KISASI GEREKTİREN VE GEREKTİRMEYEN ŞEYLERİN BABI
(Kısas, öldürülmesi
sürekli yasak olan kişinin bilerek öldürülmesiyle vacip olur.) «Bilerek»
diyoruz. Çünkü bu konuda nass vardır. Sürekli
öldürülmesinin yasak oluşu kaydı da katli hakkında mubah olma şüphesi olan
kişileri çıkarmak ve müsavatın tahakkuk edilmesi için getirilmiştir. Nasslann umum mânâsı gereğince (Hür kişi, hem hür, hem köleye
karşı kısas edilir.) îm a m -1 Şafii hür köle ile kısas edilmez demiştir.
Çünkü Cenâb-ı Allah (Celle Celâllahü) :«Hüre karşı hür, köleye karşı köle kısas
edilir. ([1])
buyurmuştur, işte bu ifâdenin gereği olarak köleye karşı hürün kısas
edilmemesi gerekli görülür. Çünkü kısasın gerçekleştirilmesi müsavilik
(eşitlik) üzerine kurulmuştur. Halbuki mülk eden ve mülk edinilen arasında
müsavilik yoktur. Bunun için hürün bir parçası kölenin aynı parçasına karşı
kısas edilemez. Ancak, köle, köleye karşı kısas edilir. Zira ikisi
müsavidirler. Aynı zamanda köle hüre karşı kısas edilir. Çünkü aralarındaki tef
avut yüksekten aşağıya doğrudur, demiştir.
Biz diyoruz ki: Kısas
dokunulmazlıktaki eşitliğe dayanır. Dokunulmazlığa da müslümanlık
veya vatandaşlıkla sahip olunduğuna göre bu vasıfta hür ile köle arasında fark
yoktur. Kölelerin birbirlerine karşılık kısas edilmelerinden de, bu vasıfta
köle ile hür arasında fark bulunmadığı anlaşılmaktadır. Âyetten de. köleye
karşı, hürün kısas edilmeyeceği mânâsı çıkmaz. Çünkü eğer bu mânâ çıkarsa,
âyette «kadına karşı, kadın» mealindeki ifâde de geçtiğine
göre kadına karşılık, erkeğe kısas lâzım gelmeyecekti. (İslâm vatandaşı olan
gayri müslime karşı, müslüman
kısas edilir.) îmam-ı Şafii "hiç bir müslüman.bir
gayri müslime karşı öldürülemez» ([2])
hadisine dayanarak bun da da muhalefet etmiş ve:
-Çünkü cinayet sırasında aralarında eşitlik yoktur. Kaldı ki inançsızlık
öldürülmeyi caiz kıldığı için durumda şüphe vardır. Şüpheli durumlarda ise
şer'i cezalar uygulanamaz- demiştir. Bizim de dayandığımız, Peygamber
fendimiz. (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)
'in bir gayri müslime karşı, bir müslümanı
kısas ettiğine dâir rivayettir ([3]).
Kaldı ki İslâm vatandaşı olan gayri müslim de İslâm
ahkâmı ile yükümlü ve müslümanlann vatandaşı olduğu
için dokunulmazlıkta olanlarla eşittir. Öldürülmeyi caiz kılan inançsızlık da
bizimle savaşan gayri müslimlerin inançsızlığıdır.
Bizimle banş hâlinde olanların değil. Gayri müslimlerin birbirlerine karşı kısas edilmeleri de durumda
söz konusu şüphenin bulunmadığını gösterir. 1 m a m - ı Şafii1 nin dayandığı hadisteki «Gayri müslim»den
murad da, hadisin siyakı delaletiyle bizimle savaş
hâlinde olan gayri müslimdir. (Müslüman kimse, oturma
izni ile İslâm ülkesinde bulunan gayri müslime
karşılık, kısas edilemez.) Çünkü bu gayri müslimin
dokunulmazlığı sürekli değildir ve her an için ülkesine dönmek niyetinde
olduğu için, onun inançsızlığı onu bizimle savaşmaya sürükleyebilir.
(İslâm vatandaşı olan
gayri müslim de, oturma izni ile İslâm ülkesinde
bulunan gayri müslime karşılık) açıkladığımız aynı
sebepten dolayı (kısas edilemez. İslâm ülkesinde oturma izni ile bulunan gayri müslim, kendisi gibi bir gayri müslime
karşılık ise kısas edilir.) Çünkü aralarında eşitlik vardır. Eşitlik bulunduğu
zaman ise kıyasa göre kısas gerekir. Ancak öldürülmesini caiz kılan sebep
mevcut olduğu için, istihsânen kısas gerekmez. (Erkek
- kadına, büyük - küçüğe, sağlam - köre, topala, el ve ayaklan olmayana,
deliye karşılık kısas edilir.) Zira nasslardaki
genellik bunu gerektirmektedir. Öte yandan, eğer dokunulmazlık vasfı dışında
kalan insanlar arasındaki farklılıklar nazara alınırsa, kısas cezası ortadan
kalkacak ve terör, anarşi ortalığı kaplayıp insanlar birbirlerini
yiyeceklerdir. (Baba, oğluna karşılık kısas edilmez.) Zira Peygamber Efendimiz CSallallahü Aleyhi ve Sellem):-Baba,
oğluna karşılık kısas edilmez- ([4]) buyurmuştur.
Bu hadîs mutlak olduğu için «Baba, eğer çocuğunu boğazlarsa ona kısas lâzım
gelir- diyen tmam Mâlik'e karşı bir delildir, öte
yandan baba, çocuğunun varlığına sebep iken, çocuğun babasının yokluğuna sebep
olabilmesini akıl almaz. Bunun, içindir ki eğer çocuk, babasını düşman safında
müslümanlarla savaşır, ya
da evli olduğu halde zina eder görse bile onu öldüremez. Kısası da önce
öldürülen çocuk hak eder, ondan sonra da çocuğun vârisleri çocuğun yerine
geçerler. Dede de —ister babanın, ister annenin babası olsun ve yakın olsun
uzak olsun— baba hükmündedir. Aynı nedenden dolayı bu konuda anne ile nine de
-ister baba, ister anne tarafından ve ister yakın, ister uzak olsunlar- baba ve
dede gibidirler. Babasını öldüren çocuk ise, onu kısastan koruyacak bir neden
olmadığı için kısas edilir.
(Kişi, kölesi ve
şartlı azatlısına karşı, kısas edilmez. Keza çocuğunun kölesine karşı da.)
Çünkü efendi, kendi hakkı gereğince kendi aleyhinde kısası gerekli kılamaz.
Keza efendi bir kısmım mülkiyetine aldığı kölesine karşılık da kısas edilmez.
Çünkü kısas parçalanamaz. (Kendi babası aleyhinde kısası miras olan kişinin
kısas hakkı sakıt olur.l Çünkü babalık saygınlığı kısası engeller. (Kısas,
ancak kılıçla gerçekleştirilir.)
îmam-ı Şafiî,
öldürmede ne kullanılmışsa -meşru1 olduğu takdirde- aynı eylem uygulanacaktır.
Eğer ölürse kısas gerçekleşmiş olur. Ölmezse, boynuna vurulacaktır demiştir.
Çünkü kısasın temeli müsaviliğe dayanır. Biz diyoruz ki: Bu konuda Peygamber
Efendimiz (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) :«Kısas, kılıçtan başka bir şeyle olamaz» ([5])
hadisi delil olmakladır. Kılıçtan gaye de silâhtır, öte yandan İmam-ı Şafii' nin öne sürdüğü görüşte uygulanan eylemle ölüm gerçekleşmezse
boynuna vurulan darbe ile fazladan cezalandırma durumu söz konusu olur.
Binâenaleyh kemiği kırmakta olduğu gibi, bundan sakınmak gerekir.
(Bunağın çocuğu
öldürüldüğünde, bunağın babası kısası gerçekleştirebilir.) Zira kısas, kişinin
içindeki acıyı giderdiği için meşru kılınan bir şey olduğuna göre, yararı
kişiye râcidir. Bunun için o da -evlendirme yetkisi
gibi- kişi üzerindeki velayetin yetkileri arasına girer. (Bunağın babası
kısastan vazgeçip diyet üzerine musalaha da
yapabilir.) Çünkü bunak için musalaha daha
avantajlıdır. Fakat kendisi için bağışlama yetkisi yoktur. Çünkü bağışlamayla
bunağın hakkı zayi olur. (Bunağın eli de bilerek kesiidiği
zaman) açıkladığımız aynı sebepten dolayı (yine böyledir. Vâsi de bütün bu
yetkilerde baba gibidir. Ancak vâsi, öldüreni kısas edemez.) Çünkü Öldüreni
kısas etmek kişi üzerindeki velayetin yetkilerindendir. Vâsinin velayeti ise,
kişinin kendisi üzerinde değil, malı üzerindedir. Metindeki bütün bu yetkilere
de» deyimi mutlak olduğu için, vâsinin diyet üzerine musalaha
edebilmesi ve organ kısasını yapabilmesi gerekir. Zira ondan yalnız öldüreni
kısas edebilme yetkisi istisna edilmiştir. -Sulh bahsinde ise «Vâsi musalaha yapamaz. Zira musalaha
her ne kadar mâli bir tasarruf ise de diyet kısas yerine geçtiği
ve kısas da mal ile değil, şahıs ile ilgili bir hüküm olduğu için, vâsinin
yetkileri dışındadır-diye geçmektedir. Buradaki görüşün dayanağı da şudur : Musalahadan gaye bunağa mal kazandırmak, olduğuna göre,
bunu baba nasıl yapabiliyorsa vâsinin de yapabilmesi gerekir. Kısas ise öyle
değildir. Çünkü kısastan amaç acıyı gidermektir ki bu, babaya özgü bir haktır
ve zayi olmasına neden olduğu için baba bu hakkı bağışlayamadığma
göre vâsinin bağışlayamaması evleviyetle lâzım
gelir.
Derler ki: Kıyasa göre
vâsi, kısas olarak öldürmeye nasıl yetkili değilse, kısası organlarda da
uygulamaya yetkili olmaması gerekir. Çünkü her iki kısastan da amaç aynıdır. O
da gönlün rahat olmasıdır. Fakat organlar mal gibi değerlendirildiği için,
vâsinin organlarda kısası uygulamasına istihsanen
cevaz verilmiştir. Zira bilindiği üzere organlar da mal gibi nefsi korumak için
yaratılmışlardır. O halde organlarla ilgili kısası gerçekleştirmek maldaki
tasarruf gibi sayılır. Bu konuda çocuk da bunak gibidir. Sahih kavle göre
Hâkim de baba gibidir. Nitekim kimsesi olmayan bir şahıs öldürüldüğünde hakkını
devlet reisi alır. Hâkim de onun adına hizmet yaptığı için devlet reisi
hükmündedir. (Büyük ve küçük olmak üzere bir kaç velisi bulunan kişi Öldürüldüğünde
İmam Ebû Hanife'ye göre
büyük velîler, katili kısas olarak Öldürebilirler. İki imam ise, küçükler,
büyümedikçe büyük velîler kısasla öldüremezler diyorlar.) Çünkü kısas velîler
arasında ortak bir haktır. Bu hak, parçalanamadığı için bir kısmının yerine
getirilmesi de mümkün olamaz. Ve hepsinin yerine getirilmesinde de, küçüklerin
haklarının iptali söz konusu olur. Dolayısı ile hak ifâsı, büyümeleri zamanına
kadar ertelenir. Tıpkı iki büyük velîden biri hazır bulunmadığı durumundaki
hak ifâsının ertelenmesi gibi... îmam Ebû Hanife diyor ki: Kısas, parçalanamayan bir haktır. Çünkü
parçalanamayan bir sebeple sabittir. O da akrabalıktır. Ve çocuğun, katili af
etme ihtimâli de, bulunduğu yaşta söz konusu olamaz. Böylece büyük velilerden
her biri için -nikâhta olduğu gibi- tam velayet hakkı vardır. Ancak
büyüklerden biri hazır bulunmazsa, onun, katili bağışlayacağı ihtimâli
bulunduğundan kısas geciktirilir. (Bir kimse, başkasını bel ile vurup
öldürürse, eğer onu belin de-miriyle vurmuşsa kısas edilir. Eğer sapı ile
vurmuşsa ona diyet lâzım gelir.) Ben diyorum ki: Demirin ağzı ile vurmuşsa
öyledir. Çünkü demirin ağzı vurulduğu yeri yaraladığı için kısası gerektiren
sebep tam olarak meydana gelmiş olur. Demirin arkasıyla vurması halinde ise,
iki imama göre, kısas lâzım gelir.
