Necasetin Giderilmesi Ve Nikah
Deve Etini Yemekten Ötürü Abdest Almak
Ön Ve Arkadan Başka Yerlerden Çıkan Necasetlerden Ötürü
Abdest Almak
Selem ( Parasını Peşin Ödeyerek Malı Sonradan Alma)
Mükatebe Akdi (Kendi Malını Parayla Alma)
Icare Akdi (Hazırda Mevcut Olmayanı Satmak)
Kişinin Saf Gerisinde Namazı Tek Başına Kılması
Binek Ve Sağmal Rehinelerin Nafakası
Hanımının Cariyesiyle İlişki Kuran Kimsenin Hükmü
Fasıd Olan Haccı Sonuna Dek Devam Ettirmek
Kaybolan Erkeğin Hanımının Durumu
İbn Kayyım'ın Kıyasla İlgili Fasılları
Birbirlerini Kuyuya Düşürenlerin Bahsi
Ama Birinin Gözü Gören Biri Üzerine Düşmesine İlişkin
Olarak Hz. Ömer'in Verdiği Hüküm
Hz. Ali'nin Bir Çocukla İlgili Olarak Üç Kişi Hakkında
Hüküm Vermesi
Sahih Kıyas Şeriatın Emir Ve Nehiyleriyle Uyum İçinde
Olan Bir Kıyastır
Sidikten Değil De Sadece Meniden Ötürü Gusletmek
Kız Ve Erkek Çocukların Sidikleri
Yolucuların Dört Rek'atli Farz Namazların Yarıya
İndirilmesi
Hayızlı Kadının Kılmadığı Namazları Değil De Tutamadığı
Oruçları Kaza Etmesi
Hür Ve Cariyelere Göre Örtünme
Hırsızın Elinin Kesilmesi, Yağmacı, Gasıpkar/Ve
Yankesicinin Elinin Kesilmemesi
Çeyrek Dinar Çalanın Elinin Kesilmesi
Küfürle İtham Edenin Degıl De Zina İle İtham Edenin Had
Cezasına Tabi Tutulması
Cinayetlerde İki Şahitle Yetinilmesine Rağmen
Zinalardadört Şahidin Gerekli Olması
Köleye Değil De Hür Olana İftira Edenin Cezalandırılması
Abdestte Sadece Dış Organların Yıkaması
İslam'a Karşı Savaşanın Ele Geçmeden Önce Yaptığı
Tevbenin Makbul Sayılacağı
Kölenin Şahitliğinin Değil De Rivayetinin Kabul Edilmesi
Çayırlarda Beslenen Hayvanlardan Zekat Alınıp Ta İş İçin
Kullanılan Hayvanlardan Zekat Alınmaması
Hür Kadınla Cariye Kadına Bakmak
Penisi Ellemekle Abdestin Bozulması
Sidik İçmekten Ötürü De İçki İçmekten Ötürü Cezalandırma
Bahsi
Hur Kadırların En Fazla Dört Tanesiyle Evlenilebileceği
Cariyelerle İse
İstenilen Miktarda Evlenilebileceği Bahsi
Birden Fazla Kadınla Evlenilip Te Birden Fazla Kocayla
Evlenilememesi
Erkeğin Cariyesinden Yararlanabileceği Kadınınsa
Kölesinden Yararlanamayacağı Bahsi
Deve Etini Yemekten Ötürü Abdest Almak
Namaz Kılan Kişinin Önünden Siyah Köpeğin Geçmesi Halinde
Yellenmekten Ötürü Abdest Almak Gerektiği Halde
Geğirmeden Dolayı Abdest Almanın Gerekmediği Bahsi
Develereden Zekat Alınıp Ta Atlardan Alınmaması
Zekat Malları Arasında Farklılık
Hırsızın Elinin Kesilmesi, Zina Yapanın Tenasül Organının
Kesilmemesi
Kölenin Haddi İle Hur Kimselerin Haddi
Kendi Hanımına Zina İsnadı Yapanla Yabancı Bir Kadına
Zina İsnadı Yapan
Misafirin Namazı Kısaltmasının Ve Oruç Tutmamasının
Hikmeti
Huzeyme'nin Şahitliğinin İki Kişininkine Bedel Olması
Ebü Bürde Bin Neyar'ın Kurbanı
Namazdaki Kıraatin Sesli Ve Sessiz Oluşu
Miras Hususunda Baba Ve Ananın Yakınları
Ramazanın Son Günü İle Şevvalin İlk Günü Arasındaki Fark
Nikahta Yakın Ve Uzak Akrabalar
Hayızlı Kadınla Temastabulunmakla İstihazeli Kadınla
Temasta Bulunmanın Farkı
Ribay-ı Fazlın Haram Kılınması
Dört Çeşit Gıda Maddesinin Takası
Sedd-İ Zerai Türünden Haram Kılınan Hususlar Kuvvetli Bir
Maslahattan Ötürü Helal Kılınabilirler
Kadının Kocası Ve Ebeveyni İçin Yasa Girmesi
Kadın Ve Erkeğin Eşit Olduğu Ve Eşit Olmadığı Hususlar
Bazı Yer Ve Zamanların Diğerlerine Üstün Kılınması
Birbirlerinden Ayrı Olaylar Sebeplerde Ortak Oldukları
Takdirde Hükümde De Ortak Olurlar...
Temizlik Açısından Kediyle Farenin Aynı Olması
Ölü Hayvanla Ehl-Î Kitap Olmayan Bir Gayr-İ Müslimin
Kestiği Hayvanın Aynı Hükme Tabi Olması
Temizleyicilik Açısından Toprakla Suyun Aynı Hükme Tabi
Olması
Alemlerin Rabbi olan
Allah'a hamd, efendimiz Muham-med (s.a.s.)'e, Onun aline, ashabına ve kıyamete
dek yolunda gidenlere de salât-ü selâm olsun.
Bu girişten sonra sözümüz
şudur ki; ben İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde öğrenciyken islâm fıkhı
dersimize daha sonraları Şeyhül İslâm olan Musa Kâzım Efendi gelirdi. Günün
birinde îbni Teymiye'nin bu eseri, bir rastlantı eseri elime geçti. Ve gözden
geçirdim. Dersin birinde hocamıza konusunu işlerken fıkıhçılann,
"Müzaraa, kıyasa muhalif olarak İslah fıkhına yerleşmiştir,"
sözünü-nakledi-yordu. Ki, ben kendilerine şöyle bir itirazda bulundum: Hocam,
eğer müzaraayı karşılıklı menfaatlar esası üzerine kurulan bir akit şeklinde kabul
edersek buyurduğunuz gibi kıyasa muhalif olur; Çünkü icar akdinde iki tarafın
verecekleri karşılık ve hizmetlerin önceden belirlenmesi şarttır. Ama mazaraa
(Tarım ortaklığı), karşılıklı akitleşmeden ziyade, ortaklıklara benzemektedir.
Ortaklıklarda ise her iki tarafın yerecekleri karşılıkların önceden
belirlenmesi şart değildir. Ki bu durumda menkul bir nassla sabit olah
müzaraa, makul olan kıyasa tıpa tfp uygun düşmektedir.
Fıkıh derslerinde daha
bunun gibi birçok eleştirilerde bulundum. Musa Kâzım Efendi bu eleştiriler
karşısında şaşıp, bu sözleri nereden bulduğumu bana sorunca, İbni Teymiye'nin
Kıyas risalesinde bulduğumu söyledim. Bunun üzerine, "İşte şimdi
hayretimi gidermiş oldun" dedi.
İslâm fıkhının akla
uygunluğu ve îslâm dinîni fıtrata muvafık oluşu, Allah'ın bize sunmuş olduğu
nimetlerden biridir. Ki bu da İslân iyetin güzelliklerinden biridir. Bu gerçeği
ortaya koymak amacıyla İb:ıi Teymiye'nin, "Beyan-ı Muvaffakati
Sarihi'l-Menkulu" adlı akaide dair bir kitabı mevcut olup 1321-1222
yıllarında Kahire'de yine kendisine ait olan
Mihhacü's-Sünneti'n-Nebeviyye" adlı eserin sayfalarının kenarına
dizilerek basılmıştır.
Bu kuralı fıkhî kıyasa
uygulama meselesine gelince diyebiliriz ki ilk olarak bu işin üzerine eğilen
ve gerçekleştirmeyi de başaran İbni Teymiye olmuştur. Nitekim bunu elinizdeki
kitapta da înşaallah göreceksiniz.
Kendisinden sonra da
köklü bir dağ gibi kadri yüce ve mertebesi yüksek olan öğrencisi İbni Kayyım
el-Cevzî de ilim meydanına gelerek bu yolda geniş mesafeler katetmiştir. Üstadının
bu risalesini ele alıp, "İ'lâmül-Muvakkîîn" adlı eserinde yazmış
olduğu bilgileri de buraya ekleyerek zen-
ginleştirmiştir.
Ben de faydalı olur
ümidiyle bu ikisini birbirine ekleyerek yayınlamayı düşündüm Başarıya
ulaştıran ancak ve ancak Allah'tır
Ramazan 1346
Muhibbüddin el Hatîb Kahire.[1]
Şeyhül İslâm İbni
Teymiye (r.a.) den şu mealde bir soru sorulmuştur: Fıkıhçilann nass ile,
şahabı sözü ile ve diğer alimlerin sözleriyle sabit ve çoğu kez de üzerinde
icmaa varılmış olan hükümler için, "Bu kıyasa muhaliftir," diye bir
sözleri vardır. Ve yine bu kabilden olmak üzere; suya necaset düştüğünde onu
temizlemek, ayrıca necasetin kendisinin temizlenmesi, deve eti yiyenin abdest
alması, hacamat vurduranın orucunun bozulması[2] selem akdinin yapılması [3]
icare, kitabet [4] mudarebe [5]
müzaraa, müsakaat [6] karz-ı hasen, unutarak
yiyenin orucunun bozulmaması, fasid hac ibadetini devam ettirmenin ve daha bu
saydıklarımıza benzer diğer birtakım hükümlerin kıyasa muhalif olduğunu
söylemektedirler. Bu söz, doğru mudur, değil midir? Sahih olan kıyas, nass ile
çelişir mi, çelişmez mi? İbni Teymiye bu soruyu şu şekilde cevaplandırmıştı:
Alemlerin rabbi olan
Allah'a hamd olsun. İşin aslına bakılırsa önce şunu bilmemiz gerekir ki; kıyas
kelimesi, hem sahih ve hem de fasit kıyas anlamını ihtiva eden mücmel bir
kelimedir. Şeriatte süregelen sahih kıyas, birbirine denk ve benzer olan iki
işlemin hükmünü birleştirmek ve birbirine uymayan muhtelif iki işlemin hükmünü
ayırmaktır Bunlardan birincisine uygun kıyas, ikincisine de zıt kıyas denir ki
Jau 4a ilâhî adaletin bir gereğidir.
Sahih kıyası şöyle ifade
edebiliriz. Kendisine kıyas yapılan asıl olayda mevcut bulunan ve kararın
mercii olan asıl illet, benzetilen olayda karan engellemeyecek ve çelişkiye
meydan vermeyecek şekilde var olmalıdır. Şeriatte bu şekle ters düşen hiçbir
kıyas varid olmamıştır. Kıyas edilene kendisine kıyas edilen arasındaki şayet
varsa farkı gidermekle yapılan kıyas da bu kategoriye dahildir. Bu iki unsur
arasında şeriatı etkileyecek bir fark bulunmamalıdır. Şeriatte bu şekle de
ters düşen bir kıyas varid olmamıştır, islâm şeriatinin bazı konulan,
benzerlerinden ayıran ayırıcı bir hüküm getirerek özelleştirdiğine göre bu
kıyas konusuna da ay-nca bir hüküm getirerek diğerleriyle olan eşitliğini
ortadan kaldırması gerekmektedir. Ama bir nevi ayıncı bir mahiyet kazandıran bu
özellikler kimi insanlarca görülürse de bazılarınca görülmez.
Normal sahih kıyasın
şahinliğinin herkesçe bilinmesi şart değildir. Şeriatte kıyasa muhalif bir
şeyle karşılaşan bir kişi, aslında kendi kafasındaki ölçüye ters düşen
bir-şeyle karşılaşmıştır. Aslında sahih olan kıyasa ters düşen bir şeyle
karşılaşmış değildir. Nasslann kıyasa muhalif olarak varid olduğu teranesine
gelince iyi bilinsin ki bu fasid olan kıyasa muhalif olarak varid olmuştur. Şu
mânâda ki: Nassta-ki şeklin, kişi kendi aklî donelerine dayanarak benzer olaydaki
sandığı ölçülere uymadığını görmesi halinde bu durumun kıyasa muhalif olduğu
sanısına kapılmaktadır. Ama şeriat koyucu tarafından asıl olan nassa, ayırıcı
bir hüküm kazandırıldığını nereden bilsin?
Aslında şeriatte kıyasa
ters düşen bir durum vaki olmamıştır. Ama fasid kıyasa ters düşen durumlar
olabilir. Her ne kadar bazıları bu kıyasm fasid olduğunu bilmeseler de bu
böyledir.[7]
îbni Teymiye'ye
sorulan soruda zikredilen hususları ör-neklendirmeye çalışalım:
Mudarebe, müzaraa ve
müsakaat muameleleri kıyasa muhaliftir diyenler, bu akitlerin icare akti
cinsinden olduğu sanısına kapılmışlardır. İcare, bu ücret karşılığında yapılan
bir iştir. İcarede yapılacak işler alınacak ücretin önceden bilinmesi şarttır.
Bu muaemelerde yapılacak iş ve elde edilecek kazanç önceden belirlenmiş
olmadığından bazı fıkıhçılar bunların kıyasa muhalif olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Ki bu da onların yanlışlıklarından biridir. Bu akitler ortaklık türü akitler
olup karşılıklı bedeller üzerinde yapılan akitler türünden değildirler. Ki her
iki tarafın elde edecekleri karşılıklar önceden bilinsin. Her ne kadar
karşılıklı bedelleşme akitlerine benzer yanları da varsa da özel bedelleşme
akitleri ile mukaseme akitleri ayn türden akitlerdirler. [8] Hatta
bazı fıkıhçılar, mukasemeyi özel satış şartları koşulan bir satış muamelesi
olarak ta zannetmişlerdir. Bütün bu anlattıklarımıza şöyle bir açıklık
getirebilir: Mal sağlamak için yapılan muameleler üç çeşittir:
1- Yapılması istenen iş önceden belirlenmiş olacaktır.
Yapılması veya temin edilmesi de mümkün olacaktır. Ki buna icare-i lâzime
denir.
2- Yapılacak
iş, işveren tarafından istenecek, fakat miktarı Önceden belirlenmiş olmayacak
ki buna götürü akdi denir. Bu uyulması zorunlu olmayan caiz bir akittir. Söz
ge-limi adamın biri: "Firar etmiş kölemi kim bulup getirirse ona 100
dirhem veririm" dese ve bir kişi çıkıp ta ben getiririm dese olabilir ki
getirir de getiremez de. Bulup getirmek için yola çıksa belki yakın belki de
uzak bir yerde bulup getireçektir. Bu nedenle bu anlaşmaya lâzım (bağlayıcı)
değil de caiz akit denilmiştir. Bulup getirirse kendisine vaat edilen ücreti
alır. Getiremezse alamaz. Götürü üzerine yapılan anlaşmalarda işi yapacak olan
şahsa, temin edeceği kazancın yüzde üzerinden belli bir miktarı ücret olarak
vaat edilebilir.
Sözgelimi cihad emîri dese
ki; "Her kim bize bir kalenin yolunu gösterip öncülük ederse kendisine o
kalenin içindeki ganimetlerin üçte birinin veririm." Veya gazveye çıkan
seriyeye; "Elde edeceğiniz ganimetin beşte birini veya dörtte birini size
veririm," dese, bu caiz bir akit olur. Savaşta birini öldürüp onun
üzerindeki eşyaları yağma etmenin katile şer'an tanınan bir hak mı vaya
anlaşmayla tanınan bir hak mı olduğu hususunda fıkihçılar ihtilafa
düşmüşlerdir. Şafii bunun şer'an tanınan bir hak olduğunu, Ebu Hanife ve İmam
Malik, anlaşmayla tanınan bir hak olduğunu, Ahmed b. Hanbel ise her iki şekilde
de tanınan bir hak olduğunu ileri sürmüşlerdir. Anlaşmayla tanınan bir hak
olduğu iddia edenler meseleyi bu götürü üzerinde yapılan akit babında telâkki
etmişlerdir. Bu kabilden olarak bir tabiple, hastalan tedavi edip şifâya
kavuşturması şartıyla götürü olarak bir anlaşma yapılması caizdir. Nitekim
sahabe-i kiram (r.a.) dan bir yolcu gurubu uğradıkları kabilenin reisini, bir
koyun sürüsü karşılığında şifaya kavuşturmak üzere anlaşmışlardır. Reisin
üzerine Kur'an-ı Kerîm den âyetler okumuşlar, adam iyileşip şifâya kavuştuğunda
da koyun sürüsünü almışlardı. Bu koyun sürüsü, okumaya değil de adamın şifâya
kavuşmasına karşılık idi. Bir kişi kalkıp ta illa şifâya kavuşturacak diye bir
tabiple bağlayıcı bir icar akdi yapamaz. Çünkü şifâya kavuşturmak, tabibin
imkânı dahilinde değildir. Şifâ ancak Allah'tandır. Allah dilerse şifâ ihsan
eder, dilemezse etmez. Bu ve buna benzer akitler, bağlayıcı icare usulüyle değil
de caiz dediğimiz serbest icare usulüyle yapılabilir.
3- Bu muamelede gaye iş değil mal (veya para)dır. Ki buna
mudarebe denir. Sermaye sahibinin gayesi götürü icare akdinde olduğu gibi
emekçinin emeği değildir. Bu nedenle de sermaye sahibiyle anlaşan emekçi, ne
kadar çalışırsa çalışsın, bir kazanç sağlamadıktan sonra hiçbir karşılık alamaz.
Eğer bu akde, emekle sağlanan bir meblağa karşılık götürü akdi adını takacak
olursak bunda bir kavram münakaşası meydana gelir. Oysa bu akit; bir taraftan
sermaye, bir taraftan emek olmak ve her ikisi de bir miktar menfaat sağlamak
üzere anlaşma yapılarak kurulan bir ortaklıktır.
Allah'ın kendilerine
taksim ettiği kazanç ta yüzdelik esasma göre aralarında bölüşülür. Bu nedenle
taraflardan birinin sağlayacağı kazanç, önceden miktar olarak belirtilemez.
Aski takdirde şirketlerde gözetilmesi gereken adalet çizgisinin dışına
çıkılmış olur. Rasulullah (s.a.s.), bu esas üzerine kurulan müzaraa akitlerini
yasaklamıştır. O'nun zamanında yapılan müzaraa akitlerinde mal sahibi için,
"Şu tadardaki ekin senin olacaktır," gibi şartlar koşulurdu. Bu
sebeple Peygamber (s.a.s.) bu tür ortaklığı yasaklamıştır. Leys bin Sa'd
(r.a.) ve diğerleri, "Helal ve haramdan haberdar olan bir kimse bu
şekildeki bir anlaşmanın caiz olmayacağını bilir," demişlerdir. Bu
şekildeki bir anlaşmanın yasaklanışının kıyas gereği olduğu böylece anlaşılmış
oldu. Aynen bunun gibi mudarebe anlaşmasında da böyle bir şart ileri sürülecek
olsa, yapılacak akit caiz olmaz. Zira ortaklığın asıl anlamı, ortaklar
arasındaki dürüstlüktür. Ortaklardan birine herhangi bir ayrıcalık tanınacak olursa,
adalet çiğnenmiş olur. Ama kârda olsun zararda olsun taraflardan herbirine
isabet edecek pay, belli bir oran çerçevesinde olursa adilâne bir uygulama
olmuş olur. Kazanırlarsa her iki taraf payına düşeni, zarar ederlerse yine her
iki taraf kendi payına düşen oranda zarara katlanır. Ayrıca birinin sermayesi,
diğerinin de emeği boşa gitmiş olur. Burada sermayeye gelen zarar, karşı
tarafın emeğinin boşa getmesine karşılıktır. Bu sebeple mudarebelerde,
sermayeyi çalıştırana emsal ücreti değil de emsal kazanç payı verilmelidir.
Normal piyasada geçerli olan adet ne ise, sermayeyi çalıştırana emsali
gözönü-ne alınarak kazançtan yarı, üçte bir veya üçte iki pay verilir. Veyahut
ta karelerde veya götürü akitlerde olduğu gibi sermaye sahibinin nezdinde mahfuz
bir miktar para verilir. Bu görüş yanlıştır. Yanlışlığının sebebi ise bu akdin
bir icar akdi olduğu sanılarak, emekçiye emsal ücretinin verilmesinden neş'et
etmektedir. Oysa ki, bu fasit icar akdi ile sahih icar akdi arasında bir
iltibas meydana gelmektedir. Bunu biraz daha açıklayalım: Diyelim ki: Emekçi,
sermaye sahibi için 20 yıl müddetle çalışacak. Eğer kendisine emsal üc-retİ
verilecek olursa sermayenin kat kat fazlasını almış olacaktır. Halbuki sahih
akitte emekçi, şayet kazanç sağlamış ise kazancın bir parçasını alabilmektedir.
Nasıl olur da emekçi, fasit olan akitte, sahih akitte alacağı paradan kat kat
fazlasını alır?
İşte müzaraa ve
müsakaat akitlerine karşı çıkanlar, bu muameleleri belirsiz bir ücret
karşılığında yapılan icar muamelelerine benzettiklerinden ötürü bu iki akdi
geçersiz saymışlardır. Bazıları da icarı imkânsız olduğu nedeniyle bahçeler
üzerine akdedilen müsakkat muamelesini ihtiyaca binaen sahih kabul etmişlerdir.
Ama bu gerekçe tarla ekimi dediğimiz müzaraa muamelesi için geçersizdir. Zira
tarlanın icarı mümkündür. Fıkıhçılar müsakaata bağlı olan mü-zaraayı ruhsat
vermişlerdir. Bütün bu anlatılanlar, delil gereğince müzaraanın geçersiz
olduğu, ancak ihtiyaca binaen yapılmasına ruhsat verilen bir ortaklık muamelesi
olduğunu açıklamak için anlatılmaktadır. Konuya hakkıyla göz atanlar
göreceklerdir ki müzaraa: zulümden ve icrar sahibinin zimmetinden garanti
altına alınarak önceden belirli bir ücret vaadiyle kumara benzer bir muamele
olmaktan tamamen uzaktır. Müstecirin asıl amacı: tarladan bitecek olan ekinden
yarar sağlamaktır. Ekinin bitip bitmemesi ihtimale kaldığına göre müstecirin
önceden tayin edilen bir ücreti emekçiye ödemekle yükümlü tutulması,
taraflardan sadece birinin maksadına ermiş olması demektir. Ama müzara-aya
bakıldığında görülecek manzara şudur: Eğer tarlada ekin bitecek olursa, her iki
taraf, kendi payına düşen miktarda ekini alacaktır. Yok eğer bitmezse her iki
taraf, zarar ve yoklukta da kendi payma düşen zararı karşılayacaktır. Yani
taraflardan sadece birinin menfaat temin etmesi diye bir ayrıcalığı olmuyor. Bu
nedenle bu akit, adelete çok yalan bir zulümden en çok uzak bir muamele şeklini
alıyor Bununla ilgili olarak yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"And olsun ki biz
elçilerimizi açık açık burhanlarla gönderdik. Ve insanların adaleti ayakta
tutmaları için beraberlerinde de kitabı ve mizanı indirdik."(Hadîd:
57/25)
Şeriat sahibi, içinde
zulüm bulunduğu gerekçesiyle faizi yasaklamıştır. Kur'an-ı Kerîm, batıl
yöntemlerle kazanç sağlamaya vesile oldukları için bu ikisini de haram kılmıştır.
Peygamber (s.a.s.)'in
yasakladığı aldatmaca alışverişler, olgunlaşmadan meyvelerin satılması,
devenin karnındaki ceninin satılması, ağaçtaki hurmanın hazır kuru hurmayla
değiş tokuş edilmesi, başaktaki buğdaym satılması, ya faizin veya kumarın
kapsamına girerler. Belirsiz bir ücret karşılığı yapılan icar muamelesi de [9]
kumara benzediğinden ötürü caiz değildir. Mudarebe, müzaraa ve müsakat
muamelelerine gelince bunlarda kumara benzer bir husus olmadığı gibi aksine
adaletin en sağlam örnekleri mevcuttur. Şunu da açıklayalım ki; tohumun emekçi
tarafından verilmesiyle akdedilen ziraî ortaklık, tarla sahibi tarafından
veriierek yapılan ortaklığa nisbetle şeriate çok daha uygundur. Dolayısıyla
Rasulullah (s.a.s.)in ashabı bu minval üzere ziraî ortaklıklar yaparlardı.
Rasulullah'ın kendisi de Hayber ahalisiyle kendi paralarıyla imaretini yapmak
ve tarlalarından sağladıkları ekinin yarısını islâm devletine vermeleri
koşuluyla bir zirai ortaklık muamelesi yapmıştı.
Tohumun tarla sahibi
tarafından verilmesini savunanlar bu ortaklığı mudarebeye kıyaslamış ve
mudarebede sermayenin bir taraftan, emeğin de diğer taraftan olduğunu delil
olarak ortaya sürmüşler ve ziraî ortaklığın da bu yöntemle yapılması
gerektiğini iddia etmişlerdir. Ki bu kıyas, sünnete ve sahabî sözüne muhalif
olması nedeniyle en bozuk kıyas örneklerinden biridir. Şundan ki, mudarebede
sermaye tekrar sahibine dönüyor ki bu da müzaraadaki tarlanın karşılığıdır.
Evet sermaye sahibine tekrar dönüyor, geri kalan kazancı ise iki taraf kendi
aralarında bölüşüyorlar. Ama sermayeye benzer olan tohum, tekrar sahibine
dönmüyor. Bilâkis tarlanın menfaati nasıl heder oluyorsa, tohum da aynı
şekilde heder olup gidiyor. Şu halde tohumu emekçiye yüklemek, tarla sahibine
yüklemekten çok daha doğru olur. Tarlada ekin bitmeyecek olursa emekçinin
tohumu ve emeği, tarla sahibinin de tarlasının menfaati heder olmuş olur.
Tarla sahibinin tarlası gibi, emekçinin de tohumu ortaya konmuşu oluyor.
Tohumu sermayeye benzetenler, mudarebe sermaye nasıl tekrar sahibine dönüyorsa
müzaraada da tohumun tekrar sahibine dönmesini kabul etmek zorunda kalacaklardır.
Tohum sahibi ziraî ortaklığı akdederken, "Hasat zamanı tohumum kadar
ayrıca ekin isterim," diye bir şart ileri sürecek olursa bu caiz olmaz.
Aslında bu konulan burada açıklamak yersizdir. Ancak maksadımız, "Bu
kıyasa muhaliftir," gibi sözleri kullananlara bir uyanda bulunmaktır.[10]
Havalenin kıyasa
muhalif olduğunu söyleyenler onun; borcun borçla satılması olduğunu iddia
etmektedirler. Ki bu doğru değildir. Bu söz iki bakımdan yanlıştır:
a) Borcun borçla ödenebileceğine ilişkin ne genel bir
nass ve ne de bir icma mevcut değildir. Ancak vadesi geçmiş bir borcun vadesi
geçmiş bir başka borçla satılamayacağına dair bir yasak mevcuttur. Örneğin
zimmmete geçmiş bir borcun yerine başkasınm zimmetine geçmiş bir borcu koymak
gibi.
Zimmete geçmiş bu iki
borcun vadesi geçmiş olduğundan bu işlem, fakihlerin ittifakıyla caiz
değildir. Borcun borçla satılması; yukarıda anlattığımız gibi vacip borcun başka
vacip bir borçla satılması, sakıt (düşmüş) bir borcun sakıt bir borçla
satılması gibi kendi arasında bazı kısımlara ayrılır. Ki bu sonuncusu üzerinde
bazı ihtilaflar vardır.
b) Havale, satış cinsinden değil de hakkı ödeme cinsinden
bir muameledir. Hak sahibi alacağım borçludan isteyecek olursa buna tediye
talebi denir. Borçlu da onu, alacaklısı olduğu başka biriyle muhatap ederse
buna da havale denir. Bu hususta Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır:
"Zenginin,
borcunu geciktirmesi zulümdür"
Peygamber efendimiz
ayrıca borçluya, borcunu vadesinde ödeyip gecirtirmemesini, şayet aksine
davranacak olursa zulüm işlemiş olacağmı tenbihlemiştir. Ve dahi borçlunun,
alacaklı, tarafından tediye talebinde bulunulması bu talebi kabullenmesini de
emretmiştir.
"Artık örfe uymak
(borcu), ona güzellikle ödemek (lâzımdır)." (Bakara: 2/178)
Bu ayet-i kerîmeyle
alacaklı, alacağını, şer'a ve akla uygun bir şekilde istemekle borçlu da
borcunu güzellikle ödemekle emroİunmaktadır.
Borcun ödenmesi özel bir
satış işlemi gibi değildir. Her ne kadar bu işlemde karşılıklı akitleşmeye
benzer bir taraf varsa da. Çünkü bu işlemde alacaklı tediye talebinde bulunuyor,
borçlu da bu talebe karşılık olarak hakkını ödüyor. Bazı fikıhçılar, ödemenin
tediye talebiyle husule geldiğini sanmaktadırlar. Şu sebeple ki; borçlu borcu
elinde tutarsa alacaklı da bir nevi yükümlülük olan bu talebi yaparsa borçlu
da üzerinde bir mükellefiyet olarak duran borcunu öder. Ki bu cumhur-u ulemâ
tarafından hoş görülmeyen bir tekel-lüftür. Ve yine cumhur-u ulemâ borçlunun,
borcunu ancak almış olduğu bir borçla ödeyebileceğini beyan etmişlerdir.
Alacaklının zimmetinde ayrıca bir borç bulunduğunu farz etmeye gerek yoktur.
Borcun takdirî bir borçla (yükümlülükle) ödenmesini düşünenlerin görüşü
gereksiz-bir görüştür. Zimmetinde mutlak borç bulunan şahsın, borcunu aynen
ödemesi gerekir. [11]
Karz, ribâ cinsinden bir
satış muamelesidir diyerek kıyasa muhalif olduğunu savunanların iddiaları
yanlıştır. Çünkü karz; ariyet gibi teberru cinsinden bir muameledir. Böyle
olması nedeniyle de Peygamber efendimiz (s.a.s.) bu muameleye "altın
bağışı mı, gümüş bağışı mı?" diyerek bağış adını vermiştir. Ariyeti şu
şekilde açıklayabilir: Kendisinden doğacak menfaatlerden yararlanmak ve
bilahare tekrar sahibine iade edilmek üzere bir malın bir başkasına geçici
olarak verilmesidir. Söz gelimi bazen birisine bir akar geçici olarak verilir,
ondan istifade eder... Bir koyun verilir, sütünü içer... Bir bahçe teslim
edilir, meyvesini yer... Tekrar sahibine iade eder. Ayrıca buradaki süt ve
meyveden başka bazı maddeler daha (örneğin peynir, yoğurt ve reçeller gibi)
elde edilebilir. Ki bu da menfaat üstüne menfaat demektir. Vakıfta menfaat
yerine geçiyor. Karz*veren verdiği şeyi, karşı tarafın yararlanması sonra da
ayniyle geri vermesi şartıyla veriyor. Verilen şeyin mislini, mesela 100 liraya
karşı 100 lira vermek, aynını vermek gibidir. Ama ari-ye işleminde olduğu gibi
karz veren, karşı tarafa; "Malımı geri verirken fazlasıyla isterim,"
diye bir şart koşarsa bu şart haramdır. Ayrıca karz muamelesi bir satış
muamelesi değildir. Çünkü akıllı bir insan bir dirhemi hem de vadeli olarak
yine bir dirhem karşılığında satmaz. Aralarında miktar ve evsaf farkı
olmaksızın bir şeyin kendi cinsinden aynısı olan bir şey karşılığında vadeli
olarak satılması makul değildir. Örneğin 100 liraya vadeli olarak 100 liraya
satmak gibi. Ama aralarında miktar ve evsaf değişikliği olursa bu satış normaldir.
Mesela kırık bir dirhemin sağlam bir dirhemle satılması gibi Karz[12]
meselesine gelince, karzı veren sefati konusunda görüldüğü gibi fayda temin
ediyorsa normal olmayıp bazılarına göre mekruhtur. Doğrusuna bakılırsa mekruh
değildir. Bundan borç veren faydalandığı gibi borç alan da faydalanmaktadır. [13]
Necasetin giderilmesi
kıyasa muhaliftir. Nikâh kıyasa muhaliftir", diyenler ve daha bunlara
benzer söz söyleyenlere gelince bu tür iddialar tamemen çürük ve mesnetsizdirler.
Bu iddialarda bulunanların şüpheleri şu noktalardan ileri geliyor: Diyorlar ki:
İnsan şerefli bir varlıktır. Kadın, nikâh bağıyla mübtezeîliştiriliyor. İnsanın
şerefi ise, müp-tezelîeşmesine engel teşkil eder. Bu yanlış bir yargıdır.
Şundan ki; nikâh, kadının şahsiyeti için ve insan nevi için yararlı olan bir akittir.
Şu kadar ki bu akit ile erkek kadına karşı bir nevi üstünlük sağlıyor. Ama bu
da insan nevi bir tarafa, hayvan nevinin yararları için bile bir çeşit
tamamlayıcı unsur olmaktadır. Eğer bu bir müptezellikse böylesi müp-tezellik
insanın şerefine ters düşmez. însan yiyip içtikten sonra her ne kadar pis bir
şeyse de dışkısını dışarıya atıyor...Evet her ne kadar bundan uzak durmak iyi
ise de bir ihtiyaç olan bu husus insanın şerefine ters mi düşüyor?
İnsanın ihtiyaç
duyduğu ve faydasına olan şeyleri yasaklamak doğru değildir. Kadm nikâha
muhtaçtır. Bu, onun fayda ve maslahatını tamamlayıcı bir unsurdur. Durum böyle
olunca da nasıl olur da; "Kıyas, onun evlenmesine engeldir," demek
caiz olur?
Necasetin
giderilmesine gelince o da böyle. Bunun da kıyasa muhalif olduğunu
söyleyenlerin şüphesi şuradan ileri gelmektedir:
Pisliğin üzerine
dökülen su pis olur. İkinci defa dökülen su, pislenen birinci suyla biribirine
karışınca pis olur. Ve bu hep böyle devam edip gider. Bu iddiada bulunanlar
kıyaslarını da şöyle yapıyorlar: "Biribirinin peşi sıra dökülen sular
necis oluyorlar. Necis olan sular, bir başka necaseti nasıl
temizleyebilirler?" Bu yanlış bir kıyastır. Kendilerine sorulursa:
- Su necasete isabet
ettiğinde necis olur diyorsunuz, neden?
Diyeceklerdir ki:
-Bu bazı şekillerde
olur.
Bu defada onlara şu
cevabı vermemiz gerekecektir:
- Su ancak vasfı
değişince necis olur diyenlere göre bu hükmünüz asıl itibariyle geçersizdir.
Bu aslı kabul edenler
diyecekler ki
-Necasetin
giderilmesini kıyasa muhalif saymak, suyun necasete değmekle pis olmasını
kıyasa muhalif saymaktan daha uygun değildir. Bunlara da şu karşılığı
verebiliriz:
- Suyun necasete
değmekle pis olmayacağını aslında kıyas gerekli kılmaktadır. Nitekim necasetin
giderilmesi esnasında necesete isabet eden su da pislenmez. Bu kıyas sahih
bir kıyastır. Zira gerek nass ve gerek icma ile sabit olan gerçeğe göre
necaset, su ile giderilir. Suyun necasete değmekle pis olması münakaşa
mevzuudur. Münakaşa mevzuları nasıl olur da icmaa karşı bir delil olarak ileri
sürülebilir? Aslolan şudur ki; münakaşa mevzuları icma deliline göre ve onun
ışığında kıyaslanmalıdırlar. Sonra denebilir ki: Makul olan görüşe göre su,
necasetin etkisiyle safiyetini değiştirmezse necis olmaz. Ve kendi aslî
fıtratı üzere kalmakta devam eder. Helal ve hoş olarak kalır. Ve Cenab-ı Allah'ın
şu ayet-i kerimesinin kapsamına girer:
"Onlara temiz ve
hoş şeyleri helal, murdar şeyleri de üzerlerine haram kıldı." (A'raf: 7/157)
Bütün sıvı maddeler için
geçerli kıyas şudur ki: Bir sıvıya necaset düşer, bu necasetin rengi, tadı ve
kokusu sıvının üzerinde açığa çıkmazsa murdar olmaz. Fıkıhçılar şu hususta
münakaşaya girmiştirler. Ki; necaset değmekle suyun necis olacağı kıyas gereği
midir? Yoksa bir delille mi bu istisna edilmiştir? Ve kıyas, vasfı
değişmedikçe necis olmayacağını mı gerektiriyor? Bu meyanda iki görüş
zikredilmektedir:
a) Iraklıların görüşü,
b) Hicazhlann görüşü.
Hadis alimlerinin bir
kısım Iraklıların görüşünü, bir kısmı da Hicazhlann görüşünü benimsemişlerdir.
Doğru olan da Hicazhlann görüşüdür. Nasslar, usul ve makul görüşler bu yoldan
geçerler. Zira Yüce Allah (c.c.) temiz ve hoş şeyleri helal, pis ve murdar olan
şeyleri de haram kılmıştır. Temizlik ve murdarlık, eşyada bulunan itibarî niteliklerdir.
Bu eşyalar, sıfatlannı taşıdıkları sürece asliyetlerini muhafaza ederler. Bu
nedenledir ki sözgelimi bir kuyuya bir damla şarap damlarsa, o kuyudan su içene
had tatbik edilmez.
Bazıları der ki bir
necaseti veya hadesi (abdestsizlik veya cünüplük) gidermek için vücuda dökülen
su, vücuttan ayrılmadığı sürece müstamel veya necis sayılmaz. Bu bir delile
dayanmaksızın konuşanların hikâyesidir Bazıları da derler ki; necaseti
gidermekte kullanılan su akar ise necis olmaz. EbÛ Hanife ile Malik bu görüştedirler.
Ahmed bin Hanbel'den bu hususta iki rivayet vardır. Bu Safînin de eski
görüşüdür Yalnız şunu söylemek gerekir ki; necaset ba-zan akar suyla giderilir.
Bazan da böyle olmaz. Mesalâ leğendeki pis elbisenin üzerine su dökülmesi
gibi.
Doğrusu şu ki, kıyasa
göre, suyun vasfmı değiştirmekle necis olmayacağıdır. Necasette vasfını
değiştirmedikçe giderilmiş olmaz. Gerçek her ne kadar vasfmda değişme olduktan
sonra necis olarak kalırsa da bu necislik hafiftir. Necasetin giderilmesine
gelince bu, vasfı değişmemiş olan suyla gerçekleştirilebilir. Suyla ilgili bu
kıyas bütün sıvılar için geçerlidir. Bunların içine bir necaset düşer de herhangi
bir eseri görülmezse necis olmazlar! Aksine temiz ve helaldirler. Murdar
değildirler. Bu kıyas, sıvı veya su az ol-""jn çok olsun geçerlidir.
Ama eğer bunların necis olduklarına ilişkin şer'î bir delil ortaya çıkarsa bu
durumda, "Efendim bu kıyasa muhaliftir," diyemeyiz. Ama bu delil
necasetin vasfını yitirmemiş olması dolayısıyla pisliğini devam ettirdiğini delalet
etmektedir, diyebiliriz.
Bu nedenle sular
hakkında en kuvvetli görüşler Medine-lilerle Basralıların görüşleridir. Bunlara
göre su, vasfını değiştirmedikçe necis olmaz. İmam Ahmed'ten de bu doğrultuda
bir rivayet vardır ki, İmam Ebü'1-Vefâ b. Ukeyl ve Ebû Muhammed bi El-Münâ gibi
arkadaşlarından bir gurupta bu hususta onu desteklemişlerdir. Yine bunun gibi
ma-i müstamel dediğimiz, bir hadesi gidermede kullanılan su da necis olmaz.
Eski temizliği üzere kalır. Zira Peygamber (s.a.s.) kendisinden sahih olarak
rivayet edilen bir hadiste buyurmuştur ki:
"Siı necis
olmaz, [14]
Cünüplünün
yıkanmasıyla su necis olmaz veya cünüp olmaz. Cünüplüğünün hükmü ona geçmez.
Peygamber'in, durgun suya idrar yapmayı veya o suyun içinde yıkanmayı
yasaklaması, bu suyun necis olacağından ötürü değildir. Aksine böyle bir suya
peşpeşe idrar yapmak, suyu ifsad eder veya insanda bazı vesveseler doğurur da
bunun önlenmesi için yasaklanmıştır. Yine insanın banyo yaptığı yere küçük
abdestini yapmasını da yasaklamış ve bu yasağı da şu gerekçeye bağlamıştır;
"Vesvesenin çoğu ondandır" [15]
Ayrıca küçük abdesti
yapar yapmaz banyo yapmayı da yasaklamıştır. Ki bu da kişinin banyoda küçük
abdestini yapmasına benzer.
Sahih hadiste
görüldüğü üzere yağın içine düşen bir farenin durumu hakkında Rasulüllah'a
(s.a.s.) sorduklarında şu cevabı vermişti:
"Fareyi ve
etrafındakini atın. Yağınızı da yeyin." [16]
Bu konunun detayına
ilişkin bir rivayette de şöyle buyurmuştur:
"Eğer yağ katıysa
fareyi ve etrafındakini atın. Eğer sıvı ise yaklaşmayın."
Buharı, Tirmizî ve
diğerlerinin dediği gibi bu, Ma'mer adındaki ravînin bir yanlışlığı olsa
gerektir. Ravîlerden bir başkası olan Abdullah bin Abbas (r.a.)a bu hususta bir
fetva sorulduğunda şu fetvayı vermişti: "Eğer fare ölü ise onu ve
etrafındakini atın. Kalanı ise yeyin." Kendisine farenin, yağın içinde
dolaştığı söylenince de; "Evet sağ iken dolaşmıştır. Ama ölünce yerinde
durmuştur," diye cevap vermiştir. İmam Ahmed, bunu oğlu Salih'in
meselelerinde rivayet etmiştir. Yine aynı şekilde hadis ravisi Zührî de; katı
olsun sıvı olsun, az miktarda olsun çok miktarda olsun yağın içine fare
düşerse, fare ve etrafındaki kısım atılır, kalanı ise yenilir, diye fetva
vermiştir. Bu fetvasında da hüccet olarak hadise dayanmıştır. Yağın katılığı
veya sıvılığına göre nasıl olur da ayrı hadisler rivayet edilir?
Kulleteyn hadisi
de [17] eğer
sahih olarak Peygamber (s.a.s.)'den rivayet edilmişse, bu bizim fikrimizin
doğruluğuna delalet eder. Peygamber efendimizin: "Su kulleteyn miktarı
olunca pisliği üzerinde taşımaz," [18] veya
başka bir rivayete göre: "...Hiçbir şey onu necis kılmaz." [19]
sözleri şunu ispatlamaktadır ki: Bir şeyin necis olabilmesi için, pisliğin o
şeyin içinde yok olmayıp üzerinde kalması gerekir. Kulleteyn miktarını
özellikle zikretmeye gelince, Peygamber efendimize çöl veya benzeri yerlerdeki
sular hakkında sormuşlar. Tabii bu sular genellikle çok miktarlarda olurlar.
Peygamber (.\a*.'s.) efendimiz onlara şöyle bir izahatta bulunmuştur: Bu gibi
çok miktarlardaki sular pisliği taşımazlar. Ama az miktardaki sular böyle
değildirler. Bunlar pisliği üzerlerinde taşıyabilirler. Suyun çokluğu,
pisliğin kendi tabiatına dönüşmesine yardımcı olur. Bu kavramı ge-nellemeke
gerekir. Kulleteyn miktarındaki su, pisliği taşı-, madığına göre bundan az olan
su, pisliği mutlak olarak taşır demek doğru olmaz. Buradaki tahsis, Peygamber
(s.a.s.) den belli sular hakkında soru soranlara bir cevap olarak takdir
edilmiştir. Burada bahsi geçen suların miktarı çok olduğundan pisliği
taşımaları muhtemel değildir. Kulleteyn miktarı da bu bakımdan çoktur. Çok
denecek suyun illa da kulleteyn miktarında olması zorunlu değildir. Yok eğer bu
ölçü helal ile haram arasında ayırıcı bir ölçü ise ona diyeceğimiz yoktur.
Şer'i hudutların hepsi bellidir. Zekât hususunda altın nisabı, öşür hususunda
tahıl nisabı gibi. İçine necaset düşen suyun miktarı ancak tahmin ile bilinir.
Adet olarak suyun tartılması mümkün değildir. İnsanlar çoğu kez suyun
Ölçüsünü bilmekten mazur kaldıklarına göre, şu halde bu hususta helal ile haram
ölçüsü arasında nasıl bir ayırım yapılacaktır?
"Su temizdir, onu
hiçbir şey necis yapmaz." "Su cü-nüp olmaz," [20] gibi
hadis-i şerifler hakkıyla takdir edilememişlerdir. İhtiyaç vaktinden sonra
yapılan açıklama doğru olmayıp lüzumsuzdur. Bu iki hadisin anlamı arasında da
muvafakat vardır.
Köpeğin dilini soktuğu
kaptaki sıvıyı dökmeyi emreden hadise gelelim: Köpeğin dilini sokup
içindekileri yaladığıdır kaplar, adet gereği genellikle küçük kaplardır. Salyası
da yapışkan olduği1 ndan suda kalır. Ve kaba yapışır. Bu sebeple içindeki
sıvıyı döküp kabı yıkamak gerekir. Çünkü onun salyası, az suyun içinde vasfını
değiştirmez. Şayet yaladığı kap büyük olursa bu hususta şu rivayet bize ışık
tutmaktadır: Harp, İmam Ahmed'ten rivayet ediyor: Bir köpek, içinde zeytinyağı
bulunan büyük bir küpe dilini sokmuştu da İmam Ahmed bunu soran sahibine zeytin
yağını yemesini emretmişti. Aslında bu kitap, bu konuları anlatma yeri değildir.
Ama maksat, bunların kıyasa muhalif veya muvafık olduklarını belirtmektedir. [21]
Suyun temizlenmesi
kıyasa muhaliftir diyenlerin sözü bu fasit asla dayanmaktadır. Su, ancak vasfı
değişince necis olur kıyasım kendine dayanak edinen kimseye göre suyun temizlenmesi
de ancak bu yolla olur. Bir hüküm bir sebebe dayanarak sabit olduğuna göre,
sebep ortadan kalkınca ona bağlı olarak hüküm de ortadan kalkar. Suyun necis
olması vasıf değiştirmesi sebebiyle olduğuna göre, vasıf değişikliği ortadan
kalktığında suyun necisliği de ortadan kalkar. Şarabın necis olmasının sebebi,
kuvvetli bir neşe ve sarhoşluk vermek olduğuna göre bu sebep ortadan
kalktığında şarap ta temiz olur.
"Sudaki necasetle
yerdeki necaseti nasıl aynı gurupta ele alıyorsunuz?" denilse, şu
karşılığı verebiliriz: Bu, dönüşüm ve vasıf değişkiliği esasına dayanmaktadır.
Ki bu konuda meşhur bir çekişme vardır. Maliki ve Hanbelî mezhebine göre bu
hususta iki görüş vardır. Hanefî ve Zahirîlere göre ise su, tekrar eski vasfına
dönmekle temiz olur. Meselâ bir necaset tuza veya küle dönüşecek olursa o
necasetin mahiyeti değişir. Burada bir isim ve sıfat değişikliği meydana
gelmiş olur.
Ölü hayvanın, kanın ve
domuz etinin haramlığını ele alan nasslar, ne kelime ve ne de anlam olarak
tuza, toprağa ve küle işaret etmemektedirler. Yukarıdaki maddeleri haram kılan
mânâ, bu sonda sayılan maddelerde yoktur. Ki bunlar da murdardırlar demeye
mahal kalsın. Bunlarla şarap arasın-daayırım yapanlar demişler ki; şarap, üzüm
şırasının aslî özelliklerini kaybedip başka şeye dönüşmesi nedeniyle necis
olmuştur. Şaraplık özelliğini kaybedip başka şeye dönüşmekle de temiz olur.
Bunlara demek gerekir ki; idrar ve dışkı da, yiyeceklerin vasıf değiştirip
başka hale dönüşmelerinden ötürü necis olmuşlardır. Öyleyse yine vasıf
değiştirip başka hale dönüşmekle temiz olsunlar!"[22]
"Deve etini
yiyenin abdest alması kıyasa muhaliftir" diyenin sözüne gelince, bu,
sahibinin laf olsun diye söylemiş olduğu bir sözdür. Bunlar derler ki; deveden
yenen ettir. Et yemekten ötürü de abdest alınmaz. Oysa ki şeriat sahibi deve etiyle
koyun eti arasında bir ayırım yapmıştır. Yine bunun gibi devenin kalacağı yer
ile koyunun kalacağı yeri birbirinden ayırmıştır. Devenin yattığı ahırda namaz
kılmayı yasaklamış, ama yolda geçici olarak çöktüğü yerde ise namaz kılmayı
normal kabul etmiştir. Bu konuda bazı iddiacılar şunu ileri sürüyorlar ki;
koyun ile deve arasındaki kıyas, Bakara sûresinin 275. âyetindeki,
"Dediler ki, alım satım da ancak ribâ gibidir. Halbuki Allah alışverişi
helal, ri-bâyı da haram kılmıştır." Alışveriş ile ribâ arasında yapılan
kıyas gibidir. Oysa burada riba ile alışveriş arasındaki fark hakikatte
sabittir. [23]
Şeriat sahibi ayrıca deve sahipleriyle koyun sahiplerini de şu şekilde bir
ayırma tabi tutmuştur.
"Gurur ve
büyüklerime deve sahiplerinde, vakar ve sükûnet ise koyun sahiplerindedir.
"Yine deve hakkında rivayet edilen bir hadiste denmiştir ki: "O
(deve) cindir. Cinden yaratılmıştır. "Bir başka hadiste de şöyle
Duyurulmuştur.:
"Her devenin
tepesinde bir şeytan vardır." [24]Devede
şeytanî bir kuvvet vardır. Onun etini yiyen de ona benzer. Bu sebepten dolayı
değil midir ki, sivri dişli hayvanlarla pençeli kuşların etini yemek
yasaklanmıştır. Bunlar, yırtıcı ve parçalayıcı hayvanlar olduklarından,
etlerini yiyen insanlar da aynı ahlâka sahip olabilirler. Ki bu, onların dinine
zarar veren bir şeydir. Bunun içindir ki yüce Allah, bunların etlerinin
yenmenin haram olduğunu ilân etmiştir. Asıl maksat, insanların birbirlerine
sataşmaksizin adeleti gerçekleştirmeleridir. Deve etini yiyen şahısta şeytanî
kuvvet meydana gelir. Rasulüllah (s.a.s.) buyurmuştur ki:
"Öfke
şeytandandır. Şeytan ise ateşten yaratılmıştır. Ateş ise su ile
söndürülür." [25] Bir
başka hadiste de şöyle buyurmuştur.
"Sizden biri
öfkelendiğinde abdest alsın." [26]
Deve etini yiyenin
abdest alması, ondaki şeytanî kuvVe-ti söndürüp fesatlığı giderir. Abdest
almayanda ise bu fesatlık duygusu olduğu gibi kalır. Bu sebeple denilmiştir
ki: Araplar deve etini yiyipte ondan sonra abdest almadıkları için kindarlık
duygusu onlarda geliştikçe gelişti. Bu sebeple ateşte pişen şeyi yedikten
sonra abdest almak Rasulüllah tarafından emredilmiştir.
Sahih hadiste
anlatıldığına göre Rasulüllah (s.a.s.) ateşte, pişen şeyi yedikten sonra
abdest almamıştır. Deniliyor ki birinci hadis neshedilmiştir. Ama şu iki
hadisin birinci hadisten sonra varid olduğu sabit değildir ki, bu dedikleri
doğru olsun, ikinci hadisi Ebû Hüreyra (r.a.) rivayet etmiştir. Onun müslüman
olmasıysa, bu hadislerinin bazılarının (örneğin Hayber'deki sevik hadisi gibi)
Peygamber (s.a.s.) tarafından irad buyurulmasından sonra gerçekleşmiştir. Yine
bazılarınca deniliyor ki: Ateşte pişen şeyi yedikten sonra abdest almanın
emredilmesi, öfkelendikten sonra ab-, dest almanın emredilmesi gibi istihabî
(Müstehap) bir emirdir. Ki bu da iki rivayetten en kuvvetli olanıdır. Hanbelî
mezhebinde bu hususta iki görüş vardır. Bu konuda hadisle ilgili olarak sözü
edilen nesih vaki olmamıştır. Neshin olması için iki hadis arasında zıtlık
olması gerekir. Çünkü hadisterdeki emri müstehap mânâda anlarsak, nesih iddiası
kendiliğinden ortadan kalkmış olur. Bu hususta çeşitli görüş açıları
olabilir.
Kişinin kadınları veya
kendi penisini ellemesi nedeniyle abdestinin bozulması da bu bapta ele
alınmalıdır. Çünkü bu ikisini ellemekle şehvet harekete geçmiş oluyor. Şehvetin
uyanmasından ötürü abdest almak, öfkelenmekten Ötürü abdest almak gibidir.
Ateşte pişen şeyi yemek te böyledir. Çünkü öfke, şeytandan gelir. Şeytan ise
ateşten yaratılmıştır.
Deve etine tekrar
dönelim: Bu eti yiyenin abdest alması müstehaptır denilmiştir. Koyun eti de
ateşte pişirilerek yenmesine rağmen Peygamber (s.a.s.) efendimizin illa da deve
etini yiyenin abdest almasını emretmesi müstehaplıktan öte vacipliğe delalet
eder. Yani ateşte pişen deve etini yiyenin abdest alması vacip olur. Çünkü,
şeytanlık devede bulunan devamlı ve aslî bir niteliktir. Bu nedenle peygamer
efendimiz, devenin ahırında namaz kılmayı yasaklamıştır. Ama yolculuk esnasında
geçici olarak çöktüğü yerlerde namaz kılınmasına ruhsat vermiştir. Çünkü bu
geçici bir durumdur .
Bu kabilden olmak üzere
hamamlar da şeytanların evi olarak telâkki edilmiştir. Murdar etleri yiyenin
abdest almasına ilişkin İmam Ahmed bin Hanbel'den iki rivayet vardır! Şu da
var ki, mânâsı anlaşılan hükümler geçerli olurlar. Zaruret dolayısıyla yırtıcı
hayvan etini yemek, deve etine nispetle insana daha çok şeytanî ahlâk
kazandırır. Ki bunları yemekten ötürü abdest almak çok daha gerekli olur. [27]
Ön ve arkadan başka
yollardan gelen necasetlerden ötürü abdest almak hususunda alimler
anlaşmazlığa düşmüşlerdir. Neşterle kan aldırmak, hacamat vurdurmak, yaradan
irin akması, kusmak veya penisi veyahut ta kadınları ellemek, kahkahayla gülmek
bu hususta Örnek olarak gösterilebilir.
İbni Ömer ve Saad gibi
bazı sahabîler, penisi ellemekten ötürü abdest alırlardı. Bazıları da
almazlardı. Önce bu durumda abdest almanın vacip veya müstehap olduğunu anlayalım.
Müstehap olduğu huşunda İmam Mâlik ile İmam Ahmed'den iki rivayet vardır. Vacip
olmadığı hususunda da İmam Ebû Hanife'den bir rivayet vardır.
Kadınları şehvetle
ellemekten ötürü abdest almaya gelince bunun müstehap bir abdest alma emri
olduğu söylenirse normaldir. Yok eğer vacip olduğu söylenirse, bunun paralelinde
değil de aksine dair delil vardır. Hiç kimse kalkıp-ta "Resulüllah
(s.a.s.) kadınları ellediklerinde sahabîlerine abdest almalarını emretmiştir.
Veya yine umumî bir hastalık halinde ön ve arkadan başka yerlerden çıkan
necasetlerden ötürü sahabîlerine abdest almalarını emretmiştir" diye bir
iddiada bulunamaz. Maide suresinin altıncı ayetinde geçen, "... veya
kadınlara dokunduysanız" ifadesinde, İbni Abbas ve diğerlerinin tefsir
ettikleri gibi cinsel temas kasdedilmektedir.
Bir de Peygamber
(s.a.s.) efendimizin bir hadis-i nebevilerinde buyurdurları gibi; "Bu
ancak damardan akan bir kandır. Hayız değildir," [28]
sözü, bu kandan ötürü guslün vacip olmadığını açıklamak içindir. Abdestin
değil... Çünkü abdestin vacipliği, rahimdeki damardan akan kanla ilgili değildir.
Bu kanı kendisinde gören sahabîye kadın, gusül yapmanın vacip olduğunu sanmış,
durumunu Peygambere arze-dince de, O, kendisine şu şekilde bir açıklama
yapmıştı:
"Sendeki bu kan,
guslü gerekli kılan hayız (aybaşı) kanı değildir. Bu ter olup, rahimden
sızıntı yapıp damlar." Damarlardan
akan kan ise guslü gerekli kılmaz.
Bizim bunları
anlatmaktaki gayemiz, Şeriatin[29]
kelime ve anlamları arasında çelişki bulunduğunu iddia edenlerin iddialarım
çürütmektir. Bunlar şu inançtadırlar ki, şeriat sahibi, biribirine denk ve
benzer iki şey arasında ayırım yapmıştır. (!) Oysaki Peygamber efendimiz
hidayet ve hak din üzerine, hikmet, adalet ve rahmet üzerine gönderilmiş bir
peygamberdir. İki şeyin hükmünü biribirinden ayırırken, bunlar arasında ayırımı
gerekli kılan bir nitelik farklılığı dolayısıyla bu ayırımı yapmıştır, iki
şeyin hükmünü birleştirirken de aralarında eşitliği ve tesviyeyi gerekli kalın
nitelik denkliği dolayısıyla birleştirmektir.
Kuvvetli olan görüş
şudur ki; ne penisi ellemek ne kadınları ellemek, ne pisliğin ön ve arkadan
başka yerlerden çıkması, ne kahkahayla gülmek ve ne de cenaze yıkamak abdest
almayı vacip kılmaz. Abdest almanın bu durumda vacip olduğunu iddia edenlerin
sağlam bir delilleri yoktur. Tersine kuvvetil deliller, abdest almanın vacip olmadığı
doğrultu sundadırlar. Ama müstehaptır deniliyorsa bu normaldir. Şehveti
hareket geçirebilir gerekçesiyle kadınlara eli değen kimsenin, hacamat
vurduranın, kusanın abdestini tazelemesi müstehaptır. Sahih haberde de varid
olduğu gibi Resulüllah (s.a.s.) kustuktan sonra abdest almıştır. Peygamber
efendimizin bu fiili, kustuktan sonra abdest almanın müstehap olduğunu delalet
etmektedir. Yine onun, hacamat vurdurduktan sonra abdest alınmasına ilişkin
bir emri de yoktur. Fazla sayıda yaralanmalarından ötürü sahabeye abdest almayı
emrettiği de sabit değildir. Sahabeden, bu durumda abdest aldıklarına ilişkin
haberler nakledilmiştir. Ama bu abdest almanın bu durumlarda vacip olduğunu
ispatlamaz. Yine ynnı şekilde namazdayken kahkahayla gülmek bir günah olup her
günah işleyenin abdest alması müstehaptır.
Devamlı hadis halinden
ötürü her namaz için abdest alma hususuna gelince bununla ilgili olarak
peygamber efendimizden nakledilmiş bir kaç hadis vardır. Ki bunların bazılarını
birden fazla alimler sahih olarak kabul etmişlerdir. Cumhur-u ulemâ bu
durumdakilerin her namaz için abdest almalarının vacip olduğunu söylemişlerdir.
Ki Ebû Hanife, İmam Şafii ve İmam Ahmed'in mezhebi de bu görüştedir. İşin
doğrusunu yine Allah bilir.[30]
Oruç, içerden çıkan
şeylerle değil de içeri giren şeylerle bozulur İnancında olanların görüşüne
göre, hacamat vurdurmaktan ötürü orucun bozulması kıyasa muhaliftir. Kusmak,
hamamcı olmak, meniyi akıtmak, hayız ve nifastan sonra lohusalık kanının
dışarıya akması hususu bu görüşte olanları müşkül duruma sokmuştur. Şeriatın
asimi ve gayesini anlayanlar göreceklerdir ki şeriat sahibi oruç tutmayı emrederken
itidal içinde davranmayı emretmiştir.
Öyle ki, peşpeşe her
gün oruç tutulmasını mekruh saymış, iftar vakti gelir gelmez acelece iftar
edilmesini, sahur yemeğini de son vakte kadar geciktirmeyi emretmiştir. Orucun
en normali ve faziletlisinin Hz. Davud'un, (s.a.) tuttuğu oruç olduğunu
belirtmiştir. Bilindiği gibi Hz. Davud, gün aşırı oruç tutarmış. İşin doğrusuna
bakılırsa kişinin gücünü takviye edecek şeylerin dışarıya akıtılmaması
gerekir. Oysa kusuntu gıdayı dışarı atmakta, mastrübasyon ise döl suyunu
di-şan akıtmakta, hayız (aybaşı) hali kadının kanını dışarıya sızdırarak heder
etmektedir. Halbuki insanın vücudu, bunlarla ayakta durabilmektedir. Ama
yapılması elde olan şeyle elde olmayan şey arasındaki bir ayırım yapmak
gerekir. Mesela hamamcı olmak, kaçınılması elde olmayan bir durumdur.
Kendisini kusuntuya zorlayan kişi de böyledir. Rahim hastalığı dolayısıyla
gelen kan da aynı hükme tabidir. Kaçınılması mümkün değildir. Ama hiç değilse
aybaşında gelen kanların belli bir vakti vardır. Ki ne zaman geleceği yaklaşık
olarak Önceden bilinir.
Hacamat vurduran, kan
aldıran kişi, kanını kendi isteğiyle dışarı akıtmış olmaktadır. Ama yaralanan
insan buna benzemeyip kendi iradesi dışında kam dışarıya akmış bulunmaktadır.
Bu kişi, kanının dışarıya akmasına karşı bir önlem alamaz.
Hacamat vurdurmak,
kasten kusmak, mastrübasyon yapmak veya aybaşı hali, bunların hepsi aynı hükme
tabidirler. Şeriat, bunlar arasında bir münasebet ve benzerlik görmüştür ki,
hükümlerini birleştirmiştir. Bu, kıyasın ölçüleri dışına çıkmaz. Kuvvetli olan
görüşe göre; sürme sürünmek, ihlile [31] ilaç
damlatmak, çakıl gibi gıda vermeyen şeyleri yutmak orucu bozmaz. Ama enfiye
çekmek orucu bozar. Ra-sulullah (s.a.s.) buna dair şöyle buyurmuştur:
"Oruçlu olmadığını
zaman, burnuna su çekip istinşak yaparken bunu biraz fazlaca yap." [32]
Kıyasa muhalif olduğu
sanılan konulardan biri de teyemmüm konusudur. Derler ki teyemmüm iki bakımdan
kıyasa muhaliftir.
1- Toprak kendisi kirli olduğundan kirleri ve pislikleri
gideremez. Elbiseyi temizlemediği gibi bedeni de temizlemez.
2- Teyemmüm,
abdest organlarından sadece ikisi için vaz'olunmuştur. Ki bu da kıyasın dışına
çıkmak demektir.
Allah'a yemin olsun ki
bu söz, dine ters düşen bir kıyastır. Bu sözü söylemekle de kıyasın dışına
çıkılmıştır. Yoksa teyemmüm hükmü kıyasa uygun bir hükümdür. Çünki yüce
Allah, her canlıyı sudan var etmiş ve bizi de topraktan yaratmıştır. Biz iki
unsurdan meydana gelmişiz. Sudan ve topraktan Doğuşumuz, gelişip güçlenmemiz
bunlarladır. Temizlenme ve ibadetlerimiz bunlarladır. Toprak, insan fıtratının
aslıdır. Su ise her canlının hayat kaynağıdır. Eşyayı kirlerden ve
pisliklerden temizlemeye yarayışlı olan en uygun şey, elbetteki sudur. Ancak
yokluğu, hastalık ve benzeri mazeretler dolayısıyla sudan başka temizleyici
şeylere yö-nelinebilir. Yönelirken de başka şeylerle nispetle daha uygun olan
ve onun öz kardeşi durumunda bulunan toprağa yönelmek gerekir. Toprak her ne
kadar dış görünüşü kirletirse de eşyanın içini tertemiz kılar. Sonra bu,
batınî temizliği kuvvetlendirir. Dıştaki kirleri de giderir veya hafifletir.
Amellerin hakikatini anlayan, içle dışın bağlantılı olduğunu ve ikisinin
biribirinden etkilendiğini idrak edecek olan basiret sahibi insanlar bu
söylediğimiz gerçekleri müşahede ederler.
Teyemmümün abdest
organlarından sadece ikisine tatbik edilmesi hikmete ve kıyasa son derece
muvafıktır. Toprağı başa döküp sürmek, adete göre mekruhtur. Bu ancak musibet
ve felâket anında yapılan bir iştir. Ayaklara gelince bunlar zaten çoğu hallerde toprakla temas
halindedirler. Yüzün topraklanmasıysa kişinin Allah'ı ululaması, boyun kırıp
O'na teslim olması demektir. Ki bu ibadetler içinde Allah'ın en fazla hoşuna
gidenidir. Hem de kulun en fazla faydasınadır. Bu nedenle secdeye gidenin,
yüzünü toprağa değdirmesi, topraktan korunmaya çalışmaması müstehap
sayılmıştır. Nitekim bazı sahabîler, secdeye giderken toprağın üzerine bir şey
indirerek yüzüyle toprak arasına bir engel koyan kimseyi gördüklerinde;
"Yüzünü topraklandır," demişlerdir. Ayakları topraklandırma
hususunda böyle bir anlam yoktur. Teyemmümün kıyasa uygunluğu bir başka açıdan
da izah edilebilir. Şöyle ki:
Teyemmüm, abdestte
yıkanan iki organ (el ve yüz) için vaz'edilmiştir. Abdestte mesehdilen iki
organ (baş ve ayak) teyemmümden muaf tutulmuştur. Abdestte ayaklar mestli olduklarında
meshedilirler. Başta sarıklı veya sarıksız olduğunda meshedilir, Abdestte
suyla yıkanan el ve yüz, teyemmümünde toprakla meshedildikleri için bir
hafifletme vukubulmuştur. Abdestte meshedilen baş ve ayak ise teyemmümden
tamamıyla muaf tutulmuşlardır. Eğer baş ve ayaklar da toprakla meshedilecek
olsalardı bunlarda bir hafifletme söz konusu olmayacaktı. Tersine suyla
meshedilmekten toprakla meshedilmeye dönülmüş olacaktı. Demek ki şeri-atin
getirmiş olduğu hükümler, en doğru ve en mükemmel hükümlerdir. En doğru terazi
şeriat terazisidir.
Cünüp ile abdestsizin
aldıkları teyemmümün aynı olmasına gelince; abdestsizlik için teyemmüm yapan
kişi, baş ve ayakları meshetmekten muaf tutulduğuna göre, cü-nüplükten ötürü
teyemmüm yapan kişi, bütün vücudunu meshetmekten muaf tutulmaktadır. Ki en
uygun olan davranış ta budur. Çünkü tüm vücudu topraklamak çok zor ve güç bir
iş olup teyemmümün ruhsatıyla çelişen bir davranıştır. Ayrıca Allah'ın
yaratıklar içinde şerefli kıldığı insan, toprağa süründüğünde - af buyurulsun-
hayvanlara benzemiş olacaktır. Şeriatın getirmiş olduğu hükümler, güzellik, hikmet
ve adalet bakımından benzeri bulunmayan numunelerdirler. En güzel övgüler
Allah'adır.[33]
"Selem kıyasa
muhaliftir" diyenlere gelince bunların bu sözü, Peygamber (s.ıı.s.)
efendimizin; "Yanında bulunmayanı satma!" [34]
mealinde buyurmuş olduğu hadis-i şerifin doğrultusundadır. Ancak bu hadiste
kaydedilmemesine rağmen Rasulullah'ın (s.a.s.) selem alışverişine ruhsat verdiği
rivayet edilmiştir, diye fıkıhçıların sözleri mevcuttur. Yine bunlar derler ki;
Selem: kişinin yanında bulunmayan şeyi satmasıdir. Ki bu kıyasa muhaliftir.
Peygamber efendimizin Hâkim bin Hüzzam'ı, yanında bulunmayan şeyi satmaktan
alıkoyması şöyle yorumlanabilir:
a) Satılacak şey belirli bir eşya olur da onu kendisi daha
başkasından satın olmadan üçüncü bir şahsa satmaya kalkarsa bunda ihtilaf
vardır.
b) Teslim etmeye muktedir olamayacağı bir şeyi -bu şey
kendi zimmetinde bulunsa bile- satması. Bu mesele de ihtilaf konusudur. Bu
satışı yapan şahıs, karşı tarafa, elde edilip edilemeyeceği belirsiz olan bir
şeyi teslim etmeyi taahhüt etmiş bulunmaktadır. Bu peşin yapılan selem
alışverişinde sözkonusudur. Hadis'in yasağıyla da münasebeti apaçıktır.
Vadeli selem
alışverişine gelince bu da vadeli alımsatım borçları gibi bir borçtur. Ki buna
ilişkin olarak şöyle bir buyruk mevcuttur:
"Ey imân edenler,
tayin edilmiş bir vakte kadar borçlandığınızda onu yazın." (Bakara: 282)
Abdullah ibni Abbas (r.a.)
zimmette bulunan selem alışverişinin, Allah'ın kitabi' da helal olduğuna
şehadet ederim. Deyip bu ayet-i kerîmeyi okumuştu. Bu alışverişin mübahlığı kıyasa
uygundur. Hiçbir surette kıyasa muhalif olduğu söylenemez.[35]
"Bu akit, kişinin
kendi malım kendi parasıyla satın alması demek olduğundan kıyasa
muhaliftir" demişlerdir. Oysa hiç te öyle değildir. Burada kişi (yani
köle) kendi nefsini, zimmetindeki parayla satın almaktadır. Efendinin, kölenin
zimmeti üzerinde hiçbir hakkı yoktur. Sadece bedeni üzerinde hakkı vardır.
Efendi, bir insan olarak kölenin maliyeti üzerinde hak sahibidir. Ama ilâhî
emir ve yasaklara muhatap oluşu bakımından köleye iman, namaz, oruç gibi
olgular gereklidir. Çünkü o, her şeyden önce bir insandır. Zimmete; gelince
bu bir sözleşmedir. Ki köle, hürriyetine kavuştuktan sonra zimmetinde bulunan
şeyleri talep edebilir. Efendinin burada mülkiyeti söz konusu olamaz. Kitabet,
yani müka-teplik akdi; kölenin kendi bedenini zimmetinde bulunan parayla satın
almasıdır. Kendi bedenini satın aldıktan sonra da elde edeceği kazanç ve
sağlayacağı faydalan elbette-ki kendisi alacaktır. Bunlar ona ait olacaktır Ki
bu kazanç ve faydalar, mükateplik akdiyle bir mülkiyet olarak meydana gelmiş
olmaktadırlar. Köle, ancak efendisinin müsaadesiyle hürriyetine kavuşabilir.
Efendisi, kendisine belli bir karşılığı ödemeksizin kölenin kendi
mülkiyetinden çıkmasına razı olmaz. Köle bu karşılığı temin edemeyip kendisine
teslim edemeyecek olursa efendi, bu anlaşmayı bozmaya hak kazanır. Akitlerde
geçerli olan kıyas budur. Bu nedenle biz de diyoruz ki; müşteri iflas nedeniyle
borcunu ödemeyecek olursa mal sahibi, alışverişi feshetmeye hak kazanır. Mükateplik
akdini yapan köle de kendi bedenini satın alma durumundaki bir müşteri
gibidir. Eğer bedeninin karşılığını ödemeyecek olursa efendi bu akdi
bozabilir. Karşılıklı akit-İpşmelerdeki Ölçü budur. Evlenen erkeğin mehri
vermemesi, evlendikten sonra kadının kocasıyla cinsel ilişkiyi kuramaması,
kısasta belli bir meblağ karşılığında ölünün velisiy-le anlaşılması halinde
katil tarafının bunu ödemekten aciz kalması, muhalea anlaşmasında karşı tarafın
üzerinde ittifak edilen meblağı ödeyememesi [36] de
bu hükme tabidir.[37]
İcare akdinin de,
mevcut olmayan bir şeyi satmak olduğundan ötürü kıyasa muhalif olduğu iddia
edilmektedir. Çünkü verilecek olan mal (veya hizmet) akid esnasında mevcut
değildir. Mevcut olmayan bir şeyi satmak caiz değildir. Süt anaların icarına
ilişkin olarak Kur'an-ı Kerîm'de şöyle Duyurulmaktadır:
"Eğer sizin için
emzirirlerse onlara ücretlerini verin."
(Talâk: 66/6)
Fıkıhçilar, süt ana
icarının kıyasa muhalif olduğunu söylemişlerdir. Onlara göre icar akdi,
menfaat karşılığında yapılan bir akittir. Süt ananın icarıysa, maddî varlığı
olan süt karşılığında yapılmaktadır. İnsanı hayrette bırakan şu ki, Kur'an-ı
Kerîm'de, caiz olan icarlara örnek olarak ta sadece bu icar akdi
zikredilmektedir. Buna rağmen yine de bu ak-din kıyasa muhalif olduğu iddia
edilmiştir. Bir şeyin kıyasa muhalif olması ancak şu şekilde olabilir: Eğer
bir yerde bir nassa bir hüküm'belirtmişse, buna benzer başka bir yerde de bu
hükme zıt başka bir hüküm yine bir nassla o zaman bu kıyas o nassa muhaliftir
denilebilir. Kur'an-ı Kerîm'de batıl icarlardan bahsedilmemiştir ki; kıyas, bu
icarın batıl olmasını gerektirir, denilebilsin. Tersine bu akdin caiz olduğu
Kur'an-ı Kerîm'de zikredilmiştir. Buna benzer bir icar akdinin fasid olduğu da
ne Kur'an'da ve ne de sünnet'te anlatılmamıştır. Bu akdin kıyasa muhalif
olduğunu söyleyenler şu zanna kapılmaktadırlar ki; şer'i ölçülere uygun olan
icar akdi, ayan yani cisim sayılan şeylere karşılık olarak değil de araz
dediğimiz menfaatlere karşılık olarak yapılan akitler-dir. Bu şüpheyi inşaallah
ileride gidermeye ve meseleye açıklık getirmeye çalışacağız. Süt ana icarının
kıyasa muhalif olduğunu sananlardan bir kısmı demişlerdir ki; bu akit, kadının
memesinin çocuğun ağzına koyması veya emzire-ceği çocuğu kucağına alması veya
bunlar gibi emzirmenin ön hareketleri diyebileceğimiz mukaddimeleri üzerine kurulmaktadır.
Şunu bilmek gerekir ki; bu gibi mukaddimeler, icar akdiyle kasdedilen emzirmeye
doğru giden vesilelerdir. Yoksa bunlar, kendi başlarına birer maksat
değildirler. Anlaşma, hiçbir kıymeti haiz olmayan bu şeyler üzerine
akde-dilmemektedir. Bunları bir ev veya dükkân kiralayan kimsenin kiraladığı
yerin kapısını açmasına benzetebiliriz. Burada evin ve dükkânını
kiralanmasından maksat içinde oturmaktır. Kapısını açmak değil. Veya bunu bir
hayvan kiralayıp o hayvanı binek taşının yanma getiren bir kişinin hareketine
benzetebiliriz. Burada, maksat, hayvanı binek taşının yanına getirmek değil,
hayvana binmektir. Ama bütün bu hareketler, akit yapmanın asıl maksadı olan
işin mukaddimesi durumunda olan ön hareketlerdir.
Süt ana icarını kıyasa
muhalif görenler buna benzer başka bir konuyu da kendileri için örnek olarak
ortaya atmışlardır. Yerden kaynayan kuyu ve pınar suyununu da buna bağlı
olarak zimmî bir şekilde icar akdinin kapsamına girdiğini iddia etmektedirler.
Şöyle ki: Söz gelimi adamın bili bahçesini sulamak veya evinin içecek suyunu
temin etmek için bir pınarı kiralayacak olursa, bunlar diyorlar ki; bu adam
aslında pınarı değil de pınarın içinde bulunduğu araziyi kiralamıştır yani
buradaki akid pınar üzerine değil de pınarın bulunduğu arazi üzerine
kurulmuştur.
Şimdi de "icar
akdi kıyasa muhaliftir" diyenler ile "süt anasının icarı ile benzeri
icar akitleri kıyasa muhaliftir," diyenlerin sözü üzerinde biraz duralım.
Birinci guruptaküer derler ki, icar akdi; mevcut olmayan bir şeyi satmaktır.
Mevcut olmayan bir şeyi satmaksa kıyasa muhaliftir. Bu önermenin iki öncülü de
biraz mücmel olduğundan aralarında bir karışıklık meydana gelmektedir.
"İcar akdi bir satıştır" sözünden eğer eşyalara ilişkin olarak yapılan
satışı kas-dediyorlarsa bu geçersizdir. Yok eğer bundan, eşyalar veya
menfaatlere ilişkin olarak yapılan karşılıklı bir anlaşma niteliğindeki genel
satışı kastediyorlarsa bunun üzerinde biraz düşünmek gerekir. İkinci öncüldeki
"mevcut olmayan şeyin satılması caiz değildir" sözü, eğer bahse konu
satış akdi menfaatler üzerinde değil de eşyalar üzerinde kurulu-yorsa kabule
şayandır. Satış kelimesi, bunların her ikisini de ihtimal dahilinde
bulundurduğundan ötürü fıkihçılar, icar akdinin satış anlamını ifade eden
"Bey" kelimesiyle bağlanıp bağlanmayacağı hususunda ihtilafa
düşmüşlerdir. Bunda iki görüş vardır: Hakikat şu ki, akdi yapacak olan iki
taraf "bey" kelimesinden kendilerine göre ne kasteddiğini biliyorlarsa
yaptıkları iş akdi bağlanıp geçerli olur. Hangi kelime olursa olsun, taraflar
ondan ne kastedildiğini biliyorlarsa bu kelimeyle yaptıkları iş akdi bağlanıp
geçerli olur. Bütün akitler için bu geçerli bir kuraldır. Şeriat sahibi,
aklilerde kullanılan kelimelere herhagi bir sınır getirmemiş, aksine onları
serbest bırakmıştır. Yine bunun gibi akitler, Arapçadan başka Farsça ve Türkçe
kelimelere de bağlanır, aynen Arap-çadaki anlamıyla geçerli olurlar. Bu nedenle
boşama ve azad etme işlemleri Arapçadaki terimlere delalet eden yabancı kelimelerle
de geçerli olurlar. Satış ve nikah akitleri de böyledir. Alimlerin esas olan
kavillerine göre evlilik müessesesi, evlenmeyi ifade eden kelimelerle kurulmuş
olur. Özellikle nikâh ve tezviç kelimelerinin bu akitte kullanılmasına gerek
yoktur. Ebû Hanife ve İmam Malik ve cumhur-u ulema bu görüştedirler. İmam Ahmed
bin Hanbel'den nakledilen iki rivayetten biri de bu doğrultudadır. Hatta ondan
nakledilen rivayetin metni, evlilik akdinin ancak bu şekilde kurulabileceğini
beyan etmektedir. Evlilik müessesesinin ancak nikâh ve tezviç kelimeleri ile
kurulabileceğini söyleyenler Ebû Abdullah İbni Hamid ile kadı Ebu Y'al ve ona
tabi olan arkadaşlarıdırlar. îmam Ahmed bin Hanbel ve ilk arkadaşları bu
doğrultuda bir söz sarfetmiş değildirler. Meselâ İmam Ahmed, birden fazla
yerde şöyle bir mi-salî fetva vermiştir: "Adamın biri, cariyemi azad
ettim. Me-hir olarak ta hürriyetini kendisine verdim; dese bu sözü söylemekle
cariyeşiyle aralarında nikâh ve tezviç kelimeleri kullanılmamıştır."
