DARUL-HARPTE EMAN ALTINDAKİ MÜSLÜMANIN DARUL-HARP EHLİ İLE İLİŞKİLERİ
3774- Darü'Iharpte eman alarak bulunan biri, oranın bir vatandaşından belli bir miktar karşılığında bir köle satın alacak olsa ve müşteri köleyi, satıcı da parasını teslim alacak olsa, sonra hepsi müslüman veya zimmî olsalar, daha sonra müşteri kölede bir kusur bulacak olsa, müşteri durumunda olan kişi ister müslüman olsun, ister darul-harp halkından olsun, müslüman hakim bu olaya bakmaz. Çünkü yapılan iş, bir ihanet ve aldatmadır ve darü'Iharpte vuku bulmuştur.
İslam (yarîî müslümanhği kabul etmek), daha önce olup bitenleri ortadan kaldırmıştır.
3775- Ancak satan kişi müslüman ise, hasmının gönlünü yapmasına fetva verilir ve Allanın huzurunda sorumlu olduğu kendisine bildirilir. Ama satıcı düşmandan biri ise, hakimin böyle bir tavsiyede bulunma zorunluluğu yoktur.
Bu, şuna benzer: Onlardan biri arkadaşından rızası olmadan bir mal almış sonra onu harcamış veya harcamamış olsun, ya da biri arkadaşına bir emanet teslim etmiş ve o da o emaneti infak etmiş olsun, bakılır; Olayda hıyanet söz konusu ise, alan tarafa karşı tarafın gönlünü alması tavsiye edilir, ama hüküm olarak buna zorlanamaz. Çünkü kendisine İtimat edilmiştir ve emanete hıyanet etmiştir.
3776- Eğer ihanet eden düşmandan biri ise, ona bir şey yapılmaz.
Çünkü o kişi, bu suçu işlediğinde Tslamm hükümlerinden sorumlu değildi. Buna göre bir köleye karşı bir cariye şeklinde alış veriş yapmış olsalar ve alış ve-nş neticesinde karşılıklı teslim alma gerçekleşmişse, sonra da düşmandan olanın
•müslüman oluşundan sonra cariye veya köle kendisinin hür ve müslüman olduğuna dair delil getirecek olsa ya da müdebber veya mükateb olduğunu ispatlamasından dolayı bir müslümana ait olduğunu ispatlayacak olsa, diğeri kölesini geri vermeye zorlanamaz. Ama eğer diğeri müslüman ise, geri vermesine fetva verilir, düşmandan biri ise, böyle bir fetva verilmez. Geri vermesi için kendisine fetva verildikten sonra müslüman onu geri vermeyip satmaya kalkışacak olursa, müslümanlann o köleyi kendisinden satın almaları mekruhtur.
Çünkü elindeki kendisi için temiz bir mal değildir, şaibelidir. Fasit alış veriş yapan müşterinin elindeki mala benzer. Her ne kadar o kişi, o mülkünü kullanabilir, satıp azad edebilirse de elindeki mal, ger'an haram olan bir yol ile eline geçmiştir ve bu nedenle satmak istediğinde kendisinden satın alınması mekruhtur.
3777- Onlarla bu şekilde muamelede bulunan kişi, ellerinde esir veya orada müslüman olmuş bir müslüman ise ve mesele anlattığımız şekilde ise, fetva yoluyla iade etmesi kendisine emredilir.
3778- Şayet muamele üç günlük muhayyerlik şartı ile aralarındaki eman sahibi biri ile onlardan düşman biri arasında gerçekleşmişse ve sonra muhayyerlik müddeti bitmeden düşman kişi İslamı kabul etmişse, muhayyer bırakılan kişi alış verişi bozabilir ve aldığını geri verip verdiğini geri alabilir.
Çünkü o düşman kişinin müslüman oluşundan sonra durumları, bundan önceki durumları gibidir. Muhayyer bırakılan kişi, mahkemenin hükmüne veya karşı tarafın rızasına ihtiyaç olmaksızın serbest olduğu gibi tek taraflı akdi bozabilir. Müslüman olmazdan önce bunu yapabildiği gibi, müslüman olduktan sonra da yapabilir. Akdi bozması da böyledir.
Onlardan müşteri durumunda olana malı görme muhayyerliği verilmişse, durum yine aynıdır.
Çünkü muhayyerlikten dolayı müşteri, mahkemenin hükmüne ya da karşı tarafın rızasına ihtiyaç olmaksızın akdi feshedebilir.
Malı kabzetmeden önce malda bir kusur söz konusu ise, durum yine aynıdır.
Çünkü alış- veriş tam olarak gerçekleşmediğinden mahkemenin hükmüne veya karşı tarafın rızasına bakılmaksızın müşteri tek taraflı olarak akdi bozabilir.
3779- Alış verişin bozulmasından sonra onlardan birinin mülkü diğerinin elinde kalmıştır. Her biri malı diğerine gönül rızasıyla teslim etmişti ve onu geri isteme hakkı vardır. Tıpkı onlardan birinin diğerine emanet bir mal vermesi ve sonra düşmandan olan kişinin müslüman olması ve emanet olarak verilmiş olan malın bizzat mevcut bulunmasına benzer.
Yukarıda sozkonusu edilen mesele bundan farklıdır. Teslim alma gerçekleştikten sonra kusurdan dolayı geri verme ancak karşılıklı rıza ile veya mahkeme kararıyla olur. Çünkü malı teslim almakla alış veriş, yani akid tamamlanmıştır.
Bu meselede ise hakim, aralarında herhangi bir hüküm vermez. Çünkü aralarındaki hıyanet, düşman kişinin müslüman olmasından önce taraflardan birinin diğerinin malını kullanıp harcaması mesabesindedir.
3780- Düşman kişi müslüman olmamış, fakat eman alarak ülkemize gelmiş ve sonra da aralarında cereyan eden olaydan dolayı meseleyi mahkemeye götürmüşlerse bu durumda hakim, alış-verişi bozmaz yahut başka herhangi bir kararla hüküm vermez.
Çünkü aralarında cereyan eden bu muamele darü'lharpte gerçekleşmiştir. Düşmandan olan kişi de eman alarak ülkemize giriş yapmakla İslamın hüküm-lerine bağımlı olmaz. Böyle bir durumda müslüman hakim olayı mahkemeye de ele almaz ve bu konuda hüküm vermez.
Ama düşman kişi İslamı kabul eder yahut zimmî olursa
durum değişir.
Çünkü bu durumda muamele konularında İslamın hükümlerine bağımlıdır.
3781- Bu muamele düşman iki kişi arasında cereyan etmiş ve bdaha sonra ikisi de eman alarak ülkemize giriş yapmış ve onlardan biri mahkemeye müracaat edecek olur-
.
-
sa, yine hakim böyle bir olaya bakmaz. Ama ikisi de müs-lüman olur ya da zimmî olmayı kabul ederlerse, durum farklı olur.
Bu şuna benzer: Onlardan biri diğerine borç vermiş veya iğreti olarak bir hayvan teslim etmiştir. Sonra ikisi de eman alarak ülkemize giriş yapmışlardır. Böyle bir durumda hakim, aralarında hüküm vermez. Fakat ikisi de İslamrkabul etmiş ya da zimmî olmuşlarsa o başka. Ancak bütün bu durumlarda İslam oluşlarından sonra mal harcanmışsa hakim aralarında hüküm vermekle birlikte eğer muamele düşmandan iki kişi arasında cereyan etmişse, aralarında hüküm vermez ve ihanet edene, karşı tarafın gönlünü alması için fetva vermez. Eğer muamele bir müslüman ile düşmandan biri arasında cereyan etmiş-se, müslümana kendisi ile Rabbi arasında karşı tarafın gönlünü alması için fetva verilir. Fakat buna zorlanamaz. Çünkü kendisi eman almış ve ihanet etmiştir.
3782' İmam Muhammed dedi ki: İkisi de müslüman olup eman alarak darü'lharbe gitmiş ve muamele orada aralarında cereyan etmişse, muamele darüiislamda yapılmış gibi aralarında hüküm verilir.
Çünkü müslüman, her nerede olursa olsun İslarmn hükümleriyle yüküm-'lüdür. Onlardan her birinin malı da sahibi açısından korunmuş ve mutekavvim bir maldır. Çünkü her ne kadar müslüman eman ile oraya gitmişse de hükmen mülkiyeti koruma devam etmektedir. Bu nedenle onların darü'lharpteki durumu, darü'lislamdaki durumları gibidir. Üç mesele hariç, her meselede durumları budur. Şöyle ki mesela onlardan biri, diğerini kasden Öldürecek olursa katil için kısas gerekmez. Çünkü darü'Iibahede bulunduklarından şüphe mevcuttur. Ayrıca normalde kendi gücüyle kısası uygulayabilir. Hem katil, devlet başkanının elinde değildir ki kısasın uygulanması için yardımcı olalım. O halde kısas'ge-rekmez ama katilin malından diyet gereklidir.
1- parülharp olan bir ülkenin halkı ile herhangi bir anlaşma yoksa, düşman olan halkının malı ve canı dokunulmaz olmayacağından darulibaha (her şeyi mubah olan) olarak da adlandırılır. Ahmed b. Yahya, Şerhu'l-Ezhâr, 4/552. (Editör)
3783- Hata ile onu öldürmüşse, yine onun malından diyet verilir. Çünkü âkile olarak akrabalarının diyete katılmaları, kendisi ile onlar arasında yardımlaşmanın bulunmasından dolayıdır. Darü'lharpte bulunanlar ile da-ru'lislamda bulunanlar arasında ise bir yardımlaşma söz-konusu değildir. Bu nedenle âkilesi üzerine diyetten herhangi bir şey düşmez.
Yine onlardan biri, (belirli cezayı) gerektirecek bir suç işleyecek olursa, ona had gerekmez. Çünkü orada bulunmasından dolayı had cezalarıyla yükümlü değildir.
Bu üç mesele dışında darü'lharpte eman ile bulunan kişinin durumu, darü'lislamdakinin durumu gibidir. Ebû Yusuf ve Muhanımed'e göre orada iki esir olarak bulunan kişiler arasındaki muamelelerde de durum budur.
Ebû Hanife'ye göre ise burada katile diyet de gerekmez. Ona göre bu iki esirin durumu, darü'lharpteki düşman iki kişinin müslüman olmaları durumu gibidir. Bunlardan biri, darü'lİslama geçmeden diğerini öldürecek o-lursa onun için diyet gerekmez.
Bu meseleyi (Tahavî'nin) Muhtasar "inin şerhinde Diyetler Kitabı" nda açıkladık.
3784- Buna göre onlardan biri diğerinin malım tüket-mişse, darü'lharpte müslüman olanlar açısından, tüketmekten dolayı suçlu da olsa, tüketmiş olana tazminat düşmez. Bu konuda alimlerimiz arasında ittifak vardır. Eman sahibi olan ise ittifak ile onu tazmin eder. Esir konusunda ise, belirttiğimiz gibi ihtilaf vardır.
Çünkü tazmin etmenin gerekliliği malın ihraz edilmiş ve değerli olmaktan kaynaklanır. Bu ikisi ise, dinden dolayı değil, yurttan dolayıdır. Din sebebiyle korunmuşluk ve dokunulmazlık, iman eden açısındandır, iman etmeyen açısından değildir. İhrazın gerçekleşmesi ise maddî planda hem inanan ve hem de inanmayan açısındandır. Bu ise, ülkeden dolayıdır. Bu nedenle hüküm, zikrettiğimiz şekildedir.
3785- Dedi ki: Onlardan biri diğerinden bir mal gasp edecek olsa ve ülkemize dönünceye kadar henüz o malı harcamamışsa, müslüman hakim, gasp edenin o malı kendisinden gasp ettiği kişiye iade etmesine karar verir. Hasımlar ister eman altında olsunlar, ister orada esir bulunmuş olsunlar ve ister darü'lharpte iken müslüman olmuş olsunlar fark etmez.
Çünkü mal sahibi, malının kendisini diğerinde bulmuştur, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: "Mahnm kendisini (aynını) bulan kişi, malında daha çok hak sahibidir." Ayrıca onlardan gasıp durumunda olan, arkadaşının malını zorla elinden almıştır. Müslümanm malı, müslüman için ganimet olmaz. Bu, şuna benzer: Müslüman halk ile isyancı (baği) müslüman kesim savaşıyorlar. Taraflardan biri, diğerinin malını aldığı taktirde, savaş bittikten sonra onu iade etmeye zorlanır. Mal olduğu gibi duruyorsa hüküm budur. Ama mal harcanmışsa, anlattığımız sebepten dolayı tazmini söz konusu değildir.
3786- Aralarında bulunan eman altındakinin durumu böyle değildir. Sonradan müslüman olan düşman bir kişiden bir mal gasp etmişse, malı gasp edilmiş olan kişi malının kendisini bulmuş olsa da hakim, hüküm olarak o malın iade edilmesine karar vermez ve o malı iade etmesi için zorlayamaz. Ancak geri vermesi için ona fetva verir ve: Allah'tan kork, aldığını geri ver, şeklinde tavsiyede bulunur.
Çünkü darü'lharpte düşman kişinin malı mülk altına alınmaya müsaittir ve onu alan müslüman orada ve bu konumda iken o malı elde etmiştir. Ancak o müslüman ile o ülke halkı arasında eman bulunduğundan müslüman bu işten sakınmalıydı. Kendisine verilen emana İhanet etmiştir ve bu onu ilgilendirir. Bu nedenle hakim fetva olarak o mah geri vermesini emreder ama mahkeme karan ile onu buna zorlayamaz.
3787- Darü'lharpte düşmandan müslüman olan bir kişi, müslüman olduktan sonra bir müslümandan belli bir miktar karşılığında bir köle satın alacak yahut müslümana bir
köle satacak olsa ve teslim alma işlemi yapılmış olsa, sonra da her ikisi İslam yurduna gelerek müşteri satın aldığında bir kusur bulsa yahut cizye veya benzeri bir sebeple onu yitirecek olsa, karşılık olarak verdiği hala satıcının elinde bulunuyorsa, müslüman hakim onu geri vermesi doğrultusunda hüküm verir. Ama karşılık olarak aldığını harcamışsa, bir şey tazmin edemez. Aynı şekilde birbirlerine mal satsalar ve biri aldığı mah tüketirken diğeri aldığını koruyorsa, hâkim o malın geri verilmesine karar verir. Ama tüketilmişse, onu tüketen kişi tazminat ödemez.
Çünkü yapılan bu işlem bir suç olup darü'lharpte aralarında cereyan etmiştir ve o gün her ikisi de müslümandı.
3788- Ancak onlardan darü'lharpte müslüman olanın nialı, günah ve cezası açısından dokunulmaz, ama hüküm açısından dokunulmaz değildi.
Diyoruz ki, malın kendisi duruyorsa hakim, geri verilmesine karar verir. Ama istihlak edilmişse, hakim herhangi bir hüküm vermez. Tıpkı müslüman olduktan sonra ve ülkemize gelmezden Önce alış-veriş yapmaları gibidir. Çünkü müslüman olan hakkında bu hüküm sabit olunca, şer'an iki hasmın eşitlenmesi açısından diğeri hakkında da sabit olur.
3789- Muhammed dedi ki: Aralarında eman altında bulunan bir müslüman onlardan fiyatı üzerinden bir köle satın alacak olsa ve fiyatın ne olduğu belirtilmemişse, fiyat takdir edilmediğinden dolayı darü'ltslamda olduğu gibi bu alış veriş de fasittir. Çünkü aralarında eman ile bulunan kişi, kendi rızaları olduğu takdirde mallarını alabilir, müslüman ile düşman arasında faiz muamelesini helal sayan Ebû Hanife, bu kurala dayanmaktadır. Bunun dışındaki meselelerde ise, müslüman açısından darü'lislam ile darü'lharp arasındaki muamelelerde bir fark yoktur.
Çünkü müslüman her nerede olursa olsun, İslamm hükümlerine tabidir.
3790- Müşteri, köleyi teslim alıp değerini ödeyecek olsa ve sonra da düşman kişi müslüman veya zimmî olarak İslam yurduna gelir ve onlardan biri ahş-verişi bozmak istese, hakim bu davaya bakmaz.
Çünkü her ikisi alacaklarını teslim almışlardır ve mülk ile temellük gerçekleşmiştir. Her ne kadar alış-verişin temeli fasit İse de alış-veriş akdi tamamlanmıştır.
3791- Müşteri malı teslim almış ama henüz parasını ödememiş olup bu arada düşman kişi müslüman olmuşsa, hakim, malın satıcıya geri verilmesine hüküm verir.
Çünkü karşılıklı teslim alma gerçekleşmemiş ve muamele henüz tamamlanmamıştır. Müşteri, parasını vermek üzere köleyi teslim almıştır. Ancak fiyat kesin olarak belirlenmediği için henüz kölenin değerini teslim etmemiştir. Bu nedenle tesüm aldığı köleyi geri vermesi gerekir.
3792- Şayet düşman kişi eman alarak ülkemize gelmişse, hakim davaya bakmaz.
Çünkü muamele temelde dam'lharpte yapılmıştır. Eman alarak gelen kişi de îslamin hükümlerine mutlak olarak bağlanmamıştır.
3793- Ama müslüman yahut zimmî olursa, durum farklıdır. Buna göre küplerce şarap karşılığı bir köle alışverişi yapmışlarsa ve karşılıklı teslimat gerçekleşmişse, hakim ahş-verişlerini bozamaz.
Çünkü teslim almakla muamele son bulmuştur. Müşteri, karşılığını vermek suretiyle köleye sahip olmuştur.
3794- Müşteri köleyi teslim alır, fakat sahibine henüz şarabı teslim etmeden düşman kişi müslümanlığı kabul edecek olursa, hakim ahş-verişi bozar ve köleyi satıcıya iade eder. Çünkü aralarında muamele hükmü gerçekleşmiş, düşman kişi de islamı kabul ettiği için müşteri ona malı teslim edememiştir. Kiralama da satışa kıyas edilir. Hatta onlardan biri belli bir iş için ve belli bir ücret yahut
şarap karşılığında bir aylığına diğerini ücretli olarak çalıştıracak olursa, düşmandan olan işçi o işi yaptıktan sonra ve ücret teslim edilmeden İslamı kabul edecek olursa, iş sahibi işçiye işine karşılık misil ücret öder. Ama eğer iş bitirilmiş ve ücret Ödenmişse, yukarıda zikrettiğimiz sebepten dolayı kira tutan kişi herhangi bir şey ödemez. Satın alınan şey kira tutanın elinde iken helak olur yahut müşteri onu harcayacak ve henüz ücret teslim alınmadan düşman kişi müslüman olacak olursa, müşteri, satın aldığı o şeyin değerini satıcıya öder.
Çünkü parasını ödemek Üzere o malı teslim almıştır. Gasb veya ihanet yoluyla almamıştır. Bu sebeple malın aynını teslim etmesi mümkün olmayınca teslim aldığı malın değerini Öder. Ama ölü bir hayvan yahut kan karşılığında malı satın almışsa ve müşteri malı teslim almış olup düşman kişi de müslüman oluncaya kadar henüz-Ödemede bulunmamışsa, satm alman, onlardan kimin elinde ise ona
ait olur.
Ne aynım, ne de değerini ödemesi gerekmez.
Çünkü bu, aralarında bir alış-veriş değildi. Çünkü alış-verişte hem satm alman ve hem de karşılığında verilen şeyin mülk olma yönüyle bir değer ifade et-mesİ gerekir. Ölü hayvan, mülk olma açısından bir değer ifade etmez. Aralarında meydana gelen şey, birinin diğerini karşılıksız olarak bir şeye malik kılmasından ibarettir. Sanki ona o malı hibe etmiş gibi kabul edilir.
3795- Şayet alış-veriş, aralarında eman ile bulunan bir müslüman ile harp ehlinden müslüman olmuş biri arasında cereyan etmiş ve mesele yukarıda anlattığımız şekilde ise, hakim, aralarındaki fasit alış-verişleri bozar ve durumları, eman altındaki iki kişinin durumu gibi olur. Bu, Muhammed'in -Allah rahmet etsin- görüşüdür. Ebu Hanife'ye- Allah rahmet etsin- göre İse, değerin tazmin edilmesi gerektiği hususlarda durumları, müslüman ile düşman kişi arasında muamele cereyan etmiş gibi kabul edilir. Tıpkı faiz akdinde olduğu gibi. Bu ikisi arasında faiz akdi cereyan etmişse, burada verilecek hüküm, müslüman ile düşman kişi arasında cereyan ettiğinde verilen hüküm eibidir.
10
3796- Bu muamele düşmandan iki kişi arasında cereyan etmiş ve sonra ikisi de İslamı yahut zimmî olmayı kabul etmişlerse, burada verilecek hüküm, bir müslüman ile düşman biri arasında cereyan ettiğinde verilen hüküm gibidir.
Çünkü aralarında bu muamele cereyan ettiğinde her ikisi de İslamtn hükümlerine tabi değillerdi. " ■
3797- Dedi ki: Müşriklerden bir ordu İslam yurduna girecek olsa ve bir müslüman da eman alarak aralarına gidip onlarla bir muamelede bulunsa, bunun durumu ile daru'lharbe eman alarak girenin durumu aynıdır.
Çünkü düşman ordusu kendini koruyacak güç ve kuvvete sahipse, islamm hükmü daru'lharpte uygulanmadığı gibi onların kışlalarında da uygulanmaz. Bu sebeple yapılan iş, islam ahkamının uygulanmadığı yerlerde yapılan muameleler hükmündedir. Ama İslamm hükümleri orada uygulanıyorsa, anak dam'lîslamda caiz olan muameleler orada caiz olur.
Nitekim İslam ordusu düşman topraklarına girip orada bir askeri kışla kuracak olsa, oradaki muameleler, daru'lİslamdaki muameleler gibidir.
Yine biri kışlada birini öldürecek olsa, ona kısas uygulanır. Tıpkı İslam yurdunda olay cereyan etmiş gibi işlem görür. Buradan da anlıyoruz ki, önemli olan, hangi hükümlerin orada hakim olduğudur. Öldürme işi nasılsa, muameleler de öyledir.
Başarı Allah'tandır.
'
■
11
-173-
MÜSLÜMANLARIN YARDIM ETMEK ZORUNDA OLDUKLARI KİMSELER VE GEREK ÜLKEMİZDEN, GEREK BAŞKA YERDEN ELE GEÇİRİLDİKLERİNDE FEY1 OLMAYANLAR
3798- Harp ehlinden askerî gücü bulunmayan bir topluluk eman alarak ülkemize girdiği bir sırada başka bir düşman islam yurduna saldırıp eman alarak gelen ilk topluluğu ele geçirip yurtlarına götürseler ve ihraz ederek köleleştirseler, sonra müslümanlar bunlara galip gelseler, eman alarak giriş yapan o kişileri serbest bırakmaları gerekir.
Çünkü- onlar, İslam yurdunda iken esir alınmışlardır ve esir alındıklarında müsülmanlann hakimiyeti altında idiler. Bu şekilde esir alınmış olmaları, hürriyetlerine engel değildir.
3799- Daha önce de belirttiğimiz gibi ülkemizde eman alarak bulunanlar askerî bir güce sahip değillerse, müs-lümanların onlara yardımcı olmaları gerekir. Bu konuda zimmîler gibidirler: Onlara yardım edilir ve zulme uğramalarına engel olunur.
Çünkü onlar, müslüman devlet başkanının velayeti altındadırlar. Nitekim devlet başkanı ve müslümanlar, düşmanın peşinden gidip onları müşriklerin elinden kurtarmalıydılar. Çünkü kendi ülkelerine dönmedikçe ve kendi kalelerine ulaşmadıkça, bizim sorumluluğumuz altındadırlar. Onlar da aynı şekilde müslümanlar veya zimmiler yenilgiye uğradıklarında onlara yardım etmeliydiler. Buradan da anlaşılıyor ki, onları esir alan düşman ülkeye girip onları ele geçirdiğimiz takdirde serbest bırakmamız gerekir, müslümanlarm, yardım etmek mecburiyetinde oldukları kimseleri esir almaları doğru olur mu? Böyle bir şey asla caiz değildir.
Aramızda eman ile bulunan bu kişiler, aramızda mütareke bulunan bir ülkenin vatandaşı iseler ve mütareke sebebiyle ülkemize girmişlerse, durum yine aynıdır.
12
Çünkü o mütareke, ülkemizde eman içerisinde olmalarını gerektirir. Böylece onlara yardım konusunda aramızda eman alarak bulunanlar gibiler.
3800- Buna göre onları esir alan ülke İslamı kabul edecek olsa, devlet başkanı onların serbest bırakılmalarına karar verir. Esir alınmazdan önce nasıl hür idilerse yine hür olurlar. Bu sırada mütarekenin müddeti devam etmiş olsun veya olmasın fark etmez.
Çünkü eman ile ülkemizde bulunup askerî bir güce sahip olmadıklarından kendilerine yardım hususunda durumları, zimmîlerin durumu gibidir. İslam yurdundaki hürriyetlerinin garanti altına alınmış olması sebebiyle harp ehli ülkemizde iken esir düşmekle hürriyetlerini kaybetmezler. Onları esir alanlar, İslamı kabul ettikleri takdirde onları serbest bırakmak mecburiyetindeler.
O ülke halkı müslüman olmasalar bile bir müslüman eman alarak o ülkeye gidip onları satın alacak olsa ya da fidyelerini verecek olsa, tıpkı bir müslüman veya zimmîyi satınalmış veya fidyesini vermiş gibi olur. Aynı şekilde onları esir alanlar, beraberlerinde bu esirler bulunduğu halde eman alarak ülkemize girecek olsalar, hiçbir karşılık ödenmeden ellerinden alınarak serbest bırakılırlar. Çünkü onları esir almakla onlara zulmetmişlerdir. Bu huhususta onların durumu, zimmîlerin durumu gibidir. Çünkü esir düşmüş hür kimseyi alıkoymak bir zulümdür ve zulüm üzere eman verilemez.
3801- Esir alınmış eman sahipleri arasında başkasının mülkü olan bir köle mevcut ise ve mesele yukarıda anlattığımız şekilde ise, kendisini esir almış ojan eman sahibi eman alarak onunla beraber ülkemize girerse, onu satma-
ya zorlanamaz. Ama köle müslüman veya zimmî ise, du rum farklıdır.
Çünkü sözkonusu edilen bütün bu durumlarda ihraz ile ona malik olamaz.
3802- Müslüman veya zimmînin düşman birinin mülkü olması kabul edilemez ve bundan dolayı onu satmak mecburiyetindedir. Ama köle düşman biri ise düşman birinin
13
mülkü olması kabul edilir ve ihraz ile onun üzerindeki mülkiyeti gerçekleşir. Bu nedenle de onu satmaya zorlanamaz.
Bunun açıklaması şöyledir: Daha önceki durumuna kavuşsun diye onu satmaya zorlanır. Esir düşmezden önce o, düşman biri idi. Daru'lîslamda onu bir müslümana veya zimmiye satmaya zorlanırsa, o esir düşen kişi daha önceki durumuna, yani düşman biri olmaya dönmüş olmaz. Bu nedenle İslam yurdunda onu satmaya zorlanamaz.
3803- İmam Muhammed dedi ki: Kendileriyle bizim aramızda mütareke bulunanlar bizim ülkemize girmezden önce başka bir harp ehli onlara saldırır ve esir alır, sonra da müslümanlar onları esir alanlara galip gelerek esir düşenleri ellerinden kurtaracak olurlarsa, kurtarılanlar müslümanların esiri olurlar.
Çünkü onları esir aldıklarında İslam yurdundan esir almamışlardır. Mütareke yurdu, harp yurdudur, orada müslümanların hükmü uygulanmaz. Bizim onlarla mütarekemiz vardı ama onların kendi aralarında mütarekeleri yoktu. Onlara galip gelenler, onları kendi mülkiyetlerine geçirmiş olurlar. Sonra da müslümanlar onlara galip gelmiş ve bu nedenle onlar artık müslümanların mülkü olmuşlardır. Ayrıca daha önce de belirttiğimiz gibi onlar askeri bir güce sahip oldukları halde bizim ülkemizde iken başka harp ehli onlara galip gelir ve onları esir alacak olursa, yine onların mülkü olurlar. İslam yurdunda oldukları halde başkaları onları esir'abp ülkelerine götürdüğünde onların mülkü olduklarına göre, kendi yurtlarından esir alınıp götürü lmüşlerse evleviyetle onların mülkü olurlar. Çünkü bizim mütareke yapmış olduğumuz kimselere verdiğimiz söz, onlara saldirmamaktır, düşmanlarına karşı onları savunmak değil.
Ama onlardan bir kısmı, mütareke gereği yurdumuza giriş yapmışlarsa durum değişir.
Çünkü ülkemize giriş yapanlar askeri bir güce sahip değiller ve onlara eman vermişiz. Bu sebeple onlara yardım etmek bizim görevimizdir.
3804- Aramızda mütareke bulunanlara saldıranlar Hariciler ise ve sonra diğer müslümanlar o Haricilere galip gelecek olurlarsa, onların esir aldıklarını serbest bırakır
14
ve emin olacakları yere ulaştırırlar. Ama onlar İslam yurdunda iken kendilerine saldırmışlarsa, bu konudaki hüküm bellidir. Müslümanlar onları korumak zorundadır. Harp ehli de onları esir aldıktan sonra biz onlara galip gelecek olsak, yine onları serbest bırakırız. Hariciler, onlara, kendi yurtlarında saldırıp esir aldıklarında onları serbest bırakmamızın sebebi şudur: Mütareke ile biz onlara, müslümanlardan hiç kimsenin kendilerine saldırmayacağına dair söz ve teminat vermişiz. Hariciler de müslü-manlardandır. Hariciler dışındaki müsiümanların devlet başkanı, imkan bulduğu taktirde Haricilerin onlara verdikleri zulmü ber taraf eder. Ama harp ehlinin onlara zulmetmeleri durumu farklıdır. Mütareke sebebiyle müslü-man devlet başkanı, harp ehlinin onlara verdikleri zararı önlemek zorunda değildir. Onlara böyle bir teminat vermiş değildir.
Aradaki farkı şuradan da anlıyoruz: Haricilerin verdikleri eman, diğer müs-lümanlan bağlar. Aynı şekilde diğer müsiümanların verdikleri eman da haricileri bağlar. Çünkü Resûlullah (s.a.v): "Müslümanların en basitinin verdiği eman, rriüslümanları bağlar" buyurmuştur. Diğer müsiümanların verdiği eman Haricileri de bağladığına göre, Hariciler onları esir almakla onları kendi mülkiyetlerine geçiremezler. İşte bu nedenle onların ele geçirdikleri kimseler hürdür ve diğer müslümanlar onları ele geçirebildikleri takdirde kendilerini serbest bırakırlar.
3805- Dedi ki: Düşmandan biri beraberinde kölesi olduğu halde eman alarak ülkemize gelecek olsa ve başka bir harp ehli kölesini esir alıp onu kendi ülkelerine götürecek olsa, sonra da o köle müsiümanların ganimeti arasına girecek olsa, onun efendisi ister henüz İslam ülkesinde bulunsun, ister kendi ülkesine dönmüş olsun, ga-nimet taksim edilmezden önce hazır bulunacak olursa hiçbir karşılık ödemeden kölesini geri alır. Ama taksimat yapıldıktan sonra gelecek olsa, dilerse değeri üzerinden onu geri alabilir.
15
Zira o şahıs ülkemizde eman alarak bulunduğu müddetçe hem canı, hem malı konusunda zimmî gibidir. E-man hükmü hem canı ve hem de malı kapsar. Ayrıca da-rü'lharbe geri dönmesiyle eman son bulur. Geri götürdüğü malı konusunda da eman son bulur. Ancak geri gö-türemediği malı konusunda eman devam etmektedir, işte bu sebeple hüküm, açıkladığımız şekildedir. Buna göre köle, eman alarak Ülkemize gelmişse ve efendisi beraberinde değilse, durum yine anlattığımız şekildedir. Çünkü harp yurduna dönmedikçe hakkındaki eman devam etmektedir. Biz, güvenlik İçerisinde olacağı yere onu teslim etmeyi taahhüt etmiş durumdayız. Ama başka harp ehli onu esir alıp götürdükleri için bu görevimizi yerine getirememişiz, işte bu sebeple ganimet taksim edilmezden önce onu efendisine karşılıksız olarak geri veririz. Ama taksimat yapılmışsa efendisi karşılığını ödeyerek onu geri alabilir.
3806- Köle antlaşmalı ülke halkından ise ve o antlaşma gereği ülkemize girmişse, ister yalnız başına olsun, ister efendisiyle birlikte olsun, başka harp ehli onu esir aldıklarında durum yine anlattığımız şekildedir.
Çünkü o mütareke gereği aramızda eman ile bulunuyordu ve onun hakkındaki hüküm, eman sahibi hakkındaki hüküm gibidir.
3807- Aynı şekilde şayet bir m üs İÜ m an eman alarak
galip gelen ülkeye gidecek ve o köleyi satın alacak olsa,
efendisi anlattığımız bütün bu durumlarda değerini
ödeyerek onu geri alabilir.
Çünkü artık bu durumda o, müslüman veya zimmînin kölesi durumundadır ve ülkemizde İken alınıp esir edilmiştir. Bu konuda aradaki fark şudur: Eman alarak köle ile beraber ülkemize giriş yapmışsa, köleyi satmaya zorlanamaz. Ama müslümamn veya zırrirriinin olup eman İle girmişse, köleyi satması İçin zorlanır. Bunun dışındaki yerlerde hüküm aynıdır
En iyi Allah bilir
17
-174-
■
HANGİSİNİN DAHA ÖNCE ÖLDÜRÜLDÜĞÜ BİLİNMEYEN MAKTULLERİN
BIRAKTIKLARI MİRAS
3808- Müslümanlardan akraba olan bir gurup öldürülüp onların içinde bulunanlardan hangisinin önce öldürüldüğü bilinemiyorsa, öldürülenler birbirlerine varis olamazlar. Onlardan herbirinin mirası, hayatta kalan mirasçılarına aittir.
Çünkü her iki ölüm de vuku bulmuştur ve her ikisinin ölüm tarihi bilinmemektedir. Bu nedenle her ikisi de şu fıkıh ilkesinden dolayı birlikte ölmüş kabul edilirler: "Bir olay en yakın vakte izafe edilir ve tarih, ancak delil ile sabit olur." Ayrıca birinin diğerine mirasçı olması, miras bırakanın Ölümünden sonra hayatta olmasına bağlıdır. Bu şartın herhangi bir kimse hakkında vaki olduğu kesin olarak bilinmediği takdirde o kimse varis kabul edilmez.
Görmüyor musun, kayıp biri, miras bırakanın ölümünden sonra kendisinin hayatta olduğu kesin olarak bilinmediği takdirde ona varis olamaz.
3809- Bu konuda temel kaynak, Harice b. Zeyd'in babası Zeyd b. Sabit'ten naklettiği şu hadistir. Zeyd b. Sabit diyor ki: Ebû Bekr es-Sıddîk (r.a.) Yemame halkının miraslarını taksim etme görevini bana verdi. Hayatta kalanları ölmüşlere mirasçı kıldım ve ölmüşleri birbirlerine mirasçı kılmadım. Yine Hz.Ömer (r.a.), veba hastalığına yakalanan Amvas halkının mirasını taksim etmekle beni görevlendirdi. Bu kabile halkı veba hastalığından toplu ölümlere maruz kalmıştı. Hayatta kalmışları ölmüşlere mirasçı kıldım ama ölmüşleri birbirlerine mirasçı kılmadım. Harice b. Zeyd de diyor ki: Ben de Harre halkının miraslarını taksim ettim ve hayatta kalanları ölmüşlere mirasçı kıldım ama Ölüleri birbirlerine mirasçı kılmadım. İmam Muhammed,bu konuda Sahabe ve Tabiîne dayandırılan bir takım rivayetler nakleder ve der ki:
18
3810- Esirlerin iddia ettikleri her ııeseb, birbirlerini doğruluyorsa ve nesebin ispatı ancak kendi ifadeleriyle tespit edilebiliyorsa, babalık ve oğulluk hariç, mirasçı olamazlar. Ancak onların'dışında müslümanlardan ortaya konan bir delil bulunuyorsa o başka. Ö zaman miras, takdim edilen delile göre dağıtılır.
Çünkü erkeğin dört kişi hakkındaki ikrarı geçerlidir: Baba, çocuk, eş ve efendi. Çocuk hakkındaki ikrarı ise geçerli değijdir. Çünkü kadın çocuğun nesebini başkasına hamletmektedir ki o da nikahın asıl sahibi olan kocadır. Bunun dışındaki akrabalık hakkındaki ikrar ne erkekten kabul edilir ve ne de kadından. Çünkü ikrar eden kişi, nesebi başkasına hamletmekledir. Bu konuda temel dayanak şu rivayettir: Bir kadın esir alınmıştı ve beraberinde bir çocuk bulunuyordu. O çocuk İçin benim oğlum diyordu. İkisi de azad edildiler ve çocuk büyüdü, sonra da öldü. Ardından da bir miktar mal bırakmıştı. Kadına: Mirasını al, denildi, fakat kadın o malı almaktan imtina etti ve şöyle dedi: Bu benim oğlum değildi, Dahkan el-Kırriyye'nin oğlu idi.. Ben onun süt annesi idim. Durum Hz.Ömer'e yazıldı ve Ömer (r.a) şöyle dedi: Bir delil bulunmadıkça bir kadının kucağındaki çocuk, mirasçı olamaz.
Böylece Hz .Ömer'in bu sözü, söz konusu ettiğimiz hususta temel dayanak oldu. Çünkü çocuğun nesebi, başkasına hamledümektedir.
3811- Kişi daru'lharpte Ölür ve mirası İslama göre taksim edilmemiş olursa, mesela erkek olanlara miras verilmiş ama kız çocuklara verilmemişse veya çocuklara verilip ana-babaya verilmemişse ve miras taksimi tamamlandıktan sonra müslüman olmuşlarsa, miras taksimi İslamın öngördüğü şekilde yapılır.
Çünkü müslüman olmakla artık İslamm hükümlerine tabidirler. Bundan böyle yapacakları her iş, İslamın emirleri doğrultusunda olacaktır. Ama müslüman olmazdan Önceki davranış ve muameleleri İslamın hükümlerine tabi değildir. Tıpkı İslamdan önce içki içmeleri ve domuz eti yemeleri gibi.
Bu konuda dayanılan temel, Arnr b. Dinar'ın naklettiği şu hadistir:" Ca-hiliye döneminde yapılmış olan miras taksimi, o şekilde kalır. Ama İslama girildikten sonra miras taksimi, îslamm emirlerine göre olacaktır. Bununla mirası hak edenlerin taksimattan önce müslüman olmaları kastedilmektedir.
■ ■ ■ -
19
3812- Ama zimmîlerin İslamın öngördüğü taksimat üzere değil de başka bir taksim yapmaları ve sonra da mahkemeye müracaat etmeleri durumu yukarıda anlatılandan farklıdır. Bu durumda devlet başkanı taksimatlarını iptal eder ve mirası İslamın ön gördüğü şekilde aralarında taksim eder.
Çünkü zimmîler, muamelat konusunda İslamm hükümlerine tabidir. Onlar hakkında geçerli hüküm, müslümanlar hakkında geçerli olan hükmün aynıdır. Sadece zimmet akdinden dolayı müstesna bir durumu olan hususlar, mesela İçki, domuz ve mahremlerle evlenme gibi şeylerdeki tasarrufları bunun dışındadır. Harp ehli ise, İslama girmezden önce îslamm hükümlerine tabi değildir. Bu nedenle onlar hakkındaki hüküm, açıkladığımız şekildedir.
3813- Eman alarak ülkemize girmiş olsalar bile harp ehli ile zimmîler, birbirlerine mirasçı olamazlar.
Çünkü ayrı ülkelerin vatandaşlarıdırlar. Ülkemizde eman ile bulunan kişiler harp yurdunun vatandaşıdır. Ülkelerin farklı oluşunun etkisi, birbirlerini gözetme ve velayet gibi konularda dinin farklı oluşunun ortaya çıkardığı etkiden daha fazladır. Nasıl iki ayrı dine mensup olanlar birbirlerine mirasçı olamıyorsa, iki ayrı ülkenin vatandaşları da birbirlerine mirasçı olamazlar.
Buna göre harp ehli de ayrı ayrı ülkelerin vatandaşları iseler, birbirlerine mirasçı olamazlar.
Çünkü aralarında ülke farklılığı, her birinin ayrı bir ordu gücüne sahip oluşlarından kaynaklanmaktadır. Onların ülkeleri, aynı hukuka bağlı ülkeler değildir kİ, bir hukuk sistemi onları bir araya getirsin.
Ama zimmî olacak olursa, akrabalıktan dolayı birbirlerine mirasçı olurlar.
Çünkü bu durumda İslam yurdunun vatandaşı olmuşlardır ve ülkeleri birdir. Kafirlerin tamamı tek bir millettir ve bu nedenle aralarında miras vardır. En iyi Allah bilir.
21
-175-
ESiR VE KAYIP KİŞİLERİN DURUMU VE MALLARINA NE YAPILACAĞI
3814- İmam Serahsi (r.a.) dedi ki: Bu konunun birçok meselesini "Şerhu'l-Muhtasar" in el-Mefkûd" bölümünde açıkladık. Orada açıklamadığımız bazı hususları burada ele alacağız:
Esir düşenin hanımı, kocasının dinden irtidat edip küfür dinine girdiği kendisince sabit olduğunda üç hayız dönemi iddet bekler ve sonra (başkası ile) evlenebilir.
Kocasının öldüğü kendisince sabit olacak olursa dört ay on gün iddet bekler ve sonra evlenir. Ayrıca her iki durumda da miras kadına aittir.
Çünkü esir alınması ve kaybolması, beraber iken irtidat etmesi veya ölmesi gibidir. Esir düşmesi, nikah bağının kopmasında etkili olmaz. Ancak kocanın ölümü, kadın için adaletli tek kişinin verdiği haberi vahidle sabit olur.
Ama kocanın irtidat etmesi meselesi, iki erkek şahidin veya bir erkek iki kadın şahidin şahitlikleriyle sabit olur. Bu Kitabın rivayetine göre durum budur. Ancak Kitabûl-istihsan'a göre ise her iki durumda da adil bir kişinin şahitliği yeterlidir. Çünkü şahit, dini bir hususu haber vermektedir ve evliliğin gerçekleşmesi de, son bulması da dini bir iştir.
Görmüyor musun, bu anlamı taşıdığından dolayı kadının irtidat etmesi, koca için bir şahitle subût bulur. Ancak bu konudaki görüşe göre iki durum da aynıdır.
Diyorz ki: Erkeğin irtidadı, öldürülmeyi gerektiren bir durumdur. Bu sebeple bu konudaki hüküm, kadının irtidadından daha şiddetlidir ve bundan dolayı da bir kişinin haberi ile sabit olmaz. Ancak iki erkeğin veya bir erkek iki kadının şahitliği ile sabit olur.
Çünkü maksat, mirasın taksimine hükmetmektir. Bu da şüphelerle birlikte sabit olur. Bu nedenle bu konuda, şüphe bulunsa da delili kabul ediyoruz.
Görmüyor musun, hakimin yanında buna şahitlik etseler, hakim sözko-nusu kişinin malının müslüman varisleri arasında taksim edilmesine hüküm verir. Aynı şekilde kadının indinde buna şahitlik etseler, yapılan şahitlik geçerlidir. Bu nedenle diyoruz ki: iddet bittikten sonra kadın evlenebilir
22
3815- Kadın evlendikten sonra kocası müslüman olarak dönüp gelecek olsa ve aleyhime yalan delil ileri sürmüştür, diyecek olsa, bu iddiası kabul edilmez. Onun durumu, yeniden İslama girmiş kimsenin durumu gibidir. Kadın ister evlenmiş olsun, ister evlenmemiş olbun, ancak yeni bir nikah ile ona varabilir. Şayet iki şahit, bir topluluğun yanında kocanın irtidat ettiğine dair şahitlik etseler ve sonra da oradan çekip gitseler yahut ölecek olsalar, o topluluğun, kocanın irtidat ettiğine dair şahitlikleri geçersizdir. '
Çünkü o iki'şahit, bu topluluğu şahitliklerine şahit tutmamışlardır. Şayet onları buna şahit tutmuşlarsa, o topluluk, şahitliklerine şahitlik edebilirler. Nitekim hükümlerde de durum budur.
Ama kocanın ölümünü müslüman adil bir kişi haber verecek olsa, kadının iddet bekledikten sonra evlenebileceği konusunda ihtilaf yoktur.
Çünkü verilen haber sebebiyle o kocanın sorguya çekileceği bir durum yoktur. Halbuki irtidat meselesinde durum böyle değildir. Ancak ölüm hakkındaki haberin geçerli olması için haber veren kişinin, o kocanın cenazesini görmüş olması veya cenaze (törenine) şahit olması gerekir.
■
■
3816- Biri bana öldüğünü haber verdi, diyecek olursa, verdiği habere itibar edilmez. Ama ölüsünü gördüğüne * dair bir topluluğa haber verecek olsa, o topluluk hakimin huzurunda kocanın Ölümüne dair şahitlik edebilirler. Ancak hakime bu haberi birinden duyduklarını söyleyecek olsalar, hakim onların şahitliklerini, bir kişinin gelip ona kocanın ölüsünü gördüğünü haber vermesi gibi kabul etmez. Bu, elinde bulunduğundan dolayı mülkiyetinde olduğuna dair şahitlik yapmak gibidir ki böyle bir şahitlik geçerlidir. Ama elinde bulunduğundan dolayı onun mülkiyetinde olduğuna şahitlik edeceğini hakime heber verecek olsa, hakim onun bu şahitliğine itibar etmez . Ölüsünü gördüğünü haber veren kişinin verdiği bu ha-
.
.
-
bere itimat edilir. Ancak o haber konusunda itham edilme
23
konumunda olmaması gerekir. Mirasçılarından biri olması ya da kendisine bir mal vasiyet edilmiş olması gibi itham edilme konumunda ise, verdiği habere itimat edilmez. Çünkü verdiği bu haberin altında kendisinin yararı söz konusudur. Böylece fasik gibi haberi konusunda itham
altındadır.
Ayrıca hakim, aralarındaki nikah biliniyorsa, esir kişinin karısına malından nafaka verilmesine hüküm verir. Kadın ister müslüman olsun, ister ehli kitap olsun fark
etmez.
Hakim aynı şekilde ana baba ile çocuğun nafakasına da hüküm verir. Çünkü nikahtan dolayı nafakayı hak etme, dinlerinin aynı olmasını gerektirmez.
Bir müddet için nafaka alacak olsalar ve sonra da esir kişinin veya kaybolmuş kişinin kendilerine verilmezden Önce öldüğüne dair delil ortaya çıkacak olsa, devlet başkanı, kendilerine verilen nafakayı onlardan geri alır. Çünkü o nafakayı haksız yere almış oldukları ortaya çıkmıştır. Verilmiş olan nafakanın miraslarına sayılmasına da hüküm veremez. Çünkü Ölen kişi İle bunların dinleri farklı olduğu için ona mirasçı olamazlar.
Kendilerine nafaka bağlanmazdan önce esirin irtidat etmiş olduğuna dair delil ortaya çıkmış olsa, durum yine
aynıdır.
Çünkü nafakayı hak etme konusundaki hüküm, Ölümü durumundaki
hüküm gibidir.
3817- Şayet kadın: Almış olduğum nafakayı iddetime sayın, diyecek olursa sözüne iltifat edilmez.
Çünkü mürted olan kocası İslam yurdunda ise iddet nafakasını hak eder. Ama harp yurduna İltihak ettikten sonra böyle bir hakkı yoktur.
. Nitekim onu üç talakla boşadıktan sonra mürted olarak darulharbe iltihak edecek olursa, iltihak ettikten sonra kadın için nafaka yoktur. Çünkü harp yurduna mürted olarak iltihak etmesi, ölmesi gibidir.
24
3818- Esir düşen kişinin başka birinde emanet malı bulunuyorsa ve emanetçi de bunu kabul ediyorsa, yine birinden alacağı varsa ve borçlu da bunu kabul ediyorsa hakim, onun hanımına, çocuklarına ve anne babasına emanetten nafaka bağlar, ama alacağından bağlamaz.
Çünkü emanetçi durumunda olan kişi, bırakılan emanet kaybolmuştur diyecek olursa, sözü kabul edilir. Oysa borçlu olan kişi, borcu tazammun eder.
3819- Hakim, emanetçiden emaneti kendi yanına alabilir ve borçludan nafakayı vermesini isteyebilir. Bunda da bir sakınca olmaz.
Çünkü hakim burada, kendine bakmaktan aciz kimseleri gözetmiştir. Ayrıca borçlunun, borçtan harcadım, şeklindeki iddiasını ancak delil ile kabul eder. Oysa emanetçi, yemin ederek emanetten harcadığını söylerse, sözü kabul edilir.
Çünkü borçlu, daha sonra alacaklıya alacağını ödemek üzere kendi malından infak etmiştir. Harcananın yerine sonradan kendi malından ödemede bulunacaktır. O alacaktan başkasına verdiği, yani başkasından alacaklı olduğunu iddia etmesi ancak delil ile geçerlilik kazanır. Ama emanetçi, ya kendisine emanat bırakanın veya onun makamına geçen birinin, yani hakimin emriyle başkasının malını harcayabilir, emanetçinin iddiası yemin ile birlikte geçerlidir.
Görmüyor musun, borçlu olan kişi, borcunu tamamen ödediğim iddia ettiği takdirde buna dair delil getirmeden iddiası kabul edilmez. Oysa emanetçi, emaneti geri verdiğini iddia etse ve buna dair yemin etse, iddiası kabul edilir.
3820- Borçlu yahut emanetçi, hakimin emriyle infakta bulunduktan sonra esir çıkıp gelir ve o kadının nikahlısı olduğunu inkar eder ve nikah konusunda yemini kabul e-denlere göre, buna yemin ederse, kadın da onun nikahlısı olduğuna dair delil getiremezse, esir borçlu ve emanetçiden malını geri alabilir.
Çünkü hakimin infak işini üstlenmesi, nikah sebebiyle idi. Oysa nikah sabit değildi ve gaipteki bir durum hakkında hüküm vermişti. Böylece o esirin mülkünü şer'i sahih bir gerekçeye dayanmaksızın başkasına infak etmiştir. Bu nedenle de onu tazmin etmesi gerekir.
25
İnfak eden fakir ise ve esir, malının kadın tarafından tazmin edilmesini istiyorsa, emanet bıraktığı mal konusunda bunu İstemeye hakkı vardır, ama alacaklı olduğu mal konusunda böyle bir hakkı yoktur.
Çünkü kadın, emanetçiden onun malının aynını almış ve kendine harcamıştır. Bu nedenle de onu tazmin etmek mecburiyetindedir. Oysa borçludan, borçlunun kendi malını almıştır.
3821- Esirin borçludan alacağı borcu kadından tazmin edemez. Malını ancak borçludan ister. Emanet meselesinde ise esir, kadının bu malı tazmin etmesini ister ve sonra bundan rucû' ederek emanetçinin onu tazmin etmesini isterse, bu isteği kabul edilmez.
Çünkü esir açısından kadın, gasp eden kişiden gasp eden kişi durumundadır. Onlardan birinin malım tazmin etmesini istedikten sonra, bundan rucû ederek diğerinden onu istemeye hakkı yoktur. Çünkü onlardan birinin bunu tazmin etmesini seçmiş olması, diğerini ibra ettiği anlamına gelir.
3822- Esir, o kadının nikahlısı olduğunu inkar etmez ama esir düşmezden önce belli bir müddet için kadının nafakasını verdiğine dair delil getirir yahut kadını boşamış ve esir düşmezden önce kadının iddeti dolmuşsa, hakimin emriyle hem emanetçinin ve hem de borçlunun malından yapmış oldukları harcamayı onlardan tazmin etmeyi isteyemez, malını kadından ister.
Çünkü birinci durumda tazmin etmelerinin gerekliliği, nikahın aslını ikrar etmelerinden dolayıdır. Eğer nikahın aslını reddetmiş olsaydılar, hakim, kadına harcama yapmalarını istemezdi. Oysa esir aleyhine ikrar ettikleri nikah meselesinde yalancı oldukları ortaya çıkmıştır, işte bu sebeple infak ettiklerini tazmin ederler. Halbuki ikinci durumda ikrar ettikleri nikahın aslı hususunda yalancı olmadıkları anlaşılmıştır. Burada esirin kendisi de nikahın varlığını kabul etmekte, fakat kendisine düşen nafakayı düşürmektedir. Bu, yanlışlıkla öldürme konusundaki iki şahidin durumuna benzer. Hakim, onların şahitliklerine dayanarak diyete hüküm verir ve diyet ödenirse, sonra da öldürüldüğüne dair şahitlik yapılan
26
kişi çıkar gelir ve hayatta olduğu ortaya çıkarsa, diyeti o şahitler tazmin ederler. Ama hakkında şahitlik yapılanın yaralandığını, fakat daha sonra şifa bulunduğunu delil ile ortaya koyacak olursa, şahitler herhangi bir Şey tazmin etmezler! Söz konusu ettiğimiz mesele de buna benzemektedir.
3823- Borçlu yahut emanetçi: Bu kadınla evlendiğine şahidim ancak daha sonra onu boşayip boşamadığını bilmiyorum, derse, hakim kadına nafaka vermesini emreder.
Çünkü sabit olduğu bilmen husus, ortadan kalktığına dair delil getirilmedikçe sabit olmaya devam eder.
3824- Kadın hala onun nikahlısıdır, derse, yine ona nafaka verir. Ama esir düşmezden Önce kadını üç boşama ile boşadığmı ve kadının iddetinin dolduğunu esir delilleriyle ispatlayacak olursa, her iki durumdada borçlu ve emanetçiden bir şey isteyemez. Yne nikahımın hala devam ettiğine dair ikrarlarında yalancıdırlar, benim bu nikaha ihtiyacım yoktur, bu nedenle ikrarlarından dolayı bana tazminat ödemeleri gerekir, diyecek olsa bu iddiası geçerli değildir.
Çünkü şu anda da karısı olduğunu söylemesinin hüküm üzerinde bir etkisi yoktur. Nikahın aslını ikrar ettikten sonra şu anda karısı olmaya devam etsin veya şu andaki durumunu bilmiyorum desin, iki durum arasında hüküm açısından bir fark yoktur. Hakim kadına nafaka verilmesini emreder. Hüküm açısından ihtiyaç duyulmayan bir husus hakkında şahitlik yapılmasının veya yapılmamasının bir anlamı yoktur. Nitekim nikahın aslı konusunda şahitler doğruyu söylemişlerdir.
Bu olay şu olaya benzemektedir: Bir adam ölüyor ve bir kadın o ölen kişinin karısı olduğunu iddia ediyor ve buna dair delil (şahitler) getiriyor. Bunun üzerine hakim o kadını da mirasçılar arasına katıyor. Sonra ölen kişi sağlığında bu kadını üç talak ile boşadiği ortaya çıkıyor. Bu
27
durumda mirasçılar, şahitlerden tazminat alamazlar. Şahitler ister o kadının bir zamanlar onun karısı olduğunu bildiklerine şahitlik yapmış olsun, ister hala onun karısı olduğuna şahitlik yapsınlar, farketmez.
Çünkü nikahın aslı konusundaki şahitlikleri muteberdir ve böyle bir asim varlığına dair şahitlikleri de doğrudur.
3825- Yine düşmandan biri İslama girip biriyle aralarında muvalat akdetseler, sonra da kendisiyle akdedilen bu şahıs ölüp şahitler o kişinin, ölen bu adamın mevlası ve mirasçısı olduğuna şahitlik ederek ondan başka bir mirasçının da olduğunu bilmeseler, hakim de mirasın o kişiye verilmesine hükmetse, daha sonra biri çıkıp o kişinin velayet akdini bozduğunu, Ölen kişinin ikinci biriyle velayet akdettiğini ve bu ikinci şahsın onun velisi ve mirasçısı olduğunu söylese ve bu iddiasını delil ile is-patlasa, hakim mirasın bu ikinci şahsa verilmesine karar verir. Bu ikinci şahıs dilerse şahitlerden mirası tazmin eder, dilerse de malı kabzedenden tazmin eder. Çünkü velanm aslı konusunda (yani ölen adam ile ikinci kişi arasında mu-valatın bulunduğunu bildiklerine dair) şahitlik etmiş olsaydılar, adamın öldüğü gün onun mevlası olduğuna dair şahitler şahitlik yapmadıkça hakim, mirasın birinci şahsa verilmesine hükmetmezdi. Oysa onlar, öldüğü esnada ölen kişi ile bu kişi arasında velayet akdinin bulunduğunu söyleyerek yalan söylemiş ve bu şahitlikte yalanları ortaya çıktığından dolayı tazmin etmekle mükellef olmuşlardır. Bu bölümde temel olarak şu anlatılmaktadır: Bir şeyin hak edilmesi konusunda şahidin yalan söylediği ortaya çıkarsa, aleyhine şahitlik yaptığı kişiye tazminat öder.ama şahitliğinde yalan söylemediği ortaya çıkarsa, tazminat ödemez. En iyi Allah bilir.
■
29
-176-
HARP EHLİNDEN VE MÜSLÜMANLARDAN KATİLLERİN MİRASI
3826- Müslümanlarla müşriklerin safları karşılaşıp müşriklerden biri müslümanlarm safında bulunan kardeşini vurarak yaralayacak olsa ve daha sonra bu müşrik müslüman olsa, sonra da yaralanmış olan müslüman ölecek olsa ve ölen kişinin onu öldürenden başka mirasçısı da yoksa, bu takdirde mirası, onu öldüren kardeşine kalır. Aynı şekilde müslüman kişi müşrik olan kardeşini vurup yaralasa ve yaralı daha sonra müslüman olsa, sonra kendisini yaralayan müslüman kardeşi ölecek olsa, müslüman olan kardeş diğerine mirasçı olur.
Bu meselenin izahı şöyledir: Öldüren, hak ile öldürmüştür ve hak ile öldürme, mirastan mahrum olmayı gerektirmez. Mirasçı olan kişi mirasçı olduğu kimseyi kısas veya recm olarak öldürdüğünde de durum böyledir. Çünkü birinci durumda, kardeşi muharip olduğu için onu öldürmüştür. Daha önce de belirttiğimiz gibi, batıl te'vil, hüküm konusunda sahih te'vil gibidir. Günah yönüyle farklı farklı olsa da değişmez.
Nitekim kâfir, müslümanı öldürmekten dolayı kısas veya diyete müstahak olmaz. Daha sonra müslüman olacak olsa, yine buna müstahak olmaz. Nitekim müslüman da bundan dolayı bunlara müstahak olmaz.
Müslümanlar ile isyancı (bâğî) müslümanlar arasında cereyan eden de buna göredir. Müslümanlardan olan kişi, mirasçısı bulunduğu isyancılardan birini öldürecek olsa, ittifakla mirastan mahrum bırakılmaz.
Çünkü onu hak ile öldürmüştür. Öldüren isyancılardan ise, Ebu Hanife ve Muhammed'e göre durum yine aynıdır. Çünkü fasit te'vil, onu destekleyen bir güce sahib ise, sahih te'vil gibidir. Ancak Ebu Yusuf- Allah rahmet etsin- şöyle diyor: İsyancılardan olan kişi, kafirin aksine, burada misasçi olamaz. Çünkü isyancı, müslümandır ve İslâmın hükümlerine muhataptır. Onun başka müslümanı
30
öldürmesi, sakıncalı yasak öldürmedir ve mirastan mahrum bırakılması, yasak bir öldürmeyi gerçekleştirdiğinden dolayı ona bir cezadır. Oysa kâfir, İslâmın hükümlerine muhatap değildir. Bu nedenle yapmış olduğu, mirastan mahrum edilmesini gerektirmez. -'
3827- Çünkü bu şer'î bir hükümdür. Ne varki Ebu Ha-nife ve Muhammed'in görüşleri daha doğrudur. Çünkü Te'vil ve gücün bulunmasından dolayı isyancının sebep olduğu bu öldürme, kısas ve diyeti gerektirmemesi bakımından kâfirin sebep olduğu öldürme gibidir. Miras" konusunda mesele, evliyetle böyle olmalıdır. Çünkü kısas ve diyetin hükmü tilavet edilen bir ııassla (Kur'an'Ia), mirastan mahrum bırakma ise, rivayet edilen bir haberle (hadisle) sabittir. Hiç şüphe yok ki, Kur'an'Ia sabit olan daha evladır.
3828- Ama baba ve oğul darul'lharpte müslüman ol-muşlarsa, bu öldürmeden dolayı kısas ve diyet gerekli olmasa da, mirasçı, öldürdüğünün bıraktığı mirastan hiçbir şey alamaz. Ebû Hanife'ye göre esir olan kişinin durumu ,
da böyledir.
Çünkü bu durumda kısas ve diyetin gerekli olmaması, katilin yaptığı bir te'vilden dolayı değildir. Kanı değerli kılan ihrazın bulunmamasından dolayıdır. Bu sebepten de öldürme, hiçbir yönüyle mahzurlu olmaktan çıkmış değildir. Burada ise. katilin kısas veya diyete tâbi olmaması, yaptığı bir te'vilden (Açık hüküm bulunmayan bir konuda yanlış yorumdan) dolayıdır. Kısas ve diyet konusunda yaptığı te'vil, sahih te'vil konumuna geçtiği takdirde mirastan mahrum bırakma konusunda da geçerlilik kazanır. : ■ = = . ' . ■; .
3829- Hırsız ya da günah ehlinden bir gurupla normal müslümanlardan bir gurup çarpışır ve normal müslüman-Iardan biri onlardan mirasçısı bulunduğu birini öldürecek olsa, ona mirasçı olur. Çünkü onu hak ile öldürmüştür. Ama aksi olursa, yani hırsız, normal müslümanlardan mirasçısı bulunduğu birini öldürürse, ona mirasçı olamaz.
- ■ ; ■
31
Çünkü bu öldürme her yönüyle yasaktır. Hatta kasden olduğu katdirde ona kısas, yanlışlıkla olduğu takdirde de diyet ve keffaret gerekir.
3830- İki hırsız topluluğu çarpşıp birbirlerini öldürecek olsalar, onlardan hiçbiri diğerine mirasçı olmaz.
Çünkü bu öldürme her yönden yasaktır ve hatta kasden olduğu takdirde kısas, yanlışlıkla,olduğu takdirde de keffaret gerekir. Netice itibariyle keffaret ve mirastan mahrum bırakma, bunların herbiri yasak öldürmenin cezasıdır. Bunlardan biri, diğerinin subutuyla subut bulur. Daru'lharpte müslüman olan iki esirin birbirlerini öldürmeleri durumunda ise, yanlışlıkla öldürme keffareti gerektirdiği gibi mirastan mahrum bırakmayı da gerektirir. İsyancının öldürmesi ise, keffareti gerektirmediği gibi mirastan mahrum bırakmayı da gerektirmez.
En iyi Allah bilir.
.
33
■ -177-
OĞLU İLE BERABER BABANIN DARULHARPTE İRTİDAT ETMESİ
3831- İmam Muhammed dedi ki: Bir baba, oğullarından biriyle irtidat ederek ikisi daru'lharbe iltihak etse, mürteddin mirası devlet başkanına teslim edilir ve o da mirasını müslüman mirasçılarına dağıtır. İrtidat eden çocuklarından hiçbirine mirastan birşey verilmez. Çünkü mirasçi olmanın yolu velayettir ve mürted kimsenin velisi olmaz. Bu nedenle de kimseye mirasçı olamaz. Çünkü mürteddin bir dini yoktur. Mirasta ise, dine itibar edilir. Ayrıca farklı din mensupları arasında mirasçı olmama* n se-bebİ de budur. Bu nedenle mürted, kimseye mirasçı olamaz.
3852- Mürted kişinin müslüman iken daru'lîslâmda kazandığı malına mirasçı olunur.
Çünkü hakim, onun daru'lharbe katıldığına karar verdikten sonra artık o hükmen Ölmüştür. Çünkü daru'lharpte bulunan, daru'lislâmda bulunana nisbetle ölü hükmündedir. Onun hükmen ölü sayılması, irtidat ettiği andan itibaren başlar. Bu nedenle müslüman mirasçıları, ancak müslüman olduğu dönemdeki malına mirasçı olabilirler.
İrtidat ettikten sonra ve darulharbe intikal etmeden önce kazandıkları ise, İmam Muhammed'e göre aynı hükme tabidir. Ebû Hanife'ye göre ise, bu müddet içerisinde kazandıkları, fey'dir.
Çünkü müsüman iken sahip olmadığı (irtidaddan sonra kazandığı) birşeyin mirasa katılması mümkün değildir.
3833- Şayet bu müddet içerisinde kazandıklarının da miras sayılmasına hükmedüirse, müsümanın kâfire mirasçı olmasına hükmedilmiş olur. Daru'lharpte kazandıklarına geline; kendisiyle birlikte daru'l harbe intdikal eden oğluna aittir. Ancak oğluna ait olması, babasının mürted olarak ölmesine bağlıdır.
34
Çünkü o nıalı daru'lharp vatandaşı olduğu bir sırada kazanmıştır. Harp ehli ise, kendi aralarında birbirlerine mirasçı olurlar. Müslüman devletin vatandaşı onlara mirasçı olamaz.
3834- Müslüman çocuklarından biri onunla birlikte da-ru'l harbe gidecek olsa, müslüman iken kazandıklarına mirasçı olurken, irtidat ettikten sonra kazandığı malına mirasçı olamaz.
Çünkü daru'lharpte dunumu,darulislamdaki durumu gibidir. Müslüman nerede bulunursa bulunsun, müslüman devletin vatandaşıdır.
3835- Buna göre zimmî biri, ahdi bozup çocuklarından biriyle daru'lharbe iltihak edecek olursa, artık daru'lhar-biıı vatandaşıdır ve giden çocuğu ile birlikte artık harp ehlinden olmuştur. Onun durumu da irtidat edip darulharbe iltihak eden müslümanın durumu gibidir.
Çünkü ülkelerin farklılığı da, dinlerin farklılığı gibi mirasa engeldir.
3836- Dedi ki: İslam ülkesinde çocuklarından bazısı müslüman, bazısı zimmi, bazısı mürted çocukları ve müslüman karısı bulunan kişi irtidat edip darulharbe iltihak ettiği halde, karısının iddet süresi doluncaya, büyük çocukları müslüman oluncaya ve çocuklarından bazısı ölünceye kadar adamın darulharbe iltihak ettiğine hakim karar vermezse, ö taktirde mirası, iddet süresi dolan karısına ve darulharbe iltihak ettiği gün müslüman bulunan çocuklarına kalır. Ama darulharbe iltihak ettikten sonra müslüman olan çocuklarına mirasından bir şey kalmaz.
"Es-Siyeni's-Sağîr" (Şerh)inde belirttiğimiz gibi2 zahiru'r-rivaye'ye göre, iltihak ettiği gün mirasçıları kimlerden oluşuyorsa, miras onlar arasında taksim
■
2- Kitabın metninde "es-Siyeru's-Sağîr"de belittiğimiz gibi..;' denilmekle birlikte asıl kastedilen İmam Muhammed'in cs-Siyeru's-Sağîr kitabına yazdığı şerhtir. Serahsî bu eseri el-Mabsût isimli genci fıkıh kitabının Kitâbu's-Siyer bölümünde şerhetmiştir. el-Mabsût'un günümüzdeki neşrinin 10. cildinde yer alan bu bölümünün sonunda Serahsî "İşteböylece es-Siyeru's-Sağîr şerhi de sona ermiş oldu" diyerek bu gerçeği ifade etmiştir. Serahsî, el-Mabsût, 10/144. (Editör)
35
edilir. Hasan'm Ebû Hanife'den rivayetine göre ise, irtidat ettiği gün kimler ona mirasçı ise, miras onlar arasında taksim edilir. Çünkü mirasçı olmanın hükmü o tarihe dayanır. Böylelikle müslüman, müslümana mirasçı olmuş olabilir.
Ebû Hanife'den gelen başka bir rivayete göre ise, hakimin, o kişin daru'lharbe iltihak ettiğine hükmettiği güne itibar edilir. Çünkü o zaman hükmen ölü mesabesindedir ve mirasa da ölümle hükmedilir.
Ancak daha doğru olan, zahiru'r-rivaye'de anlatıldığı gibidir. Çünkü mirasa sebep, kişinin İıtidat etmiş olmasıyla gerçeşiyorsa da, sebebin tamam olması, daru'lharbe iltihakıdır. Sebebin aslı gerçekleştikten sonra, ama tamamlanmadan Önce mevcut olan, sebebin başlangıcında mevcut olan gibi kabul edilir.
Nitekim satış yapılıp mal teslim alınmadan önce satılan malda meydana gelen fazlalık,değerin bölünmesi hükmünde satış akdi yapıldığı anda mevcut olmuş gibi kabul edilir. Bu da onun gibidir, ama katılma ile sebebin tamamlanmasından sonra ve hakimin iltihaka karar vermesinden önce meydana gelen, sebebin başlangıcında mevcut olan gibi kabul edilmez.
Tıpkı şu mükateb (sözleşmeli köle)nin durumuna benzer. Mükatebin biri öldüğünde çok mal bırakır, sonra kafir olan oğlu müslüman olur veya köle olan oğlu azat edilir yahut oğlu ölür, sonra sözleşme bedelini öder. Sözleşme bedeli ödendikten sonra arta kalan mal,mükateb öldüğünde mirasçı olabilecek durumda olan varislerine kalır .Öldüğü gün kafir veya köle olan yakınlarına mirastan bir şey verilmez. Bilindiği gibi hürriyetine kavuşmasına hakimin karar vermesi, sözleşme bedelini ödediği zaman gerçeleşir. Kimlerin ona mirasçı olacağı konusunda da ha-kİmin karar verme gününe değil, sebebin gerçekleştiği zamana bakılır. Mürted hakkında da durum bu şekildedir.
3837- Kadının iddeti üç hayızla bittikten sonra mürted daru'lharbe iltihak eder ya da bu müddet içerisinde öldürülecek olursa, kadına miras yoktur.
Çünkü iltihak ettiği muteberdir. Bu durumda iltihak ettiğinde aralarında bir bağ kalmamıştır. Oysa birinci durumda mesele farklıydı. Orada daru'l-harbe iltihak ettiğinde, kadın onun iddetini bekliyordu.
irtidat etmekle, kaçıp giden kişi hükmünde olmuştur.
Çünkü ayrılma sebebi onun tarafından gerçekleşmiştir ve o, helak olmak (ölü sayılmak) üzeredir. Miras konusunda ölmek üzere olup karısını boşayan kişinin karısı hakkındaki iddet, nikâhın aslı makamındadır.
36
3838- Dedi ki: Eğer karı-koca birlikte irtidat eder ve sonra da koca İslama dönecek olursa, boşama olmaksızın kadın ondan ayrı düşmüştür ve birbirlerine mirasçı olamazlar.
Çünkü kocanın İslama dönmesinden sonra kadının küfür üzere İsrar etmesiyle ayrılmaları gerçekleşmiştir ve kadm da ölmek üzere değildir ki akrabalık sebebiyle koca ona mirasçı olsun. Kadının kendisi de erkeğe misarsçi olamaz. Çünkü ayrılma kadm sebebiyle olmuştur.
İslama geri dönen kadının kendisi ise, yine boşama olmaksızın ayrılmaları gerçekleşmiştir. Ancak İmam Muhammed'in görüşü böyle değildir. Ona göre:
Kadının iddeti dolmadan koca ölecek olursa, kadın ona mirasçı olur.
Çünkü kadın İslama döndükten sonra kocanın irtidat üzere İsrar etmesi, kocanın yeniden irtİdadı başlatması gibidir.
3839- Dedi ki: İkisi birlikte irtidat eder ve çocuklarından darulharpte bulunan küçük bir çocuğa iltihak edecek olurlarsa ve kadın da hamile olup iltihak ettikten sonra altı aydan az bir müddet içinde doğum yapacak olursa, ikisinin de misası, müslüman mirasçılarına kalır ve bu iki küçük çocuk onların misasından hiçbir şey alamazlar.
Çünkü daruiharpte ana baba ile birlikte olduklarından onların da irtadat ettiklerine hükmedilir. Nitekim bu durumdaki çocuklar esir alınırlar ve fey1 olurlar. Mürteddin hiç kimseye mirasçı olmayacağını daha önce belirtmiştik.
3840-Esir edilmelerinin caiz olduğuna şu rivayet delil olarak getirilmiştir: Naciye Oğulları İslâmdan irtidat ettiklerinde Hz. Ali (r.a.) çocuklarını esir almış ve sonra da onları yüzbin dirheme karşılık Maskala b. Hübeyre'ye satmıştır.
Dedi ki: Karı koca daru'lharpte mal-mülk kazandıktan sonra ölür ve o ülkenin halkı müslüman olacak olursa, ikisinin bıraktıkları miras bu iki çocuğa aittir.
37
Çünkü hükmen darulharp ehlinden olmuşlarladı ve darulharp ehlinden olana ancak darulharp ehli olan misraçı olur.
Kadın müslüman olduktan ve küçük çocuğuyla birlikte İslâm yurduna dönükten ya da kadın hamile olup altı ay içinde doğum yaptıktan sonra durum mahkemeye intikal eder ve darulharbe iltihak ettiklerine hakim karar verirse, mürdeddin bıraktığı mirasın müslüman varislerine dağıtılmasına hüküm verir ve ne karısına, ne de o iki çocuğuna mirastan bir şey verir.
Çünkü o mürteddin daru'lharbe iltihakı müddet olarak ölçü alınır ve o zaman kadın mürted idi. Karnında taşıdığı çocuk da ona tabidir. Yine beraberlerinde daru'lharbe götürdükleri çocuk da mürted hükmündedir. Bu nedenle onlar, babalan müslüman iken kazandığı mallardan miras alamazlar.
3841- Mürted kişi daru'lharbe iltihak eder ve karısı müslüman olup İslâm yurdunda hamile ise, iki yıl zarfında doğum yaptığı takdirde o çocuğun nesebi irtitad fiden babaya aittir ve çocuk babanın bıraktığı mirastan
payını alır.
İıtidat ile aralarındaki nikâh son bulmuştur. Bâin talak ile boşanmış kadın hükmündedir. Böyle bir durumda çocuğun nesebi, doğum için gerekli olan müddetin azamisine göre tesbit edilir ve bu nedenle iki yıl zarfında doğum yaptığı takdirde çocuğun nesebi, irtitad eden babasına aittir ve babasına mirasçı olur.
3842- Şayet kadın, kocanın irtidat etmesinden sonra irtidat eder ve mesele yukarıda anlattığımız şekilde ise, iki yıl zarfında doğurduğu çocuğun nesebi sabit olur ve bu
çocuk babaya mirasçı olur, ama kadın mirasçı olamaz.
Çünkü kocanın daru'lharbe iltihak etmesinden önce kadın irtidat etmiştir ve iltihak gerçekleştiğinde kadm mürted idi. Bu sebeple kocaya mirasçı olamaz. Ama çocuk, anne babanın irtidat etmelerinden sonra İslâm yurdunda olduklarından yurda tabi olarak müslümanlığına hükmedilir. Bu nedenle de çocuk, babanın mi-sarsçılan arasındadır.
38
3843- Ama koca duru'Iharbe iltihak ettikten sonra kadın irtidat etmişse, kadın da misarçıları arasındadır.
Çünkü kocasının daru'lharbe iltihakından sonra irtidat etmesi, onun iltihakından sonra ölmesi mesabesindedir. Bu ise, ona mirasçı olmasına engel
değildir.
3844- Hıristiyan bir kadınla evli olan bir müslüman irtidat ederse, kadın ondan ayrılmış olur ve kocanın irtidat etmesinden sonra iki yıl içinde bir çocuk doğuracak olursa, çocuğun nesebi babaya aittir ve o çocuk babaya mirasçı olur. Ancak kadın, ona mirasçı olamaz.
Çünkü kocanın irtidat etmesiyle kadın ondan bâin boşanma ile ayrılmış olur. Kadının gebe kalabileceği azamî müddet hesaplanarak nesebi tesbit edilir. Babasının irtidat etmesinden Önce, çocuk müslüman sayılır ve îsâm yurdunda kaldığı müddetçe de müslüman olarak kabul edilr.
Anne ise, hiristiyan olduğundan dolayı nıürted olandan
miras alamaz.
Çünkü kendisine mirasçı olma konusunda mürted, müslüman gibidir.
3845- Adamın hıristiyan bir cariyesi olup irtidat ettikten sonra onu ummu'lveled kılarsa, doğacak çocuk ona mirasçı olamaz.
Çünkü cariye hıristiyandir ve çocuğun nesebi belirlenirken baba mürteddir. Çocuk, ergenlik çağına gelinceye kadar onun müslümanlığma hükmedilemez ki müslüman vasfını taşıyabilsin. Kâfir ise, mürtedde mirasçı olamaz.
3846- Dedi ki: Anne baba birlikte irtidat eder ve kadın altı ay müdetten az bir müddet içerisinde doğum yapacak olursa, bu çocuk, mürteddin mirasçıları arasındadır.
Çünkü kadının çocuğa hamile kalması, irtidat etmelerinden Öncedir. Böylece çocuğun müslüman olduğu kesinlik kazanmıştır.
3847- Ama tam altı ay dolduğunda veya daha sonra çocuğu doğuracak olursa, çocuk mirasçı olamaz.
Çünkü bu durumda çocuğa hamile kalması, irtidat etmelerinden sonra olmuştur. Bu sebeple çocuğun müslümanlığma hükmedilemez. Hatta ergenlik çağı-
39
na ermeden ölecek olursa cenaze namazı kılınmaz. Burada müddet altı ay olarak belirlendi. Çünkü nikâhlı bulunuyorlar. İhtiyaç durumunda hamilelikte azami müddet esas alınır, ama aralarında nikâh mevcut ise buna ihtiyaç yoktur.
3848- Bu çocuk Ölür ve ardından mal bırakacak olursa, anne babası ona mirasçı olamazlar. Çünkü mürteddirler ve mürdet kişiler kimseye mirasçı olamazlar. Ölen çocuktan kalan mal, müslüman kardeşlerine miras olarak kalır.
Çünkü anne babası ona mirasçı olamayınca, ölü hükümünde olurlar.
3849- Ama bu çocuğun müslüman kardeşlerinden biri Ölür ve ardında mal bırakacak olursa, ne anne baba ve ne de bu çocuk ona mirasçı olur.
Çünkü anne babanın imdadından sonra altı ay veya daha uzun bir müddet içerisinde annesi onu doğurmuşsa, mürted olduğuna hükmedilir. Ama altı aydan daha az bir müddet içerisinde onu doğurmuşsa, artık o müslüman hükmündedir ve müslüman kardeşleriyle birlikte kardeşine mirasçı olur.
3850- Dedi ki: Anne baba daru'lharbe iltihak eder ve irtidat etmelerinden sonra altı aydan az bir müddet içerisinde kadın çocuğu doğurur ve sonra çocuk ardından mal bırakarak ölür, daha sonra da o ülke halkı müslüman olur-
larsa, çocuğun bıraktığı mala mürted olan anne baba mi-
rascı olur. Müslüman kardeşleri ona mirasçı olamazlar.
Çünkü bu durumda çocuk, darulharp halkından biridir. Görmüyor musun, anne onu daru'lİslâmda doğurup sonra anne baba onu daru'lharbe götürmüş olsalardı, o da onlar gibi darulharp ehli ve mürted olurdu. Daru'lharpte onu doğurduğuna göre artık o evleviyetle darulharp ehlidir ve harp ehlinden bir ülkenin vatandaşı olanlar ancak birbirlerine mirasçı olurlar.
Aynı şekilde anne baba daru'lharpte kazandıkları malları aralarında bırakarak ölecek olursa, bıraktıkları mal, daru'lharpte doğan çocuklarına miras olarak kalır. Müslüman kardeşleri o mirastan birşey alamazlar.
Görmüyor musun, müslümanlar galip olur ve o malı elde edecek olurlarsa, o mal fey' olur. Fey' olabilecek her mal, müslümana miras kalamaz. Böylece o
40
ülkenin vatandaşı olan çocuklarına veya anne babasına miras olarak kalır. Ama ayrı ülkelerin vatandaşı iseler, onlara da miras kalmaz. Çünkü daha önce be-littiğimiz gibi, ülke farklılığı, din farklılığı gibidir ve mirasa engeldir.
3851- Buna göre bir ülke halkı îrtidat eder ve ülkelerine şirk hükümlerini hakim kılacak olurlarsa, artık o ülke duru'lharp olur ve orada ölenin geriye bıraktığı mallar, o ülke vatandaşı olan mirasçılarına miras kalır.
Çünkü artık o ülke daru'lharptir ve önceden duru'lharp olan ülke ile sonradan duru'lharbe dönüşen ülke arasında bir fark yoktur.
Görmüyor musun, müslümanlar bu malı ele geçirecek olurlarsa, mal fey1 olur ve bu nedenle kalan mallar, harp yurdunun vatandaşı olan akrabalarına miras kalır. Müslümanlar ona mirasçı olamazlar.
En doğrusunu A ilah bilir.
i
■
41
-178-
MÜRTEDLERİN GEÇERLİ OLAN VE GEÇERLİ OLMAYAN TASARRUFLARI
3852- Serahsî -Allah kendisinden razı olsun- dedi ki: "el-Mebsût"ta mürteddin tasarruflarının dört çeşit olduğunu belirtmiştik: Bu tasarruflardan bir kışımı, ittifakla geçerlidir. Cariyeden doğan çocuğun babası olduğunu söylemesi gibi. Bir kısım da ittifakla geçersizdir. Nikâh gibi. Bir kısmı ittifakla mevkuftur, mufâvaza gibi. Bir kısmında ise ihtilaf vardır. Alış-veriş, hibe, âzâd etme gibi. Ebu Hanife'ye (r.a.) göre bu tasarruflar mevkuftur. Ebû Yusuf ve Muhammed'e göre İse, tasarrufları geçerlidir. Ebû Yusuf'a göre, ancak sağlıklı insanın tasarrufları geçerlidir. Meselâ malının üçte birini vasiyet edebilir. Ancak varislerine malından birşeyler vermesi geçerli olmaz. Nitekim hastanın da bu tür tararruflan geçerli değildir. Görmüyor musun, mürted kişinin karısı henüz İddet beklerken kocasının
ölmesi durumunda ona mirasçı olur. Aynı şekilde Ölüm hastalığına yakalanmış
kişi de, karısı mirasından birşey almasın diye onu boşayacak olursa, kadın id-
detinİ doldurmadan adam Öldüğü takdirde ona mirasçı olur.
Mürted kadına gelince, sağlıklı kadının tasarrufları gibi malı konusundaki tasarrufları da ittifakla geçerlidir. Çünkü mürteci olmakla kendisi de mevkuf olmaz. Darulharp ehlinden kadın
konumunda değildir. Oysa erkek böyle değildir.
3854- Mürted daru'lharbe iltihak etmiş fakat hakim onun iltihak ettiğine karar vermemişse (vatandaşlıktan çı-karılmamışsa) ve bu arada mürted olan kişi daru'lİslâmda bulunan kölelerini âzâd eder yahut kendisiyle birlikte da-ru'lharpte bulunan bir müsümana onları satmışsa ve sonra da hakim, onun iltihak ettiğine karar vermeden ve mal-
42
3855- Daru'lharbe iltihak eden mürted, İslâm yurdundaki kölesinin aslında hür biri olduğunu ya da başkasının kölesi olup kendisinin onu gasbettiğni söyleyecek olursa, sonradan tevbe edip geri dönse de bu ikrarı geçerlidir.
Çünkü söylediği şey, yeni başlattığı bir tasarrufla ilgili değildir, bilakis bir İkrardır. İkrar ise, halckmda ikrar yapılan açısından geçerlidir.
Nitekim biri, başkasının kölesinin hür olduğunu ya da başkasının mülkü olduğunu ikrar eder ve sonra da o köleyi elinde bulunduran kimseden satmalacak olursa, sözkonusu ikrarı geçerlidir ve bu mesele gibidir.
3856- Hakim, mürteddin iltihak ettiğine karar verip
mirası taksim edildikten sonra mürted tevbe edip geri dönecek olursa, mirasçılarının elinde mevcut olan mallarının aynı (kendisi) geri alınıp ona verilir. Şayet mirasçı, mürteddin hür olduğunu ikrar ettiği köleyi satmişsa, o köle onun payına düştüğü için yaptığı satış geçerlidir, ama şu veya bu şeklide o mürteddin hür olduğunu ikrar ettiği köleyi satmışsa, o köle onun payına tesadüf ettiği için yaptığı satış geçerlidir. Ama şu veya bu şekilde o mürteddin mülkiyetine geri dönecek olursa, o köle hakkındaki ikrarı geçerlidir. Çünkü ikrarı yenilenmiş kabul edilir. Eğer hakim, daru'lharbe iltihakına hüküm veridikten sonra ve o
43
mürted tevbe alarak dönerse, malı taksim edilmiş olsun veya olmasın, hakim mallarının kendisine geri verilmesine hüküm vermeden önce kölelerinden bazılarını âzâd edecek olursa bu tasarrufu geçersizdir.
Çünkü hakimin, onun daru'lharbe iltihakına karar vermesiyle mülkü, varislerinin mülkü haline gelir ve ancak hakimin kararıyla tekrar kendi mülküne
dönüşür.
Görmüyor musun, mürteddin geri dönüşünden sonra ve hakim tarafından mallan kendisine geri verilmezden önce mirasçı o köleyi âzâd edecek olsa, âzâd etmesi geçerlidir. Sanki mürted kişi geri dönmeden onu âzâd etmiştir. Böylece bu müddet zarfında kölenin, mirasçının mülkü olduğunu anlıyoruz. Aynca bu dömende mürteddin köleyi âzâd etmesinin geçerli olmayacağını da anlıyoruz. Çünkü âzâd etme, âzâd edilenin mükiyetinde olmasını geriktirir. O köle aynı anda hem mirasçının ve hem de o mürtdeddin mülkü olamaz.
3857- Hakim, mürteddin daru'lharbe iltihak ettiğine karar vermeden önce mirasçı o köleyi âzâd edecek olursa, âzâd etmesi geçerli değildir.
Çünkü henüz köle mülkiyetine geçmiş değildir.
Aynı şekilde mürted kişi de, henüz hakim mallarının kendisine iade edilmesine hüküm vermeden önce âzâd edecek olursa, tasarrufu geçerli değildir.
Çünkü o esnada köle, onun mülkiyetinde değildir.
Daru'lharbe iltihak eden mürted, daru'lİslâmda bulunan kölesini satması ya da âzâd etmesi için bir vekil gönderecek olsa ve vekil de bu işi yapacak olsa, sonra da mesele mahkemeye intikal edecek olsa, hakim vekilin bütün tasarruflarını iptal eder ve malının mirasçılara ait olduğuna hükmeder.
Çünkü iltihak ettikten sonra bu tasarruflarda bulunmaya yetkili değildir. Aynı şekilde vekil tayin etmeye de yetkili değildir. Çünkü vekili tasarruf konularında onun yerine kaimdir. Bu durumda mürteddin bizzat tendisi tasarrufta bulunsa, tasarrufları geçersizdir. Hakim, iltihakına karar vermiş olsun veya mürted geri dönüp tevbe etmiş olsun, hakim buna karar vermeden tasarruflarının ta-
44
mamı geçersizdir. Kendisinin tasarrufu geçersiz olunca vekilinin tasarrufları haliyle geçersiz olur.
3858- Şayet mürted kişi İslâm yurdunda iken ve henüz irtidat etmezden önce ya da irtidat ettikte sonra fakat da-ru'Iharbe iltihak etmezden önce vekil tayin etmişse ve mesele yukarıda anlattığımız şekilde ise, hakim iltihakına karar vermişse, o köle mirasçılarına miras olarak kalır. Ama iltihakına karar vermeden kişi müsiüman olarak geri dönecek olursa, vekilin tasarrufları geçerlidir.
Bu bölümde vekâlet konsundaki bir rivayette İmam Muhammed şöyle diyor: Vekâlet, müvekkilin irtidat etmesi ve daru'lharbe iltihakiyla geçersiz olur. Çünkü iıtidat etmesi, ölmesi mesabesindedir. Müvekkilin ölmesi ise, vekâleti iptal eder. Ayrıca mürteddin, daru'lharbe iltihak etmesiyle artık yeni bir vakâleti başlatma yetkisine sahip değildir. O halde vekil de, vekil alarak kalmaz.
Bu meselede ise durum şöyledir: Daru'lharbe iltihak etmesiyle sadece köle üzerindeki mülkiyeti ortadan kalkmıştır. Vekâleti sahih olduktan sonra, mülkiyetinin zevali ile tasarrufları geçersiz olmaz.
Nitekim kölesinin azat edilmesi veya satılması için birini vekil tayin etse, sonra birine onu hibe edip teslim etse ve sonra hibeden vazgeçse, vekilin vekaleti devam eder. Burada da durum aynı dır .Darul harbe iltihak etmekle mülkiyeti zail olmuş olsa bile, vekalet geçersiz olmaz.
Çünkü mülkiyeti, geçici olarak zail olmuştur, Hakim, iltihak ettğine dair hükmetmeden önce müsiüman olarak geri dönecek olursa mülkü ona geri verilir. Ama hakim iltihak ettiğine karar vermişse, mülkü, mirasçılarının.mülküne geçmiş olur ve bu durumda vekilin tasarrufları tavakkuf eder.
3859- Hakim, mirasçılar arasında mirasın taksim edilmesine karar verdiği anda mürteddin o mülk üzerindeki mülkiyet hakkı tamamen zail olur. Bundan böyle vekilin de o maldaki tasarrufları batıldır. Ama hakim karar ver-
mezden önce kişi geri dönecek olursa, o mal tekrar ona ait olur ve vekilin tasarrufları da geçerlilik kazanır. Fakat irtidat eden kişi daru'lharbe iltihak ettikten sonra vekilinin de tasarrufu geçersiz olur. Çünkü kendisi başka ülkede ve
45
tasarruf edilecek mal başka ülkededir. Ancak daru'lİs-lamda köle ile birlikte olan vekilin tasarrufunda bu durum sözkonusu değildir.
Hakim o kölenin mirasçıya verilmesine karar verdikten sonra mürted İslama dönmüş olarak geri dönecek olursa ve köle de hala mirasçının elinde bulunuyorsa, hakim, kölenin kendisine iade edilmesine karar verir. Vekil, o köleyi âzâd etmiş yahut müdebber kılmişsa, bu tasarrufları geçerli sayılır. Ama onu satmış yahut hibe etmiş veya mükâteb yapmışsa, bu tasarrufları geçerli sayılmaz. Çünkü kişi, eski malına geri dönmüştür ve mülkiyeti dikate alınarak âzâd etme ve müdebber kılma geçerli sayılmıştır.
Görmüyor musun, onun duru'lharbe iltihakına hakim karar vermeden önce geri dönmüş olsaydı, âzâd etme ve müdebBer kılma geçerli olurdu. Bundan böyle de artık bu hüküm nakzedilmez. O kölenin mirasçıya ait olduğuna hakimin karar vermesinden sonra da bu tasarruf geçersiz kılınmaz. Oysa satma, hibe ve mükâ-teblik böyle değildir. Bu tasarruf bozulabilir. Hakimin, mirasçının mülkiyetine geçtiği yönündeki karan bu tasarrufları geçersiz kilar.Geçersiz olduktan sonra ancak tekrar yenilenme ile geçerli olur.
Azat etme ve müdebber yapma ile köle muvalat yapmaya hak kazanır. Bu da mülkiyetin iptali değil, son bulması şeklinde olur. Müslüman olarak döndükten sonra mevcut mülkte malının aslı geri gelince, hakimin karan ile o mülkiyeti sona erdirecek şey de geri gelir.Satmak ve hibe etmek ise, mülkiyeti sona erdirir .Hakimin kararı ile mülkün ona geri gelmesi, varislere ait olduğuna dair hakimin karar vermesinden sonra o mülkiyeti sona erdirecek durum geri gelmez.
3860-Kölenin mirasçıya ait olduğuna hakim karar verdikten sonra, mirasçı o köleyi elinden çıkaracak olursa ve sonra da o mürted kişi müsiüman olarak geri döner ve onu elinde bulundurandan köleyi satın alacak olursa, daru'lharbe iltihakından sonra vekilin âzâd etmesi ve müdebber kılması geçerli olur. Bu, müşkü bir meseledir. Burada tedbir ve âzâd etmeye konu olan mülk ona geri dönmez. Onun bu mülkü, kendisinin sebep olduğu yeni bir .sebepten dolayıdır. Böylece o âzâd etme ve tedbirin geçerli
46
olmaması gerekir. Ancak her ne kadar bir yönüyle yeni bir mülk ise de, sanki o mülkün kendisidir. Karşılık olarak verlimiş olan, sanki o mülk için fidye olarak verilmiştir.
Esir edilmiş kölenin efendisinin şu durumu gibi: Efendi onu satmalacak olursa, onu eski mülkiyetine döndürmüş olur ve bunun için verdiği karşılık, fidye mesabesinde kabul edilir. Bu açıdan durum böyledir. Ama köle mirasçının elinde bulunuyorsa, hakim onun iade edilmesine karar verir.
Çünkü âzâd etme ve tedbir ile hakketme gerçekleşiyordu ve bu tasarrufun bozulma ihtimali yoktur. Bu, kölenin hürriyetine karar verdikten sonra onu satın almaya benzer. Bu durum, Ebu Hanife'nin şu görüşüne benzer: Mürted kişi, bizatihi köleyi âzâd eder ya da onu müdebber kılar ve sonra daru'lharbe iltahak eder, hakim de onun iltihak ettiğine karar verirse, kölenin mirasçıya miras olduğuna hükmeder, Sonra miirted mi gelir veya mirasçının onu kendisine geri vermesi, yahut geldiği takdirde köleyi kendisine geri vermek üzere satın alan kişinin geri vermesiyle köle eline geçecek olursa, o âzâd etme ve müdebber yapma geçerlilik kazanır. Burada da durum böyledir.
3861- Aynı şekilde mürteddin daru'lharbe iltihakına hakim karar verdikten sonra mirasçı, mürtedde ait olan köleyi mükâteb kılar ve sonra da mürtet müslüman olarak geri dönecek olursa, köle mükâteb olarak ona iade edilir. O kişinin emriyle mirasçı onu mükâteb kılmış kabul edilir. Artık o köle, müslüman olarak geri dönen kişinin mükâteb kölesi olur. Mülkiyeti asla zail olmamış kabul edilir, ama mirasçının onu mükâteb kılması devam eder.
3862- Dedi ki: Mürted daruiharbe iltihak ettikten sonra İslâm yurdunda bulunan kölelerini âzâd etmesi ya da tedbir etmesi için bir müslümanı vekil tayin edecek olsa ve ancak mürted kişi müslüman olarak geri döndükten sonra vekil bu isteğini yerine getirirse, bu tasarrufu geçersizdir.
47
Çünkü bu durumdaki vekâlet geçersizdir. Kişi daru'lharbe iltihak ettikten sonra kendisi böyle bir tasarrufa yetkili değildir. Adam bu durumda iken vekil tayin etmiştir. Vekâletin aslı bozuk olunca sonra sahih olmaya dönüşmez.
3863- İster mürted olmazdan önce, ister irtidat ettikten sonra olsun, İslâm yurdunda iken onu vekil tayin etmişse ve mesele de yukarıda anlattığımız şekilde ise, vekilin köleler hakkındaki tasarrufu geçerlidir.
Çünkü vekâletin aslı sahihtir ve vekil tayin eden kişinin daru'lharbe ilti-hakıyla bu vekâlet bozulmaz. Mürted kişi, hakimin kararından önce müslüman olarak geri dönecek olursa, daru'lharbe iltihakı hiç olmamış gibi kabul edilir.
3864- Hakim iltihakına karar verip malını miras olarak mirasçılar arasında taksim ettikten sonra mürted kişi müslüman olarak geri dönecek olursa, hakim, kölelerin o mürtedde geri verilmelerine karar vermezden önce vekil onlar hakkında tasarrufta bulunacak olursa, tasarrufu batıldır. Ama hakimin, geri verilmelerine karar vermesinden sonra tasarrufta bulunmassa, bu tasarrufu geçerlidir. Çünkü vekâlet sahih olduktan sonra mülkiyetin zeval bulmasıyla zeval bulmaz. Bilakis hakimin karar vermesinden sonra mülkiyet geri döner. Bu sebeple vekil, geri verilmelerine dair hakimin karar vermesinden Önce tasarrufta bulunmuşsa, bu tasarrufu geçersizdir.
Çünkü tasarrufu yerini bulmamıştır. Nitekim bu durumda vekil tayin eden kişinin kendisi tasarrufta bulunduğu takdirde tasarrufu geçerli değildir. Ama ha-kİmin, geri verilmelerine karar vermesinden sonra tasarrufu geçerlidir.
Bu, şuna benzer: Bİrİ kölesini âzâd etmesi yahut satması için bir başkasını vekil tayin ediyor. Sonra da bizzat kendisi köleyi görmesinden ya da her hangi bir kusurdan dolayı köleyi iade edecek olursa ve daha sonra vekil o köle hakkında bir tasarrufta bulunacak olursa, mülkiyetin zevalinden sonra da vekâlet geçerli olduğundan vekilin bu tasarrufu geçerlidir.
Ama kölenin, eski sahibinin eline geçmesi yeni bir satın alma ile olmuşsa, bu her yönden yeni bir mülk olur.
48
Çünkü mevcut olan bir mülk konusunda onu vekil tayin etmişti. Daha meydana gelecek bir mülk konusunda vekilin tasarrufu sözkonusu olamaz.
3865- Müşteri muhayyerlik hakkını kullanarak geri getirmeden önce ve vekil tayin eden kişi sattıktan sonra vekil onun hakkında bir tasarrufta bulunmuşsa, vekilin bu tasarrufu geçersizdir.
Çünkü köle kendi mülkiyetinde olmadığı bir sırada vekil tasarrufta bulunmuştur.
Görmüyor musun, bu durumda müşteri o köleyi âzâd etmiş olsaydı, onun tarafından âzâd edilmiş olurdu. Böyle bir durumda satıcı vekilinin azat etmesi nasıl geçerli olabilir ki?
3866-Mürted kişi, köleyi azat etmesi için darulislamda birini vekil tayin etmiş ve darulharbe iltihak ettikten sonra vekil o köleyi azat etmiş, sonra mürted kişi müslüman olup geri gelmişse, vekilin bütün yaptıkları geçerli olur.
Çünkü darulharbe iltihak, hakimin kararı ile kesinleşmemişse, kişinin kaybolması mesabesinde ölür. Bu da vekilin köle hakkında tasarrufta bulunmasına engel olmaz. Ama vekil değil de, adamın kendisi köleyi satacak olursa, satıştan sonra vekil tayin eden kişi tarafından değil, başkası tarafından azat edilmiş olur. Onun için satıcının vekil yaptığı kişinin azat etmesi o durumda geçerli olmaz.
Ama burada adamın iltihak ettiğine dair hakimin sadece karar vermesi ile köle hakkında başkasının azat etmesi geçerli olmaz. Bu durumda mirasçı olankişi köleyi azat edecek olursa, yaptığı geçersiz olur. Onun için mürted adam müslüman olup geri gelecek olursa, vekil tayin ettiği kişinin köleyi azat etmesi geçerli olur.
Halbuki adamın darulharbe İltihak ettiğine dair hakim karar verdikten sonra olursa, köleyi mirasçının azat etmesi geçerli olmuştu. Ama bu durumda mürteddin tayin etiği vekilin köleyi azat etme işlemi geçerli olmaz.
3867- Dedi ki: Müslüman veya mürted biri, daru'l-İslamda iken kölesine ticaret yapma izni verip sonra da mürted olarak daru'lharbe iltihak edecek olsa, köle de kendisine verilen izne dayanarak tasarrufta bulunsa, ta-
49
sarrufları mevkuf olur. Hakim, daru'lharbe iltihak ettiğine karar vermeden önce o kişi müslüman olarak geri dönecek olsa, kölenin tasarrufu geçerlilik kazanır ve ticaretle ilgili izni devam eder. Ama hakim daru'lharbe iltihak ettiğine karar verdikten sonra kölenin tasarrufu geçersiz olduğu gibi izni de ortadan kalmış olur.
