MUDÂRABE (EMEK SERMÂYE ORTAKLIĞI) BAHSİ
Emekçi, Başkasıyla Mudârabe Akdi Yapabilir
EMEKÇİNİN AZLİ VE KÂRIN TAKSİMİ BABI
Mudârabe, yeryüzünde darp –yürümek-ten türetilmiştir. Bu ortaklığın
bununla ad lan dinim asının sebebi, emekçinin, çaba
ve çalışmasıyla kân hak etmesidir. Kendisine ihtiyaç bulunduğu için bu
ortaklık caizdir. Çünkü bâzı insanlar, malca zengin, fakat tasarrufta
yeteneksiz, bâzıları da eli boş, fakat tasarruf yollarını iyi bilirler. Bu
nedenle de hem yeteneksiz ile yeteneklinin hem de fakir ile zenginin çıkarının
düzenlenmesi için bu tür bir tasarrufu vazetmeye şiddetle ihtiyaç vâki
olmuştur. Nitekim peygamber olarak gönderilirken Peygamber efendimiz ISallallahü Aleyhi ve Sellem),
halkın bunu uyguladığını görmüş ve tasvip etmiştir. ([1]) Aynı
zamanda ashap da bunu teamül hâline getirmişlerdir. ([2])
Sonra emekçiye teslim edilen sermaye, onun elinde bir emânettir. Çünkü onu
sahibinden bedelsiz ve belgesiz almıştır.
Bu arada emekçi,
sermâyeyi vekil sıfatıyla kullanır. Çünkü onda mâlikin izniyle tasarrufta
bulunur. Emekçi, malın bir kısmına çalışmasıyla mâlik olduğu için sağladığı kânn ortağı olur. Mudârabe akdi
fesada uğradığında kiralamaya dönüşür. Şöyle ki, emekçi, çalışmasının ücretini
alır. Sermaye sahibinin rızâsına aykırı davranması hâlinde ise sermâyeyi
gasbetmiş olur. Çünkü bu durumda başkasının malına tecâvüz söz konusudur.
fMudârabe, taraflardan birinden sermâye, öbüründen de çalışmak
olmak üzere kurulan ortaklık akdidir.) Yâni bu ortaklık, kârda kurulmakta ve
tarafların biri kân malıyla, Öbürü de emeğiyle hak eder. Sözkonusu
ortaklık olmadan mudârabe akdi olamaz. Nitekim kâr,
tümüyle mal sahibine şart koşulmakla ticâret malı, emekçiye şart koşulmakla da
borç olur.(Mudârabe, sadece ortaklığın sahih olduğu
mallarla sahihtir.) Bunun açıklaması ise, daha önce geçti. Eğer sermâye sahibi,
emekçiye bir eşya vererek : Bunu sat ve bedeliyle mudârabe
ortaklığıyla çalış, derse caizdir. Çünkü mudârabe
akdi, başkasını vekil kılma ve kiralama olduğundan gelecek zamana izafe
edilebilir ve dolayısıyla sahihliğine engeE yoktur.
Aynı şekilde emekçiye : Falancadaki alacağımı al ve mudârabeyîe
onu çalıştır, derse açıkladığımız nedenle caizdir. Ancak, senin zimmetindeki alacağımla
çalış, derse mudârabe sahih olmaz. Çünkü satışlarda geçtiği üzere İmam Ebû Hani fe' ye göre buradaki vekil kılma, sahih değildir. Diğer iki
İmama göre ise sahihtir, ancak satın alman malın mülkiyeti, müvekkile âit
olduğundan bu, eşya ile mudârabe olur.(Mudârabenin şartlarından biri de, tarafların kânn tamamında ortak olması ve birinin, kârdan belli bîr
miktar dirhemi hak etmemesidir.) Çünkü kârın belirli bir miktarının
taraflardan biri için şart koşulması, aralarındaki ortaklığı keser. Oysa, ortaklık
akdinde olduğu gibi burada da ortaklığın bulunması gerekir. (Taraflardan
birine on dirhem fazla verilmesi şart koşulursa emekçi, çalışmasının benzer
ücretini alır.} Çünkü bu durumda akit
fasittir. Nitekim, emekçi ancak şart koşulan fazlalık kadar kâr edebilir ve
dolayısıyla kâr ortaklığı sona erebilir. Çünkü, emekçi, kâr karşılığında başka
menfaatlerini bırakmış, ancak akit fasit olduğundan buna kavuşmamıştır. Bu
takdirde kâr, sermaye sahibinindir. Çünkü bu, onun malında meydana gelen bir
artıştır. Mudârabenin sahih olmadığı her meselede
hüküm böyledir. İmam Ebü Yûsuf'a göre bu durumda
emekçiye ve-rüecek ücret, şart koşulan miktarı geçemez. Şirket bahsinde açıkladığımız üzere İmam
Muhammed'e göre ise böyle değildir. EJ-asıl'daki rivayete göre kâr edilmese
bile emekçiye ücret verilmesi gerekir. Çünkü kiralananın ücreti, ya menfaatlerin teslimi veya çalışmayla vacip olur. Burada
da bu, mevcuttur. İmam Ebû Yûsuf dan, sahih mudârabeyi dikkate alarak : Kâr etmemesi hâlinde emekçiye
ücret Ödemek gerekmez, dediği rivayet edilmiştir. Halbuki, sahih mudârabe, fasitten daha üstündür. Sahih mudârabe dikkate alınarak fasit mudârabede
zayi olan mal, tazmin edilmez. Hem de bu sermâye, emekçinin elinde, kiralanmış
bir maldır. Bu arada, kârda belirsizliğe yol açan her şart, akdi fasit kılar.
Çünkü böylece akdin gayesi bozulmuş olur.
Bunun dışındaki fasit
şartlar, mudârabeyi fasit kılmaz. Bu durumda şart,
bâtıl olur. örneğin ; Sermâyede meydana gelen kaybın emekçiye âit olmasının
şart koşulması gibi. (Sahibinin, tasarruf yetkisi olmamak üzere sermâyenin
emekçiye teslim edilmesi gerekir.) Çünkü mal, emekçinin elinde emânet olduğundan
kendisine teslim edilmesi gerekir. Ortaklık ise böyle değildir. Çünkü mudârabede sermâye bir taraftan, emek de öbür taraftan
olduğundan tasarrufta bulunabilmesi için sermâyenin tamamen emekçinin
yetkisine verilmesi gerekir. Ortaklıktaki çalışma ise, her iki taraftandır. Bu
nedenle tasarrufun sâdece bir tarafa verilmesi hâlinde ortaklık akdi
kurulmamış olur. Mudârabede sermâye sahibinin
çalışmasını şart koşmak, akdi bozar. Çünkü bu, yetkinin tamamen emekçide
olmasına engel olduğundan emekçi, tam tasarrufta bulunamaz ve dolayısıyla gaye
gerçekleşmez. Bu hususta sermâye sahibinin akit yapmaya ehil olmasıyla
olmaması arasında fark yoktur. Örneğin.- Küçük yaşta olması gibi. Çünkü böyle
de olsa mal sahipliği yetkisi kendisi için sabittir. Yetkisinin devam etmesi
ise, sermâyenin emekçiye teslim edilmesine engel olur. Aynı şekilde mufavaza ve anan -sınırlı yetki ortaklarında ortaklardan
biri, başkasına mudârabe akdiyle sermâye vererek
ortağının da çalışmasını şart koşması da böyledir. Çünkü ak-din yapıcısı olmasa
bile onun sermâyede mülkiyet hakkı vardır. Sermâye sahibi olmaksızın mudârabe akdi yapanın, emekçiyle birlikte çalışmasını şart
koşmak, akdi bozar. Bu kimsede mudârabe ehliyeti
yoksa durum böyledir. Baba ve vâsi ise böyle değildir. Çünkü onlar, çocuğun
malını mudârabe akdiyle alabildiklerinden onların,
emekçiyle birlikte malın bir kısmını çalıştırmalarını şart koşmak da caizdir.