İmam Ebû Hanife den ise bu yolda iki
rivayet vardır. Bir rivayete göre İmam Ebû Hanife, cinayette kullanılan âletin demir olduğuna bakarak
: «Kısas lâzım gelir- demiş ise de, diğer rivayete göre, kısasın ancak demirin
yara açtığı zaman lâzım geldiği görüşündedir, ki -Allah izin verirse- ilerde
açıklayacağımız üzere en doğrusu budur. Terazi çeki taşlarıyla da vurmak
böyledir. Belin sapı ile vurması hâlinde ise ancak diyet lâzım gelir. Çünkü suçsuz
bir cana kıyılmış ve kısasa da imkân yoktur. Bunun için diyet gerekir, ki
suçsuz yere öldürülmüş bir kimsenin kanı heder olmasın. Sonra, kimisi: -Belin
sapı büyük sopa gibi olduğundan, onunla adam öldürmek ağır cisimle öldürmek
hükmündedir» demiştir. Oysa -açıklayacağımız üzere- İmam
Ebû Hanife bu görüşe
katılmamaktadır.
Kimisi de: «Belin sapı cop hükmündedir demiştir, ki cop hakkında da îmam-ı
Şafii' nin
muhalefeti vardır. İmam-ı Şafii: -Copla dahi olsa, eğer adam ölünceye
dek aralıksız vurulursa, durum, öldürme suçunun bilerek işlendiğini gösterdiği
için kısas lâzım gelir» demiştir. Biz diyoruz ki: Peygamber Efendimiz CSallallahü Aleyhi ve Sellem)
yukarıda rivayet ettiğimiz hadîste : «Bilerek işlenmişe benziyen
cinayetle öldürülen kişi, cop ve sopa ile öldürülen kimsedir. Bu Öldürmede ve
yanlışlıkla işlenen her cinayette diyet lâzım gelir» ([6])
buyurmuştur. Hem de bu öldürmede bilerek işlenmediği şüphesi vardır. Çünkü
ikincisi vücudun yüzeyinde tahribat yapmaz. Bu ikisi, önlenmelerinin önemi
bakımından da birbirlerine benzemiyorlar. Çünkü bazen aralıksız dayak atma
usulüne terbiye için başvurulur. Aynca cinayet kasdı, adamı vururken meydana gelmiş olabileceğinden işin
başlangıcında bu kasıt, bulunmamış olur. Hattâ bu kasıt, ölüm esnasında
rastlamış olabilir. Şüphe ise, kısası ortadan kaldırdığından sâdece diyet lâzım
gelir. îmam Ebû Hanife'ye
göre (Bir kimse, bir çocuğu veya büyüğü denizde boğarsa kısas lâzım gelmez.)
Diğer iki imam ise: Kendisine kısas uygulanır, demişlerdir. Bu, aynı zamanda İm
a m - ı Şafii' nin de görüşüdür. Ancak daha önce de
açıkladığımız üzere iki imama göre kısas, kesici âletle, îmam-ı Şafiî'ye göre
adamı suda boğmakla yerine getirilir. Bu üç imam diyorlar ki: Peygamber
Efendimiz (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) :Her kim ki başkasını suda boğarsa biz de onu
suda boğarız» ([7]) buyurmuştur. Hem de su,
öldürücü olduğundan onu kullanmış olmak, cinayetin bilerek işlendiğini
gösterir. Aynı zamanda boğulanın dokunulmazlığında da şüphe yoktur. İmam Ebû Hanife de diyor ki:
Peygamber Efendimiz (Aleyhi's-salâtü
ve's-seiâm) : -Bilerek
işlenmişe benzeyen cinayetle öldürülen kişi, cop ve sopa ile öldürülen
kimsedir. Bunda ve yanlışlıkla işlenen bütün cinayetlerde diyet lâzım gelir-
buyurmuştur. Hem de bu cinayetin âleti olan su, katil için hazırlanmadığı gibi
bu maksatla da kullanılmamaktadır. Çünkü bu gaye ile kullanılması mümkün
değildir. Böylece cinayette kasıt olmadığı kanâati ortaya çıkar. Ayrıca kısas,
benzerliği ifâde eder. Nitekim kısas lâfzı, bir kimsenin izinde yürümek
mânâsına geldiği gibi MİKAS –makas- adı da bu âletin iki demirinin birbirine
benzerliğinden ileri gelir. Yaralama ile dayak arasında ise bu benzerlik
yoktur. Çünkü silâh, çoğunlukla, ağır cisim ise, bazen Ölüme yol açar. Kaldı ki
boğma konusunda rivayet edilen hadis de merfu'
değildir. Yâ da hadiste öngörülen ceza, yetkilinin
takdirine bırakılmıştır. Nitekim hadiste Peygamber Efendimiz (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) : -Biz de onu suda boğarız- diyerek boğmayı
kendine izafe etmesi de buna işarettir. Kısas yapılamayınca da diyet lâzım
gelir. Ancak bu diyetin, daha önce de zikrettiğimiz üzere akilece
ödenmesi gerekir, tmam Ebû Hanife' den gelen değişik iki rivayet de, diyet değil, keffâret hakkındadır.
(Bir kimse, kasıtlı
olarak birisini yaralar ve yaralı, ölünceye dek yataktan kalkmazsa kısas lâzım
gelir.l Çünkü suç, mevcut olup zahirde onu hükümsüz kılan bir durum
bulunmadığından kısas uygulanır.
(Müslümanlarla
müşriklerin askerleri çarpışırken bir müslüman,
düşman zannettiği diğer bir müslümanı öldürürse
kendisine kısas değil, keffâret lâzım gelir.) Çünkü
daha önce de açıkladığımız üzere bu, iki çeşit olan hatalı cinayetlerden
biridir. Hatalı cinayet ise, her iki çeşidiyle de kısası değil, keffâreti ve -nassla belirtildiği
üzere- diyeti gerektirir. Nitekim bir kaç müslüman
birden, müşriklerden zannettikleri H ü z e y f e ' nin
babası Y e m a n ' ı kılıçlarıyla Öldürdüklerinde Peygamber Efendimiz (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm), diyete karar vermiştir ([8]).
Derler ki: Diyet, askerlerin birbirine karışması hâlinde lâzım gelir. Eğer
öldürülen kişi, düşman askerleri arasında vurulmuşsa diyet lâzım gelmez. Çünkü
düşman askerinin sayısını çoğalmış .göstermekle bu kimsenin dokunulmazlığı
kalkmıştır. Nitekim Peygamber Efendimiz
(Sallallahü Aleyhi ve Sellenı)
O""Her kim ki bir kavmin kalabalığını çoğaltırsa o, onlardandır- ([9])
buyurmuştur.(Bir kimse, aynı zamanda hem kendi kendini yaralar, hem başkası
kendisini yaralar hem de onu aslan ve yılan ısırır ve bunlarla ölürse kendisini
yaralayana diyetin üçte biri lâzım gelir.)
Çünkü aslan ve yılan ısırması, hem dünyada hem de âhirette
hükümsüz olduğundan bir fiil sayılır. Kendi fiili ise, dünyada hükümsüz, ancak
ahi-rette muteberdir. Nitekim o, bununla günahkâr olur.Nevadir'de:
imam Ebû Hanife ile îmam M
u -h a m m e d ' e göre bu kimse öldüğünde hem
yıkanır hem de üzerinde namaz kılınır. İmam Ebû
Yûsuf'a göre ise, yıkanır fakat üzerinde namaz kılınmaz» denilmiştir. Es-siyer'ül-kebir'in şerhinde ise, Et-tecnisü
vel-mezid adlı eserimizde
zikrettiğimiz üzere bu kimsenin cenaze namazı konusunda fıkıh âlimlerinin
ihtilâf hâlinde oldukları söylenmiştir. Böylece kendi fiili tamamen hükümsüz
olmayıp başka bir cinayet çeşidi olur. Kendisini yaralayanın fiili ise, hem
dünyada hem de âhirette cezayı mucip olduğundan bu
meselede üç türlü cinayet işlenmiş olur. Böylece adam, üç fiil ile ölmüş
sayıldığından her fiil ile üçte biri telef olmuş olur. Dolayısıyla kendisini
yaralayana diyetin üçte biri lâzım gelir. Allah daha iyi bilir.[10]
(Bir kimse, müslümanlara kılıç çekerse onu öldürmeleri gerekir.) Çünkü
Peygamber Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
«Her kim ki müslümanlara kıhç çekerse kanını
heder etmiş olur» ([11])
buyurmuştur. Hem de o, baş kaldırmış bir kimse olduğundan bununla
dokunulmazlığı düşer. Bir de müslüman kişinin,
öldürülmemek için kılıç çekeni öldürmesi tek çâredir. Burada Kuduri'-nin: «öldürmeleri
gerekir» ve İmam Muhammed'in de Cami'us-sağir'de:
«Müslümanlar onu
öldürmek zorundadırlar» şeklindeki sözleri, bu kimseyi öldürmenin vacip
olduğuna işarettir. Yâni ondan gelecek tehlikeyi önlemek vaciptir. Açıkladığımız
aynı nedenle Cami'us-sa-ğir'in hırsızlık bahsinde: «Bir kimse, gece veya gündüz
başkasına silâh çeker veya geceleyin şehirde veya gündüz şehir dışındaki bir
yolda sopa ile saldırır ve kendisine silâh veya sopa ile saldırılan, saldıranı
öldürürse kendisine bir şey lâzım gelmez.» denilmiştir. Çünkü çekilen silâh
durdurulamaz. Dolayısıyla onu öldürmek suretiyle tesirsiz kılmak gerekir.
Küçük sopa ise, durdurulması mümkün olmakla birlikte gece yardım
ulaşmayacağından saldırıya maruz kalan, saldırganı öldürmek suretiyle defetmek
zorunda kalır. Aynı şekilde gündüz şehir dışındaki yolda da kendisine yardım
ulaşamadığından Öldüreceği saldırganın kanı heder olur. Demişlerdir ki:
Durdurulması mümkün olmayan sopanın da, iki imama göre silâh hükmünde olma ihtimâli
vardır. (Bir kimse, kendisine silâh çeken deliyi kasıtlı olarak öldürürse
kendisine, malından ödenecek diyet lâzım gelir.) İmamı Şafii ise: -Kendisine
bir şey lâzım gelmez» demiştir. Çocuk ve hayvan konusunda da aynı ihtilâf
vardır. İmam Ebû Yûsuf' dan ise : Hayvanda zaminlik lâzım gelir, fakat çocuk ile delide lâzım gelmez»
dediği rivayet edilmiştir. İmam-ı Şafii diyor ki: -Bu kimse, deliyi veya çocuğu
nefsi müdafaa için öldürdüğünden kendisine silâh çeken ergin bir saldırganı
öldürmüş gibi olur. Hem de öldüren, saldırgamn
fiiliyle öldürmeye zorlandığından adam öldürmeye zorlanan kimse gibi olur.»