Çünkü kişinin daru'lharbe iltihakıyla mülkiyeti mevkuf olarak zail olur. Ticaret izni de mülkiyetinin mevcudiyeti ile tevakkuf eder. Mülkiyet tamamen ortadan kalktıktan sonra köleye verilen izin de ortadan kalmış olur. İzin hükmünün, tasarrufun tevakkufundan sonra mevkuf olması durumunda kişi müslüman olarak geri döner ve hakim de iltihakına karar vermemişse, mülkiyeti tekrar gerçekleşir ve kendisine izin verilmiş olan kölenin tararufları geçerlilik kazanır. Ayrıca kendisine verilen izin de olduğu gibi devam eder. Ama hakim, daru'lharbe iltihakına karar vermişse, mülkiyet tamamen ortadan kalkmış olur. Bu takdirde kölenin tasarruf yetkisi de ortadan kalkmış olur. Daha sonra kişi müslüman olarak geri döner ve köle de mükliyetine geçecek olursa, yeni bir izin vermedikçe önceden verilmiş olan izin iptal edilmiş olur. Çünkü bu,bozulabilir bir tasarruftur, darulharbe katıldığna ilişkin hakimin kam ile bu tasarruf bozulur ve ancak yenilenmesiyle geri gelir. Daha önce vekaletle ilgili söylenenleri açıklamak için bunlan getirdi.
3868- Mudarebe akdini de buna göre düzenledi. Mal sahibi daru'lharbe iltihakından sonra işletmeci malda tasarruf eder ve mal sahibinin iltihak ettiğine hakim henüz karar vermemişse, işletmecinin tasarrufları geçerli olur ve koşulmuş olan şarta göre kâr ikisi arasında ortak olur. Ama iltihak ettiğine hakim karar vermişse, ortak olarak yaptığı tasarrufları geçersiz olup kendi kendine tasarruf etmiş, kâr ve zarar kendisine olmuş olur. zarar ederse, sermayeyi tazmin eder. Mürted kişi ondan sonra gelirse, durum yine değişmez.
Çünkü iltihakına hakimin karar vermesiyle ortaklık son bulmuştur.
3869- İltihakına hakim karar vermeden daruiİslâma mürted olarak geri dönecek olsa, hüküm yönünden sanki daru'lharbe iltihak etmemiş gibidir. İltihakından önce işletmecinin tasarrufları da ortaklık konusunda geçerlidir.
50
İmam Muhammed'in görüşüne göre durum budur. Ebû Hanife'ye göre ise, adam iıtidat ettikten sonra ve daru'Iharbe iltihakından önce bizzat kendisinin yaptığı tasarruflar konusundaki ihtilafa bianen tasarruflar mevkuf durumundadır.
3870- İltihakına hakim karar verdikten sonra kişi mür-ted olarak geri dönecek olursa, malı konusunda hiçbir yetkiye sahip olmaz.
Çünkü hakimin karan ile hükmen Ölü durumuna düşmüştür. Ölü hükmünde olması, iıtidat etmesi sebebiyledir. Bu sebep devam ettiğine göre, hükmen ölü olması devam etmektedir. Ülkemize geri dönmesi bu durumu değiştirmez. Malı, mirasçılarına aittir ve onun bu konuda hiçbir yetki ve hakkı yoktur.
Görmüyor musun, müslüman olarak geri dönmüş olsaydı, hakim malının geri verilmesine karar verinceye kadar malı mirasçılarına ait olacaktı. Mürted olarak geri döndüğünde malının geri verilmemesine hakim evleviyetle karar verecektir.
Ancak hakyn ona İslâmi arzeder. Reddettiği takdirde öldürülmesine karar verir. Ama kişi hakime: Bana malımı geri ver. İslâm konusunda da bana mühlet ver, diyecek olursa, hakim ona sadece üç gün mühlet verir. Bu müddeti arttırmaz.
Daha önce bu^meseleyİ incelemiş ve Hz. Ömer'in şöyle dediğini belirtmiştik: "Üç gün üzerine kapıyı kilitleseydîniz ve her gün ona bir ekmek verseydiniz, belki hakka geri dönerdi." Müslüman olmadıkça da malı kendisine iade edilmez.
Çünkü daha önce de belittiğimiz gibi o, hakimin kararı ile artık hükmen ölüdür. Hükmen diri sayılabilmesi İçin, İslama girmesi gerekir. Bu gerçekleşmediği takdirde malından hiçbir şey ona iade edilmez. Ona mühlet verilmesi, bizim görüşümüze göre müstehaptır. İslâmı reddettiği takdirde hakim o anda Öldürülmesine karar verebilir. Ona mühlet vermek mecburiyetinde değildir. Bazılarına göre hakim, ona mühlet vermek mecburiyetindedir. Bu meseleyi daha önce ele almıştık3.
3871- Mürted kadın daru'Iharbe iltihak eder ve hakim da malının mirasçılarına taksim edilmesine karar verir, sonra da kadın eman ahp mürted olarak döner ve malının
3- Islama dönme konusunda düşünme süresi isteyen birine süre tanımamak doğru olmaz. İnsanların kendi iradeleriyîe tercih yapabilmeleri için sürenin verilmesi gerekir. (Çeviren)
51
kendisine verilmesini isterse, malından ona hiçbir şey verilmez.
Çünkü hakimin hükmü ile o artık ölü gibidir ve kendisinden hüküm yönünden hayat sebebi bir durum ortaya çıkmadıkça (İslama dönmedikçe) malından ona birşey iade edilmez.
3872- Hakimin karar vermesinden Önce mürted olarak geri dönerse, bakılır; eman almadan gelmişse müslüman-lar için fey' olur.
Çünkü daru'Iharbe iltihak etmesiyle darulharp vatandaşı bir kadın olmuştur ve böyle bir kadın eman almadan ülkemize girdiği takdirde fey' olur.
Malları da mirasçıları arasında taksim edilir. Çünkü fey' durumuna düşünce hükmen ölmüş gibidir.
Hürriyet hayat iken, kölelik hükmen ölüm gibidir. Çünkü köle olmakla mülk sahibi olma ehliyetini yitirmiştir ve bu nedenle malı mirasçıları arasında dağıtılır.
■
3873- Ama eman alarak gelmişse, malına dilediğim
yapar, fakat hapsedilip İslama geri dönmeye zorlanır.
Çünkü hakimin kararından önce geri dönecek olursa sanki daru'Iharbe iltihak etmemiş gibi kabul edilir. Daru'Iharbe iltihak etmeden önce ise, malı konusundaki bütün tasarrufları geçerlidir. Hakimin kararından önce döndüğü takdirde bu tasarrufu aynen devam eder. Birinci durumda iltihaktan Önce islam yurdunun vatandaşı olduğundan köle edinilmiyodu. İslâm yurdunun vatandaşı köleleştirilmez. Ama darulharbe iltihak etmişse, oranın vatandaşı olur. Onun için eman almaksızın ülkemize geri döndüğünde köle edinilir. Ama eman alarak gelmişse, ona eman verilmiş olması, köle edinilmesine engeldir. Bu eman ile geri dönmüştür ve artık konumu, iltihak etmezden önceki konumu gibidir.
3874- Müslüman biri irtidat ettikten sonra kölesine: Kurban bayramı geldiğinde sen hürsün, der ve sonra da-ru'lharbe iltihak ederse, bakılır; eğer kurban bayramı gelinceye kadar malının mirasçılarına dağıtılmasına karar ve-rilmemişse, azâd etme hükmü mevkuf olur.
- .52
Çünkü şartın varlığı sırasında-mülkiyet mevcut değilse, azat etme gerçekleşmez. Daha önce de belittigimiz gibi mülkiyetinin zevali, daru'lharbe iltihakıyla
tavakkuf etmiştir. Âzâd etme hükmü de-aynı şekilde tavakkuf eder.
3875- İltihakına hakim karar vermeden önce müslüman olarak geri dönerse, âzâd etme geçerli olur. Kurban bayramı gelmeden darulharbe iltihak ettiğine dair hakim karar vermiş, ama bayram ondan sonra gelmişse, bakılır; kölenin kendisine geri verilmesine hakim karar vermesinden sonra bayram olmuşsa, köle onun tarafından azat edilmiş olur.
Çünkü koşulan şart doğru idi ve gerçekleşmiştir.
Köle mirasçının mülkiyetinde iken mürted olan kişi müslüman olarak geri dönerse, kölenin kendisine geri verilmesine hakim karar vermiş olsa bile, azat etme gerçekleşmemiş olur.
jÇünkü şarta bağlı olan şey, şartın yerine gelmesi halinde, yerine gelmiş gibidir .Belirttiğimiz gibi, darulharbe iltihak ettiğine hakim karar verdikten sonra azat edecek olursa, her halükarda azat etme geçersiz olur. Bu da onun gibidir.
3876- Mürted kişi, kurban bayramı gelmezden Önce müslüman olarak döner ve sonra da kurban bayramı gelirse bakılır; kölenin o kişiye geri verilmesine hakim karar verdikten sonra kurban bayramına girilmişse, o kişi tarafından köle âzâd edilmiş olur.
Çünkü şartlı azad etme doğru idi ve köle onun mülkiyetinde iken şart gerçekleşmiştir.
.
.
3877- Bayram girdiği halde hakim, kölenin kendisine iade edilmesine karar vermemişse, köle âzâd edilmiş olmaz.
Çünkü şart gerçekleştiği esnada köle onun mülkiyetinde değildir. Kölenin ona iade edilmesi, ancak hakimin kararıyla mümkün olur. Hakim o ana kadar böyle bir karar vermediğine göre âzâd olma gerçekleşmez.
■
-
53 -
5878- Mürteddin daru'lharbe iltihakından sonra ama hakimin buna dair kararından önce kurban bayramı gelir ve sonra da kölenin mirasçısına verilmesine hakim karar verirse, mirasçının köle hakkındaki tasarrufu geçerli olur.
Çünkü daha önce belittigimiz gibi, iltihak etmesinden itibaren mülkünün zevali hakimin karan İle kesinleşmiş olur ve şart bu müddetten sonra gerçekleşmiştir. Bu nedenle o kişi tarafından köle âzâd edilmiş olmaz. Şartın gerçekleşmesi
esnasında köle mirasçının mülkiyetindedir ve onun tasarrufları geçerlidir.
3879- Mürted kişi müsüman olarak geri dönünceye kadar mirasçı köle hakkında bir tasarrufta bulnmamış ve köle kendisine iade edilmişse, müslüman olarak dönen kişi tarafından âzâd edilmiş olur.
Çünkü mülkü mevkuf iken şart tahakkuk etmiştir. Mülkiyetinin tamamen zail olması, hakimin kararı İle olur. Böylece kişi geri dönüp mülkü kendisine geri verildiğinde kölenin âzâd olması gerçekleşmiş olur.
Adamın mirasçısı o köleyi mükâteb yapmışsa, durum
yine aynıdır.
Çünkü mirasçı köleyi mükâteb yaptıktan sonra köle eski mülküne geri dönmüştür. Bu durumda âzâd olma geçerli olur ve mükâteb yapılırken tayin edilen bedel köleden alınmaz.
3880- Kişi cariyesine: Kurban bayramı geldiğinde sen hürsün dedikten sonra mürtet olup daru'lharbe iltihak e-derse, hakim de o cariyeyi âzâd ettikten sonra cariye irti-dat ederek daru'lharbe iltihak eder ve müslümanlar tarafından esir alınırsa, fey'olur, İslama dönmesi için zorlanır. Bu durumdaki kadın tıpkı hür kadın gibidir. Nitekim hür kadın da irtidat ettiğinde İslama dönmesi için zorlanır. O cariye esir alındıktan sonra tekrar İslâmı kabul eder ve mürted olup sonra müsüman alarak dönen eski efendisi onu satın olacak olursa, sonra da kurban bayramı vakti gelirse, o cariye âzâd olmuş olmaz.
54
Çünkü azat ete, onun milkiyetine son vermiştir. Zaten mülkiyetinden çıktığı için de mirasçısı onu âzâd etmişti. Onun için bu her bakımdan yeni bir mülk olmuştur.İmam Züfer'in görüşüne göre mesele şöyledir; Adam, cariyesine "Eve girersen hürsün" der, sonra onu azat ederse, sonra cariye irtidat edip darulharbe giderse, sonra esir alınıp tekrar ona sahip olursa, sonra cariye eve girerse, sadece Züfer'in görüşüne göre azat olur.
Başarı Allah'tandır.
..
■
■
1
-
-
■ ■ : ■ ■ ■ . ■
■ ■ . . . ■
■ ■ ■ ■
. ■ ■ r. ■
■
. ■
55
-179-
MURTEDLER HAKKINDA VERİLECEK HÜKÜM
3881- İmam Muhammed -Allah rahmet etsin- dedi ki: Hür olsun, köle olsunmürted kişi tekrar İslama dönmediği takdirde öldürülür. Çünkü Resûlüllah (s.a.v.): "Dinini değiştireni öldürün" buyurmuştur. Bu söz hem hürleri ve hem de köleleri kapsar. Köle îrtidat ettiği takdirde onun efendisi dilerse bu hükmü bizzat kendisi uygular ve köleyi öldürür. Nitekim İbn. Ömer, İslâmdan dönüp hıris-tiyanhğa giren bir kölesini kendisi öldürmüştür. Çünkü irtidat etmekle öldürme hususunda düşman hükmüne girmiştir. Emana sahip olmayan düşman kişiyi her müslüman öldürme hakkında sahiptir. Ancak iyi olanı, meseleyi mahkemeye intikal ettirmesi ve mahkemenin onu öldürmesine yol vermesidir.
Çünkü bunda had (cezası) anlamı vardır ve hadleri uygulamak, devlet başkanına aittir.
3882- İrtidat eden kadın, hür de olsa, cariye de olsa öldürülmez, Hür ise, hapsedilir ve İslama dönmeye zorlanır. Ama cariye ise ve sahiplerinin onun hizmetlerine ihtiyaçları varsa, onlara hizmet etsin diye kendilerine teslim edilir. Onlar, İslama dönmesi için kendisini zorlarlar.
Çünkü hapsedilmesi, Allah'ın hakkıdır. Hizmeti ise, efendisinin hakkıdır. Bu durumda efendisinin hakkı, Allah'ın hakkına tercih edilir.
3883- Mürteddin tevbe etmesi istenildiğinde tevbe ederse, mesele bitmiştir. Bu iş defalarca tekerrür etse yine tevbesi kabul edilir. Bu tevbeler için bir sınır yoktur. İbrahim en-Nehaî'nin (Allah rahmet etsin) görüşü budur. Hz. Ali ve Ömer'e göre ise, üç defadan sonra tevbesi ka-
56
bul edilmez, öldürülür. Yüce Allah'ın şu sözünün zahiri bunu gerektirir: "İman edip sonra inkar edenleri, sonra yine iman edip tekrar inkâr edenleri, sonra da inkârlarını arttıranları Allah ne bağışlayacak ne de onları doğru yola iletecektir."4 Çünkü zahire göre o tevbe etmiyor, bilakis alay ediyor. Ancak biz, yüce Allah'ın şu âyetini delil getiriyoruz: "Eğer vazgeçerse, geçmişte yaptıkları bağışlanacaktır." Ayrıca üç tevbeden sonraki durumu, ilk tevbe-sinden sonra da bilinir ve biz onun kalbine vakıf değiliz. Kalbindekini dışına aktaran, dilidir. Delil olarak ileri sürdükleri âyette kendilerini destekleyecek bir delil yoktur. Çünkü yüce Allah: "Sonra da inkârlarını arttıranları Allah ne bağışlayacak,..." buyuruyor. Tevbe ettiği takdirde küfrü artmaz, bilakis imanı artar. İmam Ebu Yusuf'a göre ise, aldatmasından dolayı öldürülür ve bu fiili tekerrür ettiği takdirde kendisinden tevbe etmesi istenmez. Çünkü görünen o ki samimi olmayıp alay etmektedir. Gerçeğine vakıf olamadığımız hususlarda zahire göre hükmetmek gerekir.
3884- Dedi ki: Mürteddin karısı üç hayız iddet bekler İrtidattan sonra kişinin öldürülmesi veya öldürülmemesi, kadının iddet müddetini etkilemez. Ancak Said b. el-Mü-seyyib'in görüşüne göre mürted öldürülürse, karısının iddeti dört ay ongundur." Ancak bu görüş kuvvetli değildir. Çünkü aralarındaki ayrılık irtidat ile gerçekleşmiştir. Ayrılma meydana geldikten sonra artık kişinin öldürülmüş olması bu iddeti etkilemez. Tıpkı karısını bâin/kesin talakla boşayan kişinin sonradan ölmesi veya öldürülmesinin iddeti et-Kilememesı gibi.
3885- İrtidat eden kişi, irtidat etmezden önce veya sonra birinin malını haksız yere alır yahut bir kişiye iftara eder ve sonra daru'lküfre iltihak eder, sonra da tevbe ede-
■
4-Nisa, 137. 5-Enfal.28.
■
5 7 ■ ■ . ,
rek İslâm yurduna dönerse, yaptıklarının hepsinden dolayı sorguya çekilir ve cezalandırılır. Ama daru'lharbe iltihak ettikten sonra yaptıklarından sonrumlu tutulmaz.
Çünkü iltihak etmekle düşman kişi olmuştur. Düşman kişi bir suç işleyip sonra müslüman olursa, müslüman olmazdan önce yaptıklarından dolayı sorguya çekilmez. îlk durumda, İslâm yurdunda iken suç işlemişti ve islam Devletinin vatandaşı idi. İşlediği suçlar onun zimmetine geçmiştir. Ne var ki daru'lharbe iltihak ettiğinden dolayı ona ceza uygulanamamıştır. Devlet başkanının hükmü oraya uzan anlamaktadır. Ama daha sonra uzanabilme imkânına sahip olduğuna göre yaptığı suçlardan dolayı cezalandırılır.
Allah en iyi bilir.
59
■
"
■
■
-180-
MÜSLÜMANLARDAN İRTİDAT EDENLER VE ANTLAŞMAYI BOZAN ANTLAŞMALILAR
'
3886- imam Muhammed dedi ki: Bir belde halkı irtidat edip yurtları daru'lharbe dönüşecek olsa ve sonra da müs-lünıanlar o beldeyi fethedecek olsalar o beldenin erkekleri Öldürülür, kadın ve çocukları ise esir alınır. Nitekim Hz. Ebu Bekir, irtidat ettiklerinde Hanîfe oğullarına aynı şeyi yapmıştır. Müslümanlar orayı fethettiklerinde kadınlar: Biz asla irtidat etmedik ve dinimiz üzere müslüman olarak kaldık deseler, sözleri kabul edilir. Çünkü asıl durumda olan İslam üzere kaldıklarını iddia ediyorlar. Bu durumda esir alınmazlar ve küçük çocukları da onlarla aynı durumda olur.
Çünkü anne müslüman kaldığı takdirde küçük çocuk ona tabidir.
Ancak müslümanlardan bazıları onların irtidat ettiklerine şahitlik ederlerse o başka. Zimmîlerin bu konuda şahitlikleri kabul edilmez.
Çünkü şahitler de bu durumda kadmm mürted olduğuna şahitlik edeceklerdir. Zimmînin mürted aleyhindeki şahitliği, tıpkı müslümanm aheyhindeki şehitliği gibi kabul edilmez.
3887- Aynı şekilde ganimetten pay sahibi olan müslü-manların da kadınlar aleyhindeki şahitlikleri kabul edilmez. Çünkü bunda şahidin yararı vardır. Ancak istihsan yolu ile şahitlikleri kabul edilir.
Çünkü ortaklık geneldir ve şahitliğin kabulüne engel değildir. Benzeri durumlar daha önce anlatılmıştı.
3888- "Biz irtidat etmiştik ama siz burayı fethetmeden önce tekrar İslama dönmüştük" diyecek olsalar, iddiaları
kabul edilmez.
60
Çünkü bu durumda yeni bir İslâmdan sözediyorlar ve bu konudaki iddiaları ancak delil ile kabul edilir. Onların bu durumu, harp ehlinin durumuna benzer. Nasıl harp ehli, burayı sizler fethetmeden önce biz İslâmı kabul etmiştik, dediklerinde iddiaları kabul görmüyorsa ve yeni İslama girmiş say ılıyorlarsa, bunların iddiaları da kabul görmez.
Zimmet ehli. ahdi bozduklarında onların durumu da mürtedlerin durumu gibidir. Ancak zinımîlerin ahdi bozduklarına dair zımmi kadınların şahitlikleri kabul edilir. Çünkü onlar da zimmîdirler.
Buna delil olarak şu olay zikredilmiştir: Rivayet edilir ki Alkame b. Ulâse Hz. Bekir zamanında irtadat etti. Karısı yakalandığında kadın şöyle demiştir: "Alkame irtidat etmiş olabilir ama ben hiçbir zaman Allah'ı inkâr etmedim". Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, kadını da küçük çocuğunu da serbest bırakmıştır.
Şüphesiz daha önce kadınların müslüman oldukları bilmiyorsa, uygulama budur. Ama daha önce müslüman oldukları bilinmiyorsa, onlar da, çocukları da fey'dir.
Çünkü bu kadınlar daru'lharpte yakalanmışlardır. Daru'lharpte bulunan ise daha önce müslüman olduğu bilinmedikçe düşman ülke vatandaşıdır. Ancak müslüman kadın simaları varsa, o başka. Çünkü İslâmı tesbit konusunda sima etkin bir unsurdur ve delil olarak kabul edilir. Ancak müslümanların, onların müslüman olduklarına dair kalblerinde bir duygu belirmişse, o kadınları da, onların çocuklarını da serbest bırakırlar.
3889- O kadınlardan biri kucağında bir çocuk taşıyorsa
ve kadının kocası öldürülmüş olup kadının gerçekten evli olup olmadığı ve o çocuğun da gerçekten ona ait olup olmadığı bilinmiyorsa, kadın da: Bu benim çocuğumdur, diyorsa, çocuğun müslümanlığı konusunda kadının iddiası kabul edilir ve o çocuk fey' olmaz.
Çünkü bu dinî bir husustur ve böylesi durumlarda haber-i vahid kabul edilir. Haberi verenin erkek ya da kadın olması farketmez.
3890- Ancak delil bulunmadıkça birbirlerine mirasçı olamazlar. Bu konuda dayanak, Hz. Ömer'in, kucaktaki bir çocuk hakkında hakim Şureyh'a yazdığı yazıdır. Hz. Ömer bu yazısında, delil bulunmadıkça kucaktaki çocuğun
61
mirasçı olmayacağını, fakat bir müslümanın elinde bulunduğundan dolayı müslümanliğına hükmedileceğim belirtmiştir.
"
3891- Çocuğu kucağında taşıyan kadın: Bu çocuk,
müslüman bir kadının çocuğudur, onu bana emanet etmişti, derse, durum yine aynıdır. Ama eğer: Bu ülkeden olan bir kadının oğludur. Annesi hür bir müslüman idi ve onu bana emanet ettikten sonra öldü, derse bu iddiası kabul edilmez. Çünkü o kadının müslüman olup olmadığı bilinmemektedir. Bu nedenle
kadının bu haberi, çocuğunun müslüman ve hür olmasını gerektirmez. Bilakis,
duru'lharpte bulunduğundan dolayı fey' olur.
îmam Muhammed, bu kural üzere b'aşka meseleler de zikreder.
3892- İslâm yurdunda bulunan biri zimmî olduğunu ileri sürerse, sözü kabu elidılr ve ona dokunulmaz. Ama daru'lharpte yakalanır ve bu iddiada bulunursa, delil getirmedikçe sözü kabul edilmez.
Çünkü İslâm yurdu, emniyet yurdudur. Orada bulunan, zahir itibariyle en-miyet içerisindedir. Zahire göre şahitliği kabul görür. Harp yurdu ise, esir ve köle alınacak yurttur, orada bulunan fey1 olur. Ancak delil getirirse o zaman enmiyet içerisinde olur.
3893- Bir ülke halkı ahdi bozup savaşır ve sonra da müslümanlar onlara galip geldiklerinde onlardan biri: Biz, ahdi bozanlarla birlikte ahdi bozmadık, derse bakılır; eğer ahid bozulmazdan önce ahde bağlılıkları biliniyorsa, sözleri geçerlidir.
Çünkü subûtu kesin olarak bilinen birşey, aksi sabit oluncaya kadar olduğu durum üzere devam eder.
3894- Müslümanlardan ya da zimmîlerden bir topluluk, ahdi bozmadıklarını söyleyenlerin müslümanlara karşı savaştıklarına dair şahitlik edecek olurlarsa, ahdi bozdukları delil ile ispatlanmış olur. Şayet bu kimseler: Biz savaş-
62
mak istemiyorduk ama bizi zorladılar, iddiasında bulunacak olurlarsa, iddiaları kabul edilmez.
Çünkü delil ile ortaya konulan bir durumu değiştirmek için bilinmeyen bir durumu iddia ediyorlar. Bu durumda müslüm ani ardan bir delil getirmedikçe iddiaları geçerli olmaz.
3895- Bizimle birlikte savaşmayacak olursanız sizi öldürürüz, dediklerini iddia etseler ve müslümanlardan böyle bir durumla karşılaştıklarına dair şahit getirseler, serbest bırakılırlar ve onlara herhangi bir ceza verilmez.
Çünkü delil ile sabit olan, görme ile sabit olan gibidir. O zaman, onlarla birlikte savaşa katılmış olmalarının, rızalarının dışında olduğu kesinlik kazanır. Her ne kadar bu şekilde hareket etmiş olmaları helal değilse de, böyle davranmış olmaktan dolayı cezalandırılmazlar.
3896- "Harp yurdunda değil, kendi yurtlarında bunu yapmaya hakları vardı, düşmanın isteklerini kabul etmeyip müslümanların yanına gelebilirlerdi" şeklinde şahitler şahitlik yaparsa, bu şahitlik karşısında ikrah (zorlama) olduğu sabit olmaz.
Çünkü kendilerine ikrahın yapılmadığına dair bir şahitliktir bu.
3897- Bu iddiayı ileri sürenler önceden zimmî oldukları bilinmiyorsa, bu kimseler fey' olurlar. Ancak zimmî olduklarına dair delil getirecek olurlars, o başka.
Çünkü daru'lharpte ele geçirilmişlerdir.
3898- Şayet müslümanlar onları düşman saflarında kılıçlarını kınlarından çıkarmış fakat kimseyle savaşmadıklarını görmüş ve onlar da: Bizi zorladılar, yoksa bizim savaş meydanına gelme düşüncemiz yoktu, derlerse, sözleri kabul edilir-
Çünkü müslümanların onlardan gördükleri, ahdi bozacak bir durum değildir. Çünkü böyle bir durum müslümandan sadır olsa, imanı bozmuş olmaz. Ant-laşmalı birinden sadır olduğunda da aynı şekilde ahdi bozmuş olmaz.
63
3899- Ama biri: Onlarla birlikte ben de ahdi bozdum, ancak daha sonra vazgeçtim, derse, delil getirmedikçe sözü kabul edilmez.
Çünkü kendisi hakkında sabit olan zimmet ahdini bozmuş olduğunu kendisi söylemektedir. Vazgeçtiğine dair iddiası ise, yeni bir olaydır ve durumun böyle olup olmadığı bizce bilinmemektedir. Bu nedenle delil getirmedikçe bu iddiasını kabul edemeyiz.
3900- Müslümanlar hıristiyanlardan tanımadılar! birini İslâm yurdunda ticaret yaparken görür, sonra da duru'l-harpten bir şehri fethettiklerinde o şahsı da orada görür ve o şahıs: Ben zimmî biriyim, harp ehli esir ettiler yahut: Ben aralarında ticaret yapıyordum derse, sözü kabul edilir.
Çünkü onu daru'lİslâm vatandaşı olarak görmüşlerdir. Görmüyor musun, onu daru'lİslâmda gördüklerinde ona bir zarar vermeye kalkışmış olsaydılar ve o da: Ben zimmîyim, demiş olsaydı, dediği kabul edilirdi. Aynı şekilde ondan sonra onu daru'lharpte gördüklerinde de dediğini kabul etmeleri gerekir.
Buna göre onu daha önce görmemiş olsalar, ancak kendisi zimmî olduğuna dair imüslümanlardan ki şahit getirecek olsa, yine zimmî olarak kabul edilir. Çünkü delil ile sabit olan, görme ile sabit olan gibidir.
3901- Aynı şekilde kişi müslüman olduğunu iddia etse, bütün bu durumlarda eğer kendisinde müslüman siması varsa, sözünün geçerliliği konusunda herhangi bir prop-lem yoktur. Ama üzerinde küfür siması varsa ve bu kıyafete girmek için onlar beni zorladılar, derse yine onun sözü geçerlidir.
Çünkü daru'lİslâmda olmakla aslen müslüman veya zimmî olduğu bilinmişti. Artık bu durum sırf giyimden dolayı onun hakkında zail olmaz. Ayrıca söylediğinin doğru olma ihtimali büyüktür ve zahir buna şahitlik etmektedir. Çünkü hayat tarzı kendisininkinden farklı bir toplulukta yaşayan kişi, kendisine zarar
64
vermemeleri için takiyye olarak onların kıyafetine bürünebilir. İşte bu nedenle söylediği kabul edilir.
3902- Harp ehli barışır ve zimmî oiacak olurlarsa, bu hem kendileri için ve hem de kadınları için geçerlidir.
Çünkü kadınlar erkeklere tabidir. Ayrıca onlar, kendi evlerinde oturabilmek için zimmîliği kabul ediyorlar. Oturabilmeleri de kadın ve çocuklarıyla mümkün olur.
Şayet müslümanlara: Biz sadece kendimiz için ahid istiyoruz, kadınlarımız için istemiyoruz, derlerse, o zaman kadınları fey1 durumunda olur. Ancak kadınlardan ahit isteyenler bundan hariçtir.
Çünkü delil, hilafına açık bir ifade bulunmadığı durumlarda geçerlidir. Açık bir şekilde kadınlarımız bu ahdin dışındadır, dediklerine göre, kadınları ahdin kapsamına girmez. Çocuklara gelince, ahid almış olan babalanna tabidirler ve onlara herhangi bir zarar verilmez.
3903- Harp ehlinden biri eman alarak İslâm yurduna girer, sonra müşrik bir ülke onun ülkesine galip gelir ve orası harp yurdu haline gelirse, daha sonra müslümanlar tekrar orayı ele geçirir ve eman alan o kişiyi orada bulacak olurlarsa, bakılır; eğer o kişi orayı fetlheden müşriklerin vatandaşı ise, müslümanlar için fey' olur. Çünkü darulharbe gidip oranın yönetimi de onun gelmesini kabul edince
kendisi ile müslümanlar arasındaki eman son bulmuştur.
Görmüyor musun, kendi ülkesine geri dönmüş olsaydı, kendisine verilmiş
bulunan eman son bulacaktı. Kendi ülkesi burayı fethettiğine göre artık burası
onun ülkesi olmuştur.
3904- Ama orayı ele geçirenler ülkemizin vatandaşları değillerse, mesela kendisi Bizanslı ve orayı ele geçirenler Türkler ise6 şayet onu esir alıp oradan çıkmasına engel ol-muşlarsa, müslümanların zimmetinde olur ve müslümanlar orayı fethettiklerinde onu serbest bırakırlar.
6- Kitapta geçen bu sözler, Türklerin müslüman olmadan önceki durumlarına işaret etmektedir. (Editör)
65
Çünkü kendisi için emin olacak yere ulaşamamıştır. Oysa kendisine verilen eman, kendisi için emin olan bir yere uluşmasıyla son bulur. Ayrıca kendisi onların elinde bir esirdir ve sanki onu İslâm yurdundan esir alıp alıkoymuşlardır.
3905- Orayı efe geçirenler, oradan çıkmasını ve İslâm yurduna gitmesini engellemeyip kendisi isteyerek aralarında kalmışsa, ahdi bozmuş olur.
Çünkü kendisi daru'lharpte kalmaya rıza göstermiştir. Daru'lharpte kalmaya rıza gösteren ise, daru'Iharp vatandaşı olur ve müslümanların emamnda olmaz. Görmüyor musun, onlardan evlenecek ve ev satınalacak olsa, sonra da müslümanlar orayı fethedecek olsalar, orada bulunan diğerleri gibi kendisi de fey1 olur.
3906- Aynı şekilde bizden eman alarak bize gelen bir Bizanslı, ister eman alarak, ister almayarak kendi isteğiyle Türklere gidecek olsa, kendisi ile müslümanlar arasındaki emanı bozmuş olur.
Çünkü kendi isteğiyle oraya gitmiştir.
3907- Bizanslı biri İslâm yurdunda ticaret yapmak üzere eman isteyip yurdumuza giriş yapsa ve sonra da Türk beldelerine gidip oradan islam ülkesine mal getirip ticaret yapmak üzere eman istese, müslümanlar da kendisine buna dair eman verseler, Türk beldelerine gitmedikçe eman içerisinde olur. Türk beldelerine gidince artık müslünıan-lardan eman içinde olmaz. Ancak tekrar İslâm yurduna giriş yaptığında yine eman içerisinde olur.
Çünkü müslümanlar on Türk beldelerinde değil, islam yurdunda eman vermişlerdir. Müslümanlar " İslâm yurduna geldikten sonra oradan çıkıp tekrar ülkene dönünceye kadar sana eman verilmiştir" demişlerse o zaman Türk ülkelerinde bulunduğu zamanlarda da kendisine eman verdiklerini açıkça söylemiş olurlar.
3908- Kendisi Türk ülkelerindeyken, müslümanlar o-nun emanma son vermek isteseler, son veremezler. Ancak
66
geri dönüp kendi ülkesine ulaştıktan sonra emanı son bulur.
Çünkü eman içerisinde bulunduğu bir ülkede emamnı bozmaya kalkmışlardır. Nasıl İslâm yurdunda bulunduğu bir sırada kendisine verdikleri emanı geri akmıyorlarsa, orada bulunduğu sırada da geri alamazlar. Eman alan kişi ancak kendisi için emin olan yere, yani İslâm yurduna giriş yaptığı yere tekrar döndüğünde emanı son bulur.
Allah en iyi bilir.
■
.
1
■
67
-181-
ESİR DÜŞEN KÖLE İLE İLGİLİ HUSUSLAR
3909- İmam Muhammed dedi ki: Köle esir düşer ve ganimet olur, efendisi de Ölür ve mirasçıları gelip köleyi ganimet taksiminden önce bulurlarsa, bir şey ödemeden alırlar, ganimet taksiminden sonra bulurlarsa, bedelini ödeyerek alırlar.
Çünkü mirasçılar, mirasçı oldukları kimse makamındadırlar. Bu alış, fidyesini Ödeyerek tekrar mülkiyete almaktır. Tıpkı cinayet işleyen birinin fidyesini vererek kurtarmak gibidir. Bu hususta mirasçılar, mirasçı oldukları kimse makam nidadırlar.
3910- Bu husus, şuf'adaki durumun aksinedir. Çünkü şuf'a hakkına sahip olan kişi Öldüğü takdirde mirasçıları böyle bir hakka sahip olmazlar. Bu hususta onun makamında kabul edilmezler.
Çünkü şufa hakkı, komşuluk sebebiyledir. Miras bırakan kişinin ölmesiyle de komşuluk son bulmuştur. Mirasçıların komşuluğu ise, sonradan meydana gelme bir komşuluktur. Bu nedenle onların şufa hakları yoktur. Oysa köle ile ilgili meselede geri alma, eski mülkiyet itibariyledir, Misarçı olunan kişinin ölümüyle bu durumda bir değişiklik olmaz. Mirasçılar, o mülkiyet hususunda miras bırakanın haklarını devam ettirirler. O mülkiyet nedeniyle mevcut olan bütün haklar, olduğu gibi nirasçılara geçmiş olur.
.
3911- Ganimetler taksim edildikten sonra mirasçıların bir kısmı değerini ödeyip alalım derken, bir kısmı da buna itiraz edecek olursa, kendi aralarında bir karar vererek o köleyi ya tüm olarak geri alır veya almaktan vezgeçerler.
Çünkü geri almakla onu ölünün eski mülkiyetine iade etmiş olurlar. Ölünün bir borcu çıkacak olursa, ödenmesi için icabında bu köleyi satıp onu ödeyeceklerdir. Ölen kişinin kendisi de hayatta olup kölenin bir kısmını satmalmak isteseydi yine bu mümkün olmayacaktı. O halde mirasçılar için de aynı durum sözkonusudur.
68
3912- Mirasçıların bir kısmı, fidyesini vermekten imtina eder ve bir kısmı da fidyesini biz vereceğiz diyecek olursa, bunu yapabilirler. Ancak yaptıkları ödeme, günül-lü bir ödemedir ve diğerlerinden bir karşılık alamazlar.
Çünkü köle, ölünün eski mülkiyetine dönmüş olur ve mirasçıların mirası arasına girer. Değerini Ödemiş olanlar, diğerlerinin payına düşeni gönüllü olarak ödemişlerdir.
3913- Kendisine üçtebir vasiyet yapılmış olan kimse de diğer mirasçılar gibidir.
Çünkü vasiyetten dolayı mirasçılarla malda ortaktır. Fidye verme konusunda da mirasçılardan biri gibidir.
3914- Vasî ya da mirasçı yahut kendisine vasiyet yapılmışlardan biri hazır olur ve diğerleri orada bulunmadığı halde yalnız başına fidye vermek isterse, fidyeyi verir ve köleyi geri alır.
Çünkü orada bulunan bu kişi, ölü namına bir taraftır ve köleyi almakla onu ölünün eski mülkiyetine İade etmiş olur. Cinayetin fidyesini verme meselesinde olduğu gibi bu hususta Ölünün tarafını temsil etmektedir.
3915- Kendisine üçtebir vasiyet yapılan kişi hazır bulunsa ve ganimetten payına o kölenin düştüğü kişi de kölenin ölen kişinin kölesi olmadığını söylese, kendisine vasiyet yapılmış olan kişi de onun kölesi olduğuna dair delil getirecek olsa, delili kabul edilir ve mahkemede köleyi alan kişiye karşı taraf olur.
Çünkü bu kimse de kalan miras hususunda mirasçılara ortaktır. O da onlar gibi mahkemede taraf olabilir.
3916- Kıymetinin tamamını fidye vererek köleyi aldığı takdirde, hakim ona kölenin mülkiyetinin sadece üçtebiri-ni verir ve diğer üçte ikisini diğer mirasçılar gelip alıncaya kadar onlar için tutar. Onlar da geldiğinde üçte bir payı alan kişiye böyle bir vasiyetin yapılmadığını söyleseler, hakim onların inkar etmesine iltifa tetmez.
■
69
Çünkü muhakeme sonucu üçtebirin kendisine ait olduğu sabit olmuştur ve mirasçılar namına mahkeme taraf olmuştur. Tekrar vasiyetin kendisine yapılmış olduğunu mirasçılara karşı isbatlamasına gerek yoktur.
3917- Gelen kişi, ölünün alacaklılarından biri ise, kölesinin payına düştüğü kimseye karşı taraf olamaz ve bu kimseye karşı herhangi bir iddiada bulunamaz.
Çünkü ölünün kendisine borçlu olduğunu isbat etmesi gerikİr.
3918- Kölenin payına düştüğü kimse, Ölü namına bir taraf değildir. Kendisine vasiyet yapılmış olan kişi ise, tıpkı mirasçı gibi kendi adına köleden alacağı vardır ve bu nedenle de taraftır. Köle kendi payına düşmüş olan kişi ölüden alacaklı olduğunu iddia eden kimsenin gerçekten alacaklı olduğunu ikrar etse de, hakim, değeri karşılığında köleyi kendisine geri vermesini ona emretmez.
Çünkü onun ikrar etmesiyle ölünün zimmetinde borç sabit olmaz.
3919- Lakin mirasçılardan biri veya vasî hazır bulunur ve fidye vermekten kaçınırsa, alacaklı olan kimse de fidye vermeye talip olursa, hakim mirasçı veya vasîy olan kişiyi alacaklı karşısında taraf kabul eder ki, alacaklı olan kimse alacaklı olduğunu ispat edebilsin.
Borcu delil ile ispat konusunda kendisi ölünün yerini doldurmaktadır. Daha sonra alacaklı dlan kimse, köle satılıp alacağını tahsil edebilmesi için kölenin fidyesini verebilir.
3920- Vasî hazır bulunduğunda alacaklının alacağı bulunduğunu itiraf edecek olursa, alacaklı bundan yararlanmaz. Kendisine: Alacağın bulunduğuna dair delil getir,
denilir ve vasi de taraf olarak kabul edilir.
Çünkü onun, ölünün yerine kaim oluşu sadece değerlendirme konularındadır. Ölünün borcu olduğunu itiraf etmek, değerlendirme (nazar) konularından değildir. Bu hususta o, yabancı biri gibidir. Borcu itiraf etmesi geçersiz olunca o, bu hususta yok gibidir.
70
3921- Borcu itiraf eden mirasçılardan biri ise, alacaklı, kölenin değerini fidye olarak verebilir.
Çünkü mirasçı, kendi payına düşen miras konusunda alacaklının alacağı bulunduğunu itiraf etmekle borç kesinleşmiş olur.
3922- Daha sonra alacaklı köleyi alacak olursa, hakim, mirasçıların payını ayırır ki gelip itiraf etsinler veya reddetsinler. İtiraf eden mirasçının payını alacaklı için satar.
Çünkü itiraf etmesi, kendisine düşen pay hususunda bir delildir. Kendi itirafı ile sabit olan, delil ile sabit olan gibidir.
3923- Kendisine üçtebîr vasiyyet edilen kişi gelir ve borçlu itiraf edecek olursa ve köle de kendi payına düşerse, değeri karşılığında onu fidye olarak verebilir.
Çünkü itiraf ile sabit olan, itiraf eden açısından delil ile sabit olan gibidir.
3924- Mirasçılar gelip o kişiye vasiyet yapıldığını reddedecek olsalar, iddiaları kabul edilir ve onlara şöyle denilir: Kendisine vasiyet yapılmış olana fidyenin üçtebirini verin ve köleyi alın.
Çünkü kendi üçtebir payı komısunda'hak sahibidir. Mirasçılara düşen üçte iki konusunda ise gönüllü olarak kendisi fidye ödemiştir ve bu üçte iki konusunda bir alacağı yoktur.
3925- Aynı şekilde kölenin kendisine vasiyet edildiğini idda etse ve mesele de yukarıda anlattığımız şekilde ise, mirasçılar fidyenin tamamını ona verecek olsalar, köleyi alabilirler.
Çünkü burada bütünü için fidye verirken kendi mülünü kurtarmaktadır. malının üçte birinden çıkarıldığı taktirde, kölenin tümünün kendisine ait olduğunu iddia etmektedir. Onun için verdiği fidyede gönüllü olarak ödediği bir şey yoktur.
3926- Mirasçı ya da kendisine vasiyet yapılan kişi taksimattan önce hazır bulunsa, delil getirmeksizin köleyi alamaz.
Çünkü hak, bütün müslümanlarındır. Onlara karşı hakkını İspat etmek ancak delil ile olur.
71
3927-Delü ile ispat edecek olursa, karşılık ödemeden kaleyi alır ve köle miras bırakan kişinin eski mülkiyetine dönerek miras bıraktığı mallar arasına girer. Köle, kendisinden esir alındığı kişinin hastalığında bir adamın eline düşse ve onu kendisine teslim etse, caiz olur. Payına düşen kişi ister Ölünün mirasçısı olsun, yabancı olsun, hakkında kayırma olsun veya olmasın, farketmez. Düşmandan satın alan kişiye teslim edecek olursa, kayırma meydana
gelmemiş olur.
Çünkü ona teslim etmekle onu birşeye malik kılmıyor. Sadece mal olmayan bir hakkı iptal ediyor. Herhangi bir şekilde mal olarak bir karşılık alması da caiz değildir. Bu, şuf a hakkını kabul etmek gibi birşeydir. Herhangi bir sebeple hasta kişinin şufa hakkını teslim etmesi mutlak olarak caizdir. Bu da ona benzemektedir.
İleride köleyi satmak üzere pazarlık yaparsa, durum
yine aynıdır.
Çünkü bu, köleyi teslim edeceğinin delilidir ve tıpkı şufa meselesinde
olduğu gibi teslimi açıkça ifade etmesi gibidir.
Kıymetini vererek almak, cinayet için fidye vermek gibidir, dediniz.buna göre hastanın böyle yapması, mirasçısı hakkında doğru olmaması, dolayısıyla kendisi itibariyle kayırma olmaması gerekir, diye itiraz edilirse, deriz ki:
Bu tasarrufu ile mirasçıya mal temlik ederse, söylediğiniz doğru olur. Halbuki burada mirasçıya hiçbir şey temlik etmemektedir. Mirasçı, satın almakla veya payına düştüğü için köleye malik olmuştur. Onun için mirasçının hakkında
onu teslim etmek doğru olur.
Birini kefaletten ibra etmeğe ve kölenin kanını bağışlamaya benzer. Hasta olan kişinin mirasçısı ile bunu yapması doğru olduğu gibi, yabancı ile yapması da doğrudur. Bunu şöyle açıklayalım:
Payına kölenin düştüğü kişi, azat etme ve müdebber yapmakla alma hakkını düşürebilir ve bundan dolayı hiçbir tazminat ödemez.
Bu da gösteriyor ki bu hak zayıftır. Zaten payına düştüğü kişinin tasarrufu sonucu hakkın düşmesi ile hasta kişinin hakkı düşürmesi arasında hiçbir fark yoktur.
72
3928- Kendisinden esir alınan kişi ölür ve mirasçısı da yoksa, bıraktığı miras müslünıan topluma kalır ve devlet başkanı müslünıan toplumun naibidir. Şayet taksimat yapılmazdan önce durum bilinirse, karşılık vermeksizin köleyi beytu'lmala alır. Şayet taksimattan sonra durumu o_r-_ taya çıkarsa, dilerse karşılığını vererek onu beytu'lmala teslim eder, dilerse onu terkeder. Esiri, onu düşmandan satmalan birinin elinde bulur ve o esirin değeri bin olduğu halde onu beşyüze almışsa, evla olan onu değeri üzerinden almasıdır. Çünkü onda müslümanların payı vardır. Ama payına düştüğü birinin elinde bulursa, onu değeri üzerinden alması gerekir ve bunda müslümanların açık bir menfaatleri mevcut değildir.
Çünkü müslümanların hakkı onun değerindedir, esirin kendisinde değildir. Bu nedenle onu almakta bağımsız değildir. Ancak bunda müslümanların bir yararlarının bulunduğu görüşüne varırsa, o başka.
3929- Kendisinden esir alınan kişi köleyi, onu düşmandan satın alan birinin elinde bulur ve bir müddet geçinceye kadar ondan onu istemeyip sonra istemeye kalkarsa, karşılığını vermek suretiyle onu geri alabilir. Şuf'ada ise durum böyle değildir. Şuf'a hakkına sahip olan kişi malın satıldığını duyduktan hemen sonra mala talip olmazsa, şuf'a hakkını kaybeder.
Çünkü şufa hakkına sahip olan kimsenin susması, müşterinin zarara uğramasına engel olmak için bunu kabul ettiği şeklinde kabul edilir. Çünkü şefî (şufa hakkına sahip olan), şufa hakkına sarılmakla müşterinin tasarrufunu bozma imkânına sahiptir. Susması, bunu kabullenmesi anlamına alınmadığı takdirde müşterinin mülkiyeti işlevsiz olur ve satın aldığı şeyde tasarruf imkânı ortadan kalkar. Bu sebeple susması, bunu kabullenmesi anlamına alınmıştır. Burada ise bu anlam sözkonusu değildir. Kendisinden esir alınan kişi, köleyi kimin elinde bulursa onu geri alır ve bu davranışı, yapılmış olan tasarrufları engellemez.
Görmüyor musun, onu karşılıksız olarak geri almak için taksimatı bozmuyor. O halde, susmasını kabullenme anlamına almaya gerek yoktur.
73
3930- Esir alman köle eğer babası veya vasîsi bulunan küçük bir çocuğa ait ise ve biri, değeri bin olduğu halde onu beşyüze satın almışsa, baba veya vasî de çocuğun hakkını beşyüze teslim ediyorsa, caizdir.
Ebû Hanife ve Ebû yasuf a göre bu caizdir. Ancak İmam Muhammed ve Züfer'e göre, şuf aya kıyasla caiz değildir. Bu teslim ile her iki durumda da köle, çocuğun mülkiyetinin dışına çıkmaz. Müşteri, düşman biri olup kölenin değeri beşyüz olduğu halde onu bine almışsa ve baba yahut vasî bin vererek onu geri almaya kalkışacak olursa, bunu yapamazlar. Çünkü bunda çocuğun büyük zararı
sözkonusudur.
Orada köleyi kendine satın almış olur. Ama burada
kendine satın almış olmaz.
Burada müşterinin rızası olmaksızın-köleyi kendisine alma hakkına sahip değildir. Köleyi satınlamakla onu eski mülkiyete iade etmiş olur ki kendisinin böyle bir mülkiyeti sözkonusu değildir. Mülkiyet, çocuğa aittir.
3931- Müşrikler müslümanlann topraklarından birini ele geçirir, orası şirk yurdu olur, sonra da müslümanlar o toprağı geri alacak olurlarsa, o toprakların sahiplerinden kimseler taksimattan önce gelecek olurlarsa, karşılıksız olarak topraklarını geri alırlar. Ama taksimat yapıldıktan sonra gelecek olurlarsa, dilerlerse karşılığını vererek topraklarını geri alırlar. Çünkü taprak da, diğer mallar gibi müslümamn malıdır.
Toprağın payına düştüğü kişi, o toprak üzerinde bina inşa ettikten sonra eski sahibi çıkar gelirse, o toprağı geri alma hakkına sahip değildir.
Çünkü üzerinde bina yapmakla o toprak, toprak olmaktan çıkmıştır ve eski sahibinin toprağı geri almak için o binayı yıkma yetkisi yoktur. Bina yapan kişinin diğer tasarrufları gibi bu tasarruf da geçerlidir. Ama toprakla birlikte binayı satınalırsa, o başka. Bu, hibe edilmiş toprağa benzer. Kendisine bir toprak hibe edilen kişi, o toprak üzerinde bir bina yaptıktan sonra hibe eden kişi toprağı geri almak isterse, alamaz. Çünkü bina yapmak, bir nevi tüketimdir, Bu da onun gibidir.
74
3932- Fasit bir aliş-verişle bir toprağı satın alıp üzerinde bina yapan kişi hakkında da Ebû Hanife aynı görüştedir. Bina inşa edildikten sonra satıcı o toprağı geri alamaz. Malumdur ki burada satıcının hakkı, eski sahibin hakkından daha kuvvetlidir. Bina yapılmasından dolayı satıcının toprağı geri alması ve bina yapılmadan önceki duruma geri getirilmesi için hakim karar veremiyorsa, burada eski sahibi fidyesini vererek alabilir.
Çünkü engel, binanın yapılmış olmasıdır. Bina ortadan kaltıktan sonra ancak onu geri alabilir. Çünkü bina ortadan kalktıktan sonra engel ortadan kalkmış olur. .
Bir tarlayı başkasına hibe eden de bu durumdadır. Kendisine hibe edilen kişi, tarlanın üzerindeki bina ortadan kaldırıldıktan sonra hibe ettiği tarlayı geri alabilir. Orayı harp ehli ele geçirip üzerinde bina inşa edecek olsalar durum yine aynıdır.
Çünkü oranın eski sahibi, ancak mülkü olan şeyi geri alabilir. Üzerinde yapılmış olan bina onun mülkü değildir. Binayı alamaz ve payına düşmüş olan kişi binayı yıkacak olursa, değerini vermek suretiyle eski sahibi tarlayı geri alabilir. Çünkü artık engel ortadan kalkmıştır.
3933- Ama müşrikler orayı ele geçirdiklerinde üzerinde bina var idiyse, ilk sahibi, payına düştüğü kimeseye değerini vererek orayı geri alma hakkına sahiptir.
Çünkü binasıyla birlikte orası ona aitti ve satın alarak tekrar mülkiyetine
geçirebilir.
Payına tarlanın düştüğü kişi, içinde müslümanlarin namaz kılacakları bir mescit inşa eder ve müslümanlar da orada namaz kılar ya da orayı miskin ve fakirlere vakfeder yahut mezarlık veya müslümanların uğradıkları bir han haline getirir, sonra ilk sahibi çıkar gelirse, bu tarladan alacağı olmaz.
Çünkü tarlada yapılmış olan tararruflar artık onu fertlerin mülkü olmaktan çıkarmıştır. Bu, kölenin payına düştüğü kimsenin o köleyi âzad etmesi olayına bir
ölçü kabul edilmiştir. Çünkü ilk sahibi, yapılmış olan tasarrufları bozmadan onu geri alır. Oysa tarla meselesinde yapılmış olan tasarrufları bozmadan tarlanın değerini vererek onu geri alamaz. Kamu yararına yapılan bu tararruflar yapıldıktan sonra, artık orası kimsenin mülkü değildir ki değerini ona ödeyerek
tarlayı geri alabilsin.
Bu yönüyle şufa meselesinden de ayrılmaktadır. Çünkü şuf a hakkı olan kişi müşterinin tasarruflarını bozabilir. Müşterinin tasarrufu bozulduktan sonra ise daha önce olduğu gibi mal sahibine döner ve o da (yani şefi1) onu kendisinden alabilir. Mescidin çevresinde bulunan binalar harap olur ve o mescitte namaz kılanlar başka yere göçecek olursa, imam Muhammed'in görüşüne göre tarla sahibinin mükiyetine geçer. Çünkü engel ortadan kalkmıştır. İlk sahibi, değerini Ödeyerek onu geri alabilir.
3934- Aynı şekilde savaşta ele geçen at ise ve atın payına düştüğü kimse onu vakfedecek olsa, sonra da ilk sahibi çıkıp gelecek olsa, atı geri alamaz. İmam Muhammed'in görüşü budur. Çünkü ona göre hem gayr-ı menkulde ve hem de âdet haline gelmiş menkulün vakfedil-• meşinde bir sakınca yoktur.
Ebû Hanife'ye göre ise, vakfedilenin mülkiyeti için bu durum sözkonusu değildir. Vakıf bağlayıcı olmadığı gibi, malı sahibinin mülkiyetinden de çıkarmaz. Onun için ilk sahibinin alma hakkı vardır. Ama özellikle mescitte bu hak yoktur. Çünkü mescit vakıf ise, mülkiyet ilk sahibinin elinden çıkar. Çünkü ilk sahibi yapılan tasarrufu bozamaz. Onuniçin taksimatı bozamadığı gibi, payına düşen kişinin satışını da iptal edemez. Gerçi değer ile ücret arasında fark olduğu için menfaat sözkonusudur.
Ancak başkasından satın aldıktan sonra bir mülkiyetten başkasına geçmesi ihtimali vardır. Böylece geri alma hakkı baki kalır. Belirttiğimiz tasarruflardan sonra ne bir karşılık verilerek ve ne de karşılıksız mülk edinilme yeridir. Mülkiyete mahal olacak konuma girmedikçe onu geri alamaz. Mülk edinme, kölenin payına düştüğü kimse
76
tarafından nıükâtep kılınması mesabesindedir. Sahibinin onu geri almaya hakkı yoktur. Ama mükateb kılınan köle, anlaşma yapılan miktarı ödemeyince, engel ortadan kaktığı için ilk sahibi değerini vererek onu geri alabilir.
Aynı şekilde payına düştüğü kimse borcuna karşılık oiıu birine rehin bıraknıışsa, rehin alan kişi borcunu ödeyip onu serbest bırakmadıkça ilk sahibi onu geri alamaz. Çünkü rehin alan kişinin hakkı o kölede mevcuttur. Ancak rehin olma hadisesi ortadan kaltıktan sonra artık engel bulunmadığından ilk sahibi değerini vererek onu geri alabilir.
3935- Şayet ilk sahibi: borcu ödeyip köleyi de değerini vererek geri alayım derse, rehin bırakan da, rehin alan da bu teklifi kabul etmek zorundadır. Çünkü rehin alan kişinin hakkı tam olarak ödenmiştir ve rehin bırakan kişi dilerse daha sonra borcunu öder.
Çünkü kişi, o borcu ödemek zorunda değildi ve buna ihtiyacı da yoktu. Rehin bırakan kişi borcunu ödeyinceye kadar bekler sonra köleyi geri alırdi.
3936- Kölenin payına düştüğü kimse belli bir müddet için köleyi birine ücret karşılığında kiraya vermiş ve ücretini almışsa, ilk sahibi kiralamayı bozarak köleyi geri alabilir.
Çünkü kiralama işi, mazeretlerden dolayı bozulabilir. İlk sahibin köleyi geri alma hakkı, kiralama konusunda bir mazerettir ve onu bozar. Her ne kadar sair tasarruflar bu sebeple bozulmuyorsa da, buradaki tasarruf bozulabilir. Çünkü kusurdan dolayı müşterinin geri verme hakkının bulunması, diğer tasarruflar dışında kiralama konusunda akdin bozulması için bir mazerettir.
3637- Ele geçirilen, bir müslümanin devesi olup bu devenin payına düştüğü kimse onu kurbanlık diye boynuna bir gerdanlık yahut kurbanlık işareti koyarsa, ya da o deveyi bayramda kesilecek kurban kılarsa, sonra da ilk sahibi çıkıp gelirse, değerini vererek devesini geri alabilir.
77 Çünkü payına düştüğü kimsenin o deve üzerindeki mülkiyeti bu tasarrufla
ortadan kalmış değildir.
Görmüyor musun, o deveyi satacak olsa, bu tasarruflarla birlikte onu satması caizdir. Ama vakfetmesi durumu böyle değildir. Burada onun sözkonusu deve üzerindeki mülkiyeti ortadan kalkmıştır. Kurbanlık koyun ve deveye kıyas ederek vakfedilmiş olan hayvanın da değiştirilebileceğini söyleyenin hatası da böylece anlaşılmış olmaktadır. Kişi değerini vererek devesini geri alacak olursa, payına düştüğü kimse o devenin yerine başkasını kurbanlık yapar.
.
3938- Esir düşen köle olup biri değerinden daha pahalı veya daha ucuz onu düşmandan satın alır ve Ölüm döşe-
ğinde iken o köleyi başka bir kimseye vasiyet ederse, ilk sahibi, değerini vererek o köleyi kendisine vasiyet edilenden satın alabilir.
Çünkü vasiyet, Ölümden sonra vasiyet edilen şeyi teberru etmekdir. Böylece hayatta iken hibe ederek teberru etmeye benzer. Kendisine hibe edilen şahsa değerini vererek onu nasıl geri alabiliyorsa, vasiyet edilen kişiden de değeri karşılığında alabilir.
3939- Onu alan kişi, köleyi vasiyet etmemiş (ve köle mirasçılarına kalmışsa) ilk sahibi yine miras bırakan kişinin satın aldığı parayı mirasçıya ödeyerek onu geri alabilir.
Çünkü veraset, yerine geçme anlamındadır. Mirasçı için sabit olan mülkiyet, miras bırakan İçin sabit olan mülkiyetin kendisidir. Bu nedenle miras bırakan kişi onda bir kusur bulacak olursa, kusurdan dolayı iade edilebilir; Çünkü kendisine miras bırakan kişinin yaptığı tasarruf sonucunda alan kişi al-danrmş sayılır. İste bu yüzden (yani mirasçı ile miras bırakan arasındaki durumdan dolayı) miras bırakan kişiye değerini vererek köleyi nasıl geri alabiliyorsa, mirasçıya da değerini vererek köleyi geri alabilir. Kendisine vasiyet yapılmış olan ise, yeni bir sebeple o mala malik olmuştur. Bu nedenle vasiyet yoluyla bir şeye sahip olan, kusurdan dolayı satıcıya malı iade edemeyeceği gibi, kusurdan dolayı malı kendisi de iade edemez.
İmam Muhammed dedi ki: Ölen kişi, kölesini herhangi bir kimseye vasiyet etmemiş ama birine hizmet etmesini
78
ya da gelirinin birine verilmesini vasiyet etmişse, ilk sahibin o köleyi para ile ya da değerini vererek satınalma hakkı yoktur.
Çünkü kendisine vasiyet yapılan kişinin onda kalıcı bir hakkı vardır. Bu sebeple de mirasçı, o köleyi satma ve kendisine vasiyet edilenin hakkını iptal etme hakkına sahip değildir. Bu nedenle ilk sahibi o köleyi mirasçıdan alamaz, çünkü kendisine vasiyet yapılmış olanın o kölede hakkı vardır.
Kendisine vasiyet yapılmış olan kimseden de satın alamaz.
Çünkü vasiyet yapılmış olan kişi, o kölenin kendisine sahip değildir. Bedel ile birinden birşey satmalabilmek için o kimsenin satışa konu olan şeyin kendisine sahip olması gerekir. Birinci meselede durum farklı idi. Çünkü kendisine vasiyet yapılmış olan kişi malın kendisine sahip idi ve değeri karşılığında onu satma hakkına da sahipti.
Kendisine kölenin geliri yahut hizmeti vasiyet edilmiş olan kişi ölmüşse, ilk sahibi, değerini vererek köleyi
■
mirasçıdan alabilir.
Çünkü kendisine vasiyet yapılmış olan kişinin hakkı, onun ölmesiyle son
bulmuştur. Böylece engel ortadan kalkmıştır.
■
3940- Esir düşmüş köle şayet iki kişinin ortak mülkü ise ve bu ortaklardan biri hazır bulunacak olursa, kölenin payına düştüğü kimseye kölenin değerinin yarısını vererek kölenin yarısına sahip olabilir. Çünkü satınalma hakkı, eski mülkiyetten kaynaklanmaktadır. Eski
mülkiyette ortaklardan herbiri mülkün yarısına sahip olduğuna göre, yansının
karşılığını vererek onu geri alabilir.
Şayet ortakların ikisi de gelir ve bunlardan biri köleyi satın almak isteyip diğeri istemiyorsa, talip olan kişi kölenin yarısını satın alabilir. Çünkü ortaklardan herbiri kendi payı hakkında karar verebilir. Diğeri nasıl
bu ortağın payına karışmıyorsa, satın alan kişi de diğerinin payı konusunda etkili
olamaz.
79
Kölenin payına düştüğü kimse, mülkiyeti parçalara ayırıyorsunuz ve bu yaptığınızla bana zarar veriyorsunuz, diyemez.
Çünkü ilk malikin uğramış olduğu zararı defetmek, kölenin payına düştüğü kimsenin uğradığı zararı defetmekten evladır. İste bu nedenle ortaklardan dileyen,diğeri kabul etse de, etmese de, satın alabilir.
Ama kendisinden esir alınmış olan kişi tek başına olsa
ve ölerek ardında iki çocuk bırakmışsa, kölenin payına
düştüğü kimsenin rızası olmaksızın o çocuklardan biri
kölenin yarısını aimaya yetkili değildir.
Çünkü mülkiyetin aslı, miras bırakan kişinindir. Mirasçılar İse onun yerine geçerler. Mülkiyetin asıl sahibi olan kişi şayet hayatta olsaydı, mülkiyetin bir kısmını alıp bir kısmım almamazlık edemezdi. Ya hepsini alırdı veya hepsini payına düştüğü kimseye bırakırdı. Mirasçılar da kendisinin yerine geçtiklerine göre onlar hakkında aynı durum geçerlidir.
Şayet, buna göre mirasçılardan biri, kölenin payına düştüğü kimseye kalmasını söyleyecek olsa, bu ikisi tarafından da bunun kabul edilmesi gerekir, çünkü miras bırakan kişi hayatta iken, yarısını teslim edip diğer yarısı hakkında birşey söylememiş olsaydı, tam teslim anlamına gelmez miydi? denilecek olursa, şöyle deriz:
Arada fark yoktur. Miras bırakmış olan kişi, yansım değerinin yarısıyla satın almak üzere veriyorum, derse, bu ondan teslim sayılmaz. Tıpkı burada iki mirasçıdan birinin teslim etmesi, diğerinin hakkında teslim sayılmayacağı gibi. Ancak yukarıdaki meselede miras bırakan kişi bütünü teslim edebilirdi.Tıpkı şufada olduğu gibi, mutlakolarak yansını teslim etmesi, tümü teslim etmesi gibi sayılır. Burada ise, mirasçılardan biri, diğerinin hakkında teslim etme yetkisine sahip değildir. Bu da, diğer yansını almak şartıyla miras bırakan kişinin yarısını teslim etmesi mesabesinde olur.
3641- Müşrikler yenilgiye uğrayıp o ev müslüman-lardan birinin payına düşse ve binanın bir kısmını yıkacak olsa, sonra o binanın asıl sahibi gelerek evi geri almak istese, onu geri alır ve payına düştüğü kimseye teslim aldığı günkü değerini öder. Binanın yıkılmamış olarak geri kalan kısmını da alabilir.
80
Çünkü binanın geri kalmış olan kısmı, daha önce kendisinin mülkü idi.
Görmüyor musun, binanın payına düştüğü kimse, binasının bir kısmım yıkmadan önce asıl sahibi gelmiş olsaydı, binanın tamamını alabilecekti. Binanın tamamını alabilen, geri kalan kısmını da alabilir. Payına düşmüş olan kimsenin binanın bir kısmını yıkmış olmasından dolayı binanın değerinden bir şey düşülmez. Payına düştüğü günkü değeri esastır.
Çünkü kişinin verdiği miktar, kendi mülkiyeti İçin fidyedir ve verilen fidyede asla itibar edilir. Aslından birşeylerin eksilmiş olması, fidyeyi eksiltmez.
3942- Payına düştüğü kişi, bir kısmını tüketmiş olsa, yine birşey bozulmamış olur ve ilk mâlik durumunda olan kişi fidyeyi tam olarak verir. Oysa şuf'a da durum böyle değildir. Müşteri, binayı yıkacak olup sonra şefi çıkıp gelse, yıkılmış olan üzerinde herhangi bir hakkı yoktur, ancak boş arsayı değerine göre alır.
Çünkü şufa sebebiyle alma hakkı, menkûle değil, gayr-ı menkûle has bir durumdur. Yıkılmış olan ise, menkûl durumundadır.
Ayrıca şufa sebebiyle almak, satın almak mesabesindedir.
Çünkü şufa hakkı olan kişi başlangıçta parayla alınmış olana malik olur. Bina bir vasıf mesabesindedir. Sonradan bir olayla bina yıkılmış, binaya tekabül eden pay, şufa sahibinin ödediği meblağlardan düşülür. Oysa ilk maliki durumunda olan kişi fidye vermekle onu eski mülkiyetine iade etmiş olur. Fidyenin vasfın karşılığı deşil, aslın karşılığı olduğunu daha önce belirtmiştik.
Buna göre evin bulunduğu yer aslında hurma ağaçlarının bulunduğu bir yer idiyse ve sonra da ilk sahibi çıkıp gelecek olsa, evle birlikte tamamını, o yerin payına düştüğü günkü hurma ağaçlı şekliyle olan değeri üzerinden alabilir. Payına düştüğü kimse meyvesini yemiş olması, - onları satmış olması ya da ağaçlarını sökmüş olması durumu değiştirmez.
Çünkü o tarla ve hurmalıkların değeri olarak verdiği, aslın karşılığı bir fidyedir. Bu nedenle bir nitelik veya satışın değişmiş olması asıl olanı değiştirmez. Ancak hurma veya meyveler satılmış ve müşterinin elinde mal olarak duruyor-
,
81
larsa, müşterinin alırken verdiği parayı kendisine vererek hurma ve meyveleri geri alabilir. Oysa şufa da durum böyle olmayıp gayr-ı menkulde geçerlidir. Şufa hakkına sahip olan kişi, hakkı devam ettiği müddetçe müşterinin tasarrufunu bozma yetkisine sahiptir. Bu nedenle diyoruz ki: Müşteri hurma ağaçlarını sökmeden önce gelecek olursa, alış-verişi bozma hakkına sahiptir. Dilerse, değerini vererek ilk müşteriden tamamını alabilir.
3943- İmam Muhammed dedi ki: Biri satın aldığı bir köleyi teslim almadan köle düşmana esir düşer, sonra da bir müsümanın payına düşerse, daha sonra hem satıcı ve hem de müşteri çıkıp gelecek olurlarsa, dilediği takdirde satıcı değerini vererek onu geri almaya daha çok hak sahibidir. Çünkü köle esir düşmezden önce onundu.
Kölenin değerinin tamamını verebilecek durumda değilse, değerini tamaiayıncaya kadar onu tutma (bekletme) hakkına da sahiptir.
Çünkü satılan birşey, müşteri tarafından teslim alınıncaya kadar satıcının mülkiyet garantisi altındadır.
Bu nedenle teslim alınmadan önce helak olduğu takdirde satıcının mülkiyetinden helak olmuş olur. Müşteri değerini vererek onu aldığı takdirde, değerini verirken bunu teberru olarak vermiyor. Hakkına ancak bu yolla uluşa-bileceği için onu veriyor. Böylece müşteri muhayyerdir, dilerse ilk değeri üzerinden onu alır ve dilerse vazgeçer. Muhayyerlik onun için sabittir. Çünkü değerde bir artış olmuştur ve bu artıştan sorumlu değildir.
Satıcı değerini vererek onu geri almak istemezse, müşteri dilediği takdirde değerini vererek onu alabilir. Çünkü esir düştüğünde onun mülkiyetine geçmek üzereydi ve onu kendi mülkiyetine tekrar alma hakkına sahiptir.
Ayrıca değerini satıcıya teslim etmesi gerekir. Çünkü satılmaya konu olan köle satıcıya aittir. Şayet satıcı: "Değerini verinceye kadar köleyi ondan alırım ve benim yanımda bekleyecektir" diyecek olsa,
82
buna hakkı yoktur. Çünkü henüz başlangıçta onu almaktan imtina edip müşteri onu hepsettiğinden dolayı artık satıcı hakkını kaybetmiştir. Bu tıpkı şuna benzer: Satıcı satmaya konu olan malı müşteriye teslim ediyor ve sonra da onu geri almak isteyip değrini getirinceye kadar onu yanımda hapsedeceğim diyor.
3944- Kendisinin elinde iken kölenin esir düştüğü kişi ölür ve ardında küçük bir çocuk bırakıp onu birinin vesayetine teslim etmişse ve sonra da düşmana esir düşen köle, müslümanların aldıkları ganimetler arasında geri gelir, vasî de ganimetler taksim edilmezden Önce gelip köleyi bulursa, birşey ödemeksizin o çocuğu geri alır. Ama taksimat yapıldıktan sonra onu bulmuşsa, dilerse değerini vermek suretiyle onu alabilir. Çünkü mirasçı, mirasçısı olduğu kişinin makamındadır. Miras bırakan kişinin ölmesiyle bu hak ortadan kalkmaz. Ayrıca vasî, çocuğun babası makamındadır. Dilerse onu alır ve değerini de çocuğun malından öder.
Çünkü bu, çocuğun malında bir borçtur ve onun malından ödenir. Nasıl vekil, eski mülk sahibinden gerekli olan meblağın alınmasında vekilin zimmetinde birşey yoksa, vasî durumunda olan kişinin de zimmetinde herhangi bir borç yoktur. Çünkü burada verilen, cinayet karşılığında verilen fidye mesabesindedir. Orada vekil, sadece başkası adına hareket etmektedir. Burada da vasî, aynı durumdadır.
Oysa şuf'ada durum böyle değildir. Vasî veya vekil şuf'a ile bir şeyi aldıkları takdirde taahhüt altına girerler ve değerin ödenmesinden sorumlu olurlar.
Çünkü şufa ile almak, şufa hakkına sahip kişi İçin sıfırdan satmalma yoluyla mülk edinme biçimidir.
■ ■
3945- Vasî, kölenin payına düştüğü kimseye değeri garanti etmişse, garanti etmiş olmasından dolayı bunu yapması kendisinden istenir. Ancak bunu çocuğun malından da karşılayabilir. Çünkü çocuğun velisi durumundadır ve borç hususunda onu yükümlü tutabilir. Oysa vekilin durumu böyle değildir. Değeri kendisi garanti etmişse, onu
83
fedakârlık olarak Öder ve kendisini vekil tayin edenden ödediğini alma hakkına sahip değildir.
Çünkü vekil, tayin edildiği işin dışında, kendisini vekil tayin edeni bir borç altına sokamaz. Kendi adına verdiği sözden onu nasıl sorumlu tutabilir ki!
Ancak kendisini vekil tayin eden kişi kendisine bu yetkiyi vermişse, sorumluluk vekil tayin eden kişiye aittir. Şayet vasî, çocuğun malından kölenin fidyesini verdikten sonra biri çıkar ve Ölmüş kişiden alacaklı olduğunu delilleriyle isbatlar ve alacağı miktar köleyi kapsarsa, alacağına karşılık köle ona satılır.
Çünkü köle, miras bırakanın eski mülkiyetine geri alınmıştı ve alacaklının hakkı, mirasçının hakkından öncedir.
Daha sonra vasî, fidyeyi gönüllü olarak vermiş olur ve kendi malından alarak çocuğun zararını karşılar. Çünkü burada o köleyi çocuk için almadığı ortaya çıkmıştır. Kişinin miras olarak bıraktığının tamamım borcun kapsaması, mirasçının mülkiyetine engeldir. Bu nedenle çocuğun malından ödediğini çocuğa tazminat olarak öder.
Ama yukarıda ise, fidyeyi kendisi malından gönüllü olarak vermiştir. Bu sebeple köle, alacaklının alacağının ödenmesi için satılır. Burada da durum böyledir.
İmam Muhammed bunu şuna benzetir: Köle bir cinayet işleyecek olsa ve vasiy de çocuğun yararını düşünerek çocuğun malından o cinayetin fidyesini verecek olsa, sonra ölünün borçlu olduğu ortaya çıksa, nasıl o borcu ödemesi gerekiyorsa, burada da durum aynıdır.
Fidyeyi gönüllü olarak verme hususunda vasiy yabancı başka herhangi biri gibi değildir. Yabancı biri, payına düşeni ödemeyebilir. Vasiy ise, Ödemek mecburiyetindedir. Çünkü vasî, kendisini vasiy yapanın yerine kaimdir.Vasi yapan kişiye
değerini vermeye mecburdu. Öldükten sonra vasisi için de durum bu şekildedir.
■ ■ ■ ..
3946- Vasiy, coçuk yerine fidye vermeyip nihayet iş mahkemeye intikal eder ve hakim kölenin fidyesini vermesini vasiy'e emreder yahut hakimin kendisi fidyeyi ve-
84
rir ya da adamlarından birine fidyeyi vermesini söyler ve sonra da borçlu meselesi ortaya çıkarsa, alacaklılar muhayyerdirler. Dilerlerse kölenin değerini çocuğa verir ve sonra alacaklarına karşılık köleyi satarlar, dilerlerse, köle, payına düştüğü kimseye verilir ve ondan kölenin değeri alınarak çocuğa verilir.
Çünkü burada fidyeyi veren kişinin kendi gönlünden koparak bu fidyeyi ödediği söylenemez. Çocuk için bunu yapması, yani fidyeyi vermesi hakim tarafmdan kendisine emredilmiştir. Hakimin emrini yerine getirmiş olmasından dolayı fidye olarak verdiğini geri alma hakkına sahiptir. Oysa önceki meselede durum böyle değildi.
.
3947 -Hakimin emri olmaksızın vasiy değerini vererek köleyi çocuk için satın almış ve kölenin değerinin yarısını tutacak kadar bir borç ortaya çıkmışsa, köle satılır ve borçlu borcunu ücretinden alır. Ücretten artan olursa, babasından kalan miras olarak çocuğa kalır. Yahut vasiy, kölenin ücreti olarak ödediğini gönüllü olarak kendisi ödemiş olur.
Çünkü bu tasarrufunda çocuğun yararı yoktur. Kölenin bütün değerini kendisi fidye olarak öder ve ondan sadece yansım çocuğa teslim eder. Bu şekilde çocuk hakkında tasarrufu geçerli olmazsa, fidye olarak verdiğini gönüllü olarak kendisi ödemiş olur.
3948- Köleyi çocuk için satın almasını hakim etretmiş ve mesele yukarıda anlattığımız şekilde ise, hakim, alacaklılara: isterseniz köleyi alacağınıza karşılık satıncaya kadar bekleyin ve paylarınız miktarmca fidyeyi Ödeyin. Değilse, köleyi payına düştüğü kimseye geri veririm, der. Çünkü bu takdirde vasiy, kendi gönlünden koparak karşılıksız olarak fidyeyi vermiş kabul edilmez. Fidyeyi hakimin emriyle vermiştir. Yapılan iş, hakimin hükmüne bağlıdır ve hakim bu hükümünü verirken çocuğun yararına görür ve bunu uygularsa, o başka. Mesela köle birinin payına düştükten sonra daha da güçlenmiş ve değeri artmışsa, hakim fidyeyi çocuğun malından öder ve böylece çocuğun yararını arttırmış olur.
85
3949- Şayet hakim, ölünün malından kölenin fidyesini verdiğinde borcu, miras bıraktığı malın tamamını kapsıyorsa ve alacaklılar, kölenin fidyesinin verilmesini istemiyoruz, alacağımıza karşılık fidyeyi almak istiyoruz, diyorlarsa, bunu istmeye hakları vardır.
Çünkü miras olarak kalan malda sadece kendilerinin hakkı vardır. Bu sebeple onların isteklerine göre hüküm verilir. İstekleri kendilerinin yararına veya zararına olsun, onların bileceği bîr iştir.
Burada mirasçının, kölenin fidyesini verme hakkı da yoktur.
Çünkü miras bırakanın borcu, miras bıraktığı malın tamamını kapsamaktadır.
3950- İmam Muhammed dedi ki: Müşrikler, kölenin payına düştüğü kimseden köleyi esir alacak olsalar ve sonra da köle bir müslümanın payına düşecek olsa, daha sonra ilk sahibi çıkıp gelecek olsa o köleyi geri alma hakkına sahip değildir.
Çünkü ikinci defa esir düştüğünde onun mülkiyetinde değildi. Payına düştüğü kimsenin mülkiyetinde idi. Hak, sadece mülkiyetinde iken esir düştüğü kimseye aittir. Ancak mülkiyetinde İken esir düştüğü kimse, kölenin fidyesini ödemediği takdirde ilk sahibinin mülkiyetine geçer ve taksimattan önce hazır bulunduğu takdirde bir karşılık ödemeden, taksimattan sonra değerini ödeyerek onu geri alabilir.
3951- Mülkiyetinde iken esir düştüğü kimse değerini ödeyerek onu geri alabilir. İlk sahibi de dilerse değerinin iki katını vererek onu geri alabilir.
Çünkü elindeyken esir düştüğü kimse, değerini vererek mülkiyetini canlandırmıştır. Buna ihtiyacı vardı ve teberru olarak değerini ödemiş değildir. Bu sebeple ilk sahibi, hem İlk değerini ödeyerek ve hem de değerini ödeyen kimsenin ödediğini de ödeyerek onu geri alabilir. Aynı şekilde payına düştüğü kimse müşteri olup onu düşmandan satın almışsa ve sonra da ikinci defa elindeyken esir düşmüşse, sözkonusu ettiğimiz hususların tamamında evvelki duruma benzer bir
86
konumdadır. İlk müşteri onu satın almadan ilk sahibi onu satın alamaz ve satın almak itediği takdirde iki değeri de ödemek zorundadır.
3952- Eski sahibi, kölenin payına düştüğü ya da onu satın alan kimseden satın almak isteyip hakim de buna hükmedecek olsa yahut hükmetmeden köleyi ona teslim edecek olsa ve sonra da: Köleden dolayı tahakkuk eden hakkımın tamamını ödemeden köleyi vermem, derse, bunu istemeye hakkı vardır.
Çünkü fidyeden dolayı köle üzerinde hakkı vardır ve fidyeyi ödeyinceye kadar onun elinde tutulmuş olarak kalır. Bu, mülkiyetten kaçan kölenin durumundan daha aşağı değildir. Kaçan köle hapsedilebiliyorsa burada evleviyetle hapsedilir.
3953- İlk sahibi köleyi eline geçirmeden onu başka birine satacak olsa, satışı batıldır. Batıl oluşu ya kendisine düşen miktarı ödemediğinden onu teslim etmekten âciz oluşundan dolayıdır, ya da kendisine düşeni ödemiştir ama fidyesini veren başka birinin elindedir.
Görmüyor musun, şayet helak olacak olsa, ödenmiş olan fidye geri verilir. Bu, satılan birşeyin henüz satan kişinin elinde bulunduğu durum gibidir. Ya da ahş-verişin feshedilmesinden sonra müşterinin elinde bulunması yahut hakimin hükmü bulunmaksızın kusurdan dolayı ahş-verişin feshedilmesi durumuna benzemektedir.
Böylece anlıyoruz ki o ahş-verişin feshedilmesinden sonra müşterinin elindeki satmaya konu olan mal gibidir. Satıcının elinde durmaktadır. Burada da, dindeyken esir düştüğü sahibinin eline geçinceye kadar fidyesi üzerinden garanti edilmiş emanet olarak onun elinde durmaktadır. Bu sebeple köleyi, onun elinde bulundurana satmak caizdir, ama başkasına satmak caiz değildir.
Ayni şekilde burada kendisinin elindeyken esir düştüğü kimse, şayet kölede sonradan ortaya çıkmış bir kusurla karşılaşırsa, mahkeme kararıyla veya başka bir yolla teslim almadan önce onu geri iade etme hakkına sahiptir. Hakimin kararı ile onu teslim aldıktan sonra ortaya çıkmış yeni bir kusur bulan satıcının durumu gibidir.
87
3954- Kölenin kendisinden esir alındığı kimse daha önce hiç görmediği halde fidyesini vererek onu satın alacak olsa, fakat sonra onu gördüğünde buna razı olmazsa, onu geri verme hakkı yoktur.
Çünkü almakla onu eski mülkiyetine geçirmiştir. Görma hususunda muhayyerlik, yeni alış-verişler için geçerlidir. Ama bu meselede daha önce mülkiyetinde bulunduğu sıradaki gibiyse, yani durumunda herhangi bir değişiklik olmamışsa onu geri veremez. Ancak daha sonra bir eksikliği sözkonusu olmaşsa
bu takdirde geri verebilir.
Zira fidyesini vermekle eski mülkiyetine geçmesine rıza göstermiştir. Ama sonradan onda bir değişiklik olmuşsa bundan dolayı geri verme hakkına sahiptir.
3955- Esir düşmüş köle bin dirhem değerinde ise ve biri onu yüz dirheme almışsa ve elindeyken esir düştüğü kimse ölür de arkasında küçük bir çocuk bırakmış ve beş-yüz dirhem borçlu olarak ölmüşse, sonra da alacaklılarla vasiy gelir ve alacaklılar fidyesini vermekten kaçınacak olurlarsa, vasî, çocuğun malından yüz dirheme fidyesini verebilir.
Çünkü bunda çocuğun yararı vardır ve yarar apaçıktır. Çünkü bu durumda köleyi bin dirheme satar, beşyüz dirhemi borç karşılığı olarak öder, arta kalanı da çocuğa kalır. Çocuğun yararının kesin olduğu durumlarda vasiy fidyeyi verirken kendi yanından karşılıksız olarak vermiş sayılmaz. Bu, işlenen suç nedeniyle fidye vermeye kıyas edilir.
Vasîy köleyi satın aldıktan sonra kölenin değeri düşerek beş yüze kadar inmişse, borçluların borcu için köle satılır ve vasiden bir şey alınmaz.
Çünkü o gün köleyi almanın çocuğun yararına olacağı açıktı ve çocuğun yararı, için vasiy tasarrufta bulunmuştur Fiyatta sonra meydana gelen azalmadan dolayı bu değişmez.
Görmüyor musun, vasiy köleyi aldıktan sonra köle ölecek olsa, vasiy açısından herhangi bir sorumluluk yoktur. Bu mesele de buna benzemektedir.
3956- Alacaklı yerine çocuğun bir kardeşi varsa ve vasiy bu durumda bilmeyip çocuğun malından yüz dirhem
88
3957- Vasiy, hakimin kararı ile fidyeyi vermişse, hakim, gaip olup sonradan gelen kişiye: İstersen fidyenin yarısını öde ve köle seninle çocuğa yarı yarıya ait olsun, değilse, köleyi düşmandan satın alan müşteriye geri vereceğiz, der.
Çünkü vasi, hakimin kararıyla fidyeyi verdiğinde kendi mülkünden vermiş olmaz. Böyle bir tasarrufta her ne kadar çocuğun yararı var ise de, ona ait olmaya devam eder. Çünkü büyüdüğünde dilerse yüz dirhemlik fidyeyi karşılayabilir ve fidyenin yarısını kardeşi için Ödemiş olur.
3958- İmam Muhammed Dedi ki: Köleyi düşmandan satın alan müşteri onu ikiyüz dirheme satın almış ve ölen kişi dokuzyüz dirhem borçlu ise, vasiy, ikiyüz dirheme o köleyi çocuk için geri alamaz.
Çünkü borç ödendikten sonra kölenin değerinden çocuğa sadece yüz dîr-hem kalmış olur. Burada çocuğun zararı apaçıktır.
3959- Buna rağmen vasiy, hakimin kararı olmaksızın köleyi satınalacak olursa, fidyeyi kendi mülkünden ödemiş olur. Ayrıca alınan köle, değerinin iki katına satılacak olsa, ölenin borçlarının tamamı ödendikten sonra geri ka-
89
lan miktar çocuğa aittir. Vasinin ödediği fidye de kendi mülkünden ödenmiştir.
Çünkü satmalma zamanına itibar edilir. Köle satın alındığı zaman çocuğun yararı sözkonusu değildi. Bu nedenle sonradan kölenin değerinde ortaya çıkacak artışlar asıl hükmü değiştirmez.
3960- Vasî hakimin kararına dayanarak fidye ödemişse ve hakim bu kararı verdiğinde ölen kişinin borcunun miktarını bilmediğinden dolayı bu kararı vermişse vasî, kendi mülkiyetinden fidyeyi vermiş sayılmaz. Ancak bu durumda hakim alacalıyı muhayyer bırakır, dilerse alacağı oranında fidyeden sorumluluk yüklenir ve bu, fidyenin onda dokuzu demektir. Değilse, köle kimden satın alınmışsa ona geri verilir. Alacaklı buna razı olduğu takdirde parayı o köleyi satınalmış kimseye teslim eder ve köle satılır. Alacaklı alacağını alır, geri kalan para çocuğa verilir.
3961- Şayet köle değer açısından veya vücut açısından bir eksilmeye maruz kalır ve ancak borç miktarı ile ya da az bir miktar ile satılırsa çocuk, alacaklının ödediği fidye miktarını ona geri vermez.
Çünkü kölenin fidye verilerek alındığı vakte itibar edilir ve sonradan çıkan artma veya eksilmeler hükmü değiştirmez.
Bu, fidyesi ödendikten sonra kölenin ölmesine benzer. Bu takdirde kimse kimseye herhangi bir ödemede bulunmaz.
Bu durum şuna benzer;Ölünün miras bıraktığı bir köle bir adamın kafasını derin bir şekilde yaralar ve bundan dolayı borç altına girer. Cinayet için fidye vermenin hükmü, her bakımdan esir düşenin fidye ile kurtarılmasının hükmü gibidir. En iyi Allah bilir.
91
ri
■
■ -
! -
■
■ ■ ■
• ■
-182-
MÜRTEDDIN KÖLESİNİN ESİR EDİLMESİ
3962- İmanı Muhanımed dedi ki: Düşman, müslüman-lardan birinin kölesini esir alıp darulharbe götürdükten sonra kölenin sahibi de irtidat edip darulharbe iltihak etse, sonra müslümanlar esir düşen köleyi ele geçirse, ele geçiren adama köle feyr olur.
İmam dedi ki: Mürted kişinin harp yurduna iltihak ettiğine dair gıyabında hakim karar vermişse, o kişinin ölmüş gibi işlem gördüğünü belirtmiştik. Nasıl köle elinde iken esir düşen kimsenin ölümünden sonra varisleri taksimattan öncek öleyi ücret ödemeden, taksimattan sonra ise değerini vererek alabiliyorsa, hakimin o mürted kişinin harp yurduna iltihakına karar vermesinden sonra da durum aynıdır. Darulharbe iltihak ettiğine hakim karar verdikten önce veya sonra, irtidat etmeden önce veya sonra, darulharbe iltihak etmeden önce veya sonra müşriklerin köleyi esir almış olmaları farketmez.
■
3963- Hakim, onun harp yurduna iltihakına karar vermezden önce mürted kişi müslüman olarak geri dönecek olsa ve daha sonra kölesini müslümanların elde ettikleri ganimetler arasında ele geçecek olsa, bakılır;
Taksimattan önce kölesini bulacak olsa hiçbir karşılık ödemeden onu geri alır. Ama taksimat yapılmışsa değerini ödeyerek onu geri alabilir. Mürted kişi, mürted olarak geri dönüp kölesini düşman esir alıncaya kadar da mürted olarak devam etse ve sonra da kölesi müslümanların elde ettikleri ganimetler arasında bulunsa Ebû Hanife'nin içtihadına göre, taksimattan Önce kölesini bulduğu takdirde birşey ödemeksizin onu geri alabilir. Ama taksimattan sonra bulursa geri alma hakkına sahip değildir. Bu du-
92
rumda kişi İslama dönecek mi yoksa öldürülecek mi diye beklenir. İslama dönecek olsa değerini vererek onu geri alabilir. Ama İrtidat ettiğinden dolayı öldürülecek olursa, varisleri o kölenin değerini vererek geri alabilirler.
Çünkü Ebu Hanife'ye göre mürteddin tasarrufları mevkuftur. Ancak ona göre bu durumdaki kişinin hibe kabul etmesi caizdir. Taksimattan önce köleyi geri alması hibe anlamına gelir. Çünkü bir karşılık ödemeden onu mülkiyetine geri almaktadır.
İmam Muhammed'e göre ise, taksimattan sonra kölenin değerini vererek köleyi geri alabilir. Çünkü ona göre karşılığını versin veya vermesin mürteddin tasarrufları geçerlidir. Mürted kişi, kölenin durumundan haberdar olduğu halde onu geri almamış ve iıtidattan dolayı öldürülecek olsa, varisleri onun yerine geçerler ve değerini vererek köleyi geri alabilirler.
3964- Mürted kişi, darulharbe iltihak ettiğine (vatandaşlıktan çıktığına) hakim karar verdikten sonra mürted olarak İslâm yurduna geri döner ve esir düşen kölesi ganimet arasında ele geçinceye kadar da İslama geri dönmezse, köle hakkında herhangi bir hakka sahip olamaz. Çünkü hakimin hükmü gereğince mürted, Ölü hükmündedir ve İslama dönmedikçe bu durumu devam etmektedir. Köleyi alma hakkı kendisine değil, mirasçılarına aittir.
Mirasçıları ganimet taksiminden önce köleyi buldukları takdirde birşey ödemeksizin geri alabilirler. Ama taksimattan sonra bulacak olurlarsa değerini vererek geri alma hakkına sahiptirler. Değerini, mürted olan kişinin bıraktığı mirastan almışlarsa ve sonra da o mürted kişi İslama geri dönerse, mirastan mirasçıların elinde artakalanı alabildiği gibi, köle için ödediklerini ödemek suretiyle köleyi de geri alabilir. Çünkü köleyi geri almakla onu o kişinin eski mülkiyetine iade etmişlerdir.
Ancak fidye olarak verdiklerini teberru olarak vermiş sayılmazlar. Çünkü o köleyi kendileri için almak amacıyla fidyesini Ödemişlerdir.
93
3965- Şayet kişi: Fidyeyi benim malımdan ödediler, onlara hiçbir şey vermem, derse buna hakkı yoktur.
Çünkü verdikleri fidye harcanmıştır ve mahndan harcamış oldukları miktar üzerinde onun herhangi bir hakkı yoktur. Fidyeyi onun mahndan ya da başka bir maldan ödemiş olmaları arasında bir fark yoktur.
Görmüyor musun, mirasçılardan bîri, o mürteddin bıraktığı maldan miras olarak kendisine kalan mal ile köleyi düşmandan satın alacak olsa ve sonra da o mürted kişi İslama dönmüş olarak geri gelecek olsa, karşılıksız olarak köleyi geri alamaz. Dilerse değerini vererek onu geri alabilir.
3966- Mirasçılar köleyi payına düştüğü kimseye teslim ettikten sonra o mürted kişi müslüman olarak geri dönecek olsa ve değerini ödeyerek köleyi geri almak istese, buna hakkı yoktur.
Çünkü mirasçılar köleyi pay sahibine teslim etmekle bu hakkı harcamış sayılırlar. Harcanmış olan şeyde de mürted kişi herhangi bir hak sahibi değildir.
Görmüyor musun, mirasçılar, köleyi payına düştüğü kimseden satmalacak olsalar ve sonra da mürted İslama dönmüş olarak geri gelecek olsa, köleyi onlardan geri alamaz. Çünkü kendilerinin mülkiyetine geçmesi için onu satın almışlardır.
3967- Hakim, küfür yurduna iltihak ettiğine karar vermezden önce müslümanlar mürted kişiyi ve esir düşen kölesini birlikte ele geçirseler, ardından mürted kişi İslama geri dönecek olsa, köle üzerinde onun herhangi bir hakkı kalmaz.
Çünkü ganimet olarak ele geçirildiğinde esir düşmüş harp ehlinden biridir ve müslümanların ele geçirdikleri ganimetlerde hak sahibi değildir. Mirasçıları da o ganimetlerde hak sahibi değildir. Çünkü hakim, onun küfür yurduna iltihak ettiğine dair henüz hüküm vermiş değildir.
Efendinin İslama geri dönmesi, köle üzerinde hak sahibi olmasını sağlamaz.
Görmüyor musun, irtidat ederek bir kölesiyle birlikte şirk yurduna iltihak edecek olsa ve kölesiyle birlikte müslümanlara esir düşecek olsa, köle müslümanlar için fey' olur ve efendisi onun üzerinde herhangi bir hak iddia edemez. O halde bu meselede evleviyetle hak idda edemez.
94
Köleye malik olması darulharpte sözkonusu olmuştur. Halbuki esir kişiye darulharbe iltihak etmeden önce malik değildi. Mürted esir edilinceye kadar müslüman olup gelmeden önce varisler onu almak isterlerse esir edilmeden önce yargıç darul harbe iltihak ettiğine karar verdiği gibi burada iltihak ettiğine karar verir.
Çünkü esir edilmekle düşman olmaktan çıkmaz ve hakimin hükmünden sonra Ölü hükmündedir. Çünkü bu takdirde kendisi artık harp ehlinden biridir.
3968- Şayet hakim, o nıürted kişinin mirasını almalarına karar verirse, taksimattan önce birşey ödemeksizin, taksimattan sonra ise değerini ödeyerek köleyi alabilirler. Mürted kişi müslüman olarak geri dönecek olsa, bu meselede hakim malının miras olarak dağıtılmışına karar vermiş olsun veya henüz vermemiş olsun, o kişinin veya mirasçılarının köle üzerinde bir alacağı olmaz.
Köle ganimet olarak ele geçirildiğinde kendisi darulharp vatandaşı olduğu için kendisinin bir hakkı olmaz. Mirasçılarına gelince; şayet köleyi alacak olsalar, onu o kişinin eski mülkiyetine geçirmiş olurlar ve o taktirde kendisi o kölede daha çok hak sahibi olurdu. Oysa kendisinin burada bir hakkı olmadığını belirttik.
Ama İslama geri dönmemiş olarak çıkıp gelirse, bu takdirde mirasçılar ganimette pay sahibi olarak köleyi alabilirler. Şayet mürted kişi müslüman olarak geri dönmezden Önce köleyi almışlarsa ve o mürted kişi müslüman olarak geri dönecek olsa, köle konsunda onlardan daha çok hak sahibidir.
Çünkü köleyi eski mülkiyetine geri almışlardır. Dolayısıyla köle, miras olarak bırakmış olduğu şeyler arasına girer.
Ancak ganimet olarak onu almalarından dolayı ne kadar ödemişlerse, onu kendilerine ödemesi gerekir. Çünkü o köleye karşılık verdikleri şeyi teberru olarak vermiş değillerdir.
3969- Köle ganimet olarak ele geçirilmeden önce mürted kişi müslüman olarak geri gelecek olsa, taksimat yapılmadan önce bir karşılık vermeksizin, taksimat yapıldıktan sonra ise karşılığını vererek köleyi geri alabilir.
Çünkü köle ganimet olarak taksim edilirken adam ganimette hak sahibi olanlardandır ve bu nedenle köleyi eski mülkiyetine geri alma imkânına sahiptir.
95
3970- Devlet başkanı, o kişinin durumunu incelemek üzere onu ve kölesini hapse atar ve sonra da mirasçıları gelip köleye talip olsalar, bakılır; devlet başkanı o kişinin küfür yurduna iltihak ettiğine karar vermişse, mirasçıların köleyi alma hakkı vardır.
Çünkü o kişi İslama geri dönmedikçe hakimin hükmü sebebiyle ölü mesabesindedir.
Şayet köleyi mirasçılar aldıktan sonra satarlarsa ve daha sonra mürted kişi İslama döner ya da bu tasarruf yapıldıktan sonra müslüman olarak geri gelirse, köleyi müşteriden alma hakkına sahip değildir.
Çünkü mirasçılar köleyi satmakla onu harcamış sayılırlar. Harcanmış olan malda mürteddİn bir hak İdia edemeyeceğini daha önce belitmİştik.
3971- Mürted, erkek değil de kadın olursa ve mesele yukarıda anlattığımız şekilde ise, ister köle o kadınla birlikte, ister ondan önce ve ister ondan sonra esir düşmüş olsun, kadının kendi malı üzerinde veya köle üzerinde bir
hakkı olmaz.
Çünkü kadın esir olduğunda fey' durumuna düşmüştür ve mülk sahibi olma konusunda ölü hükmündedir. Daha sonra İslama geri dönmüş olsun veya dönmemiş olsun farketmiz. Köleyi alma hakkı mirasçılarına aittir.
Şayet kadın esir düşmeyip müslüman olarak geri dönecek olsa, onun durumu anlattığımız bütün durumlarda erkeğin durumu gibidir.
Çünkü kadın hür olarak kalmıştır ve erkek de sözkonusu durumlarda hür olarak kalmıştı. O erkek ister müslüman olarak geri dönsün, ister esir olarak yakalanıp daha sonra müslüman olsun, yine hürdür. Şüphesiz Allah en iyi bilir.
97
-183-MÜRTEDDİN ŞUF'A HAKKI
.
3972- Mürteddin evine bitişik ev satılsa ya da satış o kişinin irtidat etmesinden önce olmuş fakat kişi irtidat etmiş ve küfür yurduna iltihak edinceye kadar bu satıştan haberdar olmamış olup hakim onun küfür yurduna iltihak ettiğine dair karar vermeden önce müslüman olarak geri dönmüşse ve satıştan haberdar olup şuf a hakkı olduğunu söylese, o evi satmalına hakkı vardır.
Çünkü hakim iltihak ettiğine dair hüküm vermedikçe o kişi kayıp kişi hükmündedir. Kayıp kişi ise geri döndüğünde şuf a hakkınna sahiptir. Ama hakim iltihak ettiğine hüküm vermişse, mirasçılarının şufa hakları kalmaz. Çünkü şufa hakkı miras yoluyla mirasçılara geçmez.
Satış, mirasçılarının hakkı gerçekleşmeden olur ve mürted kişi müslüman olarak geri dönerse, şufa hakkı yoktur.
Çünkü hakim, küfür yurduna İltihak ettiğine dair hüküm verdiği zaman o mürtedin evi mirascıİarınn mülkü olur ve böylece o kişinin şufa hakkı kalmaz.
■
3973- İmam Muhammed dedi ki: Mürted, darulküfre iltihak ettikten sonra şufa hakkı bulunan ev satılırsa, sonra da o mürted kişi msülüman olarak geri dönerse, ister hakimin onun iltihakına karar vermesinden önce olsun ister karar vermesinden sonra olsun şufa hakkı yoktur. Çünkü ev satıldığında o düşman biri olup ve emanı yoktur. Düşman kişinin, İslâm yurdunda satılan malda şufa hakkı yoktur.
Görmüyor musun, kendisi sebebiyle şufa talebinde bulunduğu evini iltihak ettikten sonra satacak olsa ya da satılması için birini vekil bırakacak olsa, bu işlem geçerli olmaz. Bu da gösteriyor ki o kişi düşman biri olmuştur ve buradaki eski mülkü sebebiyle şufa hakkına sahip değildir.
Mirasçıları şuf'aya talip olsalar, hakim hem malından onlara miras olarak verilmesine ve hem de şufa hakkını
istemelerine olumlu karar verir.