(Mudârabe
akdi, mutlak olarak sahih olduğunda emekçi, alışveriş yapabilir, vekil
tutabilir, ticarî seyahat yapabilir, sermâyeyi parçalara ayırabilir
ve emânet edebilir.) Çünkü akit mutlak olduğu gibi maksat da kâr sağlamaktır.
Kâr ise ancak ticâretle gerçekleştiğinden yapılan akit, ticâretin çeşitli
sınıflan ile usûllerini içine alır. Vekil tutmak, malı parçalar hâline
getirmek, emânet bırakmak ve ticari seyahat yapmak ise, ticâret ehlinin
âdetlerindendir. Nitekim emanetçi, yolculuk yapabildiğinden emekçi, evleviyetle bunu yapabilir. Nasıl olmasın ki, mudârabe lâfzı bile buna delâlet eder. Çünkü o, yeryüzünde
yürümekten türetilmiştir.
îmam Ebû Yûsuf dan : Emekçi, ticari seyahat yapamaz, dediği
rivayet edilmiştir. Ayrıca İmam Ebû Hanİfe ile kendisinden : Eğer sermâye, emekçiye kendi
memleketinde teslim edilmişse ticarî seyahat yapamaz. Çünkü seyâhatla,
zaruret olmaksızın sermâye tehlikeye mâruz bırakılmış olur. Yok eğer memleketi
dışında kendisine teslim edilmişse kendi memleketine seyahat edebilir. Çünkü
ekseriya gaye budur, dedikleri rivayet edilmiştir. Asıl görüş ise, K u d ü r i' deki gibidir. (Sermâye sahibi, kendisine izin vermedikçfe veya: Kendi bildiğine göre çalış, demedikçe
emekçi, başkasıyla mudârabe akdi yapamaz.) Çünkü
herhangi bir şey, kendi gibi bir şey ihtiva etiemez.
Zira ikisi de aynı güçtedir. O halde ya bunu açıkça
söylemek veya işi mutlak olarak emekçiye bırakmak gerekir. Bu akit, vekil
tutmak gibidir. Nitekim kendisine : Bildiğin gibi yap, denmedikçe vekil, başkasını
vekil kılamaz. Malı emânete bırakmak ve parçaıara ayırmak ise böyle değildir. Çünkü bunların her biri. mudârabeuen aşağı olduklarından onun şümulü içerisine girerler.
Borç vermek de böyle değildir. Şöyle ki, kendisine Bildiğin gibi yap, denilse bile emekçi malı
borç olarak veremez. Çünkü, bildiğin gibi yap, denilmekten maksat, ticâret
ehlinin âdetlerinden olan hususlarda kendisine genel yetki vermektir.
Sermâyeyi borç olarak
vermek ise, bu hususlardan değildir. Çünkü borç vermek, tıpkı hibe ve sadaka
gibi bağış hükmünde olduğundan mudârabenin amacı
olan kâra vesile olmaz. Çünkü borç verilen miktardan fazla almak caiz
değildir.. Mudârabe akdiyle başkasına sermâyeyi
teslim etmek ise, tüccarların âdetlerindendir. Aynı şekilde emekçinin başkasıyla
ortaklık yapması ve sermâyeyi kendi malına karıştırması da: Bildiğin gibi yap,
sözünün şümûluna girerler.(Eğer sermâye sahibi,
emekçinin, muayyen bir yörede veya muayyen bir malda tasarrufta bulunmasını
şart koşarsa bunları aşması câîz değildir.) Çünkü mudârabe,
emekçiyi tasarrufta vekil kılmak demek olduğu gibi kayıtlamada da fayda
bulunduğundan tasarruf, kayıtlanmış olur. Aynı şekilde emekçi, malı ticâret
eşyası olarak belirtilen yörenin dışına çıkaracak başkasına da veremez, çünkü
emekçi, kendisi malı yörenin dışına çıkaramadığından bu işi başkasına da
bırakamaz.
(Şayet emekçi, şart
koşulan yörenin dışına çıkıp mal satın alırsa buna zamin
olur.J Satın aldığı mal ile ondan sağlanan kâr da kendisinin olur. Çünkü
kendisi, sermâye sahibinin isteğine aykın bir
tasarrufta bulunmuştur. Şayet emekçi, malı belirtilen yöre olan K û -f e' ye
getirinceye kadar satın almazsa zaminlikten kurtulur.
Tıpkı kendisine verilen emâneti şart koşulan yerde korumak isteyen ve sonradan
bundan vazgeçen emanetçi gibi. Bu durumda mal, mudârabe
akdi gereğince eski hâline döner. Çünkü sermâye, emekçinin elinde, yapılan ilk mudârabe akdiyle kalmıştır. Emekçi, sermâyenin bir kısmıyla
belirtilen beldede mal satın almış olarak diğer bir kısmını belirtilen beldeye
geri getirirse söylediğimiz nedenle hem geri çevirilen
hem de belirtilen beldede alman mal, mudârabe akdine
bağlıdır.
Sonra zaminlik için aranan malı satın alma şartı buVaya mahsustur ki bu, aynı zamanda Camius-sağir'in de rivayetidir. Mudârabe
Bahsi'nde ise emekçi, sermâyeyi belirtilen yöreden çıkarmakla zamin olur. Sahih olan görüşe göre ise, satın almakla zaminlik ke-sinleşir. Çünkü
böylece emekçinin, malı belirtilen beldeye geri getirme ihtimâli ortadan
kalkar. Zaminliğin kendisi ise, sermâyenin o beldeden
çıkarılması ile gerekli hâle gelir. Malın satın alınması ise zaminliğin gerekliliğine değil, kesinleşmesinin şartıdır.
