Yiyecek Ve İçecekler Hakkında Bir Fasıl
Cinsi Münâsebet - Bakma Ve Elleme Hakkında Bir Fasıl
Mekruh kavramı
hakkında âlimler, görüş ayrılığında bulunup herbiri
bir şey söylemiştir. İmam Muhammed'den rivayet edilen şudur Tüm mekruhlar haramdır. Ancak haramlığında
kesin bir nass bulunmadığı için mekruh, haram
tabiriyle ifâde edilmez. imam Ebû Hanife
ile İmam Ebû Yûsuf, mubahtan çek, mekruhun harama
daha yakın olduğunu söylemişlerdir. Mekı uhluk bahsi birkaç fasıldan ibarettir:[1]
(imam Ebû Hanife, eşeğin eti, sütü ve
devenin sidiği mekruhtur demiştir, imam Ebû Yûsuf'la
İmam Muhammed ise, -Devenin sidiğinde bir sakmca
yoktur» demişlerdir.) İmam Ebû Yûsuf un, deve sidiği
hususunda bir beis yoktur demesi, tedavi için yorumlanmaktadır. Biz, bunu
namaz ve hayvan kesimi bahsinde açıkladık. Bir daha açıklamıyacağız.
Süt de etten türediği için etin hükmünü almaktadır. (Kadın ve erkekler için
altın ve gümüş kaplarda yemek, içmek, yağlanmak ve güzel koku sürmek caiz
değildir.) Çünkü Peygamber Efendimiz (Aleyhis-salâtü ve's-selâm)'in, alün ve gümüş kaplarda su içen kimse hakkında:'Şüphesiz
karnında cehennem ateşini dolandırıp gürletecektir.- ([2])
buyurmuştur. Aynca E b ü H ü r e y r e, CRadıyaİIâhü anh) da Resûlüllah, bizi ondan nehyetti
diye söylemiştir. ([3]) Yıkamak konusunda durum
bu iken, yağlanma ve benzeri konusunda da durum aynıdır. Çünkü aynı anlamı
taşımaktadırlar. Aynca: Altın ve gümüş kapların
kullanımı, müşriklerin geleneklerinden, mağrur ve israfçılarm
nimetlerindendir. Bu kaplan kullanmakla onlarla aynı görünümde bir benzerlik
söz konusu olur. îmam Muhammed, altın ve gümüş kapların kullanımı hakkında Câmi'üs-Sağir'de mekruhtur
demiştir. Yalnız mekruh ifadesinden haram mânâsını kasdetmektedir.
Kullanmanın mekruh oluşu, kadın ve erkekler için müsavidir. Zira nehy geneldir. Keza altın ve gümüşten yapılmış olan kaşıkla
yemek yemek, sürme çöpü ile göze sürme çekmek ve
bunların benzeri sayılan sürmedanlık, ayna ve diğer benzer şeylerin kullanımı,
açıkladığımız sebepten dolayı mekruhtur. (Kurşun, kristal, billur ve akik
kapların kullanımında bir beis yoktur.) îmam-ı Şafii, bunlann
kullanımında altın ve gümüşte olduğu gibi, gururlanma olduğu için mekruhtur
demiştir. Biz diyoruz ki: Kibirli ve israfçılar, yalnız altın ve gümüş kaplarının
kullanımını âdet edinmişler Onun için bunlann
dışındaki kap-lann kullanılmasında bir beis
görmüyoruz. (İmam Ebü Hanife'ye
göre : Gümüşle kaplanmış kaplardan içmek caizdir. Gümüş yamalı eyere binmek,
gümüş yamalı kürsü ve karyolaya oturup uzanmak, gümüşün bulunduğu yerden
sakınmak kaydiyie caizdir.) Gümüş yamalı kaptan
içmenin caiz olabilmesi, ağız yerinde gümüşün bulunmamasına bağlanmıştır.
Kimi, hem ağız hem elin tuttuğu yerin gümüşlü olmamasını ileri sürmüştür. Eyer
ve karyolada da oturma ve uzanma yerlerinin gümüşlü olmamasına dikkat
edilecektir. İmam Ebû Yûsuf, altın ve gümüş yamalı
şeylerin kullanılması mekruhtur demiştir. İmam Muhammed' den ise, hem İmam Ebû Hanife' nin
hem de İmam Ebû Yûsuf' un görüşü gibi iki görüş
rivayet edilmektedir. Bu ihtilâf, gümüş ve altm
yamalı kap ve oturaklarda olduğu gibi altın ve gümüş parçalı kılıç, bileme
âleti, ayna halkası ve altm veya gümüşten Mushaf
hususunda da câridir. Gem, özengi ve altın veya
gümüşten yazı işlenmiş elbise de, ihtilâf konusudur. Ancak bu ihtilâf, altm ve gümüşün sâde olduğu takdirde söz konusu olur.
Yoksa sâde olmayan kaplamalarda icmâen beis yoktur.
İki imam diyorlar ki: Kabın bir kısmını kullanan, tamamını kullanmış sayılır.
Onun için, altın ve gümüşlü yerin kullanılması hâlinde olduğu gibi, mekruhtur.
İmam Ebû Hanife de diyor
ki: Kullanılmayan yer, kullanılan yere tabiidir. Ve tâbi olana itibâr edilmez.
Dolayısıyla etrafı ipekle dikilmiş elbise, ipekten nişanesi olan elbise ve
gümüşten yüzük aşının raptiyesi gibi, mekruh değildir. (Mecûsi olan işçisini
veya hizmetçisini et almaya gönderen kişi, •Hıristiyan veya yahudiden
aldım- diyen alıcının ifâdesi üzerine, alınan etten yiyebilir.) Çünkü
muamelelerde kâfirin sözü geçerlidir. Zira yalan söylemenin haram olduğunu
kendi aklı ve inandığı itikadi ölçüleriyla
idrâk etmektedir. Ve uygulayabilir. Dolayısıyla kâfirin ih-ban,
sahih bir ihbar kabui edilir. Kaldı ki buna ihtiyâç
vardır. Çünkü muamelâtın vukuu çoktur. (Şayet ehl-i
kitap olmayan bir kâfirden satın aldığını ifâde ederse, etten yenilmesi caiz
olmaz.) Zira kâfirin sözü, helâl olma durumunda geçerli sayılabilirse, haram
olma durumunda geçerli sayılması daha evlâdır. (Hediye ve ticâret izni
hakkında, köle, câriye ve çocuğun sözü, geçerli sayılabilir.) Çünkü hediyeler
daha çok, bunlann eliyle gönderilir. Ve ticâret izni
üzerine, ticârete gidiş ve sokaktaki alım - satım sırasında şahit tutmak
güçtür. Eğer sözleri geçerli kabul edilmezse, zorluklara mahal bırakılır.
Cami-us-Sağir'de şöyle bir ifâde vardır. Bir
cariyenin, bir adama «Efendim, beni sana hediye olarak gönderdi.» demesiyle
adamın cariyeyi alması caiz olur. Böylece açıkladığımız sebepten dolayı
cariyenin, efendisi tarafından hediye gönderilmesiyle baçkp
biı şeyin hediye gönderilmesi arasında bir fark
yoktur. (Muâtmelâtta fâsıkın
sözü, geçerlidir. Diyanette İse, ancak adaletli kişil^râ» sözleri geçerlidir.) Farkın gerekçesi şudur: Muamelât,
insan cinleri arasında çok vuku bulur. Şayet ağır bir şart ileri sürü-lürse, zorluğa yol açar. Onun için muamelâtta bireysel
sözler geçerli sayılır. AJfck söz sahibi âdil olsun, fâsık olsun, kâfir olsun, hür olsun, köle olsun, erkek
olsun, kadın olsun, zorluğun defi için fark yoktur. Diyabet ise, muamelâta nisbeten vukuu azdır. Onun için fazladan şart ite"
sürülmesi, caizdir. Bu itibarla ancak âdil bir müslüma-mn sözü geçerli kabul edilebilir. Çünkü fâsık
kişi, doğru söyliyece-ğinden
şüphe edilir. Kâfir olan da, hükmün iltizâmına tâbi olmuyor. Dolayısıyla oir müslüman için de sözü geçerli
kılınmaz. Ancak muamelâtta durum değişir. Çünkü kâfir olan, muamele yapmadan, müs-lümanlarin arasında kalamaz.
Ve muamele yapma imkânı da ancak sözünün geçerli olmasıyla mümkün olur. Böylece
sözünün geçerli sayılmasında bir zorunluluk vardır. Zahir rivayete göre, adalet
ve fışkı belli olmayanın, diyanette sözü kabul edilmez. İnam Ebû Hanife'ye göre, sözü kabul
edilir. Zira onun görüşüne göre : Söz konusu kişi, mahkemede dinlenir. Zahir rivâyetde adalet ve fışkı belli olmayanla fâsık kişi, diyanette aynı şekilde değerlendirilir. Ancak
ifâdelerinin çoğu, doğru görülmekte ise, sözleri geçerli sayılır.
(Hür, köle ve câriye
adalet sahibi olurlarsa, diyanette sözleri kabul edilir) Çünkü adaletin
bulunması hâlinde doğruluk ağır basar. Dolayısıyla sözlerinin kabul edilmesi,
edilmemesine tercih edilir. Zikrettiğimi^ hediye ve ticâret izni
muamelâttandır. Diyât1 konularından biri, bir suyun necis
olduğunu ihbar etmektir. Sözü kabul edilir bir müslüman,
suyun necis olduğunu söylerse, o su ile abdest alınamaz, teyemmüm edilir. Eğer suyun necasetini
bil<3iren fâsık veya fışkı belli olmayan bir kişi
ise, durumu araştırılacaktır. Eğer ifâdesinin çoğunda doğru konuşan kişilerden
ise, yine de o su ile abdest alınmaz, teyemmüm
edilir. Şayet su dökülüp sonra teyemmüm alınırsa, daha ihtiyatlı olur. Eğer
kişi, adaletli ise, yalan söyleme ihtimali düşer. Dolayısıyla suyu dökmekle
ihtiyata mânâ kalmaz. Şayet ihbar eden kişi, çoğu konuşmalarında yalan söyleyen
kişilerden ise, su ile abdest alınacak, teyemmüme baş
vurulmaz. Çtirîkü yalancılık tarafı güç
kazanmaktadır. Hüküm budur. Ama abdestter* sonra
ihtiyaten teyemmüm de alınabilir. Diyanet konularından biri de helâl ve haram
durumudur. Ancak haramın sübutu hâlinde, mülkün elden çıkması söz konusu
olmayacağı takdirde, durum budur. Ama mülkün elden çıkması söz konusu olursa
bir kişinin sözü kabul edilmez. Bu konudaki geniş açıklamayı kifâyet-ül-müntehide yapmışızdır. (Düğün yemeğine veya ziyafete
davet edilen kişi, gittiği yerde oyun veya musiki ile karşılaşırsa, oturup
yemesinde bir beis yoktur.) imam Ebû Hanife, ben, bununla bir defa musibetlen-dim, ama sabrettim demiştir. Sebebi ise, davete icabet
etmenin sünnet olmasıdır. Peygamber Efendimiz (Aleyhis-salâtü ve's-selâmî
:
«Davete icabet etmeyen
kişi, Ebelkasim {Aleyhis-salâtü ve's-selâm) 'e isyan etmiş
olur.» ([4])
buyurmuştur. İmam Ebû Hanife,
başkası tarafından yapılan bir bid'at yüzünden
davetin icabetini terk etmezdi. Örneğin: Kılınması vacip olan cenaze namazı
sırasında ağıt söylenmesi gibi. Eğer kişinin gücü yeterse mâni olur. Gücü
yetmezse sabreder. Bu da eğer uyulan bir kimse değilse, böyledir. Eğer kişi,
uyulacak vasıfta olursa ve bid'at işleyenleri men'edemezse, davet yerinden çıkıp oturmamalıdır. Çünkü
orda oturup kalmakta, dine kusur ve müslümanlara
günah işleme kapısını açma sakıncası vardır.
İmam Ebû Hanife' den
hikâye edilen hâl, daha uyulan kişi olmadan önceki hayatına aittir. Şayet sözü
edilen bid'at, sofrada hazırsa, her ne kadar uyulan
kişi olmasa da oturup kalınmak lâyık değildir. Çünkü Allah (Celle
Celâllahü) : «Hatırladıktan sonra artık zulmedenlerle
beraber oturma.» ([5]) buyurmuştur. Bu hepsi,
davet yerinde hazır bulunduktan sonra uyulacak şeylerdir. Şayet bunları daha
önce bilirse, davete icabet hakkı lâzım gelmez. Ama bu hâl ile üzerine
gerilirse, artık kaçınılmaz bir durum olur. Zikredilenden anlaşılıyor ki tüm
eğlence âletleri haramdır. Hattâ nöbetçi elindeki sopa ile nağme yapmak da
haramdır. İmam Ebû Hanife' nin «musibetlendim- diye sözünden
de oyunların haram olduğu anlaşılır. Çünkü ancak haram şeyler musibet olur.[6]
(Erkeklerin ipek
elbise giymeleri helâl değil, kadınların helâldir.)Çünkü Peygamber Efendimiz (Aîeyhis-salâtü ve's-selâm), ipek elbiselerin giyilmesinden nehyetmiştir. Ve demiştir ki: «İpek elbiseyi, ancak âhirette nimetlerden nasibi olmayan kişiler giyer.» ([7])
Kadınlar için helâl olması, sahabeden bir gurubun rivayet ettiği başka bir
hadisle sabittir. O sahabelerden H z. Ali diyor ki: Peygamber Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)
çıktı, bir elinde ipekten kumaş, diğer elinde de altın vardı ve buyurdu ki:
«Bu ikisi, ümmetimin erkeklerine haram, kadınlarına helâl kılınmışlar.» ([8])
(Ancak üç, dört parmak miktarı kadar az olursa, ona ruhsat vardır. İpekten
nişane ve elbise etrafının dikişi gibi.) Zira Peygamber Efendimiz (Aleyhis-salâtü ve's-selâm), iki - üç veya dört parmaktan fazla, ipekten
elbise giyiminden nehyettiği rivayet olunmaktadır.