İbni Ukeyl ve diğerleri
diyorlar ki: İmam Ahmed'in yukarıda geçen fetvası evlilik müessesesinin
kurulmasi için özellikle nikâh ve tezviç kelimelerinin kullanılmasına gerekli
olmadığını ispatlamaktadır. îbni Hamid yine de fikrinde ısrar ederek;
"Buna rağmen nikâh esnasında kocanın "Tezev-vectü" yani, o
kadını kendime eş edindim, demesi gerekir." demektedir. Kadı Ebû Y'alâ,
ibni Hamid'in bu sözünü kıyas dışı ilân etmiş ve evlilik akdi, nikâh ve tezviç
kelimeleri kullanılmaksızın da kurulabilir demiştir. İmam Ahmed'in ilke ve metinleri
de bunun1 tersini ispatlamaktadır. Onun ilkelerine göre akitler, kuruluş
amaçlarına delalet eden kelime ve fiillerle kurulabilir. Bunun için klişeleşmiş
kelime ve deyimlere gerek yoktur. Yine bunun gibi kinayeler (Kapalı sözler)
de, söylendikleri esnadaki durumun delaletiyle sarih sözler hükmüne geçerler.
Ayrıca söyleyenin, ne demek istediğini açıklamasında da gerek yoktur Bunlar
talakta (boşamada), kazfte (iftirada) ve diğer muamelelerde de aynı şekilde
geçerli olurlar. Evlilik ancak nikâh ve tezviç kelimelerini kullanmakla tesis
edilir diyen şafiiler, yargılarına şu hususu gerekçe olarak ileri
sürmektedirler: Nikâh ve tezviç kelimeleri dışındaki kelimeler kinayedir. Kinayenin
hükmü de ancak niyet ile sabit olur. Niyet ise gizlidir. Nikâh akdinin
gerçekleşmesi için şahitliğe ihtiyaç vardır. Şahitlikte ancak, nikâh kelimesini
işitmekle gerçekleşir. Nikâh akdinin bu iki kelimeye mahsus kılan Şafi-ilerin
prensipleri budur. İbni Hamîd ile kendisine tabi olanlar bu hususta Şafiiilere
muvafakat etmişlerdir. Ama İmam Ahmed'in usûl ve metodları buna muhaliftir Ona
göre yukarıdaki önermenin öncülleri batıldır.
Nikâh ve tezviç
kelimelerinden başkaları kinayedir, diyenlerin sözüne gelince bu söz, eğer
şeriat usulüne göre İmam Şafiî, Harbî, kadı Ebû Ya'lâ gibi İmam Ahmed'in arkadaşlarından
olupta Şafiî'ye muvafakat edenlerin dedikleri gibi sabit ise doğrudur. Bunlar
derler ki; kadını boşamayla ilgili olarak talâk, ayrılık, salıverme gibi sarih
lafızlar Kur'an-ı Kerîm'de sabittirler. Ebû Hanife, Malik, Ahmed bin Hanbel'in
arkadaşlarından olan Ebû Bekir, ibni Hamid, Ebû Hattab ve diğer cumhur-u ulemâ
bu usule muvafakat etmemektedirler. Bunlardan bir kısmı EbÛ Hanife, İbni Hamid
ve EbÛ Hattab ile İmam Şafii ile İmam Ahmed'in bazı arkadaşları bu mevzuudaki
sarih kelime yalnızca "Talak" kelimesi olduğunu söylemişlerdir.
Bazıları da derler ki, sarih olan kelime, bu lafızlardan daha genel olan bir
lafızdır. İmam Malik'ten bu yolda bir rivayetin mevcut olduğu anlatılır. Bu
söz Ebû Bekr ve İmam Ahmed'in arkadaşlarına aittir. Ki bunların ifade etmek
istedikleri husus şudur: Yukarıda geçen önermenin öncülleri batıldır.
"Şafiinin hitabında geçen üç kelime sarihtir" diye bir iddiada
bulunuyorlar. Bu hiç te böyle değildir. Salıverme ve ayrılık kelimeleri Kur'an-ı
Kerîm'de talâk boşanmadan ayrı mânâda kullanılmaktadır. Kur'an-ı Kerîmde bu
hususta şöyle buyurmaktadır:
"Ey îman edenler,
mü'min kadınları nikahlayıp ta, sonra kendilerine dokunmadan, onları
boşadığınızda sizin için üzerlerine sayacağınız bir iddet yoktur. O suretle
onları faydalandırıp güzel bir şekilde kendilerine salıverin."
(Ahzab: 33/49)
Cenab-ı Allah,
kendileriyle cinsel ilişkide bulunulmadan boşanan kadmları (bu boşama, bain bir
talak ile gerçekleşip te geri dönülmesi mümkün olmazsa) salıvermeyi
emret-mekdir. Buradaki salıverme, tüm müslümanlarm ittifak ettikleri görüşe
göre talak demek değildir. (Çünkü Talak, salıvermeden önce vukubulmuştur.)
Yine aynı doğrultuda olması bakımından şu âyet-i kerîmeyi de örnek olarak
gösterebiliriz:
"Kadınları
boşadiğınızda iddetlerini tamamladılar mı, artık onları ya (kendilerine ricat
ederek) iyilikle tutun veya iyilikle salıverin." (Bakara: 2/231)
Diğer bir ayette şöyle
buyrulur:
"Veya güzellikle
kendilerinden ayrılın." (Talak: 65/2)
Bu ayetlerde geçen
ayrılma ve salıverme kelimeleri boşanma anlamını ifade etmemektedirler. Ric'i
talakla boşanan kadına gelince, kocası ona dönebileceği gibi yolundan da çıkabilir.
Ayrıca ikinci defa boşamaya gerek yoktur.
Şimdi de ikinci öncülü
ele alalım: Şeriat sahibinin hitabında geçen kelimelerin herkesin
anlayabileceği şekilde sarih olmaları gerekmez. Bizim buradaki gayemiz şudur
ki; "icar akdi satış türünden bir akittir" diyen kişi bu sözüyle
eğer özel bir satış türünü kastetmişse bu doğru değildir, demek olacaktır. Yok
eğer bu sözüyle eşya veya menfaatler üzerine kurulan karşılıklı akitlerden
birini kastetmişse bu doğru olabilir. Ancak akitler soyut, hatta daha da
ilerisi yalan ve mevhum şeyler üzerine kurulamaz. Sözüne gelince iyi bilmek
gerekir ki şar'i, mevcut olmayan eşyalar üzerine akit yapılmasına (selem
alışverişinde olduğu gibi) müsaade vermiştir. Bunlar mefaat alışverişini eşya
alışverişine kıyaslıyor ve diyorlar ki, eşya alışverişleri nasıl ki mevcut
olan eşyalar üzerine yapılabiliyorsa aynı şekilde menfaat alışverişleri de
mevcut olan varlıklar üzerinde yapılmalıdır. Sözlerinin hülasası bundan
ibarettir. Ki bu son derece bozuk bir kıyastır. Aslın hükmünün, ona kıyaslanan
olayda da mevcut olduğunu ispatlamak, kıyasın vazgeçilmez bir şartıdır. Ki bu
şart bu olayda gerçekleşmemiştir. Zira eşyaların mevcut oldukları esnada
üzerlerine satış akdi yapıldığı gibi, menfaatlerin de mevcut oldukları esnada
üzerlerine satış akdi yapılması tasavvur edilemez. Şeriat -sahibi, mevcut
olmayan eşyalar üzerine yapılan akitlerin, o eşyalar mevcut oluncaya kadar
tehir edilmesini emretmiştir. Yine bunun gibi, devenin karnındaki cenini,
olgunlaşmadan Önce meyveyi, başaklan dolmadan Önce hububatı satmayı da
yasaklamıştır. Cenîn üzerine yapılacak akdin, cenîn doğuncaya kadar tehir
edilmesini, meyve üzerine yapılan akdin, meyve olgunlaşmcaya kadar tehir
edilmesini, hububat üzerine yapılan akdin, başak doluncaya kadar tehir edilmesini
emretmiştir. Bu tafsilatlı anlatım, mevcut olmayan cenîn, meyve ve hububatın
satımının yasak olduğunu izah içindir. Bunlar; doğduktan, olgunlaştıktan ve
başaklan dolduktan sonra satılabilir veya icara verilebilir.
Burada aslın hükmü,
kıyaslancak olan olayda aynı eşitlikte mevcut bulunmamaktadır. Yok eğer illâ
da, icar akdinin, mevcut olmayan eşyaların satışı akdine kıyaslayacağız
denilecek olursa bu sözü söyleyenlere iki cevabımız olacaktır:
a) Bir şeyi varken de yokken de satmak mümkündür. Ancak
şar'i, yokken satımını yasaklamıştır.
b) Bazı şeyler de vardır ki ancak yok iken satılabilir.
Şar'i yok iken bunun satımını yasakladığına göre, bunun üzerine yapmış
olduğunuz kıyas hiç te uygun bir kıyas değildir. Çünkü yasaklama hükmünün mucip
sebebi her iki olayda da yani kiyasalanan'a kendisine kıyaslanan olayda aynı
şekilde sabit olmalıdır. Asıl olaydaki mucip sebebin satımı yapılan şeyin
mevcut olmayışı olduğunu söylüyorsunuz. Bu gibi mevcut olmayan şeyler üzerinde
yapılacak akitlerin, bu şeyler mevcut oluncaya dek tehir edilebileceğini neden
söylemiyorsunuz? Bu durumda yasaklamanın mucip sebebi, özel yani geçici bir
yoklukla kayıtlı bulunmaktadır. Yani, satımı yapılacak olan gayr-i mevcut
eşyanın satımı, o eşya mevcut oluncaya dek tehir edilebilir. Asıldaki illetle,
kendisine kıyaslanan olaydaki illetin aynılığını ve eşitliğini,
açıklayamazsınız, kıyasınız fasit bir kıyas olur. Kıyasınızın fasid olduğunu
biraz daha açıklamaya çalışalım: Bizim yukarıda yaptığımız kıyastaki illet,
kıyas kurallarına uygun bir illettir. Sizin kıyasınızdaki illet ise, kıyas
kurallarına uygun olmayan bir illettir. Siz, sırf eşyanın mevcut olmayışım illet
olarak ortaya sürdüğünüzde bu illet bazı mevcut eşya ve menfaatlerle çürütülmüş
olmaktadır. Yok eğer mevcut oluncaya kadar satışının tehir edilmesi mümkün
olamacayak bir illet olarak ortaya sürüyorsanız bu, bir nevi kumar ve aldatmaca
alışverişi gibi olur. Bu alışverişlerin mahzurlu oluş nedenlerini de Rasujullah
(s.a.s.), şu kutlu sözleriyle izah buyurmuştur:
"(Olgunlaşmadan
ağaç üzerindeki meyveleri satıp parasını aldıktan sonra) o meyvelerin
olgunlaşmasını Allah (c.c.) engellerse ne diyeceksiniz? (Müslüman) kardeşinizin
malını (parasını) haksız yere alır mısınız" [38]
Ama tek alternatifi
olan alışverişler böyle değildirler. Bunlarda risk olmayıp bilhassa güven
telkin edici bir mahiyet vardır. İhtiyaçlar da bunu gerektirmektedir. Şeriatın
aslî kurallarından biri de şudur ki: Mefsedetle maslahat çatıştıkları
takdirde önemli olan öne alınır. Yani fayda ile zarar karşı karşıya
geldiklerinde bunlardan hangisi tercihe şayan ise o öne alınır. Burada
aldatmaca alışverişinin yasaklanması taraflardan birine risk getirdiğinden
ötürüdür. Şayet bu alışveriş yapılacak olursa taraflar çok büyük zararlara
maruz kalabilirler. Az bir zarara katlanmakla büyük zararları önlemek daha
akıllıca bir iş olsa gerekir. İçinde zarar veya faiz tehlikesi bulunduğundan
5türü Peygamber (s.a.s.) efendimiz ashabını, müzabene [39]alışverişini
yapmaktan menetmiştir. Ama bunun yanında araya
[40]
satışına da müsaade vermiştir. Yine bunun gibi ölü hayvan etini yemeyi
yasakladığı halde, zaruret anında bu etten yemeye ruhsat vermiştir. Çünkü,
açlıktan Ölmek, bu pis leşi yemekten daha zararlıdır. Bunun örnekleri çoktur.
Eğer bütün bunlar kıyasa muhaliftir denilse, buna da şu cevabı veririz: Daha
önce de belirttiğimiz gibi, asla benzetilen olayda mevcut bulunan vasıf, onu
aslolan olaydan ayrıdetmektedir. Her sahih fark, fasit olan kıyasa zıttır. Eğer
bundan maksat; asıl olayla ona benzetilen olayın hükmü, gerekli kılma veya yasaklama
hususunda eşitliği ise bu, kesinlikle batıldır. Geçersizdir. Bu cümleden olmak
üzere bir şey, vasıfta başka bir şeye benzer, diğer bir vasfı itibariyle de o
şeye zıt olursa bunların hükümlerinin zıtlığı, Öbür vasıftaki eşitliklerine
muhalif olmuş olur. Bu kıyas, her iki yönü ile de sahih bir kıyas olmaktadır.
Ki bu, denk olan şeyleri eşitlemek, zıt olan şeyleri de birbirinden ayırmaktır.
Ama hükmü gerekli kılan veya engelleyen illet bakımından biribirinin tersi olan
iki olayı hüküm bakımından birbirineeşitlemek fasid bir kıyas olur. Ki fasit
kıyası, şeriat her zaman iptal etmiştir. İblisin kıyası gibi. [41]
Müşriklerin;
"Riba da alışveriş gibidir," derken yaptıkları kıyas ile, ölü
hayvanı normal usulle kesilen hayvana kıyaslayanlar demişlerdir ki; siz kendi
öldürdüğünüz hayvanların etlerini yiyorsunuz da, Allah'ın öldürmüş olduğu
hayvanların etlerini neden yemiyorsunuz? Bunlar, asıl olan normal kesimdeki
helal kılıcı sebebi, insanın öldürüşü olarak görmektedirler. Hz. İsa'yı (a.s.)
kendi putlarına kıyaslayanlar da demişler ki; bizim tanrılarımız cehenneme
girecek olurlarsa İsa'nın da cehenneme girmesi gerekir. Çünkü o da Allah'ın
yanı sıra ibadet edilen bir varlık olmuştur.
Bu kıyasın bozukluğunu
Cenab-i Allah, şu âyet-i kerîmeyle gözler önüne sermektedir:
"Meryem oğlu bir
misal olarak (öne) atılınca hemen senin kavmin bundan (şımarıp haykıra haykıra)
gülüyorlar.
Dediler ki:
"Bizim tanrılarımız mı hayırlı, yoksa o mu?" Bunu sana (habibim,
batıl) bir mücadeleden başka (maksatla) irâd etmediler. Daha doğrusu onlar çok
düşman bir kavimdir." (Zuhruf: 43/57-58)
"Siz de Allah'ı
bırakıp tapmakta olduklarınız da hiç şüphesiz ki cehennem odunusunuz. Siz oraya
gireceksiniz.
Eğer onlar (taptığınız
o yalancı tanrılar) mabutlar olsalardı oraya girmeyeceklerdi. (Tapanların da
tapılanla-nn da) hepsi orada ebedî kalıcıdırlar." (Enbiyâ: 21/98-99)
Buradaki hitap, kitap
ehline değil de müşriklere yöneliktir. Müşrikler, İsa Peygambere değil de
putlara tapıyorlardı. Buradaki âyet-i kerîmeler ne anlam ve ne de lafız bakımından
Hz. İsa ile ilgili değildirler. Ayet-i kerime genel olduğundan İsa (a.s.) yi
da içine almakta, ancak Hz. İsa'yı tahsis etmeyi, yani Özellikle ondan
bahsetmeyi ise sonlara bırakmıştır. Diyenlerin iddiasına gelince bu bir
yanlışlıktan başka bir şey olamaz. Bu doğru kabul edilecek olursa, mü. riklerin
hücceti sağlam bir doğrultuda olmuş olur. Ve genel ifadelerle hitapta bulunan
yüce Allah, hak ta olsa batıl da olsa, buradaki asıl maksadı ifade etmemiş
olur sübhanallah Çünkü, "Meryem oğlu bir misal olarak) (öne) atılınca, yani
Hz. İsa'yı örnek olarak gösterdiklerinde, "Bunu sana (habibim, batıl) bir
mücadeleden başka (maksatla) irâd etmediler." Yani kendi tanrılarını Hz.
İsa'ya kıyasladılar. Ve onu tartışma noktasına getirdiler."
Buna ilişkin olarak ta
dediler ki: Eğer mabud olduklarından ötürü tanrılarımız cehenneme konulacaksa
söylemek gerekir ki, bu nitelik İsa'da da mevcuttur. O'nun da cehenneme
girmesi gerekir. O, cehenneme girmeyeceğine göre bizim tanrılarımız da
girmeyeceklerdir. Bunların bu kıyasları fasittir. Çünkü kıyasa illet olarak
mabuttuk niteliğini ortaya sürmüştüler. Oysa ki gerçek, hiç te öyle değildir.
Bu mabutlardan bir kısmı sevaba müstahak değil veya başka bir deyişle
cehenneme atılmalarında herhangi bir zulüm söz konusu değildirler. Halbuki Hz.
İsa, Hz. Uzeyr, melekler ve diğer kendilerinden habersiz olarak
tanrilaştırılanlar, Allah'ın salih kullarıdırlar. Bunlar, Allah'ın adalet ve
hikmetinin gereği olarak ilâhi İkramlara hak kazanmış kimselerdirler. Ki bu
hususta zaten Allah'ın kendilerine vadi vardır. Başkalarının işledikleri
günahlardan ötürü azaplandırılmayacaklardır.
"Hiçbir günahkâr,
başkasının günah yükünü yüklenmez."
(İsrâ: 17/15)
Putların ateşe
atılacağından kasdedilen mânâ, onlara tapanlara hakaret etmektir. Halbuki
Allah'ın dostları, hem keramet sahibi, hem de ilâhî ikramlara mazhar
insanlardırlar. Kendilerini tahkir, hiç mi hiç söz konusu edilemez. Diğer
putları, Allah'ın dostlarına kıyaslamanın fasit bir kıyas olduğu işte bu farkla
açıklanmış olmaktadır. Bir kişi şeriat bu türfasid kıyaslara muhalif hükümler
getirmiştir, dese bu sözü isabetli olur. Ki bu da şeriatin kemale ermesinden,
Allah'ın peygamberlerini o gayeyle göndermiş olduğu adalet ve hikmetini
kapsamasının bir nişanesidir. Bu fasid kıyaslara muhalefet etmeyip, herhangi
bir ortak yanları olması nedeniyle iki şeyin hükmünü birleştiren bir kişinin,
varlık sıfatında oldukları gerekçesi ile (hâşâ) alemlerin rabbi Allah ile
bazı yaratıklar arasında da bir denkleştirme ve kıyaslama yapması gerekir. Ki
başkalarını rabbine denk ve benzer görüp te müşrikleşsin!
"Allahfa and
olsun, hakikat biz apaçık bir sapıklık içinde idik. Çünkü sizi alemlerin rabbi
ile bir seviyede tutuyorduk."
(Şuarâ: 26/97-98)
Bu nedenle selef-i
salihînden bazıları demişler ki: Bu gibi fasit kıyaslardan ilkini İblis
yapmıştır. Güneşe ve aya tapanlar da böyle fasit kıyaslar yapmışlardır. Akliyat
konularına ilişkin olarak söylenen sözler hakkında bilgisi olan bir kimse,
felsefeci ve kelamcılardan sapıtan kimselerin bu fasid kıyaslardan ötürü
sapıtmış olduklarını görecektir. Yolunu yitiren bu sapıklar, birçok
bakımlardan aralarında muhalefeti gerekli kılan fahiş ayrılıkların bulunmasına
rağmen bunu göremeyip bazı hususlarda aralarında benzerlikler bulunan iki şey
arasında fasid kıyaslamalar yapmış olmalarından ötürü sapıklığa düşmüşlerdir.
Allah'ın varlığıyla yaratıkların varlığı konusunda sarfetmiş oldukları
sözlerdeki düzensizler, onların sapıttıklarının en güçlü delilidir. İcarey-le
ilgili olarak buraya kadar anlattıklarımız, "Mevcut olmayan eşyalar
üzerine akit yapılamaz." sözünü bir noktada kabullenmemizden dolayı idi.
Şimdi de önde geçen önermedeki öncüllerin ikincisini ele alacağız: Bununla
ilgili olarak yapacağımız açıklama iki yönlü olacaktır:
1- Biz bu öncülün doğruluğunu kabul etmiyoruz. Zira ne
fcitapta, ne sünnette ve ne de sahabi sözlerinde, "Mevcut ol-mayân şeym
satılması caiz değildir," diye ne genel bir lafız ve ne de genel bir
kavram yoktur. Mevcut bazı eşyaların bazı kereler satılması nasıl
yasaklanmışsa yine aynı şekilde mevcut olmayan eşyanın satılması da
yasaklanabilir. Demek ki satışın yasaklanması, eşyanın varlığı ve yokluğu
nedenine bağlanmamaktadır. Sahih hadiste sabit olduğuna göre Peygamber
(s.a.s.) bey-i gareri, yani alıcıya teslim edilmesi mümkün olmayan bir şeyin
satışını yasaklamıştır. [42]Bu
şey ister mevcut olsun ister olmasın, aynı hükme tabidir. Kaçak köle ile ürküp
kaçmış olan deve ve satıldığı takdirde müşteriye teslim edilmesine güç
yetmeyecek diğer şeyler gibi... Kişi bunları bu haldeyken birine satsa bu
sattığı şeyi hem teslim etmesi hem de etmemesi mümkündür. Dolayısıyla bir nevi
aldatmaca olan bu satış caiz değildir. Eğer hali hazırda mevcut olan bir şey
satılırsa satışın gereği olarak, alana malı teslim edilir. Ama mevcut olmayanı
satarken, satıcının bu eşyayı teslim etmesi, müşteri de bunu risk ve kuman göze
alarak satın almaktadır. Eğer mümkün olursa teslim alacak; satıcı partiyi
kaybedecektir. Eğer teslim alması mümkün olmazsa bu defa müşteri partiyi
kaybedecektir. îşte böyle mevcut olmayan bir şeyin satımı aldatmaca bir alışveriş
olduğundan Ötürü yasaklanmıştır. Yine buna benzer olarak, "Şu hayvanın
gebe kalıp ta doğuracağı yavruyu sattım," veya, "Şu bahçedeki
ağaçların tutacakları meyveleri sattım," dese bu da bir aldatmaca ve
kumardır. Zira hayvanın gebe kalıp kalmayacağı, kalsa bile ne vasıfta bir
yavru doğuracağı belli değildir. Aynı şekilde bahçedeki ağaçların meyve verip
vermeyecekleri, verseler bile ne miktarda verecekleri meçhuldür. Dolayısıyla
bu alışverişler, yüce Allah'ın yasaklamış olduğu kumar türünden alışverişler
gurubuna girmektedirler. Yine bunun gibi bir kişi, kiralayacağı adama teslim
edemeyeceği hayvanı veya akan kiralarsa bu da caiz olmaz. Çünkü bu nesneleri
teslim edip edemeyeceği henüz belli değildir. Dolayısıyla bu da bir aldatmaca
icarı olmaktadır.
2) Şar'i, bazı yerlerde, mevcut olmayan şeyin satımının
sahih olabileceğini beyan buyurmuştur. Birçok yerlerde de olgunlaşmadan
hurmanın, başaklan dolmadan hububatın satımını yasaklamıştır. Ki bu sahih olup
birçok sahabîden rivayet edilen bir hadise dayanmaktadır. Olgunlaşma eserinin
görülmesiyle görülmemesi arasında bir ayırım yapmış, birinci durumdaki satışı,
helâl, ikinci durumdaki satışı ise haram kılmıştır. Ama müşteri, olgunlaşmamış
meyveleri aynı halde, olgunlaşmalarını beklemeden toplamak üzere satın alırsa
bu satış ittifakla caiz olur. Ancak olgunlaşmamış meyveleri, olgunlaşır
ümidiyle satmak caiz değildir. Caiz olması için tam olgunlaşıncaya kadar
beklemeleri gereklidir. İmam Malik, Şafiî ve Ahmed bin Hanbel gibi cumhur-u
ulema bu görüştedirler. Bu alışveriş, olgunlaşmadan kabul edip toplama
şartıyla caiz gören ve olgunlaşır ümidiyle olgunlaşmadan satın alıp
olgunlaşmasını bekleme şeklinde yapılan satışı yasaklayanlar, Peygamber
efendimizin yasaklamasıyla ruhsat verişi arasındaki farkı görememişlerdir. Bu
görüşte olanlar derler ki: "Satımı yapılan şey, akit icabı olarak
satıldıktan sonra hemen müşteriye teslim edilmelidir. Tehir edilmesi caiz
değildir.
Bunlara şöyle bir cevabımız
olacaktır: Eşyayı satıştan, he-men sonra müşteriye teslim etmek akdin gereği
değildir. İddianıza göre bu teslim işini akit dolayısıyla ya şar'i zorunlu
kılmıştır veya akdi yapan iki taraf, bunu kendi üzerlerine zorunlu
kılmışlardır. Ki bu iki varsayım da gerçeğe ters düşmektedir. Satış yapıldıktan
sonra akit icabı eşyayı hemen teslim etmek ne şar'in zorunlu kıldığı bir husustur.
Ne de tarafların kendilerini uymaya zorladıkları bir şartlarıdır. Bunun
aksine bazan muayyen bir şeyi bilahare teslim etmek üzere satarlar. Bazan da
selem akdinde olduğu gibi, (alınacak mal zaten sonradan alınacaktır da)
verilecek parayı da sonra bırakma gibi bir şartı kabul ederek akit
yapabilirler. Örneğin sahabeden Hz. Cabir (r.a.), Mekke'deyken devesini
Peygamber efendimize satmış, ancak Medine'ye kadar, hayvanın sırtını (kendi
binmesi veya yükünü yüklemesi için) bu satıştan istisna etmişti. Bu örnek
gözönüne alınarak malını satan bir kimse, sattığı malın da sahih bir maksadı olduğu
takdirde bazı menfaatleri bu satıştan istinsa edebilir. Mesela bir ev veya
dükkânı satarken içinde bir süre daha oturmayı şart koşarsa veya binek
hayvanını satarken bir müddet daha sırtına binmeyi şart koşarsa veya bir mülkü
hibe edip menfaatini istisna ederse veya köleyi azad edip bir müddet daha
hizmet etmesini şart koşarsa veya bir malı vakfedip gelirinin hayatı boyunca
kendisine ait olmasını şart koşarsa bu istisnaî şartlar İmam Ahmed bin Hanbel
ve diğerlerine göre caizdir. İmam Ahmed'in bazı arkadaşları demişler ki; kişi
sattığı malın menfaatini istisna ederek akit yapmış olsa bile, satmış olduğu
adama malı teslim edecektir. Ancak menfaatini sağlamak üzere bu istisna
şartını yerine getirmek istediğinde malı geçici olarak yeni sahibinden isteyip
alır. Bu yöntem fasid bir kurala göredir. Akitten hemen sonra malı teslim alma
hakkının doğması zayıf bir kavildir. Bu prensibe dayanarak bazıları derler ki:
İcare, ancak akitten sonraki bir süre içinde caiz olabilir. Bunu söyleyenler,
insanların bazan yaptıkları işlerin her halükârda kendilerini de bağlayıcı
olduğuna inanmışlardır. Ki bu fasit bir kıyastır. Bu kıyasa dayanarak demişler
ki; kiradaki bir mal satılamaz. Satılsa bile bu akit geçersizdir. Zira menfaat,
satışın içine girrr^miş olmakta ve müşteriye almış olduğu mal kirada bulunduğu
gerekçesiyle teslim edilememektedir. Bazıları da den^r ki; bu istisna şeriatçe
yapılan bir istisnadır. Satıcının şart: olarak ileri sürdüğü istisnaya benzemez.
Mesela evli cariyeyi efendisi satacak olursa bu satış, her ne kadar cariyenin
kadınlık faydası erkeğine ait olarak kalsa bile yine ittifakla sahihtir.
• İlgili kitaplarda bu olaylar arasındaki
ayrıntılar geniş bir şekilde anlatılmıştır. Bütün bunlar o zayıf ve temelsiz
prensipten doğmaktadır. Ki o; "Akit yapıldıktan sonra malın derhal
müşteriye teslim edilmesi gerekir," prensibidir. Bu prensibi destekleyecek
şer'î bir delil de mevcut değildir. Satılan eşya veya menfaatleri teslim alma
borçlardaki teslim alma gibidir. Bazan mümkün olduğu kadarıyla akitten hemen
sonra, satılan şey teslim edilir. Bazan da herhangi bir maslahattan ötürü malın
teslimi akit gereğince tehir edilir. İşte bu sebepledir ki Peygamber (s.a.s.)
efendimiz, olgunlaşma emareleri görüldükten sonra ağaç üzerindeki meyvelerin
satımına ruhsat vermiştir. Bu durumda satılan meyveler olgunlaşıncaya kadar
bekletilir. Sulama ve diğer hizmetler, satıcıya aittir. Olgunlaşmamış olan bu
meyveler, olgunlaşıncaya kadar bekletilirken arada ilave olarak bir miktar
daha yetişecek olursa onlar da bu satışa dahil olurlar. Müşteri, olgunlaşmamış
bu meyveleri teslim aldığında, kiradaki eşyayı teslim almış gibi olur. Ki bu
teslim alışı, onlar üzerinde tasarrufta bulunma hakkını kendisine kazandırır.
Ulemarun zahir görüşleri bu doğrultudadır. İmam Ahmet-ten de bu meyandaki iki
rivayetin en doğru olanı budur. Teslim alışı, doğacak zararları kendisine
intikal ettirmez. Aksine, olgunlaşma emareleri görüldükten sonra meyveler telef
olursa bu zararı, meyveleri satmış olan taraf karşılar. İmam Mâlik, ve diğer
Medine alimleri, İmam Ahmed ve diğer hadis alimleriyle mam Şafiî bu
görüştedirler. Sahih-i Müslim'de rivayet edilen bir hadis-i şerifte Peygamber
efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Kardeşine (bir
miktar ağaç üzerinde) meyve sattıktan sonra bir felâket gelip o meyveye isabet
ederse, kardeşinin malından bir miktar (para) alman sana helal olmaz!
Haketmedikten sonra
sizden biriniz, kardeşinizin malını ne (hak) ile alır?" [43]
Evet bu konuda
eleştiride bulunan kişi "Tasarruf hakkını doğuran her teslim alma zararın
telafisini de o kişiye ait kılar. Tasarruf hakkı doğurmayan teslim almasalarsa,
zararın telafisini o kişiye ait kılmaz," derken bu sözünü doğrulayacak
şer'î bir delil ileri süremez. Çünkü ağaçtaki meyveleri satın almak üzere
bahçeyi kiralayan şahıs, bahçeyi teslim almakla bahçe üzerinde tasarruf
hakkkını elde etmekte, bununla beraber meyvelere bir zarar gelmesi halinde bu
zarara katlanmamaktadır. Yonca satmak ta bu kabildendir. Alimlerden bir kısmı
ancak yoncanın demet demek satımına cevaz vermişlerdir. Çünkü bu, olgunlaşma
emareleri görünmeyen ağaçtaki meyvenin satımı gibidir. Sonra bazı alimler de
demişler ki; yoncaları, kökleriyle birİikte satmak, bahçeleri ağaçlarıyla
satmak gibidir. Ki bu da meyvelerin tam olarak olgunlaşmadan satılabileceği
hükmüne tabidir. Bu hususta şahinliği ittifakla kabul edilen bir hadiste peygamber
(s.a.s.) şöyle buyurmaktadır.
"Kim aşılanmış
bir hurmalığı satarsa onun tutacağı meyvesi, satıcıya aittir. Ancak müşteri
bunun aksini şart koşarsa meyve de satışa dahil olur." [44]
İşte burada tam olarak
olgunlaşmayan ağaç üzerindeki meyveleri satmak caiz olmaktadır. Bu meyve
bahçesinin bakımı da artık alıcıya ait olur. Şu da bilinmelidir ki; ağaçtan
kasıt ağacın aslıdır. Yoncadan kasıt ise, otudur. Bu ikisi birbirine
kıyaslanamaz. İmam Malik ve İmam Ahmed ile diğerleri bu satışın caiz
olabileceğini söylemişlerdir. Ve bu satışta ancak demet halinde olursa
caizdir. Bir vecihle de olsa, satımına cevaz verilen şeyin satımı
yasaklanmıştır, denemez. Ancak olgunlaşıncaya kadar mümkün meyvelerin satımı yasaklanmıştır.
Ki henüz yeşermemiş yoncaların otları bu yasak kapsamına girmemektedir. Bu
nedenle alimlerin bir çoğu bostanların, yoncaların henüz yeşermemiş otları
satılır da sonra bir afet dolayısıyla bu otlar telef olursa, bu zararın telafisini
de yasağın kapsamına alarak şöyle demişlerdir: Bir bahçede çalışıp ta meyveler
yetiştikten sonra, afetten dolayı bir zarar doğacak olursa bunun işçiye telafi
ettirilmesi, meyvenin olgunlaşma emareleri görülmeden satımı gibi caiz
değildir. Hatta bazıları bu işlemin aleyhine bir icma bulunduğunu da
nakletmektedirler. Şöyle ki Hz. Ömer (r.a.), Üseyd bin Hudayr'ın bahçesini üç
seneliğine kiraladı. Peşinat olarak aldığı parayla da Üseyd'in borcunu ödedi.
Çünkü Hz. Ömer, Üseyd'in vasisi idi. İbni Ukeyl, kiralık arazi-lerdeki bahçe
ve bostanların zararlarının telafisine arazi ile bostanın birbirinden ayrılması
mümkün olmadığı takdirde cevaz vermiştir. İmam Mâlik te zararın üçte birinin
telafisine cevaz vermiştir. Hz. Ömer'in bu husustaki yargısına sa-habilerden
hiç kimse karşı çıkmamıştır. Çünkü o doğru olanı yapmıştır. Satışla, zararın
telafisi arasındaki fark, yine satışla kiralama arasındaki fark gibidir.
Bilindiği gibi
Peygamber (s.a.s.), tarladaki ekinlerin başaklan iyice dolmadan satılmasını
yasaklamıştır. Ama bir kişi ekin ekmek niyetiyle tarla kiralarsa bu sahih
olur. Evet, henüz ortada mevcut bir ekin yoktur. Fakat bu ekinler, onu
kiralayanın emeği sayesinde mevcudiyeti kazanacaktır. Bunda mal sahibinin emeği
hiç mi hiç rol oynamamaktadır. İçindeki köklere hizmet edip su vererek sebze
yetiştirmek isteyen birinin boş tarla kiralaması da böyledir. Kira ile tutan
müşteri değil, müstecir olmaktadır. Ağaç üzerinda olgunlaşma emareleri
görülmeyen meyveleri satın alan kişi bir müşteri olup, olgunlaşmamış bu meyve
ağaçlarının bakım ve sulanması da mal sahibine aittir. Eğer dense ki bostan,
varlığı mevcut olan bir şeydir. Bu gibi şeylerin icarı da caiz öl-
tiiaz diyenlere ik
yönlü bir cevabımız olacaktır:
a) tcar edilen
tarladaki ekinler nasıl ki önceden mevcut olmayıp emekçinin emeği sonucu varlık
alanına çıkıyorsa, aynı şekilde bostandaki sebzeler de Önceden mevcut olmadıkları
halde kiracının emeği sonucunda varlık alanına çıkıp mevcudiyet
kazanmaktadırlar. Eğer tarladaki ekin, emekçinin emeğinden değil de bostandaki
sebze köklerinden meydana gelmiştir, denecek olursa bu, islâm hukukunca
nazar-ı itibare alınmayacak bir ayırım olur. Nitekim mü-zaraa ve müsakaat
ortaklıklarında da görüldüğü gibi emekçi taraf mal sahibinin tarlasından veya
bahçesinden elde edilen meyve veya ekinlerden bir kısmını almaya hak kazanmaktadır.
Her ne kadar ağaçlar veya tohum mal sahibine ait ise de, bu hüküm böyledir.
Önceden mal sahibi tarafından verilen tohum, hasat zamanı tekrar mal sahibine
iade edilmez. Bu hususta hadis ve sahabe icmaı vardır. Sahih hadisle de sabit
olduğuna göre de Rasulullah (s.a.s.) Hayber ahalisiyle imareti kendi mallarıyla
yapmak kaydıyla tarlalardan ve bahçelerden elde edilecek mahsulün yarısı üzerine
muamele yaparak anlaşmıştı. Hayberdeki tarla, hurmalık ve suların mülkiyeti
islâm devletinin olmuş ancak Hay-berliler, tohumu kendilerinden olmakla
birlikte buradan elde edecekleri, mahsulün yarısını kendileri alacak, diğer yansım
da islam devletine vereceklerdir.
Yukarıda geçen
itirazın islam hukukuna hiçbir tesiri olmadığı böylelikle anlaşılmış oldu.
Elde edilen mahsulün
ortaklar arasında paylaşıldığı müsakaat ve müzaraa işlemlerin de bu itirazın
hukukî bir tesiri olmadığına göre, icar muamelelerinde hiç tesiri olmaz. Çünkü
müzaraada ortaklar arasında anlaşmazlık olması muhtemel ise de icar
işlemelerinde bu gibi anlaşmazlıklar kesinlikle vuku bulmaz. Bu durumda
tarlanın icarı, müzaraadan daha münasip oluyorsa, bahçenin icarı da müsakaaıtan
daha münasip olur.
b) Bahçe ve bostan icarı, süt ana ve kuyunun icar edilmesi
gibidir, "a" şıkkında söylediğimiz gibi burada söyleyeceklerimiz de
aynı doğrultuda olacaktır. Süt ananın kiralanması kıyasa muhaliftir diyenler;
"İcar akdi eşyalar üzerinde değil de sadece menfaatler üzerinde
yapılabilir," sanısına kapılmaktadırlar. Ki bu hususta ne kitap, ne
sünnet, ne icma ve ne de kıyastan herhangi bir delil yoktur. Genel prensiplerin
ifade ettikleri gibi, aslında yerinde sabit kalıp azar azar üreyen eşyalar mal
değil de menfaat hükmündedirler. Ağaç-meyve, hayvan-süt gibi. Yine aynı şekilde
şer'i vakıfla ilgili konularda da bu ikisini aynı kabul etmiştir. Genel kural;
aslı yerinde sabit tutmak, bundan sağlanan faydayı sebil etmektir.
Vakfın amacı ev içinde
oturmak gibi bir menfaat olabilir. Yoksullara meyve vermek için ağaç
vakfedilebileceği gibi, yine* yoksullara süt ihsan etmek için davarlar da
vakfe-dilebilir. Ariye, menha ve eriyye de böyledir.
Ariye: Kullanıp işini
gördükten sonra tekrar sahibine iade etmesi şartıyla , bir eşyanın muhtaç
birine geçici olarak verilmesidir. Menha: Sonradan tekrar sahibine iade
edilmesi şartıyla süte ihtiyacı olan birine hayvanın geçici olarak verilmesi
ve onun, bu hayvanın sütünden yararlanmasıdır. Eriyye: Meyvesini vermek
demektir. Süknâ: Muhtaç birine sonra iade etmesi şartıyla içinde oturması için
geçici olarak bir evin verilmesi demektir.
Yine ayın şekilde
icaralerde bazen mevcut olan bir eşya, mevcut olmayan bir menfaatinden
yararlanılması kasdiyle kiralanabilir. Evin, içinde oturulması gayesiyle
kiralanması örnek olarak gösterilebilir. Bazen de mevcut olan bir eşya,
kendisinden peyder pey üreyecek olan bir maddesinden yararlanılması amacıyla
kiralanabilir sütana kuyu ve pınarın kiralanması buna örnek olarak
gösterilebilir su ile süt peyder pey üreyen ve kaynaklan sabit olan
maddelerdirler. Böyle olduklarına göre eşya değil de menfaat hükmüne
girmek-•tedirler. Bunların icralarının caiz olması aralarında ortak bir nitelik
olan, sonradan meydana gelme dediğimiz husustur. İcar akdi peyderpey elde
edilecek bir eşya da olsa (süt ve su gibi), menfaatte olsa (evde oturmak gibi)
caiz olur. Burada birinci kısımdaki süt ve su cisimdir, ikinci kısımdaki evde
oturmak menfaati ise bir cisim (ev) ile birlikte var olabilmektedir. Bunların
kiralanması öncelikle caiz olur. Çünkü buradaki oturma menfaati bir cisim
olmayıp, cismin tamamlayıcısı olan bir sıfatıdır. Cisim olmadan bu sıfat ta
mevcut olmayacağına göre, üzerine icar akdi yapılması da caiz olmaz. Süt
ananın ve süt için icar edilen hayvanların iaarı da buna kıyaslanabilir. Şunu
da hatırlatmakta yarar vardır ki; süt ana, bazan belli bir ücret karşılığında
bazen yedirilip giydirilmesi karşığıhğında kiralanır. Bazan yiyecek ve
giyeceleri, ayrıca alacağı belli miktardaki ücretine eklenir. Davarlara gelince
bunlar, sütleri için kiralandıklarında bunların bakımı ve yemleri bazan mal
sahibine, şart koşulduğu takdirde bazan da müşteriye ait olur. Bu ikincisi
bostanlardaki zararın kiracıya telafi ettirilmesine benzemektedir. Süte gelince
çocuk bunu içip tüketmekte ve gıdalanmaktadır. Pınarın kiralanması da böyledir.
Pınarın suyu ile tarla sulanmakta ve ürünün yetişmesine yaramaktadır. Ama sütü
satın almak böyle değildir. Bu alışverişte satın alınan şey müşteri tarafından
teslim alınmaktadır. Bunlardan birincisi kira, ikincisi ise satıştır. Aslında
burada sadece bir kavram münakaşası vardır. Önemli olan kavram değil,
maksattır. Bazı fıkıh-çılar vardır ki kavramların zıtlığını, akitlere de etkili
olabileceğini', akitlerin bazı kavramlarla sahih, bazılarıyla da fasid
olabileceğini iddia etmektedirler. Meselâ bunlardan bir kısmı; satış yapılırken
satış kelimesi yerine peşin selem kelimesi kullanılacak olursa alışverişin caiz
olamayacağım, satış kelimesi kullanılacak olursa alışverişin caiz olabileceğini
söylemektedirler. Bazıları da der ki; müzaraa muamelesinde tohumun emekçi
tarafından verilmesi şart koşulacak olursa bu aktin caiz olamiyacağını
söylemektedirler. Ama bu muamelede müzaraa değil de icar kelimesi kullanılacak
olursa akit caiz olur demişlerdir. İmam Ahmed bin Hanbel'in bazı arkadaşlarınca
ileri sürülen bu görüş zayıftır. Zira akitlerde itibar, kelimelere değil de
maksatlardır. Her iki yerdeki maksat aynı ise bu akdin bir kavramla değil de
baka bir kavramla caiz olabileceğini söylemek, bir değil de başka bir dille
söylemek gibi bir şeydir. Şunu da hatırlatmakta yarar vardır ki; iki kavramdan
biri, Öbürünün gerekli kılmayacağı bir hükmü gerekli kılıyorsa bu ayrı bir
durum meydana getirir. Aslında bu kitap bu tür meselelerin genişçe
anlatılacağı bir yer değildir. Asıl maksat, kıyasa uygun, kıyasa zıt denen
hususlarla ilgili bir tenbihte bulunmaktadır. Şar'i, süt ana icarıyla hizmetçi
icarı arasında yaptığı gibi iki şeyin hükmünü eşleştirdiğinde bunların arasında
bir fark olsa bile bunun hukukî bir etkinliği olamaz. İki şeyin hükmünü
birbirinden ayırdığında, aralarında bazı ortak yönler olsa bile diğer taraftan
aralarında bulunan farkın hukukî etkinliği olur. [45]
Bu mevzuyla ilgili
olarak bazı frkıhçılar derler ki; diyeti akrabalara yüklemek kıyasa
muhaliftir. Buna gerekçe olarak ta, bir şeyi telef etmenin karşılığını, bizzat
telef eden kişi ödeyecektir, mealinde olan hükmü ileri sürmektedirler. Bu
hususta insanlar, akrabalar diyeti otomatikmen mi üzerlerine alırlar, yoksa
yargı mekanizması mı bunu üzerlerine yükler? diyerek ihtilafa düşmüşlerdir.
Kişinin kendi aile efradının fitrelerini ödemesi buna benzer bir olaydır. Kişinin
kendi hanımı veya çocuklarının fitresini ödemesi otomatikmen mi, yoksa
şeriatçe mi ona yüklenir? diye bir ihtilaf ta mevcuttur. Bilindiği gibi bu
hususta İmam Ahmed bin Hanbel'in mezhebi ile diğer mezhepler arasında bir görüş
ayrılığı mevcuttur. Buna dayanılarak ta şöyle bir faraziye ortaya
atılmaktadır Bir kişi, asıl yükümlünün iznini almaksızın onun üzerine vacip
olan fitreyi Öderse bu, ödeyenin kendiliğinden ödemesi dolayısıyla caiz^olur
diyenler olduğu gibi, caiz olmaz diyenler de olmuştur. Buna bağlı olarak ta akrabaları
olmayan birisi eğer birini öldürürse kati, diyeti ödemekle yükümlü olur mu
olmaz mı? diye bir soru ortaya atılmaktadır. Diyeti akrabaların ödemesi özel
bir durum olup bu mevzuda kesin yargılar mevcuttur. Şundan ki; öldürülenin
diyeti büyük bir meblağ tutmakta, katilinse bunu tek başına ödemesi mümkün
olmamaktadır. Yalnız şunu da kaydetmek gerekir ki; akrabaları, hata sonucu
öldürmelerde diyeti üzerlerine alırlar. Kasıtlı öldürmelerde ise bunu taahhüt
etmezler. Bu hüküm üzerinde ittifaka varılmıştır. Kaste benzer [46]
öldürmelerde ise ihtilaf mevcut olup en kuvvetli görüşe göre akrabalar bu
durumda diyeti ödemeyi taahhüt etmezler.
Hata sonucu
öldürmelerde katil, mazeret sahibi olduğundan kendisine tolerans
tanınmaktadır. Diyeti ona yüklemek, büyük çapta malî zarara girmesine yol
açar. Oysaki onun bu işte kasıt yoluyla işlemiş olduğu bir günahı da yoktur.
Ama bunun yanında maktulün kan bedelinin ödenmesi de zorunludur. îşte bu
nedenle şar'i, katile yardım edip onu desteklemeleri hususunda akrabalarını
yükümlü tutmuştur. Akrabaların bu parayı ödeme yükümlülükleri, kişinin kendi
ailesi veya yoksullar için veya düşman diyannda-ki esiri kurtarmak için para
harcamakla yükümlü oluşuna benzer. Burada katil de bu diyet yükünün atlında
kaldığından ötürü, adalet mekanizmasının pençesindeki bir esir durumundadır.
Ayrıca katil, alışveriş veya karz-ı hasen yoluyla kendi iradesiyle yaptığı
borçlanmalarda olduğu gibi bu diyet borcunu kendi serbest iradesiyle üzerine
almış ta değildir. Yine bu diyet borcu, başka birinin malını telef etmekten
ötürü doğan az bir borç ta değildir. Başkasının malını telef etmekten ötürü
doğan borçların insan diyeti meblağına varması çok ender görülen
durumlardandır. Oysa hata eseri adam öldürmede durum bunun tersinedir. Bu
olayda maktulün canına veya malına kasıt söz konusu değildir. Şayet canına
veya malına kasıt söz konusu olsa, zayiatı yapan ceremeyi çeker. Gerekli
cezayı görür. Hata eseri olarak bir mal telef edilecek olursa bunun bedeli örfe
göre, insanın diyetinden elbetteki daha az olacaktır. Bu sebeple de birçokları
demişler ki; diyetin ancak büyük kısmını akrabalar öderler. İmam Malik ile
İmam Ahmed bin Hanbel'e göre akrabalar, diyetin ancak üçte birini Öderler,
İmam Azâm'a göre başkasının dişini kıran veya kafatası, alnı, yanak veya burun
kemiklerini derisi soyulup ta açığa çıkacak şekilde yaralayanların malî
cezalarını akrabaları Ödemez. Ancak bunun üzerindeki meblağlara varan para
cezalarını akrabaları öderler. Bu cezalarda şariin buyurduğu şekilde yoksullara,
yolculara ve muhtaç akrabalara ihsan yapılarak ödenir. Bilinen bir husustur ki,
toplumun maslahat ve menfaatları ancak bu güzelim şer'î kurallarla
gerçekleştirilebilir. Allah Teâlâ Hazretleri, insanları zengin ve yoksul olmak
üzere iki kısma ayırmıştır. Toplumun faydası da ancak, yoksulların
eksikliklerini tamamlamakla gerçekleştirilebilir. Örneğin fakirlere zararı
dokunur gerekçesiyle faiz yasaklanmıştır. Yoksullara sadaka verme emri, faizi
yasaklanma türünden bir olgudur. Faiz ve sadakayı Kur'an-i Kerîm'de yüce Allah
bir arada zikrederek şöyle buyurmaktadır:
"Allah, ribanın
bereketini giderir. Sadaka (sı verilen mal)ları ise artırır." (Bakara: 2/276)
"İnsanların
mallarından artış olması için fazı (cin-sin)den verdiğiniz şey Allah katında
artmaz. Allah'ın rızasını dileyerek verdiğiniz zekât ise, sevaplarını kat kat
arttıranlar onlar (onu verenler)dir." (Rûm: 30/39)
Yüce Allah, Bakara
Sûresinin sonunda hüküm bakımından mallan adalet, fazilet ve zulüm sınıfı halinde
üçe ayırmıştır. Adalet malı helâl ticaretten kazanılan maldır. Zulüm malı,
faizden kazanılan maldır. Faziletli malı ise sadakayla verilen bir maldır. Bu
meyanda da sadaka verenleri bir maldır. Bu meyanda da sadaka verenleri övmüş,
faizcilik yapanları kötülemiş, sadaka verenlerin sevabını, faizcilik yapanların
cezasını açıklamıştır. Normal alışveriş yapanlara, belli bir vadeye
borçlananlara da ruhsat vermiştir. Bu baptan olmak üzere diyeti de bazı
insanların diğer bazı insanlar üzerindeki haklarından olarak akrabaların
üzerine yüklemiştir. Tıpkı Müslüman üzerindeki hakkı, komşunun komşu
üzerindeki hakkı ve hanımın koca üzerindeki hakkı gibi...[47]
Kıyasa muhalif olduğu
idda edilen hükümler iki türdür:
a) Üzerinde ittifaka varılan tür. b) Üzerindeki ihtilafa
düşülen tür.
Hükmü üzerinde
tartışma yapılmayan olayların kıyasa uygun olduğu açıkça bilinen bir husustur.
Dolayısıyla bu tür hükümlere göre kıyas yapılabilir mi? Yapılmaz mı? Sorusu
akla gelmektedir. Ebû Hanife'nin taraftarlarından bir gurup fıkıhçı buna göre
kıyas yapılamacağım ileri sürmektelerse de cumhur-u ulemâ kıyas
yapılabileceğini karara bağlamıştır. Ki İmam Şafii, İmam Ahmed ve diğerlerinin
taraftarları da bu görüştedirler. Bunlar verdikleri ölçüye göre önce kıyasın
şartlarına bakılacaktır. Kıyasın aslî illeti bilinince de bu illetiyle ortak
yanı bulunan olaylar da buna göre kıyaslanırlar. Bu yapıldıktan sonra da ister
kıyasa muvafık ister muhalif desinler nazar-ı itibare alınmaz. İlletler
arasında ayrılık olunca da tabii ki kıyas yapılamaz.
Gerçek şu ki, İslâm
şeriatinde sahih kıyasa muhalif olan hiçbir hükmü mevcut değildir. Eğer bir
hükümle ilgili olarak, bu kıyasa muhaliftir deniliyorsa bu hükmün, kendisine,
kıyaslandığı olaydan ayrılacağı bir vasfa sahip olması gerekir. Ki
pozisyonları ve yargıları da ayrı olsun. Ve aralarındaki bir kıyaslamaya
gidilemesin. Üzerinde ihtilaf edilen türe gelince bunu da şu şekilde
örneklendirebiliriz: Bir kişi şe-riatte mevcut bir emre zıt bir hadisi delil
olarak ortaya sürerse bazıları bunun kıyasa ve usuli kıyasa muhalif olduğunu
söyleyebilirler. Buna musarrat[48]
hayvanın satımını örnek olarak gösterebiliriz. Ki bununla ilgili olarak
Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Ne devenin ve ne
de koyunun (sütlerini hapsederek) memelerini şişirmeyin. Bir kişi bu durumdaki
bir hayvanı (bilmeyerek) satın alır da sütünü sağdıktan sonra (durumu anlarsa)
alıp alamakta serbesttir. Eğer beğenirse yanında tutar. Beğenmezse geri verir.
Ve bir ölçekte hurma verir."[49] Bazı
kimseler derlerki bu, bazı yönlerden usuli kıyasa muhaliftir. Şöyle ki: Satılan
mal, kusursuz ve sıfatından bir değişiklik olmaksızın geri verilmektedir.
Gelir, gider kar-şılığmdadır. Müşterinin yanında sağılan süt de bir gider
karşılığında müşteriye mal olmaktadır. Ki müşteri bu süt karşılığında, asıl
mal sahibine gider olarak bir şeyler vermiştir. Süt emsali bulunan
şeylerdendir. Sütün karşılığında süt verilmesi gerekir. Emsali bulunmayan
şeylere karşılık olarak ise para verilmesi gerekir. Hadis-i şerife göre ise
süte karşılık olarak hurma verilmesi öngörülmektedir. Karşılığı verilmesi
gereken malın, şeriatçe takdir edilen bedeli değil de gerçek bedelinin Ödenmesi
gerekir. Oysa hadiste, süte karşılık olarak bir ölçek hurma verilmesi takdir
edilmiştir.
Hadis-i şerife uyanlar
derler ki: Sizin bu anlattıklarınız hatalıdır. Hadis, fıkıh usulüne ters
düşmemektedir. Ters düşse bile asi olan hadistir. Tabii, hadisin yanı sıra
diğer asıllar da mevcuttur. Asılların birbirleriyle çatışmamaları gerekir.
Aksine, hepsinin uyum içinde olmaları gerekir. Zira bunların tümünün kaynağı
ilahî vahiydir. "Satılan mal kusursuz ve sıfatında bir değişiklik
olmaksızın geri verilmektedir," sözüne gelince fıkıh usulünde sadece bu
iki nedenden ötürü mal geri verilebilir, diye bir kural mevcut değildir.
Tedlis nedeniyle de satılan mal geri verilebilir. Tedlis, malın sıfatında bir
değişiklik olduğundan ötürü geri verme sebebi olabilir. Bir mal satılırken
sıfatları bazen sözle anlatılır. Bazen de bir hareketle gösterilir. Eğer satıcı,
"Malım şu şu vasıflara sahiptir," dese ve sattıktan sonra bunun tersi
bir durumla karşılaşılacak olursa satışta tedlis var demektir. Kervanlar şehre
girmeyip piyasayı öğrenmeden önce dışarıda karşılanarak ellerindeki malları,
"Şehirde ancak bu fiyata satılabilir" diyerek belli bir fiyat
üzerinden satın alındığı ve sonra da piyasanın daha yüksek olduğu anlaşıldığında
satıcılar muhayyer olurlar. Alışverişi bozup mallarını geri alabilirler.
Muhayyer olma hakkını onlara Rasulul-lah tanımıştır.
"Gelir, gider
karşılığınadir," sözüne gelince musarrat hayvanın satışıyla ilgili hadis,
ehl-i ilmin ittifakıyla sahihtir. Mamaafih bu hadis ile bu kural arasında bir
zıtlık ta yoktur. Bizim gelir kelimesinden maksadımız; hayvan, müşterinin
yanındayken ondan elde edilen şeylerdir. Burada bahse konu süt, satış
yapıldığı esnada hayvanım memesinde mevcut idi. Sağılan sütün karşılığının
başka şeyle (hurmayla ödenmesine ve bunun da şeriatçe takdir edilmesine gelince
diyeceğimiz şudur ki; satış esnasında hayvanın memesinde mevcut olan süt, daha
sonra memenin içinde gelen sütlerle karışmış olabilir. Dolayısıyla da sütün
miktarını bilmek güçleşir. Bu nedenle sari; bu sütün karşılığını cins ve miktar
olarak kesin bir ölçüyle belirtmiştir. Ki satıcıyla müşteri arasında herhangi
bir münakaşaya mahal kalmasm. Sütün karşılığı kendi cinsinden olmayan bir şeyle
takdir edilmiştir. Eğer kendi cinsiyle takdir edilmiş olsaydı, bu karşılık,
asıl sütten az veya çok olabilirdi. Ki bu da faize yol açacaktı. Ama kendi
cinsinden olmayan bir şeyle takdir edilince bu bir ölçek hurmaya karşılık
olarak, miktarı bilinmeyen bir süt satın alınmış oluyor. Hurma, Medine
ahalisinin yediği yiyeceklerdendir. Ölçekle ölçülen bir gıda maddesidir. Aynı
şekilde süt te ölçekle ölçülebilin bir gıda maddesidir. Hiçbir işleme ve
sanata ihtiyaç duyulmadan süt, içilebilir. Hurma da öyle, Ama sözgelimi buğday
ve arpa böyle midir? Bunlar, bazı işlemler yapılmadan gıdalanmaya alışverişli
hale gelmezler. Şu halde hurma, Medinelilerin gıda maddeleri arasında süte en
yakın olan bir yiyecek olmuş olur. Bu nedenle de ictihad yapılarak bütün
şehirlerdeki insanların bu süt karşılığında bir ölçek hurma vermesi
kararlaştırılmıştır. Aynı şekilde fitre için de bir ölçek arpa veya hurma ödenmesi
ictihad gereğidir. [50]
Bazıları derler ki;
kişinin tek başına safın gerisinde namazı kılmakla emrolunması kıyasa
muhaliftir. îmam, en önde tek başına durmaktadır. Peşi sıra erkeklerin safı, ondan
sonra kadm tek olsa bile erkeklerin safının gerisinde tek basma durarak
namazını kılar. Sünnet olan şekil budur. Aslında hakikat hiç te böyle
değildir. İmamın öne geçmesi ittifakla sünnettir. İmam'a uy anlarsa, imamın
gerisinde saf tutarlar. Bu hüküm üzerinde görüş birliği sağlanmıştır. İkisini
birbirine karıştırmamak gerekir. İmam önde olupta cemaat onu görerek kendisine
uyacak olursa mükemmel bir şekilde onu izeleyebilirler. Kadınm beraberinde
namaz kılacak başka bir kadın yoksa tek başına, erkeklerin safına girmeden
imama uyar. Tabii birden fazla olduklarında sünnet gereği saf tutarlar. Kadının
durumu iki şeye delalet etmektedir:
Kendisiyle beraber namaz
kılacak başka bir kadm yoksa, tek başına erkeklerin safının gerisinde durarak
imama uyar. "İhtiyaç anında vacipler düşer," kuralına göre bu, kıyasa
uygundur. Kişinin başkalarıyla bir araya gelerek saf tutması vaciptir. Ama bu
mümkün olmadığı takdirde vaciplik-ten çıkar. Buna benzer daha bazı farz ve
vacipler ihtiyaç anında geçerliliklerini yitirirler. Mesela korku namazında cemaati
tehlikeden korumak için bazı yükümlülükler düşer. Yine bunun gibi bir kişi,
cemaatle namaz kıldığında, zorunlu olarak imamın önünde \ ilması gerekiyorsa
kılabilir. Zira buna ihtiyaç vardır. Bazı ilim ehli bu görüştedirler. İmam
Ah-med'in mezhebinde bu konudaki iki rivayetten biri bu doğ-rultadır. Bunlar,
imamın Önüne geçilmesi zorunlu olmadığı zamanlarda önüne geçilmesine cevaz
vermemektedirler. Özetleyecek olursak diyebiliriz ki saf tutmak, diğer bazı
hususlara nispetle daha vacip hükmünde değildir. Cemaat halinde iken diğer
bazı hususlar düşünce, saf tutma zorunluluğu öncelikle düşer. Genel
kurallardan biri de şudur ki; şer'an kendisinde aciz kalman şeyler, vacipleri
düşürürler. Bir günaha vasıta olmaksızın kendisine ihtiyaç duyulan şeyler
yasaklanmış değildirler. Çünkü Allah, aczi kalınacak işi kuluna yüklemediği
gibi, zorunlu olarak ihtiyaç duyulan şeyden de kulunu yoksun bırakmaz.[51]
"Rehine
hayvanlara binilir ve (sağmal ise) sütü sağılır. Nafakası da binene ve sağana
aittir."[52]
Bu hadis-i şerifin
kıyas kurallarına muhalif olduğu bazı kimselerce iddia edilmektedir. Oysaki
durum hiç te böyle değlidir. Rehine olarak bırakılan §ey eğer hayvansa, onun da
kendine göre bazı haklan olduğu gibi sahibinin ve yanına rehin olarak
bırakılan kişinin de üzerinde mevcut bazı hakları vardır. Rehinci, yanma
rehine olarak bırakılan hayvana binmez veya sütünü sağmazsa bu menfaat boşa
gider. Rehinci, hayvandan faydalanmak ister ve karşılığında da hayvanın
masraflarını kendi üzerine alırsa bu durumda iki hak ve iki fayda bir araya
getirilmiş olur. Hayvanın masrafları aslında sahibine aittir. Rehinci, bu
masrafları üzerine almakla, mal sahibinin görevini yerine getirmiş olmaktadır.
Mal sahibinin de hayvan üzerinde hakkı vardır. Bu hakkın bedelini rehinciden
isteyebilir. Burada hayvanın masraflarına karşılık olarak rehincinin bu
menfaatleri edinmesi, sözkonusu menfaatleri hayvan sahibine vermekten daha
hayırlı olur. Bir şahsın, başka birinin üzerinde bulunan borç ve benzeri
yükümlülüklerini, iznini almaksızın onun yerine ödemesi hususunda fıkıhçılar
arasında görüş ayrılığı doğmuştur, îmam Malik ile İmam Ahmed'in mezheplerinde
meşhur olan görüşe göre borcu ödeyen kişi, ödemiş olduğu parayı gidip yerine
ödemiş olduğu asıl borçludan isteyebilir. Hanefi ve Şafii mezheplerine göre
ise Ödemiş olduğu bu parayı asıl borçludan isteyemez. Bir kişi üzerine vacip
olan bu harcamayi-meselâ küçük çocuğunun veya kölesinin muhtaç olduğu nafakayı-
yaptıktan sonra bu harcamayı onlardan talep edemez. Bu görüş İmam Ahmed'in
arkadaşlarına aittir. Bunlar nafakayla borç arasında ayırım yapmışlardır. İmam
Ahmed'in
arkadaşlarından olan muhakkik bazı alimler bu ikisinin aynı olduğunu
söylemişlerdir. Mesela bir kişi, bir esirin fidyesini verdikten sonra o
esirden bu fidyeyi, her ne kadar borç değilse de talep edebilir. Ki bu görüş,
desteğini şu ayet-i kerimeden almaktadır:
"Eğer sizin
lehinize emzirirlerse onlara ücretlerin verin."
(Talak: 65/6)
Bu ayet-i kerimeden
kadınlara, arada bir akit yapmaksızın ve de babanın izni olmaksızın emzirmiş
olmalarından ötürü ücretlerinin verilmesi emredilmektedir. Bu konuda bize ışık
tutacak olan bir başka ayet-i kerimede de şöyle Duyurulmaktadır.
"Anneler
çocuklarını iki bütün yıl emzirirler. (Bu hüküm), emmeyi tamam yaptırmak
isteyen(Ier) içindir. Onların (annelerin) maruf vech ile yiyeceği, giyeceği, çocuk
kendisinin olan (babaya) aittir."
(Bakara: 2/233)
Bu ayet-i kerimede
babanın izni alınmadan ve arada bir Sözleşme yapılmadan kadın, çocuğu emzirecek
olursa baba, ücretini Ödemekle yükümlü tutulmaktadır. Hayvanın masrafları
sahibine aittir. Gerek rehinci veya kiracının, sahibine düşen masrafları
hayvanlara yapmaları halinde bu masraflarını alma hakları doğar. Eğer sahibi:
"Masraf yapmanız için ben size izin vermedim," diyecek olursa bunlar
da kendisine diyebilirler ki; "Bu masrafları senin yapman zorunluydu.
Ben de hayvanın muhafazası için yapmış olduğum bu masrafları senden istiyorum.
Ve bu hakka da sahibim"
Bu masrafları yapan rehinci
veya kiracı, hayvandan sağlamakta oldukları menfaate karşılık olarak bu
masrafları mahsup ederlerse mal sahibine iyilik etmiş olur. Aynı şekilde bir
mal, emanetçi ortak veya vekilin yanına emanet olarak bırakılacak olursa bu
kişiler, yanlarındaki mala yaptıkları masrafları, ondan sağlayacakları
menfaate mahsup ederlerse mal sahibine iyilik etmiş olurlar. [53]
Sünende mevcut bulunan şu
aşağıdaki rivayet edeceğimiz hadisin kıyas ölçülerinden çok uzak olduğu iddia
edilmektedir. Önce hadis-i şerifi nakledelim: Hasen, Kubeyse bin Hureys'ten, o
da Selem bin Muhabik'ten rivayet eder ki; Rasulüllah (s.a.s.) hanımının
cariyesiyle cinsil ilişki kuran bir kişinin, eğer zorlayarak yapmışsa cariyenin
hür olacağı ve hürriyet bedelini erkeğin hanıma vermesini, yok eğer gönül
nzalığıyla yapmışsa o cariyenin erkeğe mal olmasını ve bedelini de hanımına
vermesini hükme bağlamıştı."
Bir başka rivayete
göre de Peygamber (s.a.s.) efendimiz:
"Eğer gönül
nzalığıyla yapmışsa cariye ve cariyenin bedeli erkek tarafından hanıma teslim
edclir." hükmünü vermişti.
Bu hadisin senedi
üzerinde bazıları tartışma açmışsalar da yine bu, hasen bir hadistir. Ve üç
usulle beraber kıyasa uygun olmaktadır:
1) Bir kişi başkasına ait bir malı telef ederse ve mal
sahibinin o malı kullanmaktaki maksadını haleldar ederse telef ettiği malın
mislini öder. Mesela gasbedilmiş bir malın, üzerinde sahibinin adını veya onu
tanıtacak bir işaretini yok ederse bu hususta İmam Ahmed'in ve diğerlerinin mezheplerine
göre üç görüş mevcuttur:
a) Bu mal, sahibinin mülkü olmakta devam eder. Gasbe-den
yaptığı noksanlıkların bedelini öder. Daha fazlasını ödemeye mecbur değildir.
Bu, Safinin görüşüdür.
b) Böyle yapmış olmakla gasbeden, o malm sahibi olur.
Ancak ilk sahibine bedelini öder. Bu, Ebû Hanife'nin görüşüdür.
c) Mal sahibi, malını geri almak ve noksanlıkların
tazmin edilmesini isteyeceği gibi, malm bedelini isteyerek mal
gasbedene de
bırakabilir. Bu iki şıktan birini yeğleme seçeneğine sahiptir. Ki bu da
sözlerin en doğrusu ve en kuvvetli olanıdır.
Gasbedilmiş bir malm
veya canlının (köle gibi) manevî niteliklerini bozarsa mal sahibi yukarıdaki
seçeneklere sahip olur. Meselâ, gasbedilen canlının aklım zayıflatır, dindarlığını
bozar, sanatını unutturur veya onu güçten düşürür-se mal sahibi (efendi) aynı
seçeneklerden birini yeğleyebilir. Meselâ bir kişi, kadıya ait katırın
kuyruğunu keserse İmam Malik'e göre bedelini öder. Hayvanı da kendisi alır.
Çünkü kadı, artık bu kuyruğu kesik hayvana binemez. Ama buna rağmen kadı, yine
yukarıdaki seçeneklerden birini tercih edebilir. Aynı şekilde devlet başkanı da
birinin atının kuyruğunu veya kulağını keserse hayvanın bedelini ödeyerek
satın alır. Ama mal sahibi yine serbest olup yukarıdaki seçeneklerden birini
yeğleyebilir.
2) Telef edilen mallar, değerleri gözönünde tutularak
mümkün mertebe kendi cinsleriyle tazmin ettirirler. Nasıl ki ödünç para alan
bir şahıs öderken o paranın mislini ödüyor-sa telef edilen malların veya
hayvanların misillerini tazminat olarak ödemek gerekir. Peygamber (s.a.s.)
efendimiz, bir deve Ödünç olarak almıştı da hayvan telef olunca sahibine daha
iyisini verdi. Bir kişi bir davarı satarken baş kısmım satıştan istisna ederek
satarsa, alan da bu hayvanı kesmeyecek olursa aynı kıymette bir baş alarak mal
sahibine ödemek zorundadır. Sahabîlerin bu mevzudaki hükümleri böyledir. İmam
Ahmed ve diğerlerinin mezheplerinde bu doğrultuda rivayetler vardır. Davud ve
Süleyman Peygamberlerin bu konuyla ilgili birer kıssalarını nakletmek faydalı
olur kanısındayım:
Davar sürüsü bir bağa
girerek üzümleri telef etmiş, bağ sahipleri Davud'a (a.s.) başvurarak şikâyette
bulunmuşlardı. Bunun üzerine Dâvud (a.s.) bağ sahiplerine üzümün bedelini
koyun olarak verilmesine karar vermişti. Ancak sürü sahiplerinin mal olarak
koyunları vardı. Bunun üzerine bağ sahiplerine koyunların değer misli
verilmesini hükme bağlamıştı.
Süleyman'a (a.s.)
gelince o, davar sahiplerinin, bağını tekrar eski haline gelinceye kadar bağa
bakıp hizmette bulunmalarına, ayrıca bir süre içinde bağ imar edilinceye kadar
davarların bağ sahiplerine geçici olarak verilmesine, eskiden bağdan
sağladıkları geliri geçici olarak davarlardan sağlamalarına karar vermişti.
Bir bahçenin telefine
sebebiyet veren birisi hakkında ne karar verilmesi gerektiğini soran Ömer bin
Abdülaziz'e, İmam Zührî şu fetvayı vermişti: "Bahçeyi telef eden, eski haline
gelinceye kadar ağaç dikip bakımını yapacaktır!" Ra-bia ile Ebu'z-Zinâd
ise: "Bahçenin kıymetini ödemesi gerekir," deyince Zührî, onlara
şiddetlice kızarak fetvasını tekrarlamıştı. Ki zaten delillerin gereği de
budur. Gerekli olan; "Telef edilen malı mümkün mertebe misliyle ödemektir.
Bunu Cenab-ı Allah, şu âyetle ferman buyurmaktadır:
"Kötülüğün cezası
da ona denk bir kötülüktür."(Şuarâ: 26/42)
"Kim sizin
üzerinize saldırırsa siz de tıpkı onun üstünüze saldırdığı gibi ona
saldırın." (Bakara: 2/194)
"Eğer herhangi
bir cezayla karşılık verecek olursanız ancka size reva görülen ukubetin
misliyle ceza yapın."
(Nahl: 16/126)
"Hürmetler
karşılıklıdır." (Bakara: 2/194)
Telef edilen şey nakit
veya hububattansa bunu mümkün mertebe misliyle telafi etmek vaciptir. Telef
edilen şey elbise veya kap, veya hayvansa bu durumda da her bakımdan misli
olan bir şeyle tanzim edilmesi gerekir. Ama bazen, telef edilen şeyin mislini
bulup getirmek te güçleşir. Bu durumda iki seçenekten biri seçilir:
a) Telef edilen şeyin kıymeti kadar para verilir. Verilen
bu para cins ve nitelik bakımından telef edilen şeye her ne kadar uymasa da
değer bakımından ona eşit olur.
b) Telef edilen şey bir elbise ise aynı cisnten bir
elbiseyle, telef edilen şey bir kapsa aynı cinsten bir kapla, telef edilen
bir şey bir hayvansa aynı cinsten bir hayvanla ve de mümkün olduğu kadar aynı
değerde olması şartıyla tazmin ettirilir. Misli bulunmayan şeylerin kıymetleri
takdir edilirken eşit miktarda para Ödettirilir. Burada telef edilen şeyle
ödenen paranın cins ve sıfatları her ne kadar ayrı ise de kıymeti eşit olduğu
için şeriatçe misli olarak kabul edilmektedir. Telef edilen şeyin her bakımdan
misliyle tazmin ettirilmesi güçleştiğinde bu hüküm uygulanır. Bir kişinin bir
başkasını tokatlaması da bu bapta mütalâa edilmelidir. Bu hususta sahabîler
ittifak etmiş olup, selef uleması da aynı görüşü savunmuşlardır. Fıkıhçıların
bir kısmı tokat vuranı, vurduğu tokalın misliyle kısasa tabi tutmanın güç
olduğunu ileri sürerek ta'zîr edilmesinde karar kılmışlardır. Eşitliğin de
ancak bu yolla sağlanabileceğini ifade etmişlerdir. Bu fıkıhçılara diyeceğimiz
şudur ki: Sahabeden nakledilen rivayetler kıyasa uygundur. Tâ'zir, vurulan
tokata miktar, cins ve nitelik bakımından eşi olmayan bir olgudur. Bu hususta
takdir mercii de ancak validir. Valinin emriyle ta'zîr icabı suçluya, vurduğu
tokata hemen hemen eşit bir tokatın vurulması her ne kadar emsalliği
sağlamıyorsa da adalete çok daha yakın olmaktadır. Şunu da bilmek gerekir ki;
her bakımdan eşitlik ve denkliği sağlamak ölçeklerle ölçülen eşyada bile
imkânsızdır. Söz gelimi adamın biri, bir ölçek buğday telef edecek olursa, bir
ölçek buğday tazminat ödemekle emrolunur. Ancak ödediği bu bir ölçek buğday,
telef ettiği bir ölçek buğdaydan fazla da olabilir, eksik te... Buna dair
Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurulmaktadır. "
"Ölçüyü ve tartıyı tam
yapın. Biz bir kimseye gücünün yettiğinden başkasını teklif etmeyiz."
(En'am: 152)
Ölçü ve tartıyı
sınırlamak insanların aciz kaldığı bir iştir.
3) Kölesine işkence edenin kölesi, hürriyetine kavuşur,
îmam Mâlik, İmam Ahmed ve diğerleri bu görüştedirler. Ayrıca bu cümleden olmak
üzere Rasulullah'tan (s.a.s.) ve Hz . Ömer (r.a.) gibi ashaptan nakledilen
hadis ve haberler mevcuttur.
Hadise dayalı bir
kural, bahsini yaptığımız üç kurala da uymaktadır. Bir de şu husus vardır ki;
bir erkek, hanımının cariyesiyle cinsel ilişki kurmak ister de cariye onun bu
isteğine uyarsa erkek onu, hanımına karşı ifsad etmiş olur. Cariye de bu
isteğe uyduğundan ötürü zina işleyen kadının hükmüne girmiş olur, değeri de
eksilir. Hanım da bu cariyeyi artık eskisi gibi kendi işinde çalıştırma imkânını
bulamaz. Çünkü cariye, erkeğe olan tamahından ötürü artık hamım umursamamaya
başlar. Ayrıca erkek te artık onu kendi'kontrolü altına almaya başlar. Bu
durumda hanımın otoritesi sarsılacağından cariye, eskisi kadar kendisine itaat
etmez.
Bir zorba, bir malı
gasbedip o malın değerini eksiltecek şekilde üzerinde tasarrufta bulunursa mal
sahibi, nasıl ki ondan tazminat istiyorsa, hamını da cariyesini iğfal edip
değerini eksilttiğinden Ötürü kocasından tazminat isteme hakkı doğar. Ama
hanım, cariyenin yine kendi mülkiyetinde kalmasını ve kocasının da yaptığı bu
işten ötürü tazminat Ödemesini isterse bu isteği yerine getirilr. Buna gerekçe
olarak ta şu varsayım ortaya atılmaktadır: Bir kişi, başkasının cariyesiyle
cinsel ilişki kurmak ister de cariye onun bu isteğine muvafakat ederse,
efendisi cariyenin bedelini o kişiden isteyebilir. Hatta bedel olarak onun
dengi bir cariyeyi getirmeleri icab eder. Zira genel kural gereğince; telef
edilen malın mümkün mertebe misliyle tazmin edilmesi gerekir. Ama cariye
zorlanarak cinsel ilişkiye sokulmuşsa bu, işkence hükmüne girer. Ki bu da bir
nevi telef etme sayılır. Bu sebeple de denilmiştir ki: Bir kişi kölesini homo
seksüelli-ğe zorlarsa kölesi hürriyetine kavuşur. Zorlama esnasında kölede
veya cariyede bazı yara ve bereler, sakatlıklar meydana gelebilir. Bunlar da
onun hizmet işinde çalışmasına engel olabilirler. Bu sebeple de hanımına karşı
ifsad edilen cariyenin bedelini ödemek gerekmektedir. Cinsel ilişkiye kendi
isteğiyle girmiş olsa da bedelin sahibine ödenmesi gerekir. Bedeli ödenince de
hürriyetine kavuşur. Bu anlatılanlara kiyaslaranak denebilir ki; Bir şahıs,
kendi kölesini başkalarıyla fuhuş işlemeye zorlarsa köle, hürriyetine kavuşur.
Başkasının cariyesini de fuhuşa zorlayacak olursa cariye hürriyetine kavuşur.
Ve onu zorlayan da, mislini ödemekle yükümlü tutulur. Ancak şunu belirtelim ki,
kişinin kendi hanımının cariyesiyle başkasının cariyesini bir tutmamak gerekir.
Aralarında hukuki bir ayrılık varsa bunu gözönünde bulundurmak icap eder. Aksi
halde kıyas yöntemleri bunları eşit duruma getirir. Bu hususla ilgili olarak
yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Dünya hayatının
geçici mctaını kazanacaksınız diye cariyelerinizi, eğer kendileri de iffetli
olmak isterlerse siz fuhuşa mecbur etmeyin. Kim onları (buna) mecbur ederse
şüphesiz ki Allah onlara (o cariyelere) kendilerinin ikrahlarından sonra da
çok yargılayıcı, çok esirgeyicidir."
(Nûr: 24/33)
Bu âyet-i kerîme,
fuhuş yoluyla para kazanmaları için cariyeyi zorlamayı yasaklamaktadır.