Ancak sermâye sahibi: Emekçinin, Küfe çarşısında mal satın alması şartıyla mudârabe akdi yapıyorum, derse durum böyle olmayıp
kayıtlama sahih değildir. Çünkü bir belde, çarşıları değişik olsa bile tek
bölge hükmünde olduğundan kayıtlama manasızdır. Ancak sermâye sahibi emekçiye
: Çarşıda çalış, fakat onun dışında çalışma, diyerek açıkça mâni olursa durum
böyle değildir.Çünkü asıl yetki sahibi olan sermâye sahibi, emekçinin yetkisini
açıkça kısıtlamıştır.
Kayıtlama, sermâye
sahibinin emekçiye; Falanca işi veya falanca yerde iş yapman kaydıyla seninle mudârabe akdi yapıyorum, de-mesidir.
Sermâye sahibinin emekçiye: Şu parayı al, onunla K û f e'de
çalış, demesi de aynıdır. Çünkü bu sözle çalışılacak yer açıklanmış olur.
Sermâye sahibi: Şu malı alıp onunla K û f e ' de çahş
veya: Kâr yanyanya ve çalışma Küf e'de
olmak üzere şu sermâyeyi al, derse durum yine aynıdır. Çünkü birincideki -FA»
vasi –bitişiklik- ikincideki «BA» da ılsak
–yapışıklık- içindir. Ancak sermâye sahibi emekçiye :
Şu parayı al ve onunla
K û f e ' de çahş. derse emekçi, hem K û f e' de hem
de onun dışında çalışabilir. Çünkü -VAV- atıf için olduğundan sermâye sahibinin
bu sözü, istişâri görüş mahiyetindedir. Eğer sermâye
sahibi emekçiye .Falancayla alış-veriş yapmak üzere, derse kayıtlama sahihtir.
Çünkü sermâye sahibi, muamelede bu kişiye daha fazla güvendiğinden kayıtlama
ayrı bir husus ifâde eder. Ancak sermâye sahibi:
Verdiğim para ile
Küfe' lilerden satm almak
üzere, der veya sarraflık için sermâye verir ve sarraflarla alış-veriş
yapmasını şart koşarsa bu durumda emekçinin, Küfe'de Kûfe'li
olmayanlarla veya sarraflardan başkalarıyla alış-veriş yapması caizdir. Çünkü
birinciden maksat, ticâreti beîli bir yerle ikincide
ise, işi belli bir ticâret türüyle kayıtlamaktır ki örfen
de maksat bu olup bunun dışında bir gaye söz konusu değildir.
(Aynı şekilde sermâye
sahibi, mudârabe için belli bir zaman tâyin ederse,
bu zamanın geçmesiyle akit bâtıl olur.) Çünkü mudârabe, başkasını vekil kılmak demek olduğundan sermâye
sahibinin belirttiği zamanla kayıtlanır. Bu kayıtlama, gaye ifâde eden bir
zaman kayıtlaması olup mudârabenin, belli bir iş türü
ve yerle kayıtlanması gibidir. Bu arada gayesi, kâr temini olduğundan mudârabeye, teslim almakla mülkiyete geçmeyen
içki ile hayvan ölüsü karşılığında satın alman mallardaki ahş-verişler
girmez. Fasit satış ise mudârabeye girer. Çünkü bu
akitle malı satın alan kimse, onu teslim aldıktan sonra satabildiğinden mudârabedeki gaye gerçekleşir.[3]
(Sermâye sahibi, izin
vermediği hâlde sermâyeyi mudârabe akdiyle başkasına
veren emekçi, sermâyeyi vermekle zamin olmadığı gibi
ikinci emekçi kâr etmedikçe onun tasarrufuyla da zamin
olmaz. İkinci emekçinin kâr etmesi hâlinde İse birinci emekçi, sermâye sahibi
için zamin olur.) Bu, Hasan" in, İmam Ebü H a-n i f e' den yaptığı rivayettir. Diğer iki İmam ise
: İkinci emekçi kâr etsin veya etmesin çalıştığı anda birinci emekçi zamin olur, demişlerdir. Asıl olan görüş de budur.
İmam Züfer ise: İkinci emekçi çalışsın veya çalışmasın, birinci
emekçi, sermâyeyi kendisine vermekle zamin olur, demiştir.
Bu, İmam Ebü Yûsuf dan da yapılan bir rivayettir. Çünkü
emekçi, sermâyeyi ancak emânet olarak başkasına verebilir. Burada ise mudârabe akdiyle vermiştir. İki İmam diyorlar ki:
Sermâyenin başkasına verilmesi, hakikâtte emânet etmek demek olup bu maldaki mudârabe, ancak çalışmayla kesinleştiğinden çalışmadan
önceki durum da mudârabe için muteberdir. İmam Ebû Hanife ise diyor ki: Sermâyeyi başkasına vermek, bu
kimsenin çalışmasından önce emânet etmek, çalışmasından sonra ise ticâret malı
olarak vermek olur. Her ikisini de yapmaya yetkili olan emekçi, bunlardan ötürü
zamin olmaz. Ancak ikinci emekçinin kâr etmesi,
kendisine malda ortaklık sağladığından birinci emekçi zamin
olur. Tıpkı sermâyeyi başka bir malla karıştırması durumunda olduğu gibi. Mudârabenin sahih olması hâlinde durum böyledir. Fasit
olması hâlinde ise ikinci emekçi çalışmış olsa bile burada işçi durumunda
olduğundan birinci emekçi zamin olmaz. Burda ikinci emekçi, çalışmasının ücretini alacağından
yaptığı işle malda ortaklığı sabit olmaz. Sonra Kudûri:
Birinci emekçi zamin olur, denilmiş ancak ikinci
emekçinin zaminliğinden söz edilmemiştir. Kimisi:
îmam Ebû Han if e ' ye göre
ikincinin zamin olmaması, diğer iki İmama göre ise
olması gerekir. Çünkü imamlar arasında ikinci emanetçi konusunda bu ihtilâf
vardır, derken kimisi de: İmamların ittifakıyla sermâye sahibi muhayyeldir,
îsterse birinciden, isterse ikinciden tazmin eder, demiştir ki meşhur olan da
budur. Bu, iki imamın görüşüne açıkça uyduğu gibi İmam Ebû
H a n i f e ' nin
görüşüne de uymaktadır. îmam Ebû Hanife'ye göre bu durumla ikinci emanetçinin durumu
arasındaki fark. ikinci emanetçinin, malı birincinin menfaati için teslim
alması nedeniyle zamin olmamasıdır. İkinci emekçi
ise, sermâyeyi kendi menfaati için işlettiğinden zamin
olması caizdir. Sonra eğer sermâye sahibi, malı birinciden tazmin ederse birinci
ile ikinci arasındaki mudârabe sahih olup kâr,
şartlarına uygun olarak aralarında taksim edilir. Çünkü bu durumda birinci
emekçinin, mudârabe akdine aykırı olarak sermâye
sahibinin rızâ göster-miyeceği bir şekilde malı
ikinci emekçiye verdiği andan itibaren yüklendiği zaminliğe
karşılık bu mala mâlik olduğu ortaya çıkmıştır. Böylece kendi malını vermiş
sayılır.