Haram olmayan az miktardan maksat, nişanedir. Ayrıca Peygamber Efendimiz CAleyhis-salâtü ve's-selâm)'in, kenarı ipekten dikilmiş bir cübbeyi giydiği de rivayet edilmektedir. ([9])
(İmam Ebû Hanife'ye göre:
İpekli kumaşın yastıkta ve döşekte kullanılmasında bir beis yoktur. İki imam
ise, mekruhtur demişler.) Cami-üs-Sağir'de sâdece
îmam Muhammed'in kavli zikredilmiştir. İmam Ebû
Yûsuf un zikredilmemiştir. Yalni2 Kudurî ve bâzı
âlimler tarafından zikredilmiştir. Keza ipekten Örtü ve kapılarda ipek kumalın sarVması konusunda da aynı şekilde imamların ihtilâfı
vardır. İki imam, genel manâyı ifâde eden rivayetleri göstermekteler. Akli
yönden de: -İpekli elbise giymek zâlim hükümdarların âdetlerindendir. Zâlim
hükümdarlara benzemek de haramdır- diye delil getirmişlerdir. Hz. Ömer de. Acemlerin giyinişinden salanınız demiştir. ([10])
imam Ebû Hanife de diyor ki: Peygamber
Efendimiz (Aleyhis-salâtü ve's-selâm), Abdullah bin Abbas (Ra-dıyallâhü anh)
'm döşemesi üzerinde bulunan ipekten yapılmış bir yastık üzerinde oturduğu
rivayet olunmaktadır. ([11])
Ayrıca giyilecek şeylerden nişane gibi az bir miktar mübâh
olduğuna göre kullanılacak şeylerden de az bir şey mübâh
olmalıdır. Bu konuda haramın kısmen helâi olmasının
sebebi, Cennetteki ni'metlerin numunesinden faydalanıp
lezzetini anlamaktır. (İki imama göre: Savaşta ipek elbisesinin giyilmesinde
bir beis yoktur.) Çünkü Ş a ' b i, Peygamber Efendimiz (Aleyhis-salâtü ve's-selâm) 'in savaşta
ipek elbisenin giyilmesine ruhsat tanıdığını rivayet etmiştir. ([12]) Aynca bu ruhsat için bir zaruret vardır. Çünkü ipek elbise,
vücudu silâh etkisinden korur ve parlak olduğu için düşman gözünü kamaştırarak
giyenini heybetli gösterir. (İmam Ebû Hanife'ye göre ise, savaşta dahi olsa ipek elbisenin giyilmesi
mekruhtur.) Çünkü rivayet ettiğimiz hadislerde «savaş dışında» diye bir kayıt.
Kaldı ki savaşta dahi ipekli elbise giymenin bir zo; runluğu yoktur. Çünkü ihtiyaç, aracı ipek, çözgüsü başka
cinsten olan elbise ile de giderilebilir. Oysa haram şeyler ancak zorunluk hâlinde mübâh olurlar. Ş
â ' b i' nin rivayet ettiği hadis de ipek karışımlı
elbiselere mahmuldür.
(Çözgüsü ipekten
argacı pamuktan olan elbisenin savaşta da savaş dışmda
da giyilmesinde bir beis yoktur.) Çünkü sahabe, ipek ka-nşımh elbiseleri giyerlerdi. Ve bu tip kumaşın çözgüsü
ipektir, öte yandan elbise, ancak dokuma ile elbise olur. Dokuma da argacın
atılması ile tamamlanır. O hâlde muteber olan kumaşın argacıdır, çözgüsü
değildir. imam Ebû Yûsuf diyor ki: Ben kaftan ve kürk
arasında hâlis ipek bir elbisenin giyilmesini mekruh görüyorum. Astarın hâlis
ipekten olmasında ise sakınca görmüyorum. Çünkü asıl giysi, dışarıdan görülen
elbisedir, astar değildir. Argacı ipek, çözgüsü ipek olmayan elbisenin savaşta
giyilmesinde bir beis yoktur.) Zira zaruret vardır. (Savaş dışında ise,
giyilmesi mekruhtur.) Zira zaruret yoktur. Çünkü açıkladığımız üzere asıl itibâr
edilen, kumaşın argacıdır çözgüsü değildir. Rivayet ettiğimiz hadis gereğince,
(Erkekler için, altınla süslenmek caiz değildir. Keza gümüşle de.) Çünkü gümüş
de altm gibi değerlendirilmektedir. (Ancak gümüşten
yüzük, kemer ve kılıç süsü müstesnadır.) Ki, âhiret
lezzetinin numunelik mânâsı gerçekleştirilmiş olsun. Altın ve gümüş değerlendirme
bakımından bir tür sayıldığından gümüşten faydalanma ile, altına ihtiyaç
kalmamıştır. Ayrıca isimleri yukarıda geçen gümüşten mamul şeylerin helâl
olması hakkında bize kadar gelen eserler vardır. Cami-üs-Sağir'de
«Ancak gümüşten olan yüzük kullanılır.» ifâdesi vardır. Bu ifâde taştan,
demirden ve tunçtan yüzük edinmenin haramliğına bir
hüküm olur. Resûlüllah (Aleyhis-salâtü ve's-selâm), bir şahıs
üzerinde tunçtan bir yüzük görünce «Senden putların kokusunu almayayım.» Ve
başka birisine de demirden yüzük görünce «Senin üzerinde ateş ehlinin zinetinden görmeyeyim.» diyerek onîan
kullanmaktan sakındırmıştır. ([13])
Bâzı âlimler, yeşim denilen taş cinsi, taş ağırlığına sahip olmadığından haram
olmanın kapsamından çıkarmışlar. Ancak Cami-üs-sa-gir'deki ifâde, onun da haram olduğuna delâlet etmektedir.
Rivayet edilen hadis gereğince, (Erkeklerin altm
yüzük kullanmaları haramdır.) Hz. Ali'den, Peygamber
Efendimiz (Aleyhis-salâtü ve's-selâm)'in, altm yüzük
kullanımından nehyettîği rivayet edilmektedir. ([14]) Hem
de altm yüzük konusunda asıl olan haram olmasıdır.
Mü-bâh sayılabilmesi yâ bir
zorunluğun baş göstermesi, yâ
da numunelik olma vasfını kazanması hâlinde ancak olur. Halbuki her iki husus
da daha ednâ olan gümüşle karşılanmıştır. Helâl ve
haram konusunda itibâr edilen yüzüğün halkasıdır, kaşı değildir. Çünkü
temelini halka teşkil etmektedir. Onun için kaşın taştan olması da caiz
görülmüştür. Erkekler, yüzük kaşını avuç içine çevirirler. Kadınlar çevirmezler.
Çünkü kadınlar için süstür. Hâkim ve sultanın mühre ihtiyaçları olduğundan
yüzüğü kullanmaları uygundur. Ancak bu vasıftakilerin dışında efdâl olan, yüzüğü kullanmamalarıdır. (Yüzük kaşının
deliğine yerleştirilen altm raptiye için bir beis
yoktur.) Çünkü bu altm raptiye, elbisedeki nişane
gibi tâbi ve tâli şeylerdendir. Dolayısıyla kişi, altını kullanmış sayılmaz.
[Dişler altınla bağlanmaz, gümüşle bağlanır.) Bu, İmam Ebû
H a n i f e ' nin görüşüdür. İmam Muhammed altın olsa
dahi bir beis yoktur, demiştir.
İmam Ebû Yûsuf tan, hem îmam Ebû Hanife, hem de îmam Muhammed'in görüşü gibi, rivayet
edilmektedir. İki imam derler ki: Urfece b. Esed-el-Kettani 'nin kilap savaşında burnu isabet
aldı. Ve gümüşten bir burun yaptırdı. Zamanla kokuşmaya başlarken, Peygamber
Efendimiz {Aleyhis-salâtü ve's-selâm), kendisine bir altm
burun taktırmasını emretti. ([15])
îmam Ebû Hanife de diyor
ki: Aslında altının kullanılması haramdır. Mubah sayılması, ancak bir zarurete
binâen mümkün olur. Halbuki bu zaruret, maliyeti daha az olan gümüşle giderilmektedir.
Onun için altının kullanılması haramdır. Burun konusunda söz konusu olan
zaruret gümüşle giderilemediği ve kokuştuğu için altın kullanılmasına baş
vurulmuştur. (Erkek çocuğun, altın ve İpek kullanması mekruhtur.) Çünkü:
Erkeklerin altın ve ipeği kullanmaları haram olunca, kullandırmaları da haram
olmuştur. Tıpkı içkinin içilmesi haram edilince, içirilme-sinin de haram
edilişi gibi. (Teri silmek için ipek mendil taşımak mekruhtur.) Çünkü kullanılmasında
bir nevi tekebbür vardır. (Keza abdest suyunu
kurutmak veya burnunu temizlemek için taşıyorsa yine mekruhtur.) Kimi, ihtiyâç
için kullanılırsa mekruh değildir demiştir. Sahih olan da budur. Mekruh olma
durumu, kibirlenmek ve gururlanmaktan doğar. Tıpkı oturuşta bağdaş kurmak gibi.
(İhtiyaç için adamın,
kendi yüzüğüne veya parmağına iplik bağlamasında bir beis yoktur.) Araplar,
buna retm ve retime derler.
Câ-hiliye devrindeki araplar, bir şeyi hatırlamak için, parmaklarına ip
bağlarlardı. Nitekim Peygamber Efendimiz {Aleyhis-salâtü ve's-se-lâm)'inde
bâzı sahabelerine bunu yapmayı emrettiği, gelen rivayetler arasındadır. Zira
bunda kötü bir şey yoktur. Ve tamamen beyhude de değildir. Zira onda
unutulmaması istenen şeyin unutulmaması gibi lüzumlu bir maksat vardır.[16]
(Erkeğin, mahrem
olmayan kadının yüzünden ve ellerinden başka bir yerine bakması caiz
değildir.) Çünkü Cenâb-ı Allah (Celle
Ce-lâllahü) .-«Kadınlar
süslerini, kendiliğinden görünen kısım müstesna, açmasınlar.» ([17])
buyurmuştur. Kendiliğinden görünen kısımdan murat, sürme ve yüzük yeri olan
yüz ve eldir. Nitekim âyette geçen süs, kelimesinden de murat, süs yeridir.
Zira yüz ve ellerin görünmesinde zaruret vardır. Çünkü erkeklerle alış-veriş
v.s.muamelelerde bulunma ihtiyâcı vardır. Bu gerekçe, kadının ayağına bakmanın
mubah olmayacağını göstermektedir. imam Ebû Hanife, kadının ayağına bakmak mübâhtır
demiştir. Çünkü kısmen de olsa bakılmasında zaruret vardır. İmam Ebû Yûsuf tan, kadının dirseğine kadar koluna bakmanın mubah
olduğu rivayet edilmektedir. Zira bazen hâl icâbı olarak kolları açılabilir.
(Erkek, şehvetinden emin değilse, ancak ihtiyâç gereğince kadının yüzüne
bakabilir.) Çünkü Resûlüllah (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem) -Şehvetle bir kadının
güzelliklerine bakanın gözlerine, kıyamet gününde kurşun dökülecektir.- ([18])
buyurmuştur. Bu hadis, öyle gösteriyor ki: Erkek, kendi şehvetinden
korktuğunda, haram işten sakınmak için, ihtiyâç olmadan kadına bakmamalıdır.
Metindeki «emin değilse- ifâdesi, erkeğin şehvetinin tahrik olunacağı bildiği
veya kanaat ettiği durumlarda olduğu gibi, şehvet tahrikinden şüphelendiği
hâlde de bakmasının mubah olmayacağına delâlet eder.
(Erkek, şehvetinden
her ne kadar emin ise de, kadmm eline ve yüzüne
kendi eliyle dokunması helâl değildir.) Çünkü bu konuda zaruret ve müptelâ
olma durumu yok iken, haram eylem söz konusu olur. Bakmada ise, müptelâ olma
durumu mevcut olduğu için, durum değişir. Ellemeyi haram kılan, Peygamber
Efendimiz t Aleyhis-salâtü ve's-selâm) 'in; -Sebep yok iken, yabancı kadının eline
dokunanın avucuna kıyamet gününde ateş parçası konulacaktır.- ([19])
hadisidir. Bu durum, kadının genç ve çekici olduğu takdirde söz konusudur. Ama
kadın _yaslı olup çekici olmasa eline dokunup tokalaşmada bir beis yoktur. Çünkü
fitne korkusu yoktur.
Rivayet edilmiştir ki:
Hz. Ebû Bekir (Radıyallâhü anh), süt emdiği bâzı kabilelere gidince, yaşlı kadınlar
ile tokalaşıyordu. ([20])
Abdullah b. Zübeyr (Radıyallâhü
anh) de, hastalığında yaşlı bir kadını ücretle
tutmuştu, yaşlı kadın, onun ayaklarını masaj yapardı ve başındaki saçlarını
karıştırırdı. ([21]) Keza açıkladığımız
sebepten dolayı, erkek de yaşlı olup hem kendisinin, hem kadının harama
girmeyeceklerinden emin ise, yine kadınla tokalaşa-bilir. Şayet yaşlı erkek,
kadından emin değilse, kadınla tokalaşması helâl olmaz. Çünkü o zaman
tokalaşmak, fitneye bir hazırlık olur. Şehveti tahrik etmeyen yaşta olan küçük
kıza da bakmak ve dokunmak -onda harama girme endişesi olmadığı için- caizdir.