98
Çünkü hakim, o kişinin küfür yurduna iltihakından itibaren o mülkün mirasçılarına ait olduğuna hüküm verir. Böylece evin satışı, mirasın onların mülkiyetine geçmesinden sonraki bir tarihte yapıldığı ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle de şuf a hakları vardır. Bu da Ebû Hanife'nİn şu görüşünün bir benzendir:
Biri, muhayyerlik şartıyla bir ev satın alıyor. Sonra satmaldığı evin bitişiğinde bir ev satılıyor. Sonra kişi muhayyerlik hakkından vaz geçiyor ve o evin satıldığından haberdar oluyor. Bunun üzerine şuf a hakkını taleb ediyor. Bu kimsenin şuf a hakkı vardır.
Şayet orada müşteri, satmaldığı şeyde tasarruf imkânına sahipti, burada ise mirasçılar, mürteddin küfür yurduna iltihakına Hâkim karar vermedikçe onun malı üzerinde tasarruf yetkisine sahip değillerdir, denilecek olursa, deriz ki:
Dediğiniz doğrudur. Ancak şuf a hakkı mülkiyet İtibariyledir, tasarruf imkânıyla değil. İki durumda da satış esnasında şuf a talebinde bulunanın mülkiyeti mevcut değildir. Ancak mülkiyet sebebi tam olarak mevcuttur ve başkasının hakkı kalmamıştır. Ayrıca o evde mülkiyeti tam gerçekleştiğinde o kişinin bundan dolayı şuf a hakkı olur ve burada da durum aynıdır.
Görmüyor musun, hür akrabaları bulunan mükâteb köle, ödemesi gereken miktarı tam ödedikten sonra ölür, sonra da evinin bitişiğindeki bir ev satılacak olursa, hür akrabaları mükâteblİkten kaynaklanan miktarı ödeyinceye kadar satıştan haberdar olmayıp sonradan bu satıştan haberdar olmuşlarsa, satış esnasında o ev hususunda tassurruf imkânına sahip bulunmamalarına rağmen şuf a haklan vardır.
3974- Ülkemizde eman altında bulunan harp elinden birinin ülkemizdeki bir evinin bitişiğindeki bir ev satılacak olursa, şuf a yoluyla o evi satınaima hakma sahiptir.
Çünkü ülkemizde eman altında bulunduğu müddetçe muamelat konusunda zimmî gibidir.
Şayet satıştan haberi olmayıp ülkesine dönmüş ve sonra eman alarak geri dönecek olursa, şuf a hakkı olmaz.
Çünkü ülkesine geri döndükten sonra tekrar ülkemize gelinceye kadar, ülkemize giriş yapmamış darulharp vatandaşı gibidir. Böyle olan bir kimsenin ise başlangıçta veya kalıcı olarak ülkemizde bir şufa hakkı yoktur. Bu sebepten dolayı da harp ülkesine geri gitmesinden sonra onun şufa hakkı yoktur.
99
3975- İmam Muhmmed dedi ki: Mürted bir kişinin küfür yurduna iltihak etmeden Önce evinin bitişiğinde bir ev satılacak olsa ve o mürted kişi şufa yoluyla onu satı-nalmaya talip olacak olsa, şufa hakkı vardır.
İmam Muhammed'in görüşü budur, Ebu Hanîfe -Allah kendisinden razı olsun- bu görüşte değildir. Ona göre o kişi İsâma geri dönmedikçe şufa hakkına sahip değildir. Ancak mürted kadının durumu farklıdır. Bu anlattıklarımız, mürteddin tasarrufları konusundaki görüşlere dayanmaktadır ki bu konuyu daha Önce incelemiştik.
3976- İrtidat ettiğinde satıştan haberdar olup İslama dönmemiş ve şufa hakkına da talip olmamışsa, şufa hakkı ortadan kalmıştır. Çünkü İslama dönme imkânı varken böyle bir talepte bulunmamıştır.
Şüphesiz Allah en iyi bilir.
101
'
-184-
MÜŞRİK ARAPLAR VE HARP YURDUNDA BULUNAN MÜRTEDLER
■
3977- Karı-koca irtidat ederek harp yurduna iltihak edecek olsalar ve kadın orada kocasından hamile kalıp doğum yapsa, sonra da müslümanlar düşmanla yapılan savaşta o doğan çocuğu ele geçirecek olsalar, çocuk müslümanlar için rey1 olur ve müslüman olmaya zorlanır. Çünkü ana-babası müslüman asıllıdırlar ve İslâm konusunda çocuk ana
babasına tabidir. Şayet çocuk bitzzat müslüman asıllı olsaydı, esir düştüğü zaman
İslama dönmeye zorlanacaktı. Burada da durum aynıdır.
Doğan çocuk büyüyüp onun da çocuğu olsa ve müslümanlar bu çocuğu ele geçirecek olsalar, çocuk fey' olur ama müslüman olmaya zorlanamaz. Çünkü bu durumda (babası değil) dedesi müslüman asıllıdır. Daha önce de
belirttiğimiz gibi torun dedesinin müslüman olmasıyla müslüman sayılmaz. Bu
nedenle müslüman olmaya zorlanamaz. Onun hükmü, diğer kâfirler için geçerli
olan hükümdür.
3978- imam Muhammed dedi ki: Mürted malını da küfür yurduna götürüp sonra o malı müslümanlar ele geçi-
ıı irıı ■ ı j-
recek olsa, o mal fey olur ve mirasçılara düşmez.
Çünkü bu mal, damlharp vatandaşı düşman birinin malıdır. Mirasçıların miras hakkı, ancak o mürted kişinin İslâm yurdunda terkettiği maldadır. Beraberinde götürdüğü malda mirasçıların haklan yoktur.
3979- Mürted kişi küfür yurduna iltihak ettikten sonra dönüp malını oraya götürecek olsa ve sonra da o malı ele geçirecek olsa, o mal mirasçılarına verilir. Başkasının malını götürmüş olsaydı, sahiplerine verilirdi.
Hbu Hanife'nin -Allah kendisinden razı olsun- görüşü budur. İmam Mu-hammed'in görüşü ise şöyledir: Şayet hakim, onun küfür yurduna iltihak ettiğine
102
hükmetmeden önce dönüp malı götürmüşse, mirasçıların bu mal üzerinde bir haklan yoktur. Ancak hakimin hükmünden sonra gelip götürmüşse, mirasçıları o malı ganimetin taksim edilmesinden önce bulacak olsalar bir karşılık ödemeksizin geri alırlar. Taksim edilmişse, değerini vererek onu geri alabilirler.
Hakikatte burada Ebû Hanİfe, bir kayıt belirtrheksİzin görüşünü söylemiş, Muhammed ise, görüşünü şıklara ayırmıştır. Hakimin hükmünden önce geri gelmişse, önceki iltihakı onun kaybolması hükmündedir. İkinci İltihakına itibar edilir. Mal da bu ikinci iltihakında onunla birliktedir. Sanki malıyla küfür yurduna henüz yeni iltihak etmiştir. Ama hakim, onun iltihak ettiğine hükmetmişse, malı, mirasçılarına ait olmuş olur. Bu durumda o düşman biridir ve mirasçıların malını ele geçirerek götürmüştür.
Şayet bir başkası o malı ele geçirip götürmüş olsa ve o mal ganimet arasında bulunsa, taksimat yapılmazdan önce onu ele geçirdiklerinde bir karşılık ödemeden geri alırlar Ama taksimattan sonra bulacak olsalar, değerini vererek onu geri alabilirler.
Burada da durum aynıdır. Mükâteb biri irtİdal ederek duruiharbe ihtihak etse ve bir miktar mal kazanmış olup malıyla birlikte öldürülmüş olarak ele geçiril-se mükatebliğine karşılık verilecek miktar o maldan verilir ve malın geri kalanı rnirasçcnarına miras olarak kalır. Daru'lharbe iltihakından sonra irtidat ettiği için ceza olarak ölüdürlecek olsa, durum böyle değildir. Çünkü mükatebp olan kölenin kazancında efendisinin hakkı vardır.Dam 1 harbe iltihak ettikten sonra da müka-teblik devam eter.
Hakiki ölüm, mükâtebliği İptal etmediğine göre hükmî ölüm evleviyetle iptal etmez. Kazancında efendisinin hakkının bulunması, fey1 olmasına engeldir. Bu nedenle İslâm yurdunda ve küfür yurdunda kazandıkları aynı hükme tabidir. Darulharp vatandaşı (harbî) olan kişiye gelince, harp yurduna iltihak etmekle oranın vatandaşı olmuştur ve bundan sonra kazandıklarında herhangi gibi müslü-manın hakkı yoktur. Ele geçirildiği takdirde fey' olur.
3980- Darulharp ehli kimsenin kölesi İslâmı kabul eder ve onlarla çatışarak bize kaçacak olursa yahut müslüman-lar onu esir alacak olurlarsa, hür olur. Çünkü kendi kendisini kurtarıp bize gelmiştir. Ama eman alarak, mesela efendisinin ticarî bir işi için bize gelmişse, âzâd olmuş olmaz.
103
Çünkü bu davranışıyla kendini efendisinden kurtarıp emin bir yere ulaşmayı hedeflemiş değildir. Ancak müslüman olduğundan dolayı da harp yurduna geri dönmesine müsaade edilmez. Devlet başkanı onu satar ve efendisi gelip alıncaya kadar parayı bekletir.
3981- Şayet köle İslama girmemiş fakat ülkemizde zimmî olmak üzere efendisine karşı gelerek bize gelmişse, hürriyetine kavuşmuş olur.
Çünkü bu yolla efendisinin elinden kendini kurtararak emin bir yere gelmiştir. Güvenlik altına girme hususunda zimmî olmak da müslüman olmak gibidir.
Ama eman alarak bize gelmişse, efendisinin kölesi olmaya devam eder ve zimmî olma isteği kabul edilmez. Bilakis, kendisine verilmiş emana vefalı olmamızın bir gereği olarak daru'lharbe geri dönmesini emrederiz.
3982- Hakim, mürteddin harp yurduna iltihak ettiğine karar verdikten sonra, kendisi için ümmu'lveled durumunda olan kadınlar ve müdebber köleleri, malının üçte-birinden ücret ödenerek âzâd edilirler. Ertelenmiş bulunan borçları da âciliyet kazanır.
Çünkü hakkında verilen bu hüküm, ölümü mesabesindedir. Gerçek olarak aöldügünde ne gibi hükümler geçerli ise bu durumda da o hükümler geçerlidir.
3983- Mürted biri, müslüman bir köle veya müslüman bir cariyesi ile birlikte savaş yurduna iltihak edecek olursa, köle veya cariye ister gönül rızasıyla onunla birlikte gitmiş olsunlar, ister zorla onları götürmüş olsun, âzâd olmuş sayılmazlar ve onun mülkiyetinde olmaya devam
ederler.
Bunun İmam Muhammed'in görüşü olduğu belirtilmiştir. Ebû Hanife'ye -Allah kendisinden razı olsun- göre ise, tıpkı yurdumuzda eman altında olup müslüman bir köle satmalan ve onu savaş yurduna götüren meselesinde olduğu gibi hürriyetlerine kavuşmuş olmaları gerekir. Çünkü mürted kişi, savaş yurduna İltihak etmekle düşman biri olmuş olur. Kendi hakkında eman yoktur. Bunun
104
bütün imamların görüşü olduğu ve Ebû Hanife'nin aralarında bir ayırım yapmadığı da söylenmektedir.
Ebû Hanife'nin şöyle dediği de nakledilmektedir: Eman altındaki kişi, müslüman köleyi mülkiyetinden çıkarmak zorundadır. Ancak mülkiyetinden çıkarması, kendisine verdiğimiz emana saygılı olmamız gerektiğinden onu satması şeklinde olur. Ama savaş yurduna iltihak edecek olursa bu eman ortadan kalkar ve artık köle üzerinde hakkı tamamen yok olur.
Ama bu mürted darulharbe iltihak etmeden önce köleyi elinden çıkarmaya mecbur edilmemiştir. Dolayısıyla onu darulharbe götürdüğü zaman da mülkü olmaktan çıkmaz. Sadece müslüman bir kölesi bulunan harp ehlinden biri olur. Tıpkı kölesi müslüman olan harp ehlinden biri gibidir.
Mürted kişi kölesiyle birlikte zaptedilir ve kölesi müslüman ise, bu takdirde köle hürriyetine kavuşmuş olur. Çünkü kendisini korumaya alması, müslüinanların onu ele geçirmelerinden önce gerçekleşmiştir.
3984- İrtidat eden kadın ise, durum farklıdır. Bu kadın geri alındığında fey' olur. Oysa mürted erkeğin durumu böye değildir.
Şayet irtidat eden kişi kölesini de irtidat etmeye davet eder ve köle de davetine icabet ederek irtidat edecek olursa, ele geçirildiklerinde köle fey' olur.
Çünkü savaş yurdunda kendi kendisini koruma altına almıştır ve artık düşman biridir. Ancak kişi köle olup İslama geri dönmeyi kabul etmeyecek olursa öldürülür. Ama cariye İse öldürülmeyip hapsedilir ve hür kadın gibi İslama girmesi için zorlanır.
3985- Mürted kişi kendisi için umnıu'lveled durumunda ya da müdebber kıldığı veya mükâtebe olan müslüman bir cariyesiyle birlikte küfür yurduna gidecek olsa, ister bu cariyeyi zorla götürmüş olsun, ister cariye kendi isteğiyle gitmiş olsun bilahare müslümanlar o bölgeye galip gelip o cariyeyi ele geçirdikleri takdirde cariye hürdür.
Çünkü bu cariye hakkında âzâd olma gerçekleşmiştir. Daha önce belirttiğimiz gib âzâd olma yoluna girmemiş bir cariye bu duruma düşmüş olsa bile
105
onun hür olacağını belitrmiştik. Âzâd olma yoluna girmiş olması, fey' olmasını ortadan kaldırmaz.
Çünkü bu durumda o, hür ve mürted bir kadının durumundan üstün değildir. Mürted hür kadın bile ele geçirildiğinde esir olur.
3986- Müdebber ya da mükâteb erkek köleleriyle birlikte küfür yurduna iltihak edecek olsa ve bu köleler kendisiyle birlikte yahut küfür yurduna girdikten sonra irtidat edip sonra onunla birlikte müslümanlara esir düşecek olsalar, durum şöyle olur: Efendi durumunda olan kişiden tekrar İslama dönmesi istenir, reddettiği takdirde öldürülür ve müdebber kılmış olduğu kölesi hür olur. Çünkü o kölenin hürriyetine kavuşması, efendisinin ölümüne bağlı kılınmıştı ve efendisi de artık ölmüştür.
Mükâteb durumunda olan köle de hürriyetine kavuşmuş
olur.
Çünkü efendinin hakkı, öldürülmesiyle ortada kalkmış olur.
Bu durumdaki kölenin mükatebliği karşılığında ödemesi gereken miktar ganimet sahipleri içn fey1 olmaz.
Çünkü hürriyetine kavuşması İçin ödemesi gereken miktar, o kölenin boynunda bir borçtur ve borç fey1 olmaz. Mükâteb üzerindeki bu borç, efendisinin Ölümüyle temelden ortadan kalkar. Mükatebliği karşılığında Ödemesi gerekenden kurtulmuş olması ise, hürriyetine kavuşmasını zorunlu kılar.
3987- Efendisi, İslama dönmeyi kabul ettiği takdirde hürriyetine kavuşur. Bu durumda müdebber veya mükâteb olan kölesine de İslama geri dönmesi teklif edilir. Red ederlerse öldürülürler. Ama İslama dönmeyi kabul edecek olurlarsa, mükâteb ve müdebber olarak devam ederler. Çünkü müdebber ve mükâteb olmak, köleleştirerek mülk edinmeye engeldir. Tıpkı hür kişinin köleleştirilerek mülk edinilmesinin mümkün olmaması gibi. Ayrıca hür mürted kişi, esir edilmekle mülk edinilmez. Mükâteb ve müdeb-berin durumu da böyledir.
106
3988- Müdebber veya mükâteb olan köle, ele geçirildiklerinde müslüman iseler, efendileri ister İslama tekrar dönsün, ister öldürülsün, hür olurlar.
Çünkü bu durumdaki alınıp satılan köle bile hürriyetine kavuşmuş olur. Müdebber veya mükâteb köle ise evleviyetle hürriyetine kavuşur.
3989- Mürted bir kadın müdebber ya da mükâteb olan kolesiyle birlikte harp yurduna iltihak edip ikisi de müslüman iseler, sahip durumundaki kadın ister İslama dönsün, ister dönmesin feyr olur. Köleler ise hürriyetlerine kavuşurlar.
Çünkü kendilerini onun mülkiyetinden kurtarmış olurlar.
3990- Onunla birlikte kendileri de irtidat etmiş olsalar, yine hürriyetlerine kavuşmuş olurlar. Yukarıda anltildığı gibi mürted kadınla ilgili meselede durum böyle değildi.
Çünkü sahip durumunda olan kadın esir edilmekle cariye olmuş olur ve ölmüş mesabesindedir. Oysa mürted erkek kişi, esir edilmekle köle olmaz. Bu nedenle köleleri de statülerini devam ettirirler. Ancak o müıted öldürüldüğü takdirde hürriyetlerine kavuşurlar. Bu durumu da yukarıda anlatmıştık.
3991- Bir ülke halkı irtidat edip orası harp yurdu olsa, sonra da müslümanlar oraya galip gelerek halkı tekrar İslama dönecek olsalar, erkekler hür, ama ummu'Iveled, mükâteb ve hür olan kadınları müslümanlar içiri fey' olurlar. Hür olduğuna karar verilen kadın temelden hür olan mesabesinde olup irtidattan sonra esir alınınca fey' olur. Mürted erkek köleleri de, eski statülerini devam ettirirler, müdebber olanları müdebber olarak, mükâteb olanları da mükâteb olarak kalır.
Köle ve cariyelerin aksine bunlar esir olmazlar.
Köleler eğer irtidat etmemişlerse hepsi hürriyetlerine kavuşurlar. Çünkü efendilerine karşı kendilerini koruma altına almışlardır.
107
Onlardan kendisi hakkında âzâd vaki olmayan köle ve cariyeler dilediklerini efendi seçerler.
Çünkü bu durumdaki kişi hürdür ve kimsenin onun üzerinde velayet hakkı yoktur.
Kuralımıza göre efendisine isyan edip müslüman olarak gelen (murağım) üzerinde kimsenin velayet hakkı yoktur. Müdebber ve ummu'Iveled durumunda olanlar ise, efendilerinin onlar üzerinde velayet hakları vardır. Çünkü onlar hakkında bir nevi azâd etme cereyan etmiştir ve bununla diledikleri kişiyi kendilerine veli yapma hakkım kazanmışlardır. Velayet, neseb gibidir ve gerçekleştikten sonra ortadan kalkma ihtimali yoktur.
Şöyle açıklayalım: Mürtedlerin erkekleri esir edilemeyeceklerinden onlar müşrik Araplar gibidir. Ya İslama dönerler ya da öldürülürler. Onlar için başka bir alternatif yoktur. Bu hüküm (yani esir edilmemeleri) îslâmı kabul etmiş müdebber kadınlarla ummu'Iveled durumunda olanlar ve mukâtebler hakkında da sabittir .Tıpkı müşrik araplar hakkında olduğu gibi.
3992- Mürtedlerden ya da Arap müşriklerden bir topluluk, müslümanların müslüman cariyelerini esir alıp kendi aralarında taksim edecek olsalar ve sonra da her biri cariyesinden kendisine bir çocuğu olsa ya da cariyesini mu-debbere veya mükatebe kılsa, daha sonra İslama dönecek olsalar, o cariyeler onların cariyeleri olmaya devam ederler. Çünkü onları kendi korumaları altına almakla onlara malik olmuşlardır. Ancak umm'lveled sıtatüsüne kavuşmamış ya da müdebbere ve mükatebe olmayan cariyeler hürriyetlerine kavuşurlar.
Çünkü bu durumdaki cariyeler, efendilerinden kendilerini korumuşlardır. Efendileri ise harp ehli idiler. Kendilerini onlardan korumakla kendi kendilerinin sahibi olmuşlardır. Çünkü tedbirden, çocuk doğurduktan ve mükâteb durumuna kavuştuktan sonra eski sahiplerinin, yani mülkiyetinde bulundukları sırada esir alındıkları kimsenin onlar üzerinde herhangi bir hakkı kalmamıştır.
Mürted kadınların müdebber veya mükâteb köleleri olmuş olsaydılar, durum yine ayni olurdu.
108
Çünkü efendileri durumunda olan kadınlar artık fey1 olmuşlardır ve ölü hükmündedirler.
3993- Şayet irtidat eden köleler olup mesele yukarıda anlattığımız şekilde ise, onlardan bir erkek veya kadına ait cariyeler fey' olurlar ve İslama dönmeye zorlanırlar. Erkek köle olup mürted bir kadına ya da müşrik Arap bir kadına ait iseler, hürriyetlerine kavuşmuş olurlar. Kendilerine İslama dönmeleri teklif edilir. İslama geri dönecek olsalar artık mesele bitmiş olur. Değilse, öldürülürler.
Çünkü mürted kişi îslâmm hükmüne göre yok hükmündedir. Mürted birinin kölesi olan kişiye efendisi öldükten sonra İslâm arzedilir, kabul edecek olursa hürriyetine kavuşmuş olur. Şayet reddedecek olursa, öldürülür. Eğer efendi kölesiyle birlikte İslama girer ve köle müdebber veya mukâteb ise, olduğu hal üzere efendisinin mülkiyetinde olmaya devam eder. Bu durumdaki kölelerin durumu, açıkladığımız tüm hususlarda efendileriyle birlikte irtidat eden kölelerin durumu gibidir.
3994- Mürted kişi harp ehlinden bir cariye satın alıp ondan çocuğu olsa, sonra da o cariye müslümanların eline geçecek olsa, fey' olur.
Çünkü harp ehlinden olduğundan ümmülveled olması onun konumunu güçlendirmez. Konumu da temelden hür bir kadının"konumundan güçlü değildir. Haıp ehlinden olup temelden hür olan bir kadın esir alındığında cariye olursa, ümmülveled olan evleviyetle cariye olur.
Müslümanlar onu ele geçirmezden önce İslâmı kabul etmişse, müslümanlar onu ele geçirdiklerinde hürriyetlerine kavuşmuş olur. Çünkü bu durumda efendisine karşı kendisini korumuş konumundadır.
3995- Müslüman bir esir harp yurdunda harp ehlinden bir cariye ile evlenip çocukları doğacak olsa, doğan çocuk din olarak müslümandır ve cariyenin efendisinin köle-sidir.
109
Çünkü çocuk din bakımından ebeveyninden en hayırlı dine mensup olanına tabidir. Kölelik ve hürriyet bakımından ise, annesine tabidir.
O yurdun halkı İslâmı kabul edecek olurlarsa çocuk yine efendisinin kölesi olmaya devam eder.
Çünkü îslâmdan önce efendisinin mülkiyetinde idi ve babanın İslama girmiş olması bu mülkiyete geçerlilik kazandırır.
3996- Müslümanlar o yurdu ele geçirecek olsalar o çocuk hürriyetine kavuşmuş olur ve babasının aşiretinden kabul edilir.
Çünkü müslümanların orayı ele geçirmeleriyle efendisine karşı kendisini korumuş konumundadır ve hürriyetine kavuşmuş olur.
Eğer baba Arap ise, o kişi vela akdi yaparak birisini
velî edinemez. Arap değilse dilediğini velî edinebilir. E-
ğer babası harp ehlinden ise ve müslümanlar onu esir alıp
hissesine düşen kişi de âzâd etmişse o zaman velası âzâd
edenle ilgili olur.
Kitabûl-Velâ'da da anlattığımız gibi âzâd etmeye bağlı vela (velâul-ıtâka], anlaşmaya bağlı velâdan (velâu-1-muvâlât) daha kuvvetlidir. Eğer çocuk üzerinde zaten bir velâu'l-ıtâka yok ise babası âzâd edildiği zaman çocuğunun velâsını da kendisini âzâd edene bağlar. Efendisine isyan edip müslüman olarak kaçıp gelen (murağım) kölenin üzerinde efendisinin velâ hakkı olmayacağına tâif kökleriyle ilgili şu olay delil olarak getirilmektedir:
Tâif köleleri müslüman olarak Rasulullah'a geldiklerinde, Rasulullah onları hürriyetlerine kavuşturmuştu. Sonra asıl sahipleri gelip onları isteyince Rasulullah (s.a.v) "Onlar Allah'ın âzâd ettiği kimselerdir" diyerek isteklerini geri çevirmişti.
Bu da açıkça gösteriyor ki onların üzerinde herhangi bir kimsenin velayet hakkı yoktur. Rasulullahın (s.a.v) onları mevlalarına verdiğini belirten rivayette kastedilen ise, kendi İstekleriyle diledikleri kişilerle muvalat yapmalarını onaylaması anlamındadır.
3997- Harp ehlinden birinin kölesi daru'Iharpte İslâmı kabul ederse, sonra efendisi onu bir müslümana veya bir
110
zinımîye yahut bir düşmana satar ve teslim ederse, Ebû Hanife'nin görüşüne göre o köle hürriyetine kavaşmuş olur.
Bu meseleyi "es-Siyeru's-Sağîr" de açıkladık. Ancak orada İmam Muhm-med cevabı kapalı bırakmıştı. Burada ise cevabı da belitmiş ve: Sırf satıştan dolayı köle hürriyetine kavuşmuş olmaz, müşteri onu teslim aldığı takdirde hürriyetine kavuşur, demiştir ki doğrusu da budur. Çünkü hürriyetine kavuşması için efendisinin elinden çıkması gerekir. Bu ise, akidle değil, teslim edilmesiyle gerçekleşir. Çünkü teslimden önce akid bir hükümdür ve harp yurdu, İslâm yurdunda olduğu gibi hükümlerin geçerli olduğu yer değildir.
Ayrıca burada müşterinin müslüman veya zimmî olmasıyla harp ehlinden olması arasındaki farka da değinmiş ve şöyle demiştir: Müslüman ve zimmîler yurdumuzun vatandaşıdırlar. Müslüman köle yurdumuzun vatandaşı olan birinin eline geçtiği takdirde, sanki İslâm yurduna girmiş gibidir ve bu sebeple hürriyetine kavuşmuş olur. Nitekim müslüman olup kaçan kölenin durumu da böyledir. Ancak müşteri harp yurdunun vatandaşı ise, yurdumuzun vatandaşı olmayan birinin eline geçmesinden dolayı âzâd edilmiş olmaz.
"es-Siyru's-Sağir" de anlatıldığına göre müslüman köle harp ehlinden olan efendisinin mülkiyetinden çıkınca hürriyetine kavuşmuş olur. Satış ya da teslim ile mülkiyetinden çıktığına göre hürriyetine kavuşmuştur demektir. Doğru görüş, burada anlatılandır. Çünkü müşteri, satıcı ile aynı konumdadır. Daha önce satıcının mülkiyetinde olan köle şimdi müşterinin mülkiyetine geçmiştir.
3998- Mürted kişi zimmî kölesiyle birlikte harp yurduna iltihak eder de sonradan müslümanlar onları ele geçirecek olurlarsa, köle ister kendi isteğiyle ona tabi olsun, ister zorla götürülmüş olsun hürriyetine kavuşmuş olur.
Çünkü zimmî kişi de müslüman kişi gibi saygındır. O köle şayet müslüman olmuş olsaydı, efendisine karşı kendisini korumuş olması nedeniyle hürriyetine kavuşmuş olacaktı.
O köle efendisiyle birlikte ahdi bozmuş olsa, fey' olur.
Çünkü bu takdirde darulharp ehlinden olmuş olur. Darulharp ehlinden olan birinin mülkiyetinde iken ona eman yoktur. Bu nedenle ele geçirilecek olursa, fey' durumuna düşer.
111
3999- Kölenin yerine mudebber, mükâteb veya üm-mü'lveled bulunmuş olsaydı, ele geçirilmesi durumunda eğer ahdi bozmuşsa fey1 olur, değilse hürriyetine kavuşmuş olur.
Çünkü ahdi bozdukları andan itibaren, harp ehli gibi olurlar.
Kölelerle birlikte irtidat etmeleri halinde durum böyle
değildir.
Çünkü mürteci eğer hür ise, fey' olmaz. Mudebber veya mükâteb de bu durumdadır. Zimmîlerden ahdi bozan kişi, harp yurduna iltihakından sonra nasıl müslümanlar onu ele geçirdiklerinde fey' oluyorsa, mudebber ve mükâteb de ahdî bozduğu takdirde fey1 olur.
4000- Mudebber veya mükâteb yahut bir müslüman için ummu'lveled bir köle harp yurdunda ister müslüman olarak ister mürted olarak bırakılıp harp ehli onu köle edinecek olsa ve sonra da müslümanlar orayı ele geçirecek olsalar, köle, efendisinin kölesi olarak devam eder.
Çünkü bu durumdaki köleler, sair sebeplerle mülk edinilmezler. Zorla bir yerlere götürülmüş olmakla da mülk edinilmezler. Velevki onlara bunu yapanlar müslüman olmamış olsunlar. Bunlardan erkek olanlara İslama dönmeleri teklif edilir. Kabul ettikleri takdirde efendilerine geri verilirler. İslama dönmeyi kabul etmeyecek olurlarsa, bu takdirde öldürülürler. Kadın olanları ise, İslama dönmeye zorlanırlar ama öldürülemezler. Efendisinin elinden kaçarak gitmiş olan kölenin durumu hakkında ihtilaf vardır.
4001- Müslüman biri irtidat eder ve kölesi de onunla birlikte irtidat edip harp yurduna iltihak edecek olurlarsa ve sora da o mürted kişi kölesini âzâd eder yahut onu mudebber veya mükâteb kılarsa yahut kölesi bir cariye olup o cariyeden çocuğu olur ve daha sonra müslümanlar tarafından ele geçirilecek olurlarsa, köle fey' olup onu ele geçirene aitarih olur.
Çünkü bu durumda o harp ehlinden olmuştur. Harp ehlinden olan birinin, yine harp ehilenden olan kölesini elinden çıkarmadan âzâd etmesi batıldır. Aynı şekilde onu mudebber ya da mükâteb kılmış olması veya onu ummu'lveled
112
yapmış olması, âzâd olması için bir gerekçe değildir ve bu durumda o kölenin zorla mülk edinilmesine engel olmaz.
4002- Harp ehli bir köleyi esir alıp onu hakim bulundukları bir bölgeye götürecek olsalar ve köle artık onlardan birine ait olacak olsa, sonra da o şahıs onu mükâ-teb veya müdebber kılsa, daha sonra müslümanlar o köleyi veya köleyle birlikte efendisini ele geçirecek olsalar, köle hürriyetine kavuşmuş olur ve kimse onun üzerinde bir hak iddia edemez.
Çünkü esir düştükten sonra, bulunduğu hal üzere müslümandır veya zimmîdir. Müslümanların orayı ele geçirmeleri sayesinde de kendini korumuş, bu nedenle de hürriyetine kavuşmuştur. '
4003- Şayet ele geçirilmezden önce irtidat eder ve irtidat etmesi de efendisinin kendisi hakkındaki kararlarından sonra ise, cevap yine aynıdır.
Çünkü harp ehlinden birinin müslüman kölesini âzâd etmesi ve onu mu-debber kılması geçerlidir. Müslüman kişi hürriyete kavuştuktan sonra köle olmaya konu değildir. Oysa harp ehlinden olan kişinin durumu böyle değildir. Bu sebeple muslümanın İslâm yurdunda veya harp yurdunda âzâd edilmesi arasında bir fark yoktur. Her iki durumda da esir edilemez. Esir edilemeyeceğine göre hürdür ve efendisinin kendisiyle birlikte ele geçirilmiş olması bu konumunu değiştirmez. Efendisinin elinden kaçmış köle gibi hürdür.
4004- Kölenin irtidat etmesinden sonra efendisi onun hakkında kararlar almışsa, aldığı kararların hepsi geçersizdir ve böyle bir köle ele geçirildiğinde fey' olup İslama geri dönmeye zorlanır.
Çünkü irtidat etmekle harp ehlinden olmuştur ve harp ehlinden birinin vatandaşı olan kölesini âzâd etmesi geçersizdir.
Netice olarak, temelde hür olan mürted erkekler köle
edinilemezler. Ama temelde hür olmayanları zorla mülk
edinilmeye konu olmaya devam eder.
Çünkü hürriyeti İslâm ile pekişmez ve İslâm ile yahut İslâm yurdunda olmasından dolayı pekişen hürriyet köle edinilmekle bozulmaz.
113
4005- Mürtedlerin köleleri efendilerini mağlup ederek onları harp yurdunda kendilerine köle edinseler, sonra da müslümanlar oraya galip olup onları ele geçirecek olsalar hepsi hürdürler. Efendilerinin hür olmaları, daha önce temelde hür olmaları nedeniyledir. Onları esir eden kendi köleleri olsun, başkaları olsun farketmez. Kölelerin hür oluşlarının nedenine gelince; onlar da efendilerine galip gelmiş ve oraya hakim olmuşlardır. Böylece efendilerinin elinden kaçıp kurtulanlar gibi onlar da hürriyetlerine kavuşmuşlardır.
Oysa harp yurdundakilerin kölelerinin onlara galip gelip ülkelerini ellerine geçirmeleri halinde durum böyle değildir.
Çünkü harp ehli olanlar zorla köle edinilme konumundalar. Köleleri dışındakiler nasıl onları esir aldıklarında köle olabiliyorlarsa, köleleri de onları esir aldıklarında onlar köle olurlar. Onları esir aldıklarından dolayı da köleleri artık hürdürler.
4006- İmam Muhmmed dedi ki: Harp ehlinden birinin kölesi islâmı kabul eder ve müslüman iken müslümanlarm eline esir düşer, sonra da o köle irtidat edip efendisi onu âzâd edecek olursa, âzâd edilme işlemi geçersizdir.
Çünkü irtidat etmekle düşman biri olmuştur.
Efendisi âzâd ettiğinde onu elinden çıkarmış ve kendi yönetiminden ayrı yaşamaya başlamış olup efendisi ona hakim değilse, bu takdirde o kişi hürdür.
Çünkü artık efendisinin hakimiyetinden tamamen çıkmıştır. Hakimiyetinden tamamen çıkmadığı nüddetçe sadece sözde âzâd edilmiş, fiilen ise onun kölesi olmaya devam etmektedir, Fiilen de onun hakimiyetinden çıkmışsa artık onun hakkında şu veya bu şekilde kölelik devam etmez.
Efendisiyle birlikte müslümanlar tarafından ele geçirilecek olurlarsa, efendi kendisini ele geçirene ait fey olur. Çünkü o, darulharp ehli biridir ve mülk edinilme konumundadır Köle ise hür olur.
114
Çünkü onun hakkında azad olma, mürted iken gerçekleşmiştir. Mürted kişi ise tıpkı müslüman gibi zorla mülk edinilme konumunda değildir. İslama geri döndüğü takdirde hürdür. İslama geri dönmeyi kabul etmediği takdirde öldürülür.
4007- Efendi onu âzâd ettiği sırada elinden çıkarmamış ve sonra da müslümanrlar ikisini ele geçirecek olurlarsa, daha önce de belittiğimiz gibi efendi fey' olur. Köleye gelince; şayet harb yurdunda iken İslama girmişse yine o da fey' olur.
Çünkü efendisi onu elinden çıkarmadığı İçin hürriyeti sabit olmamıştır. Ayrıca ona İslama dönmesi teklif edilir. îslâmı kabul etmediği takdirde öldürülür.
4008- İslâm yurdundan esir alınıp götürülmüşse, bu takdirde efendisi taksimattan önce onu bulduğu takdirde hiçbirşey ödemeksizin geri alır. Ama taksimattan sonra bulmuşsa, dilerse değerini ödeyerek onu geri alabilir.
Çünkü irtidat ettikten sonra harp ehlinden olan kişinin onu âzâd etmiş olması, ancak onu elinden çıkarmasıyla gerçekleşir. Elinden çıkarmadıkça âzâd etme işlemi geçersizdir.
4009- İmâm Muhammmed dedi ki: Harp ehlinden kişi yine harp ehlinden olan kölesini âzâd edip onu elinden çıkarmış, sonra da o bölge halkı İslâmı kabul edecek olurlarsa, kölenin hürriyeti gerçekleşmiş olur.
Çünkü hakimiyetinden çıkmasının gerçekleşmesiyle artık o hürdür. İslâmâ girmesiyle bu hürriyet daha da pekişmiştir. •
4010- Efendisi onu âzâd ettikten sonra onunla çekişmeye girerek yenilgiye uğratır, sonra da köle kendi mahkemelerine müracaat eder ve hakim kölenin lehine hüküm vererek efendisinin onun üzerindeki hakimiyetinin son-bulduğuna karar verirse, köle yine hürdür. Ama mahkeme âzâd edilmesinin geçersiz olduğuna karar verirse efendisinin kölesi olmaya devam eder.
■
115
Çünkü hakim onun âzâd edildiğine karar verirse, hakimin gücü ile kendisini efendisine karşı koruma altına almıştır demektir ve bundan dolayı âzâd olması pekişmiştir.
4011- Harp ehlinden bir topluluğun müslüman köleleri bulunsa ve bu köleler irtidat ederek başka bir harp yurduna kaçacak olsalar, efendileri de bu yurtta onlara söz geçiremeyecek durumda iseler, bu yurtta onlar hürdürler.
Çünkü artık onlar efendilerine isyan ederek müslüman olan köle durumundadırlar. Köle nasıl İslâm yurdunda kendisini koruma altına alabiliyorsa, başka bir harp yurdunda da kendisini koruma altına alabilir. Daha Önce de belittiğimiz gibi farklı harp yurtları olabilir ve her bir yurdun kendine has ordusu vardır.
4012- Müslümanlar kendilerine galip gelecek olsalar, hür olurlar. Bu takdirde kendilerine İslama dönmeleri tek-lif edilir, kabul etmedikleri takdirde öldürülürler.
Çünkü bu son esaretlerinden önce hür müslüman idiler ve mürted hür erkekler, müsîümanların onları esir almalarıyla köle olmazlar.
4013- Ama başka bir ülkeye gidememiş, fakat o ülke halkı onları esir alıp hakimeyetlerine geçirmişlerse, sonra da müslümanlar o ülkeyi ele geçirmişlerse, fey" olurlar.
Çünkü müslümanlarm onları ele geçirmelerinden önce köle idiler ve müslümanlar orayı ele geçirdikten sonra da köledirler. Çünkü onlar harp ehlidirler ve müslümanlarm gücü sebebiyle kendilerini koruma altına almış sayılmazlar.
4014- Eman atarak harp yurduna girmiş bir müslüman, harp ehlinden olan kölesini âzâd edecek olursa, köle hür olur. Tekrar köle olmaz.
Çünkü müslüman, âzâd ettiği kimseyi köle. edinemez. Muhammed'in görüşü budur. Ebû Hanife'ye göre ise, nasıl harp ehlinden biri, harp ehlinden olan kölesini âzâd etmesi geçerli değilse, müslüman birinin harp ehilinden olan kölesini âzâd etmesi de geçerli değildir. Her iki durumda da zorla mülk edinilebilecek konumdadır ve onun hakkındaki âzâdlık geçerli değildir.
116
4015- Müslümanlar bu durumdaki birini ele geçirecek olsalar, deriz ki: Şayet köle darulharp asıllı biri ise, onu ele geçiren için fey' olur. O, tıpkı harp ehlinden herhangi biri gibidir. Müslümanın onun üzerinde sabit olan velayeti de onu esir alanın mülkiyetinie girmesine engel değildir. Çünkü velayet neseb gibidir. Müslümanın nesebinin sabit olması harp ehlinden birinin zorla mülk edinilmesine engel değildir. Neseb engel değilse, velayet evleviyetle engel olamaz.
Şayet köle asıl olarak mürted biri ise, hür olur.
Çünkü mürted kişi hakkında âzâd olma gerçekleştikten sonra zorla mülk edinilme konumunda değildir.
Ama o yurt halkı müslüman olmuşlarsa, velayeti efendisine aittir.
Muhammed'in görüşü budur. Çünkü ona göre o köle hakkında yapılmış âzâd etme işlemi geçerlidir. Velayet daha da pekişmiş olur. O köle başkasına velayetle bağlanmaz.
Ebû Hanife'ye göre ise, efendisinin onu âzâd etmesi geçersizdir. O, halkın müslüman olması ile beraber azat olmuştur ve dilediğiyle velayet bağı kurabilir.
Bu, izahı zor bir meseledir. Çünkü Ebû Hanife'ye göre kendisi hakkında verilmiş âzâdlık kararı geçerli değilse, efendisine köleliğinin devam etmesi gerekir. Ama kendisi hakkında verilmiş olan âzâdlık kararı geçerli ise, veli seçtiği kişiye velayetinin geçerli olması gerekir. Tahavî, Ebu Hanife ile Muhammed arasındaki ihtilafın azad etmenin geçerli olup olmaması konusunda değil, bu azat etme İle velanın sabit olup olmaması konusunda olduğunu söyler. Bunu azat etme bölümünde açıklamıştık.
4016- Darulharp vatandaşı olan biri vatandaşı olan kölesini âzâd edecek olsa, bu, velayetinin ona ait olmasını gerektirmez. Köle müslüman olduğu takdirde dilediğiyle velayet bağı kurar.
Ebû Yusufa göre durum böyle değildir. Ona göre velayet neseb gibidir. Daru'lharpte neseb sabit olduğuna göre velayet de sabittir. İmam Ebu Hanife ve Muhammed'e göre ise âzâd etmekten dolayı velayet, İslamın hükümlerindendir ve İslâmın hükümleri daru'lharpte geçerli değildir.
117
Buna itiraz olarak: İslâm geldiğinde insanların köleleri vardı ve cahiliye döneminde bu köleleri âzâd etmişlerdi. Cahiliye döneminde âzâd ettikleri bu kölelerle İslâm döneminde velayet bağı kuruldu, denilecek olursa, cevap olarak deriz ki:
Bu köleler iki yurdun birbirlerinden ayrılmasından önce âzâd edilmişlerdi. Kâfirlerin hükmünden ayrı müslümanların hükümlerinin geçerli olduğu bir yurt yoktu. Şimdi ise yurtlar birbirlerinden ayrılmıştır. Her yurt ehlinin ayrı bir hükmü vardır. Müslümanların hükmü altında olan bölgede âzâd etmekten dolayı mecut olan velayet, harp yurdunda sabit olmaz.
4017- Muhammed dedi ki: Müslümanın darulharpte müdebber veya ummu'lveled durumunda olan harp ehlinden bir cariyesi bulunup müslümanlar onları ele geçiricek olsalar, ikisi de fey1 olmazlar.
Çünkü efendilerine karşı kölelik halleri devam etmektedir. Ama onları âzâd etmiş olsaydı, müslüman köle olma durumları ortadan kalmış olurdu. O zaman sair hür kadınlar gibi fey' olurlardı.
4018- Dedi ki: Müslüman biri daru'lharpte ölüp mürted köleleri bulunacak olsa ve sonra da müslümanlar oraya hakim olup onları ele geçirecek olsalar, onlardan müdebber olan hür olur ve üzerinde başkasının bir hakimiyeti olmaz.
Çünkü efendisinin ölümüyle âzâd olmuştur ve müdebber kişi âzâd olduktan
sonra müslümanlar zor kullanarak ona malik olamazlar.
Müdebber veya ummu'lveled durumunda olan cariyelere ise, onlar fey1 olurlar. Çünkü onlar da efendilerinin Ölümüyle âzâd olmuşlardır. Böylece onların
durumları sair mürted hür kadınlar gibidir.
4019- Dedi ki: Mürted kişi duru'lharbe iltihak edip beraberinde müslüman bir kölesi bulunacak olsa ve sonra da o köle efendisinden kaçarak İslâm yurduna geri dönecek olsa, hürriyetine kavuşmuş olur.
Çünkü bu köle üzerinde mirasçılarının hakkı sabit olmaz. Kölenin efendisi artık harp ehlinden biridir ve harp ehlinden birinin kölesi, müslüman veya zimmî
118
olarak efendisinin elinden kaçıp İslâm yurduna gelecek olursa, hürriyetine kavuşmuş olur.
islâm yurdunda hırsızlık yapmak üzere kaçmış olsa, yine hürriyetine kavuşmuş olur.
Çünkü efendisine karşı çıkarak gelmiştir.
Şayet zimmî ise, o zaman onu ele geçiren için fey1 olur.
Çünkü müslümanlarla savaşması, ahdi bozması anlamına gelir. Efendisinin elinden kaçmakla darulharp ehli olmuştur ve onu ele geçiren için fey' olur. Bu durumdaki köleler ele geçirilemeyip efendilerine dönecek olsalar ve sonra da yurt halkı İslâmı kabul edecek olsa, efendilerinin kölesi olmaya devam ederler. Çünkü efendilerine geri dönmekle müslüman olup kaçan köle olmaktan çıkmışlardır.
4021- Eman isteyerek İslâm yurduna giriş yapmışlarsa, efendilerine geri dönmelerine müsaade edilmez. Bilakis satılırlar ve satışlarından elde edilen para bekletilir.
Çünkü efendilerine isyan edip müslüman olarak kaçıp gelmemişlerdir. Kendilerine eman verilmiş olmasından dolay* da harp ehlinden olan efendilerinin onlar Üzerindeki malî haklarının gözetilmesi gerekir.
4022- Darulharp halkından birinin kölesi müslüman olup efendisinden kaçarak gelmiş ve eman alarak İslâm yurduna girmişse, kaçıp gelmiş olması nedeniyle âzâd olmuş olur. Kendini koruma altına alma düşüncesiyle ülkemize geldiği içiji de artık bizim zimmetimizdedir. Bu düşüncesi, onun himayemize girme konusundaki rızasına delildir. Ama ülkemizden hırsızlık yapmak ya da bizimle savaşmak üzere gelmişse, onu ele geçiren için feyr olur. Çünkü o düşman biridir ve emam bulunmamaktadır. Ebû Hanife'ye göre
ülkemizde ele geçirilmesiyle müslüman toplum için fey1 olur. İmam Muhammed'e göre ise, onu ele geçiren kim ise, ona fey' olur. Allah en iyi bilir.
119
-185-
-
BİR KİMSENİN İRTİDAT ETTİĞİNE DAİR ŞAHİTLİKLE İLGİLİ MESELELER
4023- İmam Muhammed -Allah kendisinden razı olsun-dedi ki: Durumu hakkında kesin bilgi gelinceye kadar esirin malının taksim edilmeyeceğini ve eşinin evlenemeyeceğini belirtmiştik.
Çünkü bu durumdaki kişi, kaybolmuş kişi mesabesindedir.
4024- Esir düşen kişinin izine rastlanamamışsa ve mirasçıları da irtidat ettiğine dair bir bilgi ile gelecek olurlarsa, bu konuda âdil ve müslüman iki şahit getirmedikçe, getirdikleri bilgi nazarı itibara alınmaz.
Çünkü o kimseninin müslüman olduğu biliniyordu ve bu sabit idi. Müslüman olmayan kimselerin bir müslümanın aheyhine şahitlikleri irtidat meselesinden daha basit meselelerde bile kabul edilmezken, irtidat ettiğine dair şahitlikleri nasıl kabul edilebilsin.
4025- Dedi ki: İrtidat ettiğine dair iki müslüman şahitlik edecek olursa hakim, o irtidat eden kişi ile karısının artık bir ilişkisinin kalmadığına ve malının mirasçıları arasında taksim edilmesine karar verir.
Çünkü hakimin bu konuda hüküm vermesiyle o kişi artık Ölü hükmündedir.
4026- Hakim hükmünü verdikten sonra o kişi müslüman olarak geri dönüp şahitlerin kendisi aleyhindeki şahitliklerini inkâr edecek olursa, onun bunu inkâr etmesinden dolayı hakim verdiği kararı iptal etmez. Çünkü hasım durumunda olan biri hakkında delile dayanarak kararını
vermiştir.
4027- Ancak onun bunu inkâr etmesi, geleceğe yönelik olarak müslüman olduğu anlamındadır. Hakim ne ham-
120
121
minin tekrar kendisine dönmesine ve ne de malının iadesine hüküm verir. Tıpkı irtidat ettiği kesin olarak bilinip sonra tekrar İslama dönen kimsenin durumunda olduğu gibi malından mirasçılarının elinde bizzat (ayn) bulunan kısmını geri alır.
Müslümanm yerinde bir zimmî olmuş olsaydı ve onun ahdi bozduğuna dair delil getirilmiş olsaydı, onun hakkındaki hüküm de aynı olurdu. Sadece onun hakkında zim-mîlerin şahitliği de makbuldür.
Çünkü bir zimmî aleyhindeki zimmînin şahitliği de makbuldür. Oysa müslümanm aleyhindeki şahitliği makbul değildir.
Hakim, esir kişinin irtidat ettiğine dair şahitleri dinledikten sonra onun irtidat ettiğine karar vermeyip o kişi müslüman olarak geri dönecek olsa ve irtidat ettiğini de inkâr edecek olsa, malı kendisine ait olur.
Çünkü mürteddin harp diyarına iltihak ettiğine dair hakim hüküm vermedikçe, mürteddin malı varislerine ait olmaz.
4028- Müslüman olarak geri dönmüşse, daha önce irtidat etmiş olsun veya olmasın, malı bulunduğu durum üzere devam eder. Ancak irtidat ettiğine şahitlik edenlerin durumu araştırılır ve adaletli oldukları kesinleşirse, hakim, karısının kendisinden ayrı düştüğüne karar verir. Çünkü karısının kendisinden ayrı düşmesi, irtidadm kendisi ile subut bulur.
Ancak ummu'Iveled durumunda olan cariyelerinin âzâd olduklarına dair hüküm verilmez.
Çünkü ummu'Iveled durumundaki cariye, irtidattan dolayı âzâd olmaz. Ancak ölüm sebebiyle âzâd olur. İrtidada dair hakimin hükmü bulnduğu takdirde o zaman iitidat, ölümü mesabesindedir.
Şayet hakim burada karısı ile arasını aydırdığı takdirde harp yurdunda irtidat ettiğine hükmetmiş anlamına gelir ve bu, ummu'Iveled durumundaki cariyenin âzâd olmasını gerektirir denilecek olursa, deriz ki:
Hayır, durum böyle değilir. Mürted kişi harp yurduna iltihak etmiş olsa bile, hakim, iltihak ettiğine karar vermedikçe ummu'Iveled durumundaki cariyeleri âzâd olmazlar. Oysa burada hakim, ihtiyaç olduğu kadarına hüküm vermektedir ve bununla ancak kişi ile karısı birbirlerinden ayrılmış olur. Bu da ura-mu'lveled durumundaki cariyelerin âzâd olmalarını gerektirmez.
4029- Zimmîye gelince; şahitler, onun zimmet ahdini bozduğuna dair şahitlik eder ve sonra yeni bir eman almaksızın o zimmî gelip ahdi bozmadığını iddia edecek olursa, bakılır; eğer şahitlerin âdil oldukları sabit olursa hakim, o kişinin müslüman için fey1 olduğuna hükmeder. Çünkü bu delil ile karısı kesin olarak kendisinenden ayrı düşmüş olur. Bu
ise, ancak ahdi bozması veya gerçek üzere ya da hükmen yurtlarının ayrı olması sonucunda gerçekleşir. Böylece bu, onun ahdi bozduğu anlamına gelir. Bunun başka bîr izah yolu yoktur. Bunlar gerçekleştikten sonra artık o, yurdumuzda emanı bulunmayan daıulharp vatandaşıdır ve bu nedenle kendisi esir alındığında fey' olur, malı da mirasçılarına taksim edilir.
4030- Fakat eman alarak geri dönmüşse, bu davranışı ahdi bozduğunun bir isbati olduğundan hakim, karısının kendisinden ayrı düştüğüne karar verir, ancak malını kendisine geri verir. Böyle bir kişi, ahdi bozduğu bilinen ve malı taksim edilmeden önce tekrar zimmîlik statüsüne dönen kişiye benzemektedir ve onun hakkında da ayni hükümler geçerlidir. Ummu'Iveled veya müdebber olan cariyeleri de âzâd olmuş sayılmazlar.
Çünkü ölüm olmaksızın yurtların ayrı olmasıyla cariyelerin konumu değişmez. Oysa karısıyla ayrılığına hükmetme meselesi böyle değildir.
4031- İmam Muhammed dedi ki: İki müslüman, esir düşen kişinin karısını üç takla boşadığına dair şahitlik edecek olursa, hakim, onların şahitliklerine bakarak buna karar veremez.
Çünkü hakkında hüküm verilen kişi hazır değildir ve boşama ile âzâd etme konularında getirilen delillere bakarak aleyhine hüküm verilemez.
122
Ne var ki kadın, (mahkeme kararıyla değil de) kendisi ile Allah arasında olayı değerlendirerek iddet bekledikten sonra evlenebilme imkânına sahiptir.
Çünkü hasım hazır bulunmuş olsaydı, hakim, ileri sürülen delile dayanarak karısının ondan ayrı düştüğüne karar verirdi. O halde bu delile dayanarak kadın iddet bekleyebilir ve iddeti dolduktan sonra da evlenebilir.
4032- Kadın evlendikten sonra esir geri döner ve bo-şadiğım inkâr edecek olursa, kadının ise boşadığını delille kanıtlarsa, hakim boşanmanın gerçekleştiğine karar verir ve yeni evliliğinin geçerli olduğunu kararlaştırır. Değilse, esir olan kocasına geri verir ve ikinci kocasından ayırır.
■ Çünkü karısını kendisine iade etmeden önce o delile dayanarak ayn düştüklerine karar veremez. Sözkonusu delil, hasmın (eski kocasının) hazır bulunmadığı bir sırada getirilmişti.
imam Muhammed dedi ki: Şahitler o kişinin öldüğüne
yahut öldürüldüğüne dair şahitlik edecek olursa, hakim
şahitlerin şahitliklerini kabul eder ve buna göre hüküm
verir.
Çünkü hasmın aleyhine delil sabit olmuştur ve burada mirasçılar hasım konumundadırlar. İrtidat meselesinde de durum böyleydi. Oysa boşama konusunda durum böyle değildir.
4033- Kişinin öldüğüne âdil biri şahitlik edecek olursa, hakim onun şahitliğine bakarark hüküm veremez ama kadın iddet bekleyip evlenebilir.
İmam Muhammed bu arada ölüm, neseb ve nikâh meselelerinde şahitlerin duydukları şeyleri anlatmalarına dair hususlarda şahitliklerinin geçerli olup olmadığı konularını anlatır ki bu konular daha önce açıklanmıştı.
4034- İmam Muhammed dedi ki: Esirin irtidat ettiğine dair bir kişi şahitlikte bulunacak olursa, bu kitaptaki rivayete göre karısı iddet bekleyip evlenme imkânına sahip değildir.
Halbuki "el-İstihsan" kitabındaki rivayet bundan farklıdır. İki rivayetten ne kastedildiğini daha önce aaçıklamiştık.
123
4035- Karısını üç defa boşadığına dair şahitlik edecek olursa, kıyasa göre cevap yine aynıdır.
Çünkü nikâh, ancak iki şahitle sabit olur ve onun izalesi de ancak iki şahitle subût bulur.
İstihsana'a göre de durum budur. Esirin öldüğüne dair tek kişinin şahitliği de böyledir.
Çünkü kadınla evlenmesinin helal olduğuna dair şahitlikte bulunmuştur. O halde şahidin verdiği haber, dini ilgilendiren bir haberdir ve o verilen haberi reddeden bir hasım ortaya çıkmadıkça din ile ilgili işlerde tek kişinin verdiği haber geçerlidir. Bu rivayete göre irtidat böyle değildir. Çünkü irtidada dair verilen haber müstenkerdir. Oysa boşamaya dair haber, müstenker değildir. Ayrıca kişinin irtidat ettiğine dair habere, irtidat eden kişinin öldürülmesi de taalluk eder. Bu nedenle bu konuda tek kişinin şahitliği geçerli değildir. Halbuki boşamada durum böyle değildir.
İlk görüş daha sahihtir. İrtidat ettiğine dair bir erkek iki kadın veya iki erkek kişinin şahitliğinden sonra yine iki kişi şahitlik edecek olursa, hakim bu şahitliği geçerli sayar ama öldürülmesinin helal kılındığı meselesinde bu şahitlerin şahitliğini kabul etmez. Bir kişinin şahitliğiyle öldürme hükmü sabit olmadığı gibi şahitlik üzere şahitlik ve bir erkekle birlikte kadınların şahitliğiyle de öldürme sabit olmaz.
4036- Ajm şekilde bir erkek ve iki kadın zimmînin ahdi bozduğuna dair şahitlik edecek olurlarsa ve zimmî de ahdi bozduğunu inkâr edecek olursa, devlet başkanı bu şahitlerin şahitliklerine dayanarak o zimmîyi öldüremez. Diğer hükümler konusunda ahdi bozduğunu kabul eder ama öldürme hükmü bunun dışındadır.
Çünkü kadınlarla birlikte erkeklerin şahitliği, şüphelerle birlikte sabit olan hükümlerde geçerlidir, ama şüphelerle birlikte sabit olmayan hükümlerde geçerli değildir. Mesela adamın hırsızlık yaptığına dair şahitlik yapacak olurlarsa, buradaki şahitlik geçerli değildir.
4037- Aynı şekilde bir erkekle iki kadın bir hiristiya-nın İslama girip sonra irtidat ettiğine dair şahitlik edecek olursa, kişi de bunu inkâr ediyorsa, tekrar İslama don-
124
mesi konusunda zorlanır ama şahitlikteki şüpheden dolayı öldürülmez.
İmam Muhammed dedi ki: Zimmî iki kişi, bir zimminin İslâmı kabul edip daha sonra irtidat ettiğine dair şahitlik edecek olurlarsa bu şahitlikleri hiçbir surette geçerli değildir.
Çünkü bu iki şahit onun irtidat ettiğini ileri sürüyorlar. Müslüman olmayanların müslümanlar aheyhindeki şahitlikleri nasıl kabul edilmiyorsa, iıtidat konusundaki şahitlikleri de kabul edilmez. Çünkü o müıted olduğunu iddia ettikleri kişinin ancak müslüman olduktan sonra irtidadı sözkonusudur. Onların bu iddiaları, aleyhinde şahitlik edemeyeceklerinin delilidir. O halde onların şahitliğine dayanarak o kişi hakkında hüküm verilmez. Allah en iyisibilir.
-
1
■
125
-186-
MÜRTED HAKKINDA HADLER VE DİĞER CEZALAR
İmam Muhmmed - Allah kendisinden razı olsun - dedi ki:
4038- Bu konuda kural şudur: Başlangıçta varlığı küfre aykırı düşmeyen şeyin devamı evleviyetle küfre aykırı değildir. Cezalardan başlangıçta varlığı küfre aykırı düşenin devamı da küfre aykırıdır.
Çünkü cezalar şüphelerden dolayı ortadan kalkar. Şüphelerin en kuvvetlisi ise, aykırı düşen, yani cezanın uygulanmasını engelleyendir. Nasıl şüphe ile birlikte suçun cezasının uygulanışı engelleniyorsa, cezanın vacip oluşundan sonra fakat uygulanmasından önce böyle bir şüphenin ortaya çıkması da aynı şekilde cezaya engel olur. Cezayı uygulayamama halinden sonra artık vacip diye birşey ortada kalmaz. Bunu tesbit ettikten sonra deriz ki:
Müslüman kişi, bir mal ele geçirecek ya da kısası veya haddi gerektiren birşey yapıp sonra da irtidat edecek olsa ve harp yurduna iltihak edip bir müddet müslümanlara karşı savaşacak olsa ve daha sonra tevbe ederek dönecek olsa, bütün bunlar İslâm yurdunda iken İşlediği suçlardan dolayı cezalandırılmasına engel değildir. Çünkü müslümanlara düşman olması, üzerinde bu hakların vacip olmasına engel değildir.Çünkü bu cezaların sebeplerini darulislamda işlemiştir.
Görmüyor musun, eman altındaki biri, İslâm yurdunda bunlardan birini işleyecek olursa, işlediğinde kulların hakkı bulunduğundan dolayı bu cezaları hakkeder. Mürted de aynı durumdadır.
4039- Ancak bütün bunları mürted olarak harp yurduna iltihak ettikten sonra işleyecek olur ve sonra da İslama geri dönecek olursa, sözkonusu bütün cezalar üzerinden düşer.
Çünkü bu suçlan düşman biri olarak ve harp yurdunun vatandaşı olduğu bir sırada işlemiştir. Düşman biri ise, düşman olduğu bir sırada işlediği suçlardan dolayı İslama girdikten sonra cezalandırılmaz. Nitekim Peygamber (s.a.v.):
126
'"İslâm, öncesini siler" buyurmuştur. Hükümler konusunda harp ehli hakkında batıl te'yilin sahih te'vile ilhak edildiğini belirtmiştik. Darulharp ehline karşı İşlediği suçlardan dolayı müslüman kişiye bu cezaların biri uygulanmayacağı gibi, darulharp vatandaşı biri de bu cezalan hak etmez. Harp yurduna iltihak ettikten sonra mürted kişi de darulharp vatandaşı olur.
4040- Müslüman biri, belirlenmiş cezalardan birini gerektiren zina, hırsızlık veya yol kesme gibi bir suç işler ve sonra irtidat eder yahut irtidat ettikten sonra bunları işler ve sonra da harp yurduna iltihak edip daha sonra tev-be ederek İslâm yurduna geri dönecek olursa, aynı şekilde bütün cezalar üzerinden düşer.
Çünkü darulharp vatandaşı oluşu, had cazalarınm ona uygulanmasına engeldir. Haddi gerektiren suçları İslâm yurdunda işlemiş olsa bile cezaların ona uygulanmasını gerektirmez. Eman altındaki kişinin de durumu böyledir. Bir ara eman altında olmaktan çıkmışsa, işlediği suçlardan dolayı cezalandırılmaz. Sadece hırsızlık yapmışsa çaldığı malı tazmin eder.
4041- Yolkesicilik yaparken birini öldürücek olursa, kendisine kısas uygulanır. Bu konuda durumu, eman al-tındakinin durumu gibidir.
Çünkü kulların hakkının taalluk ettiği hususlar kendisine ödetilir.
4042- Yolkesicilik yaparken yanlışlıkla bir adam öldürecek olursa bakılır, şayet irtidat etmezden önce öldür-müşse, âkile durumunda olan yakınları diyeti öderler. İrtidat ettikten sonra öldürmüşse, diyeti kendi malından öder.
Çünkü âkile durumunda olanların yardımlaşmaları, müslümanlar için söz-konusudur. Kişi irtidat ettikten sora müslüman birinin ona yardımcı olması söz-konusu değildir.
Müslüman biri, içki ve sarhoşluk suçunu işleyip had cezasını hakeder ve daru'Iharbe iltihak etmeden irtidat e-dip sonra İslama geri dönecek olursa, işlediği bu suçtan
dolayı cezalandırılmaz.
127
Çükü küfür, henüz başlangıçta bu had cezasına engeldir. Zİmmî ve eman altındki için de aynı durum sözkonusudur. Had cezası gerekli olduktan sonra kişinin irtidat etmesi de cezanmm kalıcılığını giderir. Aynı şekilde mürted kişi, devletin elinde mahpus İken İçki içecek olsa, yine içki içme cezasına çarpıtılmaz.
Çünkü bu suçu işlediğinde kâfir idi. Kâfirin inancına göre de içki içmek, serbesttir. Hadler, sebeplerine başvurulmasını engellemek maksadıyla en-redilmişlerdir. O halde suçlan işleyen kişinin, onları işlemenin haram olduğuna inanması gerekir. Ancak böyle biri için cezalar engelleyici olur. Bunun dışında kalan hadlerde ise sorumludur.
Çünkü kendisi de bunların yasaklığına inanmaktadır. Ayrıca devlet başkam elinde bulunduğundan dolayı ona ceza verme imkânına sahiptir.
4043- O suçu işlediği sırada devletin elinde değilse ve harp yurduna iltihak etmezden önce tekrar İslama dönmüşse yine işlediği o suçtan dolayı kendisine ceza verilmez.
Çünkü onu işlediğinde müslümanlarla harp halinde bulunuyordu. Onu İslama savaş açmış kabul ediyoruz. Çünkü irtidat etmekle imkân bulduğu takdirde müslümanlarla savaşmanın gerekliliğine inanmaktadır. Ancak devletin elinde mahpus olduğu müddetçe savaşma imkânına sahip olmadığından İslama karşı muharip kabul edilmemektedir. Şayet devletin eli kendisine uzanamayacak bir durumda ise, savaşmak onun hakkında mümkündür ve o buna inanmaktadır. Böylece harp yurduna iltihak etmiş gibi hükmen muhariptir.
4044- Kısası gerektirecek bir suç işlemiş yahut zina iftirası cezasını hakketmiş ve sonra da irtidat ederek harp yurduna iltihak etmiş biri müslümanlara: Hakkettiğim ceza konusunda bana eman verin sizinle barışayım, talebinde bulunucak olursa, müstümanlardan hiçbiri ona eman verme yetkisine sahip değildir.
Çünkü ileri sürdüğü şart, şeriatın hükümlerine aykırıdır. Zira Peygamber (s.a.v.): "Allah'ın kitabında bulunmayan her şart batıldır." buyurmaktadır. Ayrıca işlediği suçta kulların hakkı vardır. Kısas, tamamen velinin hakkıdır. Ondan başka hiç kimsenin onu yok etme yetkisi yoktur. Kazif suçunda ise, kendisine if-
128
tira edilen kimsenin hakkı vardır. Kendisine iftira edilen kişinin kendisi cezayı o kimesenin üzerinden kaldırma hakkına sahip değilse, başkası nasıl böyle bir hakka sahip olabilir! Böylece anlaşılıyor ki bu konuda kendisine eman veren kişi, yerine getirmeyeceği bir sözü üstlenmiştir.
4045- Bu konuda kendisine eman veren devlet başkanının kendisi dahi olsa ona verdiği sözü yerine getirmez. Çünkü peygamber (s.a.v.): "Bilinmeyenleri sünnete irca edin" buyurmuktadır. Haksızlığa uğramış kulların haklarının bulunduğu bir hususta devlet başkanı eğer taahhüt altına girmişse, böyle bir taahhüt altına giremeyeceğini bilmiyor demektir. O halde hasım durumunda olan kişi, devlet başkanından hakkının alınmasını istediği takdirde devlet başknı sözkonusu şartı bir tarafa atarak gereğini yapmak zorundadır.
Şart koşup eman isteyen kişi: Bana verdiğiniz emani yerine getiremiyorsanız, beni emin olacağım yere iade edin , diyecek olursa, bu isteği de yerine getirilmez. Çünkü o kişi mürtettir ve devlet başkanı tekrar müsiümanlarla savaşmasına imkan veren bir davranışta bulunamaz.
4046- Suç işlemiş mürted kişi böyle bir anlaşma isteğinde bulunur ve müslümanlar da ancak isteğini kabul ettikleri takdirde geleceğini biliyorsa, yalancı çıkmayacakları bir şekilde kendisine muamele etmeleri gerekir. Değilse, isteğini kabul ettiklerini .anacak ve aldatılmış olacaktır.
Yalan söylemiş duruma düşmeyecek şekilde ona söz vermeleri gerekir. Yalandan kurtulmak için tevriyeli sözler kullanılabilir. Muhariplere karşı bu tür sözler söylemek caizdir. Nitekim peygamber (s.a.v): "Harp hiledir" buyurmuştur. Hendek günü "Belki de biz onlara bunu emretmişizdir." demek suretiyle Peygamber (s,a.v)in bu yola başvurduğunu daha önce belirtmiştik. Çünkü yalana ruhsat yoktur. Müslüman, hiçbir surette bilerek yalan söylememelidir.
129
4047- Şayet kaçınır ve mutlaka kesin ve açık konuşmalarını isteyecek olursa, açık seçik konuşurlar, ama o mürted kişin\n farkına varamayacağı bir şekilde anlaşmayı geçersiz kılacak bir cümleyi anlaşmaya ilave ederler. Böylece bu yolla maksat hasıl olmuş olur.
Bu konuda dayanağımız şu rivayettir: Sakif kabilesinden bir heyet Peygamber (s.a.)e gelerek: "Eğilmemek - yani rükû ve sucuda gitmemek şartıyla sana iman ederiz" dediler. Peygamber (s.a.v.) bu şekilde onlarla antlaşma yaptığı, fakat antlaşma metninin sonuna "müslümanlann lehine olan onların da lehine, aleyhine olan onların da aleyhine olacaktır" ifadesini yazdı ve sonra yazdığı bu cümlenin, önceki ifadeleri hükümsüz bıraktığı gerekçesiyle onlara namaz kılmalarım emretti.
4048- Bunu da beceremez ve isteğini yerine getirmek üzere onunla anlaşacak olurlarsa, yine verdikleri sözü yerine getirme yetkisine sahip değillerdir.
Çünkü ileri sürülen şart, şeriatte haramdır. Onların bu şartı kabullenmeleri de haramdır. Bir haramın işlenmiş olması, şeriatte başka bir haramı işlemeye sebep teşkil etmez.
4049- Aynı şekilde mürtedlerden bir topluluk, zimmî olmak üzere müslümanlardan eman iseteyecek olsalar, müslümanlann bu şartla onlara eman vermeleri doğru değildir.
Çünkü mürteddin öldürülmesi had olarak gereklidir. Mal için bir haddin yerine getirilmemesi veya geciktirilmesi hiçbir surette caiz değildir. Harp ehli ile zimmî antlaşmasının yapılmasında hedef, onların mallarını almak değil, onlann muamelat konusunda İslâmî hükümlere boyun eğmelerini sağlamaktır. îslâmın hükümlerini mürtedde uygulamak da bir zorunluluktur. Ona bu konuda eman veriliyorsa, sadece mal için yapılmış olur ve bu caiz değildir.
4050- Bu isteklerini kabul edip nihayet onlar da çıkıp gelecek olsalar, kendilerine İslama dönmeleri teklif edilir ve kabul etmedikleri takdirde öldürülürler. Hiçbir surette geri dönmelerine izin verilmesi caiz değildir.
130
Çünkü mürted kişinin îslâma dönmemesi bizzat kendisinin öldürülmesini gerekli kılar. Nitekim Peygamber (s.a.v):" Dinini değiştireni öldürünüz" buyurmaktadır.
4051- İki taraf da birbirine ilişmemek üzere antlaşmasını isteyecek olsalar -ki bu konu daha önce açıklanmıştı- mesela devlet başkanının onların hakkından gelememe durumu gibi bir zaruret bulunmadıkça onlarla böyle bir antlaşma yapmak caiz değildir. Bir zaruret ortaya çıktığında da yaptığımız bu antlaşma karşılığında onlardan herhangi bir malî karşılık alamayız.
Çünkü onlardan malî karşılık almamız, haraca benzer
Ama devlet başkam herhangi bir malî karşılık almışsa, aldığını devletin hazinesine devreder.
Çünkü kendilerinden alınan malî karşılık, mürteddİn malıdır ve mirasçıların bu maldan bir alacakları yoktur. Olduğu gibi hazineye devredilir,
4052- Ancak Haricîlerin durumu böyle değildir. Ken-dileriyle saldırmazlık antlaşması yapmak üzere kendilerinden bir mal alınmışsa devlet başkam onu yanında mahpus tutar ve nihayet tevbe edip dündüklerinde mallarını kendilerine iade eder.
Çünkü Haricîlerin mallan hiç bir surette başka müslümanîar için ganimet olmaz. Oysa mürtedlerin durumu böyle değildir. Onlar İslama düşman kişiler olduktan sora malları müslümanlara ganimet olur.
Buna göre yurdumuzda eman altında olan biri bir suç işler ve harp yurduna gittikten sonra müslüman olarak geri dönmek üzere müslüjHanlardan eman isterse, yaptığından dolayı sorumlu olur.
Çünkü bu, kullara yapılan haksızlıklardandır ve bu konuda eman altında olan biri de mürted gibidir.
4053- Harp yurduna döndükten sonra müslümanîar onu esir alacak olsalar, can konusundaki kısas hariç, tüm cezalar kendisinden düşer.
131
Çünkü o artık bir köledir ve köle oluşu, organlar konusundaki cezaların başlangıçta uygulanmasına engel olduğu gibi, sonrası için de engel olmaya devam eder. Oysa can konusundaki kısas böyle değildir. Köle oluşu, başlangıçta bu kısas cezasının uygulanmasına «ngel değildir.
4054- Köle, ele geçirmiş olduğu mallardan dolayı sorumluluk altına girmez. Ancak köle mükâteb ise, malî yükümlülük altına girer. Halbuki buradaki borçtan dolayı mükâteblik diye bir durum sözkonusu değildir.
4055- Aynı şekilde Hariciler güçlenmeden önce böyle bir cezayı hakkedecek bir suç işler ve sonra da güç sahibi olup hakkettikleri cezaya çarpıtırılmamak kaydıyla barış isteyecek olsalar, devlet başkanı onların ileri sürdükleri bu şartı kabul edemez. Ancak içki içme ve benzeri suçlardan cezayı hakketmişlerse, muharip olduktan sonra tevbe ettikleri takdirde üzerlerindeki bu cezalar düşer. Bu nedenle bu suçlardan dolayı cezalandırılmamak üzere antlaşma yapmak isterlerse, devlet başkanı bu şartlarını kabul edebilir.
Çünkü ileri sürdükleri bu şart, şeriatın hükmüne uygundur.
Aynı şekilde kendilerini koruyacak güce ulaştıktan sonra işledikleri suçlardan da tevbe ettikleri takdirde ce-zalardan muaf olurlar. Ancak haksız yere aldıkları mallardan ellerinde bulunan birşey varsa, onu geri vermeleri kendilerinden istenir. Ellerinde mevcut bulunan bu malların kendilerine bırakılması şartıyla devlet baskınından sulh yapmasını isteyecek olsalar, devlet başkam bu şartlarını kabul etmemelidir. Anlaşma sırasında bu şartı kabul etmiş olsa bile, bu konuda verdiği söze riyayet etmemesi ve ellerinde mevcut bulduğu herhangi bir müslüman veya antlaşmalımn malını onlardan alarak sahibine geri vermesi gerekir. Sadece Allah'a ait olan hadlerden dolayı onları cezalandırmaz.
132
Aradan uzun bir müddetin geçmiş olması bu cezalan uygulamaya engeldir. Nitekim Hz. Ömer şu sözüyle buna işaret etmektedir. "Herhangi bir topluluk vaktinde şahitlik yapmadıkları bir suç konusunda daha sonra şahitlik ederlerse, o kişiye olan kinlerinden dolayı şahitlik ediyorlar demektir" Aradan uzun bir müddetin geçmiş olması ise, o kişinin adalet ehlinin dışına çıkması demektir.
4056- Mütrted kişi, harp ehlinin kalelerinin birinde kulların haklarının taalluk ettiği bir had cezasına çarptırılmayı hakkeder ve kalenin kapısını ınüslümanlara açmak üzere sözkonusu cezaya çarptırılmamasını isteyecek olursa, bu isteği de önceki istekleri gibi reddedilir.
Çünkü devlet başkanı, kulların haklarının taalluk ettiği birşeyi düşüremez.
4057- Ancak o mürted kişi, müslümanların mallarından ele geçirdiğini tüketmiş olup kimsenin kanını akıtmamışsa ve devlet başkanı da kendisine eman vermeyi müslümanların yararına görürse, bu takdirde o cezaya çarptırılmamak üzere kendisine eman verebilir. Sonra da malı gitmiş olan müslümanların haklarını ganimetten karşılar.
Çünkü devlet başkanı, müslümanlara kalenin kapısını açacak kimseye özel olarak ganimetten bir miktar ayırma yetkisine sahiptir, Mürted kişi, tekrar İslama dönmek ya da kalenin kapısını açmak üzere istekte bulunduğunda bu isteğini yerine getirir ve ona özel olarak ayıracağı ganimetten hakkı yenmiş olan müslümanların malî zararlarını karşılar.
Ancak kısas ve iftira cezası konusunda eman veremez. Çünkü bu konularda müslümanların uğramış oldukları haksızlıkları devlet başkanı karşılayamaz. Karşılayamadığı için de eman verme yetkisine sahip değildir. Allah en iyi bilir.
-187-
İRTİDAT KONUSUNDAKİ İDDİALAR
VE BU İDDİALARA MUHATAP OLAN KİŞİNİN
EŞİYLE İLGİLİ HUSUSLAR
4059- İmam Muhammed dedi ki: Esir kişi İslâm yurduna döndüğünde karısı onu mahkemeye verip hakime: Kocam İslâmdan irtidat etti. Bu nedenle ben ondan ayrı düşmüş durumdayım, diyecek olsa ve esir düşen kişi de: Onların kralları beni bu işe zorladı, dininden dönmediğin takdirde seni öldüreceğim, dedi, ben de istemeyerek irtidat ettiğimi söyledim, derse, bu konuda kadının söylediği geçerlidir. Esir, zorlandığına dair delil getirmedikçe bu şekilde iddiası geçerli değildir.
Çünkü kişi ile karısının birbirlerinden ayrı düşmeleri, şirk sözünün ağızdan çıkmış olmasıyla gerçekleşir ki kadının ifadesinden de, erkeğin İfadesinden de böyle bir sözün çıktığı sabit olmaktadır. Daha sonra esir, açık olan sebebin hükmünü değiştirmek için gizli bir sebep iddiasında bulunmaktadır. Delil getirmedikçe söylediği kabul edilmez.
Ayrı düşmelerini gerektiren sebebi pek rastlanmayan birşeye nisbet etmektedir ki o da ikrahtır. Böyle bir iddiada bulunan kişinin söylediği ancak delil ile kabul edilir.
4060- Aynı şekilde, deli olduğu bir sırada karısını üç talakla boşadığmı iddia eder ve delilik geçirdiği bilinmiyorsa, delil getirmedikçe iddiası kabul edilmez. Kralın kendisine: Küfre girmediğin takdirde seni öldüreceğim, dediğine dair şahitler şahitlik etseler, fakat o sırada onun küfür söz talaffuz edip etmediğini bilmeseler, esir de: Ben
küfür sözünü ancak o sırada söyledim, ne öncesinde ve ne
de sonrasında böyle bir söz söylemedim, derse, esirin sözü geçerlidir.
Çünkü şahitlerin şahitliğiyle tehdit altında küfür söz söylediği artık bilinen bir husustur, koca, eşinden ayrı düşmesinin sebebini ayn düşmeye engel olan bir
134
duruma nisbet edince, söylediği kabul edilir. Çünkü sözkonusu durum bilinen bir durum ise, zahir durum ona şahitlik eder.Tıpkı karısını boşadığında çocuk olduğunu iddia etmesi gibi. Çünkü geçmişinde çocukluk döneminin bulunduğu kesin olarak bilinmektedir. Geçmişinde böyle birşey in varlığının kesinliği, ayrı düşmelerine engel teşkil edir. Ayrıca kişi, eşinin kendisinden ayn düştüğünü reddetmektedir ve zahir durum reddeden kişinin sözlerini destekliyorsa, onun dediği geçerlidir. Ama geçmişinde bilinmeyen birşey iddia ediyorsa, olmayan birşeyi iddia ediyor demektir. İddiasını isbat için delil getirmesi gerekir.
Bu hususta onu mahkemeye veren, eşinden başka biri de olsa hüküm aynıdır.
Çünkü sözkonusu haramlık, şeriatın hakkıdır ve her müslüman böyle bir konuda dava açabilir.
4061- İmam Muhmmed dedi ki: Kadın, kocasının kendisini üç talakla boşadiğım iddia eder ve kocası da: Za-türre hastalığına yakalanmıştım, öyle ağrı çekiyordum ki aklım başımda değildi, ne yaptığını bilmeyen bir deli idim, o durumda iken onu boşamışım, iddiasını ileri sürecek olursa, bu takdirde değerlendirme yapılır; Kocanın böyle bir hastalığa yakalandığı bilinmiyorsa, kadının iddiası geçerlidir. Ama böyle bir hastalığa yakalandığı biliniyorsa, kocanın iddiası geçerlidir. Şahitler, kocanın bir defasında deli olduğunu gördüklerine dair şahitlik edecek olurlarsa, yine kocanın iddiası geçerli olur. Çünkü bu şahitlikle artık geçmişinde bir delilik döneminin bulunduğu bilinmektedir. Bilinen bir durum sözkonusu ise ayrılık gerçekleşmez. Sadece söylediğinin doğruluğuna dair yemin eder ve onun dediği kabil edilir.
Uyuduğu bir sırada onu boşadığını iddia edecek olsa, burda da onun dediği geçerlidir.
Çünkü uyku hali de çocukluk hali gibi hayatında varlığı bilinen bir husustur. Boşamayı o bilinen duruma taalluk ettirmesi, reddetme anlamını taşır.
Görmüyor musun, şayet, ben yaratılmazdan yahut onunla evlenmezden önce onu boşadım, diyecek oisa, bu sözleri, boşadığını inkâr etmesi anlamına gelir. Yukarıdaki durumlar da aynen Öyledir.
135
4062- Eğer koca: İçki içip sarhoş oldum, aklım başımdan gitmişti. İşte o sırada onu boşadım. Yahut dinden döndüm ve o sırada onu boşadım, diyecek olursa, karısı ondan boşanmış olur. Kadın bunu inkâr etsin veya kabul etsin farketmez.
Çünkü sarhoşluk, boşamanın meydana gelmesine engel değildir. Boşamayı kendisine nisbet ettiği durum, ayrılığın meydana gelmesine engel bir durum değildir. Halbuki uyku konusunda durum farklıdır. Çünkü sarhoş olan kişi, haddizatında aklını yitirmiş değildir. Sadece sarhoşluğun verdiği neşve, aklına galebe çalmış ve aklını kullanamamaktadır. Bu ise, onu akıl sahibi olmaktan çıkarmamaktadır. Halbuki Banotunu yiyip aklını yitirenin durumu böyle değildir. (Uyuşturucu olan) bu otu yiyen kişi, aklını tümden yitirir. Hatta bu otu yiyen kişi, uyuyan kişi gibi de değildir. Uyuyan kişi, şeriat hükümleri açısından akletmeyen kişi kabul edilir. Peygamber (s.a.v): "Kalem, üç kişinin yaptıklarını yazmaz'1 derken buna işaret etmektedir. Sarhoşun durumu, malından ayrı düşmüş yolcunun durumu gibidir. Onun malında zekât vardır. Her ne kadar malına eli uzanamıyorsa da. Halbuki gerçek üzere ya da hükmen malı telef olmuşun malında zekât yoktur.
İrtidat konusuna gelince; sarhoş olduğu bir sırada ir-tidat ettiği biliniyorsa, onun dediği kabul edilir. Ama böyle birşey bilinmiyorsa, bu konudaki sözü kabul edilmez. Çünkü sarhoşluk, irtidattan dolayı karısıyla ayrı düşmelerine engeldir. Saçmalayan sarhoşun bundan kurtulması nadirdir. Halbuki irtidadın hükmü, itikatla ilgilidir. Sarhoş kişi ise, ağzından çıkana itikad ediyor değildir. Sözünü normalde bilinmeyen birşeye bağlayınca, sözü kabul edilmez. Bilinen bir duruma taalluk ettirdiğinde ise, sözü kabul edilir. O zaman kadının bunu doğrulaması veya yalanlamasına bakılmaz. Çünkü kadının ayrı düşüp düşmemesi, tamamen şeriatı ilgilendiren bir husustur.
4063- Bir kadın hakime gider ve: Kocamın, İsa Allah'ın oğludur, dediğini duydum, diyecek olsa ve koca da: Ben bu sözü söyleyenlerden nakil anlamında söyledim, deyip sadece bu cümleyi söylediğini kabul edecek olsa, karısı ondan ayrı düşmüş olur.
Çünkü kendi içinde sakladığı, sözle söylediklerinin hükmünü ortadan kaldırmaya elverişli değildir. Zira içinde sakladığı diliyle söylediğinden aşağı sayılır.
136
Birşeyin hükmünü ortadan kaldıran ise, ya onun seviyesinde veya ondan üstün bir seviyede olmalıdır.
Görmüyor musun, karısını boşayip içinde istisnaya niyyet edecek olsa, içinde sakladığını telaffuz etmediğinden dolayı kansı kendisinden boş olur. Bu konuda kadının onu doğrulamış ya da yalanlamış olması hükmü değiştirmez.
4064- Şayet koca: Aslında ben, Hıristiyanlar Hz. İsa1 nın Allah'ın oğlu olduğunu soyuyorlar ya da Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu söyleyenler hiristiyanlardır, dedim ama karım sözlerimin bir kısmını duydu, diyecek olsa ve kadın da: Hayır, yalan söylüyor, derse, koca böyle dediğine dair yemin eder ve yukarıdakinin aksine, sözü geçerli olur.
Çünkü burada koca, ayrı düşmelerine sebep olan sözü söylediğini kabul etmemektedir. Şüphesiz söylediğini ifade ettiği sözün kendisi, ayrı düşmelerini gerektirmez. Böylece koca, hakikatte karısının ayrı düşmelerini gerektiren iddiasını reddetmektedir. Bu, şuna benzer: "Koca, ben ona, Allah dilerse benden üç talakla boşsun, demiştim". Kadın burada onun istisna yapmadığını söylemektedir. Belirttiğimiz sebepten kocanın sözü kabul edilir.
4065- Aynı şekilde koca: Hz. İsa Allah'ın oğludur, derken yüksek sesle konuştum, ancak bu söze bitişik olarak Hıristiyanların böyle dediğine dair sözümü alçak bir sesle söyledim, derse, yine kocanın sözükabul edilir. Ama bu sözü söylediğini duydukları ve başka birşey söylemediğine dair şahitlik edecek olsalar, bu takdirde hakim karısının kendisinden ayrı düştüğüne hükmeder. Hüküm verirken kocanın iddiasını nazarı itibara almaz. Çünkü şahitler, karısından ayrı düşmesini gerektiren sebebi isbat etmişlerdir. Şahitlerin şahitliğini iptal eden sözü geçerli değildir. Oysa önceki meselede durum böyle değildi. Orada ayrı düşmelerini gerekli kılan sebep kendi sözüyle ortaya çıktığı gibi ayrı düşmelerine aykırı düşen sözü diğer sözüyle birlikte söylediği de ortaya çıkmaktadır. İşte bu sebeple kocanın sözünün geçerli olduğunu belirttik.
137
Eğer şahitlerin, kocanın başka bir söz söylemediğine dair şahitlikleri nasıl kabul edilir? Halbuki bu şahitlikleri başka bir şey söylemediğine dair şahitliktir ve nefye dair şahitlik kabul edilmez, denilecek olursa, deriz ki:
Boşamanın vaki olması bu şahitlik sebebiyle değildir. Bilakis daha önceki isbat anlamına gelen kocanın sözlerinden dolayıdır. Buradaki şahitlik, şahitliklerin bir kimse için ölen kişinin kardeşi ve mirasçısı olduğuna ve başka mirasçılarının bulunduğuna dair bir bilgilerinin olmadığına dair şahitliklerine benzemektedir.
Şahitlerin: Bu sözden başka bir söz söylemedi, şeklindeki ifadeleri, koca-nın iddia ettiği ilave sözlerini haddi zatında diliyle taiaffuz etmediğine ve içinden geçirdiğine dair bir isbattır. İçinden geçirdikleri ise, diliyle söylediklerinin gerekli kıldığı hükmü ortadan kaldırmaya elverişli değildir. Ayrıca bu sözü söyledikten sonra sustuğunun isbatıdır. Susma ise, gözle de müşahade edilen bir durumdur. Hatta şahitler: Biz onun, Hz. İsa Allah'ın oğludur şeklindeki sözünü duyduk ancak başka bir söz söyledi mi, söylemedi mi onu bilmiyoruz, diye şahitlik etseler, kocanın sözü geçerli olur. Bu takdirde karısıyla ayrı düştüğüne hükmedilmez. Çünkü burada şahitler ilave sözlerin diliyle taiaffuz edilmeyip içinden geçirdiğini isbat etmiş olmazlar. Sadece, duymadık, diyorlar. Onlar bunu duymadıkları gibi hakim de bunu duymamıştır. Ayrıca onlar kendilerinin dalgın olduklarını ve sözleri duymadıklarını söylemişlerdir. İşte bu sepeble kocanın söylediği geçerlidir. Buna göre koca hul1 ya da şart ile veya inşaallah demek suretiyle istisna yaptığını ve bu istisnayı boşama sözlerine bitişik olarak söylediğini iddia edecek olsa, yine onun sözü geçerlidir. Ama şahitler, istisna yapmaksızm hul1 yaptığına ya da hanımını boşadığına dair şahitlik etseler, mesela hul' yaptı veya hanımını boşadı ama istisna yapmadı., deseler, kocanın dediği geçerli değildir.
4066- Şahitler: Boşama yahut hul' sözünden başka ondan herhangi bir söz duymadık derlerse, hakim o kişi ile karısını birbirinden ayırmaz ve kocanın söylediği geçerli olur. Ancak bedelini alma veya başka bir sebepten dolayı hul' yaptığının sıhhatına dair bir durum ortaya çıkarsa, bu takdirde kocanın sözüne itibar etmez. Bütün bu konularda izlenecek yol, yukarıda anlattığımız kurala göre belirlenir.
İmam Muhammed dedi ki: Bir adamın bir kez delirdiği biliniyorsa ve karısı: Dün kocam irtidat etti veya beni üç
138
defa boşadı, der ve koca da: Tekrar deliliğim tuttu ve deli olduğum bir sırada o sözü söyledim, derse, buna dair yemin ettikten sonra adamın sözü geçerlidir.
Çünkü bir kimse bir kez delirmişse, artık delirme onun ayrılmaz bir vasfıdır. Küçük yaşta delirmiş olsun, büyük yaşta delirmiş olsun artık o bu sıfatı taşıyor demektir. Bir defa delirmiş olan bir kimsenin göz bebeklerine dikkatlice bakan, o deliliğin izinin kalıcı olduğunu görür. Koca o sırada delirdiğini söylerken, durumunu kendisinde varlığı bilinen bir hastalığa bağlamış olur.
4067- Ama daha önce delirdiği bilinmiyorsa, yukarıda anlattığımız sebepten dolayı sözüne itibar edilmez. Hakim, kendisiyle karısını birbirinden ayırmadan önce adam delirecek olsa ve ayıldıktan sonra, daha önce de bu durumda idim, diyecek olsa, yine hakim onun bu sözüne itibar etmez ve karısının boşanmış olduğuna karar verir.
Çünkü delilik, sonradan ortaya çıkan bir hastalıktır. Deliliğin ortaya çıkmış olması, daha önce de var olduğunun delili değildir. Ama varlığı bilindikten sonra hiçbir izi kalmayacak şekilde kişinin sağlığa kavuştuğu söylenemez. Bu nedenle daha Önce delirdiği biliniyorsa, bu konudaki sözlerine itibar ediyoruz ama burada İtibar etmiyoruz. Uyku da böyledir.
4068- Kadın, ikindi vakti kendisini üç talakla boşa-dığmı iddia edecek ve koca da onu boşadığına dair sözleri söylediğinde uyuyor olduğunu söyleyecek olsa, kocanın sözüne itibar edilir.
Çünkü normalde insan günün her vaktinde uyuyabilir. Uyku da delilik gibi insanın yakasını bıraktıktan sonra tekrar gelir. Böylece koca, durumunu bilinen bir şeye bağlamış olmaktadır.
4069- Bir ay Önce kişinin sarhoş olup aklını yitirdiği biliniyorsa ve karısı: Kocam dün îrtidat etti, deyip koca da: Bir ay önce sarhoş olduğum gibi dün de sarhoş oldum, irtidat ettim ve aklım başımda değildi, diyecek olsa, karısı ondan ayrı düşmüş olur ve adamın sözüne itibar edimez.
139
Çünkü nedeni ortadan kalktıktan sonra sarhoşluk tekrar kişiye musallat olmaz. Ancak yeni bir nedenle kişi sarhoş olabilir. Dün aynı nedenin başına musallat olduğu da bilinmemektedir. Bu sebeple delil getirmedikçe sözüne itibar edilmez.
4070- Buna göre müşriklerin bir kimseyi küfre zorladıkları ve zorlama neticesinde küfür söz söylediği biliniyorsa, karısı da, ondan sonra tekrar küfre girdiğini iddia edip kendisi de bunu kabul ederse ve müriklerin onu buna zorladıklarını söyleyecek olursa, sözüne itibar edilmez. Çünkü bizce bilinmeyen yeni bir sebep iddiasında bulunmaktadır.
Aynı şekilde bir sene önce zatürriye hastalığına yakalandığı ya da bir sene önce uyuşturucu olan banotu yediği biliniyor ve dün aynı hastalığa yakalandım ya da dün tekrar banotu yedim, derse, buna dair delil getirmediği müddetçe sözüne itibar edilmez.
Çünkü bu gibi durumlar, ancak sebebinin tekerrür etmesiyle tekerrür ederler. Halbuki delilik böyle değildir. Bu gibi durumlar ortadan kaltîktan sonra tekrar tekerrür etmezler. Ancak yeni bir sepeb ortaya çıktığında tekerrür edebilirler. Daha önce de değindiğimiz gibi uyku hali ve delilik böyle değildir. Allah en iyi bilir.
.
141
-188-
HARP YURDUNDA ESİR VEYA
EMAN ALTINDA OLAN KİŞİLERE
KEFİL OLMAKLA İLGİLİ HUSUSLAR
4071- İmam Muhammed dedi ki: Harp yurdunda esir bulunan bir kimseye düşman, ülkelerinden kaçmamak üzere kendilerine bir kefil getirmeleri karşılığında kendisini serbest bırakacaklarını söyleyecek olsalar ve kendisi de bir müslümam veya zimmî birini yahut harp ehlinden birini kefil gösterse, daha sonra ülkelerinden kaçma imkânı bulsa, bir müslüman veya zimmîyi kefil göstermişse ona ihanet edip kaçamaz. Ama harp ehlinden birini kefil göstermişse, kaçma imkânı bulduğunda kaçabilir.
Çünkü kaçtığı takdirde kefile eziyet eder veya öldürürler. Müslüman esir, harp ehlinden birini Öldürüp malını alarak kaçabilirdi. Durum böyle olunca, harp ehlinden kendisine kefil olan kişiyi öldürülmekle karşı karşıya bırakıp kaçması caizdir. Ama kendini kurtarmak için müslüman veya zimmî birini öldüremezdi. Buna göre kaçmakla onları öldürülmekle karşı karşıya bırakıp getirmesi de caiz değildir.
4072- Esir kişi aralarında eman altında ise ve onlardan birileri kendisine ülkelerini terketmeyi yasaklayıp çıkmayacağına dair kefil getirmesini kendisinden istemişse, kendisine kefil olan harp ehlinden biri olsun, başka biri olsun kaçması caiz değildir.
Çünkü aralarında eman altında olan birinin hap ehlinden birini öldürüp malını alarak oradan kaçması caiz değildir. Buna göre kefilini öldürülmkle karşı karşıya bırakması da caiz değildir. Çünkü eman altında olmayıp aralarında esir bulunan bir kimseye onlar arasında eman vermişlerdir. Ve kendisi de onlara ihanet etmeyeceğine dair teminat vermiştir. Böylece onlar da kendisi açısından eman içerisindeler. Ancak bu eman sadece kendisine aittir. Bu nedenle kendisine kefil olan kimseye ihanet ederek kaçamaz.
142
4073- Müslüman kişi aralarında zulme uğramış olarak bulunuyorsa ve müslüman biri veya zinamı yahut harp ehliden biri onu Öldürmeleri için belli bir günde kendilerine getirmek üzere kendisine kefil olmuşsa, kefiline ihanet edip kaçmasında bir sakınca yoktur. Kefil olan kimseye kefil olmasını ister kendisi emretmiş olsun, ister em-retmemiş olsun, farketmez.
Çünkü kaçmadığı takdirde kendi aleyhine kendisi yardımcı olmuş olur ve kendi eliyle kendisini tehlikeye atmış olur. İnsanın kendi eliyle kendisini böyle bir tehlikeye atmasına ruhsat yoktur.
4074- Kendisi kaçıp kefilini Öldürecek olsalar, o kefilin öldürülmesine kendisi yardımcı olmuş olmaz. Ama kaçmayıp kefilin kendisini oraya götürmesine müsaade edecek olursa kendi kendisinin öldürülmesine yardımcı olmuş olur. İşte bu sebeple kaçması caizdir.
İkisinden biri için helak korkusu sözkonusudur. Böyle bir durumda müslüman kimsenin, kendisi hakkındaki helak sebebini savması gerekir.
4075- Senden malı almamız için falan gün seni getirecek bir kefil göster, değilse seni hapseder veya ayaklarını bağlarız, deseler ve kendilerine bu şartla müslüman yahut zimmi birini kefil gösterse, kefiline hıyanet edip kaçamaz.
Çünkü o kimseyi kefil gösterirken ona söz vermiş ve sözünü yerine getireceğine dair şart koşmuştur. Verdikleri şartlar, müminleri bağlar.
Önceki meselede durum böyle değildi. Orada canı konusunda tehlike söz-konusu idi. Bir müslümanm buna izin vermesine imkân yoktur, Kaçma imkânı bulduğu halde canını almalarına yardımcı olması caiz değildir.
Burada ise, malını verme yahut hapsolma veya bağlanma gibi kendisinin onlara vermesi caiz olan konularda korku sözkonusudur. Bu sebeple kefiline ihanet ederek kaçamaz.
4076- Buna göre aralarında bulunan ve evli olan müslüman bir kadının düşmandan bir adamla zina etmek veya
143
evlenmek için getirip teslim edecek müslüman veya zimmet ehlinden birini kefil göstermesini isterse, kadın gösterdiği kefile hıyanet ederek kaçabilir.
Çünkü koşulan şart, hiçbir şekilde dinde olmayan bir husustur. Öldürülme ile buradaki durum aynıdır.
4077- Kadın evli değilse, kendisiyle evlenecek kişi e-ğer müslüman biri ise, kefiline ihanet ederek kaçması caiz değildir. Ama evleneceği kimse kâfir ise, ihanet ederek
kaçabilir.
Çünkü kendisiyle evlenecek kimse eğer müslüman biri ise, kadının böyle bir akdi yapması caizdir. Ama evleneceği kimse kâfir ise, kadm böyle bir akid yapamaz. Böyle birşeye rıza göstermesi asla caiz değildir.
4078- Dininden irtidat etmek yahut öldürülmek üzere yarın kendisini onlara teslim edecek bir kefil göstermesini isteyecek olsalar ve kendisi de bir kefil bulacak olsa, kefiline ihanet edip kaçmasında bir sakınca yoktur.
Çünkü küfre düşmenin haramlığı, kesindir ve hiçbir surette ona izin yoktur. Hiçbir kimse buna izin veremez ve ona nza gösteremez. Aynen katil gibi
kesin bir haramdır.
Görmüyor musun, bir kimseye ya Allah'ı inkâr edersin ya da şu adamı öldüreceğiz, denilecek olsa, başkasının öldürülme korkusundan dolayı kendisi küfre giremez. Ancak kendi canı konusunda bir korkusu varsa, kalbinde Allah'a imanı saklı tutması şartıyla küfür sözünü telaffuz etmesi caizdir.
Burada da başkasının öldürülmesi korkusu sözkonusudur. O halde şirkten kaçması ve kendisine kefil olanı onlara teketmesi de caizdir,
4079- Şayet ya şu müslümanı veya antlaşmalıyı öldürürsün veya biz seni öldüreceğiz, derlerse ve kendisi de yarın bu işi yapacağına dair bir kefil gösterecek olsa, kefiline ihanet ederek kaçması caizdir ve evla olan da budur.
Çünkü bir müslümanı öldürmesi asta caiz değildir. İster kendi öldürülmekten korksun, ister başkasının öldürülmesinden korksun, farketmez.
144
4080- Esir olan birine, bizden herhangi bir cana kıymamak, bizden herhangi bir kimsenin malına el uzatmamak ve ülkemizden çıkıp kaçmamak şartıyla bize garanti verirsen seni serbest bınkacağız, deseler ve kendisi de bu isteklerine riayet eğeceğine dair yemin edecek olsa, kendisini serbest bıraktıktan sonra kaçıp yemin kefareti verir. Çünkü peygamber (s.a.v): "Daha hayırlı olanı yapsın ve yemin kefaretini versin" buyurmaktadır. Ancak onlardan herhangi birinin canına kıyması ya da malına el uzatması caiz değildir.
Çünkü buna dair onlara söz vermekle artık kendisi aralarında eman altındaki kişi mesebisindedir. Eman altındaki kişinin onlardan birinin canına kıymasının veya mallarını almasının caiz olmadığını daha önce açıklamıştık. Ancak onlara haber vermeden ve rızalannı almadan ülkelerini terkedebilir. Onlara söz veren esirin de durumu budur.