Şâî*et sermâye sahibi, malı ikinciden tazmin ederse o,
akit gereğince bunu birinciden ister. Çünkü emanetçide olduğu gibi ikinci
emekçi, birinci için çalışmıştır. Hem de ikinci, mudârabe
akdiyle birinci tarafından aldatılmıştır. Ancak mudârabe
akdi sahih olup kâr, şartlanna uygun olarak
aralarında taksim edilir. Çünkü zaminlik, birinciye
âit olduğundan o, işin başında zamin olmuş sayılır.
Bu arada kâr, ikinci için helâl olup birinciye helâl değildir. Çünkü ikinci,
bunu çalışmasıyla hakketmiştir. Çalışmada ise haramlık olmaz. Birinci ise,
bunu zaminliği yerine getirmeye dayanan mülkiyetle
hakketmektedir. Bunda ise, bir nevi haramlık vardır.
(Sermâye sahibi, kânn yansıyla sermâyeyi emekçiye teslim edip bunu başkasma vermesine izin verir ve emekçi de bunu kârın
üçte-biriyle başkasına verip bu kimse, tasarrufta bulunur ve kâr ederse bu
durumda eğer sermâye sahibi emekçiye: Allah'ın nâsîp edeceği kâr, aramızda yanyanyadır, demişse kârın yansı kendisinin, üc-tebiri ikinci emekçinin, altıdabiri de birinci emekçinin olur.) Çünkü sermâye
sahibinin izni bulunduğundan sermâyenin mudârabe
akdiyle ikinci emekçiye verilmesi sahihtir. Aynı zamanda sermâye sahibi,
Allah'ın nasip edeceği kânn yansını kendine şart
koştuğundan birinci emekçive sâdece kânn yansı kalır. Böylece o, sâdece kendi payında tasarruf
edebilir. Oysa o, tüm kârın üçtebirini ikinci
emekçiye verdiğinden bu miktar kendisinin olur ve dolayısıyla birinciye kânn sâdece altıdabiri kalır.
Her iki emekçinin kârdan aldıklan paylar kendilerine
helâldir Çünkü ikincinin yaptığı iş, birinci için meydana gelmiştir. Tıpkı bir
elbiseyi dikmek üzere bir dirheme kiralanan kimsenin, bu iş için başkasını
yarım dirheme kiralaması gibi. (Eğer sermâye sahibi, emekçiye ; Allah'ın sana
nasip edeceği kâr, aramızda yanyanya olur, derse kânn üçtebiri ikinci emekçinin,
geri kalanı ise, birinci emekçi ile sermâye sahibi arasında yanyanya olur.) Çünkü sermâye sahibi, tasarrufu birinci
emekçiye bırakmış ve kazanacağı kânn yansını kendine
şart koşmuştur. Birinciye ise kârın üçteikisi nasip
olduğundan bu, ikisi arasında yanyanya olur. Birinci
meselede ise durum böyle değildir. Çünkü orada sermâye sahibi, tüm kânn yansını kendine âit kıldığından iki mesele birbirinden
aynlır.
(Eğer sermâye sahibi,
emekçiye: Ne kâr edersen aramızda yanyanyadır der ve
emekçi de, sermâyeyi kârın yansıyla başkasına vermişse tüm kânn
yansı ikinci emekçiye, kalanı da birinci emekçi ile sermâye sahibine olur.l
Çünkü birinci emekçi, sermâye sahibinin kendisine verdiği yetkiye dayanarak
ikinciye şart koşmuştur. Sermâye sahibi de, birincinin kazanacağı kânn yansını kendine âit kılmıştır. Birinci emekçi ise, tüm
kânn sadece yansını kazandığından bu, kendisiyle
sermâye sahibi arasında yanyanya olur.
(Eğer sermâye sahibi
emekçiye: Allah (Azze ve Celle)'ın nasip edeceği kânn yansı bana
aittir, veya •. meydana gelecek fazlalık ikimiz arasında yanyanyadır,
der ve emekçi de, mudârabe akdiyle kânn yansı karşılığında sermâyeyi başkasına vermişse kânn yansı sermâye sahibinin, yansı da ikinci emekçinin
olur. Birinci emekçiye ise bir şey yoktur.) Çünkü sermâye sahibi, mutlak
fazlalığın yansını kendine âit kıldığından birincinin ikinciye kânn yansım şart koşması, kendi payının tamamına
yöneldiğinden şart gereğince bu, ikincinin olur. Birinci ise paysız çıkar.
Tıpkı bir elbiseyi bir dirheme dikmeye kiralanan kimsenin, başkasını yine bir
dirheme bu iş için kiralaması gibi. (Şayet birinci emekçi, ikinciye kânn üçteikisini şart koşmuşsa
tüm kânn yansı, sermâye sahibinin, yansı da ikinci
emekçinin olur ve birinci emekçi aynca kânn altıdabirini de kendi
malından ikinci emekçiye öder.) Çünkü birinci emekçi, sermâye sahibinin hakkı
olan bir şeyi ikinci için şart koştuğundan bu şart, sermâye sahibinin hakkında
geçersizdir. Zira geçerli olması hâlinde akit bozulur. Ancak ikinci emekçinin
payını tâyin etmek, özü itibariyle sahihtir. Çünkü tâyin edilen pay, birinci
emekçinin yapmaya yetkili olduğu bir akitte belirtilmiştir. Aynı zamanda
birinci emekçi, ikinciye bu payı teslim edeceğini üstlendiğinden bunu yerine
getirmesi gerekir. Hem de o. ikinciyi akitle aldatmıştır. Aldatma ise. hak
isteme sebebi olduğundan ikinci emekçi, kendisinden hak isteyebilir. Bu, tıpkı
bir elbiseyi bir dirheme dikmek üzere kiralanan kimsenin, elbiseyi, birbuçuk dirheme dikecek kimseye vermesi gibidir.[4]
(Sermâye sahibi
veya emekçi öldüğünde
mudârabe bozulur.) Çünkü daha önce geçtiği üzere mudârabe, vekil
tutmak demektir. Müvekkilin ölümü ise vekilliği bozar. Vekilin ölümü de
aynıdır. Daha önce geçtiği üzere vekillik miras da
olamaz. (Sermâye sahibinin) Allah (Azze ve Celle) korusun (müslümanlıktan
dönüp düşu^an ülkeye katılmasıyla da mudârabe bozulur.) Çünkü düşman ülkeye katılmak, ölüm
hükmündedir. Nitekim malı. vârisleri arasında taksim edilir. Düşman ülkeye
katılmadan önce ise İmam Ebû Hani f e ' ye göre
emekçisinin tasarrufu durur. Çünkü emekçi de kendisi için çalıştığından bu,
sermâye sahibinin bizzat çalışması gibidir. (Emekçinin mürted
olması hâlinde İse mudârabe olduğu gibi kalır.) Çünkü
emekçi, bu durumda da geçerli söze sahiptir. Aynı zamanda sermâye sahibinin
mülkiyetinde de bir durgunluk meydana gelmediğinden mudârabe
olduğu gibi kalır. (Eğer sermâye sahibi, emekçiyi azleder ve emekçi, bundan haberdar
olmadan tasarrufta bulunursa tasarrufu caizdir.) Çünkü emekçi, sermâye
sahibince vekil kılınmıştır. Vekilin azledilmesi ise, onun bilgisine dayanan
bir iştir. (Mal eşya olduğu hâlde vekil, azledildi-ğinden
haberdar olursa o eşyayı satabilir ve azledilmiş olması buna mâni olmaz.) Çünkü
onun, kârda hakkı sabit olmuştur. Bu hak ise, ancak sermâyeye dayanan taksim
ile ortaya çıkar. Sermâye ise, ancak eşyayı satmakla paraya dönüşür. (Sonra
sattığı eşyanın parasıyla başka bir şey satın alması caiz değildir.) Çünkü
azlin geçersizliği, sermâyenin tesbiti zaruretinden
ötürüdür. Oysa sermâyenin paraya dönüşmesiyle bu zaruret ortadan kalktığından
azil, geçerli hâle gelir.