İmam Ebü Yûsuf da diyor ki; «Hayvanın fiili tamamen
hükümsüzdür. Nitekim bu fiilin meydana gelmesi zaminliği
gerektirmez. Deli ile çocuğun fiilleri ise bir dereceye kadar muteberdir. Nitekim
bir cinayet işlemeleri hâlinde kendilerine zaminlik
lâzım gelir. Aynı zamanda bunlann dokunulmazlıkları
kendi haklarından ötürü, hayvanın dokunulmazlığı ise, sahibinin hakkından
ötürüdür. Bu nedenle kendi fiilîeri, dokunulmazlıklarını
kaldırır, fakat hayvanın fiili, dokunulmazlığını kaldırmaz.»
Biz diyoruz ki: Bu
kimse, deliyi, çocuğu veya hayvanı öldürmekle yâ
masum bir kişiyi öldürmüş veya kendi sahibinin hakkı olan dokunulmaz bir malı
telef etmiş olur. Nitekim hayvanın işlediği cinayet, onun dokunulmazlığını
kaldırmaz. Deli ile çocuğun dokunulmazlığı kendi haklan da olsa işledikleri
cinayetle ortadan kalkmaz. Çünkü sağlam iradeleri yoktur. Bu nedenledir ki
cinayet istemeleriyle kendilerine kısas lâzım gelmez. Akıl sahibi ve ergin kişi
ise böyle değildir. Çünkü onun sağlam irâdesi vardır. Bu meselede öldürene kısas
lâzım gelmemesi, tehlikeyi önleme mazeretinin bulunmasından ötürüdür. Böylece
diyet lâzım gelir. (Bir kimse, şehir içinde başkasına silâh çekip zararsız bir
darbe vurduktan sonra vurulan, onu öldürürse öldürene kısas lâzım gelir.) Yâni
silâh çeken, onu bir defa vurduktan sonra vurmaktan vazgeçerse durum böyledir'-
Cünkü bu kimse, vurmaktan vazgeçmekle çatışmacı
olmaktan çıktıgından dokunulmazlığı geri döner. (Bir
kimse, evine girip eşyasını çalan hırsızı kovalayıp öldürürse kendisine bir
şey lâzım gelmez.) Çünkü Peygamber Efendimiz (Sallallahü
Aleyhi v0 Sellem)
([12]) buyurmuştur. Hem de bu
kimsenin, malını mü<^afâa etmek iÇin i$in başında hırsızı öldürmesi caiz olduğundan onu
geri almak in işin sonunda da hırsızı öldürmesi caizdir. Ancak bunun câ'z olabilmesi için öldürmekten başka bir yolla malı geri
a 'masmm imkânsız olması gerekir. Allah tAzze ve Celle) daha iyi bilir.[13]
(Bir kimse kasitlı olarak başkasının elini mafsaldan keserse kesilen
elden büyük de olsa kendi eli de kesilir.) Çünkü Cenâb-ı
Hak (Celle Celâllahü) «Yaralar birbirine karşı kısastır» ([14])
buyurmuştur. Bu ise, yapılanın aynısını yapmayı ifâde eder. Bu misillemenin
mümkün olduğu her durumda kısas vacip, mümkün olmadığı durumlarda ise vacip
değildir. Elin, mafsaldan kesilmesinde ise, bu mümkün olduğundan nazara
alınmıştır. Ancak elin büyük veya küçük oluşuna bakılmaz. Çünkü elin faydası
bununla değişmez. Ayak ile burun ve kulağın yumuşak kısımları da böyledir.
Çünkü burada da misillemeye uymak mümkündür. (Bir kimse, başkasının gözünü
vurup çıkarırsa kendisine kısas lâzım gelmez.) Çünkü gözü çıkarmada eşit
misilleme mümkün değildir. Şayet gözün kendisi sağlam olup sâdece nuru
gitmişse kendisine kısas lâzım gelir. Çünkü K u d u r i ' de de zikredildiği gibi bu durumda misilleme mümkündür. Şöyle
ki: Önce bu maksatla bir ayna ısıtılır ve bu kimsenin yüzüne yaş pamuk konulur.
Sonra da ayna, gözünün karşısına bırakılır. Böylece gözünün ışığı gider.
Bu, bir sahabe
topluluğundan rivayet edilmiştir. (Dişde de kısas
vardır.) Çünkü Cenâb-ı
Hak (Celle Celâllahü)
diş kısası vardır- ([15])
buyurmuştur. (Kısas yapılanın dişi, ötekinin dişinden büyük de olsa durum
aynıdır.) Çünkü dişin faydası, büyüklük ve küçüklükle değişmez. Yukarıdaki
âyet gereğince (Eşit misillemenin mümkün olduğu her yarada kısas vardır. Diş
dışındaki hiç bir kemikte kısas yoktur.) Bu ifâde, Hz.
Ömer ve îbn-i M e s ' u d (Radıyallâhü
anhümâ) 'dan rivayet edilmiştir. Aynı zamanda
Peygamber Efendimiz (Aleyhi's-salâtü
ve's-selâm) :«Kemikte kısas yoktur» ([16])
buyurmuştur. Buradaki kemikten maksat, diş dışındaki kemiklerdir. Hem de diş dışındaki
kemiklerde eşit misillemeyi uygulamak mümkün değildir. Çünkü fazla veya eksik
yarılma ihtimali vardır. Diş ise, eğe ile kesilebildiğinden böyle değildir.
Şayet kökünden çekilmişse öbürü de çekilir ve böylece eşit olurlar.(Yaralama
cinayeti, bilerek işlenen cinayetin benzeri olamaz, yâ
bilerek, yâ yanlışlıkla işlenen cinayetlerden biri
olur.) Çünkü bilerek işlenen cinayetin benzeri, cinayette kullanılan âlet ile
ilgilidir. Âletin türüne göre hükmü değişen ise. yaralama olmayıp öldürmedir.
Zira kişiyi bilerek, yâ da yanlışlıkla yaralayan
kimse, yaralamada hangi âleti kullanmış olursa olsun farketmez.
O hâlde yaralama, ya bilerek, yâ
yanlışlıkla İşlenmiş bir cinayet olup, bu ikisi dışında yaralama cinayeti
olamaz.(Erkek ile kadın arasında yaralamada kısas yoktur.) İ m a m ı Şafii ye
göre vardır. Çünkü İ m a m - Şafii organları da can hükmünde kabul eder. Zira
organlar da cana tabidirler. Biz diyoruz ki: Organlar -onlarla vücut korunduğu
için- mal hükmün-dedirler. Böyle olunca da kıymet farkları nedeniyle,
aralarında mevcut olması gereken eşitlik yok olur. Nitekim bu fark, şer'in
değer takdiriyle kesin olarak belirtilmiş olduğundan nazara alınması mümkündür.
Yaralamadaki farklılık ise, böyle değildir. Çünkü onun sabit Ölçüsü yoktur. Bu
nedenle aslı itibar edilmiştir, ölüm de böyle değildir. Çünkü ölümün sebebi olap can çıkmasında farklılık yoktur. (Müslüman ile gayr-ı müslim arasında organlarda kısas vardır.) Çünkü diyette
ikisi eşittir. (Bîr kimse, başkasının kolunu pazının ortasından kırar veya onu
ağır yaralar ve yara iyileşirse kendisine kısas lâzım gelmez.) Çünkü burda eşitlik mümkün değildir. Çünkü birincisi, kemik
kırmaktır. Bunun ise. sabit bir ölçüsü yoktur. Derin yaranın iyileşmesi de çok
az vâki olduğundan yaralayanın aynı şekilde yaralanması zahiren ölümüne yol
açar.
(Kesilen el sağlam,
kesenin eli ise çolak veya kesik parmaklı ise eli kesilen serbesttir. İsterse
başka bir hak talep etmemek kaydıyla kusurlu eli keser, isterse de tam diyet
alır.) Çünkü burada hakkının tamamını tahsil etmesi mümkün değildir. Bu nedenle
isterse hakkından eksik olan kusurlu elin kesilmesine razı olur, isterse de bedel
talep eder. Tıpkı benzerli malın noksan olarak sahibinin eline geçmesi gibi. Sonra bu kimse, hakkını eksik olarak tahsil
etmekle buna nzâ göstermiş olacağından bu hak tamamen
düşer. Tıpkı kalitesiz malı kaliteli mal yerine kabul etmesi durumunda olduğu
gibi. Bize göre (Eli kesilen, tercihini yapmadan kesenin eli kopar veya haksız
yere kesilirse bir hak talep edemez.) Çünkü onun belli olan hakkı kısastadır.
Bu hakkın mala dönüşmesi ise, ancak kendi isteği ile olur. Bu nedenle istek
olmayınca hak ortadan kalkar. Ancak bu kimsenin eli, kısas ve hırsızlık gibi
üzerindeki bir hak için kesilirse durum böyle olmayıp kendisine diyet lâzım
gelir. Çünkü o, bununla başkasına ait bir hakkı ödediğinden eli kesilen hak sahibi
için bu el kesilmemiş sayılır. (Bir kimse, başkasının başını yarar ve yarık,
alnı baştan başa kaplar fakat aynı miktardaki bir yank,
yaranın alnını kaplamıyorsa alnı yarılan serbesttir. İsterse kendi başındaki yank kadar kısas yaptırır ki bu takdirde başın istediği
tarafından yarmaya başlayabilir. İsterse de diyet alır.) Çünkü yank, yerini çirkinleştirdiği için cezayı gerektirir ve ne
kadar büyük olursa, çirkinlik ona göre fazla olur. Bunun için eğer suçlunun
alnı da baştanbaşa yanlırsa -çirkinleşen yer daha
büyük olacağından- kendisinden daha fazla hak alınmış olur ve eğer kendisinin
açtığı yank kadar alnı yanlırsa
o zaman yaralının hakkı eksik kalır. Böylece tıpkı çolak ile sağlam
meselesinde olduğu gibi burada da hak sahibi muhayyer kılınır. Bunun aksi olması
hâlinde de durum aynıdır. Çünkü bu takdirde hakkm
aynen tahsil edilmesi mümkün değildir. Zira eşit bir yank
açmak suretiyle hakkın aynen tahsil edilmesi, suçlunun hakkına tecâvüz olur.
Yangın, başın uzunluğunda, yâni alnından ensesine doğru olması ve aynı yangın
suçlunun ensesine ulaşmaması hâlinde de yaralı muhayyerdir. Çünkü her iki
durumun mâhiyeti aynıdır. (Dilde ve erkeklik organında kısas yoktur.) imam E b
û Yûsuf' dan: Organın tamamen kesilmesi hâlinde kısas vardır. Çünkü bu takdirde
eşitliği gözetmek mümkündür, dediği rivayet edilmiştir. Biz de diyoruz ki; Bu
organ büzülüp açıldığından eşitliği gözetmek mümkün değildir. (Ancak sünnet
yeri kesilmişse kısas vardır.) Çünkü burada tıpkı mafsalda olduğu gibi
kesildiği yer bellidir. Sünnet yerinin veya organın bir kısmının kesilmesi
hâlinde ise kısas yoktur. Çünkü kesilen kısmın miktarı bilinmemektedir. Tamâmı
veya bir kısmı kesilen kulak ise böyle değildir. Çünkü kulak büzülüp açılmadığı
gibi bilinen bir ölçüsü olduğundan eşitliği gözetmek mümkündür. Dudağın
kökünden koparılmasıyla da kısas lâzım gelir. Çünkü eşitliğin gözetilmesi
mümkündür. Bir kısmının kesilmesi hâlinde ise eşitliği gözetmek mümkün
olmadığından kısas yoktur.[17]
(Öldüren ile ölünün
velileri, bir mal üzerinde uzlaşırlarsa mal, az veya çok olsun kısas kalkar.)