4081- Esir kişi müslüman veya zimmî birini kefil gösterir ve sonra da kefiliyle anlaşarak birlikte ülkelerini ter-kedecek olurlarsa, bunda bir sakınca yoktur.
Çünkü kefilin hakkından dolayı ülkeleri terkedemiyordu. Harp ehline karşı herhangi bir sorumluluğu yoktur. Kefil orayı terketmesine müsaade ediyosa, engel ortadan kalkmış olur.
Kefilin hakkı nasıl onu bağlar ki, harp ehli kendisini hapsetmekle zaten kendisine zulmetmişlerdir. Zulme uğrayan kişi, gücü yettiğinde zulümden kurtulma hakkına sahiptir, denilecek olurlarsa, deriz ki:
Evet öyledir. Ancak zulme uğrayan kişinin başkasına zulmetmeye hakkı yoktur. Kefiline verdiği sözü tutmayacak olursa, ona zulmetmiş olur. Çünkü kefili, ona güvenmiştir.
Görmüyor musun, İslâm yurdunda zalim biri ona zulmetmeye kalkışacak olsa ve kendisi de o zalime kendisi için bir kefil gösterecek olsa, kefile verdiği söze riayet etmemesi caiz değildir. Kendisi zulme uğradığını bilse bile, kefile verdiği söze riayet etmesi gerekir. Bu mesele de tıpkı bunun gibidir.
4082-Kendisine: Seni serbest bırakacağız ve sana teminat vereceğiz, sen de ülkemizi terketmemek üzere bize
145
söz vereceksin, deseler ve kendisi de bunu kabul edecek olsa, daha sonra kaçma imkânı bulduğunda kaçmasında bir sakınca yoktur.
Çünkü artık eman altındaki kişi hükmündedir.
Şayet harp ehlinden birini kendisine kefil göstermişse, birinci durumdakinin aksine burada kefiline verdiği söze riayet etmeyip kaçması caiz değildir.
Çünkü eman altında olduğundan onlardan birini öldürmesi ya da malını alması caiz değildir. Aynı şekilde kefiline hıyanet etmesi de caiz değildir.
Şayet kefil, birlikte ülkeyi terketmeleri konusunda kendisine yardım ederse, birlikte kaçmalarında bir sakınca yoktur.
Çünkü kaçıp gitmelerine engel, harp ehlinin hakkı değil, kefilin hakkıdır. Nitekim onlara bunu kefil göstermeseydi, kendisi çıkıp gidebilirdi.
Kefil onunla birlikte eman alarak çıkacak olsa ve kendisine "benimle beraber darulharbe geri dön" derse, esirin dönmesi gerekmez.
Çünkü İslâm yurduna giriş yapmalanyla o emanın hükmü son bulmuştur. Kefaletin hükmü de böylece sona ermiştir.
Görmüyor musun, bu düşman kişi harp yurduna dönecek olursa, esirin emanından çıkmış olur ve esirin onu öldürmesi caiz olur.
Ayrıca müslüman esirin kaçabilmek için harp ehlinden birine rüşvet vermesi de caizdir. Çünkü canını korumak için malını kendisine kalkan yapmaktadır. Canı kurtarmak için malın bir etkisi varsa onu harcamak gerekir. Nitekim Peygamber (s.a.v) ashabından birine şöyle demiştir: "Canını kurtarmak için malım feda et ve dinini kurtarmak için de canını feda et."
Bu konuda temel dayanak Abdullah b. Mes'ud'un - Allah kendisinden razı olsun - hadisidir. O, Habeşistan'da hapsedilmiş ve kurutulmak için iki dinar rüşvet vermiştir. Böyle bir durumda rüşvet veren günahkâr değildir. Ama alan kişi günahkârdır. Böyle bir kişi Peygamber (s.a.v) in: "Rüşvet veren de, rüşvet alan da cehennemdedir" hadisinin kapsamına girmez. Çünkü peygamber (s.a.v) bu sözüyle haksız yere birşey elde etmek ya da başkasına zarar vermek kasdıyla rüşvet vereni kasdetmektedir. Ama kendinden haksızlığı savmak ya da başkasına
146
zarar vermeksizin bir yarar elde etmek için rüşvet vermekte bir sakınca yoktur. İslâm yurdunda da zalim bir kişinin zulmünü savmak için kişinin rüşvet vermesinde bir sakınca yoktur. EbÛ'ş-Şa"sâ cabir bin zeyd'in bu konuda şöyle dediği rivayet edilir: "Haccac zamanında rüşvetten daha hayırlı bir yol bulamadık." Böyle durumlarda rüşveti hayırla nitelemesi, veren kişi için bir günahın bulunmadığının delilidir. Ama alan kişi için elbette günah vardır. Başarı Allah'tandır.
■
■
■
147
-189-
HARP YURDUNDA ESİRİN KARŞILAŞABİLECEĞİ SORUNLAR
4083- Harp ülkesinin devlet başkanı, İslâm ülkesine kaçmayacağına dair esire pekiştirilmiş yeminlerle yemin ettirecek olsa ve esir de bu yeminleri yapacak olsa, yaptığı yeminler onu bağlar.
Esir her ne kadar ellerinde yenilgiye uğramış biri ise de burada taraftır ve verdiği yeminlerin muhatabıdır. Zor durumda kalmış olması yaptığı yeminlerin onu bağlamasına engel değildir. Bu konuda temel danayanak Huzayfe'nin -Allah kendisinden razı olsun- hadisidir. Müşrikler onu yakalamış ve Rasûlüllah'a yardım etmeyeceğine dair ona yemin ettirmişler. Bu durumu Rasûlüllah'a (s.a.v) açtığında, "Onlara verdiğin sözü yerine getir. Onlara karşı Allah1 tan yardım dileriz" buyurmuştur.
4084- Devlet başkanlarının izni olmaksızın ülkelerini terketmeyeceğine dair yemin etmiş ve sonra orayı ter-kedeceğine dair devlet başkanlarından izin almışsa, yeminini bozmuş olmaz.
Çünkü ülkelerini terketmeyeceğine dair yemin ederken devlet başkanlarının iznini istisna etmişti.
İzin almadan ülkelerini terketmişse, yeminine aykırı
davranmış olur. Ancak kralları Ölmüşse durum farklıdır.
Çünkü yemin ederken sözlerinden, kırallan hayatta kaldığı müddetçe bu yeminine bağlı kalacağı anlaşılıyordu.
Kedisine yemin ettiren kıral iktidardan ayrılmışsa
durum yine aynıdır.
Çünkü kralın izin vermesi, iktidarda oluşuna bağlı bir olaydır. Yemin, o-nun zamanı ile sınırlıdır. Ancak Ebû Yusufun görüşü böyle değildir. Burada temel dayanak borçlu ve nikahlı kadının durumudur. Borçlu kişi, alacaklının izni olmadan şehri terketmeyeceğine dair yemin edecek olsa, yahut kadın, kocasının izni olmadan evden çıkmayacağına dair yemin edecek olsa, borcu devam ettiği
148
müddetçe ve yine nikâh devam ettiği müddetçe şehirden dışarı çıkmazlar. Ancak Ebû Yusuf tan gelen rivayet farklıdır.
Kralın iktidardan uzaklaştırılmasından sonra tekrar iktidara gelmesi halinde durum böyledir.
Çünkü kralın iktidardan uzaklaşmasıyla yemin artık geçersiz olmuştur. Yemin geçerliliğini yitirdikten sonra artık yeni bir yemin olmaksızın eski yemin bağlayıcı değildir.
Görmüyor musun, efendi cariyesine: Benim iznim olmadan bu evden dışarı çıkacak olursan kölem hürriyetine kavuşmuşey olur, diyecek olsa ve cariyeyi sattıktan sonra tekrar onu satınalacak olsa, ya da kansına aynı şeyi söyleyip sonra karısını boşasa ve tekrar onunla evlenecek olsa, sonra da cariye yahut karısı dışarı çıkacak olsalar, belittiğimiz sebepten dolayı yeminini bozmuş olmaz.
4085- Aynı şekilde sultan, mahallesinde bildiği her ahlâksızı kendisine bildireceğine dair bir adama yemin ettirecek olsa ve sonra sultan makamından uzaklaştırılıp tekrar o makama gelecek olsa, yemin ettirdiği kimse, sultanın ikinci defa tahta getirilmesinden sonra bildiği ahlâksızları ona bildirmek mecburiyetinde değildir.
4086- Ancak sultan tahttan uzaklaştıramazdan önce böyle bir bilgiye sahip olup onu sultana bildirnıemişse, yemini çiğnemiş olur. Sultan tahttan uzaklaştırıldıktan sonra ya da tekrar tahta geçtikten sonra onu haber vermesinin ona herhangi bir yararı yoktur. Bu konulan Şarhu'z-Ziyadat'ta etraflıca ele aldık.
4087- Esir kişi, kırallarından birini bizzat anmadan kralın izni olmadan ülkelerini terketmeyeceğine dair yemin edecek olsa ve sonra da iktidardaki kral uzaklaştırılıp başka biri ounu yerine iktidara gelecek olsa, esir yine yeminine bağlı kalmadan ülkeyi terkederse, yemini çiğnemiş olur.
Çünkü yemin ederken kim olursa olsun kırallarından izin almaksızın ülkelerini terketmeyeceğine dair yemin etmiştir.
149
Ancak kıralları ölür yahut iktidardan uzaklaştırılır ve ülkelerini esir terkedinyece kadar başka birini başa geçir-memişlerse, esir kimse yeminini bozmuş sayılmaz.
Çünkü ülkelerini terkederken başlarında bir kıral yoktur. Halbuki esir, kiralın izni ile bağımlı idi. Başlannda bir kıral yoksa, ülkelerini terketmekten dolayı yeminini bozmuş sayılmaz. Ülkelerinden çıkmakla günah işlememiştir. Çünkü ilk kiralın tahttan uzaklaştınlmasıyla yemini son bulmuştur. Ancak yeni bir kıral tayin etmelerinden sonra ülkelerini terkedecek olursa, yeminine riayet etmemiş olur. Çünkü yemininin gereğini yerine getirmemiştir.
4088- Kiralın izni olmaksızın ülkelerini terketmeyeceğine dair yemin, o anda iktidarda bulunan kıral zamanında geçerlidir.
Çünkü "el-melik" diyerek sözünde belirlilik takısı olan "el" ekini kullanmıştır ve bu ek ile artık belirli bir kıral kastedilmektedir. Böylece bu yolla hangi kiralı kasdettiği belirlenmiştir.
4089- İmam Muhammed dedi ki: Esir ellerinde iken ihrama girmiş ve fidyesini verip kurtarmaları için müslü-manlara ulaşmak arzusunda iken müslümanlar fidyesini vermemişlerse ve düşman da onun müslümanlara gitmesine engel olmuşsa, bu esir haccını tamamlamaktan alı-konmuş kişi mesabesindedir.
Çünkü ihrama sahih birşekilde girdikten sonra haccı yerine getirmesi mümkün olmamaktadır. Bu sebuple muhsar hükmündedir. Muhsarla ilgili meseleleri Muhtasar'ın Şerhinde belirtmiştik.
4090- İhramdan çıkmak için bir kurban kesme imkânına sahip değilse, Ata' b. Ebi Rabah'a göre mut'a kurbanına kıyasla on gün oruç tutmak suretiyle ihramdan çıkmış olur. Medine alimlerine göre ise, hiçbir şey yapmaksızın ihramdan çıkmış sayılır. Bizim görüşümüze göre, ancak kurban ile ihramdan çıkabilir.
Çünkü muhsarın durumu Kur'an'da belirlenmiştir. Bu durumdaki birinin İhramdan çıkması için yapacağı şey, kurban kesmektir. Mut'a ve kıran haclannda
İSO
un? naMtınaa nass bulunan bir hususa kıyas edilmez. Sadece hakkında âyet bulunana başkası kıyas yapılır. Ama her iki husus hakkında âyet varsa, ikisi biribirine kıyas edilmez. Çünkü âyet ile sabit olan kesindir. Re'y ile sabit olan ise kesin değildir. "Temhidu'I-Fusûl fi'I-Usûl" de bu mp»^» «*—«- -inceledik.
de bu meseleyi etraflıca
Başarı Allah'tandır.
.
151
-190-
MÜSLÜMANLARİN ELEGEÇİRDİĞİ AJANLARLA İLGİLİ MESELELER
4091- İmam Muhammed dedi ki: Müslüman olduğunu iddia eden ve müslümanların eksik taraflarını düşmana yazrak müslümanların aleyhine casusluk yapan bir ajanı müslümanlar ele geçirdiklerinde, o kimse bunu yaptığını kendiliğinden ikrar edecek olsa, Öldürülmez, ancak devlet başkanı onu incitecek şekilde cezalandırır.
İmam Muhammed sözlerinin iki yerinde böyle birinin gerçekten müslüman olmadığına işaret etmekte ve bu sebeple "Müslüman olduğunu iddia eden" ifadesini kullanmkatıdır.
Yine "Böyle bir kimseye tazir cezası değil, incitici bir ceza verilir" demektedir. Daha önce bu tür cezalar konsunda müslümanlar hakkında "tazîr" sözcüğünün, müsîüman olmayanlar hakkında ise "incitici ceza" sözcüğünün kullanıldığına dikkat çekmiştik.
Ancak İmam Muhammed, onun öldürülemeyeceğini belirtmektedir. Çünkü kendisinin müslüman olduğuna hükmetmemizi sağlayan şeyi terketmiş değildir. Kendisinin müslüman sayılmasına sebep olan şeyi o kimse terketmedikçe zahiren onu İslâm dışına çıkaramayız. Çünkü onu ajanlık yapmaya sürükleyen, itikatsızlık değil, tamah olabilir. Böyle bir kimse hakkında düşünebileceğimiz alternatiflerin en güzeli budur. Nitekim Yüce Allah da bunu bize enretmekte ve onlar "Sözün en güzeline uyurlar Buyurmaktadır.
Peygamber (s.a.v.) "kardeşinin ağzından çıkan kelimeyi iyiye yorabilirsen kötüye yorma" buyurmuştur. Böyle bir kişinin öldürülmeyeceğine Hatıb bin Ebi Beltaa hadisini delil göstermiştir.
Hatıb, "Peygamber size saldıracak, hazırlığınızı yapın" diye Kureyş'e gizlice mektup yazmıştır. Nihayet Rasulüllah (s.a.v) onun boynunun vurmak için izin isteyen Hz. Ömer'e: Ağır ol ey Ömer, herhalde Yüce Allah Bedir savaşma katılanları görmüş ve "dilediğinizi yapın, sizi bağışladım" buyurmuştur.
Şayet Hâtib bu davaranışıyla öldürülmeyi hak etseydi Rasulüllah mutlaka onu öldürürdü. O halde Bedir savaşına katılmış olanın da, katılmamış olanın da
7- Zümer, 18.
152
durumu budur. Ayrıca had olarak öldürülmesi gerekmiş olsaydı, peygamber (s.a.v) yine onu öldürürdü. "Ey iman edenler! Benim ve sizin düşmanlarınızı dost edinmeyin' âyeti bu kişi hakkında inmiştir. Âyette bu kişi mümin olarak nitelenmektedir.
Ebû Lubâbe olayı da buna delalet etmektedir. Beni Kurayza kendisine danıştıklarında, Peygamber'in hükmünü kabul ettikleri takdirde öldürüleceklerini haber vermek için parmağıyla boğazına işaret etmiştir. Şu âyet-i kerime de bu kişi hakkında indirilmiştir: "Ey İman edenler, Allah'a ve Rasûlüne ihanet etmeyin." 10
4092- Zimmî biri de böyle birşey yapsa, incitici şekilde cezalandırılır ve hapse atılır. Bu davranışı da zimmîlik akdini bozduğu anlamına gelmez.
Çünkü bir müslüman böyle birşey yaptığında nasıl emanım bozmuş sayilmıyorsa, zimmî de emanım bozmuş sayılmaz.
Görmüyor musun, yolkesicilik yapıp başkasının malını alsa veya adam öldürse, ahdi bozmuş sayılmıyor. Halbuki yolkesiciliğin Allah ve Rasûlüne savaş açmak olduğu ayet ile sabittir.
Aramızda eman altındaki biri de böyle birşey yapmış olsa durumu aynıdır.
Böyle birisi yolkesicilik yaptığında nasıl emamnı bozmuş sayımlıyorsa, bu davranışı da emanım bozduğu anlamına gelmez.
Ancak bütün bu şahıslar acıklı şekilde cezalandırılırlar. Çünkü yapmaları helal olmayan biri işi yapmışlardır ve davranışlarıyla
müslümanlara zarar vermeyi hedeflemişlerdir.
----------------------------------
8-Mümtehıne, 1.
9- Müslümanların aleyhine casusluk yapan müslüman casus, Hanefiler, İmam Şafiî, Evzaî, bir görüşünde Ahmed ve bazı Malikîlere göre de öldürülmez. Fakat gönülden pişman oluncaya kadar ağır bir cezaya çarptırılır ya da uzun süre hapsedilir. Çoğunluktaki Malikîler işe böyle birisinin zındık sayılıp öldürülmesi gerektiğini söylemişlerdir. (Safir, el-Ümm, 4/249; Kurtubî, el-Camî h Ahkâmi'l-Kur'ân, 18/53; İbn Kayyım, Zâdu'1-Meâd, 3/114 Hatib b. Ebî Belta'a olayı yanında şu hadisi de cumhurun görüşüne destek olmaktadır. "Bir müslüman ancak üç şeyden biri sebebiyle öfdürulebilir: Evli iken zina etmk, dinden dönmek ve adam öldürmk." (Buhari, Diyet, Müslim, Kasâme, 25.) (Editör)
10- Mü'mtehıne, 1.
11- İmam Malik, Ahmed, Evzaî ve Zeydîlere göre zimmî casus ya öldürülür ya da köleleştirilir. (Hanefîlerden Ebû Yûsuf da öldürüleceğini söylemektedir. İmam Şafiî ise Öldürülmeyip ağır bir cezaya çarptırılması görüşündedir. Hz. Peygamber'in böyle zımmî casusları takip ettirip öldürtmesi örnekleri. (Ebû Dâvûd, Cihad, 990; Şevkânî, Ncylü'l-Evtâr, 8/7, 154) Cumhurun kanaati yani öldürüleceği görüşünü doğurmaktadır. (Editör)
153
4093- Yabancı biri eman istediğinde müslümanlar kendisine: Müslümanların aleyhine müşriklere casusluk yapmaman şartıyla sana eman veriyoruz yahut sana eman veriyoruz ama müslümanların zayıf taraflarını düşmana haber verecek olursan sana eman yoktur, demişlerse ve mesele de yukarıda anlattığımız şekilde ise, bu adam casusluk yapacak olursa öldürülmesinde bir sakınca yoktur. Çünkü şarta bağlanan şeyler şart meydana gelmeden hemen önce yok
sayılırlar. Burada kendisine eman verilirken ajan olmaması şartı ileri sürülmüştür. Ajan olduğu ortaya çıktığında artık o harp ehlinden herhangi biridir ve öldürülmesinde bir sakınca yoktur.
4094- Devlet başkanı, başkasına ibret olması için öldürülmesini uygun görürse, bu şekilde öldürülmesinde bir sakınca olmaz. Diğer esirler gibi fey1 yapmak isterse bunda da sakınca olmaz. Ancak başkasına ibret olması için öldürmesi daha iyidir.
Erkek değil de kadın bunu yapmışsa, onu da öldürmekte bir sakınca yoktur.
Çünkü müslümanların geneline zarar vermeyi kasdetmiştir. Harp ehlinden olup savaşan kadın öldürülebildiği gibi, böyle bir durumda da öldürulebilir.
Ancak kadının asılarak öldürülmesi mekruhtur. Çünkü kadın avrettir ve avretin örtülmesi evladır.
4095- Erginlik çağma ermemiş bir çocuk böyle birşey yapacak olursa, fey' olur ve öldürülemez.
Çünkü mükellef değildir ve yaptığı iş, öldürülmesini gerektiren bir ihanet değildir. Halbuki kadın böyle değildir. Casusluk yapan çocuk, savaşan çocuk gibidir, esir edildiği takdirde öldürülmesi caiz değildir. Halbuki kadın savaşıp esir edildiği takdirde öldürulebilir.
Savaşacak durumda olmayıp esir edilecek olursa yaşlı
kimse de bu konuda kadın gibidir.
Çünkü mükelleftir.
154
4096- Eman altındaki biri bu işi yaptığını inkâr eder ve kendisiyle birlikte yakalanan mektubu yolda bulduğunu ve aldığını söyleyecek olursa, delil bulmaksızın müslüman-ların onu öldürmeleri caiz değildir.
Çünkü zahirde emanına riayet etmektedir. Kendisi hakkında kesin olarak
sabit olmayan birşey emamnı ortadan kaldırmaz ve bu nedenle de öldürülemez.
Onu kelepçeleyip bağlamak, dövmek yahut hapsetmekle tehdit etseler ve o da nihayet ajan olduğunu itiraf edecek olsa, bu itirafının bir değeri yoktur. Çünkü baskı görmüş (mükreh) durumundadır. Baskı görenin ikrarı ise
geçersizdir. Baskının şekli hapis olsun veya ödürülme olsun, farketmez.
Zorlama ve baskı olmadan itiraf etmedikçe yahut iki şahit hakkında şahitlik yapmadıkça ajan kabul edilmez. Bu konuda hakkında zimmîlerin ve harp ehlinin şahitlikleri kabul edilir. Çünkü kendisi de aramızda harp ehlinden biridir. Aramızda eman altında
olsa da harp ehlindendir. Harp ehinin, yine harp ehlinden birinin aleyhine
şahitlikleri geçerlidir.
4097- Devlet başkanı müslüman veya zimmî yahut e-man altındaki birinin yanında düşmanın kiralına yazılmış ve müslümanların zayıf taraflarım anlatan bir mektup bulsa ve bu mektup kendi elyazısı ile yazılmış ise, devlet başkanı o kimseyi hapseder, ama dövemez.
Çünkü ele geçen mektup şüphelidir. Uydurma bir mektup olabilir. Yazılar da birbirine benzeyebilir. Böyle şüpheli bir mektuptan dolayı onu dövemez. Ancak müslümanların yararını gözönünde bulundurarak durumu kesinlik kazanıncaya kadar onu hapseder. Durumu kesinlik kazanmayacak olursa onu serbest bırakır ve eman altında ise onu ülkesine iade eder. Böyle birşeyden sonra bir gün dahi olsa onun İslâm yurdunda kalmasına müsaade etmez.
Çünkü hakkındaki şüphe kuvvetlidir. Böyle birini İslam yurdundan uzaklaştırmak, yolda gelip geçenlere rahatsızlık veren birşeyi temizlemek gibidir. Allah en iyi bilir.
155
-191-
HARP EHLİ VE ZİMMİLERİN ŞAHİTLİKLERİ VE VASİYETLERİ
4098- Aynı devlete bağlı olup ülkemizde eman altında o-lan harp ehlinin birbirleri aleyhindeki şahitliklerinin geçerli olduğunu belirtmiştik. Ayrı ülkelere mensup iseler birbirleri aleyhindeki şahitlikleri geçerli değildir.
Ülkelerin farklı olması halinde engel, dinlerinin farklı oluşu değil, ülkelerin farklı oluşudur. Ülkelerin farklı oluşu da, farklı hakimiyetlerin vatandaşları olmalarıdır.
Birbirlerine mirasçı olmalarının hükmü de buna göredir. Zimmet ehlinin eman altında olanlar karşısındaki durumu, müslümanların zimmet ehli karşısındaki durumu gibidir.
Çünkü eman altındakilerin aksine zimmet ehli ülkemizin vatandaşlarıdır. Bu nedenle ülkemizde ikamet süresi İçinde eman altmdakinin zimmet ehlinden bir kölesi varsa, onun elinde bırakılmayıp satmaya mecbur edilir. Zaten zimmet ehlinin elinde de müslüman bırakılmayıp satmaya mecbur edilir.
4099- Eman altındaki biri, malının tamanını bir müslüman veya zimmîye vasiyet edecek olursa, bu vasiyet geçerlidir ve mirasçılarının o malı geri alma hakları yoktur.
Çünkü malının dokunulmazlığı, kendi hakkı sebebiyledir, harp yurdundaki mirasçılarının hakkı sebebiyle değil. Aynca mirasçıların rızası olmadığı takdirde malının üçtebirinden fazlasını vasiyet edememe, îslâmın hükümlerindendir. Eman altındaki ise bu hükme bağlı değildir. Zimmî hakkında bu hükmün geçerli olması da bundandır. Çünkü zimmî kişi, muamelat konularında îslâmın hükümlerine tabidir.
4100- Zimmî birinin, harp ehlinden eman altındaki birine malının üçtebirini vasiyyet etmesi, tıpkı müslüman birinin zimmî birine malının üçtebiri kadarki vasiyyeti
156
gibi geçerlidir. Müslüman veya zimmî birinin, mirasçıları uygun görse de, damlhapteki birine vasiyyeti geçerli değildir. Ancak mirasçılar, miraslarını kabzettikten sonra mallarından bir kısmını ona hibe edebilirler.
Çünkü İslâm yurdunda bulunan kimse açısından harp yurdundaki kimse ölü mesabesindedir.
4101- Eman altındakinin mirasçısı eman almış olarak birlikte yurdumuzda iseler, mirasçısının izni olmaksızın malının üçtebirinden fazlasını vasiyyet etmesi geçerli değildir.
Çünkü kendisine verilmiş eman sebebiyle mirasçısının da hakkı gözetil-melidir.
Daru'lharpten başka bir mirasçısı kendisiyle birlikte ülkemizde bulunup diğer mirasçıyla birlikte o da mirasa ortak olsa, kendine vasiyet yapılmış olana malın ancak üçtebiri verilebilir.
Çünkü üçtebirden fazlası için yapılmış olan vasiyeti, mirasçıların izin vermemeleri sebebiyle geçersiz olmuştur. Kendisine miras olarak kalan, bütün mirasçılara kalmıştır.
Kendisiyle birlikte mirasçı olarak hazır bulunan kişinin
karısı veya oğlu olması arasında bir fark yoktur.
Çünkü hakim, mirasın üçtebirden fazlası hakkında hüküm vermesi gerekir. Bir malda bazı mirasçıların mirastan alacağı hakkında hüküm vermesi caiz olmazsa, o maldaki vasiyet de geçersiz olur.
4102- Aramızda eman ile bulunan bir kişi, harp yurdunda bulunan harp ehlinden birine malının tamamını vasiyet edecek olsa, sonra da kendisine vasiyet yapılmış olan ile eman altındaki kişinin oğlu çıkıp gelecek olsalar, hakim, malın kendisine vasiyet yapılmış olan kimseye verilmesine karar verir.
Çünkü harp yurdunda bulunan mirasçısının bizler açısından malının saygınlığı yoktur. Malının dokunulmazlık ve saygınlığı, ölmüş olan kimsenin o hak-
157
kından dolayıdır. O halde Ölen kişi malının nereye verilmesini istemişse, malı oraya verilir.
4103- Kendisine vasiyet yapılmış kişi, ile ölmüş olan kişi ayrı devletlerin vatandaşı ise, ölenin yapmış olduğu vasiyet geçersiz olur. Çünkü ülkeleri hem hakikat üzere ve hem de hükmen farklıdır. Bu, tıpkı zimmî olan birinin, harp yurdunda bulunan harp ehlinden birine vasiyet yapmasına benzer. Ancak kendisine vasiyet yapılmış olan kişi eman ile ülkemizde bulunuyorsa, bu takdirde durum farklıdır.
Çünkü bu durumda hükmen ülkeleri farklı da olsa şekil olarak farklılık mevcut değildir.
Ama hap yurdunda eman ile bulunan veya esir düşmüş
olan bir müslüman veya zimmî birine vasiyet yapmışsa,
vasiyet geçerli olur.
Çünkü bu takdirde ülkelerin farklılığı hükmen mevcut değildir. Müslüman kişi, nerede bulunuyorsa bulunsun İslâm yurdunun vatandaşıdır.
Harp yurdunda İslâmı kabul etmiş ve harp yurdu vatandaşı olan birine yapmış olduğu vasiyet de böyledir.
Çünkü müslüman kişi, nerede bulunuyorsa bulunsun İslâm yurdunun vatandaşıdır.
Görmüyor musun, karısı müslüman olarak ülkemize gelmişse kendisinden ayrılmış kabul edilmez. Ancak kocası müslüman olmazdan önce gelmişse, ondan ayrılmış kabul edilir.
4104- Darulharp vatandaşına vasiyet yapılmış olsa ve vasiyet yapan kişinin ölümünden önce veya sonra adam müslüman olsa, yapılan vasiyet geçersizdir.
Çünkü vasiyet belli bir insana yapılmıştır ve kendisine vasiyet yapıldığı andaki durumu muteberdir. Kendisine vasiyet yapıldığı anda da o kişi ölü hükmündedir. Böylece kendisine yapılmış vasiyet batıldır. Vasiyet yapıldıktan sonra o kişinin İslâmı kabul etmiş olması, vasiyeti sahih kılmaz.
Mirasçılar vasiyete izin vermiş olsalar bile durum değişmez.
158
Çünkü izin verme mevkuf olan şeyler hakkında geçerlidir, batıl olan hakkında değil.
Buna göre kişi, falan kardeşimin oğlu falana vasiyet
ettim, demiş olsa, vasiyet yine geçersizdir.
Çünkü ismini bizzat belirtmekle, sanki bizatihi kendisine işaret etmiş kabul edilir.
Ancak kardeşimin oğluna şu kadar vasiyet ettim, deyip
şahıs olarak oğlun ismini belirtmese, oğlan da amcasının
ölümünden önce İslâmı kabul edecek olsa, vasiyet edilen
miktarın kendisine verilmesi caizdir.
Çünkü bu sözüyle bizzat bir şahsı belirlememiştir. Böylece ölümü esnasında kardeşinin oğullarından mevcut olana vasiyet yapılmış olur. O halde ölümü esnasında kardeşinin oğlunun durumu muteberdir.
Nitekim vasiyet ettiği anda kardeşinin bir oğlu yoksa ve ölümünden Önce kardeşinin bir oğlu dünyaya gelecek olsa, bu yolla o çocuk vasiyeti hakkeder. Oğlan kâfir olup amcasının Ölümünden önce İslâmı kabul etmiş ise, durum aynıdır.
4105- İmam Muhammed dedi ki:Eman altındaki biri, hastalığı sırasında malının tamamını kendisiyle birlikte olan oğluna hibe etse ve malı kendisine teslim ettikten sonra ölse, sonra da harp yurdundan diğer bir oğlu gelip hibeyi bozmak istese, hibeyi bozma imkânına sahip değildir.
Çünkü babasının ölümü sırasında bu oğlu düşman olup yok hükmünde idi. Vasiyetin mirasçıya yapılamaması, diğer mirasçıların hakkı sebebiyledir. Vasiyet eden kişi öldüğü sırada böyle bir hak sözkonusu değilse, vasiyet gerçekleşmiş olur. Daha sonra gelen kişinin bu vasiyeti bozma yetkisi yoktur.
4106- Gelen oğlan babasının ölümündtfo önce gelmişse, hibeyi bozma hakkına sahiptir.
Çünkü babasının vefatı esnasında hak iddia ediyordu. Böylece babanın tasarrufu, mirasçıların bazısını bazısından üstün tutma anlamına gelir ki bu caiz değildir.
159
Daha sonra başka bir oğlu çıkıp gelecek olsa, mirasta öncekilere ortak olur. Çünkü hibe geçersiz olunca, ölünün arkada bıraktığı mal, miras olur.
4107- Babasının ölümünden önce gelen oğul, kardeşinin gelmesinden önce veya sonra, kardeşine yapılmış hibeyi babanın ölümünden sonra geçerli kabul ederse, geçerliliği kabul eden oğlun payında hibe geçerlidir.
Çünkü hibenin geçerliliğine müsaade etmezden önce babası vefat ettiğinden mal, üç çocuk arasında miras haline gelmiştir. Bu maldan herbiri için üçtebir vardır. Bundan böyle hibenin geçerliliğini kabul eden kişi, kendi payı hakkında. karar verme yetkisine sahiptir. Başkasının payı hakkında karar veremez. Bu, şuna benzer: Hazır bulunan oğul, hibe etmek suretiyle veya başka bir yolla mirası tüketir sonra diğer oğul gelirse, kendi payına düşeni mirastan alma yetkisine sahiptir.
4108- Yine eman altındaki kişi ülkemizde kendisiyle birlikte iki oğlu bulunacak olsa ve malın tamamını onlara vasiyet edecek olsa yahut malın yarısını birisine diğer yarısını Ötekine hibe edecek olsa ve her biri payını kabze-decek olsa, sonra da oğlanlardan her biri babalarının ölümünden sonra yapılmış olan vasiyetin kardeşi hakkında geçerliliğine müsaade edecek olsa, ölenin üçüncü bir oğlu sonra çıkıp gelecek olsa, her iki paydan payına düşen mirası alma hakkına sahiptir.
Çünkü babasının ölümüyle miras olarak kalan malın üçtebiri kendisine ait olmuştur. Daha sonra o iki kardeşin birbirlerine vasiyeti geçerli kabul etmiş olmaları, bu üçüncü kardeşin üçtebirlik payını ortadan kaldırmaz.
4109- Kendisiyle birlikte yalnız bir oğlu bulunsa ve malının tamamını kendi oğluna vasiyet etse, babasının ölümünden sonra da oğul bu vasiyeti kendi hakkında geçerli kılsâ, daha sonra başka bir oğlu çıkıp gelecek olsa, malın yarısını alma hakkına sahiptir. Ancak baba malı önceki oğluna hibe etmiş ve malı kendisine teslim etmişse, gelen oğul o maldan hiçbir şey alamaz.
160
Çünkü kendisine hibe yapılmış olan kişi, babası henüz hayattayken hibeyi teslim almış ve onu mülkiyetine geçirmiştir. Bu takdirde gelen oğlun gözetilecek bir hakkı kalmamıştır. Babanın vefatı esnasında miras hakkı o malda bulunmamaktadır. Vasiyete gelince, tıpkı miras gibi ölüm ile geçerli olur. Karşılaştırma yapıldığında, başka oğulun miras hakkı ortadan kalkmaz. Bu nedenle mirasın yarısı onundur. Onun hakkında vasiyetin geçerli olmasına müsaade eden kişinin bu müsaadesi geçerli değildir.
Görmüyor musun, kendisine vasiyet yapılmış olan oğlu, babasının Ölümünden sonra miras yoluyla malı alacak olsa, diğer oğulun mirasın yansını alma hakkı vardır. Vasiyet yoluyla malı almışsa, durum >*ine aynıdır.
4110- Darulharpte harp ehlinden biri, Ölmeden Önce malını, yanında eman ile bulunduğu bir müslümana hibe edip ona teslim edecek olsa, Ölümünden sonra mirasçısı, üçtebirden fazla miktarın o müslümana verilmesine karşı çıkacak olsa, bu miislümanın gücü yettiği takdirde o mirasçıya maldan hiçbir şey vermez. Çünkü ölen kişi gönül rızasıyla bu malı kendisine temlik etmiştir. Mal onun
mülkü olduktan sonra da mirasçılardan hiçbirinin o malda hakkı kalmamıştır.
Ölümünden sonra o kişinin alacaklıları, İslama girmiş olsalar bile o maldan birşey
alamazlar.
4111- Harp ehlinden olan kişi, malının tamamını ona vasiyet etmiş olsa ve mesele yukarıda anlattığımız şekilde ise, bakılır; bulunduğu harp ülkesinin kanunları kendisine vasiyet yapılmış olan kimsenin vasiyet edilen malda diğerlerinden daha fazla hak sahibi olduğunu kabul ediyorsa, vasiyet edilmiş malın tümü kendisinin olur. Çünkü mirasçılarla alacaklılar, harp ehlinin hükümlerine bağlıdırlar. Ama kanunları bunu öngörmüyorsa, alacaklılar alacaklılarını aldıktan sonra bu kişi ancak malın üçtebirini alma hakkına sahiptir.
Çünkü eman almış olarak aralarında bulunmaktadır ve gönül rızaları bulunmadıkça onların mallarını veya hak sahibi oldukları bir malı alamaz.
161
4112- Aramızda eman ile bulunan bir kişi malını birine hibe ya da vasiyet edecek olup mirasçısı da yoksa ve ölümünden sonra bir topluluk gelip İslâm ülkesinde iken kendisine borç verdiklerini ispat edecek olsalar, hakim alacaklıların haklarını Ödemekle başlar.
Çünkü malı elinde bulunduran kişi, ölmüş olan kişi adına taraftır. Ölü hakkında sabit olan borç, malı elinde bulunduran kişi hakkında da sabittir. Hastalık ve vasiyet sözkonusu olduğunda hibe edilecek olan mal verilmezden önce borcun Ödenmesi, İslâmın hüküm (erindendir.
Bu işlem yapıldıktan sonra harp yurdundan oğlu gelip:
mirastan geri kalan miktar bana verilsin, diyecek olsa,
hakim ona aldırış etmez.
Çünkü babasının vefatı esnasında gözetilecek bir hakkı yoktur. Onun bu isteğinden dolayı hibe ve vasiyet bozulmaz.
4113- Buna göre alacaklılar harp yurdundan gelip orada kendisne borç verdiklerini ispat edecek olsalar, hakim onların lehine hüküm vermez. Bu alacaklılar müslüman ya da zimrnî de olsalar hüküm değişmez.
Çünkü o kişi hayatta iken gelmiş olup alacaklı olduklarını ispat etmiş olsaydılar, hakim yine onlara birşey verilmesi doğrultusunda hüküm vermezdi. Çünkü eman altındaki kişi, harp yurdunda yapmış olduğu bir muameleden dolayı sorumlu tutulmaz. Ölümünden sonra da gelmiş olsalar bu hüküm değişmez.
4114- İmam Muhammed dedi ki: Malını kimseye vasiyet etmemişse ve mesele yukarıda anlattığımız şekilde ise, hakim Önce İslâm yurdundaki borçlarını öder, ondan sonra harp yurdundaki borçlarım ödemeye başlar.
Çünkü İslâm yurdunda aldığı borçlar daha kuvvetlidir. Önce bu borçlar malından ödenir. Harp yurdundaki borçlanmaları ise daha zayıftır. Müslüman olmadıkça bu borçlardan sorumlu değildir. İki hak bir araya gelince kuvvetlisinden başlanılmalıdır.
Ayrıca bu meselede, bıraktığı mirastan harp yurdunda
aldığı borçların Ödenmesine de hüküm verilir.
162
Çünkü İslâm yurdunda borçlandıkları ödendikten sonra geri kalan mal harp yurdundaki mirasçılarının hakkı üzere mevkuftur. Bu sebeple harp yurdundaki borçlanmaları da bu mevkuf olan maldan ödenir.
Oysa birinci meselede durum böyle değildi. Orada artakalan mal, İslâm yurdunda kendisine hibe edilen veya vasiyet edilen kişiye aittir. Harp yurdundaki borçlanmalarından dolayı bu geri kalan malda bir hak yoktur.
4115-Eman altındaki kişi ülkemizde ölür ve ardında bir mal bırakırsa, malı kimin elinde bulunuyorsa mevkuf olarak bulundurulmaya devam edilir. Şayet mah kimsenin elinde değilse, devlet başkanı mirasçıları gelinceye kadar o malı beytu'lmalda mevkuf tutar. Malı miraçılarına göndermek mecburiyetinde değildir. Ancak mirasçılarından kim gelirse payına düşeni ona verir. Arta kalan ise bekletilir. Ancak mirasçılarının bulunmadığını biliyorsa o malı fakirlere dağıtır. Daha sonra bir mirasçısı çıkıp gelecek olursa, onun payını da zekât fonundan Öder. Çünkü o kişinin ölümünden sonra da malı hakkındaki eman hükmü kalıcıdır, zimmî olup mirasçısı bulunmayan kişi öldüğü takdirde devlet başkam o zimmînin mah konusunda nasıl davranıyorsa bu kişinin mah hakkında da aynı
şekilde davranır.
■
4116- Aramızda eman ile bulanan bir kişi birini kasten veya yanlışlıkla yaralamış olsa ve yaralanan kişi de yaralanmasından dolayı doğan haklarından vazgeçse, sonra varislerinden biri harp yurdundan gelecek olsa ve bu arada adam ölse, gelen adam katilden herhangi birşey talep edemez.
Çünkü bu konuda olsa olsa katili için diyeti vasiyet etmiş olabilir. Katil için yapılmış olan vasiyet ise, mirasçıya yapılan vasiyet gibidir. Daha önce belirttiğimiz gibi hastalığı sırasında yapılan bir uygulama, harp yurdundaki mirasçısının hakkını iptal etmez. Burada da durum aynıdır.
4117- Kişi hayatta iken mirasçısı gelmişse, o kişinin kendisini öldürene yapmış olduğu vasiyet geçerli olmaz.
163
Kısası gerektiren kasıtlı Öldürmeyi affetmiş ve katil de kendisi gibi eman sahibi biri İse, bu affetme geçerlidir.
Çünkü katilden dolayı katilin öldürülmesinin vasiyetle bir ilgisi yoktur.
Öldürme yanlışlıkla yapılmış ise, üçtebirin verilmesi caizdir.
Çünkü diyeti vasiyet etmesi, âkile durumunda olan kişiler için olup, katil
için değildir.
4118- Kişi, katiline malının yarısını ve ölümünden Önce gelmiş olan oğluna da yansını vasiyet etmiş olsa ve oğ- * lu da katil için yapılmış olan bu vasiyetin geçerliliğine izin verip, daha sonra diğer bir oğlu çıkıp gelecek olsa, her iki vasiyetten de miras payını alma hakkına sahiptir. Çünkü katile yapılmış olan vasiyet, tıpkı mirasçı olan birine yapılmış vasiyet gibi olmuştur. Mirasçıya yapılan vasiyet de böyledir. Orada da mirasçıların izin vermesiyle geçerlilik kazanır. Böylece diğer oğul da mirasın tamamından payına düşeni hakketmiştir. Ayrıca katil için yapılmış olan vasiyet konusunda her oğulun izni, kendi payı konusunda geçerlidir.
4119- Hastalığı sırasında malım katiline hibe etmiş ve mirasçısı yoksa, malının tamamı hakkında bu hibe geçer-
lıdır.
Çünkü mirasçısı, o vasiyet eden kişinin ölümü sırasında harp yurdunda bulunmaktadır ve hakkı gözetilemez.
4120- Ölen kişinin beraberinde, kindisinden daha yakın akrabalarının varlığından (mahcub olmaktan) dolayı mirastan yoksun kalan bir akrabası bulunuyorsa ve bu akraba: Bu kişinin harp yurdundaki akrabasını ölü hükmünde kabul ederseniz, malım hakketme noktasında ben daha evlayım, o halde miras yoluyla malını bana verin, diyecek olsa, bu isteği yerine getirilmez.
Çünkü vasiyeti ve hibeyi iptal edersek, o kişinin bıraktığı malı miras kılmış oluruz. Geri kalan malı miras olunca da, harp yurdundan gelecek daha yakını durumundaki kişi bu malda daha çok hak sahibi olur. Tıpkı hibe ve vasiyet
164
yapılmamış gibi. Hibe iptal edilince de, ölümü sırasında harp yurdunda bulunan yakını daha çok hak sahibi olur ki bu caiz değildir.
Bu maddeden itibaren "Darulharb ehli kişi ne zaman zimmî olur" konusuna kadar olan şerh bölümü Şemsu'l-Eimme es-Serahsî'nin imlâsı olmayıp Kâdi Mahmud el-Evzecendî'nin (Özkendî'nin) nüshasından alınmıştır.
Harp ehlinden eman sahibi biri bir haraç arazisi satın
alır, sonra da o arazi üzerinde başka biri hak iddia ederse,
hakkını alır.
Herhalde burayı Şemsü'l-Eimme imlâ ettirmiş değildir. Çünkü rivayet edilenin bir bölümü, bu meseleye kadar onun kitaplarını nakleden kişinin elinden düşmüştür. Ondan sonra gelen imamlar onun rivayet ettiklerini şerhetmişlerdir. Burada yazılı olan, kadi'I-kudât Mahmud el-Evzecendî'nin şerhinden alınmıştır.
4121- İmam Muhammed dedi ki: Harp yurdundan biri darulharpte bir müslümana bir vasiyette bulunup sonra da miras taksimi yapılmadan o ülke halkı İslâm i kabul edecek olurlarsa, şayet vasiyet yapıldığında kendisine vasiyette bulunulan müslüman islâm yurdunda bulunuyor idiyse, ülke farklılığından dolayı vasiyet geçersizdir. Çünkü vasiyet eden ile kendisine vasiyet yapılan kişiler farklı ülkelerde iseler, bu durum vasiyetin geçerliliğine engeldir. Aynı şekilde müslüman biri de, harp yurdunda bulunan bir düşmana vasiyette bulunursa, bu vasiyet de geçersiz olur. Mirasçılar İslâmı kabul ettikten sonra vasiyet edilen şeyleri teslim edecek olsalar, onlardan yapılmış bir hibe olarak değerlendirilir ve kabul edilir. Çünkü vasiyet şekil itibariyle batıldır ve batıla izîn yoktur.
■
4122- Vasiyet yapıldığı sırada müslüman harp yurdunda ise ve miras henüz taksim edimeden o ülke halkı İslâmı kabul edecek olursa, mirasın üçtebirinde vasiyet geçerli olur ve geri kalan mal mirasçılar arasında belirlenen miktarlara göre paylaştırılır. Çünkü vasiyet yapıldığında her ikisi de aynı ülkede bulunuyordu ve bundan dolayı vasi-
165
yet geçerlidir. Nitekim bir müslüman da eman ile ülkemizde bulunan harp ehlinden birine vasiyette bulunsa, bu vasiyet de mirasın üçtebirinde geçerlidir.
Çünkü artık o ülke îslâm yurdu olmuştur ve orada İslamın hükümleri yürürlüktedir. O halde bu mal konusunda da İslâmm hükümleri uygulanır ve İslâmın hükümlerine göre vasiyet malın üçtebirinden alınır.
Ama mirası taksim etmiş, paylarına düşeni kabzetmiş,
vasiyeti iptal etmiş, sonra müslüman olmuşlarsa, vasiyet
geçersiz olur.
Çünkü bu malda onların hükümleri uygulanmıştır ve müslüman olmalarından sonra İslâmın hükümlerini, İslâm olmalarından öncesi için yürürlükte sayamayız.
Nitekim İslâmın öngörmediği bir şekilde mirası taksim etmiş, sonra da îslâmı kabul etmiş olsalar, o taksime müdahale edemeyiz. Burada da durum aynıdır.
Başarı Allah'tandır.
.
166
-192-
ZİMMİ OLDUĞUNU İDDİA EDEN ESİRİN İDDİASI NE ZAMAN KABUL EDİLİR?
Bu ifadelerle bu konu "ez-Ziyadâf ta işlenmiştir. Ayrıca bu konuyla i,güi meseleler bu kitapta da ele almm.ştır. Bu nedenle onları burada tekrar etmiyoruz Başarı Allah'tandır.
167
-193-
HARP YURDUNDA MAL VE CANA
VERİLEN ZARARLARLA İLGİLİ İTİRAFLARA
DAİR MESELELER
4123- Harp ehlinden biri İslâmı kabul eder yahut zimmî olur veya eman alarak ülkemize girer ve biri ona: Harp yurdunda iken elini kestim, ya da: Sen harb ehlinden iken şu binliği senden aldım ve artık o benimdir veya: Senden bin dirhem aldım ve onu harcadım, yahut: Şu oğlunu harp yurdunda esir aldım derse ve müslüman da: evet, bütün bunları ben İslama girdikten sonra yaptın, derse, Ebû Hanife ve Ebû Yûsuf'a göre -Allah ikisinden de razı olsun- müslüman ve zimmînin bu konuda söylediği kabul edilir. Ama bunları yaptığını ikrar edenin sözü kabul edilip kesilen elin diyeti alınmaz. Sadece çocuğu ve elinde mevcut olan bini alır.
Muhammed'e göre ise, ikrar edenin sözü kabul edilir, ama kendisinden hiçbir şey geri alınmaz. Ancak imamların üçü de, ikrar eden kişinin elinde mevcut bulunan mal alınarak sahiplerine iade edilir ama paralar konusunda söylediği tasdik edilmez, diye sözbirliği etmişlerdir. Çünkü bu mal ve paraların o kişiye ait olduğunu ikrar etmektedir. Bunu ikrar ettikten sonra artık bunlar kendi mülkiyetine geçemez.
Harcadığını söylediği paralar konusunda ise, Muhammed'e göre ikrar eden kişinin sözü kabul edilir. Çünkü ikrarına ilave olarak tazmin etmesini gerektiren hususu reddetmekte ve normalde de ele geçen para zaten harcanır. Böylece tazmin etmesini gerektiren durumu reddetmektedir ve onun dediği kabul edilir, hiçbir şeyi de tazmin etmez.
Aynı şekilde kişi, çocuk yaşta iken veya uyuyorken karısını boşadığıni söylediğinde de dediği kabul edilir ve o da bu dedikleriyle boşamayı reddetmektedir.
168
Ebû Hanife ve Ebu Yûsuf a göre ise, cinayeti ikrar edip sonra bu cinayetin hükmünü mülkiyetle ortadan kaldırmayı gerektiren bir söz söylediğinde sözü kabul edilmez. Mesela kişi: Senden bin dirhem aldım, çünkü senden bin hem alacağım vardı, derse ve diğeri bunu reddederse, o bin dirhemi geri vermek mecburiyetindedir. Çünkü cinayeti, yani bu parayı ondan aldığını ikrar etmektedir. Sonra da bu bin dirhemin aslında kendi mülkiyetinde olduğunu söylemekle cinayete taalluk eden hükmün artadan kalktığını iddia etmektedir. Bu nedenle bu konudaki iddiası kabul edilmez. Bu meselemizde de durum aynıdır. Bu konunun değişik meseleleri vardır ve bunlar "ez-Ziyadât" ta ele alınmıştır.
Başarı Allah'tandır.
■ ■
■ ■
169
-194-
KİŞİ İSLAMA GİRDİĞİNDE MÜLKİYETİNDE MALLAR KENDİSİNE AİTTİR
İmam Muhammed -Allah kendisine rahmet etsin- senediyle şunu rivayet etmektedir:
4124- Tavus'tan, o da babasından Muaz'a yazdığı mek-tupda şöyle dediğini nakletmektedir: "Her kim daha önce hür olan veya mustazaf bulunan komşuları köle edinirse, eğer onları evinde zaptetmiş ve sonra İslama girmişse, yenilgiye uğrattığı bu kimseler kendisinin kölesidirler. Onlardan her kim serbest olup haraç veriyor idiyse, o hürdür.
Burada köleleştirmek anlamında "İstihmar" kelimesi kullanılmıştır. Kitapta da bu kelime bu şeklide açıklanmıştır. Bu açıklama, Ebû Ubeyde'nin "Garîbu'l-Hadis" kitabında Abdullah b. Mübarek'in açıklamasına benzemektedir. Bu sözcük, Yemen lehçesinde kullanılmaktadır. Muhammed b. Kesîr, kişi diğerine 'ah-mirnî keza" dediğinde, onu benim mülkiyetime ver, onu bana hibe et, demek istemektedir. Ayrıca mesele, Muaz'm mektubunda anlatıldığı gibidir. Çünkü onları kendi evine hapsetmiş ve yenilgiye uğratmişsa, onlara malik olmuş ve onları kendisine köle edinmiş olur. Bu durumda iken İslama girdiğinde mülkiyetindekiler, mülkiyetinde olmaya devam ederler.
Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: "Bir mala sahip iken İslama giren kişi, o malı kendisine aittir. " Ama kişi serbest olup haraç Ödüyor idiyse, o hürdür. Çünkü o sırada mülk değildi. Devlet gücü ile kendisine hakimiyet kurulmuş olması ve kendisinin devlet gücüne boyun eğmesi, köle olduğuna delil değildir. Çünkü her müslüman devletine itaat eder ve devlet başkanının velayeti altındadır. Ama devlet başkanına itaati ve onun velayetinde bulunması, devlet başkanının kölesi olduğu anlamına gelmez. Burada da durum aynıdır.
4125- Ruhhac, Zâbulistan ve berisindeki bölgelerin halklarının da durumları böyledir. Bu bölge halklarını
170
Türkler yenilgiye uğratmış ve onları kendilerine köle yapmışlardır. Onlardan dilediklerini köle olarak satıyorlar. Şimdi Türklerle o yöne halkı İslâmı kabul edecek olurlarsa, bu bölge halkı Türklerin köleleri olarak devam ederler.
Başarı Allah'tandır.
.
■
■ ■
■
■
■
•
171
-195-
HARP EHLİNDEN EMAN ALARAK
İSLAM ÜLKESİNE GİREN KİŞİNİN
HARAÇ ÖDEYİP ÖDEMEMESİ
4126- İmam Muhammed dedi ki: İsmail b. Ayyaş, Abdullah b. Yesar es-Sülemî'den şöyle dediğini bildirmektedir: Bazı kimseler, Bizans'ın ileri gelenlerinden bazılarını esir aldılar. O esir alınanların bazı akrabaları eman alarak onlarla birlikte İslâm yurduna geldiler. Şam'a geldiklerinde bu kimseler esir akrabalarıyla birlikte burada yerleştiler. Ancak haraç ödemediler. Bunun üzerine Ömer b. Abdilaziz onlar hakkında şunu yazdı: Onlara haber verin, dilerlerse bizim vatandaşımız olan zimmîler gibi onlar da haraç Öderler. Bu hakkı onlara tanıyoruz. Değilse, eman içerisinde onları ülkelerine gönderin.
Şüphesiz bu konudaki hüküm, Ömer b. Abdilaziz'in belirttiği gibidir. Buna göre darulharpten biri, ülkemizde oturumunu uzatacak olursa devlet başkam kendisine şöyle der: Bu günden itibaren bir yıldan fazla bir gün dahi ülkemizde kalacak olursan, senden haraç alırım. Bir yılı aşacak şekilde ülkemizde kaldığı takdirde artık o zimmîdir, kendisinden haraç alınır ve ülkemizi terketmesi yasaklanır. Ama bu süreden önce ülkemizi terketmek isterse, kendisine engel olunmaz.
Bunun bir yıl ile takdir edilmesi, bir yıldan önce İslâmın oruç ve zekât gibi hükümlerinin gerekli olmaması sebebiyledir. Yıl tamamlandığı takdirde müslüman İslâmın bu gibi hükümlerine muhatap olur. Böylece bir yıldan az bir müddet kalması az bir müddettir, bir yıldan fazlası da fazla bir müddettir. Ülkemizde bir yıl ikamet edecek olursa oturma müddeti uzundur, demektir. O zaman kişi zimmî olur ve kendisinden haraç alınır. Başarı Allah'tandır.
12- Sürenin bir yıl olarak belirlenmesinin namaz ve oruç gibi İslamm hükümleriyle ilgisi yoktur. Çünkü sözkonusu kişiler müslüman olmadığından islam ülkesinde yıllarca da kalsalar, İsfamın farz kıldığı namaz ve oruçla yükümlü değildiler. Sürenin bir yılla sınırlandırılması, o!sa olsa makul bir süre kabul edildiği içindir. (Çeviren)
173
■
"
-196-
MÜSLÜMANIN HARP YURDUNDA BULUNAN GAYRİ MENKULÜ
Muhammed ve Ebû Hanife -Allah ikisinden de razı olsun- dedi kî:
4127- Müslüman biri eraan alarak harp yurduna girip orada ticaret yapsa ve atlar, silah, evler ve benzeri şeylere sahip olacak olsa, sonra müslümanlar o ülkeyi fethetseler, adamın sahip olduğu gayri menkuller dışındaki malların tamamı kendisine aittir. Gayri menkuller ise müslüman-fara fey' olur.
Çünkü tarla dışında kalan mallan kendi elinde bulunmaktadır ve kendi elinde bulnanlar ganimet değildir. Tarla ise, o ülkenin krallarının mülkiyetinde bulunmaktadır ve onların mülkiyetinde bulunan şeyler ganimettir. Ebû Yûsuftan gelen rivayet ise bundan farklıdır. Ona göre harp yurdunda İslâmi kabul eden kimsenin mülkiyetindeki tarlası, müslümanlarm o ülkeyi fethetmelerinden sonra da kendisine aittir. Yani tarlası da fey1 olmaz. Ebu Yûsuftan gelen bu rivayete kıyas yapıldığında eman alarak harp yurduna giren bu müslümanm, menkul mallan gibi tarlası da fey' olmaz.
Muhammed, kitabında şunu da rivayet etmektedir:
4128- Abdullah b. Mübarek'ten, Vadîn b. Abdillah el-Hûlânî'den, Muhammed b. Velîd ez- Zühri'den, Hişam' dan ve o da Said b. EI-Müseyyeb'den Peygamber (s.a.v) in şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Müşrikler birine bir tarla bağışlayacak olursa, tarla onun olmaz". Ayrıca şöyle bir rivayet de nakletmektedir: "Müşrikler binine bir ev bağışlayacak olursa, ev onun olmaz"
Peygamber (s.a.v) bu hadisiyle, bağışlamalarından dolayı o kimsenin o ev veya tarlaya sahip olmayacağını antamış değildir. Sadece o ev ve tarla üzerindeki mülkiyetinin devam etmeyeceğini belirtmiştir. Müslümanlar orayı fethedecek olsalar, bağışlanan bu tarla ve ev müslümanlara ait ganimet olur.
Başarı Allah'tandır.
175
■
"
-197-
KRALIN KENDİ VATANDAŞLARI HAKKINDA
YAPABİLECEĞİ ŞEYLER VE VATANDAŞLARINDAN
KÖLELEŞTERDİĞİ KÖLELERİ
Muhammed b. Hasan -Allah kendilerinden razı olsun- şöyle dedi:
4129- Düşmandan bir topluluk düşman başka bir topluluğu yener ve onları kiralın köle ve cariyeleri yapar, sonra da halkıyla birlikte İstâmı kabul edecek olurlarsa, kendilerine karşı savaştığı ve mağlup ettiği askerleri hür olurlar.
Çünkü bunlar krala mağlup olmuş değil, sadece kendisine boyun eğmişlerdir. Krala boyun eğmiş kişi, kralın kölesi değildir. Nitekim müslüman da kendi devlet başkanına itaat etmektedir ve onun kölesi değildir. Bunlar, hem İslâmı kabul etmezden Önce hür idiler ve İslâmı kabul ettikten sonra da hürdürler. Mağlup olup kralın köle edindiği kimselere gelince;
İslama girmezden önce de onlar köledirler, İslâmı kabul
ettikten sonra da köle olarak devam ederler.
Çünkü krala mağlup olmuşlardır. Onlardan mağlup olanlar, köledir. Kendi krallarının köleleridir. Kıral İslâmı kabul ettiği takdirde, kendi kölesi durumunda olanlar onun kölesi olmaya devam ederler. Daha önce bu konuda bir hadis nakletmiştik. Sözkonusu hadiste, islâmı kabul eden kimsenin, mülkiyetende bulunanların onun mülkiyetinde olmaya devam edecekleri belirtiliyordu.
4130- Kral ölüm döşeğinde kölelerini mirasçılarından sadece bazılarına miras olarak bırakır ve kendilerine teslim edecek olursa, bakılır; müslüman veya zimmet ehli olmayı kabul etmeden önce bu uygulamayı yapmışsa, ondan sonra da oğlu müslüman olmuşsa, kralın uygul-ması geçerli olur
Çünkü bu uygulamayı yaptığında kendisinin hükümleri geçerliydi. Müslümanların kendisi üzerinde herhangi bir hakimiyetleri bulunmuyordu. Bu nedenle uygulamasına itiraz edilmez ve uygulaması geçerlidir.
176
4131- Ama müslüman veya zimmî olduktan sonra bu uygulamaya gitmişse, bu yaptığı geçerli değildir. Malının tamamı, Allah'ın belirlediği şekilde mirasçıları arasında dağıtılır.
Çünkü bu yugulamaya gittiğinde îslâmın hükümleri kendisi hakkında geçerlidir. Bu nedenle uygulamaları, İslâmın hükümlerine uygun olmalıdır. İslâ-mın hükümlerine göre onun bu yaptığı bir haksızlıktır ve müslümanlar bu haksızlığı düzeltirler.
4132- Ölüm döşeğinde iken mülkünü çocukları arasında taksim edip ülkesinin her bir bölgesini bir oğluna verir ve bir oğluna merkez bölgeyi ve köleleriyle cariyelerini bırakacak olursa bakılır; bütün bu kararları müslüman olmadan önce vermişse bu uygulaması geçerlidir. Ama islâmı kabul ettikten veya zimmî olduktan sonra bunu yapmışsa, uygulaması geçersizdir. Bütün köle ve cariyeleri de mirasçıları arasında taksim edilir.
Çünkü bu uygulamada mirasçılarım eşit tutmamış, birini diğerlerinden üstün tutmuştur. İslâmın hükümlerine göre bu yaptığı batıldır. "Bütün köle ve cariyeleri, mirasçıları arasında taksim edilecek bir mirastır" sözüyle şunu anlatmak istemektedir:
Hasta kişi, mirasından bir şahsı mirasçılarından birine pay olmak üzere verirse veya mirastan bir hakkı olarak ona verilmesini vasiyet ederse, bu geçersiz olup kesinlikle caiz değildir.Onun için bötün köle ve cariyeleri mirasçıları arasında paylaşılmak üzere miras olarak kalırlar.
4133- Kral, malının tamamını oğullarından birjne vermiş ve ölümünden sonra diğer oğlu kardeşine saldırarak öldürmüş veya İslâm yurduna sürmüş ve malına el koymuş, sonra da hepsi İslâmı kabul etmişlerse, malın tamamı galip gelen kardeşe aittir ve kölelerin tamamı sadece onun köleleridir.
Çünkü harp yurdunda galip gelmek, düşman biri için mülkiyet sebebidir. Galip gelen kardeş, kardeşinin mülkiyetinde bulunan bütün köleleri İslâmı kabul etmezden önce kendi mülkiyetine geçirmiştir. İslâmı kabul ettikten sonra da ken-
177
dişinin mülkiyetinde olmaya devam ederler. Ama İki kardeş müslüman olduktan sonra bunu yapmışsa, kardeşinin mülkiyetine iade edilirler. Çünkü bir müslüman, galip gelmekle diğer müslümamn mallanm kendi mülkiyetine geçiremez.
4134- Galip gelen kardeş müslümanlarla savaş halinde olup yenilgiye uğrayan kardeş de müslüman idiyse, galip olanı sonradan müslüman olur veya zimmîliği kabul edecek olursa, ele geçirdiği mallar yine kendisinindir.
Çünkü harp ehlinden kişi, yabancı bir müslümanın malını zorla ve ona galebe çalarak mülkiyetine geçirebilir. Harp yurudunda bulunan müslüman kardeşinin malı da kendisi için aynı durumdadır.
4135- Müslümanlar o köleleri ele geçirecek olsalar, yenilgiye uğrayan kardeş taksimattan sonra onları bulacak olursa, birşey ödemeksizin onları geri alabilir. Ama taksimat yapıldıktan sonra onları bulacak olursa değerlerini ödeyerek geri alabilir.
Nitekimz yabancı biri onları yenilgiye uğratmış olsaydı, müslümanlarm onları ele geçirmelerinden sonra da durum buydu.
Muhammed dedi ki: Müslüman bir tüccar, galip gelen
bu kardeşten o kölelerin bir kısmını satın alacak olursa,
bunda bir sakınca yoktur.
Çünkü galip gelen kardeş, zorla onları mülkiyetine geçirmiş ve sair mallan gibi onları da mülkiyetine katmıştır. Bu sebeple bu köleleri ondan satın almakta bir sakınca yoktur.
4136- Onları İslâm yurduna getirdiği takdirde yenilgiye uğrayan kardeş muhayyerdir» dilerse değerlerini ödeyerek onları alır, dilerse de terkeder. Galip gelen kardeş müslüman olarak bu işi yapar ve o sırada yenilgiye uyğrayan kardeşi de müslüman ise, müslümanlarm o köleleri satın almaları doğru değildir. Çünkü galip gelen kardeş galip gelmekle onları kendi mülkiyetine geçirmiş
değildir. O köleleri gasbetmiştir ve gasbedilmiş birşeyi ğaspeden kişiden satmal-
mak helal değildir.
178
O kölelerden birini satınalip onu İslâm yurduna getirdiği takdirde yenilgiye uğrayan kardeşe onu karşılıksız olarak iade eder.
Çünkü o köle, yenilgiye uğramış kardeşin mülküyetindedir ve ona geri verilmesi gerekir.
4137- Bunu kardeşine yaptığı zaman galip gelen kardeş müslüman ise, kardeşi de müslüman veya zimmi olup sürgüne göndermiş ve köleler üzerinde bir tasarrufta bu-lunmamişsa,, sonra galip gelen kardeş irtidat edip darul-harbe iltihak etmiş, müslümanlarla savaşıp köleleri ele geçirmiş ve ülkesinde küfür hükümleri egemen olmuşsa, daha sonra nıüslümanlar o ülkeyi fethetmiş ve esirlerden bir miktar almışsa, yenilgiye uğramış olan oğul taksimattan önce kendisinden alınmış olanları bulursa ücretsiz olarak, taksimattan sonra bulursa ücretini vererek alabilir.
Çünkü galip gelen kardeş irtidat edince harp ehlinden olmuştur ve ülkesi de harp yurduna dönüşmüştür. Böylece o köleler, harp yurdunda düşman birinin elinde korunmaya alınmış müslüman birinin malıdırlar. Müslümanlar oraya galip gelerek o köleleri taksim etmişlerse, kendileri için ganimet olurlar ve önceki sahipleri ancak değerlerini ödeyerek onları geri alabilir.
Allah en iyi bilir.
■
■
179
-198-ESİRLERİ BİRBİRLERİNDEN AYIRMAK
İmam Muhammed -Allah rahmet etsin- dedi ki:
4138- Harp yurdundan esir alınan esirlerin tamamı büyük kimseler ise, gerek satıldıklarında ve gerekse taksim edildiklerinde onları birbirlerinden ayırmakta bir sakınca yoktur. Kardeşler veya anne ve çocukları yahut baba ve çocukları da olsalar onları birbirlerinden ayır-makta sakınca yoktur.
Kıyasa göre, yakın akrabaları birbirinden ayırmak mekruh değildir. Çünkü ayrılmalarının engellenmesi durumunda mülk sahibi, kedi mülkünde tasarruf imkânından mahrum kalır. Birşeyin yasaklanması şeriatça belirlenir. Şeriat, küçüklerin veya biri büyük diğeri küçük olanları birbirlerinden ayırmanın mekruh olduğunu söylemektedir. Ama esirlerin ikisi de büyük ise, şeriata göre birbirinden ayırmakta bir sakınca olmaz.
İkisi de küçük oldukları takdirde, onlardan herbiri diğeriyle teselli bulur. Birbirlerinden ayrıldıkları takdirde herbiri yalnızlık hisseder ve küçük çocuğun kalbi buna dayanamaz. Bu durum helakine bile sebep olabilir. Büyük olduklarında .ise böyle bir şey sözkonusu değildir.
4139- Ancak anne ve küçük çocuğu, iki küçük kardeş, biri küçük diğeri büyük kardeşler ya da küçük çocukla birlikte küçük yahut büyük halası veya teyzesi birlikte bulunuyorsa, gerek taksimatta ve gerek satışta onları bir-
birlerinden ayırmak caiz değildir.
Çünkü İmam Muhammed -Allah rahmet etsin- es-Siyeru'1-Kebir'de isnadıyla Huyay b. Abdillah'tan ve o da Ebu Abdurrahman el-Cili'den şöyle rivayet etmektedir: Ebû Eyyüb el-Ensâri ile birlikte bir gazvede bulunuyorduk, Peygamber (s.a.v) in şöyle buyurduğunu duyduğunu bize aktardı: "Her kim baba ile oğlunu birbirinden ayınrsa Allah da kıyamet günü o kimseyi sevdiklerinden ayırsın."
180
Yine rivayet edilir ki: Peygamber (s.a.v) e esirler getirildi. Aralarında bir-kadın ağlıyordu. Peygamber (s.a.v): Niçin ağhyorsun? dedi. Kadın: Oğlum Absoğullarma satıldı, karşılığını verdi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v) Ebû Useyd el-Ensârî'ye şöyle emir verdi:" Anayla oğlunu birbirlerinden ayırdın. Gideceksin ve bu kadının oğlunu getireceksin." Ebû Useyd gitti ve kadının oğlunu getirdi.
Hz. Ömer'in de valilerine şöyle yazdığı rivayet edilmektedir: Kardeşleri birbirlerinden ayırmayın. Anne ile çocuğunu birbirlerinden ayırmayın.
Tabiatıyla birbirlerinden ayırmayın, derken ikisinin küçük yahut birinin küçük ve diğerinin büyük olması durumunu kasdetmektedir.
4140- Birbirleriyle evlenmeleri yasak olmayan akrabalar iseler: Mesela amca çocukları yahut dayı çocukları olup ikisi de küçük iseler veya biri küçük diğeri büyük olursa, gerek satışta ve gerek taksimatta bunların birbirlerinden ayrı düşmelerinde bir sakınca yoktur.
Çünkü ahkâm açısından bunların yakınlığına itibar edilmez. Bu akrabalar biri erkek diğeri kız olduklarında birbirleriyle nikah I anabilirler. Yine bunlardan biri, diğerinin malım çaldığında eli kesilmektedir. Görüldüğü gibi ahkâm açısından bunlar birbirlerine yabancı mesabesindedir ve yabancıları birbirlerinden ayırmakta bir sakınca yoktur.
4141- Karı koca esir alındıklarında ister büyük, ister küçük olsunlar birbirlerinden ayırmakta sakınca yoktur.
Çünkü belirttiğimiz sebepten dolayı şeriat onları birbirlerinden ayırmayı çirkin görmemektedir. Ama şeriat ayırmayı kerih görüyorsa onları ayıramayız.
Şeriat, sadece soy bağı olanların ayrılmasını uygun görmemiştir. Sonradan oluş-
ı muş bağlar, ayrılmalarına engel değildir. Ebû'l-Haryr'dan nakledilen şu rivayet
buna delalet etmektedir. Ebû'l Hayr diyor ki: Gazvelerde ana ile çocuğunu birbirlerinden ayırmazdık. Ancak kadm ile kocasını birbirlerinden ayırırdık.
Kan-koca birbirlerinden ayrıldıklarında bu ayırma ister satış sebebiyle, ister taksimat sebebiyle olsun kadın kocasından nikâh açısından ayrılmış olmaz. Çünkü birlikte esir alınmışlardır ve ayrı ülkelerde değillerdir. O halde satış da, taksimat da nikâhlarını iptal etmez.
181
4142- Koca ölüp ardından hür bir kadın bırakmışsa ve kadının küçük bir kızı bulunup kızın amcası da onlarla bi-rilkte esir alınmışsa, kız erginlik çağına ermedikçe annesiyle birliktedir. Erginlik çağına erdikten sonra amcanın hakkı, annesinin hakkından önce gelir.
Çünkü amca, baba mesabesindedir. Kız buluğ çağına erdikten sonra baba daha çok hak sahibidir. Amcanın durumu da böyledir.
Ancak annenin kız çocuğunu ziyaret etmesi akrabalık bağının gereğidir ve bu bağı gözetmek vaciptir.
Ne kadar müddet içerisinde ziyaret etmesi geriktiği hsusunda ihtilaf vardır. Ebû Yusuf a göre ayda bir defa. Muhammed'e göre ise ayda bir veya iki defa ziyaret eder.
Koca evine giden kadın için de aynı müddet geçerlidir. Koca, karısının an-nebabasını ziyaret etmesini engelleyebilir. Ancak annesi ile babası kızlarını ziyaret ederler. Yine Ebû Yusuf a göre ayda bir defa, Muhammed'e göre ise bir veya iki defa ziyaret ederler. Bu müddetten daha kısa bir müddet içerisinde onu ziyaret etmek isterlerse, koca buna engel olabilir. Ayrıca kocasının huzurunda ziyaretine gelirler. Koca hazır değilse ziyaret edemezler. Çünkü böyle bir durumda kızlarının kafasını karıştırıp onu kocasına karşı kışkırtabilirler Allah en iyi bilir.
13- İslamm tasvip etmediği bir durum sözkonusu olmadıkça, kızın, anne babasını ve anne babanın da kızlarını ziyaret etmesinde hiçbir sakınca yoktur. Bu konuda Islamın yasak getirmesi bir yana, akrabaların akrabalık bağını korumaları ve ziyaretleşmelerini emretmektedir. Şeriatta sıla-i rahim olayı çok önemli bir prensiptir. Meşru bir engel bulunmadıkça bunun engellenmesi haramdır. Bu sebepten kacnın, eşinin anne ve babasını ziyaret etmesini engelleyebilir, görüşüne katılmak mümkün değildir. (Çeviren)
182
-199-
"Ziyadâfta bu konu ayniyle seçtim i™ duymuyoruz. * ^ g' f" °nU burada **«* etme ihtiyacı
Başarı Allah'tandır.
183
-200-ALLAH YOLUNDA VASİYET
Muhammed -Allah rahmet etsin- dedi ki:
4143- Biri hastalığı sırasında: "Malımın üçtebîrini Allah yolunda vasiyet ediyorum" deyip sonra vefat edecek olsa, yaptığı bu vasiyet geçerlidir.
Çünkü malının üçtebirini ibadet ve taat yolunda vasiyet etmiştir. Allah'ın emirlerine her itaat, Allah yolundadır. Nitekim Rasûlüllah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: "Allah yolunda yaşlanan kişinin saçlanndaki beyazlık, kıyamet gününde nurdur. "Hadiste Allah'a itaattaki yaşlanmayı kastetmektedir.
Nitekim başka bir rivayette şöyle denilmektedir: İslâmda yaşlanan kişinin saçlanndaki beyazlık..." Bu hadiste de kastedilen Allah'a itaat uğruna meydana gelen yaşlılıktır. Bu şekilde vasiyet eden kişi, malını Allah'a itaat yolunda vasiyet etmektedir. Her ne kadar bu vasiyette kendisine vasiyet edilen kişi belli değilse de, vasiyet genel olarak caizdir. İmam Muhammed sözüne devam ederek şöyle demektedir:
Malının üçtebiri, Allah yolunda cihad eden fakir gazilere verilir.
Çünkü her hayır ve itaat, Allah yolunda ise de, söz mutlak olarak söylendiğinde Allah yolunda savaş ve cihad kastedilmektedir. Yüce Allah: "Allah yolunda savaşın" buyurmakta ve bununla cihadı kasdetmektedir. Böylece ölen kişinin kasdı, malının üçtebirisinin savaşa harcanmasıdır. Bu sebeple niyet ve kasdettiği yere harcanır. Malının üçte birisinin fakir gazilere verileceğini söylemiştik. Bu vasiyetten alan gazi, Allah yolunda cihada çıkmadan Ölecek olsa da kendisine o vasiyetin verilmiş olması geçerlidir ve ardından bıraktığı malı mirasçılarına verilir. Mirasçılar bu malı aldıktan sonra dilerlerse savaşa giderler, dilerlerse gitmezler.
Çünkü vasiyet eden kişi, malının üçtebirini Allah yolunda sadaka kılmıştır. Sadaka ise, ihtiyaç sahiplerinin mülkiyetine verilir. Yüce Allah: "Sadakalar fakirleredir" buyurmaktadır. Âyetin devamında sadakanın Allah yolunda harcanacağını da belirtmektedir. Sadakanın sıhhatninin şartı, fakirlerin mülkiyetine veril-
184
mesidir. Aynı şekilde malın üçtebiri, Allah yolunda verildiği takdirde, mülkiyte geçirilen sadaka olur. Sadakanın kendisine verildiği kimsenin mülkiyetine geçmesi ise, o sadakayı teslim almasıdır. Teslim aldıktan sonra ölürse ondan miras olarak kalır. Ondan sonra mirasçılar dilerlerse cihada giderler, dilerlerse gitmezler.
Çünkü o malı sadaka olarak vermek vacip olmuştur. O malı almış olan kişi açısından vasiyet sahibinin vasiyeti, danışmada ölen kişinin önerisi mesabesindedir. Mesela biri malını hayatta iken birine veriyor ve kendisine: Bu mal artık senindir, dilersen onunla hacca gidersin, dilersen savaşa katılırsın, diyor. Hacca gitme ya da savaşa katılma önesirisi ne ise, vasiyet de bu konumdadır.
4144- Aynı şekilde biri diğerine bir ev vererek içinde otur, diyor. Bağışlayanın bu sözü bir öneriden ibarettir. Kendisine mal bağışlanan kişi, dilerse onu başka şekilde lıacrayabilir. Burada da durum aynıdır. Kişi onu temellük ettikten sonra dilediği şekilde harcar. Mirasçıları da dî-ledilkerî şekilde harcarlar. Yine bu vasiyet edilen mal fakir birine verilecek olsa, o fakir kişi malın bir kısmıyla borcunu ödeyebilir, bir kısmıyla çoluk çocuğunun nafakasını karşılayabilir, bir kısmı ile de Allah yolunda savaşa gidebilir.
Bütün bu harcama şekilleri, Allah yolunda harcama sayılır .Çünkü ailesinin masraflarını karşılamadan, üzerindeki borçlarım ödemeden ve yolda kendisine masraf olması için bir kısmım yanına almadan kişinin savaşa çıkması mümkün değildir. Bilinen savaşa gitme budur ve bunda bir sakınca yoktur.
Hac yolunda bulunan fakir bir hacıya sadaka yollu verecek olsa, bu da caizdir. , Çünkü hac yolunda da sadaka gider. Daha önce bu sözün kapsamına her türlü hayır ve itaatin girdiğini belirtmiştik. İbnu Sîrîn'den yapılan rivayet buna delalet etmektedir. Sözkonusu rivayette İbnu Şîrîn şöyle demektedir. İbnu Ömer'e -Allah ikisinden razı olsun- sormuş: Adamın biri bana bir mal vasiyet etti, onu hac için verebilir miyim? Hac, Allah yolundadır, dedi. Yine rivayet edilir ki biri, Allah yoluna bir kılıç adadı, Hz. Ebû Bekir bu kılıcı bir hacıya verdi. Ancak daha faziletli olanı, onu muhtaç durumdaki bir mücahide vermektir. Çünkü Allah
185
yolunda, denilip mutlak olarak söylendiğinde savaş ve cihad kastedilir. O halde o yolda malı harcamak evladır. Bunun benzeri, âlimlerimizin şu görüşüdür: Biri malının üçtebirini Mekke fakirlerine vasiyet edecek olsa, o malı başka fakirlere vermek caizdir, ama Mekke fakirlerine vermek evlâdır.
4145- Said b. Müseyyeb'e, Allah yolunda harcamak ü-zere birinin diğerine mal vermesi soruldu. Şöyle dedi: Kendisine mal verilen kişi, düşmana karşı cephede kazılmış siperlere ulaştığında o malı mülkiyetine geçirmiş olur.
Bu durumda Said b. Müseyyeb'e göre, o malın mülkiyetine geçmesi, siperlerin bulunduğu yere ulaşması şartına bağlıdır.
Bize göre ise siperlere varmadan önce de o mal mülkiyetine geçmiştir. Çünkü verilen bu mal sadakadır ve teslim alındığında mülkiyetine geçmiştir.
Herhalde Said b. Müseyyeb bu şartı savaşçının o vasiyete malik olması anlamında değil, başka ihtiyaçları için harcama yapmaması için koşmuştur. Çünkü siperlerin yanına gelmeden önce o maldan ihtiyaçlarını karşılanışı yahut onu aile fertlerine bırakması sözkonusu olabilir. Ama siperlerin yakınlarına geldiğinde artık onu sadece cihad için harcayabilir. Bu şartı koşmasının sebebi, o malı sadece cihad yolunda kullanmasını sağlamaktır.
4146- Zeyd b. Eşlem babasından şunu rivayet etmek-terir: Hz.Ömer birine Allah yolunda savaşa gitsin diye bir at verdi. Adam atı elinden çıkardı. Hz. Ömer, verdiği atı ondan satmalmak istedi. Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.v) ona şöyle dedi: "Verdiğin sadakadan cayma. Sadakasından cayan kişi, kusup kusmuğunu yalayan köpeğe benzer."
"Atı elinden çıkardı" derken, kendisine verdiği atı adamın sattığı ya da herhangi birşeküde mülkiyetinden çı-
186
kardığını kasdetmektedir. "Allah yolunda onunla savaşsın" derken de o atı vakfettiği anlamınd değil, sadaka olarak verdiği anlamındadır. Çünkü vakfetmiş olsaydı, o kşinin o atı satması caiz olmazdı. " Ömer, onu satınalmak istediğinde Rasulülllah (s. a.v)'in: 'verdiğin sadakadan cayma" demesi ise, bazı kimselerin ileri sürdükleri görüşe delildir. Çünkü bu âlimlere göre birine sadaka olarak bir at verip onu ya kendisine verdiği kimseden veya bir başkasından satınalması mekruhtur. İbni Ömer'in görüşü de budur. Hatta İbni Ömer'e göre değerinin kat kat üstünde bir fiatla da olsa satınalması mekruhtur. Çünkü peygamber (s.a.v) Ömer'i, sadaka olarak verdiği atı satınal-maktan sakındırmış ve bunu sadakadan geri dönüş olarak nitelemiştir. Sadakadan geri dönmek ise, haramdır.
Bize göre ise, mekruh değildir. Çünkü bu bir değiş tokuştur, geri dönmek değildir.
4147- Rabia b. Abdillah b. el-Hüzeyl'in şöyle dediği nakledilmektedir: Ömer b. Hattab -Allah kendisinden razı olsun- bir deve veya başka birşeyi Allah yolunda vermek istediği zaman, verdiği kişiye şöyle derdi: Mısır yolunda Vadi'1-Kura veya çevresine vardığında dilediğini yap.
Bazıları bunun Hz. Ömer'den muvakkat bir temlik olduğunu söylemişlerdir. Yani Vadi'l-Kura'ya varıp orayı geçtiğinde sana verdiğim bu şey artık senin mülkiyetine geçmiştir. Kişinin başka birine "Yarın falan kişi gelecek olursa, bu ev ona sadakadır" demesi gibi. Vadiyi geçtik- » ten sonra onun mülkiyetine geçtiğine göre, şimdiden onun mülkiyetinde değildir, demektir.
Bazılarına göre ise, Hz. Ömer, o anda o şeyi onun mülkiyetine veriyordu. Bu şartı koşmuş olması, verdiği şeyi o şahsın kendi ihtiyaçlarına harcamaması ve savaşa gitmesini teşvik içindir. Böylece koşulmuş olan bu şart bir öneri mesabesindedir.
187
İmam Muhammed, kendi isnadıyla İbni Ömer'den de şu rivayeti nakletmektedir: Vadi'l-Kura'ya vardığında dilediğini yaparsın. Yine Asım b. Küleyb el-Cermî, Ata b. Ebî Rabah'ın, "Malımın üçtebiri Allah yolundadır" diyen biri hakkında şöyle dediğini nakletmektedir: "Allah'a itaatin her çeşidi, Allah'ın yoludur. Ama "Allah yolunda savaş içindir" demiş olsaydı, o zaman malının üçte birinin savaş konusunda harcanması gerekirdi.
İmam Muhammed şöyle demektedir: Böyle bir durumda Allah yolunda savaşan fakire verilmesi ve o maldan zengin olup Allah yolunda savaşanlara verilmemesi bize daha hoş gelmektedir. Çünkü "malımın üçtebiri Allah yolundadır" derken, sadaka olarak bu malı
vermeyi kasdetmektedir. Sadakanın verileceği yer ise, diğer sadakalarda olduğu
gibi fakir kimselerdir.
4148- Osman b. Ebi Şevde rivayet etmektedir: Kinaneli Kare bölgesinden olan iki kardeşten biri vefat etti. Vefat eden kişi, vefat etmezden Önce bir miktar dinarının Aliah yolunda harcanmasını vasiyet etmişti. Kardeşi o yıl savaşa katılamadı. Bu nedenle o paralarla hacca gitti. Daha sonra o şahıs Hz. Ömer'le karşılaştı ve kendisine durumu anlattı.
Sen o dinarları kendine harca, kendine her dirhem harcadığında kat kat, mükafatlandırılır, karşılığını verdi.
İmam Muhmmed, bu rivayetle ilgili olarak şöyle demektedir: Kardeşi muhtaç olup mirasçı değilse, vasiyet edilen dinarları kendine harcamasında bir sakınca yoktur. Çünkü kendisi de herhangi bir fakir gibidir. Ama zengin ise, kendine harcaması doğru değildir.
Çünkü vasiyet edilen bu dinarlar sadakadır ve sadaka fakirlere verilir, zenginlere değil.
Kendisi mirasçı ise, yine kendisine harcayamaz. Çünkü bu dinarlar vasiyettir ve Peygamber (s.a.v): "Mirasçıya vasiyet yoktur." buyurmaktadır.
Başarı Allah'tandır.
189
■
:
-201-ALLAH YOLUNDA VAKFETMEK
İmam Muhammed -Allah rahmet etsin- dedi ki:
4149- Kişinin atını ve silahını Allah yolunda vakfedip: Bu, Allah yolunda cihada çıkacak kimseye vakıftır, demesinde ve atını bu işi yapacak birine yahut muhtaç olan birine vermesinde bir sakınca yoktur. Çünkü böyle davranmak, insanı Allah'a yaklaştıran bir ameldir. Ashaptan Hz. Ömer, Ali, Abdullah b. Mes'ud ve tabiinden İbrahim en-Nahai ve Amir eş-Şa'bı'nin yaptıkları bir şeydir. Allah hepsinden razı olsun. Bu saydığımız kimselerin hepsi Allah yolunda vakıf yapmışlardır.
İmam Muhammed'in görüşüne göre burada bir proplem sözkonusu değildir. Çünkü ona göre bu konuda Örf bulunsun veya bulunmasın menkul eşya vakfedilebilir. Ebû Yusuf'un görüşü de budur. Çünkü ona göre menkul eşyanın vakfı örfte sabit ise caizdir. Örfte menkul vakfe-dilmiyorsa geçersizdir.
Sahabe ve tabiînin örfünde menkul vakfedilğidine göre onun görüşü de menkulün vakfının caiz olduğu doğrultusundadır. Sahabe ve tabiînden silah, bir de savaşta binilen binek hayvanlarını vakfedenler olmuştur. O halde Ebû Yusuf'un görüşüne göre silah ve binek hayvanlarının vak-fedilmesi caizdir. Bunların dışında kalan menkul eşyanın vakfedilmeleri ise caiz değildir.
Ebû hanife'ye göre ise, böyle bir vakıf vakıf değildir. Kişi, menkul eşyası için ben bunu vakfettim derse, o şey üzerindeki mülkiyeti zail olmaz. Dilediği zaman onu satabilir ve vefatından sonra o şey mirasçılarına miras olarak kalır. Yapmış olduğu vakıf, iğreti verilmiş birşeyden ibarettir. Bu şekilde verilmiş olan menkul şeylerden ya-
190
rarlanmak ise, onun görüşüne göre sair vakıf şeylerden yararlanmak gibi caizdir.
Ayrıca İmam Muhammed'e göre, menkul eşya diğer şeylerde olduğu gibi, kişiye teslim edilmedikçe vakfedelmiş sayılmaz. Çünkü onun görüşüne göre sair vakıflarda olduğu gibi vakfedenin vakfettiği şeyi elinden çıkarması ve onu vakıf islerini yürüten kişiye ya da kendisine vakfedeceği kimseye teslim etmesi şarttır.
Ebu Yusufa göre ise, vakfın sıhhati için teslim şart değildir. Şahit tu-iulmuş olması yeterlidir. Menkul eşyanın vakfedilmesinde de teslim, aynı şekilde şart değildir.
Ayrıca sağlığı yerinde iken malının tamamını vakfedebilir.
Çünkü sağlıklı olan kişi, malının tümünü tebberru edebilir. Ama hastalığında ya da vefatından sonra malını vakfedecek olursa, diğer teberrularda ■ olduğu gibi ancak malının üçtebirini verebilir. Çünkü hastalık sırasında yapılan te-^errülar vasiyyattİr ve vasİyyet, malın ancak üçtebirini kapsayabilir.
4150- Herhangi bir şeyi Allah yolunda vakfeden kişi, malını kime vakfettiğini belirlemek için falan oğlu falana vakıftır, diyerek malı damgalayabilir. Ta ki vakfettiği şey kaybolduğunda ya da çalındığında sahibine iade edilsin. Sadaka olarak verilmiş develeri peygamber (s.a.v)'in bizzat kendi eliyle damgaladığı rivayet edilmektedir. Hatta onun otuz bin sığır ve üçyüz at vakfettiği ve bunların bacaklarına "Allah yolunda vakıftır" diye damga vurduğu rivayet edilmektedir. Yine Ömer b. Abdülaziz'in de Allah yolunda at vakfettiği ve bunların bacaklarına, Allah yolunda vakıf olduklarına dair damga vurduğu nakledilmektedir. Hayvanların bu şekilde damgalanmaları, her ne ka- * dar onlara eviyet veriyorsa da bunda müslümanlann yararlan vardır.
Çünkü hayvanlar üzererlerinde bir alamet taşıyorlarsa kimse onları gas-' etmeye veya çalmaya kalkışmaz.
4151- Hayvan kaybolacak olursa, taşıdığı damgadan bilinir ve sahibine geri verilir. Müslümanların yararına olduğu takdirde özellikle yapılan iş dini işlerden biri ise,
191
hayvanlara eziyet vermekte bir sakınca yoktur. Bazıları, İmam Muhammed ile Ebu Yusuf'un görüşlerinin böyle olduğunu, İmam Ebû Hanife'ye göre ise, hayvana damga ve işaret vurmanın mekruh olduğunu söyler.
Ayrıca damganın, hayvan toprakta debelenirken debelendiği tarafta olmasında bir sakınca yoktur. Çünkü sahibi ona damga vururken amacı, hayvanın tanınmasıdır, yoksa "Allah yolunda vakfedilmiştir" mührünü basarak, Allah isminin toprakta sürünmesini sağlamak değildir. Kişinin Allah'ın isimini aşağılamak ya da buna önem vermemek gibi bir kasdı olamaz.
Bu anlattığımız, başka bir meseleyle ilgili cevabı da açıklamaktadır. Söz konusu mesele şudur: Parmağında Allah'ın isimlerinden birinin yazılı bulunduğu bir yüzüğü olan kişinin tuvalete gitmesini ya da hanımına yanaşmasını âlimler mekruh görmüşlerdir. Allah'ın ismine saygı olarak bu sırada yüzüğü parmağından
çıkarması gerekir.
Ancak burada anlattığımıza bakıldığında gerek tuvalete giderken ve gerek hamımına yanaşırken sözkonusu yüzüğü kişinin parmağında taşımasında bir sakınca yoktur. Ne vak ki âlimler bunun mekruh olduğunu söylüyorlar.
4152- Süleyman b. Yesar'ın, bir illetten dolayı vakfedilen malın değiştirilmesinde bir sakınca görmediği, ama bir sebep yokken değiştirilmesini de meruh gördüğü rivayet edilmektedir. Hasam Basri'nin de sebep olmaksızın vakıf şeyin değiştirilmesini mekruh gördüğü, hastalık gibi bir sebep varsa değiştirilmesini mekruh görmediği
belirtilmektedir.
Çünkü onu vakfeden kişi, değiştirilmesi için değil, o haliyle onu vakfetmeye razı olmuştur. Ancak zail olması umulan hastalık gibi bir sebepten dolayı ise Ebu Yûsuf ve Muhammed'e göre değiştirilmesi mekruhtur. Ebû Hanife'ye göre ise, mekruh değildir. Çünkü ona göre vakfetmek zorunluluk ifade etmez. Hatta sahibi onu satabilir de. Sahibi onu satabildiğine göre onu geri alması yahut değiştirilmesi de caizdir. Ebû Yusuf ve Muhammed'e göre ise, vakıf olarak kalması zorunludur. Sahibi hastalandıktan sonra onu satamayacağı gibi bir başkası da onu satamaz.
192
4153- Mekhûl'un da şöyle dediği rivayet edilmektedir: Hayvan cinsinden vakfedilmiş olanları satmayın ve onu değiştirmeyin. Çünkü hastalıklı olmadıkça değiştirilmesi caiz değildir. Mesela artık o hayvan savaşta kullanılmayacak bir duruma düşmüşse veya yaşlanmişsa satılıp parasıyla başka bir hayvanın satın alınmasında bir sakınca yoktur. Satılan hayvandan elde edilen parayla bir başka hayvan satın ahnamıyorsa, kişi o parayla Allah yolunda cihada gider.
Çünkü onu vakfeden kişinin kasdı, o hayvanın savaşta kullanılmasıdır. Kendisiyle savaşa çıkılmayacak duruma düşmüşse ve bu durumda da değiştirilmesi caiz olmazsa, sahibinin hedefi kaçırılmış olur. Bu nedenle değiştirilmesinde bir sakınca yoktur.
Ebû Yusufun şöyle dediği rivayet edilmektedir: Vakf malın değiştirilmesinde bir sakınca yoktur. Çünkü Hz. Ali (r.a)'nın oğullan Hasan ve Hüseyin'e bir ev vakfedilmişti. Sıffîn savaşına çıktığında şöyle dedi: Geri döndüğümüzde evi satsınlar ve parasını kendi aralarında taksim etsinler. Halbuki vakıf yapılırken satılması şart koşulmamıştı. Başarı Allah'tandır.
|
|
|
|
|
|
■ |
|
|
|
|
|
|
|
I
193
-202-
SAĞLIKLI KİŞİNİN MALINI
ALLAH YOLUNDA VASİYET ETMESİ
VE VAKFETMESİ
4154- Muhammed -Allah rahmet etsin- dedi ki: Kişi "malımın üçtebiri Allah yolunda vasiyettir" deyip sonra ölecek olursa, vasiyet ettiği şekilde malının üçtebiri Allah yolunda harcanır. Çünkü kendisi malının üçte birinin Allah'a itaat yolunda harcanmasını vasiyet etmiştir. Böyle bir vasiyet caizdir ve malının üçtebiri ihtiyaç sahiplerine verilir.
Çünkü Allah yolundaki mal, sadakadır ve sadakanın harcama yeri, fakirler ve muhtaçlardır.
4155- Daha sonra Allah yolunda savaşan ihtiyaç sahiplerine verilir. Çünkü daha önce de belittiğimiz gibi kayıtlamadan "Allah yolunda" denildiğinde bununla cihad kastedilir. Bu nedenle gazi ve mücahidlerden ihtiyaç sa-hipherine verilir. Bunlardan herbirine, kendisini savaşa güçlü kılacak miktar verilir.
Çünkü miskine sadaka vermek vacip olduğunda, bir günlük nafakasından azı verilmez. Daha azı ile kişinin ihtiyacı giderilmiş olmaz. îşte bu nedenle yemin keffarelinde her miskine günlük yemeği verilmektedir. Bu miktar ise, yarım sa1 buğdaydır.
İsterlerse bu miktarı arttırırlar.
Çünkü harcama yeri burasıdır ve fazlası da buraya harcanabilir. Nitekim malının üçtebirini fakirlere vasiyet edecek olsa ve malının üçtebirinin tamamı bir fakire verilecek olsa Ebû Yusufa göre caizdir. Muhammed'e göre ise, asgari iki kişiye verilmesi gerekir. Yine malının zekâtını birkişiye verecek olsa, geçerli kabul edilir. Bu da gösteriyor ki vasiyetinin tamamı bir fakire verilebilmektedir. Böylece bir günlük geçiminden artan kısım, ona temlik edilmiş olur.
Görmüyor musun, yüce Allah, farz kılınmış sadakayı (zekâtı), Allah yolunda harcanan diye nitelemiştir. Farz elan sadakanın sıhhatinin şartı ise, tem-
194
liktir. Burada da durum böyledir. Sadaka ise, teslim alma ile mülkiyete geçer. Sadakayı alan kişi, onu aldığında artık onun mülkü olur.
Vasiyet edilmiş olan malı alan kişi ondan aile fertlerine masraf bıraksa veya kendi harcamalarında kullansa, caizdir.
Çünkü kendi mülkiyetindeki malda bir tasarrufta bulunmuştur. Ancak kendisine verilen bu mal ile cihada gitmesi, ölen
kişinin maksadının gerçekleşmesi bakımından efdaldır.
Kendisine verilen bu mal ile Allah yolunda cihada çıkıp
döndüğünde artakalan miktar elinde duruyorsa, onu da
kendi harcamalarında kullanır.
Çünkü kendisine verilen bu mal ile cihada çıkmasaydı, mal yine kendisinindi. Cihada çıktıktan sonra hala elinde bir miktar kalmışsa onu istediği şekilde harcayabilir. Öldüğünde de mirasçılarına miras olarak kahr.
4156- İmam Muhammed dedi ki: Vasiyet edilen o malın, Allah yolunda cihada çıkan bir zengine verilmesi doğru değildir.
Çünkü Allah yoluna vasiyet edilmiş olan bu mal sadakadır ve sadakanın harcama yeri zenginler değil, fakirlerdir. Çünkü zekât ve sair sadakalar da fakirlere verilir.
4157- Aynı şekilde kişi hayatta ve sağlığı yerinde iken malını Allah yolunda harcayacağını söyleyecek olsa, kendi geçimi dışında malının tamamını tasadduk etmesi gerekir. Ondan sonra bir mal kazanacak olursa, alıkoyduğu kadar ondan tasadduk eder.
"Hibe" bölümünde şu husus belirtilmiştir: "Kişi Malım miskinlere Sadakadır" derse, zekâta konu olan hayvanlar ve ticaret mallan bu sözün kapsamına girer. Zekâtı bulunmayan köle ve tarla gibi mallan bu sözün kapsamına girmez. Bazıları ise burada zekâta kıyas yapılamayacağını söylemişlerdir. Çünkü burada hibe etmeyi sözkonusu etmektedir. Konular farklıdır. Çünkü kişi, malım sadakadır sözünü kullanmıştır. Kıyasa göre zekât malları esas alınır ama istihsana göre hibe esas alınır. Sadaka sözü kullanıldığında kendisine zekât düşen mallar kastedilir.
195
Oysa burada kişi, malım Aüah yolundadır, diyor. Sözünde sadaka ismi be-tilmemiştir. Böyle bir sözün, Allah kitabında kıyaslanacağı bir temel yoktur. Böylece mal kelimesinin kapsamına giren herşey bu sözün kapsamına girmiş
olur.
Kimine göre ise, iki mesele arasında rivayet bakımından da farklılık vardır. Kişi, malım, dediğine göre, mal kapsamına giren köle ve tarlalar da bu sözünün kapsamına girer. Nitekim Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: "Her kim ardında bir mal bırakırsa, bıraktığı mal mirasçılarına aittir. " Böylece ölünün ardında bıraktığı her çeşit mal, bu sözün kapsamına girmektedir.
Yine kişi, "malımın üçtebirini alan kişiye yahut fakirlere vasiyet ediyorum" derse, malının tüm çeşitleri bu sözün kapsamına girer ve mallarının tamamının üçtebiri vasiyet ettiği kişi veya kişelere verilir.
Kendi geçimi için ayırdığı malın miktarına denk bir
mala sahip olduğunda o miktarı tasadduk eder.
Çünkü eline geçen mal o seviyeye ulaştığında artık o mal fakirlere aittir. Onu fakirlere harcaması, kendisine vacip olur. O malı telef edecek olursa, kendisi üzerine borç olur ve bu borcunu ödemesi gerekir. Alimler, kendisine ayıracağı miktar konusunda da görüş serdetmişlerdir.
4158- Şayet kişi ziraatle uğraşıyorsa bir yıllık nafakasını kendisine ayırır. Çünkü normalde ziraatle uğraşan ancak bir yıl sonra mahsûl elde eder. Eğer ticaretle uğraşıyorsa bir aylık nafakasını kendisine ayırır. Çünkü işçi bir gün iş bulamazsa ikinci gün bulabilme imkânına
sahiptir.
Kişi, sahip olduğum herşey fakirlere sadakadır, demişse, bu konuda iki görüş vardır. Bir görüşe göre, mülkiyeti altındaki her mal, bu sözün kapsamına girer. Diğer görüşe göre ise, zekâta konu olan malları bu sözünün kapsamına girer. Hibe bölümünde bu sözle ilgili değerlendirme belirtilmişti.
Bu sözü söyledikten sonra malını sözkonusu ettiğimiz sebepten dolayı Allah yolunda cihada çıkan muhtaçlara verir. Allah yolunda cihada gitmeyen fakirlere verecek olursa yine sözünü yerine getirmiş olur.
