DARUL-HARPTE EMAN ALTINDAKİ MÜSLÜMANIN DARUL-HARP EHLİ İLE İLİŞKİLERİ

3774-  Darü'Iharpte eman alarak bulunan biri, oranın bir vatandaşından belli bir miktar karşılığında bir köle sa­tın alacak olsa ve müşteri köleyi, satıcı da parasını teslim alacak olsa, sonra hepsi müslüman veya zimmî olsalar, daha sonra müşteri kölede bir kusur bulacak olsa, müşteri durumunda olan kişi ister müslüman olsun, ister darul-harp halkından olsun, müslüman hakim bu olaya bakmaz. Çünkü yapılan iş, bir ihanet ve aldatmadır ve darü'Iharpte vuku bulmuştur.

İslam (yarîî müslümanhği kabul etmek), daha önce olup bitenleri ortadan kaldır­mıştır.

3775-  Ancak satan kişi müslüman ise, hasmının gön­lünü yapmasına fetva verilir ve Allanın huzurunda sorum­lu olduğu kendisine bildirilir. Ama satıcı düşmandan biri ise, hakimin   böyle  bir  tavsiyede  bulunma  zorunluluğu yoktur.

Bu, şuna benzer: Onlardan biri arkadaşından rızası ol­madan bir mal almış sonra onu harcamış veya harcamamış olsun, ya da biri arkadaşına bir emanet teslim etmiş ve o da o emaneti infak etmiş olsun, bakılır; Olayda hıyanet söz konusu ise, alan tarafa karşı tarafın gönlünü alması tavsiye edilir, ama hüküm olarak buna zorlanamaz. Çünkü kendisine İtimat edilmiştir ve emanete hıyanet etmiştir.

3776-  Eğer ihanet eden düşmandan biri ise, ona bir şey yapılmaz.

Çünkü o kişi, bu suçu işlediğinde Tslamm hükümlerinden sorumlu değildi. Buna göre bir köleye karşı bir cariye şeklinde alış veriş yapmış olsalar ve alış ve-nş neticesinde karşılıklı teslim alma gerçekleşmişse, sonra da düşmandan olanın

•müslüman oluşundan sonra cariye veya köle kendisinin hür ve müslüman oldu­ğuna dair delil getirecek olsa ya da müdebber veya mükateb olduğunu ispatla­masından dolayı bir müslümana ait olduğunu ispatlayacak olsa, diğeri kölesini geri vermeye zorlanamaz. Ama eğer diğeri müslüman ise, geri vermesine fetva verilir, düşmandan biri ise, böyle bir fetva verilmez. Geri vermesi için kendisine fetva verildikten sonra müslüman onu geri vermeyip satmaya kalkışacak olursa, müslümanlann o köleyi kendisinden satın almaları mekruhtur.

Çünkü elindeki kendisi için temiz bir mal değildir, şaibelidir. Fasit alış veriş yapan müşterinin elindeki mala benzer. Her ne kadar o kişi, o mülkünü kul­lanabilir, satıp azad edebilirse de elindeki mal, ger'an haram olan bir yol ile eline geçmiştir ve bu nedenle satmak istediğinde kendisinden satın alınması mekruhtur.

3777-  Onlarla bu şekilde muamelede bulunan kişi, el­lerinde esir veya orada müslüman olmuş bir müslüman ise ve mesele anlattığımız şekilde ise, fetva yoluyla iade et­mesi kendisine emredilir.

3778-  Şayet muamele üç günlük muhayyerlik şartı ile aralarındaki  eman sahibi biri  ile onlardan  düşman  biri arasında  gerçekleşmişse  ve  sonra  muhayyerlik  müddeti bitmeden   düşman  kişi  İslamı  kabul  etmişse,  muhayyer bırakılan kişi alış verişi bozabilir ve aldığını geri verip verdiğini geri alabilir.

Çünkü o düşman kişinin müslüman oluşundan sonra durumları, bundan önceki durumları gibidir. Muhayyer bırakılan kişi, mahkemenin hükmüne veya karşı tarafın rızasına ihtiyaç olmaksızın serbest olduğu gibi tek taraflı akdi bo­zabilir. Müslüman olmazdan önce bunu yapabildiği gibi, müslüman olduktan sonra da yapabilir. Akdi bozması da böyledir.

Onlardan  müşteri  durumunda  olana  malı  görme mu­hayyerliği verilmişse, durum yine aynıdır.

Çünkü muhayyerlikten dolayı müşteri, mahkemenin hükmüne ya da karşı tarafın rızasına ihtiyaç olmaksızın akdi feshedebilir.

Malı  kabzetmeden önce malda bir kusur söz konusu ise, durum yine aynıdır.

Çünkü alış- veriş tam olarak gerçekleşmediğinden mahkemenin hükmüne veya karşı tarafın rızasına bakılmaksızın müşteri tek taraflı olarak akdi bozabilir.

3779-  Alış verişin bozulmasından sonra onlardan biri­nin mülkü diğerinin elinde kalmıştır. Her biri malı diğe­rine gönül rızasıyla teslim etmişti ve onu geri isteme hak­kı   vardır. Tıpkı onlardan birinin diğerine emanet bir mal vermesi ve sonra düşmandan olan kişinin müslüman ol­ması ve emanet olarak verilmiş olan malın bizzat mevcut bulunmasına benzer.

Yukarıda sozkonusu edilen mesele bundan farklıdır. Teslim alma gerçekleştikten sonra kusurdan dolayı geri verme ancak karşılıklı rıza ile veya mahkeme kararıyla olur. Çünkü malı teslim almakla alış veriş, yani akid ta­mamlanmıştır.

Bu meselede ise hakim, aralarında herhangi bir hüküm vermez. Çünkü aralarındaki hıyanet, düşman kişinin müs­lüman olmasından önce taraflardan birinin diğerinin malı­nı kullanıp harcaması mesabesindedir.

3780-  Düşman kişi müslüman olmamış, fakat eman ala­rak ülkemize gelmiş ve sonra da aralarında cereyan eden olaydan dolayı meseleyi mahkemeye götürmüşlerse bu du­rumda hakim, alış-verişi bozmaz yahut başka herhangi bir kararla hüküm vermez.

Çünkü aralarında cereyan eden bu muamele darü'lharpte gerçekleşmiştir. Düşmandan olan kişi de eman alarak ülkemize giriş yapmakla İslamın hüküm-lerine bağımlı olmaz. Böyle bir durumda müslüman hakim olayı mahkemeye de ele almaz ve bu konuda hüküm vermez.

Ama düşman kişi İslamı kabul eder yahut zimmî olursa

durum değişir.

Çünkü bu durumda muamele konularında İslamın hükümlerine bağımlıdır.

3781- Bu muamele düşman iki kişi arasında cereyan etmiş ve bdaha sonra ikisi de eman alarak ülkemize giriş yapmış ve onlardan biri mahkemeye müracaat edecek olur-

.

-

sa, yine hakim böyle bir olaya bakmaz. Ama ikisi de müs-lüman olur ya da zimmî olmayı kabul ederlerse, durum farklı olur.

Bu şuna benzer: Onlardan biri diğerine borç vermiş veya iğreti olarak bir hayvan teslim etmiştir. Sonra ikisi de eman alarak ülkemize giriş yapmışlardır. Böyle bir du­rumda hakim, aralarında hüküm vermez. Fakat ikisi de İslamrkabul etmiş ya da zimmî olmuşlarsa o başka. An­cak bütün bu durumlarda İslam oluşlarından sonra mal harcanmışsa hakim aralarında hüküm vermekle birlikte eğer muamele düşmandan iki kişi arasında cereyan etmiş­se, aralarında hüküm vermez ve ihanet edene, karşı tara­fın gönlünü alması için fetva vermez. Eğer muamele bir müslüman ile düşmandan biri arasında cereyan etmiş-se, müslümana kendisi ile Rabbi arasında karşı tarafın gön­lünü alması için fetva verilir. Fakat buna zorlanamaz. Çünkü kendisi eman almış ve ihanet etmiştir.

3782' İmam Muhammed dedi ki: İkisi de müslüman olup eman alarak darü'lharbe gitmiş ve muamele orada aralarında cereyan etmişse, muamele darüiislamda yapıl­mış gibi aralarında hüküm verilir.

Çünkü müslüman, her nerede olursa olsun İslarmn hükümleriyle yüküm-'lüdür. Onlardan her birinin malı da sahibi açısından korunmuş ve mutekavvim bir maldır. Çünkü her ne kadar müslüman eman ile oraya gitmişse de hükmen mülkiyeti koruma devam etmektedir. Bu nedenle onların darü'lharpteki durumu, darü'lislamdaki durumları gibidir. Üç mesele hariç, her meselede durumları bu­dur. Şöyle ki mesela onlardan biri, diğerini kasden Öldürecek olursa katil için kısas gerekmez. Çünkü darü'Iibahede bulunduklarından şüphe mevcuttur. Ay­rıca normalde kendi gücüyle kısası uygulayabilir. Hem katil, devlet başkanının elinde değildir ki kısasın uygulanması için yardımcı olalım. O halde kısas'ge-rekmez ama katilin malından diyet gereklidir.

1- parülharp olan bir ülkenin halkı ile herhangi bir anlaşma yoksa, düşman olan halkının malı ve canı dokunulmaz olmayacağından darulibaha (her şeyi mubah olan) olarak da ad­landırılır. Ahmed b. Yahya, Şerhu'l-Ezhâr, 4/552. (Editör)

3783- Hata ile onu öldürmüşse, yine onun malından diyet verilir. Çünkü âkile olarak akrabalarının diyete ka­tılmaları, kendisi ile onlar arasında yardımlaşmanın bu­lunmasından dolayıdır. Darü'lharpte bulunanlar ile da-ru'lislamda bulunanlar arasında ise bir yardımlaşma söz-konusu değildir. Bu nedenle âkilesi üzerine diyetten her­hangi bir şey düşmez.

Yine onlardan biri, (belirli cezayı) gerektirecek bir suç işleyecek olursa, ona had gerekmez. Çünkü orada bu­lunmasından dolayı had cezalarıyla yükümlü değildir.

Bu üç mesele dışında darü'lharpte eman ile bulunan kişinin durumu, darü'lislamdakinin durumu gibidir. Ebû Yusuf ve Muhanımed'e göre orada iki esir olarak bulunan kişiler arasındaki muamelelerde de durum budur.

Ebû Hanife'ye göre ise burada katile diyet de gerek­mez. Ona göre bu iki esirin durumu, darü'lharpteki düş­man iki kişinin müslüman olmaları durumu gibidir. Bun­lardan biri, darü'lİslama geçmeden diğerini öldürecek o-lursa onun için diyet gerekmez.

Bu meseleyi (Tahavî'nin) Muhtasar "inin şerhinde Di­yetler Kitabı" nda açıkladık.

3784- Buna göre onlardan biri diğerinin malım tüket-mişse, darü'lharpte müslüman olanlar açısından, tüket­mekten dolayı suçlu da olsa, tüketmiş olana tazminat düş­mez. Bu konuda alimlerimiz arasında ittifak vardır. Eman sahibi olan ise ittifak ile onu tazmin eder. Esir konusunda ise, belirttiğimiz gibi ihtilaf vardır.

Çünkü tazmin etmenin gerekliliği malın ihraz edilmiş ve değerli olmaktan kaynaklanır. Bu ikisi ise, dinden dolayı değil, yurttan dolayıdır. Din sebebiyle korunmuşluk ve dokunulmazlık, iman eden açısındandır, iman etmeyen açısından değildir. İhrazın gerçekleşmesi ise maddî planda hem inanan ve hem de inan­mayan açısındandır. Bu ise, ülkeden dolayıdır. Bu nedenle hüküm, zikrettiğimiz şekildedir.

 

 

 

3785- Dedi ki: Onlardan biri diğerinden bir mal gasp edecek olsa ve ülkemize dönünceye kadar henüz o malı harcamamışsa, müslüman hakim, gasp edenin o malı ken­disinden gasp ettiği kişiye iade etmesine karar verir. Ha­sımlar ister eman altında olsunlar, ister orada esir bulun­muş olsunlar ve ister darü'lharpte iken müslüman olmuş olsunlar fark etmez.

Çünkü mal sahibi, malının kendisini diğerinde bulmuştur, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: "Mahnm kendisini (aynını) bulan kişi, malında da­ha çok hak sahibidir." Ayrıca onlardan gasıp durumunda olan, arkadaşının malını zorla elinden almıştır. Müslümanm malı, müslüman için ganimet olmaz. Bu, şuna benzer: Müslüman halk ile isyancı (baği) müslüman kesim savaşıyorlar. Ta­raflardan biri, diğerinin malını aldığı taktirde, savaş bittikten sonra onu iade et­meye zorlanır. Mal olduğu gibi duruyorsa hüküm budur. Ama mal harcanmışsa, anlattığımız sebepten dolayı tazmini söz konusu değildir.

3786- Aralarında bulunan eman altındakinin durumu böyle değildir. Sonradan müslüman olan düşman bir ki­şiden bir mal gasp etmişse, malı gasp edilmiş olan kişi malının kendisini bulmuş olsa da hakim, hüküm olarak o malın iade edilmesine karar vermez ve o malı iade etmesi için zorlayamaz. Ancak geri vermesi için ona fetva verir ve: Allah'tan kork, aldığını geri ver, şeklinde tavsiyede bulunur.

Çünkü darü'lharpte düşman kişinin malı mülk altına alınmaya müsaittir ve onu alan müslüman orada ve bu konumda iken o malı elde etmiştir. Ancak o müslüman ile o ülke halkı arasında eman bulunduğundan müslüman bu işten sakınmalıydı. Kendisine verilen emana İhanet etmiştir ve bu onu ilgilendirir. Bu nedenle hakim fetva olarak o mah geri vermesini emreder ama mahkeme karan ile onu buna zorlayamaz.

3787- Darü'lharpte düşmandan müslüman olan bir kişi, müslüman olduktan sonra bir müslümandan belli bir mik­tar karşılığında bir köle satın alacak yahut müslümana bir

köle satacak olsa ve teslim alma işlemi yapılmış olsa, sonra da her ikisi İslam yurduna gelerek müşteri satın al­dığında bir kusur bulsa yahut cizye veya benzeri bir se­beple onu yitirecek olsa, karşılık olarak verdiği hala satı­cının elinde bulunuyorsa, müslüman hakim onu geri ver­mesi doğrultusunda hüküm verir. Ama karşılık olarak al­dığını harcamışsa, bir şey tazmin edemez. Aynı şekilde birbirlerine mal satsalar ve biri aldığı mah tüketirken diğeri aldığını koruyorsa, hâkim o malın geri verilmesine karar verir. Ama tüketilmişse, onu tüketen kişi tazminat ödemez.

Çünkü yapılan bu işlem bir suç olup darü'lharpte aralarında cereyan et­miştir ve o gün her ikisi de müslümandı.

3788-   Ancak onlardan darü'lharpte müslüman olanın nialı, günah ve cezası açısından dokunulmaz, ama hüküm açısından dokunulmaz değildi.

Diyoruz ki, malın kendisi duruyorsa hakim, geri ve­rilmesine karar verir. Ama istihlak edilmişse, hakim her­hangi bir hüküm vermez. Tıpkı müslüman olduktan sonra ve ülkemize gelmezden Önce alış-veriş yapmaları gibidir. Çünkü müslüman olan hakkında bu hüküm sabit olunca, şer'an iki hasmın eşitlenmesi açısından diğeri hakkında da sabit olur.

3789-  Muhammed dedi ki: Aralarında eman altında bu­lunan bir müslüman onlardan fiyatı üzerinden bir köle sa­tın alacak olsa ve fiyatın ne olduğu belirtilmemişse, fiyat takdir edilmediğinden dolayı darü'ltslamda olduğu gibi bu alış veriş de fasittir. Çünkü aralarında eman ile bulunan kişi,  kendi   rızaları   olduğu   takdirde   mallarını   alabilir, müslüman ile düşman arasında faiz muamelesini helal sa­yan Ebû Hanife, bu kurala dayanmaktadır. Bunun dışın­daki meselelerde ise, müslüman açısından darü'lislam ile darü'lharp arasındaki muamelelerde bir fark yoktur.

Çünkü müslüman her nerede olursa olsun, İslamm hükümlerine tabidir.

3790-   Müşteri,  köleyi   teslim   alıp   değerini   ödeyecek olsa ve sonra da düşman kişi müslüman veya zimmî ola­rak İslam yurduna gelir ve onlardan biri ahş-verişi boz­mak istese, hakim bu davaya bakmaz.

Çünkü her ikisi alacaklarını teslim almışlardır ve mülk ile temellük ger­çekleşmiştir. Her ne kadar alış-verişin temeli fasit İse de alış-veriş akdi ta­mamlanmıştır.

3791-   Müşteri malı teslim almış ama henüz parasını ödememiş olup bu arada düşman kişi müslüman olmuşsa, hakim, malın satıcıya geri verilmesine hüküm verir.

Çünkü karşılıklı teslim alma gerçekleşmemiş ve muamele henüz tamam­lanmamıştır. Müşteri, parasını vermek üzere köleyi teslim almıştır. Ancak fiyat kesin olarak belirlenmediği için henüz kölenin değerini teslim etmemiştir. Bu ne­denle tesüm aldığı köleyi geri vermesi gerekir.

3792-   Şayet  düşman  kişi eman  alarak  ülkemize gel­mişse, hakim davaya bakmaz.

Çünkü muamele temelde dam'lharpte yapılmıştır. Eman alarak gelen kişi de îslamin hükümlerine mutlak olarak bağlanmamıştır.

3793-  Ama müslüman yahut zimmî olursa, durum fark­lıdır. Buna göre küplerce şarap karşılığı bir köle alışverişi yapmışlarsa ve karşılıklı teslimat gerçekleşmişse, hakim ahş-verişlerini bozamaz.

Çünkü teslim almakla   muamele son bulmuştur. Müşteri, karşılığını ver­mek suretiyle köleye sahip olmuştur.

 

3794- Müşteri köleyi teslim alır, fakat sahibine henüz şarabı teslim etmeden düşman kişi müslümanlığı kabul edecek olursa, hakim ahş-verişi bozar ve köleyi satıcıya iade eder. Çünkü aralarında muamele hükmü gerçek­leşmiş, düşman kişi de islamı kabul ettiği için müşteri ona malı teslim edememiştir. Kiralama da satışa kıyas edilir. Hatta onlardan biri belli bir iş için ve belli bir ücret yahut

şarap karşılığında bir aylığına diğerini ücretli olarak çalış­tıracak olursa, düşmandan olan işçi o işi yaptıktan sonra ve ücret teslim edilmeden İslamı kabul edecek olursa, iş sahibi işçiye işine karşılık misil ücret öder. Ama eğer iş bitirilmiş ve ücret Ödenmişse, yukarıda zikrettiğimiz se­bepten dolayı kira tutan kişi herhangi bir şey ödemez. Satın alınan şey kira tutanın elinde iken helak olur yahut müşteri onu harcayacak ve henüz ücret teslim alınmadan düşman kişi müslüman olacak olursa, müşteri, satın aldığı o şeyin değerini satıcıya öder.

Çünkü parasını ödemek Üzere o malı teslim almıştır. Gasb veya ihanet yo­luyla almamıştır. Bu sebeple malın aynını teslim etmesi mümkün olmayınca teslim aldığı malın değerini Öder. Ama ölü bir hayvan yahut kan karşılığında malı satın almışsa ve müşteri malı teslim almış olup düşman kişi de müslüman oluncaya kadar henüz-Ödemede bulunmamışsa, satm alman, onlardan kimin elinde ise ona

ait olur.

Ne aynım, ne de değerini ödemesi gerekmez.

Çünkü bu, aralarında bir alış-veriş değildi. Çünkü alış-verişte hem satm alman ve hem de karşılığında verilen şeyin mülk olma yönüyle bir değer ifade et-mesİ gerekir. Ölü hayvan, mülk olma açısından bir değer ifade etmez. Aralarında meydana gelen şey, birinin diğerini karşılıksız olarak bir şeye malik kılmasından ibarettir. Sanki ona o malı hibe etmiş gibi kabul edilir.

3795- Şayet alış-veriş, aralarında eman ile bulunan bir müslüman ile harp ehlinden müslüman olmuş biri arasında cereyan etmiş ve mesele yukarıda anlattığımız şekilde ise, hakim,   aralarındaki   fasit   alış-verişleri   bozar   ve      du­rumları, eman altındaki iki kişinin durumu gibi olur. Bu, Muhammed'in -Allah rahmet etsin- görüşüdür. Ebu Hanife'ye- Allah rahmet etsin- göre İse, değerin tazmin edilmesi gerektiği hususlarda durumları, müslüman ile düşman kişi arasında muamele cereyan etmiş gibi kabul edilir. Tıpkı faiz akdinde olduğu gibi. Bu ikisi arasında faiz akdi cereyan etmişse, burada ve­rilecek hüküm, müslüman ile düşman kişi arasında cereyan ettiğinde verilen hüküm eibidir.

 

10

3796-  Bu muamele düşmandan iki kişi arasında cere­yan etmiş ve sonra ikisi de İslamı yahut zimmî olmayı kabul etmişlerse, burada verilecek hüküm, bir müslüman ile düşman biri arasında cereyan ettiğinde verilen hüküm gibidir.

Çünkü  aralarında bu  muamele cereyan  ettiğinde her ikisi de İslamtn hükümlerine tabi değillerdi. "  

3797-  Dedi ki: Müşriklerden bir ordu İslam yurduna girecek olsa ve bir müslüman da eman alarak aralarına gidip onlarla bir muamelede bulunsa, bunun durumu ile daru'lharbe eman alarak girenin durumu aynıdır.

Çünkü düşman ordusu kendini koruyacak güç ve kuvvete sahipse, islamm hükmü daru'lharpte uygulanmadığı gibi onların kışlalarında da uygulanmaz. Bu sebeple yapılan iş, islam ahkamının uygulanmadığı yerlerde yapılan muameleler hükmündedir. Ama İslamm hükümleri orada uygulanıyorsa, anak dam'lîslamda caiz olan muameleler orada caiz olur.

Nitekim İslam ordusu düşman topraklarına girip orada bir askeri kışla ku­racak olsa, oradaki muameleler, daru'lİslamdaki muameleler gibidir.

Yine biri kışlada birini öldürecek olsa, ona kısas uygulanır. Tıpkı İslam yurdunda olay cereyan etmiş gibi işlem görür. Buradan da anlıyoruz ki, önemli olan, hangi hükümlerin orada hakim olduğudur. Öldürme işi nasılsa, muameleler de öyledir.

Başarı Allah'tandır.

'

 

 

11

-173-

MÜSLÜMANLARIN YARDIM  ETMEK ZORUNDA  OLDUKLARI KİMSELER VE GEREK ÜLKEMİZDEN, GEREK BAŞKA YERDEN ELE GEÇİRİLDİKLERİNDE FEY1  OLMAYANLAR

3798-  Harp ehlinden askerî gücü bulunmayan bir top­luluk eman alarak ülkemize girdiği bir sırada başka bir düşman islam yurduna saldırıp eman alarak gelen ilk top­luluğu ele geçirip yurtlarına götürseler ve ihraz ederek köleleştirseler, sonra müslümanlar bunlara galip gelseler, eman alarak giriş yapan o kişileri serbest bırakmaları ge­rekir.

Çünkü- onlar, İslam yurdunda iken esir alınmışlardır ve esir alındıklarında müsülmanlann hakimiyeti altında idiler. Bu şekilde esir alınmış olmaları, hürri­yetlerine engel değildir.

3799-  Daha önce de belirttiğimiz gibi ülkemizde eman alarak bulunanlar askerî bir güce sahip değillerse, müs-lümanların onlara yardımcı olmaları gerekir. Bu konuda zimmîler gibidirler: Onlara yardım edilir ve zulme uğra­malarına engel olunur.

Çünkü onlar, müslüman devlet başkanının velayeti altındadırlar. Nitekim devlet başkanı ve müslümanlar, düşmanın peşinden gidip onları müşriklerin elinden kurtarmalıydılar. Çünkü kendi ülkelerine dönmedikçe ve kendi kalelerine ulaşmadıkça, bizim sorumluluğumuz altındadırlar. Onlar da aynı şekilde müslümanlar veya zimmiler yenilgiye uğradıklarında onlara yardım et­meliydiler. Buradan da anlaşılıyor ki, onları esir alan düşman ülkeye girip onları ele geçirdiğimiz takdirde serbest bırakmamız gerekir, müslümanlarm, yardım etmek mecburiyetinde oldukları kimseleri esir almaları doğru olur mu? Böyle bir şey asla caiz değildir.

Aramızda eman ile bulunan bu kişiler, aramızda müta­reke bulunan bir ülkenin vatandaşı iseler ve mütareke se­bebiyle ülkemize girmişlerse, durum yine aynıdır.

12

Çünkü o mütareke, ülkemizde eman içerisinde olmalarını gerektirir. Böyle­ce onlara yardım konusunda aramızda eman alarak bulunanlar gibiler.

3800- Buna göre onları esir alan ülke İslamı kabul ede­cek olsa, devlet başkanı onların serbest bırakılmalarına karar verir. Esir alınmazdan önce nasıl hür idilerse yine hür olurlar. Bu sırada mütarekenin müddeti devam etmiş olsun veya olmasın fark etmez.

Çünkü eman ile ülkemizde bulunup askerî bir güce sahip olmadıklarından kendilerine yardım hususunda durumları, zimmîlerin durumu gibidir. İslam yur­dundaki hürriyetlerinin garanti altına alınmış olması sebebiyle harp ehli ülkemizde iken esir düşmekle hürriyetlerini kaybetmezler. Onları esir alanlar, İslamı kabul ettikleri takdirde onları serbest bırakmak mecburiyetindeler.

O ülke halkı müslüman olmasalar bile bir müslüman eman alarak o ülkeye gidip onları satın alacak olsa ya da fidyelerini verecek olsa, tıpkı bir müslüman veya zimmîyi satınalmış veya fidyesini vermiş gibi olur. Aynı şekilde onları esir alanlar, beraberlerinde bu esirler bulunduğu halde eman alarak ülkemize girecek olsalar, hiçbir karşılık ödenmeden ellerinden alınarak serbest bırakılırlar. Çünkü onları esir almakla onlara zulmetmişlerdir. Bu huhususta onların du­rumu, zimmîlerin durumu gibidir. Çünkü esir düşmüş hür kimseyi alıkoymak bir zulümdür ve zulüm üzere eman verilemez.

 

 

3801- Esir alınmış eman sahipleri arasında başkasının mülkü olan bir köle mevcut ise ve mesele yukarıda anlat­tığımız şekilde ise, kendisini esir almış ojan eman sahibi eman alarak onunla beraber ülkemize girerse, onu satma-

ya zorlanamaz. Ama köle müslüman veya zimmî ise, du rum farklıdır.

Çünkü sözkonusu edilen bütün bu durumlarda ihraz ile ona malik olamaz.

3802- Müslüman veya zimmînin düşman birinin mülkü olması kabul edilemez ve bundan dolayı onu satmak mec­buriyetindedir. Ama köle düşman biri ise düşman birinin

 

 

13

mülkü olması kabul edilir ve ihraz ile onun üzerindeki mülkiyeti gerçekleşir. Bu nedenle de onu satmaya zor­lanamaz.

Bunun açıklaması şöyledir: Daha önceki durumuna kavuşsun diye onu sat­maya zorlanır. Esir düşmezden önce o, düşman biri idi. Daru'lîslamda onu bir müslümana veya zimmiye satmaya zorlanırsa, o esir düşen kişi daha önceki du­rumuna, yani düşman biri olmaya dönmüş olmaz. Bu nedenle İslam yurdunda onu satmaya zorlanamaz.

3803- İmam Muhammed dedi ki: Kendileriyle bizim aramızda mütareke bulunanlar bizim ülkemize girmezden önce başka bir harp ehli onlara saldırır ve esir alır, sonra da müslümanlar onları esir alanlara galip gelerek esir dü­şenleri ellerinden kurtaracak olurlarsa, kurtarılanlar müs­lümanların esiri olurlar.

Çünkü onları esir aldıklarında İslam yurdundan esir almamışlardır. Mü­tareke yurdu, harp yurdudur, orada müslümanların hükmü uygulanmaz. Bizim onlarla mütarekemiz vardı ama onların kendi aralarında mütarekeleri yoktu. On­lara galip gelenler, onları kendi mülkiyetlerine geçirmiş olurlar. Sonra da müslü­manlar onlara galip gelmiş ve bu nedenle onlar artık müslümanların mülkü olmuşlardır. Ayrıca daha önce de belirttiğimiz gibi onlar askeri bir güce sahip ol­dukları halde bizim ülkemizde iken başka harp ehli onlara galip gelir ve onları esir alacak olursa, yine onların mülkü olurlar. İslam yurdunda oldukları halde başkaları onları esir'abp ülkelerine götürdüğünde onların mülkü olduklarına göre, kendi yurtlarından esir alınıp götürü lmüşlerse evleviyetle onların mülkü olurlar. Çünkü bizim mütareke yapmış olduğumuz kimselere verdiğimiz söz, onlara saldirmamaktır, düşmanlarına karşı onları savunmak değil.

Ama onlardan bir kısmı, mütareke gereği yurdumuza giriş yapmışlarsa durum değişir.

Çünkü ülkemize giriş yapanlar askeri bir güce sahip değiller ve onlara eman vermişiz. Bu sebeple onlara yardım etmek bizim görevimizdir.

3804- Aramızda mütareke bulunanlara saldıranlar Ha­riciler ise ve sonra diğer müslümanlar o Haricilere galip gelecek olurlarsa, onların esir aldıklarını serbest bırakır

14

ve emin olacakları yere ulaştırırlar. Ama onlar İslam yur­dunda iken kendilerine saldırmışlarsa, bu konudaki hü­küm bellidir. Müslümanlar onları korumak zorundadır. Harp ehli de onları esir aldıktan sonra biz onlara galip ge­lecek olsak, yine onları serbest bırakırız. Hariciler, on­lara, kendi yurtlarında saldırıp esir aldıklarında onları serbest bırakmamızın sebebi şudur: Mütareke ile biz on­lara, müslümanlardan hiç kimsenin kendilerine saldırma­yacağına dair söz ve teminat vermişiz. Hariciler de müslü-manlardandır. Hariciler dışındaki müsiümanların devlet başkanı, imkan bulduğu taktirde Haricilerin onlara ver­dikleri zulmü ber taraf eder. Ama harp ehlinin onlara zul­metmeleri durumu farklıdır. Mütareke sebebiyle müslü-man devlet başkanı, harp ehlinin onlara verdikleri zararı önlemek zorunda değildir. Onlara böyle bir teminat vermiş değildir.

Aradaki farkı şuradan da anlıyoruz: Haricilerin verdikleri eman, diğer müs-lümanlan bağlar. Aynı şekilde diğer müsiümanların verdikleri eman da haricileri bağlar. Çünkü Resûlullah (s.a.v): "Müslümanların en basitinin verdiği eman, rriüslümanları bağlar" buyurmuştur. Diğer müsiümanların verdiği eman Haricileri de bağladığına göre, Hariciler onları esir almakla onları kendi mülkiyetlerine geçiremezler. İşte bu nedenle onların ele geçirdikleri kimseler hürdür ve diğer müslümanlar onları ele geçirebildikleri takdirde kendilerini serbest bırakırlar.

3805- Dedi ki: Düşmandan biri beraberinde kölesi olduğu halde eman alarak ülkemize gelecek olsa ve başka bir harp ehli kölesini esir alıp onu kendi ülkelerine gö­türecek olsa, sonra da o köle müsiümanların ganimeti ara­sına girecek olsa, onun efendisi ister henüz İslam ülke­sinde bulunsun, ister kendi ülkesine dönmüş olsun, ga-nimet taksim edilmezden önce hazır bulunacak olursa hiçbir karşılık ödemeden kölesini geri alır. Ama taksimat yapıldıktan sonra gelecek olsa, dilerse değeri üzerinden onu geri alabilir.

15

Zira o şahıs ülkemizde eman alarak bulunduğu müd­detçe hem canı, hem    malı konusunda zimmî gibidir. E-man hükmü hem canı ve hem de malı kapsar. Ayrıca da-rü'lharbe geri dönmesiyle eman son bulur. Geri götür­düğü malı konusunda da eman son bulur. Ancak geri gö-türemediği malı konusunda eman devam etmektedir, işte bu sebeple hüküm, açıkladığımız şekildedir. Buna göre köle, eman alarak Ülkemize gelmişse ve efendisi berabe­rinde değilse, durum yine anlattığımız şekildedir. Çünkü harp yurduna dönmedikçe hakkındaki eman devam etmektedir. Biz, güvenlik İçerisinde olacağı yere onu teslim etmeyi taahhüt etmiş durumdayız. Ama başka harp ehli onu esir alıp götürdükleri için bu görevimizi yerine getire­memişiz, işte bu sebeple ganimet taksim edilmezden önce onu efendisine kar­şılıksız olarak geri veririz. Ama taksimat yapılmışsa efendisi karşılığını ödeyerek onu geri alabilir.

3806- Köle antlaşmalı ülke halkından ise ve o antlaşma gereği ülkemize girmişse, ister yalnız başına olsun, ister efendisiyle birlikte olsun, başka harp ehli onu esir aldık­larında durum yine anlattığımız şekildedir.

Çünkü  o   mütareke  gereği  aramızda  eman  ile  bulunuyordu  ve  onun hakkındaki hüküm, eman sahibi hakkındaki hüküm gibidir.

3807-  Aynı şekilde şayet bir m üs İÜ m an eman alarak

galip gelen ülkeye gidecek ve o köleyi satın alacak olsa,

efendisi    anlattığımız    bütün    bu    durumlarda    değerini

ödeyerek onu geri alabilir.

Çünkü artık bu durumda o, müslüman veya zimmînin kölesi durumundadır ve ülkemizde İken alınıp esir edilmiştir. Bu konuda aradaki fark şudur: Eman ala­rak köle ile beraber ülkemize giriş yapmışsa, köleyi satmaya zorlanamaz. Ama müslümamn veya zırrirriinin olup eman İle girmişse, köleyi satması İçin zorlanır. Bunun dışındaki yerlerde hüküm aynıdır

En iyi Allah bilir

 

 

 

 

 

 

 

 

 

17

-174-

HANGİSİNİN DAHA ÖNCE ÖLDÜRÜLDÜĞÜ BİLİNMEYEN MAKTULLERİN

BIRAKTIKLARI MİRAS

 

 

 

 

 

3808-  Müslümanlardan akraba olan bir gurup öldürü­lüp onların içinde bulunanlardan hangisinin önce öldürül­düğü bilinemiyorsa, öldürülenler birbirlerine varis  ola­mazlar. Onlardan herbirinin mirası, hayatta kalan miras­çılarına aittir.

Çünkü her iki ölüm de vuku bulmuştur ve her ikisinin ölüm tarihi bi­linmemektedir. Bu nedenle her ikisi de şu fıkıh ilkesinden dolayı birlikte ölmüş kabul edilirler: "Bir olay en yakın vakte izafe edilir ve tarih, ancak delil ile sabit olur." Ayrıca birinin diğerine mirasçı olması, miras bırakanın Ölümünden sonra hayatta olmasına bağlıdır. Bu şartın herhangi bir kimse hakkında vaki olduğu kesin olarak bilinmediği takdirde o kimse varis kabul edilmez.

Görmüyor musun, kayıp biri, miras bırakanın ölümünden sonra kendisinin hayatta olduğu kesin olarak bilinmediği takdirde ona varis olamaz.

3809-   Bu  konuda  temel kaynak, Harice  b. Zeyd'in babası Zeyd b. Sabit'ten naklettiği şu hadistir. Zeyd b. Sabit diyor ki: Ebû Bekr es-Sıddîk (r.a.) Yemame halkı­nın miraslarını taksim etme görevini bana verdi. Hayatta kalanları ölmüşlere mirasçı kıldım ve ölmüşleri birbirle­rine mirasçı kılmadım. Yine Hz.Ömer (r.a.), veba has­talığına yakalanan Amvas halkının mirasını taksim etmek­le beni görevlendirdi. Bu kabile halkı veba hastalığından toplu ölümlere maruz kalmıştı. Hayatta kalmışları ölmüş­lere mirasçı kıldım ama ölmüşleri birbirlerine mirasçı kıl­madım. Harice b. Zeyd de diyor ki: Ben de Harre halkının miraslarını taksim ettim ve hayatta kalanları ölmüşlere mirasçı kıldım ama Ölüleri birbirlerine mirasçı kılmadım. İmam Muhammed,bu konuda Sahabe ve Tabiîne dayandırılan bir takım ri­vayetler nakleder ve der ki:

 

 

18

3810- Esirlerin iddia ettikleri her ııeseb, birbirlerini doğruluyorsa ve nesebin ispatı ancak kendi ifadeleriyle tespit edilebiliyorsa, babalık ve oğulluk hariç, mirasçı olamazlar. Ancak onların'dışında müslümanlardan ortaya konan bir delil bulunuyorsa o başka. Ö zaman miras, tak­dim edilen delile göre dağıtılır.

Çünkü erkeğin dört kişi hakkındaki ikrarı geçerlidir: Baba, çocuk, eş ve efendi. Çocuk hakkındaki ikrarı ise geçerli değijdir. Çünkü kadın çocuğun ne­sebini başkasına hamletmektedir ki o da nikahın asıl sahibi olan kocadır. Bunun dışındaki akrabalık hakkındaki ikrar ne erkekten kabul edilir ve ne de kadından. Çünkü ikrar eden kişi, nesebi başkasına hamletmekledir. Bu konuda temel da­yanak şu rivayettir: Bir kadın esir alınmıştı ve beraberinde bir çocuk bu­lunuyordu. O çocuk İçin benim oğlum diyordu. İkisi de azad edildiler ve çocuk büyüdü, sonra da öldü. Ardından da bir miktar mal bırakmıştı. Kadına: Mirasını al, denildi, fakat kadın o malı almaktan imtina etti ve şöyle dedi: Bu benim oğlum değildi, Dahkan el-Kırriyye'nin oğlu idi.. Ben onun süt annesi idim. Durum Hz.Ömer'e yazıldı ve Ömer (r.a) şöyle dedi: Bir delil bulunmadıkça bir kadının kucağındaki çocuk, mirasçı olamaz.

Böylece Hz .Ömer'in bu sözü, söz konusu ettiğimiz hususta temel dayanak oldu. Çünkü çocuğun nesebi, başkasına hamledümektedir.

3811- Kişi daru'lharpte Ölür ve mirası İslama göre tak­sim edilmemiş olursa, mesela erkek olanlara miras veril­miş ama kız çocuklara verilmemişse veya çocuklara ve­rilip ana-babaya verilmemişse ve miras taksimi tamamlan­dıktan sonra müslüman olmuşlarsa, miras taksimi İslamın öngördüğü şekilde yapılır.

Çünkü müslüman olmakla artık İslamm hükümlerine tabidirler. Bundan böyle yapacakları her iş, İslamın emirleri doğrultusunda olacaktır. Ama müslü­man olmazdan Önceki davranış ve muameleleri İslamın hükümlerine tabi değildir. Tıpkı İslamdan önce içki içmeleri ve domuz eti yemeleri gibi.

Bu konuda dayanılan temel, Arnr b. Dinar'ın naklettiği şu hadistir:" Ca-hiliye döneminde yapılmış olan miras taksimi, o şekilde kalır. Ama İslama giril­dikten sonra miras taksimi, îslamm emirlerine göre olacaktır. Bununla mirası hak edenlerin taksimattan önce müslüman olmaları kastedilmektedir.

                                                                                     ■ -

19

3812-   Ama   zimmîlerin   İslamın   öngördüğü   taksimat üzere değil de başka bir taksim yapmaları ve sonra da mahkemeye  müracaat  etmeleri  durumu  yukarıda  anlatı­landan  farklıdır. Bu   durumda  devlet  başkanı  taksimat­larını iptal eder ve mirası İslamın ön gördüğü şekilde ara­larında taksim eder.

Çünkü zimmîler, muamelat konusunda İslamm hükümlerine tabidir. Onlar hakkında geçerli hüküm, müslümanlar hakkında geçerli olan hükmün aynıdır. Sa­dece zimmet akdinden dolayı müstesna bir durumu olan hususlar, mesela İçki, domuz ve mahremlerle evlenme gibi şeylerdeki tasarrufları bunun dışındadır. Harp ehli ise, İslama girmezden önce îslamm hükümlerine tabi değildir. Bu ne­denle onlar hakkındaki hüküm, açıkladığımız şekildedir.

3813-  Eman alarak ülkemize girmiş olsalar bile harp ehli ile zimmîler, birbirlerine mirasçı olamazlar.

Çünkü ayrı ülkelerin vatandaşlarıdırlar. Ülkemizde eman ile bulunan kişiler harp yurdunun vatandaşıdır. Ülkelerin farklı oluşunun etkisi, birbirlerini gözetme ve velayet gibi konularda dinin farklı oluşunun ortaya çıkardığı etkiden daha faz­ladır. Nasıl iki ayrı dine mensup olanlar birbirlerine mirasçı olamıyorsa, iki ayrı ülkenin vatandaşları da birbirlerine mirasçı olamazlar.

Buna göre harp ehli de ayrı ayrı ülkelerin vatandaşları iseler, birbirlerine mirasçı olamazlar.

Çünkü aralarında ülke farklılığı, her birinin ayrı bir ordu gücüne sahip oluşlarından kaynaklanmaktadır. Onların ülkeleri, aynı hukuka bağlı ülkeler değil­dir kİ, bir hukuk sistemi onları bir araya getirsin.

Ama zimmî olacak olursa, akrabalıktan dolayı birbir­lerine mirasçı olurlar.

Çünkü bu durumda İslam yurdunun vatandaşı olmuşlardır ve ülkeleri bir­dir. Kafirlerin tamamı tek bir millettir ve bu nedenle aralarında miras vardır. En iyi Allah bilir.

 

 

21

 

 

 

 

 

 

-175-

ESiR VE KAYIP KİŞİLERİN DURUMU VE MALLARINA NE YAPILACAĞI

3814- İmam Serahsi (r.a.) dedi ki: Bu konunun birçok meselesini "Şerhu'l-Muhtasar" in el-Mefkûd" bölümünde açıkladık. Orada açıklamadığımız bazı hususları burada ele alacağız:

Esir düşenin hanımı, kocasının dinden irtidat edip küfür dinine girdiği kendisince sabit olduğunda üç hayız dönemi iddet bekler ve sonra (başkası ile) evlenebilir.

Kocasının öldüğü kendisince sabit olacak olursa dört ay on gün iddet bekler ve sonra evlenir. Ayrıca her iki du­rumda da miras kadına aittir.

Çünkü esir alınması ve kaybolması, beraber iken irtidat etmesi veya ölmesi gibidir. Esir düşmesi, nikah bağının kopmasında etkili olmaz. Ancak kocanın ölümü, kadın için adaletli tek kişinin verdiği haberi vahidle sabit olur.

Ama kocanın irtidat etmesi meselesi, iki erkek şahidin veya bir erkek iki kadın şahidin şahitlikleriyle sabit olur. Bu Kitabın rivayetine göre durum budur. Ancak Kitabûl-istihsan'a göre ise her iki durumda da adil bir kişinin şahitliği ye­terlidir. Çünkü şahit, dini bir hususu haber vermektedir ve evliliğin gerçekleşmesi de, son bulması da dini bir iştir.

Görmüyor musun, bu anlamı taşıdığından dolayı kadının irtidat etmesi, koca için bir şahitle subût bulur. Ancak bu konudaki görüşe göre iki durum da aynıdır.

Diyorz ki: Erkeğin irtidadı, öldürülmeyi gerektiren bir durumdur. Bu se­beple bu konudaki hüküm, kadının irtidadından daha şiddetlidir ve bundan dolayı da bir kişinin haberi ile sabit olmaz. Ancak iki erkeğin veya bir erkek iki kadının şahitliği ile sabit olur.

Çünkü maksat, mirasın taksimine hükmetmektir. Bu da şüphelerle birlikte sabit olur. Bu nedenle bu konuda, şüphe bulunsa da delili kabul ediyoruz.

Görmüyor musun, hakimin yanında buna şahitlik etseler, hakim sözko-nusu kişinin malının müslüman varisleri arasında taksim edilmesine hüküm verir. Aynı şekilde kadının indinde buna şahitlik etseler, yapılan şahitlik geçerlidir. Bu nedenle diyoruz ki: iddet bittikten sonra kadın evlenebilir

22

3815- Kadın evlendikten sonra kocası müslüman ola­rak dönüp gelecek olsa ve aleyhime yalan delil ileri sür­müştür, diyecek olsa, bu iddiası kabul edilmez. Onun du­rumu, yeniden İslama girmiş kimsenin durumu gibidir. Kadın ister evlenmiş olsun, ister evlenmemiş olbun, an­cak yeni bir nikah ile ona varabilir. Şayet iki şahit, bir topluluğun yanında kocanın irtidat ettiğine dair şahitlik et­seler ve sonra da oradan çekip gitseler yahut ölecek ol­salar, o topluluğun, kocanın irtidat ettiğine dair şahitlik­leri geçersizdir.   '

Çünkü o iki'şahit, bu topluluğu şahitliklerine şahit tutmamışlardır. Şayet onları buna şahit tutmuşlarsa, o topluluk, şahitliklerine şahitlik edebilirler. Ni­tekim hükümlerde de durum budur.

Ama kocanın ölümünü müslüman adil bir kişi haber ve­recek olsa, kadının iddet bekledikten sonra evlenebilece­ği konusunda ihtilaf yoktur.

Çünkü verilen haber sebebiyle o kocanın sorguya çekileceği bir durum yoktur. Halbuki irtidat meselesinde durum böyle değildir. Ancak ölüm hakkın­daki haberin geçerli olması için haber veren kişinin, o kocanın cenazesini görmüş olması veya cenaze (törenine) şahit olması gerekir.

3816- Biri bana öldüğünü haber verdi, diyecek olursa, verdiği habere itibar edilmez. Ama ölüsünü gördüğüne * dair bir topluluğa haber verecek olsa, o topluluk hakimin huzurunda kocanın Ölümüne dair şahitlik edebilirler. Ancak hakime bu haberi birinden duyduklarını söyleyecek olsalar, hakim onların şahitliklerini, bir kişinin gelip ona kocanın ölüsünü gördüğünü haber vermesi gibi kabul etmez. Bu, elinde bulunduğundan dolayı mülkiyetinde olduğuna dair şahitlik yapmak gibidir ki böyle bir şahitlik geçerlidir. Ama elinde bulunduğundan dolayı onun mülkiyetinde olduğuna şahitlik edeceğini hakime heber verecek olsa, hakim onun bu şahitliğine itibar etmez . Ölüsünü gördüğünü haber veren kişinin verdiği bu ha-

.

 

.

 

-

bere itimat edilir. Ancak o haber konusunda itham edilme

23

konumunda olmaması gerekir. Mirasçılarından biri olması ya da kendisine bir mal vasiyet edilmiş olması gibi itham edilme konumunda ise, verdiği habere itimat edilmez. Çünkü verdiği bu haberin altında kendisinin yararı söz konusudur. Böylece fasik  gibi haberi konusunda itham

altındadır.

Ayrıca hakim, aralarındaki nikah biliniyorsa, esir kişi­nin karısına malından nafaka verilmesine hüküm verir. Kadın ister müslüman olsun, ister ehli kitap olsun fark

etmez.

Hakim aynı şekilde ana baba ile çocuğun nafakasına da hüküm verir. Çünkü nikahtan dolayı nafakayı hak etme, dinlerinin aynı olmasını gerektirmez.

Bir müddet için nafaka alacak olsalar ve sonra da esir kişinin veya kaybolmuş kişinin kendilerine verilmezden Önce öldüğüne dair delil ortaya çıkacak olsa, devlet baş­kanı, kendilerine verilen nafakayı onlardan geri alır. Çünkü o nafakayı haksız yere almış oldukları ortaya çıkmıştır. Verilmiş olan nafakanın miraslarına sayılmasına da hüküm veremez. Çünkü Ölen kişi İle bunların dinleri farklı olduğu için ona mirasçı olamazlar.

Kendilerine  nafaka  bağlanmazdan  önce  esirin  irtidat etmiş olduğuna dair delil ortaya çıkmış olsa, durum yine

aynıdır.

Çünkü  nafakayı  hak  etme konusundaki  hüküm, Ölümü  durumundaki

hüküm gibidir.

3817- Şayet kadın: Almış olduğum nafakayı iddetime sayın, diyecek olursa sözüne iltifat edilmez.

Çünkü mürted olan kocası İslam yurdunda ise iddet nafakasını hak eder. Ama harp yurduna İltihak ettikten sonra böyle bir hakkı yoktur.

.    Nitekim onu üç talakla boşadıktan sonra mürted olarak darulharbe  iltihak  edecek  olursa,  iltihak  ettikten  sonra kadın için nafaka yoktur. Çünkü harp yurduna mürted olarak iltihak etmesi, ölmesi gibidir.

24

3818-  Esir düşen kişinin başka birinde emanet malı bu­lunuyorsa ve emanetçi de bunu kabul ediyorsa, yine bi­rinden alacağı varsa ve borçlu da bunu kabul ediyorsa hakim, onun hanımına, çocuklarına ve anne babasına ema­netten nafaka bağlar, ama alacağından bağlamaz.

Çünkü emanetçi durumunda olan kişi, bırakılan emanet kaybolmuştur di­yecek olursa, sözü kabul edilir. Oysa borçlu olan kişi, borcu tazammun eder.

3819-  Hakim, emanetçiden emaneti kendi yanına alabi­lir ve borçludan nafakayı vermesini isteyebilir. Bunda da bir sakınca olmaz.

Çünkü hakim burada, kendine bakmaktan aciz kimseleri gözetmiştir. Ayrıca borçlunun, borçtan harcadım, şeklindeki iddia­sını ancak delil ile kabul eder. Oysa emanetçi, yemin ede­rek emanetten harcadığını söylerse, sözü kabul edilir.

Çünkü borçlu, daha sonra alacaklıya alacağını ödemek üzere kendi malından infak etmiştir. Harcananın yerine sonradan kendi malından ödemede bu­lunacaktır. O alacaktan başkasına verdiği, yani başkasından alacaklı olduğunu iddia etmesi ancak delil ile geçerlilik kazanır. Ama emanetçi, ya kendisine emanat bırakanın veya onun makamına geçen birinin, yani hakimin emriyle başkasının malını harcayabilir, emanetçinin iddiası yemin ile birlikte geçerlidir.

Görmüyor musun, borçlu olan kişi, borcunu tamamen ödediğim iddia ettiği takdirde buna dair delil getirmeden iddiası kabul edilmez. Oysa emanetçi, emaneti geri verdiğini iddia etse ve buna dair yemin etse, iddiası kabul edilir.

3820-  Borçlu yahut emanetçi, hakimin emriyle infakta bulunduktan sonra esir çıkıp gelir ve o kadının nikahlısı olduğunu inkar eder ve nikah konusunda yemini kabul e-denlere göre, buna yemin ederse, kadın da onun nikahlısı olduğuna  dair  delil  getiremezse,  esir     borçlu  ve  ema­netçiden malını geri alabilir.

Çünkü hakimin infak işini üstlenmesi, nikah sebebiyle idi. Oysa nikah sabit değildi ve gaipteki bir durum hakkında hüküm vermişti. Böylece o esirin mülkünü şer'i sahih bir gerekçeye dayanmaksızın başkasına infak etmiştir. Bu ne­denle de onu tazmin etmesi gerekir.

25

İnfak eden fakir ise ve esir, malının kadın tarafından tazmin edilmesini istiyorsa, emanet bıraktığı mal konu­sunda bunu İstemeye hakkı vardır, ama alacaklı olduğu mal konusunda böyle bir hakkı yoktur.

Çünkü kadın, emanetçiden onun malının aynını almış ve kendine har­camıştır. Bu nedenle de onu tazmin etmek mecburiyetindedir. Oysa borçludan, borçlunun kendi malını almıştır.

3821-  Esirin borçludan alacağı borcu kadından tazmin edemez. Malını  ancak  borçludan  ister. Emanet mesele­sinde ise esir, kadının bu malı tazmin etmesini ister ve sonra bundan rucû'  ederek emanetçinin onu tazmin et­mesini isterse, bu isteği kabul edilmez.

Çünkü esir açısından kadın, gasp eden kişiden gasp eden kişi durumun­dadır. Onlardan birinin malım tazmin etmesini istedikten sonra, bundan rucû ede­rek diğerinden onu istemeye hakkı yoktur. Çünkü onlardan birinin bunu tazmin etmesini seçmiş olması, diğerini ibra ettiği anlamına gelir.

3822-  Esir, o kadının nikahlısı olduğunu inkar etmez ama esir düşmezden önce belli bir müddet için kadının na­fakasını verdiğine dair delil getirir yahut kadını boşamış ve esir düşmezden önce kadının iddeti dolmuşsa, hakimin emriyle hem emanetçinin ve hem de borçlunun malından yapmış oldukları harcamayı onlardan tazmin etmeyi is­teyemez, malını kadından ister.

Çünkü birinci durumda tazmin etmelerinin gerekliliği, nikahın aslını ikrar etmelerinden dolayıdır. Eğer nikahın aslını reddetmiş olsaydılar, hakim, kadına harcama yapmalarını istemezdi. Oysa esir aleyhine ikrar ettikleri nikah me­selesinde yalancı oldukları ortaya çıkmıştır, işte bu sebeple infak ettiklerini tazmin ederler. Halbuki ikinci durumda ikrar ettikleri nikahın aslı hususunda yalancı olmadıkları anlaşılmıştır. Burada esirin kendisi de nikahın varlığını kabul etmekte, fakat kendisine düşen nafakayı düşürmektedir. Bu, yanlışlıkla öldürme ko­nusundaki iki şahidin durumuna benzer. Hakim, onların şahitliklerine dayanarak diyete hüküm verir ve diyet ödenirse, sonra da öldürüldüğüne dair şahitlik yapılan

26

kişi çıkar gelir ve hayatta olduğu ortaya çıkarsa, diyeti o şahitler tazmin ederler. Ama hakkında şahitlik yapılanın yaralandığını, fakat daha sonra şifa bulunduğunu delil ile ortaya koyacak olursa, şahitler herhangi bir Şey tazmin etmezler! Söz ko­nusu ettiğimiz mesele de buna benzemektedir.

3823-  Borçlu yahut emanetçi: Bu kadınla evlendiğine şahidim ancak daha sonra onu boşayip boşamadığını bil­miyorum, derse, hakim kadına nafaka vermesini emreder.

Çünkü   sabit  olduğu  bilmen  husus, ortadan  kalktığına  dair delil  ge­tirilmedikçe sabit olmaya devam eder.

3824-  Kadın hala onun nikahlısıdır, derse, yine ona nafaka verir. Ama esir düşmezden Önce kadını üç boşama ile  boşadığmı  ve  kadının  iddetinin  dolduğunu  esir  de­lilleriyle ispatlayacak olursa, her iki durumdada borçlu ve emanetçiden bir şey isteyemez. Yne nikahımın hala devam ettiğine dair ikrarlarında yalancıdırlar, benim bu nikaha ihtiyacım yoktur, bu nedenle    ikrarlarından dolayı bana tazminat ödemeleri gerekir, diyecek olsa bu iddiası geçerli değildir.

Çünkü şu anda da karısı olduğunu söylemesinin hüküm üzerinde bir etkisi yoktur. Nikahın aslını ikrar ettikten sonra şu anda karısı olmaya devam etsin veya şu andaki durumunu bilmiyorum desin, iki durum arasında hüküm açısından bir fark yoktur. Hakim kadına nafaka ve­rilmesini emreder. Hüküm açısından ihtiyaç duyulmayan bir husus hakkında şahitlik yapılmasının veya yapılma­masının bir anlamı yoktur. Nitekim nikahın aslı konusun­da şahitler doğruyu söylemişlerdir.

Bu olay şu olaya benzemektedir: Bir adam ölüyor ve bir kadın o ölen kişinin karısı olduğunu iddia ediyor ve buna dair delil (şahitler) getiriyor. Bunun üzerine hakim o kadını da mirasçılar arasına katıyor. Sonra ölen kişi sağ­lığında   bu kadını üç talak ile boşadiği ortaya çıkıyor. Bu

27

durumda mirasçılar, şahitlerden tazminat alamazlar. Şahit­ler ister o kadının bir zamanlar onun karısı olduğunu bil­diklerine şahitlik yapmış olsun, ister hala onun karısı ol­duğuna şahitlik yapsınlar, farketmez.

Çünkü nikahın aslı konusundaki şahitlikleri muteberdir ve böyle bir asim varlığına dair şahitlikleri de doğrudur.

3825- Yine düşmandan biri İslama girip biriyle ara­larında muvalat akdetseler, sonra da kendisiyle akdedilen bu şahıs ölüp şahitler o kişinin, ölen bu adamın mevlası ve  mirasçısı  olduğuna şahitlik  ederek  ondan başka bir mirasçının da olduğunu bilmeseler, hakim de mirasın    o kişiye   verilmesine   hükmetse,   daha   sonra   biri   çıkıp   o kişinin velayet akdini bozduğunu, Ölen kişinin ikinci bi­riyle velayet akdettiğini ve bu ikinci şahsın onun velisi ve mirasçısı olduğunu söylese ve bu iddiasını delil ile is-patlasa, hakim mirasın bu ikinci şahsa verilmesine karar verir. Bu ikinci şahıs dilerse şahitlerden mirası tazmin eder, dilerse de malı kabzedenden tazmin eder. Çünkü velanm aslı konusunda (yani ölen adam ile ikinci kişi arasında mu-valatın bulunduğunu bildiklerine dair) şahitlik etmiş olsaydılar, adamın öldüğü gün onun mevlası olduğuna dair şahitler şahitlik yapmadıkça hakim, mirasın bi­rinci şahsa verilmesine hükmetmezdi. Oysa onlar, öldüğü esnada ölen kişi ile bu kişi arasında velayet akdinin bulunduğunu söyleyerek yalan söylemiş ve bu şahitlikte yalanları ortaya çıktığından dolayı tazmin etmekle mükellef olmuşlardır. Bu bölümde temel olarak şu anlatılmaktadır: Bir şeyin hak edilmesi konusunda şahidin yalan söylediği ortaya çıkarsa, aleyhine şahitlik yaptığı kişiye tazminat öder.ama şahitliğinde yalan söylemediği ortaya çıkarsa, tazminat ödemez. En iyi Allah bilir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

29

-176-

 

 

HARP EHLİNDEN VE MÜSLÜMANLARDAN KATİLLERİN MİRASI

3826- Müslümanlarla müşriklerin safları karşılaşıp müşriklerden biri müslümanlarm safında bulunan karde­şini vurarak yaralayacak olsa ve daha sonra bu müşrik müslüman olsa, sonra da yaralanmış olan müslüman öle­cek olsa ve ölen kişinin onu öldürenden başka mirasçısı da yoksa, bu takdirde mirası, onu öldüren kardeşine ka­lır. Aynı şekilde müslüman kişi müşrik olan kardeşini vu­rup yaralasa ve yaralı daha sonra müslüman olsa, sonra kendisini yaralayan müslüman kardeşi ölecek olsa, müslü­man olan kardeş diğerine mirasçı olur.

Bu meselenin izahı şöyledir: Öldüren, hak ile öldürmüştür ve hak ile öldürme, mirastan mahrum olmayı gerektirmez. Mirasçı olan kişi mirasçı olduğu kimseyi kısas veya recm olarak öldürdüğünde de durum böyledir. Çünkü birinci durumda, kardeşi muharip olduğu için onu öldürmüştür. Daha önce de be­lirttiğimiz gibi, batıl te'vil, hüküm konusunda sahih te'vil gibidir. Günah yönüyle farklı farklı olsa da değişmez.

Nitekim kâfir, müslümanı öldürmekten dolayı kısas veya diyete müstahak olmaz. Daha sonra müslüman olacak olsa, yine buna müstahak olmaz. Nitekim müslüman da bundan dolayı bunlara müstahak olmaz.

Müslümanlar ile isyancı (bâğî) müslümanlar arasında cereyan eden de buna göredir. Müslümanlardan olan kişi, mirasçısı bulunduğu isyancılardan birini öldürecek olsa, ittifakla mirastan mahrum bırakılmaz.

Çünkü onu hak ile öldürmüştür. Öldüren isyancılardan ise, Ebu Hanife ve Muhammed'e göre durum yine aynıdır. Çünkü fasit te'vil, onu destekleyen bir güce sahib ise, sahih te'vil gibidir. Ancak Ebu Yusuf- Allah rahmet etsin- şöyle diyor: İsyancılardan olan kişi, kafirin aksine, burada misasçi olamaz. Çünkü is­yancı, müslümandır ve İslâmın hükümlerine muhataptır. Onun başka müslümanı

30

öldürmesi, sakıncalı yasak öldürmedir ve mirastan mahrum bırakılması, yasak bir öldürmeyi gerçekleştirdiğinden dolayı ona bir cezadır. Oysa kâfir, İslâmın hü­kümlerine muhatap değildir. Bu nedenle yapmış olduğu, mirastan mahrum edil­mesini gerektirmez.   -'

3827-  Çünkü bu şer'î bir hükümdür. Ne varki Ebu Ha-nife  ve  Muhammed'in  görüşleri daha doğrudur. Çünkü Te'vil ve gücün bulunmasından dolayı isyancının sebep olduğu bu öldürme, kısas ve diyeti gerektirmemesi bakı­mından kâfirin sebep olduğu öldürme gibidir. Miras" ko­nusunda mesele, evliyetle böyle olmalıdır. Çünkü kısas ve diyetin hükmü tilavet edilen bir ııassla (Kur'an'Ia), mi­rastan mahrum bırakma ise, rivayet edilen bir haberle (ha­disle)  sabittir. Hiç şüphe yok  ki, Kur'an'Ia sabit olan daha evladır.

3828-  Ama baba ve oğul darul'lharpte müslüman ol-muşlarsa, bu öldürmeden dolayı kısas ve diyet gerekli ol­masa da, mirasçı, öldürdüğünün bıraktığı mirastan hiçbir şey alamaz. Ebû Hanife'ye göre esir olan kişinin durumu   ,

da böyledir.

Çünkü bu durumda kısas ve diyetin gerekli olmaması, katilin yaptığı bir te'vilden dolayı değildir. Kanı değerli kılan ihrazın bulunmamasından dolayıdır. Bu sebepten de öldürme, hiçbir yönüyle mahzurlu olmaktan çıkmış değildir. Bu­rada ise. katilin kısas veya diyete tâbi olmaması, yaptığı bir te'vilden (Açık hüküm bulunmayan bir konuda yanlış yorumdan) dolayıdır. Kısas ve diyet ko­nusunda yaptığı te'vil, sahih te'vil konumuna geçtiği takdirde mirastan mahrum bırakma konusunda da geçerlilik kazanır.      : ■  =  = .   '   . ■; .

3829- Hırsız ya da günah ehlinden bir gurupla normal müslümanlardan bir gurup çarpışır ve normal müslüman-Iardan biri onlardan mirasçısı bulunduğu birini öldürecek olsa, ona mirasçı olur. Çünkü onu hak ile öldürmüştür. Ama aksi olursa, yani hırsız, normal müslümanlardan mirasçısı bulunduğu birini öldürürse, ona mirasçı olamaz.

- ■ ; ■

31

Çünkü bu öldürme her yönüyle yasaktır. Hatta kasden olduğu katdirde ona kısas, yanlışlıkla olduğu takdirde de diyet ve keffaret gerekir.

3830- İki hırsız topluluğu çarpşıp birbirlerini öldüre­cek  olsalar, onlardan hiçbiri  diğerine mirasçı  olmaz.

Çünkü bu öldürme her yönden yasaktır ve hatta kasden olduğu takdirde kısas, yanlışlıkla,olduğu takdirde de keffaret gerekir. Netice itibariyle keffaret ve mirastan mahrum bırakma, bunların herbiri yasak öldürmenin cezasıdır. Bun­lardan biri, diğerinin subutuyla subut bulur. Daru'lharpte müslüman olan iki esi­rin birbirlerini öldürmeleri durumunda ise, yanlışlıkla öldürme keffareti ge­rektirdiği gibi mirastan mahrum bırakmayı da gerektirir. İsyancının öldürmesi ise, keffareti gerektirmediği gibi mirastan mahrum bırakmayı da gerektirmez.

En iyi Allah bilir.

 

 

 

 

 

 

.

 

33

■ -177-

OĞLU İLE BERABER BABANIN DARULHARPTE İRTİDAT ETMESİ

 

 

 

3831- İmam Muhammed dedi ki: Bir baba, oğulların­dan  biriyle irtidat ederek ikisi daru'lharbe iltihak etse, mürteddin mirası devlet başkanına teslim edilir ve o da mirasını müslüman mirasçılarına dağıtır. İrtidat eden ço­cuklarından hiçbirine mirastan birşey verilmez. Çünkü mirasçi olmanın yolu velayettir ve mürted kimsenin velisi olmaz. Bu nedenle de kimseye mirasçı olamaz. Çünkü mürteddin bir dini yoktur. Mirasta ise, dine itibar edilir. Ayrıca farklı din mensupları arasında mirasçı olmama* n se-bebİ de budur. Bu nedenle mürted, kimseye mirasçı olamaz.

3852- Mürted kişinin müslüman iken daru'lîslâmda ka­zandığı malına mirasçı olunur.

Çünkü hakim, onun daru'lharbe katıldığına karar verdikten sonra artık o hükmen Ölmüştür. Çünkü daru'lharpte bulunan, daru'lislâmda bulunana nisbetle ölü hükmündedir. Onun hükmen ölü sayılması, irtidat ettiği andan itibaren başlar. Bu nedenle müslüman mirasçıları, ancak müslüman olduğu dönemdeki malına mirasçı olabilirler.

İrtidat ettikten sonra ve darulharbe intikal etmeden önce kazandıkları ise, İmam Muhammed'e göre aynı hük­me tabidir. Ebû Hanife'ye göre ise, bu müddet içerisinde kazandıkları, fey'dir.

Çünkü müsüman iken sahip olmadığı (irtidaddan sonra kazandığı) birşeyin mirasa katılması mümkün değildir.

3833- Şayet bu müddet içerisinde kazandıklarının da miras sayılmasına hükmedüirse, müsümanın kâfire miras­çı olmasına hükmedilmiş olur. Daru'lharpte kazandıkla­rına geline; kendisiyle birlikte daru'l harbe intdikal eden oğluna aittir. Ancak oğluna ait olması, babasının mürted olarak ölmesine bağlıdır.

 

 

34

Çünkü o nıalı daru'lharp vatandaşı olduğu bir sırada kazanmıştır. Harp ehli ise, kendi aralarında birbirlerine mirasçı olurlar. Müslüman devletin vatandaşı on­lara mirasçı olamaz.

3834-  Müslüman çocuklarından biri onunla birlikte da-ru'l harbe gidecek olsa, müslüman  iken  kazandıklarına mirasçı olurken, irtidat ettikten sonra kazandığı malına mirasçı olamaz.

Çünkü daru'lharpte dunumu,darulislamdaki durumu gibidir. Müslüman nerede bulunursa bulunsun, müslüman devletin vatandaşıdır.

3835-  Buna göre zimmî biri, ahdi bozup çocuklarından biriyle daru'lharbe iltihak edecek olursa, artık daru'lhar-biıı vatandaşıdır ve giden çocuğu ile birlikte artık harp eh­linden olmuştur. Onun durumu da irtidat edip darulharbe iltihak eden müslümanın durumu gibidir.

Çünkü ülkelerin farklılığı da, dinlerin farklılığı gibi mirasa engeldir.

3836-   Dedi ki:  İslam ülkesinde çocuklarından bazısı müslüman, bazısı zimmi, bazısı mürted çocukları ve müs­lüman karısı bulunan kişi   irtidat edip darulharbe iltihak ettiği halde,   karısının iddet süresi doluncaya, büyük ço­cukları müslüman oluncaya ve çocuklarından bazısı  ölün­ceye kadar adamın darulharbe iltihak ettiğine hakim karar vermezse, ö taktirde mirası, iddet süresi dolan    karısına ve darulharbe iltihak ettiği gün müslüman bulunan çocuk­larına kalır. Ama darulharbe iltihak ettikten sonra müs­lüman olan çocuklarına mirasından bir şey kalmaz.

"Es-Siyeni's-Sağîr" (Şerh)inde belirttiğimiz gibi2 zahiru'r-rivaye'ye göre, iltihak ettiği gün mirasçıları kimlerden oluşuyorsa, miras onlar arasında taksim

2- Kitabın metninde "es-Siyeru's-Sağîr"de belittiğimiz gibi..;' denilmekle birlikte asıl kastedilen İmam Muhammed'in cs-Siyeru's-Sağîr kitabına yazdığı şerhtir. Serahsî bu eseri el-Mabsût isimli genci fıkıh kitabının Kitâbu's-Siyer bölümünde şerhetmiştir. el-Mabsût'un günümüzdeki neşrinin 10. cildinde yer alan bu bölümünün sonunda Serahsî "İşteböylece es-Siyeru's-Sağîr şerhi de sona ermiş oldu" diyerek bu gerçeği ifade etmiştir. Serahsî, el-Mabsût, 10/144. (Editör)

35

edilir. Hasan'm Ebû Hanife'den rivayetine göre ise, irtidat ettiği gün kimler ona mirasçı ise, miras onlar arasında taksim edilir. Çünkü mirasçı olmanın hükmü o tarihe dayanır. Böylelikle müslüman, müslümana mirasçı olmuş olabilir.

Ebû Hanife'den gelen başka bir rivayete göre ise, hakimin, o kişin daru'l­harbe iltihak ettiğine hükmettiği güne itibar edilir. Çünkü o zaman hükmen ölü mesabesindedir ve mirasa da ölümle hükmedilir.

Ancak daha doğru olan, zahiru'r-rivaye'de anlatıldığı gibidir. Çünkü mi­rasa sebep, kişinin İıtidat etmiş olmasıyla gerçeşiyorsa da, sebebin tamam olması, daru'lharbe iltihakıdır. Sebebin aslı gerçekleştikten sonra, ama tamamlanmadan Önce mevcut olan, sebebin başlangıcında mevcut olan gibi kabul edilir.

Nitekim satış yapılıp mal teslim alınmadan önce satılan malda meydana gelen fazlalık,değerin bölünmesi hükmünde satış akdi yapıldığı anda mevcut olmuş gibi kabul edilir. Bu da onun gibidir, ama katılma ile sebebin tamamlan­masından sonra ve hakimin iltihaka karar vermesinden önce meydana gelen, se­bebin başlangıcında mevcut olan gibi kabul edilmez.

Tıpkı şu mükateb (sözleşmeli köle)nin durumuna benzer. Mükatebin biri öldüğünde çok mal bırakır, sonra kafir olan oğlu müslüman olur veya köle olan oğlu azat edilir yahut oğlu ölür, sonra sözleşme bedelini öder. Sözleşme bedeli ödendikten sonra arta kalan mal,mükateb öldüğünde mirasçı olabilecek durumda olan varislerine kalır .Öldüğü gün kafir veya köle olan yakınlarına mirastan bir şey verilmez. Bilindiği gibi hürriyetine kavuşmasına hakimin karar vermesi, sözleşme bedelini ödediği zaman gerçeleşir. Kimlerin ona mirasçı olacağı konusunda da ha-kİmin karar verme gününe değil, sebebin gerçekleştiği zamana bakılır. Mürted hakkında da durum bu şekildedir.

3837- Kadının iddeti üç hayızla bittikten sonra mürted daru'lharbe iltihak eder ya da bu müddet içerisinde öldü­rülecek olursa, kadına miras yoktur.

Çünkü iltihak ettiği muteberdir. Bu durumda iltihak ettiğinde aralarında bir bağ kalmamıştır. Oysa birinci durumda mesele farklıydı. Orada daru'l-harbe il­tihak ettiğinde, kadın onun iddetini bekliyordu.

irtidat etmekle, kaçıp giden kişi hükmünde olmuştur.

Çünkü ayrılma sebebi onun tarafından gerçekleşmiştir ve o, helak olmak (ölü sayılmak) üzeredir. Miras konusunda ölmek üzere olup karısını boşayan kişi­nin karısı hakkındaki iddet, nikâhın aslı makamındadır.

36

3838- Dedi ki: Eğer karı-koca birlikte irtidat eder ve sonra da koca İslama dönecek olursa, boşama olmaksızın kadın ondan ayrı düşmüştür ve birbirlerine mirasçı ola­mazlar.

Çünkü kocanın İslama dönmesinden sonra kadının küfür üzere İsrar et­mesiyle ayrılmaları gerçekleşmiştir ve kadm da ölmek üzere değildir ki akrabalık sebebiyle koca ona mirasçı olsun. Kadının kendisi de erkeğe misarsçi olamaz. Çünkü ayrılma kadm sebebiyle olmuştur.

İslama geri dönen kadının kendisi ise, yine boşama ol­maksızın ayrılmaları gerçekleşmiştir. Ancak İmam Muhammed'in görüşü böyle değildir. Ona göre:

Kadının iddeti dolmadan koca ölecek olursa, kadın ona mirasçı olur.

Çünkü kadın İslama döndükten sonra kocanın irtidat üzere İsrar etmesi, kocanın yeniden irtİdadı başlatması gibidir.

 

 

3839- Dedi ki: İkisi birlikte irtidat eder ve çocukların­dan darulharpte bulunan küçük bir çocuğa iltihak edecek olurlarsa ve kadın da hamile olup iltihak ettikten sonra altı aydan az bir müddet içinde doğum yapacak olursa, iki­sinin de misası, müslüman mirasçılarına kalır ve bu iki küçük çocuk onların misasından hiçbir şey alamazlar.

Çünkü daruiharpte ana baba ile birlikte olduklarından onların da irtadat ettiklerine hükmedilir. Nitekim bu du­rumdaki çocuklar esir alınırlar ve fey1 olurlar. Mürteddin hiç kimseye mirasçı olmayacağını daha önce belirtmiştik.

3840-Esir edilmelerinin caiz olduğuna şu rivayet delil olarak getirilmiştir: Naciye Oğulları İslâmdan irtidat et­tiklerinde Hz. Ali (r.a.) çocuklarını esir almış ve sonra da onları yüzbin dirheme karşılık Maskala b. Hübeyre'ye satmıştır.

Dedi ki: Karı koca daru'lharpte mal-mülk kazandıktan sonra ölür ve o ülkenin halkı müslüman olacak olursa, ikisinin bıraktıkları miras bu iki çocuğa aittir.

37

Çünkü hükmen darulharp ehlinden olmuşlarladı ve darulharp ehlinden olana ancak darulharp ehli olan misraçı olur.

Kadın müslüman olduktan ve küçük çocuğuyla birlikte İslâm yurduna dönükten ya da kadın hamile olup altı ay içinde doğum yaptıktan sonra durum mahkemeye intikal eder ve darulharbe iltihak ettiklerine hakim karar verirse, mürdeddin bıraktığı mirasın müslüman varislerine dağıtıl­masına hüküm verir ve ne karısına, ne de o iki çocuğuna mirastan bir şey verir.

Çünkü o mürteddin daru'lharbe iltihakı müddet olarak ölçü alınır ve o za­man kadın mürted idi. Karnında taşıdığı çocuk da ona tabidir. Yine beraberlerinde daru'lharbe götürdükleri çocuk da mürted hükmündedir. Bu nedenle onlar, ba­balan müslüman iken kazandığı mallardan miras alamazlar.

3841-   Mürted kişi  daru'lharbe iltihak eder ve karısı müslüman olup İslâm yurdunda hamile ise, iki yıl zar­fında doğum yaptığı takdirde o çocuğun nesebi irtitad fi­den  babaya  aittir  ve  çocuk  babanın   bıraktığı  mirastan

payını alır.

İıtidat ile aralarındaki nikâh son bulmuştur. Bâin talak ile boşanmış kadın hükmündedir. Böyle bir durumda çocuğun nesebi, doğum için gerekli olan müddetin azamisine göre tesbit edilir ve bu nedenle iki yıl zarfında doğum yaptığı takdirde çocuğun nesebi, irtitad eden babasına aittir ve babasına mirasçı olur.

3842-  Şayet kadın, kocanın irtidat etmesinden sonra ir­tidat eder ve mesele yukarıda anlattığımız şekilde ise, iki yıl zarfında doğurduğu çocuğun nesebi sabit olur ve bu

 

çocuk  babaya  mirasçı  olur, ama kadın  mirasçı olamaz.

Çünkü kocanın daru'lharbe iltihak etmesinden önce kadın irtidat etmiştir ve iltihak gerçekleştiğinde kadm mürted idi. Bu sebeple kocaya mirasçı olamaz. Ama çocuk, anne babanın irtidat etmelerinden sonra İslâm yurdunda olduklarından yurda tabi olarak müslümanlığına hükmedilir. Bu nedenle de çocuk, babanın mi-sarsçılan arasındadır.

38

3843-  Ama koca duru'Iharbe iltihak ettikten sonra ka­dın irtidat etmişse, kadın da misarçıları arasındadır.

Çünkü kocasının daru'lharbe iltihakından sonra irtidat etmesi, onun il­tihakından sonra ölmesi mesabesindedir. Bu ise, ona mirasçı olmasına engel

değildir.

3844-  Hıristiyan bir kadınla evli olan bir müslüman ir­tidat ederse, kadın ondan ayrılmış olur ve kocanın irtidat etmesinden sonra iki yıl içinde bir çocuk doğuracak olur­sa, çocuğun nesebi babaya aittir ve o çocuk babaya miras­çı olur. Ancak kadın, ona mirasçı olamaz.

Çünkü kocanın irtidat etmesiyle kadın ondan bâin boşanma ile ayrılmış olur. Kadının gebe kalabileceği azamî müddet hesaplanarak nesebi tesbit edilir. Babasının irtidat etmesinden Önce, çocuk müslüman sayılır ve îsâm yurdunda kaldığı müddetçe de müslüman olarak kabul edilr.

Anne ise, hiristiyan olduğundan dolayı nıürted olandan

miras alamaz.

Çünkü kendisine mirasçı olma konusunda mürted, müslüman gibidir.

3845-   Adamın hıristiyan bir cariyesi olup irtidat et­tikten sonra onu ummu'lveled kılarsa, doğacak çocuk ona mirasçı olamaz.

Çünkü cariye hıristiyandir ve çocuğun nesebi belirlenirken baba mürteddir. Çocuk, ergenlik çağına gelinceye kadar onun müslümanlığma hükmedilemez ki müslüman vasfını taşıyabilsin. Kâfir ise, mürtedde mirasçı olamaz.

3846-  Dedi ki: Anne baba birlikte irtidat eder ve kadın altı ay müdetten az bir müddet içerisinde doğum yapacak olursa, bu çocuk, mürteddin mirasçıları arasındadır.

Çünkü kadının çocuğa hamile kalması, irtidat etmelerinden Öncedir. Böylece çocuğun müslüman olduğu kesinlik kazanmıştır.

3847-  Ama tam altı ay dolduğunda veya daha sonra çocuğu doğuracak olursa, çocuk mirasçı olamaz.

Çünkü bu durumda çocuğa hamile kalması, irtidat etmelerinden sonra ol­muştur. Bu sebeple çocuğun müslümanlığma hükmedilemez. Hatta ergenlik çağı-

39

na ermeden ölecek olursa cenaze namazı kılınmaz. Burada müddet altı ay olarak belirlendi. Çünkü nikâhlı bulunuyorlar. İhtiyaç durumunda hamilelikte azami müddet esas alınır, ama aralarında nikâh mevcut ise buna ihtiyaç yoktur.

3848-  Bu çocuk Ölür ve ardından mal bırakacak olursa, anne babası ona mirasçı olamazlar. Çünkü mürteddirler ve mürdet kişiler kimseye mirasçı olamazlar. Ölen çocuktan kalan mal, müslüman kardeşlerine miras olarak kalır.

Çünkü anne babası ona mirasçı olamayınca, ölü hükümünde olurlar.

3849-  Ama bu çocuğun müslüman kardeşlerinden biri Ölür ve ardında mal bırakacak olursa, ne anne baba ve ne de bu çocuk ona mirasçı olur.

Çünkü anne babanın imdadından sonra altı ay veya daha uzun bir müddet içerisinde annesi onu doğurmuşsa, mürted olduğuna hükmedilir. Ama altı aydan daha az bir müddet içerisinde onu doğurmuşsa, artık o müslüman hükmündedir ve müslüman kardeşleriyle birlikte kardeşine mirasçı olur.

3850- Dedi ki: Anne baba daru'lharbe iltihak eder ve irtidat etmelerinden sonra altı aydan az bir müddet içeri­sinde kadın çocuğu doğurur ve sonra çocuk ardından mal bırakarak ölür, daha sonra da o ülke halkı müslüman olur-

 

larsa, çocuğun bıraktığı mala mürted olan anne baba mi-

rascı olur. Müslüman kardeşleri ona mirasçı olamazlar.

Çünkü bu durumda çocuk, darulharp halkından biridir. Görmüyor musun, anne onu daru'lİslâmda doğurup sonra anne baba onu daru'lharbe götürmüş olsalardı, o da onlar gibi darulharp ehli ve mürted olurdu. Daru'lharpte onu doğurduğuna göre artık o evleviyetle darulharp ehlidir ve harp ehlinden bir ülkenin vatandaşı olanlar ancak birbirlerine mirasçı olurlar.

Aynı şekilde anne baba daru'lharpte kazandıkları mal­ları aralarında bırakarak ölecek olursa, bıraktıkları mal, daru'lharpte doğan çocuklarına miras olarak kalır. Müslü­man kardeşleri o mirastan birşey alamazlar.

Görmüyor musun, müslümanlar galip olur ve o malı elde edecek olurlarsa, o mal fey' olur. Fey' olabilecek her mal, müslümana miras kalamaz. Böylece o

40

ülkenin vatandaşı olan çocuklarına veya anne babasına miras olarak kalır. Ama ayrı ülkelerin vatandaşı iseler, onlara da miras kalmaz. Çünkü daha önce be-littiğimiz gibi, ülke farklılığı, din farklılığı gibidir ve mirasa engeldir.

3851- Buna göre bir ülke halkı îrtidat eder ve ülke­lerine şirk hükümlerini hakim kılacak olurlarsa, artık o ülke duru'lharp olur ve orada ölenin geriye bıraktığı mal­lar, o ülke vatandaşı olan mirasçılarına miras kalır.

Çünkü artık o ülke daru'lharptir ve önceden duru'lharp olan ülke ile son­radan duru'lharbe dönüşen ülke arasında bir fark yoktur.

Görmüyor musun, müslümanlar bu malı ele geçirecek olurlarsa, mal fey1 olur ve bu nedenle kalan mallar, harp yurdunun vatandaşı olan akrabalarına miras kalır. Müslümanlar ona mirasçı olamazlar.

En doğrusunu A ilah bilir.

 

 

 

 

 

 

 

i

 

 

 

41

 

 

-178-

MÜRTEDLERİN GEÇERLİ OLAN VE GEÇERLİ OLMAYAN TASARRUFLARI

3852- Serahsî -Allah kendisinden razı olsun- dedi ki: "el-Mebsût"ta mürteddin tasarruflarının dört çeşit oldu­ğunu belirtmiştik: Bu tasarruflardan bir kışımı, ittifakla geçerlidir. Cariyeden doğan çocuğun babası olduğunu söylemesi gibi. Bir kısım da ittifakla geçersizdir. Nikâh gibi. Bir kısmı ittifakla mevkuftur, mufâvaza gibi. Bir kısmında ise ihtilaf vardır. Alış-veriş, hibe, âzâd etme gibi. Ebu Hanife'ye (r.a.) göre bu tasarruflar mevkuftur. Ebû Yusuf ve Muhammed'e göre İse, tasarrufları ge­çerlidir. Ebû Yusuf'a göre, ancak sağlıklı insanın tasar­rufları geçerlidir. Meselâ malının üçte birini vasiyet ede­bilir. Ancak varislerine malından birşeyler vermesi geçerli olmaz. Nitekim hastanın da bu tür tararruflan geçerli değildir. Görmüyor musun, mürted kişinin karısı henüz İddet beklerken kocasının

ölmesi durumunda ona mirasçı olur. Aynı şekilde Ölüm hastalığına yakalanmış

kişi de, karısı mirasından birşey almasın diye onu boşayacak olursa, kadın id-

detinİ doldurmadan adam Öldüğü takdirde ona mirasçı olur.

Mürted kadına gelince, sağlıklı kadının tasarrufları gibi malı konusundaki tasarrufları da ittifakla geçerlidir. Çünkü mürteci olmakla kendisi de mevkuf olmaz. Darulharp ehlinden kadın

konumunda değildir. Oysa erkek böyle değildir.

3854- Mürted daru'lharbe iltihak etmiş fakat hakim onun iltihak ettiğine karar vermemişse (vatandaşlıktan çı-karılmamışsa) ve bu arada mürted olan kişi daru'lİslâmda bulunan kölelerini âzâd eder yahut kendisiyle birlikte da-ru'lharpte bulunan bir müsümana onları satmışsa ve sonra da hakim, onun iltihak ettiğine karar vermeden ve mal-

42

3855- Daru'lharbe iltihak eden mürted, İslâm yurdun­daki kölesinin aslında hür biri olduğunu ya da başkasının kölesi olup kendisinin onu gasbettiğni söyleyecek olursa, sonradan tevbe edip geri dönse de bu ikrarı geçerlidir.

Çünkü söylediği şey, yeni başlattığı bir tasarrufla ilgili değildir, bilakis bir İkrardır. İkrar ise, halckmda ikrar yapılan açısından geçerlidir.

Nitekim biri, başkasının kölesinin hür olduğunu ya da başkasının mülkü olduğunu ikrar eder ve sonra da o köleyi elinde bulunduran kimseden satmalacak olursa, sözkonusu ikrarı geçerlidir ve bu mesele gibidir.

 

 

 

3856-  Hakim, mürteddin  iltihak  ettiğine  karar  verip

 

mirası taksim edildikten sonra mürted tevbe edip geri dö­necek olursa, mirasçılarının elinde mevcut olan mallarının aynı (kendisi) geri alınıp ona verilir. Şayet mirasçı, mür­teddin hür olduğunu ikrar ettiği köleyi satmişsa, o köle onun payına düştüğü için yaptığı satış geçerlidir, ama şu veya bu şeklide o mürteddin hür olduğunu ikrar ettiği kö­leyi satmışsa, o köle onun payına tesadüf ettiği için yaptı­ğı satış geçerlidir. Ama şu veya bu şekilde o mürteddin mülkiyetine geri dönecek olursa, o köle hakkındaki ikrarı geçerlidir. Çünkü ikrarı yenilenmiş kabul edilir. Eğer hakim, daru'lharbe iltihakına hüküm veridikten sonra ve o

43

mürted tevbe alarak dönerse, malı taksim edilmiş olsun veya olmasın, hakim mallarının kendisine geri verilmesine hüküm vermeden önce kölelerinden bazılarını âzâd edecek olursa bu tasarrufu geçersizdir.

Çünkü hakimin, onun daru'lharbe iltihakına karar vermesiyle mülkü, va­rislerinin mülkü haline gelir ve ancak hakimin kararıyla tekrar kendi mülküne

dönüşür.

Görmüyor musun, mürteddin geri dönüşünden sonra ve hakim tarafından mallan kendisine geri verilmezden önce mirasçı o köleyi âzâd edecek olsa, âzâd etmesi geçerlidir. Sanki mürted kişi geri dönmeden onu âzâd etmiştir. Böylece bu müddet zarfında kölenin, mirasçının mülkü olduğunu anlıyoruz. Aynca bu dömende mürteddin köleyi âzâd etmesinin geçerli olmayacağını da anlıyoruz. Çünkü âzâd etme, âzâd edilenin mükiyetinde olmasını geriktirir. O köle aynı anda hem mirasçının ve hem de o mürtdeddin mülkü olamaz.

3857- Hakim, mürteddin daru'lharbe iltihak ettiğine karar vermeden önce mirasçı o köleyi âzâd edecek olursa, âzâd etmesi geçerli değildir.

Çünkü henüz köle mülkiyetine geçmiş değildir.

Aynı şekilde mürted kişi de, henüz hakim mallarının kendisine iade edilmesine hüküm vermeden önce âzâd ede­cek olursa, tasarrufu geçerli değildir.

Çünkü o esnada köle, onun mülkiyetinde değildir.

Daru'lharbe iltihak eden mürted, daru'lİslâmda bulu­nan kölesini satması ya da âzâd etmesi için bir vekil gön­derecek olsa ve vekil de bu işi yapacak olsa, sonra da me­sele mahkemeye intikal edecek olsa, hakim vekilin bütün tasarruflarını iptal eder ve malının mirasçılara ait oldu­ğuna hükmeder.

Çünkü iltihak ettikten sonra bu tasarruflarda bulunmaya yetkili değildir. Aynı şekilde vekil tayin etmeye de yetkili değildir. Çünkü vekili tasarruf ko­nularında onun yerine kaimdir. Bu durumda mürteddin bizzat tendisi tasarrufta bulunsa, tasarrufları geçersizdir. Hakim, iltihakına karar vermiş olsun veya mür­ted geri dönüp tevbe etmiş olsun, hakim buna karar vermeden tasarruflarının ta-

44

mamı geçersizdir. Kendisinin tasarrufu geçersiz olunca vekilinin tasarrufları ha­liyle geçersiz olur.

3858-  Şayet mürted kişi İslâm yurdunda iken ve henüz irtidat etmezden önce ya da irtidat ettikte sonra fakat da-ru'Iharbe iltihak etmezden önce vekil tayin etmişse ve me­sele yukarıda anlattığımız şekilde ise, hakim iltihakına ka­rar vermişse, o köle mirasçılarına miras olarak kalır. Ama iltihakına karar vermeden kişi müsiüman olarak geri dö­necek olursa, vekilin tasarrufları geçerlidir.

Bu bölümde vekâlet konsundaki bir rivayette İmam Muhammed şöyle diyor: Vekâlet, müvekkilin irtidat etmesi ve daru'lharbe iltihakiyla geçersiz olur. Çünkü iıtidat etmesi, ölmesi mesabesindedir. Müvekkilin ölmesi ise, vekâleti iptal eder. Ayrıca mürteddin, daru'lharbe iltihak etmesiyle artık yeni bir vakâleti başlatma yetkisine sahip değildir. O halde vekil de, vekil alarak kalmaz.

Bu meselede ise durum şöyledir: Daru'lharbe iltihak etmesiyle sadece köle üzerindeki mülkiyeti ortadan kalkmıştır. Vekâleti sahih olduktan sonra, mülki­yetinin zevali ile tasarrufları geçersiz olmaz.

Nitekim kölesinin azat edilmesi veya satılması için birini vekil tayin etse, sonra birine onu hibe edip teslim etse ve sonra hibeden vazgeçse, vekilin vekaleti devam eder. Burada da durum aynı dır .Darul harbe iltihak etmekle mülkiyeti zail olmuş olsa bile, vekalet geçersiz olmaz.

Çünkü mülkiyeti, geçici olarak zail olmuştur, Hakim, iltihak ettğine dair hükmetmeden önce müsiüman olarak geri dönecek olursa mülkü ona geri verilir. Ama hakim iltihak ettiğine karar vermişse, mülkü, mirasçılarının.mülküne geçmiş olur ve bu durumda vekilin tasarrufları tavakkuf eder.

3859-  Hakim, mirasçılar arasında mirasın taksim edil­mesine karar verdiği anda mürteddin o mülk üzerindeki mülkiyet hakkı tamamen zail olur. Bundan böyle vekilin de o maldaki tasarrufları batıldır. Ama hakim karar ver-

mezden önce kişi geri dönecek olursa, o mal tekrar ona ait olur ve vekilin tasarrufları da geçerlilik kazanır. Fakat ir­tidat eden kişi daru'lharbe iltihak ettikten sonra vekilinin de tasarrufu geçersiz olur. Çünkü kendisi başka ülkede ve

 

 

 

45

tasarruf edilecek mal başka ülkededir. Ancak daru'lİs-lamda köle ile birlikte olan vekilin tasarrufunda bu durum sözkonusu değildir.

Hakim o kölenin mirasçıya verilmesine karar verdikten sonra mürted İslama dönmüş olarak geri dönecek olursa ve köle de hala mirasçının elinde bulunuyorsa, hakim, kö­lenin kendisine iade edilmesine karar verir. Vekil, o kö­leyi âzâd etmiş yahut müdebber kılmişsa, bu tasarrufları geçerli sayılır. Ama  onu satmış  yahut hibe etmiş  veya mükâteb yapmışsa, bu tasarrufları geçerli sayılmaz. Çünkü kişi, eski malına geri dönmüştür ve mülkiyeti dikate alınarak âzâd etme ve müdebber kılma geçerli sayılmıştır.

Görmüyor musun, onun duru'lharbe iltihakına hakim karar vermeden önce geri dönmüş olsaydı, âzâd etme ve müdebBer kılma geçerli olurdu. Bundan böyle de artık bu hüküm nakzedilmez. O kölenin mirasçıya ait olduğuna hakimin karar vermesinden sonra da bu tasarruf geçersiz kılınmaz. Oysa satma, hibe ve mükâ-teblik böyle değildir. Bu tasarruf bozulabilir. Hakimin, mirasçının mülkiyetine geçtiği yönündeki karan bu tasarrufları geçersiz kilar.Geçersiz olduktan sonra ancak tekrar yenilenme ile geçerli olur.

Azat etme ve müdebber yapma ile köle muvalat yapmaya hak kazanır. Bu da mülkiyetin iptali değil, son bulması şeklinde olur. Müslüman olarak döndük­ten sonra mevcut mülkte malının aslı geri gelince, hakimin karan ile o mülkiyeti sona erdirecek şey de geri gelir.Satmak ve hibe etmek ise, mülkiyeti sona er­dirir .Hakimin kararı ile mülkün ona geri gelmesi, varislere ait olduğuna dair ha­kimin karar vermesinden sonra o mülkiyeti sona erdirecek durum geri gelmez.

3860-Kölenin mirasçıya ait olduğuna hakim karar ver­dikten sonra, mirasçı o köleyi elinden çıkaracak olursa ve sonra da o mürted kişi müsiüman olarak geri döner ve onu elinde bulundurandan köleyi satın alacak olursa, daru'l­harbe iltihakından sonra vekilin âzâd etmesi ve müdebber kılması geçerli olur. Bu, müşkü bir meseledir. Burada tedbir ve âzâd etmeye konu olan mülk ona geri dönmez. Onun bu mülkü, kendisinin sebep olduğu yeni bir .se­bepten dolayıdır. Böylece o âzâd etme ve tedbirin geçerli

 

46

olmaması gerekir. Ancak her ne kadar bir yönüyle yeni bir mülk ise de, sanki o mülkün kendisidir. Karşılık ola­rak verlimiş olan, sanki o mülk için fidye olarak veril­miştir.

Esir edilmiş kölenin efendisinin şu durumu gibi: Efen­di onu satmalacak olursa, onu eski mülkiyetine döndür­müş olur ve bunun için verdiği karşılık, fidye mesa­besinde kabul edilir. Bu açıdan durum böyledir. Ama köle mirasçının elinde bulunuyorsa, hakim onun iade edilme­sine karar verir.

Çünkü âzâd etme ve tedbir ile hakketme gerçekleşiyordu ve bu tasarrufun bozulma ihtimali yoktur. Bu, kölenin hürriyetine karar verdikten sonra onu satın almaya benzer. Bu durum, Ebu Hanife'nin şu görüşüne benzer: Mürted kişi, bi­zatihi köleyi âzâd eder ya da onu müdebber kılar ve sonra daru'lharbe iltahak eder, hakim de onun iltihak ettiğine karar verirse, kölenin mirasçıya miras oldu­ğuna hükmeder, Sonra miirted mi gelir veya mirasçının onu kendisine geri ver­mesi, yahut geldiği takdirde köleyi kendisine geri vermek üzere satın alan kişinin geri vermesiyle köle eline geçecek olursa, o âzâd etme ve müdebber yapma geçerlilik kazanır. Burada da durum böyledir.

3861-   Aynı  şekilde  mürteddin  daru'lharbe  iltihakına hakim karar verdikten sonra mirasçı, mürtedde ait olan köleyi mükâteb kılar ve sonra da mürtet müslüman olarak geri dönecek olursa, köle mükâteb olarak ona iade edilir. O kişinin emriyle mirasçı onu mükâteb kılmış kabul edi­lir. Artık o köle, müslüman olarak geri dönen kişinin mü­kâteb kölesi olur. Mülkiyeti asla zail olmamış kabul edi­lir, ama mirasçının onu mükâteb kılması devam eder.

3862-  Dedi ki: Mürted daruiharbe iltihak ettikten son­ra İslâm yurdunda bulunan kölelerini âzâd etmesi ya da tedbir etmesi için bir müslümanı vekil tayin edecek olsa ve ancak mürted kişi müslüman olarak geri döndükten sonra vekil bu isteğini yerine getirirse, bu tasarrufu ge­çersizdir.

47

Çünkü bu durumdaki vekâlet geçersizdir. Kişi daru'lharbe iltihak ettikten sonra kendisi böyle bir tasarrufa yetkili değildir. Adam bu durumda iken vekil tayin etmiştir. Vekâletin aslı bozuk olunca sonra sahih olmaya dönüşmez.

3863-  İster mürted olmazdan önce, ister irtidat ettikten sonra olsun, İslâm yurdunda iken onu vekil tayin etmişse ve mesele de yukarıda anlattığımız şekilde ise, vekilin kö­leler hakkındaki tasarrufu geçerlidir.

Çünkü vekâletin aslı sahihtir ve vekil tayin eden kişinin daru'lharbe ilti-hakıyla bu vekâlet bozulmaz. Mürted kişi, hakimin kararından önce müslüman olarak geri dönecek olursa, daru'lharbe iltihakı hiç olmamış gibi kabul edilir.

3864-  Hakim iltihakına karar verip malını miras olarak mirasçılar arasında taksim ettikten sonra mürted kişi müs­lüman   olarak  geri  dönecek   olursa,  hakim,  kölelerin   o mürtedde   geri verilmelerine karar vermezden önce vekil onlar hakkında tasarrufta bulunacak olursa, tasarrufu ba­tıldır. Ama hakimin, geri verilmelerine karar vermesinden sonra   tasarrufta   bulunmassa,   bu   tasarrufu   geçerlidir. Çünkü vekâlet sahih olduktan sonra mülkiyetin zeval bul­masıyla zeval bulmaz. Bilakis hakimin karar vermesinden sonra  mülkiyet geri  döner. Bu  sebeple  vekil, geri  ve­rilmelerine dair hakimin karar vermesinden Önce tasar­rufta bulunmuşsa, bu tasarrufu geçersizdir.

Çünkü tasarrufu yerini bulmamıştır. Nitekim bu durumda vekil tayin eden kişinin kendisi tasarrufta bulunduğu takdirde tasarrufu geçerli değildir. Ama ha-kİmin, geri verilmelerine karar vermesinden sonra tasarrufu geçerlidir.

Bu, şuna benzer: Bİrİ kölesini âzâd etmesi yahut satması için bir başkasını vekil tayin ediyor. Sonra da bizzat kendisi köleyi görmesinden ya da her hangi bir kusurdan dolayı köleyi iade edecek olursa ve daha sonra vekil o köle hakkında bir tasarrufta bulunacak olursa, mülkiyetin zevalinden sonra da vekâlet geçerli olduğundan vekilin bu tasarrufu geçerlidir.

Ama kölenin, eski sahibinin eline geçmesi yeni bir sa­tın alma ile olmuşsa, bu her yönden yeni bir mülk olur.

48

 

Çünkü mevcut olan bir mülk konusunda onu vekil tayin etmişti. Daha mey­dana gelecek bir mülk konusunda vekilin tasarrufu sözkonusu olamaz.

3865- Müşteri muhayyerlik hakkını kullanarak geri ge­tirmeden önce ve vekil tayin eden kişi sattıktan sonra vekil onun hakkında bir tasarrufta bulunmuşsa, vekilin bu tasarrufu geçersizdir.

Çünkü köle kendi mülkiyetinde olmadığı bir sırada vekil tasarrufta bu­lunmuştur.

Görmüyor musun, bu durumda müşteri o köleyi âzâd etmiş olsaydı, onun tarafından âzâd edilmiş olurdu. Böyle bir durumda satıcı vekilinin azat etmesi nasıl geçerli olabilir ki?

3866-Mürted kişi, köleyi azat etmesi için darulislamda birini vekil tayin etmiş ve darulharbe iltihak ettikten sonra vekil o köleyi azat etmiş, sonra mürted kişi müslüman olup geri  gelmişse, vekilin bütün yaptıkları  geçerli olur.

Çünkü darulharbe iltihak, hakimin kararı ile kesinleşmemişse, kişinin kay­bolması mesabesinde ölür. Bu da vekilin köle hakkında tasarrufta bulunmasına engel olmaz. Ama vekil değil de, adamın kendisi köleyi satacak olursa, satıştan sonra vekil tayin eden kişi tarafından değil, başkası tarafından azat edilmiş olur. Onun için satıcının vekil yaptığı kişinin azat etmesi o durumda geçerli olmaz.