Çünkü Cenâb-ı Hak (Celle
Celâl-iahü) öldürülenin velîsinden katil lehine bir
şey bağışlanıp kısas düşü-rülse ölünün velîsi,
hakkında ziyâde olmayarak örfe göre diyet almalıdır» ([18])
buyurmuştur. Nitekim bu âyetin sulh konusunda nazil olduğu söylenmiştir.
Peygamber Efendimiz (Aleyhi's salâtü
ve's-selâm) de:
-Öldürülen kimsenin akrabalan iki husustan birini seçmekte serbesttirler.
İsterlerse katili öldürürler, isterlerse de diyet alırlar- ([19]) buyurmuştur.
Allah (Azze ve Celle) daha
iyi bilir yâ, burada diyet almaktan maksat, daha
önce açıkladığımız üzere onu katilin rızasıyla almaktır. Bu ise, sulhun tâ
kendisidir. Hem de bu kısas, vârislerin bağışlamakla düşürüiebilen
sabit bir hakkıdır. Bu nedenle bedel almakla da düşürülebilir. Çünkü bu da
velilerin iyiliği ile katilin hayata kavuşturulmasını ihtiva ettiğinden
karşılıklı nzâ ile caizdir. Ayrıca bu konudaki diyet
miktarını belirten bir nass bulunmadığından diyetin
azı ile çoğu arasında fark olmayıp kendi anlaşmalarına bırakılır. Tıpkı Hul' vb."inde olduğu gibi.
Taraflar, diyetin peşin veya vadeli oluşundan söz etmezlerse peşin olur. Çünkü
bu, akit ile lâzım gelen bir maldır. Bu tür mallarda ise, asıl olan peşin
olmaktır, örneğin mehr ve satış bedelinde olduğu
gibi. Diyet ise böyle değildir. Çünkü o, akitle lâzım gelmemiştir.
(Ortaklardan biri,
katilin kısas yapılmasını bağışlar veya kendi payı için bir bedel üzerinde
uzlaşırsa diğer ortakların kısas hakkı düşer ve diyetten paylarını alırlar.)
Bu konudaki fıkhı kural, kısas ve diyetin tüm mirasçıların hakkı olmasıdır.
Ancak imam Mâlik ile îm a m - ı Şafii, kan ile kocanın kısas ve diyette haklan
olmadığını söylemişlerdir.Bu iki imam diyorlar ki: Varislik, ölünün yerine geçmek demektir. Bu ise, evlilik sebebiyle değil, neseple
olur. Çünkü evlilik, ölümle sona erer. Biz de diyoruz ki: Peygamber Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), Eşyem Dıbabi'nin diyetinden eşine
miras payı verilmesini emretmiştir ([20]).
Hem de bu, mirasın câri olduğu bir haktır. Nitekim bir kimse, iki oğlu olduğu
hâlde öldürüldükten sonra oğullardan biri de kendinden bir oğul bırakarak
ölürse kısas hakkı, kalan oğul ile ölen oğlun oğulu
arasında olur. Böylece bu hak, diğer vârisler için de sabit olur. Kaldı ki eşlik bağı, miras yönünden ölümden
sonra da hükmen devam eder. Yâ da bu hak, ölümün
sebebi olan yaralamaya dayanarak ölümden sonra sabit olur ([21]). Bu
hak, vârislerin tümüne sabit olunca da onlardan her biri, bu hakkı tahsil
etmeye ve bağışlama veya uzlaşma yoluyla düşürmeye yetkilidir. Bir kısmının
kısas hakkının düşmesi ise, zorunlu olarak kalanların da bu hakkını düşürür.
Çünkü bu hak bölünemez. Bir kimsenin, iki kişiyi öldürmesi ve velilerden
birinin kendisini bağışlaması hâlinde ise durum böyle değildir. Çünkü bu
durumda birbirinden ayrı iki öldürme ve iki ölü bulunduğundan lâzım gelen
ceza, kesin iki kısastır, önceki meselede ise, öldürme ve Ölü bir olduğundan
kısas da birdir. Kısas düşünce de kalanların payı mala dönüşür. Çünkü bu
durumda kısasın yapılamaması, katilin, dokunulmazlık hakkma
kavuşmasmdan ötürüdür. Bağışlayana ise maldan bir şey
yoktur. Çünkü o, hakkını kendi karan ve rızasıyla düşürmüştür. Sonra lâzım
gelen diyet malının üç sene zarfında ödenmesi gerekir. İmam Züfer'e göre diyet iki ortak arasında olur ve onlardan
biri, payını bağışlarsa iki senede ödenmesi gerekir. Çünkü bu takdirde lâzım
gelen, diyetin yansı olduğundan yanlışlıkla kesilen elin diyeti gibi itibar
edilir. Biz de diyoruz ki: Buradaki diyet, kan bedelinin bir kısmıdır. Bu
bedelin tamamının süresi, üç yıl olduğundan bâzısının süresi de bu kadardır. El
konusunda lâzım gelen diyet ise, organ bedelinin tamamı olup bunun süresi,
dine göre iki senedir. Aynı zamanda bu diyet, suçlunun malından ödenmelidir.
Çünkü bu cinayet, kasden işlenmiştir. (Bir topluluk,
bir kişiyi öldürürlerse tümünden kısas alınır.) Çünkü H z . Ömer (Radıyallâhü anh) : «Eğer sana
halkının tamamı, bu adamı öldürmede birbirlerine yardımcı olsalardı ben onların
hepsini öldürecektim» demiştir ([22]).
Hem de yardımlaşarak adam öldürmek, yaygındır.Kısas ise, cahilleri suç
işlemekten alıkoymak içindir. Böylece hayat kurtarma gayesinin gerçekleşmesi
için hepsine kısas uygulanması gerekir. (Bir kimse bir topluluğu öldürür ve
ölülerin velîleri bulunurlarsa katil, tamamının hakkı karşılığında öldürülür
ve bunun dışında başka bir hakları olmaz. Sâdece bir velî hazır bulunursa katil
kendisi için öldürülür ve diğerlerinin hakkı düşer.) îmam-ı Şafii ise : Katil, Öldürdüğü ilk kişi için
Öldürülür, diğerleri için ise diyet lâzım gelir. Şayet topluca öldürülürler ve
hangisinin önce öldürüldüğü bilinmiyorsa önce katil, hepsi için öldürülür,
sonra da diyet aralarında taksim edilir, demiştir. Kimisi ise : Aralarında
kur'a çekilerek katil, kur'ada adı çıkan için
öldürülür, demiştir.
İ m a m -1 Şafii diyor
ki: Tek kişinin yaptığı, bir kaç öldürmeden ibarettir. Onun hakkında uygulanan
ise, tek öldürme olduğundan suç ile ceza arasında eşitlik sağlanmamış olur.
Aslında birinci meselede de kıyâs olan budur. Ancak bunun hükmü, nass ile belirtilmiştir. Biz diyoruz ki: Velilerden her
biri katili tek başına öldürmüş sayılır. Çünkü eğer öyle olmazsa, birinci
meselede, yâni birkaç kişinin bir kişiyi öldürmesi meselesinde hepsine şöyle
dursun, hiç birine dahi kısas lâzım gelmezdi. Zira o zaman her biri ayrı ayrı tam katil sayılmadıkları için kısas edilmesi caiz
olmazdı. Bu itibarla bu mesele de birinci meseledeki kurala dayanır. Bunun için
birinci me seledeki kısasta olduğu gibi, bu
meseledeki kısasta da eşitlik vardır. Kaldı ki kısas bizatihi adam öldürmektir.
Adam öldürmek ise en büyük günâhlardan biri olmasına rağmen burada maslahat
için meşru kılınmıştır. O maslahat da onunla genel asayişi te'min
etme gayesidir. Bu gaye de, katilin öldürülmesiyle gerçekleştiğinden onunla yetini]
ir. (Kendisine kısas lâzım gelen bir kimse ölürse kısas düşer.) Çünkü hak
tahsil edilecek merci kalmamıştır. İmam-ı Şafii1 nin
muhalefeti burada câridir. Çünkü ona göre lâzım gelen ceza, kısas ve diyetten
biridir. (İki kişi, bir kişinin elini keserlerse hiç birisine kısas lâzım gelmez.
Her ikisine diyetin, yansı lâzım gelir.) İ m a m -1 Şafiî ise : ikisinin de eli
kesilir, demiştir. Yâni bunlar, bir bıçak alıp onu, kesilinceye kadar adamın
eli üzerinde getirip götürürlerse durum böyledir. îmam-ı Şafiî diyor ki: Muteber
olan, canlardır. Eller de onlara tâbi olduğundan ya
onların hükmünü alırlar veya suçu önleme gayesinde bir sayılırlar.
Biz de diyoruz ki:
Canilerden her biri, elin bir kısmını kesmiştir. Çünkü el, ikisinin de bıçağı
dayamasıyla kesilmiştir. Aynı zamanda el, bölünebildiğinden her birine suçun
bir kısmı yüklenir.' Böylece suç ve ceza arasında eşitlik yok olur Cana kıyma
ise böyle değildir. Çünkü canın çıkması bölünemez. Hem de yardım yetişir endişesiyle
toplu halde adam öldürmek yaygın iken eli mafsaldan kesmek için bir araya
gelmek nadiren vâki olur. Çünkü el kesmenin, ağır yürüyen bazı ön hazırlıklara
ihtiyacı olduğundan yardım yetişebilir.
IHer ikisine diyetin yarısı lazım gelir.) Çünkü bu, tek
elin diyetidir. Eli ise ikisi kesmiştir. (Eğer bir kimse, iki kişinin sağ
ellerini keser ve eli kesilenlerin ikisi de gelirlerse kesenin bir elini keserek
diyetin yansını alır ve ikiye bölerler. Ellerinin birlikte veya sırayla
kesilmesi arasında fark yoktur.) î m a m -1 Şafiî ise : Eller sırayla kesilmişse
kesenin eli, ilk kesilen el için kesilir. Birlikte kesilmeleri hâlinde ise,
kur'a çekilir. Çünkü birinci durumda eli ilk kesilen, el kesmeyi hakketmiştir.
Bu nedenle -ikinci rehinde olduğu gibi- eli kesilen ikinci kişi için kesenin
elini kesme hakkı sabit olmaz. Ellerin birlikte kesilmesi hâlinde ise tek elin
kesilmesi, her iki hakkı karşılamadığından bunlardan biri kur'ayla
tercih edilir. Biz diyoruz ki: Eli kesilenler, hak sahibi olmakta eşit olduklarından
hükmünde de eşittirler. Tıpkı terike konusundaki
alacaklılar gibi. Kısas ise, kendi zıddıyla beraber olarak sabit olan bir işi
yapabilme selâhiyetidir. Bu nedenle ancak hakkın
tahsil edilmesiyle gerçekleşir.