(Hâkim, kadınla ilgili hüküm vermek istediğinde, şahit de, aleyhinde şahitlik
vermek istediğinde, kadın, çekici de olsa, ikisi de kadının yüzüne
bakabilirler.) Çünkü, insanların haklarını korumak için, hüküm ve şahitlik
verme ihtiyâcı söz konusudur. Yalnız Hâkim ve şahitlerin, kadına bakmaları,
sâdece hüküm ve şahitlik verme gayesiyle olmalı, sakınılması mümkün olan,
şehvet giderilmesi için olmamalıdır, iştahı kadını çektiği halde, şahitliği
yüklenmek için kadına bakarsa, kimi, mubahtır demişken, essah
olan kavle göre mubah değildir. Çünkü kadından zevk almayanlar da vardır.
Dolayısıyla zaruret yoktur. Ama şahitlik verme durumu başkadır. Bu konuda kadma bakabilir. (Bir kadınla evlenmek isteyen kimse,
kadına şehvetle bakacağını bilse bile, ona bakmasında bir sakınca yoktur.)
Çünkü bu konuda Peygamber Efendimiz (Aleyhis-salâtü ve's-selâm) : «Evlenmek
istediğin kadını gör. Çünkü görmek aranızdaki sevgiyi pekiştirmekte en uygun
şeydir.» ([22]) buyurmuştur, öte yandan
evlenmek konusunda görmekten gaye, Peygamber Efendimiz (Aleyhis-salâtü ve's-selâm)'in sünnetini
yerine getirmektir, şehveti tatmin etmek değildir. (Kadının hastalıklı yerine
doktorun bakması caizdir.) Zira bunda zaruret vardır. (Kadın tedavisini
yapabilecek bir kadın doktorun olması lâzımdır.) Çünkü insan kendi hem cinsine
daha rahatça bakabilir. (Şayet kadın doktor bulunmazsa, hastalıklı yerden başka
diğer taraflar örtünecek.) Sonra erkek doktor bakacak. İmkânı nisbetinde gözlerini bakmaktan koruyacaktır. Çünkü zaruret
gereğince mubah sayılan şeyler, yine zaruret ölçüsü ile ölçülür. Erkek ve kız
çocukların sünnetinde sünnetçinin zaruret için bakabildiği gibi. (Keza, erkek,
erkeğin lavman ve tankiye mahalline bakabilir.) Çünkü
tedavidir. Bu tedavi hastalık için caizdir. İmam E b û Y û s u f' dan, hastalık
belirtisi olan fahiş derecedeki zayıflık için de caiz olduğu rivayet
edilmiştir. (Diz ve göbek arası dışında, erkek, erkeğin her tarafına bakabilir.)
Çünkü bu konuda Peygamber Efendimiz (Aleyhis-salâtü ve's-se-lâm)
'in: «Erkeğin avreti, göbeğinden dizine kadar olan kısımdır.» hadisi
mevcuttur. Ve başka bir rivayete göre de «Erkeğin avreti, göbeğin altından
dizlerin altına kadardır.» denilmektedir. Bu rivayetle, göbeğin avret
sayılamayacağı ve dizin avret sayılacağı sabit olmaktadır.
Ebû Usma ve İmam-ı Şafiî, göbeğin
avrete dâhil olduğunu söylerler. Ayrıca tmam-ı Şafiî,
dizin avret olmadığı görüşündedir. Uyluğun avret sayılması hususunda zahiriye
mezhebi muhalefet eder. Göbekten aşağı tüylere kadar tabii avrettir. Ancak
bunda da İmam Ebû Bekir Muhammed b. E 1 -F a d 1,
âdete dayanarak muhalefet etmektedir. Yalnız nass var
iken âdet nazarı itibâra alınamaz. Ebû Hüreyre, Peygamber Efendimiz (Aleyhis-salâtü ve's-selâm)'den dizin
avret olduğunu rivayet ettiği gibi ([23]). Hz. H a s a n ' in da göbeğini açıp Ebû
Hürey-r e' nin öptüğü ve
Peygamber Efendimiz (Aleyhis-salâtü
ve's-selâm)'in Cürhüd'e
«Uyluğunu ört. Uyluğun avret olduğunu bilmiyor musun?» diye hitap ettiği de
gelen rivayetler arasındadır. ([24]) öte
yandan diz, bacak ve uyluk kemiklerinin bitiştikleri yerdir. Yâni: Helâl ile
haramın bitiştiği bir noktadır. Bu gibi şeylerde haram olma ciheti galebe
çalar. Bu itibarla avretin diz hakkındaki hükmü, uyluğa nisbeten
hafiftir. Uyluğun avret olma durumu da, avret mahallinden daha hafiftir. Şöyle
ki: Dizini açan kişi ayıplanır. Uyluğunu açan, kınanır, avret mahallini açıp
yaptığına ısrar eden de terbiye edilir. (Erkekten erkeğe bakılması mubah olan
yerin elle dokunulması da mubahtır.) Zira her iki erkek avret olmayan kısım
için bir sayılırlar.
(Kadın, şehvetinden emin
olduğunda erkekten; erkeğin erkeğe bakabildiği yerlere bakabilir.! Çünkü avret
olmayan şeylerin bakılmasında erkekle kadın müsavidir Tıpkı ikisinin, elbise
ve hayvanlara bakabilmeleri gibi. Hünsa bahsinde kadının yabancı erkeğe
bakması, erkeğin kendi mahremlerine bakması gibidir denilmektedir. Çünkü hem
cins olmayanların birbirine bakmaları daha ağır gelir. Şayet kadın erkeğe
bakmak istediğinde kalbinde şehvet duygusu varsa, veya duygulanacağını tahmin
ederse yâ da şüphe ederse, görmemeye çalışması müstehaptır. Eğer bu durumlarda bakacak olan erkek ise, kadına
bakamayacak. İşte bu bakamayacak ifâdesi, haram olacağına işarettir. Bakma
konusunda kadınla erkeğin arasındaki farkın gerekçesi şudur ; Kadınlara şehvet
galip olduğu için her kadında itibari olarak şehvet varmış gibi kabul edilir.
Bu durumda erkek de şehvete kapıldı mı, her iki taraftan şehvetin varlığı söz
konusu olmuş olur. Ama şehvet kadın tarafından ise, erkek tarafı, ne hakiki, ne
de itibari şehvete kapılmış sayılmaz. Dolayısıyla şehvet tek taraflı kalır. O
hâlde harama girmek için, iki tarafın şehvetli bulunması, tek tarafın şehvetli
bulunmasından daha tehlikeli görünmektedir.
(Erkek, erkeğin
vücudundan hangi yerlere bakabiliyorsa, kadın da kadının vücudundan aym yerlere bakabilir.) Çünkü cins birliği mevcuttur. Ve
erkeğin, erkeğe baktığı misâlde olduğu gibi, aralarında genellikle şehvet de
yoktur. Aynı zamanda kadınların da kendi aralarında açılmaları bir zaruret
gereğidir.
îmam Ebû Hanife, kadının kadına
bakması, tıpkı erkeğin, kendi mahremlerine bakması gibidir. Ancak kadın,
erkeğin erkeğe bakabildiği kadar erkeğe bakamaz diyor. Çünkü erkekler işle
uğraştıkları için fazla açılmaya ihtiyaçları vardır. Essah
olan birinci görüştür. (Erkek, karısının ve kendisine helâl olan cariyesinin tenasül
uzvuna bakabilir.) Bu söz, erkeğin -şehvetli olsun olmasın- karısının her
tarafına bakabildiği anlamı ifâde etmektedir. Bu husustaki delil, Peygamber
Efendimiz (Aleyhis-salâtü ve's-selâm)'in :
-Gözünü yum. Ancak cariyene ve karına
bakabilirsin.» ([25]) hadisidir. Ayrıca
bakmaktan ziyâde koca, karısı ile cariyesine dokunup temas etmektedir. O halde
her tarafına bakabilmesi daha evlâdır. Yalnız kan ve koca, birbirinin avretine
bakmamaları daha uygundur. Çünkü Peygamber Efendimiz (Aleyhis-salâtü ve's-selâm) :
«Sizden biriniz,
karısının yatağma girdiğinde yapabildiği kadar örtünsün. Yabani eşekler gibi, soyunup çırılçıplak kalmasınlar. ([26])
buyurmuştur. Öte yandan bu hâl, insanı unutkanlığa götürür. Zira bu konuda eser
varittir. ([27]) İ b
n i Ömer (Radıyallâhü anh)
ise, evlâ olan, kocanın karısının mahrem yerlerine bakmasıdır ki, alacağı
zevki tamamlamış olsun diyor. ([28])
(Kişi, kendi mahremlerinin yüzüne, başına, göğsüne, dizden aşağı bacaklarına
ve pazılarına bakabilir. Ancak sırtına, karnına ve uyluklarına bakamaz.) Bu
konudaki asıl delil, Allah Teâlâ (Azze
ve Celle) 'nin: «Süslerini
kocaları veya babaları veya ...dan başkasına göstermesin-Ier.»
([29])
âyetidir. Süsten murat, Allahu âlem, süs yerleridir.
Yâni: Metinde zikredilen yerlerdir. Söz konusu süs yerlerine, elden dirseğe
kadar, kulak, boyun ve ayak da girmektedir. Çünkü bunların tümü süs yerleridir.
Ama sırt karın ve uyluk süs yerlerinden değiller. Kısacası : Kadının
mahremleri, süs yerlerine bakabilirler. Zira biri, diğerinin yanma izinsiz ve
sıkılmadan girebilirler. Aynı zamanda kadın, kendi evinde âdeta iş elbisesiyle
durup kalmaktadır. Şayet mahremlerin kadının süs yerlerine bakmaları haram kihnsaydı, o zaman zorluk ve sıkıntı söz konusu olurdu.
Aralarındaki temayül de, haram olmaktan ötürü azalırdı. Dolayısıyla kadın,
hayattan tad almaz olurdu. Ama kadının sırtı ve
karnı gibi yerleri, açılması âdet olmadığından mahremleri tarafından
bakılamaz. Kadının mahremleri, kadınla evlenmeleri, hiç bir zaman caiz olmayan
yakınlarıdır. Bu yakınlık yâ neseple olur veya
emzirme yâ da evlilik gibi sebeplerle olur. Evlilik
hısımlılığı da, daha önce açıkladığımız gibi, nikâhla olsun veya essah kavle göre metres hayatla olsun fark etmez. (Erkeğin,
kadından bakabildiği yerine elle dokunmasında bir beis yoktur.) Çünkü beraber
sefer yaptıklarında buna ihtiyâç duyabilir. Ve mahremiyetten dolayı da şehvet
de azdır. Ama erkek, yabancı bir kadının eline ve yüzüne her ne kadar
bakabilirse de elle dokunamaz. Zira yabancı kadına karşı erkeğin şehveti
mütekâmildir. (Ancak mahrem erkek, kendi şehvetinden veya kadında şehvetin
oluşmasından korkuyorsak o zaman kadına ne bakar, ne de elle dokunur. Zira Peygamber
Efendimiz (Aleyhis-salâtü ve's-selâm) gözler ztnâ ederler.
Ve zinaları bakmaktır. Eller de zina ederler ve zinaları tutmaktır.». ([30])
buyurmuştur. Halbuki mahremlerle zinânm haramlığı
daha da kötüdür. Dolayısıyla erkek, bakmaktan ve dokunmaktan sakınmalıdır.
(Erkeğin mahrem bir kadınla bir arada kalmasında ve onunla sefere çıkmasında
bir beis yoktur.) Çünkü Peygamberimiz (Aleyhis-salâtü ve's-selâm) : «Kadın,
kocası veya yakın bir akrabası beraberinde olmadıkça, gecesiyle birlikte üç
günden fazla sefere çıkamaz.- ([31]) buyurmuştur.
Resûlüllah (Saliallahü Aleyhi ve SellemJ'in: «Hiç bir erkek, bir kadınla meşru' yolu
bulunmaksızın tek basma bir arada bulunmasın. Çünkü üçüncüsü şeytan olur.» ([32]) hadîsindeki erkekten murat, mahrem olmayan
erkektir. Kadınla sefere çıkan kişi, kadını indirmeye bindirmeye mecbur ise,
kadının elbisesi üzerinde ve şehvetinden emin olmakla birlikte, karnından ve
sırtından tutmasında bir beis yoktur. Ama sırt ve karnın aşağı kısmından
tutamaz. Şayet kendi şehvetinden veya kadının şehvetinden kesin olarak veya
zannederek yâ da şüphe ederek korkuyorsa bu gibi
hizmetlerden sakınsın. Sunra eğer kadın
kendiliğinden binebiliyorsa, erkek, asla ona yanaşmayacaktır. Şayet yardımsız
binemiyorsa, erkek, kadının vücudunun hararetini hissetmeyecek kadar ara
elbise ve bez kullanacaktır. Eğer yeterince bulamazsa imkân dâhilinde şehveti
kalbinden söküp atmalıdır.
(Erkek kişi, kadın
mahremlerinden bakabildiği yerlerine başkasının cariyesinden de aynı yerlere
bakabilir.) Çünkü câriye, efendisinin hizmetini dışarda
yapar ve evde de âdeta elbisesiyle misafirlerine hizmet eder. Bu itibarla dişardaki yabancı erkeklere karşı durumu, kendi
akrabalarına karşı evdeki hür kadının durumuna ben-zemiş
olur. H z. Ömer (Radıyallâhü anh),
çarşaflı bir cariyeyi gördüğünde : Çarşafım at, sen hürlere benzemekten mi
zevk alıyorsun? diyordu. ([33])
Cariyenin karnına ve sırtına bakmak helâl değildir. Çünkü zaruret yoktur.
Ayrıca mahremlere karşı şehvet, yâ yok yâ da az iken, cariyelere karşı şehvet mütekâmildir. Ama
Muhammed b. M u k a t i 1, göbekten aşağı dize kadar müstesna, cariyenin diğer
yerlerine bakmak mubahtır. Câriye ile yalnız kalmak veya onunla sefere çıkmak,
kimi, mahrem kadınlar hakkında olduğu gibi, câriye hakkında da mubahtır,
demişken kimi de, zaruret olmadığı için mubah değildir demiştir. İndirme ve
bindirme hakkında İmam Muhammed, câriye için zarureti, mahrem kadınlar için de
ihtiyâcı gerekçe göstermektedir.