Ama burada adamın iltihak ettiğine dair hakimin sadece karar vermesi ile köle hakkında başkasının azat etmesi geçerli olmaz. Bu durumda mirasçı olankişi köleyi azat edecek olursa, yaptığı geçersiz olur. Onun için mürted adam müslü­man olup geri gelecek olursa, vekil tayin ettiği kişinin köleyi azat etmesi geçerli olur.

Halbuki adamın darulharbe İltihak ettiğine dair hakim karar verdikten sonra olursa, köleyi mirasçının azat etmesi geçerli olmuştu. Ama bu durumda mürteddin tayin etiği vekilin köleyi azat etme işlemi geçerli olmaz.

3867- Dedi ki: Müslüman veya mürted biri, daru'l-İslamda iken kölesine ticaret yapma izni verip sonra da mürted olarak daru'lharbe iltihak edecek olsa, köle de kendisine verilen izne dayanarak tasarrufta bulunsa, ta-

49

sarrufları mevkuf olur. Hakim, daru'lharbe iltihak ettiğine karar vermeden önce o kişi müslüman olarak geri dönecek olsa, kölenin tasarrufu geçerlilik kazanır ve ticaretle ilgili izni devam eder. Ama hakim daru'lharbe iltihak ettiğine karar verdikten sonra kölenin tasarrufu geçersiz olduğu gibi izni de ortadan kalmış olur.

Çünkü kişinin daru'lharbe iltihakıyla mülkiyeti mevkuf olarak zail olur. Ti­caret izni de mülkiyetinin mevcudiyeti ile tevakkuf eder. Mülkiyet tamamen or­tadan kalktıktan sonra köleye verilen izin de ortadan kalmış olur. İzin hükmünün, tasarrufun tevakkufundan sonra mevkuf olması durumunda kişi müslüman olarak geri döner ve hakim de iltihakına karar vermemişse, mülkiyeti tekrar gerçekleşir ve kendisine izin verilmiş olan kölenin tararufları geçerlilik kazanır. Ayrıca kendi­sine verilen izin de olduğu gibi devam eder. Ama hakim, daru'lharbe iltihakına karar vermişse, mülkiyet tamamen ortadan kalkmış olur. Bu takdirde kölenin ta­sarruf yetkisi de ortadan kalkmış olur. Daha sonra kişi müslüman olarak geri döner ve köle de mükliyetine geçecek olursa, yeni bir izin vermedikçe önceden verilmiş olan izin iptal edilmiş olur. Çünkü bu,bozulabilir bir tasarruftur, darul­harbe katıldığna ilişkin hakimin kam ile bu tasarruf bozulur ve ancak yenilenme­siyle geri gelir. Daha önce vekaletle ilgili söylenenleri açıklamak için bunlan getirdi.

3868-   Mudarebe akdini de buna göre düzenledi. Mal sahibi daru'lharbe iltihakından sonra işletmeci malda ta­sarruf eder ve mal sahibinin iltihak ettiğine hakim henüz karar vermemişse, işletmecinin tasarrufları geçerli olur ve koşulmuş olan şarta göre kâr ikisi arasında ortak olur. Ama iltihak ettiğine hakim karar vermişse, ortak olarak yaptığı tasarrufları geçersiz olup kendi kendine tasarruf etmiş, kâr ve zarar kendisine olmuş olur. zarar ederse, sermayeyi  tazmin eder. Mürted kişi  ondan sonra gelirse, durum yine değişmez.

Çünkü iltihakına hakimin karar vermesiyle ortaklık son bulmuştur.

3869-   İltihakına  hakim  karar vermeden  daruiİslâma mürted olarak geri dönecek olsa, hüküm yönünden sanki daru'lharbe iltihak etmemiş gibidir. İltihakından önce iş­letmecinin tasarrufları da ortaklık konusunda geçerlidir.

50

İmam Muhammed'in görüşüne göre durum budur. Ebû Hanife'ye göre ise, adam iıtidat ettikten sonra ve daru'Iharbe iltihakından önce bizzat kendisinin yap­tığı tasarruflar konusundaki ihtilafa bianen tasarruflar mevkuf durumundadır.

3870-  İltihakına hakim karar verdikten sonra kişi mür-ted olarak geri dönecek olursa, malı konusunda hiçbir yet­kiye sahip olmaz.

Çünkü hakimin karan ile hükmen Ölü durumuna düşmüştür. Ölü hükmün­de olması, iıtidat etmesi sebebiyledir. Bu sebep devam ettiğine göre, hükmen ölü olması devam etmektedir. Ülkemize geri dönmesi bu durumu değiştirmez. Malı, mirasçılarına aittir ve onun bu konuda hiçbir yetki ve hakkı yoktur.

Görmüyor musun, müslüman olarak geri dönmüş olsaydı, hakim malının geri verilmesine karar verinceye kadar malı mirasçılarına ait olacaktı. Mürted ola­rak geri döndüğünde malının geri verilmemesine hakim evleviyetle karar ve­recektir.

Ancak hakyn ona İslâmi arzeder. Reddettiği takdirde öldürülmesine karar verir. Ama kişi hakime: Bana malımı geri ver. İslâm konusunda da bana mühlet ver, diyecek olursa, hakim ona sadece üç gün mühlet verir. Bu müddeti arttırmaz.

Daha önce bu^meseleyİ incelemiş ve Hz. Ömer'in şöyle dediğini belirt­miştik: "Üç gün üzerine kapıyı kilitleseydîniz ve her gün ona bir ekmek versey­diniz, belki hakka geri dönerdi." Müslüman olmadıkça da malı kendisine iade edilmez.

Çünkü daha önce de belittiğimiz gibi o, hakimin kararı ile artık hükmen ölüdür. Hükmen diri sayılabilmesi İçin, İslama girmesi gerekir. Bu gerçekleş­mediği takdirde malından hiçbir şey ona iade edilmez. Ona mühlet verilmesi, bizim görüşümüze göre müstehaptır. İslâmı reddettiği takdirde hakim o anda Öl­dürülmesine karar verebilir. Ona mühlet vermek mecburiyetinde değildir. Bazı­larına göre hakim, ona mühlet vermek mecburiyetindedir. Bu meseleyi daha önce ele almıştık3.

3871-  Mürted kadın daru'Iharbe iltihak eder ve hakim da malının mirasçılarına taksim edilmesine karar verir, sonra da kadın eman ahp mürted olarak döner ve malının

3- Islama dönme konusunda düşünme süresi isteyen birine süre tanımamak doğru olmaz. İnsanların kendi iradeleriyîe tercih yapabilmeleri için sürenin verilmesi gerekir. (Çeviren)

51

kendisine verilmesini isterse, malından ona hiçbir şey ve­rilmez.

Çünkü hakimin hükmü ile o artık ölü gibidir ve kendisinden hüküm yö­nünden hayat sebebi bir durum ortaya çıkmadıkça (İslama dönmedikçe) malın­dan ona birşey iade edilmez.

3872- Hakimin karar vermesinden Önce mürted olarak geri dönerse, bakılır; eman almadan gelmişse müslüman-lar için fey' olur.

Çünkü daru'Iharbe iltihak etmesiyle darulharp vatandaşı bir kadın olmuştur ve böyle bir kadın eman almadan ülkemize girdiği takdirde fey' olur.

Malları da mirasçıları arasında taksim edilir. Çünkü fey' durumuna düşünce hükmen ölmüş gibidir.

Hürriyet hayat iken, kölelik hükmen ölüm gibidir. Çünkü köle olmakla mülk sahibi olma ehliyetini yitirmiştir ve bu nedenle malı mirasçıları arasında dağıtılır.

3873-  Ama eman  alarak  gelmişse, malına dilediğim

yapar, fakat hapsedilip İslama geri dönmeye zorlanır.

Çünkü hakimin kararından önce geri dönecek olursa sanki daru'Iharbe il­tihak etmemiş gibi kabul edilir. Daru'Iharbe iltihak etmeden önce ise, malı ko­nusundaki bütün tasarrufları geçerlidir. Hakimin kararından önce döndüğü tak­dirde bu tasarrufu aynen devam eder. Birinci durumda iltihaktan Önce islam yurdunun vatandaşı olduğundan köle edinilmiyodu. İslâm yurdunun vatandaşı köleleştirilmez. Ama darulharbe iltihak etmişse, oranın vatandaşı olur. Onun için eman almaksızın ülkemize geri döndüğünde köle edinilir. Ama eman alarak gelmişse, ona eman verilmiş olması, köle edinilmesine engeldir. Bu eman ile geri dönmüştür ve artık konumu, iltihak etmezden önceki konumu gibidir.

3874- Müslüman biri irtidat ettikten sonra kölesine: Kurban bayramı geldiğinde sen hürsün, der ve sonra da-ru'lharbe iltihak ederse, bakılır; eğer kurban bayramı ge­linceye kadar malının mirasçılarına dağıtılmasına karar ve-rilmemişse, azâd etme hükmü mevkuf olur.

-     .52

Çünkü şartın varlığı sırasında-mülkiyet mevcut değilse, azat etme gerçek­leşmez. Daha önce de belittigimiz gibi mülkiyetinin zevali, daru'lharbe iltihakıyla

tavakkuf etmiştir. Âzâd etme hükmü de-aynı şekilde tavakkuf eder.

3875- İltihakına hakim karar vermeden önce müslüman olarak geri dönerse, âzâd etme geçerli olur. Kurban bay­ramı gelmeden darulharbe iltihak ettiğine dair hakim karar vermiş, ama bayram ondan sonra gelmişse, bakılır; köle­nin kendisine geri verilmesine hakim karar vermesinden sonra bayram olmuşsa, köle onun tarafından azat edilmiş olur.

Çünkü koşulan şart doğru idi ve gerçekleşmiştir.

Köle mirasçının mülkiyetinde iken mürted olan kişi müslüman olarak geri dönerse, kölenin kendisine geri verilmesine hakim karar vermiş olsa bile, azat etme gerçekleşmemiş olur.

jÇünkü şarta bağlı olan şey, şartın yerine gelmesi halinde, yerine gelmiş gi­bidir .Belirttiğimiz gibi, darulharbe iltihak ettiğine hakim karar verdikten sonra azat edecek olursa, her halükarda azat etme geçersiz olur. Bu da onun gibidir.

3876- Mürted kişi, kurban bayramı gelmezden Önce müslüman olarak döner ve sonra da kurban bayramı ge­lirse bakılır; kölenin o kişiye geri verilmesine hakim karar verdikten sonra kurban bayramına girilmişse, o kişi tarafından köle âzâd edilmiş olur.

Çünkü şartlı azad etme doğru idi ve köle onun mülkiyetinde iken şart gerçekleşmiştir.

.

.

 

3877- Bayram girdiği halde hakim, kölenin kendisine iade edilmesine karar vermemişse, köle âzâd edilmiş olmaz.

Çünkü şart gerçekleştiği esnada köle onun mülkiyetinde değildir. Kölenin ona iade edilmesi, ancak hakimin kararıyla mümkün olur. Hakim o ana kadar böyle bir karar vermediğine göre âzâd olma gerçekleşmez.

-

53              -

5878- Mürteddin daru'lharbe iltihakından sonra ama hakimin buna dair kararından önce kurban bayramı gelir ve sonra da kölenin mirasçısına verilmesine hakim karar verirse, mirasçının köle hakkındaki tasarrufu geçerli olur.

Çünkü daha önce belittigimiz gibi, iltihak etmesinden itibaren mülkünün zevali hakimin karan İle kesinleşmiş olur ve şart bu müddetten sonra gerçekleş­miştir. Bu nedenle o kişi tarafından köle âzâd edilmiş olmaz. Şartın gerçekleşmesi

esnasında köle mirasçının mülkiyetindedir ve onun tasarrufları geçerlidir.

3879-   Mürted   kişi   müsüman   olarak   geri   dönünceye kadar mirasçı köle hakkında bir tasarrufta bulnmamış ve köle  kendisine  iade  edilmişse, müslüman  olarak  dönen kişi tarafından âzâd edilmiş olur.

Çünkü mülkü mevkuf iken şart tahakkuk etmiştir. Mülkiyetinin tamamen zail olması, hakimin kararı İle olur. Böylece kişi geri dönüp mülkü kendisine geri verildiğinde kölenin âzâd olması gerçekleşmiş olur.

Adamın mirasçısı o köleyi mükâteb yapmışsa, durum

yine aynıdır.

Çünkü mirasçı köleyi mükâteb yaptıktan sonra köle eski mülküne geri dönmüştür. Bu durumda âzâd olma geçerli olur ve mükâteb yapılırken tayin edi­len bedel köleden alınmaz.

3880-  Kişi cariyesine: Kurban bayramı geldiğinde sen hürsün dedikten sonra mürtet olup daru'lharbe iltihak e-derse, hakim de o cariyeyi âzâd ettikten sonra cariye irti-dat   ederek   daru'lharbe   iltihak   eder   ve   müslümanlar tarafından esir alınırsa, fey'olur, İslama dönmesi için zor­lanır. Bu durumdaki kadın tıpkı hür kadın gibidir. Ni­tekim hür kadın da irtidat ettiğinde İslama dönmesi için zorlanır. O cariye esir alındıktan sonra tekrar İslâmı kabul eder ve mürted olup sonra müsüman alarak dönen eski efendisi onu satın olacak olursa, sonra da kurban bayramı vakti gelirse, o cariye âzâd olmuş olmaz.

54

Çünkü azat ete, onun milkiyetine son vermiştir. Zaten mülkiyetinden çık­tığı için de mirasçısı onu âzâd etmişti. Onun için bu her bakımdan yeni bir mülk olmuştur.İmam Züfer'in görüşüne göre mesele şöyledir; Adam, cariyesine "Eve girersen hürsün" der, sonra onu azat ederse, sonra cariye irtidat edip darulharbe giderse, sonra esir alınıp tekrar ona sahip olursa, sonra cariye eve girerse, sa­dece Züfer'in görüşüne göre azat olur.

Başarı Allah'tandır.

 

 

..

 

1

-

-

■ ■ :                                                                                                           ■ ■       ■ . 

■ ■   .                                                                                                                                                                 .   .                                                                                                                                                                                                                                      

       

.             r. ■

.     

55

-179-

MURTEDLER HAKKINDA VERİLECEK HÜKÜM

3881- İmam Muhammed -Allah rahmet etsin- dedi ki: Hür olsun, köle olsunmürted kişi tekrar İslama dönmediği takdirde öldürülür. Çünkü Resûlüllah (s.a.v.): "Dinini değiştireni öldürün" buyurmuştur. Bu söz hem hürleri ve hem de köleleri kapsar. Köle îrtidat ettiği takdirde onun efendisi dilerse bu hükmü bizzat kendisi uygular ve kö­leyi öldürür. Nitekim İbn. Ömer, İslâmdan dönüp hıris-tiyanhğa giren bir kölesini kendisi öldürmüştür. Çünkü irtidat etmekle öldürme hususunda düşman hükmüne gir­miştir. Emana sahip olmayan düşman kişiyi her müslüman öldürme hakkında sahiptir. Ancak iyi olanı, meseleyi mahkemeye intikal ettirmesi ve mahkemenin onu öldür­mesine yol vermesidir.

Çünkü bunda had (cezası) anlamı vardır ve hadleri uygulamak, devlet başkanına aittir.

3882-  İrtidat eden kadın, hür de olsa, cariye de olsa öldürülmez, Hür ise, hapsedilir ve İslama dönmeye zor­lanır. Ama cariye ise ve sahiplerinin onun hizmetlerine ih­tiyaçları varsa, onlara hizmet etsin diye kendilerine teslim edilir. Onlar, İslama dönmesi için kendisini zorlarlar.

Çünkü hapsedilmesi, Allah'ın hakkıdır. Hizmeti ise, efendisinin hakkıdır. Bu durumda efendisinin hakkı, Allah'ın hakkına tercih edilir.

3883-   Mürteddin   tevbe   etmesi   istenildiğinde   tevbe ederse, mesele bitmiştir. Bu iş defalarca tekerrür etse yine tevbesi kabul edilir. Bu tevbeler  için bir sınır  yoktur. İbrahim en-Nehaî'nin (Allah rahmet etsin) görüşü budur. Hz. Ali ve Ömer'e göre ise, üç defadan sonra tevbesi ka-

 

56

bul edilmez, öldürülür. Yüce Allah'ın şu sözünün zahiri bunu gerektirir: "İman edip sonra inkar edenleri, sonra yine iman edip tekrar inkâr edenleri, sonra da inkârlarını arttıranları Allah ne bağışlayacak ne de onları doğru yola iletecektir."4 Çünkü zahire göre o tevbe etmiyor, bilakis alay ediyor. Ancak biz, yüce Allah'ın şu âyetini delil ge­tiriyoruz: "Eğer vazgeçerse, geçmişte yaptıkları bağışlana­caktır." Ayrıca üç tevbeden sonraki durumu, ilk tevbe-sinden sonra da bilinir ve biz onun kalbine vakıf değiliz. Kalbindekini dışına aktaran, dilidir. Delil olarak ileri sürdükleri âyette kendilerini destekleyecek bir delil yok­tur. Çünkü yüce Allah: "Sonra da inkârlarını arttıranları Allah ne bağışlayacak,..." buyuruyor. Tevbe ettiği takdir­de küfrü artmaz, bilakis imanı artar. İmam Ebu Yusuf'a göre ise, aldatmasından dolayı öldürülür ve bu fiili te­kerrür ettiği takdirde kendisinden tevbe etmesi istenmez. Çünkü görünen o ki samimi olmayıp alay etmektedir. Gerçeğine vakıf ola­madığımız hususlarda zahire göre hükmetmek gerekir.

 

3884-  Dedi ki: Mürteddin karısı üç hayız iddet bekler İrtidattan sonra kişinin öldürülmesi veya öldürülmemesi, kadının iddet müddetini etkilemez. Ancak Said b. el-Mü-seyyib'in görüşüne göre mürted öldürülürse, karısının id­deti dört ay ongundur." Ancak bu görüş kuvvetli değildir. Çünkü aralarındaki ayrılık irtidat ile gerçekleşmiştir. Ayrılma meydana gel­dikten sonra artık kişinin öldürülmüş olması bu iddeti etkilemez. Tıpkı karısını bâin/kesin talakla boşayan kişinin sonradan ölmesi veya öldürülmesinin iddeti et-Kilememesı gibi.

3885-  İrtidat eden kişi, irtidat etmezden önce veya son­ra birinin malını haksız yere alır yahut bir kişiye iftara eder ve sonra daru'lküfre iltihak eder, sonra da tevbe ede-

 

4-Nisa, 137. 5-Enfal.28.

 

5 7                                                              . ,

rek İslâm yurduna dönerse, yaptıklarının hepsinden dola­yı sorguya çekilir ve cezalandırılır. Ama daru'lharbe il­tihak ettikten sonra yaptıklarından sonrumlu tutulmaz.

Çünkü iltihak etmekle düşman kişi olmuştur. Düşman kişi bir suç işleyip sonra müslüman olursa, müslüman olmazdan önce yaptıklarından dolayı sorguya çekilmez. îlk durumda, İslâm yurdunda iken suç işlemişti ve islam Devletinin va­tandaşı idi. İşlediği suçlar onun zimmetine geçmiştir. Ne var ki daru'lharbe iltihak ettiğinden dolayı ona ceza uygulanamamıştır. Devlet başkanının hükmü oraya uzan anlamaktadır. Ama daha sonra uzanabilme imkânına sahip olduğuna göre yaptığı suçlardan dolayı cezalandırılır.

Allah en iyi bilir.

 

 

 

 

 

 

 

 

59

 

"

 

 

 

 

 

 

 

 

-180-

MÜSLÜMANLARDAN İRTİDAT EDENLER VE ANTLAŞMAYI BOZAN ANTLAŞMALILAR

'

3886-  imam Muhammed dedi ki: Bir belde halkı irtidat edip yurtları daru'lharbe dönüşecek olsa ve sonra da müs-lünıanlar o beldeyi fethedecek olsalar o beldenin erkekleri Öldürülür, kadın ve çocukları ise esir alınır. Nitekim Hz. Ebu Bekir, irtidat ettiklerinde Hanîfe oğullarına aynı şeyi yapmıştır.  Müslümanlar   orayı  fethettiklerinde   kadınlar: Biz asla irtidat etmedik ve dinimiz üzere müslüman olarak kaldık deseler, sözleri kabul edilir. Çünkü asıl durumda olan İslam üzere kaldıklarını iddia ediyorlar. Bu durumda esir alınmazlar ve küçük çocukları da onlarla aynı du­rumda olur.

Çünkü anne müslüman kaldığı takdirde küçük çocuk ona tabidir.

Ancak müslümanlardan bazıları onların irtidat ettikle­rine şahitlik ederlerse o başka. Zimmîlerin bu konuda şa­hitlikleri kabul edilmez.

Çünkü şahitler de bu durumda kadmm mürted olduğuna şahitlik edecek­lerdir. Zimmînin mürted aleyhindeki şahitliği, tıpkı müslümanm aheyhindeki şehitliği gibi kabul edilmez.

3887-  Aynı şekilde ganimetten pay sahibi olan müslü-manların da kadınlar aleyhindeki şahitlikleri kabul edil­mez. Çünkü bunda şahidin yararı vardır. Ancak istihsan yolu ile şahitlikleri kabul edilir.

Çünkü ortaklık geneldir ve şahitliğin kabulüne engel değildir. Benzeri du­rumlar daha önce anlatılmıştı.

3888-  "Biz irtidat etmiştik ama siz burayı fethetmeden önce tekrar İslama dönmüştük" diyecek olsalar, iddiaları

kabul edilmez.

 

60

Çünkü bu durumda yeni bir İslâmdan sözediyorlar ve bu konudaki iddiaları ancak delil ile kabul edilir. Onların bu durumu, harp ehlinin durumuna benzer. Nasıl harp ehli, burayı sizler fethetmeden önce biz İslâmı kabul etmiştik, de­diklerinde iddiaları kabul görmüyorsa ve yeni İslama girmiş say ılıyorlarsa, bun­ların iddiaları da kabul görmez.

Zimmet ehli. ahdi bozduklarında onların durumu da mürtedlerin durumu gi­bidir. Ancak zinımîlerin ahdi bozduklarına dair zımmi kadınların şahitlikleri kabul edilir. Çünkü onlar da zimmîdirler.

Buna delil olarak şu olay zikredilmiştir: Rivayet edilir ki Alkame b. Ulâse Hz. Bekir zamanında irtadat etti. Karısı yakalandığında kadın şöyle demiştir: "Al­kame irtidat etmiş olabilir ama ben hiçbir zaman Allah'ı inkâr etmedim". Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, kadını da küçük çocuğunu da serbest bırakmıştır.

Şüphesiz daha önce kadınların müslüman oldukları bilmiyorsa, uygulama budur. Ama daha önce müslüman oldukları bilinmiyorsa, onlar da, çocukları da fey'dir.

Çünkü bu kadınlar daru'lharpte yakalanmışlardır. Daru'lharpte bulunan ise daha önce müslüman olduğu bilinmedikçe düşman ülke vatandaşıdır. Ancak müs­lüman kadın simaları varsa, o başka. Çünkü İslâmı tesbit konusunda sima etkin bir unsurdur ve delil olarak kabul edilir. Ancak müslümanların, onların müslüman olduklarına dair kalblerinde bir duygu belirmişse, o kadınları da, onların çocukla­rını da serbest bırakırlar.

3889- O kadınlardan biri kucağında bir çocuk taşıyorsa

 

ve kadının kocası öldürülmüş olup kadının gerçekten evli olup olmadığı ve o çocuğun da gerçekten ona ait olup ol­madığı bilinmiyorsa, kadın da: Bu benim çocuğumdur, di­yorsa, çocuğun müslümanlığı konusunda kadının iddiası kabul edilir ve o çocuk fey' olmaz.

Çünkü bu dinî bir husustur ve böylesi durumlarda haber-i vahid kabul edi­lir. Haberi verenin erkek ya da kadın olması farketmez.

3890- Ancak delil bulunmadıkça birbirlerine mirasçı olamazlar. Bu konuda dayanak, Hz. Ömer'in, kucaktaki bir çocuk hakkında hakim Şureyh'a yazdığı yazıdır. Hz. Ömer bu yazısında, delil bulunmadıkça kucaktaki çocuğun

61

mirasçı olmayacağını, fakat bir müslümanın elinde bu­lunduğundan dolayı müslümanliğına hükmedileceğim be­lirtmiştir.

"

3891-   Çocuğu   kucağında   taşıyan   kadın:   Bu   çocuk,

müslüman bir kadının çocuğudur, onu bana emanet et­mişti, derse, durum yine aynıdır. Ama eğer: Bu ülkeden olan bir kadının oğludur. Annesi hür bir müslüman idi ve onu bana emanet ettikten sonra öldü, derse bu iddiası ka­bul edilmez. Çünkü o kadının müslüman olup olmadığı bilinmemektedir. Bu nedenle

kadının bu haberi, çocuğunun müslüman ve hür olmasını gerektirmez. Bilakis,

duru'lharpte bulunduğundan dolayı fey' olur.

îmam Muhammed, bu kural üzere b'aşka meseleler de zikreder.

3892-   İslâm  yurdunda bulunan biri  zimmî olduğunu ileri sürerse, sözü kabu elidılr ve ona dokunulmaz. Ama daru'lharpte yakalanır ve bu iddiada bulunursa, delil ge­tirmedikçe sözü kabul edilmez.

Çünkü İslâm yurdu, emniyet yurdudur. Orada bulunan, zahir itibariyle en-miyet içerisindedir. Zahire göre şahitliği kabul görür. Harp yurdu ise, esir ve köle alınacak yurttur, orada bulunan fey1 olur. Ancak delil getirirse o zaman enmiyet içerisinde olur.

3893-  Bir ülke halkı ahdi bozup savaşır ve sonra da müslümanlar onlara galip geldiklerinde onlardan biri: Biz, ahdi bozanlarla birlikte ahdi bozmadık, derse bakılır; eğer ahid bozulmazdan önce ahde bağlılıkları biliniyorsa, söz­leri geçerlidir.

Çünkü subûtu kesin olarak bilinen birşey, aksi sabit oluncaya kadar olduğu durum üzere devam eder.

 

3894- Müslümanlardan ya da zimmîlerden bir topluluk, ahdi bozmadıklarını söyleyenlerin müslümanlara karşı sa­vaştıklarına dair şahitlik edecek olurlarsa, ahdi bozdukları delil ile ispatlanmış olur. Şayet bu kimseler: Biz savaş-

62

mak istemiyorduk ama bizi zorladılar, iddiasında bulu­nacak olurlarsa, iddiaları kabul edilmez.

Çünkü delil ile ortaya konulan bir durumu değiştirmek için bilinmeyen bir durumu iddia ediyorlar. Bu durumda müslüm ani ardan bir delil getirmedikçe id­diaları geçerli olmaz.

3895-  Bizimle birlikte savaşmayacak olursanız sizi öl­dürürüz, dediklerini iddia etseler ve müslümanlardan böy­le bir durumla karşılaştıklarına dair şahit getirseler, ser­best bırakılırlar ve onlara herhangi bir ceza verilmez.

Çünkü delil ile sabit olan, görme ile sabit olan gibidir. O zaman, onlarla birlikte savaşa katılmış olmalarının, rızalarının dışında olduğu kesinlik kazanır. Her ne kadar bu şekilde hareket etmiş olmaları helal değilse de, böyle davranmış olmaktan dolayı cezalandırılmazlar.

3896-   "Harp yurdunda değil, kendi yurtlarında bunu yapmaya hakları vardı, düşmanın isteklerini kabul etme­yip müslümanların yanına gelebilirlerdi" şeklinde şahitler şahitlik yaparsa, bu şahitlik karşısında ikrah  (zorlama) olduğu sabit olmaz.

Çünkü kendilerine ikrahın yapılmadığına dair bir şahitliktir bu.

3897-  Bu iddiayı ileri sürenler önceden zimmî olduk­ları bilinmiyorsa, bu kimseler fey' olurlar. Ancak zimmî olduklarına dair delil getirecek olurlars, o başka.

Çünkü daru'lharpte ele geçirilmişlerdir.

3898- Şayet müslümanlar onları düşman saflarında kı­lıçlarını kınlarından çıkarmış fakat kimseyle savaşmadık­larını görmüş ve onlar da: Bizi zorladılar, yoksa bizim sa­vaş meydanına gelme düşüncemiz yoktu, derlerse, sözleri kabul edilir-

Çünkü müslümanların onlardan gördükleri, ahdi bozacak bir durum değil­dir. Çünkü böyle bir durum müslümandan sadır olsa, imanı bozmuş olmaz. Ant-laşmalı birinden sadır olduğunda da aynı şekilde ahdi bozmuş olmaz.

63

3899-  Ama biri: Onlarla birlikte ben de ahdi bozdum, ancak daha sonra vazgeçtim, derse, delil getirmedikçe sö­zü kabul edilmez.

Çünkü kendisi hakkında sabit olan zimmet ahdini bozmuş olduğunu ken­disi söylemektedir. Vazgeçtiğine dair iddiası ise, yeni bir olaydır ve durumun böyle olup olmadığı bizce bilinmemektedir. Bu nedenle delil getirmedikçe bu id­diasını kabul edemeyiz.

3900-  Müslümanlar hıristiyanlardan tanımadılar! birini İslâm yurdunda ticaret yaparken görür, sonra da duru'l-harpten bir şehri fethettiklerinde o şahsı da orada görür ve o şahıs: Ben zimmî biriyim, harp ehli esir ettiler yahut: Ben    aralarında    ticaret yapıyordum derse,   sözü    kabul edilir.

Çünkü onu daru'lİslâm vatandaşı olarak görmüşlerdir. Görmüyor musun, onu daru'lİslâmda gördüklerinde ona bir zarar vermeye kalkışmış olsaydılar ve o da: Ben zimmîyim, demiş olsaydı, dediği kabul edilirdi. Aynı şekilde ondan sonra onu daru'lharpte gördüklerinde de dediğini kabul et­meleri gerekir.

Buna göre onu daha önce görmemiş olsalar, ancak ken­disi zimmî olduğuna dair imüslümanlardan ki şahit ge­tirecek olsa, yine zimmî olarak kabul edilir. Çünkü delil ile sabit olan, görme ile sabit olan gibidir.

3901- Aynı şekilde kişi müslüman olduğunu iddia etse, bütün bu durumlarda eğer kendisinde müslüman siması varsa, sözünün geçerliliği konusunda herhangi bir prop-lem yoktur. Ama üzerinde küfür siması varsa ve bu kı­yafete girmek için onlar beni zorladılar, derse yine onun sözü geçerlidir.

Çünkü daru'lİslâmda olmakla aslen müslüman veya zimmî olduğu bilin­mişti. Artık bu durum sırf giyimden dolayı onun hakkında zail olmaz. Ayrıca söy­lediğinin doğru olma ihtimali büyüktür ve zahir buna şahitlik etmektedir. Çünkü hayat tarzı kendisininkinden farklı bir toplulukta yaşayan kişi, kendisine zarar

64

vermemeleri için takiyye olarak onların kıyafetine bürünebilir. İşte bu nedenle söylediği kabul edilir.

3902- Harp ehli barışır ve zimmî oiacak olurlarsa, bu hem kendileri için ve hem de kadınları için geçerlidir.

Çünkü kadınlar erkeklere tabidir. Ayrıca onlar, kendi evlerinde oturabilmek için zimmîliği kabul ediyorlar. Oturabilmeleri de kadın ve çocuklarıyla mümkün olur.

Şayet müslümanlara: Biz sadece kendimiz için ahid is­tiyoruz, kadınlarımız için istemiyoruz, derlerse, o zaman kadınları fey1 durumunda olur. Ancak kadınlardan ahit is­teyenler bundan hariçtir.

Çünkü delil, hilafına açık bir ifade bulunmadığı durumlarda geçerlidir. Açık bir şekilde kadınlarımız bu ahdin dışındadır, dediklerine göre, kadınları ahdin kapsamına girmez. Çocuklara gelince, ahid almış olan babalanna tabidirler ve onlara herhangi bir zarar verilmez.

 

3903- Harp ehlinden biri eman alarak İslâm yurduna girer, sonra müşrik bir ülke onun ülkesine galip gelir ve orası harp yurdu haline gelirse, daha sonra müslümanlar tekrar orayı ele geçirir ve eman alan o kişiyi orada bula­cak olurlarsa, bakılır; eğer o kişi orayı fetlheden müşrik­lerin vatandaşı ise, müslümanlar için fey' olur. Çünkü darulharbe gidip oranın yönetimi de onun gelmesini kabul edince

kendisi ile müslümanlar arasındaki eman son bulmuştur.

Görmüyor musun, kendi ülkesine geri dönmüş olsaydı, kendisine verilmiş

bulunan eman son bulacaktı. Kendi ülkesi burayı fethettiğine   göre artık burası

onun ülkesi olmuştur.

3904- Ama orayı ele geçirenler ülkemizin vatandaşları değillerse, mesela kendisi Bizanslı ve orayı ele geçirenler Türkler ise6 şayet onu esir alıp oradan çıkmasına engel ol-muşlarsa, müslümanların zimmetinde olur ve müslüman­lar orayı fethettiklerinde onu serbest bırakırlar.

 

 

6- Kitapta geçen bu sözler, Türklerin müslüman olmadan önceki durumlarına işaret et­mektedir. (Editör)

65

Çünkü kendisi için emin olacak yere ulaşamamıştır. Oysa kendisine verilen eman, kendisi için emin olan bir yere uluşmasıyla son bulur. Ayrıca kendisi onla­rın elinde bir esirdir ve sanki onu İslâm yurdundan esir alıp alıkoymuşlardır.

3905-  Orayı efe geçirenler, oradan çıkmasını ve İslâm yurduna gitmesini engellemeyip kendisi isteyerek arala­rında kalmışsa, ahdi bozmuş olur.

Çünkü kendisi daru'lharpte kalmaya rıza göstermiştir. Daru'lharpte kal­maya rıza gösteren ise, daru'Iharp vatandaşı olur ve müslümanların emamnda ol­maz. Görmüyor musun, onlardan evlenecek ve ev satınalacak olsa, sonra da müs­lümanlar orayı fethedecek olsalar, orada bulunan diğerleri gibi kendisi de fey1 olur.

3906-  Aynı şekilde bizden eman alarak bize gelen bir Bizanslı, ister eman alarak, ister almayarak kendi isteği­yle Türklere gidecek olsa, kendisi ile müslümanlar arasın­daki emanı bozmuş olur.

Çünkü kendi isteğiyle oraya gitmiştir.

 

3907-  Bizanslı biri İslâm yurdunda ticaret yapmak üze­re eman isteyip yurdumuza giriş yapsa ve sonra da Türk beldelerine gidip oradan islam ülkesine mal getirip ticaret yapmak üzere eman istese, müslümanlar da kendisine bu­na dair eman verseler, Türk beldelerine gitmedikçe eman içerisinde olur. Türk beldelerine gidince artık müslünıan-lardan eman içinde olmaz.   Ancak tekrar İslâm yurduna giriş yaptığında yine eman içerisinde olur.

Çünkü müslümanlar on Türk beldelerinde değil, islam yurdunda eman vermişlerdir. Müslümanlar " İslâm yurduna geldikten sonra oradan çıkıp tekrar ül­kene dönünceye kadar sana eman verilmiştir" demişlerse o zaman Türk ülkelerinde bulunduğu zamanlarda da kendisine eman verdiklerini açıkça söylemiş olurlar.

3908-  Kendisi Türk ülkelerindeyken, müslümanlar o-nun emanma son vermek isteseler, son veremezler. Ancak

66

geri   dönüp  kendi  ülkesine  ulaştıktan  sonra  emanı  son bulur.

Çünkü eman içerisinde bulunduğu bir ülkede emamnı bozmaya kalkmış­lardır. Nasıl İslâm yurdunda bulunduğu bir sırada kendisine verdikleri emanı geri akmıyorlarsa, orada bulunduğu sırada da geri alamazlar. Eman alan kişi ancak kendisi için emin olan yere, yani İslâm yurduna giriş yaptığı yere tekrar döndü­ğünde emanı son bulur.

Allah en iyi bilir.

 

.

 

 

1

 

 

 

 

 

67

-181-

ESİR DÜŞEN KÖLE İLE İLGİLİ HUSUSLAR

3909-  İmam Muhammed dedi ki: Köle esir düşer ve ga­nimet olur, efendisi de Ölür ve mirasçıları gelip köleyi ga­nimet  taksiminden  önce  bulurlarsa,  bir  şey  ödemeden alırlar,  ganimet  taksiminden  sonra  bulurlarsa, bedelini ödeyerek alırlar.

Çünkü mirasçılar, mirasçı oldukları kimse makamındadırlar. Bu alış, fid­yesini Ödeyerek tekrar mülkiyete almaktır. Tıpkı cinayet işleyen birinin fidyesini vererek kurtarmak gibidir. Bu hususta mirasçılar, mirasçı oldukları kimse makam nidadırlar.

3910-  Bu husus, şuf'adaki durumun aksinedir. Çünkü şuf'a hakkına sahip olan kişi Öldüğü takdirde mirasçıları böyle   bir    hakka   sahip    olmazlar.   Bu    hususta    onun makamında kabul edilmezler.

Çünkü şufa hakkı, komşuluk sebebiyledir. Miras bırakan kişinin ölme­siyle de komşuluk son bulmuştur. Mirasçıların komşuluğu ise, sonradan mey­dana gelme bir komşuluktur. Bu nedenle onların şufa hakları yoktur. Oysa köle ile ilgili meselede geri alma, eski mülkiyet itibariyledir, Misarçı olunan kişinin ölümüyle bu durumda bir değişiklik olmaz. Mirasçılar, o mülkiyet hususunda mi­ras bırakanın haklarını devam ettirirler. O mülkiyet nedeniyle mevcut olan bütün haklar, olduğu gibi nirasçılara geçmiş olur.

.

 

3911- Ganimetler taksim edildikten sonra mirasçıların bir kısmı değerini ödeyip alalım derken, bir kısmı da buna itiraz edecek olursa, kendi aralarında bir karar vererek o köleyi ya tüm olarak geri alır veya almaktan vezgeçerler.

Çünkü geri almakla onu ölünün eski mülkiyetine iade etmiş olurlar. Ölünün bir borcu çıkacak olursa, ödenmesi için icabında bu köleyi satıp onu ödeyecek­lerdir. Ölen kişinin kendisi de hayatta olup kölenin bir kısmını satmalmak is­teseydi yine bu mümkün olmayacaktı. O halde mirasçılar için de aynı durum sözkonusudur.

 

 

 

68

3912-  Mirasçıların bir kısmı, fidyesini vermekten im­tina eder ve bir kısmı da fidyesini biz vereceğiz diyecek olursa, bunu yapabilirler. Ancak yaptıkları ödeme, günül-lü bir ödemedir ve diğerlerinden bir karşılık alamazlar.

Çünkü köle, ölünün eski mülkiyetine dönmüş olur ve mirasçıların mirası arasına girer. Değerini Ödemiş olanlar, diğerlerinin payına düşeni gönüllü olarak ödemişlerdir.

3913-  Kendisine üçtebir vasiyet yapılmış olan kimse de diğer mirasçılar gibidir.

Çünkü vasiyetten dolayı mirasçılarla malda ortaktır. Fidye verme ko­nusunda da mirasçılardan biri gibidir.

3914-  Vasî ya da mirasçı yahut kendisine vasiyet ya­pılmışlardan biri hazır olur ve diğerleri orada bulunmadığı halde yalnız başına fidye vermek isterse, fidyeyi verir ve köleyi geri alır.

Çünkü orada bulunan bu kişi, ölü namına bir taraftır ve köleyi almakla onu ölünün eski mülkiyetine İade etmiş olur. Cinayetin fidyesini verme meselesinde olduğu gibi bu hususta Ölünün tarafını temsil etmektedir.

3915-  Kendisine üçtebir vasiyet yapılan kişi hazır bu­lunsa ve ganimetten payına o kölenin düştüğü kişi de kö­lenin ölen kişinin kölesi olmadığını söylese,    kendisine vasiyet yapılmış olan kişi de onun kölesi olduğuna dair delil   getirecek   olsa,  delili   kabul   edilir   ve  mahkemede köleyi alan kişiye karşı taraf olur.

Çünkü bu kimse de kalan miras hususunda mirasçılara ortaktır. O da onlar gibi mahkemede taraf olabilir.

 

3916- Kıymetinin tamamını fidye vererek köleyi aldığı takdirde, hakim ona kölenin mülkiyetinin sadece üçtebiri-ni verir ve diğer üçte ikisini diğer mirasçılar gelip alın­caya kadar onlar için tutar. Onlar da geldiğinde üçte bir payı alan kişiye böyle bir vasiyetin yapılmadığını söyle­seler, hakim onların inkar etmesine iltifa tetmez.

69

Çünkü muhakeme sonucu üçtebirin kendisine ait olduğu sabit olmuştur ve mirasçılar namına mahkeme taraf olmuştur. Tekrar vasiyetin kendisine yapılmış olduğunu mirasçılara karşı isbatlamasına gerek yoktur.

3917-  Gelen kişi, ölünün alacaklılarından biri ise, kö­lesinin payına düştüğü kimseye karşı taraf olamaz ve bu kimseye karşı herhangi bir iddiada bulunamaz.

Çünkü ölünün kendisine borçlu olduğunu isbat etmesi gerikİr.

3918-  Kölenin payına düştüğü kimse, Ölü namına bir taraf değildir. Kendisine vasiyet yapılmış olan kişi ise, tıpkı mirasçı gibi kendi adına köleden alacağı vardır ve bu nedenle de taraftır. Köle kendi payına düşmüş olan kişi ölüden alacaklı olduğunu iddia eden kimsenin gerçekten alacaklı olduğunu ikrar etse de, hakim, değeri karşılığında köleyi kendisine geri vermesini ona emretmez.

Çünkü onun ikrar etmesiyle ölünün zimmetinde borç sabit olmaz.

3919- Lakin mirasçılardan biri veya vasî hazır bulunur ve fidye vermekten kaçınırsa, alacaklı olan kimse de fidye vermeye talip olursa, hakim mirasçı veya vasîy olan kişiyi alacaklı karşısında taraf kabul eder ki, alacaklı olan kimse alacaklı olduğunu ispat edebilsin.

Borcu delil ile ispat konusunda kendisi ölünün yerini doldurmaktadır. Daha sonra alacaklı dlan kimse, köle satılıp alacağını tahsil edebilmesi için kölenin fid­yesini verebilir.

 

 

3920- Vasî hazır bulunduğunda alacaklının alacağı bu­lunduğunu itiraf edecek olursa, alacaklı bundan yararlan­maz. Kendisine:  Alacağın bulunduğuna dair delil getir,

denilir ve vasi de taraf olarak kabul edilir.

Çünkü onun, ölünün yerine kaim oluşu sadece değerlendirme konula­rındadır. Ölünün borcu olduğunu itiraf etmek, değerlendirme (nazar) konuların­dan değildir. Bu hususta o, yabancı biri gibidir. Borcu itiraf etmesi geçersiz olun­ca o, bu hususta yok gibidir.

70

3921-  Borcu itiraf eden mirasçılardan biri ise, alacaklı, kölenin değerini fidye olarak verebilir.

Çünkü mirasçı, kendi payına düşen miras konusunda alacaklının alacağı bulunduğunu itiraf etmekle borç kesinleşmiş olur.

3922-  Daha sonra alacaklı köleyi alacak olursa, hakim, mirasçıların payını ayırır ki gelip itiraf etsinler veya red­detsinler. İtiraf eden mirasçının payını alacaklı için satar.

Çünkü itiraf etmesi, kendisine düşen pay hususunda bir delildir. Kendi iti­rafı ile sabit olan, delil ile sabit olan gibidir.

3923-  Kendisine üçtebîr vasiyyet edilen kişi gelir ve borçlu   itiraf   edecek   olursa   ve   köle   de   kendi   payına düşerse, değeri karşılığında onu fidye olarak verebilir.

Çünkü itiraf ile sabit olan, itiraf eden açısından delil ile sabit olan gibidir.

3924-  Mirasçılar gelip o kişiye vasiyet yapıldığını red­dedecek olsalar, iddiaları kabul edilir ve onlara şöyle de­nilir: Kendisine vasiyet yapılmış olana fidyenin üçtebirini verin ve köleyi alın.

Çünkü kendi üçtebir payı komısunda'hak sahibidir. Mirasçılara düşen üçte iki konusunda ise gönüllü olarak kendisi fidye ödemiştir ve bu üçte iki konusunda bir alacağı yoktur.

 

3925-  Aynı şekilde kölenin kendisine vasiyet edildiğini idda etse ve mesele de yukarıda anlattığımız şekilde ise, mirasçılar fidyenin tamamını ona verecek olsalar, köleyi alabilirler.

Çünkü burada bütünü için fidye verirken kendi mülünü kurtarmaktadır. malının üçte birinden çıkarıldığı taktirde, kölenin tümünün kendisine ait olduğunu iddia etmektedir. Onun için verdiği fidyede gönüllü olarak ödediği bir şey yoktur.

3926-  Mirasçı ya da kendisine vasiyet yapılan kişi tak­simattan  önce hazır  bulunsa, delil getirmeksizin köleyi alamaz.

Çünkü hak, bütün müslümanlarındır. Onlara karşı hakkını İspat etmek ancak delil ile olur.

71

3927-Delü ile ispat edecek olursa, karşılık ödemeden kaleyi alır ve köle miras bırakan kişinin eski mülkiyetine dönerek miras bıraktığı mallar arasına girer. Köle, ken­disinden esir alındığı kişinin hastalığında bir adamın eline düşse ve onu kendisine teslim etse, caiz olur. Payına dü­şen kişi ister Ölünün mirasçısı olsun, yabancı olsun, hak­kında kayırma olsun veya olmasın, farketmez. Düşmandan satın alan kişiye teslim edecek olursa, kayırma meydana

gelmemiş olur.

Çünkü ona teslim etmekle onu birşeye malik kılmıyor. Sadece mal olmayan bir hakkı iptal ediyor. Herhangi bir şekilde mal olarak bir karşılık alması da caiz değildir. Bu, şuf a hakkını kabul etmek gibi birşeydir. Herhangi bir sebeple hasta kişinin şufa hakkını teslim etmesi mutlak olarak caizdir. Bu da ona benze­mektedir.

İleride köleyi satmak üzere pazarlık yaparsa, durum

yine aynıdır.

Çünkü bu, köleyi teslim edeceğinin delilidir ve tıpkı şufa meselesinde

olduğu gibi teslimi açıkça ifade etmesi gibidir.

Kıymetini vererek almak, cinayet için fidye vermek gibidir, dediniz.buna göre hastanın böyle yapması, mirasçısı hakkında doğru olmaması, dolayısıyla kendisi itibariyle kayırma olmaması gerekir, diye itiraz edilirse, deriz ki:

Bu tasarrufu ile mirasçıya mal temlik ederse, söylediğiniz doğru olur. Hal­buki burada mirasçıya hiçbir şey temlik etmemektedir. Mirasçı, satın almakla veya payına düştüğü için köleye malik olmuştur. Onun için mirasçının hakkında

onu teslim etmek doğru olur.

Birini kefaletten ibra etmeğe ve kölenin kanını bağışlamaya benzer. Hasta olan kişinin mirasçısı ile bunu yapması doğru olduğu gibi, yabancı ile yapması da doğrudur. Bunu şöyle açıklayalım:

Payına kölenin düştüğü kişi, azat etme ve müdebber yapmakla alma hakkı­nı düşürebilir ve bundan dolayı hiçbir tazminat ödemez.

Bu da gösteriyor ki bu hak zayıftır. Zaten payına düştüğü kişinin tasarrufu sonucu hakkın düşmesi ile hasta kişinin hakkı düşürmesi arasında hiçbir fark yoktur.

 

 

72

3928-  Kendisinden esir alınan kişi ölür ve mirasçısı da yoksa, bıraktığı miras müslünıan topluma kalır ve devlet başkanı müslünıan toplumun naibidir. Şayet taksimat ya­pılmazdan önce durum bilinirse, karşılık vermeksizin kö­leyi beytu'lmala alır. Şayet taksimattan sonra durumu o_r-_ taya çıkarsa, dilerse karşılığını vererek onu beytu'lmala teslim eder, dilerse onu terkeder. Esiri, onu düşmandan satmalan birinin elinde bulur ve o esirin değeri bin olduğu halde onu beşyüze almışsa, evla olan onu değeri üzerin­den almasıdır. Çünkü onda müslümanların payı vardır. Ama payına düştüğü birinin elinde bulursa, onu değeri üzerinden alması gerekir ve bunda müslümanların açık bir menfaatleri mevcut değildir.

Çünkü müslümanların hakkı onun değerindedir, esirin kendisinde değildir. Bu nedenle onu almakta bağımsız değildir. Ancak bunda müslümanların bir ya­rarlarının bulunduğu görüşüne varırsa, o başka.

3929-   Kendisinden  esir alınan  kişi köleyi, onu  düş­mandan satın alan birinin elinde bulur ve bir müddet ge­çinceye kadar ondan onu istemeyip sonra istemeye kalkar­sa, karşılığını vermek suretiyle onu geri alabilir. Şuf'ada ise durum böyle değildir. Şuf'a hakkına sahip olan kişi malın satıldığını duyduktan hemen sonra mala talip ol­mazsa, şuf'a hakkını kaybeder.

Çünkü şufa hakkına sahip olan kimsenin susması, müşterinin zarara uğramasına engel olmak için bunu kabul ettiği şeklinde kabul edilir. Çünkü şefî (şufa hakkına sahip olan), şufa hakkına sarılmakla müşterinin tasarrufunu bozma imkânına sahiptir. Susması, bunu kabullenmesi anlamına alınmadığı tak­dirde müşterinin mülkiyeti işlevsiz olur ve satın aldığı şeyde tasarruf imkânı or­tadan kalkar. Bu sebeple susması, bunu kabullenmesi anlamına alınmıştır. Burada ise bu anlam sözkonusu değildir. Kendisinden esir alınan kişi, köleyi kimin elin­de bulursa onu geri alır ve bu davranışı, yapılmış olan tasarrufları engellemez.

Görmüyor musun, onu karşılıksız olarak geri almak için taksimatı boz­muyor. O halde, susmasını kabullenme anlamına almaya gerek yoktur.

 

73

3930- Esir alman köle eğer babası veya vasîsi bulunan küçük bir çocuğa ait ise ve biri, değeri bin olduğu halde onu beşyüze satın almışsa, baba veya vasî de çocuğun hakkını beşyüze teslim ediyorsa, caizdir.

Ebû Hanife ve Ebû yasuf a göre bu caizdir. Ancak İmam Muhammed ve Züfer'e göre, şuf aya kıyasla caiz değildir. Bu teslim ile her iki durumda da köle, çocuğun mülkiyetinin dışına çıkmaz. Müşteri, düşman biri olup kölenin değeri beşyüz olduğu halde onu bine almışsa ve baba yahut vasî bin vererek onu geri al­maya kalkışacak olursa, bunu yapamazlar. Çünkü bunda çocuğun büyük zararı

sözkonusudur.

Orada köleyi  kendine satın  almış  olur.  Ama burada

kendine satın almış olmaz.

Burada müşterinin rızası olmaksızın-köleyi kendisine alma hakkına sahip değildir. Köleyi satınlamakla onu eski mülkiyete iade etmiş olur ki kendisinin böyle bir mülkiyeti sözkonusu değildir. Mülkiyet, çocuğa aittir.

3931- Müşrikler müslümanlann topraklarından birini ele geçirir, orası şirk yurdu olur, sonra da müslümanlar o toprağı geri alacak olurlarsa, o toprakların sahiplerinden kimseler taksimattan önce gelecek olurlarsa, karşılıksız olarak topraklarını geri alırlar. Ama taksimat yapıldıktan sonra gelecek olurlarsa, dilerlerse karşılığını vererek top­raklarını geri alırlar. Çünkü taprak da, diğer mallar gibi müslümamn malıdır.

Toprağın payına düştüğü kişi, o toprak üzerinde bina inşa ettikten sonra eski sahibi çıkar gelirse, o toprağı geri alma hakkına sahip değildir.

Çünkü üzerinde bina yapmakla o toprak, toprak olmaktan çıkmıştır ve eski sahibinin toprağı geri almak için o binayı yıkma yetkisi yoktur. Bina yapan kişi­nin diğer tasarrufları gibi bu tasarruf da geçerlidir. Ama toprakla birlikte binayı satınalırsa, o başka. Bu, hibe edilmiş toprağa benzer. Kendisine bir toprak hibe edilen kişi, o toprak üzerinde bir bina yaptıktan sonra hibe eden kişi toprağı geri almak isterse, alamaz. Çünkü bina yapmak, bir nevi tüketimdir, Bu da onun gibidir.

 

74

3932-  Fasit bir aliş-verişle bir toprağı satın alıp üze­rinde bina yapan kişi hakkında da Ebû Hanife aynı görüş­tedir. Bina inşa edildikten sonra satıcı o toprağı geri ala­maz. Malumdur ki burada satıcının hakkı, eski sahibin hakkından  daha kuvvetlidir. Bina yapılmasından dolayı satıcının toprağı geri alması ve bina yapılmadan önceki duruma geri getirilmesi için hakim karar veremiyorsa, bu­rada eski sahibi fidyesini vererek alabilir.

Çünkü engel, binanın yapılmış olmasıdır. Bina ortadan kaltıktan sonra an­cak onu geri alabilir. Çünkü bina ortadan kalktıktan sonra engel ortadan kalkmış olur.   .

Bir tarlayı başkasına hibe eden de bu durumdadır. Kendisine hibe edilen kişi, tarlanın üzerindeki bina or­tadan kaldırıldıktan sonra hibe ettiği tarlayı geri alabilir. Orayı harp ehli ele geçirip üzerinde bina inşa edecek ol­salar durum yine aynıdır.

Çünkü oranın eski sahibi, ancak mülkü olan şeyi geri alabilir. Üzerinde yapılmış olan bina onun mülkü değildir. Binayı alamaz ve payına düşmüş olan kişi binayı yıkacak olursa, değerini vermek suretiyle eski sahibi tarlayı geri ala­bilir. Çünkü artık engel ortadan kalkmıştır.

3933-  Ama müşrikler orayı ele geçirdiklerinde üzerinde bina var idiyse, ilk sahibi, payına düştüğü kimeseye de­ğerini vererek orayı geri alma hakkına sahiptir.

Çünkü binasıyla birlikte orası ona aitti ve satın alarak tekrar mülkiyetine

geçirebilir.

Payına tarlanın düştüğü kişi, içinde müslümanlarin namaz kılacakları bir mescit inşa eder ve müslümanlar da orada namaz kılar ya da orayı miskin ve fakirlere vakfeder yahut mezarlık veya müslümanların uğradıkları bir han ha­line getirir, sonra ilk sahibi çıkar gelirse, bu tarladan alacağı olmaz.

Çünkü tarlada yapılmış olan tararruflar artık onu fertlerin mülkü olmaktan çıkarmıştır. Bu, kölenin payına düştüğü kimsenin o köleyi âzad etmesi olayına bir

 

ölçü kabul edilmiştir. Çünkü ilk sahibi, yapılmış olan tasarrufları bozmadan onu geri alır. Oysa tarla meselesinde yapılmış olan tasarrufları bozmadan tarlanın değerini vererek onu geri alamaz. Kamu yararına yapılan bu tararruflar yapıldıktan sonra, artık orası kimsenin mülkü değildir ki değerini ona ödeyerek

tarlayı geri alabilsin.

Bu yönüyle şufa meselesinden de ayrılmaktadır. Çünkü şuf a hakkı olan kişi müşterinin tasarruflarını bozabilir. Müşterinin tasarrufu bozulduktan sonra ise daha önce olduğu gibi mal sahibine döner ve o da (yani şefi1) onu kendisinden alabilir. Mescidin çevresinde bulunan binalar harap olur ve o mescitte namaz kılanlar başka yere göçecek olursa, imam Muhammed'in görüşüne göre tarla sa­hibinin mükiyetine geçer. Çünkü engel ortadan kalkmıştır. İlk sahibi, değerini Ödeyerek onu geri alabilir.

3934- Aynı şekilde savaşta ele geçen at ise ve atın pa­yına düştüğü kimse onu vakfedecek olsa, sonra da ilk sa­hibi çıkıp gelecek olsa, atı geri alamaz. İmam Muham­med'in görüşü budur. Çünkü ona göre hem gayr-ı men­kulde ve hem de âdet haline gelmiş menkulün vakfedil-• meşinde bir sakınca yoktur.

Ebû Hanife'ye göre ise, vakfedilenin mülkiyeti için bu durum sözkonusu değildir. Vakıf bağlayıcı olmadığı gibi, malı sahibinin mülkiyetinden de çıkarmaz. Onun için ilk sahibinin alma hakkı vardır. Ama özellikle mescitte bu hak yoktur. Çünkü mescit vakıf ise, mülkiyet ilk sahibi­nin elinden çıkar. Çünkü ilk sahibi yapılan tasarrufu bo­zamaz. Onuniçin taksimatı bozamadığı gibi, payına düşen kişinin satışını da iptal edemez. Gerçi değer ile ücret ara­sında fark olduğu için menfaat sözkonusudur.

Ancak başkasından satın aldıktan sonra bir mülkiyetten başkasına geçmesi ihtimali vardır. Böylece geri alma hak­kı baki kalır. Belirttiğimiz tasarruflardan sonra ne bir karşılık verilerek ve ne de karşılıksız mülk edinilme ye­ridir. Mülkiyete mahal olacak konuma girmedikçe onu geri alamaz. Mülk edinme, kölenin payına düştüğü kimse

76

tarafından nıükâtep kılınması mesabesindedir. Sahibinin onu geri almaya hakkı yoktur. Ama mükateb kılınan köle, anlaşma yapılan miktarı ödemeyince, engel ortadan kaktı­ğı için ilk sahibi değerini vererek onu geri alabilir.

Aynı  şekilde payına düştüğü kimse borcuna karşılık oiıu birine rehin bıraknıışsa, rehin alan kişi borcunu öde­yip onu serbest bırakmadıkça ilk sahibi onu geri alamaz. Çünkü rehin alan kişinin hakkı o kölede mevcuttur. Ancak rehin olma ha­disesi ortadan kaltıktan sonra artık engel bulunmadığından ilk sahibi değerini ve­rerek onu geri alabilir.

3935-  Şayet ilk sahibi: borcu ödeyip köleyi de değerini vererek geri alayım derse, rehin bırakan da, rehin alan da bu teklifi kabul etmek zorundadır. Çünkü rehin alan kişi­nin hakkı tam olarak ödenmiştir ve rehin bırakan kişi di­lerse daha sonra borcunu öder.

Çünkü kişi, o borcu ödemek zorunda değildi ve buna ihtiyacı da yoktu. Rehin bırakan kişi borcunu ödeyinceye kadar bekler sonra köleyi geri alırdi.

3936-  Kölenin payına düştüğü kimse belli bir müddet için köleyi birine ücret karşılığında kiraya vermiş ve ücre­tini almışsa, ilk sahibi kiralamayı bozarak köleyi geri ala­bilir.

Çünkü kiralama işi, mazeretlerden dolayı bozulabilir. İlk sahibin köleyi geri alma hakkı, kiralama konusunda bir mazerettir ve onu bozar. Her ne kadar sair tasarruflar bu sebeple bozulmuyorsa da, buradaki tasarruf bozulabilir. Çünkü kusurdan dolayı müşterinin geri verme hakkının bulunması, diğer tasarruflar dışında kiralama konusunda akdin bozulması için bir mazerettir.

3637- Ele geçirilen, bir müslümanin devesi olup bu de­venin payına düştüğü kimse onu kurbanlık diye boynuna bir gerdanlık yahut kurbanlık işareti koyarsa, ya da o de­veyi bayramda kesilecek kurban kılarsa, sonra da ilk sa­hibi çıkıp gelirse, değerini vererek devesini geri alabilir.

77 Çünkü payına düştüğü kimsenin o deve üzerindeki mülkiyeti bu tasarrufla

ortadan kalmış değildir.

Görmüyor musun, o deveyi satacak olsa, bu tasarruflarla birlikte onu sat­ması caizdir. Ama vakfetmesi durumu böyle değildir. Burada onun sözkonusu deve üzerindeki mülkiyeti ortadan kalkmıştır. Kurbanlık koyun ve deveye kıyas ederek vakfedilmiş olan hayvanın da değiştirilebileceğini söyleyenin hatası da böylece anlaşılmış olmaktadır. Kişi değerini vererek devesini geri alacak olursa, payına düştüğü kimse o devenin yerine başkasını kurbanlık yapar.

 

.

3938- Esir düşen köle olup biri değerinden daha pahalı veya daha ucuz onu düşmandan satın alır ve Ölüm döşe-

 

ğinde iken o köleyi başka bir kimseye vasiyet ederse, ilk sahibi, değerini vererek o köleyi kendisine vasiyet edi­lenden satın alabilir.

Çünkü vasiyet, Ölümden sonra vasiyet edilen şeyi teberru etmekdir. Böy­lece hayatta iken hibe ederek teberru etmeye benzer. Kendisine hibe edilen şahsa değerini vererek onu nasıl geri alabiliyorsa, vasiyet edilen kişiden de değeri karşılığında alabilir.

3939- Onu alan kişi, köleyi vasiyet etmemiş (ve köle mirasçılarına kalmışsa) ilk sahibi yine miras bırakan kişi­nin satın aldığı parayı mirasçıya ödeyerek onu geri ala­bilir.

Çünkü   veraset,  yerine   geçme   anlamındadır.   Mirasçı   için   sabit  olan mülkiyet, miras bırakan İçin sabit olan mülkiyetin kendisidir. Bu nedenle miras bırakan kişi onda bir kusur bulacak olursa, kusurdan dolayı    iade edilebilir; Çünkü kendisine miras bırakan kişinin yaptığı tasarruf sonucunda alan kişi al-danrmş sayılır. İste bu yüzden (yani mirasçı ile miras bırakan arasındaki du­rumdan dolayı) miras bırakan kişiye değerini vererek köleyi nasıl geri ala­biliyorsa, mirasçıya da değerini vererek köleyi   geri alabilir. Kendisine vasiyet yapılmış olan ise, yeni bir sebeple o mala malik olmuştur. Bu nedenle vasiyet yo­luyla bir şeye sahip olan, kusurdan dolayı satıcıya malı iade edemeyeceği gibi, kusurdan dolayı malı kendisi de iade edemez.

İmam Muhammed dedi ki: Ölen kişi, kölesini herhangi bir kimseye vasiyet etmemiş ama birine hizmet etmesini

 

78

ya da gelirinin birine verilmesini vasiyet etmişse, ilk sa­hibin o köleyi para ile ya da değerini vererek satınalma hakkı yoktur.

Çünkü kendisine vasiyet yapılan kişinin onda kalıcı bir hakkı vardır. Bu se­beple de mirasçı, o köleyi satma ve kendisine vasiyet edilenin hakkını iptal etme hakkına sahip değildir. Bu nedenle ilk sahibi o köleyi mirasçıdan alamaz, çünkü kendisine vasiyet yapılmış olanın o kölede hakkı vardır.

Kendisine vasiyet yapılmış olan kimseden de satın ala­maz.

Çünkü vasiyet yapılmış olan kişi, o kölenin kendisine sahip değildir. Bedel ile birinden birşey satmalabilmek için o kimsenin satışa konu olan şeyin kendisine sahip olması gerekir. Birinci meselede durum farklı idi. Çünkü kendisine vasiyet yapılmış olan kişi malın kendisine sahip idi ve değeri karşılığında onu satma hakkına da sahipti.

Kendisine kölenin geliri yahut hizmeti vasiyet edilmiş olan   kişi   ölmüşse,  ilk   sahibi,  değerini   vererek   köleyi

mirasçıdan alabilir.

Çünkü kendisine vasiyet yapılmış olan kişinin hakkı, onun ölmesiyle son

bulmuştur. Böylece engel ortadan kalkmıştır.

3940- Esir düşmüş köle şayet iki kişinin ortak mülkü ise ve bu ortaklardan biri hazır bulunacak olursa, kölenin payına  düştüğü  kimseye  kölenin  değerinin  yarısını  ve­rerek kölenin yarısına sahip olabilir. Çünkü   satınalma   hakkı,   eski   mülkiyetten   kaynaklanmaktadır.   Eski

mülkiyette ortaklardan herbiri mülkün yarısına sahip olduğuna göre, yansının

karşılığını vererek onu geri alabilir.

Şayet ortakların ikisi de gelir ve bunlardan biri köleyi satın almak isteyip diğeri istemiyorsa, talip olan kişi köle­nin yarısını satın alabilir. Çünkü ortaklardan herbiri kendi payı hakkında karar verebilir. Diğeri nasıl

bu ortağın payına karışmıyorsa, satın alan kişi de diğerinin payı konusunda etkili

olamaz.

 

79

Kölenin payına düştüğü kimse, mülkiyeti parçalara ayı­rıyorsunuz ve bu yaptığınızla bana zarar veriyorsunuz, di­yemez.

Çünkü ilk malikin uğramış olduğu zararı defetmek, kölenin payına düştüğü kimsenin uğradığı zararı defetmekten evladır. İste bu nedenle ortaklardan di­leyen,diğeri kabul etse de, etmese de, satın alabilir.

Ama kendisinden esir alınmış olan kişi tek başına olsa

ve ölerek ardında iki çocuk bırakmışsa, kölenin payına

düştüğü  kimsenin  rızası  olmaksızın  o  çocuklardan  biri

kölenin yarısını aimaya yetkili değildir.

Çünkü mülkiyetin aslı, miras bırakan kişinindir. Mirasçılar İse onun yerine geçerler. Mülkiyetin asıl sahibi olan kişi şayet hayatta olsaydı, mülkiyetin bir kısmını alıp bir kısmım almamazlık edemezdi. Ya hepsini alırdı veya hepsini payına düştüğü kimseye bırakırdı. Mirasçılar da kendisinin yerine geçtiklerine göre onlar hakkında aynı durum geçerlidir.

Şayet, buna göre mirasçılardan biri, kölenin payına düştüğü kimseye kal­masını söyleyecek olsa, bu ikisi tarafından da bunun kabul edilmesi gerekir, çünkü miras bırakan kişi hayatta iken, yarısını teslim edip diğer yarısı hakkında birşey söylememiş olsaydı, tam teslim anlamına gelmez miydi? denilecek olursa, şöyle deriz:

Arada fark yoktur. Miras bırakmış olan kişi, yansım değerinin yarısıyla satın almak üzere veriyorum, derse, bu ondan teslim sayılmaz. Tıpkı burada iki mirasçıdan birinin teslim etmesi, diğerinin hakkında teslim sayılmayacağı gibi. Ancak yukarıdaki meselede miras bırakan kişi bütünü teslim edebilirdi.Tıpkı şufada olduğu gibi, mutlakolarak yansını teslim etmesi, tümü teslim etmesi gibi sayılır. Burada ise, mirasçılardan biri, diğerinin hakkında teslim etme yetkisine sahip değildir. Bu da, diğer yansını almak şartıyla miras bırakan kişinin yarısını teslim etmesi mesabesinde olur.

3641- Müşrikler yenilgiye uğrayıp o ev müslüman-lardan birinin payına düşse ve binanın bir kısmını yıkacak olsa, sonra o binanın asıl sahibi gelerek evi geri almak is­tese, onu geri alır ve payına düştüğü kimseye teslim aldığı günkü değerini öder. Binanın yıkılmamış olarak geri ka­lan kısmını da alabilir.

80

Çünkü binanın geri kalmış olan kısmı, daha önce kendisinin mülkü idi.

Görmüyor musun, binanın payına düştüğü kimse, binasının bir kısmım yıkmadan önce asıl sahibi gelmiş olsaydı, binanın tamamını alabilecekti. Binanın tamamını alabilen, geri kalan kısmını da alabilir. Payına düşmüş olan kimsenin binanın bir kısmını yıkmış olmasından dolayı binanın değerinden bir şey düşülmez. Payına düştüğü günkü değeri esastır.

Çünkü kişinin verdiği miktar, kendi mülkiyeti İçin fidyedir ve verilen fid­yede asla itibar edilir. Aslından birşeylerin eksilmiş olması, fidyeyi eksiltmez.

3942- Payına düştüğü kişi, bir kısmını tüketmiş olsa, yine birşey bozulmamış olur ve ilk mâlik durumunda olan kişi fidyeyi tam olarak verir. Oysa şuf'a da durum böyle değildir. Müşteri, binayı yıkacak olup sonra şefi çıkıp gelse, yıkılmış olan üzerinde herhangi bir hakkı yoktur, ancak boş arsayı değerine göre alır.

Çünkü şufa sebebiyle alma hakkı, menkûle değil, gayr-ı menkûle has bir durumdur. Yıkılmış olan ise, menkûl durumundadır.

Ayrıca şufa sebebiyle almak, satın almak mesabe­sindedir.

Çünkü şufa hakkı olan kişi başlangıçta parayla alınmış olana malik olur. Bina bir vasıf mesabesindedir. Sonradan bir olayla bina yıkılmış, binaya tekabül eden pay, şufa sahibinin ödediği meblağlardan düşülür. Oysa ilk maliki du­rumunda olan kişi fidye vermekle onu eski mülkiyetine iade etmiş olur. Fidyenin vasfın karşılığı deşil, aslın karşılığı olduğunu daha önce belirtmiştik.

Buna göre evin bulunduğu yer aslında hurma ağaçları­nın bulunduğu bir yer idiyse ve sonra da ilk sahibi çıkıp gelecek olsa, evle birlikte tamamını, o yerin payına düştü­ğü günkü hurma ağaçlı şekliyle olan değeri üzerinden ala­bilir. Payına düştüğü kimse meyvesini yemiş olması, - onları satmış olması ya da ağaçlarını sökmüş olması du­rumu değiştirmez.

Çünkü o tarla ve hurmalıkların değeri olarak verdiği, aslın karşılığı bir fid­yedir. Bu nedenle bir nitelik veya satışın değişmiş olması asıl olanı değiştirmez. Ancak hurma veya meyveler satılmış ve müşterinin elinde mal olarak duruyor-

 

,

81

larsa, müşterinin alırken verdiği parayı kendisine vererek hurma ve meyveleri geri alabilir. Oysa şufa da durum böyle olmayıp gayr-ı menkulde geçerlidir. Şufa hakkına sahip olan kişi, hakkı devam ettiği müddetçe müşterinin tasarrufunu bozma yetkisine sahiptir. Bu nedenle diyoruz ki: Müşteri hurma ağaçlarını sök­meden önce gelecek olursa, alış-verişi bozma hakkına sahiptir. Dilerse, değerini vererek ilk müşteriden tamamını alabilir.

3943- İmam Muhammed dedi ki: Biri satın aldığı bir köleyi teslim almadan köle düşmana esir düşer, sonra da bir müsümanın payına düşerse, daha sonra hem satıcı ve hem de müşteri çıkıp gelecek olurlarsa, dilediği takdirde satıcı değerini vererek onu geri almaya daha çok hak sa­hibidir. Çünkü köle esir düşmezden önce onundu.

Kölenin değerinin tamamını verebilecek durumda de­ğilse, değerini tamaiayıncaya kadar onu tutma (bekletme) hakkına da sahiptir.

Çünkü satılan birşey, müşteri tarafından teslim alınıncaya kadar satıcının mülkiyet garantisi altındadır.

Bu nedenle teslim alınmadan önce helak olduğu takdir­de satıcının mülkiyetinden helak olmuş olur. Müşteri de­ğerini vererek onu aldığı takdirde, değerini verirken bunu teberru olarak vermiyor. Hakkına ancak bu yolla uluşa-bileceği için onu veriyor. Böylece müşteri muhayyerdir, dilerse ilk değeri üzerinden onu alır ve dilerse vazgeçer. Muhayyerlik onun için sabittir. Çünkü değerde bir artış olmuştur ve bu artıştan sorumlu değildir.

Satıcı değerini vererek onu geri almak istemezse, müş­teri dilediği takdirde değerini vererek onu alabilir. Çünkü esir düştüğünde onun mülkiyetine geçmek üzereydi ve onu kendi mülkiyetine tekrar alma hakkına sahiptir.

Ayrıca değerini satıcıya teslim etmesi gerekir. Çünkü satılmaya konu olan köle satıcıya aittir. Şayet satıcı: "Değerini ve­rinceye kadar köleyi ondan alırım ve benim yanımda bekleyecektir" diyecek olsa,

 

82

buna hakkı yoktur. Çünkü henüz başlangıçta onu almaktan imtina edip müşteri onu hepsettiğinden dolayı artık satıcı hakkını kaybetmiştir. Bu tıpkı şuna benzer: Satıcı satmaya konu olan malı müşteriye teslim ediyor ve sonra da onu geri almak isteyip değrini getirinceye kadar onu yanımda hapsedeceğim diyor.

3944- Kendisinin elinde iken kölenin esir düştüğü kişi ölür ve ardında küçük bir çocuk bırakıp onu birinin vesa­yetine teslim etmişse ve sonra da düşmana esir düşen kö­le, müslümanların aldıkları ganimetler arasında geri gelir, vasî de ganimetler taksim edilmezden Önce gelip köleyi bulursa, birşey ödemeksizin o çocuğu geri alır. Ama tak­simat yapıldıktan sonra onu bulmuşsa, dilerse değerini vermek suretiyle onu alabilir. Çünkü mirasçı, mirasçısı olduğu kişinin makamındadır. Miras bırakan kişinin ölme­siyle bu hak ortadan kalkmaz. Ayrıca vasî, çocuğun babası makamındadır. Dilerse onu alır ve değerini de çocuğun malından öder.

Çünkü bu, çocuğun malında bir borçtur ve onun malından ödenir. Nasıl vekil, eski mülk sahibinden gerekli olan meblağın alınmasında vekilin zimmetinde birşey yoksa, vasî durumunda olan kişinin de zimmetinde herhangi bir borç yok­tur. Çünkü burada verilen, cinayet karşılığında verilen fidye mesabesindedir. Orada vekil, sadece başkası adına hareket etmektedir. Burada da vasî, aynı du­rumdadır.

Oysa şuf'ada durum böyle değildir. Vasî veya vekil şuf'a ile bir şeyi aldıkları takdirde taahhüt altına girerler ve değerin ödenmesinden sorumlu olurlar.

Çünkü şufa ile almak, şufa hakkına sahip kişi İçin sıfırdan satmalma yo­luyla mülk edinme biçimidir.

   

3945- Vasî, kölenin payına düştüğü kimseye değeri ga­ranti etmişse, garanti etmiş olmasından dolayı bunu yap­ması kendisinden istenir. Ancak bunu çocuğun malından da karşılayabilir. Çünkü çocuğun velisi durumundadır ve borç hususunda onu yükümlü tutabilir. Oysa vekilin du­rumu böyle değildir. Değeri kendisi garanti etmişse, onu

83

fedakârlık olarak Öder ve kendisini vekil tayin edenden ödediğini alma hakkına sahip değildir.

Çünkü vekil, tayin edildiği işin dışında, kendisini ve­kil tayin edeni bir borç altına sokamaz. Kendi adına ver­diği sözden onu nasıl sorumlu tutabilir ki!

Ancak kendisini vekil tayin eden kişi kendisine bu yet­kiyi vermişse, sorumluluk vekil tayin eden kişiye aittir. Şayet vasî, çocuğun malından kölenin fidyesini verdikten sonra biri çıkar ve Ölmüş kişiden alacaklı olduğunu delil­leriyle isbatlar ve alacağı miktar köleyi kapsarsa, alaca­ğına karşılık köle ona satılır.

Çünkü köle, miras bırakanın eski mülkiyetine geri alınmıştı ve alacaklının hakkı, mirasçının hakkından öncedir.

Daha sonra vasî, fidyeyi gönüllü olarak vermiş  olur ve kendi malından alarak çocuğun zararını karşılar. Çünkü burada o köleyi çocuk için almadığı ortaya çıkmıştır. Kişinin miras olarak bıraktığının tamamım borcun kapsaması, mirasçının mülkiyetine engeldir. Bu nedenle çocuğun malından ödediğini çocuğa tazminat olarak öder.

Ama yukarıda ise, fidyeyi kendisi malından gönüllü olarak vermiştir. Bu sebeple köle, alacaklının alacağının ödenmesi için satılır. Burada da durum böyledir.

İmam Muhammed bunu şuna benzetir: Köle bir cinayet işleyecek olsa ve vasiy de çocuğun yararını düşünerek çocuğun malından o cinayetin fidyesini ve­recek olsa, sonra ölünün borçlu olduğu ortaya çıksa, nasıl o borcu ödemesi ge­rekiyorsa, burada da durum aynıdır.

Fidyeyi gönüllü olarak verme hususunda vasiy yabancı başka herhangi biri gibi değildir. Yabancı  biri, payına düşeni   ödemeyebilir.  Vasiy  ise,  Ödemek  mecburiyetin­dedir. Çünkü vasî, kendisini vasiy yapanın yerine kaimdir.Vasi yapan kişiye

değerini vermeye mecburdu. Öldükten sonra vasisi için de durum bu şekildedir.

■ ■ ■ ..

3946- Vasiy, coçuk yerine fidye vermeyip nihayet iş mahkemeye intikal eder ve hakim kölenin fidyesini ver­mesini vasiy'e emreder yahut hakimin kendisi fidyeyi ve-

84

rir ya da adamlarından birine fidyeyi vermesini söyler ve sonra da borçlu meselesi ortaya çıkarsa, alacaklılar mu­hayyerdirler. Dilerlerse kölenin değerini çocuğa verir ve sonra alacaklarına karşılık köleyi satarlar, dilerlerse, kö­le, payına düştüğü kimseye verilir ve ondan kölenin de­ğeri alınarak çocuğa verilir.

Çünkü burada fidyeyi veren kişinin kendi gönlünden koparak bu fidyeyi ödediği söylenemez. Çocuk için bunu yapması, yani fidyeyi vermesi hakim tarafmdan kendisine emredilmiştir. Hakimin emrini yerine getirmiş olmasından dolayı fidye olarak verdiğini geri alma hakkına sahiptir. Oysa önceki meselede durum böyle değildi.

.

3947 -Hakimin emri olmaksızın vasiy değerini vererek köleyi çocuk için satın almış ve kölenin değerinin yarısını tutacak kadar bir borç ortaya çıkmışsa, köle satılır ve borçlu borcunu ücretinden alır. Ücretten artan olursa, babasından kalan miras olarak çocuğa kalır. Yahut vasiy, kölenin ücreti olarak ödediğini gönüllü olarak kendisi ödemiş olur.

Çünkü bu tasarrufunda çocuğun yararı yoktur. Kölenin bütün değerini ken­disi fidye olarak öder ve ondan sadece yansım çocuğa teslim eder. Bu şekilde çocuk hakkında tasarrufu geçerli olmazsa, fidye olarak verdiğini gönüllü olarak kendisi ödemiş olur.

3948- Köleyi çocuk için satın almasını hakim etretmiş ve mesele yukarıda anlattığımız şekilde ise, hakim, ala­caklılara: isterseniz köleyi alacağınıza karşılık satıncaya kadar bekleyin ve paylarınız miktarmca fidyeyi Ödeyin. Değilse, köleyi payına düştüğü kimseye geri veririm, der. Çünkü bu takdirde vasiy, kendi gönlünden koparak karşılıksız olarak fid­yeyi vermiş kabul edilmez. Fidyeyi hakimin emriyle vermiştir. Yapılan iş, ha­kimin hükmüne bağlıdır ve hakim bu hükümünü verirken çocuğun yararına görür ve bunu uygularsa, o başka. Mesela köle birinin payına düştükten sonra daha da güçlenmiş ve değeri artmışsa, hakim fidyeyi çocuğun malından öder ve böylece çocuğun yararını arttırmış olur.

85

3949- Şayet hakim, ölünün malından kölenin fidyesini verdiğinde borcu, miras bıraktığı malın tamamını kapsı­yorsa ve alacaklılar, kölenin fidyesinin verilmesini iste­miyoruz, alacağımıza karşılık fidyeyi almak istiyoruz, di­yorlarsa, bunu istmeye hakları vardır.

Çünkü miras olarak kalan malda sadece kendilerinin hakkı vardır. Bu se­beple onların isteklerine göre hüküm verilir. İstekleri kendilerinin yararına veya zararına olsun, onların bileceği bîr iştir.

Burada mirasçının, kölenin fidyesini verme hakkı da yoktur.

Çünkü miras bırakanın borcu, miras bıraktığı malın tamamını kapsa­maktadır.

3950-   İmam  Muhammed dedi  ki:   Müşrikler, kölenin payına  düştüğü  kimseden  köleyi  esir  alacak  olsalar  ve sonra da köle bir müslümanın payına düşecek olsa, daha sonra ilk  sahibi çıkıp  gelecek  olsa o köleyi  geri  alma hakkına sahip değildir.

Çünkü ikinci defa esir düştüğünde onun mülkiyetinde değildi. Payına düştüğü kimsenin mülkiyetinde idi. Hak, sadece mülkiyetinde iken esir düştüğü kimseye aittir. Ancak mülkiyetinde İken esir düştüğü kimse, kölenin fidyesini ödemediği takdirde ilk sahibinin mülkiyetine geçer ve taksimattan önce hazır bu­lunduğu takdirde bir karşılık ödemeden, taksimattan sonra değerini ödeyerek onu geri alabilir.

3951-  Mülkiyetinde iken esir düştüğü kimse değerini ödeyerek onu geri alabilir. İlk sahibi de dilerse  değerinin iki katını vererek onu geri alabilir.

Çünkü elindeyken esir düştüğü kimse, değerini vererek mülkiyetini can­landırmıştır. Buna ihtiyacı vardı ve teberru olarak değerini ödemiş değildir. Bu sebeple ilk sahibi, hem İlk değerini ödeyerek ve hem de değerini ödeyen kim­senin ödediğini de ödeyerek onu geri alabilir. Aynı şekilde payına düştüğü kimse müşteri olup onu düşmandan satın almışsa ve sonra da ikinci defa elindeyken esir düşmüşse, sözkonusu ettiğimiz hususların tamamında evvelki duruma benzer bir

86

konumdadır. İlk müşteri onu satın almadan ilk sahibi onu satın alamaz ve satın almak itediği takdirde iki değeri de ödemek zorundadır.

3952- Eski sahibi, kölenin payına düştüğü ya da onu satın alan kimseden satın almak isteyip hakim de buna hükmedecek olsa yahut hükmetmeden köleyi ona teslim edecek olsa ve sonra da: Köleden dolayı tahakkuk eden hakkımın tamamını ödemeden köleyi vermem, derse, bunu istemeye hakkı vardır.

Çünkü fidyeden dolayı köle üzerinde hakkı vardır ve fidyeyi ödeyinceye kadar onun elinde tutulmuş olarak kalır. Bu, mülkiyetten kaçan kölenin du­rumundan daha aşağı değildir. Kaçan köle hapsedilebiliyorsa burada evleviyetle hapsedilir.

3953- İlk sahibi köleyi eline geçirmeden onu başka bi­rine satacak olsa, satışı batıldır. Batıl oluşu ya kendisine düşen miktarı ödemediğinden onu teslim etmekten âciz oluşundan dolayıdır, ya da kendisine düşeni ödemiştir ama fidyesini veren başka birinin elindedir.

Görmüyor musun, şayet helak olacak olsa, ödenmiş olan fidye geri verilir. Bu, satılan birşeyin henüz satan kişinin elinde bulunduğu durum gibidir. Ya da ahş-verişin feshedilmesinden sonra müşterinin elinde bulunması yahut hakimin hükmü bulunmaksızın kusurdan dolayı ahş-verişin feshedilmesi durumuna ben­zemektedir.

Böylece anlıyoruz ki o ahş-verişin feshedilmesinden sonra müşterinin elin­deki satmaya konu olan mal gibidir. Satıcının elinde durmaktadır. Burada da, dindeyken esir düştüğü sahibinin eline geçinceye kadar fidyesi üzerinden garanti edilmiş emanet olarak onun elinde durmaktadır. Bu sebeple köleyi, onun elinde bulundurana satmak caizdir, ama başkasına satmak caiz değildir.

Ayni şekilde burada kendisinin elindeyken esir düştüğü kimse, şayet kölede sonradan ortaya çıkmış bir kusurla karşılaşırsa, mahkeme kararıyla veya başka bir yolla teslim almadan önce onu geri iade etme hakkına sahiptir. Hakimin kararı ile onu teslim aldıktan sonra ortaya çıkmış yeni bir kusur bulan satıcının durumu gibidir.

87

3954-   Kölenin  kendisinden  esir  alındığı  kimse  daha önce hiç görmediği halde fidyesini vererek onu satın ala­cak olsa, fakat sonra onu gördüğünde buna razı olmazsa, onu geri verme hakkı yoktur.

Çünkü almakla onu eski mülkiyetine geçirmiştir. Görma hususunda mu­hayyerlik, yeni alış-verişler için geçerlidir. Ama bu meselede daha önce mülki­yetinde bulunduğu sıradaki gibiyse, yani durumunda herhangi bir değişiklik ol­mamışsa onu geri veremez. Ancak daha sonra  bir eksikliği sözkonusu olmaşsa

bu takdirde geri verebilir.

Zira fidyesini vermekle eski mülkiyetine geçmesine rıza göstermiştir. Ama sonradan onda bir değişiklik olmuşsa bundan dolayı geri verme hakkına sahiptir.

3955-  Esir düşmüş köle bin dirhem değerinde ise ve biri onu yüz dirheme almışsa ve elindeyken esir düştüğü kimse ölür de arkasında küçük bir çocuk bırakmış ve beş-yüz dirhem borçlu olarak ölmüşse, sonra da alacaklılarla vasiy gelir ve alacaklılar fidyesini vermekten kaçınacak olurlarsa, vasî, çocuğun malından yüz dirheme fidyesini verebilir.

Çünkü bunda çocuğun yararı vardır ve yarar apaçıktır. Çünkü bu durumda köleyi bin dirheme satar, beşyüz dirhemi borç karşılığı olarak öder, arta kalanı da çocuğa kalır. Çocuğun yararının kesin olduğu durumlarda vasiy fidyeyi verirken kendi yanından karşılıksız olarak vermiş sayılmaz. Bu, işlenen suç nedeniyle fidye vermeye kıyas edilir.

Vasîy köleyi satın aldıktan sonra kölenin değeri düşe­rek beş yüze kadar inmişse, borçluların borcu için köle satılır ve vasiden bir şey alınmaz.

Çünkü o gün köleyi almanın çocuğun yararına olacağı açıktı ve çocuğun yararı, için vasiy tasarrufta bulunmuştur Fiyatta sonra meydana gelen azalmadan dolayı bu değişmez.

Görmüyor musun, vasiy köleyi aldıktan sonra köle ölecek olsa, vasiy açısından herhangi bir sorumluluk yoktur. Bu mesele de buna benzemektedir.

3956- Alacaklı yerine çocuğun bir kardeşi varsa ve va­siy   bu durumda bilmeyip çocuğun malından yüz dirhem

88

 

3957-  Vasiy, hakimin kararı ile fidyeyi vermişse, ha­kim, gaip olup sonradan gelen kişiye: İstersen fidyenin yarısını öde ve köle seninle çocuğa yarı yarıya ait olsun, değilse, köleyi düşmandan satın alan müşteriye geri ve­receğiz, der.

Çünkü vasi, hakimin kararıyla fidyeyi verdiğinde kendi mülkünden vermiş olmaz. Böyle bir tasarrufta her ne kadar çocuğun yararı var ise de, ona ait olmaya devam eder. Çünkü büyüdüğünde dilerse yüz dirhemlik fidyeyi karşılayabilir ve fidyenin yarısını kardeşi için Ödemiş olur.

3958-  İmam Muhammed Dedi ki:  Köleyi düşmandan satın alan müşteri onu ikiyüz dirheme satın almış ve ölen kişi dokuzyüz dirhem borçlu ise, vasiy, ikiyüz dirheme o köleyi çocuk için geri alamaz.

Çünkü borç ödendikten sonra kölenin değerinden çocuğa sadece yüz dîr-hem kalmış olur. Burada çocuğun zararı apaçıktır.

3959-  Buna rağmen vasiy, hakimin kararı olmaksızın köleyi satınalacak olursa, fidyeyi kendi mülkünden öde­miş olur. Ayrıca alınan köle, değerinin iki katına satılacak olsa, ölenin borçlarının tamamı ödendikten sonra geri ka-

 

89

lan miktar çocuğa aittir. Vasinin ödediği fidye de kendi mülkünden ödenmiştir.

Çünkü satmalma zamanına itibar edilir. Köle satın alındığı zaman çocuğun yararı sözkonusu değildi. Bu nedenle sonradan kölenin değerinde ortaya çıkacak artışlar asıl hükmü değiştirmez.

3960-  Vasî hakimin kararına dayanarak fidye ödemişse ve hakim bu kararı verdiğinde ölen kişinin borcunun mik­tarını bilmediğinden dolayı bu kararı vermişse vasî, kendi mülkiyetinden fidyeyi vermiş sayılmaz. Ancak bu durum­da hakim alacalıyı muhayyer bırakır, dilerse alacağı ora­nında fidyeden sorumluluk yüklenir ve bu, fidyenin onda dokuzu  demektir. Değilse, köle kimden satın  alınmışsa ona geri verilir. Alacaklı buna razı olduğu takdirde parayı o köleyi satınalmış kimseye teslim eder ve köle satılır. Alacaklı  alacağını  alır, geri kalan  para çocuğa verilir.

3961-  Şayet köle değer açısından veya vücut açısından bir eksilmeye maruz kalır ve ancak borç miktarı ile ya da az bir miktar ile satılırsa çocuk, alacaklının ödediği fidye miktarını ona geri vermez.

Çünkü kölenin fidye verilerek alındığı vakte itibar edilir ve sonradan çıkan artma veya eksilmeler hükmü değiştirmez.

Bu, fidyesi ödendikten sonra kölenin ölmesine benzer. Bu takdirde kimse kimseye herhangi bir ödemede bu­lunmaz.

Bu durum şuna benzer;Ölünün miras bıraktığı bir köle bir adamın kafasını derin bir şekilde yaralar ve bundan dolayı borç altına girer. Cinayet için fidye ver­menin hükmü, her bakımdan esir düşenin fidye ile kurtarılmasının hükmü gibidir. En iyi Allah bilir.

 

 

 

 

91

 

ri

■ -

!     -

■ ■                 

      

 

 

 

 

-182-

 

MÜRTEDDIN KÖLESİNİN ESİR EDİLMESİ

3962- İmanı Muhanımed dedi ki: Düşman, müslüman-lardan birinin kölesini esir alıp darulharbe götürdükten sonra kölenin sahibi de irtidat edip darulharbe iltihak et­se, sonra müslümanlar esir düşen köleyi ele geçirse, ele geçiren adama köle feyr olur.

İmam dedi ki: Mürted kişinin harp yurduna iltihak et­tiğine dair gıyabında hakim karar vermişse, o kişinin öl­müş gibi işlem gördüğünü belirtmiştik. Nasıl köle elinde iken esir düşen kimsenin ölümünden sonra varisleri tak­simattan öncek öleyi ücret ödemeden, taksimattan sonra ise değerini vererek alabiliyorsa, hakimin o mürted kişi­nin harp yurduna iltihakına karar vermesinden sonra da durum aynıdır. Darulharbe iltihak ettiğine hakim karar verdikten önce veya sonra, irtidat etmeden önce veya son­ra, darulharbe iltihak etmeden önce veya sonra müşrik­lerin köleyi esir almış olmaları farketmez.

 

 

 

3963- Hakim, onun harp yurduna iltihakına karar ver­mezden önce mürted kişi müslüman olarak geri dönecek olsa ve daha sonra kölesini müslümanların elde ettikleri ganimetler arasında ele geçecek olsa, bakılır;

Taksimattan önce kölesini bulacak olsa hiçbir karşılık ödemeden onu geri alır. Ama taksimat yapılmışsa değerini ödeyerek onu geri alabilir. Mürted kişi, mürted olarak geri dönüp kölesini düşman esir alıncaya kadar da mürted olarak devam etse ve sonra da kölesi müslümanların elde ettikleri ganimetler arasında bulunsa Ebû Hanife'nin iç­tihadına göre, taksimattan Önce kölesini bulduğu takdirde birşey ödemeksizin onu geri alabilir. Ama taksimattan sonra bulursa geri alma hakkına sahip değildir. Bu du-

 

92

rumda kişi İslama dönecek mi yoksa öldürülecek mi diye beklenir. İslama dönecek olsa değerini vererek onu geri alabilir. Ama İrtidat ettiğinden dolayı öldürülecek olursa, varisleri o kölenin değerini vererek geri alabilirler.

Çünkü Ebu Hanife'ye göre mürteddin tasarrufları mevkuftur. Ancak ona göre bu durumdaki kişinin hibe kabul etmesi caizdir. Taksimattan önce köleyi geri alması hibe anlamına gelir. Çünkü bir karşılık ödemeden onu mülkiyetine geri al­maktadır.

İmam Muhammed'e göre ise, taksimattan sonra kölenin değerini vererek köleyi geri alabilir. Çünkü ona göre karşılığını versin veya vermesin mürteddin tasarrufları geçerlidir. Mürted kişi, kölenin durumundan haberdar olduğu halde onu geri almamış ve iıtidattan dolayı öldürülecek olsa, varisleri onun yerine geçerler ve değerini vererek köleyi geri alabilirler.

3964- Mürted kişi, darulharbe iltihak ettiğine (vatan­daşlıktan çıktığına) hakim karar verdikten sonra mürted olarak İslâm yurduna geri döner ve esir düşen kölesi ga­nimet arasında ele geçinceye kadar da İslama geri dön­mezse, köle hakkında herhangi bir hakka sahip olamaz. Çünkü hakimin hükmü gereğince mürted, Ölü hükmündedir ve İslama dön­medikçe bu durumu devam etmektedir. Köleyi alma hakkı kendisine değil, miras­çılarına aittir.

Mirasçıları ganimet taksiminden önce köleyi bulduk­ları takdirde birşey ödemeksizin geri alabilirler. Ama tak­simattan sonra bulacak olurlarsa değerini vererek geri al­ma hakkına sahiptirler. Değerini, mürted olan kişinin bı­raktığı mirastan almışlarsa ve sonra da o mürted kişi İsla­ma geri dönerse, mirastan mirasçıların elinde artakalanı alabildiği gibi, köle için ödediklerini ödemek suretiyle köleyi de geri alabilir. Çünkü köleyi geri almakla onu o kişinin eski mülkiyetine iade etmişlerdir.

Ancak fidye olarak verdiklerini teberru olarak vermiş sayılmazlar. Çünkü o köleyi kendileri için almak amacıyla fidyesini Ödemişlerdir.

93

3965-   Şayet kişi:  Fidyeyi benim malımdan ödediler, onlara hiçbir şey vermem, derse buna hakkı yoktur.

Çünkü verdikleri fidye harcanmıştır ve mahndan harcamış oldukları miktar üzerinde onun herhangi bir hakkı yoktur. Fidyeyi onun mahndan ya da başka bir maldan ödemiş olmaları arasında bir fark yoktur.

Görmüyor musun, mirasçılardan bîri, o mürteddin bıraktığı maldan miras olarak kendisine kalan mal ile köleyi düşmandan satın alacak olsa ve sonra da o mürted kişi İslama dönmüş olarak geri gelecek olsa, karşılıksız olarak köleyi geri alamaz. Dilerse değerini vererek onu geri alabilir.

3966-  Mirasçılar köleyi payına düştüğü kimseye teslim ettikten sonra o mürted kişi müslüman olarak geri döne­cek olsa ve değerini ödeyerek köleyi geri almak istese, buna hakkı yoktur.

Çünkü mirasçılar köleyi pay sahibine teslim etmekle bu hakkı harcamış sayılırlar. Harcanmış olan şeyde de mürted kişi herhangi bir hak sahibi değildir.

Görmüyor musun, mirasçılar, köleyi payına düştüğü kimseden satmalacak olsalar ve sonra da mürted İslama dönmüş olarak geri gelecek olsa, köleyi on­lardan geri alamaz. Çünkü kendilerinin mülkiyetine geçmesi için onu satın almışlardır.

3967-  Hakim, küfür yurduna iltihak ettiğine karar ver­mezden önce müslümanlar mürted kişiyi ve esir düşen kö­lesini birlikte ele geçirseler, ardından mürted kişi İslama geri dönecek olsa, köle üzerinde onun herhangi bir hakkı kalmaz.

Çünkü ganimet olarak ele geçirildiğinde esir düşmüş harp ehlinden biridir ve müslümanların ele geçirdikleri ganimetlerde hak sahibi değildir. Mirasçıları da o ganimetlerde hak sahibi değildir. Çünkü hakim, onun küfür yurduna iltihak ettiğine dair henüz hüküm vermiş değildir.

Efendinin İslama geri dönmesi, köle üzerinde hak sa­hibi olmasını sağlamaz.

Görmüyor musun, irtidat ederek bir kölesiyle birlikte şirk yurduna iltihak edecek olsa ve kölesiyle birlikte müslümanlara esir düşecek olsa, köle müslü­manlar için fey' olur ve efendisi onun üzerinde herhangi bir hak iddia edemez. O halde bu meselede evleviyetle hak idda edemez.

94

Köleye malik olması darulharpte sözkonusu olmuştur. Halbuki esir kişiye darulharbe iltihak etmeden önce malik değildi. Mürted esir edilinceye kadar müs­lüman olup gelmeden önce varisler onu almak isterlerse esir edilmeden önce yar­gıç darul harbe iltihak ettiğine karar verdiği gibi burada iltihak ettiğine karar verir.

Çünkü esir edilmekle düşman olmaktan çıkmaz ve hakimin hükmünden sonra Ölü hükmündedir. Çünkü bu takdirde kendisi artık harp ehlinden biridir.

3968- Şayet hakim, o nıürted kişinin mirasını almala­rına karar verirse, taksimattan önce birşey ödemeksizin, taksimattan sonra ise değerini ödeyerek köleyi alabilirler. Mürted kişi müslüman olarak geri dönecek olsa, bu me­selede hakim malının miras olarak dağıtılmışına karar ver­miş olsun veya henüz vermemiş olsun, o kişinin veya mi­rasçılarının köle üzerinde bir alacağı olmaz.

Köle ganimet olarak ele geçirildiğinde kendisi darulharp vatandaşı olduğu için kendisinin bir hakkı olmaz. Mirasçılarına gelince; şayet köleyi alacak olsalar, onu o kişinin eski mülkiyetine geçirmiş olurlar ve o taktirde kendisi o kölede daha çok hak sahibi olurdu. Oysa kendisinin burada bir hakkı olmadığını belirttik.

Ama İslama geri dönmemiş olarak çıkıp gelirse, bu tak­dirde mirasçılar ganimette pay sahibi olarak köleyi ala­bilirler. Şayet mürted kişi müslüman olarak geri dönmez­den Önce köleyi almışlarsa ve o mürted kişi müslüman olarak geri dönecek olsa, köle konsunda onlardan daha çok hak sahibidir.

Çünkü köleyi eski mülkiyetine geri almışlardır. Dolayısıyla köle, miras ola­rak bırakmış olduğu şeyler arasına girer.

Ancak ganimet olarak onu almalarından dolayı ne kadar ödemişlerse, onu kendilerine ödemesi gerekir. Çünkü o köleye karşılık verdikleri şeyi teberru olarak vermiş değillerdir.

3969- Köle ganimet olarak ele geçirilmeden önce mür­ted kişi müslüman olarak geri gelecek olsa, taksimat ya­pılmadan önce bir karşılık vermeksizin, taksimat yapıl­dıktan sonra ise karşılığını vererek köleyi geri alabilir.

Çünkü köle ganimet olarak taksim edilirken adam ganimette hak sahibi olanlardandır ve bu nedenle köleyi eski mülkiyetine geri alma imkânına sahiptir.

95

3970- Devlet başkanı, o kişinin durumunu incelemek üzere onu ve kölesini hapse atar ve sonra da mirasçıları gelip köleye talip olsalar, bakılır; devlet başkanı o kişinin küfür yurduna iltihak ettiğine karar vermişse, mirasçıların köleyi alma hakkı vardır.

Çünkü o kişi İslama geri dönmedikçe hakimin hükmü sebebiyle ölü me­sabesindedir.

Şayet köleyi mirasçılar aldıktan sonra satarlarsa ve da­ha sonra mürted kişi İslama döner ya da bu tasarruf ya­pıldıktan sonra müslüman olarak geri gelirse, köleyi müş­teriden alma hakkına sahip değildir.

Çünkü mirasçılar köleyi satmakla onu harcamış sayılırlar. Harcanmış olan malda mürteddİn bir hak İdia edemeyeceğini daha önce belitmİştik.

3971- Mürted, erkek değil de kadın olursa ve mesele yukarıda anlattığımız şekilde ise, ister köle o kadınla bir­likte, ister ondan önce ve ister ondan sonra esir düşmüş olsun, kadının kendi malı üzerinde veya köle üzerinde bir

hakkı olmaz.

Çünkü kadın esir olduğunda fey' durumuna düşmüştür ve mülk sahibi olma konusunda ölü hükmündedir. Daha sonra İslama geri dönmüş olsun veya dönmemiş olsun farketmiz. Köleyi alma hakkı mirasçılarına aittir.