196
Çünkü sadaka, Allah yolunda cihada çıkmayan fakirlere de verilir. Aynca Allah'a itaati içeren herşeyin Allah'ın yolu olduğunu belitmiştik.
4159- Kişi isteğini uygulamadan ölecek olursa, o mal mirasçılarına miras olarak kalır. Mirasçılarının da o malı fakirlere dağıtma zorunlulukları yoktur.
Çünkü adanmış olan sadaka, farz olan sadakadan(zekâttan) daha faziletli değildir. Nitekim kişi üzerinde zekât borcu bulunduğu halde ölürse, ölümüyle üzerindeki zekât düşüyor ve miras üzerinde borç olmuyorsa, böyle bir sadaka ev-leviyetle düşer. Yani sadakanın fakirin mülkiyetine geçmesi, fakirin onu kab-zetmesiyle gerçekleşir. Fakirin kabzetmediği ise, ölünün mallan arasında mirasçılarına kalır. Mirasçılar da miras yoluyla bu mala sahip oldukları için ölenin sadaka isteğini yerine getirmeyebilirler.
4160- İmam Muhammed dedi ki: Kişi ölümü esnasında: "Benim yerime bir defalığına savaşa gidin" yahut "benim yerime malımın üçtebiriyle savaşa gidin" diye vasiyet edecek olsa bakılır; "benim yerime savaşa gidin" deyip birine bir savaşa katılacağı kadar para verecek olsa, savaşa gidecek olan bu şahsa verilmiş olan mal, o şahsın mülkiyetine geçmez.
Çünkü kendisine, "benim yerime savaşa katıl" demiştir. Onun yerine savaşa gitmesi, ancak onun verdiği mal ile savaşa gitmesiyle gerçekleşir. Böylelikle ancak savaş için verdiği malın sevabı kendisine erişir. Gaziye verilmiş olan bu mal, gazinin mülkiyetine geçmiş olsaydı, savaşa gitme gaziye ait olmuş olurdu, kendisinden savaşa gitmesini isteyen şahsa ait olmazdı,
Görmüyor musun, "benim yerime haccetmesi için birine malımdan ve/in" derse ve hacca gitmesi için birine malından bir miktar verilse, bu mal, hacca gidecek o şahsın mülkiyetine geçmez. Sadece o malı hac yolunda harcama yetkisine sahiptir. Başka bir şekilde harcayamaz. Bu yolla yapılan hac ancak vasiyet edenin haccının yerine geçer.
Gazinin savaşa çıkması için gerekli asgari miktar kendisine verilir ve böylece vasiyet eden kişinin yerine savaşa katılır.
197
Çünkü savaş için asgarî miktarın gerekliliği kesindir. Böylece maldan geri kalan misarçilarına kalmış ve mirasçıların haklan kullanılmamış olur.
Görmüyor musun, hac vasiyetinde de, hac için gerekli masrafların asgarisi verilir, (burada da asgarisi verilir). Savaşa, vasiyet edenin yerine katılacak kişi, kendisne verilen bu maldan ailesi için herhangi bir harcamada bulunamaz. Çünkü kendisine verilen bu malın mülkiyeti kendisne ait değildir ki onu dilediği şekilde kullanabilsin. Sadece kendi ihtiyaçları için harcayabilir. Kendisine harcama yaparken de savaşla ilgili hususlarda harcamada bulunur. Hac konusunda da durum budur. Hacca gidecek kişi, kendisine verilmiş olan malı sadece hac yolunda harcayabilir.
İmam Muhammed dedi ki: Savaştan dönüşte de bu maldan harcamada bulunabilir.
Nitekim hacca giden kişi de hem gidiş, hem dönüş yolculuğunda o maldan harcamada bulunur.
Kendisine verilmiş olan maldan arta kalan olursa onu
mirasçılara iade eder.
Çünkü malı kabzederek ona sahip olmuş değildir. Sadece savaş harcamaları konusunda tasarruf yetikisine sahipti. Savaş işi bittiğine göre ölünün malından bu arta kalanlar mirasçılarına geri verilir.
Nitekim başkası yerine hacca giden kişi, hac yolculuğundan arta kalanı, yerine hac yaptığı kimsenin mirasçılarına iade eder. Burada da durum böyledir. Ancak mirasçılar, geri kalan malın kendisine ait olmasını isterlerse, o başka.
4161- Şayet kişi: Malımın üçtebiriyle benim yerime Allah yolunda cihada çıkılsin, diye vasiyet ederse, malının üçtebiri Allah yolunda savaşa çıkanlara verilir. Harcamaları karşılanır ve kendilerine at vs. gibi savaşta kullanılan araçlar satınalımr.
Çünkü vasiyet hakkı olan malının üçtebirinin tamamının savaşta kullanılmasını vasiyet etmiştir. Bu nedenle üçtebirin tamamı bu uğurda harcanır. Önceki meselede durum farklıydı. Orada bir savaşa çıkılmasını vasiyet etmişti. Bu nedenle bir savaş için gerekli harcama malından ayrılıp savaşa gidecek kimseye veriliyordu. Burada sözünü genel kullanımış ve bir savaşla kayıtlamamıştır. Bu mal ile at da satınalmabilir. Çünkü at savaş için ku 11 anı İm aktadır-.
198
Görmüyor musun, malının üçtebirini hac için vasiyet edenin malıyla kişinin hacca gidebilmesi için deve satın alınabiliyor. Hac için deve satın alınabiliyorsa, savaş için de at alınabilir.
Ayrıca kendisi yerine savaşa gidilsin diye üçtebirin tamamını bir yıl içerisinde verirler.
Çünkü vasiyetinin yerine getirilmesi ve maksadının hasıl olması için en süratli yol budur. Buradaki vasiyet de, hac konusundaki vasiyet de böyledir. Savaşa katılanlar geri döndüklerinde ellerinde arta kalanı geri verirler ki artakalan bu mal, savaşa çıkacak başkalarına verilebilsin. Ancak böylelikle üçtebir tüketilmiş olur.
Şayet savaş için harcanacak para kalmayıp atlar kalmışsa, atlar satılır ve onların satışından elde edilen para Allah yolunda savaşa çıkacak kimselere verilir.
Çünkü bu atlar vasiyet eden kişinin malının üçtebirinden satinahnmıştı. Bu nedenle atlar satıldıktan sonra cide edilen para, üçtebirin harcanması gereken yere hacanır. Savaş dönüşü verilen paradan arta kalan varsa, Allah yolunda cihada gidecek başkalarına verilir.
İmam Muhanımed dedi ki: Kendisine vasiyet yapılmış olan kimsenin katılacağı savaşların birine giderken, yerine savaşa gittiği kimsenin evinden yola koyulur.
Çünkü kendi adına savaşa çıkmış olsaydı, kendi evinden yola koyulurdu. Burada da durum böyledir.
Görmüyor musun, hac konusunda da durum böyledir. Malın üçtebirinden arta kalan, şayet vasiyet edenin evinden yola koyulup savaşa gidecek birinin harçlığını karşılamıyorsa vasiyet sahibi parayı, yeteceği yerden yola ^oyulacak birine verir. Hac konusundaki vasiyette de durum böyledir.
4162- Ölen kişi, malının üçtebirinin Allah yolunda harcanmasını vasiyet etmişse, vasiyet sahibi muhtaç dahi olsa mirasçılardan birine bu paradan herhangi birşey vermesi doğru değildir.
Çünkü misarçilardan birine herhangi bir şey verdiği takdirde mirasçıya vasiyet olur ki bu caiz değildir.
199
Şayet mirasçıların tamamı ergenlik çağını aşmış kimseler ise ve vasiyet sahibi muhtaç mirasçılarına vasiyetten birşey vermesine izin veriyorlarsa, bunda bir sakınca yoktur.
Çünkü mirasçılara vasiyetin caiz olmaması, mirasçıların haklan sebebiyledir. Verilmesine mirasçılar izin veriyorlarsa, kendi haklarından kendileri vazgeçiyorlar demektir. Bu durumda mirasçıya vasiyetin verilmesi caiz olur.
4163- Vasiyeti yapan kişi, kendisi muhtaç olup Allah yolunda cihada çıkmak için üçte birin bir miktarını kendisine ayıracak olursa, bunda bir sakınca yoktur. Ancak bunu yapabilmesi için kendisinin mirasçı olmaması gerekir.
Çünkü vasiyet eden kişinin "malımın üçtebirini Allah yolunda vasiyet ediyorum sözünde, vasiyet ettiği bu malı başka birinin mülkiyetine vermesini anlatan bir ifade mevcut değildir. Bu, malımı dilediğin kimseye ver, anlamında bir sözdür. Buna göre vasiyeti yapan kişi kendisine de başka birine de bu maldan verebilir. Burada da durum böyledir. Vasînin bu tasarrufu mirasçıların hoşuna gitmese de bunda bir sakınca yoktur. Çünkü bu konuda karar verecek olan mirasçılar değil, vasidir. Onların bu üçtebirde hiçbir haklan yoktur. Bu nedenle onların rıza göstermeleri yahut göstermemeleri önemli değildir.
Aynı şekilde vasnînin bu maldan oğluna yahut babasına ya da mükâtebi bulunan kölesine vermesi de caizdir. Çünkü kendisine harcamada bulunması caiz olunca, sözkonusu ettiğimiz kimselere vermesi evleviyetle caizdir.
Kendi kölesine vasiyetten verdiği takdirde bakılır; eğer kendisi muhtaç durumda ise, caizdir. Ama zengin ise, caiz değildir. Zengin olarak verdiği takdirde, ne kadar ver-mişse onu tazmin eder.
Çünkü kölesine yaptığı harcama, kendisine yaptığı harcama hükmündedir. Çünkü mülkiyet kölesine değil, kendisine aittir. Harcamayı kendisine yaptığında şayet kendisi fakir ise caizdir, zengin ise caiz değildir. Kölesine harcama yaptığında da hüküm aynıdır.
200
Kendisine bu malı verdiği kişi zengin olup zengin olduğunu bilmeden vermişse, uygulması geçerlidir.
Çünkü zengin olduğunu bilmeden malının zekâtını o kişiye vermiş olsaydı yine zekâtı geçerli olurdu. Ebû Hanife ve Muhammed'in görüşü budur. Ebû Yusufa göre ise caiz dğildir. Hem vasiyet yerini bulmamıştır ve hem de zekât yerini bulmamıştır. Şayet vasî, ölünün emri ile bu malı veriyor ve ölen kişi fakirlere verilmesini istemiştir. Bu nedenle ölen adına verilmemiş sayılması gerekir denilecek olursa, vereceğimiz cevap şudur:
Ma'n b. Yezid, babasının vekilinden zekâtı almıştı. Babası ise, başkasına verilmesini kasdetmişti. Çünkü; Sana verilmesini kasdetmemiştim, demişti. Bununla birlikte Peygamber (s.a.v) uygulamayı geçerli saymıştır. Çünkü Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştu: Ey Yezid. senin için niyyet ettiğin vardır. Böylece, bu konuda vekil ile mal sahibinin aynî konumda oldukları sabit olmuştur.
4164- Vasiyet eden kişi, mirasçılardan birinin kendisi yerine Allah yolunda cihada çıkmasını vasiyet etmişse, mirasçıların izni olmadan bu vasiyet geçerli değildir.
Çünkü mirasçı kişi; her ne kadar vasiyet edilen malın kendisine malik olmuyorsa da, bundan dolayı kendisine bir menfaat tahukkuk etmektedir. Halbuki mirasçı, varis olduğu kimsenin ölümcül hastalığında miras bırakanın mah konusunda mahcurdur. Ama mirasçılar büyük yaşta olup o mirasçının miras bırakan kişinin ölümünden sonra savaşa çıkmasına müsaade ediyorlarsa, vasiyet edilen o mal ile savaşa gitmesi caizdir.
Savaştan artakalan parayı geri verir.
Çünkü savaşa gitmesine engel olmak, mirasçıların bir hakkı idi. Buna izin vermelerinden sonra artık bir haklan kalmamıştır. Mirasçı durumunda olan kişi zengin de olsa savsa gidebilir.
4165- Ama vasiyet eden kişi: Malımın üçtebiri Allah yolunda vasiyettir, demişse, mirasçıların tamamı izin verseler bile, zengin mirasçıya bu vasiyetten hiçbir şey verilemez.
Çünkü mirasçıların izninden sonra kendisine verilecek olan bu mal sadaka olarak verilmektedir. Sadaka ise, zenginlere değil, fakirlere verilir. Mirasçıların
201
izin vermeleriyle zengin kişi, sadakanın verildiği kişi olamaz. Ancak burada verilen mal, temlik üzere verilmiyor. İbaha (kullanabilme izni) şeklinde kendisine veriliyor. İbaha üzere olunca da bu konuda fakir de, zengin de aynı konumdadır. Bunun delili, vakıf olarak tahsis edilmiş olan sudur. Zengin de, fakir de bu sudan içebilir.
Nitekim bu konuda harcamadan artakalan, mirasçılara geri verilmektedir. Bu da bu konuda söylediğimizin delilidir.
4166- Mirasçı diğer mirasçılar izin vermezden önce o mal ile savaşa gider ve mirasçılar ancak geri dönüşünden sonra bunu öğrenip izin verdiklerini söyleyecek olurlarsa, bu caiz olmaz. Onun yerine tekrar savaşa gitmesi için harcadıklarını geri ödemesi gerekir. Çünkü izin verme, mevkuf olan (geçerliliği oraya bağlı olan) şey için söz-
konusudur. Savaş vâris adına geçerli olduğundan mevkuf değildir. Dolayısıyla
bunun için sonradan izin verilmez.
Aynı şekilde mirasçılar arasında küçük çocuk bulu-nuyors, mirasçıya verilen izin geçerli değildir. Çünkü küçük çocuğun izni geçerli değildir.
Çocuk büyüdükten sonra izin verecek olursa yine geçerli değildir. Çünkü savaşa gitme ertelenemez ki ona izin vermesi sözkonusu olsun.
Aynı şekilde malından Allah yolunda harcanmak üzere vasiyette bulunacak olursa, mirasçıların tamamı izin vermedikçe vasiyet edilen bu maldan hiçbir mirasçıya birşey verilmez. Çünkü verilecek olursa, mirasçıya vasiyet yapılmış olur ki bu, ancak
mirasçıların izniyle caiz olur.
4167- Kendisi yerine bir defa savaşa gidilmesini vasiyet eder ve mirasçılardan olmayan vasînin kendisi savaşa gidecek olursa, caizdir ve döndüğünde artakalanı iade eder.
Çünkü vasiyet eden kişi vasîyi vasiyetin dışına çıkaracak bir ifade kullanmamıştır. Bu nedenle vasî, vasiyet edileni kendisi için de kullanabilir.
202
4168- İmam Muhammet)
dedi ki: Kendisi yerine bir savaşa çıkılmasını vasiyet eder ve birinin düşman
topraklarına girmeyip sınırda nöbet tutması şeklinde bu görevi yapacak olursa,
vasiyet yerine getirilmiş sayılır.
Çünkü düşmana karşı
nöbet tutmak da savaşın bir parçasıdır. Sanki düşman
topraklanna giren birini savaşa göndermiş gibi olur.
Mirasçılar, nöbet
tutan kişinin (murabıtın) bir gün nöbet tutmasını, vasî ise kırk gün nöbet
tutmasını isteyecek olursa, hakim nöbet için asgarî müddet olan üç gün tutmasına
karar verir.
Çünkü ribatm asgari
müddeti vasiyetin yerine getirilmiş olması için vaciptir. Savaşa çıktıktan
sonra geri dönüşte vasiyetten artakalan miktar, mirasçılara geri
verileceğinden, üç günden sonraki harcamalarda onların hakkı vardır. Haklarına
dokununulmayacak asgari miktar esas alınmalıdır, yolculuk ve muhayyerlik
sürelerinde olduğu gibi, şeriatta belirtildiğine göre bunun asgarî müddeti üç
gündür.
Ayrıca kişi, bir iki
saat nöbet tutmakla murabıt sayılmaz. Müddetin günler sürmesi gerekir.
"Günler"sayılabilmesi için asgari üç gün nöbet tutulması
kaçınılmazdır. Çünkü ribatla ilgili rivayetler muhteliftir. Rasûlüllah
(s.a.v)in şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Kim Allah yolunda bir gün
sınır nöbeti tutarsa, hayat boyu oruç tutmuş ve ömrünü ibadetle geçirmiş
gibidir." Ya da bu anlamda buyurmuştur. Yine: "Kim kırk gün nöbet
tutarsa ona şu kadar sevab vardır. " Yine "Her kim üç gün nöbet
tutarsa kendisine şu kadar sevap vardır" şeklinde rivayetler mevcuttur.
Mirasçı ile vasî arasında ihtilaf çıktığında sayıların ortası esas alınır. Bu
miktar ise üç gündür. Çünkü bu sayı, rivayet edilen azamî sayıdan daha az ve
asgarî sayıdan da daha çoktur. Peygamber(s.a.v): "İşlerin hayırlısı orta
olanıdır" buyurduğuna göre hakim, bu miktarı esas alarak kararını verir.
Vasiyet eden kişinin
evi, murabıtlık yaptığı sınırda bulunuyorsa, kıyasa göre bir adam onun yerine
savaşa katılır ve düşman topraklarına girmeden murabıtlık yaparsa, vasiyet
yerine getirilimiş olur. İstihsana göre, ise onun yerine biri düşman
topraklarına girmelidir. Kıyasa göre olması, belirttiğimiz sebepten dolayıdır.
Yani ribat da savaşın bir parçasıdır. O halde murabıtlık yapıp düşman
topraklarına girmeyen kişi de cihada katılmış gibidir. Vasiyet eden kişinin evi
sınırda bulunmasaydi, ribat yapan kişi savaşa katılmış sayılırdı. Bu da kıyas
açısından bir delildir.
203
Meseleye istihsan
açısından bakıldığında ise, durum şöyledir: Ölen kişi, yerine birilerinin
gazaya katılmasını istemiştir. O halde gaza ismini hakedecek bir şeyin
yapılması gerekir. Halk arasında kendi yerinde veya şehrinde nöbet tutan kişiye
gazi denilrnemektedir. Ancak düşman topraklanna giren kişi gazi oJur. Ölen
kişinin yerine biri, düşman topraklanna girmedikçe savaşa katılmış olmaz ve
vasiyet eden kişinin vasiyeti yerine getirilmiş olmaz. Ancak bir bölgeye gidip
orada nöbet görevini yapar ve böyle bir yere gidip ribat görevini yapan kimseye
gazi deniliyorsa, vasiyet yerine getirilmiş olur.
Vasiyet eden ve
müslümanlann şehirlerinden birinde bulunan kişinin evi sınırda nöbet görevinin
yürütüldüğü yerde değilse, sınıra gidip onun yerine ribat görevini yürütmek
vasiyeti yerine getirmek anlamına gelir ama evi ribatm bulunduğu yerde ise,
adamın, kendisi yerine savaşa katılmasını istemesi, düşman topraklanna girme
konusundaki hasretini giderme sebebiyledir. Bu nedenle vasiyetinin yerine
getirilmesi için düşman topraklarına gidip orada cihad yapılması gerekir.
4169- Bunun benzeri,
Mekkeli olmayan bir kimse açısından tavafın namazdan efdal oluşu gibidir. Çünkü
tavafı yapma konusundaki hasreti, orada namaz kılmaktan daha fazladır. Mekke
dışında namazı kılabilir, ama tavafı ancak Mekke'de yapabilir. Bu sebeple
tavafa daha çok önem verir, O halde tavafla meşgul olması evladır. Mekke'de
yaşayan birinin tavafı kaçırma korkusu hemen hemen yok gibidir. Çünkü her an
için tavaf etme imkânına sahiptir. Namazın ise, büyük bir değeri vardır. Bu sebeple
burada yaşayan için namaz daha faziletlidir. Bu meselede de durum aynıdır.
4170- Kendisi yerine
savaşa gidilmek üzere malının üçtebirini vasiyet edecek ve vasî de bu malı kırk
gün ya da daha fazla bir müddet murabıtlık yapacak birine veya harp yurduna
savaşa gidecek birine vermeyi öngörse, varisler kabul etmeseler de vasinin bu
uygulaması bize göre caizdir.
204
Çünkü tayin edilmiş
olan üçtebirin tamamı savaş için hacanacaktir. Bu miktardan mirasçılara iade
edilecek birşey yoktur. O halde onlar bu konuda görüş ileri sürme ve vasiyetin
nasıl harcanacağını belirleme konusunda bir haklan mevcut değildir. Yetki
tamamen vasîye aittir. Şayet vasiyeti yapan kişi, benim yerime bir-kez savaşa
gidilsin, demiş olsaydı o zaman onların müdahale hakları olurdu.
Çünkü bu takdirde
harcamadan artakalan kendilerine geri verilecektir. Haklan fazladan ziyan
olmasın diye müdahale edebilirlerdi.
4171- Vasiyet eden kişi, harcama yerini vasî tayin
etmek üzere Allah yolunda malının üçtebirini vasiyet edecek olursa, vasî bu
malı Allah yolunda olabilecek her yere harcayabilir. Meselâ kendisi muhtaçsa,
kendisine ayırır ya da oğlu muhtaçsa veya bir başkası muhtaçsa, ona da verebilir.
Çünkü vasiyet eden
kişi, dilediği yere harcasın, dememiş olsaydı, muhtaç durumda olan vasî yine
kendisine bu malı harcayabilecek veya oğluna verebilecekti. Vasiyet eden kişi,
vasî dilediği yere harcasın dedikten sonra artık bunu kendisine harcaması
yahut oğluna vermesi evieviyetle caiz olur.
4172- Vasî, bile bile vasiyet edilen bu malı zengin
birine verecek olursa, caiz olmaz.
Daha önce
belirttiğimiz gibi Allah yolunda vasiyet edilen mal, sadakadır, sadaka ise
zengine değil, fakire verilir. Vasiyet eden kişinin niyeti, fakirlerden dilediğine
vermesidir.
Fakirlere değil de
zenginlere verecek olursa, herhangi bir ödemede bulunmamış kabul edilir.
Şayet mirasçılar:
"Vasî, vasiyeti zenginlere verdi. Bu.
nedenle vasiyet
batıldır. Üçtebiri biz mirasçılar arasında
taksim edin,"
derlerse, istekleri kabul edilmez.
Çünkü vasiyeti
zenginlere verince batıl bir işlem yapmıştır. Batıl bir işlem yapmış olması,
vasiyeti vasiyet olmaktan çıkarmaz. Daha sonra o vasiyeti fakirlere verebilir.
4173- Vasî, vasiyeti dilediği fakirlere verme
imkânına sahip iken, mirasçılardan zengin bazılarına verecek olursa, caiz
değildir.
205
Çünkü yabancı bir
zengine vermiş olsaydı caiz olmazdı. Mirasçılardan zengin birine vermesi,
evleviyetle caiz değildir.
4174- Şayet vasî,
Allah yolunda savaşa çıksın, diye fakir mirasçılardan birine verecek olursa,
mirasçılara sorulur; kabul ettikleri takdirde bu yaptığı caiz olur.
Çünkü mirasçı fakir
ise, sadaka verilebilecek kişidir. Ancak verilen, vasiyet olduğundan bu sadaka
kendisine verilmemektedir. Vasiyet edilenin kendisine verilebilmesi için
mirasçıların iznine ihtiyaç vardır. İzin vermedikleri takdirde vasiyet o
mirasçıdan geri alınır ve Önceki maddede anlatılanın aksine, mirasçılar
arasında taksim edilir. Çünkü önceki maddede zengin birine verilmişti ve onu
fakirlere verme imkânına sahipti.
İki mesele arasındaki
fark şuduf; Ölen kişinin malının üçtebirini Allah yoluna vasiyet etmesinin
anlamı, sözkonusu miktarın fakirlere verilmesidir. Bu sebeple vasî, vasiyeti
zenginlere vermekle değil, fakirlere vermekle emrolunmuştur. Onu zengine
verdiği takdirde ölünün isteğini yerine getirmemiş olur. Böylece, ölünün
isteğine muhalefet etmiş olur ve vasiyeti yerine getirmemiş kabul edilir.
Vasiyeti zenginden alıp fakire verme imkânına sahiptir. Ama mirasçılardan fakir
birine verdiği takdirde, yerinde harcamış olur ve ölünün isteğine muhalefet
etmiş olmaz. Bilakis isteğini yerine getirmiş sayılır.
Nitekim Ölen kişinin
kendisi bu durumdaki mirasçısına vasiyet yapmış olsaydı, mirasçıların izin
vermeleri durumunda geçerli olurdu. Mirasçılar buna izin vermedikleri takdirde
de o vasiyet mirasa dönüşür ve mirasçılar arasında taksim edilir. Burada da
durum aynıdır.
4175- Ölmekte olan
kişi, atının yahut silahının Allah yolunda vakfedilmesini, okunması için
mushafmm veya içinde oturulması için evinin yahut kiraya verilerek kiradan
elde edilecek gelirin gazilere verilmesini yahut buna benzer Allah'a itaat
olabilecek birşeyi, mesela kazmasının yahut tenceresinin veya bıçağının
vakfedilmesini vasiyet etmesi caizdir.
İmam Muhammed'e göre
malının üçtebirinden bütün bunlar caizdir. İmam Ebû Yusuf a göre ise, bunlardan
tarla nevinden olanlar caizdir ama menkul şey-
206
lerin vakfedilmesi
caiz değildir. Sadece silah ve kendisine binilip savaşa gidilebilen hayvan
caizdir.
İmam Ebû Hanife'ye
göre ise, gerek menkulün gerekse gayri menkulün vakfedilmesi caiz değildir.
Sadece bunlann gelirinin vakfedilmesi caizdir. Mesela bir kölenin kazancının
veya bir tarlanın gelirinin vakfedilmesi caizdir. Elde edilen gelir, Allah
yolunda fakirlere verilir.
İmam Muhammed'e göre
ise, hayatta veya öldükten sonra insana sevap kazandıracak her şeyin
vakfedilmesi caizdir.
Allah yolunda sebil
yapmak da caizdir.
ÇünküAllaha
yaklaştırma sözkonusudur. Hz. Hafsa'nın mushafmı sebil olarak vermesi, bu
görüşümüzün delilidir.
Ebû Yusufa göre ise,
menkul bir malın vakfedilmesi caiz olmadığı gibi Allah yolunda sebil yapılması
da caiz değildir. Şöyle demektedir: Kıyasa göre tarlaların vakfedilmesi caiz
değildir. Çünkü vakfetmekle mülkiyet ortadan kalkıyor ve başkasına da temlik
yapılmıyor. Ancak şeriat, ibadet anlamı taşıması sebebiyle mescidler konusunda
mülkiyetimizi işlevsiz kılmıştır. Çünkü sevap yönünden yararı bize
dönmektedir. Bu sebeple bu açıdan tarla vakfını caiz görüyoruz. Çünkü
mescitler cinsinden vakıf ol m aktadır .Tıpkı mescidlerde olduğu gibi tarla,
tarla olarak kalmakta ama yaran bize dönmektedir.
Menkul mallara
gelince, mülkiyetini fakire verme ibadetinin dışında, burada Allah'ın bizi
yükümlü tuttuğu bir ibadet anlamı görüyoruz. O halde ibadet anlamıyla ancak
fakirin mülkiyetine verdiğimiz takdirde geçerli olur.
İmam Ebû Hanife ise,
hayatta iken kişinin vakıf ya da sebil yapmasını caiz görmezdi. Kişinin
ölümünden sonra vasiyet yoluyla vakfetmesini İse, ancak şeriatte bir aslının
varolmasına bağlardı. Geliri Allah yolunda vasiyet etmenin şeriatte bir aslı
vardır. Mesela bahçesinin gelirinin fakirlere verilmesini vasiyet edecek
olursa, caizdir. Çünkü elde edilen gelir, fakirin mülkiyetine verilmektedir.
Aynı şekilde geliri
Allah yolunda harcanmak üzere tarlanın, köle ve evin vakfedilmesi caizdir.
Çünkü bunda da temlik anlamı vardır. Çünkü elde edilen gelir, Allah yolunda
savaşa çıkacak ihtiyaç sahiplerine sadaka olarak verilmektedir. Ve sadaka,
kendisine verilen kişinin mülkiyetine geçmektedir. Kişi bu sadakayı mülkiyetine
geçirdikten sonra dilediği yere harcayabilmektedir.
Kendisinde temlik
anlamı bulunmayan ve kendisinin aynı ile yararlanılan evde oturma, ata binme,
mushafı okuma, silahı kuşanma ve kölelerin hizmeti gibi
207
hususlara gelince;
belli olmayan kimselere verildiklerinde bunlann caiz olduğunun şeriatta
dayanağı yoktur. Mesela, kimlere hizmet edeceklerini belirlemeden kölelerinin
hizmet etmelerini vasiyet edecek olursa, caiz değildir. Ama kimlere hizmet
edeceklerini belirleyecek olursa caiz olur.
Burada da vakfetme,
belirlenmemiş kimselere yapıldığından caiz değildir. Bununla anlatılmak istenen
şudur: Birşeyin ayn'mm temliki sözkonusu olmadıkça sadaka gerçekleşmez.
Görmüyor musun, kişi
belirlemediği takdirde onlardan yararlanacak kişiler arasına zenginler de,
fakirler de girer. Bu sebeple kimlere verileceğini zatlarıyla belirlemesi gerekir,
değilse, caiz değildir.
Allah yolunda
vakfedilmiş bir atı, Allah yolunda savaşmak üzere binmek için almış olan kişi,
dönünceye kadar o atın bakım ve yemi kendisine aittir.
Çünkü bu sırada o
attan yararlanan kendisidir. At için yapılacak harcamalar, o attan yararlanan
kimseye aittir.
Görmüyor musun,
kendisine hizmet etsin diye vasiyet edilen kölenin geçimi, hizmet ettiği sürece
o kişiye aittir.
Çünkü köleden
yararlanan kendisidir. Yine atı ödünç alan kişi, at ödünç olarak kendisinde
kaldığı müddetçe onun geçimini karşılar. Allah yolunda savaşa gidenin durumu da
budur.
Mirasın üçtebirinden
vakfedilen silahın da durumu böyledir. O silahı alan kişi geri verinceye kadar
o silahın tamiri ve korunmasını üstlenmiş olur.
Çünkü o silahı geri
verinceye kadar o silahtan yararlanan kendisidir. İkinci biri onu devraldığında
artık bakım ve korunması bu kişiye ait olur.
4176- Vasinin kendisi ata
binip silahı kuşanacak olsa, kendisi mirasçı değilse bunda bir sakınca yoktur.
Çünkü vasiyeti yapan
kişinin sözlerinde, vasiyi vasiyetin dışında tutacak bir ifade mevcut değildir.
Vasiyet eden kişi, at ve silahının Allah yolunda kullanılmasını istemiştir ve
kime teslim edileceklerini vasi olan kişiye bırakmıştır.
Mirasçıların tamamı
izin vermedikçe ve hepsi de izin verecek ehliyet ve yaşta olmadıkça at veya
silahın mirasçılardan birine verilmesi doğru değildir.
208
Çünkü bu takdirde
mirasçı vasiyetten yararlanmaktadır. Mirasçının vasiyetten yararlanması, ancak
mirasçıların izin vermeleri durumunda caizdir.
4177- Vasî, diğer
mirasçıların izninin i almadan atı mirasçılardan birine teslim edecek olursa
ve mirasçı o ata bindiği bir sırada at helak olacak olursa, mirasçılar atın
değerini dilerlerse vasiden, dilerlerse o mirasçıdan tazminat olarak
alabilirler.
Çünkü vasî, atı
mirasçıya teslim etmekle sınırını aşmış, mirasçı da atı teslim almakla
sınırını aşmış ve haksızlık yapmıştır. Herbiri, gasbeden kişi, ondan da
gasbeden başka kişi ve gaspeden kişiden o malı ödünç alan kişi hakkında söylediğimiz
gibi, her biri haksızlık yaptıklarından dolayı değeri tazminat olarak öder.
Hangisinden parası
tazminat olarak alınırsa alınsın, hakim o parayla yeni bir at alır ve o at
Allah yolunda vakfedilir.
Çünkü alınan bu değer,
atın karşılığıdır ve o atın yerini alması için onunla başka bir at alınır.
Böylece vakfeden kişinin sadakası kesilmeyip devam eder. Mirasçı, değeri tazmin
edip aldığı parayı vasiye vermek
isterse, bunu yapamaz.
Çünkü at, onun
davranışı sebebiyle helak olmuştur.
Ama vasiden atın
değerini tazmin ettiriyor ve bu değeri
mirasçıya vermek
istiyorsa, bu caizdir.
Çünkü tazminat olarak
almıştır ve onu kendisine iade eder.
Şayet şöyle denilecek
olursa: Niçin gâsıp mesabesinde değildir, çünkü gasbeden kişi, gasbettiğini
birine hibe edecek olsa kendisine hibe ettiği konseye ondan hiç bir şey
veremiyor. Burada niçin mirasçıya geri verebiliyor? Deriz ki: Gasbeden ya da
ödünç veren kişi, o şeyi hibe ederken başkası adına değil kendi adına o şeyi
veriyor. Sözkonusu ettiğimiz meselede ise, ölü adına veriyor, kendi adına
değil. Tazmin edince, ölü adına vermiş olması gerçekleşmiyor. Böylece haksız
yere ve izinsiz olarak o malı kabzetmiş gibi oluyor. İşte bu nedenle mirasçıya
o malı geri verebilir.
4178- İmam Muhammed
dedi ki: Yaralıları tedavi etmek veya mücahitlere su vermek veya kira ile iş yapıp
209
gelirini Allah yolunda
harcamak üzere malının üçtebirin-den bir kölenin vasiyet edilmesini isterse,
bütün bunlar caizdir.
İmam Muhammed'e göre
bütün bunlar caizdir. Çünkü bütün bu davranışlarda sevap ve kurbiyet vardır.
Çalışmasından elde edilecek gelir de gazilere verilir. Çünkü gelir, temliki
yapılabilen bir sadakadır. Sadakanınn verileceği kimseler ise, zenginler
değil, fakirlerdir. Su dağıtıcılığına gelince, bu konuda zengin fakir ayınım
yapılmaksızın bütün gazilere su taşır. Aynı şekilde gazilere hizmet etmesini
vasiyet etmişse, zengin fakir ayırımı yapmaksızın hepsine hizmet eder. Çünkü bu
gibi şeyler temlike konu olan sadaka nevinden değildir. Bilakis yararlanmayı
mubah kılmaktır. Mubah kılma şeklindeki bu yollu hayırlarda fakir ve zengin
eşittir. Yoldan gelip geçenlerin şu içmeleri için yol üzerinde sebil yapılan su
misalinde olduğu gibi. Zenginin de, fakirin de o sudan içmesi mubahtır.
Aynı şekilde zengin de
fakir gibi başkasının nehir ve havuzundan su içebilir. Ancak efdal olan,
kölenin ihtiyaç sahiplerine hizmet etmesidir. Çünkü zengin biri, böyle bîr
kölenin hizmetine ihtiyaç duymayıp kendisine hizmet etmesi için bir köle
saunalma imkânına sahiptir. Fakir ise, böyle birinin hizmetine ihtiyaç duyar. O
halde ihtiyaç sahibine hizmet etmesi evladır.
4179- Ölen kişi,
hayatta ve sağlıklı iken belirttiğimiz üzere binek hayvanını veya silahını veya
başka birşeyini Allah yolunda vakfedecek olursa, Ebû Hanife'ye göre böyle bir
vakıf geçersizdir ve kişi öldüğünde vakfettiği bu şeyler mirasçılarına miras
olarak kalır.
Çünkü ona göre vasiyet
dışında vakfetmek geçersizdir. Vasiyet edilebilen ise, ancak vasiyet edilen malın
geliridir. Bu gibi şeylerde gelir söz konusu olmadığına göre, onları vakfetmek
geçersizdir.
Ebû Yusuf a göre ise,
binek hayvanı ve silah dışındaki gayr-i menkulleri vakfetmek geçersizdir.. Buna
göre her ikisinin görüşü, binek hayvanı ile silahın vakfedilmesinin caiz olduğu
şeklindedir.
Ancak Muhammed'e göre
gayr-ı menkulün elden çıkarılması sattır. Başka biri bu gayr-i menkuller
konusunda kayyumluk yapar. Ebû Yusuf a göre ise böyle bir şart yoktur, şahid
tutma yeterlidir.
210
Ebû Yusuf bu konuda
şöyle demektedir: Tayin edilen kayyum, o malı teslim alır ve o mal hakkında
karar verir. Böylece kayyum da vakfeden yerine geçer. Aynı şeyleri
yapacaklarına göre malı kayyuma teslim etmenin bir yaran yoktur.
Muhammed ise şöyle
demektedir: Evini mescid yapan bir kimsenin evinin mescid olabilmesi için
herkesin evine girip çıkmasına ve orada namaz kılmasına izin vermesi gerekir.
Bu izni verdikten sonra orası mescid olur. Ancak onlar bu şahsın İzniyle namaz
kılıyorlar, bu sebeple orada namaz kılmaları, onun namaz kılması gibidir,
denilemez. Burada da durum böyledir. Aynca mallar, ancak kulların elinde ve
gözetimlerinde olduğu takdirde varlıklarını devam ettirirler- O halde önceki
bakıcının yerine yeni bir bakıcının yönetimine geçmeleri kaçınılmazdır. Ancak
böylelikle varlıklarını devam ettirirler. Aynca o maldan kayyumun çocuk ve babasının yararlanmasında
da bir sakınca yoktur. Çünkü o mülkün sahibi, hastalığı sırasında malını
vakfetmiş olsaydı, kayyumun ondan yararlanabileceğini belirtmiştir. Mal sahibi
hayatta ve sağlığı yerindeyken yararlanması evliviyetle caizdir.
Vakfedilen mala kayyum
olarak tayin edilen kişi, mirasçıların da o maldan yararlanmalarını öngördüğü
takdirde yararlanmalarında bir sakınca yoktur.
Çünkü hayatta ve
sağlığı yerindeyken o malı vakfetmiştir ve bu sebeple yapılan bu vakıf vasiyete
girmez.
Görmüyormusun,
vakfedilen bu mal, malının üçtebiri kapsamına girmemektedir. Ayrıca kişinin
borçları ödenmeden Önce vakfettiği malı ayırtedilir. Yine kişi hayattayken
vakfını iptal edemez. Vakfedilen bu mal vasiyet kapsamına girmediğine göre,
ondan yararlanma konusunda mirasçıları ve diğer insanlar arasında bir fark
yoktur.
4180- Vakfeden kişi
hayatta iken veya ölümünden sonra kayyum öldüğü takdirde o malın yönetimini
kime bı-rakmışsa, o kişi yönetim işini yürütür.
Çünkü hayatta iken o
malın yönetimi ona ait idi. Kimi yerine tayin etmişse ölümünden sonra o kişi
yönetimi devralır. Vasi olan kişi öldüğü takdirde, kimi vasî tayin etmişse,
vaseyet işine o kimsenin bakması evladır. Burada da durum aynıdır. Ama hakimin
durumu böyle değildir. Hakim, kendi yerine hüküm vermek üzere birini tayin
edip öldüğü takdirde, tayin ettiği kişi, onun yerine hakim olamaz. Çünkü o
kişiyi vali olarak tayin eden devlet başkanı, o hakim üzerindeki
211
velayeti devam etmektedir
ve o hakimin Ölümünden sonra yeni bir hakim tayin etme işi devlet başkanının
izini olmadan kendi yerine tayin etme yetkisine sahip değildir. Halbuki
vakfeden kişi, vakfettiği malın yönetimi için kayyum tayin ettikten sonra, o
mal üzerindeki velayeti devam etmez.
Görmüyor musun, o
kayyumu azledip başkasını onun yerine geçirme yetkisine sahip değildir. O
halde vakfedilmiş malın velayeti kayyuma aittir ve kendisi yerine başka birini
tayin etme yetkisine sahiptir.
4181- Kayyum olarak tayin edilen kişi, yerine başka
birini tayin etmeden vefat edecek olursa hakim, dilediği birini onun yerine
tayin eder. Vakfeden kişinin bu konuda herhangi bir dahli olamaz.
İmam Muhammed'in
görüşü budur. Hassâf ve Hilâl, kitaplannda vakfeden kişinin başka birini vakfı
yönetmek üzere tayin etmesinin caiz olduğunu söylemişlerdir. Bu rivayette
anlatılmak isetenen şudur:
Kayyum olan kişi,
başka birini bu işe tayin edip vefat edecek olursa, onun bu tasarrufu
geçerlidir. Kayyumun bu tasarrufu, vakfeden kişinin kendisini o vakfı yönetmek
üzere tayin etmesinden kaynaklanmaktadır. Vakfeden kişinin tanıdığı bu yetkiye
dayanarak kayyum böyle bir tasarrufta bulunabiliyorsa, vakfeden kişinin de
başka birini yönetici tayin etmesi evleviyetle caiz olur.
Burada anlatılan ise
şudur: Vakfeden kişi, vakfettiğini kayyuma teslim ettikten sonra artık o mal
mülkiyetinden çıkmıştır ve o mal karşısında artık kendisi de yabancı biri
mesabesindedir. Nasıl yabancı biri bu vakıf konusunda yetki sahibi değilse,
vakfeden kişi de yetiki sahibi değildir,
4182- Vakfeden kişi, kendisinin kayyum olacağını
şart koşacak olursa, hüküm açısından bu gçersizdir.
Çünkü kendisinin
kayyumluğunu şart koşunca vakfettiği mal, elinden ve yönetiminden
çıkmamaktadır. Daha önce de belittiğimiz gibi İmam Muhammed'e göre vakfın sahih
olabilmesi için vakfın vakfeden kişinin elinden çıkması ve başkasına teslim
edilmesi şarttır.
4183- Ancak vakfı kayyuma teslim eden kişi, kayyum
kendisinden Önce öldüğü takdirde yönetimi başkasına ver-
212
meyi kendisinin
üstleneceğini şart koşacak olursa, ileri sürdüğü bu şart caizdir.
Çünkü bu şartla
vakfettiğini elinden çıkarmıştır. Bu nedenle ileri sürdüğü şart gözetilir.
Ayrıca İmam Munammed'e göre de ileri sürülen bu şart vakfın cevazına engel
değildir. Çünkü ona göre vakfettiğini elinden çıkarmasıyla vakıf ve Allah
yolunda hapsetme gerçekleşmiştir. Artık kendisi de yabancı herhangi biri
gibidir. Kayyumun vefatından sonra yönetimin kendisine tekrar geri dönmesi,
başka birine verilmesi mesabesindedir ve bu, vakfa engel değildir.
Vakfeden kişi, falan
kayyum öldüğü tardirde kayyumluk falana geçecektir, şeklinde bir şart ileri
sürecek olursa, bu da caizdir. Ayrıca tayin edilen ilk kuy-yum, kayyumluk işini
başka birine devretme yetikisine sahip değildir.
Çünkü vakfeden kişinin
üeri sürdüğü şartın gözetilmesi gerekir. İlk kay-yüm hakkında ileri sürdüğü
şart nasıl gözetilmişse, ikinci kayyum hakkında ileri sürdüğü de
gözetilmelidir. Nitekim seleften de bu şekilde davrananlar olmuştur. Devlet
başkanlığı ve idarecilerin bu şekildeki şartlan da geçerli kabul edilmiştir.
Çünkü rivayet edilir
ki peygamber (s.a.v) bir seriye gönderdi ve başına Zeyd b. Hârise'yi getirdi.
Sonra da şöyle buyurdu: Zeyd öldürüldüğü takdirde Ca'fer b. Ebi Tâiib, o da
öldürüldüğü tardirde Abdullah b. Ravâha başa geçsin. Aynen tavsiye ettiği gibi
olmuş ve biri öldürüldüğünde diğeri onun yerine başa geçmiştir. Yine nakledilir
ki Süleyman b. Abdilmelik ölüm döşeğinde iken kendisinden sonra amcasıoğlu
Ömer b. Abdulaziz olmasını vasiyet etmiştir. Kardeşleri olan Mesleme ve Hişam
b. Abdulmelik bunu hoş karşılamamışlardır. Bunun üzerine Süleyman şöyle
demiştir: Ömer b. Abdilaziz öldüğü takdirde onun yerine falan oğlu filan ve o
da öldüğü takdirde sen ya Hişam halife olacaksın demiş ve ardından Hişam'a:
Şimdi gönlün hoş oldu mu ey kel? demiştir. Sultanlık veyayeti konusunda böyle
bir şart caiz ise, böyle bir velayette evleviyetle caizdir.
4184- Bir başka birine
mal verip şu malı al ve Allah yolunda onunla cihad et ya da savaşa çık, deyip o
kişi de bu malla savaş için eşya, at ve silah alacak olsa, sonra da kendisi
veya verdiği adam ölecek olsa, malı veren kişi hayatta ise yahut ölmüş ise
yahut varisleri "bu mal kendi adına cihad etmesi için o adama ödünç olarak
verilmişti" diyecek olsa, kendisine malın teslim edildiği kişi, yahut
213
ölmüşse onun
mirasçıları da: Hayır, bu mal Allah yolunda cihad edilsin diye sadaka olarak
verilmişti, diyecek olsalar, malı veren kişinin ya da mirasçılarının sözü
geçerlidir.
Çünkü şu malı al ve
onunla Allah yolnda cihad et, denildiğinde cihad, kendisine mal verilmiş
kişinin fiiline izafe edilmiştir, malın kendisine değil. Ayrıca bu söz, cihada
çıkması için bir emir mesabesinde değildir. Cihad, mala değil kişin fiiline
izafe edildiğinden o malı Allah yolunda bir sadaka olarak vermiş sayılmaz. O
halde ortada sadece "Şu malı al" sözü hükme medar olarak kalmaktadır.
Bu sözle ödünç verme de muhtemeldir, sadaka olarak verme de. Çünkü ödümç vermek
de, sadaka olarak vermek de bağıştır. Ancak ödünç verme, bağışın asgarisidir.
Çünkü ödünç verilen için bedel gerekir. Halbuki sadaka, bedeli gerektirmez.
Böylece söz, asgarî olana benzemektedir: Bir baba, kızını çeyiziyle birlikte kocaya
teslim ediyor, sonra kız ölüyor ve koca, bu mal kıza hibe olarak verilmişti, bu
nedenle kalan mal bana miras olarak kalmıştır, diyecek olsa ve baba da: Hayır,
ben malı Ödünç olarak kızıma vermiştim, diyecek oîsa, babanın sözü geçerlidir.
Çünkü ödünç vermek de, hibe etmek de bağıştır. Ödünç olarak verme bağışın asgarisidir.
Asgarî olan esas olarak kabul edilir. Bu meselede de hüküm aynıdır.
Veren kişi hayatta
ise, o malı ödünç verdiğine dair yemin eder ve malını geri alır.
Çünkü kendi yaptığı
bir iş hakkında yemin etmektedir. Böylece yeminin gereği yerine getirilir.
Mirasçılar da, bu
malın sadaka olarak verildiğim bilmediklerine dair yemin ederler ve sonra malı
geri alırlar. Çünkü onlar, başkasının yaptığı birşey hakkında yemin ediyorlar
ve bu nedenle bilgi konsunda yemin ettirilirler.
4185- Veren de, alan
da birbirlerini tasdik ederek veren kişi bu malı verdiğinde ödünç vermediğini
veya başka birşeye niyyet etmediğini söyleyecek olsalar, verilen mal sadaka
olarak değil, Ödünç olarak verilmiş olur. Daha fazlasının sabit olabilmesi
için asgarisi esas alınır. Bu konunun iyice bellenmesi gerekir. Çünkü sadece
bu meseleyle ilgili rivayet vardır. Ayrıca kitapta delil getirilmiştir.
214
İmam Muhammet! dedi
ki: Görmüyor musun! Bîri diğerine mal verip: Bununla hacca git, yahut bunu
kendine ve ailene harca diyecek olsa, verdiği bu mal Ödünç olarak verilmiş
olur. Ancak sadaka olmasına niyyet
edecek olsa o başka. Burada da mesele aynıdır. Şayet şu malı al, Allah yolunda
bu mal senindir, derse ve sonra da alan kişi o maldan bir harcamada bulunmadan
Ölecek olsa, sözkonusu mal alan kişiye ait olur ve mirasçılarına miras olarak kalır.
Çünkü bu mal senindir,
demekle o mal alan kişinin mülkiyetine geçmiş olur. Yine: Evim senindir, orada
oturursun, diycek olsa yine evi onun mülkiyetine geçirmiş olur. "Allah
yolunda" demesi ise, sadaka olarak verdiğinin ifadesidir. Böyle demekle
sanki şöyle söylemiştir: Şu malı al, sana sadakadır, ödünç değildir.
Yine: Allah yolunda
savaşta harcamak üzere şu malı al, diyecek olsa, verdiği mal sadaka olarak
verilmiş olur.
Çünkü malı Allah
yolunda harcamaya izafe etmiştir. Böyle demekle, Allah yolunda malı almasını kendisinden
istemiştir. Verilen bu mal, Allah yolunda verilmiş bir sadakadır. Çünkü Allah
için o malı almasını istemiştir. Allah için alınmış olan mal ise, ancak sadaka
olur.
4186- Şayet: Şu malı
al, benim yerime onunla Allah yolunda savaşa git, deyip alan kişi henüz o
maldan bir harcamada bulunmadan ikisinden biri ölecek olursa, sözkonusu mal,
onu veren kişiye ya da o ölmüşse mirasçılarına iade edilir.
*
Çünkü kendi yerine
savaşa katılmasını istemiştir. Kendisi yerine savaşa gitmek ise ancak malından
harcama yapılmış olmasıyla mümkündür, Gazinin onun yerine harcamada bulunmuş
olması gerekir. O halde mal, onu veren kişinin mülkiyetinde olmaya devam
etmektedir. Kişi öldüğüne göre, bu konudaki isteği de ortadan kalkmıştır ve bu
nedenle sözkonusu mal, mirasçılarına geri verilir.
Sözkonusu mal ile
silah yahut binek hayvanı alınmış ve sonra ikisinden biri Ölmüşse, satınalmmış
olan araç-ge-reçlerin tamamı geri verilir.
215
Çünkü malı veren kişinin
emriyle bu araç-gereçler satınalınmıştı. Mal sahibinin savaşa gidilmesini
istemesi anlamına da gelir. Satınalma, malı veren kişinin isteğiyle
gerçekleşmiştir. Böylece satınalmmış olan araç gereç de ona aittir.
Görmüyor musun, malı
alan kişi savaşa katılıp kendisine verilmiş olan maldan artakalan olsaydı,
malı veren kişiye iade edilecekti. O halde satınalmmış olan da ona aittir.
4187- Silah ve binek gibi savaş araç-gereçleri
aldıktan sonra malı veren kişi, bunları verdiği kişiden geri alıp onları başkasına
vermeyi uygun görürse, bunu yapma hakkına da sahiptir.
Çünkü satın alınan
şeyler kendisinin mülkiyetindedir ve bu nedenle onlan geri alıp başka birine
vermekte de serbesttir.
■
4188- Veren
kişi: Malımı bana
geri ver, satınalmış olduğun şeyler
de senin olsun, benim onlara ihtiyacım yok, diyecek olsa, satınalmmış şeyler
satmalan kimseye ait olur ve malın geri kalanını iade etmesi gerekir.
Çünkü satınalan kişi,
satınalma konusunda malı veren kişinin vekilidir. Satın aldığı şeyler kendisine
ait olur Geri kalmış olan mal konusunda engel olma yetikisine sahip değildir.
4189- Satınalan kişi: Şu satınaldıklarım benim
olsun, geri kalan malı sana iade ediyim, diyecek olsa, buna yetkisi yoktur.
Çünkü satmalan kişi,
malı verenin vekilidir ve vekil, satınaldığı şeyleri, kendisini vekil tayin
eden kişiye vermeme yetkisine sahip değildir.
Malı veren kişi: Şu
malı al, onunla cihad eder ya da savaşa katılırsın derse, malı alan kişi de
araç-gereç, silah ve savaşa katılmak için gerekli şeyler satınahr, daha sonra
malı veren kişi: Ben şu malı, benim yerime savaşa katılman için verdim, şu
satınaldıklarım bana geri ver, diyecek olsa, malı satmalan kişi de, bana teslim
ettiğin malı kendi kendime sadaka olarak ya da ödünç olarak verdim, şu
216
alman araç-gereç üzerinde
senin bir yetkin yoktur, diyecek olsa, mal sahibinin söylediği geçerlidir.
Satınalınmış şeyleri geri alma hakkına da sahiptir.
Çünkü "bu malla
cihad edersin" sözünden, malı veren kişinin yerine cihada gidilmesi de
anlaşılır, malı alan kişinin kendi adına cihad yapması da anlaşılır. Her iki
anlama gelen bu sözü söyleyen kişi, hangi anlamı kastettiğini belirleme
yetkisine de sahiptir. Ayrıca malı veren kişinin bu iddiası, malın kendi
mülkiyetinden çıkmasını gerektirmez. Malı alan kişinin iddiası ise, ya bir
bedel karşılığında veya bedelsiz olarak malın mülkiyetten çıkmasını gerektirir
ki, iki şeyden büyük olanını iddia etmektedir ve bu konuda söylediği tasdik
edilmez.
4190- Kişi, atım Allah
yolunda vakfedip bu atı, Allah yoluna kendisini vakfetmiş birine teslim etmesi
caizdir. Yine kişinin: Allah yolunda vakfettiğim şu ata ihtiyacın kalmadığı ya
da öldüğün takdirde onu başka birine Allah yolunda vakfedilmiş olarak
verebilirsin, demesi de caizdir.
Çünkü bu şekilde vakıf
geçerlidir ve ileri sürülen şart muteberdir.
Görmüyor musn, biri
belli kişilere bir şeyi vakfedecek olsa ve bu vakfettiğim şeye ihtiyacınız
kalmadığı takdirde onu fakirlere dağıtırsınız, diyecek olsa, vakıf konusunda
ileri sürdüğü bu şart geçerlidir. Burada da mesele aynıdır. 4191- Atı vakfeden
kişi ölecek olursa, sözkonusu at
mirasçılara kalmaz.
Vakıf olmaya devam eder.
Çünkü o atın
mülkiyetinden çıkması gerçekleşmiştir ve bu sebeple de miras olmaz.
4192- Kendisine at vakfedilmiş olan kişi Öldüğü takdirde,
atı kime teslim etmiş ya da kime vasiyet etmişse onda vakıf olarak kalır.
Vakfeden kişinin at üzerinde herhangi bir tasarrufu kalmaz.
-Çünkü ileri sürmüş
olduğu şart gerçekleşmiştir.
4193- Kendisine vakfedilen şahsın artık o ata
ihtiyacı kalmaz ya da cihaddan vazgeçecek olursa, sözkonusu atı
217
vakıf olarak başkasına
da devretmesi gerekir. Çünkü vakfeden kişi böyle bir şart ileri sürmüştü.
Devreden kişi tekrar cihada gitmeyi arzu eder ve atı kendisine devrettiği
kimseden geri almayı istese buna yetkisi yoktur.
Çünkü derveden kişi, o
at konusunda devrettiği kimseden daha çok tasarruf yetkisine sahipti ama atı
devrettikten sonra ikinci kişi daha çok tasarruf yetkisine sahip olmuştur. Bu
sebeple artık ikincisi karar sahibidir.
4194- At sahibi ilk
vakfettiği kişi için, başkasına devredip sonradan ihtiyaç duyduğunda atı
tekrar alabiliceğini şart koşmuşsa, ileri sürdüğü bu şart da geçerlidir.
Çünkü at sahibi böyle
şart koşmuştur. Ve ileri sürdüğü şartın gözetilmesi gerekir. Nitekim kişi,
falan çocuklarına şunu vakfetti, ihtiyaçlan kalmadığı takdirde vakfettiğim şu
şey falana vakıf olarak devredilir ama ilk vakfettiğimin çocukları tekrar
muhtaç duruma düşecek olursa vakfa tekrar ortak olurlar, gibi bir şart ileri
sürecek olursa, İleri sürdüğü bu şart geçerlidir. Burada da durum aynıdır.
:
4195- Bir adam bir atı
yahut tarlayı yirmi yıllığına vakfetse ve yirmi yıl sonunda kendisine, kendisi
ölmüşse mirasçılarına geri verileceğini ya da vakfettiği belli kişilerin
ölümünden sonra kendisine veya mirasçılarına iade edileceğini şart koşarsa, ileri
sürdüğü bu şart geçersizdir. Kişi istediği anda o tarlayı veya atı geri
alabilir. Ölümünden sonra da mirasçılarına kalır.
Çünkü süresiz olarak
vakfetmiş değildir. İmam Muhammed'e göre vakfın caiz olması için edebî olarak
vakfedilmiş olması şarttır. Çünkü ona göre Allah yolunda vakfedilmiş
sadakadır. Sadaka olarak verilen şey, mülkiyetten çıktığı gibi, vakfedilen de
mülkiyetten çıkar. Nasıl süreli sadaka caiz değilse, süreli vakıf da caiz
değildir.
İmam Ebû Yusuf a göre
ise, süreli ve süresiz vakıf caizdir. Çünkü ona göre menfaatlerin temliki
sozkonusudur. Menfaatlerin ebedî olarak temliki caiz olduğuna göre, süreli
temlik edilmesi evleviyet'e caizdir.
218
Görmüyor musun, süreli
kiralama caiz olduğu halde süresiz kiralama caiz değildir. Süresiz olması,
vakfı iptal etmediğine göre, süreli oluşu evleviyetle iptal etmez.
4196- Biri Allah yolunda süresiz olarak atını birine vakfetse ve vakfettiği kimsenin ölümü veya o ata ihtiyacı
kalmadığı takdirde bu atı başkasına vermesini şart koşacak olsa, böyle bir
şart caizdir. O at artık vakfedene veya mirasçılarına geri dönmez.
Çünkü atı ebedî olarak
vakfetmiştir. Bu şekilde süresiz olan vakıf caizdir.
4197- Vakıf olarak atı alan kişi, o yıl savaşa
gitmeyip savaşa katılsın diye onu başkasına geçici olarak vermesinde bir
sakınca yoktur.
Çünkü o yıl savaşa
katılmadığına göre ata ihtiyacı yoktur, demektir. Bu sebeple atı başkasına
vermesinde bir sakınca yoktur. Ayrıca bu şahıs, savaş konusunda attan
yararlanma mülkiyetine sahiptir. Çünkü bu adam hayatta kaldığı müddetçe atı
vakfeden kişinin bu atı kendisinden geri alma yetkisi yoktur. O halde atı vakıf
olarak almış olan kişi attan yararlanma mülkiyetini başkasına devredebilir.
Görmüyor musun,
kendisine vakıf yapılmış kişinin durumu, ödünç almış kişinin durumundan daha
geri değildir. Atı ödünç almış olan kişi kendisinin bineceğini şart koşmadığı
takdirde o atı ödünç olarak başkasına verebiliyorsa, burada evleviyetle
verebilir.
Ancak atı ücretle
vermesi (kiraya vermesi) doğru değildir ve buna yetkisi yoktur.
Çünkü atı vakfeden
kişinin maksadı, sevap kazanmaktır. Atı alan kişi ücret karşılığında kiralarsa,
vakfeden kişi için sevap hasıl olmaz. Ayrıca atın sağlayacağı yararların
mülkiyetini karşılıksız olarak başkasına vermiş olmaktadır. Halbuki bedelsiz
başkasına mülkiyeti verme yetkisine sahip değildir.
Görmüyor musun, ödünç
almış kişi aldığını başkasına ödünç olarak verebilir ama başkasına ücret
karşılığında kiralayamaz. Burada da durum aynıdır.
4198- Üzerinde savaşa
gitmesi için atı başkasına kiralarsa ve kiralayan kişinin altında yahut başka
bir sebeple at telef olacak olsa ve olay hakime intikal etse, atın be-
219
delini hakim isterse
kiralayan kişiden, isterse, kiraya veren kişiden alabilir.
Çünkü ikisi de at
konusunda haksızlık yapmıştır. Ücretli olarak atı kiralayan kişiden bedeli
alınırsa, kiraya veren kişiye bu bedelden hiçbir şey ve-rilmez.Çünkü bedelini
Ödemekle baştan ona malik olur ve sanki kendi atını kiralamış olur .Kendi
atını kiralayan kişinin atı kira tutanın elinde telef olursa, kira tutandan
tazminat almaz. Burada da durum bu şekildedir.
4199- Ama atı
kiralayan kişi tazminat öderse, o zaman parayı atın sahibine verir.
çünkü onun tarafından
aldatılmıştır. Aldatan kişi de aldattığı kişiye al-dandığı miktarı geri verir.
Ondan sonra hakim o
para ile başka bir at satın alır ve
onu kiraya verene
tahsis eder.
Çünkü ikinci at,
birinci atın yerine geçmektedir. Birinci at sağ olsaydı, kiraya veren kişiye
mahsus olurdu. Onun için ikinci at da ona mahsus olur. Ona tekrar kiralamaması
söylenir.
Çünkü caiz olmayan bir
davranışta bulunmuştu.
Hakim kendisine
nasihat eder, bir daha böyle birşey
yapmamasını söyler.
Ayrıca sÖzkonusu ücret
kiracıdan
alınarak kiraya verene
verilir.
Çünkü akdi yapan
kendisidir ve üret, akdi yapana aittir.
Görmüyor musun, bu
kişi gasbedenden beter bir durumda değildir. Halbuki gasbeden kişi, gasbettiği
şeyi ücret karşılığında kiraya verdiğinde ücreti alır. Burada da durum aynıdır.
Ancak kiraya veren
kışının bu ücreti yemesini uygun
görmüyorum, aldığı bu
ücreti tasadduk eder.
Çünkü uygun olmayan
bir yoldan bu parayı kazanmıştır. Gasbeden kişi nasıl aldığı ücreti tasadduk
ediyorsa, bu kişinin de kazandığını tasadduk etmesi uygundur.
4200- Kendisine
vakfedilmiş kimseden başkası atı öldürür yahut başka biri onun izni olmadan
ata biner ve bu sırada at helak olursa, atı helak eden kişi bedelini öder.
Kendisine atın vakfedildiği kişi bu bedeli alır ve o bedelle
220
başka bir at
satınalır. Artık bu at onun elinde vakıf bir attır.
Çünkü bu kimsenin
durumu, hibe olarak bir atı almış olan kimsenin durumundan daha ger
"değildir. Hibe olarak alınmış bir atı bir başkası öldürecek olursa, atın
bedelini, atı hibe olarak almış o kimseye öder. Burada da durum böyledir.
4201- İki adamın elinde vakıf birer at bulunup
savaşa katılmak üzere atları birbirleriyle değiş tokuşu şart koşacak olsalar,
caiz değildir. Birbirlerine karşı böyle bir şart ileri sürme
yetkisine sahip değiller.
Çünkü aralarında böyle bir şart
koşmaları, menfaatlerin mübadelesiyle sonuçlanır ki, böyle bir mübadele
fasittir. Tıpkı ahş-verişte eve karşılık bir evin verilmesi gibi.
4202- Kendisine vakıf yapılmış olan kişi o
vakfedilen şeyi caiz ve ya fasit bir kira ile kiraya veremez. Sözko-nusu
ettiğimiz iki kişiden biri ata binerken
at çatlayıp helak olacak olursa, yukarıda anlattığımız hüküm burada da
geçerlidir.
Çünkü ikisi de
haksızlık yapmış ve yetkisinde bulunmayan bir muameleyi gerçekleştirmiştir.
4203- Şayet iki at da sağ salim savaştan dönecek
olursa, arkadaşına verdiği atın ecr-i mislini vermesi gerekir.
Çünkü burada ücretle
verme fasit bir akittir ve fasit kiralamada ecr-i misi gerekir. Ayrıca onlardan
herbiri aldığı ücreti tasadduk eder. Ne var ki tasadtjuk etmediği takdirde
buna zorlanamaz.
4204- Ama herbiri bir şart ileri sürmeksizin atını
diğerine verir ve birbirinin atı üzerinde savaşırsa, bunda bir sakınca olmaz.
Çünkü aralarında böyle
bir şart koşmamışlarsa, menfaatlerin mübadelesi olmadığından ücret de sözkonusu
değildir. Yapılan şey, atı ödünç olarak vermekten ibarettir. Kendisine atın
vakfedildiği kimsenin, bir başkası o atla savaşa katılsın diye atı ona ödünç
verebileceğini belirtmiştik.
221
4205- Birinin birçok
atı olup onları Allah yolunda vakfederek gazilere savaşa çıktıklarında
dağıtması için onları vekiline teslim eder ve savaş sonrası kendisine geri verilmelerini
şart koşmazsa, caiz olur.
Çünkü atlan elinden
çıkarıp bir kayyuma teslim etmiştir. Bir tarlayı veya evi vakfedip onu
mülkiyetinden çıkararak kayyuma teslim etmesi gibidir. Çünkü teslim etme
gerçekleşmiştir. Bu nedenle Ebû Yusuf, "bizzat teslim şart değildir. Çünkü
ikinci şahıs onun vekilidir ve şart koştuğu gibi onun emriyle tasarrufta bulunacaktır..
Böylece kayyumun tasarrufu kendi tasarrufu gibidir. Zira onun eli bunun
gibidir. Bu sebeple teslimin bilfiil olmasında bir yarar yoktur "
demiştir. Burada kendisine verilecek cevap, az önce anlattığı m izdir.
Kayyumun bu atları
fakir ve zengin gazilere dağıtmasında bir sakınca yoktur.
Çünkü burada temlik
değil, mubah kılma sözkonusudur, Mubah olarak Allah'a yaklaştıran her ibadette
zengin ve fakir arasında bir ayırım sözkonusu değildir. Nitekim hacda herkese
su vermek gibi, mubah olan ibadette zengin ile fakir eşittir.
Aynı şekilde
insanların konaklaması için bir han ya da ölülerin gömülmesi için bir mezarlık
vakfedildiğinde durum aynıdır. Çünkü hem zengin hem fakir o handa konaklar ve
o mezarda gömülür.
4206- Vekil bîr atı
birine teslim edip: Allah yolunda bu ata bin, derse kendisine af verilen kişi
başka birini bu ata bindiremez.
Çünkü bu savaşta
kendisi attan yararlansın ve dönüşünde atı vekile teslim etsin diye kendisine
verilmiştir. Yani atı ödünç almıştır. Ödünç alan kişi, kendisinin binmesi şart
koşulmussa, başka birini bindiremez. Burada da durum böyledir.
4207- Ama atı kendisine verdiğinde: Şa atı Allah yolunda
al, demiş ve ata binecek kişinin kendisi olmasını şart koşmamişsa, Allah
yolunda savaşa giden başka birini bu ata bindirmesinde bir sakınca yoktur.
222
Çünkü mubahlık genel
olarak vaki olmuştur ve bu nedenle hem kendisi o ata binebilir ve hem de bir
başkası binebilir.
Nitekim ödünç olarak
verilen binekte de böyle bir mutlaklık sözkonusu ise, ödünç alan kişi de
binebilir, bir başkası da.
4208- Allah yolunda iki ayrı kişiye birer at
verecek olsa ve bunlardan her biri diğerine: Sana verdiği atı bana vermen
şartıyla bana verdiği atı sana vereyim, ona bi-nerek Allah yolunda savaşa
gidersin, deyip bunlardan her biri diğerinin atını alıp savaşa gidecek olsa,
kıyasa göre bu yaptıkları geçersizdir. Her iki at da helak olacak olsa,
bedellerini tazmin ederler.
Ancak istihsan yolu
ile bu yaptıkları caiz olup
atların bedellerini tazmin etmezler.
Kıyas açısından mesele
şöyledir: Her İkisi de aralarında bu şartı koşmuşlardır ve İleri sürdükleri bu
şartta menfaat mübadelesi sözkonsu olur ki her biri diğerine atı bir ücret
mukabili vermiş sayılır. Eğer atları vakfeden iki ayrı kişi olmuş olsaydı,
durum böyle olurdu.
İstihsan açısından ise
mesele şöyledir: Vakfedenin durumu gözönünde bulundurulduğunda ücretle verme
sözkonusu değildir. Çünkü vakfeden kişi tektir. Atların tamamı onun mülküdür.
Atlar mülkiyetinden çıkmaları sebebiyle onun durumu gözününde bulundurulmayıp
kayyumun durumu gözününde bulundurulduğunda, o da tek kişidir. Burada ücretle
verme anlamı mevcut değildir. Çünkü kişi, atlarının bir kısmını bir kısmının
yerine ücretle vermez. Ama atlar iki ayn kişiye ait olmuş alsaydı, iki ayrı
sahibe ait olurdu. Böylece ücretle vermiş olma anlamı ortaya çıkardı ki bu caiz
değildir.
4209- İmam Muhammed dedi ki: Onlardan herbiri, üzerinde
savaşmak üzere para karşılığında atları birbirlerine kiralayacak olsalar, her
ikisi atların bedelini tazmin eder.
Çünkü burada atların
sahibinin parası ile değil, kişilerin parası ile olmuştur. Verilen ücret, atlan
vakfedenin parsından ödenmemiştir. Böylece başkasının mülkiyetinde olan
birşeyi ücretle başkasına verme açık bir şekilde ortaya çıkmıştır.
4210- Yine birinci vekilin atları savaş için
ücretle verme yetkisi yoktur. Şayet ücretle vermişse, bu ücreti taz-
223
min eder. Çünkü
ücretle verildiğinde sevap anlamı ortadan kalkmaktadır. Oysa vakfedilen
birşeyin vakfedilme-sindeki amaç, sevap kazanmaktır. Ama atın masraflarını
karşılamak üzere paraya ihtiyaç duyulduğu takdirde, bu ihtiyacı giderecek kadar
ve cihad dışındaki hizmetlerde atı ücret karşılığında birilerine vermesinde sakınca
yoktur. Çünkü burada zaruret sözkonusudur. Ayrıca ücret yine ata harcanacaktır.
Böylece at da gözetilmiş olur. Nitekim vakıf bölümünde bir han vakfedilip o hanın
tamire ihtiyacı olduğunda kayyumun onu bu ihtiyaç kadar kiraya vermesinde bir
sakıncanın bulunmadığını belirtilmiştik. Burada da durum aynıdır.
4211- Hakimin vekile
bunu emretmesinde bir sakınca yoktur. Çünkü hakim, müslümanlar için hazırlanmış
her malın velisidir. Nitekim hazır bulunmayan kişinin de ve-lisidir. Yine
hakimin emri olmaksızın vekilin böyle davranmasında bir sakınca yoktur. Çünkü
bu, hayvanın yararınadır. Sahibinin de rızası sözkonsudur. Yapılan bu şeyin,
hayvanının yararına oluşu, sahibinin rızasının delili olarak kabul edilir.
Çünkü hayvanının
yararına olan şeyler yapılmadıkça, hayvanın vakıf olarak devam etmesi mümkün
olmaz.
4212- Vakfeden kişi atı vakfettiğinde vekile, atın
giderleri konusunda onun ücretle çalıştırılmasını şart koşması caizdir. Bu
daha uygun düşer.
Çünkü giderlerini
karşılamak için ücretle çalıştırılmasına dair emir sarihtir ve sarih bir yolla
sabit olan, delalet yoluyla sabit olandan daha kuvvetlidir. Vekil dilerse
giderleri karşılığında atı ücretle çalıştırır ve bunu yapmak için hakimin karar
vermesi talebinde bulunmaz.
■
Çünkü atı vakfeden
açısından delalet yoluyla buna izin vardır. O halde bu konuda mutlaka mahkeme
kararı çıkarmasına gerek yoktur.
4213- Allah yolunda vakıf olmak üzere ve kendisine
vakfedilen kişinin ihtiyacının kalmaması ya da ölmesi du-
224
rumunda ebedî olarak
başkasına vakfedilmesi şeklinde bir at vakfedildiğinde, kendisine vakıf yapılan
kişinin, kıyasa göre şehirde ihtiyaçlarını karşılamak için o ata binme yetkisi
yoktur.
İstihsana göre ise,
şehirdeki ihtiyaçlarını gidermek ve şehir çevresinde cenazeyi teşyi ve benzeri
hususlarda o at$ binebilir.
Kıyas göre bu at,
savaşlarda kullanılsın diye kendisine vakfedilmiştir. Vakfeden kişinin kişisel
ihtiyaçlarının giderilmesi hususunda ata binilmesi için izni yoktur. Bu nedenle
bu gibi işlerde kullanılması caiz değildir. Nasıl herhangi bir yolculuk için bu
ata binemiyorsa bu gibi ihtiyaçlarını gidermek için de binemez.
İstihsana göre ise, bu
miktar ata binmek, ata zarar vermediği gibi bilakis ona yarar sağlar. Çünkü bir
yere bağlanıp binilmeyen at hastalanır ve davranış bozuklukları gösterebilir.
Zaman zaman ona binilmesi, bir yarar ve spordur, atın hamlığını giderir. Atı
vakfeden kişi, ata yararlı olan her husus hakkında rıza sahibi kabul edilir.
Ayrıca savaş dışında bu gibi ufak tefek işlerde ata binilmesinin caiz
olmadığını söylediğimizde, insanlar böyle bir atı kabullenmekte tereddüt
ederler. Çünkü hem bu atın giderlerini karşılayacak ve hem de savaş dışında ona
hiç binmeyecekler. Böyle birşey sıkıntı doğurur. Böyle sıkıntılara sebeb olacak
bir durum ise, yok mesabesinde kabul edilir. Ayrıca vakfeden kişi de, atı vakfettiğinde
atın bu gibi ufak tefek işlerde kullanılabileceğini bilerek vakfetmiştir.
Böylece bu gibi şeyler için rızasının varlığına hükmedilir.
Bir, iki veya üç
günlük mesafede şehir dışında ata binemez.
Çünkü böyle bir mesafe
çok sınırına girer. Ancak az sayılabilecek mesafelerde bu ata binebilir.
4214- Ata su
vermek, ona yem almak, atın
yemini yüklemek veya benzeri ata yararı dokunacak hususlarda atı
kullanmak ise hem kıyasa göre ve hem de istihsana göre caizdir.
Çünkü bu tür
binmelerin yaran, atın kendisine racİdir. Bu sebeple hem kıyasa ve hem de
istihsana göre bunda bir sakınca yoktur.
4215- Bu durum şuna benzemektedir: Satmaldığı atın
kusurlu olduğunu gören kişinin, suya götürmek ya da ye-
225
mini getirmek üzere
ona binmesi kusurdan dolayı atın geri vermesine engel değildir.
Çünkü yapılan bu
davaranişlar, atın yararı içindir. Atın kendisine yapılan bir iyiliktir. Burada
da durum böyledir.
4216- Yine şehir içinde veya dışında düşmana korku
salmak ya da sınır boylarındaki casuslarını gözetlemek
için ata binmesinde bir sakınca yoktur.
Çünkü bu gibi şeyler
de cihadın bir parçasıdır.
-
4217- Kılıç da Allah yolunda vakf edilebilir. Böyle
bir kılıcı kuşanmak kılıcın kendisine veya askılarına zarar veriyorsa, savaş
dışında bu kılıcı kuşanamaz.
Çünkü kendi kişisel
yararı için bu kılıcı kuşanmasında cihad için herhangi bir yarar sözkonusu
değildir.
Ama kılıcı
kuşanmasında kılıca bir zarar vermiyorsa,
bunda bir sakınca
yoktur.
Çünkü bu kılıçtan az
ölçüde yararlanmasında bir sakınca yoktur. Nitekim az miktarda ata binmenin
hükmü de böyledir.
4218- Ama düşmana korku salmak ya da aramızda casusları
bulunup bu casuslar müslümanların silahlarından etkiieneceklerse, onu
kuşanmasında bir sakınca yoktur.
Çünkü düşmana korku
salmak da cihadın bir parçasıdır. Buna göre yapılan bu iş.cihadla ilgilidir.
Allah yolunda ok ve
yay vakfadilmişse, hedef dikip onları kullanmayı uygun görmüyorum.
Çünkü ok ve yayın
kullanılması, onlara zarar verir. Hedef dikip ona atış yapmak ise, cihadın bir
parçası değildir. Cihadın bir parçası olmayan bir işte onlara zarar vermek
doğru olmaz.
Halbuki şehir içinde
vakıf bir atı kişinin ihtiyaçlarında
kullanmasında bir
sakınca yoktur.
Çünkü bu şekilde ata
binmek ata zarar vermediği gibi onun yararınadır. Ama atı bu gibi işlerde
kullanmak ata zarar veriyorsa, bu takdirde bunu yapmaması gerekir. Mesela ata
binmeyi Öğrenmek ya da bir günü aşan işlerde onu kallanmak böyledir.
I
226
4219- Allah yolunda vakfedilmiş bir atı elinde
tutan kişi, şehir dışında fakat şehre yakın veya köylerinde ucuz yem
satıldığını duyacak olsa, ata binip oraya gitmesinde bir sakınca yoktur.
Çünkü bunda atın
yararlan vardır. Şehrin içinde kendi ihtiyaçlarını gidermek için bu ata
binebiliyorsa, atın yararına olan bir işte evleviyetle binebilir.
Ancak yem uzak bir
yerde, bunu yapmasını uygun görmüyorum.
Çünkü bir zorunluluk
yoksa böyle bir mesafeye gitmesi doğru değildir. Nitekim şayet böyle birşey
caiz olsaydı, bulunduğu şehirden on günlük mesafede bulunan diğer yerlere
gitmesi de caiz olurdu.
4220- Şayet
müslümanlar, atları yem bulamıyor ve yem bulabilecekleri yer günlerce uzun bir
mesafedeyse, bu tak dirde yemi yüklemek için ata binip gitmesinde bir sakınca
yoktur.
Çünkü burada zaruret
sözkonusudur ve zaruretler sakıncalı durumları mubah kılar.
Dönüşte yemi
yükledikten sonra yükle
birlikte binmesinde de bir
sakınca yoktur.
Çünkü gidişte binmesi
caiz ise ve atın korunması için buna ihtiyaç varsa, dönüşte de yemi yükledikten
sonra binmesinde bir sakınca yoktur.
Ama yükle birlikte ata
binecekse, gücünün yetmiyeceği şekilde ona yük yüklemesi doğru değildir. Çünkü
böyle bir davranış, hayvanın telef olmasına sebep olabilir. Nitekim kendi atına
bile böyle davranması caiz dğildir. Kendi at? konusunda caiz olmayan, vakıf at
için evleviyetle caiz değildir.
4221- Allah yolunda vakıf olarak verilen kılıçta
değerli bir süsleme var ise bu süslemeyi söküp çıkarması caizdir değildir.
Çünkü o süsleme de
kılıca tabidir ve vakfedilmiş kılıç mülk değildir. Kılıca takılmış süslemeler
de bu konumdadır. Kılıcın sahibiymiş gibi kılıç konusunda tasarrufta
bulunamaz. Kendisine izin verildiği o şekilde savaşta kılıcı kullanır.
227
4222- Şayet
kılıcın tamir ve bakıma
ihtiyacı varsa, bakımını kendisi
yapar. O takılara dokunamaz.
Çünkü kılıçtan yararlanan
kendisidir. Ödünç alan kimsenin
durumunda oldğu gibi burada da kılıcın bakımına yapılacak harcama
kendisine aittir.
Görmüyor musun, elinde
vakıf bir at bulunmuş olsa ve bu ata harcama yapma ihtiyacı olmuş olsa, harcama
o kişiye aittir. Atı ücrete vererek bu harcamayı karşılayamaz. Burada da durum
böyledir. Kılıcın süslemelerini satarak kılıca yapılacak bakımı karşılamaz.
Bakım ücretini kendisi öder.
4223- Allah yolunda
kullanılması için kılıcı vakfeden kişinin vekili Allah yolunda savaşa gitmek
üzere kılıcı bir başkasına versin ve daha sonra onu vekile ida etsin diye
vermişse, yine vekilin, kılıcın süslemelerini sadaka olarak veya başka bir
şekilde harcaması ve o süslemeleri kılıçtan söküp çıkarma yetikisi yoktur.
Çünkü kılıç, savaşa
katılacak başka birine verilsin diye kendisine teslim edilmiştir. Başkasına
tasadduk etsin diye değil. Kendisini vekil tayin eden kişinin
isteğinin dışına
çıkamaz.
■
4224- Kılıcın
bilenmeye veya bir bakıma ilhtiyacı vekil süslelemelerini satarak bakımını
yaptırmasında bir sakınca yoktur. Bakımı için ihtiyaç duyulacak miktarı
karşılayacak kadar süslemelerinden satar ve masraflarını karşılar. Çünkü bu
nevi bakımlar kılıcın yaran içindir ve kendisini ilgilendirir. Bunun yararı
vekile raci değildir ki vekil kendi malından bunu karşılasın.
Kılıca yapılan bu nevi
bakım, yeme ihtiyaç duyan atın durumu gibidir. Atın yemini karşılamak için at
ücretle çalıştırılır ve elde edilen gelir atın kendisine harcanır. Vakıf
arazînin bakımı da, arazînin gelirinden karşılanır. Kılıcın süslemelerinden
başka gelir getirecek bir durumu bulunmadığından süslemeler satılarak bakımı
yapılır.
4225- Kılıcın
süslemeleri sokulurken, ihtiyaç miktarından fazla sökülecek olursa, bakımın
masrafından artakalanı yanında alıkoyar ve bir daha bakıma ihtiyaç duyduğunda
bu artakalan ile bakımı yaptırır. Artakalan miktarı tasudduk edemez.
228
Çünkü kılıç
süslemeleriyle birlikte Allah yolunda savaşta kullanılsın diye vakfedilmiştir,
bir kısmı tasadduk edilsin diye değil.
4226- Biri, Allah yolunda savaşa çıkacak birine verilmek
üzere bir vekiline vakıf bir at teslim etse ve at bir hastalığa yakalanacak ya
da bir sakatlğa maruz kalıp savaşa katılamayacak duruma düşse, fakat şehir
içerisinde binilecek ya da arabaya koşulacak durumda ise, vekilin bu atı satıp
parasıyla Allah yolunda savaşa gidebilecek bir at satın almasında bir sakınca
yoktur.
Çünkü satmayacak
olursa, at zamanla helak olacaktır. Böylece onu vakfeden kişinin sevabı da
kesilecektir. Bu nedenle atı değiştirip sevabın devamını sağlamasında bir sakınca
yoktur.
Bunun için hakimden
bir karar çikartamaya da gerek
yoktur. Vekilin
kendisi buna yalnız başına karar verir.
Çünkü atı vakfeden
kişi, bu gibi işleri vekile de devretmiştir. Burada vekil, vasî mesabesindedir.
4227- Sattığı
atın değeri, Allah yolunda
kendisiyle savaş yapılacak bir atın değerine tekabül etmiyor, fakat
ileride bu Özelliğe sahip bir at bulabileceğini umuyorsa, parasını bekletir.
Çünkü sadakanın devam
edebilmesi için buna ihtiyaç vardır.
4228- Ancak atın parası yeni bir atın parasını
karşılamayacağını kesin olarak biliyorsa, atı, vakfeden kişiye iade eder. Atı
satıp değerini fakirlere tasadduk edemez.
Çünkü vakfeden kişinin
gayesi , bu at ile Allah yolunda cihada çıkmasıdır. Temlik veya tasadduk
değildir.
4229- Atla savaşa çıkılmayacak bir durum ortaya
çıkacak olursa, sözkonusu at, onu vakfeden kimsenin mülkiyetine döner.
Bu görüş, İmam
Muhammed'in şu görüşüne kıyas edilerek ileri sürülmüştür.
229
Biri, insanlar namaz
kılsın diye tarlasında bir mescid yaptırıyor. Ancak mescidin çevresindeki
tarlalar sürülüyor ve orası yerleşim alanı olmaktan çıkıyor. Şayet ileride
yerleşim alanı olabilecek bir durum sözkonusu ise, ordaki mescid öylece
bekletilir ve onu inşa eden tarîfl sahibinin mülkiyetine geçmez. Ama yerleşim
alanı olması diye bir durum sözkonusu değilse, İmam Muhammed'e göre onu
yaptıran tarla sahibinin mülkiteyine geri döner. Eski sahibi onu alıp satabilir
veya orayı ekip biçer. Bu kişi ölmüşse mescid, mirasçılarına kalır. Çünkü onu
yaptıran kişi, kendisinde namaz kılınsın diye yaptırmıştır, sadaka olsun diye
değil. Kendisinde namaz kılınamayacak duruma düşmüşse, tekrar mülk olur. Atın
durumu da böyledir.
İmam Ebû Yusufa göre
ise, at geri iade edilmez. Satılıp parası tasadduk edilir. Ona göre bu
durumdaki mescid de böyledir.
En iyi Allah bilir.
231
-203 HARP EHLİNDEN
ALINAN VERGİLER
4230- İmam Muhammed
-Allah rahmet etsin- kendi isnadı ile Ebû Sahra el-Muharibî'den Ziyad b.
Cerîr'in şöyle dediğini rivayet eder: Hz. Ömer (r.a.) kendisini
Ay-nu'n-Nemir'e görevli olarak göndermiş ve Müslümanların mallarından kırkta
bir, ticaret için oraya gidip geliyorlarsa zimmîlerden yirmide bir ve harp
ehlinden onda bir almasını emretti.
Bu konuda şu rivayete
dayanarak şöyle diyoruz: Âşir (Öşür memuru) gümrüğe uğrayan Müslümamn malının
kırkta biri, zimmîden yirmide biri ve harp ehlinden de onda biri alır. Çünkü
Hz. Ömer, Öşür toplamakla görevlendirdiği memuruna bu şekilde almasını
emretmiştir. Yapılan bu iş Muhacir ve Ensar'm huzurunda yapılmış ve kimse de
buna itiraz etmemiştir. Böylece bu uygulama icma şeklinde olmuştur.
Hz. Ömer ile ilgili
nakledilen şu rivayet de bunu desteklemektedir: Bu ri-vayette anlatıldığına
göre Hz. Ömer, Enes b. Malik'i öşür toplama işiyle görevlendiriyor. Bunun
üzerine Enes b. Malik: Beni vergi toplama işiyle mi görevlendiriyorsun? diye
soruyor. Hz. Ömer: Peygamber (s.a.v.)'İn beni görevlendirdiği bu işle seni
görevlendiriyorum, öşür toplama işiyle beni görevlendirmişti. Bana müslümamn
malının kırkta birini, zimmînin malının yirmide birini ve harb ehlinden onda
birini almamı emretti. Bu rivayet, Resûlullah (s.a.v.)'den merfû olarak
rivayet edilmektedir. Bu nedenle bizim bu rivayete tabi olmamız gerekmektedir.14
•
14- Burada_ sözkonusu
edilen mesele, dış ticaret vergisi demek olan gümrük vergisidir. Gümrük
vergisinin temeli, İslamdan önceki cahiliye dönemine kadar uzanmaktadır. O
dönem meks adı altında (alan memura da mekkas deniyordu) gümrük vergisi
alınmaktaydı. Aynı verginin Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminde Medine pazarında
tahsil edildiği de bilinmektedir. Gümrük vergisinin temelinde gayr-i
müslimlerin mallarının darulislam dahilinde güvenliğini sağlamak gibi bir
düşünce var olduğu söylenebilir. Bu verginin türü müellifin de belirttiği gibi,
Hz. Ömer'in hilafeti sırasında uygulandığı bilinmektedir. {Bkz. Salih Tuğ,
islam Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı, s. 84; Celal Yeniçeri, İslamda Devlet
Bütçesi, s. 189; Ahmet Yaman, İslam Hukukunda Uluslararası ilişkiler, s.
293-297. (Editör
232
4231- Vergi toplayan
memuru bu işle görevlendiren ve böyle davranmasını söyleyen Hz. Ömer'in
kendisidir. Kendisine, zekâtını ödememiş kişilerle karşılaşacak olursa bu
miktarları kendisinden almasını emretmiş ve bu işle görevlendirdiği kimsenin
nafakasını topladığı bu vergilerden karşılamasını söylemiştir.
Bu işle görevlendirdiği
kimseye "Öşür memuru" ismini vermesi, vergileri alırken "onda
bir"i esas almasından dolayıdır. Hz. Ömer bu vergileri toplamak için öşür
memuru görevlendirmiştir. Çünkü bu mallar ve yolların emniyeti devlet
başkanının koruma ve gözetimi akındadır. Böylece bu mal, devlet başkanının koruma
ve gözetimi altında olmaktadır. Nitekim yaylalardaki hayvanların zekâtlarını
almak da devlet başkanına aittir. Çünkü onlar da devlet başkanının koruma ve
gözetimi altındadır. Burada da durum böyledir.
Hz. Ömer, müslümanlardan
mallarının kırkta birini almasını öşür memuruna emretmiştir. Çünkü onlardan
alman, zekâttır. Nitekim Peygamber (ş.a.v.j; " Zekât dışında malda
herhangi bir hak yoktur" buyurmuştur.
Zekât ise,
belirtildiği gibi kırkta birdir. Zimmîye gelince, müslümanlardan alınanın iki
katının kendisinden alınmasını emretmiştir. Çünkü bu, hem müslü-mandan ve hem
de kâfirden alınan bir haktır. Bu nedenle zimmîden de alınması gerekir.
Müslümandan almanın iki katı kendisinden alınır. Nitekim Tâğlib Hıristi-yanlarmdan
böyle alınmıştır.
Hz. Ömer, harp ehli
kişiden de ondabir almasını emretmiştir. Çünkü onlar da bizden ondabir
alıyorlar. Kâfirlerle aramızdaki bu tür ilişkilerde mütekabiliyet esastır. Öyle
ki, bizden beşte bir alıyorlarsa biz de onlardan beşte bir alırız. Ama bizden
hiçbir şey almıyorlarsa, biz de onlardan hiç bir şey almayız.
Bunun delili şu
rivayettir: Hz Ömer'in öşür toplayan memuru, harp ehlinin tüccarlarından ne
almasını gerektiğini sormuş, Hz. Ömer: Onlar bizden ne gıbî bir miktar
alıyorlar? şeklinde karşılık verince, memur: Onlar bizden ondabir alıyorlar,
cevabını vermiştir. Bunun üzerine Hz. Ömer: Sen de onlardan ondabir al. demiştir.
Böylece Hz. Ömer, mütekabiliyet esasına göre hareket edilmesi gerektiğini
belirtmiştir.
Onların bizden ne gibi
bir miktar aldıklarını veya alıp almadıklarını bilmiyorsak, onlardan onda bir
alırız. Çünkü Hz. Ömer'in bu konuda da memurlarına şöyle dediği rivayet
edilmektedir: Bizden ne alıyorlarsa, siz de o oranda alın. Ancak ne aldıklarını
tespit etmemişseniz, onlardan onda bir alın.
233
Buna göre harp ehli
kişinin zimmîye göre durumu ne ise, zimmînin müs-lümana göre durumu o olur.
Çünkü harp ehlinin zirnmî aleyhindeki şahitliği kabul edilmediği gibi, zimmînin
de müslüman birinin aleyhindeki şahitliği kabul edilmez. Oysa müslümanın zimmî
aleyhindeki şahitliği geçerlidir. Ayrıca zimmîden, müslümandan almanın iki katı
alınır. O halde harp ehli kişiden de zimmîden alınanın iki katı alınır.
Zimmîden, yirmide bir alındığına göre harp ehli kişiden iki katı olan onda bir
alınır.
İmam muhammed -Allah
rahmet etsin- sözüne devamla şöyle demektedir:
4232- Cerîr b. Hâzim'in şöyle dediği
nakledilmektedir: Enes b. Sîrîn'in şöyle dediğini duydum: Enes b. Malik,
Ubulle'ye beni görevlendirmek istedi.Vergi toplama işiyle mi beni görevlendirmek
istiyorsun? dedim. Hz. Ömer'in beni görevlendirdiği işte çalışmak istemez
misin? dedi ve şunu ilave etti: Ömer beni bu işle görevlendirdi. Müslüman
kimselerin her kırk dirheminden birini, zimmîlerin her yirmi dirheminden birini
ve harp ehlinin her on dirheminden birini almamı emretti.
Şüphesiz meks/vergi,
öşür toplayan kişinin işidir. Mekkâs, öşür toplayan kimseye denir. Ona mekkâs
denilmesinin sebebi, insanların mallarının öşürlerini almakla mallarını
eksiltmesi sebebiyledir. Bu sözcük, " mekese" kökünden türetilmiştir.
Mekkâs'ın kişilerin mallarından herhangi bir şey alabilmesi için mallarının
miktarının iki yüz dirheme ulaşması gerekir. Yani müslümanların malında zekâtın
vacip olması için gerekli meblağa ulaşması gerekir.
4233- Müslümanın
malı ikiyüz dirheme ulaşmadıkça
malından hiçbir şey alınmaz.
Çünkü müslümandan
alman zekâttır ve iki yüz dirhemden az olan malda zekât yoktur.
Zimmînin malı
konusunda da durum
bundan farklı değildir.
Çünkü zimmîden alınan
gerçekte zekât olmasa, da zekât adıyla alınır. O halde zimmînin bu vergiyi
ödemesi için malının nisab miktarına ulaşması gerekir.
Bunun delili, Benû
Tağlib Hırİstiyanlarmdan sadaka/zekât'ın alınmasıdır. Mallarından sadakanın
alınması ise, mallarının nisab miktarına ulaşması şartına bağlanmıştı. Burada
da durum böyledir.
234
4234- Harp ehli
kişinin malı da iki yüz dirheme ulaşmadıkça ondan bir şey alınmaz.
Çünkü onlar da
müslüman tüccarlardan vergi alırken, az miktarda bir mala sahip olanın malından
vergi almıyorlar. Bu sebeple biz de onlardan malı az olan kimseden vergi
almayız. Ancak malın miktanna bakmaksızın her tüccarımızdan vergi alacak
olurlarsa, o zaman biz de onlardan alırız.
Başarı Allah'tandır.
■
■
235
-204-
CIZYE
4235- İbrahim
en-Nahaî'nin şöyle dediği rivayet edilmektedir: Kişi İslâmı kabul edip
işlediği topraklarda oturmaya devam ediyorsa, haraç ödemesi gerekir. Ama orada
ikamet etmiyorsa, üzerine haraç yoktur.
Bu haraçtan maksat
kelle vergisi ise, biz bu görüşte değiliz. Mezhebimize göre, saldırmazlık
antlaşması yaptığımız ülkenin vatandaşlarından kâfir biri müslüman olursa,
kendisinden kelle vergisi düşer. Bulunduğu topraklarda ikamet etmeye devam
etsin veya ülkemize hicret etsin fark etmez. Bazı âlimlere göre ise, ülkemize
hicret etmedikçe kendisinden kelle vergisi düşmez.
Ama tarla haracı
kastediliyorsa, biz de bu görüşteyiz. İslâmı kabul ettikten sonra tarlasını
elinde bulunduruyorsa o tarlanın haracını öder, ondan öşür alınmaz. Bulunduğu
ülke halkı kendiliklerinden (savaş olmaksızın) İslâmı kabul etmişlerse bu
takdirde kendilerinden haraç alınır. Bazı âlimlere göre ise, öşür öderler, ama
haraç ödemezler. Şayet İslâm yurduna hicret eder ve tarlasını terk ederse,
kendisinden hiçbir şey alınmaz.
Amr b. el-As'ın şöyle
dediği Ömer b. Abdilaziz'den rivayet edilmektedir: Mağrib'te İskenderiye,
Kefertîs, Filistin ve Sultays bu şekilde fethedilmiştir. Bu üç belde dışında
fethettiği yerlerde yaşayan insanların mallarmi alıp onları serbest
bırakmıştır. Bu üç belde dışında Müslüman olanların mallarını kendilerine bırakmış
ve onları serbest bırakmıştır.
Şüphesiz biz bu
rivayette anlatılanı kabul etmiyor ve şöyle diyoruz: Zim-mîlerden İslâmı kabul
edenin mallan kendisinden alınmaz. Elindeki toprağı işlemeye devam eder ve
haracını öder. O beldenin sulh yoluyla ya da zorla alınmış olması bu durumu
değiştirmez. Çünkü Hz. Ömer döneminde Nehru'l-Melik'in Dehkâne halkı İslâmı
kabul etmişlerdi. Bunun üzerine Sa'd ve Ammar, bu yöre halkı hakkında nasıl
davranacaklarını Hz. Ömer'e yazmışlar, o da onlara şu cevabı vermiştir: Tarlalarını
kendilerine ver ve onlardan haraç al.
Başarı Allah'tandır.
237
-205-
MÜSLÜMANLARIN, HARP
EHLİNİN VE ZIMMİLERİN ÖŞÜRLERİ
4236- Muhammmed -Allah
rahmet etsin- dedi ki: Ebû Hanife -Allah rahmet etsin- şöyle demektedir; Eman
almış harp ehlinden biri, müslümanlann Öşür memuruyla karşılaşacak olsa ve
ikiyüz dirhem ya da fazla miktarda bir malı ya da değerini yanında
bulunduruyorsa, nakledilen rivayetten dolayı Öşür toplayan kişi onun malının
onda-birini alır. Harp ehlinden eman sahibi kişi: Üzerimde borç var veya şu mal
benim malım değildir, iddiasında bulunacak olursa, görevli memur bu iddisanı
doğrulamaz ve malının onda birini alır.
Çünkü bizimle onlar
arasındaki muameleler mütekabiliyet esasına göre yürütülür. Böyle bir durumda
onlar da bizim tüccarımızın iddiasını kabul etmezler. Bu nedenle biz de
tüccarlarının bu gibi iddialarını kabul etmeyiz.
4237- Zimmînin durumu
böyle değildir. O öşür top
■
layan memurla
karşılaşıp: Borçluyum yahut bu mal benim değildir, diyecek, olsa öşür memuru
onun malından hiçbir şey almaz.
Çünkü zimmîlerle
aramızdaki münasebetler karşılıklı mütekabiliyet esasına göre düzenlenmemiştir.
Onlar için İslâmın hükümleri geçerlidir. İslâmın hükmüne göre müslüman biri,
malında bir hak bulunmadığını söyleyecek olursa, sözü kabul edilir. Zimmînin
durumu da aynen öyledir.
Aynı şekilde harp
ehlinden köle veya mükateb biriyle
karşılaşacak olsa,
kendisinden öşür alır.
Çünkü onlar da
mükateblerimizden ve kölelerimizden vergi alıyorlar. Bu sebeple biz de onların
mükâteblerinden ve kölelerinden öşür alırız.
4238- Şayet mükâteb ve
kölelerimizden bir vergi almıyorlarsa, biz de onların mükâteb ve kölelerinden
almayız.
238
Çünkü bu vergi, yol
emniyetini sağlamanın karşılığında alınmaktadır. Mü-kâteb de tıpkı hür gibi yol
emniyetine muhtaçtır. Ayrıca efendi, kölesini ülkemize gönderirken kölesinin
yanında bulunan malın öşürünün alınmasına nza göstermiştir, demektir.
4239- Harp ehlinden
biri beraberinde köleler bulunup öşür toplayan memurla karşılaştığında onların
köle değil, hür olduklarını söylese, yine beraberindeki cariyeler için bunlar
unımü'lveleddirler derse, sözü kabul edilir ve kendisinden Öşür alınmaz.
Çünkü doğru
söylüyorsa, beraberindekiler hürdürler ve hür olanlardan öşür alınmaz. Eğer
yalan söylüyorsa, hürdürler dmesiyle o köleler hürriyetlerine kavuşmuş olurlar.
Çünkü harb ehlinden biri, islâm yurdunda kâfir bir köleyi âzâd edecek olursa,
icma ile âzâd etmesi geçerlidir.
4240- Harp ehlinden
biri yanındaki ticaret malı ile öşür toplayan memurla karşılaşıp: Bu mal ile
ticaret yapmayı hedeflemiyorum veya bu mal çocuğa aittir diyecek olsa, öşür
memuru bu maldan Öşrü alır.
Çünkü bu gibi
konularda onlar sözümüze itibar etmiyorlar. Bu sebeple biz de onların sözlerine
itibar etmeyiz.
4241- Ama kendileri bu gibi mallarımızdan vergi almıyorlarsa,
biz de onlardan almayız. Ancak bizden alıp almadıkları konusunda bir bilgimiz
yoksa, o takdirde onların mallarından Öşür alırız.
Çünkü asiolan bu tür
mallardan vergi alınmasıdır,
4242- Harp ehlinden biri, eman alarak ticaret
yapmak üzere ülkemize girecek olsa, öşür memuru onun malından öşür alır. Ancak
bu kişi, başka bir öşür memuru ile karşılaşacak
olsa, ilk Ödemesinin üzerinden bir yıl geçmedikçe bu öşür memuru, onun
malından birşey alamaz.