(Şayet sermâye sahibi
emekçiyi azlederken sermâye, dirhemler veya dinarlar olup para hâlinde İse
emekçi, onda tasarruf edemez.) Çünkü bu durumda azlinin geçerliliği, kârdaki
hakkının iptaline yol açmadığından bunda bir zaruret yoktur. Ben diyorum ki,
para, sermâye cinsinden ise durum böyledir. Böyle olmaması hâlinde ise, örneğin
: para, dirhem, sermâye ise dinar veya aksine ise emekçinin bu parayı
sermâyenin cinsiyle satması istihsânen caizdir. Çünkü
kâr, ancak sermâyenin cinsinden olan parayla tesbit
edilebildiğinden mevcut para eşya gibi olur. Eşya vs. nin
satılması konusunda, sermâye sahibinin ölümü ile mürtedlikten
sonra düşman ülkeye katılması da böyledir. (Eğer ayrıldıklarında malda bir
takım alacaklar olup emekçi onda kâr etmiş ise Hâkim, kendisini alacakları
tahsil etmeye zorlar.) Çünkü emekçi, işçi gibi olup, kendisine verilen kâr da
ücreti hükmündedir. (Kâr etmemesi hâlinde ise alacakları tahsil etmek zorunda
değildir.) Çünkü o, bu durumda sâdece vekil olduğundan bağış yapan kimse
gibidir. Bağışçı ise verdiğini tahsil etmeye zorlanmaz. (Emekçiye : Sermâye
sahibini alacakları tahsil etmeye vekil kıl, denilir.) Çünkü akdin doğurduğu
haklar, onu yapanı ilgilendirdiğinden sermâye sahibinin vekil kılınması ve
vekâleti kabul etmesi gerekir. Camius-Sağir'de ise, -vekil kıl,- yerine : Fırsat ver, denilmiştir
ki bu da, -vekil kıl» demektir. Diğer bütün vekilliklerde de hüküm aynıdır.
Başkası adına mal satan ile simsar ise, alacağı tahsil etmeye zorlanırlar.
Çünkü onlar, âdete göre ücretle çalışırlar.
(Mudârabe
malından zayi olan kısım, sermâyeden değil, kârdan gitmiş olur.) Çünkü kâr,
asıl sermâye olmadığından zayi olanı ondan gitmiş kabul etmek evlâdır. Tıpkı
zekât konusunda, zayi olanın bağışlandığının kabul edilmesi gibi. ([5])
(Şayet zayi olan kısım, kârdan fazla ise) emin olduğu için (fazlalık,
emekçiden tazmin edilmez. Eğer sermâye sahibi ile emekçi, mudârabe
aynen kalmak üzere kârı bölüştükten sonra malın bir kısmı veya tümü zayi
olursa, sermâye sahibinin, sermâyesini tahsil etmesi için aldıkları kân
karşılıklı olarak geri verirler.) Çünkü sermâyenin tahsilinden önce kârı taksim
etmek sahih değildir. Çünkü asıl olan, sermâyedir. Kâr ise, ona dayanan ve ona
tâbi olan bir şeydir. Böylece emekçinin elinde emânet olarak bulunan mal, zayi
olunca tahsil ettiklerinin sermâyeden olduğu anlaşıldığından emekçi aldığını
öder. Çünkü o, bunu kendine almıştır. Sermâye sahibinin aldığı ise sermâyesine
sayılır.
(Sermâye tahsil
edildikten sonra bir şey artarsa ikisinin olur. Çünkü bu artış kârdır. Eksik
çıkması hâlinde ise) Açıkladığımız nedenle (emekçiye ödetilmez. Eğer sermâye
sahibi ile emekçi, kân paylaşıp mudârabeyi
feshettikten sonra yeniden akit yaparlar ve mal, zayi olursa ilk kân geri
vermezler.) Çünkü ilk mudârabe bitmiş olup ikincisi
yeni bir akittir. Malın ikinci akitte zayi olması ise birincinin bozulmasını
gerektirmez. Tıpkı mudârabe malmdan
başka bir malı vermesi durumunda olduğu gibi.[6]
(Emekçi, hem peşin hem
de veresiye satış yapabilir.) Çünkü ikisi de tüccarların âdetlerinden
olduğundan mutlak akdin şümüluna girerler. Ancak
tüccarların satmadıkları uzun bir vâdeyle satarsa böyle değildir. Çünkü emekçi,
ancak halk arasında bilinen genel teamüle yetkilidir. Bu nedenledir ki, binmek
için bir hayvan satın alabildiği halde aynı maksatla bir gemi satın alamaz.
Ancak tüccar âdeti gereğince gemiyi kiralayabilir. Şayet peşin satış yaptıktan
sonra bedeli ertelerse bu, ittifakla caizdir. îmam Ebû
Hanife ile îmam Muhammed'e göre caiz olmasının
sebebi, vekilin buna yetkili olması nedeniyle emekçinin evleviyetle
yetkili olmasıdır. Çünkü emekçi, satışı iptal edip yeniden veresiye satış yapabildiğinden
zamin olmaz. Vekil ise böyle değildir. Zira onun böyle
bir yetkisi yoktur. îmam Ebû Yûsuf'a göre caiz
olmasının sebebi ise, emekçinin satışı iptal ettikten sonra veresiye satış yapabümesidir. Vekil ise böyle değildir. Çünkü o, satışı
iptal edemez. Eğer emekçi, varlıklıya veya darhklıya
havale edilmeyi kabul ederse bu, caizdir. Çünkü havale, tüccarların
âdetindendir. Yetim malı için havale edilen vâsi ise böyle değildir. Şöyle ki
o, yetime en çok faydalı olanı dikkate alır. Çünkü onun tasarrufu, bu şartla kayıtlıdır.