Cezanın uyguladığı yer
ise bu selâhiyetin dışında bir şeydir. Bu nedenle
kısas hakkının ikinci şahısa sabit olmasını engellemez. Rehin ise böyle
değildir. Çünkü bu konudaki hak, rehin verilen malın kendisindedir. Şayet eli
kesilenlerden biri hazır bulunur ve caninin elini keserse öbürü, diyetin
yarısını alır. Çünkü birinci şahsın hakkı kesin olduğundan o, bunu tahsil
edebilir. İkincinin hakkı ise henüz kesinleşmemiştir. Birincinin hakkı tahsil
edilince de kısas hakkının tahsil edileceği yer kalmadığından eli kesilen
ikinci şahsın hakkı diyete düşer. Çünkü kısas, birinciye âit bir hak olarak
uygulanmıştır. (Bir kimse, başkasına kasden silâh
sıkar ve kurşun -veya ok- bu kimsenin vücudundan geçip
ikinci bir kişiye de isabet eder ve ikisi de Ölürse birinci şahıs için
kendisine kısas, ikinci şahıs için de akrabasına diyet lâzım gelir.) Çünkü
birincisi, kasıtlı cinayet, ikincisi ise, hatalı cinayetin bir çeşididir. Bu
kimse, ava ateş edip insanı vurmuş sayılır. Buradaki fiil, iki hâdiseye yol
açtığından iki fiil hükmündedir.[23]
(Bir kimse, başkasının
elini yanlışlıkla kestikten sonra henüz eli iyileşmeden aynı kişiyi kasden öldürür veya elini kasden
kestikten sonra onu yanlışlıkla öldürürse veya bir kimsenin elini yanlışlıkla
kesip eli iyileştikten sonra bu kimseyi yanlışlıkla Öldürür veya elini kasden kesip eli iyileştikten sonra onu kasden
öldürürse her iki suç da nazara alınır.) Bu konudaki fıkhi
kural şudur: Birinci cinayetin tamamlayıcısı olmak üzere mümkün olduğu kadar
bütün cinayetleri birleştirip aynı cezaya tâbi tutmak gerekir. Çünkü genelde
öldürme, birbirini izleyen darbelerle meydana gelir ki darbelerin her birini
müstakil bir cinayet saymakta bir nevi zorluk vardır. Ancak bunları
birleştirmek mümkün değilse her birine ayrı hüküm verilir. Nitekim yukarıdaki
durumlarda da birleştirme imkânsızdır. İlk ikisinde imkânsız olması, fiillerin
değişik olması, son ikisinde de iyileşmenin araya girmesi nedeniyledir. Nitekim
fiiller, aynı cinsten, örneğin : ikisi de hatalı cinayet olup araya iyileşme
girmezse bu takdirde birleştirme mümkün olduğundan ittifakla cinayetler
birleştirilerek tek diyetle yetinilir.
(Eğer adamın elini kasden kesip sonra da el, iyileşmeden onu kasden öldürürse bu durumda Hâkim isterse: Elini kesin,
sonra Öldürün, isterse de : Onu öldürün, der.) Bu, İmam Ebû
Hani-f e ' ye göredir. Diğer iki imam ise : Öldürülür ve eli kesilmez. Çünkü
cinayetleri birleştirmek mümkündür. Zira her iki fiil aynı cinsten olup araya
iyileşme girmemiştir. Böylece birleştirilirler, demişlerdir. İmam Ebû Hanife diyor ki: Cinayetleri
birleştirmek mümkün değildir. Çünkü fiiller biribirinden
ayrıdır. Nitekim suçların gerektirdiği ceza kısastır. Kısas ise, suça eşitliğe
dayanır. Bu ise, öldürmenin öldürmeye, kesmenin de kesmeye karşılık olması
şeklinde olur ki, bu da burada imkânsızdır. Ya da
öldürme, el kesmenin fenalaşmaya yol açtığına hükmetmeyi engeller. Nitekim her
iki cinayeti iki kişi işlese kısas sadece öldürene lâzım gelir. Böylece bu,
elin iyileşmesi gibi olur. Elin kesilip fenalaşması ise böyle değildir. Çünkü
bu takdirde fiil tektir. Her iki fiilin hatalı cinayet olması hâlinde de durum
böyle değildir. Çünkü bu takdirde ceza diyettir. Diyet ise, canın bedeli olup
onda eşitlik gözetilmemektedir. Hem de kesilen elin diyeti, ancak elin durumu
kesinleşince lâzım gelir ki burada bu durum, elin fenalaşıp ölüme yol açmasını
önleyen öldürme ile kesinleştiğinden diyetin alınmasıyla hem vücudun tamamının
hem de onun bir parçası olan elin cezası aynı sebeple ve birlikte uygulanmış
olacaktır. Bu ise, caiz değildir. Ancak kesme ve öldürme cezaları kısas olarak
birlikte uygulanabilir.(Bir kimse, başkasına yüz sopa vurur ve bu kimse,
doksanından kurtulur ve onuyla ölürse tek diyet lâzım gelir.) Çünkü bu kimse,
doksanla ölmediğinden bunlar, idâri cezada nazara alınsalar da diyette nazara
alınmazlar. Böylece yalnız on dayak nazara alınmış olur. İmam Ebû Hanif e' nin
kuralına göre iyileşip hiç bir izi kalmayan bütün yaralar için durum
aynıdır.îmam Ebû Yûsuf dan: Bu durumda, yaralamadan
doğan değer farkı tazmin edilir, dediği rivayet edilmiştir. îmam Muhammed'in
ise: Tabip ücreti lâzım gelir, dediği rivayet edilmiştir.(Bir kimse, başkasına
yüz sopa vurup onu yaralar ve yara izi kalırsa değer farkı tazmin edilir.)
Çünkü vurulan yerde iz kalmıştır. Diyet ise ancak vücuttaki ize göre itibar
edilir. (Bir kimse, başkasının elini keser ve eli kesilen, keseni bu suçtan
bağışladıktan sonra bundan Ölürse kendisine kendi malından ödenecek diyet
lâzım gelir. Eğer eli kesilen, keseni hem kesme suçundan hem de onun
doğuracağı sonuçlardan bağışladıktan sonra ölürse bu, suçluyu öldürme suçundan
bağışlamak olur. Sonra bu suç yanlışlıkla işlenmişse diyet, malının üçtebirinden, kasden işlenmişse
malın tamamından ödenir.) Bu, imam Ebû Hanif e'ye göredir. Diğer iki
imam ise: Eli kesilen, keseni kesme suçundan bağışlarsa bu, öldürme suçundan
da bağışlamak olur, demişlerdir. Yaralının yaralayanı bağışlamasından sonra
ölmesi durumunda da aynı ihtilâf vardır.
tki imam diyorlar ki
Kesme suçunu bağışlamak onun gerektirdiği cezayı bağışlamak demektir.
Bu ceza, ölüme yol açmayan kesmede el kesmek, ölüme yol açanda ise ölüm olduğundan
el kesmeyi bağışlamak, bu suçun gerektirdiği iki cezadan herhangi birini bağışlamak
demektir. Hem de el kesme deyimi, ölüme yol açanı da açmayanı da içine
aldığından onu bağışlamak, her iki türünden birini bağışlamak olur ve
dolayısıyla cinayet bağışlanmış sayılır. Çünkü cinayet deyimi de, hem ölüme yol
açan hem de yol açmayan cieti içine alır ki bu da
öyledir. îmam Ebû Hanife
ise diyor ki: Diyeti tazmin sebebi olan değerli ve dokunulmaz bir cana kıyma,
gerçekleşmiştir. Bur-daki bağışlama ise, açıkça bu
suçu içine almamıştır. Çünkü bu kimse, el kesme suçunu bağışlamıştır ki bu,
öldürmeden başka bir şeydir. El kesmenin ölüme yol açmasıyla da cinayetin
öldürme olduğu ve ölünün bunun cezasında hakkı bulunduğu ortaya çıkmıştır. Nitekim
biz de bunun cezasını ödetiyoruz. Aslında bu durumda kısasın lâzım gelmesi
gerekirdi ki kıyâs da budur. Çünkü kasıtlı cinayetin cezası budur. Ancak istihsan gereğince diyet lâzım gelir. Zira bağışlamanın
zahiri, bir şüphe ortaya koymuştur. Şüphe ise kısası önler. Öldürücü el
kesmenin normal el kesme olduğunu ve öldürücülüğün onun bir vasfı olduğunu da
kabul etmiyoruz. Belki bu başından itibaren bir öldürme cinayetidir. Aynı
zamanda öldürücü kesmenin kesme olarak gerektirdiği özel bir ceza
bulunmadığından bağışlamanın kapsamına girmez. Cinayeti bağışlamak ise böyle değildir.
Çünkü o, geneldir. Yaralamayı ve ondan doğan sonuçları bağışlamak da böyle
değildir. Çünkü bu, öldürücü el kesme ile öldürme suçlarını açıkça bağışlamak
demektir. Burada el kesme, yanlışlıkla da olsa îmam Ebû
Hanife bunu bir kısmı ittifak, bir kısmı da ihtilâf
konusu olan bu meselelerin tümünde kasıtlı el kesme hükmünde kabul etmiştir.
Onun bu husustaki genel ifâdesi, bunu ifâde etmektedir. Ancak cinayetin yanlışlıkla
olması hâlinde diyet, malın üçte birinden, kasıtlı ise, malın tamamından
ödenir. Çünkü kasıtlı cinayetin gereği kısas olup bu, mal olmadığından ona
vârislerin hakkı girmez. Böylece bu, bir kimsenin, kendi tarlasının ariye olarak verilmesini vasiyet etmesi gibi olur.
Yanlışlıkla işlenen cinayetin gereği ise, mâli ceza olup malda vârislerin hakkı
bulunduğundan bu ceza, malın üçtebirinden Ödenir.
(Bir kadın, bir erkeğin elini kestikten sonra adamla kesilen eli karşılığında
evlenir ve adam daha sonra ölürse kadın, mehr-ı mislini
alır ve cinayet yanlışlıkla işlenmişse diyet, kadının akrabasına, kasden yapılmış ise kendi malından lâzım gelir.) Bu, îmam E
b ü H an ile'ye göredir. Çünkü bu durumda el kesme
suçunu bağışlamak, ondan doğacak sonuçları da bağışlamak demek olmayacağından
el karşılığında evlenmek, ondan doğacak durumlar karşılığında evlenmek
mânâsında olmaz. Sonra eğer el, kasden kesihnişse bu, organ kısası üzerinde evlenmek olur ki o da
mal olmadığından me-hir
olamaz. Özellikle adamın ölmesiyle organ kısası düştüğünde bu durum daha da
kuvvetlenir ve dolayısıyla mehr-ı misil lâzım gelir.
Kadına ise kendi malından ödenecek diyet lâzım gelir. Allah tAzze
ve Celle) izin verirse ilerde açıklayacağımız üzere
nikâh her ne kadar bağışlamaya karşılık olabilse de bu meselede organ kısasım
bağışlamaya karşılık olmuştur. El kesmenin ölüme yol açmasıyla da cinayetin
öldürme olduğu ve bağışlamanın kapsamına girmediği ortaya çıktığından diyet lâzım
gelir ve bu diyet, kadının kendi malından ödenir. Çünkü cinayet kasıtlıdır.