Çünkü İslâm yurdunda
dolaştığı müddetçe kendisine verilen eman geçerlidir. Ülkemizi terkedinceye
kadar kendisine verilen eman son bulmaz. O, tıpkı
239
zimmî gibi İslâm
yurdunda dolaşır. Öşür memuru, zimmî birinden ancak yılda bir defa öşür vergisi
alır. Yılda birkaç defa zimmîyle karşılaşacak olsa yine yılda bir defadan fazla
öşür alamaz. Eman alarak ülkemize girmiş olan harp ehlinden kişinin durumu
böyledir.
Şu rivayet buna
delilidir: Bizanslı biri, Hz.Ömer'in öşür memuru ile karşılaşır. Bizanslının
beraberinde yirmibin dirhem değerinde bir at vardır. Öşür memuru, onsekizbin
dirheme bu atı satınalmak ister. Adam atı satmak istemez ve at için öşür öder.
Dönüşünde tekrar öşür memuru ile karşılaşır. Memur ikinci defa öşür almak
ister. Ancak Bizanslı Ödemez ve durumu Hz. Ömer'e şikâyete gider. Hz. Ömer mescittedir.
Çıkmasını bekler. Nihayet durumunu arzeder. Hz. Ömer, bir daha kendisinen bu
verginin alınmamasını yazmıştır. Öşür memuruna kendisinden tekrar herhangi bir
öşür alınmayacağını söyler ve kendisine konuyla ili— gili Hz. Ömer'in mektubunu
gösterir. Bu bizansh hiristiyan, Hz. Ömer'in adaleti karşısında hayretlere
düşer ve İslâmı seçer.
4243- Harp ehlinden
kişi, öşür memuru kendisinden öşür aldıktan sonra aynı gün veya bir gün sonra
harp yurduna geri dönüp tekrar eman alarak malıyla birlikte İslâm yurduna
giriş yapacak olursa, öşür memuru tekrar kendisinden öşür alır.
Çünkü harp yurduna
geri dönmekle daha Önce kendisine verilmiş olan emanın hükmü ortadan
kalkmıştır. Tekrar İslâm yurduna girdiğinde yeni bir eman ile girmektedir.
Böylece ilk defa girmiş ya da harp ehlinden başka biri ülkemize giriş yapmış
gibidir. Bu nedenle her giriş yaptığında öşür ödemek zorundadır.
4244- Harp ehlinin
yurttaşı bulunduğu devlet, kaç defa ülkelerine giriş yaparlarsa yapsınlar
müslümanlardan yıl-
da sadece bir defa
vergi alıyorsa, biz de bir defa ondan Öşür alırız.
Daha önce de
belirttiğimiz gibi bizimle onlar arasındaki münasebetler mütekabiliyet esasına
göre yürütülür.
4245- Harp ehlinden
biri eman alarak beraberinde içki veya domuz alıp İslâm yurduna giriş yapacak
olursa, içkinin öşrünü öder ama domuzların öşrünü ödemez. İçkinin
240
öşrünü Öderken de içki
olarak değil, karşılığı olan parayı öder. Yanında Ödeyecek parası yoksa, bu
durumda öşür memuru, içkisini satıp bu parayı ödemesini söyler. Bize göre durum
budur. İmam Zufer'e göre ise, hem iç-kiden, hem
domuzdan öşür almaz.
Çünkü imam Zufer'e
göre müslüman açısından içki mal değildir. Öşür toplayan müsliiman olunca
sanki o giriş yapan kişi, yanında bir mal olmaksızın girip yapmış kabul edilir.
Domuz konusunda da hüküm budur. Çünkü içki de, müslüman açısından domuz
mesabesindedir. Nitekim domuzdan öşür alınmayacağı konusunda icma olunca, içki
de öşre tabi olmamalıdır. Bizim bu konudaki delilimiz şu rivayettir:
Hz. Ömer, vergi
mevsimi geldiğinde memurlarını toplamış ve kendilerine, zİmmîlerin elinde
bulduğunuz içki konusunda ne yapıyorsunuz, diye sormuştur. Kendilerinden
yirmide bir alıyoruz, deyince, Hz. Ömer şöyle demiştir:
4245a- İçkilerini
satıp parasının yirmidebirini vermelerini
sağlayınız.
Çünkü içki, domuza
nazaran mal olmaya daha yakındır. Çünkü bizim açımızdan başlangıçta
farmantasyona uğraymcaya kadar mal idi. Sirkeye dönüşecek olursa yine mal
olur. Oysa domuz böyle değildir. Bizim açımızdan başlangıçta da, sonuçta da
mal değildir. Durum böyle olunca, içkinin haramlığı daha hafiftir. Bu nedenle
içkiden öşrün alınıp domuzdan alınmaması caizdir. Ayrıca Öşür memuru, içkinin
kendisini değil, değerini almaktadır.
Müslümanlar da içkinin
değeri konsunda bilgi sahibidir. Çünkü iyi ve kötü her mü.slümanın evinde içki
bulunabilir. İyi kişi, sirkeye dönüşsün diye bulundururken, kötü kişi içmek
için bulundurur. Müslümanlar içkinin fiyat olarak değerini bildiklerine göre,
öşür memuru müslümanların değer biçmelerine* göre değerinin öşrünü alır.
Domuza gelince; müslü
m anlardan hiçkimse domuz beslemez. Ayrıca müs-lümanlar onun ne değerde
olduğunu da bilmezler. Ancak kâfirler domuzun değerini bilirler. Kâfirlerin,
müslümanların aleyhindeki şahitlikleri ise muteber değildir. Bu sebeple
onların sözlerine itibar edilmez. Ayrıca içki mislidir (benzeri var-
15- İçkiden maksat
şaraptır. Çünkü şarap, sirkeye dönüşebilir. (Çeviren)
241
dır) ve mislinin
alınması gerekir. Ancak müslümanın içkiye sahip olması yasaklanmıştır. Değeri
alınınca içkinin kendisinden yüzçevrİlmiş olur. Bu nedenle içkinin öşrünün
alınması caizdir. Domuzun ise bir misli yoktur. Onun misli, değeridir. Değeri
alınınca da kendisi alınmış gibi olur. Müslümanın, domuzun kendisini veya
bedelini mülk edinmesi haramdır.
îçki, zimmet ehli için
bir maldır. Müslüman devlet başkanı onların mallarını koruması gerekir. O da
sair mallara benzer. Domuz konusunda ise böyle bir durum sözkonusu değildir.
Domuz, müslümanın korumasına verilemez.
Görmüyor musun, domuz
miras olarak kalmaz. Ayrıca domuz üzerinde müslümanın muteber bir koruması
sözkonusu değilse, devlet başkanının da koruma ve himayesine giremez. Devlet
bakşanımn domuz himaye ve koruması sözkonusu olamayacağına göre ondan öşür
alması da sözkonusun değildir. Aynca harp ehli, domuz ve içki götürüp ülkelerine
giriş yapan zimmîlerimizden vergi almıyorlarsa, biz de onların ülkemize
soktukları İçki ve domuzlardan dolayı onlardan vergi almayız.
Çünkü içki ve domuz,
zimmîler hariç, ülkemizin vatandaşlarından hiçbiri için mülk olmaz. Bu hususta
zimmîlerimizden vergi almıyorlarsa biz de bu hsusta onlardan vergi almayız.
Çünkü onlardan alman vergi, bizden almış oldukları verginin bir karşılığıdır.
4246- Ülkelerine
soktukları herhangi bir maldan dolayı müslümanlardan vergi almıyor, fakat
zimmilerimizden alı-
yorlarsa ya da
zimmîlerimizden almayıp müslümanlardan alıyorlarsa, her iki durumda da onlardan
öşür vergi alırız.
Çünkü belli bir malı
vergi dışı bırakmıyorlar. Ülkemiz vatandaşlarının bir kısmından alıp bir
kısmından almıyorlar. Mütekabiliyet esasına göre hareket edeceğimiz bir zemin
de yoktur. Çünkü onlann vatandaşlarının tamamı bir sınıftır. Onlardan şu
sınıftan vergi alalım, diğerinden almayalım diyebileceğimiz bir sınıflandırma
onlar açısından sözkonusu değildir. Onların tamamı aynı sınıftır. Bu nedenle
tamamından öşür alırız. Bizi iki sınıf ayırdıklarında biz de karşılığında onlardan
iki sınıf bulabilirsek mütekabiliyet prensibini uygularız. Mesela erkeklerimizden
öşür alıp kadınlarımızdan almayacak olurlarsa, biz de aynı şekilde davranırız.
242
4247- Harp ehlinden alınan her öşür, sadakalar
fonuna değil, savaş için olan haraç fonuna yatırılır.
Çünkü sadaka, onu
veren için bir temizliktir. Kâfir ise, temizlenme ehlinden değildir ki
kendisinden alınanlar sadaka fonuna konabilsin.
4248- Müslüman biri eman alarak yanında bir mal bulunup
ticaret yapmak üzere hap yurduna gidecek olsa ya da yanında mal bulunmayıp
orada ticaret yapacak olsa ve harp yurdunda kalarak sonra İslâm yurduna malıyla
birlikte giriş yapacak olsa, öşür memuru ondan hiçbir şey almaz.
Çünkü öşür memuru,
devlet başkanının himaye ve gözetiminde olan maldan sadaka vergisini alır,
Alınan sadaka, devlet başkanının bu koruma ve himayesinin bir karşılığıdır.
Görmüyor musun,
isyanci(bâğî)lerın
hakimiyetlerinin bulunduğu bir bölgede olup üzerinden bir yıl geçtikten
sonra diğer müslümanlarm hakimiyetinde bulunan bir bölgeye gelecek olsa, geçmiş
olan zekâtından dolayı o kişi sorgulana-maz. Çünkü o dönemde mal, devlet
başkanının himaye ve gözetiminde değildi. Burada da durum aynıdır. Çünkü zekât,
Allah'ın hakkıdır. Müslümanların devlet başkanlarının hükmünün uygulanamadığı
yerde, nasıl daru'lharpte kişinin işlediği zina, hırsızlık, yol kesme ve içki
gibi Allah'ın hakkına taalluk eden cezalar konusunda o kişi sorgulanamıyorsa,
zekâttan dolayı da sorgulanamaz. Böyle bir durumda müslüman kişiye, kendisi
ile Rabbi arasında zekâtın vermesi emredilir ama buna zorlanamaz. Ödemiyorsa,
günahkârdır. Çünkü malının üzerinden bir yıl geçmiştir ve malında zekât vacip
olmuştur. Vacip olunca da kendisine burosvermesi emredilir. Tıpkı namaz
kılması, oruç tutması emredildiği gibi. Yine isyancı olan birinin, meşru
yönetimin hakimiyetine dönmesi durumunda, geçmişteki zekâtını vermesi
doğrultusunda fetva verilmesi gibi.
4249- Eman alarak hap
yurduna gitmiş olan kimse hakkında geçerli olan hüküm, hap yurdunda esir düşen
ve orada ticaretle uyraşarak malının üzerinden bir yıl geçtikten sonra İslâm
yurduna gelen kişi hakkında da aynen geçerlidir.
243
Öşür memuru kanun gücü
ile kendisinden öşür almaz, ancak kendisi ile rabbi arasında zekâtını vermesi
konusunda fetva verilir.
4250- Harp yurdunda İslâmı kabul edip orada malının
üzerinden bir yıl geçtikten sonra malıyla birlikte İslâm yurduna gelen kimse
hakkındaki hüküm de aynıdır.
Öşür memuru
kendisinden öşür almaz. Ancak kendisi hap yurdunda iken malında zekât
bulunduğuna dair bir bilgiye sahip ise ve bu bilgiyi edindikten sonra malının
üzerinden bir yıl geçmişse, kendisi ile Rabbi arasında zekâtını ödemesi
gerekir. Şayet zekât verileceğine dair bir bilgiye sahip değilse, sahip olduktan
sonra bir yılın geçmesiyle zekâtını öder.
Çünkü zekât, şeriatın
emirlerindendir ve bu tür emirler ancak duyulup bilindikten sonra geçerlilik
kazanırlar. Ama bu konuda kendisine bîr bilgi ulaşmamış kimseler, sorumlu
değillir.
4251- Harp ehlinden çokça ticaret malı ve hayvan sürüleri olan biri İslâmı kabul
eder ve malında zekât bulunduğunu
öğrendikten sonra harp yurdunda altı aydan az veya çok kalır, sonra darulislama
çıkar ve üzerinden bir yıl geçerse, hem vergi memuru hem de zekat memuru kendisinden
mal ve hayvanlarının vergi ve zekatını alırlar.
Çünkü kendisi hap
yurdunda iken üzerinden bir yıl geçmesiyle malında zekât vacip olur.
Görmüyor musun, İslâm
yurduna gelmemiş olsa bile zekâtı vermesi kendisine emredilir. Ödemediği
takdirde de günahkar olur. darulharpte zekat borcu kendisine vacip olmuştur.
Vacip olması önemlidir. Kendisine vaip olduğu esnada da İslâm yurdundadır ve
malları müslüman devlet başkanının koruması altındadır. Burada İslâmın
hükümleri geçerlidir. Bu nedenle kendisinden öşür alnır.
Nitekim yıla nisab
miktarına sahip olarak girip yıl içerisinde malı nisap miktarından azalır ve
yıl tamamlandığında tekrar nisap miktarına uluşacak olursa, yine malında zekât
vacip olur. Tam bir yılın geçmesine itibar edilir. Çünkü zekâtın vacip olması
için yılın geçmesi gerekir. Yıl içerisindeki eksilmeye itibar edilmez. Bu
nedenle yılın bir kısmının daru'lharpte geçmiş olmasına itibar edilmez.
İslâm yurduna giriş
yapan esir veya eman sahibi kişinin durumu da böyledir. İslâm yurdunda
bulunduğu bir sırada yıl tamasmîanmişsa, kendisinden zekât alınır.
244
4252- Müslüman ya da
zinırnî biri beraberinde bir miktar mal ya da para bulunduğu halde öşür
memuruyla karşılaşır ve ticaret yapmak üzere bu mallarla harp yurduna girmek
istediğini, bu malların eline geçmesinin üzerinden ancak birkaç ay geçtiğini ve
henüz yılın dolmadığını söyleyecek olsa, öşür memuru bu kişinin beyanını kabul
eder ve kendisinden Öşür almaz.
Çünkü malında zekât
hakkının bulunduğunu reddetmektedir. Bu hususta kendisinin beyanına itibar
edilir.
4253- O mallarla harp
yurduna gider, ticaret yapar, alır satar ve harp yurdunda iken yılı doldurur,
sonra da İslâm yurduna giriş yapacak olur ve Öşür memuru ile karşılaşırsa,
öşür memuru, geçen müddet için kendisinden öşür almaz.
Çünkü mal harp
yurdunda bulunduğu bir sırada yıl tamalanmıştır. Öşrün vacip oluşu ise, yılın
tamamlandığı dönemdir. Yıl tamamlandığında sözkonusu mal İslâm hükümlerinin
geçerli olmadığı bir bölgede bulunduğundan sözkonusu Öşrü devlet başkanı
alamaz.
4254- Yılın bitmesine
bir iki gün kalıncaya kadar harp yurdunda kalır ve son bir iki gün içinde islâm
yurduna giriş yapar ve müddeti burada dolduracak olursa, öşür memuru
kendisinden öşrü alır.
Çünkü malında öşür
hakkı vacip olduğunda malı devlet başkanının koruma ve himayesindedir. İslâm
yurdunda İslâmın hükümleri geçerlidir. Bu nedenle devlet başkanı kendisinden
öşür alma yetkisine sahiptir.
4255- İslâm yurdunda
eman sahibi biri veya bir zimmî ya da müslüman biri, malının üzerinden birinci
yıl geçtiği halde Öşür memuruyla karşılaşır fakat malını memurdan gizler,
ikinci yıl tamamlandığında yine gizler, üçüncü yıl geçtiğinde de yine gizler ve
nihayet öşür memuru bunun farkına varacak olursa, geçen üç yılın öşrünü toptan
kendisinden alır.
245
Çünkü her defasında
öşür memurunun alacağı sabit olmuştur. Çünkü İslâm yurdunda bulunduğu bir
sırada malında zekat borcu sabit olmuştur. Sabit olan bir hak, üzerinden
müddetin geçmesi ya da gizlenmesi sebebiyle ortadan kalkmaz.
4256- Harp ehlinden
olan kişi, bu üç yılın her birinde öşür memuru kendisinden öşür almadan harp
yurduna giriş yapacak olursa, öşür memuru sadece son yılın öşrünü kendisinden
alır.
Çünkü harp yurduna her
gittiğinde kendisi açısından İslâmi hükümlerin hükmü ve hakkındaki eman ortadan
kalkarJslâm yurdundan her çıkış yaptığında kendisi de artık sair darulharp
yurdu vatandaşı kişiler hükmündedir.
Görmüyor musun, öşür
memuru kendisinden öşür alır ve aynı gün içerisinde harp yurduna gider ve
hemen ardından İslâm yurduna giriş yapacak olursa, öşür memuru tekrar
kendisinden öşür alır. Nasıl harp yurduna gittiğinde müslü-manlann kendisinden
aldıklarının hükmü ortadan kalkıyorsa, harp yurduna yılı tamamlamadan
gittiğinde de müslümanlann kendisinden alacaklarının hükmü ortadan kalkar ve
harp yurdunun diğer vatandaşları konumuna girer.
4257- Darulharp
vatandaşı, eman altındaki kişi, zımmi ve müslüman kişi üç yıl ticaret yapar ve
bu müddet içinde öşür memuru ile karşılaşmaz, üç yıl geçtikten sonra öşür
memuruna uğrar ve üç yıldır öşür ödemediklerini, müslüman da üç yıldır malının
zekatını vermediğini haber verecek olursa, öşür memuru müslümandan sadece
üçüncü yılın zekâtını alır. Geçmiş iki yılın zekâtını almaz. Çünkü öşür memuru,
üçüncü yılda islam yurdunda himaye altında bulunan malın öşrünü alır. Geçmiş
iki yılda himayesinde bulunmayan malın öşrünü almaz. Halbuki darul-harpte
bulunan malın üzerinden yıl geçince durum farklı olmaktadır.
İkinci malda hak vacip
olmadıkça, alma hakkı devam etmektedir. Birinci hakkı alma zamanı geçmiş ve
ikinci hakkı alma zamanı gelmiştir. Birinci yılın hakkı gerçek-
leşip ikinci yılın
hakkı gerçekleşmeden önce öşür memuru
246
ile karşılaşırsa, alma
hakkı olduğundan memur öşrü kendisinden tahsil eder.Darulharpte bulunan malın
üzerinden bir yıl geçtiği taktirde, ikinci yılm hakkı gerçekleşmeden önce öşür
memuru tespit etse bile, ondan öşür alamaz.
Çünkü sözkonusıı mal
üzerinden yıl tamamlanırken o mal İslâmm hükümlerinin geçerli olmadığı bir
yerde bulunuyordu. Bu nedenle o maldan öşür alınması sözkonusu olamaz. İslâm
yurdunda bulunan mal ise, müslümanların devlet başkanı hükümlerinin geçerli
bulunduğu bir yerdedir. Öşür memuru bu malla karşılaştığında ondan öşür alma
hakkına sahiptir. Ancak bu hakkı, ikinci yıl tamamlanıp ikinci hak vacip
oluncaya kadar onu alma hakkına sahip olur.
4258- Darulharp
vatandaşı ve zımminin hayvanlarından
zekat alınmaz.
Çünkü zekât vermek bir
ibadet olup kâfir üzerinde vacip değildir.
Müslümanların zekata
tabi hayvanları üzerinden geçen bütün yılların zekatı alınır.
Çünkü bunların
zekâtını almak, himayesi sebebiyle devlete aittir. Öşür memuru, devlet başkanı
adına geçmiş yılların zekâtını alır.
Halbuki Öşrün durumu
böyle değildir. Öşür memuru ancak son yılın öşrünü alır.
Çünkü öşür memuru,
ancak karşılaştığı maldan öşür alır. Sözkonusu mal ile ancak dördüncü yılda
karşılaştığına göre sadece üçüncü yılın öşrünü alır. Oysa zekât memuru, yıl
hesabına göre hayvanlardan zekât alır. Bu nedenle de geçen tüm yılların
zekâtını alır. 4
4259- Müslüman kişi,
ben geçmiş yıllarda bu hayvanların zekatını fakirlere verdim, derse sözüne
itibar edilmez ve geçmiş üç yılın zekâtı kendisinden alınır.
Mezhebimizde görüş
budur. İmam şafiîye göre ise, geçmiş yılların zekâtını alamaz. Ona göre, zekât
fakirlerin hakkı olduğundan kişi fakirlere verdiğini söylüyorsa, hakkı yerine
ulaştırmış demektir. Ticaret mallarının zekâtını kendisi nasıl fakirlere direkt
olarak verebiliyorsa, hayvanların zekâtını da verebilir.
Biz ise şöyle diyoruz:
Zekâtı alma hakkı, zekât memuruna aittir. Kişinin fakirlere onu ödemesi, zekât
memurunun alma hakkını ortadan kaldırmaz. Mesela
247
borçlu olan kişi,
borcu vasiye değil, çocuğun kendisine ödeyecek olsa, borcunu ödemiş olmaz.
Sözkonusu borcu çocuğun vasisine ödemesi gerekir.
4260- Devlet başkanı, savaş ve
benzeri meşguliyetlerden dolayı
sözkonusu yıllarda kendilerine zekât memuru göndermemiş ve kendileri
zekâtlarını ödemiş olup: Bize memur gönderilmediği için biz kendimiz fakirlere
zekâtlarımızı verdik, derlerse sözleri kabul edilir ve kendilerinden herhangi
birşey alınmaz.
Çünkü devlet başkanı o
yıllarda kendilerine memur göndermemişse, onlardan herhangi bir İsteği yoktur,
demektir. Devlet başkanından istek gelmedikçe, zekâtı devlet başkanına ödemek
gerekmez. Kişinin kendisi direkt olarak zekâtını ödeyecek olursa sorumluluktan
kurtulur.
4261- Darulharp vatandaşı veya eman sahibi biri
veya zimmı yahut müslüman biri öşür memuruyla karşılaştığında: Bu
yıl içerisinde senden başka bir
Öşür memuruna öşrümü ödedim, deyip borçlarının olmadığını söyler ve memur
şüphelendiği takdirde de adam buna dair yemin edecek olursa, Öşür memuru
kendisinden herhangi bir şey
alamaz.
Çünkü zekât, Allah'ın
hakkı olup o malın malikinin yanında bir emanettir. Emanetçi kişi, emaneti geri
verdiğini söyleyecek olursa sözü doğrulanır. Müslüman ve zimmî hakkındaki bu
hüküm açıktır. Çünkü borçluyuz diyecek olsalar yine sözlerinde doğrulanırlar.
4262- Darulharp
vatandaşına gelince; borçluyum diyecek olsa sözü doğrulanmaz, ama başka bir
öşür memuruna öşrü ödedim, derse sözü doğrulanır.
Çünkü burada söylediği
söz, beratını pekiştirme anlamındadır. Bu nedenle sözü doğru kabul edilir. Borç
meselesinde ise, sözünü doğru kabul etmemiz için bir ilave söz konusu değildir
ve bu nedenle de sözünün doğru kabul edilmemesi
caizdir.
Bu konuda delil, Hz.
Ömer'le ilgili nakledilen şu rivayettir: Yaşlı bir hıristiyan kendisine
gelerek: Senin öşür memurların bir yılda benden iki defa öşür
248
aldılar, dediğinde Hz.
Ömer, memurlarına bir genelge göndererek yılda sadece bir defa öşür almalarını
yazmıştır. Hz. Ömer'in hıristiyanm sözüne dayanarak böyle bir genelge
göndermesi, harp ehlinden olan birinin sözünü doğru kabul etmesinden dolayı
değil midir?
4263- Müslüman veya
zimmî bir kişinin ticaret malı bulunup İslâm yurdunda iken üzerinden bir yıl
geçtikten sonra eman alarak o malıyla harp yurduna giriş yapar, bir yıl da
orada ticaretle uğraşıp sonra o malıyla İslâm yurduna gelir ve müslümanlann
öşür memuruyla karşılaşacak olursa, öşür memuru ne birinci yıl için ve ne de
ikinci yıl için malından öşür alamaz.
Birinci yıl için
almamasının sebebi, öşür alma döneminde onunla karşılaşmamış olmasıdır. İkinci
yıl için almamasının sebebi ise, yıl dönüşünü yapıp tamamladığında malın harp
yurdunda bulunmasıdır. Dârii'Iharpte iken üzerinden yıl geçmiş olan malda öşrün
bulunmadığını daha önce belirtmiştik.
4264- Ancak birinci
yıl öşür memuruyla karşılaşmış fakat malını gizlemiş ve daha sonra harp
yurduna gitmiş, orada da bir yıl kaldıktan sonra geri dönmüş ve öşür memuruyla
karşılaşıp birinci yıl ödemediği ortaya çıkmışsa, öşür memuru birinci yılın
Öşrünü alır, ikinci yılın öşrünü almaz.
Birinci yıl için alır,
çünkü hakkın vacip oluşundan sonra öşür memuru ile karşılaşmıştır. Gerçekleşen
bir hak, geciktirilmiş olmasıyla ortadan kalkmaz. İkinci yıl için öşür almaz,
çünkü yılın geçmesi, harp yurdunda gerçekleşmiştir. Otlayan hayvan hakkındaki
hüküm de böyledir.
Birinci yıla gelince;
maldaki hak vacip olduktan sonra geçmiştir. Böylece bu yılın zekâtını almak sabit
olmuştur. Aradan bir müddetin geçmiş olmasıyla bu hak ortadan kalkmaz. İkinci
yıl ise, harp yurdunda geçmiştir. Bu nedenle ikinci yılın zekâtı alınmaz.
Memur, sadece birinci yılın zekâtını alır.
Çünkü sadaka memurunun
alma hakkı, yılın geçmesiyle sübût bulur. Sü-bût bulması, zekât memuruyla
karşılaşıp karşı laşmamasiy la ilgili değildir. İslâm
249
yurdunda bir yıl tam
olarak üzerinden geçtiğinden o yılın zekâtı sübût bulmuştur demektir.
Zekât memuru, ikinci
yıl için bir şey almaz.
Çünkü ikinci yıl söz
konusu malın harp yurdunda bulunduğu bir sırada tamamlanmıştır. Bu nedenle bu
yıl için zekât memurunun bir şey alma hakkı yoktur.
4265- Darulharpten
biri eman alarak
İslâm yurduna gelir ve İslâm
yurdunda bulunduğu sırada malının üzerinden bir veya iki yıl geçer ve
Müslümanların öşür memuruyla karşılaşıp malını kendisinden gizleyecek olur,
fakat daha sonra memur bunun farkına varır ve durumu ortaya çıkaracak olursa,
geçmiş yılların da Öşrünü kendisinden alır.
Ama öşür memuru bu
durumun farkına varmaz ve nihayet İslâm yurduna giriş yapar ve öşür memuruyla
karşılaşıp geçmiş yıllarda malını öşür memurundan sakladığı ortaya çıkacak
olursa, Öşür memuru geçmiş yılların Öşrünü alamaz. Ancak son giriş
yaptığı yılın öşrünü alabilir. Çünkü İslâm yurdundan çıkıp harp yurduna giriş
yapmasıyla kendisi hakkındaki İslâm devletinin hükümleri ortadan kalkmıştır.
Devlet kendisinden bu öşrü alırken İslâmi hükümler gereği alıyordu. Artık
îslâmın hükümleri o kişi açısından ortadan kalktığına göre devlet başkanının
kendisinden öşür alma hakkı da ortadan kalkar.
4266- Öşür verme kendisine vacip olduktan sonra vatandaşı
bulunduğu harp yurduna değil de, İslâm yurdundan başka bir harp yurduna eman
alarak ticaret yapmak üzere gidecek olursa, bakılır; İslâm yurduna girmek üzere
eman istediğinde başka bir ülkeye gideceğini söylemişse, o ülkeye gitmekle
kendisi hakkında vacip olan Öşürler ortadan kalkmış olur.
Çünkü İslâmi
hükümlerin yürürlükte olmadığı bir devlete gitmiştir. Kendi ülkesine gidip
ülkesinden başka bir ülkeye gitmiş gibi kabul edilir. Durum böyle olduğu
takdirde vermesi gereken öşürler ortadan kalkmış olur.
250
4267- Başka bir ülkeye gitmek ve oradan tekrar
İslâm yurduna dönmek üzere müslümanlar kendisine eman ver-nıişlerse, hüküm yine
aynıdır ve kendisi hakkında sübût bulmuş olan Öşürleri ortadan kaldırır.
Yine diğer ülkeye
geçmek ve daha sonra İslâm yurduna geri dönmek üzere eman ister, kendileri de
bu konuda kendisine eman verir ve Öşür kendisine vacip olduktan sonra İslâm
yurduna gelir, sonra da İslâm yurdundan çıkarsa, Müslümanlar geçmiş yıllar
için kendisinden öşür almazlar, sadece o ülkeden İslâm yurduna girişinde öşür
alırlar. Çünkü îslâmın hükümleri, gittiği harp yurdunda geçerli değildir.
4268- Müslümanlar tarafından eman altında da olsa
İs-lânıın hükümlerinin yürürlükte
olmadığı bir yere
çıkış yapmasıyla kendisi hakkında sübût bulmuş öşür ortadan kaldırır.
Ancak bunun yanında kendisinden alınmış olan Öşrün hükmünü de ortadan kalkar.
Öyle ki müslümanlar, ülkesinden
çıkıp ülkemize giriş
yaptığında kendisinden öşür
almışlarsa ve diğer ülkelere geçiş yapıp birkaç gün içerisinde tekrar geri
dönecek olursa, müslümanlar yine kendisinden öşür alırlar.
Çünkü diğer ülkeye
geçiş yapmakla İslâmın hükümlerinin yürürlükte bulunduğu sınırların dışına
çıkmıştır.
^
4269- Geri döndüğünde öşür memuru yine kendisinden
öşür alır. Böylece kendisinin durumu, antlaşmalı yurdu vatandaşlarından birinin
durumu gibi olur. Onlardan biri, antlaşma gereği darulislama geldiği her sene
için öşür memuru kendisinden öşür alır.
Çünkü kendi yurduna
giriş yapmakla müslümanların hükümlerinin dışına çıkmıştır. O ülkede eman
içerisinde olsa da, kendisinden alınmış olan öşrün hükmünü ortadan
kaldırmıştır. Burada da durum aynıdır.
251
4270- Harp yurdu halkı, İslânti hükümlerin
ülkelerinde yürürlükte olmaması ve zimmî sayılmamaları konusunda müplümanlara
her yıl belli miktarda bir haraç ödemek üzere antlaşma yapıp onlardan biri bu
antlaşma gereğince yanında çok miktarda mal bulunduğu halde İslâm yurduna
giriş yaparsa, kendisi eman içerisindedir
ama getirdiği mallardan dolayı Öşür ödemek zorundadır.
Çünkü harp ehlinden
biri olmaya devam etmektedir. Sadece antlaşma gereği kendisi için eman vardır.
Ayrıca zimmî de değildir. Çünkü Müslümanların hükümleri kendileri hakkında
yürürlükte değildir. Böylece kendisi aramızda antlaşma bulunmayan ve eman
alarak ülkemize giren herhangi bir darulharp ehli kimseye benzemektedir. Bu
nedenle de kendisinden öşür alınır.
4271- İslâm yurdunda iken kendisi hakkında birtakım
öşürler sübût bulmuş fakat bu öşürleri ödemeden antlaşmalı yurda çıkış yapmış
ve sonra tekrar İslâm yurduna girmişse,
öşür memuru geçmiş
yıllar için kendisinden öşür alamaz.
Daha önce de
belirttiğimiz gibi aramızda antlaşma bulunan ülke ile antlaşma bulunmayan ülke
arasında bir fark yoktur. Nitekim müslüman veya zimmî birinin de aramızda
antlaşma bulunan ülke ile aramızda antlaşma bulunmayan ülkeye çıkışları da
hüküm bakımından aynıdır. Çünkü o ülkede îslâmm hükümleri yürürlükte
bulunmadığından antlaşmadan dolayı o ülke İslâm yurdu sayılmaz.
Başarı Allah'tandır.
■
■
253
-206-
HARP YURDU VE ANTLAŞMALI YURTTAN
ELDE EDİLEN MADEN VE DEFİNELERİN
VERGİLERİ (HUMUS VE
BENZERİ HUSUSLAR)
İmam Muhammed -Allah
rahmet etsin- dedi ki:
4272- Müslüman biri eman alarak harp yurduna girip
yer altında altın.gümüş ve cevher gibi bir rikâz (maden veya define)
bulduğunda bakılır; eğer
onlardan birinin toprağında
bunları bulmuş ise, bulduğunu o kimseye verir ve haksızlık etmez.
Çünkü buldukları, o
toprağın sahibine aittir. Bulduğunu o kimseye vermediği takdirde bir ihanet ve
haksızlık yapmış olur. Halbuki mal ve canları hususunda onlara ihanet ve
haksızlık etmeyeceğini garanti etmiştir.
4273- Çölde ya da harp yurdundan kimseye ait olmayan
bir yerde bulmuşsa, bulduğu kendisine aittir. Bu, e-man alarak harp yurduna
giren kimsenin avlanmasına benzer. Avladığı kendisine aittir. Buradaki rikaz
(yer altında bulunan define) de kendisine aittir. Bulduğunu İslâm yurduna
getirdiği takdirde ondan beşte bir pay alınmaz.
Çünkü Allahın dinini
yüceltme uğruna ve düşmana saldırdığı bir sırada bulmuş değildir. Elde ettiği,
çalıp çırpan konumundadır. Harp yurdundan bir şeyler çalmış olanın çaldığında
beşte bir pay yoktur.
Müslümanların vergi
memuruyla karşılaştığında bulduğunun vergisini de ödemez.
Çünkü bu malı harp
yurdunda ele geçirmiştir ve harp yurdunda İslam devletinin himaye ve koruması
söz konusu değildir. Bu nedenle vergi de ödemez.
4274- Nitekim biri eman alarak malıyla birlikte
harp yurduna gitse ve orada malının üzerinden bir yıl geçtikten sonra malı ile
darulislama giriş yapsa vergi Ödemez. O halde harp yurdunda elde
ettiği maldan evliyetle vergi ödememesi gerekir. Buna göre eman
alarak harp yurduna
254
giden kişi orada
altın, gümüş, demir ve benzeri madenler ya da denizde anber, inci elde ettiği
takdirde vergi Ödemesi gerekmemektedir.
Çünkü elde ettiği
şeyler kimsenin mülkü değildir. Çölde bulduğu define mesabesindedir. Bulduğunu
İslâm yurduna getirdiği takdirde ona vergi düşmez.
4275- Onlardan birinin
mülkiyetinde bulunan bir yerde maden bulan kişi, o madeni sahibine iade eder.
Bu konuda harp ehlinden müslüman olan kişi ile esir düşmüş müs-lümanın durumu
aynıdır. Ancak bir meselede fark vardır; Esir olan kişi ile harp ehlinden
müslüman olan kişi harp ehlinden birine ait olan bir yerden elde ettiği şeyler
kendisine ait olur ve onlar için hem beştebir pay hem vergi ödemez.
Çünkü bu durumda olan
kimselere eman yoktur. Onları öldürüp mallarını alma gücüne sahip ise bunu
yapması caizdir. O halde orada bir maden bulduğunda evleviyetle kendisine ait
olur.
■
4276- Yine buldukları
yitik mallar da kendilerindir ve bu mallardan ne beştebir payı ne de öşür
alınır. İslâm yurdunda Öşür memuruyla karşılaştıkları taktirde Öşür vermezler.
Çünkü zahirde bu mal,
harp ehlinin malıdır. Harp ehlinden birinin mülkiyetinde olan bir yerde
buldukları mal kendilerine ait olunca, buldukları yitik mallar evleviyetle
kendilerine ait olur.
4277- Eman altındaki kişiye gelince, harp yurdunda
yitik bir mal bulduğunda İslâm yurdunda olduğu gibi onu ilan etmesi gerekir.
Çünkü mallarım alması
kendisi için caiz değildir. Nasıl müslümanlann mallarını alması caiz değilse,
onların mallarını da alması caiz değildir.
4278- Tıpkı İslâm yurdunda bulunan yitik mal gibi
bir yıl kadar bulduğunu ilan eder, sahibi bulunmadığı tak-
255
dirde onu tasadduk
eder. Bü malı harp yurdunda yaşayan müslüman fakirlere tasadduk etmesi bana
göre daha uygundur. Müslüman fakir bulunmadığı taktirde zimmî fakirlere
tasadduk eder.
Çünkü İslâm yurdundaki
zimmî fakirlere tasadduk etmesi caiz olunca harp yurdundaki zimmî fakirlere
tasadduk etmesi de caiz olur.
Zimmet ehli fakir
bulunmazsa, darulharp ehli fakirlere
verir.
Çünkü bu mal, harp
ehlinin malıdır ve onların fakirlerine tasadduk edilmesi caizdir.
Oysa İslâm
yurdunda bulunan yitik
malın durumu
böyle değildir. Bunun
harp ehli fakirlerine tasadduk edilmesi caiz değildir.
Çünkü İslâm yurdunda
bulunan yitik malın sahibi müslümandır ve bu mal İslâm yurdu vatandaşı olmayan
fakirlere harcanamaz.
Bulan kişinin kendisi
fakir ise, o bulduğunu kendisi
için harcamasında bir
sakınca yoktur.
Çünkü İslâm yurdunda
bir yitik mal bulan kişinin o malı kendi harcamalarında kullanmasında bir
sakınca olmayınca, orada kendisi için harcamasında evleviyetle bir sakınca
olmaz.
Yitik malı bulan kişi
şayet zengin ise, görüşümüze göre onu kendi harcamalarında kullanması caiz
değildir.
Şafiî'ye göre ise
caizdir.
4279- Bulduğu yitik
malı kendisi harcadıktan veya onu tasadduk ettikten sonra o malın sahibi gelip
o malı tarif ederse, malın ona ait olduğu sabit olduktan sonra İslâm
mahkemesinde muhakeme olduklarında benim görüşüme göre harcayan veya tasaddk
eden kişinin o malın karşılığını sahibine tazminat vermesi evladır. Ancak bu konuda
mahkeme kendisini zorlayamaz. Çünkü bu malı harp yurdunda harcamıştır. Hatta o
malı gasp etmiş olsaydı
yine onu tazmin
etmezdi. O halde hüküm açısından bu meselede de tazmin etmesi
kendisinden İstenemez.
Ancak müstehab olan
onu tazmin etmesidir.
256
Aynı şekilde yitik
malı da harcadıktan sonra hüküm açısından tazmin etmeye zorlanamaz.
4280- Harp yurdundan
biri eman alarak İslâm yurduna gelip define veya maden bulur, oradan altın,
demir gibi şeyler çıkaracak olsa, müslüman devlet başkanı bulduklarının
hepsini kendisinden alır ve kendisine hiçbir şey vermez.
Çünkü bulunan bu
şeylerin hepsi ganimettir. Müslümanlar at koşturarak buraları fethetmişlerdir.
Görmüyor musun,
müslüman bu madenleri bulmuş olsaydı beşte birini verir ve geri kalanı
kendisine ait olurdu. Şayet bulunan şeyler ganimet olmamış olsaydı onda
beştebir payı olmazdı. Harp ehlinden birinin ise Müslümanların ganimetinde bir
payı yoktur.
Nitekim harp ehlinden
eman altındaki birisi İslâm devlet başkanının izni olmaksızın İslâm ordusuna
katılıp müşriklerle savaşacak olsa, İslâm ordusunun elde ettiği ganimetlerden
kendisine bir şey verilmez.
4281- Harp ehlinden
eman altmdki kişi bu konuda devlet başkanından istekte bulunur, devlet başkanı
da izin verirse, ele geçirdiği ganimetin beşte birini Ödedikten sonra geri
kalanı kendisine verilir.
Çünkü eman altıdaki
zimmî, devlet başkanının iznini alarak savaşa katılacak olursa ganimetten pay
sahibi olur. Nitekim bu durumda zimmî de ganimetten pay alır. Aynı şekilde
devlet başkanından izin alarak maden çıkaracak olursa yine beştebir payını
Ödedikten sonra geri kalanı kendisinin olur.
4282- Harp ehlinden
eman altındaki kişi, müslüman-larm denizinden çok miktarda inci, aııber ya da
bir maden cevheri çıkarır ve bunu yaparken müslüman devlet başkanından izin
almamışsa, çıkardığının tamamı kendisine ait olur ve beştebir pay da ödemez.
Çünkü çıkardığı inci
ve anber, denizden çıkarılmıştır ve denizden çıkarılan şeyler ganimet olmaz.
Ganimet, karada elde edilen şeylerde olur.
257
Görmüyor musun,
müslüman biri bunları denizden çıkaracak olursa onda beştebir pay yoktur.
Ganimet olmadığına göre balık ve benzeri av mesabesindedir.
Ebû Hanîfe ve İmam
Muhammed'in görüşü budur. Onlara göre inci ve an-berde beştebir pay (humus)
yoktur.
Ebû Yusuf a göre ise,
bunları müslüman biri çıkarmışsa onda beştebir pay vardır. Harp ehlinden biri
çıkarmışsa, tamamı kendisinden alınır. Çünkü ona göre inci ve anber de ganimet
olur. Çıkarılan fîrûzeye gelince, toprak mesabesindedir.
Nitekim fîrûze, ateşte
erimez, taş mesabesindedir. Taşta ise beştebir pay yoktur. Beştebir payı yoksa,
ganimet de olmaz. Böylece onu çıkaran harp ehlinden kişi hiçbir şey
ödemeksizin hepsini alır.
Zimmî biri eman
altında ya da esir olup harp yurdunda
define veya maden
bulduğunda hakkındaki hüküm, müslüman hakkındaki hükmün aynıdır.
Çünkü ülkemizin
vatandaşıdır. Bu nedenle müslüman hakkındaki hüküm aynen kendisi için de
geçerlidir.
4283- Yine zimmî
birinin İslâm yurdunda bulduğu altın, gümüş, kurşun veya civa gibi madenler
konusunda müslümanla aynı konumdadır. Bulduğunun beştebir payını öder ve geri
kalanı kendisine ait olur. Bu madenleri çıkarmak için devlet başkanından izin
almış veya almamış olması önemli değildir.
Çünkü ülkemizin
vatandaşıdır ve Müslüman hakkında geçerli olan hükümler kendisi hakkında da
geçerlidir.
İmam Muhammed -Allah
rahmet etsin- anber konusunda Amr. b. Dinar'dan ve o da babasından, babası da
İbnu Abbas'tan bir rivayet nakleder. Bu rivayete göre İbni Ab-bas'a anberde
beştebir payın bulunup bulunmadığı sorulmuş, İbnu Abbas: Deniz dalgalarının
kıyıya attığı bir şeydir, karşılığını vermiştir.
Kölenin İslâm yurdunda
bulduğu madenlere gelince; beştebiri alındıktan sonra geri kalanı efendisine
verilir.
258
Çünkü bulunan bu maden
ve rikâz, ganimet olup köle ise ganimette hak sahibi olabilir.
Nitekim müşriklerle
yapılan savaşta müslümanlara yardımcı olursa kendisine de ganimetten pay
ayrılır. Böyle bir ganimetten pay alabildiğine göre burada da pay sahibidir.
Bulduklarının beştebiri alınır, geri kalanı ise, efendisine ve-rilir.Çünkü
kölenin malı, efendisine ait olur.
Mükâteb biri bulduğu
takdirde ise, beştebiri alındıktan sonra geri kalanı efendisine değil,
kendisine verilir.
Çünkü savaşa
katıldığında kendisine ayrılan pay kendisine ait olduğuna göre burada da
beştebir dışında kalan kendisine ait olur.
4284- Darulhrp
ülkelerinden biri, İslâm hükümlerinin ülkelerinde uygulanmamasına karşılık
her yıl belli bir miktar veya para vermek üzere antlaşma
yapmışsa, bu ülke de darulharp ülkesidir. Çünkü bir ülkenin İslâm ülkesi
olabilmesi için İslâm hükümlerinin o ülkede
yürürlükte olması
gerekir. İslâmın hükümleri bu ülkede yürürlükte olmayacağına
göre, orası harp
ülkesidir.
4285- Müslüman biri
antlaşmah olan bu ülkeye gidip orada bir define bulacak olursa bakılır; çölde
bulmuşsa kendisine aittir. Ancak onlardan birinin tarlasında bulmuşsa, tarla
sahibine aittir. Müslümanlar kendilerine galip gelmeden her yıl müslümanlara
belli bir haraç Ödemek üzere antlaşma yaparak İslâmî hükümlerin ülkelerinde geçerli
olmasını da kabul ederek müslümanlarla antlaşma yapmışlarsa, bu ülke İslâm
ülkesidir.
Çünkü İslâmın
hükümleri orada uygulanmaktadır. Orada bulunan define, altın veya gümüşün
beştebiri devlet tarafından alınır, geri kalanı ise, İslâm yurdunda olduğu
gibi bulan kişiye ait olur.
4286- Şayet onlardan
birinin tarlasında bulmuşsa, beşte biri alındıktan sonra geri kalan tarla
sahibine ait olur.
İmam Ebû Hanîfe ve
Muhammed'e göre hüküm budur. Ebû Yusuf a göre ise, geri kalan, bulana aittir.
Nitekim İslâm yurdunda müslüman birinin tarlasında
259
bulunanın da durumu
ona göre böyledir. Ona göre bu mubah bir maldır ve kim daha önce onu bulmuşsa
kendisine aittir.
Ebû Hanîfe ve
Muhammed'e göre ise, toprağın üstüne sahip olan kişi, altında bulunana da
sahiptir. Bunun delili, Hz. Ali'nin şu hadisidir:
Haraç ödeyen bir köyde
bulunduğu takdirde bulunan define ve madenler o köy halkına aittir. Ama o köy
için haraç ödenmiyorsa bulunanlar, bulan kişiye aittir. Ancak bu bulunan
şeylerde beştebir pay vardır.
İmam Muhammed, Kıbrıs
konusunda da aynı görüştedir. Kıbrıs, Akdeniz adalarından olup halkı
Hıristiyandır. Her yıl hem Araplara ve hem de Bizans'a birtakım vergiler
ödemektedir. Müslümanlarla ve Bizansla barış halinde yaşıyorlar. Ancak orda
İslâmın hükümleri uygulanmamaktadır.
4287- Müslüman bir kişi burada (Kıbrıs'ta) define veya maden bulacak olsa, şayet bir
kimsenin mülkiyetinde bulunan bir yerde bulmuşsa, bulduğunu o kimseye iade
eder. Ama bir çölde bulmuşsa bulduğu kendisine ait olur ve ondan beştebir payı
öder.
Çünkü burası harp
yurdudur ve İslâmın hükümleri yürürlükte değildir. Daha önce harp yurduyla
ilgili hükmü belirtmiştik. Burada da hüküm aynıdır.
4288- Müslümanlardan güç ve kuvvet sahibi bir ordu
düşman yurduna girer ve orada bir müddet ikamet edip nihayet bazı kimseler
ordugahta bulunan tarlaları ekerek mahsullerini topladıktan sonra onları
İslâm yurduna getirecek olurlarsa bakılır; şayet o ekinin tohumunu kendileri
İslâm yurdundan götürmüşlerse, biçtikleri ekinin tamamı kendilerine ait olur.
Çünkü elde ettikleri,
mülklerinin nemasıdır. Mülkün neması, hakkedilen bir hak gerçekleşmedikçe, o
mülkün sahibine aittir.
Onda beştebir (humus)
de yoktur. Çünkü ganimet değildir.
Onda öşür veya haraç
da yoktur.
Çünkü öşür ve haraç,
müslümanların tarlalarından elde edilende vardır. Buralar harp ehlinin
topraklandır. Harp ehlinin topraklarında ise ne öşür ve ne de
haraç vardır.
260
4289- Toprağa atılan
buğday tohumu, düşman topraklarında alınmış bir tohum ise ve mahsûlünü İslâm
yurduna getirmişse, düşmandan aldığı tohum miktarı kendisinden alınarak
ganimete katılır. Geri kalan da, kendisine ait olur ve bu geri kalan her ne
kadar ganimet tohumdan elde edilmişse de ganimet olmaz.
Çünkü bu durumdaki
kişi gasp eden kişiden beter değildir. Nitekim bir kimsenin tohumunu gasp edip
kendi toprağında eken kişi, ektiği bu mahsulden çok miktarda gelir elde edecek
olursa, o tohumu kimden gasbetmişse, gasbettiği miktarı kendisine..iade -eder
ve gelirin geri kalanı kendisinin olur. Gasp eden kişi sadece gasbettiği
tohumu, iade ediyorsa, burada sadece tohumun geri verilmesi ev-Ieviyetle
uygulanması gereken bir husustur.
Şayet bu kimseden
tohum miktarının da alınmaması gerekir, çünkü bu kişi ganimet olan bir yiyeceği
harcamıştı, ganimet olan bir yiyeceği harp yurdunda harcayan kişiden harcadığı
geri alınmaz, denilecek olursa, deriz ki:
Tarlaya atılan tohum
hakikatte harcanmış değildir. Çünkü toprağa atılan tohumdan gelir
beklenmektedir. Nitekim baba ve vasîy, çocuk adına ekilmiş olan tohuma sahip
olurlar. Yapılan bu iş harcama olarak değerlendirilmiş olsaydı, ona sahip kabul
edilmezlerdi.
Bu anlattığımız kargı
ağacının durumuna benzer. Ganimetten payı olanlardan biri, harp yurdunda
kargıdan sepet yapıp İslâm yurduna getirecek olursa kargı; işlenmiş ve
işlenmemiş olarak değerlendirilir. İşlenmemiş durumdaki değeri ganimete
katılır. Geri kalan kısım ise, kişinin kendisine bırakılır. Aynı şekilde kişi
samur derisi elde edip bu derileri dabaklamış ise, deriler işlenmiş ve
işlenmemiş olmak Üzere değerlendirilir. İşlenmemiş halinin değeri ganimete
katılır, geri kalan kısım ise, İslâm yurduna getiren kişiye ait olur. Burada da
durum bundan farklı değildir.
4290- Zimmî, köle,
mükâteb, çocuk veya kadın İslâm yurdunda maden veya hazine bulacak olursa,
beştebiri alındıktan sonra kalan onu bulan kişiye ait olur. Devlet başkanının
izni alınmadan çıkarılmışsa yine hüküm budur.
Çünkü bu kimseler,
devlet başkanının İzni olmadan savaşa iştirak etmiş olsalar ganimetten pay
sahibidirler. O halde İslâm yurdunda buldukları maden ve hazine hakkındaki
hüküm de böyledir.
261
Bu kimselere
ganimetten az bir miktar verilir ama belli bir pay verilmez. O halde İslâm
yurdunda buldukları define ve madenden buluğ çağına ermiş yetişkin erkeğe
verilen paydan daha az bir miktar verilmesi denilecek gerekmez mi? olursa,
deriz ki:
Ganimetten kendilerine
bir miktar verildiğine göre hak ve paylan yar demektir. Ganimetteki haklar ise
farklı farklıdır. Devlet başkanının belirlediği her miktar, şeriatça belirlenen
miktar gibidir. Şeriatça ganimette farklı miktarların belirlenmiş olması,
define ve madeni bulan kişiye geri kalanın tamamının verilmesine engel
değildir.
4291- Görmüyor musun,
bulunan maden konusunda atlı ile piyade arasında bir fark yoktur. Halbuki
bunların ganimetteki payları birbirlerinden farklıdır. Aynı şekilde define ve
maden konusunda hür kişi ile köle eşittir. Çünkü madeni bulan kişi, yalnız
başına onu çıkarmıştır. Bu durumdaki kişi, diğer müslümanların dışında bir grup
müslümanm yalnız başlarına harp yurduna girerek ganimet elde etmeleri ve bu
ganimetleri İslâm yurduna getirmeleri durumuna benzemektedir. Burada bu
topluluğun getirdikleri ganimetlerden beştebir pay alındıktan sonra ganimetin
geri kalanı atlı veya yaya olmaları gözönünde bulundurarak paylaşırlar. Maden
ve define bulanların durumu da böyledir.
İmam Muhammed dedi ki:
Yine harp ehlinden eraan altıdaki kişi hazine ve madenleri çıkarma konusunda
devlet başkanından izin alır ve bulduklarının yarısı müslüman-lara, diğer
yarısı kendisine ait olmak üzere anlaşacak o-Iursa, buldukları yarı yarıya
bölünür ve yarısı kendisine ait olur.
Çünkü devlet
başkanının izni olduğu takdirde harp ehlinden eman altındaki kişi İslâm
yurdunda bulduğu hazineden pay alır. Devlet başkanı izin verirken şayet bir
şart ileri sürülmüşse bu şarta riayet edilir. Devlet başkanı bulduğunun yansını
kendisine vereceğini söylediğine göre eman sahibi kişi bulduğunun yarısını
alır.
262
Daha sonra devlet
başkanı, beştebir payım harp ehlinden kişinin aldığı yarımdan alır ve hepsini
fakirlere dağıtır. Geri kalan ise, savaşçılara ganimet olur.
Çünkü devlet başkanının
izni, alınmış olan şeyleri, beştebiri verilmesi gereken bir ganimet yapar.
Onun izin vermesi, alan kişinin bütün mallarda, beştebir pay ayrıldıktan sonra,
pay sahibi olmasını gerektirmektedir. Devlet başkanı iki yarının beştebirini
alıp kalanı fakirlere vererek savaşçılara vermeme hakkı yoktur.
4292- Müslüman, köle,
mükâteb, zimmî veya çocuk bulacağı hazine veya madenlerden yarısını devlete vermek,
geri kalan yansı kendisine ait olmak üzere devlet başkanından izin alacak
olursa, bulduklarrnın beştebiri alındıktan sonra geri kalanın tamamı kendisine
ait olur. Çünkü müslümanın bulduğu define ve madenlerdeki hakkı, onları bulmasından
dolayıdır. Bu hakkı ileri sürdüğü şartla elde etmemektedir. Nitekim devlet
başkanının iznini almadan bulacak olursa yine beştebiri verildikten sonra
bulduğu kendisinindir. Devlet başkanının ileri sürdüğü şart bu hükümde etkili
değildir. Çünkü ileri sürülmüş olan bu şart, şeriatın emirlerine uygun
değildir. Zira kıyasa göre bulunan şeylerin tümü bulan kişinindir. Çünkü bunlar mubah bir mal olup bulan kişinin
olur. Biz sadece beşte birinin alınmasını gerekli gördük. Geri kalanda ise,
şeritın öngördüğü bir hak yoktur ve kıyasın öngördüğü gibi kalır.
4293- Halbuki harp
ehliden eman sahibinin durumu böyle değildir. Devlet başkanı ne şart ileri
sürmüşse, o şarta riayet edilir.
Çünkü onun hak edişi,
belirttiğimiz gibi devlet başkanının kendisine izin vermesine dayalıdır ve bu
nedenle devlet başkanının ileri sürdüğü şart aynen
geçerlidir.
Görmüyor musun, devlet
başkanı müslümanlardan bir orduyu harp yurduna gönderir ve elde edecekleri
ganimetlerin yarısının müslüman topluma, diğer yarısının ise kendilerine ait
olmasını şart koşacak olursa, ileri sürdüğü bu şart geçerli değildir. Elde
ettikleri ganimetlerin beşte biri alındıktan sonra geri kalanın tamamı
kendilerine ait olur.
263
Çünkü onların bunu hak
edişleri devlet başkanının ileri sürdüğü şarttan dolayı değildir. Devlet
başkanının ileri sürdüğü şart ise, şeriatın emirlerinin gerektirmediği bir
şarttır. Çünkü ganimeti, savaşa katılmayanlara vemiştir. Bu da şartının
geçersiz olduğunu gösterir.
4294- Harp ehlinden bir topluluk İslâm yurduna
geçip oradan başka bir harp yurduna savaş açmak üzere eman alacak olurlarsa,
başka o ülkeye geçmeleri için İslam yurdunda bir yol bulunmuyorsa veya İslâm
yurdundan geçerek oraya savaş açmaları heybetlerini arttırıyorsa ve müslüman
devlet başkanı elde edecekleri ganimetlerin yarısı müslumanlara verilmek
şartıyla onlara izin vermişse, elde ettikleri ganimetlerin yarısını
kendilerinden alır ve diğer yarısını kendilerine bırakır.
Çünkü İslâm yurdundan
geçmekle devlet başkanının onlarla yaptığı anlaşma sonucu o ganimette hak
sahibi olurlar. Yani devlet başkanının ileri sürdüğü şart geçerlidir. Ayrıca
şart olarak ileri sürülenin fazlasını hakketmezler.
4295- Bizanslı bir düşman eman alarak İslâm yurduna
girmiş ve orada darulharp ehli olan bir Türk ele geçir -mişse, hepsinin
görüşüne göre o Türk üzerinde hiçbir hak iddiasında bulunamaz.
Ebû Hanîfe'nin
görüşüne göre ise,o Türk İslâm yurduna girmekle İslâm toplumu için fey'
olmuştur. Öyle ki bir müslüman onu yakalayacak olursa kendisine ait olmaz.
Bilakis ele geçirdiği kendisinden alınır ve müslümanlann bey-tü'lmalma konur. O
halde onu yakalayan düşman kişiye de verilmez.
Muhammed'e göre ise,
onu bir müslüman yakaladığında, beşte bir payının verilmesini öngören rivayete
göre ganimet olur. Buna göre harp ehlinden biri onu yakaladığında da ganimet
olur ve ganimette harp ehlinin bir payı yoktur. Bu sebeple tamamı kendisinden
alınır. Buna göre harp ehlinin İslâm yurdunda bulduğu define ile aynı
konumdadır.
4296- Devlet başkanı bu doğrultudaki isteğine izin
vermiş ve o da harp ehlinden olan kendi vatandaşlarından ya da başka bir harp
ülkesi vatandaşlarından eman almak-
2 64
sızın İslâm yurduna
girmiş olanları yakalayacak olursa, Ebû Hanîfe1 ye -Allah kendisinden razı
olsun- göre yine bir şey alamaz.
Çünkü eman almaksızın
İslâm yurduna girenler, giriş yapmalarıyla müs-lüman toplumun hakkı olurlar.
Böylece onlardan elde edilenler müslümanlann
devlet hazinesine konur.
İmam Muhammed'e göre
onlardan elde ettiği malların beştebiri alındıktan sonra geri kalanı ganimet
olarak yakalamış olan kişiye ait olur. Çünkü devlet başkanından izin aldığı
takdirde harp ehlinden kişiler de ganimetten pay alabilirler. Buradaki durum,
madene benzemektedir. Harp ehlinden biri devlet başkanından izin alarak maden
çıkardığı takdirde beşte birini öder ve geri kalanı kendisinin olur. Burada da
durum böyledir.
4297- Hür müslünıan,
köle, mükâteb veya kadın, devlet başkanından maden arama izni isteyip bulacağı
madenlerden beştebir payı vermeyeceğini de söyler, devlet başkanı da bu
isteğini de kabul eder, arama sonunda da çok miktarda maden bulacak olursa
bakılır; Bu kişi zengin biri ise, devlet başkanının bütün bu malları kendisine
teslim etmesi caiz değildir. Çünkü bu kimsenin bulduğu maden ve hazineler
ganimettir. Beştebir pay
ise, ganimette
fakirlerin bir hakkıdır. Devlet başkanının fakirlerin hakkı olan bir
şeyi iptal etmesi caiz
değildir.
4298- Ancak bulan kişi
çok miktarda borçlu, muhtaç biri ise ve beştebiri çıkarıldıktan sonra geri
kalan beşte dörtlük miktarla zengin konuma yükselmiyorsa ve devlet başkanı
beştebir payı kendisine teslim etmeyi uygun görüyorsa, o başka.
Çünkü beştebir payı
fakirlerin hakkıdır. Bulan kişi de fakir olduğuna göre bu pay kendisine de
verilebilir.
Bu konudaki delil, Hz.
Ali'nin şu uygulamasını anlatan rivayettir: Hz. Ali, define bulan birine: Şayet
bunu kimseye ait olmayan harabe bir yerde bulmuş isen beşte biri bize aittir,
beşte dördü ise senindir. Hz. Ali sözüne devam ederek: O beştebiri de sana
vereceğiz, demiştir.
265
Hz. Ali o kişiyi
sadakaya ehil gördüğü için beştebir payı da kendisine vereceğini söylemiştir.
4299- Harp ehlinden eman sahibi veya zimmî biri böyle
bir istekte bulunur ve devlet başkanı Müslümanlara izin verdiği gibi kendisine
izin verip bu kişi bir hazine veya maden bulacak olursa, beştebiri alındıktan
sonra geri kalan o kişinindir. Ayrıca zengin veya fakir olsun o kişiye
beştebir payı verilemez.
Çünkü bu pay yüce
Allah'ın Kur'an nassıyla fakire tayin ettiği bir haktır ve tıpkı zekât gibi
kâfire verilmesi caiz değildir.
4300- Devlet başkanı başka bir harp ehli ile
savaşması için zimmilerden veya
eman verilen harp ehlinden yahut
antlaşmalılardan bir ordu oluşturur, başına da müslüman bir komutan tayin eder
ve aralarında Islâmın hükümleriyle hüküm vermesini ister ve bu ordu harp
yurduna girip bir takım ganimetler
elde edecek olursa, bu
ganimetlerden beştebir alındıktan sonra geri kalanı onlara ait olur.
Atlı olanına atlı payı, yaya olana da yaya payı verilerek aralarında
dağıtılır.
Çünkü îslâmın
hükümleri aralarında geçerlidir. O harp yurdundan elde edilen, dini yüceltme
yolunda ve İslâmm hükümleri gereğince elde edildiğinden ganimettir. Bu
ganimeti elde edenler ise, kendileridir. Bu nedenle atlı olanlarına atlı payı,
diğerlerine yaya payı olmak üzere aralarında taksim edilir.
Görmüyor musun, şayet
zimmîler, devlet başkanının iznini almadan bu işi yapmış olsaydılar ve
aralarında da müslümanlar bulunmamış olsaydı, hüküm yine böyle olurdu. Devlet
başkanının kendilerine İzin verdiği eman sahibi harp ehli ise, zimmîler
mesabesindedir.
4301- Müslümanlardan
bir topluluk da onlarla birlikte harp yurduna girmiş ve bu müslümanlar:
Ganimetleri bizim olsun, zinımîlerle harp ehlinden olanlara ganimetten bir
miktar verelim, ve belli bir pay sahibi yapmayalım, isteğinde bulunacak
olurlarsa bakılır; bu
müslümanlar
266
zimmî ve harp ehli
kişilere ihtiyaç duymayacak kadar güç ve kuvvet sahibi ise ve bu diğerlerinin
onlarla birlikte oluşları müslümanların işlerini sadece kolaylaştırmaktan
ibaretse, isteklerine uygun hareket edilir.
Çünkü müslümanlar güç
ve kuvvet sahibi olup zimmiler onlara tabi iseler, zimmîler ganimetten az bir
miktar alırlar.
4301- Müslümanlar
ancak beraberlerinde bulunan zimmî ve harp ehlinden kişiler sayesinde düşmana
karşı koyacak bir güç oluşturuyorlarsa, bu takdirde ganimet hepsinin arasında
taksim edilir. Atlıya atlı payı, diğerine yaya payı verilir.
Çünkü burada elde
edilen mal müslümanlar için bir ganimet değildir. Beraberlerinde bulunan
zimmîler sayesinde ganimet olmuştur. Zimmîler onlarla bu-lunmasaydı,
müslümanlar gazi değil, hırsız olurlardı. Elde edilen mal, zimmîler sayesinde
ele geçtiğine göre hepsi için ganimettir.
4303- Harp yurdunda ganimet ele geçirir ve müslümanlar
yalnız başlarına güç ve kuvvet sahibi değillerse ve elde edilmiş olan
ganimetler ne taksim edilmiş, ne de İslâm yurduna getirilmişse, nihayet İslâm
ordusu imdatlarına yetişip orada biriken müslümanlar güç ve kuvvet sahibi
olmuşlarsa, ganimetin bir miktarı zimmîlere verilir, geri kalan ise müslümanlar
arasında taksim edilir.
Çünkü imdatlarına
giden ordu harp yurdunda onlara ulaşmışsa, onlarla birlikte harp yurduna
girmiş gibidirler.
Görmüyor musun,
kendileriyle birlikte bu imdatlarına gidenler harp ^ur-duna girmiş olsaydılar,
müslümanlar yalnız başlanna düşmana karşı koyabilecek güç ve kuvvette
olacaklardı. Bu nedenle ganimet müslümanlar arasında paylaştırılır, zimmîlere
de ganimetten az bir miktar verilir.
4304- Zimmîler yalnız başlarına karşı koyacak güçte
değillerse, müslümanlar da yalnız başlarına bu güce sahip değillerse ve ancak
birlikte olmaları durumunda güç ve kuvvet sahibi olabiliyorlarsa ve bir araya
gelerek ganimet elde etmişlerse, ganimetler hepsinin arasında pay edilir.
267
Çünkü ganimet, iki
tarafın bir araya gelmesi sayesinde elde edilmiştir. Bir tarafın diğeri
üzerinde bir üstünlüğü yoktur. O halde ganimet konusunda hepsi eşittir.
4305- Aynı şekilde her bir tarafın yalnız başına
düşmana karşı koyacak güç ve kuvveti varsa, yine ganimet aralarında pay
edilir, atlıya atlı, yaya olana da yaya payı verilir.
Çünkü bir tarafın
diğer taraf üzerinde bir üstünlüğü yoktur ve biri diğerine tabi değildir.Onun
için her iki taraf ganimette eşittir.
4306- Gidenlerin hepsi köle ya da mükâteb olup
devlet başkanının izniyle harp yurduna girip ganimet elde etmişlerse,
verilecek cevap yine aynıdır. Atlı olanlara atlı, yaya olanlara yaya payı
verilir. Aralarında hür kimseler varsa, mesele açıkladığımız ayrıntılar göz
önünde bulundurularak çözüme
bağlanır.
Çünkü köleler yalnız
başlanna güç ve kuvvet sahibi değillerse ganimetten kendilerine az bir miktar
verilir, hür kişiler gibi eşit pay verilmez. Hür olan kimselerle eşit
olabilmeleri için yalnız başlanna güç ve kuvvet sahibi olmalan gerekir.
4307- Müslümanlardan veya zimmîlerden iki-üç kişi,
yani yalnız başlarına düşmana karşı koyamayacak durumdaki birkaç kişi devlet
başkanının iznini almadan harp yurduna girerek ganimet elde etmiş ve bu
ganimetleri İslâm yurduna getirmişlerse, getirdikleri kendilerine aittir ve
bundan beştebir pay da alınmaz.
Çünkü yaptıkları
çapulculuktan ibarettir ve çapulculuktan dolayı beştebir pay söz konusu
değildir.
4308- Devlet başkanının izniyle harp yurduna girmişlerse,
elde ettiklerinden beştebir pay alınır.
Çünkü devlet başkanı
dini yüceltmek için kendilerine izin vermiştir. Böylece onlar, devlet
başkanından talimat alan seriye mesabesindeler. Böylece elde ettikleri ganimet
olur ve bunda beştebir payı vardır.
268
4309- Şayet devlet
başkanı kendilerine, elde ettiğinizin yarısı sizin, diğer yarısı müslümanların
olacaktır, demiş ve kendileri de bunu kabul etmişlerse, yine elde ettiklerinden
sadece beştebir payı alınır. Geri kalan kendilerine ait olur.
Çünkü devlet
başkanının kendilerine izin vermiş olması onları güçlü kılmış ve elde
ettiklerinin ganimet olmasını sağlamıştır. Kendileri güç ve kuvvet sahibi
olmasına rağmen devlet başkanı kendilerine böyle bir şart ileri sürmüş olsaydı,
bu şart geçerli olmazdı.
Çünkü ileri sürülmüş
olan bu şart şeriata uygun değildir. Buna göre burada da ileri sürülmüş olan
şart geçerli değildir. Şart batıl olduğuna göre elde ettiklerinde beştebir
payı vardır. Geri kalan ise, ganimeti elde edenlere aittir.
4310- Şayet devlet başkanı kendilerine
elde edeceklerinizin tamamı
sizin olacaktır, demiş ve bir takım gani-metler elde ederek onları islâm
yurduna getirmişlerse, getirdiklerinin tamamı kendilerine ait olur ve ondan
beştebir pay da alınmaz.
Çünkü kendilerine
verilmiş olan bu iznin bir hükmü yoktur. Şayet izin almadan gitmiş olsalardı,
elde ettiklerinin tamamı kendilerine ait olacaktı. Böylece sanki devlet
başkanının izni olmadan harp yurduna girmiş sayılırlar. Bu nedenle de elde
ettiklerinde beştebir payı yoktur.
4311- Devlet başkanı, İslâm yurdundan harp yurduna
bir seriyye gönderip kendilerine, sizden kim define veya maden bulursa bulduğu
kendisine aittir ve onda beştebir pay yoktur, derse onlardan biri böyle bir şey
bulduğu takdirde o bulduğunda beştebir pay yoktur. Ancak İslâm yur-dunda
bulacak olursanız onda dabeştebir pay yoktur, demişse, devlet başkanının sözü
geçerli değildir. Onlardan biri İslâm yurdunda define veya maden bulacak
olursa, bulduğundan beştebir payı alınır.
Geri kalanı ise kendisine aittir.
Çünkü harp yurdunda
bulunan define farklıdır. Müslümanlar oraya at koşturmamış ve yerin altındaki
hazine ve madenler müslümanların ganimeti olma-
269
mıştır. Bu nedenle
harp yurdunda bulunanda fakirlerin payı yoktur. Ganimet henüz elde edilmemiş ve
fakirlerin hakkı sabit olmamışken devlet başkanı kendiliğinden onu bulana ait
kılmıştır. Bu sebeple de harp yurdunda bulunandan beştebir payın alınmaması
caizdir.
İslâm yurdundaki
defineye gelince; müslümanlar bunun için at koşturmuş ve burayı
fethetmişierdir. Fethedilmiş olan bu yerde, yerin üstü olduğu gibi altı da
müslümanlar için ganimettir. Devlet başkanı, fakirlerin sübût bulmuş olan haklarım
iptal edemez. Bu nedenle ileri sürmüş olduğu şart geçersizdir.
Başarı Allah'tandır.
■
.
■
271
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
-207-
ELDE EDİLEN TOPRAKLARI
TAKSİM ETME
VE VERGİYE BAĞLAMA
YETKİSİNE SAHİP
KOMUTANLAR
İmam Muhammed - Allah
rahmet etsin - dedi ki:
4312- Halife bir
ordunun başına bir komutan tayin ederek onları müşrik bir kavmin üzerine
gönderip komutanın çağrısı üzerine o kavim İslâmı kabul edecek olursa, hür olurlar. Onlardan
hiçbir şey alınamaz. Malları, tarla ve köleleri kendilerinindir. Toprakları,
tıpkı Muhacir ve Ensar'ın toprakları gibi öşür razisi
olur.
Çünkü tayin edilen
komutanın uygulamaları, tayin eden halifenin uygulamaları konumundadır.Halifenin
çağrısını kabul ederek İslama girdiklerinde nasıl hür oluyorlarsa, komutanın
çağrısıyla İslâmı kabul ettiklerinde de hür olurlar. Topraklan da öşür arazisi
olur.
Burada anlatılmak
istenen şudur: Zor kullanılarak fethedilen topraklar üzerinde savaşçıların
hakkı bulunduğundan dolayı o topraklar haraç aazisi olur. Sonra bu topraklar
fatihler arasında taksim edilmeyip onlan işleyenlere bırakılır ve hem
savaşçıların, hem de bütün Müslümanların yararı için o topraklardan haraç
alınır. Ancak o topraklarda yaşayanlar, savaş olmaksızın İslâmı kabul edecek
olurlarsa, savaşçıların o topraklar üzerinde bir hakları olmaz. Bu nedenle o
topraklar haraç arazsİ değil, öşür arazisi olur.
4313- Müslüman olmayı reddetmelerinden dolayı ko-
mutan zimmet ehli
olmalarını isteyip onlar da bunu kabul
edecek olurlarsa,
artık zimmî statüsüne girerler. Halife bu konuda komutana herhangi bir emir
vermemiş olsa bile hukum yine böyledir.
Çünkü halife komutana
savaş işini havale edince, savaşın sebep ve neticelerini de ona havale etmiş
demektir. Zimmîlik de savaşa tabi hususlardandır. Çünkü İslâmı kabul etmeleri
için savaşıldığı gibi zimmîliğİ kabul etmeleri için de
272
müşrikle savaşılır.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: " Kendilerine Kitap verilenlerden
Allah'a ve âhiret gününe inanmayan, Allah ve Resulünün haram kıldığını haram
saymayan ve hak dini kendilerine din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle
cizye verinceye kadar savaşacaksınız."10 Yine şöyle buyurmaktadır: "
Onlarla, müslüman oluncaya kadar savaşın." 17 Ayrıca Resûlullah
(s.a.v.)'İn bir seriyye gönderdiğinde komutan olarak tayin ettiği kimseye şöyle
bir tavsiyede bulunduğunu rivayet etmiştik: [' Allah'tan korkun, haksızlık yapmayın.
Karşılaştığınız kimseleri İslama çağırın. Kabul etmedikleri takdirde, zimmî
olmalarını teklif edin." Böylece zimmîlik de savaşın sonuçlarmdandır. Bu
nedenle de bu iş, komutana havale edilmiş işlerdendir.
4314- Aynı şekilde başkomutan, komutanlarından birini
gönderip düşmanı davet ettiğinde kendisine aynı cevabı verecek olsalar, hüküm
yine aynıdır. Çünkü bu komutan da, başkomutanın adına iş yapmaktadır.
Çünkü devlet başkanı,
kendi komutanını savaş işiyle görevlendirmiştir. Bu komutanın yeni bir komutan
görevlendirmesi, savaşa Eabi hususlardandır. Nasıl devlet başkanı kendilerine
zimmîliği teklif ettiğinde zimmîliğe rıza göstermeleri geçerli ise, komutanın
teklifine rıza göstermeleri de geçerlidir.
4315- Komutan şayet her yıl kelle başına ve
tarlaları için vergi vermeleri konusunda onlarla bir antlaşma yaparsa, bu da
geçerlidir.
Çünkü bu da bir nevi
zimmîliği kabul etmektir. Çünkü zimmîlik ya her sene her kişinin gücüne göre
cizye vermeyi kabullenmeleri veya topluca her yıl bir miktar mal vermeyi
kabullenmeleri konusunda yapılan antlaşmadır. Verdikleri malın bir kısmı cizye,
diğer bir kısmı da tarlalarına karşılık olarak alınır. Nitekjm Peygamber
(s.a.v.) Necran hıristiyanları ile her yıl iki bin takım elbise vermeleri
konusunda antlaşma yapmıştır. Tay ve Şerç kabileleriyle de benzer antlaşmalar
yapılmıştır.
4316- Ancak devlet
başkanı, komutanı böyle davranmaktan sakındırmış ve böyle bir kararı sadece
kendisinin
16-Tevbc,29 17-Fetih,
16.
—
273
alacağını bildirmişse,
komutanın böyle bir karar alması caiz değildir.
Çünkü komutanın
antlaşma ve verilecek vergiye karar vermesi, devlet başkanının kendisini
komutan tayin etmesiyle delalet yoluyla ortaya çıkan bir durumdur. Devlet
başkanı açık bir ifade ile kendisini bu hususlardan sakmdırmışsa elbette açık
olan ifade geçerlidir. Buna göre son hükmü devlet başkanı verir. Karşı taraf
müslüman devlet başkanının verdiği hükmü kabul ederse, olay sonuca bağlanmış
olur. Devlet başkanı, komutanın verdiği kararı kabul etmez ve onlar da devlet
başkanının verdiği kararı kabul etmezlerse, bu takdirde bizden emniyette
olacakları yere kadar götürülüp
bırakılırlar.
Çünkü komutanın
onlarla yaptığı antlaşma her ne kadar geçerli değilse de, onlara cman vermeyi
İçermektedir. Devlet başkanının verdiği karan kabul etmedikleri takdirde
yapılmış olan antlaşma bozulmuş olur.
4317- Müslüman olmayı
ya da zimmî olmayı reddedecek olurlarsa müslümanlar onlara savaş açarlar,
müs-lümanlar savaş sonucu kendilerine galip gelip tarlalarını ve mallarını ele
geçirecek olursa, devlet başkanı karar vermeden kimse elde edilen ganimetlere
el süremez. Devlet başkanı dilerse elde edilen ganimetlerin beşte birini a-Iıp
yetim ve fakirlere dağıtır, geri kalanını da savaşa katılanlara verir.
Dilerse, fethedilen yerin halkını serbest bırakır ve bunlar kelle başına
cizye, tarlaları için de haraç öderler.
Çünkü komutanın
askerleri üzerinde velayeti vardır ama müslüman toplum üzerinde velayet sahibi
değildir. Ganimet ya da fethedilen yerin halkını serbest bırakması konusunda
müslüman toplumun hakkı vardır. Çünkü Bu tarlaları savaşçılar arasında taksim
edecek olursa bu tarlalar öşür arazisi olur ve gelirlerinin onda biri kıyamete
kadar müslüman fakirlere ait olur. Fethedilen toprakları sahiplerine bırakacak
olursa tarlaları haraç arazisi olur ve bu tarlalardan -alınacak haraç kıyamete
kadar savaşçılarla müslüman toplumun yararı için harcanu'. Görülüyor ki
tarlalar taksim de edilse, haraç arazisi de yapılsa müslüman top-
274
lumun yararı söz
konusudur. Bu sebeple ganimetler konusunda karar verme yetkisi, komutana
değil, devlet başkanına aittir.
4318- Ayrıca devlet başkanının altında bulunan
hiçbir komutan, karşı tarafın askerlerini ele geçirdikten sonra onları öldürme
yetkisine sahip değildir.
Çünkü öldürmek
ganimeti hakkedenlerin haklarını ortadan kaldırmak olur.
4319- Devlet başkanının görüşünü almadan serbest bırakamayacağını
belirtmiştik. Aynı şekilde onları ö'ldüre-nıez de. Onları taksim yetkisine
sahip olmadığı gibi öldürme yetkisine de sahip değildir. Ancak esir aldığı
kimselerin müslümanlara bir zarar vermelerinden ya da müşrik ordunun
imdatlarına gelerek onların da o müşrik orduya yardımcı olmalarından endişe
ediyorsa, devlet başkanının iznini almadan onları Öldürebilir.
Çünkü onlardan yana
bir korkusu varsa, onları öldürmek de savaşın bir parçasıdır. Böylece bu
durumda onları öldürmesi ile savaşta Öldürmesi aynı konumdadır. Bunun benzeri
Haricîlerle ilgili durumdur. Müslümalar, Haricîlerden bir kısmını esir
almışlarsa ve başka bir gurubun bu esir alınanların imdatlarına gelerek
bunların da bir zarar vermelerinden endişe ediliyorsa, yaralıları dışında imdatlarına
gelindiğinde savaşabilecek durumda olanları öldürülebilir. Burada da
A A
durum aynıdır.
4320- Devlet başkanı, birini bir ordunun başına
tayin ederek müşriklerin üzerine gönderecek olsa, komutan da o toprakları fethedemeyip
sadece bazı erkeklerle kadınları ve birtakım malları ganimet alarak İslâm
yurduna kaçıracak olsa, onları paylaştırıp beşte birini fakirlere verdikten
sonra kalanı savaşçılar arasında taksim etmesinde bir sakınca yoktur. Böyle bir
taksimat için devlet başkanının iznini beklemesine de gerek yoktur.
Çünkü topraklarını
fethetmediğine göre devlet başkanının onlara minnet olarak topraklarını geri
vermesine imkân yoktur. Bu takdirde yapabileceği tek alternatif vardır ve o da
ganimetten beşte birini fakirlere ayırdıktan sonra geri kalanı
275
savaşçılar arasında
taksim etmektir. Ganimetlerin dörtte birinde savaşçıların hakkından başka
kimsenin hakkı yoktur. Beşte bir ise, fakirlerin hakkıdır.
4321- Askerler
üzerinde velayeti bulunan kişinin beşte-bir payı alacaklar üzerinde de velayeti
vardır. Böylece komutanın tasarrufu kendi yetki alanı ile ilgili olmaktadır.
Ancak o ülkenin toprakları fethedilmiş olsaydı, durum farklı olurdu.
Çünkü o ülkenin
toprakları fethedilmiş olsaydı, devlet başkanı o ülkenin tarlalarını
sahiplerine bırakma yetkisi olurdu ki bu takdirde müslüman toplumun hakkı söz
konusu olurdu. İşte o zaman komutanın tasarruf imkânı kalmazdı. Devlet başkanı,
komutanın ganimetleri taksim etmesini ysaklamışsa, komutan taksimatta
bulunamaz. Çünkü daha önce taksimat yapmasının geçerliliği delalet yoluyla söz
konusu idi. Devlet başkanı açıkça kendisini bundan sakındırmışsa, nassın açık
delaletinin yanında delalet yoluyla ortaya çıkan hüküm geçerli değildir.
4322- Devlet başkam,
ordu komutanı olarak birini, taksimatı yapmak üzere de başka birini
görevlendirecek olursa taksimat işini bu işle görevlendirilen kişi yapar.
Devlet başkanının
taksim etme ve etmeme konusundaki emri geçerlidir. Çünkü taksimat işi güvenilir
olmayı, savaş işi ise cesaret ve kahramanlığı gerektirir. Bu sebeple devlet
başkanı bu iki görevi birbirinden ayırma yetkisine sahiptir, taksimat işini
daha güvenilir olanına, savaş işini de daha cesur olanına
verir.
1
4323- Ancak devlet
başkanı, komutanı da taksimat işine ortak edecek olursa, bu takdirde taksimat
görevi ikisine ait olur.
Çünkü savaş işini
sadece komutana, taksimat işini ise her ikisine tanımıştır. Devlet başkanının
emrine uyulur.
Taksimat işini
üstlenmiş olan kişi, taksimattan Önce ganimetleri satacak olursa, satışı geçerlidir.
Çünkü eşyanın
kendisini eşit şekilde taksim etmek mümkün olmayabilir. Böylece satılmalarına
ihtiyaç duyulabilir. Satıldıktan sonra elde edilen para pay
276
lara taksim edilerek
dağıtılır. Böylece satmak da taksimata tabi olan hususlardan olmaktadır. Bu
takdirde taksimat işi mutlak olarak kendisine bırakılmış olan kişi, satma işi
de kendisine havale edilmiş kişidir. Nasıl savaş işi birine havale edildiğinde
savaşa tabi durumlar da kendisine havale edilmiş sayıhyorsa, taksimat işi
kendisine havale edilmiş kişi de, taksimata tabi hususlar kendisine havale
edilmiş demektir.
4324- Taksimat işi
komutana bırakılmış ve ele geçen savaşçıların öldürülmesini müslümanlarm
yararına görerek böyle bir karar almışsa, bunda bir sakınca olmaz. Harp
yurdunda da, İslâm yurduna döndükten sonra da bu işi gerçekleştirebilir.
Çünkü satma ve
taksimat konusundaki tasarrufları geçerli olunca, onları getirip devlet
başkanına teslim edinceye kadar öldürme konusundaki tasarrufu da geçerli olur.
Onları getirip devlet başkanına teslim ettikten sonra komutanlık yetkisi son
bulmuş olur. Komutan olarak karar vermesi, devlet başkanının uzağında bulunduğu
sürece geçerlidir. Devlet başkanı geldiği andan itibaren komutanlığı geçerli
değildir. Bundan böyle tasarrufu da söz konusu değildir. Bu mesele, tıpkı
seriyye komutanı tayin eden başkomutana benzer. Harp yurduna giden seriyenin
komutanı, geri dönünceye kadar komutanlık yetkilerine sahiptir. Kendisini komutan
tayin eden başkomutanın yanma dönünce, komutanlık yetkileri son bulmaktadır.
4325- Satın almakla
görevlendirilen vekilin durumu da böyledir. Satın aldığı şeyde bir kusur
bulduğu takdirde onu iade etme yetkisine sahiptir. Satın aldığını, kendisini
vekil tayin eden kişiye teslim ettikten sonra artık bu yetkisi ortadan
kalkmaktadır. Çünkü vekâleti son bulmuştur. Burada da hüküm bu şekildedir.
Taksimat işini
yüklenmiş olan kişi, ordu komutanının dışında bir kişi ise, ele geçen
savaşçıları Öldürtme yetkisine sahip değildir.
Çünkü kendisine
taksimat işi havale edilmiştir. Savaş işi kendisine havale edilmiş değildir. Bu
nedenle savaşçıları öldürme yetkisi kendisine verilmemiştir.
277
4326- Ganimetleri taksim işi komutandan başka
birine bırakılmış olup müslümanlar birtakım ganimetler ve düşman
savaşçılardan bazılarını ele
geçirmişlerse, komutan da ele geçirilen bu esirleri öldürtmek istiyorsa,
müslümanlar da savaş halinde bulunuyorlarsa, öldürtmesinde bir sakınca yoktur.
Çünkü o durumda esirlerin öldürülmesi savaşın bir parçasıdır. Zaten savaş
işi komutana verilmiştir.
Müşrikler yenilgiye
uğramış ve esirler müslümanlarm elinde bulunuyorlarsa, bakılır; müslümanlar bu
esirlerden korkuyorlarsa ya da düşman bu esirlerin imdadına gelerek
esirlerle birleşip müslümanlara bir zarar vermelerinden endişe ediliyorsa, yine onları
öldürtmesi caizdir. Çünkü savaş henüz bitmemiş olup devam etmektedir. Nasıl
savaş meydanında onları öldürmesi caiz ise burada da onları öldürmesi caizdir.
4327- Esirler konusunda müslümanlarm bir endişeleri
■
bulunmuyorsa, komutan
bu esirleri öldürtme
yetkisine
sahip değildir.
Çünkü onlar artık
müslümanlar için fey'dirler. Ganimetleri taksim etme işi de, bu işle
görevlendirilmiş kişiye aittir. Bu nedenle komutan onları öldürtme yetkisine
sahip değildir.
Ancak komutan buna
rağmen onları öldürürse, kendisine bir ceza verilmez. Çünkü bu esirler düşman
olup kendilerine eman verilmiş değildir. Komutan değil de başka biri onları
öldürmüşse yine onun için bir ceza söz konusu değildir. Başka biri Öldürdüğünde
kendisi için bir ceza söz konusu olmadığına göre komutanın öldürmesi durumunda
da elbette bir ceza söz konusu olamaz. Ancak onları öldürtmesi kötü bir davrnış
olur. Çünkü söz konusu olan öldürmedir ve onun öldürmesi helal değildir.
4328- Taksimat
işi de komutana
ait ise, komutanın onları öldürme yetkisi vardır.
278
Çünkü işi konusunda
bir başka yetkili yoktur. Bu nedenle öldürme yetkisine sahiptir. Nitekim Ömer
b. Abdulaziz hakkında nakledilen şu rivayet bunun delilidir. Bu rivayete göre
Ömer b. Abdulaziz, yakalanan esirleri affetmiş fakat bunlar arasında
müslümanlardan çok kişiyi öldürmüş olan birini öldürtmüştür. İmam Muhammed dedi
ki:
4329- Sınır boyu
valilerinden biri harp yurduna bir seriye gönderir ve bu seriye, aralarında
savaşçıların da bulunduğu birtakım ganimetler ele geçirir ve onları İslâm
yurduna getirirse, seriye komutanı, onları İslâm yurduna getirdikten sonra
taksim etme yetkisine sahip değildir. Çünkü komutanlığı geçicidir. Kendisini
görevlendiren kişiden ayrı bir yerde
bulunduğu sürece komutandır. Kendisini görevlendiren sınırdaki
komutanın yanma geldiğinde komutanlık yetkisi son bulmaktadır. Buradaki
durum, devlet başkanının komutan olarak tayin ettiği kişinin durumuna
benzemektedir. Devlet başkanının yanına geldiğinde komutanlığı son bulur. Bu
nedenle de artık taksimat yapma yetkisine sahip değildir. Onun için sınır boyu
komutanı dilerse ele geçirilen savaşçıları öldürür ve ganimetlerin geri
kalanını taksim eder, dilerse
öldürmeyip ganimetlerin tamamını taksim eder.
4330- Sınır komutanı
seriye komutanını düşman yurduna gönderdiğinde ganimetleri taksim etmesini
yasak-Iamamışsa ve seriye komutanı da harp yurdunda ganimetleri taksim edip
beştebirini ayirmişsa, bu tasarrufu geçerlidir.
^
Çünkü harp yurdunda
bulunduğu müddetçe yetki kendisinindir. Ayrıca ele geçen ganimetlerde seriyeye
katılanların dışında kimsenin hakkı bulunmadığından taksim yetkisine engel
olacak bir durum söz konusu değildir.
4331- Yine ele
geçirdiği esirleri henüz İslâm yurduna getirmezden önce öldürmeyi Öngörürse, bu
tasarrufu da geçerlidir.
Çünkü taksimat yetkisi
kendisinde olduğuna göre öldürme yetkisi de kendisine aittir.
279
Ancak sınır komutanı
kendisini ganimetleri taksim etmekten sakındırmışsa, onları taksim etmeyeceği
gibi öldürme yetkisine de sahip değildir.
Çünkü kendisini bu
göreve tayin etmiş olan sınır valisi kendisine izin vermemiştir. Onun
emirlerinin dışına çıkamaz. Ancak ele geçirdiği esirlerden bir korkusu söz
konusu ise, tıpkı savaş esnasında öldürebildiği gibi bu durumda da onları
Öldürebilir.
4332- Devlet başkanı
tarafından görevlendirilmiş bir komutan
askerleriyle birlikte harp yurduna girer ve bu arada birtakım seriyeleri
değişik bölgelere gönderip onların komutanlarına ganimetleri taksim etme yetkisi
vermeyecek olursa, seriyelerin komutanları, ele geçirdikleri ganimetleri
taksim etmeyip ordugaha getirirler. Çünkü harp yurduna girmiş olan ordunun
tamamı bu seriyeler için destek mesabesindedir. Seriyelerin elde ettikleri
ganimetlere askerlerin tamamı ortaktır. Seriye komutanı İse sadece seriyede
bulunanların komutanıdır, diğer askerlerin komutanı değildir. Seriye komutam
ganimetleri dağıtacak olursa, üzerlerinde komutanlığı geçersiz olan diğer
askerlerin haklarını iptal etmiş olur. Bu ise caiz değildir. Ancak tek seriye
harp yurduna girdiğinde durum böyle değildir. Ganimetler sadece o seriyeye
katılanlara aittir. Bu sebeple seriye komutanının harp yurdunda ganimetleri
taksim etme yetkisi vardır.
4333- Ordugahta
bulunan komutan, seriye komutanına
ele geçireceklerini
satıp seriyeye katılan askerler arasında dağıtmasını emredecek olsa ve seriye
komutanı da bunu yapacak olsa, tasarrufu caizdir. Ordugahta bulunan askerlerin
ele geçirilen o ganimetlerde bir payları yoktur.
Çünkü seriye
komutanına ele geçirdiklerini bölüştürme emrini verdiğine göre, ele
geçirilenler sadece seriyeye katılanlara ait olur. Ordugahta bulunan askerlerin
bu ele geçirilenler üzerinde bir haklan yoktur. Ayrıca bu, komutanın tasarruf
yetkisi dahilinde olan bir husustur. Pay verme olmuş olsaydı bile içtihadı bir
meseledir. Nitekim Hz. Ömer'in sözünün zahiri şöyledir: " Ganimet, olaya
şahit olan kimselerindir."
280
Buna göre ganimet,
sadece seriyeye katılanlara ait olabilir. Mümkün ki başkomutan seriye
komutanına ganimeti taksim etmesini söylerken Hz. Ömer'in bu sözünü bu şekilde
anlayarak söylemiştir. Komutanın verdiği emir, verilmiş içtihatlardan
birine" uygun ise, geçerlidir. Velev ki ordugahtaki askerlerin haklarını
ortadan kaldırmış olsun. Ne de olsa onların velisi durumundadır. Bu nedenle seriye
komutanının taksimatı geçerli bir taksimattır.
4334- Ordu komutanı
Nefel18 vaadederek birtakım se-riyeler gönderir ve bu seriyelerdeıı birine: Ele
geçirdiğiniz esirler sizin olsun, diğer seriyeye: Ele geçirdiğiniz ganimetlerin
beştebirinden artakalanı sizin olsun, bir diğerine ise, Ele geçirdiğiniz
esirlerin yarısı sizin olsun, der ve bu seriyeler çıkıp esirlerin de aralarında
bulunduğu ganimetler elde edecek olsalar, seriye komutanı ele geçirilen
savaşçılardan hiçbirini Öldürenıez.
Çünkü ele
geçirdiklerinde nefel bulunmamış olsa bile seriye komutanı onlardan herhangi
bir kimseyi Öldüremezdi. Nefel bulunduktan sonra evleviyetle öldüremez.
4335- Ele geçirdikleri esirleri ordugaha
getirdiklerinde ordu komutanı da onlardan kimseyi öldüremez.
Çünkü sırf ele
geçirilmeleri ile nefel sahiplerine bir hak tahakkuk etmiştir. Nefel ise,
kimlere tahsis edilmişse sadece onlarındır, başkaları onlara Ortak olamaz.
Böylece nefel, taksimattan sonra ganimet sahiplerinin paylarına düşen hakları
konumundadır. Nitekim taksimat yapıldıktan sonra komutan savaşçılardan kimseyi
öldüremez. Bu meselede de nefel hakkından dolayı kimseyi öldürme yetkisi
yoktur.
4336- Ancak ele geçirilen esirler tarafından
müslüman-lara bir zarar gelmesinden korkması ya da müşrik askerlerin kendisine
doğru gelerek bu esirlerin de kendilerine yardımcı olmaları gibi bir endişesi
varsa, o zaman onları öldürmesinde bir sakınca yoktur.
18- Nefel verme:
Komutanın gördüğü lüzum üzerine mücahidîeri savaşa teşvik etmek için fazladan
pay vermesi veya onlara birtakım para ve bağışlar vermesidir. (Çeviren)
281
Çünkü burada
nıüslümanlann yararı söz konusudur. Böylece bu durum ile savaş durumu aynıdır.
4337- Müslümanların bir ordusu başlarında devlet
başkanı tarafından görevlendirilmiş bir komutan olduğu halde harp yurduna
girer ve birçok şehri gerilerinde bırakıp bir şehre girdiklerinde onları İslama
davet edip içerideki bu şehir halkı müslümanların çağrışma icabet ederek İslâmı
kabul edecek olurlarsa, müslümanlar onların İslama girmelerini kabul ederler.
Çünkü savaşın
meşruiyeti, kendilerine savaş açılanların İslâmı kabul etmeleri içindir.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: " Onlarla, müslüman oluncaya kadar
savaşın." İslâmı kabul ettikleri takdirde bu davranışlarını kabullenmek
gerekir. Sonra komutan onları topraklarında bırakır ve İşlâmın hükümleriyle
hükmedecek bir emiri başlarına tayin eder. Çünkü o şehir artık İslâm yurdu
olmuştur ve aralarında îslâmm hükümleriyle hükmedecek bir emire ihtiyaç vardır.
İslâm ordusu aralarından çekildikten sonra harp ehlinden kendilerini koruyacak
bir güce sahip değillerse ve İslâm yurduna intikal etmek de istemiyorlarsa, komutan
kendilerini halleriyle başbaşa bırakır. Çünkü kendileri kötü seçim yap-rriışlr.
İslâm yurduna intikal etmeleri için zorlanamazlar.
Çünkü onlar artık
İslâm şehrinde yaşayan müslümanlardır ve Müslümanlar yerlerini terketmek İçin
zorlanamazlar.
Bu durumda yanlarında
müslümanlardan herhangi bir kimseyi de bırakamaz. Çünkü olur ki orada kalan
Müslüman, gönül hoşnutluğuyla kalmamaktadır.
Çünkü yok olma
tehlikesiyle karşı karşıyadır ve kendi nzası olmaksızın kimse yok olma
tehlikesiyle karşı karşıya bırakılamaz.
4338- Müslüman olmayı kabul etmez, ama müslümanların
cizye vermeleri konusundaki çağrılarını kabul eder ve yurtlarından taşınmayı
reddedip: Kendi yerimizi değiştirmeyeceğimize dair bize söz verin, diyecek
olurlarsa bakılır, şayet müslümanlardan bir kısmı onların yanında kaldıkları
takdirde harp ehline karşı güçlü olacaklarsa ve yalnız başlarına onların güç
ve kuvvetleri bulunuyorsa, ko-
282
mutanın onları zimmî
sayarak İslâmi hükümleri onlara uygulayacak müslüman bir emiri başlarına tayin
etmesinde ve harp ehline karşı güçlü kuvvetli olmaları için yanlarına bazı
nıüslümanları yerleştirmesinde bir sakınca yoktur.
Çünkü bu isteklerini
kabul etmek gerekir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: " Küçülerek
elleriyle cizye verinceye kadar onlarla savaşın."
Onların bu
davranışları zimmîliği kabul etmektir. Çünkü başlarına geçirilen emir onlara
İslâmın hükümlerini uygulayacaktır. İslâm hükümlerinin onlara uygulanmasıyla
da zimmî olurlar. Şehirleri de îslâm şehri olur.
4339- Bulundukları yer
yanlarına bazı müslümanların yerleştirilmesiyle de düşmanlara karşı koyacak
güçte olamayacak ve İslâmm hükümleri onlara uygulanmayacak bir yer ise, bu
takdirde Müslümanlar onların bu isteklerine cevap vermezler. Ancak çoluk çocuk
İslâm yurduna taşı-nacaklarsa zimmîklerini kabul ederler.
Çünkü şirk yurdu,
ancak İslâmm hükümlerinin orada uygulanmasıyla İslâm yurduna dönüşür. Yine müşrikler
ancak İslâm hükümlerinin onlara uygulanmasıyla zimmî olurlar. Halbuki bu
durumda müslüman komutan, onlara İslâmm hükümlerini uygulamaktan âciz
kalmıştır. Böylece bu durumda onlar müslümanlarla anlaşmalı statüsüne
girerler. Harp ehli müslümanlarla antlaşma yapmak istediklerinde ise,
müslümanlar antlaşma yapmak mecburiyetinde değillerdir. Ancak kendileri
açısından açık bir yarar söz konusu olduğunda antlaşma yaparlar. Bu nedenle
böyle bir durumda müslümanlar onların zimmî olma isteklerini kabul etmek
mecburiyetinde değildir.
Oysa îslâmi kabul
etmeleri durumu böyle değildir. Çünkü onların İslâmi kabul etmeleri, müslüman
devlet başkanının iznine tabi bir husus değildir. İslâmi kabul edecek
olurlarsa, müslüman olurlar. Müslüman olduktan sonra da komutan onlara
saldıramaz. Aralarında İslâmla hükmetsin diye başlarına birini tayin eder. Ama
düşmana karşı koyacak bir güçleri yoksa (ve islam yurduna geçmeyi de kabul
etmezlerse) onları kendi hallerinde bırakır. Nitekim Necran'lilarla Yemen halkı
İslâmi kabul ettiklerinde bulundukları yer ile müslümanlar arasında birçok
müşrik yaşıyordu. Peygamber (s.a.v.) onları kendi hallerinde bırakmıştır.
283
4340- İslâm yurduna
taşınmayı kabul ettikleri takdirde onlara galip geleceklerini bilseler bile
müslümanların onlara engel olmaları uygun değildir.
Çünkü bu durumlarıyla
onlar, kendilerini koruyabilecek durumdalar ve müslümünlara fey' olmazlar.
Böylece müslümanlann, onların isteklerini kabul etmeleri ve onlara herhangi
bir zarar vermemeleri gerekir.
Müslümanlar, orada
müslüman bir topluluk yerleştirip ancak oradaki zimmılerle elbirliği ettikleri
takdirde harp ehline karşı koruyabileceklerse ve şehir halkı da: Zimmî olmayı
kabul ediyoruz, ancak müslümanlardan bir topluluğu buraya yerleştirin ki
onlarla birlikte düşmana karşı savaşabilelim, diyecek olursa, iki sebepten
dolayı komutanın bu teklifi kabul etmemesi gerekir:
Birincisi: Bu durumda
müslümanlar tehlikeye atılmış olmaktadır. Çünkü zimmîler ne de olsa kâfirdirler
ve ihanet ederek müslümanları öldürmelerinden emin olamayız.
İkincisi: Bu durumda
müslümanlar, İslâmm hükümlerini ancak zimmîlerin rızalarıyla
uygulayabilecekler, yalnız başlarına uygulayamazlar. Böylece İslâmm hükümlerini
uygulayan, zimmîlerin kendileri olacaklardır. Islâmın hükümlerini ise, ancak müslümanlar
uygularlar.