Anlatıldığına göre İbnî Ebî Münafık'ın bazı cariyeleri vardı ki, para
kazanmaları için onları fuhuşa zorlarmış. Kişinin hanımının cariyesini, kendisiyle
cinsel ilişki kurmaya zorlaması işkence türünden bir olay.sayılmaktadır.
Başkalarıyla fuhuşa zorlaması ise bu ayetin yasağına girmektedir.
Bu hadis üzerinde konuşmak
ince bir iştir. Eğer hadisin varlığı sabit ise bu üç asla göre üzerinde gerekli
mütalaalar beyan edildi. Eğer hadisin varlığı sabit değilse zaten üzerinde
konuşmaya gerek yoktur. Özet olarak diyebiliriz ki: Geçen sayfalarda anlatılan
üç asla uymayacak hiçbir hadise rastlamadım. Ve mümkün mertebe yapmış olduğum
tartışmalar sonucunda da İslâm hukukundaki sahih kıyaslardan herhangi birinin
sahih hadislere muhalif olduğunu da görmedim. Çünkü akla uygunluğu sarih olan
hükümler; sahih olan nakillerle (Peygamber ve sahabî sözleriyle tersişmezler.)
Bir sahabînin veya Peygamberin sözüne muhalif bir kıyasla karşılaşacak olursam
muhakkak ki, bunlardan birinde zayıflık vardır. Yalnız şunu belirteyim ki:
Sahih kıyasla fasid kıyası biribirinden ayırdetmek, bırakalım diğerlerini
faziletli alimlere bile bazan zor gelmektedir. Bunları birbirlerinden
ayırdedememektedirler. Hükümlerin yönüne tesir eden sıfatlan, şeriatin içerdiği
hüküm ve mânâları bilmek, şüphesiz ki ilimlerin en şereflisidir. Kıyasın bir
kısmı da dakîk kıyastır. Ki, bunu da ancak havastan (elit tabakasına mensup)
olan kimseler bilirler. Bu nedenle alimlerinin birçoğunun yapmış olduğu kıyaslar,
sahih kıyastan habersiz olduklarından ötürü, nasşiarla ters düşmektedir. Yine
bunun gibi insanların birçoğu da, nasslarda mevcut bulunan ve hükümlere delalet
eden nice delillerin farkına varamamaktadırlar. [54]
Bazıları derler ki:
fasid olan hacca devam etmek kıyasa muhaliftir. Çünkü yüce Allah, hac ve umreyi
tamamlamayı emretmiştir. Bu ibadetlere başlayan birinin, nafile olarak
başlamış olsa bile ibadeti sonuna dek sürdürmesi gerekir. Mezhep imamlarının bu
hususta ittifakı vardır. Bunların dışındaki nafile ibadetlerle başlandıktan
sonra herhangi bir sebepten ötürü fasit olmaları durumunda sonuna dek sürdürmenin
gerekli olup olmadığı hususundaysa mezhep imamları görüş ayrılığına
düşmüşlerdir. Bir kişi ihrama girdikten sonra, ihramı çıkarıncaya kadar hac
ibadetini devam ettirmek zorundadır. Hac ibadetini eda ederken mesela
hanımıy-la cinsel ilişkiye giremez. Girdiği takdirde haccı fasit olur. Ama bu
fasidlik, onun bu ibadeti sonuna dek sürdürmesine engel olmaz. Oruç ibadeti de
tıpkı bunun benzeri olup orucu bozulan kişinin, iftar vaktine kadar yine
oruçlu gibi davranması gerekir. Bu meyanda yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Sonra geceye
kadar orucu tamamlayın." (Bakara: 2/187)
Oruçlunun orucu
bozulduğu takdirde bu bozuluş, iftar vaktine dek onun oruçlu gibi davranmasına
engel olmaz. Şu sebeple ki, orucun kendine mahsus tayin edilmiş sınırlı bir
süresi vardır. Ki bu süre gurup vaktinde noktalanmaktadır. Hac ibadeti de buna
benzer olup kendine özgü (Arefe ve ondan sonraki günler gibi) zamanlan
olduğunun yanı sıra, Arafat Dağı, Müzdelife, Mina gibi yine kendine Özgü yerleri
vardır. Bozuldu diye tayin edilmiş yere ve zamana ulaşmadan hac ibadetini
ihlal etmek doğru olmaz. Ancak hac yolculuğu esnasında mahsur kalan kimseler
mazaretli sayılırlar. OrUç ibadetinde mazeretli kimseler, nasıl bazı
ruhsatlartanınıyorsa, mahsur kalanlara da bazı ruhsatlar tanınmaktadır. Ama
namaz bunlardan ayrı hükümlere tabi olup namazı bozulan kişinin yeniden
kılması gerekir. Çünkü namazı vakti geçmeden yenilemek mümkündür. Ama aynı mevsimde
hac ibadetini yenilemek mümkün değildir.[55]
Unatarak oruç yiyenin
orucunun bozulmayacağı hükmü kıyasa muhaliftir denilmiştir. Çünkü bu, emredilen
şeyi yapmamaktadır. Emredilen şeyi unutarak yapmayıp terke-den kişi zimmet ve
yükümlülükten kurtulamaz. Yine bunun gibi unutarak namaz kılmayan veya oruca
niyet etmeyen ibadeti geçerli olur. Ancak mahzurlu bir davranışta bulunmuş
olur. Ama bütün bunların kıyasa uygunluğunu savunanlar demektedirler ki:
Unutarak mahzurlu iş yapanların ibadetleri batıl olmaz. Zira umarak mahzurlu
davranışlarda bulunanların günahkâr olmayacaklarına şu âyet-i kerime delâlet
etmektedir:
"Ey Rabbimiz,
unuttuk, yahut yanıldrysak bizi tu .
sorguya çekme." (Bakara:
2/286)
Sahih hadiste sabit
olduğuna göre Cenab-ı Allah, bu dileğe karşılık olarak şu müjdeyi
bahsetmiştir:
"Bu sebeplerden
ötürü ben de sizi sorguya çekmem."
Bu âyet ve hadislerden
ötürü alimler, unutanın günahkâr olmayacağını ittifakla kabul etmişlerdir.
Ancak bu gibi bir kimsenin ibâdetinin geçerliliği üzerinde ihtilaf etmişlerdir.
Bazıları demişler ki: Unutan günahkâr olmadığına göre haram bir iş işlemiş
değildir. Dolayısıyla da ibadeti geçerlidir. Çünkü ibadet, ancak t., vacibi
terketmek veya haram bir iş işlemekten ötürü geçerliliğini yitirir. Unutarak
haram bir iş işleyen şahsın ibadeti batıl olmaz. Bu iddiada bulunan kişi sözüne
devamla der ki: Kıyasa göre, namazda olduğunu unutarak konuşanın namazmın batıl
olmaması gerekir. Aynı şekilde ihramdayken öldürülmesi yasaklanan canlılardan
birini unutarak öldürenin fidye vermemesi gerekir. Ayrıca denilmektedir ki:
Avlanmakta telef edilip ceremesi ödenmesi gereken şeyler gurubunda mütalaa
ediln .edir. Maktulün diyetinin ödenmesi gibi... Ama ihramdayken kosı
Jcu sürünmek ve
dikişli elbiseler giymek süslenme ve konfor türünden sayılmaktadır. Tıraş ve
tırnak kesmesi de böyledir. Tıraş olmak ve tırnak kesmekle atılan saç ve
tırnaklar telef edilmiş sayılmazlar. Çünkü bundan ötürü kişide rahatlama
meydana gelmektedir. Ayrıca bu atılan saç ve tırnakların bir kıymetleri
yoktur. Ki telef edildir diye kişinin tazminat ödemesi (Keffaret vermesi)
gereksin. Ancak avlanmadan ötürü kefaret ödenmesi gerekir. Bu anlatılanlara kıyasla
denilebilir ki:
Bir işi yapmamaya
yemin eden kişi, unutup ta o işi yapacak olursa yeminini bozmuş olmaz. Bu
yemin ister talak (boşanma) ile ilgili olsun ister itak (Köle azad etme) ile
ilgili olsun farketmez. Zira yasaklanan bir işi unutarak yapan kişi asî
sayılmaz. Yeminleri bilerek bozmak, emre itaatsizlik ve yasaklara karşı
aldırmazlıktır. Bu cümleden olmak üzere namazdayken unutarak necasete bulaşan
kişinin, namazı iade etmesi gerekmez. Çünkü bu, unutarak mahzurlu iş işlemek
kabilinden sayılmaktadır. Hadesten temizlenmeyi terket- , mekse buna benzemez.
Çünkü bu, yasak bir iş işlemek değil de, emredilen bir şeyi yapmamaktır.
Eğer dense ki: Oruca
niyet etmek emredilen bir iştir. Bu sebeple de oruç için niyet etmek şarttır.
Ama diğer saymış olduğumuz şeyler böyle olmayıp bunlarda niyet şart değildir.
Yine dense ki: oruç
için niyet vaciptir. Niyetsiz olarak tutulan oruçtan ötürü sahibi sevap
kazanamaz. Zira sevap sadece ibadetin niyetle birlikte yapılması halinde
kazanılabi-lir. Yasaklanan işlerden de Allah rızası için uzak durulursa yine
sevap kazanılır. Bu işlerden uzak durulur ama Allah rızası için uzak
durulduğuna niyet edilmezse ne sevap kaza-nılabilir, ne de cezaya müstahak
olunur. Allah rızası için uzak durulmasına niyet edilir, ancak unutularak
tekrarlanacak olursa bu unutma, sevaba engel olmaz. Tersine, niyet halis
olduğu için sevap kazanılır.
Oruç ta böyledir.
Unutularak yemek vesaire şeylerin ye-.
içilmesi oruca zarar vermez. Zira bu bir kasıt sonucu delildir. Bununla
ilgili olarak Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurmuşlardır:
"Unutarak yeyip
içen, orucunu tamamlasın. Çünkü ona AHah yedirip içirmiştir. [56]
Bu hadiste Peygamber
efendimiz, oruçlunun yedirilip İçirilmesini Allah'a bağlamıştır. Çünkü
oruçlunun bunda bir kastı yoktur. Allah'a izafe edilen işlerden ötürü kul
ce-zalandınlamaz. Ancak kul kendi kastıyla yapacak olursa bunları yapmaktan
alıkonulur. Kişinin istek ve serbest iradesine tabi olmayan fiiller,
yükümlülük kapsamına girmezler. Unutanın yaptığı işle uyuyanın, delinin veya
küçük çocuğun yaptığı iş arasında bir fark yoktur. Meselâ oruçlu, uyurken
hamamcı olursa orucu bozulmaz.
Ama kendi arzusuna
uyarak mastrübasyon yaparasa orucu bozulur. Yine bunun gibi oruçluyu kusuntu
zorlarsa ve bu nedenle kusarsa orucu bozulmaz. Ama kendisi isteyerek kusmaya
uğraşır ve kusarsa orucu bozulur. Meni ile kusuntu çıkma zamanları gelip
çattığında bunları durdurmak imkânsızdır. Ama bunları getirmek için uğraşan
kişinin orucu bozulur.
Eğer dense ki:
Yanılgıya düşenin meselâ, gecenin devam ettiğini sanarak sahur yemeğini yiyen
bir kişinin sonradan gecenin biterek imsak vaktinin girmiş olduğunu anlar; veya
güneşin battığını sanıpta iftar eden bir kişinin sonradan güneşin batmadığını
anlaması halinde orucunun bozulması kıyasa muhaliftir.
Bu hükme ilişkin
olarak selef ulemasıyla sonradan gelen müteahhirîn alimler arasında
anlaşmazlık mevcuttur.
Unutanla yanılgıya
düşenin durumunu birbirinden ayırıp ayrı ayrı hüküm verenler demişler ki:
Yanılgıdan kaçınmak mümkündür. Ama unutmaktan kaçınmak, eldeki bir şey
değildir. Yevm-i sekte orucu tutmayan kişinin sonradan o günün Ramazanın
birinci günü olduğunu anlaması halini de buna kıyaslamalardır. Selef
ulemasından bazıları, güneş batmadan güneşin battığını sanarak iftar eden
kişinin kaza etmesi gerekmediğini söylemişlerdir.
Her iki halde kaza
etmesi gerekmediğini söyleyenler, derler ki: Bizim hüccetimiz daha kuvvetlidir.
Ayrıca bizim fikrimiz, kitap ve sünnetle de açıkça desteklenmektedir.
" Rabbimiz,
unuttuk veya yanıldıysak bizi tutup sorguya çekme." (Bakara: 2/286)
Bu âyet-i kerime'de
yanılgıyla unutma bir arada el alınmaktadır. Meselâ hac veya namazda yapılması
yasaklanan şeyleri unutarak yapılan, yanılarak yapan gibidir. Sahih hadiste de
sabit olduğuna göre, asr-ı saadette müslümanlardan bazıları, imsak vaktinin
girmediğini sanarak sahurda yemeye ve içmeye devam etmişler ve hemen sonra da
güneş doğmuştu. Bunu yapanların durumları Rasulullah'a (s.a.s.) arz
edildiğinde, kaza etmelerini emretmemişti. Hişâm bin Ur-ve, kaza gerekmez mi? demiş,
ancak kendisinden daha alim olan babası ise: " Bu durumda olanlara kaza
gerekmez," demişti. Sahih hadiste sabit olduğuna göre, sahabeden bir gurup,
sahur yemeğini, kendilerinden birine siyah iplikle beyaz iplik iyice
görününceye dek yemeye devam ederlermiş. Bunların durumunu öğrenen Peygamber
efendimiz (s.a.s.), onlardan birine: "Senin yastığın geniştir," demişti.»[57]
Bu yaptıklarından
ötürü de kaza etmelerini emretme misti. Evet, bu sahabîler imsâkla ilgili hükmü
bilmeyip yanılgıya düşmüşlerdi. Sağlam bir rivayetle sabit olduğuna göre de
Hz. Ömer (r.a.), güneşin battığını sanarak iftar etmiş, ancak sonra günün henüz
devam ettiğini anlayınca da şöyle demişti: "Kaza etmeyiz Çünkü biz günah
işlemeye meyletmedik," Hz. Ömer'in "Kaza ederiz" dediği rivayet
edilmekteyse de birinci rivayetin senedi daha sağlamdır. Ayrıca yine Onun,
"Durum basittir," yani orucun bu durumdaki kazası önemli ve gerekli
değildir, dediği gibi rivayet edilmiştir.
Özetle diyebiliriz ki, bu
söz kitap, sünnet ve kıyasın da dalaleti ile görüş ve tesir bakımından çok
güçlü bir sözdür. Bu söz sayesinde, yanılgı eseri olarak orucunu yiyenin orucu,
unutarak yiyenin hükmüne kıyaslanabilmekte ve dolayısıyla kaza etmesi
gerekmemektedir. Kitap ve sünnetin delalet ettiği asla göre mahzurlu bir işi
unutarak yapan, yasaklanmış bir işi yapmış sayılmaz... İbadeti de batıl olmaz.
İhramlıyken ve oruçluyken yanılgı veya unutkanlık eseri olarak hanımıyla
cinsel ilişki kuran da aynı hükme tabidir.[58]
Bazıları derler ki; SahabîJerden
nakledilen sözleri bir kısım alimler kendilerine dayanak ediyorlar. Bu geniş
bir kapıdır. Bazıları sahabî sözünün olduğu gibi kabul eder, bazı-larıysa
muhalefet ederler. Bu durumda iki sözden biri sahih kıyasa hatta sarih nassa
ters düşer. Şüphe götürmez bir husustur ki; raşid halifelerin Müslümanlar için
koymuş oldukları hükümlere sahabîlerden hiçbirinin muhalefet ettiği
duyulmamıştır. Bu durumda sözkonusu hükümler tereddütsüz, icmâ statüsüne
girmiş olurlar. Ki bunun böyle olması gerektiğine Rasulullah'ın (s.a.s.) şu
kutlu sözü delalet etmektedir;
"Benim sünnetime,
benden sonraki râşid halifelerin sünnetlerine uyun. Onlara tutunun ve azı
dişlerinizle onları ısırın (yani elden bırakmayın). Sonradan uydurulan
şeylerden sakının. Çünkü (sonradan uydurulan) her bid'at, sapıklıktır."[59]
Örneğin Hz. Ömer ile
Hz. Osman fethedilen arazileri . elde tutup ganimet olarak mücahitlere
dağitmamışlardı. Bu caiz olmayan bir davranıştır, diyenler kendileri için delil
olarak ta, peygamberin (s.a.s.), Hayber arazilerini taksim etmesini ileri
sürmektedirler. Bu delile dayanarak ta devlet başkanının, fethedilen arazileri
ganimet olarak dağıtmaması halinde sünnete muhalefet ettiği gerekçesiyle
başkanlıktan düşeceğini iddia etmektedirler. Bu söz serapa hata olup râşid
haliflere karşı saygısızlıktır. Peygamber Efendimizin Hayber'deki arazileri
aksim etmiş olması, taksimatın olabilirliğine delalet etmektedir,
zorunluluğuna değil.
Fethedilen arazileri
mücahitlere paylaştırmanın vacip olmadığına ilişkin bir delilimiz olmasa bile
râşid halifelerin bu yoldaki uygulamaları bizim için bu hususta yeterli birer
delil sayılırlar. Peki, ya şu anlatacağımız şeyler için ne buyurulur?
Mekke'nin şiddet
kullanılarak fethedildiği tarihen sabittir. Ayrıca bu doğrultuda meğazî ve siyer
bilimcilerin yanında mevcut mütevatir, sahih hadisler de vardır:
Mekkeli müşrikler,
anlaşmayı bozdukları için İslâm ordusu Merrii'z-zahrân mevkiine geldi.[60]
Peygamberle sulh yapmak için müşrikler bir kimseyi göndermedikleri gibi;
Peygamberin kendisi de sulh yapmak için müşriklere bir kimseyi göndermemişti.
Ancak Ebû Süfyan, kendiliğinden çıkıp gelerek islâm askerinin durumunu
gözetledi. Hz. Ab-bas, onu bir esir gibi yanma alarak Rasulullah'ın huzuruna
götürdü. Ebû Süfyan'ın men olunca da yani kendisine eman verilince de
müslümanlığı kabul etti. Ebû Süfyan'ın Mekke-lilerin iznini almadan kendi
başına, hem de müslüman olduktan sonra bir kâfir gibi sulh anlaşması yapması
mümkün olur mu? Ayrıca peygamber efendimizin: "Kim Ebû Süfyan'm evine
girerse emniyette olur, kapısını kilitleyen emniyette olur,"[61]
demesi de bunu açıklamaktadır. Eğer daha önce
peygaberimizle Mekkeliler arasında bir anlaşma yapılmış olsaydı, bu güvenlik
bildirisini yayınlamasına gerek kalır . mıydı? Yine bu cümleden olmak üzere
Rasulullah, "serbest bırakılmışlar" adını takarak gerçekten de
üzerlerine egemen olduktan sonra Mekkelileri salıverip serbest bıraktı. Esaret
bağından kurtulmuş köleler gibi oldular. Örneğin Sümame bin Usal ve diğerleri
gibi... Ayrıca görüldükleri yerde öldürülmelerini emrettiği bazı kadın ve
erkeklerini adlarını da ilân etti. Bunlardan ayrı olarak fetih nutkunda da şöyle
buyurduğu rivayet edilir:
"Mekke benden önce
kimseye helâl olmadığı gibi, benden sonra da kimseye helâl olmayacaktır.
Yalnız gündüzün bir saatinde bana helâl kılındı." [62]
diyerek ihramsız ve başında da bir miğfer olarak Mekke'ye girdi. Eğer Mekkeli
müşrikler kendisiyle sulh yapmış olsalardı, helâl şehirlerden biri olan
Medinelilerle sulh yapmış olmasına rağmen Medine'yi bile helâl kılmayan peygamber
(s.a.s.), halkı teslim alman ve haram bir şehir olan Mekke'yi nasıl helal
kılardı?. [63] Zaten arada bir sulh
anlaşması mevcut olsaydı, İslâm ordusunun Mekke'ye giren bir kolunun başında
kumandan olarak bulunan Halid bin Velîd (r.a.) ile çarpışır ve o da
kendilerinden birkaçını öldürür müydü? Özetleyecek olursak deriz ki:
Nakledilen rivayetler üzerinde düşünen bir kimsenin, Mekke'nin şiddet
kullanılarak fethedildiğini anlaması kaçınılmazdır. Evet şiddet kullanarak
fethetmesine rağmen Rasulullah, Mekke arazilerini mücahitlere dağıtmamış,
Mekkeli erkekleri de esir almamıştı. Hayber'i zorla almış, topraklarını
mücahitlere dağıtmıştı. Böylece de her iki uygulamanın caiz olabileceğini belirtmiş
oluyordu. Bu durumda ne gibi bir uygulama yapılacağı konusunda üç görüş
mevcuttur:
1- Akarları mücahitlere paylaştırmak gereklidir. (Şafiî)
2- Akarları mücahitlere paylaştırmak haramdır. Devletin
elinde tutulması vaciptir. (Maliki)
3- Bu iki şıktan biri tercih edilebilir. (Ebû Hanife,
Sev-rî, Ebû Ubeyd, Ahmed bin Hanbel ve daha birçokları bu görüştedirler.)[64]
Raşid halifelerin,
kaybolan erkeğin hanımının durumuna ilişkin olarak* vermiş oldukları hükümler,
fıkıhçıları zor durumda bırakmıştır. Sağlam kaynaklardan rivayet edilen haberlere
göre Hz. Ömer'e, kocası kaybolan bir kadm gelerek müracaatta bulunmuştu. Hz.
Ömer de kadına dört sene beklemesini ve bu süre sona erdikten sonra da
evlenmesini emretmişti. Dört sene geçipte kadm evlendikten sonra kocası
çıkagelmişti ve Hz. Ömer'e başvurmuştu. O da, dilerse kadını, dilerse mehrini
alabileceğini hükmü bağlamıştı, îmam Ahmed ve diğer bazıları bu hükümden
yanadırlar. Ama sonradan gelen bazı Hanbeli alimleri, bu hükmün kıyasa muhalif
olduğunu söylemişlerdir. Kıyasa göre kadın, ilk nikâhla birinci kocasına bağlı
kalmalıdır. Şunu da söylemek gerekir ki kan ile kocanın resmî makam tarafından
birbirlerinden tefrik edilmeleri hem zahirî hem batmî olarak geçerlidir.
Böylece Kadın ikinci kocanın eşi olarak kalmalıdır. Birinci söz İmam Şafii'ye
aittir. İkincisi ise İmam Malik'e aittir. Bazdan bu hükmü kabullenmezlik
hususunda daha da ileri giderek demişler ki: Bir hâkim, Hz. Ömer'in bu hükmüne
göre hüküm verecek olursa onun bu hükmü, kıyastan uzak olduğu gerekçesiyle
geçersiz olur. Diğer bazıları da Hz. Ömer'in hükmünün bir kısmını
benimsemişler, bir kısmını da hiç kabullenmemişler ki: Kadm, verilen dört
senelik süreyi doldurduktan sonra evlenecek olursa ikinci kocasına ait olur.
Bu ikinci kocası da kendisiyle cinsel ilişki kurduktan sonra artık onun eşi
olur. Birinci kocaya geri verilmez. Hz. Ömer'in hükmüne muhalefet edenler,
O'nun gördüklerini göremeyen ve onun sahih kıyas tecrübesine ve ustalığına sahip
olamayan kimselerdir.
İşin gerçeğine
bakılacak olursa bu, akitlerin askıda kalması kuralına dayanmaktadır. Şöyle
ki: Bir kimse, iznini almaksizın bir başkasını ilgilendiren bir tasarrufta
bulunursa onun bu tasarrufu, ilgilinin iznine göre askıda mı bırakılır,. yoksa
red mi edilir? Bu hususta iki meşhur görüş vardır:
1- Bu tasarruf mutlak olarak reddedilir. (Şafii'nin görüşü)
2- Bu tasarruf, sahibinin duyup kabullenmesine veya
reddetmesine kadar askıda tutulur. Nikâh, satış, icare ve diğer işlemlerde bu
yol uygulanabilir. (Ebû Hanife ve Malik bu görüştedirler) Ahmed bin Hanbel'in
mezhebine göre tasarrufta bulunan kişi, namına tasarrufta bulunduğu kişiden
izin alma fırsatmı ve imkânını bulamadığı ve bu tasarrufa da ihtiyacı olduğu
nedeniyle mazur sayılır. Yapmış olduğu bu tasarruf ilgili şahsın iznine kadar
askıda bırakılır. Bunda ittifak vardır. Ama namına tasarrufta bulunduğu
kişiden izni alma imkânı var ve bu tasarrufta da ihtiyacı yoksa, yine de
izinsiz olarak tasarrufta bulunmuşsa bu tasarrufun, o şahsın iznine kadar
askıda tutulup tutulmayacağı hususunda görüş ayrılığı mevcuttur.
Bu ikisinden birincisi,
gasbedilmiş veya emanet olarak bir kişinin yanında sahibini tanımadığı bir
malın bulunmasına benzemektedir. Kişi, bu malın sahibini tanımıyorsa ve
tanımaktan da ümidini kesmişse sadaka olarak muhtaç birine sahibinin hayrına
verir. Hanefî ve Maliki mezhepleri bu görüştedirler. Ancak sadaka olarak
verildikten sonra sahibi çıka gelirse, bedelini isteyebileceği gibi bundan
vazgeçebilir de. Yitikler hakkında da sünnet olan davranış budur. Bir yitiği
yerde bulan, gerekli tanıtım ve duyuruyu yaptıktan sonra yanına alıp kullanır,
gerekli tasarrufta bulunabilir. Ancak sahibi çıkıp gelince onun bu tasrrufunu
onaylayabileceği gibi, malının bedelini de isteyebilir. Sahibi çıkıp gelinceye
kadar yaptığı tasarruf, askıdaki bir tasarruftur. Ancak bu tasarrufun
yapılmasına ihtiyaç doğduğu gibi, sahibinden gerekli izni almakta imkânsızdır.
Malının üçte birinden fazlasını etkileyecek kadar vasiyette bulunan kimsenin
vasiyeti de, varislerinin izni alınıncaya kadar askıda tutulup uygulanmaz.
Fıkıhçıların çoğunluğu bu görüştedirler. Ama miras bırakanın ölümü esnasında
mirasçılar, bu vasiyeti kabul etmediklerini açıklayabilirler. Ölüm
vukubulduktan sonra vasiyete itirazda bulunamazlar. Kendisinden hiç haber
alınamayan yitik kişinin karısı, kocasından haber alınıncaya kadar ne evli ve
ne de dul olarak bekler. Yaşlanıp ölünceye kadar da kocasından bir haber
çıkmazsa yine evlenemez, diyenlerin iddiasını ele alalım:
Şunu iyi bilmek
gerekir ki: İslâm şeriati bu gibi haksız hükümleri vaz'etmiş değildir. Kadına
dört yıllık bir süre için beklemesi emredilir. Bu süre dolduktan sonra da haber
çıkmazsa zahiren kocasının öldüğüne hükmedilir.
Eğer dense ki: Devlet
başkanı veya onun bu işte yetkili kıldığı kişi, gerek gördüğü takdirde
nikâhlarını feshedebilir. Evet, hiç bir haber gelmeyip te öldüğüne hüküm verirse
bu durumda nikâhlarını fesheder. Aksi takdirde, yani, hayatta olduğu bilinirse
yitik sayılmaz. Tıpkı sahibi bilinmeyen mallar üzerinde tasarruf etmek caiz
olduğu gibi, kocasından haber çıkmayan kadının da başkasıyla evlenmesi
caizdir. Bu durumdaki bir kadın başkasıyla evlendikten sonra kocası çıka gelse
nikâhının feshedilişi onun iradesine bağlı olur. Eğer devlet başkanının yapmış
olduğu bu feshi kabullenecek olursa, sanki kendi izniyle yapılmış bir fesih
gibi geçerli olur. Eğer devlet başkanından hanımıyla kendisini birbirlerinden
ayırmasını isterse birinci evlilik, feshedilir. İkinci nikâh ta sahih olarak
kalır. Yok eğer kendisinin gıyabında yapılan feshi kabul etmezse, bu fesih,
hanımını istediği anda geçersiz olur. Kendisi yok iken ikinci kocayla
hanımının sürdürdükleri evlilik normal bir evliliktir. Yitik olan eşyalarda
olduğu gibi...
Sahipleri yokken bu
eşyalar üzerinde yapılmış olan tasarruflar batıl tasarruflar değildirler. Ancak
birinci erkek, hanımını istediği anda kendisinin nikâhına girer. Ve eşi olur.
Yani birinci koca, devlet başkanının yaptığı tasarrufu onaylayabileceği gibi
reddedebilir de. Onayladığı takdirde kadın onun hükmünden çıkar. Kadının,
kocasının mülkiyetinden çıkması da birçoklarınca normal bir olaydır. İmam
Malik, Şafiî ve Ahmed bin Hanbel bu görüştedirler. İmam Malik ile İmam Ahmed
bin Hanbel, bu durumda kocası, kadının mihr-i müsemmasım talep edebilir,
demektedirler. Bu iki gurubun arasında şu hususta anlaşmazlık vardır ki:
Birinci kocanın hanımını boşadiğı şahitlerce ifade edildikten sonra bu şahitler,
şahitliklerinden cayacak olurlarsa kendilerine bir ceza verilmemesi gerekir.
Diyenler kadının, kocasının mülkiyetinden çıkmasının normal olmadığını gerekçe
olarak ileri sürmektedirler. İmam A'zâm ile İmam Ahmed bu görüştedirler.
Müteahhirinden olan kadı Ebû Ya'lâ ve diğerleri de bu görüştedirler. Bazıları
da derler ki: Şahitlikten cayanla-nn mehr-i misil ödemeleri gerekir. İmam Şafiî
bu görüştedir. İmam Mâlik ile İmam Ahmed, mehr-i müsemmâ ödemeleri gerekir
demişlerdir. Hanımının nikâhını rida ile (süt emerek) ifsad edenin mehr-i
müsemmâ Ödemesinin gerektiğini de bazı nasslar ifade etmektedirler. Ki buna
kitap ve sünnet de delalet etmektedir:
"... Sarfettiğiniz
(mehr)i isteyin. (Kâfirler de sîze hicret eden mü'min kadınlara) harcadıkları
(mehr-i) istesinler. Bu, Allah'ın hükmüdür..." (Mü m tahin e: 60/10) "Eğer
zevcelerinizden bir kısmı sizden kâfirlere kaçar da siz de savaşta ganimet
elde etmişseniz zevceleri gitmiş olan (Müslüman erkeklere) sarfettikleri
(mehri) kadar verin."
(Mümtahine: 60/11) Bu âyetlerde kastedilen mehr-i misil değil de mehr-i
müsemmâdır. Aynı şekilde Rasulullah da (s.a.s.), hul yapan kadının kocasına,
mehr-i misil değil de verdiği mehr-i almasini emretmişti. Niteliği belirsiz
mutlak karşılıklı işlemlerde adaletle davranılmasını emretmiştir. Hz. Ömer'in
(r.a.) hikâyesi de işte bu esasa dayanmaktadır. Yapılmasını ihtiyaç duyulan ve
fakat ilgili kişiden izin alınmadan yapılan tasarrufun askıda bırakılması
hükmü, sahabîler arasında ittifakla kabul edilmiştir. Sahabiler buna benzer
birçok olaya ilişkin olarak bu şekilde hüküm vermişler ve hiç kimse de onların
bu hükümlerine karşı çıkmamıştır. Meselâ Abdullah îb-ni Mes'ûd, bir cariye
satın almıştı. Cariye sahibinin bir miktar parası Abdullah'ın zimmetinde
kalmıştı. Ancak zamanı gelince alacaklı kaybolmuştu. Abdullah, onu bulmaktan
umudunu kesince de borcunu onun namına sadaka olarak dağıtmıştı.
Yine bunun gibi bir
muharip, savaşta komutandan habersiz bir kısım ganimeti saklayıp zimmetine
geçirirse, ganimet dağıtımı yapıldıktan sonra zimmetindeki bu parayı veya
eşyayı aldığına pişman olursa bunu, askerler arasında yeniden paylaştırmak zor
olduğundan sadaka olarak yoksullara vermesi gerekir. Ki Muaviye de bu hükmü
benimsemiştir. Bu cümleden olan tasarrufları mutlak olarak durdurup askıya
alma, cumhur-u ulemâya göre hüccet değildir. Bununla kimseye zarar
verilmemekte, aksine birçok faydalar sözko-nusu olmaktadır. Adamın biri, bir
başkasının namı hesabına tasarrufta bulunarak mal alır satar veya kira
akitleri yapar, sonra kendisini görünce de fikrini sorar. Eğer kabullenirse
ne âlâ. Yok kabullenmezse ne zararı olur? Ama bu gibi tasarrufların
yapılmasına ihtiyaç duyulursa, bazılarına göre bu tasarrufları yapmak
kaçınılmaz olur. Yitik kocanın ha-mınının hakim tarafından bir başka kocaya
nikâhlanması durumunda da aynı sebep geçerlidir. Kocası çıka geldikten sonra
iki şıktan birini tercih eder. Dilerse hanımını, dilerse mehrini alır. Yitik
mal da başkası tarafından sadaka olarak verilip te sahibi bilahare çıkıp
gelecek olursa bu durumda sahibi malının bedelini alır, dilerse sadaka olarak
verilişini onaylar.
Kocanın mehri
isteyebileceği hususuna gelince bu hususta ihtilaf vardır. Bazıları der ki:
Hanımı kendisinin gıyabında başkasına nikahlanan erkek, kendi vermiş olduğu
meh-rini geri ister.
İmam Ahmed'in bu
hususta ikili bir rivayeti olduğu söylenirse de doğrusu, kendi vermiş olduğu
mehri geri isteyebileceğidir. İkinci kocanın vermiş olduğu mehirde ise herhangi
bir hakkı yoktur. Ama birinci koca hanımdan mehri-ni isteyebilir mi, isteyemez
mi? Buna dair iki rivayet vardır:
1- Mehrini kadından isteyebilir. Çünkü kadın» mehri almıştır.
Ama birinci koca ikinci kocadan mehir talebinde bulunamaz. Çünkü bir defa
kadına mehrini vermiştir. İkinci defa da birinci kocaya mehir vermesi
istenemez. Ama kadın öyle değil. Çünkü o, kendi isteğiyle birinci kocadan
ayrılıp ikincisiyle evlenmiştir. Bu nedenle mehrini birinci kocaya geri
vermesi gerekir.
2- Birinci koca, mehrin kendisine geri verilmesini kadından
isteyemez. Zira kadın, ikinci kocaya kendi haram yerlerini helal ettiğinden
ötürü mehir almaya hak kazanmıştır. Birinci koca da, nikâhindaki kadının, kendi
elinden çıkıp gitmesinden ötürü zamanında vermiş olduğu mehri geri isteyebilir.
Bu durumda ikinci koca, iki mehir ödemek zorunda kalacaktır.
Yitik kocayla hanımı
hakkında, Hz. Ömer (r.a.)den nak-ledilegelen yargılama şekli budur. Bazı
fıkıhçılarsa, bu hükmün kıyasa çok uzak olduğunu söylemişlerdir. Hatta bazı
fıkıh otoriterleri bu hususta ileri geri konuşmuşlardır. Mamaafih bu,
hükümlerin 6n sahihi ve kıyasa en uygun olanıdır. Bu hüküm hakkında bundan
başkasını söylemek hata olur. Ayrıca bu konuyla ilgili olarak yine denmektedir
ki:
ikinci kocaya verilen
kadının eski kocası ortaya çıkınca, aralarındaki bağ şer'î usule göre normal
bir şekilde koparılmış olmasına ve birinci kocada herhangi bir talepte
bulunmamasına rağmen karısı kendisine iade edilir. Eğer birinci koca, hakimin
yaptığı tasarrufu onaylarsa her türlü sakınca ortadan kalkar. Ayrıca hâkim,
verdiği hükümde bir hata olduğunu anlarsa, bu durumda birinci kocaya hak
verir. Mahkemece verilen hükümde yanlışlık olduğu anlaşılmasına rağmen,
kadının her halükârda ikinci kocada kalmasının benimsenmesi hata olur. Çünkü
birinci kocanın kendisi hanımı boşa-mamış, gerçek olmayan bir sebepten ötürü
hâkim tarafından birbirlerinden ayınlmışlardır. Eğer birinci koca, hanımını istemekte
ısrarlıysa bu sorun nasıl çözümlenecektir?
.
Yitik bir mal, onu
bulan tarafından sadaka olarak bir başkasına verildikten sonra sahibi ortaya
çıktığında nasıl ki malının bedelini veya malını talep edebiliyorsa; bu durumdaki
bir kocada nasıl olur hanımını geri isteyemez? Oysaki hanım, maldan ve paradan
daha kıymetlidir. Eğer dense ki: ikinci kocanın hakkı kadma geçmiştir. Bunu
nasıl yaparsınız?
Buna da verecek
cevabımız şu olur: İkinci kocadan Önce birinci kocanın hakkı kadma geçmiştir.
İkincinin, kadını kendine eş edinmesi sebebinin de gerçek bir sebep olmadığı
ortaya çıkmıştır. Birinci kocanın hakkını çiğneyip ikincisini gözetmenin mucip
sebebi nedir? En isabetli karar, bu hususta mü'minlerin emîri Hz. Ömer'in
(r.a.) vermiş olduğu karardır. Sahabiler de bu hükmün doğruluğuna katılmışlardır.
Ebû Hanife, Malik ve Şafiî'nin bu hükme muhalefet etmeleri, onları doğru hükme
sahip olma fırsatından uzaklaştırmiştır. Onlara bu hususta uyanlar da doğru
hükümden uzaklaşmış olmaktadırlar.
Allah diler de bu
mevzu üzerinde düşünecek olursan göreceksin ki, Sahabiler bu ümmetin içinde
fıkhı en iyi bi-
len ve ilimde daha fazla
nasibdar olan insanlardırlar. Yalnız bu mevzuu üzerinde değil, yemin, adak,
köle azd etme, talak ve diğer konularda da geniş bilgi sahibidirler. Daha önce
de yazdığım yerlerde açıkladığım gibi Sahabîlerden nakledilen rivayetler,
hüküm ve kıyas bakımından sözlerin en doğrusudurlar. Kitap ve sünnet buna
delalet ettiği gibi celî kıyas ta bunu doğrulamaktadır. Bunun dışında
söylenecek bir söz, kıyasa ve menkul nasslara ters düşer. Mülaane çocuğu,
mürtedin mirası ve buna benzer diğer konularla ilgili olarak Sahabîlerin
sözleri kadar güzel ve doğru sözlerle karşılaşamadım. Şu ana kadar, Sahabilerin
üzerinde ittifak ettikleri sözlerinin kıyasa uymadığını görmüş değilim. Kıyasın
sahih olanıyla fasid olanım birbirinden ayıran ilmi, şüphesiz ki ilimlerin en
kıymetlisidir. Bu ilmi de; şeriatın sır ve maksatlarından, sayılamayacak kadar
çok güzelliklerinden, kulların dünya ve ahiretle ilgili maslahatlarından, sonsuz
hikmetlerinden ilahî rahmetten ve mutlak adaletten haberden olanlar bilirler.
Allah, doğruyu bilendir. Eninde sonunda dönüş O'nadır.[65]
Alemlerin Rabbi
Allah'a hamd, Efendimiz Muhammed'e (s.a.s.), aile efradında ve ashabına da
salatü selâm olsun.
Bu girişten sonra
sözümüz şudur ki: Elinizdeki bu bölümler, İbnî Kayyım El-Cevziyye unvanıyla
tanınan, üstün hidayet sırlarının inceliklerine vakıf, İslâm hukukundaki otoriter
fıkıhçı imam Şemseddin Ebi Abdullah Muhammed bin Ebi Bekr'in
"İ'lâmü'l-Muvakkiîn" adlı eserinden alınmıştır. Şeyhülislâm îbni
Teymiyye'nin Kıyas risalesinin peşi sıra bunu yayınlamayı bu konunun
anlaşılması bakımından uygun gördük.
Fıkıhçıları zor
durumda bırakan ve onlarca kıyastan uzaklaşma olarak kabul edilen meselelerden
biri de Sahabi-lerin, birbirlerini iterek veya çekerek kuyuya düşürenler
hakkında vermiş oldukları hükümdür. Buna zibiyye (Çukur) meselesi de
denmektedir. Meselenin aslı surdan ileri gelmektedir: Yemenlilerden bir kısım
halk, bir aslan için çukur kaz-mışlardır. Bu çukurun başında toplandıklarında
içlerinden birisi çukura düşmüştü. Düşen bu kişi, beraberinde bir ikincisini,
o da üçüncüsünü o da dördüncüsünü çekerek kuyuya düşürmüş, aslan da onları
öldürmüştü. Bu mesele, o sıra Yemen valisi olanHz. Ali (r.a.)ye arz
edildiğinde birinci şahsa diyetin dörtte birinin, ikinci şahsa üçte birinin,
üçüncü şahsa yarısının, dördüncü şahsa diyetinin tamamının verilmesini
kararlaştırmıştı. Diyetleri kimin vereceğ sorulduğunda da: "Diyeti,
kuyunun (veya çukurunun) başında duranlara yükiüyorum," demişti. Hz.
Ali'nin (r.a.) bu hükmü Rasulullah'a (s.a.s.) nakledildiğinde, "Çözüm
Ali'nin dediği gibidir," buyurarak onaylandığını belirtmişti. Ebü'l Hattap
ve diğerleri dediler ki: İmam Ahmed bu görüşü kıyasa muhalif olarak olduğu
gibi kabul etmiştir. Doğru olan, kıyasa ve adalete uygun olandır. Bu olaydan
şöyle bir kural doğmuş oluyor ki: Cinayet, heder sayılacak ve aynı zamanda
tazmin ettirilecek bir şey üzerinde cereyan edersej heder edilen kısmın
karşılığı sakıt olur. Tazmin ettirilen kısmın karşılığı ise ödenir. Meselâ bir
kişi başkasının ortak olduğu kendi kölesini öldürecek olursa kendi payına
düşen kısmının bedeli düşer. Ortağının payına düşen kısmın bedelini ise öder.
Aynı şekilde bir kişi başkasının katkısıyla kendini öldürecek olursa
öldürülmesine karışan kişi, diyetinin yarısın ödemekle yükümlü olur. Buna
benzer olarak üç kişiden birine isabet edip öldürülürse ölenin diyetinin üçte
ikisini kalan iki kişi ödemekle yükümlü olur. Üçte bir diyeti de boşa gider.
Sahih olan hüküm budur. Safi' mezhebi de bu görüşte olup, Muğni'l-Muhtac
müellifi Yahya bin Şeref En-Ne-vevî ile Mücerred müellifi kadı Ebû Ya'lâ da bu
görüşü benimsemişlerdir.
Hz. Ali (r.a.) de,
karise (çimdikleyen) meselesinde bu yolda hüküm vermiştir. Ş'abî1 den rivayet:
Üç komşu bir araya gelmişler. Bunlardan biri diğerinin omuzuna binmiş, üçüncü
komşu ise yüklü olanı çimdikleyip tırmalamış, çimdik-lenen, can acısından ötürü
sarılıp sallanmaya başlamış... Bunun üzerine omuzundaki komşusu yere düşüp
boynu kırılmış ve ölmüş. Mesele Hz. Ali'ye arzedilince Ölenin.diyetini üçe
bölmüş. Ölen, kendi ölümüne yardımcı olduğu gerekçesiyle diyetinin üçte biri
boşa gitmişti. Geri kalan üçte ikisinin de, iki komşunun akrabalarinca
ödenmesini hükme bağlamıştı. Bu hüküm bu şekilde sabit olduktan sonra tekrar,
kuyuya düşenler meselesine dönelim: Kuyuya düşen ve birbirlerini peşleri sıra
kuyuya çeken dört kişinin dördü de kuyuda ölmüşlerdir. Kuyuya önce düşenin
ölümü, dört unsurdan oluşan bir sebepten ötürü olmuştur:
1- Kendisinin kuyuya düşmesi.
2- îkincisinin onun üzerine düşmesi.
3- Üçüncünün aynı şekilde düşmesi.
4- Dördüncünün de aynı şekilde üzerine düşmesi. Bu üç
kişinin onun üzerine düşmeleri, kendisinin onları çekmesi nedeniyle olmuştur.
Ki bu onun kendi kendini öldürmesi demektir. Bu nedenle ölmünün dört unsurlu
sebebinin üç unsurunu kendisi gerçekleştirmiş olmaktadır. Dolayısıyla diyetinin
dörtte üçü düşmekte, sadece dörtte biri varislerine verilmektedir. Bu dörtte
bir diyeti de kendi elinde olmaksızın kuyuya düşmesinden ötiTü varislerine
verilmektedir. İkinci olarak kuyua düşenin c lümü ise üç unsurlu bir sebepten
ötürü olmuştur:
1- Önce kuyuya düşenin, kendini peşisıra çekmesi.
2-Kendisinin üçüncü şahsı peşisıra kuyuya çekmesi.
3- Dördüncünün de aynı şekilde üzerine düşmesi. Üçüncü
kişiye kendi peşisıra kuyuya çekmesi, diyetini üçte birinin boşa gitmesine
sebep olmuş, dördüncü kişiyi de aynı yolla peşisıra çekmesi nedeniyle yine üçte
bir diyeti boşa gitmekte, böylece diyetinin tamamının üçte ikisi boşa gitmiş
olmaktadır. Birincinin, kendisini peşisıra çekmesine karşılık olarak ta diyetinin
üçtebiri varisine verilmektedir. Üçüncüye gelince bunun Ölümü iki unsurlu bir
sebepten Ötürü olmuştur:
1- Kuyuya ikinci olarak düşenin, kendisini peşisıra
kuyuya çekmesi.
2- Kendisinin de peşisıra dördüncü kişiyi kuyuya
çekmesi.
Bu durumda üçüncü
şahsın diyeti ikiye bölünmektedir. Dördüncü şahsı kendi peşisıra kuyuya çektiği
için diyetinin yarısı boşa gitmekte, geri kalan yarısı da varisine verilmektedir.
Dördüncüye gelince
bunun ölümü sırf başkalarının kendisini peşleri sıra kuyuya çekmelerinden
ötürü vukubul-muştur. Dolayısıyla diyeti tam olarak varislerine verilmelidir. Hz
. Ali (r.a.), bunların diyetlerini kuyunun başında durup izdiham yaratanların
akrabalarına yüklemiştir. Bu mevzuuyla ilgili olarak iki soru akla gelebilir:
1- Başkalarını kendi peşisıra kuyuya çekmekle kendi
Ölümüne sebebiyet verenin akrabalarına diyet yüklemiyor-sunuz da hiçbir
eylemleri görülmemiş olan kuyu başında duranların akrabalarına diyet
yüklüyorsunuz. Kıyasa muhalif olmasına rağmen neden böyle bir hüküm
veriyorsunuz?
2- Kuyuya birbirlerini peşleri sıra çekerek ölümleri
vu-kubulan bu kişilerin oiyetleri hakkında vermiş olduğumuz hükmü bir an için
kabul edelim. Peki ama zİbiye meselesinde aslen tarafından öldürülmelerine
rağmen yine aynı hükmü veriyorsunuz. Bu nasıl olur?
Gerçekten de bunlar
iki güçlü soru. Şimdi bunları cevaplamaya çalışalım:
1- Başkasını peşisıra kuyuya çeken direkt olarak öldürme
eylemine girişmemiş, ancak ölüme sebebiyet vermiştir. Kuyu başında duranlar,
izdiham yarattıklarından ölüme sebebiyet vermişlerdir. Bunların sebep
oluşları, başkasını kendi peşisıra kuyuya çekenin sebep oluşundan daha ileri derecedir.
Kuyuya düşenin, başkasını peşisıra çekmesine sebep olanlar da bunlardır:
Mesela bir kişi bir başkasmı üçüncü şahısta üzerine iteleyip fırlatsa üçüncü
şahısta üzerine atılan bir kişinin kendisini ezip öldürmesinden korkarak onu
iteleyip düşürür ve adam da Ölürse bu durumda katil, onu önce fırlatan birinci
şahıstır.
2- Su, ateş ve aslan gibi insanı telef edip öldüren bu
varlıklara cezaî bir hüküm uygulamak mümkün olmadığından kişiyi bunlara verip
kaptıranlar, Ölüme sebebiyet verdiklerinden dolayı mahkûm edilirler. Zibiye
meselesindeki dördüncü şahsın kasıtlı bir fiili olmadığı gerekçesiyle
diyetinin tamamı varislerine verilmiştir. Üçüncü şahıs ise, bu işte hem etken
hem edilgen durumunda olduğu gerekçesiyle diyetinin kendi eylemine karşı olan
yarısı boşa gitmiş, ikinci şahsın kendisini çekmesinin karşılığı plan yarı
diyeti haket-miştir. ikinci şahısta hem etken hem edilgen olduğu ve kendi
peşisıra çektiği adamın da tıpkı kendisi gibi bir başkasını peşisıra çekmesinden
ötürü diyetinin üçte birini haketmiş-tir. Birinci şahsa gelince o da kendi ölüm
sebebinin dörtte üçünü bizzat kendisi gerçekleştirmiş olduğundan diyetinin
dörtte b»ini haketmiştir. Ki bu diyeti katilin akrabalarından alıp varislerine
vermekten daha iyidir. Ama kıyasa da muhaliftir. Çünkü şeriate göre diyet,
zoraki bir yardımlaşma yöntemiyle vaz'edilmiş bir prensiptir. Bir kişi kendi
kendini öldürürse veya Öldürülmesine katkıda bulunursa yapmış olduğu eylemden
dolayı diyeti haketmez. Aynı şekilde ken-a malını telef ederse veya bedeninin
bir parçasını kesip atarsa akrabaları kendisine veya varislerine diyet veya
tazminat vermekle yükümlü tutulamazlar. Hz. Ali'nin bu meseledeki hükmü
diğerlerine nispetle kıyasa çok daha yakındır. Maktulün kendi kendini öldürmesi
veya öldürülmesine yai-dımcı olması halinde diyetini akrabalarına yüklemektense
bu hüküm daha adilanedir. Ebu'l-Hattab mancınık meselesindeki maktulün kendi
eylemine karşı düşen diyetinin üçte bir payını akrabalarının ödemesi hükmünü
lağvetmektedir. Diyetini ikiye bölerek her bir payını iki arkadaşının
akrabalarına yüklemektedir. Bu çözüm, mancınık meselesiyle ilgili çözüme
nispetle kıyastan çok daha uzakçadır. Kişinin kendi ölümüne katkıda
bulunmasından ötürü, kendi akrabası olmayan yabancıların diyetini ödemeleri
nasıl olur da adaletle bağdaştırabilir? Eğer kendi akrabaları yüklenecek
olsalardı elbetteki daha hakça bir hüküm olacaktı. Aslında hem yabancı bir
aşiretin, hem de kendi akrabalarının bu durumda onun diyetini yüklenmelerine
kıyasa muhaliftir. En doğru hüküm, Emîrü'1-Mü'minin Hz. Ali'nin (r.a.) vermiş
olduğu hükümdür. Bu hüküm; kuyuya dördüncü olarak düşenin diyetini üçüncü
olarak düşenin diyetini ikinci şahsın akrabalarına yüklemekten, ikinci olarak
düşenin diyetini birinci şahsın akrabalarına yüklemekten, birinci olarak
düşenin diyetini ise kökten heder etmekten çok daha güzeldir. Bu sözün her ne
kadar kıyasta payı varsa da birinciye karşı kimse cinayet eylemini irtikâb
etmemiştir. Aksine kendisi ikinciye karşı cinayet işlemiştiı ! t-, i ncinin
diyetini birincinin akrabalarının vermesi gerekir.
İkinci şahıs ta
Üçüncüye karşı cinayet işlemiştir. Üçüncünün diyetini, İkincinin akrabalarının
vermesi gerekir. Üçüncü şahıs ta dördüncüye karşı cinayet işlemiştir. Dördüncünün
diyetini üçüncünün akrabalarının ödemesi gerekir. Dördüncü şahıs bir kimseye
karşı cinayet ı demediğinden akrabalarına da kimsenin diyeti yüklenemez. Bu
hükmün kıyasın açık prensiplerine göre Hz. Ali'nin hükmüne nispetle daha doğru
olduğunu sananlar olmuştur. Bu sanıya kapılan İmam Ahmed'in bazı
arkadaşlarıyla diğer bir gurup fı-kıhçı bu görüşü benimsemişlerdir. Ancak şu
var ki: Hz. Ali'nin yargısı fıkıh kurallarına daha uygundur. Çünkü kuyuya
düşenleri kuyu başında bulunanlar izdiham yarattıklarından ötürü
düşürmüşlerdir. Ölenlerin akrabaları diyet vermektense, izdiham yaratıp onları
düşürenlerin akrabalarının ödemesi daha uygundur. Ve adalete daha yakındır Hem
adamları Ölür hem de diyet Öderlerse musibetleri kat kat artar. Dayanakları da
kırılmış olur. İslâm şeriatı bu gibi anormalliklerden kaçarak ideal ve güzel
bir hukuk sistemi olduğunu gözler önüne sermiştir. Cenab-ı Allah, musibete
uğrayan her kişi için mutlak olarak bir dayanak yaratır. Akrabalara diyet
borcunu zorla yüklemek, musibete uğrayan kimseye bir yardım ve onun için bir
dayanak mesabesindedir. Aynı şekilde kuyuya ikinci ve üçüncü olarak düşenlere
gelince her ne kadar kendilerinden önce kuyuya düşenler, kuyuya çekmekle
bunlara karşı cinayet işlemişlerse de bunlar dahi kendilerinden sonrakileri
kuyuya çekmiş olduklarından ötürü hem başkalarına hem kendi nefislerine karşı
cinayet işlemişlerdir. Bunların hepsinin ölümü birbirlerne karşı işlemiş
oldukları cinayetten ötürü vukubulmuştur. Bu nedenle kendi canlarına karşı
işlemiş oldukları cinayete bedel olan diyet paylan boşa gitmekte, başkalarının
kendilerine , karşı işlemiş oldukları cinayete karış olan diyet paylarıysa
varislerine Ödenmektedir.
Bu hüküm; dördüncü
olarak kuyuya düşüp ölenin diyetinin ilk düşen üç kişinin akrabalarmca Ödenmesinden,
üçüncü olarak düşüp ölenin diyetininse birinci ve ikinci şahısların
akrabalarmca ödenmesinden, ikinci olarak düşüp ölenin diyetininse birinci
şahsın akrabalarmca ödenmesinden daha hakça bir hükümdür. Sebebin sebebi de
sebep hükmünde olduğundan ötürü, dördüncü olarak kuyuya düşen ölümüne önceki
üç kişi zincirleme olarak sebep olmuşlar, üçüncü olarak düşenin ölümüne ise
önceki iki kişi zincirleme olarak sebep olmuşlar ki; ikinci olarak düşenin ölümüne
ise birinci kişi yalnız başına sebep olmuştur.
Hz. Ali (r.a.)nın bu
mesele için vermiş olduğu hüküm daha ince ve fıkıh kurallarına daha uygundur.[66]
Kıyasa muhalif olduğu
sanılan hükümlerden birisi de şu nakledeceğimiz rivayette anlatılan hükümdür.
Ali bin Rebah El-Lahmî'den rivayet: Adamın biri, a'mâ birinin koluna girmiş
onu yolda yürütüyordu. Yolda giderlerken adamın ayağa kayarak kuyuya düştü.
A'ma da onun üzerine düştü. Altta kaldığı için adam öldü. Olay, Hz. Ömer'e
anlatıldığında, ölenin diyetinin, a'manın akrabalarınca ödenmesine karar
verdi. Bundan memnun olmayan a'ma, halk arasında dolaşarak şu şiiri okumaya
başladı:
"Ey İnsanlar! Bir
şeyle kanşlaştim ki misli görülmemiş,
A'ma biri, gözlü ve
sağlam olanın diyetini öder miymiş?
Oysa ikisi de
beraberce düşüp bazı yerleri kırılmış"
İnsanlar bu meselede
görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Abdullah bin Zübeyr, kadı Şüreyh, İbrahim
Nehaî, Şafii, İshak ve Ahmed bin Hanbel bu meselede Hz. Ömer'in yolunu tutarak
O'nun yargısını benimsemişlerdir. Bazı fıkıhçılar da demişler ki: Kıyasa
bakılırsa a'manın diyet ödememesi gerekir. Çünkü düştükleri kuyuya gözlü olan
onu götürmüş ve kuyuya düşmesine de o sebep olmuştur. Adam onu kuyuya kasten
düşürmüş olmasa bile a'manm diyet ödememesi gerekir. Zaten bu hususta ittifak
ta vardır. Aksine gözlü olanın akrabalarınca, 'a'manın diyetinin ödenmesi
gerekir. Ebu Muhammed el Makdisi, Muğni adlı eserinde der ki: "Bu hususta
sözü edilen yargıya uyma, tartışma konusu olabilir. Ancak üzerinde icma'
olursa, icmaa muhalefet etmek caiz olmaz. Hz. Ömer'in (r.a.) bu meseleye
ilişkin vermiş olduğu hüküm, üç bakımdan kıyasa uygundur:
1- Gözlü olan, a'manın kendisine gerekli izin vermesinden
Ötürü onu yolda yürütmüştür. îzne dayanılarak yapılan telefiyattan Ötürü
tazminat Ödemek gerekmez. Ama izinsiz olarak yapılsaydı tazminat ödemesi
gerekirdi.
2- Ayrıca a'mayı gütmesi müstehap veya vacip te olabilir.
Şeriat koyucunun emri olan bir vacibi veya müstehabi yapmaktan doğan bir
telefiyatı tazmin etmek gerekmez.
3- Gözlü olanın a'mayı gütmesi eyleminde hem şeriat koyusunun
hem de a'manm izni bir araya gelmiş olmaktadır. Şeriat koyucunun emrine uymakla
güzel ve salih bir amel işlemiştir. A'mayı da yolda yürüttüğü için güzel ve
salih bir amel işlemiştir. İyilik yapanlara, güzel ve salih amel işleyenlere
ise iyilikten başka ne yapılabilir? A'maya gelince o, gözlü olanın üzerine
düşerek adamcağızın ölümüne neden olmuştur. Diyetini de ödemesi gerekir. Aynı
şekilde bir insan damın üstünden yerdeki bir adamın üstüne düşer de onu öldürürse
diyetini ödemesi gerekir. Kıyasa göre böyle olması icab eder. Yine olsa bile
tazminat ödemesi gerekmez. Bu doğrultuda bazıları derler ki: Gözlü olan onu
düştükleri yere kadar götürmüştür. Ki bu da a'manın diyet ödememesinin
gerektirir. Çünkü a'madan izin alarak ve şariin emrine uyarak iyilik olsun
diye yolda gütmüştür. Yine bazıları derler ki: Gözlü olan a'mayı kasten
düşürmüş ? Ancak ne a'madan ne de şari'den onu kuyuya düşürme izni almadığından
bunu yapmakla günahkâr olmuştur. Tam ve eksiksiz bir şekilde kıyasa uygun olan
hüküm, Hz. Ömer (r.a.) in bu meselede vermiş olduğu hükümdür. İbn Kayyim, Kıyas, Tevhid Yayınlar:105-106.
FIkıhçıları zor
durumda bırakan ve onları kıyastan uzak olduğu sanısına kaptıran hükümlerden
birisi de şu nakledeceğimiz hükümdür: Yemen'de bir kadına aynı temizlik süresi
içinde üç kişi cinsel temasta bulunmuş; bu cinsel temastan doğan çocuğun da
kime ait olacağı hususunda anlaşmazlığa, düşmüşlerdi. Şimdi biz bu hükmü
anlatıp kıyasa uygunluğunu açıklayacağız. Ebû Davud ve Nesaî bu hadisi Abdullah
bin Halil'den o da Zeyd bin Erkam'dan rivayet ederler; Zeyd bin Erkam diyor ki:
Ben Peygamber (s.a.s.)in yanında oturuyordum. Yemen'li bir adam huzur-u
saadete gelerek dedi ki:
"Ey Allah'ın
rasulü, Yemen'de üç kişi Hz. Ali'ye gelerek bir davalarının olduğunu
söylediler. Davayı anlattıklarında üç kişinin aynı temizlik süresi içinde bir
kadınla cinsel ilişki kurduklarını, bu cinsel ilişkiden doğan çocuğun kime ait
olacağı hususnda ise anlaşmazlığa düştüklerini ifade etmişlerdi. Hz. Ali,
ikisine hitaben:
"Bu çocuktan
kendi rızanızla vazgeçerek arkadaşınıza verin" dedi. Onlar da:
"Hayır ya Ali
olmaz" dediler. Hz. Ali, bu ikisinden birini diğer üçüncüyle yanyana
getirerek kendilerine hitaben:
"Bu çocuktan
gönül rızasıyla şu tek kalan arkadaşınız namına feragat edin" dedi. Onlar
da:
"Hayır ya Ali
olmaz" dediler. Sonra yine Hz. Ali o tek kalan kişiyle bu ikisinden birini
yanyana getirerek kendilerine hitaben:
"Bu çocuktan şu
yanıbaşımzda duran arkadaşınız namına feragat edin" dedi. Onlar da:
"Hayır ya Ali
olmaz" dediler. Ve inatlarında ısrar ettiler. Bunun üzerine Hz. Ali
kendilerine:
"Siz çok
müşkülpesent ortaklarsınız. Meseleyi halletmek için kura çekeceğim. Kime
isabet ederse çocuğu ona vereceğim. Ve çocuğun diyetinin üçte ikisini de geri
kalan iki arkadaşa ödemesini emredeceğim," demiş ve kura çekti. Kura kime
isabetli ettiyse çocuğa ona verdi."
Bu olay Resulüllah'a
(s.a,s.) anlatıldığında azı dişleri gö-rününceye kadar gülmüştü. Bu olayı Ebû
Dayud ile Nesaî, senetlerde ismi geçen kişilerin tümünün mutemden adamlar
olmasını gözönünde bulundurularak nakletmişlerdir.
Yine Zeyd bin Erkam
diyor ki: Hz. Ali (r.a.), Yemen'de vali iken üç kişi yanma gelmiş ve aynı
temizlik süresi içinde bir kadınla cinsel ilişki kurduklarını arzetmişlerdir.
Bu ilişkiden doğan çocuğun kime ait olacağı hususunda anlaşmazlığa
düştüklerini beyan etmişlerdir. Hz. Ali, bunların ikisini bir tarafta ayırarak
kendilerine hitaben:
"Bu çocuğun
arkadaşınıza verilmesine razı olur musunuz?" demiş onlar da:
"Hayır ya Ali
olmaz" demişlerdi. Bunlardan birisini ayırarak geri kalan tek kişiyle
yanyana getirerek ikisine hitaben:
"Bu çocuğun şu
arkadaşınıza verilmesine razı olur musunuz?" demiş; onlar da:
"Hayır ya Ali
olmaz" demişlerdi. Böylelikle hepsine ayrı ayrı sorduğunda hepsi de hayır
diyerek olumsuz cevap vermişlerdi. Bunun üzerine Hz. Ali aralarında kura çekmiş
ve kura kime isabet ettiyse çocuğu ona vermişti. Çocuğun diyetinin üçte ikisini
de çocuğu alan tarafından iki arkadaşına eşit olarak verilmesine hükmetmişti.
Zeyd bin Erkam diyor ki:
"Bu olay
Rasulullah'a (s.a.s.) anlatıldığında azı dişleri gö-rününceye kadar
gülmüştü."
Bazıları bu hadisin
senedinde Zeyd bin Erkam'ın isminin düşürülmesi şeklinde Abdü'l Hayr'dan
rivayet edilmesi nedeniyle illetli olduğunu, aynı zamanda mürsel bir hadis olduğunu
söylemişlerdi. Nesai, ise bu hadisin, hadis kurallarına uygun olarak rivayet
edildiğini söylemiştir. Ben de bunun bir illet olmadığını yani hadisin senedi
için bir sakatlık sayılmayacağını ve hadisin mürsel olmasını
gerektir-miyeceğini görüş olarak kabul etmekteyim. Abdü'l Hayr, bu hadisi Hz.
Ali .(r.a.) den dinlemiştir ki, zaten olayın kahramanı da odur. Zeyd bin Erkam
adı metinde olmasa bile bu hadsin mürsel olmaması gerekir. Bütün bunları
anlattıktan sonra şunu da kaydetmek gerekir ki: Fıkıhçılar bu hadisin hükmüne
ilişkin olarak anlaşmazlığa düşmüşlerdir. îshak bin Rehaveyh der ki: Çocuk davalarında
bu hadise uyulması gerekir. Şafiî de bu görüştedir. İmam Ahmed bin Hanbel'den
bu konudaki görüşü sorulduğunda başka yöntemlerin daha uygun olacağını
belirtmiştir. Şimdi burada iki durumla karşılaşıyoruz:
1- Nesep davalarında kur'a yönteminin geçerli olabileceği
durumu.
2- Kendisine kur'a İsabet edip te çocuğu alan kişinin,
çocuğun diyetinin üçte ikisinin geri kalan iki kişiye eşit olarak ödemekle
yükümlü kılınması durumu.
Bu iki durum da
kıyastan çok uzaktır. Bu nedenle bazı fıkıhçılar demişler ki: Bu, fazlasıyla
kıyastan uzak bir yöntemdir. Denebilir ki kur'a, beyyine ve ikrar gibi başka
bir hal çaresi bulunmadığında başvurulabilecek bir yöntemdir. Bu davada hak
sahibini kur'a ile tespit etmek zor bir şey olmasa gerektir. Çünkü bir çok sebeplerden
ötürü davayı bu şekilde çözümlemek tercih sebebi olmaktadır. Kur'a sahibi, bir
delil, bir karine veya bir alâmetle tespit edilemeyen malların kime ait
olacağı hususunda da başvurulabilecek bir hal çaresi olmaktadır. Gizli bir
şüpheyle de olsa tespit edilen nesep davalarında kur'aya başvurulması
elbettekî tercihe şayan bir husustur. Yalnız, kur'a sonucu çocuğu almaya hak kazanan
kişinin, üçte iki diyet ödemesi gerçekten müşkül bir iş olmaktadır. Çünkü
çocuğu alan kişi katil değildir. Ki diyet Ödemekle yükümlü kılınsın. Sadece
kur'a kendisine isabet ettiği için, başkalarının bu çocuk üzerindeki nesep haklarını
ellerinden'almış bulunmaktadır. Denebilir ki: Diğerleri de o kadınla cinsel
ilişki kurduklarından Ötürü çocuğu alabilirlerdi.
Alabilirlerdi ama
kur'a sonucu bu şahıs, onların çocuk üzerindeki nesep haklarını ellerinden
almış bulunmaktadır. Kur'a sonucu çocuğu almış olması, onların çocuk üzerindeki
nesep haklarını telef etme durumuna benzetilmekte ve her üçü de çocuğun babası
mesabesinde görülmektedir. Buradaki iki kişinin çocuk üzerindeki nesep
haklarının telef edilmesi her birisine üçte bir diyetin verilmesini gerekli
kılmaktadır. Bu meseleyle ilgili diğer bir bakış tarzı ise buna nispetle çok
daha akla yatkın olmaktadır. Bu meseleyle ilgili diğer bir bakış tarzı ise buna
nispetle çok daha akla yatkın olmaktadır. Şöyle ki: Bu erkekte diğerleri gibi
aynı kadınla cinsel ilişki kurduğu ve kur'a sonucu da çocuğu almış bulunduğu
gerekçesiyle çocuğun değerini tazminat olarak Ödemekle yükümlü tutulmaktadır.
Çocuğun şer'an değeri ise diyetidir. Bu nedenle geri kalan iki kişi çocuğun
değerinin üçte ikisini alma hakkını kazanmış olmaktadırlar. Bu durumda çocuğu
kur'a sonucu almayı hakeden kişi, kendisiyle diğer iki ortağı arasında
ortaklaşa mülkleri olan bir köleyi Öldürmesine benzemektedir. Böyle bir
telefiyatı yapan ortak, ortaklarının o köle üzerindeki haklarını yani o
kölenin değerinin üçte ikisini onlara Ödemekle yükümlü kılınır.
Hür olan çocuğu kur'a
hükmüyle ellerinden alması dahi ortağın, ortaklık köleyi telef etmesine
benzemektedir. Ca-riye'nin çocuğunun da hür olacağı görüşüne aldanan
saha-bî'nin tazminat ödemesi meselesi de bu olaya benzemektedir. Cariye ile
çocuğu, hürriyetlerinden kavuştuklarında efendilerinin bunlar üzerindeki
sahiplik hakkı elinden gider. Cariyenin çocuğunun hür olacağını sananlar
aldanmışlardır. Oysa ki, bunlar hâlâ efendilerinin boyunduruğu altında sayılırlar.
Bu hüküm, kıyasın inceliklerine en güzel bir örnek teşkil etmektedir. Ki bunu,
ancak İlimde mütebahhir olmuş kimseler anlayabilirler. Yine bazı guruplar bu
hükmün kıyasa muhalif olduğunu sanmışlardır. Ki gerçek onların sandıkları
gibi değildir. Aksine bu, fıkhın ta kendisidir. Çünkü çocuk hürriyete olsun
kölelikte olsun annesinin hükmüne tabidir. Yani başkasının cariyesinden doğan
hür bir erkeğin çocuğu da köle sayılır. Ama hür bir kadından bir kölenin çocuğu
doğacak olursa bu çocuk hür sayılır. Çünkü annesi hürdür.
İmam Ahmed bin Hanbel
der ki: Bir cariye hür bir erkekle evlenirse yarı hürriyetine kavuşur. Aynı
şekilde bir köle de hür bir kadınla evlendiği takdirde yarı hürriyetine kavuşur.
Cariye'nin çocuğunun
hür olacağmı sanarak cariyeyle evlenen sahabînin, evliliğinden doğan çocuk
cariyenin efendisine ait olmuştur. Koca, kadının hürriyetini etkileyebildiğine
göre çocuğun da hürriyetini etkileyebilmektedir. Yani evlatlarını kölelikten
kurtarıp hürriyete kavuşturabilmektedir. Çocuk, cinsel ilişkiyi kuranın
inancına tabidir. Hür babanın çocuğu da bu sahabilerin görüşüne göre hür
olmalıdır. Böylelikle koca, cariyeyle cinsel ilişki kurduğunda, onun cariyeliğini
efendisinden almış olmaktadır. Burada efendiyle kocanın haklarını bir tutmak
gerekir. Efendinin hakkını ko-canınkine nispetle daha fazla korumak gerekir
diyemeyiz. Sahabîler her iki tarafın hakkına da riayet etmişlerdir. Her ne
kadar anneleri cariye de olsa çoculann hürriyetine hüküm vermişlerdir.
Babalarının anneleriyle cinsel ilişki kurmalarından ötürü, babalarının
hürriyetine nispetle hür olmalıdırlar. Çocukların tam kıymetlerini değil de
takribi kıymetlerini babanın, efendiye ödemesini karara bağlamışlardır. Daha
sonra da aldanarak başkasına zarar verdiği için tazminat ödeyen kişinin bu
zararından dönme imkânını da yaratmışlardır. Kıyas ve adalet, başkasının
malının telef olmasına sebep olan kişinin, telef olan malın değerini sahibine
tazminat olarak ödemesini gerekli kılmaktadır. Çünkü telef sebep olmak bizzat
telef etmek gibi telakki edilmektedir. Eğer dense ki: Bütün bu anlatılanlar
kıyasa muhaliftir. Çünkü çocuk, ananın bir parçası olduğu gibi babanın da bir
parçası sayılmaktadır. Hatta babaya ait olan kısmı, anaya ait olan kısmından
daha fazladır. Bu nedenledir ki yüce Allah Kur'an-i Kerîm'de, insanı erkeğin
suyundan yarattığım, ilân buyurmaktadır:
"Şimdi, insan
hangi şeyden yaratıldı? (ibretle) baksın. Ki (erkeğin) arka kemiği ile
(kadının) göğüs kemikleri arasından çıkıyor." (Tarık: 86/5-7)
"O, (döl yatağına
dökülen meniden) bir damla su değil miydi?" (Kıyame: 75/37)
Bunlar ve bunlara
benzer diğer ayet-i kerîmelerde bu husus yani insanın, erkeğin suyundan
yaratıldığı hususu açıkça anlatılmaktadır. însan, cinsel ilişkiyi kuran erkekle
kadının bir parçası olduğuna göre nasıl olur da babasının efendisinin değil de
yalnız anasının efendisinin mülkü olur? Bu hüküm bir başka açıdan da kıyasa
ters düşmektedir. Şöyle ki:
Erkeğin döl suyu,
tarlaya ekilen tohum mesabesindedir. Adamın biri, başkasının tohumunu çalarak
veya gaspederek herhangi bir yolla alır da kendi tarlasına ekerse elde edile tahıllar
tohum sahibinin mülkü olur. Tabii bunun yanında tarla ücretini Ödemesi de
gerekir. Denebilir ki çocuk, babanın döl suyundan yaratıldığı gibi ananın da
menisinden oluşmaktadır. Ancak bu sular ana rahminde cisim haline, değerli bir
varlığa dönüşmektedirler. Bu sulardan oluşan organlar ananın rahminde
oluştuklarından ötürü ananın bünyesinin bir kısmını içermiş olmaktadırlar. Ki
bu durumda ana* babaya nispetle çocuğun varlığı üzerinde eşit haklara sahip
olmaktadır. Oysa ki çocuk, anasının eti ve kanıyla beslenerek bir. insan
haline gelmektedir. Babası onu, ana rahmine bir meni damlacığı olarak
yerleştirdiğinde hiç mi hiç bir değere sahip değildi. Zaten yüce Allah ta onu
bu halindeyken, değeri olmayan basit bir su damlacığı olarak adlandırmaktadır.
Buna örnek olarak başka bir meseleyi anlatmakta yarar vardır. Şöyle ki: Bir
adamın tohumluk bir hayvanı, başkasının damızlık hayvanına atlayacak olursa bu
ilişkiden doğan yavru, dişi olan cins hayvanın sahibine ait olur. Ki bunda
müslümanlann ittifakı mevcuttur. Bu hüküm, tarala-ya ekilen tohumun hükmüyle
ters düşmektedir. Zira tarlaya ekilmeden önceki haliyle tohum, parayla
karşılanabilen bir değere sahiptir. Ama damızlık hayvanını menisinin parayla
karşılanabilecek bir değeri yoktur. Bu durumda tohumla, hayvanin menisini
birbirine kıyaslamak hiçte uygun değildir.
Eğer dense ki: Bu
kuralı nesepte de uygulasaydmız ya! Oysaki çocuğu anaya nispet ettiğiniz gibi
babaya da nispet etmektesiniz.
Bunlara cevaben
denilir ki: Müslümanlar, nesebin babaya ait bir hak olduğuna ittifakla karar
vermişlerdir. Bunun yanı sıra, hürriyet veya kölelik bakımından da çocuğun
anaya tabi olacağına karar vermişlerdir. Ki bu, Allah'ın hikmetinin hukuk ve
kader bakımından bir gereğidir. Çocuk baba için doğar. Anne ise çocuk için bir
barınak görevi görür. Noksanlıklarından münezzeh yüce Allah, çocuğu babasının
devamı, vekilî ve neslinin ardılı olarak yaratmıştır. Kulları arasına nesep
bağlarını yerleştirerek onların birbirleriyle tanışmalarını sağlamıştır.
İnsanlığın faydaları,
tanışmaları ve birbirleriyle müamelelerde bulunmaları ancak nesep bağlarının
varlığı sayesinde mümkün olmaktadır. Nitekim yüce Allah Kur'an-ı Kerîm'de
buyurur ki:
"Ey İnsanlar,
hakikat biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi sırf birbirinizle
tanıdasınız diye büyük büyük cemiyetlere küçük küçük kabilelere ayırdık."
(Hucurat: 49/13)
İnsanlar arasında
babalar yoluyla gelen nesepler sabit olmasaydı birbirleriyle tanışmaları
mümkün olmayacak ve sosyal düzen de bozulacaktı. Çünkü kadınlar genellikle örtülü,
ve mesture olduklarından ötürü gözlerden uzak kalmaktadırlar. Bu nedenle
ananın başkaları tarafından tanınması güç olmakta ve nesep davalarında bir
unsur olarak ele alınmaması mümkün olmamaktadır. Şu halde diyebiliriz ki:
Nesepler ana tarafına ait olmuş olsaydı düzen bozulacak ve soylar da birbirine
karışacaktı. Ki bu da ilâhî hikmete, rahmete ve insanların maslahatına ters
düşecekti. Yine bu sebepledir ki insanlar, kıyamet gününde analarının adıyla
değil de babalarının adıyla çağrılacaklardır. Buhari, sahihinde, insanların kıyamet
gününde babalarının adlarıyla çağrılacaklarına ilişkin müstakil bir bölüm
açarak şu hadisi rivayet etmiştir: Abdullah bin Ömer (r.a.) den rivayet:
Rasulul-lah (s.a.s.) buyurdu ki:
"Verdiği sözde
durmayıp cayan gaddar kişi için kıyamet gününde bir bayrak dikilir de; bu adam
falan oğlu falana gadretmiştir, diye ilân olunur."
Hürriyetin ve
köleleğin anaya bağlı kılınması, nesebin-se babaya bağlı kılınması ilâhî
hikmetin mükemmel bir örneğidir. Fasid kıyası uygulayan lar s a Allah'ın,
hükmünü ayırdığı şeyleri bir araya getirmekte; hükmünü birleştirdiği şeyleri
ise birbirinden ayırmaktadırar. Eğer dense ki: Bu kuralı velâ bağında, yani
azad eden efendiyle azad edilen cariye veya köle arasındaki bağda da
uygulasaydınız ya? Bu kuralı azad edilen cariye hakkında uyguladınız. Velâ bağı
burada kan bağı gibi telâkki edilmektedir.
Buna verecek cevabımız
şudur: Velâ bağı köleliğin kalıntısı olduğuna ve onun muciplerinden olduğuna
göre bunun hükmü de çocuk sahibi olan cariye hakkında uygulanmaktadır. Burada
çocuk sahibi olan cariyeyeyle efendisi arasındaki bağ bir nevi neseb bağı
durumunda olduğuna göre köle olan baba ile onu azad eden efendi arasında bu kuralın
uygulanması gerekir. Bu durumda iki unsura yani, azad edilen köle babayla azad
edilen cariye anaya uygulanması gerekir.
Eğer dense ki: Çocuğu
din bakımından , nesebi k'.me ait ise ona bağlamanız gerekirdi. Ama siz böyle
yapmayıp çocuğu din bakımından bazan anasına bazan da babasına bağlamaktasınız.
Buna verecek cevabımız
şudur: Çocuk kendi başına bağımsız bir varlık olmayıp bazı hallerde
başkalarına tabi olması gerekmektedir. Şeriat sahibi onu, din bakımından hayırlı
olan anasına veya babasına bağlanabileceğini ferman buyurmuştur. Şeytanın
yolunda gidenlere bağlanması caiz olmadığından anne veya babasından hangisi
rahman ve rahim olan Allah'ın yolunda ise, din bakımından da oha bağlanması
gerekmektedir. Bunun aksini yapmak, ilâhî kanunlara karşı bir usulsüzlük ve
muhalefet olacaktır.
Eğer dense ki: Çocuğu
din bakımından ana ve babası kendisiyle birlikte olsalar dahi, onları esir
alana bağlamanız gerekir. Çünkü anne ve babası gayr-i müslim olduklarından onlara
bağlanması islâmiyet açısından normal değildir. Bu durumda din bakımından onu
kendisiyle birlikte anne ve babasını veya ikisinden birini esir alana bağlamak
daha uygun olur.