Kıyâs ise, açıkladığımız üzere kısas lâzım gelmesi şeklindedir. Bu arada
kadının alacağı mehr-ı misi ile ödeyeceği diyet aynı
miktarda ise ödeşme olur. Şayet diyet fazla ise, kadın, fazlalığı vârislere
öder. Yok eğer mehir fazla ise vârisler fazlalığı ona
öderler. Şayet el, yanlışlıkla kesilmişse bu nikâh elin diyeti üzerinde kıyılmış
olur. Eğer bu, Ölüme yol açarsa elin diyetinin olmadığı ve belirtilen malın da
yok hükmünde olduğu ortaya çıkar ve dolayısıyla mehr-ı
misi lâzım gelir. Tıpkı bir kimsenin, bir kadını elinde bir şey olmadığı halde
elindeki mal üzerinde nikahlaması durumunda olduğu gibi. Bu durumda diyet ile mehir arasında ödeşme olmaz. Çünkü hatalı cinayette diyet
suçlu kadının akrabasına lâzım gelirken mehir
kendisinin olur.
(Şayet eli kesilen
adam, kadını eli veya eli kesilmesinden doğacak sonuçlar veya cinayet
karşılığında nikahladıktan sonra bu yaradan ölür ve el, kasden
kesilmişse kadın, mehr-ı mislini alır.) Çünkü bu,
kısas üzerinde yapılan bir evliliktir. Kısas ise, mehir
olamayacağından, açıkladığımız üzere mehr-ı misi
lâzım gelir. Bu, tıpkı kadından alacaklı olmayan erkeğin onu içki veya domuz
üzerinde nikahlaması gibi olur. Çünkü adam, kısası mehire
çevirmekle onun mehir yoluyla düşmesine nzâ göstermiş olduğundan kısas tamamen düşer. Tıpkı bir
kimsenin, mala dönüşmesi kaydıyla kısası düşürmesi gibi ki bu durumda da kısas
tümüyle düşer. (Yok eğer el, yanlışlıkla kesilmişse diyetin, kadının mehr-ı misli kadar olanı akraba-lannuı
üzerinden kalkar ve diyetin kaîan kısmının da
karşılanması için ölünün bıraktığı malın üçte biri bu akrabalara vasiyet
edilmiş olur.) Çünkü bu, diyet üzerinde yapılan bir evliliktir. Diyet ise mehir olabilir, ancak bu mehir,
malın tamamından mehr-ı misi kadar takdir edilir.
Çünkü adam, Ölüm hastalığına tutulmuş sayılır. Evlilik ise, zaruri ihtiyaçlanndandir. Mehr-ı mislden fazlası ise mehir
sayılamaz. Çünkü bu, bir müsamahadır. Bu nedenle mehr-ı
misi dışındaki miktar, vasiyet sayılır ve dolayısıyla mehr-ı
misi miktarından kadının akrabaları kurtulmuş olurlar. Çünkü akrabalar, diyeti
onun yerine ödediklerinden kendisinin işlediği cinayetin diyetini onlardan
istemesi imkânsızdır.
Fazlalık ise,
akrabalara vasiyet edilmiş sayılır. Çünkü adamı onlar öldürmediğinden
vasiyette haklan vardır. Eğer diyet, üçte bir nis-betindeki
bu fazlalılka karşılanırsa düşmüş olur.
Karşılanmaması hâlinde malın üçtebiri düşmüş olur.
îmam Ebû Yûsuf ile îmam Muhammed ise: Adam, kadını el
karşılığında almışsa durum böyledir, demişlerdir. Çünkü el kesme cinayetini
bağışlamak, bu iki imama göre ondan doğacak sonuçları da bağışlamak demektir.
Bu nedenle iki meselede de iki imamın görüşü aynı olmuştur. (Bir kimsenin eli
kesilir ve kesene kısas uygulandıktan sonra bu kimse ölürse eli kesen bu kez
öldürülür.) Çünkü eli kesilenin ölmesiyle cinayetin kasıtlı öldürme olduğu
ortaya çıkar, ölenin hakkı ise suçluyu öldürmek olup suçlunun elini kesmek de
öldürme cezasını ortadan kaldırmaz. Tıpkı başkasını öldürme hakkına sahip olan
kimsenin, suçlunun bir organını kestirmesi durumunda olduğu gibi. îmam Ebû Yûsuf dan : Bu kimsenin kısastaki hakkı düşer, dediği
rivayet edilmiştir. Çünkü hak sahibi suçlunun elini kestirmekle onu bu cezanın
ötesindeki cezalardan kurtarmış olur.
Biz de diyoruz ki: Hak
sahibinin, suçlunun elini kestirmesi, hakkının bundan ibaret olduğunu
sanmasından ötürüdür. Eli kesilenin ölmesinden sonra da tahsil edilecek hakkın,
suçluyu öldürmek olduğu ortaya çıktığından hak sahibi, bu durumu bilmeden
suçluyu ibra etmiş sayılmaz. (Velîsi kasden
öldürülen bir kimse, katilin elini kestikten sonra, mahkemece kısasa karar
verilmiş olsun veya olmasın, onu bağışlarsa İmam Ebû
Hanife'ye göre eli kesene diyet lâzım gelir. Diğer
iki imam ise: Kendisine bir şey lâzım gelmez, demişlerdir.) Çünkü o, kendi
hakkını tahsil ettiğinden buna zamin olmaz. Nitekim
bu kimse, katili bütün organlarıyla birlikte öldürme hakkına sahiptir. Bu
nedenledir ki katili bağışlamaması hâlinde zamin
olmaz. Aynı şekilde kesilen el, iyileşmeyip ölüme yol açar veya hak sahibi,
onu bağışlamayıp el, ölüme yol açmazsa veya elini kestikten sonra el, iyileşmeedn veya iyileştikten sonra katilin boynunu vurursa
durum aynıdır. Bu, organda kısas alma hakkı olan kimsenin, suçlunun parmaklarını
kestikten sonra onu bağışlamakla parmaklara zamin olmaması
gibidir.
imam Ebû Hanife diyor ki: Hak sahibi,
hakkından başka bir şey tahsil etmiştir. Çünkü onun hakkı, suçluyu öldürmektir.
Bu ise, organı kesip koparmaktır. Nitekim kıyâs, bu şekilde eli kesene kısas
lâzım gelmesidir. Ancak şüphe nedeniyle kısas düşmüştür. Çünkü hak sahibi,
suçluyu öldürmekle dolaylı olarak organı da telef edebilmektedir. Böylece kısas
düşüncede mal lâzım gelir. Diyet malının hemen ödenmesinin gerekmemesi, el
kesmenin, eli kesilenin ölmesiyle öldürme kısasına dönüşme ihtimâli
nedeniyledir. Böylece hak sahibi, hakkını tahsil etmiş olacaktır. Aynı zamanda
Öldürme kısası, zorunlu bir hak olup bu zorun-luk, ya kısasın alınması ya
bağışlanması ya da mala çevirilmesiyle
ortaya çıkar. Çünkü bunlardan her biri kısas yapılan tasrruftur.
Bu tsarruflardan önce bu hak, kesin şekliyle ortaya
çıkmaz. Çünkü bu sırada zorunlu olan hak, belirmemiştir. El kesmenin ölüme yol
açması hâlinde ise durum böyle değildir. Çünkü bu, hakkın tahsili demektir.
Şayet hak sahibi, suçluyu bağışlamaz ve el kesme ölüme yol açmazsa biz diyoruz
ki: Bu takdirde elin haksız yere kesildiği, ancak iyileşmesiyle ortaya çıkar.
Nitekim hak sahibi, suçlunun elini kesip onu bağışlamaz ve el iyileşirse sahih
olan görüşe göre bu durumda da aynı ihtilâf bulunmaktadır. Şayet hak sahibi,
suçlunun elini kestikten sonra el iyileşmeden bu kez boynunu vurursa hakkını
tahsil etmiş olur. Yok eğer eli, iyileştikten sonra boynunu vurursa sahih
görüşe göre burada da aynı ihtilâf vardır. Parmaklar ise, bağlılık bakımından
el ayasına tâbi olmakla beraber el ayası da esas fonksiyonu bakımından
parmaklara tâbidir. Organ ise böyle değildir. Çünkü o, her bakımdan vücuda
tâbidir. (Organda kısas alacağı olan bir kimse, kısas aldıktan sonra bu, kısas
edilenin ölümüne yol açarsa İmam Ebû Hanife'ye göre kısası alan, can diyetine zamin olur. Diğer iki imam ise : Bu kimse, zamin olmaz, demişlerdir.) Çünkü o, el kesme hakkını tahsil
etmiştir. Bu hakkı elin iyileşmesi şartıyla kayıtlamak ise mümkün değildir. Çünkü
bu, kısas kapısının kapanmasına yol açar. Kaldı ki, kesilen elin fenalaşmaması,
hak sahibinin imkânı dâhilinde olmadığından o bu konuda Hâkim, operatör, hacametçi ve el kesmeye memur edilen kişi gibidir.imam Ebû Hanife de diyor ki: Hak
sahibi, bu durumda haksız yere adam öldürmüştür. Çünkü onun hakkı el kesmektir.
Bu ise öldürmektir. Bu nedenledir ki bu hareket, haksız yere yapılmış olsaydı
katil suçlu olurdu. Hem de elin kesilmesi, normal olarak can kaybına yol açan
yaralamalardandır ki katil de bu demektir. Ancak burada şüphe nedeniyle kısas
düşerek mal lâzım gelir. Diğer iki imamın delil olarak gösterdikleri
meselelerde ise durum böyle değildir. Çünkü bu meselelerde adı geçenlerin her
biri, bu işi yapmakla yükümlüdür. Bu yükümlülük, ya
Hâkimlik gibi görev alma yoluyla ya da diğerlerinde
olduğu gibi yapılan bir akitle meydana gelir. Bu tür görevler ise, zararsızlık
vasfıyla kayıtlanamazlar. Tıpkı bizimle savaşan gayr-ı müslime
silâh sıkmada olduğu gibi. Söz konusu ettiğimiz meselede ise kısas alma
mecburiyeti yoktur. Çünkü burada suçluyu bağışlamak evlâdır. Böylece kısas,
yapılması zorunlu olmayan işlerden olur ve avlamaya benzer.[24]
(Öldürme
Konusunda Şahitlik)
(Öldürülen bir
kimsenin biri hazır diğeri de hazır bulunmayan iki oğlu olup hazır olan, katil
konusunda delil getirdikten sonra öbürü gelirse) İmam Ebû
Hanife'ye göre (o da tekrar delil getirir.) Diğer
iki İmam ise: Bu kimse, tekrar delil getiremez demişlerdir. (Şayet katil
yanlışlıkla olmuşsa sonradan gelen oğul, ittifakla delil getirmez.) Babalarının
başkasındaki alacağı konusunda da durum aynıdır, iki imam, meselenin ihtilaflı
olan birinci şıkkı için diyorlar ki: Kısas da tıpkı alacak gibi veraset
yoluyla intikâl eder. Çünkü kısas, ölünün canına karşılık olduğundan ondaki
hak, cana sahip olana âit olur. Tıpkı diyette olduğu gibi. Bu nedenledir ki bu hakkın
mala dönüşmesi hâlinde ölüye âit olur. Bu yüzden yaralı, ölmeden önce suçluyu
bağışlarsa kısas düşer. Hâl böyle olunca da vârislerden biri, diğerleri adına
davacı olabilir. imam Ebû Hanife
ise diyor ki: Kısas, verasetle değil, ölünün yerini alma yoluyla intikal eder.