(Yumurtaları
çıkarılmış kişi, yabancı kadına bakmakta normal erkek gibidir.) Çünkü H z . Â i
ş e (Radıyallâhü anhâ)
demiştir ki: Erkekliğin yok edilmesi, bir işkencedir. Ondan önce haram olan bir
şey, onunla helâl olunmaz. ([34]) Öte yandan yumurtaları çıkarılan kişi, cinsi
münâsebette bulunabilir. Erkeklik organı kesik olan kimse de öyledir. Çünkü o
da sürtünme ile boşalır. Keza muhannes denilen kadın
tipindeki kimse de. Çünkü o da fâsık bir erdir. Velhâsıl
bu konuda Kur'ân-ı Kerim'in ilgili âyetinin hükmü
hâkimdir. Küçük yaştaki çocuğun durumu ise, müstesna tutulmuştur. (Köle, kendi
hanımından, yabancı bir erkeğin kadından bakabildiği yerlere yalnız
bakabilir.) İmam-ı Mâlik, köle, hanımına karşı mahrem gibidir. İmam-ı Şafiî' nin bir kavli de, böyledir. Zira Cenâb-ı
Allah (Azze ve Celle) :«Mü'min kadınlar, süslerini
göstermiyecekleri erkeklerden müstesna
olanlardan biri de sahip oldukları köledir.» ([35])
diye buyurmuştur. Öte yandan kölenin kadın efendisinden izin almadan bulunduğu
yere girmesi hususunda ihtiyâç vardır. Biz de diyoruz ki: Köle her şeyden önce
mahrem olmayan bir erdir. Hanım efendisinin kocası da değildir. Şehvet de söz
konusudur. Zira evlenmeleri caizdir. Ve köle, daha çok ev dışında iş gördüğü
için, ihtiyâç durumu da yetersizdir. (Yâni illet kasırdır.) Onun için köle,
yabancı bir erkek gibi değerlendirilir. Ayrıca âyette geçen ifâdeden murat,
cariyelerdir. Nitekim Said (Radıyallâhü anh) ([36]), Hasan
(Radıyallâhü anh) ve başkaları,
Nûr Sûresi sizi aldatmasın. Zira kadınlar hakkındadır, erkekler hakkında
değildir, demişler. (Erkek, kendi cariyesinden -izni olsun olmasın-
azledebilirken ([37]) kansmdan
ancak karının izni ile azledebilir.)
Çünkü Peygamber Efendimiz (Aleyhis-salâtü ve's-selâm), izni olmadan
hür kadından azletmeyi nehyetmiştir. ([38]) Ve
bir câriye efendisine de, «istersen azledebilirsin» diye buyurmuştur. ([39])
Zira kendi şehvetini gidermek üzere, cinsi münâsebet, hür kadının, kocasına
karşı bir hakkıdır Aynca çocuk doğurma meselesi de
söz konusudur. îşte bunun için kadın, kocasının temelden iktidarsızlığı veya
organının kesikliği durumunda kendi nikâhının feshi hususunda serbest
bırakılmıştır. Ama cariyenin cinsi münâsebet konusunda bir hakkı yoktur.
Böylece hür kadinm izni olmadan hakkı noksan
bırakılamaz. (Erkeğin, bir başka erkeğin ağzını, elini veya onun vücudundan
herhangi bir yeri öpmesi ve onu kucaklaması mekruhtur.) T a h a v i bunun Ebû Hanife ile İmam Muhammed'in
görüşü olduğunu söylemiştir. İmam Ebû Yûsuf ise:
<Ne öpmenin ve ne de kucaklamanın bir sakıncası yoktur. Zira rivayet olunmaktadır
ki, Ca f e r (Radıyallâhü anh) Habeşistan'dan geldiği zaman Peygamber Efendimiz (Aleyhis-salâtü ve's-selâm) onu kucaklayıp alnından öpmüştür- ([40])
demiştir. İmam Ebû Hanife üe İmam M u h a m m e d de,
Peygamber Efendimiz (Salîallahü Aleyhi ve SellemJ'in kucaklama ile öpmeden nehyettiğine
dâir rivayete ([41]) dayanmış ve: «İmam Ebû Yûsuf un dayandığı hadîs, kucaklama ile öpmenin daha
haram kılmmadıkîarı zamana mahmuldür» demişlerdir.
Derler ki :
Kucaklamanın haram olup olmadığı hakkındaki ihtilâf, ikisinin tek bir libâs
içinde olmaları hâlinde câridir. Eğer kişinin üzerinde gömlek veya cübbe bulunursa, onu kucaklamanın caiz olduğunda ihtilâf
yoktur, ki doğru olan görüş budur.(Tokalaşmada ise sakınca yoktur.) Zira tokalaşma eski zamanlardan beri devam edegelen bir gelenektir. Peygamber Efendimiz (Salîallahü Aleyhi ve Sellem) de:
«Müslüman
kardeşiyle tokalaşıp elini sallayan
kimsenin günahları dökülür.» ([42])
buyurmuştur.[43]
(Hayvan tersinin
satımında bir beis yoktur. Ancak insan tersinin satışı mekruhtur.) İmam-ı
Şafii, hayvan tersinin satışı da mekruhtur. Çünkü o da necis-ul-ayn'dır. Dolayısıyla insan
tersi ile tabaklanmamış murdar hayvanın derisine benzer demiştir. Biz diyoruz
ki: Hayvan tersinden faydalanılabilir. Çünkü daha verimli ürün elde etmek
iç<n tarlaya atılır. Bu itibarla mal sayılır, mal da alım satıma kabildir.
Ama insan tersinden, ancak başka bir şeyle karıştığı takdirde yararlanılabilir.
İmam Muhammed, karışık necis şeylerin satışı caizdir
demiştir. Ve sahih olan da budur. Keza karışık necis
şeylerden yararlanılabilir. Ama sahih kavle göre karıştırılmamış olandan yararlanılamaz.
Necasetle karıştırılmış şey, necasetle karıştırılmış zeytin yağı mesabesinde
mülâhaza edilir.
(Cariyenin kime ait
olduğunu bilen kişi, başkası tarafından satılmak istendiğini gördüğünde ve
satıcı -sahibi beni satışında vekil kıldı» dese, adam, söz konusu cariyeyi
satın alabilir.) Çünkü alınan bilgi doğru kabul olunur. Zira daha önce de
belirtildiği gibi, vasfı ne olursa olsun tek kişinin sözü muamelâtta
geçerlidir. Keza satıcı, câriye sahibi, cariyesini bana sattı, hibe etti veya
bana tasadduk etti dese, yine sözü geçerlidir. Ancak
emin olmak kaydiyle... Emin olmasa da ifâdesinin
çoğu doğru olmalı. Yâni: Muamelelerde haber verenin adaletli olması lâzım
değildir. Yalnız söylediğinin çoğu yalan çıkmışsa, ifâdesine dayanılarak,
cariyenin satın alınması caiz olmaz. Çünkü verdiği haberlerin daha çok yalan
çıkması, onun yalancılığını ortaya koyar. Şayet alıcı, cariyenin kime âit
olduğunu bilmezdinse, satıcı da, falanca şahsa ait olduğunu ve sahibi beni
satışında vekil kıldığını veya kendisinden satın aldığını deyip aynı zamanda
güvenilir kişilerden ise, satıcının sözü geçerli sayılır. Keza güvenilir kişilerden
olmadığı hâlde, yalnız daha çok doğru konuşan kişilerden ise, yine de sözü
geçerli sayılır. Çünkü verdiği haber alıcı için yeterli olur. Eğer cariyeyi
elinde bulunduran, alıcıya bir şey söylemez-se, alıcı
da, cariyenin başka birisine âit olduğunu bilirse, bu durumda aha, cariyenin
asıl sahibinden elinde bulunduranın mülkiyetine geçtiğini
öğrenmedikçe satın alamaz. Zira asıl sahibinin zilyetliği cariyenin kendisine
âit olduğuna delildir. Şayet alıcı, cariyenin başkasına âit olduğunu bilmezse,
cariyeyi elinde bulunduran, her ne kadar fâsık
kişilerden ise de, yine aha, cariyeyi satın alabilir. Çünkü fâsı-kın
zilyetliği, kendi mülkiyeti hakkında -bir mâni bulunmadıkça- zahiri bir delil
olarak kabul olunmaktadır. Zahiri delil bulundu mu doğru konuşmaktaki çoğunluk
prensibine itibar edilmez. Ancak satıcının emsali, satılık şeye sahip olamıyacakları düşünülüyorsa, o zaman alıcının satın
almaktan vazgeçmesi müstahaptır. Ancak bununla
beraber alıcı, zahir olan şer'i delile dayanarak söz konusu şeyi satın almada
ruhsat sahibi olabilir. Şayet cariyeyi elinde bulunduran satıcı durumundaki
şâhıs, köle veya câriye olursa, sözü geçerli sayılmaz. Ve ahcı,
ancak başkasına sorduktan sonra cariyeyi satın alabilir. Çünkü kölenin
mülkiyeti yoktur. Dolayısıyla câriye üzerindeki mülkiyet de kendisine âit olmıyacağı kendiliğinden bilinir. Eğer efendisinin,
kendisine satma iznini verdiğini ifâde ederse ve güvenilir kişilerden ise,
sözü geçerli sayılır. Şayet güvenilir kişilerden olmazsa, hakkında edinilen
doğruluk kanâati değerlendirilecektir. Hele doğruluğu ve yalancılığı meçhul
ise, alıcı, satın almıyacakttr. Çünkü mâni vardır.
Binâenaleyh satm alabilmek için delile ihtiyâç
duyulur. (Eğer güvenilir bir adam, kocası gaip olan kadına, kocasının Öldüğünü
veya onu boşadığını haber verirse, ya da güvenilmez
bir adam, kocasından, onu boşadığına bir mektup getirirse, ve mektubun
gerçekten kadının kocasından gönderildiği kadın tarafından bilinmezse, ancak
kadın daha çok habercinin doğruluğuna kanaat getirirse) YÂNİ: Durumu
araştırdıktan sonra (İddetin bitiminden sonra kadının
evlenmesinde bir beis olmaz.) Çünkü evlilik bağını koparan neden meydana
gelmiştir. Davacı da yoktur. Keza bir kadın, bir erkeğe «kocam beni boşadı ve iddetim de bitti* dese, erkeğin kadınla evlenmesinde beis
olmaz. Ve yine üç talakla boşanmış bir kadın -iddetim
bitti, sonra bir erkekle evlendim. O da benimle münâsebette bulunduktan sonra
beni boşadı ve ondan da iddetim tamamlandı» dese,
birinci kocanın kadınla evlenmesinde bir beis olmaz. Eğer bir kimse, kocası
gaip olan kadına kocası ile olan nikâhının kökünden fasit olduğunu veya kocası
onunla evlendiğinde kocanın mürted olduğunu, ya da kadının süt kardeşi olduğunu haber verirse, iki erkek
veya bir erkek iki kadın, buna şahitlik vermedikçe sözü kabul edilmez. Keza
biri, kadının kocasına «evlendiği sırada karısının mürted
veya süt kardeşi olduğunu» duyurursa, koca, iki âdil şahit şahitlik vermedikçe,
baldızı ile evlenemez ve dört kadını birden kendi nikâhı altında bulunduramaz.
Çünkü bu misâlde haberi veren, nikâhın kökten fasit olduğunu anlatmak istemişse
de ancak daha önce yapılan nikâh akdine binâen eşlik muameleleri akdin sıhhatına ve fasit olmanın doğru olmayışına delâlet eder.
Binâenaleyh görünürde dava ve çekişme söz konusu olur. Ama kadın küçük yaşta
bir çocuk ise, kocası, karısının kendisiyle süt kardeşi olduğuna veya süt
akrabalığı yönünden yeğeni olduğuna dâir haber alırsa, birbirinden
ayrılacaklar. Çünkü bu misâlde eşliği ortadan kaldıracak neden mevcuttur. Ve
sâdece nikâh akdi maniin yokluğunu gerektirmezken, dava ve çekişme söz konusu
olmaz. Dolayısı ile birbirinden ayrılacaklar. îşte misâller arasındaki fark
budur. Şayet hakkını savunamıyacak kadar küçük yaşlı
bii câriye, üzerinde hak iddia eden bir erkeğin
elinde bulunuyorsa ve büyüdüğünde başka bir şehirde bir erkekle karşılaştığında
«aslında ben hürüm- dese, karşılaşan erkek, onunla evlenemez. Çünkü zilyetlik
vardır. Dolayısı ile dava ve çekişme de söz konusudur. Ama geçen misâllerde
durum böyle değildir.(Bir müslüman içki satıp
parasını alırsa ve kendisinden alacaklı bir kimse de o parayı kendi hakkı
yerinde alırsa mekruhtur. Ancak içki satan borçlu şahıs, hiristiyan
ise, borç sahibi için bir beis yoktur.)
Bu konudaki fark
şudur: içki müslüman kişi için kıymetli bir mal
sayılmaz. Dolayısı ile ahm-satımı bâtıldır. O hâlde
karşılığında alınan para, müşterinin mülkiyetinde kalır. Binâenaleyh satıcıdan
alınması helâl olmaz. Ama hiristiyan için içki
kıymetli bir maldır. Alım-satımmda satıcı karşılığını
kendi mülkiyetine alabilir. Dolayısı ile ondan paranın alınması
helâldir.(İhtikârın zararlı olduğu yerlerde, insan ve hayvan yiyeceklerinde
ihtikâr yapmak mekruhtur. Keza şehir dışında köylüleri karşılayıp mallarını
pazara getirmek de... Ancak zaran bulunmadığı takdirde
bir beis yoktur.) Bu konudaki asıl.