Buna verecek cevabımız
şudur: Evet biz de bunu sa-unmaktayız. İmam Abdurrahman bin Amr El-Evzahi ve
İmam Ahmed bin Hanbel
ile Şeyhül-İslâm İbnî Teymiyye de bu görüşü kabullenmişlerdir. Müslümanlar,
çocuğu, tek başına esir olarak yanına alan müslümana din bakımından bağlanmayı
uygun görmüşler ve bu hususta da icma etmişlerdir. Zira bu durumdaki çocuk,
gayr-ı müslim anne ve babasından kopmuş; kendisini esir alan müslümana tabi olmuştur
Ancak fıkıhçılar, çocukla birlikte anne ve babasından birinin esir alınması
hususunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Böylece de konuyla ilgili olarak üç
görüş açısı belirmiştir:
1- İmam Ahmed'den nakledilen görüşe göre çocuk, müslüman
kabul edilir. Ki bu görüş Hanbeli mezhebince meşhurdur. Evzaî de bunun
benimsemiştir.
2- Anne ve babasından ayrı olmadığı nedeniyle müslü-man
olduğuna hükmedilemez.
3- Çocuk eğer babasıyla birlikte esir alınırsa din
bakımından yine babasına tabi olur. Annesiyle birlikte esir alınırsa müslüman
olduğuna hükmedilir. Ki İmam Mâlik bu görüştedir. Evzaî'nin ve diğer
fikıhçiların bu konudaki görüşleri sahih ve çelişkiden uzak bir görüştür. Çünkü
çocuğun din bakımından, kendisini esir alana bağlanması, anna vebabası-na
bağlanmasına nispetle çok daha hakça bir uygulamadır. Anne ve babası kâfir
olarak kaldıkları gerekçesiyle çocuk üzerinde herhangi bir haklan ve de
etkileri kalmamaktadır. Gayr-ı müslim olarak kaldıktan sonra bu anne ile
babanın ister küfür diyarında bulunmaları ister islâm diyarında müs-lümanların
eline esir olarak bulunmaları hüküm bakımından hiçbir şey değiştirmez. Hatta
islâm diyarında esir olarak bulunduklarından ötürü kahra ve zillete uğramakta;
yerine göre öldürülmeyi de hakettiklerinden küfür diyarında kor-kasuzca
yaşamalarına nispetle çocuk üzerinde hiç mi hiç hak ve etkileri kalmamaktadır.
Anne ve babası müslümanların elinde esir veya darül harpte kendi izzetleriyle
yaşarken çocuğun da onlar gibi küfür ve şirk içinde yaşamasına cevap verecek
bir sebep olabilir mi? Yine onlara şöyle bir soru yöneltmekte mümkündür;
Çocula birlikte anne
ve babası esir alınır da bilâhare ebeveyni öldürülürse size göre bu çocuk hâlâ
küfür yaşantısı içinde mi kalır? Veya müslüman olduğuna mı hükmedersiniz?
Eğer anne ve babası ölse bile çocuk yine küfürde kalır diyecek olursanız size
verecek cevabımız şu olur: Çocuğun anne ve babasının harp halinde
öldürülmesiyle esir alındıktan sonar öldürülmelerini birbirinden ayıran etkili
bir fark veya muteber bir mânâ veya sahih bir kıyas, sünnet ve kitaptan bir
deliliniz mi vardır? Çocuğun tek başına esir alındığında müslüman olduğuna
hükmeden mânâ, anne ve babasının da esjr alınması ve esir alındıktan sonra
öldürülmeleri halinde ortadan kalkmakta mıdır? Bu sizin yaptığınız, birbirine
denk ve benzer olan iki olayın hükmünü birbirinden ayırmaktır. Ki bu da kıyas
kurallarına ters düşen bir uygulamadır. Yine aynı şekilde siz çocuğun ve
ebeveyinin bir şahsın mülkiyetinde esir olarak bulunmaları veya bunların
askerlerin tümünün ortak mülkü olmaları arasında bir fark mı yapıyorsunuz?
Birinci durumda sizden delil istememiz gerekecektir. İkinci duruma gelince
bilinmektedir ki: bu durumdaki anne ve babanın çocuk üzerinde bir hükümranlığı
ve çocuğun da bunlara bir bağlılığı mevcut olmayıp sadece kendisini esir
olarak yanında bulunduran kimsenin mülküdür. Zaten bu durumdaki anne ve babanın
çocuğu eğitip beslemesi ve büyütmesi mümkün değildir. Darü'I-Harpte de olsalar,
islâm diyarında da olsalar bu durumdaki gayrimüslim ebeveynin çocuk üzerinde
mülkiyetleri söz konusu olamaz. Yin^ aynı şekilde çocuğun kendi başına bağımsız
olması düşür ülemeceğinden bir kişiye bağlanması zorunludur. Şu halde durum
yine dönüp dolaşmakta ve çocuğun, kendisini esir alan şahsa tabi olmasına da
yanmaktadır. Çocuk ya kendisini esir alana bağlanacak veya ebeveynine
bağlanacaktır. Ama bu durumdaki ebeveynin çocuk üzerinde bir etkileri ve
hükümranlıkları sözkonusu olmadığından sadece kendisini esir alana bağlı
olması gerekmektedir. Ebeveyninin velilik haklan da tamamen ortadan kalkmakta,
miras bağlan kopmakta, nikâh ve diğer konularda çocuk üzerindeki tasarruf
hakları da silinmektedir. Din konusundaki velilikleri ortadan kalktıktan sonra
diğer konulardaki veliliklerden sozedilemez.
:
İmam Ahmed bin Hanbel,
zımmî kimselerin müslüman-ların elinde esir bulunan köle veya cariyeleri satın
almala-nnm yasak olduğunu kesin bir şekilde ifade etmiştir. Bu hükmün
paralelinde olarak hilâfeti esnasında Hz. Ömer (r.a,), vilâyetlere emirnameler
göndermiştir. O zaman bu emirnameyi duyanlardan hiçbiri buna zıt bir görüş
belirtmemiştir. Her ne kadar bazı imamların bu konuda görüş ayrılıkları varsa
da bu, sahabâlerin icmaıyla yerleşmiş olan bir hükümdür,
İmam Ahmed İle Hz.
Ömer'in bu yolda emir ve hüküm çıkarmalarının asıl nedeni şu olsa gerektir:
Gayrimüslim esirler, müslümanların yanındayken Kur'an dinleme, islâmî hareket
ve prensipleri tanıma imkânını bulmaktadırlar. Böylelikle de günün birinde
belki islâmiyeti benimsemeleri ihtimal dahiline girmektedir. Ama bunlar
gayrimüslim zımmî-lere satıldıkları takdirde böyle bir mutluluğa kavuşma imkânına
sahip olmayacaklardır. Ama ebeveyninin yanında bulunup onların dinine tabi
olan gayrimüslim çocukları zim-mîlere satmanın herhangi bir sakıncası yoktur.
Eğer dense ki: Çocukun
gayrimüslim anne ve babalan esir alındıktan sonrr. ÖlürJerse aralarındaki
bağlar kesildiğinden ötürü çocuğun müslüman olduğuna hükmediyorsunuz. Zaten
yaratılış bakımından da çocuk, anasından doğarken müslüman olarak doğu. Bu
durumda islâm fıtratı üzerinde doğan çocukların, öldükleri nedeniyle anne ve
babalan tarafından Yahudileştirilmesi veya Hıristiyanlaştırılması ihtimali de
ortadan kalkmış olmaktadır.
Buna verilecek
cevabımız şu olacaktır: İmam Ahmed bin Hanbel, kendi arkadaşlarınca rivayet
edilen şu hadis-i şerifi bizim açımızdan bir delil olarak zikretmektedir:
"Hiçbir çocuk
mümkün değil, annesinden doğarken islâm fıtratı üzerine doğar. Ancak bilahare
anne ve babası onu Yahudileştirir veya Hıristiyanlaştırır, veyahut
Mecusileştirirler. Ama ebeveyni (sağ) olmazlarsa o çocuk yaratıhşındaki aslı
üzere kalır ve Müslüman olur."[67]
Eğer dense ki: Siz bu kuralı zinadan doğması
veya Han nedeniyle reddedilen bir çocuk olması sebebinden ötürü babasının
nesebinden kopan çocuklara da uygulasaydmız ya?
Buna verilecek
cevabımız şudur: Evet çocuk, islâm fıtratı üzerine doğduğu nedeniyle böyle bir
uygulamaya girmemiz gerekir. Ebeveyni de varoldukları nedeniyle görünürde bu
hükmü uygulamaya engel bir husus mevcut değildir. Ancak cumhur-u ulemanın
benimsediği kuvvetli delillere göre bu durumdaki çocuğun müslüman olduğuna
hüküm verilemez. İmam Ahmed'den gelen bu rivayeti Şeyhül-İslâm ibni Teymiyye
de benimsemiştir. Esir edilen çocukla zinadan doğan veya lian nedeni ile
nesebi reddedilen çocuğun anne ve babasıyla ilişkisi kopmuş, kendisini esir
edene bağlanmış olmaktadır. Ama ebeveyni veya bunlardan birisi ölen ço cuk, ya
akrabalarından birine veya babasının vasiliğini verdiği kimseye bağlanır. Ölüm
nedeniyle anne veya babasının veya her ikisinin bağlarından kopan çocuk,
bunların yerine geçen akraba veya vasiye bağlı kalmakta devam eder. Peygamber
(s.a.s.), ebeveynin çoğunlukla vukubulan halleri gözönüne almıştır. Ki bunu iki
bakımdan anlamak mümkündür:
1- Hadiste geçen Yahudileştirme, Hıristiyanlaştırma veya
Mecusileştirme kavramları birer lakaptan ibarettir.
2- Yahudileştirme, Hıristiyanlaştırma veya Mecusileştirme
vakaları her zaman değil de çoğunlukla vukubulur denilmek istenmektedir.
Bu anlayışımıza da
asr-i saadetten günümüze kadar devam eden ve sürekli olarak rastlanılabilen
olaylarda takınılan davranışlar desteklemektedir. Zımmîlerin ölümleri halinde
çocukları kendi hallerine bırakılmaktadır. Ne imamlar ne de yöneticiler bu
çocukların dinine müdahale edip illa da müslüman olacaksınız dememekte ve bu
yolda herhangi bir davranışta bulunmamaktadır.
Eğer dense ki: Siz bu
kuralı, Gayrimüslim bir çocuğu satın alan bir kişiye de uygular mısınız? Satın
alanla esir alanın hükmünü aynı kılar mısınız? Veya bunların ikisinin hükmünü
birbirinden ayırır mısınız? Örneğin bir zımmî-nin gayrimüslim kölesi, kendi
cariyesiyle evlenir; bu evlilikten bir çocukları doğarsa veya hür bir kişi
zımmînin cariyesiyle evlenir de bu evlilikten bir çocuları doğarsa efendileri,
doğan bir çocuğu bir müslümana satarsa verilecek olan hüküm ne olmalıdır?
Buna verecek cevabımız
şudur: Evet, bu biz buradaki çocuğun müslüman olduğuna hükmederiz. Şeyhimiz
(îbni Teymiyye) de bu görüştedir. Ancak Hanbeli mezhebine göre bu durumdaki
çocuk, küçük halinde kalmaya devam eder. Babası ve anasıyla birlikte esir
alındığı takdirde yine küfür halinde kalmaya devam eder. Doğrusu bizim
şeyhimizin söylediğidir. Ki bu durumda çocuğun müslüman olduğuna hüküm
verilmesi gerekir. Zira bu çocuğun ebeveyni ile olan bağı kopmuştur. Velilik,
miras ve besleme ilişiği de kesilmiştir. Dolayısıyla kendisini mülkiyetinde
bulunduran sahibi, anne ve babasına nispetle daha fazla haklara sahip olmaktadır.
Bu çocuk, hüküm bakımından sahibine bağlı olduktan sonra din bakımından ondan
nasıl ayrı olabilir? îş-te esaret meseleleriyle ilgili olarak islâmm özlü
hükümleri bunlardan ibarettir.[68]
Bir nebzecik olsun bu
konuyu ele alacak olursak İslâm hukukunda kıyasa muhalif olan bir hükmün
bulunmadığı anlaşılmış olacaktır. Bunun yanısıra sahabîlerin sözleri arasında
da kıyasa muhalif bir sözün mevcut olduğu bilinmektedir. Sahih kıyas, islâm
hukukunun emir ve nehiylerine varlık ve yokluk bakımından şeriatİn haberleri
ile uyum içinde olurlar. Zira Allah ve Resulü, akla uygun sarih konulara ters
düşen hiçbir hükmü bildirmiş değildirler.
Şer'î hükümlerin
hikmet sebepleri ve kıyasla ilgili olarak bilinen bir soru akla gelmektedir:
Şöyle ki:
İslâm hukuku bibirine
denk olan olayların hükümlerini birbirinden ayırmış, birbirine zıt olan olayların
hükümlerini ise birleştirmiştir. Bunu hikmetle bağdaştırmak mümkün müdür? Bu
konuda örnek isterseniz size verecek birçok örneklerimiz mevcuttur. Meselâ:
Şeriat sahibi meni akmasından ötürü guslü farz kılmıştır. Kasıtlık olarak
akıtılması halinde de kişi eğer oruçlu ise orucunu iptal etmiştir. Oysa ki
meni, necis olan sidik ve mezi sıvılarına nispetle temiz olan bir sıvıdır.
Küçük kız çocuğunun sidiği bir elbiseye bulaşacak olursa biu elbiseyi
yıkamayı, küçük erkek çocuğunun sidiği bir elbiseyi bulaşacak olursa her ikisi
de aynı olmasına rağmen sadece bu elbiseye su serpilmesini emretmiştir.
Yolculuk halindeki misafir kişinin dört rek'atli farz namazlarının iki rek'ate
indirmiş, bunun yanında üçlü ve ikili rek'atlar halinde kılınan sabah ve akşam
namazlarının farzlarını yine hiçbir eksiltmeye tabi tutmadan olduğu gibi
bırakmıştır. Hayızlı kadının tutamadığı oruçları kaza etmesini emretmiş, ancak
kılamadığı namazları kaza etmesini gerekli görmemiştir. Oysa ki oruca nispetle
namaza daha fazla riayet edilmesi zorunludur. Çirkin görünümlü hür ve yaşlı
bir kadına bakmayı haram saymış, bunun yanında genç ve güzel görünümlü bir
cariyeye bakmayı normal karşılamıştır. Üç dirhem kadar malı çalan hırsızın
elinin kesilmesini hükmü bağlamış; ama bunun yanında başkasının bin dinarını
gasbeden veya kaçıran veyahut yağmalayan kişinin elinin kesilmesine cevaz
vermemiştir. Sonra hırsızlık yapan kişinin diyetini beşyüz dinar olarak takdir
etmiş ve bu parayı, malını yağmaladığı adama tazminat olarak ödemesine karar
vermiştir. Başkasına zina suçunu isnad ederek iftirada bulunan kişiye had
tatbik edilmesini emretmesine rağmen, zinadan daha kötü bir olgu sayılan
küfürle başkasını itham eden kimseye ise herhangi bir had cezası tatbik
etmemiştir. Öldürme olaylarında iki şahitle yetinilmiş; zinada ise dört şahide
gerek görülmüştür. Oysaki öldürme, zinaya nispetle çok daha vahim bir olaydır.
Hür ama fasık birine iftira eden bir kişiye had cezası tatbik ediliyor da,
sa-lih amelî ve iyi niyetli bir köleye iftira eden kişiye ise herhangi bir had
cezası tatbik edilmemektedir. Kocası ölen kadının iddetiyle boşanan kadının
iddetinden birbirinden ayrı tutmuştur. Oysa ki her ikisine de rahim istibrâ
etmektedir. Hür kadının iddetini üç hayız olarak kabul etmiş; cariyenin iddetini
ise bir tek hayız olarak belirlemiştir. Oysa ki bunların her ikisinden maksat,
kadının rahminin çocuktan veya önceki kocanın menisinden boşalmış olduğunu
öğrenmektir. Üç talakla boşanan kadını, başkasıyla evlenip boşanma-dıkça
tekrar eski kocasına helâl kılmamıştır. Oysa ki kocasından boşanmasıyla
hulleciden boşanması arasında hiçbir fark yoktur. Yellenme vukubulduğunda
sadece yellenme deliğini yıkamak gerekirken vücudun başka taraflarını da (söz
gelimi abdest alırken) yıkama gerekli kılınmıştır. Katilin ele geçmeden önce
yaptığı tövbeyi ve gösterdiği pişmanlığı muteber saymamış; bunun yanında ele
geçmeden önce İslama karşı savaşan bir kişinin tövbesini muteber saymıştır.
Köle veya cariyenin efendileri aleyhine yaptıkları tanıklığın geçerli olacağını,
ama efendilerinden başkalarının aleyhine yapacakları tanıklığı muteber
saymamıştır. Meralarda yayılarak beslenen hayvanları zekât kapsamına almış;
binek için bulundurulan hayvanları ise zekât kapsamının dışında tutmuştur.
Çirkin görünümlü ve
yüzü biçimsiz hür kadına bakmak haram kılınmış; bunun yanında genç ve güzel
görünümlü bir cariyeye bakmak haram kılınmamıştır. Erkeklik organını ellemekle
abdestin bozulacağını ama, vücudun başka bir tarafıyla bu organa dokunulacak
olursa abdestin bozulmayacağını ifade etmiştir. Dışkı veya kanın ellenmesi
halinde de abdestin bozulmayacağı ifade edilmiştir. Bir damla içki içilmesi
halinde içki haddinin tatbik edilmesini zorunlu kılmış ama, bunun yanında
batmanlarca sidik veya kan içilmesi halinde had cezasını tatbik etmenin
gerekli olmadığını bildirmiştir. Nikâhlı hür kadınlardan ancak dört tanesinin
bir arada bulunabileceğini belirtmiş; bunun yanında cariyeler için böyle bir
sınırın sözkonusu olmayacağını açıklamıştır. Erkeğin dört kadınla
evlenebileceğini, kadınınsa sadece bir tek erkekle evenebileceğini ifade
etmiştir. Oysa ki, kadın da erkek gibi şehvet sahibidir. Onun da erkek gibi
cinsel doyuma ihtiyacı vardır. Erkeğin cinsel ilişki kurarak veya oynaşarak
cariyesinden yararlanmasına imkân tanınmış ta kadının, kendi kölesinden bu
yolda bir fayda sağlamasına razı olmamıştır. İki talakla boşanan kadının,
kocasıyla tekrar evlenebileceğini, ama üç talakla boşanan kadının kocasıyla yeniden
evlenmesinin yasak olduğunu bildirmiştir. Deve eti ile sığır, koyun ve manda
etleri arasında ayırım yaparak deve eti yiyenin abdest alması gerektiğim
bildirmiştir. Siyah köpekle beyaz köpek arasında da ayırım yaparak siyah köpeğin,
namaz kılmakta olan birinin önünden geçmesiyle namazını bozup yeniden
kılmasını emretmiştir. Oturaktan çıkan yelle, geğirmeden ötürü ağızdan çıkan
yelin hükmünü birbirinden ayırarak yellenen kişinin abdest almasının gerektiğini;
geğiren kişininse abdest almasının gerekli olmadığını bildirmiştir. Develer
için beşte bir zekât verilmesini vacip kılmış, bunun yanında bir kişinin
binlerce atı olsa bile zekât vermesinin gerekli olmadığını bildirmiştir. Altın,
gümüş ve diğer ticaret mallarında verilecek zekât oranını kırkta bir olarak
belirlemiş; bunun yanında ekin ve meyvelerden verilecek zekât oranını da bir
olarak belirlemiştir. Sulu tarımdaki ekin ve meyvelerden verilecek zekât
oranını da yirmide bir olarak tayin etmiştir. Madenlerdeki zekât nispetini ise
beşte bir olarak kararlaştırmıştır. Develerin ilk nisabı bulmaları halinde
kendi cinslerinden başka şeyle zekâtlarının ödenmesini gerekli kılmış; ama
koyun ve sığırların ilk nisaplarım bulmaları halinde ve zekâtların kendi
cinsle-riyle ödenmesini kararlaştırmıştır.
îsyan ve günah aleti
olduğu gerekçesiyle hırsızın elinin kesilmesini hükme bağlamakla, insanlara
zulmeden ve onların haklarına tecavüz eden bir alet ortadan kaldırılmış olmaktadır.
Ama bunun yanında başkalarına iftira eden kişinin dilinin; başkalarının ırzına
tecavüz eden kişinin penisinin kesilmesini gerekli görmemiştir. Yasaklardan
mene-dilme hususunda en azından hür kimseler kadar ihtiyacı olan kölelere
hürlerin had cezasını takip etmeyi gerekli görmemiş, ama had cezasını gerekli
kılmıştır. Oysa bu durumda her iki kadın da iftirayla lekelenmiş olmaktadır.
Keyfî olarak yolculuğa çıkan misafirlere de namaz ve oruç hususunda tolerans
tanımış; sonunda çok defa zorluklara karşılaşılan, fazlasıyla gayret
gerektirici değerli işler için böyle bir ruhsat tanımamıştır. Allah'a adakta
bulunan kişinin adağını yerine getirmesinin zorunlu olduğunu belirtmiş ama
bunun yanında bir işi yapmaya veya yapmamaya yemin eden kişinin kefaret
ödeyerek bu yemini bozmasına hak ta-nımıştır. Oysa her iki durumda da kişi
Allah'a karşı bir taahhütte bulunmuştur. Birinci taahhüdü ikinci taahhüdü yerine
getirmekten kurtulmuş olmaktadır. Kurt maymun ve parçalayıcı dişi olan yırtıcı
hay vanların etlerini insanlara haram kılmış, fakat bunun yanında kesici ve
parçalayıcı dişleri bulunan sırtlanı, bir rivayete göre mubah kılmıştır.
Huzeyme bin Sabit ismindeki
sahabîye kadının tek başına tanıklığını iki kişinin tanıklığı değerinde kabul
etmiştir. Kendisinden daha faziletli sahabîler bulunmasına rağmen bu kadının
tanıklığını iki kişinin tanıklığı mesabesinde görmesinin gerekçesi nedir?
Ebû B.ürde bin Niyar'm
bir yaşını doldurmamış oğlağı kurban etmesine ruhsat vermiş ve "Bu ruhsat,
senden başkasına da tanınmayacaktır," demişti. Namazdaki kıraatin sesli
veya sessiz olarak okunması hususunda geceyle gündüz namazlarının hükmünü
birbirinden ayırmış, sonra da gün-düzleyin kılınan cuma veya bayram namazları
gibi*bazı na-mazlardaki kıraatlerin sesli okunmasına cevaz vermiştir. Annenin
kızkardeşi olan teyzeye nispetle derecesi çok gerilerde kalan amcaoğlunu
kişiye mirasçı kılmıştır. Gönül rızasıyla olmadıkça başkalarının mallarını
almayı haram kılmıştır. Ama bunun yanında şuf a sistemini hukuka yerleştirerek
başkasının tarlasına ve akarına komşusunu musallat etmiştir. Daha sonra da şuf
ayı taksim edilmesi mümkün olan ortaklık malların zararından kurtulmak için de
meşrulaştır-mıştır ama bunun yanında taksim edilmesi mümkün olmayan mücevher
ve hayvan gibi şeylerle ilgili olarak şuf ayı kabul etmemiştir.
Şevval ayınım ilk günü
oruç tutulmasını haram kılmış, bunun yanında ramazan ayının son gününde de oruç
tutulmasını farz kılmıştır. Oysa ki, her iki günde gün olarak birbirlerine
eşittirler. Orucun birisinde farz, diğerinde haram oluşunu nasıl açıklarsınız?
Kişiye kendi kız ve
erkek kardeşinin kızlarını nikâhlama-yi haram kılmış; babasının kardeşiyle
anasının kardeşinin kızlarını nikâhlamayı ise mubah kılmıştır. Hata eseri meydana
gelen cinayetlerin diyetini katilin akrabalarına yüklemiş ama hata eseri
başkasının malını telef eden kişinin ödemesi gereken tazminatı akrabalarına
yüklememiştir. Kanın eziyet vermesi nedeniyle hayizlı kadınla cinsel ilişki
kurmayı yasaklamış; bunun yanında aynı şekilde kadına eziyet veren istihaze
hallerinde cinsel ilişki kurulmasını mubah saymıştır. Bir ölçek buğdayı bir
ölçek ve bir avuç buğdayla takas etmeyi yasaklamış bunun yanında bir ölçek
buğdayı bir ölçek ve daha fazla miktardaki arpayla takas etmeyi mubah
saymıştır. Aynı cinsler arasındaki ribayı fazlı yasaklamamıştır. Babasının ve
oğlunun ölümü nedeniyle kadının üç günden fazla yas tutmasını menetmiş; bunun
yanında yabancı biri olmasına rağmen kocasının ölümü halinde dört ay onu gün
süreyle iddet bekleyip, süslenmekten uzak durmasını gerekli kılmıştır.
Bedenî ve malî
ibadetlerle Örneğin abdestte, gusülde, namazda, oruçta, zekât ve erkeği aynı
seviyede tutmuştur. Ama diyet bakımından, tanıklık, miras ve akika kurbanı
açısından kadını, erkeğin nisbetinde tutmuştur. Aralarında eşitlik olmasına
rağmen bazı zamanları diğer zamanlara nispetle, bazı yerleri diğer bazı yerlere
nispetle özelleştirme ve bunlara ayrı bir değer atfetmiştir. Hac gibi
ibadetlerde, had ve ta'zîrlerde kadınla Örneğin kadir gecesini bin aydan daha
hayırlı kılmış, ramazan ayını diğer ayların sultanı, cumayı da diğer günlerin
efendisi saymıştır. Arefe gününü, kurban günlerini, minâ günlerini günlerin en
faziletlisi saymış, Kâbeyi muazzamayı yeryüzünün en kıymetli ve en faziletli
mıntıkası olarak ilân etmiştir.
Bazıları dediler ki:
islâm hukuku, birbirinin dengi olan meselelerin hükmünü birbirinden ayırmış,
bunun yanında
birbirinin zıddı olan
meselelerin hükmünü ise birleştirmiştir. Mesela hata veya kasıt sonucu telef
edilen malların tazminatını ödeme ile aç hayvanlarını ödürmenin hükmünü
birleştirmiştir. Zekât hususunda aklıllı ile deliyi, çocukla baliği aynı
statüye tabi kılmıştır. Kedi ile farenin temiz olduğunu söyleyerek te ikisinin
hükmünü birleştirmiştir. Haram-lık yönünden ölü hayvanla mecusî birinin kestiği
hayvanın etini aynı saymıştır. Yine bunun gibi avlanırken ölen hayvanla
ihramdaki bir kişinin kestiği hayvan aynı şekilde haram saymıştır. Temizleyici
olması bakımından su ile toprağı aynı değerde kabul etmiştir. Ki bütün bu
saydığımız Örneklerdeki hükümler kıyasa uygun olmayıp geçersizdirler.
Bunlara verilecek
cevabımız şudur: İşte şimdi fırın ısınmaya başladı. Allah ve Rasûlünün dinine
destek olmak, bunların dinlerini müdafaa etmek için hamiyetperver kimselerin
burnu kızıştı. Bunların kınayanlar tarafından kendilerine gelecek kınamalara
aldırış etmeyecekleri, belirli bir guruba bağlanmaycaklan, doğru sözler
söyleyerek Allah'a ve rasulüne yardımcı olacakları, kendi fırkalarından gelen
doğru ve yanlış sözleri akıl süzgecinden geçirmedikçe kabul etmeyecekleri,
muhaliflerinin söylemiş oldukları sözleri yine akıl süzgecinden geçirmeden
olur olmaz reddetmeyecekleri zaman artık gelmiştir. Bunun zıddına davranmak,
cahiliyye devrinde yaşayan ve asabiyet bağlarıyla birbirine bağlanan kimselerin
yöntemidir. Allah'a yemin ederim ki o cahiliyet yöntemlerine sarılan kimseler
hata yaptıklarında mutlaka kınanacak, isabet ettiklerinde yolda bulunan, nefsi
için gerekli nasihatleri almış olan kimselerin hoşlanmayacağı bir haldir.
Allah, cümlemizi bu dine hizmette muvaffak kılsın.
Yukarıda geçen soruyu
mücmel ve mufassal olarak iki şekilde cevaplandırabiliriz Şöyle ki: Yukarıdaki
soru zımnında bahsetmiş olduğunuz hususlar ve daha bunlara benzer birçok
hususlar îslam hukuk sisteminin normal fıtrata akl-ı selime uygun olarak
vaz'edilmiş olduğunu ispatlayan açık seçik delillerdirler. Çünkü islâm hukuku,
sözü edilen bu hususların hükümlerini, ayrılığı gerektiren niteliklerin varlığı
nedeniyle hükümlerini ayrı kılmıştır. Eğer birbirine zıt nitelikli bu
hususları, hüküm bakımından eşitlenmiş olsaydı o zaman sizin bu sorunuz
yerinde olacak ve buna cevap vermek te çok zor olacaktı.
Adamın biri
"îslâm hukuku, birbirine zıt meselelerin hükmünü eştilemiş ve bu olaym
hükmünü kendisine benzer olmayan bir başka olaya benzetmiştir," diyecek
olursa buna verecek cevabımız şu olur:
Sözünü etmiş olduğunuz
bu hususlar hüküm bakımından ancak aralarında bu hükme tabi olanların gerekli
kılan bir nedenden ötürü birleştirilmiştir. Hükümleri birbirlerinden ayrılan
olayların içinde, ayrı olmalarını gerekli kılan nitelikler bulunduğu
gerekçesiyle hükümleri ayrı kılınmıştır. Hüküm ifade etmeyen hususlarda
olayların birbirinin aynı olarak değerlendirilmesiyle birbirlerinden ayrı
olarak değerlendirilmesi arasında zaten bir değişildik olmayacağı gibi bu bir
zarar da fayda da vermez. Şu halde olayların hükümlerini birleştirmek veya
ayırmak, islâm hukukunun müspet veya menfi vaz'etmiş olduğu hükümlere
nispetlidir.
Hukuk usulcülerinin bu
soruya vermiş oldukları cevaplar, kendi anlayışlarına ve islâm hukukunun
sırlarını anlama kapasitelerine göre değişik olmuştur. Meselâ İbni Hatib bu
soruya şu cevabı vermiştir: "İslâm hukukunun hükümleri çoğunlukla
insanların maslahatlarına özen gösterilmesi esasına dayanmaktadır. Hasımlar bu
esasa muhalif olarak bazı hususlarla ilgili olarak görüş beyanında
bulunmuşlardır. Aslında istisnalar bu kaideyi bozmadığı gibi bu esasm dışında
bazı nadir durumların vukubulması da sözkonusu maslahat esasının geçerli
olmadığı sanısını uyandırmamalıdır.
Meselâ yağmur dolu
bulutlar çoğunlukla yağmur yağdırırlar. Ama bazan da yağdırmazlar. Bu durumda
yağmur dolu bulutların yağmur yağdırmayacakları şeklinde bir kural koymak doğru
olmaz. Hasımların bu konudaki cevabi itirazları tatmin edici bir ifade
taşımamaktadır. Ki Ebû Hüseyin el-Basrî de, İbni Hatib'in vermiş olduğu bu
cevabın aynısını bunlara yöneltmiştir.
Ebû Hasen el-Amidî de
bu itirazcılara karşı şöyle bir ifade yöneltimiştir: Sözkonusu hususların
hükümlerini birbirinden ayrılması, bunları birbirleriyle birleştirmeyi gerekli
kılan elverişli unsurların olmaması, temel veya detayla ilgili olarak
birbirleriyle zıt nitelikleri taşımış olmaları nedeniyle olmuştur.
Birbirine zıt
olayların hükmünü birleştirmeye gelince: bu iki olaydan birinde veya ikisinde
hükümlerini birleştirmeyi gerekli kılan elverişli bir sebebin bulunmasından
ötürü olabilir. Zira hükümlerinin türü aynı olduktan sonra şekilleri ayrı olsa
bile olayları muhtelif sebeplere bağlamak
mümkün olur.
Ebû Bekr-i Râzî
El-Hanefî de itirazcıların sözkonusu sorularını şu şekilde cevaplamıştır: ilk
önce şunu söylemek gerekir. Ki; sözkonusu sorunun herhangi bir anlamı yoktur.
Bizler meseleleri, şekil, cisim ve isim bakımından birbirlerne benzediklerinde
aralarında kıyas yapmanın zorunlu oluduğunu iddia etmiyoruz. Aynı şekilde
meseleler şekil, cisim ve isim bakımından birbirlerinden ayrı olduklarından
da hükümlerinin birbirlerinden ayrı olmaları gerektiğini de iddia etmiyoruz.
Kıyas, hüküm işareti olan mânâlar ve hükmü gerekli kılan sebeplerle yapılır.
Yeri geldiğinde bunlar gözönüne alınır. Hükmü ilgilendiren yer dışında bunların
aynı veya ayrı olmaları önemli değildir. Buna örnek olarak şu hususu
anlatabiliriz: Rasulüllah (s.a.s.), bir Ölçek buğdayın bir ölçek ve bir avuç
buğdayla, bir gram altını bir gram ve birkaç santim altınla değiştirmeyi
ribay-ı fa-zl olduğu gerekçesiyle haram kılmıştır. [69] Ki
bu da bize, ölçekle ölçülen ve tartıyla tartlan aynı cins malları birbirinden
fazlasıyla değiştirmenin haram olduğuna dair kuvvetli bir delildir. Yine aynı
şekilde buğdaydan ayrı bir cins olan nohut ta ölçekle ölçüldüğü nedeniyle
buğdayın hükmüne tabi olmaktadır.
Kurşun dahi tartıyla
tartıldiğı için her ne kadar ayrı bir niteliğe sahipse de altının hükmüne tabi
olmaktadır. Bir kilo kurşunu, bir kilo ve daha fazla miktardaki kurşunla takas
etmek haram olmaktadır. Şu halde bir haramhğın hükmünü mucip kılan sebep başka
bir eşyada veya olayda görülecek olursa dolaylı olarak o eşya veya o olay da
haram sayılmış olur. Söz gelimi kendisine zina isnad edilen bir şahıs had
cezasına tabi tutulacağı gibi, bir yağın içerisine düşen farenin de o yağın
içerisinde sadece bulunduğu kısmı haram ettiği gerekçesiyle o kısımla birlikte
farenin dışarıya atılması gerekmektedir. İşte zina ve fare olaylarını
genelleştirerek bunlara benzer bütün olaylarda bu hükümleri uygulayabiliriz.
Ancak haramhk sebebi bazan açık ve belirgin olacağı gibi, bazan da gizli ve kapalı
olabilir. Ki bu sebebi de Allah'ın bahşetmiş olduğu deliller sayesinde bulmak
mümkün olur. Bu konuyu eleştirenlerin yönelttikleri soruya kadı Ebu Ya'lâ ise
şu cevabı vermiştir: Akıl, siyahlık ve beyazlık gibi asli niteliklerde
birbirine zıt nitelikleri olan iki zıt şeyin hükmünü birleştirmeyi meneder.
Yine ayın şekilde iki olayda veya şeyde aslî niteliklerin denk olması nedeniyle
bunların hükümlerini birbirinden ayırmayı da meneder.
Ama bunların dışında
birbirine zıt olan durumların hükümlerini dışında aynılaştırmak men edilemez.
Meselâ kırmızı renge karşıt olma bakımından siyahlıkla beyazlığı yanyana
getiremez miyiz? Veya zararlı olmayıp faydalı olduğu gerekçesiyle her zaman
aynı yerde oturmaktan ötürü bir zarara uğrama ihtimali olursa orada oturmak
çirkin bir davranış olmaz mı? Faydalı olan iki yerde oturmak, birbi-rilerinden
ayrı yerler olmalarına rağmen, makbul olma niteliği bakımından bir araya
getirilemezler mi? İşte bu dav-ranışlardaki kıyasın sahih olduğunu-tekrar
vurgulamaya gerek yoktur. Bu kıyası akliyyat meselelerinde de uygulayabiliriz.
Söz gelimi birbirine eşit olan varsayımları veya olguları aynı hükme tabi
tutamaz mıyız? Asıl olayda hükmü gerekli kılıcı illet, ona benzetilen olayda da
mevcut olursa bu hükmü ikinci olaya da uygulamak kıyas gereği olur. Nitekim
Yüce Allah, hükümlerinin bir olmasını gerekli kılan sebeplerin iki olayda
bulunması halinde bunların hükümle-rininlbirlesürümesi gerektiğini nassa
bağlamıştır.
Bu konuyu
eleştirenlerin mezkûr sorularını Abdüleveh-hab Malikî de şu sözleriyle
cevaplandırmaktadır: Sizler bahsetmiş olduğunuz, hükümleri ayrı olan
meselelerin aslında aynı olduklarını iddia ediyorsunuz. Ama vermiş olduğunuz
bu misali meseleler, sizin bu iddianızı desteklememektedir. Bilmez misiniz ki,
hayızh kadın namaz kılmaz ve oruç tutmaz. Ama hayızlıyken kılınmayan bu
namazlarla tutulmayan bu oruçları, kaza etme bakımından aynı hükme tabi
kılabilir misiniz? Hayır. Çünkü kadının hayzı sona erdikten sonra arada
tutamad ğı oruçlarını kaza etmesi gerekir. Kılamadığı namazlarını i >e kaza
etmesi gerekmeyecektir. Akıl bakımından bnbirine denk görülen meselelerin hükmü
şer'î bakımdan illâ da aynuaştıracaktır diye bir sanıya kapılmamak gerekir.
Aslında bu gibi kıyaslar, akliyyat meselelerinde de uygun olmamaktadır. Nassla
belirtilen bir hükmün sebebi başka benzer bir olayda bulunduğu takdirde benzer
olan olay da aynı hükme tabi tutulur. Ki kıyasın gereği de budur. İşte
sözkonusu meseleleri ortaya sürerek eleştiride bulunanlara verilen mücmel
cevaplar bunlardan ibarettir. Al-lah!ın tevfik ve inayetiyle bu meselelerin her
birini mufassal bir şekilde ele almaya çalışacağız. [70]
Birinci meselemiz
şudur ki: Yüce şeriat koyucusu Rasu-lııllah (s.a.s.) sidikten değil de sadece
meniden ötürü gusletmeyi gerekli kılmıştır. Ki bu da İslam hukukunun güzelliklerinden
birine örnek olarak gösterilebilir. Ayrıca bu, İslâm hukukunun hikmet, rahmet
ve maslahat kurallarını gözönün-de bulundurduğunun açık bir delilidir. Şu
nedenle ki, meni, bedenin tüm organlarından kaynaklanarak akan bir sıvıdır.
Zaten yüce Allah ta secde sûresinin sekizinci ayetinde bunu "sülâle"
kelimesiyle adlandırmıştır. Yani bedenden akan bir sıvı demek istemiştir.
Sidiğe gelince bu, mide ve mesanede sıvı haline gelen yiyecek ve içeceklerin
artığıdır. Buna göre vücut, meninin akması halinde sidiğe nispetle çok daha
fazla etkilenmektedir. Ayrıca menin akması nedeniyle gusül yapmak, vücut, kalp
ve ruh için birçok faydalar temin etmektedir. Hatta bedende mevcut olan bütün
lâtif unsurlar ve organlar gusül sayesinde tekrar eski zindeliğine kavuşmakta;
kaybettiği şeylerin çoğu da geri gelmektedir. Ki bu da duyularla anlaşılabilen
bir durumdur.
Şunu da kaydetmek
gerekir ki: Cünüplük, insanda ağırlık ve tenbellik halini meydana getirir.
Gusül ise kişide dinçlik, zindelik ve hafifleme meydana getirir. Ebû Zerr-i
Gıfarî (r.a.) cünüplükten temizlenmek için gusül yaptığında: "Sanki
üzerimdeki bir yükü attım," demiştir.
Özetleyecek olursak
deriz ki: Cünüplüğün vücutta meydana getirdiği ağırlıkla, gusîün vücuda
kazandırdığı hafiflik sağlam fıtrat ve akl-ı selim sahiplerinin anlayabilecekleri
bir durumdur. Bu gibi kimseler, cünüplükten ötürü gusül yapmanın beden, kalp
ve ruh için zarurî olan maslahatın bir gereği olduğunu bilirler. Bütün
bunların yanı sıra cünüplük, kişinin kalbiyle ruhunu temiz ruhlardan
uzaklaşünr. Ama gusül yapıldıktan sonra aradaki bu uzaklık kalkar. Bu nedenle
birçok sahabîler demişler ki: Kişi uyuduğu zaman ruhu göklere yükselir. Eğer
cünüp değilse ruhunun secde yapmasına izin verilir, a^ma cünüp ise, secde
yapma-, sına izin yerilir: Ama cünüp'î&e, secde yapmasına izin verilmez.
Zaten Rasulullah (s.a.s.) de: Cünüp kişinin uyaya-cağı zaman abdest almasını
emretmiştir.
Fazilet sahibi birçok
tabipler, cinsel ilişkiden sonra gusül yapmanın vücuda eski zindeliğini iade
ettiğini; vücudun kaybettiği şeylerin bazısını da tekrar geri getirdiğini, gusletmenin
hem beden hem de ruh için çok faydalı bir davranış olduğunu, terki dolayısıyla
birçok zararların meydana geleceğini açıkça ifade etmişlerdir. Ki gusül
yapmanın her şeyden önce güzel bir davranış olduğuna da akıl ve fıtrat tanıklık
etmektedir. Allah hepimizi doğru yola girmeye muvaffak buyursun. Şunu da
söyleyelim kİ: Şeriat koyucusu, sidikten ötürü gusletmeyi emretmiş olsaydı
bunda müslü-manlar için büyük zorluk ve sıkıntılar olacaktı. Ki bu da Allah'ın
hikmetine ve yaratıklarına olan rahmet ve şefkatine helal getirecektir.[71]
Süt emme çağındayken
henüz yiyecek yemeye başlamamış kız çocuğunun sidiğinin isabet ettiği yeri
yıkamak emrediliyor da, erkek çocuğunun sidiğinin isabet ettiği yere sadece su
serpilmesiyle yetiniliyor Fıkıhçılann bu konuda üç türlü görüşleri vardır:
1- Bazılarına göre her ikisinin de sidiklerinin isabet
ettiği yeri yıkamak gereklidir.
2- Bazılarına göre her ikisinin de sidiklerinin isabet
ettiği yere su serpilmesiyle yetinilebilir.
3- Bazılarına göre kız çocuğunun sidiğinin isabet ettiği
yeri yıkamak, erkek çocuğunun sidiğini isabet ettiği yere su serpilmesiyle
yetinilmelidir. Bu hususta hadiste mevcut olup islâm hukukunun güzelliklerinden
ve hikmetle maslahat esaslarına dayandığının örneklerinden biridir. Erkek
çocuğunun sidiğiyle kız çocuğunun sidiği arasında üç bakımdan ayrılık vardır:
a) Erkek çocuğunu, kadin-erkek herkes, kız çocuğuna nispetle
daha fazla ellerine alıp oynarlar. Bu çocukların sidiklerinin yıkanması büyük
bir güçlüğe sebep olur. Bu nedenle de sadece üzerine su serpilmesiyle
yetinilebilir.
b) Erkek çocuğunun sidiği sadece bir yere değil de birçok
yere isabet eder. Bu durumda isabet eden her tarafı yıkamak güçleşir. Oysa kız
çocuğunun sidiği böyle değildir.
c) Kız çocuğunun sidiği, erkeğinkine nispetle daha murdar
ve pis kokuludur. Çünkü erkekte hararet, kadmda ise rutubet mevcuttur.
Erkekteki hararet,
sidiğin pis kokusunu hafifletir. Ondaki maddelerin bir kısmım eritir. Oysa ki
kadının rutubeti bunlardan hiçbirini yapmaz. İşte bunlar, kız çocuğuyla erkek
çocuğunun sidiklerini hüküm bakımından birbirinden ayırmaya en etkili olan
güzel değerlendirmelerdir. İbn Kayyim,
Kıyas, Tevhid Yayınlar:136.
Yolcuların üç ve iki
rek'atli farz namazları değil de sadece dört rek'atli farz namazlarının yarıya
indirilmesi gayet derecede münasip bir uygulamadır. Şu nedenle ki: Dört
rek'atli farz namazlar uzun oldukları gerekçesiyle yarıya indirilebilirler.
Ama iki rekath namazın yarıya indirilmesi halinde tek rekât namaz kılınmış
olur. Gündüz namazları içinde sadece akşam namazı tek sayıdaki rekâtla
kılmabilir. Saban namazı da tek rekath olarak kilınırsa, gündüzleyin kı-lanan
iki vakit namazı tek rekatü kılınmış olur. Ki bu da hikmete aykırıdır. Üç
rekatli namaza gelince bunun yarısını kılıp yarısını kılmamak akla
uygundüşmez. Üçte birini bıra-kipta üçte ikisini kılmaya gelince bu da akşam
namazının tek sayılı rekat halinde kılınması hikmetine aykırı olur. Çünkü akşam
namazı bir nevi gündüz namazlarının sonuncusu olan vitir mahiyetinde bir namaz
gibidir. Bu nedenle Peygamber (s.a.s.) efendimiz buyurmuşlar ki:
"Akşam namazı,
gündüzün vitridir. (Siz de ek olarak) gece vitrini kılın." [72]
Hayızh kadının
kılmadığı namazları değil de tutamadığı oruçları kaza etmesine gelince bu da
islâm dininin güzel taraflarından birini yansıtmakta ve bu hukuk sisteminin
mükelleflerinin maslahat ve faydalarına riayet ettiğinin hikmetli bir
delilidir. Hayız hali, ibadetlere ters düştüğü gerekçesiyle bu durumdaki
kadının, temiz günlerde iken kıldığı namazlar, bu günlerde kılamadığı
namazların yerini doldurabilir. Namazlardan beklediği faydaları da temizlik
günlerinde kıldığı namazlardan elde edebilir. Ama oruç, namaz gibi her zaman
tekerrür eden bir ibadet olmayıp senede bir ay süreli olduğuna göre hayız
nedeniyle tutulamadığı takdirde kadının, bilahere temizlendikten sonra bu
oruçları kaza etmesi gerekir. Her zaman tekerrür etmediği gerekçesiyle oruçtan
tutamadığı günlere kavuşması mümkün olmaz. Bu durumu ancak kaza etmekle telafi
edebilir. Bu da Allah'ın kullarına olan merhamet ve ihsanın bir nişânesidir.
Muvaf-fakiyyet Allah'tandır.[73]
Hür ve fakat çirkin
görünümlü yaşlı kadına bakmanın haram olup ta genç ve güzel görünümlü bir
cariyeye bakmanın haram olmadığı hususuna gelince bu, şeriat koyucusuna karşı
uydurulmuş düpedüz bir yalandan başka bir şey değildir. Yüce Allah birincisine
bakmayı nerede haram kılmış, ikincisine bakmayı nerede mubah kılmıştır? BÎizim
bildiğimiz bir tek hususu vardır ki o da Cenab-ı Hakk'm vaz'etmiş olduğu şu
kutlu hükümdür:
"Mü'min erkeklere
söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) sakınsınlar." (Nur: 24/30)
Allah ve Rasulü güzel
ve genç cariyelere bakmak için gözleri hiçbir zaman için serbest bırakmamışlardır.
Aksine bir kişi böyle bir cariyeye baktığı takdirde fitneye düşmekten korkarsa
bakması kesinlikle haram olur.
Bu şüphe surdan ileri
gelmektedir. Ki şeriat koyucusu, hür kadınların yabancı erkeklere karşı
yüzlerini örtmelerini vacip kılmıştır. Ama hizmetçi cariyelerin bu şekilde
örtünmelerini vacip kılmamıştır. Esir alınıp ta korunup örtünmeleri hakkında
geleneklerin yürürlükte bulunduğu cariyelere gelince bunların çarşıda,
pazarda, yolda ve insan toplulukları içinde yüzlerini açmalarına, erkeklerin
de bunlara bakıp gözlerini faydalandırmalarına Allah ve Rasulü nerede ruhst
vermiştir? Bu, İslâm dinini anlamamaktan ve bu hususta yanılgıya düşmekten
başka ne olabilir? Bunun bir yanılgı olduğu, fıkıhçıların şu sözleriyle
kesinlikle ortaya çıkmaktadır: Fıkıhçılara göre hür kadının elleri ile yüzü
dışında her tarafı avret mahalli sayılır. Cariyelere gelince bunların avret
mahalleri çoğunlukla görünmeyen karın, sırt ve bacaklar kısmıdır. Çoğunlukla
görünen kısımlarına gelince buraların hükmü, erkeklerin avret mahalli olmayan
kısımları gibidir. Yalnız bu ölçü namaz içiri geçerli olan bir ölçüdür.
Yoksa erkeklerin bu
kısımlarına bakmaları helâl değildir. Şu halde iki türlü avret olduğunu
söyleyebiliriz: Namaz için geçerli olan avret ölçüsü. Bakmak için geçerli olan
avret ölçüsü. Hür kadının elleri ve yüzü açık olarak namaz kılması caiz olur.
Ancak bu şekilde çarşıya çıkıp insan toplulukları arasına girmesi caiz olmaz.
Tabii, yine de, her işin en doğrusunu Allah bilir.[74]
Üç dirhem veya bu
değerde mal çalan kişinin elinin kesilmesi, yan kesicilik yapan, yağmalayan ve
gasbeden kişinin elinin kesümemesine gelince bu da islâm dininin hikmetli
taraflarından birini yansıtmaktadır. Şöyle ki: Hırsızdan sakınmak mümkün
olmamaktadır. Çünkü o, ne yapıp yapar, duvarı deler, kilidi kırar, meskene
girer. Çalacağı şeyi illâ da çalar. Mal sahibi de gerekli önlemleri aldıktan
sonra başka bir şey yapamaz. Şeriat koyucusu, hırsızın elinin kesilmesini
emretmemiş olsaydı insanların birçoğu birbirlerinin mallarını çalacak,
dolayısıyla zarar büyüyecek, belâlar da artacaktır. Ama yağmacının durumu böyle
midir? Bu, insanların gözleri önünde malı açıkça alıp götürür. İnsanların,
bunların ellerindeki malı almaları, mazlumun hakkım haket-meleri veya hakim
huzurunda bunların aleyhinde tanıklıkta bulunmaları mümkündür. Yankesiciye
gelince bu, sahibinin dalgınlığı esnasında malını kapıp götürür. Ama sahî-bi
son derece ayık ve tedbirli davranacak olursa bunu yapması mümkün olmaz. Bu
durumuyla yankesici, hırsıza değil de haine benzer. Yağmacıdan farksızdır.
Ancak bu gibi kimseleri dayak, sürgün, uzun hapis, aldığı malı istirdat etme,
aleme ibret etme gibi cezalarla terbiye etmek mümkün olur. Eğer dense ki:
Ariye olarak verilen
bir malı inkâr eden kişinin elinin kesileceğine ilişkin hadis-i şerif
mevcuttur. Bunun elinin kesilmesi de hain olmasından Ötürüdür. Ama bu malı
sahibi, kendisine gönül rızasıyla teslim etmiş ve kendi isteğiyle onu bu mal
üzerine musallat kılmıştır. Eğer malı kendisine vermemiş olsaydı, bunu zorluk
çıkarmasıyla karşılaşmayacak ve şerrinden de emin olacaktı. Şu halde sizin
sözünüzü ettiğiniz fark geçersiz olmaktadır.
Buna verecek cevabımız
şudur: Allah'a yemin olsun İd sahih hadiste de mevcut olduğuna göre kadının
biri ariye olarak mal alır, sonra da geri vermeyerek bu mallan inkâr ederdi.
Bunun üzerine Peygamber efendimiz emir vererek kadının elini kestirdi.
Yalnız fikıhçılar bu
kadmın elinin kesilmesini, bu malları çalmasından mı, yoksa bunları inkâr
etmesinden mi dolayı olduğu hususunda görüş ayrılığına düşmüşlerdi. Şafiî, Ebû
Hanife ve Malik, ravinin de anlatmış olduğu şekilde bu kadının yanında ariye
olarak bunların malı inkâr etmesinden ötürü elinin kesildiği görüşündedirler.
İmam Ah-rried ve ona uyan diğer bazı fikıhçilar da hırsızlık yapmış olduğunu
telakki ederek elinin kesilmesi gerektiği görüşüne varmışlardır. Biz burada
belirli bir mezhebi destekleyecek değiliz. Eğer doğru olan cumhur-u ulemanın
görüşü ise zaten soru geçersiz olmaktadır. Eğer diğer görüş doğruysa bu, kıyas
hikmet ve maslahata açıkça uyan bir görüş olmaktadır. Şu nedenle ki: Ariye,
insanların onsuz yapamayacakları ve menfaatlerini temin eden ihtiyaç
duydukları bir muameledir. Kişi, ihtiyaç duyduktan sonra gerek paralı gerek
parasız olarak ihtiyaç duyduğu şeyi başkalarının geçici olarak kendisine
vermeleri vacip olur. Malsahibi de vermiş olduğu bu malı her zaman kendi
kontrolünde bulundu-ramadığı için gerek şer'an gerek örfen bu malını heba olmaktan
veya inkâr edilmekten koruma imkânına sahip olamaz. Şu halde hırsızlık yaparak
veya yanına ariye olarak bırakılan malı inkâr ederek başkasının malına sahip
olan kişi arasında anlam bakımından bir fark kalmamaktadır. Ama ariye olarak
değil de emanet olarak bırakılan malların inkâr edilmesi halinde durum bundan
farklı olup, emanetçi inkâr ettiği takdirde emanete hıyanette bulunmuş olur. Ve
bu nedenle de cezaya müstehak olur. [75]
Çeyrek dinar çalan
kişinin elinin kesilmesine gelince İslâm dini, bu hırsızlığı yapan kişinin tüm
diyetini beşyüz dinar olarak takdir etmiştir. Mallar ve vücut organları üzerinde
ihtiyatlı davranmakla islâm dini, maslahat ve hikmete ne kadar önem verdiğini
ispatlamıştır. Şöyle ki: Çeyrek dinar veya o değerdeki malı çalan kişin elinin
kesilmesine hükmetmekle malları koruma altına almış olmakta, bu hırsızlığı
yapan kişinin tüm diyetini beşyüz dinarla takdir etmekle canını koruma altına
almış bulunmaktadır. Bazı zındıklar ortaya şu manzum soruyu atarak islâm
hukukunun bu hükmünü eleştirmeye yeltenmişlerdir. Bu heriflerden bazıları
derler ki:
"Bir el ki diyeti
beşyüz dinardır,
Nasıl olur çeyrek
dinar için kesilir?
Bu bir çelişkidir.
Susmamız gerekir.
Cehennemden korusun
diye biz,
Her an rabbimizden
eman dileriz."
Bazı fikıhçılar elin,
hıyanet etmedikçe değerli bir varlık olduğunu ama hıyanet edince de bu değerini
yitirdiğini ifade etmişlerdir. Bununla ilgili olarak şair der ki:
"Bir el ki değeri
beşyüz altındır,
Çeyrek altından ötürü
kesilir.
Kanı korumak
değerlidir.
Ama bu bir mala
hıyanet ederse çok değersizdir.
Yaratanın hikmeti bak
nicedir?"
Rivayete göre Şafiî
Hazretleri de bu soruyu şöyle cevaplandırmıştır:
"Bir tarafta
kıymetli olan bir mal çalınmakta,
Diğer taraftan da
yaratana ihanet eden zalim bir el kesilmekte."
Şemseddin el-Kürdî de
yukarıdaki soruyu şu şekilde cevaplandırmıştır:
"Maarrîye deyin ki ne
kadar da ayıp, Kişinin takvadan habersiz ve cahil kalması. Din hükümlerine şiir
oku vuruyorlar. Oysa ki bunları şer'a etkisi olmayacaktır. Bir el ki beşyüz
altınla değerlendirilmekte, Ama bu altınlar sayıldığında bir ele eşit
olmamakta." El kesilmesinin sadece bu miktardan ötürü olmasına gelince,
el kesilmesini gerekli kılan belirli bir miktarın bulunması zorunludur. Çünkü
bir kuruş veya buğday tanesi veya bir hurma tanesi çalan kişinin elinin
kesilmesi gerektiğini kimse iddia edemez. Zaten şeriatte böyle bir hüküm de
mevcut değildir. Allah'ın hikmeti, rahmet ve ihsanı böyle şeylerin yapılmasına
müsaade etmekten uzak ve m,ünez-zehtir. Şu halde el kesilmesini gerekli kılan
bir miktarın tayin edilmesi zorunluluk haline gelmektedir. Bu duruma göre üç
dirhem veya üç dirhem değerinde bir mal çalan kişinin elinin kesilmesi gerekli
kılınmaktadır. Üç dirhem veya değeri, el kesilmesini gerekli kılan bir
miktardır. Ki bu da aynı zamanda çeyrek dinara eşittir. İbrahim En-Nehâi ve diğer
tabiîler dediler ki: Sahabîler az miktardaki bir malı çalmaktan ötürü hırsızın
elini kesmezlerdi. Değersiz olan ve çalınması nedeniyle kendilerine bir zarar
ulaşmayan mal sahipleri bu miktarlardaki malları çalındığında normal olarak
buna müsamahayla bakarlardı. Ama el kesilmesini gerekli kılan miktarın üç
dirhemle tespit edilmesine gelince bundaki hikmet açıkça görülmektedir. Çünkü üç
dirhem, normal geçmen bir adamın ve bakmakla yükümlü olduğu çoluk çocuğunun bir
günlük azığını temin eder. Kişinin kendisinin ve çoluk çocuğunun bir günlük
erzakının zayi edilmesi de önemsenmeyecek bir durum değildir. Nitekim sahih hadiste
de bir günlük erzakın önemli olduğuna işaret Duyurulmuştur:
"Bir kişi
hayatından emîn, vücudu da afiyette olarak sabahlar da yanında bir günlük
erzakı da bulunursa sanki, dört bucağıyla birlikte dünya kendisine verilmiş
olur."[76]
Başkalarına zina
suçunu isnad edenin had cezasına çarptırılmasına rağmen küfürle itham edenin
had cezasına çarp-tınlmamasına gelince bu gayet derecede münasip bir hükümdür.
Zira bir kişi diğer bir kişinin zina ettiğini iddia edecek olursa insanlar
bunun yalan söylediğini nereden bileceklerdir? Bu sebeple de şeriat koyucusu,
iftiracının yalanlarına sed çekmek, iftiraya uğrayanın ırzını korumak,
başkasının namusuna dil uzatan ve cezaya çarptırılan iftiracının durumunun ne
kadar vahim olduğunu belirtmek için had cezasını koymuştur.
Başkasının kâfir olduğunu
iddia eden kişiye gelince diğer müslümanların, bu iftiraya uğrayanın durumunu
yakînen bilmeleri ve müslümanca yaşadığını bilmeleri, bu iftiracının yalan
söylediğinin belirlenmesi için yeterli olur. Bu nedenle de iftiraya hele
özellikle kadınsa büyük bir lekeyle lekelenmiş olur. İnsanlar, kendisinin
aleyhinde kötü zan-lara kapılırlar. Diğer bir kısım insanlarsa onun bu suçu
iş-leyİp işlemediği hususunda tereddüde düşerler. Ama küfürle itham edilen
kişi için böyle bir durum sözkonusu değildir. Onun müslümanca yaşadığını gören
müslümanlar, iftiracının yalan söylemiş olduğunu kolaylıkla anlayabilirler. [77]
Cinayet meselelerinde
iki şahitle yetinilip te zina meselelerinde dört şahidin gerekli olması
meselesine gelince bu da gayet derecede hikmet ve maslahata uygundur. Şeriat koyucusu
hem canları korumak, hem de kısası ve had cezasını uygulamak için gerekli
ihtiyat tedbirlerini almıştır. Eğer cinayetlerde iki şahitle yetinilmeseydi
kanlar kaybolacak, saldırganlar ona buna taarruz edip öldürmeye cüret göstereceklerdir.
Zina meselesine gelince bunun, Allah'ın da takdir ettiği gibi son derece gizli
tutulması gerekir. Bu hususta dört şahidin bulunup bunların, hiçbir olasalığı
meydan vermeyecek şekilde zina olayını gözleriyle gördüklerini anlatmaları şart
koşulmuştur. Zina yapanın, suçunu itiraf etmesi halinde de yine en azından bu
itirafırft en azından dört kez tekrarlanmasını şart koşmuştur. Bu sıkı
şartların konulmasından maksat ta, Allah'ın gizlenmesini istediği bir olayın
gizlenmesi ve açığa çıkarılıp ifşa edilmemesidir. Ayrıca şeriat sahibi bu gibi
meseleleri, her tarafta dillere destan ederek yayanların dünya ve ahirette
acıklı bir azapla azaplan-dınlacaklanm bildirmiştir. [78]
- Hür birine iftira
eden kişiyle köleye iftira eden kişinin cezalarının birbirinden ayrı olması
Allah'ın bu ikisi arasındaki değeri ayrı tutmasına bağlı olmaktadır.
Noksanlıklardan münezzeh yüce Allah, köle ile hürrü, ne değer ne de hukuk
bakımından bir tutmamıştır. Yüce Allah vermiş olduğu misallerle kölelerle
hürlerin farklı olduğunu belirtmiş ve rızık bakımından da bir tutulmalarının
benimsenmeyeceğim açıklamıştır. Kur'an-ı Kerîm'de buyurulan bazı ayetlerle
yüce Allah'ın kullarının bir kısmını fazilet bakımından diğerlerine nispetle
üstün kıldığı ifade edilmiştir. Şu halde diyebiliriz ki: Hür olanlar, kölelere
nispetle mülk edinme ve bu mülkler üzerinde tasarrufta bulunma hakkı
bakımından daha yetkili kılınmışlardır. Köleyi mülk, hür olanı da mülk sahibi
saymıştır. Böyle olunca da mülk sahibinin değer ve hukuk bakımından köleyle
eşit olmaması gerekir. Ama bu ilişkinin sevap ve azap bakımından eşit
olmaları, adalet ve ihsanının bir gereğidir. Zira ankette huriler, köle, mülk
ile mülk sahipleri aynı kategoriye tabi tutulacaklardır. İbn Kayyim, Kıyas, Tevhid Yayınlar:148.
Asıl maksat kadın
rahminin çocuktan ve kocasının döl suyundan arınmak olduğuna göre kocası ölen
kadının iddetiy-le boşanan kadının iddetinin aynı olmaması, hür kadınla cariyenin
iddetlerinin bir olmaması, istibra süresiyle iddet sürelerinin bir olmaması
meselesine gelince; iddetin ne için konuşulmuş olduğu öğrenilince bu sayılan
şeylerin tümünün normal olduğu anlaşılacaktı. Ki bununla ilgili detaylı açıklamayı
iki şıkta ele alacağız:
1- İddetin konulmasıyla ilgili bazı hikmetler vardır;
Şöyle ki:
a) Kadınla cinsel ilişki kurmuş olanların döl sularının
rahimde birbirleriyle karışarak neseplerin birbirine karışması tehlikesi
iddet sayesinde önlenmiş olmaktadır. Neseplerin birbirine karışmasına gelince
bu şeriat ve hikmetin yasaklanmış olduğu bir husustur.
b) İddet nedeniyle evlilik akdinin Önemi büyütülmekte ve
bunun şerefli bir müessese olduğu açıklanmış olmaktadır.
c) Hanımını talak-ı ric'î ile boşayan erkeğin bu süre içerisinde
hanımına dönmesi mümkün olur. Zira bu süre içinde erkeğin pişmanlık getirerek
hanımına dönmesi ve evlilik müessesesinin yıkımdan kurtarıp barışmaları
sağlanmış olur.
d) İddetli kadının süslenip güzelleşmesi yasaklanarak kocanın,
onun üzerindeki hakları korunmuş olmaktadır. Bu nedenle kocası ölen kadının,
babası veya çocuğu ölen kadına nispetle yas tutup süslenmemesi dince
emrolunmuştur.
e) İddet konulmakla kocanın hakkına, hanımın maslahatına,
çocuğun hakkına riayet edilmiş olmakta ve Allah'ın vacip kıldığı emir yeme
getirilmiş olmaktadır. Böyle olunca da iddet dört türlü hsk yerini bulmuş
olmaktadır.
Şeriat koyucusu ölümü,
kadm? duhûl mesabesinde saymıştır. Zira nikâhın süresi ömürle kayıtlıdır. Bu
nedenle mehrin tamamlanması, besleme kızların nikâhlarının haram kılınması
hususunda ölümde bazı sahabîlere göre bir nevi, duhûl mesabesinde telakki
edilmiştir. Zeyd bin Sabit ve İmam Ahmet bin Hanbel de bu görüştedirler. Buna
göre id-detten maksat kadın rahminin çocuktan ve kendisiyle cinsel ilişki
kuranların döl sularından arınması değildir. Aksine id-detin konulmasıyla bazı
hikmet ve gayeler de göz önünde bulundurulmuş olmaktadır.
2- İddetin çeşitlerine gelince bunlar Kur'an-ı Kerim'de
dört tane olarak belirlenmiştir. Rasulullah (s.a.s.) de buna bir beşincisini
eklemiştir. Buna göre birinci iddet, iddetlerin esası olan, hamile kadınların
iddetleridir. İkincisi, kocası ölen kadınların iddetleridir. Üçüncüsü, boşanan
kadınların iddetleridir. Dördüncüsü hayızdan ve nifastan kesilmiş kadınların
bekleyecekleri iddetleridir. Beşincisi, Rasulullah'ın (s.a.s.) belirlemiş
olduğu hul yapan kadının bekleyeceği iddettir. Şimdi de bu iddetlerle ilgili
olarak ayetleri ve sonuncuyla ilgili hadis-i şerifi nakledelim:
1) Hamile kadınların iddeti "Yüklü kadınların
iddetleri ise yüklerini indirmeleriyle biter.. (Talak: 65/4)
2) Kocası ölen kadınların iddeti:
"İçinizden
ölenlerin (geride) bıraktıkları zevceler kendi kendilerine dört ay on gün
beklerler."
(Bakara: 2/234)
3) Boşanmış kadınların iddeti:
"Boşanmış kadın)
jr kendi kendilerine üç kur (hayız ve temizlenme) müddeti beklerler
(beklesinler)."
(Bakara: 2/228)
4) Hayız ve nifaa görmeyen kadınların iddetleri:
"Kadınlarınız; içinden artık adetten kesilmiş olanlarla henüz adetini
görmemiş olanların (iddetlerini) eğer şüphe ederseniz onların iddetleri üç
aydır." (Talak: 65/4)
5) Hul yapan kadının bekleyeceği iddet: Gebe kadın
do-ğuruncaya kadar kendisiyle (evlenilip) cinsel ilişki kurulmaz.
Rasulullah (s.a,v.)
şöyle buyuruyor:
"(Hul yaparak)
engelli kadında bir adet görerek temizlenmedikçe kendisiyle cinsel ilişki
kurulamaz."
Bu sayılan iddetlerin
başında hamile kadının yükünü indirmesi (doğum yapması) gelmektedir. Boşanma
veya kocanın ölümü durumlarında kadın eğer hamile ise, doğum yapmasıyla
iddeti sona ermiş olur. Üç temizlenme görmesi veya dört ay on gün beklemesi
gerekli olmaz. Selef uleması arasında, kocası ölen kadının gebe olması halinde
doğurması dört ay on günden önce olsa bile yine de dört ay on gün bekleyip
beklemiyeceği hususunda görüş ayrılığı.çıkmıştır. Bi-lahere aralarında, doğumun
yapılmasıyla iddetin sona ereceği ve dört ay on günü beklemenin zorunlu
olamayacağında görüş birliği etmişlerdir. Kocanın ölümüyle ilgili iddete
gelince Kur'an-ı Kerim'in, sahih sünnetin ve fıkıhçılann ittifaklarının da
delalet ettiği gibi bu koca, hanımıyla cinsel ilişki kurmuş olsa da olmasa da
Öldükten sonra hanımının dört ay on gün iddetlenmesinin gerektiği hususunda
kesin hüküm vardır. Ayrıca akdin sona ermesi gibi ve yürürlükten kalkması
olduğuna göre bu durumda miras edinme, mehri ha-ketme hükümleri işlemeye
başlar. Burada ibadetten maksat, bazı fıkıhçıların zannettikleri gibi rahmi,
erkeğin dölsu-yundan arındırmak değildir. Çünkü erkek, evlendikten sonra
hanımıyla cinsel ilişki kurmadan ölse bile hanımının dört ay on gün beklemesi
gerekir. Nasıl ki hul halindeki kadının bir tek hayız görerek, hayız görmeye
başlamamış küçük eşle adetten kesilmiş yaşlı eşin ve adet gören kadının boşanmaları
halinde normal müddetlerini beklemeleri gerektiriyorsa; kocanın ölümü halinde
de kadının normal iddet beklemesi gerekir.
Durum böyle olunca bazı
fıkıhçılar demişler ki: Koca evlendikten sonra hanımıyla cinsel ilişki
kurmadan ölürse kadınım dört ay on gün beklemesi salt bir ibadet eder görünmekten
başka bir şey olmayıp aklın almayacağı bir husustur. Ki bazı bakımlardan
geçerli olmamaktadır.
1- Şeriatın anlamsız ve hikmetsiz bir tek hükmü mevcut
değildir. Bu anlam ve hikmeti akıl sahibi kimseler idrak edebilirler. Akıl
nimetinden yoksun olanlarsa bunun farkına varamazlar.
2- İddetler salt ibadetler cümlesinden
sayılmamalıdırlar. Aksine, iddetlerde büyük, küçük, akıüı-deli, müslüman-zımmî
bütün kocaların haklan mevcuttur. Ayrıca iddet beklerken de kadının niyeti
şart değildir.
3- İddetlerin konulmasıyla eşlerin, çocukların ve ikinci
kocanın haklarına riaeyet edildiği de bir gerçektir. Doğrusunu söyleyecek
olursak iddet, nikâhın sona ermesiyle başlayan bir korunma unsuru olmaktadır.
Bu nedenle kocanın hakkına ve saygınlığına riayet edilmiş olmaktadır. Dolayısıyla
Peygamber (s.a.s.) efendimiz, kendi kocalık hakkına olan saygısı ve riayetinden
ötürü, irtihalinden sonra hanımlarının başkalarına nikâhlanmalanm
yasaklamıştır. Hanımları, dünyadayken kendisinin eşleri olduklarına göre
ahirette de eşleri olacaklardır. Bu sebeple Peygamber efendimizin hanımlanyla
kendisinden sonra başkasının evlenmesi kesinlikle haram kılınmıştır. Ama bu
hüküm, Peygamberden başka erkeklerin hanımları için sözkonusu değildir. Aksine,
başka kocalar hanımlarını boşadıktan veya öldükten sonra hanımları başkasına
nikahlanmayacak olursa, kadınlar bundan büyük bir zarar göreceklerdir. Ayrıca
bundan göze çarpan bir fayda da görülmemektedir.
Ancak kadının kendisi başka
koca ile evlenmeyip, çocuklarını büyütüp terbiye etmekle uğraşırsa bu onun
için Övgüye değer bir şey olur. Cahiliyye devrinde Araplar, ölen kocanın
haklarına riayet hususunda fazla aşırılığa gider, ölen kocayla hamının
arasındaki nikâh akdinin kutsallığına son derece Önem verir, dolayısıyla
kadının bir sene süreyle kötü elbiseler içinde, bakımsız ve pis bir evde
beklemesini zorunlu kılarlardı. Bunun üzerine yüce Allah, insanlara rahmet
hikmet, mashalat ve nimet eseri olarak göndermiş olduğu şeriat, mutlak,
surette nimetlerin en güzeli ve en değerlisidir. O'na layık olduğu Övgüleri
sunuyoruz. Kocası ölen kadının dört ay on gün beklemesi hikmet ve maslahata
uygundur. Şöyle ki: Kadının rahmine düşen meni, kırk giin süreyle damlacık
olarak kalır. İkinci günde kan pıhtısı haline gelir. Üçüncü kırk günde de et
parçacağı haline gelir. 120 günden sonra da bu et parçasına ruh üflenir. Ki bu
da 120 ilâ 130. günler arasında olur. Bu hesap gözönüne alınarak Ölmüş olan
kocanın, kadının rahminde menisi varsa hayat eseri görülmeye başlar., Boşanma
iddetine gelince bu iddeti de aynı sebeple sebeplendirmek mümkün olmaz. Çünkü
erkek, evlendikten sonra hanımıyla cinsel ilişki kurmadan onu boşamışsa hanımının
iddet beklemeyeceği ittifakla kabul edilmiştir. Ayrıca burada rahmin
dölsuyundan arındırılması da sözkonusu değildir. Her ne kadar rahmin
dölsuyundan arındırılması iddetin maksatlarından biri ise de cinsel ilişkiye
girmeden boşanan kadının üç temizlik müddeti beklemesine gerek yoktur. Ayrıca
bunun, salt ibadet eder görünmeyle de alâkası yoktur.
İddetin hikmetleri
açıklandığına göre bundaki hakların Öğrenilmesi de gerekir.
îddette başta Allah'ın
hakkı vardır. Çünkü iddet beklenmesini emreden O'dur. İddet beklemekle bu
ilâhî emre uyulmakta ve Allah'ın hoşnutluğu talep edilmektedir.
İddette kocanın
hakları vardır. Çünkü iddet nedeniyle kocanın tekrar hanımına dönme imkânı
doğmaktadır. (Bu imkân ric'î talakta vardır). İddette kadının da haklan vardır.
İd-det nedeniyle kadın nafakaya ve barınağa iddet süresi boyunca hak
kazanmaktadır.
İddette çocuğun da
hakkı vardır. İddet beklenilmesi sayesinde çocuğun nesebinin, tespiti
hususunda ihtiyatlı dav-ranılmakta, dolayısıyla da nesebi de başkalarının
nesebiy-le karışmamış olmaktadır.
İddette ikinci kocanın
hakkı da vardır. İddet beklenilmesi sayesinde ikinci koca, kendi dölsuyunun
başkasının döl-suyunun üzerine dökmemiş olmaktadır.
Şeriat koyucusu, bu
hakların herbiri için münasip hükümler vaz'etmiştir. Şöyle ki: Şeriat koyucu,
kendi hakkına riayet edilmesi açısından kadının iddet süresi içinde evinden
çıkmamasını ve_çıkarılmasını emretmiştir. Ki bu da hem Kur'anın nasslanna hem
de hadis ehli imamiyla rey ehli imamanını görüşlerine uygun düşmektedir.
Kocanın hakkına riayet
açısından da kocanın, iddet süresi içinde hanımına dönüş- yapmasına imkân
sağlanmıştır. Kadının hakkına riayet açısından da ona nafaka bağlanmasını ve
barınak sağlanmasını emretmiştir.
Çocuğun hakkına riayet
açısından da, nesebinin tespit edilmesi, kendi babasından başkalarının adına
bağlanmamasını emretmiştir.
İkinci kocanın hakkına
riayet açısından da onun, başkasının dölsuyu veya çocuğuyla meşgul olmayan an
bir rahimle cinsel temas kurmasını sağlamıştır.
Boşanan kadının üç
temizlenme görmesini bu nedenle hükme bağlamıştır. Kur'an-ı Kerîm iddetin,
kocanın kadın üzerindeki bir hakkı olduğunu bildirmektedir:
"Ey iman edenler,
mü'min kadınları nikâhlayıpta sonra kendilerine temas etmeden onları boşadığımz
zaman sizin için üzerlerine sayacağınız bir iddet yoktur."
(Ahzab: 33/49)
Bu ayet-i kerîme
iddetin, kadınla cinsel ilişki kurulduktan sonra boşanma halinde erkeğe
tanınan bir hak olduğuna delalet etmektedir. Şu ayet-i kerimeyle de kocanın,
iddet süresi içinde kadına geri dönme hususunda daha fazla hakka sahip olduğu
bildirilmektedir:
"Kocaları bu
bekleme müddeti içinde barışmak isterlerse onları geri almaya (herkesten) çok
layıktırlar."
(Bakara: 2/228)
İddetin üç temizlenme
veya (kadın eğer adetten kesilmiş-se) üç ay olmasıyla bekleme süresi
uzatılmakta, böylece koca, hanımmı iyilikle tutmayı tercih edebileceği gibi
yine iyilikle de salıverebilir.
Bunu salim bir kafayla
değerlendirme imkânını elde edebilir. Nitekim noksanlıklardan münezzeh yüce
Allah, ilâ yapan kişiyi dört ay bekleyerek bu süre içinde hanımına geri dönme
veya onu boşamayı, salim bir kafayla değerlendirip hükme bağlama imkânına
sahip kılmıştır. Yine aynı şekilde asr-ı'saaddetle^ahitlerini bozan müşriklere
dört aylık bir süre tanınmıştı. Ki bu süre içinde yaptıkları uygunsuzluğu
düşünerek, tekrar eski ahde riayet ederek veya itatsiz-liğe devam ederek iki
şıktan birinde karar kılma imkânına kavuşturulmuşlardı.
Eğer dense ki: Bu
sizin ileri sürdüğünüz nedenlerin geçerlilikleri yoktur. Çünkü hul yapan veya
herhangi bir sebepten ötürü nikâhı feshedilen veya üç talakla boşanan ve
ya-hutta şüphe sonucu kendisiyle cinsel ilişki kurulan kadının üç temizlenme
görerek iddet beklemeleri ve şüphe sonucu bir kadınla cinsel ilişki kuran
erkeğin bu kadına tekrar dönme imkânının olmayışı illetsiz bir hükümdür. Ki bu
nedenle de geçersiz sayılmaları gerekir.
Buna verilecek cevap
şudur: Bir hükmün bozulması, ancak ona karşı bir nass veya icmaın
mevcudiyetiyle olur. Yerleşik bir hüküm, bir alimin sözüyle çürütülmez.
Hulyapan kadının iddeti hususunda görüş ayrılığı meydana gelmiş olup İshak ve
Ahmed bin Hanbel, bu kadının bir hayız görmesinin yeterli olacağını
belirtmişlerdir. Ki bu, Hz. Osman (r.a.) ile Abdullah ibni Mes'ud'un (r.a.)
mezhebidir. Ayrıca bu hususta sahabîlerin de icmaı vardır. Sahabiler arasında
bu icmaa muhalif bir görüşte belirmemiştir, Rasulul-lah'ın hadisi de bu görüşü
desteklemektedir. Bu görüşe karşı çıkanlar, bu hadisin sahih olmadığını veya
akdedilen ic-maın sünnete aykırı olduğunu sanarak karşı çıkmaktadırlar. Bu
konuda ağır basan görüşe göre Rasulullah (s.a.s.) hul yapan kadına, üç hayız
görerek iddet beklemeyi kesinlikle emretmiş değildir. Aksine sünen sahiplerinin
de Rubey bin-ti Muavviz'den rivayet ettikleri hadise göre Sabit Bin Kays,
hanımı Cemile'yi döverek elini kırmıştı. Abdullah bin Übeyy’in kızı olan hanımı
Cemile'nin kardeşi, Rasulullah'a gelerek Sabit'i şikâyet etti. Rasulullah
(s.a.s.) de Sabit'e haber göndererek dedi ki: "Cemile'nin sendeki eşyasını
gönder. Ve yolundan da çık." Sabit te bu emri kabul etti. Rasulullah ta
Cemile'ye: "Bir hayız görünceye kadar iddet beklemesini ondan sonra da
baba evine dönmesini emretti.