Nitekim kısas yetkisi, kişinin ölümünden sonra sabit olur ki ölünün böyle bir
yetkisi düşünülemez. Alacak ve diyet ise böyle değildir. Çünkü kişi, ölümünden
sonra da mala sahip olabilmektedir. Örneğin; Bir kimsenin, bıraktığı ağa ölümünden
sonra düşen ava mâlik olması gibi. Kısas hakkını elde etmenin yolu, bunu başlangıçta
ispatlamak olduğundan hak sahiplerinden biri, diğerleri adına davacı
olamayacak ve dolayısıyla sonradan gelen oğul, geldikten sonra tekrar delil
getirecektir.
(Eğer katil, sonradan
gelen oğulun, kendisini bağışladığına dâir delil
getirmiş ise şahit, sayılır ve kısas düşer.) Çünkü bu durumda katil, hazır
bulunan oğul aleyhine kısas hakkının düşüp mala dönüştüğünü ileri sürmektedir.
Bu iddiasını ise, ancak hazır olmayan oğlun, kendisini bağışladığını
ispatlamakla kanıtlayabilir. Böyle olunca da hazır bulunan oğul, bulunmayanın
adına da davacı olur. (Eğer velîler üç olur da bunlardan ikisi, üçüncünün
katili bağışladığına şahitlik ederlerse şahitlikleri geçersiz olup bu, onların
katili bağışlamaları demek olur.l Çünkü bu kimseler, şâhitlikleriyle kısası
mala çevirerek kendilerine çıkar sağlamış olurlar.
(Şayet katil, bu iki
kişiyi doğrularsa diyet, ölünün üç velisi arasında eşit bölünür.) Yâni yalnız
katil, bunları doğrularsa durum böyledir. Çünkü o, bunları doğrulamakla
kendilerine diyetin üçte ikisini ikrar etmiş olduğundan ikrarı sahihtir. Ancak
katil, bunun yanında aleyhine şahitlik yapılanın hakkının düştüğünü iddia
etmektedir. Hak sahibi ise bunu inkâr ettiğinden katil doğrulanmaz ve bu
kimsenin hakkına borçlu olur.
(Eğer katil bunları
yalanlarsa kendilerine bir şey verilmez. Üçüncüye ise diyetin üçte biri
verilir.) Yâni katil, üçüncü veli ile birlikte onları yalanlarsa durum
böyledir. Çünkü bunlar, şâhitlikleriyle kendilerine âit kısas hakkının
düştüğünü ikrar ettiklerinden bu ikrarları kabul edilir. Bunun yanında kısas
haklarının mala dönüştüğünü de iddia etmiş olurlar, ancak bu iddia delilsiz
kabul olunmaz. Bu arada, aleyhine şahitlik yapılanın kısastaki payı mala
dönüşür. Çünkü diğer iki velinin, kendisi inkâr ettiği hâlde bu kimsenin
katili bağışladığına dâir iddiaları, bu kimse bakımından katilin yeniden bağışlanması
hükmündedir. Çünkü kısasın düşmesi, bunların iddiasına dayanır. Şayet yalnız
aleyhine şahitlik yapılan veli, bunları doğrularsa katil, kendisine diyetin
üçte birini Öder. Çünkü o, kendisine bunu ikrar etmiştir. (Şahitler, bir
kimsenin başkasını dövdüğüne şahitlik eder ve dövülen, ölünceye dek yatakta
kalırsa bu takdirde dövme kasıtlı olmuşsa dövene kısas lâzım gelir.) Çünkü
şahitlikle sabit olan bir husus, götürülerek sabit olmuş gibidir. Bunda ise,
daha önce açıkladığımız üzere kısas vardır. Aynı zamanda kasıtlı adam öldürmeye
şahitlik de bu şekilde olur. Çünkü dayağın yol açtığı ölüm, ancak dövülenin
Ölünceye dek yatakta kalmasıyla bilinir. Yâni eğer şahitler ölenin kesici bir
şeyle dövüldüğüne şahitlik edilirse durum böyledir. (Öldürme şahitleri, eğer
öldürmenin günü, yeri veya âleti konusunda değişik şekilde ifâde verirlerse
şahitlikleri geçersiz olur.) Çünkü bir kimse ancak bir kere öldürülebilir.
Oysa bir gün veya yerdeki öldürme olayı, diğer bir gün veya yerdeki Öldürme
olayından ayrıdır. Aynı zamanda sopa ile öldürmek silâhla öldürmekten ayrıdır.
Zira ikincisi bilerek öldürmek, birincisi bilerek öldürmenin benzeridir. Bu
iki öldürme çeşidinin hükümleri ayrıdır. Bunun için her bir çeşit öldürmenin
tek bir şahidi kalmış olur.
(Aynı şekilde
şahitlerden biri: Onu sopa ile öldürdü, derken diğeri : Ne ile öldürdüğünü
bilmiyorum, derse şahitlik geçersizdir.) Çünkü mutlak şahitlik, mukayyetten ayndır. (Şayet iki şahit, öldürmeye şahitlik eder fakat
katilin, ölüyü ne ile öldürdüğünü bilmediklerini söylerlerse bunda istihsânen diyet lâzım gelir.) Kıyâs ise, bu şahitliğin de kabul edilmemesi
gerektirir. Çünkü öldürmelerin hükmü âlete göre değişir. Bu şahitlikle ise hangi
âletle öldürüldüğü bildirilmemiştir. İstihsâna göre
şahitler, mutlak bir öldürmeye şahitlik etmişlerdir. Mutlak şahitlik ise
belirsiz olmadığından gerektirdiği iki cezanın asgarisi olan diyet lâzım
gelir. Hem de şahitlerin burada öldürme âletini belirtmemeleri, aleyhine
şahitlik yapılanın suçunu tamamen ortaya çıkarmamak için kendisine iyilik
yapma niyetine ham-Iedilebilir. Şahitlerin, öldürme
âletini, bilmedikleri şeklindeki yalanlarını da ara-bulucuklukta
yalanı mubah kılan hadisin zahirine tevil etmişlerdir. Zira buradaki yalan,
ara-buluculuktaki yalan gibidir. Böylece meydana gelen şüphe ile birlikte
öldürmede değişiklik sabit olmaz ve diyet, katilin malmda
lâzım gelir. Çünkü fiilde asıl olan, bilerek işlemektir. Bunun için diyet akileye değil, kendisine lâzım gelir. (İki kişiden her
biri, falancayı öldürdüğünü ikrar eder ve ölünün velisi de: Beraber
öldürdünüz, derse ikisini de öldürebilir. Eğer şahitler, bir kimsenin falancayı
öldürdüğüne şahitlik yaparken diğer bâzı şahitler de onu başka birinin
Öldürdüğüne şahitlik eder ve ölünün velîsi: İkiniz birlikte Öldürdünüz, derse
her iki şahitlik de geçersiz olur.) İki mesele arasındaki fark şudur: Hem ikrar
hem de şahitlik, katilin varlığı ile kısasın gerekliliğini ifâde ederler. Ancak
birincide yalanlamayı yapan, kendisine ikrar edilen, ikincide ise lehine şahitlik
yapılandır. Bu arada kendisine ikrar edilenin, ikrar edoni
ikrarının bir kısmında yalanlaması, kalandaki ikrarı geçersiz kılmadığı hâlde,
lehine şahitlik yapılanın, şahidi yaptığı şahitliğin bir kısmında yalanlaması,
şahitliğini tamamen geçersiz kılmaktadır. Çünkü bir kimseyi yalanlamak, onun fasıklığını ortaya koymak demektir. Şâ-
hidin fasıklığı ise, şahitliğinin
geçerliliğini engellerken ikrar edenin fasıklığı,
ikrarın sıhhatim engellememektedir.[25]
(öldürme Esnasındaki
Durumun Nazara Alınması) (Bir kimse, müslüman kişiye
ok atar ve Allah (Azze ve celle)
korusun, kendisine ok atılan, dinden çıktıktan sonra isabet alırsa İmam Ebû Hanife'ye göre atıcıya diyet
lâzım gelir. Diğer iki imam ise s Bîr şey lâzım gelmez, demişlerdir.) Çünkü
vurulan kişi, dinden çıkmakla hayatının değerlenmesini düşürdüğünden atıcıyı
suçun gereği olan cezadan ibra etmiş sayılır. Tıpkı yaralandıktan sonra ve
ölmeden önce suçluyu ibra etmesi gibi. imam Ebû Hanife de diyor ki: Zamirdik, suçlunun fii'liyle
lâzım gelir ki bu fiil, okun atılmasıdır. Çünkü bundan sonra suçludan herhangi
bir fiil meydana gelmemiştir. Atış esnasında ise, henüz dinden çıkmadığından
vurulanın hayatı değerlidir. Bu nedenle avın helâl olması konusunda da atış
sırasındaki durum nazara alınır. Nitekim atıcının atıştan sonra dinden
çıkması, vurduğu avı haram kılmaz. Aynı şekilde bu kimseye yaralandıktan sonra
ve ölmeden önce gayr-ı müslim demek caizdir.
Buradaki cinayet, bilerek işlenmiş olmakla birlikte şüphe nedeniyle kısas düşer
ve diyet lâzım gelir.
(Bir kimse, dinden
çıkmış birisine ok attıktan sonra dinden çıkmış kimse müslüman
olur ve daha sonra ok kendisine isabet ederse ittifakla atıcıya bir şey lâzım
gelmez. Aynı şekilde bizimle savaşan gayr-ı müslim
iken ok atıldıktan sonra müslüman olan kimseye ok
atmak da böyledir.) Çünkü başlangıçta vurulan kişinin hayatı değerli
olmadığından atış, zaminliği gerektirmediği gibi
sonradan da gerektirici hâle gelmez- Çünkü vurulanın hayatı sonradan değerlenmiştir.(Bir
kimse hakkında taşla öldürme cezasına karar verilir ve bir kimse, ona taş
attıktan sonra suçlu aleyhine şahitlik yapanlardan biri şahitlikten döndükten
sonra taş isabet ederse taş atana bir şey lâzım gelmez.) Çünkü muteber olan,
atış esnasındaki durumdur ki bu sırada kanı helâldir. (Ateş tapıcısı, ava ok
attıktan sonra müslüman olur ve ok, bundan sonra ava
isabet ederse eti yenmez. Şayet müslüman olduğu hâlde
ava ok attıktan sonra, Allah (Azze ve Celle) korusun ateşperest olursa avın eti yenir.) Çünkü
avın helâl veya haram olması konusunda geçerli olan, atış sırasındaki durumdur.
Çünkü avın kesimi, atış olduğundan atış sırasındaki ehliyet ve ehliyetsizlik
nazara alınır. (İhramlı bir kimse, ava ok atar ve ihramdan çıktıktan sonra ok,
ava isabet ederse kendisine fidye lâzım gelir. İhramda olmayan bir kimse, ava
ok attıktan sonra ihrama girerse kendisine bir şey lâzım gelmez.) Çünkü zaminlik, ancak ihramlı iken avı vurma suçuyla lâzım
gelir. Nitekim birincide atıcı, ok atarken ihramlıdır, ikincide ise ihramlı
değildir. Bu nedenle birbirinden farklıdırlar.[26]
[1] Bakara: Âyet: 173
[2] Buhâri'nin Ebü Cuhayfe (R.A.)'den naklen kaydettiği bu hadisin tamamı
şöyledir:
«Hz.
Ali (R A.Vye:
- Sizce, Kur'an-ı
Kerim'de bulunmayan herhangi bir şey var mı? diye sordum. Hz.