Peygamber Efendimizin (Aleyhi's-salâtü
ve's-selâm)Halkın muhtaç olduğu şeyleri halkın
ayağına getiren kimse bol n-aküdır. Halkın muhtaç
olduğu şeyleri toplayıp ortadan kaldıran kimse de Allah (Azze
ve Celle)'ın rahmetinden
uzaktır.» ([44]) Hadisidir, öte yandan
buna amme hakkı da taalûk etmektedir. Çünkü mal stokundan
amme hakkının verilmemesi ve yoklukla karaborsanın ortaya girmesi söz konusu
olur. Binâenaleyh mal stokundan zarar görme ihtimâli bulundu mu ihtikâr mekruh
olur. Ama zarar görme ihtimâli yoksa, mal stoku mekruh olmaz. Yâni: Arz, talebi
karşılamazsa mal stoku mekruh olur, karşılarsa mekruh olmaz. Çünkü bu durumda
kimseye zarar dokundurmadan, kendi malını satıştan alıkoymuş olur. Şehir dışında
satılık eşyayı alıp pazara getirmek de aynı mülâhazaya tabiidir. Çünkü
Peygamber Efendimiz, (Aleyhi's-salâtü
ve's-selâm) Malını şe-hire getiren tüccar ve köylüleri şehir dışında yolda
karşılamaktan nehyetmiştir. ([45])
Kimi demiş ki: Mal
satıcılarını karşılayanlar, tüccarlar için rai-ci
bozmasalar bir şey olmaz. Ama bozarlarsa, o zaman yaptıkları -zararlı olsun
olmasın- mekruhtur. Çünkü raici bozmakla haksızlık yapmış olurlar. İhtikârı,
buğday, arpa, saman ve yonca gibi yiyeceklere has kılmak, İmam Ebû Hanife' nin
görüşüdür. Ama imam Ebû Yûsuf, stok edilmesiyle
ammenin zarar göreceği her şey, ihtikârdır demiştir. Artık altın olsun, gümüş
olsun, ne olursa olsun... İmam Muhammed, elbise stokunda ihtikâr olmaz
demiştir.
İmam Ebû Yûsuf, ihtikârın mekruh olmasına, pazarda mal kıtlığı
ile topluma yansıyacak zararı ölçü alır.
İmam Ebû Hanife, belirli şeylerde
ihtikârı kabul eder. Sonra stok yapmanın müddeti az ise ihtikâr sayılmaz. Çünkü
sıkıntı olmaz. Ama uzun zaman stok yapılırsa, sıkıntıya neden olacağı için
ihtikâr sayılır, ve mekruh olur der.Sonra mal stokunun ihtikâr sayılma müddeti
hakkında kimi, kırk gündür demiş, ve buna Peygamber Efendimiz tSallallahü Aleyhi ve Sellem)
:«Bir yiyecek maddesini kırk gece stok eden kişi, Allah (Azze
ve Cel-leVtan uzaklaşmış
olur. Ve Allah da ona yakınlık göstermez.» ([46])
Hadisini delil gösterir. Kimi de bir ay'dır demiş. Çünkü bir ay'dan az müddet
azdır, ve tez biter. Ama bir ay ve daha fazlası çoktur, ve geç biter Müddetin
bir ay ile takdiri, bir çok yerde geçmiştir. Sonra ihtikârla işlenen suçun
ağırlığı pahalılık ve kıtlık nisbeti ile değişir.
Kimi demiştir ki: Müddet tâ'yini dünyadaki
cezalandırma içindir, günahkârlık için değildir. Çünkü ihtikâr yapan kimse, az
bir müddetle de günahkâr olur. Kısacası: gıda maddelerinde ticaret, övülecek
bir iş değildir. ([47])
(Mal varlığının gelirini veya başka şehirden toplayıp naklettiği malını stok
eden kişi, ihtikârcı sayılmaz.) Zira mal varlığının geliri, zâten kendi
malıdır. Ona amme hukuku taallûk etmez. Nitekim tohumunu ekmekte serbesttir.
Keza kendi malını satmakta da serbesttir. Başka şehirden derlenip nakledilen
mal hususunda ise, İmam Ebû Hanife'ye
göre ihtikâr sayılmaz. Çünkü amme hukuku, kişinin bulunduğu şehrin yiyecek
maddesini toplayıp kendi mülkiyetinde stok yaptığı durumda söz konusu mala
taallûk eder. İmam Ebû Yûsuf, rivayet edilen hadis
gereğince, her yönüyle ihtikâr mekruhtur demiştir. İmam Muhammed, çoğu zaman
derlenip şehirde pazara arzedilen her yerin ürünü, şehir
ürünü gibi değerlendirilir. Ve onda ihtikâr haram olur, der. Çünkü amme hakkı
ona taallûk eder. Ama getirilmesi âdet olmayan uzak bir şehirden toplatılıp
getirilen malın stoku, amme hakkı ona taallûk etmediği için, ihtikâr sayılmaz.
(Devlet yetkilisinin ahali için raiç koyması uygun
değildir.) Çünkü Peygamber Efendimiz (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) : «Siz raiç
koymayınız. Çünkü asıl raiç koyan, kıtlığı ve bolluğu
yaratıp nzık veren Allah (Azze
ve CelleVtır» ([48])
buyurmuştur. Öte yandan mal bedeli satıcının hakkıdır, Dolayısı ile fiatı da kendisi tâ'-yin etmeli.
Devlet yetkilisinin onun hakkına karışması uygun olmaz. Ancak açıklanacağı üzere
ammenin genel bir zararını önlemek için. Devlet yetkilisi müdâhale edebilir.
Şayet stok etme hadisesi, Hâkime intikâl ederse Hâkim, stokçuya yanındaki
maldan kendi ve ailesinin ihtiyacından fazlasının satılmasını ve bir daha
böyle yapmamasını emreder. Şayet stok etme durumu, ikinci defa tekrarlarsa.
Hâkim onu hapsederek ve zararın defi için uygun gördüğü zerci tedbirlerle onu
cezalandırır.
Şayet gıda maddelerini
satanlar, fahiş fiatlarla satmaya koyu-lurlarsa, Hâkim de müslümanlarm
gıda maddelerini normal fiatla satın alma haklarını
ancak raiç koyma ile koruyabileceğine kanaat
getirirse, bilir kişinin görüşü alındıktan sonra, raiç
uygulatılabilir. Raiç uygulamasına geçildikten sonra biri, raiçten
fazla bir fiatla malı sattığı takdirde îmam Ebû Hanife'ye göre hâkim, ahş-verişi geçerli saymalı. Çünkü imama göre hür kişiye
men' (Hicz) konulmaz. İki îmam da aynı görüşteler.
Ancak iş ferdiyetten çıkıp toplumsal bir hâl kazandığı zaman topluma hicz konulacağı görüşü ile
İmam Ebû Hanife' den farklı düşünüyorlar.
İmamın koyduğu raice
göre malını satan esnafın alım-satımı da sahihtir. Çünkü raicin konulması ile
esnaf malını satmakla zorlanmış olmaz. Stokçunun nzâsı
olmadan Hâkim, stok edilen yiyecek maddesini satarak dağıtabilir mi dağıtamaz
mı sorusuna gelince kimi, borçlu şahsın malının satımı bahsinde geçen ihtilâfın
aynısı bu konuda da câridir, demişken, kimi de ittifakla hâkim satar demiştir.
Çünkü îmam Ebû Hanife,
genel zararın defi için men'i (hiczi) caiz görür. Bu
da men' gibidir. (Fitne ve anarşi günlerinde silâh satışı mekruhtur.) Yâni:
anarşist olduğu bilinen kişiye silâh satmak mekruhtur. Çünkü satmakta günâha
sebebiyet verme durumu vardır. Bunu daha önce açıkladık. Şayet kişinin anarşist
olduğu bilinemezse, ona süâh satmakta bir beis yoktur.
Çünkü söz konusu silâhı kötülükte kullanmayabilir. Ve şüphe üzerine silâh
satışı mekruh olmaz (Şarap imâl edeceği bilinen kişiye üzüm şırasını satmakta
beis yoktur.) Çünkü bununla, direkt ma'siyet söz
konusu olmaz. Ancak şırada yapılacak değişiklikten sonra ma'siyet
söz konusu olur. Ama anarşi günlerindeki silâh satışı böyle değildir. Çünkü ma'siyet, bizzat silâhın kendisiyle ortaya girer. (Şehir
dışındaki bir meskenin, kilise, havra, meyhane veya me-cûsî ateşgedesi olarak
kullanılması gayesiyle kiraya verilmesinde bir beis yoktur.) Bu, İmam Ebû Hanife' nin
görüşüne göredir, iki İmam ise, bir müslümamn, böyle
amaçlarla kendi meskenini kiraya vermesini uygun görmüyorlar. Çünkü günâha
yardım olur diyorlar. îmam Ebû Hanife
diyor ki: Kira evin menfaatına karşılıktır. Ve bunun
için verilecek ücret, meskenin karşı tarafa teslimi ile tahakkuk eder. Ve
bunda ise bir günâh yoktur. Ancak kiracının eylemi ile ma'siyet
meydana gelir. O hâlde kiracı, kullanma tarzında serbesttir. Binâenaleyh ma'siyet, müslüman kişinin kiraya
verme işinden ayrı bir şeydir. Metinde «şehir dışında- diye bir kayıt geçti.
Çünkü gayri müslimler islâmm
şiarı bulunduğu yerlerde kilise, havra, domuz eti ve içkinin satılacağı yerleri
yeniden te'sis imkânlarını bulamazlar. Kırsal alanlarda
ise bunları yapabilirler. Bâzı âlimler demişler ki: Şehir dışı olan yerden
gaye, Kûfe çölüdür. Çünkü sâkinlerinin çoğu zimmidir. Diğer yerlerde islâm!
şiar, her tarafta bulunduğu için söz konusu imkânı şehirlerde olduğu gibi,
çöllerde de bulamazlar.
(İmam Ebû Hanife, bir zimmînin içkisini taşıyan müslüman
kişi, kendi ücretini alması mubahtır derken, İmam Ebû
YûsuTla İmam Muhammed, mekruhtur demişler.) Çünkü ma'siyete yardım etmiş olur. Hem de sabittir ki. Peygamber
Efendimiz (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm), içki hususunda on kişiye lanet yağdırmıştır.
Bunlardan ikisi taşıyan ve kendisine taşınandır. ([49])
imam Ebû Hanife de:
«İçkinin içilmesi haramdır, içmek ve irâdesinde serbest kişinin eylemidir,
taşımanın neticesinde zorunlu olarak njeydana
gelecek bir eylem değildir. Ve taşıma ile, içilmesi kasd
edilmez. Hadîsteki ifâde ise, ma'siyet gayesine
binâen taşıma işine hamledilmektedir.» demiştir. (Mekke'de yapılan binaların
satımında bir beis yoktur, ancak arsa satınu
mekruhtur.) Bu, îmam Ebû Hanife'
nin görüşüdür. İki îmam ise, arsa satımında da bir
beis olmadığını söylemişlerdir. Aynı zamanda bu görüş, ayrıca İmam Ebû Hani-f e ' den de rivayet edilmiştir. Arsalar üzerinde
meşru' mülkiyet emareleri bulunmakta olduğundan arsalar sahiplerine mülk
sayılırlar. Tıpkı binalarda olduğu gibi. îmam Ebü Hanife, kendi görüşüne delil olarak Peygamber Efendimiz (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm): Dikkat ediniz. Mekke, saygı gösterilmesi
gereken bir yerdir. Mesken ve mahalleleri satılamaz.» ([50])
Hadisini gösterir, öte yandan Mekke mülk edini-Iemiyen kutsal bir yerdir. Çünkü K â b e ' nin
avlusudur. Ve bir çok kutsallık alâmetlerine mazhar
olmuştur. Meselâ avı avlanmaz, otu biçilmez ve dikenleri kesilmez. Keza satım
hakkında da durum aynıdır. Ancak binalar, yapanların özel mülkü olduklarından
satılabilirler. Keza Mekke arazisinin icar olarak verilmesi de mekruhtur.
Çünkü Peygamber Efendimiz (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) :-Mekke arazisini icar olarak veren, sanki ribâ yemiş gibi olur- ([51]) buyurmuştur, öte yandan Mekke arâsizi, Peygamber Efendimiz (Sallallahü
Aleyhi ve Sel-lem) zamanında ihtiyacı olan tarafından
kullanılır, mesken edinilir ve ihtiyacı biten başkasına bırakılır.
(İstediği zaman
peyderpey almak kaydı ile parasını bakkala borç olarak veren kişinin yaptığı bu
işi mekruhtur.) Çünkü kendi parasını menfaat celb
eden bir borç olarak bakkalın mülkiyetine vermiş olur. Halbuki Resûlüllah (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm), menfaat celb eden ödünç para vermekten nehyetmiştir.