Ebû Davud ile Nesaî,
İbni Abbas'tan rivayette bulunarak Cemile'nin Sabit'ten hul yaptığını ve
Rasulullah'ın da kendisine bir hayız görünceye kadar iddet beklemesini emrettiğini
söylemektedirler. Tirmizî der ki: Sahih olan husus, Rasulullah'ın o kadına bir
hayız görünceye kadar iddet beklemesini emrettiği hususdur. Netice itibariyle
bütün bunlar, birbirini doğrulayan çeşiti rivayetlerdir. Bu hadis iki illetle
il-letlendirilmiştir:
1) Mürsellik bakımından illetlendirilmiştir.
2) Sahih olan rivayette Cemile'nin isminin geçmediği ve
rivayet içinde failin adının geçmemesi nedeniyle illetlendirilmiştir.
Bu iki illet te hadisi
etkilemez. Zira bu hadis birbirine muttasıl şekillerde rivayet edilmiştir.
Ayrıca failin adının kaybedilmesiyle kaybedilmemesi arasında söz konusu olmaz.
Zira bu kadının ister Cemile ismindeki bir kadın olsun ister başka bir kadın
olsun, buna bir hayız görünceye dek iddet beklemesini sağlığmdayken Rasulullah'tan
başka birinin emretmesi mümkün değildir. Bu hadis muhtemel bir lafızla rivayet
edilmiştir. Bu muhtemel lafzı da sarih bir lafız açıklayıp vuzuha
kavuşturmaktadır. Bu muhtemel lafız, sarih olanla çatişmamaktadir. Sadece
ondan önce gelmiş bulunmaktadır. Rasulullah'ın ashabının da bu konudaki fetvaları,
sözkonusu hadisin sahihliği için delil olarak yeterli olmaktadırlar. Ebu Ca'fer
En-Nehhas, Nasih ve Mensuh adlı kitabında der ki: Bu hüküm sahabilerin icmaıyla
da sabittir. Ama akli görüş açısından hul yapan kadının üzerine kocasının
iddet hakkı kalmamaktadır. Çünkü kadın, kocasına boşanması için bir bedel
verdiğinden kendi bedenine sahip olmaktadır. Bu durumdaki bir kadın rahmi
kocasının döl suyundan veya çocuğundan arındıktan sonra iddet beklemiş gibi
olur. Ve evlenebilir. Bilindiği gibi bu tür ayrılmalarda şeriat, kadının bir
tek hayız görmekle iddet beklemesini emretmiştir. Bu hüküm, esir alınan
cariyelerin bedelleri ödenerek veya teberru edilerek mülk edinilmeleri veya
bunların daru'l-harpten islâm diyarına hicret etmeleri du% rumunda da işlerlik
kazanır. Ric'î boşanmalarda üç hayız süresi beklemenin gerekliliği hususunda
hiç kimsenin şüphesi yoktur. Ama hul yapan kadının durumu bu iki asıl arasındaki
detay durumunda olduğundan kendisine en fazla benzeyen tarafa uydurulması
gerekir.
Durumu
değerlendirdiğimizde hul yapan kadının halinin, bir hayızla iddet bekleyen
kadınların haline benzediğini anlamış oluruz. Şeriatin bu konudaki hükümlerinin
hikmet sebeplerini izah saadetinde şunu diyebiliriz ki: Şeriat, kadınları üç
kısma ayırmıştır:
1- Evlendikten sonra cinsel ilişki kurulmadan meydana
gelen ayrılmalarda iddet söz konusu olmadığı gibi boşayan kocanın da bu iddet
içerisinde hanımına geri dönmesi mümkün olamaz.
2- Evlendikten sonra cinsel ilişkide bulunup bundan
sonra meydana gelen ayrılmalarda kocanın, hanımına ricat etme hakkî doğmakta ve
kadının da üç temizlenme süresi iddet beklemesi zorunlu olmaktadır. Yüce
Allah, sadece bu kısımdaki boşanmalarla ilgili olarak kadınları üç temizlenme görerek
iddet beklemelerini emretmiştir. Ki bu da Kur'an-ı Kerîm'de açıkça ifade
edilmektedir:
"Boşanmış
kadınlar kendi kendilerine üç hayız ve temizlenme müddeti beklerler. Eğer onlar
Allah'a ve ahiret gününe inanıyorlarsa Allah'ın kendi rahimlerine yarattığını
gizlemeleri onlara helal olmaz. Kocaları bu müddet içinde barışmak isterlerse
onları geri almaya (herkesten) daha layıktırlar." (Bakara: 2/228)
Yine aynı şekilde
talâk sûresinde üç ay süreli iddetleri-ni tamamlayan kadınları, kocalarının
iyilikle alıkoymaları veya iyilikle salıvermeleri hususunda serbest bırakılmışlardır.
Yalnız bu, ric'î boşanmalarda geçerli olan bir hükümdür. Bain talakla boşanan
kadınlar için bu, söz konusu değildir.
3- Kocasından bain talakla boşanan, esir alma veya hicret
etme veyahul yapma şeklinde ilişkisi kesilen kadının id-deti, rahmin
temizlenmesi bakımından bir tek hayız görmekle sınırlandırılmıştır. Bu
kadınların iddeti üç hayız ve temizlenme süresi olarak uzatılmamıştır. Çünkü
kocalarının bunlara geri dönmeleri sözkonusu değildir. Bu da gayet derecede
münasip bir hükümdür.
Zina yapan kadınla
şüphe neticesinde kendisiyle cinsel ilişki kurulan kadının delil gereğince
sadece bir hayız görerek istibrâ etmelerine gelince İmam Ahmed, bunun sadece zina
yapan kadın için geçerli olduğunu söylemiştir. Şeyhimiz ise bu hükmü şüpheyle
kendisine cinsel temasta bulunulan kadın için benimsemiştir. Ki kuvvetli olan
görüş te budur.
Bunların ikisini de
ric'î talakla boşanan kadına kıyaslamak, kıyas kurallarından çok uzak olup fasit
bir kıyas olmaktadır.
Eğer dense ki: Bu
anlattığınız hususları kabul ettiğimizi varsayalım: Üç talakla boşanan kadın
hususunda sizinle görüş birliği yapmamıza imkân var mıdır? Yoktur. Çünkü üç
talakla boşanan kadmin üç temizlenme görererek iddet beklemesi emredilmiştir.
Oysaki kocasının kendisine ricat etme sözkonusu değildir. Ve iddetten kasıt ta
sadece kocasının dölsuyundan ve çocuğundan rahmini arındırmak olduğuna göre
üç temizlenme görerek iddet beklemesinin ne anlamı olabilir?
Bunlara cevap olarak
deriz ki: Evet bu soruyu sizden başkaları da sormaktadır. Bunu iki açıdan
cevaplamamız mümkündür:
1- Bu durumdaki
kadmin üç temizlenme görerek iddet beklemesi hususunda görüş ayrılığı
mevcuttur. Cumhur-u ulemaya göre bu durumdaki kadını üç temizlenme görerek
iddet beklemesi zorunludur. Ki bütün insanlar bu hükümden başkasını
tanımamaktadırlar. Buna göre üçüncü talak, birinci ve ikinci talakın cinsinden
olduğuna göre bu iki talakm hükmüne girmektedir. Ki talakın kapısı bir tek kapı
olsun. Ve bununla ilgili hükümler üzerinde hiç kimsenin ihtilafı olmasın.
Şeriat koyucusu, vaz'ettiği hükümleri, umumî maslahata ve toplumun yararına
bağlı kılmıştır. Bu maslahat ve hikmetlerin bazı durumlarda göze çarpması
verilen hükme bir engel teşkil etmemelidir. Aksine bu, şeriatın hukuk kaynakları
üzerindeki tasarrufunun bir gereğinden ötürüdür.
2- Şeriat koyucusu bu durumdaki kadının kocasıyle
yeniden evlenmesini yasaklamıştır. Ancak araya bir hulleci girdikten sonra bu
kadının, tekrar eski kocasıyla evlenmesine imkân doğmaktadır. Bunun yanısıra da
hulleci ve hülle yaptıran, Allah'ın kocaya vermiş olduğu yeniden evleneme-me
cezasını geçersiz kıldıkları gerekçesiyle lanete müstahak olmuşlardır. Kocaya
verilen bu cezanın tam olarak yerini bulması için boşadığı kadının uzun müddet
kendisine dönmesi mümkün olmamalıdır. Ki bu da Yüce Allah'ın ceza verişinin
asıl gayesidir. Koca, boşadığı kadının, üç temizlenme görerek iddet
beklemesini tamamladıktan sonra normal bir evlilikle evlenmesi ve herhangi bir
nedenle bu ikinci evliliğin bozulmasından sonra kadının tekrar üç temizlenme
görerek iddet çekmesinden sonra yeniden kendisiyle evlenebileceğini düşünecek
olursa bunun çok uzun bir süre olabileceğini ve sabrının da buna tahammül
edemeyeceğini akıl edeceğinden hanımını üç talakla boşamaktan kaçınır. İşte bu
hikmete, maslahata ve suç işlemekten alıkoyan esas düşünceye tamamıyla uygun
olmaktadır. Ric'î boşamalarda kadının üç temizlenme görerek iddet beklemesi
kocasının faydasına olmaktadır; hanımını üç tarakla boşamadiğı gerekçesiyle de
ona bir nevi imkân bahşedilmiş olmaktadır. Ama üç talakla boşayan erkek,
Allah'ın haram kıldığı üç talak'ı helâl kıldığı gerekçesiyle uzun müddet
bekleme cezasma çarptırılmaktadır. Bu ceza ayrıca kendi hanımıyla başka bir erkeğin
cinsel ilişki kurması gibi ayıp sayılan bir şeyle de kat-manlaştırılmış
olmaktadır.
Bazıları da demişler
ki: Üç talakla boşanan kadının idde-ti de bir tek hayız görmekle sona erer. Ki
bu da Ebû Hüseyin bin El-Lebân'ın tercih ettiği görüştür. Eğer bu konuda ic-ma
varsa doğrusu, icmaa uymak gerekir. Ve bu zatın sözüne de iltifat edilmemesi
icap eder ama bu meselede bir ic-ma mevcut değilse, bu zatın ileri sürdüğü
görüş kuvvetli bir görüştür. Yine de işin doğrusunu Allah bilir.
Eğer denilse ki: İbni
Mace'nin Hz. Aişe (r.a.) den rivayet ettiğine göre boşanıp boşanmaması
hususunda muhayyer bırakılan kadının da sünnet gereği olarak üç hayız görerek
iddet beklemesi gerekir. Çünkü Hz. Aişe "Büreyre üç hayız görerek iddet
beklemekle emrolunmuştur," şeklinde bir ifade kullanmıştır. Böyle bir
hadis sabit olduktan sonra ayrıca bir açıklama yapmaya gerek var mıdır? Fakat
şunu söylemek gerekir ki: Bu hadis, meşhur bir senetle münker olan bir
hadistir. "Hayız kanının kesilmesi temizlenme demektir," diyen
mü'minlerin annesi Hz. Aişe böyle bir hadisi nasıl olur da rivayet eder? Bu
hadisin sahih olduğunu far-zedecek olursak uyulması vacip olur; kimsenin karşı
çıkacak hali kalmaz. Muhayyer bırakılan kadın da üç temizlenme görerek iddet
çeken üç talakla boşanmış kadının hükmüne girer. Kocasının da tekrar kendisine
geri dönme imkânı ortadan kalkmış olur. Özellikleştirme gerekçeleri her ne
kadar bize görünmese bile şar'i bazı şeyleri, fiilleri, zaman ve yerleri bazı
hükümlerle özelleştirmiştir. İşte muhayyer bırakılan kadın meselesinde bu
gerekçe açıkça görülmektedir. Şöyle ki: Bu kadının iddeti tek hayız görmekle
sona ermiş olsaydı, birinci kocayı bırakıp hemen başkasıya evlenecekti. Ki
kocasının da kendisinden umudu kesilecekti. Bu durumdaki kadının iddeti üç
hayız görme şeklinde kılınsay-dı bekleme süresi uzayacak ve hemen evlenmekten
de ah-konacaktı. Bu süre içerisinde belki kocasını hatırlayacak ve ona dönme
arzusu duyup yalnız kalmaktan kurtulacaktı. Eğer hul yapan kadının üç hayız
görerek iddet beklemesi gerekir denilecek olursa bu anlamda güzel ve şer'î
hikmetlere uygun bir söz olarak kabuledilebilir. Ama bu husus esir alman,
darü'l-harpten darü'l-islâma hicret eden, zina eden ve şüphe sonucu kendisiyle
cinsel ilişki kurulan kadınlar için geçerli değildir. Eğer denilse ki:
Bütün bu
söylediklerinizi bir an için kabul edelim. Ama meıtâpoz haline girerek adetten
kesilmiş olan kadınla, cinsel ilişkiye müsait olmayan küçük eşin iddet
hakkında fikriniz nedir?
Aslında bu soruyu,
iddeti sadece rahmin arınması anlamında telakki edenlere sormak gerekir. Bu
nedenle sözko-nusu sorunun cevabını verirken bazıları iddetin burada aklın
almayacağı şekilde sırf ibadet gereği olarak vaz'edildi-ğini ifade etmişlerdir.
Bu hususu iddetin bazı maksatlarından ve buna evlilik akdinin şanının ve
saygınlığının gerek-ğini yerine getirmek, bu müessesenin önemini ve şerefini belirtmek
gibi bazı maksatlar da eklemişlerdir. Bunlar, ölüm veya ayrılık gibi nedenlerle
evlilik bağının kesilmesi durumunda kadını mahrem bir varlık olarak kabul
etmektedirler. Ki bu durumda da adetten kesilmiş kadmla adet görmekte olan
kadın, küçük kadınla büyük kadın arasında herhangi bir fark sözkonusu olmaz.
Mamaaflh bu, ricî talakla boşanan kadınla üç talakla boşanan kadının iddet
sürelerinin uzatılması, hem küçük kadınlarda hem de adetten kesilmiş kadınlarda
ayniyle mevcuttur. Ki bu da ric'î boşamalarda kocanın menfaatlerini içeren, üç
talakla boşamalarda kocaya cezayı içeren bu hususta kadınlar arasında da
eşitliği içeren hikmetin bir gereğidir. Bunun hikmet gereği olduğu gayet
derecede açıktır. Muvaffakiyyet Allah'tandır.[79]
Üç talakla boşanan
kadının, kocasına haram oluşu ve bu kadının ancak ikinci bir evlilikten sonra
eski kocasıyla yeniden evlenebileceği hususuna gelince bunun hikmetini ancak
şeriatin sırlarını ve şeriatin kapsamına giren genel hikmet ve maslahatları
bilen kişiler anlayabilir. Başarıyı Allah'tan dileyerek bu konudaki
sözlerimize başlıyoruz:
Erkeğe nikâhtan önce
haram olan kadının tenasül organı nikâh sayesinde kendisine helâl olmaktadır.
Ki bu da Allah'ın insanlara bahşetmiş olduğu nimet ve ihsanların en
büyüklerindendir. Ki kadının haklarına riayet ederek, onu elden gitmesine mecbur
bırakmayacak şekilde kendisine iyi davranarak bu konudaki sözlerimize
başlıyoruz:
Erkeğe nikâhtan Önce
haram olan kadının tenasül organı nikâh sayesinde kendisine helâl olmaktadır.
Ki bu da Allah 'in insanlara bahşetmiş olduğu nimet ve ihsanların en
büyüklerindendir. Ki kadının haklarına riayet ederek, onu elden gitmesine
mecbur bırakmayacak şekilde kendisine iyi davranarak bu nimetin şükrünü yerine
getirmek gerekir. İslâmdan önceki şeriatler, her zaman ve ümmetler için Allah'ın
insanlara öğretmiş olduğu maslahatlara göre bu konuda değişik tavırlar
takınmışlardır. Meselâ Tevrat hukuku, boşanan kadının başkasıyla evlenmedikçe
tekrar kocasıyla evlenebileceğini benimsemişler; ama bu kadın boşandıktan sonra
başkasıyla evlenecek olursa kocasına artık ebediyyen haram olur. Kocasrnn
kendisiyle evlenmesine de hiç imkân kalmaz. Bunda da g zlenmeyecek derecede
hikmet ve maslahatlar mevcuttur. Çünkü koca, hanımını boşadığında yetkinin
hanımına geçeceğini, hanımının da bu yetkiye dayanarak başkasıyla evlenebileceğini,
evlendiği takdirde de ebediyyen artık kendisine haram olacağını bildiğinden, hanımından
ayrılmamak için boşama kelimesini ağzına almayıp boşamaktan da son derece geri
kaçar. Tevrat hukuku elbetteki Musevî milletinin tabiatına ve özelliğine göre
vaz'edilmiş bir hukuktur. Bu hukuk sistemine haline göre münasip bir şiddet ve
yükümlülük vardır.
Tevrat'tan sonra İncil
şeriati gelerek kadının boşanmasını kesinlikle yasaklamıştır. Bir kişi
evlendikten sonra hanımını ölünceye dek boşayamaz. Bunlardan sonra olgun, erdemli,
gökten inen şeriatlerin en mükemmeli olan Muhammedi şeriat gelmiştir. Ki bu da
kulların dünya ve ahiretteki maslahatlarını en mükemmel bir şekilde gözönünde
bulunduran çok üstün, çok erdemli ve çok değerli bir hukuk sistemidir. Akla
ve maslahata da yatkındır.
Noksanlıklardan
münezzeh yüce Allah bu Ümmetin dinini mükemmel kılmış, onlar üzerindeki
himmetlerini tamamlamış, aynı zamanda önceki ümmetlere mubah kılmadığı helâl
ve hoş birçok şeyleri de mubah kılmıştır. Sözgelimi erkeğin, dilediği
kadınlardan dört tanesiyle evlenmesini ve beğendiği cariyelerden de sınırsız
olarak dilediği kadar evlenmesini mubah kılmıştır. Daha önceki ümmetler için
cariyelerle evlenme müsaadesi mevcut değildi. Bilahare yüce Allah, Muhammed
ümmetinden olan kullan için hukukunu mükemmeleştirerek, nimetini tamamlayarak
evli olan erkeğin, zaruret doğması halinde hanımını boşayarak başkasıyla
evlenmesine de müsaade etmiştir. Zira olabilir ki uyumsuz olan evlilik,
huzursuzluğa neden olur. Mizaç bakımından birbirine uymayan eşler arasında
evliliğin sürdürülmesi maslahata ı<ygun olmayacağı gibi Cenab-ı Allah, bu
durumdaki bir kadını kocasının boynuna bağ, ayağına bukağı, sırtına da yük
olarak yüklememiştir. Aksine en mükemmel bi: şekilde kendisinden ayrılmaya
yani, onu bir talakla boşayıp üç temizlenme süresi geçinceye kadar
beklemesine-ki bu süre de en fazla üç ay olur-müsaade etmiştir. Eğer bu süre
içinde hanımını arzular, kalbi kendisine meyleder, ona doğru bir sevgi
hissederse ona geri dönmesi mümkün olur. Bu yola giden kapı henüz kapalı
olmayıp açıktır. Sevgili eşine dönüp onun emrini kabul edebilir. Kızgınlıktan
ve şeytana uymaktan ötürü elinden çıkarmış olduğu hanımını tekrar kazanabilir.
Ayrıca kişiye huyundan vazgeçmeyerek şeytanım iğvasına kapılmaktan ta emin olmadığından
ikinci bir kez de bunu yapsa yine telafi imkânına sahip olur. İkinci kez
yaptıktan sonra artık boşanmanın acılığını hisseder, yuvanın yıkılmasından
korkar. Bu da onu bu pis adeti edinmekten, şeytanın desisesine kapılmaktan,
ayrılık elemini tatmaktan menederek olur olmaz alelacele boşamaya yeltenmekten
alıkoyar. Ama bu durum üçüncü bir kez yinelencek olursa artık Allah'ın emrinin
yerine gelmesine engel olamaz. Bu kişinin kendini savunma hususunda artık bir
tutanağı da kalmaz. Savunmaya kalkacak olursa kendisine denilir ki: Birinci
defa ihtiyacm giderildi. İkinci defa hatan affedildi. Artık bu defa kurtuluş
çaren kalmadı. Koca, üçüncü talakla hanımından artak kesinlikle ayrılacağını,
bunun uygulanması zorunlu bir hüküm olduğunu bildikten sonra bunu düşünerek
hanımını üç talakla boşama-yıp bu işten de titizlikle uzak durur.
Yine koca, hanımını üç
talakla boşadıktan sonra üç temizlenme süresi beklemesi, bundan sonra dileyip
rağbet gösterdiği bir kocayla evlenip onun yanında kaldıktan ve bu koca,
hanımının tenasül organından gerekli şekilde yararlandıktan sonra ölüm veya
boşanma veya hul nedeniyle ayrıdır; yine bundan sonra kadın tam bir iddet
bekledikten sonra eski kocasıyla evlenebilir. Çünkü eski kocası kendisini Allah'ın
en çok buğzettiği helâl bir talakla boşadığından, ne kendisinin ve ne de
hanımının isteğiyle yeniden evlenme müsaadesine sahip değildirler. Bu yasağı
pekiştirmek için de, ikinci kocanın normal bir istekle ve normal bir evlilik
niyetiyle nikahlaması olsalığına karşı onu lanet ve ilâhî gazapla tehdit
etmiştir. Hülle yaptırarak boşamış olduğu kadınla yeniden evlenen erkeğe de
lanet yağdırmıştır. Aksine ikinci koca, birincinin yaptığı gibi normal bir
şekilde (hülle niyeti olmaksızın) onunla evlenmeli ve yine normal bir şekilde
de birinci kocanın yaptığı gibi onu boşamahdır. Bu durumda birinci kocanın,
boşamış olduğu hamnuyla yeniden evlenmesi mubah olur. İslâm hukukuyla
Yahudilik ve Hiristiyan-lık hukuklarını karşılaştırdığında, yine islâm hukukuyla,
Allah ve Rasulü'nün, failini lanetlemiş olduğu hususları mubah kılan hukuk
sistemlerini mukayese ettiğin takdirde islâm hukukunun yücelik ve azametini,
diğer hukuk sistemlerine olan üstünlük ve egemenliğini açıkça anlamış
olacaksın. Bunun yanısıra neshedilmiş olsalar bile Hıristiyan ve Yahudi hukuk
sistemlerinin, Allah ve Rasulü'nün failini lanetlemiş oldukları işleri mubah
kılan hukuk şişlemelerinden daha hayırlı olduklarını anlayacaksın. Çünkü noksanlıklardan
münezzeh yüce Allah, sözünü ettiğimiz bu hukuk sistemlerini öyle bir zamanda
vaz'etmiştir ki, bu sözünü ettiğimiz beşeri hukuk sistemlerinin o zamanlar
sözü bile edilmemekteydi. Bu ve buna benzer incelikleri anlama nimetini yüce
Allah, dilediğine bahşederek onu havas tabakasına yükseltir. Bu incelikleri
anlama kapasitesine ulaşan kişi Allah'a hamdü sena etmelidir. Bu kapasiteye
ulaşamayanlar da hâkimler hakimi, bilginler bilgini Allah'a teslim
olmalıdırlar. Ve bunlar şeriatın akıl üstü olduğunu, kalplerin fıtratına da
uygun olduğunu bilmelidirler.
"Gecelerin
karanlığıyla perdelenen gözlere de ki,
Güneşe karşı durmaya
yeltenmesinler.
Böylelerini hoşgörüyle
karşıla, onları ayıplama.
Kendi hallerine bırak
onları. Eğer hakkı inkar ederlerse,
Onlara de ki: Yeter
artık bırakın bu işleri"
Başka bir şair de der
ki:
"Akılsız
kimselerin fakih geçinmeleri ayıp olur. Bunların fıkhı eleştirmeleri fıkha
zarar vermez. Kuşluk vakti pırıldayan güneşi gözü görmeyen Körlerin güneşe ne
gib bir zararı olur?"[80]
Yellenmenin çıktığı
deliğin içini değil de vücudun başka organlarını yıkamanın abdeste gerekliliği
hususuna gelince bu, hikmete son derece uygun olup fıtrata da gayet derecede
muvafık olmaktadır. Bu hususu eleştirmekte olanların ileriye sürdükleri
sorunun özeti şudur: Bunlar derler ki: Oturağın içini değil de vücudun başka
organlarını elleri, yüzü ve ayakları yıkamak abdestte zorunlu kılınmıştır.
Bunun sebebi nedir? Bu nüksetmiş bir kalpten çıkan ters bir sorudur. Zira
İslâm şeriatının güzelliğinin bir gereği olarak abdestte, açıkça görünen dış
organların yıkanması emredilmiştir. Ki bunların öncelikle yıkanması zikir ve
fiil bakımından öncelik kazanmaktadır. Sözgelimi yüzün temizliği ve aydınlığı
kalbin temizlik ve aydınlığına delalet eder. Yine bunun gibi tutma ve yakalama
organlarından olan ellerin de yüzden sonra temizlik ve nezahette öne
alınmaları gerekir. Başta duyuların merkezi olma, bedenin en üst noktasmda bulunma,
bünyenin en şerefli organı olması açısından temizliğe son derece lâyık bir
organdır Yalnız şu var ki başın abdestte yıkanması emredilmiş olsaydı, bu son
derece sıkıntı ve güçlüğe neden olacaktı. Bazı hastalıkların doğmasına da yol
açacaktı. Ki bu nedenle mestlerde olduğu gibi ayakları yıkamaya bedel olarak
nasıl ki meshediliyorsa, başka yıkama yerine geçerli olmak üzere
meshedilmektedir. Bu da ilâhî rahmet ve kolaylığın bir gereğidir. Adamın biri
çıkıp-ta diyebilir ki: Başın ve ayakların yıkama yerine meshedil-mesi temizlik
bakımından yeterli olur mu?
Bu sözü söyleyen kişi,
organın suyla meshedilmesini Allah'ın emrine uymak ve bir kulluk gereği ona
itaat etmek oluşu açısından temizliğe etkili olacağını ve niyetsiz olarak
yapılan yıkamadan da daha etkili olacağını herhalde bilmemektedir.
Ayrıca bunun zevk-i
selîme ve düzgün karaktere de etkili olduğunu bilmemektedir. Ayrıca teyemmüm
nedeniyle toprağın yüze sürülmesi de Allah'ın emrine itaat etme ve kulluk
gereği onun hükümlerine boyun eğme açısından kişinin yüzüne aydınlık
getireceğini, onu temizleyeceğini, hatta yüzüne bakanlara karşı da bir güzellik
kazandıracağını anlamamaktadır. Ayakları çoğu kez yere temas ederek kirlenmekte,
buna karşın diğer organlar temiz kalmaktadırlar. Bu durumda ayakların öncelikle
yıkanması gerektiğini sanan beyinsizler, Allah ve Rasulü'nün emirlerini anlamakta
muvaffak olamamışlardır. Zira Allah ve Rasulü, ayaklarını arada bir engel
olmaksızın meshedilmelerini yıkama yerine yeterli saymışlardır. Bu
anlattıklarımız duyu bakımından ab-destle ilgili olarak bazı organların
özellikle temizlenmelerinin gerekçesini izah sadedindeydi. Mânâ bakımından bu
organların temizliği hususuna gelince şunu söyleyelim ki: Bunlar, kulun iş
yaparken kullandığı ve yine bunlarla Allah'a itaat veya isyan ettiği
organlardır. Sözgelimi el tutar.,.Yakalar. Ayak yürür, mesafe kateder. Göz
bakar, görür. Kulak işitir, dinler. Dil konuşur, anlatır... Bu organların yıkanması,
Allah'ın emrine itaat ve ona kulluğun bir gereğidir. Ki bununla kişi sözkonusu
organlarına isabet eden günahları ve kirleri gidermiş olur. Bu anlamı dile
getirme açısından şeriat koyucusu, Müslim'in Amr bin Abse'den rivayet etmiş
olduğu sahih bir hadiste şöyle buyurmaktadır: Amr der ki:
"Ya Rasulallah,
abdest hakkında bana bir şeyler anlat." Buyurdular ki:
"Sizden biri
abdest almaya yanaşır da mazmaza ve isti nşak yapar suyu ağzından ve burnundan
atarsa mümkün değil illâ yüzünün günahları sakalın etrafından suyun
damlamasiyla birlikte dökülür. Sonra bu kişi ellerini dirseklere kadar
yıkarken yine ellerinin günahları, parmak uçlarından dökülür. Başını meshederken
başındaki günahlar, saçlarının ucundan suyla birlikte dökülürler. Ayaklarını
da mafsal yumru kemiklerine kadar yıkarken ayaklarının günahı, ayak
parmaklarının ucundan suyun damlamasıyla birlikte mutlak olarak dökülür. Bu
kişi, abdestini tamamlayıp ayağa kalktığında, namazını kılar, Allah'a hamdü
senada bulunur, O'nu lâyık olduğu bir şekilde onmiandırırsa, kalbini de sırf
O'na yöneltirse namazdan ayrıldıktan sonra anasından doğduğu günkü gibi
günahlarından arınır." [81]
Sahih-i Müslim'de
kayıtlı olan bir hadiste de Ebû Hürey-re (r.a.), RasuhıUah'ın (s.a.s.) şöyle
buyurduğunu rivayet etmektedir:
"Müslüman bir
kul, abdest aldığında yüzünü yıkarken yüzünün günahları yüzünden dökülüp
giderken bu günahların suyla birlikte akıp gittiğini gözleriyle görür. Elini
yıkarken yine elleriyle işlemiş olduğu günahlarının suyla birlikte akıp
gittiğini görür. Ayaklarını yıkarken onlara yürüyerek işlemiş olduğu
günahlarını suyla beraber akıp gittiğini görür. Böylece günahlardan arınmış
olarak abdestini tamalamış olur." [82]
İmam Ahmed bin
Hanbel'in, Müsned'inde Ukbe bin Amir'den rivayet edilen hadisi şerife göre
Peygamberin (s.a.s.) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: Ukbe der ki:
Peygamberin (s.a.s.) şöyle buyurduğunu işittim:
"Ümmetimden iki
kişi vardır ki bunlardan biri geceleyin kalkar, nefsini temizlemeye yönelirken
üzerinde düğümler (günahlar) vardır. Bu kişi abdest almaya başlar. Ellerini
yıkarken bir düğümü (günahı) çözülür. Ayaklarını yıkarken de bir düğümü
çözülür. Aziz ve celîl olan yüce Rab, perde arkasında duranlara der ki: Kuluma
ba-km, kendi günahkâr ruhunu tedavi eder. İşte bu kulum ne dilerse kendine
verilmiştir." Yine Ahmed bin Han-bel'in Müsned'inde Ebû Ümame'nin rivayet
ettiği bir hadiste de Peygamber (s.a.s.) efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Herhangi bir
kişi namaz kılmak niyetiyle abdest almaya kalkar da ellerini yıkarken
günahları, avuçlarından ilk damlayan suyla birlikte yere düşer. Mazmaza ve
istinşak yapıp ta burnundaki suyu dışarıya attığında günahları yere damlayan
ilk su damlasıyla birlikte dilinden ve dudağından dökülür. Yüzünü yıkarken de
günahları, yere damlayan suyla birlikte gözünden ve kulaklarından akıp gider.
Ellerini dirseklere, ayaklarını mafsal yumru kemiklerine kadar yıkadığında
zimmetinde bulunan bütün günahlardan kurtulmuş olur. Anasından doğduğu günkü
gibi günahsız hale gelir. Ayrıca namaza durduğunda da Allah, onun derecesini
yükseltir. Ka'de-ye oturduğunda da her şeyden salim olarak oturmuş olur."
Bu hadiste fıkhı bir
hüküm de mevcut, bulunmaktadır. Ki bununla mazmazanın, yüzü ve elleri yıkamak
gibi bir vecibe olduğuna işaret edilmektedir. Yine dilin ve dudakların da
diğer organlar gibi yıkanmasının gerekliliğine işaret edilmektedir.
Şu halde oturağın iç
kısmını yıkamamanın abdest organlarına nispetle daha öncelikli olması
gerektiğini ifade eden kalbi nüksetmiş, fıtratı bozuk kimselerin kıyasları ne
kadar da bozuktur. Bunlar, şeriat koyucunun, birbirinin misli ve benzeri olan
iki olayın hükmünü birbirinden ayırdığını ileri sürmektedirler.
Şunu belirtelim ki:
Abdest organlarının Allah'a ibadet niyetiyle yıkanması sayesinde insanın kalbi
ferahlar, gücü artar. Göğsü, genişler. Ruhu sürura garkolur. Organları da
dinçleşir. Bu da abdest organlarının diğerlerinden temayüz etmesini sağlar.
Başarı ancak Allah'ın yardımı ile mümkün olur.[83]
İslâm'a karşı
savaşanın ele geçmeden önce tevbe etmesi halinde tevbesinin kabul edileceği
fakat had cezasını gerektiren bir suçu işleyen müslümamn tevbe etmesi halinde
tevbesinin kabul edilmeyeceği hususuna gelince bazı eleştiriciler bu konuda
derler ki: Bu iki. tevbe arasında ayırım yapan bir nass var mıdır? Varsa
nerededir? Aksine, savaşçının ele geçmeden önce tevbe etmesi halinde bu
tevbesinin, başkalarının tevbesine nispetle öncelikle kabul edileceğini
ten-bih meyanmda nass vardır. Savaş gücünün doruk noktasında olduğu,
saldırganlığının şiddetli dozda bulunduğu bir sırada tevbesi kabul edildiğine
göre, bu güç ve şiddetinin bulunmadığı bir zamanda yapacağı tevbe öncelikle
kabul edilir. Bununla ilgili olarak yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O
küfre sapanlara de ki: "Eğer vazgeçerlerse geçmişte (yaptıkları) şeyler
bağışlanacaktır." (Enfâl:
8/38) Bu meyanda Rasulullah (s.a.s,) ta şöyle buyurur: "Günahtan (ötürü)
tevbe eden, günahı olmayan gibi olur."
Allah Tealâ
Hazretleri, hadleri suç işleyenler için koymuştur: Tevbe edenlerin de şeriat
ve kader açısından cezalarını kaldırmıştır. Allah'ın şeriatinde ve kaderinde,
tevbe edenlerin cezalandırılacaklarına ilişkin bir hüküm mevcut değildir. Hz.
Enes (r.a.) sahihaynde kendisinden nakledilen bir rivayette dedi ki:
"Peygamber (s.a.s.) ile birlikte idi. Adamın biri gelerek dedi ki:
"Ya Rasulallah,
ben haddi gerektiren bir suç işledim. Bana cezamı uygula." Rasulullah ona
bir cevap vermezdi. Namaz vakti oldu. O da onunla birlikte namaz kıldı. Rasulullah,
namazı kıldıktan sonra adam tekrar huzuruna gelip ayakta durdu ve sözünü
tekrarladı. Rasulullah kendisine:
"Sen bizimle
birlikte namaz kılmadın mı?" diye sordu. O da:
"Evet"
deyince kendisine:
"Aziz ve celîl
olan yüce Allah, senin günahını bağışladı." dedi.
Bu kişi, günahından
tevbe ederek gelmemiştir. Tevbe etmek te istememişti. Ama yine de Allah
kendisini affetmiş-ti. İtiraf ettiği haddi gerekli kılan suç nedeniyle de
cezaya çarpıtırılmıştı.
Evet bu, konuyla
ilgili iki rivayetten biridir. İmam Ah-med'den gelen iki rivayetten biri budur.
Ki doğru olan da budur.
Eğer denilse ki: Maiz
ismindeki erkekle Gamidiyye ismindeki kadın, işledikleri suçtan ötürü tevbe etmiş
olmalarına rağmen yine de had cezasına çarptırılmışlardır. Buna ne buyurulur?
Buna verecek cevabımız şudur: Gerçekten her ikisi de tevbe etmelerine rağmen
had cezasına çarptırılmışlardır. Bunu Rasulüllah'm diğer adamla ilgili hükmüne
kar-şi bir delil olarak ileri sürenler de vardır. Ben bu meseleyi şeyhimiz îbni
Teymiyye'ye sorduğumda bana şu mealde bir cevap vermişti: Had günahı temizler,
tevbe de öyle... Ama Maiz ile Gamidiyye, tevbeyle temizlenmektense had ile temizlenmeyi
tercih etmişlerdir. Had cezasından başka şeyle temizlenmek istememişlerdi. Bu
nedenle Peygamber efendimiz onları had cezasıyla temizlenmektense başka şeylerle
temizlenmenin yolunu onlara göstermişti. Maizle ilgili ola-rakt a:
"Onu
bıraksaydınız da tevbe etseydi. Ve Allah'ta tevbesinin kabul etseydi..."
diye istekte bulunmuştu. Tevbe-den sonra had ile cezalandırma durumu
kesinleşince artık haddi uygulamamak caiz olmaz. Ancak yönetici, uygulayıp
uygulamamakta serbesttir. Günahını itiraf edip had cezasının kendisine tatbik edilmesini
isteyen adama Rasulullah'ın: "Git muhakkak ki Allah senin günahını
bağışlamıştır." dediği gibi yönetici haddi uygulamamakta serbesttir.
Hadden başka şeyle temizlenmeyi kabul etmeyerek illa da haddin uygulanmasını
isteyen Maiz ile Gamidiyye'nin Ra-sulullah tarafından hadda tabi tutulmaları,
yöneticinin had cezasını uygulama serbestisine sahip olduğunu ispatlamaktadır.
Bu yöntem, suçlu tövbe ettikten sonra kendisine had tatbik etmek caiz olmaz
diyenlere, haddin düşürülmesi hususunda tevbenin etkisi olmaz diyenlerin
arasında orta yolda bulunan bir yöntemdir. Rasulullah'ın sünneti üzerinde düşünecek
olursan O'nun, bu orta yolu tercih ettiğini delilleriyle birlikte göreceksin.
Yine de en doğrusunu Allah bilir.[84]
Kölenin şahitliğinin kendi
nefsinin veya efendisinin aleyhinde olduğunda kabul edilmesi, ama başkaları
aleyhinde yapmış olduğu şahitliğin kabul edilmeyeceği hususuna gelince yine
bunu îslâm hukukuna dil uzatanlar bir soru olarak ortaya atmaktadırlar. Buna
verecek cevabımız surdur: Şeriat koyucusu, insanların belirli bir fakihe veya
belirli bir mezhebe bağlı kalmalarını gerekli kılmamıştır Biz bu konuyu
işlerken de sadece Allah ve Resulünden yana olacağız. Yine şunu söyleyelim ki:
Ortaya atılan bu soru şeriat koyucusuna karşı yapılan bir iftiradan başka bir
şey değildir. Zire kölenin alim de olsa, müftü veya fıkıh bilgini de olsa,
Allah dostlarından da olsa, insanların en düzgün konuşanlarından da olsa
yapacağı şahitliği kabul etmeyip reddedin diye herhangi bir şer'î emir
kesinlikle mevcut değildir. Aksine, Allah'uı kitabı Rasulullah'ın sünneti,
sahabîlerin icmaı, doğru ve adaletli insanların beyanları hür kimsenin şahitliğinin
kabul edildiği hususlarda kölenin de şahitliğinin kabul edileceğine delalet
etmektedir. Çünkü köle de, Allah'ın yaratmış olduğu insanlardan biridir. Ve
nakledeceğimiz şu ayetin kapsadığı insanlardan biri olmaktadır:
"Erkeklerinizden
de iki şahid tutun." (Bakara: 2/282) Yine köleler Ahzab sûresinin kırkıncı
âyetinde: "Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası
değildir," geçen erkeklerin de şümulüne girmektedir. Ayrıca köleler,
"İçinizden adalet sahibi iki kişiyi de şahit yapın." (Talak: 65/2)
ayetinde geçen adaletli kişilerin de kapsamına girmektedirler.
Köleler:
"Şahitliği Allah rızası için dosdoğru yerine getirin," ayeti ile
"Şahitliği gizlemeyin," ayeti kerimelerinin ve "Ey iman edenler,
Allah için şahitler olarak adaleti ayakta tutanlar olun," ayeti
kerimelerinde belirtilen şahitlik emrini yerine getirme hususunda hür kimseler
gibi yükümlüdürler. Yine bunun gibi köleler, Rasulullah'ın buyurmuş olduğu:
Adaletli iki kişi şahitlik ederlerse
(şahitliklerine göre) oruç tutun veya orucunuzu bozun," [85]hadisinde
geçen adaletli kimselerin arasında köleler de kabul edilebilirler. Enes bin
Malik (r.a.) der ki: "Kölenin şahitliğini reddeden birini duymadım. Ve
işitmedim."
Bu sözü İmam Ahmed bin
Hanbel, Enes bin Mâlik'ten rivayet etmiştir ki, bu da son devir alimlerinin
iddia ettikleri en doğru icma'dır. Şeriat koyucusunun, kölenin şahitliğini
iptal ettiği veya reddettiği iddiası, bilgisizce ileri sürülen bir düşünceden
başka ne olabilir? Çünkü Allah kesinlikle kölenin şahitliğini reddetmeyi
emretmemiştir. Aksine fasık kimselerin şahitliği hususunda ihtiyatlı
davramlmasını emretmiştir.
Şeriat koyucunun
çayırlarda ve meralar da beslenen hayvanlardan zekât alınmasını emredip iş
için kullanılan hayvanlardan zekât alınmayacağını hükme bağlamasına gelince
konuyla ilgili olarak muhtelif hadislerin mevcut olması nedeniyle fıkıhçılar
arasında bu konuda görüş ayrılığı meydana gelmiştir. Bu hususta iki hadis
mevcuttur:
1- Amr bin Şuayb babasından, babası kendi babasından:
"İş için kullanılan develerden zekât alınmaz," mealinde rivayet
etmiş olduğu hadis-i şeriftir ki, bunu da Da-rekutnî, Galip bin Ubeydullah'tan
o da, Amr'dan aktararak rivayet etmiştir.
2- Hz. Ali (r.a.)nin rivayet etmiş olduğu hadis-i
şeriftir: "İş için çalıştıran sığırlardan zekât alınmaz." [86]
Bu hadisi de Ebû Davud
rivayet etmiştir. Ebû Davud bu hadisi Nüfeylî'den o da Züheyr'den, Züheyr ise
Ebû İs-hak'tan o da Asım bin Damüret'ten, o da Haris'ten, Haris ise Hz. Ali'den
rivayet etmiştir. Züheyr der ki: Kanaatime göre Rasuiullah (s.a.s.) "İş
için çalıştıran hayvanlardan zekât alınma/" demiştir.
Ebû Davud der ki: Bu
hadisi Nüfeylî, Şu'be'den ve Süf-yan'dan, onlar da Ebû İshak'tan, Ebû İshak ta
Asım bin da Müret'ten, Asım'da Hz. Ali'den merfû olmayarak rivayet etmiştir.
Yine Nuaym bin Hammad der ki: Bu hadisi Ebû Bekr bin îyaş, Ebû İshak'tan, o da
Asım bin da Müret'ten, Asım da Hz. Ali'den mevkuf olarak rivayet etmişlerdir.
Ki Rasuiullah şöyle buyurmuştur: "İş için çalıştırılan develerden ve sığırlardan
zekât alınmaz."
Yine bu hadisi
Darekutnî, Sakr bin Habip'ten o da Ebû Recâ'dan, EbÛ Recâ da îbni Abbas'tan, o
da Hz. Ali'den mevkuf olarak rivayet etmiştir. İbni Hibban der ki: Bu
Ra-sulüllah'ın sözü değildir. Rasulullah'ın sözü olmadığı da aradaki senedin
yani Sakr'ın Ebû Reca'dan naklederken senedin kesintiye uğraması nedeniyle
bilinmektedir. Ebû Re-ca birbirine ters düşen rivayetlerde bulunduğundan onun
rivayeti de makbul sayılmaz. Yine bununla aynı anlamda olan bir hadis'te
Cabir'den o da İbni Abbas'tan merfu ve mevkuf olarak rivayet edilmiştir. Sonuç
olarak diyebiliriz ki: Fıkıh bilginlerinin bu konuyla ilgili olarak iki görüşü
mevcuttur, îmam Mâlik, Muvatta adlı eserinde der ki: "Su çeken sığırlar
ve diğer hayvanlar ile çift süren sığırlardan zekât alınması gerektiği
görüşündeyim," İbni Abdilberr der ki: Bu söz Leys bin Sa'd'e aittir.
Merkezdeki fıkıhçılarm ve diğerlerinin bu sözü söylediklerini sanmıyorum. İmam
Sevrî ile Ebû Hanife ve arkadaşları, îmam Evzaî ve Ebû Sevr İmam Ahmed bin
Hanbel, EbÛ Ubeyd, İshak ve Davud'un da: "iş için çalıştıran sığırlardan
ve develerden zekât alınmaz. Sadece bunların çayır ve meralarda
beslenenlerinden zekât alınır," dedikleri rivayet edilmektedir.
Yine bu görüşte olan
bir gurup sahabî de vardır. Ki Hz. Ali, Cabir ve Muaz bin Cebel de bu
sahabîlere mensupturlar. Ömer bin Abdülaziz, yayınlamış olduğu bir genelgede
demişti ki: "İş için çalıştırılan sığırlardan zekât alınmasın." Bunun
gerekçesini de şu hükme bağlayabiliriz: Kişinin, kendi yaran için kullanmakta
olduğu iş elbisesi, hizmet kölesi, barınmakta olduğu evi, binmekte olduğu
hayvanı, faydalanmakta olduğu kitapları ve diğer eşyalarından zekât
alınmadığına göre iş için çalıştırılan hayvanlardan da zekât alınmaması
gerekir. Yine bu kabilden olarak kadının takınmakta olduğu ziynet eşyalarından
da zekât alınmamaktadır. Bu n as si arın olduğu kadar, kıyasın da bir
gereğidir. İş için çalıştırılan bu hayvanlarla çayırlarda beslenen hayvanlar
arasında bir fark olduğu açıkça görülmektedir. Zira işte kullanılan hayvanlar,
servet yığmaktan ziyade ihtiyaç için ahkonmaktadırlar. Tıpkı iş elbisesi,
hizmet kölesi ve ev gibi.
Yine de işin doğrusunu
en iyi Allah bilir.[87]
Hür ve fakat çirkin
bir kadına bakma erkeğin günahkâr olacağı, cariye ve fakat güzel bir kadına
bakan erkeğin günahkâr olmayacağı söylentisine gelince bu, doğru bir sözü kötü
maksatla yanlış olarak ifade etmekten başka bir şey değildir. Şeriat koyucusu
hikmet gereği olarak Allah'ın, kendisine helâl nimetleri tam olarak verdikten
sonra harama uçkur açan kişiye recim cezasmı uygulamayı gerekli kılmıştır.
Bunun yanında evli olmayan kimsenin yapacağı zinadan ötürü recmedilmemesini
gerekli kılmıştır. Recm cezasının tahakkuku için kişinin hür kadınla evli
olmasını şart koşmuştur. Hür kadınla herkesin rağbeti olmakta ama cariye ile
evlenmeye kimse meyil göstermemektedir. Bu gibi hürriyet-siz kadınları
nikâhlamayı Allah, sadece zaruret anında mubah kılmıştır. Demek ki cariyeyle
evlenen kişi, tam bir nimete kavuşmuş değildir. Bunun yamsıra cariyeyle
evlilik, hür kadınla olan evlilikten mertebece daha aşağıdır. Cariye kadın
ileride her ne kadar hürriyetine kavuşmakla da olsa ne şeriat, ne Örf, ne de
adet bakımından hür olan zevcenin mertebesine yükselemez. Aksine Allah,
bunlardan her biri için kendine özgü mertebeler koymuştur. Hür kadınla evlenebilirken
güdülen maksat, cariyeyle evlenirken güdülmez. Bu sebeple de cariyeler
nikâhlanmalan caiz olmayan erkeklere mülk olarak verilebilmektedirler.
Mülkiyetinde bulunan cariyelere erkeklerin, hür olan eşleri arasında
uyguladıkları gece taksimatını uygulamaları şart değildir. Şu halde hizmet ve
yatak işlerinde cariyeler, hür kadınlara nispetle bir nevi binek hayvanı veya
basit işlerde kullanılan hizmetçiler gözünde görülmektedir. Bu sebeple
gözönüne alınarak islâm hukuku had cezasını tam bir nimete, yani hür kadınla
evli bulunma şartına bağlamış bulunmaktadır. Bunu yapmakla da hukukî açıdan
en güzel yönlerinden birini göstermiş olmaktadır. Zira hur kadınla evlenen
erkek, erkeklik ihtiyacını bu kadınla tam olarak giderir; şehvet ateşini
söndürür. îş-te hikmetin aslı ve menşei budur. Bu kuralı evli olan her erkeğe
birer birer uygulamak gerekli değildir. Ayrıca bu hususlarda bazı kimselerin
geri kalmış olmaları da konuya zarar getirmez. İslâm hukukunun genel kuralları
toplumun maslahatlarını ön plana alırlar. Bazı fertlerdeki istisnai durumlar,
hikmetin genel ölçüsünü sarsmaz. Ki bu da Allah'ın yaratıklarına ilişkin
hikmetinin bir gereği, şeriatinin ve yargısının bir emridir. Başarı
Allah'tandır.[88]
Diğer organlara
dokunmakla kişinin abdesti bozulmayıp ta penisine eli değmekle abdestinin
bozulacağı hususuna gelince hiç şüphe edilmesin ki, Rasulullah (s.a.s.) eli
penisine değen kişinin abdest almasını emretmiştir. [89]
Ancak bu emre muhalif bazı rivayetler de mevcuttur. Peygamber efendimize
adamın biri: "Ya Rasulallah, elin penisi değmesi hakkında ne dersin?"
diye sorduğunda ona şu cevabı vermişti: " O senin vücudunun bir
parçasıdır." [90]Denilebilir
ki, bu hadis sahih değil veya neshedilmiştir. Ama buna karşı bazı bilginler de
bu hadisin muhkem bir hadis olup, elin penise değmesinin abdest tazelemeyi
vacip olarak gerekli kılmayacağına, bu durumda abdest almanın müstehap
olduğuna delalet edebileceğini söylemektedirler. Böylece de bu konuda üç ayrı
görüş ileri sürülmüş olmaktadır. Aslında peygambere bunu soran kişinin sorusu,
penise elin değmesiyle abdest almanın vacip bir emir olduğuna delalet
etmektedir. Ki biz de bu takdirde sorulan soruyu şu şekilde
cevaplandırabiliriz: Peygamber (s.a.s.) efendimizin konuyla ilgili, yukarıda
vermiş olduğu emri, İslâm hukukunun olgunluğunun ve tam bir idealliğe sahip
oluşunun bir eseridir. Zira elin penise değmesi, insana cinsel ilişkiyi
hatırlatır. Bu nedenle de çoğu kez dokunma neticesinde penis dikilir. Elin
değmesiyle meydana gelen bu dikilme, bazan farkında olmaksızın meni akmasına da
sebep olur.
Bu sanı bazan hakikat
makamına da geçer. Çünkü bu durumda penisinden r.ı -zi aktığını herkes farketmeyebilir.
Tıpkı uykunun da atdest bozucu hallerden sayılması gibi,
Çünkü uyku halindeki
bir kişi, farkında olmadan abdesti bozulabilir. Uyku aslında abdest bozucu
olmadığı halde bu ihtimal nedeniyle abdest bozucu unsurlardan biri olarak
telakki edilmektedir.
Bu anlattıklarımıza ek
olarak diyebiliriz ki: Penisin ellenmesi, şehvet hararetinin yayılmasına,
vücutta da bir galeyanın meydana gelmesine yol açar. Abdest ise bu harareti
söndürür ve bu galeyanı dindirir. Ki bu da his ile müşahede edilebilen bir
husustur. Abdest almanın emredilişi, elle* nüen penisin necis olmasından veya
necis şeylerin aktığı bir mecra olmasından ötürü değildir. Ki bu soruyu soran
kişi, penisin ellenmesine karşılık dışkı ve idrarın ellenmesinin abdesti
bozmayacağını karşıt bir delil olarak ileri sürmektedir. Kişinin penisini
eHemesiyle burnunu ellemesi arasında bir fark olmadığını iddia edenlerin görüşü
en uydurma ve en asılsız bir görüştür. Kıyas bakımından da geçersizdir. Başarı
Allah'tandır.[91]
Bazı kimseler bir
damla da olsa içki içmenin had cezasını gerekli kıldığını ama bunun yanında
batmanlarca da olsa sidik içmenin had cezasını gerekli kılmadığını ileri sürerek
bunun kıyasa aykırı olduğunu iddia etmektedirler. Aslında bu hüküm, şeriatın
olgunluğunun, akla ve fıtrata uygunluğunun, toplum yararlarını gözettiğinin
bir nişanesidir. Zira yüce Allah içkiden nefret etmeyi ve ondan uzak durmayı
insanın yaratılışına ve karakterine işlemiştir. Bu nedenle de had cezasını
vaz'ederek içkiden uzak durulmasını öngörmüştür. Ayrıca içkiden uzak durmak
için (nefret gibi) tabii engeller de yeterli olmaktadır. İnsanların huy ve
karakterleri şiddetli derecede içkiye karşı olduğundan ötürü bunu içenlere
verilecek cezalar da şiddetli olmaktadır. İnsanı içki içmeye iten saiklerden de
uzak durulması emredilmiştir. Yine bunun gibi zina suçunu işleyenlere Ölüm
cezasını vermekle de zinadan uzak durulması temin edilmiştir. Aynı şekilde
hırsızlık yapmanın cezasının el kesmek olduğunu ilân etmekle de hırsızlıktan
uzak durulmasını temin etmiştir. İçki içenin cildini kırbaç vuruşlarıyla
darbelemek, onun içkiden uzak durmasına vesile olmaktadır. Az da olsa içkinin
içilmesi yasaklanmıştır. Zira önceleri içkiyi az içen kişinin, sonra bu dozu
arttıracağı muhakkaktır. Şu halde insanı sarhoş etmeyecek kadar içki içmeyi
mubah kılanlar kıyas, hikmet ve nassların dışına çıkmış olmaktadırlar.
Sonuç olarak
diyebiliriz ki: İçki içmekten ötürü meydana geten zararlar ve başkalarına
sirayet eden kötülükler, sidik içmekten ve dışkı yemekten ötürü meydana gelen
zararlara nispetle kat kat fazladır. İçki içenlerin zararı hem kendi şahıslarına
hem de topluma sirayet etmektedir. Ama dışkı yeyip sidik içenin zararı sadece
kendi şahsına isabet etmektedir. İbn Kayyim,
Kıyas, Tevhid Yayınlar:184.
Hür kadınların en
fazla dört tanesiyle evlenilebileceği, cariyelerle ise istenilen miktarda
evlenilebileceği hususuna gelince bu, islâm hukukunun insanlar için tam bir
nimet oluşundan, hikmet, rahmet ve maslahata uygun oluşundan ileri
gelmektedir. Nikâh ile kişi, cinsel doyum ihtiyacını gidermekte, şehvet
ateşini söndürmektedir. Bazı insanlar vardı kî şehvet ateşini bir kadınla
söndürememektedirler. Böylele-ri için diledikleri takdirde ikinci veya üçüncü,
veya dördüncü bir kadınla evlenme ruhsatı verilmiştir. Bu sayılar, kişinin
fıtratına ve karakterine uygun düşmektedir. Dört sayısı yılın dört mevsimine
de uygun gelmektedir. Kişi sabrettiği takdirde bir kadınla yetinerek üç taneyi
ilâve etmemelidir. Üç sayısı çoğulluğun ilk aşamasıdır. Kişinin, birden fazla
kadınla evlenmesini şeriat koyucu bazı hükümlere bağlamıştır. Sözgelimi muhacirin,
Mekke'de kurbanını kestikten sonra üç gün ikamet etmesine, misafirinin
mestlerine üç gün müddetle meshedebilmesine müsaade etmiştir. Müstehap veya
vacip misafirliği de üç günle sınırlandırmıştır. Kadının, kocasından başka
yakınlarının ölümü üç gün müddetle yas tutmasına izin vermiştir. Birden fazla
hanımı olan erkeğin bunlardan birinden en fazla üç gün uzak durabileceği ve üç
günden sonra hanımının yanına dönmesini emrederek kumalara olan merhametini
göstermiştir. Ki bütün bunlar rahmetin, hikmetin ve maslahatın özüdür.
Cariyelere gelince bunlar
at, köle ve benzeri mallar derecesinde olduklarında mülk sahibinin bunlardan
dilediği kadarıyla yatıp kalkmasını şeriat koyucusu serbest bırakmıştır. Dört
sayısının bunlara uygulanmasının gerekli olmadığını belirtmiştir. Ayrıca sari,
hikmet ve merhametin bir sonucu olarak efendinin dört köleyle veya dört
hayvanla, veya dört elbiseyle yetinmesini de zorunlu kılmamıştır. Yine bu
hikmetinin bir gereği olarak dört cariyeyle de yetinmesini zorunlu kılmamıştır.
Bütün bunların yanısıra hanımların da nikâh akdinin bir gereği olarak kocaları
üzerinde bazı hakları vardır. Ki kocaları, bu haklara riayet etmekle yükümlüdürler.
Kadının kuması olursa koca, yine bu hakları hususunda eşleri arasında eşitlik
ve adeleti gözetmekle em-rolunmuştur.
Kadınların dört
sayıyla sınırlandırılmalan halinde ade-let mümkün olduğu kadarıyla
gözetilebilir. Ama bundan fazla sayıda olsalardı adaleti gözetmek
zorlaşacaktır. Dörtten fazla olduğu takdirde kocalar, her ne kadar titizlik
gösterseler de adeleti uygulamakta başarılı olamazlar. Ayrıca bu sayılara
cariyelerin de eklendiği düşünülecek olursa bu durumda adaleti uygulamak, hemen
hemen hiç mümkün olmayacaktır. İşte bu sebepten ötürü erkeklerin, hanımları
arasında gece taksimatı yapma hakkı, cariyeler için tanınmamıştır. Bu hükmü
ifade açısından yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Adalet
yapamayacağınızdan korkarsamz o zaman bir(eş)ya da sağ ellerinizin mâlik olduğu
(cariye) île (yetinin) Bu, sapmamanıza daha yakındır." (Nîsâ: 4/3)[92]
Erkeğin birden fazla
kadınla evlenmesi caiz iken kadının birden fazla kocayla evlenememesi, yüce
Allah'ın hikmetinin bir gereğidir. Yaratıklarına karşı merhametliliğinin, onların
faydalarını gözettiğinin bir nişânesidir. Bunun tersi bir hükmü vermek,
noksanlıklardan münezzeh yüce Allah'ın şanına yakışmayacaktı. Şeriatın da
böyle bir hükmü kapsaması onun mükemmelliğine halel getirecekti. Kadının, iki
kocanın nikâhında bulunması mümkün olsaydı dünyanın düzeni bozulacak,
nesepler zayi olacak, kocalar birbirlerini öldürecek, belâ artacak, fitne
kızışacak, bacaklar üzerine savaş fırtınaları kopacaktı. Birbirleriyle
anlaşamayan müşkül-pesend ortakların elindeki bir kadının durumu nasıl iyiye gidecek,
bir kadın üzerinde eşit haklara sahip kocaların idaresi nasıl düzgün olacaktı?
İşte şeriatın böyle
bir müsaadeyi vermeyişi, şeriat koyucunun hikmet, merhamet ve kullarına olan
inayetinin en büyük delillerinden biridir. Eğer denilse ki: Erkeğin atının başı
serbest bırakılarak kendi şehvetine ve kadınlara olan arzusuna göre bir
kadından başka bir kadına intikal ederek cinsel açlığı imtiyaz tanınmış
olmaktadır. Buna ne dersiniz?
Bu soruya verecek
cevabımız şudur: Kadın adet gereği, evinin mahremliğinde ve perde arkasında
gizlenmesi icab eden bir varlıktır. Ayrıca onun mizacı, erkeğinkine nispetle
daha soğuktur.
Onun görünen ve
görünmeyen hareketleri erkeğinkinden daha azdır. Buna karşın erkek, şehvetin
egemenliği altında olduğundan kuvvet ve harerete, kadına göre daha fazla sahiptir.
Erkeğin menisi, kadınmki gibi içte kalmayıp dışa fışkırmaktadır. İşte bütün bu
sebepler gözönüne alınarak kadın için değil de erkek için birden fazla eşle
evlenme ruhsatı verilmiştir. Bu hususiyetlerle erkekler, kadınlara nispetle
imtiyaz sahibi olmuşlardır. Allah onları peygamberlik, halifelik, hükümdarlık,
emirlik, hakimlik, vezirlik ve cihad gibi işleri yapmakla kadınlardan üstün
kılmıştır. Erkekler, eşlerinin geçimlerini temin etmek, maslahatlarını sağlamak
yolunda birçok mesai sarfetmekte, katetmekte, her türlü belalara karşılaşmakta
ve mihnet çekmektedirler. Yüce Rab, hilim sahibi olduğundan kendisine
şükredenlerin şükrünü kabul etmektedir. Kadınların yapamayacakları işleri
erkeklerin omuzlarına yüklemiştir Bir insan olarak erkeklerin çekmekte
oldukları yorgunlukları, sıkıntı ve güçlükleri kadınların mübtelâ oldukları
kıskançlıkla kıyaslayacak olursan erkeklerin yüküyle kadınların kıskançlıkları
arasında ne kadar fark olduğunu elbette anlayıp takdir edeceksindir. Ki bu da
Allah'ın adalet, hikmet ve rahmetinin mükemmel oluşunun bir eseridir. Lâyık
olduğu şekliyle bütün övgüler O'nadir.
Kadının şehveti
erkeğinkinden fazladır diyenlere gelince bunların sözü makbul değildir.
Şehvetin kaynağı hararettir. Kadının haraketinin erkeğinkine nispetle sözü
bile edilemez. Kadın işsiz ve güçsüz olduğundan, şehvetini kendisine
unutturacak bir işle meşgul de olmadığından çoğu kez şehvetin galebesi altında
kalır. Şehvet kendisini istilâ ederken de bunu söndürmek için bir erkeği
bulmayabilir. Böyle bir kadın, nefsi boş yani isteksiz, kalbi fariğ yani,
şehvetin istilasına uğramamış bir erkekle karşılaştığında şehvet ateşini onun
erkeğiyle giderebilir. İşte bu durumda olan bir kadının şehvetinin erkeğinkine nispetle
kat kat fazla olduğunu zanneden bazı kimseler bulunmaktadır. Ki gerçek böyle
değildir. Bizim görüşümüzün doğruluğunu ispatlama açısından diyebiliriz ki;
Erkeğin şehvetinin kadınmkine nispetle kat kat fazla olduğu şu husustan
anlaşılmaktadır. Ki bir erkek hanımıyla cinsel ilişki kurduktan hemen sonra başka
bir kadınla da cinsel ilişki kurabilmektedir. Rasulul-lah (s.a.s.) da bir
gecede bütün hanımlarını ziyaret edebilmekteydi. Yine bildirdiği gibi her
kadının kendisini cinsel ilişkiye iten şehvet ve harareti vardır. Kadının
şehveti kocası tarafından cinsel ilişkiyle doyuma ulaştığında ateşi söner
başka bir erkekle cinsel ilişki kurma isteğini duymaz. İşte bu anlattıklarımız
şeriatın ve takdir-i ilâhînin hikmetlerine uygun düşmektedir. Övgü Allah'adır.[93]
Erkeğin kendi
mülkiyetinde bulunan cariye ile cinsel ilişki kurup oynaşması şeklinde ondan
yararlanmasına müsaade edilmiştir. Kadınınsa, cinsel ilişki kurma ve benzeri
şekillerde kendi kölesinden yararlanmasına müsaade edilmemiştir, diyenlere
gelince şunu diyelim ki: Bu şeriatin olgunluğunun ve hikmete dayalı oluşunun
bir gereğidir. Efendi, kendi mülkü olan kölenin üzerine egemen ve ona sahiptir.
Aynı şekilde koca da, kendi nikâhında bulunan hanımının üzerine egemen ve ona
sahiptir. Ona karşı hükümrandır. Kadınsa, onun hegemonyası altında
bulunduğundan ötürü esire benzemekte ve esir hükmündedir. Bu nedenle köle
erkekler, hanımları olan kadınlarla evlenmekten menedil-mişlerdir. Çünkü
onlarla nikâhlanmaları, kendilerinin hem bir mülkü hem bir koca olmalarıyla;
hanımlarının hem kendilerinin sahibi hem de cinsel ilişki kurdukları birer
kadın olmaları arasında çelişki meydana gelmektedir. Ki bu da çirkinliği his ve
akılla müşahede edilebilen bir husustur. Hâkimler hâkiminin koymuş olduğu
yasa, bu gibi çirkin hükümleri içermekten elbetteki uzaktır. [94]
Bazı kimseler, şeriat
koyucunun bir kısım talakla kadınla yeniden evlenilmesine engel olduğu, bir
kısmınınsa engel olmadığı hususunu söyleyerek talaklar arasında ayırım
yaptığını iddia etmektedirler. Bu iddialarına karşı daha önceki sayfalarda
yeter derecede tatminkâr cevaplar verildiğinden burada tekrara gerek
görülmemiştir. [95]
Deve etini yemekten
ötürü abdest almanın emredilmesiy-le şeriatte, deveyle diğer hayvanlar arasında
aymm yapıldığım iddia eden bazı kimseler bulunmaktadır. Bu iddialara karşı
önceki sayfalarda gerekli cevap verilmiştir. Bu hukum de hikmet ve maslahata
uygun olduğu ispat edilmiştir. [96]
Yine bazı kimseler,
namazı kesme hususunda siyah köpekle diğer köpekler arasında ayırım yapıldığım
iddia etmektedirler. Bu soruyu Abdullah bin Samit, Ebû Zer Gıfarî Hazretlerine
sormuş, o da bunu Rasulüllah'a (s.a.s.) aktarmıştı. Rasulullah ta aradaki
farkı kendisine şöyle açıklamıştır:
"Siyah köpek
şeytandır." [97]
Bu sözle eğer şeytanın
siyah köpek suretinde çıktığı-nitekim bu da çok defalar vukubulmuştur-
kastetmişse bu, anlaşılamayacak birşey değildir. Zira Allah'ın düşmanı olan
şeytanın, namaz kılanın önünden geçmesiyle kılman namazın kesilmesi gerektiği
anormal karşılanmamahdır. Ayrıca şeytanın, namaz kılanın önünden geçmesi
halinde kıldığı namaz kesilmediği takdirde Allah'ın buğzuna ve nefretine
sebep olur. Bu nedenle namaz kılarken önünden siyah köpek geçen kişinin,
namazının kesip yeniden kılması gerekir. Eğer bu hadisle siyah köpeğin, köpek
cinsinin şeytan olduğu kastedilmekteyse bilinmelidir ki, her cins hayvanda
şeytan vardır. Hayvanların isyan edip haddi aşan inatçıları onların şeytanları
sayılır. Nitekim insanların da haddi aşan inat eden isyankârları şeytan
sayılırlar. Yine bunun gibi develer de büyük baş hayvanların şeytanıdırlar. Her
devenin tepesinde bir şeytan vardır. Şu halde köpeklerin en çirkini ve en
şerlisi olan siyah köpeğin namaz kılanın önünden geçmesi, onun kıldığı namazdan
Allah'ın hoşnud olmamasını, bilâkis nefretini gerekli kılacağı sebebiyle
kişinin kıldığı bu namazı kesip yeniden kılması gerekir. Bu hükmü anormal
karşılamaması gerekir. Çünkü Allah'la insan arasın-
geçmesiyle savsatılmış
olmaktadır Tıpkı bir insan konuşurken yüzüne karşı kahkahayla gülmek veya
yellenmek, veya üzerine pislik atmakla onun sözü nasıl çirkince kesilmekteyse,
Allah'a yalvarmakta olan kişiinin Önünden siyah köpeğin geçmesiyle ibadet bağı
kesilmiş olmaktadır. Şeytanın uyutması sonucunda da namazı kesip yeniden
başlamak gerekir. Sahih Hadiste Rasulullah (s.a.s.) buyurmuşlar ki:
"Şeytan, namazını
kesmek İçin dün bana musallat oldu."
Netice olarak
diyebiliriz ki:: Şeriat koyucunun ibadetlerle ilgili olarak vazettiği
hükümlerde bazı sırlar vardır. Ki akıllar onun özetle anlayacak olsalar bile
detaylı bir şekilde idrâk edemezler. [98]
Bazıları derler ki:
Tutaraktan çıkan yelden ötürü abdeft almak gerektiği halde geğirmeden ötürü
abdest almak gerekli kılınmamıştır. Bunun sebebi nedir?
Bu hüküm de şeriatın
olgunluk ve güzelliğinin bir sonucudur. Yine aynı şekilde şeriat koyucu,
ağızdan çıkan balgamdan ötürü abdest almanın gerekli olduğunu hükme bağlamıştır.
Yellenmeyle geğirmeyi eşit kılanlar, balgamla dışkıyı da eşit kılmış olurlar.
Oysa ki geğirme, beyinde tıkanan yel, çıkmak için bir delik arar, sonuçta da
aksırtma yoluyla genizden çıkar. Aynı sekide midenin üst tarafından tıkanan
yel de geğirme sonucu ağızdan çıkar. Midenin altında tıkanan yel buna
benzememektedir. Geğirmeyle yellenmeyi hüküm ve nitelik bakımından aynı kefeye
koyanlar, bozuk aklın ve hislerin etkisinde kalmaktadırlar.[99]
Bazıları derler ki:
Develerin beşte biri oranında zekâta tabi tutulmaları zorunlu kılınmışken,
binlerce at zekâttan muaf tutulmaktadırlar. Bunun gerekçesi nedir?
Allah'ın hayatına
yemin olsun ki, gerçekten develer için zekât zorunluluğu vardır. Atlar için
yoktur. Bu husus hadisle de sabittir. Ebû Davud'un süneninde kayıtlı bulunan
hadisi, Asım bin Damüret Hz, Ali'den rivayet etmektedir. Hz. Ali der ki:
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu.
"Atlardan ve
kölelerden zekât verilmesini affettim. Paralara gelince bunların kırkta birini
ödeyin. 190'a kadar olan dirhemler için zekât vermeyin. Dirhemler 200'e
vardıktan sonra 5 tanesini verin."
Bu hadisi Süfyan, Ebû
İshak'tan o da Haris'ten, Haris te Hz. Ali'den rivayet etmiştir. Bakiyye der
ki: Ebû Muaz El-Ensarî, Zühri'den o da Said bin Müseyyeb'ten o da Ebû
Hü-reyre'den naklederek Rasulullah'ın (s.a.s.) şöyle buyurduğunu nakletti:
"Sizin için
atlardan, katır ve eşeklerden iş için. çalıştırılan sığırlardan zekâtı
affettim."
Amr bin Hazm'ın
kitabında nakledilen bir hadiste de şöyle buyurulmaktadır:
"Atlarda ve
eşeklerde zekât yoktur."
Sahih-i Buhârî ile
Sahih-i Müslim'de Ebû Hüreyre'den rivayet edilen bir hadiste Rasulullah
(s.a.s.) şöyle buyurmaktadır:
"Müslümarun
kölesinden ve atınd.an zekât alınmaz." [100]
Atla deve arasında
zekât açısından ayırım şu husustan ileri gelmektedir: At, deveden
kastedilenden başka bir amaçla alınır. Deve sütü, nesli, eti, yük taşıması,
üzerine binilip bir yerden başka bir yere gidilmesi ve ticaret için alınır. Ata
gelince o, üzerinde düşmana hücum etmek veya düşmadan kaçmak, birşeyi ele
geçirek veya bir şeyden kaçıp kurtulmak, dini ayakta tutmak, din düşmanlarına
karşı cihad etmek amacıyla alınır.
Şeriat koyucunun at
edinme, edinilen atı muhafaza etme, bakımını yapma hususunda kuvvetli amaçlan
olduğu göz-' lenmektedir. Ki bunun neticesinde insanlar, çeşitli yollarla, at
edinme ve ata bakmaya rağbet ettirilmektedirler. Bu nedenle de atlardan zekât
alınması hükme bağlanmıştır. Ki insanlar, Allah ve Rasulünü at edinip atları
muhafaza etme hususunda gösterdikleri rağbeti kendileri de göstersinler. Bu
hususta yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Onlara
(kâfirlere) karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve besili atlar
hazırlayın." (Enfâl: 8/60)
Şu halde at ta, silah
gibi bir nevi savaş aracı olarak kabul edilmektedir. Kişinin ticaret maksadı
dışında yanında at bulundurması halinde kendisinden zekât alınmaz. Ama kazanç
için bulundurulan atlar nisap miktarına ulaşırlarsa zekâta tabi olurlar. Bu
hususa Rasulullah (s.a.s.) efendimiz şu sözleriyle işaret etmiştir:
"Attan ve
kölelerden zekât vermenizi affettim. Paralarım zekâtını ise verin." [101]
Bu hadiste görülüyor
ki, Allah'ın kelimesini yüceltmek, İslâmiyete yardım etmek, din düşmanlarına
karşı cihad etmek için hazırlanan atlarla ticaret için bulundurulan atlar arasında
açıkça ayırım yapılmıştır. Çünkü cihad için hazırlanan atlar, bir nevi kılıç
mızrak mesabesindedirler. Bu gayeyle bulundurulan atlardan zekât alınmaması,
İslâmiyetin olgunluk ve güzelliğinin bir eseridir.[102]
Bazıları derler ki:
Şeriat'koyucusu altın, gümüş ve ticaret mallarından kırkta bir, bazı ekin ve
meyvelerden onda bir, bazılarından da yirmide bir, madenlerden ise beşte bir
zekât verilmesini emretmiştir. Gerçekten de bu hüküm, islâmiye-tin
mükemmelliğinden ve insanların faydalarına riayet ettiğinden ötürüdür. Yüce
Allah zekâtı fakirler için bir yardım, eldeki malı temizlemek, Allah'a da
kulluk ve yakınlaşmak için emretmiştir. Zekâtı veren kişi kendi hoşuna giden malını
zekât vermekle Rabbinin rızasmı kazanmayı tercih etmiş olacaktır. Yine
noksanlıklardan münezzeh yüce yaratıcı, zekâtı yoksullara faydalı olacak en
mükemmel bir şekilde vermeyi emretmiştir. Bunun yanısıra mal sahiplerine de
merhametlice davranılmış olmaktadır. Şöyle ki: Her mal zekâta tabi
tutulmamıştır. Ancak kendisinden fazla kazanç sağlanan, fazlaca çoğalan,
fazlaca menfaat temin eden mallardan zekât verilmesini emretmiştir. Yoksa
kulun ihtiyacı olan köle, cariye, binek hayvanı, ev, elbise ve silâh gibi malları
zekâta tabi tutmamıştır. Sadece dört cins malı zekât kapsamına almıştır. Ki bu
mallar da şunlardır: Davarlar. Ekinler-Meyveler, Altın-Gümüş. Ticaret malları.
İnsanlar kendi
aralarında yapmış oldukları alışverişler ve tasarruflarda en fazla bu dört
sınıf eşyaya dayanmaktadırlar. Ki bunlarla da fakirlere yardım etme imkânı
doğmaktadır. Bunların dışmda zekâta tabi olmayan malları zekât olarak
dağıtmak hiç te emredilmemiştir. Yine zekâta tabi olan bu mallan, haline ve
çoğalmasına nispetle de sınıflara ayırmıştır. Meselâ davarları iki kısma
ayırmıştır. Külfetsiz, meşakkatsiz ve kararsız olarak kendiliğinden çayırlarda
yayılıp ve beslenen gelişip çoğalan davarlar. Bir de parayla yem alınıp
beslenen veya sahibinin ihtiyaçlarında kullanılan iş hayvanları gibi.
Masrafsız verilmiş tam bir nimet tir. Bundan ötürü Allah'ın mal sahibi
üzerindeki minneti el-betteki çok olacaktır. İşte bu nitelikteki davarlar
zekâta tabi tutulmuştur. Ama parayla alınıp, yemle beslenen veya su
dolaplarında, çift sürmede, yük taşımada kullanılan hayvanlar, beslenmede
fazla masraf gerektirdiğinden ötürü zekâta tabi tutulmuşlardır. Bunlar, kişinin
elbisesi, kölesi, cariyesi ve eşyaları hükmündedirler.
Şeriat koyucusu ekin
ve meyveleri de iki kısma ayırmıştır: Bunlardan bir kısmı, çayırlarda
yayılarak masrafsızca beslenen hayvanlar gibi, yağmur suyuyla gelişip yetiştiklerinden
ötürü fazla bir külfet ve meşakkati gerektirmemektedirler. Bu sebeple de öşre
tabi tutulmaktadırlar. Bir kısmı da yetiştirilmeleri için fazla külfet ve
meşakkati gerektirdiklerinden öşrün yarısı nispetinde yani, yirmide bir oranında
zekâta tabi tutulmaktadırlar. Çünkü bunların hergün sulanmaları gerekmektedir.
Tıpkı besili hayvanların her gün yemlenmeleri gerektiği gibi. Ayrıca altın ve
gümüşü de iki kısma ayırmıştır. Bunların bir kısmı ticaret ve kazanç sağlamak
için elde bulundurulurlar. Şu halde bunların da paralar gibi zekâta tabi
tutulmaları gerekir. Bir kısmı da kazanç ve ticaret için değil de sözgelimi
kadının süsleri ve silahla benzeri savaş aletleri üzerinde süs olarak
bulundurulan altın ve gümüş işlemeler türünden elde bulundurulanlardır. Ki
bunlar da zekâta tabi tutulmamaktadırlar. Bunların yanısıra mal ve eşyalar da
iki kısma ayrılmıştır. Ticaret için bulundurulan mallar. Kullanmak için
bulundurulan mallar. Ticaret için bulundurulan mallar elbetteki zekâta tabidirler.
Kullanmak maksadıyla elde bulundurulan mallar, ticaret ve benzeri vesilelerle
arttırılıp çoğaltmak, büyük çabalar gerektiren zorlu bir iştir. Bu sebeple
sulama ile yetiştirilen ekin ve meşakketler, ticaretinkine nispetle daha az
olmaktadurlar. Bu guruptaki ekin ve meyveler de öşrün yarı miktarlardaki yani,
yirmide bir nispetinde zekâta tabi tutulmaktadırlar. Yağmur suyuyla sulanan
ekin ve meyvelere gelince bunlara sarfedüen emekler, daha az olduğu gerekçesiyle
bu guruptaki ekin ve meyveler öşre tabi tutulmuşlardır. Yani bunların da onda
birini zekât olarak vermek emredilmiştir. Öşrü verilen ekin ve meyveler,
sahibinin yanında ticaret kastı olmaksızın senelerce kalacak olsa bile her sene
zekâtının yeniden verilmesi gerekmez. Çünkü bu ekin ve meyveler, ticarette
kullanılmadıklarından- artıp çoğalmamaktadırlar. Ama davarlar böyle
değildirler. Bunlar ticaret için bulundurulduklarından ötürü ister istemez
kendiliklerinden çoğalıp artacaklardır. Dolayısıyla her sene için zekâtlarının
verilmesi zorunludur.
Definelere gelince
bunlar, bir arada bulunan toplu mallar olduklarından elde edilmeleri de ekin,
meyve, davar ve ticaret mallarından nispetle daha az bir emeği gerektirdiklerinden
ötürü bunların beşte birinin zekât olarak verilmesi emredilmiştir. İslam
hukukunun akılları hayrette bırakan şu olgunluk ve güzelliğine, hükümleri
arasındaki tenasübe dikkat buyurulsun. Dünya bunun gibi mükemmel ve faziletli
bir hukuk sistemine rastlamamıştır. Sapıklıklardan arınmış temiz fıtratlar da
hukuk sisteminin hikmet ve maslahata dayalı olduğunu elbetteki görüp müşahede
etmektedir. Bütün akıllı kimseler biraraya gelseler, kabiliyetli ve süper
zekâlı insanlar omuz omuza verseler de bir hukuk sistemi meydana getirseler bu
sistem yine, islâmın getirmiş olduğu güzelim hukuk sisteminin olgunluk ve
mükemmelliğine yaklaşamaz.