Şayet kadın esir düşmeyip müslüman olarak geri döne­cek olsa, onun durumu anlattığımız bütün durumlarda er­keğin durumu gibidir.

Çünkü kadın hür olarak kalmıştır ve erkek de sözkonusu durumlarda hür olarak kalmıştı. O erkek ister müslüman olarak geri dönsün, ister esir olarak ya­kalanıp daha sonra müslüman olsun, yine hürdür. Şüphesiz Allah en iyi bilir.

 

 

 

 

97

-183-MÜRTEDDİN ŞUF'A HAKKI

.

 

 

 

 

 

3972- Mürteddin evine bitişik ev satılsa ya da satış o kişinin irtidat etmesinden önce olmuş fakat kişi irtidat etmiş ve küfür yurduna iltihak edinceye kadar bu satıştan haberdar olmamış olup hakim onun küfür yurduna iltihak ettiğine dair karar vermeden önce müslüman olarak geri dönmüşse ve satıştan haberdar olup şuf a hakkı olduğunu söylese, o evi satmalına hakkı vardır.

Çünkü hakim iltihak ettiğine dair hüküm vermedikçe o kişi kayıp kişi hük­mündedir. Kayıp kişi ise geri döndüğünde şuf a hakkınna sahiptir. Ama hakim il­tihak ettiğine hüküm vermişse, mirasçılarının şufa hakları kalmaz. Çünkü şufa hakkı miras yoluyla mirasçılara geçmez.

Satış, mirasçılarının hakkı gerçekleşmeden olur ve mürted kişi müslüman olarak geri dönerse, şufa hakkı yoktur.

Çünkü hakim, küfür yurduna İltihak ettiğine dair hüküm verdiği zaman o mürtedin evi mirascıİarınn mülkü olur ve böylece o kişinin şufa hakkı kalmaz.

3973- İmam Muhammed dedi ki: Mürted, darulküfre il­tihak ettikten sonra şufa hakkı bulunan ev satılırsa, sonra da o mürted kişi msülüman olarak geri dönerse, ister ha­kimin onun iltihakına  karar vermesinden önce olsun ister karar vermesinden sonra olsun şufa hakkı yoktur. Çünkü ev satıldığında o düşman biri olup ve emanı yoktur. Düşman kişi­nin, İslâm yurdunda satılan malda şufa hakkı yoktur.

Görmüyor musun, kendisi sebebiyle şufa talebinde bulunduğu evini il­tihak ettikten sonra satacak olsa ya da satılması için birini vekil bırakacak olsa, bu işlem geçerli olmaz. Bu da gösteriyor ki o kişi düşman biri olmuştur ve buradaki eski mülkü sebebiyle şufa hakkına sahip değildir.

Mirasçıları şuf'aya talip olsalar, hakim hem malından onlara miras olarak verilmesine ve hem de şufa hakkını

 

istemelerine olumlu karar verir.

98

Çünkü hakim, o kişinin küfür yurduna iltihakından itibaren o mülkün mirasçılarına ait olduğuna hüküm verir. Böylece evin satışı, mirasın onların mül­kiyetine geçmesinden sonraki bir tarihte yapıldığı ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle de şuf a hakları vardır. Bu da Ebû Hanife'nİn şu görüşünün bir benzendir:

Biri, muhayyerlik şartıyla bir ev satın alıyor. Sonra satmaldığı evin biti­şiğinde bir ev satılıyor. Sonra kişi muhayyerlik hakkından vaz geçiyor ve o evin satıldığından haberdar oluyor. Bunun üzerine şuf a hakkını taleb ediyor. Bu kim­senin şuf a hakkı vardır.

Şayet orada müşteri, satmaldığı şeyde tasarruf imkânına sahipti, burada ise mirasçılar, mürteddin küfür yurduna iltihakına Hâkim karar vermedikçe onun malı üzerinde tasarruf yetkisine sahip değillerdir, denilecek olursa, deriz ki:

Dediğiniz doğrudur. Ancak şuf a hakkı mülkiyet İtibariyledir, tasarruf im­kânıyla değil. İki durumda da satış esnasında şuf a talebinde bulunanın mülkiyeti mevcut değildir. Ancak mülkiyet sebebi tam olarak mevcuttur ve başkasının hakkı kalmamıştır. Ayrıca o evde mülkiyeti tam gerçekleştiğinde o kişinin bundan dolayı şuf a hakkı olur ve burada da durum aynıdır.

Görmüyor musun, hür akrabaları bulunan mükâteb köle, ödemesi gereken miktarı tam ödedikten sonra ölür, sonra da evinin bitişiğindeki bir ev satılacak olursa, hür akrabaları mükâteblİkten kaynaklanan miktarı ödeyinceye kadar sa­tıştan haberdar olmayıp sonradan bu satıştan haberdar olmuşlarsa, satış esnasında o ev hususunda tassurruf imkânına sahip bulunmamalarına rağmen şuf a haklan vardır.

3974- Ülkemizde eman altında bulunan harp elinden bi­rinin ülkemizdeki bir evinin bitişiğindeki bir ev satılacak olursa, şuf a yoluyla o evi satınaima hakma sahiptir.

Çünkü ülkemizde eman altında bulunduğu müddetçe muamelat konusunda zimmî gibidir.

Şayet satıştan haberi olmayıp ülkesine dönmüş ve son­ra eman alarak geri dönecek olursa, şuf a hakkı olmaz.

Çünkü ülkesine geri döndükten sonra tekrar ülkemize gelinceye kadar, ülkemize giriş yapmamış darulharp vatandaşı gibidir. Böyle olan bir kimsenin ise başlangıçta veya kalıcı olarak ülkemizde bir şufa hakkı yoktur. Bu sebepten dolayı da harp ülkesine geri gitmesinden sonra onun şufa hakkı yoktur.

99

3975-  İmam Muhmmed dedi ki: Mürted bir kişinin kü­für yurduna iltihak etmeden Önce evinin bitişiğinde bir ev satılacak olsa ve o mürted kişi şufa yoluyla onu satı-nalmaya talip olacak olsa, şufa hakkı vardır.

İmam Muhammed'in görüşü budur, Ebu Hanîfe -Allah kendisinden razı olsun- bu görüşte değildir. Ona göre o kişi İsâma geri dönmedikçe şufa hakkına sahip değildir. Ancak mürted kadının durumu farklıdır. Bu anlattıklarımız, mürteddin tasarrufları konusundaki görüşlere dayanmaktadır ki bu konuyu daha Önce incelemiştik.

3976-  İrtidat ettiğinde satıştan haberdar olup İslama dönmemiş ve şufa hakkına da talip olmamışsa, şufa hak­kı ortadan kalmıştır. Çünkü İslama dönme imkânı varken böyle bir talepte bulunmamıştır.

Şüphesiz Allah en iyi bilir.

 

 

 

101

 

 

 

 

'

-184-

MÜŞRİK ARAPLAR VE HARP YURDUNDA BULUNAN MÜRTEDLER

 

3977- Karı-koca irtidat ederek harp yurduna iltihak edecek olsalar ve kadın orada kocasından hamile kalıp do­ğum yapsa, sonra da müslümanlar düşmanla yapılan sa­vaşta o doğan çocuğu ele geçirecek olsalar, çocuk müs­lümanlar için rey1 olur ve müslüman olmaya zorlanır. Çünkü ana-babası müslüman asıllıdırlar ve İslâm konusunda çocuk ana

babasına tabidir. Şayet çocuk bitzzat müslüman asıllı olsaydı, esir düştüğü zaman

İslama dönmeye zorlanacaktı. Burada da durum aynıdır.

Doğan çocuk   büyüyüp onun da çocuğu olsa ve müslü­manlar bu çocuğu ele geçirecek olsalar,   çocuk fey' olur ama müslüman olmaya zorlanamaz. Çünkü bu durumda (babası değil) dedesi müslüman asıllıdır. Daha önce de

belirttiğimiz gibi torun dedesinin müslüman olmasıyla müslüman sayılmaz. Bu

nedenle müslüman olmaya zorlanamaz. Onun hükmü, diğer kâfirler için geçerli

olan hükümdür.

 

3978-  imam Muhammed dedi ki: Mürted malını da kü­für yurduna götürüp sonra o malı müslümanlar ele geçi-

ıı           irıı                  ı      j-

recek olsa, o mal fey  olur ve mirasçılara düşmez.

Çünkü bu mal, damlharp vatandaşı düşman birinin malıdır. Mirasçıların miras hakkı, ancak o mürted kişinin İslâm yurdunda terkettiği maldadır. Beraberinde götürdüğü malda mirasçıların haklan yoktur.

3979-  Mürted kişi küfür yurduna iltihak ettikten sonra dönüp malını oraya götürecek olsa ve sonra da o malı ele geçirecek  olsa,  o  mal  mirasçılarına  verilir. Başkasının malını götürmüş olsaydı, sahiplerine verilirdi.

Hbu Hanife'nin -Allah kendisinden razı olsun- görüşü budur. İmam Mu-hammed'in görüşü ise şöyledir: Şayet hakim, onun küfür yurduna iltihak ettiğine

102

hükmetmeden önce dönüp malı götürmüşse, mirasçıların bu mal üzerinde bir hak­lan yoktur. Ancak hakimin hükmünden sonra gelip götürmüşse, mirasçıları o malı ganimetin taksim edilmesinden önce bulacak olsalar bir karşılık ödemeksizin geri alırlar. Taksim edilmişse, değerini vererek onu geri alabilirler.

Hakikatte burada Ebû Hanİfe, bir kayıt belirtrheksİzin görüşünü söylemiş, Muhammed ise, görüşünü şıklara ayırmıştır. Hakimin hükmünden önce geri gel­mişse, önceki iltihakı onun kaybolması hükmündedir. İkinci İltihakına itibar edi­lir. Mal da bu ikinci iltihakında onunla birliktedir. Sanki malıyla küfür yurduna henüz yeni iltihak etmiştir. Ama hakim, onun iltihak ettiğine hükmetmişse, malı, mirasçılarına ait olmuş olur. Bu durumda o düşman biridir ve mirasçıların malını ele geçirerek götürmüştür.

Şayet bir başkası o malı ele geçirip götürmüş olsa ve o mal ganimet arasın­da bulunsa, taksimat yapılmazdan önce onu ele geçirdiklerinde bir karşılık öde­meden geri alırlar Ama taksimattan sonra bulacak olsalar, değerini vererek onu geri alabilirler.

Burada da durum aynıdır. Mükâteb biri irtİdal ederek duruiharbe ihtihak etse ve bir miktar mal kazanmış olup malıyla birlikte öldürülmüş olarak ele geçiril-se mükatebliğine karşılık verilecek miktar o maldan verilir ve malın geri kalanı rnirasçcnarına miras olarak kalır. Daru'lharbe iltihakından sonra irtidat ettiği için ceza olarak ölüdürlecek olsa, durum böyle değildir. Çünkü mükatebp olan köle­nin kazancında efendisinin hakkı vardır.Dam 1 harbe iltihak ettikten sonra da müka-teblik devam eter.

Hakiki ölüm, mükâtebliği İptal etmediğine göre hükmî ölüm evleviyetle iptal etmez. Kazancında efendisinin hakkının bulunması, fey1 olmasına engeldir. Bu nedenle İslâm yurdunda ve küfür yurdunda kazandıkları aynı hükme tabidir. Darulharp vatandaşı (harbî) olan kişiye gelince, harp yurduna iltihak etmekle ora­nın vatandaşı olmuştur ve bundan sonra kazandıklarında herhangi gibi müslü-manın hakkı yoktur. Ele geçirildiği takdirde fey' olur.

3980- Darulharp ehli kimsenin kölesi İslâmı kabul eder ve onlarla çatışarak bize kaçacak olursa yahut müslüman-lar onu esir alacak olurlarsa, hür olur. Çünkü kendi ken­disini kurtarıp bize gelmiştir. Ama eman alarak, mesela efendisinin ticarî bir işi için bize gelmişse, âzâd olmuş olmaz.

103

Çünkü bu davranışıyla kendini efendisinden kurtarıp emin bir yere ulaş­mayı hedeflemiş değildir. Ancak müslüman olduğundan dolayı da harp yurduna geri dönmesine müsaade edilmez. Devlet başkanı onu satar ve efendisi gelip alıncaya kadar parayı bekletir.

3981- Şayet köle İslama girmemiş fakat ülkemizde zimmî olmak üzere efendisine karşı gelerek bize gelmişse, hürriyetine kavuşmuş olur.

Çünkü bu yolla efendisinin elinden kendini kurtararak emin bir yere gelmiştir. Güvenlik altına girme hususunda zimmî olmak da müslüman olmak gi­bidir.

Ama eman alarak bize gelmişse, efendisinin kölesi ol­maya devam eder ve zimmî olma isteği kabul edilmez. Bi­lakis, kendisine verilmiş emana vefalı olmamızın bir ge­reği olarak daru'lharbe geri dönmesini emrederiz.

3982-  Hakim, mürteddin harp yurduna iltihak ettiğine karar  verdikten  sonra, kendisi  için  ümmu'lveled  duru­munda olan kadınlar ve müdebber köleleri, malının üçte-birinden ücret ödenerek âzâd edilirler. Ertelenmiş bulunan borçları da âciliyet kazanır.

Çünkü hakkında verilen bu hüküm, ölümü mesabesindedir. Gerçek olarak aöldügünde ne gibi hükümler geçerli ise bu durumda da o hükümler geçerlidir.

3983-  Mürted biri, müslüman bir köle veya müslüman bir cariyesi ile birlikte savaş yurduna iltihak edecek olur­sa, köle veya cariye ister gönül rızasıyla onunla birlikte gitmiş olsunlar, ister zorla onları götürmüş olsun, âzâd olmuş sayılmazlar ve onun mülkiyetinde olmaya devam

ederler.

Bunun İmam Muhammed'in görüşü olduğu belirtilmiştir. Ebû Hanife'ye -Allah kendisinden razı olsun- göre ise, tıpkı yurdumuzda eman altında olup müslüman bir köle satmalan ve onu savaş yurduna götüren meselesinde olduğu gibi hürriyetlerine kavuşmuş olmaları gerekir. Çünkü mürted kişi, savaş yurduna İltihak etmekle düşman biri olmuş olur. Kendi hakkında eman yoktur. Bunun

104

bütün imamların görüşü olduğu ve Ebû Hanife'nin aralarında bir ayırım yap­madığı da söylenmektedir.

Ebû Hanife'nin şöyle dediği de nakledilmektedir: Eman altındaki kişi, müslüman köleyi mülkiyetinden çıkarmak zorundadır. Ancak mülkiyetinden çıkarması, kendisine verdiğimiz emana saygılı olmamız gerektiğinden onu sat­ması şeklinde olur. Ama savaş yurduna iltihak edecek olursa bu eman ortadan kalkar ve artık köle üzerinde hakkı tamamen yok olur.

Ama bu mürted darulharbe iltihak etmeden önce köleyi elinden çıkarmaya mecbur edilmemiştir. Dolayısıyla onu darulharbe götürdüğü zaman da mülkü ol­maktan çıkmaz. Sadece müslüman bir kölesi bulunan harp ehlinden biri olur. Tıpkı kölesi müslüman olan harp ehlinden biri gibidir.

Mürted kişi kölesiyle birlikte zaptedilir ve kölesi müs­lüman ise, bu takdirde köle hürriyetine kavuşmuş olur. Çünkü kendisini korumaya alması, müslüinanların onu ele geçirmelerinden önce gerçekleşmiştir.

3984-  İrtidat eden kadın ise, durum farklıdır. Bu kadın geri alındığında fey' olur. Oysa mürted erkeğin durumu böye değildir.

Şayet irtidat eden kişi kölesini de irtidat etmeye davet eder ve köle de davetine icabet ederek irtidat edecek olur­sa, ele geçirildiklerinde köle fey' olur.

Çünkü savaş yurdunda kendi kendisini koruma altına almıştır ve artık düşman biridir. Ancak kişi köle olup İslama geri dönmeyi kabul etmeyecek olursa öldürülür. Ama cariye İse öldürülmeyip hapsedilir ve hür kadın gibi İslama gir­mesi için zorlanır.

3985-  Mürted kişi kendisi için umnıu'lveled durumun­da ya da müdebber kıldığı veya mükâtebe olan müslüman bir cariyesiyle birlikte küfür yurduna gidecek olsa, ister bu cariyeyi zorla götürmüş olsun, ister cariye kendi iste­ğiyle gitmiş olsun bilahare müslümanlar o bölgeye galip gelip o cariyeyi ele geçirdikleri takdirde cariye hürdür.

Çünkü bu cariye hakkında âzâd olma gerçekleşmiştir. Daha önce be­lirttiğimiz gib âzâd olma yoluna girmemiş bir cariye bu duruma düşmüş olsa bile

105

onun hür olacağını belitrmiştik. Âzâd olma yoluna girmiş olması, fey' olmasını ortadan kaldırmaz.

Çünkü bu durumda o, hür ve mürted bir kadının durumundan üstün de­ğildir. Mürted hür kadın bile ele geçirildiğinde esir olur.

3986- Müdebber ya da mükâteb erkek köleleriyle bir­likte küfür yurduna iltihak edecek olsa ve bu köleler ken­disiyle birlikte yahut küfür yurduna girdikten sonra irtidat edip sonra onunla birlikte müslümanlara esir düşecek ol­salar, durum şöyle olur: Efendi durumunda olan kişiden tekrar İslama dönmesi istenir, reddettiği takdirde öldü­rülür ve müdebber kılmış olduğu kölesi hür olur. Çünkü o kölenin hürriyetine kavuşması, efendisinin ölümüne bağlı kılın­mıştı ve efendisi de artık ölmüştür.

Mükâteb durumunda olan köle de hürriyetine kavuşmuş

olur.

Çünkü efendinin hakkı, öldürülmesiyle ortada kalkmış olur.

Bu  durumdaki kölenin  mükatebliği  karşılığında öde­mesi gereken miktar ganimet sahipleri içn fey1 olmaz.

Çünkü hürriyetine kavuşması İçin ödemesi gereken miktar, o kölenin boy­nunda bir borçtur ve borç fey1 olmaz. Mükâteb üzerindeki bu borç, efendisinin Ölümüyle temelden ortadan kalkar. Mükatebliği karşılığında Ödemesi gerekenden kurtulmuş olması ise, hürriyetine kavuşmasını zorunlu kılar.

3987- Efendisi, İslama dönmeyi kabul ettiği takdirde hürriyetine kavuşur. Bu durumda müdebber veya mükâteb olan kölesine de İslama geri dönmesi teklif edilir. Red ederlerse öldürülürler. Ama İslama dönmeyi kabul edecek olurlarsa, mükâteb ve müdebber olarak devam ederler. Çünkü müdebber ve mükâteb olmak, köleleştirerek mülk edinmeye en­geldir. Tıpkı hür kişinin köleleştirilerek mülk edinilmesinin mümkün olmaması gibi. Ayrıca hür mürted kişi, esir edilmekle mülk edinilmez. Mükâteb ve müdeb-berin durumu da böyledir.

106

3988-  Müdebber veya mükâteb olan köle, ele geçiril­diklerinde müslüman iseler, efendileri ister İslama tekrar dönsün, ister öldürülsün, hür olurlar.

Çünkü bu durumdaki alınıp satılan köle bile hürriyetine kavuşmuş olur. Müdebber veya mükâteb köle ise evleviyetle hürriyetine kavuşur.

3989-  Mürted bir kadın müdebber ya da mükâteb olan kolesiyle birlikte harp yurduna iltihak edip ikisi de müslü­man iseler, sahip durumundaki kadın ister İslama dönsün, ister dönmesin feyr olur. Köleler ise hürriyetlerine kavu­şurlar.

Çünkü kendilerini onun mülkiyetinden kurtarmış olurlar.

3990-  Onunla birlikte kendileri de irtidat etmiş olsalar, yine hürriyetlerine kavuşmuş olurlar. Yukarıda anltildığı gibi mürted kadınla ilgili meselede durum böyle değildi.

Çünkü sahip durumunda olan kadın esir edilmekle cariye olmuş olur ve ölmüş mesabesindedir. Oysa mürted erkek kişi, esir edilmekle köle olmaz. Bu ne­denle köleleri de statülerini devam ettirirler. Ancak o müıted öldürüldüğü takdirde hürriyetlerine kavuşurlar. Bu durumu da yukarıda anlatmıştık.

3991-  Bir ülke halkı irtidat edip orası harp yurdu olsa, sonra  da  müslümanlar oraya galip  gelerek halkı  tekrar İslama dönecek olsalar, erkekler hür, ama ummu'Iveled, mükâteb ve hür olan kadınları müslümanlar içiri fey' olur­lar. Hür olduğuna karar verilen kadın temelden hür olan mesabesinde olup irtidattan sonra esir alınınca fey' olur. Mürted erkek köleleri de, eski statülerini devam ettirirler, müdebber olanları müdebber olarak, mükâteb olanları da mükâteb olarak kalır.

Köle ve cariyelerin aksine bunlar esir olmazlar.

Köleler eğer irtidat etmemişlerse hepsi hürriyetlerine kavuşurlar. Çünkü efendilerine karşı kendilerini koruma altına almışlardır.

107

Onlardan kendisi hakkında âzâd vaki olmayan köle ve cariyeler dilediklerini efendi seçerler.

Çünkü bu durumdaki kişi hürdür ve kimsenin onun üzerinde velayet hakkı yoktur.

Kuralımıza göre efendisine isyan edip müslüman ola­rak gelen (murağım) üzerinde kimsenin velayet hakkı yok­tur. Müdebber ve ummu'Iveled durumunda olanlar  ise, efendilerinin onlar üzerinde velayet hakları vardır. Çünkü onlar hakkında bir nevi azâd etme cereyan etmiştir ve bununla di­ledikleri kişiyi kendilerine veli yapma hakkım kazanmışlardır. Velayet, neseb gi­bidir ve gerçekleştikten sonra ortadan kalkma ihtimali yoktur.

Şöyle açıklayalım: Mürtedlerin erkekleri esir edilemeyeceklerinden onlar müşrik Araplar gibidir. Ya İslama dönerler ya da öldürülürler. Onlar için başka bir alternatif yoktur. Bu hüküm (yani esir edilmemeleri) îslâmı kabul etmiş müdebber kadınlarla ummu'Iveled durumunda olanlar ve mukâtebler hakkında da sabittir .Tıpkı müşrik araplar hakkında olduğu gibi.

 

3992- Mürtedlerden ya da Arap müşriklerden bir top­luluk, müslümanların müslüman cariyelerini esir alıp ken­di aralarında taksim edecek olsalar ve sonra da her biri ca­riyesinden kendisine bir çocuğu olsa ya da cariyesini mu-debbere veya mükatebe kılsa, daha sonra İslama dönecek olsalar, o cariyeler onların cariyeleri olmaya devam eder­ler. Çünkü onları kendi korumaları altına almakla onlara malik olmuşlardır. Ancak umm'lveled sıtatüsüne kavuş­mamış ya da müdebbere ve mükatebe olmayan cariyeler hürriyetlerine kavuşurlar.

Çünkü bu durumdaki cariyeler, efendilerinden kendilerini korumuşlardır. Efendileri ise harp ehli idiler. Kendilerini onlardan korumakla kendi kendilerinin sahibi olmuşlardır. Çünkü tedbirden, çocuk doğurduktan ve mükâteb durumuna kavuştuktan sonra eski sahiplerinin, yani mülkiyetinde bulundukları sırada esir alındıkları kimsenin onlar üzerinde herhangi bir hakkı kalmamıştır.

Mürted kadınların müdebber veya mükâteb köleleri ol­muş olsaydılar, durum yine ayni olurdu.

108

Çünkü efendileri durumunda olan kadınlar artık fey1 olmuşlardır ve ölü hükmündedirler.

3993-  Şayet irtidat eden köleler olup mesele yukarıda anlattığımız şekilde ise, onlardan bir erkek veya kadına ait cariyeler fey' olurlar ve İslama dönmeye zorlanırlar. Er­kek köle olup mürted bir kadına ya da müşrik Arap bir ka­dına ait iseler, hürriyetlerine kavuşmuş olurlar. Kendi­lerine İslama dönmeleri teklif edilir. İslama geri dönecek olsalar artık mesele bitmiş olur. Değilse, öldürülürler.

Çünkü mürted kişi îslâmm hükmüne göre yok hükmündedir. Mürted bi­rinin kölesi olan kişiye efendisi öldükten sonra İslâm arzedilir, kabul edecek olur­sa hürriyetine kavuşmuş olur. Şayet reddedecek olursa, öldürülür. Eğer efendi kölesiyle birlikte İslama girer ve köle müdebber veya mukâteb ise, olduğu hal üzere efendisinin mülkiyetinde olmaya devam eder. Bu durumdaki kölelerin du­rumu, açıkladığımız tüm hususlarda efendileriyle birlikte irtidat eden kölelerin du­rumu gibidir.

3994-  Mürted kişi harp ehlinden bir cariye satın alıp ondan çocuğu olsa, sonra da o cariye müslümanların eline geçecek olsa, fey' olur.

Çünkü harp ehlinden olduğundan ümmülveled olması onun konumunu güçlendirmez. Konumu da temelden hür bir kadının"konumundan güçlü değildir. Haıp ehlinden olup temelden hür olan bir kadın esir alındığında cariye olursa, ümmülveled olan evleviyetle cariye olur.

Müslümanlar onu ele geçirmezden önce İslâmı kabul etmişse, müslümanlar onu ele geçirdiklerinde hürriyetle­rine kavuşmuş olur. Çünkü bu durumda efendisine karşı kendisini korumuş konumundadır.

3995-  Müslüman bir esir harp yurdunda harp ehlinden bir cariye ile evlenip çocukları doğacak olsa, doğan çocuk din  olarak  müslümandır  ve  cariyenin   efendisinin  köle-sidir.

109

Çünkü çocuk din bakımından ebeveyninden en hayırlı dine mensup olanına tabidir. Kölelik ve hürriyet bakımından ise, annesine tabidir.

O yurdun halkı İslâmı kabul edecek olurlarsa çocuk yi­ne efendisinin kölesi olmaya devam eder.

Çünkü îslâmdan önce efendisinin mülkiyetinde idi ve babanın İslama girmiş olması bu mülkiyete geçerlilik kazandırır.

3996- Müslümanlar o yurdu ele geçirecek olsalar o ço­cuk hürriyetine kavuşmuş olur ve babasının aşiretinden kabul edilir.

Çünkü müslümanların orayı ele geçirmeleriyle efendisine karşı kendisini korumuş konumundadır ve hürriyetine kavuşmuş olur.

Eğer baba Arap ise, o kişi vela akdi yaparak birisini

velî edinemez. Arap değilse dilediğini velî edinebilir. E-

ğer babası harp ehlinden ise ve müslümanlar onu esir alıp

hissesine düşen kişi de âzâd etmişse o zaman velası âzâd

edenle ilgili olur.

Kitabûl-Velâ'da da anlattığımız gibi âzâd etmeye bağlı vela (velâul-ıtâka], anlaşmaya bağlı velâdan (velâu-1-muvâlât) daha kuvvetlidir. Eğer çocuk üzerinde zaten bir velâu'l-ıtâka yok ise babası âzâd edildiği zaman çocuğunun velâsını da kendisini âzâd edene bağlar. Efendisine isyan edip müslüman olarak kaçıp gelen (murağım) kölenin üzerinde efendisinin velâ hakkı olmayacağına tâif kökleriyle ilgili şu olay delil olarak getirilmektedir:

Tâif köleleri müslüman olarak Rasulullah'a geldiklerinde, Rasulullah onları hürriyetlerine kavuşturmuştu. Sonra asıl sahipleri gelip onları isteyince Rasulul­lah (s.a.v) "Onlar Allah'ın âzâd ettiği kimselerdir" diyerek isteklerini geri çevirmişti.

Bu da açıkça gösteriyor ki onların üzerinde herhangi bir kimsenin velayet hakkı yoktur. Rasulullahın (s.a.v) onları mevlalarına verdiğini belirten rivayette kastedilen ise, kendi İstekleriyle diledikleri kişilerle muvalat yapmalarını onay­laması anlamındadır.

3997- Harp ehlinden birinin kölesi daru'Iharpte İslâmı kabul ederse, sonra efendisi onu bir müslümana veya bir

110

zinımîye yahut bir düşmana satar ve teslim ederse, Ebû Hanife'nin görüşüne göre o köle hürriyetine kavaşmuş olur.

Bu meseleyi "es-Siyeru's-Sağîr" de açıkladık. Ancak orada İmam Muhm-med cevabı kapalı bırakmıştı. Burada ise cevabı da belitmiş ve: Sırf satıştan dolayı köle hürriyetine kavuşmuş olmaz, müşteri onu teslim aldığı takdirde hürriyetine kavuşur, demiştir ki doğrusu da budur. Çünkü hürriyetine kavuşması için efen­disinin elinden çıkması gerekir. Bu ise, akidle değil, teslim edilmesiyle gerçek­leşir. Çünkü teslimden önce akid bir hükümdür ve harp yurdu, İslâm yurdunda olduğu gibi hükümlerin geçerli olduğu yer değildir.

Ayrıca burada müşterinin müslüman veya zimmî olmasıyla harp ehlinden olması arasındaki farka da değinmiş ve şöyle demiştir: Müslüman ve zimmîler yurdumuzun vatandaşıdırlar. Müslüman köle yurdumuzun vatandaşı olan birinin eline geçtiği takdirde, sanki İslâm yurduna girmiş gibidir ve bu sebeple hürriye­tine kavuşmuş olur. Nitekim müslüman olup kaçan kölenin durumu da böyledir. Ancak müşteri harp yurdunun vatandaşı ise, yurdumuzun vatandaşı olmayan bi­rinin eline geçmesinden dolayı âzâd edilmiş olmaz.

"es-Siyru's-Sağir" de anlatıldığına göre müslüman köle harp ehlinden olan efendisinin mülkiyetinden çıkınca hürriyetine kavuşmuş olur. Satış ya da teslim ile mülkiyetinden çıktığına göre hürriyetine kavuşmuştur demektir. Doğru görüş, burada anlatılandır. Çünkü müşteri, satıcı ile aynı konumdadır. Daha önce satıcının mülkiyetinde olan köle şimdi müşterinin mülkiyetine geçmiştir.

3998- Mürted kişi zimmî kölesiyle birlikte harp yur­duna iltihak eder de sonradan müslümanlar onları ele ge­çirecek olurlarsa, köle ister kendi isteğiyle ona tabi olsun, ister zorla götürülmüş olsun hürriyetine kavuşmuş olur.

Çünkü zimmî kişi de müslüman kişi gibi saygındır. O köle şayet müslüman olmuş olsaydı, efendisine karşı kendisini korumuş olması nedeniyle hürriyetine kavuşmuş olacaktı.

O köle efendisiyle birlikte ahdi bozmuş olsa, fey' olur.

Çünkü bu takdirde darulharp ehlinden olmuş olur. Darulharp ehlinden olan birinin mülkiyetinde iken ona eman yoktur. Bu nedenle ele geçirilecek olursa, fey' durumuna düşer.

 

 

111

3999-   Kölenin  yerine  mudebber, mükâteb  veya  üm-mü'lveled bulunmuş olsaydı, ele geçirilmesi durumunda eğer ahdi bozmuşsa fey1 olur, değilse hürriyetine kavuş­muş olur.

Çünkü ahdi bozdukları andan itibaren, harp ehli gibi olurlar.

Kölelerle birlikte irtidat etmeleri halinde durum böyle

değildir.

Çünkü mürteci eğer hür ise, fey' olmaz. Mudebber veya mükâteb de bu du­rumdadır. Zimmîlerden ahdi bozan kişi, harp yurduna iltihakından sonra nasıl müslümanlar onu ele geçirdiklerinde fey' oluyorsa, mudebber ve mükâteb de ahdî bozduğu takdirde fey1 olur.

4000-   Mudebber  veya mükâteb  yahut  bir  müslüman için ummu'lveled bir köle harp yurdunda ister müslüman olarak ister mürted olarak bırakılıp harp ehli onu köle edi­necek olsa ve sonra da müslümanlar orayı ele geçirecek olsalar, köle, efendisinin kölesi olarak devam eder.

Çünkü bu durumdaki köleler, sair sebeplerle mülk edinilmezler. Zorla bir yerlere götürülmüş olmakla da mülk edinilmezler. Velevki onlara bunu yapanlar müslüman olmamış olsunlar. Bunlardan erkek olanlara İslama dönmeleri teklif edilir. Kabul ettikleri takdirde efendilerine geri verilirler. İslama dönmeyi kabul etmeyecek olurlarsa, bu takdirde öldürülürler. Kadın olanları ise, İslama dönmeye zorlanırlar ama öldürülemezler. Efendisinin elinden kaçarak gitmiş olan kölenin durumu hakkında ihtilaf vardır.

4001-  Müslüman biri irtidat eder ve kölesi de onunla birlikte irtidat edip harp yurduna iltihak edecek olurlarsa ve sora da o mürted kişi kölesini âzâd eder yahut    onu mudebber veya mükâteb kılarsa yahut kölesi bir cariye olup o cariyeden çocuğu olur ve daha sonra müslümanlar tarafından ele geçirilecek olurlarsa, köle fey' olup onu ele geçirene aitarih olur.

Çünkü bu durumda o harp ehlinden olmuştur. Harp ehlinden olan birinin, yine harp ehilenden olan kölesini elinden çıkarmadan âzâd etmesi batıldır. Aynı şekilde onu mudebber ya da mükâteb kılmış olması veya onu ummu'lveled

112

yapmış olması, âzâd olması için bir gerekçe değildir ve bu durumda o kölenin zorla mülk edinilmesine engel olmaz.

4002- Harp ehli bir köleyi esir alıp onu hakim bu­lundukları bir bölgeye götürecek olsalar ve köle artık on­lardan birine ait olacak olsa, sonra da o şahıs onu mükâ-teb veya müdebber kılsa, daha sonra müslümanlar o köle­yi veya köleyle birlikte efendisini ele geçirecek olsalar, köle hürriyetine kavuşmuş olur ve kimse onun üzerinde bir hak iddia edemez.

Çünkü esir düştükten sonra, bulunduğu hal üzere müslümandır veya zimmîdir. Müslümanların orayı ele geçirmeleri sayesinde de kendini korumuş, bu nedenle de hürriyetine kavuşmuştur.                                            '

4003- Şayet ele geçirilmezden önce irtidat eder ve ir­tidat etmesi de efendisinin kendisi hakkındaki kararla­rından sonra  ise, cevap yine aynıdır.

Çünkü harp ehlinden birinin müslüman kölesini âzâd etmesi ve onu mu-debber kılması geçerlidir. Müslüman kişi hürriyete kavuştuktan sonra köle ol­maya konu değildir. Oysa harp ehlinden olan kişinin durumu böyle değildir. Bu sebeple muslümanın İslâm yurdunda veya harp yurdunda âzâd edilmesi arasında bir fark yoktur. Her iki durumda da esir edilemez. Esir edilemeyeceğine göre hür­dür ve efendisinin kendisiyle birlikte ele geçirilmiş olması bu konumunu değiş­tirmez. Efendisinin elinden kaçmış köle gibi hürdür.

4004- Kölenin irtidat etmesinden sonra efendisi onun hakkında kararlar almışsa, aldığı kararların hepsi geçer­sizdir ve böyle bir köle ele geçirildiğinde fey' olup İslama geri dönmeye zorlanır.

Çünkü irtidat etmekle harp ehlinden olmuştur ve harp ehlinden birinin va­tandaşı olan kölesini âzâd etmesi geçersizdir.

Netice olarak, temelde hür olan mürted erkekler köle

edinilemezler. Ama temelde hür olmayanları zorla mülk

edinilmeye konu olmaya devam eder.

Çünkü hürriyeti İslâm ile pekişmez ve İslâm ile yahut İslâm yurdunda olmasından dolayı pekişen hürriyet köle edinilmekle bozulmaz.

113

4005-  Mürtedlerin köleleri efendilerini mağlup ederek onları harp yurdunda kendilerine köle edinseler, sonra da müslümanlar oraya galip olup onları ele geçirecek olsalar hepsi hürdürler. Efendilerinin hür olmaları, daha önce te­melde   hür olmaları nedeniyledir. Onları esir eden kendi köleleri olsun, başkaları olsun farketmez. Kölelerin hür oluşlarının nedenine gelince; onlar da efendilerine galip gelmiş ve oraya hakim olmuşlardır. Böylece efendilerinin elinden kaçıp kurtulanlar gibi onlar da hürriyetlerine ka­vuşmuşlardır.

Oysa harp yurdundakilerin kölelerinin onlara galip ge­lip ülkelerini ellerine geçirmeleri halinde durum böyle de­ğildir.

Çünkü harp ehli olanlar zorla köle edinilme konumundalar. Köleleri dışın­dakiler nasıl onları esir aldıklarında köle olabiliyorlarsa, köleleri de onları esir aldıklarında onlar köle olurlar. Onları esir aldıklarından dolayı da köleleri artık hürdürler.

4006-  İmam Muhmmed dedi ki: Harp ehlinden birinin kölesi islâmı kabul eder ve müslüman iken müslümanlarm eline esir düşer, sonra da o köle irtidat edip   efendisi onu âzâd edecek olursa, âzâd edilme işlemi  geçersizdir.

Çünkü irtidat etmekle düşman biri olmuştur.

Efendisi âzâd ettiğinde onu elinden çıkarmış ve kendi yönetiminden ayrı yaşamaya başlamış olup efendisi ona hakim değilse, bu takdirde o kişi hürdür.

Çünkü artık efendisinin hakimiyetinden tamamen çıkmıştır. Hakimiyetin­den tamamen çıkmadığı nüddetçe sadece sözde âzâd edilmiş, fiilen ise onun kölesi olmaya devam etmektedir, Fiilen de onun hakimiyetinden çıkmışsa artık onun hakkında şu veya bu şekilde kölelik devam etmez.

Efendisiyle birlikte müslümanlar tarafından ele geçiri­lecek olurlarsa, efendi kendisini ele geçirene ait fey olur. Çünkü o, darulharp ehli biridir ve mülk edinilme konumundadır Köle ise hür olur.

114

Çünkü onun hakkında azad olma, mürted iken gerçekleşmiştir. Mürted kişi ise tıpkı müslüman gibi zorla mülk edinilme konumunda değildir. İslama geri döndüğü takdirde hürdür. İslama geri dönmeyi kabul etmediği takdirde öldürülür.

4007-  Efendi onu âzâd ettiği sırada elinden çıkarmamış ve sonra da müslümanrlar ikisini ele geçirecek olurlarsa, daha önce de belittiğimiz gibi efendi fey' olur. Köleye ge­lince; şayet harb yurdunda iken İslama girmişse yine o da fey' olur.

Çünkü efendisi onu elinden çıkarmadığı İçin hürriyeti sabit olmamıştır. Ayrıca ona İslama dönmesi teklif edilir. îslâmı kabul etmediği takdirde öldürülür.

4008-  İslâm yurdundan esir alınıp götürülmüşse, bu takdirde efendisi taksimattan önce onu bulduğu takdirde hiçbirşey ödemeksizin geri alır. Ama taksimattan sonra bulmuşsa, dilerse değerini ödeyerek onu geri alabilir.

Çünkü irtidat ettikten sonra harp ehlinden olan kişinin onu âzâd etmiş olması, ancak onu elinden çıkarmasıyla gerçekleşir. Elinden çıkarmadıkça âzâd etme işlemi geçersizdir.

4009-  İmâm Muhammmed dedi ki: Harp ehlinden kişi yine harp ehlinden olan kölesini âzâd edip onu elinden çıkarmış, sonra da o bölge halkı İslâmı kabul edecek olur­larsa, kölenin hürriyeti gerçekleşmiş olur.

Çünkü hakimiyetinden çıkmasının gerçekleşmesiyle artık o hürdür. İslâmâ girmesiyle bu hürriyet daha da pekişmiştir.  

4010-  Efendisi onu âzâd ettikten sonra onunla çekiş­meye girerek yenilgiye uğratır, sonra da köle kendi mah­kemelerine müracaat eder ve hakim kölenin lehine hüküm vererek efendisinin onun üzerindeki hakimiyetinin son-bulduğuna karar verirse, köle yine hürdür. Ama mahkeme âzâd  edilmesinin  geçersiz olduğuna karar verirse efen­disinin kölesi olmaya devam eder.

115

Çünkü hakim onun âzâd edildiğine karar verirse, hakimin gücü ile ken­disini efendisine karşı koruma altına almıştır demektir ve bundan dolayı âzâd olması pekişmiştir.

4011-  Harp ehlinden bir topluluğun müslüman köleleri bulunsa ve bu köleler irtidat ederek başka bir harp yur­duna kaçacak olsalar, efendileri de bu yurtta onlara söz geçiremeyecek durumda iseler, bu yurtta onlar hürdürler.

Çünkü artık onlar efendilerine isyan ederek müslüman olan köle durumun­dadırlar. Köle nasıl İslâm yurdunda kendisini koruma altına alabiliyorsa, başka bir harp yurdunda da kendisini koruma altına alabilir. Daha Önce de belittiğimiz gibi farklı harp yurtları olabilir ve her bir yurdun kendine has ordusu vardır.

4012-  Müslümanlar kendilerine galip gelecek olsalar, hür olurlar. Bu takdirde kendilerine İslama dönmeleri tek-lif edilir, kabul etmedikleri takdirde öldürülürler.

Çünkü bu son esaretlerinden önce hür müslüman idiler ve mürted hür er­kekler, müsîümanların onları esir almalarıyla köle olmazlar.

4013-  Ama başka bir ülkeye gidememiş, fakat o ülke halkı onları esir alıp hakimeyetlerine geçirmişlerse, sonra da müslümanlar o ülkeyi ele geçirmişlerse, fey" olurlar.

Çünkü müslümanlarm onları ele geçirmelerinden önce köle idiler ve müslümanlar orayı ele geçirdikten sonra da köledirler. Çünkü onlar harp ehlidirler ve müslümanlarm gücü sebebiyle kendilerini koruma altına almış sayılmazlar.

4014-  Eman atarak harp yurduna girmiş bir müslüman, harp ehlinden olan kölesini âzâd edecek olursa, köle hür olur. Tekrar köle olmaz.

Çünkü müslüman, âzâd ettiği kimseyi köle. edinemez. Muhammed'in görüşü budur. Ebû Hanife'ye göre ise, nasıl harp ehlinden biri, harp ehlinden olan kölesini âzâd etmesi geçerli değilse, müslüman birinin harp ehilinden olan kölesini âzâd etmesi de geçerli değildir. Her iki durumda da zorla mülk edi­nilebilecek konumdadır ve onun hakkındaki âzâdlık geçerli değildir.

116

4015- Müslümanlar bu durumdaki birini ele geçirecek olsalar, deriz ki: Şayet köle darulharp asıllı biri ise, onu ele geçiren için fey' olur. O, tıpkı harp ehlinden herhangi biri gibidir. Müslümanın onun üzerinde sabit olan velayeti de onu esir alanın mülkiyetinie girmesine engel değildir. Çünkü velayet neseb gibidir. Müslümanın nesebinin sabit olması harp eh­linden birinin zorla mülk edinilmesine engel değildir. Neseb engel değilse, velayet evleviyetle engel olamaz.

Şayet köle asıl olarak mürted biri ise, hür olur.

Çünkü mürted kişi hakkında âzâd olma gerçekleştikten sonra zorla mülk edinilme konumunda değildir.

Ama o yurt halkı müslüman olmuşlarsa, velayeti efen­disine aittir.

Muhammed'in görüşü budur. Çünkü ona göre o köle hakkında yapılmış âzâd etme işlemi geçerlidir. Velayet daha da pekişmiş olur. O köle başkasına ve­layetle bağlanmaz.

Ebû Hanife'ye göre ise, efendisinin onu âzâd etmesi geçersizdir. O, halkın müslüman olması ile beraber azat olmuştur ve dilediğiyle velayet bağı kurabilir.

Bu, izahı zor bir meseledir. Çünkü Ebû Hanife'ye göre kendisi hakkında verilmiş âzâdlık kararı geçerli değilse, efendisine köleliğinin devam etmesi ge­rekir. Ama kendisi hakkında verilmiş olan âzâdlık kararı geçerli ise, veli seçtiği kişiye velayetinin geçerli olması gerekir. Tahavî, Ebu Hanife ile Muhammed arasındaki ihtilafın azad etmenin geçerli olup olmaması konusunda değil, bu azat etme İle velanın sabit olup olmaması konusunda olduğunu söyler. Bunu azat etme bölümünde açıklamıştık.

4016- Darulharp vatandaşı olan biri vatandaşı olan kölesini âzâd edecek olsa, bu, velayetinin ona ait olmasını gerektirmez. Köle müslüman olduğu takdirde dilediğiyle velayet bağı kurar.

Ebû Yusufa göre durum böyle değildir. Ona göre velayet neseb gibidir. Daru'lharpte neseb sabit olduğuna göre velayet de sabittir. İmam Ebu Hanife ve Muhammed'e göre ise âzâd etmekten dolayı velayet, İslamın hükümlerindendir ve İslâmın hükümleri daru'lharpte geçerli değildir.

117

Buna itiraz olarak: İslâm geldiğinde insanların köleleri vardı ve cahiliye döneminde bu köleleri âzâd etmişlerdi. Cahiliye döneminde âzâd ettikleri bu kölelerle İslâm döneminde velayet bağı kuruldu, denilecek olursa, cevap olarak deriz ki:

Bu köleler iki yurdun birbirlerinden ayrılmasından önce âzâd edilmişlerdi. Kâfirlerin hükmünden ayrı müslümanların hükümlerinin geçerli olduğu bir yurt yoktu. Şimdi ise yurtlar birbirlerinden ayrılmıştır. Her yurt ehlinin ayrı bir hükmü vardır. Müslümanların hükmü altında olan bölgede âzâd etmekten dolayı mecut olan velayet, harp yurdunda sabit olmaz.

4017-   Muhammed   dedi   ki:   Müslümanın   darulharpte müdebber veya ummu'lveled durumunda olan harp ehlin­den bir cariyesi bulunup müslümanlar onları ele geçiricek olsalar, ikisi de fey1 olmazlar.

Çünkü efendilerine karşı kölelik halleri devam etmektedir. Ama onları âzâd etmiş olsaydı, müslüman köle olma durumları ortadan kalmış olurdu. O zaman sair hür kadınlar gibi fey' olurlardı.

4018- Dedi ki: Müslüman biri daru'lharpte ölüp mürted köleleri bulunacak olsa ve sonra da müslümanlar oraya hakim olup onları ele geçirecek olsalar, onlardan müdeb­ber  olan hür olur ve üzerinde başkasının bir hakimiyeti olmaz.

Çünkü efendisinin ölümüyle âzâd olmuştur ve müdebber kişi âzâd olduktan

sonra müslümanlar zor kullanarak ona malik olamazlar.

Müdebber veya ummu'lveled durumunda olan cariye­lere ise, onlar  fey1 olurlar. Çünkü onlar da efendilerinin Ölümüyle âzâd olmuşlardır. Böylece onların

durumları sair mürted hür kadınlar gibidir.

4019-  Dedi ki: Mürted kişi duru'lharbe iltihak edip be­raberinde müslüman bir kölesi bulunacak olsa ve sonra da o köle efendisinden kaçarak İslâm yurduna geri dönecek olsa, hürriyetine kavuşmuş olur.

Çünkü bu köle üzerinde mirasçılarının hakkı sabit olmaz. Kölenin efendisi artık harp ehlinden biridir ve harp ehlinden birinin kölesi, müslüman veya zimmî

118

olarak efendisinin elinden kaçıp İslâm yurduna gelecek olursa, hürriyetine kavuş­muş olur.

islâm yurdunda hırsızlık yapmak üzere kaçmış olsa, yi­ne hürriyetine kavuşmuş olur.

Çünkü efendisine karşı çıkarak gelmiştir.

Şayet  zimmî ise, o  zaman  onu  ele  geçiren  için  fey1 olur.

Çünkü müslümanlarla savaşması, ahdi bozması anlamına gelir. Efendisinin elinden kaçmakla darulharp ehli olmuştur ve onu ele geçiren için fey' olur. Bu   durumdaki   köleler  ele  geçirilemeyip   efendilerine dönecek olsalar ve sonra da yurt halkı İslâmı kabul ede­cek olsa, efendilerinin kölesi olmaya devam ederler. Çünkü efendilerine geri dönmekle müslüman olup kaçan köle olmaktan çıkmışlardır.

4021-  Eman isteyerek İslâm yurduna giriş yapmışlarsa, efendilerine  geri dönmelerine müsaade  edilmez. Bilakis satılırlar ve satışlarından elde edilen para bekletilir.

Çünkü efendilerine isyan edip müslüman olarak kaçıp gelmemişlerdir. Kendilerine eman verilmiş olmasından dolay* da harp ehlinden olan efendilerinin onlar Üzerindeki malî haklarının gözetilmesi gerekir.

4022-   Darulharp halkından birinin kölesi    müslüman olup efendisinden kaçarak gelmiş ve eman alarak İslâm yurduna   girmişse,  kaçıp  gelmiş   olması   nedeniyle   âzâd olmuş olur. Kendini koruma altına alma düşüncesiyle ül­kemize geldiği içiji de artık bizim zimmetimizdedir. Bu düşüncesi, onun himayemize girme konusundaki rızasına delildir. Ama ülkemizden hırsızlık yapmak ya da bizimle savaşmak üzere gelmişse, onu ele geçiren için  feyr olur. Çünkü o düşman biridir ve emam bulunmamaktadır. Ebû Hanife'ye göre

ülkemizde ele geçirilmesiyle müslüman toplum için fey1 olur. İmam Muhammed'e göre ise, onu ele geçiren kim ise, ona fey' olur. Allah en iyi bilir.

 

119

-185-

-

BİR KİMSENİN İRTİDAT ETTİĞİNE DAİR ŞAHİTLİKLE İLGİLİ MESELELER

4023- İmam Muhammed -Allah kendisinden razı olsun-dedi ki: Durumu hakkında kesin bilgi gelinceye kadar esi­rin malının taksim edilmeyeceğini ve eşinin evleneme­yeceğini belirtmiştik.

Çünkü bu durumdaki kişi, kaybolmuş kişi mesabesindedir.

4024- Esir düşen kişinin izine rastlanamamışsa ve mi­rasçıları da irtidat ettiğine dair bir bilgi ile gelecek olur­larsa, bu konuda âdil ve müslüman iki şahit getirmedikçe, getirdikleri bilgi nazarı itibara alınmaz.

Çünkü o kimseninin müslüman olduğu biliniyordu ve bu sabit idi. Müslü­man olmayan kimselerin bir müslümanın aheyhine şahitlikleri irtidat meselesinden daha basit meselelerde bile kabul edilmezken, irtidat ettiğine dair şahitlikleri nasıl kabul edilebilsin.

4025- Dedi ki: İrtidat ettiğine dair iki müslüman şa­hitlik edecek olursa hakim, o irtidat eden kişi ile karısının artık bir ilişkisinin kalmadığına ve malının mirasçıları arasında taksim edilmesine karar verir.

Çünkü hakimin bu konuda hüküm  vermesiyle o kişi  artık Ölü hük­mündedir.

4026- Hakim hükmünü verdikten sonra o kişi müslü­man olarak geri dönüp şahitlerin kendisi aleyhindeki şa­hitliklerini inkâr edecek olursa, onun bunu inkâr etme­sinden dolayı hakim verdiği kararı iptal etmez. Çünkü hasım durumunda olan biri hakkında delile dayanarak kararını

vermiştir.

4027- Ancak onun bunu inkâr etmesi, geleceğe yönelik olarak müslüman olduğu anlamındadır. Hakim ne ham-

 

120

121

minin tekrar kendisine dönmesine ve ne de malının ia­desine hüküm verir. Tıpkı irtidat ettiği kesin olarak bili­nip sonra tekrar İslama dönen kimsenin durumunda oldu­ğu gibi malından mirasçılarının elinde bizzat (ayn) bu­lunan kısmını geri alır.

Müslümanm yerinde bir zimmî olmuş olsaydı ve onun ahdi bozduğuna dair delil getirilmiş olsaydı, onun hakkın­daki hüküm de aynı olurdu. Sadece onun hakkında zim-mîlerin şahitliği de makbuldür.

Çünkü bir zimmî aleyhindeki zimmînin şahitliği de makbuldür. Oysa müslümanm aleyhindeki şahitliği makbul değildir.

Hakim, esir kişinin irtidat ettiğine dair şahitleri din­ledikten sonra onun irtidat ettiğine karar vermeyip o kişi müslüman olarak geri dönecek olsa ve irtidat ettiğini de inkâr edecek olsa, malı kendisine ait olur.

 

Çünkü mürteddin harp diyarına iltihak ettiğine dair hakim hüküm ver­medikçe, mürteddin malı varislerine ait olmaz.

4028- Müslüman olarak geri dönmüşse, daha önce ir­tidat etmiş olsun veya olmasın, malı bulunduğu durum üzere devam eder. Ancak irtidat ettiğine şahitlik edenlerin durumu araştırılır ve adaletli oldukları kesinleşirse, ha­kim, karısının kendisinden ayrı düştüğüne karar verir. Çünkü karısının kendisinden ayrı düşmesi, irtidadm kendisi ile subut bulur.

Ancak ummu'Iveled durumunda olan cariyelerinin âzâd olduklarına dair hüküm verilmez.

Çünkü ummu'Iveled durumundaki cariye, irtidattan dolayı âzâd olmaz. Ancak ölüm sebebiyle âzâd olur. İrtidada dair hakimin hükmü bulnduğu takdirde o zaman iitidat, ölümü mesabesindedir.

Şayet hakim burada karısı ile arasını aydırdığı takdirde harp yurdunda ir­tidat ettiğine hükmetmiş anlamına gelir ve bu, ummu'Iveled durumundaki ca­riyenin âzâd olmasını gerektirir denilecek olursa, deriz ki:

 

Hayır, durum böyle değilir. Mürted kişi harp yurduna iltihak etmiş olsa bile, hakim, iltihak ettiğine karar vermedikçe ummu'Iveled durumundaki cari­yeleri âzâd olmazlar. Oysa burada hakim, ihtiyaç olduğu kadarına hüküm vermek­tedir ve bununla ancak kişi ile karısı birbirlerinden ayrılmış olur. Bu da ura-mu'lveled durumundaki cariyelerin âzâd olmalarını gerektirmez.

4029-   Zimmîye gelince; şahitler, onun zimmet ahdini bozduğuna dair şahitlik eder ve sonra yeni bir eman al­maksızın  o  zimmî gelip  ahdi bozmadığını  iddia  edecek olursa, bakılır; eğer şahitlerin âdil oldukları sabit olursa hakim, o kişinin müslüman için fey1 olduğuna hükmeder. Çünkü bu delil ile karısı kesin olarak kendisinenden ayrı düşmüş olur. Bu

ise, ancak ahdi bozması veya gerçek üzere ya da hükmen yurtlarının ayrı olması sonucunda gerçekleşir. Böylece bu, onun ahdi bozduğu anlamına gelir. Bunun başka bîr izah yolu yoktur. Bunlar gerçekleştikten sonra artık o, yurdumuzda emanı bulunmayan daıulharp vatandaşıdır ve bu nedenle kendisi esir alındığında fey' olur, malı da mirasçılarına taksim edilir.

4030-  Fakat eman alarak geri dönmüşse, bu davranışı ahdi bozduğunun bir isbati olduğundan hakim, karısının kendisinden ayrı düştüğüne karar verir, ancak malını ken­disine geri verir. Böyle bir kişi, ahdi bozduğu bilinen ve malı taksim edilmeden önce tekrar zimmîlik statüsüne dö­nen kişiye benzemektedir ve onun hakkında da ayni hü­kümler geçerlidir. Ummu'Iveled veya müdebber olan ca­riyeleri de âzâd olmuş sayılmazlar.

Çünkü   ölüm   olmaksızın  yurtların   ayrı   olmasıyla  cariyelerin  konumu değişmez. Oysa karısıyla ayrılığına hükmetme meselesi böyle değildir.

4031-   İmam Muhammed dedi ki:  İki müslüman, esir düşen  kişinin karısını  üç takla boşadığına dair şahitlik edecek olursa, hakim, onların şahitliklerine bakarak buna karar veremez.

Çünkü hakkında hüküm verilen kişi hazır değildir ve boşama ile âzâd etme konularında getirilen delillere bakarak aleyhine hüküm verilemez.

122

Ne var ki kadın, (mahkeme kararıyla değil de) kendisi ile Allah arasında olayı değerlendirerek iddet bekledikten sonra evlenebilme imkânına sahiptir.

Çünkü hasım hazır bulunmuş olsaydı, hakim, ileri sürülen delile dayanarak karısının ondan ayrı düştüğüne karar verirdi. O halde bu delile dayanarak kadın iddet bekleyebilir ve iddeti dolduktan sonra da evlenebilir.

4032-  Kadın evlendikten sonra esir geri döner ve bo-şadiğım inkâr edecek olursa, kadının ise boşadığını delille kanıtlarsa, hakim boşanmanın gerçekleştiğine karar verir ve yeni evliliğinin geçerli olduğunu kararlaştırır. Değilse, esir olan kocasına geri verir ve ikinci kocasından ayırır.

■ Çünkü karısını kendisine iade etmeden önce o delile dayanarak ayn düştüklerine karar veremez. Sözkonusu delil, hasmın (eski kocasının) hazır bu­lunmadığı bir sırada getirilmişti.

imam Muhammed dedi ki: Şahitler o kişinin öldüğüne

yahut öldürüldüğüne dair şahitlik   edecek olursa, hakim

şahitlerin şahitliklerini kabul eder ve buna göre hüküm

verir.

Çünkü hasmın aleyhine delil sabit olmuştur ve burada mirasçılar hasım ko­numundadırlar. İrtidat meselesinde de durum böyleydi. Oysa boşama konusunda durum böyle değildir.

4033-  Kişinin öldüğüne âdil biri şahitlik edecek olur­sa, hakim onun şahitliğine bakarark hüküm veremez ama kadın iddet bekleyip evlenebilir.

İmam Muhammed bu arada ölüm, neseb ve nikâh meselelerinde şahitlerin duydukları şeyleri anlatmalarına dair hususlarda şahitliklerinin geçerli olup olmadığı konularını anlatır ki bu konular daha önce açıklanmıştı.

4034-  İmam Muhammed dedi ki: Esirin irtidat ettiğine dair bir kişi şahitlikte bulunacak olursa, bu kitaptaki ri­vayete göre karısı iddet bekleyip evlenme imkânına sahip değildir.

Halbuki "el-İstihsan" kitabındaki rivayet bundan farklıdır. İki rivayetten ne kastedildiğini daha önce aaçıklamiştık.

123

4035-  Karısını üç defa boşadığına dair şahitlik edecek olursa, kıyasa göre cevap yine aynıdır.

Çünkü nikâh, ancak iki şahitle sabit olur ve onun izalesi de ancak iki şahitle subût bulur.

İstihsana'a göre de durum budur. Esirin öldüğüne dair tek kişinin şahitliği de böyledir.

Çünkü kadınla evlenmesinin helal olduğuna dair şahitlikte bulunmuştur. O halde şahidin verdiği haber, dini ilgilendiren bir haberdir ve o verilen haberi red­deden bir hasım ortaya çıkmadıkça din ile ilgili işlerde tek kişinin verdiği haber geçerlidir. Bu rivayete göre irtidat böyle değildir. Çünkü irtidada dair verilen haber müstenkerdir. Oysa boşamaya dair haber, müstenker değildir. Ayrıca kişi­nin irtidat ettiğine dair habere, irtidat eden kişinin öldürülmesi de taalluk eder. Bu nedenle bu konuda tek kişinin şahitliği geçerli değildir. Halbuki boşamada durum böyle değildir.

İlk görüş daha sahihtir. İrtidat ettiğine dair bir erkek iki kadın veya iki erkek kişinin şahitliğinden sonra yine iki kişi şahitlik edecek olursa, hakim bu şahitliği geçerli sayar ama öldürülmesinin helal kılındığı meselesinde bu şahitlerin şahitliğini kabul etmez. Bir kişinin şahitliğiyle öldürme hükmü sabit olmadığı gibi şahitlik üzere şahitlik ve bir erkekle birlikte kadınların şahitliğiyle de öldürme sabit olmaz.

4036-   Ajm şekilde bir erkek ve iki kadın zimmînin ahdi bozduğuna dair şahitlik edecek olurlarsa ve zimmî de ahdi bozduğunu inkâr edecek olursa, devlet başkanı bu şahitlerin şahitliklerine dayanarak o zimmîyi öldüremez. Diğer hükümler konusunda ahdi bozduğunu kabul eder ama öldürme hükmü bunun dışındadır.

Çünkü kadınlarla birlikte erkeklerin şahitliği, şüphelerle birlikte sabit olan hükümlerde geçerlidir, ama şüphelerle birlikte sabit olmayan hükümlerde geçerli değildir. Mesela adamın hırsızlık yaptığına dair şahitlik yapacak olurlarsa, bu­radaki şahitlik geçerli değildir.

4037-  Aynı şekilde bir erkekle iki kadın bir hiristiya-nın İslama girip sonra irtidat ettiğine dair şahitlik edecek olursa, kişi de bunu inkâr ediyorsa, tekrar İslama don-

124

mesi konusunda zorlanır ama şahitlikteki şüpheden dolayı öldürülmez.

İmam Muhammed dedi ki: Zimmî iki kişi, bir zimminin İslâmı kabul edip daha sonra irtidat ettiğine dair şahitlik edecek olurlarsa bu şahitlikleri hiçbir surette geçerli de­ğildir.

Çünkü bu iki şahit onun irtidat ettiğini ileri sürüyorlar. Müslüman ol­mayanların müslümanlar aheyhindeki şahitlikleri nasıl kabul edilmiyorsa, iıtidat konusundaki şahitlikleri de kabul edilmez. Çünkü o müıted olduğunu iddia et­tikleri kişinin ancak müslüman olduktan sonra irtidadı sözkonusudur. Onların bu iddiaları, aleyhinde şahitlik edemeyeceklerinin delilidir. O halde onların şahitliğine dayanarak o kişi hakkında hüküm verilmez. Allah en iyisibilir.

-

1

 

 

 

 

 

 

125

-186-

MÜRTED HAKKINDA HADLER VE DİĞER CEZALAR

İmam Muhmmed - Allah kendisinden razı olsun - dedi ki:

4038-  Bu konuda kural şudur: Başlangıçta varlığı küfre aykırı düşmeyen şeyin devamı evleviyetle küfre aykırı de­ğildir. Cezalardan başlangıçta varlığı küfre aykırı düşenin devamı da küfre aykırıdır.

Çünkü cezalar şüphelerden dolayı ortadan kalkar. Şüphelerin en kuvvetlisi ise, aykırı düşen, yani cezanın uygulanmasını engelleyendir. Nasıl şüphe ile bir­likte suçun cezasının uygulanışı engelleniyorsa, cezanın vacip oluşundan sonra fakat uygulanmasından önce böyle bir şüphenin ortaya çıkması da aynı şekilde ce­zaya engel olur. Cezayı uygulayamama halinden sonra artık vacip diye birşey or­tada kalmaz. Bunu tesbit ettikten sonra deriz ki:

Müslüman kişi, bir mal ele geçirecek ya da kısası veya haddi gerektiren birşey yapıp sonra da irtidat edecek olsa ve harp yurduna iltihak edip bir müddet müslümanlara karşı savaşacak olsa ve daha sonra tevbe ederek dönecek olsa, bütün bunlar İslâm yurdunda iken İşlediği suçlardan dolayı cezalandırılmasına engel değildir. Çünkü müslümanlara düşman olması, üzerinde bu hakların vacip olmasına engel değildir.Çünkü bu cezaların sebeplerini darulislamda işlemiştir.

Görmüyor musun, eman altındaki biri, İslâm yurdunda bunlardan birini işleyecek olursa, işlediğinde kulların hakkı bulunduğundan dolayı bu cezaları hakkeder. Mürted de aynı durumdadır.

4039- Ancak bütün bunları mürted olarak harp yurduna iltihak ettikten sonra işleyecek olur ve sonra da İslama geri dönecek olursa, sözkonusu bütün cezalar üzerinden düşer.

Çünkü bu suçlan düşman biri olarak ve harp yurdunun vatandaşı olduğu bir sırada işlemiştir. Düşman biri ise, düşman olduğu bir sırada işlediği suçlardan dolayı  İslama girdikten sonra cezalandırılmaz. Nitekim  Peygamber (s.a.v.):

126

'"İslâm, öncesini siler" buyurmuştur. Hükümler konusunda harp ehli hakkında batıl te'yilin sahih te'vile ilhak edildiğini belirtmiştik. Darulharp ehline karşı İşlediği suçlardan dolayı müslüman kişiye bu cezaların biri uygulanmayacağı gibi, darulharp vatandaşı biri de bu cezalan hak etmez. Harp yurduna iltihak ettikten sonra mürted kişi de darulharp vatandaşı olur.

4040- Müslüman biri, belirlenmiş cezalardan birini ge­rektiren zina, hırsızlık veya yol kesme gibi bir suç işler ve sonra irtidat eder yahut irtidat ettikten sonra bunları işler ve sonra da harp yurduna iltihak edip daha sonra tev-be ederek İslâm yurduna geri dönecek olursa, aynı şekilde bütün cezalar üzerinden düşer.

Çünkü darulharp vatandaşı oluşu, had cazalarınm ona uygulanmasına en­geldir. Haddi gerektiren suçları İslâm yurdunda işlemiş olsa bile cezaların ona uy­gulanmasını gerektirmez. Eman altındaki kişinin de durumu böyledir. Bir ara eman altında olmaktan çıkmışsa, işlediği suçlardan dolayı cezalandırılmaz. Sa­dece hırsızlık yapmışsa çaldığı malı tazmin eder.

4041-   Yolkesicilik yaparken birini öldürücek  olursa, kendisine kısas uygulanır. Bu konuda durumu, eman al-tındakinin durumu gibidir.

Çünkü kulların hakkının taalluk ettiği hususlar kendisine ödetilir.

4042-  Yolkesicilik yaparken yanlışlıkla bir adam öldü­recek olursa bakılır, şayet irtidat etmezden önce öldür-müşse,  âkile  durumunda  olan   yakınları   diyeti  öderler. İrtidat ettikten sonra öldürmüşse, diyeti kendi malından öder.

Çünkü âkile durumunda olanların yardımlaşmaları, müslümanlar için söz-konusudur. Kişi irtidat ettikten sora müslüman birinin ona yardımcı olması söz-konusu değildir.

Müslüman biri, içki ve sarhoşluk suçunu işleyip had cezasını hakeder ve daru'Iharbe iltihak etmeden irtidat e-dip sonra İslama geri dönecek olursa, işlediği bu suçtan

dolayı cezalandırılmaz.

 

127

Çükü küfür, henüz başlangıçta bu had cezasına engeldir. Zİmmî ve eman altındki için de aynı durum sözkonusudur. Had cezası gerekli olduktan sonra kişinin irtidat etmesi de cezanmm kalıcılığını giderir. Aynı şekilde mürted kişi, devletin elinde mahpus İken İçki içecek olsa, yine içki içme cezasına çarpıtılmaz.

Çünkü bu suçu işlediğinde kâfir idi. Kâfirin inancına göre de içki içmek, serbesttir.  Hadler,  sebeplerine  başvurulmasını     engellemek  maksadıyla  en-redilmişlerdir. O halde suçlan işleyen kişinin, onları işlemenin haram olduğuna inanması gerekir. Ancak böyle biri için cezalar engelleyici olur. Bunun dışında kalan hadlerde ise sorumludur.

Çünkü kendisi de bunların yasaklığına inanmaktadır. Ayrıca devlet başkam elinde bulunduğundan dolayı ona ceza verme imkânına sahiptir.

4043-  O suçu işlediği sırada devletin elinde değilse ve harp yurduna iltihak etmezden önce tekrar İslama dön­müşse   yine   işlediği   o   suçtan   dolayı   kendisine   ceza verilmez.

Çünkü onu işlediğinde müslümanlarla harp halinde bulunuyordu. Onu İslama savaş açmış kabul ediyoruz. Çünkü irtidat etmekle imkân bulduğu takdirde müslümanlarla savaşmanın gerekliliğine inanmaktadır. Ancak devletin elinde mahpus olduğu müddetçe savaşma imkânına sahip olmadığından İslama karşı muharip kabul edilmemektedir. Şayet devletin eli kendisine uzanamayacak bir du­rumda ise, savaşmak onun hakkında mümkündür ve o buna inanmaktadır. Böylece harp yurduna iltihak etmiş gibi hükmen muhariptir.

4044-  Kısası gerektirecek bir suç işlemiş yahut zina if­tirası cezasını hakketmiş ve sonra da irtidat ederek harp yurduna iltihak etmiş biri müslümanlara: Hakkettiğim ceza konusunda bana eman verin sizinle barışayım, talebinde bulunucak olursa, müstümanlardan hiçbiri ona eman ver­me yetkisine sahip değildir.

Çünkü ileri sürdüğü şart, şeriatın hükümlerine aykırıdır. Zira Peygamber (s.a.v.): "Allah'ın kitabında bulunmayan her şart batıldır." buyurmaktadır. Ayrıca işlediği suçta kulların hakkı vardır. Kısas, tamamen velinin hakkıdır. Ondan başka hiç kimsenin onu yok etme yetkisi yoktur. Kazif suçunda ise, kendisine if-

128

tira edilen kimsenin hakkı vardır. Kendisine iftira edilen kişinin kendisi cezayı o kimesenin üzerinden kaldırma hakkına sahip değilse, başkası nasıl böyle bir hakka sahip olabilir! Böylece anlaşılıyor ki bu konuda kendisine eman veren kişi, yerine getirmeyeceği bir sözü üstlenmiştir.

4045-  Bu konuda kendisine eman veren devlet başka­nının kendisi dahi olsa ona verdiği sözü yerine getirmez. Çünkü peygamber (s.a.v.):  "Bilinmeyenleri sünnete irca edin" buyurmuktadır. Haksızlığa uğramış kulların hakla­rının bulunduğu bir hususta devlet başkanı eğer taahhüt altına girmişse, böyle bir taahhüt altına giremeyeceğini bilmiyor demektir. O halde hasım durumunda olan kişi, devlet başkanından hakkının alınmasını istediği takdirde devlet başknı sözkonusu şartı bir tarafa atarak gereğini yapmak zorundadır.

Şart koşup eman isteyen kişi: Bana verdiğiniz emani yerine getiremiyorsanız, beni  emin  olacağım  yere  iade edin , diyecek olursa, bu isteği de yerine getirilmez. Çünkü o kişi mürtettir ve devlet başkanı tekrar müsiümanlarla savaşmasına imkan veren bir davranışta bulunamaz.

4046-  Suç işlemiş mürted kişi böyle bir anlaşma iste­ğinde bulunur ve müslümanlar da ancak isteğini kabul et­tikleri takdirde geleceğini biliyorsa, yalancı çıkmayacak­ları bir şekilde kendisine muamele etmeleri gerekir. Değil­se, isteğini kabul ettiklerini   .anacak ve aldatılmış ola­caktır.

Yalan söylemiş duruma düşmeyecek şekilde ona söz vermeleri gerekir. Ya­landan kurtulmak için tevriyeli sözler kullanılabilir. Muhariplere karşı bu tür sözler söylemek caizdir. Nitekim peygamber (s.a.v): "Harp hiledir" buyurmuştur. Hendek günü "Belki de biz onlara bunu emretmişizdir." demek suretiyle Pey­gamber (s,a.v)in bu yola başvurduğunu daha önce belirtmiştik. Çünkü yalana ruhsat yoktur. Müslüman, hiçbir surette bilerek yalan söylememelidir.

129

4047-  Şayet kaçınır ve mutlaka kesin ve açık konuş­malarını isteyecek olursa, açık seçik konuşurlar, ama o mürted kişin\n farkına varamayacağı bir şekilde anlaşmayı geçersiz   kılacak   bir   cümleyi   anlaşmaya   ilave   ederler. Böylece bu yolla maksat hasıl olmuş olur.

Bu konuda dayanağımız şu rivayettir: Sakif kabilesinden bir heyet Pey­gamber (s.a.)e gelerek: "Eğilmemek - yani rükû ve sucuda gitmemek şartıyla sana iman ederiz" dediler. Peygamber (s.a.v.) bu şekilde onlarla antlaşma yaptığı, fa­kat antlaşma metninin sonuna "müslümanlann lehine olan onların da lehine, aley­hine olan onların da aleyhine olacaktır" ifadesini yazdı ve sonra yazdığı bu cüm­lenin, önceki ifadeleri hükümsüz bıraktığı gerekçesiyle onlara namaz kılmalarım emretti.

4048-  Bunu da beceremez ve isteğini yerine getirmek üzere onunla anlaşacak olurlarsa, yine verdikleri sözü ye­rine getirme yetkisine sahip  değillerdir.

Çünkü ileri sürülen şart, şeriatte haramdır. Onların bu şartı kabullenmeleri de haramdır. Bir haramın işlenmiş olması, şeriatte başka bir haramı işlemeye sebep teşkil etmez.

4049-  Aynı şekilde mürtedlerden bir topluluk, zimmî olmak  üzere  müslümanlardan  eman  iseteyecek  olsalar, müslümanlann  bu  şartla  onlara eman  vermeleri  doğru değildir.

Çünkü mürteddin öldürülmesi had olarak gereklidir. Mal için bir haddin ye­rine getirilmemesi veya geciktirilmesi hiçbir surette caiz değildir. Harp ehli ile zimmî antlaşmasının yapılmasında hedef, onların mallarını almak değil, onlann muamelat konusunda İslâmî hükümlere boyun eğmelerini sağlamaktır. îslâmın hükümlerini mürtedde uygulamak da bir zorunluluktur. Ona bu konuda eman ve­riliyorsa, sadece mal için yapılmış olur ve bu caiz değildir.

4050-  Bu isteklerini kabul edip nihayet onlar da çıkıp gelecek olsalar, kendilerine İslama dönmeleri teklif edilir ve kabul etmedikleri takdirde öldürülürler. Hiçbir surette geri dönmelerine izin verilmesi caiz değildir.

130

Çünkü mürted kişinin îslâma dönmemesi bizzat kendisinin öldürülmesini gerekli kılar. Nitekim Peygamber (s.a.v):" Dinini değiştireni öldürünüz" bu­yurmaktadır.

4051-  İki taraf da birbirine ilişmemek  üzere antlaş­masını isteyecek olsalar -ki bu konu daha önce açıklan­mıştı- mesela devlet başkanının onların hakkından gele­meme durumu gibi bir zaruret bulunmadıkça onlarla böyle bir antlaşma yapmak caiz değildir. Bir zaruret ortaya çık­tığında da yaptığımız bu antlaşma karşılığında onlardan herhangi bir malî karşılık alamayız.

Çünkü onlardan malî karşılık almamız, haraca benzer

Ama devlet başkam herhangi bir malî karşılık almışsa, aldığını devletin hazinesine devreder.

Çünkü kendilerinden alınan malî karşılık, mürteddİn malıdır ve mirasçıların bu maldan bir alacakları yoktur. Olduğu gibi hazineye devredilir,

4052-  Ancak Haricîlerin durumu böyle değildir. Ken-dileriyle saldırmazlık antlaşması yapmak üzere kendile­rinden bir mal alınmışsa devlet başkam onu yanında mah­pus tutar ve nihayet tevbe edip dündüklerinde mallarını kendilerine iade eder.

Çünkü Haricîlerin mallan hiç bir surette başka müslümanîar için ganimet olmaz. Oysa mürtedlerin durumu böyle değildir. Onlar İslama düşman kişiler ol­duktan sora malları müslümanlara ganimet olur.

Buna göre yurdumuzda eman altında olan biri bir suç işler ve harp yurduna gittikten sonra müslüman olarak ge­ri dönmek üzere müslüjHanlardan eman isterse, yaptı­ğından dolayı sorumlu olur.

Çünkü bu, kullara yapılan haksızlıklardandır ve bu konuda eman altında olan biri de mürted gibidir.

4053- Harp yurduna döndükten sonra müslümanîar onu esir alacak olsalar, can konusundaki kısas hariç, tüm ce­zalar kendisinden düşer.

 

131

Çünkü o artık bir köledir ve köle oluşu, organlar konusundaki cezaların başlangıçta uygulanmasına engel olduğu gibi, sonrası için de engel olmaya devam eder. Oysa can konusundaki kısas böyle değildir. Köle oluşu, başlangıçta bu kısas cezasının uygulanmasına «ngel değildir.

4054-  Köle, ele geçirmiş olduğu mallardan dolayı so­rumluluk altına girmez. Ancak köle mükâteb ise, malî yükümlülük altına girer. Halbuki buradaki borçtan dolayı mükâteblik diye bir durum sözkonusu değildir.

4055-  Aynı şekilde Hariciler güçlenmeden önce böyle bir cezayı hakkedecek bir suç işler ve sonra da güç sahibi olup hakkettikleri cezaya çarpıtırılmamak kaydıyla barış isteyecek olsalar, devlet başkanı onların ileri sürdükleri bu   şartı   kabul   edemez.   Ancak   içki   içme   ve   benzeri suçlardan cezayı hakketmişlerse, muharip olduktan sonra tevbe ettikleri takdirde üzerlerindeki bu cezalar düşer. Bu nedenle   bu   suçlardan   dolayı   cezalandırılmamak   üzere antlaşma yapmak isterlerse, devlet başkanı bu şartlarını kabul edebilir.

Çünkü ileri sürdükleri bu şart, şeriatın hükmüne uygundur.

Aynı şekilde kendilerini koruyacak güce ulaştıktan sonra işledikleri suçlardan da tevbe ettikleri takdirde ce-zalardan muaf olurlar. Ancak haksız yere aldıkları mallar­dan ellerinde bulunan birşey varsa, onu geri vermeleri kendilerinden istenir. Ellerinde mevcut bulunan bu mal­ların kendilerine bırakılması şartıyla devlet baskınından sulh yapmasını isteyecek olsalar, devlet başkam bu şart­larını kabul etmemelidir. Anlaşma sırasında bu şartı kabul etmiş olsa bile, bu konuda verdiği söze riyayet etmemesi ve ellerinde mevcut bulduğu herhangi bir müslüman veya antlaşmalımn malını onlardan alarak sahibine geri vermesi gerekir. Sadece Allah'a ait olan hadlerden dolayı onları cezalandırmaz.

 

 

132

Aradan uzun bir müddetin geçmiş olması bu cezalan uygulamaya engeldir. Nitekim Hz. Ömer şu sözüyle buna işaret etmektedir. "Herhangi bir topluluk vak­tinde şahitlik yapmadıkları bir suç konusunda daha sonra şahitlik ederlerse, o kişiye olan kinlerinden dolayı şahitlik ediyorlar demektir" Aradan uzun bir müddetin geçmiş olması ise, o kişinin adalet ehlinin dışına çıkması demektir.

4056-   Mütrted  kişi, harp  ehlinin  kalelerinin  birinde kulların haklarının taalluk ettiği bir had cezasına çarptı­rılmayı hakkeder ve kalenin kapısını ınüslümanlara aç­mak üzere sözkonusu cezaya çarptırılmamasını isteyecek olursa, bu isteği de önceki istekleri gibi reddedilir.

Çünkü devlet başkanı, kulların haklarının taalluk ettiği birşeyi düşüremez.

4057- Ancak o mürted kişi, müslümanların mallarından ele geçirdiğini tüketmiş olup kimsenin kanını akıtmamışsa ve devlet başkanı da kendisine eman vermeyi müslüman­ların yararına görürse, bu takdirde o cezaya çarptırılma­mak üzere kendisine eman verebilir. Sonra da malı gitmiş olan müslümanların haklarını ganimetten karşılar.

Çünkü devlet başkanı, müslümanlara kalenin kapısını açacak kimseye özel olarak ganimetten bir miktar ayırma yetkisine sahiptir, Mürted kişi, tekrar İslama dönmek ya da kalenin kapısını açmak üzere istekte bulunduğunda bu isteğini ye­rine getirir ve ona özel olarak ayıracağı ganimetten hakkı yenmiş olan müslü­manların malî zararlarını karşılar.

Ancak kısas ve iftira cezası konusunda eman veremez. Çünkü  bu   konularda  müslümanların   uğramış  oldukları haksızlıkları devlet başkanı karşılayamaz. Karşılayama­dığı için de eman verme yetkisine sahip değildir. Allah en iyi bilir.

 

 

 

-187-

İRTİDAT KONUSUNDAKİ İDDİALAR

VE BU İDDİALARA MUHATAP OLAN KİŞİNİN

EŞİYLE İLGİLİ HUSUSLAR

4059-  İmam Muhammed dedi ki: Esir kişi İslâm yur­duna döndüğünde karısı onu mahkemeye verip hakime: Kocam İslâmdan irtidat etti. Bu nedenle ben ondan ayrı düşmüş durumdayım, diyecek olsa ve esir düşen kişi de: Onların kralları beni bu işe zorladı, dininden dönmediğin takdirde seni öldüreceğim, dedi, ben de istemeyerek ir­tidat ettiğimi söyledim, derse, bu konuda kadının söy­lediği geçerlidir. Esir, zorlandığına dair delil getirmedikçe bu şekilde iddiası geçerli değildir.

Çünkü kişi ile karısının birbirlerinden ayrı düşmeleri, şirk sözünün ağızdan çıkmış olmasıyla gerçekleşir ki kadının ifadesinden de, erkeğin İfadesinden de böyle bir sözün çıktığı sabit olmaktadır. Daha sonra esir, açık olan sebebin hükmünü değiştirmek için gizli bir sebep iddiasında bulunmaktadır. Delil ge­tirmedikçe söylediği kabul edilmez.

Ayrı düşmelerini gerektiren sebebi pek rastlanmayan birşeye nisbet et­mektedir ki o da ikrahtır. Böyle bir iddiada bulunan kişinin söylediği ancak delil ile kabul edilir.

4060-  Aynı şekilde, deli olduğu bir sırada karısını üç talakla boşadığmı iddia eder ve delilik geçirdiği bilin­miyorsa, delil getirmedikçe iddiası kabul edilmez. Kralın kendisine: Küfre girmediğin takdirde seni öldüreceğim, dediğine dair şahitler şahitlik etseler, fakat o sırada onun küfür söz talaffuz edip etmediğini bilmeseler, esir de: Ben

 

küfür sözünü ancak o sırada söyledim, ne öncesinde ve ne

de sonrasında böyle bir söz söylemedim, derse, esirin sözü geçerlidir.

Çünkü şahitlerin şahitliğiyle tehdit altında küfür söz söylediği artık bilinen bir husustur, koca, eşinden ayrı düşmesinin sebebini ayn düşmeye engel olan bir

134

duruma nisbet edince, söylediği kabul edilir. Çünkü sözkonusu durum bilinen bir durum ise, zahir durum ona şahitlik eder.Tıpkı karısını boşadığında çocuk olduğunu iddia etmesi gibi. Çünkü geçmişinde çocukluk döneminin bulunduğu kesin olarak bilinmektedir. Geçmişinde böyle birşey in varlığının kesinliği, ayrı düşmelerine engel teşkil edir. Ayrıca kişi, eşinin kendisinden ayn düştüğünü red­detmektedir ve zahir durum reddeden kişinin sözlerini destekliyorsa, onun dediği geçerlidir. Ama geçmişinde bilinmeyen birşey iddia ediyorsa, olmayan birşeyi iddia ediyor demektir. İddiasını isbat için delil getirmesi gerekir.

Bu hususta onu mahkemeye veren, eşinden başka biri de olsa hüküm aynıdır.

Çünkü sözkonusu haramlık, şeriatın hakkıdır ve her müslüman böyle bir konuda dava açabilir.

 

4061- İmam Muhmmed dedi ki: Kadın, kocasının ken­disini üç talakla boşadiğım iddia eder ve kocası da: Za-türre hastalığına yakalanmıştım, öyle ağrı çekiyordum ki aklım   başımda  değildi,  ne  yaptığını   bilmeyen   bir  deli idim, o durumda iken onu boşamışım, iddiasını ileri süre­cek olursa, bu takdirde değerlendirme yapılır; Kocanın böyle bir hastalığa yakalandığı bilinmiyorsa, kadının id­diası geçerlidir. Ama böyle bir hastalığa yakalandığı bi­liniyorsa, kocanın iddiası geçerlidir. Şahitler, kocanın bir defasında deli olduğunu gördüklerine dair şahitlik edecek olurlarsa, yine kocanın iddiası geçerli olur. Çünkü bu şahitlikle artık geçmişinde bir delilik döneminin bulunduğu bi­linmektedir. Bilinen bir durum sözkonusu ise ayrılık gerçekleşmez. Sadece söylediğinin doğruluğuna dair yemin eder ve onun dediği kabil edilir.

Uyuduğu bir sırada onu boşadığını iddia edecek olsa, burda da onun dediği geçerlidir.

Çünkü uyku hali de çocukluk hali gibi hayatında varlığı bilinen bir hu­sustur. Boşamayı o bilinen duruma taalluk ettirmesi, reddetme anlamını taşır.

Görmüyor musun, şayet, ben yaratılmazdan yahut onunla evlenmezden önce onu boşadım, diyecek oisa, bu sözleri, boşadığını inkâr etmesi anlamına gelir. Yukarıdaki durumlar da aynen Öyledir.

135

4062- Eğer koca: İçki içip sarhoş oldum, aklım başım­dan gitmişti. İşte o sırada onu boşadım. Yahut dinden döndüm ve o sırada onu boşadım, diyecek olursa, karısı ondan boşanmış olur. Kadın bunu inkâr etsin veya kabul etsin farketmez.

Çünkü sarhoşluk, boşamanın meydana gelmesine engel değildir. Boşamayı kendisine nisbet ettiği durum, ayrılığın meydana gelmesine engel bir durum değildir. Halbuki uyku konusunda durum farklıdır. Çünkü sarhoş olan kişi, had­dizatında aklını yitirmiş değildir. Sadece sarhoşluğun verdiği neşve, aklına galebe çalmış ve aklını kullanamamaktadır. Bu ise, onu akıl sahibi olmaktan çıkarma­maktadır. Halbuki Banotunu yiyip aklını yitirenin durumu böyle değildir. (Uyuş­turucu olan) bu otu yiyen kişi, aklını tümden yitirir. Hatta bu otu yiyen kişi, uyu­yan kişi gibi de değildir. Uyuyan kişi, şeriat hükümleri açısından akletmeyen kişi kabul edilir. Peygamber (s.a.v): "Kalem, üç kişinin yaptıklarını yazmaz'1 derken buna işaret etmektedir. Sarhoşun durumu, malından ayrı düşmüş yolcunun du­rumu gibidir. Onun malında zekât vardır. Her ne kadar malına eli uzanamıyorsa da. Halbuki gerçek üzere ya da hükmen malı telef olmuşun malında zekât yoktur.

İrtidat konusuna gelince; sarhoş olduğu bir sırada ir-tidat ettiği biliniyorsa, onun dediği kabul edilir. Ama böy­le birşey bilinmiyorsa, bu konudaki sözü kabul edilmez. Çünkü sarhoşluk, irtidattan dolayı karısıyla ayrı düşmelerine engeldir. Saçmalayan sarhoşun bundan kurtulması nadirdir. Halbuki irtidadın hükmü, iti­katla ilgilidir. Sarhoş kişi ise, ağzından çıkana itikad ediyor değildir. Sözünü nor­malde bilinmeyen birşeye bağlayınca, sözü kabul edilmez. Bilinen bir duruma ta­alluk ettirdiğinde ise, sözü kabul edilir. O zaman kadının bunu doğrulaması veya yalanlamasına bakılmaz. Çünkü kadının ayrı düşüp düşmemesi, tamamen şeriatı ilgilendiren bir husustur.

 

4063- Bir kadın hakime gider ve: Kocamın, İsa Al­lah'ın oğludur, dediğini duydum, diyecek olsa ve koca da: Ben bu sözü söyleyenlerden nakil anlamında söyle­dim, deyip sadece bu cümleyi söylediğini kabul edecek olsa, karısı ondan ayrı düşmüş olur.

Çünkü kendi içinde sakladığı, sözle söylediklerinin hükmünü ortadan kal­dırmaya elverişli değildir. Zira içinde sakladığı diliyle söylediğinden aşağı sayılır.

 

136

Birşeyin hükmünü ortadan kaldıran ise, ya onun seviyesinde veya ondan üstün bir seviyede olmalıdır.

Görmüyor musun, karısını boşayip içinde istisnaya niyyet edecek olsa, içinde sakladığını telaffuz etmediğinden dolayı kansı kendisinden boş olur. Bu konuda kadının onu doğrulamış ya da yalanlamış olması hükmü değiştirmez.

4064- Şayet koca: Aslında ben, Hıristiyanlar Hz. İsa1 nın Allah'ın oğlu olduğunu soyuyorlar ya da Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu söyleyenler hiristiyanlardır, de­dim ama karım sözlerimin bir kısmını duydu, diyecek olsa ve kadın da: Hayır, yalan söylüyor, derse, koca böyle de­diğine dair yemin eder ve yukarıdakinin aksine, sözü ge­çerli olur.

Çünkü burada koca, ayrı düşmelerine sebep olan sözü söylediğini kabul et­memektedir. Şüphesiz söylediğini ifade ettiği sözün kendisi, ayrı düşmelerini ge­rektirmez. Böylece koca, hakikatte karısının ayrı düşmelerini gerektiren iddiasını reddetmektedir. Bu, şuna benzer: "Koca, ben ona, Allah dilerse benden üç talakla boşsun, demiştim". Kadın burada onun istisna yapmadığını söylemektedir. Be­lirttiğimiz sebepten kocanın sözü kabul edilir.

 

 

 

4065- Aynı şekilde koca:  Hz. İsa Allah'ın  oğludur, derken yüksek sesle konuştum, ancak bu söze bitişik ola­rak Hıristiyanların böyle dediğine dair sözümü alçak bir sesle  söyledim,  derse,  yine  kocanın   sözükabul   edilir. Ama bu sözü söylediğini duydukları ve başka birşey söy­lemediğine dair şahitlik edecek olsalar, bu takdirde hakim karısının kendisinden ayrı düştüğüne hükmeder. Hüküm verirken kocanın iddiasını nazarı itibara almaz. Çünkü şahitler, karısından ayrı düşmesini gerektiren sebebi isbat etmiş­lerdir. Şahitlerin şahitliğini iptal eden sözü geçerli değildir. Oysa önceki meselede durum böyle değildi. Orada ayrı düşmelerini gerekli kılan sebep kendi sözüyle or­taya çıktığı gibi ayrı düşmelerine aykırı düşen sözü diğer sözüyle birlikte söyle­diği de ortaya çıkmaktadır. İşte bu sebeple kocanın sözünün geçerli olduğunu be­lirttik.

137

Eğer şahitlerin, kocanın başka bir söz söylemediğine dair şahitlikleri nasıl kabul edilir? Halbuki bu şahitlikleri başka bir şey söylemediğine dair şahitliktir ve nefye dair şahitlik kabul edilmez, denilecek olursa, deriz ki:

Boşamanın vaki olması bu şahitlik sebebiyle değildir. Bilakis daha önceki isbat anlamına gelen kocanın sözlerinden dolayıdır. Buradaki şahitlik, şahitliklerin bir kimse için ölen kişinin kardeşi ve mirasçısı olduğuna ve başka mirasçılarının bulunduğuna dair bir bilgilerinin olmadığına dair şahitliklerine benzemektedir.

Şahitlerin: Bu sözden başka bir söz söylemedi, şeklindeki ifadeleri, koca-nın iddia ettiği ilave sözlerini haddi zatında diliyle taiaffuz etmediğine ve içinden geçirdiğine dair bir isbattır. İçinden geçirdikleri ise, diliyle söylediklerinin gerekli kıldığı hükmü ortadan kaldırmaya elverişli değildir. Ayrıca bu sözü söyledikten sonra sustuğunun isbatıdır. Susma ise, gözle de müşahade edilen bir durumdur. Hatta şahitler: Biz onun, Hz. İsa Allah'ın oğludur şeklindeki sözünü duyduk ancak başka bir söz söyledi mi, söylemedi mi onu bilmiyoruz, diye şahitlik etse­ler, kocanın sözü geçerli olur. Bu takdirde karısıyla ayrı düştüğüne hükmedilmez. Çünkü burada şahitler ilave sözlerin diliyle taiaffuz edilmeyip içinden geçirdiğini isbat etmiş olmazlar. Sadece, duymadık, diyorlar. Onlar bunu duymadıkları gibi hakim de bunu duymamıştır. Ayrıca onlar kendilerinin dalgın olduklarını ve söz­leri duymadıklarını söylemişlerdir. İşte bu sepeble kocanın söylediği geçerlidir. Buna göre koca hul1 ya da şart ile veya inşaallah demek suretiyle istisna yaptığını ve bu istisnayı boşama sözlerine bitişik olarak söylediğini iddia edecek olsa, yine onun sözü geçerlidir. Ama şahitler, istisna yapmaksızm hul1 yaptığına ya da hanımını boşadığına dair şahitlik etseler, mesela hul' yaptı veya hanımını boşadı ama istisna yapmadı., deseler, kocanın dediği geçerli değildir.

4066-  Şahitler:   Boşama  yahut  hul'   sözünden  başka ondan herhangi bir söz duymadık derlerse, hakim o kişi ile   karısını   birbirinden   ayırmaz   ve   kocanın   söylediği geçerli olur. Ancak bedelini alma veya başka bir sebepten dolayı hul'  yaptığının sıhhatına dair bir durum ortaya çıkarsa, bu takdirde kocanın sözüne itibar etmez. Bütün bu konularda izlenecek yol, yukarıda anlattığımız kurala göre be­lirlenir.

İmam Muhammed dedi ki: Bir adamın bir kez delirdiği biliniyorsa ve karısı: Dün kocam irtidat etti veya beni üç

138

defa boşadı, der ve koca da: Tekrar deliliğim tuttu ve deli olduğum bir sırada o sözü söyledim, derse, buna dair yemin ettikten sonra adamın sözü geçerlidir.

Çünkü bir kimse bir kez delirmişse, artık delirme onun ayrılmaz bir vas­fıdır. Küçük yaşta delirmiş olsun, büyük yaşta delirmiş olsun artık o bu sıfatı taşıyor demektir. Bir defa delirmiş olan bir kimsenin göz bebeklerine dikkatlice bakan, o deliliğin izinin kalıcı olduğunu görür. Koca o sırada delirdiğini söy­lerken, durumunu kendisinde varlığı bilinen bir hastalığa bağlamış olur.

4067-  Ama daha önce delirdiği bilinmiyorsa, yukarıda anlattığımız sebepten dolayı sözüne itibar edilmez. Ha­kim, kendisiyle karısını birbirinden ayırmadan önce adam delirecek olsa ve ayıldıktan sonra, daha önce de bu du­rumda idim, diyecek olsa, yine hakim onun bu sözüne iti­bar etmez ve karısının boşanmış olduğuna karar verir.

Çünkü delilik, sonradan ortaya çıkan bir hastalıktır. Deliliğin ortaya çıkmış olması, daha önce de var olduğunun delili değildir. Ama varlığı bilindikten sonra hiçbir izi kalmayacak şekilde kişinin sağlığa kavuştuğu söylenemez. Bu nedenle daha Önce delirdiği biliniyorsa, bu konudaki sözlerine itibar ediyoruz ama burada İtibar etmiyoruz. Uyku da böyledir.

4068-  Kadın, ikindi vakti kendisini üç talakla boşa-dığmı iddia edecek ve koca da onu boşadığına dair sözleri söylediğinde uyuyor olduğunu söyleyecek olsa, kocanın sözüne itibar edilir.

Çünkü normalde insan günün her vaktinde uyuyabilir. Uyku da delilik gibi insanın yakasını bıraktıktan sonra tekrar gelir. Böylece koca, durumunu bilinen bir şeye bağlamış olmaktadır.

 

4069- Bir ay Önce kişinin sarhoş olup aklını yitirdiği biliniyorsa ve karısı: Kocam dün îrtidat etti, deyip koca da: Bir ay önce sarhoş olduğum gibi dün de sarhoş ol­dum, irtidat ettim ve aklım başımda değildi, diyecek olsa, karısı ondan ayrı düşmüş olur ve adamın sözüne itibar edimez.

139

Çünkü nedeni ortadan kalktıktan sonra sarhoşluk tekrar kişiye musallat olmaz. Ancak yeni bir nedenle kişi sarhoş olabilir. Dün aynı nedenin başına musallat olduğu da bilinmemektedir. Bu sebeple delil getirmedikçe sözüne itibar edilmez.

4070- Buna göre müşriklerin bir kimseyi küfre zor­ladıkları ve zorlama neticesinde küfür söz söylediği bilini­yorsa, karısı da, ondan sonra tekrar küfre girdiğini iddia edip kendisi de bunu kabul ederse ve müriklerin onu buna zorladıklarını söyleyecek olursa, sözüne itibar edilmez. Çünkü bizce bilinmeyen yeni bir sebep iddiasında bulunmaktadır.

Aynı şekilde bir sene önce zatürriye hastalığına ya­kalandığı ya da bir sene önce uyuşturucu olan banotu yediği biliniyor ve dün aynı hastalığa yakalandım ya da dün tekrar banotu yedim, derse, buna dair delil ge­tirmediği müddetçe sözüne itibar edilmez.

Çünkü bu gibi durumlar, ancak sebebinin tekerrür etmesiyle tekerrür eder­ler. Halbuki delilik böyle değildir. Bu gibi durumlar ortadan kaltîktan sonra tekrar tekerrür etmezler. Ancak yeni bir sepeb ortaya çıktığında tekerrür edebilirler. Daha önce de değindiğimiz gibi uyku hali ve delilik böyle değildir. Allah en iyi bilir.

 

.

141

 

 

 

 

 

-188-

HARP YURDUNDA ESİR VEYA

EMAN ALTINDA OLAN KİŞİLERE

KEFİL OLMAKLA İLGİLİ HUSUSLAR

4071-  İmam Muhammed dedi ki: Harp yurdunda esir bulunan bir kimseye düşman, ülkelerinden kaçmamak üze­re kendilerine bir kefil getirmeleri karşılığında kendisini serbest bırakacaklarını söyleyecek olsalar ve kendisi de bir müslümam veya zimmî birini yahut harp ehlinden bi­rini kefil gösterse, daha sonra ülkelerinden kaçma imkânı bulsa, bir müslüman veya zimmîyi kefil göstermişse ona ihanet   edip   kaçamaz.   Ama   harp   ehlinden   birini  kefil göstermişse, kaçma imkânı bulduğunda kaçabilir.

Çünkü kaçtığı takdirde kefile eziyet eder veya öldürürler. Müslüman esir, harp ehlinden birini Öldürüp malını alarak kaçabilirdi. Durum böyle olunca, harp ehlinden kendisine kefil olan kişiyi öldürülmekle karşı karşıya bırakıp kaçması ca­izdir. Ama kendini kurtarmak için müslüman veya zimmî birini öldüremezdi. Buna göre kaçmakla onları öldürülmekle karşı karşıya bırakıp getirmesi de caiz değildir.

4072-  Esir kişi aralarında eman altında ise ve onlardan birileri  kendisine  ülkelerini terketmeyi  yasaklayıp çık­mayacağına dair kefil getirmesini kendisinden istemişse, kendisine kefil olan harp ehlinden biri olsun, başka biri olsun kaçması caiz değildir.

Çünkü aralarında eman altında olan birinin hap ehlinden birini öldürüp malını alarak oradan kaçması caiz değildir. Buna göre kefilini öldürülmkle karşı karşıya bırakması da caiz değildir. Çünkü eman altında olmayıp aralarında esir bulunan bir kimseye onlar arasında eman vermişlerdir. Ve kendisi de onlara iha­net etmeyeceğine dair teminat vermiştir. Böylece onlar da kendisi açısından eman içerisindeler. Ancak bu eman sadece kendisine aittir. Bu nedenle kendisine kefil olan kimseye ihanet ederek kaçamaz.

142

4073-  Müslüman kişi aralarında zulme uğramış olarak bulunuyorsa ve müslüman biri veya zinamı yahut harp eh­liden biri onu Öldürmeleri için belli bir günde  kendilerine getirmek üzere kendisine kefil olmuşsa, kefiline ihanet edip kaçmasında bir sakınca yoktur. Kefil olan kimseye kefil  olmasını  ister  kendisi  emretmiş  olsun, ister  em-retmemiş olsun, farketmez.

Çünkü kaçmadığı takdirde kendi aleyhine kendisi yardımcı olmuş olur ve kendi eliyle kendisini tehlikeye atmış olur. İnsanın kendi eliyle kendisini böyle bir tehlikeye atmasına ruhsat yoktur.

4074-  Kendisi kaçıp kefilini Öldürecek olsalar, o ke­filin öldürülmesine kendisi yardımcı olmuş olmaz. Ama kaçmayıp  kefilin  kendisini oraya götürmesine müsaade edecek olursa kendi kendisinin öldürülmesine yardımcı olmuş olur. İşte bu sebeple kaçması caizdir.

İkisinden biri için helak korkusu sözkonusudur. Böyle bir durumda müslüman kimsenin, kendisi hakkındaki helak sebebini savması gerekir.