Bu meseledeki fıkhı kural şudur: Emekçinin üç çeşit yetkisi vardır.
Birincisine mutlak mudârabeyle sahip olur ki bu,
zikrettiğimiz
mudârabe babı ile ona bağlı hususlardır. İhtiyaca binâen ahş-veriş için vekil tutmak, bir hakkı yerine getirmek ve
tahsil etmek olduğu için bir şeyi vermek veya rehin almak, kiraya vermek,
kiralamak, emânet bırakmak, ticâret malı olarak vermek ile daha önce zikrettiğimiz
üzere ticari seyahat da bu hususlardan bâzılarıdır.
İkincisine ise mutlak
akitle değil, kendisine: Bildiğin gibi yap, denilmekle sahip olur. Bu yetki, mudârabeye girme ihtimâli olan hususlarda söz konusudur.
Delil olması hâlinde bu hususlar mudârabeye dâhil
olurlar.
örneğin: Emekçinin, mudârabe veya ortaklık yoluyla malı başkasına vermesi veya
mudârabe malını kendi veya başkasının malına
karıştırması gibi. Çünkü sermâye sahibi, başkasının değil, emekçinin
ortaklığına rızâ gösterdiği için bu, sonradan meydana gelen ve ticâretin bağlı
bulunmadığı bir şey olduğundan mutlak mudârabe akdine
dâhil olmaz. Ancak kazanç sağlamanın bir yolu olduğundan bu yönüyle sermâye
sahibinin amacına uygun düşmektedir. Bu nedenle bir delil olması hâlinde mudârabeye dâhil olur. Sermâye sahibinin emekçiye:
Bildiğin gibi yap, demesi ise bu konudaki delil olur. Üçüncüsüne ise, ne mutlak
akitle ve ne de sermâye sahibinin: Bildiğin gibi yap, demesiyle sahip olur.
Buna ancak sermâye sahibinin açık müsaadesiyle sahip olur. Bu, borçlanma
yetkisidir. örneğin: Emekçinin, sermâyeyle mal satın aldıktan sonra dirhem ve
dinarlarla eşya satın alması vb. gibi. Çünkü bu durumda mal, üzerinde mudârabe akdi yapılan sermâyeden fazla olur ki sermâye
sahibi, buna razı olmaz ve zimmetine borç geçirmez. Sermâye sahibinin
borçlanmada kendisine müsaade etmesi hâlinde ise satın alınan mal, aralarında yanyanya olur. Tıpkı kredi ortaklığı ile para almada
olduğu gibi. Çünkü bu da bir nevî borçlanmadır. Paralan vermek de öyledir.
Çünkü o da borç vermektir. Borç vermek, hibe etmek ve sadaka da öyledir. Çünkü
bunlar sâde bağıştırlar.
(Eğer emekçi, ticâret
yapması için sermâye sahibine mudârabe malından bir
şey verir ve o da bununla ahş-veriş yaparsa bu mudâ-rabeden sayılır.) îmam Züfer: Bu durumda mudârabe fasit
olur. Çünkü sermâye sahibi, kendi malmda tasarruf
ettiğinden bu tasarrufta vekil olamaz ve dolayısıyla malını geri almış sayılır.
Bu nedenledir ki işin başında sermâye sahibinin çalışması şart koşulur-sa mudârabe sahih olmaz,
demiştir.
Biz diyoruz ki, mal,
tamamen emekçiye teslim edilmiş olup ondaki tasarruf kendisine ait olduğundan
bu konuda sermâye sahibi, kendisine vekil olabilir. Emekçinin, kendisine,
ticâret yapması için bir şey vermesi ise onu vekil kılmak demek olduğundan bu,
sermâyeyi geri almak sayılmaz. İşin başında sermâye sahibinin çalışmasını
şart koşmak ise böyle değildir. Çünkü bu şart, sermâyenin tümüyle emekçinin
tasarrufuna verilmesine engel olur. Emekçinin, ma-. lımudârabe akdiyle sermâye sahibine vermesi de sahih
değildir. Çünkü mudârabe akdi, sermâye, emek
ortaklığı üzerinde kurulur. Böyle bir mudârabede ise
sermâye yoktur. Bu nedenle câizliğini kabul etmemiz hâlinde mesele tersine
dönmüş olur. Bu sahih olmayınca da sermâye sahibinin çalışması emekçinin
isteğine kaldığından bununla ilk mudârabe bozulmaz.
(Emekçi aynı şehirde
çalıştığında masrafı sermâyeye düşmez. Ticarî seyahat yapması hâlinde ise
yiyeceği, içeceği, giyeceği ve bineceği düşer.) Yâni bunların bedel ve kirası
sermâyeden ödenir. İki durum arasındaki farkın gerekçesi şudur: Masraf,
bağlanmaya kar-şîlık vacip olur. örneğin Hâkimin maaşı kadının nafakası gibi. Aynı
şehirde çalışan emekçi ise, burada asıl ikâmetiyle durmaktadır. Yolculuk yapması
hâlinde ise mudârabeyle bağlandığından nafakayı
hakkeder, işçi ise böyle değildir. Çünkü o, kesin ücret aldığından kendi malından
harcamakla mağdur olmaz. Mudârabe emekçisine ise
kârdan başka bir şey verilmez ki onun da kazanılması şüphelidir. Bu nedenle
kendi malından harcamakla mağdur olur. Fasit mudârabeyle
çalışan emekçi de böyle değildir. Çünkü o da işçidir. Başkasının malını
ticâretle satmak da böyle değildir. Çünkü bunu yapan kimse, emeğini bağışlamış
olur. (Memleketine döndükten sonra elinde bir şey kalırsa onu mudârabe malına katar.) Çünkü artık masraf hakkı sona
ermiştir. Şayet çıkışı, yolculuk sayılmıyorsa, şöyle ki sabah çıkar ve akşam
dönüp evinde yatıyorsa bu takdirde o, şehirdeki hazır esnaf gibidir. Yok eğer
varıp evinde yatamıyorsa nafakası mudârabe malına
düşer. Çünkü o. mudârabe için çıkmıştır. Bu arada
masraf, zikrettiğimiz sabit ihtiyaçlar için yapılan harcamadır. Elbisesinin
yıkanması, hizmetçi ücreti, bindiği hayvanın yemi ve Hicaz gibi âdete göre
kendisine ihtiyâç duyulduğu yerde yağ da bu ihtiyaçlardandır. Bunlarda örfe göre
harcama yapılır. Nitekim tüccarlar arasındaki teamülü aşması hâlinde fazlalığı
öder.
