuki yapılan fetihlerden amaç, insanların küfrün bütün
çeşitlerinden kurtulup Allaha kul olmalarının sağlanmasıdır. Bunun
gerçekleşmesi için de her şeyden önce müslümanlann o insanların sempati ve
güvenlerini kazanması gerekir. Bu da her halde, o İnsanların tapınak ve kutsal
değerlerine hakaret ederek sağlanmaz.
Diğer taraftan,
yukarıda bir kaç paragrafta, darulislam olan yerlerde müslüman olmayanların
nüfusları ne adar çoğalırsa çoğalsın, sahip oldukları eski tapınakları dışında
yeni tapınaklar yapmalarına, dini ayinlerini açık yerde yapmalarına, dinsel sembollerini
sokakta taşımalarına ve ibadet etmek için mensuplarına açıktan duyuru yapmalarına
izin verilmiyeceği belirtilmektedir.
Geçmiş asırlarda
milletlerin bibirlerine karşılıklı olarak bu şekilde davranmış olmaları belki
normal görülebilir. Ancak dünya ülkelerinin gıloballeştiği günümüzde bu
anlayışın hâlâ geçerli olabileceğini düşünmek mümkün değildir.
Aksi halde bir zamanlar
Bulgaristan'ın komünist rejimi ile Batı Trakya'da Yunanistan'ın ve
müslümanlara bu şekilde yasaklar getiren başka ülkelerin yaptığı uygulamalardan
şikayetçi olmamak gerekir. Aynı şekilde günümüzde Batı Avrupa ülkelerinde
müslümanlann cami yapmaları, minare dikmeleri ve ezanı caminin dışında ve
hoparlörle okumalarının yasaklanması uygulamalarına da itiraz etmemek
gerekecektir. Halbuki bütün bu uygulamalar artık yadırganmakta ve her inanç
mensuplarına hürriyet anlayışı savunulmaktadır. Bu hürriyet anlayışından da
islam ve müslümanlar her zaman zarar değil, yarar görürler. (Çeviren)
[85] Cin, 18.
[86] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş
Yayınları, Cilt: 4/283-314
[87] En'âm, 122.
[88] Mümtchıne, 10.
[89] Süt çocU^u ile nikah akdi yapmanın akıl, mantık ve
dinle hiçbir ilişkisi yoktur. Olsa olsa cahiiiye toplumlarında mantık dışı
yapılan bir uygulamadır. Bu tür gönüşler tamamen varsayıma dayanmaktadır. Dünya
çapındaki hukukçu âlimlerin bu konularda fetva vermeleri, ahkam kesip
değerlendirme yapmalarını anlamak mümkün değildir. Hrhalde bu tür konuları
işlerken arada bu tür varsayımlarla karşılaşmış ve böyle hükümler vermişlerdir.
Değilse belirttiğimiz gibi böyle bir şeyi anlamak ve alimlere yakıştırmak
mümkün değildir. (Çeviren)
[90] Hamileliğin en az müddeti altı ay olduğu için bu süre
esas alınmıştır. Ayrıldıkları ta-rihtn itibaren altı ay dolmadan doğan çocuk,
ayrılmadan önce kurdukları cinsel ilişkiden dolayı olacağından gerçek babaya
nisbet edilir. Çünkü "Çocuk yatak sahibi olan kocaya aittir."
(Buharı, Husûmât, 6; Müslim, Radâ, 34-38; Ebû Dâvûd, Talâk, 34.) Fakat
ayrılmalarından itibaren altı ay geçtikten sonra doğum olursa bunun, kocasının
yokluğunda bir başka erkekten de olma ihtimali vardır. Böylece darulharpteki kadın
yerine, darül i si anıdaki erkek korunmuş olmaktadır. (Editöür.)
[91] Hul ya da muhâla'a, bedel karşılığında veya bedelsiz
olarak boşama yetkisini kocanın kadına vermesi yahut kadının boşanması
demektir. (Çeviren)
[92] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş
Yayınları, Cilt: 4/315-329
[93] Çocukların yanlışlıkla öldürdüklerinin kan diyetini
velileri öder, velileri yoksa beytülmal öder. (Çeviren)
[94] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş
Yayınları, Cilt: 4/331-338
[95] Ukr: Kadınla yatmanın karşılığı olarak kadına verilen
para, mehir.
[96] Siâye: Bir kısmı azad olmuş kölenin tamamının azad
olması için iş yapması veya para kazanıp ödemesi.
(Çeviren)
[97] Hadis.
[98] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş
Yayınları, Cilt: 4/339-342
[99] Suçu işleyen kişinin suçu işlediği ülkenin hukukuna
göre yargılandığına dâir açık bir örnektir bu. Diplomat olmayan kişilere
günümüzde bu şekilde uygulama yapılmaktadır. (Çeviren)
[100] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş
Yayınları, Cilt: 4/343-344
[101] Güvence verilen kişiler ve diplomatlar bulundukları
ülkenin koruması altındadır. (Çeviren)
[102] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş
Yayınları, Cilt: 4/345-349
[103] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş
Yayınları, Cilt: 4/351-353
[104] İmam-ı Serahsi, İslam Devletler Hukuku, Eğitaş
Yayınları, Cilt: 4/355-367