4075-   Senden malı almamız için falan gün seni ge­tirecek bir kefil göster, değilse seni hapseder veya   ayak­larını bağlarız, deseler ve kendilerine bu şartla müslüman yahut zimmi birini kefil gösterse, kefiline hıyanet edip kaçamaz.

Çünkü o kimseyi kefil gösterirken ona söz vermiş ve sözünü yerine ge­tireceğine dair şart koşmuştur. Verdikleri şartlar, müminleri bağlar.

Önceki meselede durum böyle değildi. Orada canı konusunda tehlike söz-konusu idi. Bir müslümanm buna izin vermesine imkân yoktur, Kaçma imkânı bulduğu halde canını almalarına yardımcı olması caiz değildir.

Burada ise, malını verme yahut hapsolma veya bağlanma gibi kendisinin onlara vermesi caiz olan konularda korku sözkonusudur. Bu sebeple kefiline iha­net ederek kaçamaz.

4076-  Buna göre aralarında bulunan ve evli olan müs­lüman bir kadının düşmandan bir adamla zina etmek veya

 

143

evlenmek için getirip teslim edecek müslüman veya zim­met ehlinden birini kefil göstermesini isterse, kadın gös­terdiği kefile hıyanet ederek kaçabilir.

Çünkü koşulan şart, hiçbir şekilde dinde olmayan bir husustur. Öldürülme ile buradaki durum aynıdır.

4077-  Kadın evli değilse, kendisiyle evlenecek kişi e-ğer müslüman biri ise, kefiline ihanet ederek kaçması caiz değildir. Ama evleneceği kimse kâfir ise, ihanet ederek

kaçabilir.

Çünkü kendisiyle evlenecek kimse eğer müslüman biri ise, kadının böyle bir akdi yapması caizdir. Ama evleneceği kimse kâfir ise, kadm böyle bir akid ya­pamaz. Böyle birşeye rıza göstermesi asla caiz değildir.

4078-  Dininden irtidat etmek yahut öldürülmek üzere yarın kendisini onlara teslim edecek bir kefil göstermesini isteyecek olsalar ve kendisi de bir kefil bulacak olsa, ke­filine ihanet edip kaçmasında bir sakınca yoktur.

Çünkü küfre düşmenin haramlığı, kesindir ve hiçbir surette ona izin yok­tur. Hiçbir kimse buna izin veremez ve ona nza gösteremez. Aynen katil gibi

kesin bir haramdır.

Görmüyor musun, bir kimseye ya Allah'ı inkâr edersin ya da şu adamı öldüreceğiz, denilecek olsa, başkasının öldürülme korkusundan dolayı kendisi küfre giremez. Ancak kendi canı konusunda bir korkusu varsa, kalbinde Allah'a imanı saklı tutması şartıyla küfür sözünü telaffuz etmesi caizdir.

Burada da başkasının öldürülmesi korkusu sözkonusudur. O halde şirkten kaçması ve kendisine kefil olanı onlara teketmesi de caizdir,

4079- Şayet ya şu müslümanı veya antlaşmalıyı öldü­rürsün veya biz seni öldüreceğiz, derlerse ve kendisi de yarın bu işi yapacağına dair bir kefil gösterecek olsa, ke­filine ihanet ederek kaçması caizdir ve evla olan da budur.

Çünkü bir müslümanı öldürmesi asta caiz değildir. İster kendi öldürül­mekten korksun, ister başkasının öldürülmesinden korksun, farketmez.

 

144

4080- Esir olan birine, bizden herhangi bir cana kıy­mamak, bizden herhangi bir kimsenin malına el uzatma­mak ve ülkemizden çıkıp kaçmamak şartıyla bize garanti verirsen seni serbest bınkacağız, deseler ve kendisi de bu isteklerine riayet eğeceğine dair yemin edecek olsa, ken­disini serbest bıraktıktan sonra kaçıp yemin kefareti verir. Çünkü peygamber (s.a.v): "Daha hayırlı olanı yapsın ve yemin kefaretini versin" buyurmaktadır. Ancak onlardan herhangi birinin canına kıyması ya da malına el uzatması caiz değildir.

Çünkü buna dair onlara söz vermekle artık kendisi aralarında eman altındaki kişi mesebisindedir. Eman altındaki kişinin onlardan birinin canına kıymasının veya mallarını almasının caiz olmadığını daha önce açıklamıştık. Ancak onlara haber vermeden ve rızalannı almadan ülkelerini terkedebilir. Onlara söz veren esirin de durumu budur.

4081- Esir kişi müslüman veya zimmî birini kefil gös­terir ve sonra da kefiliyle anlaşarak birlikte ülkelerini ter-kedecek olurlarsa, bunda bir sakınca yoktur.

Çünkü kefilin hakkından dolayı ülkeleri terkedemiyordu. Harp ehline karşı herhangi bir sorumluluğu yoktur. Kefil orayı terketmesine müsaade ediyosa, engel ortadan kalkmış olur.

Kefilin hakkı nasıl onu bağlar ki, harp ehli kendisini hapsetmekle zaten kendisine zulmetmişlerdir. Zulme uğrayan kişi, gücü yettiğinde zulümden kur­tulma hakkına sahiptir, denilecek olurlarsa, deriz ki:

Evet öyledir. Ancak zulme uğrayan kişinin başkasına zulmetmeye hakkı yoktur. Kefiline verdiği sözü tutmayacak olursa, ona zulmetmiş olur. Çünkü ke­fili, ona güvenmiştir.

Görmüyor musun, İslâm yurdunda zalim biri ona zulmetmeye kalkışacak olsa ve kendisi de o zalime kendisi için bir kefil gösterecek olsa, kefile verdiği söze riayet etmemesi caiz değildir. Kendisi zulme uğradığını bilse bile, kefile verdiği söze riayet etmesi gerekir. Bu mesele de tıpkı bunun gibidir.

 

 

 

 

4082-Kendisine: Seni serbest bırakacağız ve sana te­minat vereceğiz, sen de ülkemizi terketmemek üzere bize

145

söz vereceksin, deseler ve kendisi de bunu kabul edecek olsa, daha sonra kaçma imkânı bulduğunda kaçmasında bir sakınca yoktur.

Çünkü artık eman altındaki kişi hükmündedir.

Şayet harp ehlinden birini kendisine kefil göstermişse, birinci durumdakinin aksine burada kefiline verdiği söze riayet etmeyip kaçması caiz değildir.

Çünkü eman altında olduğundan onlardan birini öldürmesi ya da malını alması caiz değildir. Aynı şekilde kefiline hıyanet etmesi de caiz değildir.

Şayet kefil, birlikte ülkeyi terketmeleri konusunda ken­disine yardım ederse, birlikte kaçmalarında bir sakınca yoktur.

Çünkü kaçıp gitmelerine engel, harp ehlinin hakkı değil, kefilin hakkıdır. Nitekim onlara bunu kefil göstermeseydi, kendisi çıkıp gidebilirdi.

Kefil onunla birlikte eman alarak çıkacak olsa ve ken­disine "benimle beraber darulharbe geri dön" derse, esirin dönmesi gerekmez.

Çünkü İslâm yurduna giriş yapmalanyla o emanın hükmü son bulmuştur. Kefaletin hükmü de böylece sona ermiştir.

Görmüyor musun, bu düşman kişi harp yurduna dönecek olursa, esirin emanından çıkmış olur ve esirin onu öldürmesi caiz olur.

Ayrıca müslüman esirin kaçabilmek için harp ehlinden birine rüşvet ver­mesi de caizdir. Çünkü canını korumak için malını kendisine kalkan yapmaktadır. Canı kurtarmak için malın bir etkisi varsa onu harcamak gerekir. Nitekim Pey­gamber (s.a.v) ashabından birine şöyle demiştir: "Canını kurtarmak için malım feda et ve dinini kurtarmak için de canını feda et."

Bu konuda temel dayanak Abdullah b. Mes'ud'un - Allah kendisinden razı olsun - hadisidir. O, Habeşistan'da hapsedilmiş ve kurutulmak için iki dinar rüş­vet vermiştir. Böyle bir durumda rüşvet veren günahkâr değildir. Ama alan kişi günahkârdır. Böyle bir kişi Peygamber (s.a.v) in: "Rüşvet veren de, rüşvet alan da cehennemdedir" hadisinin kapsamına girmez. Çünkü peygamber (s.a.v) bu sözüyle haksız yere birşey elde etmek ya da başkasına zarar vermek kasdıyla rüşvet vereni kasdetmektedir. Ama kendinden haksızlığı savmak ya da başkasına

146

zarar vermeksizin bir yarar elde etmek için rüşvet vermekte bir sakınca yoktur. İslâm yurdunda da zalim bir kişinin zulmünü savmak için kişinin rüşvet ver­mesinde bir sakınca yoktur. EbÛ'ş-Şa"sâ cabir bin zeyd'in bu konuda şöyle dediği rivayet edilir: "Haccac zamanında rüşvetten daha hayırlı bir yol bu­lamadık." Böyle durumlarda rüşveti hayırla nitelemesi, veren kişi için bir günahın bulunmadığının delilidir. Ama alan kişi için elbette günah vardır. Başarı Allah'tandır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

147

-189-

HARP YURDUNDA ESİRİN KARŞILAŞABİLECEĞİ SORUNLAR

4083-  Harp ülkesinin devlet başkanı, İslâm ülkesine kaçmayacağına dair esire pekiştirilmiş yeminlerle yemin ettirecek olsa ve esir de bu yeminleri yapacak olsa, yap­tığı yeminler onu bağlar.

Esir her ne kadar ellerinde yenilgiye uğramış biri ise de burada taraftır ve verdiği yeminlerin muhatabıdır. Zor durumda kalmış olması yaptığı yeminlerin onu bağlamasına engel değildir. Bu konuda temel danayanak Huzayfe'nin -Allah kendisinden razı olsun- hadisidir. Müşrikler onu yakalamış ve Rasûlüllah'a yardım etmeyeceğine dair ona yemin ettirmişler. Bu durumu Rasûlüllah'a (s.a.v) açtığında, "Onlara verdiğin sözü yerine getir. Onlara karşı Allah1 tan yardım di­leriz" buyurmuştur.

4084-  Devlet başkanlarının izni olmaksızın ülkelerini terketmeyeceğine dair yemin  etmiş  ve sonra orayı ter-kedeceğine dair devlet başkanlarından izin almışsa, ye­minini bozmuş olmaz.

Çünkü ülkelerini terketmeyeceğine dair yemin ederken devlet başkanlarının iznini istisna etmişti.

İzin  almadan  ülkelerini terketmişse, yeminine  aykırı

davranmış olur. Ancak kralları Ölmüşse durum farklıdır.

Çünkü yemin ederken sözlerinden, kırallan hayatta kaldığı müddetçe bu ye­minine bağlı kalacağı anlaşılıyordu.

Kedisine   yemin   ettiren   kıral   iktidardan   ayrılmışsa

durum yine aynıdır.

Çünkü kralın izin vermesi, iktidarda oluşuna bağlı bir olaydır. Yemin, o-nun zamanı ile sınırlıdır. Ancak Ebû Yusufun görüşü böyle değildir. Burada temel dayanak borçlu ve nikahlı kadının durumudur. Borçlu kişi, alacaklının izni olmadan şehri terketmeyeceğine dair yemin edecek olsa, yahut kadın, kocasının izni olmadan evden çıkmayacağına dair yemin edecek olsa, borcu devam ettiği

148

müddetçe ve yine nikâh devam ettiği müddetçe şehirden dışarı çıkmazlar. Ancak Ebû Yusuf tan gelen rivayet farklıdır.

Kralın iktidardan uzaklaştırılmasından sonra tekrar ik­tidara gelmesi halinde durum böyledir.

Çünkü kralın iktidardan uzaklaşmasıyla yemin artık geçersiz olmuştur. Yemin geçerliliğini yitirdikten sonra artık yeni bir yemin olmaksızın eski yemin bağlayıcı değildir.

Görmüyor musun, efendi cariyesine: Benim iznim olmadan bu evden dışarı çıkacak olursan kölem hürriyetine kavuşmuşey olur, diyecek olsa ve cariyeyi sattıktan sonra tekrar onu satınalacak olsa, ya da kansına aynı şeyi söyleyip sonra karısını boşasa ve tekrar onunla evlenecek olsa, sonra da cariye yahut karısı dışarı çıkacak olsalar, belittiğimiz sebepten dolayı yeminini bozmuş olmaz.

4085- Aynı şekilde sultan, mahallesinde bildiği her ah­lâksızı kendisine bildireceğine dair bir adama yemin etti­recek olsa ve sonra sultan makamından uzaklaştırılıp tek­rar o makama gelecek olsa, yemin ettirdiği kimse, sulta­nın ikinci defa tahta getirilmesinden sonra bildiği ahlâk­sızları ona bildirmek mecburiyetinde değildir.

4086- Ancak sultan tahttan uzaklaştıramazdan önce böyle bir bilgiye sahip olup onu sultana bildirnıemişse, yemini çiğnemiş olur. Sultan tahttan uzaklaştırıldıktan sonra ya da tekrar tahta geçtikten sonra onu haber ver­mesinin ona herhangi bir yararı yoktur. Bu konulan Şarhu'z-Ziyadat'ta etraflıca ele aldık.

 

4087- Esir kişi, kırallarından birini bizzat anmadan kralın izni olmadan ülkelerini terketmeyeceğine dair ye­min edecek olsa ve sonra da iktidardaki kral uzaklaştırılıp başka biri ounu yerine iktidara gelecek olsa, esir yine ye­minine bağlı kalmadan ülkeyi terkederse, yemini çiğnemiş olur.

Çünkü yemin ederken kim olursa olsun kırallarından izin almaksızın ülkelerini terketmeyeceğine dair yemin etmiştir.

149

Ancak kıralları ölür yahut iktidardan uzaklaştırılır ve ülkelerini esir terkedinyece kadar başka birini başa geçir-memişlerse, esir kimse yeminini bozmuş sayılmaz.

Çünkü ülkelerini terkederken başlarında bir kıral yoktur. Halbuki esir, kiralın izni ile bağımlı idi. Başlannda bir kıral yoksa, ülkelerini terketmekten dolayı yeminini bozmuş sayılmaz. Ülkelerinden çıkmakla günah işlememiştir. Çünkü ilk kiralın tahttan uzaklaştınlmasıyla yemini son bulmuştur. Ancak yeni bir kıral tayin etmelerinden sonra ülkelerini terkedecek olursa, yeminine riayet et­memiş olur. Çünkü yemininin gereğini yerine getirmemiştir.

4088-  Kiralın izni olmaksızın ülkelerini terketmeyece­ğine dair yemin, o anda iktidarda bulunan kıral zamanında geçerlidir.

Çünkü "el-melik" diyerek sözünde belirlilik takısı olan "el" ekini kul­lanmıştır ve bu ek ile artık belirli bir kıral kastedilmektedir. Böylece bu yolla hangi kiralı kasdettiği belirlenmiştir.

4089-  İmam Muhammed dedi ki: Esir ellerinde iken ih­rama girmiş ve fidyesini verip kurtarmaları için müslü-manlara ulaşmak arzusunda iken müslümanlar fidyesini vermemişlerse ve düşman da onun müslümanlara gitme­sine engel olmuşsa, bu esir haccını tamamlamaktan alı-konmuş kişi mesabesindedir.

Çünkü ihrama sahih birşekilde girdikten sonra haccı yerine getirmesi mümkün olmamaktadır. Bu sebuple muhsar hükmündedir. Muhsarla ilgili me­seleleri Muhtasar'ın Şerhinde belirtmiştik.

 

 

4090- İhramdan çıkmak için bir kurban kesme imkâ­nına sahip değilse, Ata' b. Ebi Rabah'a göre mut'a kur­banına kıyasla on gün oruç tutmak suretiyle ihramdan çıkmış olur. Medine alimlerine göre ise, hiçbir şey yap­maksızın ihramdan çıkmış sayılır. Bizim görüşümüze göre, ancak kurban ile ihramdan çıkabilir.

Çünkü muhsarın durumu Kur'an'da belirlenmiştir. Bu durumdaki birinin İhramdan çıkması için yapacağı şey, kurban kesmektir. Mut'a ve kıran haclannda

İSO

un? naMtınaa nass bulunan bir hususa kıyas edilmez. Sadece hakkında âyet bulunana başkası kıyas yapılır. Ama her iki husus hakkında âyet varsa, ikisi biribirine kıyas edilmez. Çünkü âyet ile sabit olan kesindir. Re'y ile sabit olan ise kesin değildir. "Temhidu'I-Fusûl fi'I-Usûl" de bu mp»^» «*—«- -inceledik.

de bu meseleyi etraflıca

Başarı Allah'tandır.

.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

151

-190-

MÜSLÜMANLARİN ELEGEÇİRDİĞİ AJANLARLA İLGİLİ MESELELER

4091- İmam Muhammed dedi ki: Müslüman olduğunu iddia eden ve müslümanların eksik taraflarını düşmana yazrak müslümanların aleyhine casusluk yapan bir ajanı müslümanlar ele geçirdiklerinde, o kimse bunu yaptığını kendiliğinden ikrar edecek olsa, Öldürülmez, ancak devlet başkanı onu incitecek şekilde cezalandırır.

İmam Muhammed sözlerinin iki yerinde böyle birinin gerçekten müslüman olmadığına işaret etmekte ve bu sebeple "Müslüman olduğunu iddia eden" ifa­desini kullanmkatıdır.

Yine "Böyle bir kimseye tazir cezası değil, incitici bir ceza verilir" de­mektedir. Daha önce bu tür cezalar konsunda müslümanlar hakkında "tazîr" sözcüğünün, müsîüman olmayanlar hakkında ise "incitici ceza" sözcüğünün kul­lanıldığına dikkat çekmiştik.

Ancak İmam Muhammed, onun öldürülemeyeceğini belirtmektedir. Çünkü kendisinin müslüman olduğuna hükmetmemizi sağlayan şeyi terketmiş değildir. Kendisinin müslüman sayılmasına sebep olan şeyi o kimse terketmedikçe zahiren onu İslâm dışına çıkaramayız. Çünkü onu ajanlık yapmaya sürükleyen, itikatsızlık değil, tamah olabilir. Böyle bir kimse hakkında düşünebileceğimiz alternatiflerin en güzeli budur. Nitekim Yüce Allah da bunu bize enretmekte ve onlar "Sözün en güzeline uyurlar  Buyurmaktadır.

Peygamber (s.a.v.) "kardeşinin ağzından çıkan kelimeyi iyiye yorabilirsen kötüye yorma" buyurmuştur. Böyle bir kişinin öldürülmeyeceğine Hatıb bin Ebi Beltaa hadisini delil göstermiştir.

Hatıb, "Peygamber size saldıracak, hazırlığınızı yapın" diye Kureyş'e giz­lice mektup yazmıştır. Nihayet Rasulüllah (s.a.v) onun boynunun vurmak için izin isteyen Hz. Ömer'e: Ağır ol ey Ömer, herhalde Yüce Allah Bedir savaşma katılanları görmüş ve "dilediğinizi yapın, sizi bağışladım" buyurmuştur.

Şayet Hâtib bu davaranışıyla öldürülmeyi hak etseydi Rasulüllah mutlaka onu öldürürdü. O halde Bedir savaşına katılmış olanın da, katılmamış olanın da

7- Zümer, 18.

152

durumu budur. Ayrıca had olarak öldürülmesi gerekmiş olsaydı, peygamber (s.a.v) yine onu öldürürdü. "Ey iman edenler! Benim ve sizin düşmanlarınızı dost edinmeyin' âyeti bu kişi hakkında inmiştir. Âyette bu kişi mümin olarak ni­telenmektedir.

Ebû Lubâbe olayı da buna delalet etmektedir. Beni Kurayza kendisine danıştıklarında, Peygamber'in hükmünü kabul ettikleri takdirde öldürüleceklerini haber vermek için parmağıyla boğazına işaret etmiştir. Şu âyet-i kerime de bu kişi hakkında indirilmiştir: "Ey İman edenler, Allah'a ve Rasûlüne ihanet etmeyin." 10

4092- Zimmî biri de böyle birşey yapsa, incitici şekil­de cezalandırılır ve hapse atılır. Bu davranışı da zimmîlik akdini bozduğu anlamına gelmez.

Çünkü bir müslüman böyle birşey yaptığında nasıl emanım bozmuş sayilmıyorsa, zimmî de emanım bozmuş sayılmaz.

Görmüyor musun, yolkesicilik yapıp başkasının malını alsa veya adam öldürse, ahdi bozmuş sayılmıyor. Halbuki yolkesiciliğin Allah ve Rasûlüne savaş açmak olduğu ayet ile sabittir.

Aramızda eman altındaki biri de böyle birşey yapmış olsa durumu aynıdır.

Böyle birisi yolkesicilik yaptığında nasıl emamnı bozmuş sayımlıyorsa, bu davranışı da emanım bozduğu anlamına gelmez.

Ancak bütün bu şahıslar acıklı şekilde cezalandırılırlar. Çünkü yapmaları helal olmayan biri işi yapmışlardır ve davranışlarıyla

müslümanlara zarar vermeyi hedeflemişlerdir.

----------------------------------

8-Mümtehıne, 1.

9-  Müslümanların aleyhine casusluk yapan müslüman casus, Hanefiler, İmam Şafiî, Evzaî, bir görüşünde Ahmed ve bazı Malikîlere göre de öldürülmez. Fakat gönülden pişman  oluncaya kadar ağır bir cezaya çarptırılır ya da uzun  süre hapsedilir. Çoğunluktaki Malikîler işe böyle birisinin zındık sayılıp öldürülmesi gerektiğini söylemişlerdir. (Safir, el-Ümm, 4/249; Kurtubî, el-Camî h Ahkâmi'l-Kur'ân, 18/53; İbn Kayyım, Zâdu'1-Meâd, 3/114 Hatib b. Ebî Belta'a olayı yanında şu hadisi de cum­hurun görüşüne destek olmaktadır. "Bir müslüman ancak üç şeyden biri sebebiyle öfdürulebilir: Evli iken zina etmk, dinden dönmek ve adam öldürmk." (Buhari, Diyet, Müslim, Kasâme, 25.) (Editör)

10- Mü'mtehıne, 1.

11-  İmam Malik, Ahmed, Evzaî ve Zeydîlere göre zimmî casus ya öldürülür ya da köleleştirilir. (Hanefîlerden Ebû Yûsuf da öldürüleceğini söylemektedir. İmam Şafiî ise Öldürülmeyip ağır bir cezaya çarptırılması görüşündedir. Hz. Peygamber'in böyle zımmî casusları takip ettirip öldürtmesi örnekleri. (Ebû Dâvûd, Cihad, 990; Şevkânî, Ncylü'l-Evtâr, 8/7, 154) Cumhurun kanaati yani öldürüleceği görüşünü doğurmak­tadır. (Editör)

 

153

4093-  Yabancı biri eman istediğinde müslümanlar ken­disine: Müslümanların aleyhine müşriklere casusluk yap­maman şartıyla sana eman veriyoruz yahut sana eman ve­riyoruz ama müslümanların zayıf taraflarını düşmana ha­ber verecek olursan sana eman yoktur, demişlerse ve me­sele de yukarıda anlattığımız şekilde ise, bu adam ca­susluk yapacak olursa öldürülmesinde bir sakınca yoktur. Çünkü şarta bağlanan şeyler şart meydana gelmeden hemen önce yok

sayılırlar. Burada kendisine eman verilirken ajan olmaması şartı ileri sürülmüştür. Ajan olduğu ortaya çıktığında artık o harp ehlinden herhangi biridir ve öldürül­mesinde bir sakınca yoktur.

4094-  Devlet başkanı, başkasına ibret olması için öl­dürülmesini uygun görürse, bu şekilde öldürülmesinde bir sakınca olmaz. Diğer esirler gibi fey1 yapmak isterse bun­da da sakınca olmaz. Ancak başkasına ibret olması için öldürmesi daha iyidir.

Erkek değil de kadın bunu yapmışsa, onu da öldür­mekte bir sakınca yoktur.

Çünkü müslümanların geneline zarar vermeyi kasdetmiştir. Harp ehlinden olup savaşan kadın öldürülebildiği gibi, böyle bir durumda da öldürulebilir.

Ancak kadının asılarak öldürülmesi mekruhtur. Çünkü kadın avrettir ve avretin örtülmesi evladır.

4095- Erginlik çağma ermemiş bir çocuk böyle birşey yapacak olursa, fey' olur ve öldürülemez.

Çünkü mükellef değildir ve yaptığı iş, öldürülmesini gerektiren bir ihanet değildir. Halbuki kadın böyle değildir. Casusluk yapan çocuk, savaşan çocuk gi­bidir, esir edildiği takdirde öldürülmesi caiz değildir. Halbuki kadın savaşıp esir edildiği takdirde öldürulebilir.

Savaşacak durumda olmayıp esir edilecek olursa yaşlı

kimse de bu konuda kadın gibidir.

Çünkü mükelleftir.

154

4096- Eman altındaki biri bu işi yaptığını inkâr eder ve kendisiyle birlikte yakalanan mektubu yolda bulduğunu ve aldığını söyleyecek olursa, delil bulmaksızın müslüman-ların onu öldürmeleri caiz değildir.

Çünkü zahirde emanına riayet etmektedir. Kendisi hakkında kesin olarak

sabit olmayan birşey emamnı ortadan kaldırmaz ve bu nedenle de öldürülemez.

Onu kelepçeleyip bağlamak, dövmek yahut hapsetmek­le tehdit etseler ve o da nihayet ajan olduğunu itiraf ede­cek olsa, bu itirafının bir değeri yoktur. Çünkü baskı görmüş (mükreh) durumundadır. Baskı görenin ikrarı ise

geçersizdir. Baskının şekli hapis olsun veya ödürülme olsun, farketmez.

Zorlama ve baskı olmadan itiraf etmedikçe yahut iki şa­hit hakkında şahitlik yapmadıkça ajan kabul edilmez. Bu konuda hakkında zimmîlerin ve harp ehlinin şahitlikleri kabul edilir. Çünkü kendisi de aramızda harp ehlinden biridir. Aramızda eman altında

olsa da harp ehlindendir. Harp ehinin, yine harp ehlinden birinin aleyhine

şahitlikleri geçerlidir.

4097- Devlet başkanı müslüman veya zimmî yahut e-man altındaki birinin yanında düşmanın kiralına yazılmış ve müslümanların zayıf taraflarım anlatan bir mektup bulsa ve bu mektup kendi elyazısı ile yazılmış ise, devlet başkanı o kimseyi hapseder, ama dövemez.

Çünkü ele geçen mektup şüphelidir. Uydurma bir mektup olabilir. Yazılar da birbirine benzeyebilir. Böyle şüpheli bir mektuptan dolayı onu dövemez. Ancak müslümanların yararını gözönünde bulundurarak durumu kesinlik kazanıncaya kadar onu hapseder. Du­rumu kesinlik kazanmayacak olursa onu serbest bırakır ve eman altında ise onu ülkesine iade eder. Böyle birşeyden sonra bir gün dahi olsa onun İslâm yurdunda kalmasına müsaade etmez.

Çünkü hakkındaki şüphe kuvvetlidir. Böyle birini İslam yurdundan uzak­laştırmak, yolda gelip geçenlere rahatsızlık veren birşeyi temizlemek gibidir. Allah en iyi bilir.

155

-191-

HARP EHLİ VE ZİMMİLERİN ŞAHİTLİKLERİ VE VASİYETLERİ

4098- Aynı devlete bağlı olup ülkemizde eman altında o-lan harp ehlinin birbirleri aleyhindeki şahitliklerinin ge­çerli olduğunu belirtmiştik. Ayrı ülkelere mensup iseler birbirleri aleyhindeki şahitlikleri geçerli değildir.

Ülkelerin farklı olması halinde engel, dinlerinin farklı oluşu değil, ülkelerin farklı oluşudur. Ülkelerin farklı oluşu da, farklı hakimiyetlerin vatandaşları ol­malarıdır.

Birbirlerine mirasçı olmalarının hükmü de buna göre­dir. Zimmet ehlinin eman altında olanlar karşısındaki du­rumu, müslümanların zimmet ehli karşısındaki durumu gi­bidir.

Çünkü eman altındakilerin aksine zimmet ehli ülkemizin vatandaşlarıdır. Bu nedenle ülkemizde ikamet süresi İçinde eman altmdakinin zimmet ehlinden bir kölesi varsa, onun elinde bırakılmayıp satmaya mecbur edilir. Zaten zimmet eh­linin elinde de müslüman bırakılmayıp satmaya mecbur edilir.

4099-  Eman altındaki biri, malının tamanını bir müs­lüman veya zimmîye vasiyet edecek olursa, bu vasiyet ge­çerlidir ve mirasçılarının o malı geri alma hakları yoktur.

Çünkü malının dokunulmazlığı, kendi hakkı sebebiyledir, harp yurdundaki mirasçılarının hakkı sebebiyle değil. Aynca mirasçıların rızası olmadığı takdirde malının üçtebirinden fazlasını vasiyet edememe, îslâmın hükümlerindendir. Eman altındaki ise bu hükme bağlı değildir. Zimmî hakkında bu hükmün geçerli olması da bundandır. Çünkü zimmî kişi, muamelat konularında îslâmın hükümlerine tabidir.

4100-  Zimmî birinin, harp ehlinden eman altındaki bi­rine malının üçtebirini vasiyyet etmesi, tıpkı müslüman birinin zimmî birine malının üçtebiri kadarki vasiyyeti

156

gibi geçerlidir. Müslüman veya zimmî birinin, mirasçıları uygun görse de, damlhapteki birine vasiyyeti geçerli de­ğildir. Ancak mirasçılar, miraslarını kabzettikten sonra mallarından bir kısmını ona hibe edebilirler.

Çünkü İslâm yurdunda bulunan kimse açısından harp yurdundaki kimse ölü mesabesindedir.

4101- Eman altındakinin mirasçısı eman almış olarak birlikte yurdumuzda iseler, mirasçısının izni olmaksızın malının üçtebirinden fazlasını vasiyyet etmesi geçerli değildir.

Çünkü kendisine verilmiş eman sebebiyle mirasçısının da hakkı gözetil-melidir.

Daru'lharpten başka bir mirasçısı kendisiyle birlikte ülkemizde bulunup diğer mirasçıyla birlikte o da mirasa ortak olsa, kendine vasiyet yapılmış olana malın ancak üçtebiri verilebilir.

Çünkü üçtebirden fazlası için yapılmış olan vasiyeti, mirasçıların izin ver­memeleri sebebiyle geçersiz olmuştur. Kendisine miras olarak kalan, bütün mirasçılara kalmıştır.

Kendisiyle birlikte mirasçı olarak hazır bulunan kişinin

karısı veya oğlu olması arasında bir fark yoktur.

Çünkü hakim, mirasın üçtebirden fazlası hakkında hüküm vermesi ge­rekir. Bir malda bazı mirasçıların mirastan alacağı hakkında hüküm vermesi caiz olmazsa, o maldaki vasiyet de geçersiz olur.

4102- Aramızda eman ile bulunan bir kişi, harp yur­dunda bulunan harp ehlinden birine malının tamamını va­siyet edecek olsa, sonra da kendisine vasiyet yapılmış olan ile eman altındaki kişinin oğlu çıkıp gelecek olsalar, hakim, malın kendisine vasiyet yapılmış olan kimseye ve­rilmesine karar verir.

Çünkü harp yurdunda bulunan mirasçısının bizler açısından malının say­gınlığı yoktur. Malının dokunulmazlık ve saygınlığı, ölmüş olan kimsenin o hak-

157

kından dolayıdır. O halde Ölen kişi malının nereye verilmesini istemişse, malı oraya verilir.

4103-  Kendisine vasiyet yapılmış kişi, ile ölmüş olan kişi ayrı devletlerin vatandaşı ise, ölenin yapmış olduğu vasiyet geçersiz olur. Çünkü ülkeleri hem hakikat üzere ve hem de hükmen farklıdır. Bu, tıpkı zimmî olan birinin, harp yurdunda bulunan harp ehlinden birine vasiyet yap­masına benzer. Ancak kendisine vasiyet yapılmış olan kişi eman   ile   ülkemizde   bulunuyorsa,   bu   takdirde   durum farklıdır.

Çünkü bu durumda hükmen ülkeleri farklı da olsa şekil olarak farklılık mevcut değildir.

Ama hap yurdunda eman ile bulunan veya esir düşmüş

olan bir müslüman veya zimmî   birine vasiyet yapmışsa,

vasiyet geçerli olur.

Çünkü bu takdirde ülkelerin farklılığı hükmen mevcut değildir. Müslüman kişi, nerede bulunuyorsa bulunsun İslâm yurdunun vatandaşıdır.

Harp yurdunda İslâmı kabul etmiş ve harp yurdu va­tandaşı olan birine yapmış olduğu vasiyet de böyledir.

Çünkü müslüman kişi, nerede bulunuyorsa bulunsun İslâm yurdunun va­tandaşıdır.

Görmüyor musun, karısı müslüman olarak ülkemize gelmişse kendisinden ayrılmış kabul edilmez. Ancak kocası müslüman olmazdan önce gelmişse, ondan ayrılmış kabul edilir.

4104-  Darulharp vatandaşına vasiyet yapılmış olsa ve vasiyet yapan kişinin ölümünden önce veya sonra adam müslüman olsa, yapılan vasiyet geçersizdir.

Çünkü vasiyet belli bir insana yapılmıştır ve kendisine vasiyet yapıldığı an­daki durumu muteberdir. Kendisine vasiyet yapıldığı anda da o kişi ölü hükmün­dedir. Böylece kendisine yapılmış vasiyet batıldır. Vasiyet yapıldıktan sonra o kişinin İslâmı kabul etmiş olması, vasiyeti sahih kılmaz.

Mirasçılar vasiyete izin vermiş olsalar bile durum de­ğişmez.

158

Çünkü izin verme mevkuf olan şeyler hakkında geçerlidir, batıl olan hakkında değil.

Buna göre kişi, falan kardeşimin oğlu falana vasiyet

ettim, demiş olsa, vasiyet yine geçersizdir.

Çünkü ismini bizzat belirtmekle, sanki bizatihi kendisine işaret etmiş kabul edilir.

Ancak kardeşimin oğluna şu kadar vasiyet ettim, deyip

şahıs olarak oğlun ismini belirtmese, oğlan da amcasının

ölümünden önce İslâmı kabul edecek olsa, vasiyet edilen

miktarın kendisine verilmesi caizdir.

Çünkü bu sözüyle bizzat bir şahsı belirlememiştir. Böylece ölümü esnasında kardeşinin oğullarından mevcut olana vasiyet yapılmış olur. O halde ölümü esnasında kardeşinin oğlunun durumu muteberdir.

Nitekim vasiyet ettiği anda kardeşinin bir oğlu yoksa ve ölümünden Önce kardeşinin bir oğlu dünyaya gelecek olsa, bu yolla o çocuk vasiyeti hakkeder. Oğlan kâfir olup amcasının Ölümünden önce İslâmı kabul etmiş ise, durum aynıdır.

4105-  İmam Muhammed dedi ki:Eman altındaki biri, hastalığı sırasında malının tamamını kendisiyle birlikte olan oğluna hibe etse ve malı kendisine teslim ettikten sonra ölse, sonra da harp yurdundan diğer bir oğlu gelip hibeyi   bozmak   istese,   hibeyi   bozma   imkânına   sahip değildir.

Çünkü babasının ölümü sırasında bu oğlu düşman olup yok hükmünde idi. Vasiyetin mirasçıya yapılamaması, diğer mirasçıların hakkı sebebiyledir. Vasiyet eden kişi öldüğü sırada böyle bir hak sözkonusu değilse, vasiyet gerçekleşmiş olur. Daha sonra gelen kişinin bu vasiyeti bozma yetkisi yoktur.

4106-   Gelen   oğlan   babasının   ölümündtfo   önce   gel­mişse, hibeyi bozma hakkına sahiptir.

Çünkü babasının vefatı esnasında hak iddia ediyordu. Böylece babanın ta­sarrufu, mirasçıların bazısını bazısından üstün tutma anlamına gelir ki bu caiz değildir.

159

Daha sonra başka bir oğlu çıkıp gelecek olsa, mirasta öncekilere ortak olur. Çünkü hibe geçersiz olunca, ölünün arkada bıraktığı mal, miras olur.

4107- Babasının ölümünden önce gelen oğul, kardeş­inin gelmesinden önce veya sonra, kardeşine yapılmış hi­beyi babanın ölümünden sonra geçerli kabul ederse, geçerliliği kabul eden oğlun payında hibe geçerlidir.

Çünkü hibenin geçerliliğine müsaade etmezden önce babası vefat ettiğinden mal, üç çocuk arasında miras haline gelmiştir. Bu maldan herbiri için üçtebir vardır. Bundan böyle hibenin geçerliliğini kabul eden kişi, kendi payı hakkında. karar verme yetkisine sahiptir. Başkasının payı hakkında karar veremez. Bu, şuna benzer: Hazır bulunan oğul, hibe etmek suretiyle veya başka bir yolla mirası tü­ketir sonra diğer oğul gelirse, kendi payına düşeni mirastan alma yetkisine sahiptir.

4108- Yine eman altındaki kişi ülkemizde kendisiyle birlikte iki oğlu bulunacak olsa ve malın tamamını onlara vasiyet edecek olsa yahut malın yarısını birisine diğer ya­rısını Ötekine hibe edecek olsa ve her biri payını kabze-decek olsa, sonra da oğlanlardan her biri babalarının ölümünden sonra yapılmış olan vasiyetin kardeşi hakkın­da geçerliliğine müsaade edecek olsa, ölenin üçüncü bir oğlu sonra çıkıp gelecek olsa, her iki paydan payına dü­şen mirası alma hakkına sahiptir.

Çünkü babasının ölümüyle miras olarak kalan malın üçtebiri kendisine ait olmuştur. Daha sonra o iki kardeşin birbirlerine vasiyeti geçerli kabul etmiş ol­maları, bu üçüncü kardeşin üçtebirlik payını ortadan kaldırmaz.

4109- Kendisiyle birlikte yalnız bir oğlu bulunsa ve malının tamamını kendi oğluna vasiyet etse, babasının ölümünden sonra da oğul bu vasiyeti kendi hakkında geçerli kılsâ, daha sonra başka bir oğlu çıkıp gelecek ol­sa, malın yarısını alma hakkına sahiptir. Ancak baba malı önceki oğluna hibe etmiş ve malı kendisine teslim etmiş­se, gelen oğul o maldan hiçbir şey alamaz.

160

Çünkü kendisine hibe yapılmış olan kişi, babası henüz hayattayken hibeyi teslim almış ve onu mülkiyetine geçirmiştir. Bu takdirde gelen oğlun gözetilecek bir hakkı kalmamıştır. Babanın vefatı esnasında miras hakkı o malda bulunma­maktadır. Vasiyete gelince, tıpkı miras gibi ölüm ile geçerli olur. Karşılaştırma yapıldığında, başka oğulun miras hakkı ortadan kalkmaz. Bu nedenle mirasın yarısı onundur. Onun hakkında vasiyetin geçerli olmasına müsaade eden kişinin bu müsaadesi geçerli değildir.

Görmüyor musun, kendisine vasiyet yapılmış olan oğlu, babasının Ölü­münden sonra miras yoluyla malı alacak olsa, diğer oğulun mirasın yansını alma hakkı vardır. Vasiyet yoluyla malı almışsa, durum >*ine aynıdır.

4110- Darulharpte harp ehlinden biri, Ölmeden Önce malını, yanında eman ile bulunduğu bir müslümana hibe edip ona teslim edecek olsa, Ölümünden sonra mirasçısı, üçtebirden fazla miktarın o müslümana verilmesine karşı çıkacak olsa, bu miislümanın gücü yettiği takdirde o mirasçıya maldan hiçbir şey vermez. Çünkü ölen kişi gönül rızasıyla bu malı kendisine temlik etmiştir. Mal onun

mülkü olduktan sonra da mirasçılardan hiçbirinin o malda hakkı kalmamıştır.

Ölümünden sonra o kişinin alacaklıları, İslama girmiş olsalar bile o maldan birşey

alamazlar.

4111- Harp ehlinden olan kişi, malının tamamını ona vasiyet etmiş olsa ve mesele yukarıda anlattığımız şekilde ise, bakılır; bulunduğu harp ülkesinin kanunları kendisine vasiyet   yapılmış   olan   kimsenin   vasiyet   edilen   malda diğerlerinden daha fazla hak sahibi olduğunu kabul edi­yorsa, vasiyet edilmiş malın tümü kendisinin olur. Çünkü mirasçılarla alacaklılar, harp ehlinin hükümlerine bağlıdırlar. Ama   kanunları   bunu   öngörmüyorsa,  alacaklılar   ala­caklılarını aldıktan sonra bu kişi ancak malın üçtebirini alma hakkına sahiptir.

Çünkü eman almış olarak aralarında bulunmaktadır ve gönül rızaları bu­lunmadıkça onların mallarını veya hak sahibi oldukları bir malı alamaz.

161

4112-  Aramızda eman ile bulunan bir kişi malını birine hibe ya da vasiyet edecek olup mirasçısı da yoksa ve ölü­münden sonra bir topluluk gelip İslâm ülkesinde iken ken­disine borç verdiklerini ispat edecek olsalar, hakim ala­caklıların haklarını Ödemekle başlar.

Çünkü malı elinde bulunduran kişi, ölmüş olan kişi adına taraftır. Ölü hakkında sabit olan borç, malı elinde bulunduran kişi hakkında da sabittir. Has­talık ve vasiyet sözkonusu olduğunda hibe edilecek olan mal verilmezden önce borcun Ödenmesi, İslâmın hüküm (erindendir.

Bu işlem yapıldıktan sonra harp yurdundan oğlu gelip:

mirastan geri kalan miktar bana verilsin, diyecek olsa,

hakim ona aldırış etmez.

Çünkü babasının vefatı esnasında gözetilecek bir hakkı yoktur. Onun bu isteğinden dolayı hibe ve vasiyet bozulmaz.

4113-  Buna göre alacaklılar harp yurdundan gelip ora­da kendisne borç verdiklerini ispat edecek olsalar, hakim onların lehine hüküm vermez. Bu alacaklılar müslüman ya da zimrnî de olsalar hüküm değişmez.

Çünkü o kişi hayatta iken gelmiş olup alacaklı olduklarını ispat etmiş ol­saydılar, hakim yine onlara birşey verilmesi doğrultusunda hüküm vermezdi. Çünkü eman altındaki kişi, harp yurdunda yapmış olduğu bir muameleden dolayı sorumlu tutulmaz. Ölümünden sonra da gelmiş olsalar bu hüküm değişmez.

 

4114- İmam Muhammed dedi ki: Malını kimseye va­siyet etmemişse ve mesele yukarıda anlattığımız şekilde ise, hakim Önce İslâm yurdundaki borçlarını öder, ondan sonra harp yurdundaki borçlarım ödemeye başlar.

Çünkü İslâm yurdunda aldığı borçlar daha kuvvetlidir. Önce bu borçlar malından ödenir. Harp yurdundaki borçlanmaları ise daha zayıftır. Müslüman olmadıkça bu borçlardan sorumlu değildir. İki hak bir araya gelince kuv­vetlisinden başlanılmalıdır.

Ayrıca bu meselede, bıraktığı mirastan harp yurdunda

aldığı borçların Ödenmesine de hüküm verilir.

162

Çünkü İslâm yurdunda borçlandıkları ödendikten sonra geri kalan mal harp yurdundaki mirasçılarının hakkı üzere mevkuftur. Bu sebeple harp yur­dundaki borçlanmaları da bu mevkuf olan maldan ödenir.

Oysa birinci meselede durum böyle değildi. Orada artakalan mal, İslâm yurdunda kendisine hibe edilen veya vasiyet edilen kişiye aittir. Harp yurdundaki borçlanmalarından dolayı bu geri kalan malda bir hak yoktur.

4115-Eman altındaki kişi ülkemizde ölür ve ardında bir mal bırakırsa, malı kimin elinde bulunuyorsa mevkuf ola­rak bulundurulmaya devam edilir. Şayet mah kimsenin elinde değilse, devlet başkanı mirasçıları gelinceye kadar o malı beytu'lmalda mevkuf tutar. Malı miraçılarına gön­dermek  mecburiyetinde  değildir.  Ancak  mirasçılarından kim gelirse payına düşeni ona verir. Arta kalan ise bek­letilir. Ancak mirasçılarının bulunmadığını biliyorsa o ma­lı fakirlere dağıtır. Daha sonra bir mirasçısı çıkıp gelecek olursa, onun payını da zekât fonundan Öder. Çünkü o kişinin  ölümünden sonra da malı hakkındaki eman hükmü kalıcıdır, zimmî olup mirasçısı bulunmayan kişi öldüğü takdirde devlet başkam o zimmînin mah konusunda nasıl davranıyorsa bu kişinin mah hakkında da aynı

şekilde davranır.

4116-  Aramızda eman ile bulanan bir kişi birini kasten veya yanlışlıkla yaralamış olsa ve yaralanan kişi de yara­lanmasından  dolayı  doğan  haklarından  vazgeçse, sonra varislerinden biri harp yurdundan gelecek olsa ve bu ara­da adam ölse, gelen adam katilden herhangi birşey talep edemez.

Çünkü bu konuda olsa olsa katili için diyeti vasiyet etmiş olabilir. Katil için yapılmış olan vasiyet ise, mirasçıya yapılan vasiyet gibidir. Daha önce belirtti­ğimiz gibi hastalığı sırasında yapılan bir uygulama, harp yurdundaki mirasçısının hakkını iptal etmez. Burada da durum aynıdır.

4117-  Kişi hayatta iken mirasçısı gelmişse, o kişinin kendisini öldürene yapmış olduğu vasiyet geçerli olmaz.

163

Kısası gerektiren kasıtlı Öldürmeyi   affetmiş ve katil de kendisi gibi eman sahibi biri İse, bu affetme geçerlidir.

Çünkü katilden dolayı katilin öldürülmesinin vasiyetle bir ilgisi yoktur.

Öldürme yanlışlıkla yapılmış ise, üçtebirin verilmesi caizdir.

Çünkü diyeti vasiyet etmesi, âkile durumunda olan kişiler için olup, katil

için değildir.

4118- Kişi, katiline malının yarısını ve ölümünden Ön­ce gelmiş olan oğluna da yansını vasiyet etmiş olsa ve oğ- * lu da katil için yapılmış olan bu vasiyetin geçerliliğine izin verip, daha sonra diğer bir oğlu çıkıp gelecek olsa, her iki vasiyetten de miras payını alma hakkına sahiptir. Çünkü katile yapılmış olan vasiyet, tıpkı mirasçı olan birine yapılmış va­siyet gibi olmuştur. Mirasçıya yapılan vasiyet de böyledir. Orada da mirasçıların izin vermesiyle geçerlilik kazanır. Böylece diğer oğul da mirasın tamamından payına düşeni hakketmiştir. Ayrıca katil için yapılmış olan vasiyet konusunda her oğulun izni, kendi payı konusunda geçerlidir.

4119- Hastalığı sırasında malım katiline hibe etmiş   ve mirasçısı yoksa, malının tamamı hakkında bu hibe geçer-

lıdır.

Çünkü mirasçısı, o vasiyet eden kişinin ölümü sırasında harp yurdunda bu­lunmaktadır ve hakkı gözetilemez.

4120-  Ölen kişinin beraberinde, kindisinden daha ya­kın akrabalarının varlığından (mahcub olmaktan) dolayı mirastan yoksun kalan bir akrabası bulunuyorsa ve bu ak­raba:  Bu kişinin harp yurdundaki akrabasını ölü hük­münde kabul ederseniz, malım hakketme noktasında ben daha evlayım, o halde miras yoluyla malını bana verin, di­yecek olsa, bu isteği yerine getirilmez.

Çünkü vasiyeti ve hibeyi iptal edersek, o kişinin bıraktığı malı miras kıl­mış oluruz. Geri kalan malı miras olunca da, harp yurdundan gelecek daha yakını durumundaki kişi bu malda daha çok hak sahibi olur. Tıpkı hibe ve vasiyet

 

164

yapılmamış gibi. Hibe iptal edilince de, ölümü sırasında harp yurdunda bulunan yakını daha çok hak sahibi olur ki bu caiz değildir.

Bu maddeden itibaren "Darulharb ehli kişi ne zaman zimmî olur" konusuna kadar olan şerh bölümü Şemsu'l-Eimme es-Serahsî'nin imlâsı olmayıp Kâdi Mahmud el-Evzecendî'nin (Özkendî'nin) nüshasından alınmıştır.

Harp ehlinden eman sahibi biri bir haraç arazisi satın

alır, sonra da o arazi üzerinde başka biri hak iddia ederse,

hakkını alır.

Herhalde burayı Şemsü'l-Eimme imlâ ettirmiş değildir. Çünkü rivayet edi­lenin bir bölümü, bu meseleye kadar onun kitaplarını nakleden kişinin elinden düşmüştür. Ondan sonra gelen imamlar onun rivayet ettiklerini şerhetmişlerdir. Burada yazılı olan, kadi'I-kudât Mahmud el-Evzecendî'nin şerhinden alınmıştır.

4121- İmam Muhammed dedi ki: Harp yurdundan biri darulharpte bir müslümana bir vasiyette bulunup sonra da miras taksimi yapılmadan o ülke halkı İslâm i kabul edecek olurlarsa, şayet vasiyet yapıldığında kendisine vasiyette bulunulan müslüman islâm yurdunda bulunuyor idiyse, ülke farklılığından dolayı vasiyet geçersizdir. Çünkü va­siyet eden ile kendisine vasiyet yapılan kişiler farklı ülkelerde iseler, bu durum vasiyetin geçerliliğine engel­dir. Aynı şekilde müslüman biri de, harp yurdunda bu­lunan bir düşmana vasiyette bulunursa, bu vasiyet de ge­çersiz olur. Mirasçılar İslâmı kabul ettikten sonra vasiyet edilen şeyleri teslim edecek olsalar, onlardan yapılmış bir hibe olarak değerlendirilir ve kabul edilir. Çünkü vasiyet şekil itibariyle batıldır ve batıla izîn yoktur.

4122- Vasiyet yapıldığı sırada müslüman harp yurdun­da ise ve miras henüz taksim edimeden o ülke halkı İslâmı kabul edecek olursa, mirasın üçtebirinde vasiyet geçerli olur ve geri kalan mal mirasçılar arasında belirlenen mik­tarlara göre paylaştırılır. Çünkü vasiyet yapıldığında her ikisi de aynı ülkede bulunuyordu ve bundan dolayı vasi-

165

yet geçerlidir. Nitekim bir müslüman da eman ile ülke­mizde bulunan harp ehlinden birine vasiyette bulunsa, bu vasiyet de mirasın üçtebirinde geçerlidir.

Çünkü artık o ülke îslâm yurdu olmuştur ve orada İslamın hükümleri yü­rürlüktedir. O halde bu mal konusunda da İslâmm hükümleri uygulanır ve İslâmın hükümlerine göre vasiyet malın üçtebirinden alınır.

Ama mirası taksim etmiş, paylarına düşeni kabzetmiş,

vasiyeti iptal etmiş, sonra müslüman olmuşlarsa, vasiyet

geçersiz olur.

Çünkü bu malda onların hükümleri uygulanmıştır ve müslüman olmala­rından sonra İslâmın hükümlerini, İslâm olmalarından öncesi için yürürlükte sa­yamayız.

Nitekim İslâmın öngörmediği bir şekilde mirası taksim etmiş, sonra da îslâmı kabul etmiş olsalar, o taksime müdahale edemeyiz. Burada da durum aynıdır.

Başarı Allah'tandır.

.

 

 

166

-192-

ZİMMİ OLDUĞUNU İDDİA EDEN ESİRİN İDDİASI NE ZAMAN KABUL EDİLİR?

Bu ifadelerle bu konu "ez-Ziyadâf ta işlenmiştir. Ayrıca bu konuyla i,güi meseleler bu kitapta da ele almm.ştır. Bu nedenle onları burada tekrar etmiyoruz Başarı Allah'tandır.

 

 

 

167

-193-

HARP YURDUNDA MAL VE CANA

VERİLEN ZARARLARLA İLGİLİ İTİRAFLARA

DAİR MESELELER

4123- Harp ehlinden biri İslâmı kabul eder yahut zimmî olur veya eman alarak ülkemize girer ve biri ona: Harp yurdunda iken elini kestim, ya da: Sen harb ehlin­den iken şu binliği senden aldım ve artık o benimdir veya: Senden bin dirhem aldım ve onu harcadım, yahut: Şu oğlunu harp yurdunda esir aldım derse ve müslüman da: evet, bütün bunları ben İslama girdikten sonra yaptın, derse, Ebû Hanife ve Ebû Yûsuf'a göre -Allah ikisinden de razı olsun- müslüman ve zimmînin bu konuda söyle­diği kabul edilir. Ama bunları yaptığını ikrar edenin sözü kabul edilip kesilen elin diyeti alınmaz. Sadece çocuğu ve elinde mevcut olan bini alır.

Muhammed'e göre ise, ikrar edenin sözü kabul edilir, ama kendisinden hiçbir şey geri alınmaz. Ancak imamların üçü de, ikrar eden kişinin elinde mevcut bulunan mal alınarak sahiplerine iade edilir ama paralar konusunda söylediği tasdik edilmez, diye sözbirliği etmişlerdir. Çünkü bu mal ve paraların o kişiye ait olduğunu ikrar etmektedir. Bunu ikrar ettikten sonra artık bunlar kendi mülkiyetine geçemez.

Harcadığını söylediği paralar konusunda ise, Muham­med'e göre ikrar eden kişinin sözü kabul edilir. Çünkü ikrarına ilave olarak tazmin etmesini gerektiren hususu reddetmekte ve normalde de ele geçen para zaten harcanır. Böylece tazmin etmesini gerektiren durumu reddetmektedir ve onun dediği kabul edilir, hiçbir şeyi de tazmin etmez.

Aynı şekilde kişi, çocuk yaşta iken veya uyuyorken ka­rısını boşadığıni söylediğinde de dediği kabul edilir ve o da bu dedikleriyle boşamayı reddetmektedir.

 

168

Ebû Hanife ve Ebu Yûsuf a göre ise, cinayeti ikrar edip sonra bu cinayetin hükmünü mülkiyetle ortadan kaldırmayı gerektiren bir söz söylediğinde sözü kabul edilmez. Mesela kişi: Senden bin dirhem aldım, çünkü senden bin hem alacağım vardı, derse ve diğeri bunu reddederse, o bin dirhemi geri vermek mec­buriyetindedir. Çünkü cinayeti, yani bu parayı ondan aldığını ikrar etmektedir. Sonra da bu bin dirhemin aslında kendi mülkiyetinde olduğunu söylemekle ci­nayete taalluk eden hükmün artadan kalktığını iddia etmektedir. Bu nedenle bu konudaki iddiası kabul edilmez. Bu meselemizde de durum aynıdır. Bu konunun değişik meseleleri vardır ve bunlar "ez-Ziyadât" ta ele alınmıştır.

Başarı Allah'tandır.

 

 

 

■ ■

■ ■

 

 

169

-194-

KİŞİ İSLAMA GİRDİĞİNDE MÜLKİYETİNDE MALLAR KENDİSİNE AİTTİR

İmam Muhammed -Allah kendisine rahmet etsin- senediyle şunu rivayet et­mektedir:

4124- Tavus'tan, o da babasından Muaz'a yazdığı mek-tupda şöyle dediğini nakletmektedir: "Her kim daha önce hür olan  veya mustazaf bulunan komşuları  köle edinirse, eğer onları evinde zaptetmiş ve sonra İslama girmişse, ye­nilgiye uğrattığı bu kimseler kendisinin kölesidirler. On­lardan   her   kim   serbest   olup   haraç   veriyor   idiyse,   o hürdür.

Burada köleleştirmek anlamında "İstihmar" kelimesi kullanılmıştır. Kitapta da bu kelime bu şeklide açıklanmıştır. Bu açıklama, Ebû Ubeyde'nin "Garîbu'l-Hadis" kitabında Abdullah b. Mübarek'in açıklamasına benzemektedir. Bu söz­cük, Yemen lehçesinde kullanılmaktadır. Muhammed b. Kesîr, kişi diğerine 'ah-mirnî keza" dediğinde, onu benim mülkiyetime ver, onu bana hibe et, demek is­temektedir. Ayrıca mesele, Muaz'm mektubunda anlatıldığı gibidir. Çünkü onları kendi evine hapsetmiş ve yenilgiye uğratmişsa, onlara malik olmuş ve onları ken­disine köle edinmiş olur. Bu durumda iken İslama girdiğinde mülkiyetindekiler, mülkiyetinde olmaya devam ederler.

Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: "Bir mala sa­hip iken İslama giren kişi, o malı kendisine aittir. " Ama kişi serbest olup haraç Ödüyor idiyse, o hürdür. Çünkü o sırada mülk değildi. Devlet gücü ile kendisine hakimiyet ku­rulmuş olması ve kendisinin devlet gücüne boyun eğmesi, köle olduğuna delil değildir. Çünkü her müslüman devletine itaat eder ve devlet başkanının velayeti altındadır. Ama devlet başkanına itaati ve onun velayetinde bulunması, devlet başkanının kölesi olduğu anlamına gelmez. Burada da durum aynıdır.

4125-   Ruhhac,  Zâbulistan  ve  berisindeki  bölgelerin halklarının  da  durumları böyledir. Bu  bölge  halklarını

170

Türkler yenilgiye uğratmış ve onları kendilerine köle yap­mışlardır. Onlardan dilediklerini köle olarak satıyorlar. Şimdi Türklerle o yöne halkı İslâmı kabul edecek olur­larsa, bu bölge halkı Türklerin köleleri olarak devam ederler.

Başarı Allah'tandır.

.

 

■ ■

171

-195-

HARP EHLİNDEN EMAN ALARAK

İSLAM ÜLKESİNE GİREN KİŞİNİN

HARAÇ ÖDEYİP ÖDEMEMESİ

4126- İmam Muhammed dedi ki: İsmail b. Ayyaş, Ab­dullah b. Yesar es-Sülemî'den şöyle dediğini bildirmek­tedir: Bazı kimseler, Bizans'ın ileri gelenlerinden bazıla­rını esir aldılar. O esir alınanların bazı akrabaları eman alarak onlarla birlikte İslâm yurduna geldiler. Şam'a gel­diklerinde bu kimseler esir akrabalarıyla birlikte burada yerleştiler. Ancak haraç ödemediler. Bunun üzerine Ömer b. Abdilaziz onlar hakkında şunu yazdı: Onlara haber ve­rin, dilerlerse bizim vatandaşımız olan zimmîler gibi onlar da haraç Öderler. Bu hakkı onlara tanıyoruz. Değilse, eman içerisinde onları ülkelerine gönderin.

Şüphesiz bu konudaki hüküm, Ömer b. Abdilaziz'in belirttiği gibidir. Buna göre darulharpten biri, ülkemizde oturumunu uzatacak olursa devlet başkam kendisine şöyle der: Bu günden itibaren bir yıldan fazla bir gün dahi ülke­mizde kalacak olursan, senden haraç alırım. Bir yılı aşa­cak şekilde ülkemizde kaldığı takdirde artık o zimmîdir, kendisinden haraç alınır ve ülkemizi terketmesi yasakla­nır. Ama bu süreden önce ülkemizi terketmek isterse, ken­disine engel olunmaz.

Bunun bir yıl ile takdir edilmesi, bir yıldan önce İslâmın oruç ve zekât gibi hükümlerinin gerekli olmaması sebebiyledir. Yıl tamamlandığı takdirde müslüman İslâmın bu gibi hükümlerine muhatap olur. Böylece bir yıldan az bir müddet kal­ması az bir müddettir, bir yıldan fazlası da fazla bir müddettir. Ülkemizde bir yıl ikamet edecek olursa oturma müddeti uzundur, demektir. O zaman kişi zimmî olur ve kendisinden haraç alınır. Başarı Allah'tandır.

12- Sürenin bir yıl olarak belirlenmesinin namaz ve oruç gibi İslamm hükümleriyle ilgisi yoktur. Çünkü sözkonusu kişiler müslüman olmadığından islam ülkesinde yıllarca da kal­salar, İsfamın farz kıldığı namaz ve oruçla yükümlü değildiler. Sürenin bir yılla sınırlan­dırılması, o!sa olsa makul bir süre kabul edildiği içindir. (Çeviren)

173

 

"

 

 

 

-196-

MÜSLÜMANIN HARP YURDUNDA BULUNAN GAYRİ MENKULÜ

Muhammed ve Ebû Hanife -Allah ikisinden de razı olsun- dedi kî:

4127-  Müslüman biri eraan alarak harp yurduna girip orada ticaret yapsa ve atlar, silah, evler ve benzeri şeylere sahip olacak olsa, sonra müslümanlar o ülkeyi fethetseler, adamın sahip olduğu gayri menkuller dışındaki malların tamamı kendisine aittir. Gayri menkuller ise müslüman-fara fey' olur.

Çünkü tarla dışında kalan mallan kendi elinde bulunmaktadır ve kendi elin­de bulnanlar ganimet değildir. Tarla ise, o ülkenin krallarının mülkiyetinde bu­lunmaktadır ve onların mülkiyetinde bulunan şeyler ganimettir. Ebû Yûsuftan gelen rivayet ise bundan farklıdır. Ona göre harp yurdunda İslâmi kabul eden kimsenin mülkiyetindeki tarlası, müslümanlarm o ülkeyi fethetmelerinden sonra da kendisine aittir. Yani tarlası da fey1 olmaz. Ebu Yûsuftan gelen bu rivayete kıyas yapıldığında eman alarak harp yurduna giren bu müslümanm, menkul mal­lan gibi tarlası da fey' olmaz.

Muhammed, kitabında şunu da rivayet etmektedir:

4128-  Abdullah b. Mübarek'ten, Vadîn b. Abdillah el-Hûlânî'den, Muhammed b. Velîd ez- Zühri'den, Hişam' dan ve o da Said b. EI-Müseyyeb'den Peygamber (s.a.v) in şöyle buyurduğunu nakletmektedir:  "Müşrikler birine bir tarla bağışlayacak olursa, tarla onun olmaz". Ayrıca şöyle bir rivayet de nakletmektedir: "Müşrikler binine bir ev bağışlayacak olursa, ev onun olmaz"

Peygamber (s.a.v) bu hadisiyle, bağışlamalarından dolayı o kimsenin o ev veya tarlaya sahip olmayacağını antamış değildir. Sadece o ev ve tarla üzerindeki mülkiyetinin devam etmeyeceğini belirtmiştir. Müslümanlar orayı fethedecek ol­salar, bağışlanan bu tarla ve ev müslümanlara ait ganimet olur.

Başarı Allah'tandır.

175

"

 

-197-

KRALIN KENDİ VATANDAŞLARI HAKKINDA

YAPABİLECEĞİ ŞEYLER VE VATANDAŞLARINDAN

KÖLELEŞTERDİĞİ KÖLELERİ

Muhammed b. Hasan -Allah kendilerinden razı olsun- şöyle dedi:

4129-  Düşmandan bir topluluk düşman başka bir top­luluğu yener ve onları kiralın köle ve cariyeleri yapar, sonra da halkıyla birlikte İstâmı kabul edecek olurlarsa, kendilerine karşı savaştığı ve mağlup ettiği askerleri hür olurlar.

Çünkü bunlar krala mağlup olmuş değil, sadece kendisine  boyun eğmiş­lerdir. Krala boyun eğmiş kişi, kralın kölesi değildir. Nitekim müslüman da kendi devlet başkanına itaat etmektedir ve onun kölesi değildir. Bunlar, hem İslâmı kabul etmezden Önce hür idiler ve İslâmı kabul ettikten sonra da hürdürler. Mağlup  olup  kralın  köle edindiği kimselere  gelince;

İslama girmezden önce de onlar köledirler, İslâmı kabul

ettikten sonra da köle olarak devam ederler.

Çünkü krala mağlup olmuşlardır. Onlardan mağlup olanlar, köledir. Kendi krallarının köleleridir. Kıral İslâmı kabul ettiği takdirde, kendi kölesi durumunda olanlar onun kölesi olmaya devam ederler. Daha önce bu konuda bir hadis nak­letmiştik. Sözkonusu hadiste, islâmı kabul eden kimsenin, mülkiyetende bu­lunanların onun mülkiyetinde olmaya devam edecekleri belirtiliyordu.

4130-  Kral ölüm döşeğinde kölelerini mirasçılarından sadece bazılarına miras olarak bırakır ve kendilerine tes­lim edecek olursa, bakılır; müslüman veya zimmet ehli ol­mayı kabul etmeden önce bu uygulamayı yapmışsa, ondan sonra   da   oğlu   müslüman   olmuşsa,   kralın   uygul-ması geçerli olur

Çünkü bu uygulamayı yaptığında kendisinin hükümleri geçerliydi. Müslü­manların kendisi üzerinde herhangi bir hakimiyetleri bulunmuyordu. Bu nedenle uygulamasına itiraz edilmez ve uygulaması geçerlidir.

 

176

4131-  Ama müslüman veya zimmî olduktan sonra bu uygulamaya gitmişse, bu yaptığı geçerli değildir. Malının tamamı, Allah'ın belirlediği şekilde mirasçıları arasında dağıtılır.

Çünkü bu yugulamaya gittiğinde îslâmın hükümleri kendisi hakkında geçerlidir. Bu nedenle uygulamaları, İslâmın hükümlerine uygun olmalıdır. İslâ-mın hükümlerine göre onun bu yaptığı bir haksızlıktır ve müslümanlar bu haksız­lığı düzeltirler.

4132-  Ölüm döşeğinde iken mülkünü çocukları arasın­da taksim edip ülkesinin her bir bölgesini bir oğluna verir ve bir oğluna merkez bölgeyi ve köleleriyle cariyelerini bırakacak olursa bakılır; bütün bu kararları müslüman ol­madan önce vermişse bu uygulaması geçerlidir. Ama islâ­mı kabul ettikten veya zimmî olduktan sonra bunu yap­mışsa, uygulaması geçersizdir. Bütün köle ve cariyeleri de mirasçıları arasında taksim edilir.

Çünkü bu uygulamada mirasçılarım eşit tutmamış, birini diğerlerinden üstün tutmuştur. İslâmın hükümlerine göre bu yaptığı batıldır. "Bütün köle ve ca­riyeleri, mirasçıları arasında taksim edilecek bir mirastır" sözüyle şunu anlatmak istemektedir:

Hasta kişi, mirasından bir şahsı mirasçılarından birine pay olmak üzere ve­rirse veya mirastan bir hakkı olarak ona verilmesini vasiyet ederse, bu geçersiz olup kesinlikle caiz değildir.Onun için bötün köle ve cariyeleri mirasçıları arasında paylaşılmak üzere   miras olarak kalırlar.

4133- Kral, malının tamamını oğullarından birjne ver­miş ve ölümünden sonra diğer oğlu kardeşine saldırarak öldürmüş veya İslâm yurduna sürmüş ve malına el koy­muş, sonra da hepsi İslâmı kabul etmişlerse, malın tama­mı galip gelen kardeşe aittir ve kölelerin tamamı sadece onun köleleridir.

Çünkü harp yurdunda galip gelmek, düşman biri için mülkiyet sebebidir. Galip gelen kardeş, kardeşinin mülkiyetinde bulunan bütün köleleri İslâmı kabul etmezden önce kendi mülkiyetine geçirmiştir. İslâmı kabul ettikten sonra da ken-

177

dişinin mülkiyetinde olmaya devam ederler. Ama İki kardeş müslüman olduktan sonra bunu yapmışsa, kardeşinin mülkiyetine iade edilirler. Çünkü bir müslü­man, galip gelmekle diğer müslümamn mallanm kendi mülkiyetine geçiremez.

4134-  Galip gelen kardeş müslümanlarla savaş halinde olup yenilgiye uğrayan kardeş de müslüman idiyse, galip olanı sonradan müslüman olur veya zimmîliği kabul ede­cek olursa, ele geçirdiği mallar yine kendisinindir.

Çünkü harp ehlinden kişi, yabancı bir müslümanın malını zorla ve ona ga­lebe çalarak mülkiyetine geçirebilir. Harp yurudunda bulunan müslüman karde­şinin malı da kendisi için aynı durumdadır.

4135- Müslümanlar o köleleri ele geçirecek olsalar, ye­nilgiye uğrayan kardeş taksimattan sonra onları bulacak olursa, birşey ödemeksizin onları geri alabilir. Ama tak­simat yapıldıktan sonra onları bulacak olursa değerlerini ödeyerek  geri alabilir.

Nitekimz yabancı biri onları yenilgiye uğratmış olsaydı, müslümanlarm onları ele geçirmelerinden sonra da durum buydu.

Muhammed dedi ki: Müslüman bir tüccar, galip gelen

 

bu kardeşten o kölelerin bir kısmını satın alacak olursa,

bunda bir sakınca yoktur.

Çünkü galip gelen kardeş, zorla onları mülkiyetine geçirmiş ve sair mallan gibi onları da mülkiyetine katmıştır. Bu sebeple bu köleleri ondan satın almakta bir sakınca yoktur.

4136- Onları İslâm yurduna getirdiği takdirde yenilgiye uğrayan kardeş muhayyerdir» dilerse değerlerini ödeyerek onları alır, dilerse de terkeder. Galip gelen kardeş müs­lüman olarak bu işi yapar ve o sırada yenilgiye uyğrayan kardeşi de müslüman ise, müslümanlarm o köleleri satın almaları doğru değildir. Çünkü galip gelen kardeş galip gelmekle onları kendi mülkiyetine geçirmiş

değildir. O köleleri gasbetmiştir ve gasbedilmiş birşeyi ğaspeden kişiden satmal-

mak helal değildir.

178

O kölelerden birini satınalip onu İslâm yurduna getir­diği takdirde yenilgiye uğrayan kardeşe onu karşılıksız olarak iade eder.

Çünkü o köle, yenilgiye uğramış kardeşin mülküyetindedir ve ona geri ve­rilmesi gerekir.

4137- Bunu kardeşine yaptığı zaman galip gelen kar­deş müslüman ise, kardeşi de müslüman veya zimmi olup sürgüne göndermiş ve köleler üzerinde bir tasarrufta bu-lunmamişsa,, sonra galip gelen kardeş irtidat edip darul-harbe iltihak etmiş, müslümanlarla savaşıp köleleri ele geçirmiş ve ülkesinde küfür hükümleri egemen olmuşsa, daha sonra nıüslümanlar o ülkeyi fethetmiş ve esirlerden bir miktar almışsa, yenilgiye uğramış olan oğul taksi­mattan önce kendisinden alınmış olanları bulursa ücretsiz olarak, taksimattan sonra bulursa ücretini vererek ala­bilir.

Çünkü galip gelen kardeş irtidat edince harp ehlinden olmuştur ve ülkesi de harp yurduna dönüşmüştür. Böylece o köleler, harp yurdunda düşman birinin elinde korunmaya alınmış müslüman birinin malıdırlar. Müslümanlar oraya galip gelerek o köleleri taksim etmişlerse, kendileri için ganimet olurlar ve önceki sa­hipleri ancak değerlerini ödeyerek onları geri alabilir.

 

 

Allah en iyi bilir.

 

 

 

 

 

179

-198-ESİRLERİ BİRBİRLERİNDEN AYIRMAK

İmam Muhammed -Allah rahmet etsin- dedi ki:

4138- Harp yurdundan esir alınan esirlerin tamamı bü­yük kimseler ise, gerek satıldıklarında ve gerekse taksim edildiklerinde onları birbirlerinden ayırmakta bir sakınca yoktur. Kardeşler veya anne ve çocukları yahut baba ve çocukları da olsalar onları birbirlerinden ayır-makta sa­kınca yoktur.

Kıyasa göre, yakın akrabaları birbirinden ayırmak mekruh değildir. Çünkü ayrılmalarının engellenmesi durumunda mülk sahibi, kedi mülkünde tasarruf im­kânından mahrum kalır. Birşeyin yasaklanması şeriatça belirlenir. Şeriat, küçük­lerin veya biri büyük diğeri küçük olanları birbirlerinden ayırmanın mekruh oldu­ğunu söylemektedir. Ama esirlerin ikisi de büyük ise, şeriata göre birbirinden ayırmakta bir sakınca olmaz.

İkisi de küçük oldukları takdirde, onlardan herbiri diğeriyle teselli bulur. Birbirlerinden ayrıldıkları takdirde herbiri yalnızlık hisseder ve küçük çocuğun kalbi buna dayanamaz. Bu durum helakine bile sebep olabilir. Büyük oldukla­rında .ise böyle bir şey sözkonusu değildir.

 

4139- Ancak anne ve küçük çocuğu, iki küçük kardeş, biri küçük diğeri büyük kardeşler ya da küçük çocukla birlikte küçük yahut büyük halası veya teyzesi birlikte bu­lunuyorsa, gerek taksimatta ve gerek satışta onları bir-

birlerinden ayırmak caiz değildir.

Çünkü İmam Muhammed -Allah rahmet etsin- es-Siyeru'1-Kebir'de isnadıyla Huyay b. Abdillah'tan ve o da Ebu Abdurrahman el-Cili'den şöyle ri­vayet etmektedir: Ebû Eyyüb el-Ensâri ile birlikte bir gazvede bulunuyorduk, Peygamber (s.a.v) in şöyle buyurduğunu duyduğunu bize aktardı: "Her kim baba ile oğlunu birbirinden ayınrsa Allah da kıyamet günü o kimseyi sevdiklerinden ayırsın."

180

Yine rivayet edilir ki: Peygamber (s.a.v) e esirler getirildi. Aralarında bir-kadın ağlıyordu. Peygamber (s.a.v): Niçin ağhyorsun? dedi. Kadın: Oğlum Absoğullarma satıldı, karşılığını verdi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v) Ebû Useyd el-Ensârî'ye şöyle emir verdi:" Anayla oğlunu birbirlerinden ayırdın. Gi­deceksin ve bu kadının oğlunu getireceksin." Ebû Useyd gitti ve kadının oğlunu getirdi.

Hz. Ömer'in de valilerine şöyle yazdığı rivayet edilmektedir: Kardeşleri bir­birlerinden ayırmayın. Anne ile çocuğunu birbirlerinden ayırmayın.

Tabiatıyla birbirlerinden ayırmayın, derken ikisinin küçük yahut birinin küçük ve diğerinin büyük olması durumunu kasdetmektedir.

4140-  Birbirleriyle  evlenmeleri yasak  olmayan  akra­balar iseler: Mesela amca çocukları yahut dayı çocukları olup ikisi de küçük iseler veya biri küçük diğeri büyük olursa, gerek satışta ve gerek taksimatta bunların birbir­lerinden ayrı düşmelerinde bir sakınca yoktur.

Çünkü ahkâm açısından bunların yakınlığına itibar edilmez. Bu akrabalar biri erkek diğeri kız olduklarında birbirleriyle nikah I anabilirler. Yine bunlardan biri, diğerinin malım çaldığında eli kesilmektedir. Görüldüğü gibi ahkâm açısından bunlar birbirlerine yabancı mesabesindedir ve yabancıları birbirlerinden ayırmakta bir sakınca yoktur.

4141-  Karı koca esir alındıklarında ister büyük, ister küçük olsunlar birbirlerinden ayırmakta sakınca yoktur.

Çünkü belirttiğimiz sebepten dolayı şeriat onları birbirlerinden ayırmayı çirkin görmemektedir. Ama şeriat ayırmayı kerih görüyorsa onları ayıramayız.

Şeriat, sadece soy bağı olanların ayrılmasını uygun görmemiştir. Sonradan oluş-

ı muş bağlar, ayrılmalarına engel değildir. Ebû'l-Haryr'dan nakledilen şu rivayet

buna delalet etmektedir. Ebû'l Hayr diyor ki: Gazvelerde ana ile çocuğunu bir­birlerinden ayırmazdık. Ancak kadm ile kocasını birbirlerinden ayırırdık.

Kan-koca birbirlerinden ayrıldıklarında bu ayırma ister satış sebebiyle, ister taksimat sebebiyle olsun kadın kocasından nikâh açısından ayrılmış olmaz. Çünkü birlikte esir alınmışlardır ve ayrı ülkelerde değillerdir. O halde satış da, taksimat da nikâhlarını iptal etmez.

181

4142- Koca ölüp ardından hür bir kadın bırakmışsa ve kadının küçük bir kızı bulunup kızın amcası da onlarla bi-rilkte esir alınmışsa, kız erginlik çağına ermedikçe anne­siyle birliktedir. Erginlik çağına erdikten sonra amcanın hakkı, annesinin hakkından önce gelir.

Çünkü amca, baba mesabesindedir. Kız buluğ çağına erdikten sonra baba daha çok hak sahibidir. Amcanın durumu da böyledir.

Ancak annenin kız çocuğunu ziyaret etmesi akrabalık bağının gereğidir ve bu bağı gözetmek vaciptir.

Ne kadar müddet içerisinde ziyaret etmesi geriktiği hsusunda ihtilaf vardır. Ebû Yusuf a göre ayda bir defa. Muhammed'e göre ise ayda bir veya iki defa zi­yaret eder.

Koca evine giden kadın için de aynı müddet geçerlidir. Koca, karısının an-nebabasını ziyaret etmesini engelleyebilir. Ancak annesi ile babası kızlarını ziyaret ederler. Yine Ebû Yusuf a göre ayda bir defa, Muhammed'e göre ise bir veya iki defa ziyaret ederler. Bu müddetten daha kısa bir müddet içerisinde onu ziyaret etmek isterlerse, koca buna engel olabilir. Ayrıca kocasının huzurunda ziyaretine gelirler. Koca hazır değilse ziyaret edemezler. Çünkü böyle bir durumda kızları­nın kafasını karıştırıp onu kocasına karşı kışkırtabilirler Allah en iyi bilir.

 

 

 

13- İslamm tasvip etmediği bir durum sözkonusu olmadıkça, kızın, anne babasını ve anne babanın da kızlarını ziyaret etmesinde hiçbir sakınca yoktur. Bu konuda Islamın yasak getirmesi bir yana, akrabaların akrabalık bağını korumaları ve ziyaretleşmelerini emret­mektedir. Şeriatta sıla-i rahim olayı çok önemli bir prensiptir. Meşru bir engel bu­lunmadıkça bunun engellenmesi haramdır. Bu sebepten kacnın, eşinin anne ve baba­sını ziyaret etmesini engelleyebilir, görüşüne katılmak mümkün değildir. (Çeviren)

182

-199-

"Ziyadâfta bu konu ayniyle seçtim i™ duymuyoruz.                         *    ^ g' f" °nU burada **«* etme ihtiyacı

Başarı Allah'tandır.

 

183

-200-ALLAH YOLUNDA VASİYET

Muhammed -Allah rahmet etsin- dedi ki:

4143- Biri hastalığı sırasında: "Malımın üçtebîrini Allah yolunda vasiyet ediyorum" deyip sonra vefat edecek olsa, yaptığı bu vasiyet geçerlidir.

Çünkü malının üçtebirini ibadet ve taat yolunda vasiyet etmiştir. Allah'ın emirlerine her itaat, Allah yolundadır. Nitekim Rasûlüllah (s.a.v) şöyle bu­yurmaktadır: "Allah yolunda yaşlanan kişinin saçlanndaki beyazlık, kıyamet gününde nurdur. "Hadiste Allah'a itaattaki yaşlanmayı kastetmektedir.

Nitekim başka bir rivayette şöyle denilmektedir: İslâmda yaşlanan kişinin saçlanndaki beyazlık..." Bu hadiste de kastedilen Allah'a itaat uğruna meydana gelen yaşlılıktır. Bu şekilde vasiyet eden kişi, malını Allah'a itaat yolunda vasiyet etmektedir. Her ne kadar bu vasiyette kendisine vasiyet edilen kişi belli değilse de, vasiyet genel olarak caizdir. İmam Muhammed sözüne devam ederek şöyle demektedir:

Malının üçtebiri, Allah yolunda cihad eden fakir ga­zilere verilir.

Çünkü her hayır ve itaat, Allah yolunda ise de, söz mutlak olarak söylendiğinde Allah yolunda savaş ve cihad kastedilmektedir. Yüce Allah: "Allah yolunda savaşın" buyurmakta ve bununla cihadı kasdetmektedir. Böylece ölen kişinin kasdı, malının üçtebirisinin savaşa harcanmasıdır. Bu sebeple niyet ve kasdettiği yere harcanır. Malının üçte birisinin fakir gazilere verileceğini söylemiştik. Bu vasiyetten alan gazi, Allah yolunda cihada çıkmadan Ölecek olsa da kendisine o vasiyetin verilmiş olması geçerlidir ve ardından bıraktığı malı mirasçılarına verilir. Mirasçılar bu malı aldıktan sonra dilerlerse savaşa giderler, dilerlerse gitmezler.

Çünkü vasiyet eden kişi, malının üçtebirini Allah yolunda sadaka kılmıştır. Sadaka ise, ihtiyaç sahiplerinin mülkiyetine verilir. Yüce Allah: "Sadakalar fa­kirleredir" buyurmaktadır. Âyetin devamında sadakanın Allah yolunda harcana­cağını da belirtmektedir. Sadakanın sıhhatninin şartı, fakirlerin mülkiyetine veril-

184

mesidir. Aynı şekilde malın üçtebiri, Allah yolunda verildiği takdirde, mülkiyte geçirilen sadaka olur. Sadakanın kendisine verildiği kimsenin mülkiyetine geç­mesi ise, o sadakayı teslim almasıdır. Teslim aldıktan sonra ölürse ondan miras olarak kalır. Ondan sonra mirasçılar dilerlerse cihada giderler, dilerlerse git­mezler.

Çünkü o malı sadaka olarak vermek vacip olmuştur. O malı almış olan kişi açısından vasiyet sahibinin vasiyeti, danışmada ölen kişinin önerisi mesabe­sindedir. Mesela biri malını hayatta iken birine veriyor ve kendisine: Bu mal artık senindir, dilersen onunla hacca gidersin, dilersen savaşa katılırsın, diyor. Hacca gitme ya da savaşa katılma önesirisi ne ise, vasiyet de bu konumdadır.

4144- Aynı şekilde biri diğerine bir ev vererek içinde otur, diyor. Bağışlayanın bu sözü bir öneriden ibarettir. Kendisine mal bağışlanan kişi, dilerse onu başka şekilde lıacrayabilir. Burada da durum aynıdır. Kişi onu temellük ettikten sonra dilediği şekilde harcar. Mirasçıları da dî-ledilkerî şekilde harcarlar. Yine bu vasiyet edilen mal fa­kir birine verilecek olsa, o fakir kişi malın bir kısmıyla borcunu ödeyebilir, bir kısmıyla çoluk çocuğunun nafa­kasını karşılayabilir, bir kısmı ile de Allah yolunda savaşa gidebilir.

Bütün bu harcama şekilleri, Allah yolunda harcama sayılır .Çünkü ailesinin masraflarını karşılamadan, üzerindeki borçlarım ödemeden ve yolda kendisine masraf olması için bir kısmım yanına almadan kişinin savaşa çıkması mümkün değildir. Bilinen savaşa gitme budur ve bunda bir sakınca yoktur.

Hac yolunda bulunan fakir bir hacıya sadaka yollu ve­recek olsa, bu da caizdir.                                                         , Çünkü hac yolunda da sadaka gider. Daha önce bu sözün kapsamına her türlü hayır ve itaatin girdiğini belirtmiştik. İbnu Sîrîn'den yapılan   rivayet buna delalet etmektedir. Sözkonusu    rivayette İbnu Şîrîn şöyle demektedir. İbnu Ömer'e -Allah ikisinden razı olsun- sormuş: Adamın biri bana bir mal vasiyet etti, onu hac için verebilir miyim? Hac, Allah yolundadır, dedi. Yine rivayet edilir ki biri, Allah yoluna bir kılıç adadı, Hz. Ebû Bekir bu kılıcı bir hacıya verdi. Ancak daha faziletli olanı, onu muhtaç durumdaki bir mücahide vermektir. Çünkü Allah

185

yolunda, denilip mutlak olarak söylendiğinde savaş ve cihad kastedilir. O halde o yolda malı harcamak evladır. Bunun benzeri, âlimlerimizin şu görüşüdür: Biri malının üçtebirini Mekke fakirlerine vasiyet edecek olsa, o malı başka fakirlere vermek caizdir, ama Mekke fakirlerine vermek evlâdır.

4145-  Said b. Müseyyeb'e, Allah yolunda harcamak ü-zere birinin  diğerine mal vermesi soruldu. Şöyle  dedi: Kendisine   mal    verilen   kişi,   düşmana   karşı    cephede kazılmış siperlere ulaştığında o malı mülkiyetine geçirmiş olur.

Bu durumda Said b. Müseyyeb'e göre, o malın mülki­yetine geçmesi, siperlerin bulunduğu yere ulaşması şar­tına bağlıdır.

Bize göre ise siperlere varmadan önce de o mal mülki­yetine geçmiştir. Çünkü verilen bu mal sadakadır ve tes­lim alındığında mülkiyetine geçmiştir.

Herhalde Said b. Müseyyeb bu şartı savaşçının o vasi­yete malik olması anlamında değil, başka ihtiyaçları için harcama yapmaması için koşmuştur. Çünkü siperlerin yanına gelmeden önce o maldan ihtiyaçlarını karşılanışı yahut onu aile fertlerine bırakması sözkonusu olabilir. Ama siperlerin yakınlarına geldiğinde artık onu sadece ci­had için harcayabilir. Bu şartı koşmasının sebebi, o malı sadece cihad yolunda kullanmasını sağlamaktır.

4146-  Zeyd b. Eşlem babasından şunu rivayet etmek-terir: Hz.Ömer birine Allah yolunda savaşa gitsin diye bir at verdi. Adam atı elinden çıkardı. Hz. Ömer, verdiği atı ondan satmalmak istedi. Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.v) ona şöyle dedi: "Verdiğin sadakadan   cayma. Sadakasın­dan cayan kişi, kusup kusmuğunu yalayan köpeğe ben­zer."

"Atı elinden çıkardı" derken, kendisine verdiği atı ada­mın sattığı ya da herhangi birşeküde mülkiyetinden çı-

186

kardığını kasdetmektedir. "Allah yolunda onunla savaş­sın" derken de o atı vakfettiği anlamınd değil, sadaka ola­rak verdiği anlamındadır. Çünkü vakfetmiş olsaydı, o kşinin o atı satması caiz olmazdı. " Ömer, onu satınalmak istediğinde Rasulülllah (s. a.v)'in: 'verdiğin sadakadan cayma" demesi ise, bazı kimselerin ileri sürdükleri görüşe delildir. Çünkü bu âlimlere göre birine sadaka olarak bir at verip onu ya kendisine verdiği kimseden veya bir baş­kasından satınalması mekruhtur. İbni Ömer'in görüşü de budur. Hatta İbni Ömer'e göre değerinin kat kat üstünde bir fiatla da olsa satınalması mekruhtur. Çünkü peygam­ber (s.a.v) Ömer'i, sadaka olarak verdiği atı satınal-maktan sakındırmış ve bunu sadakadan geri dönüş olarak nitelemiştir. Sadakadan geri dönmek ise, haramdır.

Bize göre ise, mekruh değildir. Çünkü bu bir değiş tokuştur, geri dönmek değildir.

4147- Rabia b. Abdillah b. el-Hüzeyl'in şöyle dediği nakledilmektedir: Ömer b. Hattab -Allah kendisinden razı olsun- bir deve veya başka birşeyi Allah yolunda vermek istediği zaman, verdiği kişiye şöyle derdi: Mısır yolunda Vadi'1-Kura veya çevresine vardığında dilediğini yap.

Bazıları bunun Hz. Ömer'den muvakkat bir temlik olduğunu söylemişlerdir. Yani Vadi'l-Kura'ya varıp orayı geçtiğinde sana verdiğim bu şey artık senin mülkiyetine geçmiştir. Kişinin başka birine "Yarın falan kişi gelecek olursa, bu ev ona sadakadır" demesi gibi. Vadiyi geçtik- » ten sonra onun mülkiyetine geçtiğine göre, şimdiden onun mülkiyetinde değildir, demektir.

Bazılarına göre ise, Hz. Ömer, o anda o şeyi onun mülkiyetine veriyordu. Bu şartı koşmuş olması, verdiği şeyi o şahsın kendi ihtiyaçlarına harcamaması ve savaşa gitmesini teşvik içindir. Böylece koşulmuş olan bu şart bir öneri mesabesindedir.

187

İmam Muhammed, kendi isnadıyla İbni Ömer'den de şu rivayeti nakletmektedir: Vadi'l-Kura'ya vardığında diledi­ğini yaparsın. Yine Asım b. Küleyb el-Cermî, Ata b. Ebî Rabah'ın, "Malımın üçtebiri Allah yolundadır" diyen biri hakkında şöyle dediğini nakletmektedir: "Allah'a itaatin her çeşidi, Allah'ın yoludur. Ama "Allah yolunda savaş içindir" demiş olsaydı, o zaman malının üçte birinin savaş konusunda harcanması gerekirdi.

İmam Muhammed şöyle demektedir: Böyle bir durumda Allah yolunda savaşan fakire verilmesi ve o maldan zen­gin olup Allah yolunda savaşanlara verilmemesi bize daha hoş gelmektedir. Çünkü "malımın üçtebiri Allah yolundadır" derken, sadaka olarak bu malı

vermeyi kasdetmektedir. Sadakanın verileceği yer ise, diğer sadakalarda olduğu

gibi fakir kimselerdir.

4148- Osman b. Ebi Şevde rivayet etmektedir: Kinaneli Kare bölgesinden olan iki kardeşten biri vefat etti. Vefat eden kişi, vefat etmezden Önce bir miktar dinarının Aliah yolunda harcanmasını vasiyet etmişti. Kardeşi o yıl sava­şa katılamadı. Bu nedenle o paralarla hacca gitti. Daha sonra o şahıs Hz. Ömer'le karşılaştı ve kendisine durumu anlattı.

Sen o dinarları kendine harca, kendine her dirhem har­cadığında kat kat, mükafatlandırılır, karşılığını verdi.

İmam Muhmmed, bu rivayetle ilgili olarak şöyle de­mektedir: Kardeşi muhtaç olup mirasçı değilse, vasiyet edilen dinarları kendine harcamasında bir sakınca yoktur. Çünkü kendisi de herhangi bir fakir gibidir. Ama zengin ise, kendine harcaması doğru değildir.

Çünkü vasiyet edilen bu dinarlar sadakadır ve sadaka fakirlere verilir, zenginlere değil.

Kendisi mirasçı ise, yine kendisine harcayamaz. Çünkü bu dinarlar vasiyettir ve Peygamber (s.a.v): "Mirasçıya vasiyet yok­tur." buyurmaktadır.

Başarı Allah'tandır.

189

 

 

:

 

-201-ALLAH YOLUNDA VAKFETMEK

İmam Muhammed -Allah rahmet etsin- dedi ki:

4149- Kişinin atını ve silahını Allah yolunda vakfedip: Bu, Allah yolunda cihada çıkacak kimseye vakıftır, de­mesinde ve atını bu işi yapacak birine yahut muhtaç olan birine vermesinde bir sakınca yoktur. Çünkü böyle dav­ranmak, insanı Allah'a yaklaştıran bir ameldir. Ashaptan Hz. Ömer, Ali, Abdullah b. Mes'ud ve tabiinden İbrahim en-Nahai ve Amir eş-Şa'bı'nin yaptıkları bir şeydir. Allah hepsinden razı olsun. Bu saydığımız kimselerin hepsi Allah yolunda vakıf yapmışlardır.

İmam Muhammed'in görüşüne göre burada bir proplem sözkonusu değildir. Çünkü ona göre bu konuda Örf bu­lunsun veya bulunmasın menkul eşya vakfedilebilir. Ebû Yusuf'un görüşü de budur. Çünkü ona göre menkul eş­yanın vakfı örfte sabit ise caizdir. Örfte menkul vakfe-dilmiyorsa geçersizdir.

Sahabe ve tabiînin örfünde menkul vakfedilğidine göre onun görüşü de menkulün vakfının caiz olduğu doğrultu­sundadır. Sahabe ve tabiînden silah, bir de savaşta bini­len binek hayvanlarını vakfedenler olmuştur. O halde Ebû Yusuf'un görüşüne göre silah ve binek hayvanlarının vak-fedilmesi caizdir. Bunların dışında kalan menkul eşyanın vakfedilmeleri ise caiz değildir.

Ebû hanife'ye göre ise, böyle bir vakıf vakıf değildir. Kişi, menkul eşyası için ben bunu vakfettim derse, o şey üzerindeki mülkiyeti zail olmaz. Dilediği zaman onu sa­tabilir ve vefatından sonra o şey mirasçılarına miras ola­rak kalır. Yapmış olduğu vakıf, iğreti verilmiş birşeyden ibarettir. Bu şekilde verilmiş olan menkul şeylerden ya-

 

190

rarlanmak ise, onun görüşüne göre sair vakıf şeylerden yararlanmak gibi caizdir.

Ayrıca İmam Muhammed'e göre, menkul eşya diğer şeylerde olduğu gibi, kişiye teslim edilmedikçe vakfedelmiş sayılmaz. Çünkü onun görüşüne göre sair vakıflarda olduğu gibi vakfedenin vakfettiği şeyi elinden çıkarması ve onu vakıf islerini yürüten kişiye ya da kendisine vakfedeceği kimseye teslim etmesi şarttır.

Ebu Yusufa göre ise, vakfın sıhhati için teslim şart değildir. Şahit tu-iulmuş olması yeterlidir. Menkul eşyanın vakfedilmesinde de teslim, aynı şekilde şart değildir.

Ayrıca   sağlığı   yerinde   iken   malının   tamamını   vak­fedebilir.

Çünkü sağlıklı olan kişi, malının tümünü tebberru edebilir. Ama has­talığında ya da vefatından sonra malını vakfedecek olursa, diğer teberrularda ■ olduğu gibi ancak malının üçtebirini verebilir. Çünkü hastalık sırasında yapılan te-^errülar vasiyyattİr ve vasİyyet, malın ancak üçtebirini kapsayabilir.

4150-  Herhangi bir şeyi Allah yolunda vakfeden kişi, malını kime vakfettiğini belirlemek için falan oğlu falana vakıftır, diyerek malı damgalayabilir. Ta ki vakfettiği şey kaybolduğunda ya da çalındığında sahibine iade edilsin. Sadaka olarak verilmiş develeri peygamber (s.a.v)'in biz­zat kendi eliyle damgaladığı rivayet edilmektedir. Hatta onun otuz bin sığır ve üçyüz at vakfettiği ve bunların ba­caklarına "Allah yolunda vakıftır" diye damga vurduğu ri­vayet edilmektedir. Yine Ömer b. Abdülaziz'in de Allah yolunda at vakfettiği ve bunların bacaklarına, Allah yo­lunda vakıf olduklarına dair damga vurduğu nakledilmek­tedir. Hayvanların bu şekilde damgalanmaları, her ne ka-   * dar onlara eviyet veriyorsa da bunda müslümanlann ya­rarlan vardır.

Çünkü hayvanlar üzererlerinde bir alamet taşıyorlarsa kimse onları gas-' etmeye veya çalmaya kalkışmaz.

4151-   Hayvan kaybolacak olursa, taşıdığı  damgadan bilinir ve sahibine geri verilir. Müslümanların yararına ol­duğu takdirde özellikle yapılan iş dini işlerden biri ise,

191

hayvanlara eziyet vermekte bir sakınca yoktur. Bazıları, İmam Muhammed ile Ebu Yusuf'un görüşlerinin böyle ol­duğunu, İmam Ebû Hanife'ye göre ise, hayvana damga ve işaret vurmanın mekruh olduğunu söyler.

Ayrıca damganın, hayvan toprakta debelenirken debe­lendiği tarafta olmasında bir sakınca yoktur. Çünkü sahibi ona damga vururken amacı, hayvanın tanınmasıdır, yoksa "Allah yolunda vakfedilmiştir" mührünü basarak, Allah isminin toprakta sürün­mesini sağlamak değildir. Kişinin Allah'ın isimini aşağılamak ya da buna önem vermemek gibi bir kasdı olamaz.

Bu anlattığımız, başka bir meseleyle ilgili cevabı da açıklamaktadır. Söz ko­nusu mesele şudur: Parmağında Allah'ın isimlerinden birinin yazılı bulunduğu bir yüzüğü olan kişinin tuvalete gitmesini ya da hanımına yanaşmasını âlimler mek­ruh görmüşlerdir. Allah'ın ismine saygı olarak bu sırada yüzüğü parmağından

çıkarması gerekir.

Ancak burada anlattığımıza bakıldığında gerek tuvalete giderken ve gerek hamımına yanaşırken sözkonusu yüzüğü kişinin parmağında taşımasında bir sakınca yoktur. Ne vak ki âlimler bunun mekruh olduğunu söylüyorlar.

4152- Süleyman b. Yesar'ın, bir illetten dolayı vakfe­dilen malın değiştirilmesinde bir sakınca görmediği, ama bir sebep yokken değiştirilmesini de meruh gördüğü ri­vayet edilmektedir. Hasam Basri'nin de sebep olmaksı­zın vakıf şeyin değiştirilmesini mekruh gördüğü, hastalık gibi bir sebep varsa değiştirilmesini mekruh görmediği

belirtilmektedir.

Çünkü onu vakfeden kişi, değiştirilmesi için değil, o haliyle onu vakfet­meye razı olmuştur. Ancak zail olması umulan hastalık gibi bir sebepten dolayı ise Ebu Yûsuf ve Muhammed'e göre değiştirilmesi mekruhtur. Ebû Hanife'ye göre ise, mekruh değildir. Çünkü ona göre vakfetmek zorunluluk ifade etmez. Hatta sahibi onu satabilir de. Sahibi onu satabildiğine göre onu geri alması yahut değiş­tirilmesi de caizdir. Ebû Yusuf ve Muhammed'e göre ise, vakıf olarak kalması zo­runludur. Sahibi hastalandıktan sonra onu satamayacağı gibi bir başkası da onu satamaz.

192

4153- Mekhûl'un da şöyle dediği rivayet edilmektedir: Hayvan cinsinden vakfedilmiş olanları satmayın ve onu değiştirmeyin. Çünkü hastalıklı olmadıkça değiştirilmesi caiz değildir. Mesela artık o hayvan savaşta kullanılma­yacak bir duruma düşmüşse veya yaşlanmişsa satılıp pa­rasıyla başka bir hayvanın satın alınmasında bir sakınca yoktur. Satılan hayvandan elde edilen parayla bir başka hayvan satın ahnamıyorsa, kişi o parayla Allah yolunda cihada gider.

Çünkü onu vakfeden kişinin kasdı, o hayvanın savaşta kullanılmasıdır. Kendisiyle savaşa çıkılmayacak duruma düşmüşse ve bu durumda da değiştiril­mesi caiz olmazsa, sahibinin hedefi kaçırılmış olur. Bu nedenle değiştirilmesinde bir sakınca yoktur.

Ebû Yusufun şöyle dediği rivayet edilmektedir: Vakf malın değiştiril­mesinde bir sakınca yoktur. Çünkü Hz. Ali (r.a)'nın oğullan Hasan ve Hüseyin'e bir ev vakfedilmişti. Sıffîn savaşına çıktığında şöyle dedi: Geri döndüğümüzde evi satsınlar ve parasını kendi aralarında taksim etsinler. Halbuki vakıf yapılırken satılması şart koşulmamıştı. Başarı Allah'tandır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

I

 

 

193

 

-202-

SAĞLIKLI KİŞİNİN MALINI

ALLAH YOLUNDA VASİYET ETMESİ

VE VAKFETMESİ

4154-  Muhammed -Allah rahmet etsin- dedi ki: Kişi "malımın üçtebiri Allah yolunda vasiyettir"  deyip sonra ölecek olursa, vasiyet ettiği şekilde malının üçtebiri Allah yolunda   harcanır.   Çünkü   kendisi   malının   üçte   birinin Allah'a itaat yolunda harcanmasını vasiyet etmiştir. Böyle bir vasiyet caizdir ve malının üçtebiri ihtiyaç sahiplerine verilir.

Çünkü Allah yolundaki mal, sadakadır ve sadakanın harcama yeri, fakirler ve muhtaçlardır.

4155-  Daha sonra Allah yolunda savaşan ihtiyaç sa­hiplerine verilir. Çünkü daha önce de  belittiğimiz gibi kayıtlamadan "Allah yolunda" denildiğinde bununla cihad kastedilir. Bu nedenle gazi ve mücahidlerden ihtiyaç sa-hipherine verilir. Bunlardan herbirine, kendisini savaşa güçlü kılacak miktar verilir.

Çünkü miskine sadaka vermek vacip olduğunda, bir günlük nafakasından azı verilmez. Daha azı ile kişinin ihtiyacı giderilmiş olmaz. îşte bu nedenle yemin keffarelinde her miskine günlük yemeği verilmektedir. Bu miktar ise, yarım sa1 buğdaydır.

İsterlerse bu miktarı arttırırlar.

Çünkü harcama yeri burasıdır ve fazlası da buraya harcanabilir. Nitekim malının üçtebirini fakirlere vasiyet edecek olsa ve malının üçtebirinin tamamı bir fakire verilecek olsa Ebû Yusufa göre caizdir. Muhammed'e göre ise, asgari iki kişiye verilmesi gerekir. Yine malının zekâtını birkişiye verecek olsa, geçerli kabul edilir. Bu da gösteriyor ki vasiyetinin tamamı bir fakire verilebilmektedir. Böylece bir günlük geçiminden artan kısım, ona temlik edilmiş olur.