([52]) Ama
şartsız bir emânet olarak yanına verip taksit taksit
canı istediği zaman ondan alırsa bir şey lâzım gelmez. Çünkü bu durumda bir
emânet olur, borç olmaz. Hattâ telef olursa dahi bakkal yükümlü olmaz. En iyi
bilen Allah (Azze ve Celle)'tır.[53]
(Kur'an-ı
Kerimi noktalayıp harekelemek ve âyetlerini onar onar
ayırmak mekruhtur.) Çünkü Abdullah İbn-i Mesûd (Radıyallâhü
anhümâ) : -Kur'an'ı (bir
rivayete göre) mushafı olduğu gibi bırakın, ona bir
şey katmayın- ([54]) demiştir. Oysa Kur'an-ı noktalayıp harekelemek ve âyetlerini onar onar ayırmak, ona bir şeyler
katmaktır. Hem de Kur'ân-ı Kerim'in harekelenip noktalanması
Mushaf'a bakmadan irabının bilinmemesine, âyetlerinin onar onar
aynlması da âyetlerin baş ve sonlarının unutulmasına
yol açar. Bâzıları demişlerdir ki: Bizim zamanımızda dili Arapça olmayanlar
için Kur'an'ı noktalayıp harekelemek gereklidir. Zira
bunlar Kur'-an'ın mânâlarım bilemedikleri için doğru okuyamazlar ve dolayısıyla
Kur'an terkedilmiş olur. Bunun için Kur'an'ı noktalamak iyi bir şeydir. (Kur'an-ı Kerîm'i
süsleyip yaldızlamada bir sakınca yoktur.) Zira bu, Kur'an-ı
Kerim'e karşı gösterilen bir saygı ûlup cami duvarlarının
altın suyu ile nakışlanıp süslenmesi gibi bir şeydir, ki biz bunu daha önce
söyledik. (Gayr-ı müslimlerin Mescid-i
Haram'a girmelerinde bir sakınca yoktur.) îmam-ı Şafii- «Mekruhtur», imam Mâlik
de: «Gayrı müslimlerin bütün camilere girmeleri
mekruhtur» demişlerdir, îmam-ı Şâfi' nin delili, -Ey imân etmiş olanlar, şüphe yoktur
ki Allah'a ortak koşanlar pistirler. Bunun için bu yıldan sonra Mescid-i Haram'a yanaşmasınlar» ([55])
âyet-i kerim esidir. Ayrıca, gayr-ı müslimler -onları
cünüp-lükten temizleyecek şekilde gusül etmesini
bilemedikleri için- sürekli cünüptürler. Cünüp kimseler ise camilerden uzak
durmalıdır. İmam Malik de buna dayanarak gayrı müslimlerin
bütün camilere girmelerini mekruh görmüştür. Zira gayrı müslimlerin
Mescid-i Haram'a.girememelerinin nedeni eğer cünüp
olmaları ise, bu neden, bütün camiler için de söz konusudur. Biz diyoruz ki i
Peygamber Efendimiz (Aleyhi's-salâtü
ve's-se-lâm) sakif kabilesinden gelenleri -kâfir oldukları hâlde-
Mescidine soktuğu rivayet edilmektedir. ([56]) öte
yandan kâfirler, itikaden pistirler ama bedenen pis
değiller ki, onlardan cami kirlensin. Âyetteki «mescidi harama yaklaşmasınlar»
ifâdesi, istilâ bakımından yaklaşmasınlar diye yorumlanır. Veyahut, -câhiliye devrindeki âdetleri veçhiyle çıplak olarak mescide
yanaşmasınlar- mânâsına mahmuldür. (İğdiş edilmiş kişilerin hizmetçi olarak
çalıştırılması mekruhtur.) Çünkü bunların çalıştırılmaları ndaki
rağbet, insanları iğdiş etmeye yol açar. Oysa bu haramdır. (İğdiş edilmiş
hayvanların çalıştırılmasında, ve eşeğin kısrağa aştırümasında
ise, bir beis yoktur.) Zira birincisi, hem hayvan hem de insanlar için
faydalıdır. îkincisi de. Peygamber Efendimiz (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) 'in bir katıra
binmesiy-le sabittir. ([57])
Zira eğer eşeği kısrağa aştırmak günâh olsaydı, Peygamber Efendimiz (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) bu eylemin mahsulü olan. katıra binmezdi. Zira
onun katıra binmesi bu eylemin caiz olduğu mânâsını taşır. (Hasta yahûdi ve hiristiyanı ziyaret
etmekte bir beis yoktur.) Bu da onlar hakkında bir nevi iyiliktir. Ve ondan nehyedilmemişiz. Aynı zamanda Peygamber Efendiimz
(Aleyhi's-salâtü ve's-selâm) 'in komşusu olan bir hasta yahûdîye
baş vurduğu sabittir. ([58])
(Kişinin «Yâ Rabbi Arşınızdan izzetinizden taallûk
ettiği yerin hürmetine bağışlamamı dilerim.» şeklinde dua yapması mekruhtur.)
Üç şeyden başka mü'minin oynaması anlamsızdır. Atını eğitmesi, okçuluk
provasını yapması ve eşiyle oynaşması» ([59]) buyurmuştur. Bizim delilimiz, Peygamber Efendimiz (Aleyhi's-salâtü ve's-se-lâm)'in:
«Satranç ve tavla île
oynayan, sanki elini domuz kanına batırmış gibidir.» ([60])
Hadisidir, öte yandan satranç da bir oyun çeşididir. insanı Allah (Azze ve CelleVı zikretmekten,
topluluklar arasına girmekten ve cemaattan
alıkoyar. Bu konuda Peygamber Efendimiz (Sallallahü
Aleyhi ve Sellem)'in: -Seni Allah'ın zikrinden
alıkoyan şey, kumardır.» ([61])
Hadisi gereğince, de haram olur. Sonra eğer kumar oynarsa adaleti gider, kumar
oynamasa, te'vil edilebildiği için, adaleti sakıt
olmaz.İmam Ebû Yûsuf la İmam Muhammed, oynayanlan oynamaktan sakındırmak için onlara selâm vermeyi
de mekruh görmüşler, imam Ebû Hanife, ise onlara selâm vermede bir beis görmüyor.
Çünkü selâm, hiç değilse o an için onları oyundan meşgul eder diyor. (Yanında
babasız bir buluntu çocuk bulunan kimse, çocuğun hesabına sadaka ve hibe kabul
edebilir.) Bu konuda çocuklar üzerinde yapılacak tasarrufun üç nevi vardır:
Birincisi, velayet bâbındandır ki, o tasarrufa ancak çocuğun velisi
sahip olabilir. Meselâ: Nikâh ve muhafaza etmek üzere mal alım-satımı gibi.
Çünkü bu konuda şeriat, veliyi çocuğa naip kılmıştır.
İkincisi; Çocukluk hâlinin arzettiği
zorunluluklardan doğan tasarruftur. Meselâ çocuk için yapılacak alım-satımlar
ve emzirme ücreti gibi. İşte bu gibi tasarruflara çocuğun menfaat ve nafaka durumuna
bakan kardeş, amca, ve çocuğu buluntu olarak bulup himayesinde bulunduran gibi
şahıslar sahip olurlar. Çocuğun asıl velisi, bu ikinci kısım tasarruflara da
sahiptir. Ancak asıl veli için, çocuğun yanında bulunması şart değildir.
Üçüncüsü, çocuğa sâdece menfaat sağlama tasarrufudur. Meselâ :
Çocuğa hibe, sadaka ve bu gibi şeylerin kabulü gibi. Bu gibi şeyleri, çocuğu
bulan, amca, kardeş ve mümeyyiz olduğu takdirde çocuğun kendisi alabilir. Çünkü
çocukları korumak üzere hikmete uygun olan böyle şeylere yol açmak, yerinde bir
davranış olur. Bu itibarla çocuk, mümeyyizlik vasfı ile birlikte velayet ve
mâhiyette bulunma yolları ile mülk edinebilir. Tıpkı nafakadan yararlandığı
gibi. Çocuğu bulan ile çocuğun amcası, çocuğu ücretle çalıştırmaları caiz
olmaz. Ancak çocuk, kendi anasının yanında bulunuyorsa, anası tarafından
ücretle çalıştırılabilir.) Zira anası, kendisini çalıştırmakla menfaatini
telef etmekte yetkilidir. Çocuğu bulanla amcası, bu yetkiye sahip değillerdir.
Eğer çocuk ücretle çalışmak isterse, çalıştırılması lâzım gelmez.) Çünkü
çalıştırılması ile zararı söz konusu olabilir. (Ancak kendi işinden boşalmışsa
çalıştırabilir.) Zira o zaman çalışması, sâdece kendi menfaati için olur.
Dolayısı ile akitte sözü edilen anlaşmanın ifâsı gerekli olur. Tıpkı men'
edilen kölede oiduğu gibi. (Tedavi için lavman
yapmakta beis yoktur.) Çünkü tedavinin mubah olduğuna dâir icma
vardır. Nitekim bu konuda Hadis de varit olmuştur. ([62])
Erkekler ve kadmlar arasında tedavi için fark yoktur.
Ancak tedavide haram kılman şeyler kullanılmamalı. Zira haramla şifâ arama
çabası haramdır. ([63])
(Hâkime maaş bağlamada beis yoktur.] Çünkü Peygamber Efendimiz (Aleyhi's-salâtü ve's-selâml'in Utap b. Useyd Radı-yallâhü anhümâ)'i M e k k e ' ye gönderirken, ona maaş bağladı. H z. Ali (Radıyallâhü anhl'yi de Y e m e n'e gönderirken, ona da maaş bağladı. Ayrıca Hâkim olarak tâ'ym edilen kişiler, müslümaniann
hakkı korunsun diye, serbest çalışmaktan alıkonulurlar. Binâenaleyh nafakaları
müslümanlann malından verilmeli ki, müslümanlann malı da beytülmaldır.
Çünkü işten alıkoyma nafakanın verilmesine neden olur. Tıpkı mudârebe şirketinde olduğu gibi. Yâni: Şirket malını
çalıştıran kişi, şirket adına sefere çıktığında yapacağı masrafı nasıl
müşterek yapıyorsa bu da öyledir. Hâkime Beytülmaldan
maaş vermenin caiz oiması da, ona verilen maaşın
yeterinden fazla olmaması şartına bağlıdır. Eğer pazarlık sûretiyle olursa o
zaman haram olur. Çünkü hâkimlik yapmak bir ibâdettir. Hattâ ibâdetlerin en
üstünüdür. İbâdete karşı ücret almak da haramdır. Sonra eğer Hâkim fakir ise, efdal olan belki de vacip olan Beyt-ül-maldan maaş almasıdır. Çünkü maaş almasa, gerektiği kadar
görevini yerine getiremez. Zira geçimini te'min
etmekle uğraşması, kendisini görevini yapmaktan alıkoyar. Şayet hâkimlik yapan
zengin ise, kimi demiş ki: Beyt-ül-maun
faydasını düşünerekten ef-da olan, maaş almamasıdır.
Kimi de maaş alması daha iyidir, demiştir. Ve essah
olan da budur. Çünkü Hâkim, maaş almakla hâkimliğin prestijini korumuş olur.
Ve kendisinden sonra o makama oturan fakir Hâkimin durumu da göz Önüne alınmış
olur. Çünkü bir zaman maaş alınmasa, ikinci zamanda alınması güçlüklerle
karşılanır. Hâkimin maaş alma durumuna rızık
denilmesi, ancak kifayet miktarınca alınabileceğine delâlet eder. Daha önceki
usûl, sene başlarında Hâkimin maaşı verilirdi. Çünkü haraç, senelerin
başlarında alınırdı. Ve Hâkimin ödeneği de ondan karşılanırdı. Ama günümüzde (Hidâyenin yazıldığı yıllar) haraç, senelerin sonlarında
alınmaktadır. Ve alınan haraç da geçmiş senenin haracı olur. Şayet Hâkim bir
senelik maaşını alırsa ve daha senesi dolmadan görevinden ayn-lırsa, kimi demiş ki, bir senelik nafaka alıp ve senesi
dolmadan ölen kadın hakkında ileri sürülen görüş ayrılıkları gibi ihtilâf
vardır. Yalnız essah olan kavle göre: fazladan
ödenen maaşın istirdadı vacip olur. (Câriye Ümmülveled
dahi olsa, yabancı erkekle sefere çıkabilir.) Çünkü daha önce zikrettiğimiz
gibi, bakma ve dokunma bakımından cariyelere karşı yabancı erkekler, mahremler
gibi değerlendirilirler. Ümmülveled de câriyedir.
Ancak diğer cariyeler gibi satılamaz.[64]
[1] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir
Merginânî, Hidaye
Tercümesi, Kahraman Yayınları: 4/129.
[2] Buharı (İçeçekler-gümüş
kaplar babı) C. 2 S. 842, Müslim (Giyim bahsinin başlangıcı) C. 2 S. 182, Darekutni (Taharet-altm ve gümüş
kaplar babı) C. 1 S. 15
[3] Ebû Hüreyre'den gariptir.
Kütüb-i Sitte, bunu Abdurrahman b. Ebû Leylâ yolu iîe Hüzeyfe fR.A.Vdan
getirerek şu mealde kaydetmektedirler:
Huzeyfe (R,A.) su istedi. Bir Mecüsİ
ona bir gümüş kapta su getirdi. Hu-zeyfe (R.A.) :
«Peygamber efendimiz (S.A.V.Vden : «İpekli elbise
giymeyin. Altın ve gümüş kaplardan su içmeyin ve bunlardan olan çanaklarda
yemek yemeyin. Zira bunlar dünyada onların, âhirette
sizindim dîye buyurduğunu işittim*
dedi.»
Buhâri
(içecekler) S. 841, (yiyecekler) C. 2 S. 816, < Giyim-ipekli elbise giyimi)
C. 2 S. 867-868. Müslim (içecekler) C. 2 S. 189. Ebû Davûd (Altın ve gümüş kaplardan içmek) C. 2 S. 167, Tirmizl (içecekler) C. 2 S. 10, tbn-i
Mâce (içecekler) C. 2 S. 252, (giyim) C. 2 S. 265, Nesâl (süs) C. 2 S. 296
[4] Müslim'in Ebû Hüreyre (R-A.)'dan naklen kaydettiği bu hadîsin tam* mı meâlen şöyledir:
«Yemeklerin en fcötüsü-o ziyafettir İd ona gelenler çafınlmaz
da, gelmeyenler çağırılır. Temek çağırışına icabet etmeyen kimse Ebfll Kasmrin emrine oymamı?
öter.
Müslim (Nikah) C. 1 S. 463, Buhar! (Nikâh) C. 2 S. 778, Îbn4 Mace (Nflcah) C. 1 S. 139, Ebû Davûd (Yiyecekler) C. 2 S.
169
[5] Enam süresi ayet 68
[6] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir
Merginânî, Hidaye
Tercümesi, Kahraman Yayınları: 4/129-134.