4341- İrtidat
edenler, durumlarını gözden
geçirmek üzere müslümanlardan mühlet isteyecek olsalar, müslümanların
onlara bu mühleti tanımalarında bir sakınca yoktur. Nitekim Hz. Ömer'in
irtidat eden biri hakkında şöyle dediği rivayet edilmektedir: " Kendisini
bir evde hapsedip evin kapısını kilitleyip üç gün boyunca tevbe etmesini isteseydiniz
ya."
Bir kişi hakkında geçerli olan bu
hüküm, bir topluluk hakkında da geçerlidir.
4342- Yine Hariciler gibi isyan eden müslümanlar,
durumlarını gözden geçirmek üzere egemen müslümanlardan mühlet isteyecek
olsalar, müslümanların onlara bu mühleti tanımalarında bir sakınca yoktur.
284
Çünkü bunlar
müslümandırlar ve irtidat edenlere bu mühlet veriliyorsa, bunlara evleviyetle
verilmelidir.
Ancak müslünıanların
bu nedenle onlardan haraç almaları doğru değildir.
Çünkü haraç cizyeye
benzemektedir. Oysa bu kimseler müslumandırlar ve müslümanlardan cizye
alınamaz.
4343- Kendilerinden haraç alınacak olursa,
bekletilir ve tevbe ettiklerinde kendilerine iade edilir.
Çünkü isyancı
müslümanların mallan ganimet olmaz, kendilerine iade edilir.
Görmüyor musun, HzAIi
onların mallarını kendilerine iade etmiştir. Öldürülecek olurlarsa mallan
mirasçılarına verilir. Elde kalan malın kime ait olduğu bilinemiyorsa, devlet
başkanının elindeki yitik mallar mesabesinde olur.
4344- İsyan eden fbaği) müslünıanlr vazgeçip tevbe
etmedikleri takdirde ve müslümaıı biri o malların bir kısmını harcamışsa,
harcadığını tazmin eder.
Çünkü bunlar, antlaşma
yapılmış topluluk durumundadırlar ve malları müslümanların elinde emniyet
altına alınmıştır.
4345- Kâfirler müslümanlarla antlaşmalı iseler ve
müslümanlardan biri mallarını telef ettiğinde, telef ettiğini taz-min
ediyorsa, isyan etmiş müslümanların mallarının tazmin etmesi evleviyetle
gereklidir. Arada saldırmama antlaşması yoksa bile, egemen müslümanlardan biri
mallarından bir miktar almışsa, savaş sona erdiğinde o malı iade eder. Ancak
savaş sürüyorsa ve müslümanlardan biri, mallardan bir miktarı harcamışsa, o
malı tazmin etmez. Çünkü savaşta onlardan birinin canını telef etmişse bir şey
tazmin etmez.
Buna göre malını telef
etmişse evleviyetle tazmin etmemesi gerekir.
4346- Ancak savaş sona erdikten ve ordu dağılıp
onlar da tevbe ettikten sonra harcamışsa, telef ettiği malın sa-hibine veya
mirasçılarına telef ettiğini tazmin eder.
285
Çünkü o malı harcadığı
sırada, savaşçı olmayan bir müslümanm malını harcamıştır. Bu nedenle sair
müslümanların malını tazmin ettiği gibi bu kimsenin de malını tazmin eder. Şüphesiz
en iyi bilen Allah'tır.
4347- Müslüman komutanlardan biri, harp ehli müşriklerin
kalelerinden birini fethedip o kalenin içinde esirlerin bulunduğu bir zindan
varsa ve bu zindandakiler İslâ-nıı kabul edecek olurlarsa, bakılır; müslümanlar
oraya galip gelerek ele geçirmişlerse, zindanda bulunanlar, onları bulan
kimseler için fey'dirler.
Çünkü kendilerini
koruyacak güçte olmayıp mağlup olmuşlarsa, İslâmı kabul etmezden önce
müslümanların eline geçmişlerdir, demektir ve onların İslâmı kabul etmeleri, müslümanların
üzerlerindeki haklarını ortadan kaldırmaz. Ancak öldürülemezler.
Çünkü Müslümandırlar
ve müslüman olmaları, öldürülmelerine engeldir. Ancak İslâmı kabul etmiş
olmaları, köle edinilmelerine engel değildir.
4348- Şayet zindanda korunaklı bir durumda olup ancak
savaşılarak kendilerine ulaşılıyorsa ve müslümanların büyük çoğunluğu onlara
galip gelecekleri kanaatini taşıyor olmalarına rağmen kendileriyle
savaşılmadan İslâmı kabul etmişlerse, hür olurlar ve kimsenin onlar üzerinde
bir hakkı olmaz.
Çünkü kendilerini
koruyacak bir güçleri varsa, müslümanların eline geçmemişler demektir.
Müslümanların eline geçmeden de İslâmı kabul etmişlerdir. Bu nedenle hürdürler.
Müslüman kişi, esir alınıp köle edinilemez.
4349- Bu zindandakiler, kalede olup muhasara altına
alınmış kimseler mesabesindeler. Muhasara altındayken İslâmı kabul edecek olsalar, hür
olurlar ve kimsenin onlar üzerinde bir hakkı olmaz. Burada da durum aynıdır.
Yine zindanda
bulunanlar zimnıî olup müslümanlarla birlikte İslâm yurduna gitmeyi kabul
edecek olurlarsa ve kendilerini koruyacak bir güce de sahip bulunmuyorlarsa,
müslümanların onları zimmî kabul etmemeleri caizdir.
286
Çünkü müslümanların
eline geçmiş durumdalar ve artık esirdirler. Esir alındıktan sonra zimmîliği
isteyen kimsenin bu isteğine cevap verilmez.
4350- Müslümanlar, dilerlerse onları fey1 olarak
alırlar, dilerlerse savaşçılarını öldürüp çocuklarını esir alırlar. Ancak
kendilerini savunacak bir güce sahip iseler, müslümanlar kendilerine galip
geleceklerini bilseler dahi komutanın onların zimnıî olma isteklerini
reddetmesi uygun değildir. Bilakis onları zimmî yapar ve hürriyetlerini
kendilerine verir.
Çünkü ganimet olarak
alınmazdan önce zimmî olmayı isteyecek olsalar, bu isteklerine engel olunmaz.
Çünkü zimmî olmak dünyevî hükümler açısından îslâmdan sonra gelir.
4351- Müslüman askerlerin komutanı, düşman şehirlerinden
birini muhasara altına alıp şehir halkından bir kısmı İslâmı kabul edeceğiz
derken diğerleri: Hayır, zimmî olacağız
ve yerimizi terketmeyeceğiz, diyecek
olsalar, bakılır; eğer oraya müslümanların bir kısmını yerleştirmekle
oradaki müslümanlar bir araya geldiklerinde düşmandan gelebilecek saldırıya
karşı koyabilecek ve İslâmın hükümlerini orada uygulayabilecek duruma
geliyorsa, komutan bunu yürürlüğe koyar.
Çünkü orada İslâmın
hükümlerini uygulamak mümkündür. İslâmın hükümlerinin orada yürürlüğe
girmesiyle de orası artık İslâm yurdu olur. Zimmîliği isteyenler de zimmî
olarak orada kalırlar.
4352- Müslümanlar, oraya düşmana karşı koyabilecek
kadar müslüman savaşçı yerleştiremiyorlarsa, zimmîlerin isteklerini
karşılamazlar. Ancak zimmîler orayı terkedip İslâm yurduna gelmeyi kabul
ediyorlarsa, o başka.
Çünkü onların bu
istekleri, daha önce de belirttiğimiz gibi zimmîliğe talip olmak değil, karşılıklı
antlaşmadır ve müslümanlann onlarla antlaşma yapma mecburiyetleri
bulunmamaktadır.
287
4353- İslâmı
kabul edenlere gelince, onlar hürdürler ve kendi memleketlerinde ikamet
etmekten alıkonamazlar. Çünkü hür olan bir müslüman, bir ülkeden başkasına
taşınmaya zorlanamaz.
4354- Şayet İslâmı kabul edenler: Harp ehline
karşı koyabilmemiz için müslümanlardan bir
kısmını buraya yerleştirin
deseler, devlet başkanı durumu değerlendirir, eğer oraya yerleştireceği
kimseler, düşmana karşı koyabilecek
güçte olurlarsa, onların
bu isteklerini kabul edebilir.
Çünkü müslümanlara bir
zarar gelmeksizin orayı İslâm yurduna çevirebilir. Bu nedenle bu isteklerini
kabul etmesi gerekir.
4355- Oraya yerleştireceği müslümanlar İslâmı kabul
edenlerle birlikte harp ehline karşı koyabilecek güce ulaşıyor, ama devlet
başkanı, İslama giren bu kimselerin ir-tidat ederek müslümanlar] katliama tabi
tutmalarından endişe ediyorsa, müslümanlardan herhangi bir kimseyi oraya
yerleştirmesi doğru değildir.
Çünkü burada
müslümanları yok olmakla karşı karşıya getirme söz konusudur. Ancak îslâmi
kabul edenlerin gerçek müslüman olduklarına ve bir saldın durumunda kesin
olarak müslümanlara yardımcı olacaklarına kanaat getiriyorsa, müslümanlardan
bir kısmım oraya yerleştirmesinde bir sakınca görmüyorum. Oraya İslâmın
emirlerini uygulayacak birini tayin eder ve müslümanlardan bir kısmını oraya
yerleştirir. Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi devlet başkanı, müslümanları
bir zarara uğratmaksızın bir yeri İslâm yurdu haline dönüştüre-biliyorsa; bunu
yapması gerekir. Bu durumda zimmîliği kabul edenleri de zimmî olarak kabul
eder.
Çünkü artık orası
İslâm yurdudur ve İslâm yurdunda zimmîliği ve İslâmın hükümlerinin kendisine
uygulanmasını isteyenin isteğini kabul etmek gerekir.
4356- Zimmîliği ve
İslâm yurduna taşınmayı kabul ettikleri halde devlet başkanı tüm bu
isteklerini uygun gör-meyip ya müslüman olmalarını veya kendileriyle savaş-
288
mayı uygun görür,
savaş sonunda da onlara galip gelecek olursa, beştebir payını ayırır ve
kalanları ganimet paylarına göre dağıtacak olursa, bu davranışı caizdir.
Çünkü kendilerine eman
verilmemiştir ve kendileri harp ehlidirler.
Ancak zimmî olmalarını
kabul etmemekle yanlış yapmaktadır.
Çünkü zimmîliği
isteyenin zimmîliğini kabul etmek vaciptir ve devlet başkanı vacip olan birşeyi
terkettiğinden dolayı hatalıdır.
Ancak İslama girme çağrısına olumlu cevap verecek olurlarsa hiçkimse bu
cevaplarına karşı çıkamaz. Çünkü savaşın meşru olması, İslâm için olmasıdır.
Onlar İslâmı kabul ettikten sonra artık savaşın meşruiyeti ortadan kalkmıştır.
4357- İslama
girmelerini kabul etmez ve onlarla savaşıp onlara galip gelecek olursa, onları
serbest bırakır, mallarını kendilerine iade eder. Onlardan esir almış ise, esir
alması geçersizdir. Yine onları taksim etmişse bu hüküm de yok mesabesindedir.
Çünkü İslâmı kabul
ettiklerinde müslüman olmaları geçerlidir. Herhangi bir kimsenin müslüman
olması için devlet başkanının iznine ihtiyaç yoktur. Bu nedenle kendileriyle
savaştığında İslâm yurdunda müslümanlarla savaşmış demektir. Müslüman ne köle
edinilir ve ne de malı ganimet olur. Bu sebeple bu savaşta onlara verilen
zararlar bütünüyle tazmin edilip kendilerine iade edilir. *
4358- Müslüman
olmaları için çağrı yapılıp İslâmı kabul ettikleri takdirde kendileriyle
savaşılmayacağı belirtildiği halde onlar da bu teklifi kabul eder, fakat
komutan onların bu isteklerine icabet etmeyip onlar da İslama girmeden onlarla
savaşacak olursa, hata işlemiş olur. Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi zimmî
olma tekliflerini reddetmesi bile yanlış iken, müslüman olmayı teklif etmelerinin
reddedilmesi evleviyetle yanlış bir davranıştır. Ancak onlar da henüz İslâmı
kabul etmediklerinden kanı dökülenin kanı yerde kalır ve mallarına verilmiş
olan zararlar da telafi edilmez. ■
289
Çünkü müslümanlar
kendilerine zarar verdikleri esnada onlar kâfirdirler. Sadece müslüman olma
isteklerini izhar etmişlerdir. Kişi böyle bir isteği izhar etmekle de müslüman
olmaz. Kâfirin kanı yerde kalır ve malı tazmin edilmez.
4359- Ancak onlardan geri kalanlar İslama
girdikleri takdirde malları kendilerine iade edilir ve serbest bırakılırlar.
Çünkü komutanın
kendilerinden vazgeçmesini ve müslüman olmak istediklerini belirttiklerinde
artık müslümanların onlarla savaşmalan ve esir alınmaları haramdır. Esir
alınmaları haram olduğuna göre artık onlar esir alınmazlar, hür olarak
kalırlar.
4360- Ama zaman istemeliren rağmen devlet başkanı
onlarla savaşıp kendilerine galip gelerek taksim edecek olursa, hür olmazlar.
Hür olmadıkları için de onlardan cizye almak söz konusu değildir.
Çünkü zimmîliği
isterken küfür üzere kalmak istemişledir. Küfür ise temelde Öldürülme ve esir
edilmenin mubah olmasının nedenidir.'9 Devlet başkanı, ictihad alanına giren
bir hususta karar vermiş ve zimmî olma isteklerini reddetmiştir. Bu nedenle bu
konudaki hükmü geçerlidir. Böylece onları esir almalan caizdir. Buna karşı
çıkılmaz.
Ama devlet başkanından
kendilerine saldırmamasını ve İslâmı kabul edeceklerini teklif etmişlerse, can
ve mallarına dokunulamaz. Çünkü İslam insanların mal, can ve hürriyetlerini
korur. Bu nedenle bu meselede esir alınmalarının ha-ramlığı daha kuvvetlidir.
Burada içtihada yer yoktur. Bu sebeple İslâmı kabul etmeleri halinde devlet
başkanının yanlış davranmış olduğu kesinlik kazanır. Bu sebeple hatasından
vazgeçmesi, yani onlara hürriyetlerini geri vermesi gerekir. Onların İslama
girme isteklerinde samimi oldukları ortaya çıkmıştır. Müslüman kişi ise, savaş
yoluyla esir alınamaz.
Başarı Allah'tandır ve
en iyi bilen şüphesiz O'dur.
19- Öldürülme veya
esir alınmanın sebebi bizzat küfür değil, savaştır. Yoksa her kafirin esir
alınması veya öldürülmesi sözkonusu değildir.
-
291
-208-
KAFİRİN İSLÂMI
KABUL EDİP ETMEDİĞİ KONUSUNDA
MÜSLÜMANIN ŞAHİTLİĞİ
İmam Muhammed - Allah
rahmet etsin- dedi ki:
■ . 4361- Müslümanlar Rumlardan esir alır ve
müslüman-
lardan iftira
cezasıyla cezalandırılmış dahi olsa bir erkek veya köle yahut bir kadın veya
cariye, bir esirin ölmezden önce İslâmı kabul ettiğini belirtip Islamı kabulüne
dair birtakım nitelemelerde bulunacak olsa, ölmüş olan o kişinin cenaze namazı
kılınır ve bağışlanması için dua edilir. Yeter ki müslümanlar şahidin
şahitliğini kabul etsinler. Çünkü ölü üzerine cenaze namazı kılmak, dini hususi
ardandır. Adaletli bu kişinin şahitliği dinî hususlarda makbuldür. Nitekim bir
suyun temizliğine veya necis olduğuna, Ramazan ayının hilaline dair tek kişinin
şahitliği, yine Peygamber (s.a.v.)den rivayet etme konusunda tek kişinin
şahitliği makbuldür.
4362- Said b. Zî Lukve'den yapılan şu rivayet buna
delildir: Bu rivayette Said şöyle demektedir: Ca'fer b. Ebi Talib, Peygamber
(s.a.v.)'e, Necaşi'nin kendisini doğruladığı haberini getirdiğinde Peygamber
(s.a.v.) üç defa Necaş'nin günahlarının bağışlanması için dua etmiştir.
4363- Esirin İslâmı kabul ettiğine dair şahidin bir takım
nitemelerde bulunması meselesine gelince, İmam Mu-
hammed bunun iki yönü
bulunduğunu zikreder. Şöyleki:
Şahit olan kişi fakîh
ise, nitelemede bulunmasına gerek yoktur. O kişinin ölmeden önce İslâmı kabul
ettiğini söylemesi yeterlidir. Ancak şahit cahil biri ise, kendisinden
açıklama istenir. Gerekli miktarda açıklamalarda bulunursa, şahitliği geçerli
olur. Ancak kişi sağ ise ve bir müslüman onun esir düşmezden Önce İslâmı kabul
ettiğine dair şahitlik ederse, bir kişinin şahitliğiyle o kişi hür olmaz.
Haklar konusunda, şahitliği geçerli iki müslümanın şahitlik yapması gerekir.
292
4364- Devlet başkanı
bir kaleyi fethedip nıüslüman ve âdil biri harp ehlinden olan biri için esir
düşmezden önce İslâmı kabul ettiğine dair şahitlik edecek olsa bakılır; şayet
o kişi esirlerle birlikte taksimata tabi tutulmadan yahut satılmadan önce böyle
bir şahitlikte bulunmuşsa, şahitliği kabul edilir. Ama o kişi taksimata
girdikten ya da satıldıktan sonra böyle bir şahitlikte bulunacak olursa bu
şahitliğinin bir etkisi yoktur.
İmam Muhammed daha
Önce cevabı kısımlara ayırarak vermişti. Burada ise cevap mutlak olarak
verilmiştir. Bununla ilgili olarak bazıları şöyle demektedir:
Burada verilen cevap,
taksimat ve satıştan sonraki şahitlikle ilgilidir. Bu nedenle şahidin
şahitliği geçerli değildir. Ama taksimat ve satıştan önce şahitlikte
bulunmuşsa, şahitliği kabul edilir. Bu şekilde anlaşıldığı takdirde iki mesele
bir rivayetle belirtilmiş olmaktadır. İkincisi, birincisinin açıklaması
mahiyetindedir. Ebû Bekir el-A'meş, bu konuda meselede farklı iki rivayet
vardır, diyordu. Taksimattan Önce bir kişi onun İslâmı kabul ettiğine şahitlik
edecek olursa, şahitliği kabul edilmez. İkinci konuda ise bir kişinin şahitliği
kabul edilmektedir.
Burada zikredilenin
gerekçesi şudur: O kişi esir alınmakla onda ganimet sahiplerinin hakkı iptal
edilmiş olur. Böyle bir hak ise, ancak ahkâm konusunda hakların iptal edildiği
bir şahitlikle iptal edilebilir. Nitekim satış ve taksimattan sonra da şahitlik
geçerli değildir ve müşterinin hakkını iptal edemez. Payına düşenin hakkını da
iptal edemez.
|
Nitekim, doğan bir
bebeğin canlı olarak doğduğuna dair bir çocuğun şahitliği kabul edilir ve o bebeğin
üzerine namaz kılınır. Bütün müçtehidler bu konuda ittifak etmişlerdir. Ancak
Ebu Hanîfe'ye göre çocuğun bu şahitliğiyle miras tahakkuk etmez. Burada da ölü
üzerine namaz konusunda tek kişinin şahitliği geçerlidir ama esirliği iptal
konusunda geçerli değildir.
Diğer rivayetin izah
şekli ise şöyledir: Her ne kadar esir edilmekle onda müslümanların hakkı
tahakkuk ediyorsa da belli bir kişinin hakkı söz konusu değildir. Hak,
müslümanların tamamına aittir. Böylece şahitliği ile belli bir kimsenin hakkını
iptal etmemektedir. Buna göre şahitlik, dini herhangi bir meseledeki şahitlik
gibidir. Bu nedenle de geçerlidir. Çünkü köle edinilmenin kaldırılması da dini
işlerdendir.
293
Ancak taksimattan
sonra durum böyle değildir. Çünkü taksimattan sonra şahitlik geçerli kılınacak
olursa, belli bir kimsenin hakkı iptal edilmektedir. Bu durumda ancak ahkâm
konularındaki şahitlik geçerli olur ki o da ancak iki erkeğin veya bir erkek
iki kadının şahitliğidir.
Diğer taraftan bu
adamın söylediği, sima (görünüş) ün delil olmasından aşağı değildir.Adamın
üzerinde müslüman siması olduğunda fey1 yapılmazken, adaletli müslüman şahitlik
yaptığında evleviyetle fey1 yapılmaz.
Fasık müslümanm ise bu
tür işlerde şhitliği kabul edilmez, onun için üzerine namaz kılınmaz ve
bağışlanması için dua edilmez. Çünkü dini bir konuda ilgil olsa fasıkın
getirdiği haber şüpheli olup araştırılır.
Tahavi,
el-Muhatasar'ında şöyle demektedinBir kişi hilalin görüldüğüne şahitlik ederse,
şahitliği kabul edilir ve fasık da olsa kendisinin de oruç tutması
gerekir.Fasıhkla itham edilerek şahitliği red edilmez.
Ebu Yusuftan şöyle
rivayet edilmiştir: Darulharpte bir adam müslüman olsa ve oruç tutup namaz
kılması gerektiğini bir müslüman ona söylese, söyleyen kişi fasık da olsa o
adamın namaz kılıp oruç tutması gerekir.
Başarı Allah'tandır.
295
-209-
DARULHARPTE MUSLUMANIN
ŞAHİTLİĞİNİN KABUL
EDİLECEĞİ VE KABUL
EDİLMEYECEĞİ YERLER
4365- İmam Muhammed b.
Hasan -Allah rahmet etsin-dedi ki: Bir müslüman eman alarak harp yurduna
girecek olsa veya aralarında esir ise yahut onların vatandaşı olup orada İslâmı
kabul etmişse ve müslümanlar da beraberinde birtakım erkek ve kadınlarla
beraber harp yurdunda kendisiyle karşılaştığında o kimse, beraberindekiler
için: Bunlar benim köle ve cariyelerimdir, der ve durumun gerçekten böyle olup
olmadığı bilinmiyorsa, bakılır; beraberindeki erkek ve kadınlar sözünü tasdik
ediyorlarsa, dediği gibi o kimseler onun köle ve cariyeleri olarak kabul
edilirler.
Çünkü kişinin iman
etmek suretiyle hakkettiği eman, eman istemekle hakkettiği emandan daha
kuvvetlidir.
4366- Kalede
bulunanlardan birine canı ve malı konusunda devlet başkanı eman verir, sonra
da müslümanlar o kaleyi fetheder ve kendisine eman verilen kişi: Bu
kalede-kiler benim köle ve cariyelerimdir, der, içeridekiler de sözünü
doğrulayacak olurlarsa, söylediği herşey konusunda eman içerisinde olur.
Çünkü kendisini
doğruladıklarından dolayı üzerilerin-deki mülkiyeti açık olmuştur. Çünkü köle
ve cariyenin bir kimsenin mülkiyetinde olduklarının en bariz delili, o kimsenin
yanında ona hizmet ediyor olmaları ve mülkiyetinde olduklarını itiraf
etmeleridir. Burada bu durum gerçekleşmiştir. Böylece mülkiyetinde oldukları
sübût bulmuştur. Müslümanın mülkiyetindekiler ise ne esir olarak, ne de
ganimet olarak
alınabilirler.
■
296
4367- Sözünü yalanladıkları takdirde ise, hepsi fey' olurlar.
Çünkü iddasim
yalandıklarından dolayı eli altında sayılmazlar. İddiasını da destekleyecek
elinde başka bir delili bulunmamaktadır. Sözü doğrulanmadığından dolayı da esir
edilirler. Eman almış olan ya da miislüman olan o kimsenin onlarla bir
bağlantısı sözkonusu olmaz, Onlardan beştebir payı alınır ve kalanlar orayı fetheden
müslümanlara taksim edilirler. Eman almış olan ya da müslüman olan o kişi,
ganimetten birşey alamaz.
Çünkü bu kişi
müslümanlarla birlikte savaşmak için harp yurduna girmiş değildir. Müslümanlar
safında savaştığı takdirde ancak kendisine ganimetten bir pay düşer.
4368- Bir kısmı kendisini doğrularken bir kısmı da
yalanlıyorsa, kendisini doğrulayanlar kendisinin
köleleri olur. Yalanlayanlar ise, fey'dir.
Çünkü tamamı kendisini
doğrulamış olsaydı, tamamı köle; tamamı yalanlamış olsaydı tamamı fey'
olacaklardı. Bir kısmı doğrularken, bir kısmı da yalanlandığına göre,
doğrulayanlar köle, diğerleri ise fey'dirler.
4369- Aynı şekilde elinde bulunan para, mal veya
hayvanlar hakkında: Bunlar, benim mallarıındır, burada ticaret yaparak
kazandım, derse, dediği kabul edilir ve sözkonusu malların tamamı kendisine
aittir.
Çünkü eli altında
bulunan mallar konusunda eman almış kişinin beyanı kabul edildiğine göre, bu
kişinin beyanı evleviyetle kabul edilmelidir.
4370- Müslümanlar, harp yurdunda esir düşmüş veya
eman alıp oraya gitmiş bir müslüman veya harp ehlinden olup İslâmı kabul etmiş
bir müslümanla karşılaşıp onun yanında para, esir alınmış kadın ve erkekler
bulunup bunların kendisine ait olup olmadıkları bilinmez ve söz konusu kişi
bunların kendi mülkiyetinde olduklarını söylerse, iddiası kabul edilmez. Esir
alınmış olan o kadın ve erkekler sözünü doğrulasalar bile yine iddiası kabul
edilmez ve ele geçirilenlerin tamamı, onları ele geçiren müslü-manlar için fey1 olurlar.
297
Çünkü müslümanlar
onları ele geçirdiklerinde zahirde artık onlar müslü-manlar için fey'dirler. Bu
konuda bir iddia ileri süren kimsenin delil getirmeden İddiası kabul edilmez.
4371- Yine ele
geçirilenler kendisinden uzakta bir yerde ele geçirilmişlerse yahut ona ait
olup olmadıkları bilinmiyorsa ve onun mülkiyetinde olduklarına dair bir işaret
de mevcut değilse, iddiası kabul edilmez. Ancak bunların kendisine ait
olduklarına dair delil getirecek olursa
yahut kale fethedildiğinde bunların
kendi mülkiyetinde
bulunduklarına dair
delil getirecek olursa ya da ele geçirildikleri evin kendisine ait olduğunu
ispatlayacak olursa, bu konuda getirdikleri şahitlerin şahitliği kabul edilir
ve bunların tamamı kendisine iade edilir.
Çünkü delil ile sabit
olan, görme ile sabit olan gibidir. Şayet mal elinin altında olup görerek sübût
bulmuş olsaydı ya da erkek ve kadınların elinin altında oldukları müşahede ile
sübût bulup eli altındaki erkek ve kadınlar da onu doğrulamış olsalardı,
kendisinin sözü geçerli olurdu ve elinin altındakilerden hiçbir şey fey'
olmazdı. Bunların kendisine ait olduklarım delil İle ispatlayacak olsa, durum
yine aynıdır. Bu hüküm, bütün müctehidlerin görüşüne göre eman altındaki ve
esir hakkında da geçerlidir.
Harp yurdunda müslüman
olmuş kişinin durumuna gelince; kalenin fethe-dildiği gün bunların ona ait
olduklarına şahitlik edecek olurlarsa verilecek cevap yine aynıdır. Müctehidlerin
tamamının görüşüne göre söz konusu mal o kişiye iade edilir. Sözkonusu kişiler
ona ait olduklarına şahitlik edecek olurlarsa, imam Muhammed'e göre bu şahitlik
geçerlidir, ama İmam Ebû Hanîfe'ye göre geçerli olmayıp sözkonusu mallar fey1
olurlar. Çünkü Ebu Hanîfe'ye göre o kişiye ait o-lan fakat harp ehlinden
birinin eli altında bulunan ya da bir müslümamn eli altında olduğu bilinmeyen
malların tamamı fey'dir.
Muhammed'e göre ise
fey' değildir. Söz konusu mallar harp ehlinden e-man altındaki kişinin malları
gibidir. Burada söz konusu malların, müslümamn mülkiyetinde oldukları delil ile
sabit olacak olursa Ebû Hanîfe'ye göre fey'dir ama Muhammed'e göre fey1
değildir.
298
4372- Şahitler, kale
fethedildiğinde bu erkek ve kadınların eli altında yahut onun evinde
olduklarına şahitlik ettikleri halde köle ve cariyeleri olduklarına şahitlik
etmeseler, erkek ve kadınlar da köle ve cariye olduklarını reddedip hür
olduklarını söyleyecek olsalar, bu iddialarının onlara bir yararı olmaz ve
hepsi fey1 olurlar.
Çünkü şahitlerin
şahitliği, o kimselerin adamın eli altında hizmet ettiklerini ispat eder ama
mülkiyetinde olduklarını ispat etmez. Mülkiyetin tesbitinden sonra destekleyici
bir delil mahiyetindedir. Nitekim el-Câmi-u's-Sağir'de şöyle demektedir: Bir
adamın elinde durumunu ifade edebilecek durumda küçük bir çocuk bulunacak olsa
ve adam, elinde bulundurduğu çocuğun kendi kölesi olduğunu söylese, çocuk da
köle olmayıp hür olduğunu söyleyecek olsa, çocuğun sözü geçerlidir. Çocuk köle
olduğunu itiraf eder ama şu anda eli altında bulunduğu kimsenin değil de başka
birinin kölesi olduğunu ileri sürecek olsa çocuğun söylediği değil, elinde
bulunduğu kimsenin söylediği geçerlidir. Ardından şöyle demektedir:
Köle ve cariye hariç,
kimin elinde ne görürsen, o şeyin o kimseye ait olduğuna şahitlik edebilirsin.
Köle ve cariyenin eli altında bulunmuş olmaları, mülkiyete delalet etmediğine
göre, kendilerinin hür kimseleriz, şeklindeki sözleri geçerlidir ve bu
sözleriyle de müslümanlar için fey' olurlar. İmam Muhammed devam ederek şöyle
devam etmektedir:
4373- Bu konuda ancak müslümanlardan adalet sahibi
kimselerin şahitliği geçerlidir. 4
Çünkü bu şahitlik,
müslümanlann ganimet haklarını iptal etmektedir. Müslümanların haklarını iptal
edecek bir durum konusunda ancak müslümanlardan adalet sahibi kimselerin
şahitliği geçerli olur.
4374- Harp yurdunda eman sahibi ya da esir bulunan
zinımî kişinin iddiaları hakkındaki hüküm tıpkı müslüman kişinin iddiaları
hakkındaki hüküm gibidir. Söz konusu
ettiğimiz bütün
durumlarda müslümanın sözünün geçerli olduğu hususlarda zimmînin de sözü aynen
geçerlidir.
Çünkü zimmî kişinin
malı da tıpkı müslüman kişinin malı gibi ganimet olmaz. O halde müslümanın malı
hakkındaki hükümler aynen zimmînin malı için de geçerlidir.
299
4375- Harp
yurdunda müslümanlar, beraberinde
bir kadın bulunan bir müslüman veya zimmîyle karşılaşıp o kişi: Bu hanım
benim kanındır, harp yurdunda kendisiyle evlendim, derse ve kadın da kendisini
doğrulayacak olursa, söylediği kabul edilir.
Çünkü ikisi nikâh
konusunda biribirlerini doğrulamışlardır ve birbirlerini
doğrul amalanyla nikâh
sübût bulmuştur.
Kadın, nikâh konusunda
o kişiyi doğrulamış olsun veya yalanlamış olsun, her iki durumda fey' olur.
Çünkü o kadınla evlenmiş olması açık ve göz önünde olmuş olsaydı kadın
yine fey' olurdu. Bu
durumda evleviyetle fey' olur. İmam Muhammed, sözüne
devam ederek şöyle
devam demektedir:
O kişinin o kadınla
evlenmiş olması, o kadına eman verilmiş anlamına gelmez. Çünkü harp yurdunda
kendisiyle evlenmiştir ve harp yurdunda kendisine
eman vermiş olsa bile,
müslümanlar açısından vermiş olduğu eman geçerli
değildir.20
4376- Kadınla birlikte küçük çocukları varsa ve o
kişi: Bunlar benim çocuklarimdır der ve kadın da kendisini doğrulayacak
olursa, çocuklar hürdürler ve kimsenin
onlar üzerinde bir hakkı yoktur. O kişi müslüman ise çocukları da ona
tabi olarak müslümandırlar. Zimmî ise, çocuklar kendisine tabi olarak
zimmîdirler.
Çünkü çocuklar kadının
eli altmdalar ve o kişinin iddiasını doğrulamasıyla çocuklar, kocanın
himayesine girmiş olurlar. Kocanın himayesi sübût bulunca da çocuklar hür
olurlar. Çünkü söz konusu çocuklar hür ana ve babanın çocuklarıdır. Baba hür
bir müslüman veya zimmîdir. Ana İse, müslümanlar kendisini ele geçirinceye
kadar hür idi. Kadın hür iken doğum yaptığına göre çocukları babasına
tabidirler. Baba müslüman bir hür idiyse onlar da müslüman ve hür; baba zimmî
idiyse onlar da hür ve zimmîdirler. Hür müslüman veya zimmîler, köle edinilemezler.
____________________
20- Kimlerin eman
verebileceğini daha önce belirtmiştik.
300
4377- Kadın hamile ise, karnındakiyle birlikte
kendisini ele geçiren müslümanlar için fey' olur.
Çünkü çocuk kadının
karnında olduğu müddetçe onun bir parçasıdır. Çocuk doğumla anasından ayrı bir
şahsiyet olur. Buna göre kadın fey' olacaksa, onun bir parçası olan karnındaki
çocuk da fey' olur.
Çocuk doğduğunda babası müslüman ise, çocuk da
nıüslüman olur.
Çünkü çocuk, din
bakımından ebeveynin en hayırlısına tabidir. Müslüman doğmuş olması ise köle ve
esir edinilmesine engel değildir. Onu kim ele geçir-mişse onun kölesi olur.
Baba zimmî ise, çocuk
da zimmî olur.
Kadın tanınan biri
olup müslüman veya zimmînin elinde ise, ya da müslümanlar kendisini ele
geçirdiklerinde yanında küçük çocukları bulunup o müslüman veya zimmî:
"Bu, benim kanındır, yanındakiler de benim çocuklanmdır", derken,
kadın ise bunu reddedip ne ben onun karışıyım ne de bu çocuklar kendisinin
çocuktandır derse, kadının yalanlamasından dolayı nikâh sübût bulmaz.
4378- Kıyasa göre kadınla birlikte çocuklar da
müslümanlar için fey'dirler. İstihsana göre ise çocuklar, müslüman veya
zimmî kişiye ait olup hürdürler. Kadın
ise, fey'dir.
Kıyasa göre çocuklar
kadının elinde ve himayesindeler ve aralannda nikâh sübût bulmayınca söz konusu
kişinin kadın üzerinde bir himayesi de olamaz. Böylece çocuklar üzerindeki
hakimiyet iddiası da sabit olmaz. İstihsan açısından ise mesele şöyledir:
Kadının o kişinin elinde olduğu bilinmektedir. Kadının o kişinin elinde olması
ise, çocukların da onun hakimiyetinde olmalannı gerektirir.
■
4379- Çocuklar
adamın elinde bulunduklarına göre, çocukların hürriyeti ve
nesebin tesbiti açısından o kişinin sözü geçerlidir. Böylece kadının
doğrulaması ile yalanlaması arasında bir fark yoktur. Çünkü hür kabul edilmeleri
durumu, daha yararlı ve daha kolaydır.
Görmüyor musun,
ticaret yapmasına izin verilmiş olan köle, elinde küçük bir çocuk bulunup o
çocuğun kaybolmuş bir çocuk olduğunu ve kendisinin onu
301
bulduğunu söyleyecek
olursa, iddiası geçerli olur ve çocuk hürdür. Her ne kadar o köle, çocuğu
hürriyetine kavuşturma yetkisine sahip değilse de hürriyetin konumu bir
genişlik sağladığından söylediği geçerlidir ve çocuk hür olarak kabul edilir.
4380- Kadının kendisi
için ümmü'lveled olduğunu ve o çocukların da bu kadından doğma çocukları
olduğunu iddia etse ve kadının da o müslümanın elinde olduğu biliniyorsa,
fakat kadın bunu reddediyorsa, o kadın müslü-maniar için fey'dir.
Daha önce de
belirttiğimiz gibi o müslüman kişinin eli altında bulunması, onun cariyesi
olduğunun delili değildir. Böylece kadının söylediği geçerlilik kazanmaktadır.
Görmüyor musun, o
kadının kendi cariyesi olduğunu iddia etmiş ve kadın da bunu reddetmiş olsaydı,
kadının "ben hürüm" şeklindeki sözü geçerli olur ve o kadın
müslümanlar için fey1 olurdu.
4381- Yine kadın, o çocukların anası olduğunu
red-decek olursa, çocuklar o erkeğin çocukları olarak kabul edilir ve hür
olurlar. İstihsana göre hüküm budur.
Daha önce de
belirttiğimiz gibi kadının o erkeğin eli altında olduğu biliniyordu, Bu durum
çocukların da o kişinin eli altında ve himayesinde olduklarının delilidir.
Böylece erkeğin çocuklar hakkında söylediği geçerli olmuş olur.
4382- Kadın, o erkek için ümmüiveled olduğunu kabul
edecek olursa, o müslüman erkeğin sözü geçerlilik kazanır ve kadın da
çocuklarıyla birlikte hür olurlar.
Çünkü kadının eli
altında olduğu sübût bulduktan sonra kadın cariye olmuş olsaydı yine
hürriyetine kavuşacaktı.
4383- Müslümanın veya zimmînin elinde değilse yahut
onların elinde olup olmadığı bilinmiyorsa ve o kişi: Bu benim esimdir
yahut çocklanmm annesi cariyemdir ve eli
altında bulunan şu
çocuklar da benim
çocuklanmdır, derse ve kadın da bunu itiraf ederse, söz konusu çocuklar
302
onun çocukları olarak
kabul edilir ve neseb sübût bulur ve hür olurlar.
Çünkü çocuklar nesebin
sübûtuna muhtaçtırlar. Çocuklann nesebleri ise, eli altında bulundukları
kimsenin ikrarı ile sübût bulur. Böylece çocuklar zimmî veya müslüman olarak
kabul edilir, köle edinilemezler.
Kadının durumuna
gelince, kişi nikâhlısı
olduğunu
iddia etse de yine
fey' olur.
Çünkü nikâhın apaçık
sabit olması bile o kadının esir ve cariye olmasına engel değildir.
4384- Kadın, o erkek için ümmü'lveled olduğunu
ikrar edecek olursa istihsana göre esir alınamaz.
Çünkü nesebe tabi
olarak ümmü'lveled oluşu sübût bulmuştur. Neseb ise daha Önce sübût bulmuştu.
Ümmü'lveled olan bir kadın ise, esir alınamaz. Kadın, erkeğin iddiasını
reddedecek olursa, çocuklarıyla birlikte müslümanlar için fey1 olur. Erkeğin
iddiası ise geçerlilik kazanmaz.
Çünkü erkek iddiasını
ispatlayacak bir delile sahip değildir. Ne kadın kendisinin elinde
bulunmaktadır ve ne de söz konusu çocuklar. Çocuklann eli altında bulundukları
kadın ise, kendisini yalanlamıştır. Böylece delilsiz olan iddiası geçersiz
olmştur. Böyle bir durumda İslâm yurdundaki iddiası da geçersizdir.
4385- Ancak iddiasını ispatlayacak bir delil
getirecek olursa, çocuklar kendisine ait olup hür olurlar. Ama '•kadın
ümmü'lveled idiyse bu konumunu devam ettirir. Nikâhlısı ise, müslümanlara fey1
olur.
Çünkü delil ile sübût
bulan, müşahade ile sübût bulan hükmündedir.
4386- Onların elinde bulunduklarına yahut orası
fet-hedildiğinde kadın ve çocukların kendi evinde bulunduklarına dair delil
getirecek olursa, delil olmaksızın elinde oldukları bilindiğinde geçerli olan
hüküm geçerlidir. Buna göre kadın, onu doğrulayacak olursa ümmü'lveled olur ve
çocukların nesebinin de o kişiye ait olduğu sübût bulur. Çocuklar ise, hür olup
onlara bir zarar verilemez. Kadın
303
da müslümanlar için
fey'dir. Kadın, erkeği yalanladığı takdirde ise, yine fey' olur ama ümmü'lveled
olmaz. Çocuklar, yine hür olurlar.
Çünkü inkârla birlikte
kölelik, sırf eli altında olmasıyla sübût bulmaz. Hiç şüphesiz en iyi Allah
bilir. İmam Muhammed sözüne devam ederek dedi ki:
4387- Niteliklerini
söz konusu ettiğimiz müslüman birinin elinde bir erkek veya kadın bulunur ve:
Bu, benim kölem ya da cariyemdir, onu İslâm yurdundan getirdim, derse ve
elindeki köle ya da cariye de bunu doğrularsa, söylediği geçerlidir. Çünkü
onları harp yurdundan satın aldığını söylemiş olsaydı ve onlar da
onun bu iddiasını
doğrulamış olsaydılar yine onun söylediği geçerli olurdu. Zımmi de böyle
bir idiada bulunsa, sölediği kabul edilir. Çünkü matının dokunulmazlığı
konusunda zimmî de müslüman gibidir, O
halde haklarında
verilecek hüküm de aynı olmalıdır.
4388- Müslüman yahut zimmînin elinde yetişkin bir kadın bulunur ve: Bu,
benim esimdir, İslâm yurdundan onu da beraberimde getirmiştim, der ve kadın da
bu konuda kendisini doğrulayacak
olursa, iddiası geçerlidir, kadın
esir alınamaz,
O kadının karısı
olduğunu erkeğin ikrar etmesi ve kadının da kendisini doğru lam asiyi a nikâh
sübût bulur. Nikâh sübût bulduğuna göre kadın da onun eşi olarak biliniyormş
gibi hür olmaya devam eder.
4389- Aynı şekilde beraberinde yetişkin bir kadın
bulunur ve: Bu, benim kizımdır yahut kızkardeşinıdir veya annemdir ya da
halamdır veyahut yakın akrabamdır der ve kadın da bunu doğrulayacak olursa o
kadın hürdür. Ancak kızınıdır derken neseb sübût bulur ve daha önce kızı olduğu
bilinen konumuna geçer. Ancak diğer mahrem akrabalar hakkındaki iddia neseb
açısından sübût bulmaz. Nitekim İslâm yurdunda da böyle bir iddia delille desteklenmedikçe
geçerli değildir.
304
Çünkü harp ehlinden
bir kişi kendi canı ve malı konusunda eman isteyip İslâm yurduna gelir ve:
Yanımdaki şu kadın kızkardeşimdir veya halamdır yahut teyzemdir diyecek olursa,
bu sözü geçerlidir ve kendisine tabi olarak kendileri de eman içerisinde
olurlar. Çünkü zahire göre yanlarında mahremleri olmaksızın kadınlar, İslâm
yurduna giriş yapmazlar.
4390- Aynı şekilde harp yurdunda söz konusu
kadınlar hakkındaki müslüman veya zımnimin sözü kabul edilir ve İslâm yurduna
gitme konusunda kendisine tabi olurlar.
Çünkü zahire göre söz
konusu kadınlar kendi başlarına çıkıp İslâm yurduna gelmezler.
4391- Müslüman veya zimmînin yanında yetişkin bir
erkek bulunur ve: Bu, benim oğlumdur, der yahut yaşlı biri olur da bu benini
babamdır der ve kişi de bu konuda kendisini
doğrulayacak olursa, beraberindeki
o kişi
de hürdür.
Çünkü baba olması ya
da oğul olması, birbirlerini doğrul amal any la sübût bulur. Daha Önce de
belirttiğimiz gibi kişinin, birisinin babası olduğunu ya da oğlu olduğunu ikrar
etmesi geçerli bir ikrardır. Bu ikrar, İslâm yurdunda geçerli olduğu gibi harp
yurdunda da geçerlidir. Bununla neseb sübût bulunca ona bağlı olarak hürriyet
de sübût bulur. Bu nedenle söz konusu kişi köle edinilemez.
4392- Beraberindeki
için bu benim kardeşimdir yahut amcamdır veya dayımdır ya da müslümanlardan biridir,
benimle birlikte giriş yaptı der yahut yanında bir kadın bulunur ve bu kadın
müslümanlardan ya da zimmîlerden bir kadındır benimle birlikte giriş yaptı,
derse ve bunu söyleyen kişi müslüman olup beraberindeki de bunu doğ-ruluyorsa,
sözü geçerlidir. Ancak böyle diyen kişi müs-Iümanlar için zimmî biri ise,
söylediği doğrulanmaz. Çünkü eman almış olan zimmî beraberinde bir takım
erkeklerle birlikte harp yurduna gidecek olsa ve bunlar benim kardeşlerim yahut
amcalanmdır derse sözü kabul edilmez ve bu kimseler kendisine tabi olarak eman
içerisinde olmazlar. Aynı şekilde harp yurdunda da onlar hakkında söyledikleri
kabul edilmez ve ona tabi kabul edilmezler.
305
4393- Şahitlik yönüyle de söyledikleri kabul
edilemez. Çünkü buradaki şahitlik, din konusunda bir şahitliktir. Din işinde
zimmîlerin şahitlikleri makbul değildir.
Nitekim suyun necis
olduğuna dair zımminin verdiği haber de kabul edilmez. Bu nedenle buradaki
şahitliği de makbul değildir. Ancak müslüman kişinin: Bu benim amcamdır ya da
müslümanlardan biridir ve benimle birlikte bu ülkeye giriş yapmıştır,
şeklindeki şahitliği din İşlerine giren bir şahitliktir ve din işinde bir
müslümamn şahitliği geçerlidir.
4394- Zimmî ile birlikte giriş yapan kişi müslüman
olduğunu iddia edyor ve gerek görünüm, gerek giyiniş bakımından müslümanlara benziyorsa, iddiası geçerlilik
kazanır ve fey' olmaz.
Çünkü müslümanım diyen
kişi, şayet müslüman görünümü taşıyorsa bu söylediği kabul edilir. O halde
görünümle birlikte zimmînin de şahitliği evleviyetle
geçerlidir.
4395- Zimmî ile birlikte olan kişi müslüman değil
de, müslümanlara bağlı zımmi olduğunu iddia ediyor ve yanındaki zımnıi
bunu tasdik ediorsa, bu tasdiki
geçerli
olmaz.
Çünkü daha önce de
belirttiğimiz gibi zimmînin âdil biri olsa bile din işlerinde şahitliği geçerli
değildir.
4396- Ancak zimmîlerin belli bir giyim tarzı mevcut
ise ve bu giyim tarzı onları harp ehlinden ayırt edebiliyor ve zannı galibe
göre o kişinin zimmî olduğu sanılıyorsa, serbest bırakilar, fey' olarak
alınmaz.
Çünkü belirttiğimiz
gibi bu husus, dinî hususlardandır.
4397- Aynı şekilde bu
konuda âdil müslüman kölenin de şahitliği makbuldür.
Çünkü bu konu, dinî
hususlardandır ve Ramazan hilaliyle ilgili şahitlikte olduğu gibi müslüman
kölenin de şahitliği geçerlidir.
306
4398- Yine âdil ve müslüman biri, harp ehlinden
olan birinin İslâmı kabul ettiğine dair şahitlik eder ve harp ehlinden kişi de
İslâmı kabul ettiğini iddia edecek olursa, harp ehlinden olan kişi müslüman
görünümünde olmasa bile, o müslüman kişinin onun hakkındaki şahitliği geçerlidir.
O yakalanan ve islâmı kabul ettiği söylenen kişi şayet taksimata tabi tutulup
satılmamışsa serbest bırakılır. Ama taksimata tabi tutulup satılmışsa,
hakkındaki şahitlik geçersizdir.
Çünkü taksimattan önce
hakkında yapılan şahitlik dinî hususlardandır ve bu sebeple şahitlik kabul
edilir. Taksimattan sonra durum değişmiştir. Burada müslüman birinin
mülkiyetini iptal etme söz konusudur ve böyle bir durumda iki erkeğin şahitliği
gerekir.
4399- Bilinen bir müslüman veya bilinen bir zimmînin
sözünün doğrulandığı her hususta, müslüman olduğu bi-linmeyip görünümü müslüman
olan kişinin sözü de doğrulanır. Dolayısıyla elinde bulunan mal ve köleler de
aynı hükme tabidir.
Çünkü görünümüne
bakılarak müslüman olduğuna hükmedilince, bilinen bir müslüman mesabesinde
olur.
Görmüyor musun, bu
konudaki kişi öldüğünde cenaze namazı kilmır. Tıpkı müslüman gibi o da esir
alınamaz. Burada da tıpkı müslüman olduğu bilinen gibidir. Zimmî olduğu bilinen
her kişinin sözünün doğrulandığı durumlara müslüman olduğu bilinen kişinin
sözü de doğrulanır, Müslüman âdil biri olmasa da hüküm budur. Çünkü âdil bir
zimmî, âdil olmayan bir müslümandan üstün değildir.
Nitekim adaletli bir
zimmî bir suyun necis olduğunu haber verecek olsa, verdiği habere itibar
edilmez. Aynı şekilde fasıkm da verdiği habere itibar edilmemektedir. Ayrıca
âdil zimmînin sözünün tasdik edildiği durumlarda âdil olmayan bir müslümanm
sözünün tasdik edilmesi evleviyetle gereklidir.
4400/a- Söz konusu
ettiğimiz hususların tamamında ancak âdil müslümanm şahitliği geçerli ise, bu
hususlarda zimmînin şahitliği geçerli
değildir. Zimmînin âdil
biri
307
olması bu hükmü
etkilemez. Hatta fasık bir müslüman, bir kişinin esir düşmezden önce müslüman
olduğuna şahitlik etse, bu şahitliği geçerli olmadığı gibi âdil zimmînin de
şahitliği geçerli değildir.
Çünkü fasık bir
müslümanm konumu, âdil zimmînin konumundan üstündür. Fasık müslümanm bu konuda
söylediği kabul edilmeyince zimmînin sözü evleviyetle kabul edilmez.
4400/b- Müslüman biri
eman alarak harp yurduna giriş yapmış yahut aralarında esir düşmüş veya oranın
vatandaşı olup müslüman olmuş ise ve müslümanlar bulunduğu kaleyi fethedip
elinde bir takım erkek veya kadınlar bulunuyor ise, o kişi de: Bunlar benim
çocuklarımdır yahut kızlarımdir veya halalarım ya da teyzelerimdir, onları harp
yurdunda buldum ama müslüman olmadılar derse, yanındakiler fey' olur. Onların
kendi akrabaları olduklarını söylemesi, onların da eman içerisinde olmalarını
gerektirmez.
Çünkü bu kimseler
İslâm konusunda kendisine tabi değiller. Kendisinin müslüman olmasıyla onlar da
müslüman olmazlar. Harp ehli gibi onlar da kendi durumları üzere kalmışlardır
ve onlar için de eman yoktur. Kendileri için eman sabit olmuş olsaydı, onların
kendi akrabaları olduğunu söylemesi de sübût bulurdu. Kendilerine eman
verdiğini açıkça söylemiş olsa bile o eman geçerli değildir.
4401-Küçük çocuğuna
gelince; şayet kişi müslüman ise çocuğu da müslüman olup esir alınamaz. Yine
kişi zimmî ise, çocuğu da kendisi gibi zimmî olup o da esir alınamaz.
Çünkü küçük çocuğun
kendi çocuğu olduğunu söylemekle onu kendisine tabi kılmıştır. Tebeiyyet
yoluyla müslümanlık veya zimmîlik sübût bulmuştur. Bu nedenle çocuk esir
alınamaz. Şayet müslüman kişi, onları haıp ehlinin elinde esir buldum, fakat bu
çocuklar müslüinandırlar derse ve görünümleri müslümanların görünümü değilse,
bunu söyleyen kişi ister hür, ister köle olsun âdil bir müslüman ise, sözü
doğru kabul edilir. Şayet fasık bir müslüman veya zimmî ise, sözü doğru kabul
edilmez. Ama kendim onları îslâm yurdundan buraya getirdim,
308
derse âdil veya fasık,
müslüman veya zimmî oluşuna bakılmaksızın sözü doğru kabul edilir.
Arakadaki fark şudur:
Müşriklerin elinde esir olduklarını gördüğünü söylediğinde, harp ehlinin
onları köle olarak kendilerine tabi kıldıklarım ikrar etmiş olur ki bu, esir
edinilmezden önce onlann İslâmı kabul ettiklerine de şahitlik yapması
demektir. Bu da din işlerinde bir şahitlik olup bunu yapan âdil bir müslüman
ise şahitliği kabul edilir. Fasık veya zimmî ise kabul edilmez.
Ama onları İslâm
yurdundan buraya ben getirdim, sözünde söz konusu ettiğimiz anlam mevcut
olmadığından söyleyen kişi âdil olsun, fasık olsun, müslüman veya zimmî olsun
şahitliği geçerlidir. Küçük çocukları da fey' olmaz. Çünkü küçük çockiar ona
tabi olup müslüman olmasıyla onlar da müslüman olurlar. Ya da fasık veya
zımminin söyledikleriyle değil, müslüman görünümleri itibariyle hür olurlar.
4402- Elbise, kına
yakma veya Kur'an okuma gibi müslüman olduklarına dair bir görünümleri söz
konusu olmayıp müslümanlar onları ele geçirmiş ve beraberlerindeki harp ehli
de ele geçirilen kişilerin iddialarına katılarak onların müslüman olduklarını
söyleseler ya da zim-
nülerden bir topluluk
yahut em an alarak oraya gelmiş başka harp ehlinden bir topluluk onların
müslüman olduk-
hırına şahitlik
etseler, yine harp ehlinden bir topluluk müslüman devlet başkanına bu konuda
bir mektup gön-derseler, bütün bu söylenenlere itibar edilmez ve ele geçirilen
bu kimseler fey' olurlar.
Çünkü yaptıkları bu
şahitlik, dini işlere dair bir şahitliktir ve bu şahitlikte müslümanların
haklarını iptal etme söz konusudur. Bu nedenle muteber değildir.
4403- Şayet bu konuda
gözle görülen ve bilinen bir durum söz konusu olur ve harp ehlinden avam
kimselerin bu hususta şahitlikleri bulunur, müslümanlar da bu söylenenlerin
doğru olabileceği kanaatına sahip olurlarsa, söz konusu kimseler hür olarak
salıverilirler.
Çünkü avamın
şahitliğiyle gelen haber, görünümün gerektirdiğinden daha güçlüdür. Çünkü avam
halk, yalan üzere bir araya gelmez. Oysa görünümler
309
muhteliftir. Ayrıca
görünümlerine bakılarak müslüman olduklarına karar verildiğine göre, müslüman
olarak şöhret bulmuş olmakla evleviyetle müslümanlık-lanna hükmedilir.
Görmüyor musun yabancı
bir müslüman, bir müslüman topluluğun arasına gelse ve kendisinin falan oğlu
falan olduğunu onlara haber verecek olsa onlardan hiç kimse o kişinin sözüne
bakarak onun nesebi konusunda şahitlik yapamaz. Ama zimmîlerden bir topluluk o
kimseyi tanıyorsa ve bu hususu aralarına geldiği kimselere haber verecek olsalar
ve nihayet öylece şöhret bulsa, bulunduğu mahalle halkı bunun böyle olduğuna
kanaat getirir, nesebi hakkında şahitlik yapabilirler. Kişinin müslüman
olmakla şöhret bulması da böyledir.
4404- Harp ehlinden bir topluluğu müslümanlar esir
alıp o topluluk müslüman ya da zimmî olduklarını iddia edecek olsalar, fakat
kendilerinde müslüman ya da zimmî kılığı yoksa, iddiaları doğrulanmaz. Devlet
başkanı kendilerini İslâm yurduna getirdikten sonra böyle bir iddiada
bulunacak olurlarsa, onları taksim etmez ve satmaz. Bilakis bekletilirler.
Nihayet adalet sahibi bir müslüman onların müslüman veya zimmî olduklarına
şahitlik edecek olursa, serbest bırakılırlar. Müslümanın kendileri hakkındaki
bu şahitliği İslâm yurdunda geçerli olduğu gibi harp yurdunda da geçerlidir.
Çünkü sırf İslâm
yurduna getirilmiş olmaları, birilerinin özel mülkü olmalarını gerektirmez.
Onlar üzerinde müslüman toplumun hakkı vardır ve müslüman olduklarına dair
yapılan şahitlikle bu hak ortadan kalkar.
4405- Devlet başkanı kendilerini sattıktan ya da taksim ettikten sonra müslümanlardan
biri onların veya onlardan birkaçının müslüman veya zimmî olduğuna şahitlik
edecek olursa, bu şahitliği geçerli değildir.
Çünkü birinin özel
mülkiyetine geçmişlerdir. Bu durumda ancak iki kişinin şahitliği geçerlidir.
Bir önceki konuda bu mesele ile ilgili farklı rivayetlerin bulunduğuna dikkat
çekmiştik.
310
4406- Satış ya da
taksimden sonra şahitlik edecek olsalar, satış veya taksim geçersiz olur.
Çünkü hür oldukları
halde satış ve taksimat yapılmıştır ve bu nedenle de yapılmış olan işlem
geçersizdir.
4407- Ganimeti almış olan müslUmanlar oradan
dağılıp gitmişlerse sozkonusu kişilerin payına düştüğü kimselere beytü'Imaldan
o kişilerin karşılıkları verilir. Müşteri olan kimseye de beytü'Imaldan bedeli
verilir.
Çünkü söz
konusu şahitlik bütün
müslümanlan ilgilendirmektedir ve
müslüman toplumu ilgilendiren bu husus, beytü'Imaldan karşılanır.
4408- Harp ehlihden
birini müslümanlar elegeçirip o kişi, kendisi kaledeyken ve henüz müslümanlann
eline geçmeden bir müslümanın kendisine eman verdiğini iddia edecek olsa ve o
müslüman da sorulduğunda kendisi de o kişiye eman verdiğini kabul edecek olsa,
eman veren di-şmda iki müslüman şahit eman verildiğine dair şahitlik etmedikçe
o kişinin itirafı kabul edilmez.
Çünkü itiraf eden
kişi, kendi yaptığı bir işleme dair şahitlik etmektedir. Eman akdini kendisi
yapmış ve kendisi buna şahitlik etmektedir. Bu nedenle sözü makbul değildir.
Böylece ortada sadece harp ehlinden olan kişinin iddiası kalmaktadır ki o da
bir delile muhtaçtır.
4409- Ancak bir
müslüman, esir düşmezden önce o kişinin İslâmı kabul ettiğine dair şahitlik
edecek olursa, yapılan şahitlik geçerlidir ve o kişi serbest bırakılır. Bu
meselede ise, kendisine eman veren kişinin dışında adalet sahibi bir müslümanın
şahitliği yetmez. İki âdil kişinin şahitliği gereklidir.
Buradaki farklı husus
şudur: Verilmiş olan eman o kişiyi düşman olmanın dışına çıkarmaz. Kendisine
eman verilmiş olsa bile yine o kişi harp ehlindendir. Ancak sonradan bir durum
ortaya çıkmıştır ve bu durum için iki kişinin şahitliği kaçınılmazdır.
311
İslâmı kabul ettiği
meselesine gelince; o kişinin müslüman olması onu harp ehlinin dışına
çıkarmaktadır. Müslüman olduğunu iddia edince köle olmasını sağlayan temel
sebep ortadan kalkmaktadır. Bir müslümanın, o kişinin İslâmı kabul ettiğine
şahitlik etmesi ve böylece onun İslâm yurdunun vatandaşı olduğunu söylemiş
olması, dini bir konudaki şahitlik olup dinî konularda tek bir müslümanın
şahitliği geçerlidir.
4410- Köle yahut had
veya kazif cezası almış ama fasık olmayıp adaletli adam büyük bir topluluk
şahitlik şahitlikleri geçerlidir.
Çünkü büyük topluluğun
yalan üzere birleşmeleri düşünülmez. Önceden böyle bir şey üzere anlaşmış
olsalar bile o sırları ortaya çıkar ve ifşa olur. Bir topluluğun aynı şeyi
söylemeleri insanların kalblerinde bilgiyi gerektirir. Böylece onların
şahitlikleri, görünüşüne bakılarak verilen hükme benzer bir hükmü gerekli
kılmaktadır.
4411- Söz konusu kişi taksimata tabi tutulmuş ya da
satılmış ise ve bir müslümanın ya da antlaşmalı birinin o şahıs üzerinde
mülkiyeti tahakkuk etmişse, adalet sahibi iki kişinin şahitliği zorunlu hale
gelmiş olur.
Nitekim bu konu
yukarıda ifade edilmişti.
4412- Müslümanlar,
harp yurdunda müslüman
veya zimmî görünümlü olmayan harp ehlinden birini ele geçirecek olsalar
ve ele geçirilen kişi zimmî olduğunu iddia ederken, adalet sahibi bir müslüman
o kişinin müslüman olduğuna şahitlik edecek olsa, ele geçirilen kişi fey' olur.
Ne müslüman ve ne de zimmî olarak kabul edilir.
Çünkü ele geçirilen
kişi ile şahitlik1 eden kişi farklı şeyleri söylemektedirler. Şahitlik yapanın
şahitliğini, ele geçirilen kişinin kendisi yalanlamaktadır. Böylece ne müslüman
olması ve ne de zimmî olması sübût bulmaktadır.
4413- Adalet sahibi
bir müslüman, ele geçirilenin zimmî olduğuna şahitlik etse ve ele geçirilen
kişi kendisinin müslüman olduğunu, şahidin dediği gibi zimmî olmadığını
312
iddia etse, kıyasa
göre bu kişinin fey' olması gerekir. İs-tihsana göre ise, nıüslümaıı olarak
kabul edilir ve salıverilir.
Kıyas açısından
meseleye bakıldığında durum şöyledir: Şahit ile ele geçirilen kişi gerekçe
konusunda ihtilaf etmiştir. Ele geçirilen kişi ile şahid olan kişi karşılıklı
olarak birbirinin şahitliğini inkar etmektedir. Böylece her ikisinin iddiaları
da sübût bulmamaktadır. Bu nedenle ele geçirilen kişi, fey' olur. Bunun delili
birinci fasılda dile getirilmişti.
İstihsan açısından ise
mesele şöyledir: İddia ile şahitliği bağdaştırmak mümkündür. Çünkü zimmî olan
kişi daha sonra müslüman olmuş olabilir. Böylece şahidin şahitlik ettiği gibi
zimmî olduğu fakat şimdi müslümanhğı kabul ettiği sonucuna varılır. İki görüşün
arasım uzlaştırmak mümkün olduğuna göre mesele bu şekilde çözüme bağlanır.
Birinci fasılda iki
görüşün arasını uzlaştırmak mümkün değildi. Çünkü kişi müslüman olduktan sonra
zimmî olmaz. Böylece gerekçe konusunda biribirlerini yalanlamış kabul edilir.
4414- Ele
geçirilen kişi kendisinin
zimmî olduğunu söylerken, adalet
sahibi iki müslüman onun müslüman olduğuna şahitlik etseler, ele geçirilen
kişi müslüman olarak kabul edilir.
Çünkü şahitlerin
şahitlikleriyle müslüman olduğu sübût bulmuş olur. Şahitlerin şahitlikleriyle
müslümanhğı sübût bulduktan sonra kendisinin bunu kabul etmemesi, kendisinin
dinden dönmesi anlamında kabul edilir. Böylece müslüman iken iıtidat etmiş
sayılır. Artık diğer mürtedler konumundadır. Tekrar İslama dönecek olursa,
serbest bırakılır. Ama İslama dönmediği takdirde öldürülür.
4415- Beraberinde sığır, koyun, beygir ve bu hayvanların
bakıcıları bulunan bir müslüman harp yurdunda ele geçirilir ve bu müslüman
kişi: Şu hayvanların tamamı benimdir, hayvanların bakıcıları ise, İslâm
yurdundan beraberimde getirttiğim ve ücretle tuttuğum zimmî kimselerdir,
derse, o bakıcılar da kendisini doğrulayacak olurlarsa, söyledikleri kabul
edilir ve serbest bırakılırlar.
313
Çünkü söz konusu
hayvanlar o topluluğun elinde olup o topluluk da müs-Iümamn dediğini tasdik
etmişlerdir ve kendilerinin o kişinin beraberinde ücretli olduklarını ikrar
etmişlerdir. Daha önce de belirttiğimiz gibi eman altındaki müslü-manın
elindekiler konusundaki İddiasının geçerli olduğunu belirtmiştik.
4416- Şayet hayvan
bakıcıları elleri altındaki hayvanlar konusunda o müslümanı yalanlayıp bu
hayvanlar bizimdir ama dediği gibi
bizler zimmîyiz derlerse,
söyledikleri kabul edilir. Onlar da zimmî olarak kabul edilirler.
Çünkü o müslüman da
onların zimmî olduklarına şahitlik etmişti. Şahitliğiyle zimmî oldukları sübût
bulmuştur. Elleri altındaki hayvanlar konusunda da kendilerinin söyledikleri
geçerlidir.
4417- Bilinen bir müslüman: Şu hayvan bakıcıları
harp ehlinden olup kendilerini ücretli olarak tuttum ki hayvanları
sürsünler, ama hayvanların tamamı benimdir, der ve o kimseler de bunu tasdik
eder de o hayvanların o nıüslümana ait oldukları sadece onların şahitlikleriyle
ortaya çıkıyorsa, sığır
ve koyunların tamamı
fey' olur. Müslümanın iddiası
ise geçerli değildir.
Çünkü ücretle tutulmuş
o kimseler, sırf ücretle tutulmuş olmalarından dolayı eman almış sayılmazlar.
O kişi harp yurdunda kendilerine eman vermiş olsa bile bu verdiği eman geçerli
değildir. O halde ücretli olmaları, evleviyetle emam gerektirmez. Kendileri
için eman sübût bulmayınca da kendileri fey1 olurlar. Elleri altında bulunan
hayvanlar da onlarla birlikte fey' olur.
4418- Ancak iki kişinin şahitliğiyle o hayvanların
o nıüslümana ait oldukları tesbit edilip daha sonra o kişinin hayvanları o
kimselere teslim ettiği sübût bulursa, söz konusu hayvanlar o müslümana
aittir.
Çünkü bu husus sübût
bulduktan sonra hayvanların o kimselerin eli altında bulunmaları, o müslümanın
eli altında bulunmaları anlamındadır. Müslümanın eli altındaki mallar ise
ganimet olmaz.
314
4419- Hayvanların
bakıcıları ise müslümanlar için fey! olurlar. Onları ücretle tutmuş olması bu
durumu değiştirmez.
Çünkü ücret akdi,
emanı içermez. Harp yurdunda onlara eman vermişse bu eman da geçerli değildir.
Ancak o müslüman kişi,
onları İslâm yurduna getirmişse eman içerisinde olurlar.
Çünkü müslüman kişinin
İslâm yurdunda açık bir ifade ile vermiş olduğu eman geçerlidir. Onları ücretle
tutması da eman anlamındadır. Başarı Allah'tandır.
-
315
-210-
ISLAMA DAVET
İmam Muhammed -Allah
rahmet etsin- dedi kî:
4420- Harp ehlinden
bir topluluğa İslâm dini ulaşır ama bu dinin nasıl olduğunu biliniyorlarsa ve
kendileri müslüman olmak istediklerini belirttikleri halde müslüman askerlerin
komutanı bu çağrılarına cevap vermeyip onlara saldıracak ve galip gelecek
olursa, onlara müslüman olmalarını teklif etmeli, kabul ederlerse serbest
bırakmalı, kadın ve çocularmı, arazi ve mallarını kendilerine teslim etmelidir.
Çünkü savaşın meşru
olmasının sebebi İslâm için yapılmasıdır. Nitekim Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmaktadır: "İnsanlar laİlahe illalah deyinceye kadar kendileriyle
savaşmakla emrolundum." *
Bu topluluk, İslamın
ne olduğunu sorduklarına göre İslama bir meyilleri vardır demektir. Devlet
başkanının savaştan önce kendilerine İslâmı anlatıp tanıtması gerekirdi. Belki
İslâmı kabul edeceklerdi. Kendilerine İslâmı tanıtmadan onlara savaş açmakla
hata etmiştir. Bu nedenle onlara karşı muzaffer olduktan sonra hatasından
vazgeçmesi ve İslâmı onlara tanıtması gerekir. İslâmı kabul ettikleri
takdirde, savaştan önce kendilerine uygulaması gereken muameleyi uygular ve
onları serbest bırakıp mallarını kendilerine iade eder.21
* -Rasûlüllahın bu
sözü Arap Yarımadasındaki müşrikler için olsa gerek. Değilse, "Dinde
zorlama yoktuı" âyetiyle bağdaştırmak mümkün değildir. Nitekim 4439.
paragrafın şerhinde ne derece sahîh olduğu bilinmeyen "Arap Yarımadasında
iki din bir arada olmaz" hadisi bunu desteklemektedir. 4446. paragrafta
da belirtildiği gibi Arap müşriklerden zimmet ehli olmaları ve cizye demeleri
de uygun görülmemiştir. (Çeviren)
21-... Düşmana
ulaştığın zaman onları önce müslüman olmaya çağır, kabul ederlerse sen de kabul
et ve onlara dokunma..." (Buharı, Cihad, 102; Müslüm, Siyer ve Cihad,
2/12; Ebû Davud, Çihad, 82) şeklindeki birçok hadis ve savaşın esas meşruiyet
sebebi, savaştan önce düşmanı Islamı kabul etmeyeyeya Islamın egemenliğini
tanımaya davet etmenin gerekliliğine işaret etmektedir. Bu konuda İslak
hukukçuları hemfikirdirler. Bu sebepledir ki özellikle Şafıîler, önceden
önceden davet ve ihtar edilmeden açılan savaşta öldürülen düşmanların kan
bedellerinin ödenmesi hükmünü getirmişlerdir. Hanefilere göre bu iyi bir
davranış olmamakta birliktekan bedellerinin ödenmesi mutlaka gerekli değildir.
(Bkz. Malik, ef-Müdevvene, 2/3-4; İbn Rüşd, Bi-dayetü'l-Müctehid, 1/312;
Maverde, el-Ahkatnu's-Sultaniyye, s. 46; İbnü'i-Hümam, Fethu'l-Kadîr, (5/444).
Kendilerine daha Önceden İslam tebliği ve daveti ulaşmış olanları savaştan önce
son bir kez uyarmayı Hanefıler müstehap sayarken, Malİkîler mutlaka gerekli
görmüşler, Şafiîler ve Hanbclîlcr ise gerekli görmemişlerdir. (Bkz. Scrahsî,
el-Mebsût, 10/6; Kasanı, Bedai'u-Sanai', 7/100; Malik, el-Müdevvene, 2/2; İbn
Kudame, el-Muğnî, 10/385; Ramlî, Ni-hayeuVl-Muhtâc, 8/64.) (Editör)
316
4421- Islama girmeyi kabul etmeyecek olurlarsa,
onları zimnıî yapar.
Çünkü eman içerisinde
oldukları halde müslümanların eline geçmişlerdir. Devlet başkanının kendilerine
savaş açması haram idi. Çünkü îslâmm ne olduğunu öğrenmek istemişlerdi ve bu
isteklerine karşılık verilmemişti. Bu nedenle fey' olmaz, zimmî olurlar.
4422- Devlet başkanı hatasına devam eder ve onları
e-sir alarak beştebirini ayırıp taksim ettikten sonra da hatasından dönmeli ve
kendilerine İslâmi arz etmesi gerekir.
Çünkü İslama meyilli
oldukları halde kendilerini esir almıştır. İşlenmiş bir hataya devam edilmez,
hatadan vazgeçilir.
4423- İslâmı
kabul ettikleri takdirde
onları serbest bırakır ve
yaptığı taksimatı iptal eder. Mallarını da kendilerine iade eder. Ama İslâmı
kabul etmeyecek olurlarsa taksimat geçerli olur ve onları zimmî statüsüne
geçirmez.
Çünkü taksim
edilmelerini engelleyecek şekilde onlar için eman sabit olmuş değildir. Anak
İslâmı öğrenmek istemeleri ile eman hükmen sabit olur. İslâmı reddettikleri
ortaya çıkınca, İslâmı öğrenme arzularının gerçekten olmadığı ortaya
çıkmıştır. Bu doğrultudaki istekleri, savaşı savmak içinmiş. Böylece İslâm
davetinin kendilerine ulaşmadığı topluluk konumuna düşmüşlerdir. Kendilerine
İslâmın ulaşmadığı topluluğa İslâm arz edilmeden savaş yapılır ve kendilerine
galip gelinirse, İslâm kendilerine arz edilir, İslâmı kabul ettikleri takdirde
hür olurlar. Kabul etmedikleri takdirde ise zimmî statüsüne geçirilirler.
Devlet başkanı
kendilerini taksim edecek olursa, yaptığı taksimat geçerlidir. Çünkü konu,
içtihad konusudur. Kendileri harp ehlidirler ve kendilerine apaçık bir şekilde
eman verilmiş değildir. Bu nedenle ictihad olarak devlet başkanının verdiği
hüküm geçerli kabul edilir. Burada da durum böyledir.
4424- Devlet
başkanı durumu bilmediğinden dolayı kendilerine İslâmı arz etmeden
savaşçılarını öldürtmüşse, bu muameleden dolayı bir sorumluluk taşımaz.
Çünkü emanları yoktur
ve harp ehlinden oldukları halde öldürülmüşlerdir. Bu öldürülmeden dolayı bir
sorumluluk sözkonusu değildir. Nitekim müslü-manlar, müşriklerden bir topluluğu
esir alacak olsalar ve devlet başkanı onlan
317
öldürmek istese, kendileri
de: biz İslâmı kabul etmek istiyoruz, deseler, devlet başkanı İslâmı
kendilerine arz etmeden onfan öldüremez. Ama îslâmı kendilerine arz etmeden
onları öldürmüşse kendisi için bir sorumluluk sözkonusu değildir. Ne varki kötü
bîr davranışta bulunmuştur. Burada da durum böyledir.
4425- İslâmı
kabul etmelerinden sonra
onları öldürmüşse bakılır; onları İslâm
yurduna getirttikten sonra öldürmüşse, bedellerini öder ve kendileri ele
geçirenler için fey' olurlar.
Çünkü İslâm yurduna
getirilmelerinden sonra koruma altına alınmışlardır. Ancak şüpheden dolayı
kısas gerekmez. Çünkü rastgele kendilerini öldürmüş değildir. Bu muamelesi bir
ictihad ve re'ye dayalıdır.
4426- Ama onları harp yurdunda öldürtmüşse, onları
ele geçirenlere herhangi bir bedel ödemez.
Çünkü koruma altına
alınmış olmaları ancak İslâm yurduna getirilmeleriyle gerçekleşir.
4427- Müslümanların
kuşatma altına aldıkları müşrikler İslâm hakkında bilgi isteyecek olsalar ve
devlet başkam da isteklerini kabul ettikten sonra kendileri: Bize bir, iki veya
üç gün müsaade edin kararımızı verelim, diyecek olsalar devlet başkanı kendilerine bu mühleti
verip vermemekte serbesttir.
Çünkü mürted kişi
devlet başkanından kendisine mühlet vermesini is-teyecek olursa devlet başkanı
dilerse kendisine mühlet verebilir. £-
4428- Kendilerine
mühlet vermeyip onlara savaş açsa ve onlara galip gelip esir alacak olsa, sonra
da beşte birini ayırdıktan sonra onları taksim edecek olsa, yaptığı bu
işlem geçerlidir.
22- İslâmı kabul edip
etmeme veya mürted kişinin İslama dönüp dönmemesi konusunda düşünmek için süre
istemesi ne kadar makul ise, onlara bunun için süre tanımak^ kadar İslam ve
akıl dışıdır. Düşmanın veya mürtedin bir hinliği veya hainliği sözkonusu
değilse, onlara düşünme fırsatı tanımamak, İslamm rahmet ve hidayet karakterine
kesinlikle aykırıdır ve İslam böyle davranışlardan münezzehtir. (Çeviren)
318
Çünkü devlet başkam,
İslâmı tanıma isteklerine karşılık verip kendilerine İslâmı tanıttıktan sonra
görevini yerine getirmiştir. Devlet başkanının, isteklerine karşılık
vermesinden sonra kendilerinin mühlet istemeleri kendi aşınlıklanyla ilgili bir
husustur. Bu tür aşırı ve lüzumsuz isteklerde bulunmaları, kendileriyle
sava-şılmasına engel değildir. Bu yüzden devlet başkam kendilerine savaş
açabilir ve sonuçta esir alıp taksim edebilir.
Çünkü elimize
düşmüşlerdir ve müsİümanlarm kendileriyle savaşmaları caizdir. Kendileri için
eman hükmü sübût bulmamıştır. Bu nedenle önceki konunun aksine burada taksim
edilmeleri caizdir. Bizden o anda can ve mallarına zarar vermememizi
İstemişlerdi. İsteklerinde kendilerine mühlet vermemiz söz konusu değildi.
Islâhım ne olduğunu Öğrenme konusundaki isteklerine karşılık verilmemiş
olsaydı, kusur devlet başkanının olurdu. Bu takdirde devlet başkanının kusurunu
telafi etmesi ve İslâmı kabul ettikleri takdirde onlan serbest bırakıp mallarını
kendilerine iade etmesi gerekirdi. İslâmı kabul etmedikleri takdirde ise,
onları zimmî statüsüne geçirirdi.
4429- Şayet söz konusu topluluk İslâmı biliyor ve
neye çağırıldıklarının farkında iseler ancak müslümanlar gelip kendilerini
muhasara altına aldıklarında: Biz İslâmı kabul edeceğiz fakat İslamın ne
olduğunu bize tanıtın derlerse, devlet başkanının bu isteklerini yerine
getirmesi gerekir. Olabilir ki İslâmı kabul ederler ve savaş külfetine
katlanılmamış olur.
4430- Hem komutan hem müslümanlar onların irmeklerini
yerine getirmez ve kendilerine savaş açıp İslâmı kabul etmelerinden önce
onları esir alacak olurlarsa, bu davranışları caizdir.
Çünkü daha önce İslâm
hakkında bilgi sahibi olmuşlardı ve kendilerine İslâm arzedilmezden önce İslâmı
o anda kabullenme imkânları mevcuttu.
4431- İslâmı kabul etmedikleri takdirde kusur
kendilerinindir. Bu yüzden kendileriyle savaşılması ve esir alınmaları haram
değildir.
İslâm hakkında bir
bilgiye sahip olmasaydılar o zaman kendilerine savaş açılması ve esir
alınmaları haram olurdu.
319
4432- Uzak bir bölgede İslamdan habersiz müşrik bîr
topluluğa İslâm arzed ilmem iş ve İslama davet edilmemiş olsalar, müslümanlar
kendilerine İslâmı tanıtıp
onları İslama davet etmeden onlara savaş açamazlar.
Çünkü peygamber
(s.a.v.) bir seriye gönderdiğinde kendilerine şöyle derdi: "Bir kale veya
şehir halkını kuşatma altına alacak olursanız onlan İslama davet ediniz. Çünkü
kendileriyle niçin savaşıldığmı bilmiyor olabilirler". İsiâma girmeleri
için kendileriyle savaşıldığmı bilecek olsalar belki İslâmı kabul ederler ve
kendileriyle savaşmaya ihtiyaç kalmaz.
4433- Müslümanlar, İslâm davetinin ulaşmadığı müşriklerle
savaşıp mağlup ederlerse yanlış işyapnıış olurlar. Çünkü onlara savaş açmadan
önce kendilerine İslâm ar-zedilmeliydi. Devlet başkanının yanlışı telafi etmek
için kendilerine İslâmı arzetmesi ve kabul
ettikleri takdirde onları serbest bırakması gerekir.
Çünkü onların İslâmı
kabul etmeme gibi bir durumları söz konusu değildir. Buna göre onlar, müslüman
olduktan sonra müsİümanlarm eline geçmiş kimseler konumundalar. Bu nedenle
serbest bırakılmaları ve mallarının iade edilmesi gerekir.
4434- İslâmı kabul etmedikleri takdirde onları
zimmî statüsüne geçirir ve bundan böyle haraç öderler.
Çünkü kendileriyle
savaşmak haram olduğu halde devlet başkanı kendilerine savaş açmıştır. Bu
nedenle eman içerisindeler ve ganimet olmazlar.
4435- Devlet başkanı onları taksim etmeye veya
savaşçılarını öldürmeye karar verip uygulasa, daha sonra uygulama başka bir
hakim tarafından yanlış olarak değerlendirilecek olsa, devlet başkanının
yaptığı geçerlidir.
Çünkü devlet başkanı,
ictihad konusu olan bir meselede haklarında hüküm vermiştir. Ayrıca onlar harp ehlidirler.
Harp ehlinden oluşları, geçici bir sebep dışında kendileriyle savaşılmasın!
helal kılmaktadır. Geçici sebep ise, kendilerine haber verilmesi ve İslamın
kendilerine tanıtılıp nasıl davranacaklarının belirlenmesidir. Bu geçici durum
ise mevcut değildir. Böylece kendileriyle savaşılması helaldir. Bn azından
kendilerine savaş açılması ictihad konusudur. Bu yüzden devlet başkanının
uygulaması geçerli olup yapılmış olan uygulama bozulmaz:.
320
4436- Bize göre öldürülenlerin bedeli de tazmin
edilmez. İmam Şafiiye göre ise davetten önce öldürülenlerin diyetleri tazmin
edilir.
Çünkü peygamberlerden
birinin dininin bağhsıdır ve bu yüzden diyetleri tazmin edilir. Ancak biz
diyoruz ki: Onlar batıl bir dinin bağlısıdirlar. Batıl bir dine inanmak ise
küfürdür. Böylece öldürülen kişiler kâfir olup öldürülmelerinden dolayı
herhangi bir şey gerekmez.
Şafiiye göre ise
onları öldüren kimsenin, müslümanın diyeti kadar bir diyet ödemesi gerekir.
Şafiilerden bazılarına göre ise, kitap ehlinden birinin diyeti gerekir. Yine
onlardan bazılarına göre ise, mecûsî birinin diyeti gerekir. Çünkü harp
yurdunda diyetlerin asgarisi, mecûsînin diyetidir. Buna göre harp ehli üç kısma
ayrılır:
Birinci sınıf, İslâm
daveti kendilerine ulaşmamış, dolayısıyla İslamı tanımamış olanlar. Devlet
başkanının onlara İslamı anlatıp davet etmesi gerekir. Davet etmeden önce
devlet başkanı onları öldürmeyi veya esir etmeyi uygun görürse, daha sonra
müslüman olsalar bile, bu ugulama geçerli olur.
İkinci sınıf, islam
daveti kendilerine ulaşmamış olanlar yahu davet kedilerine ulaşmış ama islamin
nasıl oduğunu bilmeyen, müslü mani ardan islamı kendilerine tanıtmalarını
isteyip tanıdıkları taktirde kabul edeceklerini söyleyenler. Bunlara islamı
açıklamadan önce devlet başkanının onları öldürmesi veya esir alması doğru
değildir. Esir aldıktan sonra kendilerine islamı arzettiğinde müslüman
olurlarsa, yapılmış olan taksimatı bozar.
Üçüncü sınıf ise,
defalarca İslâm davetine muhatap olmuş ve neye davet edildiklerini bilen
guruptur. Bu durumdaki kimseler, müslümanlar^an İslâm hakkında bilgi isteyecek
olsalar ve bu bilgiyi değerlendirdikten sonra İslama girebileceklerini
bildirecek olsalar, bu bilginin kendilerine verilmesi daha evladır. Ancak
kendilerine İslâm daveti yapılmadan kendileriyle savaşılıp esir alınmaları da
caizdir. Esir alınmalarından sonra da serbest bırakılmazlar. Çünkü İslamı kabul
edecek olsalar bile kendileri kusur işlemişlerdir.
4437- imam Mulıammed dedi ki: Harp ehlinden İslamın
kendilerine ulaşmadığı ve İslama davet de edilmemiş bir topluluk İslâm yurduna
saldırarak müslünıanlarla savaşa-cak olsalar, müslümanlar da kendilerini
savunmak için on-
lardan kimilerini
öldürür, kimilerini esir alır ve mallarını
321
ele geçirecek olsalar,
caizdir. Alınan ganimetten beştebir ayrılır ve geri kalanlar onlarla savaşmış
olan müslüman-lara dağıtılır.
Çünkü bir müslüman
diğer bir müslümana kılıç çekecek olsa, kendisine kılıç çekilmiş olan kişi
kendisini savunmak için o kişiyi öldürmesi helal olur. O halde bununla savaşmak
evleviyetle helaldir. Burada anlam şudur: Müslümanlar İslama davet ve onu
tanıtmayla meşgul olurken öldürülme ve esir alınmakla karşı karşıya kalabilir
ve mallan talan edilebilir. Böyle bir durumda İslama davetin yapılması zorunlu
değildir.
4438- Ancak müslümanlar onların ülkelerine girmiş
ve üzerlerine saldırı yapmak durumunda iseler, onları İslama davet etmeden
saldırmamaları gerekir.
Çünkü bu durumda
müslümanlar kendilerini savunmak için savaşmıyorlar, İslâm için savaşıyorlar.
Bu nedenle İslama daveti yapmaları kaçınılmazdır.
Kendilerine islamın
tebliği yapılmamış ama islamı duymuş olan Arap müşriklerinden putperest bir
topluluğa müslümanlar saldırmış ve galip gelmişlerse, devlet başkanının
kendilerine İslamı arzetmesi gerekir. İslamı kabul ettikleri takdirde onları
serbest bırakır.
Çünkü öldürme ve savaş
olmaksızın elimize geçmişlerdir. İslamı reddetmeleri gibi bir durum da söz
konusu değildir.
4439- İslama girmeyi kabul etmeyecek olurlarsa,
kabul edinceye kadar hapsedilirler, fakat öldürülmezler.
Çünkü Rasulüilah
(s.a.v.)in: "Arap yarımadasında iki din bir arada olamaz" sözü
gereğince cizyeye tabi tutulamazlar. Öldürülmelerine de bir yol yoktur, çünkü
savaşın dışındaki bir yolla elimize geçmişledir. Böylece onlar eman sahibi
durumundalar ve bu nedenle de hapsedilmelerinden başka bir yol kalmamaktadır.
4440- Küfür üzere
ölecek olurlarsa çocukları esir alınmazlar ve malları da mirasçılarına kalır.
Çünkü eman
altındakiler konumundadır ve eman altındaki kimselerin mal ve zürriyetlerİ
ganimet olarak alınamaz.
■
322
4441- İslâım
reddettiklerinde devlet başkanı savaşçılarını öldürmeyi, çocuklarını esir
almayı, tarlalarım ve mallarını taksim etmeyi uygun görür ve b» görüşünü uygulamaya
koyacak olursa, caizdir.
Çünkü harp ehli olarak
müslümanlann eline geçmişlerdir ve herhangi bir şekilde kendilerine eman
verilmemiştir. Böylece su\ afçılarının öldürülmeleri ve çocuklarının esir
alınmaları içtihad konusudur. Bu sebeple devlet başkanı içtihad olarak
kendilerine bu muameleyi yapacak olursa, yaptığı muamele caizdir.
4442- Aynı şekilde
nıürtedlerden hır topluluk, yine nıürted birtakım kadınlarla kaçar ve çoluk
çocuğa karıştıktan sonra bu mürtedler Ölüp arkalarında İslâm hakkında bir
bilgiye sahip olmayan çocuklar bırakacak olsalar, müslümanlar, o kimseleri
İslama davet etmeden kendilerine saldıramazlar.
Çünkü îslâmi
reddettikleri açıklığa kavuşmamıştır.
4443- Müslümanlar,
İslâm davetini kendilerine ulaştırmadan kendilerine saldırıp onlara galip
gelecek olsalar, İslâmı onlara arzederler. İslâım kabul ettikleri takdirde
onları serbest bırakır ve mallarını kendilerine iade ederler.
Çünkü İslâmı kabul
edip etmeyecekleri açığa çıkmamıştır. Böylece esir alınmazdan önce îslâmı kabul
etmiş gibidirler.
4444- İslâmı
kabul etmezlerse hapsedilirler. Onları zimnıî statüsüne geçirmenin bir yolu
yoktur.
Çünkü mürteddirler ve
mürtedlere cizye uygulanamaz.
Ayrıca öldürülemezler.
Çünkü kendileri islâmı bilmiyorlar.
Bu nedenle
irtidatlanndan dolayı öldürülemezler,
4445- Devlet başkanı öldürülmelerini, çoluk çocuklarının
esir alınmasını ve mallarının taksim edilmesini uygun görecek olur ve bunu
yapacak olursa, yapması caizdir.
Çünkü mesele, içtihad
konusu bir meseledir. Nitekim daha önce bu mesele üzerinde durmuş ve onların
harp ehli olup kendilerine eman da verilmediğini belirtmiştik.
323
4446- Yine putperest
Arap topluluklarından birini müslümanlar İslama davet eder, ancak topluluk
bunu reddeder ve bunun üzerine müslümanlar onlara saldırıp kuşatacak olursa, bu
sırada o müşrik topluluk: Biz Allah'ın hükmüne razıyız, gelin Allah'ın hükmüne
baş vuralım der, müslümanlar da onların bu tekliflerini kabul edecek
olurlarsa, müslümanlar onlara İslâmı
arz ederler. İslâmı kabul ettikleri takdirde onları serbest bırakırlar.
Reddedecek olurlarsa, İslâmı kabul edinceye kadar hapsedilirler. Çünkü onları
Öldürmenin bir yolu yoktur. Onlar eman alarak kalelerinden çıkmışlardır. Zimmî
statüsüne geçirilip kendilerinden cizye alınmasının yolu da bulunmamaktadır. Çünkü Arap
müşrikleri zimmî olamazlar.
Kalelerine geri
dönmelerine müsaade etmenin de bir yolu
bulunmamaktadır.
Çünkü tekrar bizimle
savaşmaları için onlara harp yurduna dönme izni veremeyiz. Böylece ortada
sadece hapis yolu kalmaktadır.
Onlardan biri Ölecek
olursa mirasçıları mallarını miras olarak alırlar. Çünkü eman altındaki kişi
konumundadırlar.
4447- Müslüman devlet başkanlarından biri Arap müşriklerinden
cizye almayı kabul edecek olursa, bu davranışı yanlış olmakla beraber caizdir.
Çünkü bu mesele
içtihad konusudur. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kendilerine
kitap verilenlerden Alah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve Resulünün haram
kıldığını haram saymayan ve hak dini kendine din edinmeyen kimselerle,
küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın."23 Ayette herhangi bir
tahsis söz konusu değilidir. Ayrıca müşrik Araplar da, müşrik acemler de.
mezhep ve görüşleri farklı da olsa bir dine mensupturlar.
4448- Aynı şekilde devlet başkanı mürtecilerin
çocuklarını zimmî statüsüne geçirmeyi uygun görmesi caizdir.
Çünkü mesele içtihad
konusu bir meseledir.
23-Tevbe,29.
324
4449- Yine devlet başkanı müşrik Arapları esir
almayı ve beşte birini ayırdıktan sonra kalanları taksim etmeyi uygun görecek
olursa, yaptığı bu işlem caizdir. Başka bir idarecinin bu işlemi bozma yetkisi
yoktur.
Çünkü mesele içtihad
konusudur ve onlar harp ehlidirler. Ayrıca Şafiî mezhebine göre müşrik
Arapların köle edinilmeleri caizdir.
4450- Allah'ın hükmüne göre muhakeme olmak üzere
kalelerinden çıkar ve devlet başkanı da onların beşte birini ayırdıktan sonra
bölüştürmeyi uygun görecek olursa, caizdir.
Başka bir idarecinin
de bunu iptal etme yetkisi yoktur. Çünkü daha önce de dikkat çektiğimiz gibi
mesele içtihad konusu bir meseledir. Şüphesiz en iyi bilen Allahtır.
-
■
■ ■
■
■
■
■ ■
325
-211-
MUSLUMANLAR KİMLERİN
İMDADINA GİTMELİ VE KİMDEN BAŞLAMALIDIRLAR
İmam Muhammed - Allah
rahmet etsin - dedi ki:
4451- Müslüman
askerler harp yurduna
girer ve bu sırada müşriklerin islâm yurduna girdiklerini ya da sınıra
yığmak yaptıklarını haber alacak olurlarsa, sınırda bulunan müslüman
askerlerin gelen bu düşmana karşı koya-nııyacakları gibi bir kanaata sahip
iseler, harp yurdunun içlerine gitmekten vazgeçip o müslümanİarın yardımına
koşmaları gerekir.
Çünkü sınırdaki
müslümanlar için bir korku sözkonusu olduğunda her müslümanm onların yardımına
koşması vaciptir. Harp yurduna giriş yapanların yaptıkları iş ise, vacip ya da
farz-ı kİfayedİr. Farz-i ayn, nafile.veya farz-ı kifaye İçin terkedilemez.
Ayrıca sınırda bulunan müslümanİarın yardımına koştuklarında şu iki husus
gerçekleşir: Müşriklerle savaşmak ve bir de müslümanları kurtarmak. Bu
müslümanİarın yardımına gelmeyip saldırılarına devam edecek olsaydılar, sadece
müşriklerle savaşma hususu gerçekleşirdi. Halbki müslümanİarın kur-tuluşuyla
birlikte müşriklerle savaşmak evladır.
4452- Ancak sınırdaki müslümanlar konusunda bir endişe
sözkonusu değilse ya da
sınırdaki müslümanİarın düşmanın
hakkından geleceği konusunda bir kanaate sahip
iseler, saldırılarına
devam etmeleri caizdir.
Çünkü İslâm ordusu her
harp yurduna girdiklerinde düşman kuvvetlerinin başka bir bölgeden İslâm
yurduna saldırmayı planlamaları muhtemeldir. Böyle bir endişenin varlığından
dolayı İslâm ordusunun düşmana saldırısı engellenecek olursa cihad temelden
engellenmiş olur. Ayrıca saldırılarına devam edecek olurlarsa düşmana iki
darbe vurulmuş olur. Hem bu saldıranlar düşmana darbe vurmuş olur ve hem de
sınırdakilerin onlara karşı koyabilme ihtimali varsa bu sınırdaki
müslümanlardan da diğer bir darbe yemiş olurlar. Düşmana ne kadar daha çok
darbe vurulursa daha iyi bir sonuç elde edilmiş olur.
olur.
326
4453- Sınırdaki
askerler konusunda bir endişe sözko-nusu ise, fakat İslâm yurdundaki
müslümanlar bunlara daha yakın olup onlara yardım ettikleri takdirde
sınırda-kilerin düşmana galip gelecekleri kanaati mevcut ise, saldırı
durumunda olanlar saldırılarına devam ederler. Çünkü yukarıda da değindiğimiz
gibi düşmana daha fazla darbe vurulmuş
4454- Sınırdaki müslümanların düşmana galip gelemeyecekleri
kanaati mevcut ise, saldırı durumundaki ordunun bu müslümanların yardımına
gelmesi ve saldırılarından vazgeçmesi zorunludur.
Bunun gerekçesini
yukarıda belirtmiştik. Burada zannı galibe göre hareket edilir. Çünkü ortada
net bir delil mevcut değildir. Böyle durumlarda zannı galip ile amel edilir.
4455- Müslümanların iki birliği düşman topraklarına ayrı yerlerden
girer ve bu birliklerden biri, düşman askerlerinin ikiye bölünüp birinin düşman topraklarına giren diğer
müslüman birliğe, diğerinin ise İslâm yurdunun sınırında bulunan ve sınırı
bekleyen müslümanlara saldırıya geçtiğini öğrenecek olsa, bu birlik bir durum
değerlendirmesi yapar; ikiye bölünüp bir kısmı düşman yurduna giren birliğin
yardımına, diğer kısmı da sınırdaki müslümanların yardımına gittiğinde galip
geleceklerine kanaat getirecek olursa ikiye bölünür ve her biri diğer müslümanların
yardımına giderler.
Çünkü böylece hem
düşmana darbe vurulmuş ve hem de müslümanlar düşmandan korunmuş olur.
4456- İkiye
bölündükleri takdirde bunun bir yararının olmayacağı kanaatini taşıyorlarsa,
sınırdakilerden vazgeçer ve topluca harp yurduna girmiş olan diğer birliğin
yardımına giderler.
Çünkü harp yurduna
girmiş olanlar konusundaki endişe daha büyüktür ve onlara başka bir yardımın
ulaşma ihtimali daha uzaklır. Sınırdakilerin yardımına
327
diğer müslümanların
gelme ihtimali vardır. Ayrıca sınırdaki müslümanlar geri çekilme imkânına da
sahiptirler. Harp yurduna girmiş olan birliğin imkânları daha kısıtlıdır. Ne
diğer müslümanlardan kendilerine yardım gelebilir ve ne de çekilecekleri bir
sığınak bulabilirler. O halde harp yurduna girmiş olan birliğin imdadına
koşmaları evladır.
4457- Ancak zannı
galibe göre harp yurduna girmiş olan birlik kendini savunabilecekse, bu
takdirde sınırdaki müslümanların yardımına giderler.
Çünkü haıp yurduna
girmiş olan birliğin yardıma ihtiyacı yoktur. Oysa sınırdaki askerlerin böyle
bir yardıma ihtiyaçları vardır.
4458- Zannı galib, iki
birliğin de düşmanın hakkından gelemeyeceği
şeklinde ise, ancak
diğer müslümanların harp yurduna
girmiş olan birliğin
yardımına gitmeleri daha kolay,
sınırdaki birlik uzak bir yerde olup
diğer müslümanların imdatlarına koşmaları daha zorsa, bu tak-dirde
sözkonusu birlik sınırdakilerin yardımına gitmelidir. Çünkü sınırı bekleyenler
konusundaki endişe daha fazladır ve kendilerine yardım gelme ihtimali de daha
zayıftır.
4459- Hem harp yurduna
girmiş olan birlik, hem de sınırdaki birlik hakkındaki endişeler eşit düzeyde
ise ve yardım gelme ihtimali de eşit bir durumda ise, kendilerine daha yakın
olan birliğin yardımına giderler.
Çünkü o birliğe
saldıran düşman daha yakın bir yerde bulunmaktadır. Nitekim yüce Allah daha
yakın olan düşmanla savaşılmasını emretmektedir: " Ey iman edenler!
Kâfirlerden yakınınızda olanlara karşı savaşın ve onlar (savaş anında) sizde
bir sertlik bulsunlar. Bilin ki, Allah muttakileıie beraberdir." 24 Yakın
birliğin yardımına koştuklarında düşmana galip gelebilir ve ardından iki birlik
diğer birliğin yardımına giderler. Böylece düşmana daha çok darbe vurulmuş
olur.
4460- Daha uzakta
bulunanlar hakkındaki endişe daha fazla ise, onların yardımına gitmek evladır.
Aynı uzaklıkta olup haklarındaki endişe de eşit ise, sınırdaki birliğin yardımına
giderler.
328
Çünkü smırdakilerin
yenilgiye uğramaları müslümanlara daha büyük zarar verir, müslümanların
topraklarını savunmak bütün müslümanlar açısından daha yararlı ve müslümanların
onuru İçin gereklidir.
4461- Müslümanların üç
birliği ayrı ayrı
yerlerden düşman topraklarına girip düşman ordusu bu birliklerden
ikisine saldıracak olsa ve üçüncü birlik de bunu haber alacak olsa bakılır; o
iki birliğin düşmana karşı koyabileceklerine dair zannı galip mevcut ise bu
üçüncü birlik yoluna devam eder.
Çünkü diğer iki
birliğin yardıma ihtiyaçları bulunmamaktadır.
4462- Saldırıya
uğrayan birliklerden birinin
kendini savunacak, diğerinin ise karşı koyamayacak durumda olduğu kanaati
mevcut ise, karşı koyamayacak
durumda olanın yardımına gidilir.
Çünkü - daha önce de
dikkat çektiğimiz gibi- düşmana zarar verme ve
Müslümanları kurtarma
bu şekilde davranmakla sağlanır.
■
4463- Zanni galibe göre her iki birlik de zayıf
durumda ise ve haberi alan üçüncü birliğin ikiye bölünüp yardımlarına
koşmaları da bir yarar sağlamayacaksa, İslâm yurdundan daha uzak bulunan
birliğin yardımına gitmeleri gerekir.