Görmüyor musun, yüce Allah, farz kılınmış sadakayı (zekâtı), Allah yo­lunda harcanan diye nitelemiştir. Farz elan sadakanın sıhhatinin şartı ise, tem-

194

liktir. Burada da durum böyledir. Sadaka ise, teslim alma ile mülkiyete geçer. Sa­dakayı alan kişi, onu aldığında artık onun mülkü olur.

Vasiyet edilmiş olan malı alan kişi ondan aile fertlerine masraf bıraksa veya kendi harcamalarında kullansa, ca­izdir.

Çünkü kendi mülkiyetindeki malda bir tasarrufta bulunmuştur. Ancak kendisine verilen bu mal ile cihada gitmesi, ölen

kişinin  maksadının  gerçekleşmesi  bakımından  efdaldır.

Kendisine verilen bu mal ile Allah yolunda cihada çıkıp

döndüğünde artakalan miktar elinde duruyorsa, onu da

kendi harcamalarında kullanır.

Çünkü kendisine verilen bu mal ile cihada çıkmasaydı, mal yine kendisi­nindi. Cihada çıktıktan sonra hala elinde bir miktar kalmışsa onu istediği şekilde harcayabilir. Öldüğünde de mirasçılarına miras olarak kahr.

4156-  İmam Muhammed dedi ki: Vasiyet edilen o ma­lın, Allah yolunda cihada çıkan bir zengine verilmesi doğ­ru değildir.

Çünkü Allah yoluna vasiyet edilmiş olan bu mal sadakadır ve sadakanın harcama yeri zenginler değil, fakirlerdir. Çünkü zekât ve sair sadakalar da fa­kirlere verilir.

4157-  Aynı şekilde kişi hayatta ve sağlığı yerinde iken malını Allah yolunda harcayacağını söyleyecek olsa, ken­di geçimi dışında malının tamamını tasadduk etmesi ge­rekir. Ondan sonra bir mal kazanacak olursa, alıkoyduğu kadar ondan tasadduk eder.

"Hibe" bölümünde şu husus belirtilmiştir: "Kişi Malım miskinlere Sa­dakadır" derse, zekâta konu olan hayvanlar ve ticaret mallan bu sözün kapsamına girer. Zekâtı bulunmayan köle ve tarla gibi mallan bu sözün kapsamına girmez. Bazıları ise burada zekâta kıyas yapılamayacağını söylemişlerdir. Çünkü burada hibe etmeyi sözkonusu etmektedir. Konular farklıdır. Çünkü kişi, malım sa­dakadır sözünü kullanmıştır. Kıyasa göre zekât malları esas alınır ama istihsana göre hibe esas alınır. Sadaka sözü kullanıldığında kendisine zekât düşen mallar kastedilir.

195

Oysa burada kişi, malım Aüah yolundadır, diyor. Sözünde sadaka ismi be-tilmemiştir. Böyle bir sözün, Allah kitabında kıyaslanacağı bir temel yoktur. Böylece mal kelimesinin kapsamına giren herşey bu sözün kapsamına girmiş

olur.

Kimine göre ise, iki mesele arasında rivayet bakımından da farklılık vardır. Kişi, malım, dediğine göre, mal kapsamına giren köle ve tarlalar da bu sözünün kapsamına girer. Nitekim Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: "Her kim ardında bir mal bırakırsa, bıraktığı mal mirasçılarına aittir. " Böylece ölünün ardında bıraktığı her çeşit mal, bu sözün kapsamına girmektedir.

Yine kişi, "malımın üçtebirini alan kişiye yahut fakirlere vasiyet ediyorum" derse, malının tüm çeşitleri bu sözün kapsamına girer ve mallarının tamamının üçtebiri vasiyet ettiği kişi veya kişelere verilir.

Kendi geçimi için ayırdığı malın miktarına denk bir

mala sahip olduğunda o miktarı tasadduk eder.

Çünkü eline geçen mal o seviyeye ulaştığında artık o mal fakirlere aittir. Onu fakirlere harcaması, kendisine vacip olur. O malı telef edecek olursa, kendisi üzerine borç olur ve bu borcunu ödemesi gerekir. Alimler, kendisine ayıracağı miktar konusunda da görüş serdetmişlerdir.

4158- Şayet kişi ziraatle uğraşıyorsa bir yıllık nafa­kasını kendisine ayırır. Çünkü normalde ziraatle uğraşan ancak bir yıl sonra mahsûl elde eder. Eğer ticaretle uğraşıyorsa bir aylık nafakasını kendisine ayırır. Çünkü işçi bir gün iş bulamazsa ikinci gün bulabilme imkânına

sahiptir.

Kişi, sahip olduğum herşey fakirlere sadakadır, de­mişse, bu konuda iki görüş vardır. Bir görüşe göre, mül­kiyeti altındaki her mal, bu sözün kapsamına girer. Diğer görüşe göre ise, zekâta konu olan malları bu sözünün kap­samına girer. Hibe bölümünde bu sözle ilgili değerlendirme belirtilmişti.

Bu sözü söyledikten sonra malını sözkonusu ettiğimiz sebepten dolayı Allah yolunda cihada çıkan muhtaçlara verir. Allah yolunda cihada gitmeyen fakirlere verecek olursa yine sözünü yerine getirmiş olur.

 

196

Çünkü sadaka, Allah yolunda cihada çıkmayan fakirlere de verilir. Aynca Allah'a itaati içeren herşeyin Allah'ın yolu olduğunu belitmiştik.

4159-  Kişi isteğini uygulamadan ölecek olursa, o mal mirasçılarına miras olarak kalır. Mirasçılarının da o malı fakirlere dağıtma zorunlulukları yoktur.

Çünkü adanmış olan sadaka, farz olan sadakadan(zekâttan) daha faziletli değildir. Nitekim kişi üzerinde zekât borcu bulunduğu halde ölürse, ölümüyle üzerindeki zekât düşüyor ve miras üzerinde borç olmuyorsa, böyle bir sadaka ev-leviyetle düşer. Yani sadakanın fakirin mülkiyetine geçmesi, fakirin onu kab-zetmesiyle gerçekleşir. Fakirin kabzetmediği ise, ölünün mallan arasında miras­çılarına kalır. Mirasçılar da miras yoluyla bu mala sahip oldukları için ölenin sa­daka isteğini yerine getirmeyebilirler.

4160-  İmam Muhammed dedi ki: Kişi ölümü esnasında: "Benim yerime bir defalığına savaşa gidin" yahut "benim yerime malımın üçtebiriyle savaşa gidin" diye vasiyet ede­cek olsa bakılır; "benim yerime savaşa gidin" deyip birine bir savaşa katılacağı kadar para verecek olsa, savaşa gi­decek olan bu şahsa verilmiş olan mal, o şahsın mülki­yetine geçmez.

Çünkü kendisine, "benim yerime savaşa katıl" demiştir. Onun yerine sa­vaşa gitmesi, ancak onun verdiği mal ile savaşa gitmesiyle gerçekleşir. Böylelikle ancak savaş için verdiği malın sevabı kendisine erişir. Gaziye verilmiş olan bu mal, gazinin mülkiyetine geçmiş olsaydı, savaşa gitme gaziye ait olmuş olurdu, kendisinden savaşa gitmesini isteyen şahsa ait olmazdı,

Görmüyor musun, "benim yerime haccetmesi için birine malımdan ve/in" derse ve hacca gitmesi için birine malından bir miktar verilse, bu mal, hacca gi­decek o şahsın mülkiyetine geçmez. Sadece o malı hac yolunda harcama yetkisine sahiptir. Başka bir şekilde harcayamaz. Bu yolla yapılan hac ancak vasiyet ede­nin haccının yerine geçer.

Gazinin savaşa çıkması için gerekli asgari miktar ken­disine verilir ve böylece vasiyet eden kişinin yerine sava­şa katılır.

 

197

Çünkü savaş için asgarî miktarın gerekliliği kesindir. Böylece maldan geri kalan misarçilarına kalmış ve mirasçıların haklan kullanılmamış olur.

Görmüyor musun, hac vasiyetinde de, hac için gerekli masrafların asgarisi verilir, (burada da asgarisi verilir). Savaşa, vasiyet edenin yerine katılacak kişi, kendisne verilen bu maldan ailesi için herhangi bir harcamada bulunamaz. Çünkü kendisine verilen bu malın mülkiyeti kendisne ait değildir ki onu dilediği şekilde kullanabilsin. Sadece kendi ihtiyaçları için harcayabilir. Kendisine harcama ya­parken de savaşla ilgili hususlarda harcamada bulunur. Hac konusunda da durum budur. Hacca gidecek kişi, kendisine verilmiş olan malı sadece hac yolunda har­cayabilir.

İmam Muhammed dedi ki: Savaştan dönüşte de bu maldan harcamada bu­lunabilir.

Nitekim hacca giden kişi de hem gidiş, hem dönüş yolculuğunda o maldan harcamada bulunur.

Kendisine verilmiş olan maldan arta kalan olursa onu

mirasçılara iade eder.

Çünkü malı kabzederek ona sahip olmuş değildir. Sadece savaş harca­maları konusunda tasarruf yetikisine sahipti. Savaş işi bittiğine göre ölünün ma­lından bu arta kalanlar mirasçılarına geri verilir.

Nitekim başkası yerine hacca giden kişi, hac yolculuğundan arta kalanı, ye­rine hac yaptığı kimsenin mirasçılarına iade eder. Burada da durum böyledir. Ancak mirasçılar, geri kalan malın kendisine ait olmasını isterlerse, o başka.

4161- Şayet kişi: Malımın üçtebiriyle benim yerime Allah yolunda cihada çıkılsin, diye vasiyet ederse, malı­nın üçtebiri Allah yolunda savaşa çıkanlara verilir. Har­camaları karşılanır ve kendilerine at vs. gibi savaşta kul­lanılan araçlar satınalımr.

Çünkü vasiyet hakkı olan malının üçtebirinin tamamının savaşta kul­lanılmasını vasiyet etmiştir. Bu nedenle üçtebirin tamamı bu uğurda harcanır. Önceki meselede durum farklıydı. Orada bir savaşa çıkılmasını vasiyet etmişti. Bu nedenle bir savaş için gerekli harcama malından ayrılıp savaşa gidecek kimseye veriliyordu. Burada sözünü genel kullanımış ve bir savaşla kayıtlamamıştır. Bu mal ile at da satınalmabilir. Çünkü at savaş için ku 11 anı İm aktadır-.

198

Görmüyor musun, malının üçtebirini hac için vasiyet edenin malıyla kişinin hacca gidebilmesi için deve satın alınabiliyor. Hac için deve satın alınabiliyorsa, savaş için de at alınabilir.

Ayrıca kendisi yerine savaşa gidilsin diye üçtebirin ta­mamını bir yıl içerisinde verirler.

Çünkü vasiyetinin yerine getirilmesi ve maksadının hasıl olması için en süratli yol budur. Buradaki vasiyet de, hac konusundaki vasiyet de böyledir. Sa­vaşa katılanlar geri döndüklerinde ellerinde arta kalanı geri verirler ki artakalan bu mal, savaşa çıkacak başkalarına verilebilsin. Ancak böylelikle üçtebir tüketilmiş olur.

Şayet savaş için harcanacak para kalmayıp atlar kal­mışsa, atlar satılır ve onların satışından elde edilen para Allah yolunda savaşa çıkacak kimselere verilir.

Çünkü bu atlar vasiyet eden kişinin malının üçtebirinden satinahnmıştı. Bu nedenle atlar satıldıktan sonra cide edilen para, üçtebirin harcanması gereken yere hacanır. Savaş dönüşü verilen paradan arta kalan varsa, Allah yolunda cihada gi­decek başkalarına verilir.

İmam Muhanımed dedi ki: Kendisine vasiyet yapılmış olan kimsenin katılacağı savaşların birine giderken, yerine savaşa gittiği kimsenin evinden yola koyulur.

Çünkü kendi adına savaşa çıkmış olsaydı, kendi evinden yola koyulurdu. Burada da durum böyledir.

Görmüyor musun, hac konusunda da durum böyledir. Malın üçtebirinden arta kalan, şayet vasiyet edenin evinden yola koyulup savaşa gidecek birinin harçlığını karşılamıyorsa vasiyet sahibi parayı, yeteceği yerden yola ^oyulacak birine verir. Hac konusundaki vasiyette de durum böyledir.

 

 

4162- Ölen kişi, malının üçtebirinin Allah yolunda har­canmasını vasiyet etmişse, vasiyet sahibi muhtaç dahi olsa mirasçılardan birine bu paradan herhangi birşey ver­mesi doğru değildir.

Çünkü misarçilardan birine herhangi bir şey verdiği takdirde mirasçıya va­siyet olur ki bu caiz değildir.

199

Şayet mirasçıların tamamı ergenlik çağını aşmış kim­seler ise ve vasiyet sahibi muhtaç mirasçılarına vasiyetten birşey vermesine izin veriyorlarsa, bunda bir sakınca yoktur.

Çünkü mirasçılara vasiyetin caiz olmaması, mirasçıların haklan se­bebiyledir. Verilmesine mirasçılar izin veriyorlarsa, kendi haklarından kendileri vazgeçiyorlar demektir. Bu durumda mirasçıya vasiyetin verilmesi caiz olur.

4163- Vasiyeti yapan kişi, kendisi muhtaç olup Allah yolunda cihada çıkmak için üçte birin bir miktarını ken­disine ayıracak olursa, bunda bir sakınca yoktur. Ancak bunu yapabilmesi için kendisinin mirasçı olmaması ge­rekir.

Çünkü vasiyet eden kişinin "malımın üçtebirini Allah yolunda vasiyet edi­yorum sözünde, vasiyet ettiği bu malı başka birinin mülkiyetine vermesini anlatan bir ifade mevcut değildir. Bu, malımı dilediğin kimseye ver, anlamında bir sözdür. Buna göre vasiyeti yapan kişi kendisine de başka birine de bu maldan ve­rebilir. Burada da durum böyledir. Vasînin bu tasarrufu mirasçıların hoşuna git­mese de bunda bir sakınca yoktur. Çünkü bu konuda karar verecek olan mirasçılar değil, vasidir. Onların bu üçtebirde hiçbir haklan yoktur. Bu nedenle onların rıza göstermeleri yahut göstermemeleri önemli değildir.

Aynı şekilde vasnînin bu maldan oğluna yahut baba­sına ya da mükâtebi bulunan kölesine vermesi de caizdir. Çünkü kendisine harcamada bulunması caiz olunca, sözkonusu ettiğimiz kimselere vermesi evleviyetle caizdir.

Kendi kölesine vasiyetten verdiği takdirde bakılır; eğer kendisi muhtaç durumda ise, caizdir. Ama zengin ise, caiz değildir. Zengin olarak verdiği takdirde, ne kadar ver-mişse onu tazmin eder.

Çünkü kölesine yaptığı harcama, kendisine yaptığı harcama hükmündedir. Çünkü mülkiyet kölesine değil, kendisine aittir. Harcamayı kendisine yaptığında şayet kendisi fakir ise caizdir, zengin ise caiz değildir. Kölesine harcama yaptığın­da da hüküm aynıdır.

200

Kendisine bu malı verdiği kişi zengin olup zengin ol­duğunu bilmeden vermişse, uygulması geçerlidir.

Çünkü zengin olduğunu bilmeden malının zekâtını o kişiye vermiş olsaydı yine zekâtı geçerli olurdu. Ebû Hanife ve Muhammed'in görüşü budur. Ebû Yusufa göre ise caiz dğildir. Hem vasiyet yerini bulmamıştır ve hem de zekât ye­rini bulmamıştır. Şayet vasî, ölünün emri ile bu malı veriyor ve ölen kişi fakirlere verilmesini istemiştir. Bu nedenle ölen adına verilmemiş sayılması gerekir de­nilecek olursa, vereceğimiz cevap şudur:

Ma'n b. Yezid, babasının vekilinden zekâtı almıştı. Babası ise, başkasına verilmesini kasdetmişti. Çünkü; Sana verilmesini kasdetmemiştim, demişti. Bu­nunla birlikte Peygamber (s.a.v) uygulamayı geçerli saymıştır. Çünkü Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştu: Ey Yezid. senin için niyyet ettiğin vardır. Böylece, bu konuda vekil ile mal sahibinin aynî konumda oldukları sabit olmuştur.

4164-  Vasiyet eden kişi, mirasçılardan birinin kendisi yerine Allah yolunda  cihada çıkmasını vasiyet etmişse, mirasçıların izni olmadan bu vasiyet geçerli değildir.

Çünkü mirasçı kişi; her ne kadar vasiyet edilen malın kendisine malik ol­muyorsa da, bundan dolayı kendisine bir menfaat tahukkuk etmektedir. Halbuki mirasçı, varis olduğu kimsenin ölümcül hastalığında miras bırakanın mah ko­nusunda mahcurdur. Ama mirasçılar büyük yaşta olup o mirasçının miras bırakan kişinin ölümünden sonra savaşa çıkmasına müsaade ediyorlarsa, vasiyet edilen o mal ile savaşa gitmesi caizdir.

Savaştan artakalan parayı geri verir.

Çünkü savaşa gitmesine engel olmak, mirasçıların bir hakkı idi. Buna izin vermelerinden sonra artık bir haklan kalmamıştır. Mirasçı durumunda olan kişi zengin de olsa savsa gidebilir.

4165-  Ama vasiyet eden kişi: Malımın üçtebiri Allah yolunda vasiyettir, demişse, mirasçıların tamamı izin ver­seler bile, zengin mirasçıya bu vasiyetten hiçbir şey ve­rilemez.

Çünkü mirasçıların izninden sonra kendisine verilecek olan bu mal sadaka olarak verilmektedir. Sadaka ise, zenginlere değil, fakirlere verilir. Mirasçıların

201

izin vermeleriyle zengin kişi, sadakanın verildiği kişi olamaz. Ancak burada ve­rilen mal, temlik üzere verilmiyor. İbaha (kullanabilme izni) şeklinde kendisine veriliyor. İbaha üzere olunca da bu konuda fakir de, zengin de aynı konumdadır. Bunun delili, vakıf olarak tahsis edilmiş olan sudur. Zengin de, fakir de bu sudan içebilir.

Nitekim bu konuda harcamadan artakalan, mirasçılara geri verilmektedir. Bu da bu konuda söylediğimizin delilidir.

4166- Mirasçı diğer mirasçılar izin vermezden önce o mal ile savaşa gider ve mirasçılar ancak geri dönüşünden sonra bunu öğrenip izin verdiklerini söyleyecek olurlarsa, bu caiz olmaz. Onun yerine tekrar savaşa gitmesi için har­cadıklarını geri ödemesi gerekir. Çünkü izin verme, mevkuf olan (geçerliliği oraya bağlı olan) şey için söz-

konusudur. Savaş vâris adına geçerli olduğundan mevkuf değildir. Dolayısıyla

bunun için sonradan izin verilmez.

Aynı şekilde mirasçılar arasında küçük  çocuk bulu-nuyors, mirasçıya verilen izin geçerli değildir. Çünkü küçük çocuğun izni geçerli değildir.

Çocuk   büyüdükten   sonra   izin   verecek   olursa   yine geçerli değildir. Çünkü savaşa gitme ertelenemez ki ona izin vermesi sözkonusu olsun.

Aynı şekilde malından Allah yolunda harcanmak üzere vasiyette bulunacak olursa, mirasçıların tamamı izin ver­medikçe vasiyet edilen bu maldan hiçbir mirasçıya birşey verilmez. Çünkü verilecek olursa, mirasçıya vasiyet   yapılmış olur ki bu, ancak

mirasçıların izniyle caiz olur.

4167- Kendisi yerine bir defa savaşa gidilmesini va­siyet eder ve mirasçılardan olmayan vasînin kendisi savaşa gidecek olursa, caizdir ve döndüğünde artakalanı iade eder.

Çünkü vasiyet eden kişi vasîyi vasiyetin dışına çıkaracak bir ifade kul­lanmamıştır. Bu nedenle vasî, vasiyet edileni kendisi için de kullanabilir.

202

4168- İmam Muhammet) dedi ki: Kendisi yerine bir sa­vaşa çıkılmasını vasiyet eder ve birinin düşman toprak­larına girmeyip sınırda nöbet tutması şeklinde bu görevi yapacak olursa, vasiyet yerine getirilmiş sayılır.

Çünkü düşmana karşı nöbet tutmak da    savaşın bir parçasıdır. Sanki düşman topraklanna giren birini savaşa göndermiş gibi olur.

Mirasçılar, nöbet tutan kişinin (murabıtın) bir gün nö­bet tutmasını, vasî ise kırk gün nöbet tutmasını isteyecek olursa, hakim nöbet için asgarî müddet olan üç gün tut­masına karar verir.

Çünkü ribatm asgari müddeti vasiyetin yerine getirilmiş olması için va­ciptir. Savaşa çıktıktan sonra geri dönüşte vasiyetten artakalan miktar, mirasçılara geri verileceğinden, üç günden sonraki harcamalarda onların hakkı vardır. Hak­larına dokununulmayacak asgari miktar esas alınmalıdır, yolculuk ve muhayyer­lik sürelerinde olduğu gibi, şeriatta belirtildiğine göre bunun asgarî müddeti üç gündür.

Ayrıca kişi, bir iki saat nöbet tutmakla murabıt sayılmaz. Müddetin günler sürmesi gerekir. "Günler"sayılabilmesi için asgari üç gün nöbet tutulması kaçınılmazdır. Çünkü ribatla ilgili rivayetler muhteliftir. Rasûlüllah (s.a.v)in şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Kim Allah yolunda bir gün sınır nöbeti tutarsa, hayat boyu oruç tutmuş ve ömrünü ibadetle geçirmiş gibidir." Ya da bu anlamda bu­yurmuştur. Yine: "Kim kırk gün nöbet tutarsa ona şu kadar sevab vardır. " Yine "Her kim üç gün nöbet tutarsa kendisine şu kadar sevap vardır" şeklinde ri­vayetler mevcuttur. Mirasçı ile vasî arasında ihtilaf çıktığında sayıların ortası esas alınır. Bu miktar ise üç gündür. Çünkü bu sayı, rivayet edilen azamî sayıdan daha az ve asgarî sayıdan da daha çoktur. Peygamber(s.a.v): "İşlerin hayırlısı orta olanıdır" buyurduğuna göre hakim, bu miktarı esas alarak kararını verir.

Vasiyet eden kişinin evi, murabıtlık yaptığı sınırda bulunuyorsa, kıyasa göre bir adam onun yerine savaşa katılır ve düşman topraklarına girmeden murabıtlık yaparsa, vasiyet yerine getirilimiş olur. İstihsana göre, ise onun yerine biri düşman topraklarına girmelidir. Kıyasa göre olması, belirttiğimiz sebepten dolayıdır. Yani ribat da savaşın bir parçasıdır. O halde murabıtlık yapıp düşman topraklarına girmeyen kişi de cihada katılmış gibidir. Vasiyet eden kişinin evi sınırda bulunmasaydi, ribat yapan kişi savaşa katılmış sayılırdı. Bu da kıyas açısından bir delildir.

203

Meseleye istihsan açısından bakıldığında ise, durum şöyledir: Ölen kişi, ye­rine birilerinin gazaya katılmasını istemiştir. O halde gaza ismini hakedecek bir şeyin yapılması gerekir. Halk arasında kendi yerinde veya şehrinde nöbet tutan kişiye gazi denilrnemektedir. Ancak düşman topraklanna giren kişi gazi oJur. Ölen kişinin yerine biri, düşman topraklanna girmedikçe savaşa katılmış olmaz ve vasiyet eden kişinin vasiyeti yerine getirilmiş olmaz. Ancak bir bölgeye gidip orada nöbet görevini yapar ve böyle bir yere gidip ribat görevini yapan kimseye gazi deniliyorsa, vasiyet yerine getirilmiş olur.

Vasiyet eden ve müslümanlann şehirlerinden birinde bulunan kişinin evi sınırda nöbet görevinin yürütüldüğü yerde değilse, sınıra gidip onun yerine ribat görevini yürütmek vasiyeti yerine getirmek anlamına gelir ama evi ribatm bu­lunduğu yerde ise, adamın, kendisi yerine savaşa katılmasını istemesi, düşman topraklanna girme konusundaki hasretini giderme sebebiyledir. Bu nedenle va­siyetinin yerine getirilmesi için düşman topraklarına gidip orada cihad yapılması gerekir.

4169- Bunun benzeri, Mekkeli olmayan bir kimse açısından tavafın namazdan efdal oluşu gibidir. Çünkü tavafı yapma konusundaki hasreti, orada namaz kılmaktan daha fazladır. Mekke dışında namazı kılabilir, ama tavafı ancak Mekke'de yapabilir. Bu sebeple tavafa daha çok önem verir, O halde tavafla meşgul olması evladır. Mekke'de yaşayan birinin tavafı kaçırma korkusu hemen hemen yok gibidir. Çünkü her an için tavaf etme imkânına sahiptir. Namazın ise, büyük bir değeri vardır. Bu se­beple burada yaşayan için namaz daha faziletlidir. Bu me­selede de durum aynıdır.

4170- Kendisi yerine savaşa gidilmek üzere malının üçtebirini vasiyet edecek ve vasî de bu malı kırk gün ya da daha fazla bir müddet murabıtlık yapacak birine veya harp yurduna savaşa gidecek birine vermeyi öngörse, va­risler kabul etmeseler de vasinin bu uygulaması bize göre caizdir.

 

204

Çünkü tayin edilmiş olan üçtebirin tamamı savaş için hacanacaktir. Bu mik­tardan mirasçılara iade edilecek birşey yoktur. O halde onlar bu konuda görüş ileri sürme ve vasiyetin nasıl harcanacağını belirleme konusunda bir haklan mevcut değildir. Yetki tamamen vasîye aittir. Şayet vasiyeti yapan kişi, benim yerime bir-kez savaşa gidilsin, demiş olsaydı o zaman onların müdahale hakları olurdu.

Çünkü bu takdirde harcamadan artakalan kendilerine geri verilecektir. Hak­lan fazladan ziyan olmasın diye müdahale edebilirlerdi.

4171-  Vasiyet eden kişi, harcama yerini vasî tayin et­mek üzere Allah yolunda malının üçtebirini vasiyet edecek olursa, vasî bu malı Allah yolunda olabilecek her yere harcayabilir. Meselâ kendisi muhtaçsa, kendisine ayırır ya da oğlu muhtaçsa veya bir başkası muhtaçsa, ona da ve­rebilir.

Çünkü vasiyet eden kişi, dilediği yere harcasın, dememiş olsaydı, muhtaç durumda olan vasî yine kendisine bu malı harcayabilecek veya oğluna verebile­cekti. Vasiyet eden kişi, vasî dilediği yere harcasın dedikten sonra artık bunu ken­disine harcaması yahut oğluna vermesi evieviyetle caiz olur.

4172-  Vasî, bile bile vasiyet edilen bu malı zengin bi­rine verecek olursa, caiz olmaz.

Daha önce belirttiğimiz gibi Allah yolunda vasiyet edilen mal, sadakadır, sadaka ise zengine değil, fakire verilir. Vasiyet eden kişinin niyeti, fakirlerden di­lediğine vermesidir.

Fakirlere değil de zenginlere verecek olursa, herhangi bir ödemede bu­lunmamış kabul edilir.

Şayet mirasçılar: "Vasî, vasiyeti zenginlere verdi. Bu.

nedenle vasiyet batıldır. Üçtebiri biz mirasçılar arasında

taksim edin," derlerse, istekleri kabul edilmez.

Çünkü vasiyeti zenginlere verince batıl bir işlem yapmıştır. Batıl bir işlem yapmış olması, vasiyeti vasiyet olmaktan çıkarmaz. Daha sonra o vasiyeti fa­kirlere verebilir.

4173-  Vasî, vasiyeti dilediği fakirlere verme imkânına sahip iken, mirasçılardan zengin bazılarına verecek olur­sa, caiz değildir.

205

Çünkü yabancı bir zengine vermiş olsaydı caiz olmazdı. Mirasçılardan zen­gin birine vermesi, evleviyetle caiz değildir.

 

4174- Şayet vasî, Allah yolunda savaşa çıksın, diye fa­kir mirasçılardan birine verecek olursa, mirasçılara soru­lur; kabul ettikleri takdirde bu yaptığı caiz olur.

Çünkü mirasçı fakir ise, sadaka verilebilecek kişidir. Ancak verilen, va­siyet olduğundan bu sadaka kendisine verilmemektedir. Vasiyet edilenin ken­disine verilebilmesi için mirasçıların iznine ihtiyaç vardır. İzin vermedikleri tak­dirde vasiyet o mirasçıdan geri alınır ve Önceki maddede anlatılanın aksine, mirasçılar arasında taksim edilir. Çünkü önceki maddede zengin birine verilmişti ve onu fakirlere verme imkânına sahipti.

İki mesele arasındaki fark şuduf; Ölen kişinin malının üçtebirini Allah yo­luna vasiyet etmesinin anlamı, sözkonusu miktarın fakirlere verilmesidir. Bu se­beple vasî, vasiyeti zenginlere vermekle değil, fakirlere vermekle emrolunmuştur. Onu zengine verdiği takdirde ölünün isteğini yerine getirmemiş olur. Böylece, ölünün isteğine muhalefet etmiş olur ve vasiyeti yerine getirmemiş kabul edilir. Vasiyeti zenginden alıp fakire verme imkânına sahiptir. Ama mirasçılardan fakir birine verdiği takdirde, yerinde harcamış olur ve ölünün isteğine muhalefet etmiş olmaz. Bilakis isteğini yerine getirmiş sayılır.

Nitekim Ölen kişinin kendisi bu durumdaki mirasçısına vasiyet yapmış ol­saydı, mirasçıların izin vermeleri durumunda geçerli olurdu. Mirasçılar buna izin vermedikleri takdirde de o vasiyet mirasa dönüşür ve mirasçılar arasında taksim edilir. Burada da durum aynıdır.

4175- Ölmekte olan kişi, atının yahut silahının Allah yolunda vakfedilmesini, okunması için mushafmm veya içinde oturulması için evinin yahut kiraya verilerek ki­radan elde edilecek gelirin gazilere verilmesini yahut buna benzer Allah'a itaat olabilecek birşeyi, mesela kazmasının yahut tenceresinin veya bıçağının vakfedilmesini vasiyet etmesi caizdir.

İmam Muhammed'e göre malının üçtebirinden bütün bunlar caizdir. İmam Ebû Yusuf a göre ise, bunlardan tarla nevinden olanlar caizdir ama menkul şey-

 

206

lerin vakfedilmesi caiz değildir. Sadece silah ve kendisine binilip savaşa gidile­bilen hayvan caizdir.

İmam Ebû Hanife'ye göre ise, gerek menkulün gerekse gayri menkulün vakfedilmesi caiz değildir. Sadece bunlann gelirinin vakfedilmesi caizdir. Mesela bir kölenin kazancının veya bir tarlanın gelirinin vakfedilmesi caizdir. Elde edilen gelir, Allah yolunda fakirlere verilir.

İmam Muhammed'e göre ise, hayatta veya öldükten sonra insana sevap ka­zandıracak her şeyin vakfedilmesi caizdir.

Allah yolunda sebil yapmak da caizdir.

ÇünküAllaha yaklaştırma sözkonusudur. Hz. Hafsa'nın mushafmı sebil olarak vermesi, bu görüşümüzün delilidir.

Ebû Yusufa göre ise, menkul bir malın vakfedilmesi caiz olmadığı gibi Allah yolunda sebil yapılması da caiz değildir. Şöyle demektedir: Kıyasa göre tarlaların vakfedilmesi caiz değildir. Çünkü vakfetmekle mülkiyet ortadan kalkı­yor ve başkasına da temlik yapılmıyor. Ancak şeriat, ibadet anlamı taşıması se­bebiyle mescidler konusunda mülkiyetimizi işlevsiz kılmıştır. Çünkü sevap yö­nünden yararı bize dönmektedir. Bu sebeple bu açıdan tarla vakfını caiz görü­yoruz. Çünkü mescitler cinsinden vakıf ol m aktadır .Tıpkı mescidlerde olduğu gibi tarla, tarla olarak kalmakta ama yaran bize dönmektedir.

Menkul mallara gelince, mülkiyetini fakire verme ibadetinin dışında, bu­rada Allah'ın bizi yükümlü tuttuğu bir ibadet anlamı görüyoruz. O halde ibadet anlamıyla ancak fakirin mülkiyetine verdiğimiz takdirde geçerli olur.

İmam Ebû Hanife ise, hayatta iken kişinin vakıf ya da sebil yapmasını caiz görmezdi. Kişinin ölümünden sonra vasiyet yoluyla vakfetmesini İse, ancak şeriatte bir aslının varolmasına bağlardı. Geliri Allah yolunda vasiyet etmenin şeriatte bir aslı vardır. Mesela bahçesinin gelirinin fakirlere verilmesini vasiyet edecek olursa, caizdir. Çünkü elde edilen gelir, fakirin mülkiyetine verilmektedir.

Aynı şekilde geliri Allah yolunda harcanmak üzere tarlanın, köle ve evin vakfedilmesi caizdir. Çünkü bunda da temlik anlamı vardır. Çünkü elde edilen ge­lir, Allah yolunda savaşa çıkacak ihtiyaç sahiplerine sadaka olarak verilmektedir. Ve sadaka, kendisine verilen kişinin mülkiyetine geçmektedir. Kişi bu sadakayı mülkiyetine geçirdikten sonra dilediği yere harcayabilmektedir.

Kendisinde temlik anlamı bulunmayan ve kendisinin aynı ile yararlanılan evde oturma, ata binme, mushafı okuma, silahı kuşanma ve kölelerin hizmeti gibi

207

hususlara gelince; belli olmayan kimselere verildiklerinde bunlann caiz olduğunun şeriatta dayanağı yoktur. Mesela, kimlere hizmet edeceklerini belirlemeden kölelerinin hizmet etmelerini vasiyet edecek olursa, caiz değildir. Ama kimlere hizmet edeceklerini belirleyecek olursa caiz olur.

Burada da vakfetme, belirlenmemiş kimselere yapıldığından caiz değildir. Bununla anlatılmak istenen şudur: Birşeyin ayn'mm temliki sözkonusu olmadıkça sadaka gerçekleşmez.

Görmüyor musun, kişi belirlemediği takdirde onlardan yararlanacak kişiler arasına zenginler de, fakirler de girer. Bu sebeple kimlere verileceğini zatlarıyla belirlemesi ge­rekir, değilse, caiz değildir.

Allah yolunda vakfedilmiş bir atı, Allah yolunda savaş­mak üzere binmek için almış olan kişi, dönünceye kadar o atın bakım ve yemi kendisine aittir.

Çünkü bu sırada o attan yararlanan kendisidir. At için yapılacak harca­malar, o attan yararlanan kimseye aittir.

Görmüyor musun, kendisine hizmet etsin diye vasiyet edilen kölenin ge­çimi, hizmet ettiği sürece o kişiye aittir.

Çünkü köleden yararlanan kendisidir. Yine atı ödünç alan kişi, at ödünç olarak kendisinde kaldığı müddetçe onun geçimini karşılar. Allah yolunda savaşa gidenin durumu da budur.

Mirasın üçtebirinden vakfedilen silahın da durumu böyledir. O silahı alan kişi geri verinceye kadar o silahın tamiri ve korunmasını üstlenmiş olur.

Çünkü o silahı geri verinceye kadar o silahtan yararlanan kendisidir. İkinci biri onu devraldığında artık bakım ve korunması bu kişiye ait olur.

4176- Vasinin kendisi ata binip silahı kuşanacak olsa, kendisi mirasçı değilse bunda bir sakınca yoktur.

Çünkü vasiyeti yapan kişinin sözlerinde, vasiyi vasiyetin dışında tutacak bir ifade mevcut değildir. Vasiyet eden kişi, at ve silahının Allah yolunda kul­lanılmasını istemiştir ve kime teslim edileceklerini vasi olan kişiye bırakmıştır.

Mirasçıların tamamı izin vermedikçe ve hepsi de izin verecek ehliyet ve yaşta olmadıkça at veya silahın miras­çılardan birine verilmesi doğru değildir.

208

Çünkü bu takdirde mirasçı vasiyetten yararlanmaktadır. Mirasçının vasiyet­ten yararlanması, ancak mirasçıların izin vermeleri durumunda caizdir.

4177- Vasî, diğer mirasçıların izninin i almadan atı mi­rasçılardan birine teslim edecek olursa ve mirasçı o ata bindiği bir sırada at helak olacak olursa, mirasçılar atın değerini dilerlerse vasiden, dilerlerse o mirasçıdan taz­minat olarak alabilirler.

Çünkü vasî, atı mirasçıya teslim etmekle sınırını aşmış, mirasçı da atı tes­lim almakla sınırını aşmış ve haksızlık yapmıştır. Herbiri, gasbeden kişi, ondan da gasbeden başka kişi ve gaspeden kişiden o malı ödünç alan kişi hakkında söy­lediğimiz gibi, her biri haksızlık yaptıklarından dolayı değeri tazminat olarak öder.

Hangisinden parası tazminat olarak alınırsa alınsın, ha­kim o parayla yeni bir at alır ve o at Allah yolunda vak­fedilir.

Çünkü alınan bu değer, atın karşılığıdır ve o atın yerini alması için onunla başka bir at alınır. Böylece vakfeden kişinin sadakası kesilmeyip devam eder. Mirasçı, değeri tazmin edip aldığı parayı vasiye vermek

isterse, bunu yapamaz.

Çünkü at, onun davranışı sebebiyle helak olmuştur.

Ama vasiden atın değerini tazmin ettiriyor ve bu değeri

mirasçıya vermek istiyorsa, bu caizdir.

Çünkü tazminat olarak almıştır ve onu kendisine iade eder.

Şayet şöyle denilecek olursa: Niçin gâsıp mesabesinde değildir, çünkü gas­beden kişi, gasbettiğini birine hibe edecek olsa kendisine hibe ettiği konseye ondan hiç bir şey veremiyor. Burada niçin mirasçıya geri verebiliyor? Deriz ki: Gasbeden ya da ödünç veren kişi, o şeyi hibe ederken başkası adına değil kendi adına o şeyi veriyor. Sözkonusu ettiğimiz meselede ise, ölü adına veriyor, kendi adına değil. Tazmin edince, ölü adına vermiş olması gerçekleşmiyor. Böylece haksız yere ve izinsiz olarak o malı kabzetmiş gibi oluyor. İşte bu nedenle mirasçıya o malı geri verebilir.

4178- İmam Muhammed dedi ki: Yaralıları tedavi et­mek veya mücahitlere su vermek veya   kira ile iş yapıp

209

gelirini Allah yolunda harcamak üzere malının üçtebirin-den bir kölenin vasiyet edilmesini isterse, bütün bunlar caizdir.

İmam Muhammed'e göre bütün bunlar caizdir. Çünkü bütün bu davranış­larda sevap ve kurbiyet vardır. Çalışmasından elde edilecek gelir de gazilere ve­rilir. Çünkü gelir, temliki yapılabilen bir sadakadır. Sadakanınn verileceği kim­seler ise, zenginler değil, fakirlerdir. Su dağıtıcılığına gelince, bu konuda zengin fakir ayınım yapılmaksızın bütün gazilere su taşır. Aynı şekilde gazilere hizmet et­mesini vasiyet etmişse, zengin fakir ayırımı yapmaksızın hepsine hizmet eder. Çünkü bu gibi şeyler temlike konu olan sadaka nevinden değildir. Bilakis ya­rarlanmayı mubah kılmaktır. Mubah kılma şeklindeki bu yollu hayırlarda fakir ve zengin eşittir. Yoldan gelip geçenlerin şu içmeleri için yol üzerinde sebil yapılan su misalinde olduğu gibi. Zenginin de, fakirin de o sudan içmesi mubahtır.

Aynı şekilde zengin de fakir gibi başkasının nehir ve havuzundan su içebilir. Ancak efdal olan, kölenin ihtiyaç sahiplerine hizmet etmesidir. Çünkü zengin biri, böyle bîr kölenin hizmetine ihtiyaç duymayıp kendisine hizmet etmesi için bir köle saunalma imkânına sahiptir. Fakir ise, böyle birinin hizmetine ihtiyaç duyar. O halde ihtiyaç sahibine hizmet etmesi evladır.

4179- Ölen kişi, hayatta ve sağlıklı iken belirttiğimiz üzere binek hayvanını veya silahını veya başka birşeyini Allah yolunda vakfedecek olursa, Ebû Hanife'ye göre böyle bir vakıf geçersizdir ve kişi öldüğünde vakfettiği bu şeyler mirasçılarına miras olarak kalır.

Çünkü ona göre vasiyet dışında vakfetmek geçersizdir. Vasiyet edilebilen ise, ancak vasiyet edilen malın geliridir. Bu gibi şeylerde gelir söz konusu olma­dığına göre, onları vakfetmek geçersizdir.

Ebû Yusuf a göre ise, binek hayvanı ve silah dışındaki gayr-i menkulleri vakfetmek geçersizdir.. Buna göre her ikisinin görüşü, binek hayvanı ile silahın vakfedilmesinin caiz olduğu şeklindedir.

Ancak Muhammed'e göre gayr-ı menkulün elden çıkarılması sattır. Başka biri bu gayr-i menkuller konusunda kayyumluk yapar. Ebû Yusuf a göre ise böyle bir şart yoktur, şahid tutma yeterlidir.

 

210

Ebû Yusuf bu konuda şöyle demektedir: Tayin edilen kayyum, o malı tes­lim alır ve o mal hakkında karar verir. Böylece kayyum da vakfeden yerine geçer. Aynı şeyleri yapacaklarına göre malı kayyuma teslim etmenin bir yaran yoktur.

Muhammed ise şöyle demektedir: Evini mescid yapan bir kimsenin evinin mescid olabilmesi için herkesin evine girip çıkmasına ve orada namaz kılmasına izin vermesi gerekir. Bu izni verdikten sonra orası mescid olur. Ancak onlar bu şahsın İzniyle namaz kılıyorlar, bu sebeple orada namaz kılmaları, onun namaz kılması gi­bidir, denilemez. Burada da durum böyledir. Aynca mallar, ancak kulların elinde ve gözetimlerinde olduğu takdirde varlıklarını devam ettirirler- O halde önceki bakı­cının yerine yeni bir bakıcının yönetimine geçmeleri kaçınılmazdır. Ancak böylelikle varlıklarını devam ettirirler. Aynca o maldan   kayyumun çocuk ve babasının ya­rarlanmasında da bir sakınca yoktur. Çünkü o mülkün sahibi, hastalığı sırasında malını vakfetmiş olsaydı, kayyumun ondan yararlanabileceğini belirtmiştir. Mal sa­hibi hayatta ve sağlığı yerindeyken yararlanması evliviyetle caizdir.

Vakfedilen mala kayyum olarak tayin edilen kişi, mi­rasçıların da o maldan yararlanmalarını öngördüğü tak­dirde yararlanmalarında bir sakınca yoktur.

Çünkü hayatta ve sağlığı yerindeyken o malı vakfetmiştir ve bu sebeple yapılan bu vakıf vasiyete girmez.

Görmüyormusun, vakfedilen bu mal, malının üçtebiri kapsamına gir­memektedir. Ayrıca kişinin borçları ödenmeden Önce vakfettiği malı ayırtedilir. Yine kişi hayattayken vakfını iptal edemez. Vakfedilen bu mal vasiyet kapsamına girmediğine göre, ondan yararlanma konusunda mirasçıları ve diğer insanlar arasında bir fark yoktur.

4180- Vakfeden kişi hayatta iken veya ölümünden son­ra kayyum öldüğü takdirde o malın yönetimini kime bı-rakmışsa, o kişi yönetim işini yürütür.

Çünkü hayatta iken o malın yönetimi ona ait idi. Kimi yerine tayin etmişse ölümünden sonra o kişi yönetimi devralır. Vasi olan kişi öldüğü takdirde, kimi vasî tayin etmişse, vaseyet işine o kimsenin bakması evladır. Burada da durum aynıdır. Ama hakimin durumu böyle değildir. Hakim, kendi yerine hüküm ver­mek üzere birini tayin edip öldüğü takdirde, tayin ettiği kişi, onun yerine hakim olamaz. Çünkü o kişiyi vali olarak tayin eden devlet başkanı, o hakim üzerindeki

 

211

velayeti devam etmektedir ve o hakimin Ölümünden sonra yeni bir hakim tayin etme işi devlet başkanının izini olmadan kendi yerine tayin etme yetkisine sahip değildir. Halbuki vakfeden kişi, vakfettiği malın yönetimi için kayyum tayin et­tikten sonra, o mal üzerindeki velayeti devam etmez.

Görmüyor musun, o kayyumu azledip başkasını onun yerine geçirme yet­kisine sahip değildir. O halde vakfedilmiş malın velayeti kayyuma aittir ve kendisi yerine başka birini tayin etme yetkisine sahiptir.

4181-  Kayyum olarak tayin edilen kişi, yerine başka birini tayin etmeden vefat edecek olursa hakim, dilediği birini onun yerine tayin eder. Vakfeden kişinin bu konuda herhangi bir dahli olamaz.

İmam Muhammed'in görüşü budur. Hassâf ve Hilâl, kitaplannda vakfeden kişinin başka birini vakfı yönetmek üzere tayin etmesinin caiz olduğunu söylemişlerdir. Bu rivayette anlatılmak isetenen şudur:

Kayyum olan kişi, başka birini bu işe tayin edip vefat edecek olursa, onun bu tasarrufu geçerlidir. Kayyumun bu tasarrufu, vakfeden kişinin kendisini o vakfı yönetmek üzere tayin etmesinden kaynaklanmaktadır. Vakfeden kişinin tanıdığı bu yetkiye dayanarak kayyum böyle bir tasarrufta bulunabiliyorsa, vak­feden kişinin de başka birini yönetici tayin etmesi evleviyetle caiz olur.

Burada anlatılan ise şudur: Vakfeden kişi, vakfettiğini kayyuma teslim et­tikten sonra artık o mal mülkiyetinden çıkmıştır ve o mal karşısında artık kendisi de yabancı biri mesabesindedir. Nasıl yabancı biri bu vakıf konusunda yetki sa­hibi değilse, vakfeden kişi de yetiki sahibi değildir,

4182-  Vakfeden kişi, kendisinin kayyum olacağını şart koşacak olursa, hüküm açısından bu gçersizdir.

Çünkü kendisinin kayyumluğunu şart koşunca vakfettiği mal, elinden ve yönetiminden çıkmamaktadır. Daha önce de belittiğimiz gibi İmam Muhammed'e göre vakfın sahih olabilmesi için vakfın vakfeden kişinin elinden çıkması ve başkasına teslim edilmesi şarttır.

4183-  Ancak vakfı kayyuma teslim eden kişi, kayyum kendisinden Önce öldüğü takdirde yönetimi başkasına ver-

 

212

meyi kendisinin üstleneceğini şart koşacak olursa, ileri sürdüğü bu şart caizdir.

Çünkü bu şartla vakfettiğini elinden çıkarmıştır. Bu nedenle ileri sürdüğü şart gözetilir. Ayrıca İmam Munammed'e göre de ileri sürülen bu şart vakfın cevazına engel değildir. Çünkü ona göre vakfettiğini elinden çıkarmasıyla vakıf ve Allah yolunda hapsetme gerçekleşmiştir. Artık kendisi de yabancı herhangi biri gibidir. Kayyumun vefatından sonra yönetimin kendisine tekrar geri dönmesi, başka birine verilmesi mesabesindedir ve bu, vakfa engel değildir.

Vakfeden kişi, falan kayyum öldüğü tardirde kayyumluk falana geçecektir, şeklinde bir şart ileri sürecek olursa, bu da caizdir. Ayrıca tayin edilen ilk kuy-yum, kayyumluk işini başka birine devretme yetikisine sahip değildir.

Çünkü vakfeden kişinin üeri sürdüğü şartın gözetilmesi gerekir. İlk kay-yüm hakkında ileri sürdüğü şart nasıl gözetilmişse, ikinci kayyum hakkında ileri sürdüğü de gözetilmelidir. Nitekim seleften de bu şekilde davrananlar olmuştur. Devlet başkanlığı ve idarecilerin bu şekildeki şartlan da geçerli kabul edilmiştir.

Çünkü rivayet edilir ki peygamber (s.a.v) bir seriye gönderdi ve başına Zeyd b. Hârise'yi getirdi. Sonra da şöyle buyurdu: Zeyd öldürüldüğü takdirde Ca'fer b. Ebi Tâiib, o da öldürüldüğü tardirde Abdullah b. Ravâha başa geçsin. Aynen tavsiye ettiği gibi olmuş ve biri öldürüldüğünde diğeri onun yerine başa geçmiştir. Yine nakledilir ki Süleyman b. Abdilmelik ölüm döşeğinde iken ken­disinden sonra amcasıoğlu Ömer b. Abdulaziz olmasını vasiyet etmiştir. Kardeş­leri olan Mesleme ve Hişam b. Abdulmelik bunu hoş karşılamamışlardır. Bunun üzerine Süleyman şöyle demiştir: Ömer b. Abdilaziz öldüğü takdirde onun yerine falan oğlu filan ve o da öldüğü takdirde sen ya Hişam halife olacaksın demiş ve ardından Hişam'a: Şimdi gönlün hoş oldu mu ey kel? demiştir. Sultanlık veyayeti konusunda böyle bir şart caiz ise, böyle bir velayette evleviyetle caizdir.

 

4184- Bir başka birine mal verip şu malı al ve Allah yolunda onunla cihad et ya da savaşa çık, deyip o kişi de bu malla savaş için eşya, at ve silah alacak olsa, sonra da kendisi veya verdiği adam ölecek olsa, malı veren kişi ha­yatta ise yahut ölmüş ise yahut varisleri "bu mal kendi adına cihad etmesi için o adama ödünç olarak verilmişti" diyecek olsa, kendisine malın teslim edildiği kişi, yahut

213

ölmüşse onun mirasçıları da: Hayır, bu mal Allah yolunda cihad edilsin diye sadaka olarak verilmişti, diyecek olsa­lar, malı veren kişinin ya da mirasçılarının sözü geçer­lidir.

Çünkü şu malı al ve onunla Allah yolnda cihad et, denildiğinde cihad, ken­disine mal verilmiş kişinin fiiline izafe edilmiştir, malın kendisine değil. Ayrıca bu söz, cihada çıkması için bir emir mesabesinde değildir. Cihad, mala değil kişin fi­iline izafe edildiğinden o malı Allah yolunda bir sadaka olarak vermiş sayılmaz. O halde ortada sadece "Şu malı al" sözü hükme medar olarak kalmaktadır. Bu sözle ödünç verme de muhtemeldir, sadaka olarak verme de. Çünkü ödümç vermek de, sadaka olarak vermek de bağıştır. Ancak ödünç verme, bağışın asgarisidir. Çünkü ödünç verilen için bedel gerekir. Halbuki sadaka, bedeli gerektirmez. Böylece söz, asgarî olana benzemektedir: Bir baba, kızını çeyiziyle birlikte ko­caya teslim ediyor, sonra kız ölüyor ve koca, bu mal kıza hibe olarak verilmişti, bu nedenle kalan mal bana miras olarak kalmıştır, diyecek olsa ve baba da: Hayır, ben malı Ödünç olarak kızıma vermiştim, diyecek oîsa, babanın sözü geçerlidir. Çünkü ödünç vermek de, hibe etmek de bağıştır. Ödünç olarak verme bağışın as­garisidir. Asgarî olan esas olarak kabul edilir. Bu meselede de hüküm aynıdır.

Veren kişi hayatta ise, o malı ödünç verdiğine dair yemin eder ve malını geri alır.

Çünkü kendi yaptığı bir iş hakkında yemin etmektedir. Böylece yeminin gereği yerine getirilir.

Mirasçılar da, bu malın sadaka olarak verildiğim bil­mediklerine dair yemin ederler ve sonra malı geri alırlar. Çünkü onlar, başkasının yaptığı birşey hakkında yemin ediyorlar ve bu ne­denle bilgi konsunda yemin ettirilirler.

4185- Veren de, alan da birbirlerini tasdik ederek ve­ren kişi bu malı verdiğinde ödünç vermediğini veya başka birşeye niyyet etmediğini söyleyecek olsalar, verilen mal sadaka olarak değil, Ödünç olarak verilmiş olur. Daha faz­lasının sabit olabilmesi için asgarisi esas alınır. Bu ko­nunun iyice bellenmesi gerekir. Çünkü sadece bu mese­leyle ilgili rivayet vardır. Ayrıca kitapta delil getirilmiştir.

214

İmam Muhammet! dedi ki: Görmüyor musun! Bîri diğe­rine mal verip: Bununla hacca git, yahut bunu kendine ve ailene harca diyecek olsa, verdiği bu mal Ödünç olarak ve­rilmiş olur. Ancak sadaka   olmasına niyyet edecek olsa o başka. Burada da mesele aynıdır. Şayet şu malı al, Allah yolunda bu mal senindir, derse ve sonra da alan kişi o maldan bir harcamada bulunmadan Ölecek olsa, sözkonusu mal  alan  kişiye ait olur ve mirasçılarına miras  olarak kalır.

Çünkü bu mal senindir, demekle o mal alan kişinin mülkiyetine geçmiş olur. Yine: Evim senindir, orada oturursun, diycek olsa yine evi onun mülkiye­tine geçirmiş olur. "Allah yolunda" demesi ise, sadaka olarak verdiğinin ifa­desidir. Böyle demekle sanki şöyle söylemiştir: Şu malı al, sana sadakadır, ödünç değildir.

Yine: Allah yolunda savaşta harcamak üzere şu malı al, diyecek olsa, verdiği mal sadaka olarak verilmiş olur.

Çünkü malı Allah yolunda harcamaya izafe etmiştir. Böyle demekle, Allah yolunda malı almasını kendisinden istemiştir. Verilen bu mal, Allah yolunda ve­rilmiş bir sadakadır. Çünkü Allah için o malı almasını istemiştir. Allah için alınmış olan mal ise, ancak sadaka olur.

4186- Şayet: Şu malı al, benim yerime onunla Allah yolunda savaşa git, deyip alan kişi henüz o maldan bir harcamada bulunmadan ikisinden biri ölecek olursa, söz­konusu mal, onu veren kişiye ya da o ölmüşse miras­çılarına iade edilir.                                                                    *

Çünkü kendi yerine savaşa katılmasını istemiştir. Kendisi yerine savaşa git­mek ise ancak malından harcama yapılmış olmasıyla mümkündür, Gazinin onun yerine harcamada bulunmuş olması gerekir. O halde mal, onu veren kişinin mülkiyetinde olmaya devam etmektedir. Kişi öldüğüne göre, bu konudaki isteği de ortadan kalkmıştır ve bu nedenle sözkonusu mal, mirasçılarına geri verilir.

Sözkonusu mal ile silah yahut binek hayvanı alınmış ve sonra ikisinden biri Ölmüşse, satınalmmış olan araç-ge-reçlerin tamamı geri verilir.

215

Çünkü malı veren kişinin emriyle bu araç-gereçler satınalınmıştı. Mal sa­hibinin savaşa gidilmesini istemesi anlamına da gelir. Satınalma, malı veren kişi­nin isteğiyle gerçekleşmiştir. Böylece satınalmmış olan araç gereç de ona aittir.

Görmüyor musun, malı alan kişi savaşa katılıp kendisine verilmiş olan mal­dan artakalan olsaydı, malı veren kişiye iade edilecekti. O halde satınalmmış olan da ona aittir.

4187-  Silah ve binek gibi savaş araç-gereçleri aldıktan sonra malı veren kişi, bunları verdiği kişiden geri alıp on­ları başkasına vermeyi uygun görürse, bunu yapma hak­kına da sahiptir.

Çünkü satın alınan şeyler kendisinin mülkiyetindedir ve bu nedenle onlan geri alıp başka birine vermekte de serbesttir.

4188-   Veren  kişi:   Malımı  bana  geri  ver, satınalmış olduğun şeyler de senin olsun, benim onlara ihtiyacım yok, diyecek olsa, satınalmmış şeyler satmalan kimseye ait olur ve malın geri kalanını iade etmesi gerekir.

Çünkü satınalan kişi, satınalma konusunda malı veren kişinin vekilidir. Satın aldığı şeyler kendisine ait olur Geri kalmış olan mal konusunda engel olma yetikisine sahip değildir.

4189-  Satınalan kişi: Şu satınaldıklarım benim olsun, geri kalan malı sana iade ediyim, diyecek olsa, buna yet­kisi yoktur.

Çünkü satmalan kişi, malı verenin vekilidir ve vekil, satınaldığı şeyleri, kendisini vekil tayin eden kişiye vermeme yetkisine sahip değildir.

Malı veren kişi: Şu malı al, onunla cihad eder ya da savaşa katılırsın derse, malı alan kişi de araç-gereç, silah ve savaşa katılmak için gerekli şeyler satınahr, daha sonra malı veren kişi: Ben şu malı, benim yerime savaşa katıl­man için verdim, şu satınaldıklarım bana geri ver, diyecek olsa, malı satmalan kişi de, bana teslim ettiğin malı kendi kendime sadaka olarak ya da ödünç olarak verdim, şu

216

alman araç-gereç üzerinde senin bir yetkin yoktur, diye­cek olsa, mal sahibinin söylediği geçerlidir. Satınalınmış şeyleri geri alma hakkına da sahiptir.

Çünkü "bu malla cihad edersin" sözünden, malı veren kişinin yerine cihada gidilmesi de anlaşılır, malı alan kişinin kendi adına cihad yapması da anlaşılır. Her iki anlama gelen bu sözü söyleyen kişi, hangi anlamı kastettiğini belirleme yetkisine de sahiptir. Ayrıca malı veren kişinin bu iddiası, malın kendi mülkiye­tinden çıkmasını gerektirmez. Malı alan kişinin iddiası ise, ya bir bedel karşılığın­da veya bedelsiz olarak malın mülkiyetten çıkmasını gerektirir ki, iki şeyden büyük olanını iddia etmektedir ve bu konuda söylediği tasdik edilmez.

4190- Kişi, atım Allah yolunda vakfedip bu atı, Allah yoluna kendisini vakfetmiş birine teslim etmesi caizdir. Yine kişinin: Allah yolunda vakfettiğim şu ata ihtiyacın kalmadığı ya da öldüğün takdirde onu başka birine Allah yolunda vakfedilmiş olarak verebilirsin, demesi de ca­izdir.

Çünkü bu şekilde vakıf geçerlidir ve ileri sürülen şart muteberdir.

Görmüyor musn, biri belli kişilere bir şeyi vakfedecek olsa ve bu vak­fettiğim şeye ihtiyacınız kalmadığı takdirde onu fakirlere dağıtırsınız, diyecek olsa, vakıf konusunda ileri sürdüğü bu şart geçerlidir. Burada da mesele aynıdır. 4191- Atı vakfeden kişi ölecek olursa, sözkonusu at

mirasçılara kalmaz. Vakıf olmaya devam eder.

Çünkü o atın mülkiyetinden çıkması gerçekleşmiştir ve bu sebeple de miras olmaz.

4192-  Kendisine at vakfedilmiş olan kişi Öldüğü tak­dirde, atı kime teslim etmiş ya da kime vasiyet etmişse onda vakıf olarak kalır. Vakfeden kişinin at üzerinde her­hangi bir tasarrufu kalmaz.

-Çünkü ileri sürmüş olduğu şart gerçekleşmiştir.

4193-  Kendisine vakfedilen şahsın artık o ata ihtiyacı kalmaz ya da cihaddan vazgeçecek olursa, sözkonusu atı

217

vakıf olarak başkasına da devretmesi gerekir. Çünkü vak­feden kişi böyle bir şart ileri sürmüştü. Devreden kişi tek­rar cihada gitmeyi arzu eder ve atı kendisine devrettiği kimseden geri almayı istese buna yetkisi yoktur.

Çünkü derveden kişi, o at konusunda devrettiği kimseden daha çok ta­sarruf yetkisine sahipti ama atı devrettikten sonra ikinci kişi daha çok tasarruf yet­kisine sahip olmuştur. Bu sebeple artık ikincisi karar sahibidir.

4194- At sahibi ilk vakfettiği kişi için, başkasına dev­redip sonradan ihtiyaç duyduğunda atı tekrar alabiliceğini şart koşmuşsa, ileri sürdüğü bu şart da geçerlidir.

Çünkü at sahibi böyle şart koşmuştur. Ve ileri sürdüğü şartın gözetilmesi gerekir. Nitekim kişi, falan çocuklarına şunu vakfetti, ihtiyaçlan kalmadığı tak­dirde vakfettiğim şu şey falana vakıf olarak devredilir ama ilk vakfettiğimin çocukları tekrar muhtaç duruma düşecek olursa vakfa tekrar ortak olurlar, gibi bir şart ileri sürecek olursa, İleri sürdüğü bu şart geçerlidir. Burada da durum aynıdır.

:

4195- Bir adam bir atı yahut tarlayı yirmi yıllığına vakfetse ve yirmi yıl sonunda kendisine, kendisi ölmüşse mirasçılarına geri verileceğini ya da vakfettiği belli kişi­lerin ölümünden sonra kendisine veya mirasçılarına iade edileceğini şart koşarsa, ileri sürdüğü bu şart geçer­sizdir. Kişi istediği anda o tarlayı veya atı geri alabilir. Ölümünden sonra da mirasçılarına kalır.

Çünkü süresiz olarak vakfetmiş değildir. İmam Muhammed'e göre vakfın caiz olması için edebî olarak vakfedilmiş olması şarttır. Çünkü ona göre Allah yo­lunda vakfedilmiş sadakadır. Sadaka olarak verilen şey, mülkiyetten çıktığı gibi, vakfedilen de mülkiyetten çıkar. Nasıl süreli sadaka caiz değilse, süreli vakıf da caiz değildir.

İmam Ebû Yusuf a göre ise, süreli ve süresiz vakıf caizdir. Çünkü ona gö­re menfaatlerin temliki sozkonusudur. Menfaatlerin ebedî olarak temliki caiz olduğuna göre, süreli temlik edilmesi evleviyet'e caizdir.

218

Görmüyor musun, süreli kiralama caiz olduğu halde süresiz kiralama caiz değildir. Süresiz olması, vakfı iptal etmediğine göre, süreli oluşu evleviyetle iptal etmez.

4196-  Biri Allah yolunda süresiz olarak  atını birine vakfetse ve  vakfettiği kimsenin ölümü veya o ata ihtiyacı kalmadığı takdirde bu atı başkasına vermesini şart koşa­cak olsa, böyle bir şart caizdir. O at artık vakfedene veya mirasçılarına geri dönmez.

Çünkü atı ebedî olarak vakfetmiştir. Bu şekilde süresiz olan vakıf caizdir.

4197-  Vakıf olarak atı alan kişi, o yıl savaşa gitmeyip savaşa katılsın diye onu başkasına geçici olarak verme­sinde bir sakınca yoktur.

Çünkü o yıl savaşa katılmadığına göre ata ihtiyacı yoktur, demektir. Bu se­beple atı başkasına vermesinde bir sakınca yoktur. Ayrıca bu şahıs, savaş ko­nusunda attan yararlanma mülkiyetine sahiptir. Çünkü bu adam hayatta kaldığı müddetçe atı vakfeden kişinin bu atı kendisinden geri alma yetkisi yoktur. O halde atı vakıf olarak almış olan kişi attan yararlanma mülkiyetini başkasına dev­redebilir.

Görmüyor musun, kendisine vakıf yapılmış kişinin durumu, ödünç almış kişinin durumundan daha geri değildir. Atı ödünç almış olan kişi kendisinin bi­neceğini şart koşmadığı takdirde o atı ödünç olarak başkasına verebiliyorsa, bu­rada evleviyetle verebilir.

Ancak atı ücretle vermesi (kiraya vermesi) doğru değil­dir ve buna yetkisi yoktur.

Çünkü atı vakfeden kişinin maksadı, sevap kazanmaktır. Atı alan kişi ücret karşılığında kiralarsa, vakfeden kişi için sevap hasıl olmaz. Ayrıca atın sağlaya­cağı yararların mülkiyetini karşılıksız olarak başkasına vermiş olmaktadır. Hal­buki bedelsiz başkasına mülkiyeti verme yetkisine sahip değildir.

Görmüyor musun, ödünç almış kişi aldığını başkasına ödünç olarak ve­rebilir ama başkasına ücret karşılığında kiralayamaz. Burada da durum aynıdır.

4198- Üzerinde savaşa gitmesi için atı başkasına kira­larsa ve kiralayan kişinin altında yahut başka bir sebeple at telef olacak olsa ve olay hakime   intikal etse, atın   be-

219

delini hakim isterse kiralayan kişiden, isterse, kiraya ve­ren kişiden alabilir.

Çünkü ikisi de at konusunda haksızlık yapmıştır. Ücretli olarak atı ki­ralayan kişiden bedeli alınırsa, kiraya veren kişiye bu bedelden hiçbir şey ve-rilmez.Çünkü bedelini Ödemekle baştan ona malik olur ve sanki kendi atını ki­ralamış olur .Kendi atını kiralayan kişinin atı kira tutanın elinde telef olursa, kira tutandan tazminat almaz. Burada da durum bu şekildedir.

4199- Ama atı kiralayan kişi tazminat öderse, o zaman parayı atın sahibine verir.

çünkü onun tarafından aldatılmıştır. Aldatan kişi de aldattığı kişiye al-dandığı miktarı geri verir.

Ondan sonra hakim o para ile başka bir at satın alır ve

onu kiraya verene tahsis eder.

Çünkü ikinci at, birinci atın yerine geçmektedir. Birinci at sağ olsaydı, ki­raya veren kişiye mahsus olurdu. Onun için ikinci at da ona mahsus olur. Ona tekrar kiralamaması söylenir.

Çünkü caiz olmayan bir davranışta bulunmuştu.

Hakim kendisine nasihat eder, bir daha böyle birşey

yapmamasını  söyler.  Ayrıca  sÖzkonusu  ücret  kiracıdan

alınarak kiraya verene verilir.

Çünkü akdi yapan kendisidir ve üret, akdi yapana aittir.

Görmüyor musun, bu kişi gasbedenden beter bir durumda değildir. Hal­buki gasbeden kişi, gasbettiği şeyi ücret karşılığında kiraya verdiğinde ücreti alır. Burada da durum aynıdır.

Ancak kiraya veren kışının bu ücreti yemesini uygun

görmüyorum, aldığı bu ücreti tasadduk eder.

Çünkü uygun olmayan bir yoldan bu parayı kazanmıştır. Gasbeden kişi nasıl aldığı ücreti tasadduk ediyorsa, bu kişinin de kazandığını tasadduk etmesi uygundur.

 

4200- Kendisine vakfedilmiş kimseden başkası atı öl­dürür yahut başka biri onun izni olmadan ata biner ve bu sırada at helak olursa, atı helak eden kişi bedelini öder. Kendisine atın vakfedildiği kişi bu bedeli alır ve o bedelle

220

başka bir at satınalır. Artık bu at onun elinde vakıf bir attır.

Çünkü bu kimsenin durumu, hibe olarak bir atı almış olan kimsenin du­rumundan daha ger "değildir. Hibe olarak alınmış bir atı bir başkası öldürecek olursa, atın bedelini, atı hibe olarak almış o kimseye öder. Burada da durum böyledir.

4201-  İki adamın elinde vakıf birer at bulunup savaşa katılmak üzere atları birbirleriyle değiş tokuşu şart koşa­cak olsalar, caiz değildir. Birbirlerine karşı böyle bir şart ileri   sürme   yetkisine  sahip   değiller.  Çünkü   aralarında böyle bir şart koşmaları, menfaatlerin mübadelesiyle so­nuçlanır ki, böyle bir mübadele fasittir. Tıpkı ahş-verişte eve karşılık bir evin verilmesi gibi.

4202-  Kendisine vakıf yapılmış olan kişi o vakfedilen şeyi caiz ve ya fasit bir kira ile kiraya veremez. Sözko-nusu ettiğimiz iki  kişiden biri ata binerken at çatlayıp helak olacak olursa, yukarıda anlattığımız hüküm burada da geçerlidir.

Çünkü ikisi de haksızlık yapmış ve yetkisinde bulunmayan bir muameleyi gerçekleştirmiştir.

4203-  Şayet iki at da sağ salim savaştan dönecek olur­sa, arkadaşına verdiği atın ecr-i mislini vermesi gerekir.

Çünkü burada ücretle verme fasit bir akittir ve fasit kiralamada ecr-i misi gerekir. Ayrıca onlardan herbiri aldığı ücreti tasadduk eder. Ne var ki tasadtjuk et­mediği takdirde buna zorlanamaz.

4204-  Ama herbiri bir şart ileri sürmeksizin atını diğe­rine verir ve birbirinin atı üzerinde savaşırsa, bunda bir sakınca olmaz.

Çünkü aralarında böyle bir şart koşmamışlarsa, menfaatlerin mübadelesi olmadığından ücret de sözkonusu değildir. Yapılan şey, atı ödünç olarak vermek­ten ibarettir. Kendisine atın vakfedildiği kimsenin, bir başkası o atla savaşa katıl­sın diye atı ona ödünç verebileceğini belirtmiştik.

221

4205- Birinin birçok atı olup onları Allah yolunda vak­federek gazilere savaşa çıktıklarında dağıtması için onları vekiline teslim eder ve savaş sonrası kendisine geri ve­rilmelerini şart koşmazsa, caiz olur.

Çünkü atlan elinden çıkarıp bir kayyuma teslim etmiştir. Bir tarlayı veya evi vakfedip onu mülkiyetinden çıkararak kayyuma teslim etmesi gibidir. Çünkü teslim etme gerçekleşmiştir. Bu nedenle Ebû Yusuf, "bizzat teslim şart değildir. Çünkü ikinci şahıs onun vekilidir ve şart koştuğu gibi onun emriyle tasarrufta bu­lunacaktır.. Böylece kayyumun tasarrufu kendi tasarrufu gibidir. Zira onun eli bunun gibidir. Bu sebeple teslimin bilfiil olmasında bir yarar yoktur " demiştir. Burada kendisine verilecek cevap, az önce anlattığı m izdir.

Kayyumun bu atları fakir ve zengin gazilere dağıtma­sında bir sakınca yoktur.

Çünkü burada temlik değil, mubah kılma sözkonusudur, Mubah olarak Allah'a yaklaştıran her ibadette zengin ve fakir arasında bir ayırım sözkonusu değildir. Nitekim hacda herkese su vermek gibi, mubah olan ibadette zengin ile fakir eşittir.

Aynı şekilde insanların konaklaması için bir han ya da ölülerin gömülmesi için bir mezarlık vakfedildiğinde du­rum aynıdır. Çünkü hem zengin hem fakir o handa konaklar ve o mezarda gömülür.

 

4206- Vekil bîr atı birine teslim edip: Allah yolunda bu ata bin, derse kendisine af verilen kişi başka birini bu ata bindiremez.

Çünkü bu savaşta kendisi attan yararlansın ve dönüşünde atı vekile teslim etsin diye kendisine verilmiştir. Yani atı ödünç almıştır. Ödünç alan kişi, ken­disinin binmesi şart koşulmussa, başka birini bindiremez. Burada da durum böyledir.

4207-  Ama atı kendisine verdiğinde: Şa atı Allah yo­lunda al, demiş ve ata binecek kişinin kendisi olmasını şart koşmamişsa, Allah yolunda savaşa giden başka birini bu ata bindirmesinde bir sakınca yoktur.

222

Çünkü mubahlık genel olarak vaki olmuştur ve bu nedenle hem kendisi o ata binebilir ve hem de bir başkası binebilir.

Nitekim ödünç olarak verilen binekte de böyle bir mutlaklık sözkonusu ise, ödünç alan kişi de binebilir, bir başkası da.

4208-  Allah yolunda iki ayrı kişiye birer at verecek olsa ve bunlardan her biri diğerine: Sana verdiği atı bana vermen şartıyla bana verdiği atı sana vereyim, ona bi-nerek Allah yolunda savaşa gidersin, deyip bunlardan her biri diğerinin atını alıp savaşa gidecek olsa, kıyasa göre bu yaptıkları geçersizdir. Her iki at da helak olacak olsa, bedellerini  tazmin  ederler.  Ancak  istihsan   yolu   ile  bu yaptıkları caiz olup atların bedellerini tazmin etmezler.

Kıyas açısından mesele şöyledir: Her İkisi de aralarında bu şartı koşmuş­lardır ve İleri sürdükleri bu şartta menfaat mübadelesi sözkonsu olur ki her biri diğerine atı bir ücret mukabili vermiş sayılır. Eğer atları vakfeden iki ayrı kişi olmuş olsaydı, durum böyle olurdu.

İstihsan açısından ise mesele şöyledir: Vakfedenin durumu gözönünde bu­lundurulduğunda ücretle verme sözkonusu değildir. Çünkü vakfeden kişi tektir. Atların tamamı onun mülküdür. Atlar mülkiyetinden çıkmaları sebebiyle onun du­rumu gözününde bulundurulmayıp kayyumun durumu gözününde bulundurul­duğunda, o da tek kişidir. Burada ücretle verme anlamı mevcut değildir. Çünkü kişi, atlarının bir kısmını bir kısmının yerine ücretle vermez. Ama atlar iki ayn kişiye ait olmuş alsaydı, iki ayrı sahibe ait olurdu. Böylece ücretle vermiş olma anlamı ortaya çıkardı ki bu caiz değildir.

4209-  İmam Muhammed dedi ki: Onlardan herbiri, üze­rinde savaşmak üzere para karşılığında atları birbirlerine kiralayacak olsalar, her ikisi atların bedelini tazmin eder.

Çünkü burada atların sahibinin parası ile değil, kişilerin parası ile olmuştur. Verilen ücret, atlan vakfedenin parsından ödenmemiştir. Böylece başkasının mül­kiyetinde olan birşeyi ücretle başkasına verme açık bir şekilde ortaya çıkmıştır.

4210-  Yine birinci vekilin atları savaş için ücretle ver­me yetkisi yoktur. Şayet ücretle vermişse, bu ücreti taz-

223

min eder. Çünkü ücretle verildiğinde sevap anlamı orta­dan kalkmaktadır. Oysa vakfedilen birşeyin vakfedilme-sindeki amaç, sevap kazanmaktır. Ama atın masraflarını karşılamak üzere paraya ihtiyaç duyulduğu takdirde, bu ihtiyacı giderecek kadar ve cihad dışındaki hizmetlerde atı ücret karşılığında birilerine vermesinde sakınca yoktur. Çünkü burada zaruret sözkonusudur. Ayrıca ücret yine ata harcanacaktır. Böylece at da gözetilmiş olur. Nitekim vakıf bölümünde bir han vakfedilip o ha­nın tamire ihtiyacı olduğunda kayyumun onu bu ihtiyaç kadar kiraya vermesinde bir sakıncanın bulunmadığını belirtilmiştik. Burada da durum aynıdır.

4211- Hakimin vekile bunu emretmesinde bir sakınca yoktur. Çünkü hakim, müslümanlar için hazırlanmış her malın velisidir. Nitekim hazır bulunmayan kişinin de ve-lisidir. Yine hakimin emri olmaksızın vekilin böyle dav­ranmasında bir sakınca yoktur. Çünkü bu, hayvanın yara­rınadır. Sahibinin de rızası sözkonsudur. Yapılan bu şe­yin, hayvanının yararına oluşu, sahibinin rızasının delili olarak kabul edilir.

Çünkü hayvanının yararına olan şeyler yapılmadıkça, hayvanın vakıf ola­rak devam etmesi mümkün olmaz.

4212-  Vakfeden kişi atı vakfettiğinde vekile, atın gi­derleri konusunda onun ücretle çalıştırılmasını şart koş­ması caizdir. Bu daha uygun düşer.

Çünkü giderlerini karşılamak için ücretle çalıştırılmasına dair emir sarihtir ve sarih bir yolla sabit olan, delalet yoluyla sabit olandan daha kuvvetlidir. Vekil dilerse giderleri karşılığında atı ücretle çalıştırır ve bunu yapmak için hakimin karar vermesi talebinde bu­lunmaz.

Çünkü atı vakfeden açısından delalet yoluyla buna izin vardır. O halde bu konuda mutlaka mahkeme kararı çıkarmasına gerek yoktur.

4213-  Allah yolunda vakıf olmak üzere ve kendisine vakfedilen kişinin ihtiyacının kalmaması ya da ölmesi du-

224

rumunda ebedî olarak başkasına vakfedilmesi şeklinde bir at vakfedildiğinde, kendisine vakıf yapılan kişinin, kıyasa göre şehirde ihtiyaçlarını karşılamak için o ata binme yet­kisi yoktur.

İstihsana göre ise, şehirdeki ihtiyaçlarını gidermek ve şehir çevresinde ce­nazeyi teşyi ve benzeri hususlarda o at$ binebilir.

Kıyas göre bu at, savaşlarda kullanılsın diye kendisine vakfedilmiştir. Vak­feden kişinin kişisel ihtiyaçlarının giderilmesi hususunda ata binilmesi için izni yoktur. Bu nedenle bu gibi işlerde kullanılması caiz değildir. Nasıl herhangi bir yolculuk için bu ata binemiyorsa bu gibi ihtiyaçlarını gidermek için de binemez.

İstihsana göre ise, bu miktar ata binmek, ata zarar vermediği gibi bilakis ona yarar sağlar. Çünkü bir yere bağlanıp binilmeyen at hastalanır ve davranış bo­zuklukları gösterebilir. Zaman zaman ona binilmesi, bir yarar ve spordur, atın hamlığını giderir. Atı vakfeden kişi, ata yararlı olan her husus hakkında rıza sa­hibi kabul edilir. Ayrıca savaş dışında bu gibi ufak tefek işlerde ata binilmesinin caiz olmadığını söylediğimizde, insanlar böyle bir atı kabullenmekte tereddüt ederler. Çünkü hem bu atın giderlerini karşılayacak ve hem de savaş dışında ona hiç binmeyecekler. Böyle birşey sıkıntı doğurur. Böyle sıkıntılara sebeb olacak bir durum ise, yok mesabesinde kabul edilir. Ayrıca vakfeden kişi de, atı vak­fettiğinde atın bu gibi ufak tefek işlerde kullanılabileceğini bilerek vakfetmiştir. Böylece bu gibi şeyler için rızasının varlığına hükmedilir.

Bir, iki veya üç günlük mesafede şehir dışında ata bi­nemez.

Çünkü böyle bir mesafe çok sınırına girer. Ancak az sayılabilecek me­safelerde bu ata binebilir.

4214-   Ata su  vermek, ona  yem  almak, atın  yemini yüklemek veya benzeri ata yararı dokunacak hususlarda atı kullanmak ise hem kıyasa göre ve hem de istihsana göre caizdir.

Çünkü bu tür binmelerin yaran, atın kendisine racİdir. Bu sebeple hem kıyasa ve hem de istihsana göre bunda bir sakınca yoktur.

4215-  Bu durum şuna benzemektedir: Satmaldığı atın kusurlu olduğunu gören kişinin, suya götürmek ya da ye-

225

mini getirmek üzere ona binmesi kusurdan dolayı atın geri vermesine engel değildir.

Çünkü yapılan bu davaranişlar, atın yararı içindir. Atın kendisine yapılan bir iyiliktir. Burada da durum böyledir.

4216-  Yine şehir içinde veya dışında düşmana korku salmak  ya  da sınır boylarındaki casuslarını gözetlemek için ata binmesinde bir sakınca yoktur.

Çünkü bu gibi şeyler de cihadın bir parçasıdır.

-

4217-  Kılıç da Allah yolunda vakf edilebilir. Böyle bir kılıcı kuşanmak kılıcın kendisine veya askılarına zarar ve­riyorsa, savaş dışında bu kılıcı kuşanamaz.

Çünkü kendi kişisel yararı için bu kılıcı kuşanmasında cihad için herhangi bir yarar sözkonusu değildir.

Ama kılıcı kuşanmasında kılıca bir zarar vermiyorsa,

bunda bir sakınca yoktur.

Çünkü bu kılıçtan az ölçüde yararlanmasında bir sakınca yoktur. Nitekim az miktarda ata binmenin hükmü de böyledir.

4218-  Ama düşmana korku salmak ya da aramızda ca­susları bulunup bu casuslar müslümanların silahlarından etkiieneceklerse, onu kuşanmasında bir sakınca yoktur.

Çünkü düşmana korku salmak da cihadın bir parçasıdır. Buna göre yapılan bu iş.cihadla ilgilidir.

Allah yolunda ok ve yay vakfadilmişse, hedef dikip onları kullanmayı uygun görmüyorum.

Çünkü ok ve yayın kullanılması, onlara zarar verir. Hedef dikip ona atış yapmak ise, cihadın bir parçası değildir. Cihadın bir parçası olmayan bir işte on­lara zarar vermek doğru olmaz.

Halbuki şehir içinde vakıf bir atı kişinin ihtiyaçlarında

kullanmasında bir sakınca yoktur.

Çünkü bu şekilde ata binmek ata zarar vermediği gibi onun yararınadır. Ama atı bu gibi işlerde kullanmak ata zarar veriyorsa, bu takdirde bunu yap­maması gerekir. Mesela ata binmeyi Öğrenmek ya da bir günü aşan işlerde onu kallanmak böyledir.

I

226

4219-  Allah yolunda vakfedilmiş bir atı elinde tutan kişi, şehir dışında fakat şehre yakın veya köylerinde ucuz yem satıldığını duyacak olsa, ata binip oraya gitmesinde bir sakınca yoktur.

Çünkü bunda atın yararlan vardır. Şehrin içinde kendi ihtiyaçlarını gi­dermek için bu ata binebiliyorsa, atın yararına olan bir işte evleviyetle binebilir.

Ancak yem uzak bir yerde, bunu yapmasını uygun gör­müyorum.

Çünkü bir zorunluluk yoksa böyle bir mesafeye gitmesi doğru değildir. Nitekim şayet böyle birşey caiz olsaydı, bulunduğu şehirden on günlük mesafede bulunan diğer yerlere gitmesi de caiz olurdu.

4220- Şayet müslümanlar, atları yem bulamıyor ve yem bulabilecekleri yer günlerce uzun bir mesafedeyse, bu tak dirde yemi yüklemek için ata binip gitmesinde bir sakınca yoktur.

Çünkü burada zaruret sözkonusudur ve zaruretler sakıncalı durumları mubah kılar.

Dönüşte  yemi  yükledikten  sonra  yükle  birlikte  bin­mesinde de bir sakınca yoktur.

Çünkü gidişte binmesi caiz ise ve atın korunması için buna ihtiyaç varsa, dönüşte de yemi yükledikten sonra binmesinde bir sakınca yoktur.

Ama yükle birlikte ata binecekse, gücünün yetmiyeceği şekilde ona yük yüklemesi doğru değildir. Çünkü böyle bir davranış, hayvanın telef olmasına sebep olabilir. Nitekim kendi atına bile böyle davranması caiz dğildir. Kendi at? ko­nusunda caiz olmayan, vakıf at için evleviyetle caiz değildir.

4221-  Allah yolunda vakıf olarak verilen kılıçta değerli bir süsleme var ise bu süslemeyi söküp çıkarması caizdir değildir.

Çünkü o süsleme de kılıca tabidir ve vakfedilmiş kılıç mülk değildir. Kılıca takılmış süslemeler de bu konumdadır. Kılıcın sahibiymiş gibi kılıç konusunda ta­sarrufta bulunamaz. Kendisine izin verildiği o şekilde savaşta kılıcı kullanır.

227

4222-  Şayet  kılıcın  tamir  ve bakıma  ihtiyacı  varsa, bakımını kendisi yapar. O takılara dokunamaz.

Çünkü kılıçtan yararlanan kendisidir. Ödünç alan kimsenin   durumunda oldğu gibi burada da kılıcın bakımına yapılacak harcama kendisine aittir.

Görmüyor musun, elinde vakıf bir at bulunmuş olsa ve bu ata harcama yapma ihtiyacı olmuş olsa, harcama o kişiye aittir. Atı ücrete vererek bu harca­mayı karşılayamaz. Burada da durum böyledir. Kılıcın süslemelerini satarak kılıca yapılacak bakımı karşılamaz. Bakım ücretini kendisi öder.

4223- Allah yolunda kullanılması için kılıcı vakfeden kişinin vekili Allah yolunda savaşa gitmek üzere kılıcı bir başkasına versin ve daha sonra onu vekile ida etsin diye vermişse, yine vekilin, kılıcın süslemelerini sadaka olarak veya başka bir şekilde harcaması ve o süslemeleri kılıçtan söküp çıkarma yetikisi yoktur.

Çünkü kılıç, savaşa katılacak başka birine verilsin diye kendisine teslim edilmiştir. Başkasına tasadduk etsin diye değil. Kendisini vekil tayin eden kişinin

isteğinin dışına çıkamaz.

4224- Kılıcın bilenmeye veya bir bakıma ilhtiyacı vekil süslelemelerini satarak bakımını yaptırmasında bir sakınca yoktur. Bakımı için ihtiyaç duyulacak miktarı karşılaya­cak kadar süslemelerinden satar ve masraflarını karşılar. Çünkü bu nevi bakımlar kılıcın yaran içindir ve kendisini ilgilendirir. Bu­nun yararı vekile raci değildir ki vekil kendi malından bunu karşılasın.

Kılıca yapılan bu nevi bakım, yeme ihtiyaç duyan atın durumu gibidir. Atın yemini karşılamak için at ücretle çalıştırılır ve elde edilen gelir atın kendisine har­canır. Vakıf arazînin bakımı da, arazînin gelirinden karşılanır. Kılıcın süsleme­lerinden başka gelir getirecek bir durumu bulunmadığından süslemeler satılarak bakımı yapılır.

4225- Kılıcın süslemeleri sokulurken, ihtiyaç miktarın­dan fazla sökülecek olursa, bakımın masrafından artaka­lanı yanında alıkoyar ve bir daha bakıma ihtiyaç duydu­ğunda bu artakalan ile bakımı yaptırır. Artakalan miktarı tasudduk edemez.

228

Çünkü kılıç süslemeleriyle birlikte Allah yolunda savaşta kullanılsın diye vakfedilmiştir, bir kısmı tasadduk edilsin diye değil.

4226-  Biri, Allah yolunda savaşa çıkacak birine ve­rilmek üzere bir vekiline vakıf bir at teslim etse ve at bir hastalığa yakalanacak ya da bir sakatlğa maruz kalıp sa­vaşa katılamayacak duruma düşse, fakat şehir içerisinde binilecek ya da arabaya koşulacak durumda ise, vekilin bu atı satıp parasıyla Allah yolunda savaşa gidebilecek bir at satın almasında bir sakınca yoktur.

Çünkü satmayacak olursa, at zamanla helak olacaktır. Böylece onu vak­feden kişinin sevabı da kesilecektir. Bu nedenle atı değiştirip sevabın devamını sağlamasında bir sakınca yoktur.

Bunun için hakimden bir karar çikartamaya da gerek

yoktur. Vekilin kendisi buna yalnız başına karar verir.

Çünkü atı vakfeden kişi, bu gibi işleri vekile de devretmiştir. Burada vekil, vasî mesabesindedir.

4227-   Sattığı  atın   değeri, Allah  yolunda  kendisiyle savaş yapılacak bir atın değerine tekabül etmiyor, fakat ileride bu Özelliğe sahip bir at bulabileceğini umuyorsa, parasını bekletir.

Çünkü sadakanın devam edebilmesi için buna ihtiyaç vardır.

4228-  Ancak atın parası yeni bir atın parasını karşıla­mayacağını kesin olarak biliyorsa, atı, vakfeden kişiye iade eder. Atı satıp değerini fakirlere tasadduk edemez.

Çünkü vakfeden kişinin gayesi , bu at ile Allah yolunda cihada çıkmasıdır. Temlik veya tasadduk değildir.

4229-  Atla savaşa çıkılmayacak bir durum ortaya çıka­cak olursa, sözkonusu at, onu vakfeden kimsenin mülki­yetine döner.

Bu görüş, İmam Muhammed'in şu görüşüne kıyas edilerek ileri sürül­müştür.

229

Biri, insanlar namaz kılsın diye tarlasında bir mescid yaptırıyor. Ancak mescidin çevresindeki tarlalar sürülüyor ve orası yerleşim alanı olmaktan çıkıyor. Şayet ileride yerleşim alanı olabilecek bir durum sözkonusu ise, ordaki mescid öylece bekletilir ve onu inşa eden tarîfl sahibinin mülkiyetine geçmez. Ama yerleşim alanı olması diye bir durum sözkonusu değilse, İmam Muhammed'e göre onu yaptıran tarla sahibinin mülkiteyine geri döner. Eski sahibi onu alıp sa­tabilir veya orayı ekip biçer. Bu kişi ölmüşse mescid, mirasçılarına kalır. Çünkü onu yaptıran kişi, kendisinde namaz kılınsın diye yaptırmıştır, sadaka olsun diye değil. Kendisinde namaz kılınamayacak duruma düşmüşse, tekrar mülk olur. Atın durumu da böyledir.

İmam Ebû Yusufa göre ise, at geri iade edilmez. Satılıp parası tasadduk edilir. Ona göre bu durumdaki mescid de böyledir.

En iyi Allah bilir.

 

 

 

 

 

 

231

-203 HARP EHLİNDEN ALINAN VERGİLER

4230- İmam Muhammed -Allah rahmet etsin- kendi is­nadı ile Ebû Sahra el-Muharibî'den Ziyad b. Cerîr'in şöy­le dediğini rivayet eder: Hz. Ömer (r.a.) kendisini Ay-nu'n-Nemir'e görevli olarak göndermiş ve Müslümanların mallarından kırkta bir, ticaret için oraya gidip geliyorlarsa zimmîlerden yirmide bir ve harp ehlinden onda bir alma­sını emretti.

Bu konuda şu rivayete dayanarak şöyle diyoruz: Âşir (Öşür memuru) gümrüğe uğrayan Müslümamn malının kırkta biri, zimmîden yirmide biri ve harp ehlinden de onda biri alır. Çünkü Hz. Ömer, Öşür toplamakla görevlendirdiği me­muruna bu şekilde almasını emretmiştir. Yapılan bu iş Muhacir ve Ensar'm hu­zurunda yapılmış ve kimse de buna itiraz etmemiştir. Böylece bu uygulama icma şeklinde olmuştur.

Hz. Ömer ile ilgili nakledilen şu rivayet de bunu desteklemektedir: Bu ri-vayette anlatıldığına göre Hz. Ömer, Enes b. Malik'i öşür toplama işiyle görev­lendiriyor. Bunun üzerine Enes b. Malik: Beni vergi toplama işiyle mi görevlen­diriyorsun? diye soruyor. Hz. Ömer: Peygamber (s.a.v.)'İn beni görevlendirdiği bu işle seni görevlendiriyorum, öşür toplama işiyle beni görevlendirmişti. Bana müslümamn malının kırkta birini, zimmînin malının yirmide birini ve harb eh­linden onda birini almamı emretti. Bu rivayet, Resûlullah (s.a.v.)'den merfû ola­rak rivayet edilmektedir. Bu nedenle bizim bu rivayete tabi olmamız ge­rekmektedir.14

14- Burada_ sözkonusu edilen mesele, dış ticaret vergisi demek olan gümrük vergisidir. Gümrük vergisinin temeli, İslamdan önceki cahiliye dönemine kadar uzanmaktadır. O dönem meks adı altında (alan memura da mekkas deniyordu) gümrük vergisi alınmaktaydı. Aynı verginin Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminde Medine pazarında tahsil edildiği de bilinmektedir. Gümrük vergisinin temelinde gayr-i müslimlerin mal­larının darulislam dahilinde güvenliğini sağlamak gibi bir düşünce var olduğu söylenebilir. Bu verginin türü müellifin de belirttiği gibi, Hz. Ömer'in hilafeti sırasında uygulandığı bilinmektedir. {Bkz. Salih Tuğ, islam Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı, s. 84; Celal Yeniçeri, İslamda Devlet Bütçesi, s. 189; Ahmet Yaman, İslam Hukukunda Uluslararası ilişkiler, s. 293-297. (Editör

232

4231- Vergi toplayan memuru bu işle görevlendiren ve böyle davranmasını söyleyen Hz. Ömer'in kendisidir. Kendisine, zekâtını ödememiş kişilerle karşılaşacak olur­sa bu miktarları kendisinden almasını emretmiş ve bu işle görevlendirdiği kimsenin nafakasını topladığı bu vergi­lerden karşılamasını söylemiştir.

Bu işle görevlendirdiği kimseye "Öşür memuru" ismini vermesi, vergileri alırken "onda bir"i esas almasından dolayıdır. Hz. Ömer bu vergileri toplamak için öşür memuru görevlendirmiştir. Çünkü bu mallar ve yolların emniyeti devlet başkanının koruma ve gözetimi akındadır. Böylece bu mal, devlet başkanının ko­ruma ve gözetimi altında olmaktadır. Nitekim yaylalardaki hayvanların zekâtlarını almak da devlet başkanına aittir. Çünkü onlar da devlet başkanının koruma ve gözetimi altındadır. Burada da durum böyledir.

Hz. Ömer, müslümanlardan mallarının kırkta birini almasını öşür memu­runa emretmiştir. Çünkü onlardan alman, zekâttır. Nitekim Peygamber (ş.a.v.j; " Zekât dışında malda herhangi bir hak yoktur" buyurmuştur.

Zekât ise, belirtildiği gibi kırkta birdir. Zimmîye gelince, müslümanlardan alınanın iki katının kendisinden alınmasını emretmiştir. Çünkü bu, hem müslü-mandan ve hem de kâfirden alınan bir haktır. Bu nedenle zimmîden de alınması gerekir. Müslümandan almanın iki katı kendisinden alınır. Nitekim Tâğlib Hıristi-yanlarmdan böyle alınmıştır.

Hz. Ömer, harp ehli kişiden de ondabir almasını emretmiştir. Çünkü onlar da bizden ondabir alıyorlar. Kâfirlerle aramızdaki bu tür ilişkilerde mütekabiliyet esastır. Öyle ki, bizden beşte bir alıyorlarsa biz de onlardan beşte bir alırız. Ama bizden hiçbir şey almıyorlarsa, biz de onlardan hiç bir şey almayız.

Bunun delili şu rivayettir: Hz Ömer'in öşür toplayan memuru, harp ehlinin tüccarlarından ne almasını gerektiğini sormuş, Hz. Ömer: Onlar bizden ne gıbî bir miktar alıyorlar? şeklinde karşılık verince, memur: Onlar bizden ondabir alıyor­lar, cevabını vermiştir. Bunun üzerine Hz. Ömer: Sen de onlardan ondabir al. de­miştir. Böylece Hz. Ömer, mütekabiliyet esasına göre hareket edilmesi gerektiğini belirtmiştir.

Onların bizden ne gibi bir miktar aldıklarını veya alıp almadıklarını bil­miyorsak, onlardan onda bir alırız. Çünkü Hz. Ömer'in bu konuda da memurla­rına şöyle dediği rivayet edilmektedir: Bizden ne alıyorlarsa, siz de o oranda alın. Ancak ne aldıklarını tespit etmemişseniz, onlardan onda bir alın.

233

Buna göre harp ehli kişinin zimmîye göre durumu ne ise, zimmînin müs-lümana göre durumu o olur. Çünkü harp ehlinin zirnmî aleyhindeki şahitliği kabul edilmediği gibi, zimmînin de müslüman birinin aleyhindeki şahitliği kabul edil­mez. Oysa müslümanın zimmî aleyhindeki şahitliği geçerlidir. Ayrıca zimmîden, müslümandan almanın iki katı alınır. O halde harp ehli kişiden de zimmîden alınanın iki katı alınır. Zimmîden, yirmide bir alındığına göre harp ehli kişiden iki katı olan onda bir alınır.

İmam muhammed -Allah rahmet etsin- sözüne devamla şöyle demektedir:

4232-  Cerîr b. Hâzim'in şöyle dediği nakledilmektedir: Enes b. Sîrîn'in şöyle dediğini duydum: Enes b. Malik, Ubulle'ye beni görevlendirmek istedi.Vergi toplama işiyle mi beni görevlendirmek istiyorsun? dedim. Hz. Ömer'in beni görevlendirdiği işte çalışmak istemez misin? dedi ve şunu ilave etti: Ömer beni bu işle görevlendirdi. Müslü­man kimselerin her kırk dirheminden birini, zimmîlerin her yirmi dirheminden birini ve harp ehlinin her on dir­heminden birini almamı emretti.

Şüphesiz meks/vergi, öşür toplayan kişinin işidir. Mekkâs, öşür toplayan kimseye denir. Ona mekkâs denilmesinin sebebi, insanların mallarının öşürlerini almakla mallarını eksiltmesi sebebiyledir. Bu sözcük, " mekese" kökünden türe­tilmiştir. Mekkâs'ın kişilerin mallarından herhangi bir şey alabilmesi için mal­larının miktarının iki yüz dirheme ulaşması gerekir. Yani müslümanların malında zekâtın vacip olması için gerekli meblağa ulaşması gerekir.

4233-   Müslümanın  malı  ikiyüz dirheme ulaşmadıkça malından hiçbir şey alınmaz.

Çünkü müslümandan alman zekâttır ve iki yüz dirhemden az olan malda zekât yoktur.

Zimmînin   malı   konusunda   da   durum   bundan   farklı değildir.

Çünkü zimmîden alınan gerçekte zekât olmasa, da zekât adıyla alınır. O halde zimmînin bu vergiyi ödemesi için malının nisab miktarına ulaşması gerekir.

Bunun delili, Benû Tağlib Hırİstiyanlarmdan sadaka/zekât'ın alınmasıdır. Mallarından sadakanın alınması ise, mallarının nisab miktarına ulaşması şartına bağlanmıştı. Burada da durum böyledir.

234

4234- Harp ehli kişinin malı da iki yüz dirheme ulaş­madıkça ondan bir şey alınmaz.

Çünkü onlar da müslüman tüccarlardan vergi alırken, az miktarda bir mala sahip olanın malından vergi almıyorlar. Bu sebeple biz de onlardan malı az olan kimseden vergi almayız. Ancak malın miktanna bakmaksızın her tüccarımızdan vergi alacak olurlarsa, o zaman biz de onlardan alırız.

Başarı Allah'tandır.

 

 

235

-204-

CIZYE

4235- İbrahim en-Nahaî'nin şöyle dediği rivayet edil­mektedir: Kişi İslâmı kabul edip işlediği topraklarda otur­maya devam ediyorsa, haraç ödemesi gerekir. Ama orada ikamet etmiyorsa, üzerine haraç yoktur.

Bu haraçtan maksat kelle vergisi ise, biz bu görüşte değiliz. Mezhebimize göre, saldırmazlık antlaşması yaptığımız ülkenin vatandaşlarından kâfir biri müs­lüman olursa, kendisinden kelle vergisi düşer. Bulunduğu topraklarda ikamet et­meye devam etsin veya ülkemize hicret etsin fark etmez. Bazı âlimlere göre ise, ülkemize hicret etmedikçe kendisinden kelle vergisi düşmez.

Ama tarla haracı kastediliyorsa, biz de bu görüşteyiz. İslâmı kabul ettikten sonra tarlasını elinde bulunduruyorsa o tarlanın haracını öder, ondan öşür alın­maz. Bulunduğu ülke halkı kendiliklerinden (savaş olmaksızın) İslâmı kabul et­mişlerse bu takdirde kendilerinden haraç alınır. Bazı âlimlere göre ise, öşür öder­ler, ama haraç ödemezler. Şayet İslâm yurduna hicret eder ve tarlasını terk ederse, kendisinden hiçbir şey alınmaz.

Amr b. el-As'ın şöyle dediği Ömer b. Abdilaziz'den rivayet edilmektedir: Mağrib'te İskenderiye, Kefertîs, Filistin ve Sultays bu şekilde fethedilmiştir. Bu üç belde dışında fethettiği yerlerde yaşayan insanların mallarmi alıp onları serbest bırakmıştır. Bu üç belde dışında Müslüman olanların mallarını kendilerine bırakmış ve onları serbest bırakmıştır.

Şüphesiz biz bu rivayette anlatılanı kabul etmiyor ve şöyle diyoruz: Zim-mîlerden İslâmı kabul edenin mallan kendisinden alınmaz. Elindeki toprağı işlemeye devam eder ve haracını öder. O beldenin sulh yoluyla ya da zorla alınmış olması bu durumu değiştirmez. Çünkü Hz. Ömer döneminde Nehru'l-Melik'in Dehkâne halkı İslâmı kabul etmişlerdi. Bunun üzerine Sa'd ve Ammar, bu yöre halkı hakkında nasıl davranacaklarını Hz. Ömer'e yazmışlar, o da onlara şu cevabı vermiştir: Tarlalarını kendilerine ver ve onlardan haraç al.

Başarı Allah'tandır.