(Tedaviyi ise) zahir
olan rivayete göre (kendi malından karşılar.) İmam Ebû
Hanife' den: tedavi de masrafa girer. Çünkü tedavi,
emekçinin bedenini sağlam tutmak içindir. Nitekim sağlıklı olmadıkça ticâret
yapamaz. Böylece o da zaruri masraf gibi olur, dediği rivayet edilmiştir. İlk
görüşe göre, masrafa olan ihtiyaç olduğu önceden bilindiği halde tedaviye olan
ihtiyaç, sonradan meydana gelen hastalık nedeniyle doğmaktadır. Bu yüzdendir
ki eşin nafakası kocaya âit olduğu hâlde tedavisi, kendi malından yapılır.
(Emekçinin kâr etmesi
hâlinde sermâye sahibi, sermâyeden harcananı alır. Şayet emekçi, eşyayı kârla
satarsa taşıma –yükleme- vb. gibi, eşya için yaptığı masrafları hesaplar. Şahsî
masraflarını ise hesaplamaz.) Çünkü örf, ikincinin değil, birinci harcamanın mudâ-rabeye dâhil olduğu
şeklindedir. Hem de birincisi, değerinin artmasıyla malın çoğalmasını
sağladığı hâlde ikincisi böyle değildir. (Şayet kendisine: Bildiğin gibi yap, dendiği
hâlde emekçi, elindeki bin dirhemle elbiseler satın aldıktan sonra bunları
kendi parasından yüz dirhemle kasar ettirir veya taşıtırsa bunu bağışlamış
olur.) Çünkü bu, sermâye sahibi adına borçlanmak olup daha önce de geçtiği üzere : Bildiğin gibi yap, sözünün şümûluna girmez. (Şayet malı kırmızıya boyatırsa boyanın
sağladığı artışa ortak olur vfe boya masrafına zamin olmaz.) Çünkü boya da kendi basma bir maldır.
Nitekim boyanan elbise satıldığında emekçi, mudârabeye
uygun olarak hem boyadan hem de beyaz elbiseden pay alır. Kasar ve taşıma ise,
kendi başlanna birer mal olmadıklarından böyle
değildirler. Bu nedenledir ki gasbedenin, gasp
malında bu iki işi yapması boşa gittiği hâlde onu boyaması, boşa gitmemektedir.
Emekçi, boyamayla fazlalığa ortak olunca da tıpkı sermâyeyi kendi malına karıştırması
gibi bu da; Bildiğin gibi yap, sözünün şümûluna girer
ve dolayısıyla kendisi zamin olmaz.[7]
(Eğer kâr yanyanya olmak üzere emekçi, elindeki bin dirhemle bir
kumaş alır ve onu ikibine sattıktan sonra bu İkibinle bir at satın alır ve para, ödenmeden 'kaybolursa binbeşyüz sermâye sahibi, beşyüzü
de kendisi öder. Bu arada atın dörttebiri, emekçinin
olup dörtteüçü de mudârabeye
göre taksim edilir.) Ben diyorum ki. K u -d û r i' nin bu açıklaması, meselenin hulâsasıdır. Çünkü
akdi yapan, emekçi olduğundan bedelin tamamı kendisine, âit olur. Ancak
açıklayacağımız üzere bunun binbeşyüzünü sermâye
sahibinden isteyebilir, fakat âhirette bundan
sorumlu olur. Şöyle ki: Malın paraya dönüşmesiyle kâr ortaya çıkar ki emekçinin
ondaki payı beşyüz dirhemdir. Bu nedenle ikibin dirheme satın aldığı atın. dörttebirini
kendine, dörtteüçünü de mudârabe
hesabına almış olur. Bu, ikibinin taksiminin
gereğidir. İkibinin zayi olması hâlinde ise açıkladığımız
nedenle bedeli emekçinin ödemesi gerekir. Ancak emekçi, alış-verişte sermâye
sahibinin vekili olduğundan bedelin dörtteüçünü
kendisinden isteyebilir. Bu arada emekçinin dörttebirlik
payı mudârabe akdinden çıkarılır. Çünkü o, bunu
ödemekle yükümlüdür. Mudârabe malı ise emânet
olduğundan ödenecek mal ile bir araya gelemez. Atın dörtteüçü
ise mudârabe hesabında kalır. Çünkü onda mudârabeyle çelişecek bir şey yoktur.
(Bu durumda sermâye, ikibinbeşyüz dirhem olur.) Çünkü sermâye sahibi, bir defa,
bin, bir defa da binbeşyüz vermiştir. (Ancak emekçi,
kârlı satışı sâdece ikibin üzerinden yapabilir.)-
Çünkü atı ikibine almıştır. Şöyle ki: at, dörtbine satıldığında üçbini mudârabe konusu olup bunun binbeşyüzü
sermâye olarak alınır, kalan beşyüz de aralarında
taksim edilir. (Eğer emekçinin elinde bin dirhem olur ve sermâye sahibi, beşyüze bir at satın alıp onu emekçiye bin dirheme satarsa
emekçi, bunu beşyüz dirhem sermâye üzerinden kârla
satar.) Çünkü ihtiyacı gidermek üzere bu satışın câizliğine karar verilmiştir.
Zira ikisinin satıştaki maksatları farklıdır. Bu, sermâye sahibinin malı yine
kendi malı karşılığında satmak ise de satışın caiz olmama şüphesi vardır. Oysa
kârla satışın temeli, güven ve hainlikten kaçınmaya dayandığından bedellerin
azma itibar edilir. Şayet emekçi, bin dirheme bir at satın alıp onu sermâye
sahibine bin-ikiyüze satarsa onu kârla binyüze satmış olur. Çünkü kârın, sermâye sahibinin payına
düşen yarısındaki satış yok kabul edilir. Nitekim bu husus satışlar bahsinde
geçti.
(Eğer emekçi, elindeki
bin dirhemle bir at satın alır ve parayı teslim etmeden yitirirse bedeli
sermâye sahibi Öder. Bu durumda sermâye sahibinin verdiği malın tamamıdır.)
Çünkü mal, emekçinin elinde bir emânet olduğundan bedeli sermâye sahibinden
almakla bir hakkı tahsil etmiş olmaz. Nitekim, hak. ancak zamin
olunan bir şeyi teslim almakla tahsil edilmiş olur. Emânet ise, bunun aksine
olduğundan defalarca istenebilir. Vekil ise, bedel kendisine satın almadan
önce verilip ondan sonra kaybolmuşsa bunu müvekkilden sâdece bir kez
isteyebilir. Çünkü, vekili hak tahsil eden kişi olarak
kabul etmek mümkündür.
Zira vekillik, zaminlikle birleşebilir. Tıpkı
gasbettiği malı satmaya vekil kılınan gasbeden gibi.
Sonra bu şekildeki vekillikte vekil, bedeli bir kez müvekkilden isteyebilir.