Çünkü uzaktakiler daha
büyük bir tehlike içerisindedirler.
4464- Her iki birlik de aynı konumda ise,
kendilerine daha yakın olan birliğin yardımına gitmeleri gerekir.
Çünkü o birliğe
saldıran düşman askeri daha yakın bir yerde bulunmak-
tadır.
■
4465- Yakınlarında
bulunanlar az, diğerleri daha çok sayıda ise, az veya çok oluşlarına
bakılmaksızın daha ya-kın olanın yardımına gidilir.
Çünkü daha yakın
olanın hakkı daha çoktur.
329
4466- Ancak böyle davranmaları müslümanlara
şiddetli bir zarar getirecek ve müslümanların daha zelil bir duruma düşmelerine
sebep olacaksa, daha uzakta bulunan ve sayıları daha çok olan birliğin
yardımına gidilir.
Çünkü böyle davranmak
müslümanların yararınadır ve yarar daha büyüktür.
4467- Yakınlarında bulunan birliğin sayısı daha çok
ve uzaktakinin sayısı daha az ise, çokluk ve azlıklarına bakılmaksızın daha
yakın olanın yardımına gidilir.
Olabilir ki daha az
olanlar kendilerini savunacak durumda İken daha çok olanlar kendilerini
savunacak durumda değillerdir. Yardımı hakketme çokluk ve azlıkla değil,
yakınlık ve uzaklıkla ölçülür.
Başarı Allah'tandır.
. ■ ■
331
■
-212-
DÜŞMAN KİŞİ HANGİ
DURUMLARDA ZİMMÎ OLUR
İmam Muhammed -Allah
rahmet etsin- dedi ki:
4468- Harp ehlinden
biri eman alarak İslâm yurduna gelir ve burada haraç arazisi bir tarla satın
alacak olursa, tarlasına haraç vergisi bağlanır ve kendisi de zimmî sta-tüsüne
geçer.
Şüphesiz İslâm yurduna
gelmiş harp ehlinden biri, İslâm yurdunda Öşür veya haraç arazisi bir tarla
satın almakla zimmî olmaz. Ancak o tarlayı ekip öşür yahut haraç ödemesiyle
zimmî olur.
Bazı alimler ise, sırf
o tarlayı satın almakla zimmî statüsüne geçtiğini söyler. Onlara göre, tarla
satın alması, buraya yerleşme kararım ifade eder. Tarlayı satın almakla
ülkemize yerleşmeye rıza gösterdiği anlaşılmaktadır. Böylece o kişi zimmî olur.
Ancak biz diyoruz ki:
Zimmî olmaz. Tarlayı ticaret yapmak için de, ekmek için de satın almış
olabilir. O tarlayı ekinceye kadar, ülkemize yerleşme karan sübût bulmaz.
Tarlayı ekecek ve kendisinden haraç alınacak ki zimmî olsun.
Görmüyor musun,
sözkonusu kişi ülkemizde zimmî bir kadınla evlenmekle zimmî olmuyor. Halbuki
evlenmek de buraya yerleşmek anlamındadır. Evlenmekle zimmî olmayınca, satın
almakla evleviyetle zimmî olmaz. Kendisinden tarla haracı alındıktan sonra
kendi şahsı İçin de kendisine cizye vergisi konur ve böylece zimmî satatüsüne
geçer. Bundan böyle de kendi ülkesine dönmesine müsaade edilmez.
Çünkü tarla haracı
ancak İslâm ülkesinin vatandaşından alınır. Zira tarla için haraç almak,
îslâmın hükümlerindendir. İslâmın hükümleri ise, İslâm yurdunun vatandaşlarına
uygulanır. Eman alarak ülkemize gelmiş bu kişi, haraca bağlanmakla İslâm
yurdunun vatandaşı olur ve İslâm ülkesinin vatandaşı olunca da zimmî satatüsüne
geçer. Her ne kadar bazı durumlarda müslümanlardan haraç alınıyorsa da bu
genelde zİmmîlerin ödediği bir vergidir.
332
4469- Nitekim müslüman
biri evini tarla haline getirdiğinde kendisine öşür vacip olur. Yine zimmî
biri evini bahçe haline getirdiğinde kendisinden de haraç alınır. E-man alarak
ülkemize gelmiş birinin tarlasına haraç bağlanınca, genelde zimmîler için söz
konusu olan vergi kendisinden de alınmaya başlanır. Böylece kendisi de zimmî
olmuş olur.
Bazıları dedi ki: Bu
konuda uyarılıp bu tarlanı satmadığın ve ülkene denmediğin takdirde tarlandan
haraç alacağız, denildikten sonra tarlasını elinden çıkarmadığı takdirde
ülkemizde yerleşmeye rıza gösteriyor demektir. Çünkü zimmî olabilmesi, zimmî
olmaya rıza göstermesiyle mümkün olur ve tarlasını elinden çıkarmaması, zimmî
olmaya rıza göstermesi anlamına gelir.
Bazıları da şöyle
demektedir: Ancak tarlasına haraç bağlanırsa zimmî olur. Zimmî oluşu, tarlasına
haraç bağlanmasıyla gerçekleşir. Tarlasına haraç bağlamadıkça o kişi zimmî
olmaz.
■
4470- Harp ehliden
biri, islâm yurduna eman alarak girer ve burada bir tarla satın alıp tarlaya
haraç tahakkuk etmeden o tarlayı satacak olursa, tarlayı satın almış olmaktan
dolayı zimmî olmaz.
Çünkü zimmî statüsüne
geçmesi, üzerine haracın tahakkuk etmesiyle ger-
çekleşir. Haraç
tahakkuk etmediğine göre zimmî değildir.
■
4471- Harp ehlinden biri eman alarak islâm yurduna
girer ve haraç arazisi bir tarlayı kiralayıp ekecek olursa, tarlanın haracı,
onun sahibine aittir, tarlayı ekene değil.
4472- Çünkü haraç, yararlanma karşılığı olarak alınmaktadır.
Yararlanma ise gerçekte tarla sahibinindir. Çünkü kira bedelini alan odur. Bu
nedenle de haracı ödeyecek olan da kendisidir.
Harp ehlinden kişi
tarlayı eker ve tarlanın kirasını tarla sahibine verir, haraç da tarla
sahibinden alınırsa, tarlayı kiralayan bu kişi ekme ile zimmî olmaz.
.
333
Çünkü kendisinden
haraç alınmamıştır. Ne var ki devlet başkanı, tarlayı ekmesine müsaade etmez.
Çünkü ülkemizde ziraatle meşgul olmak, ülkemize yerleşmek ve uzun müddet
ikamet etmek anlamına gelir. Harp ehlinden kişinin ülkemizde uzun müddet
ikamet etmesine müsaade edilemez. İslâm yurdundaki ihtiyaçlarını bitirdikten
sonra ülkesine dönmesini kendisine emrederiz. Devlet başkanının bilgisi
dışında ikametini uzatacak ve daha sonra İkametini uzattığı haber alınacak
olursa, devlet kendisine bu durumu haber verir ve haber verildikten itibaren
bir sene ikamet etmesine müsaade edilir. Seneyi doldurduğu takdirde kendisinden
haraç alınacağı haber verilir. Seneyi doldurmadan çekip gidecek olursa
kendisinden bir şey alınmaz. Seneyi dolduracak olursa zimmî statüsüne geçirilir
ve kendisinden cizye alınır. Bundan böyle kendi ülkesine de dönemez. Daha önce
bu konu etraflıca ele alınmıştı.
4473- Harp ehlinden eman sahibi biri, haracı
gelirinin yarısı olan bir tarlayı birinden
kiralayıp kendi tohumu ile ekecek olsa, Ebû Hanîfe'ye göre, tarlanın
haracı, tarlanın sahibine aittir.
Ebû Yusuf ve
Muhammad'e göre ise, tarlayı ekene aittir. Çünkü mukaseme haracı (tarlanın
mahsulünden haracın alınması durumu)25, öşür mesabesindedir. Nitekim öşür arazisi
bir tarlayı kira tutan biri, o tarlayı ekecek olursa Ebu Hanîfe'ye göre
tarlanın öşrü tarla sahibine aittir. Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre ise tarlayı
ekene aittir.
4474- Devlet başkanı, haracını tarlanın gelirinden
almayı uygun görüp tarlayı kira tutan
kişiye haracı yükleyecek olsa, bu, devlet başkanının bir içtihadıdır ve
tarlayı kiralamış olan kişi zimmî olur. Bu konuda ittifak vardır.
Ebu Yusuf ve
Muhammed'in görüşüne göre burada bir problem yoktur. Çünkü onlara göre haraç,
kira tutan kişiye aittir. Burada harp ehlinden kişi kira
tutmaktadır. Devlet
başkanı kendisinden haraç alınca da o kişiye İslamm hükümleri uygulanmış olur
ve böylece o kişi ülkemizin vatandaşı statüsüne geçer .Bu da
______________________
25- Miktarı ne oiursa
olsun mahsûlün dörttebiri, beştebiri gibi belli oranın tahsili demektir.
Toprak ürün vermemişse vergi alınmaz. Yılda birkaç kez ürün vermişse her ürün
alışta ayrı vergi alınır. İşte bu tür toprakların vergisine/haracına, mukasem
haracı denir. (Editör)
334
onun zimmî olduğu
anlamına gelir. Ebu Hanîfe'ye -Allah rahmet etsin- göre ise, haraç her ne kadar
tarla sahibine ait ise de, mesele içtihadı bir meseledir ve devlet başkanı kira
tutan kişiden haracın alınmasına karar verecek olursa buna yetkisi vardır.
Böylece kira tutan kişi ittifakla zimmî olmuş olur.
4475- Harp ehlinden enıan sahibi biri haracı
gelirinin yarısı ya da üçte ikisi olan mukaseme haracına tabi bir tarlayı
satın alıp onu müslüman veya zimmî birine kiraya verecek olsa ve tarlayı
kiralayan kişi kendi tohumu ile bu tarlayı ekecek olsa, devlet başkanı da
haracı kira tutan kişiden alacak olsa,harp ehlinden o kişi zimmî olmaz.
Çünkü haraç,
tarlasından dolayı kendisine düşmemektedir, başka birinden alınmaktadır.
4476- Burada haracın kime ait olduğuna bakılır, tarlanın
sahibine değil.
Çünkü haraç kime
düşmüş ve kimden alınmışsa, İslamin hükümlerine tabi olan o kişidir. İslâmın
hükümleri kendisine uygulandığından dolayı zimmî olan kişi odur. Kısacası haraç
kimden alınıyorsa, o kimse zimmî olur.
4477- Tarlayı kendisinden kira tuttuğu kişi, harp
ehlinden enıan altında biri ise, o kimse zimmî olur.
Çünkü ekini konusunda
kendisine îslamın hükümleri uygulanmıştır.
4478- Harp ehlinden kişi tarlayı kira vermeyip
ödünç olarak almışsa ve haracı da mukaseme haracı ise, hepsinin görüşüne göre
haraç, ekinin kendisindedir.
4479- Biri tarlayı
gasbederek ekmiş, tarlanın haracı da
mukaseme haracı olup
tarla bol ürün vermiş, ayrıca tarladan bir şey eksilmemişse, hepsinin görüşüne
göre haraç, üründen alınır.
Çünkü mukaseme haracı,
Öşür mesabesindedir. Öşür ise, gasbeden kişiye aittir. Çünkü tarla onun koruma
ve hakimiyeti altındadır. Böylece haraç, gasbeden kişiye ait olur. Eman
altındaki tarta sahibi ise, zimmî olmaz. Çünkü haraç kendisine vacip olmamış,
başkasına vacip olmuştur.
335
4480- Ekin tarlayı eksiltiyorsa da durum budur.
İmam Muhmamed'in
görüşü böyledir.
4481- Haraç, üründen alınır. Tarlanın eksilmesi
ise, tarla sahibine aittir. Ücret de böyledir.
Ebû Hanîfe'ye göre,
tarlanın eksilmesi ve ücreti almak onun ücreti mesabesindedir. Şayet haracı
vazife ise26, haraç tarla sahibine aittir. Böylece Ebû Hanîfe'ye göre, tarlanın
sahibi olan eman altındaki kişi haracı öder ve zimmî olur. Muhammed'e göre ise,
zimmî olmaz.
4482- Tarlanın haracı para ise ve biri tarlayı gasbedip
ekmişse, ekin de tarlayı eksiltmiyorsa,
tarlanın haracı, tarlayı gasbeden kişiye
aittir.
Çünkü harp ehlinden
kişi tarlayı ekmekle tarladan yararlanmamış ve tarlanın yarar sağlamasının
engellenmesine de razı olmamıştır. Tarla zorla kendisinden alınmıştır.
Dolayısıyla kendisinden herhangi bir haraç alınmaz.
4483- Aynı şekilde tarla su altında kalıp bataklığa
dönüşür ve sahibi onu ekmekten âciz kalacak olursa, ayrıca tarlayı gasbeden
kişi tarlanın haracını alıyorsa, eman altında olan tarla sahibi zimmî olmaz. Tarlasının haracı
a-lınsa bile hüküm budur.
Çünkü haraç
kendisinden değil, başkasından alınmıştır. Böylece îslamm hükümleri kendisine
uygulanmış değildir. Bu nedenle de kendisi zimmî olmaz.
4484- Tarlayı eken şayet tarladan bir şey eksiltmişse
bakılır; eksilen, haraç miktarı kadar ya da daha fazla ise, eman altındaki kişi
eksilen o miktarın karşılığını alır ve aldığı bu bedelden haracı öder. Arta
kalan ise kendisine aittir.
Çünkü tarlanın
ekilmesi sonucu kendisine bir menfaat hasıl olmuştur. Böylece tarlayı bizzat
kendisi ekmiş veya başkasına kiraya vermiş konumuna girmiştir.
26- Tarlanın alanı ve
mahsûlün cinsine göre önceden belirlnen maktu toprak vergisiyle haraç olarak
alınır. (Editör)
336
Tarlanın eman
altındaki sahibi de zimmî olur.
Çünkü tarlanın haracı
kendisinden alınmıştır.
4485- Şayet eksilme haraç miktarından az ise,
haraçtan eksik kalan miktar eman altındaki kişiye aittir. Arta kalan ise,
tarlayı gasbeden kişiye aittir.
Kendisine menfaat
ulaşması sebebiyle haraç, hükmen kendisinden gasbe-dilmiş kişiye aittir .Çünkü
kendisine hiçbir menfaat ulaşmamış olsaydı, kendisinden haraç alınmayacaktı.
Haraç miktarı ya da daha fazla bir yarar kendisine dönüyorsa, kendisinden
haracın tamamı alınır. Haraç miktarının bir kısmı dönüyorsa, o miktar kadar
kendisinden alınır. Arta kalan ise, tarlayı gasbetmiş kişiye aittir.
Ebu Yusuf, büyük
ziraat ortaklığında, tarladaki eksilme az veya çok ne olursa olsun, Ebu
Hanife'nin görüşüne uygun olarak haracın tümü, tarlanın kendisinden
gaspedilmiş kişiden alındığını söyler. Küçük ziraat ortalığında ise, yine Eb
Hanife'nin görüşüne göre harcım tümü tarla sahibi üzerindedir. Çünkü toprağının
yararı karşılığında bir bedel almıştır.Tipkı aldığı ücre karşılığında toprağını
kiraya vermiş gibidir.Toprağını kiraya verseydi, aldığı kira haracı karşılasın
veya karşılamasın, haracı kendisi Ödeyecekti .Burada da durum böyledir
4486- Ayrıca haracın tamamı veya bir kısmı tarlanın
kendisinden gaspedildiği harp ehli kişiden alınacak olursa, o kişi zimmî olur.
Çünkü haracın tamamı
kendisinden alındığında nası'> İslâmın hükümleri kendisine uygulanmış kabul
ediliyorsa, bir kısmının alınmasıyla da kendisine İslâmın hükümleri uygulanmış
kabul edilir.
4487- Tarlayı harp ehlinden eman altındaki veya gas-peden veya kira tutan yahut Ödünç
alan kişi eker, fakat sel veya herhangi bir afet sebebiyle gelirin tamamı telef
olursa, o yıl tarla için haraç alınmaz ve tarlanın sahibi eman altındaki kişi
de zimmî olmaz.
Çünkü kendisinden
haraç alınmamakla ülkemizin vatandaşı olmamıştır ve vatandaş olmadığından
dolayı da zimmî olmaz.
337
4488- Eman altındaki biri, haraç arazisi bir tarla
alarak eker veya tarla bir sene yahut daha az bir müddet elinde kalır ve
tarlaya haraç düşecek olursa, tarlasına haraç düştüğü andan itibaren o kişi zimmî
olur. Devlet başkanı tarlanın haracını kendisinden alır.
Çünkü devlet
başkanının hüküm vermesiyle artık o kişi ülkemizin vatandaşı olur.
4489- Kendisinden haraç alınmasından itibaren de
bir yıl geçtikten sonra kendisinden cizye alınır. Kendisinden cizye alınırken,
tarlayı elinde bulundurduğu geçmiş aylar hesaba katılmaz.
Ancak İslâm yurdundaki
ikametini uzatır ve devlet başkanı kendisine: Kendi ülkene dön, bugünden
itibaren bir yıla kadar dönmeyecek olursan senden cizye alırım, demiş ve kişi
de o tebliği aldıktan sonra bir yıl içerisinde ülkesine dönmemişse, zimmî olur.
Ayrıca o yılın tamamı için kendisinden haraç (cizye) alınır. Aradaki fark
şudur:
Bu meselede devlet
başkanı kendisine şart koşmuştur. Şartın gereği kendisinden cizye alır. Burada
devlet başkanı sanki kendisiyle bir antlaşma yapmış kabul edilir.
Tarlası yönüyle
haracın alınması ise farklı bir durumudur. Tarla durumunda herhangi bir şart
sözkonusu değildir. Tarlasında haraç subut bulmamış olsaydı, zimmî olmazdı. Bu
şahıs, hükmen zimmî olmuştur. Bu nedenle zimmî statüsüne geçmesinden bir sene
sonra kendisinden cizye alınır.
4490- Devlet başkanı, ülkesine geri dönmesini söyleyip
ülkemizi bir sene içerisinde terk etmediğin takdirde senden yüz dirhem alır ve
zimmî statüsüne geçiririm, zimmî olduktan sonra da her yıl için senden on iki
dirhem alırım, dedikten sonra bir yıl içerisinde ülkemizi terk etmediği
takdirde o yıl için kendisinden yüz dirhem alınır. Devlet başkanı kendisine
haber verip şart koştuğu için sözkonusu ettiğimiz
miktarı alır.
Kendisiyle böyle bir antlaşma yapılmıştır ve kendisi de bu antlaşmaya rıza
göstermiştir. Antlaşma yapıldıktan sonra bir yıl içerisinde ülkemizi terk etmediğine
göre yapılan antlaşmaya rıza göstermektedir. Antlaşmanın müddeti ta-
338
marnlandıktan sonra
kendisinden alınan bu miktar, o yıl boyunca ülkemizde ikamet etmesinin
ücretidir.
4491- Bunun benzeri şu
olaydır: Biri, bir aylığına birine evini kiraya veriyor ve o ay son bulmadan
önce gidip o kimseye: Ay tamamlandıktan sonra evimi terk edeceksin, terk
etmediğin takdirde önümüzdeki ay için senden yirmi dirhem alacağım diyecek
olsa, müstakbel ay o kişi evi terk etmeyip oturmaya devam edecek olsa
kendisinden yirmi dirhem alır. Çünkü alınacak ücret, koşulan şarta bağlıdır,
ikametini bir ay daha uzattığına göre bu şartı kabullenmiş demektir. Hüküm,
koşulan şarta göredir.
4492- Cizye de bu şekildedir. Kendisine haber verildikten
sonra ileri sürülmüş olan şart devreye girmiştir. Bir yıl içerisinde ülkemizi
terk etmediğine göre ileri sürülen şarta rıza göstermiş demektir. Böylece
hüküm, ileri sürülmüş olan şarta göredir.
Mezhep âlimlerimiz bu
meseleden başka bir meseleyi çıkarmışlardır. Hepsi şöyle demektedir: Biri,
başka birinin evini gaspedecek olsa ve evi gaspedilen kişi, gaspedeni korkutup evini
geri almak için yanına iki şahit alarak ona gidecek ve: Ya evimi hemen terket
veya her ay senden şu kadar dirhem (mesela bin dirhem) alacağım" diyecek
olsa, bu şahitlik geçerlidir. Daha sonra evi gasp edilen kişi meseleyi
mahkemeye intikal ettirecek olsa, sözkonusu ettiği miktarı gasp edenden
alabilir.
4493- Devlet
başkanı kendisine bildirimde bulunduğunda: Bugünden itibaren ülkemizde
yılını dolduracak o-Iinsan, seni zinımî statüsüne
geçireceğim ve o tarihten bir yıl sonra da senden haraç alacağım, derse, o kişi
yılını doldurduğunda zinımî olur
ama haracını bir
yıl sonra öder.
İleri sürülen şart
geçerlidir ve bu şarta uyulur.
4494- Harp ehlinden
eman altıdaki biri, ülkemizde haraç arazisi bir tarla satın alacak olsa, sonra
tarla üzerinde
339
hak iddia eden biri
gelip tarlayı hakkedecek ve bu kişiden alıp kendisi bir veya iki sene tarlanın
haracını ödeyecek olsa, daha sonra o hak iddia eden kişinin getirdiği şahitlerin
köle oldukları ortaya çıkıp tarla eman altındaki o kişiye iade edilecek olsa,
o eman altındaki kişi zimmt olmuş olmaz.
Çünkü eman altındaki
kişiye ancak haraç vacip olduğunda o kişi zimmî olur. Sırf tarla satın almakla
zîmmî olmaz. Bu meselede o kişi, tarladan yararlanamamıştır ve kendisine haraç
vacip olmamıştır. Çünkü haracın vacip olması ancak o tarladan yarârİanmasıyla
söz konusu olur.
4495- Aynı şekilde
karşı koyamayacağı güç ve kuvvet sahibi biri kendisinden tarlayı gasbedecek
olsa, ya da biri gasbedip eman altındaki kişi delil getirip tarlayı
gas-bedenden geri alma imkânına sahip olduğu halde bu yola başvurmayacak olsa
ve gasbeden kişi de tarlayı ekip biçmişse, eman altındaki kişi zimmî olmaz.
Çünkü gasbeden kişi
tarlayı ektiğinden dolayı kendisi o tarladan yararlanmaktadır ve tarlanın
haracı da kendisine aittir. Eman altındaki kişi, tarlanın haracını ödemez.
4496- Gasbeden
kişi tarlayı ekip
biçmemişse, eman altındaki zimmî
olur.
Çünkü tarlanın haracı
eman altındaki bu kişiye aittir. Tarlayı geri alıp o tarladan yararlanma
İmkânına sahipti. Haracı kendisine düştüğüne göre, zimmî olur. Bunun durumu
şuna benzer:
Eman altındaki biri
bir tarla alıyor. Tarlayı su basıp bataklık haline geliyor. Ancak eman
altındaki kişi, tarlanın su altında kalmaması için bir bend yapıp suya engel
olma imkânına sahiptir. Bu imkâna sahip olduğu halde bunu yapmayacak olsa,
yılını doldurduğunda tarlanın haracını öder ve zinımî statüsüne geçer.
4497- Söz'.konusu ettiğimiz durum, gaspeden kişinin
ekmesiyle tarlada bir eksilme meydana gelmemiş olmasına göredir. Ekme,
tarlada bir esiltme meydana getirmişse,
e-man altındaki kişi zîmmî statüsüne geçer.
340
341
Çünkü eksilme, eman
altındaki kişinin malında olmuştur. Eksilme daha çok ise, eman altındaki kişi
haracı öder .Ama iksilme daha az ise, haracı ğaspeden kişi Öder. Haraç
miktarından eksik kalanı tarla sahibi tamamlar. Geri kalan ise, gasp edene
aittir. Her iki durumda da eman altındaki kişi haracın bir kısmını öder ve onu
ödemesi sebebiyle de zimmî olur.
4498- Herhangi bir kimse o yörede bulunan tarlaları
sulayıp harp ehlinden kişinin tarlası ekilemeyecek şekilde bataklık haline
gelir ve su tarlaya zarar verecek olursa, harp ehlinden kişi, eksilen
kısmı bataklığa sebep olan
kimseye ödetebilir ama yine de zimmî olmaz.
Çünkü bu tarlalarda
haraç yoktur, ekilebilen tarlada haraç vardır.
4499- Buna göre tarlayı ğaspeden kişi onu ekmese
de, tarlayı harp ehlinden olan kişiye iade etmesinden sonra bir yıl geçinceye
kadar sahibi yine zimmî olmaz.
Çünkü haraç kendisine
vacip olmamıştır.
4500- Tarlayı ğaspeden kişi, o tarlanın sahibi gibi
harp ehlinden biri olup ekme tarlayı eksiltmişse, tarlanın eksiğini ğaspeden
kişi tamamlar. Şayet haraç, eksilen kadar yahut daha az bir miktar ise, tarlayı
eken kişi değil, tarlanın sahibi zimmî olur.
Çünkü burada haraç
tarla sahibine aittir.
4501- Şayet eksiklik haraçtan daha az ise, her
ikisi de zimmî olurlar.
Çünkü haraçtan eksik
miktarı tarla sahibine, arta kalanı ise, tarlayı ekene aittir. Her birine
haracın bir kısmı vacip olunca her ikisi de zimmî olurlar.
4502- Şayet tarlanın ekilmesi bir eksikliğe sebep
olmamışsa, ğaspeden kişi zimmî olur ama tarla sahibi zimmî olmaz.
Çünkü burada tarlanın
haracı, gasp edene aittir.
■
4503- Tarlayı gasp
eden kişi, tarlayı boş bırakıp ek-memişse bakılır; tarlanın sahibi, delil
getirerek tarlayı geri alma imkânına sahip olduğu halde bunu yapmamışsa, tarlanın
haracı kendisine aittir ve o zimmî olur. Ama böyle bir imkâna sahip değilse,
her ikisi de haraçla mükellef değildir. Her ikisi de harp ehli olarak kalırlar.
Ebû Ha-nîfe'nîn görüşü budur. Yine Ebû Hanîfe'ye göre eman altındaki biri,bir
öşür arazisi satın alacak olursa, o arazi haraç arazisi olur.
Ebû Yusufa göre o
şahıstan öşür katlanarak alınır. Muhammed'e göre ise, o arazi öşür arazisi
olarak devam eder.
4504- Ebû Hanîfe'ye
göre o tarlayı ekerse yahut ekme
imkânına sahip ise,
zimmî statüsüne geçer.
Çünkü her iki durumda
haraç kendisine düşer. Muhammed'e göre İse, o tarlayı ektiği takdirde zimmî
olur. Çünkü öşür de haraç gibi gelir getiren tarlanın karşılığında verilen bir
vergidir. Ancak bu vergi, haracın gerçek olarak oıtaya çıkmasıyla hasıl olur.
Gerçek üzere söz konusu olmadıkça da kişi İslâm yurdunda
zimmî olmaz.
■
4505- Harp ehlinden
olan kişi, kendisine haraç vacip olmadan önce o tarlayı satarsa, o tarla haraç
arazisi olur ve başka şekle dönüşmez.
Burada müellif böyle
demektedir. Başka bîr rivayette ise şöyle demektedir: Müşteri haraçla değil,
Öşürle mükelleftir. Bu rivayetin izah şeklî şöyledir: Bîr tarlanın haraç
arazisi olmasına sebep, kâfirin mülkiyetinde oluşudur. O tarlayı satın
aldığında o tarla mülkiyetine geçmiştir. Mülkiyetine geçmesiyle de haraç
arazisi olmuştur. O tarla haraç arazisi olduğu bir sırada onu satmıştır.
Müslüman bir kişi, kâfir birinden haraç arazisi bir tarla satın aldığında, o
tarla yine haraç arazisi ola-rak devam eder.
Diğer rivayetin izah
şekli ise şöyledir: O tarlaya haraç vacip olmazdan önce onu satınca, o tarladan
öşür dışında herhangi bir hak (vergi) alınmamıştır demektir. Böylece o tarla
öşür arazisi olarak devam etmektedir.
342
4506- Kâfirin o tarla
üzerindeki geçici mülkiyetine itibar edilmez. Harp ehlinden olan kişi zaten
zimmî değildir.
Çünkü sözkonusu tarla
her ne kadar haraç arazisi olmuşsa da, sahibinden haraç alınmamıştır. Sahibine
İslahım hükümleri uygulanmamıştır ki sahibi zimmî olsun. Böylece sahibi, harp yurdunda
bulunan herhangi bir düşman mesabesindedir. O kişi, İslâm yurdunda öşür
arazisi bir tarlayı satın alması için bir müslü-manı vekil tayin etmiştir.
Böylece o tarlayı satın almış ve tarla haraç arazisi olmuş ama kendisi zimmî
olmamıştır. Çünkü o tarlanın sahibine İslamın hükümleri uygulanmış değildir.
Burada da durum böyledir. .
4507- Enıan altındaki
biri öşür arazisi bir tarla satın
alır ve onu kiraya
verecek olursa, Ebû Hanîfe'ye göre o tarla haraç arazisi olur. Haracı da
tarlanın sahibine aittir ve böylece o kişi zimmî olmaktadır.
İmam Muhammed'e göre
ise, o tarlanın öşrünü kira tutan kişi mahsulden öder. Böylece tarla sahibi
zimmî olmaz. Ancak kira tutan kişi harp ehliden biri ise, imam Muhammed'e göre
bu kişi zimmî olur. Çünkü o tarlanın öşrünü ödemekle mükelleftir.
Ayrıca İmam Muhammed,
kira tutan eman altındaki kişinin mahsulden ödediği öşür İle öşür memurunun
harp ehli eman altındaki kişiden aldığı öşrü farklı görür ve şöyle der:
Mahsulden ödediği
öşürden dolayı o kişi zimmî olmaz ama tarlasından Öşür Ödeyen bu diğeri zimmî
olur. Aralarındaki fark şudur: Öşür memuru, harp ehlinden kişi ile
karşılaşacak olursa malının onda birini alır. Halbuki zimmî ile karşılaşacak
olursa ondabİrin yansını (yirmidebir) alır. Müslümandan ise, on-dabirin çeyreğini
(kırkta bir) alır. Harp ehli kişiden müslümandan aldığı miktarı almadığına göre
o harp ehlinden kişi İslâm yurdunun vatandaşı sayılmaz.
Görmüyor musun, harp
ehlinden kişi bir günde birkaç defa ülkesine dönüp tekrar yurdumuza giriş
yapacak olsa, öşür memuru her defasında ondan öşür alır. İslâm yurdu vatandaşı
mesabesinde olmayınca da zimmî olmaz.
Bu meselede ise tıpkı
müslümanın yiyeceğinden öşür alındığı gibi kendisinin yiyeceğinden de sadece
bir defa Ö-şür alır. Böylece kendisi de vatandaşımızın tabi tutulduğu
■
343
muamelenin aynısına
tabi tutulmaktadır ve bu nedenle de zimmî olur.
Bu mesele şöyle
açıklık kazanmaktadır: Harp ehli kişiden alınan öşür, mütekabiliyet esasına
dayanmaktadır. Onlar tacirlerimizden bir şey almayacak olsalar biz de onların
tacirlerinden bir şey almayız. Halbuki burada alınan öşür, İslâm yurdunda gelir
getiren tarlanın bir vergisi olarak alınmaktadır ve haraca benzemektedir.
4508- Tarlayı
ödünç olarak kendisi gibi harp ehlinden birine verecek olsa, öşür
ekinden alınır ve ödünç alan durumundaki kişi bu öşrü ödemekle zimmî olur.
Çünkü tarlanın hakkı,
onun yiyeceğinden alınmıştır.
4509- Harp ehlinden eman altındaki biri, müslüman
birinden öşür arazisi bir tarlayı kiralayıp ekecek olsa, Ebû Hanîfe'nin
görüşüne göre tarlanın gelirinin öşrünü müslüman öder ve kira tutan kişi zimmî
olmaz.
Çünkü öşür, harp
ehlinden o kişinin gelirine düşmemektedir. İmam Muhammed'e göre ise kira tutan
kişi mahsulden öşrü Öder ve böylece de zimmî olur. Çünkü (arlanın öşrü
kendisine aittir. Ödünç olarak verilen tarlada ise hepsinin görüşüne göre öşür,
tarlanın gelirine düşer ve ödünç alan durumundaki kişi de zimmî olur.
Söz konusu ettiğimiz
bütün durumlarda mukaseme haracı konusundaki hüküm de budur. Çünkü mahsulden
ödenen de öşür mesabesindedir.
Şüphesiz Allah en iyi
bilir.
1
■
■
■
■ ;
j
.
345
-213-
■
lardi.
KİŞİNİN MÜSLÜMAN
SAYILIP
ESİR ALINMAYACAĞI VE
ÖLDÜRÜLMEYECEĞİ
DURUMLAR
4510- Daha önce de
belirttiğimiz gibi kâfir, üzerinde bulunduğu inancın hilafına (İslâm itikadına
işaret eden) birşeyi açığa vuracak olursa onun müslüman olduğuna hükmedilir.
Bu konuda temel dayanak, Peygamber (s.a.v.)'iıı: " İnsanlar la ilahe
illallah deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum." sözüdür.
Peygamber (s.a.v.), bunu söylemeyen putperestlerle savaştı. Nitekim Yüce Allah
onlar hakkında şöyle buyurmaktadır: "Çünkü kendilerine: Allah'tan başka
ilah yoktur, denildiği zaman kibirle direndiler."27 Kişilerin Allah'tan
başka ilah yoktur, demelerini imanlarına alamet saymıştır.
Ayrıca Medine'de Yahudileri
İslama davet ettiğinde, peygamberliğini ikrar etmelerini imanlarına alamet saymıştır.
Hatta Peygamber (s.a.v.), hasta yatağında yatan Yahudiyi ziyaret edip
kendisine: Benim, Allah'ın elçisi olduğuma şahitlik et, dediğinde Yahudi
şahitlik ettikten sonra ölmüş ve bunun üzerine Peygamber (s.a.v.): "Benim
vasıtamla bir kişiyi ateşten kurtaran Allah'a hamde-derim" buyurmuştur.
Çünkü Yahudiler,
Peygamber (s.a.v,)'in peygamberliğini kabul etmiyor-Bunu ikrar ettiklerinde
imanlarına alamet saymıştır.
4511- Bunu Öğrendikten
sonra diyoruz ki: Bir müslüman, öldürmek için bir müşrikin üzerine saldırıp
sıkıştırdığında, müşrik kişi: Allah'tan başka ilah bulunmadığına şahitlik
ederim, derse bakılır; o kişi böyle söylemeyen bir topluluktan ise, müslümanin
onu öldürmekten vazgeçmesi gerekir.
j
Çünkü imanına delalet
eden bir sözü kendisinden duymuştur.
27-Sâffât. 35.
346
4512- Müslüman o kişiyi alıp devlet başkanına
getirir ve o müşrik kişi ınüslüman kişi karşısında yenilgiye uğramadan kelinıe-i tevhidi getirecek
olursa, o kişi müslü-maııdır ve
hürdür. Ancak müslüman kendisini yenilgiye uğrattıktan sonra söylerse fey1
olur.
Çünkü yenilgiye
uğradıktan sonra İslama girmesi kendisini öldürülmekten kurtarır ama köle
olmaktan kurtarmaz.
O kişi "Ben İslama girmek için bu sözü
söylemedim.
Yahudiliğe girmek
yahut canımı kurtarmak için bu sözü
söyledim" diyecek
olursa, sözüne iltifat edilmez.
Çünkü zahire göre
İslâmm çağrısına icabet etmeyi kasdetmiştir. Müslüman, kendisinden yahudiliğe
değil, İslama girmesini istemiştir. Allah'tan başka ilah yoktur, demesi, İsiâmı
kabul ettiğinin delilidir. Her ne kadar İslâmm tamamını ikrar etmiyorsa da,
kendisine İslâmın hükümleri uygulanır.
Durumu şu kimsenin
durumuna benzer: Bir kişi müslümanlarla birlikte cemaatle namaz kılacak olsa,
bu onun İsîâmı kabul ettiğinin delilidir. Her ne kadar onun bu davranışı
İslâmın kendisi değilse de, İsiâmı kabul ettiğinin bir delilidir. Bu nedenle
bundan böyle İslâmdan vazgeçecek olursa mürted kabul edilir ve öldürülür.
4513- Her kim İslâmın emir ve yasaklarından birini
inkâr edecek olursa, la ilahe illallah'ı iptal etmiş olur.
Yani o kişi mürted
olur ve tekrar İslama dönmediği takdirde öldürülür. Böylece mezhebimizin
müteahhir alimlerinden: İslâmm emir ve yasaklarından birini inkar eden kimse,
inkar ettiği hususta kâfir ama diğer hususlarda müslüman-dır, diyenin
yanlışlığı ortaya çıkmaktadır. Bu görüşü ileri süren alimin yazdığı bir
eserinde Hz. Ebû Bekir döneminde zekat vermeyenlerin durumunu da bu görüşüne
göre izah etmektedir. İleri sürdüğü bu görüş, rivayete muhalif olup o bu sözüyle
sapıklık ehline meyletmiştir. Çünkü onlar şöyle diyorlar: Büyük günah işleyen
kişi. imandan çıkar ama küfre de girmez. İman ile küfür arasında bir yerdedir.
Söz konusu âlimin ileri sürdüğü görüş de buna yakındır.
4514- Öldürülmek üzere olan müşrik kişi, la ilahe
illallah dediğinde müslüman onu öldürmekten vazgeçmiş ve
■
347
müşrik kişi kurtulup
kaçtıktan sonra tekrar müşriklerin safına katılarak müslümanlara karşı
savaşmaya başlamış ve müslüman tekrar kendisini kıstırdığında lâ ilahe illallah
derse, bakılır; tekrar kaçıp sığınacağı müşrik bir topluluk oralarda mevcut ise
müslümanm o kişiyi öldürmesinde bir sakınca yoktur.
Çünkü artık o kişinin
durumu, bağİ (İsyancı) olup bir toplulukla birlikte müslümanlara karşı savaşan
kişinin durumuna benzemektedir. Böyle biri müslüman dahi olsa öldürüleblir
4515- Şayet sığınacağı bir topluluk yoksa ve düşman
ordusu dağılmış ise, müslümanm onu
öldürmemesi gerekir. Yine onu esir almış fakat düşman ordusu
dağıl-nıayip öylece duruyorsa, onu
öldürmesinde bir sakınca yoktur. Ama düşman tarafı dağilmışsa, onu Öldüremez.
Sadece yaptığından dolayı te'dip eder.
Bu meseleye şu rivayet
delil getirilmiştir: Müslümanlardan biri, müşriklerden birine saldırdı. Müşrik
kişi, lâ ilahe illallah deyince müslüman ondan vazgeçti. O kişi tekrar
müslümanlarla savaşmaya başladı. Müslüman tekrar kendisine saldırdığında yine o
kişi: Lâ ilahe illallah, dedi. Bu durum birkaç defa tekrar edildi ve nihayet
sonunda müslüman. o kişiyi öldürdü. Mesele Peygamber (s.a.v) e iletildiğinde.
Peygamber (s.a.v), o kişiyi öldüren müslümana: Lâ ilahe illallah, diyen birini
nasıl Öldürdün? buyurdu. Rivayette bu müslümanm kim olduğu zikredilmemektedir.
Meğazi kitaplarında ise söz konusu müslümanın Üsâme b. Zeyd olduğu belirtilir.
Burada anlatıldığına göre Peygamber (s.a.v) kendisine: Lâ ilahe illallah, diyen
birini mi öldürdün? demiş, Üsâme: Canını kurtarmak için böyle dedi, deyince,
Peygamber (s.a.v): Kalbini mi yarıp baktın? dedi. Bunun üzerine Üsâme: Ya Resûlüllah,
kalbini yarıp baksaydım bundan daha açık bir şeyle karşılaşmazdım, dedi. O
zaman Peygamber (s.a.v.): Dili, kalbindekini ifade edi-yordu, buyurdu.
Biz, Peygamber
(s.a.v)'in bu sözünü, o kişinin sığınacağı bir düşman topluluğun bulunmamasına
hamlediyoruz. Bu nedenle o kişiyi öldürmesinden dolayı Üsame'yi kınamıştır.
4516- Müslüman
vazgeçtiğinde o kişi tekrar
müşrik saflarına dönüp: Ben sizin dininizden uzağım, evvelki di-
348
nim üzereyim, der ve
müslüman tekrar üzerine saldırdığında yine la ilahe illallah derse, buradaki
la ilahe illallah demesi ile daha önce böyle demesi hüküm bakımından aynı
düzeydedir.
Çünkü daha önce la
ilahe illallah dedikten sonra böyle söylemekle mürted
olmuştur ve mürted de
düşman biri gibidir.
La ilahe illallah
dediği zaman onu öldürmekten vazgeçmek gerekir. Ancak sığınabileceği bir
topluluk mevcut ise, bâgî (isyacı) mesabesinde
olur ve bundan dolayı
da öldürülmesinde bir sakınca yoktur.
İslama ilk girişinden
sonra ve ikinci girişinden önce müslümanlardan
birkaç kişi öldürmüş
olsa da hüküm aynıdır. Çünkü irtidat ederek müşriklerin safına
katıldığında düşman biri idi.
Düşman bir kimsenin
müslümanı Öldürmesinden dolayı kısas gerekmez.
4517- Sözkonusu kişi,
la ilahe illallah, diyen gayr-i müslim bir topluluktan ise ve mesele yukarıda
anlattığımız şekillerde cereyan etmişse, kelime-i tevhidi söylese bile
öldürülmesinde bir sakınca yoktur.
Çünkü bu kelimeyi
söylemesi kendisi açısından İslâmi kabul ettiğine bir delil değildir. Şayet:
Allah'tan başka ilah bulunmadığına ve Muhammed'in O'nun kulu ve elçisi olduğuna
şahitlik ederim, der ve kendisi bu sözü söylemeyen bir topluluktan ise, o zaman
bu sözü söylemesi onun müslümanhğına delil olur. Müslüman kişi, böyle birini
öldürmekten vazgeçmelidir. Böyle birinin ayrıntılar açısından durumu, yukarıda
anlatmış olduğumuz ayrıntılara uygundur.
4518- Yine kendisini
zor bir duruma düşürdüğünde: " Muhammed, Allah'ın elçisidir" yahut " İslâm dinini kabul
ettim" veya"
Muhammed'in dinine girdim" derse, bütün bu sözleri İslâmı din olarak kabul
ettiğinin delilidir. Hatta bu sözleri söyledikten sonra ölecek olursa cenaze
namazı kılınır ve bağışlanması için Allah'a dua edilir.
Çünkü bu sözler,
müslüman görünümü arzetmesinden daha çok müslüman olduğuna delildir. Oysa
sadece müslüman görünümü taşıması bile müslüman ol-
349
duğuna hükmedilmesi
için yeterli bir delildir. Böyle birinin cenaze namazı kılınır. Bu meseleyi
daha önce ele almıştık.
4519- İmam Muhammed
dedi ki: Bugün müslümanîar arasında yaşayan Yahudi ve Hıristiyanlardan biri:
Allah' tan başka ilah bulunmadığına ve Muhammed'in O'nun elçisi olduğuna
şahitlik ederim, diyecek olsa, o bu sözüyle
müslüman olmaz.
Çünkü herkes biliyor
ki aramızda yaşayan her Yahudi ve Hıristiyan bunu söylemektedir. Kendisinden bu
sözüyle ilgili açıklama istediğiniz zaman:" Muhammed, size gönderilmiş
Allah'ın rasûlüdür, İsrailoğullarına değil" derler. Buna delil olarak da
şu âyeti zikrederler: " Ümmîlere içlerinden, kendilerine âyetlerini
okuyan, onları temizleyen, onlara Kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber
gönderen O'dur."28 Derler ki: Ayette sözkonusu edilen
"ümmîler",Ehl-i Kitap olmayanlardır. Yaptıkları bu açıklamadan da
anlıyoruz ki onlardan biri böyle bir sözü söylediğinde bu onun İslâmı kabul
ettiğine delil değildir. O halde onlardan birinin müslüman olduğuna
hükmedebilmemiz için bu söze ileva olarak kendi dininden teberri ettiğini de
ifade etmesi gerekir. Mesela Hıristiyan ise, " ben, Hıristiyanlıktan
beriyim" , Yahudi ise, " ben Yahudilikten beriyim" demesi gerekir.
Kendi inancına muhalif olan bu sözü ilave ettiği zaman ancak müslüman
olduğuna hükmederiz.
.
4520- Hıristiyan biri:
"Allah'tan başka ilah bulunmadığına şahitlik ederim, ben Hıristiyanlıktan
beriyim" derse, bu sözle müslüman olmaz.
Olabilir ki bu sözüyle
Yahudiliğe girdiğini anlatmak istemektedir. Onun söylediği bu söz, Yahudilerin
söyledikleri sözle aynıdır. Çünkü onlar da Allah' tan başka ilah yoktur, der ve
Hıristiyanlıktan uzak olduklarını belirtirler. Nitekim yüce Allah onların bu
durumlarına İşaret ederek şöyle buyurmaktadır: "Yahudiler, Hıristiyanlar
doğru yolda değildirler, dediler ve Hıristiyanlar da: Yahudiler doğru yolda
değildirler, dediler." 29
Ancak kişi, bu sözü
söyledikten sonra İslama girdiğini belirtirse, sözkonusu ihtimal ortadan
kalkmaktadır. Artık o kimse müslümandır.
28- Cuma. 2.
29-Bakara, 113.
350
Şayet "ben
müslüınanım" derse, bu sözle müslüman olmaz.
Çünkü her grup böyle
olduğunu iddia ediyor. Müslüman, hakka teslim olan demektir. Her din mensubu
kendisinin hakka bağlı olduğunu ve kendi dininin hak olduğunu iddia eder.
Serahsî (r.a) dedi ki: Üstadımız Şemsü'l-Eimme Abdülaziz el-Halvanî -Allah
rahmet etsin- diyordu ki: Bizim burdakİ mecûsiler dışında herkes müslüman
olduğunu söylüyor. Bu nedenle ancak mecûsilerden biri bu sözü söylediğinde onun
müslümanlnğina hükmedilir. Çünkü onlar kendileri için bu vasfı kabul etmez ve
çocuklarına kızdıklarında " be müslüman!" diye seslenirler.
4521- İmam Muhammed dedi ki: Şayet kişi putperest
olup " Allah'tan başka ilah yoktur" diyenlerden değilse ve müslüman
kendisini zor bir duruma düşürdüğünde "Mu-hammed'in Allah'ın elçisi
olduğuna şahitlik ederim" derse, o kişi müsl uman dır. Allah'tan başka
ilah bulunmadığına şahitlik ederini, sözünü de söylemiş kabul edilir. Çünkü
putperestler, her iki cümleyi de reddederler. Bu nedenle bunlardan
hangisini söyleyecek
olsalar, müslümanhklarma delil kabul edilir. Yine putperest biri, nuislümamm
derse, bu söz onun müsîüman olduğuna delil kabul edilir. Çünkü putperestler
kendilerini bu sözle nitelemezler. Bilakis müslümanlara muhalefet olsun diye
kendilerini bu nitelemeden uzak sayarlar
4522- Aynı
şekilde "Ben, Muhammed'in
dini üzereyim" ya da " hanif
dini üzereyim" yahut " islâm
dini ü-zereyim" diyecek olursa,
bütün bu sözlerden ne kasdet-tiğine dair delile ihtiyaç vardır. Böyle bir delil
bulunmadıkça ne demek istediğini anlamayız.
Şüphesiz Allah en iyi
bilendir.
■
351
-214-
ESİR ALINAN ÇOCUKLARIN
MÜSLÜMAN OLMA DURUMLARI
İmam Muhammed -Allah
kendisinden razı olsun- dedi ki:
4523- Çocuğun, ebeveyninden en hayırlı dine mensup
olana tabi olacağını belirtmiştik. Çocuk, beraberinde ana veya babasından biri
bulunduğu halde esir düşecek olursa, müslüman olduğunu belirtmeden veya
beraberindeki ana veya babası İslama girmeden o çocuğun müslüman olduğuna
hükmedilmez. Beraberindeki ebeveyni yoksa yine İslâm yurduna getirilip yurda
tabi olarak müslümanlığma hükmedilmeden yahut devlet başkam ganimetleri taksim
etmeden veya satılıp tebeiyyet yoluyla müslüman olmadan müslümanlığma hükmedilmez. Bir
müslümanın payına düşmüş yahut bir müslüman kendisini
satın almışsa prob-lem yoktur.
Çünkü mülkiyetinde
bulunduğu kimseye tebeiyyeti, yurda tebeiyyetinden daha etkilidir.
Kendisini satın
alan zimmî ise
yahut savaşa katılmasının bir
karşılığı olarak zimmîye
verilmişse, yine müslüman olduğuna
hükmedilir. Öldüğünde cenaze
namazı kılınır ve zimmî olan sahibi onu satmaya zorlanır. Çünkü
müslümanların gücü sayesinde müslümanların hakimiyet alanına getirilmiştir.
Müslümanlar, güçleri sayesinde onu buraya getirmeleri sebebiyle zimmî ona sahip
olmuştur.
4524- Ebeveyni kendisiyle birlikte esir alınmış,
fakat ebeveyni öldükten sonra
kendisini İslâm yurduna
getirilmişse, o çocuk yine müslümandır.
Çünkü ebeveyni harp
yurdunda ölünce onlara tabi olma durumu ortadan kalkar. Şimdi o yalnız başına
İslâm yurdundadır. Ancak ebeveyni kendisiyle bir-
352
353
likte İslâm yurduna
getirilmiş ise ya da çocuk taksime tabi tutulduktan veya satıldıktan sonra
ebeveyni ölmüşse, müslüman olduğuna hükmedilir. Ancak çocuğun kendisi müslüman
olduğunu söyleyecek olursa o başka. Çünkü müslüman oluşuna hükmedildiği an,
îslamm hakimiyet sınırına girdiği andır. O anda ebeveyninden biri yanında
bulunuyorsa, müslüman lığına hükmedilmez. Daha sonra ebeveynin ölmesi, bu
durumda bir değişikliğe sebep olmaz. Onun durumu, zimmînin çocuğunun durumu
gibidir. Nitekim zimmî çocuğun ebeveyni ölüp yalnız başına İslâm yurdunda
kaldığında onun müslümaniığına hükmedilir.
4525- Zimmî biri hırsızlık yapmak üzere harp
yurduna girer ve döndüğünde küçük bir çocuğu İslâm yurduna getirecek olursa, çocuk müslüman olarak
kabul edilir ve zimmî, o çocuğu
satmaya zorlanır.
Çünkü İslâm yurduna
getirmekle o çocuğa malik olmuştur. Böylece o çocuğun müslüman olduğuna
hükmedilir. Şayet komutan harp yurdunda: Kim birini ele geçirirse o ele
geçirdiği kendisine aittir, der ve zimmî de küçük bir çocuğu ele geçirip onunla
birlikte ebeveyninden biri bulunmuyorsa, o çocuğun müslüman olduğuna
hükmedilir. Çünkü çocuk, müslümanların gücü sayesinde ele geçirilmiş ve
müslümanların hakim bulunduğu bölgeye getirilerek bu hakimiyet sayesinde
başkalarından korunmaktadır.
Ancak zimmî, eman
alarak harp yurduna gider ve orada çocuk yaşta bir köleyi satın alıp onu İslâm
yurduna getirecek olursa, bu çocuğun müslümaniığına hükmedilmez. Çünkü
müslümanların gücü sayesinde o çocuğu mülkiyetine almış değildir.
4526- Çocuğu İslâm yurduna getirecek olsa, yine çocuğun
müslümaniığına hükmedilemez.
Çünkü müslümanların
gücü ve İktidarı sayesinde koruma altına alınmış değildir. Ancak o çocuğu satın
alan kişi eman alarak oraya gitmiş bir müslüman ise ya da aralarında esir
bulunuyor idiyse yahut onlardan olup İslâmı kabul etmişse, o çocuğu yalnız
başına İslâm yurduna getirecek olursa, çocuğun müslümaniığına hükmedilir.
Malik olma yoluyla tebeiyyet bu hususta açıkça ortaya çıkmaktadır. Şayet o
çocuğun mülkiyetinde bulunduğu kimse müslüman ise, çocuk da tebeiyyet yoluyla
müslüman olur. Şayet zimmî ise, çocuk da ona tabi olarak zimmî olur.
4527- Ebeveyni veya ikisinden biri, ister
efendisinin kölesi olarak ister antlaşmalı bir hür olarak çocukla birlikte yurdumuza
giriş yapmışsa, çocuk
babasının dini üzeredir.
Çünkü çocuğun ülkemize
gelişi ülkemiz vatandaşı olan babasıyla birlikte olmuştur. Din konusunda ebeveyne
tebeiyyet asıldır. Ancak ebeveyne tebeiyyet söz konusu olmadığı durumlarda
malike tebeiyyet söz konusu olur.
4528- Ebeveyninden
biri eman almış
olarak çocukla birlikte ülkemize
gelmişse, çocuk müslümandır.
Çünkü eman altındaki
kişi, her ne kadar şeklen yurdumuzda bulunuyorsa da onunla beraber çıkıp
gelmesi önemli değildir. Çocukla birlikte yurdumuza girmiş olmasına itibar
edilmez. Söz konusu olan çocuktur ve çocuk efendisine tebeiyyet yoluyla İslâm
yurdunun vatandaşı olmuştur. Bu nedenle de müslüman olmuştur.
4529- Giriş
yapıldıktan sonra eman
altındaki kişi, zimmî olmak
ister ve zimmî olursa yine çocuğun müslümaniığına hükmedilir.
Çünkü müslüman maliki
çkarıp getirmiş gibi,İslâm yurduna giriş yapmakla çocuğun müslümaniığına karar
verilir.Bu değişmez .Tıpkı esir alınıp darulislma çıkarıldıktan sonra anne
babası da esir alınıp darulislama çıkarılmış gibidir. Onu satın alan ve getiren
kişi kitap ehlinden olup çocuk da
nıecûsi yahut putperestlerden, artık Ehl-i Kitap gibidir ve bu sebeple kestiği
hayvanın eti yenir, cariye ise kendisiyle yatmak caiz olur.
Sözkonusu çocuk,
ebeveyninden biri Ehl-i
Kitap ve diğeri Mecûsi olan bir çocuk gibidir.
Çünkü maliki bulunan
kişiye tebeiyyet, ebeveyne olan tebeiyyet konumundadır. Nitekim ebeveyninden
biri Ehl-i Kitaptan olmuş olsaydı, çocuk ona tabi olurdu. Böylece onu İslâm
yurduna getiren efendisi Ehl-i Kitaptan olunca, kendisi de Ehi-i Kitaptan olmuş
olur.
4530- Ülkemize
getirilen çocuk Ehl-i
Kitaptan, ama kendisini
ülkemize getiren kişi
Mecûsi ise, verilecek hüküm yine aynıdır.
354
Çünkü hüküm, çocuğun
aslına İtibar edilerek verilir. Efendisine tebeiyyet meselesine burada itibar
edilmez.
Nitekim çocuk müslüman
bir köle olup bir Mecûsi onu satın almış olsaydı, çocuk müslüman olarak
kalırdı. Ehl-i Kitaptan olan çocuğun durumu da böyledir.
4531- Harp ehlinden
bir topluluğun bir takım köleleri bulunup köleler dışında bu topluluk İslâmı
kabul edecek olsalar, çocuk yaştaki kölelerinden beraberinde kâfir ebeveyni
veya ebeveyninden biri bulunmayanlar müslüman olurlar. Çünkü o topluluğun
müslüman olmasıyla bulundukları bölge İslâm yurdu olmuştur. Ayrıca o kölelerin
efendileri de artık müslümandir. Bu iki husustan biri, çocuğun müslümanlığına
hükmetmek için yeterlidir. Şayet o yöre halkı zimmî olmuşlarsa, köleleri kâfir
olup dinleri üzerinde olmaya devam ederler. Küçük yaştaki kölelerin de, büyük
yaştakilerin de durumu budur.
Çünkü efendileri kâfir
olup miislümanlarla acak antlaşma yapmışlardır. Bulundukları ülke, halkı
müslüman olmak suretiyle değil, antlaşma yoluyla İslâm yurdu haline
dönüşmüştür. Böyle bir durumda mülkiyet yoluyla müslümanlığa hükmedilmez.
4532- Aynı şekilde
harp ehlinden biri eman alarak ve beraberinde küçük bir köle bulunduğu halde
ülkemize giriş yapacak olsa, çocuk kendi dini üzere kalır ve eman alan kişi
dilerse ülkesine döndüğünde çocuğu da beraberinde götürür.
Çünkü karşılıklı rıza
yoluyla çocuk ülkemize gelmiştir. Böylece çocuk hakkındaki hüküm, efendisi
hakkındaki hükmün aynıdır. Efendisi harp ehlinden olduğuna göre çocuk da bu
konumdadır.
4533- Efendisi İslâm
yurdunda ölür veya onu bir müslümana satar veya efendisi ölüp devlet başkanı
onu satar ve parasını mirasçıları için bekletecek olursa, çocuk kâfir olup
ebeveyninin dini üzeredir.
Çünkü eman almış bir
kâfir olarak ülkemizde bulunmaktadır. Bundan böyle kendisi, İslâm'a girmedikçe
müslüman olmaz.
355
Onun durumu, ülkemizde
babası ölmüş zimmî çocuğun durumu gibidir. Ancak ebeveyninden biri esir alınır
ve esir alındıktan sonra İslâmı kabul edecek olursa çocuk da kendisine tabi
olarak müslüman olur.
Çünkü ebeveyninden
birinin müslüman oluşu, akleden çocuğun da müslüman oluşu anlamına gelir. Bu
nedenle çocuğun da müslüman olduğuna hükmedilir.
4534- Çocuk babasıyla birlikte esir düşer ve
babasından önce İslâm yurduna getirilecek olursa, çocuğun müslümanlığına
hükmedilmez.
Çünkü çocuk yurdumuza
getirildiğinde babası müslümanlarm elinde ve hakimiyetleri altındadır.
Müslümanın elinde oluşu, İslâm yurdunda onunla birlikte bulunması gibidir.
Böylece çocuk, babasına tabi olmuş olur.
Nitekim mürağim
(müslüman olarak kaçıp gelen) köle ve hicret eden cariyenin harp yurdunda
İslâm ordusunun hakimiyeti allında bulunması, yurdumuzda bulunması gibi kabul
edilmiştir. Tabi olma yönüyle hüküm yine böyledir.
4535- Babası öldürülür yahut İslâm yurduna getirilmezden önce
kaçacak olursa, çocuk
yine müslüman sayılmaz.
Çünkü İslâm yurdunda
kafir olarak bulunmuştur. Bundan böyle de müslümanlığına hükmedilmez. Ancak
kendisi müslüman olduğunu söyleyecek olursa o başka. Ya da ebeveyninden biri
îslâmı kabul edecek olursa ancak o zaman tabi olma yönüyle çocuk da müslüman
olur.
4536- Küçük çocuğu darulharpte iken eman altındaki
kişi ülkemizde İslâmı kabul eder, sonra müslümanlar onu esir alıp islam yurduna
getirir veya getirmese, bize göre babasına tabi olarak çocuk da müslüman olur.
Babası da askerle
birlikte bulunuyorsa burada herhangi bir problem sözkonusLi değildir. Ama
babası İslâm yurdunda bulunuyorsa, tebeiyyet konusunda ordunun hakimiyet
alanının İslâm yurdu mesabesinde olduğunu belirtmiştik. Böylece çocuğun,
askerimizin hakimiyet alanı içerisinde bulunması, İslâm yurdunda bulunması
gibidir.
356
Baba ticaret yapmak
üzere başka bir harp yurdunda bulunuyorsa hüküm yine böyledir.
Çünkü ülkemizin vatandaşı
olan bir müslüman nerede bulunursa bulunsun, çocuğu kendisine tabi olarak
müslüman kabul edilir. Müslümanm şeklen harp yurdunda bulunması bu durumu
etkilemez.
4537- Babası islâm
yurdunda müslüman olarak Öldükten sonra çocuk esir alınacak olursa, o çocuk
harp yurdunda bulunduğu müddetçe müslüman kabul edilmez. Ancak taksim edilir
yahut satılır veya İslâm yurduna getirilirse o başka.
Çünkü baba ülkemizde
ölmüş bulunmaktadır. Her ne kadar müslüman olarak kalma konusunda ölünün
tebeiyyet etkisi varsa da başlangıçta böyle bir etkisi yoktu(rh.a.) Nitekim
birlikte esir alınacak olursa, çocuğun müslüman lığın a hükmedilmez. Çocuğun
yalnız başına esir alınmasında da durum böyledir.
Dedik ki: Harp
yurdunda bulunduğu müddetçe müslümanlığma hükmedilmez. Ancak annesi kendisiyle
birlikte annesi esir alınır ve baba da hür olup ülkemizde müslüman olarak
bulunuyorsa, o zaman çocuk babasına tabi olarak
müslüman kabul edilir
.
4538- Harp ehlinden
biri eman alarak ülkemize gelir, sonra zimmî olur veya müslümanlar kendisini
esir alıp kâfir olarak âzad eder veya âzâd etmez, daha sonra küçük yaştaki
çocuğunu esir alıp İslâm yurduna getirecek olsalar, bu çocuk müslüman
sayılmaz. Çünkü babası kâfir olarak yurdumuzda bulunmaktadır. Çocuk yurdumuza
giriş yaptığında
babası da kâfir olarak ülkemizde bulunduğundan çocuk babasına
tabi olarak kâfir
sayılır.
4539- Şayet baba,
çocuk esir alınmadan önce kâfir olarak Ölmüş ve mesele de yukarıda
anlattığımız şekilde ise, söz konusu çocuk ülkemize geldiğinde müslüman kabul
edilir.
Çünkü ölmüş olan baba
nasıl tebeiyyet yoluyla başlangıçta çocuğun müslüman sayılmasında etkili
olmuyorsa, çocuğun müslüman olmasına da engel değildir.
357
4540- İmam Muhammed dedi ki: Harp ehlinden askeri
bir birlik güç ve kuvvet sahibi olup beraberinde çocuklar bulunduğu halde İslâm
yurduna girdikten sonra müslüman askerler onları yenerek esir alacak olsalar,
beraberindeki çocuklar müslüman kabul edilir. Sanki anne ve babaları
kendileriyle esir alınmamış kabul edilirler.
Çünkü ele geçirilmekle
İslâm yurdunda koruma altına alınmışlardır.
4541- Şayet anne ve babalar bir saat sonra esir
alın-mışlarsa, çocuklar müslüman kabul edilirler.
Çünkü artık onların
müslümanlıklarına hükmedilmiştir. Anne ve babalarının sonradan esir alınmaları
bu hükmü değiştirmez. Ancak bu olay harp yurdunda gerçekleşmişse, çocuklar
İslâm yurduna getirilmeden sırf ele geçirilmeleriyle müslüman sayılmazlar.
4542- Ancak savaş İslâm yurdunun toprakları
içerisinde gerçekleşmişse, baba çocukla birlikte esir alınmış olsa da yahut
önce baba, sonra çocuk esir alınmış olsa da hüküm yine aynıdır.
Çünkü çocuk ele
geçirilirken babası da elimizde bulunmaktadır ve baba kâfirdir. Fakat çocuk
daha önce esir alınmışsa, çocuğun müslüman olduğuna hükmedilir. Bir saat sonra
baba esir alınsa da bu hüküm değişmez.
■
Aynı şekilde çocuk
eman almaksızın yalnız başına ülkemize girecek olur ve bir müslüman kendisini
ele geçirecek olsa, ele geçirdiği andan itibaren o çocuk müslü-m andır.
İmam Ebû Hanîfe'nin
kıyasına göre ise, bu çocuk, müslüman toplum için fey'dir. İmam Muhammed'e göre
ise, kendisini ele geçiren için fey'dir ve müslümanlığma hükmedilmekle o çocuk
hür olmaz. Çünkü ele geçirildikten sonra müslümanlığma hükmedilmiştir. Ancak
esir alınmazdan Önce müslümanlığma hükmedilen kişinin müslümanlığı,
hürriyetini pekiştirir. Esir alındıktan sonra kişinin müslüman olması,
hürriyetini etkilemez ve o kişi köle olarak kalır. Başarı Allah'tandır.
359
-215-ESİR KADININ
EVLİLİK DURUMU
4543- "Mebsuf'ta
eşlerden birinin esir düşmesinin ayrılmalarına sebep teşkil ettiğini
belirtmiştik. Ayrılmış olmaları, sırf esir alınmaları sebebiyle değil,
hakikaten veya hükmen ayrı ülkelerde bulunmalarından dolayıdır. Her ikisi
birlikte esir düşecek olurlarsa ayrılma sözkonusu olmaz. Bu nedenle diyoruz
ki: kadın esir alınır ve İslâm yurduna getirilecek olursa, hayız dönemi
beklenip hamile olmadığı anlaşıldıktan veya hamile ise doğumunu yaptıktan
sonra payına düştüğü kişi kendisiyle yatabilir. İmam Muhammed kitabında bu
konuda senedleriyle birlikte bir takım rivayetler nakleder.
4544- Esir düşen kadın
harp yurdunda hayız hali görür yahut daha uzun bir müddet orada kalır, sonra da
kocası esir alınıp ikisi islâm yurduna getirtilecek olursa, ayrılmayı
gerektiren sebep olarak yurt farklılığı bulunmadığından evlilikleri devam
eder. Ama kadın yalnız başına İslâm yurduna getirildiğinde payına düştüğü
kimse, kadının hamile olup olmadığının ortaya çıkması için harp yurdunda hayız
görmesi veya islam yurdunda taksimden önce veya sonra bir hayız görmesiyle
yetinemez.
Çünkü o zamana kadar payına düştüğü kişinin mülkiyeti
kesinleşmiş degndır.
Aynı şekilde bir
kişinin payına düşer ve kendisine henüz teslim edilmemişse, hüküm yine
böyledir. Çünkü gazi kişinin mülkiyeti, ganimetlerin ele geçmesiyle sübût
bulur. Bu nevi mülkiyet de ancak kabzetmckle gerçekleşir. Taksimat yapılmakla
eşya-kişİ mülkiyeti sübût bulur ama tasarruf mülkiyeti ancak kabzetmek (teslim
almak)la gerçekleşir. Birlikte yatmak İse, tasarruf mülkiyetiyle ilgilidir.
Beraber yatma mülkiyeti gerçekleştikten sonraki hayız haline itibar edilir. Bu
mülkiyete geçtikten
360
sonra kadın hayız hali
olur ve hamile olmadığı ortaya çıkarsa işte o zaman sahibi o kadınla yatabilir.
Bu nedenle diyoruz ki, satıcının elinde hayızlı olan kadınla müşteri, bu
hayizla yetinerek onunla yatamaz.
4545- Esir alman kadın hamile olup bir kişinin
payına düşmesinden ve o kişinin onu teslim
almasından sonra doğum yapacak olursa, nifas döneminden sonra o kadınla
yatmasında bir sakınca
yoktur. Hatta nifas
döneminde iken öpüp okşamasında bir sakınca yoktur. Ancak kadın
doğum yaptıktan sonra
teslim gerçekleşmişse, ne nifas
döneminde, ne de nifastan sonra müstakil bir hayız dönemi geçirmedikçe hiçbir
şekilde kendisinden yararlanamaz. Çünkü kabzetme gerçekleşmeden önce doğum
yapmakla temizlenmiştir.
Bundan böyle nifas
müddetince kendisiyle yatılmaması, eziyet sebebiyledir. Bu kadının durumu,
nikâh altında bulunan ve hayız hali görmekte olan kadının durumu gibidir.
Nasıl hayızlı kadınla birleşmek caiz değilse, bu kadınla da birleşme yapılamaz.
Kabzetme gerçekleşmeden önce doğum yapmış ve ancak doğumdan sonra kabzetme
gerçekleşmişse, gelecek bir hayız müddetini bekleyerek istibrâ edilmesini
sağlar. Şu anda nifas döneminde elinde temizliği sınanmamıştır. Bu müddet
içerisinde o kadınla yatması da, şehvetle öpme ve okşama şeklinde kendisinden
yararlanması da helal değildir. '
4546- Esir alınan kadın, İslâm yurduna
getirilmezden önce İslâmi kabul eder ve kocası harp yurdunda olup kâfir ise,
kocasından ayrı düşmüş olur.
Çünkü İslâm ordusunun
himayesinde koruma altına alınmıştır ve müslü-man kadın hakkındaki ordunun
koruması, İslâm yurdundaki koruma mesabe-
Görmüyor musun, hicret
eden bir kadın, İslâm ordusunun koruması altına girecek olursa kocasından ayrı
düşmüş olur. Esir kadının durumu da böyledir.
Ayrıca burada kendisi
için iddet beklemek de söz konusu değildir. Bu hüküm konusunda âlimler ittifak
etmişlerdir. Hicret eden kadın hakkındaki ihtilafı daha önce söz konusu
etmiştik.
361
4547- Devlet başkanı ganimetleri harp yurdunda
taksim eder ve kadın birinin payına düşer yahut devlet başkanı onu satar ve
müşteriye teslim ederse, hayız olup hamile olmadığı ortaya çıktıktan sonra,
alan kişinin o kadınla yatmasında bir sakınca yoktur.
Çünkü o kadınla kocası
arasında ve kocasının muhtemel gebeliği arasında bir bağlantı kalmamıştır.
Kocasız olduğu halde esir düşen kadın konumundadır. Harp yurdundaki taksimat ve
satışla mülkiyet, tıpkı İslâm yurdunda olduğu gibi sübût bulmuştur.
Görmüyor musun, bundan
böyle orada bulunan askeri birliğe başka bir askeri birlik iltihak edecek
olursa, ganimetler üzerinde bu son birliğin bir hakkı olmaz.
4548- Devlet başkanı harp yurdunda bir topluluğu
serbest bırakır ve "kim eline bir
cariye geçirirse, o cariye
.
kendisinindir"
der ve biri, bir cariyeyi ele geçirip bir hayız müddeti bekledikten sonra
hamile olmadığı ortaya çıkacak olursa, Ebû Hanîfe'nin görüşüne göre o cariyeyi
İslâm yurduna getirmedikçe onunla yatamaz. İmam Ebû Yusuf'un görüşü de
böyledir. İmam Muhammed'e göre ise, onunla yatması caizdir.
Çünkü onun özel
mülkiyetine geçmiştir ve başkasının bu mülkiyette bir ortaklığı
bulunmamaktadır. Böylece bu cariye ile satın alınan ve taksimat sonucu payına
düşen cariye aynı konumdadır. İmam Ebû Hanîfe ve Ebû Yusufa göre bu şekilde
serbest bırakılanın mülkiyeti, ancak ele geçirdiği kimseyi İslâm yurduna
getirmesiyle sübût bulur. Ama taksimat ve satın almakla sübût bulan mülkiyet
böyle değildir.
4549- Aradaki farkı şu
durum açıklığa kavuşturmaktadır: Ordu arasında taksimat yapıldıktan ve
ganimetlerin satışı gerçekleştikten sonra zaruret olmadıkça askerlerin
ganimetten yeme içmeleri ve hayvanlarını yemlendirme hakları yoktur. Halbuki
tenfilden sonra o hak devam etmektedir. Tenfil yapılan kişi kadını esir
aldıktan sonra o
362
kadının kocası
da esir alınacak
olursa, koca ile
kadın arasındaki nikâh ortadan kalkmış kabul edilir.
Bu görüşün İmam
Muhammed'in görüşü olduğu söylenir, imam Ebû Ha-nîfe'nin kıyasına göre ise,
kadın İslâm yurduna getirilmeden sırf esir alınınca kocasıyla nikâhının devam
etmesi gerekir. Ancak en sahih nakle göre hepsinin görüşü budur. Kadını İslâm
yurduna getirmezden önce bu mülkiyet kesinleşmiyorsa da, onu ele geçiren ve
kendisine nefel verilmiş olan için mülkiyet sabit olur, Bir müslüman için
mülkiyetin aslının sübûtuyla da söz konusu kadın İslâm yurdunun vatandaşı olur
ve böylece kendisi ile kocası arasındaki ayrılma gerçekleşmiş olur.
Nitekim çocuk yaşta
olsaydı, kendisine nefel verilmiş olan kimseye ait olduğu İçin, İslâm yurduna
getirtilmiş çocuk gibi müslüman kabul edilirdi. Aynı şekilde kendisini ele
geçiren kişi bir hayız hali görmesinden sonra onu İslâm yurduna getirecek
olursa, hamile olmadığının İsbatı için o hayız dönemiyle yetinebiÜr. Halbuki
gizli olarak harp yurduna girmiş olan kimsenin durumu böyle değildir. Çünkü
kadını İslâm yurduna getirmeden kendisi için mülkiyet sübût bulmaz.
Görmüyor musun,
kendisine yardım yetişecek olursa, o yardıma gidenler ele geçirdikleri şeylerde
ona oıtak olurlar. Halbuki kendisine nefel verilmiş olan kişi, ele
geçirdiklerinde ele geçirmekle kendisi için mülkiyet sübût bulur ve başkasının
ona ortaklığı sözkonusu olmaz.Daha sonra yardıma gidenler kendisine ortak
olmazlar. Çünkü nefel vermek (askere: Ele geçirdikleriniz sizindir, demek),
devlet başkanı tarafından taksimatın yapılması gibidir. Ancak bu taksimat, ele
geçirmeden Öncedir. Devlet başkanı taksimatı ele geçirmeye bağlamıştır.
Taksimat anlamı taşımasından dolayı, kendisine nefel verilmiş kimsenin ele
geçirdiği hakkındaki hükmün bu şekilde olduğu sonucuna vardık. Hırsız ile bu
kimsenin durumunu ayrı ayrı mütalaa ettik. Ele geçilmenin mülkiyetin sebebi
olduğunu gözönünde bulunduran Ebû Hanife, ele geçiren kişi kadını darulislama
çıkarmadıkça onunla yatamaz, demiştir.
Basarı Allah'tandır.
i
.
363
-216-
ESİRLERİN ZİMMİLERE SATILMALARI
4550- Müslümanlar aldıkları esirleri taksim ederek
İslâm yurduna getirdiklerinde kölelerin zimmîlere satılmasında bir sakınca
yoktur.
Çünkü ele geçirilen
esirler müşrik olup her ne kadar ülkemize getirilmekle ülkemizin vatandaşı
olmuş iseler de, zimmîler mesabesindeler ve zimmî bir kölenin, başka bir
zimmîye satılmasında bir sakınca yoktur.
Ancak ana ve babası
beraberinde olmayan küçük bir
çocuk esir alınmış
ise, bu çocuğun zimmîlere satılması
caiz değildir.
Çünkü çocuk, İslâm
yurduna getirilmekle ya da harp yurdunda taksime tabi tutulmakla müslüman
olmuştur. Bu nedenle söz konusu çocuk öldüğü takdirde üzerinde namaz kılınır.
4551- Esir
alınmış ergin kız Ehl-i Kitaptan ise onu satın alan kişi
kendisiyle yatabilir. Ancak kızın müslüman olduğuna karar verilmişse,
müslümanın onu zimmî birine satması caiz değildir. Ama o kızla birlikte anne babasından biri de
esir alınmışsa, zimmî birine satılmasında bir sakınca yoktur.
Çünkü bu takdirde o
kızın müslümanlığma hükmedilmez.
Kızın annesi veya babasıyla
birlikte aynı kişinin veya ayrı kişilerin payına düşmeleri arasında bir fark
yoktur. Çünkü babasıyla birlikte ülkemize getirilmesi ve böylece babasının
ülkemizin vatandaşı olması, kızın müslümanlığma hüküm vermeye engeldir.
4552- Esirlerin ülkemizde eman altında bulunan
birine satılması caiz değildir.
Çünkü ülkemize
getirilmiş olan esir, ülkemizin vatandaşı olmuştur. Eman altındaki kişinin,
ülkemiz vatandaşı olan köleyi satmalmasına izin verilmez. Şayet satınalmışsa,
onu satmaya zorlanır. Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi zimmî
364
açısından müslümanin
konumu ne ise, eman altındaki açısından zimmînin konumu da odur. Dünyevî
meselelerde hüküm böyledir.
4553- Eman altındaki biri zimmî bir cariyeyi
satınalıp onu müdebber ya da ümmüi-veled kılarsa, mülkiyetine düşmesinden
dolayı bu uygulaması geçerlidir. Ancak e-man altındaki kişinin bu kadınla
yatmasına ve bu kadını kendi
hizmetlerinde kullanılışına engel
olunur. Kadın, çalışıp bedelini
öder ve böylece hürriyetine kavuşur. Müslüman cariyesini müdebber veya
ümmülveled kılan zimmî hakkındaki
hükmü daha önce
belirtmiştik. Zimmî cariyesi ile eman altındaki hakkındaki hüküm de aynıdır.
4554- Ehl-i Kitaptan
bir kadın çocuklarıyla birlikte esir düşüp bir kişinin payına düştükten sonra
küçük olan çocuklarından biri müslüman olacak olursa, o kişinin onları kâfir
birine satması caiz değildir.
Çünkü hepsini birlikte
satacak olursa, müslüman bir köleyi kâfir birine satmış olacaktır ki bu caiz
değildir. Ayrı ayrı kimselere satacak olursa bu takdirde de küçük bir çocuğu
annesinden ayırmış olur ki bu da caiz değildir. Çünkü o çocuk ile annesi,
birlikte kendisinin mülkiyetine geçmişlerdi ve bundan böyle küçük çocuk ile
annesini birbirinden ayırması caiz olmaz.
4555- Zimmî veya harp ehlinden eman altındaki biri
mürted bir cariyeyi satınalacak olursa, satmalması geçerli olmakla beraber
sözkonusu cariye çocuk
yaşta olsun, yetişkin biri
olsun, onu satmaya zorlanır.
Çünkü mürted olan
kadın, İslama dönmeye zorlanır. Böylece o, müslüman kadın hükmündedir. Müslüman
bir cariyenin kâfir birinin mülkiyetinde kalmasına izin verilemez. Bu konuda
küçük ve büyük cariye arasında bir fark yoktur. Mürted kadın hakkındaki hüküm
de. böyledir.
Nitekim Yahudilik veya
Hıristiyanlık dinine dönecek
olursa ne kestiği yenilebilir,
ne de nikâhlanabilir.
Bu misalin
verilmesinin anlamı şudur: Bu kadın, Yahudi asıllı bir kadın gibi olmayınca,
ahkâm konusunda itikadına da itibar edilmez. Çünkü girdiği
365
inançtan vazgeçmeye ve
İslama geri dönmeye zorlanacaktır. Bu nedenle söz konusu kadın, müslüman kadın
hükmündedir ve kâfir kişi onu müslüman birine satmağa zorlanır.
4556- Küçük çocuklarıyla birlikte esir düşen bir kadının
küçük çocuklarından biri Islâmı kabul edecek olup sahipleri onları kâfir birine
satacak olursa, satış caizdir ama onları satınalan kişi harp ehlinden biri ise,
hepsini satmaya zorlanır.
Çünkü satmaldıklarınm
bir kısmı müslüman ve bir kısmı zimmîdir. Halbuki eman altındaki kişi,
müslüman olanlarım da, zimmî olmalarını da satmaya zorlanır. Böylece hepsini
satmak mecburiyetinde olr.
Satınalan kişi
zimmî ise, onlardan
sdece müslüman
olanı satmağa
zorlanır.
Çünkü zimmî olanlarını
mülkiyetinde alıkoyma yetkisine sahiptir. Ayrıca zimmî kişiye, anne İle
çocuğunu birbirinden ayırıyorsun da denilemez.
4557- "Anne ile çocuğu birbirinden
ayırıyorsun" itirazının muhatabı olmuş olsaydı, onlardan sadece müslüman
olanı satması gerekirdi. Çünkü bu ayırımın hukuki bir dayanağı vardır. Böylece
sadece müslüman olanı mülkiyetinden ayırmaya müstahak olurdu. Hukuki bir
dayanak ile yapılan ayırma, yasak değildir.
Görmüyor musun, anne
ile birlikte çocuk bir müslümanm mülkiyetinde bir araya gelmiş olsalar, sonra
onlardan biri borç altında kalacak olsa, sadece borçlu kişinin satılmasında bir
sakınca yoktur. Yine onlardan biri, bir cinayet işleyecek olsa, sadece onun
cinayet karşılığı olarak verilmesi caizdir. Buradan da anlıyoruz ki, onları bir
birinden ayırmak bir hakka dayalı ise, bunda bir sakınca yoktur.
4558- İmam Muhammed, daha sonra çocuğun
müslü-manlığı konusu ile ilgili ayrıntıları da belirterek şöyle demektedir:
Müslümanlardan biri,
kâfir bir çocuğa İslâmı tanıtacak olsa ve çocuk da: İşte ben bu din üzereyim,
derse bakılır; çocuğun kendisine anlatılanları anladığını kesin olarak bi-
366
liyorsak, o çocuk
müslümandır. İslanıı anladığına zannı galip ile kanaat getirirsek, bu çocuk
yine müslüman olarak kabul edilir.
Ama çocuğun kendisine
anlatılanları anlamadığını kesin olarak veya zann-i galip ile biliyorsak, o
çocuk müslüman değildir. Böyle bir durumda çocuğa İslâmı tanımla denilir.
Tanımladığı takdirde müslüman olduğuna hükmedilir. İmam Mu ha m m ed'in burada
anlattıkları söz konusu ettiğimiz âlimlerin görüşlerini desteklemektedir .Şöyle
kî:
Bir kadınla evlenen
yahut bir cariye satın alan kişi, ev-lendiği bu kadından islâmı tanıtmasını
isteyip kadın bunu beceremiyor, ama o kişi kendisine İslâmı tanıttığında söz
konusu kadın:İşte ben bu din üzereyim derse, kişi de kadının bunları anlayarak
söylediğine kanaat getirirse o kadınla yatmasında bir sakınca yoktur.
Çünkü utangaçlığı,
anlatmasına engel oluyor olabilir. Kadın, İslâmı anlatabilecek durumda olsa
bile, kişinin kendisine İslâmı tanıtmasından sonra, işte ben bu din üzereyim,
demesi yeterlidir. Başarı Allah'tandır.
•
.
367
-217-
KÖLENİN EMAN ALARAK
YAHUT MÜSLÜMAN VEYA
ZİMMÎ OLARAK
DARULİSLAMA GELMESİ
İmam Muhammed -Allah
kendisinden razı olsun- dedi ki:
4559- Müslüman yahut
zimmî olarak efendisinden kaçıp kurtularak İslam yurduna gelen her köle hür
olur. Çünkü efendisine karşı kendisini koruma altına almıştır. Hatta
efendisinin malından beraberinde ne getirir ve onu koruma altma alırsa, o mal
da kendi mülkiyetine geçer. Böylece o köle artık kendi kendisinin maliki ve
hakemidir. Bu nedenle de azad olmuştur. Kimsenin onun üzerinde velayet hakkı
da yoktur. Di-ledikleriyle velayet kurar. Miras ve cinayetler konusunda da,
müslüman olarak harp yurdundan gelmiş biri konumundadır.
4560- İkrime
(r.a.)nın hadisi buna
delil olarak getirilmiştir. Bu hadise göre, bir köle
beraberinde efendisi olmadan Peygamber (s.a.v,)'e geldiği zaman, azat olurdu.
Tavus'un şu hadisi de delil getirilmiştir: Muaz b. Cebel mektubunda şöyle
yazılıydı: Müslüman olan veya İslama meyleden her köle hür olur. Aşiretinin
bölgesine çıkan her kölenin Öşür ve zekatı (sadakası)nı aşireti verir. Başka
bir rivayette, aşiretinden başka bir bölgeye giden kölenin öşrü ve zekatı aşiretinin bölgesine verilir.
İkrime'den şöyle
rivayet edilir: Bir
köle müslüman oldu. Rasulullah
hicret ettiğinde o kölenin sahipleri, kölelerinin Peygamber'in peşinden
gideceğinden endişe ettiler. Bu nedenle
de onu bağladılar.
Köle Peygamber (s.a.v.)'e şöyle
bir haber gönderdi: Benim müslüman olduğumu
biliyorsun. Beni satın al
veya kurtar. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) o köleyi getirtmek üzere
yedi kişiyi gönderdi ve onlara: Belki orada size yardımcı olacak birini de
bulursunuz, dedi.
Bu rivayet, güçlü
kuvvetli olmayan bir topluluğun böyle bir amaç için eman almaksızın harp
yurduna gitmelerinde bir sakıncanın bulunmadığına delil-
368
dir. Böyle bir
davranış, kendi kendilerini tehlikeye atmaları şeklinde değerlendirilmez.
Ancak düşmana bir zarar vermeksizin ve tehlikenin kesinliği durumunda böyle bir
davranışta bulunmuşlarsa o zaman kendi kendilerini tehlikeye attılar denilir.
Harp yurduna girişlerindeki amaç, düşmana zarar vermek ise bunda bir sakınca
yoktur.
4561- İmam Muhammed şunu da zikretmektedir: Abdullah
b. Ebi Bekr'in şöyle dediği rivayet edilir: Siyah bir köle, efendisinin
koyunlarını otlatırken Hayber halkının kalelerine çekildiklerini görür ve
onlara niçin böyle davrandıklarını sorar. Kendisinin peygamber olduğunu iddia
eden şu adamla savaşmak için hazırlık yapıyoruz, derler. Onların bu sözleri o köleyi etkiler ve koyunlarını alıp doğruca Peygamber(s.a.v.)re gelir. Peygamber'e:
Ne söylüyorsun? Neye çağırıyorsun? diye
sorar. Peygamber (s.a.v.): İslama;
Allahtan başka ilah olmadığına, benim Allahm rasulü olduğumu söylemeye
ve Allahtan başkasına kulluk yapmamaya çağırıyorum, der. Bunları yaparsam bana ne var? deyince, Bu inanç üzere ölecek olursan
senin için cennet vardır, karşılığını
verir. Bunun üzerine köle orada İslâmı kabul eder. (Hadis devam etmektedir.)
İmam Muhammed bu
hadisi, kölenin İslâm ordugahına gelmeden Önce müslüman olmasıyla geldikten sonra
müslüman olması arasında bir farkın bulunmadığını belirtmek için
nakletmektedir. Her iki durumda da kölenin hürriyetine hükmedilir. İmam
Muhammed, daha sonra Taif kalesinden çıkıp gelen ve İslâmı kabul eden kölelerin
durumunu anlatır. Peygamber (s.a.v.) bunlar hakkında: Bunlar, Allah'ın
âzâdlılarıdır.
4562- İmam
Muhammed, İkrime'nin şu
hadisini de nakletmektedir: Peygamber
(s.a.v.) şöyle buyuruyordu: Kişi malından önce gelip
ardından malı gelecek olursa, malı kendisine aittir. Ancak malı kendisinden
önce gelmişse, hürdür. Biz de bu rivayeti esas alıyoruz.
Burada sözkonusu
edilen mal, köledir. Köle, daha önce efendisinden kaçarak gelmişse, o köle
hürdür. Ama efendisi kendisini getirmişse, bakılır; önce efendi gelmiş ve sonra
köle gelmişse, bu demektir ki köle, efendisinin emrine uyarak peşinden
gelmiştir. Böylece efendisine köleliği devam etmektedir.
Şüphesiz en iyi Allah
bilir.
369
-218-
KÖLENİN ÎSLÂMI KABUL
ETMESİYLE ÂZÂD OLMASI
İmam Muhammed -Allah
kendisinden razı olsun- dedi ki:
4563-"
es-Siyeru's-Sağir" de müslüman veya zimmî bir köle alıp onu harp yurduna
götüren eman altındaki kişiyle ilgili ihtilafı belirtmiştik.
Ebû Hanîfe -Allah
kendisinden razı olsun- bu durumdaki köle ile harp yurdunda harp ehlinden
birinin İslâmı kabul eden kölesi arasındaki farkı belirtir ve şöyle der: Köle
İslâmı kabul eder ve efendisine karşı gelmeden ve kaçmadan İslâm yurduna
gelecek olursa, efendisinin kölesi olmaya devam eder. Beraberinde efendisinin
malının bulunup bulunmaması bu hükmü değiştirmez. Çünkü İslâm yurduna gelirken
efendisine karşı kendisini koruma altına alma kastıyla gelmemiştir. Bu nedenle
de kendi kendisinin sahip ve maliki olamaz. Ne var ki devlet başkanı bu köleyi
satar ve bedelini bekletir. Şayet efendisini beklemek üzere beraberinde bir
mal getirmişse, o malı da elinden alır.
Çünkü efendisi hazır
bulunmuş olsaydı, o köleyi satmaya zorlanacaktı. Müslüman bir köle, kâfir
birinin mülkiyetine terkedilmez. Efendisi harp yurdunda bulunduğuna ve harp
yurdunda da bulunan ölü hükmünde olduğuna göre, o köleyi satma velayeti devlet
başkanına aittir.
4564- Ayrıca elinde
bulunan malın fey' olması gerekir.
Çünkü ne kendisine, ne
de efendisine o mal konusunda eman verilmiş değildir. Eman olmaksızın harp
ehlinden birinin malı bizim ülkemizde elimize geçecek olursa, fey' olur. Ne var
ki müslüman köle, efendisine çalıştırmak üzere malı getirmişse, köle İslâm
yurdunda olduktan sonra sanki o mal konusunda da eman verilmiş kabul edilir.
Çünkü kölenin İslâm yurdundaki emanı, sair müslü-
370
manların emanı
gibidir. Bu nedenle devlet başkanı, bu malı muhafaza altına alır ve o kölenin
efendisinin gelmesini bekler.
4565- Şayet
efendi İslâmı kabul
etmiş olarak İslâm yurduna gelir ve kölesi de onun
peşinden gelecek olursa, efendisinin kölesi olmaya devam eder. Kölenin müslüman
veya kâfir olması bu hükmü değiştirmez.
Çünkü harp yurdunda
İken İslâmı kabul etmekle bir yönüyle malını koruma altına almıştır.
Görmüyor musun,
müslümanlar o ülkeye galip gelecek olsaydılar, malda kendisi daha çok hak
sahibi olacaktı. Kölenin kendisinden sonra gelmesi, malının korunmuşluğunu
tamamlayan bir husustur. Bu sebeple köle ister müslüman olarak gelmiş olsun,
ister kâfir olarak gelmiş olsun efendisinin kölesi olmaya devam eder.
4566- Efendi İslâm
yurdunda İslâmı kabul ettikten sonra harp yurdundaki kölelerinden biri İslâmı
kabul ederek İslâm yurduna gelmişse, bakılır; eğer efendisi için İslâm yurduna
gelmişse, efendisinin kölesi olmaya devam eder.
Çünkü daha önce
belirttiğimiz gibi, kendisini efendisine karşı koruma altına almak için değil
efendisi için çıkıp gelmiştir,
4567- Ama müslüman veya zimmî olarak hürriyetine
kavuşmak için gelmişse ve efendisinin kölesi olmak istemiyorsa, o hürdür.
Çünkü îslâm yurdunda
İslâmı kabul eden kişi, harp yurdundaki mallarından herhangi bir şeyi koruma
altına almış değildir.
Nitekim müslümanlar o
ülkeye galip gelecek olsalar, mallarının tamamı feyr olur.
4568- Köle İslâm yurduna geldikten sonra
efendisiyle ihtilafa düşüp, efendisinden kurtulmak için buraya geldiğini
söyler, ama efendisi bunu yalanlayıp kendisine hizmet etmek için buraya
geldiğini iddia edecek olsa, efen-
dinin sözü geçerlidir.
371
Çünkü efendinin
söylediği, temel olan bir husustur. Temelde o kölenin sahibi kendisidir ve bu
husus sabittir. Zahirde durum budur. Böylece efendinin sözü geçerlilik
kazanmaktadır.
4569- Harp ehlinden
biri harp yurdunda iken İslâmı kabul eder ve mallarını orada bırakarak İslâm
yurduna gelir, daha sonra harp yurduna giderek harp ehlinin mallarına bir
zarar vermediklerini görür ve mallarını ahp İslâm yurduna getirecek olursa,
getirdiği malların tamamı kendisine aittir. O mallardan beştebir pay da
alınmaz. Harp yurduna giderken müslümanların devlet başkanına gideceğini haber
vermiş olsun veya haber vermemiş ol-
sun, hüküm açısından
bir değişiklik sözkonusu değildir.
Çünkü harp ehli o
mallan almamışlarsa, o mallar kendisinin mülkiyetinde olmaya devam etmektedir.
Onun durumu, harp yurdunda İslâmı kabul edip İslâm yurduna mallarıyla birlikte
gelenin durumu gibidir. Çünkü beştebir pay ancak İslâm yurduna getirilip
mülkiyeti başlangıç safhasında olan ve devlet başkanından izin alarak harp
yurduna giden kişinin getirdiği mallarında vardır. Mülkiyeti devam eden kişinin
mallarında yoktur. Getirdiği mallar ganimet değildir ki o mallarda beşlebir
pay olsun.
4570- Kendisi gitmeden
önce müslümanlar o ülkeye galip gelecek olsalar, küçük çocukları hür olup
müslü-mandırlar. Malları ise, tarlaları hariç kendi mülkiyetinde olmaya devam
ederler.
Çünkü malı için geri
döndüğünde, harp yurdunda İslâmı kabul etmiş ve
müslümanlar orayı
fethetmeden oradan ayrılmamış müslüman konumuna girer. Bu durumdaki müslüman
hakkındaki hükmü daha önce açıklamıştık.
4571- Harp ehlinden
biri, eman alarak ülkemize geldikten sonra İslâmı kabul etmiş, sonra mal ve
çocuklarını gidip getirmişse, bakılır; şayet eman alarak gitmişse, çocukları
hür ve müslüman olup kimsenin onlar üzerinde bir hakkı yoktur.
372
Çünkü müslüman olarak
harp yurduna gittiğinde küçük çocukları kendisine tabi olarak müslüman olmuş
olurlar. Çıkarıp getirdiği mallar da kendisine aittir. Bu meselede bir problem
yoktur. Çünkü aralarında eman almış olarak bulunan kişi, herhangi bir nedenle
aralarında bir mülkiyete sahip olacak olsa ve bu mallan İslâm ülkesine
getirecek olsa, söz konusu malların tamamı kendisine aittir. Büyük çocukları ve
karısı da kendisinin emani altındadır ve kimse onlara herhangi bir zarar
veremez. Çünkü kendisiyle birlikte harp yurdundan çıkıp İslâm yurduna geldiklerinde
onlara eman vermiş olur. Böylece İslâm yurdunda eman içerisinde olurlar.
4572- Müslüman devlet başkanından izin almadan onlara
da eman almadan gitmişse, hüküm yine budur.
Çünkü konumu bu
kişinin en azından oraya kaçak giden bir kimsenin konumundan daha geri
değildir. Nitekim çapulculuk yapmak üzere giden kişinin getirdiği mallar kendisinin
olup onlarda beştebir pay da yoktur.
4573- Giderken Müslümanların devlet başkanından
izin almışsa yine getireceği mallar için verilecek hüküm aynıdır.
Çünkü o mal üzerindeki
mülkiyetini pekiştirmiştir. Getirdiği mallar ganimet hükmünde değildir.
Ancak düşmandan alıp
getirdiği malda beştebir pay vardır.
Çünkü bu malı İslâm
yurduna getirip koruma altına almakla o mal üzerindeki mülkiyeti ilk defa
olmaktadır. Devlet başkanının iznini alarak gittiğinden dolayı bu mal, ganimet
hükmündedir.
Daha sonra Haccac b.
Allat es-Sûlemî'nin hadisini delil olarak getirir. Bu zat Hayber'de müslüman
olmuştur, fakat Mekke'de çokça malı vardır. Malını getirmek için Mekke'ye
gitmek üzere Peygamber (s.a.v.)den izin istemiştir. Peygamber (s.a.v.)
kendisine izin vermiş, o da gidip malını getirmiştir. Peygamber (s.a.v.)in bu
zatın malından beştebir (humus) pay ayırdığı ve ondan bir şey aldığını
bilmiyoruz.
373
Vakidî, "
el-Megâzî" de bu olayın tamamını zikretmektedir. Buna göre bu şahıs
Mekke'ye dönmek üzere Peygamber (s.a.v.)den izin istediğinde, kendisine izin
vermiştir. Mekkelİler, Peygamber (s.a.v.)in Hayber'e gittiğini haber almışlardı.
İşin nasıl ve ne safhada olduğunu öğrenme beklentisi içindeydiler. Haberler
kesilmişti. Bir gün Mekke'nin dışında yol bekliyorlardı, belki biri gelir de
kendisinden ayrıntılı haber alacaklardı. Nihayet Haccac çıkageldi. Ne haberler
var? Dediler. Haccac: Sizi sevindirecek haberlerim var, ancak sizden istediğimi
bana garanti etmedikçe size bir şey anlatmayacağım, dedi. Dilediğini garanti
ediyoruz, dediler. Bilin ki Hayber halkı kadar Muhammed ve ashabıyla amansız
savaşan başka bir Arap topluluğu olmadı. Muhammed'e galip geldiler, ashabını
öldürüp kendisini esir aldılar. Ben oradan ayrıldığımda, kendisini öldüresiniz
diye onu buraya getirmeye azimliydiler. Bana yardımcı olun ki malımı
toplayayim, belki Muhammed'in ashabından aldıkları ganimetlerin bir kısmım
satın alırım. Benim için kazançlı bir ticaret olacaktır, dedi. İstediğini hemen
yerine getireceğiz dediler ve topluca bu işe seferber oldular.
Bunun üzerine Abbas
(r.a.), bir çocukla Haccac'a haber gönderdi. Çocuğa dedi ki: Git, Haccac'a
selam söyle ve şöyle dediğimi kendisine haber ver: Dediklerinin doğru
olmasından Allah daha yüce ve daha büyüktür. Haccac, çocuğa: Abbas'a deki, tenha
bir yerde beni beklesin, dedi. Sonra Abbas'm yanma geldi ve olayın doğrusunu
kendisine haber vererek dedi ki:
Peygamber (s.a.v.),
Hayber'i fethetti, Ben de müslüman oldum. Hayber ganimetleri taksim edilinceye
kadar oradan ayrılmadım. Ben geldiğimde Peygamber (s.a.v.) Huyey b. Ahtab'm
kızıyla evlenmişti. Ancak bu sırrımı üç gün gizlemeni istiyorum. Abbas, sırrını
gizli tutacağına söz verdi. Nihayet Haccac mallarını topladı ve üçüncü gün yola
çıktı. Daha sonra Abbas, Haccac'ın evine geldi ve hanımına Haccac nerede? diye
sordu. Haccac'in eşi: Muhammed'in ganimetlerini satın almaya gitti, dedi.
Abbas: Asla. O, müslüman oldu ve malını alıp kaçırdı. Sen de müslüman olmadıkça
artık onun eşi olamazsın, dedi. Kadın: Gerçekten doğru söylüyorsun, yanımda
hiçbir şey bırakmadı; ne varsa alıp gitti, dedi. Abbas, ipekli şalını giyerek
ve güzel kokular sürünerek, Mescid-i Haram'a gitti. Kureyşliler oturmuş,
Haybeıiiler Muhammed'i kendilerine teslim ettiklerinde onu nasıl
öldüreceklerini görüşüyorlardı. Ebu Sufyan kalktı ve Abbas'm yanına gelerek:
Başına gelen musibete nasıl karşı koyacağını göstermek için mı
374
böyle giyindin? dedi.
Abbas, durumun hiç de öyle olmadığını söyleyerek meselenin içyüzünü anlattı.
Ebu Sufyan: Benim
yanımda sen Haccac'dan daha doğru birisin, dedi. Sonra durumu araştırmak üzere
Haccac'm hanımına haber gönderdiler. Meselenin gerçekten böyle olduğunu
anladılar. Böylesi bir hayal kırıklığına daha önce
uğramamışlardı.
Bundan da anlaşılıyor
ki, Haccac, eman alarak Mekke'ye girmemişti. Onlardan biri gibi görünerek
Mekke'ye gelmişti. Bu ise, eman almak anlamma gelmez. Bununla birlikte
Peygamber (s.a.v.), Haccac'ın malına dokunmamıştı. Böylece bu şekilde malını
almak üzere harp yurduna giden kimsenin malından humus (beştebir)
alınmayacağını anlıyoruz. Yani biri, devlet başkanının izniyle ve düşmandan
eman almaksızın düşman yurduna gidip mallarını getirecek olursa, mallarından
beştebir pay (humus) alınmaz.
Başarı Allah'tandır.
Allah'a şükür, kitap
bitti.