237

 

 

 

 

-205-

MÜSLÜMANLARIN, HARP EHLİNİN VE ZIMMİLERİN ÖŞÜRLERİ

4236- Muhammmed -Allah rahmet etsin- dedi ki: Ebû Hanife -Allah rahmet etsin- şöyle demektedir; Eman almış harp ehlinden biri, müslümanlann Öşür memuruyla kar­şılaşacak olsa ve ikiyüz dirhem ya da fazla miktarda bir malı ya da değerini yanında bulunduruyorsa, nakledilen rivayetten dolayı Öşür toplayan kişi onun malının onda-birini alır. Harp ehlinden eman sahibi kişi: Üzerimde borç var veya şu mal benim malım değildir, iddiasında bulu­nacak olursa, görevli memur bu iddisanı doğrulamaz ve malının onda birini alır.

Çünkü bizimle onlar arasındaki muameleler mütekabiliyet esasına göre yürütülür. Böyle bir durumda onlar da bizim tüccarımızın iddiasını kabul et­mezler. Bu nedenle biz de tüccarlarının bu gibi iddialarını kabul etmeyiz.

 

 

4237- Zimmînin durumu böyle değildir. O öşür top

layan memurla karşılaşıp: Borçluyum yahut bu mal benim değildir, diyecek, olsa öşür memuru onun malından hiçbir şey almaz.

Çünkü zimmîlerle aramızdaki münasebetler karşılıklı mütekabiliyet esasına göre düzenlenmemiştir. Onlar için İslâmın hükümleri geçerlidir. İslâmın hükmüne göre müslüman biri, malında bir hak bulunmadığını söyleyecek olursa, sözü kabul edilir. Zimmînin durumu da aynen öyledir.

Aynı şekilde harp ehlinden köle veya   mükateb biriyle

karşılaşacak olsa, kendisinden öşür alır.

Çünkü onlar da mükateblerimizden ve kölelerimizden vergi alıyorlar. Bu sebeple biz de onların mükâteblerinden ve kölelerinden öşür alırız.

 

4238- Şayet mükâteb ve kölelerimizden bir vergi almı­yorlarsa, biz de onların mükâteb ve kölelerinden almayız.

 

238

Çünkü bu vergi, yol emniyetini sağlamanın karşılığında alınmaktadır. Mü-kâteb de tıpkı hür gibi yol emniyetine muhtaçtır. Ayrıca efendi, kölesini ülkemize gönderirken kölesinin yanında bulunan malın öşürünün alınmasına nza göster­miştir, demektir.

4239- Harp ehlinden biri beraberinde köleler bulunup öşür toplayan memurla karşılaştığında onların köle değil, hür olduklarını söylese, yine beraberindeki cariyeler için bunlar unımü'lveleddirler derse, sözü kabul edilir ve ken­disinden Öşür alınmaz.

Çünkü doğru söylüyorsa, beraberindekiler hürdürler ve hür olanlardan öşür alınmaz. Eğer yalan söylüyorsa, hürdürler dmesiyle o köleler hürriyetlerine kavuşmuş olurlar. Çünkü harb ehlinden biri, islâm yurdunda kâfir bir köleyi âzâd edecek olursa, icma ile âzâd etmesi geçerlidir.

4240- Harp ehlinden biri yanındaki ticaret malı ile öşür toplayan memurla karşılaşıp: Bu mal ile ticaret yapmayı hedeflemiyorum veya bu mal çocuğa aittir diyecek olsa, öşür memuru bu maldan Öşrü alır.

Çünkü bu gibi konularda onlar sözümüze itibar etmiyorlar. Bu sebeple biz de onların sözlerine itibar etmeyiz.

4241-   Ama kendileri bu gibi mallarımızdan vergi al­mıyorlarsa, biz de onlardan almayız. Ancak bizden alıp almadıkları konusunda bir bilgimiz yoksa, o takdirde on­ların mallarından Öşür alırız.

Çünkü asiolan bu tür mallardan vergi alınmasıdır,

4242-  Harp ehlinden biri, eman alarak ticaret yapmak üzere ülkemize girecek olsa, öşür memuru onun malından öşür alır. Ancak bu   kişi, başka bir öşür memuru ile kar­şılaşacak olsa, ilk Ödemesinin üzerinden bir yıl geçme­dikçe bu öşür memuru, onun malından birşey alamaz.

Çünkü İslâm yurdunda dolaştığı müddetçe kendisine verilen eman geçer­lidir. Ülkemizi terkedinceye kadar kendisine verilen eman son bulmaz. O, tıpkı

239

zimmî gibi İslâm yurdunda dolaşır. Öşür memuru, zimmî birinden ancak yılda bir defa öşür vergisi alır. Yılda birkaç defa zimmîyle karşılaşacak olsa yine yılda bir defadan fazla öşür alamaz. Eman alarak ülkemize girmiş olan harp ehlinden kişinin durumu böyledir.

Şu rivayet buna delilidir: Bizanslı biri, Hz.Ömer'in öşür memuru ile karşılaşır. Bizanslının beraberinde yirmibin dirhem değerinde bir at vardır. Öşür memuru, onsekizbin dirheme bu atı satınalmak ister. Adam atı satmak istemez ve at için öşür öder. Dönüşünde tekrar öşür memuru ile karşılaşır. Memur ikinci defa öşür almak ister. Ancak Bizanslı Ödemez ve durumu Hz. Ömer'e şikâyete gider. Hz. Ömer mescittedir. Çıkmasını bekler. Nihayet durumunu arzeder. Hz. Ömer, bir daha kendisinen bu verginin alınmamasını yazmıştır. Öşür memuruna ken­disinden tekrar herhangi bir öşür alınmayacağını söyler ve kendisine konuyla ili— gili Hz. Ömer'in mektubunu gösterir. Bu bizansh hiristiyan, Hz. Ömer'in adaleti karşısında hayretlere düşer ve İslâmı seçer.

4243- Harp ehlinden kişi, öşür memuru kendisinden öşür aldıktan sonra aynı gün veya bir gün sonra harp yur­duna geri dönüp tekrar eman alarak malıyla birlikte İslâm yurduna giriş yapacak olursa, öşür memuru tekrar ken­disinden öşür alır.

Çünkü harp yurduna geri dönmekle daha Önce kendisine verilmiş olan emanın hükmü ortadan kalkmıştır. Tekrar İslâm yurduna girdiğinde yeni bir eman ile girmektedir. Böylece ilk defa girmiş ya da harp ehlinden başka biri ülkemize giriş yapmış gibidir. Bu nedenle her giriş yaptığında öşür ödemek zorundadır.

 

 

4244- Harp ehlinin yurttaşı bulunduğu devlet, kaç defa ülkelerine giriş yaparlarsa yapsınlar müslümanlardan yıl-

da sadece bir defa vergi alıyorsa, biz de bir defa ondan Öşür alırız.

Daha önce de belirttiğimiz gibi bizimle onlar arasındaki münasebetler müte­kabiliyet esasına göre yürütülür.

4245- Harp ehlinden biri eman alarak beraberinde içki veya domuz alıp İslâm yurduna giriş yapacak olursa, içki­nin öşrünü öder ama domuzların öşrünü ödemez. İçkinin

240

öşrünü Öderken de içki olarak değil, karşılığı olan parayı öder. Yanında Ödeyecek parası yoksa, bu durumda öşür memuru, içkisini satıp bu parayı ödemesini söyler. Bize göre durum budur. İmam Zufer'e göre ise, hem iç-kiden, hem  domuzdan öşür almaz.

Çünkü imam Zufer'e göre müslüman açısından içki mal değildir. Öşür top­layan müsliiman olunca sanki o giriş yapan kişi, yanında bir mal olmaksızın girip yapmış kabul edilir. Domuz konusunda da hüküm budur. Çünkü içki de, müslü­man açısından domuz mesabesindedir. Nitekim domuzdan öşür alınmayacağı ko­nusunda icma olunca, içki de öşre tabi olmamalıdır. Bizim bu konudaki delilimiz şu rivayettir:

Hz. Ömer, vergi mevsimi geldiğinde memurlarını toplamış ve kendilerine, zİmmîlerin elinde bulduğunuz içki konusunda ne yapıyorsunuz, diye sormuştur. Kendilerinden yirmide bir alıyoruz, deyince, Hz. Ömer şöyle demiştir:

4245a- İçkilerini satıp parasının yirmidebirini   verme­lerini sağlayınız.

Çünkü içki, domuza nazaran mal olmaya daha yakındır. Çünkü bizim açı­mızdan başlangıçta farmantasyona uğraymcaya kadar mal idi. Sirkeye dönü­şecek olursa yine mal olur. Oysa domuz böyle değildir. Bizim açımızdan baş­langıçta da, sonuçta da mal değildir. Durum böyle olunca, içkinin haramlığı daha hafiftir. Bu nedenle içkiden öşrün alınıp domuzdan alınmaması caizdir. Ayrıca Öşür memuru, içkinin kendisini değil, değerini almaktadır.

Müslümanlar da içkinin değeri konsunda bilgi sahibidir. Çünkü iyi ve kötü her mü.slümanın evinde içki bulunabilir. İyi kişi, sirkeye dönüşsün diye bu­lundururken, kötü kişi içmek için bulundurur. Müslümanlar içkinin fiyat olarak değerini bildiklerine göre, öşür memuru müslümanların değer biçmelerine* göre değerinin öşrünü alır.

Domuza gelince; müslü m anlardan hiçkimse domuz beslemez. Ayrıca müs-lümanlar onun ne değerde olduğunu da bilmezler. Ancak kâfirler domuzun değe­rini bilirler. Kâfirlerin, müslümanların aleyhindeki şahitlikleri ise muteber değil­dir. Bu sebeple onların sözlerine itibar edilmez. Ayrıca içki mislidir (benzeri var-

15- İçkiden maksat şaraptır. Çünkü şarap, sirkeye dönüşebilir. (Çeviren)

241

dır) ve mislinin alınması gerekir. Ancak müslümanın içkiye sahip olması yasak­lanmıştır. Değeri alınınca içkinin kendisinden yüzçevrİlmiş olur. Bu nedenle içki­nin öşrünün alınması caizdir. Domuzun ise bir misli yoktur. Onun misli, değe­ridir. Değeri alınınca da kendisi alınmış gibi olur. Müslümanın, domuzun ken­disini veya bedelini mülk edinmesi haramdır.

îçki, zimmet ehli için bir maldır. Müslüman devlet başkanı onların mallarını koruması gerekir. O da sair mallara benzer. Domuz konusunda ise böyle bir du­rum sözkonusu değildir. Domuz, müslümanın korumasına verilemez.

Görmüyor musun, domuz miras olarak kalmaz. Ayrıca domuz üzerinde müslümanın muteber bir koruması sözkonusu değilse, devlet başkanının da koru­ma ve himayesine giremez. Devlet bakşanımn domuz himaye ve koruması sözko­nusu olamayacağına göre ondan öşür alması da sözkonusun değildir. Aynca harp ehli, domuz ve içki götürüp ülkelerine giriş yapan zimmîlerimizden vergi almı­yorlarsa, biz de onların ülkemize soktukları İçki ve domuzlardan dolayı onlardan vergi almayız.

Çünkü içki ve domuz, zimmîler hariç, ülkemizin vatandaşlarından hiçbiri için mülk olmaz. Bu hususta zimmîlerimizden vergi almıyorlarsa biz de bu hsusta onlardan vergi almayız. Çünkü onlardan alman vergi, bizden almış oldukları ver­ginin bir karşılığıdır.

 

 

 

4246- Ülkelerine soktukları herhangi bir maldan dolayı müslümanlardan vergi almıyor, fakat zimmilerimizden alı-

yorlarsa ya da zimmîlerimizden almayıp müslümanlardan alıyorlarsa, her iki durumda da onlardan öşür vergi alırız.

Çünkü belli bir malı vergi dışı bırakmıyorlar. Ülkemiz vatandaşlarının bir kısmından alıp bir kısmından almıyorlar. Mütekabiliyet esasına göre hareket ede­ceğimiz bir zemin de yoktur. Çünkü onlann vatandaşlarının tamamı bir sınıftır. Onlardan şu sınıftan vergi alalım, diğerinden almayalım diyebileceğimiz bir sınıf­landırma onlar açısından sözkonusu değildir. Onların tamamı aynı sınıftır. Bu ne­denle tamamından öşür alırız. Bizi iki sınıf ayırdıklarında biz de karşılığında on­lardan iki sınıf bulabilirsek mütekabiliyet prensibini uygularız. Mesela erkekle­rimizden öşür alıp kadınlarımızdan almayacak olurlarsa, biz de aynı şekilde dav­ranırız.

 

 

242

4247-  Harp ehlinden alınan her öşür, sadakalar fonuna değil, savaş için olan haraç fonuna yatırılır.

Çünkü sadaka, onu veren için bir temizliktir. Kâfir ise, temizlenme eh­linden değildir ki kendisinden alınanlar sadaka fonuna konabilsin.

4248-  Müslüman biri eman alarak yanında bir mal bu­lunup ticaret yapmak üzere hap yurduna gidecek olsa ya da yanında mal bulunmayıp orada ticaret yapacak olsa ve harp yurdunda kalarak sonra İslâm yurduna malıyla bir­likte giriş yapacak olsa, öşür memuru ondan hiçbir şey almaz.

Çünkü öşür memuru, devlet başkanının himaye ve gözetiminde olan mal­dan sadaka vergisini alır, Alınan sadaka, devlet başkanının bu koruma ve hima­yesinin bir karşılığıdır.

Görmüyor   musun,   isyanci(bâğî)lerın   hakimiyetlerinin   bulunduğu   bir bölgede olup üzerinden bir yıl geçtikten sonra diğer müslümanlarm hakimiyetinde bulunan bir bölgeye gelecek olsa, geçmiş olan zekâtından dolayı o kişi sorgulana-maz. Çünkü o dönemde mal, devlet başkanının himaye ve gözetiminde değildi. Burada da durum aynıdır. Çünkü zekât, Allah'ın hakkıdır. Müslümanların devlet başkanlarının hükmünün uygulanamadığı yerde, nasıl daru'lharpte kişinin işlediği zina, hırsızlık, yol kesme ve içki gibi Allah'ın hakkına taalluk eden cezalar ko­nusunda o kişi sorgulanamıyorsa, zekâttan dolayı da sorgulanamaz. Böyle bir du­rumda müslüman kişiye, kendisi ile Rabbi arasında zekâtın vermesi emredilir ama buna zorlanamaz. Ödemiyorsa, günahkârdır. Çünkü malının üzerinden bir yıl geçmiştir ve malında zekât vacip olmuştur. Vacip olunca da kendisine burosver­mesi emredilir. Tıpkı namaz kılması, oruç tutması emredildiği gibi. Yine isyancı olan birinin, meşru yönetimin hakimiyetine dönmesi durumunda, geçmişteki zekâtını vermesi doğrultusunda fetva verilmesi gibi.

4249- Eman alarak hap yurduna gitmiş olan kimse hak­kında geçerli olan hüküm, hap yurdunda esir düşen ve orada ticaretle uyraşarak malının üzerinden bir yıl geçtik­ten sonra İslâm yurduna gelen kişi hakkında da aynen geçerlidir.

243

Öşür memuru kanun gücü ile kendisinden öşür almaz, ancak kendisi ile rabbi arasında zekâtını vermesi konusunda fetva verilir.

4250-  Harp yurdunda İslâmı kabul edip orada malının üzerinden bir yıl geçtikten sonra malıyla birlikte İslâm yurduna gelen kimse hakkındaki hüküm de aynıdır.

Öşür memuru kendisinden öşür almaz. Ancak kendisi hap yurdunda iken malında zekât bulunduğuna dair bir bilgiye sahip ise ve bu bilgiyi edindikten sonra malının üzerinden bir yıl geçmişse, kendisi ile Rabbi arasında zekâtını ödemesi gerekir. Şayet zekât verileceğine dair bir bilgiye sahip değilse, sahip ol­duktan sonra bir yılın geçmesiyle zekâtını öder.

Çünkü zekât, şeriatın emirlerindendir ve bu tür emirler ancak duyulup bi­lindikten sonra geçerlilik kazanırlar. Ama bu konuda kendisine bîr bilgi ulaşma­mış kimseler, sorumlu değillir.

4251-  Harp ehlinden çokça ticaret malı ve   hayvan sü­rüleri olan biri İslâmı kabul eder  ve malında zekât bulun­duğunu öğrendikten sonra harp yurdunda altı aydan az veya çok kalır, sonra darulislama çıkar ve üzerinden bir yıl geçerse, hem vergi memuru hem de zekat memuru ken­disinden mal ve hayvanlarının vergi ve zekatını alırlar.

Çünkü kendisi hap yurdunda iken üzerinden bir yıl geçmesiyle malında zekât vacip olur.

Görmüyor musun, İslâm yurduna gelmemiş olsa bile zekâtı vermesi ken­disine emredilir. Ödemediği takdirde de günahkar olur. darulharpte zekat borcu kendisine vacip olmuştur. Vacip olması önemlidir. Kendisine vaip olduğu esnada da İslâm yurdundadır ve malları müslüman devlet başkanının koruması altındadır. Burada İslâmın hükümleri geçerlidir. Bu nedenle kendisinden öşür alnır.

Nitekim yıla nisab miktarına sahip olarak girip yıl içerisinde malı nisap miktarından azalır ve yıl tamamlandığında tekrar nisap miktarına uluşacak olursa, yine malında zekât vacip olur. Tam bir yılın geçmesine itibar edilir. Çünkü zekâ­tın vacip olması için yılın geçmesi gerekir. Yıl içerisindeki eksilmeye itibar edil­mez. Bu nedenle yılın bir kısmının daru'lharpte geçmiş olmasına itibar edilmez.

İslâm yurduna giriş yapan esir veya eman sahibi kişinin durumu da böyle­dir. İslâm yurdunda bulunduğu bir sırada yıl tamasmîanmişsa, kendisinden zekât alınır.

244

4252- Müslüman ya da zinırnî biri beraberinde bir mik­tar mal ya da para bulunduğu halde öşür memuruyla kar­şılaşır ve ticaret yapmak üzere bu mallarla harp yurduna girmek istediğini, bu malların eline geçmesinin üzerinden ancak birkaç ay geçtiğini ve henüz yılın dolmadığını söy­leyecek olsa, öşür memuru bu kişinin beyanını kabul eder ve kendisinden Öşür almaz.

Çünkü malında zekât hakkının bulunduğunu reddetmektedir. Bu hususta kendisinin beyanına itibar edilir.

 

4253- O mallarla harp yurduna gider, ticaret yapar, alır satar ve harp yurdunda iken yılı doldurur, sonra da İslâm yurduna giriş yapacak olur ve Öşür memuru ile karşıla­şırsa, öşür memuru, geçen müddet için kendisinden öşür almaz.

Çünkü mal harp yurdunda bulunduğu bir sırada yıl tamalanmıştır. Öşrün vacip oluşu ise, yılın tamamlandığı dönemdir. Yıl tamamlandığında sözkonusu mal İslâm hükümlerinin geçerli olmadığı bir bölgede bulunduğundan sözkonusu Öşrü devlet başkanı alamaz.

4254- Yılın bitmesine bir iki gün kalıncaya kadar harp yurdunda kalır ve son bir iki gün içinde islâm yurduna giriş yapar ve müddeti burada dolduracak olursa, öşür memuru kendisinden öşrü alır.

Çünkü malında öşür hakkı vacip olduğunda malı devlet başkanının koruma ve himayesindedir. İslâm yurdunda İslâmın hükümleri geçerlidir. Bu nedenle devlet başkanı kendisinden öşür alma yetkisine sahiptir.

4255- İslâm yurdunda eman sahibi biri veya bir zimmî ya da müslüman biri, malının üzerinden birinci yıl geçtiği halde Öşür memuruyla karşılaşır fakat malını memurdan gizler, ikinci yıl tamamlandığında yine gizler, üçüncü yıl geçtiğinde de yine gizler ve nihayet öşür memuru bunun farkına varacak olursa, geçen üç yılın öşrünü toptan ken­disinden alır.

 

245

Çünkü her defasında öşür memurunun alacağı sabit olmuştur. Çünkü İslâm yurdunda bulunduğu bir sırada malında zekat borcu sabit olmuştur. Sabit olan bir hak, üzerinden müddetin geçmesi ya da gizlenmesi sebebiyle ortadan kalkmaz.

 

4256- Harp ehlinden olan kişi, bu üç yılın her birinde öşür memuru kendisinden öşür almadan harp yurduna gi­riş yapacak olursa, öşür memuru sadece son yılın öşrünü kendisinden alır.

Çünkü harp yurduna her gittiğinde kendisi açısından İslâmi hükümlerin hükmü ve hakkındaki eman ortadan kalkarJslâm yurdundan her çıkış yaptığında kendisi de artık sair darulharp yurdu vatandaşı kişiler hükmündedir.

Görmüyor musun, öşür memuru kendisinden öşür alır ve aynı gün içeri­sinde harp yurduna gider ve hemen ardından İslâm yurduna giriş yapacak olursa, öşür memuru tekrar kendisinden öşür alır. Nasıl harp yurduna gittiğinde müslü-manlann kendisinden aldıklarının hükmü ortadan kalkıyorsa, harp yurduna yılı ta­mamlamadan gittiğinde de müslümanlann kendisinden alacaklarının hükmü or­tadan kalkar ve harp yurdunun diğer vatandaşları konumuna girer.

4257- Darulharp vatandaşı, eman altındaki kişi, zımmi ve müslüman kişi üç yıl ticaret yapar ve bu müddet içinde öşür memuru ile karşılaşmaz, üç yıl geçtikten sonra öşür memuruna uğrar ve üç yıldır öşür ödemediklerini, müslü­man da üç yıldır malının zekatını vermediğini haber ve­recek olursa, öşür memuru müslümandan sadece üçüncü yılın zekâtını alır. Geçmiş iki yılın zekâtını almaz. Çünkü öşür memuru, üçüncü yılda islam yurdunda himaye altın­da bulunan malın öşrünü alır. Geçmiş iki yılda himaye­sinde bulunmayan malın öşrünü almaz. Halbuki darul-harpte bulunan malın üzerinden yıl geçince durum farklı olmaktadır.

İkinci malda hak vacip olmadıkça, alma hakkı devam etmektedir. Birinci hakkı alma zamanı geçmiş ve ikinci hakkı alma zamanı gelmiştir. Birinci yılın hakkı gerçek-

 

 

 

 

leşip ikinci yılın hakkı gerçekleşmeden önce öşür memuru

246

ile karşılaşırsa, alma hakkı olduğundan memur öşrü ken­disinden tahsil eder.Darulharpte bulunan malın üzerinden bir yıl geçtiği taktirde, ikinci yılm hakkı gerçekleşmeden önce öşür memuru tespit etse bile, ondan öşür alamaz.

Çünkü sözkonusıı mal üzerinden yıl tamamlanırken o mal İslâmm hüküm­lerinin geçerli olmadığı bir yerde bulunuyordu. Bu nedenle o maldan öşür alın­ması sözkonusu olamaz. İslâm yurdunda bulunan mal ise, müslümanların devlet başkanı hükümlerinin geçerli bulunduğu bir yerdedir. Öşür memuru bu malla karşılaştığında ondan öşür alma hakkına sahiptir. Ancak bu hakkı, ikinci yıl ta­mamlanıp ikinci hak vacip oluncaya kadar onu alma hakkına sahip olur.

4258- Darulharp vatandaşı ve zımminin   hayvanların­dan zekat alınmaz.

Çünkü zekât vermek bir ibadet olup kâfir üzerinde vacip değildir.

Müslümanların zekata tabi hayvanları üzerinden geçen bütün yılların zekatı alınır.

Çünkü bunların zekâtını almak, himayesi sebebiyle devlete aittir. Öşür me­muru, devlet başkanı adına geçmiş yılların zekâtını alır.

Halbuki Öşrün durumu böyle değildir. Öşür memuru ancak son yılın öşrünü alır.

Çünkü öşür memuru, ancak karşılaştığı maldan öşür alır. Sözkonusu mal ile ancak dördüncü yılda karşılaştığına göre sadece üçüncü yılın öşrünü alır. Oysa zekât memuru, yıl hesabına göre hayvanlardan zekât alır. Bu nedenle de geçen tüm yılların zekâtını alır.                                                                          4

4259- Müslüman kişi, ben geçmiş yıllarda bu hayvan­ların zekatını fakirlere verdim, derse sözüne itibar edil­mez ve geçmiş üç yılın zekâtı kendisinden alınır.

Mezhebimizde görüş budur. İmam şafiîye göre ise, geçmiş yılların zekâtını alamaz. Ona göre, zekât fakirlerin hakkı olduğundan kişi fakirlere verdiğini söylüyorsa, hakkı yerine ulaştırmış demektir. Ticaret mallarının zekâtını kendisi nasıl fakirlere direkt olarak verebiliyorsa, hayvanların zekâtını da verebilir.

Biz ise şöyle diyoruz: Zekâtı alma hakkı, zekât memuruna aittir. Kişinin fa­kirlere onu ödemesi, zekât memurunun alma hakkını ortadan kaldırmaz. Mesela

247

borçlu olan kişi, borcu vasiye değil, çocuğun kendisine ödeyecek olsa, borcunu ödemiş olmaz. Sözkonusu borcu çocuğun vasisine ödemesi gerekir.

4260-   Devlet başkanı, savaş  ve  benzeri  meşguliyet­lerden dolayı sözkonusu yıllarda kendilerine zekât memu­ru göndermemiş ve kendileri zekâtlarını ödemiş olup: Bize memur gönderilmediği için biz kendimiz fakirlere zekâtla­rımızı verdik, derlerse sözleri kabul edilir ve kendilerin­den herhangi birşey alınmaz.

Çünkü devlet başkanı o yıllarda kendilerine memur göndermemişse, on­lardan herhangi bir İsteği yoktur, demektir. Devlet başkanından istek gelmedikçe, zekâtı devlet başkanına ödemek gerekmez. Kişinin kendisi direkt olarak zekâtını ödeyecek olursa sorumluluktan kurtulur.

4261-  Darulharp vatandaşı veya eman sahibi biri veya zimmı yahut müslüman biri öşür memuruyla karşılaştı­ğında:   Bu  yıl içerisinde senden  başka bir Öşür memuru­na öşrümü ödedim, deyip borçlarının olmadığını söyler ve memur şüphelendiği takdirde de adam buna dair yemin edecek olursa, Öşür memuru kendisinden herhangi bir şey

alamaz.

Çünkü zekât, Allah'ın hakkı olup o malın malikinin yanında bir emanettir. Emanetçi kişi, emaneti geri verdiğini söyleyecek olursa sözü doğrulanır. Müslü­man ve zimmî hakkındaki bu hüküm açıktır. Çünkü borçluyuz diyecek olsalar yine sözlerinde doğrulanırlar.

4262- Darulharp vatandaşına gelince; borçluyum diye­cek olsa sözü doğrulanmaz, ama başka bir öşür memuruna öşrü ödedim, derse sözü doğrulanır.

Çünkü burada söylediği söz, beratını pekiştirme anlamındadır. Bu nedenle sözü doğru kabul edilir. Borç meselesinde ise, sözünü doğru kabul etmemiz için bir ilave söz konusu değildir ve bu nedenle de sözünün doğru kabul edilmemesi

caizdir.

Bu konuda delil, Hz. Ömer'le ilgili nakledilen şu rivayettir: Yaşlı bir hıristiyan kendisine gelerek: Senin öşür memurların bir yılda benden iki defa öşür

248

aldılar, dediğinde Hz. Ömer, memurlarına bir genelge göndererek yılda sadece bir defa öşür almalarını yazmıştır. Hz. Ömer'in hıristiyanm sözüne dayanarak böyle bir genelge göndermesi, harp ehlinden olan birinin sözünü doğru kabul et­mesinden dolayı değil midir?

4263- Müslüman veya zimmî bir kişinin ticaret malı bulunup İslâm yurdunda iken üzerinden bir yıl geçtikten sonra eman alarak o malıyla harp yurduna giriş yapar, bir yıl da orada ticaretle uğraşıp sonra o malıyla İslâm yur­duna gelir ve müslümanlann öşür memuruyla karşılaşacak olursa, öşür memuru ne birinci yıl için ve ne de ikinci yıl için malından öşür alamaz.

Birinci yıl için almamasının sebebi, öşür alma döneminde onunla karşılaş­mamış olmasıdır. İkinci yıl için almamasının sebebi ise, yıl dönüşünü yapıp ta­mamladığında malın harp yurdunda bulunmasıdır. Dârii'Iharpte iken üzerinden yıl geçmiş olan malda öşrün bulunmadığını daha önce belirtmiştik.

4264- Ancak birinci yıl öşür memuruyla karşılaşmış fa­kat malını gizlemiş ve daha sonra harp yurduna gitmiş, orada da bir yıl kaldıktan sonra geri dönmüş ve öşür me­muruyla karşılaşıp birinci yıl ödemediği ortaya çıkmışsa, öşür memuru birinci yılın Öşrünü alır, ikinci yılın öşrünü almaz.

Birinci yıl için alır, çünkü hakkın vacip oluşundan sonra öşür memuru ile karşılaşmıştır. Gerçekleşen bir hak, geciktirilmiş olmasıyla ortadan kalkmaz. İkinci yıl için öşür almaz, çünkü yılın geçmesi, harp yurdunda gerçekleşmiştir. Otlayan hayvan hakkındaki hüküm de böyledir.

Birinci yıla gelince; maldaki hak vacip olduktan sonra geçmiştir. Böylece bu yılın zekâtını almak sabit olmuştur. Aradan bir müddetin geçmiş olmasıyla bu hak ortadan kalkmaz. İkinci yıl ise, harp yurdunda geçmiştir. Bu ne­denle ikinci yılın zekâtı alınmaz. Memur, sadece birinci yılın zekâtını alır.

Çünkü sadaka memurunun alma hakkı, yılın geçmesiyle sübût bulur. Sü-bût bulması, zekât memuruyla karşılaşıp karşı laşmamasiy la ilgili değildir. İslâm

249

yurdunda bir yıl tam olarak üzerinden geçtiğinden o yılın zekâtı sübût bulmuştur demektir.

Zekât memuru, ikinci yıl için bir şey almaz.

Çünkü ikinci yıl söz konusu malın harp yurdunda bulunduğu bir sırada ta­mamlanmıştır. Bu nedenle bu yıl için zekât memurunun bir şey alma hakkı yoktur.

4265-   Darulharpten  biri  eman  alarak  İslâm  yurduna gelir ve İslâm yurdunda bulunduğu sırada malının üzerin­den bir veya iki yıl geçer ve Müslümanların öşür memu­ruyla karşılaşıp malını kendisinden gizleyecek olur, fakat daha sonra memur bunun farkına varır ve durumu ortaya çıkaracak olursa, geçmiş yılların da Öşrünü kendisinden alır.

Ama öşür memuru bu durumun farkına varmaz ve ni­hayet İslâm yurduna giriş yapar ve öşür memuruyla kar­şılaşıp geçmiş yıllarda malını öşür memurundan sakladığı ortaya   çıkacak   olursa, Öşür memuru geçmiş yılların Öş­rünü alamaz. Ancak son giriş yaptığı yılın öşrünü alabilir. Çünkü İslâm yurdundan çıkıp harp yurduna giriş yapmasıyla kendisi hak­kındaki İslâm devletinin hükümleri ortadan kalkmıştır. Devlet kendisinden bu öşrü alırken İslâmi hükümler gereği alıyordu. Artık îslâmın hükümleri o kişi açı­sından ortadan kalktığına göre devlet başkanının kendisinden öşür alma hakkı da ortadan kalkar.

4266-  Öşür verme kendisine vacip olduktan sonra va­tandaşı bulunduğu harp yurduna değil de, İslâm yurdun­dan başka bir harp yurduna eman alarak ticaret yapmak üzere gidecek olursa, bakılır; İslâm yurduna girmek üzere eman istediğinde başka bir ülkeye gideceğini söylemişse, o ülkeye gitmekle kendisi hakkında vacip olan Öşürler or­tadan kalkmış olur.

Çünkü İslâmi hükümlerin yürürlükte olmadığı bir devlete gitmiştir. Kendi ülkesine gidip ülkesinden başka bir ülkeye gitmiş gibi kabul edilir. Durum böyle olduğu takdirde vermesi gereken öşürler ortadan kalkmış olur.

250

4267-  Başka bir ülkeye gitmek ve oradan tekrar İslâm yurduna dönmek üzere müslümanlar kendisine eman ver-nıişlerse, hüküm yine aynıdır ve kendisi hakkında sübût bulmuş olan Öşürleri ortadan kaldırır.

Yine diğer ülkeye geçmek ve daha sonra İslâm yurdu­na geri dönmek üzere eman ister, kendileri de bu konuda kendisine eman verir ve Öşür kendisine vacip olduktan sonra İslâm yurduna gelir, sonra da İslâm yurdundan çı­karsa, Müslümanlar geçmiş yıllar için kendisinden öşür almazlar, sadece o ülkeden İslâm yurduna girişinde öşür alırlar. Çünkü îslâmın hükümleri, gittiği harp yurdunda geçerli değildir.

4268-  Müslümanlar tarafından eman altında da olsa İs-lânıın   hükümlerinin  yürürlükte  olmadığı  bir  yere  çıkış yapmasıyla kendisi hakkında sübût bulmuş öşür ortadan kaldırır. Ancak bunun yanında kendisinden alınmış olan Öşrün hükmünü de ortadan kalkar. Öyle ki müslümanlar, ülkesinden  çıkıp  ülkemize  giriş  yaptığında  kendisinden öşür almışlarsa ve diğer ülkelere geçiş yapıp birkaç gün içerisinde tekrar geri dönecek olursa, müslümanlar yine kendisinden öşür alırlar.

Çünkü diğer ülkeye geçiş yapmakla İslâmın hükümlerinin yürürlükte bu­lunduğu sınırların dışına çıkmıştır.                                                             ^

4269-  Geri döndüğünde öşür memuru yine kendisinden öşür alır. Böylece kendisinin durumu, antlaşmalı yurdu vatandaşlarından birinin durumu gibi olur. Onlardan biri, antlaşma gereği darulislama geldiği her sene için öşür me­muru kendisinden öşür alır.

Çünkü kendi yurduna giriş yapmakla müslümanların hükümlerinin dışına çıkmıştır. O ülkede eman içerisinde olsa da, kendisinden alınmış olan öşrün hük­münü ortadan kaldırmıştır. Burada da durum aynıdır.

251

4270-  Harp yurdu halkı, İslânti hükümlerin ülkelerinde yürürlükte olmaması ve zimmî sayılmamaları konusunda müplümanlara her yıl belli miktarda bir haraç ödemek üze­re antlaşma yapıp onlardan biri bu antlaşma gereğince ya­nında çok miktarda mal bulunduğu halde İslâm yurduna giriş  yaparsa, kendisi eman  içerisindedir  ama getirdiği mallardan dolayı Öşür ödemek zorundadır.

Çünkü harp ehlinden biri olmaya devam etmektedir. Sadece antlaşma gereği kendisi için eman vardır. Ayrıca zimmî de değildir. Çünkü Müslümanların hükümleri kendileri hakkında yürürlükte değildir. Böylece kendisi aramızda ant­laşma bulunmayan ve eman alarak ülkemize giren herhangi bir darulharp ehli kim­seye benzemektedir. Bu nedenle de kendisinden öşür alınır.

4271-  İslâm yurdunda iken kendisi hakkında birtakım öşürler sübût bulmuş fakat bu öşürleri ödemeden ant­laşmalı yurda çıkış yapmış ve sonra tekrar İslâm yurduna girmişse,  öşür   memuru   geçmiş  yıllar  için   kendisinden öşür alamaz.

Daha önce de belirttiğimiz gibi aramızda antlaşma bulunan ülke ile antlaşma bulunmayan ülke arasında bir fark yoktur. Nitekim müslüman veya zimmî birinin de aramızda antlaşma bulunan ülke ile aramızda antlaşma bulunmayan ülkeye çıkışları da hüküm bakımından aynıdır. Çünkü o ülkede îslâmm hükümleri yü­rürlükte bulunmadığından antlaşmadan dolayı o ülke İslâm yurdu sayılmaz.

Başarı Allah'tandır.

 

 

 

 

 

 

253

 

-206-

HARP YURDU  VE ANTLAŞMALI YURTTAN

ELDE  EDİLEN MADEN VE DEFİNELERİN

VERGİLERİ (HUMUS VE BENZERİ HUSUSLAR)

İmam Muhammed -Allah rahmet etsin- dedi ki:

4272-  Müslüman biri eman alarak harp yurduna girip yer altında altın.gümüş ve cevher gibi bir rikâz (maden veya  define)  bulduğunda  bakılır;  eğer  onlardan  birinin toprağında bunları bulmuş ise, bulduğunu o kimseye verir ve haksızlık etmez.

Çünkü buldukları, o toprağın sahibine aittir. Bulduğunu o kimseye ver­mediği takdirde bir ihanet ve haksızlık yapmış olur. Halbuki mal ve canları hu­susunda onlara ihanet ve haksızlık etmeyeceğini garanti etmiştir.

4273-  Çölde ya da harp yurdundan kimseye ait olma­yan bir yerde bulmuşsa, bulduğu kendisine aittir. Bu, e-man alarak harp yurduna giren kimsenin avlanmasına ben­zer. Avladığı kendisine aittir. Buradaki rikaz (yer altında bulunan define) de kendisine aittir. Bulduğunu İslâm yur­duna getirdiği takdirde ondan beşte bir pay alınmaz.

Çünkü Allahın dinini yüceltme uğruna ve düşmana saldırdığı bir sırada bul­muş değildir. Elde ettiği, çalıp çırpan konumundadır. Harp yurdundan bir şeyler çalmış olanın çaldığında beşte bir pay yoktur.

Müslümanların vergi memuruyla karşılaştığında buldu­ğunun vergisini de ödemez.

Çünkü bu malı harp yurdunda ele geçirmiştir ve harp yurdunda İslam dev­letinin himaye ve koruması söz konusu değildir. Bu nedenle vergi de ödemez.

4274-  Nitekim biri eman alarak malıyla birlikte harp yurduna gitse ve orada malının üzerinden bir yıl geçtikten sonra malı ile darulislama giriş yapsa vergi Ödemez. O halde harp yurdunda  elde  ettiği maldan  evliyetle  vergi ödememesi gerekir. Buna göre eman alarak harp yurduna

254

giden kişi orada altın, gümüş, demir ve benzeri madenler ya da denizde anber, inci elde ettiği takdirde vergi Öde­mesi gerekmemektedir.

Çünkü elde ettiği şeyler kimsenin mülkü değildir. Çölde bulduğu define mesabesindedir. Bulduğunu İslâm yurduna getirdiği takdirde ona vergi düşmez.

4275- Onlardan birinin mülkiyetinde bulunan bir yerde maden bulan kişi, o madeni sahibine iade eder. Bu konu­da harp ehlinden müslüman olan kişi ile esir düşmüş müs-lümanın durumu aynıdır. Ancak bir meselede fark vardır; Esir olan kişi ile harp ehlinden müslüman olan kişi harp ehlinden birine ait olan bir yerden elde ettiği şeyler ken­disine ait olur ve onlar için hem beştebir pay hem vergi ödemez.

Çünkü bu durumda olan kimselere eman yoktur. Onları öldürüp mallarını alma gücüne sahip ise bunu yapması caizdir. O halde orada bir maden bulduğun­da evleviyetle kendisine ait olur.

4276- Yine buldukları yitik mallar da kendilerindir ve bu mallardan ne beştebir payı ne de öşür alınır. İslâm yur­dunda Öşür memuruyla karşılaştıkları taktirde Öşür ver­mezler.

Çünkü zahirde bu mal, harp ehlinin malıdır. Harp ehlinden birinin mülkiyetinde olan bir yerde buldukları mal kendilerine ait olunca, buldukları yitik mallar evleviyetle kendilerine ait olur.

 

4277-   Eman altındaki kişiye gelince, harp yurdunda yitik bir mal bulduğunda İslâm yurdunda olduğu gibi onu ilan etmesi gerekir.

Çünkü mallarım alması kendisi için caiz değildir. Nasıl müslümanlann mal­larını alması caiz değilse, onların mallarını da alması caiz değildir.

4278-  Tıpkı İslâm yurdunda bulunan yitik mal gibi bir yıl kadar bulduğunu ilan eder, sahibi bulunmadığı tak-

255

dirde onu tasadduk eder. Bü malı harp yurdunda yaşayan müslüman fakirlere tasadduk etmesi bana göre daha uy­gundur. Müslüman fakir bulunmadığı taktirde zimmî fa­kirlere tasadduk eder.

Çünkü İslâm yurdundaki zimmî fakirlere tasadduk etmesi caiz olunca harp yurdundaki zimmî fakirlere tasadduk etmesi de caiz olur.

Zimmet ehli fakir bulunmazsa, darulharp ehli fakirlere

verir.

Çünkü bu mal, harp ehlinin malıdır ve onların fakirlerine tasadduk edilmesi caizdir.

Oysa   İslâm   yurdunda   bulunan   yitik   malın   durumu

böyle değildir. Bunun harp ehli fakirlerine tasadduk edil­mesi caiz değildir.

Çünkü İslâm yurdunda bulunan yitik malın sahibi müslümandır ve bu mal İslâm yurdu vatandaşı olmayan fakirlere harcanamaz.

Bulan kişinin kendisi fakir ise, o bulduğunu kendisi

için harcamasında bir sakınca yoktur.

Çünkü İslâm yurdunda bir yitik mal bulan kişinin o malı kendi harcama­larında kullanmasında bir sakınca olmayınca, orada kendisi için harcamasında ev­leviyetle bir sakınca olmaz.

Yitik malı bulan kişi şayet zengin ise, görüşümüze göre onu kendi har­camalarında kullanması caiz değildir.

Şafiî'ye göre ise caizdir.

4279- Bulduğu yitik malı kendisi harcadıktan veya onu tasadduk ettikten sonra o malın sahibi gelip o malı tarif ederse, malın ona ait olduğu sabit olduktan sonra İslâm mahkemesinde muhakeme olduklarında benim görüşüme göre harcayan veya tasaddk eden kişinin o malın karşı­lığını sahibine tazminat vermesi evladır. Ancak bu konuda mahkeme kendisini zorlayamaz. Çünkü bu malı harp yurdunda harcamıştır. Hatta o malı gasp etmiş olsaydı

yine onu tazmin etmezdi. O halde hüküm açısından bu meselede de tazmin etmesi

kendisinden İstenemez.

Ancak müstehab olan onu tazmin etmesidir.

 

256

Aynı şekilde yitik malı da harcadıktan sonra hüküm açısından tazmin et­meye zorlanamaz.

4280- Harp yurdundan biri eman alarak İslâm yurduna gelip define veya maden bulur, oradan altın, demir gibi şeyler çıkaracak olsa, müslüman devlet başkanı bulduk­larının hepsini kendisinden alır ve kendisine hiçbir şey vermez.

Çünkü bulunan bu şeylerin hepsi ganimettir. Müslümanlar at koşturarak buraları fethetmişlerdir.

Görmüyor musun, müslüman bu madenleri bulmuş olsaydı beşte birini verir ve geri kalanı kendisine ait olurdu. Şayet bulunan şeyler ganimet olmamış olsaydı onda beştebir payı olmazdı. Harp ehlinden birinin ise Müslümanların ga­nimetinde bir payı yoktur.

Nitekim harp ehlinden eman altındaki birisi İslâm devlet başkanının izni ol­maksızın İslâm ordusuna katılıp müşriklerle savaşacak olsa, İslâm ordusunun elde ettiği ganimetlerden kendisine bir şey verilmez.

4281- Harp ehlinden eman altmdki kişi bu konuda dev­let başkanından istekte bulunur, devlet başkanı da izin ve­rirse, ele geçirdiği ganimetin beşte birini Ödedikten sonra geri kalanı kendisine verilir.

Çünkü eman altıdaki zimmî, devlet başkanının iznini alarak savaşa katı­lacak olursa ganimetten pay sahibi olur. Nitekim bu durumda zimmî de ga­nimetten pay alır. Aynı şekilde devlet başkanından izin alarak maden çıkaracak olursa yine beştebir payını Ödedikten sonra geri kalanı kendisinin olur.

4282- Harp ehlinden eman altındaki kişi, müslüman-larm denizinden çok miktarda inci, aııber ya da bir maden cevheri çıkarır ve bunu yaparken müslüman devlet başka­nından izin almamışsa, çıkardığının tamamı kendisine ait olur ve beştebir pay da ödemez.

Çünkü çıkardığı inci ve anber, denizden çıkarılmıştır ve denizden çıkarılan şeyler ganimet olmaz. Ganimet, karada elde edilen şeylerde olur.

 

257

Görmüyor musun, müslüman biri bunları denizden çıkaracak olursa onda beştebir pay yoktur. Ganimet olmadığına göre balık ve benzeri av mesabesin­dedir.

Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed'in görüşü budur. Onlara göre inci ve an-berde beştebir pay (humus) yoktur.

Ebû Yusuf a göre ise, bunları müslüman biri çıkarmışsa onda beştebir pay vardır. Harp ehlinden biri çıkarmışsa, tamamı kendisinden alınır. Çünkü ona gö­re inci ve anber de ganimet olur. Çıkarılan fîrûzeye gelince, toprak mesabe­sindedir.

Nitekim fîrûze, ateşte erimez, taş mesabesindedir. Taşta ise beştebir pay yoktur. Beştebir payı yoksa, ganimet de olmaz. Böylece onu çıkaran harp eh­linden kişi hiçbir şey ödemeksizin hepsini alır.

Zimmî biri eman altında ya da esir olup harp yurdunda

define veya maden bulduğunda hakkındaki hüküm, müslü­man hakkındaki hükmün aynıdır.

Çünkü ülkemizin vatandaşıdır. Bu nedenle müslüman hakkındaki hüküm aynen kendisi için de geçerlidir.

4283- Yine zimmî birinin İslâm yurdunda bulduğu al­tın, gümüş, kurşun veya civa gibi madenler konusunda müslümanla aynı konumdadır. Bulduğunun beştebir payı­nı öder ve geri kalanı kendisine ait olur. Bu madenleri çıkarmak için devlet başkanından izin almış veya almamış olması önemli değildir.

Çünkü ülkemizin vatandaşıdır ve Müslüman hakkında geçerli olan hüküm­ler kendisi hakkında da geçerlidir.

İmam Muhammed -Allah rahmet etsin- anber konusun­da Amr. b. Dinar'dan ve o da babasından, babası da İbnu Abbas'tan bir rivayet nakleder. Bu rivayete göre İbni Ab-bas'a anberde beştebir payın bulunup bulunmadığı sorul­muş, İbnu Abbas: Deniz dalgalarının kıyıya attığı bir şeydir, karşılığını vermiştir.

Kölenin İslâm yurdunda bulduğu madenlere gelince; beştebiri alındıktan sonra geri kalanı efendisine verilir.

 

 

258

Çünkü bulunan bu maden ve rikâz, ganimet olup köle ise ganimette hak sa­hibi olabilir.

Nitekim müşriklerle yapılan savaşta müslümanlara yardımcı olursa ken­disine de ganimetten pay ayrılır. Böyle bir ganimetten pay alabildiğine göre bu­rada da pay sahibidir. Bulduklarının beştebiri alınır, geri kalanı ise, efendisine ve-rilir.Çünkü kölenin malı, efendisine ait olur.

Mükâteb biri bulduğu takdirde ise, beştebiri alındıktan sonra geri kalanı efendisine değil, kendisine verilir.

Çünkü savaşa katıldığında kendisine ayrılan pay kendisine ait olduğuna göre burada da beştebir dışında kalan kendisine ait olur.

4284- Darulhrp ülkelerinden biri, İslâm hükümlerinin ülkelerinde  uygulanmamasına  karşılık  her yıl  belli  bir miktar veya para vermek üzere antlaşma yapmışsa, bu ülke de darulharp ülkesidir. Çünkü bir ülkenin İslâm ülkesi olabilmesi için İslâm hükümlerinin o ülkede

yürürlükte olması gerekir. İslâmın hükümleri bu ülkede yürürlükte olmayacağına

göre, orası harp ülkesidir.

4285- Müslüman biri antlaşmah olan bu ülkeye gidip orada bir define bulacak olursa bakılır; çölde bulmuşsa kendisine aittir. Ancak onlardan birinin tarlasında bul­muşsa, tarla sahibine aittir. Müslümanlar kendilerine galip gelmeden her yıl müslümanlara belli bir haraç Ödemek üzere antlaşma yaparak İslâmî hükümlerin ülkelerinde ge­çerli olmasını da kabul ederek müslümanlarla antlaşma yapmışlarsa, bu ülke İslâm ülkesidir.

Çünkü İslâmın hükümleri orada uygulanmaktadır. Orada bulunan define, altın veya gümüşün beştebiri devlet tarafından alınır, geri kalanı ise, İslâm yur­dunda olduğu gibi bulan kişiye ait olur.

4286- Şayet onlardan birinin tarlasında bulmuşsa, beş­te biri alındıktan sonra geri kalan tarla sahibine ait olur.

İmam Ebû Hanîfe ve Muhammed'e göre hüküm budur. Ebû Yusuf a göre ise, geri kalan, bulana aittir. Nitekim İslâm yurdunda müslüman birinin tarlasında

259

bulunanın da durumu ona göre böyledir. Ona göre bu mubah bir maldır ve kim daha önce onu bulmuşsa kendisine aittir.

Ebû Hanîfe ve Muhammed'e göre ise, toprağın üstüne sahip olan kişi, altında bulunana da sahiptir. Bunun delili, Hz. Ali'nin şu hadisidir:

Haraç ödeyen bir köyde bulunduğu takdirde bulunan define ve madenler o köy halkına aittir. Ama o köy için haraç ödenmiyorsa bulunanlar, bulan kişiye ait­tir. Ancak bu bulunan şeylerde beştebir pay vardır.

İmam Muhammed, Kıbrıs konusunda da aynı görüştedir. Kıbrıs, Akdeniz adalarından olup halkı Hıristiyandır. Her yıl hem Araplara ve hem de Bizans'a birtakım vergiler ödemektedir. Müslümanlarla ve Bizansla barış halinde yaşıyor­lar. Ancak orda İslâmın hükümleri uygulanmamaktadır.

4287-   Müslüman bir kişi burada (Kıbrıs'ta)     define veya maden bulacak olsa, şayet bir kimsenin mülkiyetinde bulunan bir yerde bulmuşsa, bulduğunu o kimseye iade eder. Ama bir çölde bulmuşsa bulduğu kendisine ait olur ve ondan beştebir payı öder.

Çünkü burası harp yurdudur ve İslâmın hükümleri yürürlükte değildir. Daha önce harp yurduyla ilgili hükmü belirtmiştik. Burada da hüküm aynıdır.

4288-  Müslümanlardan güç ve kuvvet sahibi bir ordu düşman yurduna girer ve orada bir müddet ikamet edip ni­hayet bazı  kimseler  ordugahta bulunan  tarlaları  ekerek mahsullerini topladıktan sonra onları İslâm yurduna ge­tirecek olurlarsa bakılır; şayet o ekinin tohumunu ken­dileri İslâm yurdundan götürmüşlerse, biçtikleri ekinin tamamı kendilerine ait olur.

Çünkü elde ettikleri, mülklerinin nemasıdır. Mülkün neması, hakkedilen bir hak gerçekleşmedikçe, o mülkün sahibine aittir.

Onda beştebir (humus) de yoktur. Çünkü ganimet değildir.

Onda öşür veya haraç da yoktur.

Çünkü öşür ve haraç, müslümanların tarlalarından elde edilende vardır. Bu­ralar harp ehlinin topraklandır. Harp ehlinin topraklarında ise ne öşür ve ne de

haraç vardır.

 

260

4289- Toprağa atılan buğday tohumu, düşman toprak­larında alınmış bir tohum ise ve mahsûlünü İslâm yurduna getirmişse, düşmandan aldığı tohum miktarı kendisinden alınarak ganimete katılır. Geri kalan da, kendisine ait olur ve bu geri kalan her ne kadar ganimet tohumdan elde edil­mişse de ganimet olmaz.

Çünkü bu durumdaki kişi gasp eden kişiden beter değildir. Nitekim bir kimsenin tohumunu gasp edip kendi toprağında eken kişi, ektiği bu mahsulden çok miktarda gelir elde edecek olursa, o tohumu kimden gasbetmişse, gasbettiği miktarı kendisine..iade -eder ve gelirin geri kalanı kendisinin olur. Gasp eden kişi sadece gasbettiği tohumu, iade ediyorsa, burada sadece tohumun geri verilmesi ev-Ieviyetle uygulanması gereken bir husustur.

Şayet bu kimseden tohum miktarının da alınmaması gerekir, çünkü bu kişi ganimet olan bir yiyeceği harcamıştı, ganimet olan bir yiyeceği harp yurdunda harcayan kişiden harcadığı geri alınmaz, denilecek olursa, deriz ki:

Tarlaya atılan tohum hakikatte harcanmış değildir. Çünkü toprağa atılan to­humdan gelir beklenmektedir. Nitekim baba ve vasîy, çocuk adına ekilmiş olan tohuma sahip olurlar. Yapılan bu iş harcama olarak değerlendirilmiş olsaydı, ona sahip kabul edilmezlerdi.

Bu anlattığımız kargı ağacının durumuna benzer. Ganimetten payı olan­lardan biri, harp yurdunda kargıdan sepet yapıp İslâm yurduna getirecek olursa kargı; işlenmiş ve işlenmemiş olarak değerlendirilir. İşlenmemiş durumdaki değeri ganimete katılır. Geri kalan kısım ise, kişinin kendisine bırakılır. Aynı şekilde kişi samur derisi elde edip bu derileri dabaklamış ise, deriler işlenmiş ve işlenmemiş olmak Üzere değerlendirilir. İşlenmemiş halinin değeri ganimete katılır, geri kalan kısım ise, İslâm yurduna getiren kişiye ait olur. Burada da durum bundan farklı değildir.

4290- Zimmî, köle, mükâteb, çocuk veya kadın İslâm yurdunda maden veya hazine bulacak olursa, beştebiri alındıktan sonra kalan onu bulan kişiye ait olur. Devlet başkanının izni alınmadan çıkarılmışsa yine hüküm budur.

Çünkü bu kimseler, devlet başkanının İzni olmadan savaşa iştirak etmiş ol­salar ganimetten pay sahibidirler. O halde İslâm yurdunda buldukları maden ve hazine hakkındaki hüküm de böyledir.

261

Bu kimselere ganimetten az bir miktar verilir ama belli bir pay verilmez. O halde İslâm yurdunda buldukları define ve madenden buluğ çağına ermiş yetişkin erkeğe verilen paydan daha az bir miktar verilmesi denilecek gerekmez mi? olur­sa, deriz ki:

Ganimetten kendilerine bir miktar verildiğine göre hak ve paylan yar de­mektir. Ganimetteki haklar ise farklı farklıdır. Devlet başkanının belirlediği her miktar, şeriatça belirlenen miktar gibidir. Şeriatça ganimette farklı miktarların be­lirlenmiş olması, define ve madeni bulan kişiye geri kalanın tamamının ve­rilmesine engel değildir.

4291- Görmüyor musun, bulunan maden konusunda atlı ile piyade arasında bir fark yoktur. Halbuki bunların ganimetteki payları birbirlerinden farklıdır. Aynı şekilde define ve maden konusunda hür kişi ile köle eşittir. Çün­kü madeni bulan kişi, yalnız başına onu çıkarmıştır. Bu durumdaki kişi, diğer müslümanların dışında bir grup müslümanm yalnız başlarına harp yurduna girerek gani­met elde etmeleri ve bu ganimetleri İslâm yurduna getir­meleri durumuna benzemektedir. Burada bu topluluğun getirdikleri ganimetlerden beştebir pay alındıktan sonra ganimetin geri kalanı atlı veya yaya olmaları gözönünde bulundurarak paylaşırlar. Maden ve define bulanların du­rumu da böyledir.

İmam Muhammed dedi ki: Yine harp ehlinden eraan al­tıdaki kişi hazine ve madenleri çıkarma konusunda devlet başkanından izin alır ve bulduklarının yarısı müslüman-lara, diğer yarısı kendisine ait olmak üzere anlaşacak o-Iursa, buldukları yarı yarıya bölünür ve yarısı kendisine ait olur.

Çünkü devlet başkanının izni olduğu takdirde harp ehlinden eman altındaki kişi İslâm yurdunda bulduğu hazineden pay alır. Devlet başkanı izin verirken şayet bir şart ileri sürülmüşse bu şarta riayet edilir. Devlet başkanı bulduğunun yansını kendisine vereceğini söylediğine göre eman sahibi kişi bulduğunun yarısını alır.

262

Daha sonra devlet başkanı, beştebir payım harp ehlinden kişinin aldığı yarımdan alır ve hepsini fakirlere dağıtır. Geri kalan ise, savaşçılara ganimet olur.

Çünkü devlet başkanının izni, alınmış olan şeyleri, beştebiri verilmesi ge­reken bir ganimet yapar. Onun izin vermesi, alan kişinin bütün mallarda, beştebir pay ayrıldıktan sonra, pay sahibi olmasını gerektirmektedir. Devlet başkanı iki yarının beştebirini alıp kalanı fakirlere vererek savaşçılara vermeme hakkı yoktur.

4292- Müslüman, köle, mükâteb, zimmî veya çocuk bulacağı hazine veya madenlerden yarısını devlete ver­mek, geri kalan yansı kendisine ait olmak üzere devlet başkanından izin alacak olursa, bulduklarrnın beştebiri alındıktan sonra geri kalanın tamamı kendisine ait olur. Çünkü müslümanın bulduğu define ve madenlerdeki hakkı, onları bul­masından dolayıdır. Bu hakkı ileri sürdüğü şartla elde etmemektedir. Nitekim devlet başkanının iznini almadan bulacak olursa yine beştebiri verildikten sonra bulduğu kendisinindir. Devlet başkanının ileri sürdüğü şart bu hükümde etkili değildir. Çünkü ileri sürülmüş olan bu şart, şeriatın emirlerine uygun değildir. Zira kıyasa göre bulunan şeylerin tümü bulan kişinindir. Çünkü   bunlar mubah bir mal olup bulan kişinin olur. Biz sadece beşte birinin alınmasını gerekli gördük. Geri kalanda ise, şeritın öngördüğü bir hak yoktur ve kıyasın öngördüğü gibi kalır.

4293- Halbuki harp ehliden eman sahibinin durumu böyle değildir. Devlet başkanı ne şart ileri sürmüşse, o şarta riayet edilir.

Çünkü onun hak edişi, belirttiğimiz gibi devlet başkanının kendisine izin vermesine dayalıdır ve bu nedenle devlet başkanının ileri sürdüğü şart aynen

geçerlidir.

Görmüyor musun, devlet başkanı müslümanlardan bir orduyu harp yur­duna gönderir ve elde edecekleri ganimetlerin yarısının müslüman topluma, diğer yarısının ise kendilerine ait olmasını şart koşacak olursa, ileri sürdüğü bu şart geçerli değildir. Elde ettikleri ganimetlerin beşte biri alındıktan sonra geri kalanın tamamı kendilerine ait olur.

263

Çünkü onların bunu hak edişleri devlet başkanının ileri sürdüğü şarttan dolayı değildir. Devlet başkanının ileri sürdüğü şart ise, şeriatın emirlerinin ge­rektirmediği bir şarttır. Çünkü ganimeti, savaşa katılmayanlara vemiştir. Bu da şartının geçersiz olduğunu gösterir.

 

4294-  Harp ehlinden bir topluluk İslâm yurduna geçip oradan başka bir harp yurduna savaş açmak üzere eman alacak olurlarsa, başka o ülkeye geçmeleri için İslam yur­dunda bir yol bulunmuyorsa veya İslâm yurdundan geçe­rek oraya savaş açmaları heybetlerini arttırıyorsa ve müs­lüman devlet başkanı elde edecekleri ganimetlerin yarısı müslumanlara verilmek şartıyla onlara izin vermişse, elde ettikleri ganimetlerin yarısını kendilerinden alır ve diğer yarısını kendilerine bırakır.

Çünkü İslâm yurdundan geçmekle devlet başkanının onlarla yaptığı anlaşma sonucu o ganimette hak sahibi olurlar. Yani devlet başkanının ileri sür­düğü şart geçerlidir. Ayrıca şart olarak ileri sürülenin fazlasını hakketmezler.

4295-  Bizanslı bir düşman eman alarak İslâm yurduna girmiş ve orada darulharp ehli olan bir Türk ele geçir -mişse, hepsinin görüşüne göre o Türk üzerinde hiçbir hak iddiasında bulunamaz.

Ebû Hanîfe'nin görüşüne göre ise,o Türk İslâm yurduna girmekle İslâm toplumu için fey' olmuştur. Öyle ki bir müslüman onu yakalayacak olursa ken­disine ait olmaz. Bilakis ele geçirdiği kendisinden alınır ve müslümanlann bey-tü'lmalma konur. O halde onu yakalayan düşman kişiye de verilmez.

Muhammed'e göre ise, onu bir müslüman yakaladığında, beşte bir payının verilmesini öngören rivayete göre ganimet olur. Buna göre harp ehlinden biri onu yakaladığında da ganimet olur ve ganimette harp ehlinin bir payı yoktur. Bu se­beple tamamı kendisinden alınır. Buna göre harp ehlinin İslâm yurdunda bulduğu define ile aynı konumdadır.

4296-  Devlet başkanı bu doğrultudaki isteğine izin ver­miş ve o da harp ehlinden olan kendi vatandaşlarından ya da başka bir harp ülkesi vatandaşlarından eman almak-

2 64

sızın İslâm yurduna girmiş olanları yakalayacak olursa, Ebû Hanîfe1 ye -Allah kendisinden razı olsun- göre yine bir şey alamaz.

Çünkü eman almaksızın İslâm yurduna girenler, giriş yapmalarıyla müs-lüman toplumun hakkı olurlar. Böylece onlardan elde edilenler müslümanlann

devlet hazinesine konur.

İmam Muhammed'e göre onlardan elde ettiği malların beştebiri alındıktan sonra geri kalanı ganimet olarak yakalamış olan kişiye ait olur. Çünkü devlet başkanından izin aldığı takdirde harp ehlinden kişiler de ganimetten pay alabilir­ler. Buradaki durum, madene benzemektedir. Harp ehlinden biri devlet başka­nından izin alarak maden çıkardığı takdirde beşte birini öder ve geri kalanı ken­disinin olur. Burada da durum böyledir.

4297- Hür müslünıan, köle, mükâteb veya kadın, dev­let başkanından maden arama izni isteyip bulacağı maden­lerden beştebir payı vermeyeceğini de söyler, devlet baş­kanı da bu isteğini de kabul eder, arama sonunda da çok miktarda maden bulacak olursa bakılır; Bu kişi zengin biri ise, devlet başkanının bütün bu malları kendisine teslim etmesi caiz değildir. Çünkü bu kimsenin bulduğu maden ve hazineler ganimettir. Beştebir pay

ise, ganimette fakirlerin bir hakkıdır. Devlet başkanının fakirlerin hakkı olan bir

şeyi iptal etmesi caiz değildir.

4298- Ancak bulan kişi çok miktarda borçlu, muhtaç biri ise ve beştebiri çıkarıldıktan sonra geri kalan beşte dörtlük miktarla zengin konuma yükselmiyorsa ve devlet başkanı beştebir payı kendisine teslim etmeyi uygun görüyorsa, o başka.

Çünkü beştebir payı fakirlerin hakkıdır. Bulan kişi de fakir olduğuna göre bu pay kendisine de verilebilir.

Bu konudaki delil, Hz. Ali'nin şu uygulamasını anlatan rivayettir: Hz. Ali, define bulan birine: Şayet bunu kimseye ait olmayan harabe bir yerde bulmuş isen beşte biri bize aittir, beşte dördü ise senindir. Hz. Ali sözüne devam ederek: O beştebiri de sana vereceğiz, demiştir.

265

Hz. Ali o kişiyi sadakaya ehil gördüğü için beştebir payı da kendisine ve­receğini söylemiştir.

4299-  Harp ehlinden eman sahibi veya zimmî biri böy­le bir istekte bulunur ve devlet başkanı Müslümanlara izin verdiği gibi kendisine izin verip bu kişi bir hazine veya maden bulacak olursa, beştebiri alındıktan sonra geri ka­lan o kişinindir. Ayrıca zengin veya fakir olsun o kişiye beştebir payı verilemez.

Çünkü bu pay yüce Allah'ın Kur'an nassıyla fakire tayin ettiği bir haktır ve tıpkı zekât gibi kâfire verilmesi caiz değildir.

4300-  Devlet başkanı başka bir harp ehli ile savaşması için   zimmilerden veya eman   verilen harp ehlinden yahut antlaşmalılardan bir ordu oluşturur, başına da müslüman bir komutan tayin eder ve aralarında Islâmın hükümleriyle hüküm vermesini ister ve bu ordu harp yurduna girip bir takım  ganimetler elde  edecek  olursa, bu  ganimetlerden beştebir alındıktan sonra geri kalanı onlara ait olur. Atlı olanına atlı payı, yaya olana da yaya payı verilerek ara­larında dağıtılır.

Çünkü îslâmın hükümleri aralarında geçerlidir. O harp yurdundan elde edi­len, dini yüceltme yolunda ve İslâmm hükümleri gereğince elde edildiğinden ga­nimettir. Bu ganimeti elde edenler ise, kendileridir. Bu nedenle atlı olanlarına atlı payı, diğerlerine yaya payı olmak üzere aralarında taksim edilir.

Görmüyor musun, şayet zimmîler, devlet başkanının iznini almadan bu işi yapmış olsaydılar ve aralarında da müslümanlar bulunmamış olsaydı, hüküm yine böyle olurdu. Devlet başkanının kendilerine İzin verdiği eman sahibi harp ehli ise, zimmîler mesabesindedir.

4301- Müslümanlardan bir topluluk da onlarla birlikte harp yurduna girmiş ve bu müslümanlar: Ganimetleri bi­zim olsun, zinımîlerle harp ehlinden olanlara ganimetten bir miktar verelim, ve belli bir pay sahibi yapmayalım, isteğinde   bulunacak   olurlarsa   bakılır;   bu   müslümanlar

266

zimmî ve harp ehli kişilere ihtiyaç duymayacak kadar güç ve kuvvet sahibi ise ve bu diğerlerinin onlarla birlikte oluşları müslümanların işlerini sadece kolaylaştırmaktan ibaretse, isteklerine uygun hareket edilir.

Çünkü müslümanlar güç ve kuvvet sahibi olup zimmiler onlara tabi iseler, zimmîler ganimetten az bir miktar alırlar.

4301- Müslümanlar ancak beraberlerinde bulunan zim­mî ve harp ehlinden kişiler sayesinde düşmana karşı ko­yacak bir güç oluşturuyorlarsa, bu takdirde ganimet hep­sinin arasında taksim edilir. Atlıya atlı payı, diğerine yaya payı verilir.

Çünkü burada elde edilen mal müslümanlar için bir ganimet değildir. Be­raberlerinde bulunan zimmîler sayesinde ganimet olmuştur. Zimmîler onlarla bu-lunmasaydı, müslümanlar gazi değil, hırsız olurlardı. Elde edilen mal, zimmîler sayesinde ele geçtiğine göre hepsi için ganimettir.

4303-   Harp yurdunda ganimet ele geçirir ve müslü­manlar yalnız başlarına güç ve kuvvet sahibi değillerse ve elde edilmiş olan ganimetler ne taksim edilmiş, ne de İs­lâm yurduna getirilmişse, nihayet İslâm ordusu imdatla­rına yetişip orada biriken müslümanlar güç ve kuvvet sa­hibi olmuşlarsa, ganimetin bir miktarı zimmîlere verilir, geri kalan ise müslümanlar arasında taksim edilir.

Çünkü imdatlarına giden ordu harp yurdunda onlara ulaşmışsa, onlarla bir­likte harp yurduna girmiş gibidirler.

Görmüyor musun, kendileriyle birlikte bu imdatlarına gidenler harp ^ur-duna girmiş olsaydılar, müslümanlar yalnız başlanna düşmana karşı koyabilecek güç ve kuvvette olacaklardı. Bu nedenle ganimet müslümanlar arasında paylaş­tırılır, zimmîlere de ganimetten az bir miktar verilir.

4304-  Zimmîler yalnız başlarına karşı koyacak güçte değillerse, müslümanlar da yalnız başlarına bu güce sahip değillerse ve ancak birlikte olmaları durumunda güç ve kuvvet sahibi olabiliyorlarsa ve bir araya gelerek ganimet elde etmişlerse, ganimetler hepsinin arasında pay edilir.

267

Çünkü ganimet, iki tarafın bir araya gelmesi sayesinde elde edilmiştir. Bir tarafın diğeri üzerinde bir üstünlüğü yoktur. O halde ganimet konusunda hepsi eşittir.

4305-  Aynı şekilde her bir tarafın yalnız başına düş­mana karşı koyacak güç ve kuvveti varsa, yine ganimet aralarında pay edilir, atlıya atlı, yaya olana da yaya payı verilir.

Çünkü bir tarafın diğer taraf üzerinde bir üstünlüğü yoktur ve biri diğerine tabi değildir.Onun için her iki taraf ganimette eşittir.

4306-  Gidenlerin hepsi köle ya da mükâteb olup devlet başkanının izniyle harp yurduna girip ganimet elde et­mişlerse, verilecek cevap yine aynıdır. Atlı olanlara atlı, yaya olanlara yaya payı verilir. Aralarında hür kimseler varsa, mesele açıkladığımız ayrıntılar  göz  önünde  bu­lundurularak çözüme bağlanır.

Çünkü köleler yalnız başlanna güç ve kuvvet sahibi değillerse ganimetten kendilerine az bir miktar verilir, hür kişiler gibi eşit pay verilmez. Hür olan kim­selerle eşit olabilmeleri için yalnız başlanna güç ve kuvvet sahibi olmalan gerekir.

4307-  Müslümanlardan veya zimmîlerden iki-üç kişi, yani yalnız başlarına düşmana karşı koyamayacak durum­daki birkaç kişi devlet başkanının iznini almadan harp yurduna girerek ganimet elde etmiş ve bu ganimetleri İs­lâm yurduna getirmişlerse, getirdikleri kendilerine aittir ve bundan beştebir pay da alınmaz.

Çünkü yaptıkları çapulculuktan ibarettir ve çapulculuktan dolayı beştebir pay söz konusu değildir.

4308-  Devlet başkanının izniyle harp yurduna girmiş­lerse, elde ettiklerinden beştebir pay alınır.

Çünkü devlet başkanı dini yüceltmek için kendilerine izin vermiştir. Böy­lece onlar, devlet başkanından talimat alan seriye mesabesindeler. Böylece elde et­tikleri ganimet olur ve bunda beştebir payı vardır.

268

4309- Şayet devlet başkanı kendilerine, elde ettiğinizin yarısı sizin, diğer yarısı müslümanların olacaktır, demiş ve kendileri de bunu kabul etmişlerse, yine elde ettikle­rinden sadece beştebir payı alınır. Geri kalan kendilerine ait olur.

Çünkü devlet başkanının kendilerine izin vermiş olması onları güçlü kılmış ve elde ettiklerinin ganimet olmasını sağlamıştır. Kendileri güç ve kuvvet sahibi olmasına rağmen devlet başkanı kendilerine böyle bir şart ileri sürmüş olsaydı, bu şart geçerli olmazdı.

Çünkü ileri sürülmüş olan bu şart şeriata uygun değildir. Buna göre burada da ileri sürülmüş olan şart geçerli değildir. Şart batıl olduğuna göre elde et­tiklerinde beştebir payı vardır. Geri kalan ise, ganimeti elde edenlere aittir.

 

4310-   Şayet devlet başkanı  kendilerine  elde  edecek­lerinizin tamamı sizin olacaktır, demiş ve bir takım gani-metler elde ederek onları islâm yurduna getirmişlerse, ge­tirdiklerinin tamamı kendilerine ait olur ve ondan beştebir pay da alınmaz.

Çünkü kendilerine verilmiş olan bu iznin bir hükmü yoktur. Şayet izin al­madan gitmiş olsalardı, elde ettiklerinin tamamı kendilerine ait olacaktı. Böylece sanki devlet başkanının izni olmadan harp yurduna girmiş sayılırlar. Bu nedenle de elde ettiklerinde beştebir payı yoktur.

4311-  Devlet başkanı, İslâm yurdundan harp yurduna bir seriyye gönderip kendilerine, sizden kim define veya maden bulursa bulduğu kendisine aittir ve onda beştebir pay yoktur, derse onlardan biri böyle bir şey bulduğu tak­dirde o bulduğunda beştebir pay yoktur. Ancak İslâm yur-dunda bulacak olursanız onda dabeştebir pay yoktur, de­mişse, devlet başkanının sözü geçerli değildir. Onlardan biri İslâm yurdunda define veya maden bulacak olursa, bulduğundan  beştebir  payı  alınır. Geri  kalanı  ise ken­disine aittir.

Çünkü harp yurdunda bulunan define farklıdır. Müslümanlar oraya at koş­turmamış ve yerin altındaki hazine ve madenler müslümanların ganimeti olma-

269

mıştır. Bu nedenle harp yurdunda bulunanda fakirlerin payı yoktur. Ganimet henüz elde edilmemiş ve fakirlerin hakkı sabit olmamışken devlet başkanı ken­diliğinden onu bulana ait kılmıştır. Bu sebeple de harp yurdunda bulunandan beştebir payın alınmaması caizdir.

İslâm yurdundaki defineye gelince; müslümanlar bunun için at koşturmuş ve burayı fethetmişierdir. Fethedilmiş olan bu yerde, yerin üstü olduğu gibi altı da müslümanlar için ganimettir. Devlet başkanı, fakirlerin sübût bulmuş olan hak­larım iptal edemez. Bu nedenle ileri sürmüş olduğu şart geçersizdir.

Başarı Allah'tandır.

.

 

 

 

 

271

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

-207-

ELDE EDİLEN TOPRAKLARI TAKSİM ETME

VE VERGİYE BAĞLAMA YETKİSİNE SAHİP

KOMUTANLAR

İmam Muhammed - Allah rahmet etsin - dedi ki:

 

 

4312- Halife bir ordunun başına bir komutan tayin ede­rek onları müşrik bir kavmin üzerine gönderip komutanın çağrısı üzerine o kavim İslâmı   kabul edecek olursa, hür olurlar. Onlardan hiçbir şey alınamaz. Malları, tarla ve köleleri   kendilerinindir.   Toprakları,   tıpkı   Muhacir   ve Ensar'ın toprakları gibi öşür razisi olur.

Çünkü tayin edilen komutanın uygulamaları, tayin eden halifenin uy­gulamaları konumundadır.Halifenin çağrısını kabul ederek İslama girdiklerinde nasıl hür oluyorlarsa, komutanın çağrısıyla İslâmı kabul ettiklerinde de hür olur­lar. Topraklan da öşür arazisi olur.

Burada anlatılmak istenen şudur: Zor kullanılarak fethedilen topraklar üzerinde savaşçıların hakkı bulunduğundan dolayı o topraklar haraç aazisi olur. Sonra bu topraklar fatihler arasında taksim edilmeyip onlan işleyenlere bırakılır ve hem savaşçıların, hem de bütün Müslümanların yararı için o topraklardan haraç alınır. Ancak o topraklarda yaşayanlar, savaş olmaksızın İslâmı kabul edecek olurlarsa, savaşçıların o topraklar üzerinde bir hakları olmaz. Bu nedenle o top­raklar haraç arazsİ değil, öşür arazisi olur.

4313-  Müslüman olmayı reddetmelerinden dolayı ko-

 

mutan zimmet ehli olmalarını isteyip onlar da bunu kabul

 

edecek olurlarsa, artık zimmî statüsüne girerler. Halife bu konuda komutana herhangi bir emir vermemiş olsa bile hukum yine böyledir.

Çünkü halife komutana savaş işini havale edince, savaşın sebep ve ne­ticelerini de ona havale etmiş demektir. Zimmîlik de savaşa tabi hususlardandır. Çünkü İslâmı kabul etmeleri için savaşıldığı gibi zimmîliğİ kabul etmeleri için de

 

272

müşrikle savaşılır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: " Kendilerine Kitap verilenlerden Allah'a ve âhiret gününe inanmayan, Allah ve Resulünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini kendilerine din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşacaksınız."10 Yine şöyle bu­yurmaktadır: " Onlarla, müslüman oluncaya kadar savaşın." 17 Ayrıca Resûlullah (s.a.v.)'İn bir seriyye gönderdiğinde komutan olarak tayin ettiği kimseye şöyle bir tavsiyede bulunduğunu rivayet etmiştik: [' Allah'tan korkun, haksızlık yap­mayın. Karşılaştığınız kimseleri İslama çağırın. Kabul etmedikleri takdirde, zimmî olmalarını teklif edin." Böylece zimmîlik de savaşın sonuçlarmdandır. Bu nedenle de bu iş, komutana havale edilmiş işlerdendir.

4314-  Aynı şekilde başkomutan, komutanlarından bi­rini gönderip düşmanı davet ettiğinde kendisine aynı ce­vabı verecek olsalar, hüküm yine aynıdır. Çünkü bu ko­mutan da, başkomutanın adına iş yapmaktadır.

Çünkü devlet başkanı, kendi komutanını savaş işiyle görevlendirmiştir. Bu komutanın yeni bir komutan görevlendirmesi, savaşa Eabi hususlardandır. Nasıl devlet başkanı kendilerine zimmîliği teklif ettiğinde zimmîliğe rıza göstermeleri geçerli ise, komutanın teklifine rıza göstermeleri de geçerlidir.

4315-  Komutan şayet her yıl kelle başına ve tarlaları için vergi vermeleri konusunda onlarla bir antlaşma ya­parsa, bu da geçerlidir.

Çünkü bu da bir nevi zimmîliği kabul etmektir. Çünkü zimmîlik ya her sene her kişinin gücüne göre cizye vermeyi kabullenmeleri veya topluca her yıl bir miktar mal vermeyi kabullenmeleri konusunda yapılan antlaşmadır. Verdikleri malın bir kısmı cizye, diğer bir kısmı da tarlalarına karşılık olarak alınır. Nitekjm Peygamber (s.a.v.) Necran hıristiyanları ile her yıl iki bin takım elbise vermeleri konusunda antlaşma yapmıştır. Tay ve Şerç kabileleriyle de benzer antlaşmalar yapılmıştır.

4316- Ancak devlet başkanı, komutanı böyle davran­maktan sakındırmış ve böyle bir kararı sadece kendisinin

16-Tevbc,29 17-Fetih, 16.

273

alacağını bildirmişse, komutanın böyle bir karar alması caiz değildir.

Çünkü komutanın antlaşma ve verilecek vergiye karar vermesi, devlet başkanının kendisini komutan tayin etmesiyle delalet yoluyla ortaya çıkan bir du­rumdur. Devlet başkanı açık bir ifade ile kendisini bu hususlardan sakmdırmışsa elbette açık olan ifade geçerlidir. Buna göre son hükmü devlet başkanı verir. Karşı taraf müslüman devlet başkanının verdiği hükmü kabul ederse, olay sonuca bağlanmış olur. Devlet başka­nı, komutanın verdiği kararı kabul etmez ve onlar da dev­let başkanının verdiği kararı kabul etmezlerse, bu takdirde bizden  emniyette  olacakları  yere kadar  götürülüp  bıra­kılırlar.

Çünkü komutanın onlarla yaptığı antlaşma her ne kadar geçerli değilse de, onlara cman vermeyi İçermektedir. Devlet başkanının verdiği karan kabul et­medikleri takdirde yapılmış olan antlaşma bozulmuş olur.

4317- Müslüman olmayı ya da zimmî olmayı redde­decek olurlarsa müslümanlar onlara savaş açarlar, müs-lümanlar savaş sonucu kendilerine galip gelip tarlalarını ve mallarını ele geçirecek olursa, devlet başkanı karar vermeden kimse elde edilen ganimetlere el süremez. Dev­let başkanı dilerse elde edilen ganimetlerin beşte birini a-Iıp yetim ve fakirlere dağıtır, geri kalanını da savaşa katı­lanlara verir. Dilerse, fethedilen yerin halkını serbest bı­rakır ve bunlar kelle başına cizye, tarlaları için de haraç öderler.

Çünkü komutanın askerleri üzerinde velayeti vardır ama müslüman toplum üzerinde velayet sahibi değildir. Ganimet ya da fethedilen yerin halkını serbest bı­rakması konusunda müslüman toplumun hakkı vardır. Çünkü Bu tarlaları sa­vaşçılar arasında taksim edecek olursa bu tarlalar öşür arazisi olur ve gelirlerinin onda biri kıyamete kadar müslüman fakirlere ait olur. Fethedilen toprakları sa­hiplerine bırakacak olursa tarlaları haraç arazisi olur ve bu tarlalardan -alınacak haraç kıyamete kadar savaşçılarla müslüman toplumun yararı için harcanu'. Görülüyor ki tarlalar taksim de edilse, haraç arazisi de yapılsa müslüman top-

274

lumun yararı söz konusudur. Bu sebeple ganimetler konusunda karar verme yet­kisi, komutana değil, devlet başkanına aittir.

4318-  Ayrıca devlet başkanının altında bulunan hiçbir komutan, karşı tarafın askerlerini ele geçirdikten sonra onları öldürme yetkisine sahip değildir.

Çünkü öldürmek ganimeti hakkedenlerin haklarını ortadan kaldırmak olur.

4319-  Devlet başkanının görüşünü almadan serbest bı­rakamayacağını belirtmiştik. Aynı şekilde onları ö'ldüre-nıez de. Onları taksim yetkisine sahip olmadığı gibi öldür­me yetkisine de sahip değildir. Ancak esir aldığı kimse­lerin müslümanlara bir zarar vermelerinden ya da müşrik ordunun imdatlarına gelerek onların da o müşrik orduya yardımcı olmalarından endişe ediyorsa, devlet başkanının iznini almadan onları Öldürebilir.

Çünkü onlardan yana bir korkusu varsa, onları öldürmek de savaşın bir parçasıdır. Böylece bu durumda onları öldürmesi ile savaşta Öldürmesi aynı ko­numdadır. Bunun benzeri Haricîlerle ilgili durumdur. Müslümalar, Haricîlerden bir kısmını esir almışlarsa ve başka bir gurubun bu esir alınanların imdatlarına ge­lerek bunların da bir zarar vermelerinden endişe ediliyorsa, yaralıları dışında im­datlarına gelindiğinde savaşabilecek durumda olanları öldürülebilir. Burada da

A                            A

durum aynıdır.

4320-  Devlet başkanı, birini bir ordunun başına tayin ederek müşriklerin üzerine gönderecek olsa, komutan da o toprakları fethedemeyip sadece bazı erkeklerle kadınları ve birtakım malları ganimet alarak İslâm yurduna kaçıra­cak olsa, onları paylaştırıp beşte birini fakirlere verdik­ten sonra kalanı savaşçılar arasında taksim etmesinde bir sakınca yoktur. Böyle bir taksimat için devlet başkanının iznini beklemesine de gerek yoktur.

Çünkü topraklarını fethetmediğine göre devlet başkanının onlara minnet olarak topraklarını geri vermesine imkân yoktur. Bu takdirde yapabileceği tek al­ternatif vardır ve o da ganimetten beşte birini fakirlere ayırdıktan sonra geri kalanı

275

savaşçılar arasında taksim etmektir. Ganimetlerin dörtte birinde savaşçıların hak­kından başka kimsenin hakkı yoktur. Beşte bir ise, fakirlerin hakkıdır.

4321- Askerler üzerinde velayeti bulunan kişinin beşte-bir payı alacaklar üzerinde de velayeti vardır. Böylece ko­mutanın tasarrufu kendi yetki alanı ile ilgili olmaktadır. Ancak o ülkenin toprakları fethedilmiş olsaydı, durum farklı olurdu.

Çünkü o ülkenin toprakları fethedilmiş olsaydı, devlet başkanı o ülkenin tarlalarını sahiplerine bırakma yetkisi olurdu ki bu takdirde müslüman toplumun hakkı söz konusu olurdu. İşte o zaman komutanın tasarruf imkânı kalmazdı. Devlet başkanı, komutanın ganimetleri taksim etmesini ysaklamışsa, komutan taksimatta bulunamaz. Çünkü daha önce taksimat yapmasının geçerliliği delalet yoluyla söz ko­nusu idi. Devlet başkanı açıkça kendisini bundan sakındırmışsa, nassın açık de­laletinin yanında delalet yoluyla ortaya çıkan hüküm geçerli değildir.

 

 

4322- Devlet başkam, ordu komutanı olarak birini, taksimatı yapmak üzere de başka birini görevlendirecek olursa taksimat işini bu işle görevlendirilen kişi yapar.

Devlet başkanının taksim etme ve etmeme konusundaki emri geçerlidir. Çünkü taksimat işi güvenilir olmayı, savaş işi ise cesaret ve kahramanlığı ge­rektirir. Bu sebeple devlet başkanı bu iki görevi birbirinden ayırma yetkisine sa­hiptir, taksimat işini daha güvenilir olanına, savaş işini de daha cesur olanına

verir.

 

1

4323- Ancak devlet başkanı, komutanı da taksimat işine ortak edecek olursa, bu takdirde taksimat görevi iki­sine ait olur.

Çünkü savaş işini sadece komutana, taksimat işini ise her ikisine tanımıştır. Devlet başkanının emrine uyulur.

Taksimat işini üstlenmiş olan kişi, taksimattan Önce ganimetleri satacak olursa, satışı geçerlidir.

Çünkü eşyanın kendisini eşit şekilde taksim etmek mümkün olmayabilir. Böylece satılmalarına ihtiyaç duyulabilir. Satıldıktan sonra elde edilen para pay

276

lara taksim edilerek dağıtılır. Böylece satmak da taksimata tabi olan hususlardan olmaktadır. Bu takdirde taksimat işi mutlak olarak kendisine bırakılmış olan kişi, satma işi de kendisine havale edilmiş kişidir. Nasıl savaş işi birine havale edil­diğinde savaşa tabi durumlar da kendisine havale edilmiş sayıhyorsa, taksimat işi kendisine havale edilmiş kişi de, taksimata tabi hususlar kendisine havale edilmiş demektir.

4324- Taksimat işi komutana bırakılmış ve ele geçen savaşçıların öldürülmesini müslümanlarm yararına göre­rek böyle bir karar almışsa, bunda bir sakınca olmaz. Harp yurdunda da, İslâm yurduna döndükten sonra da bu işi gerçekleştirebilir.

Çünkü satma ve taksimat konusundaki tasarrufları geçerli olunca, onları ge­tirip devlet başkanına teslim edinceye kadar öldürme konusundaki tasarrufu da geçerli olur. Onları getirip devlet başkanına teslim ettikten sonra komutanlık yet­kisi son bulmuş olur. Komutan olarak karar vermesi, devlet başkanının uzağında bulunduğu sürece geçerlidir. Devlet başkanı geldiği andan itibaren komutanlığı geçerli değildir. Bundan böyle tasarrufu da söz konusu değildir. Bu mesele, tıpkı seriyye komutanı tayin eden başkomutana benzer. Harp yurduna giden seriyenin komutanı, geri dönünceye kadar komutanlık yetkilerine sahiptir. Kendisini ko­mutan tayin eden başkomutanın yanma dönünce, komutanlık yetkileri son bul­maktadır.

4325- Satın almakla görevlendirilen vekilin durumu da böyledir. Satın aldığı şeyde bir kusur bulduğu takdirde onu iade etme yetkisine sahiptir. Satın aldığını, kendisini vekil tayin eden kişiye teslim ettikten sonra artık bu yet­kisi ortadan kalkmaktadır. Çünkü vekâleti son bulmuştur. Burada da hüküm bu şekildedir.

Taksimat işini yüklenmiş olan kişi, ordu komutanının dışında bir kişi ise, ele geçen savaşçıları Öldürtme yet­kisine sahip değildir.

Çünkü kendisine taksimat işi havale edilmiştir. Savaş işi kendisine havale edilmiş değildir. Bu nedenle savaşçıları öldürme yetkisi kendisine verilmemiştir.

277

4326-  Ganimetleri taksim işi komutandan başka birine bırakılmış olup müslümanlar birtakım ganimetler ve düş­man savaşçılardan  bazılarını  ele  geçirmişlerse, komutan da ele geçirilen bu esirleri öldürtmek istiyorsa, müslü­manlar da savaş halinde bulunuyorlarsa, öldürtmesinde bir sakınca yoktur. Çünkü o durumda esirlerin öldürül­mesi savaşın bir parçasıdır. Zaten savaş işi  komutana ve­rilmiştir.

Müşrikler yenilgiye uğramış ve esirler müslümanlarm elinde bulunuyorlarsa, bakılır; müslümanlar bu esirlerden korkuyorlarsa ya da düşman bu esirlerin imdadına gelerek esirlerle  birleşip  müslümanlara bir zarar  vermelerinden endişe ediliyorsa, yine onları öldürtmesi caizdir. Çünkü savaş henüz bitmemiş olup devam etmektedir. Nasıl savaş mey­danında onları öldürmesi caiz ise burada da onları öldürmesi caizdir.

4327-  Esirler konusunda müslümanlarm bir endişeleri ■

bulunmuyorsa,  komutan  bu   esirleri   öldürtme   yetkisine

sahip değildir.

Çünkü onlar artık müslümanlar için fey'dirler. Ganimetleri taksim etme işi de, bu işle görevlendirilmiş kişiye aittir. Bu nedenle komutan onları öldürtme yet­kisine sahip değildir.

Ancak komutan buna rağmen onları öldürürse, ken­disine bir ceza verilmez. Çünkü bu esirler düşman olup kendilerine eman verilmiş değildir. Komutan değil de başka biri onları öldürmüşse yine onun için bir ceza söz konusu değildir. Başka biri Öldürdüğünde kendisi için bir ceza söz konusu olmadığına göre komutanın öldürmesi durumunda da elbette bir ceza söz konusu olamaz. Ancak onları öldürtmesi kötü bir davrnış olur. Çünkü söz konusu olan öldürmedir ve onun öldürmesi helal değildir.

4328-   Taksimat  işi  de  komutana  ait  ise,  komutanın onları öldürme yetkisi vardır.

 

278

Çünkü işi konusunda bir başka yetkili yoktur. Bu nedenle öldürme yet­kisine sahiptir. Nitekim Ömer b. Abdulaziz hakkında nakledilen şu rivayet bunun delilidir. Bu rivayete göre Ömer b. Abdulaziz, yakalanan esirleri affetmiş fakat bunlar arasında müslümanlardan çok kişiyi öldürmüş olan birini öldürtmüştür. İmam Muhammed dedi ki:

4329- Sınır boyu valilerinden biri harp yurduna bir se­riye gönderir ve bu seriye, aralarında savaşçıların da bu­lunduğu birtakım ganimetler ele geçirir ve onları İslâm yurduna getirirse, seriye komutanı, onları İslâm yurduna getirdikten sonra taksim etme yetkisine sahip değildir. Çünkü komutanlığı geçicidir. Kendisini görevlendiren kişiden ayrı bir yerde  bulunduğu  sürece komutandır.  Kendisini görevlendiren  sınırdaki  ko­mutanın yanma geldiğinde komutanlık yetkisi son bulmaktadır. Buradaki durum, devlet başkanının komutan olarak tayin ettiği kişinin durumuna benzemektedir. Devlet başkanının yanına geldiğinde komutanlığı son bulur. Bu nedenle de artık taksimat yapma yetkisine sahip değildir. Onun için sınır boyu komutanı dilerse ele geçirilen savaşçıları öldürür ve ganimetlerin geri kalanını   taksim eder, dilerse öldürmeyip ganimetlerin tamamını taksim eder.

4330- Sınır komutanı seriye komutanını düşman yur­duna gönderdiğinde ganimetleri taksim etmesini yasak-Iamamışsa ve seriye komutanı da harp yurdunda gani­metleri taksim edip beştebirini ayirmişsa, bu tasarrufu geçerlidir.                                                                                      ^

Çünkü harp yurdunda bulunduğu müddetçe yetki kendisinindir. Ayrıca ele geçen ganimetlerde seriyeye katılanların dışında kimsenin hakkı bulunmadığından taksim yetkisine engel olacak bir durum söz konusu değildir.

4331- Yine ele geçirdiği esirleri henüz İslâm yurduna getirmezden önce öldürmeyi Öngörürse, bu tasarrufu da geçerlidir.

Çünkü taksimat yetkisi kendisinde olduğuna göre öldürme yetkisi de ken­disine aittir.

279

Ancak sınır komutanı kendisini ganimetleri taksim et­mekten sakındırmışsa, onları taksim etmeyeceği gibi öl­dürme yetkisine de sahip değildir.

Çünkü kendisini bu göreve tayin etmiş olan sınır valisi kendisine izin ver­memiştir. Onun emirlerinin dışına çıkamaz. Ancak ele geçirdiği esirlerden bir kor­kusu söz konusu ise, tıpkı savaş esnasında öldürebildiği gibi bu durumda da onları Öldürebilir.

4332- Devlet başkanı tarafından  görevlendirilmiş bir komutan askerleriyle birlikte harp yurduna girer ve bu arada birtakım seriyeleri değişik bölgelere gönderip on­ların komutanlarına ganimetleri taksim etme yetkisi ver­meyecek olursa, seriyelerin komutanları, ele geçirdikleri ganimetleri taksim etmeyip ordugaha getirirler. Çünkü harp yurduna girmiş olan ordunun tamamı bu seriyeler için destek mesabesindedir. Seriyelerin elde ettikleri ganimetlere askerlerin tamamı ortaktır. Seriye komutanı İse sadece seriyede bulunanların komutanıdır, diğer askerlerin komutanı değildir. Seriye komutam ganimetleri dağıtacak olursa, üzerlerinde ko­mutanlığı geçersiz olan diğer askerlerin haklarını iptal etmiş olur. Bu ise caiz değildir. Ancak tek seriye harp yurduna girdiğinde durum böyle değildir. Ga­nimetler sadece o seriyeye katılanlara aittir. Bu sebeple seriye komutanının harp yurdunda ganimetleri taksim etme yetkisi vardır.

 

4333- Ordugahta bulunan komutan, seriye komutanına

ele geçireceklerini satıp seriyeye katılan askerler arasında dağıtmasını emredecek olsa ve seriye komutanı da bunu yapacak olsa, tasarrufu caizdir. Ordugahta bulunan as­kerlerin ele geçirilen o ganimetlerde bir payları yoktur.

Çünkü seriye komutanına ele geçirdiklerini bölüştürme emrini verdiğine göre, ele geçirilenler sadece seriyeye katılanlara ait olur. Ordugahta bulunan as­kerlerin bu ele geçirilenler üzerinde bir haklan yoktur. Ayrıca bu, komutanın ta­sarruf yetkisi dahilinde olan bir husustur. Pay verme olmuş olsaydı bile içtihadı bir meseledir. Nitekim Hz. Ömer'in sözünün zahiri şöyledir: " Ganimet, olaya şahit olan kimselerindir."

280

Buna göre ganimet, sadece seriyeye katılanlara ait olabilir. Mümkün ki başkomutan seriye komutanına ganimeti taksim etmesini söylerken Hz. Ömer'in bu sözünü bu şekilde anlayarak söylemiştir. Komutanın verdiği emir, verilmiş iç­tihatlardan birine" uygun ise, geçerlidir. Velev ki ordugahtaki askerlerin haklarını ortadan kaldırmış olsun. Ne de olsa onların velisi durumundadır. Bu nedenle se­riye komutanının taksimatı geçerli bir taksimattır.

4334- Ordu komutanı Nefel18 vaadederek birtakım se-riyeler gönderir ve bu seriyelerdeıı birine: Ele geçirdiğiniz esirler sizin olsun, diğer seriyeye: Ele geçirdiğiniz gani­metlerin beştebirinden artakalanı sizin olsun, bir diğerine ise, Ele geçirdiğiniz esirlerin yarısı sizin olsun, der ve bu seriyeler çıkıp esirlerin de aralarında bulunduğu gani­metler elde edecek olsalar, seriye komutanı ele geçirilen savaşçılardan hiçbirini Öldürenıez.

Çünkü ele geçirdiklerinde nefel bulunmamış olsa bile seriye komutanı on­lardan herhangi bir kimseyi Öldüremezdi. Nefel bulunduktan sonra evleviyetle öldüremez.

 

4335-  Ele geçirdikleri esirleri ordugaha getirdiklerinde ordu komutanı da onlardan kimseyi öldüremez.

Çünkü sırf ele geçirilmeleri ile nefel sahiplerine bir hak tahakkuk etmiştir. Nefel ise, kimlere tahsis edilmişse sadece onlarındır, başkaları onlara Ortak ola­maz. Böylece nefel, taksimattan sonra ganimet sahiplerinin paylarına düşen hak­ları konumundadır. Nitekim taksimat yapıldıktan sonra komutan savaşçılardan kimseyi öldüremez. Bu meselede de nefel hakkından dolayı kimseyi öldürme yet­kisi yoktur.

4336-  Ancak ele geçirilen esirler tarafından müslüman-lara bir zarar gelmesinden korkması ya da müşrik asker­lerin kendisine doğru gelerek bu esirlerin de kendilerine yardımcı olmaları gibi bir endişesi varsa, o zaman onları öldürmesinde bir sakınca yoktur.

18- Nefel verme: Komutanın gördüğü lüzum üzerine mücahidîeri savaşa teşvik etmek için fazladan pay vermesi veya onlara birtakım para ve bağışlar vermesidir. (Çeviren)

281

Çünkü burada nıüslümanlann yararı söz konusudur. Böylece bu durum ile savaş durumu aynıdır.

4337-  Müslümanların bir ordusu başlarında devlet baş­kanı tarafından görevlendirilmiş bir komutan olduğu halde harp yurduna girer ve birçok şehri gerilerinde bırakıp bir şehre girdiklerinde onları İslama davet edip içerideki bu şehir halkı müslümanların çağrışma icabet ederek İslâmı kabul edecek olurlarsa, müslümanlar onların İslama gir­melerini kabul ederler.

Çünkü savaşın meşruiyeti, kendilerine savaş açılanların İslâmı kabul et­meleri içindir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: " Onlarla, müslüman oluncaya kadar savaşın." İslâmı kabul ettikleri takdirde bu davranışlarını kabul­lenmek gerekir. Sonra komutan onları topraklarında bırakır ve İşlâmın hükümler­iyle hükmedecek bir emiri başlarına tayin eder. Çünkü o şehir artık İslâm yurdu olmuştur ve aralarında îslâmm hükümleriyle hükmedecek bir emire ihtiyaç vardır. İslâm ordusu aralarından çekildikten sonra harp ehlinden kendilerini koruyacak bir güce sahip değillerse ve İslâm yurduna intikal etmek de istemiyorlarsa, ko­mutan kendilerini halleriyle başbaşa bırakır. Çünkü kendileri kötü seçim yap-rriışlr. İslâm yurduna intikal etmeleri için zorlanamazlar.

Çünkü onlar artık İslâm şehrinde yaşayan müslümanlardır ve Müslümanlar yerlerini terketmek İçin zorlanamazlar.

Bu durumda yanlarında müslümanlardan herhangi bir kimseyi de bırakamaz. Çünkü olur ki orada kalan Müslü­man, gönül hoşnutluğuyla kalmamaktadır.

Çünkü yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır ve kendi nzası olmaksızın kimse yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bırakılamaz.

4338-  Müslüman olmayı kabul etmez, ama müslüman­ların cizye vermeleri konusundaki çağrılarını kabul eder ve yurtlarından taşınmayı reddedip: Kendi yerimizi değiş­tirmeyeceğimize dair bize söz verin, diyecek olurlarsa ba­kılır, şayet müslümanlardan bir kısmı onların yanında kal­dıkları takdirde harp ehline karşı güçlü olacaklarsa ve yal­nız başlarına onların güç ve kuvvetleri bulunuyorsa, ko-

282

mutanın onları zimmî sayarak İslâmi hükümleri onlara uy­gulayacak müslüman bir emiri başlarına tayin etmesinde ve harp ehline karşı güçlü kuvvetli olmaları için yanlarına bazı nıüslümanları yerleştirmesinde bir sakınca yoktur.

Çünkü bu isteklerini kabul etmek gerekir. Nitekim yüce Allah şöyle bu­yurmaktadır: " Küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar onlarla savaşın."

Onların bu davranışları zimmîliği kabul etmektir. Çünkü başlarına geçirilen emir onlara İslâmın hükümlerini uygulayacaktır. İslâm hükümlerinin onlara uy­gulanmasıyla da zimmî olurlar. Şehirleri de îslâm şehri olur.

4339- Bulundukları yer yanlarına bazı müslümanların yerleştirilmesiyle de düşmanlara karşı koyacak güçte ola­mayacak ve İslâmm hükümleri onlara uygulanmayacak bir yer ise, bu takdirde Müslümanlar onların bu isteklerine cevap vermezler. Ancak çoluk çocuk İslâm yurduna taşı-nacaklarsa zimmîklerini kabul ederler.

Çünkü şirk yurdu, ancak İslâmm hükümlerinin orada uygulanmasıyla İslâm yurduna dönüşür. Yine müşrikler ancak İslâm hükümlerinin onlara uygu­lanmasıyla zimmî olurlar. Halbuki bu durumda müslüman komutan, onlara İslâ­mm hükümlerini uygulamaktan âciz kalmıştır. Böylece bu durumda onlar müslü­manlarla anlaşmalı statüsüne girerler. Harp ehli müslümanlarla antlaşma yapmak istediklerinde ise, müslümanlar antlaşma yapmak mecburiyetinde değillerdir. Ancak kendileri açısından açık bir yarar söz konusu olduğunda antlaşma yaparlar. Bu nedenle böyle bir durumda müslümanlar onların zimmî olma isteklerini kabul etmek mecburiyetinde değildir.