Satın aldıktan sonra müvekkil, kendisine bedeli teslim etmiş ve bedel zayi
olmuşsa bu takdirde bir şey isteyemez. Çünkü bu meselede vekil, malı satın
almakla bedeli isteme hakkına sahip olduğundan malı teslim aldıktan sonra
hakkı tahsil etmiş sayılır. Vekile, malı satm almadan
önce verilen bedel ise, elinde bir emânet olduğu gibi malı satın aldıktan sonra
da emânet olmaya devam ettiğinden kendisi, bu bedeli almakla bir hak tahsil
etmiş sayılmaz. Bu nedenle zayi olan bedeli bir defa müvekkilden ister. Daha
sonra isteyemez. Çün-k'ü, geçtiği üzere böylece bir hak tahsil edilmiş olur.[8]
Anlaşmazlık Babı
(Emekçide İkibin dirhem olup sermâye sahibine s Binini sen verdin,
binini de ben kazandım, der ve sermâye sahibi de: Hayır, ben sana İkibin verdim, derse söz, emekçinindir.) İmam Ebû Hanife önceleri: Söz, sermâye
sahibinindir, diyordu ki bu, aynı zamanda İmam Z ü f e r' in de görüşüdür
Çünkü emekçi kârda ortaklık iddia etmekte, sermâye sahibi ise bunu inkâr
etmektedir ki söz, inkâr edenindir. Daha sonra İmam Ebü
Hanife, Kudûri'de
zikredilen görü$e dönmüştür. Çünkü hakikât itibariyle anlaşmazlık, teslim
alınan sermâyenin miktarındadır. Böyle durumlarda ise, ister zamin, isterse de emin durumunda olsun, söz, malı teslim
alanındır. Çünkü o, teslim alınanın miktarını daha iyi bilir. Bununla beraber kânn miktarında da anlaşamıyorlarsa kâr konusunda söz,
sermâye sahibinindir. Çünkü kâr, konulan şartla kazanılır. Şart ise sermâye
sahibince konulur. Bu arada hangisi, iddia ettiği fazlalık için delil
getirirse, geçerlidir. Çünkü delil, davayı isbat
içindir.
(Elinde bin dirhem
bulunan kimse, bin dirnem de kâr etmiş olarak : Bu
para kânn yansı üzerinde mudârabeyle
falanca tarafından bana verilmiştir, derken öbürü: o para, ticâret mâlıdır,
derse para sahibinin sözü geçerlidir.) Çünkü emekçi, bu sözüyle ya çalışmasının değerlendirilmesini, ya
sermâye sahibince konulmuş bir kâr şartını, ya da
kendisiyle ortaklık iddia etmektedir. Para sahibi ise. bunu inkâr etmektedir.
Eğer emekçi sermâye sahibine: Sen bu parayx bana borç
verdin der, para sahibi de: O. ticâret malıdır, veya: Emânettir, derse onun
sözü, emekçinin de delili geçerlidir. Çünkü emekçi, para sahibi aleyhine
mülkiyet dava etmekte o ise, bunu inkâr etmektedir. Şayet sermâye sahibi,
belli bir ticârette mudârabe akdi yaptıklarını iddia
eder ve emekçiye : Sen muayyen bir ticâret belirtmedin, derse söz
emekçinindir. Çünkü mudârabe de asıl olan, genellik
ve akdin mutlak olmasıdır. Aynı zamanda akdi kayıtlamak, kâr şartına ters düşmektedir.
Eğer her biri, ayn bir ticâret türü iddia ederse söz,
sermâye sahibinindir. Çünkü ikisi, kayıtlama konusunda birleşmişlerdir. Bu
konudaki müsaade ise sermâye sahibince verilir. Delil ise, emekçinindir. Çünkü
onun, zaminliği ortadan kaldırmaya ihtiyacı olduğu
hâlde sermâye sahibinin delile ihtiyacı yoktur. Şayet her iki tarafın
delilleri vakit belirtirlerse son vaktin sahibi önceliklidir. Çünkü sonuncu
şart, birinciyi bozmaktadır.[9]
[1] Bulunamadı. Nasburraye'de de mesküt geçmektedir
[2][2] İmam Mâlik Zeyd b. Eslem'den şu hikâyeyi nakletmektedir :
«Hz.
Ömer'in iki oğlu Abdullah ile Uljeydullah Irak'a
gittiklerinde Ebü Musa el Eşarî
onlara hazineden —eşya satın abp Medine'de satmak ve
kân kendilerine bırakıp sermayeyi Emir-el Mii'mînine
vermek üzere bir miktar para verdi. Bunlar da Medine'ye vardıklarında eşyayı
satarak kendilerine bir miktar kâr kaldı. Hz. Ömer
(R.A.) :
- Ebû Musa size
verdiği gibi bütün askerlere de verdi mi? diye sordu. Abdullah Üe UbeyduUah (R.A.) :
- Hayır, dediler. Hz. Ömer (R.A.) :
- Anlaşıldı. Siz Emirel Mümininin oğullan olduğunuz için Ebû
Musa size bu iyiliği yapmıştır. Sermaye de kâr da hazinenindir, dedi. Ubeydullah (R.A.) :
-Yâ
emirel Müminin, bu yaptığın doğru değildir. Eğer mal
elimizde zayi olsa veya eksilseydi biz sorumlu tutulmayacak mıydık? dedi. Hz. Ömer'in yanında oturanlardan biri- Yâ
emİrel müminin bunu mudarebe
yapsanız... dedi. Bunun üzerine H«. Ömer onlardan sermayenin tamamı İle kânn yansını alıp diğer yansını onlara bıraktı.» Darâkutni'de aynı hikâyeyi Sünen'inin
(Alım-satim) babında kaydetmiştir. Muvattâ (Kırat) S. 258, Darâkutn!
(Alim-satımlar) C. 2 S. 315
[3] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir
Merginânî, Hidaye
Tercümesi, Kahraman Yayınları: 3/349-355.
[4] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir
Merginânî, Hidaye
Tercümesi, Kahraman Yayınları: 3/355-358.
[5] Yâni zekât düşen maldan bir kısmının zayi olması
halinde zayi olan kısım nasıl nisaptan değil de, zekâttan muaf olan nisaptan
fazla olan kısımdan gidiyorsa bu da öyledir, örneğin elli baş koyun olan bir
sürüden on tanesi zayi olduğu zaman zayi olan bu on" tane zekât nisabı
olan kırk taneden değil de, zekâttan muaf olan kırktan fazla olan kısımdan
gider ve geri kalan kalan kısım kırktan aşağı
düşmediği için yine sürüye zfekât düşmez.
[6] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir
Merginânî, Hidaye
Tercümesi, Kahraman Yayınları: 3/358-360.
[7] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir
Merginânî, Hidaye
Tercümesi, Kahraman Yayınları: 3/360-363.
[8] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir
Merginânî, Hidaye
Tercümesi, Kahraman Yayınları: 3/363-365.
[9] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir
Merginânî, Hidaye
Tercümesi, Kahraman Yayınları: 3/365-367.