Her mal zekâta tabi
olmayacağmdan ötürü şeriat sahibi, zekâta tabi malları belli bir nisapla
sınırlandırmamıştır. Bu nisaba ulaşmayan mallar için zekât verilmez. Ayrıca
zekâta tabi olup nisaba ulaşmakla birlikte bazı malların birimleri, verilecek
zekât miktarından fazla olabilir. Bu durumda bu malların zekâtını başka cinsten
bir malla ödemek emredilmistir. Meselâ yirmi beş deveden daha az miktarda
develeri bulunan bir kişi, her beş deve için bir koyun vermekle yükümlüdür.
Yine bunun yanında şerita koyucusu, zekâtı her-gün veya her ay vermeyi de
emretmemiştir. Eğer böyle bir emir vermiş olsaydı mal sahiplerine büyük bir
zarar ulaşmış olacaktır. Böyle yapmayıp sadece her sene için de bir defaya
mahsus olarak zekât verilmesini emretmiştir. Tıpkı senede bir oruç tutmayı
emrettiği gibi. Ama namaz, insana zor gelmediği için her gün ve gece kılınması
emredilmiştir. Hac vazifesine gelince bu da her zaman tekrar edilmesi zor
olduğu nedeniyle ömür boyu sadece bir defa edâ edilmesi farz kılınmıştır.
Akıllı kimseler bu hüküm üzerinde düşünecek olursa şeriat koyucusunun zekâtı
farz kılmasında belirttiği miktarın zekât verene zarar vermeyeceğini, bunu
alan fakirin de yararlanacağını da anlayacaktır. Yine bu hususuta düşünen
kişi, zekâtın bu şekilde hükme bağlanmasıyla mal-sahibinin haklarının
gözetildiğini, yoksulun da bir faydaya kavuştuğunu görecektir. Zekâtı gerekli
kıldığı malların iyisinin zekât olarak verilmesi de emredilmiştir. Altın, gümüş
ve banknotlar zekâta tabi tutulmuş; demir, kurşun, bakır ve benzeri
madenlerden yapılmış eşyalar zekattan muaf tutulmuştur.
Deve, sığır ve
koyunların çayırlarda beslenenleri zekâta tabi tutulmuş; at, merkep ve
katırlar zekâttan muaf tutulmuşlardır. Elde edilmesi nadir olan avlar ve
çeşitli kuşların tümü de zekâttan muaf tutulmuştur. Yerden çıkan yiyeceklerin
sadece en kıymetlileri zekâta tabi tutulmuşlardır. Ki bunlar da hububat ve
meyvelerdir. Baklagiller ve yonca türünden otlar, çiçekler, kavun ve karpuzlar
zekâta tabi tutulmuşlardır. Zekâta tabi tutulan mallarla zekâttan muaf tutulan
mallar birbirlerinden ayırdedilirken bunların cinsleri, vasıfları, temin
ettikleri faydaları, insanların bunlara olan ihtiyaçların şiddeti, az veya çok
bulunmaları^ insanların bulamadikları takdirde maslahatların rencide olup
olmayacağı, zarar görüp görmeyecekleri gözönünde bulundurulmuştur. Yine zekât
vaz'edilirken zekâta müstahak olan kişinin, alacağı zekâttan faydalanması da
şart koşulmuştur. Muhtaç olmayan veya alacağı zekâttan faydalanmayan kimselerin
zekât almaları haram kılınmıştır.[103]
İslâmiyetin vazetmiş
olduğu hukuku eleştirenler derler ki: Şeriat koyucusu hırsızlık yapan kişinin
suç işleyen elinin kesilmesini emretmiştir de, zina yapan kişinin suç işleyen
tenasül organının kesilmesini, iftiracılık eden kişinin suç işleyen dilinin
kesilmesini emretmemiştir. Hikmet bunun neresindedir?
Bu soruyu şu şekilde
cevaplandırmamız mümkündür: Bu hükümler İslâm hukukunun, hâkimler hâkimi ve
merhamet edenlerin en merhametlisi olan yüce Allah'ın katından gelmiş
olduğunun en kuvvetli delilleridirler. Biz burada hadlerin hükümlerini,
miktarlarını, tertiplerinin mükemmelliğini, sebeplerini, hangi suçun daha
gerektirdiğini, hangisinin gerektirmediğini anlatmaya çalışacağız. Ki bu
vaz'edilmiş hükümlere karşı hiçbir akıllının ileri süreceği normal bir
alternatif te mevcut değildir. Biz burada Allah'ın yardımı ve gücü sayesinde,
eleştiricilerin anmamış oldukları bazı meseleleri de ekleyerek konuyu açıklığa
kavuşturmaya çalışacağız. Allah'a güveniyor ve O'na tevekkül ediyoruz.
Şânı yüce, övgüye
lâyık, isimleri kutsal yüce Allah, biz kullarını kendi kudretiyle yaratmıştır.
Yaratırken de hangi-mizini daha iyi amel işleyeceğini denemek, bizleri imtihan
etmek için hayat ve ölümü, bunun yanı sıra yeryüzündeki zi-netleri de
yaratmıştır, insanları sınamak ve denemek gerekli olduğuna göre bu sınav
sebeplerini de hikmet gereği olarak insanların gerek vücutlarında gerek
vücutları dışında ayrı olarak başka yerlerde yaratmıştır. Meselâ sağlam akıl,
görme duyusu, işitme duyusu, irâde, şehvet, kuvvet, karakter, sevgi, kin,
meyil ve nefret gibi sınav sebeplerini insanların vücutlarında yaratmıştır. Ki
insanlar bunları elde etmek için birbirleriyle yanşınlar veya bunlardan uzak
durmak için birbirleriyle itişip kakışırlar. Daha sonra da yüce Allah bu sınav
sebeplerini güçlendirerek bunların bir kısmını kötü ruhlara, zalim ve habis
insanlara, diğer bir kısmını hayırlı, sa-Hh ruhlara, adil ve güzel huylu
insanlarda arkadaş etmiştir. Kişinin gönlündeki arzulan bu iki sebep arasında
dolaşır halde bırakmıştır. Kişinin gönlündeki arzular bazan hayır sebeplerine,
bazan da şer sebeplerine doğru eğime geçer. İşte bir imtihan yeri olan bu
dünyadaki deneme bu şeklide sürüp gider. Sonuçta da ceza yurdu olan ahirette
kişi, hikmetin gereği olarak vermiş olduğu sınava göre sevap veya azap görür.
Bunların ikisi de yeri göğü yaratan yüce Allah'ın hâkimiyet hakkıdır. Ve yine
bunlar yüce Rabbin mülk ve saltanatının ve kendisine hamdedilmesinin bir
gereğidir. Yine kendi hikmet, rahmet ve adeletinin bir gereği olarak insanlara
peygamberler göndermeyi, kitaplar indirmeyi, şeriatler vaz'etmeyi kendisi için
bir vazife saymıştır. Böylelikle de yaratıklarına karşı nimetini
tamamlamıştır. Bu ahlâk, amel ve iradeler arasında meydana gelebilecek olan
nefret ve düşmanlıkları gidermek için, kişinin kendi nefsiyle mücadele etmesini
de emretmiştir. İnsanda beşerî huy ve karakterlerebu-lunduğuna göre bu huy ve
karakterlerin ayrılmaz parçalan durumunda olan rekabet, çekememezlik, şehvet ve
gazaba esirlik, haddi aşma, emredilen ibadetlerle taksir gibi nedenlerle
yoldan çıkmakta ve isyana tevessül edilmektedir. Dünyanın geçici lezzetleri
ahiretiri ebedî lezzetlerine tercih edilmektedir. Kişi dünyada hazır bulduğu
aldatıcı nimetlere kapılmakta, gelecekte ahiret yurdunda insana bağışlanacak
olan gerçek nimetlerden uzak kalmaktadır. Bu da insanın cahilliğinden veya
zalimliğinden ötürü olmaktadır. Oysaki yüce Rab, kendi güzel isimlerinin, ulvî
sıfatlarının, mükemmel nimetlerinin, kapsamlı rahmetinin sonsuz hikmetinin bir
gereği olarak insanları başıboş bırakmamış, onları anlamamazlık etmiş onları
nefis ve karekterlerinin istek-
leriyle başbaşa
bırakmıştır. Aksine onların fıtratlarına, akıllarına hayır ile şerri,
faydalıyla zararlıyı, acıyla tatlıyı birbirinden ayırdetme ve bunların
sebeplerini Öğrenme bilgisini yerleştirmiştir. Sadece bununla da yetinmemiş,
peygamberler göndererek bu konuda kendilerine aydınlatıcı bilgiler de
vermiştir. Bütün bunları yapmakla kulların Allah'a karşı mazeret beyan
etmelerine, masumluklarına delil ve burhan getirmelerine, haklılıklarını
ispatlamaya imkân ve ihtimal kalmamaktadır. Bu hususta yüce Allah şöyle
buyurur:
"Ta ki helak olan
açık bir delil gördükten sonra helak olsun. Geri kalan da açık delilden sonra
yaşasın. Gerçekten Allah (söylenenleri) işitici, yapılanları bilicidir." (Enfâl: 8/42)
Bundan sonra da yüce
Allah, kullarına sevap vadi ile azap vaîdini açıklamış, cennetin nimetlerini
sevdirmiş, cehennemin azabından da onları ürkütmüştür. Bu hususlarda onlara
çeşitli misaller vermiş, her türlü müşküllerini gidermiş, emirlerini yapmaları,
yasaklarından kaçınmaları için kendilerine imkân ve güç vermiştir. Her türlü
şekilde onlara yardım etmiş, huylarına ve karekterlerine egemen olmaları için
ahireti dünyaya yeğlemek için az bir lezzetten ibaret olan dünayayı bırakıp büyük
ve sonsuz lezzetler yurdu olan ahiret diyarına meyletmeleri için onlara destek
olmuştur. Onları düşünce ve tefekküre yöneltmiş, akıllarının ve huylarının bu
düşünce ve tefekkürle dünya ve ahiretten birini tercih etmelerim
insiyatiflerine bırakmıştır. Dinlerini ikmâl etmiş, onlar üzerindeki
nimetlerini tamamlamıştır. Çünkü peygamberler göndererek onlara sevap ve azabı,
müjde ve korkuyu, teşvik ve ürükütmeyi tam ve eksiksiz bir şekilde yerine
getirmiştir. Bunu yapmakla da mihnet diyarı olan dünyadaki bazı geçici
lezzetlere aldanılmamasını, sevap ve ceza diyarı olan ahiretteki nimetlerin
tercih edilmesini arzu-lamiştır. Noksanlıklardan münezzeh kutlu ve yüce Allah,
hâkimler hâkimi ve merhamet edicilerin en merhametlisidir. O'nun kadrini
bilmeyenlerin kendisi hakkında düşündüğü yanlış şeylerden elbetteki
münezzehtir. O'nun hakkında yanlış düşünenler, elbetteki hüsrana
uğrayacaklardır.
Noksanlıklardan
münezzeh yüce Allah, hikmetinin gereği olarak öldürme, yaralama, iftira ve
hırsızlık gibi insanlar arasında nefislere, bedenlere, ırzlara ve mallara karşı
vuku-bulan cinayetlerle ilgili bazı cezalar vaz'etmiştir. Üstün sıfatlarla
muttasıf yegane yaratıcı, bu cinayetlere engel olmak için tedbirler koymuş, bu
tedbirleri de gayet mükemmel bir şekilde statüye tabi kılmıştır. Ki bu statü,
cezaya çarptırılan kişinin hukukunu da gözörtüne almakla birlikte suçların
işlenmesine meydan vermemekte ve dolayısıyla toplumun maslahatını
gerçekleştirmektedir. Meselâ yalan söyleyen kişinin dilinin kesilmesini veya
öldürülmesini emretme-miştir. Hırsızlık yapan kişinin idam edilmesini de
emretme-miştir. Ancak kendi güzel isimlerinin ve sıfatlarının hikmet, rahmet,
lütuf, ihsan ve adaletinin gereği olarak bu gibi musibetlerin meydana
gelmemesini, bu musibetlere ortam hazırlayan nedenlerin giderilmesini,
insanların birbirine karşı zulüm ve düşmanlık tamahlarının kesilmesini temin
etmek için gerekli cezaî yaptırımları da koymaktan geri durmamıştır. Bu cezai
yaptırımların varlığını bilen kimseler, Rable-rinin ve yaratıcılarının
kendilerine verdiğiyle yetinerek başkalarının hukukuna göz dikilmekten uzak
dururlar.
Bilindiği gibi öldürme,
zina, hırsızlık ve iftira türünden suçların, azlık ve çokluk bakımından
mertebeleri birbirlerine nispetle değişiktir. Bunların meydana getirdikleri
zararın şiddeti de birbirlerinden farklıdır. Tıpkı diğer günahların büyüklük
ve küçüklük açısından birbirlerinden farklı oluşları gibi. Malum olduğu üzere
başkasının mahremine bakmak, günah olmakla birlikte bu suçu işleyen kişiyi zina
yapanla aynı kefeye koymak doğru olmaz. Yine bunun gipacağı eziyetlerin önüne
geçilir, kendisi de zillete ve küçülmeye katlanır, Allah ve Rasulünün
hükümlerine boyun bükerek cizye vermeye razı olursa bu durumda Müslümanlar
arasında sağ kalıp dolaşmasının bir zararı olmaz. Zaten dünya, geçici bir
lezzet diyarıdır. Yine kişiye helâl olmayan yabancı kadınların tenasül
organlarıyla cinsel ilişki kurmak büyük zararlara, soyların karışmasına, umumî
düzenin bozulmasına yol açacağından ötürü bu suçu işleyen kimseler de ölüm
cezasına çarptırılırlar.
2- Kesme: Bu ceza hırsıza uygulanır. Kesme cezası, kırbaç
cezasına oranla hırsızı, suç işlemekten daha fazla alıko-yar. Yalnız şunu
söyleyelim ki: Hırsızlık suçu öldürme derecesine ulaşmadığından dolayı buna
uygulanacak ceza da öldürmenin cezasına ulaşamaz. Bu suça uygulanacak en uygun
ceza, suç işleyen organı kesmektir. Bu organ, başkasının malını çalmakla ona
eziyet etmiştir. Devlete başkaldı-ran asînin zararı, hırsızınkine oranla daha
fazla olduğundan tecavüz ve saldırganlığı da hısızınkinden kat kat fazla olduğundan
elinin yanı sıra ayağı da kesilir. Ki onun saldırganlığına sed çekilsin.
Elinin giriştiği, ayağının yürüdüğü şer ve kötülüklerinden emin olunsun. Bir
eliyle bir ayağının çaprazlama kesilmesi, vücudunun bir tarafının tümden iş
görmez hale gelmesini önlemek içindir. Böylelikle de yapacağı saldırganlıklar
ve meydana getireceği zararlar önlenmiş olur. Yüce Allah, vücudunun bir
tarafında bir ayak diğer tarafında bir el bırakmakla da ona merhametini
göstermiş olmaktadır.
3- Kırbaç: Irzlara, akıllara ve tenasül organlarına karşı işlenen
suçların sahiplerini kırbaçla cezalandırmaya gelince bu suçlar, suçlunun
öldürülmesini veya vücudunun bir tarafının kesilmesini gerekli kılan
mertebesine ulaşmamaktadır. Ancak bu suçubek: cinsel doyuma şiddetle gereksinim
duyar ve oaşka tatmin yollan da bulamazsa ölüm cezasından kurtulur. Ancak bunu
sadece kırbaçlamak yetmeyip sürgüne göndermek te gerekir. Sürgüne gönderilen
kişi vatanından uzaklaşacak, ailesinden, dostlarından ve ahbaplarından mahrum
kalacak, dolasiyla bu suçu bir daha işlemeyecektir.
4- Akılları sarhoş ederek işlenen suçlara gelince bu suçların
meydana getirdiği zararlar, çoğunlukla sarhoş kimsenin dışına taşmaz. Bu
nedenle islâmiyetin ilk zamanlarında içki içmek yasaklanmamıştır. Ama bunun
yanında fuhuş, zulüm ve düşmanlıklar hemen yasaklanmıştır. Zaten bunlar, her
peygamber tarafından ümmetlerine yasak olarak ilân edilmişlerdir. İçki içmenin
cezası, şeriat koyucusu tarafından takdir edilmemiştir. Sadece yasaklanışının
ilk zamanlarında içki içen kimseler elle, ayakkabı tekiyle, elbise uçlarıy-la
ve hurma dallarıyla dövülürlerdi. Bu dövmelerde de kırk darbeyle yetinilirdi.
Ancak bu pek ağır bir ceza olmadığından insanlar bunu hafife almış ve içki
içmeye devam etmişlerdi. Ki Halife Hz. Ömer (r.a.) bu konudaki emri de
Ra-sulullah'ın sünnetinden kaynaklanmaktaydı. Hz. Ömer, içki içenin seksen
kırbaçla dövülmesine, sürgüne gönderilmesine, başının tıraş edilmesine karar
vermişti. Bütün bunlar da Peygamberin (s.a.s.) sünnetinin özünden çıkarılmış hükümlerdir.
Zira içkiyi dördüncü kez içen kişinin öldürülmesini emreden bizzat
Peygamberdir (s.a.s.). Bu emirini de daha sonra nehs etmiş değildir. Yalnız bu
emrini, illâ da uygulanması gerekli olan bir had olarak bildirmemişti. Bu, devlet
başkanının kendi içtihadıyla uygun görmesi halinde uygulanabilecek bir
cezadır. Kırk kırbacı bırakıp ta seksen kırbaçla dövmek ve bunun yanında
sürgüne göndermek, başı tıraş ettirmek elbetteki ölüm cezasına nispetle çok daha
basittir.
5- Mali Cezalar: Malî cezalara gelince şeriat koyucusu bunları, bazı
suçlar için vaz'etmiştir. Ganimetten mal kaçıran askerin, işlediği suça
karşılık elindeki eşya yakılır; ganimetten de faydalanamaz. Dalındaki meyveyi
çalan kişi, bu meyvenin kat kat fazlasını Ödemekle cezalandırılır. Bulduğu
yitiği saklayan kişi, bunun kat kat fazlasını ödemek-la cezalandırılır. Yine
bunun gibi Peygamber (s.a.s.) cemaatle, namaz kılmaktan geri duran kimselerin
evlerini yakmaya azmetmiş, ne var ki, bu evlerdeki suçsuz kadın ve çocukların
da ateşte yanması korkusuyla bunu yapmaktan vazgeçmiştir. Yine bunun gibi,
hamile kadını da cezalandırmak caiz olmamaktadır. Savaş esnasında
komutana"karşı itaatsizlik eden asker, Öldürdüğü düşmanın üzerindeki
eşyaları alma hakkından yoksun bırakılır. Komutana karşı itaatsizlik etmeyen
asker, öldürdüğü düşmanın üzerindeki eşyanın yarısını alıp diğer yarısını da
komutana vererek bir nevi ortak durumunda olacaktır. Komutana karşı gelmekle de
hissesine düşen yan payı almaktan mahrum bırakılmaktadır. Bu tür cezalar mazbut
ve gayr-i mazbut olmak üzere iki kısma ayrılır. Mazbut ceza: İhramdaki kişinin
avlanarak Allah'ın hakkını telef ettiğinden veya bir kişinin mülkiyetinde
bulunan malı telef ettiğinden bu malın karşılığını tam olarak ödemekle
cezalandırılır. Bu meyanda noksanlıklardan münezzeh yüce Allah, ihramdaki
kişinin avlanması halinde bunun kefaretini ödemesini ceza olarak emretmiştir.
"İşlediğinin vebalini tatsın dîye. (Maide: 5/95) Yine bunun gibi canı
kişi, öldürdüğü kimsenin normal zamanda elde etmek hakkına sahip olduğu
menfaatlerinde de mahrum kalır. Meselâ kendisine miras bırakacak birini Öldüren
kişi onun mirasından mahrum kalır. Müdebber köle, efendisinin öldürdüğü
takdirde müdebberlik hakkını yitirir [104]Kendisi
lehine vasiyette bulunmuş birini öldüren kişi, onun ta'zîre gerek
kalmamaktadır. îkinci gurup suçlara gelince bunların kefaretini verdikten sonra
tazîre gerek kalır mı kalmaz mı? İmam Ahmed bin Hanbel'in mezhebinde bu hususa
dair iki görüş vardır. Üçüncü guruptaki suçlara gelince bunları izleyenlere
tazir cezasının uygulanacağı hususunda kendi insiyatifini kullanarak ictihad
etme yetkisine sahip midir, değil midir?
Bu husustaki iki görüş
mevcuttur. Ta'zirîn had cezası gibi zorunlu olduğu ve imamın bunu uygulamaktan
geri duramayacağı hususundaki görüş curhhur-u ulemâya aittir. Ta'zirîn
uygulanıp uygulanmaması hususunda imamın kendi insiyatifini kullanarak içtihad
etme yetkisinin olduğu hususundaki görüş te İmam Şafiî'nin görüşüdür.
Zulüm ve fuhuş gibi
cins itibariyle haram olan suçları işleyen kimselerin kefaret vermeleri
emredilmemiştİr. Bu nedenle zina yapan, içki içen, evli bir kadına zina
iftirasında bulunan, hırsızlık yapan kimselerin kefaret verme zorunlulukları
yoktur. Yine bunun gibi kasten adam Öldürmelerde, yemin-i gamustan [105]
ötürü de kefaret verilmez. İmam Ahmed bin Hanbel, Ebû Hanife ve onlara
muvafakat edenler bu görüştedirler. Bu suçları işleyen kimselerin kefaret
vermeyişleri onların cezalarını hafifletmek maksadına bağlı değildir. Aksine,
kefaretin bu gibi suçlara etkili olmadığı nedeniyledir. Kefaret, sadece asıl
itibariyle mubah olup ta geçici bazı sebeplerden ötürü haram olan fiilleri
işleyen kimseler için vaz'edilmiştir. Meselâ oruçluyken veya ihramdayken
hanirmyla cinsel ilişki kuran kimse gibi. Buna kıyasla, hayızlı hanımıyla
cinsel ilişki kuran kişinin de kefaret ödemesi gerekir. Ama bunun tersine
olarak hanımına arka organından yanaşan kişi, asıl itibariyle haram olan bir
suçu işlediğinden ötürü kefaret ödeyemez. Bunu hayızlı kadınla önden cinsel
ilişki kuran kişinin durumuna da kıyaslamak doğru olmaz. Çünkü arka organla
cinsel ilişki kurmak asıl itibariyle haramdır. Bu nedenle kefaretin bu suç
üzerinde bir etkisi olmaz Eğer bu suç iç"1 kefaret verilmesi gerekli olsaydı
zina ve livata için de öncelikle emredilmesi gerekirdi. Şeriat koyucunun
kefaretle ilişkin kuralı bundan ibarettir. Ki bu kuralı, hikmet ve rnasalahata
son derece uygundur.[106]
YtieeJŞlaiı, hikmet ve
merhametinin enginliği nedeniyle suçlulaR^âelilsiz olarak hesaba çekmemekte,
ahirette de bir delil olmaksızın onları azaplandırmayacaktir. Suçlunun
cezalandırılmasına neden olan deliller de ikrar gibi ya kendi nefislerinde
mevcut olur, veya halin ikrarı gibi şahsî ikrarın yerine geçen bir delil olur.
Halin ikrarı; dilin ikrarına nispetle daha doğru ve daha tatmin edicidir.
Meselâ içki içmiş bir kimsenin ağzında içki kokusunun gelmesi veya içkiyi
kusması halin ikrarıdır. Çalıntı malın hırsızın evinde veya elbisenin
sit&îda bulunması, kendi diliyle ikrar etmesinden daha kuvvetli bir delil
olup cezayı Özellikle gerektirir. Zira kişinin kendi suçunu ikrar etmesi yalan
da olabilir doğru da. Ama halinin ifade etmesi sadece doğruluk anlamını taşır.
Fıkıbçılar bunun üzerinde görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Suçlunun
cezalandırılmasını gerekli kılan delil, kendi şahsının dışında da olabilir. Ki
beyyine denir. Beyyi-nede adaletin bulunması ve töhmetin olmaması gereklidir.
Ki akıl ve fıtrata göre bundan daha iyisi ve güzeli düşünülemez. Başkalarının
bu alanda ileri sürecekleri alternatifler bundan daha ve maslahata daha uygun olamaz.
Eğer dense ki: Allah'ı
inkârdan sonra en feci ve en çirkin suçun kan akıtmak olduğunu bilmenize rağmen
ceza olarak adam öldürttç ve bedendeki bir organı kesme şeklinde kan akıtmanın
akıl ve maslahata uygun olduğunu nasıl iddia ediyorsunuz? Kan akıtarak suçlan
nasıl önleyebilirsiniz? Bu, pisliği pislikle gidermekten başka nedir? Sonra
sizin bu uygulamanız güzel düzgün olsaydı başkasının elbisesini yakanın
eksenin yakılması, bir başkasınmın hayvanını kesenin hayvanının kesilmesi, bir
başkasının evini yıkanın evinin yıkılması, başkasına sövene de sövülmesi
gerekirdi. Bu saydıgım misallerle adam
ödürülmesi arasında ne fark vardır? Veya yine bu misallerle birinin bir organını
kesen kimsenin de aynı organının kesilmesi arasında ne fark vardır? Suçu ilk
olarak işleyip kan akıtan veya birinin bir tarafını kesen elbetteki bir suç
işlemiştir. Gerek bireye, gerek topluma zarar vermiştir. Ama bu suçu ve zararı
yeniden kan akıtmak veya bir organ kesmekle gidermeye çalışmak ne fayda
getirir? Bunun yapılması halinde zarar daha da artacak, mefsedet daha
genişleyecektir. Eğer birinci zarar, ikinci zararla giderilmiş olsaydı size hak
verebilirdi. Bir zararı aynı olan bir zararla gidermek hangi açıdan mümkün olabilir?
Bunun mümkün olduğunu söylemeye imkân var mıdır? Meselâ birinin elbiseni yakan
kişinin elbisesi yakıldığı takdirde birinci şahsın zararı telafi edilmiş olur
mu?
Veya birinin davarını
kesen kişinin de davan kesildiği takdirde birincinin zararı telafi edilmiş olur
mu? Aynı şekilde birinin evini yıkan kişinin evi yıkıldığı takdirde ilk olarak
evi yıkılanın zararı telafi edilip de evi eski haline gelir mi? Birinin ağacını
kesen kişinin ağacının kesilmesi, birinci kişiye ağacını tekrar geri getirir
mi? Sonra hırsızlık yapan kişinin suç işleyen eli kesiliyor da iftira eden
kişinin dili neden kesilmiyor? Veya zina yapan kişinin tenasül organı neden
kesilmiyor? Emirü'l-mümininin imzasını taklid eden kişinin parmaklan neden
kesilmiyor? Veyahut ta başkasının mahrem yerine bakan kişinin gözü neden
çıkarılmıyor?
Bu cezalarda cins,
miktar ve sebep bakımından kıyasın uygulanmadığını biliyoruz. Bu sırf ilâhî
meşîet ve irâdenin özüdür. Yüce Allah, yaratıkları üzerinde dilediği gibi tasarrufta
bulunmaya, dilediği gibi hüküm verme yetkisine ve gücüne elbetteki sahiptir.
Allah'ın destek ve yardımıyla bu eleştiriyi mücmel ve mufassal olmak üzere iki
şekilde cevaplandırmaya çalışacağız. Bu suçlar için cins, miktar ve sebeplerine
göre gerekli cezayı koyan hâkimler hâkimi, bilginler bilgini, ilmi ile herşeyi
kuşatan, fizik ve fizik Ötesi alemleri gören, olmuş ve olacak şeylerin bilen,
olmayan şeylerin ne olduğu takdirde ne şekilde olacağını kestiren, maslahatın
gizlisini ve açığını bilen, beşerin habersiz olduğu ve haber almasına da imkân
bulamadığı şeylerden haberdar olan yüce Allah'tır. Bu takdir ve tahsisler,
hikmetten ve övgüye lâyık gayelerden uzak değildirler. Aynı şekilde kendi
yaratıklarına ilişkin takdir ve tahsislerde bulunan yüce Allah, yine hikmet ve
övülmüş gayeleri gözönüne almıştır. Kendi yaratıklarına ve işlenen suçlara
ilişkin koyduğu takdirlerin tümü, hikmetinden ve sonsuz ilminden kaynaklanmaktadır.
Herşeyi yerli yerine koymuş, haşa hiçbir çelişkiye de düşmemiştir. Tıpkı bunun
gibi hikmet eseri olarak görme kuvvetini ve nurunu göze, işitme kuvvetini
kulağa, koklama kuvvetini buruna, konuşma ve nutuk kuvvetini dille dudaklara,
tutma kuvvetini ele, yürüme kuvvetini de ayaklara yerleştirmiştir. Canlı ve
cansız her varlığı uygun şekilde yaratmış, canlıların organlarını, bünyelerini,
ölçü ve niteliklerini de en güzel bir şekilde yaratmıştır. Yarattıklarını
va-rederken muhkem sanatının kapsamına almıştır. O'nun tüm işlerinin hikmete
dayalı oluduğu ve yerli yerinde bulunduğu da şu ayet-i kerîme'den
anlaşılmaktadır:
"Her şeyi
sapasağlam ve yerli yerinde yapan Allah'ın sanatıdır." (Nemi: 27/88)
Noksanlıklardan
münezzeh olan Allah, yaratıklarım var ederken her şeyi mükemmel yapmış ve
sonsuz hikmetine dayandırmıştır. O'nun emirleri de öncelikle hikmete dayanır.
Bu hususları detaylarıyla bilinmeyen kişiler tümden inkâr etme hakkına sahip
değildirler. Bu gibi kimseler Allah'ın yarattıkları ve emirleri hususundaki
hikmetinden haberdar olmayıp cahilliklerden ötürü konunun inceliklerini inkâr
etme hakkına sahip değildirler. İnsanlar ne kadar da cahil ve zulümkardırlar?
Bir kişi, herhangi bir alanda barış sahibi bir sanatkâra, sanatıyla ilgili
sebep alet, fiil ve ölçüler hakkında olur olmaz pervasızca sorular soracak olursa
o sanatkâr, kendisiyle istihza edip onu alaya almaz mı? Bu akılsız ve kıt
bilgili kişiyi tuhaf karşılamaz mı? Onun sanatına ortak olmaya, bildiklerine
burnunu sokmaya, hatalarını bulmaya kalkacak olursa sanatkâr onu ilzam ederek
susturmaz mı?
En büyük sanatkâr olan
Allah'a karşı pervasızca eleştiride bulunanlara gelince şunu iyi bilmek
gerekir ki: Allah acizlikten, kusurdan ve bilgisizlikten elbetteki münezzehtir.
Herşey O'nun bilgisinde hazırdır. İnsanlar sadece O'nun bilgisi önünde teslim
olmalı, kendi cahilliklerini ve acizliklerini de itiraf etmelidirler. Hâkimler
hâkimi, bilginler bilgini, sanatkârların en üstünü olan Allah'ın huzurunda
teslimiyette ve başka çaresi mi vardır? Her işini hikmet ve maslahata
dayanarak icra eder. Bu anlattığımız husus, O'nun hükümlerine ilişkin tüm
şüpheleri gidermeye yeter de artar bile. Bu husustaki soruları cevaplandırmayı
da fazlasıyla kâfi gelir. Yine buna rağmen mufassal olarak noksan bilgimizle
birlikte cevap vermeye çalışacağız. Donuk idrâkimize, zayıf aklımıza, kısır
ifademize rağmen Allah'ın yardım ve desteğiyle konuyu açıklığa kavuşturmaya
çalışacağız.
"Kan akıtmayı kan
akıtmakla cezalandırıyorsunuz. Bu, pisliği pislikle gidermeye benzer,"
sözüne gelince bu, son derece bozuk ve anlamsız bir sözdür. Bu eleştiriyi
yöneltenlere önce şu soruyu sormak gerekir: Suç işleyenlerin ve düzeni
bozanların suçlarım ve kanun tanımazlıklarını önlemek, onların
saldırganlıklarını sed çekmek, akla ve insanların menfaatlerine uygun mudur,
değil midir?
Eğer uygun değildir
diyecek olursa buna verecek cevabımız kalmaz. Çünkü bu kişi dinleri,
milletleri, mezhep ve görüşleri ne olursa olsun bütün insanları karşısına almış
olmaktadır. Çünkü suçlular ve düzen bozucular cezalandırılmayacak olurlarsa
insanlar birbirlerini yok ederler... Dünyanın düzeni sarsılır. İnsanlar vahşi
hayvanlardan farksız hale gelirler. Hatta bu durumda vahşi hayvanların
durumları insanlarınkine nispetle daha iyi olur.
Eğer cemiyetin
maslahatı ancak suçluların cezalandırılmasıyla mümkün olur diyecek olursa,
kendisine verecek cevabımız şu olur: Bilindiği gibi suçluları ve düzen bozucuların
cezalandırmak, onları suçtan caydırıcı cezalarla mümkün olur. Suçluları
ibret-i müessire ile veya başka yöntemlerle işleyeceği suçlardan alıkoymak
için onları suçlarının büyüklük ve küçüklük, azlık ve çokluğuna göre cezalandırmak
icab eder. Yine herkesçe bilindiği gibi suçları, cezaların en küçüğüyle
eşitleyecek olursak bu durumda cezaların caydırıcılık anlamı ortadan kalkar
Cezaların en büyüğüyle eşitleyecek olursak bu da ilâhî hikmet ve rahmete aykırı
olur. Çünkü mahrem bir kadına bakmak ve öpmekten ötürü bir kişiyi öldürmek
veya bir buğday tanesi veyahutta bir dinar çalan kişinin elini kesmek adalete
uygun düşmez. Suçların aynı seviyede olması halinde farklı cezaları tatbik
etmek hem akla ve hem fıtrata çirkin gelen bir uygulama olur. Her iki hususta
Rabbin hikmetine, yaratıklarına olan merhametine, ihsan ve adaletine ters
düşer. Adam öldürme veya dinden çıkma, veyahut ta topluma umumî bir zarar verme
gibi hallerde cinayet, çirkinliğin ve şecaatin doruk noktasına vardığı
takdirde yüce Allah, suçlunun öldürülerek cezalandırılmasını emretmiştir.
Hırsızlık gibi basit bir suçun zararı da malı çalman kişiden başkasına sirayet
etmez. Ama sözü edilen bu cinayetlerdeki zararlar, hırsızhğınkine oranla kat
kat fazla olmaktadır. Bu büyük zararların önüne geçmek için de Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
"Ey temiz akıl
sahipleri, kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki sakınırsınız."
(Bakara: 2/179) Eğer bu kısas cezası konulmamış olsaydı, dünyanın düzeni
bozulacak, insanlar birbirlerini öldürecek, Öldürülen tarafın akrabaları da
katili veya akrabalarını öldüreceklerdir. Bu nedenle de kısas, cinayetlerle kan
akıtılmasını, dolayısıyla intikam alınmasını önleyen baş faktör olmaktadır.
Cahiliyet döneminde bile Araplar derlerdi ki: "Ölüm cezası öldürmeyi
engeller. Kan akıtılmasını durdurur." Bu düşünce, necasetin necasetle
yıkandığı iddiasını tümden çürütmektedir. Aksine cinayet, necaset hükmünde
olup kısas ta onu temizleyen bir unsurdur. Katilin öldürülmesi zorunlu olduğuna
göre onu kılıçla ödürmek, kişiye daha az acı çektirir. Ölümü de fazlasıyla
çabuklaştırır. Kılıçla öldürmekte ölenin velileri ve tüm insanlar için
maslahatlar vardır. Kılıçla öldürmek bir kişinin kendi menfaati için hayvanım
kesmesine benzemektedir. Eğer kör bıçakla hayvanınızı kesecek olursanız ondan
menfaatler elde etmeyi bir tarafa bırakın da kat kat zararlara uğrarsınız.
Allah'ın bütün
kullarına eşit olarak hükmettiği, suçlunun (katilin) öldürülmesi ve bu hükmün
kaçınılmaz bir surette uygulanması zorunlu olmasaydı insanlar, hayat hakkını bulamayacak;
şehirlerden, pazarlardan, ve yollardan mahrum kalacaklardır. Şu halde bu cezayı
eleştirenlerin sorularının anlamsızlığı ve geçersizliği kendiliğinden açığa
çıkmış olmaktadır. Suçlu kimselerin dünyevi lezzet ve rahatlardan, dost ve
sevgililerden ölüm nedeniyle ayrılmaları, caydırıcılığı en müessir bir
faktördür. Ölüm, yaşayanın belâlardan kurtulmasını sağlar. Ölüm hem suçluyu hem
de diğer insanları rahata kavuşturur. Ölüm, insanı belâ ve imtihan diyarı olan
dünyadan çıkarır; asıl hayat olan ahiret alemine götürür. Buna değinen şair
demiş ki:
"Allah ölümü bize
hayırlı bir ceza kıldı,
O bize her iyilikten
daha iyi ve daha şefkatlidir.
Onunla insanlar
eziyetlerden çabuk kurtulurlar.
En şerefli bir diyara
da ulaşırlar."
Noksanlıklardan
münezzeh yüce Allah'ın, sağ olsunlar ölü olsunlar kullarına verdiği nimetlerin
sayısına sınır ve nihayet yoktur. Ölüm ile suçlu günahtan kurtulur. Ve
temizlenir. Sağ kalanlar ise hayatlarından emin olurlar. Mazlumun hakkı iade
edilir. Katille maktul arasında adalet sağlanmış olur. Yüce Allah'ın en son
dini olan İslâmiyetin bozuk akıl, sapık ve zalim görüşlerin ileri sürdükleri
alternatiflere uyması mümkün müdür? Elbette ki bu din böyle bir noksanlıktan
son derece münezzehtir. Eğer denilse ki: Katilin Ölümle cezaiandırılması akla
uygun olsaydı, başkasınm elbisesini yakan kişinin elbisesinin yakılması,
başkasınm evini yıkan kişinin evinin yıkılması, başkasmın hayvanını kesen
kişinin de hayvanının kesilmesi icap ederdi.
Buna verecek cevabımız
şudur: Örnek olarak ileri sürmüş olduğunuz bu suçların zararlarını maddi
tazminatla telafi etmek mümkündür. Telef edilen malın mislini vermekle zarar
giderilmiş olur. Ama birinin evini yıkan kişinin evini yıkarsanız veya birinin
elbisesini yakan kişinin elbisesini yakarsanız bu, salt bir zarar vermekten
başka bir şey olmaz. Sizin ileri sürdüğünüz bu alternatifleri uygulamak zalim
ve mütecaviz kimselerin yöntemidir. Ki hâkimler hâkiminin dini, bu tür
hükümleri içermekten kesinlikle münezzehtir. Şunu söyleyelim ki: Maun telef
edilmesinden doğan zararı mukabele yaparak telafi etmek, içtihadı ilgilendiren
bir husustur. Bazı ilim erbabı bu görüştedirler. Bazı kâfirleri bize kin güttükleri
veya mallarımızı ifsad ettikleri takdirde onların da mallarını ifsad ederek
misillemede bulunmakla cezalandırmanın caiz olduğuna daha önce de işaret
etmiştik. Ama kâfirin kölesini öldürmek veya serkeşlik eden atını öldürmek,
onun müstahak olmadığı bir zulümden başka bir şey değildir. Bu durumlarda
telafi edilen malın mislini tazminat olarak ödemek gerekir. Telef edilen mala
karşılık, telef edenin malını telef etmek gerekmez. Bunun sünnet gereği olduğu
şundan anlaşılmaktadır ki: Peygamber efendimizin eşlerinden birinin, diğerinin
kabını kırdığı nedeniyle kıran hanımma: "Kaba kab," diyerek mislini
ödemesini emretmişti. Bu yöntemin zararı telafi edeceği, telafi ederken de çok
az bir zarara yol açacağı, bunun da her iki tarafın lehine olacağı şüphesizdir.
Çünkü malı telef edilen kişi, malının benzerini elde edecek olursa malını
telef etmemiş sayılır. Ama bu malı telef eden kişinin, misilleme olarak malını
telef edecek olursanız bu, malı zayi etmekten başka ne olabilir? Eğer suçluyu
cezalandırmak ve ona suçunun acısını tattırmak istiyorsanız bunu ona mali bir
ceza uygulamakla da elde edebilirsiniz. Bu da akla, maslahat ve hikmete en
yakın bir uygulama olacaktır.
Eğer birinin malını
telef eden suçlunun da malını telef ederek onu cezalandırma yoluna gidecek
olursanız, malı telef edilen birinci kişinin acısını dindirmiş, eksiğini tamamlamış,
gediğini de kapatmış olmazsınız. Malını da kendisine geri vermiş olmazsınız.
Sadece suçluya zarar dokundurmuş olursunuz. Oysaki, İslâm dini, malı telef
edilen kişinin zararının telafi edilmesini emretmektedir. Eğer denilse ki:
Cinayetlerde olduğu gibi birinin malını telef ettiği malın mislini ödemekten
veya telef ettiği malın misli olan bir malını zayi etmekten birini uygulama
hususunda karşı tarafa seçim hakkı tanıyacak olursanız daha iyi olmaz mı?
Nitekim cinayetlerde de maktulün velilerine diyet almaktan veya katili
öldürmekten birini tercih etme hakkını veren yine sizsiniz.
Buna verecek cevabımız
şudur: Mal telefi suçlarında malı telef edilen kişiye böyle bir seçim hakkı
tanımanın hiç kimseye faydası olmaz. Bu, ikinci bir defa zarar vermekten başka
bir şey olamaz. Bu durumda suçluyu sürgüne göndermek veya ta'zîr etmekte
yeterli olabilir. Aslına bakılırsa mal telef etmekle can telef etme arasında
çok fark vardır. Can telef etme, vücud organlarından herhangi birini zayi etme
suçları kin ve düşmanlık kapsamına girer. Ki budurum mal telef etme suçlarından
görülmemektedir. Adamlarından birinin canı telef edilen kimseler kin,
düşmanlık, kızgınlık ve intikam ateşine tutulurlar. Ki bunu para ve mal
vermekle dindirmek mümkün değildir. Hatta ölenin çocukları ve torunları,
babalarının ve dedelerinin öldürülmesinden ötürü, hayatları boyunca utanç
duyarlar. Maktulün velilerine kısas uygulama hakkının verilmesi, caniye acı
çektirilmesi karşı tarafı bir bakıma tatmin eder. Ama elbisesi yakılan veya
atı öldürülen kişinin durumu bundan farklı olmaktadır. Öldürülen adamın
velileri büyük bir acıya müptela olmakta, büyük bir kin ateşi ile yanmakta ve
intikam kızgınlığı içinde kıvranmaktadırlar. Cani, kısasa tabi tutulacak olursa
bu sıkıntıdan kurtulurlar. Öldürülen kişiye bedel olarak diyet almaları aslında
utanç verici bir durum olmaktadır. Ki cahiliyet devrinde Araplar, intikam
almayıp ta kinini dindirmeyen kimsenin diyet almalarını ayıp karşılarlardı.
Şairin biri, bu durumdaki kimselerin diyet olarak birkaç deve almalarım
yererek der ki:
"Bu sağdığınız
(süt) kandır ,Ama rengi beyaz değil kızıldır."
Cerîr de diyet
parasıyla hurmalık alan biri için der ki:
"Hacer oğullarından
Vehib'in oğluna haber verin
Kış mevsiminde hurma
çok tatlı olur."
Diğer bir şair de
diyet olarak alınan develer için der ki:
"Devenin
memesinden akan, ihtiyarın kanıdır.
Dilersen içersin,
dilersen içmezsin."
Bir başka şair de der
ki:
"Biz iki dostuz ama
şekillerimiz ayrıdır.
Ben üstünlük isterim
o, yağlamak ister
Ben Mâlik oğullarının
kanın isterim.
Arkadaşım Mualla ise
sütün beyazlığını ister."
İslâmiyet bu hükümleri
iptal etmiş, daha hayırlı, dünya ve ahiret için daha faydalı hükümler koyarak
maktulün ve İllerini kısas uygulatmak veya diyet almak arasında serbest
bırakmışın-. Araplar daha Önceleri, malı telef edilen kişinin malının
ceremesini almasını bir zaaf ve aciz olarak değerlendirilmezlerdi. Ama ölen
adamlarının diyetini almalarını ayıp karşılarlardı. Allah ta bu iki hususu ne
tabiat, ne akıl ve ne de hukuk bakımından aynı saymamıştır. İnsan öfkelendiği
zaman elbisesini parçalayabilir, davarını öldürebilir, malını da telef
edebilir. Ama bunlardan doğacak zararlarla hakaretler, göz çıkarma, burun
kesme veya can almadan doğacak zararlarla hakaretlerin binde birine ulaşmaz.[107]
Hırsızın elinin
kesilerek cezalandırılması ve zina yapanın tenasül organının kesilmemesine
gelince bu hikmet maslahata son derece uygundur. Allah'ın yaratıklarına karşı
güttüğü hikmet ve maslahatıyla rahmet ve inayetinde her suçlunun organının
kesileceğine ilişkin bir hüküm mevcut değildir. Ki mahrem yerlere bakan bir
kimsenin gözü oyulsun veya mahrem hususları dinleyenin kulağı kesilsin. Veya
başkasının gizliliklerini anlatanın dili kesilsin. Veyahut ta başkasını
tokatlayanın eli kesilsin. Şayet ceza olarak bu gibi hükümler uygulanacak
olsaydı, cezalandırmada aşırılığa gidilmiş, sınır da tecavüz edilmiş olurdu.
Allah'ın güzel isimleri, yüce sıfatları, övgüye lâyık fiilleri elbetteki buna
karşıdır. Şeriat koyucunun maksadı sadece güvenliği sağlamak değildir. Eğer
maksat bu olsaydı suç işleyen kimsenin Öldürülmesi gerekirdi. Maksat, suçları
Önlemek ve ibret-i müessire ile cezalandırmak, onları suça İten sebepleri
bertaraf etmektir. Böylelikle saldırganların tecavüzü Önlenmiş olur. Başkaları
da bundan ders alır. Suç işleyen kişiler, çektikleri cezanın acısını
tattıklarından ötürü tevbeyi nasuh yaparlar. Ki bu da onların suç işledikleri
takdirde ahirette de cezalandırılacaklarını hatırlatmalarına vesile olur. Bu
saydıklarımızın yanısıra daha bir çok hikmet ve maslahatlar mevcuttur. Ayrıca
hırsızlık haddinin bir başka anlamı da vardır. Ki hırsızlık kelimenin
anlamından da belli olduğu gibi gizlice yapılan bir eylemdir. Bu nedenle de
bir kişi, birisine duyurmadan gizlice baktığı takdirde ona, "Hırsızlama
baktı," derler. Hırsızlığa niyetlenen kişi, gizlenir; yerinin
anlaşılmasından korkarak izbe yerlere saklanır. Ki yakalanmasın. Böyle
yapmaktan suç işlerken kaçıp kurtulma tedbirlerini alır İnsanın elleri kuşun
kanatlarına benzer. Kuş nasıl ki kanatlarıyla uçmaktaysa, insan da elleri sayesinde
kendini belalardan kurtarır. Yine buna örnek olarak bir kişi tek başına
yürümekte olduğunda yanma sokulup ta kendisiyle beraber yürüyen kişi," Ben
onun kanadına yapıştım." der. Hırsızlık yapan kişi, elinin kesilmesiyle
kanadı kırpılan kuşa döner. Eli kesilen hırsız tekrar hırsızlık yapacak olursa
yakalanması kolay olur. İlk defa hırsızlık yapan kişinin bir eli kesilmekle
bir kanadı kırpılan kuş gibi olur. Ki kaçış gücü azılır. Suçu ikinci
tekrarlayacak olursa bu defa ayağı kesilir. Ki kaçışı gücü tamamen
zayıflatılmış olur. Onu yakalamak isteyen kişinin elden kaçırması pek nadir
olur. Suçlu üçüncü kez işlediği takdirde diğer eli de kesilir. Dördüncü kez
işlediği takdirde diğer ayağı da kesilir. Ki küçük gibi bir et yığını haline
gelir. Kendisi rahata kavuşacağı gibi diğer insanlar da onun şerrinden emin
olurlar.
Zina yapan kişiye
gelince bu, zina suçunu işlerken bütün bedeni suça ortak olur. Çünkü şehvet
anında duyulan lezzet bütün vücudu kapsar. Bu suçu işleyen kişi, çoğunlukla kendisiyle
cinsel ilişki kurduğu kimsenin gönlünü razı ederek yaptığından hırsızın
hissettiği korkuyu hissetmez. İşte bu sebepler gözönüne alınarak zinâkânn
bedeninin tümü cezalandırılır. Bazan kırbaç dayağına yatırılır. Bazan da
taşlarla rec-medilir. Zina sebebiyle nesepler birbirine karışır. İnsanların
birbirleriyle tanışıp dayanışmaları imkânı ortadan kalkar. Böylelikle islâm
dini ihya etme espirisi de gerçekleşme safhasına giremez. Bütün neslin helak
olmasına yol açtığı nedeniyle suçların anası, günahların da en büyüğüdür. Bu
kötülükleri önlemek için de bu suçu kafasına koyup ta sürekli olarak yapmak
isteyen kişi had cezasıyla ve recm cezasıyla bundan uzak tutulmaya çalışırlar.
Böylelikle de dünya
ma'mûr hale gelir. İnsanlık, kendisini ahiret nimetlerini ulaştıracak olan
ibadetlerini rahatlıkla yerine getirme imkânına sahip olur. Şunu da belirtelim
ki:
Zina eden kişi için
iki durum sözkonusu olmaktadır:
1) Zina yapan kişi evli olursa iffetin ne olduğunu, mahrem
tenasül organlarına tecavüz etmenin ne kadar günah olduğunu büir. Kendisi evli
olduğundan ötürü bu suçu işlemeye ihtiyacının olmaması gerekir. Nefsini de bu
çirkin fiilden koruması gerekir. Ki zina haddine maruz kalmasın. Böyle birinin
suç işleme hususunda hiçbir mazereti kabul edilemez.
2) Zina yapan kişi bekar olursa evliliğin ne demek olduğunu
ve iffetin de ne anlama geldiğini bilmeyebilir. Bu bir bakıma az da olsa
mazeret sahibi olduğundan cezasından biraz hafifletme sözkonusu olur. Kanı
heder edilmez. Sadece vücudunun her tarafı kırbaç darbeleriyle sızlatılır. Ki
bu haram fiili işlemeye bir daha yanaşmasın. Allah'ın kendisine ihsan edeceği
şeyle kanaat etsin. Bunda da gayet derecede hikmet ve maslahat göze
çarpmaktadır. Yerine göre ceza ha-fifletilmekte, yerine göre de
şiddetlendifÜmektedir. Sözünü ettiğimiz bu hükümle, birine söven veya iftira
eden kişinin dilinin kesilmesi arasında ne kadar fark olduğunu anlatmaya
bilmem gerek var mıdır?
Ayrıca zina yapan
kişinin tenasül organını kesmekten ötürü insanların üremesi engellenmiş olur.
Bu organı kesmek, yüce Allah'ın zürriyetleri çoğaltmak amacına da ters düşmektedir.
Bunu yapmakta, suçtan caydırıcılığın ötesinde bir çok zararları da söz konusu
olmaktadır. Tenasül organını kesmekle vücudun sadece bir kısmı
cezalandırılmamış olmaktadır. Oysa kırbaç veya recim cezasıyla bedenin tümü
cezaya çarptırılmış olacaktır. Sonra zina yapan organın kesilmesi sadece
erkeklere uygulanabilir. Kadınınkini kesmek maddeden mümkün değildir. O zaman
bu alternatif uygulansa bile erkekle kadın eşit cezaya çarpıtınlmış
olmayacaktır. Yüce Allah'ın en mükemmel olarak gönderdiği din, böylesine kısır
alternatiflere uymaktan elbetteki münezzehtir.
Önceden kâfir olarak
yaşamak ve müslümanken irtidat etmek, adam öldürmek, evliyken zina etmek gibi
büyük günahları işlemekten ötürü ne kadar büyük zararlar doğduğu, toplum
düzeninin sarsıldığı düşünülecek olursa bunları işleyenlere verilen Ölüm
cezasının ne kadar adilane olduğu elbetteki anlaşılacaktır. Aslında bir insan
bu üç suçtan ötürü ne kadar büyük mefsedetlerin doğduğunu eîbetteki anlayacaktır.
Bu sayılan suçların zararlarının şiddetli olduğu Peygamberin (s.a.s.) Abdullah
İbni Mes'ud'a söylemiş olduğu şu kutlu sözlerden anlaşılmaktadır:
Abdullah. Peygamber
efendimize demişti ki: "Ey Allah'ın Rasulü, günahların hangisi daha büyüktür?"
"Seni yarattığı
halde Allah'a ortak koşmandır.v
"Bundan sonra
hangisi daha büyüktür?"
"Senin rızkına
ortak olur endişesiyle çocuğunu öldürmendîr."
"Bundan sonra
hangisi daha büyüktür?"
"Komşunun helâli
olan kadınla zina etmendir?" [108]
Peygamber efendimizin
bu sözlerini onay sadedinde de yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Ve onlar Allah
ile beraber başka bir ilaha tapmazlar. Allah'ın haram kıldığı canı haksız yere
öldürmezler. Zina etmezler. Kim bunları yaparsa ağır bir ceza ile
karşılaşır." (Furkan: 25/68)
Hırsızlık derece
bakımından bu suçlardan sonra gelmektedir. Bu da başkasının malına zarar
vermek olduğundan, ceza olarak bunu yapanın eli kesilir. Hırsızlıktan sonra
derece itibariyle daha düşük olan iftira suçu gelmektedir. Buna ceza olarak ta
seksen kırbaç takdir edilmiştir, İçki içmenin zararı, İftiramnkine nispetle
daha az olduğundan bu suçu İşleyene de had cezası takdir edilmiştir. Bu
sayılanlardan sonra bazı suçlar da vardır ki şiddet-zaaf, azlık-çokluk bakımından
bir kodifikasyona tabi tutulmadıklarından ötürü bunlara verilecek cezalar da zamana,
mekâna ve toplumun maslahatlarına göre, yöneticinin içtihadına bağlı birtakım
yaptırımlardan ibaret olmaktadır. Meselâ mahrem bir kadına bakmak veya ıssız
bir yerde onunla buluşup kucaklaşmak gibi. Bu suçlara verilecek cezalar, suçu
işleyenlerin durumuna göre de değişebilir. Bu sayılan özellikleri gözönünde
bulundurmaksızın aynı cezayı uygulayan kişi, islâmın hikmetinden habersiz
kalmış demektir. Bu suçlara verilecek cezaların ölçüsü hususunda sahabiler ve
raşid halifeler de ayrı ayrı hükümler beyan etmişlerdir. Buna dair birçok nass
mevcuttur. Meselâ Hz. Ömer (r.a.) Önceleri içki içene 40 sopa vurulmasına
rağmen kendisi bu cezayı 80 sopaya çıkarmıştır.
Yine bunun yanında Hz.
Ömer (r.a.) peygamber efendimizin ta'zîr cezasını uygulamadığı bazı suçlara
ta'zîr cezasını uygulamıştır. Peygamber efendimizin affettiği bazı hususları
kendisi cezaya tabi kılmıştır. Bazıları bunu bir çelişki sanabilirler. Ama bu
samları kendilerinin kıt bilgilerinden ve kısır anlayışlarından doğmaktadır.
Başarı Allah'tandır.[109]
İslâmiyet, köleye
uygulanacak had cezasını hür kimseye uygulanan had cezasının yarısı nispetinde
tutmuştur. Oysa ki, her ikisinin de aynı ölçüde suçtan caydırılmaya muhtaç
oldukları bir gerçektir. Şüphesiz ki, şeriat koyucusu bazı hususlarda hür ile
köleyi birbirinden ayırmış, bazı hususlarda da onları aynı hükme tabi
kılmıştır. Meselâ iman ve islâm gibi olgularda, taharet, namaz, oruç gibi
bedeni ibadetlerde onları aynı yükümlülüğe tabi kılmıştır. Hac, zekat, kefaret
gibi konularda onları ayrı hükümlere tabi kılmıştır. Hadlere gelince hür
kimsenin, Allah'ın kendisine tam biv nimet olarak özgürlüğü bağışlaması, onu
mülk değil de mülk sahibi kılması, başkalarının egemenliği altına koymamış
olması, suç işlemeye yellenmeyecek güce sahip olması Al-. lah'ın kendisine
birçok mubah nimetler bahşetmesi karşısında suç işlemesi, köleye nispetle çok
daha çirkin, şeni ve affedilmezdir. Bu nedenle de hür kimse suç işlediği
takdirde, kendisinden mertebece daha aşağı olan köleye nispetle daha ağır
cezaya çarptırılmahdır. Allah'ın kendisine nimetleri tam olarak sunduğu insan,
suç işlediği takdirde tam olarak ta cezaya çarptırılmalıdır. Bu nedenle yüce
Allah, kendilerine sonsuz nimetler ihsan ettiği kadınlara hitaben şöyle
buyurmaktadır:
"Ey Peygamberin
kadınları, kim sizden açık bir çirkin utanmazlıkta bulunursa onun azabı iki
kat olarak arttırılır. Bu da Allah'a göre pek kolaydır. Ama kim de sizden
Allah'a ve Rasulüne gönülden itaat eder ve salih amelde bulunursa ona da ecrini
iki kere veririz. Ve biz ona üstün bir rızık ta hazırlamışı/dır." (Ahzab:
33/30-31)
Bu söylenenler aklın
verilerine uygun ve aklın güzel gördüğü hususlardandır. Allah'a nimetlerine tam
olarak nail olan kulun O'na itaat ve
şükrü de tam olmalıdır. Allah'a isyan etmesine gelince bunun cezası da tam
olarak verilmelidir. Günahına nispetle şiddetli olmalıdır. Bu sebepten ötürü
kıyamet gününde en şiddetli azaba çarptırılacak olanlar, ilminden
yararlanamayan alimler olacaklardır. Çünkü ilim nimeti, cahile verilen diğer
nimetlere oranla çok daha üstündür. Alimin günah işlemesi, cahilin günah
işlemesinden çok daha çirkindir. Nitekim dünyada da hükümdarlar ve devlet
başkanları, kendilerine yakın kimselerin itaatsizlik-İeriyle kendilerinden uzak
bulunan kimselerin itaatsizliklerini aynı kefeye koymamaktadırlar. İşte bu
nedenlerden ötürü yüce Allah, kölenin göreceği cezayı hür kimselerin göreceği
cezaya nispetle daha hafif kılmıştır. Zira köle, hukuk bakımından noksandır.
Suçtan caydırıcılığın hikmeti de bunu gerektirmektedir. Yine bu kabilden olmak
üzere hür olmayanlar nikâh, talak ve iddet konusunda da hürlerin yarı
nispetinde tutulmuşlardır. Bütün bunlar da hürriyetin önemini ve şerefini izah
etmektedirler. Böyle yapmakla kâinatın yaratıcısı her şeyin derecesine göre
hakkını ve kıymetini takdir buyurmuş olmaktadır. Ahirette köleye, işlediği sevaplardan
ötürü hürlerinkine nispetle iki kat mükâfat verileceği hususu da serapa bir
adalet ve salt bir hikmettir. Çünkü dünyadayken kölenin üzerinde hem Allah'ın
hem de efendisinin hakkı vardır. İşte bu hususu gözönünde tutularak kıyamette
hem Allah'ın hem de efendisinin haklarından ötürü yaptığı hizmetlere işlediği
sevaplara iki misli mükafat verilecektir. Bu da şariin hikmet ve takdirine son
derece uygun düşmektedir. O'na sonsuz övgüler... [110]
Kendi hanımına zina
isnadı yapan kişi, yabancı bir kadına zina isnadmda bulunan gibi had cezasına
çarptırılmamak-ta, bunun haddi, Han sebebiyle düşmektedir. Oysa ki her iki
kadın da bu isnattan ötürü büyük bir sıkıntıya düşmekte ve namus açısından
lekelenmiş olmaktadırlar. Bunun sebebi nedir?
Bu hüküm, İslâmiyetin
güzel taraflarından birini yansıtmaktadır. Şunu söyleyelim ki: Yabancı bir
kadına zina isnadında bulunan kişi, bu isnadı durup dururken yapmaz. Yapsa
bile kendi şahsına namus açısından bir leke gelmez. Kendi çocuklarının nesep
durumu da şüpheli olmaz. Bu isnat salt bir düşmanlıktan, evli ve mümine, suçtan
habersiz masum bir kadına eziyetten başka bir şey değildir. Bu nedenle
söz-konusu isnatta bulunan kişi had cezasına çarptırılır.
Fakat hanımını zinayla
suçlayan kişi bu suçlamayı yaptığında kendisi de lekelenmekte, çocuklarının
nesep durumu şüpheli olmakta, dolayısıyla başkasına meyletmektedir. Bu
durumdaki erkek mecbur kalmadıkça bu isnadı yapmaz. Fahişe bir kadının kocası
olmaktan utanç duyduğu nedeniyle ondan kurtulmak için bunu hâkim huzurunda
açıklamak zorunda kalmaktadır. Ancak bu suçlamayı, çoğunlukla ispatlayamaz.
Meğer ki, kadın bu suçu itiraf etsin. Kocanın bu durumda şahitsiz olarak kadın
aleyhindeki beyanatı da kaale alınmaz. Şu halde sadece aralarındaki davayı
halletmek için hakim huzurunda en büyük yeminleri yaparlar. Yalan söyledikleri
takdirde kendilerine en büyük laneti de okurlar. "Şayet yalan söylemekte
ise Allah'ın gazabı ve laneti üzerimize olsun." derler. Bu şekilde
yeminleş-me ve lânetleşmeden sonra hâkim, aralarındaki anlaşmazlığın barışla
sonuçlanma imkânını görmediğinden nikâhlarını fesheder. Bu dünyada onları
ayırarak çok güzel ve adaletle uygun bir hüküm vermiş olur. Bundan daha adil
ve hikmete daha uygun bir karar da düşünülemez. Bütün akıl sahipleri bir
araya gelseler de bundan daha iyi bir çözüm yolu bulamazlar. Rabliğı, birliği,
hikmeti, ilmi, hukuk alanındaki üstünlüğü, yaratıklarına olan merhameti açıkça
müşahede edilmekte olan Allah ne yücedir?[111]
Kendi keyfi için
sefere çıkan kişinin namazı kısaltma ve orucu tutmama ruhsatına sahip olması;
büyük zorluk ve sıkıntı içinde de olsa mukimin bir ruhsata sahip olmayışına gelince
bu, şeriat koyucunun hikmetinin mükemmelliğinden ileri gelmektedir. Gerçekten
de namazı kısaltmak, orucu tutmamak izni sadece misafirlere özgüdür. Mukim
kimseler, hastalıktan başka sebeplerden ötürü oruç tutmamazlık edemezler.
Yolculuk, başlı başına bir azap ve sıkıntıdır. Yolculuğa çıkan kişi, insanların
en rahatı olsa bile yine kendine göre bazı sıkınıtı ve meşakkatleri olacaktır.
Bu nedenle de seferdeki kimseler, namazları yarıya indirilerek yükleri
hafifletilmiş olmaktadır. Farz oruçlarım da tutmayıp bilahare ikâmet halinde
kaza etme müsaadesi kendilerine tanınarak sıkıntılarının bir kısmı giderilmiş
olmaktadır. Nitekim hasta ve hayizlı kimseler de seferdeki kimselere tanınan
bu ruhsatlara sahip olmuşlardır. İkamet haline gelince bu durumda bazı
vaciplerin düşürülmesini veya tehir edilmesini gerekli kılan bir sebep
sözkonusu değildir. İkamet halinde de bazı sıkıntı ve meşguliyetler olsa bile bunlar
sürekli olmadıklarından belli bir«ölçüye tabi tutulamazlar. Eğer işi olan
herkese, sıkıntısı bulunan bir şahsa ibadetler için ruhsat tanınacak olursa
bütün bu mükellefiyetler zayi olup hebaya giderler. Meşakkat ve meşguliyeti
bulunan mukim kimselerin bazısına ibadetlerde ruhsat tanınıp bazısına
tanınmazsa eşitlik zedelenir. Bunu da bir ölçü ve kurala bağlamak imkânsız
olur. Kime ruhsat verilip kime verilmeyeceği hususunu belli bir kurala bağlamak
mümkün olmaz. Ama sefer hali böyle olmayıp her sefere çıkan kişi bir ruhsata
sahip olabilmektedir. Şu da var ki, meşakketler, kendilerine göre hafifletici
bazı münasip sebeplere de bağlı bulunmaktadırlar.
Sözü edilen meşakkat
bir hastalıktan veya elemden ötürü ise bu durumda orucu açmak veya oturarak veyahut
ta yan gelerek namaz kılmak gibi ruhsatlar söz konusu olur.
Ki bu da namazı bir
nevi yarı yarıya kılmak gibidir. Meşakkat bir yorgunluktan ileri gelmekte ise
bu durumda bahse konu ruhsatlar tanınmazlar. Çünkü dünya ve ahiretin malahatı
çalışma ve yorgunluğa bağlıdır. Çalışıp ta yorulmayan kişi, ileride rahata
kavuşamaz. Aksine herkes yorgunluğu nispetinde rahat etme imkânına sahip olur.
Hüküm ve maslahatlar açısından islâmiyet, elbetteki bir tenasüp içindedir.
Sonsuz övgüler Allah'adır.[112]
Allah için adakta
bulunan kişinin adağını yerine getirmesi dinî yönden zorunludur. Bir şeyi
yapmamaya yemin eden kişi ise kefaret vererek yeminini bozabilir. Oysa her iki
durumda da kişi, Allah'a karşı taahhütte bulunmuş olmaktadır. Bu soru iki
yönden sorulabilir:
1- Kişi bir iş yapmak için yemin eder. Meselâ:
"Allah'a yemin ederim ki, pazartesi ve perşembe günleri oruç tutacağım ve
sadaka vereceğim," veya, "Allah'ın üzerine hakkı olsun ki, ben bu
işi yapacağım," demek gibi.
2- Bir işi yapmak için kişinin yemin etmesi. Meselâ
"Falan adamla kunuşursam bir yıl süreyle oruç tutmak ve bin dinar sadaka
vermek, Allah'ın benim üzerime hakkı olsun," demek gibi.
Birinci şıkkı ele
alacak olursak buna dair söyleyeceklerimiz şundan ibaret olacaktır: Allah'a
bir taatte bulunmayı taahhüt eden kişinin bu taati dört durum arzedebilir:
1- Bu taati salt bir yeminle üstlenir.
2- Bu taati salt bir adakla üstlenir.
3- Bu taati adakla pekiştirilmiş bir yeminle üstlenir.
4- Bu taati yeminle pekiştirilmiş bir adakla üstlenir.
Birincisinin örneği: Kişinin, "Allah'a yemin olsun ki sadaka
vereceğim," demesi gibidir.
İkincisinin örneği:
Kişinin, "Allari'ın üzerime hakkı olsun ki ben sadaka vereceğim,"
demesi gibidir.
Üçüncüsünün örneği:
Kişinin, "Allah beni bu hastalıktan kurtarıp ta şifaya kavuşturacak olursa
şu kadar miktarda sadaka vereceğime vallahi..." demesi gibi.
Dördüncüsünün örneği:
Kişini, "Allah beni bu hastalıktan kurtarıp ta şifâya kavuşturacak olursa
vallahi sadaka vereceğim," demesi gibidir. Ayrıca buna başka bir Örnek
olarak şu âyet-i kerîme'yi de gösterebiliriz.
"Onlardan kimi de:
" Andolsun eğer bize bol ihsanından verirse gerçekten sadaka vereceğiz.
Ve salihlerden olacağız," diye Allah ahdetmiştir." (Tevbe: 9/75)
Bu, yeminle
pekiştirilmiş bir adaktır. Her ne kadar burada, "üzerime borç olsun"
denilmemişse de... Bunun bir sakıncası yoktur. Çünkü bu sözü söylemek adağın
şartından değildir. Aksine bir kişi, "Allah beni bir sıkıntıdan
kurtarırsa sadaka vereceğim veya mutlaka sadaka vereceğim derse bu Allah'a
karşı bir taahhüt olur. Ki bunun yerine getirilmesi zorunludur. Yerine
getirilmediği takdirde taahhüt sahibi, şu ayeti kerimenin kapsamına girer:
"Böylece o da,
Allah'a verdikleri sözü tutmaları ve yalan söyledikleri nedeniyle kendisiyle
karşılaşacakları güne kadar kalplerinde nifakı (sonuçta köklü bir duyu olarak)
yerleşik kıldı." (Tevbe: 9/77)
Kulun rabbine vaatte
bulunması adak olur ki bunu yerine getirmek vaciptir. Çünkü, Allah'a bu va'di
yaparken kendisine verilmiş olan nimetlere karşı bir şükür ve karşılık olarak
adakta bulunmuştur. Dolayısıyla adak, teberru akitlerinin değil de karşıkıh
alışveriş akitlerinin kapsamına girmektedir. Buna göre yeminle pekiştirilen
adaklar, yeminle pe-kişitirilmeyen adaklardan daha bağlayıcı olmaktadırlar.
Çünkü bu adamları kişi, bir zorlanmaya girmeksizin kendi hür iradesiyle
üstlenmektedirler. Şarta bağlı adaklar, şartın tahakkuku durumunda zorunlu
olarak yerine getirilmelidirler. Taahhütte bulunma bazan kişinin açıkça
üstlenmesiyle, bazan vaatte bulunmasıyla, bazan da bizzat işe koyulma-sıyla
gerçekleşir. Mesela cihad için adakta bulunan kişi, cihada başlarsa veya hac ve
umre için adakta bulunan kişi hac ve umre ibadetini eda etmeye başlarsa adağını
yerine getirmiş olur. Vaadle adağı üstlenmek, işe başlamakla üstlenmeye veya
açık bir lafızla üstlenmeye nispetle daha kuvvetlidir. Noksanlıklardan
münezzeh yüce Allah, vaadine muhalefet eden, adağını yerine getirmeyen
kimseleri kınamış ve münafıklığı kalplerine yerleştirerek te onları bir nevi
cezalandırmıştır. Buna karşın adaklarını yerine getiren kimseleri de sitayişle
anmıştır. Vaatte bulunarak adakta bulunan kişinin adağı, diğer üç çeşit adağa
oranla daha zorlayıcı ve bağlayıcıdır. Vaadini yerine getirmeyenlerin
kalplerine münafıklık yerleştirilmiştir.
Salt bir yeminle bir
işi yapacağını söyleyen kişi, bu yeminin gereğini yerine getirmeye teşvik
edilir. Ne ki bu kendisi için vacip değildir. Zira yemin, bir şeyi vacip
kılmadığı gibi yasak ta etmez. Yemin eden kişi, Allah'a karşı bir akitte
bulunmuş olmakta birlikte yüce Allah, kefaret vererek bu akdi çözmesini ruhsat
olarak kabul etmiştir. Kefareti vermekle birlikte yemin çözülür. Ne var ki,
yemini bozma günahı, bazı fıkıhçıların da tevehhüm ettiği gibi ortadan kalkmaz.
Yemini bozmak bazan vacip, bazan müstehap olur. Bu durumda yemini bozmak her
ne kadar mübahsa da şeriat koyucusu günahı mubah kılmamıştır. Çünkü Allah,
yemin bozmayı istisna kabul etmiştir. Bu durumda kişinin Allah rızası için
üstlendiği adakla, Allah adını anarak üstlendiği yemin arasında bir fark
olduğu çıkmış bulunmaktadır. Birinci durumda yani Allah rızası için bir işi
yapmayı adayan kişi mutlak olarak bunu yerine getirmek mecburiyetindedir.
İkincisine gelince, Allah adını anarak bir işi yapmayı üstlenen kişi, dilerse
bu vaadini yerine getirir. Dilerse kefaret vererek bunu yapmaktan cayabilir.
Birinci durum Allah'ın uluhiyetiyle ilgilidir. İkincisi ise Allah'ın rablığıyla
ilgilidir. Birincinin durumu, "iyyâke na'büdü" yani, "Allah'ım
ancak sana kulluk ve ibadet ederiz," cümlesinin hükmüne tabidir. Burada
Allah'ın ulûhiyeti sözkonusudur. İkincisinin durumuna gelince bu da,
"İyyâke nestaîn" cümlesinin hükmüne tabidir. Bu da "Allah'ım
ancak senden yardım dileriz" anlamım ifade etmeketedir ki, burada da
Allah'ın rabhğı söz konusudur.
Hadisi kudsîde yüce
Allah buyurmuş ki; "Bu, benimle kulum arasında yan yarıyadır" Yani
birinci şık Allah'ın ülûhiyetini, ikinci şık ta O'nun rablığım
ilgilendirmektedir. Şu halde bu sorunun ikinci şekildeki sorulusunu cevaplandırmış
olmaktayız. Adakta bulunan kişi, adağını yerine getirmek zorundadır. Yemin
eden kişi ise yeminini yerine getirmekle kefaret vermek arasında serbest
bırakılmıştır. Bu da islâmiyetin azamet ve olgunluğunun sırlarından biridir.
Zorlama ve mecburiyet
karşısında yeminle bazı hususları adayan ve üstlenen kişi, niyetinde adağın
şartlarının tahakkuku etmesini istemediği takdirde bu adağına zorlama ve
ga-zab adağı denir. Baskı ve zorlamadan Ötürü adakta bulunup ta bunu yeminle
pekiştiren kişi, aslında Allah'a bir ibadeti ve taati kastetmemişse adak
vecibesi onun boynuna borç olmaz. Sadece bir yemin akdi yapmış olur. Bunu
başka adakların gurubuna tabi tutmaktansa taat adaklarının gurubuna tutmak
şüphesiz ki daha uygun olacaktır. Bunu taatte bulunma adağının gurubuna dahil
edenler, aradaki şekil ve lafız benzerliğine aldanmaktadırlar. Bu da onlar için
mazeret sayılabilir. Bunu yemin akdine tabi kılanlar ise, mânâyı daha iyi
anlayan kimselerdirler. Meselâ bir kişi, "Ben bu işi yaparsam Yahudi veya
Hıristiyan olayım" der de yine bu işi yapacak olursa bu sözüyle yemini
kastetmişse kâfir olmaz. Zira yemini kastetmek, insanın bu durumlarda küfre
girmesine engel olur. Bu hususta ittifak vardır.
Bu ve benzeri
hükümlere dayanarak Şeyhül-îslâm İbni Teymiyye demiş ki:
"Talaka ve itaka
(köle azad etmeye) yemin etmek, baskı ve zorlama adağı gidibir" Yine bu,
"Ben bu işi yaparsam Yahudi veya Hıristiyan olayım" diyen kimsenin de
yemini gibidir. Bu ve buna benzer hükümlerin bağlayıcı olmadığı hususunda
sahabe icmaı vardır. Hz. Ali (r.a.) den bu husustâ sahih olarak yapılan bazı
rivayetler de vardır ki bunları İbni Bezize, "Şerhü Ahkâmû Abdül-Halik el
İşbilî" adlı eserinde kaydetmiştir. Bu zatın karşıtları da mümkün mertebe
buna reddiyede bulunmaya çalışmışlardır. Bu hükümle ilgili olarak hasımların
yaptıkları reddiye dört esasta toplanabilir:
1- Bu hükümler sultan fermanlarına muhaliftir.
2- Bu hükümler dört mezhep imamlarının içtihatlarına
muhaliftir.
3- Bu hükümler şart ve cevab-ı şart üzerine yapılan kıyasa
muhaliftir. Meselâ "Sen beni borçtan ibra edersen boş ol" diye
hanımına bir şart ileri süren kişi hamının bu şartı yerine getirmesi halinde
boş olur. Bu hüküm üzerine yapılan kıyaslarda söz konusu hükümler
muhaliftirler.
4- Teamül, bu hükümlerin aksi yönünde devam
edegel-miştir. Bu nedenle bahse konu hükümler muteber sayılmazlar. İbni
Bezize, bunların iddialarını, otuz kadar delille çürütülmüştür. Bu meseleyle
ilgili olarak 1000 varak tutarında eser hazırlanmıştır Bundan sonra ecrini ve
sevabını Allah'tan dileyerek yoluna devam etmiştir. Kıyamet gününde hasımları
ile bu mesele üzerinde tartışıp muzaffer olacağına inanıyoruz.[113]
İslâm hukukunu
eleştirenler, parçalayıcı dişi olan hayvanların etinin dince haram sayılmasına
karşın aynı şekilde parçalayıcı dişi olan sırtlanların etinin helâl olduğunu
ileri sürerek bu hükmün kıyasa muhalif olduğunu söylerler. Parçalayıcı dişi
olan hayvanların etleri, elbetteki haramdır. Bu haramlığın hikmetleri bazı
alimlerce görülmediği nedeniyle onlar, sadece kendi kapasitelerine göre görüş
beyanında bulunurlar. Sırtlanla ilgili olarak sahih hadis mevcuttur. Bu hadisin
sahih olduğunu birçok muhaddisler de kabullenmişlerdir. Ne ki bu hadisin,
genel olarak yırtıcı hayvanlarının etlerinin haram kılınması karşısında
özelleyici bir hüküm ifade ettiğini söyleyerek parçalayıcı dişi olan sırtlanın
da etinin haram olacağım ifade etmişlerdir. Ve kendilerine delil olarak ta
Peygamber (s.a.s.)in, parçlayıcı dişi olan yırtıcı hayvanların etlerini
yemekten menettiğini ileri sürerler. Ve buna ilişkin hadislerin de sahih
olduklarını, içlerinde hiçbir eleştirilecek noktanın bulunmadığını ifade
ederler. Örnek olarak ta Hz. Ali (r.a.), îbni Abbas (r.a.), Ebû Hüreyre (r.a.)
ile Ebû Sa'lebe (r.a.) El Husenî'nin rivayet etmiş oldukları hadisi göstermektedirler.
Sözlerine devamla derler ki:
Sırtlanla ilgili
hadisin rivayeti hususunda Abdurrahman Bin Ebû Ammare tek başına kalmıştır.
Parçalayıcı dişi olan yırtıcı hayvanların etlerinin haramlığına ilişkin
hadislerin tümü, Abdurrahman Bin Ebû Ammare'nin tek basma rivayet etmiş olduğu
hadise muhaliftirler. Aslında sırtlanla ilgili hadisin lafzı iki mânâya
gelebilir:
1- Cabir (r.a.), ya direk olarak bu hayvanın etinin yenilip
yenilmeyeceğini Peygamber efendimize sormuştur.
2- Ya da Cabir (r.a.) sırtlanın bir av olup olmayacağını
sormuştur.
Sırtlanın sadece av olması,
etinin yenmesinin caiz olduğunu gerektirmez. Şu halde Cabir, sırtlanın
avlanabilişini, onun etinin yenmesinin helâllığına cevaz verecek bir unsur
olduğunu zannetmiştir. Bundan ötürü de Peygamber efendimizden onun bir av
olabileceğini duymasını fetva olarak kendisine soranlara nakletmiştir.
Bu anlattıklarımızın
iyice anlaşabilmesi için, sırtlanla ilgili hadisi nakletmemiz daha uygun
olacaktır.
Tirmizî, camiinde
Uzeyd bin Umeyr el Leysî'nin, Abdurrahman bir Ebi Amare'den rivayet eder.