Oysa îslâmi kabul etmeleri durumu böyle değildir. Çünkü onların İslâmi kabul etmeleri, müslüman devlet başkanının iznine tabi bir husus değildir. İslâmi kabul edecek olurlarsa, müslüman olurlar. Müslüman olduktan sonra da komutan onlara saldıramaz. Aralarında İslâmla hükmetsin diye başlarına birini tayin eder. Ama düşmana karşı koyacak bir güçleri yoksa (ve islam yurduna geçmeyi de kabul etmezlerse) onları kendi hallerinde bırakır. Nitekim Necran'lilarla Yemen halkı İslâmi kabul ettiklerinde bulundukları yer ile müslümanlar arasında birçok müşrik yaşıyordu. Peygamber (s.a.v.) onları kendi hallerinde bırakmıştır.

 

283

4340- İslâm yurduna taşınmayı kabul ettikleri takdirde onlara galip geleceklerini bilseler bile müslümanların on­lara engel olmaları uygun değildir.

Çünkü bu durumlarıyla onlar, kendilerini koruyabilecek durumdalar ve müslümünlara fey' olmazlar. Böylece müslümanlann, onların isteklerini kabul et­meleri ve onlara herhangi bir zarar vermemeleri gerekir.

Müslümanlar, orada müslüman bir topluluk yerleştirip ancak oradaki zimmılerle elbirliği ettikleri takdirde harp ehline karşı koruyabileceklerse ve şehir halkı da: Zimmî olmayı kabul ediyoruz, ancak müslümanlardan bir top­luluğu buraya yerleştirin ki onlarla birlikte düşmana karşı savaşabilelim, diyecek olursa, iki sebepten dolayı ko­mutanın bu teklifi kabul etmemesi gerekir:

Birincisi: Bu durumda müslümanlar tehlikeye atılmış olmaktadır. Çünkü zimmîler ne de olsa kâfirdirler ve iha­net ederek müslümanları öldürmelerinden emin olamayız.

İkincisi: Bu durumda müslümanlar, İslâmm hükümle­rini ancak zimmîlerin rızalarıyla uygulayabilecekler, yal­nız başlarına uygulayamazlar. Böylece İslâmm hükümleri­ni uygulayan, zimmîlerin kendileri olacaklardır. Islâmın hükümlerini ise, ancak müslümanlar uygularlar.

4341-   İrtidat  edenler,  durumlarını   gözden   geçirmek üzere müslümanlardan mühlet isteyecek olsalar, müslü­manların onlara bu mühleti tanımalarında bir sakınca yok­tur. Nitekim Hz. Ömer'in irtidat eden biri hakkında şöyle dediği rivayet edilmektedir: " Kendisini bir evde hapsedip evin kapısını kilitleyip üç gün boyunca tevbe etmesini is­teseydiniz ya."

Bir kişi  hakkında geçerli  olan bu  hüküm, bir topluluk hakkında da geçerlidir.

4342-  Yine Hariciler gibi isyan eden müslümanlar, du­rumlarını gözden geçirmek üzere egemen müslümanlardan mühlet isteyecek olsalar, müslümanların onlara bu mühleti tanımalarında bir sakınca yoktur.

284

Çünkü bunlar müslümandırlar ve irtidat edenlere bu mühlet veriliyorsa, bunlara evleviyetle verilmelidir.

Ancak müslünıanların bu nedenle onlardan haraç alma­ları doğru değildir.

Çünkü haraç cizyeye benzemektedir. Oysa bu kimseler müslumandırlar ve müslümanlardan cizye alınamaz.

4343-   Kendilerinden haraç alınacak olursa, bekletilir ve tevbe ettiklerinde kendilerine iade edilir.

Çünkü isyancı müslümanların mallan ganimet olmaz, kendilerine iade edilir.

Görmüyor musun, HzAIi onların mallarını kendilerine iade etmiştir. Öl­dürülecek olurlarsa mallan mirasçılarına verilir. Elde kalan malın kime ait olduğu bilinemiyorsa, devlet başkanının elindeki yitik mallar mesabesinde olur.

4344-  İsyan eden fbaği) müslünıanlr vazgeçip tevbe et­medikleri takdirde ve müslümaıı biri o malların bir kıs­mını harcamışsa, harcadığını tazmin eder.

Çünkü bunlar, antlaşma yapılmış topluluk durumundadırlar ve malları müslümanların elinde emniyet altına alınmıştır.

4345-  Kâfirler müslümanlarla antlaşmalı iseler ve müs­lümanlardan biri mallarını telef ettiğinde, telef ettiğini taz-min ediyorsa, isyan etmiş müslümanların mallarının taz­min etmesi evleviyetle gereklidir. Arada saldırmama ant­laşması yoksa bile, egemen müslümanlardan biri malla­rından bir miktar almışsa, savaş sona erdiğinde o malı iade eder. Ancak savaş sürüyorsa ve müslümanlardan bi­ri, mallardan bir miktarı harcamışsa, o malı tazmin etmez. Çünkü savaşta onlardan birinin canını telef etmişse bir şey tazmin etmez.

Buna göre malını telef etmişse evleviyetle tazmin etmemesi gerekir.

4346-  Ancak savaş sona erdikten ve ordu dağılıp onlar da tevbe ettikten sonra harcamışsa, telef ettiği malın sa-hibine veya mirasçılarına telef ettiğini tazmin eder.

285

Çünkü o malı harcadığı sırada, savaşçı olmayan bir müslümanm malını har­camıştır. Bu nedenle sair müslümanların malını tazmin ettiği gibi bu kimsenin de malını tazmin eder. Şüphesiz en iyi bilen Allah'tır.

4347-   Müslüman komutanlardan biri, harp ehli müş­riklerin kalelerinden birini fethedip o kalenin içinde esir­lerin bulunduğu bir zindan varsa ve bu zindandakiler İslâ-nıı kabul edecek olurlarsa, bakılır; müslümanlar oraya ga­lip gelerek ele geçirmişlerse, zindanda bulunanlar, onları bulan kimseler için fey'dirler.

Çünkü kendilerini koruyacak güçte olmayıp mağlup olmuşlarsa, İslâmı kabul etmezden önce müslümanların eline geçmişlerdir, demektir ve onların İslâmı kabul etmeleri, müslümanların üzerlerindeki haklarını ortadan kaldırmaz. Ancak öldürülemezler.

Çünkü Müslümandırlar ve müslüman olmaları, öldürülmelerine engeldir. Ancak İslâmı kabul etmiş olmaları, köle edinilmelerine engel değildir.

4348-  Şayet zindanda korunaklı bir durumda olup an­cak savaşılarak kendilerine ulaşılıyorsa ve müslümanların büyük çoğunluğu onlara galip gelecekleri kanaatini taşı­yor olmalarına rağmen kendileriyle savaşılmadan İslâmı kabul etmişlerse, hür olurlar ve kimsenin onlar üzerinde bir hakkı olmaz.

Çünkü kendilerini koruyacak bir güçleri varsa, müslümanların eline geçme­mişler demektir. Müslümanların eline geçmeden de İslâmı kabul etmişlerdir. Bu nedenle hürdürler. Müslüman kişi, esir alınıp köle edinilemez.

4349-  Bu zindandakiler, kalede olup muhasara altına alınmış  kimseler  mesabesindeler. Muhasara  altındayken İslâmı kabul edecek olsalar, hür olurlar ve kimsenin onlar üzerinde bir hakkı olmaz. Burada da durum aynıdır.

Yine zindanda bulunanlar zimnıî olup müslümanlarla birlikte İslâm yurduna gitmeyi kabul edecek olurlarsa ve kendilerini koruyacak bir güce de sahip bulunmuyorlarsa, müslümanların onları zimmî kabul etmemeleri caizdir.

286

Çünkü müslümanların eline geçmiş durumdalar ve artık esirdirler. Esir alındıktan sonra zimmîliği isteyen kimsenin bu isteğine cevap verilmez.

4350-  Müslümanlar, dilerlerse onları fey1 olarak alır­lar, dilerlerse savaşçılarını öldürüp çocuklarını esir alır­lar. Ancak kendilerini savunacak bir güce sahip iseler, müslümanlar kendilerine galip geleceklerini bilseler dahi komutanın onların zimnıî olma isteklerini reddetmesi uy­gun değildir. Bilakis onları zimmî yapar ve hürriyetlerini kendilerine verir.

Çünkü ganimet olarak alınmazdan önce zimmî olmayı isteyecek olsalar, bu isteklerine engel olunmaz. Çünkü zimmî olmak dünyevî hükümler açısından îslâmdan sonra gelir.

4351-  Müslüman askerlerin komutanı, düşman şehirle­rinden birini muhasara altına alıp şehir halkından bir kıs­mı İslâmı kabul edeceğiz derken diğerleri: Hayır, zimmî olacağız   ve  yerimizi   terketmeyeceğiz,  diyecek   olsalar, bakılır; eğer oraya müslümanların bir kısmını yerleştir­mekle oradaki müslümanlar bir araya geldiklerinde düş­mandan gelebilecek saldırıya karşı koyabilecek ve İslâmın hükümlerini orada uygulayabilecek duruma geliyorsa, ko­mutan bunu yürürlüğe koyar.

Çünkü orada İslâmın hükümlerini uygulamak mümkündür. İslâmın hü­kümlerinin orada yürürlüğe girmesiyle de orası artık İslâm yurdu olur. Zimmîliği isteyenler de zimmî olarak orada kalırlar.

4352-  Müslümanlar, oraya düşmana karşı koyabilecek kadar müslüman savaşçı yerleştiremiyorlarsa, zimmîlerin isteklerini karşılamazlar. Ancak zimmîler orayı terkedip İslâm yurduna gelmeyi kabul ediyorlarsa, o başka.

Çünkü onların bu istekleri, daha önce de belirttiğimiz gibi zimmîliğe talip olmak değil, karşılıklı antlaşmadır ve müslümanlann onlarla antlaşma yapma mec­buriyetleri bulunmamaktadır.

287

4353-  İslâmı    kabul edenlere gelince, onlar hürdürler ve kendi memleketlerinde ikamet etmekten alıkonamazlar. Çünkü hür olan bir müslüman, bir ülkeden başkasına taşınmaya zor­lanamaz.

4354-   Şayet İslâmı kabul edenler: Harp ehline karşı koyabilmemiz   için   müslümanlardan  bir   kısmını  buraya yerleştirin deseler, devlet başkanı durumu değerlendirir, eğer oraya yerleştireceği kimseler, düşmana karşı koya­bilecek   güçte   olurlarsa,   onların   bu   isteklerini   kabul edebilir.

Çünkü müslümanlara bir zarar gelmeksizin orayı İslâm yurduna çevirebilir. Bu nedenle bu isteklerini kabul etmesi gerekir.

4355-  Oraya yerleştireceği müslümanlar İslâmı kabul edenlerle birlikte harp ehline karşı koyabilecek güce ula­şıyor, ama devlet başkanı, İslama giren bu kimselerin ir-tidat ederek müslümanlar] katliama tabi tutmalarından en­dişe ediyorsa, müslümanlardan herhangi bir kimseyi ora­ya yerleştirmesi doğru değildir.

Çünkü burada müslümanları yok olmakla karşı karşıya getirme söz ko­nusudur. Ancak îslâmi kabul edenlerin gerçek müslüman olduklarına ve bir sal­dın durumunda kesin olarak müslümanlara yardımcı olacaklarına kanaat getiri­yorsa, müslümanlardan bir kısmım oraya yerleştirmesinde bir sakınca görmü­yorum. Oraya İslâmın emirlerini uygulayacak birini tayin eder ve müslümanlardan bir kısmını oraya yerleştirir. Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi devlet başkanı, müslümanları bir zarara uğratmaksızın bir yeri İslâm yurdu haline dönüştüre-biliyorsa; bunu yapması gerekir. Bu durumda zimmîliği kabul edenleri de zimmî olarak kabul eder.

Çünkü artık orası İslâm yurdudur ve İslâm yurdunda zimmîliği ve İslâmın hükümlerinin kendisine uygulanmasını isteyenin isteğini kabul etmek gerekir.

4356- Zimmîliği ve İslâm yurduna taşınmayı kabul et­tikleri halde devlet başkanı tüm bu isteklerini uygun gör-meyip ya müslüman olmalarını veya kendileriyle savaş-

288

mayı uygun görür, savaş sonunda da onlara galip gelecek olursa, beştebir payını ayırır ve kalanları ganimet pay­larına göre dağıtacak olursa, bu davranışı caizdir.

Çünkü kendilerine eman verilmemiştir ve kendileri harp ehlidirler.

Ancak zimmî olmalarını kabul etmemekle yanlış yap­maktadır.

Çünkü zimmîliği isteyenin zimmîliğini kabul etmek vaciptir ve devlet başkanı vacip olan birşeyi terkettiğinden dolayı hatalıdır.

Ancak İslama  girme çağrısına olumlu  cevap verecek olurlarsa hiçkimse bu cevaplarına karşı çıkamaz. Çünkü savaşın meşru olması, İslâm için olmasıdır. Onlar İslâmı kabul et­tikten sonra artık savaşın meşruiyeti ortadan kalkmıştır.

4357- İslama girmelerini kabul etmez ve onlarla sava­şıp onlara galip gelecek olursa, onları serbest bırakır, mallarını kendilerine iade eder. Onlardan esir almış ise, esir alması geçersizdir. Yine onları taksim etmişse bu hüküm de yok mesabesindedir.

Çünkü İslâmı kabul ettiklerinde müslüman olmaları geçerlidir. Herhangi bir kimsenin müslüman olması için devlet başkanının iznine ihtiyaç yoktur. Bu ne­denle kendileriyle savaştığında İslâm yurdunda müslümanlarla savaşmış demek­tir. Müslüman ne köle edinilir ve ne de malı ganimet olur. Bu sebeple bu savaşta onlara verilen zararlar bütünüyle tazmin edilip kendilerine iade edilir.      *

 

4358- Müslüman olmaları için çağrı yapılıp İslâmı ka­bul ettikleri takdirde kendileriyle savaşılmayacağı belir­tildiği halde onlar da bu teklifi kabul eder, fakat komutan onların bu isteklerine icabet etmeyip onlar da İslama gir­meden onlarla savaşacak olursa, hata işlemiş olur. Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi zimmî olma tekliflerini red­detmesi bile yanlış iken, müslüman olmayı teklif etme­lerinin reddedilmesi evleviyetle yanlış bir davranıştır. An­cak onlar da henüz İslâmı kabul etmediklerinden kanı dö­külenin kanı yerde kalır ve mallarına verilmiş olan zarar­lar da telafi edilmez. ■

289

Çünkü müslümanlar kendilerine zarar verdikleri esnada onlar kâfirdirler. Sadece müslüman olma isteklerini izhar etmişlerdir. Kişi böyle bir isteği izhar et­mekle de müslüman olmaz. Kâfirin kanı yerde kalır ve malı tazmin edilmez.

4359-  Ancak onlardan geri kalanlar İslama girdikleri takdirde malları kendilerine iade edilir ve serbest bırakı­lırlar.

Çünkü komutanın kendilerinden vazgeçmesini ve müslüman olmak iste­diklerini belirttiklerinde artık müslümanların onlarla savaşmalan ve esir alın­maları haramdır. Esir alınmaları haram olduğuna göre artık onlar esir alınmazlar, hür olarak kalırlar.

4360-  Ama zaman istemeliren rağmen devlet başkanı onlarla savaşıp kendilerine galip gelerek taksim edecek olursa, hür olmazlar. Hür olmadıkları için de onlardan cizye almak söz konusu değildir.

Çünkü zimmîliği isterken küfür üzere kalmak istemişledir. Küfür ise te­melde Öldürülme ve esir edilmenin mubah olmasının nedenidir.'9 Devlet başkanı, ictihad alanına giren bir hususta karar vermiş ve zimmî olma isteklerini red­detmiştir. Bu nedenle bu konudaki hükmü geçerlidir. Böylece onları esir almalan caizdir. Buna karşı çıkılmaz.

Ama devlet başkanından kendilerine saldırmamasını ve İslâmı kabul ede­ceklerini teklif etmişlerse, can ve mallarına dokunulamaz. Çünkü İslam insanların mal, can ve hürriyetlerini korur. Bu nedenle bu meselede esir alınmalarının ha-ramlığı daha kuvvetlidir. Burada içtihada yer yoktur. Bu sebeple İslâmı kabul et­meleri halinde devlet başkanının yanlış davranmış olduğu kesinlik kazanır. Bu se­beple hatasından vazgeçmesi, yani onlara hürriyetlerini geri vermesi gerekir. Onların İslama girme isteklerinde samimi oldukları ortaya çıkmıştır. Müslüman kişi ise, savaş yoluyla esir alınamaz.

Başarı Allah'tandır ve en iyi bilen şüphesiz O'dur.

19- Öldürülme veya esir alınmanın sebebi bizzat küfür değil, savaştır. Yoksa her kafirin esir alınması veya öldürülmesi sözkonusu değildir.

-

 

291

-208-

KAFİRİN  İSLÂMI  KABUL EDİP ETMEDİĞİ KONUSUNDA  MÜSLÜMANIN  ŞAHİTLİĞİ

İmam Muhammed - Allah rahmet etsin- dedi ki:

 

 

   . 4361- Müslümanlar Rumlardan esir alır ve müslüman-

 

 

lardan iftira cezasıyla cezalandırılmış dahi olsa bir erkek veya köle yahut bir kadın veya cariye, bir esirin ölmezden önce İslâmı kabul ettiğini belirtip Islamı kabulüne dair birtakım nitelemelerde bulunacak olsa, ölmüş olan o kişi­nin cenaze namazı kılınır ve bağışlanması için dua edilir. Yeter ki müslümanlar şahidin şahitliğini kabul etsinler. Çünkü ölü üzerine cenaze namazı kılmak, dini hususi ardandır. Adaletli bu kişinin şahitliği dinî hususlarda makbuldür. Nitekim bir suyun temizliğine veya necis olduğuna, Ramazan ayının hilaline dair tek kişinin şahitliği, yine Peygamber (s.a.v.)den rivayet etme konusunda tek kişinin şahitliği makbuldür.

 

 

 

 

4362-  Said b. Zî Lukve'den yapılan şu rivayet buna delildir: Bu rivayette Said şöyle demektedir: Ca'fer b. Ebi Talib, Peygamber (s.a.v.)'e, Necaşi'nin kendisini doğru­ladığı haberini getirdiğinde Peygamber (s.a.v.) üç defa Necaş'nin günahlarının bağışlanması için dua etmiştir.

4363-  Esirin İslâmı   kabul ettiğine dair şahidin bir ta­kım nitemelerde bulunması meselesine gelince, İmam Mu-

hammed bunun iki yönü bulunduğunu zikreder. Şöyleki:

Şahit olan kişi fakîh ise, nitelemede bulunmasına ge­rek yoktur. O kişinin ölmeden önce İslâmı kabul ettiğini söylemesi yeterlidir. Ancak şahit cahil biri ise, kendisin­den açıklama istenir. Gerekli miktarda açıklamalarda bu­lunursa, şahitliği geçerli olur. Ancak kişi sağ ise ve bir müslüman onun esir düşmezden Önce İslâmı kabul ettiğine dair şahitlik ederse, bir kişinin şahitliğiyle o kişi hür ol­maz. Haklar konusunda, şahitliği geçerli iki müslümanın şahitlik yapması gerekir.

 

 

292

4364- Devlet başkanı bir kaleyi fethedip nıüslüman ve âdil biri harp ehlinden olan biri için esir düşmezden önce İslâmı kabul ettiğine dair şahitlik edecek olsa bakılır; şa­yet o kişi esirlerle birlikte taksimata tabi tutulmadan yahut satılmadan önce böyle bir şahitlikte bulunmuşsa, şahitliği kabul edilir. Ama o kişi taksimata girdikten ya da satıldık­tan sonra böyle bir şahitlikte bulunacak olursa bu şahitli­ğinin bir etkisi yoktur.

İmam Muhammed daha Önce cevabı kısımlara ayırarak vermişti. Burada ise cevap mutlak olarak verilmiştir. Bununla ilgili olarak bazıları şöyle demektedir:

Burada verilen cevap, taksimat ve satıştan sonraki şahitlikle ilgilidir. Bu ne­denle şahidin şahitliği geçerli değildir. Ama taksimat ve satıştan önce şahitlikte bulunmuşsa, şahitliği kabul edilir. Bu şekilde anlaşıldığı takdirde iki mesele bir ri­vayetle belirtilmiş olmaktadır. İkincisi, birincisinin açıklaması mahiyetindedir. Ebû Bekir el-A'meş, bu konuda meselede farklı iki rivayet vardır, diyordu. Tak­simattan Önce bir kişi onun İslâmı kabul ettiğine şahitlik edecek olursa, şahitliği kabul edilmez. İkinci konuda ise bir kişinin şahitliği kabul edilmektedir.

Burada zikredilenin gerekçesi şudur: O kişi esir alınmakla onda ganimet sa­hiplerinin hakkı iptal edilmiş olur. Böyle bir hak ise, ancak ahkâm konusunda hakların iptal edildiği bir şahitlikle iptal edilebilir. Nitekim satış ve taksimattan sonra da şahitlik geçerli değildir ve müşterinin hakkını iptal edemez. Payına düşenin hakkını da iptal edemez.                                                    |

Nitekim, doğan bir bebeğin canlı olarak doğduğuna dair bir çocuğun şahitliği kabul edilir ve o bebeğin üzerine namaz kılınır. Bütün müçtehidler bu ko­nuda ittifak etmişlerdir. Ancak Ebu Hanîfe'ye göre çocuğun bu şahitliğiyle miras tahakkuk etmez. Burada da ölü üzerine namaz konusunda tek kişinin şahitliği geçerlidir ama esirliği iptal konusunda geçerli değildir.

Diğer rivayetin izah şekli ise şöyledir: Her ne kadar esir edilmekle onda müslümanların hakkı tahakkuk ediyorsa da belli bir kişinin hakkı söz konusu değildir. Hak, müslümanların tamamına aittir. Böylece şahitliği ile belli bir kim­senin hakkını iptal etmemektedir. Buna göre şahitlik, dini herhangi bir meseledeki şahitlik gibidir. Bu nedenle de geçerlidir. Çünkü köle edinilmenin kaldırılması da dini işlerdendir.

293

Ancak taksimattan sonra durum böyle değildir. Çünkü taksimattan sonra şahitlik geçerli kılınacak olursa, belli bir kimsenin hakkı iptal edilmektedir. Bu durumda ancak ahkâm konularındaki şahitlik geçerli olur ki o da ancak iki erkeğin veya bir erkek iki kadının şahitliğidir.

Diğer taraftan bu adamın söylediği, sima (görünüş) ün delil olmasından aşağı değildir.Adamın üzerinde müslüman siması olduğunda fey1 yapılmazken, adaletli müslüman şahitlik yaptığında evleviyetle fey1 yapılmaz.

Fasık müslümanm ise bu tür işlerde şhitliği kabul edilmez, onun için üzerine namaz kılınmaz ve bağışlanması için dua edilmez. Çünkü dini bir konuda ilgil olsa fasıkın getirdiği haber şüpheli olup araştırılır.

Tahavi, el-Muhatasar'ında şöyle demektedinBir kişi hilalin görüldüğüne şahitlik ederse, şahitliği kabul edilir ve fasık da olsa kendisinin de oruç tutması gerekir.Fasıhkla itham edilerek şahitliği red edilmez.

Ebu Yusuftan şöyle rivayet edilmiştir: Darulharpte bir adam müslüman olsa ve oruç tutup namaz kılması gerektiğini bir müslüman ona söylese, söyleyen kişi fasık da olsa o adamın namaz kılıp oruç tutması gerekir.

Başarı Allah'tandır.

 

 

 

295

-209-

 

DARULHARPTE MUSLUMANIN

ŞAHİTLİĞİNİN KABUL EDİLECEĞİ VE KABUL

EDİLMEYECEĞİ YERLER

 

 

 

4365- İmam Muhammed b. Hasan -Allah rahmet etsin-dedi ki: Bir müslüman eman alarak harp yurduna girecek olsa veya aralarında esir ise yahut onların vatandaşı olup orada İslâmı kabul etmişse ve müslümanlar da beraberinde birtakım erkek ve kadınlarla beraber harp yurdunda ken­disiyle karşılaştığında o kimse, beraberindekiler için: Bunlar benim köle ve cariyelerimdir, der ve durumun gerçekten böyle olup olmadığı bilinmiyorsa, bakılır; be­raberindeki erkek ve kadınlar sözünü tasdik ediyorlarsa, dediği gibi o kimseler onun köle ve cariyeleri olarak kabul edilirler.

Çünkü kişinin iman etmek suretiyle hakkettiği eman, eman istemekle hak­kettiği emandan daha kuvvetlidir.

4366- Kalede bulunanlardan birine canı ve malı konu­sunda devlet başkanı eman verir, sonra da müslümanlar o kaleyi fetheder ve kendisine eman verilen kişi: Bu kalede-kiler benim köle ve cariyelerimdir, der, içeridekiler de sö­zünü doğrulayacak olurlarsa, söylediği herşey konusun­da eman içerisinde olur.

Çünkü kendisini doğruladıklarından dolayı üzerilerin-deki mülkiyeti açık olmuştur. Çünkü köle ve cariyenin bir kimsenin mülkiyetinde olduklarının en bariz delili, o kim­senin yanında ona hizmet ediyor olmaları ve mülkiyetinde olduklarını itiraf etmeleridir. Burada bu durum gerçekleş­miştir. Böylece mülkiyetinde oldukları sübût bulmuştur. Müslümanın mülkiyetindekiler ise ne esir olarak, ne de

 

ganimet olarak alınabilirler.

296

4367-   Sözünü yalanladıkları  takdirde ise, hepsi fey' olurlar.

Çünkü iddasim yalandıklarından dolayı eli altında sayılmazlar. İddiasını da destekleyecek elinde başka bir delili bulunmamaktadır. Sözü doğrulanmadığından dolayı da esir edilirler. Eman almış olan ya da miislüman olan o kimsenin onlarla bir bağlantısı sözkonusu olmaz, Onlardan beştebir payı alınır ve kalanlar orayı fet­heden müslümanlara taksim edilirler. Eman almış olan ya da müslüman olan o kişi, ganimetten birşey alamaz.

Çünkü bu kişi müslümanlarla birlikte savaşmak için harp yurduna girmiş değildir. Müslümanlar safında savaştığı takdirde ancak kendisine ganimetten bir pay düşer.

4368-  Bir kısmı kendisini doğrularken bir kısmı da ya­lanlıyorsa,   kendisini   doğrulayanlar   kendisinin   köleleri olur. Yalanlayanlar ise, fey'dir.

Çünkü tamamı kendisini doğrulamış olsaydı, tamamı köle; tamamı ya­lanlamış olsaydı tamamı fey' olacaklardı. Bir kısmı doğrularken, bir kısmı da ya­lanlandığına göre, doğrulayanlar köle, diğerleri ise fey'dirler.

4369-  Aynı şekilde elinde bulunan para, mal veya hay­vanlar hakkında: Bunlar, benim mallarıındır, burada tica­ret yaparak kazandım, derse, dediği kabul edilir ve sözko­nusu malların tamamı kendisine aittir.

Çünkü eli altında bulunan mallar konusunda eman almış kişinin beyanı kabul edildiğine göre, bu kişinin beyanı evleviyetle kabul edilmelidir.

4370-  Müslümanlar, harp yurdunda esir düşmüş veya eman alıp oraya gitmiş bir müslüman veya harp ehlinden olup İslâmı kabul etmiş bir müslümanla karşılaşıp onun yanında para, esir alınmış kadın ve erkekler bulunup bun­ların kendisine ait olup olmadıkları bilinmez ve söz ko­nusu kişi bunların kendi mülkiyetinde olduklarını söyler­se, iddiası kabul edilmez. Esir alınmış olan o kadın ve er­kekler sözünü doğrulasalar bile yine iddiası kabul edilmez ve ele geçirilenlerin tamamı, onları ele  geçiren müslü-manlar için fey1 olurlar.

297

Çünkü müslümanlar onları ele geçirdiklerinde zahirde artık onlar müslü-manlar için fey'dirler. Bu konuda bir iddia ileri süren kimsenin delil getirmeden İddiası kabul edilmez.

4371- Yine ele geçirilenler kendisinden uzakta bir yer­de ele geçirilmişlerse yahut ona ait olup olmadıkları bi­linmiyorsa ve onun mülkiyetinde olduklarına dair bir işa­ret de mevcut değilse, iddiası kabul edilmez. Ancak bun­ların kendisine ait olduklarına dair delil getirecek olursa

 

 

yahut kale  fethedildiğinde  bunların  kendi  mülkiyetinde

 

bulunduklarına dair delil getirecek olursa ya da ele geçi­rildikleri evin kendisine ait olduğunu ispatlayacak olursa, bu konuda getirdikleri şahitlerin şahitliği kabul edilir ve bunların tamamı kendisine iade edilir.

Çünkü delil ile sabit olan, görme ile sabit olan gibidir. Şayet mal elinin altında olup görerek sübût bulmuş olsaydı ya da erkek ve kadınların elinin altında oldukları müşahede ile sübût bulup eli altındaki erkek ve kadınlar da onu doğrula­mış olsalardı, kendisinin sözü geçerli olurdu ve elinin altındakilerden hiçbir şey fey' olmazdı. Bunların kendisine ait olduklarım delil İle ispatlayacak olsa, durum yine aynıdır. Bu hüküm, bütün müctehidlerin görüşüne göre eman altındaki ve esir hakkında da geçerlidir.

Harp yurdunda müslüman olmuş kişinin durumuna gelince; kalenin fethe-dildiği gün bunların ona ait olduklarına şahitlik edecek olurlarsa verilecek cevap yine aynıdır. Müctehidlerin tamamının görüşüne göre söz konusu mal o kişiye iade edilir. Sözkonusu kişiler ona ait olduklarına şahitlik edecek olurlarsa, imam Muhammed'e göre bu şahitlik geçerlidir, ama İmam Ebû Hanîfe'ye göre geçerli olmayıp sözkonusu mallar fey1 olurlar. Çünkü Ebu Hanîfe'ye göre o kişiye ait o-lan fakat harp ehlinden birinin eli altında bulunan ya da bir müslümamn eli altında olduğu bilinmeyen malların tamamı fey'dir.

Muhammed'e göre ise fey' değildir. Söz konusu mallar harp ehlinden e-man altındaki kişinin malları gibidir. Burada söz konusu malların, müslümamn mülkiyetinde oldukları delil ile sabit olacak olursa Ebû Hanîfe'ye göre fey'dir ama Muhammed'e göre fey1 değildir.

298

4372- Şahitler, kale fethedildiğinde bu erkek ve kadın­ların eli altında yahut onun evinde olduklarına şahitlik et­tikleri halde köle ve cariyeleri olduklarına şahitlik etme­seler, erkek ve kadınlar da köle ve cariye olduklarını red­dedip hür olduklarını söyleyecek olsalar, bu iddialarının onlara bir yararı olmaz ve hepsi fey1 olurlar.

Çünkü şahitlerin şahitliği, o kimselerin adamın eli altında hizmet ettiklerini ispat eder ama mülkiyetinde olduklarını ispat etmez. Mülkiyetin tesbitinden sonra destekleyici bir delil mahiyetindedir. Nitekim el-Câmi-u's-Sağir'de şöyle demek­tedir: Bir adamın elinde durumunu ifade edebilecek durumda küçük bir çocuk bu­lunacak olsa ve adam, elinde bulundurduğu çocuğun kendi kölesi olduğunu söy­lese, çocuk da köle olmayıp hür olduğunu söyleyecek olsa, çocuğun sözü geçer­lidir. Çocuk köle olduğunu itiraf eder ama şu anda eli altında bulunduğu kimsenin değil de başka birinin kölesi olduğunu ileri sürecek olsa çocuğun söylediği değil, elinde bulunduğu kimsenin söylediği geçerlidir. Ardından şöyle demektedir:

Köle ve cariye hariç, kimin elinde ne görürsen, o şeyin o kimseye ait oldu­ğuna şahitlik edebilirsin. Köle ve cariyenin eli altında bulunmuş olmaları, mülki­yete delalet etmediğine göre, kendilerinin hür kimseleriz, şeklindeki sözleri geçer­lidir ve bu sözleriyle de müslümanlar için fey' olurlar. İmam Muhammed devam ederek şöyle devam etmektedir:

4373-  Bu konuda ancak müslümanlardan adalet sahibi kimselerin şahitliği geçerlidir.                                      4

Çünkü bu şahitlik, müslümanlann ganimet haklarını iptal etmektedir. Müs­lümanların haklarını iptal edecek bir durum konusunda ancak müslümanlardan adalet sahibi kimselerin şahitliği geçerli olur.

4374-  Harp yurdunda eman sahibi ya da esir bulunan zinımî kişinin iddiaları hakkındaki hüküm tıpkı müslüman kişinin iddiaları hakkındaki hüküm gibidir. Söz konusu

 

 

ettiğimiz bütün durumlarda müslümanın sözünün geçerli olduğu hususlarda zimmînin de sözü aynen geçerlidir.

Çünkü zimmî kişinin malı da tıpkı müslüman kişinin malı gibi ganimet olmaz. O halde müslümanın malı hakkındaki hükümler aynen zimmînin malı için de geçerlidir.

 

299

4375-   Harp  yurdunda müslümanlar, beraberinde  bir kadın bulunan bir müslüman veya zimmîyle karşılaşıp o kişi: Bu hanım benim kanındır, harp yurdunda kendisiyle evlendim, derse ve kadın da kendisini doğrulayacak olur­sa, söylediği kabul edilir.

Çünkü ikisi nikâh konusunda biribirlerini doğrulamışlardır ve birbirlerini

doğrul amalanyla nikâh sübût bulmuştur.

Kadın, nikâh konusunda o kişiyi doğrulamış olsun ve­ya yalanlamış olsun, her iki durumda fey' olur. Çünkü o kadınla evlenmiş olması açık ve göz önünde olmuş olsaydı kadın

yine fey' olurdu. Bu durumda evleviyetle fey' olur. İmam Muhammed, sözüne

devam ederek şöyle devam demektedir:

O kişinin o kadınla evlenmiş olması, o kadına eman ve­rilmiş anlamına gelmez. Çünkü harp yurdunda kendisiyle evlenmiştir ve harp yurdunda kendisine

eman vermiş olsa bile, müslümanlar açısından vermiş olduğu eman geçerli

değildir.20

4376-  Kadınla birlikte küçük çocukları varsa ve o kişi: Bunlar benim  çocuklarimdır  der ve kadın da kendisini doğrulayacak olursa, çocuklar hürdürler ve kimsenin  on­lar üzerinde bir hakkı yoktur. O kişi müslüman ise ço­cukları da ona tabi olarak müslümandırlar. Zimmî ise, çocuklar kendisine tabi olarak zimmîdirler.

Çünkü çocuklar kadının eli altmdalar ve o kişinin iddiasını doğrulamasıyla çocuklar, kocanın himayesine girmiş olurlar. Kocanın himayesi sübût bulunca da çocuklar hür olurlar. Çünkü söz konusu çocuklar hür ana ve babanın çocukla­rıdır. Baba hür bir müslüman veya zimmîdir. Ana İse, müslümanlar kendisini ele geçirinceye kadar hür idi. Kadın hür iken doğum yaptığına göre çocukları baba­sına tabidirler. Baba müslüman bir hür idiyse onlar da müslüman ve hür; baba zimmî idiyse onlar da hür ve zimmîdirler. Hür müslüman veya zimmîler, köle edi­nilemezler.

____________________

20- Kimlerin eman verebileceğini daha önce belirtmiştik.

300

4377-  Kadın hamile ise, karnındakiyle birlikte kendi­sini ele geçiren müslümanlar için fey' olur.

Çünkü çocuk kadının karnında olduğu müddetçe onun bir parçasıdır. Ço­cuk doğumla anasından ayrı bir şahsiyet olur. Buna göre kadın fey' olacaksa, onun bir parçası olan karnındaki çocuk da fey' olur.

Çocuk  doğduğunda babası müslüman  ise, çocuk da

nıüslüman olur.

Çünkü çocuk, din bakımından ebeveynin en hayırlısına tabidir. Müslüman doğmuş olması ise köle ve esir edinilmesine engel değildir. Onu kim ele geçir-mişse onun kölesi olur.

Baba zimmî ise, çocuk da zimmî olur.

Kadın tanınan biri olup müslüman veya zimmînin elinde ise, ya da müslü­manlar kendisini ele geçirdiklerinde yanında küçük çocukları bulunup o müslü­man veya zimmî: "Bu, benim kanındır, yanındakiler de benim çocuklanmdır", derken, kadın ise bunu reddedip ne ben onun karışıyım ne de bu çocuklar ken­disinin çocuktandır derse, kadının yalanlamasından dolayı nikâh sübût bulmaz.

4378-  Kıyasa göre kadınla birlikte çocuklar da müslü­manlar için fey'dirler. İstihsana göre ise çocuklar, müslü­man  veya  zimmî kişiye ait olup hürdürler. Kadın  ise, fey'dir.

Kıyasa göre çocuklar kadının elinde ve himayesindeler ve aralannda nikâh sübût bulmayınca söz konusu kişinin kadın üzerinde bir himayesi de olamaz. Böylece çocuklar üzerindeki hakimiyet iddiası da sabit olmaz. İstihsan açısından ise mesele şöyledir: Kadının o kişinin elinde olduğu bilinmektedir. Kadının o kişinin elinde olması ise, çocukların da onun hakimiyetinde olmalannı gerektirir.

4379-   Çocuklar  adamın  elinde  bulunduklarına göre, çocukların hürriyeti ve nesebin tesbiti açısından o kişinin sözü geçerlidir. Böylece kadının doğrulaması ile yalan­laması arasında bir fark yoktur. Çünkü hür kabul edil­meleri durumu, daha yararlı ve daha kolaydır.

Görmüyor musun, ticaret yapmasına izin verilmiş olan köle, elinde küçük bir çocuk bulunup o çocuğun kaybolmuş bir çocuk olduğunu ve kendisinin onu

301

bulduğunu söyleyecek olursa, iddiası geçerli olur ve çocuk hürdür. Her ne kadar o köle, çocuğu hürriyetine kavuşturma yetkisine sahip değilse de hürriyetin ko­numu bir genişlik sağladığından söylediği geçerlidir ve çocuk hür olarak kabul edilir.

4380- Kadının kendisi için ümmü'lveled olduğunu ve o çocukların da bu kadından doğma çocukları olduğunu id­dia etse ve kadının da o müslümanın elinde olduğu bili­niyorsa, fakat kadın bunu reddediyorsa, o kadın müslü-maniar için fey'dir.

Daha önce de belirttiğimiz gibi o müslüman kişinin eli altında bulunması, onun cariyesi olduğunun delili değildir. Böylece kadının söylediği geçerlilik ka­zanmaktadır.

Görmüyor musun, o kadının kendi cariyesi olduğunu iddia etmiş ve kadın da bunu reddetmiş olsaydı, kadının "ben hürüm" şeklindeki sözü geçerli olur ve o kadın müslümanlar için fey1 olurdu.

4381-   Yine kadın, o çocukların anası olduğunu red-decek olursa, çocuklar o erkeğin çocukları olarak kabul edilir ve hür olurlar. İstihsana göre hüküm budur.

Daha önce de belirttiğimiz gibi kadının o erkeğin eli altında olduğu bi­liniyordu, Bu durum çocukların da o kişinin eli altında ve himayesinde oldukla­rının delilidir. Böylece erkeğin çocuklar hakkında söylediği geçerli olmuş olur.

4382-  Kadın, o erkek için ümmüiveled olduğunu ka­bul edecek olursa, o müslüman erkeğin sözü geçerlilik kazanır ve kadın da çocuklarıyla birlikte hür olurlar.

Çünkü kadının eli altında olduğu sübût bulduktan sonra kadın cariye olmuş olsaydı yine hürriyetine kavuşacaktı.

4383-  Müslümanın veya zimmînin elinde değilse yahut onların elinde olup olmadığı bilinmiyorsa ve o kişi: Bu benim esimdir yahut  çocklanmm annesi cariyemdir ve eli altında  bulunan  şu   çocuklar   da  benim  çocuklanmdır, derse ve kadın da bunu itiraf ederse, söz konusu çocuklar

302

onun çocukları olarak kabul edilir ve neseb sübût bulur ve hür olurlar.

Çünkü çocuklar nesebin sübûtuna muhtaçtırlar. Çocuklann nesebleri ise, eli altında bulundukları kimsenin ikrarı ile sübût bulur. Böylece çocuklar zimmî veya müslüman olarak kabul edilir, köle edinilemezler.

Kadının   durumuna   gelince,  kişi  nikâhlısı   olduğunu

iddia etse de yine fey' olur.

Çünkü nikâhın apaçık sabit olması bile o kadının esir ve cariye olmasına engel değildir.

4384-  Kadın, o erkek için ümmü'lveled olduğunu ikrar edecek olursa istihsana göre esir alınamaz.

Çünkü nesebe tabi olarak ümmü'lveled oluşu sübût bulmuştur. Neseb ise daha Önce sübût bulmuştu. Ümmü'lveled olan bir kadın ise, esir alınamaz. Kadın, erkeğin iddiasını reddedecek olursa, çocukla­rıyla birlikte müslümanlar için fey1 olur. Erkeğin iddiası ise geçerlilik kazanmaz.

Çünkü erkek iddiasını ispatlayacak bir delile sahip değildir. Ne kadın ken­disinin elinde bulunmaktadır ve ne de söz konusu çocuklar. Çocuklann eli altında bulundukları kadın ise, kendisini yalanlamıştır. Böylece delilsiz olan iddiası geçersiz olmştur. Böyle bir durumda İslâm yurdundaki iddiası da geçersizdir.

4385-  Ancak iddiasını ispatlayacak bir delil getirecek olursa, çocuklar kendisine ait olup hür olurlar. Ama '•ka­dın ümmü'lveled idiyse bu konumunu devam ettirir. Ni­kâhlısı ise, müslümanlara fey1 olur.

Çünkü delil ile sübût bulan, müşahade ile sübût bulan hükmündedir.

4386-  Onların elinde bulunduklarına yahut orası fet-hedildiğinde kadın ve çocukların kendi evinde bulunduk­larına dair delil getirecek olursa, delil olmaksızın elinde oldukları bilindiğinde geçerli olan hüküm geçerlidir. Buna göre kadın, onu doğrulayacak olursa ümmü'lveled olur ve çocukların nesebinin de o kişiye ait olduğu sübût bulur. Çocuklar ise, hür olup onlara bir zarar verilemez. Kadın

303

da müslümanlar için fey'dir. Kadın, erkeği yalanladığı takdirde ise, yine fey' olur ama ümmü'lveled olmaz. Ço­cuklar, yine hür olurlar.

Çünkü inkârla birlikte kölelik, sırf eli altında olmasıyla sübût bulmaz. Hiç şüphesiz en iyi Allah bilir. İmam Muhammed sözüne devam ederek dedi ki:

4387- Niteliklerini söz konusu ettiğimiz müslüman bi­rinin elinde bir erkek veya kadın bulunur ve: Bu, benim kölem ya da cariyemdir, onu İslâm yurdundan getirdim, derse ve elindeki köle ya da cariye de bunu doğrularsa, söylediği geçerlidir. Çünkü onları harp yurdundan satın aldığını söylemiş olsaydı ve onlar da

onun bu iddiasını doğrulamış olsaydılar yine onun söylediği geçerli olurdu. Zımmi de böyle bir  idiada  bulunsa, sölediği    kabul edilir. Çünkü matının dokunulmazlığı konusunda zimmî de müslüman gibidir, O

halde haklarında verilecek hüküm de aynı olmalıdır.

4388-   Müslüman yahut zimmînin  elinde yetişkin bir kadın bulunur ve: Bu, benim esimdir, İslâm yurdundan onu da beraberimde getirmiştim, der ve kadın da bu ko­nuda  kendisini  doğrulayacak  olursa, iddiası  geçerlidir, kadın esir alınamaz,

O kadının karısı olduğunu erkeğin ikrar etmesi ve kadının da kendisini doğru lam asiyi a nikâh sübût bulur. Nikâh sübût bulduğuna göre kadın da onun eşi olarak biliniyormş gibi hür olmaya devam eder.

4389-  Aynı şekilde beraberinde yetişkin bir kadın bu­lunur ve: Bu, benim kizımdır yahut kızkardeşinıdir veya annemdir ya da halamdır veyahut yakın akrabamdır der ve kadın da bunu doğrulayacak olursa o kadın hürdür. Ancak kızınıdır derken neseb sübût bulur ve daha önce kızı ol­duğu bilinen konumuna geçer. Ancak diğer mahrem ak­rabalar hakkındaki iddia neseb açısından sübût bulmaz. Nitekim İslâm yurdunda da böyle bir iddia delille des­teklenmedikçe geçerli değildir.

 

304

Çünkü harp ehlinden bir kişi kendi canı ve malı konusunda eman isteyip İslâm yurduna gelir ve: Yanımdaki şu kadın kızkardeşimdir veya halamdır yahut teyzemdir diyecek olursa, bu sözü geçerlidir ve kendisine tabi olarak kendileri de eman içerisinde olurlar. Çünkü zahire göre yanlarında mahremleri olmaksızın kadınlar, İslâm yurduna giriş yapmazlar.

4390-  Aynı şekilde harp yurdunda söz konusu kadınlar hakkındaki müslüman veya zımnimin sözü kabul edilir ve İslâm yurduna gitme konusunda kendisine tabi olurlar.

Çünkü zahire göre söz konusu kadınlar kendi başlarına çıkıp İslâm yur­duna gelmezler.

4391-  Müslüman veya zimmînin yanında yetişkin bir erkek bulunur ve: Bu, benim oğlumdur, der yahut yaşlı biri olur da bu benini babamdır der ve kişi de bu konuda kendisini  doğrulayacak  olursa, beraberindeki o  kişi  de hürdür.

Çünkü baba olması ya da oğul olması, birbirlerini doğrul amal any la sübût bulur. Daha Önce de belirttiğimiz gibi kişinin, birisinin babası olduğunu ya da oğlu olduğunu ikrar etmesi geçerli bir ikrardır. Bu ikrar, İslâm yurdunda geçerli olduğu gibi harp yurdunda da geçerlidir. Bununla neseb sübût bulunca ona bağlı olarak hürriyet de sübût bulur. Bu nedenle söz konusu kişi köle edinilemez.

4392- Beraberindeki için bu benim kardeşimdir yahut amcamdır veya dayımdır ya da müslümanlardan biridir, benimle birlikte giriş yaptı der yahut yanında bir kadın bulunur ve bu kadın müslümanlardan ya da zimmîlerden bir kadındır benimle birlikte giriş yaptı, derse ve bunu söyleyen kişi müslüman olup beraberindeki de bunu doğ-ruluyorsa, sözü geçerlidir. Ancak böyle diyen kişi müs-Iümanlar için zimmî biri ise, söylediği doğrulanmaz. Çünkü eman almış olan zimmî beraberinde bir takım erkeklerle birlikte harp yurduna gidecek olsa ve bunlar benim kardeşlerim yahut amcalanmdır derse sözü kabul edilmez ve bu kimseler kendisine tabi olarak eman içerisinde olmazlar. Aynı şekilde harp yurdunda da onlar hakkında söyledikleri kabul edilmez ve ona tabi kabul edilmezler.

305

4393-  Şahitlik yönüyle de söyledikleri kabul edilemez. Çünkü buradaki şahitlik, din konusunda bir şahitliktir. Din işinde zimmîlerin şahitlikleri makbul değildir.

Nitekim suyun necis olduğuna dair zımminin verdiği haber de kabul edil­mez. Bu nedenle buradaki şahitliği de makbul değildir. Ancak müslüman kişinin: Bu benim amcamdır ya da müslümanlardan biridir ve benimle birlikte bu ülkeye giriş yapmıştır, şeklindeki şahitliği din İşlerine giren bir şahitliktir ve din işinde bir müslümamn şahitliği geçerlidir.

4394-   Zimmî ile birlikte giriş yapan kişi müslüman olduğunu iddia edyor ve gerek görünüm, gerek giyiniş bakımından  müslümanlara benziyorsa, iddiası geçerlilik kazanır ve fey' olmaz.

Çünkü müslümanım diyen kişi, şayet müslüman görünümü taşıyorsa bu söylediği kabul edilir. O halde görünümle birlikte zimmînin de şahitliği evleviyetle

geçerlidir.

4395-  Zimmî ile birlikte olan kişi müslüman değil de, müslümanlara bağlı zımmi olduğunu iddia ediyor ve ya­nındaki  zımnıi  bunu tasdik  ediorsa, bu  tasdiki  geçerli

olmaz.

Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi zimmînin âdil biri olsa bile din işlerinde şahitliği geçerli değildir.

4396-  Ancak zimmîlerin belli bir giyim tarzı mevcut ise ve bu giyim tarzı onları harp ehlinden ayırt edebiliyor ve zannı galibe göre o kişinin zimmî olduğu sanılıyorsa, ser­best bırakilar, fey' olarak alınmaz.

Çünkü belirttiğimiz gibi bu husus, dinî hususlardandır.

 

4397- Aynı şekilde bu konuda âdil müslüman kölenin de şahitliği makbuldür.

Çünkü bu konu, dinî hususlardandır ve Ramazan hilaliyle ilgili şahitlikte olduğu gibi müslüman kölenin de şahitliği geçerlidir.

 

 

306

4398-  Yine âdil ve müslüman biri, harp ehlinden olan birinin İslâmı kabul ettiğine dair şahitlik eder ve harp eh­linden kişi de İslâmı kabul ettiğini iddia edecek olursa, harp ehlinden olan kişi müslüman görünümünde olmasa bile, o müslüman kişinin onun hakkındaki şahitliği geçer­lidir. O yakalanan ve islâmı kabul ettiği söylenen kişi şayet taksimata tabi tutulup satılmamışsa serbest bırakılır. Ama taksimata tabi tutulup satılmışsa, hakkındaki şahitlik geçersizdir.

Çünkü taksimattan önce hakkında yapılan şahitlik dinî hususlardandır ve bu sebeple şahitlik kabul edilir. Taksimattan sonra durum değişmiştir. Burada müslüman birinin mülkiyetini iptal etme söz konusudur ve böyle bir durumda iki erkeğin şahitliği gerekir.

4399-  Bilinen bir müslüman veya bilinen bir zimmînin sözünün doğrulandığı her hususta, müslüman olduğu bi-linmeyip görünümü müslüman olan kişinin sözü de doğru­lanır. Dolayısıyla elinde bulunan mal ve köleler de aynı hükme tabidir.

Çünkü görünümüne bakılarak müslüman olduğuna hükmedilince, bilinen bir müslüman mesabesinde olur.

Görmüyor musun, bu konudaki kişi öldüğünde cenaze namazı kilmır. Tıp­kı müslüman gibi o da esir alınamaz. Burada da tıpkı müslüman olduğu bilinen gibidir. Zimmî olduğu bilinen her kişinin sözünün doğrulandığı durumlara müs­lüman olduğu bilinen kişinin sözü de doğrulanır, Müslüman âdil biri olmasa da hüküm budur. Çünkü âdil bir zimmî, âdil olmayan bir müslümandan üstün değildir.

Nitekim adaletli bir zimmî bir suyun necis olduğunu haber verecek olsa, verdiği habere itibar edilmez. Aynı şekilde fasıkm da verdiği habere itibar edil­memektedir. Ayrıca âdil zimmînin sözünün tasdik edildiği durumlarda âdil ol­mayan bir müslümanm sözünün tasdik edilmesi evleviyetle gereklidir.

4400/a- Söz konusu ettiğimiz hususların tamamında ancak âdil müslümanm şahitliği geçerli ise, bu hususlarda zimmînin  şahitliği  geçerli  değildir.  Zimmînin   âdil  biri

 

307

olması bu hükmü etkilemez. Hatta fasık bir müslüman, bir kişinin esir düşmezden önce müslüman olduğuna şahitlik etse, bu şahitliği geçerli olmadığı gibi âdil zimmînin de şahitliği geçerli değildir.

Çünkü fasık bir müslümanm konumu, âdil zimmînin konumundan üstün­dür. Fasık müslümanm bu konuda söylediği kabul edilmeyince zimmînin sözü evleviyetle kabul edilmez.

4400/b- Müslüman biri eman alarak harp yurduna giriş yapmış yahut aralarında esir düşmüş veya oranın vatan­daşı olup müslüman olmuş ise ve müslümanlar bulunduğu kaleyi fethedip elinde bir takım erkek veya kadınlar bu­lunuyor ise, o kişi de: Bunlar benim çocuklarımdır yahut kızlarımdir veya halalarım ya da teyzelerimdir, onları harp yurdunda buldum ama müslüman olmadılar derse, yanın­dakiler fey' olur. Onların kendi akrabaları olduklarını söylemesi, onların da eman içerisinde olmalarını ge­rektirmez.

Çünkü bu kimseler İslâm konusunda kendisine tabi değiller. Kendisinin müslüman olmasıyla onlar da müslüman olmazlar. Harp ehli gibi onlar da kendi durumları üzere kalmışlardır ve onlar için de eman yoktur. Kendileri için eman sabit olmuş olsaydı, onların kendi akrabaları olduğunu söylemesi de sübût bu­lurdu. Kendilerine eman verdiğini açıkça söylemiş olsa bile o eman geçerli değildir.

4401-Küçük çocuğuna gelince; şayet kişi müslüman ise çocuğu da müslüman olup esir alınamaz. Yine kişi zimmî ise, çocuğu da kendisi gibi zimmî olup o da esir alınamaz.

Çünkü küçük çocuğun kendi çocuğu olduğunu söylemekle onu kendisine tabi kılmıştır. Tebeiyyet yoluyla müslümanlık veya zimmîlik sübût bulmuştur. Bu nedenle çocuk esir alınamaz. Şayet müslüman kişi, onları haıp ehlinin elinde esir buldum, fakat bu çocuklar müslüinandırlar derse ve görünümleri müslümanların görünümü değilse, bunu söyleyen kişi ister hür, ister köle olsun âdil bir müslüman ise, sözü doğru kabul edilir. Şayet fasık bir müslüman veya zimmî ise, sözü doğru kabul edilmez. Ama kendim onları îslâm yurdundan buraya getirdim,

308

derse âdil veya fasık, müslüman veya zimmî oluşuna bakılmaksızın sözü doğru kabul edilir.

Arakadaki fark şudur: Müşriklerin elinde esir olduklarını gördüğünü söyle­diğinde, harp ehlinin onları köle olarak kendilerine tabi kıldıklarım ikrar etmiş olur ki bu, esir edinilmezden önce onlann İslâmı kabul ettiklerine de şahitlik yap­ması demektir. Bu da din işlerinde bir şahitlik olup bunu yapan âdil bir müslüman ise şahitliği kabul edilir. Fasık veya zimmî ise kabul edilmez.

Ama onları İslâm yurdundan buraya ben getirdim, sözünde söz konusu et­tiğimiz anlam mevcut olmadığından söyleyen kişi âdil olsun, fasık olsun, müs­lüman veya zimmî olsun şahitliği geçerlidir. Küçük çocukları da fey' olmaz. Çünkü küçük çockiar ona tabi olup müslüman olmasıyla onlar da müslüman olur­lar. Ya da fasık veya zımminin söyledikleriyle değil, müslüman görünümleri iti­bariyle hür olurlar.

4402- Elbise, kına yakma veya Kur'an okuma gibi müslüman olduklarına dair bir görünümleri söz konusu olmayıp müslümanlar onları ele geçirmiş ve beraberle­rindeki harp ehli de ele geçirilen kişilerin iddialarına ka­tılarak onların müslüman olduklarını söyleseler ya da zim-

 

nülerden bir topluluk yahut em an alarak oraya gelmiş baş­ka harp ehlinden bir topluluk onların müslüman olduk-

hırına şahitlik etseler, yine harp ehlinden bir topluluk müslüman devlet başkanına bu konuda bir mektup gön-derseler, bütün bu söylenenlere itibar edilmez ve ele ge­çirilen bu kimseler fey' olurlar.

Çünkü yaptıkları bu şahitlik, dini işlere dair bir şahitliktir ve bu şahitlikte müslümanların haklarını iptal etme söz konusudur. Bu nedenle muteber değildir.

4403- Şayet bu konuda gözle görülen ve bilinen bir du­rum söz konusu olur ve harp ehlinden avam kimselerin bu hususta şahitlikleri bulunur, müslümanlar da bu söylene­nlerin doğru olabileceği kanaatına sahip olurlarsa, söz ko­nusu kimseler hür olarak salıverilirler.

Çünkü avamın şahitliğiyle gelen haber, görünümün gerektirdiğinden daha güçlüdür. Çünkü avam halk, yalan üzere bir araya gelmez. Oysa görünümler

309

muhteliftir. Ayrıca görünümlerine bakılarak müslüman olduklarına karar veril­diğine göre, müslüman olarak şöhret bulmuş olmakla evleviyetle müslümanlık-lanna hükmedilir.

Görmüyor musun yabancı bir müslüman, bir müslüman topluluğun arasına gelse ve kendisinin falan oğlu falan olduğunu onlara haber verecek olsa onlardan hiç kimse o kişinin sözüne bakarak onun nesebi konusunda şahitlik yapamaz. Ama zimmîlerden bir topluluk o kimseyi tanıyorsa ve bu hususu aralarına geldiği kimselere haber verecek olsalar ve nihayet öylece şöhret bulsa, bulunduğu mahal­le halkı bunun böyle olduğuna kanaat getirir, nesebi hakkında şahitlik yapabi­lirler. Kişinin müslüman olmakla şöhret bulması da böyledir.

4404-  Harp ehlinden bir topluluğu müslümanlar esir alıp o topluluk müslüman ya da zimmî olduklarını iddia edecek olsalar, fakat kendilerinde müslüman ya da zimmî kılığı yoksa, iddiaları doğrulanmaz. Devlet başkanı ken­dilerini İslâm yurduna getirdikten sonra böyle bir iddiada bulunacak olurlarsa, onları taksim etmez ve satmaz. Bila­kis bekletilirler. Nihayet adalet sahibi bir müslüman on­ların müslüman veya zimmî olduklarına şahitlik edecek olursa, serbest bırakılırlar. Müslümanın kendileri hakkın­daki bu şahitliği İslâm yurdunda geçerli olduğu gibi harp yurdunda da geçerlidir.

Çünkü sırf İslâm yurduna getirilmiş olmaları, birilerinin özel mülkü ol­malarını gerektirmez. Onlar üzerinde müslüman toplumun hakkı vardır ve müslü­man olduklarına dair yapılan şahitlikle bu hak ortadan kalkar.

4405-  Devlet başkanı kendilerini sattıktan   ya da tak­sim ettikten sonra müslümanlardan biri onların veya on­lardan birkaçının müslüman veya zimmî olduğuna şahitlik edecek olursa, bu şahitliği geçerli değildir.

Çünkü birinin özel mülkiyetine geçmişlerdir. Bu durumda ancak iki kişinin şahitliği geçerlidir. Bir önceki konuda bu mesele ile ilgili farklı rivayetlerin bu­lunduğuna dikkat çekmiştik.

310

4406- Satış ya da taksimden sonra şahitlik edecek olsa­lar, satış veya taksim geçersiz olur.

Çünkü hür oldukları halde satış ve taksimat yapılmıştır ve bu nedenle de yapılmış olan işlem geçersizdir.

4407-  Ganimeti almış olan müslUmanlar oradan dağılıp gitmişlerse sozkonusu kişilerin payına düştüğü kimselere beytü'Imaldan o kişilerin karşılıkları verilir. Müşteri olan kimseye de beytü'Imaldan bedeli verilir.

Çünkü  söz  konusu şahitlik bütün  müslümanlan  ilgilendirmektedir ve müslüman toplumu ilgilendiren bu husus, beytü'Imaldan karşılanır.

4408- Harp ehlihden birini müslümanlar elegeçirip o kişi, kendisi kaledeyken ve henüz müslümanlann eline geçmeden bir müslümanın kendisine eman verdiğini iddia edecek olsa ve o müslüman da sorulduğunda kendisi de o kişiye eman verdiğini kabul edecek olsa, eman veren di-şmda iki müslüman şahit eman verildiğine dair şahitlik et­medikçe o kişinin itirafı kabul edilmez.

Çünkü itiraf eden kişi, kendi yaptığı bir işleme dair şahitlik etmektedir. Eman akdini kendisi yapmış ve kendisi buna şahitlik etmektedir. Bu nedenle sözü makbul değildir. Böylece ortada sadece harp ehlinden olan kişinin iddiası kal­maktadır ki o da bir delile muhtaçtır.

4409- Ancak bir müslüman, esir düşmezden önce o kişinin İslâmı kabul ettiğine dair şahitlik edecek olursa, yapılan şahitlik geçerlidir ve o kişi serbest bırakılır. Bu meselede ise, kendisine eman veren kişinin dışında adalet sahibi bir müslümanın şahitliği yetmez. İki âdil kişinin şahitliği gereklidir.

Buradaki farklı husus şudur: Verilmiş olan eman o kişiyi düşman olmanın dışına çıkarmaz. Kendisine eman verilmiş olsa bile yine o kişi harp ehlindendir. Ancak sonradan bir durum ortaya çıkmıştır ve bu durum için iki kişinin şahitliği kaçınılmazdır.

 

311

İslâmı kabul ettiği meselesine gelince; o kişinin müslüman olması onu harp ehlinin dışına çıkarmaktadır. Müslüman olduğunu iddia edince köle olmasını sağ­layan temel sebep ortadan kalkmaktadır. Bir müslümanın, o kişinin İslâmı kabul ettiğine şahitlik etmesi ve böylece onun İslâm yurdunun vatandaşı olduğunu söy­lemiş olması, dini bir konudaki şahitlik olup dinî konularda tek bir müslümanın şahitliği geçerlidir.

4410- Köle yahut had veya kazif cezası almış ama fasık olmayıp adaletli adam büyük bir topluluk şahitlik şahit­likleri geçerlidir.

Çünkü büyük topluluğun yalan üzere birleşmeleri düşünülmez. Önceden böyle bir şey üzere anlaşmış olsalar bile o sırları ortaya çıkar ve ifşa olur. Bir top­luluğun aynı şeyi söylemeleri insanların kalblerinde bilgiyi gerektirir. Böylece onların şahitlikleri, görünüşüne bakılarak verilen hükme benzer bir hükmü gerekli kılmaktadır.

4411-  Söz konusu kişi taksimata tabi tutulmuş ya da satılmış ise ve bir müslümanın ya da antlaşmalı birinin o şahıs üzerinde mülkiyeti tahakkuk etmişse, adalet sahibi iki kişinin şahitliği zorunlu hale gelmiş olur.

Nitekim bu konu yukarıda ifade edilmişti.

4412-   Müslümanlar,  harp   yurdunda  müslüman   veya zimmî görünümlü olmayan harp ehlinden birini ele geçi­recek olsalar ve ele geçirilen kişi zimmî olduğunu iddia ederken, adalet sahibi bir müslüman o kişinin müslüman olduğuna şahitlik edecek olsa, ele geçirilen kişi fey' olur. Ne müslüman ve ne de zimmî olarak kabul edilir.

Çünkü ele geçirilen kişi ile şahitlik1 eden kişi farklı şeyleri söylemektedirler. Şahitlik yapanın şahitliğini, ele geçirilen kişinin kendisi yalanlamaktadır. Böylece ne müslüman olması ve ne de zimmî olması sübût bulmaktadır.

 

4413- Adalet sahibi bir müslüman, ele geçirilenin zim­mî olduğuna şahitlik etse ve ele geçirilen kişi kendisinin müslüman olduğunu, şahidin dediği gibi zimmî olmadığını

312

iddia etse, kıyasa göre bu kişinin fey' olması gerekir. İs-tihsana göre ise, nıüslümaıı olarak kabul edilir ve salıve­rilir.

Kıyas açısından meseleye bakıldığında durum şöyledir: Şahit ile ele geçi­rilen kişi gerekçe konusunda ihtilaf etmiştir. Ele geçirilen kişi ile şahid olan kişi karşılıklı olarak birbirinin şahitliğini inkar etmektedir. Böylece her ikisinin id­diaları da sübût bulmamaktadır. Bu nedenle ele geçirilen kişi, fey' olur. Bunun delili birinci fasılda dile getirilmişti.

İstihsan açısından ise mesele şöyledir: İddia ile şahitliği bağdaştırmak mümkündür. Çünkü zimmî olan kişi daha sonra müslüman olmuş olabilir. Böy­lece şahidin şahitlik ettiği gibi zimmî olduğu fakat şimdi müslümanhğı kabul ettiği sonucuna varılır. İki görüşün arasım uzlaştırmak mümkün olduğuna göre mesele bu şekilde çözüme bağlanır.

Birinci fasılda iki görüşün arasını uzlaştırmak mümkün değildi. Çünkü kişi müslüman olduktan sonra zimmî olmaz. Böylece gerekçe konusunda biribirlerini yalanlamış kabul edilir.

4414-   Ele  geçirilen   kişi  kendisinin  zimmî  olduğunu söylerken, adalet sahibi iki müslüman onun müslüman ol­duğuna şahitlik etseler, ele geçirilen kişi müslüman olarak kabul edilir.

Çünkü şahitlerin şahitlikleriyle müslüman olduğu sübût bulmuş olur. Şa­hitlerin şahitlikleriyle müslümanhğı sübût bulduktan sonra kendisinin bunu kabul etmemesi, kendisinin dinden dönmesi anlamında kabul edilir. Böylece müslüman iken iıtidat etmiş sayılır. Artık diğer mürtedler konumundadır. Tekrar İslama dönecek olursa, serbest bırakılır. Ama İslama dönmediği takdirde öldürülür.

4415-  Beraberinde sığır, koyun, beygir ve bu hayvan­ların bakıcıları bulunan bir müslüman harp yurdunda ele geçirilir ve bu müslüman kişi: Şu hayvanların tamamı be­nimdir, hayvanların bakıcıları ise, İslâm yurdundan be­raberimde getirttiğim ve ücretle tuttuğum zimmî kimse­lerdir, derse, o bakıcılar da kendisini doğrulayacak olur­larsa, söyledikleri kabul edilir ve serbest bırakılırlar.

313

Çünkü söz konusu hayvanlar o topluluğun elinde olup o topluluk da müs-Iümamn dediğini tasdik etmişlerdir ve kendilerinin o kişinin beraberinde ücretli ol­duklarını ikrar etmişlerdir. Daha önce de belirttiğimiz gibi eman altındaki müslü-manın elindekiler konusundaki İddiasının geçerli olduğunu belirtmiştik.

4416- Şayet hayvan bakıcıları elleri altındaki hayvanlar konusunda o müslümanı yalanlayıp bu hayvanlar bizimdir ama   dediği   gibi  bizler   zimmîyiz   derlerse,  söyledikleri kabul edilir. Onlar da zimmî olarak kabul edilirler.

Çünkü o müslüman da onların zimmî olduklarına şahitlik etmişti. Şahit­liğiyle zimmî oldukları sübût bulmuştur. Elleri altındaki hayvanlar konusunda da kendilerinin söyledikleri geçerlidir.

4417-  Bilinen bir müslüman: Şu hayvan bakıcıları harp ehlinden  olup  kendilerini ücretli olarak tuttum ki hay­vanları sürsünler, ama hayvanların tamamı benimdir, der ve o kimseler de bunu tasdik eder de o hayvanların o nıüslümana ait oldukları sadece onların şahitlikleriyle or­taya   çıkıyorsa,  sığır   ve   koyunların   tamamı   fey'   olur. Müslümanın iddiası ise geçerli değildir.

Çünkü ücretle tutulmuş o kimseler, sırf ücretle tutulmuş olmalarından do­layı eman almış sayılmazlar. O kişi harp yurdunda kendilerine eman vermiş olsa bile bu verdiği eman geçerli değildir. O halde ücretli olmaları, evleviyetle emam gerektirmez. Kendileri için eman sübût bulmayınca da kendileri fey1 olurlar. Elleri altında bulunan hayvanlar da onlarla birlikte fey' olur.

4418-  Ancak iki kişinin şahitliğiyle o hayvanların o nıüslümana ait oldukları tesbit edilip daha sonra o kişinin hayvanları o kimselere teslim ettiği sübût bulursa, söz ko­nusu hayvanlar o müslümana aittir.

Çünkü bu husus sübût bulduktan sonra hayvanların o kimselerin eli altında bulunmaları, o müslümanın eli altında bulunmaları anlamındadır. Müslümanın eli altındaki mallar ise ganimet olmaz.

 

 

314

4419- Hayvanların bakıcıları ise müslümanlar için fey! olurlar. Onları ücretle tutmuş olması bu durumu değiş­tirmez.

Çünkü ücret akdi, emanı içermez. Harp yurdunda onlara eman vermişse bu eman da geçerli değildir.

Ancak o müslüman kişi, onları İslâm yurduna getir­mişse eman içerisinde olurlar.

Çünkü müslüman kişinin İslâm yurdunda açık bir ifade ile vermiş olduğu eman geçerlidir. Onları ücretle tutması da eman anlamındadır. Başarı Allah'tandır.

-

 

315

-210-

ISLAMA DAVET

İmam Muhammed -Allah rahmet etsin- dedi kî:

4420- Harp ehlinden bir topluluğa İslâm dini ulaşır ama bu dinin nasıl olduğunu biliniyorlarsa ve kendileri müslüman olmak istediklerini belirttikleri halde müslüman askerlerin komutanı bu çağrılarına cevap vermeyip onlara saldıracak ve galip gelecek olursa, onlara müslüman ol­malarını teklif etmeli, kabul ederlerse serbest bırakmalı, kadın ve çocularmı, arazi ve mallarını kendilerine teslim etmelidir.

Çünkü savaşın meşru olmasının sebebi İslâm için yapılmasıdır. Nitekim Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: "İnsanlar laİlahe illalah deyinceye kadar kendileriyle savaşmakla emrolundum." *

Bu topluluk, İslamın ne olduğunu sorduklarına göre İslama bir meyilleri vardır demektir. Devlet başkanının savaştan önce kendilerine İslâmı anlatıp tanıtması gerekirdi. Belki İslâmı kabul edeceklerdi. Kendilerine İslâmı tanıtmadan onlara savaş açmakla hata etmiştir. Bu nedenle onlara karşı muzaffer olduktan sonra hatasından vazgeçmesi ve İslâmı onlara tanıtması gerekir. İslâmı kabul et­tikleri takdirde, savaştan önce kendilerine uygulaması gereken muameleyi uygular ve onları serbest bırakıp mallarını kendilerine iade eder.21

* -Rasûlüllahın bu sözü Arap Yarımadasındaki müşrikler için olsa gerek. Değilse, "Dinde zorlama yoktuı" âyetiyle bağdaştırmak mümkün değildir. Nitekim 4439. paragrafın şerhinde ne derece sahîh olduğu bilinmeyen "Arap Yarımadasında iki din bir arada olmaz" hadisi bunu des­teklemektedir. 4446. paragrafta da belirtildiği gibi Arap müşriklerden zimmet ehli olmaları ve cizye demeleri de uygun görülmemiştir. (Çeviren)

21-... Düşmana ulaştığın zaman onları önce müslüman olmaya çağır, kabul ederlerse sen de kabul et ve onlara dokunma..." (Buharı, Cihad, 102; Müslüm, Siyer ve Cihad, 2/12; Ebû Davud, Çihad, 82) şeklindeki birçok hadis ve savaşın esas meşruiyet sebebi, savaştan önce düşmanı Islamı kabul etmeyeyeya Islamın egemenliğini tanımaya davet etmenin gerekliliğine işaret etmektedir. Bu konuda İslak hukukçuları hemfikirdirler. Bu sebepledir ki özellikle Şafıîler, önceden önceden davet ve ihtar edilmeden açılan savaşta öldürülen düşmanların kan bedellerinin ödenmesi hükmünü getirmişlerdir. Hanefilere göre bu iyi bir davranış olmamakta birliktekan be­dellerinin ödenmesi mutlaka gerekli değildir. (Bkz. Malik, ef-Müdevvene, 2/3-4; İbn Rüşd, Bi-dayetü'l-Müctehid, 1/312; Maverde, el-Ahkatnu's-Sultaniyye, s. 46; İbnü'i-Hümam, Fethu'l-Kadîr, (5/444). Kendilerine daha Önceden İslam tebliği ve daveti ulaşmış olanları savaştan önce son bir kez uyarmayı Hanefıler müstehap sayarken, Malİkîler mutlaka gerekli görmüşler, Şafiîler ve Hanbclîlcr ise gerekli görmemişlerdir. (Bkz. Scrahsî, el-Mebsût, 10/6; Kasanı, Bedai'u-Sanai', 7/100; Malik, el-Müdevvene, 2/2; İbn Kudame, el-Muğnî, 10/385; Ramlî, Ni-hayeuVl-Muhtâc, 8/64.) (Editör)

316

4421-  Islama girmeyi kabul etmeyecek olurlarsa, onları zimnıî yapar.

Çünkü eman içerisinde oldukları halde müslümanların eline geçmişlerdir. Devlet başkanının kendilerine savaş açması haram idi. Çünkü îslâmm ne oldu­ğunu öğrenmek istemişlerdi ve bu isteklerine karşılık verilmemişti. Bu nedenle fey' olmaz, zimmî olurlar.

4422-  Devlet başkanı hatasına devam eder ve onları e-sir alarak beştebirini ayırıp taksim ettikten sonra da hata­sından dönmeli ve kendilerine İslâmi  arz etmesi gerekir.

Çünkü İslama meyilli oldukları halde kendilerini esir almıştır. İşlenmiş bir hataya devam edilmez, hatadan vazgeçilir.

4423-   İslâmı   kabul   ettikleri   takdirde   onları   serbest bırakır ve yaptığı taksimatı iptal eder. Mallarını da kendi­lerine iade eder. Ama İslâmı kabul etmeyecek olurlarsa taksimat geçerli olur ve onları zimmî statüsüne geçirmez.

Çünkü taksim edilmelerini engelleyecek şekilde onlar için eman sabit ol­muş değildir. Anak İslâmı öğrenmek istemeleri ile eman hükmen sabit olur. İslâ­mı reddettikleri ortaya çıkınca, İslâmı öğrenme arzularının gerçekten olmadığı or­taya çıkmıştır. Bu doğrultudaki istekleri, savaşı savmak içinmiş. Böylece İslâm davetinin kendilerine ulaşmadığı topluluk konumuna düşmüşlerdir. Kendilerine İslâmın ulaşmadığı topluluğa İslâm arz edilmeden savaş yapılır ve kendilerine galip gelinirse, İslâm kendilerine arz edilir, İslâmı kabul ettikleri takdirde hür olurlar. Kabul etmedikleri takdirde ise zimmî statüsüne geçirilirler.

Devlet başkanı kendilerini taksim edecek olursa, yaptığı taksimat geçerlidir. Çünkü konu, içtihad konusudur. Kendileri harp ehlidirler ve kendilerine apaçık bir şekilde eman verilmiş değildir. Bu nedenle ictihad olarak devlet başkanının verdiği hüküm geçerli kabul edilir. Burada da durum böyledir.

4424-   Devlet   başkanı   durumu   bilmediğinden   dolayı kendilerine İslâmı arz etmeden savaşçılarını öldürtmüşse, bu muameleden dolayı bir sorumluluk taşımaz.

Çünkü emanları yoktur ve harp ehlinden oldukları halde öldürülmüşlerdir. Bu öldürülmeden dolayı bir sorumluluk sözkonusu değildir. Nitekim müslü-manlar, müşriklerden bir topluluğu esir alacak olsalar ve devlet başkanı onlan

317

öldürmek istese, kendileri de: biz İslâmı kabul etmek istiyoruz, deseler, devlet başkanı İslâmı kendilerine arz etmeden onfan öldüremez. Ama îslâmı kendilerine arz etmeden onları öldürmüşse kendisi için bir sorumluluk sözkonusu değildir. Ne varki kötü bîr davranışta bulunmuştur. Burada da durum böyledir.

4425-   İslâmı  kabul  etmelerinden sonra onları  öldür­müşse bakılır; onları İslâm yurduna getirttikten sonra öl­dürmüşse, bedellerini öder ve kendileri ele geçirenler için fey' olurlar.

Çünkü İslâm yurduna getirilmelerinden sonra koruma altına alınmışlardır. Ancak şüpheden dolayı kısas gerekmez. Çünkü rastgele kendilerini öldürmüş değildir. Bu muamelesi bir ictihad ve re'ye dayalıdır.

4426-  Ama onları harp yurdunda öldürtmüşse, onları ele geçirenlere herhangi bir bedel ödemez.

Çünkü koruma altına alınmış olmaları ancak İslâm yurduna getirilmeleriyle gerçekleşir.

4427- Müslümanların kuşatma altına aldıkları müşrikler İslâm hakkında bilgi isteyecek olsalar ve devlet başkam da isteklerini kabul ettikten sonra kendileri: Bize bir, iki veya üç gün müsaade edin kararımızı verelim, diyecek ol­salar  devlet başkanı  kendilerine bu  mühleti  verip  ver­memekte serbesttir.

Çünkü mürted kişi devlet başkanından kendisine mühlet vermesini is-teyecek olursa devlet başkanı dilerse kendisine mühlet verebilir. £-

 

4428- Kendilerine mühlet vermeyip onlara savaş açsa ve onlara galip gelip esir alacak olsa, sonra da beşte birini ayırdıktan sonra onları taksim edecek  olsa, yaptığı bu

 

işlem geçerlidir.

22- İslâmı kabul edip etmeme veya mürted kişinin İslama dönüp dönmemesi konusunda düşünmek için süre istemesi ne kadar makul ise, onlara bunun için süre tanımak^ kadar İslam ve akıl dışıdır. Düşmanın veya mürtedin bir hinliği veya hainliği sözkonusu değilse, onlara düşünme fırsatı tanımamak, İslamm rahmet ve hidayet ka­rakterine kesinlikle aykırıdır ve İslam böyle davranışlardan münezzehtir. (Çeviren)

318

Çünkü devlet başkam, İslâmı tanıma isteklerine karşılık verip kendilerine İslâmı tanıttıktan sonra görevini yerine getirmiştir. Devlet başkanının, isteklerine karşılık vermesinden sonra kendilerinin mühlet istemeleri kendi aşınlıklanyla ilgili bir husustur. Bu tür aşırı ve lüzumsuz isteklerde bulunmaları, kendileriyle sava-şılmasına engel değildir. Bu yüzden devlet başkam kendilerine savaş açabilir ve sonuçta esir alıp taksim edebilir.

Çünkü elimize düşmüşlerdir ve müsİümanlarm kendileriyle savaşmaları ca­izdir. Kendileri için eman hükmü sübût bulmamıştır. Bu nedenle önceki konunun aksine burada taksim edilmeleri caizdir. Bizden o anda can ve mallarına zarar ver­mememizi İstemişlerdi. İsteklerinde kendilerine mühlet vermemiz söz konusu değildi. Islâhım ne olduğunu Öğrenme konusundaki isteklerine karşılık verilme­miş olsaydı, kusur devlet başkanının olurdu. Bu takdirde devlet başkanının ku­surunu telafi etmesi ve İslâmı kabul ettikleri takdirde onlan serbest bırakıp mal­larını kendilerine iade etmesi gerekirdi. İslâmı kabul etmedikleri takdirde ise, onları zimmî statüsüne geçirirdi.

4429-  Şayet söz konusu topluluk İslâmı biliyor ve neye çağırıldıklarının farkında iseler ancak müslümanlar gelip kendilerini muhasara altına aldıklarında: Biz İslâmı kabul edeceğiz fakat İslamın ne olduğunu bize tanıtın derlerse, devlet başkanının bu isteklerini yerine getirmesi gerekir. Olabilir ki İslâmı kabul ederler ve savaş külfetine katlanılmamış olur.

4430-  Hem komutan hem müslümanlar onların irmek­lerini yerine getirmez ve kendilerine savaş açıp İslâmı ka­bul etmelerinden önce onları esir alacak olurlarsa, bu dav­ranışları caizdir.

Çünkü daha önce İslâm hakkında bilgi sahibi olmuşlardı ve kendilerine İslâm arzedilmezden önce İslâmı o anda kabullenme imkânları mevcuttu.

4431-  İslâmı kabul etmedikleri takdirde kusur kendile­rinindir. Bu yüzden kendileriyle savaşılması ve esir alın­maları haram değildir.

İslâm hakkında bir bilgiye sahip olmasaydılar o zaman kendilerine savaş açılması ve esir alınmaları haram olurdu.

319

4432-  Uzak bir bölgede İslamdan habersiz müşrik bîr topluluğa İslâm arzed ilmem iş ve İslama davet edilmemiş olsalar,   müslümanlar   kendilerine   İslâmı   tanıtıp   onları İslama davet etmeden onlara savaş açamazlar.

Çünkü peygamber (s.a.v.) bir seriye gönderdiğinde kendilerine şöyle derdi: "Bir kale veya şehir halkını kuşatma altına alacak olursanız onlan İslama davet ediniz. Çünkü kendileriyle niçin savaşıldığmı bilmiyor olabilirler". İsiâma girmeleri için kendileriyle savaşıldığmı bilecek olsalar belki İslâmı kabul ederler ve kendileriyle savaşmaya ihtiyaç kalmaz.

4433-  Müslümanlar, İslâm davetinin ulaşmadığı müş­riklerle savaşıp mağlup ederlerse yanlış işyapnıış olurlar. Çünkü onlara savaş açmadan önce kendilerine İslâm ar-zedilmeliydi. Devlet başkanının yanlışı telafi etmek için kendilerine İslâmı arzetmesi ve kabul  ettikleri takdirde onları serbest bırakması gerekir.

Çünkü onların İslâmı kabul etmeme gibi bir durumları söz konusu değildir. Buna göre onlar, müslüman olduktan sonra müsİümanlarm eline geçmiş kimseler konumundalar. Bu nedenle serbest bırakılmaları ve mallarının iade edilmesi gerekir.

4434-  İslâmı kabul etmedikleri takdirde onları zimmî statüsüne geçirir ve bundan böyle haraç öderler.

Çünkü kendileriyle savaşmak haram olduğu halde devlet başkanı ken­dilerine savaş açmıştır. Bu nedenle eman içerisindeler ve ganimet olmazlar.

4435-  Devlet başkanı onları taksim etmeye veya savaş­çılarını öldürmeye karar verip uygulasa, daha sonra uy­gulama başka bir hakim tarafından yanlış olarak değerlen­dirilecek olsa, devlet başkanının yaptığı geçerlidir.

Çünkü devlet başkanı, ictihad konusu olan bir meselede haklarında hüküm vermiştir. Ayrıca onlar harp ehlidirler. Harp ehlinden oluşları, geçici bir sebep dışında kendileriyle savaşılmasın! helal kılmaktadır. Geçici sebep ise, kendilerine haber verilmesi ve İslamın kendilerine tanıtılıp nasıl davranacaklarının belirlen­mesidir. Bu geçici durum ise mevcut değildir. Böylece kendileriyle savaşılması helaldir. Bn azından kendilerine savaş açılması ictihad konusudur. Bu yüzden devlet başkanının uygulaması geçerli olup yapılmış olan uygulama bozulmaz:.

320

 

4436-  Bize göre öldürülenlerin bedeli de tazmin edil­mez. İmam Şafiiye göre ise davetten önce öldürülenlerin diyetleri tazmin edilir.

Çünkü peygamberlerden birinin dininin bağhsıdır ve bu yüzden diyetleri tazmin edilir. Ancak biz diyoruz ki: Onlar batıl bir dinin bağlısıdirlar. Batıl bir dine inanmak ise küfürdür. Böylece öldürülen kişiler kâfir olup öldürülmele­rinden dolayı herhangi bir şey gerekmez.

Şafiiye göre ise onları öldüren kimsenin, müslümanın diyeti kadar bir diyet ödemesi gerekir. Şafiilerden bazılarına göre ise, kitap ehlinden birinin diyeti ge­rekir. Yine onlardan bazılarına göre ise, mecûsî birinin diyeti gerekir. Çünkü harp yurdunda diyetlerin asgarisi, mecûsînin diyetidir. Buna göre harp ehli üç kısma ayrılır:

Birinci sınıf, İslâm daveti kendilerine ulaşmamış, dolayısıyla İslamı tanı­mamış olanlar. Devlet başkanının onlara İslamı anlatıp davet etmesi gerekir. Davet etmeden önce devlet başkanı onları öldürmeyi veya esir etmeyi uygun görürse, daha sonra müslüman olsalar bile, bu ugulama geçerli olur.

İkinci sınıf, islam daveti kendilerine ulaşmamış olanlar yahu davet ke­dilerine ulaşmış ama islamin nasıl oduğunu bilmeyen, müslü mani ardan islamı kendilerine tanıtmalarını isteyip tanıdıkları taktirde kabul edeceklerini söyleyenler. Bunlara islamı açıklamadan önce devlet başkanının onları öldürmesi veya esir alması doğru değildir. Esir aldıktan sonra kendilerine islamı arzettiğinde müslü­man olurlarsa, yapılmış olan taksimatı bozar.

Üçüncü sınıf ise, defalarca İslâm davetine muhatap olmuş ve neye davet edildiklerini bilen guruptur. Bu durumdaki kimseler, müslümanlar^an İslâm hakkında bilgi isteyecek olsalar ve bu bilgiyi değerlendirdikten sonra İslama gi­rebileceklerini bildirecek olsalar, bu bilginin kendilerine verilmesi daha evladır. Ancak kendilerine İslâm daveti yapılmadan kendileriyle savaşılıp esir alınmaları da caizdir. Esir alınmalarından sonra da serbest bırakılmazlar. Çünkü İslamı kabul edecek olsalar bile kendileri kusur işlemişlerdir.

4437-  imam Mulıammed dedi ki: Harp ehlinden İslamın kendilerine ulaşmadığı ve İslama davet de edilmemiş bir topluluk İslâm yurduna saldırarak müslünıanlarla savaşa-cak olsalar, müslümanlar da kendilerini savunmak için on-

 

lardan kimilerini öldürür, kimilerini esir alır ve mallarını

 

 

321

ele geçirecek olsalar, caizdir. Alınan ganimetten beştebir ayrılır ve geri kalanlar onlarla savaşmış olan müslüman-lara dağıtılır.

Çünkü bir müslüman diğer bir müslümana kılıç çekecek olsa, kendisine kılıç çekilmiş olan kişi kendisini savunmak için o kişiyi öldürmesi helal olur. O halde bununla savaşmak evleviyetle helaldir. Burada anlam şudur: Müslümanlar İslama davet ve onu tanıtmayla meşgul olurken öldürülme ve esir alınmakla karşı karşıya kalabilir ve mallan talan edilebilir. Böyle bir durumda İslama davetin yapılması zorunlu değildir.

4438-  Ancak müslümanlar onların ülkelerine girmiş ve üzerlerine saldırı yapmak durumunda iseler, onları İslama davet etmeden saldırmamaları gerekir.

Çünkü bu durumda müslümanlar kendilerini savunmak için savaşmıyorlar, İslâm için savaşıyorlar. Bu nedenle İslama daveti yapmaları kaçınılmazdır.

Kendilerine islamın tebliği yapılmamış ama islamı duy­muş olan Arap müşriklerinden putperest bir topluluğa müslümanlar saldırmış ve galip gelmişlerse, devlet başka­nının kendilerine İslamı arzetmesi gerekir. İslamı kabul ettikleri takdirde onları serbest bırakır.

Çünkü öldürme ve savaş olmaksızın elimize geçmişlerdir. İslamı reddet­meleri gibi bir durum da söz konusu değildir.

4439-  İslama girmeyi kabul etmeyecek olurlarsa, kabul edinceye kadar hapsedilirler, fakat öldürülmezler.

Çünkü Rasulüilah (s.a.v.)in: "Arap yarımadasında iki din bir arada ola­maz" sözü gereğince cizyeye tabi tutulamazlar. Öldürülmelerine de bir yol yok­tur, çünkü savaşın dışındaki bir yolla elimize geçmişledir. Böylece onlar eman sa­hibi durumundalar ve bu nedenle de hapsedilmelerinden başka bir yol kalma­maktadır.

4440- Küfür üzere ölecek olurlarsa çocukları esir alın­mazlar ve malları da mirasçılarına kalır.

Çünkü eman altındakiler konumundadır ve eman altındaki kimselerin mal ve zürriyetlerİ ganimet olarak alınamaz.

322

4441- İslâım reddettiklerinde devlet başkanı savaşçı­larını öldürmeyi, çocuklarını esir almayı, tarlalarım ve mallarını taksim etmeyi uygun görür ve b» görüşünü uy­gulamaya koyacak olursa, caizdir.

Çünkü harp ehli olarak müslümanlann eline geçmişlerdir ve herhangi bir şekilde kendilerine eman verilmemiştir. Böylece su\ afçılarının öldürülmeleri ve çocuklarının esir alınmaları içtihad konusudur. Bu sebeple devlet başkanı içtihad olarak kendilerine bu muameleyi yapacak olursa, yaptığı muamele caizdir.

4442- Aynı şekilde nıürtedlerden hır topluluk, yine nıürted birtakım kadınlarla kaçar ve çoluk çocuğa karış­tıktan sonra bu mürtedler Ölüp arkalarında İslâm hakkında bir bilgiye sahip olmayan çocuklar bırakacak olsalar, müslümanlar, o kimseleri İslama davet etmeden kendile­rine saldıramazlar.

Çünkü îslâmi reddettikleri açıklığa kavuşmamıştır.

4443- Müslümanlar, İslâm davetini kendilerine ulaştır­madan kendilerine saldırıp onlara galip gelecek olsalar, İslâmı onlara arzederler. İslâım kabul ettikleri takdirde onları serbest bırakır ve mallarını kendilerine iade ederler.

Çünkü İslâmı kabul edip etmeyecekleri açığa çıkmamıştır. Böylece esir alınmazdan önce îslâmı kabul etmiş gibidirler.

4444-   İslâmı   kabul   etmezlerse   hapsedilirler.   Onları zimnıî statüsüne geçirmenin bir yolu yoktur.

Çünkü mürteddirler ve mürtedlere cizye uygulanamaz.

Ayrıca öldürülemezler. Çünkü kendileri islâmı bilmi­yorlar.

Bu nedenle irtidatlanndan dolayı öldürülemezler,

4445-  Devlet başkanı öldürülmelerini, çoluk çocukla­rının esir alınmasını ve mallarının taksim edilmesini uy­gun görecek olur ve bunu yapacak olursa, yapması ca­izdir.

Çünkü mesele, içtihad konusu bir meseledir. Nitekim daha önce bu mesele üzerinde durmuş ve onların harp ehli olup kendilerine eman da verilmediğini be­lirtmiştik.

 

323

4446- Yine putperest Arap topluluklarından birini müs­lümanlar İslama davet eder, ancak topluluk bunu reddeder ve bunun üzerine müslümanlar onlara saldırıp kuşatacak olursa, bu sırada o müşrik topluluk: Biz Allah'ın hükmü­ne razıyız, gelin Allah'ın hükmüne baş vuralım der, müs­lümanlar da onların bu tekliflerini kabul edecek olurlarsa, müslümanlar onlara İslâmı   arz ederler. İslâmı kabul et­tikleri takdirde onları serbest bırakırlar. Reddedecek olur­larsa, İslâmı kabul edinceye kadar hapsedilirler. Çünkü onları Öldürmenin bir yolu yoktur. Onlar eman alarak kalelerinden çıkmışlardır. Zimmî statüsüne geçirilip kendilerinden cizye alınmasının   yolu da bulunmamaktadır. Çünkü Arap müşrikleri zimmî olamazlar.

Kalelerine geri dönmelerine müsaade etmenin  de bir yolu bulunmamaktadır.

Çünkü tekrar bizimle savaşmaları için onlara harp yurduna dönme izni ve­remeyiz. Böylece ortada sadece hapis yolu kalmaktadır.

Onlardan biri Ölecek olursa mirasçıları mallarını miras olarak alırlar. Çünkü eman altındaki kişi konumundadırlar.

4447-  Müslüman devlet başkanlarından biri Arap müş­riklerinden cizye almayı kabul edecek olursa, bu davranışı yanlış olmakla beraber caizdir.

Çünkü bu mesele içtihad konusudur. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmak­tadır: "Kendilerine kitap verilenlerden Alah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve Resulünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini kendine din edin­meyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın."23 Ayette herhangi bir tahsis söz konusu değilidir. Ayrıca müşrik Araplar da, müşrik acem­ler de. mezhep ve görüşleri farklı da olsa bir dine mensupturlar.

4448-  Aynı şekilde devlet başkanı mürtecilerin çocuk­larını zimmî statüsüne geçirmeyi uygun görmesi caizdir.

Çünkü mesele içtihad konusu bir meseledir.

23-Tevbe,29.

324

4449-  Yine devlet başkanı müşrik Arapları esir almayı ve beşte birini ayırdıktan sonra kalanları taksim etmeyi uygun görecek olursa, yaptığı bu işlem caizdir. Başka bir idarecinin bu işlemi bozma yetkisi yoktur.

Çünkü mesele içtihad konusudur ve onlar harp ehlidirler. Ayrıca Şafiî mez­hebine göre müşrik Arapların köle edinilmeleri caizdir.

4450-  Allah'ın hükmüne göre muhakeme olmak üzere kalelerinden çıkar ve devlet başkanı da onların beşte birini ayırdıktan sonra bölüştürmeyi uygun görecek olursa, ca­izdir.

Başka bir idarecinin de bunu iptal etme yetkisi yoktur. Çünkü daha önce de dikkat çektiğimiz gibi mesele içtihad konusu bir meseledir. Şüphesiz en iyi bilen Allahtır.

-

 

 

 

 

■ ■

325

-211-

MUSLUMANLAR KİMLERİN İMDADINA GİTMELİ VE KİMDEN BAŞLAMALIDIRLAR

 

İmam Muhammed - Allah rahmet etsin - dedi ki:

4451-   Müslüman  askerler  harp  yurduna  girer ve bu sırada müşriklerin islâm yurduna girdiklerini ya da sınıra yığmak yaptıklarını haber alacak olurlarsa, sınırda bulu­nan müslüman askerlerin gelen bu düşmana karşı koya-nııyacakları gibi bir kanaata sahip iseler, harp yurdunun içlerine gitmekten vazgeçip o müslümanİarın yardımına koşmaları gerekir.

Çünkü sınırdaki müslümanlar için bir korku sözkonusu olduğunda her müslümanm onların yardımına koşması vaciptir. Harp yurduna giriş yapanların yaptıkları iş ise, vacip ya da farz-ı kİfayedİr. Farz-i ayn, nafile.veya farz-ı kifaye İçin terkedilemez. Ayrıca sınırda bulunan müslümanİarın yardımına koştuklarında şu iki husus gerçekleşir: Müşriklerle savaşmak ve bir de müslümanları kurtarmak. Bu müslümanİarın yardımına gelmeyip saldırılarına devam edecek olsaydılar, sa­dece müşriklerle savaşma hususu gerçekleşirdi. Halbki müslümanİarın kur-tuluşuyla birlikte müşriklerle savaşmak evladır.

4452-  Ancak sınırdaki müslümanlar konusunda bir en­dişe sözkonusu  değilse  ya  da sınırdaki  müslümanİarın düşmanın hakkından geleceği konusunda bir kanaate sahip

 

 

iseler, saldırılarına devam etmeleri caizdir.

Çünkü İslâm ordusu her harp yurduna girdiklerinde düşman kuvvetlerinin başka bir bölgeden İslâm yurduna saldırmayı planlamaları muhtemeldir. Böyle bir endişenin varlığından dolayı İslâm ordusunun düşmana saldırısı engellenecek olursa cihad temelden engellenmiş olur. Ayrıca saldırılarına devam edecek olur­larsa düşmana iki darbe vurulmuş olur. Hem bu saldıranlar düşmana darbe vur­muş olur ve hem de sınırdakilerin onlara karşı koyabilme ihtimali varsa bu sınır­daki müslümanlardan da diğer bir darbe yemiş olurlar. Düşmana ne kadar daha çok darbe vurulursa daha iyi bir sonuç elde edilmiş olur.

olur.

326

4453- Sınırdaki askerler konusunda bir endişe sözko-nusu ise, fakat İslâm yurdundaki müslümanlar bunlara daha yakın olup onlara yardım ettikleri takdirde sınırda-kilerin düşmana galip gelecekleri kanaati mevcut ise, sal­dırı durumunda olanlar saldırılarına devam ederler. Çünkü yukarıda da değindiğimiz gibi düşmana daha fazla darbe vurulmuş

4454-  Sınırdaki müslümanların düşmana galip geleme­yecekleri kanaati mevcut ise, saldırı durumundaki ordu­nun bu müslümanların yardımına gelmesi ve saldırıların­dan vazgeçmesi zorunludur.

Bunun gerekçesini yukarıda belirtmiştik. Burada zannı galibe göre hareket edilir. Çünkü ortada net bir delil mevcut değildir. Böyle durumlarda zannı galip ile amel edilir.

4455-   Müslümanların iki  birliği düşman topraklarına ayrı yerlerden girer ve bu birliklerden biri, düşman asker­lerinin ikiye bölünüp    birinin düşman topraklarına giren diğer müslüman birliğe, diğerinin ise İslâm yurdunun sı­nırında bulunan ve sınırı bekleyen müslümanlara saldırıya geçtiğini öğrenecek olsa, bu birlik bir durum değerlendir­mesi yapar; ikiye bölünüp bir kısmı düşman yurduna gi­ren birliğin yardımına, diğer kısmı da sınırdaki müslü­manların yardımına gittiğinde galip geleceklerine kanaat getirecek olursa ikiye bölünür ve her biri diğer müslü­manların yardımına giderler.

Çünkü böylece hem düşmana darbe vurulmuş ve hem de müslümanlar düş­mandan korunmuş olur.

4456- İkiye bölündükleri takdirde bunun bir yararının olmayacağı kanaatini taşıyorlarsa, sınırdakilerden vazge­çer ve topluca harp yurduna girmiş olan diğer birliğin yar­dımına giderler.

Çünkü harp yurduna girmiş olanlar konusundaki endişe daha büyüktür ve onlara başka bir yardımın ulaşma ihtimali daha uzaklır. Sınırdakilerin yardımına

327

diğer müslümanların gelme ihtimali vardır. Ayrıca sınırdaki müslümanlar geri çekilme imkânına da sahiptirler. Harp yurduna girmiş olan birliğin imkânları daha kısıtlıdır. Ne diğer müslümanlardan kendilerine yardım gelebilir ve ne de çekile­cekleri bir sığınak bulabilirler. O halde harp yurduna girmiş olan birliğin imdadına koşmaları evladır.

4457- Ancak zannı galibe göre harp yurduna girmiş olan birlik kendini savunabilecekse, bu takdirde sınırdaki müslümanların yardımına giderler.

Çünkü haıp yurduna girmiş olan birliğin yardıma ihtiyacı yoktur. Oysa sınırdaki askerlerin böyle bir yardıma ihtiyaçları vardır.

4458- Zannı galib, iki birliğin de düşmanın hakkından gelemeyeceği   şeklinde   ise,   ancak   diğer   müslümanların harp   yurduna   girmiş   olan   birliğin   yardımına  gitmeleri daha kolay, sınırdaki birlik uzak bir  yerde  olup  diğer müslümanların imdatlarına koşmaları daha zorsa, bu tak-dirde sözkonusu birlik sınırdakilerin yardımına gitmelidir. Çünkü sınırı bekleyenler konusundaki endişe daha fazladır ve kendilerine yardım gelme ihtimali de daha zayıftır.

4459- Hem harp yurduna girmiş olan birlik, hem de sınırdaki birlik hakkındaki endişeler eşit düzeyde ise ve yardım gelme ihtimali de eşit bir durumda ise, kendilerine daha yakın olan birliğin yardımına giderler.

Çünkü o birliğe saldıran düşman daha yakın bir yerde bulunmaktadır. Ni­tekim yüce Allah daha yakın olan düşmanla savaşılmasını emretmektedir: " Ey iman edenler! Kâfirlerden yakınınızda olanlara karşı savaşın ve onlar (savaş anın­da) sizde bir sertlik bulsunlar. Bilin ki, Allah muttakileıie beraberdir." 24 Yakın birliğin yardımına koştuklarında düşmana galip gelebilir ve ardından iki birlik di­ğer birliğin yardımına giderler. Böylece düşmana daha çok darbe vurulmuş olur.

4460- Daha uzakta bulunanlar hakkındaki endişe daha fazla ise, onların yardımına gitmek evladır. Aynı uzaklıkta olup haklarındaki endişe de eşit ise, sınırdaki birliğin yar­dımına giderler.

328

Çünkü smırdakilerin yenilgiye uğramaları müslümanlara daha büyük zarar verir, müslümanların topraklarını savunmak bütün müslümanlar açısından daha yararlı ve müslümanların onuru İçin gereklidir.