[7] Yiyecek ve içecekler faslında geçen HÜzeyfe (R.A.) hadisinin tetimme-sldir.
[8] Ebû Davûd
(Giyim) C. 2 S. 205, İbn-i Mâce
(Kadınların ipek ve altın giymeleri babı) C. 1 S. 265, Nesâl
(Süs) C. 2 S. 284
[9] Müslim (Giyim)
[10] Müslim (Giyim) C. 2 S. 190, Ebû
Dâvûd (Giyim) C. 2 S. 205
[11] Tamamen gariptir.
Nasb-Ürraye C. 4 S.
227
[12] Sadi'den gariptir. Ancak tbn-i
Adiy «el-Kâmü adlı eserinde
Peygam-ber Efendimiz (A.S.Vin ashabından olan Hakem b. Ömer (R.A.)'dan, Peygamber
Efendimiz (A.S.)'İn savaşta ipek giymeye izin verdiğini nakletmistir.
[13] Ebû Dâvûd,
Tirmizi ve Nesâi'nin Büreyde (R.A.)'dan naklen kaydettikleri bu hadisin tamamı meâlen şöyledir:
«Adamın biri Peygamber
Efendimiz (S.A.V.)'İn yanma geldi. Adamın parmağında demirden bir yüzük vardı.
Peygamber Efendimiz (A.S.) ona:
- Ne diye ben senden cehenemlik kimselerin kokusunu duyuyorum, buyur-du ve adam bir daha Peygamber Efendimiz (A.S.)'in yanına geldiğinde bu sefer parmağında balardan bir
yüzük vardı. Peygamber Efendimiz (A.S.) bu kez ona:
- Ne diye ben senden putların kokusunu
duruyorum? Duyurdu. Adam :
- Tâ Resûlülah o halde ben neden yüzük edineyim? diye sordu.
Peygamber Efendimiz (ASİ:
- Gümüşten, diye cevap verdi.»
Müslim (Süs) 6.2 S. 288, Ebû Dâvûd (Yüzük bahsi) C. 2 S. 224, TIrmizt
(Giyim) C. 1 S. 224
[14] Müslim (Giyim ve süs) C. 2 S. 193, Ebû
Dâvûd {Giyim) C. 2 S. 204, Tirmiz!
(Giyim) C. 1 S. 220, Nesâî (Süs) C. 3 S. 286, İbn-i Mâce (Giyim) C. 2 S. 268
[15] Peygamber Efendimiz (A.S.)'m sahabelerinden kimine
bunu emretmesi gariptir. Fakat bizzat kendisinin bunu yaptığı hakkında
birtakım rivayet vardır. Nitekim Ebû Ya'Ia el-Meysıli, Müsned'İnde Abdullah îbn-1 Ömer
(R.A.)'dan «Peygamber Efendimiz (A.S.) herhangi bir şeyi unutmaktan korktuğu
zaman, parmağına ip bağlardı id o şeyi hatırlasın» diye nakletmiştir.
Taberanl de Râfi b. Hadlc (R.A.)'dan şunu naklen kaydetmiştir : «Peygamber
Efendimiz (A.S.)İn, parmağına bir İp bağlamış olduğunu görerek:
- Tâ Resûlüllah bu nedir? diye sordum. Peygamber Efendimiz
(SA.V.:
- Unutmak istemediğim
bir şey vardır. Parmağıma İp bağladım M onu unutmayayım, buyurdu.»
Bununla beraber tbn-ül-Cezvl bu her iki rivayeti de Mevzu hadisler arasında
kaydetmiştir. Nasb-Ürraye C. 4 S. 238
[16] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir
Merginânî, Hidaye
Tercümesi, Kahraman Yayınları: 4/134-138.
[17] Nur sûresi âyet 31
[18] Gariptir. Meşhur olan şekli meâlen
şöyledir:
«Kim ki başkalarının konuşmasını -o başkaları istemedikleri halde-dinlerse,
kıyamet fünü o kimsenin kulağına kurşun dökülür» Buhâri C. 2 S. 1042
[19] Gariptir. Nasb-ürraye C. 4 S. 240
[20] Gariptir. Nasb-ürraye C. 4 S. 240
[21] Gariptir. Nasb-ürraye C. 4 S. 240
[22] Tirmizl ile Nesal'nin rivayetlerine göre Muglre
b. Şube (R.A.) bîr kadına istekli olunca Peygamber Efendimiz (S.A.V.) ona bu
emri vermiştir. Tîrmİ-zt
(Nikah) C. 2 S. 72
[23] Tirmizl ile Nesal'nin rivayetlerine göre Muglre
b. Şube (R.A.) bîr kadına istekli olunca Peygamber Efendimiz (S.A.V.) ona bu
emri vermiştir. Tîrmİ-zt
(Nikah) C. 2 S. 72
[24] İmam Ahmed, tbn-i Hİhban ve Beyhâkl'rdn Umeyr b. îshaktan naklen kaydettikleri Ebû
Hüreyre (R-A.)Tiin hadisi
şöyledir :
«Hz.
Hasanla birlikte Medine sokaklarından bîrinde geriyorduk. Ebû
Hüreyre (R.A.* bize rastladı ve Hz.
Hasan'a
- Camın sana feda
olsun. Kanımı aç da, Peygamlıer Efendimiz (S.A.V.)1n
öptüğünü Rördöğttm yeri öpeyim, dedi. Hz. Hasan da kanuni açtı ve Ebû Hüreyre onun göbeğini öptü.» Nasb-urraye C. 4 S. 242
Cürhüd'ün hadisine gelince: meâlen o
da şöyledir: Sofrada kalanlardan biriydim. Bir Çün
Peygamber Efendimiz (S.A.V.) yani-mızds oturmuştu, l'ylu&um
açıkdı. Peygamber Efendimiz (S.A.V.) bana:
-Mııeunu ört
Uyluğun avret olduğunu bilmiyor musun?
buyurdu.»
Ebü Davûd (Hamam-açtlmaktan nehiy babı) C. 2 E.
201, Tirmizİ
(İstizan) C. ?. îî. 108. rj^rekuîr.t (Namaz bahsinin sonlan) C. 1 S. 83, el-Müstedrek (Giyim- avret olduğu) C. 4 3. 180
[25] Ebû Dâvûd
(Hamam-soyulma babı) C. S. 201, Tirmizİ (İstizan-
uyluk avrettir babı) C. 2 S. 108. îbn-i Mâce (Nikâh-cima esnasında örtünme babı) C. 1 S. 139, el-Müstedrek (Giyim) C. 4 S. 179
[26] îbn-i Mâce'nin
Utbe b. Abd el-Sülemi'den
bu şekilde nak ettiği bu hadisi, Taberanl
de Ebû Hüreyre (R.A.Vdan
«Herhangi biriniz
kanamı yatağına girdiği zaman örtünsün Zira eğer örtün-inerse melekler çıkarlar
ve şeytan yalnız kalır. Eğer aralarında bir çocuk olura», şeytanın da o çocukta bîr payı olur» şeklinde nakletrniştir.
lbn-i Mâceb (Nikâh- cima sırasında örtünbe
bazı) C. 1 S. 139, Hayseml: 42-293
[27] Bu mealde gariptir. îbn-i Adİypnİn el-Kâmil'de ve İbn-İ Hİbban-ın «Kl-tab-Üdduafan da Abdullah îbn-i Abbâs (R.A.)'tan rivayetlerine göre Peygamber Efendimiz (A.S.) :
.Herhangi biriniz kansı ile cinsel İlişkide bulunduğu zaman onun tenasül uzvuna
bakmasın. Zira bu, körlüğe yol açar» buyurmuştur.
[28] Tamamen gariptir.
Nasb-ürraye C. 4 S.
248
[29] Nur sûresi âyet 34
[30] Müslim'in Ebû Hüreyre (RA.)'dan kaydettiği bu hadisin tamamı me&-len şöyledir:
«İnsan oğluna zinadan pay alması yazılmıştır. Hiç şüphe yok insan oğlu
ona yetişir. Gözlerin zinası bakmaktır. Kulakların zinası dinlemektir. Dilin
zinası soy-lemektir. Ellerin zinası yakalamaktır.
Ayakların zinası yürümektir. Gönül de ister ve diler. Tenasül organı ise ya onu doğrular, ya yalanlar»
Müslim (Kader) C. 2 S. 336, Buhârİ (İstizan) C. 2 S.
922 ve (Kader) C. 2 S. 978
[31] Müslim'in Ebü Said-İ Hudri (RA.)'den naklen kaydettiği bu hadis de meâlen şöyledir :
«Kadın üç geceliketn fazla bir yolculuğa
-beraberinde kocası veya kendisiyle evlenmesi caiz olmayan bîr yakın akrabası
bulunmadıkça- çıkamaz» Müslim (Hacc) C. 1 S. 433, Buhârİ (Hacc) C. 1 S. 251
[32] Tirmizi'nin rivayetine göre Hz. Ömer (R.A.) Cabiye'de bir
hutbe ve» rerek şöyle demiştir :
«Ey Nss,
Resûlüllah (S.A.V,) şimdi benim aranızda durduğum
gibi aramızda durum buyurdu ki: Ashabıma karşı iki davranmanızı size tavsiye
ederim. Ashabımdan sonra onlardan sonra gelenleri, onlardan da sonra onlardan
sonra gelen-leri tavsiye ederim. Sonra yalancılık
yaygınlaşır. O derecede İd: Mşİye yemin verilmeden
kişi yemin eder, kişi şahit gösterilmeden şahitlik eder. Bana iyice kulatf verin. Yabancı bir erkeğin yanında yalnız olarak
kalan hiçbir kadın yoktur M, şeytan onların üçüncüsü olmasın. Ayrılığa da sakın
düşmeyin. Zira şeytan tek b şına duran kimse İle
beraberdir. Şeytan bir kişiye nazaran iki kişiden daha uzaktır.»
Tirmizî (Fiten) C. 2 S. 41, el-Müstedrek
(İlim bahsi) C. 1 S. 114
[33] Bir örneği namaz bahsinde de geçtiği
Üzere, Hz. Ömer (R-A.)'den bu konuda varit olan
eserler sahihtir. Nasb-urraye C. 4 S. 250
[34] Hz. Âişe
(R.A.)"nin bunu söylemiş olması eseri gariptir. İbn-i Ebl Şey-be, Abdullah îbn-i Abbâs (R.A.)'dan,
hayvanları iğdiş etmenin onlara yapılan bir işkence olduğunu söyledikten sonra,
Nisa sûresinin «Şeytan Cenâb-ı Hak (Azze ve CelleVa hitaben: «Ben Âdemoğullanna emredeceğim Allah (Azze
ve CelleVın yaratışını değiştireceklerdir» dedi»
mealindeki 119. âyet-i kerimesini okuduğunu rivayet etmiştir. Müellif bunu,
iğdiş kimselerin yabancı kadınlara bakmasının erkeklik gücüne sahip kimselerin
bakması gibi olduğuna delil olarak getiriyorsa da, yetersiz bir delildir. Nasb-üraye C. 4 S. 250-251
[35] Nur süreyi âyet 31
[36] Said b. Müseyyeb veya Said
b. Cübeyr'dir
[37] «AZİL» cinsel ilişki sırasında, kadını gebe kalmaması
için, erkeğin döl organını kadının döl organından çekip suyunu dışarıya
akıtması demektir. Müellif bu sözü ile «Eğer erkek bunu yapmak İster ve
kendisiyle cinsel ilişkide bulunduğu kadın da nikâhlı karısı ise, ancak
karısının müsaadesiyle yapabilir. Eğer erkeğin, kendisiyle cinsel İlişkide
bulunduğu kadın, kendisinin cariyesi İse, o zaman bu müsadeyi
almaya da gerek yoktur» demek istemektedir, ki bundan, tarafların muvafakati
şartı ile, geçici olarak döllenmeye engel olmanı dini bir sakıncası olmadığı
hükmü ortaya çıkmaktadır. Nitekim buna delil olarak getirilen İki hadis de bunu
açıkça ifâde etmektedirler.
[38] İbn-i Mâce
(Nikâh-azil babı) C. 1. S. 140
[39] Müslim (Nikâb-esir alman
câriye ile-gebe iken cinsel ilişkide bulunmanın haram olması bâmbı) C. 1 S. 465
[40] Abdullah İbn-i Ömer
<R.A.>, Câbir (R.A.), Ebû
Cühayfe (R.A.) ve Hz. Âişe (R.A.Vden rivayet olunan bu hadisi Hâkim, Abdullah İbn-i Ömer (R.A.Vden «Peygamber
Efendimiz (AS.), Ebû Talip Oğlu Cafer'i Habeşistan'a göndermişti. Cafer döndüğü zaman
Peygamber Efendimiz (S.A.V.) onu kucaklayıp alnından öptü», Câbir (R.A.Vden de «Peygamber
Efendimiz (S.A.V.Vin Hayber savaşından
döndüğü sırada Cafer Habeşistan'dan çeldi. Peygamber Efendimiz (A.S.) onu karşıladı
ve kucaklayıp alnından öptükten sonra :
«Vallahi bilmiyorum hangisiyle sevineyim : Hayber'in
fethiyle mi, Cafer'in gelişiyle mi?
buyurdu» şeklinde rivayet etmiştir. el-Müstedrek (Namaz bahsinin sonlan C. 1 S. 319 ve (Fazail) C. 3 S. 211
[41] Ebû Dâvûd
(Giyim) C. 2 S. 205, Nesâi (Süs) C. 2 S. 279, îbn-i
Mâce (Giyim bahsi sonlan) C. 1 S. 268
[42] Tâberanl'nin bu şekilde
kaydettiği bu hadisi, Ebû Dâvûd
ile Tirmizl, Berâ
(R.A.)'dan şu şekilde nakletmelerdir : «Birbirleriyle karşılaştıklarında tokalaşan
hiç iki miislüman yoktur ki, daha birbirlerinden
ayrılmamışken günâhları bağışlanmasın.»