Abdurrahman der ki: Cabir bin Abdullah'tan:
"Sırtlan etini
yiyebilir miyim?" diye sordum O da,
- Evet yiyebilirsin
- O avlanabilir mi?
- Evet avlanabilir.
- Sen bunu bizzat
Rasulüllah'tan işittin mi?
- Evet bizzat O'ndan
işittim," dedi. [114]
Tirmizî der ki:
"Ben bu hadisin sahih olmadığını Muham-med bin İsmail (Buharî)ye sordum. O
da sahih olduğunu söyledi."
Bu hadis, Peygamber
efendimizin, sırtlanın sadece bir av olabileceğini söylemiş olduğuna
yorumlanabilir. Buna şu hususu da delil olarak gösterebiliriz: Cabir,
Peygamber efendimize sırtlanla ilgili olarak soru sorduğunda şu cevabı almıştı:
"O bir avdır.
Ondan ötürü (ihramhnın ceza olarak) koç kesme(si) vardır." [115]
Buna göre ihramdaki
bir kişi sırtlan avlayacak olursa, ceza olarak bir yaşındaki bir koçu kesmesi
icab eder. Ayrıca bu hadis, sırtlan etinin helâl olduğuna da delalet eder. Hâkim
der ki: Bunun Peygamber efendimizden mevkuf olarak mı, yoksa merfu olarak mı
rivayet edildiği kesin değildir. [116]Eğer
bu husus kesin olmazsa, sırtlan etinin haram olduğunu belirleyen tevatür
derecesindeki sahih hadislerle çelişki sözkonusu olmaz. Cabir (r.a.)in rivayet
etmiş olduğu hadis, sırtlan etinin yenebileceğini açıkça belirtmiş olsaydı bu
tek başına kalacaktır. Oysa yırtıcı hayvanların etlerinin haram olduğu, tevatür
derecesindeki müteaddit hadislerle sabittir. Dolayısıyla Cabir (r.a.)in tek
başına rivayet etmiş olduğu hadisi, bunlara tercih etmek mümkün değildir. Şu
nedenle ki: Sırtlan, hayvanların en çirkini ve en murdarıdır. însan etini
yer... Mezarları açarak ölüleri yer... Leşlerle beslenir... Bunların
kemiklerini de parçlayıcı dişleriyle kırar... Sırtlanın etinin haram olduğunu
benimseyen alimler derler ki: Noksanlıklardan münezzeh yüce Allah murdar
şeyleri bize haram kılmıştır. Rasulülllah (s.a.s.) de parçalayıcı dişi bulunan
yırtıcı hayvanların etlerini yememizi yasaklamıştır. Sırtlan da bu haram ve
murdar hayvanlardan sayılmaktadır. Cabir'in rivayet etmiş olduğu hadis,
sırtlanın sadece bir av hayvanı sayılabileceğini, ihramh bir kişinin avlanması
halinde de ona karşı fidye vereceğini belirleme gayesine yöneliktir.. Yoksa
bu hadis, sırtlan etinin yenmesine cevap vermez,
Bekr bin Muhammed
demiş ki: îmam Ahmet bin Han-bel'e, ihramh bir kişinin tilki öldürmesi
hususunda fetva sorulduğunda şu cevabı vermişti:
"İhramh kişi,
tilki öldürürse fidye vermesi gerekir. Çünkü bu durumda tilki, av sayılır. Ne
ki eti yenmez."
Cafer bir Muhammed der
ki: îmam Ahmed'e tilki hakkında sorulduğunda, tilkinin parçalayıcı bir hayvan
olduğunu söylemişti. îhramlı bir kişinin tilki avlaması halinde fidye vermesi
gerektiğini de belirtmişti. Peygamber efendimiz, sırtlan avlayan kişinin ceza
olarak bir koç kesmesini emrettiğinde Cabir, bunun sırtlan etinin
yenebileceğine bir gerekçe olduğunu anlamıştır. Bu yolda fetvalar vermesi de
bu sebepten ileri gelmektedir.
Bu hadisi sahih
sayanlar bunun, genel olarak eti yenmesi haram yırtıcı hayvandan farkı olmayan
sırtlan etini yemeyi özel olarak mubah kıldığını ileri sürmektedirler. Bu görüşte
olanlar derler ki: Sırtlan dışında parçalayıcı dişi olan yırtıcı hayvanların
etini yemek haramdır. Bunların iddia ettikleri gibi aynı nitelikteki
hayvanlardan birinin istisnaî hükme sahip olacağı hususu islâm hukukunda
yeralmakta-dır. Allah'a harnededirim ki, bu güne kadar Kur'aıı hukukunda böyle
bir hükme rastlamış değilim. Ama kişilerin yorumları değişik olabilir.
Peygamber efendimizin konuyla ilgili olarak buyurmuş olduğu Cabir tarafından
rivayet edilen hadisin kelimeleri üzerinde düşünülecek olursa bu eleştirinin
yersiz olduğu anlaşılacaktır. Peygamber(s,a.s.) parçalayıcı dişi olan yırtıcı
hayvanlar sınıfındaki kurt, aslan, kaplan ve pars gibi hayvanlardaki
niteliklerden sadece biri kendisinde bulunmaktadır. Sırtlanda parçalayıcı
dişler vardır. Ama o, yırtıcı adî hayvanlardan değildir. Yırtıcı hayvanlar
parçalayıcı dişi olan hayvanlar içinde ayrı bir yere sahiptirler. Yırtıcı
hayvanların etlerinin haram kılınmasının nedeni, bu hayvanların etlerini
yiyenin de yırtıcılıkta bunlara benzeyeceği sebebinden ileri gelmektedir. Zira
insan hangi hayvanın etini yiyecek olursa onun tabiatına sahip olur. Şüphesiz
ki kurt, aslan, kaplan ve parstaki yırtıcılık kuvveti sırtlanda mevcut
değildir. Bu nedenle yasaklık açısından bunları aynı konuma sokmak doğru
değildir. Ne lügat, ne de örf açısından sırtlan, yırtıcı hayvanlardan
sayılmamaktadır. Yine de doğrusunu Allah bilir.[117]
Huzeyme bin Sabit'in,
kendisinden daha faziletli kimselerin bulunmasına rağmen yapmış olduğu
şahitliğin iki kişinin şahitliğine bedel olduğu hususuna gelince şüphesiz ki
bu, onun özelliklerinden biridir. Buna göre Huzeyme'nin, gerek Rasulüllah
huzurunda gerek başkalarının yanında yapacağı şahitlik, iki kişinin
şahitliğine bedel olarak kabul edilmiştir. Bu da onu, istisnaî bir statüye
sahip kılan belirli bir nedenden ötürü olmuştur. Şöyle ki: Huzeyme,
Rasulullah'ın yanında başka bir sahabî yokken O'nun bir A'râbi ile
biat-leştiğine şahitlik etmeleri farz olmaktadır. Ki bu da imanın ve
Rasulullah'ı tasdik etmenin gereklerindendir. Bu hüküm, her müslümanın
nazarında sabit olan bir hükümdür. Huzeyme'ye gelince o bir belirli kaziyyenin
her haber vereceği hususta geçerli olacağını idrâk etmiştir. O'nun ilâhî
hükümlere ilişkin vereceği haberlerle başkalarından nakledeceği haberler
arasında bir ayırım yapılmaksızın hepsine inanılması gerekmektedir.
Huzeyme,
Peygamber(s.a.s.)in A'râbî ile biatleştiğine başka sahabîlerin bulunmaması
nedeniyle şahitlik etmiştir. Onun tek başına yapacağı şahitliğin iki kişinin
şahitliğine bedel olması bu sebepten ötürüdür.[118]
Ebû Bürde bin Neyar'ın
kurban olarak oğlak kesmesinin yeterli olduğu hususuna gelince bu da özelleyici
bir sebepten ötürü olmuştur. Şöyle ki: EbÛ Bürde, geçerli olacağı kanaatiyle
kurbanını bayram namazından Önce kesmişti. Peygamber efendimiz, vaktinden Önce
kesilen kurbanın kabul edilmeyeceğini, bunun sadece yemek için kesilmiş bir hayvan
olacağını kendisine haber verdiğinde Ebû Bürde, yeniden kurban kesmek istedi.
Ne ki yanında oğlaktan başka bir hayvan da yoktu. Bu oğlak ta kendisinin
gözünde iki koyundan daha kıymetliydi. Bu nedenle Peygamber efendimiz, mazereti
olduğu gerekçesiyle oğlak kesmenin kurban yerine geçerli olacağını söylemişti.
Ebû Bürde, kurbanın namazdan önce kabul edileceğini zannettiği için kesmişti.
Tabiî bu anlatılan
olay, kurbanla ilgili hükmün yerleşmesinden önceydi. Hükmün yerleşmesinden
sonra sadece şe-riate uygun nitelikleri taşıyan hayvanlar kurban olarak kesilebilecektir.
Başarı Allah'tandır.[119]
Gece namazlanyla
gündüz namazlarının kıraatlerini sesli ve sessiz olarak birbirinden
ayrılmasına gelince bu da son derece münasip ve hikmete uygundur. Şundan ki
gece, seslerin, gürültülerin, hareketlerin sükûn bulduğu, kalplerin dünya
meşgalesinden arındığı; gündüzün dağınık vaziyetteki yöneliş ve kasıtlarının
bir araya gelip toparlandığı bir zamandır. Gündüz ise, uzun meşguliyetlerin
kalbi ve bedeni işgal ettiği bir zamandır. Gece kalbin dile, dilin de kulağa
baskın geldiği bir zamandır. İşte bu sebepten ötürü sabah namazlarındaki
kıraati, diğer namazlardakine nispetle daha fazla uzatmak sünnet olmuştur.
Peygamber (s.a.s.), sabah namazında Bakara sûresini okurdu. Hz. Ömer (r.a.) de,
sabah namazında Nah, Hûd, Beni İsrail, Yunus ve benzeri sûreleri okurdu. Çünkü
uykudan yeni uyanıklığında kalp, meşguliyetlerden arınmış bir vaziyette
bulunur.
Bu esnada duyduğu ilk
sözler hayırlı sözler olunca onları tam olarak telakki eder. Ve hiç zahmet
çekmeksizin onları idrâk eder. Gündüze gelince o, geceye zıt olduğundan ötürü
gündüz kılınan namazların kıraatleri sessiz olmalıdır. Ancak bazı geçici
sebeplerden ötürü bu süre içinde kılman namazların kıraatleri sesli olabilir.
Meselâ bayram, cuma, yağmur, güneş ve ay tutulması namazlarında büyük cemaatler
teşekkül ettiği için bu namazlarda kıraatin sesli olması icab eder. Bu tür
namazlarda kıraatin sesli olması maksadı hasıl etmek, cemaate fayda vermek
açısından daha güzel ve daha mükemmeldir. Bu namazlarda okunan Allah kelâmını
yüksek ;>esle okuma halinde cemaate ilâhî mesajı ulaştırmak daha kolay
olur. Ki bu da risaletin en büyük amaçlarından biridii. Yine de doğrusunu Allah
bilir.[120]
Derecesi her ne kadar
uzak olsa da amcaoğlunun oğlu kişiye mirasçı oluyor da, annesinin Özkardeşi
olan teyze mirasçı olamıyor. Bunun sebebi nedir?
Evet gerçekten de
islâm hukukunda bu hüküm mevcuttur. Ki bu da islâmiyetin olgunluk ve
üstünlüğünden ileri gelmektedir. Zira amcaoğulları, kişinin akrabaları ve
asabesi olduğundan yeri geldiğinde ona yardım eder, onu korur, onu savunur. Ve
Allah korusun bir cinayet işlediğinde de ödeyeceği diyeti üstlenir. Kişinin
baba tarafından gelen akrabaları kendisinin velileri, asabesi ve
koruyucusudurlar. Ana tarafının yakınlarına gelince bunlar, yabancı
sayılırlar. Çünkü bunlar, kendi babalarının sülalesine mensupturlar. Bunlar,
kişinin kızını gelin ettiği hısımlarının mesabesindedir-ler. İslâmiyet, hikmet
gereği olarak kişinin mirasını baba tarafından olan akrabalarına vermekle
onları ana tarafından olan akrabalarına tercih etmiştir. Kişinin aynı karından
çıktığı kardeşleri veya anneannesi gibi doğumuna vesile olan yakın akrabaları
da baba tarafından olan akrabalarıyla birlikte mirasa ortak olabilirler. Baba
tarafının akrabaları mevcut olmadığında miras ana tarafının yakınlarına
intikal eder. Bunlar, yabancılara oranla kişinin mirasına daha lâyıktırlar,
îşte islâmiyetin getirmiş olduğu bu hükümler daha güzel ve daha adilanedirle.[121]
Şeriat koyucusu,
başkalarının gönül nzası olmadan mallarını almayı yasaklamıştır. Bundan sonra
şuf a nizamını koy; makla da şuf a hakkına sahip kimseleri başkalarının mallarına
ve arazisine musallat kılmıştır. Ortaklık malların paylaşılması halinde
doğacak zararlardan kurtulmak için de şufayi devreye sokmuştur. Yalnız bazı
ortaklık malların paylaşılması mümkün iken, cevherler ve cani hayvan gibi diğer
bazılarının paylaştırılması mümkün değildir. îşte şuf a, paylaştırılması mümkün
olan mallar için geçerlidir. Paylaştırılması mümkün olmayan mallar için
geçerli değildir. Yani menkul mallarda geçerli olmayıp, gayr-ı menkullerde
geçerlidir. Bu hususta îslâm hukukunu eleştirenler, eleştirilerini iki yönde
yoğunlaştırılmaktadırlar.
1- Şuf a vasıtasıyla mal edinenlerin gönül nzası olmadan
mal edindikleri gerekçesiyle haram işlediklerini söyleyerek şuf ayı temelden
eleştirmektedirler.
2- Ortaklar arasında palaşamama gibi şuf ayı gerekli kılan
bazı sebeplerden ötürü de olsa birtakım mallar şuf aya tabi tutulmamışlardır.
Allah'a hamdedip O'ndan yardım dileyerek bu iki eleştiriyi cevaplandırmaya
çalışacağız. Şöyle ki:
İslâm dini, kulların
maslahatlarını temin etmek ve adaleti gerçekleştirmek amacıyla şuf a nizamını
getirmiştir. Zaten bundan başkasını yapması da düşünülemezdi. Şeriat koyucusu
hikmet gereği olarak, mükelleflerin omuzundaki sıkıntı ve zararı mümkün mertebe
kaldırmıştır. Mükellefin omuzundaki zarar ve sıkıntılar, daha büyük zarar ve
sıkıntılarla kaldırabilecekse bu durumda eski zarar ve sıkıntı olduğu gibi
bırakılır. Eğer daha az bir zarar ve sıkıntıyla kal-dırılacaksa elbetteki az
zarar göze alınarak büyüğü ortadan kaldırılır. Ortaklıkta çoğunlukla
anlaşmazlık ve zarar kaynağı olduğundan, ortaklar bazan birbirleriyle anlaşamaz
ve birbirlerine karşı haddi tecavüzde bulunurlar. Noksanlıklardan münezzeh
yüce Allah ta bu zararı kaldırmak için şu hal çaresini yaratmıştır. Ortaklar
arasında bir anlaşmazlık vu-kubulduğunda bunlar, bazan mallarını paylaşarak
hisselerini kendi hükümleri altına alırlar. Bazan da şuf a nizamına dayanarak
ortaklardan biri diğerinin hissesini satın alır.
Böylece de ortaklık
olan mal, tek kişinin kontrolü altına girmiş olur. Tabii bunu yaparken de
hissesi satılan kişiye zarar dokundurmamak gerekir. Ortaklardan birinin
hissesini satıp parasını almak isterse elbetteki diğer ortak bunu almaya,
yabancılara nispetle çok daha lâyıktır. Ortaklardan hangisi dilerse hissesini
diğerine satıp karşılığını alabilir. Bu durumda diğer ortak, karşılığını
Ödeyerek malı satın almaya yabancılara nispetle daha fazla hak sahibidir. Bunu
yapmakla da ortaklar arasındaki anlaşmazlık ve zarar giderilmiş olur. Malını
satan da karşılığını aldığı için zarar etmiş sayılmaz. İşte bu, islâm dininin
en adil ve en muhkem taraflarından biridir. Ki bu uygulama akıl, fıtrat ve
kulların maslahatına fazlasıyla uygundur. Şu halde ortağının şuf a hakkını
zayi etmek için hilelere başvurmak bu yüce anlama ters düşer.
Şeriat koyucunun şuf a
nizamını vaz'etmekle ortadan kaldırmayı kasettiği zararı anlayıp yorumlama
hususunda bilginler görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bazıları, demişler ki: Bu
zarar, ortakları birinin, ellerindeki gayr-ı menkulü paylaştırmak istemesi
halinde diğer ortağının sıkıntıya düşmesidir. Çünkü büyük çaptaki bir gayr-ı
menkul, paylaşıldığı takdirde yer küçülür... Meşakkat artar... Bu ev ise oturmaya
elverişli olmaz... Ama bu mal paylaşılmadan önce ortaklardan biri gayr-ı
menkulün dilediği bir tarafında barınabilir veya çalışabilirdi. Araya sınır
girince ev daralır, tarla küçülür, bir kısıtlama içine girilmiş olur. Ki bu da
gizlenmesi mümkün olmayan açık bir zarardır. İşte şeriat koyucusu hikmet ve
merhametin gereği olarak bu zararı ortadan kaldırmak için ortaklardan birinin
hissesini satmayı dilemesi halinde diğer ortağın bunu almaya, yabancılara
nispetle daha fazla hak sahibi olacağını hükme bağlamıştır. Şeriat koyucu,
ortaklardan birinin diğerinden izin almaksızın kendi hissesini satmasını
yasaklamıştır. Ortağından izin almaksızın malını satacak olur da ortağı bunu
duyarsa alışverişi bozup kendisi o mala yetkili olur. Eğer satarken ortağından
izin istediğinde, "Benim bu mala ihtiyacım yok" der de bundan sonra
malı satarsa artık ortağın alışverişi feshettirip o malı talep etmeye hakkı
kalmaz. İşte Rasulüllah'ın bu konuda vermiş olduğu hükmün gereği budur. Buna
hiçbir açıdan itirazda bulunulmaz. Kesin doğru budur, Şuf a nizamı, sadece
pay-laşılabilir mallarda geçerlidir, diyenlerin görüşü bu doğrultudadır.
Bir başka gurup ta
konuyla ilgili görüşlerini şu şekilde beyan etmiştir: Şuf a, ortaklığı gelecek
zararları gidermek için vaz'edilmiş bir nizamdır. Miras, hibe, vasiyet veya satın
alma yoluyla bir mala ortak olan iki kişiden birinin zararını gidermek,
diğerinin aleyhine ise bu mümkün değildir. Şu halde bunlardan biri kendi
hissesini satacak olursa, diğer ortak bunu satın alma hususunda yabancılara
nispetle daha fazla hak sahibidir. Zira bunda bir ortağın zararı giderilirken,
diğerinin zarara girmemesi esas alınmaktadır. Malını satan ortak, karşılığını
aldığı için zarara girmemekte, diğerini de verdiği bu paraya karşılık mal
sahibi olduğu için zarara girmiş olmamaktadır. Bu, şuf anın hayvan, elbise,
ağaç, mücevher, küçük ev gibi paylaşılması mümkün olmayan eşyalarda geçerli
olduğunu ileri sürenlerin yöntemidir. Yine bu yöntem Mekkelilerin, zahiri
alimlerinin ve İmam Ah-med'in de benimsediği bir yöntemdir. İki kişi arasında
ortaklı bir havanın durumuna ilişkin olarak İmam Ahmed'e sorulduğunda şöyle
demişti: "Evet bu, gerçekten de şufanın kapsamına girer." Bu durumda
ortaklardan biri, kendi hissesini satacak olursa diğeri bunu almaya hak
sahibidir. Satmak isteyen kişi önce ortağına teklifte bulunur. Ortağı satın
almak istemezse başkasına satabilir. İsmail bin Said der ki: "İmam
Ahmed'e şöyle bir soru yönelttim:
"Ya Ahmed. Bir
hurmalık veya bir akarda iki kişi ortak olur da bunlardan biri hissesini satmak
istediğinde ortağına teklifte bulunur, ortağı da satın almak istemezse bundan
sonra hisse sahibi, hissesini satarsa şuf a davasında bulunabilir mi,
bulunamaz mı? İmam Ahmed, cevap olarak, şuf a davasında bulunabileceğini
söyledi. İmam Ahmed, bu cevabı verirken de Cabir (r.a.) nın rivayet etmiş
olduğu şu sahih hadisi kendisine delil edinmişti. Cabir der ki:
"Rasulullah (s.a.s) paylaşılmayan bütün mallarda da şufanın geçerli
olacağı hükmünü de vermiştir. [122]
îşte bu hüküm hem menkulleri hem de gayr-ı menkulleri kapsamına alır.
Kitabü'l-Haraç'ta
Yahya bin Adem, Züheyr'den o da Ebû Zübeyr'den, o da Cabir (r.a.).den rivayetle
der ki: Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Bir kişinin
kendi hurmalığı veya evi, veya dükkânında ortağı bulunursa, ortağından izin
almadan hissesini satması caiz değildir. Ortağı beğenirse hissesini satın alır.
Beğenmezse bırakır."
Tirmizi'de de
Abdülaziz bin Rafî'den o da İbni Ebi Me-like'den, o da îbni Abbas (r.a.) tan
rivayet ederek der ki: Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
"Ortak şuf'adır.
Şufa herşeyde geçerlidir."[123] Ebû Hamza es-Sükkerî bu hadisi bu senedle tek
başına Abdülaziz bin Refi'den rivayet etmiştir. Ebü-Ahvas Selam bin Sü-leym de
bu hadisi Abdülaziz'den rivayet ederken İbni Ab-bas'm adını anmamıştır. Ebül
Ahvas'ın rivayet ettiği metin de şöyledir: "Rasulullah, şuf anın herşeyde
geçerli olduğuna hükmetti: Arazi, ev, cariye ve hizmetçilerde de şuf anın sözkonusu
olduğunu bildirmiştir.
Ebû Bekr bin Iyaş ve
İsrail bin Yunus ta bu hadisi Abdü-laziz bin Refi'den Mürsel [124]rivayet
etmişlerdir. Ki bu da zikretmiş olduğumuz bu hadis için bir illet sayılır. Ebû
Hamza, sika ravilerdendir. Onun sika (güvenilir) bir ravi olduğunu hem Buhari,
hem de Müslim kabul etmiştir. Eğer bizler. Ebû Hamza'mn sika bir ravi olduğunu
kabul edersek bu hadis, illetli olmaktan çıkıp sahih olur. Yoksa bu hadisi,
sa-habilerin haberleriyle celi kıyas nakledebilirdi.
Ebû Cafer et-Tahavî, Rasulüllah'ın
her şeyde şuf a ile hükmettiğini rivayet eder. Bu haberin de ravileri
güvenilir kimselerdir. Ne ki bu rivayet garip senedlidir.
Bazıları derler ki:
Paylaşılmayan ortaklık mallarından ötürü doğan zararlar, akar gibi paylaşılır
ortaklık mallardan doğan zararlara nispetle daha ağırdırlar. Eğer şeriat koyucusu
zararı ortadan kaldırmak istiyorsa, büyük zarar dururken küçük zararı ortadan
kaldırması doğru olur mu? Akar ve diğer paylaşılır mallarda şuf anın geçerli
olacağını bildiren hadisler aslında, paylaşılmayan mallarda da şuf anın geçerli
olacağını ikaz etmektedirler.
Bazıları da derler ki:
Hukukta aslolan, kişinin razılığı olmadan malını almamaktadır. Ama bu prensip,
sözkonusu nasstan Ötürü arazi ve akarlarda uygulanmamaktadır. Bu nas-sın sabitliği
zayıf ve illetli rivayetlere dayanmaktadır. Sahih hadiste ise bir tarla veya
akar, ortaklar arasında ifraz edilip sınırlandırıldıktan sonra veya içinden yol
geçtikten sonra şuf a sistemine tabi tutulamaz, denilmektedir. Bu söz, şuf
anın sadece tarla ve akar gibi gayr-ı menkullerde geçerli olduğuna delalet
etmektedir. Cabir'in peygamber efendimizden rivayet etmiş olduğu: "Tarla,
ev, dükkân veya duvar gibi mallarda şuf a geçerlidir." Hadisi şerifi de
şuf anın sadece bu sayılan gayr-ı menkullerde geçerli olduğunu ifade
etmektedir. Hz. Osman (r.a.)ın, "Kuyu ve hurmalıklarda şuf a yoktur.
Araya konulan sınır ve işaretler de şuf ayı kaldırır." dediği rivayet
edilmiştir. îmam Ahmed bin Hanbel de bu rivayetin sahih olduğunu söylemiştir.
Bazıları menkul mallarla gayr-ı menkul malların ortaklıklarından ötürü
doğacak zararların birbirinden farklı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bunlara
göre gayr-ı menkul ortaklıklardaki zararların sürekli olduğu menkul mallardaki
ortaklıklardan doğan zararlarmsa geçici olduğu bir gerçektir. Meselâ ölçülen
veya tartılan mallar üzerindeki ortaklıklardan anlaşmazlık doğduğu takdirde bu
anlaşmazlık gelip geçici olur. Ama bir tarla veya akarda ortak olan kimseler
arasında bir anlaşmazlık doğacak olursa bundan çıkan zararlar uzun süreli
olur. Eğer bu gayr-ı menkulleri ortak paylaşacak olurlarsa arada şu gibi
zararlar da doğar.
Ortaklardan biri
hissesini ayırmak isterse gayr-ı menkulde bazı değişiklikler yapmak icab eder.
Meselâ kişinin hissesine kısımda tuvalet yoksa tuvalet yaptırması, oturacak
odası yoksa oda yaptırması gerekecektir. Ki bu da birtakım masrafları
gerektirecektir. Buna ek olarak, geniş yerler da-ralacak, ma'mûr yerler harap
olacak, iki ortak arasındaki komşuluk ilişkileri bozulacak ve daha buna benzer
birçok zararlar meydana gelecektir. Ama bunun yanında köle, mücevher, kılıç
ve benzeri menkul mallar üzerindeki ortaklıklardan doğan zararlar sürekli
olmayıp geçicidirler. Dolayısıyla aralarında açık faktörler mevcuttur.
Şuf anın geçerliliğini
savunanlar derler ki: Prensip olarak başkalarının malını gönül rızası olmadan
almamak gerekir. Zira gönül rızası olmaksızın alınan mal, zulüm yoluyla
alınmış olur. Ki bununla da sahibine zarar verilmiş olur. Zulüm ve zarar
vermeksizin alınan mallara gelince bunda sa-habinin de faydası sözkonusudur.
Çünkü malının karşılığında almakta ve ortaklığın zararlarından da kurtulmuş olmaktadır.
Bu yolla şuf anın devreye girmesi şeriatin gereklerindendir, Zira şer'î
kurallar, ihtiyaç ve maslahatların karşılıklı olmasını emretmektedirler. Şayet
mal sahibi malının karşılığını almak istemese bile bu hakkı kendisine ödenir.
Çünkü malını karşılıksız olarak ortağına bırakması, kendisine bir zulüm ve
zarar olur. Ki şeriat sahibi bunu kesinlikle kabul etmemektedir. İslâmın hukuk
kaynaklarını inceleyenler, şeriat koyucunun, hissedarlardan birinin hissesinin
zulmen ortağına verilmesini ve hisse sahibinin zarara girmesine razı
olmadığını açıkça göreceklerdir. Zira bunda hisse sahibinin maslahatı bir yana,
zararı sözkonusu olmaktadır.
Menkul ve gayr-ı
menkul mallarda şuf anın geçerli olacağına ilişkin bazı rivayetler mevcuttur.
Menkul mallarda şuf anın geçerli olacağına ilişkin rivayetlerin sahih olmadığını
takdir edecek olsak bile bu, bizim anlattıklarınıza ters düşmez. Aksine şuf anın
bu gibi mallarda geçerli olacağına bir nevi işaret sayılırlar. Zararın
sürekliliği veya yokluğu meselesine gelince bu, geçersiz bir fark olur. Zira
bazı menkul mallar üzerindeki ortaklıklardan doğan zararlar bazan tarla ve
akar gibi gayr-ı menkul mallardaki ortaklıklardan doğan zararlar gibi sürekli
olabilir. Meselâ, kitap, kılıç ve mücevher gibi menkul mallardaki
ortaklıklardan doğan zararlar bazan gayr-i menkul mallardaki ortaklıklardan
doğan zararlar gibi sürekli olabilirler. Bunlardan doğan zararlar, her ne kadar
sonsuza dek devam etmeseler bile uzun bir süre devam ederler. Cariye ve
köleler üzerindeki ortaklıklardan
doğan zararlar gibi.
Bunların zararları kısa bir süre devam etse bile şeriat koyucusu bu zararları
gidermek için her türlü çareyi vaz'etmiş bulunmaktadır. Gayr-ı menkul mallardaki
ortaklıklardan doğan zararların çokluğu ile menkul mallardaki ortaklıklardan
doğan zararlar arasında bir ayırım yapılıyorsa Allah'a yemin olsun ki gerçekten
te akarlarda-ki ortaklıklardan doğan zararlar daha büyük boyutlara ulaşmaktadırlar.
Ancak bu zararları ortakların gayr-i menkulü paylaşıp herkesin kendi hissesini
almasıyla ortadan kaldırmak mümkündür. Menkul mallardaki ortaklıklardan doğan
zararları, bunları paylaşarak ortadan kaldırmak mümkün değildir. Çünkü bunlar,
tarla ve akar gibi paylaşılır cinsten mallar değildirler.[125]
Bir üçüncü gurup ta
şeriat koyucusunun kastettiği zararın, kötü komşuların ve akarlarla tarla
üzerindeki kötü ortakların meydana getirdikleri zararlar olduğunu ifade
etmişlerdir. Çünkü komşu, çoğu kez komşusuna kötülük ederek duvarım
yükseltebilir, evinin tozunu evine savurabilir, ışığın komşusuna gitmesine
engel olabilir, onun mahremini dikizleyebilir, gizliliklerini araştırabilir.
Böyle yapmakla da komşusuna türlü eziyetlerde bulunmuş olur. Bu durum karşısında
komşusu, onun kötülüklerinden emin olamaz. Bu saydığımız hususlar çoğunlukla
vukubulmaktadırlar. Oysa ki, komşunun komşuya karşı saygınlığı, hakkı ve
zimmeti vardır. Yüce Allah bunları kutsal kitabında da belirtmiştir. Cebrail
(a.s.)de Peygamber (s.a.s.) efendimize komşu hakkıyla ilgili olarak epey
vasiyetlerde bulunmuştur. Peygamber efendimiz de kişinin Allah'a ve ahiret
gününe tam bir şekilde iman etmiş olmasını komşusuna ikramda bulunması şartına
bağlamıştır. İmam Ahmed bin Hanbel der ki: Komşular üç sınıftır:
1- Sadece komşuluk hakkına sahip komşular: Akraba olmayan
zımmî komşular gibi. Bunların yalnızca komşuluk haklan vardır.
2- İki hakkı olan komşular: Akraba, olmayan müslüman
komşular gibi. Bunlar, hem müslümanlıfc hem de komşuluk hakkına sahiptirler.
3- Üç hakkı olan komşular: Hem Müslüman, hem de akraba
olan komşular gibi. Bunların komşuluk, akrabalık ve müslümanlık olmak üzere üç
hakkı vardır. Bu sınıflandırmayı ortaklar üzerinde tatbik etmesek bile
ortaklar da komşular gibi ortaklıktan doğan zararları gidermede aynı seviyede
ele alınabilirler. Özellikle şuf a konusunda komşuluk ta sözkonusu olduğundan
bu hükmü uygulamak gereklidir.
Zira ortaklar,
mallarım paylaştıkları takdirde, ikisi yanya-na oturan komşular gibi olurlar.
İşte şuf a bu oturan komşular gibi olurlar. İşte şuf a bu nedenle sırf gayr-i
menkuller üzerinde geçerli olmaktadırlar. Komşuluk olgusu, şuf anın-kine
nispetle daha sağlam temeller üzerine oturtulmuştur, Sa-hih-i Buhari'de Amr bin
Şerîd der ki: Misver bin Mahreme yanıma gelerek ellerini omuzuma koyup beni
Sa'd bin Ebî Vakkas'a götürdü. Kendisine dedi ki:
"Buna emretsen de
kendi arazisinde bulunan evimi satın alsa." Bende:
"Bu evi taksitle
400 dinara satın alırım. Daha fazla paraya alamam" dedim. O da:
"Beşyüz dinara
peşin alarak sana sattım," dedi. Ama ben buna yanaşmadım. Bunun üzerine
bana:
"Rasulüllah'm,
"Komşu, bitişiğindeki malı almaya daha fazla hak sahibidir," dediğini
işitmeseydim'ben de bu evi sana satmazdım," dedi. Amr bin Şerîd, başka
bir rivayette de babası Şerîd bin Süveyd es-Sekâfi'nin şöyle dediğini rivayet
eder:
Dedim ki: Ye
Rasulallah. Bir tarla ki, onda ne sınır vardır ne de ortak. Sadece bitişiğinde
komşu tarla sahipleri vardır. Buna ne buyurursunuz? Cevap olarak buyurdular ki:
"Komşu,
bitişiğindeki malı almaya daha fazla hak sahibidir."
Bu hadisi Tirmizî,
Nesaî ve İbni Mâce sahih bir sened-le rivayet etmişlerdir. Buharî de bunun
önceki rivayetten daha sahih olduğunu söylemiştir. Bunun yamsıra, "Yine
de her iki hadis bence sahihtir" demiştir.
Hasen, Semüret'ten
naklen der ki: Rasulullah (s.a.s) şöyle buyurdu:
"Ev komşusu,
bitişiğindeki evi satın almaya başkalarından daha fazla hak sahibidir."
Bu hadisi de Ebû Davud,
Tirmizî ve Nesaî
rivayet etmişlerdir. Bu hadisi Hasen, Se-müret'ten sahih bir yazı vasıtasıyla
işitmiştir. Yazılı belgeler eskiden beri günümüze kadar muamelelerde
geçerlidir. Sahabîler ve onlardan sonraki halifeler de yazılı belgelerle amel
olunabileceği hususunda icma etmişlerdir. însanlar ilim hususunda sadece
kitaplara ve yazılı belgelere dayanırlar. Kitaplara ve yazılı belgelerde
yazılı şeylere dayanıl madiği takdirde İslâm hukukunu tedvin etmek mümkün olmazdı.
Rasuluİlah (s.a.s.) de İslâm aleminin her tarafına mektup gönderir ve bu
mektupları alanlar da, nihayet bu bir yazıdır demeyerek onlarla amel ederlerdi.
Peygamber efendimizden sonra gelen halifeler de aynı yöntemi uygulamışlardır.
Günümüze dek insanlar da yazılı belgelere dayanarak muamelede bulunmaktadır.
Yazılı belgelerin geçersiz olduğu safsatasıyla sünnetleri reddetmek, batılın
da batılıdır. Hafıza, yanılmakta insana ihanette bulunabilir. Ama yazı, hiçbir
zaman ihanette bulunmaz. Katade, Enes'ten rivâyçt-le Rasulullah'ın şöyle
buyurduğunu söyler:
"Evin komşusu,
evi satın almaya başkalarına nispetle daha fazla hak sahibidir." [126]Bu
hadisi İbni Mace, İsa bin Yunus yoluyla Said'ten o da Katade'den rivayet
etmiştir. Ki bunların hepsi de güvenilir hadis imamlarındandırlar. Dört sünen
sahibi de Abdülmelik bin Ebi Süleyman el Harez-mi'den o da Atâ'dan, Atâ da
Cabir'den o da Abdullah'tan rivayetle Rasulullah'ın şöyle buyurduğunu
naklederler;
"Komşu, komşunun
mülkünü şuf'a yoluyla almaya daha fazla hak sahibidir. Eğer mülklerine giden
yol aynı ise ve bitişik komşu da hazır değilse satmak için o komşunun gelmesi
beklenmelidir." [127]
Bu sahih bir hadis
olup reddedilmesi mümkün değildir. Eğer denilse ki: Tirmizî, bu hadisle ilgili
olarak Abdülme-lik'in rivayeti hususunda Şu'be ile konuşmuştur. Veki'de
Abdülmelik'le ilgili olarak: "Eğer Abdülmelik, şuf'a hadisi gibi bir
başka hadis daha rivayet etmiş olsaydı onun bu rivayeti kabul edilmezdi,"
demiştir. Ahmed bin Hanbel de bu hadisin münker olduğunu ifade etmiştir. Yahya
bin Maîn de bunun, Abdülnıelik'ten başkasının rivayet etmediği bir hadis
olduğunu, insanların bunu kabullenmediklerini, ama Abdülmelik'in doğru sözlü ve
güvenilir biri olduğunu belirtmiştir. Bu hususla ilgili cevabımız şudur:
Abdülmelik bir hadis hafızı olup doğru sözlü ve güvenilir bir insandır. Hiç
kimse onu cerhetmemiştir. Kendi zamanının ve kendisinden sonraki devrin hadis
imamları da onu övmüşlerdir. Kendisinin rivayetini benimsemeyenler bu hadisin
şu aşağıda nakledeceğimiz hadise muhalif olduğunu zannettiklerinden
reddedilmişlerdir.
Zührî, Ebû Seleme'den,
o da Cabir'den rivayet ederek peygamber efendimizin şöyle buyurduğunu nakletmiş
tir:
"Paylaşılamayan
mallarda şuf'a vardır. Araya sınır girer ve aradan yol geçerse şuf'a
kalmaz." Abdülmelik tarafından rivayet edilen hadisin, Zuhri'ninkine
muhalif olduğu düşünülemez. Bu hadis Cabir'den Ebû Seleme'ye ondan da Zühri'ye
sahih olarak nakledilmiştir. İbni Güreye de Ebû Zübeyr'den, Yahya bin Ebî Kesîr
de Ebû Seleme'den bu hadisi sağlam bir senedle nakletmişlerdir. Abdülmelik ise
onlara muhalefet etmiştr. İşte bu sebepten ötürü hadis imamları Abdülmelik'in
bu hadisini reddetmekte ve onu Zühri, İbni Cüreyc ve Yahya bi ı Ebu Kesîr'in
rivayetlerine tercih etmemişlerdir. Mühennâ bin Yahya eş- Şâmi der ki: Abdül
Me-lik'in rivayet ettiği hadis hakkında Ahmed bin Hanbel'in fikrini sordu.
Bana dedi ki:
"Bu hadisi Şu'be
ink.tr etmiştir."
"Neden inkâr
etmiştir?"
"Zührî'nin Ebû
Seleme'den, onun dâ Cabir'den rivayet etmiş olduğu hadis, Abdülmelik'in
Atâ'dan, Atâ'mn da Cabir'den rivayet etmiş olduğu hadise muhaliftir.İşte bu
nedenle Şu'be, Abdülmelik'in hadisini inkâr etmiştir Yakında Abdülmelik'in
rivayet etmiş olduğu hadisin, Ebû Seleme'nin rivayet etmiş olduğu hadisle
çelişmediğini, aksine Abdülmelik'in rivayet ettiği hadisin anlamının, Ebû Seleme'nin
rivayet etmiş olduğu ve Cabir'in de nakletmiş olduğu hadisin anlamıyla uyum
içinde olup birbirlerini tasdik etmekte olduklarını izah edeceğiz. Cabir bin
Abdülhamid, Mansur'dan o da Hakem'den naklen Hz. Ali ve Abdullah bin Abbas'ın
şöyle dediklerini rivayet etmektedir; "Rasulüllah, komşular için Şuf ayla
hükmetti." [128] Bu
rivayet her ne kadar munkati ise de Sevrî bunu, Mansur'dan o da Hakem'den
rivayet etmiştir. Bunu her ne kadar tek başına bir delil olarak ele almazsak
bile beyyine olarak ele alabiliriz.
îbnî Mace'nin
Sünen'de, kadı Şüreyk'in Semmâk'tan, o da İkrime'den, İkrime de İbni Abbas'tan
rivayetle peygamber efendimizin şöyle buyurduğunu nakletmektedir:
"Bir kimsenin
arazisi olur da onu satmak isterse önce komşusuna teklif etsin." Bu
senette adı geçen raviler, sahih hadis kitaplarında da güvenilir olarak kabul
edilen kimselerdendirler. Nesaî'nin süneninde Ebû Zübeyr, Cabir'in şöyle
dediğini rivayet eder. "Rasulüllah, komşular için Şuf a ile
hükmetti." Buna da Fadl bin Musa eş-Şeybâni, Hüseyin bin Vakıd'dan o da
Ebû Zübeyr1 den rivayet etmiştir. Şuayb bin Eyyüb es-Şarifini der ki: Ebû
Ümame, Said bin Ebu Hru-bet'ten, o da Cpbir ti ı Abdillah'tan rivayet ederek
bize dedi ki:
Rasulüllah (s.a.s j
şöyle buyurmuştur:
"Bir kimsenin
duvarında bir ortağı veya komşusu olursa onu bu komşu veya ortağına teklif
etmeden satmasın." Bu ravilerin de hepsi güvenilir kimselerdendiler. Yalnız
bu hadisin senedinde bir illet vardır ki o da Tirmizi tarafından şu şekilde
izah edilir: "Buhari'nin şöyle dediğini işittim" "Süleyman el
İşkeriye'ye dair denilir ki: O, Cabir bin Abdullah'ın sağlığında vefat
etmiştir. Şu halde ne Katade, ne de Ebû Bişr ondan birşey duymuş değildirler.
Yine denilir ki: Katade, Süleyman el İşkeri'nin yazık varaklarına dayanarak
rivayette bulunmuştur. Ki Süleyman'ın da Cabir bin Abdullah'tan nakletmiş
olduğu hadisler o varakalarda kayıtlı idi. "Ben de Buhari'ye dedim ki:
Süleyman el İşkeri'nir rı-vâyet ettiği hadisler, yazılı bir belgeyle ortada
bulunduklarına göre bunlara hüccet olarak tutunabiliriz. Yine Buharı dedi ki:
Muhammed bin Imran bin Ebu Leylâ, babasından o da Nafi'den, Nafi de İbni
Ömer'den rivayet ederek Rasulullah'in (s.a.s.) şöyle buyurduğunu
nakletmişlerdir.
"Komşu,
bitişiğindeki malları almaya daha fazla hak sahibidir-" [129]İbni
Ebû Şeybe de der ki: Vaki Hişami bin Mu-ğire'den, Hişanı'dan Şa'bî'den rivayet
ederek Resulüllah'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Şuf'adar,
komşudan önce gelir. Komşu da bir öteki komşudan önce gelir." [130]
Hişam'ın bu hadisi
Şa'bî'ye isnad etmesi sahihtir. Bazı fi-kıhçılar demişler ki: Komşunun hakkı,
diğerlerininkine nispetle de daha fazladır Ortağın Şuf a hakkı nasıl sabitse,
komşunun da şuf a hakkı aynı şekilde sabittir. İnsanların bir kısmı komşuların
karşı haddi aşarak eziyette bulunmakta, aralarında düşmanlıklar
peydahlanmaktadır. Ki bu da sürekli bir zarara neden olmaktadır. Bu zararı
önelemek te komşuyu razı etmekle mümkün olur. Komşu bitişiğindeki maIın
başkasına satılmasına razı olursa ne âlâ. Aksi takdirde parasını ödeyerek
bitişiğindeki malı satın alır. Ve başkalarının eziyetinden de kurtulur. Komşu
veya ortak başkalarının kendisine eziyet edeceğinden korkup endişe ederse şuf a
sistemini devreye^ koyarak bitişiğindeki malı satın alır. Şufa nizamını icar
anlaşmazlıklarında devreye koymak mümkün değildir. Zira icar işlemlerindeki
anlaşmazlıklardan doğan zararlar sürekli değildirler. Ayrıca icar, malın aslını
değil de sadece menfaatini satın almakla demektir. Mal yine asıl sahibinin
mülkiyetinde kalmaktadır. Şu halde icar işlemiyle bahsini yapmakta olduğumuz
mesele arasında fark vardır. İcar'da mülkler komşu olmamaktadırlar. Şu halde ortaklıklarda
veya komşulardaki şuf a sistemini icar işleminde devreye koymak mümkün
olmamaktadır. Şeriat koyucu hikmet ve inayetinin bir sonucu olarak kullarının
maslahatını gözönüne alarak insanlar arasında bu nedenlerden ötürü doğan
zararlar şuf a sayesinde giderilmiş olmaktadır. Malını satan kişi, karşılığını
aldığından, parayı ödeyen de mal sahibi olduğundan ötürü her ikisi de zarardan
kurtulmuş olmaktadırlar. İşte şuf ayla ilgili olarak bigilerin nass ve kıyaslara
uygun görüşlerinin bir kısmını böylelikle sizlere sunmuş olduk.
Komşular arasında şufa
hakkını iptal eden fıkıhçüar derler ki: Bizler Rasulullah'ın hadislerini
birbirleriyle çalıştırmamaktayız. Sahihi Buhari'de Zühri'nİn Ebû Seleme'-den,
Ebû Seleme'nin de Cabir'den rivayet etmiş olduğu hadisi şerifte Cabir der ki:
"Rasulullah
{s.a.s.), paylaşılmayan mallarda şuf anın varlığına hükmetti. Bir tarla veya
akar paylaşıldıktan sonra sınırlandırılır ve yollar ayrıldıktan sonra şufa söz
konusu edilmez. [131]
Sahihi Müslim'de de
Ebû Zübeyr, Cabir'den rivayetle der ki: "Resulüllah, ev, dükkân veya duvar
gibi paylaşılmayan mallarda şuf anın varlığına hükmetti. Ortaklardan biri
kendi hissesini satmak isterse, Önce ortağına teklifte bulunmak, ortağı
isterse bu hisseyi satın alır, istemezse almaz. Ortağından izin almaksızın
satar da ortağı bunu duyarsa alışveriş feshettirip bu hisseyi alma hakkına
sahip olur." [132]
Şafiî der ki: Said bin
Salim, İbni Cüreyc'den o da Ebû Zübeyr'den, Ebû Zübeyr de Cabir'den, o da
Peygamber efendimizden naklen şu hadisi rivayet etti:
"Paylaşılmayan
mallarda şufa vardır. Bir mal pay-laşıhpta araya sınır girdikten sonra şuf'a
yoktur"
Ebû Davud'un
Sünen'inde sahih bir senedle Ebû Hürey-re'den naklen Rasulullah'ın şöyle
buyurduğu rivayet edilmektedir:
"Arazi taksim
edilip araya sınır girdikten sonra şufa kalmaz."[133]
Muvatta'da da İbni
Şihap'tan, o da Said bin Müsey-yep'ten, Said te Ebû Hüreyre'den rivayetle
denilmektedir ki Rasulullah (s.a.s.), paylaşılmayan mallarda şufa olduğuna,
araya sınır ve yol girdikten sonra şufa uygulanmamasına hükmetti. Said bin
Mansur der ki: İsmail bin Zekeriyya, Yahya bin Said el-Ensarî'den o da Avf İbni
Abdullah'tan , Avf ta Abdullah bin Ömer'in oğlu Ubeydullah'tan rivayetle
Rasulullah'ın şöyle buyurduğunu anlatmıştır: "Tarla veya akar sınır
konulup herkesin hissesi belli olduktan sonra şuf anın hükmü kalmaz." [134] Ebû
Bekr bin Muham-med bin Amr bin Hazım, Osman bin Affan'dan (r.a.) rivayetle der
ki: "Bir arazi taksim edilip sınırlandırıldıktan sonra şuf anın hükmü
kalmaz." İbni Abbas ta bu görüştedir.
Bazı fıkıhçılar derler
ki: Ortaklığa gelen zararlar, akarın içindeki binalardan ve diğer tesislerden
faydalanma zorluğu, hakları kullanmama, akarda meydana gelen değişiklikler,
paylaşılma nedeniyle mülkün değerinin azalması şeklinde sıralanabilir. Yüce
Allah, komşunun hukukunu ve değerini, ortağın hukuk ve değeriyle aynı
kilamamıştır.
Ortaklıkta, komşulukta
bulunmayan bazı haklar mevcuttur. Ortaklıkta mülkler birbirine karışıktır.
Komşuluktay-sa herkesin mülkü birbirinden ayrıdır. Bu nedenle ortaklardan her
birinin diğerinin üzerinde bazı hukukî istekleriyle engellemeleri mevcuttur.
Meselâ malı paylaşma gibi hukukî bir isteğinin olmasının yamsıra bir ortağın,
diğerinin ortaklık mülkü üzerindeki tasarrufunu engelleme yetkisi de vardır.
Ortaklık, istek ve engelemeye mahal olduğundan ötürü bazı istihaklara da mahal
olmaktadır. Bu husus, komşulukta sözkonusu değildir. Komşularının mülklerinin
birbirine karışma durumu olmadığından aralarında ihtilaf vukuunda bu açıdan
mümkün değildir.
Şuf ayı gerekli kılan
sebep, ortaklar arasında malı paylaşma hususundaki anlaşmazlıklardır. Yine
bunun gibi bir ortak kendi hissesini ortağından başkasına satacak olursa ona
ağır bir zarar ve külfet yüklemiş olur. Külfet ve zarar altında kalan ortakta,
bu alışverişi fesh ettirip ortağının satılan maolur. Bunu yaparken de ne
müşteriye ve ne de ortağına zarar vermeyecek bir yol takip etmelidir. Ama
ortağı hissesini hiç satmayacaksa bunu, zorla satın almaya yetkisi olmaz.
Zira ortaklar hukuk bakımından birbirlerine eşittir.
Yine bazı fıkıhçılar
derler ki: Şeriat koyucusu, komşusunun zararını gidermeyi amaçladığı gibi,
bitişikteki komşunun evini satın alan müşterinin de zararını gidermeyi
amaçlamaktadır. Müşteriye zarar vererek komşunun zararını gidermek doğru
değildir. Zira müşteri de çoluk çocuğuyla içinde barındırmak için bir eve
muhtaçtır. Müşteri evi satın aldıktan sonra komşulardan biri gelip onu evden
çıkaracak olursa bu durumda ona açıkça zarar vermiş olur. Böyle olunca da bir
kişi her nerede ev satın alacak olursa, o evin komşuları gelip kendisini evden
çıkarırlar. Ki bu durum, onu büyük sıkıntılara sokar. îşte şeriat koyucusu,
hikmet gereği olarak sınırlan belli, herkesin hissesinin kendi kontrolünde
bulunduğu mülklerde şuf ayı kaldırmakla, insanların birbirine zarar
vermelerini önlemiş olmaktadır.
Bu anlattığımız hüküm
komşuları ilgilendirmektedir. Ortaklara gelince böyle bir uygulama sözkonusu
değildir. Müşteri ortaklardan birinin hissesini satın almakla, o hisseden tek
başına yararlanma imkânına sahip olamaz. Bu durumda diğer ortak, o hisseyi
kendi mülküne satın alma yoluya katar. Müşteriye de verdiği parayı iade eder.
Ki müşteri de böylece zarar etmiş olmaz. Bazıları derler ki: Komşuluk şuf
asıyla ilgili hadisleri, ortaklık şuf asıyla ilgili hadislerin yorumlandığı
anlama yorumlayabiliriz. Böyle yapınca da bu hadislerde geçen komşu kelimesini
de ortak mânâsına yorumlayabiliriz. Çünkü ortaklardan her biri diğerinin
hissesine bitişik bulunduğu nedeniyle gerçekten de komşu sayılırlar. Ayrıca
bunların birbirine karıştığından ötürü yine komşu sayılırlar. Ki bu açıdan
zevce için de komşu kelimesini kullanmak doğru olur.
Nitekim şair A'şâ,
hanımına der ki:
"Ey komşu,
aramızdaki komşuluk bağını sen çözdün."
Ortağı komşu diye
adlandırmak daha uygun olur. Hamel bin Mâlik der ki: Ben iki komşu (yani iki
ortak) arasında idim. Bu sözde şuf ayı ispatlayıcı bir ifade vardır. Bu sözden
kasıt, komşuların yekdiğerleri üzerindeki haklarını dile getirmekse, şuf'ayı
ispat açısından delil sayılamaz. Hissesini satan ortak, diğer ortağına
teklifte bulunmak mecburiyetinde olduğundan, teklif etmeyip te sattığı
takdirde diğer ortağının bunu geri aldırıp kendine mülküne katma hakkı hangi
delile dayanıyor? Bu konuda serdedilen delilerin arasında ortak bir yol
bulabiliriz. Ki bu da Basralılaran ve diğer hadis alimlerinin görüşüdür. Şöyle
ki: iki komşu arasında yol, su ve benzeri müşterek bir hukuk mevcutsa bu
durumda aralarında şuf a hakkı da sözkonusu olur. Ama aralarında müşterek bir
hukuk bulunmaz da, herkesin mülkü kendi hükmünde olursa şuf a sözkonusu
değildir. İmam Ahmed bin Hanbel'den, kimlerin şuf a hakkına sahip olacağı
kendisine sorulduğunda şöyle demişti: "Eğer komşuların mülklerine giden
yol aynı ise aralarında şuf a hakkı vardır. Eğer arası sınır varsa, herkesin
hissesi kendi kontrolünde ise bu durumda aralarında şuf a hakkı olmaz. "
Ömer bin Ab-dülaliz, kadı Suvar bin Ubeydullah ve kadı Ubeydullah bin Hasen
el-Anberi de bu görüştedirler. İbni Mişiş, Ahmed bin Hanbel'in şuf ayla ilgili
olarak şöyle dediğini rivayet eder: "Basralılar derler ki: Komşulann
mülklerine giden yol aynı ise aralarında şuf a hakkı vardır. Tıpkı bizim bu
evimiz gibi." Abdülmelik'in Cabir'den rivayet ettiği hadis te bu
anlamdadır.
Küfe alimleri,
komşulann mülklerine giden yolların ayrı olması, herkesin mülkünün kendi
kontrolünde bulunması halinde de şuf anın uygulanabileceği görüşündedirler. Medine
uleması ise, müklere giden yolların aynı olması halinde de şuf ayı tatbik
etmeme görüşündedirler. Basralılar, mülklere giden yolların ayrı olması,
herkesin hissesinin kendi kontrolünde bulunması halinde şuf anın
uygulanmıyacağı "hususunda Medine alimlerine muvafakat ederler. Mülklere
giden yolların aynı olması halinde komşular arasında müşterek haklar bulunması
halinde şuf'anm uygulanacağı hususunda da Küfe alimlerine muvafakat ederler. Ki
en doğrusu ve adaletlisi de budur. Şeyhül-islâm İbni Teymiy-ye de bu hükmü
benimsemiştir.
Abdülmelik'in
Cabir'den rivayet etmiş olduğu ve bazılarınca münker olarak karşılanan hadis,
bu hususta gayet açık bir hüküm ifade etmektedir. Bu hadiste Rasulul-lah
(s.a.s.) şöyle buyurmaktadırlar: "Komşu, bitişiğindeki mülkü satın almaya
daha fazla hak sahibidir. Eğer mülkü satılacağı zaman komşu hazır değilse
gelmesi beklenir. Tabii iki komşunun mülküne giden yol aynı olduğu takdirde bu
hüküm uygulanır." Mülklere giden yollar aynı olduğu takdirde komşular
arasında şufa uygulanır. Yollar ayrı olduğu takdirde şufa uygulanamaz. Ayrıca
bir mülk, ortaklar arasında paylaştırılıp sınırlandırıldıktan sonra şuf anın
hükmü kalmaz. Abdülmelik'in rivayet etmiş olduğu hadis Ebû Seleme'nin rivayet
etmiş olduğu hadisin aynı olan bir anlam ifade etmektedir. Bunların biri,
diğerine muvafık olup birbirlerini doğrulayıcı mahiyettedirler. Hiçbir surette
aralarında bir çelişki sözkonusu değildir. Cabir (r.a.) konuyla ilgili hadisi
iki lafızla rivayet etmiştir. Ebû Seleme'nin Cabir'den rivayet etmiş olduğu
hadisin aynı anlamını ifade etmektedir. Ayrıca Abdülmelik'in rivayet etmiş
olduğu hadis, Cabir'in nakletmiş olduğu diğer hadislerin anlamıyla uyum
içindedir. Böyle olunca da konuyla ilgili olarak Rasulullah'tan nakledilen
hadislerin tümü birbirlerine muvafık olmakta, aralarında bir uyum sağlanmakta,
hamdolsun hiçbir çelişki de göze çarpmamaktadır. Buhar-i'nin rivayet ettiği Ebû
Rafiih hadisi de bu hadislere uyum sağlamaktadır. Bu hadis, mülklere giden
yolların aynı olması halinde komşular arasında şuf anın uygulanacağını ifade
etmektedir. Sahih kıyasta bu hükmü gerekli kılmaktadırlar. Zira komşuların
arasında müşterek hukuk ve mülk bulunması halinde şayet bir anlaşmazlık doğarsa
meydana gelecek zarar, ortaklık mallardaki anlaşmazlıklardan doğan zararlar
gibi olurlar.
Bu zararların da
kaldırılması hikmet gereğidir. Zararları giderirken de ne hissesini satana ne
de müşteriye sıkıntı vermemek icabeder. îşte bu yöntem, bütün görüşlerin en
mutedili ve adalete en yakın olanıdır. Bu hususta Hz. Ömer (r.a.) de» mülklerin
arasına sınır konulduktan sona şuf anın uygulanmıyacağım, sınır konulmadığı
sürece şuf anın uygulanacağını hükme bağlamıştır.
Hz. Ali (r.a.) de aynı
doğrultuda hükümler vermiştir. Komşularla ilgili şuf a hadisinin üzerinde
düşünenler bu hükmü sarahatle görebilirler. Yine bu hükmün ortaklar üzerinde,
komşularda uygulanan yöntemin aynısı ile uygulanmasının doğru olmayacağını da
anlayacaktır. Komşular arasında şuf aya ek bazı haklar da vardır.
Eğer dense ki: O bir
ve Ebû Hüreyre'den rivayet etmiş olduğu, "Mülkler ifraz edilip aralarında
sınır konulduktan sonra şuf a hakkı düşer." hadisini ele almak gerekir.
Bu görüşü
benimseyenler, mülke giden yolun ortak olması halinde şuf anın uygunalacağmi,
arada sınır olsa bile bunun şuf aya engel olmayacağını ileri sürmektedirler. Ki
bu da hadise muhalif bir görüştür. Buna verilecek cevabımız şudur: Yolların
ayrı olması, sınır koyma hükmündedir. Yollar ayrı olmadığı takdirde araya
sınır konulmuş sayılmaz. Şu halde araya sınır konulmuş ise mutlak olarak yollar
da birbirinden ayrılmış demektir. Bu durumda şuf a uygulanamaz. Doğrusunu
Allah bilir.[135]
Bazıları derler ki:
Şevvalin ilk günü oruç tutmak haram kılınmış, Ramazanın son günü ise oruç
tutmak haram kılınmamıştır. Oysa ki her iki gün de derece bakımından birbirlerine
eşittirler. Bunun sebebi nedir? Birinci mukaddime doğru, ikinci mukaddime ise
yanlıştır. Her iki gün, derece bakımından birbirlerine eşit değildirler. Her ne
kadar güneşin doğuşu ve batışı bakımından müşterek iseler de bunlardan birincisi,
Allah'ın farz kılmış olduğu oruç ayının son günüdür. Diğeri ise kulların
sevinçlerinin doruğa ulaştığı bayram günüdür. Bu günü Allah, oruçlarını tam
olarak tuttuklarından ötürü onlara bir mükafat olarak vermiştir. Bugün de
kullar, Allah'ın misafirleri olup kerem ve cömertlik sofrasından
rızıklanırlar. Böyle bir günde kullarına sunduğu nimetlerden istifade
etmelerini bu nimetlerden geri durmamalarım, ikramım geri çevirmelerini ister.
Oruç tuttukları takdirde haşa Allah'ın ikramını reddetmiş olurlar. Bu cümleden
olarak bir misafirin, ev sahibinin izni olmaksızın oruç tutması mekruhtur.
Ramazmın son gününü de oruçlu geçirmek, Allah'ın emrini tam olarak yerine
getirmek ve verilen görevi yüz alayla sonuçlandırmak olur. Ki bu da
is-lâmiyetin en güzel yönlerinden birini yansıtmaktadır.
Şevvalin ilk günü oruç
tutmanın haram olması şu sebepten ileri gelmektedir ki, Müslümanlar bu günde
Rabblerinin konuklarıdırlar. Kendilerine vermiş olduğu nimetlere karşılık
olarak şükran vazifesini yerine getirmelidirler. İşte bu sebeplerden ötürü
ramazanın son gününde de oruç tutmanın farz oluşu, şevvalin ilk günü haram
oluşu son derece beliğ ve güzel bir hükümdür.[136]
Bazıları derler ki:
Şeriat koyucusu, kız ve erkek kardeşlerinin kızlarını nikâhlamayı haram
kılmış, buna karşın dereceleri eşit olan amca ve teyze kızlarını nikâhlamayı
mubah kılmıştır. Bunun sebebi nedir? Burada birinci mukaddime doğru, ikincisi
yanlıştır. Çünkü bu iki akrabalar ne derece, ne örf, hukuk ve de akıl bakımından
aynı değildirler. Yüce Allah yakın akrabayla uzak' akrabayı hukuk, derece, akü
ve fıtrat bakımından birbirlerinden ayırmıştır. Eğer bunların dereceleri aynı
olsaydı kız evlatla teyze ve hala arasında da fark olmaması gerekirdi. Ki bu
da en fasit ve bozuk bir önermedir. Uzak akrabalar, yabancılar mertebesinde
olduklarından bunlara, yakın akrabaların hükmünü uygulamak maslahata uygun
olmaz. Bunu akıl ve fıtrat ta nor-. mal karşılamaz. İslâmm bu hükmüne muhalefet
edenler yani kız, ana, amca kızı ve teyze kızlarını nikahlama açısından aynı
seviyede görenler ya mecusidirler veya bu yasakları çiğneyerek kullara karşı
büyük bir saygısızlık göstermekte ve onları büyük bir sıkıntıya düşürmüş
olmaktadırlar. İnsanların özellikle Arapların çoğunluğu ya amcaoğullan veya
amcaoğullannm oğullarıdırlar. Eğer bu hükmü engelleyecek olursak insanlığa
büyük eziyet ve meşakkatler yüklemiş oluruz. îslâmın getirmiş olduğu hükümler,
hükümlerin en güzeli, selim akıllara ve düzgün fıtratlara da en uygun olanıdır.
Sonsuz övgüler, Alemlerin rabbi Allah'adır.[137]
Bazıları derler ki:
Şeriat koyucusu, eziyet göreceği nedeniyle hayızlı kadmla cinsel ilişki kurmayı
yasaklamşıtır. Aynı eziyete giren istahazeli kadmla cinsel ilişki kurmayı neden
yasaklamamıştır? Birinci mukaddime doğrudur. İkin-cisindeyse kapalılık vardır.
Bu sözden kasıt, eğer istihaze kanı görmekte olan kadının çektiği eziyetin,
hayız görmekte olan kadının çektiği eziyete eşit olduğu ise bu doğru değildir.
Yoksa eğer bu sözle, istihazeli kadının da kendine göre eziyete girdiği
kastediliyorsa bu, her iki kadının durumunun eşit olmasını gerekli kılmaz. Bu
durumda da söz-konusu eleştiri geçersiz olur. Şeriat koyucu, kendi hikmetinin
gereği olarak bu kanamaları birbirinden ayırdetmiş-tir. Zira hayızlı kadın
istihazeliye nispetle daha fazla eziyet görmekte, onunla cinsel ilişki kurmak
daha büyük zararlara yol açmaktadırlar. İstahaze kanı, kadının tenasül
organındaki bir damardan akar. Bu bir nevi burun kanı gibi sayılır. Bu kanın
akması zararlıdır. Kesilmesi de kadının sıhhatte olduğunu ispatlar. Hayız
kanıysa bunun tam tersinedir. Şu halde her iki kan ne hakikat, ne örf, ne
hüküm, ne de sebep bakımından aynı telâkki edilemezler. İslâmiyet, hikmetinin
mükemmelliğinden ötürü, mahiyet bakımından ayrı olan bu kanlan hüküm bakımından
da birbirinden ayırmıştır.[138]
Şeriat koyucusu bir
müd buğdayı, bir müd ve bir avuç buğday karşılığında satmayı haram kılmış; bir
müd buğdayı bir kafiz arpa [139]
karşılığında satmayı ise helâl kılmıştır. Bu hüküm, islâm hukukunun
güzelliklerinden birini yansıtmaktadır. Ki bunu da ancak üstün akıl sahipleri
anlayabilirler. Biz bu meselenin hikmetine zayıf akıllarımızın, kısır
ifadelerimizin elverdiği ölçüde işarette bulunmaya çalışacağız. İslâmiyetin
hikmetleri bizim akıllarımızın ve ifadelerimizin elbetteki üstündedir. Şunu
bilmek gerekir ki: Riba, açık ve gizli olmak üzere iki kısma ayrılır: Açık
olanı büyük zararlara neden olduğundan ötürü yasaklanmıştır. Buna göre
birincisi direkt olarak, ikincisi ise bilvesile yasaklanmıştır. Açık riba,
neie ribasıdır ki bunu cahiliye devrinde tatbik ederlerdi. Mesela bir kişi
borcunu ertelemek istediğinde ertelettiği süre nispetinde borcu artardı. Her
ertelettikçe de borcu kabarırdı. Ki ana parası yüz dirhem olan bir borç,
binlerce dirheme yükselirdi. Bu uygulamayı çoğunlukla çaresiz kalan yoksullar
yaptırırlardı. Alacaklının borç istemeyi erteleyip sabretmesi karşılığında
ona, fazla bir ödemede bulunması icab ederdi. Ki bu şekilde onun esaretinden
veya hapsetmesinden kurtulurdu. Böyle yapmakla da bir süre için borcunu
ödemekten kurtulurdu. Aslında bunu yapmakla zararı şiddetlenir, musibeti
büyür, borcu da kabarırdı. Bunun sonucunda da borç altında boğulurdu. Yoksul
kimse hiçbir fayda görmeksizin büyük borç altında ezilirdi. Tefeci de,
kardeşine bir faydası olmaksızın kendi malını arttırmış olurdu. Haksız yere
kardeşinin malım yer, onu büyük zararlarla karşılıştırırdı. Merhamet edenlerin
en merhametlisi, hikmet ve ihsanının gereği olarak ribayı haram kılmış,onu
yiyeni, yedireni, aradaki muameleyi yazıya geçireni, şahitlik yapanı
lanetlermştir. Ribayı terketmeyen kişinin Allah ve Rasulüne savaş açtığını ilân
etmiştir. Riba'dan başka hiçbir günah için böyle bir tehdit sözkonusu değildir.
Bu nedenle riba, büyük günahlardan da büyük bir günah sayılmıştır. İmam Ahmed
bin Hanbel'e, kesinlikle faiz olan . şeyin ne olduğu sorulduğunda şu cevabı
vermişti:
"Bir kişinin
başka birinden alacağı olur da, "Borcunu ödeyecek misin, yoksa borcunu
arttıracak mısın?" diye sorması, borçlunun da borcunu ödeyememesi halinde
vadeyi uzatıp borcunu arttırmasıdır."
Noksanlıklardan
münezzeh yüce Allah, ribayı sadakaya zıt, tefeciyi de sadaka verene zıt bir
kişi olarak ilân etmiştir.
"Allah faizi yok
eder de sadakaları arttırır." (Bakara: 2/276)
"İnsanların
mallarında artsın diye vermekte olduğunuz faiz, Allah katında artmaz. Ama
Allah'ın yüzünü (rızasını) isteyerek vermekte olduğunuz zekât ise işte
(sevaplarını ve gelirlerini) kat kat arttıranlar onlardır."
(Rûm: 30/39)
"Ey iman edenler,
faizi kat kat arttırılmış olarak yemeyin. Ve Allah'tan korkup sakının. Umulur
ki kurtulursunuz. Ve kâfirler için hazırlanmış olan ateşten sakının (Ali
İmran: 3/130-131)
Bundan sonraki ayette
de sevinç ve sıkıntı anlarında Allah yolunda harcamada bulunan takva sahibi
kimseler için de cennetin hazırlandığı bildirilmektedir. Bu vasıftaki
mümijilçr, elbetteki tefecilere zıttırlar. Kemal sıfatlarıyla muttsğif yüce
Allah, insanlar için zulüm olan ribayı yasaklamış, insanlara iyilik ve ihsan
olan sadakayı ise emretmiştir. Buharî ve Müslim'in sahihlerinde İbni Abbas ,
Üsame bin Zeyd'den rivayet ederek Peygamberin (s.a.s.) şöyle buyurduğunu
anlatmaktadır: "Riba ancak nesiede vardır." [140]
Yani riba, borçları
erteleme karşılığı olarak borç arttırmada vardır. Bu hadis-i şeriften maksat,
tam ribanm nesiede olacağı kastedilmektedir. Nitekim yüce Allah ta tam müminlerin
vasıflarını anlatma sadedinde şöyle buyurmaktadır:
"Müminler ancak o
kimselerdirler ki: Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir. O'nun ayetleri
kendilerine okunduğunda imanlarını arttırır ve yalnızca rablerine tevekkül
ederler. O namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızik olarak verdiklerimizden
infak ederler. İşte gerçek müminler bunlardır." (Enfal: S/2-4) . Abdullah
îbni Mes'âd (r.a.) da tam ve gerçek alimi tanımlarken, "Gerçek alim odur
kî Allah'tan korkar," demiştir. [141]
Ribay-ı fazlın haram
kılınması sedd-i zerai türünden-dir. Nitekim bu husus, Ebû Saidi Hudrî'nin
Peygamber (s.a.s.) den rivayet etmiş olduğu hadisi şerifte de açıkça
belirtilmektedir:
"Bir dirhemi iki
dirheme satın almayın. Çünkü ben riba yapmanızdan korkarım."
Buradaki rima
kelimesi, riba ile eş anlamlıdır. Peygamber efendimizin, Müslümanları ribay-ı
fazl'dan menetmesi, onların ribay-ı nesie yapmalarından korktuğu içindir. Şöyle
ki: Bir dirhemi iki dirheme satın alma konusunu ele alalım. Bir kimse durup
dururken bir dirhemi iki dirheme satın almaz. Satın aldığı takdirde, alınanla
verilen arasında ya- cins farkı olur veya alınan dirhem daha düzgün olur. Veya
sikkesi sağlam olur. Veyahut ta gramı ağır olur. Ve buna benzer daha bazı
özellikleri olabilir. İşte bunu böyle yapana kişi vadeli bir kazancı peşine
çevirmiş olur. Ki bu da ribay-ı nesienin aynısıdır. Bu, ribay-ı fazlın haram
kılınması için çok yakın bir sebeptir. Şeriat koyucusu, hikmet gereği olarak,
insanları harama götürücü bu yolları kapamış; onların bir dirhemi iki dirheme
peşin veya vadeli satmalarını yasaklamıştır. Ki bu da akla yatkın bir
hikmettir. Bu yasak sayesinde insanların zarara girmesi önlenmiş olmaktadır.
Bu husus açıklığa kavuştuktan sonra sözümüz odur ki: Şeriat koyucusu altın,
gümüş, buğday, arpa, hurma ve tuz olmak üzere altı cins eşyada ribay-ı fazlı
haram kılmıştır, insanlar, bu eşyalardan birinin kendi cinsiyle
değiştirilirken birinin az, birinin çok olması halinde ribay-ı fazlın
gerçekleşip gerçekleşmeyeceği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bir kısım
fıkıh-ç*lar, ribay-ı fazlın sadece bu altı cins eşyada cereyan edebileceğini
söylemişlerdir. Ki bunların başında Katade (r.a.) gelir. Zahiri mezhepten
olanlar da bu görüşü benimsemişlerdir. İbni Ukeyl de son eserlerinde bunun
kıyasla birlikte benimsenebileceğini şu sözleriyle ifade etmiştir: "Riba
meselesinde kıyasçılann illetleri zayıf illetlerdir. Bu konularda mucip bir
illet görülmediği takdirde kıyasa gitmek caiz olmaz." Bazı fıkıhçılar da
ribay-ı fazlın ölçülüp tartılan her cins eşyada cereyan edebileceğini ileri
sürmüşlerdir. Ki Ammar, Ahmed bin Hanbel ve Ebû Hanifa bu görüştedirler. Bazı
fıkıhçılar da ribay-ı fazlın ölçülüp tartılmasa bile yiyecek maddelerinde de
cereyan edebileceğini söylemişlerdir. Ki Şafii bu görüştedir. Ahmed Bin
Hanbel'in de bu doğrultuda bir rivayeti mevcuttur. Yine*bazı fıkıhçılar
ölçülüp tartılan yiyecek maddelerinde ribay-ı fazlın cereyan edebileceğini
ileri sürmüşlerdir. Ki Said bin Müseyyeb bu görüşte olup, İmam Ahmed'in bu
doğrultuda bir rivayeti, İmam Şafii'nin de bir kavli vardır. En son olarak ta
bazı fıkıh-çılar, yemeye elverişli bütün gıda maddelerinde ribay-ı fazlın
cereyan edebileceğini ifade etmişlerdir. Ki İmam Malik bu görüştedir. İleride
de görülebileceği gibi bu, en kuvvetli bir görüştür.
Dirhem ve dinarlarla
ilgili olarak bazı fıkıhçılar demişler ki: Bunlarda ribay-ı fazlın haram
kılınması, tartılan eşyalar olmalarından ileri gelmektedir. Bu hususta Ahmed
bin Hanbel'in iki rivayeti mevcuttur. Ebû Hanife de bu görüştedir. Diğer bazı
fıkıhçılar da demişler ki: Bu anılan şeylerde ribay-ı fazlın haram kılınması,
para oluşlarından ileri gelmektedir. Ki İmam Şafii ve İmam Malik bu görüştedirler.
İmam Ahmed'in bu doğrultuda bir rivayeti mevcuttur. En doğru olan da budur.
Mezhep imamları demir, bakır ve diğer tartüabilen madenlerde ribay-ı fazlın
cereyan etmeyeceği hususunda icma etmişlerdir. Eğer demir ve bakır madenleri
ribay-ı fazla medar olsalardı, peşin paraya bilahare teslim etmek üzere
satılmazlardı. Oysa ribay-ı fazla medar olan eşyalar, araya vâde girmediği ve
cinsleri de ayrı olduğu takdirde biri diğerinden fazla bir miktarla değiştirilebilir.
Arada müessir bir fark olmadığı takdirde haram-lık halleri de geçersiz olur. Bu
durumda, tartılabilen maddelerdeki ribay-ı fazlın haramhk illeti sözkonusu
olmamaktadır. Bunu, para hükmünü taşıyan eşyalara kıyaslamak uygun değildir.
Dirhem ve dinarlar,
eşyaların değerlerini takdir ederler. Parayla eşyaların değerleri ölçülmekte
olduğundan para birimlerinin belirli bir seviyede durması, diğerlerininse düşüp
yükselmesi gerekir. Paralar da eşyalar gibi değerlerini kaybeder veya değer
kazanırlarsa muteber olmazlar. Değerini kaybeden veya değer kazanan paralar,
para olmaktan çıkıp eşya statüsüne girerler. İnsanların eşyaları değerlendirecek
bir paraya olan ihtiyaçları genel anlamda zaruri bir ihtiyaçtır. Para Ölçüsü
olmadan eşyaların değerini takdir etmek mümkün değildir. Şu halde paraların da
aynı değerde kalması zorunluluk haline gelmektedir. Paranın bizzat kendisinin
Ölçü unsuru olması lâzımdır. Para, başka şeylerle ölçülmesi halinde değer
ölçüsü olmaktan çıkar ve kendisi eşya haline gelir. Ki bu durumda insanların
yapmış oldukları muameleler kökten sarsılırlar. Araya anlaşmazlıklar girer,
zararlar da şiddetli olur. Paraları kazanç sağlamak için eşyalar alır gibi alma
halinde zarar genelleşir. Zulüm meydana gelir Oysaki para her zaman aynı
değerde kalıp eşyaların değerini belirleyen bir ölçü aracı olursa, insanların
işleri yoluna girer. Arada anlaşmazlıklar da meydana gelmez. Dirhem ve
dinarlarda ribay-ı fazl haram kılınmasaydı meselâ, sağlam dirhemi verip kırık
dirhemi veya hafif veyahut ta daha ağır bir dirhemi alma durumunda ticaret
sağlanmış olurdu. Ki böylelikle -ster istemez ribayı nesieye gidilmiş
olacaktı. Paralar bk zat kendileri maksat olmayıp, onlarla sağlanan eşyalar
maksattırlar. Eğer paralar bizzat maksat olsaydı yine insanların muameleri
bozulacak işleri düzenden çıkacaktı. Bu anlatılan hususlar sadece nakitleri
ilgilendirmektedir. Bunların tartılan diğer madenlerle ve eşyalarla bağlantısı
yoktur.[142].
Arpa, buğday, hurma ve
tundan ibaret dört sınıf gıda maddesine insanların ihtiyacı, diğer gıda
maddelerine nispetle daha fazladır. Çünkü bunlar, insanların en başta gelen
azıklarıdırlar. İnsanların faydası gözönünde bulundurularak cinsleri aynı da
olsa bunlarta bir vadeye kadar kendi aralarında takas edilmeleri veya peşin
olarak birbirlerinden fazlasıyla takas edilmeleri yasaklanmıştır. Fakat
bunların cinslerinin ayrı olması halinde peşin olarak birbirlerinden faz-lasıya
takas edilmeleri caiz kılınmıştır. Bu, şu sebepten ileri gelmektedir: Eğer
sözkonusu gıda maddelerinin vadeli olarak birbirleriyle değiştirilmeleri caiz
ofsaydı bunu, kazanç sağlamadığı takdirde hiç kimse yapmayacaktı.
Kazanç sağladığı
takdirde değişmeleri halinde bunların değeri yükselecek, muhtaç olan kimseler
de bunları elde edemeyecek, dolayısıyla büyük bir zarara gireceklerdi, taşanların
özellikle bedevilerin çoğunluğu dirhem ve dinaf sahibi olmadıklarından bu gıda
maddelerinfsatın alamayacaklardı. Bu gibi kimseler, sadece gıda maddesini gıda
maddesiyle takas ederek elde edebileceklerdi. Şeriat koyucusu, insanlara olan
hikmet ve rahmeti dolayısıyla onların, paralarda da ribayı nesie yapmalarını
yasaklamıştır. Eğer bu hususta onlara müsamahada bulunsaydı ribay-ı nesie baş
alıp gidecekti. Bir sa' miktarı buğday ödemek zorunda kalacaktı. İşte bu
zararları önlemek gayesiyle insanlar, ribay-ı nesie'den menedilmişlerdir.
Anılan gıda maddelerini de birbirinden fazlasıyla takas etmeleri de şiddetle
yasaklanmıştır. Bu yasak konulmamış olsaydı kazancm tatlılığı, onları riba
alışverişlerine sürükleyecekti. Ki bu da zararın ta kendisidir. Ancak cinsleri
ayrı olan maddelerin birbirlerinden fazlasıyla takas etmek, mahiyet ve
nitelikleri birbirine zıt olduğundan ötürü ribaya yol açmış olmaz. İnsanlar
aynı olmayan malları, aynı değerde takas
etme mecburiyetinde kalsalardı, bu onlar için büyük bir zarar olurdu. Ki zaten
bunu yapmaya da yanaşmayacaklardı. Gıda maddelerinden aynı cins-tekiler
birbirlerinden fazlasıyla değiştirmek caiz olsaydı, insanlar ister istemez
ribay-ı nesieye sürüklenmiş olacaklardı. İşte, insanlığın menfaatleri
gözönünde bulundurularak ribay-ı nesie ve ribay-ı fazla girmeksizin °aynı
miktarda peşin olarak, anılan maddeleri takas etmek mubah kılınmıştır.