4461-   Müslümanların   üç   birliği   ayrı   ayrı   yerlerden düşman topraklarına girip düşman ordusu bu birliklerden ikisine saldıracak olsa ve üçüncü birlik de bunu haber ala­cak olsa bakılır; o iki birliğin düşmana karşı koyabile­ceklerine dair zannı galip mevcut ise bu üçüncü birlik yo­luna devam eder.

Çünkü diğer iki birliğin yardıma ihtiyaçları bulunmamaktadır.

4462-   Saldırıya  uğrayan  birliklerden  birinin  kendini savunacak, diğerinin ise karşı koyamayacak durumda ol­duğu   kanaati  mevcut  ise, karşı  koyamayacak  durumda olanın yardımına gidilir.

Çünkü - daha önce de dikkat çektiğimiz gibi- düşmana zarar verme ve

Müslümanları kurtarma bu şekilde davranmakla sağlanır.

4463-  Zanni galibe göre her iki birlik de zayıf durumda ise ve haberi alan üçüncü birliğin ikiye bölünüp yardım­larına koşmaları da bir yarar sağlamayacaksa, İslâm yur­dundan daha uzak bulunan birliğin yardımına gitmeleri ge­rekir.

Çünkü uzaktakiler daha büyük bir tehlike içerisindedirler.

4464-  Her iki birlik de aynı konumda ise, kendilerine daha yakın olan birliğin yardımına gitmeleri gerekir.

Çünkü o birliğe saldıran düşman askeri daha yakın bir yerde bulunmak-

tadır.

4465- Yakınlarında bulunanlar az, diğerleri daha çok sayıda ise, az veya çok oluşlarına bakılmaksızın daha ya-kın olanın yardımına gidilir.

Çünkü daha yakın olanın hakkı daha çoktur.

329

4466-  Ancak böyle davranmaları müslümanlara şiddetli bir zarar getirecek ve müslümanların daha zelil bir duruma düşmelerine sebep olacaksa, daha uzakta bulunan ve sayı­ları daha çok olan birliğin yardımına gidilir.

Çünkü böyle davranmak müslümanların yararınadır ve yarar daha büyüktür.

4467-  Yakınlarında bulunan birliğin sayısı daha çok ve uzaktakinin sayısı daha az ise, çokluk ve azlıklarına ba­kılmaksızın daha yakın olanın yardımına gidilir.

Olabilir ki daha az olanlar kendilerini savunacak durumda İken daha çok olanlar kendilerini savunacak durumda değillerdir. Yardımı hakketme çokluk ve azlıkla değil, yakınlık ve uzaklıkla ölçülür.

Başarı Allah'tandır.

.   ■ ■

 

 

 

331

 

 

 

 

 

 

 

 

 

-212-

DÜŞMAN  KİŞİ HANGİ  DURUMLARDA ZİMMÎ OLUR

İmam Muhammed -Allah rahmet etsin- dedi ki:

4468- Harp ehlinden biri eman alarak İslâm yurduna gelir ve burada haraç arazisi bir tarla satın alacak olursa, tarlasına haraç vergisi bağlanır ve kendisi de zimmî sta-tüsüne geçer.

Şüphesiz İslâm yurduna gelmiş harp ehlinden biri, İslâm yurdunda Öşür veya haraç arazisi bir tarla satın almakla zimmî olmaz. Ancak o tarlayı ekip öşür yahut haraç ödemesiyle zimmî olur.

Bazı alimler ise, sırf o tarlayı satın almakla zimmî statüsüne geçtiğini söy­ler. Onlara göre, tarla satın alması, buraya yerleşme kararım ifade eder. Tarlayı satın almakla ülkemize yerleşmeye rıza gösterdiği anlaşılmaktadır. Böylece o kişi zimmî olur.

Ancak biz diyoruz ki: Zimmî olmaz. Tarlayı ticaret yapmak için de, ekmek için de satın almış olabilir. O tarlayı ekinceye kadar, ülkemize yerleşme karan sübût bulmaz. Tarlayı ekecek ve kendisinden haraç alınacak ki zimmî olsun.

Görmüyor musun, sözkonusu kişi ülkemizde zimmî bir kadınla evlenmekle zimmî olmuyor. Halbuki evlenmek de buraya yerleşmek anlamındadır. Ev­lenmekle zimmî olmayınca, satın almakla evleviyetle zimmî olmaz. Kendisinden tarla haracı alındıktan sonra kendi şahsı İçin de kendisine cizye vergisi konur ve böylece zimmî satatüsüne geçer. Bundan böyle de kendi ülkesine dönmesine müsaade edilmez.

Çünkü tarla haracı ancak İslâm ülkesinin vatandaşından alınır. Zira tarla için haraç almak, îslâmın hükümlerindendir. İslâmın hükümleri ise, İslâm yur­dunun vatandaşlarına uygulanır. Eman alarak ülkemize gelmiş bu kişi, haraca bağlanmakla İslâm yurdunun vatandaşı olur ve İslâm ülkesinin vatandaşı olunca da zimmî satatüsüne geçer. Her ne kadar bazı durumlarda müslümanlardan haraç alınıyorsa da bu genelde zİmmîlerin ödediği bir vergidir.

 

332

4469- Nitekim müslüman biri evini tarla haline getir­diğinde kendisine öşür vacip olur. Yine zimmî biri evini bahçe haline getirdiğinde kendisinden de haraç alınır. E-man alarak ülkemize gelmiş birinin tarlasına haraç bağla­nınca, genelde zimmîler için söz konusu olan vergi ken­disinden de alınmaya başlanır. Böylece kendisi de zimmî olmuş olur.

Bazıları dedi ki: Bu konuda uyarılıp bu tarlanı sat­madığın ve ülkene denmediğin takdirde tarlandan haraç alacağız, denildikten sonra tarlasını elinden çıkarmadığı takdirde ülkemizde yerleşmeye rıza gösteriyor demektir. Çünkü zimmî olabilmesi, zimmî olmaya rıza göstermesiyle mümkün olur ve tarlasını elinden çıkarmaması, zimmî ol­maya rıza göstermesi anlamına gelir.

Bazıları da şöyle demektedir: Ancak tarlasına haraç bağlanırsa zimmî olur. Zimmî oluşu, tarlasına haraç bağ­lanmasıyla gerçekleşir. Tarlasına haraç bağlamadıkça o kişi zimmî olmaz.

 

4470- Harp ehliden biri, islâm yurduna eman alarak girer ve burada bir tarla satın alıp tarlaya haraç tahakkuk etmeden o tarlayı satacak olursa, tarlayı satın almış ol­maktan dolayı zimmî olmaz.

Çünkü zimmî statüsüne geçmesi, üzerine haracın tahakkuk etmesiyle ger-

 

çekleşir. Haraç tahakkuk etmediğine göre zimmî değildir.

 

4471-  Harp ehlinden biri eman alarak islâm yurduna girer ve haraç arazisi bir tarlayı kiralayıp ekecek olursa, tarlanın haracı, onun sahibine aittir, tarlayı ekene değil.

4472-  Çünkü haraç, yararlanma karşılığı olarak alın­maktadır. Yararlanma ise gerçekte tarla sahibinindir. Çün­kü kira bedelini alan odur. Bu nedenle de haracı ödeyecek olan da kendisidir.

Harp ehlinden kişi tarlayı eker ve tarlanın kirasını tarla sahibine verir, haraç da tarla sahibinden alınırsa, tarlayı kiralayan bu kişi ekme ile zimmî olmaz.

.

333

Çünkü kendisinden haraç alınmamıştır. Ne var ki devlet başkanı, tarlayı ek­mesine müsaade etmez. Çünkü ülkemizde ziraatle meşgul olmak, ülkemize yer­leşmek ve uzun müddet ikamet etmek anlamına gelir. Harp ehlinden kişinin ülke­mizde uzun müddet ikamet etmesine müsaade edilemez. İslâm yurdundaki ihti­yaçlarını bitirdikten sonra ülkesine dönmesini kendisine emrederiz. Devlet başka­nının bilgisi dışında ikametini uzatacak ve daha sonra İkametini uzattığı haber alınacak olursa, devlet kendisine bu durumu haber verir ve haber verildikten iti­baren bir sene ikamet etmesine müsaade edilir. Seneyi doldurduğu takdirde ken­disinden haraç alınacağı haber verilir. Seneyi doldurmadan çekip gidecek olursa kendisinden bir şey alınmaz. Seneyi dolduracak olursa zimmî statüsüne geçirilir ve kendisinden cizye alınır. Bundan böyle kendi ülkesine de dönemez. Daha önce bu konu etraflıca ele alınmıştı.

4473-  Harp ehlinden eman sahibi biri, haracı gelirinin yarısı olan bir tarlayı birinden  kiralayıp kendi tohumu ile ekecek olsa, Ebû Hanîfe'ye göre, tarlanın haracı, tarlanın sahibine aittir.

Ebû Yusuf ve Muhammad'e göre ise, tarlayı ekene aittir. Çünkü mukaseme haracı (tarlanın mahsulünden haracın alınması durumu)25, öşür mesabesindedir. Nitekim öşür arazisi bir tarlayı kira tutan biri, o tarlayı ekecek olursa Ebu Hanîfe'ye göre tarlanın öşrü tarla sahibine aittir. Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre ise tarlayı ekene aittir.

4474-  Devlet başkanı, haracını tarlanın gelirinden al­mayı uygun görüp tarlayı kira tutan   kişiye haracı yükle­yecek olsa, bu, devlet başkanının bir içtihadıdır ve tarlayı kiralamış olan kişi zimmî olur. Bu konuda ittifak vardır.

Ebu Yusuf ve Muhammed'in görüşüne göre burada bir problem yoktur. Çünkü onlara göre haraç, kira tutan kişiye aittir. Burada harp ehlinden kişi kira

tutmaktadır. Devlet başkanı kendisinden haraç alınca da o kişiye İslamm hüküm­leri uygulanmış olur ve böylece o kişi ülkemizin vatandaşı statüsüne geçer .Bu da

______________________

25- Miktarı ne oiursa olsun mahsûlün dörttebiri, beştebiri gibi belli oranın tahsili de­mektir. Toprak ürün vermemişse vergi alınmaz. Yılda birkaç kez ürün vermişse her ürün alışta ayrı vergi alınır. İşte bu tür toprakların vergisine/haracına, mukasem haracı denir. (Editör)

 

334

onun zimmî olduğu anlamına gelir. Ebu Hanîfe'ye -Allah rahmet etsin- göre ise, haraç her ne kadar tarla sahibine ait ise de, mesele içtihadı bir meseledir ve devlet başkanı kira tutan kişiden haracın alınmasına karar verecek olursa buna yetkisi vardır. Böylece kira tutan kişi ittifakla zimmî olmuş olur.

4475-  Harp ehlinden enıan sahibi biri haracı gelirinin yarısı ya da üçte ikisi olan mukaseme haracına tabi bir tar­layı satın alıp onu müslüman veya zimmî birine kiraya ve­recek olsa ve tarlayı kiralayan kişi kendi tohumu ile bu tarlayı ekecek olsa, devlet başkanı da haracı kira tutan kişiden alacak olsa,harp ehlinden o kişi zimmî olmaz.

Çünkü haraç, tarlasından dolayı kendisine düşmemektedir, başka birinden alınmaktadır.

4476-  Burada haracın kime ait olduğuna bakılır, tar­lanın sahibine değil.

Çünkü haraç kime düşmüş ve kimden alınmışsa, İslamin hükümlerine tabi olan o kişidir. İslâmın hükümleri kendisine uygulandığından dolayı zimmî olan kişi odur. Kısacası haraç kimden alınıyorsa, o kimse zimmî olur.

4477-  Tarlayı kendisinden kira tuttuğu kişi, harp eh­linden enıan altında biri ise, o kimse zimmî olur.

Çünkü ekini konusunda kendisine îslamın hükümleri uygulanmıştır.

4478-  Harp ehlinden kişi tarlayı kira vermeyip ödünç olarak almışsa ve haracı da mukaseme haracı ise, hepsinin görüşüne göre haraç, ekinin kendisindedir.

 

4479- Biri tarlayı gasbederek ekmiş, tarlanın haracı da

mukaseme haracı olup tarla bol ürün vermiş, ayrıca tar­ladan bir şey eksilmemişse, hepsinin görüşüne göre ha­raç, üründen alınır.

Çünkü mukaseme haracı, Öşür mesabesindedir. Öşür ise, gasbeden kişiye aittir. Çünkü tarla onun koruma ve hakimiyeti altındadır. Böylece haraç, gasbeden kişiye ait olur. Eman altındaki tarta sahibi ise, zimmî olmaz. Çünkü haraç ken­disine vacip olmamış, başkasına vacip olmuştur.

335

4480-  Ekin tarlayı eksiltiyorsa da durum budur.

İmam Muhmamed'in görüşü böyledir.

4481-  Haraç, üründen alınır. Tarlanın eksilmesi ise, tarla sahibine aittir. Ücret de böyledir.

Ebû Hanîfe'ye göre, tarlanın eksilmesi ve ücreti almak onun ücreti me­sabesindedir. Şayet haracı vazife ise26, haraç tarla sahibine aittir. Böylece Ebû Hanîfe'ye göre, tarlanın sahibi olan eman altındaki kişi haracı öder ve zimmî olur. Muhammed'e göre ise, zimmî olmaz.

4482-  Tarlanın haracı para ise ve biri tarlayı gasbedip ekmişse, ekin de tarlayı  eksiltmiyorsa, tarlanın  haracı, tarlayı gasbeden kişiye aittir.

Çünkü harp ehlinden kişi tarlayı ekmekle tarladan yararlanmamış ve tar­lanın yarar sağlamasının engellenmesine de razı olmamıştır. Tarla zorla ken­disinden alınmıştır. Dolayısıyla kendisinden herhangi bir haraç alınmaz.

4483-  Aynı şekilde tarla su altında kalıp bataklığa dö­nüşür ve sahibi onu ekmekten âciz kalacak olursa, ayrıca tarlayı gasbeden kişi tarlanın haracını alıyorsa, eman al­tında olan   tarla sahibi zimmî olmaz. Tarlasının haracı a-lınsa bile hüküm budur.

Çünkü haraç kendisinden değil, başkasından alınmıştır. Böylece îslamm hükümleri kendisine uygulanmış değildir. Bu nedenle de kendisi zimmî olmaz.

4484-  Tarlayı eken şayet tarladan bir şey eksiltmişse bakılır; eksilen, haraç miktarı kadar ya da daha fazla ise, eman altındaki kişi eksilen o miktarın karşılığını alır ve aldığı bu bedelden haracı öder. Arta kalan ise kendisine aittir.

Çünkü tarlanın ekilmesi sonucu kendisine bir menfaat hasıl olmuştur. Böylece tarlayı bizzat kendisi ekmiş veya başkasına kiraya vermiş konumuna girmiştir.

26- Tarlanın alanı ve mahsûlün cinsine göre önceden belirlnen maktu toprak vergisiyle haraç olarak alınır. (Editör)

336

Tarlanın eman altındaki sahibi de zimmî olur.

Çünkü tarlanın haracı kendisinden alınmıştır.

4485-  Şayet eksilme haraç miktarından az ise, haraçtan eksik kalan miktar eman altındaki kişiye aittir. Arta kalan ise, tarlayı gasbeden kişiye aittir.

Kendisine menfaat ulaşması sebebiyle haraç, hükmen kendisinden gasbe-dilmiş kişiye aittir .Çünkü kendisine hiçbir menfaat ulaşmamış olsaydı, ken­disinden haraç alınmayacaktı. Haraç miktarı ya da daha fazla bir yarar kendisine dönüyorsa, kendisinden haracın tamamı alınır. Haraç miktarının bir kısmı dönü­yorsa, o miktar kadar kendisinden alınır. Arta kalan ise, tarlayı gasbetmiş kişiye aittir.

Ebu Yusuf, büyük ziraat ortaklığında, tarladaki eksilme az veya çok ne olursa olsun, Ebu Hanife'nin görüşüne uygun olarak haracın tümü, tarlanın ken­disinden gaspedilmiş kişiden alındığını söyler. Küçük ziraat ortalığında ise, yine Eb Hanife'nin görüşüne göre harcım tümü tarla sahibi üzerindedir. Çünkü top­rağının yararı karşılığında bir bedel almıştır.Tipkı aldığı ücre karşılığında topra­ğını kiraya vermiş gibidir.Toprağını kiraya verseydi, aldığı kira haracı karşılasın veya karşılamasın, haracı kendisi Ödeyecekti .Burada da durum böyledir

4486-  Ayrıca haracın tamamı veya bir kısmı tarlanın kendisinden gaspedildiği harp ehli kişiden alınacak olur­sa, o kişi zimmî olur.

Çünkü haracın tamamı kendisinden alındığında nası'> İslâmın hükümleri kendisine uygulanmış kabul ediliyorsa, bir kısmının alınmasıyla da kendisine İslâmın hükümleri uygulanmış kabul edilir.

4487-  Tarlayı harp ehlinden eman altındaki   veya gas-peden veya kira tutan yahut Ödünç alan kişi eker, fakat sel veya herhangi bir afet sebebiyle gelirin tamamı telef olur­sa, o yıl tarla için haraç alınmaz ve tarlanın sahibi eman altındaki kişi de zimmî olmaz.

Çünkü kendisinden haraç alınmamakla ülkemizin vatandaşı olmamıştır ve vatandaş olmadığından dolayı da zimmî olmaz.

337

4488-  Eman altındaki biri, haraç arazisi bir tarla alarak eker veya tarla bir sene yahut daha az bir müddet elinde kalır ve tarlaya haraç düşecek olursa, tarlasına haraç düş­tüğü andan itibaren o kişi zimmî olur. Devlet başkanı tar­lanın haracını kendisinden alır.

Çünkü devlet başkanının hüküm vermesiyle artık o kişi ülkemizin va­tandaşı olur.

4489-  Kendisinden haraç alınmasından itibaren de bir yıl geçtikten sonra kendisinden cizye alınır. Kendisinden cizye alınırken, tarlayı elinde bulundurduğu geçmiş aylar hesaba katılmaz.

Ancak İslâm yurdundaki ikametini uzatır ve devlet başkanı kendisine: Kendi ülkene dön, bugünden itibaren bir yıla kadar dönmeyecek olursan senden cizye alırım, demiş ve kişi de o tebliği aldıktan sonra bir yıl içerisinde ülkesine dönmemişse, zimmî olur. Ayrıca o yılın tamamı için kendisinden haraç (cizye) alınır. Aradaki fark şudur:

Bu meselede devlet başkanı kendisine şart koşmuştur. Şartın gereği ken­disinden cizye alır. Burada devlet başkanı sanki kendisiyle bir antlaşma yapmış kabul edilir.

Tarlası yönüyle haracın alınması ise farklı bir durumudur. Tarla durumun­da herhangi bir şart sözkonusu değildir. Tarlasında haraç subut bulmamış olsay­dı, zimmî olmazdı. Bu şahıs, hükmen zimmî olmuştur. Bu nedenle zimmî statü­süne geçmesinden bir sene sonra kendisinden cizye alınır.

4490-  Devlet başkanı, ülkesine geri dönmesini söyle­yip ülkemizi bir sene içerisinde terk etmediğin takdirde senden yüz dirhem alır ve zimmî statüsüne geçiririm, zim­mî olduktan sonra da her yıl için senden on iki dirhem alı­rım, dedikten sonra bir yıl içerisinde ülkemizi terk et­mediği takdirde o yıl için kendisinden yüz dirhem alınır. Devlet başkanı kendisine haber verip şart koştuğu için sözkonusu ettiğimiz

miktarı alır. Kendisiyle böyle bir antlaşma yapılmıştır ve kendisi de bu antlaşmaya rıza göstermiştir. Antlaşma yapıldıktan sonra bir yıl içerisinde ülkemizi terk et­mediğine göre yapılan antlaşmaya rıza göstermektedir. Antlaşmanın müddeti ta-

 

 

 

338

marnlandıktan sonra kendisinden alınan bu miktar, o yıl boyunca ülkemizde ika­met etmesinin ücretidir.

4491- Bunun benzeri şu olaydır: Biri, bir aylığına bi­rine evini kiraya veriyor ve o ay son bulmadan önce gidip o kimseye: Ay tamamlandıktan sonra evimi terk edecek­sin, terk etmediğin takdirde önümüzdeki ay için senden yirmi dirhem alacağım diyecek olsa, müstakbel ay o kişi evi terk etmeyip oturmaya devam edecek olsa kendisinden yirmi dirhem alır. Çünkü alınacak ücret, koşulan şarta bağlıdır, ikametini bir ay daha uzattığına göre bu şartı ka­bullenmiş demektir. Hüküm, koşulan şarta göredir.

 

 

 

4492-  Cizye de bu şekildedir. Kendisine haber veril­dikten sonra ileri sürülmüş olan şart devreye girmiştir. Bir yıl içerisinde ülkemizi terk etmediğine göre ileri sü­rülen şarta rıza göstermiş demektir. Böylece hüküm, ileri sürülmüş olan şarta göredir.

Mezhep âlimlerimiz bu meseleden başka bir meseleyi çıkarmışlardır. Hepsi şöyle demektedir: Biri, başka birinin evini gaspedecek olsa ve evi gaspedilen kişi, gaspedeni korkutup evini geri almak için yanına iki şahit alarak ona gidecek ve: Ya evimi hemen terket veya her ay senden şu kadar dirhem (mesela bin dirhem) alacağım" diyecek olsa, bu şahitlik geçerlidir. Daha sonra evi gasp edilen kişi me­seleyi mahkemeye intikal ettirecek olsa, sözkonusu ettiği miktarı gasp edenden alabilir.

4493-   Devlet  başkanı  kendisine bildirimde  bulundu­ğunda: Bugünden itibaren ülkemizde yılını dolduracak o-Iinsan, seni zinımî statüsüne geçireceğim ve o tarihten bir yıl sonra da senden haraç alacağım, derse, o kişi yılını doldurduğunda   zinımî  olur  ama  haracını  bir  yıl  sonra öder.

İleri sürülen şart geçerlidir ve bu şarta uyulur.

 

4494- Harp ehlinden eman altıdaki biri, ülkemizde ha­raç arazisi bir tarla satın alacak olsa, sonra tarla üzerinde

 

339

hak iddia eden biri gelip tarlayı hakkedecek ve bu kişiden alıp kendisi bir veya iki sene tarlanın haracını ödeyecek olsa, daha sonra o hak iddia eden kişinin getirdiği şahitle­rin köle oldukları ortaya çıkıp tarla eman altındaki o ki­şiye iade edilecek olsa, o eman altındaki kişi zimmt olmuş olmaz.

Çünkü eman altındaki kişiye ancak haraç vacip olduğunda o kişi zimmî olur. Sırf tarla satın almakla zîmmî olmaz. Bu meselede o kişi, tarladan ya­rarlanamamıştır ve kendisine haraç vacip olmamıştır. Çünkü haracın vacip olması ancak o tarladan yarârİanmasıyla söz konusu olur.

4495- Aynı şekilde karşı koyamayacağı güç ve kuvvet sahibi biri kendisinden tarlayı gasbedecek olsa, ya da biri gasbedip eman altındaki kişi delil getirip tarlayı gas-bedenden geri alma imkânına sahip olduğu halde bu yola başvurmayacak olsa ve gasbeden kişi de tarlayı ekip biçmişse, eman altındaki kişi zimmî olmaz.

Çünkü gasbeden kişi tarlayı ektiğinden dolayı kendisi o tarladan ya­rarlanmaktadır ve tarlanın haracı da kendisine aittir. Eman altındaki kişi, tarlanın haracını ödemez.

4496-   Gasbeden  kişi  tarlayı   ekip  biçmemişse,  eman altındaki zimmî olur.

Çünkü tarlanın haracı eman altındaki bu kişiye aittir. Tarlayı geri alıp o tar­ladan yararlanma İmkânına sahipti. Haracı kendisine düştüğüne göre, zimmî olur. Bunun durumu şuna benzer:

Eman altındaki biri bir tarla alıyor. Tarlayı su basıp bataklık haline geliyor. Ancak eman altındaki kişi, tarlanın su altında kalmaması için bir bend yapıp suya engel olma imkânına sahiptir. Bu imkâna sahip olduğu halde bunu yapmayacak olsa, yılını doldurduğunda tarlanın haracını öder ve zinımî statüsüne geçer.

4497-  Söz'.konusu ettiğimiz durum, gaspeden kişinin ekmesiyle tarlada bir eksilme meydana gelmemiş olmasına göredir. Ekme, tarlada  bir esiltme meydana getirmişse, e-man altındaki kişi zîmmî statüsüne geçer.

 

340

341

Çünkü eksilme, eman altındaki kişinin malında olmuştur. Eksilme daha çok ise, eman altındaki kişi haracı öder .Ama iksilme daha az ise, haracı ğaspeden kişi Öder. Haraç miktarından eksik kalanı tarla sahibi tamamlar. Geri kalan ise, gasp edene aittir. Her iki durumda da eman altındaki kişi haracın bir kısmını öder ve onu ödemesi sebebiyle de zimmî olur.

 

4498-  Herhangi bir kimse o yörede bulunan tarlaları sulayıp harp ehlinden kişinin tarlası ekilemeyecek şekilde bataklık haline gelir ve su tarlaya zarar verecek olursa, harp ehlinden  kişi, eksilen  kısmı  bataklığa sebep olan kimseye ödetebilir ama yine de zimmî olmaz.

Çünkü bu tarlalarda haraç yoktur, ekilebilen tarlada haraç vardır.

4499-  Buna göre tarlayı ğaspeden kişi onu ekmese de, tarlayı harp ehlinden olan kişiye iade etmesinden sonra bir yıl geçinceye kadar sahibi yine zimmî olmaz.

Çünkü haraç kendisine vacip olmamıştır.

4500-  Tarlayı ğaspeden kişi, o tarlanın sahibi gibi harp ehlinden biri olup ekme tarlayı eksiltmişse, tarlanın ek­siğini ğaspeden kişi tamamlar. Şayet haraç, eksilen kadar yahut daha az bir miktar ise, tarlayı eken kişi değil, tar­lanın sahibi zimmî olur.

Çünkü burada haraç tarla sahibine aittir.

4501-  Şayet eksiklik haraçtan daha az ise, her ikisi de zimmî olurlar.

Çünkü haraçtan eksik miktarı tarla sahibine, arta kalanı ise, tarlayı ekene aittir. Her birine haracın bir kısmı vacip olunca her ikisi de zimmî olurlar.

4502-  Şayet tarlanın ekilmesi bir eksikliğe sebep olma­mışsa, ğaspeden kişi zimmî olur ama tarla sahibi zimmî olmaz.

Çünkü burada tarlanın haracı, gasp edene aittir.

4503- Tarlayı gasp eden kişi, tarlayı boş bırakıp ek-memişse bakılır; tarlanın sahibi, delil getirerek tarlayı geri alma imkânına sahip olduğu halde bunu yapmamışsa, tar­lanın haracı kendisine aittir ve o zimmî olur. Ama böyle bir imkâna sahip değilse, her ikisi de haraçla mükellef değildir. Her ikisi de harp ehli olarak kalırlar. Ebû Ha-nîfe'nîn görüşü budur. Yine Ebû Hanîfe'ye göre eman altındaki biri,bir öşür arazisi satın alacak olursa, o arazi haraç arazisi olur.

Ebû Yusufa göre o şahıstan öşür katlanarak alınır. Muhammed'e göre ise, o arazi öşür arazisi olarak devam eder.

 

4504- Ebû Hanîfe'ye göre o tarlayı ekerse yahut   ekme

 

imkânına sahip ise, zimmî statüsüne geçer.

Çünkü her iki durumda haraç kendisine düşer. Muhammed'e göre İse, o tarlayı ektiği takdirde zimmî olur. Çünkü öşür de haraç gibi gelir getiren tarlanın karşılığında verilen bir vergidir. Ancak bu vergi, haracın gerçek olarak oıtaya çıkmasıyla hasıl olur. Gerçek üzere söz konusu olmadıkça da kişi İslâm yurdunda

zimmî olmaz.

4505- Harp ehlinden olan kişi, kendisine haraç vacip olmadan önce o tarlayı satarsa, o tarla haraç arazisi olur ve başka şekle dönüşmez.

Burada müellif böyle demektedir. Başka bîr rivayette ise şöyle demektedir: Müşteri haraçla değil, Öşürle mükelleftir. Bu rivayetin izah şeklî şöyledir: Bîr tar­lanın haraç arazisi olmasına sebep, kâfirin mülkiyetinde oluşudur. O tarlayı satın aldığında o tarla mülkiyetine geçmiştir. Mülkiyetine geçmesiyle de haraç arazisi olmuştur. O tarla haraç arazisi olduğu bir sırada onu satmıştır. Müslüman bir kişi, kâfir birinden haraç arazisi bir tarla satın aldığında, o tarla yine haraç arazisi ola-rak devam eder.

Diğer rivayetin izah şekli ise şöyledir: O tarlaya haraç vacip olmazdan önce onu satınca, o tarladan öşür dışında herhangi bir hak (vergi) alınmamıştır de­mektir. Böylece o tarla öşür arazisi olarak devam etmektedir.

342

4506- Kâfirin o tarla üzerindeki geçici mülkiyetine iti­bar edilmez. Harp ehlinden olan kişi zaten zimmî değildir.

Çünkü sözkonusu tarla her ne kadar haraç arazisi olmuşsa da, sahibinden haraç alınmamıştır. Sahibine İslahım hükümleri uygulanmamıştır ki sahibi zimmî olsun. Böylece sahibi, harp yurdunda bulunan herhangi bir düşman mesabesin­dedir. O kişi, İslâm yurdunda öşür arazisi bir tarlayı satın alması için bir müslü-manı vekil tayin etmiştir. Böylece o tarlayı satın almış ve tarla haraç arazisi olmuş ama kendisi zimmî olmamıştır. Çünkü o tarlanın sahibine İslamın hükümleri uy­gulanmış değildir. Burada da durum böyledir.   .

4507- Enıan altındaki biri öşür arazisi bir tarla satın

 

alır ve onu kiraya verecek olursa, Ebû Hanîfe'ye göre o tarla haraç arazisi olur. Haracı da tarlanın sahibine aittir ve böylece o kişi zimmî olmaktadır.

İmam Muhammed'e göre ise, o tarlanın öşrünü kira tutan kişi mahsulden öder. Böylece tarla sahibi zimmî olmaz. Ancak kira tutan kişi harp ehliden biri ise, imam Muhammed'e göre bu kişi zimmî olur. Çünkü o tarlanın öşrünü ödemekle mükelleftir.

Ayrıca İmam Muhammed, kira tutan eman altındaki kişinin mahsulden ödediği öşür İle öşür memurunun harp ehli eman altındaki kişiden aldığı öşrü farklı görür ve şöyle der:

Mahsulden ödediği öşürden dolayı o kişi zimmî olmaz ama tarlasından Öşür Ödeyen bu diğeri zimmî olur. Aralarındaki fark şudur: Öşür memuru, harp eh­linden kişi ile karşılaşacak olursa malının onda birini alır. Halbuki zimmî ile karşılaşacak olursa ondabİrin yansını (yirmidebir) alır. Müslümandan ise, on-dabirin çeyreğini (kırkta bir) alır. Harp ehli kişiden müslümandan aldığı miktarı almadığına göre o harp ehlinden kişi İslâm yurdunun vatandaşı sayılmaz.

Görmüyor musun, harp ehlinden kişi bir günde birkaç defa ülkesine dönüp tekrar yurdumuza giriş yapacak ol­sa, öşür memuru her defasında ondan öşür alır. İslâm yurdu vatandaşı mesabesinde olmayınca da zimmî olmaz.

Bu meselede ise tıpkı müslümanın yiyeceğinden öşür alındığı gibi kendisinin yiyeceğinden de sadece bir defa Ö-şür alır. Böylece kendisi de vatandaşımızın tabi tutulduğu

 

343

muamelenin aynısına tabi tutulmaktadır ve bu nedenle de zimmî olur.

Bu mesele şöyle açıklık kazanmaktadır: Harp ehli kişiden alınan öşür, mütekabiliyet esasına dayanmaktadır. Onlar tacirlerimizden bir şey almayacak ol­salar biz de onların tacirlerinden bir şey almayız. Halbuki burada alınan öşür, İslâm yurdunda gelir getiren tarlanın bir vergisi olarak alınmaktadır ve haraca ben­zemektedir.

4508-  Tarlayı   ödünç olarak kendisi gibi harp ehlinden birine verecek olsa, öşür ekinden alınır ve ödünç alan du­rumundaki kişi bu öşrü ödemekle zimmî olur.

Çünkü tarlanın hakkı, onun yiyeceğinden alınmıştır.

4509-  Harp ehlinden eman altındaki biri, müslüman bi­rinden öşür arazisi bir tarlayı kiralayıp ekecek olsa, Ebû Hanîfe'nin görüşüne göre tarlanın gelirinin öşrünü müslü­man öder ve kira tutan kişi zimmî olmaz.

Çünkü öşür, harp ehlinden o kişinin gelirine düşmemektedir. İmam Mu­hammed'e göre ise kira tutan kişi mahsulden öşrü Öder ve böylece de zimmî olur. Çünkü (arlanın öşrü kendisine aittir. Ödünç olarak verilen tarlada ise hepsinin görüşüne göre öşür, tarlanın gelirine düşer ve ödünç alan durumundaki kişi de zimmî olur.

Söz konusu ettiğimiz bütün durumlarda mukaseme haracı konusundaki hüküm de budur. Çünkü mahsulden ödenen de öşür mesabesindedir.

Şüphesiz Allah en iyi bilir.

 

 

 

 

 

1

 

 

 

 

■ ;

j

 

 

 

 

.

345

 

-213-

 

lardi.

KİŞİNİN MÜSLÜMAN SAYILIP

ESİR ALINMAYACAĞI VE ÖLDÜRÜLMEYECEĞİ

DURUMLAR

4510- Daha önce de belirttiğimiz gibi kâfir, üzerinde bulunduğu inancın hilafına (İslâm itikadına işaret eden) birşeyi açığa vuracak olursa onun müslüman olduğuna hükmedi­lir. Bu konuda temel dayanak, Peygamber (s.a.v.)'iıı: " İnsanlar la ilahe illallah deyinceye kadar onlarla savaş­makla emrolundum." sözüdür. Peygamber (s.a.v.), bunu söylemeyen putperestlerle savaştı. Nitekim Yüce Allah onlar hakkında şöyle buyurmaktadır: "Çünkü kendilerine: Allah'tan başka ilah yoktur, denildiği zaman kibirle di­rendiler."27 Kişilerin Allah'tan başka ilah yoktur, de­melerini imanlarına alamet saymıştır.

Ayrıca Medine'de Yahudileri İslama davet ettiğinde, peygamberliğini ikrar etmelerini imanlarına alamet say­mıştır. Hatta Peygamber (s.a.v.), hasta yatağında yatan Yahudiyi ziyaret edip kendisine: Benim, Allah'ın elçisi olduğuma şahitlik et, dediğinde Yahudi şahitlik ettikten sonra ölmüş ve bunun üzerine Peygamber (s.a.v.): "Be­nim vasıtamla bir kişiyi ateşten kurtaran Allah'a hamde-derim" buyurmuştur.

Çünkü Yahudiler, Peygamber (s.a.v,)'in peygamberliğini kabul etmiyor-Bunu ikrar ettiklerinde imanlarına alamet saymıştır.

 

4511- Bunu Öğrendikten sonra diyoruz ki: Bir müslü­man, öldürmek için bir müşrikin üzerine saldırıp sıkıştır­dığında, müşrik kişi: Allah'tan başka ilah bulunmadığına şahitlik ederim, derse bakılır; o kişi böyle söylemeyen bir topluluktan ise, müslümanin onu öldürmekten vazgeç­mesi gerekir.

j

Çünkü imanına delalet eden bir sözü kendisinden duymuştur.

 

27-Sâffât. 35.

346

4512-  Müslüman o kişiyi alıp devlet başkanına getirir ve o müşrik kişi ınüslüman kişi karşısında yenilgiye uğra­madan  kelinıe-i tevhidi  getirecek  olursa, o  kişi müslü-maııdır ve hürdür. Ancak müslüman kendisini yenilgiye uğrattıktan sonra söylerse fey1 olur.

Çünkü yenilgiye uğradıktan sonra İslama girmesi kendisini öldürülmekten kurtarır ama köle olmaktan kurtarmaz.

O kişi  "Ben İslama girmek için bu sözü söylemedim.

Yahudiliğe girmek yahut canımı kurtarmak için bu sözü

söyledim" diyecek olursa, sözüne iltifat edilmez.

Çünkü zahire göre İslâmm çağrısına icabet etmeyi kasdetmiştir. Müslüman, kendisinden yahudiliğe değil, İslama girmesini istemiştir. Allah'tan başka ilah yoktur, demesi, İsiâmı kabul ettiğinin delilidir. Her ne kadar İslâmm tamamını ikrar etmiyorsa da, kendisine İslâmın hükümleri uygulanır.

Durumu şu kimsenin durumuna benzer: Bir kişi müslümanlarla birlikte ce­maatle namaz kılacak olsa, bu onun İsîâmı kabul ettiğinin delilidir. Her ne kadar onun bu davranışı İslâmın kendisi değilse de, İsiâmı kabul ettiğinin bir delilidir. Bu nedenle bundan böyle İslâmdan vazgeçecek olursa mürted kabul edilir ve öldürülür.

4513-  Her kim İslâmın emir ve yasaklarından birini inkâr edecek olursa, la ilahe illallah'ı iptal etmiş olur.

Yani o kişi mürted olur ve tekrar İslama dönmediği takdirde öldürülür. Böylece mezhebimizin müteahhir alimlerinden: İslâmm emir ve yasaklarından bi­rini inkar eden kimse, inkar ettiği hususta kâfir ama diğer hususlarda müslüman-dır, diyenin yanlışlığı ortaya çıkmaktadır. Bu görüşü ileri süren alimin yazdığı bir eserinde Hz. Ebû Bekir döneminde zekat vermeyenlerin durumunu da bu görü­şüne göre izah etmektedir. İleri sürdüğü bu görüş, rivayete muhalif olup o bu sö­züyle sapıklık ehline meyletmiştir. Çünkü onlar şöyle diyorlar: Büyük günah işle­yen kişi. imandan çıkar ama küfre de girmez. İman ile küfür arasında bir yerde­dir. Söz konusu âlimin ileri sürdüğü görüş de buna yakındır.

4514-  Öldürülmek üzere olan müşrik kişi, la ilahe il­lallah dediğinde müslüman onu öldürmekten vazgeçmiş ve

347

müşrik kişi kurtulup kaçtıktan sonra tekrar müşriklerin safına katılarak müslümanlara karşı savaşmaya başlamış ve müslüman tekrar kendisini kıstırdığında lâ ilahe illallah derse, bakılır; tekrar kaçıp sığınacağı müşrik bir topluluk oralarda mevcut ise müslümanm o kişiyi öldürmesinde bir sakınca yoktur.

Çünkü artık o kişinin durumu, bağİ (İsyancı) olup bir toplulukla birlikte müslümanlara karşı savaşan kişinin durumuna benzemektedir. Böyle biri müs­lüman dahi olsa öldürüleblir

4515-  Şayet sığınacağı bir topluluk yoksa ve düşman ordusu  dağılmış  ise, müslümanm  onu  öldürmemesi ge­rekir. Yine onu esir almış fakat düşman ordusu dağıl-nıayip  öylece duruyorsa, onu öldürmesinde bir sakınca yoktur. Ama düşman tarafı dağilmışsa, onu Öldüremez. Sadece yaptığından dolayı te'dip eder.

Bu meseleye şu rivayet delil getirilmiştir: Müslümanlardan biri, müşrikler­den birine saldırdı. Müşrik kişi, lâ ilahe illallah deyince müslüman ondan vaz­geçti. O kişi tekrar müslümanlarla savaşmaya başladı. Müslüman tekrar kendisine saldırdığında yine o kişi: Lâ ilahe illallah, dedi. Bu durum birkaç defa tekrar edil­di ve nihayet sonunda müslüman. o kişiyi öldürdü. Mesele Peygamber (s.a.v) e iletildiğinde. Peygamber (s.a.v), o kişiyi öldüren müslümana: Lâ ilahe illallah, diyen birini nasıl Öldürdün? buyurdu. Rivayette bu müslümanm kim olduğu zik­redilmemektedir. Meğazi kitaplarında ise söz konusu müslümanın Üsâme b. Zeyd olduğu belirtilir. Burada anlatıldığına göre Peygamber (s.a.v) kendisine: Lâ ilahe illallah, diyen birini mi öldürdün? demiş, Üsâme: Canını kurtarmak için böyle dedi, deyince, Peygamber (s.a.v): Kalbini mi yarıp baktın? dedi. Bunun üzerine Üsâme: Ya Resûlüllah, kalbini yarıp baksaydım bundan daha açık bir şeyle kar­şılaşmazdım, dedi. O zaman Peygamber (s.a.v.): Dili, kalbindekini ifade edi-yordu, buyurdu.

Biz, Peygamber (s.a.v)'in bu sözünü, o kişinin sığınacağı bir düşman top­luluğun bulunmamasına hamlediyoruz. Bu nedenle o kişiyi öldürmesinden dolayı Üsame'yi kınamıştır.

4516-   Müslüman  vazgeçtiğinde o kişi  tekrar müşrik saflarına dönüp: Ben sizin dininizden uzağım, evvelki di-

348

nim üzereyim, der ve müslüman tekrar üzerine saldırdı­ğında yine la ilahe illallah derse, buradaki la ilahe illallah demesi ile daha önce böyle demesi hüküm bakımından aynı düzeydedir.

Çünkü daha önce la ilahe illallah dedikten sonra böyle söylemekle mürted

olmuştur ve mürted de düşman biri gibidir.

La ilahe illallah dediği zaman onu öldürmekten vazgeç­mek gerekir. Ancak sığınabileceği bir topluluk mevcut ise, bâgî (isyacı) mesabesinde

olur ve bundan dolayı da öldürülmesinde bir sakınca yoktur.

İslama ilk girişinden sonra ve ikinci girişinden önce müslümanlardan   birkaç   kişi   öldürmüş   olsa   da   hüküm aynıdır. Çünkü  irtidat ederek müşriklerin safına katıldığında düşman biri  idi.

Düşman bir kimsenin müslümanı Öldürmesinden dolayı kısas gerekmez.

4517- Sözkonusu kişi, la ilahe illallah, diyen gayr-i müslim bir topluluktan ise ve mesele yukarıda anlattığımız şekillerde cereyan etmişse, kelime-i tevhidi söylese bile öldürülmesinde bir sakınca yoktur.

Çünkü bu kelimeyi söylemesi kendisi açısından İslâmi kabul ettiğine bir delil değildir. Şayet: Allah'tan başka ilah bulunmadığına ve Muhammed'in O'nun kulu ve elçisi olduğuna şahitlik ederim, der ve kendisi bu sözü söylemeyen bir topluluktan ise, o zaman bu sözü söylemesi onun müslümanhğına delil olur. Müslüman kişi, böyle birini öldürmekten vazgeçmelidir. Böyle birinin ayrıntılar açısından durumu, yukarıda anlatmış olduğumuz ayrıntılara uygundur.

4518- Yine kendisini zor bir duruma düşürdüğünde: " Muhammed, Allah'ın elçisidir"   yahut " İslâm dinini kabul

 

ettim" veya" Muhammed'in dinine girdim" derse, bütün bu sözleri İslâmı din olarak kabul ettiğinin delilidir. Hatta bu sözleri söyledikten sonra ölecek olursa cenaze namazı kılınır ve bağışlanması için Allah'a dua edilir.

Çünkü bu sözler, müslüman görünümü arzetmesinden daha çok müslüman olduğuna delildir. Oysa sadece müslüman görünümü taşıması bile müslüman ol-

 

349

duğuna hükmedilmesi için yeterli bir delildir. Böyle birinin cenaze namazı kılınır. Bu meseleyi daha önce ele almıştık.

 

4519- İmam Muhammed dedi ki: Bugün müslümanîar arasında yaşayan Yahudi ve Hıristiyanlardan biri: Allah' tan başka ilah bulunmadığına ve Muhammed'in O'nun el­çisi olduğuna şahitlik ederim, diyecek olsa, o bu sözüyle

 

müslüman olmaz.

Çünkü herkes biliyor ki aramızda yaşayan her Yahudi ve Hıristiyan bunu söylemektedir. Kendisinden bu sözüyle ilgili açıklama istediğiniz zaman:" Mu­hammed, size gönderilmiş Allah'ın rasûlüdür, İsrailoğullarına değil" derler. Buna delil olarak da şu âyeti zikrederler: " Ümmîlere içlerinden, kendilerine âyetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara Kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O'dur."28 Derler ki: Ayette sözkonusu edilen "ümmîler",Ehl-i Kitap ol­mayanlardır. Yaptıkları bu açıklamadan da anlıyoruz ki onlardan biri böyle bir sözü söylediğinde bu onun İslâmı kabul ettiğine delil değildir. O halde onlardan birinin müslüman olduğuna hükmedebilmemiz için bu söze ileva olarak kendi di­ninden teberri ettiğini de ifade etmesi gerekir. Mesela Hıristiyan ise, " ben, Hıristiyanlıktan beriyim" , Yahudi ise, " ben Yahudilikten beriyim" demesi ge­rekir. Kendi inancına muhalif olan bu sözü ilave ettiği zaman ancak müslüman

olduğuna hükmederiz.

.

4520- Hıristiyan biri: "Allah'tan başka ilah bulunma­dığına şahitlik ederim, ben Hıristiyanlıktan beriyim" derse, bu sözle müslüman olmaz.

Olabilir ki bu sözüyle Yahudiliğe girdiğini anlatmak istemektedir. Onun söylediği bu söz, Yahudilerin söyledikleri sözle aynıdır. Çünkü onlar da Allah' tan başka ilah yoktur, der ve Hıristiyanlıktan uzak olduklarını belirtirler. Nitekim yüce Allah onların bu durumlarına İşaret ederek şöyle buyurmaktadır: "Yahudiler, Hıristiyanlar doğru yolda değildirler, dediler ve Hıristiyanlar da: Yahudiler doğru yolda değildirler, dediler." 29

Ancak kişi, bu sözü söyledikten sonra İslama girdiğini belirtirse, sözko­nusu ihtimal ortadan kalkmaktadır. Artık o kimse müslümandır.

28- Cuma. 2. 29-Bakara, 113.

 

350

Şayet   "ben  müslüınanım"   derse, bu  sözle müslüman olmaz.

Çünkü her grup böyle olduğunu iddia ediyor. Müslüman, hakka teslim olan demektir. Her din mensubu kendisinin hakka bağlı olduğunu ve kendi di­ninin hak olduğunu iddia eder. Serahsî (r.a) dedi ki: Üstadımız Şemsü'l-Eimme Abdülaziz el-Halvanî -Allah rahmet etsin- diyordu ki: Bizim burdakİ mecûsiler dışında herkes müslüman olduğunu söylüyor. Bu nedenle ancak mecûsilerden biri bu sözü söylediğinde onun müslümanlnğina hükmedilir. Çünkü onlar ken­dileri için bu vasfı kabul etmez ve çocuklarına kızdıklarında " be müslüman!" diye seslenirler.

4521-  İmam Muhammed dedi ki: Şayet kişi putperest olup " Allah'tan başka ilah yoktur" diyenlerden değilse ve müslüman kendisini zor bir duruma düşürdüğünde "Mu-hammed'in Allah'ın elçisi olduğuna şahitlik ederim" der­se, o kişi müsl uman dır. Allah'tan başka ilah bulunma­dığına şahitlik ederini, sözünü de söylemiş kabul edilir. Çünkü putperestler, her iki cümleyi de reddederler. Bu nedenle bunlardan

hangisini söyleyecek olsalar, müslümanhklarma delil kabul edilir. Yine putperest biri, nuislümamm derse, bu söz onun müsîüman olduğuna delil kabul edilir. Çünkü putperestler kendilerini bu sözle nitelemezler. Bilakis müslümanlara mu­halefet olsun diye kendilerini bu nitelemeden uzak sayarlar

4522-   Aynı  şekilde   "Ben, Muhammed'in dini üzere­yim"   ya da " hanif dini üzereyim"   yahut " islâm dini ü-zereyim"    diyecek olursa, bütün bu sözlerden ne kasdet-tiğine dair delile ihtiyaç vardır. Böyle bir delil bulun­madıkça ne demek istediğini anlamayız.

Şüphesiz Allah en iyi bilendir.

 

 

 

 

351

-214-

ESİR ALINAN ÇOCUKLARIN MÜSLÜMAN OLMA DURUMLARI

İmam Muhammed -Allah kendisinden razı olsun- dedi ki:

4523-  Çocuğun, ebeveyninden en hayırlı dine mensup olana tabi olacağını belirtmiştik. Çocuk, beraberinde ana veya babasından biri bulunduğu halde esir düşecek olur­sa, müslüman olduğunu belirtmeden veya beraberindeki ana veya babası İslama girmeden o çocuğun müslüman ol­duğuna hükmedilmez. Beraberindeki ebeveyni yoksa yine İslâm yurduna getirilip yurda tabi olarak müslümanlığma hükmedilmeden yahut devlet başkam ganimetleri taksim etmeden veya satılıp tebeiyyet yoluyla müslüman olmadan müslümanlığma   hükmedilmez.   Bir   müslümanın   payına düşmüş yahut bir müslüman kendisini satın almışsa prob-lem yoktur.

Çünkü mülkiyetinde bulunduğu kimseye tebeiyyeti, yurda tebeiyyetinden daha etkilidir.

Kendisini   satın   alan   zimmî  ise   yahut   savaşa   katıl­masının   bir   karşılığı   olarak   zimmîye   verilmişse,   yine müslüman  olduğuna  hükmedilir.  Öldüğünde  cenaze  na­mazı kılınır ve zimmî olan sahibi onu satmaya zorlanır. Çünkü müslümanların gücü sayesinde müslümanların hakimiyet alanına ge­tirilmiştir. Müslümanlar, güçleri sayesinde onu buraya getirmeleri sebebiyle zimmî ona sahip olmuştur.

4524-  Ebeveyni kendisiyle birlikte esir alınmış, fakat ebeveyni   öldükten   sonra   kendisini   İslâm   yurduna   ge­tirilmişse, o çocuk yine müslümandır.

Çünkü ebeveyni harp yurdunda ölünce onlara tabi olma durumu ortadan kalkar. Şimdi o yalnız başına İslâm yurdundadır. Ancak ebeveyni kendisiyle bir-

 

352

353

likte İslâm yurduna getirilmiş ise ya da çocuk taksime tabi tutulduktan veya satıl­dıktan sonra ebeveyni ölmüşse, müslüman olduğuna hükmedilir. Ancak çocuğun kendisi müslüman olduğunu söyleyecek olursa o başka. Çünkü müslüman oluşu­na hükmedildiği an, îslamm hakimiyet sınırına girdiği andır. O anda ebeveynin­den biri yanında bulunuyorsa, müslüman lığına hükmedilmez. Daha sonra ebe­veynin ölmesi, bu durumda bir değişikliğe sebep olmaz. Onun durumu, zimmînin çocuğunun durumu gibidir. Nitekim zimmî çocuğun ebeveyni ölüp yalnız başına İslâm yurdunda kaldığında onun müslümaniığına hükmedilir.

4525-  Zimmî biri hırsızlık yapmak üzere harp yurduna girer ve döndüğünde küçük bir çocuğu İslâm yurduna ge­tirecek  olursa, çocuk müslüman  olarak  kabul edilir  ve zimmî, o çocuğu satmaya zorlanır.

Çünkü İslâm yurduna getirmekle o çocuğa malik olmuştur. Böylece o çocuğun müslüman olduğuna hükmedilir. Şayet komutan harp yurdunda: Kim bi­rini ele geçirirse o ele geçirdiği kendisine aittir, der ve zimmî de küçük bir çocuğu ele geçirip onunla birlikte ebeveyninden biri bulunmuyorsa, o çocuğun müslüman olduğuna hükmedilir. Çünkü çocuk, müslümanların gücü sayesinde ele geçirilmiş ve müslümanların hakim bulunduğu bölgeye getirilerek bu hakimiyet sayesinde başkalarından korunmaktadır.

Ancak zimmî, eman alarak harp yurduna gider ve orada çocuk yaşta bir köleyi satın alıp onu İslâm yurduna ge­tirecek olursa, bu çocuğun müslümaniığına hükmedilmez. Çünkü müslümanların gücü sayesinde o çocuğu mülkiyetine almış değildir.

4526-  Çocuğu İslâm yurduna getirecek olsa, yine ço­cuğun müslümaniığına hükmedilemez.

Çünkü müslümanların gücü ve İktidarı sayesinde koruma altına alınmış değildir. Ancak o çocuğu satın alan kişi eman alarak oraya gitmiş bir müslüman ise ya da aralarında esir bulunuyor idiyse yahut onlardan olup İslâmı kabul etmişse, o çocuğu yalnız başına İslâm yurduna getirecek olursa, çocuğun müslü­maniığına hükmedilir. Malik olma yoluyla tebeiyyet bu hususta açıkça ortaya çık­maktadır. Şayet o çocuğun mülkiyetinde bulunduğu kimse müslüman ise, çocuk da tebeiyyet yoluyla müslüman olur. Şayet zimmî ise, çocuk da ona tabi olarak zimmî olur.

4527-  Ebeveyni veya ikisinden biri, ister efendisinin kölesi olarak ister antlaşmalı bir hür olarak çocukla bir­likte   yurdumuza   giriş   yapmışsa,  çocuk   babasının   dini üzeredir.

Çünkü çocuğun ülkemize gelişi ülkemiz vatandaşı olan babasıyla birlikte olmuştur. Din konusunda ebeveyne tebeiyyet asıldır. Ancak ebeveyne tebeiyyet söz konusu olmadığı durumlarda malike tebeiyyet söz konusu olur.

4528-   Ebeveyninden  biri  eman  almış  olarak  çocukla birlikte ülkemize gelmişse, çocuk müslümandır.

Çünkü eman altındaki kişi, her ne kadar şeklen yurdumuzda bulunuyorsa da onunla beraber çıkıp gelmesi önemli değildir. Çocukla birlikte yurdumuza girmiş olmasına itibar edilmez. Söz konusu olan çocuktur ve çocuk efendisine te­beiyyet yoluyla İslâm yurdunun vatandaşı olmuştur. Bu nedenle de müslüman olmuştur.

4529-   Giriş   yapıldıktan   sonra   eman   altındaki   kişi, zimmî olmak ister ve zimmî olursa yine çocuğun müslü­maniığına hükmedilir.

Çünkü müslüman maliki çkarıp getirmiş gibi,İslâm yurduna giriş yapmakla çocuğun müslümaniığına karar verilir.Bu değişmez .Tıpkı esir alınıp darulislma çıkarıldıktan sonra anne babası da esir alınıp darulislama çıkarılmış gibidir. Onu satın alan ve getiren kişi kitap ehlinden olup    ço­cuk da nıecûsi yahut putperestlerden, artık Ehl-i Kitap gi­bidir ve bu sebeple kestiği hayvanın eti yenir, cariye ise kendisiyle yatmak caiz olur.

Sözkonusu  çocuk,  ebeveyninden  biri  Ehl-i  Kitap  ve diğeri  Mecûsi olan bir çocuk gibidir.

Çünkü maliki bulunan kişiye tebeiyyet, ebeveyne olan tebeiyyet konu­mundadır. Nitekim ebeveyninden biri Ehl-i Kitaptan olmuş olsaydı, çocuk ona tabi olurdu. Böylece onu İslâm yurduna getiren efendisi Ehl-i Kitaptan olunca, kendisi de Ehi-i Kitaptan olmuş olur.

4530-   Ülkemize  getirilen  çocuk  Ehl-i  Kitaptan, ama kendisini   ülkemize   getiren   kişi   Mecûsi   ise,   verilecek hüküm yine aynıdır.

 

354

Çünkü hüküm, çocuğun aslına İtibar edilerek verilir. Efendisine tebeiyyet meselesine burada itibar edilmez.

Nitekim çocuk müslüman bir köle olup bir Mecûsi onu satın almış olsaydı, çocuk müslüman olarak kalırdı. Ehl-i Kitaptan olan çocuğun durumu da böyledir.

4531- Harp ehlinden bir topluluğun bir takım köleleri bulunup köleler dışında bu topluluk İslâmı kabul edecek olsalar, çocuk yaştaki kölelerinden beraberinde kâfir ebe­veyni veya ebeveyninden biri bulunmayanlar müslüman olurlar. Çünkü o topluluğun müslüman olmasıyla bulun­dukları bölge İslâm yurdu olmuştur. Ayrıca o kölelerin efendileri de artık müslümandir. Bu iki husustan biri, çocuğun müslümanlığına hükmetmek için yeterlidir. Şayet o yöre halkı zimmî olmuşlarsa, köleleri kâfir olup dinleri üzerinde olmaya devam ederler. Küçük yaştaki kölelerin de, büyük yaştakilerin de durumu budur.

Çünkü efendileri kâfir olup miislümanlarla acak antlaşma yapmışlardır. Bu­lundukları ülke, halkı müslüman olmak suretiyle değil, antlaşma yoluyla İslâm yurdu haline dönüşmüştür. Böyle bir durumda mülkiyet yoluyla müslümanlığa hükmedilmez.

 

 

4532- Aynı şekilde harp ehlinden biri eman alarak ve beraberinde küçük bir köle bulunduğu halde ülkemize giriş yapacak olsa, çocuk kendi dini üzere kalır ve eman alan kişi dilerse ülkesine döndüğünde çocuğu da be­raberinde götürür.

Çünkü karşılıklı rıza yoluyla çocuk ülkemize gelmiştir. Böylece çocuk hak­kındaki hüküm, efendisi hakkındaki hükmün aynıdır. Efendisi harp ehlinden olduğuna göre çocuk da bu konumdadır.

 

 

4533- Efendisi İslâm yurdunda ölür veya onu bir müslümana satar veya efendisi ölüp devlet başkanı onu satar ve parasını mirasçıları için bekletecek olursa, çocuk kâfir olup ebeveyninin dini üzeredir.

Çünkü eman almış bir kâfir olarak ülkemizde bulunmaktadır. Bundan böyle kendisi, İslâm'a girmedikçe müslüman olmaz.

 

355

Onun durumu, ülkemizde babası ölmüş zimmî çocuğun durumu gibidir. Ancak ebeveyninden biri esir alınır ve esir alındıktan sonra İslâmı kabul edecek olursa çocuk da kendisine tabi olarak müslüman olur.

Çünkü ebeveyninden birinin müslüman oluşu, akleden çocuğun da müslü­man oluşu anlamına gelir. Bu nedenle çocuğun da müslüman olduğuna hük­medilir.

4534-  Çocuk babasıyla birlikte esir düşer ve babasın­dan önce İslâm yurduna getirilecek olursa, çocuğun müs­lümanlığına hükmedilmez.

Çünkü çocuk yurdumuza getirildiğinde babası müslümanlarm elinde ve ha­kimiyetleri altındadır. Müslümanın elinde oluşu, İslâm yurdunda onunla birlikte bulunması gibidir. Böylece çocuk, babasına tabi olmuş olur.

Nitekim mürağim (müslüman olarak kaçıp gelen) köle ve hicret eden ca­riyenin harp yurdunda İslâm ordusunun hakimiyeti allında bulunması, yurdumuz­da bulunması gibi kabul edilmiştir. Tabi olma yönüyle hüküm yine böyledir.

4535-  Babası öldürülür yahut İslâm  yurduna getiril­mezden   önce   kaçacak   olursa,   çocuk   yine   müslüman sayılmaz.

Çünkü İslâm yurdunda kafir olarak bulunmuştur. Bundan böyle de müs­lümanlığına hükmedilmez. Ancak kendisi müslüman olduğunu söyleyecek olursa o başka. Ya da ebeveyninden biri îslâmı kabul edecek olursa ancak o zaman tabi olma yönüyle çocuk da müslüman olur.

4536-  Küçük çocuğu darulharpte iken eman altındaki kişi ülkemizde İslâmı kabul eder, sonra müslümanlar onu esir alıp islam yurduna getirir veya getirmese, bize göre babasına tabi olarak çocuk da müslüman olur.

Babası da askerle birlikte bulunuyorsa burada herhangi bir problem sözkonusLi değildir. Ama babası İslâm yurdunda bulunuyorsa, tebeiyyet konu­sunda ordunun hakimiyet alanının İslâm yurdu mesabesinde olduğunu belirt­miştik. Böylece çocuğun, askerimizin hakimiyet alanı içerisinde bulunması, İslâm yurdunda bulunması gibidir.

 

356

Baba ticaret yapmak üzere başka bir harp yurdunda bu­lunuyorsa hüküm yine böyledir.

Çünkü ülkemizin vatandaşı olan bir müslüman nerede bulunursa bulunsun, çocuğu kendisine tabi olarak müslüman kabul edilir. Müslümanm şeklen harp yurdunda bulunması bu durumu etkilemez.

4537- Babası islâm yurdunda müslüman olarak Öldük­ten sonra çocuk esir alınacak olursa, o çocuk harp yur­dunda bulunduğu müddetçe müslüman kabul edilmez. Ancak taksim edilir yahut satılır veya İslâm yurduna ge­tirilirse o başka.

Çünkü baba ülkemizde ölmüş bulunmaktadır. Her ne kadar müslüman ola­rak kalma konusunda ölünün tebeiyyet etkisi varsa da başlangıçta böyle bir etkisi yoktu(rh.a.) Nitekim birlikte esir alınacak olursa, çocuğun müslüman lığın a hük­medilmez. Çocuğun yalnız başına esir alınmasında da durum böyledir.

Dedik ki: Harp yurdunda bulunduğu müddetçe müslümanlığma hükme­dilmez. Ancak annesi kendisiyle birlikte annesi esir alınır ve baba da hür olup ülkemizde müslüman olarak bulunuyorsa, o zaman çocuk babasına tabi olarak

müslüman kabul edilir

.

 

 

4538- Harp ehlinden biri eman alarak ülkemize gelir, sonra zimmî olur veya müslümanlar kendisini esir alıp kâfir olarak âzad eder veya âzâd etmez, daha sonra küçük yaştaki çocuğunu esir alıp İslâm yurduna getirecek ol­salar, bu çocuk müslüman sayılmaz. Çünkü babası kâfir olarak yurdumuzda bulunmaktadır. Çocuk yurdumuza

giriş yaptığında babası da kâfir olarak ülkemizde bulunduğundan çocuk babasına

tabi olarak kâfir sayılır.

 

4539- Şayet baba, çocuk esir alınmadan önce kâfir ola­rak Ölmüş ve mesele de yukarıda anlattığımız şekilde ise, söz konusu çocuk ülkemize geldiğinde müslüman kabul edilir.

Çünkü ölmüş olan baba nasıl tebeiyyet yoluyla başlangıçta çocuğun müs­lüman sayılmasında etkili olmuyorsa, çocuğun müslüman olmasına da engel değildir.

 

357

4540-  İmam Muhammed dedi ki: Harp ehlinden askeri bir birlik güç ve kuvvet sahibi olup beraberinde çocuklar bulunduğu halde İslâm yurduna girdikten sonra müslüman askerler onları yenerek esir alacak olsalar, beraberindeki çocuklar müslüman kabul edilir. Sanki anne ve babaları kendileriyle esir alınmamış kabul edilirler.

Çünkü ele geçirilmekle İslâm yurdunda koruma altına alınmışlardır.

4541-  Şayet anne ve babalar bir saat sonra esir alın-mışlarsa, çocuklar müslüman kabul edilirler.

Çünkü artık onların müslümanlıklarına hükmedilmiştir. Anne ve babala­rının sonradan esir alınmaları bu hükmü değiştirmez. Ancak bu olay harp yurdun­da gerçekleşmişse, çocuklar İslâm yurduna getirilmeden sırf ele geçirilmeleriyle müslüman sayılmazlar.

4542-  Ancak savaş İslâm yurdunun toprakları içerisin­de gerçekleşmişse, baba çocukla birlikte esir alınmış olsa da yahut önce baba, sonra çocuk esir alınmış olsa da hü­küm yine aynıdır.

Çünkü çocuk ele geçirilirken babası da elimizde bulunmaktadır ve baba kâfirdir. Fakat çocuk daha önce esir alınmışsa, çocuğun müslüman olduğuna hükmedilir. Bir saat sonra baba esir alınsa da bu hüküm değişmez.   

Aynı şekilde çocuk eman almaksızın yalnız başına ül­kemize girecek olur ve bir müslüman kendisini ele geçi­recek olsa, ele geçirdiği andan itibaren o çocuk müslü-m andır.

İmam Ebû Hanîfe'nin kıyasına göre ise, bu çocuk, müslüman toplum için fey'dir. İmam Muhammed'e göre ise, kendisini ele geçiren için fey'dir ve müslü­manlığma hükmedilmekle o çocuk hür olmaz. Çünkü ele geçirildikten sonra müs­lümanlığma hükmedilmiştir. Ancak esir alınmazdan Önce müslümanlığma hükme­dilen kişinin müslümanlığı, hürriyetini pekiştirir. Esir alındıktan sonra kişinin müslüman olması, hürriyetini etkilemez ve o kişi köle olarak kalır. Başarı Allah'tandır.

 

 

359

 

 

 

 

 

-215-ESİR KADININ EVLİLİK DURUMU

 

4543- "Mebsuf'ta eşlerden birinin esir düşmesinin ay­rılmalarına sebep teşkil ettiğini belirtmiştik. Ayrılmış ol­maları, sırf esir alınmaları sebebiyle değil, hakikaten veya hükmen ayrı ülkelerde bulunmalarından dolayıdır. Her ikisi birlikte esir düşecek olurlarsa ayrılma sözkonusu ol­maz. Bu nedenle diyoruz ki: kadın esir alınır ve İslâm yurduna getirilecek olursa, hayız dönemi beklenip hamile olmadığı anlaşıldıktan veya hamile ise doğumunu yaptık­tan sonra payına düştüğü kişi kendisiyle yatabilir. İmam Muhammed kitabında bu konuda senedleriyle birlikte bir takım ri­vayetler nakleder.

 

 

4544- Esir düşen kadın harp yurdunda hayız hali görür yahut daha uzun bir müddet orada kalır, sonra da kocası esir alınıp ikisi islâm yurduna getirtilecek olursa, ayrıl­mayı gerektiren sebep olarak yurt farklılığı bulunmadığın­dan evlilikleri devam eder. Ama kadın yalnız başına İs­lâm yurduna getirildiğinde payına düştüğü kimse, kadının hamile olup olmadığının ortaya çıkması için harp yurdun­da hayız görmesi veya islam yurdunda taksimden önce veya sonra bir hayız görmesiyle yetinemez.

Çünkü  o zamana kadar payına düştüğü kişinin  mülkiyeti  kesinleşmiş degndır.

Aynı şekilde bir kişinin payına düşer ve kendisine he­nüz teslim edilmemişse, hüküm yine böyledir. Çünkü gazi kişinin mülkiyeti, ganimetlerin ele geçmesiyle sübût bulur. Bu nevi mülkiyet de ancak kabzetmckle gerçekleşir. Taksimat yapılmakla eşya-kişİ mülkiyeti sübût bulur ama tasarruf mülkiyeti ancak kabzetmek (teslim almak)la gerçekleşir. Birlikte yatmak İse, tasarruf mülkiyetiyle ilgilidir. Beraber yatma mülkiyeti gerçekleştikten sonraki hayız haline itibar edilir. Bu mülkiyete geçtikten

360

sonra kadın hayız hali olur ve hamile olmadığı ortaya çıkarsa işte o zaman sahibi o kadınla yatabilir. Bu nedenle diyoruz ki, satıcının elinde hayızlı olan kadınla müşteri, bu hayizla yetinerek onunla yatamaz.

4545-  Esir alman kadın hamile olup bir kişinin payına düşmesinden ve o kişinin onu teslim  almasından sonra doğum yapacak olursa, nifas döneminden sonra o kadınla yatmasında  bir  sakınca  yoktur.  Hatta  nifas  döneminde iken öpüp okşamasında bir sakınca yoktur. Ancak kadın doğum  yaptıktan  sonra  teslim  gerçekleşmişse, ne nifas döneminde, ne de nifastan sonra müstakil bir hayız döne­mi geçirmedikçe hiçbir şekilde kendisinden yararlanamaz. Çünkü kabzetme gerçekleşmeden önce doğum yapmakla temizlenmiştir.

Bundan böyle nifas müddetince kendisiyle yatılmaması, eziyet sebebiyledir. Bu kadının durumu, nikâh altında bulunan ve hayız hali görmekte olan kadının du­rumu gibidir. Nasıl hayızlı kadınla birleşmek caiz değilse, bu kadınla da birleşme yapılamaz. Kabzetme gerçekleşmeden önce doğum yapmış ve ancak doğumdan sonra kabzetme gerçekleşmişse, gelecek bir hayız müddetini bekleyerek istibrâ edilmesini sağlar. Şu anda nifas döneminde elinde temizliği sınanmamıştır. Bu müddet içerisinde o kadınla yatması da, şehvetle öpme ve okşama şeklinde ken­disinden yararlanması da helal değildir. '

4546-  Esir alınan kadın, İslâm yurduna getirilmezden önce İslâmi kabul eder ve kocası harp yurdunda olup kâfir ise, kocasından ayrı düşmüş olur.

Çünkü İslâm ordusunun himayesinde koruma altına alınmıştır ve müslü-man kadın hakkındaki ordunun koruması, İslâm yurdundaki koruma mesabe-

Görmüyor musun, hicret eden bir kadın, İslâm ordusunun koruması altına girecek olursa kocasından ayrı düşmüş olur. Esir kadının durumu da böyledir.

Ayrıca burada kendisi için iddet beklemek de söz konu­su değildir. Bu hüküm konusunda âlimler ittifak etmiş­lerdir. Hicret eden kadın hakkındaki ihtilafı daha önce söz konusu etmiştik.

361

4547-  Devlet başkanı ganimetleri harp yurdunda taksim eder ve kadın birinin payına düşer yahut devlet başkanı onu satar ve müşteriye teslim ederse, hayız olup hamile olmadığı ortaya çıktıktan sonra, alan kişinin o kadınla yatmasında bir sakınca yoktur.

Çünkü o kadınla kocası arasında ve kocasının muhtemel gebeliği arasında bir bağlantı kalmamıştır. Kocasız olduğu halde esir düşen kadın konumundadır. Harp yurdundaki taksimat ve satışla mülkiyet, tıpkı İslâm yurdunda olduğu gibi sübût bulmuştur.

Görmüyor musun, bundan böyle orada bulunan askeri birliğe başka bir as­keri birlik iltihak edecek olursa, ganimetler üzerinde bu son birliğin bir hakkı olmaz.

4548-  Devlet başkanı harp yurdunda bir topluluğu ser­best bırakır ve  "kim eline bir cariye geçirirse, o cariye

 

.

 

 

 

 

kendisinindir" der ve biri, bir cariyeyi ele geçirip bir ha­yız müddeti bekledikten sonra hamile olmadığı ortaya çıkacak olursa, Ebû Hanîfe'nin görüşüne göre o cariyeyi İslâm yurduna getirmedikçe onunla yatamaz. İmam Ebû Yusuf'un görüşü de böyledir. İmam Muhammed'e göre ise, onunla yatması caizdir.

Çünkü onun özel mülkiyetine geçmiştir ve başkasının bu mülkiyette bir or­taklığı bulunmamaktadır. Böylece bu cariye ile satın alınan ve taksimat sonucu payına düşen cariye aynı konumdadır. İmam Ebû Hanîfe ve Ebû Yusufa göre bu şekilde serbest bırakılanın mülkiyeti, ancak ele geçirdiği kimseyi İslâm yurduna getirmesiyle sübût bulur. Ama taksimat ve satın almakla sübût bulan mülkiyet böyle değildir.

4549- Aradaki farkı şu durum açıklığa kavuşturmak­tadır: Ordu arasında taksimat yapıldıktan ve ganimetlerin satışı gerçekleştikten sonra zaruret olmadıkça askerlerin ganimetten yeme içmeleri ve hayvanlarını yemlendirme hakları yoktur. Halbuki tenfilden sonra o hak devam et­mektedir. Tenfil yapılan kişi kadını esir aldıktan sonra o

362

kadının  kocası  da  esir  alınacak  olursa,  koca  ile  kadın arasındaki nikâh ortadan kalkmış kabul edilir.

Bu görüşün İmam Muhammed'in görüşü olduğu söylenir, imam Ebû Ha-nîfe'nin kıyasına göre ise, kadın İslâm yurduna getirilmeden sırf esir alınınca ko­casıyla nikâhının devam etmesi gerekir. Ancak en sahih nakle göre hepsinin görü­şü budur. Kadını İslâm yurduna getirmezden önce bu mülkiyet kesinleşmiyorsa da, onu ele geçiren ve kendisine nefel verilmiş olan için mülkiyet sabit olur, Bir müslüman için mülkiyetin aslının sübûtuyla da söz konusu kadın İslâm yurdunun vatandaşı olur ve böylece kendisi ile kocası arasındaki ayrılma gerçekleşmiş olur.

Nitekim çocuk yaşta olsaydı, kendisine nefel verilmiş olan kimseye ait ol­duğu İçin, İslâm yurduna getirtilmiş çocuk gibi müslüman kabul edilirdi. Aynı şe­kilde kendisini ele geçiren kişi bir hayız hali görmesinden sonra onu İslâm yurdu­na getirecek olursa, hamile olmadığının İsbatı için o hayız dönemiyle yetinebiÜr. Halbuki gizli olarak harp yurduna girmiş olan kimsenin durumu böyle değildir. Çünkü kadını İslâm yurduna getirmeden kendisi için mülkiyet sübût bulmaz.

Görmüyor musun, kendisine yardım yetişecek olursa, o yardıma gidenler ele geçirdikleri şeylerde ona oıtak olurlar. Halbuki kendisine nefel verilmiş olan kişi, ele geçirdiklerinde ele geçirmekle kendisi için mülkiyet sübût bulur ve başkasının ona ortaklığı sözkonusu olmaz.Daha sonra yardıma gidenler kendisine ortak olmazlar. Çünkü nefel vermek (askere: Ele geçirdikleriniz sizindir, demek), devlet başkanı tarafından taksimatın yapılması gibidir. Ancak bu taksimat, ele geçirmeden Öncedir. Devlet başkanı taksimatı ele geçirmeye bağlamıştır. Taksimat anlamı taşımasından dolayı, kendisine nefel verilmiş kimsenin ele geçirdiği hakkındaki hükmün bu şekilde olduğu sonucuna vardık. Hırsız ile bu kimsenin durumunu ayrı ayrı mütalaa ettik. Ele geçilmenin mülkiyetin sebebi olduğunu gözönünde bulunduran Ebû Hanife, ele geçiren kişi kadını darulislama çıkarma­dıkça onunla yatamaz, demiştir.

Basarı Allah'tandır.

 

i

 

 

.

 

363

-216-

ESİRLERİN ZİMMİLERE SATILMALARI

4550-  Müslümanlar aldıkları esirleri taksim ederek İs­lâm yurduna getirdiklerinde kölelerin zimmîlere satılma­sında bir sakınca yoktur.

Çünkü ele geçirilen esirler müşrik olup her ne kadar ülkemize getirilmekle ülkemizin vatandaşı olmuş iseler de, zimmîler mesabesindeler ve zimmî bir kölenin, başka bir zimmîye satılmasında bir sakınca yoktur.

Ancak ana ve babası beraberinde olmayan küçük bir

çocuk esir alınmış ise, bu çocuğun zimmîlere satılması

caiz değildir.

Çünkü çocuk, İslâm yurduna getirilmekle ya da harp yurdunda taksime tabi tutulmakla müslüman olmuştur. Bu nedenle söz konusu çocuk öldüğü takdirde üzerinde namaz kılınır.

4551-   Esir  alınmış  ergin  kız Ehl-i Kitaptan ise onu satın alan kişi kendisiyle yatabilir. Ancak kızın müslüman olduğuna karar verilmişse, müslümanın onu zimmî birine satması caiz değildir. Ama  o kızla birlikte anne babasın­dan biri de esir alınmışsa, zimmî birine satılmasında bir sakınca yoktur.

Çünkü bu takdirde o kızın müslümanlığma hükmedilmez.

Kızın annesi veya babasıyla birlikte aynı kişinin veya ayrı kişilerin payına düşmeleri arasında bir fark yoktur. Çünkü babasıyla birlikte ülkemize getirilmesi ve böylece babasının ülkemi­zin vatandaşı olması, kızın müslümanlığma hüküm vermeye engeldir.

4552-  Esirlerin ülkemizde eman altında bulunan birine satılması caiz değildir.

Çünkü ülkemize getirilmiş olan esir, ülkemizin vatandaşı olmuştur. Eman altındaki kişinin, ülkemiz vatandaşı olan köleyi satmalmasına izin verilmez. Şayet satınalmışsa, onu satmaya zorlanır. Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi zimmî

364

açısından müslümanin konumu ne ise, eman altındaki açısından zimmînin ko­numu da odur. Dünyevî meselelerde hüküm böyledir.

4553-  Eman altındaki biri zimmî bir cariyeyi satınalıp onu müdebber ya da ümmüi-veled kılarsa, mülkiyetine düşmesinden dolayı bu uygulaması geçerlidir. Ancak e-man altındaki kişinin bu kadınla yatmasına ve bu kadını kendi   hizmetlerinde   kullanılışına   engel   olunur.   Kadın, çalışıp bedelini öder ve böylece hürriyetine kavuşur. Müslüman cariyesini müdebber veya ümmülveled kılan zimmî hakkındaki

hükmü daha önce belirtmiştik. Zimmî cariyesi ile eman altındaki hakkındaki hü­küm de aynıdır.

4554- Ehl-i Kitaptan bir kadın çocuklarıyla birlikte esir düşüp bir kişinin payına düştükten sonra küçük olan ço­cuklarından biri müslüman olacak olursa, o kişinin onları kâfir birine satması caiz değildir.

Çünkü hepsini birlikte satacak olursa, müslüman bir köleyi kâfir birine satmış olacaktır ki bu caiz değildir. Ayrı ayrı kimselere satacak olursa bu takdirde de küçük bir çocuğu annesinden ayırmış olur ki bu da caiz değildir. Çünkü o çocuk ile annesi, birlikte kendisinin mülkiyetine geçmişlerdi ve bundan böyle küçük çocuk ile annesini birbirinden ayırması caiz olmaz.

4555-  Zimmî veya harp ehlinden eman altındaki biri mürted bir cariyeyi satınalacak olursa, satmalması geçerli olmakla   beraber   sözkonusu   cariye   çocuk   yaşta   olsun, yetişkin biri olsun, onu satmaya zorlanır.

Çünkü mürted olan kadın, İslama dönmeye zorlanır. Böylece o, müslüman kadın hükmündedir. Müslüman bir cariyenin kâfir birinin mülkiyetinde kalmasına izin verilemez. Bu konuda küçük ve büyük cariye arasında bir fark yoktur. Mür­ted kadın hakkındaki hüküm de. böyledir.

Nitekim Yahudilik veya Hıristiyanlık dinine dönecek

olursa ne kestiği yenilebilir, ne de nikâhlanabilir.

Bu misalin verilmesinin anlamı şudur: Bu kadın, Yahudi asıllı bir kadın gibi olmayınca, ahkâm konusunda itikadına da itibar edilmez. Çünkü girdiği

365

inançtan vazgeçmeye ve İslama geri dönmeye zorlanacaktır. Bu nedenle söz ko­nusu kadın, müslüman kadın hükmündedir ve kâfir kişi onu müslüman birine satmağa zorlanır.

4556-  Küçük çocuklarıyla birlikte esir düşen bir ka­dının küçük çocuklarından biri Islâmı kabul edecek olup sahipleri onları kâfir birine satacak olursa, satış caizdir ama onları satınalan kişi harp ehlinden biri ise, hepsini satmaya zorlanır.

Çünkü satmaldıklarınm bir kısmı müslüman ve bir kısmı zimmîdir. Hal­buki eman altındaki kişi, müslüman olanlarım da, zimmî olmalarını da satmaya zorlanır. Böylece hepsini satmak mecburiyetinde olr.

Satınalan   kişi   zimmî  ise,  onlardan   sdece  müslüman

olanı satmağa zorlanır.

Çünkü zimmî olanlarını mülkiyetinde alıkoyma yetkisine sahiptir. Ayrıca zimmî kişiye, anne İle çocuğunu birbirinden ayırıyorsun da denilemez.

4557-  "Anne ile çocuğu birbirinden ayırıyorsun" itira­zının muhatabı olmuş olsaydı, onlardan sadece müslüman olanı satması gerekirdi. Çünkü bu ayırımın hukuki bir da­yanağı vardır. Böylece sadece müslüman olanı mülkiye­tinden ayırmaya müstahak olurdu. Hukuki bir dayanak ile yapılan ayırma, yasak değildir.

Görmüyor musun, anne ile birlikte çocuk bir müslümanm mülkiyetinde bir araya gelmiş olsalar, sonra onlardan biri borç altında kalacak olsa, sadece borçlu kişinin satılmasında bir sakınca yoktur. Yine onlardan biri, bir cinayet işleyecek olsa, sadece onun cinayet karşılığı olarak verilmesi caizdir. Buradan da anlıyoruz ki, onları bir birinden ayırmak bir hakka dayalı ise, bunda bir sakınca yoktur.

4558-  İmam Muhammed, daha sonra çocuğun müslü-manlığı konusu ile ilgili ayrıntıları da belirterek şöyle de­mektedir:

Müslümanlardan biri, kâfir bir çocuğa İslâmı tanıtacak olsa ve çocuk da: İşte ben bu din üzereyim, derse bakılır; çocuğun kendisine anlatılanları anladığını kesin olarak bi-

366

liyorsak, o çocuk müslümandır. İslanıı anladığına zannı galip ile kanaat getirirsek, bu çocuk yine müslüman ola­rak kabul edilir.

Ama çocuğun kendisine anlatılanları anlamadığını kesin olarak veya zann-i galip ile biliyorsak, o çocuk müslüman değildir. Böyle bir durumda çocuğa İslâmı tanımla deni­lir. Tanımladığı takdirde müslüman olduğuna hükmedilir. İmam Mu ha m m ed'in burada anlattıkları söz konusu ettiğimiz âlimlerin görüşlerini desteklemektedir .Şöyle kî:

Bir kadınla evlenen yahut bir cariye satın alan kişi, ev-lendiği bu kadından islâmı tanıtmasını isteyip kadın bunu beceremiyor, ama o kişi kendisine İslâmı tanıttığında söz konusu kadın:İşte ben bu din üzereyim derse, kişi de kadının bunları anlayarak söylediğine kanaat getirirse o kadınla yatmasında bir sakınca yoktur.

Çünkü utangaçlığı, anlatmasına engel oluyor olabilir. Kadın, İslâmı anla­tabilecek durumda olsa bile, kişinin kendisine İslâmı tanıtmasından sonra, işte ben bu din üzereyim, demesi yeterlidir. Başarı Allah'tandır.

.

 

 

 

 

367

-217-

KÖLENİN EMAN ALARAK

YAHUT MÜSLÜMAN VEYA ZİMMÎ OLARAK

DARULİSLAMA GELMESİ

İmam Muhammed -Allah kendisinden razı olsun- dedi ki:

4559- Müslüman yahut zimmî olarak efendisinden ka­çıp kurtularak İslam yurduna gelen her köle hür olur. Çünkü efendisine karşı kendisini koruma altına almıştır. Hatta efendisinin malından beraberinde ne getirir ve onu koruma altma alırsa, o mal da kendi mül­kiyetine geçer. Böylece o köle artık kendi kendisinin maliki ve hakemidir. Bu ne­denle de azad olmuştur. Kimsenin onun üzerinde velayet hakkı da yoktur. Di-ledikleriyle velayet kurar. Miras ve cinayetler konusunda da, müslüman olarak harp yurdundan gelmiş biri konumundadır.

4560-  İkrime   (r.a.)nın  hadisi  buna  delil   olarak  ge­tirilmiştir. Bu hadise göre, bir köle beraberinde efendisi olmadan Peygamber (s.a.v,)'e geldiği zaman, azat olurdu. Tavus'un şu hadisi de delil getirilmiştir: Muaz b. Cebel mektubunda şöyle yazılıydı: Müslüman olan veya İslama meyleden her köle hür olur. Aşiretinin bölgesine çıkan her kölenin Öşür ve zekatı (sadakası)nı aşireti verir. Baş­ka bir rivayette, aşiretinden başka bir bölgeye giden kö­lenin öşrü ve  zekatı aşiretinin bölgesine verilir.

İkrime'den   şöyle  rivayet   edilir:   Bir   köle  müslüman oldu. Rasulullah hicret ettiğinde o kölenin sahipleri, köle­lerinin Peygamber'in peşinden gideceğinden endişe etti­ler.   Bu   nedenle   de   onu   bağladılar.   Köle   Peygamber (s.a.v.)'e şöyle bir haber gönderdi: Benim müslüman ol­duğumu  biliyorsun. Beni  satın  al  veya kurtar. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) o köleyi getirtmek üzere yedi kişiyi gönderdi ve onlara: Belki orada size yardımcı ola­cak birini de bulursunuz, dedi.

Bu rivayet, güçlü kuvvetli olmayan bir topluluğun böyle bir amaç için eman almaksızın harp yurduna gitmelerinde bir sakıncanın bulunmadığına delil-

368

dir. Böyle bir davranış, kendi kendilerini tehlikeye atmaları şeklinde değerlend­irilmez. Ancak düşmana bir zarar vermeksizin ve tehlikenin kesinliği durumunda böyle bir davranışta bulunmuşlarsa o zaman kendi kendilerini tehlikeye attılar de­nilir. Harp yurduna girişlerindeki amaç, düşmana zarar vermek ise bunda bir sakınca yoktur.

4561-  İmam Muhammed şunu da zikretmektedir: Ab­dullah b. Ebi Bekr'in şöyle dediği rivayet edilir: Siyah bir köle, efendisinin koyunlarını otlatırken Hayber halkının kalelerine çekildiklerini görür ve onlara niçin böyle dav­randıklarını sorar. Kendisinin peygamber olduğunu iddia eden şu adamla savaşmak için hazırlık yapıyoruz, derler. Onların bu  sözleri o köleyi  etkiler ve koyunlarını  alıp doğruca Peygamber(s.a.v.)re gelir. Peygamber'e: Ne söy­lüyorsun?   Neye   çağırıyorsun?   diye   sorar.   Peygamber (s.a.v.):  İslama;  Allahtan başka ilah olmadığına, benim Allahm rasulü olduğumu söylemeye ve Allahtan başkasına kulluk  yapmamaya  çağırıyorum, der. Bunları  yaparsam bana ne   var? deyince, Bu inanç üzere ölecek olursan se­nin için  cennet vardır, karşılığını verir. Bunun üzerine köle orada İslâmı kabul eder. (Hadis devam etmektedir.)

İmam Muhammed bu hadisi, kölenin İslâm ordugahına gelmeden Önce müslüman olmasıyla geldikten sonra müslüman olması arasında bir farkın bu­lunmadığını belirtmek için nakletmektedir. Her iki durumda da kölenin hürriyetine hükmedilir. İmam Muhammed, daha sonra Taif kalesinden çıkıp gelen ve İslâmı kabul eden kölelerin durumunu anlatır. Peygamber (s.a.v.) bunlar hakkında: Bunlar, Allah'ın âzâdlılarıdır.

4562-   İmam   Muhammed,  İkrime'nin  şu  hadisini   de nakletmektedir:  Peygamber  (s.a.v.)  şöyle  buyuruyordu: Kişi malından önce gelip ardından malı gelecek olursa, malı kendisine aittir. Ancak malı kendisinden önce gel­mişse, hürdür. Biz de bu rivayeti esas alıyoruz.

Burada sözkonusu edilen mal, köledir. Köle, daha önce efendisinden ka­çarak gelmişse, o köle hürdür. Ama efendisi kendisini getirmişse, bakılır; önce efendi gelmiş ve sonra köle gelmişse, bu demektir ki köle, efendisinin emrine uyarak peşinden gelmiştir. Böylece efendisine köleliği devam etmektedir.

Şüphesiz en iyi Allah bilir.

369

-218-

KÖLENİN ÎSLÂMI KABUL ETMESİYLE ÂZÂD OLMASI

İmam Muhammed -Allah kendisinden razı olsun- dedi ki:

4563-" es-Siyeru's-Sağir" de müslüman veya zimmî bir köle alıp onu harp yurduna götüren eman altındaki kişiyle ilgili ihtilafı belirtmiştik.

Ebû Hanîfe -Allah kendisinden razı olsun- bu durum­daki köle ile harp yurdunda harp ehlinden birinin İslâmı kabul eden kölesi arasındaki farkı belirtir ve şöyle der: Köle İslâmı kabul eder ve efendisine karşı gelmeden ve kaçmadan İslâm yurduna gelecek olursa, efendisinin köle­si olmaya devam eder. Beraberinde efendisinin malının bulunup bulunmaması bu hükmü değiştirmez. Çünkü İs­lâm yurduna gelirken efendisine karşı kendisini koruma altına alma kastıyla gelmemiştir. Bu nedenle de kendi ken­disinin sahip ve maliki olamaz. Ne var ki devlet başkanı bu köleyi satar ve bedelini bekletir. Şayet efendisini bek­lemek üzere beraberinde bir mal getirmişse, o malı da elinden alır.

Çünkü efendisi hazır bulunmuş olsaydı, o köleyi satmaya zorlanacaktı. Müslüman bir köle, kâfir birinin mülkiyetine terkedilmez. Efendisi harp yurdunda bulunduğuna ve harp yurdunda da bulunan ölü hükmünde olduğuna göre, o köleyi satma velayeti devlet başkanına aittir.

4564- Ayrıca elinde bulunan malın fey' olması gerekir.

Çünkü ne kendisine, ne de efendisine o mal konusunda eman verilmiş de­ğildir. Eman olmaksızın harp ehlinden birinin malı bizim ülkemizde elimize geçecek olursa, fey' olur. Ne var ki müslüman köle, efendisine çalıştırmak üzere malı getirmişse, köle İslâm yurdunda olduktan sonra sanki o mal konusunda da eman verilmiş kabul edilir. Çünkü kölenin İslâm yurdundaki emanı, sair müslü-

370

manların emanı gibidir. Bu nedenle devlet başkanı, bu malı muhafaza altına alır ve o kölenin efendisinin gelmesini bekler.

4565-   Şayet  efendi  İslâmı  kabul  etmiş  olarak  İslâm yurduna gelir ve kölesi de onun peşinden gelecek olursa, efendisinin kölesi olmaya devam eder. Kölenin müslüman veya kâfir olması bu hükmü değiştirmez.

Çünkü harp yurdunda İken İslâmı kabul etmekle bir yönüyle malını koruma altına almıştır.

Görmüyor musun, müslümanlar o ülkeye galip gelecek olsaydılar, malda kendisi daha çok hak sahibi olacaktı. Kölenin kendisinden sonra gelmesi, malının korunmuşluğunu tamamlayan bir husustur. Bu sebeple köle ister müslüman ola­rak gelmiş olsun, ister kâfir olarak gelmiş olsun efendisinin kölesi olmaya devam eder.

4566- Efendi İslâm yurdunda İslâmı kabul ettikten son­ra harp yurdundaki kölelerinden biri İslâmı kabul ederek İslâm yurduna gelmişse, bakılır; eğer efendisi için İslâm yurduna gelmişse, efendisinin kölesi olmaya devam eder.

Çünkü daha önce belirttiğimiz gibi, kendisini efendisine karşı koruma altına almak için değil efendisi için çıkıp gelmiştir,

4567-   Ama müslüman veya zimmî olarak hürriyetine kavuşmak için gelmişse ve efendisinin kölesi olmak is­temiyorsa, o hürdür.

Çünkü îslâm yurdunda İslâmı kabul eden kişi, harp yurdundaki malla­rından herhangi bir şeyi koruma altına almış değildir.

Nitekim müslümanlar o ülkeye galip gelecek olsalar, mallarının tamamı feyr olur.

4568-  Köle İslâm yurduna geldikten sonra efendisiyle ihtilafa düşüp, efendisinden kurtulmak için buraya gel­diğini söyler, ama efendisi bunu yalanlayıp kendisine hiz­met etmek için buraya geldiğini iddia edecek olsa, efen-

dinin sözü geçerlidir.

 

371

Çünkü efendinin söylediği, temel olan bir husustur. Temelde o kölenin sa­hibi kendisidir ve bu husus sabittir. Zahirde durum budur. Böylece efendinin sözü geçerlilik kazanmaktadır.

4569- Harp ehlinden biri harp yurdunda iken İslâmı kabul eder ve mallarını orada bırakarak İslâm yurduna ge­lir, daha sonra harp yurduna giderek harp ehlinin mal­larına bir zarar vermediklerini görür ve mallarını ahp İslâm yurduna getirecek olursa, getirdiği malların tamamı kendisine aittir. O mallardan beştebir pay da alınmaz. Harp yurduna giderken müslümanların devlet başkanına gideceğini haber vermiş olsun veya haber vermemiş ol-

 

sun, hüküm açısından bir değişiklik sözkonusu değildir.

Çünkü harp ehli o mallan almamışlarsa, o mallar kendisinin mülkiyetinde olmaya devam etmektedir. Onun durumu, harp yurdunda İslâmı kabul edip İslâm yurduna mallarıyla birlikte gelenin durumu gibidir. Çünkü beştebir pay ancak İslâm yurduna getirilip mülkiyeti başlangıç safhasında olan ve devlet başkanından izin alarak harp yurduna giden kişinin getirdiği mallarında vardır. Mülkiyeti devam eden kişinin mallarında yoktur. Getirdiği mallar ganimet değildir ki o mal­larda beşlebir pay olsun.

4570- Kendisi gitmeden önce müslümanlar o ülkeye galip gelecek olsalar, küçük çocukları hür olup müslü-mandırlar. Malları ise, tarlaları hariç kendi mülkiyetinde olmaya devam ederler.

Çünkü malı için geri döndüğünde, harp yurdunda İslâmı kabul etmiş ve

müslümanlar orayı fethetmeden oradan ayrılmamış müslüman konumuna girer. Bu durumdaki müslüman hakkındaki hükmü daha önce açıklamıştık.

 

4571- Harp ehlinden biri, eman alarak ülkemize gel­dikten sonra İslâmı kabul etmiş, sonra mal ve çocuklarını gidip getirmişse, bakılır; şayet eman alarak gitmişse, çocukları hür ve müslüman olup kimsenin onlar üzerinde bir hakkı yoktur.

372

Çünkü müslüman olarak harp yurduna gittiğinde küçük çocukları kendisine tabi olarak müslüman olmuş olurlar. Çıkarıp getirdiği mallar da kendisine aittir. Bu meselede bir problem yoktur. Çünkü aralarında eman almış olarak bulunan kişi, herhangi bir nedenle aralarında bir mülkiyete sahip olacak olsa ve bu mallan İslâm ülkesine getirecek olsa, söz konusu malların tamamı kendisine aittir. Büyük çocukları ve karısı da kendisinin emani altın­dadır ve kimse onlara herhangi bir zarar veremez. Çünkü kendisiyle birlikte harp yurdundan çıkıp İslâm yurduna geldikle­rinde onlara eman vermiş olur. Böylece İslâm yurdunda eman içerisinde olurlar.

4572-  Müslüman devlet başkanından izin almadan on­lara da eman almadan gitmişse, hüküm yine budur.

Çünkü konumu bu kişinin en azından oraya kaçak giden bir kimsenin ko­numundan daha geri değildir. Nitekim çapulculuk yapmak üzere giden kişinin ge­tirdiği mallar kendisinin olup onlarda beştebir pay da yoktur.

4573-  Giderken Müslümanların devlet başkanından izin almışsa yine getireceği mallar için verilecek hüküm ay­nıdır.

Çünkü o mal üzerindeki mülkiyetini pekiştirmiştir. Getirdiği mallar ganimet hükmünde değildir.

Ancak düşmandan alıp getirdiği malda beştebir pay vardır.

Çünkü bu malı İslâm yurduna getirip koruma altına almakla o mal üzerin­deki mülkiyeti ilk defa olmaktadır. Devlet başkanının iznini alarak gittiğinden dolayı bu mal, ganimet hükmündedir.

Daha sonra Haccac b. Allat es-Sûlemî'nin hadisini delil olarak getirir. Bu zat Hayber'de müslüman olmuştur, fakat Mekke'de çokça malı vardır. Malını getirmek için Mekke'ye gitmek üzere Peygamber (s.a.v.)den izin iste­miştir. Peygamber (s.a.v.) kendisine izin vermiş, o da gi­dip malını getirmiştir. Peygamber (s.a.v.)in bu zatın malından beştebir (humus) pay ayırdığı ve ondan bir şey aldığını bilmiyoruz.

373

Vakidî, " el-Megâzî" de bu olayın tamamını zikretmektedir. Buna göre bu şahıs Mekke'ye dönmek üzere Peygamber (s.a.v.)den izin istediğinde, kendisine izin vermiştir. Mekkelİler, Peygamber (s.a.v.)in Hayber'e gittiğini haber al­mışlardı. İşin nasıl ve ne safhada olduğunu öğrenme beklentisi içindeydiler. Ha­berler kesilmişti. Bir gün Mekke'nin dışında yol bekliyorlardı, belki biri gelir de kendisinden ayrıntılı haber alacaklardı. Nihayet Haccac çıkageldi. Ne haberler var? Dediler. Haccac: Sizi sevindirecek haberlerim var, ancak sizden istediğimi bana garanti etmedikçe size bir şey anlatmayacağım, dedi. Dilediğini garanti edi­yoruz, dediler. Bilin ki Hayber halkı kadar Muhammed ve ashabıyla amansız savaşan başka bir Arap topluluğu olmadı. Muhammed'e galip geldiler, ashabını öldürüp kendisini esir aldılar. Ben oradan ayrıldığımda, kendisini öldüresiniz diye onu buraya getirmeye azimliydiler. Bana yardımcı olun ki malımı toplayayim, belki Muhammed'in ashabından aldıkları ganimetlerin bir kısmım satın alırım. Benim için kazançlı bir ticaret olacaktır, dedi. İstediğini hemen yerine getireceğiz dediler ve topluca bu işe seferber oldular.

Bunun üzerine Abbas (r.a.), bir çocukla Haccac'a haber gönderdi. Çocuğa dedi ki: Git, Haccac'a selam söyle ve şöyle dediğimi kendisine haber ver: De­diklerinin doğru olmasından Allah daha yüce ve daha büyüktür. Haccac, çocuğa: Abbas'a deki, tenha bir yerde beni beklesin, dedi. Sonra Abbas'm yanma geldi ve olayın doğrusunu kendisine haber vererek dedi ki:

Peygamber (s.a.v.), Hayber'i fethetti, Ben de müslüman oldum. Hayber ganimetleri taksim edilinceye kadar oradan ayrılmadım. Ben geldiğimde Pey­gamber (s.a.v.) Huyey b. Ahtab'm kızıyla evlenmişti. Ancak bu sırrımı üç gün gizlemeni istiyorum. Abbas, sırrını gizli tutacağına söz verdi. Nihayet Haccac mallarını topladı ve üçüncü gün yola çıktı. Daha sonra Abbas, Haccac'ın evine geldi ve hanımına Haccac nerede? diye sordu. Haccac'in eşi: Muhammed'in ga­nimetlerini satın almaya gitti, dedi. Abbas: Asla. O, müslüman oldu ve malını alıp kaçırdı. Sen de müslüman olmadıkça artık onun eşi olamazsın, dedi. Kadın: Gerçekten doğru söylüyorsun, yanımda hiçbir şey bırakmadı; ne varsa alıp gitti, dedi. Abbas, ipekli şalını giyerek ve güzel kokular sürünerek, Mescid-i Haram'a gitti. Kureyşliler oturmuş, Haybeıiiler Muhammed'i kendilerine teslim ettikle­rinde onu nasıl öldüreceklerini görüşüyorlardı. Ebu Sufyan kalktı ve Abbas'm yanına gelerek: Başına gelen musibete nasıl karşı koyacağını göstermek için mı

374

böyle giyindin? dedi. Abbas, durumun hiç de öyle olmadığını söyleyerek me­selenin içyüzünü anlattı.

Ebu Sufyan: Benim yanımda sen Haccac'dan daha doğru birisin, dedi. Sonra durumu araştırmak üzere Haccac'm hanımına haber gönderdiler. Meselenin gerçekten böyle olduğunu anladılar. Böylesi bir hayal kırıklığına daha önce

uğramamışlardı.

Bundan da anlaşılıyor ki, Haccac, eman alarak Mekke'ye girmemişti. On­lardan biri gibi görünerek Mekke'ye gelmişti. Bu ise, eman almak anlamma gel­mez. Bununla birlikte Peygamber (s.a.v.), Haccac'ın malına dokunmamıştı. Böylece bu şekilde malını almak üzere harp yurduna giden kimsenin malından humus (beştebir) alınmayacağını anlıyoruz. Yani biri, devlet başkanının izniyle ve düşmandan eman almaksızın düşman yurduna gidip mallarını getirecek olursa, mallarından beştebir pay (humus) alınmaz.

Başarı Allah'tandır.

Allah'a şükür, kitap bitti.