Ebû Dâvûd (Musafaha hakkında bir) C.
2 S. 352, Tirmizl (İstizan) C. 1 S. 102
[43] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir
Merginânî, Hidaye
Tercümesi, Kahraman Yayınları: 4/138-149.
[44] İbn-i Mâce
(Ticaretler) C. 1 S. 156. el-Müstedrek (Ahm-satımlar) C. 2 S. 11. Ancak el-Müstedrefc'te
kayıtlı bulunan bu hadiste hadisin birine i cümlesi yoktur. Hadisin Müslim'deki
rivayeti de «Hatada olan kimseden başka kimse ihtikâr etmez» şeklindedir.
Müslim (Alım-satimiar-gıda maddelerinde maddelerinde
İhtikânn haram olması babı) C. 2 S. 31
[45] BuhârI (Alım-satımlar) C. 2
S. 89, Müslim (Alım-satımlar) C. 2 S. 4
[46] îmam Ahmed, tbn-i Ebi Şeybe,
Bezzar, Ebü Ya'la el-mevsılî. Hâkim, Dârekutnİ ve Tâberani'nin Abdullah
tbn-İ Ömer (R-A.)'dan naklen kaydettikleri bu hadisin
sonunda «Aralarında aç bîr kimsenin gecelediği herhangi bir yer halkı da Alan
<Azze ve Celle)^
himayesinden uzaklaşmış olurlar» ilâvesi de vardır.
el-MÜstedrek (Ahm-satımlar)
C. 2 S. 11
[47] İhtikâr ve karaborsacılık gayesiyle olursa durum
budur. Yoksa, bu gayeden uzak olan ve dürüstlük içinde yürütülen ticaret iyi
bir şeydir. Zİrâ çalışıp rızkını helâldan
kazanan kimse Allah (Azze ve CelleVın
dostudur.
Şerh-ül kifâye Ale-1 Hİdâye C. 8 S. 492
[48] Enes b. Mâlik (R.A.), Ebû Cühayfe (R.A.), Abdullah îbn-i Abbâs (R.A.) ve Ebû Sald-i Hudrl (R.A.Vdan rivayet olunan bu hadisi, Ebü
Dâvûd, Tirmizî ve Îbn-İ Mâce, Enes b. Mâlik
(R-A.)'dan naklen şu şekilde kaydetmişlerdir:
«Halk Peygamber
Efendimiz (S.A.V.)'e gelerek :
(Tâ Resûlüllah,
fiatlar yükselmiştir. Bizim için eşyaya narh koy,
dediler. Peygamber Efendimiz (S.A.V.):
- Eşyaya narh koyan,
darlık ve bollukları yaratan ve rmk veren, ancak Allah
(C.C.Vtır. Ben Cenâb-i
Allah (C.C.)'ın huzuruna çıkarken, dilerim ki hiç bir
kimse, kendisine din veya dünyasında bir haksızlık yaptığım İçin yakama yapışmasın,
buyurdu.»
Ebû Dâvûd (Alım-satımlar-eşyaya Nars
koyma babı) C. 2 S. 134, Tirmizl (Alım-satımlar) C. 1
S. 169, Îbn-İ Mâce
{Ticaretler) C. 1 3. 160
[49] Abdullah Îbn-İ Ömer (R.A.),
Abdullah îbn-i Abbâs (HAX
Abdullah îbn-i Mesud (R.A.)
ve Enes b. Mâlik (R.A.) tarafından rivayet olunan bu hadisin metni, Ebü Davud'un Abdullah îbn-i Ömer (R.A.)'den rivayetine göre meâlen
şöyledir:
Peygamber Efendimiz
(S.A.V.Vden «Allah (C.C.). içkiyi içene, içkiyi
İçirene, İçkiyi satana, içkiyi satın alana, içkiyi sıkana, içkinin parasını
yiyene, kendisi için içki sıkılana, içkiyi taşıyana ve kendisi için taşınana
lanet eylesin» diye buyurduğunu »şlttim.»
Ebû Dâvûd f İçecekler-içki için şira
sıkma babı) C. I S. 161
[50] Hâkim ile Dârekutnl'nin
Abdullah b. Amr b. As (R.A.)'tan rivayet ettikleri
bu hadisin de tamamı şöyledir
«Mekke saygı
gösterilmesi gereken kutsal hır yerdir. Mesken ve mahalleleri satılamaz, evleri
kiraya verilemez.»
el-Müstedrek (Ahm-satımlar)
C. 2 S. 53, Dârekutn! (Ahm-satimlar) C. 1 S. 312
[51] Bu lâfız gariptir. İmam Muhammed «el-asar» adlı
kitabında îmam Ebû Hanife'nin
su hadisi Abdullah b. Amr As'tan «Kim ki Mekke
evlerinin kirasını verse, ateş yemiş gibi olur» şeklinde rivayet ettiğini
söylemiştir. Ayrıca. Dârekutni'-nin
de bu hadisi Abdullah b. Amr b. As (R.A.)'tan
rivayeti bu mealdedir.
Nasb-ürraye C. 4 S. 266
[52] Hâkim ile îbn-i Mâce bu hadisi Alkame b. Nadle <R.A.)"den «Peygamber Efendimiz (S.A.V.), Hz. Ebû Bekir (RA) ve Hz. Ömer (R.A.) vefat edinceye kadar Mekke'nin mesken ve
mahallelerine «Serbest yerler» denilirdi, bu meskenlerde muhtaç olan, oturur,
muhtaç olmayan başkasını oturturdu» şeklinde rt-vayet etmişlerdir.
el-Müstedrek (Ahm-satımlar)
C. 2 S. 53, îbn-i Mâce (Hac)
C. 1 S. 231
[53] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir
Merginânî, Hidaye
Tercümesi, Kahraman Yayınları: 4/149-157.
[54] îbn-i Ebl
Şeybe, Abdürrezzak ve Taberani Abdullah îbn-i Mesud (R.A.) dan bu eseri «Kur'an'ı
olduğu gibi bırakın. Ona ondan olmayan bir şey katmayın»
şeklinde rivayet etmişlerdir. Nasb-ürraye C. 4 S. 265
[55] Tevbe sûresi âyet 28
[56] Ebû Davud'un
Osman b. Ebi'l As
(R.A.)'dan rivayetine göre bu hadis
şöyledir:
«Salrif
oğullan heyeti Peygamber Efendimiz (S.A.V.)'i ziyarete geldikleri zaman
gönüllerini müslümanlığı ısındıımak
için, Peygamber Efendimiz (S.A.V. on-lan mescitte
ağırladı. Müslüman olmak için Peygamber Efendimiz (S.A.V.Ve, as-kerliğr çağınlm amalarını, Özür
vergisinden ve namazdan muaf tutlmalannı şart
koştular. Peygamber Efendimiz (S.A.V.) :
- Birinci ve İkinci şartının kabul edeyim. Fakat namazı bulunmayan bir
dinde hayır yoktur, buyurdu.» Ebû Dâvûd (Haraç) C. 2 S. 72
[57] Buhâri ile Müslim, Ebû îshak'tan nakîen
şunu kaydetmişlerdir : «Kaysoğullan kabilesinden biri,
Berâ b. Azib (R.A.Ve :
- Huneyn
savaşında Peygamber Efendimiz (S.A.V.)'i yalnız bırakıp kaçtığınız doğru mu?
diye sordu. Berâ (H.A.) :
- Allah (C.C.)'a
yemin ederim ki Peygamber
Efendimiz (S.A.V.) kaçmadı. Bizimle
savaşan Hevazinliler de keskin nişancı idiler. Biz
onlara saldırınca Bnü-mflzden
dağıldılar. Bunun üzerine biz ganimetlere yöneldik. Durumumuzu göre'» düşman
fırsatı kaçırmayarak bize doğru döndü ve
son bir hızla İlerleyerek bizi ok
yağmuruna tuttu. Yemin ederim tam o sırada baktım ki Peyeamber
Efendimiz ÎS.A.V.) biz kahrı sırtında dim dik durmuş
: «Yalan yok ben Peygamber'im. Ben Abdüîmuttaüb'in
oğluyum» diye bağırıyor. Ebû Süfyan
b. Haris de katırın gemini tutmuş çekiyordu.»
Müslim (Cihad-Huneyn savası) C. 2 S. 101.
Buhârt (Cihad) C. I S. 402 Buhâri, Peygamber Efendimiz (S.A.V.)'in kayın biraderi Amr b. Haris (R.A.V ten de naklen şunu kaydetmiştir :
«Peygamber Efendimiz
(S.A.V.) vefat ettiği zaman kendisinden -yolculuklarda bindiği boz katın,
silâhı ve yolda kalanlara vakfettiği bir tarladan buşka-
ne dirhem, ne dinar, ne köle, ne câriye ve ne de hiç bir şey kalmadı.»
Buhâri
(Vasiyetler) C. 1 S. 382
[58] Buhâri, Enes b. Mâlik
(R.A.)'dan naklen şunu kaydetmiştir:
«Bir genç vardı
Peygamber Efendimiz (A.S.)'e hizmet ediyordu. Genç hnsta-landı. Peygamber Efendimiz (A.S.) ona başvurarak başının
ucunda oturdu ve gence:
-Müslüman ol, diye
telkinde bulundu, O sırada gencin babası da orada idi. Genç babasına baktı.
Babası:
- Ebül Kâsun'm
dediğini yap, dedi. Bunun üzerine genç muslüman oldu.
Peygamber Efendimiz (SA.V.) de :
[59] Ebü Dâvüd
(Cihad) C. 1 S. 340, Nesal
(Cihad) C. 1 S. 59, Tirmİzi
(Cİ-hadin fazileti) C. 1 S. 210, îbn-i
Mâce (Cihad) CİS. 207, el-Müstedrek (CShad) C. 2 S. 59
[60] Bu lâfızla
gariptir. Müslim'in Büreyde (R.A.)'dan naklen kaydettiği bu hadiste
satrançtan söz yoktur. Müslim (Şiir bahsi) C. 2 S. 240
Bu hadisten başka, satrancın hanımlığı hakkında birtakım hadisler varsa
da hepsi malûldür. Nasb-ürraye C. 4 S. 275
[61] Merfu olarak gariptir. îmam Ahmed (Zühd babında) bunu Kasım
b. Muhammed <R.A.)'İn sözü olarak
nakletmektedir. Abdullah îbn-İ Ömer (BM Kâsım'a :
- Hele siz tavlayı
mekruh görüyorsunuz. Ya satranç niçin mekruh olsun,
di-ye söyleyince, Kasım (R.A.) :
- Kişiyi Alah (C.C.Yı
anmaktan ve namazdan alıkoyan her şey kumardır, demiştir. Nasb-ürraye C. 4 S. 275
,[62] Müellif bu sözü ile «Tedavi olun ey Allah (C.C.)'ın kullan. Zira Cenâb-ı Allah
(C.C.), yarattığı hiç bir hastalık yoktur kî ona bir ilâç da yaratmış olmasın»
mealindeki hadise işaret etmektedir. Ashaptan birçok kimseler tarafından
rivayet olunan bu hadisin tamamı, Üsâme b. Şerik'in
rivayetine göre şöyledir : «Peygamber Efendimiz (S.A.V.)'in yanına Eİttİm. Ashabı, başlan üstünde birer kumaş varmış eibi idiler. Selâm verip oturdum. Sonra şuradan buradan birçok
kimseler çeldiler ve lâf arasında:
- Yâ Resüliilah, hastalandığımızda tedavi olalım mı? diye
sordular. Peygamber Efendimiz (S.A.V.) :
- Tedavi olun. Zira ihtiyarlıktan başka Cenâb-ı Allah (CCTın yarattığı
hiçbir hastalık yoktur ki ona bir ilâç da yaratmış olmasın, buyurdu. Sonra :
- Yâ Resülülah, kula
verilen şeylerin en üstünü nedir? diye sordular. Peygamber Efendimiz (S.A.V.)
:
- Güzel ahlâktır, diye cevap verdi. Sonra
yanından kalktıklarında teker teker elini öptüler. Ben de elini öpmek üzere
ağzıma do^ru
çektiğimde baktım ki ne göreyim. EH
miskten daha cüzel kokuludur.»
Tirmizi
(Tıp) Ç. 2 S. 25. Ebû Dâvud
(Tıp) C. 2 S. 183. fbn-i Mâce
(Tıp) C. I S. 253. el-Müstedrek (İlim) C. 1 S. 121
ve (Tipi C. 4 S. 198. 399, 400
[63] Haram ilâç ile tedavi olmanın haram olması, helâl
ilâçların da bulun-ması haline mahsustur. Eeer haram ilâçtan başka ilâç bulunmazsa onunla tedavi
olmak caizdir. Tehzib adlı kitapta şöyle bir sey geçmektedir :
«Eğer müslüman bir doktor hastaya : «Senin
şifan sidik veyS kan İçmekte, ya
da murdar yemektedir» der ve h?sta da bunlardan başka
İlâç bulamazsa, sidik murdar veya kanı içebilir. Eeer
müsîüman doktor ona : «Sidik içersen daha çabuk
iyileşirsin» dese, o zaman sidik içmesinin caiz olup olmadığı hakkında iki
görüş vardır. İmam Temirtası fAlah
rahmet eylesin) böyle demiştir. Zahire adh kitabın
sahibi de der ki : Sadr-ı Sphid'in
(Allah rahmet eylesin) «Haramla şifâ aramak hastanı o haramda şifâ bulunduğunu
bilmediği zaman haramdır. Eğer on-d ssifâ bulundujhırm biliyor ve ondan başka İlâç da bulamıyorsa, o
zaman onunla tedavi olması caizdir.
el-Kifâye Alel-Hidâye C. 8 S. 501
[64] Şeyhü'l-Îslâm Burhanüddîn Ebu'l-Hasan
Ali b. Ebû Bekir
Merginânî, Hidaye
Tercümesi, Kahraman Yayınları: 4/157-164.