Böylelikle riba'nın zararlarından da uzak kaimmiş olunmaktadırlar. Ama dirhem
veya başka bir para birimiyle vadeli olarak tartıya gelen bir eşyayı satmak,
ihtiyaç olduğundan Ötürü haram değildir.
İnsanlar bunu
yapmaktan alıkonsalardı zarar göreceklerdi. Bu durumda insanlara fayda
sağlayan ve birçok kimselerin de muhtaç olduğu selem alışverişi mümkün olmayacaktı.
Şeriat, böyle bir hükmü koymuş değildir. Yalnız anılan dört sınıf gıda
maddesinin birbiriyle vadeli olarak takas edilmeleri hiç te ihtiyaca mahal
değildir. Yapıldığı takdirde insanı riba'ya sürükleyecektir. Bu durum
dışındaki takas işlemleri, ihtiyaçtan Ötürü mubah kılınmıştır. Ki bu da
insanlara fayda sağlayan bir husustur. Bu anlatılanlarda şu husus tebarüz
etmektedir. Ki anılan gıda maddelerinden bir kısmı, bir kişinin yanında bulunur
da başka gıda maddelerine ihtiyacı olursa bunları parayla satmak mecburiyetinde
kalır. Ki ihtiyaç duyduğu diğer maddeleri satın alabilsin. Nitekim bu hususta
Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Yanındaki birikintiyi dirhem
karşılığında sat. Sonra da bu dirhemlerle cenib (iyi cins hurma) satın
al." Veya yanında gıda maddelerinden fazla miktarda bulunan kimse, bunları
vererek aynı değerdeki gıda maddeleriyle değiştirebilir. Her iki durumda da
kişi, yanındaki fazla gıda maddesini peşin olarak satmak mecburiyetindedir.
Oysa vadeli olarak satma durumu hiç te buna benzemez. Vadeli satma durumunda kişi, yanındaki fazla gıda
maddesini artık bir kârla satar. Böyle olunca da peşin olarak alacağından daha
fazla miktarda başka gıda maddelerini satın alma imkânına sahip olur. Bu
durumda fazla miktarda mal satın aldığından dolayı bir nevi riba sağlamış
olur. Kendisi, vadeli sattığı kimseden fazla para almakla bu parayla da peşine
göre daha fazla mal satın aldığından ötürü mal sahibine de zarar vermiş
olmaktadır. Burada iki sınıf ribay-ı nesie gerçeklemiş olmaktadır. Her ikisi de
zarar ve fesadın menseldirler. Gerek tek sınıf halinde gerek iki sınıf halinde
ribay-ı nesienin harami iğ ı üzerinde düşünülecek olursa bunların ikisinin de
aynı maksada veya yakın maksatlara tabi oldukları anlaşılacaktır. Bu, dirhem,
dinar, buğday, arpa, hurma ve kuru üzüm gibi gıda maddelerinde cereyan eder.
Eğer zarar maksadı bu alışverişlerde güdülmezse mesela buğday, elbise, demir ve
zeyt üzerinde yapılan takas işlemlerinde vade farkı haram olmamaktadır.
Bundan da anlaşılıyor
ki, eğer bir Ölçek buğdayı, iki ölçek buğdayla takas etmek caiz olsaydı bu,
insanlar için hazır bir ticaret olurdu. Ki bundan sağlanan kazancın tatlı olması
nedeniyle herkes bu şekildeki takasa meyil gösterecekti. Bunu yapmak
yasaklanmıştır. Ayrıca yin» hikmet gereği olarak aynı ölçekteki buğdayların
takas edilmesi halinde de alan ve veren, aynı anda alıp vermelidirler. Zira
takas akit-lerini yapan kimseler bazan, takas yapılan gıda maddelerinden
birini sonradan teslim etmek şartını ileri sürmektedirler. Ki bu da bir
tarafın sabretmesini zorunlu kılmakta ve böylece de bir nevi faiz durumu ortaya
çıkmaktadır. Nitekim bazı hilekârlar da takas akdini yaptıktan bir süre sonra
malı teslim ederler. Ki bu da faizin bir başka türüdür. Buna benzer olarak ta
hulie için anlaştıkları halde bazı kimseler sahih görünümlü bir nikâh akdini
yapmaktadırlar. Ki bu da haramdır. Vadeli satışlar yaparak devir İşlemini
gerçekleştiren bazı kimseler sattıkları mallan tekrar geri alarak bir nevi faiz
işlemi yapmış olmaktadırlar. Oysa ki, malı teslim almadan önce alışveriş
mahalini terketmeleri caiz olsaydı, bu alışverişi peşin olarak yapacaklar,
malın teslimini de kazanç nedeniyle sonraya erteleyeceklerdir. Bu da aynı
şekilde sakıncalı olmaktadır.
Meselenin asıl sırrı
şudur ki: İnsanlar paraları kendi cinsleriyle alıp satarak ticaret yapmaktan
menedilmişlerdir. Zira bu şekildeki alışverişler, parayı gayesinin dışına çıkarmış
olmaktadır. Yine gıda maddelerini kendi cinslerinden olan bir maddeyle fazla
miktarda takas etmekten de alıkon-muşlardır. Bu şekilde takas işlemleri, gıda
maddelerinin, asıl maksadını haleldar etmektedir. Bu yasaklık külçe ve lira
halindeki altınlarda mevcuttur. Külçe altınlarda bir sanat , bulunmadığından
bunu alan kişiler zinet olarak kullanamazlar. Sadece bunu vade farkından
yararlanmak için satın alırlar. Böyle olunca külçe altınlar da, aralarında
ribay-ı fazl yapılması yasaklanan dirhemlerin hükmüne girerler. Şu halde
altının külçesi ile liraları arasında bir fark yoktur. Ribay-ı fazlın haramkğı
ise sadece bir çeşidinde mevcuttur. Dirhemin fazla miktarda dirhemle takas
edilişi direkt olarak haram kılınmış külçe altının fazla miktarda külçe altınla
takas edilmesi de dolaylı olarak haram kılınmıştır. Şu halde ikisinde de
ribay-ı nesie helâl olmamaktadırlar.[143]
Ribay-ı fazlın sedd-i
zerai türünden haram kılınması düşünülerek bazı ihtiyaçlar anında mubah
kılınması mümkündür. A'raya satışında olduğu gibi.
(Sedd-i zerai türünden
haram kılınan şeylerin haramlığı direkt olarak haram kılman şeylerin
haramlığıha nispetle daha hafiftir.) Bu esas gözönünde tutularak, işlenmiş
altında takılar eğer altın kap gibi işlenmesi haram bir şeyde ise bunun kendi
cinsinden veya başka cinsten bir şeyle takas edilmesi haramdır. Bu şekildeki
bir takas eşleminin haram-Iığıni Ubade hazretleri, Muaviye'nin huzurunda ifade
etmişti. Çünkü bunda altının işlenmesi paralar üzerinde haram olduğu gibi
kaplarda da haram olmaktadır. Eğlence ve oyun aletleri üzerindeki işlemeler de
bu hükme tabidir. Ama altın işlemesi, kadınların takısı veya silahlar üzerine
yapılmış ise veya gümüş işlemesi bir yüzük üzerine yapılmış ise zaten aklı
başmda bir kimse, bu süsteki el emeğim gözönünde bulundurduğundan ötürü
ağırlığınca altınla takas etmez. Bunu yaptığı takdirde emeği zayi etmiş ve
beyinsizliğini göstermiş olur. Şeriat koyucusu, Müslümanları bu takas işlemini
yapmaya zorlamaktan münezzehtir. Hikmeti de buna müsaade etmez. İslâm hukuku da
böyle bir hükmü içermez. İnsanların ihtiyaç halinde bu sonraki takas
işlemlerini yapmalarına da engel olmaz. Şu halde geriye sadece altının kendi
cinsîyle fazla miktarda takas edilmesinin caiz olmadığını, sadece onunla başka
cins eşyaları satın almanın caiz olduğunu söylemek kalıyor. Ki bunda da
şeriatın zıt olduğu zorluk ve meşakkatler sözkonusu olmaktadır. Zira insanların
çoğu altına sahip değiller ki bu altınlanyla diledikleri ve ihtiyaç duydukları
eşyaları satın alabilsinler. Böyle olsaydı mal sahipleri de arpa, buğday veya
elbiselerini sadece altınla satmak isteyecek, başka birimlerle satmaya razı
olmayacaklardı. Şeriat koyucusu, taze hurmaları kuru hurmayla takas etmeyi,
insanların taze hurmaya olan rağbetinden ötürü caiz kılmıştır. Bu takasın caiz
olmasıyla işlenmiş altının işlenmemiş altınla takas edilmesi arasında alım
satıma olan ihtiyaç açısından hiçbir münasebet mevcut değildir. Şu halde
diyebliriz ki: Altını diğer eşyalar gibi satmak caiz olmaktadır. Eğer altını
dirhemlerle satmak caiz olmasaydı, insanların fayda ve maslahatları altüst
olacaktı. Peygamber efendimizin hadislerinde bu şekildeki alışverişin yasak
olduğuna ilişkin sarih bir ifade mevcut değildir. Cum-hur-u ulemâ derler ki:
Zinet olarak takılan altınlar bu hükme dahil değildirler. Açıkça bilinmektedir
ki süslemeler, altın takıları, elbise ve eşya gibi mubah şeylerin üzerine
yapılırsa bu hükme tabi olurlar. Bu nedenle bunlara zekât vacib olmadığı gibi,
bunların fazla parayla takas edilmeleri halinde riba cereyan etmiş olmaz. Veya
kendi cinslerinden başka bir şey fazla miktarda takas edilirlerse de riba
cereyan etmez . Çünkü bu takılar, işleme nedeniyle para olmaktan çıkıp ticaret
metaı haline gelmişlerdir. Bunların kendi cinslerinden olan eşya ile takas
edilmeleri de sakıncasız olup rib-aya vesile olmaz. Ama diğer eşyalar, vadeli
olarak birbirleriyle takas edildikleri takdirde riba cereyan eder. Şüphesiz
ki bu husus, insanlara imkân olarak tanınmamış olsaydı borç kapıları kapanacak
ve bundan da büyük bir zarar göreceklerdi.
Peygamber efendimizin
saadet asrında insanlar altın takılarını alıp hanımlarına hediye eder, onlarda
takıları ve süsleri takınırlardı. Bayramlarda ve diğer günlerde bu süslerini
sadaka olarak başkalarına verenler de çıkardı. Bu kadınlar, takılarını muhtaç
kimselere verirler. Onların sadaka olarak kendilerine verilen bu takıları
sattıklarım kesinlikle bilmelerine rağmen yine de bu sadakayı vermekten geri
durmazlardı. Bilindiği gibi süs altınlarını kendi ağırlıklarında dirhemle
değiştirmek akılsızlık eseridir. Sahabiler-den hiçbiri, zinet altınlarını kendi
ağırlıklanndaki altınla veya başka cinsten bir e'şya ile takas etmekten
rnenetmemiş-lerdir. Sadece altın bozdurma muamelelerinde gramın grama eşit
olması ve her iki tarafın da verecekleri ve alacakları altını aynı anda teslim
almalarını şart koşmuşlardır.
Ribay-ı fazl şeddi
zerai türünden haram olduğu nedeniyle bazı kuvvetli maslahatlar sözkonusu olduğundan
mubah olabilir. Nitekim ağaçtaki ham hurmaları satmak caiz olmadığı halde
kişinin kendi yiyeceği için ayırmış olduğu ağaçlardaki ham hurmaları satması
mubah kılınmıştır. Ki buna a'raya satışı denir. Sabah ve ikindi namazlarından
sonra namaz kılmak mekruh iken bu vakitlerde cenaze namazı kılmak, farz veya
vacip bir namazı kılmak mubah kılınmıştır.
Kadınlara bakmak haram
olduğu halde nişanlısının kadına bakması, doktorun da avret mahalline bakması
mubah kılınmıştır. Erkeklerin kadınlara benzeyerek altın ve ipekle
süslenmeleri sedd-i zerai türünen haram kılınmış; bunu yapanlar lanetlenmiş
olmasına rağmen bazı ihtiyaçlar halinde bunu yapmalarına da müsaade
edilmiştir. İşlenmiş altın süslemelerini ve takılarını kendi ağırlıklanndaki
altınlarla ihtiyaç halinde değiştirmek te mubah kılınmıştır. Bu anılan
müsaadeler, kıyasın özü ve hukuk usulünün de bir gereğidir. İnsanların
maslahatları ancak bu yolla ve bazı açık bırakılan noktalardan yararlanmakla
temin edilebilir. Bazı hilekâr kimseler onbeş dirhem değerindeki bir eşyayı,
bir kuruşluk sakatlığından ötürü on dirheme satın almakta ve bu sakatlık,
malın beş dirhemlik değerini düşürür denilmektedir. Bu gibi kimseler, işlenmiş
olan bir altını kendi ağırlığında işlenmemiş bir altınla değiştirmeyi nasıl reddederler?
Hikmet, adalet, rahmet ve üstünlüğüyle akıllara durgunluk veren olgun islâm
hukuku, hilekârların bu alışverişlerini mubah kılmayacağı gibi, işlenmiş altını
kendi ağırlığındaki işlenmemiş altınla değiştirmeyi haram kılmaz. Aksi takdirde
akıl, fıtrat ve maslahata ters düşülmüş olur. Tuhaftır ki bazı hilekârlar,
ribay-ı fazla mübalağa denecek kadar titizlik göstererek haramdan
kaçınmaktadırlar. Öyle ki, bir ölçek zeytle bir ölçek zeytin bile
değiştirilmesinden sakınmaktadırlar. Küspenin susamla, nişastanın buğdayla,
sirkenin kuru üzümle takas edilmesine bile razı olmamaktadırlar. Ama bunlar
ribay-ı nesieye gelince her türlü hile kapılarını ardına kadar açmaktadırlar.
Bazan işin içine beyyine sokmakta, bazan (güya) helâl edici bir unsuru işe
karıştırmakta, bazan da önce üzerinde anlaştıkları bir şartı sözkonusu
etmeksizin sahih görünümlü bir akit yapmaktadırlar. Oysa yüce Allah ve kirâmen
kâtibin melekleriyle onların bu akdinde hazır bulunan şahitler de tam bir faiz
muamelesi yaptıklarını bilip görmektedirler. Bunların maksatları, devir
şeklinde vadeli olarak onbeş dinara sattıkları bir malı peşin olarak on dinara
satın almaktadır. Bu alışverişi yaparken maksat, malı satmak değil, parayı
faize vermektir. Zira, mal sahibinin elinden çıkmaksızın olduğu yerde
durmaktadır. İşte haramın ta kendisi olan bu muameleyi yapan kimseler, öbür
taraftan bir ölçek buğdayı bir ölçek buğdayla takas etmekten bir dirhemi bir
dirhemle değiştirmekten (güya) rib-aya yol açar teranesiyle kaçınmaktadırlar!
Ne tuhaf bir durum değil mi? Bir ölçek buğdayın bir Ölçek buğdayla değiştirilmesini
ribay-ı fazl diye haram sayıyorlar. Diğer tarftan da kişiyi mutlak surette
ribay-ı nesieye götüren muameleleri pervasızca yapmaktadırlar. Süs altınlarının
kendi cinsleriy-le değiştirilmesi ve bundan da emeğin paradan düşürülmesi
nedeniyle meydana gelen zararlarla, bütün mefsedet-lerin ve belâların aslı olan
faiz hilelerinden doğan zararlar arasında ne kadar bariz fark olduğunu herkes
görmektedir. İşte hak, bu anlatılanlar sayesinde açığa çıkmış olmaktadır.
Bağnaz ve bilgisiz kimseler ne derlerse desinler, gerçek olan hükmü örtbas
edemezler. Başarı Allah'tandır.
Eğer dense ki:
Eşyadaki nitelikler fazla bir değeri eşyaya kazandırmazlar. Eğer fazla bir
değer kazandırmış olsalardı, iyi cins gümüşün kötü cins gümüşle fazla miktarda
değiştirilmesi caiz olurdu. Yine iyi cins hurmanın kötü cins hurmayla fazla
miktarda değiştirilmesi de caiz olurdu. Şeriat koyucusu bu niteliklerden artı
değerini iptal ettiğine göre, üstün niteliklerin takasta fazla miktarda eşya
sağlamalarını da yasaklamış olmaktadır. Buna verilecek cevabımız şudur:
Kulların yapmış
oldukları sanatkârene emekler, elbetteki artı bir değeri ve ücreti gerekli
kılar. Oysa doğal nitelikler, Allah'ın eşyaya vermiş olduğu bir husustur. Ki
kulun sanat ve emeğinin bununla bir ilgisi yoktur. Şeriat koyucusu, hikmet ve
adaletinin gereği olarak doğal niteliklerin takaslarda fazlalığı
gerektirmeyeceğini hükme bağlamıştır. Bu prensibe uyulmadan takas yapıldığı
takdirde ribay-ı fazl cereyan etmiş olur. Takas edilen eşyalar arasında
farklılıklar olabilir. Zaten aklı başında bir kişi, arada farklılık olmasa
takas yapmaya yanaşmaz. Her bakımdan birbirine eşit olan eşyaları takas etmeye
kimse meyletmez. Ama bazı eşyaların doğal nitelikleri nedeniyle takasta artı
kazanç sağlamaları sözkonusu olsaydı, bu açıkça ribay-i fazl olurdu. Oysaki bu,
insanların emekleriyle eşyaya kazandırılan nitelikler için bağlayıcı bir hüküm
değildir. İnsan emeğiyle bazı üstün niteliklere sahip kılınan eşyalar, kendi cinsleriyle
takas edilirken elbetteki bir fazlalık getirebileceklerdir. Şeriat koyucusu,
kendi malına emeğiyle üstün nitelikler kazandıran kimseye, "Sen bu malını,
kendi cinsinden aynı ağırlıktaki bir eşya ile değiştir. Ve emeğini de ziyan
et." Veya, "Eşyan üzerinde sanat karasında bulunma." Veyahut ta,
"Emek
sarfederek işlemiş
olduğun eşyanı, çeşitli hileler yaparak daha fazla ağırlıktaki bir eşya ile
değiştir. Veyahut ta bu malı sadece kendi cinsinden başka bir eşya ile takas
et." demez. Bunu demediği gibi, bu eşyanın kendi cinsinden olan eşyalara
takas etmesini de haram kılmamıştır."
Eğer denilse ki: Bu
anlattıklarınızı bir an için kabul edelim. Bu hükümler, işlenmiş olan altın ve
gümüşlerde geçerli olsun. Peki ama darphanelerde basılan dirhem ve dinarlar,
kendilerinden daha ağır külçelerle değiştirilecek olsalar, bu takas işlemindeki
külçenin fazla ağırlığı, dirhem ve dinarın darphanede gördüğü emeğin karşılığı
olmaktadır. Buna ne dersiniz?
Bu, gerçekten de güçlü
bir soru. Buna verecek cevabımız şudur: Darphanede dirhem ve dinara sikke
vurulmakla onlara bir emek verilmiş olunmamaktadır. Zira sikke vurmak,
toplumun maslahatını gerçekleştirmek için devlet başkanının emriyle
yapılmaktadır. Ki bu da özel bir emek sayılmaz. Darphanedeki görevli, bu emeği
ücret karşılığında yapmaktadır. Bundan maksat ta dirhem ve dinarların insanlar
için bir piyasa ölçüsü olmasıdır. Yine bundan maksat, dirhem ve dinarların
ticaret metaı haline getirilmeme sidir. Bu dirhemler ve dinarlarla eşyaların
değeri Ölçülür. Yoksa bunlar, ticaret metaı gibi alınıp satılmazlar. Örfe göre
darphanede vurulan sikkenin, paraya artı bir değer kazandırmadığı
muhakkaktır. Eğer bu sikke, artı bir değer getirmiş olsaydı, insanların
yürüttükleri muameler bozulacak, maslahatlar altüst olacaktı. Böylece de
dirhem ve dinarları ticaret metaı gibi alıp satacaklardır. Oysaki dirhem ve
dinarların kendileri eşya değil, eşyaların değerini ölçen birer vasıtadırlar.
Bu sebepten ötürü bir dirhem, her bakımdan diğer bir dirheme eşit olmalıdırlar.
Bir kişi hafif ağırlıktaki yüz dinarı, daha ağır olan elli dinarla
değiştirebilmekte, bundan ne alan ne- de veren zarar etmemektedir. Oysa
işlenmiş altmlarda bu durum sözkonusu değildir. Peygamber efendimizle
kendisinden sonra gelen halifeleri darphane açtırarak dirhem ve dinar bastırmış
değildirler. İslâm tarihinde ilk para bastıran halife, Abdülmelik bin
Mervan'dir. Daha önceleri Müslümanlar Gayr-i Müslimlerin para birimleriyle
muamele ederlerdi.
Eğer denilse ki: Bu
anlattıklarınıza göre bir cins gıda maddesinin kendi alt cinslerinden biriyle
fazla miktarda takas etmek caiz olmalıdır. Dolayısıyla buğdayı, kendi ağırlığından
fazla ekmekle, zeytinyağını kendi ağırlığından fazla zeytin, susamı kendi
ağırlığından fazla susam yağıyla takas etmek caiz olmalıdır. Bu nasıl olur?
Buna verecek cevabımız
sudu: Böyle bir soru başkalarınca da ortaya atılmıştır. Bunun cevabı,
kesinlikle nass ve icra ile sabit olan haramhktır. Veyahut ta her bakımdan
nassların haramlığına eşit kıyasla yasaklanışıdır. Buğday, zeytin ve susamın
kendi alt çeşitleriyle fazla miktarda takas edilmeleri caiz değildir. Daha önce
de anlatıldığı gibi buğday, arpa hurma ve tuzdan ibaret dört çeşit gıda
maddesi dışmda kalan diğer gıda maddeleri hüküm bakımından bunlara tabi
kılınamazar. Dört çeşit gıda maddeleri, kendi alt çeşitlerinden olan madde azık
olmaktan çıkmışsa kendisiyle asıl gıda maddesinin fazla miktarla takas
edilmesi halinde riba cereyan etmez. Bu alt çeşitteki madde, kendi başına
müstakil bir azık olursa da kendi asıl cinsiyle fazla miktarla takas edilmesi
haram olmaz. Yalnız bunların kendi cinslerinden olan misilleriyle fazla
miktarla takas edilmeleri haramdır. Örneğin unun fazla miktarla unla, ekmeğin
fazla miktarla ekmekle değiştirilmesi haramdır. Ama bunların kendi cinslerinden
ve fakat misilleri olmayan şeylerle fazla miktarla takas edilmeleri caiz olur.
Meselâ susamın susam yağıyla fazla miktarla değiştirilmesi, kavrulmuş unun
fazla miktarla ekmekle değiştirilmesi caizdir.
Zira kavrulmuş un,
ekmeğe nispetle emek görmemiştir. Ekmek, kavrulmuş una nispetle daha fazla
emek görmüş olduğundan artı değeri vardır. Takasta ekmek sahibinin emeğini
zayi etmemek gerekir. Aynı şekilde susam yağı da susama nispetle daha fazla
emek görmüş bir maddedir. Takas esnasında susam yğı sahibinin emeğini de zayi
etmemek gerekir. Bu gibi takaslarda fazla karşılık almak ne kitapta, ne
sünnette ne de icma ve kıyasta haram kılınmamıştır. Allah'ın emrettiği
şeylerden başka ibadatleri yapmak mecburiyetinde bulunmadığımız gibi, O'nun
haram kıldıklarından başkasını da haram edemeyiz. Helâli haram kılmak, insanı
nasıl ki küfre götürürse haramı helâl kılmak ta aynı şekilde küfre götürür.
Eğer dense ki: Bu
anlattıklarınız etin hayvanla takas edilmesine ters düşmektedir. Sizler bunu
yasaklayacak olursanız kendi sözünüzün çürütmüş olursunuz. Yok eğer kabul
ederseniz bu defa nassa muhalif davranmış olursunuz. Nass, etin hayvanla
takasını yasakladığına göre, ekmeğin buğdayla, zeytinin de zeytinyağıyla takas
edilemeyeceğine ve bunun da aslında bir faiz muamelesi olduğuna delâlet eder.
Bu nasıl çözümlenecektir? Buna verecek cevabimiz şudur?
Etin hayvanla takas
edilemeyeceğine ilişkin hadisle ilgili olarak söyleyeceklerimiz iki şıkta
toplanacaktır: Birincisi hadisin sıhhatine, ikincisi de mânâsına dair
olacaktır. Sıhhatine ilişkin sözümüz şudur ki: Bu hadis, Peygamber (s.a.s.)
efendimizden sahih bir rivayetle mevsul olarak değil de mürsel olarak rivayet
edilmiştir. Mürsel hadisi delil saymayanlar, zaten bu anlattığınıza ters
düşmektedirler. Said bin Müseyyeb gibi mutlak olarak mürsel hadisi delil
sayanlara göre bu hadis bir delil sayılır. Ebû Ömer der ki: Etin hayvanla
takasını yasaklayan hadisin Peygamber efendimizden muttasıl olarak rivayet
edildiği sabit değildir. İmam Mâlik'in "Muvatta" adlı eserinde anlattığı
gibi en güzel hadis senedi, Said bin Müseyyeb'in senedidir. Fıkıhçılar bu
hadiste amel edilmesi ve bu hadisin ifade ettiği anlam açısından görüş
ayrılığına düşmüşlerdir. Mâlik der ki: Hadis'in mânâsı, aynı cinsten etlerin
kendinden olan hayvanlarla fazla miktarla takas edilmesinin haram olduğuaa
hükme bağlamaktadır. Bu şekildeki bir takas, îmam Mâlik'e »öre kumar,
aldatmaca ve olgunlaşmamış meyvelerin ağaç üzerindeyken satışı gibi haramdır.
Zira bu takası yapan kimse, aldığı hayvandaki etin, vermiş olduğu etten az
veya daha çok olduğunu bilemez. Etin fazla miktarla başka bir etle takası caiz
değildir. Etin hayvanla takas edilmesi, aynı cinsten olmakla beraber hayvanın
etinin kaç kilo olacağı tahmin edilemez. Ama et, başka bir hayvanın eti olur da
yine başka bir cinsten hayvanla takas edilirse İmam Mâlik ve arkadaşlarına
göre bu ihtilafsız olarak caizdir. Ebû Hanife ve arkadaşları gibi bazı
Kûfelilerse bu hadisi hüccet olarak kabul etmemekte ve etin hayvanla takasının
mutlak olarak caiz olduğunu ileri sürmektedirler İmam Ahmed ise etin kendi
cinsinden bir hayvanla takas edilmesini yasaklamakta, fakat kendi cinsinden
olmayan başka bir hayvanla takasını normal karşılamaktadır. Şafii ise etin
kendi cinsinden olan veya olmayan hayvanlarla takasını kesinlikle kabul
etmemektedir. İmam Şafii, İb-ni Abbas'tan rivayetle der ki: Hz. Ebû Bekir
(r.a.) zamanında birkaç tane deve kesilmiş, bunların eti on parçaya taksim
edilmiştir. Adamın biri, "Bir koyun vereyim de bana bu etlerin onda
birini verin," dediğinde Hz. Ebû Bekir ona, "Bu uygun olmaz."
demişti. Şafiî der ki:
Ben Ebû Bekir'in bu
hükmüne hiçbir sahabînin muhalefet ettiğini duymadım. Doğrusu şudur ki: Bu
hadisten maksat, hayvandan gayt eti ise meselâ bir koyundan gaye nasıl ki, eti
ise bu et ile bir başka eti yani cinsten olmak kaydı ile daha fazla miktarla
takas etmek caiz değildir. Et, tartıya gelen bir madde olduğundan takasta
fazlalık olması halinde rib-ay-ı fazl cereyan etmiş olur. Eti yenilmeyen veya
yenilip te yenmesi maksat olmayan at gibi bir hayvanın eti deve eti ile takas
edilirse haram olmaz. Eti yenilip te yenmesi maksat olmayan bir hayvanın etini
kendi cinsinden olan bir etle takas etmeye gelince bu, iki cins arasındaki
müzabene alışverişine
benzer.
Meselâ bir küme kuru
üzümle bir küme hurmayı takas etmek gibi. Fıkıhçılann çoğu bunu yas
alamamaktadırlar. Bu takasta bir fazlalık olsa bile cinsler arasında ayrıdaki
fazlalıktan değil de kumara benzediğinden ötürü bu takas işlemi caiz
olmamaktadır. Buna göre etin kendi cinsinden olmayan bir hayvan ile de takas
edilmemesi caiz olmamaktadır. Ki doğrusunu Allah bilir.[144]
Kadının ebeveyni için
üç günden fazla yas tutması yasaklanırken ebeveynine nispetle yabancı biri
olan kocası için dört ay on gün yas tutması emredilmiştir. Buna ne dersiniz?
Buna verecek cevabımız şudur: Bu hüküm de İslâmiyetin güzelliklerinden birini
yansıtmakta olup kulların maslahatını mükemmel bir şekilde ön plâna alan
hikmetli bir davranıştır. Ölü için yas tutmak, başa gelen ölüm felâketini
i'zâm etmektir ki, cahiliye devri insanları bunda aşırılığa giderler;
yakalarını yırtar, yüzlerini tokatlar, saçlarını keser, çığliK atar, vaveyla
ederlerdi. Kocası ölen kadın, bir sene müddetle dar, ıssız ve pis bir evde tek
başına beklerdi. Böylesi bir kadın, Allah'ın gazabına neden olacak şekilde
yıkanmaz, koku sürünmez ve temizliğe riayet etmezdi. Noksanlıklardan münezzeh
yüce Allah, rahmet ve şefkate gelerek cahiliyet adetini iptal etmiştir. Bunun
üzerine musibetzede insanlara sabretmelerini ve Allah'a hamdetmelerini tavsiye
etmiş, son duraklarının ahiret yurdu olduğunu onlara bildirmiştir. Bu da dünya
ve ahiret açısından, insanlar için fazlasıyla kazançlı ve hayırlı bir davranış
olacaktır. Ölüm musibeti elbetteki geride kalan insanların elem, üzüntü ve
kedere farkeder. Bu, tabiatın bir gereğidir. Her şeyden haberdar olan hikmet
sahibi yüce Allah buna üç günlük bir süre tanıyarak yine müsamahasını
esirgememiştir. Üç gün içerisinde musibetzedeler hüzün ve keder yüklerini
atabilirler. Nitekim hac ibadetini ifa etmek için taşradan gelen insanların
Mekke'de hac ibadetini edâ ettikten sonra üç gün kalmalarına ruhsat
verilmiştir. Üç günden sonra fazla kalmayarak kendi işlerinin basma dönmeleri
gerekir. Zira onların ibadeti ifa ettikten sonra Mekke'de kalmaları kendi
mas-1 narlarına sekte getirir. Şu da var ki: İnsanların kendi
alışkanlıklarından tümüyle vazgeçmeleri zordur. Bu alışkanlıkların yerine bazı
iyi adetler konulmakla eskileri kolayca terkedüebilir. İnsana kötü
alışkanlıklarını terketmesi için toleranslı yeni adetler telkin edildiğinde
kendisine tanınan toleranslı yeni adetlerle yetinir. Eski alışkanlıklarını
terket-meye çalışır. Bu durumda yeni alışkanlıklara intibak etmesi daha kolay
sağlanır. îslâmın sır ve hikmetlerini düşünen kimse, bu gerçekleri emir ve
nehiy safhalarında gayet açık bir şekilde müşahede edebilir. Şeriat koyucusu
insanların bir alışkanlığını hamm ettiğinde ondan daha hayırlı ve faydalı bir
alışkanlığı kendilerine telkin eder. İhtiyaçlarının gerektirdiği şeyleri
kendilerin mubah kılmakla eski alışkanlıklarını terketmelerini kolaylaştırır.
Meselâ ağaçtaki hurmayı hazır hurmayla değiştirmeyi haram kılmış, buna karşılık
kişinin kendi yiyeceği için ayırmış olduğu ağaçlardaki hurmaları hazır
hurmalarla takas etmesini mubah kılmıştır. Yine buna benzer olarak kişinin
mahrem olmayan bir . kadına bakmasını haram kılmış, bunun yanında nişanlının
müstakbel eşine bakmasını, tabibin de hasta kadının avret yerlerine bakmasını
mubah kılmıştır. Tavla ise satranç gibi haram yenişmelerle başkasının malını
elde etmeyi yasaklamış, bunun yanında faydalı olan müsabakalar yaparak yarışı
kazanana ödül vermeyi mubah kılmıştır. Erkeklerin ipek giymelerini haram
kılmış, ihtiyaç halinde az miktar giymelerini ise helâl kılmıştır. Ribay-ı
nesie yoluyla kazanç sağlamayı yasaklamış selem yaparak kâr etmeyi mubah
kılmıştır. Oruçluyken gündüzleyin erkeklerin kendi hanımlarıyla cinsel
ilişkide bulunmalarını yasaklamış, buna karşın geceleyin onlarla cinsel ilişki
kurmayı mubah kılmıştır. Böylece de gündüzleyin cinsel ilişkiyi terketmelerini,
geceleyin kendilerine tanıdığı ruhsat sayesinde kolaylaştırmıştır.
Zina yapmayı haram
kılmış, ama buna karşılık erkeğin ikinci veya üçüncü, veya dördüncü bir eş
almasını veyahutta dilediği kadar cariye edinmesini mubah kılmıştır. Bunu
yapmakla da zinayı terketmelerini kolaylaştırmıştır Fal ok-larıyla fal açmayı
haram kılmış, buna alternatif olarak istihareyi ileri sürmüştür. Bunların
ikisi arasında ne kadar mesafe olduğunu idrâk etmeyen yok gibidir. Yakınların
nikâhlanmasım haram kılmış, ama amca kızları ile hala kızlarını, teyze ve dayı
kızlarını nikâhlamayı mubah kılmıştır. Hayızlı kadınla cinsel ilişki kurmayı
yasaklamış, buna karşı onunla çıplak olarak kucaklaşmayı ve cinsel ilişki
dışındaki her türlü oynaşmayı mubah kılmıştır. Bu müsamahayı göstermekle de
cinsel ilişkiyi terketmeyi kolaylaştırmıştır. Yalan konuşmayı yasaklamış, üstü
kapalı konuşmayı mubah kılmıştır. Üstü kapalı konuşmasını bilen, elbetteki
yalana tevessül etme ihtiyacını duymaz. Buna ilişkin olarak Peygamber efendimiz
de şöyle buyurmuşlardır: "Üstü kapalı konuşmalarda yalandan uzak
durulması mümkündür." Söz ve davranışlarla insanların büyüklenip gururlanmalarını
haram kılmış, ama savaş esnasında cihad maksadı gibi kuvvetli bir maslahat
doyalısıyla bunu mubah kılmıştır. Parçalayıcı dişi olan yırtıcı hayvanlarla
pençesi olan kuşların etini yemeyi haram kılmış, buna karşılık diğer bazı
hayvanların ve kuşların etini yemeyi mubah kılmıştır.
Özetleyerek
diyebiliriz ki: Şeriat koyucusu hiçbir çirkin ve zararlı unsuru haram
kılmamıştır ki buna karşılık daha faydalı ve hayırlı bir unsuru koymuş olmasın.
İnsanlara hiçbir emirde bulunmamıştır ki bu emri yerine getirmeleri hususunda
onlara yardımda bulunmasın! Allah rahmetini genişletmiş ve kulların
mükellefiyetlerini yerine getirmeleri hususunda onlara yardımcı olmuştur.
Asıl maksadımız şudur
ki: Yüce Allah akıllarının zayıflığı ve sabırlarının kıtlığı nedeniyle
kadınların, ölüleri için üç gün süreyle yas tutmalarına izin vermiştir. Kocaları
için yas tutmalarına gelince bu, iddete bağlı, iddetin gereği ve tamamlayıcısı
olan bir husustur. Zira kadın, kocasına sevimli görünme onun arzusunu çekmek
ve aralarındaki geçimi tatlılaştırmak için süslenip güzelleşmeye, çeşitli
kokular sürünmeye muhtaçtır. Kocası vefat etmiş olup ta iddet beklemekte olan
bir kadın, başka bir erkekle irtibat kurmadığından birinci kocasının kendisi
üzerindeki haklarının bir gereği olarak iddetinin sonuna dek kadınların eşleri
için yaptıkları süslenmeleri yapamayacaktır. Bunu yaptığı takdirde kendisi
başka erkeklere tamah edeceği gibi başka erkeklere de süslenmesi, kına yakması
ve koku sürünmesi halinde kendisine tamah edeceklerdir. Ama iddetini
tamamlayarak vadesi sona erdiğinde başka erkeklerin kendisini nikâhlamaya rağbet
etmeleri için elbetteki evli bir kadının yapması mubah olan süslenmeleri yapma
hakkına sahip olacaktır. İşte bu yasak ve izin gayet beliğ bir şekilde
sınırlandırılmıştır. Dünyanın en akıllı insanları bir araya gelip te bu hususta
teklifler ileri sürseler, bundan daha güzelini ve idealini bulamayacaklardır.[145]
Üstadımızın:
"Şeriat koyucusu hadlerde ve bedenî ibadetlerde kadınla erkeği eşit
tutmuştur. Diyet, şahitlik, miras ve akika kurbanı hususunda ise kadını erkeğin
yarı nispetinde değerlendirmiştir." sözüne gelince bu, islâmiyetin hikmet,
letafet ve olgunluğunun bir.eseridir. Bedenî ibadetlerin maslahatıyla cezaların
maslahatları hususunda erkek ve kadınlar müşterek bir pozisyonda bulunurlar.
Bunlardan birinin cezadan caydırılmaya olan ihtayacı diğerinin de cezadan
caydırılmaya olan ihtiyacı kadardır. Bu açıdan aralarında bir ayırım yapmak
doğru olmaz. Evet gerçekten de şeriat koyucusu, ayırım yapılması uygun olan
yerlerde erkeklerle kadınları birbirinden ayrı tutmuştur. Meselâ cuma namazı
ve cemaatle namaz kılmak, sadece erkekler için gerekli kılmıştır. Kadınlar,
erkeklerle bir araya gelemeyecekleri ve gereksiz yere dışarıya çıkamayacakları
bu hükme tabi tutulmuşlardır. Aynı şekilde yapmaya güçlerinin yetmeyeceği
cihad ibadetinden de muaf tutulmuşlar, erkek-lerse cihad ile yükümlü
kılınmışlardır. Haccın vacipliği hususunda ise erkeklerle kadınlar bir
tutulmuşlardır. Çünkü her iki sınıfın da hacdaki maslahatlara ihtiyacı vardır.
Hac gibi zekât, oruç, temizlik ve benzeri konularda da kadınlarla erkekler
aynı haklara ve görevlere muhataptırlar. Şahitliğe gelince kadın, aziz ve
celil olan yüce Allah'ın Kur'an-ı Kerim'de işaret buyurduğu hikmetten ötürü
erkeklerin yarı nispetinde değerlendirilmişlerdir. Zira kadın aklı zayıf,
hafızası kuvvetli olmayan bir varlıktır. Yüce Allah akıl, idrâk, hafıza ve
temyiz gücü açısından erkekleri kadına üstün kılmıştır. Bu gibi hususlarda
kadınlar, erkeklerin yerini tutamazlar.
Ama bunun yanında
kadının şahitliğini tümüyle kabul etmemek onun haklarının birçoğunu zayi etmek
ve dumura uğratmak olacağından şahitliği erkeğinkinin yarı nispetinde telâkki
edilmiştir. Akla en uygun ve güzel bir husustur ki, bir erkeğin şahitliğinin
yerine geçebilmesi için iki kadının şahitlik etmesi gerekir. Bu durumda
kadınlardan biri, olayı unuttuğu takdirde diğeri hatırlar. Kesin kanaat veya
galip zanla iki kadının yaptığı şahitlik, bir erkeğin şahitliğinin yerine
geçer.
Diyete gelince kadın,
erkekten eksik olduğu, erkeğin de kendisinden daha verimli ve faydalı olduğu,
kadının yapamayacağı dinî ve idari işlerle, sınırda muhafızlık etme, ci~ had,
arazilerin iman, sanatkârlık gibi hususlarda erkeğin ehliyetli olduğu, dünyevî
maslahatları temin ettiği, din ve dünya savunmasını üstlendiği gerekçesiyle
kadınla erkek diyet hususunda elbetteki eşit tutulamazlar. Hür kadının diyeti
kölenin ve diğer eşyaların değeri gibi takdir edilir. Şeriat koyucusu, hikmet
gereği olarak kadının dirhemi aradaki farkları nazarı itibara alarak, erkeğinkinin
yarısı kadarla takdir etmiştir.
Eğer denilse ki:
Sizler üçte birden az diyetlerde kadınla erkeği eşit tutmaktasınız. Böyle
yapmakla da kadınla erkeğin eşit olmayacağına dair söylediğiniz sözleri
çürütmüş olmaktasınız. Bu nasıl olur? Buna verecek cevabımız şudur: Şüphesiz
ki bunu emreden hadisi şerif mevcuttur. Amr bin Şuayb, babasından, babası da
dedesinden Peygamber efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:
"Diyetin üçte birine varıncaya kadar, kadınla erkeğin kan paraları
eşittir."[146]
Said bin Müseyyeb der
ki: Bu, sünnetin ta kendisidir. Ebû Hanife, Şafiî, Leys ile Sevrî ve diğer bir
gurup fıkıhçı buna muhalefet ederek demişler ki: Kadın, diyetin azında da
çoğunda da erkeğin yarı nispetinde tutulmalıdır. Ama sünnete uymak daha uygundur.
Üçte birden az diyetlerde kadının erkeğe eşit olması halinde, kadının başına
gelen musibet az da olsa dindirilmiş olacaktır. Bu nedenle erkek ve dişi
ceninlerin diyetleri de aynı miktarda takdir edil-fhiştir. Buna göre üçte
birden az olan diyetlerin hükmü, cenin diyetinin hükmü gibi olacaktır.
Miras meselesine
gelince erkeğin kadından daha fazla miras almasının hikmeti açıkça görülür.
Şöyle ki: Erkek, kadına nispetle mal ve paraya daha fazla muhtaçtır. Erkekler,
kadınlardan daha güçlü olduklarından, geçim işlerini yürütmekle görevlidirler.
Ayrıca erkek, miras
bırakan kişiye hayatmdayken kadından daha fazla fayda sağlar. Noksanlıklardan
münezzeh yüce Allah, mirasçıların hisselerini takdir ettikten sonra bu hususta
şöyle buyurmuştur:
"Babalarınızın ve
oğullarınızın hangisinin fayda yönünden size daha yakın olduğunu
bilemezsiniz," (Nisa: 4/11)
Erkekler kadınlara
nispetle miras bırakan kişiye daha faydalı oldukları ve mala daha fazla muhtaç
oldukları gerekçesiyle elbetteki daha fazla hisse alma hakkına sahiptirler.
Eğer denilse ki:
Bu söyledikleriniz
miras hususunda ana bir kardeşlerin durumu ile çelişmektedir. Buna ne dersiniz?
Buna verecek cevabımız şudur:
Ana bir kardeşlerin
erkek ve kız olanları sadece ana tarafından gelen akrabalar olduklarında yalnızca
rahim vasıtasıyla mirasa konmuş olmaktadırlar. Bu açıdan da eşit olmaları
gerekmektedir. Bunların erkeklerine kadınlarından daha fazla miras vermenin
bir anlamı yoktur. Baba tarafından gelen akrabalar ise bu hükme tabi
değildirler.
Akika kurbanı meselesine
gelince bunda da kadının, erkeğin yarı nispetinde tutulması, erkeğin şerefli
oluşu ve
Allah'ın onu,
kadınlara göre imtiyazlı kılmasının bir gereğidir. Allah, bir insana erkek
evlât vermekle onu sonsuz sevinç ve feraha kavuşturur. Ki çocuğu olan baba da
el-betteki bu nimetin şükrünü fazlasıyla ifa edecektir. Nimet çok olunca şükrün
de çok olmalıdır. Doğrusunu Allah bilir. [147]
"Şeriat koyucusu
bazı yer ve zamanları diğerlerine nispetle özelleştirip üstün kılmıştır. Oysa
ki, hepsi diğer bakımından birbirlerine eşittirler." sözüne gelince burada
birinci mukaddime doğru, ikincisi yanlıştır. Yüce Allah bunların bazısını diğer
bazısına nispetle özelleştirmeyi gerekli kılan bir unsur olmadıkça Özelleştirip
üstün kıl-mamıştır. Bunları yaparken elbetteki gizli veya açık bir sebebe
dayanmıştır. Zamanların hepsinin zaman olarak adlandırılması, yerlerin de
hepsinin yer olarak adlandırılması, insanların tümünün insan olarak
adlandırılması, hayvanların da her çeşidiyle birlikte hayvan olarak
adlandırılması gibidir. Her hayvanın değer bakımından birbirlerine eşti olması beklenemeyeceği
gibi; zaman ve yerlerin de hepsinin değer bakımından birbirine eşit olmaları
beklenemez.
Birbirinden ayrı olan
şeyler birçok noktalarda müşterek olacakları gibi, aynı cinsten olan şeyler de
birçok yönlerde birbirinden aynlabilir. Noksanlıklardan münezzeh yüce Allah
birşeyi her bakımdan tercihi gerekli kılıcı bir niteliği olmadıkça diğer
şeylere üstün kılmayacak kadar hikmet ve ilim sahibidir. Böyle bir şeyin
meydana gelmesi, gerek O'nun yaratıkları gerek kendisinin durumu açısından
mümkün değildir. Yine aynı şekilde yüce Allah, birbirine her bakımdan denk
olan şeyleri hüküm bakımından birbirlerinden ayırmaz. O'nun hikmeti buna da
müsaade etmez. Bazılarının yanlış düşüncelere saparak Allah'ın böyle bir şeyi
yapacağını sanmaları elbetteki mümkün değildir. Bu gibi kimselerin söyledikleri
doğru olsaydı bu husustaki hüccet ve deliller geçerliliklerini yitireceklerdi.
Allah , bir şeyle ilgili hüküm verirken o şeyin benzerlerine ve misillerine
vermiş olduğu hükmün aynısını verir. Birbirine zıt olan şeyleri de aynı statüye
tabi kılmaz. Salih kimseleri günahkârlarla, müminleri kâfirlerle, kendisine
itaat edenleri, isyan edenleri, alimi de cahillerle bir tutup aynı hükme tabi
kılmaz. Kendi evrensel ve dinsel hükümlerini bu esasa dayamış, mükâfat ve
cezalarını da bu esasa göre dağıtmıştır. Peygamberlerin ve ümmetlerinin bizlere
nakledilen kıssalanyla onlardan gelen darb-ı meseller hep bunu teyid
etmektedirler. Cebrail'in İblisle, peygamberlerin din düşmanlarıyla, Kâbe-i
muaz-zamanın şeytanların yuvasıyla bir tutulmasını Öneren dünyanın en bozuk
mezhebini bu delillerle çürütmüş olmaktayız. Bu bozuk ve sapık mezhebe uyanlar
derler ki: Aslında zat itibariyle bunların arasında fark yoktur. Yine bunlara
göre idrak ile misk, dışkı ile misk cisim olma bakımından birbirlerine
eşittirler. Sadece sonradan kazandıktan arızî sıfatlarla birbirlerinden
temayüz etmişlerdir. Yine bunlara göre kar ile ateş te cisim olma bakımından
birbirlerine eşittirler. Bu sapık görüşlü kimseler, akim sarih verilerinin
dışına çıkmışlar, duyulara da muhalefet etmişlerdir. Ki her türlü din ve mezhep
mensuplarından olan akıllı kimseler, bunların ileri sürdükleri görüşlere muhalefet
etmişlerdir. Çünkü Allah gökle yerin cisimlerini birbirlerini eşit kılmamıştır.
Bu hususlarda tartışanlara sadece genel prensiplerde ve bu cisimlerin
bölünebilirliği, üç boyuta sahip oluşu ve duyularla duyulabileceği
noktalarında ortak olabiliriz. Ki bu da bu cisimlerin denk olması bir tarafa,
aralarında benzerlik bulunmasını bile gerekli kılmaz. Başarı Allah'tandır.[148]
"İslâmiyet,
malların tazmin edilmesi hususunda hata ile kasdi aynı hükme tabi kıldığı gibi,
birbirinden ayrı olan bazı olayları da aynı hükme tabi kılmıştır." sözüne
gelince bu uygulama akim, fıtratın hukuk ve geleneklerine benimsediği bir
uygulama değildir. Birbirinden ayrı olsalar da bazı olaylar, hükmü gerekli
kılıcı birtakım hususlarda müşterek olduktan sonra aynı hükme tabi
tutulabilirler. Bu, realitede karşılaşılan hususlardandır Buna göre hata
yoluyla da olsa kayıt yoluyla da olsa bir malın telef edilmesi halinde bunu
yapanların günahları her ne kadar aynı değilse de ödeyecekleri tazminat
aynıdır. Burada tazminat ödemeyi telef etme sebebine bağlamak, hükümlerin
verirken mucip sebeplere dayanmak türünden bir uygulamadır. Ki bu da, insanların
maslahatlarını gerçekleştiren yegâne bir sistem olan adaletin gereğidir Hataen
adam öldüren katilin diyet ödemesi bu cümleden olarak gerekli kılmıştır. Yine
bunun gibi çocuğun, delinin, uykudaki kimselerin telef ettikleri malların
bedelini ödemeleri de zorunlu kılınmıştır. Bu saydığımız hususlar,
Müslümanların menfaatlerini sağlayan genel kurallardır. Eğer bu kurallar
konulmamış olsaydı herkes birbirinin malını telef edecek ve birbirinin canına
kastedecek, sonra da bunu kasten yapmadıklarını, bir hata sonucu yaptıklarını
iddia edeceklerdir. Ama kulları ilgilendirmeyen ilahî haklarda durum bunun
tersinedir. Burada kulun meşieti ve kendi iradesi sonucu işlediği diğer fiiler
söz-konusu olmaktadır. Ki şeriat bu durumda hata yapanla kasıtlı olarak cürüm
işleyenlerin durumunu birbirinden ayırmıştır. Meselâ yemininin gereğini yerine
getirenle yeminini bozan kişinin durumunu ele alacak olursak bu kişi, yeminini
kasıtlı olarak bozmuş ise kefaret ödeyecektir. Yok eğer unutarak veya bir
yanılgı sonucu yeminini bozmuşsa kefaretten muaf tutulacaktır.
Zekât meselesine
gelince, mükellefle mükellef olmayanın aynı hükme tabi kılınması hususunda
birçok tartışma ve ictihadlar da vukubulmuştur. Şeriat sahibi tarafından mükellefle
mükellef olmayanı bir tutmaya veya tutmamaya ilişkin bir nass varid olmamıştır.
Mükellefle mükellef olmayanı zekât verme hususunda aynı hükme tabi kılan
fıkıhçılar, zekâtın malî bir ibadet olduğunu ileri sürmüştürler. Ki bunlara
göre zekât, sahibi ister mükellef olsun ister olmasın malla ilgili bir haktır.
Ve bunu da yoksullara vermek icab eder. Yine aynı şekilde yüce Allah mal
sahibinin kendi kölelerine, yakınlarına ve hay vanlanna malından harcamada
bulunmasını bir görev olarak emretmiştir. Bunun gibi fakirlere ve miskinlere
de harcamada bulunmasını emretmiştir.[149]
Kediyle farenin
temizlik açısından aynı hükme tabi kılınmasına gelince bu, gayet normal bir
hükümdür. Temizlik açısından kediyle fare arasında ne gibi bir fark vardır?
Ki bu hususta ileri
geri konuşuluyor. Bu hususta eleştiride bulunanlar, kediyle farenin
birbirlerine düşman olmasını, koyunla kurdun düşman olduğu gibi hükmülerinin de
aynı olması gerektiğini zannetmektedirler. Ki bu cahillikten başka bir şey
değildir. Zira aralarındaki düşmanlığın temizlik ve murdarlıkla, helâllik ve
haramlıkla hiçbir ilgisi yoktur. Şeriatın bu konuda getirmiş olduğu hüküm,
gayet derecede hikmet ve maslahata uygundur. Eğer bu hayvanların murdarlıklarına
hükmedilmiş olsaydı insanlar için birçok sıkıntı ve meşakkatler meydana
gelecekti. Çünkü bu hayvanlar, gece gündüz demeyip insanların yatak, elbise ve
yemeklerinin etrafında durmadan dönüp dolaşmaktadırlar. Nitekim Peygamber
(s.a.s) efendimiz de kediyle ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
"O murdar
değildir. Çünkü o, etrafınızda dolaşan erkek ve dişi hayvanlardan
biridir." [150]
Şeriat koyucusunun ölü
hayvanla, kitabî olmayan bir gayr-i müslim'in kestiği hayvanı aynı hükme tabi
kılarak haram sayması ve avlanırken ölen hayvanla ihramlı bir kişinin kestiği
hayvanı haram tık açısından aynı hükme tabi kılmasına gelince bu da gayet
derecede normal bir hükümdür. Bunların haramlık açısından aralarında herhangi
bir fark yoktur. Bu konuyu eleştiren kişiler, ölü hayvanın kanının kesme
yoluyla dışarıya akmamasını ve vücutta hapsol-masını haramlık sebebi olarak
zannetmektedirler. "İhramlı birinin veya kitabî olmayan birinin kestiği
hayvanını kanı vücudunda hapsolmayıp dışarıya akıtılmaktadır. Şu halde bunların
haram olması hiçbir açıdan akla uygun olmayacaktır, " diyenlerin sözü
cahillik ve demogojiden başka bir şey değildir. Eğer haramlık sebebi kanın
vücutta hapsolmasın-dan ibaret olsaydı bunların eleştirileri bir bakıma haklı
olabilirlerdi. Ama haramlık sebepleri birden fazla olunca bu sebeplerin
bazısının haramlık hükmüne uyması halinde diğer bazı sebeplerin uymamasıyla
haramlığın ortadan kalkması gerekli olmaz. İşte hükümlerin aklî olan sebep ve
illetlerine ilişkin kıyas bunu gerekli kılmaktadır. Hukuk alanında bu yöntemi
çürütecek bir başka yöntem kesinlikle mevcut değildir. Eğer denilse ki:
Şeriat kitabî olmayan
Gayr-ı Müslim'in kestiği hayvanla ölü hayvanın, ölüm sebepleri birbirinden
ayrı olmasına rağmen hükümlerini aynı kılmıştır. Bu nedenle durumları
birbirinden ayrı olan hay vanlann hükmünü aymlaşürmış olmaktadırlar. Birbirine
denk olan iki olayın hükmünü ise birbirinden ayırmış olmaktadır. Çünkü hayvanın
kesilmesi his, mahiyet ve şekil bakımından aynıdır. Kesimin bazı şekilleri
hayvanı, ölü hayvan hükmünden çıkarmaktadır. Bazı şekilleri ise onu ölü hayvan
hükmüne tabi kılmaktadır. Buna ne cevap vereceksiniz? Bu soruya vereceğimiz
cevap şudur: Şeriat bu iki hayvanın lügat açısından ölü olarak
adlandırılmalarını aynı düzeyde kabul etmemiştir. Sadece şer'i isimlendirme
açısından ikisini aynılaştırmiştır. Buna göre şer'an hayvanın Ölü olarak
adlandırılması, lügat itibariyle daha geneldir. Şeriat koyucusu, isimlendirme
yaparken bazan lügati gözönünde bulundurmaktadır. Bazan hepsini aynı kaba
koyarak ta bazan birbirinden ayırıp özel hükümlere tabi kılmaktadır. Ehl-i
örfte bu tutumu izlerler. Ki bu ne şeriate ne de Örfe aykırı bir davranış
değiîdir. Kitabî olmayan Gayr-ı Müslim'in kestiği hayvanla ölü hayvanın
hükmünü aynı kılmaya gelince noksanlıklardan münezzeh yüce Allah, murdar
şeyleri bize haram kılmıştır. Haramlığı gerekli kılan murdarlık bazan açıkça
müşahade edilebildiği gibi bazan da sarih bir şekilde farkedilemez. Açıkça
müşahede edilebilen murdarlık için şeriat koyucusu, kendi vasfına ek olarak bir
alâmet koymamıştır. Sarih olarak görülmeyen murdarlık içinse murdarlığa
delalet eden bir işaret koymuştur. Mesalâ ölü hayvanın kanının vücudunda
hapsedilip dışarıya akmaması, onun murdarlığının açık bir sebebidir.
Mecusinin, mürtedin ve besmele çekmeksizin veya Allah'tan başkası için kurban
olarak kesilen hayvanların etleri murdardır.
Bu nedenle haram
kılınmamıştır. Putların, yıldızların ve ecinnilerin uğru sıra kesilen
hayvanların murdar olduklarını, sırf Allah adını anarak kesilen hayvanların
etlerinin ise helâl olduğunu hiç kimse inkâr edemez. Bunu ilmî gerçeklerden,
imandan ve şer'î zevkten yoksun olan kimseler ancak inkâr ederler.
Noksanlıklardan münezzeh yüce Allah, kendi adına kesilmeyen hayvanların murdar
olduklarını ve ..unları yemenin fışkı gerektirdiğini hüküm olarak
belirtilmistir. Şüphesiz ki, Allah adını anarak kesilen hayvanlar helâl olur.
Allah adını anmakla şeytan, kesenden ve kesilenden uzak durur. Allah adı
anılmadığı takdirde şeytan, kesene de kesilene de musallat olur. Ki bu durumda
hayvanın eti murdar olur. Allah adı anılmaksızın kesilen hayvanların kanlarında
şeytan dolaşır. Bu kanı taşıyan hayvan ve bu kanın bulaştığı etler murdarın da
murdarı olurlar. Ama kesen kişi Allah'ın adını andığından şeytan, o kanın
içinden çıkıp uzaklaşır. Ve kesilen hayvanın eti de helâl olur. Allah'ın adı
anılmadığı takdirde murdarlık, hayvanın içinde kalır. Bunun yanisıra Allah
düşmanı şeytan ve putların adı anılarak kesilen hayvanların murdarlıklarına
murdarlak eklenir. Yüce Allah, kesimin ibadet yerine geçtiğini şu kutlu
sözleriyle haber vermektedir:
"Şu halde Rabbin
için namaz kıl ve kurban kes." (Kevser: 108/2)
"De ki:
"Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm alemlerin Rabbi
Allah'ındır." (A'râf: 7/162)
"İri cüsseli
(kurbanlık hayvanları) da size Allah'ın işaretlerinden kıldık . Sizler için
onlarda bir hayır vardır. Öyleyse bir dizi halinde (boğazlanırken) Allah'ın
adını anın; artık yana doğru düştüklerinde de onlardan yiyin. Kanaatkara ve
isteyene de yedirîn. İşte böyle onlara, sizin için boyun eğdirdik. Umulur ki,
şükredersiniz. Onların etleri ve kanları kesin olarak Allah'a ulaşmaz. Ancak
O'na sizden takva ulaşır." (Hacc: 22/36-37)
Yüce Allah bu
hayvanların kendisini ananların emrinde boyun eğdirdiğini ve bunları kesmekle
de sadece kişilerin takvasının Allah'a ulaşacağını ifade buyurmuştur. Allah'ın
adı anılmayarak kesilen hayvanların etlerini yemek haramdır. Allah'ın adı
anılmaksızın veya Allah'tan başka varlıkların adlarının anılarak kesilmesi
halinde etlerinin murdar ve leş mesabesinde olacağını izah buyurmaktadır.
Bu anlatılanlar,
hayvanların Allah adı anılmayarak kesilmesiyle İlgili idi- Allah'tan başka
varlıkların, Allah düşmanlarının adına müşriklerin kesmeleri halinde bu hayvanların
etlerinin, yaratıklar içinde en murdar bir nesne olduklarım ve öncelikle haram
olduğunu Kur'an-ı Kerim bize haber vermektedir. Allah düşmanlarının adlan
anılarak hayvanların kesilmesi halinde murdarlığın ete tesir edişini hiç kimse
yadırgayamaz. Nitekim nikahlayan erkek murdar ise murdarlığı ve kötü niyeti de
nikahlanan kadına etkili olur. Bu anlatılan hususlar, islâmın nuruyla
aydınlanan, kalbin hikmet pırıltılarıyla parlayan kimseler tarafından elbetteki
onaylanacaktır. Bu serdedilen gerçekleri kalbi ve bedeni dinî maslahatlarla dopdolu
ilahî feyizleri ve nübüvvetin nurlarını sinesinde taşıyan kimseler de tasdik
ederler. Bu isimlerle sıfatlar arasında muhkem bağlar bulunmaktadır. Ki bu
gerçeklerin nurunu tevil ve tahrif karanlığı örtbas edemez. [151]
Şeriat koyucusu,
temizleyicilik açısından toprakla suyu aynı kabul etmiştir Bunu yapmakla yüce
Allah ne güzel bir hüküm vermiştir. Ki bu hüküm aklı selime ve düzgün fıtrata
yakın olan latîfane bir hükümdür. Noksanlıklardan münezzeh ulu yaratıcı,
toprakla suyu değer ve hukuk bakımından . birbirine kardeş kılmıştır. Bunları
bir araya getirerek te Hz. Adem'i ve O'nun neslini yaratmıştır. Şu halde suyla
toprak, Adem babamızla Havva anamızın ve de evlâtlarının ana ve babası durumundadırlar.
Her canlı, yaratık suyla topraktan yaratılmıştır. Hayvanların, insanların, her
türlü davarın nzıkları da bunlardan sağlanmışıtr. Bu iki unsur tabiatta diğer
eşyalara nispetle daha fazla bulunmakta ve kolaylıkla elde
edilebilmektedirler. Buna göre, teyemmüm ederken Allah rızası için toprağı
yüze sürmek elbetteki Allah'ın en fazla hoşnut davranışlarından biri olacaktır.
Bu ikisini değer
bakımından birbirine eşit kılarak birbirleriyle kardeş kılması gayet hikmetli
ve güçlü bir karardır. Bunların hukuk bakımından da birbirleriyle kardeş kılınmaları,
elbetteki en güzel ve sahih bir akittir.
"Övgüler yerin ve
göklerin, alemlerin rabbi olan Allah'adır. Göklerde ve yerde ululuk yine O'na
aittir. O, izzet ve hikmet sahibidir."[152]
[1] İbni
Teymiyye,Kıyas, Tevhid Yayınlar: 3-4.
[2] İmam Ahmed b. Hanbel'e göre hacamat vurmakla oruç
bozulur.
(Çeviren)
[3] Selem parayı peşitt verip malı sonraki ttir tarihte
almak üzere yapılan bir alış veriş akdi.
(Çeviren)
[4] Kitabet: Kölenin, efendisine aralarında anlaştıkları
belli bir miktar parayı vererek hürriyetine kavuşması demektir. (Çeviren)
[5] Mudarebe: Sermaye bir taraftan, çalıştırmak diğer
taraftan olmak üzere yapılan belli şartlardaki ortaklık, (Çeviren)
[6] a) Müzaraa: Tarla sahibiyle ekici olan işçi arasında
yapılan tarım ortaklığı.
b) Müsakaat: Belli bir pay karşılığında bir kişinin başka birinin
uağını, bahçesini İslah ve bakımını Üzerine alması hususunda yapılan anlaşma
(Çeviren)
[7] İbni Teymiyye,
Kıyas, Tevhid Yayınlar: 5-6.
[8] Mukaseme: Ortakların, mallarım bölüşmesi anlaşması
demektir(Çeviren)
[9] Meselâ bir kişinin kendi evini, dükkânında kazanacağı
kâr karşılığında bir şahsa kiraya vermesi gibi
[10] İbni Teymiyye,
Kıyas, Tevhid Yayınlar: 7-12.
[11] İbni
Teymiyye, Kıyas, Tevhid Yayınlar:
13-14.
[12] Meselâ adamın biri başka birine verdiği karzı sen
işini gördükten sonra bu parayı falan şehirdeki adama ver dese alan ihtiyacını
giderir. parayı verene ise havale masrafından kurtulmuş olur. (Çeviren)
[13] İbni Teymiyye,
Kıyas, Tevhid Yayınlar: 15-16.
[14] Ebu Davud, Taharet: 34, Tirmizi, Taharet: 49 Nesai,
Miyah: 2
[15] Ebu Davud, Taharet:î5 Tirmizi Taharet: 17, Nesai
Taharet: 32
[16] Buhari, Vudu: 67 Zebaih:34 Muvatla İstizan:20 Ebu
Davud, Et'ime: 48 Tirmizi, Et'ime: 8 Nesai Fera:15
[17] îbn Mace, Taharel: 76
[18] îbn Mace, Taharel: 76 Ebu Davud, Taharet: 351,
Tirmizi, Taharet: 50 Nesai, Miyah: 3
[19] Daha önce geçti.
[20] I 'irmizi, Taharet: 48 Ebu Davud Taharet: 35 îbn Mace,
Taharet: 33
[21] İbni Teymiyye, Kıyas, Tevhid Yayınlar: 17-23.
[22] İbni Teymiyye,
Kıyas, Tevhid Yayınlar: 24.
[23] Alım satım yapan kâr sağlayabiydiği gibi zarar da
edebilir.
Tefecilik yapansa, parayı alan ister ister kazansın ister zarar etsin,
her iki halde de az da olsa kân garantilemiştir.
[24] Ebu Davud, Salat: 25
[25] Ebu Davud, Edeb: 4
[26] EbuDavud,Edeb:4
[27] İbni Teymiyye, Kıyas, Tevhid Yayınlar: 25-27.
[28] Buhari, Hayz: 26, Müslim, Hayz:64, 66
Ebu Davud, Taharet: 111, Tirmizi, Taharet: 96 Nesai, Hayz: 2-
[29] Nesai, Hayz: 3
[30] İbni Teymiyye,
Kıyas, Tevhid Yayınlar: 28-30.
[31] İhlil: Sidik deliği anlamını ifade ettiği gibi
memedeki süt deliği mânasına da gelir. (Çeviren)
[32] Buhari,
vudu:25, Müslim, Taharet: 20, 22
İbni Teymiyye, Kıyas, Tevhid Yayınlar: 31-32.
[33] İbni Teymiyye,
Kıyas, Tevhid Yayınlar:33-35.
[34] 3uhari, Selem: 1, 2, 7, Müslim, Müsakat: 127, 128 36
[35] İbni Teymiyye,
Kıyas, Tevhid Yayınlar:36.
[36] Muhalea: Kadının kocasına aralarında anlaştıkları
belli bir meblağı ödeyerek boşanmayı talep etmesidir. (Çeviren)
[37] İbni Teymiyye,
Kıyas, Tevhid Yayınlar:37-38.
[38] Ebu Davud, Büyü: 58 , İbn Mace, Ticaret: 61 Buharı,
Selem: 2, Muvatta, Buyu: 21
[39] Müzabene: Ağaçtaki hurmalar, hazır hurmalarla takas
etmeye müzabene denir.
(Çeviren)
[40] Araya: Eriyye kelimesinin çoğulu olup, kişinin sırf
kendi yemesi için ayırmış olduğu ağaçtaki taze hurmaları, hazır hurmalarla
takas etmesine araya satışı denir.
(Çeviren)
[41] olan Adem'e mi secde edeceğim? Demişti. Onun kıyasına
göre ateş, topraktan üstün olmalıydı. Üstü) İblisin kıyası: İblis, Hz. Adem'e
(a.s.) secde etmekle emrolun-duğundan, ben ateşten yaratıldığım halde,
topraktan yaratılmış n olan ateşin yani kendisinin, mertebece daha düşük olan
toprağın yani Adem'in önünde eğilip secdeye varması kıyasa muhalif olurdu
(Çeviren)
[42] Ebu Davud, Büyü: 59
[43] Buharı, Selem: 2
[44] Buharı, Selem: 3,4
[45] İbni Teymiyye,
Kıyas, Tevhid Yayınlar: 39-60.
[46] Kaste benzer öldürme: Öldürme kasdi olmakla birlikte
öldürücü olmayan âletlerle adam Öldürmeye denir. (Çeviren)
[47] İbni Teymiyye,
Kıyas, Tevhid Yayınlar: 61-63.
[48] Musarrat: Sütü hayvanın memesinde hapsedilip memesini
şişkin göstererek satmaktır. Müşteri, memelerin şişkin olduğunu görünce, hayvanın
çok süt vereceğine aldanarak satın alabilir. Bu bir hile olduğundan Resûlüllah
(s.a.s.) tarafından yasaklanmıştır. (Çeviren)
[49] Ebu Davud Buyu: 48.
[50] İbni Teymiyye,
Kıyas, Tevhid Yayınlar: 64-67.
[51] İbni Teymiyye,
Kıyas, Tevhid Yayınlar: 68-69.
[52] Buhari, Rehin: 4, Tirmizi, Büyü: 4 Ebu Davud, Büyü: 78
[53] İbni Teymiyye,
Kıyas, Tevhid Yayınlar: 70-71.
[54] İbni Teymiyye,
Kıyas, Tevhid Yayınlar: 72-78.
[55] İbni Teymiyye, Kıyas, Tevhid Yayınları: 79-80.
[56] Buhari, Savm: 26, Eyman: 15, Müslim, Siyam: 17
Tirmizi, Savm: 26, Ebu Davud, Savm: 39
[57] Yastığın geniştir cümlesinde mecaz vardır. Peygamber
efendimiz bu sözüyle o sahabîye, "Senin uykun ağır ve uzundur" demek
istemiştir.(Çeviren)
[58] İbni Teymiyye,
Kıyas, Tevhid Yayınlar: 81-85.
[59] Tiraıizi, İlim: 16, Ebu Davud, Sünnet: 6
[60] Merrü'z-Zahranî: Mekkeye dört fersah mesafede bir
mevki adı(Çeviren)
[61] Ebu Davud, Harac:25
[62] Buhari, ilim: 39, Lukata: 7, Diyat: 8 Müslim, Hacc:
447, Ebu Davud, Menasik: 90
[63] Not: Buradaki haram kelimesi Türkçedeki saygın
kelimesinin karşılığı, haramlıkta saygınlık kelimesinin karşılığıdır. Helâl'a
gelince bu, serbest yanı, haramlığın kurallarına uyulması zorunlu olmayan yer
demektir. Meselâ Mekke, haram şehir olduğundan oraya ihramsız girilmez.
İhramdayken de haram dahilinde ol yolmak, kötü söz söylemek, hayvan öldürmek ve
benzeri işleri yapmak yasaktır. Ama helâl beldelerde bu kayıtlara bağlılık
yoktur.(Çeviren)
[64] İbni Teymiyye,
Kıyas, Tevhid Yayınlar: 86-88.
[65] İbni Teymiyye,
Kıyas, Tevhid Yayınlar: 89-96.
[66] İbn Kayyim, Kıyas ,Tevhid Yayınları: 98-104.
[67] Buhari, Cenaiz: 80-93, Müslim, Kaderi: 22 Muvatta,
Cenaiz: 52, Tirmizi, Kader: 9, Ebu Davud, Sünnet: 18
[68] İbn Kayyım, Kıyas, Tevhid Yayınlar: 107-121.
[69] ) Buhari, Büyü: 5<, 74, Müslim, Musakat: 79 Ebu
Davtıd, Büyü: 12, İbn Mace, Ticaret: 50 Muvatta: Biiyu: 38, Tirmizi, Büyü: 24
Nesai, Büyü: 4Î
[70] İbn Kayyım, Kıyas, Tevhid Yayınlar:122-133.
[71] İbn Kayyım, Kıyas, Tevhid Yayınlar:134-135.
İbn Kayyım, Kıyas,
Tevhid Yayınlar:137.
[73] İbn Kayyım, Kıyas, Tevhid Yayınlar:138.
[74] İbn Kayyım, Kıyas, Tevhid Yayınlar:139-140.
[75] İbn Kayyım, Kıyas, Tevhid Yayınlar:141-142.
[76] İbn Kayyim, Kıyas, Tevhid Yayınlar:143-145.
[77] İbn Kayyim, Kıyas, Tevhid yayınları:146.
[78] İbn Kayyım, Kıyas, Tevhid Yayınlar:147.
[79] İbn Kayyim, Kıyas, Tevhid Yayınlar: 149-162.
[80] İbn Kayyim, Kıyas, Tevhid Yayınlar: 163-167.
[81] Muvatta, Taharet: 30, Nesai, Taharet: 35, İbn Mace,
Taharet: 6
[82] Müslim, Müsafirin: 94
[83] İbn Kayyim, Kıyas, Tevhid Yayınlar: 168-171.
[84] İbn Kayyim,
Kıyas, Tevhid Yayınlar: 172-174.
[85] Ebu Davud, Savın: 13 176
[86] Ebu Davud, Zekat: 9, 10
[87] İbn Kayyim, Kıyas, Tevhid Yayınlar:176-179.
[88] İbn Kayyim, Kıyas, Tevhid Yayınlar: 180-181.
[89] Tiimizi, Taharet: 61, Muvatta, Taharet:58, Ebu Davud,
Taharet:70, Nesai,Taharet:!18
[90] Trmi/i, Taharet: 62.
[91] İbn Kayyim, Kıyas, Tevhid Yayınlar: 182-183.
[92] İbn Kayyim, Kıyas, Tevhid Yayınlar: 185-186.
[93] İbn Kayyim, Kıyas, Tevhid Yayınlar: 187-189.
[94] İbn Kayyim, Kıyas, Tevhid Yayınlar: 190.
[95] İbn Kayyim, Kıyas, Tevhid Yayınlar: 191.
[96] İbn Kayyim, Kıyas, Tevhid Yayınlar: 192.
[97] Buhari, Hars: 4
[98] İbn Kayyim, Kıyas, Tevhid Yayınlar: 193-194.
[99] İbn Kayyim, Kıyas, Tevhid Yayınlar: 195.
[100] İl! Buhari, Zekat: 45, 46, Müslim: Zekat: İO Muvatta,
Zekat: 37, Tirmizi, Zekat: 8 Ebu Davud, Zekat: 10, Nesai, Zekat: 16
[101] Tirmizi, Zekat: 3, Ebu Davud, Zekat: 4, Nesai, Zekat:
18
[102] İbn Kayyim, Kıyas, Tevhid Yayınlar:196-197.
[103] İbn Kayyim, Kıyas, Tevhid Yayınlar:198-202.
[104] Müdebber köle: Kölesine, "Ben Öldükten sonra sen
hürsün" diyen efendisinin kölesi müdebber olur. Efendi öldükten sonra da
hürriyetine kavuşur (Çeviren)
[105] Yemin-i gamûs: Yapmadığı bir işi yaptım diyerek veya
yaptığı işi yapmadım diyerek kasıtla birlikte yemin eden kişinin ettiği yemine
yemin-i gamûs denir. (Çeviren)
[106] İbn Kayyim, Kıyas, Tevhid Yayınlar:203-213.
[107] İbn Kayyim, Kıyas, Tevhid Yayınlar:214-223.
[108] Buhari, Tefsir: 3, Edeb: 20, Muharibin: 20 Diyet: 1,
Tevhid: 40, 4'5, Müslim, iman: 141 Nesai, Tahrim: 4, Ebu Davud, Talak: 50
[109] İbn Kayyim,
Kıyas, Tevhid Yayınlar:224-228.
[110] İbn Kayyim, Kıyas, Tevhid Yayınlar:229-230.
[111] İbn Kayyim, Kıyas, Tevhid Yayınlar:231-232.
[112] İbn Kayyim, Kıyas, Tevhid Yayınlar:233-234.
[113] İbn Kayyim, Kıyas, Tevhid Yayınlar:235-239.
[114] Tİrmizi, Et'ime: 4
[115] Tirmizi, Et'ime: 4, Ebu Davud, Et'ime: 32 Nesai, Sayd:
27
[116] Mevkuf hadîs: Sahabeden rivayet edilen söz, fiil ve
takrirlerdir. Örneğin, bir hadisi rivayet edenin, Ebû Bekir'in huzurunda şöyle
yapıldı da sesini çıkarmadı demesi gibi.
Merfu hadis: Özellikle Peygamber (s.a.s)'e izafe edenin söz, fiil ve
takrirleridir. (Çeviren)
[117] İbn Kayyim, Kıyas, Tevhid Yayınlar: 240-243.
[118] İbn Kayyim, Kıyas, Tevhid Yayınlar: 244.
[119] İbn Kayyim, Kıyas, Tevhid Yayınlar: 245.
[120] İbn Kayyim, Kıyas, Tevhid Yayınlar: 246.
[121] İbn Kayyim, Kıyas, Tevhid Yayınlar: 247.
[122] Buharı Şufa: 1, Buyu: 96, 97, Hiyel: 4, Şirket: 6, 9,
Müslim Müsakat: 134, Nesai, Buyu: 108-109,
Ebu Davud, Buyu: 73, Tirmizi Ahkam: 33.
[123] Tirmizi Ahkam: 33.
[124] Mürsel hadis: Rivayet senedinden bir sahabenin adının
düştüğü hadistir. Yukarıdaki hadisin senedinde İbni Abbas'ın adının anılmaması
dolayısıyla hadis mürsel olmuştur.
[125] İbn Kayyim, Kıyas, Tevhid Yayınlar: 248-255.
[126] İbn Mace, Şuf'a: 2, Tirmizi Ahkam: 31
[127] Ebu Davud, Büyü: 75, Tirmizi, Ahkam: 33, îbn Mace,
Şufa: 2, Nesai, Büyü: 80.
[128] Nesai Buyu: 109 260
[129] Tirmizi, Ahkam: 31
[130] Ebu Davud Buyu: 75
[131] Buhari Şufa: 1, Buyu: 96, Müslim Müsakaî: 134. 262
[132] Ebu Davud Buyu: 73
[133] Ebu Davud Buyu: 75
[134] Tirmizi Ahkam: 31
[135] İbn Kayyim, Kıyas, Tevhid Yayınlar: 256-268.
[136] İbn Kayyim, Kıyas, Tevhid Yayınlar:269.
[137] İbn Kayyim, Kıyas, Tevhid Yayınlar: 270.
[138] İbn Kayyim, Kıyas, Tevhid Yayınlar: 271.
[139] Müd: İki ntıllık veya 832 gr. hk bir ölçek. Kafiz: 18
kg. iık biı ölçek (Çeviren)
[140] Buari buyu: 40, Müslim büyü: 102, Nesai, büyü: 50 274
[141] İbn Kayyim, Kıyas, Tevhid Yayınlar: 272-274.
[142] İbn Kayyim, Kıyas, Tevhid Yayınlar: 275-278
[143] İbn Kayyim, Kıyas, Tevhid Yayınlar: 279-282.
[144] İbn Kayyim, Kıyas, Tevhid Yayınları: 283-292.
[145] İbn Kayyim, Kıyas, Tevhid Yayınları: 293-296.
[146] ) Nesai Kasame: 34
[147] İbn Kayyim, Kıyas, Tevhid Yayınları: 297-300.
[148] İbn Kayyim, Kıyas, Tevhid Yayınları: 301-302.
[149] İbn Kayyim, Kıyas, Tevhid Yayınları: 303-304.
[150] Muvatta, Taharet: 13, Ebu D;ıvud Taharet: 33 Tirmizi
Taharet: 69, Nesai, Taharet: 54.
İbn Kayyim, Kıyas,
Tevhid Yayınları: 305.
[151] İbn Kayyim, Kıyas, Tevhid Yayınlar: 306-309.
[152] İbn Kayyim, Kıyas, Tevhid Yayınları: 310.