AIİ (R.A.) :
- Evet, yanlışlıkla
öldürmelerde lâzım gelen diyetin akile tarafından verilmesi, savaş
tutsaklarının bırakılması ve bir müslümanın bir gayn müslime karşılık,
öldürülmemesi, diye cevap verdi.»
Buharl
(İlim) C. 1 S. 21, (Cihad) C. 1 S. 428, (Diyetler) C.
2 S. 1020 ve (Müslüman, gayn müslime
karşılık öldürülmez babı) C. 2 S. 1021
[3] Hem müsned hem mürsel olarak rivayet olunan bu hadisin tamamını, Darekutnİ ile Beyhakl, Abdullah İbn-i Ömer (RA.)'den şu şekilde rivayet etmişlerdir :
«Peygamber Efendimiz
(S.A.V.) kendileriyle mütareke akdi yapılan bir gayn müaltmi öldüren müslümanı kısas
etti ve: «Ben, verdiği güven sSzflnfl yerine ge-tiremerin başrsda
gelmeliyim» buyurdu.»
Darekutel (Hudud) 345, Beyhakl (Cinayetler)
C. 8 S. 30
[4] Tirmizl (Diyetler) C. 1 S.
180. tbn-i Mâce (Diyetler)
C. 2 S. 195, Bey-hâkl C. 8 S. 38, Darekutnl
(Hudud) S. 348, el-Müstedrek
(Hudud) C. 4 S. 368. Ve (Azatlama) C. 2 S. 216
[5] îbn-İ Mâce
(Kısas kılıçtan başka bir şeyle olamaz babı) S. 196, Dare-kutni (Hudud) S. 335, Beyh&M (Sünen) C. 8 S. 83
[6] Bu hadis daha önce geçmiştir
[7] Beyhakî-nin
Berâ b. Azib <R.A.)'dan
getirerek kaydettiği bu hadisin tamamı şöyledir: «Kim İd kinaye yolu ile
başkasına zina isnat ederse, biz de onu sinâ isnadı
suçunun cezası miktarından az bir ceza ile cezalandırırız. Kim ki başkasını
ateşte yakarsa faiz de onu ateşte yakam ve kim ki başkasını suda boğarsa biz
de onu suda boğarız.»
BeyhâM (Cinayetler) C. 8 S. 43
[8] Hâkim bunu el-Müstedrek'te
şu şeklîde kaydetmiştir: «Peygamber Efendimiz (S.A.V.) lîhud
savaşma çıktığı zaman, Huzeyfe (R.A.V
nin babası Teman ile Sabit b. Kays
çok yaşlı oldukları için kadın ve çocuklarla birlikte yüksek yer ve kayalıklara
çıkıp savaşı seyrediyorlardı. Bir ara birbirlerine :
«Biz burada ne
duruyoruz? Her birimizin ömrü, bir eşeğin iki su içimi arası kadar büe kalmamıştır. Peygamber Efendimiz (S.A.V.)le birlikte savaşa katıl-mayabm
mı?
Belki Cenâb-ı Alah fC.C.)
bize şehitlik nasip eder» dediler ve kılıçlarını aldıktan sonra inip
savaşanların arasına sessizce girdiler. Kimsenin onlardan haberi olmadı. Sabit
b. Kays müşrikler tarafından şehid
edildi. Yeman da müslü-manlar onu tammadıklan için onu
müşriklerden sanarak kılıçlan ile başına üşüştüler.
Huzeyfe (R.A.) «Babamdır babamdım deyinceye kadar işini
bitirdiler ve onu taramadıklarına yemin ederek özür dilediler. Gerçekten de onu
tanımıyor ve doğru söylüyorlardı.
Huzeyfe (R.A.) de : «Allah fC.C.) merhametlilerin
en merhametlisidir. Sizi bakışlar» dedi. Durumu duyan Peygamber Efendimiz
(S.A.V.) Huzeyfe'ye diyet vermek istediyse de, Huzeyfe diyetini müslümanlara
bağışladı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (S.A.V.)'in Huzeyfe'ye
olan sevgisi daha da arttı.»
el-Müstedrek (Menkıbeler) C. 3 S. 202
[9] Ebü Yala el-Mevsıli'nin kaydettiği bu hadisin tamamı şöyledir:
«Abdullah tbn-i
Mesud
(R.A.) bir yemeğe çağırılmıştı.
Abdullah çağırıldığı
yere girmek istediğinde
içeriden eğlence ve ovun sesini duyarak girmedi. Ona:
- Niçin geri döndün?
diye sordular. Abdullah (R.A.) :
- Peygamber Efendimiz (S.A.V.)'den «Kim ki bir topluluğun kalabalığını
çoğaltırsa o da onlardandır ve kim ki bir topluluğun yaotığı
herhanri bir isi hoş görüp nzâ
gösterirse o da o işi yapanın ortağı olur» diye buyurduğunu İşittim,
dedi.» Nasb-ürraye C. 4 S. 346
[10] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir
Merginânî, Hidaye
Tercümesi, Kahraman Yayınları: 4/254-262..
[11] Nesâî (Katlin haramlığı) C.
2 3. 203, el-Müstedrek (Asilerle savaş bahsi) C. 2
S. 159
[12] Müslim'in Ebû Hüreyre (R.A.)'deiı rivayet
ettiği bu hadîsin tamamı şöyledir :
«Adamın biri Peygamber
Efendimiz (S.A.V.)'e gelerek:
-Yâ
Resûlülah bir
kimse gelip benden malımı zorla almak isterse ne yapayım? diye sordu.' Peygamber
Efendimiz (S.A.V.) :
- Ona malım verme buyurdu- Adam : ya Eser hana karşı silân kullanırsa? dedi. Peygamber Efendimiz (S.A.V.)
- Sen de ona karşı silâh kullan buyurdu. Adam :
-Ya
eger o beni öldürürse ? dedi. Peygamber Efendimiz
(S.A.V.1 :
- Sen şehitsin, buyurdu Adam :
- Ya
eger ben
onu öldürürsem? dedi. Peygamber
Efendimiz (S.A.V.) :
- Ceheneme girer ,buyurdu.
îshak bin Rahuye'nide rivayetide
böyledir.
«Peygamber Efendimiz
(S-A-V.) adama:
-Ona Allah (C.C) hatirlat,
buyurdu. Adam :
-Ya
eger yola
gelmezse? dedi. Peygamber
Efendimiz (S.A.V.) :
- Hükümete baş vur,buyurdu, Adam :
-Ya eğer Hükümet uzak olup ona yetîşemezsem? dedi. Peygamber Efendimİz (S.A.V-)
:
- Yanındaki kimse yardım iste, buyurmuş Adam :
- Ya
eger yanımda kimse bulunmazsa?dedi.
-Malını vermemek icin onunla dögüş tâ ki va malını kurtarır, ya da Öldürülüp âhiret şehitleri
arasına katılırsın. buyurdu.» Müslim (İmân) C. 1 S. 81, Buhâri
(Kısas) C. 1 S, 337
[13] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir
Merginânî, Hidaye
Tercümesi, Kahraman Yayınları: 4/262-264.
[14] Mâİde süresi âyet 45
[15] Mâide sûresi âyet 45
[16] Gariptir. Ancak İbn-i Şeybe, Hz. Ömer (R.A.)'den «Biz
kemiklerden kısas almıyoruz», Abdullah tbn-i Abbas (R.A.)'tan da «Kemiklerde kısas yoktum diye söylediklerini
rivayet etmiştir. îbn-i Ebi
Şeybe buna benzer bir söz Şa"bi
üe Hasan'dan da nakletmiştir. Nasb-ürraye C. 4 S. 350
[17] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir
Merginânî, Hidaye
Tercümesi, Kahraman Yayınları: 4/264-267.
[18] Bakara sûresi âyet 178
[19] Eimme-yi Sitte'nin
Ebû Hüreyre (R.A.)'dan
naklettikleri bu hadisin tamamı şöyledir :
«Peygamber Efendimiz
(S.A.V.), Mekke'nin fethini Cenâb-ı Hak (C.C.) ken-dişine müyesser kıldığı zaman halk arasında kalkıp hir hutbe verdi ve Allah f C.O'a hamd ve seni ettikten sonra şöyle buyurdu :
Cenâb-ı Allah (C.C.) Fil'i Mekke'yi almaktan alıkoydu. Fakat
Peytçamber'i ile mü'minlere
bunu müyesser kıldı. Oysa Mekke benden önce hiç kimseye helâl kılınmamıştır.
Bana da ancak bir gündüzden bir saat için helâl kılınmıştır. Benden sonra da
hiç kimseye helâl kılınmayacaktır. Bunun için Mekke'nin yabanî hay-vanlart ürkütüleni ez, çalı çırpılan kesilemez, yitikleri
-sahibini arayıp bulmak için kaldırmak isteyen kimseden başka- hiç kimse
tarafından yerden kaldırılamaz ve kimin bir adamı öldürülürse o kimse, kendisi
için daha İyi çördüğü iki şıktan birini seçmekte
serbesttir. İsterse ona diyet verilir, isterse öldüren kısas edilir.»
Müslim (Hacc) C. 1 S. 438, Buhârİ
(İlim) C. 1 S. 22, (Lukata) C. 1 S. 328, (Diyetler)
C. 2 S. 1016
[20] Sünen-i Erbaa Said b. Müseyyeb'ten
şunu rivayet etmişlerdir :
Hz. Ömer
(R.A.) : «Diyet akilenindir. Yâni ölenin erkek
akrabalarının hakkıdır» diyor ve diyetten ölenin karısına pay vermiyordu. Tâ
ki Dahhâk b. Süfyan ona,
Peygamber Efendimiz (S.A.V.)'in, kendisine Eşyemi Dıbabİ'nin karışma kocasının diyetinden pay vermesini
yazdığını söyledi de, Hz. Ömer (R.A.) bu görüşünden
döndü.»Ebû Dâvûd (Feraz) C. 2 S. 261. Îbn-İ Mâce (Diyetler) C. 1 S. 194, Tirmizl
(Diyetler) C. 1 S. 182, (Feraz) C. 2 S. 33
[21] Yâni eşlik bağı eşlerden birinin ölmesiyle her ne
kadar ortadan kalkıyorsa da. eşler birbirlerinden miras aldıkları için, bu bağ
miras yönünden ölümden sonra da ortadan kalkmamış hükmündedir. Yahut diyet
ölenin kan bedeli olduğu için, ölenin vârislerine Ölümü ile değil, ölümüne
sebep olan yaralanmasıyla hak olur ve bu hak oluş ölümden sonra gerçekleşir.
Ölenin yaralanması sırasında ise eşlik bağı henüz ortadan kalkmadığı için
ölenin eşi ile diğer vârisleri arasında fark yoktur, O halde ölenin diyetinden
diğer vârislerine mirastaki hisselerine göre nasıl pay düşüyorsa, eşine de aynı
oranda pay düşmesi gerekir.
[22] İmam Mâlik'in rivayetine göre Yemen'de beş, ya da yedi kişi ortaklaşa bir genci öldürmüşler ve Hz. Ömer (R.A.) onların hepsini öldürdükten sonra bu
sözünü söylemiştir. Muvatta
(Murattep Öldürme) S. 342
[23] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir
Merginânî, Hidaye
Tercümesi, Kahraman Yayınları: 4/267-272.
[24] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir
Merginânî, Hidaye
Tercümesi, Kahraman Yayınları: 4/273-279.
[25] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir
Merginânî, Hidaye
Tercümesi, Kahraman Yayınları: 4/279-282.
[26] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir
Merginânî, Hidaye Tercümesi,
Kahraman Yayınları: 4/282-283.